İçindekilervideo.sorularlaislamiyet.com/pdf/haftalik-bulten-10-temmuz-2011.pdf · hükümdarlık...

41
1

Upload: others

Post on 09-Jan-2020

10 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

2

İçindekiler

3

Hz. Davut, Hz. Musa’dan daha sonraki dönemlerde geldiği halde, ayetlerde Hz. Musa’nın ordusunda savaştığı ve Calut’u öldürdüğü bilgisi nasıl doğru olabilir? Kur‟an‟da Hz. Davut‟un Hz. Musa‟nın ordusunda savaştığına dair hiç bir ifade yoktur.

İlgili ayetlerde Hz. Davut‟un Calut‟u öldürdüğü olayın, Hz. Musa‟dan sonra olduğu açıkça

beyan edilmiştir:

“Mûsâ’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerine dikkat ettin mi? O vakit onlar

aralarındaki Peygambere: “Ne olur, bize bir hükümdar tayin et de biz de Allah yolunda cihat

edelim!” demişlerdi(...)

Peygamberleri onlara dedi ki: “Allah size hükümdar olarak Talut’u tayin etti.” Onlar ise:

“Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken nasıl olur da o bize hükmedebilir ki! Üstelik

servetten de nasibi fazla değil!” dediler. Peygamber şöyle cevap verdi: “Allah onu size üstün

kıldı, ona geniş ilim ve sağlam bir vücut verdi. Allah hakimiyeti dilediğine verir. Allah‟ın

lütfü boldur, her şey gibi kabiliyet ve liyakatleri de bellidir.

Peygamberleri devamla şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alâmeti, size içinde Rabbinizden

bir sekîne ile Mûsâ ve Harun’un manevî mirasından bir bakiyenin bulunduğu ve

meleklerce taşınan bir sandığın gelmesidir. Eğer iman etmeye niyetli iseniz bunda, elbette

sizin için delil vardır.

Talut ordusunu harekete geçirip sefere çıkınca askerlerine şöyle dedi: “Allah sizi, bir

ırmakla imtihan edecektir: İmdi onun suyundan içen benden sayılmayacak; sadece avucuyla

aldığı miktar muaf olmak üzere, kim onun suyunu içmezse o da benden sayılacaktır.”(...)

Talut’un beraberindeki müminler ise Câlut ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: “Ya

Rabbenâ, üstümüze (gürül gürül) sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı

bizi muzaffer eyle!”

Derken Allah‟ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvut Câlut’u öldürdü, Allah ona

hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediği birçok şey öğretti. Eğer Allah bazı insanların

şerrini bazıları ile önlemeseydi dünyadaki nizam bozulurdu. Lâkin Allah âlemlere büyük lütuf

ve inayet sahibidir”(Bakara, 2/246-251).

Kur‟an‟ın bu açık beyanından sonra başka açıklamaya elbette gerek yoktur..

4

Ayette “Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve gözlere süs olsun diye yarattı.” (Nahl, 16/8) denilmektedir. Katır zaten at ve eşekten olmuyor mu? bu ayetin açıklaması var mı?

Katır at ile eşekten doğma melez bir hayvandır. Ancak ne attır, ne eşektir, o başka bir hayvan

olan katırdır. Bu husus gözle görülen bir gerçektir. Burada ilahî sanat ciheti yanında,

insanların hizmetine sunulmuş hayvanların çeşitliliğine de işaret edilmiştir.

Kaldı ki, katırın yaptığı işi, ne at ne de eşek yapamaz. Böyle bir hayvanın adını vermeden at-

eşek cinsinden bir hayvan olarak değerlendirilip onu göz ardı etmek ilahî hikmete de terstir,

mevcut realiteye de terstir. Nimetlerin sayımı esnasında iğneden ipliğe her şeye dikkat

çekmek daha münasip olduğu halde koca katırı -melezdir diye- listeye almamak elbette

nimetin kadrine uygun olmaz.

Allah‟ın iki çeşit yaratması vardır, biri ihtira/doğrudan yoktan var etmek, diğeri inşa -daha

önce yarattığı- bir maddeden yapmak. Burada at ile eşek neslinin ilk babaları doğrudan

topraktan yaratılmış; oysa katırın öyle bir geçmişi yok diye başka gözle bakamayız.

Çünkü tür bakımından, huy bakımından, fizyoloji bakımından birbirinden çok farklı olan at

ile eşek arasında bir ilişkinin olmasına zemin hazırlamak, kendi türleri dururken, aralarında

bir cazibe, bir temayül var etmek, sonra da bu ilişkiyi akim bırakmayıp yavru yapmalarını

sağlamak ne kadar harika bir kudret ve hikmet mucizesi ise, bu ikisinden doğan yavruyu ne at

ne de eşek yapmayıp, başka bir tür olan katır olarak inşa etmek o kudretin ve hikmetin ayrı bir

maharet belgesidir.

Bu ayeti önceki ayetlerle beraber okuduğumuzda, Allah’ın insana verdiği nimetlerden

örnekler sayılmakta ve onların hepsinin yaratıcısının Allah olduğu hatırlatılarak, doğru

hedefe götürecek olan doğru yolun da Allah'a ait olduğu bildirilmektedir:

Allah, insanı bir meniden yarattı. İnsan düşünmeli ki bir nutfe, bir sperma damlası ne kadar

değersiz bir sıvı, ne güçsüz ve zayıf bir şeydir. Ve ondan bir insan yaratmak ne büyük bir

kudrettir. Maddesine bakınca böyle bir damla sümükten oluşan insan, yalnız yüce Allah'ı n

kudretiyle, Allah'ın ona üfürdüğü ruh ile duyu ve irade, konuşma ve fikirlerini açıklamaya

sahip kuvvetli bir insan kılığına girer de bir de ne bakarsın o, bir damla spermadan yaratılan

mahluk apaçık bir mücadeleci kesilir. Kendini savunma yolunda çok konuşan bir tartışmacı

ve mücadeleci haline gelir. Veya aslını unutur da yaratıcısına karşı bile açık bir düşman olur.

Ona karşı ortak koşmaya, mantık ve felsefeden bahsetmeye kalkışır.

Diğer taraftan, erkeği ve dişisi ile koyun, keçi, sığır, deve sekiz çifte ulaşan ve kendisine

“en’âm” denilen davarı da Allah yarattı. Dili olmayan ve derdini anlatmaktan âciz bulunan o

yarattıkları da yarattı, fakat boşuna değil bizim onlarda korunma vasıtalarımız ve pek çok

faydalarımız vardır. Onlardan yeriz de. Yani hepsini değil, helal ve temiz olan parçalar ve

kısımlarını ve onların vücutlarından veya hizmetlerinden meydana gelen ürünleri yer ve

yaşarız.

Ve akşam-sabah getirdiğimiz ve saldığımız sırada bizim onlarda bir güzelliğimiz de vardır.

Karınları tok, memeleri dolu olarak otlaktan dönüşleri ve yavruları ile karşılaşıp meleşmeleri

5

ve yayılmaya giderken koşuşup oynaşmaları ne hoş, ne zevklidir. Malın gelişinde sahiplerinin

zevki, gidişinden daha fazla olduğu için ayette buna dikkat çekilmiştir.

Ve bizim yüklerimizi de taşırlar. O, davarlardan develer, öküzler, mandalar kendimizin ve

eşyamızın ağırlıklarına hamallık da ederler, götürürler. Öyle uzak bir memlekete götürürler ki,

yalnız kendinize kalsa biz ona varamadığımız ancak can zahmeti ile varabilirdik. Yani

varanlarımız olsa bile zorluktan güç ve kuvveti kesilmiş, yarı ölü halinde varırdık. Şüphesiz

Rabbimiz çok şefkatli ve çok merhametlidir ki, bize bu nimetleri ihsan etmiştir. Şu halde

bizim de onları şefkat ve merhametle kullanmanız gerekir.

Bunlardan başka, atları, katırları ve eşekleri de binmemiz ve süs olsun diye yarattı,

dolayısıyla bunları yememeliyiz ve şimdi bilemeyeceğimiz daha ne acaib şeyleri yaratacaktır.

Gerçekten bizden önceki insanların görmediği, bilemediği şeylerden biz, trenler,

otomobiller, uçaklar gibi türlü binitler gördük. Kim bilir bundan sonra da Allah Teâlâ

bizim bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz daha neler yaratmış ve yaratacaktır. Şüphe yok ki,

bütün bu binitlerden faydalanmak için yol da gerekir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin

tefsiri)

Soruda geçen ayette at, katır ve eşek cinsinin diğerlerinden ayrı zikredilmiş; bunların taşıma

aracı ve ziynet olarak yaratıldığı bildirilirken etlerinden ve sütlerinden söz edilmemiştir. Bu

nedenle İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'in de içinde bulunduğu bazı fakihler bu ifadeleri

dikkate alarak, bu üç hayvanın etlerinin ve sütlerinin haram olduğunu belirtmişlerdir.

Ancak âlimlerin çoğunluğu bu âyetlerin Allah'ın yaratıcılığı ve nimetleriyle ilgili olduğu,

buradan hareketle etleri yenen ve yenmeyen hayvanlar hakkında hüküm çıkarmanın isabetli

olmayacağı kanaatindedirler. (bk. Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, Râzî, İbn Âşûr, ilgili ayetin tefsiri)

İnsanın hizmetine verilen bu hayvanlar, gerek binek, gerekse yük ve koşum hayvanı olarak

yetiştirilir ve kullanılırlar. Özellikle ata binip bir süre dolaşmak insanı ferahlatıp rahatlatır.

İşte bütün bunlar, diğer varlıklar gibi, ezelde hazırlanan ve vakti gelince uygulamaya

konulan ilâhî düzenlemenin nîmetleridir. Hepsi de insan için yaratılmıştır. İnsan da yüce

yaratanı bilmek, O'na kulluk etmek ve bu inanç, düşünce atmosferi içinde hayatın

anlam ve hikmetini kavramak, sonra da ikinci hayata döndürülerek ebedîyen mutlu

edilmek için yaratılmıştır.

6

Kuran-ı Kerim'de "Kitap" kavramı hangi anlamlarda kullanılmıştır? Mushaf anlamında kullanıldığı ayet var mıdır?

Kur'ân-ı Kerim'de "Kitap" Kavramı:

Kitap 'Ke-Te-Be' fiil kökünden türetilmiştir. Bu fiilin masdarı olan 'el-ketb', deriyi deriye

veya bir tabakayı diğer tabakaya iple bağlamak demektir. Bu manâda 'ketebtii's-sekae

torbayı bağladım' denilir. Terim olarak, 'harfleri birbirine yazıyla bitiştirmek' manâsına

gelir. Bu bağlamda, 'harflerin sözle de birbirine bağlanması'na işaret eder. Bu bakımdan,

ağızdan çıkan seslerin bir tertip halinde olması durumunda, bu seslere de 'kitap'

denilebilir, yazılması şart değildir. Onun için, Allah'ın Kelâmı'na bu manâda yazılı

olmasa da 'kitap' denilir. Çünkü, Kur'ân'da sürekli olarak geçen 'kitap' kelimesi, her

zaman Kur'ân'ın yazılı şeklini ifade etmez; Allah'ın kelimelerinin bir düzen içinde birlik

göstermesi, 'yazma' demektir.

Kâinat bütünüyle, Allah'ın, İlmindeki varlıklara Kader'in tecellisiyle şekil, zaman, görev...

biçip, Kudreti'nin tecellisiyle de "ol" demesi neticesinde meydana gelen bir kelimeler

bütünüdür. Bu manâda, kâinat bu kelimelerden oluşan bir kitap halini aldı. Kısaca,

Allah'ın, ezelî İlminden meydana getirdiği Ana Kitap'ta hiç bir şey eksik bırakılmadı.

(Aslında, kâinatın her an Allah tarafından yeniden veya sürekli yaratıldığı ve bu

yaratmalar arasında bağ olduğu için bir devamlılık ortaya koyduğu bazı İslâm filozof ve

ariflerince belirtilmiştir. Burada konunun anlaşılması için 'geçmiş zaman' kullandık, bunu

'geniş zaman'la da ifade ve her zamana teşmil edebiliriz.

"Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin

gibi bir ümmet olmasınlar. Biz Kitap'ta hiç bir şeyi eksik bırakmamışızdır."

(En'am: 38)

"Mutlaka O'nun bilgisiyle düşen bir yaprak, yerin karanlıklarındaki bir tanecik, yaş ve

kuru hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir Kitap'ta bulunmuş olmasın." (En'am: 59)

Yaratılışla birlikte yazılan, hükmolunan her şey vakti gelince ortaya çıkar; kâinatın tümünde

ne olup ne bitiyorsa, kesinlikle bu yazıya göre olup bitmektedir.

"Yerde ve kendi öz nefislerinizde başınıza bir şey gelmesin ki, Biz onu yaratmadan önce,

bir Kitapta bulunmuş olmasın." (Hadid: 22)

Demek ki, Kitab'ın aslı, anası, kâinattaki her varlık ve meydana gelen her olayın Allah'ın

İlm-i ezelîsindeki ilmî varlıklarından ibarettir. Kur'ân buna 'Kitap, Ümmü'l-Kitap,

Levh-i Mahfuz, İmam-ı Mübîn' gibi adlar verir ki, hemen hemen hepsi de aynı

manâdadır. Kâinat, bu Kitab'ın açılmış şeklidir; her geçen an, bu Kitap'tan bir kelime da-

ha ortaya çıkar. Allah, insanlık tarihi boyunca zaman zaman bu Kitab'ı, insanlar arasından

seçtiği elçileri vasıtasıyla harflerden oluşan kelimeler, kelimelerden oluşan âyetler ve

âyetlerden oluşan sureler halinde gayet toplu olarak insanlara göndermiştir. Bu manâda,

Tevrat, İncil, Kur'ân gibi İlâhi Kitaplar kâinatın sayfalara sığdırılmış toplu bir açık-

lamasıdır denebilir. Kâinattaki her şey, olmuş olacak her olay bu kitaplarda da öz ve toplu

olarak vardır.

7

Şimdi, bu temel bilginin ışığında, Kitab'ın bu gerçek ve aslî manâsıyla ilgili olarak, diğer

yan manâlarına da kısa bir göz atalım:

1. Kitap, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yazılı sayfalar manâsına gelir: "Eğer sana kâğıt

üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da, onu elleriyle tutsalardı...'' (En'am: 7)

2. Kitap, önce dileyip, sonra meydana getirme manâsını da ihtiva eder: "Allah, 'ben ve

elçilerim galip geleceğiz' diye yazdı." (Mücadele: 21)

3. Kitap, 'hükmetmek, farz kılmak' manâsına gelmektedir: "Yakınlığı olanlar (ülü'l-erham)

Allah'ın Kitabı'nda birbirleri konusunda daha hak sahibidir." (Enfal: 75)

"Üzerinize oruç yazıldı." (Bakara: 183)

"Muhakkak namaz müminlerin üzerine vakitli olarak yazıldı." (Nisa: 103)

4. Kitap, 'kılmak, arasına katmak' manâsındadır: "Bizi şahitlerden yaz." (A. İmran: 53)

5. Kitap, 'Allah tarafından gönderilmiş bir delil' manâsına da gelmektedir: "İnsanlardan,

Allah hakkında hiç bir ilmi, hidayeti ve nur saçan bir kitap olmadığı halde

mücadele eden vardır." (Hacc: 8)

6. "Muhakkak onlardan bir grup vardır ki, Kitap'ta olmayan buseyi, siz Kitap'tan

sunasınız diye dillerini Kitab'a eğip büker." (A. İmran: 78).

Bu âyette, birinci kitap, genel olarak Allah'ın Kitabı manâsındadır; yani, Levh-i Maflıuz,

Ümmü'l-Kitap veya kâinat kitabı, ya da Kur'ân, Tevrat ve İncil gibi İlâhî Kitap

manâsındadır.

İkinci kitap, âyet yahudilerle ilgili olduğu için Tevrat'ı kasdetmekte, yani, 'aslında Tevrat'ta

olmadığı halde' denmektedir.

Üçüncü kitap ise, yahudilerin Allah'ın Kitabı, ya da Tevrat yerine kendi elleriyle yazdıkları

ve "Kitabı elleriyle yazanların vay haline" (Bakara: 79) âyetinde ve benzer daha

başka âyetlerde anlatılan kitaptır.

7. Kitap, 'yazma, yazışma, mektup' manâlarına da gelir: "Ellerinizin altında bulunanlardan

yazışmayla (akd) yapmak isteyenlere, eğer kendilerinde bir hayr görürseniz

yazışın." (Nur: 33).

"Bu mektubumu götür." (Neml: 28).

8. Kitap, Allah'ın hükümlerinin, 'ahkâm'in bütünü anlamında 'Şeriat' demektir.

9. Kitabın bir önemli manâsı daha vardır ki, insanların dünya hayatındaki amellerinin

yazılmasından oluşmaktadır. Kur'ân'da "Söylediklerini yazacağız" (Meryem: 79) ve

"Onun için Kıyamet günü bir kitap çıkarırız da, 'oku kitabı'nı (deriz)" (İsrâ: 13-14)

buyurulmaktadır. İnsanlar kitaplarını 'Din Günü' dünya hayatındaki amellerine göre ya

önlerinden, ya sağlarından, ya da sol ve arkalarından alacaklar ve öncüler, sağdakiler

(Yemîn Ashabı) ve soldakiler (Şimal Ashabı) olmak üzere üçe ayrılacaklardır.

8

"Hayır hayır, muhakkak fâcirlerin kitabı siccindedir. Bilir misin siccin nedir? Açık,

sağlam, yanlışsız, belirgin, rakamlı bir kitaptır... Hayır hayır, muhakkak iyilerin

(ebrâr) kitabı ılliyindedir. Bilir misin ılliyyîn nedir? Açık, sağlam, yanlışsız, belirgin,

damgalı, rakamlı bir kitap" (Mutaffifîn: 7-9,18-19) âyetleri bu konuda gerçekten

dikkat çekicidir. İnsanların dünya hayatında kazandıkları, bir kitap halinde onların

Âhiret'teki yerlerini, makamlarını hazırlamakta ve meydana getirmektedir; ya kat kat

derinlikler, ya da kat kat yükseklikler meydana getirmektedir sahipleri için. İnsanların her

sözü ve her davranışı harf harf ve kelime kelime Âhiret'teki makamlarını 'yazmakta', inşa

etmektedir.

Kâinatı ve kâinattaki her türlü hadiseleri harfler ve kelimeler olarak ihtiva eden ve Allah'tan

geldiği şekilde korunan son Kitap Kur'ân-ı Kerîm 'dir. Nitekim, Kur'ân'da 'Ana Kitab'ın

Kur'ân'la eş manâda kullanıldığı âyetler çoktur:

"Bu apaçık Kitabın ayetleridir; muhakkak onu Arapça Kur'ân olarak indirdik."

(Yusuf: 1-2)

"Bunlar Kuran'ın ve apaçık Kitabın âyetleridir." (Nemi: 1)

Kur'ân'da 'apaçık kitap' olarak geçen kitap, genel manâsıyla Kitap'tır. Bu Kitap'tan Allah'ın

murad buyurduğu bilgiye sahip olanlar, göz açıp kapayıncaya kadar yüzlerce kilometrelik

bir uzaklıktan herhangi bir nesneyi getirebilirler.

"Yanında Kitap'tan bir ilim bulunan kimse de, "sen gözünü yummadan ben onu

sana getirebilirim" dedi." (Nemi: 40)

İlâhî kitaplar insanlara yol göstericidir, öncüdür, rahmettir, iman edenler için hidayet

kaynağıdır. İnsanların ihtilâf ettikleri her konuda hükmün kendilerine göre verilmesi için

gönderilmişlerdir. 'Mizan' ve 'demir' (otorite)le birlikte insanların hayatını düzenlemek

üzere gönderilmişlerdir. İnsanların karanlıklardan ışığa, zulümden adalete ulaşmaları için

gönderilmişlerdir. (Bakara: 213, Hadid: 25, İbrahim: 1, Nahl: 64, Ahkaf: 12)

(bk. Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul, 2003, Nil Yayınları, s. 30-33)

9

Fallahu hayrun hafizen ve hüve erhamür rahimin, duasını kim yapmıştır, ne demektir, açıklar mısınız?

Soruda geçen ifade Kur‟an‟da geçmektedir. Bu ifade, Hz. Yakub‟un bir duasıdır. Konuyla

ilgili ayetlerin mealleri:

"Derken, (o kıtlık yıllarında) Yûsuf‟un kardeşleri de gelip onun huzûruna girdiler;

(Yûsuf) derhâl onları tanıdı; hâlbuki onlar onu (o makamda) tanıyabilecek kimseler

değillerdi.

Sonunda (Yûsuf) onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: “Bana, babanızdan bir, erkek

kardeşinizi (Bünyâmin‟i) de getirin! Görmüyor musunuz, doğrusu ben ölçeği (adam

başına) tam olarak veriyorum ve (kardeşinizin payını da vermekle) ben misâfirperverlerin

en hayırlısıyım.”

“Buna rağmen (bir daha geldiğinizde) onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size

ölçek(le verilecek bir şey) yok ve bana yaklaşmayın!”

Dediler ki: “Ona babasından müsâade almaya çalışacağız ve doğrusu biz (bunu)

gerçekten yapacak olan kimseleriz.”

(Yûsuf) genç (uşak)larına da dedi ki: “(Verdikleri) sermâyelerini yüklerinin içine koyun;

umulur ki onlar âilelerine döndükleri zaman bunu anlarlar da belki geri gelirler.”

Nihâyet babalarına döndüklerinde dediler ki: “Ey babamız! (Kardeşimizi bizimle

göndermediğin takdirde) bizden ölçek men„ edildi; bu yüzden kardeşimizi bizimle

berâber gönder ki, ölçek (ile verilen zahîre) alalım; artık şübhesiz ki biz onu gerçekten

muhâfaza edici kimseleriz.”

(Babaları Yakup) dedi ki: “Onun hakkında size (hiç) inanır mıyım? İllâ ki daha evvel

kardeşi (Yûsuf) hakkında size güvendiğim gibi ola! (O vakit size olan güvenimiz boşa

çıkardınız.) Fakat (bilirim ki, siz değil,) en hayırlı koruyucu Allah‟tır ve O, merhamet

edenlerin en merhametlisidir.”

Eşyalarını açtıklarında, erzak bedellerinin kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler.

"Daha ne istiyoruz, baba?" dediler. "İşte, erzak bedellerimiz bize geri verilmiş. Bununla

biz ailemize tekrar erzak getiririz; kardeşimizi de koruruz; fazladan da bir deve yükü

erzak daha alırız. Bu aldığımız ise az bir erzaktır."

Yakub dedi ki: "Hepinizi birden bir felâket kuşatmadıkça onu bana getireceğinize dair

Allah adına sağlam bir söz vermezseniz onu sizinle göndermem." Onlar bunu taahhüt

edince, Yakub "Bu söylediklerimiz üzerinde Allah görüp gözeticidir" dedi." (Yusuf,

12/58-66)

Hz. Yakup, çocuklarının Bünyamin‟i istemeleri teklifini ret ile kabul arasında bir cevapla

karşıladı: Dedi ki: Onu size emanet edeyim mi? Yani, etmem, nasıl edebilirim? Ancak

bundan önce kardeşi hakkında güvendiğim gibi güvenmiş olurum. Yani bu güvenmem,

gerçek bir güvenme olmaz. Olsa olsa kardeşini güvendiğim gibi güvenmiş olacağım.

10

Aslında bu ifade hem sitemi, hem de reddi ifade eder. Hz. Yakup bununla çocuklarına

şunu demek istiyor:

“Biliyorsunuz ya! Bundan önce Yusuf'u size emanet ettim de ne oldu? Onun hakkında da

böyle bastıra bastıra "Muhakkak ki, biz onu koruruz" (Yusuf, ayet 12) demiştiniz de ne

yaptınız? Koruyabildiniz mi? Artık bunun hakkında "onu biz elbette koruruz" demenize

güvenebilir miyim? Şimdi Allah'tır en hayırlı koruyucu. Korursa O korur. Allah

korumayı istediği takdirde mutlaka korur ve Allah koruyanların en hayırlısıdır. Korumayı

murat edince, nerde olsa, nasıl olsa korur ve en mükemmel, en hayırlı bir şekilde korur.

Her türlü tehlikelerden kesinlikle uzak tutar ve korur. Onun için onu Allah'ın korumasına

emanet etmek daha hayırlıdır. Ve O, erhamürrahîmdir, merhametlilerin en

merhametlisidir. O'nun rahmetinden ve kereminden beklenir ki, onu korur da bir musibet,

bir acı daha vermez.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Hz. Yakup, Bünyamin‟i önce Allah'a emanet ederek, “Bu söylediklerimiz üzerinde Allah

görüp gözeticidir.” demiş, sonra da oğullarından Allah adına söz alıp “Allah bu

dediklerimize karşı vekildir” diyerek Hakk'ın irâdesine tam teslimiyetini dile getirmiştir.

Kuşkusuz onun bu teslimiyet ve yüksek irfanı, hem Bünyamin'in salimen dönmesine,

hem de yıllardır hasretini çektiği Yusuf'una kavuşmasını sağlamaya vesîle olmuştur.

O halde hayatta sevdiklerimizin başına bir dert veya felâket gelme endişesi doğunca, en

sağlam ve güvenilir yol ve çare, gereken tedbirleri almakla beraber onları Allah'ın

himayesine verip O'na emanet etmemizdir. Zira âyette de belirtildiği gibi, Allah

koruyanların en hayırlısı ve vekillerin en güveniliridir.

Hz. Yusuf Peygamberin on kardeşi kıskançlığın ve onu körükleyen cehaletin tesir alanına

girip baba bir kardeşlerini öldürecek veya diri diri kuyuya atacak ve sonra da babaları Hz.

Yakup Peygamber'e yalan söyleyecek kadar idrâksizleşmişler; aklın ve imânın değil, his

ve cehaletin emrine girmişlerdi.

Oysa Allah kötülerin, fena niyet taşıyanların hile ve düzenlerini başarıya eriştirmez;

mühlet ve zaman tanır, ama asla ihmal etmez. Bir gün gelir de ilâhî adaleti gereği onların

hile ve çevirdikleri entrikaları ayaklarına dolar.

Yusuf'un kardeşlerinin de vardıkları netice böyle oldu: Çekemedikleri ve gözlerinin

önünde bulunmasına dayanamadıkları kardeşlerinin önünde eğildiler. Şüphesiz bu durum,

Allah‟ın öyle bir kanunudur ki, vakti saati gelince hükmünü yürütür; önüne geçip

engelleyecek bir kuvvet ve kudret yoktur.

Böylece cehalet ilmin; rezilet faziletin; bâtıl hakkın; Allah'ın aşağıladığı, O'nun yücelttiği

önünde dize gelerek yenilmiştir.

Kıssadaki bu uyarı, önce Mekkeli müşriklerin, sonra da her çağda yaşayan inkarcı

maddecilerin düşünce ve duygularını yönlendirmeye ve tarihin tekerrür edeceğini

hatırlatmaya yöneliktir. Nitekim Mekkeli'lerin de sonunda hakkın önünde baş eğmek

zorunda kaldıklarını bilmekteyiz.

11

Kişileri severken sıralama nasıl olmalıdır? Eşimi sahabelerden hz. Hatice'den daha fazla sevebilir miyim?

Öncelikle şu hususa dikkat çekmek gerekir ki: Bir İslam büyüğünü sevmenin ölçüsü ona

benzemeye çalışmaktır. Onun gibi İslamiyet'i yaşamaya çalışıyorsak demek ki onu

seviyoruz. Onun gibi yaşamaya çalışmıyorsak demek ki onu hakiki olarak sevmiyoruz.

Bu durumda eşinize olan sevgiyi azaltmak esas değildir. Olması gereken, İslam büyüklerine

olan sevgiyi arttırmaktır.

Biz Müslümanlar başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere, Dört Halifeyi, Âl-i Beyt'i, bütün

sahabe-i kirâmı Allah nâmına, “Allah onları sevdiği ve sevmemizi istediği” için

seviyoruz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah korkusu ve Allah sevgisi nedir, nasıl anlaşılmalıdır?

Annesini, babasını, çocuklarını Allah ve Peygamber (asv)'den daha çok seven kişi, iman

etmiş sayılır mı? Böyle birisine Müslüman denilir mi?

12

Yavuz Sultan Selim, dindar bir padişah olmasına rağmen, neden bazı şehzadeleri ve devlet adamlarını idam ettirmiştir?

Tarihte yaşanan olaylar, fert ve cemiyet olarak geçirilen tecrübeler, istikbale ışık tutan parlak

bir aynadır. Tarihte cereyan eden olaylardan milletlerin alacakları pek çok ders ve ibretler

vardır. Yarınlara hazırlanmakta, bu tecrübelerden mutlaka yararlanmak, geçmişte düşülen

hataların aynını yapmamaya çalışmak elzemdir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette mealen

şöyle buyurmaktadır: “De ki, yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin

sonu nasıl olmuş!.....” (Rum, 30/42)

Bu ayeti ve geçmişte yaşanan tarihi olayları hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalı,

Müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozucu davranışlardan azami şekilde kaçınmalıyız.

Evet, dünyanın nizam ve intizamı itaate bağlıdır. Zira itaat, nizam ve intizamın temelidir.

Feyiz ve bereketin, huzur ve sükunun, birlik ve beraberliğin esasıdır. Ona tabi olan

maksuduna kavuşur; dünyevî ve uhrevî saadete nail olur.

Önce, bütün kâinatın Hâlık‟ı olan ve her mahlukun mutlak itaatte olduğu Allah‟a, sonra

kâinatın yaratılış sebebi olan Hazret-i Peygamber‟e (sav.) ve ayrıca da ulu‟l-emre yani

devlet reisine itaat etmek vaciptir. Ancak, devlet reisinden farklı düşündüğü hâlde bir

isyana teşebbüs etmeyen kimseye dokunulmaz. Çünkü “itaat etmemek başkadır, isyan

etmek daha başkadır.”

Fıkıh kitaplarındaki şer‟i hükümleri nakleden ve kaynaklarını da teker teker gösteren

Dede Efendi, Siyasetname adlı eserinde şöyle demektedir:

“Nizam-ı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şeni

fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, katledilebileceklerine fetva verilmiştir. Ayrıca

ulu‟l-emre tanınan bu siyaset hakkının tatbiki için bilfiil fesadın tahakkuku ve sebeb-i adi

olan şahsın fil-hakika şerir ve müttehem olması da şart değildir. Zira vukuundan evvel

def-i fesat, vukuundan sonra refinden daha kolaydır. Bir bidatçının bitatının

yayılacağından korkan dindar padişahın, milletini onların şerrinden korumak ve nizam-ı

alem için, isyana teşebbüs edeni idam etmesi caizdir.”

Hanefi ve Hanbeli mezhep imamlarının çoğu, nizam-ı alem için idam cezasının

verilebileceğini söylemişlerdir.

İşte bunun içindir ki, Osmanlı Padişahları, devletin muhafazası için, tek elden idare

edilmesinin şart olduğunu gördüklerinden, onu bölmeye çalışan kardeş ve evlatlarını

devletin bekası ve milletin selameti için, kendi şahsi ihtirasları ile değil, Şeyhülislam‟ın

fetvasına istinaden hayatlarına son vermişlerdir. Onlar, bu konuda çok titiz ve uyanık

olmuş ve bu tür hareketlere asla meydan vermemişlerdir. Bir kişinin ölmesine bedel,

binlerce insanın ve devletin kurtulmasını sağlamışlardır.

Mesela, Sultan Selim Hazretleri, saltanat tahtına oturduğu zaman bir taraftan devletin

istikbaline göz dikmiş olan düşmanlarla diğer taraftan da memleketin iç huzurunu

bozmak isteyen şehzadeler ile karşı kaşıya kaldı. Her saltanat değişmesinde olduğu gibi,

yine tahta göz dikmiş birçok şehzadenin başı gidecekti. Eğer onlar gitmeyecek olsa

13

memleket elden gidecek, iç kavga çıkacak ve dolayısıyla memlekette kan gövdeyi

götürecekti. Belki de bugün dünyanın göz bebeği olan İstanbul ve hâkimiyetin merkezi

olan Anadolu elimizde olmayacaktı.

İşte bu korkunç tehlikelere meydan vermemek ve devletin bekası ve milletin selameti için

Yavuz Sultan Selim gibi bazı padişahlar aldıkları fetvalarla bazı şehzadeleri ve bir

kısım devlet adamlarını idam etmek mecburiyetinde kaldılar.

Örneğin, Yavuz Selim‟in kardeşi Şehzade Ahmed, onun padişahlığını kabul etmeyerek

emrindeki askerlerle ona savaş ilan etti ve bu iç harbi kaybedince de kanunların gereği

olarak idam edildi. Yine onun en çok sevdiği kardeşi Korkut eşkıyalar ile işbirliği yaptığı

için idam ettirmişti. Yavuz‟un kardeşinin idamından sonra günlerce hüzün ve keder

içerisinde ağladığı ifade edilmektedir. Ancak devletin bekasını ve milletin selametini, ona

olan şahsi alaka ve muhabbetinin üstünde tutmuştur.

Yavuz Sultan Selim, idam kararlarını Şeyhülislam‟ın fetvasıyla icra etmiş ve bu

fetvaların kendisi ile birlikte kabrine konulmasını vasiyet ederek şöyle demiştir:

“Ben huzur-u İlahide bu fetvaları yaptığım icraatlarıma şahit tutacağım.”

Ne yazık ki, işin zaruret ve hassasiyetini anlamayan ve yapılan bu fedakârlığı kasıtlı

olarak gaddarlık ve vahşet olarak yaymak çabasında olanlar az değildir. Osmanlıların

âlem-i İslam‟a ve insaniyete ettikleri maddi ve manevi nice hizmetleri görmeyip de bu

gibi cüzi meselelere takılıp kalmak, aklın kârı ve vicdanın kabul edeceği bir şey değildir.

Kaynaklar:

- Mehmed Kırkıncı, İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim, Zafer Yayınları.

- Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim‟in Siyasi ve Askeri Hayatı.

- Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanun-Nameleri, C. 1 (Fatih Kanun-Namesi), FEY Vakfı

Yayınları, Kemal Paşa-Zade, Defter. IV, v. 113a.; M. Arif, Fatih Kanun-Namesi, Tarih-i

Osmani Encümeni Mecmuası, 1330 H.

- Ahmet Akgündüz - Doç. Dr. Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, 1999 İstanbul.

14

Tarikatlardaki bağlılığın sınırı nedir? Mürid mürşide karşı, teneşir tahtasındaki ölü yıkayıcıya kendini bıraktığı gibi bırakmalıdır, anlayışı doğru bir ifade midir?

Sınırsız biat diye bir durum İslam dininde yoktur. Sahabeler bile zaman zaman

Peygamberimize itiraz etmişler meselenin hikmetini öğrenmek istemişlerdir. Tarikate

mensup biri şeyhinden uygun olmayan bir hal zuhur ettiğini gördüğü zaman hikmetini

sorabilir.

Peygamberler dışında her insan günah işleme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla bir şeyhin de

günah/hataya düşmesi mümkündür.

Tarikat nefis terbiyesini esas alan bir mekteptir. Bunun için bir mürşidin tedrisinde bulunup

onun tavsiyelerine göre nefis tezkiyesi yapması bu yolda muvaffak olmasına vesiledir.

İbrahim Hakkı Hazretleri bu konuda şöyle buyurmaktadır: Şeyh veya hoca beğenilmeyen,

uygun olmayan bir şey yapacak olursa su-i zanna kapılarak o hareketi başkalarına

duyurmamak ve, “Bunu o daha iyi bilir, bir bildiği var ki, böyle yaptı” demek gerekir.

Akla kötü fikir gelince de Hz Musa ile Hızır (as)‟ın kıssasını hatırlamalıdır.(Marifetnâme,

539) Taki ondan alacak ilim ve feyze gördüğü o hatalar gölge olmasın.

Şeyh veya Hoca şeriata muhalif bir emirde bulunursa buna uyulmaz. Zaten mürşidin böyle bir

şey talep etmesi de düşünülemez.

Tarikatlare mensup olan insanlar da hata işlerler. Onların hatalarını Tarikata mal etmemek

gerekir. Şahsi hatalar olarak değerlendirilmelidir. Tabi bu söylediklerimiz hak tarikatler

için geçerlidir. Ehl-i sünnet çizgisinden sapan tarikatler konumuz dışındadır.

15

Kerahat vakitleri ateşe tapanların ibadet saatleri olduğundan namaz kılınamaz deniyor. Ateşe tapan kimse yok veya azınlıktalar. Azınlıkta olan bir grup için neden böyle bir kural konup ibadet etmemiz yasaklanmıştır?

Beş vakit vardır ki, bunlara kerâhet veya mekruh vakitler denir. Bunlarda bazı ibadetlerin

yapılması yasaklanmıştır.

Ukbe b. Âmir el-Cühenî'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlüllah (s.a.v) bize üç vakitte

namaz kılmayı ve ölülerimizi defnetmeyi yasaklıyordu. Güneşin doğmasından

itibaren bir veya iki mızrak boyu yükselmesine kadar, güneşin gök yüzünde tam dik

oluşundan batıya yönelmesine kadar ve güneşin sararmasından itibaren batmasına

kadar" (Müslim, Müsâfîrîn, 293; Ebû Dâvud, Cenâiz 51; Tirmizî, Cenâiz, 41; Nesaî,

Mevâkît, 31, 34, Cenâiz, 89; İbn Mâce, Cenâiz, 30; Dârimî, Salât, 142). Bu hadiste

belirtilen üç vakit şunlardır:

a. Güneşin doğmasından itibaren, 40-50 dakika sonrasına kadar.

b. Güneşin, başımızın üzerinde, tam dik bulunduğu vakit.

c. Batmazdan önce, güneşin gözleri kamaştırmaz hale gelmesinden, batmasına kadar olan

vakit.

Bu vakitlerde namaz kılmanın uygun görülmemesinin nedenleri başka hadislerde şöyle

açıklanmıştır.

Aişe (r.anha)‟dan rivâyet edilmiştir, Ömer (r.a), Rasûlullah (s.a.v)‟in; “Bekleyip bekleyip te

güneş doğacağı ve batacağı zamanlara namaz kılmayı denk getirmeyiniz. Çünkü

güneş şeytanın boynuzları arasından doğar ve batar” buyurduğunu vehmediyor.

(Müslim, Salat-ül Müsafirin: 51; Ebû Davud, Salat: 5)

İbn Ömer (r.a)‟den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Güneşin

ucu görünüp iyice doğuncaya kadar kılacağınız namazı geciktirin. Güneş batmaya

başlayıp iyice batıncaya kadar yine namaz kılmanızı geciktiriniz.” O vakitler,

güneşe tapanların ibadet anlarıdır. (Müslim, Salat-ül Müsafirin: 51; Ebû Davud, Salat:

5)

Amr b. Abese (r.a)‟den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v)‟e: “Ey Allah’ın

Rasûlü! Vakitler içerisinde araştırmaya değer, Allah’a yakın olunacak bir an var

mıdır? Veya ibadet için tercih olunacak bir saat var mıdır?” diye sordum.

Rasûlullah (s.a.v)’de: “Evet” dedi ve şöyle devam etti: “Kulun, Allah’a en yakın

olduğu vakit; gecenin sonlarına doğru olan vakittir. O saatlerde Allah’ı

zikredenlerden olmak istersen ol. Çünkü güneş doğuncaya kadarki o vakitlerde

kılınacak namaza melekler gelir ve özellikle şahitlik yaparlar. Güneş, şeytanın iki

boynuzu arasından doğar, o saat güneşe tapan kafirlerin dua ve ibadet saatidir.

Güneş bir mızrak boyu yükselip iyice ışık saçmaya başlayıncaya kadar namaz

16

kılmayın. Sonra gündüzün ortasında mızrak boyu güneş yükselinceye kadar kılınan

namazda melekler hazır olur ve şahitlik yaparlar. Güneş tepede iken Cehennem

kapıları açılır ve ateşin şiddeti artar. O anlarda da namaz kılmayı bırakın, güneş

batı tarafına kayıp gölgeler uzayıncaya kadar kılmayın. Ondan sonraki güneş

batıncaya kadar kılınan namazlara melekler hazır olur ve şahitlik ederler. Çünkü

güneş şeytanın boynuzları arasından batar, o saat güneşe tapan kafirlerin ibadet ve

dua saatleridir.” (İbn Mâce, İkametü‟s Salat: 182; Müslim, Salat-ül Müsafirin: 52)

Güneşe tapan kafirlerin içine sadece insanlar değil cinni kafirler habis ruhlar da girer.

Bütün bunlara benzeme nehyedilmiştir.

Hadiste geçen "şeytanın iki boynuzu" tabiriyle ilgili olarak İbnu Hacer şu açıklamayı sunar:

' 'Şeytanın iki boynuzu başının iki tarafı demektir. Denir ki:' 'Şeytan güneşin doğduğu

yerin hizasında dikilir. Öyle ki o, doğunca (şeytanın) başının iki yanı ortasında olur. Ta

ki, güneşe tapanların güneş için yaptıkları secde onun için yapılmış olsun. Batma

sırasında da aynı hal mevzubahistir. Durum böyle olunca güneşin, şeytanın iki boynuzu

arasından doğması, doğuşu esnasında güneşi seyredene nisbetendir. Şöyle ki, eğer

şeytanı seyretmiş olsaydı, onu güneşin yanında dikilmiş olarak görecekti."

İbnu'l-Esîr, en-Nihâye'de "güneş doğarken şeytan harekete geçer ve tasallutta bulunur ve

güneşe yardımcı vaziyetini alır.'' buyurmuştur.

Bazı şârihler, hadisin zahirini esas alarak hadise zikri geçen bu üç vakitte şeytanın güneşe fiilî

yakınlığını ifade etmişlerdir. Bazıları da yakınlıktan maksad "kuvvet"tir demiştir. Arabın:

"Ben bu işe yakınım" demesi, "onu yapmak benim gücüm, imkanım ve takatim

dahilindedir" demesidir. Öyleyse hadis: "Şeytan, bu üç vakitte işine muktedirdir"

demektedir.

Bu vakitlerde namaz kılmanın mekruh olmasının başka maslahatları da vardır.

Mü'minlerin erken kalkmalarını sağlamak, mü'-mİnlere zaman şuuru, programlı iş

yapmak, vaktinde iş yapmak alışkanlığı kazandırmak, kendini vakte göre ayarlamak,

disipline etmek, vaktinden sonra yapılacak işlerin kıymet ifade etmeyeceği fikrini

zihinlerde tesbit etmek gibi günlük hayatımızın gerek ferdi ve gerekse içtimaî

veçhelerinde, gerek sıhhat ve gerek iktisad açılarından gerek dünyaya ve gerek âhirete

bakan pek çok faydaları, maslahatları saymak, görmek ve göstermek mümkündür.

Bu vakitlerde sadece namaz kılmak nehyedilmiştir. Kul o vakitte başka ibadetlerle meşgul

olabilir.

İslâm dîni zaman mevzuunda vaz'ettiği bu hiyerarşiye bir de mekruh vakitler mefhumunu

ilave etmiştir. Yani bazı vakitler vardır ki, onlarda ibadetten kaçınmak gerekir. Bu

anlarda yapılacak ibadet sevaba değil günaha vesiledir; kılınan namaz itaat değil isyandır.

Bu mesele beşerî kıstasla mantıksız bile gelebilir, "Hiç ibadet isyan olur mu?" denilebilir.

Ama dînin esasatına göre bakınca meselenin mantığını kavramak zor olmaz. Çünkü

dînimizde bir şeyin "iyi" veya "kötü" olması, o şeyin zatından gelmez. Allah'ın emrine

veya nehyine göre "iyilik" veya "kötülük" ortaya çıkar. İbadet, Allah emrettiği için iyidir.

İbadet Allah'ın dilediği şekil ve muhtevaya uygun olursa güzeldir, makbuldür. Veya

Allah birşeyi nehyetmişse o kötüdür, haramdır. Nitekim önceleri yasaklama gelmediği

için helâl olan içki, yasaklama geldikten sonra haram olmuştur.

17

Şu halde, dînimiz namaz kılmayı en üstün ibadet kabul etmiş olmakla beraber bazı zamanlar

da ibadeti yasaklamıştır. Öyle ise, namazın makbul olması için konan şartlardan biri

zamanla ilgilidir. Bazı zamanlarda namaz "kılmak" emredilmiş, bazılarında "kılmamak"

emredilmiştir. Şu halde bu yasak saatte kılınan namaz bir itaatsizliktir. İşte namazın

yasaklandığı bu vakitlere mekruh vakitler diyoruz. Mekruh vakit telakkisi, dînimizin,

"hayır" ve "şerr"in kaynağını beşer aklından değil, Allah' ın vahyinde arama esasını

kavramamızda yardımcıdır. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Şerhi, 8/302-316)

18

Osmanlı kanunnamelerinde zina suçu için İslam'a uygun ceza verilmeyip, geleneksek yöntemlerle zina suçuna para cezası uygulandığına dair iddialar doğru mudur?

Önce İslâm hukukundaki suç ve cezaları görelim: Bilindiği gibi İslâm Hukukunda, üç çeşit

suç ve ceza vardır:

a) Had suç ve cezalarıdır. Hırsızlık (hadd-i şirb), yol kesmek (kat'-ı tarik), zina (hadd-i

zina), dinden dönmek (irtidâd) ve devlete isyan (bağy) suçlarından ibaret olan bu

suçların, unsurları teşekkül ettiği takdirde, tatbik edilecek cezaları, Allah ve Resulü

tarafından tesbit edilmiştir. Bunlarda mühim olan, unsurların teşekkülüdür. Unsurlardan

birisi eksik olursa had cezası tatbik edilmez; ancak ülü'l-emr tarafından tesbit edilecek

ta'zîr cezaları uygulanır. Meselâ, dört şahidle zina yaptığı isbat edilemeyen suçluya, zina

haddi tatbik edilmeyecektir. Ancak üç şahitle zina yaptığı isbat edilen suçlu, bütün bütün

cezasız da bırakılmayacaktır. İşte unsurları teşekkül etmeyen bu suçlara tatbik edilecek

cezalara ta'zîr cezaları denir ve ülü'l-emr tarafından tesbit edilir.

b) Şahsa karşı işlenen cinayet suçlarıdır ki, cezaları kısas veya diyettir. Bunların da çoğu

cezaları, Allah ve Resulü tarafından tesbit edilmiştir.

c) Tazir suç ve cezalarıdır ki, biraz önce zikredilen had veya cinayet gruplarına girmeyen

(esrar içmek gibi) yahut girdiği halde o cezaların tatbiki için gerekli unsurlara sahip

olmayan (üç şahitle İsbat edilen zina suçu gibi) suç ve cezalardır. İşte bu bölümde ülü'l-

emrin tesbit ettiği veya kadı tarafından takdir edilen cezalar tatbik edilecektir.

Sultân Fâtih'in kendi kanunnamelerini hazırlatarak, özellikle İslâm ceza hukuku

hükümlerini kaldırdığı ve İslâm'a aykırı kanunlar yaptığı söylenmektedir. Bu doğru

mudur?

Bizim Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizde, Fâtih Sultân Mehmed'e ait 75 Kanunnâme

neşredilmiş bulunmaktadır. Bunlardan ilk ikisi umumi kanun mahiyetindedir ve itiraz

edilen hükümler de burada yer almaktadır. Fâtih'e ait 2 numaralı kanunnâmeden

nakledilen, aynı zamanda II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî'ye ait Umumî Kanunnâmelerin

de 1. maddesini teşkil eden ilk maddeyi, İslâm hukukuna aykırı ve Bizans Ceza

Kanununun restorasyonu olarak takdim etmek ise, tıpkı Barkan, Köprülü ve Berkes gibi,

İslâm ceza hukukunu ve bu ilahî nizâmın Osmanlı Devleti'ndeki tatbikat şeklini,

yeterince değerlendirememek demektir. Fâtih'e ait 2 nolu Kanunnâmenin ilk üç faslı,

tıpkı diğer umumî kanunnameler gibi, ceza hukukuna aittir ve daha ziyade ta'zîr

cezalarını tanzim etmektedir. İslâm Hukukunda üç grup ceza bulunduğunu, had ve kısas

cezalarını uygulamak için gerekli unsurlar bulunmadığı zaman, ülü'l-emrce tanzim

edilecek ta'zîr cezalarının devreye gireceğini hemen hatırlatalım. Konuyu daha ayrıntılı

olarak görelim ve 1. Maddeyi okuyalım:

Kanunnâmenin ilk üç faslı (md.1-27), ceza hukukuna aittir ve daha ziyâde ta'zir cezalarını

tanzim etmektedir. Bu üç fasılda had ve kısas cezalarının kaldırılmadığını, bilakis bu

cezaların tatbiki için gereken unsurlar bulunmadığı takdirde ta'zir cezası olarak

uygulanacak para cezalarının yani cürm ü cinayet cezalarının (ki buna ta'zir bil-

mal denmektedir) tesbit edildiğini madde hükümlerinden anlıyoruz. Bu sebeple

Fâtih Kanunnâmesi'nin İslâm hukukundaki had ve kısas cezalarını değiştirdiği şeklindeki

değerlendirme, ilmî olmaktan da öte gülünçtür.

19

Zaten Kanunnâmede bulunan "eğer adam öldürse, yerine kısas etmeseler..." "eğer at

uğurlarsa; elin keseler.:." gibi ifâdeler de kanaatimizi teyîd etmektedir. Çünkü birincisi

kısas cezasını tanzim ederken, ikincisi hadd-i sirkatin cezası olan el kesme cezasını

düzenlemektedir.

"1. Madde: Eğer bir kişi zina kılsa, şerî'at huzurunda sabit olsa, ol zina kılan evlü olsa ve dahi

bay olursa ki, bin akçeye dahi ziyâdeye gücü yeterse, cürm üç yüz akçe alına. Evsat'ül-hâl

olursa kim, altı yüz akçeye mâlik ola, cürm iki yüz akçe alına. Andan aşağa gücü yeterse,

cürm yüz akçe alına. Andan dahi aşağa hallü olursa, elli akçe; andan dahi aşağa ki,

gayette fakır'ül-hal olursa, kırk akçe cürm alına".

Osmanlı kanunnâmelerindeki ceza hükümleriyle alâkalı genel esaslara bu maddede de

uyulmuştur. Tazir cezalarının alternatifli olması ve hâkime takdir hakkı tanınması

şeklindeki esaslar aynen tatbik edilmiştir. İnsanlar dört guruba ayrılmıştır: 1) Bay veya

Ganî: Müslüman ve gayr-ı müslime göre, ayrıca iktisadî şartlar açısından farklı tarifler

verilmiştir. Zengin demektir. 2) Orta Halli veya Evsatül-Hâl. 3) Yoksul. 4) Fakir'ül-Hâl

veya Gayet Fakir. Maddede zina suçuna ait ta'zir cezası olan cürm yani cürm-ü cinayet de

denen para cezası tesbit olunmaktadır ki, buna cerime de denir. (Cin-Akgündüz, Türk

Hukuk Tarihi, c. I, sh. 279-281).

Bu üç fasıldaki kanun maddeleri de, had ve kısas cezalarını kaldırmamaktadır; belki bu

cezaların tatbiki için gereken unsurlar bulunmadığı takdirde, uygulanacak ta'zîr

cezalarını tesbit etmektedir. Meselâ Kanunnâmenin 1. maddesinde zina suçunun ta'zîr

cezaları yani fıkıh kitaplarında ta'zir bil-mal denilen cürm ü cinayet yani para cezaları

tayin olunmaktadır. Zina suçunun unsurları tam olmadığı ve had cezaları tatbik

edilemediği takdirde bu cezaların gündeme geleceği, aynı maddeyi tekrarlayan diğer

kanunname maddelerinde, "eğer had urulmazsa" denilerek açıklandığı gibi, Fâtih

devrindeki şer'iye sicillerinde görülen ve Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizin 1.

Cildinin mukaddimesine koyduğumuz zina suçu ile alakalı şer'iye sicil örneğinden de

bunu anlıyoruz. Zaten Fâtih'in kendi kanunnamesinde de benzeri ifadeler vardır. 16.

maddede "Eğer at uğurlasa, elin keseler; kesmezlerse 200 akçe cürm alına"

denilmektedir. Yani hırsızlık suçunun unsurları tam olursa, elin keseler yani had cezasını

uygulayalar. Eğer kesmezlerse yani uygulanmazsa, bu durumda ta'zîr cezası olarak 200

akçe para cezası alalar. 13. maddede de "Eğer adam öldürse, yerine kısas etmeseler,

kan cürmi... ilâh." denilmektedir.

Diyelim ki, A, adam öldürdü, cezası da kısasdır. Ancak maktulün velileri afv ettiklerinden

kısas etmediler. Bu durumda mirasçı diyetini alacak ve suçlu salı mı verilecektir? Hayır.

Devletin de kamu davası açarak yargılayıp ta'zîr cezası verme hakkı vardır. Eğer kısas

yapılsaydı, bu hak ortadan kalkacaktı. İşte Kanunnâme, ta'zîr cezası olarak 400 ila 50

akçe arasında para cezasına çarptırılmasını emretmektedir. Önemle ifade edelim ki,

Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eser, Osmanlı Devleti'nin bir İslâm devleti olduğunu; bazı

ilim adamlarının iddialarının tersine İslâm Hukukunu hayatın her safhasında

uyguladıklarını ve aksi görüşlerin belgelere dayanmadığını isbat için kaleme alınmıştır.

Bu ve benzeri konularda itirazlarını devam ettirenleri, Fâtih'in Kazaskerliğini yapmış olan

Molla Hüsrev'in Dürer ve Gurer adlı iki ciltlik hukuk eserine ve de bu hükümlerin

uygulama örnekleri demek olan Bursa'daki Fâtih dönemine ait binlerce mahkeme

kararlarına havale ediyoruz.

Kaynaklar:

Kantar, Baha, Ceza Hukuku, Ankara 1937, sh. 69; Krş. Kanunnâme, md. 13, 16, 18;

Ahmet, Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. I, Giriş, sh. 122 vd.; Fâtih Devri

Kanunnâmeleri, c. I, sh. 346 vd.; Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. III, sh. 73vd.)

(bk. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz - Doç. Dr. Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, 1999 İstanbul,

s. 80-90)

20

Kur’an’da, “Biz bir kavmi veya bir topluluğu helak etmeden önce gökten nimet yağdırırız ve sonra da bir gecede işini bitiririz.” diye geçen bir ayet var mıdır?

Kur‟an‟da, sorudaki şekliyle bir ayet yoktur.

Konuyla ilgili bazı ayetlerin meali şöyledir:

“Senden önce de birtakım ümmetlere resuller gönderdik. Dinlemediler: Hakka dönüş yapsın,

suçlarının affı için niyaz etsinler diye onları çetin bir yoksulluk, hastalık ve sıkıntılarla

cezalandırdık. Bâri, kendilerine şiddetimiz geldiği vakit yalvarsaydılar, tövbe etseydiler!

Fakat heyhât! Onların kalpleri kaskatı olmuş, şeytan da yapmakta oldukları mâsiyet ve

günahları kendilerine süslemiş, şirin göstermişti.

Kendilerine verilen öğütleri terk edip unutunca, üzerlerine her şeyin, her zevk ve nimetin

kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlikle tam

ferahlandıkları sırada, ansızın onları kıskıvrak yakaladık da bir anda bütün ümitlerini

kaybediverdiler!

Sonunda zulmeden kavmin kökü kesildi. Her türlü övgü, âlemlerin Rabbi olan Allah'a

mahsustur.” (Enam, 6/42-45)

Bu ayetlerden öncek iki âyette inkarcılar, Allah'ın azabı ve ölümle (veya kıyamet) tehdit

edilerek uyarılmışlardı. Bu âyetlerde ise onlara daha önce bu şekilde cezalandırılmış olan

âsi kavimlerden söz edilerek bundan ibret almaları amaçlanmıştır. Ayrıca burada

müşriklerin inat ve inkârlarından dolayı üzüntü duyan Hz. Peygamber için de bir teselli

vardır. Çünkü kendilerine bildirilen ilâhî hakikatleri reddedenler sadece Arap müşrikleri

değildir.

Bu âyetlerde verilen bilgilere göre Hz. Muhammed'den önceki milletlere de

peygamberler gönderilmiş; yüce Allah, bunlar arasında inkarcı olanların, akıllarını

başlarına toplayıp doğru yolu seçmeleri için peygamberlerini tasdik ederek kendisine

niyazda bulunmaları, yalvararak af dilemeleri için onları geçim sıkıntısı, hastalık gibi

sıkıntılara mâruz bırakmıştı.

Bu milletlerin, musibet gibi görünen bu fırsatlardan yararlanarak Allah'a tazarru ve

niyazda bulunmaları gerekirdi. Çünkü az çok basireti olanların, olaylardan ibret almaya

yatkınlığı bulunanların, bunun bir uyarı olduğunu fark etmeleri gerekirdi. Nitekim bazı

âyetlerde insanların genellikle, hiç olmazsa zor durumda kaldıklarında, Allah'ın dinini

tanıyarak ihlâsla O'na yalvardıkları bildirilmektedir. (meselâ bk. İsrâ 17/67; Ankebut

29/65; Lokman 31/32)

Ancak burada ifade buyurulduğuna göre söz konusu eski milletlerin "kalpleri iyice

katılaşmış, şeytan da onlara yaptıklarını (tuttukları bâtıl yolu) şirin göstermiş" ve bu

yüzden onlar kötüyü iyi görmüşlerdi. Sonuçta terbiye olmaları için uğratıldıkları

musibetler de kâr etmedi.

İnsanlar, kıtlıktan bolluğa, hastalıktan sağlığa, sıkıntıdan esenliğe kavuştukları zaman,

21

bunda kendileri için bir imtihan bulunduğunu düşünmeli ve her zamankinden daha

dikkatli, daha sorumlu hareket etmeli, bu nimet ve imkânları veren Allah'a minnet ve

şükran hissi duymalıdırlar. Âyette söz konusu edilen kavimler, bu imkânların bir imtihan

olduğunu düşünerek uyanlara önem verecekleri yerde, kendileri için bir istidrâc (insanın

günahlarını daha da arttırmasına yol açabilecek nimetler; bk. A'râf 7/182), bir imtihan

olan bu bolluk ve rahatlığa aldandılar; "sonunda kendilerine verilenler yüzünden

şımardıktan sırada" Allah Teâlâ onları ansızın yakaladı. "Bir anda bütün ümitlerini

yitirdiler; böylece artık zulmeden -yani şükretmeleri gerekirken küfredip başkaldıran-

kavmin kökü kesildi." Bu şekilde ıslah olma ümidi kalmamış olan kötülerin Allah

tarafından yok edilmesi iyiler hakkında bir rahmet olduğu için, bu gelişmeleri anlatan

âyetlerin sonunda "Her türlü övgü, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur"

buyurulmuştur.

"Allah, zaten fasiklardan ve zalimlerden başkasini helâk etmez" (En`âm, 6/47; Ahkâf,

6/35). Ama bu helâk etme işi birden olmaz. Fitne ve fesadin kol gezdigi, İslam`in

unutulup horlandigi bir yere, Allah önce uyarıcılar gönderir (Şuarâ, 26/208; Kasas,

28/59). Fakat toplumda fitne ve fesadı körükleyen fâsıklar, zâlimler, tâgutlar, uyarıcılara,

Allah'a ve Onun dini'ne karşı cephe aldıkları gibi; çogunlugu oluşturan yığınlar da

genellikle sessiz kalırlar.

Bu durum, sözgelimi, Hz. Nuh`un kavminde oldugu gibi, gerektiginde 950 yıl, yani uzun bir

süre devam eder. Bu süre içinde Allah tâgutlara, fâsıklara, zâlimlere, hak yola gelmeleri

ve aynı zamanda da yaptıklarının helâki hak edecek seviyeye gelmesi izin mühlet verir.

Onlar ise bu mühlet verişi anlamazlar, helâk olmayacaklarını, yaptıklarından hesaba

çekilmeyeceklerini sanırlar.

Ayrıca, belki hayatlarında bir kez olsun başları agrımadığı gibi, dünya işleri oldukça yolunda

gider; en güzel evler onlarındır; en yüksek makamlarda onlar oturur; en iyi yiyip en iyi

giyen ve en güzel kadınlara sahip olanlar onlardır: "Eger insanlar (hep küfre sapan) bir

ümmet haline gelmeyecek olsalardi, biz o Rahman`ı inkâr eden (ler) in evlerine gümüşten

tavanlar, üzerlerine çıkacakları merdivenler; ve evlerine (odalarına) kapılar ve üzerlerine

yaslanacakları kolluklar ve altın zinetler yapardık" (Zuhrûf, 43/33-35).

İşte, Allah`ın kendilerine verdiği büyük nimetleri, sıhhat, kabiliyet, başarı, makam ve

mevkileri; dünya hayatında çıkardıkları her türlü fısk, fitne ve fesatlarına, isyan ve

fücurlarına rağmen başlarına ilahî felâketlerin gelmemesini, daha doğru deyişle

gecikmesini haklarında hayır sanan Şeytan'ın velileri azgınlıklarında daha da ileri giderler

ve sonunda helâktan kurtulamazlar. Fakat, helâklerine kadar içinde bulundukları durum,

Allah`ın onları aslında derece derece helâke götürmesinden başka bir şey değildir; yani

sadece "istidrac"tır.

Rivayete göre Hz. Peygamber, "Bir topluluk günah işlemekte ısrar ederken yine de Allah'ın

onlara istedikleri şeyleri verdiğini görürseniz bilin ki bu bir istidrâc‟dır" buyurmuşlar,

ardından da başta mealini verdiğimiz Enam Suresinin 44. ayetini okumuşlardır. (bk.

Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/145)

22

Sahih veya hasen hadisi inkar etmek haram mıdır? Böyle bir kimse ehl-i sünnetten çıkar mı?

İslam‟da Sünnet/sahih hadis teşriin ikinci kaynağıdır.

İslam alimlerine göre, “Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf

ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir

sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.”(Nisa,

4/65), “O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden

başka bir şey değildir.”(Necm, 53/3-4) mealindeki ayetler Sünnetin teşriin ikinci kaynağı

olduğunun delilidir.

Buna göre, Hz. Peygamberin -fiilî, kavlî, takrirî- sünnetini bize ulaştıran sahih hadisleri

inkâr etmek büyük bir dinî risk taşımaktadır. Hz. Peygamberin sünnetinin teşri kaynağı

olduğunu inkâr eden veya sahih bir hadisin Hz. Peygamberin sözü olduğuna inandığı

halde kabul etmeyen dinin dışına çıkmış olur. Bu husus âlimlerin ittifakla kabul ettiği bir

konudur.

Nitekim, İmam Ebu İshak b. Rahuye: “Hz. Peygamberden kendisine gelen bir haberin

doğru olduğuna inandığı halde –hayatî bir zorlama olmaksızın- onu reddeden kâfir olur”

hükmünü vermiştir.

Yine Suyutî; “Hadis otoriteleri tarafından sıhhatin şartı olarak kabul edilen kriterlere

sahip olan bir hadisi inkâr eden kimse kâfir olup Yahudî, Hıristiyan ve diğer kâfir

kafilelerle birlikte haş rolur” şeklinde fetva vermiştir(bk. Suyutî, Miftahu‟l-Cenne fi‟l-

ihticaci bi‟s-Sünne, s.14).

Keza Allam İbnu‟l-Vezîr de şunları söylemiştir: “Hz. Peygamberin hadisi(sözü) olduğunu

bildiği halde onu inkâr eden kimse kâfir olur(bk. el-Avasım ve‟l-kavasım, 2/274).

Fetava‟l-lecneti‟d-daime adlı fetva kitabında şu görüşlere yer verilmiştir: “Sünnetle amel

etmeyi inkar eden kimse kâfir olur. Çünkü, sünneti yalanlamak, hem Allah‟ı, hem

resulünü, hem de ümmetin icmaını tekzip manasına gelir(bk. Lecne, el-Mecmuatu‟s-sanî,

3/194).

Bir hadisin sahih olup olmaması onun senedindeki ravilerin zabt ve adalet şartlarına sahip

olup olmamakla ilgilidir. İmam Şafii şöyle demiştir: “Hz. Peygamberden hadis rivayet

edenlerin sika olması, o hadisin subutu(sahih olduğu) anlamına gelir”(el-Ümm, 10/107-

İhtilafu‟l-hadis bölümü).

İbn Teymiye de şu görüşlere yer vermiştir: “Manası anlaşılmazsa bile, Kitap ve Sünnette

yer alan her şeye iman etmek gerekir.”(Mecmuu‟l-fetavî, 3/41).

Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, alimlerin bu konuda görüşleri şu merkezdedir:

Sünneti/hadisleri prensip olarak inkâr eden dinden çıkar. Mütevatir bir hadis yakin ifade

ettiği için ona iman etmek şart olup inkârı küfrü gerektirir.

Prensip olarak kabul ettikten sonra, ayrı ayrı hadisleri değerlendirmedeki tutumuna

bakılır. Eğer hadis otoritelerinin sıhhatin kriterleri olarak kabul ettikleri şartlara sahip bir

23

hadisi -delilsiz- inkâr ederse yine dinin dışına çıkar. Eğer bu ilmî kriterlere uymayan bir

rivayet olduğu için kabul etmezse bunda bir sakınca yoktur.

İmam Şafii‟nin sözlerinden de anlaşılacağı gibi, ister tevatür olsun ister olmasın, bir hadis

alimlerin kabul ettiği sıhhat şartlarına sahip ise, bu onun sahih olduğunu göstergesidir.

Hasen hadis, sahih hadis rivayetinin şartlarına sahip olmayan bir hadistir. Bu sebeple, bu

hadisi zayıflıktan çıkarıp hasen dercesine yükselten şahit denilen başka rivayetlerin

kuvveti veya zayıflığına göre Hasen hadis de kuvvetli veya zayıf kabul edilebilir.

Hasen hadisin sıhhat tarafı ağır basan bir hadise ilişmemek gerekir.

Bununla beraber, bir kimse samimi olarak -ilmî delillere dayanarak- bu hadisin sahih

olmadığına inanıyorsa bunu inkâr etmekte de bir sakınca olmayabilir.

24

Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'in (sav) ardından Medine'ye hicreti hakkında bilgi verir misiniz?

Peygamberimiz (asm); Kureyş müşriklerinin -saklamak üzere- kendisine bırakmış oldukları

emanetleri sahiplerine iade edinceye kadar Mekke'de kalmasını, Hz. Ali'ye emretmişti.

O da, bu iş için Mekke'de üç gün üç gece oturdu. (1)

Mekke vadisinde dikilerek:

"Resûlullah'ın yanında kimin bir emaneti varsa gelsin, ona emanetini teslim edeceğim!"

diye seslendikten ve emanetleri sahiplerine dağıttıktan sonra (2) Medine yolunu tuttu. (3)

Geceleri yürüdü, gündüzleri gizlendi. (4) Rebiülevvel'in ortalarına doğru Küba'ya geldi.

(5)

Küba'ya geldiği zaman, ayaklarının altı kabarmış, şişmiş, yarılmıştı; kanıyordu.

Peygamberimiz (asm) Hz. Ali'nin geldiğini işitince:

"Ali'yi bana çağırınız!" buyurdu.

"Yâ Rasûlallah! Yürümeye takati yok!" dediler.

Peygamberimiz (asm) hemen kalkıp onun yanına vardı.

Halini görünce rahmet ve şefkatinden ağladı, kucakladı.

Ayaklarının altını eliyle sığadı, iyileşmesi için Allah'a dua etti. Böylece, Hz. Ali'nin

hiçbir ızdırabı kalmadı. (6)

Rivayetlerde Hz. Ali'nin Resûlullahın kızı Fâtıma, kendi annesi Fâtıma ve yanındakilerle

Mekke'den ayrılarak Kubâ'da Hz. Peygamber'e yetiştiği bilgisine de yer verilmiştir.

(Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 2, s. 371)

1- İbn İshak, İbn Hişam, Sıre, c. 2, s. 138, İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 3, s. 22, Mesûdî,

Murûcu'z-Zeheb, c. 2, 285, Muhibbul-Taberî, Rıyâdu'n-nadrâ, c. 2, s. 211 Ebu'l-Fidâ, el-

Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 197.

2- Ahmed Zeynî Dahlan, Sîre, c. 1, s. 169.

3- İbn Sa'd, Tabakât, c. 3, s. 22.

4- İbn Esîr, Usdu'l-gâbe, c. 4, s. 96.

5- İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 3, s. 22.

6- İbn Esîr, Usdu'l-gâbe, c. 4, s. 96, Halebî, İnsânu'l-uyûn, c. 2, s. 233.

(bk. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 3/22-23.)

25

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in beden dili ve üslubu nasıldı?

Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam Efendimiz, şüphesiz bir insan olmanın yanı sıra

Allah'ın en son peygamberidir. O'nun, getirdiği dini insanlara tebliğ ve açıklamak gibi bir

misyonu da vardır. Her alanda en güzel bir model olan Allah Rasûlü'nün tebliğ ve beyan

vazifesini ifa ettiği esnada, insanlarla iletişim kurmadaki becerisi şüphesiz önemlidir.

On beş asır öncesinin şartlarında tek başına çıktığı bir davada çok kısa bir sürede on

binleri etkileyen ve onlar üzerinde yaptırım gücü olan bir şahsiyetin iletişim becerileri ve

bu arada beden dilini kullanımı, taktir edileceği gibi iletişim ve bu bilimin diğer dalları

bakımından da araştırılması ve üzerinde çokça çalışılması gereken bir husus olmalıdır.

Bir tebliğci sıfatıyla Peygamberin, iletişimde çok etkin bir mesaj olan beden dilini nasıl

kullandığı bugün bizim için daha bir önem kazanmıştır.

Yürüyüş Biçimi

Kaynakların verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber; yürürken ayaklarını sürümezler,

adımlarını atarken yerden sertçe kaldırırlardı. Hareket halinde iken sağa sola

sallanmazlar, inişli yokuşlu engebeli bir arazide yürürcesine hafifçe önlerine eğilirlerdi.

Dimdik durup göğüslerini kabartarak yürümedikleri gibi, koşar adımlarla yürürcesine

hızlı da yürümezlerdi. Fakat, Allah'ın kendilerine bir lutfu olarak, uzun mesafeleri kısa

zamanda katederlerdi.

Oturuş Biçimi

Peygamber Efendimiz'in oturuş şekillerine dair bize intikal eden vesikalar ise, hadis

metinleri arasına serpiştirilmiş durumda olup, şu şekillerden oluşmaktadır:

Kurfesâ biçiminde oturuş: Türkçe karşılığını tam olarak bulamadığımız bu oturuş biçimi

şöyledir; insanın oturağı üzerine oturarak, dizlerini, karnına doğru iyice çekip kolları

arasına aldıktan sonra ellerinin önden bağlanması şeklinde bir oturuştur. Buna, bir nevi

destekli oturuş denebilir. Kaynaklarda, Hz. Peygamber'in zaman zaman bu şekilde

oturduğunun görüldüğüne dair rivayetler bulunmaktadır.

Bağdaş Kurma: Ebû Davud'un kaydettiği bir rivayete göre, "Hz. Peygamber, sabah

namazını kıldırdıktan sonra, güneş iyice doğuncaya kadar bağdaş kurarak otururdu".

Çömelme: "İhtifâz" veya "ik'â" kelimeleriyle ifade edilen bu oturuş şeklinin, daha çok

yemek yerken kullanıldığı görülmektedir.

Ayağını sarkıtarak oturma: Hadis metinleri arasında, Hz. Peygamber'in bir kısım

ashabı ile birlikte, bir kuyu bileziğine oturarak ayaklarını kuyu boşluğuna sarkıttıklarına

dair rivayetlere de rastlanmaktadır.

Diz çökme: Hz. Peygamber'in oturuş tarzlarına yer veren kaynaklarda, diğerleri gibi ayrı

bir başlık altında, diz çökerek oturduklarına dair rivayetlere rastlanmamaktadır. Ancak,

hadis metinlerinin sebeb-i vürûd kısımları ile ashabın hayatını anlatan Tabakat

26

kitaplarının satırları arasında bu durumu tesbit etmek mümkün olabilmiştir. Diz çökme,

Zat-ı Risalet'in mutad oturuş tarzıdır. Bu sebeple ashabdan birisinin: "Ben, Peygamber

Efendimiz'i diz çökmüş vaziyette gördüm" demesi, bilineni tekrar bildirmek olurdu ki,

bunun da ilgi çekici bir yönü kalmazdı.

İşte ashabın görüp anlattığı diğer oturuş tarzları, onların zaman zaman ve nadiren

Rasûlullah'ın şahsında müşahede ettikleri oturuş şekilleridir. Peygamber Efendimiz,

hayatının çeşitli safhalarında yerine göre, yukarıda yedi madde halinde sıralanan

şekillerin hepsi ile de oturmuş ve böylece O‟na her açıdan benzemek isteyen ümmetini,

belli bir şekille bağlamamış ve onları tek tip oturuşla sınırlamamıştır.

Dayandığı Eşyalar

Peygamber Efendimiz: "Üç şey vardır ki, geri çevrilmez: Yastık, güzel koku ve süt!"

buyurmuşlardır.

Rasûlullah Efendimiz, sohbet meclislerinde ve uzun müddet oturma durumunda

kaldıkları hallerde, kollarının altına bir "yastık" alarak yaslanırlardı.

Hz. Peygamber'in, yerden biraz yüksekçe ve hurma yaprağından örülmüş "serir" adı

verilen bir eşya üzerine oturduklarına dair bilgilere de sahip bulunuyoruz.

Peygamber Efendimiz'in, demir veya tahta ayaklı bir kürsü üzerine oturduklarının

görüldüğüne dair belgeler de bulunmaktadır.

Hz. Peygamber, o günün toplumunda revaçta bulunup da varlık gösterisine kaçmamak

kaydıyla kendisine ikram edilen bütün eşyaların üstüne oturmayı reddetmemiştir. Nitekim

misafirliğe gittikleri yerlerde, yerine göre, altına atılan halı veya keçeden mamul minder

üstüne oturmuş, yerine göre ikram edilen mindere oturmayarak, kuru tahta veya çıplak

toprak üzerine ilişivermiştir.

Konuşma biçimi

Hz. Peygamber'in en bariz özelliklerinden biri de, O'nun konuşmasındaki güzellik ve

mükemmellikti. Peygamber Efendimiz: "Ben, az-öz söz söyleme (cevami'ul-kelim)

özelliği ile donatılmış olarak gönderildim." (Buharî, VIII, 76, 168; en-Nihaye, I, 295)

buyurmuştur. Yetiştiği çevre de, Peygamber Efendimiz'in fasih konuşmasında büyük rol

oynamıştır.

Hz. Peygamber tane tane, açık-seçik ve herkesin anlayabileceği bir tarzda konuşurlardı. O

kadar ki, dinleyenler eğer kelimelerini saysa, onları teker teker sayabilirlerdi. Yerine göre

de, konuşması sırasında geçen önemli cümlelerini üçer defa tekrar ederlerdi.

Yerine göre bir vaiz, bir müftü, bir hakim; yerine göre bir muallim, bir terbiyeci, bir aile

reisi; duruma göre bir diplomat, bir kumandan, bir fatih, bütün bunların yanında geniş

dostluk çevresi olan bir cemiyet adamı gibi sıfatlarla karşımıza çıkan Hz. Peygamber;

dost-düşman, müslim-gayr-i müslim, zengin-fakir, büyük-küçük, kadın-erkek her kesimle

muhatap olmuştur.

Peygamber Efendimiz, sohbet ederlerken; ashabına karşı daima mütevazı bir kardeş,

27

şefkatli bir öğretmen ve merhametli bir baba gibi davranmış; bazı muaşeret kaidelerini

(görgü kuralları) öğretmeyi arzu ettikleri zaman da, onlara, tatlı bir üslupla hitap etmiştir.

Söyleyeceklerini bazen şakacı bir tarzda; bazen gönül alıcı, sevindirici, ümit verici ve

teşvik edici bir biçimde; yerine göre kinayeli, teşbihli, ufuk açıcı ve düşündürücü bir

üslupla söylemişlerdir.

Hz. Peygamber'in topluluk karşısındaki konuşmalarının tonu da üslubu da çok farklıdır.

Kaynaklar, bu tür konuşmalar için "hutbe" kökünden türetilmiş tabirler kullanırlar. "Veda

Hutbesi" dışında diğer hitabe tarzındaki konuşmaların içerisinde bu kadar uzununa

rastlanmamaktadır.

Halka hitaben yaptığı konuşmalarda, gözleri kızarır, sesinin tonu yükselir ve heyecanı

iyice artar; konuşmalarını yaparken, elinde, hem dayanmakta, hem de öteye beriye işaret

etmekte kullanılan "mıhsara" denen (asa, baston, değnek, çöp türünden) bir çubuk

bulundururlardı.

Hz. Peygamber, bilhassa lüzumsuz aşırılıkları, İslam'a söz getirebilecek ölçüsüz

davranışları ve temel prensipleri zedeleyici hareketleri hiç hoş karşılamazlar; bu türden

olaylar kendisine intikal ettikçe üzülürler, öfkelenirler, açıktan tavır takınırlar ve sert bir

dille ikaz ederek bunları önlemeye çalışırlardı.

Hz. Peygamber'in değişmez bir tavrı vardı: Normal insanda bile hoş karşılanmayan; kaba,

kırıcı, küçük düşürücü, hakaret edici, ölçüyü kaçırıcı türden bir konuşma ve hitap tarzı,

O'nun şahsiyetinde hiç yer bulmamıştır.

El - Kol Hareketleri (Jestleri)

Hz. Peygamber'in iletişim esnasında yaptığı işaretler incelendiğinde O'nun el ve

parmaklarını daha çok kullandığı görülmektedir.

a. Eller: Allah Rasûlu, özellikle eğitim ve öğretim sayılabilecek hitaplarında jestleriyle

de konuşmalarına bir canlılık getirmiş ve dinleyenlerin dikkatini konu etrafına toplamayı

başarmıştır. Nitekim çoğu zaman yanında taşıdığı asası ile konuya canlılık getiren jestler

yapmıştır. Bir gün minberde konuşurken elindeki asa ile minbere vurarak: "Bu Taybe'dir

(Medine). Bu Taybe'dir. Dikkat edin! Buna Mekke ile Medine'ye Deccal'ın

giremeyeceğini size anlatmıştım." buyurmuştur.

Hz. Peygamber anlattığı konuyu dinleyenlerin zihninde canlandırmak için soyut kavram

ve ifadeleri somut hale getirmiş ve muhataplarının anlayacağı seviyeye indirgemiştir.

Cennete ilk giren kimsenin kendisi olacağını anlatırken, cennetin kapısını nasıl çalacağını

hareketleriyle izah etmeye çalışmıştır. Bu olaya şahit olan Enes b. Malik,

Hz. Peygamber'in "Cennetin kapısını ilk defa çalan ben olacağım." derken eliyle sanki bir

kapıyı tıklıyormuş gibi kapı halkasını tutup çaldığı hâlâ gözümün önünde, demektedir.

Hz. Peygamber kader konusunda ashabına bilgi verirken eliyle sakalını tutmuştur. Hadis

şarihleri bu davranışın O'nun teslimiyetini anlattığını; zira eliyle sakalı tutmanın o

dönemde Araplar arasında teslimiyeti ifade ettiğini bildirmektedirler.

Hz. Peygamber, eğitim - öğretim esnasında ellerini mükemmel bir şekilde kullanmıştır.

Nitekim ilim bakımından sahabenin ileri gelenlerinden Abdullah b. Mesud, Hz.

28

Peygamber'in kendisine teşehhüd duasını öğretirken elini tuttuğunu haber vermektedir.

Bir başka rivayette ise elleri yerine saçını tuttuğu bildirilmektedir.

Hz. Peygamber, önemli gördüğü şeyleri yeri geldiğinde eliyle işaret ederek söylerdi.

Örneğin, Ensar'dan bir zat Hz. Peygamber'e, "Ya Rasûlallah! Senden bir takım sözler

işitiyorum ancak ezberleyemiyorum." dediğinde Allah Rasûlu ona, "Sağ elinden yardım

al." demiş, bunu söylerken de eliyle yazı yazar gibi yapmıştır. Yine Peygamber'in eliyle

işareti hususunda sahabeden Abdullah b. Amr'ın anlattığı şu olay da güzel bir örnek teşkil

etmektedir. Abdullah şöyle anlatıyor: Rasûlullah'tan duyduğum her şeyi yazıyordum. Bir

müddet sonra Kureyşliler'den bazıları beni bundan alıkoymak istedi; "Allah Rasûlu bir

beşerdir. O kızgınlık halinde de neşeli haldeyken de konuşurken sen nasıl olur da her şeyi

yazarsın." dediler. Ben bu durumu Rasûlullah'a arz ettim. Elini ağzına götürerek, "Yaz!

Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki, buradan haktan başka bir şey çıkmaz."

buyurdu.

Allah Rasûlu bir gün cemaate yatsı namazı kıldırıyordu. Ancak namazı dört rekat yerine

iki rekat kıldırdı ve selam verdi. Sonra kalktı mescidin içerisinde yere konmuş ahşap bir

sedir gibi bir şeye yaslandı. Sanki kızgın gibiydi. Sağ elini sol elinin üzerine koydu ve

ellerinin parmaklarını birbirine kenetledi, sağ yanağına da sol elinin dışına dayadı.

Namaz bitti diye acele edip mescidin dışına çıkanlar birbirlerine namaz mı kısaldı

şeklinde sordular. Aralarında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de vardı. Ancak onlar da bir

şey konuşmaktan çekiniyorlardı. Sahabe arasında elleri uzun olduğu için kendisine

"Zülyedeyn" lakabı verilen kişi Peygamber'in yanına geldi ve "Ya Rasûlallah! Sen mi

unuttun yoksa namaz mı kısaldı?" diye sordu. Allah Rasûlu de, "ne ben unuttum, ne de

namaz kısaldı" buyurdu ve yanındakilere, "Zülyedeyn'in dediği doğru mu?" diye sordu.

Oradakiler "evet" deyince kalktı namazını tamamladı ve sehiv secdelerini yaptı. Bu

olayda Hz. Peygamber kendisinin üzüntülü ve düşünceli olduğunu sözle ifade etmese de

O'nun hareketlerinden yani beden dilinden bu durum gayet net olarak anlaşılmaktadır.

b. Parmaklar: Hz. Peygamber'in Arafat'ta yüz bin civarında insana karşı veda hutbesini

irad ettikten sonra "tebliğ ettim mi?" şeklinde sorduğu ve sonra da şahadet parmağını

insanlara çevirerek "Şahid ol Allah'ım!" dediği bilinmektedir. Yine O, Muaz b. Cebel'e

tavsiyede bulunurken dilini eliyle tutarak "İşte bunu muhafaza et." demiştir. Rasûlullah,

Muaz b. Cebel'e sadece sözle "dilini muhafaza et" diyebilirdi; ancak burada da görüldüğü

gibi daha etkili olan görsel metodu kullanmıştır.

Abdullah b. Ebî Evfâ'dan rivayet edildiğine göre, bir yolculuk esnasında Hz. Peygamber,

hizmetindeki birine güneş battığı bir sırada, "içecek bir şeyler ver iftar edeceğim." dedi.

Adam, "Ya Rasûlallah! Hâlâ gündüz aydınlığı var. Simdi iftar olur mu?" diye şaşkınlığını

arz etti. Hz. Peygamber tekrar içecek istedi; adam aynı şeyleri söyledi. Peygamber

üçüncü kez isteyince adam içecek getirdi. Allah Rasûlu orucunu açtı ve eliyle doğu

tarafını göstererek bir hat çizer gibi, "Bak! Akşam bu taraftan böyle karardığı vakit

oruçlu iftar eder." buyurdu.

Hz. Peygamber Ramazan orucu için hilalin gözetilmesinden ve kamerî ayların 29 ve 30

gün çektiğinden bahsederken, "Biz ümmî bir topluluğuz; yazı yazmayı, hesap yapmayı

bilmeyiz. Ay şu kadar, şu kadardır." demiş ve iki elinin parmaklarıyla üçer kez işaret

ederek bir defasında 30, diğer seferin üçüncüsünde bir baş parmağını kapatarak 29'a

işaret etmiştir.

29

Müminlerin birbirine sahip çıkmalarını ve aralarında olması gereken ilişki ve samimiyeti

anlatırken "Müminler tıpkı bir bina gibidir. Birbirlerine destek olur ve ayakta tutarlar."

demiş, bu sözleri söylerken de iki elini parmaklarını birbirine kenetlemiştir. O bu

hareketiyle birlik ve beraberliğin önemini mükemmel bir üslupla anlatmıştır.

Mimikleri

Edeb bakımından insanların en güzeli olan Allah Rasûlu çok kibar ve nazik biriydi.

O'nun engin şefkat ve merhamet hisleri, içindeki duygularını anında dışa yansıtır, pek çok

düşüncesi yüz ifadesinden âdeta okunurdu.

a. Yüz ifadesi: Rasûlullah'ın konuşması mimiklerle ayrı bir değere ulaşır. Muhatapları

kendine hitap eden Rasûlullah'ın söyleyeceği sözleri O'nun yüzünden de okuma imkanını

bulmuştur. Daha söze başlamadan önce nasıl, ne tarzda bir konuşma yapacağının

kestirildiği zamanlar olmuştur. Hz. Peygamber kızdığı zaman alnının ortasındaki damar

şişer, gözleri kızarırdı. Sahabe, Peygamber'in kızdığını böylece anlarlardı. Bir gün Hz.

Âişe'nin yanına girdiğinde onun yanında yabancı birini görünce hoşlanmamış ve bunu da

yüz ifadeleriyle hissettirmişti. Hz. Âişe de o kişinin süt kardeşi olduğunu açıklamıştır.

Diğer taraftan Ka'b b. Malik, tövbesinin kabulünü anlatırken Rasûlullah'ın kendini

sevinçten parlayan bir yüzle karşıladığını ve söyle dediğini söylemektedir: "Anandan

doğduğundan beri senin için en hayırlı günü müjdelerim bu günü."

b. Kaş göz işaretleri: Hz. Peygamber bir kimseyi kötüleyecek şekilde kaş göz işareti

yapmaz bunun yapılmasına müsaade de etmezdi. Mekke'nin fethinden sonra ölüm emri

verilenlerden Abdullah b. Sa'd b. Ebi's-Serh, Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek eman

diledi ve beyat etmek üzere Hz. Peygamber'in eline sarıldı. Rasûlullah onun beyatini

almadı ancak üçüncü kez istemeyerek kabul etti; adam da öldürülmekten kurtuldu. Daha

sonra Hz. Peygamber ashabına, "Benim davranışımı gördüğünüz halde neden adamı

öldürmediniz?", diye sitem etti. Ashab, "Ya Rasûlallah! Bize bir göz işareti yapsaydın

onun işini bitirirdik." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Biz peygamberlere

gözlerine hıyaneti yakışmaz." buyurdu.

Duruşu Biçimi

Şüphesiz Hz. Peygamber'in beden dili denildiğinde ilk akla gelen O'nun duruşudur.

Susmasının dahi dini açıdan bir anlamı olan Allah'ın elçisinin duruşuyla oluşturduğu imaj

O'nun gerçek ve en etkili yüzüdür ki, bu bir yönüyle de ahlakı olarak tezahür etmiştir.

O'nun ahlakı ise âdeta canlı bir Kur'ân'ı temsil etmektedir. Dolayısıyla O duruşuyla bir

anlamda bize Kur'ân'ın öngördüğü insan tipini de göstermiş olmaktadır.

a. Giyim Kuşamı: Hz. Peygamber çeşitli renk ve desenlerde elbiseler giymiştir. Ancak

O'nun daha çok beyaz renkli elbiseleri tercih ettiğini biliyoruz. O toplumda diğer

insanların giydiği kıyafetleri giymiş, elbisenin temiz ve yırtıksız olmasına dikkat etmiştir.

Yün, keten ve pamuklu giysiler giymiş ancak ipek kumaştan yapılmış elbiseleri

kullanmamıştır. Rasûlullah daima güzel kokar, saç ve sakalının bakımına son derece

dikkat ederdi.

b. Kişisel mesafe: Hz. Peygamber eşlerine, çocuklarına ve torunlarına daha bir yakın

durmuş, yakınlık derecesine göre bu duruşunu ayarlamıştır. Kızı Hz. Fatma'yı alnından

30

öpmesi, onun yatağına oturması ve torunu Hz. Hasan ve Hüseyin'i kucaklayarak öpmesi,

O'nun fiziksel teması kullanmasını gösterdiği gibi, aynı zamanda yakınları ve mahremleri

için kişisel alanlardan mahrem bölgeyi kullanmasına da güzel bir örnek teşkil etmektedir.

O, biriyle konuştuğu zaman onun yüzüne bakar, elini tutmuşsa o bırakmadıkça bırakmaz,

karşısındaki yüzünü başka tarafa çevirmedikçe O çevirmezdi. Hatta bir adam bir şey

söylemek gayesiyle Rasûlullah'ın kulağına fısıldayarak bir şey konuşsa, adam başını

uzaklaştırmadan Rasûlullah başını uzaklaştırmazdı.

Müslümanların birbirine güler yüzle bakmasını öğütleyen Hz. Peygamber, yüzünden

sürekli tebessümü eksik etmezdi. Rasûlullah kendisine kötülük yapan düşmanlarını bile

sükunetle dinlemiş, konuşma sırası kendine geldiğinde söz alarak konuşmasına

başlamıştır. Nitekim, bir defasında Utbe b. Rebia ile yaptığı bir görüşme esnasında,

"Söyle Ebû'l-Velid! seni dinliyorum." demiş, Utbe sözlerini bitirip susunca, "Sözlerini

bitirdin mi? ey Ebû'l-Velid!" diye sormuş, "evet" cevabını aldıktan sonra: "O halde sen de

beni dinle." diyerek söze başlamıştır.

Hz. Peygamber yürürken aciz ve tembeller gibi yürümez sert adımlarla yürürdü.

Ardından gelen kimse kendisine kolay kolay yetişemezdi. Hafif öne eğik gibi yürür,

arkasından seslenildiğinde sadece boynunu çevirmez bütün vücuduyla dönerdi.

İhtiyaç olmadıkça konuşmayan Allah Rasûlu'nun bazen uzun süre suskun durduğu

görülürdü. O'nun bu sessizliğinin hilm sıfatından, insanları yaptıklarından sakındırmak

istemesinden, takririnden ya da tefekkürden kaynaklandığı bildirilmektedir.

c. Vücut teması: Hz. Peygamber vücut temasını da yeri geldikçe çok güzel bir biçimde

kullanmıştır. O'nun uzaktan gelen sevdiği insanları veya çok yakın akrabalarını

kucakladığı, bazen de öptüğü ve bağrına bastığı bilinmektedir. Nitekim Cafer b. Ebî Talib

Habeşistan hicretinden Medine'ye dönüşünde, Hz. Peygamber de Hayber'in fethinden

henüz yeni gelmişti. On üç yıl aradan sonra Cafer, Peygamber'in huzuruna girdiğinde,

Rasûlullah Cafer'i kucaklayarak iki gözünün arasından öpmüş ve şöyle demişti:

"Hayber'in fethine mi yoksa Cafer'in gelişine mi daha çok sevindiğimi bilemiyorum."

Kur'ân-ı Kerim'de de zikredildiği gibi Hz. Peygamber, Müslüman olanlardan "beyat"

alırken ellerini onların elleri üzerine koymuş öylece söz almıştır.

Rasûlullah insanlarla vücut teması kurarak onlarla olan samimiyetini daha çok

pekiştirmiş olmaktadır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'in, çocuklarla iletişim kurabilmek için onların anlayacağı

ya da sevineceği şekilde davrandığı görülmektedir. Zaman zaman onları devesine

bindirerek gezdirir, onlara nasihat eder, onların saçını okşar, onlara şaka yapardı. Hatta

bir defasında abdest alırken abdest suyunu ağzına alıp yanındaki çocuğun yüzüne

püskürttüğü bile olmuştur. O'nun bu yakın teması ve doğal davranışı çocukların ilgisini

çekmekte ve kendisini sevmelerine zemin hazırlamış olmaktadır.

Gülüş Biçimi

Kaynakların ittifakla kaydettiklerine göre, Rasûlullah Efendimiz, yaradılıştan beşûş

çehreli, yani güleç yüzlü idi. Tebessüm denen "gülümseme", O'nun mübarek yüzünden

31

hiç eksik olmazdı. En sıkıntılı anlarında bile, üzüntülerini belli etmezler, yanındakilerin

içlerini karartacak bir tavır sergilemezlerdi. Bilhassa sevdikleri kimselerle

karşılaştıklarında, öylesine tebessüm ederlerdi ki, böyle anlarda, yüzleri ay gibi

parıldardı.

Bu tabii halleri dışında, Rasûlullah Efendimiz'in, bir de gülüşleri vardı. Hadis kaynakları,

O'nun nelere ve nasıl güldüklerine dair pek çok vesika kaydetmişlerdir. Özellikle Âişe

(ra) validemiz, Peygamber Efendimiz'in gülüş tarzlarını şu şekilde anlatmışlardır:

"Rasûlullah Efendimiz'in küçük dili gözükecek şekilde, kendinden geçercesine

güldüklerini hiç görmedim. O'nun gülüşü, tebessüm şeklinde idi." (Buharî, el-Cami'us-

Sahih, VII, 94-95; el-Edeb'ül-Müfred, s.97, nu:251).

Hz. Peygamber'in diğer sahabilerinin bir çoğu da, çeşitli münasebetlerle, O'nun bu gülüş

tarzını anlatırlarken "...öyle ki, azı dişleri gözükecek derecede güldüler!" şeklinde bir

ifade kullanmışlardır. Bu gülüş tarzında, dişler gözükür; fakat ses işitilmez. İşte bu,

Peygamber Efendimiz'in gülüş tarzıdır.

Şakaları

Enes b. Malik (ra): "Rasûlullah Efendimiz, çocuklara karşı, insanların en çok şaka yapanı

idi." (Taberanî, el-Mucemu's-Sagir, II, 39; İbnu'l Esir, en-Nihaye. III, 466). "Peygamber

Efendimiz, insanlar içinde, hanımlarına en çok şaka yapan kimse idi." (İbn'ul Esir, en-

Nihaye. III, 466; Gazali, İhya, III, 129) der.

Peygamber Efendimiz; daha çok, çocuklara; hanımlarına; fakir fukara zümresine ve

çevresinden sevgi bekleyenlere şaka yapmıştır. "Arkadaşınla ağız kavgası yapma; ona

şaka da yapma; bir söz verip tutmamazlık da etme!" buyurunca, çevresindekiler

tarafından: "Ama ya Rasûlallah, siz de şaka yapıyorsunuz!" diye sorulduğunda: "Evet,

ben de şaka yaparım; fakat ben (şaka yaparken bile) sadece hakikati söylerim." (Buharî,

el-Edeb'ül-Müfred, s.102, nu:265; Tirmizî, Sünen IV, 357, nu:1990). cevabını

vermişlerdir.

Enes b. Malik (ra) anlatıyor: "Peygamber Efendimiz bana, "İki kulaklı!" diye hitabetti."

(en-Nihaye, I, 34).

Tirmizî'nin hocası Mahmud b. Gaylan, kendi hocası Ebû Üsame'nin bu haberi açıklayıcı

mahiyette: "Yani Hz. Peygamber, Enes'e şaka yapmıştır." dediğini söylemiştir.

Sonuç

Hz. Peygamberin duygu ve hisleri kimi zaman gözyaşı olmuş, kimi zamanda alnında

kabaran bir damar olarak ortaya çıkmıştır. Bir şeye işaret ettiğinde elinin tamamıyla işaret

ederdi. O, dili kötülüklerden korumak gerektiğini anlatırken dilini eliyle tutarak

göstermiş; takvanın yerinin kalp olduğunu söylerken de eliyle sol göğsüne işaret etmiştir.

Bir şeye şaşırdığında elini ters çevirir havaya doğru açardı. Konuşurken avuçlarını bir

araya getirir ve sağ elinin ayasını sol başparmağının iç tarafına vururdu.

Yapmacık hareket etmeyen, göz boyamaya ve gösteriş yapmaya çalışmayan bir insanın

tabi olan yüz ifadeleri neyse Peygamberin içinden geçirdikleri de aynı şekilde yüzüne

yansımaktaydı. Kızdığında yüzünü başka tarafa çevirirdi. Sevindiğinde gözlerini

32

indirirdi. Onun gülmesi çoğunlukla tebessüm idi. Gülerken de dişleri dolu taneleri gibi

görünürdü.

O her yönüyle mükemmeldi..

Kaynak: Peygamberimiz'in Şemaili, Prof. Dr. Ali Yardım, Damla Yayınları, İstanbul 2005.

Hz. Peygamberin Şemâili, Prof. Dr. İbrahim Bayraktar, İstanbul 1990.

Hz. Peygamberin Beden Dili, Doç. Dr. Mustafa Karataş, Nun Yayıncılık, 2008.

33

Albert Einstein Tanrı için "kendi yarattıklarını ödüllendirip cezalandıran bir varlık olamaz" demiştir. Einstein gibi büyük ve dindar bir dehanın bu sözlerinden ne anlamalıyız?

Bu soruya kısa kısa bir kaç noktaya işaret ederek cevap vermekte yarar vardır.

Einstein Yahudi asıllı olmakla beraber onun öyle abartılacak bir dindar olduğunu

söyleyemeyiz. Zaten bu tür ünlü bilim adamları veya filozofların sadece Allah‟a

inanmaları bile onları “dindar” olarak anılmalarına yeterli bir nedendir.

Farz-ı muhal Einştein çok dindar dahi olsa biz dinimizi ondan öğrenecek değiliz.

Matematik, Fizik gibi ilimlerde dahi olmak, din konusunda da dahi olmak anlamına

gelmez. Nice dahiler var ki tanrı - tanımazlıkta öncü rol oynamışlardır.

Bu adamın sözlerinin ne anlama geldiği üzerinde kafa yormak bize hiç bir fayda

sağlamaz.

Bununla beraber, onun böyle bir söz söyleyip söylemediğini kesin olarak tespit etmek

büyük önem arz etmektedir. Ayrıca yapılan tercümenin ne kadar doğru olduğu da

düşünmeye değer bir husustur.

Elimizde Allah‟ın kelamı, Resulullah‟ın sünneti ve milyonlarca İslam alimlerinin fikirleri

ortada iken başkasından medet ummak veya etkisinde kalmak biz müminlere yakışmaz..

Allah‟ın itaat edenlere mükâfatı, isyan edenlere ceza vereceğine dair pek çok ayet vardır.

Bu hususa işaret eden bir kaç ayetin meali şöyledir:

“Öyle ya, mümin olan, hiç fâsık gibi olur mu? Bunlar asla bir olamazlar. İman edip,

güzel ve makbul işler işleyenlere, yaptıklarına karşılık olarak Me’va cennetleri

vardır. Yoldan çıkmış fâsıkların ise barınakları cehennemdir...”(Secde(32/18-20).

“Kâfirler bölük bölük cehenneme sürülür. (...)Rab’lerine karşı gelmekten

sakınanlar ise bölük bölük cennete sevkolunurlar”(Zümer, 39/71,73).

“...Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan

cennetlere yerleştirir. Kim de itaatten yüz çevirirse onu gayet acı şekilde

cezalandırır.”(Feth,48/17).

Allah, bütün yarattıklarını sever ve merhamet eder. Fakat kişi kendi iradesiyle seçmiş

olduğu dalaletin neticesinde cehennemi hak ediyorsa bu durumu “Allah, kulunu

sevmiyor” diye değerlendirmek Allah‟ın rahmet ve adaletini suçlamak olur.

Nitekim terbiye ve eğitimde hem ceza hem mükafat uygulaması vardır. İkisi de adalet ve

merhametten gelir. Allah, da kullarını terbiye eder.

Çalışıp işinin hakkını veren, alnının teriyle para kazanan bir adamla, tembel ve görevini

alaya alan, işinden kaytarıp başkalarının üzerinden geçinmeye çalışan bir adama aynı

34

ücret verilip, aynı imkânların sağlanması acaba ne kadar âdil, ne kadar makul olabilir?

Dünyaya niçin geldiğini bilerek vazifelerini yapmak için çabalamış bir insanla, keyif

içinde gaflete dalmış, kulluğunu unutmuş, nefsine ve yaratılanlara zulmeden bir insanın

aynı mekânda yani cennette olması haksızlık değil midir?

Adalet sahibi olan bir hükümetin, zalimler için de elbette hapishaneleri olması lazımdır.

Adaletin varlığı ceza ve mükafat ile ortaya çıkar. Küfür ve sapıklıkla, yarattıklarının

haklarına girenleri, Cenab-ı Hakk cehennem ile cezalandırıyorsa elbette sonsuz adalet ve

hikmet sahibi olduğundandır. Çünkü bu dünyada zalimce yaşayanları ahirette

cezalandırmaması Allah‟ın adalet ve hikmetine zıttır.

Allah‟ı inkar etmek, Allah‟ın kâinatta görünen sıfat ve isimlerini de kabul etmemek ve

hiçe saymak demektir. Hem tüm yaratılanlar aslında Allah‟ın isimlerini üzerlerinde

gösteren aynalar gibidirler. Ve bu vazifeyi yapmak onlar için en büyük vazife ve en

büyük şereftir.

Fakat Allah‟ı inkar eden biri tüm varlıkların bu kutsi vazifede olduklarını da reddetmiş

olur. Onları değersizleştirir. Ve tüm kâinat kendilerini ve vazifelerini küçük gören her

inkârcıdan hak isteyecek Allah da mahlukatının hakkını muhafaza için adaletinin gereği

olarak kâfirleri cehenneme dahil edecektir.

Herkesin cennete gitmesi imtihan sırrını ortadan kaldırır

“Hayır! Kim bir kötülük yapar ve günâhı kendisini kuşatır (da kâfir olarak ölür)se,

işte onlar cehennem ehlidirler! Onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” (Bakara,

2/81)

“Îmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince, işte onlar cennet ehlidirler. Onlar (da)

orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” (Bakara, 2/82)

İnsan imtihan için bu dünyada olduğunu unutmamalıdır. İmtihan gereği olarak,

kazananlara mükâfat olacağı gibi kaybedenler için de elbette bir ceza söz konusudur.

Eğer herkes cennete gitseydi imtihan sırrı ortadan kalkacak ve yaratılışa zıt bir hal ortaya

çıkacaktı.

Bir ülkede herkes, hiç imtihan edilmeden çok önemli makam, mevki ve yüksek maaş

kazansa hatta tembeli de çalışkanı da hemen ya doktor, ya öğretmen, ya avukat vs.

oluverse o memleketin hali ne olur acaba? Çalışkan, namuslu kimselere bu, zulüm olmaz

mı? Adalet nerede, merhamet nerede diye feryat edilmez mi?

“İşte onlar var ya, mükâfâtları Rab’lerinden bir mağfiret ve altlarından nehirler

akan cennetlerdir; (onlar) orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Artık (böyle) amel

işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir!” (Âl-i İmran, 3/136)

Cennet, cennete layık olanlar için Allah‟ın bir ihsanı, ikramı, mükafatıdır… Şayet Allah,

herkesi cennete koysaydı cennet mükâfat olmaktan çıkardı.

35

Peygamberimiz (s.a.) secdeyi eksik yapan kimseye "sen namaz kılmadın" demiştir. Buna göre tadil-i erkana uymayanın namazı kabul olur mu?

Vacipleri yapmamak namazı bozmaz. Bu bakımdan vacibi terkedenin namazı geçerli olur

ancak sevabı azalır. Bilerek terketmek ise caiz değildir. Tadil-i erkana riayet etmek vacip

olduğundan terkinde namaz bozulmaz. Ancak kasten terkeden günahkar olur.

Bahsettiğiniz rivayet şöyledir:

Rifâa İbnu Râfi' (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz mescidde iken bedevî kılıklı bir adam

çıkageldi. Namaza durup, hafif bir şekilde (yani rükunleri, tesbihleri kısa tutarak) namaz kıldı.

Sonra namazı tamamlayıp Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a selam verdi: Efendimiz:

"Üzerine olsun. Ancak git namaz kıl, sen namaz kılmadın!" buyurdu. Adam döndü

(tekrar) namaz kılıp geldi, Resûlullah'a selam verdi. Aleyhissalâtu vesselâm selamına

mukabele etti ve:

"Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!" dedi. Adam bu şekilde iki veya üç sefer aynı

şeyi yaptı, her seferinde Aleyhissalâtu vesselâm:

"Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!" dedi. Halk korktu ve namazı hafif kılan

kimsenin namaz kılmamış sayılması herkese pek ağır geldi.

Adam sonuncu sefer:

"Ben bir insanım isabet de ederim, hata da yaparım. Bana (hatamı) göster, doğruyu

öğret!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:

"Tamam. Namaza kalkınca önce Allah'ın sana emrettiği şekilde abdest al. Sonra (ezan

okuyarak) şehadet getir. İkâmet getir (namaza dur). Ezberinde Kur'ân varsa oku, yoksa

Allah'a hamdet, tekbir getir, tehlîl getir, sonra rükuya git. Rükû halinde itmi'nâna er

(âzâların rükûda mûtedil halde bir müddet dursun). Sonra kalk ve kıyam halinde itidâle

er, sonra secdeye git ve secde halinde itidale er, sonra otur ve bir müddet oturuş

vaziyetinde dur, sonra kalk.

İşte bu söylenenleri yaparsan namazını mükemmel (kılmış olursun). (Bundan bir şey)

eksik bırakırsan namazını eksilttin demektir."

Râvi der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu sonuncu sözü Ashâb'a önceki:

(Dön, namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!) sözünden daha kolay (ve rahatlatıcı) oldu.

Zîra (bu söze göre), sayılanlardan bir eksiklik yapan kimsenin namazında eksiklik

oluyor ve fakat tamamı hebâ olmuyordu." [Tirmizî, Salât 226, (302); Ebû Dâvud, Salât

148, (857-861); Nesâî, İftitah 105, (2, 193), 167, (2, 225).]

Bu rivayette Peygamberimiz'in uyarılarının eğitim amaçlı olduğunu görmekteyiz. Zira

rivayetin sonunda namazın kemal manada kılınmış olmadığı belirtilmiştir. "Sen namaz

kılmadın" demesi "kemal manada bir namaz kılmadın" anlamındadır. Kılınan namaz

geçerlidir ancak kemal manada bir namaz değildir.

İlave bilgi için tıklayınız: TA'DİL-İ ERKAN...

36

Lut peygamberin karısının helak edilmesi konusunda; Hicr suresi, 60. ayette "elçilerin takdir etmesi" ne anlama gelmektedir?

Hicr Suresi, 57. - 60. Ayetlerin Mealleri:

57. "Ey Elçiler! Göreviniz nedir?" diye sordu.

58. Dediler ki: Aslında biz, suçlu bir kavme (ceza vermek için) gönderildik.

59. Yalnız Lût'un ailesine zarar gelmeyecek, onların hepsini kurtaracağız.

60. Fakat karısı hariç! Biz onun da geride kalanlardan olmasını takdir ettik.

«Kadderna» fiili, hükmettik, takdir ettik mânâsındadır. Yani onun kâfirlerle beraber

azaba maruz kalmasını takdir ettik. Bu takdir hüküm, Allah'ın fiili olmasına rağmen

mecazen meleklere isnad edilmiştir. Çünkü onlar manen Allah'a yakındırlar ve O'nun

elçileridirler. Başka bir deyişle Allah ile mahlukatı arasında bir vasıtadırlar. (bk. Ali

Arslan, Büyük Kur‟an Tefsiri, Arslan Yayınları: 9/245-254.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hud Suresinin 77 - 78 - 79 - 80 - 81. ayetlerin tefsiri ve Lut kavmi'nin helak edilmesi

hakkında bilgi verir misiniz?

37

Küfür ve şirkin küçüğü büyüğü olur mu? “Büyük küfür, şirk veya inkardır; küçük küfür ise günahlardır” şeklinde bir anlayış doğru mudur?

İslam kaynaklarında “büyük şirk, küçük şirk(riyakârlık)" kavramları vardır. Büyük küfür-

küçük küfür kavramları yoktur. Küçük küfür kavramı son zamanlarda bazıları tarafından

ortaya atılmıştır. Arap ve Türk internet sitelerinde kopyalama usulüyle oldukça yaygın bir

yer almıştır.

Küçük küfür diye soruda ifade edilen hususlar, daha çok “nankörlük” manasında

kullanılmıştır. İrşad üslubu açısından yapılan uyarıların daha etkin olması için bu sözcük

tercih edilmiştir.

Bizim bildiğimiz kadarıyla; İslam kaynaklarındaki bilgilere göre; “itikadî küfür, amelî

küfür” kavramları doğrudur.

Ancak, itikadî olan küfre “büyük küfür”; amelî olan küfre “küçük küfür”

demek doğru değildir. Bu iddia sahiplerine göre, “itikadî küfür, sahibini İslam dininden

çıkaran küfürdür. Amelî küfür ise, sahibi İslam dininden çıkarmayan küfürdür. Böyle bir

kategorî, ehl-i sünnetten ziyade “Mürciye” ekolünün hortlatılmış görüşlerini

çağrıştırmaktadır.

Çünkü, İslam alimleri “amelî “olan küfre de (küçük kaydı koymaksızın) küfür diyorlar.

Mesela; Din ile alay etmek; Mushaf‟ı pis bir yere atmak, Hz. Peygamber‟e sövmek bu tür

amelî bir küfürdür. Yani itikadında Kur‟an Allah‟ın kelamı; Hz. MUhammed Allah‟ın

resulü olduğunu kabul etse bile, kişi, bu amelî küfürden dolayı kâfir olur.

Buna karşılık itikadî sayılan, niyete bağlı olarak kalpten çıkan riyakârlık, “küçük şirk”

olarak kabul edilmektedir.

İşin aslı şu olmak gerektir: İman da imansızlık da kalbe ait unsurlardır. Ameller ise,

kalpteki itikadın veya itikatsızlığın/iman veya küfrün dış boyutuyla görülmesini sağlayan

hususlardır. Mesela, namaz kılan bir kimsenin kalbinde iman olduğuna hükmedilir. Puta

tapan bir kimsenin kalbinde ise küfür, şirk olduğuna hükmedilir.

Bir kimsenin mürted olması için itikadî, amelî veya kavlî/sözlü olarak küfrü gerektiren

bir tutum sergilemesi yeterlidir. Küfürle ilgili ortaya konan söz veya fiil, ister inadî, ister

istihzaî, ister itikadî olsun sahibi mürtet, kâfir olur. İçkiyi helal sayan, namazı farz kabul

etmeyen; Allah‟a, peygamberlere, meleklere küfrden kimsenin durumu da böyledir(bk.

el-Fıkhu‟l-İslamî, 6/183-184).

İslam, zahire göre hükmeder. Yani bir kişinin inanç kimliği ancak ifade ve tavırlarından

tespit edilebilir. İnsanın iç ve kalp dünyasındaki hedef ve niyeti ancak Allah ile kul

arasındadır. Bu sebeple bir insanın zahir ifade ve tavırlarında küfrü gerektiren bir hal

varsa, zahiren ve hukuki açıdan bu kişi küfürde kabul edilir. Belki iç dünyasında ve

niyetinde öyle bir hal yoktur. Yani iç dünyasında Müslüman, dış dünyasında küfür içinde

olabilir. İç dünyası bize gaybi ve meçhul olmasından dolayı biz onunla mesul olmayız, o

Allah ile kul arasında olan bir durumdur. Günümüzde niyet ve kalp noktasından

Müslüman iken, zahiri hal ve ifade noktasından küfürde olan çok insanlar vardır. Bu da

38

cehaletten ileri geliyor.

"Küfür kalbe ait bir özelliktir. Bu durumda zünnar bağlamak veya ona

kıyas edilen şapka, nasıl küfür olur?” şeklindeki soruya cevap veren Bediüzzaman

hazretlerinin şu ifadeleri de konumuza ışık tutacak mahiyettedir:

Şeriat gizli şeylere emarelerle itibar eder. Hatta bu sırdan, zahiri sebepleri illet makamına

koymuştur. İşte, bazı türü rükuya mani olan papaz kuşağı giymekte ve secdeye engel olan

şapkayı takmakta, ubudiyetten istiğna alâmeti vardır.

Keza, onların gidişat ve dinlerini beğenmeyi ima eden kendini onlara benzetmek vardır.

Gizli olan küfür özelliğinin yokluğuna kati hükmedilemediğinden, zâhir olanla hüküm

verilir. (bk. İşaratu‟l-İ‟caz, Bakara 6. ayetin tefsiri)

39

Allahümme innî ürîdü en üceddidel imane tecdiden bi kavlî lâ ilahe illallah Muhammeden resulullah. Bu duanın anlamı nedir?

Allahümme innî ürîdü en üceddidel imane tecdiden bi kavlî la ilahe illallah Muhammeden

resulullah.

Manası: Allah'ım, muhakkak ki ben "lâilahe illallah" sözü ile imanımı yenilemeyi arzu

ediyorum.

İlave bilgi için tıklayınız:

“İmanınızı 'Lâ ilâhe illâllah' ile yenileyiniz” diye bir hadis var mıdır? Varsa iman

tazelemeyi nasıl anlamak gerekir?

40

“Yemin ederim ki, kişinin başına demirden bir şişin, bir çivinin çakılması, yabancı bir kadına dokunmasından daha hafif kalır.” Anlamındaki hadisin kaynağı nedir?

Evet bu anlama gelen hadisler vardır:

“Yemin ederim ki, kişinin başına demirden bir şişin, bir çivinin çakılması, yabancı

bir kadına dokunmasından daha hafif kalır.” (Taberani Rivayet etmiştir. bk.

Mecmau‟z-Zevaid, 4/326/h. no: 7718)

”Kadınlarla baş başa (halvette) kalmaktan sakının. Nefsim elinde olan Allahü

teâlâya yemin ederim ki, bir kişi bir kadınla yalnız kalınca, mutlaka aralarına

şeytan girer. Bir kimsenin çamura bulaşmış bir domuzla sıkışmış durumda olması,

o kimse için kendine helâl olmayan bir kadına -omuz omuza- dokunup

sıkışmasından daha hafif kalır.” (Taberani Rivayet etmiştir. bk. Mecmau‟z-Zevaid,

4/326/h. no: 7717)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir? Kız arkadaşlarla

konuşmanın bir sakıncası var mıdır? Bu konuşma teke tek değil de bir toplumun

içinde, sokakta veya birkaç kişinin yanında olursa bir mahzuru var mıdır?

41

“Yemin ederim ki, kişinin başına demirden bir şişin, bir çivinin çakılması, yabancı bir kadına dokunmasından daha hafif kalır.” Anlamındaki hadisin kaynağı nedir?

Evet bu anlama gelen hadisler vardır:

“Yemin ederim ki, kişinin başına demirden bir şişin, bir çivinin çakılması, yabancı

bir kadına dokunmasından daha hafif kalır.” (Taberani Rivayet etmiştir. bk.

Mecmau‟z-Zevaid, 4/326/h. no: 7718)

”Kadınlarla baş başa (halvette) kalmaktan sakının. Nefsim elinde olan Allahü

teâlâya yemin ederim ki, bir kişi bir kadınla yalnız kalınca, mutlaka aralarına

şeytan girer. Bir kimsenin çamura bulaşmış bir domuzla sıkışmış durumda olması,

o kimse için kendine helâl olmayan bir kadına -omuz omuza- dokunup

sıkışmasından daha hafif kalır.” (Taberani Rivayet etmiştir. bk. Mecmau‟z-Zevaid,

4/326/h. no: 7717)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir? Kız arkadaşlarla

konuşmanın bir sakıncası var mıdır? Bu konuşma teke tek değil de bir toplumun

içinde, sokakta veya birkaç kişinin yanında olursa bir mahzuru var mıdır?