1. dünya teknoloji tarihi · birinci sanayi devrimi (1770-1850), ortaya çıktığı 18. yüzyıl...
TRANSCRIPT
1
Dünya ve Türkiye'de Sanayi Devrimleri,
Dijital Çağ: Dün, Bugün, Yarın
Dr. Faruk Ağa Yarman
Reha Denemeç
1. Dünya Teknoloji Tarihi
Tarihsel perspektiften insanoğlunun teknoloji serüvenine baktığımızda; ilk birkaç milyon
yılda, gündelik ihtiyaçların icat edilen ve el becerisiyle geliştirilen, taş, tahta, metal işleyen
araçlar ile yaşamı kolaylaştırdığı görülür. Mağaralara sığınmış toplayıcılık ve avcılıkla
hayatta kalan ilk insan, zamanla su boylarına yerleşerek tarım ve hayvancılığı öğrenerek
tarım toplumuna geçmiştir. Gezegenimizde uygarlık, arkeoloji müzelerinde nerdeyse üç
yüzyıl öncesine kadar ortak bir resme işaret eder: Ateşin icadından, buhar gücünün
kullanılmasına kadar, nüfusu 100 binin altına sıkışmış, giderek kentleşen yerleşim
merkezleri etrafındaki köylerde tarım yapan köylülerin beslediği, kent soylu zanaatkarlar;
gıda saklamak için amforalar, toprak, cam, bronz kap kacak yapmayı da öğrenir, bunları
yapacak alet ve edevatı geliştirmeyi de. Kuvvet çarpanı olarak kaldıraç, çıkrık, halat, balta,
bıçak, çekiç ve benzerleri aletler icat edilir, geliştirilir hayatın paçası olur. Teknoloji Antik
Yunanda “zanaat-hüner bilgisi” anlamında kullanır.
Elbette ateşin ve tekerleğin insan hayatına girmesiyle yaşanan sıçramayı azımsıyor değiliz.
Ama taş devrinden maden çağına geçiş, herhalde teknolojik ve dolayısı ile sosyal
dünyamızı çok daha derinden ve daha hızlı değiştirmiş olmalı. Eldeki birincil doğal
kaynakları, aletler ve süreçler tasarlayıp geliştirerek, icat edilen yeni ürünlere dönüştürüp
daha kolay hayatlar kurma çabamız çok eskilerden beri var. Ama tarih içinde zamanla asıl
değişen galiba boyut ve mesafelerde bu işi metrelerden büyüğe doğru kilometrelere, hatta
gezegenlere erişime, küçüğe doğru ise atomik, nükleer ve hatta çekirdek altı kuvantik
ölçeklere indirgemek son asrın eseri. Kol kuvveti ve beygir gücünden kiloton ve
gigawat’lara geçiş de öyle.
1.1. İlk Üç Sanayi Devrimi
Yazılı tarihte Sümer ve Mısır’dan başlayarak; Arkaik ve Antik Çağlarda beşeri ve
hayvani kas kuvveti, su, rüzgar (değirmen ve yelkenler) ve bilinen aletlerle
ancak birkaç on ile çarpılabilir hale gelmişti. Toprak üstünde yükselen yapılar giderek
birkaç kattan onlarca kata uzanırken, süratimiz piyadeden atlıya, trenliden roketliye
yükselebilmiştir. Tabi aynı zaman dilimlerinde bilgi depolarımız; tapınak
duvarlarında taşa oyulmuş bir kaç satır yazıttan, yüzlerce kil tablete, devamında
binlerce papirüs sayfasına, sonra da kağıtla onbinlerden milyonlarca kitaba uzanır
hale gelmiştir. Şimdi ise bilgi otoyolları üzerinden terabaytlarca bilgi anında
parmağımızın ucundadır.
Birinci sanayi devrimi (1770-1850), ortaya çıktığı 18. yüzyıl sonlarına kadar çok
yavaş devinen, değişimin ve değişme hızının da düşük olduğu bir sosyal manzaradır.
Sonuçta insanoğlu tarım toplumu ve onun sağladığı oldukça sınırlı teknolojik
olanaklarla, su boylarına sıkışmış bir kentsel çevreye yerleşmek zorunda
kalmıştır. Su kemerleri ile doğal su depolarına bağlı sarnıçlar tarih öncesinden beri
biliniyordu. Ama su gücünü yoğun olarak imalatta kullanma fikri bu dönemde hayata
2
geçirildi. Bunun sonucunda ise kentsel oluşumlar su boylarına daha fazla bağımlı hale
geldi. Bu yerleşkelerde, bilim ve sanatta gelişirken; sulama kanalları, su değirmenleri,
“Arşimed Burgusu” pompalar, bugün için bile karmaşık sayılabilecek hidrolik sistem
tasarımlarına dönüşmüştür. Eskiden su boyundaki yerleşkedeki kanal sadece tarım ve
evde su kullanım ihtiyaçlarına yönellik iken, birden bire hidrostatik basınç ve su
debisi birer enerji kaynağına dönüşecektir. Yel ve su değirmenlerinin sağladığı kuvvet
çarpanı üretimde el sanatlarından daha yoğun imalat imkanı doğurunca, bilim ve
teknolojiye yönelerek zihin gücü ile yeni üretim sistemi kuranlar ve o ürünleri
tasarlayıp geliştirenler ile, imalathanelerde emeği ile çalışanlar ayrışmaya başlar. Bu
ise birinci sanayi devriminin özüdür. Teknoloji bir kere daha tarihte sosyo kültürel
dokuyu yeniden yapılandırmaya yönelmiştir.
İkinci sanayi devrimi (1850-1900) aslında nehir boyunda oturma zorunluğu yerine,
kaynatacak bir kazan su bulunacak her yerde imalathane kurabilme serbestisiyle
başlar. Bugün motor olarak adlandırdığımız cihazın su değirmeninden kara tren
lokomotifine dönüşmesi, enerji kaynağı olarak akan suyun kinetik enerjisi yerine, su
buharının ısıl enerjisinin kullanılmasıyla mümkün olmuştur. 19. yüzyılın ortalarına
adreslenen bu dönem "Kontratief Dalgası" diye adlandırılan süreçte motorda buhar
gücüne dayalı tahrik kavramı üzerinde gelişir. Bu yarım asırlık döneme damgasını
vuran tek yenilik tabii ki sadece atlı arabalarından kara trene, yelkenli gemiden
istimbota geçiş değildir. Coulomb, Gauss, Faraday ve Ampere gibi fizikçilerin
elektrik ve manyetik alanlardaki yasalarını dört denklemde toplayan Maxwell’in
"Elektromanyetik Alanlar Kuramı”nı tamamlaması da bu döneme denk gelir. Ancak
bu kuram; modern elektrik makinaları yapılana kadar elektro-tekniğe, radyo ve
telefon hayatımıza girene kadar da haberleşme mühendisliğine bariz bir katkı
yapamayacaktır.
Üçüncü sanayi devrimi (1900- 1940) ile, sanayiye ve toplumsal yaşama elektriğin
girmesi ile elektrik motorlarının yoğun kullanıldığı yeni bir dönem başlar. İlk iki
sanayi devrimi gibi, üçüncü sanayi devrimi de bir çeşit motorizasyona endekslenmiş
gibidir. Ancak elektronik/elektromanyetik öğretisinin sağladığı teknolojik yeniliklerle
ile bilişimin sosyal yaşamımızı şekillendirmesine daha epey vakit vardır.
Dördüncü Sanayi Devrimi (1940-1970) İkinci Dünya Savaşı sonlarında dünya
gündemine oturan ve ABD ile Sovyetler arasındaki süren Soğuk Savaş dönemine
damgasını vuran dönemdir. Mühendislikte otomatize edilmiş hareketlilik ile
motorizasyon tutkusu aşılarak önce elektronik dünyamız kurulmuş, oradan da bilgi ve
iletişim teknolojilerinin hakimiyetine girerek küreselleşen bir dünya ortaya
çıkmıştır. Bu dönemde, önceleri biraz antik çağları çağrıştıran makine mühendisliği
giderek karmaşıklaşır. Yanmalı motor kömür tekelinden kurtulur. Benzinli motor bir
taraftan gelişmeye devam ederken, termodinamikteki gelişmeler doğrultusunda dizel
motorlar devreye girer ve pazardan önemli paylar alır. Teknoloji dünyamızda enerji,
hidrolik kaynaklardan termal kaynaklara dönüştüğü gibi, termalden nükleere, ordan
da akıllı yenilenebilir kaynaklara (yine su, yine rüzgar ve güneş ama ileri teknolojik
uygulamalar ile) yönelecek, yüksek ve yoğun güç tutkusu teknoloji tarihindeki tahtını
bilgi ve iletişim teknolojilerine bırakacaktır.
3
1.2. Dijital Devrim
Fizikteki gelişmeler üzerine kimyasal pil, elektrik devreleri ve manyetizma derken 19.
yüzyılda Maxwell'in formüle ettiği elektromanyetik dalgala kuramır, önce elektrik
motorları ve jeneratörleri, ardından da klasik haberleşme mühendisliği ile radyoyu,
telgrafı, telefonu, televizyonu ve daha sonra da bilgisayarı hayatımıza sokmuştur. Bütün
bunlar yaşanırken elektrik dünyasında sanayi ağırlıkları değişerek, elektromekanik ve
klasik haberleşme, otomasyon ve beyaz eşya endüstrileri olarak gelişir. Ardındaki
nümerik matematik kuramı iki üç asır öncesine ait olsa da; Manhattan Projesinde bir
hesap makinası olarak ilk tüplü bilgisayar icat edilir. Böylece nükleer alanda "Boltzman
Transport Denklemi"ni bomba yapabilmek için çözmek adına tasarlanan ve tüplü
elektronik devrelerden oluşan ilk bilgisayar yeni bir çağın habercisi olur.
Geçtiğimiz yüzyıl herhalde dünya tarihine; askeri önceliklerle geliştirilen teknolojilerin,
daha sonra topyekün sanayiye aktarılarak günlük hayatımızın en hızlı değiştiği bir
dönem olarak geçecektir.
1947 yılında bulunan transistör, elektronikte dünyamızı tüplü devrelerin tekelinden
kurtarıp yarı iletken devre elemanlarına taşır. Bu dönüşüm insanoğlunun antik
çağlardan beri taşıdığı analog zihin dünyasını giderek dijitalleştirecektir. Önceleri askeri
amaçlar ile kullanılan bilgisayarlar, giderek sivil kamuda uygulama alanları bulacak,
oradan özel sektöre ve sonunda vatandaşın bireysel hayatına erişecektir. Transistörün
keşfinden 20 yıl sonra yine askeri amaçlarla kurulan Arpanet daha sonra internete
dönüşerek bilgisayarın sosyal kaderini paylaşacaktır. Böylece sosyal ve bireysel
dünyamız, bu kez de iletişim teknolojikleriyle bir kez daha kökten değişmiştir.
1970’li yıllarda evlere giren kişisel bilgisayarlar, zaman bölüşümü, video oyunlar,
analog bilginin giderek dijitalleşmesi ile veri girişinin meslek hayatlarımızda yaptığımız
işlemlerle eş zamanlı işlenir hale gelmesine neden olur.
Bütün bunların sonucunda 1980’li yıllarda kişisel bilgisayarların asker-sivil kamuda
olduğu kadar, sanayi ve ticari işletmelerde yayılması, eve ve okula girmesi artık
gelişmişliğin ölçütü olacaktır. Bankalarda ATM cihazları, gündelik alışverişte POS
makinaları ve kredi kartları, görsel ve işitsel dünyalarımızda dijitalleşme, robotikte
önümüzün açılması hep bu döneme denk gelmiştir.
1980’li yıllarının ortalarında ABD’de evlerde kişisel bilgisayar ve internet kullanımı
%8’lerin üstündeyken, 1990’lı yıllara gelindiğinde bu oran %15’lere, orta ve üstü sınıfta
ise %25’ler seviyesine ulaşmıştır.
1990’lı yıllarda küresel ağlar gündelik hayatımıza girmeye başlar. İş ve özel
hayatlarımızda internet kitlesel bir kültürün olur. Oysa o yıllar henüz internete giriş
oldukça karmaşık yollardan yapılmaktadır.
Bilgisayar teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak bir de telefonda mobil
dünyasına gelinir. Önceleri erişim bulunan her yerden, herkesin herkesi arayabileceği
bir cihaz olarak gelişen cep telefonu, zamanla sesten daha ucuz olduğundan, kısa text
mesajlaşma fırsatı da verir. Bu alışkanlık yaygınlaştıkça bizim gibi sözel toplumlarda
bile yazılı kültüre bir geçiş yaşanacaktır. 2000’li yılların başında artık sosyal
etkinliklerde, konferans, toplantı ve sinema salonlarındada “lütfen cep telefonlarınızı
4
sessize alın”lar başlar. Artık dünya iyice dijitalleşmiştir. Daha 2005’te dünyada bir
milyar internet kullanıcısı vardır. Kamu ve Özel sektörde dijital devrimi
içselleştiremeyenlerin uygar dünyanın nimetlerinden yararlanamayacağı çok bellidir.
Öncü gelişmiş ülkelerde elektronik ve yazılım sanayii on milyarlarca doları sektörde
öncü konum kapmak ve korumak üzere Ar-Ge yatırımları yaparlar. Ayrıca bu stratejik
önemi haiz şirketler kök saldıkları ülkelerde devletin koruma ve gözetimi altındadır.
Nihayet 2010’a geldiğimizde yaygın interconnection, mobil ağ cihazları, internet siteleri
ve kaynaklar, sosyal siteler ve akıllı telefonlarıyla dijital toplum dünyası alıp başını
gidecektir.
Böylece 19. yüzyılın ortasında Maxwell’in yazdığı dört denklem; bir asır sonra tüplü,
transistörlü, entegre devreli bilgisayarlar ve önce sabit hatlı sonra da mobil telefonlar
derken, cebe girecek kadar küçülerek, dünyanın tüm bilgi birikimine ulaşma imkanı
verir. Artık bilgi dağarcığımıza giderek daha büyük bilgileri yüklemek daha kompakt
devrelerle daha yoğun işlemler gerçekleştirmek mümkün olmuştur. Böylece tıpkı sanayi
devrimlerinin sonunda bilgi çağına geçerken olduğu gibi nasıl teknolojik ağırlık “ü”dan
“bilişim”e kaydıysa; giderek dijitalleşen dünyamızda da ağırlık, donanımdan yazılıma
kaymıştır.
Sanayi devrimlerinin sosyo-teknoloji perspektifinin genelde çağrıştırdığı ana fikir,
ekonomik yaşamda üretkenliğimizin kuantum zıplamalar yaptığı sosyal değişim
evrelerine işaret eder. Bu devrimler, ekonomik açıdan, üretim maliyetlerini düşünmekle
kalmaz; üretim girdileri için de sınırsız bir arz atmosferi yaratır. Devrimin sağladığı
olanaklar üretimde; sermaye, enerji, hammadde ve işçilik açısından insanoğluna
mucizevi esneklikler sağlar. Oysa bugün sanayi, daha doğrusu teknoloji devrimi
denildiğinde sıradan yurttaşın aklına en önce gelen bilgi ve iletişim yani bilişim
teknolojilerinde yaşanan devrimdir. Çünkü artık evimizin mutfağında buzdolabı,
bulaşık makinası, banyosunda çamaşır makinası, salonunda televizyon, masamızda
bilgisayar, cebimizde gece-gündüz mobil telefon var. Modern yaşamın ayrılmaz
parçalarında artık elektrik motorundan çok, elektronik cihazlar kullanılarak, bilgi ve
iletişim ihtiyaçlarıyla örülmüş ve giderek bireyselleşen sosyal bir dünya doğmuştur.
Yaşanan devrimlerin ekonomik dünyamızın izdüşümüne bakıldığında: 19. yüzyıl
başlarında tüm dünya ülkelerinde kişi başına yılda bir kaç yüz dolardan ibaret olan milli
gelir düzeyleri, yukarıdaki trendleri yakalayan ülkelerde birinci sanayi devrimi sonunda
(1990 ABD Doları endeksli satın alma gücü paritesine/PPP göre) 2 bin dolarlar,
ikincisinin sonunda 4-5 bin, üçüncüsünün sonunda 7-8 bin, dijital devrim ile de bugün
30 bin dolarlar ve üstünü görmeyi başarmıştır. Gayrı safi milli hasılalarda yıl yıl
yaşanan üstel artışların makroekonominin arz kanadında (ve onun tetiklediği talebin)
“teknolojik gelişme çarpanı” olduğu 1950’li yıllarda anlaşılmıştır. Özellikle 19. yüzyıl
sonundan itibaren milli gelirdeki yükselişlerin başında ülke ekonomilerinde tarım
sektörü, çalışan nüfusun nerdeyse tamamını istihdam ederken, üçüncü sanayi
devrimiyle birlikte tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinde istihdam oranları birbirlerine
yaklaşmış, bilgi devrimi sonrasında ise tarımda istihdam yüzde bir kaçlara inerken,
sanayi sektöründeki (mavi yakalı) istihdam oranları %40’ların altında stabilize olurken,
hizmetler sektöründeki istihdam oranlarında (beyaz yakalıların artışına bağlı) bir
yükselme yaşanmaktadır. ABD verilerine bakacak olursak hizmet sektöründe
çalışanların, tarım ve sanayi sektörlerinde çalışan nüfus toplamının nerdeyse iki katına
ulaştığını görürüz.
5
Bugün artık ülkelerin teknoloji ve ürün geliştirme önceliklerinin tematik alanlara
göre dağılımını, ülkelerin Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge) bütçelerindeki yüzdelerinde
görebiliriz. Başta ABD, Batı Avrupa, Rusya ve Çin olmak üzere, gelişmiş
ekonomilerde; Ar-Ge'den en büyük yatırım alan kalemler: Savunma, uzay-havacılık,
enerji ve sağlık olarak göze çarpıyor. Savunma dediğimizde ise akla platformlar
(kara-otomotiv, hava-uzay, sualtı ve su üstü deniz), silah, sensör ve mühimmat,
elektrik-elektronik, bilgi ve iletişim, optik/elektro-optik, mekatronik gibi alanlar
aklımıza gelir. Savunma Ar-Ge’sinin önemi, askeri amaçlarla başlasa da bir süre
sonra ortaya çıkan ürün ve teknolojilerin topyekün sanayide kendisine ekonomik
açılımlar buluyor olmasıdır. Bu paradigma biraz da İkinci Dünya Savaşı ve hemen
ardından gelen Soğuk Savaş döneminin izlerini taşıyor. ABD’de Soğuk Savaş
dönemi sonunda, savunma Ar-Ge bütçesinin toplam milli Ar-Ge Bütçesi’ndeki
ağırlığı %60’lardan %40’lara gerilemekteyken milenyumun dönemecinde yeni bir
dönem açılmış gibi görünüyor. ABD’de 11 Eylül felaketiyle başlayan, Arap Baharı
ve halen Suriye trajedisiyle devam eden krizler zinciri, Soğuk Savaş dönemindeki
gibi askeri Ar-Ge harcamalarını yukarı itmektedir.
Dünya Sanayi Devrimleri ve ardından gelen Dijital Devrim ile bunları yaşayarak bazı
ülkelerde tarım toplumundan bilgi toplumuna dönüşülürken; bizim coğrafyamız
neyle meşguldü? Bu soruyu cevaplarken, ülkemiz için 20. yüzyıl boyunca “daima
çok geç, daima çok az” sloganını kullanmak pek de abartılı olmayacaktır.
2 Türkiye'nin Sanayileşme Süreci
Türkiye sanayileşme girişimleri çoğu zaman sanıldığının aksine 20. yüzyılı beklemedi.
Özellikle Osmanlı’nın bazı vilayetleri yukarıda anlatılan dönüşümü doğallıyla
yakalamaya çalıştı. Ama Osmanlı çok büyük ve kozmopolitti. İmparatorluk merkezde
bu çabayı ıslahatlarla yakalamaya çalışmaktaydı.
2.1. Yirminci Yüzyıl
Osmalı İmparatorluğu 20. yüzyılın başına kadar üç kıtanın kavşağındaki devasa
topraklarıyla Balkanlarda dahi tarım toplumundan çıkma ihtiyacını pek hissetmemiş
gibiydi. Zaten bilim ve teknoloji alanında İmparatorluğun duraklama döneminden bu
yana pek bir hareketlenme görülmediği gibi, gündelik yaşama yeni teknolojilerin
girişi, halk arasında “gavur icadı” kavramı ile dile gelen bir değişime direnç
göstergesiydi.
Yukarıda değindiğimiz, Motorizasyonda elektrik kullanımı öyküsü, Osmalı’da
ağırlıklı olarak aydınlatmada elektrik kullanımına dönüşür. 1902 yılında Tarsus'da
kurulan küçük güçteki hidroelektrik santralini saymazsak, ilk büyük elektrik üretimi
1914 yılında İstanbul'da kurulan Silahtarağa termik santralidir. Yani Türkiye'de
elektrik enerjisi kullanımı batıdan yaklaşık çeyrek asır sonra başlamış, ama
yaygınlaşması daha da uzun zaman almıştır. (Acaba erken Cumhuriyet yıllarında
İstanbul’un sanayideki öncülüğü bu santralla ne kadar ilişkilidir? Bu sorunun
cevabını bu makalede tartışmayacağız.)
Bilim ve teknolojide geri kalma, uzun vadede ekonomik, sosyal ve siyaset üzerindeki
etkilerinin dışında; Osmanlı’nın askeri tarihine düştüğü “yenilgi kayıtlarıyla” da
hayat bulur. Bu kayıtlar savunma ve güvenlik alanında meselenin ilim ve fende geri
6
kalmak olduğunu 18. yüzyıldan başlayarak sorgular olmuştur. Bu bağlamda Türk
mühendisliğinin doğuşuna bir göz atalım. Göreceğiz ki, mühendislik bu topraklarda
kendiliğinden yeşermemiş, Sanayi Devrimini yapan ülkelerden “ithal” yoluyla
gelmiştir.
Ruslarla savaşta Osmanlı donanmasının Çeşme önlerinde yaşadığı bozgunu askeri
eğitimdeki zaaflara bağlayan analizler, padişah III. Mustafa'yı ikna eder. Cezayirli
Hasan Paşa'nın inisiyatifiyle Mühendishaneyi Bahri Hümayun Kasımpaşa'da kurulur.
Okulun Mühendishane olarak kurulmuş olması aslında zaafiyetin sosyokültürelden
ziyade, fenni alanda olduğunun bir delili olmalı. Daha sonra III. Selim zamanında
1795’te kurulan Mühendishane-i Berr-i Hümayun'da ise haritacılık, gemi inşaat,
inşaat mühendisliği ve balistik, öğretimi amaçlandı. 1847'de mimarlık eğitimi de
verilmeye başlandı.
Mühendishane, her ne kadar bir askeri okul olsa da, sivil öğrenci ve hoca da kabul
ediyordu. Sadece asker değil devlet adamı ve profesyonelleri de yetiştiren okulun ilk
Cumhurbaşkanı mezunu İsmet İnönü’dür. Tıpkı topçu kökenli buradan mezun diğer
parlak Osmanlı zabitleri gibi. Genç Cumhuriyetin ilk kamusal sanayi yatırımlarında,
İnönü’nün bu eğitimi herhalde etkili olmuştur. Cumhuriyet kurulduktan dört yıl
sonra, sanayileşme hamlesine mühendis yetiştirmek üzere okul "Yüksek Mühendis
Mektebi”ne dönüştürülür. İkinci Dünya Savaşında yurtdışından pek çok akademisyen
transfer eden okul, savaşın sonlarına doğru da İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)
adını alacaktır. 8. ve 9. Cumhurbaşkanları Turgut Özal ve Süleyman Demirel,
Başbakanlar Necmettin Erbakan ve Binali Yıldırım da İTÜ mezunudur.
20. yüzyılda, devlet politikalarına yön veren bu mühendis kökenli siyasi liderlere
rağmen, Türkiye Cumhuriyet’inde sanayileşme hamlesinin olgunluğa bir türlü
erişememiş olması tartışmaya muhtaç bir meseledir. Dijital çağı sonradan yakalayan
pek çok başka ülkede de, ilk mühendis mektebini kurarken hocaları daha ileri
ülkelerden getirme veya bu ülkelere hoca yetiştirmek üzere öğrenci gönderme
uygulamaları yaşanmıştır. Keza Sanayi Devrimine ilk adımlarını atarken, ulusal
sanayi temellerini dışarıdan teknoloji transferine dayamanın örnekleri de çoktur.
Ancak bu maceradan gelen Uzak Asya Kaplanları olarak andığımız ülkeler,
elektronik ve bilişim sanayiinde küresel rekabette pek çok alanda Avrupa ve
ABD’nin önüne geçebilmektedir.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, tarım toplumundan bir türlü kurtulamayan Osmalı
döneminde atlanan sanayi devrimlerini hızlandırılmış çekimde oynatmayı dener.
Karma ekonomik modelde demir-çelik, cam, tekstil gibi sanayi dallarında yatırımlar
yapar. Doğrusu bu teknolojik düzeydeki sanayi kollarında dünyada rekabetçiliğini
koruyarak bugünlere gelir. Ama daha ileri düzey teknolojileri gerektiren sanayi
kollarında özlenen düzeye gelemez. İlk mühendislik mektebini ordusunu
güçlendirmek üzere kuran toplumun, savunma ihtiyaçlarında kendine yeterli olmak
amacıyla kurduğu milli savunma sanayiini yeterli olgunluğa getirmesi, bir asır
alacaktır. Bilinçaltında “Harbi Umumi” ile peşinden gelen “İstiklal Harbi”nde
yaşanan yoklukların izlerini bir türlü silemediği gibi, genç cumhuriyetin baharında
karşısında bulduğu İkinci Dünya Savaşının korkusu ile; hemen ardından gelen Soğuk
Savaşın baskıları altında savunma teçhizatını ithal etme kolaycılığından kurtulmakta
geç kalır. Sanayi hamlesinde ise teknoloji transferi kavramının efsununa kapılır.
7
Böyle olunca da müttefiklerinden yalvar yakar temin ettiği, az ve orta gelişmişlikteki
teknolojilerin transferine dayalı bir akıntıya kapılır.
Öte yanda biteviye siyasi ve ekonomik krizlerin baltaladığı ortamlarda kalıcı bir
sanayileşme politikasını hayata geçirmek de pek mümkün değildir. İlk üç sanayi
devriminin hipnozundaki Demirel “ithal ikamesi” sloganıyla bir sanayileşme hamlesi
yürütür. Cumhuriyetin yarattığı ve sonradan TÜSİAD’ı kuran iş adamları, tekstil,
otomativ, gıda gibi orta gelişmişlikteki endüstriyel sektörlere yönelir ve “Ambalaj
Sanayiinden Montaj Sanayiine” gibi eleştirilere hedef olur. Bilgi çağını
yakalamadaki ilk reformist mühendis Başbakan ise Turgut Özal olur. 1980’li
yıllardaki bu dönemde; Türkiye elektronik sanayi, özellikle iletişim ve
elektromekanik gibi alt sektörlerde Nortel, Alcatel ve Siemens gibi küresel
oyuncuların yerli yatırımlarına sahne olur. Koç Gurubu ise Beko, Arçelik gibi
yatırımlarıyla önce yurt içi pazarına, sonra yakın coğrafyaya yönelik tüketim
elektroniği alanına açılır.
Otomativ ve elektronik alanındaki yatırımlar salt ürün ve sistem üreticileriyle sınırlı
kalmaz, bunlardan daha güçlü yan sanayiiler yaratır.
Türkiye, batının sanayileşme sürecinde savunma sanayinin topyekün (sivil)
sanayideki motor rolünün bilincindeki Turgut Özal ile birlikte, on yıllardır
niyetlerden öteye geçemeyen ve cılız kalan savunma sanayiini de ayağa kaldırır.
Önce savunma sanayiini desteklemek üzere bir fon kurulur ve bu fon, yeni kurulan
Savunma Sanayii Müsteşarlığı’na (SSM) bağlanır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri
mühimmat ve silah üreten MKE’de reformlar yapılır. Yatırım kadar yönetim ve
yönetişim modellerinin önemini bilen bu mühendis başbakan döneminde Kıbrıs
Harekatı’ndan kalan Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Güçlendirme Vakıflarını tek
yapı altında birleştirerek sinerji yaratılır. Yeni oluşan Türk Silahlı Kuvvetleri Vakıfı
altındaki ASELSAN’ın askeri elektronik, HAVELSAN’ın bilişim sanayiinde önü
açılır. F16 uçaklarını doğrudan almak yerine “eş-üretim” modeliyle TAİ uçak ve TEİ
uçak motoru fabrikaları Amerikan-Türk iş ortaklıkları ile kurulur. Zırhlı araç
alanında benzeri bir modelle FNSS, yeni füze sistemleri için ise Roketsan kurulur.
Özel sektör de resmin içine çekilir. İrili ufaklı altmış kadar özel sermayeli savunma
sanayi kuruluşu hızla boy atar.
Ama bütün bu yatırımlar istisnai projeler bir yana, genelde başka ülkelerde
tasarlanmış ürün ve süreçlerin Türkiye'de üretim altyapısı olarak kurulan fabrikaların
ithalatı olarak sınırlı kalır. Oysa Uzak Asya Kaplanları Güney Kore, Tayvan ve hatta
Japonya benzeri serüvenleri başarıyla aşmış ve dünyanın güçlü ekonomileri haline
gelmişlerdir.
Sanayileşme tarihimizin o özgüvensiz ilk paradigması bir türlü aşılamamaktadır:
Türkiye teknolojiyi üretmiyor, tüketiyor. Tarım toplumundan sanayi toplumuna
geçmekte zorlanıyor. Dijital Devriminin yarattığı olanaklara özense bile, sosyolojik
ve psikolojik düzeyde bilgi toplumunun hayat tarzına, ekonomik düzeyde ise üretim
ve tasarım ilişkilerine uzaktan bakıyor. Devlet politikaları ise çoğu zaman öncü ve
aktif değil, popülist bir dürtüyle artçı ve reaktif olarak uygulanıyor. Buna da sözde
çoğulcu demokrasi deniyor.
8
Bu atmosferde milenyumun dönemecinde ağır bir ekonomik ve siyasal krize girilir...
Milli Güvenlik kurulunda anayasa kitapçığı atılır. Dışarıdan Ekonomi Bakanı
getirilir... Acı reçeteler uygulanır ve hükümet düşer.
2.2. Türkiye'de 21. Yüzyıl
Milenyumun dönemecinde, AK Parti iktidarı ile Türkiye’de eski Cumhuriyet’in
kanıksanmış devlet politikaları tartışmaya açılır ve siyasette kökten değişimler
yaşanarak bugünlere gelinir. Bu tartışma devlet yönetimindeki politika tercihlerinden
başlayarak, toplumsal dokudaki dönüşümleri de beraberinde getirir. Milli ekonomide
küreselleşen dünyaya uyum yasaları çıkarılıp, artan dış ticaret açığı, makroekonomik
üretimde “nitelikli katma değer” yaratmadaki engellerle ilişkilendirilir.
Sosyo kültürel politikalarda muhafazakarlık hakim olmasına karşın bilim, teknoloji ve
sanayi politikalarında modernizme yönelen reformlar yapılır. “Komşularla sıfır sorun”
politikası ve islamlaşma eğilimlerinin ortadoğu coğrafyasında sağladığı ekonomik
fırsatlar büyümeyi destekler. Büyüme bilim ve teknolojiyi destekleme zemini sağlar.
Son on beş yıl içinde:
Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı kurularak TÜBİTAK buraya bağlanır.
“Ekonomiye dönüşü olan Ar-Ge” kavramı ön plana çıkar.
Dijital topluma doğru e-devlet yatırımlarında patlama yaşanır.
Buna bağlı olarak okullarda bilgisayarlaşma için milyar dolarlık yatırımlar yapılır.
Teknopark yasası revize edilir, Ar-Ge Merkezleri Yasası ile sıra dışı teşvikler
sağlanır.
Güçlendirilen TÜBİTAK bütçeleriyle TEYDEP ve benzeri Ar-Ge fonları
hareketlendirilir.
Üniversite, Sanayi ve TÜBİTAK gibi kuruluşlar arasında işbirliği teşvik edilir.
Milli Savunmada öncelikli teknolojiler belirlenir, teknoloji panelleri kurulur.
Savunma Sanayi Müsteşarlığı projelerinde yabancı şirketlerin baskısı kaldırılır, milli
ana yüklenici modeline geçilir. Milli Ar-Ge yapılması yönünde baskı arttırılır.
Mükemmeliyet merkezleri ve öncelikli teknolojilerin tanımlanması sektöre insicam
getirir.
Bu kökten değişimlerin altında aslında dünyanın büyük ekonomilerinde ilk ona
yükselme hedefi yatmaktadır. Yaşanan değişimlerle Türkiye bilgi çağına daha da
yaklaşılır. Ama bunlarlar yeterli olmaz.
Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte bir asır geciken coğrafyamızda, ilk
elektrik santralı ABD’den çeyrek asır geç kaldığı gibi; Türkiye, bilgi çağında geç
kalmasıyla, toplumsal, siyasi yapısındaki kökten atalet; teknolojik, endüstriyel ve
bilimsel alanlardaki atılımlarda direnç odaklarını beslemektedir. Küresel liderliğe
oynayanlarla, aramızdaki fark dönem dönem kapansa da, ortalamalarda açılmaktadır.
Türkiye ekonomisinin büyüklüğünü, Dijital Devrimi yakalama başarısı ile
uyumlaştırılmada zorlanıyor. Makro ekonomik büyüme temposu, bilim-teknoloji ve
sanayi tabanındaki gelişme ile yeterince desteklenemiyor. Toplumsal ve bireysel
düzeyde, siyasi ve ekonomik hedeflerle bağdaşmayan bir tutukluk yaşanıyor.
Muhtemelen ekonomide katma değeri yüksek üretimi destekleyecek yapısal değişimler
olmadan bu bocalama kaçınılmaz olacaktır.
9
Yukarıda dünyada tarım toplumundan bilgi toplumuna geçişte elektrik ve elektronik
alanında yaşananları ve Dijital Devrimin, teknolojik, ekonomik, siyasi, toplumsal
dinamikleri arasındaki ilişkilerini özetlemeye çalıştık. Şimdi de uygulanan politikalar
sonucu Türkiye elektronik sanayiinin geldiği durumu ele alalım ve böylece dünya
Dijital Devriminin bizdeki geleceğine ait bazı saptamalar yapabilelim.
Türkiye Elektrik/elektronik ve bilişim sektörüne ilk bakışta görünen manzara şudur:
Elektrik/elektronik sektörü, otomativ sektörü gibi orta ve nisbeten ileri teknolojik
seviyede ürünler üretmektedir. Sanayi orta gelişmişlikteki teknolojilerin transferi ile
ayakta duruyor. Yazılım mühendisliği yazılım sanayiine dönüşemiyor. Elektronik
teçhizat üretiminde ise:
TESİD (Türkiye Elektronik Sanayicileri ve İş Adamları Derneği) raporuna göre, 2014
yılı sonunda Türk elektronik sanayi yıllık 14 milyar dolarlık bir üretime sahiptir. Bu
üretimin beşte biri ithal ikamesi kültürümüz uzantısında tüketim elektroniği,
haberleşme ve endüstriyel cihazlar alanındadır.
Türkiye elektronik komponent üretimi katma değer seviyesinde olmadığından sektör
önemli bir ithalat baskısı altındadır. Dünyaya televizyon ihraç etse de, ekran üretimi
olmadığından, ciddi bir katma değer sağlama imkanına sahip değildir.
o Üretimin ikinci sırasında yer alan tüketim elektroniği 3,7 milyar dolarla önemli
bir alt sektör durumundadır.
o Üçüncü sıradaki haberleşme cihazları alt sektörü nerdeyse dördüncü sıradaki
diğer profesyonel cihazlar hacmindedir.
Diğer profesyonel teçhizat başlığı altında ise, başta tesis otomasyonuna dayalı
elektromekanik, tıbbi elektronik, enerji tesisleri, gibi ürünler yer alır.
o Bilgisayar üretimi gittikçe artmakta ve 2014 yılı itibariyle tüketim elektroniği
düzeyine yetişmektedir.
o Bu alt sektörde renkli televizyon, ses cihazları, video cihazları, hesap
makineleri, yazar kasa, elektronik terazi gibi genelde yerli şartlar ve mevzuata
uyması gereken dolayısıyla küresel rekabette siyaseten avantajlı yerli ürünler
yer alır.
o Önemli diğer bileşen sadece elektronik değil bilgi teknolojileri ürünlerini de
içermekte olup, öncelikle savunma pazarına yönelik devlet korumasındaki
ağırlıklı kamusal şirketlerden oluşur.
İşin özü, firma reklamlarındaki sloganlar bir yana Türkiye’den devleşen bir dünya
markası çıkamamaktadır. Nitekim elektrik/elektronik ve bilişim teknolojileri alanında
yurt içi satışlar da dikkate alındığında görünen o ki; bir yanda 14 milyar dolar teçhizat
satışı yapan reel sektörümüz, öte yandan 18 milyar dolar ithalat yapıyor. Yani aslında
ekonomik açıdan ciddi şekilde dışa bağımlı olan bir elektronik sektörümüz var. Yılda
6,6 milyar dolar ihracat yapılabiliyor gibi görünmesine rağmen, aslında ihracatının üç
katı kadar ithalat yaparak 4 milyar dolar dış ticaret açığı verilmektedir. Elektronik
sanayiinde Uzak Asya Kaplanlarının geldiği rekabet düzeyine bakıldığında durum
parlak görünmüyor. Devlet ve sanayi çevrelerinde paradigma değişikliğine ihtiyaç var.
Milenyum başında, düşük kur ve finansman maliyeti ve devletten sağlanan ciddi
teşviklerle büyüme trendini yakalayan sektörde son yıllarda ciddi bir yavaşlama
gözleniyor. Sektör yatırımcılarında ise kendi imkanlarıyla maalesef yapısal
bir değişiklik yapma ihtiyacı görülmemektedir.
10
Renkli televizyon örneğini ele alacak olursak 2004’te yılda 20 milyon adet cihaza çıkan
üretim şimdilerde yarıya düşmüş ve ele geçirdiği pazarda gerileme durumundadır. O
halde aposteriori bir analizle, sektör bu alanda rekabetçi üstünlüğünü koruyacak Ar-Ge
ve üretim yatırımlarını yapmak, ya da yenilikçi şirketleri satın almak yerine, karını
realize edip konumunu muhafaza etme stratejisini tercih etmiştir. Bu statik duruş, dijital
çağın rekabeti yenilikçi teknolojilerle sürdürme kültürüne aykırıdır. Sürekli gelişime
dönük üretim kültürü olmadan, küresel pazarlarda sürdürülebilir büyüme yakalanamaz.
Dünyada aynı sektörlerde olup da karlarıyla öz kaynaklarını büyüten küresel oyuncular,
artı değerlerini bir yandan kendi Ar-Ge’leri üzerinden yatırıma dönüştürüyor. Öte
yandan, büyük stratejik vizyonları ile de; yapılmış teknolojik atılımlarla öne çıkan
şirketleri satın alarak, ya da birleşmeler yoluyla küresel rekabette öncü konumlarını
koruyor.
Türkiye gelecek çeyrek asırda elektronik ve bilişimde çağı yakalayacak ülkelerden biri
olacaksa, ileri teknolojiye yönelen sanayi kollarında hem daha çok, hem de daha farklı
bir girişimcilik ruhuna ihtiyaç var.
3. Türk Elektronik Sanayii için 2035 Vizyon
Sektör raporlarına göre; talep kanadında elektronik sektörü trendlerini analiz edince
ortaya çıkan resimde 2035 yılına kadar Türkiye refah standart hedeflerini sağlayacaksa;
yılda 143 milyar dolarlık bir pazar hacmine hazırlanmalıdır. Bu hacim için yılda 200 bin
kişilik bir istihdam potansiyeline sahip olmak, mevcut dengeler kalacaksa yılda 72
milyar dolarlık ihracat kapasitesi kurmak gerekecektir. Fakat arz kanadında sanayimizin
mevcut kurgusu devam edecekse, bu üretim seviyesinde dış alımlar üretimin 3 milyar
dolar üstünde 146 milyar dolar civarında kalacaktır. Muhtemelen bu öngörü bile
oldukça iyimserdir. Bu iyimser tablo bile ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal hedeflerine
oldukça aykırıdır.
Bu resim karşısında konulacak ulasal vizyonla hangi alanlardan çıkılacağı, hangilerinde
kalınacağı ve hangi yeni alanlara yönelineceğine şimdiden stratejik olarak karar vermek
gereklidir. Aksi halde yatırım öncelik alanlarına ve devlet teşviklerine sağlıklı karar
verilemez. Sektörün güçlü yanlarına dayanıp, zayıf yönlerini takviye edecek yatırım
kararlarıyla küresel düzeyde fırsatları değerlendirerek rekabet üstünlüğünü tekrarda
yakalayabiliriz. Yani sektörde sürdürülebilir büyüme ve karlılık için uzun soluklu
yapısal değişimler yapılması kaçınılmazdır. Çünkü büyük dış ticaret açığı
verileceğinden Türkiye'nin bilgi çağındaki hızı kesilir.
Sanayi devrimlerinin ileri evrelerine kadar insan teknolojiyi geliştirirken; Dijital Devrim
ile tersine, teknoloji insanı bireysel ve toplumsal düzeyde değiştiriyor. Ancak teknoloji
çağıyla uyumlu insan ve toplumlar bu dijital çağda ayakta durabiliyor. Bilgi toplumunda
ekonomik büyüme yenilikçi teknolojilerin sanayi üzerinden üretime geçirilmesi ile
yakından ilişkilidir.
Örneğin şimdi elektrik/elektronik sektöründe çok çelimsiz duran mikrodalga
teknolojileri, uydu sistemleri (alıcılar, radyo frekans veri-video dağıtım santralları)
11
alanında 1 milyar 225 milyon dolarlık ithalata karşın, ihracat sadece 50 milyon dolar
seviyesindedir. Oysa mikro dalga teknolojileri; otomotiv, raylı sistemler, savunma
elektroniğine kadar her alanda giderek genişleyen bir çok uygulama imkanı bulacaktır.
Çevre ülke pazarları da bu alan için cazip fırsatlar sunmaktadır.
Keza gündelik hayatımızın vazgeçilmez ürünleri bilgi, iletişim cihazları ve uygulama
yazılımları her gün daha çok geliştirilmeye muhtaçtır. 3 milyar dolarlık ithalata karşın
150 milyon dolar ihracat ekonomik açıdan sürdürülebilir bir tablo değildir.
Türk bilişim pazarı ise büyük bilgi otomasyonu projelerinde küresel hazır yazılım ve
donanım ürünlerine muhtaçtır. Yerli yüklenicilere riskli esntegrasyon hizmetleri ve
uygulama yazılımlarından başka bir alan nerdeyse kalmamıştır. Buna rağmen özensiz ve
kısa vadeli müşteri tercihleri, yerli entegratörleri iç pazardan silme noktasına getirmiştir.
Bu boşluk haberleşme/iletişim hizmetleri sunan üç şirket tarafından karşılanmaya
çalışılmaktadır. Bu şartlar altında Türkiye Dijital Devrimi yakalarken ithalatla satın
aldığı mal ve hizmetler karşısında dış ödemeler dengesini nasıl koruyacaktır. Diyelim ki
borçlanarak finanse etti, bu kez de kendi teknolojisini geliştirmeden sanallaşan Türkiye
siber taaruzlar karşısında yurttaş ve kurumlarının siber güvenliğini nasıl sağlayacaktır?
Endüstriyel elektronik cihazlar (statik konvertörler, otomasyon, sinyalizasyon), medikal
elektronik (görüntü cihazları, uygulama yazılımları, bakım, onarım vs.), test ve ölçüm
cihazları ile bilgisayar cihazları ve uygulama yazılımları alanında durum daha farklı
değildir.
Sadece mevcut ürün ve süreçlerle üretimi artırma yaklaşımından kurtulup; ürün, süreç
ve teknoloji geliştirmeye yönelmeliyiz. Yatırım yapmanın iş riskleri malum. bilgi
çağında büyük yatırımlardan riskli endişesiyle kaçınan iş anlayışı; geride sadece zengin
mirasyedileri olan ama fakir bir ülke bırakır. O halde ileri teknolojiye yatırımdan
kaçınan bir ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasal riskleri çok daha büyüktür.
Ülkemiz “muassır medeniyetler seviyesine” gerçekten ulaşacaksa; gelecek on yıllarda
beklenen gelişimde elektrik/elektronik ve bilişim alanlarında toplumsal refah için çığ
gibi büyüyen bir pazar var. Aydınlatma, inşaat/akıllı binalar, otomotiv, dayanıklı
tüketim malları, sağlık, bilişim hizmetleri, enerji ve tasarrufu ve enerji yönetimi, akıllı
kara, deniz, demiryolu ve hava ulaşımında elektronik sistemler alanlarında ciddi
yatırımlar yapılacaktır. Savunma sanayi hamlemizde yapıldığı gibi bu tematik alanlarda
mega yatırım projeleri etrafında elektronik ve bilişim sanayimizin güncelliğini koruyan
nitelikli mal ve hizmet yatırımlarına ciddi momentum kazandırılabilir.
Yapılması gerekenler sadece sanayi cephesinde de değildir. Büyümenin gerektirdiği
ulusal insan kaynaklarına sahip olunmalıdır. Bu bağlamda üniversitelerimizde, dünyanın
koşullarına uyan (teknik, mali ve yönetimsel alanlarda) nitelikli mezunlar
yetiştiremezsek, elektronik sektöründeki büyümeyi gerçekleştirmek mümkün olamaz.
Eğitimin küresel olması kaçınılmazdır.
Ülkemizin entellektüel sermayesi, Türkiye’de son beş yıldır gündeme hakim olan
hareket içindeki iktidar oyunları sonucu ciddi erozyon yaşaya gelmektedir. Varılan son
noktada artık bilim, teknoloji ve hatta ekonomi meseleleri bile stratejik ve politik
önceliklerimizde yer alamıyor.
12
Sonuç Olarak:
Dünyada Dijital Devrimin yarattığı bilgi toplumu; geleneksel (tarım ve hatta sanayi
toplumları) toplumlardan koparak hızla ilerliyor. Bu yeni dünya düzeninde dışarıda
kalan ülkelerin (hele siber güvenlik ve siber taaruz üstünlüklerinden yoksun devletlerde)
parlak bir geleceğe hakkı olamayacakmış gibi görünüyor. Dijital devrim motorize gücü
akıllı sistemlerle daha güçlü ve verimli yapmakla kalmıyor; toplum ve bireylerini de
aynı otomatiğe bağlıyor. Elektronik ve bilişim sanayinin önemi de burada. Üretmeden
tüketen toplumlar sürdürülebilir büyüme ve gelişim temposunda geriye kalıyorlar.
Türkiye Dijital çağda, elektronik/bilişim sektöründeki üretim hedefini 140 milyar dolar
olarak koyabilir, ama değişmek şartıyla.
• Bu sektör istihdamını 2035 yılına kadar toplam 200 bin kaliteli teknisyen, mühendis
ve yönetici sayısına kadar çıkarabilir, ama şimdiden hazırlanmak şartıyla.
• Bunun için yabancı sermaye ile yatırım ve pazar işbirliklerine ihtiyaç vardır, ama
katma değer oranını artırmak şartıyla.
• Ayrıca, üretimde gerekli kalite ve sertifikasyon çalışmaları yapmak gerekmektedir.
• Özellikle, bileşenler, telekom, tıbbi elektronik ve savunma alt sektörlerinin şirketler
arası birleşme ve şirket satın alma çalışmaları yapmaları önerilir, ama gelişmiş
ülkelerin yaptığı Ar-Ge'yi yapmak şartıyla.
• Ürün yelpazesinin arttırılmasına da ihtiyaç vardır, ama yatırımları orta gelişmişlikten
ileri teknolojik alanlara kaydırmak şartıyla.
• Dış pazarlar; Kuzey Afrika, Ortadoğu ve özellikle (Türki Cumhuriyetler, Pakistan,
Bangladeş, Hindistan gibi) Asya Ülkeleri, ve Doğu Avrupa’ya yönelik olarak hedef
alınabilir, ama teknolojide ve yenilikçilikte küresel tempoyu yakalamak şartıyla.
• Bugün GSMH'nın %1'i seviyesindeki Ar-Ge harcamalarını %3'lere çıkartmak sektöre
büyük ivme kazandıracaktır.
• Eğitim kurumlarındaki eğitim kalitesinin uluslararası standartlara ulaştırılması
kaçınılmazdır. Bu da bilim ve fende önde giden sentezleri yakalamakla olur. Sosyo
kültürel paradigmalarımızı geliştirmek, artık paralel yapılarla köşe kapmacadan
kurtulmak şartıyla.
Son Söz: Bütün bunları göz ardı ederek herşeyin kendiliğinden gerçekleşeceği bir dünya
yaratamayız. On Yedinci Yüzyıla kadar gezegenin en güçlü devleti olmak iki tarafı
keskin kılıç gibi bir durumdur. Son birkaç asırdır çağ atlamayı, önümüze geçenleri
aşmayı deniyoruz ama olmuyor.
Dünyada bir avuç ülke, kendi iç dinamikleriyle doğallıkla öne geçerek Dijital Devrimi
uygarlık tarihine önden yazdı; birinci lige gelip yerleştiler. Ardından gelen ikinci ligde
bir gurup ülke geç kaldıkları Dijital Devrime sanki ithal yolu ile sahip olup siyasi,
toplumsal ve ekonomik ekosistemlerini değiştirdiler. Ama kaçınılmaz olarak kendilerini
de değiştirmeleri gerekti. Zira spontane evrimlerle gelişen öncüleri yakalamak başka,
bunu sonradan istemek başka. İkinci grupta özenle stratejik planlar yapıp, ısrarla tutarlı
politikaları sürdürmek gerek. Uzak Asya Kaplanları bunun en canlı örneği.
Bir de üçüncü ligde istediği halde bilgi çağına bihakkın atlamayı başaramayanlar var.
Onlar bireysel, toplumsal, siyasi, ekonomik ve teknolojik açılardan gereken eşik
değerlerini isteseler de atlayamıyorlar. Ya karar veremiyor, ya verdikleri kararda sebat
edemiyorlar. Neyse ki milenyumun dönemecinde Türkiye üçüncü ligden ikinciye
atlamayı herşeye rağmen başarmıştır.
13
Sanayi devrimleri ve peşinden gelen dijital devrim gezegenimizin öncü ülkelerinde iç
dinamiklerle gelişti. Ama bu gelişim IBM, Microsoft, Oracle, Apple gibi oluşumların
ileri görüşlü liderlerinin koyduğu vizyon ve şaşmaz ve sürekli gelişen yapılarda üretilen
strateji ve sistemler sayesinde oldu. Öncü ülkeleri izleyen, ikinci dalga gelişen ülkeler
aynı yöntem ve sistematikle onları izlediler. Sosyo kültürel yapısı, atıl nüfusu, tutucu ve
kanaatkar dünya görüşüyle yürüyen üçüncü dalga ülkelerin o büyük yapıda yer alması,
kökten değişimleri başarmasına bağlı. Tercih bizim.