gurlittturuz.com/storage/turkologi/2017/2203-istanbulun_tarixi... · 2017. 6. 22. · liimanı...

24

Upload: others

Post on 28-Jan-2021

1 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • Gurlitt - 16. Yüzyılda İstanbul, Galata'dan Haliç.

    GİRİŞ

    İstanbul'un tarihî perspektif içinde, belki de dünya tarihi içinde tek olan kimliği, pagan dünyanın en büyük politik kuruluşunun baş-kenti olmasından başlıyor. Çok Tanrılı Dün-yanın Hıristiyan dünyasına dönüşümü bu mer-kezden idare edilmiş, şehir ilk büyük Hıris-tiyan imparatorluğunun ve uygarlığının mer-kezi olmuştur. Yeniçağın başlangıcından iti-

    baren de İslâm dünyasının en büyük şehirle-rinden biri olarak bugüne ulaşıyor. Günümüz uygarlığının beşiği olan Akdeniz çevresinin po-litikasına ve kültürüne bukadar uzun bir süre hakim olan başka bir şehir yoktur. Bu uzun yüzyıllar boyunca meydana gelen kültür veri-lerinin en orijinal maddi kalıntılarını ve en güçlü manevî anılarını bu yoğunlukta sakla-yan şehirler de çok azdır. Gerçi Akdeniz çev-

    resinde Paganla Hıristiyanı, Hıristiyanla Müs-liimanı yanyana getiren ve bazan prestiji İs-tanbul'dan fazla olan şehirler vardır. Fakat tarihî birikimi bu denli yoğun ve uygarlık bi-leşenleri çok yönlü başka bir şehir gösterile-mez. Fenomenal tesadüflerin sonunda bu birikimi yapmış olduğu düşünülebilecek İstan-bul şehri, tarihî tekliğine uygun fiziksel ve kültürel özelliklere de sahip olmuştur.

    istanbul'un tarihî yapısı Prof. Doğan Kuban'tn, Büyük İstanbul Nâzım Plan Bürosu'na hazırladığı «İstanbul'un tarihî yapısı • tarihî gelişme, Şehrin tarihî yapısı-nın özellikleri ve koruma yöntemlerin adlı raporun, şehrin tarihî yapısı ile ilgili bölümlerini aşağıda yayımlıyoruz. Metin içinde kullanılan gravür, desen ve fotoğraflar «Büyük İstanbul Nâzım Plan Bürosu» arşivinden alınmıştır.

    Prof. Doğan Kuban

    Mimar (I.T.Ü.) .İT.Ü. Mimarlık Fakültesi öğret im Üyesi

    1453 DEN Ö N C E İSTANBUL

    K U R U L U Ş

    İstanbul çevresinde ilk yerleşmenin, Kadıköy'-de Kurbağalıdere kenarında, Truva'nın erken katlarıyla eş zamanlı bir kültüre mensup ol-duğu, bazı kalıntılardan anlaşılıyor. İstanbul yarımadasının burnunda Trakyalı kavimler ta-rafından Lygos olduğu yazılan bir yerleşmeye ait duvar kalıntılarına Sarayburnu'ndaki ilk de-miryolu inşaatı sırasında ve daha sonra yapı-lan sondajlarda rastlanmıştır. Yine Kadıköy'-de bir Fenike «Comptoir» ı olduğu bilini-yor (1).

    Grekler Boğaz kıyılarına daha sonra geliyor-lar. İstanbul'u kuran Megaralı Grekler, şüp-hesiz yerleştikleri sit ' in dünya şehri olmağa elverişli bir coğrafî niteliğe sahip olduğunu düşünmemişlerdi. Bu eski Grek kolonisinin evrensel şehir statüsüne erişmesi coğrafî ol-duğu kadar tarihî olasılıkların sınırları içinde düşünülmelidir. Şehirler kendilerinden önce varolan bir dünya strüktürünün verileri için-

    de meydana geliyor, fakat bir kere meydana geldikten sonra, o verilerin niteliğini değişti-riyorlar. Çevre ile insan yapısı arasındaki ge-niş ekolojik ilişkilerin açıklanmasında, kavra-namayan veya analizi yapılamayan faktörler başlangıçta kavrananlar kadar önemli olmuş olabilir.

    İstanbul'un yerleştiği coğrafî si l in en önem-li özellikleri, çok kere tekrarlandığı gibi Step Dünyası ile Akdeniz çevresinin ticaret iliş-kilerini sağlayan bir su yolu üzerinde, açık deniz dalgalarından müteessir olmayan Haliç (Keras) gibi bir limana sahip olması ve Bal-kanlarla Önasya arasında kolay aşılabilen bir köprü ödevi görmesi olmuştur. Denizden ge-lenlerin kuracakları bir koloni için, denizle ilişkiyi savunmayla en iyi kombine eden to-poğıafik verileri de buna ekleyebiliriz.

    Yunan yarımadasında yaşayan Grek boylarının ulaşım ve yayılma yolu denizdi ve bu yayıl-

    ma, doğal olarak, kıyılar boyunca oluyordu. Böylece Ege adalarından iyonyaya, Anadolu ve Trakya kıyılarını izleyerek Marmara ve Kara-denize uzanan kolonizasyon yolları üzerinde önce Chalcedon (Kadıköy) sonra Byzantion koloni şehirleri kurulmuştur. Schneider, Chal-cedon'un tarımsal amaçlarla gelenler tarafın-dan kurulduğu kanısındadır (2). Buna karşı-lık Sarayburnu üzerindeki ilk Grek kolonisi Haliç'le Marmara'ya hakim bir tepe üzerinde, deniz ticaretine elverişli bir sit üzerinde yer-leşmişti. Ticaretin, ekonomik hayatın belke-miğini teşkil etl iği koloni hayatında, topoğra-fik avantajlar da göz önüne alınırsa, Byzan-tion'un, Chalcedon'dan daha fazla önem ka-zanması olağan sayılmalıdır. Koloninin Kara-deniz ticaret yolu üzerindeki mevkiî sağlam-laştıktan sonra, özellikle savunma kolaylığı şehrin önemini arttırmış olmalıdır. M.Ö. 5. Yüzyılda Byzantion'u, kendi parasını Yunan şe-hirlerinde kabul ettiren bağımsız bir şehir ola-

    26

  • rak görüyoruz. Ticaretin ana eylem olduğu, liman gelirlerinin çok büyük yüzdesinden an-laşılmaktadır (3). Bu sırada Byzantion, İran ve Grek ülkeleri arasında kenarda kalmış, sa-dece Karadeniz yolu üzerinde sağlam bir is-kele niteliğinde, ikinci derecede bir şehirdi. Bizans'ın daha fazla önem kazanması Ege ve Balkanlar ile Küçükasya arasındaki ilişkilerde politik ağırlık merkezinin daha kuzeye çıkma-sına bağlıydı. Makedonyalıların Yunan dünya-sına hakim olması ile böyle bir bileşen orta-ya çıkmıştır. Nitekim Romalıların gözleri Do-ğuya döndüğü zaman karşılarında güç olarak Yunan şehirleri değil, fakat Kuzeydeki Make-donya Devleti vardı. İskender sonrası Helle-nistik devletlerinin kuruluşu da, Roma ile Ön-asya arasındaki ilişkiler açısından, Byzantion'-un geleceğini etkilemiş olmalıdır. Bu sıra-larda Anadolu'nun kaderine hükmeden politik kuruluşlar içinde Bergama ve Pontus'un, Ro-ma ile politik yakınlıkları veya mücadeleleri şehre yeni bir jeopolitik ağırlık kazandırıyor. M.S. 11-111. Yüzyıllarda, Roma dünyasının tü-münü etkileyen büyük tarihî oluşlar içinde, Roma ile kuzeydeki barbar dünyasının müca-deleleri İmparatorluğun kuzey sınırlarının korunmasını birinci plana getiriyor, ve Gol'-den Ermenistan'a kadar uzanan coğrafî kuşa-ğın önemle ele alınmasına sebep oluyordu. Bu sıralarda Byzantion, Septimus Severus'u rahatsız eden bir şehir olarak, M.S. 196 da tahrip edilmiştir. O zamana kadar şehrin ilk surlar içinde yaşaması, ekonomik açıdan faz-la bir gelişme göstermediğine kanıt sayıla-bilir. Fakat Severus, surları biraz daha bü-yüterek şehri yeniden imar ettirmiştir. Bu-nu Byzantion'un stratejik açıdan önem kazan-mış olmasıyla açıklamak doğru olur. Diyok-lesyen'in III. Yüzyılda Nikomedya'yı kendisi-ne kısa bir süre için başşehir seçmesi de, politik ve askerî faktörlerin idare merkezini bu bölgeye ittiğini gösteren diğer önemli bir kanıttır.

    Böylece Konstantin'den önce istanbul'un An-tik Çağ tarihi içindeki yerini değerlendirme-ğe çalıştığımız zaman, iki faktörün birbirleri-ni takip ederek şehrin kaderini tayin ettik-lerini görüyoruz : birincisi, Grek kolonizasyo-nu ve ona bağlı olarak ekonomik bir faktör; ikincisi Hellenistik çağdan sonra, özellikle Roma imparatorluğu devrinde, tarihî gelişme-lerin yönelttiği politik ve askerî bir faktör. Gerçekten de Roma çağının istanbul'a bağlı yol strüktürü, stratejik veriler sonucunda or-taya çıkmış, imapratorluk politikasına hizmet eden bir askerî yol düzeniydi. Bu şehrin Konstantin tarafından başkent seçilmesinin nedeni o günlerin politik konjonktürü içinde stratejik önemi olmuştur. Bu çağdan önce Byzantion'un önemli bir şehir olarak kabulü-nü gerektirecek bir sebep yoktur. Byzantion'-u ünlendiren Konstantinopolis olmuştur.

    Bir kere imparatorluk merkezi olarak seçil-dikten sonra, şehir, imparatorluğun ekono-mik, kültürel, idarî strüktürü içinde yeni bir ağırlık merkezi oluyordu. Bundan sonra bu özellikler birçok eylemlerin ona dönük ola-rak gelişmesine yol açacaktır. Böylece Kons-tantin tarafından İmparatorluk merkezi yapıl-makla İstanbul'un Dünya şehri kariyeri baş-lamış oluyordu.

    KONSTANTİN ÇAĞINA KADAR BYZANTİON (4)

    Bugünkü İstanbul'un kapladığı alanlar içinde farklı zamanlarda kurulmuş Grek koloni şe-hirleri bulunmaktadır. Bunların en eskisi muhtemelen M.Ö. 7. Yüzyılda Kadıköy koyu ile o zaman daha geniş bir koy olan Kalamış arasında, bugünkü Moda burnu üzerinde ku-rulmuş olan Chalcedon şehri idi. Bir diğe-ri, yerini katî olarak tespit etmek kabil ol-mayan ve bugünkü Üsküdar'ın herhalde Mar-mara'ya bakan dik yamaçları üzerinde kurul-muş olan Chrysopolis ve üçüncüsü de bu-günkü Galata'nın ilk çekirdeği olan Sykae şe-hirleri idi. Fakat bunların hepsi sonradan Konstantinopolis adını alan büyük Geç İlkçağ ve Ortaçağ şehrinin gelişmesiyle onun dış mahalleleri niteliğinde kalmış ve fiziksel özel-likleri hakkında fazla birşey bilmediğimiz yer-leşmelerdir.

    Tarihi ve yapıları hakkında bilgi sahibi oldu-ğumuz ve bugünkü istanbul'un ilk çekirdeği olan Byzantion kurulmadan önce Haliç üze-rindeki ilk Grek yerleşmesinin Alibey (Kyda-ris) ve Kâğıthane (Barbyses) derelerinin Ha-liç'e döküldüğü yerde, Semystra Altarı yanın-da kurulduğuna dair Bizanslı Dionisos'un nak-lettiği bir söylenti vardır. Bu söylenti doğru bile olsa bunun sonradan gelişen şehrin fi-ziksel nitelikleri üzerinde bir etkisi olmamış-tır. Eski yazarlar Byzantion'un, yarımadanın en ucunda Sarayburnu'nu taçlandıran birinci tepe üzerinde kurulduğunu ve surlarının da bu tepeyi ancak kavrayarak, batıda bugünkü Sirkeci'ye teğet olarak Sarayburnu'na ulaştı-ğını, Marmara sahilinde ise bugünkü Ahırkapı civarında denize ulaştığını yazıyorlar. Sur-lar ortalama 5 km. uzunluğunda idi, ve Sözde-Kodinus'a göre 27 kule ile pekleştirilmişti. Yu-nan dünyası içinde, sağlamlık açısından, Messene ve Rodos'tan sonra üçüncü geldiği söylenen bu surlar kara yönünden daha yük-sek, deniz kenarında daha alçak imişler; ay-rıca deniz surları önünde taş bir dalgakıran olduğunu da Sözde-Kodinus yazmaktadır. Bu surlar dışında bugünkü Sirkeci'nin vaktiyle dolmamış bir koy olduğu yerde, şehrin en önemli limanı olan Neorion bulunuyordu. Bu-nun yanında ise, buna nazaran daha az koru-nan ve surlara bitişik, aşağı yukarı bugünkü Sepetçi kasrının bulunduğu yerde Bosporion limanı vardı. Rıhtımları ve limanın ağzında-ki yuvarlak kuleleriyle Neorion, şehrin anali-manı idi. Bugün Sarayburnu üzerinde kade-melenen Topkapı sarayının olduğu yerde, te-penin Boğaza doğru hafif meyille uzandığı burunda, şehrin Akropolü ve bunun altında deniz kenarına kadar uzanan muhtelif sevi-yedeki teraslar üzerinde tapınaklar, stadyum ve gimnazyon gibi yapılar bulunuyordu. Ak-ropolis'in arkasında, tepenin en yüksek nok-tasını işgal eden bugünkü Ayasofya meyda-nına tekabül eden düzlükte, şehrin, dört bü-yük stoa ile çevrili agorası vardı. Şehrin ba-

    tıya açılan kapılarından biri, bu civarda bu-lunuyordu. Bu kapının biraz kuzeyinde, Sir-keci'ye doğru inen vadi içinde Thrakion ka-pısı ve ona bitişik bir meydan bulunuyordu. Hemen bu kapı civarında bir başka meydan çevresinde, İskender çağında yapılmış, şeh-rin idarî binalarını ihtiva eden Strategion bu-lunuyordu. Şehrin muhtelif yerlerinde birçok tapınak, altar, hatıra kolonlarının bulunduğu anlaşılıyor.

    Bu ilk şehir, bize kadar gelen deskripsiyonla-rına göre, geleneksel elemanlarını tam olarak ihtiva eden oldukça zengin bir Grek sitesi idi. Bu şehirden daha sonraki çağlara kalan ba-zı röperler vardır. Bunların tam olarak son-raki yerleşmenin önemli noktalarına tekabül ettiği söylenemezse de, aradaki ilişki ilgi çe-kicidir. Akropolis, daha sonraki devirlerin saraylarının bulunduğu yere tekabül etmekte-dir. Agora, günümüze gelene kadar Augus-taeum ve Ayasofya meydanı olarak yaşamış-tır. Neorion limanı, 12. Yüzyılda da aynı isim-le anılan bir limandı ve Osmanlı çağında da şehrin ana iskelelerinden biriydi. Hatta, bel-ki bir tesadüf olmakla beraber, idarî binala-rın bulunduğu Strategion, sonradan Bab-ı Ali'-nin yerleştiği düzlük civarında bulunuyordu. Şüphesiz bu noktalarda eski Grek şehri ile ilişikli hiç bir fiziksel nitelik devamlı olarak yaşamamıştır. Fakat İstanbul'un kaderine ha-kim olan topoğrafik özellikler ve geçmişteki eylem merkezlerinin anılarının, daha sonraki çağlarda da yaşadığını, bu ilişkiler bir ölçü-de belirtmektedir.

    Septimus Severus M.S. 196 da Byzantion'u ele geçirdikten kısa bir süre sonra şehrin surlarını, muhtemelen savunma bakımından daha elverişli olması amacıyla, şehrin eski li-manlarını da içine alacak şekilde, daha batıya kaydırmıştır. Bu yeni surun bugünkü Cağal-oğlu'ndan Eminönü'ne inen bir çizgi üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Güneyde ise Se-verus'un yeni yaptırdığı Hipodromu içine ala-cak şekilde biraz genişletilmiştir. Severus, şehrin eski Agorasının üzerinde veya yanın-da, Hipodromun, yani Atmeydanının kuzeyin-de, yeni bir meydan Tetrastoos (dört stoalı) yaptırmış ve buradan başlayan bir portikli yolu, şehir surlarının Çemberlitaş'a yakın bir yerde biten kapısına kadar uzatmıştır. Yeni meydanın çevresinde Zeuxippos hamamları ve kendisi zamanında bitmeyen Hipodrom ya-pılmıştır. Yine Akropol eteklerinde Haliç'e bakan bir tiyatro inşa ettirmiştir. Şehre de, uzun ömürlü olmayan «Antoninia» adını tak-tığı biliniyor.

    Konstantin zamanına gelene kadar Byzantion'-un genel gelişme çizgisi ve strüktürü hakkın-da bilgilerimiz bunlardan ibarettir. Burada ad' geçen yapıların fiziksel nitelikleri hakkın-da ancak tahminler yürütülebilir. Fakat Se-verus devrinin şehre kattığı iki eleman günü-müze kadar yaşamıştır. Bunlardan biri Tet-rastoos'u Çemberlitaş'a bağlayan ve Seve-rus'un portiklerine tekabül eden cadde, di-ğeri Hipodrom, yani bugünkü Atmeydanı : bunlardan ilki birinci tepeyi diğer tepelere bağlayan en yüksek boyundan geçmektedir. Yani topoğrafik bir niteliği vardır. İkincisi ise, bunun aksine, güneye doğru sunî teras-manlarla genişletilmiş bir platformdur, ve Severus'un şehir fizyonomisine kattığı bir ele-man olarak, bugüne kadar gelmiş bulunuyor.

  • KONSTANTİNOPOLİS

    Konstantin İstanbul'u, İmparatorluğun merke-zi yapmağa karar verdiği zaman, Karadeniz yolu üzerinde bir iskele olan eski Grek site-si bir Roma şehri olmağa yöneliyordu. Lici-nius'u yenen Konstantin'in şehri nekadar tah-rip ettiğini bilmiyoruz. Fakat Byzantion'un fiziksel kalıntılarının yeni şehrin gelişmesine büyük bir etkileri olmadığı düşünülebilir, im-paratorluğun bu yeni merkezine eski Roma'-nın, bir ölçüde yansıtılmak istendiğini biliyo-ruz. Yeni şehir, herşeyden önce boyut iti-bariyle, eski Grek şehri ile kıyaslanamıyacak kadar büyüktür. Konstantin, surları 15 stad (ortalama 2.8 km.) daha batıya taşıyor, Se-verus surlarını yıktırıyor. Yeni surların, şeh-ri nerelerde sınırladığı bugüne kadar tam ola-rak tesbit edilememiştir. Bununla beraber Haliç ve Marmara'daki bitiş noktaları hakkın-da kısmî bir fikrimiz vardır. Ve bazı yapıla-ra göre konumunu da biliyoruz. Surlar Ha-liç'te Unkapanı civarında başlıyor (bir başka tahmine göre Cibali Kapısı - Petrion'da) ve buradan batıya doğru uzanarak Sultan Selim Camisinin güneyinden geçiyor, Aspar Sarnıcı (Çukur Bostan) nı dışarda bırakarak Güne-ye doğru kıvrılıyor, Fatih Külliyesinin bulun-duğu yerin birkaç yüz metre batısından Bay-rampaşa deresine doğru iniyor oradan tekrar Kocamustafa Paşa sırtlarına doğru tırmana-rak bugünkü Davutpaşa camisini içine alıp buradaki Çukur bostanı (Mocius sarnıcı) dı-şarda bırakarak Etyemez'e (Rabdos) iniyor-du. Bu surların kalıntılarının 9. Yüzyıla ka-dar görüldüğü kaynaklardan anlaşılmakta-dır (5). Konstantin surlarının kapıları ve şe-hiriçi yollarının «tracee» leri hakkında da açık bir bilgimiz yoktur. Fatih ve Sultan Se-lim Camileri arasında bir kapı, IV. tepenin üzerinde yani Fatih camisinin hemen batısın-da bir diğer kapı (Polyandri) bulunuyordu. Surun VII. tepeye ulaştığı yerde iki kapı da-ha vardı. Bundan sonra surun İsakapı Mesci-di yakınından geçtiği ve «Altın Kapı» nın bu-rada olduğu sanılmaktadır. Bu kapıların, bi-ze ulaşan bilgilere göre konumları, Konstan-tin şehrinin ana yol strüktürünün, bu sur ka-pılarıyla Akropol arasında radyal olarak te-şekkül ettiğini gösteriyor. I. tepedeki eski Akropolis, II. tepe üzerinde, eski Severus su-runun çıkış kapısının önüne yapılmış bulunan Konstantin Forumunu bağlayan yol, III. ve IV. tepelerin birleşme çizgisini takip ederek Fa-tih civarındaki Polyandri kapısına ulaşmış ol-malıdır. Bu yol, bugünkü Edirnekapı yolunun ilk teşekkül eden doğrultusudur. Diğer yol, üçüncü tepe üzerinde bulunan forumla VII. tepe üzerindeki kapıları ve Altın Kapıyı bağ-lıyor. Bunun için de Beyazıt Meydanına teka-

    bül eden Forum'dan başlıyarak Forum Bovis'-e, yani III. ve IV. tepeler arasındaki vadi ile Lycos vadisinin birleştikleri en alçak nok-taya (Aksaray) a iniyor. Sonra Cerrahpaşa'-ya tırmanarak Attali kapısına, bir diğer kol ile Altın Kapıya ulaşıyordu. Bundan sonra-ki çağların Yedikule'si, bu sonuncu yolun uzantısı üzerindedir. İstanbul'un, sonraki çağ-larda orijinal topoğrafyasını bir ölçüde de-ğiştirdiği söylenebilir. Fakat ana yol kabur-gasının Konstantin zamanında kurulmuş ol-duğu görülmektedir.

    Konstantin devri şehrine karakter veren ele-manlardan biri, Anadolu'da örneklerine çok rastlanan portikli yollar (Embolos) olmalıdır. Muhtelif forumları birbirine bağlayan bu yol-lardan şehirde, Konstantin devrinde, dört ta-ne olduğu biliniyor. Bunlardan ikisi Yarım-adanın burnunda ve Marmara kıyılarında bu-lunuyordu. Augustaeum adını alan ve Tetras-toos'u Çemberlitaş'a bağlayan Severus por-tiği de yenilenmiş olmalıdır. Bu portik Çem-berlitaş'ta, Konstantin'in kendi namına yap-tırdığı ve ortasında kendi heykelini taşıyan kolon bulunan büyük forumda nihayetleniyor-du. Sonuncu portik ise Beyazıt'ta bulunan, sonradan Forum Tauri adını alan forumdan başlıyarak Aksaray'a iniyor, oradan da, son-radan Arkadyüs Forumunun yapıldığı Cerrah-paşa'ya kadar uzanıyordu. Üst katları hey-kellerle süslü olan bu portiklerin ikişer katlı oldukları, ikinci katlara merdivenlerle çıkıldı-ğı ve üzerinde gezildiği ve portikler altında dükkânlar (tabernae) bulunduğu anlaşılıyor. Bu yollar yine portikler ve önemli yapılarla çevrili forumlarla beraber şehir içi fiziğinin ana temasını teşkil etmiştir (6).

    Konstantin, Burckhard'ın deyimiyle kendi şe-refine yaptırdığı şehri sayısız yeni yapı ile doldurdu. Konstantinopolis'e de Roma'da ol-duğu gibi, yeni bir kapitol, bir senato, bir pre-torya, bir Kutlu Yol, bir -Million» ve forumlar yapılmıştır. Şehrin bu yeni kuruluşu sırasın-da, bir yandan eski pagan tapınaklar yenile-nirken, öteyandan yeni Hıristiyan tapınaklar inşa ediliyordu. Bu Hıristiyan tapınaklarının ikisi, şehrin sonraki tarihi bakımından önem-lidir. Tartışmalı bir tarihi olmakla beraber, Atrium'lu bir bazilika olan ilk Ayasofya'nın Konstantin tarafından inşa ettirilmeğe başla-nan bir kilise olması ihtimali vardır (7). İkin-cisi ise dördüncü tepe üzerinde yaptırılan ve Konstantin mezar anıtını da ihtiva eden bü-yük Apostoleion martiryonudur. Bugün Kons-tantin'in başkentinden, Çemberlitaş'taki Yanık Kolon'dan başka, görülen fiziksel anı kalma-mıştır. Bununla beraber, tıpkı Severus çağı-nın röperleri gibi, eskisinin yerine geçen A-yasofya Camisi, Çemberlitaş ve Apostoleion üzerine yapılmış olan Havariyun Kilisesinin yerini almış olan Fatih Külliyesi, şehrin anıt-sal tarihinin ve ana çizgilerinin röperleri ol-makta devam etmektedir.

    Büyüyen şehrin denizle ilişkisi esas itibariy-le, Sirkeci'deki eski limanlarla oluyordu. Bun-ların en önemlisi hem liman, hem tersane olan Neorion olmakta devam ediyor. Kons-tantin zamanında Haliç boyunda da iskeleler olmuş olmalıdır. Marmara sahilinde, sonra-dan Langa bostanları olan yerde Eleuterion limanının da, Konstantin zamanında kurulmuş olduğuna dair kayıtlar varsa da katî değil-dir (8).

    Sonraki çağların gelişmesini etkileyen yapı-lardan biri, Konstantin'in Ayasofya'nın üzeri-ne yapıldığı tepenin güneye bakan yamaçla-rına kurulan sarayı idi. Bu saray sonradan Bizans İmparatorları tarafından genişletilerek, Hipodromun güneyinden Marmara sahillerine kadar inen büyük bir saraylar kompleksi ha-linde şehrin güneydoğu köşesini kaplayacak-tır. Konstantin'in portikleri, ikisi bu sarayla ilişkili olarak, birisi I. tepenin etrafını dola-narak kuzeye doğru, diğeri Dafne sarayından başlayarak sahil boyunca surlara, yani Etye-mez'e kadar, uzanıyordu.

    Konstantin devrinde şehrin surlar dışına pek fazla taştığı söylenemez. İmparator, Türkle-rin sonradan Altımermer dedikleri eski Altın Kepi önünde Got askerlerinin olduğu yere bir hatıra kolonu diktirmiştir. Bu çevrede belki bir dış mahalle de teşekkül etmiştir. Haliç boyunca surların hemen dışında limanın fa-aliyetleriyle ilişkili olarak dağınık bazı yer-leşmeler olmuş olabilir. Bunların içinde en önemlisi sur dışında sonradan Blakerna adı verilen mahalledir.

    Bu sırada Galata'nın olduğu yerde «Sykae» olarak adlandırılan bir küçük yerleşme var-dır. Daha Stabon zamanında burada bir kü-çük liman olduğu biliniyor (9). Konstantin zamanında burasının önem kazandığı ve bir duvarla çevrildiği anlaşılıyor. Kadıköy ve Üs-küdar'daki yerleşmelerle Boağziçinin, şehrin bu erken gelişmesiyle organik bir ilişkileri yoktur.

    Konstantin, şehri, Roma'daki idarî bölünme-ye uygun olarak, 14 bölgeye ayırmıştır. Bu bölgelerin yaklaşık sınırları hakkında 5. Yüz-yılın birinci yarısında yazılmış olan Notitia Urbis Constantinopolitanae'den yeterli bilgi-ler elde edilmektedir (10). Gerçi bu bilgile-rin yorumu bazı detaylarda değişik olmakta ise de, genel hatları itibariyle bugün üzerin-de anlaşılan bir şehir organizasyonu vardır. Şehrin valisine bağlı bir «Curator» ve ge-lişmiş bir idarî teşkilât tarafından kontrol edi-len bu bölgelerin tespitine esas olan ilke-ler Janin tarafından belirtilmiştir (11). Ge-nellikle eski Grek şehrinin surları ve sonra-ki Severus devri surları bölgelerin sınırları olarak göz önüne alınmıştır, şehrin ana yol-ları da bölgeler arasında sınır oluyor. Böylece şehrin konsantrik olarak büyümesine tekabül eden çizgilerle, yarımadanın topoğrafyasından çıkan ana yol strüktürü bölge sınırlarının esas-larını ortaya koyuyor. Büyük arterlerle, kon-santrik dairelerin kesişme noktalarında büyük forumlar teşekkül etmiştir. Augustaeum, bi-rinci, ikinci, dördüncü ve beşinci bölgelerin birleştiği yere yakındır. Aynı şekilde Kons-tantin Forumu; üçüncü, yedinci, sekizinci ve beşinci bölgelerin kavuştuğu yerdedir. Te-dosyum Forumu etrafında, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu bölgeler, Forum Bovis etrafın-da, dokuzuncu, onbirinci, onikinci bölgeler bu-lunmaktadır. Şehrin idarî taksimatı ile fizik yapısı arasındaki ilişki şüphesiz her çağda söz konusu olmakla beraber, bu erken devir Konstantinopolis'inde daha belirgin bir nite-liktedir. Diğer iki bölge Konstantin çağında gelişmiş birer dış mahalle olan Sykae (13. Bölge) ve Blakerna yani Ayvansaray'dır. (14. Bölge). Özellikle bu sonuncu bölgenin Haliç

  • üzerindeki eski Grek yerleşmelerinin bir ka-lıntısı, bir çeşit müstakil şehir olarak özel bir statüsü olduğu anlaşılıyor. Konstantin'in yeni Roma'sı 324-336 yılları ara-sında kurulmuştu. 330 da idareciler şehre yerleşmeğe başladılar. Yani şehrin merkezi olan Konstantin forumunda 40 gün süren şen-likler yapıldı. Devlet adamları Roma'dan İs-tanbul'a çağırıldılar. İmparatorla beraber şeh-rin imarına katıldılar. İmparatorluğun her ta-rafından şehri güzelleştirecek sanat eserleri getirildi. Boğaziçinde devlet büyüklerinin vil-lalar yaptırması o devirde başlamıştır (12). Şehrin sonraki tarihinde de görüleceği gibi, özellikle Trakya'dan çok sayıda halk getirile-rek şehirde iskân edildi. Bu nüfusun çok sü-ratle arttığı, şehrin, beşinci yüzyılda, Roma'-dan daha kalabalık olduğu anlaşılıyor. Bu nü-fusun beslenmesi, daha Konstantin zamanın-da büyük zorluklar çıkarıyordu. Bunun için Mısır, Suriye ve Anadolu'dan devamlı buğ-day, şarap, yağ getirilip halka dağıtılıyordu. Halka yiyecek dağıtılmasının 332 den sonra adet haline geldiğini ve bukadar çok nüfusun başka türlü yaşama olanağı olmadığını Burck-hardt belirtiyor (13).

    Konstantin zamanında yapılan bu imparator-luk şehri, görüldüğü gibi, eski Grek şehri Byzantion'un doğal bir devamı değil, baştan sona bir hamlede gerçekleştirilmiş ve Geç Roma Dünyasının Mimarî esprisiyle donan-mış bir yeni kuruluş idi. Kurulduğu zaman için fazla büyük olan bu şehir kendisini bes-leyen bir çevreye sahip değildi. Bu özellik Konstantinopolis - İstanbul'un hiç değişmeyen bir yanıdır. Konstantin zamanında şehir. Ro-ma İmparatorluğunun doğudaki eski Hellenis-tik. merkezleri olan Efes, Antakya veya is-kenderiye gibi gelişmiş ve yerleşmiş bir sa-nayiye de sahip olamazdı. Fakat nüfusun faz-lalığı ve devlet merkezi olma, yani büyük bir pazar olma niteliği dolayısiyle, ticaret ve sa-nayi kapasitesi çok kısa bir sürede gelişmiş olmalıdır.

    KONSTANTİNOPOLİS' İN SON SINIRLA-

    RI : TEODOSYUS SURLARI

    Dördüncü yüzyıl sonunda şehir nüfusunun çok arttığı, Haliç ve Marmara kıyılarında bazı ma-hallelerin teşekkül ettiği anlaşılıyor (14). Bla-kerna ve Sykae (Galata) gibi büyük dış ma-halleler yarı şehir statüsünde bölgelerdi. II. Teodosyus zamanında gittikçe baskısını arttı-ran barbar akınlarına karşı, yeni yerleşme alanlarını ve Blakerna'yı içine alan, ve bugü-ne kadar gelen, iç surların inşasına 413 de başlanmış, Haliç ve Marmara surları da 439 da tamamlanmıştır. Kara surları önündeki ikinci sur ve önündeki hendek ise, 447 de, Atillâ'nın Teodosyus'u haraç vermeğe mec-bur ederek Büyükçekmece'ye kadar yaklaştığı sırada, yapılmıştır. Surların geç devirlerdeki etkileri, daha çok Blakerna bölgesinde ya-pılmış ve önemli bir değişiklik göstermemiş-tir. Yukarıda da belirtildiği gibi, yeni surlar içinde Konstantin suru birdenbire yok olma-mış, uzun süre yaşayarak, surlar içindeki ge-

    lişmeyi sınırlamıştır. Muhtemelen Teodosyus surları şehrin sur dışına yayılan kısımlarını korumak için olduğu kadar, sur çizgisini sa-vunmaya daha elverişli bir duruma getirmek amacıyla yapılmıştır.

    Yeni sur çizgisi Yedikule ile Ayvansaray ara-sında, eski şehri ortalama 2/5 oranında bü-yütüyordu. Bu büyümenin şehrin sur dışına yayılan kısımlarını korumaktan çok, sur çizgi-sini savunma için daha elverişli bir duruma getirmek amacıyla gerçekleştirildiğini, bu bü-yümeye paralel yeni bir idarî bölünme yapıl-mamasına bakarak, ileri sürebiliriz. Nitekim Konstantin ve Teodosyus surları arası, hiç bir zaman dolmamıştır. Bu büyük bölge her za-man ikinci derecede, şehrin günlük hayatı-nın kenarında bir kuşak olarak kalmış ve bu-rada şehrin diğer bölgeleri için karakteristik olan anıtsal inşaatlar yer almamıştır.

    Konstantinopolis'in en geliştiği devir, henüz bir Geç Roma şehri özelliklerini taşıdığı yüz-yıllardır. Genel olarak 413 de, Bizans dünya-sının doğu ve güney parçasının, müslüman-ların eline geçmesine kadar süren üçyüzyıl içinde Doğu Roma İmparatorluğunun merke-zi, bundan böyle pek fazla değişmeyecek, hatta giderek belki de bozulacak çehresine kavuşmuştu.

    Teodosyus surları, şehrin yarımada içindeki parçasının, 20. Yüzyıla gelene kadarki sınır-larını, ve Jüstinyen devri sonuna kadar geçir-diği gelişme de, aşağı yukarı, genel strüktü-rünü tespit ediyor. Şehir, Severus ve Kons-tantin devri büyümelerinin devamı olarak, bi-rinci tepenin yarımada üçgeninin tepesini teş-kil ettiği noktadan itibaren açılan bir üçlü bölünmeye göre şekilleniyordu : Marmara kıyısı ile Haliç kıyısındaki yamaçlar konut alanlarını içine alıyor, bunların arasında ka-lan ve özellikle Haliç'e paralel tepeler çizgi-sini birbirine bağlayan yolla Beyazıt'tan Ak-saray'a ve oradan Cerrahpaşa'ya çıkan ve Al-tımermer'den Yedikule'ye uzanan Via Triom-phalis ise anıtsal yoğunlaşmaların olduğu aks-ları meydana getiriyordu. Bu yol strüktürü yakın zamanlara gelene kadar sadece anıtsal yoğunlaşmanın değil, fakat iskân yoğunlaşma-sının da anadamarını teşkil etmiş ve şehre karakterini kazandıran özelliklerinden biri ol-muştur. Şehrin genel silûeti, bu yol sistemi ile topoğrafyanın ortak etkileri sonucunda meydana gelmiştir.

    BİZANS ÇAĞINDA ŞEHRİN ÇEVRESİ

    bütün elemanlarını ihtiva eden bu küçük şe-hir, Konstantinopolis'in bütün tarihi boyun-ca değişmeden yaşamış, gelişmemiştir; sınır-ları hakkında bir fikrimiz yoktur. Üsküdar, Chalcedon'un bir uzak iskelesi idi. Antikite-den itibaren küçük bir yerleşme olarak kal-mıştır. Greklerin Avrupa yakasındaki üç yer-leşme noktası, İstanbul yarımadasının ucu, Haliç'in içinde sonraki Blakerna mahallesinin bulunduğu Ayvansarayı bölgesi (ki bu bir hipotezden ibarettir) ve Sykae (Galata) idi. Bunların içinde Blakerna'nın M.S. 5. Yüzyıl-da Konstantinopolis'e katıldığını biliyoruz.

    Bugün Galata'nın bulunduğu yerde, Azapkapı ile Karaköy arasında Sykae adı verilen yerleş-menin etrafı Konstantin devrinde bir duvarla çevrilmiştir. Jüstinyen zamanında bu dış ma-halle bütün elemanlarıyla bir şehir haline gel-miştir (15). Bununla beraber günlük yaşan-tısı bakımından karşısındaki başkentten ayrı bir tarihi olmamıştır. Jüstinyen belki de bu büyük yerleşmenin hatırı için Bizans devri-nin tek köprüsünü Ayvansaray'la Kasımpaşa arasında inşa ettirmişti. 4. Haçlı seferi sı-rasında bu taş köprünün Blakerna sarayı kar-şısında bulunduğunu Villehardouin yazmakta-dır (16). Köprü, Lâtin işgalinde harap olmuş olmalıdır. İbn Batuta İstanbul'a geldiği za-man köprü yoktu. Karşıdan karşıya kayıklar-la geçiliyordu. Galata 13. Yüzyılda Cenova-lı'lara verildikten sonra gelişerek kendi ba-şına bir önemli ticaret merkezi haline gel-miş ve bundan sonra da, Osmanlı devri de dahil olmak üzere şehrin başka ülkelerle ti-caretini inhisarına almıştır. 14. Yüzyıl ba-şında surları genişletilip güçlendirilerek ta-mamen müstakil bir şehir oluyor. Fatih, Kons-tantinopolis'i fethettiği zaman önce Galata'-ya dokunmamış ve Cenovalılarla anlaşmıştı.

    Bütün Bizans tarihi boyunca şehir dışındaki en önemli dış mahalle Hebdomon (Bakırköy) idi. Burası fonksiyon bakımından Osmanlı devrinde Davutpaşa kışlası çevresinin nite-liklerine sahipti. Trakya'ya giden ordu bu-rada toplanıyordu. Hebdomon'da büyük bir kışla ve bir İmparator sarayı bulunuyordu. Saray mensupları, özellikle ilk yüzyıllarda se-ferden dönen İmparatoru karşılamak veya yaz aylarını geçirmek için buraya geliyorlardı. 10. Yüzyıla kadar burada askerler tarafından ba-şa getirilen birçok ünlü İmparator vardır. Şüp-hesiz bu resmî çekirdeğin etrafında bir sivil yerleşme de kurulmakta gecikmemiş ve bu-rada bir kaç kilise, bir embolos ve başka ya-pılar yapılmıştır (17).

    Genellikle şunu belirtmek doğru olur : Kons-tantinopolis sonradan Türklerin istanbul'u gibi, surlar dışında gelişmiş bir şehir değildir. Bir sur içi şehridir. Her büyük şehirde olduğu gibi burada da şehir dışına çıkmış bir iki mahalle, veya şehir civarında köyler bulun-muştur. Fakat bunlar şehrin organik parça-ları olmamıştır. Chalcedon, ayrı bir şehir olarak bunların en eskisidir. Haydarpaşa ve Kalamış koyları arasında bir Grek sitesinin

    Bizans çağında Haliç, Boğaziçi ve Adalarda bir çok manastırlar, İmparator köşkleri ve zi-yaret yerleri olduğu biliniyor. Boğazın baş-langıcında, Beşiktaş'ta, 5. Yüzyılda bir sa-ray olduğu ve hatta buraya bir de embolos ya-pıldığı biliniyor. Sarayın çevresinde bir kü-çük yerleşme bulunduğu anlaşılıyor. Boğaz-içinde küçük bazı köyler bulunuyordu. Bun-ların şehre yakın olanları içinde en önemli-leri St. Mamas (Beşiktaş), St. Phocas (Or-taköy), Brochthoi (Kandilli veya Vaniköy), Sophianae (Çengelköy) idi.

    29

  • II

    İSTANBUL - TÜRK ÇAĞI FATİH DEVRİ

    İstanbul'un fethedilmesiyle Osmanlı İmpara-torluğunun en büyük politik amaçlarından biri gerçekleşmiştir. Fakat ele geçirilen şehir, he-men başkent olamayacak kadar bakımsız ve haraptı. Surlar, son Bizans imparatorlarının sarayı, şehrin işgali esnasında tahrip edilmiş-ti. Fatih'in imar ve iskânla ilgili olarak ilk işi, şehirde kalan nüfusu barındırmak ve şehre yeni nüfus celbetmek olmuştur. Bunun için de şehirdeki evleri ellerine geçirenlere veya dışardan gelenlere mülk olarak dağıttırmış, şehrin Rum ahalisine, hatta kendisinin hisse-sine düşen esirlere mahalleler, ordu mensup-larına ve tarikat ehline de evler ve manastır-lar tahsis edilmiştir, ilk imar eylemi surla-rın yeniden onarılması olmuş ve kısa bir sü-rede gerçekleştirilmiştir. Bunun yanısıra Fa-tih, herhalde o sırada boş bulunan Teodosyus Formunun Haliç'e bakan yönünde bir saray ve eski Altın Kapının olduğu yerde de muh-temelen hazinenin saklanması amacıyla, bir iç kale inşasını emretmişti. Bu ilk yapı ey-lemleri kısa bir sürede tamamlanmış ve İs-tanbul 1457 yılında, yani Fatih'ten ancak dört yıl sonra Edirne'nin yerini alarak Osmanlı Devletinin Başkenti olmuştur (18).

    İstanbul'un fethinin politik olduğu kadar dinî ve sembolik anlamını belirten davranışlardan biri Fatih'in şehre yerleşir yerleşmez, şehir dışında vaktiyle Kosmidion adı verilen ve Aziz Kosmos ve Damianos'a atfedilen ünlü bir manastırın olduğu semtte ve Ebu Eyyüb E!-Ensarî'nin mezarı olduğu rivayet edilen yer-de, 1458/59 da, şehrin ilk büyük camisini ve Hazreti Eyüb'ün türbesini yaptırmış olması-dır. Bunun yanına sonradan bir medrese ve bir aşhane eklenerek Türk çağının ilk külliye-si, yahutta Ergin'in deyimiyle, ilk «İmareti» meydana getirilmiştir (19). Böylece dinî bir anının etrafında şehrin önemli, ve Bizans sur-ları dışında, yeni bir yerleşme bölgesi ku-rulmuş o' i /ordu.

    Şehrin gelişebilmesi için birinci sorun, yeter bir nüfus sağlanması idi. 1453 den önce Te-odosyus surları içinde büyük tarlalar, bahçe-ler ve boşluklar bulunduğu ve nüfusun da, iyimser bir tahminle, 40.000-50.000'e düşmüş olduğu kabul edilmektedir. Bu nüfus Fetih sı-rasında daha da az olmalıdır. Şimdiye kadar yapılan araştırmalara göre Fatih'in saltanatı sırasında İstanbul'a Anadolu ve Rumeli'nin muhtelif yerlerinden gelen Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler yerleştirilmiştir (20). Yerleştikleri mahallelere, bir kısmı bugüne kadar kalan, isimler veren bu ilk devşirme halkın çoğunluğu, Haliç sahillerinde ve ona bakan yamaçlara, bir iki grup Beyazıt-Aksa-ray çevresine iskân edilmişlerdir. Ermeniler

    Sulumanastır'a (Samatya) yerleşmişlerdir. Marmara sahillerine daha çok Rumların yer-leştiğini, Galata'ya da yine İzmir'Ii Rumların iskân edildiğini görüyoruz. Galata ve İstan-bul surları dışında, Eyüp Sultan imareti çev-resine Bursa'dan gelenler yerleşiyor; Gala-ta'ya bitişik olan Tophane çevresine, Samsun ve Sinop'tan gelenler yerleşiyor. Üsküdar, Anadolu'dan gelen Türklerin yerleştikleri ilk semt olarak tesbit edilebiliyor. Böylece he-men Fatih'ten sonra İstanbul'un da, Anado-lu'nun bir çok Osmanlı Çağı şehrinde görül-düğü gibi, sur içinde değil, fakat sur dışında yayılmış bir şehir olma sürecine girdiği görü-lüyor.

    Bu noktada İstanbul için karakteristik bir dü-aliteye dokunmak doğru olur: Orta Çağdan öteye büyük şehir gelişmesini etkileyen en önemli fiziksel faktörlerden biri şehir surları olmuştur. Bir çok büyük Avrupa şehri surlar içinde çok fazla bir yapı yoğunluğuna sahip olarak kapalı şehir gelişmesi gösterirler. Bun-ların içinde, başından itibaren yayılmağa baş-layan Londra gibi şehirler azdır. İstanbul Os-manlı Çağında her iki özelliğe birden sahip bir şehirdir: Bir yanda Bizans surları batı yö-nünde şehrin gelişmesini sınırlamakta devam etmiş, öteyandan Haliç, Boğaz kıyıları ve Ga-lata surlarının çevresi ve Anadolu yakasın-da Üsküdar ve ona komşu sahiller sur dişin-de- yeni mahalleler olarak gittikçe büyümüş-lerdir.

    Büyük bir imar ve iskân çabasına sahne olan Fatih çağında şehir nüfusu hangi ölçülere ulaşmıştır ? Bu konuda, bugün elimizdeki ve-riler açık bir fikir sahibi olmamıza yetmemek-tedir (21). Topkapı Sarayında Fatih devri son-larına ait bir belgede, şehir içinde 8951 Türk, 3151 Rum, 1647 Yahudi ve 1048 diğer etnik gruplara ait ev ve 3667 dükkân olduğu, Ga-lata'da ise 535 Türk, 572 Rum, 332 Frenk, 62 Ermeni evi ve 260 dükkân olduğu, böylece İstanbul'da ve Galata'da toplam olarak 16324 ev ve 3927 dükkân olduğu belirtilmektedir. Surlar dışındaki yerleşmelerle Üsküdar'ı içi-ne almayan bu hane hesabının nekadar nü-fusa tekabül ettiği konusunda farklı yargılar vardır. İstanbul evlerinin büyüklüğü hakkın-da, 1513 tarihli bir tahrir defteri (Ayasofya Tahrir Defteri) 200-400 arşın murabbaı (50-100 m2) bir boyut vermektedir. Fakat bunun neye tekabül ettiğini bilmiyoruz: Evin oturdu-ğu alan, veya katlarla çarpımı olup olmadığı belli değildir. Genellikle evin oturduğu alan olarak kabul edilse bile, 1513 tarihindeki is-tanbul evleriyle 1477 dekilerin ayni olduğu-nu kabul etmek doğru değildir. 15. Yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'a gelen seyyahlar ev-lerin çokluk moloz taş veya kerpiçten yapıl-mış ve tek katlı olduğunu belirtiyorlar. Fa-tih'in vakfiyesinde de tek katlı evler çoğun-luktadır (22). Buna karşılık Beyazıt devrinde tanzim edilen bir diğer vakfiyede evlerin ço-ğunluğu iki katlı olarak belirtilmiştir. Bu ev-lerin içindeki nüfusun 4-5 (Schneider) veya 8 (Ayverdi) olarak gösterilmesi bir tahmin-den öteye geçmiyor. Bununla beraber Fetih-ten çeyrek yüzyıl sonra İstanbul ailesinin, son-raki devirlerde görülen çok nüfuslu aileler gi-bi olduğunu düşünmekte doğru olmayabilir. Ev başına nüfus, Türk ve Hıristiyanlarda da farklı olabilir. Ortalama olarak, ev başına (5) alınırsa 16324 X 5 = 81620 kişi bulunur. Buna, Ayverdi'nin belirttiği gibi, Saray, As-

  • kerler, Medreselileri de katarsak İstanbul ve Galata'da 100.000 civarında bir nüfus olduğu söylenebilir. Surlar dışında yaşayanlarla be-raber bütün şehir nüfusunun, Fatih devri son-larında 120.000 i bulduğunu kabul edebiliriz. Buna göre Fetihten sonraki 25 yıl içinde şeh-re, nüfus artışını da düşünerek, 50-60.000 ki-şinin göç ettiğini kabul etmek gerekir. Mec-burî iskâna ait uygulamaların çok olduğu o çağ için bu sayı aşırı değildir. (Schneider, şehir nüfusunu 60.000-70.000, Ayverdi ise 200.000 olarak gösteriyorlar.) 16. Yüzyılda şe-hir nüfusunun çok büyük artışı göz önüne alınacak olursa, Fatih devrinde de nüfusun 120.000 e ulaşması fazla abartmalı sayılmaz. Bu nüfusun mahallelere yayılması, geldikleri bölgelere göre olmuştur. Bazılarına bizzat Devlet tarafından yer gösterilmiş veya orada oturmak zorunda bırakılmışlardır. Mahallele-rin kuruluşunda hiçbir taassup gösterilmedi-ği ve hatta Rum Patriği adına bile bir mahal-le olduğunu Ergin belirtmektedir. Mahallele-rin bir kısmı ise kurucularına ait isimlerle anı-lıyor. Bu kurucular arasında Fetihte bulunan askerler, şeyh ve hocalar bulunuyor. Bir kı-sım mahalleler şehir kapılarına göre isim al-mıştır. Çoğu kere kurucuların yaptırdıkları veya kiliseden çevrilen cami ve mescitler, ku-rucu adı ile beraber mahalleye ad vermekte-dir (23). İskân bölgelerinin idarî bakımından dört Kadılığa ayrılması da, Fatih devrinde ol-muştur. Sur içi İstanbul Kadılığı, Eyüp ve Sur dışında, Halic'in güneyinde ve şehrin batısın-da kalan bölgeleri içine alan Haslar Kadılığı (bu bölge Çatalca'ya kadar uzanmaktaydı), Galata Kadılığı ve Üsküdar Kadılığı. İstanbul Kadılığı dışında kalan bölgelerin üçüne «Bi-lâd-ı Selâse» adı verilmiştir.

    Şehrin Bizans devrinde olduğu gibi, Haliç ya-kalarında yoğunlaşan nüfusunun ticarî mer-kezi, eski yerini muhafaza etmiştir. Fatih devrinde «Bedesten-i Atik», bugünkü İç Be-desten yapılıyor. Sonradan yine ayni civara yapılan Yeni Bedestenin inşasına kadar (bu-nun tarihi kati olarak belli değildir) bu yapı çarşının merkezini teşkil etmiştir. Bilindiği gibi Bedestende ekseri İslâm şehirlerinde olduğu gibi, kumaş ticareti yapılmaktaydı. Çarşının tek katlı ve ahşap olan dükkânları bunun etrafında yayılıyorlardı. Şehrin tica-ret bölgesinin ağırlık merkezi burası olmakla beraber, sur içinde sayıları 3667 ye varan dük-kânların hepsinin burada olmadığı açıktır. Ev sayısıyla karşılaştırılacak olursa dükkân ora-nı çoktur. Bunların, bugün de olduğu gibi, bü-yük çarşıdan, Mercan'dan (Yeni çarşıdan) Ha-liç surlarına ve oradan sur dışında Haliç bo-yunca uzanmış olduğu anlaşılıyor. Zaten Bi-zans devrinde olduğu gibi Unkapanı, Odun Pazarı, Balık Pazarı gibi depolama yerleri, Fa-tih Çağında da aynı fonksiyonu gören yerler olarak yaşamakta devam etmiştir. Gümrük Kapanı da, aynı devirde Deniz gümrüğü ola-rak eski limanda idi. Diğer bir çarşının Fa-tih Külliyesi etrafında kurulduğu anlaşılıyor. Saraçlar ve demircilerin burada çarşıları var-dır. Fatih devrinde, herhalde kârgir olmayan 7 kadar han olduğu da biliniyor. Sonradan çok değişmiş olan Kürkçü Hanı o devirden ka-lan tek kârgir handır (24).

    Haliç yakasının bu canlılığına karşılık, Mar-mara limanları yeniden canlanamamışlardır. Bununla beraber Fatih'in Kadırga limanında (Eski Sophien limanı) bir tersane kurduğuna

    dair 1462 tarihli bir kayıt vardır (25). Haliç'-in Galata yakasında Kasımpaşa'da yine Fatih tarafından bir kaç kızak yaptırıldığına dair başka bir kayıda da tesadüf edilmiştir. Evli-ya Çelebi Fatih'in «bir kaç göz tersane ve bir Camii Şerif ve Kaptan Paşalar için bir Di-vanhane» yaptırdığını yazıyor (26).

    Bütün bu yeni strüktürleşmenin ortasında İs-tanbul'a daha 15. Yüzyıl sonunda İslâmî bir çehre kazandıran dinî yapılar ve onlarla be-raber yapılan mektep, medrese, hamam gibi vakıf yapıları sayısı, Ayverdi'nin verdiği liste-ye göre 300 ü bulmuştur. Bunlar yerleşme-ler gibi Haliç sırtlarında yoğunlaşıyorlar. Di-nî eylemler etrafında gelişen bu yapıcılığın, geniş amaçlı bir sosyal kompleks olan Fatih Külliyesinde, İslâm dünyasında o zamana ka-dar görülmemiş bir anıtsal kompozisyon fik-rine ulaştığını görüyoruz. 1463-70 yılları ara-sında gerçekleştirilmiş olan bu yapı komplek-si, İstanbul'un bundan sonraki gelişmesinde şehre kendine özgü bir anıtsal nitelik geti-ren külliyeler dizisinin ilk halkasıdır. Gerek kendi içinde ve çevresinde yarattığı şehir içi özellikleriyle, gerek şehir silûetine kattığı ağırlıkla ve nihayet yoğun toplumsal eylem-lere sahne olan karakteriyle İstanbul'un bir Türk şehri olarak kimlik kazanması Fatih kompleksiyle başlamıştır. İlk defa burada İstanbul silûetine karakter kazandıran, büyük boyutlu ve kubbelerle örtülü yapılar toplulu-ğu, şehrin yüksek noktalarından birine, dör-düncü tepeye yerleşiyordu. Yapının oturdu-ğu yerin seçilmesinin, kanımca, yine sembo-lik bir anlamı vardır. Fatih'in Camisi ve Tür-besi, Konstantin'in kurduğu Apostolion Mar-tiryon'unun yerinde kurulmuştu. Konstanti-nopolis'in kurucusunun yaptırdığı kilise ve mezarın yerinde şimdi İstanbul'un kurucusu-nun camisi ve mezarı bulunuyordu. Bu seçim-de böyle bir sembolizmle beraber, İstanbul' dan Edirne'ye çıkan yolun üzerinde olma, şeh-rin eski merkezinden uzak olan bu bölgede yeni yerleşmeleri teşvik gibi fikirler de et-kili olmuş olmalıdır. Bine yakın mensubu ve çevresindeki çarşılarla, şehrin bundan sonraki gelişmesinde etkili olacak yeni bir ağırlık merkezi böylece yaratılmış oluyordu.

    Yukarıda sözü edilen bütün bu yeni gelişme-lere rağmen İstanbul'un arazisinin fonksiyon-larına göre bölünmesi açısından, bir eksik ta-rafı kalıyordu. Padişah sarayının, yani idarî merkezin, gelişmekte devam eden bir şehrin ortasında bulunması oldukça elverişsizdi. Bu her bakımdan emniyetsiz bir durumdu. Ni-tekim Türklerden önce, Büyük Konstantin'den itibaren büyük sarayların, yarımadanın burnu-na yakın ve sahille bağlantılı bir bölgede yer-leştiklerini biliyoruz. Üstelik başkentin en büyük camisi Ayasofya olarak tescil edilmiş-ti. Bu nedenlerle Fatih'in 1462 den itibaren, şimdiki Topkapı Sarayını yaptırmağa başladı-ğını ve sarayın özel bir surla çevrilerek, ilk kurulan şehrin Akropolü üzerinde, Haliç, Bo-ğaziçi, Üsküdar ve Marmara'ya hâkim en gü-zel sit'e yerleştiğini görüyoruz. Bu surun içi-ne, en ünlüsü 1472 de biten Çinili Köşk olan, muhtelif yapılar yapılmıştır. Saray surunun dış kapısı olan Bab-ı Hümayun 1478 de ta-mamlanmıştır. Bundan sonra, Beyazıt'taki sa-ray Eski Saray (Saray-ı Atik), bu da Yeni Sa-ray (Saray-ı Cedid) olarak adlandırılacaklar-dır.

    Fatih devrindeki bu gelişmeye dikkat edile-cek olursa şehrin idarî, ticarî bölgeleri, doğru-dan doğruya topoğrafik verilerin sonuçları olarak Eski Bizans şehrinin idarî ve ticarî böl-geleri üzerine veya yanına kurulmuştur. Bü-yük yol akslarının da değişmemesi, yine ara-zi topoğrafyasının doğal bir sonucu olarak gösterilebilir. Surlar dışında gelişme eğili-mi bu devirde ortaya çıkmakla beraber, bu he-nüz cesaretsizdi. En önemli sur dışı geliş-mesi Eyüp'tü. Anadolu'dan gelen Türklerin yerleştikleri Üsküdar'da, Rum Mehmet Pa-şanın 1470 de büyücek bir cami yaptırdığını görüyoruz. Her halde bu ilk yerleşme Şem-sipaşanın arkasındaki yamaçlarda toplanıyor-du. Ayverdi burada Fatih vakfiyesinde bah-sedilen üç mahallenin varlığına işaret edi-yor (27). Boğaziçinde ilk toplu Türk mahal-leleri ise Anadolu ve Rumelihisarı içinde ve-ya aynındaki mahallelerdir. Yapılan bir mes-citin varlığına bakarak Baltalimanında da bir yeni mahalle kurulduğu söylenebilir (28). Da-ha çok Rumeli kıyısında, küçük Rum köyleri bulunuyordu.

    İSTANBUL'UN 16. YÜZYIL S O N U N A KADAR GELİŞMESİ

    Arnold von Harff 1496-97 de İstanbul'u bü-yük bir şehir olarak tanımlar (29). II. Baya-zıt'ın saltanatının ortalarında, yani yüzyılın dö-nümünde, şehir nüfusu 200.000 e yaklaşmış olmalıdır. İstanbul'da 15. Yüzyılın ikinci ya-rısında yapılmış cami ve mescitlerin şehir içindeki dağılışı ile nüfusun yerleşmesi ara-sında bir ilişki olduğu kabul edilecek olursa - ki böyle bir ilişki, ortalama bir fikir de ver-se, açık olarak mevcuttur- bugünkü bilgileri-mize göre, nüfusun üçte birinden fazlasının, şehrin her devirde, en kalabalık olan bölgesi-ne, yani Haliç'e bakan sırtlara yerleştiği he-saplanabilmektedir. Bu bölgede en büyük yoğunlaşmanın Fatih imareti çevresinde oldu-ğu, yapılan mescitlerin üçte birinin bu yörede olmasından anlaşılmaktadır. Buna karşılık Marmara sahiline yerleşen Müslüman nüfus, nispeten daha azdır; yeni yerleşen nüfusun % 10-15'i arasında olmalıdır. Bu sahillerde Rumların ve Ermenilerin iskân edildiğini yu-karıda belirtmiştik. Artan nüfusun diğer üç-te biri Bizans'ın son zamanlarında tamamen boşalmış olan bölgeye, yani Aksaray'a, sur kaDiları ve özellikle Topkapı civarına ve Ko-camustafapaşa'ya yerleşmiştir. Haliç kıyıla-rına yerleşenler bu nüfusun % 10 una yak-laşmaktadır. Özellikle Eyüp ve Balat'a yerle-şildiği görülüyor. Boğaziçinde bu devirde bü-yük bir gelişme olmadığı biliniyor. Üsküdar'da da bir kaç yeni mahalle teşekkül etmiş olma-lıdır. Galata'ya yerleşen Müslüman sayısı artmış ve Galata surları dışında yapılan mes-

  • C&VS'TJOV T i9V O OV/ Sz

    'r^Ajittril

    fi c ^Tif' •JJ s. fer** jturtA rtf SiÇ) T porfi Sc/rfim 7un-g- ç* C

  • 19. Yüzyıl başı; Sarayburnu.

    sına tekabül etmektedir - çarşıları ifade eden arkat dizileriyle doldurulmuştur. Anlaşıldığı-nı, göre Bedestenler dışında, bütün bu çarşılar ahşap ve genellikle tek katlı dükkânlardan meydana geliyordu. Nitekim yabancı seyyah-ların deskripsiyonlarından da ayni sonuç çok-maktadır. O sırada Atmeydanı'nın, bir yüz yıl sonraki görünüşünden farklı olarak, saraylar-la çevrili olduğu görülüyor. Hipodromun Mar-mara yönündeki arkadları kısmen durmakta-dır. Marmara limanları içinde, Kadırga li-manın bir süre tersane olarak kullanıldığın-dan sözeden belgelerin doğru olduğu bu min-yatürde daha katî olarak belirmektedir. Lan-ga bostanlarının etrafında da eski duvarların henüz durduğu görülmektedir. Aynı şekilde Kasımpaşa ve gemi tezgâhları, Tophane gös-teri lmiştir. Galata dışında herhangi bir yer-leşme belirt i lmemiştir.

    Kanunî devri ve onu takip eden 16. Yüzyıl padişahları zamanında ve nihayet Birinci Ah-met'in büyük Sultan Ahmet Camisi ile İs-tanbul'da, sur içinin ana çizgileri katî olarak tesbit edilmiş ve ondan sonra da 19. Yüzyıla kadar fazla değişmemiştir. Haliç'e bakan te-peler çizgisi üzerinde, önce Kanunî'nin İlk saltanat yıllarında bitiri len Sultan Selim Ca-misi (1522), sonra Şehzade Külliyesi (1544-48) ve daha sonra da Süleymaniye Külliyesi (1550-1557) yerleşmiştir. Yüzyılın ikinci ya-rısında bu anıtsal çizginin hemen arkasında, ona paralel olarak, ve adeta siluetteki boşluk-ları dolduracak şekilde, Edirnekapı'da Mihrl-mah Külliyesiyle başlayan orta boy camiler ve onların çevresinde yüzlerce mesçit, Beya-zıt-Edirnekapı aksını biçimlendiriyor. Anıtsal

    gelişmenin, şehrin bu yönündeki son halkası olan Yenicami yüzyıl sonunda tasarlanmış, fa-kat bilindiği gibi ancak 1663 de tamamlana-bilmiştir.

    Haliç'e bakan bu yamaçların ve ona bitişik olan tepeler hattının bundan önceki yüzyılda olduğu gibi en büyük yapı ve nüfus yoğunlu-ğuna sahip olduğu görülüyor. Tarihi bilinen dinî yapıların yüzde otuzu bu bölgede yapıl-mıştır. Bu nüfusun özellikle Edirnekapı-Sul-tanselim-Fatih arasını doldurduğu söylenebilir. Yedinci tepe, Bayrampaşa vadisi sırtlarının Aksaray'a kadar dolmağa başlaması bu de-virde başlamıştır. Nitekim yine tarihi bili-nen mescit ve camilerin yüzde 21 inin eski-den çok boş olan bu bölgeye yapıldığını, özel-likle Çapa'dan itibaren Topkapı çevresinin ve daha sonra da Kocamustafapaşa'nın iskân edildiğini görüyoruz. Marmara sahillerindeki yapı eylemi geçen yüzyıldaki gibi, daha az-dır. Aşağı yukarı aynı oranı muhafaza etmek-tedir. Şehrin nüfusunun Kanunî'nin saltanatı sonunda yarım milyona yaklaştığı tahmin edil-mektedir (31). Buna o sıralarda büyük bir gelişme gösteren Haliç, Boğaz sahilleri ve Üsküdar da dahildir. Eğer, yine yapılan ca-mi, mesçit ve çeşme sayılarıyla yaklaşık bir tahminde bulunmak gerekirse, İstanbul nü-fusunun % 30-40 oranında bir kısmı surlar dışında yerleşmiş bulunuyordu. En yoğun sur dışı yerleşme bölgesi, Galata göz önüne alınmazsa, Haliç'in batısında Eyüp, karşıya-kada ise Kasımpaşa İdi. Kanunî devrinde Eyüp'e bir çok cami ve medreseler yapılmış, sahiller saraylarla dolmağa başlamıştır. Muh-

    temelen Kâğıthane o sıralarda bir mesire ye-ri olmuştu. Galata surlarının dışında, Kanu-nî tarafından genişletilen Galatasaray'ının ar-kasında, Marmaraya bakan yamaçlarda yaban-cı elçilikler yerleşmeğe bşlamıştı. Hatta Ve-nedik Balyozu Gritti 'nin konağının bugünkü Taksim bahçesinde olduğunu Mordtmann tah-min etmektedir (32). Galatasaray'dan Haliç'e doğru Pera'nın Azapkapı'ya ve Kasımpaşa'ya inen sırtlarında bir iki mahalle kurulmuştur. Azapkapı'da Sokullu'nun yaptırdığı cami çev-resindeki mahalleler Galata surları dışında Kasımpaşa'ya doğru taşmış olmalıdır. Bu-nunla beraber burada başlayan gelişmenin 19. Yüzyıla kadar çok fazla büyümediğini hatır-latmak yerinde olur. Piyale Paşa Külliyesinin, Kasımpaşa deresi vadisinin çok içerilerine ya-pılması ve camiye kadar gelen bir kanal açıl-masıyla burada Piyale mahallesi teşekkül et-miş, tersane faaliyetine paralel olarak, Ka-sımpaşa nüfusu çok artmıştır (33). Haliç'in daha içerisine doğru Pirî Paşa mahallesi o sırada kuruluyor. Haliç'in doğu sahilinin ka-rakteristik elemanı o devirden beri Tersane olmuştur. Surlar İçinde bulunan tersane ala-nının, Barbaros devrinde Azapkapısından Has-köy'e kadar uzandığı tahmin ediliyor (34). Hasköy'de küçük bir Yahudi iskân bölgesi bu-lunuyordu. Kasımpaşa'nın arkasındaki sırtlar bağlık, bostanlık ve mesire yeri İdiler.

    Boğaz sahilinde yerleşmenin, esas itibariyle Kanunî devrinde başladığı kabul edilebilir. Fatih'in kurduğu Tophane, Kanunî tarafından büyütülmüş, etrafına duvar çektiri lmiş ve ye-ni kışlalar yaptırılmıştı. Bu Tophane çevre-rinde Evliya'nın zamanına kadar yeşillikler ol-duğu ve adeta bir mesireye benzediği görü-lüyor. Bununla beraber Galata surları dı-şından Boğazkesen'e kadar yeni mahalleler teşekkül etmeğe başlamıştır (35). Tophane ile Fındıklı arasındaki bölge yüzyıl ortala-rında bağlık ve bahçeli kidi. Yüzyılın ikinci yarısında sahile yalılar yapılmağa başlanmış-tı ve en önemlisi 1565/66 tarihli Molla Çe-lebi Camisi olan dört beş mescit etrafında bir iki mahalle teşekkül etmiştir (36). Kaba-taş'la Beşiktaş arası boştur. Beşiktaş, Boğa-zın Rumeli sahilinde en büyük mahalledir (37). Şüphesiz bunu, şehiriçi ulaşımındaki rolüne borçludur. Rumeliden Anadoluya geçen tra-fiğin başlangıç iskelesi burasıydı. Sefere çıkan donanma da burada toplanırdı. Genel-likle Kaptanpaşaların sahil sarayları burada bulunmaktaydı. Barbaros'un türbesi ve Si-nan Paşanın Camisi de, bu nedenle burada inşa edilmiştir. Şüphesiz o devirde ve daha sonra buradaki yerleşmelerin şehir içi gibi yoğun değil, fakat bağlar, bahçeler İçinde, Ev-liya'nın 17. Yüzyıl için anlattığı şekilde oldu-ğunu düşünmek gerekir. Sonraki devirlerin ünlü Beşiktaş saraylarının ilk çekirdeği, bu sahilde II. Selim tarafından yaptırılan bir Ka-sır olmalıdır. Boğazın her iki yakasında da bazı köyler etrafında iskânın yoğunlaştığı an-laşılıyor. Bunu teşvik eden nedenlerden bi-risi, padişahların ve devlet büyüklerinin bu sahillerde yaptırdıkları saray ve kasırlar ve büyük bahçeler idi. Kanunî devrinde Çengel-köyü'nde, Kuleli mevkiinde bir saray, Kandll-li'de III. Murat devrinde bir kaç tane kasır, Çubuklu civarında bahçeler İçinde Kanunî dev-rinde yaptırılmış bir kasır, olduğunu biliyo-ruz. Beykoz'daki Hasbahçe veya Bahçe-i Aml-

    33

  • Bu devirden itibaren Üsküdar şehrin en önem-li semtlerinden biridir. Yine yapılan mescit ve cami yoğunluğuna bakılarak, şehrin nüfu-sunun onda birinin burada oturduğu İleri sü-rülebilir. Yüzyılın sonunda yamaçlara doğru yapılan Eski Valide külliyesi, Üsküdar'ın o yönde son zamanlara kadar değişmeyen sını-rını tesbit eder. Üsküdar daha bu yüzyılda, Doğancılar-Tunusbağı çizgisine kadar dağınık olarak yayılmış olmalıdır. Salacak'ta sahilsa-raylar vardır. Selimiye'de ise büyük Kavak-sarayı kompleksi bulunmaktadır. Yüzyılın or-tasında bu bölgenin anıtsal görünüşünün en önemli elemanlarından biri olan iskele cami-si, Mihrimah Sultan tarafından yaptırılmıştır. Bu devirde Kadıköy'de herhangi bir gelişme olmamıştır. Fener yolunda yaptırılan bir mes-cide bakarak Fenerbahçe'deki Hasbahçe ci-varında bir küçük mahalle teşekkül etmiş ol-duğu bir ihtimal olarak ileri sürülebilir.

    istanbul'un 16. Yüzyıldaki en önemli sorunla-rı, artan nüfusun beslenmesi ve suyunun te-min edilmesi olmuştur. Anlaşıldığına göre, bu özellik şehrin bütün tarihi boyunca aynı kalrniştır. Şehre gelen nüfusu kontrol etmek, hatta geri göndermek için tedbirler düşünmek, bu sırada ortaya çıkıyor. Kanunî devrinin en önemli başarılarından biri, şehrin su İhtiya-cını karşılamak için yapılan büyük çalışmalar-dır. Fatih, II. Beyazıt ve I. Selim zamanında şehirde sadece Halkalı suları bulunmaktaydı. Genellikle istanbul'da Kırkçeşme sularının Kanunî devrinde getiri lmiş olduğu fikri, bi-lim çevrelerine hakimdir. Fakat Osman Er-gin'ln belirttiği gibi, Fatih'in vakfiyelerinden birinde Kırkçeşme adının bulunması ve Kanu-nî devrinde getirilen ve Cevamii Şerife sula-rı adı verilen tesislerden önce Kırkçeşme su-larının varlığını gösteren bir kayıt olması (41) vc Evliya'nın, ilk Kırkçeşme sularının Bizans çağından kalmış fakat Kanunî devrinde bun-ların harap olmuş olduğunu yazması gibi be-lirti lerle, Kırkçeşme su yollarının hiç olmaz-sa, bir oranda daha eski Bizans yeraltı su-yollarından istifade etmiş olduğu kabul edi-lebilir. Evliya «yedi yılda 3700 kemer inşa edilerek» Atpazarı kurbünde «Yanko'nun Kırk-çeşme kemerleri üzre geçmek...» diye ifade ediyor (42). Belgrad ormanlarında toplanan ve şehrin en büyük su şebekesi olan bu su-lar, Eğrikapı civarında muhtelif kollara dağı-larak, surların bir ucunda Yedikule'ye, öbüı tarafta Topkapı sarayına kadar her köşeye su yetiştirmiştir. Bu arada Halkalı suları da, Va-lens (Bozdoğan) kemeriyle olduğu kadar, ye-ni yapılan yollarla, külliyelere ve yani yapı-lan mahallelere dağıtılmaktaydı (43).

    1550 yıllarında vaki olan büyük bir susuzluk-tan sonra yeni su yollarının genişletilmesi bü-yük önem kazanmış ve Sinan'ın biyografisin-de iftihar ettiği tesisler, ancak Kanunî salta-natının sonlarında bitmiştir. Bu sıralarda Rüs-tempaşa'nın padişaha, yeni su tesisleri yap-tığı takdirde şehir nüfusunun daha da artaca-ğını hatırlattığı rivayet edilir.

    16. Yüzyıl istanbul'u o sırada gelen seyyah-ların anlattıkları gibi, dış görünüşüyle dünya-nın en anıtsal yerleşmelerinden biriydi. Muh-temelen Avrupa ve Akdeniz ülkelerindeki en kalabalık şehirdi. Şehrin henüz sağlam olan surları, Yedikule, ayrı bir şehir olarak yine surlar içinde Galata, muazzam bir liman, her yönden silüete hakim yüzlerce, binlerce, her

    34

    19. Yüzyıl başı; Liman.

    19. Yüzyıl başı; Beşiktaş Sarayı.

    re, II. Beyazıt zamanından beri vardır. Bura-da yine III. Murat zamanında, iskender Pa-şanın bir kasır yaptırdığını biliyoruz (38). Bo-ğazın Anadolu yakasındaki köylerin bazıları, çokluk gayrimüslimler tarafından İskân edil-mişti. Kuzguncuk, Çengelköy oldukça geniş köylerdi. Anadoluhlsar çevresinde bir ma-halle ve Kanlıca'da 16. Yüzyılda büyük bir ge-lişme görülüyor. Boğazın Rumeli yakasında Ortaköy, Arnavutköy, Bebek ve istlnye Rum köyleridir. Baltalimanı'nda bir Türk mahalle-sinin Fatih devrinde kurulmuş olduğunu be-lirtmiştik. Istinye'ye 16. Yüzyılda bir mes-cit yapılmış ve Türkler de yerleşmeğe baş-lamışlardır. Evliya, Yeniköy'ün Kanunî'nin emri ile kurulmuş olduğu İçin bu adı taşıdığı-nı yazar. Bu sahilde I. Selim zamanında içi-ne bir kasır yapılmış olan Bebek Bahçesi, II.

    Selim zamanında yapılmış olan Büyükdere Bahçesi ve Emirgân'da Münşeat sahibi Feri-dun beyin bahçeleri bulunuyordu (39). Ge-nel olarak Boğaz bu yüzyılda şehrin yaşantı-sının bir parçası sayılamaz. Beşiktaş, yeni gelişmelerin, Boğaz yönünde, şehirle sıkı iliş-kisi olan son noktasıdır. Bununla beraber Bo-ğaza işleyen vakıf peremeler veya kayıklar ol-duğunu gösteren kayıtlar vardır. Bu Boğaz ulaşımının başlangıcı sayılabil ir: O sırada çok önemsizdir, istanbul'la Üsküdar arasında ise muntazam kayık seferi yapılmağa başlandığı-nı 1565 tarihli bir belgeden öğreniyoruz. Üs-küdar'a tahsis edilen hassa peremesi sade-ce iki tanedir. Şüphesiz özel pereme ve ka-yıklar da olmuş olmalıdır. Nitekim daha 16. Yüzyılda kayıkla dolmuşçuluk yapıldığı anla-şılmaktadır (40).

    19. Yüzyıl başı; Sütlüce, Haltcıoğlu ve ötesi.

    -»Vı.i-st'v'

  • 19. Yüzyıl başı; Tophane sırtlarından

    boy kubbe ve minare bütün yabancıları kuv-vetle etkilemiştir. Melchior Lorinchs ve Dl-lich'in panoramaları bu güçlü silûetin karak-terini özellikle belirtmek üzere çizilmiş sayı-labilir (44). Buna karşılık ınülıim bir göz-lemci olan Stephan Gerlach (1573-78), Mi-chail Heberer (1588) ve nihayet 1614-15 ara-sında İstanbul'dan geçen ünlü seyyah Pistro della Valle'nin belirtt ikleri gibi, şehiriçi, Ba-tılı gözlemciler için hayal kırıcı idi. Şehirde bir tek düz yol, Ayasofya-Beyazıt yolu idi. Bü-tün yollar eğri büğrü, dar ve pis idi (45). Yolların darlığı hakkındaki bu gözlemleri yer-li kaynaklar da doğrulamaktadır. Nitekim Fatma Sultanın nikâhı için yapılan büyük gü-müş «nâkil» ler, Darphaneden eski saraya ta-şınırken, yani eski Teodosyus forumunun bu-lunduğu alanda, yolların darlığından dolayı, bunların geçebilmesi için evlerin cumba ve saçakları yıktırılmıştı (46). Halkın oturduğu evlerin gösterişsiz, moloz taş veya bir çeşit hımış sistemiyle yapıldığı ve ekseriya tek, en çok iki katlı olduğu anlaşılıyor. Daha zengin olanların taş veya altı taş, üstü ahşap konak-ları vardı. Büyük sarayların şehir içinde olan-ları taş malzeme ile inşa ediliyorlardı. Bü-yük bir kısmının duvarlarla çevrili ve bahçe-ler içinde olduğunu kabul etmek gerekir. Çar-şıdaki han ve dükkânların konstrükslyonuna 16. Yüzyılda ahşap hakimdi. Konut mimari-sinde, zamanımıza yaklaştıkça, daha çok Ana-dolu'daki hımış sistemine benzeyen bir yapı tekniğinden ahşaba doğru eğilimin arttığı an-laşılıyor. Bu eğilimin Rumeli'den gelmiş bir etkiyle ortaya çıtkığı hipotez olarak ileri sü-rülebilir. Bunun sonucu 17. Yüzyılın sonun-daki büyük yangınlardır. Fakat zamanımıza gelene kadar ahşap inşaat eğiliminin önüne geçmek kabil olmamıştır.

    Şehirde, surlar içinde, gelen yabancılara bü-yük yeşillikler ve bahçeler olduğu kanısını ve-ren boşluklar vardı. Bu kısmen bahçeli ev dokusuna bağlı olmakla beraber, Bayrampa-şa vadisi, Langa gibi semtlerin hiçbir zaman yoğun olarak iskân edilmedikleri görülmekte-dir.

    17. Y Ü Z Y I L D A İSTANBUL

    Onyedinci yüzyıl istanbul'unun ayrıntılı bir etüdü, R. Mantran tarafından yapılmıştır (47). Bu bölümdeki şehrin sosyal ve fiziksel yapı-sının açıklanmasında Mantran'ın vardığı so-nuçlardan istifade edilmiştir. Bu yüzyılda şe-hir yine büyümekte ve kalabalıklaşmakta de-vam etmiştir. Fakat anıtsal yapı yoğunluğu-nu geçmiş yüzyılla karşılaştırdığımız zaman, çok büyük bir duraklama olduğunu görmek kabil oluyor. Yüzyıl başında Sultanahmet ve ikinci yarısında, 1596 da başlanılıp yarıda kal-mış olan Yenicami, bu ölçüde yapılan son hamlelerdir. Şehrin fizyonomisine büyük kat-kıları olan bu iki caminin dışında, Divanyo-lu üzerinde ve Beyazıt-Fatih arasında, yüzyı-lın ikinci yarısında Sadrazamlar tarafından yaptırılan cami ve medreseler şehrin bu en önemli aksını değerlendiriyorlar. Yüzyıl İçin-de vuku bulan sayısız ve çok büyük ölçüdeki yangınlara rağmen dinî yapı inşaatı geçen yüzyılın üçte birini bile bulmamaktadır; bun-ların da sur dışına, Haliç'e, Boğaz sahillerine ve Üsküdar'a kaydığını görüyoruz.

    Şehir içinde hâlâ büyük boşluklar, yeşillikler olduğunu gelen seyyahlardan ve Evliya'dan öğreniyoruz. Evliya surlar içindeki bir çok mesire İsimlerini saymaktadır. Şüphesiz bu devamlı boşlukların sebeplerinden biri, çok sık vuku bulan yangınlardan sonra, bütün alanların hemen yapı ile dolmamış olmasıdır; diğer bir sebep halkın yavaş yavaş sahiller boyunca sur dışına yerleşme eğiliminde ol-malıdır. Bu devirde şehir nüfusunu tahmin etmek için elimizde yeterli bir belge yoktur. 1638 de yapılmış bir sayıma dayandığını söy-leyen Evliya, şehirde 262.000 lonca mensu-bu saymaktadır. Mantran, 1690-91 tarihli iki belgeden Müslüman olmayanların oturduğu 68.000 hane olduğunu ve buna göre gayri-müslimlerin 250.000-300.000 civarında olabi-leceğini tahmin ediyor; 16. Yüzyılda Sinan Paşanın doktoru olan Christobal de Villanon' un verdiği % 42,3, ve Ömer Lûtfi Barkan'ın 1520-1535 arasında yapılan tahrirlere dayana-

    rak verdiği % 47,7 gayrimüslim oranlarını bu sayıya tatbik ederek şehir nüfusunun çevre-siyle beraber 700.000-800.000 arasında olabi-leceğini söylüyor (48). Bu sayıda bir nüfus içinde Evliya'nın verdiği lonca mensubu sa-yısının, abartmalı da olsa, bir anlam ifade et-tiği kanısındadır. Bu nüfus tahminleri çok bü-yük yaklaşık değerler arasında oynayabilir. Münir Aktepe, bir etüdünde İstanbul nüfusu-nun 17. ve 18. yüzyıllar boyunca mütemadi-yen arttığını ve bunu engellemek için düşü-nülen tedbirleri gösteren bilgileri yayınlamış-tır (49). Eğer bu artış gerçek olsaydı, İstan-bul nüfusunun 18. Yüzyıl başında 1.000.000 a ulaşması gerekirdi. Gerçi 17. Yüzyılda Ana-dolu'nun, Celâlî isyanlariyle tamamen emniyet-siz bir hale gelmesi ve Avrupa'da İmparator-luk sınırlarının eskisi gibi emin olmaması baş-kente bir göç eğilimi doğurmuşsa da (örne-ğin Polonyalı Simenon, İstanbul'daki Ermeni sayısının az olduğunu, fakat bu isyanlardan dolayı yüzyılın birinci çeyreğinde 40.000 Er-meninin İstanbul'a sığınmış olduğunu söy-ler (50), bunun bu yoğunlukta olmadığı mu-hakkaktır. İstanbul'un beslenme imkânları hiç bir zaman bu miktar insanı besleyecek kadar olmamıştır. Şehrin çok daha büyüdüğü ve sur içinin yoğunluk bakımından bu devirden daha az kalabalık olmadığı 19. Yüzyıl sonun-da şehrin nüfusu 900.000 i hiçbir zaman geç-memiştir. istanbul'a göçü durdurmak için alınan tedbirler, kanımızca, nüfusun mütema-diyen artmasından değil, fakat ekonomik duru-mun, bazan şehrin 1/5 veya 1/3 ünü yaktığı söylenen devasa yangınların devamlı konut buhranı yaratmış ve anarşiyi arttırmış olma-sındandır.

    17. Yüzyılda Haliç'te yerleşme alanları büyü-yor. Eyüp bir şehir haline gelmiştir. Ve sur-lara yaklaşmıştır. Kasımpaşa büyümekte de-vam etmiş, Hasköy, Pirî Paşa, Sütlüce semt-leri birbirleriyle yakınlaşarak, tepelere tır-manmamakla beraber, Haliç'in doğu sahiline yayılmışlardır (51). Yedikule dışında Türkle-rin oturduğu büyük bir dış mahalle meydana gelmiştir. Galata bu yüzyılda Türklerle de meskûn olmağa başlamış, ve geçen yüzyılda surlar dışında, Tünelle Galatasaray'ın Marma-ra yakasına doğru olan gelişme daha da art-mıştır. Fransız Sefareti buraya 1581 yılın-da yapılmıştı. 1628 de yine Fransızlar «St. Louis des Français» kilisesini inşa etme iz-nini almışlardır. Bizanslıların Sirkeci ve Ha-liç sahillerine yerleşme müsaadesi verdiği Latinler, Türkler geldikten sonra faaliyet mer-kezlerini Galatasaray'a taşımışlardı. Bunlar, 17. Yüzyılda Beyoğlu'nda yerleşmeğe başla-mışlardır. Bununla beraber bu henüz bir baş-langıçtır. 1700 de sadece Tünel-Galatasaray arasındaki caddenin olduğu ve bu bölgenin batısında mezarlıklar ve doğusunda bostan-lar bulunduğu biliniyor (52). Üsküdar bundan önceki yüzyılda vardığı sı-nırlar içinde yoğunlaşmağa devam etmiş ol-malıdır. 17. Yüzyılda burada yapılan en önem-li yapı Kösem Sultan'ın 1640 da inşa ettirdi-ği Çinili Camidir.

    Yabancı seyyahlar Üsküdar'a ayrı bir şehir olarak bakmışlardır. Doğudan gelen karayo-lunun bittiği bu noktada, 16. Yüzyıldan İtiba-ren, daha çok misafir etme ve depolama fonk-siyonu olan bir ticaret bölgesi gelişmişti. Ev-liya, 11 han ve 2060 dükkân bulunduğunu, Mih-rimah ve Orta Valide kervansaraylarının 100 er odalı veya ocaklı olduğunu yazar.

    35

  • Gurlitt - 16. Yüzyıl sonlarında İstanbul.

    Boğaz sahillerinde Tophane'yi, Evliya 100 ma-halleli ve 7 camili büyük bir semt olarak ta-nıtır. Bu sahilde Fındıklı'ya kadar boydan boya yalılar vardır. Tophane'den sonra, Salı günleri pazar kurulduğu için Salıpazarı adını alan semtte, Cihangir'le Fındıklı arasında bü-yük bir çarşı alanı bulunmaktadır (53). Dördüncü Mehmet devrinde Beşiktaş Sarayı gittikçe büyüyerek önemli bir kompleks ha-lini almıştır. Boğaziçinin diğer köylerinde Pa-dişahlara ve Devlet büyüklerine ait bahçe ve yalılar artmış olmakla beraber ekseri köyler-de Rumlar sayıca fazladır. Türklerle meskûn olan veya Türklerin çokluk olduğu köyler, Ana-dolu ve Rumelihisarları, Kanlıca, Beykoz, Ana-dolu ve Rumelikavakları ve Yeniköy'dür. Ya-

    hudiler, Kuruçeşme ve Kuzguncuk'ta ve Or' taköy'de; Rumlar, Çengelköy, Arnavutköy ve Istinye'nin kuzeyindeki köylerde çoğunlukta-dır (54). Boğaz o sırada sahilde toplanmış küçük köyler dışında doğal görünüşünü ve yeşilliğini tamamen korumakta idi. Burada sebze ve meyvacılıkla geçinilmekte, bazı köy-ler de balıkçılık yapmaktadırlar. Bu yüzyıl-da «Boğaziçi Uygarlığı» diye nitelenen bir ko-nutsal yerleşme düzeni - ki bu 19. Yüzyılda da devam etmiş sayılabilir- kurulmağa başlan-mıştır. Büyük ve zengin ailelerin yazlık ev-leri şeklinde ortaya çıkan yalılar, tamamen aristokratik, fakat su ile konut arasındaki iliş-ki bakımından eşsiz bir çevre yaratmağa ko-yulmuşlardır.

    İstanbul'un sur içini bırakarak denizin kıyıla-rı boyunca bu şekilde genişlemeğe başlama-sı, şüphesiz deniz ulaşmasını da şehir için önemli bir faktör haline getirmiş oluyordu. Nitekim 1680 tarihli bir belgede, limanda 1444 kayık ve pereme olduğu görülüyor. Evliya, 15000 kayıkçı ve peremeci olduğunu yazar. Devlet, kayık seferlerini elinden geldiği ka-dar kontrol etmeğe uğraşmıştır. İskelelerin tamirini 16. Yüzyıldan itibaren devlet yapı-yordu. Kayıkçı ve peremeciler belli iskele-lere bağlı idiler. Belli sayıda kişi ve ücret almak zorunda idiler. Şüphesiz uygulama bu esaslardan çok farklı cereyan ediyor, bu yüz-den her seferinde yeni kararlar ve cezaî hü-kümler alınmak zorunda kalınıyordu (55). Bl-

    36

  • zans çağında şehir sularla çevrili, fakat gün-lük eylemleri karada geçen bir yaşantıya sa-hipti. 17. Yüzyıldan itibaren deniz yolu şe-hirli yaşantısının önemli bir faktörü haline gelmeğe başlamıştır.

    istanbul'un bir Türk-İslâm yaşama çevresi olarak tamamen şekillendiği ve modern ça-ğa gelene kadar olan gelişmeler yönünün ar-tık belirgin hale geldiği bu yüzyılda şehrin fonksiyonel bölünmesi aşağı yukarı tespit ol-muş durumdadır. Konut bölgelerinin dağılışı yukarıdaki açıklamalarda belirt i lmiştir, istan-bul'da yaşayan farklı cemaatlerin bölgelerde-ki yoğunluğunu Mantran göstermiştir (56). Şehir nüfusu % 40 oranında müslüman olma-yanlardan meydana geliyordu. Müslüman ol-mayanların başında şüphesiz Rumlar gelmek-tedir. Bunlar genellikle, istanbul'un eski se-kenesi değildir. Bilindiği gibi fetihten sonra şehirdeki Rumlar, çokluk Rumeli şehirlerine sürülmüştü. Buna karşılık Adalardan ve Ana-doludan Rumlar getiri l ip yerleştiri lmişti. Bu Rum ahali Haliç ve Marmara sahillerine da-ğılmıştır. Haliç'te Fener'le Cibali arasında (Rum Patrikliği 1601 den itibaren Fener'e yer-leşmiştir.) Marmara sahilinde, Kumkapı ve Samatya'da Rum nüfus toplanmaktadır. Gala-ta'da Rumlar çoğunluktadır. Kasımpaşa'da, Tophane ve Hasköy'de de büyük Rum grup-ları vardır. Yarımada içinde, deniz sahilin-de olmayan ve Rumların oturduğu tek semt Mantran'a göre Topkapı'dır. Bunun dışında istanbul'un özellikle deniz kenarındaki bütün semtlerinde Rum mahallelerine tesadüf etmek kabildir. Şehirdeki ticarî faaliyet merkezle-riyle ilişkisi bakımından Kasımpaşa, Galata ve Tophane'de yoğunlaşmış olmaları karakte-ristiktir. Evliya'nın etraflı olarak anlattığı gi-bi, denizcilik, balıkçılık ve bunlarla ilişkin ola-rak meyhanecilik gibi meslekler Rumların özellikle uzman oldukları alanlardı. Ege ve Akdeniz ticaretinin de Rumların elinde ol-duğunu ve iç ticarette çalışan ekseri gemi kaptanlarının Rum olduğunu Mantran belirti-yor. Diğer yoğun bir yerleşme bölgesi olan Fener, herhalde Patrikhanenin burada olma-sına bağlı olarak Rumlarla meskûn olmuştur. Müslüman olmayan İkinci grup Ermenilerdlr. Fatih devrinden itibaren daha çok Marmara sahilinde yerleşmişlerdir. Ermeni Patrikliği 1641 yılına kadar Sulumanastır'da kalmış, ve bu tarihten sonra da Kumkapı'ya taşınmıştır. Samatya, Sulumanastır'dan Kumkapı'ya kadar bütün sahil boyunca Ermeni mahalleleri var-dır. Bunun dışında Boğaz sahilinde Beşik-taş'la Kuruçeşme arasında ve karşı sahilde Üsküdar'da Ermeni mahalleleri bulunmakta-dır. 17. Yüzyıl başında İstanbul'a Anadolu'-dan kaçan Ermenilerin çok fazla olduğunu yu-karıda belirtmiştik. Nitekim IV. Murat zama-nında bunların yeniden yerlerine gönderilme-sini emreden bir divan kaydı vardır (57). Ya-hudilerin Bizans çağında da, Slrkecl'den İti-baren Haliç sahilinde yerleşmiş olduğunu bi-liyoruz. Fatih vakfiyesinde, Haliç'te 17 Ya-hudi mahallesinin adı vardır. Bunlar Bahçe-kapı'dan Balat'a kadar uzanmaktadır. Çıfıt Kapısı denilen Bahçekapı da yoğun oldukları ve Yenicami yapılmağa başlanırken mahalle-lerin zorla istimlâk edildiği, 17. Yüzyıl İkinci yarısında cami tamamlanırken çevresinde ye-ni İstimlâkler yapılarak Yahudilerin buradan dışarı çıkarıldığı bilinmektedir. Fakat genel-

    19. Yüzyıl başı; Küçüksu ve Anadoluhisarı.

    likle yine sur içinde, Ayvansaray'dan Cibali'-ye ve Haliç'in karşı sahilinde Hasköy'de, Ga-lata'da ve Mumhane'de, Boğaz sahilinde de şehre ve birbirlerine yakın olan Üsküdar, Kuz-guncuk, Ortaköy ve Beşiktaş'ta oturdukları Evliya ve Eremya Çelebi'nin verdikleri bilgi-lerden anlaşılmaktadır.

    Diğer azınlık grupları içinde en önemlisi Franklardır. Bunlar esas itibariyle Galata'nın yukarı mahallelerinde ve Galata surları dı-şında gelişmeye başlayan Perada yerleşmiş bulunuyorlardı. İstanbul'da Galata'da yerleş-tir i lmiş bulunan az miktarda Endülüs'lü Arap ile, Çarşıda ve Üsküdar'da ticaretle meşgul olan küçük bir Iran'lı grupu da vardı (58). Gö-rüldüğü gibi azınlık grupların yerleşme böl-geleri, şehrin sonraki gelişmesindeki yayıl-malar göz önüne alınmazsa, İkinci Dünya Sa-vaşına kadar, hatta kısmen bugüne kadar ay-ni kalmıştır.

    Mantran istanbul'un esas itibariyle bir itha-lât limanı olduğunu ve şehrin hemen hemen hiç bir şey ihraç etmediğini anlatır ve İstan-bul'u bir «cite-ventre» olarak niteler. Bu İt-halâtın İmparatorluk içinden olanı istanbul ta-rafında, dışardan olanı İse Galata tarafında-dır. Galata aynı zamanda iran üzerinden ge-len transit eşyasının da toplandığı ve Avru-pa'ya gönderildiği yerdir. Genel olarak bu dış ticareti ellerinde tutanlar Franklar, Yahu-diler ve Rumlardır. Galata'da yerleşmiş olan-ların da bu azınlıklar olduğunu görmüştük. 17. Yüzyıldan itibaren diğer Avrupalılar da bu ti-caret eylemine katılmış olmakla beraber, ara-cı olarak yine istanbullu azınlıkları kullan-mışlardır. Bu yüzyılda Avrupanın gittikçe ge-lişen ve artık sadece doğudan, kara yolundan gelen eşyaya bağlı olmayan ticarî hayatında da İstanbul, İkinci derecede bir merkezdir. Mantran dış ticaret bakımından Iskenderi'ye, İzmir, hatta Suriye'de Trablussam'ın İstan-bul'dan daha yüksek bir dış ticaret hacmi ol-duğunu hatırlatmaktadır.

    Limanın yeri şehrin bütün tarihi boyunca İç çarşıların yerini de tespit etmiştir. Bütün Haliç sahilleri ve bunları Ayasofya-Beyazıt ak-sına bağlayan çarşı bölgesi günümüze kadar değişmediği, hatta fonksiyonel yerleşmesin-de de büyük farklılıklar olmadığı liçn, bunun ayrıntılarına geçmek gereksizdir. Yalnız şe-hir nüfusunun artması ve önceleri boş olan semtlerde yeni mahalleler teşekkül etmesi gibi nedenlerle bu ticaret bölgesinin Beya-zıt'tan Aksaray'a ve Beyazıt'tan Saraçhaneba-şı'na kadar uzandığını ve orada Fatih'in kur-duğu çarşıyla birleştiğini görüyoruz. Şehrin han ve kervansarayları bu bölgede, özellikle

    Eminönü Beyazıt arasında yerleşmişlerdir. Sü-rekli olarak büyük yangınların çıkması sonu-cunda bu yüzyıldan itibaren çarşı bölgesi ve yeni yapılan hanlar kârgir olarak inşa edili-yorlar. Bugün gördüğümüz Kapalıçarşı ve çev-resindeki hanların fiziksel görüntüsü esas iti-bariyle bu yüzyıldan sonra teşekkül etmiştir.

    Buraya kadar anlatılanlar İstanbul'un Klâsik Osmanlı Çağının sonunda, devletin politik ve askerî başarısızlıklarının, değişik kültürel eği-limler yaratmasından önceki durumunu ortaya koymaktadır. Şehrin dış şekillenmesi sos-yal strüktürün bütün özelliklerini şaşılacak bir doğrulukla yansıtmaktadır. Bu fizik gö-rüş hakkında, binaltıyüz yetmişlerde istan-bul'a gelen Batılı seyyahlar aydınlatıcı des-kripsiyonlar ve desenler bırakmışlardır. Jo-seplı Grelot, yarımadaya ve Galata'ya yayı-lan şehrin bütününün, sık ve küçük boyutlu konut yapılarıyla büyük kompleksler arasında-ki kontrastını ifade eden ilgi çekici bir pers-pektifle İstanbul'u tanıtıyor (59). Gerçekten de bu kontrast şehrin en büyük fizik özel-liklerinden biridir. 17. Yüzyıl İstanbul'u bi-zim 18. Yüzyıl sonunda ve 19. Yüzyılda İstan-bul'a gelen seyyahların gravürlerinde gördü-ğümüz istanbul değildir. Bu yüzyılın ortala-rına kadar karasurlarının ayakta durmasına çalışılmıştır. Bu surlar içindeki şehri, İs-tanbul'a 1678 de gelen Cornelis de Bruyn baheçler, serviler, tepeler, renk renk evler, köşkler ve kubbelerle tanımlıyor (60). İstan-bul evlerinin renk renk boyalı olması İlgi çeki-cidir. O yüzyılda hımış İnşaat sisteminin ve özellikle Batı Anadolu'da karakteristik olan renkli badananın İstanbul'da da yaygın oldu-ğunu göstermektedir. Le Bruyn şehir İçinin dar, eğri sokaklardan meydana geldiğini ve araba yolunun olmadığını belirtiyor. Yollar atlı veya yayaların trafiğine uygun bir ölçü taşıyordu. Bu yolların ekseriya kaplı oldu-ğunu 1613-18 arasında İstanbul'a gelen Po-lonaylı Slmenon söylediği halde, Le Bruyn ve başkaları, çoğunun toprak olduğunu söylüyor-lar. Herhalde yüzyıl boyunca çıkan sayısız yangınların ve mütemadiyen az veya çok de-ğişen yol sınırlarının devamlı bir yol bakımı-na İmkân vermediği kabul edilebilir. İstan-bul'un İçinde arabanın taşıt olarak çok az kul-lanılması da karakteristiktir. Halk, Le Bruyn'-nün belirttiği gibi, nadiren arabaya biniyordu. Hatta yük taşıma, arabadan çok hayvan ve İnsan sırtında yapılmaktaydı. Aynı yıllarda Londra'nın ulaşım sisteminde arabanın oyna-dığı rol düşünülecek olursa, İstanbul yol 8t-rüktürünün Avrupanın büyük şehirlerinden farkını doğuran nedenlerden biri ortaya kon-muş olur.

    37

  • 19. Yüzyıl başı; Bebek.

    19. Yüzyılbaşı; Kattdilli'detı karşı sahile bakış.

    LÂLE D E V R İ N D E N II I . SEL İM 'E

    18. Yüzyılın genel gelişmesini karakterize eden eğilim, şehrin Boğaziçi ve Haliç'i kendi bünyesine organik olarak entegre etmesidir. Bu yüzyıl içinde yerleşme noktaları ve bel-ki de sınırları çok fazla büyümemiş olsa bi-le, Haliç, Boğaz ve Üsküdar lehine ve sur içi aleyhine bir nüfus dağılması olduğunu gösteren işaretler vardır. Gerçekten de 16. Yüzyılda, tarihî sur içindeki cami ve mescit-lerin şehirdeki bütün cami ve mescitlere ora-nı % 62,4 İken, 17. ve 18. Yüzyılda aynı oran ancak % 45 civarındadır, özell ikle Boğaz sa-hillerinde büyük bir artma görülmektedir. Ay-nı yoğunluk tahkikini, yeni çeşmelerin sayı-sına bakarak yaparsak daha da ilginç sonuç-lar elde edilmektedir. Bu durum, şehrin bu yüzyıl içinde de devamlı olarak geçirdiği, yan-gınlarla ilişkili olabilir. 1716 da Cibali'de baş-layan yangında şehirdeki evlerden 1/8 nin geçirdiği en büyük yangın olduğu İfade edil-miştir. 1727 de yine Balat kapısından baş-

    layan yangında şehirdeki evlerden 1/8 nin yandığı tahmin edilmektedir. Üçüncü Osman devri yangınlarında şehrin büyük bir kısmının, I. Abdülhamit zamanında olan Cibali yangının-da 20.000 evin yandığı tahmin edilmiştir (61) Bu büyük felâketler şehir sakinlerinden bir kısmını şehir içinden uzaklaştırmış da ola-bilir. Yüzyıl içinde yapıldığı bilinen çeşme-lerin şehir içindeki dağılışını yaklaşık bir gös-terge olarak kabul edersek, sur İçinde yapı-lan çeşmeler İstanbul'da yapılanların ancak % 35 i oranındadır. Oysa büyük yangınlarda çeşmeler de kısmen harap olacağına göre, eğer sur içinde geçen yüzyıllardaki nüfus ora-nı yaşamakta devam etseydi, bu oranın çok daha yüksek olması gerekirdi. İstanbul'da bu yüzyılda yapılan çeşmelerin % 20 sl Üs-küdar ve Kadıköy'üne (şüphesiz Kadıköy bu-rada önemsiz bir yer tutmaktadır), % 22 sl Boğaziçine, % 14 ü Haliç sahillerine (esas İti-

    bariyle Eyüp ve Kasımpaşa'ya), % 9 u Gala-ta ve Beyoğlu'na yapılmıştır. Bu orantı, nü-fusun bu oranlardaki kısmının bu bölgelerde yaşadığını değil, fakat yeni yoğunlaşmaların buralarda olduğunu, kanımca, açık olarak gös-termektedir. Zaten o çağa ait deskripsiyonlar, gravürler ve başka tarihî belgeler de ayni yayılmaya işaret ediyorlar. Nitekim 1680 de 1444 olan kayık sayısı 18. Yüzyıl sonunda 3996'yı bulmuştur. Şehrin denize dönmeğe başladığı açıktır. Yine Orhonlu'nun verdiği sayılara göre, 1680 de Ayvansaray'dan Samat-ya'ya kadar 450-500 kayıkçı varken, bu sayı 1751 de 1274'ü bulmuştur (62). M. Aktepe, III. Ahmet devrinden başlamak üzere şehre yapılan göçleri durdurmak için, bütün yüzyıl boyunca çıkarılan fermanlara ve belgelere da-yanarak şehrin nüfusunun devamlı arttığı ka-nısındadır. G.A. Olivier, 1793 de Banliyöle-rin iskân edildiğini ve Boğaziçinde bağ ve bahçelerin tahrip edildiğini yazmaktadır. Da-ha önce de belirttiğimiz gibi, göçlerin durdu-rulmak istenmesi mesken sıkıntısına ve iaşe zorluklarına bağlı olarak düşünülmelidir. Ni-tekim I. Mahınud devrinde yapılması düşü-nülen Sapanca İzmit körfezi kanalı İstanbul'-un iaşesini kolaylaştırmak amacıyla gerçek-leştirilmek istenen bir projedir (63). Çoğu kere evsiz barksız takımının başkentten uzak-laştırılması istenmiştir. Sur dışına çıkışın nedenlerinden biri de bu olabilir. Buna ek olarak şehrin su tesislerinin de şehir içinde daha fazla yoğunlaşmaya İmkân vermediğini kabul etmek gerekir. 18. Yüzyılda I. Mahmut Bahçeköy tesislerini Beyoğlu yakası İçin ger-çekleştirmiştir. Kasımpaşa, Galata, Topha-ne'ye su verilmesi, Üsküdar'a III. Ahmet dev-rinden itibaren sürekli olarak yeni su geti-rilmesi aynı eğilimleri gösteren gözlemler-dir. Zaten 18. Yüzyıl seyyahlarının gezi not-ları özellikle Boğazın şehir içinde kazandığı önemi açık olarak göstermektedir.

    Üçüncü Ahmet devri bugün ancak çok soluk hatıralarını görebildiğimiz bir İstanbul yarat-mıştır. İmparatorluk nisbî bir sulh devresine girmişti. Osmanlı dünyası, Batıyla şimdiye kadar olmayan ölçüde karışmaya başlıyordu. Gerçekte Batıyla ilişkiler sadece Osmanlılar için değil, fakat daha doğuda İranlılar İçin de bu devirde artmıştır. Ve Batıda 14. ve 15. Louis devirleriyle, Doğuda Safavî Saltanatı-nın haşmetli mimarî ve şehircilik uygulama-larının aşağı yukarı eşzamanlı bir örneğini İs-tanbul'da Lâle Devrinde buluyoruz. Yüzyılın bu İlk çeyreğinde büyük imar hareketi Kâğıt-hane'de Saadâbâd kompleksinin (1721/22) de temelinin atılmasıyla başlıyordu.

    Kâğıthane deresinin mecrası değiştirilmiş ve Haliç'in doğu yakasında Baruthaneye kadar uzanan mermer rıhtımlar yapılmış ve bu yeni sunî kanal etrafına bahçeler, havuzlar, küçük köprüler arasında kasırlar yerleştir i lmiştir. Ayni çevreye diğer devlet büyüklerinin yap-tıkları köşk ve kasırların Batıda Bahariye sırt-larına kadar çıktığını A. Refik belirtiyor (64), Alibey köyü yakınında başka bir kasr-ı hüma-yun, Hüsrevâbâd vardı. Haliç'in iki yakasın-da da saray mensuplarına ve diğer devlet er-kânına ait başka köşkler inşa edilmişti. Bun-ların içinde, Eyüp'te Valide Sultan köşkü, kar-şı yakada Karaağaç köşkü ve Tersane bahçe-si, III. Ahmet'in yazı geçirdiği yerlerdi. Sa-ray mensuplarının, Salıpazarı'ndaki Emnabad'-dan başlayarak Bebek'teki Hümayûnâbâd'a ka-dar sarayları Boğaz kıyılarına sıralanmıştı.

    38

  • 19. Yüzyıl başı; Üsküdar Meydanı.

    Kandilli köşkü de yeniden tamir edilmişti. A. Refik, Üsküdar'daki sahil köşk ve saraylarının di. yüzü bulduğunu yazmaktadır. Çok büyük alanlar kaplayan bu saraylar genellikle İki, ba-zan tek katlı pavyon veya köşklerden meyda-na gelen komplekslerdi. Madame Montague Üsküdar'daki Ayşe Sultan sarayının İlgi çe-kici bir deskripsiyonunu yapmaktadır (65). istanbul bu başdöndürücü sivil inşaat döne-minden, Topkapı sarayındaki önemsiz bir iki hacim dışında, hiç bir şey saklamamaktadır. Üçüncü Ahmet Devrinin istanbul'a bıraktığı ve bugün şehir fizyonomisinde yeri olan ele-manlar Ayasofya, Üsküdar gibi meydan çeş-meleriyle, anıtsal bir kaç çeşme ve Divanyo-lıı'nun iki tarafında, Türbe ile Çarşıkapı ara-sındaki vezir kompleksleri ve Üsküdar'da Ye-ni Valide camisidir.

    I. Mahmut devrinin şehre önemli bir katkısı Belgrat ormanlarındaki su tesislerinin tevsi edilerek özellikle büyük ve sıkıntısı çekilen Galata, Tophane, Fındıklı semtlerine su veril-mesi olduğunu belirtmiştim. Taksim'deki mer-kezden dağılan su kırk kadar çeşmeyi bes-lemekte idi. Hekimoğlu Ali Paşa külliyesi gi-bi son klâsik anıtlar ve yeni bir stil devrinin açılışı da, I. Mahmut'un saltanatına rastlıyor. Bu yüzyıl ortasında şehir içine yeni bir ka-rakter getiren iki büyük anıt, Nuruosmaniye ve Lâleli külliyeleridir. Fatih camisi de bu-günkü şeklini III. Mustafa zamanında almış-tır. Sultan camilerinin Anadolu yakasına yö-nelmesi de, yine bu devirdendir, önce Nur-banu Sultanın Üsküdar Yenivalide Camisi, sonra Üçüncü Mustafa'nın Ayazma Camisi, Birinci Abdülhamit tarafından Beylerbeyi'nde yaptırılan