abdülbaki gölpınarlı sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

174
SIMAVNA KADISİOĞLU ŞEYH BEDREDDİN inceleme AbdüSbâkf GÖLPINARLI Önsöz: İsmet SUNGURBEY ETİ YAYINEVİ 1966

Upload: ihramcizade

Post on 25-Jun-2015

992 views

Category:

Education


56 download

DESCRIPTION

tasavvuf, tarihi

TRANSCRIPT

Page 1: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

S I M A V N A K A D I S İ O Ğ L U Ş E Y H B E D R E D D İ N

inceleme AbdüSbâkf G Ö L P I N A R L I

Önsöz: İsmet SUNGURBEY

ETİ YAYINEVİ 1966

Page 2: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin
Page 3: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Birinci bası, Nisan 1966

Basım : Son Telgraf ve Sermet Basımevleri — İSTANBUL

Page 4: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Ö N S Ö Z

Ayağı yer mi basar zülfüne herdâr olanm Zevk u şevk il& verir can ü seri. döne döne

Necati'

S ımavna Kadısioğlu Şeyh Bedreddin Mahmûd, ki­taplarını Nil'e döken, «Varidat» iyle çığır-açan coş­

kun bir mutasavvıf, kendisiyle görüşen bilgin müverrih İbni Arabşâh'ın özellikle fürû'-ı fıkhiyyede «vüs'at-i il-miyyesini derya gibi pâyansız» bulduğu, en önemli bir fıkıh kitabı olan «Hidâye»ye cevap verilmez bin doksan suâli olduğunu kendisinden işittiği, kendisinin «Cami' ül-Fusûleyn», «Teshil» gibi büyük fıkıh eserlerinden yüz­yıllarca bilginlerin yararlandığı engin bir hukuk üstadı ve müctehidi, sosyal mücâdeleler târihinin sayılı olay­larından birinin törebeyiHğe (derebeyliğe) ve taassuba karşı savaşan ve ülküsü uğrunda Sokrates kadar muhte­şem bir savunmadan sonra Serez çarşısında çıplak asıla­rak can veren kahramanıdır.

Dem urmasndı Mansûr tevhidi enel-Hah'dan I§k dârma dost zülfü asmı§d% beni üryan

Yûnus Emre

Yüzyılların ender yetiştirdiği, Türk ulusunun ve in­sanlığın kendisiyle her zaman övünebileceği bu harikula­de > insanın doğrudan doğruya oğlunun oğlu tarafından yazılmış ve ancak son zamanlarda ele geçirilebilmiş olan manzum «Manâkıbnâme»sini (hayat hikâyesini) yeni

1) Aşağıda s. 6 ya bakınız. 2) Aşağıda s. 109/111 e bakınız.

— 1

Page 5: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

harflerle yayınlıyarak bilim âlemine sunmayı candan di­liyordum.

Taşköprîzâde'nin «Şakaayık-ı Nu'mâniyye»sinde ya­rarlandığı anlaşılan, Bursalı Tâhir Bey'in «Osmanlı Müel­lifleri »nde Serez'de görüp incelediğini söylediği ve Bed-reddîn'in tarıykat silsilesi ile eserlerini tesbît ettiği, eş­siz bir hazîne değerinde olması gereken bu Manâkıbnâ-me'nin tek yazma nüshasını, Prof. Babinger yıllarca du­rup dinlenmeden araştırmış, Serez'de yaptığı soruştur­mada Bedreddın'in türbesi yamnda bulunan ve onun ge­leneğini koruyup sürdürdüğü bildirilen Kaadirî Tekkesi dervişlerince ahâlî mübadelesi sırasında istanbul'a gö­türülmüş olmasının muhtemel bulunduğu sonucuna var­mıştı! Böylece Bedreddin hakkında gerek Babinger'in —Fuad Köprülü tarafından, doğu kaynaklarını gereği gibi incelememesi, açık seçik bir sonuca varamaması ve yeni hiçbir şey söylememesi yüzünden haklı olarak eleştiril­miş olan —^monografisi gerekse Şerefeddin Efendi'nin (Prof. Şerefeddin Yaltkaya'nm) monografisi", doğrudan doğruya Manâkıbnâme'nin metninden yararlanmadan ya­zılmıştı. Gene bu yüzden, Nâzım Hikmet'in «Simavne Ka-

3) Babinger'in aşağıda türkçeye çevirdiğim «Şeyh Bedred-dîn'ln Sorez'deki Türbesi» adlı yazısına bakınız.

4) Köprülüzâde Mehmed Fuad, Bemerkungen zur Religions-gcschichte Kleinasiens (Mit Bezug auf F. Babinger's «Schejh Bedr ed-dîn» iti islâm X I und XII.) , Mittellungen zur Osmanischen Geschichte, Band 1, 1921/22, Wion 1922, s. 203/222 den ayn-bası.

5) Franz Babinger, Sche.1h Bedr ed-dîn, der Sohn des Richters von Simaw, Der islam, cild X I den ayrı - bası, Berlin und Lcipzig 1921, 106 s,

6) M. Şerefeddin, Simavne Kadısioğlu geylı Bedreddin, is­tanbul 1924-1340, 78 s. Bu eser için Prof. Kissling söyle demekte­dir: «... Gene M. Şerefeddin (Yaltkaya) tarafından yeni, türkçe îslâm Ansiklopedisi'ne yazılan Bedreddin maddesi de esas itibariy­le gene yazarın bu eserine dayanmakta olup bundan ancak biraz öteye gider. Ş. Yaltkaya'nm her iki yayınında da F. Babinger'in temel çalışmalarını hiç gözönünde tutmam'S olup İslâm Ansiklo-pedisî'ndeki maddesinin literatür listesinde de hiç anmadan geç-

— II —

Page 6: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

dışı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı»" için Ataç şöyle de­mişti: «(...) Şeyh Bedreddin Destânı'nın, bütün meziyet­lerine rağmen, bence bir de büyük kusuru var: eksik; Şeyh Bedreddin ile Börklüce Mustafa'nın hayatlarının yal­nız son yıllarını, «action» ve mağlûbiyet yıllarını gös­teriyor. O adamların nasıl yetiştiklerini, düşüncelerinin

mesi olgusu, bir konunun tekclleştirilme.sinin bir örneği ve bilim­sel bir şovenlik olayıdır ki, işin yaran bakımından ancak derin tees­süfle kargılanabilir. Ş. Yaltkaya'nın aşağıda anılan çalı.gmasında da (Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin'e dair bir kitap, Türki­yat mecmuası, III (1935), s. 233 v. d.) F. Babinger'in araştırma­ları hiç anılmamıştır.» (Hans Joachiın KissUng, Das Menâgybnâme Scheicb Bedr ed-Dîn's, des Sohnes des Richterg von Samâvnâ, Zeitschrift der Dcutschen Mbrgenlaendiachen Gesellschaft, Band 100, Neue Folge Band 25, 19S0, V/icsbaden 1951, s. 112, not 3.) Şunu belirtelim İti, özellikle, Dukas târihinin eski yunanca metnin­den Babinger'in almancaya çevirmiş, (Babinger, adı geçen eser, s. 52), bu almanca çeviriden de Köprülüzâde Ahmed Cemâl'in türk-çeye nakletmig olduğu («Dergâh» mecmuası, 5 Nisan 1338, No. 24, Birinci Sene, Ilîinci Cild, s. 184/185) parçayı, Şerefeddin Efendi'nin hiç kaynak göstermeksizin olduğu gibi kitabına aktardığı gözö-nünde tutulursa, bu yergiye hak vermemek elden gelmez. Gelge­ldim, sırça köşkte oturan, ba-^kasma taş atmamak ve attırmamak gerekir; ya Babinger'in Fâtih'e tamâmiyle dayanaksız ve gerçeğe aykırı yakıştırmalar yapacak kadar ileri giden şovenliğine (bakı­nız: F. Babinger, Mahomet II le Conquerant et son temps, fran-sızçaya çeviren: H. E. Del Medico, Paris 1954, s. 515 v.d.) ne demelidir?

7) Nâzım Hikmet, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, 1. bası, istanbul 1936, 54 s. 2. bası, «Dost» yayınlan, An­kara 1966, 60 s, «Destan»da yazık ki birçok dizgi yanlışları olup bunlar 2. basıya da olduğu gibi geçirilmiştir, örneğin, Şerefeddin Efendi'nin adı kimi yerde «Şerafeddin Efendi» diye {1, bası, s. 7, 8, 13, 2. bası, s. 15, 16, 21), «îyonyen körfezi» sözü «Yonyon kör­fezi» diye (1. ba.sı, s. 7, 2. bası, s. 15), «Heşt Behişt» sözü «Hişti bihişt» diye (1. bası, s. 19,2. bası, s. 28, not 1), ŞükruUah bin Şihâbiddin'in adı «Şekerullah bin Şehabeddin» diye (1. bası, s. 28, 2. bası, s. 36) yazılmıştır...

Ayrıca, Şerefeddin Efendi'nin, kitabına Babinger çevirisin­den aktardığı (bakınız: yukarıda not 6) «Dukas... Cenevizlilere sır kâtibi olarak hizmet ediyordu.» sözündeki «sır kâtibi» yâni

m —

Page 7: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

teşekkülünü görmüyoruz; bunun için de kitabı okurken onların şahıslarına değil, ancak şâirin tasvir ve anlatma

«vak'a-nüvîs» terimi (bakınız: M. Şerefeddin, adı geçen eser, s. 65, dip notu; Babinger, adı geçen eser, s. 52, not 1; Kari Krum-bacher, Geschichte der byzantinischen Literatür, 2. bası, München 1897, 3. 305), eski harflerle harekesiz olarak aym biçimde yazı­lan «serkâtibi» diye okunarak s. 7 de: «Cenevizlilere serkâtip ola­rak hizmet eden Dukas...» ve «Cenevizlilerin serkâtibi» diye yazıl­mıştır. S. 8 de; «İlahiyat bakımından kadın mal değil midir?» yo­lundaki düşünce, Islâmiyyet bakımından gerçeğe uygun değildir. (Toplu bilgi için bakmız: Prof. Dr. Muhammed HamîduHah, İs­lama Giriş, Çev . Kemal Kuşçu, İstanbul 1965, s. 130 v.d.) S. 19, not 1 de Heşt Behigt çevirisinden alınmış gösterilen parça da, Heşt Behişt çevirisinde bundan farklıdır. (Aşağıda Heşt Behişt çevirisine bakmız.) «Manâkıbnâme»yle, Haydar-ı Herevî'nin Bed­reddın'in katline fetva vermeyip tam tersine Bedreddin'le bir-iki gün süren görüşmeden sonra onun fazlını anlayıp büyük saygı gösterdiği, şer'an öldürülmesi için sebeb bulunmadığından doku-nulmamasını dilek eylediği; Bedreddin'in öldürülmesine şer'ile yof bulunamayınca örf ile fetva verenin, şehzadeye hocalık eden ve Şeyhi sever geçlnenlejden Fahreddin (hurüfSlerin yakılmasına fetvii verdiren bağnazlığıyla tanınmış Fahreddin-i Acemî olsa ge­rektir; bakınız: «Şakaayık-ı Nu'mâniyye», Mecdî çevirisi, s. 81/83; «timiyye Salnamesi», s. 327/328) olduğu anlaşıldığından, 13 üncü başlıktaki «Mevlânâ Haydar» sözü, . artık «Mevlânâ Fahreddin» diye anlaşılmalıdır.

1. basıdaki dizgi yanlışlarının alayının 2. basıya olduğu gibi geçirilmesinden başka, 2. basıda şu kusurlar da gÖ2e çarpmakta­dır: 1. bası, s. 34/35, not 1 de, şâirin, toplumcunun da bir robot olmayıp onun da bir yüreği, bir gönlü olduğunu belirterek birta­kım sol geçinenlerin, sol züppelerinin muhtemel yergilerine karşı önceden verdiği cevap 2. basıya hiç alınmamışken, 2. basının iç kapağında; «Şâirin 1936 yılında bu adla bastırdığı Destanın bütü­nüdür.» denmiştir. 1. basının kapak kompozisyonunu yapan ve iç kapakta şâirin resmini çizen Ali Suâvi'nin çizdiği resim, im­zasız olarak 2. basıya da alınmıştır. 2. basının başına Nûrullah Ataç'ın «Şeyh Bedreddin Destanı» üzerine bir incelemesi konmuş­ken, Salâhaddin Hllâv'ın «Nâzım Hikmet üzerine Notlar» adlı de­ğerli incelemesinde (Yön, sayı 115 v.d., özellikle sayı 117, s. 14, sayı 119, s. 14) «Şeyh Bedreddin Destânı»na ilişkin parçalar hiç alınmamış, hiç olmazsa anılmamış, hele Nâzım Hikmet'in «Bedred­din Destânı»na doğrudan doğruya zeyl olarak yazdığı özellikle Bed-

— IV - -

Page 8: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

kuvvetine alâka duyuyoruz. Nâzım Hikmet, Destân'a bir birinci kısım yazarsa, güzel olan eserini mükemmelleştir­miş olur. Bunu hem fikirlerine, hem de kendi şahsına borçludur» ^ Manâkıbnâme, bu boşluğu da dolduracaktı.

1930 yıhnda" Tekirdağh bir zât, Sahhaflar Çarşı-sı'nda Hulusi Efendi'ye birkaç kitap yollamıştı ki, bun­lardan biri de Bedreddîn'in Manâkıbnâmesi'ydi; Hu­lusi Efendi'den de, Maiıâkıbnâme'yi tanınmış araştırıcı ve kitap toplama meraklısı Muallim M. Cevdet Bey satın almıştı. Kendisi, bu konuda şöyle diyor:

«...merhumun (Bedreddîn'in) hayâtına dâir müstakil bir eser olduğu, ilim piyasasında meçhuldü. Bu defa Te­

reddin*! yetiştiren bir millete mensûb olmaktan dolayı millî bir gu­rur duymak gerektiğini belirten «Millî Gurur» adlı yazısı (İstanbul, 1936, 6 sı boş 16 s.) eklenmemiştir.

8) Nûrullah Ataç, Şeyh Bedreddin, Ahmed Cevat Emre, «Nâzım Hiltmet, Hayatı, Seçme Şiir ve Yazılan» adlı eserden (is­tanbul, 1937) alınmıştır. —Şunu belirtelim ki, şâir, bu eksikliği bil­miyor değildi; «Bedreddin Destânı»na zeyl olarak yazdığı «Millî Gurur» adlı yazısı (bakınız: yukarda not 7) aynen şöyle sona eri­yordu :

««Simavne İCadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir ön söz yazmak istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş vc ölüşündeki sosyal - ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddîn'in materyalismiyle Spinoza'nın materyalismi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık, risale­min zeyline kısa bir «son söz» yazdım. Şöyle ki:

Bana Ahmed : — Senden bir «Bedreddin Destanı» isteriz, demişti. Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim.

Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ah-med'in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyliyenler, benden is­tenen sizden de istenendir.

Ahmed'e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitaplai'i, Karaburun vc Deliorman yiğitlerini etleri, ke­mikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek roman­lar, (...) diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâznn.» (s. 13/1-1).

9) M. Şerefeddin, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin'c dâir bir kitab, Türkiyyat Mecmuası, cild ni , yıl 1926-1933, istan­bul 1935, s. 233.

.... V —

Page 9: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

kirdağlı bir zât, Sahhaflar'da Hulusi Bey'e birkaç kitab yollamıştır ki birisi Bedreddîn'in terceme-i hâlidir. Bu ki­tabın henüz bir misli cihanda malûm değildir. Kıymetine bahâ biçilmez. Cenâb-ı Hak nasîb ederse temellük ede­ceğim. Birkaç gece okuyup çıkarttığım hulâsaları ve ka-yıdlan yazıyorum.» "*

Muallim Cevdet Bey, sonradan Manâkıbnâme'yi 20 liraya satın almıştı '.

Şerefeddin Yaltkaya da bu konuda şu bilgiyi veriyor: «...(Muallim M. Cevdet Bey), bu mahabbetini bana

kendisi f i'len de te'mîn etmiş idi. Sımavna Kadısioğlu Şeyh Bedreddin'in torunu Hafız Halil'in babası" için yazmış olduğu manzum Manâkıbnâme'nin satılmak üzere Tekfur-dağı'ndan İstanbul'a getirilmiş olduğunu hepimizden ön­ce o görmüş ve bu kitabı satın almış idi. Kitab kıskançlığı dolayısiyle bunu herkesten sakınıyor ve kimseye göster­miyor iken bana bunun kopyasını almama müsâade etmiş (...) idi»'\

Bugün İstanbul Belediyyesi Kütübhânesi'nde Mual­lim M. Cevdet Bey'in vakfettiği kitablar arasında K. 157 de bulunan Manâkıbnâme'nin bu tek nüshasının, Şerefed­din Yaltkaya 1935 de ancak bir özetini verebilmiş Babin­ger de 1943 de nedense doğrudan doğruya fotokopisini al dırtarak asıl metninin değil de, Ömer Fevzi Mardin'in en fondaki imzâh yazısından anlaşılacağı üzere bu zâta is­tinsah ettirdiği nüshasının tıpkı-basımını yayınlamış",

10) Osman Ergin, Mualim M. Cevdet'in Hayâtı, Eserleri ve Kütübhânesi, istanbul 1937, s. 382.

11) Kilisli Rif'at da Ifopyasını (özetini) 100 liraya satmıştı. (Osman Ergin, anılan yer.)

12) «bCiyük babası» olacalt. 13) Osman Ergin, adı geçen eser, s. 594. 14) M. Şerefeddin, yukarıda not 9 da adı geçen makale,

s. 233/256. 15) Dic Vita (menâqibnâme) des Sclıejch Bedr ed-dîn Mah­

mûd, gen. Ibn Qadî Samauna von ChaKI b. İsmâîl b. Schejch Bedr ed-dîn Mahmûd, I. Teil: Urtext, 1943.

— VI —

Page 10: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

gelgelelim Ömer Fevzi Mardin Manâkıbnâme'yi doğru dü­rüst okuyamadığından, özellikle anlıyamadığı yerleri uy­durarak yazdığından Babinger'in yayınladığı nüsha, baş­tan aşağı yanlışlarla dolu ve anlaşılmaz bir nesne olarak ortaya çıkmıştı, Manâkıbnâme'nin aaıl metni esasen bu­lunamadığı *^ hele Babinger'in yayınladığı metin, Ömer Fevzi Mardin'in istihsâh ettiği nüshadan ibaret olduğu halde, Babinger kitabın üzerine, ayrıca II. Bölümde bu metnin notlu bir çevirisini de yapacağını anlatan bir yolda: «I. Teil: Urtext» (I. Bölüm: Aslî metin) diye yaz­mış, ne var ki bu nüshanın yanlışları ve anlaşılmazhğı yüzünden bu II. Bölüra'ü şimdiyedek bir türlü çıkarama­mıştır. Prof. KissUng de 1950' de yazık ki gene bu yan­lışlarla dolu anlaşılmaz nüshayı, kendi de belirttiği üzere bereket versin ki yukarıda not 11 de sözü geçen Kilisli Rif'at'm özetinden yararlanıp yapabildiğince geniş ölçü­de ve notlu olarak almancaya çevirmiş tabiî gene bu. yüzden epeyce yanlışlar yapmıştır'".

16) Bakınız: aşağıda s. 101/102. 17) Hans Joachim KissUng-, Das Menâqıbnâme Sclicicii Bedr-

ed-dîn's, des Sohne.s des Riehters von Samavna, Zeitsciirift der Deutschen Morgenlaendischen Gesellschaft, Band 100, Neue Folgc Band 25, 1950, Wiesbaden 1951, s. 112/176.

18) Bezmi Nusret Kaygusuz'un «Şeyh Bedreddin Sirnâvenî» adlı kitabı (İzmir, 1957, 202 s.), Manâkıbnâme dc gözönünde tu­tularak hazırlanması, haksız saldırılara kar.gı Bedreddîn'i savun­ması, toplum^cu bir görüşle yazılması bakımından övgüye değer bir eserdir. Şu var ki, bu kitapta da eleştirilmesi gereken birçok yerler yok değildir. Örneğin, Kaygusuz, Babinger'in Köprülüzâde Ahmed Cemâl Bey tarafından türkçeye nakledilen eserinden de yararlanmış olduğu halde (bakınız: s. 80), dip notlarında gösterdiği kaynaklar arasında bu eserin ve çevirisinin adını bile anmamıştır. Bursalı Tâ-hir Bey'in «Osmanlı Müellifleri», cild 1, s. 40 daki: «Hulefasından olduğu manzum mukaddimesinden anlaşılan «Mustafa bin Burhan» nâmında bir zâtın «Tâsvîr üI-Xul(ib» isminde tasavvufdan türkgc bir eseri, Aydın' da mütâlâagüzârım oldu.» sözünden, buradaki Mus­tafa'nın Börklüce Mustafa (s. 83), Bıırhân'in da —hâl tercümesi pek iyi bilinen —^Kadı Burhâneddin (s. 63) olduğunu tahmin etmiş, bu dü.sünüşü aslında bir tahminden öteye gidemiyeceği halde: «(Börk-

- VII —

Page 11: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Bedreddin'le meşgul olduğumu, Manâkıbnâme'sini ye­ni harflerle aynen yayınlamak istediğimi, bu konuda İs­tanbul Üniversitesi Kütübhânesi Müdîri azîz dostumuz Nûreddin Kalkandelen'in değerli yardımlarından da ya­rarlanmış bulunduğumu kendilerine söylemekliğim üze­rine, sayın üstâd Abdülbâki Gölpınarh, şarkıyyat ve tür-kiyyattaki en yüksek otoriteleriyle Manâkıbnâme'nin en doğru yolda okunuşunu tesbît ettirmek lûtfunda bulun­muşlardır ki bu eser, başlı başına bir cild olarak yayınla­nacaktır.

Ayrıca, sayın üstad, kendilerinde yıllardanberi birik­miş olan gün ışığına çıkmamış belge ve notlardan da ya­rarlanarak, Bedreddin hakkında taraf tutmıyan, son de­rece önemli ve tamâmiyle orijinal bilgi ve görüşlerini bir araya getirip kitap yapmışlar, böylece bu büyük eseri de bilim âlemine armağan etmişlerdir.

Aylarca süren bütün bu çalışmalar sırasında, büyük üstadın yorulmak bilmiyen çalışma gücüne, ilminin engin­liğine ve eşsiz görüş isabetine hayran kaldığımı burada nâçîzâne belirtmek isterim; bunu, en değerli bir yaşantı olarak hep saklıyacağım.

lücc Mustafa'nın) babasının Burhâneddiu adını taşıdığını gerçek­likle biliriz.» demiştir, (s. 63.) Babinger'in eserinin çevirisinde ve Şerefeddin Efendi'nin eserinde, «Dukas,... Cenevizlilere sır kâtibi olarak hizmet ediyordu.» sözündeki «sır kâtibi», yâni «vak'a-nüvîs» terimini (bakınız: yukarıda not 7), eski harflerle harekesiz olarak aynı biçünde yazılan «serkâtibi» diye yanlış okuyarak: «Cenevizlile­rin başkâtibi.. Dukas» diye yazmıştır, (s. 63). «Vâridât»ı türkçeye çevirmekte Şeyhülislâm M(ısâ Kâzım Efendi'nin tanınmış çevirisin­den yararlandığını belirtirken nedense Mûsâ Kâzım Efendi'nin admı anmıyarak yalnızca: «...meşrûtiyyet devrinde bir müddet Meşihat makamını işgal eden yüksek bir mutasavvıfımızın tercümelerinden de istifâde ettik.» demiştir, (s. 168). Kitabın iç kapağından sonra uydurma olduğu apaçık bulunan bir resim koymuş, en sonda da: «... Bedreddîn'in kitap içindeki portresi hakikîdir. Bu resim, «Türk Meş­hurları Ansiklopedisi» müellifi İbrahim Alâeddin Gövsa tarafından eserinin neşrinden sonra elde edilmiş ve «Mareşal Fevzi Çakmak» yazarı Süleyman Külçe vâsıtasiyle bize gönderilmiştir.» demiştir...

— vm

Page 12: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

özellikle genç okuyucular için yararlı olacağı düşün­cesiyle, aşağıda, Bedreddin olayıyla ilgili tâxîhî kaynak­lardaki bilgileri, Bedreddin'le ilgili eski ve güzel bir ata­lar sözünü, Bedreddin'den sonra onun yolundan gidenle­rin insancıl ve özgür yaşayışları, hayat görüşleri, gelenek ve görenekleri, Bedreddîn'in Serez'deki türbesi ve kemik­lerinin oradan İstanbul'a getirilişi konusundaki bilgileri aynen sunuyorum. Son olarak ta, yazık ki kimliğini öğre-nemediğimiz Hakıyrî'nin, Manâkıbnâme'nin sonunda bu­lunup bizlere yüzyılların ötesinden seslenen

«Bizüm milrşidimüz ^eyh Bedr-i din'dür»

mütekerrir mısrâ'lı şiirine yer vermekten kendimi ala­madım. Eserdeki resimlere Bedreddîn'in Topkapı Sarayı Hazîne Kütübhânesi, sayı 1263 de bulunan «§akaayık-ı Nu'mâniyye» çevirisindeki minyatürünü, «Der islam» cild XVII (1928), s, 100 de yayınlanan Serez'deki türbesinin resimleri ile Dîvanyolu'nda Sultan Mahmûd Türbesindeki şimdiki mezarının resmini de ekledim.

Sözlerimi bitirirken, bilim âlemine bu büyük eseri ar­mağan eden sayın üstâd Abdülbâki Gölpmarlı'ya en derin şükranlarımı sunar, İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi'niu değerli müdîri sayın Nûreddin Kalkandelen'e teşekkürü borç bilir, ayrıca Eti Yayınevi'nin kurucuları değerli eleş­tirmenler sayın Konur Ertop ile Doğan Hızlan'a, genç araştırıcı sayın Turgut Kut'a da teşekkür ederim.

Prof. Dr. îsmet Sımgurbey 7 Nisan 1966

— IX —

Page 13: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ibn i A r a b ş â h ' ı n « U k u d ü ' n • N a s î h a » S i ( T a k i y ü d d î n E f e n d i ' n i n « T a b a k a a N ı Hanef>yye»s inden ( V e l i y ü d d î n E f e n ­d i K ü t ü b h â n e s i , N o . 1 6 0 9 ) n a k l e n ) :

«Simâviye kaadısı oğlu Mahmûddur.

Bu Simâviye, Edirne kırmda kâin bir beldedir. Pederi burada kaadı İdi. Pederi, gençliğinde ilim tahsiline düşkün idi. Semer-kand'a gidüp ora ulemâsından ahz-ı ilm eyledi. «Hldâye» sahibi ahfadından Semerkand'ın âlimi sadr-ı Scmeı-kand Hoca Abdülme-lîk'den fıkıh okudu. Bilâhara ulûmda ve husûsiyle fürû'-ı fıkhiy­yede kesb-i fâikıyyet eylemiş olduğu halde Rûm'a avdet eyledi.

819 da Şeyh Bedreddîn'i îsfendij'âr bin Ebî-Yezîd nezdinde görüp kendisiyle ilmî müsâhabette bulunduk. Vüs'at-i ilmiyyeaini derya gibi pâyânsız buldum. Husûsiyle füru'-ı fıkhiyyede... «Hidâ-ye» ye bin doksan suâli olduğunu kendisinden işittim. Ulûmda ak­ranına faik olup memleketine avdetinden sonra sûfî oldu ve et­rafına fukahâ ve fukarayı cem' eyledi. Halk uzak yerlerden ken­disini ziyarete gelmeğe ve reviyyetiyle teberrük ve türlii türlü hediyyeler getirmeğe başladılar. Başına avâm-ı nâsdan birçok kimse toplandı. Pâdişâh olmak hevesine düştü. Ve o târîhde Os­manlı hükümdarı bulunan Sultan Giyâseddin Ebulfeth Mehmed bin Bbî-Yezîdü'I-Kirişçi aleyhine hurûc eyledi.

Hükümdar Sultan Mehmed bunun üzerine asker sevkeyledi. Yanında bulunan birçok halk ile münhezim oldu. Bunu müteâkıb Şeyh Bedreddin bahren mezkûr îsfendiyâr'a geldi ve Osmanlılar ile îsfendiyâr'ın arası mevrûs bir adavetten dolayı açık olmağla t.sfendlyâr kendi lehine Osmanlı hükümdarını meşgul etmel^ üze­re Şeyhe imdâd eyledi.

Edirne kırına vâsıl olduğu zaman halk arasında buraya vü-rûdu sür'atle intişâr ile her tarafdan bir çok halk yanma toplan­dılar. Bilumum hulkm kendisiyle birleşmesine ramak kalmış idi. Bundan dolayı Sultan Mehmed'in bizzat hareketi îcâb etti. Sultan Mehmed bunu sıkıştırıp mağlûb etti ve kendisini derdest ile ken-

~ X —

Page 14: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

dj hakkında kendisinden istiftâ etti. Bâgî olmasıyla, mâli masun olmak üzere kanı mübâh olduğu hakkında fetva verdi. Kendi fetvasıyla kendisi 820 şuhûvunda uvyân olarak asıldı.»

Bizans tar ihç is i D u k a s ' ı n e s e r i n d e n B a b i n g e r ' i n a l m a n -caya ç e v i r d i ğ i , a i m a n c a d a n d a K ö p r ü l ü z â d e A h m e d Ce-m â P i n t ü r k ç e y e n a k l e t t i ğ i parça *

«o zamanlarda lyonyen körfezi medhalinde kâin vc avam li­sânında «Stilaryon - Karaburun» tesmiye edilen dağlık bir mem­lekette âdî bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryon, Sakız ada­sı karşısında kâindir. Mezkûr köylü, Türklere va'2 ve nasâyihde bulunuyor ı ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, me-vâşî ve arazî gibi şeylerin kâffeainin umûmun mâl-i müştereki ad­dedilmesini tavsiye ediyor idi.

Diyordu ki: «Ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle tasarruf edebilirsin.» Köylü, avâm-ı halkı bu nevi sözleriyle kendi tarafına celb ve cezb etdik-den sonra hristiyanlar ile dostluk te'sîsine çalıştı. Köylünün ifâ­desine göre hristiyanların AHaha mu'teUid bulunduğunu inkâr eden her Türk, bizzat kendi dinsiz idi. Köylünün bütün fikir arkadaş­ları tesadüf ettikleri hrjytiyanlara dostâne muamelelerde bulunu­yorlar ve Cenâb-ı Hak tarafından gönderilmiş gibi hürmet ediyor­lar idi. Hergün Sakız adası hükümeti ile rels-i ruhanîlere adamlar göndererek akaaid-i hristiyâniyye ile i'tüâf itmeyen kimselerin sûret-i kat'iyyede nâil-i fevz ve necat olamiyacağı hakkındaki dü­şüncesini onlara bildiriyor jdi. O zamanlar adada «Turlot» 2 tesmiye olunan manastırda Giritli bir İteşijj."- ikamet ediyordu.

Sahte râhib bu keşişe saçları kesilmiş, başı açık, ayakları çıp­lak, yekpare bir libâsa bürünmüş dervişlerinden birini " göndere­rek berveo,h-i âti tebligatta bulundu-. «Ben de senin gibi riyâzat ve i'tikâf hayâtı yaşıyorum. Senin taabbüd ettiğin aynı Allaha ibâdet ediyorum. Geceleri gürültü etmeksizin denizin dalgalarını a.«iarak dâima senin yanında bulunuyorum.» Sahte râhib tarafın­dan iğfâ) edilen hakıykî râhib, Sisam adasında ikaamet ettiği

*) Yukarıda not 6 ya bakınız. — Köprülüzâde Ahmed Cemâl'în Babin­ger çevirisinden ayrıldığı noktalardan önemli görülenler, aşağıda not olarak belirtilmiştir.

1) «gönüllü yoksulluğu öiütliiyor». 2) ıTurlotî». 3) «yaşlı bir Giritli kesiş». 4) ıeeT\ç dervişlerinden ikisini».

— XI —

Page 15: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

müddetçe köylünün kendisiyle bir inziva hayâtı yagadığmı ve hergün kendisine gelerek mükâlemâtta bulunduklarını söylemek gibi ma'nâsız hareketlerde bulunuyordu. 5 Çelebi Mehmed'in Saru-han valisi Sisman, bu sahte rahibe karşı hareket ettiyse de Sti-laryon'un dar geçitlerinden ileriye geçmeye muvaffak olamadı, Stilaryonlular ise 6000 kişilik bir kuvvetle hemen gayr-i kaabil-i mürur dar geçitlerden geçerek Sisman ile bütün ordusunu peri­şan etti. Bu muvaffakıyyet üzerine Börklüce Mustafa tesmiye edi­len bu köylüye, peygamberin ismini taşiyan bu yalancının ma'-nevlyyâtma kapılan büyük bir cemm-i gafîr iltihak etti. Bunlar «zerkülâh» ta'bîr edilen başlık ile örtünmeyüp yahaız yekpare ku­maştan yapılmış bîr libâs giymeğe, baş açık gezmeğe ve Türk­lerden ziyade hristiyanlara meyi göstermeğe karar verdiler.

Nihayet Mehmed, Saruhan Beği Ali Bey'i bütün. Saruhan, İyonyen — Aydın kuvvetleriyle Stilaryon — Karaburun üzerine sevk etti. Dağ medballerini zabt ederek daha ileride boğazlara doğru yürüdüğü sırada mezkûr kuvvet köylüler tarafından o suretle peri­şan edildi kı Ali Bey pek az maiyyetiyle beraber bin müşkilât ile Mağnisa'ya kaçarak hayâtını kurtarabildi. Mehmed, keyfiyyetten haberdâr olunca ancak on iki yaşında bulunan oğlu Murâd'ı Trakya ordusuyla birlikte pâdişâhın mu'tomedj Bâyezîd Paşa refakatinde Mustafa üzerine gönderdi. Bâyezîd Paga Anadolu'da muhtelif kuv-veticf cem' etmiş idi". Aynı sû'bü'l-mürûr (geçilme.si zor) derbend-lerden geçti. İhtiyar, genç^, erkek ve kadm her kime tesadüf edildiy­se hepsi 6 katledildi. Nihayet dervişler tarafından tahkim edilen dağa kadar ilerlendi. Vukua gelen pek kanlı mücâdelede Murâd'ın maiy-yeti efradından birçokları şehîd oldu. Mamafih bütün dervişler sah­te keşi§ ile birlikte arz-ı toslüniyyet ettiler ve Ayasluğ'a getirildiler. Börklüce'ye tatbıyk olunan en müdhiş işkenceler bile onu fikr-i sabitinden çeviremedi. Mustafa, bir deve üzerinde çarmıha gerildi. Kolları yekdlğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi. Kendisine sâdık kalan mahremânı Mustafa'nın gözü önünde katledildi. Bunlar «Dede Sul­tan iriş!> nidalarıyla mütevekkilâne ölüme tevdV-i nefs ettiler. Ve­fatından bir müddet sonra Mustafa'nın mensûbîni onun aralazmda yaşadiğım iddia ettiler. Kendisiyle görüştüğüm Giritli keşiş de aynı i'tikaadı besliyordu. Bu hususta ne düşündüğünü sorduğum

5) Bundan sonra §u cümle olacak: «Benim, bu satırların yazarının huzu­runda, isteğimi yerine getirerek, daha bağka garibllkler de anlattı.»

6) «Bitinya, Frigya, Lldya ve İyonya'nm bütün silâhh kuvvetlerini top­ladı».

7) «cocukı. U) «gaddarca».

— XII —

Page 16: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

zaman Mustafa'nın ölmeyip Sisam adasma çıktığmı ve orada ha-yât-j münzeviyânesine devam etmekte olduğunu söyledi. Ben bitta­bi bu ma'nâsız sözlere ehemmiyyet vermedim.. Bâyezîd, genç Mu-râd ile birlikte Saruhan ve havalisini baştan baga dolaşarak ras-geldiği aiem-i terk ve inzivada yaşıyan bütün Türle dervişlerini iş­kenceler ile i'dâm etti.»

Âşıkpaşazâde T â r î h i ( F r i e d r i c h Giese y a y ı n ı , 1 9 2 9 , Le ipz ig ) s. 8 1 / 8 3 * .

«78 inci bâb: Bu anı beyân eder kim Sımavuna kaadısı oğlı Kaadiaskerken Kethüdası Börklüce Mustafa Karaburun'a varup nol-duğmun hâlin beyân eder bildirir.

Sımavuna kaadısı oğlı kim Iznık'a geldi, Mustafa Aydın ilinde Karaburun'a vardı. Ol vilâyette hayli mürailik etdi. Aydın vilâye­tinin çoğııı kendüye dönderdî. Ol dahi bir nev'a tertîb kurdı. Elhâsılı kendüye nebi didirdi. Bu tarafdan Sunavna kaadısı oğlı işitdl, Börk-lüce'nün kim hâli terakkıy etdi, Iznık'dan kaçdı. Isfendiyar Beg'e vardı. Andan gemiye bindi. Eflak'a gitdi. Bu yana geldi, Ağaçde-nizi'ne girdi. Ve illâ Börklüceyile ittifakı vardı. Sultan Mehmed dahi Bâyezîd Paşa'yı ve oğlı Murâd Hâm bile gönderdi. Vardılar Karaburun'da Börklüceyile buluşdılar. Mübalağa ceng olundı. Ta­rafeynden hayli adam kırıldı. Âhır^ Börklüce'yi paraladılar. 01 vi­lâyeti dûhtatdılar 2, giderecek adamların giderdiler. Beg kullarına tımar verdllei'. Bâyezîd Paşa gene Mağnisa'ya geldi. Torlak Hu Ke­mâl'i anda buldı. Anı dahi bir mürîdiyile asdıa. Sultan Mehmed Siroz'a gitti kim vara Selaniğ'e düşe. Bu tarafdan Sımavna kaadı­sı oğlı kim Ağaçdenizi'ne girmişdi, birkaç bedbaht < sofilar gön­derdi vilâyetlere kim gelin simden gerü padişahlık benimdir », taht bana müsehhardır, sancak isteyen gelsün, subaşılık istiyen >» gelsün dedi. Elhâsıl her maksûdı olan gelsün dedi ki ben simden gerü hu­rûc etdim. Bu vilâyette halîfe benim. Mustafa Aydın ilinde hurûc etdi, ol dahi benüm hizmetkârumdır dedi. Bu şimdiki sofilar dahi biz dervişlerüz Hakçün derler. Derviş değillerdir, birgün şeyhimiz hurûc eder, biz dahi begler olurız deyüp eydirler.

•) Giese'nirı çeşitli nüshaları İtarşılaştıran notlarından en önemlileri alınmıştır.

1) Mordtmann'daki yazmada ve Viyana'daki Ne$rî yazmasında bundan sonra: .ıceng arasında».

2) Mordtmann, Dietrlchstein: «zabt etdjler», İstanbul baskısı: «teftiş etdiJer».

3) Mordtmann: «asakodılar», Viyana'daki Nesri yazması: «asakodı». 4) Upsala: «büt». 5) Mordtmann, Viyana'daki Neşfî yazması: «bana verildi». 6) Mordtmaım'da bundan sonra: «ve timar IsUyen».

— xın —

Page 17: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Haka tâlib cihanda az kişi var Sofilarun kamusı hod lot umar Kılur namaz Vedud der yalvarur çok Varur beg kapusına tımar umar Başında dal ve yâ künbed geyübdür Ma'ânî söylesen de kam hımar İlâhî sana sıgındum bu halden Bu gaflet uyhusmdan canum uyar Diyâsin sofi Tann'yı hazır bil Cevâbidur ki Tanrı şeyhe uyar Diyâsin sofi kâfir oldun anla Yakıyn îmânı kor o küfre uyar

79 uncu Bâb: Bâb, Sımavna kaadısı oglı ve ahvâl neye yctişdi anı beyân ider

Agaçdenizı'nde tururak hadem ve hagem hayli şevket hâsıl et-di. Anunçün kim sancaklar ve subagılıklar adadı ve hayli tucalar da­hi yanına cem'oldı ve timar erleri kim Mûsâ yanında Sımavna kaadısioğlı kaadıaakerken tımar alı verdügi adamlar dahi yanma geldiler amma varan halk gördüler kim bunun işinde hayır yok, lieman Sımavna kaadısioğlını tutdular, Seroz'de Sultan Mehmod'e getürdiler. Sultan Mehmed yanında oUrdı, Mevlânâ Haydar der­lerdi, Acem'den yenile gelmiş bir dânigmend vardı. Ana sordular kim: Bunun hâli nicedir? Bu bir danişmend kişidir dediler. Mev­lânâ Haydar eyltdi: Kanı halâldir amma mâli haramdır dedi. îletdiler, pazar içinde bir dükkân önünde asakodılar boğazından. Sonra birkaç cünüb mürîdler indirdiler, vardılar anı mezar etdi-1er.

Nazım Dânişmend beglik ister gör asıldı Çürük ok atdı hem yayı yasıldı Havâ-yı nefs anı başdan çıkardı Uzun sanuları kırdı kısıldı Dilerdi ceng edeydi pâdişâhlan Dahi uğraşmadın sındı basıldı îki oğlın kodı Iznık'da gitdi Yanında çok sofi bagı kesildi

Suâl: imanlı mı gitdl veya ne? T Cevâb: Allah' bilür ancak. Hayâtında» ve mevtinde bilmezüz i'tikaadı nenin üzerineyidi, hem canın dahi ol i'tikaad üzerine mi verdi?

7) îstanbul baskısı ve Dietrlchstein'daM yazma: «imansız mı?». 8) Dletrichstein: «hayâtmda^ yerine «verdi»ye dek: «zîrâ hâl-l mev-

Unde niyyeti neyidi ve nijıün üzerinde İdi ve hem canın dahi ne niyyet üzerine verdi.»

— XIV —

Page 18: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Nazım

Çlirük sofi dili Allah söyler Gönülde altun 9 akça soylar Gaayet eyüsidür olsa pulu çok Çalıcılar gibi ol toyı soylar Yalancı sofilar çok kopdı şimdi Uyub deltilere soymı soylar Kimi der şeyhimiz sultan olısar tnanur ana uyar zabkı «o huylar»

Y a z a n b i l i n m i y e n « T e v â r î h - i  l - i O s m a n » ( G i e s e y a ­

y ı n ı ) :

«Bu tarafdan gene ol vakit kim Sımavna Kaadısioglu Şeyh Bedreddin, Mûsâ zamanında kaadiaskerken Şeyhin katında ket­hüdaydı, Börklüce Mustafa dirlerdi, Şeyhi Iznık'a sürdüklerinde Börklüce Mustafa Aydın iline vardı. Andan göçdti, Karaburun'a vardı. Ol vilâyetün üzerinde hayli müzayakalar etdi. Aydın ilini kendüye dönderdi. Türlü türlü tertibler kurdu. Hâşâ kendiye pey-gjımber didürdi. Hayli bunun gibi herzeler söyledi. Bu tarafdan Sımavna Kaadısioglu Şeyh Bedreddin dahi bunu işitdi kim Börk­lüce Mustafa terakkıydedir, bu dahi Iznık'dan kaçdı, îsfendiyâr'a vardı. İsfcndiyar yanında dururken bir gice gemiye binüp Eflak iline geçdi. Andan gelip Ağaçdenizi'ne girdi. Ve illâ Börklüce Mus-tafa'yıla ittifakları vardı dirler. Bu yana Sultan Mehmed Bâyezîd Paşa'yı, oğlu Sultan Murâd'ı Karaburun'a gönderdi. Börklüce Mus­tafa ol vilâyetlerde hayli şevket tutup baş kaldırmişdı. Yanına iki üç bin adam dirlemişdi. Bâyezîd Paşayila Sultan Murâd Karabu­run'a varıp Börklüce'yile buluşup hayli ceng etdiler. İki tarafdan hayli adam kırıldı. Akıbet Börklüce Mustafa'yı dahi anda parala­dılar, ol halkı kırub ol vilâyeti zabtetdiler. Ol vilâyeti beğ kul­larına timar verdiler. Bâyezîd Paga Mağnisa'ya geldi. 'Torlak Hu Kemâli dahi anda buldular. Ol dahi bir iki bin Torlağıla çeng ü çegaane ile iller azdırıp yürürlerdi. Gelip anları dahi dağıttılar. Torlak Hu Kemâli bir kaç mürîdiyle tutup asakodılar.

Bu tarafdan Sultan Mehmed dahi Siroz'dan Selanik'e düşdl. Eğirdi dururken Sımavna Kaadısioglu Şeyh Bedreddin Ağaçdeni-^i'nden çıkdı. Birkaç bedbaht sûfîler gönderdi kim Zağra ovasına varalar, ol halka eylteler kim simden girü beğUk benimdir ve taht

9) istanbul baskısı: «altunı akçayı». 10) Vatikan'daki yazmada: «zankı».

- XV —

Page 19: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

bana verildi, bana Melik Mehdi derler, sancak açayın, hurûc ideyln dedi. Vardılar ol sûfîler Zağra ovasına da'vet etdiler. An­lar dahi geldiler, uydular, tâbi' oldular. Andan sonra Börklüce Mus­tafa hurûc etdi. Çün Börklüce Mustafa'nın hurucun işitti, eyitdi, ol hod benim hizmetkârımdır dedi. Kendi dahi hurûc etdi. O vakit henüz Börklüce dahi ölmemigti. Çün Şeyh Bedreddin Ağaç de-nizi'nden çıktı. Hayli hadem hagem bedbaht sûfîler uyup yanına geldiler, cem' oldular. Oİ Mûsâ Çelebi Kaadiaskeri iken manşıblar alıp verirdi, nice kişiler kendiye tâbi'ler olmuşlar idi, cümle ya­nma geldi. Sonra gördüler kini anun işinen hayır yok, hep dağıl­dılar, sehl kimesne kaldı. Sultan Mehmed igitdi, hayli adam gön­derdi. Zağra tarafında bulup tutdular, Siroz'a Sultan Mehmed'e iletdiier. Andan Sultan Mehmed sordu kim bunu nice idelüm, bunu öldürmenin günâhı var mıdır, dedi. O) zamanın pâdişâhları şöyle müslümandı kim şuncılayın kasd idüp âsî olanları öldürmeğe kı-yamazlaj^dı. Meğer ol zamanda Mevianâ Haydar dirlerdi bir ulu dânişmend vardı, Acem'den gelmişdi, ol fetva veıdi kim kanı ha-lâl, mâlı haramdır dedi. Anun söziyle Siroz İçinde bir çarşuda bir dükkân önünde berdâr etdiler, mezar anda kazdılar.»

Neşr î T â r î h i , K i tâb- ı C i h a n - n ü m â , ( Y a y ı n l a y a n l a r : F a i k Reşi t U n a t - D r . M e h m e d A . K ö y m e n , A n k a r a - 1 9 5 7 ) , I I . c i ld , s. 5 4 3 - 547 :

«Hlkâyet-i hurûc-ı İbni Kadi Simavne fî Rumeli ve Börklüce fî Karaburun

Şöyle rivayet olunur ki, ol vakit-ki Sultan Mehmed, karındaşı Musa Çelebi'nin işini tamam etti, andan Simavne kadısı oğlu ki, Şeyh Bedreddin derlerdi, Mûsâ Çelebi'nin kazaskeridi. Sultan ana ulufe tayin edip, İznlk'e sürmüştü. Ve bu Simavne kadısı oglu'-nun bir kethüdası varidi, adına Börklüce Mustafa derlerdi, ol Karaburun'a varıp, ol vilâyette hayli bârî mürailik edip. Aydın vilâyetinin ekserini kendisine döndürüp, ol yerde velayet davasını edip, halkı ibâhat mezhebine davet etti. Hatta illerde meşhur oldu. Simavne kadısı oğlu anı igidlcek kaçıp, îsfendiyâr'a varıp, andan Ağaç Denizi 'ne varıp, makam tuttu. Amma Börklüce'nin anınla İttifakı bile idi. Sultan Mehmed dahi bunların fesadını işidip, Ba-yezid Paşa'yı Börklüce'nin üzerine gönderdi. Bunlar dahi Kara­burun'a varıp, mübalağa ceng ettiler. Tarafeynden çok âdem ha-

1) Romanya'da Dobruca'nın güneyine düşen ormanlık. = Dell Orman.

— XVI —

Page 20: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

sâret oldu. Ahir ül-cmr Börklüce ceng arasında bulunup helak oldu. Ve dahi müfsitlerden ol iklim pâk oldu. Ve dahi Hû Kemal derlerdi, bir torlak var idi. Kendi sınan bir kaç yüz torlaklar ve aşaklar yamnca çengler, çegâneler ile illerde gezip, enva'-ı fesad ederler idi. Andan Bayezid Paga, Börklüce'nin iginl tamam edip, Manisa'ya gelip, Torlak Hû Kemal'i anda bulup, anı-dahi bir kaç mürîdiyle boğazından asa kodu. Sultan Mehmed ol hinlerde Serez'e gelmişti. Fikri buydu-kim, Selânik'e düşeydi, Ve bu taraftan Si­mavne kadısı oğlu kim. Ağaç Denizi'ne girmişti, bir kaç bedbaht sofi adınlulan etrafa gönderdi-ki «Şimdengeri, bana gelin, muti' olun. Padişahlık bana verildi. Yer yüzüne ben halîfe olsam gerek. Her kime kim Sancak ve Subaşılık gerek, gelsin benim yanıma. Her kimin ne maksûdu varsa gelsin ki, şimdengeri sâhib-hurûcum. Ve Börklüce Mustafa dahi Aydın ilinde hurûc etti. Ol-dahi benim müridimdir. Benim-çin hurûc etmiştir.» dedi. Pes Ağaç Denizi için­de durarak yanına hayli hadem u haşem cem' oldu ve bil-cümle evbâştan ve eclâftan hayli cem'iyyet ki tahassül etti. Ve Musa Bey yanında kazaskerken timar alıverdiği kimseler hep yanına derildiler. Amma yanına varanlar gördü ki, bunun hiç bir işinde hayn- yok. Beyliğe kasd etmeğe ister. Heman Simavne kadısı oğ-Umu tutup, Serez'de Sultan Mehmed'e getirdiler. Acem'den yenile gelmiş bir dânişmend varidi, Mevlânâ Haydar derlerdi. Sultan Meh­med yanında olurdu. Ana Sultan Melımed sordu-kim «Bunun-gibi iş edenin Şer'an hali nicedir ? Bu dahi asılda bir dânişmend kişidir.» dedi. Mevlânâ Haydar eyitti: «Şer'an bunun katli halâl, amma malı haramdır» dedi. Ve kendi dahi öyle fetva verdi. Andan Sima'VTie kadısı oğlu'nu pazara iledip, bir dükkân önünde ber-dâr ettiler. Bir nice günden sonra cünüb mürîdlerinden bir kaçı gelip defn ettiler. Şimdi dahi ol diyarda mürîdleri vardır. Anlardan garâib nesneler naki ederler ki demek olmaz.»

Ş ü k r u l l a h b in Ş ihâbedd în ' in « B e h ç e t ü ' f - T e v â r î h » ad l ı e s e r i n d e n :

«Aydın vilâyeti dâhilinde Karaburun denizi sahilinde İbâhiy-yûndan biri zuhur ile kendine sûfîUk süsü verdi. Nitekim Nûşire-vân'ın pederi zamanında Horasan'da bunlar gibi birisi zuhur et­miş idi. Bu sûfinin başına birçok kimseler toplandı ve bunların dahi şer'-i Muhammedi'ye muhalif nice işleri aşikâr oldu. Pâdişâh, Bâyezîd Paşa'yı bunların üzerine götürdü. Sûfîler mukabeleye ko­yuldular. Ve muharebe vuku'buldu. Sultan Mehmed'in götürdüğü asker galebe eyledi. Ve sûfîler katledildiler. Mervîdir ki «Lâ ilâhe illallah» deyüp «Mulıammeden rasûlIuUah» dememekte isrâr ile

— XVII - -

Page 21: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

mertebc-i risâleti kendi geyhlerine tahsis eden sûfîlerden dört bin kişi katlolunmuştur. Bunlardan «Muhâmmeden rasûiullah» diyen­ler katlolunmayup kayd-ı hayatta bırakılmışlardır.»

İdrîs- i B i t l î s î 'n in « H e ş t Beh iş t» in in çev i r is inden :

«Yirmi altıncı dâstân: Sımâven Kaadıy denilmekle meşhur Kaadı Bedrüddin Mahmûd'un şeyhlik ve irşâd-ı halk tanykıyla teshîr-i bilâd dâiyesiyle hurucu ve etrâf(m)a halkı da'vet zımnında mürîdânını ve husûsiyle Mustafa'yı Aydın iline irsali ve Kaadı-i mügârünileyhin Rumlli'nde de zuhuru ve miyân-i ibâdda zındıka ve ilhâd izhârı beyânındadır. (AUahu veliyüllezîne âmenû yuhricu-hüm minezzulûmâti ilennûri vellezîne keferû evliyâuhümidtâgutü yuhrucûıiehüm minennûri ilezzulûmât.

«Allahu taâlâ, mü'minlerin velîsidir. Anları zulmetlerden nura çıkarır. Kâfirlerin ise velîsi tâguttur ki anları nurdan zulmetlere çıkarırlar.» Sûretü'l-Bakara)

(Evliyayı tahte kıtaâbi lâ ya'rifuhum gayrî—Benim velîlerim, taht-ı kıbâbımdadır. Anları, benden başka kimse bilmez.) kelâmı-nın'^erâperde-i izzet ü maverayı tütuk-ı celâlet ve azametinde mah-bûbân-ı hudâ ve rehrevân-ı tarıyk-ı Hüda'mn ruhsârı dâima anın içün mütevârî ve muhtecib olmuştur ki halvethâne-i velayetin na-zar-ı nâmahremleri ve encümen-i hidâyet dîdâr-ı manzûrânının dîde mahrumları evvelâ suretbîn olan dîdeleri yollarından gışâ ve perdeyi ve dîdâr-ı Hak ve yakıyndan mahcûb olan cesimlerinden remedi izâle ideler ve andan sonra gerîat-ı nebeviyye pîşvâyânınm rehnü-mâlığı vesilesiyle ve tarıykat-ı Murtazaviyye pişrevânma mütâ-baatla Hüdâ talebliğe ve Hakcûluga ibtidâ eyleyeler. (Ulâikellezîne hedallâhu febihudahum iktedehu— Anlar, ol kimselerdir ki Allahın mazhar-ı hidâyeti olmuşlardır. Sen de anların mazhar olmuş olduk­ları hidâyete iktidâ eyle. Sûretü'l-En'am.) Çünkü hidâyet talebinde bulunanların hadisinin irşâdnâmesi muktezâ... ve (Efemen yehdî ilel Hakkı ehakku ,enyuttebea emmenlâyehdî —Hakka hidâyet eden mi ittibaa ehakkdır, yoksa kendisi mazhar-ı hidâyet olmamış olan mı ? Sûretü'l - Yûnus) işâret-i beliği üzre Devlet-i Muhammedî'nin zuhuru zamanında ve millet-i ebedînin şüyû'u âvâmnda râh-ı iktidâ-ya inhisara ve menhec-i reşad ve Hudâyı teghSsi (Kad tebeyyener-rügdü minelgayyi—gübhesiz îman küfürden temeyyüz etdi. Sûre tü'l-Bakara) âyet-i kerîmesince mürşidân-ı hücestepeyin eser-i ka-dem-i râsihleri olmağa hüküm buyurmuşlardır. Ve (Ve lekad kâne leküm fî rasuhllâhi usvetün hasenetün limen kâne yercuUâhe velycv-melâhir. —Sizden lika-yı ilâhîyi ve yevm-i âhiri umanlarınız içün Rasulullahda güzel bir numûne-i imtisal vardır. Sûretü'l - Ahzâb.)

— XVIII —

Page 22: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

kaanûn-1 bahiri vc burhân-ı shtı' ve bahiri mucibince râh-ı necat ve tarıyk-ı tahsîi-i dcrecâtı münhasır kılmışlardır.

Rekî nemî berem-ö gâreî nemi dânem Be - coz mohabbet-i merdân-i müstakıym-ahvâl

«M.üstakıymU'1-ahvâl olan merdânm mahabbetinden başka bir yol ve başka bir çare bilmiyorum.» Bu kavânîn-i mübine binâen her kim ayağını pîşrevan-ı dînin mütâbaatı cadde-i müstebînin-den hârice vaz' iderse bîşübhe elbette o hiçbir veçhile muktedâ ve matbu'luğa şâyân olmaz. Her ne kadar ulûm ve hikmet vesilesiyle tcvahhud ve tevhîdden dem vurur veyâhûd havârık-ı âdet ve ke-râmât ile âyât-i beyyinât izhâr ider iise de... belki vefret-i ilm ve çok bilmişlik evliyâ-yı şeytandan ma'dûddur ve andan zuhur eden ke­ramet ve havârık-ı âdet bütün iblîs-i merdûdun mekr ü istidrâcıdır.

Zîn gürûhî ke nov - resîd - cstcnd tşvc-i câh-o zer hcrîdeatend Heme der ilm Sâmirî-vârend Ez-bîrûn Mûsâ vez-derûn nârend Mâh-kerdâr-o tîre-hûşânend Câh-cûyân-o dîn fürûgânend

«Bu nevresîdegân güruhu ki mansıb sevdasındadırlar vc para ile satın alınırlar, hepsi ilimde Sâmirî gibidirler. Hâricden Mûsâ ve dâhilden ateşdirler. Haricen ay gibi parlak görünürlerse de akılları muzlimdir. Rütbe ve mansıb peşinde koşarlar ve dinlerini satarlar, Bu beyânın sıdkı mısdâkınca vc bu ünvânm hakıykatı mâsadakınca (810) senesi şuhûrunda ehl-i îman arasında dînî ve mülkî bir fitne esasgîr oldu.

Ve nüfûs-ı nâkısadan birçokları delâlete düşdü. El-kıssa: Za­manede mütehayyiz kaadılar ve âlimlerden biri kî filvaki' ulûm-ı şer'iyye ve akliyye şuabâtmda yegâne bir dânişver idi. Memleket­te nâmdâr olup Sımavnaoğlu Mevlânâ Bedreddin nâmiyle mevsûm idi. Ulûm-ı zâhiriyyede tebahhüriyle beraber ehl-i hâlin tarıyk-ı sülük ve makaamâtında dahi irs ve iktisâb ile müsellem-i cum-hûr-i eshâb idi. Ve akvâl vc ahvâli mecârîsinde havârık-ı âdât ızhâriyle iştiharı var idi.

Ulcmâ-yı Rûm miyâmnda anın te'lîfâtı meşhur ve mu'teberdir. Ve ez en cümle Hanefiyye fıkhı fürû'undan olan «Cami' ül-Fusû-leyn»in mesâil-i ictihâdiyyedeki hayâs ve mezâyâsı mezkûr ve mu-

— XIX —

Page 23: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

harrerdir, Pâdigâhzâde Saîd Mûsâ Çeîebi ulûm-ı dîniyyedeki te­bahhur ve ehl-i yakıyn miyâmndaki taayyününden dolayı anı za­manında kaadıaskerlik ve sadâret mansıbına me'mûr etmig ve mec­bur tutmuş idi. Vaktâ ki Sultan, biraderine gaalib geldi, müşarüni­leyhi fazi ve dânişine binâen iznik şehrinde bıraktı. Tâ ki ulûm-ı dîniyye ifâde ve hakaayık-ı dîniyye neşr ve kemâlât talihlerini ir-şâd ve hidâyet ve nüfûsu dalâlet tarıyklarından vikaaye eyleye...

Fakat esasen fıtratı dürüstlüğe ve mükâşefâta mail idi. Ek­ser evkaatını riyâzât ve mücâhedâta sarf idiyor idi. O kadar kl insanlar arasında keşf ve kerâmâtiyle ma'rûf oldu. Ve havârık-ı âdât ve tâmât ile tanıldı. Lâkin âbidlerin yoluyla vasilinden bir kâmile iktidâ itmemiş olmakla re,sm ü âdet kabilinden olan bu ibâdet ve ilmi iblisin tâati gibi hodbinliğe ve istikbâra müeddî ve nahvet ve hodpescndliğe ve pek çok mürîdleri başına toplamağa müncer oldu,

Ayet-i hikmet-i gaayet: (Fcmen azlcmu mimmen ifterâ alallâhi keziben liyudillennâse bigayri ilmin innallâhe lâyehdilkav-mczzâlimîn —Nâsı bigayri ilm dalâleLe düşürmek içün Allahu taâ-laya kizben iftira iden kimseden daha zâlim kim vardır.?!.. Sûre­tü'l-En'am.) mucibince dalâlet ve gavâycte sebebiyet virdi ve ken­di mürîdlerinden Mustafa nâmında birine meşâyih âdeti vech üzre icazet ve irşâd virüb halkı da'vet zımnında Aydın ili cihetine gön­derdi ve müşarünileyh dahi o havalide telbîa ve riya ile nüfûs-ı nâkısadan birçoklarını teshir itdi ve câhil ve sâdediUerden nice kimseleri rlyâ ve tezvir tuzağıyla yakaladı.

Sûfî nihâd dâm-o ser-i hokka bâz kerd Bünyâd-i mekr bâ-felek-ı hokka-bâz kerd

«Sûfî tuzağı kurub mahfazanın kapağını açdı. Felek, hokka-bâz ile mekr ve hile kurdu» ve her nekadar «Mettahazallâhu yeliy-yen câhilen — Allahu taâlâ câhil velî İttihâz eylemedi» kazıyyesi ta­mâmiyle doğru olmağla mürâî şeyhler nihayet dalâlete giriftar ola­cakları şübhesiz olmağla beraber câhillerin nefisleri habîs olduğun­dan kendilerinin meşâyih ve pişvâ yanında geniş mezheblik ve ibâ-ha mülâhaza iderler ve şehvet-i nefsâniyye iktizâsı ve tesvîlât-ı şey-tâniyye ve mezkûr Mustafa halvet mahallerinde ve gizli yerlerde kendi zmdıka vc ilhâdına mürîdlerine menhiyyâtve muharremât irtikâbiyle ruhsat virdi vc az vakt içinde dâm-ı tez­virine dalâlet-i şeytanî ile on bine karîb mürid giriftar oldu. Vaktâ ki Mevlânâ Bedreddîn'in virmiş olduğu hilâfetle Mustafa'nın şeyh­lik işi revâc-ı tâm buldı ve kendinin ve kendi muktedâsmın üstü

— X X —

Page 24: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

örtülü olan ibâiıat ve llhâdı (tn hiye illâ fiLnektukc tudillu bilıft men teşâu. —Üstün fitnenden bagka birgey değildir ki anınla dile­diğini dalâlete dûçâr idersin. Sûretü'l-A'râf.) mulctezâsmcu insan­lar arasında münteşir oldu. Elbette birgün olup mürîd ve dâisi olan bu Mustafa'dan dolayı kendisinin hâline taarruz olunacağını ve anm ilhâdına kendi muktedâsı nıakıysünaleyh olacağını tayakkun etdi. Bundan dolayı Iznık'dan Kastamoni hâkimi Isfendiyâr Beğ nezdine apansızın kaçub oradan gemi ile Karadenizi geçerek Eflak vilâye-tine gitdi. Çünkü Mûsâ Çelebl'den dolayı Eflak hâkimi ile dostluğu var idi. Ve şübhesiz münâsebet-i asliyye sebebiyle kendisinin ilhâ-dı küfre mücâvereti zâten iktizâ ediyor idi. Ve Eflak hâkimi mü­nâsebet-i zâtiyye cihetiyle kendisine envâ'-ı ta'zîm ve ikramda bu­lundu. Bu esnada müşarünileyhin halifesi Mustafa'nın Aydın ilin­de âvâze-i hurûc ve fesâd ve ilhâdı Sultan Mehmed'in kulağına vâ­sıl oldu. Derhâl Rûmiyyc-i sugrâ ve Amasya Pâdşâhı olan Şehza­de Sultan Murâd'ın ismine hükm-i hümâyun sâdır oldu ki Anadolu askerlerini cem' ile ınülhid Mustafa'nın define kıyam eyleyc ve mükemmel asker ve techîzât ile Aydın ilinde anın başına ine. Şeh­zadenin vusulünden sonra da mezkûr Mustafa, iddiâ-yı hidâyet ve aâhib- hurûclukdan tenezzül vc udûl eylemedi ve kendisinin on bine yakın müfsid ve mülhid mürîdlerinden olan asker ile ilhâd ve ir-tidâd makaamında şehzadeye mukaabeleye kıyam" eylediler ve har­be başladılar ve Aydın ili tevâbiinden Karaburun mevziinde arala­rında müdhiş bir muharebe ile yekdiğerlerine girdiler.

Mukaabeleden ve birçok kan döküldükden sonra tevfıyk-ı ilâhî ile o leşker-i ilhâd mağlûb oldu ve Mustafa'nın, ve Mustafa'nın te­vâbiinden iki üç bin kadar müride mâlik Kemâl Torlak'ın mürî-dânından dört bin kişiye yakın kimse maktul oldu. Vc şemşîr-i in­tikam bekaayâsından diğer bir cemâat ehl-i îmandan taleb-i âmân vesilesiyle kelime-i islâm lika ve tecdîd-i İmân île ibka edildiler. Demişlerdir ki:

Ve asleh biba'zi'l-kavmi taa'zen fe innehu Yudâvî bilahmi'1-fili ba'za simanihi

«Kavmin bâzısını bâzısıyla ıslâh ile ... nitekim fillerin semiz olanlarına tedâvî içün fU eti yidirirlcr...»

Bu fetih ve bu mülâhedeyi kahr u tenkil zamanında" Sultan Selanik gazasına teveccüh etmiş idi, Lâkin hisar ve şehrin fethi müyesser olmadı ve mücâhid asker nehb ü gaaretle hisâbsız ga-nâim olde etmişler idi. Pâdşâh avdeti emreylemiş idi. Siroz şeh­rine vâsıl oldukları vakit habercilerden Sımavnaoğlu Kaadı Bcd-

— .XXI —

Page 25: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

reddin Mahmûd'un Bflak'dan çıkub tesvîlât-ı şeytâniyye ve dâiy-ye-i mülk ü saltanatla SilJstre vilâyetine yakm bir yerde Deliorman arasında zuhur eylediğini ve mürîdler ve dâflerini Rumllinin etraf vc cevânibine gönderdiğini ve ba'zı câhil sâdedil ve birçok dâl ve mud\ll kimselere mülhidâne sözler lika ve müfsidânc ibâhalar ig-râb ile fitne fesâd ehlinin merci'i olduğunu ve avamdan ve hay­van gibi nüfûs-ı habîse erbabından birçoklarına lezzât-ı hayvânly-ye ve mü§tehiyyât-ı nefsâniyyelerlne ruhsat virdiğ/ni ve hurûc it­miş olan Mustafa ve Kemâl Torlağın kendi halifeleri ve dâîleri otub halka hidâyet içün bunları göndermiş olduğunu söylediğini ve i. âret-i gaybiyyc ile mülk-i âlemde kendi mürîd ve mu'tekidleriyle zuhur edeceğini ve memâliki ehl-i irâdeti arasında taksim eyle­yeceğini ifâde etdiğini. vc kuvvet-i ilm vc sırr-ı tevhidin tahkıykıyla chl-i taklidin kavânin-i millet ve mezhebini ibtâl ve vüs'at-i meş­rebimizle ba'zı muharremâtr istihlâl idecegiz dediğini Işdtdi ki nefs-perest insanları aldatan bu kelimât ile yanma birçok kimse­leri cem'itmiş idi.

Vc mülâhcde-i bâtıniyye neşvesi üzerine kendi mürîdlerine saz u şerâba izin virdi ve az zaman zarfında ol taraflarda mezkûr Mevlânâ Bedreddin fcvlcalâde bir şöhret ve şevkete nail oldu.. Ve bu dînî vc mülkî olan fitnesi BumiU'de şüyû'buldu.

Fitne-i mülk-ü dîn be-hem engîht Fitne-cû her taraf bc-hcm âmlht

Hmücllifihi

«Din vc mülk fitnesi yekdiğerine karışdı. Fitnccû her tarafı birbirine karıştırdı.» Vaktâ ki Sultan Selanik gazâsmdan hîn-1 avdetinde bu hâdiseyi işitdi ve o sırada Şehzade Sultan Murâd'm Aydın ilindeki mülhidieri defindeki muvaffakıyyeti beşareti dahi vâsıl oldu, Mevlânâ Bedreddîn'in mürîdi Mustafa'nın bu tenkil olun­muş olan fitnesi Pâdişâhın istigrâbını mûcib olub ümerâ-yı izâm ve husû.siylc Bâyezîd Paşa'yı azîm bir asker ile Kaadı Bedreddin'in define gönderdi. Müşarünileyh, istiklâl ve cür'et sâikasiyle muha­rebe ve mukaateleye ikdâm-ı tâm gösterüb Pâdişâh'm askerine karşu saff-ı harb teşkîl eyledi. Hak bâtıla gaalib olduğundan mü-lâhede reisi olan Bedreddin mücâhidlere mağlûb oldu. Lâkin mu-hâıebc meydânından kaçmış ve Deliorman'a ihtifâ etmiş idi. Bu­rada yine müfsid ve mülhidlerden bir cem'iyyet peyda idüh fitne karıştırmağa ve hergün bir mikdâr tezâyüd itmeğe başladılar. Bâ­yezîd Paşa diğer tedbîıât-ı sâibe ile Kaadı Bedreddîn'i elde itmek içün aynı ormana adamlar bnakdı ve Mustafa ve etbâmın haber-i tcnkîl ve istîsallcri vâsıl olmuş olmakla Kaadı Bedreddîn'in çerâğ-ı kizbl dc o kadar parlamıyordu, Vc Bâyezîd Paşa'nin teklifiyle ba'zı

~ X X H —

Page 26: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

kimseler Kaadı Bedreddîn'in silk-i mutâbaatma ve mürîdliğinG dâhil oldular ve birkaç tedbîr ile o orman içinde derdest idüb bağladılar. Ve aelâsil ve iğlâl içinde yapmış olduğu ef'âl-i kablhasmdan ger­mende olarak Pâdişâhın yanma getirdiler. Kaadı-yı mezkûrun ilm ü fazlı me.5hûr ve müşkilât-ı fetvayı hailde müsellcm-i cumhur ol­duğundan Pâdişâh anın ahvâlini tahkıyk içün eimme-i dîni ihzâv eyledi. Eh)-i fazlın meşâhirinden bir nihrîr olub mülk-i Acem'den henüz gelmiş ve tedrîs ü iftâya başlamış olan Mevlânâ Haydar-ı Herevî'yi Pâdişâh Koadı Bedreddin ile muhâsama ve muârazaya ta'yîn eyledi,

Mukaddimât-ı akliyye ve müeyyedât-ı nakliyyc ile Mevlânâ Haydar söze başlayub müşarünileyhin aleyhine olan hüccetini tas­hih ve te'yîd içün <Mcn etâküm ve emercküm cemi'un alâ rcculin va­hidin yurîdu en yeşukka asâküm ve yuferriku cemâateküm faktulû-hu— Sizin İşiniz bir adamda toplanmış iken sizin cemaatınızı tefriyk eylemek üzere birisi gelecek olursa anı katildiniz) hadîs-i şerifini * ileri sürdü. Ulemâ ve efâdıldan o mahfil-i püt-fezâilde bulunan kim­selerin cümlesi Kaadı Bedreddin'e hitâb ile «Ulûm-ı şer'iyyc vc ak-liyyedeki bu tebahhürünle ve -sahîfe-i rüzgâra terltıym itmiş oldu­ğun tc'iîfât-ı mu'teberinle beraber nasıl oldu da nefs ü şeytânın tes-vîlâtma uyub şeriatın minhâc-ı müstakıymını elden bıraktın vc

. sebcb-i intizâm-ı âlem olan ahkâm-ı halâl vc haramda nasıl oldu da böyle zındıka ve ilhâdı ehl-i İslâm arasında reva gördün? Vc bu bütün bir fitne ve fesâd-ı dînî ve dünyevî ile beraber nasıl oldu da gadr ü hurûc livasını Sultân-ı Islâmiyyâna karşı kaldırdın? Şimdi bizzat kendin a'mâlinin mükâfatı fetvasını ve yolsuz ve mü­nasebetsiz olan ef'âlinin mücâzâtmı beyân eyle.» dediler.

Mes'ulünanh olan Kaadı (Ve edallahullâhu aiâ ilmin— Ve Al­lahu taâlâ anı, kendisinin delâletini bildiği hâlde dûçâr-ı hazelân eyledi. Sûretü'l— Câsiye) tıbkınca o kadar dalâlet ve kemrâhlıgı ve devâhî ve menâhî tanykıylu o kadar halkı ıdlâli gavâis vc ig-vâ-i şeytanîden münbais olub ulemânın iştibâhı kabilinden mcsâil-i küfr ve küfranda bir tereddüd eseri değil idi. Bilmeebûriye kendi kendine mes'elenin beyânını ve vâkıanm bervech-i sevâb şerhini îrâd itdi ve şer'i şerîf hükmünün kendi hakkında cihet-i icrasını tafsH eyledi. Ve tâat-i Sultandan hârice çıktığını ve kavlen vc fi'lcn gerden-i mutavaatı ribka-i tslâmdan ihrâc eylediğini i'tirâf ile (Es-aeyfu mehhâuzzunûb —Kılınç, günâhları temizler) hükmünce şim­di 3İyâset-i ilâhî kılıncına gerden-i kabulü vaz'itdiğini söyleyerek

•) Bu hadîs-i serîf, Sahîh-i Müslim, cild 6. Kitâb-ül-Kmâre, İstanbul 1332. s. 23 tedir.

— XXHI —

Page 27: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

(Ene nebiyyüsseyfi— Ben, seyf peygamberiyim) diye hükmitmig olan hâkimin hükmünü infaz ve icra içün başımı ayak ittihâz ide-rek ayak üzre dîvân durmuşum dedi.

Ger-cm çu ûü bc-sûzend nist kcs-râ cürm Kc men bc-derd-i dil-i hîşten giriftâı.-em

«Eğer beni öd ağacı gibi yakacak olurlarsa, bu husûsda hiçbir kimsenin günâhı yoktur; ben, kendi derd-i derûnuma mübtelâyim...»

Kaadı-yı müşarünileyh vâki' olan muhâsama ve mubâhasada hiçbir noktada tevakkuf itnieyüb ulemâ-yı hâzırayı mubâhasa kül­fetine dûçâr itmedi. Binftberîn Sultan dâr-ı Mansûr'a salb edilme­sini ve nasıl ki o, nftmûs-ı şeriatı hetk ile vc sofk-i dimâ-yı ulemâ-yı milletle chlullahın âb-ı rûyunu kara topraklara döktüyse anı dahi' sokağın toprağıyla karıştırılmasını şâir din müfsidlerine ve şeriat hâmisi olan Sultânın dü-smanlarına ibret olmak üzre emreyledi. Lâkin Sultan tamâmiyle cmvâl vc emlâkini evlâdma terkeyledi ve tevâbiinden ilhâd vc zmdıka ile bil (in)enleri diri bırakmadı ve is-titâbeleri ile salâh kesbedebilecek gibilerine tecdîd-i îmân itdirildi ve anların zulmet-i zındıka ve ilhâdlannı arsa-i mülkden ihrâc ey­ledi.

Fesufiket mâ kânessalâhu bisefkihi Ve huzinet ba'zu dimâihim istıslâhan

«Salâhı, sefk edilmekle kaabil olacak kanlar sefk edildi ve istisiâhcn ba'zı kanlar da sefk edilmedi.»

L û t f i Paşa, Tevâr îh - î Â l - i O s m a n , ( İ s t a n b u l 1 3 4 1 , M u ­sahhih ve Muhdşşis i : Asâr - ı A t ı y k a M ü z e s i K ü t ü b h â n e s i H â -fız- ı K ü t ü b ü Â l i ) , s. 7 2 / 7 4 :

«Sumavna oğlu, Mûsâ zamanında luıadıasker iken Börklüce Mustafa ad)u kethüdası varidi. Kaçan ol gavgada gidüb Aydın ilinde Karaburun'a varub ol yerin nalkına hayli müzayaka virdi. Hattâ hâşâ kendüye peygamber budur (dedürdi), dalu buna benzer nice nâma'kul fiiller idüb ol vilâyette hayli şevket tutub başkaldırmıştı. Bâyezîd Paşa ile Sultan Murâd varub Börklüce ile buluşup hayli ceng İtdiler. İki tarafdan mübalağa adam kırıldı. Akıbet Börklüce'yi anda paraladı ve ol vilâyetin temerrüdün kırub oUiUeri zabt itdiler ve Mağnisa kurbinde Torlak Yahudi Kemal ol dahi bir iki bin Torlak ile ceng ü çegânc ile illeri azdurup yürürdü. Anları tagıdub Tor­lak Yahudi Kemâl'i tutup asakodılar ve Samavna Kaadısioglu §eyh Bedreddin Iznık'da oturmayup İsfendiyaroğlu'na vardı. Anda tururken bir gece gemiye bindi, Eflak ilinden geçdi, Eflak ilinden

— XXIV —

Page 28: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

gelüb Ağaçdenizine girdi. Dalıı Ağa.çdcnizi'ndcn çılcub bir kn,ç bedbaht sûfileri gönderdi İdm Zağra ovasında halkı kendüye da'vet ideler. «Simden sonra beğlik benimdir, taht bana verildi.» (deyü) ol sûfîler Zağra ovasına gelüp halkı da'vet idüp nicesi uyup hayli hadem (ü) hagem sûfîler yanına cem' oldular, "Ve Mûsâ Çelebi ya­nında kaadiasker iken kendüye nice nâibler ve muhibler varidi, cümlesi yanına cem' olup geldiler. Sonra gördüler kim işinde ha­yır yok, tağılup sehl kimse yanında kaldı. Sultan Mehmed Selâ­nik'e düşüp eğirdiyordu. Bu haberi işidicek hayli adam, gönderüp Zağra tarafında bulup tutdular, dahi Siroz (a) Sultan Mehmed'e iletdiier. Sultan Melımed sordu kim «Bunu nice idelüm? Bunca feaâd itdi, aceb bunu öldüi'mek günâhı var mı?î dedi. Ol zamanın pâdişâhları şöyle müselman İdiler ki şunculaym fesâd idüp âsî olanları öldürmeğe kıyamazlardı. Meğer ol zamanda Halil dirler bir ulu dânügmend varidi, ol fetva virdi kim, kam halâl, malı ha­ram. Anın sözüyle Siroz'da berdâr itdiler.»

II 885 hicrîde yazılmış olup 695 ata sözünü toplıyan bir «Atalar

Sözü» kitabı, Türk Dil Kurumu'nca 19'o6 da yayınlanmıştır. Bu kitaptaki 302 nci atalar sözü, daha doğrusu atalar deyimi şudur:

« B e n de h â l ü m c e B e d r e d d î n e m » .

Kitabı yayıma hazırliyan Veled îzbudak. bu deyim için: «Si-mavnalı Bedreddin olmak gerek» dedikten sonra anlamını: «Her­kesin kendine göre bir şerefi, bir kıymeti vardır» diye açıklıyor, yakm-anlamlı ata sözü olarak ta: «Herkes evinin beyidir» ata sö­zünü ekliyor.

Görülüyor ki, Bedreddin, halkın en büyük saygı ve bağlılığım kazanmış, bundan dolayıdır ki atalar sözü olaıak «Ben de hâlüm­ce Bedreddînem» denmiştir.

ın F r a n z B a b i n g e r , Sche jh B e d r e d - d i n , der Sohn des

Riehters v o n S imav / , « D e r i s l a m » , c i ld X I d e n a y n - b a s ı , B e r l i n u n d Le ipz ig 1 9 2 1 , s. 106 ( Ç e v i r e n : İsmet S u n g u r b e y ) :

«Sonradan, ancak şimdi, J, C. Jirecek, Das Fürstcnthum Bul-garien. Viyana 1891, s. 141 ile sonrakilerde, yukarda söyledikle-

- X X V - •

Page 29: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ıjmi şimşek gibi aydmlatan, Bulgaristan KızUbaşları üstüne bil­giler buluyorum: Eski Zağra dolaylarmda, Balkan'da Karînâbâd'da, Deliorman ve Karlıova kırındaki Türkler arasında Kızılbaş deni­len müslüman tanykatı mensublan dağınık olarak bulunmaktadır. Bulgarların anlattıklarına göre, bunlar, sakin (tutkusuz, barışse­ver), tarımla uğraşan bir halk olup pişmanlık duymaksızın §a-rab içerler, kadınlarını örtüsüz dolaştırırlar, kan dökmeyi günah .«ayarlar, kendilerini öbür Türklerden yeğ tutarlar ve dînî kurallarla pek ilgilenmezler, —Bu göreneklerin SafevîUk ve Bedreddînîlikle .«i.aşılacak derecedeki uygunluğu bir yana, bu tarıykattan olanla­rın Bedreddîn'in dönüp dolaşmış, koşuşmuş olduğu aynı bölgede oturmaları muhakkak kl bir raslantı değildir. Ve hiç şüphe yoktur ki, burada bütün toplumsal ve dinsel îslâm târîhinin en dikkate değer hareketlerinden biri bulunmaktadır.»

V â h t d L û t f i Sa lc ı , G iz l i T ü r k D î n î O y u n l a r ı , İ s tanbu l 1 9 4 1 , s. 3 7 :

«Balkan harbinden sonra Bulgaristan'dan gelip Çorlu'da otu­ran Babaî alevîlerj, çabuk, hareketli semâ.' oynam.ak hususunda meşhurdurlar. Hattâ Trakya alevîleri onların bu türlü semâ' oy­nayışlarına «Çorlu s'omâı» adını vermişlerdir. Amuca, Yeni Şarlı ve Bedreddînî kabilelerinin de Trakya'da scmâ'ı pek meşhurdur.»

V â h i d L û t f i Sa lc ı , T r a k y a d a T ü r k K a b i l e l e r i , I . A m u c a K a b i l e s i , ( T ü H c A m a c ı , y ı l I, İ k inc i K â n u n 1 9 4 3 , sayı 7 , s. 3 1 1 - 3 1 5 ) :

«Trakyada yirmiden fazla Türk kabilesi olup bunların âdet, an'ane, türe ve hattâ dil, edebiyyât ve mûsikıyleri birbirlerinden mü­him farklarla ayrılmıştır. Bu fark yine Türklüğün esaslarından kol­lara ayrılmış olup hepsinde de eski Türklüğün târihî menkıbeleri vardır.(.,.) Bâzı kabileler ise (,..) temiz kamnı ve neslini bugüne ka­dar muhafaza etmeye muvaffak olmuştur. Bunlardan birisi de «Amuca» kabîlesidir. Mevzu ve bütün anlatacağım hâdiseler ulu-.sal bakımdan çok bakir olduğundan, aynı zamanda çok da önem-Mdir.

Amuca kabilesi efradı, asırlardanberi, bozgunlar ve hicretler hadis olmasına rağmen hiç bir sebeble cinsiyyetlermi bozmamış, içlerine hristiyan milletinden almak şöyle dursun, islâm olan ve fakat Türk olmayan yabancı millet almamış oldukları için bugüne kadar Türklüklerini muhafaza etmi."? bulunan bir kabiledir. Bu bakımdan tedkıyka şâyân olan bu kabîleyi «Türk Amacı»na bağlı kalan azîz Türk kardeşlerime iyice tanıtmak istiyorum :

— XXVT -

Page 30: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Bâzı tarafiarda Trakyada oturan Türk îıalkının hepsine bir­den «Amuca» derlerdi. Yapılan tedkıyklcr neticesinde ise, «Amuca»-nın gâmil bir tâbir olmayıp bu isim .altında müstakil bir kabilenin mevcûd olduğu anlaşılmıştır.

Coğrafi vaziyetleri: Amuca kabilesi en evvel şimdiki Bulga-ristanm şimdiki Türkiye smırı civarında bulunan «Beloren» vc «Gaibler» ve Türkiyenin yine şimdiki Bulgaristan sınırı başıııd.T, olan «Ahmedler», «Topçular» ve «Kara Abalar» köylerinde mes- , kûn iken nüfûslarının artması üzerine Eulgaıiatan üzerindeki «Di­kence», «Bokluca» ve «Gündüzlü» köylerini kurmuşlar ve ondoku-zuncu asrın nihayetlerinden bağlıyarak yirminci asrın ilk yıllarına doğru hepsi birden Türkiyeye göç etmişlerdh-. Bugün, bu kabile ahâlîsi Kırklareli vilâyetinde «Kofçagaz» nâliiyesinin Ahmedler, Topçular, Tatlıpınar, Peyço, Malkoçlar, Yukarı Kanara, A.-jağı Ka­nara, Koca Tarla, Devleti Ağaç, Ahlath köyleriyle Dereköy nahi­yesinin Yürükler Bayırı ve Düz Orman köylerinde kamilen, aynı nahiyenin Kapaklı ve Kuru köy adındaki köylerinde kısmen, Üs-küp nahiyesinin Kızılcıkdere köyü ile Pınarhisar nahiyesinin Ka-rıncak, Deveçatağı, Babaeski kazâ.sınm Osmaniye, Lüleburgaz ka­zasının Çeşmekolu, Yeni Taşlı, Efjki Ta. lı, Omurca ve Bedir köy­lerinde kamilen, Tekirdağ vilâyetinin merkez kazasına tâbi Kıla-guzlu köyü ile Hayrebolu kazasının Arzulu köyünde kamilen mes­kûn bulunup bu kabîle efradı bu suretle yirmi be.'j köyde iki bin haneyi mütecaviz ve takriben on beş bin nüfû.sa mâliktir.

Sühlkleri: Bu kabîle, en çok Kırklareli vüâyetinde ke.sâfet hâlinde olduklarından, bu vilâyet halkı, bu Amucaları derhal ta­nırlar ve onlara «Kızılba.ş» derler. Halbuki bu isim bir cihetten doğru, fakat diğer cihetten yanlıştır. Bunlar, ibtidâ «BedredcHn(î)» imişler. Onlara âyin telkıyn etmek üzere Bulgaristan'daki «Yeni Şar» kazâ.ıindan ulular gelirml.ş. Bu mezheb ulularına «Kalfn.» der­lermiş. O zaman bu kalfaların en ulusu ve en nüfuzlusu «Ulu Ah­med Abdal Baba» isminde bir zât imi.?. Bütün bu kabîle bu zât­tan inâbe alır olmuşlar. 93 Rus harbinde İstanbul'a vâki olan umû­mî hicrette bu Ahmed Abdal Baba da İstanbul'a giderek Rumeli Hiaanndaki Bektâ.'jî tekkesine misafir olmuş. Münevver bir zât olduğu söylenilen Ahmed Abdal Baba, Tekke Şeyhi «Nâfi Baba» ve diğer tekkeye gelen mUrşidlcrle olan temaslarında Bektaşîliğin akla, mantığa daha yakın ve uygun bir tarıyk olduğunda kanâat hâsıl ederek Nâfi Baba'ya ıntisâb etmiş ve ondan babalık icâzesi almıştır.

Harbin sonunda halk tekrar memleketlerine döndükleri zaman, Ahmed Abdal Baba da kendisine en sâdık mürîdlerinden başlıyarak

— XXVII -

Page 31: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

böylece Amuca kabilesinin ileri gelenlerini Bektâgîllge sokmuştur. Hicrî 1305 yılmöa ise «Ariz Baba» denmekle meşhur çiftliğin sahibi Tevfik Bey Baba * türemiş, çiftliğe orak biçmeye giden bu İtabîle efrâdiyle Tevfik Bey Baba'nm teması üzerine, aynı zamanda gâir ve tarihçi olan bu zât, bu kabîle atalarının esâaen öz Türk olup Horasan'dan «Seyyid Ali Sultan» ve «Otman Baba» ile fütuhata gelenlerden «Somuncu Baba»nın çocukları olduklarını ve ataları­nın Bektaşî oldukları halde kendilerinin aykırı yollarda kalmala­rının doğru olmıyacagım söyliyerek ve ve.sîkalara müsteniden söz­lerini i-sbât ederek bu kabilenin birçok efradını da kendisine Inti­sâb ettirmiştir.

Tevfik Bey Baba (nın) Kırklareli'nde okunan ezam ve hoca­ları tahkıyr ettiği için «şer'i şerife mugaayir ve dühâh-ı âliye mu­halif harekâtından dolayı» 1312 yılında Garb Trablusuna .'îürgün edilmesi üzerine, onun arkasından kendisi gibi şâir ve mürgid olan dâmâdı Servet Bey Baba ve ondan sonra da Kırklareliil Meatan Ba­ba ve daha sonraları Kılavuz köyünden, ismi geçen Ahmed Abdal Baba'nın iki oğlu Hüseyin ve Şa'ban Sırrı Babalarla yine Amuca kabilesinden «Ahmet Alim Şah Baba» ve Kızılcıkdere köyünden Mehmed Hadimi Babu, müteakiben de Mehmed Fahri Baba yetişe-lek ve İstanbul'dan da perakende seyyah babalar gelerek bu kabîle halkım kaahir bir ekseriyyetle Bektaşî yapmışlardır.

Kabilede, caki Bedreddin tarıykatında kalanlar olduğu gibi, her iki tarıykatta da durmayarak hâriç kalanlar varsa da bunlar da yine kabîle türelerini ta'kıyb etmekten vazgeçmemişlerdir. Fa­kat, ne olursa olsun, halk bunlaım hepsine birden «Kızılbaş» admı vermiştir. Böyle olmakla beraber kabile halkı, bütün eski âdet, kı­yafet ve türelerinden bir şey fedâ etmiyerek Bektaşî tarıykatine uy-duımuşlar ve böylece hayat süregelmişlerdir.

AdjBi ve inantşlart: Kabîle halkı rençber olduklarından çiftçi­liğe aşırı derecede hürmetkardırlar. Aynı zamanda Bektaşîliğe çok riayetkar olduklarından bütün âdetlerini bu tarıykatin i'tikadla-

*) BedreddînUerl kendi yollanndan çıkaran bu z&tm, başka bir mâri-iell (!) daha varmış; mutlu azmlıfm yalnız birbirleriyle dayanışmalarım ve çıkarlarını sürdürmelerini satlayan, üstelik gerçekte gizli bir din olan (ba­lanız. M. Râif Oğan, Türkiyedeki Masonluk, İçyüzü ve Sırları, İat. 1951 ve aşağıda s. 29) masonluğa mensubmuş. Sayın Vâhid Lûtü Salcı, Gizil Türk Dîni Oyunları, s. 53, 57 de aynen söyle diyor: «Kırklareli)! Tevfik Bey Baba, aynı zamanda bir masondu da! Ceylan derisi üzerine yazılmış 1275 tarihli bir ma­son diploması olduğunu torunu bize bildirmiştir.» «Bir nefesinden :

Meclisimiz «Nt1r-ı Ziyâ» değil nü Yardımcımız bizim Hudâ değil nıl.

- XXV1IT —

Page 32: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

nna uydurmuşlardır. R.umlann Paskalyasma tesadüf eden hafta­nın Perşembe gününden bağlıyarak eski kabile âdetince, sırasıyla yedi Perşembe günlerine riâyet ederler ve bu günlerde hiçbir ig görmezler. Bu günleri takdîren Bektaşî usulünce âyin yaparlar. Bu Perşembe ismine «Yeşil Perşembe» derler. Bu Perşembelere riâ­yet etmenin, bereketler, çok büyük faydalar getireceğ:! i'tikaadm-dadırlar. Bu kabilenin böylece Yeşil Perşembelere hürmetkar ol­malarından, Rumlar, Rum Karakaçan kabilesinin de Yeşil Per­şembeleri olduklarım ileri sürerek ve ileride târîf edeceğimiz kıya­fetler bahsini de delil tutarak, bu kabilenin aslen Rumdan dönme olduğunu iddia ederler.

«Otman Baba»nın bulut olup havaya uçtuğunu söyliyerek, onu «Yağmur ilâhı» addederler. Orak ve harmanlara başlarken de be­reket olsun diye birer «Cem» yaparlar. Bektaşîlikte muskacılık yasak olduğu halde bunlar, muskaya' olan itikad hakkındaki eski âdetlerinde ısrar ederler. Kadınları, kendi kabileleri erkeklerinden kaçmazlar. Fakat nâmûs cihetinden pek ziyâde hassâsdırlar ve bu husustaki taassubları pek ziyâdedir. Âyinler ve cemler esnasında bile, kadınlar, erkekler karışık oturmayıp ayrı otururlar. Kıyafet­ler bahsinde anlatacağımız gibi, kadınların açık durup kaçmaması bile, sıkı sıkı Örtülü bir vaziyyettedir. Kadınlar cem esnasında rakı içerlerse de üç, azamî beş kadehi geçirmezler. Kadınların işrete düş­künlüğü yoktur. Erkekler cemlerde fazla içki kullanırlarsa da, ak­şamcılık veya devâmcıUk âdetleri yoktur. Rakı içmeyi ya bir cem esnasına veyâhud evlerine uzaktan misafir geldiği zamanlara tah­sis ederler. Bu iki sebeb haricinde ne kadar uzun müddet geçse yine rakı içmezler ve arzu etmezler. Pek nadiren ferdî istisnalar vardır.

Mezhebleri îcâbınca i'tikad ettikleri ve sevkolunduklan ta­savvufun te'vllkâr telakkıyleri onları hayli münevverleştirmiştir. Her şeyin gönülde biteceğine ve cennet ile cehennemin gönül is­tirahatı ve azabında olduğuna inanmışlardır. Çalışkanlık onların en birinci vasıflarıdır. Çalışmadan Allahın vereceğine, yerden de­fine çıkacağına kaani değildirler. Onun İçin kadınları bile çalış­makta erkekleri geçerler. Hârie kabileden olan civar halkı onların iki meziyetlerine hayrandırlar: Çalışkanlık ve bütün hareketlerin­deki doğruluk. Devletin rejimlerine bütün canlarıyla sâdıktırlar. Köylerinde vergi bakayası kalmaz. Vergi için bahsedilenleri yoktur.

Köylerinde hayvan hastalığı olursa kendi türelerine göre ted­bîr alırlar. Çift sürmeye başlayacakları zaman «köy kurbanı» ke­serler, kesilen kurban en ziyâde danadır. Bunu mahalle teşkilâtına göre taksim ederler. Her mahallenin bir ulusu vardır. Mahalle hal-

— X X I X —

Page 33: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

kı onun evinde toplanarak, bu münâsebetle bir «cem» yaparlar ve bu suretle gülbenkler çekilerek kurban yenir ve bereketler istenir.

Çiftten sonra kig vakti artık «adak muhabbetleri» ba.glar. Her­kes zahiresini ambarına koymug olduğundan, adakları varsa adak muhabbeti, adakları yoksa «mahalle muhabbeti» yaparlar. Bu mu­habbetler, onların İbâdetleridir.

Senede iki mühim bayramları vardır; bir de matemleri var­dır. Bayramların biri kabile bayramı olup ladinidir. Bayramın birisi de Nevrûz'dur. Diğer şeker ve kurban bayramlarına ehem­miyet vermezler. Hatır ve görünüş için o bayramların birinci gün­lerinde iş görmezler. Hıdrellez bayramı onlarca pek mühimdir. Bu bayramı üç gün yaparlar. Bu bayramda artık genç delikanlılar ve kızlar coşarlar. (Kabile halkı her ne yaşta olursa olsun hiç evlenmemiş erkek ve kadınlara «delikanlı» derler. Evlenecek çağa gelmiş delikanlılara da «çocuk» ve küçük çocukların da erkek ve kızlarına «kızan» derler.) Genç delikanlılarla kızlar kümeler hâ­linde birbirlerine yakın olarak intihâb ettikleri mahallerde beyit­ler söylerler, manîler okurlar ve böyle birbirlerine söz atarlar. Bu kabilenin lâdinî edebiyyâtı yalnız bu mânilerdir. Kendi kabileleri­ne mahsûs olan bu mânilerden bâzılarını buraya naklediyorum :

Havada uçan leylek Kanadı benek benek Gel sarılıp yatalım Bir içdonu bir gömlek

Alçacık kiraz dalı Altmda yeşil halı Ya Muhammed ya Ali Sen göster doğru yolu

«Oğlanın iğnesine Mailim cilvesine Kızla pazarlık olmaz Yalvarın annesine (...)»

— X X X —

Page 34: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

IV

*J Bu yazıya ehli dört resini, önsözün sonuna konulmuştur. **) Ernst Diez - Oktay Aslanapa, Türk San'atı, îstanbul 1955, s. 1G9 da,

bu türbe, Selçuk türbelerinden Osmanlı türbelerine geçiş örneklerinden biri olarak gösterilmektedir.

~ X X X I ~

F r a n z B a b i n g e r , Şeyh B e d r e d d î n ' i n Serez 'dek i T ü r b e s i , « D e r i s l a m » , c i ld X V I I , y ı l 1 9 2 8 , s, 1 0 0 / 1 0 2 ( Ç e v i r e n : İs­m e t S u n g u r b e y ^ * :

«(Bakınız: Der islam, cild XI, s. 1 v.d.)

Yunanistan'da, Türk egemenliğinin araştırılmasına adanmış uzun bir eğleşme dolayısiyle, Serez'de, Şeyh Bedreddîn'in 1416 yılı güzünde cüretkâr planlarının cezasını hayatiyle ödemek zorunda kaldığı yerde 1 birçok günler geçirmek olanağını buldum. Son za­manlarda Bedreddin'e gösterilen ilgi ve verilen önem karşısında, Serez'deki gözlemlerim üstüne kısa bir bildiri, belki de yerinde ola­caktı. Büyük kaadiaskerin ve engin hukuk bilgininin anısı, Serez'in şimdiki yerlilerinden silinmiş gibidir. (Bakınız: Der islam, XI, s. 78, not 1) En yaşlı Yunan Serezliler, hiçbir bilgi veremeyip bana yalnızca eski bir Türk mahallesinin «Bedreddin Bey» adıyla anıl­dığını bildirebildiler; nerede bulunduğunu ise, hiç kimse bana söyle­yemedi. Sonradan, bu Bedreddin Bey'in, ünlü şeyh adaşından tamâ­miyle başka bir kimse olduğ-u anlaşıldı. Tamâmiyle tesadüfi ola­rak, bugün Venizelos adı verilen anayoldan bir geçişimde, kendine vergi biçiminden (bakınız: Der islam, XI, 78, not 1) yeniden ta-nıyıncayadek, hiçkimse bana türbenin kendisini gösterebilecek du­rumda değildi (resim 1). Türbe, tam de eski Türk çarşısında, böy­lece muhakkak ki îdâm alanının yakınında, alçak satış barakala­rının arkasında gizlenmiş bulunuyordu. Üstünde piramid biçimin­de bir külah taşıyan dört köşe, aşağı yukarı dört metre kare tu­tan bir yapıdan ibaret olup Iran ve Küçük Asya'dan bildiğimiz 9el-çûkî kÜDbetlerinin aynıdır ** Türbeye g i r i ş (resim 3), öbür yönde, güney yönündedir; bu girişe, bugün bir demircinin demir yığın-larıyla oturduğu, tamamen yabanî otlarla kaplı bir bahçeden (re­sim 2) gidilir. Yukarısında, yazıtı bilinen (bakınız: Der islam, XI,

Page 35: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

76, not 1) bir levhanm izi lıâlâ açıkça görülmektedir. Levha, sö­külüp götürülmüştür. T ü r b e n i n i çl, demirci atelyesi için depo cUye kullanılmaktadır; çıplak ve hemen hemen karanlıktır, iki yer­linin, bir Yunanlının, ve öbürleri gittikten sonra geride kalan bir Türkün ağzından halk geleneğini dinlemeyi başardım. Yunanlı, şu demirci, yalnızca Şeyh Bedreddîn'in birçok yüzyıl önce tutuştur­duğu toplumsal hareketi biliyordu. Türbenin en yakın zamandaki kaderi üzerinde verdiği bilgiler daha İlginçti. Türk ahâlînin 1924 te «mübadele* yoluyla Serez'i, hem de gözyaşları içinde terketme-sinden önce, birtakım Türkler, ihtimal ki dervişler, türbenin içini ka­zıp şeyhin kemiklerini güvenliğe almağa giriştiler. Bunun için yöne­ticilerin onamını aldılar ve gerçekten de belli bir derinlikte, söy­lendiğine göre 50-75 cm. derinlikte, Bedreddîn'in ölüsünün kalıntı­larını önemsiz kemik parçacıkları biçiminde buldular. Herhalde, ölünün durumu açık seçik olarak görülebiliyordu; mezarı açan­lar, cesedin durumunun beklemiş oldukları gibi olmadığını görünce, derin bir üzüntüye kapılmış olacaklardır. Bu konuyu daha ay­rıntılı olarak araştıramamışsam da, oldukça güvenle, ölünün Mek­ke'ye «yöneltilmiş» olmayıp çapsal (kutrî) olarak gömülmüş bu­lunduğunu kabul edebilirim. Kemikler, mezar toprağıyla birlikte mâdeni bir sandukçaya konuldu ve söylendiğine göre t s t a n b u 1 'a, Fâtih Câmi'ine götürüldü. Bu. bilgileri, bir Türk de, yâni (pek çok emlâk ve akar sahibi bir kimse olan Miralay Mahmûd Bey'in oğlu olarak) Serez'de doğup yetişmiş bulunan Alemdarzâde (1) tsmâil Bey de doğruladı. O, kentin Türk geçmişi konusunda hayli bilgisi olan, Türk egemenliğinin kalıntılarını teker teker bana göstermek ve kendi yordamınca açıklamak için benimle birlikte bütün gün kızgın güneş altında Serez'in bütün mahallelerini dolaşan tek müs­lümandı. Kendi ağzmdan birtakım pek eski gfoo îîer'e ilişkin tür­küler not ettiğim bu az öğrenim görmüş adam (kendisi de sürekli olarak öğreniminin eksikliğinden yakınıyordu), bana, Bedreddin Sultân'ın (onu münhasıran böyle anıyordu) bir pâdişâh ve büyük bir evliya olduğunu anlattı. Sultanla çatışması üstüne ancak se­çik olmıyan bilgiler verdi. Serez'deki bütün tekkeleri ve evüyâ mezarlarını pek iyi bilen tsmâîl Bey, hangi tekkenin büyük şeyhin geleneğini koruyup sürdürmüş olduğu yolundaki sorum üzerine, gerçekten de bunun, türbenin ardında bulunup kalıntıları şimdi de açık seçik olarak görülebilen (resim 4), bir Kaadirî Tekkesi (ba­kınız: Der islam, XI, 78, 103, 105) idiği cevâbını verdi. Bu tekke, savaş sırasında, 1913 yılında, 28 Hazîran'daki büyük yangında ha­

il 1223 Ramazânı sonunda/1809 Kasımı başında dehşet verici bir yolda hayâtını fedâ etmiş olan Rusçuk doğumlu ünlü serdâr ve sadr-ı âzam A l e m d a r (keza: Bayrakdar) M u s t a f a P a s a ' n ı n beşinci (!) göbekten torunu olduğunu söylüyordu.

— X X X H —

Page 36: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

râb olmuştu; dervişler, o zamandanbori, teltke harabesinin hemen yanmdaki kırmızı sıvalı özel bir binada oturuyorlardı. Öbür Türk ahâlîyle birlikte 1923/24 yılında Serez'i terketmişler, sâhib olduk­ları ne kadar kitap ve yazma varsa, hepsini birlikte alıp götürmüş­lerdi. Böylece, yıllarca durup dinlenmeden aradıfnn B e d r e d d i n ' -in M e n â k ı b n â m e s i de artık Serez'de değil, ihtimal ki İstan­bul'da bulunmaktadır*). Birçok yerlinin inancaladığma (te'mîn ettiğine) göre, çarşı yolunun ardında türbenin yakın çevresi, bir­çok yıldanberi tamâmiyle bakımsızdı; türbenin kendisine de saygı gösterilmemiş, tersine, pek az saygıdeğer amaçlar için kötüye kul­lanılmıştı. Çarşının ardında, bugün tamâmiyle yitmiş olan pek büyük bir Türk mezarlığı (Orta Mezarlık) uzanıyordu. Şimdiye hiçbir mezar taşı muhafaza edilmemi.şti. 1.5te bu mezarlığın kuzey ucunda şeyhin türbesi bulunuyordu.

Bu fırsattan yararlanarak şunu da belirtmek isterim ki, an­cak sonradan öğrendiğim üzere. Şeyh Bedreddin A l m a n y a z ı ­n ı n d a birçok yıllardanberi belli bir rol oynamıştır. Bütün bu ya­pıtlar için kaynaJt, D u k a s ' i n verdiği bilglilerdjr**); bakınız: Der islam, XI, s. 52 v.d. Böylece lirik şiirler şâiri ve kısa romanlar yazarı L e o p o l d S c h c f e r (1784-1862), konuyu işliyerek, onu «Der Gekrcuzigte oder Nichts Altes unter der Sonne» adlı güzel bir kısa roman (bakınız: Seçilmiş Eserleri, cild IV, 1 v.d. Berlin 1845) biçimine sokmuştur. S c h e f e r ' i n doğuyu ve Islâmın dîni-ah-lâkî görüşlerini bilindiği gibi yeğ tutması, daha çok sevmesi, («Ma-homets türkiseher Himmelbrief» adlı yapıdma (Berlin, 1840) ba­kınız), bunda kendini iyice gösteimektedir. Daha sonra, J o h a n n e s S e h e r «Daemonen» adlı kültür târihine ilişkin tasvirlerinde (2. bası, Leipzjg, 1878), Şeyh Bedreddîn'i «Ein türkiseher Heilands. başlığı altında işlemiş ve konuyu kendi yordamınca sunup yorum­lamayı denemiştir.»

O s m a n S ü m e r , S i m a v n a Kadts ı O ğ ( u Şeyh B e d r e d d i n , T ü r k i y e T u r i n g ve O t o m o b i l K u r u m u B e l l e t e n i , sayı 2 6 7 - 6 8 , N isan-May ıs 1964, s. 6 / 9 ;

«Yirmi sene Topkapı Sarayı Müzesi depolarmda bir çinko ku­tu içinde toprakla karışık olarak muhafaza edilen büyük Türk mü­tefekkirlerinden Simavna Kadısioğlu Şeyh Bedreddin'e âid kcmilc-

*) Yukarıda s. II, not 3 e bakınız. »') Yalnız Dukas'ın değil; Leopold Schefer, aşağıda adı geçen eserinde,

s. 2 de aynen şöyle demekledir: «Tiirkçede en iyi kaynak: Neşrîj Yunancada: Dukas...»

— XXXIII —

Page 37: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

1er 1961 yılının son aylarında Sultan Mahmûd Türbesi hazîresine defnedilmi§ti. Zamanla unutulmaması vc aslında Serez'deki tür­besinden alınarak getirilmiş olması dolayısiyle bir mezar yapılma­sı ve kitabe dikilmesi lâzımdı. 'Turing ve Otomobil Kurumu'nun kıymetli başkanı sayın Reşid Safvet Atabinen'in alâka, gayret, ve himmetleriyle bugün bu da başarı yoluna girmiş bulunmaktadır. Vilâyetin, Turing ve Otomobil Kurumu'nun ve Topkapı Sarayı Mü­zesi Müdürlüğünün müşterek çahşmalariyle hazîrcdeki diğer me­zarların ahengini bozmayacak, baş ve ayak taşlarının da devrinin karakterine uyacak tarzda bir m.ezar meydana getirileceğinden emîn bulunmaktayız^*.

Bu kemiklerin toprağa gömülüşüne kadar geçirdiği epeyi uzun bir macerası vardır. Bu cihetleri biraz olsun açıklamamız lazımdır.

Aslında îranh bir molla olan Said Haydar Herevî'nin fetvası üzerine*'^) 1417 yıimda Serez'de îdâm edilen Şeyh Bedreddîn'in na'şı hâlâ orada muhafaza edilmekte olan türbesinde idi. Tabiî ola­rak aradan geçen yüzyıllar zarfında cesed tamamen kemik haline inkılâb etmiş, hatta kemikler bile ufalmış ve çürümeğe yüz tut­muştu, tşte istanbul'a nakledilen bu kemiklerdir. Millî mücâdeleyi müteâkıb, Lozan muahedesinden sonra yapılan mübadelede müslü-manlarin ayrılmasiyle gayr-ı müslimlerin ayakları altında kalır, tecâvüze uğrar diye 1924 de mübadeleye tâbi tutulan Daltaban Mustafa Paşa ı ahfadından Osman Bey 2 tarafından Yunan hükü­metinin malûmatı tahtında türbesindeki mezardan alınarak istan­bul'a getirilmişti. Bu nakil kcyfiyyeti, Mebâni-i Ha.yriyye Müdfri olup bu müdürlüğün lağvından sonra izmir ve Edirne'de uzun müddet Va­kıflar Müdürlüğü yapan Serezli Es'ad Bey 3 tarafından da aynen kabul ve te'yîd edilmişti. Hakıykat bu merkezde iken, bâzı zevat kemiklerin Balkan harbi esnasında getirildiğini ifâde etmişlerdir ki, yukarıda îzâlı ettiğimiz veçhile bu cihet tamamen hakıykate aykırıdır

•) Bu miUî ve insanî borcun artık bir an önce ödenmesi gerekmektedir. ••) Haydar-t Herevî'nin değil, Fahreddîn-i Acemî olmak gereken Mei -

Una Fahreddîn'in fetvası üzerine; yukarıda s. IV, not 7 ye bakınız. 1) On ikinci Hicrî asrın başlarında eyâlet valiliklerinde ve sadrazam­

lıkta bulunmuş, MerzlfonZu Kara Mustafa Paşa maiyyetinde yetişmiş, Istran-calı Mustafa Paga,

2) İstanbul Belediyyesinde uzun müddet Mezat Dâiresi müdürlüğü ya­pan Osman Tîmûr.

3) Dînî müesseseler hakkında büyük bir vukuf sahibi olan ve yakın za­manlarda vefat «derek Fâtih Câmi'i hazîresine defnedilen Es'ad Serezli.

4) Tamamen yanlıg olan Balkan harbinde nakledilme rivayeti, resmî muhâberâtta da görülmektedir.

— XXXIV —

Page 38: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

istanbul'a getirilen bu kemikler, bilâhare münâsib bir yere gömülmek üzere bir çinko kutu içine topragıyle karışık olarak yer­leştirilerek muvakkaten Sultan Ahmed Câmi'i mahfilinde muha­faza altına alınmıştı. Bir aralık Çapa'daki Cemâleddin tshâkî'nin türbesine defnedilmesi düşünülmüşse de sonradan vazgeçilmiştir. Daha uzun müddet câmi'de durması mahzurlu görülen bu kemik­ler aradan on sekiz sene geçtikten sonra 1942 yılında Vakıflar Ge­nel Müdürlüğü ile Millî Eğitim Bakanlığı arasında yapılan yazış­malar sonunda Sultan Ahmed Câmi'inden ileride Türk büyükleri için ayrılacak bir yere defnedilmek üzere çinko mahfazası ve ge­rekli îzâhâtı gösteren levhasiyle Topkapı Sarayı Müzesi Müdür­lüğüne nakil ve teslîm edilmişti. Bütün bu cihetler o zaman bazı yersiz dedikodulara yol aç^r mülâhazasiyle mümkün mertebe gizli tutulmağa çalışılmıştı.

Böylece kemikler yirmi sene de Topkapı Sarayı Müzesinin bir deposunda kalmıştır. İlerde kime âid olduğu unutulur diye ya Se­rez'de hâlen mevcûd bulunan türbesine iade edilmesi veyâ İstan­bul'da herhangi bîr hazîreye gömülerek bir kitabe dikilmesi için 1961 yılında Müze Müdürlüğü tarafından Millî Eğitim Bakanlığına müracaat olunmuştu. Bakanlık, Çemberlitaş'daki Sultan Mahmûd Türbesi hazînesine gömülmesini muvanfık bulmuş, fakat Bakan­lar Kurulu karan olmadan şehir içindeki herhangi bir türbe hazî­resine gömülmesinin imkânsızlığı karşısında durum, Başbakanlığa arzedilmişti. Nihayet bu kemikler. Bakanlar Kurulu karâriyle s Sultan Mahmûd Türbesi hazîresine gömülmesi sağlanarak 29,11.1961 günü usûlüne uygun bir şekilde, ihtiramla Topkapı Sarayı Müzesin­den nakil ve defnedilmek suretiyle otuz sekiz sene sonra toprağa ka­vuşmuştu 6, Bu nakil ve defin keyfiyyeti, ilgililerden müteşekkil bir hey'et tarafından yapılmış ve bir zabıt varakasiyle tevsik edi­lerek durum Millî Eğitim Bakanlığına bildirilmişti T.

( . . . ) Böylece 1417 de Serez'de îdâm edildi. Halk, bu Hâdise­lerden son derece üzgündü. Derhal mezarının üzerine bir türbe yapıldı ve etrafı kütübhâne, medrese ve vakıflariyle genişletildi. İşte bu yazımıza konu teşkil eden kemikler, 1924 de bu türbeden İstanbul'a getirilmişti. Türbe, bugün Serez'de hâlâ ayakta dur­makta ve târihe mâl olmuş bir binâ hüviyyeti arzetmektedir.

5) Bakanlar Kurulu karârının târîhi 23.10.1961, sayısı 5/1840 dır. 6) Bu türbenin glrts kapısı sırasında «İsviçre'de bir ameliyat-ı cerrâ-

hiyye neticesinde on sekiz yaşında vefat eden Süleyman Bey'in» parmaklıklı mezarı yanındaki baş köşededir.

7) Bu hey'ete, Topkapı Sarayı Müzesi idârecilerlyle İstanbul Belediy­yesi Mezarlıklar Müdürlüğü Kontrolörü ve Sultan Mahmûd Türbesinin baş-bekçisi dâhil olmuştur.

— X X X V —

Page 39: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Yazımızın başında! naklettiğimiz kemiklerinin mâcerâsü so­nunda aradan altı asra yakm bir zaman geçtiği halde bu bakıyye-lerin tekrar bir türbeye iade edilmesinin de münâsib olacağı kanâa­tinde bulunduğumuzu belirtmek isteriz *.

işte, Simavna kalesi fâtihi ve kaadısı İsrail'in oğlu Şeyh Bed­reddîn'in kırk sene evvel İstanbul'a nakledilen kemiklerinin ( . . . ) hikâyesi budur.»

V Hezâran şükr ü minnet ol Huda'ya Salâvatlar virelüm Mustafâ'ya trişdürdi bizi kutb-evliyâya Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Ebûbekr. ü Ömer Osman u Haydar O deryadan çıkıban işbu cevher Velîler içre budur bize rehber Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Budur Âl-i Muhammed silsilesi Buna İnkâr edenler oldu âsî Kabuldür Hak katında her duası Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Velidür bîgümân Allah nurıdur Muhammed Mustafâ'nın enveridür Velayet leşken ser-defteridür Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Huda'nın sevdügidür enbiyâlar Olarun cevheridür evliyalar Budur Hak'dan bize viren atalar Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Olup Mansur bu yolda virdi başın Hudâ ışkına hiç çatmadı kaşın Münafıklar atarlar ta'na taşın Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

•) Biz, bu düşüncede değiliz; otuz sekiz yıl sonra toprağa kavuşmuş olan bu kalıntılara artık hig dokunulmamalı^ en iyi korunabilecekleri Sultan Mah­mûd Türbesinde rahat bırakılmalıdır.

••) Yazmadaki «evliyalar» sözü, böyle anlagılniâhdır.

— xxxvr —

Page 40: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Alî gibi şehîd oldu fenada Melekler âh ider cümle semâda Bugün bunda yarın yevm ül-cezada Bizüm mürşidimüz §eyh Bedr-i din'dür

Yapışduk biz bugün anun eline îdüp tevbe dahi girdük şalına Anı delil idindük Hak yolma Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Bize gösterdi hem kavl-i şeriat pahı irşâd ider fi'l-i tarıykat Ve ma'rifetle bildürdi hakıykat Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Bunun yolına terkitdült cihanı Fedâ kılduk ana biz baş u canı Budur nice veliler kâmrânı Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedı-i din'dür

Buna uyan kişi rahmet bulısar Muhammed Mustafâ şefltat kılısar Buna inkâr iden lanet olısar Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Bunun silsilesine iregör sen Yolına varlugmı viregör sen Bu yolda sıdk u ıgkla turagör sen Bizüm mürşidimüz Bedr-i din'dür

iki cihanı terkit sal önünden Başun vir ışkıla dönme yolundan Bunun ilmine uy geç sen bilünden Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

Hakıyrî miskinün sözin kabul it Hudâ yolunda varligun sebil it Getür Sultânuma kendüni kul it Bizüm mürşidimüz Şeyh Bedr-i din'dür

D ü z e l t m e

Aşağıda s. 3, satır 7 deki «Simavya» sözü, «Sımavna» olacaktır.

— XXXVII -—

Page 41: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Eserimizin basımı bitmeclcn, Sımavna Kadısioğlu Şeyh Bed­reddin hakkında, A. Cerrahoglu tarafından «Şeyh Bedreddin» adb. bir kitap yayınlandı (Çıg yayınları: 1., îstanbul - 1966). Önsöz'de Bedreddin hakkında ilmî bir inceleme yapılmadığını bildiren, Bed­reddin'in, yazarını beklediğini aöyliyen, hattâ bu incelemeyi bir ekibe vermeyi tasarhyan Cerrahoglu, Abdurrahman Şeref, Hay-rullah. Mizancı Murad, «Baba» dediği Sakallı Rıfkı, Ahmed Râsim, Ahmed Reşid gibi yazarların, mektep târihleri yazan müvverrihle-rin kitaplarını ele almış, önce bu müverrihler hakkında kendince bilgi vermiş vc ana kitaplardan faydalanılmadan yazılan bu kitap-lardaki Bedreddin'e âid sözleri özetlemiştir. Bunlardan başka., Şe­refeddin Yaltkaya'nın Bedreddin'e âid ana kaynakları mümkün olduğu kadar tahlîl eden, lehinde ve aleyhindeki hükümleri taraf­sız surette inceleyen eserini hırpalamak, Bezmi Nusret Kaygusuz'­un taraf tutan kitabını övmek, kendi fikrine uymayan fikirlerini yermek zaafını göstermiş, Bedreddin hakkında ilk broşür olduğunu söylediği bu kitapta, onun hakkmda hemen hiç bir belge ve bilgi verememiştir. «Câmi'ul - Fusûlayn»ı, «Cemiül' fusûlîn»^ «Haydar-ı Herevî»yi, «Haydar Hervî», «Şerefeddîn»i «Şerafeddin», «muhar-remât»ı, «mahremat» yazacak kadar bu işe yabancı olan A. Cer-rahoğlu'nun, bu karalaması ile bilgi âlemine hiç bir şey vereme­diğini yazmak zorunda kaldığımızdan dolayı müteessiriz.

«Helvacıya tabla - kâr lâzım; Ol kâra da İktidar lâzım.»

Page 42: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

.3 .•:-• JiiT > -İT

" 4

. ^ ; -

1

Sfmavna Kadısıoglu Şeyh Bedreddin (Topkapı Sarayı Hazîne Kütüphanesi,

sayı 12(i3 fîeki -r-Şakaayılî-ı İN'u'mânLyye» çevirisinclen)

Page 43: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

t 4 '

.a :3

I

Page 44: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

S fi

(O

>

^ =°

S "O i/M

_ O) *

^ S o ı-ı

il

R

o . IT;

i"

Page 45: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

41 r^v^T* i . İT-* *

mm

I 1 -

Eedreddîn'in kızı olması muhtemel bulunan Ivas Hâ-tûn'un Akgehîr Müzesi (Tag

Medrese)de]« mezar taşı.

Page 46: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

1

1. Türbe Anayoldan görünüşü

2. Türbe Tekke bahçesinden görünüşü.

3. Türbenin girişi Kapının üstünde (sökülüp çıkarılmış olan) mermer

levhanın yeri.

4, Türbenin ardındaki Kaadirî Tekkesinin harabesi. Önde Orta Mezarhk Câmi'inin

kalmtılariyle bir fıskiyeli havuz.

(Yukarıda s. XXXI deki ilk nota bakınız.) Eedreddîn'in Serez'deki Türbesi

Page 47: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

I- -

4«, ^

Bedreddîn'in Dîvanyolu'nda Sultan Mahmûd Türbesindeki şimdiki merkadi.

(Ön plandaki küçük taşların altı.)

Page 48: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

S U N U Ş

İ' S T A N S U L Üniversitesi Medenî Hukuk »k-ofesörü azîz ve sevgili dostum, çahşkan ve ciddî nı-kadaşım Dr. İsmet

Sungurbey'in Sunavna Kadısioğlu Bedreddin'le meşgul olduğunu, Bedı-eddin'in torunu tarafından yazılan Manâkıb'ı bastırmak istediğini kendisinden duydum. Falayrde de yıllardır birikmiş vesîkalar, hakkmda yazıldığı îddîa edilen bir başka manâkıb kitabının çalma ve düzme bir kitab olduğu hakkında-Id notlar, oğ(unun ve kızınm mezar taşlarının fotoğrafileri, A b -do-'rahmân-ı Bıstâmî üe ilgisine dâir dağınık bilgiler vai'dı. Bü­tün bunları bir araya getirmeyi, Bedreddin hakkmda taraf tut­mayan bir kitap yazmayı düşünüp dururdum. Bunu fırsat bil­dim; kendisine söyledim, Memnunluklsı kabul etti. Bunun üze­rine önce «Manâkıb» ı yeni baştan gözden geçirdik. Ondan son­ra Bedreddin'in hayatı, ilgili olduğu şzihıslar, BâünîKk ve Bâtmî eercyanlan:, bu cereyanlarla münâsebeti hakkında bula­bildiklerimi, bilebildiklcinmi yazmaya koyuldıun. Bu arada «Va­ridat» ^ dâir mülâhazalarum kaydedip bu lütabı, bugünün di­liyle sağlam bir nüshayı esas tutarak Türkçeye de çevirdim. A y ­rıca, Manâkıb'ı tahlîl ettim; böylece Bedreddin hakkındaki bil­gilerim, bir kitap hâline gelmiş oldu.

Bedreddin'in hayâtı ve eserleri hakkmda bu kitabı sunarken şunu da söyliyeyim ki, şimdiyedek Bedreddin hakkmda yazı­lanları tekrardan bilhassa çekindim; yalnız düzme Manâkıb'a uymak s&retîyle hakkında yapılan tenkıydleri, haklı olarak reddettiım. Bedreddin'in Abdurrahmâh-ı Bıstâmî ile münâsebe­tini, bu münâsebetin son-uçlanm, Varidat şerhlerinin mâhiyyet-lerini, Bedreddin'in lehinde ve aleyhindeki arîza ve fetvaları, tek sözle şümdiyedek bilgi âlemine sunulmanuş belgeleri ver­meyi diledim. Eser bu suretle meydana geîdi. Eserin meydana gelmesine sebep olan Prof. Dr. tsmet Sungıırbey*e burada te­şekkür etmeyi bilhassa bir borç bilirim-

A B D Ü L B Â K İ GÖLPINARLI İstanbul, 26 Cumâdelûfâ 1385, 22 Eylül 1965

Page 49: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Bedreddin Mahmûd D EDREDDN Mahmûd, Hafız Halil'in «Manâkıb» ına göre

760 hicrîde doğmuştur (1358-1359). Manâkıb, îdâmuıa, « *:\ ' talihini düşürüyor; bu terkîb, 818 yılmt

gösterir; hattâ o yılın şevvalinin yirmiyedinci cuma günü îdâm c-dilüigini bildiriyor l;i o yuda, hilâün görünmemesi yüzünden meydana gelen bü iki günlük tefâvüt, dikkate almırsa Bedred­din, 1415 yılı ocak ayının yirminci cuma günü îdâm edilmiştir ve îdâmmda 56-57 ya§mdadır. Fakat rahmetli M. Şerefeddin Yaltkaya, İbni Arabşâh'a (ölm. 825 — 1421-1422) ve lOlO'da vefat eden (1601) Takıyyüddîn'in «at-Tabakaat» ma dayanarak Bedreddîn'in BlO'da (1416) sağ olduğunu ve Isfendiyar'm yanın­da bulunduğunu yazıyor (Sımavna Kadısioğlu Şeyh. Bedreddin; S; 52; aynı sahîfenin notu). 965 ramazânının sonunda yazılması ıbiten Şakaayüc, Bedreddîn'in 820'de (1417) asıldığını yazıyor ve kenardaki haşiye, İbhi Arabşâh'm da bu târîhi kaydettiğini bildiriyor (Bedreddîn'in hâl tercemesi; s. 73). Ş. Yaltkaya, «Se-nedden senede ulaşageldiği üzere yolculara doğru, yolu göste­ren zât, bir olan Tanrı'ya kavuşmak için varlık suretlerinin çokluğundan kayboldu; kendini gizledi. Hicret târihini bilen biri, târîh olarak dedi ki: Seven ve gevilen insanlara merhamet ve mahabbet veren Tanıı'mn aşkı, ona kavuşmasını evdirdi» 'mealindeki şu arapça kıt'ayı, târOı olarak kaydediyor: (1)

Bu kıfanm târih mısraı, 823'ü göstermektedir (1420). Böylece Bedreddîn'm 818, 820 ve 823 olarak üç tane îdâm

târihi kaydedilmiş oluyor. Bizce bu Arapça kıt'ada ta'miye yok ve mısradan 3 sasnsmı düşmek güç. * y^J^ -ıTl » terkibine 2, yahut 5 eklemek de öyle. Torunu, «Manâkıb» da anlatıldığı gibi olayların içindedir; nasıl olur da ı^'ina ve günü­ne kadar tesbît ettiği bu mühim olayın yılında yanılır? Öte yandan 8İ6 şevvalinin sekizinci pazartesi günü yazmıya başla­dığı «Teshîl» i, âl8 cumadelâhırasmda, hapis, gurbet gibi sıkm-tılar içinde bitirdiğini kendisi söylüyor (2). Bu kitabın bitimi

(1) Sımavna kadısı oğhı Şeyh Bedreddin; s. 70.

(2) Aynı es«r; s. 43 ve o sahifchiû notu. — 2 —

Page 50: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

olan cumâdelâhıra sonlaııyla aynı yılın şevvalinin yirminci gü­nü arasmda, tam üç ay, yirmiüç gün var; o kadar olay, bu ka­dar kısa zamana nasıl sığar? Acaba, Hafız HalU'>iri târîhi,

« ^* 4 . j j ^ Ali » mudur? O vakit de gün hisâbı tırtrtmyor. Fakat herhalde Şeyh'îü îdâmmı 820, hattâ 23 fcabûl etmek, da­ha doğru olacak.

Bedreddin'in doğum yeri Simav, yabut Simavya olarak nakledilegelmiştif. SoH zamanlarda 1. Hakkı Konyalı ve Râîf Yelkenci, Bedreddîn'i mutlaka bâtmîlik teşkilâtmm, Osman-öğuUarı ülkesine gönderdiği bir dâî göstermek ve adetâ atadan, kalma bir öcü almak için onu, OsmanoğuHarı sinırlarindan. at­tılar ve Hille yanında, Semâve'de dünyâya getirtip her hususta Ehli Simnetin inancmı şiddetle benimsemiş olan Timur'u da bâtmîUğe idhâl ettiler; Şeyh'i bir casus olarak Osmanlı ülkesine söktulai-. Halbuki Şeyh'iri idamından yüz kırkiki yıl gonra ya­zılması biten, Şeyh'le çağdaş olan bir fâzıl tairafından yazılan <<Şakaayık-ı Nu'mâniyye» de (3), çağdaş tarihlerde, Hoca Tarî-hinde (4), hâsılı bütün eski kaynaklarda ve kendi eserlerinde (5) , doğduğu yer, «Sınıavna» tarzında yazılmıştır. «Şakaayıkıp, Sımavna'nın, Şeyh'iii babası tarafmdan felhedildiğini, fetihten sonra oraya kadı tâyin edildiğini bilhassa yazarak «Manâkıb» ı ieyîd eder (Tere. s. 71-73). M.Ş. Yaltkaya, bu, yerin Silmâv ol-itiayıp Edirne kırındaki Sımavna olduğunu, İbni Arabşâh'â da­yanarak bildirir (s. 6. Notlara dâ b.). Bursa'da $ıkan «Yeni Fi­kir» mecmuasındaki makalesinde de Şeyh Bedreddîn'in oğlu Ahmed Paşa'mh mi^zar taşında, «• •C^V- ^- » yazılı olduğunu söyler (6 birinci teşrin 1932). Bursa'da Kasapbaşı mezarlığında bulunan bu taş, bugün Muradiye'deki mezar taş-

"^an müzesindedir: 'İ'iaşin ön tarafındaki kitabe şudur: (6) ^ \ Iİ .I

A.' .W- ( I) Arka tarafındaki kitabe, bu ibarenin devamıdır: (7)

4> Kitabımıza koyduğıunuz fötoğrafya, artık- bu işi kökünden

(3) Şafcaiayık, 965 rânıazaMinm sonunda yazılmıştır. (Mecdî ter­lemesi; & 526).

(4) Cilt I; İst. Mat. Âmire — 1279,» s. 23fi. (5) M. Ş. Yaltkaya: Sımavna kadısioğlu Şeyh BedrcdıEin; s.

43, noi; — 3 —

Page 51: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

halletmektedir; hâlâ lâf eden öluı-sa ediversin. «Manâkıb» m dedi^ gibi onlarm laflan, «kapı gıcırtısı, sinek vızu-tısı» dır. «Ahmed Paşa» nin adnun «Manâkıb» da da geçtiğini burada hatırlatalım.

Çelebi Sultan Mehmed, Bedreddin'in idamından dört, yahut da bir yıl sonra, 824 cumâdelûlâsmda Edirne'de ölmüş­tür (1421). •

Şakaayık sahibinin, Hâfız Halil'in «Manâkıb» ım gördüğü­nü sanıyoruz. Gerek «Manâkıb» da, gerek «Şakaayık» da, Bed­reddîn'in, babasından, Şahidî'den ve Munla Yusuf'tan okuduğu­nu öğreniyorsak da; Şaİıidî ve Munla Yusuf hakkında bir bU-gimiz yok. Edirne'nin fethinden (763 H. - 1361) üç yıl önce doğan Bedreddîn'in, bu ilk tahsil devresinden sonra, Konya'da FeyzuUah adlı birinden de okuduğu söyleniyor. M. Ş. Yaltkaya, ((bu zâtm, Fazlullah olduğunu öğrenmemiz, Bedreddîin'in mes-lek-i tasavvufîsini ^ tahlilde müstesna bir ehemmiyete mâlik olur idi» diyor ve «Varidat» ta^ Hurufîliğe temas eden bahisler oirnadığmı da kaydederek bunun bir ihtimalden ibaret olduğu­nu bildiriyor. Fazlullah-ı Hurûa'nin hayatmdan bahseden ki­taplarda Konya'ya geldiğine dair hiçbir kayıt yoktur (İngilizce ve fransızca basılmakta olan İslâm Aıisiklopedisi'ndeki malıa-lemize b. Fadla-aJlâh mad. basılmıştır) ve Bedreddin'in «Vari­dat» mda da, gerçekten, Hurufîliği okşar küçücük bir îmâ dahi yoktur. Bu FeyzuJlah hakkmda da bir bügi elde edemedik. Ders şeriki Mûsâ, Semerkand'e gitmiş, Uluğ Bey'e hocalık et­miş, Gıyâseddin Cemşid'le beraber rasad işlerine memur olmuş, Gıyâseddin'in öilümünden gonra bu işi, kendisi başarmış ve 828'de. (1424-1425), orda vefat etmiştir,

Bedreddin, Şakaayık'a göre, Feyzullah'm ölümünden sfm-ra Mısır'a gidip Mübâı-ekşâh-ı Mantıkıy'den (ölm. 816 H. 1413), Seyyid Şerif-i Cürcânî'yle beraber (ölm. 816 H. 1413) ders oku­yor; Manâkıb'da da her ikisiyle görüştüğü bildirilmekte. M ü -bârekşâh'la lıacca giden Bedreddin, Şeyh Zaylaî'ye konuk olu­yor; Şakaayık'a göre ondan da tahsil ediyor. Fakat Cemâled-dîn üz-Zaylaî, 672'de (1360-1361) vefat etmiştir ki Bedreddin, bu tarihte iki yaşmdadır. Zaylaî, 743'te (1342) vefat eden Fah­reddin Abû-Usmân ibni Aliyy iz-Zaylaî olabilir mi? Bedreddin, bu zâtmvefatmda onyedi yaşım sürmededir. Şeyh'in, Seyyid Şerifle beraber Ekmel'den ders aldığı da rivayet edilmektedir. Ekmel ûl-Bâbarti, Mısır'da 786'da (1384) vefat etmiştir ki bu

(«) Taşm yan tarafı biraz kırılmış ve «i) bu kırık yere düşmüş. <J} Son kclimenift son kısmı da kirile yere gelmekte, fakat gü''

zelce ©kunabiliyor. Ş. Yalütaya, kitabenin bâzı yerlerinde yanılmış. — 4 —

Page 52: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

tarihte Bedreddin, yirmialtı yaşındadır; bu tarihten otu?4Öî't yahul? otuzyedi yıİ sonra da îdâm edihniştir;, bu bakımdan bu rivayetin kabul edilmesi icabeder.

Mısır'da, al-Maük iz-Zâhir Seyfeddan Barkuk'un (saltanatı. 784-791 H. 1382-1390) oğlu Farac'a (801—808 H. 1392—1400) muallimlik ettiği de rivayetler arasmdadır.

Bedreddin'in Hüsayn-i Ahlâtî'ye intisabından sonra onun emriyle Tebriz'e gittiği^ Sultâniyye'de Timur'la görüştüğü, Tî-mûr'un huzurunda, Cezerî'nin de (833 H. 1429-1430) bulundu­ğu mecliste, ilmî münazaralarda üstün olduğu da «Manâkıb» ve «Şakaayık» ta zikredilmektedir. Ş. Yaltkaya, «Tîmûr-Nâme» lerde böyle bir kayıt yoksa da, Bedreddin'in bir Osmanlı âlirr;i ohnasmm, müven-ihleri bu sükûta mecbur edebileceğini kay­dediyor (s. 14).

• Bedreddin, Mısır'da kendisine «Seyyidj> ve «Mîr» denejı,

yâni H. Muhammed soyundan geldiği kabul edilen Husayn-i Alılâtî'ye intisab etmiştir. Önceleri tasavvufu ve semâ'ı münkir ken bu şeyhe intisab ettikten som-a cezbeye tuirulmuş, kendisi­ni riyâzata vermiş, hattâ bu ruhî haletle kitaplarını Nil'e at­mıştır. Husayn-i Ahlâtî'nin kimya ile de uğraştığını, tabib ve hekim tanmdığını, İbni Hacar (ölm. 832 H. 1448) «ad-Durar ul-Kâmina» da yazıyor ve kendisinden birçok şaşılacak .peyler ri­vayet edildiğini bildiriyor (Ş. Yaltkaya, s. 12, not. 1). Mesnayîye bir şerhi olduğu da bildirilen bu şeyhin, riyâzattan hastalanan, zayıf düşen Bedreddin'e, öküz dili denen otla elma şerbeti ıçir-diğini, bir kere de balla süt yedirdiğini Manâkıb'dan öğreniyor ve bu zâtın, vaktinin tıb bilgisini bildiğini anlıyoruz. Bedred­din'in, ilerde taMîl edeceğimiz Varidat» mda, akla dayanma-smda bu şeyhin büyük- bir tesiri olduğunu söyleyebiliriz.

Bedreddin'in' tarikat zincirindeki Şeyh Abû-Madyan-i Mağribî, İbni Arabi'nin şeyhidir. îbni Arabî, ona karşı büyük bir saygı gösterir, onun menkabelerini anlatır, onun sözlerini nakleder. Hicrî 590'da (1193-1194) vefat etmiştir (Nafahât tere. İst. 1289; s. 605-607). Husayn-i Ahlâtî ile bu zâtın arasında Abu-1 Fath is-Saîdî adlı birisi var. Husayn-i Ahlâtî'nin 'kimya ve tıbla uğraşması, onun, akla önem. verir bir düşünceye, tir görüşe sahip olduğu kadar garip bilgilere de önem verdiğini gösterir. İbni Arabi'deki bâtmî inançiarsa, artık bugün tanu;-nriyle meydana çıkımştır (A. Gölpınarlı: Mevlânâ Celâleddin; m. basım; s. 52-53, 232-236). Manâkıb, Bedreddin Konya'dayken

— 5 —

Page 53: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Hâmid-i Velî'nin Konya'ya geldiğini ve görüştüklerini yazıyor. Abû-Hâmid Hanridüddîn-i Aksarâyİ (815 H. 1412), Hacı Bay râm-ı Velî'nin (833 H. 1429—1430) şeyhi Alâeddîn-i Ardabîlî' nin (815 H. 1427), bâzı rivayetlerde de onun oğlu Şeyh-ri Şâh İbrahim'in (851 H. 1447) halîfesidir. Alâeddin'in oğlu Şeyh Cu-nayd'dir (877 H. 1472); onun. oğlu Şeyh Haydar'dır (894 H. 1488); onun oğlu da SafaWyya hükümetini kuran Şak İsmail'­dir (930, H. 1523), Hattâ Hacı Bayram'ın Şeyh Haydar tarafın­dan ihdas edilen ve kendisine ve soyuna uyanlara Surh-Şer (Kızıl - Baş) denmesine sebep olan oniki terkli kızıl taç giyer­ken sonradan tacım beyaz çuhaya tebdîl ettiğini Müstakıymzâr-dc Sâdeddin Süleyman (1202 H. 1788), «Risâle-i Tâciyya» smda bilhassa kaydeder. (Bizdeki yazma; s. 25). JVIelâmiyye-i Bayrâ-miyyedeki Ehli Beyt sevgisini ve Bedreddin sûfîlerimn sonra­dan İran'a bağlılığını izah bakımından bu nokta, bilhassa biz­ce önemlidir, Şakaayık sahibi ve mütercimi Bedreddin'e büyük ve içten bir saygı gösterirler.

Mecdî, Şakaayık tercemesinde, idamım yazdıktan sonra Necati'nin (914 H. 1508),

Ayağı yer mi basar zülfüne berdâr olanm Zevk u şevk ile verir cân ü seri döne döne

beytini kaydeder ve «Müddet-i ömründe habl-i metîn~i şer-i ; Muhammedîye teşebbüs üzere olduğı eclden reng-i mi'i"âcı ber-dârlık oluıb hâtîme-i halde hazıys-ı nâsûddan evecât-ı lahûta hurûc eyledi; Lreyse fiddaıi gayrmjâ dayyâr» yâni: «Ömrü bo­yunca Muhammed seriatmm sağlam ipine yapışımş olduğundan mi'râcınm şekli de dârağacma çekilmek ve yerden yücel mek suretiyle oldu; bu hâlin sonunda da aşağılık cisim âleminden, Tanrıya mensûb âlemiı^ yücelerine ağdı; pyde bizden özge ey ıssı yok» der ve «Allah, makamını da adı gibi övülmüş etsin; düeğinj görsün, maksadına ersin» duasında bulunur (s. 73). Apaçık anlaşılmaktadır ki Mecdî, Bedreddjnü tutmaktadır; fi­kirlerini benimsemıiştir- Büyük bir ihtimalle söyleyebiliriz ki o da Şakaayık zeyUıtıi yazan Atâyî gibi Hamzaviyye'dendir, Bu­nun gibi Şakaayık zeylinin sahibi Atâyî de (1044 H. 1634), Bay-râmî MelâmîlerinJn en büyük ve en kudretli mümessili tdrîs-i Muhtefî'nin (1024 H. 1615) hal tercemesinde şu tevriyeli mıs­raı yazmaktan çekimnez:

Söyliyenler kendüsin bilmez, bilenler söylemez

M . Âmire — 1268; s. 602). Nazmi Mehmed (1112 I-I. 1700),

Page 54: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

«Hediyyet •ül-îhvân.)) da, tdrîs-i Mühtefî'nin vefatım yanlış hattâ yalan bir tarzda naklederken AtâyI'nin tdrîsîlerden, yâni Bayrâmî Melâmîlerinden olduğunu söyler. (İst. Üniv. Kütüp­hanesi; Türkçe yaz. 1604; 69. a).

• Bizce Bedreddin'in hayatında ve giriştiği harekette en

önemli rolü oynayan, Abdurrahmân ibni AUyy ibni Ahmad il-Bıstâmî'dir. Antakya'da doğan, Mısır'a, Şam'a gidip tahsil eden, 834'te (1430-1431) vefat eden Munla Fenârîden de okuyan bu zâtm, tefsir, hadîs, fıkıh bildiğini, fakat bilhassa cefr ve havâss-ı hurûfa meraklı olduğımu Baldır-zâde, «Ravzat ül-Avljyâ» da kaydediyor. «Favâyıh-ı Miskiyya, Şams ul-âfaak fî ilm il-hurûfı val-avfaak» adlı kitapları var (îst. Nûruosmânî K. No. 2617, varak. 55. Hicrî 1294 te vefat eden Sayyid Sulayman ul-Balhî'nin «Yanâbî'ul-mavadda» sine de b. îst. Ahter Mat. 1302, II, s. 398). B u zâtın «Durratu tâc ir-rasâil va Gurratu miııhâc «l-vasâil» adlı bir risalesi var (Nûruosmânî; No. 4905). Bxı risalede, kendisinin, mezheb bakımından Hanefî, meşreb bakımından Bıstâmî olduğunu söylüyor (v. 7). Anlaşılıyor ki «Bıstâmî» sözüyle kendisinin, yahut atasmm memleketi değil, aneşrebi bildirilmiş oluyor. 29. varakta, SlO'da, Akşehir'de, Fer-rühşah medresesinde, «Sayhat ül-bûm fî havadis ir-RûniD adlı kiiabıpı ve gene aynı yerde, «Sırr us-şaAm fî havadis il-kevn» i yazdığım, orda, «al-canâb ül-âli 1—âümiyy İl—^kâm4liyy il— fldılıyy il... Vezîriyy îl-müşîriyy îl-Murâdiyy ia—Sultâniyy il-Usmâniy il-^Haakaaniyy Abu-l-fadâil FadluHâh ibni Nec-muddîn il-Hanafî» nin, kendisinden bu kitabı okuduğunu (8) 30. varakta da, aynı yılda Şeyh Bedreddin Mahmûd ibni Kaa-dî Simavna'nın, Edirne'de gene A Bıstâmî'den «Sayhat ül-

, bûm» u okuduğunu bizzat Bıstâmî kaydediyor (9).

Kuloğlu Ferruhşah'ın Konyalı olduğunu, Keyhüsrevoğlu Alâeddin Keykubad zamanında, Akşehir'de yaptırdığı mescidin 621 rabîülevvelinin ilk günü bittiğini, Seyyid Mahmûd-ı Hay-rânî türbesinin bulunduğu alandaki kitabeden anlıyoruz; mes­cidinin yanmdaki medresenin izleri var; mescid de, mescid ola-

(8) Osmanoğfullarının hizmetinde bulunduğu anlaşılan bu zat lıakkmda bir bilgi edinemedilc.

(9)

li J j>«=- JulljA,. j - l ^V» [ 8 1 6 ] V 'J

. Jr. *>'jA c jI -^^^r- J r-» '' '' '':-*) t * ' ^y-^

Page 55: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

rak kuUanılımyor; yalnız kitabe, henüz yerinde. Burda bir şey­den daha bahsetmemiz gerek. Akşehir Müzesi avlusundaki me­zar taşlan arasmda bulunan, yazısı ve taşı Hacı 1-Mavlâvî ta­rafmdan yapılan ve yazılan bir me^ar taşı var. Kitabesi aynen şu:

S-y-) « . ^ . » - R - ' • ^ ^

jyU. JryC- o^..-

Bu hâtûnun, ayak taşı kaybolduğu için vefat tarihini bile­miyoruz; fakat Müzede, Kacı 1-Mavlâvî'nin yazısmı taşıyan bir kaç mezai" taşı daha var. Bunlardan, envanterde 3 No. da ka­yıtlı olanm tarihi 822 ve bu taş, Hacı 1-Mavlâvî'nin adının A h ­med, babasmm admın A h olduğunu da tesbit ediyıor. Tarihin, baba adımn uyması baltrmından biz, bu hâtımun, Bedreddin'in kızı olduğunu ve bu sureüe Bedreddin'in, Akşehiı-'le ilgisi bu­lunduğunu, Abdurrahmân-ı Bıstâmî ile bir müddet Akşehir'de kaldığını sanıyoruz.

Şimdi asıl konuya gelelim: «Sayhat ül-bûm fî havadis ir-Rûm», Nûrucsmânî K . de 2813 No. da kayıth ve 1006'da (1597) Şarîf ibni Sayyid Muhammad ibniş-Şayh Burlıân tarafından İbni Abî-Talhâ'nın Cefrinin tercemesini de muhtevi bulunan mecmuada, 116-128, sahifelerdedir. Manzum olan bu risale, 138 beyittir ve Arapçadır. Rûm ülkesinde, yâni Anadolu'da, Osman­lı diyarmda ve İslâm âleminde olacak vak'aları anlatır.

beytiyle başlayan bu kasîde, bilhassa harflerle, geleceğe ait sa­vaşları, bu savaşlarda üstolacakları, yok olacakları, bu olaylar­da rolleri olacak kişileri cefr kavâidine göre bildirmededir.

j l - ^4» j

J ;> i j c,j^

— 8 —

Page 56: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

4 : .U: - I OilVl j ^ İ J

j / Mi (^jUl <.*_,IVI

gibi beyitler, bize Bedr, Bedreddin adını belirtiyor (s. 120). îslâm inançlarından biri de kıyametin kopacağı ve on­

dan önce de bâzı kıyamet alâmetlerinin belireceğidir, H. Pey-gamber'in, «Sizde mal çoğalıp tagmadıkça, mal sahibi, sadaka verecek kimseyi bulamadıkça, kendisine sadaka verilecek kişi, benim ona üıtiyacınr yok demedikçe kıyamet kopmaz» buyur­duğu rivayet edilmiştir (Müslim, III, a. 84. Bu s. de aynı meiâi-de üç hadîs daha var). Gene H. Peygamber'in, îsâ'nm, kıyame­te yakm ineceğini, adalede hükmedeceğini, salibi kınp htnzîri öldüreceğini, malm çoğalacağmı, hiçbir kimsenin mal kabul et­meyeceğini söylediği rahrîç olunmuştur (aynı I, s. 93). «Son zamanda, ümmetimin içinde bir halîfe hükmedecek, malı ala­bildiğine verecek, saymıyacak» hadîsi de rivayet edilmiştir ki bu halîfenin Mehdî olup adının, H. Muhammed'in adı olacağı, dünyaî'i adaletle dolduracağı da rivayetler arasındadır (aynı Vni, s. 185; haşiyede bu hadîs, Tirmizî ve Abû-Dâvûd hadîs-leriyle mukayese edilmektedir; Câmi'us-Sagıyr'e de b. II, s. 173). îbni Arabî, Mehdî'ye Rükün'le Makaam arasında bey'at edileceğine, Mehdinin malı, müsavat üzere halka dağıtacağma dair bir lıadîa zikreder (Sayyid Sulaymâiı-ı Balhî: Yanâbî ul-mavadda, II, s. 387; 433-435. sahifelere de b.) İsnâ-aşariyya (İmâmiyya) mensupları, X I . İmam, Hasan ul-Askarî'nin, 255 ga'banmın •onbeşinci. gecesi (29.VII.869) doğan oğlunun Kaainı ve Huccat, yâni Mehdî olduğunu kabul etmişler, Sünnîlerse Mehdî'nin, H. Muhammed soyundan birisi olup son zamanlar­da doğarak zuhur edeceğini söylemişlerdir. Şeyh Ahmad-i A h -sâî'ye uyan Şeyhîler, Ahmed'i ve Kâzım-ı Reçtî'yi, Mehdî'nin iki mübeşşiri saymışlar, X I X . yüzyılda Bâb, sonra Bahâ, Meh­dî ve Mesîh olduklarını iddia ederek meydana çılvmışiar, Ah-med-i Kaadıyan da aynı dâvayı gütmüştür. II. Alî'nin oğlu Muhammad al-Hanafiyya'dan itibaren İslâm âleminde Mehdîlik dâvâsım güden birçok kişiler belirmiş, Şimalî Afrika'da biı-hükümet kuran İdrîs (177 H. 793), aynı ülkede Muvahliidîn devletini kuran Abû-AbduUah al-Mehdî (524 H. 1130), yerine geçen Abdül-Mü'min (558 H. 1163), Mısır'da Fâtımiy-ya halifeliğini kuran Abû-Ubaydullâh ul-Mahdî (322, H. 934)

— 9 —

Page 57: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

gibi hükümet kuran Mehdiler yahut MehdîUk davasıyla ortaya atdan, fakat muvaffak olamayan davacılar türemiştir. Sadreddîn-i Kunavî (673 H. 1274), Mehdî hakkmda yazdığı bir risalede, Mehdî'nin 631 ramazamnıri yirmiyedinci cuma ge­cesi doğduğunu, 654'te, kendisini gösterdiğini, 666 yılmda hal­kın birçok şeyler göreceğim, 638 yılına kadar da îsâ'nm ine­ceğini söyler (b. A. Gölpınarlı: Mevlânâ Celâleddin; HI. ba-sun s. 235-23Ö; not 87).

Bizce Abdürrahmân-ı Bıstâmî, «Sayhat-ul bûm fî havadis İr-Rûm» adlı kitabını Bedreddin'e okuturken, «sâhib-zuhûr, sâhib-hurûc» olacağı inancını ona aşılamıştır. Belki de, o za-manm âdetsnce Bedreddin, bu kitaptan başka, ulûm-ı garibeye ait kitaplarla da uğraşmıştı. Nitekim, «Varidat» mda, kıyame­tin, hicretin 3 cü yüzyılmda kopacağma dair kitaplar tasnif edildiğini, birçok kişilerin, kıyameti, kıyamet alâmetlerini bek­lediğini, Mehdî'nin, yediyüzle gekizyüz arasında zuhur edece­ğini söylediklerini' bildirmede, hicrî sekizinci yüz3nl geçtiği hal­de (10), hiçbir şeyin olmadığım, daha binlerce yüzyıl de gene olmayacağmı söylemededir. Bu sözler, bu çeşit kitaplarla da, bu çeşit bilgilerle de uğraştığını itiraftır. Sanıyoruz ki Bed­reddin'in şuuraltı bir inancı var. Osmanoğullannın fetret devri, l lmûr akinınm meydana getirdiği iktisadî ve içtimaî çöküntü, ohun bu şuuraltı inancmı kuvvetlendirmiş, kıyam etme zama-liınm geldiğine kendisini inandırmıştı. Gene «Varidat» da, ceha­let zanffanında, yâni H. Muhammed'in peygamberliğinden ÖT^ce, insanların, kendi yaptıkları putlara taptıklarmı, şimdiyse vehim­lerinin yarattığı Tanrıya tapmakta olduklarını söyleyip, umarım diyor, AUah gerçeği meydana çıkarır da insanlar, Hakka, ger­çekten taparlar. Bu sözler, ilerde tahayyül ettiği devrin Özleini-nin ifadesidir bizce.

Sayhat ül-bûm, son zamanlara kadar unutulmartnştu:. Zâ­ti ye'şe düşen bir miUet, yahut zümre, bu çeşit inançlardan, bu inançları besleyen sözlerden teselli umar. Hamzavî - Bayrârnî Melâmîliği en şiddetli takibata uğrayıp kanun dışı sayıldığı, bu zümrenin birçok şehit verdiği bir devrenin sonlarında, 12pQ hicrîde (1785-1786), Üsküdarlı Sıdkı, o tarihten sonra gelecek kutuplarla ricâl-î gaybm resimlerini de ihtiva eden «Âyîne-i hikem» adlı 17 yapraklık manzum bir risale yazmış, bu risâ-leniiı sonunda, «Havâdis-i Rılm» fasimda,

(İO) Mûsâ ICâzım tere. dc «Sekizinci yüzyılın yansına yakla-şddiğı halde» deniyor ki, yanlıştır.

— 10 —

Page 58: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Keşf ile Şeyh-i Ekber itdi lyan Müstakil hâdisât-ı Rûmu beyan Sayhat ül-bûm. fî havâdisir-Rûm Nâmı ile idüb anı mevsûm Asr-ı mezkûru eyleyiib ifraz Keşf-i râz itdi bir suhan-perdâz

beyitleriyle başhyan kırküç beyitte, Rûm ülkesinde meydanu •gelecek olayları hülâsa etmiştir. Sıdkı, bu kitabı 6<;yiı-l Ekber'e, yâni ibni Arabi'ye maletmekteyse de yukarıya aldığımız beyit­lerin sonuncusunda, «asr-ı mezkûru bir suhan-perdâz» ın ;frâ.". ettiğini söyleyerek, Abdüriahmân-ı Bıstâmî'yi kasiediyoı- sa-nmz. (11)

(11) Bu kitabın tıpkı - basımını, ileride Mdâmîlerc ait yaza­cağımız eserde vermek niyetindeyiz.

— 11 —

Page 59: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

u

Bâtmîlik W' UPt'ÂN'IM içyüzünü, bâtınî anlammı anlayanlardan zâlü-^ rî hükümlerinin kalkacağma inananlara, vımumî bir tâ­

birle bâtmî ve bunlarm yollarma «Bâtmiyya» (bâtmîlik) den­miştir. Müslümanlarm çoğunluğu, Kur'ân'm zahirî mânâla-rmdan b a ^ a bâtmî mânâları da olduğunu kabul etmekle bera­ber âyetleri, tefsir ve hadîs bilgilerine dayanmadan tefsir et­mekten, emir ve nehiylerin teşriî hikmetleı-ini araştırmaktan ve hele, bundan maksat şudur diye kesin hükümlerle Kurân'ı teVîl etmekten çekinmişlerdir. Bâtınîlerse te'vîh, bâtmî mâ­nâları anlıyanlarm zahirî hükümlerle mukayyed olmıyacağı derecesine kadar götürmüşler, te'vîle bir mesned ve metod ka­bul etmemişler, bu yüzden bâtmüiği benimseyen herkes, kendi aklınca bir başka te'vîl yolu tutmuş, fakat bu te'vîUerin hepsi de şeriatın, âlemin nizamı içm kurulmuş kanunların bütünü olduğu ve hakıykate ulaşanların bu kayıtlardan kurtulacağı, hattâ bu kurtuluşun, günün birinde bütün âlem için tahakkuk edeceği esasını istihdaf etmi.ştir.

Bâtmîlik, Peygamber ve İmâm hakkındalci inançta gu-lüvle, yâni Peygamberi ve İmamı Tanrı ile bir görmekle başla mıştır diyebiHriz. Bâtmîler ve bâtmîlik hakkında bilgi vermiye girişmeden önce yanlış bir hükmü düzeltmemiz gerekir.

Tarîh, üçüncü halîfe Osman zamanında bir Yahudi dönme­si olan S£.n'alı Abdullah ibni Sabâ'mn, Osman'ın aleyhine halkı k.ışkuttığını, her peygamberin bir vasıysi olduğu gibi H. M u ­hammed'in vasıysinin da Alî olduğunu, Alî'nin vasıylerin so­nuncusu bulunduğunu, H. Peygamberin tekrar dünyaya gelip küflün kökünü kazıyacağmı, âlemi adaletle dolduracağmı tel-kıyn ettiğini, İbnü Amatus-Şavdâ (Kara cariyenin oğlu) lâka-biyie de anılan Abdullah ibni Sabâ'mn telluynlerine, sahabenin Alî tarafını güdenlerinin, tâbi'înden bâzılarının da kapıldığını, Osman'm öldürülmesine sebep olduğu gibi, Cemel savaşma da

— 12 —

Page 60: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ona uyanlai'in. sebebiyet vei'dİğini kaydeder. Bu hususlarda esıki tarihlerin kaynaklaı-ı, 310'da (923) ölen Tabarî'nan, «Târîh ttl-Umami val-Miilûk» ü, 571'de (1175) ölen Abul—Kaasun Aliyy-İbni HibatuUâh-ı Danuşkıy'nin (İbni Asâkir) «Tarihu Madînati Danugk» ı 741'de (İ340) ölen Abû-Abdullah Muham­mad ibni Y^yâ-ıbni Muhammed-i Aş'ajüyye-i Mâlıkiyy-i Andalûsî'nin (İbm Abû-Bakr) «at-Tavhîdi val—Bayan fî Maktali Usmân» ıdır. Tabârî, Abdullah ibni Sabâ hak-Jondaki livâyeüerinde, Sayf ibni Umaı^'m «al ^ Futûh ul Kabir var-Ridda» siyle «al-Camai ve masîru Â-işaü vo Alî" adlı kitabını kaynak edinmiştir. İbni Asâkir, ' Abdullah ibni Sabâ hakkmdaki rivayetleri, Tabarî'nin rivayet ettiği Sariyy ibni Yahya vâsıtasiyle Sayf dan nakleder. İbni Ebû-Bakr, Sayf m «Katâbu Futûh» iyle İbni Asîr'den rivayet eder. İbni Asîr',in kaynağı Ta,barî'dir. İbni Asîı- (630' H., 1232), «aJ-Kâmil» inde, İhni Kasır (774. H. 1372), «al-Bidâyatu van-Nihâya» sinde, îbni Haldun (808 H. 1405) «al-Mubtadau val-Habaı-» mda bu rivayetleri Tabâıi'den aldıklarını belirtirler. Mîr Hond'>un (903 H. 1497) «Ravzatus-safâ» sının kaynağı, İbni Kasîr vâsıtasiyle Tabarî'dir; oğlu Gıyâsüddin'in (940 H. 1533) «Habîbus-Siyar» ine de, babasmm kitabı ve dolayısiyle İbni Kasîr ve Tabarî kaynak oimuştm-. Zahabî (748 H. 1347) «Târîh ul-İslâm» ında doğrudan doğruya Sayf'la Tabarî'den nakilde bulunur. Son ya­zarlar ve müsteşrikler, bu hususta hep bunları kaynak edin­mişlerdir.

Sayf ibni Umar, Usayyid boyunun TamîmoğuUarı bölüğün­den olup aslen Kûfelidir ve 170 H. den (786) sonra ölmü.ştar. "Kitâb ul-Futûh» unda, H. Peygamber tarafmdan hazırlanmak ve gönderünıek istenen Usâma ordusu ve hilâfet vak'ası hak­kındaki nakilleri, hadîslere uymadığı gibi ikinci kitabı olan «al-Camal» ini de, Umayyaoğuüarı'na taraftarlık etmek ve on­ları, her hususta mazur göstermek için yazmıştu'.

Rical kitablarında, Sayf ibni Umar hakkında şu kayıtları görüyoruz:

Yahyâ-bni Muîn' (233 H. 847) e göre Sayf'in hadisleri za-iftir.

Sunan sahibi Nasaî (303 H. 915), naklettiği hadîsler zaif-tir, metruktür; kendisine güvenilmez; emin değildir diyor.

Sunan sahibi Abû-Dâvûd (316 H. 928), değersizdir; çok yalan söyler demektedir.

İbni Abî-Hâtam (327 H. 938) muhaddisler, ondan gelen ha­dîsleri terketmişlerdir der.

— 13 —

Page 61: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

İbnis-Seken (353 H. 964), onun hadîsleri zaifür diye kayıtlar. tbni-Hibban (354 H. 965), inanılır kişilere isnâd ederek bir

çok hadîs uyâmmıiştur; zmddclıklâ töhmetlenmiştir; yalan ha­dîs uydurüir demişlerdir, sözleriyle hükmünü verir.

Dârekutnî (385 H. 995), ondan nakledilen hadîsler zaiftir, metruktür demiştir.

Hâkim (405 H. 1014), naklettiği hadîsler metruktür; zan-dıkhkla töhmetlenmiştir sözlerini söyler.

Fîı-ûz-Âbâdî (817 H, 1414) ve İbnİ Hacar (852 H. 1448), Sayfin hadîslerinin zaif, Suyûtî ige (911 H. 1505), çok -zalf ol­duğuna hükmeder.

Safiyuddîn (923 H. 1517) onu zaif saymışlardır diyerek hükmünü belirtir (Sayyid Muftazâ Askerî'den Sayyid A h -mad-ı Zencâniyy-i Falırî tere: Mard-i afsânaî-i târih; rivâyathâ-yı Sayf; Abdullah ibni Sabâ ve Gavgaa-yi Sakıyfa; Kitâb-hâha-ı Saduulc; Tehran — 1384 H. Çap—hâna—i Haydarı; s. 32-64. Usâma ordusu ve Sakıyfa hakkında Sayf'in yalan ri-vâyetleriyle doğru rivayetlerini anlamak için 65-145. sahafeleri okuyunuz.)

Abdullalı ibni Sabâ, Şîa-i İmâmiyye katında mel'ımdür. H. Alî hakkmdaki inançlarmda aşm olması yüzünden hapse­dilmiş, tevbe etmediği için de H. Alî'nin emriyle yaktırılaraîc öldürtülmüştür (al-ÎEIâcc Şayh Abbas al-Kummî: Safînat al— Bıhar va Madînat al-hikami val-âsâr; II, s. 133-134). İmâm Ca'far us-Sâdık'm (148 H. 765), «Biz Ehl-i Beyt, gerçekleriz; fakat bir yabancı bulunur ve bizim hakkımızda yalan söyler; yalaniyle gerçekliğimizi gidermek ister. Allah ona ve soyuna •rahmet etsin, Tanrı elçisi, sözünde en gerçekti; bütün halkın da en gerçeğiydi; Musaylıma, ona yalan isnadına kalkıştı. Emîrül-mü'minîn de Allah'ın elçisinden sonra en gerçek kişiydi; A b ­dullah ibni Sabâ, ona yalan isnâdmdan çekinmedi» demiştir (aynı, s. 134). Bâzı kitablara göreyse, İbni Sabâ, Medâyin'e sü­rülmüştür (A.bû-Muhanmıad al-Hasan ib. Mûsa—n—^Navbahtî: Firak uş-Şîa; Necef - Mat. al-Haydariyya; 1355 H. 1936, s. 22 -23). Görülüyor ve görülecektir ki Şîa-î îmâmiyye imamları, yâni H. Muhammed'in amcasının oğlu, damadı ve kardeşliği olan ve birçok hadîslerle kendisinin vasıysi olduğu bildirilen şanı yüceltilen Alî, İki oğlu ve Hüseyn'den sonra gelen dokuz imâmın hiçbiri, bâtmî inançları ve bu inançların ba.şmda gelen ıgulüvvü tervîc etmömişler, aşın inanç güdenleri yanlarmdan uzaklaştıramşlar, onlara lanet etmişlerdir. Jakat esefle söyle­mek gerekir ki, Şîâ hakkmda esaslı bilgileri olmıyan, Şîa kitab-lannı gömiyen ve yalancı Sayf'in sözlerini kaynak ittihâz eden

— 14 —

Page 62: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ki'iâblâTin rivâyetlerûıe inanan, daha doğrusu önceden hüküm veren kimseler, ŞîîUği, Abdullah ibni Sabâ'ya nisbet etmişler vfc bu yalan-yanlış hükmü yürütüp gitmişlerdir.

Abdullah ibni Sabâ'dan sonra «Gaaliyya», yâni aşu-ı giden­ler, Alî'niıy oğlu Muhammad ibn al-Hanafiyya'yı (81 H. 700) imâm tanımışlardır. Bunların bir kısım, onun Mehdî olduğunu, ölmediğini söylemişler, hâttâ Tanrı olduğu iddiasmı ileri sür­müşler, içlerinden bâzıları, peygamberlik dâvâsma kalkışmış­lardır. İmâm Muhammad ul-Bâkır (114H. 73.S) ve İmâm Ca'fer üş-Şâdık (148 H. 765), bunlara lanet etmişti. Sâid ve Bayan, yâhud Banan adlı iki kişi, bu inancı yürütmeğe çalışmış, ikin­cisi 119 hicrîde (737) öldürülmüştür. İmâm Ca'far, bunlarıp. «Haber vereyim mi size, kime iner şeytanlar? Onlar bütün yalancı ve svıçlulara inerler» âyetlerinde ( X X V I , 221-222) bil­dirilen kişilerden olduklarmı söylemişti; Hâtamî ve Alevî yâni Sejfyid olmadığı halde Seyyid lâkabiyle anılan ve sonradan inancmdan tevbe edip İmâim Ca'fer'e uyan ismail ibni Muham­mad al-Hımyarî adlı şâir de bunlardandı. Bu taifeye, Keysâ-niyya denmişti. Bü adın, Muhtar ibni Abu-Ubaydat us-Sakafî' nin (67 H. 686) lâkabı olduğu, yâhud H. Alî'nin kölesinin adı olduğu rivayet edilmiştir; fakat şunu söylemek gerekir ki, daha çoctıkken H. Alî'nin sevgisine mazhar olan, Kerbelâ'mn öcünü alması yüzünden İmâm Zayn ül-âbidîtı Aliyy ibni 1-Hufeiayn'in (94 H. 712) duasını alan Muhtâr'ın, bu inançlarla ve bu taifey­le hiçbir ilgisi yoktu (Safîna, I, s. 434-443); fakat bunlardan, Muhtâr'ı peygamber sayanlar bile vardı. İbn ül-Hanafiyya'nın vefatmdan sonra oğlu Abû-Hâşim Abdullah'ın imâm olduğunu iddia edenlere «Hâşimlyya» dendi. Onım vefatından sonra kar­deşi Alî'nin imametini kabul edenler, İbn ül-Hanafiyya'dan son­ra imametin bittiğini söyleyenler çıktı. Abû-Hâşim'in oğlu Abdullah'ı imâm tanıyanların bir kısmı, onun, Abû-Tâlib oğlu Ca'far'm oğlu Abdullah oğlu Muaviye'yi vasiy tâyîn ettiğine inahdılar. Bu zât, Mervanoğullaıı'na karşı Kûfe'de kıyam et­miş, Medâyin'e varmış, nihayet Abû-Müslîm'in buyruğuyla hicrî 129'da (746-747) Herat'ta şehîd edilmiştir. Abdullah ibni Haris adlı birisi, AbduUah ibni Muâviyenin imâm, hattâ Tanrı olduğunu .-üöylemiye ba^amış, buna uyanlara «Hârisiyya» den­mişti. Bunlar, tenasühe de inanıyorlar, Abdullah'ın ölmediğini, Mehdî olduğunu, zuhur edeceğini söylüyorlardı.

Muh. ib. H. nih öğlü Abû-Hâşim Abdullah'ın, H. Peygam­ber'in amcası Ahbâs oğlu Abdullah'ın oğlu Alî'nin oğlu M u -

— 15 ~

Page 63: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

hammed'i vasıy tâyîn ettiğini, fakat AbijL-Hâşim ölürken M u ­hammed küçük olduğundan, babasmı vekîl edip büyüyünce oğ­luna bey'at etmesini buyurduğunu söyliyenler de vardı ki « A b -bâsiyya» nın ilk nüvesi bunlardı ve Abbasoğulları, bunlara da­yanarak ha.iîfcliği elde etmişlerdi. Bunlar da imâmın tanrılığı­nı kabul ediyorlardı. Bunlardan, Rey, köylerinden Hurramâbâd köyüne nisbetle «Hurram-dîniyya» denen fırka, imamlara tan­rılık ve peygamberlik izafe etmekte, ölümün kıyamet demek olduğuna, ölümden sonra girilecek cesedin cennet jrâhud ce­hennemden ibaret bulunduğuna inanmakta, âyetleri bildikleri gibi ve îiıançlarma göre te'vîl etmekteydi. Bu fırkadan Abû-Mansûr'a uyanlara «Mansûriyya» dendi. İmâm Ca'fer, bu ada­ma üç kere lanet etmişti. Abdülmâlik oğlu Hişâm zamanında Irak valisi olan Yûsuf ibni Umar us-Sakafî, bu adamı astırdı. Abû-Mansûr, İmâm Muhammad ul-Bâkır'm vefatından sonra kendisinin imâm olduğunu iddia etmiş, sonra peygamberlik dâvâsma kalkışmış, kendisinden sonra oğullarmdan altı imâm geleceğini, sonuncusunun Mehdî olacağını söylemişti. Oğlu Huseyn de asılarak öldürüldü.

Abdullah ibn il-Harb il Kindiyy il - Kûfiyyir - Ravandî'ye nisbetle «Ravandiyya« da denilen (tAbbasiyya» dan 119 hicrîde (737), Küfe dışında yakılarak öldürülen ve İmâm Ca'fer tara­fından lanetlenen Mugayrat ibni Saîd'e (Safîna, I, s. 401; H, s. 537-338) meniiub olan fırka, ric'ati yalanlamadığımız gibi ona inanma5az da; Allalıın kudreti hususunda da mancmmz budur, diyordu. Gene İmâm Ca'far tarafından lanetlenen ve Kûfe'de, 14.'5 hicrîde (762) asılarak öldürülen Abû 1-Hattâb Muhammad ibni Abî-Zaynab al-Acda'al-Asadî'ye uyanlar ((Hattâbiyya» adım almışlardı (Safîna, I, s. 401). Bunlar, bütün haram olan şeyleri halâl sayıyorlar, imâmı tanıyana her şey halâldir diyorlardı. Bunların içinde, Abû 1-Hattâb'ın imametine inananlar, gene îmâm Ca'fer tarafından lanetlenen Bazî'ul-Hâik'in de Abû Hat-tâb gibi peygamber olduğunu söyliyenler (aynı, s. 81), gene İmâm! tarafmdan lanetlenen Sariyy'nin nübüvvetine inananlar, içlerinden çıkan İbn ul-Labbân ve Muammar'a uyup Kur'ân'da adı geçen harâmlarm, bâzı kişilere işaret olduğu kanaatini bes-liyenîer vardı.

İmam Huseyri'den sonra (61 H. 680) oğlu Alî Zayn ml-âbi-dîn'e uyanlar, onun veîâtmdan sonra, huı-ûc edip, 120 Hicrî'de (738) Kûfe'de asdan ve dört yıl darağacında kalan oğlu Zayd'in imâmhğmı kabul edenlere «Zaydiyya» dendi. (Zayd için Safîna'ya bakınız; I, s. 577-578). Zayn ul-âbidîn'in oğlu Muh.

— IG —

Page 64: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Bakır tai-afmdan, bir şeytanın adı olan Sarhûb ddye anılan Abu l-Câınid Ziyâd ibn il-Munzir'e uydultlaıından Sarhûbiyya da denen Zaydiyya, seyfle huı-ûc eden Fatımî'ye uymayı vâcib .bilmişler; çoğunluğu, şeriata uymakla beraber, aralarından aşın inançiaı- güdenler de çıkmıştır.

Hicrî II. yüzyılda (VIII) bâtınîliği «İsmâîliyye» denen fırka temsil etmeyi? başlamıştı. Babası İmâm Ca'far us-Sâdık'ın ha-yâtmda, 133 de (750), Medine'de vefat eden İsmail'e uyanlara bu ad verildi. Bunlardan İsmail'in, babasmın zamanında da imâm olduğunu, babasının imameti ona terkettiğini, yahud babasının ona vekâlet yoluyla imâm olduğunu, İsmail'in öl­mediğini, son zamanda zuhur edeceğini söyliyenler tüı^emişti. İsmâîliyye, esâs bakımından, Hattâtaiyye'den meydana gelmişti. (Ismâîl için Safîna'ye b. I, g. 657-658).

îsmâîl'in oğlu Muhammed, Irak'a gittiği zaman, Hârûn ür-Reşîd'e, İmâm Mûsa - bni Ca'far'in (183 H. 799) aleyhinde bulunmuş, şehâdetine sebeb olmuştu. (Safîna, I, s. 316). İsmâî-

İiyya'dan, kızıl gözlü anlamma gelen Kai-mîta lâkabiyle îinılan Hamdan ibni Karmat ibn il-A§'as'a uyanlara ve Aü'de;-; iti­baren Muhammad ibni İsmail'i yedinci imâm tanıyaniaıa <.''Kcı-râmıta» ve «Yedililer» anlamma «Sab'ij'ya,, dendi. Hakı/ivail, ancak ma'sûm olan İmâmın bildiğini, bu bilgiye, istîdâdlaıı mikdarırca eren kişilerin Qc atıcak İmâ'mm, yahud İmâmdan me'-'-un' dan.i r.ı.- ta'limiyle erebilîc^kleri inancı yüzünden, bunlara. «Ta'linü-.ni aı> dendiği .gibi, gerçeğe ulaşanlara her şe­yin mubah ciacağma inandıklarm-lan ve Kuı'ân'' tc'vîl ettilt-İerinden dolayı «İbâhiyya» ve «Mıavvila» diye de anıldılar. İsmâîliyye'den Karmita, yâni kızılgözlü adam lâkabiyle anılan Hamdan ibni Karmat ibn il-Aş'as'a uyanlara ve İM.uhammad b. îsmâîl'in imametine inananlaı-a «Karâmıta» adı verildi.

, Bımlar, esasen Hattâbiyya'dan olup, İmâm Ca'far'm ruhu­nun Abvi 1-Hattâib'a geçtiğine inananlardandı. Soma o ilâhî rûlı, Muh. b. İsmail'e geçti diyorlardı.

îsmâîliyya'nm Mübârak adlı birine uyanlarma «Mubâva-kiyya», Nâsır-ı Hosrev'e (431 H. 1039) tabi' olanlanna «Nâ-sırıyya», Ardabil köylerinden Hurram'da toplu bir halde bulun duiklanndan «Hurramiyya», Yemen'de Yâm boyunun çoğu; bâtmî inançları kabul etmiş bulunduğundan «Yâmıyya» adlan verümiştir. Bunların arasına Kuhâd zamanında îranda zuhur eden F. 2

— 17 —

Page 65: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ve Nûşîrevan (579 milâdî) zamanmda öldürülen Mazdak ve Mu'tasım zamanmda 223 hicrîde (838), Bağdâd'da îdâm edi­len Bâbak taraftarWı da katılmıştır. Bunlar, bilhassa î -ran Azerbaycaniyle Isfahan v e Ahvâz arasmda bu­lunuyorlardı. Ibn ün - Nadîm, «Fihrist» inde, bunları Hurramiyya'daiı sayar, aralarında mal, hattâ kadınlarda iştirakin erÂ^. oMuŞunu, Bâbakiyyn'ntn anarşist bir hüviyyete bürünmek sûretiyıe Mazdakiyya'dan aynidığmı söyler. (MlSir-1348, s. 479-480 ve 480-483). Bunlara, Bâbak zamanmda sancakları kırmızı olduğu ve kırmızı renkte elbise giydikleri için «Mu-halramara - KızıUaşanlar», şeriatçılar tarafmdansa «Malâhida» ve «Zaııâdıka» denmiştir. (Kızıl bayrak ve tac için îslâm A n ­siklopedisine b. A. Gölpmarh: Kızıl-Baş; cüz 64; s. 789-795. Kml-Başlar'm aldıkları ve anddıkları çeşitli adlar da bu ma­kalede vardır).

Görülüyor ki, Bâtmîliği tek bir mezheb saymak, yahud yalnız Ismâîlî'lerin bîr kısmına hasretmek, yâhud da dinî e-mirlere uyan îsmâîİîleri de bâtmî saymak, pek yanlıştır. îmâ-ımiyya'nın Xr. imâmı Hasan ibni Aliyyül-Askerî'nin vefâtm-dan sonra (260 H. 874), XII . imâmm naibi olduğunu iddia e~ den ve İmâmiyya tarafından lanetlenen; daha önce XI. imâm Aliyy b. Muh. ün-Nakıy'nin (254 H. 868) zamanmda, pey­gamberlik dâvasına kalkışan Muhammad b. Nusayr ün-Na-mirîye uyan Nusayi-îler de bâtınîdirler. Nusayr, ibâhayaı ve tenâsuha inanmakta ve bu inancı telkıyn etmekteydi (Safına, I, s. 333). îlk zamanlarda «Namniriyya» da denen ve bugün A-dana ve Hatay'da bulunan Nusayrîler, haram olan şeylerin, kendilerine helâl olduğuna, erkeğin erkekle evlenmesinin ce-vâzma inanırlardı. Bugün bunlarda; yedili inanç, ancak mez-heblerinin sisteminde vardır; hepsi de H. Alî'nin tannhğma inanır (Sulaymân ul-Adanî: al-Bâkûirat üs-Stılaymâniyya).

Bir inezhebe, bâtmî diyebilmek için iki şeye dayanması gerekir:

1) Peygamber ve imâm hakkmda aşırı inanç, bunun son -ucu olarak da mezhebi kuran kişinin peygamber ve tanrı ol­duğunu, tannnm oha hulul ettiğini, onda tecellî eylediğini, iddia etmek,

2) Te'vîl ve bünun son-ücu olarak da şeriat hükümleri­nin içyüzünü bilenden bu hükümlerin kölkacagma inanmak ve ibâhayı kabul etmek.

— 18 —

Page 66: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Bu esâsa dayanarak, V. yüzyılda (XI ) meydana gelen DürzîÜği (îslâm Ansildopedisi, Hamza b. Ahmed ve Dürzîlei" mad. b. cüz 41, s. 204, cüz 28; s. 665-680), Hüsayn b. Mansûı: ul-Hallâc'a (309 H. 922) mensûb olan ve mensûblan kalmıyan «Hallâciyya« tariykatım bâtınî mezhebleri araşma ahnamız i-çâb eder. Sûfîlerin ulularından olan Abû-Yazîd-i Bıstumî'nin (261 H. 874-875), Sahi b. AbdüHâh ut-Tustarî'nin (283 H. 896) sözlerinde va Tabakaat sahibi Abû-Abdurrahmân-ı Su-lamî'nin '(412 H. 1021) «Hakaayık» adh tefsirinde bâtınî inanç lan açıkça görülmektedir. MâÜkî mezhebinden olduğu söy­lenen Muhyiddin ibni Arabi'nin (638 H. 1240), «Fütuhat», «Fusûs" ve «Şacarât ul-Kavm» inde bâtmî inançlar, gizlene-miyecek ve te'vîl edilemiyecek kadar açıktır. Yerine ve ada-inına göre Şiî, yahud Sünnî görünen Hürûfilerin başı ve «Hurûfiyya» nin kurucusu FazluUah-ı Astarâbâdî (796 H. 1394) ve Hurufîlik, tam bir bâtmîddr vc bâtmî mezhebidir, (îslâm Ansiklopedisinin basılmakta olan fransızcası; A. Göl-pmarh: Fadi Allah Hm-ûfî mad. s. 751 - 754; ingilizcesi:, s. 733 735).

İsnâ - aşerî olduklarmı, yani <(lmâ'miyya» dan bulvmduk-larmı iddia eden Bektâşîlerle Kızıl-Baş diye amlan AlevUer de, gerek inanç, gerek âyin ve erkân bakımmdan tamâmiyle hatimdirler. 1243 de ölen (1827) Şeyh Ahmed-i Ahsâî tarafın­dan kurulan Şeyhîük mezhebi, bâtmî inançları benimsediği gibi, Ahmed-i Ahsâî'den sonra, bu mezhebe uyanların ba=ma geçen Kâzım-ı Reştî'nin (1259 H. 1843) kitabları, tipik bâtını telkıyn 1eriyle doludur. Önce Xn. imâmın bâbı, naibi olduğu­nu iddia ederek işe başhyan, sonra yeni bir din Ve; Icitabla geldiğini söyliyen, nihayet Tann mazhan ve zuhûm bulundu-ğımu bildiren, 1266 da (1850), Tebriz'de kurşuna, dizilerek öl­dürülen Bâb'm (Alî Muhammed) kurduğu Bâbî'ik, Babîlik­'ten doğan ve kendisine BahâuUah adını takan Mîrzâ Husayn Aliyy-1 Nûrî (1309 H. 1892) tarafmdan kurulan ve Bahâ'yı tann mazhan tfınıyan Bahaîlik dinleri de hem inanç, hem dîni yayma metodlan bakımmdan bâtmOiği temsil etmekte­dir. X I X . yüzyılda, Hindistan'da,, bu çeşit işlerle uğ^raşanlann çoğu gibi seyyid, yani H. Muhammed soyundan olduğunu iddia eden ve kendisine «Hatam ul-MürsaJîn», Me?îh ve Meh­dî denen Mîrzâ Gulâm. Ahmad Kaadîyan (1326 H. 1008) ta­rafından kurulan ve tcAhraadlyya» yahud «Kaadiyâniyya« de-

— 13 —

Page 67: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

nen mezheb, daha doğııısu dîn, hep bâtmîlilcten meydana gel­miş olan ve bâtmî karakterini taşıyan yollardır. Bâtmîlik, Hu-i-ufîlik vâsıtasiyle Bektaşîliğin de aslî unsurlarmdan biri ol­muş, hattâ Mevlevîliğe, Bayramı Melâmîliğine bile nüfuz et­miştir, (b. A. Gölpınarlı: Melâmîlik ve Melâmiler, İst. Ün. Türkiyat Mec, İst. 1931, Devlet Mat. s. 60-67; 93-104, 114-128, 197-201).

Burada, tamânriyle Sünnî bir tarıykat olan Nakşbendiyya' nm bir kolu olduldaıını iddia eden ve Muhammad Nûr ül -Arabi'ye (1305 H ! 1888) mensub olan «Son devre MelâmîIerİ» yle kui'ucusunun da, kitablarma nazaran tamâmiyle bâtmî bir karakter taşıdığını söyliyelim (aynı s, 243 ve devamı).

Bâtınîlerin bir kıgmımn, diğerlerini hakıykat ehli sayma­dığı, hattâ aynı fıi'ka içinden bâzılarınm diğerlerini tenkıyd ettikleri bile vardır. Meselâ Mısır Fâtımîlerinin hücceti olan Nâsiı-ı ITusrsv, «Safar-Nâme» sinde, Lahsâ bâtınîlerini anla­tırken ayı-ı bir taifeden bahseder gibi görüımaede ve ancak onların huylarmı övmede, aynı yoldan olan ve kendi gibi bâ­tmîlik halckmda eserleri bul.ıman Abû-Ya'kub-ı Sacistânî'yi, «Hân ül-İhvan» ında tenkıyd et.mededir.' Bâtmîlik haltkmdaki

bu umumî mülâhazaları bitinneden, «Şîa-i İsnâiaşeriyye -îmâmiyye» nin, bunlarla hiçbir ilgisi olmadığmı tekrar edelim.

Bâtmîlik, eski Hind-îran dinleriyle Sabi îliğin ve Yunan felse­fesinin islâmîleşmesinden başka bir şey olmıyan Hukemâ mes­lekiyle yuğrulmuştur. Zerdüştîlikten önce îranUların dîni olan Mih-âbâd dininde, «Desâtîr» adlı kitablanmn uydurma oldu­ğu bilinmekle beraber, yedi yıldızai büvük bir önem verildi­ğini, Sâbiîlerin de bu yıldızlan, ruhanîlerin cesedleri sayıp yeryüzünü tedbîr ettiklerine inandıklarım, bütün varlığa mebde' olarak Tann, akl, nefs, mekân ve halâ'dan ibaret beş cevhei" kabul ettiklerim, mısurları ana, gökleri babaı telâkkıy edip, insanın, unsurlardan meydana gelen cesede bürünmekle aslından ayrıldığını ve ancak bu âlemde, güzel huylara sâhib olmak ve iyilik etmekle ruhanîler âlemüıe çıkabileceğini söy­lediklerini biliyoruz.

Abul-Hattâb'a aid olduğu söylenen ve İsmâîlîler tarafm­dan yayıldığı muhakkak olan «Rasâilu İhvan is-Safâ» dan ve «İhvan us-Safâ» adlı teşekkülden itibaren bu eski inançlarla yuğrulan Hukemâ mesleki, İslâm âlemüıi sanrnya başlamıştı. İsmâîlîler, oldukça muğlâk, hattâ Sokrat mantığına uyduıoıl-

— 20 —

Page 68: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

makla beraber, iyice de hayâlı bir manı<; olaıı Hııkemâ felisefesini hayatî hir sistem haline getirmişler, inançlarım ta' lûn ve telkıynle basit bir hâle sokmuşlardır.

Bâtınîliğin ana Kitabları, Önce Alamût bâtını hükümdar­larından olup, Sihınîliği kabul eden Celâleddîn Nov-Muselman (618 H. 1221) tarafından, sonra Moğol istîlâsmda Cuvaynî'nin (683 H. 1284) de dahil olduğu bir hey'etin tensîbiyle yakd-mış bulunduğundan bâtınî inançları, bugün elimizde kalmış bulunan ve bizzat bâtmüer tarafından yazılmış olan kitablaı--la bu inancm aleyhhıde bulunanlarm verdikleri malûraâtı karşılaştınnak suretiyle elde ediyoruz. Abû-Ya'kub'Lm <d<aşf ul-Mahcûb» u, Nâaır-x Husrev'in «Vach-i Dîn» i ve ( Hân ııJ, -İhvan» 1, divânı, Safar-Nâme, Zâd ul-Musâfirîn, Rûşenayî -Nâme ve Saâdat-Nâme gibi eserleri ve bâtınîlerin diğer k i tab ­ları, bujilarm te'vîllerini, mezhebdeki dei'ecelerini ve diğer ka­naatlerini iyiden iyiye anlamamıza yardım etmede, aleyJıte yazılan kitablarda verilen malûmata da uymadadır. Ancak dâînin, muayyen bü* para karşılığmda mezheb mensuplarmdan dinî hükümleri afvetmesi ve harâmlann m ü b â h olduğunu bi l ­dirmesi, laylat «l-ifâda (mum söndürme gecesi) ve meşht-d-i a'zam (o geceki âyin) gibi şeylerin uydurma olduğunu sanı­yoruz. Çünkü esasen bâtmîlik, şeriatı, avâmm idaresi ve â l e ­min nizâmı için kurulmuş kanunlardan ibaret saydığından, bu mezhebte hiç de böyle şeylere lüzum olmadığı meydandadır.

Bâtınî inançların esâslarını şu suretle özetliyebiliriz:

Bâtmîlik, Sâbüleriu beş cevherine kar.51 1) Sabık, 2) Talî, 3) Cedd, 4) Feüı, 5) Hayâl olmalc üzere beş cevher kabul eder.

Sabık, Kalem, Tâlî, Levh'dir. Bütim varlık âlemi, Tanrı'-nm «Kün-ol» emriyle ifâde' edilen irâdesinden yaratıldığı (II, 117, III, 47, VI, 73, XVr, 40, XİX, 35, 3S, 82, XL, 68) ve baı kelime, Arab alfabesinde iki harfle, yani «k» (kef) ve «n» i le yazıldığı için, sâbık'a (ik«, tâlî'ye «n» de derler. Aynı zaman­da sâbık'a Esâs, Akl-ı KüU ve Âdem-i ma'nâ, tâlî'ye sanî, Nefs-i Küll ve Hav\'â-yı Ma'nâ da denir. Cedd, bütün suret­leri kabule istidadı olan Heyûlâ, Feth mudalc halâ, hayâl de mutlak zamandır. Cedd, vermiye, almıya müvekkil, daha doğ­rusu yaradılışa vâsıtadu-. Feth, Ceddin işlerini açtığı, bu ya­radılışı imkân âlemine soktuğu için, bu adı almıştır. Hayâl de peygamberlere şeriat hükümlerini getiren melektir. - Cedd, İsrafil'dir; Feth, Mikâîl'dir; Hayâl de Cebrail'dir. RÛhanî

— 21 ~

Page 69: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

âlemdeki Sâbık'la TâJî, iki esastır; diğer üçü, ferilerdir ki, esâslar,' cismânî âlemdeki gökle yere, feriler de mâdene, ne­bata ve hayvana karşıhktır. Hükemânın, tek olandan ancait tek şey zuhur edebilir esâsını kabul eden bâtmîlere göre Tanrı'dan ancak Ald-ı KüU zahir olmuştur ve bu bakımdan Tann', ancak' Alcl-r KüU'ü yaratmıştır. Fakat bu yaratış, yok­tan var etmek yoluyla değildir. A'kl-ı Küll, var olan ve yok­luğuna ihtimâl bulünmıyan Tann'dan, zâtmm muktezâsı ola­rak zühûr etmiştir. Daha doğrusu Akl-ı Küll, Tanrı'nın aktif kaabiliyyetidir. Bu mânevi varlık, pasif - bir kaabiliyyet mey­dana getirmiştir kî, ona Nefs—i Küll derler. Biı bakımdan Adem, gerçekte Akl- ı KüU'dür, Havva da Nefs-i KüU. Nefs-i Küll, Akl-ı KüÜ 'e nisbetle daha aşağı olduğundan Akl-j Küll'deki kemâle erişmiye çalışır ve bu cehd, kendisini hare­kete getirir. Bu hareket, gökleri yaratır. Dokuzuncu kat gök­te hiçbir şey yoktur. Bu gökün içinde olan sekizinci kat gök­te Sabiteler (Burçlar) vardır. Ondan soıiraki yedi kat gökte su-asiyle Zuhal, Müşteri, Zühre, Güneş, Mirrîh, Utârid ve A y vardır. Her gökün aktif kudretine akl, pasif kaabiliyyetine nefsi denir. Bu suretle Akl- ı KüU'le beraber on akd, on da, nefs vardır. Yıldızlar, bu göklerin cirmleridir. Gökler, yer­yüzüne te'sîr ederler ve ana kanuna düşen çocuk, bu yedi yıldızın te'sîriyle vücûd bulur. Akl- ı KüU'le Nefs-i Küll'draı meydana gelen gökler, «hareket-i şevkiyye» ile dönerler, yâni kemâle ulaşmak için hareket ederler. Dönmelerinden dört un­sur ve dört tabiat meydana gelir. Dört unsur: ateş, hava, su ve topraktır. Dört tabiat da, bu dört unsura göre sıcaklık, soğulduk, yaşlüc ve kuruluktur. Dokuz gökle dört unsurdan '<Mevâlîd-i Selâse», yani üç çocuk denen mâden, nebat ve hayvan var olur. Ancak bu zuhur, anîdir, zemânî değildir; yani Tanrı, daha doğrusu yaratan kudret, her ân vardır ve zuhuru, da her an mevcuttm- bir zaman yaratıcı kudret var ­dır; ondan sonra Akl- ı Küll ve Nefs-i KüU meydana geldi,' ondan sonra da diğer varlıklar zuhur etti ^bi bir şey düşü­nülemez. Bu bakımdan «Heykel-i âlem, hâdis-i kadîmdir.» Yâni, âlem, yaratıcı kudrete nazai-an som-adan olma sayılabi-lirse de, onunla beraber mevcûd olduğundan evveline bir evvel olamıyacağı gibi, sonuna da bir son düşünülemez. İn­san, Vai'lığm en sonu ve en yücesidir. Yaratıcı kudretten, göklerden geçmiş, göklerle unsurlarin birleşmesinden Mevâlîd

— 22 —

Page 70: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

âlemine düşmüş ve sonra en mükemmel olan bu sureti bul­muştur, îlk insan da bitkiler âleminden hayvana mercan vâ­sıtasiyle geçmiş, hayvanlardan maymunla insan arası <'nes-nag» la insan suretine gelmiştir. (Bu geçiş vâsıtalarma «u-fuk» denir.) Bedeni bakımından unsurlara mensûb -olan in­san, nefs-i natıkası bakımından .yücelikler âlemindendir ve insanda bütün, bu geçtiği âlemlerin birer ömeği vardır.

Maâd (âhiret).

Bâtmîlikte kıyamet iki suretle telâkitıy edilir: Bir bakı­ma göre ölen insanın kıyameti kopar. Âluret, bedenin unsm--IcU- âlemine, ruhu da lâyık olduğu makama gidişidir. Bu ma­kam, maddî bir âlem değildh-. İnsan, dünyada yaptığı iyiliğe ve sâhib olduğu huylara göre, ölümden sonra mâden, nebat, lıayvan âlemlerine, yahud unsurlara reddedilü.-; yâhud da ge­ne bir insanın cesedine 'girer ve kemâle ulaşmcayadek bu, böylece devam eder. Devre düşmiyecek kadar yücelmiş olan­lar, ne derecede yücelm'işlerse, ona münâsib âleme vaı.ırlar; tam olgunluğa ulanmış olanlarsa Akl- ı Küll âlemine vararak devirden kurtulurlar. Ancak, bu tenasüh inancı umûmî de­ğildir. Meselâ Nâsır-ı Husrev, «Zâd ül-Müsafirîn» de, âlemin kıdemini kabul etmez ve Âbû-Ya'kub'u reddeder. ««Hân ül -îhvân» da da Şehîd lakabıyla anılan Abul-Hasan-ı Nahşabî' nin «Mahsûln adh kitabta tenâsuha inandığını, Abû-Ya'kub,-un da bu inançda olduğunu söyler ve bu inancı tenkıyd e-derek Berzah âlemi hakkmdaki çeşitli fikirleri hulâsa eder; al-Mustansır-Billâh'm (487 H. 1094) emriyle Berzah'm ha-kıykatini «Mısbâh» adlı kitabında bildirdiğini kaydeder ki, maalesef .bu kitab bugün ortada yoktur. (Bâb. 42, s. 111-116) Umûmî layâmetse Hudâvend-i Kıyamet (Kıyamet Sahibi) de­nen yedinci imâmm zuhuru ve şeriat ahkâmmm kalkmasıdır.

Vahy, peygamberlik, şeriat ve imamet

Bâtmîlere göre rûhânî âlemde bir olan Tann'dan zuhur eden bir Akl - ı KüU bulımduğu gibi, cismânî âlemde de ona karşılık bîr kişi vardır. Bu, tamâmiyle o ı-ûhânî âleme, o yüce makama erişmiş olan kâmil insandır. Vahy, bu zâtın, şeriat ehlinin Cebrâîl dedikleri Akl-ı Küll vasıtasıyla Tann'­dan aldığı feyzdir ki bunu Hsan kisvesine bürüyen, bizzat peygamberdir. Kur'ân'daki «Şübhe yok İd Kur'ân, kerîm olan elçinin sözüdür» âyeti de ( L X I X , 40) onlarca buna delildir. Bu bakımdan, peygambere «Nâtık - söyliyen» denir. Şeriatm

— 23 —

Page 71: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

emir ve nehiyleri halkı idare için komnuşttır. Hattâ cennet, cehennem, sevâb ve ceza vaad ve korkutmaları, âdeta ço­cukları terbiye için ana ve babalarmm vaadlerine ve kor­kutmalarına benzer; hemen hepsi mecazî mânâlar taşır. Nâ-tık, tenzil sahibi olup ona mertebe balammdan en yakın o-lan birisi de vardır ki o, Nefs-i Küll mertebesindedh" ve te'vil sahibidir. Buna <fSâmit-sessiz» denir. Şeriatın hakıykatini an­cak peygamberin vasıysi ve ümmetin imâmı olan bu.zât bi-ı lir, vasıyden sonra birbiri ardmca yedi imâm gelir ki bunJa-rm yedincisi Hudâvend-i Kıyâmet'tir. Rûhânî âlem nasıl Akl- ı Küll ve Nefs-i KüU'den meydana gelmiş ve yedi yıl­dızla bezenmişse ve nasd o âlemi, bunlarm hareketi meyda­na geth-miş ve bu hareketle deıvâm etmekte bulunmuşsa^ mad dî âlem de Nâtık ve Esâs'ın meydana getirdiği tenzil ve te'-vîlle ve yedi imâmın idaresiyle durur ve yürür. Yedinci imâ-m m zuhûruyla o şeriatın kıyameti kopar ve ondan sonra ge­ne, yedi imâmla başlıyan yeni bir devre girilir.

Bâtınîlerdc teşkilât ve da'vet derecelctri

Bâtmîler, kâinatın Batlamyus meslekine ve hilkati hüke-ırrâ felsefesine göre kabul etmişleı- ve mezheblerini, bu inancı dünyevî bir sistem haline, getirmek suretiyle km-muşlaıdır. Akıl ve nefse karşılık Nâtılc ve Sâmit'i, yedi yıldıza karşılık yedi imâmı kabul etlikleri gibi, on iki burç karşılığı da on iki hüccet kabul ederler. Hüccet, imâmdan som-a en büyült: mer­tebedir ve muayyen bir bölgedeki bâtınî idaresi ona aiddir. İ -mâmdan itibaren bâtınî teşkilâtı yedi dereceye ayrılmıştır:

1) İmâm : Bu, bâtm bilgisini bizzat Tanrı'dan ahr. 2) Hüccet : îmâm vekîli sayılır ve imâmla ancak bu te­

mas eder. 3) Zû-nıassa (emen) : Çoculc, nasd ana memesinden süt

emerse, bu da bâtın bilgisini hüccetten emer, feyzi ondan alır. 4) Dâî-i Eltber : Halkı, bâtmîliğe davet eden dâüeri i-

dare eder. 5) Dâî-i Me'zûn : Bâtmîliğe girenlerin 'mîsâkmı alır,

onlan bâtmiliğe sokar. 6) Mükielleb (kbpekleşmiş, av avlıyan) : Bâtmî olımyan-

lar arasında bâtmîliğe istidadı olanları bulup, onlarm fikir­lerini çeler ve dâîye teslim eder.

7) Mü'min, yahud müstecîb : Bâtınî dâvetine icabet e-den, bâtını inançlara inanan kişi.

— 24 —

Page 72: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Bâtmîlerin kitablarında olmamakla beraber, onlsnn ınes-

leklerini eleştirenlere göre da'vet dereceleri şunlardır: 1) Teferrüs : Mükellebler, bâtmî olmıyanlar arasmda bu

mezhebe istidadı bulunanları bulup fikirlerini çelerler ve on­ların huyuna - suyuna göre harekette bulunurlar, sözler söy­lerler ve onları kendilerine bağlaıiaı-. Şia'ya karşı, Peygamber evlâdına büyük bir sevgi besler görünürler; Sünnî'ye karşı, Şia'nm aşırı inançlarını yererler; dinsize karşı dînin sosyal bir nizâmdan başka bir. şey olmadığını anlatmıya ' çalışırlar; dindara karşı fevkalâde mutaassıb görünürler; felsefeye düş­kün olanlara filozof tavn takınırlar; hâsılı bu sm-etle o adamı kendilerine bağlaı*lar, sevgisini kazanırlar.

2) Te'üîs : Temayülleri anlaşılan adamı, gözleriyle, hare­ketleriyle tamâmiyle kendisine bağhyan mükelleb, ona bâtın bilisinin yüceliğinden bahisler açar, temayülüne uygun ba­hislerde hep onun fikirlerini güder; böylece onu bâtınîHğe hazırlar.

3) Teşkîk : Bâtmîliğe hazırlanan adamla namaz rik'at-larmın sayılan, abdest, guşül, hac töreni, Kur'ân'da geçen peygamberlere âid hikâyeler ve bilhassa sûrelerin başlann-daki harfler vesaire hakkında dâima onu şülbheye düşürecek ve zahirden kaçınıp bâtına ehemmiyet verdirecek bir tarzda konuşur, bütün bunlarm sırları olduğunu söyler; göklerin ve yerlerin, yıldızlarm, Fâtüıa süresindeki âyetlerin yedişer ol­ması gibi taitâbuklar üzerinde durur.

4) Ta'lıylc : Bu suretle bu su-ları bilmek istiyen kişiye, buhlaıı ancak İmâmın bildiği ve ondan me'z,ûn olan kişiden öğrenilebileceği ve henüz bu sırra ermenin vakti gelmediği söylenerek bekletilmek suretiyle özlemi artırılır,

5) Rabt : Bütün bu dereceleri geçen zât, bâtmîliğe gir­meyi diler ve bürida ısrar ederse, mükelleb tarafından' dâî-i nie'zûnâ götürülür. Me'zûn, bu adamın mezhebine ve meşre­bine göre gaayet sıkı şartlarla 3'emîn ettirerek bâlınîHğe gir­mesini sağlar.

6) Tedlîs (karanlıkta bırakmak, gizlemek ) : Müstecîbin nazarmda öğreneceği sırlann pek yüce olduğu, her münâ­sebetle belirtilir ve bu arada bütün büyülc tamnnuş, yaşıyan ve vefat etmiş bulunan kimselerle herkesin saygısmı kazan-mış, bilgisiyle şöhret bulmuş kişilerin bâtını olduklan söyle­nir. Ancak bunlarm, müstecîble görüşemiyecek kişiler obnasma

— 25 —

Page 73: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

da dikkat ediÜr. îsmâîlîlere aid malûmat veren, hattâ yahüz îamâîlîyye hakkmda yazılmış bulıman eski kaynaklarda adı bile geçmediği halde, sonraki kaynaklarda doğduğu yer, nten-sûb olduğu lirk ve atası da tahrif edilerek birbirine aykırı riva­yetlerle Hicrî II. yüzyılda yaşıyan tmâm Muhammed ül-Bâlcır ve oğlu- İmâm Ca'far us-Sâdık'ın râvîlerinden olan ve tevec­cühlerini kazanan Mekkeli Abdullah ibni Meymûn üI-Kad-dâh ve babası Meymûn ibni Esved, şöhretlerinden istifâde edilmek üzere sonradan bâtmî dâÎK gösterilmiştir. (Safîna, II, 138, 737. Bir de İslâm Ansiklopedisi'ne bakarak kıyaslayı­nız; cüz 1, s. 35) Bektâşîlerle Baliâîlerin de aynı metodu hâlâ tâkıyb edeg'eHikleri malûmdur.

7) Te'sîs.: Tamâmiyle bâtmîliği benimsemiş olan müs-tecîbe artık yavaş - yavaş te'vîUer söylenmeğe ve bâtın bil­gisi Öğretilmeye başlanır.

8) Hal' : Bâtmî te'viUeri tamâımiyle kavrıyan, hattâ ken disi de yeni yeni te'vîller meydana getirmeye başlıyan ınii'-mine, şeriatm, âlemin nizâmım korumak için ve zamamna gö­re vaz'edilmîş olan kanunların tümünden ibaret olduğu ve bir kabuğa benadyen zahirin, iç elde edilince atılacağı, nitekim Hudâvend-î Kıyâmet'in zuhurunda da şeriatın kıyâmetmin kopacağı, herkesin bu kayıdlardan kurtulacağı söylenir. Mü'-ımrin. bu suretle îmândan tamâmiyle soyunm' ve bâtmîliğin esâslarma erişmiş oluri

9) Selh (deriyi soymak) : Bu son derece, dînin, îmâmn aslı olmadığmı bildirmektir. Bâtmîliğin, hattâ onun mayası olan hukemâ mesleğinin hiçbir suretle İslâm dînine uymadı-ğmı, vahyi, peygamberliği, Tann'yı kendi anlayışlanna göre kâibûl etlikleri ve müslümanlığı kendi telâkkıylerine, zoraki te'vîUerle tatbıyk ettikleri muhakkak olmakla beraber, gerek tâtmîleriîi, gerek hukemâ mesleğini benimsiyenlerin, bu mez­hebin- ve bu mesleğin müslüman dîninin esâsı olduğunda ıs­rar etmeleri, hele Nâsır-ı Husrev'in ömrünü büyük bir zühd içinde geçirmesi düşünülürse, bu derecelerin, bâtmîler aley­hinde bulunanlar tarafmdan uydurulmuş olması ihtimâU de hatıra gelmektedir. Nitekim bilgi baknnmdan Bektaşîlik ve Kızıl-Başlık da İslâm dînine hiçbir suretle uymazsa da onlar, asıl kendilerinin gerçek müslüman olduklannda samîrhiyyetle ısrar ederler. Gene bu bakımdan «Kavâidü Akaaidi Âli M u ­hammed» de peygamberler ve din aleyhinde nakledilen sözleri

— 2G —

Page 74: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

âe şübheli görmekteyiz, (s. 67-96).

BâhnîlJkde fc'vîl

Bât»nîler, te'vîlde iki yol tutarlar: Birisi, doğrudan doğ­ruya âyetleij, anlam bakımından, öbürü kelimelerdeki harfler ve bunların el ced hesabına s'öre sajn doğt'i'Jcri bakiTnvnorıu ic'-vll etmektir, heı ikisi için de nuavVv-r. bir raetod yoktur ve bütün bu te'vîller gelişigüzel yapdır. Ancak, gaaye aynı olduğu için, metodun pek o kadar önemi yoktur ve aynı sonuca varıhr.

Bâtmîlere göre, mu'cizeler aklîdir. Nûh tûfânı, balkın bâtm bilgûiinde boğulması, Nuh'un genmsi, müstecîbin bindiği da'vet gemindir, İbrahim'in atıldığı ateş, Nemrûd'un hiddet ateşidir. Mûsâ, hakıykat ateşini kendi varlık ağacında görmüş, Tann tecellîsine, vücûd Turunda mazhar olmuştur. Asâs:, Fir'avn'm delîUerini ibtal eden hüccetidir. îsâ'nm beşikte ko­nuşması, vücûd beşiğinde onlara delîl göstermesidir. Körlerin gözlerini açması, bilgisizlere gerçeği göstermesidir. Ölüyü di­riltmesi, bilgisizlikle ölmüş olanı, bilgiyle diriltmesidir. A b -dest, tmâma ahidle bağlanmak, gıısül, ahdini tazelemek, te-yenunüm, Imîıma ulaşamazsa hüccete müracaat etmek, namaz, fenama ulaşmak, hac, yedi imântu ikrar etmek, oruç, bâtın sır­lım saklamak, zekât, müsfalıak olanlara bâtm bilgisini bağış­lamaktır. Cehennem, şeriatın zidiiridir, ceımet bâtını. Şeriat iki kısma aynlır: Aklî, vaz'î. Aklî olan, adam öldürmek, baş-kasmm malma tecavüz etmek gibi daima kötü olan, yâhud nikâhın lüzumu gibi dâima iyi olan kısmıdır ki, bunlar hiçbir vakit kalkmaz. Fakat vaz'î olanlar ve bâtınî mânalaıı bulunan 1ar, Hudâvend-i Kıyâmet'in zuhurunda kalkacaktır. Fakat bu kayıdlar, birer birer, yahud biıdlen kaldınbnaz. Ümmet bunu anlar ve o, zuhur edince zaten kalkacak olanlar, kendiUğinden kalkar, emir onun olur ve cihan adalede dolar. Bu te'vîUer ıher şeye, hattâ günlere bile tatbıyk edilmiştir.

İkinei çeşit te'vîHerine de iki örnek verelim: Allah admda (Arab alfabesiyle yazılışa göre) dört hai-f vardır. Elif Akl- ı Küll'e, lâm Nefs-i Küll'e, ikinci lâm Nâtdı'a, he beyân'a işa­rettir. Ajmı zamanda elif yukarıya ağan ateşe, lâm havaya, ikinci lâm suya, he yuvarlak olaıi yeryüzüne, yâni topi-ağa delâlet eder. Bu dört harf, elifle başlar ki, ebced hesabında bir'e karşdıktır. Son harfi olan «hâ», yine e M e biter. EUfle lâm <dâ» olm- ki nefye, lâmİa he «lehû» olur ki, isbâıta işaret

— 27 -

Page 75: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

sayılu-. (Hân ül - Ilıvan, s. 66-69). «Lâ ilâhe illallah» sözünde neîiy ve isbât vardır. Nefiy cüz'ünde iki kelime var: Bu söz-deJd lam, Nefs-i Küll'e, elif Akl- ı Küll'e; bu sûreÜe de Esâs ve Nâtık'a delâlet etmektedir. Elifle lâm arasmda yirmi bir harf vardır. Dîn âleminde de Nâtık, Esâs, yedi imâm ve on iki hüccet olmak üzere yirmi bir kişi vardır. Nitekim rühânî âleim de de heyûlâ, sûi'et, yedi yıldız, on iki burç yirmi bir eder. İnsanda da ruh, beyin, ciğer, akciğer, öd, dalak ve ilik, on İki delikle yirmi bir olur. Lâm Nefse, he Nâtık'a delâlet eder. İkisi arasında üç hai-f vardır. Nefs-i KüU'le Nâtık arasmda da Cedd, Feth ve Hayâl'den ibaret üç rûhânî bulunur... (Vech-i Dîn, s. 76-77). Hurûfüer, bâtmîlerin bu ikinci tarz te'vîUerini kendi esâslarına uydurarak aldıklaıı gibi, İbni A -rabî'ıüıı Fütûhât'jnda da her iki çeşitten bâtmî te'vîUere bol bol rastlamaktayız.

Bâtmîlik, şeriat emirlerini te'vîl etmekle beraber, acaba gerçekten ve bütün bâtmîler bu emirlere uymuyorlar mıydı? Bu te'vîUer, onlarm esâsı budui', bunları bilenlere o kayıdlarla mukayyed olmanın lüzumu yoktur sonucuna varmalc için miy­di? Biz, bunu da böyle sanmıyor ve böyle gösterenlerin biraz ileri gittiklerini ve belki de bâtmîlerin te'vîilerLni böyle anla­dıklarını zannediyoruz. Bâtmîlerin şeriat kayıdlarma ehemmiyet vermiyenleıi mutlaka vardı ve bunlar, onlann belki ileri gi­denleri, belki de te'vîli bu çeşit telâkkıy edenleriydi. Fakat te'vîli kabul etmekle beraber, şeriat emirlerine uyanlarının da bulunduğu ve hattâ çoğunluğu bunlarm te.şkil ettiği zanne-düebilir. İbn ün-Nadîm'in bâtmîliğe girenlerin muayyen za­manlarda bulundukları derecelere göre okuyacakları yedi ki-tabm bulunduğu ve yedinci kitabın şeriat emirleri hakkında garîb şeyleıi ihtiva ettiği hakkmdaki rivayetini de ihtiyatla karşılamak lâzımdır kanaatindeyiz.

Bâtuıîliğüı to'sirleri '

Mümkün olduğu kadar hulâsa ettiğimiz bâtmî inançlar, İsmâıUyye hatmilerine aiddir. Fakat mayası, evvelce de söyle­diğimiz gibi, Hind-îran inançlaıı ve hukemâ felsefesinin te-lâkkıyleıi olan bunlarm mühim bir kısmı, tasavvufa da geç­miştir. Sûfîler, bu sistemdeki yedi imâm yerine «Budalâ-yı Sab'a» yı, on iki hüccet yerine «Nukabâ» yi koymak suretiyle Ismâîlî'lerin dünyevî sistemlerini hayalî bir şekle bürümüşler, Sâmit yerine Sünnîler, Kutb ül-Aktâb'ı, Şiîİerse Onikinci î -mâmı almışlardır. Esasen Rical ül-Gayb (Gaaib Erenleri) de-

— 23 —

Page 76: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

nen ve sûfîlerce kâinatı idai-e eden erenlerin sayılarında ve hizmetlerinde İsmâîlîyye mezhebi ile hükemâ felsefesinin, hattâ Sâbiüiğin mühim te'sîrleri olduğu meydandadır, fimi Arabi bile Budalâ-yı Sab'a'yı anlatırken, yedi iklimi ve hafta-nm günlerini anarak hu nokta-i nazarımızı kuvvetlendirir. İsmâîlî olmıyan, fakat te'vîli kabul eden sûfîler ve bilhassa Hurûfî mezhebine mensûb olanlar, yahud bu mezhebin te'sîri altmda kalanlar, te'vîlde bâtmîlerin te'sirîerine lıapılmışlar-<iır ve tasavvuf târihinde Nusayrîlilî, Bektaşîliğin • aslı olan Babaîlik, Edhemîlik, Câmîlik, Kalenderîlik, Haydaril-ik, Bek­taşîlik, Celâlîlik... gibi birçok Bâtmî-Şiî zümreler, bu te'sirle meydana gelmiştir.

Burada, eski bâtınîlerde Hind - îran tnançlaı-ını, SâbiîU-ğin ve zamanla fethedilen ülkelerdeki dinlerin te'sîrleri oldu­ğu gibi, son zamanlarda tüı-eyen Ahmedîlik, Şeyhîlik, Babî­lik, Bahaîlik ve Kaadıyânılik gibi dînlerin meydana gelmesinde Batı sömüngeıılerinin Müslüman topluluğımuı ayırma ve bu ayrılan fırkalan birbirine düşman edip kendi malısadla-ınna erişme amacmm güdüldüğünü, Müslümanlığa tam inan­mamış kişilerin de bu cereyanların başına geçtikleri, hattâ «Sir» lik payesine ulaşüklaıını. Masonluğun da bu çeşit cereyan­lardan biri bulunduğunu söylersek, sanmm ki yanılmamış o-luruz. (Şeyh Muhamimad ıd-Hâlisıyy ül - Kâzımı : «Kitâb-ı Hurâfât-ı Şeyhıyya va Küfriyyât-ı İrşâd ul-Avâm yâ Da-sâis-1 Kâşîşân der îrân» a balcınız.)

— 28 —

Page 77: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

«Vândât» hakkmda 11 ÂRIDÂT», âdeta birtoiriyle il^U olrrayan ve birçok

" V meclislerde somdan sorulaı-a verilen cevâblarm, yahut sohbetlerde herhangi bir münâsebetle girişüen îzâh-

larm, hattâ göz aı-asmda akla gelen bâzı olayların, bâzı müşa­hedelerin nakillerinin toplanmasmdan meydana gelen bir kita­ba benziyor. Biz, bu kitaba^ birbiriyle ilgili ibâblara, bölümlere aynhniş tam bir tasnif diyemeyeceğiz. Orta boyda 14 yapraktan, yâni 28 sahîfeden meydana gelen Vâridât'a usûle uygun olarak Allaha hamd ve .sena edilmek, Peygambere, soyuna - sopuna, sahabesine salât ve selâm getirilmek, kitabm konusu hakkm­da bilgi verilmek suretiyle bir dîbâçeye girişilerek, tasnif sebe­bi anlatılarak başlamnamaktadır Musannif kendi admı, tasnif sebebini, tarihini, ne için ve kimin adma, yahud kimlerin dile­ğiyle yazdığmı anmamaktadır; nitekim bir hatimesi de yoktur. Doğru ve tam bir nüsha olan yazmamızm sontmda, «Bu bilgi de, Allah ondan razı olsun, Şeyh'in ifâdelerinden anlaşdmakta-dır...» sözleri bu kitaibtald bahislerin, Bedreddîn'in ifadcflerinin, sohbetlerinin toplanmasmdan meydana geldiğini açıklamakta­dır.

«Varidat» ta bir kere 808 tarihinden, iki kere de 810 yıU Saferinden ve Cuımâdelâhırasmm ilk on gününden bahsedili­yor. Anlaşılıyor ki Şeyh'in sohbetleri, sohbetlerindeki takrirleri, sorulara^ verdiği cevâibları tasnifsiz bir halde ve 810 Cumâdel âhırasından sonra (1407) toplanmıştır. Bu bakımdan, «Varidat» ta «mutlak varlık ve vahdet, cesetlerin haşri, di^ya ve âhiret, cennet ve cehennem, irâde ve ihtiyar, yaratılış, melek, cin, ve şeytan, sülûlc, riyâzat ve mücâhede, ibâdet, tasavvuf, müşahe­deler, lüya, in.san...» gibi bahisler birçok yeı-lerde, ibhir müna­sebet düşmeden, tekrarlamr durur. Hattâ bu yüzden, Mûsâ Kâzım merhum, Vâridât'ı Türkçeye çevirirken her bahsin ba-

— 30 —

Page 78: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

çmâ o bahsin konusuna dair bir başhk koymak, böylece oku-yanm faydalanmasmı kolaylaştnırralc yolunu tutmuştur. Sûfî­lerin sohbetlerini zabtedip kitab hâline getirmek geleneği zâ­ten mevcuttur ve Varidat, bu. çeşit toplanarak meydana getiri­len ilk eser değildir; yalnız biraz acemice toplanmıştır. Mevlânâ' nm «Fîhi mâ-fîh» i, sohbetlerinin toplanmasından meydana gelmiştir. 1065 Hicrîde (1655) vefat eden ve Hanrzaviyye-i Me-lâmrüyye'den olan Oğlanlar Şeyhi İbrahim'in sohbetleri de halî­fesi Kütahyalı Sun'uUah Gaybî (1073 ten sonra 1662-1663) ta­rafmdan «Sohbet-Nâme» adı altında toplanmıştır. Eserin adı­nın Varidat, yâni doğuşlar, Tanrı tarafından kalbe doğan söz­ler, anlamlar mânâsına gelmesi de bu yüzdendir. Sözlerin b ü -çoğunda Bedreddîn'in bu anlamları, izahları kendisine izafe et­mesi, hattâ «Benden önce kimse bunu bu çeşit söylemedi» gi­bi, kendini, kendi anlayışını öne Süi-mesi, müşahedelerinden bahsetmesi, birçok yerlerde mütekellim sıygası kullanması, bu sözlerin. Bedreddin'e ait olduğunu göstermektedir. Ancak bu sözlere söz katan oldu mu? Bu hususta kesin bir hükme var­mamıza imltân yok. Herhalde bu sözler, yazıldıktan sonra, gene geleneğe uyularak kendisi tarafından da görülmüş, ve herhalde kendisi itirafından o zamanın ilim dili olan Arapçaya çevrUmiş, başkası tarafmdan çevrilmişse bile düzeltilmiş, bu arada teker­rür eden bahislere, bâzı kere «önceden de bahsedilmişti» gibi kayıdlar konmuş, bu toplanan sözlere de, anlama uygun ola­rak «Varidat» adı verilmiştir.

«Varidat» takı konuların en önemlisi. Mutlak Varlık \'e varhk birliğidir. (Vücûd-ı Mutlak, Vahdet-i vücûd).

Bedreddin'e göre Tann, zâtı bakımından her şeyden ıtnühezzehtir; fakat zuhura zâti bir meyli vardır ki fcu, zâtmm iktizâsıdır; bu iktizâ zuhuru îcâb eder. Her şey onım sıfatı vc suretidir. O, her şeydedir; her şey de ondadır. Zuhuru, cüz'î Şeylerde taayyüniyle tahakkuk eder. Varlıkların birbirine zıd oluşu, mefrtebeler dolayisıyladir ki bu, itibarîdir. İnsanın uzuv­ları, nasıl insandan başka bir şey değilse ve bütün .uzuvlar in­sanı meydana getiriyorsa, bütün varlıklar da Tanrıdır; her şey odur. Zâtı bilinemez; fakat suretleri görülür, bilinil-. Bu ba­kımdan, herhangi bir şey, bir varlık, ben Allahım diyebilir; gerçek bakıınmdan doğrudur. Suret bakımından o varlıktan, keiîdiliğinden bir şey sâdır olmadığından Haktan ayn sayılıy. Mutlak Vai'Iık, zâtı bakınnndan vâcibdir; imkân ise suret bakı-^ mindandır ve hayâlidir.

sı —

Page 79: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Bu esas üzerine mütalâa edilen «Vahdet-i Vücûd» da kâ-inatm adem oluşu ikinci plânda kalıyor ve bu inanç daha zi­yade «Vahdet-i Mevcûd» a yaklaşıyor.

•Ar Zatî iktizâ, Mutlak Varlıkta daimî olduğundan, bu ikti­zâ onvın taayyünü bulunduğundan ve taayyün etmemesi müm­kün olmadığından Mutlak Varlıkla beraber âlem mevcûddur; bu yüzden de âlem, zâta nisbetle hadis sayılsa da onunla be­raber mevcûd olduğundan kadîmdir; önüne ön yoktur; sonuna da'son bulunmaz ve kıyamet kopmaz. Kıyamet, ölümdür.

Bu da Aristo'danberi mevcûd olan ve Hükemâ tarafmdan «Heykel-i âlem hâdis-i kadîmdir» diye anlatdan bir inançtu-.

Tannmn irâde ve ihtiyarı, mertebelerin, suretlerin ikti­zâlarından ibarettir. Bunlar bir araya gelince, dilek, ister iste­mez meydana gelir; o meydana gelince de olacak işler, ister istemez olur. Şu halde AUahın irâde ve ahtiyârı, isterse ya­par, isterse yapmaz tarzında mütalâa edilemez. Allah, herşey-de, o şeyin istidadı ne ise onu diler; başka bir şey dilemez. Kelâmcüann, AUah dilediğini yapar demeleri, zâlimin zulmü­nü, kâfirin küfrünü de diler anlamına geÜr ki, bu, yanlıştu-.

Bu mütalâadan, bu hükümden çıkan sonuç da Hükemânm inancıdır; yâni iüm malûma tâbidir; Allah fâil-i muhtar değil­dir; mûceb bizzâttır. Yaıatış, her şeyin istîdâdma göredir; irâ­de ve ihtiyar, istîdâd ve kaabiliyetle meşriıttur.

•k Bütün mertebeler, cisimler, suretler âlenündedir; ruhlar ve müccrredât bu kayıdlara sığmaz. însanm bedeni ev­velce Melekût âlemindeydi; suretlerin yığılmasıyla yoğunlaştı; suret kalkınca gene letafetini elde eder, ortağı olmıyan Hak ka-hı\ Yüce Tanrınm, bedeni tesviye edince ruhu üfüi-mesi, mad­de istîdâd hâsıl edince hayat bulmasıdır. İnsanda ruh, nefs-i natıkadır. Bu, hayvandaki yaşayışın aymdır, fakat istîdâd ba­kımından ayrıdır. Bir, bakımdan bedenden sonra meydana gel­miştir; bir bakımdansa Misâl âlemi vâsıtasiyle beden suretine temessül etmiştir; bedenden önce olduğu gibi Misâl âleminden de önce mevcûd olan bir cevherdir ve bedenin fiiUerini, hare­ketlerini meydana getiren bu cevher, suretin bozulmasıyla bo­zulmaz; ancak sûretsiz taayyünü de mümkün olmadığından her an, ona bir suret gerektir. '•

Bedreddîn'in asıl bocaladığı bahis, bu rulı bahsidir. Ruh, bedende hâsıl olan istîdâdm son-ucuysa, yaşayışsa ve insan suretinde, mertebe bakunından <• Nefs-i natıka» olarak tecellî ediyorsa, bedenin ölümüyle onun da yok plması, o istîdâdm

— 32 —

Page 80: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

da kalmaması gerekir. Bedenden önce, mutlak varlıkta ve leta­fet âleminde mevcudsa — ki Bedreddîn'in sözlerinden böyle anlaşılıyor — bedenden sonra gene mevcûd olan bu cevher ne oJuyor? Letafet âlemine geçiyor.ia taayyün kalmıyor deracki;u-sûretsiz taayyünü mümkün olmadığına göre bu suret, ya misâ-lîdir, ya unsurî. Unsurî olunca Şeyh, tenâsuha inanıyor demekr tir, misâli ise tam îzâh edilemiyor. HâsUı bizce, Bedreddin'in dilinin altmda bir şey var; fakat söyüyemiyor; galiba taayyünü kalmaz; binaenaleyh letafet âlemine vanr, aslına ulaşır; şu hal­de ruh hayatla, hayat da cesetle kaimdir demek istiyor; fakat zamanmda, bunu açıkça ifade edemiyor.

•A Bedeni dağılmca bir daha aynı terkîb meydana gelmez, buna imlcân yoktur; yâni cesetler hagredümez. Suretin dağıl­ması, ruhun yok "olmasım îcâb etmediği gibi dağılan suret de bir daha t'erekküb edemez. - Ama insan nev'inden hiçbir fert kal-maymca gene bdr insanın yaratılması ve insan cinsinin yeniden türemesi mümkündür. Yoksa hayâl edilen kıyamet kopmıyaca-ğı gibi rüsum bilginlerinin sandıkları gibi cesetler de hasre­dilmez.

Bu hüküm, yukarıdaki hükme bağlıdır; suret dağdmca yok olmıyan ruh, yâni insan suretinin kaabiliyeüne göre «Nefs-i natıka» şeklinde tezahür eden hayat, Melekût âleminde mevcûd olmakla beraber cesetler haşredilmiyeceğinden artık taayyün etmez diyor; biz, bunu anlıyoruz.

İ>C İnşam Hakka götüren her şey melektir; kötülüğe sev-keden her şey de şeytandır. İnsanı iyiliğe sevkeden kuvvetler, meleklerdir; gehevî kuvvetlerse şeytanlar. Yağmur damlası, bir çok kuvvetlerle buhaı- hâlinden damla hâline gelir; her damla da, kendisinde mevcûd olan düşme kuvvetiyle yere iner. Bu keyfiyyet, her damlayı melekler meydana getirirler ve her dam­la, bir melek tarafmdan' yere indirilir tarzmda anlatılmıştır. Hak'tan yüz çeviren kişi de şeytandır. Şeytan, kan damarların­da dolaşır denmesi, şeytanın, insandaki şehevî ve kötü kuv­vetler olduğunu gösterir. Melek ve şeytanın, cinlerin temes-sülü, insanm istidadına göre hayalî şekillerde olabilü-.

Bu îzâh da, melek, cin ve şeytanın Icuvvetlerden ibaret ol­duğunu, insan ve hayvanın hayâline bağlı bulımduğunu, bım-ların ayrı, müstakil varlıkları bulunmadığını bildirmektedir ki taban tabana şer'î beyanlara zıddır.

ir Dünya ve âhiret. Mülk, yâni görünen madde alemiyle Melekût, yâni görünmiyen, fakat bu âlemle kaaim bıdunan

F. 3 - 33 -

Page 81: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

kuvvet âlemidir. Mutlak Varlık, tesîr ediş bakmamdan AUah, tesîr altmda kahş bakımından âlemdir. Var oluş ve Bozuluş (Kevn ü Fesâd) âlemlerinin ikisi de ezelî ve ebedîdir; dünya ile âhiret de itibarîdir. Görünen suretler geçici dünyadır, iç âlemse yok olmıyan âhirettir; ikisi de ezelden ebededek vardır. Fakat itibâr, üstün oUm. sıfata göredir de bu yüzden dünyaya geçici denmiştir, âhirete kalan âlem adı verilmiştir. Bir başka deyimle de her şeyin önü dünyadır, sonu âhiret.

Bu fikir de müteşerriaya uymadığı gibi âhireti, sıfatlar âle­minin zuhuru, saltanat-ı sıfat olarak kabul eden sûfiyyenin fik­rine de uymaz. Bu fikre göre dünya ile âhiret, zarfla mazruf İcabilindendir ve âhiret de dünyadadır.

Cennet ve cehennem de Melekût âlemindendir, cen­netteki huriler, köşkler, ağaçlar, meyvalar, nehirler ve cehen­nemdeki ateş, azâb vesaire hep temfidîdir. Peygamberler ço-cuklann velîlerine benzerler. Velîler çocukları, onların dilek­lerine, tabiatlarma uygun şeylerle iyiliğe, doğruluğa sevkettik-leıi gibi peygamberler de insanları, onlarm isteklerine uygun sözlerle doğru yola sevkederler. Yalnız çocuHarm velîleri yalan söyliyebiHrler; peygamberlerse yalandan münezzehtir; şu halde aözlerinm ayn anlamları vardır; rüyada görülen şeyler gibi yo-rumlanlması gerektir. Meselâ Allahtan başka yoktur tapacak diyen cennete girer denmiştir; yâni bu inanç cennetme girer. (Sonra savaşta tutsaklıktan, öldürülmekten kurtulur. O sözü cam-na, malına, ehline-ayâline kalkan edinir. Taundan başka varlık tanımıyan, gerçek varlığa kavuşur; varlığmdan yok olan, bâkiy varlığa ulaşır. Bütün bunlara cennet denmiştir. Cennet, dün­yaya ait olsun, âhirete ait olsun, yüce hallere ve mertebelere dendiği gibi kötü haller de ceheımemdir. Bütün bu manevî haller, hurilere, köşklere, ateşe, azaba benzetilmiştir.

Görülüyor ki cennet ve cehennem de, aşın bir te'vîUe dün­yadaki hallere tatbıyk edilmekte, rühâyet Melekût âleminden sayılmaktadır. Bedreddin, cennet ve cehennemi, eski telâkki­ye uyup göklere de götürür. Cennetin üstü arştır; burçlarm bıdünduğu gökse cennetin yeri. Atlas göğünün altındaki yedi gökle beraber cennet sekiz olur. Burçların bulunduğu göğün mukaar ciheti cehennemin üstüdür, geriye kalan yedi gök de yedi cehennemdir der.

Bedreddin, bütün sûîîler gibi insana büyük bir önem

— 34 —

Page 82: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

verir. Hak sureti, Tann emanetidir ve insana veı-ümiştir; in­san bu surete mazhar olmuştur; bu yüzden de Tanrı halîfesi­dir; cemâl ve celâl sıfatları onda zahir olmuştur. Mutlak Var­lık, insan mertebesindeki yücelikleri, ululuklan başka mertebe­lerde izhâr etmez, edetmez.

tnsanm, mazhariyetini bilmesi için kullukta bulunması, mücâhedeye devam etmesi gerektir. İbâdetlerin dileği, Hakka ulaşmak maksadıdır. Bu maksat bulvmmazsa ibadetten bir şey elde edilemez. Zikirler, dualar da kalbin Hakka yönelmesi için vasıtadır. Avamın ibadeti âdete uyımaktan ibarettir; manevî yola girmiş olanların ibadetleri korkuyla umuda dayanır. Yolu ortahyanlar, yüce mertebelere ulaşmak için kullukta İaulımuv-1ar. Sona vararJarsa şeri-at sınırlarım korumak için ibadet ederler.

Görülüyor ki Bedreddin, ibâdetlerde «hikmet-i teşri'iyyeı> aramaktadır; müntehîlerse onca, şeriat sınırını korumak için ibadet ederler.

Bedreddin, gerçeği dileyen kişinin, hastanın kayıtsız şartsız doktora teslim olması gibi mürşide teslim olması lüzu­munu söyler; bumm için de dünyayla meşgul olmaması gerek-tiğmi bildirir. Fakat dünyanın iki yönü vardır. İnsanı Hak'tan gayrıdan çeken yönüyle meşgul olmak, dünyayla meşgul olımak değildir; insanı Haktan alıkoyan yönüyle meşgul olm,ak haram­dır; nitekim semâ' da ehline lıalâldır, ehil olmıyana

barâm. Gerçeğe ulaşmak içüı gerçeğin küfür mertebesini de aşmak gerektir. Tam gerçeğe ulaşan, gerçeği bilmekle beraber herkese, aklıria uygun söz söylediğinden münafık sayılabilir; ama sözü, mıuhatabımn mertebesine göre de gerçek olduğundan bu, nifak sayılmaz da. Sûfî, olgunluk derecesine ulaşınca, vak­tinin oğlu olur; geçmişi, geleceği düşünmez, onca dünyamn hakıykatı, içinde bulunduğu andır. Sülûkde, akıl yoluyla değil, keşif yoluyla yol almak gerektir; bu da nefsi antmakla, pey­gamberlere uymakla olur.

Bedreddîn'in bahsettiği, hattâ kendisinin de bir müddet orada durduğunu .söylediği gerçek küfür makamı, mevhum varhğı zihninde hakıykat sandığı şeyleri inkâr makamıdır. Bım-dan birçok sûfîler bahseder. Dünyanın iki yönü de hadîse da­yanmaktadır; Mevlânâ da, «Güzel, iyi adama güzel ve iyi mal, ne de gûizel yaraşır.» hadîsine dayanarak bundan bahseder. Sü-

— 35 —

Page 83: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

lûkte akıl yolunu kabul etmemekle felsefeye muarız göıüaen Bedreddin'in, birçok meseleleri aklıyla yorumlamak suretiyle te­nakuza düştüğünü de sözümüze ekliyelira.

Tİr Bedreddin'e göre rüya, görünen, bilinen, duyıdan şeyle­rin uykuda surete bürünerek görünmelerinden ibarettir; Hü­kemânm dediği gibi ruhun mücerredât âlemine ulaşmasından doğan bir şey değildir. Öyle olsaydı, görünmiyen ,bilinmiyen şeylerin de görünmesi gerekirdi. Aynı zamanda görülen şeyler, marifet ve tevhid derecelerine, yâni gören kişinin hâline de işarettir. Hattâ Peygamberi bile rüyasında gören, kendi dere­cesine, düşüncesine göre görür; zaten düşünce, uykuda devam eder ve rüya, bu düşüncenin mahsulüdür,

Bedreddin, rüyayı bu kadar müsbet bir tarzda izah ettilc-ten sonra gene tenakuza düşer; rüyalarını, müşahedelerini an­latır ve bunlara büyük bir önem verir. Ancak her müşahede­sini, her rüyasmı, müsbet bir tarzda yorumlamak suretiyle de bu tenakuzdan kaçınır; fakat aksi bir düşünceye de salıip ola-bdeceği ihtimalini serdetmez; ama bu ihtimali serdetmemesi de doğrudur; çünkü böyle bir şey olursa, o zamandaki mertebe­sine göre onca, gene bu rüya doğrudur.

Bedreddin'in «Varidat» ta naklettiği müşahedelerini, rü-yalarmı şöylece hülâsa edebiliriz:

Sekiz yüz sekiz yıhnda, yeşüler giyinmiş iki adam, ölü olan îsâ'yı kendisine göstermişlerdir. Bu, îsâ'nm, cesediyle ölü, ruhuyla diri olduğuna bir işarettir.

Bâzı zamanlar, kendisini tamâmiyle letafet kesbetmiş gör­mektedir. Bâzı da, birisinin şekli gönlüne doğar; âdeta kendisi­ni İPİnden alıbor; derken sabahleyin o adam gelir, kendisini ziyarei; eder.

Bir gece . kendisini bir ışık kaplamıştır; kendin­den geçmiştir; arapça bir beyit okumaya başlar. Çev­resindeki adamlardan biri olan Mısır, Berkolcıyye mü­derrisi Seyfüddin'i, Şeyhûniyye müderrisi şeldinde gö­rür. Sonra dikkatli bakmca, o zâtın Seyfüddîn olduğunu an­lar. Bü, şu iki şahsın arasındaki ruhî münasebetten ileri gel­miştir kendince.

, Bir gece oturmuş, dayanmışken ruhunun kıvranıp çırpındı ğını, yanmakta olan odunun alevinden çıkan sese benzer bir ses duyduğunu söyler; kendisine gelince, ocakta bir odunun

— 3G —

Page 84: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

yanmakta, alevinin kıvranmakta bulunduğunu ve duyduğu se­sin de ondan çıktığını anlar. Onca, gerçek bakımmdan odu-nmı varlığıyla kendi varlığımn aynı oluşundan doğmuştm* bu hal.

Bir gün, hava bulutluyken ikindi ezanının okımacağı altlı­na düşmüştür. Bu fikir, birkaç kere içine doğmuştur. Derken ezan okımmaya başlar; bundan da gaybı bildiğini, gaybı büe-ninse Allah olduğunu istidlal eder.

Bâzı vakitler de kuvvetli bir yürüyüş duymaktadır; kendi­sinin yürüdüğünü sanmaktadır.

Bir kere ruhu, uyku ile uyanıklık arasmda kendisine te­cellî etmiş, parıl parıl parlamaya başlamış; birisi, âhiretle dün­yanın aı-ası, ihtiyarlıkla gençlik arası gibidir demiştir. Bir gün de hafif bir uykuya dalmışken, bütün varlığın tümden AUah olduğu gösterilmiştir kendisine. Bedreddin yâ AUah demiştir; fakat o anda dili de AUahm dili olmuştur; vecde gelmiş, ağla­mış, kendisinden geçmiştir.

Dostlarından birini üzüm bağını korumaya memur etmiş. Çocuğun biri, üzüm yemek için bağa girince o adam, çocuğa bir t'okat atmış. Bunu anlatan, Bedreddin'e demiş ki: Tokatı ben yemiş gibi oldum; yere dü.ştüm; çocuğaysa bir şey ohnadı.

Bir genç tacir, arada bir ziyaretine gelirmiş. Bu anlatmış: demiş ki: Bir gece birisi beni uyandndı Kalkıp oturdum. Ada­mın yüzü parıl parıl parlıyordu; ışığı evi ışıtmıştı. Bir müddet durdu; bir şey söylemedi; derken kayboldu. Ertesi ak­şam, daha ertesi akşam gene geldi. Üçüncü gelişinde yanında kendisi gibi birisi de vardı. Gördüklerimi bir dosta anlattım. Bir daha görünmedi; fakat iki üç gün sonra, şiddetli bir has­talığa tutuldum.

Bir gece otururken bir pervane, mumun etrafında uçup dönmeye başlıyor; derken, kendisini muma çarpıp yere düşü­yor. Bedreddin, hareketten kalan bu pervanenin öldüğünü an­lıyor. Bâyezîd'in, bir karıncayı dirilttiğini hatırlayıp pervane­yi eline alıyor; sağlam bir gönülle ve dirileceğine inanarak üf­lüyor. Pervane diriüp uçmaya başlıyor.

Sekiz yüz on Saferinde bir gece hastalanmış, hayatından umudunu kesmiş. AUaha yönelip ey benim Allahım demiş; be­ni bu hastalıkla alacak mısın? Hiçbir suret görmeksizin, ben •seni bu hastalıktan kurtaracağım sesini duymuş; gönlü yatışmış.

Bir kere de gökten bir, yahud iki yıldıza dokunduğunu

— 37 —

Page 85: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

görmüş. Anlamış ki gökteki yıldızlar, tavus kuşunun kanadm-daki renkler gibi göğün cüzü'leridir, göktendir.

Gene sekiz yüz on yılı Cumâdelâhırasının ilk on gecesin­den birinde, sabaha karşı İbni Arabi'yi görüyor. Bedreddin'e di­yor ki: Şeytanı bu âlemden başka bir âleme attım; bu âlemde yalnız eseri kaldı. Bu müşahedesini te'vîl eden Bedreddin, o sıralarda «Fusûs» la meşgul bulunduğunu da kaydediyor.

Bir gün de uyuklarken, birisinin bahçede «Hû» adını zik­retmekte olduğunoı görüyor; uyanınca birisinin, Allahı zikret­mekte olduğunu işitiyor.

'Ar «Varidat» ta bütün bunlardan başka iki tane de fıkıh mes'elesi var:

Kazaya kalmış namazlarda tertîb lâzım mı; savm-ı visal caiz mi?

Dünya ve âhireti bir gören, nisbî ve îtibârî sayan, cesetle­rin haşredilmiyĞceğini ısrarla savunan, âlemin kıdemini kabul eden, meleklerle cinlerin ve şeytanın kuvvet olduğunu söyli­yen ve bunu hadîsle de isbata kalkışan, üstelik de bunların, insanlara göründükleri zaman görünenin hayalî olarak varol­duğunu bildiren, nihayet rüyanın, düşüncelerin suretleri oldu­ğunda ısrar eden Bedreddîn'in, bu müşahedelere önem verme­sine gerçekten de şaşılır. Görüldüğü gibi, bunlarm hemen hepsi birsam (varsam) dır. Hele pervaneyi diritmesi, şüphe yok ki hayalî bir görüşten, kendini aldatıştan başka bir şey olamaz. Kendisini zikre vermiş, rüyalara dalmış, dünyâdan gözünü yummuş, olağanüstü şeylerle kafası dolu bir adam ol­sa bunları, hattâ bunlardan daha üstün şeyleri nakledebilir. Fakat Bedreddin nasıl oluyor da AUahla konuşuyor, nasıl olu­yor da gökteki Hr, yahut iki yıldızı elliyor, nasıl oluyor da kendisini bir ışık kaphyor, bir adamı, bir an başka bir adam olarak görüyor, nasıl oluyor da lâtif bir hâle geliyor? Bu birsam lara nasıl kapılıyor? Bunu, ancak inançlarında bocalıyan bir insanın ruhî hâletleriyle îzâh imkânı vardır sanırız. Bu husus­ta sön söz olarak diyeceğiz ki Bedreddin, kendisini mânâ âle­minden kurtaramamış, o âleme inanmış bir adamdır. Fakat onun tasavvufu, hiçbir vakit Mevlânâ gibi îmânla; aşkla dopdo­lu olan, varlığını yokluğa değişen, aşkta yok olan bir erenin tasavvufu değildir; sülükte akıl yoluyla değü, aşkla menzil aşılacağmı söylerken bile akıldan km-tulamamış, îmânından zi-

— 38 —

Page 86: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

yade aklından, ilham almış bir hakimin tasavvufudur. Bu yüz­den de İbni Arabi'ye çok benzer ve bu benzeyiş yüzü.nden-dir ki «Fusûs)) la meşgul olur, «Mesnevi» ile meşgul olmaz, Mevlânâ'ıim adını anmaz,

Bedreddin bâtmî midir? Bu soruya kesin cevâib vermek gerekirse deriz ki: O, meselâ Nâsır-ı Hosrev gibi bir bâtmî teş­kilâtının mürevvdci değildir. Onu böyle sananlar da, onun gibi foeUci bir müşahededen faydalanan, onu yorumlayan kişilerdir. O da her sûfî gibi bâtına inanmakta; ancak o, biraz daha üeri gitmekte; fakat gene kendisi, «Biz, dış anlamına aykırı olan iç anlamım söylersek maksadımız, dış anlammı inkâr değildir. Çünkü .biz, dış anlammı da söylüyoruz, iç anlammı da içten içe, yedi anlamadek söylüyoruz. Biz, sekiz anlamı toplamışız. Kur'ân ve hadîs, dış anlamı bakımmdan da haktır iç anlamı hakurandan da; ancak miecazî bir anlam olduğu anlaşılırsa, o başka.» demektedir. Hiç şüphe yok ki bu gözünde bu inancın­da doğrudur; meselâ onda, Ehl-i Sünnet inancmdan ayrı bir inanç da göremeyiz. Hattâ cennet ve cehennem haklcmdaki sözlerinin doğru olup olmadığını anlamak için Kur'ânı açıp rastgeldiği âyetie fikrinin doğruluğunu istidlal edecek kadar da Kur'âna bağlıdır. Bu bakımdan bizce Bedreddin bâtmî akıy-delere mütemayil, hakimane tasavvufa taraftar bir zât olmakla beraber hiçbir vakit bâtmî sayılamaz.

«Behçet üt-tevârih» in, Giese'nin neşrettiği müellifi meç­hul târihin, Âşıkpaşazâde'nin, Neşrî'nin, Heşt Behişt'in nakil­lerine göre Bedreddin ve ona uyanlar, Şeyh'i peygamber ye­rinde görüyorlar, ibâhaya kaail oluyorlar. Bedreddin, zamanın kendi zamam olduğunu, devlet istiyenin kendi^ne gelmesini söylüyor; memleketi mürîdleri arasında taksim edeceğini bil­diriyor. Kendisinde ve mürîdlerindeki dinî müsamaha, birçok hristiyanlarla musevîleri de kendisine uydurmuş. Dukas'ın ri­vayetine göre Şeyh'e inananlar arasında rahibler bile var. Mal­larda olduğu gibi kadmlarda da iştiraki kabul ettikleri hakkın­daki rivayet, şüphe yok ki cumhura uymıyan her inanç sahibi­ne yamanan bir iftiradan başka bir şey değildir; nitekim hâlâ Alevî - Kızılbaşlarm mum söndürdüklerine inanan zavallılar vardır. Künhü bilinemiyen inançlar, bilgiyle, görgüyle reddedi-lemezse iftiraya başvurmak, bilgisizlerin, görgüsüzlerin ve ön-

— 39 —

Page 87: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ce hüküm veren fedaî yardakçılann tek silâhıdır. Bedreddin herhalde bir inkılâb yapmak emelindeydi; fakat bu hususta şeriatı ibtâl değil, kendi görüşüne, anlayışına göre ihya etmek emoHni gütmekteydi ve Mehdî hâdi.'selerini gözünün önünde tu­tuyor, kendisini bir «Sâhib-zamân» sayıyordu.

«Varidat» ta bir iki satır, bu fikrimizi aydınlatmaya yara­yacak mahiyettedir. Bedreddin,

«insanların bir kısmı, bir kısmına tapıyor; kimisi de altm ve gülmüş paralara, yenecek, içilecek şeylere, yüceliklere, övü­nülecek şeylere ibadet ediyor da Allaha ibadet ediyoruz sanı­yor.» diyor. Gene aynı kitabta, «İnsanlar, Câhiliyyet devrinde, görtnen putlara taparlardı. Şimdiki zamanda da vehmettikleri putlara tapıyorlar, umarım ki AUah, gerçeği meydana çıkarır da gerçek olarak Hakk'a taparlar» demekte, bir umut besle­mekte, insanlarm gerçeği anlayacaklarım umımaktadır. Aynı kitabtaki şu aözler, daha da açıktır:

«Tâ hâ sûresindje, dağları sorarlarsa sana, deki: Rabbim «nlan un-ufak eder, kum gibi savurur da yeryüzünde bir îni^ de göremezsin, bir tümseğe de denmiştir. Son zamanda zâtm zu­huruna, tevhidin yayılacağına, tek zâtm buyruk yürüteceğine, sıfatlar saltanatüun kalkacağına, zamanın sahibinin tümden tevhide mazhar olacağma, halkı da bu tevhide çağıracağma, bir inişi, bir tümseği bulunmayan, dümdüz olan sırnna davet ede­ceğine, kalbltei yumuşatmıya, sıfatlara ntazhar olanJatın, A l ­lah ve Raluıum adlaıriyle anılan zâtm hükümlerini kabule ça­ğıracağına ve zât hükümlerinin meydana çdcıp sıfatlara ait hü­kümlerin gizleneceğine, eserleri bile görünmiyeceğine işarettir.»

Sanıyoruz ki bu «Zamanın sahibi» kendisince, kendisidir. Bedreddîn kendini Mehdî tanımakta, onun yapacağı söylenen işleri başanmıya kalkışmaktadu-. Bu ayaklanmaya on-ayak ol­masaydı, uğradığı son-uca uğramıyacak, fikirleri, kendisine uyanlarca yürütülüp gidecekti. Nitekim inançları yüzünden kı­nanan sûfîler, siyasete karışmadıkça pekâlâ yaşamışlar, mu­kadder ömürlerini sürmüşlerdir.

Bugün Alevîler içinde, Rumeli'nde Bedieddin Ocağı da var. Bu ocak mensublan, Bedreddîn'i pîr tanunakta, hattâ onun öl­mediğine inanmakta, zuhurunu beklemektedir. Sonradan, Se­mavî denen taifenin, yâni Bedreddîn sûfilerinin îran'a bağlılık

— 40 —

Page 88: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

1-armı da görmekteyiz. Halbuki «Varidat» ta, Şiîliğine, yâhud .teşeyyu'mia âid küçücüli bir îmâ bile yoktur; bilâkis Abû-Bâkr'ı hürmetle anar. Zâten omm vahdet telâkkıysiyle bu çe­şit mezheb ihiSlâflarmı bir araya getirmeye imlîân da yolctur. Herhalde Alevîler, Bâtmîlerin geleneğini bilerek, bilmiyerek benimsemişler, hükümetin, medresenin hoş görmediği, astığı, lanetlediği Bedreddin'i kendderinden saymışlar, onım akla, düşünceye dayanan fikirlerim anlamıyan Bedreddin sûfîleri de Alevîlerin kendilerine gösterdikleri yakmiık yüzünden ve düş­manın, aynı oluşundan onlarla kaynaşmışlar, Bedreddin Ocağı, bu suretle meydana gelmiştir. Bedreddin'in, Konya'da Hâ-mid-i Velî ile görüşmesi, Hâmid-i Velî'nin tanykat zincirinde Erdebil sûfîlerinin bulunması da, bu birliğin sağlanmasmı tez-leştiren bir sebeb olmuştur. Şüphe yok ki, Bedreddin'e uyan-larm çoğu bilgisizdi; söylenen sözleri, telkıyn edilen fikirleri kabaca anlıyordu; âhireü inkâr, tenasühü iltrâra yol açıyordu. Bütün bu sebebler, Alevîler arasmda, Bedreddin'in tekrar ge­leceği ve âlemi düzene koyacağı inancını besMyen bir ocak meydana getirdi ve Bedreddin sûfîlermi de öbür Alevîler gibi, îran'a bağladı.

Kâtib Çelebi, «Keşf uz-zunûn» da, «Varidat» ı. Şeyh îlâ-hî'nin, Yavsî lâkabiyle anılan Mustafa oğlu Muhammed'in oğlu Şeyh Muhyiddîn'in, Nureddin-zâde diye şöhret bulmuş olan Mustafaoğlu Şeyh Mühyiddîn Muhammed'in şerh ettiklerini yazıyor; Ilâhî'nin şerhinin ilk cümlesini alıyor, bu şerhin a-dının «Keşf ül-Vâridât li tâüb il-kemâlât»' olduğunu kaydedi­yor. Nûreddin-zâde şerhinde de Bedreddin'e birçok itirazlar bulmıduğunu söylüyor (11, s. 1995). Ismâîl Paşa «îzâh ül-mek-nûn fiz-zeyli alâ Keşf iz-zünûn» unda 1305 hicrîde ölen M u ­hammed Nûrül-Arabi'nin Vâridât'a «.Letâif iit-tahkıykat fî şerh il-Varidat» adh bir şerhi bulunduğunu bildiriyor. (îst, MOlî Eğitim Basımevi — 1947, II, s. 403)

Şeyh Abdullah İlâhî, Simav'lıdır; UbeyduUah-ı Ahrâr'a me^subdur; Nalcş-bendiyyedendir ve İstanbul'da, Osmanoğul-ları ülkesinde bu tanykati yayan zâttır. Osmanlı müellifleri,

« J. ^'•i * terkibinin gösterdiği 893 ydmda vefat ettiğini yazıyorsa da. bu terkîb, 896 yıhm .gösteriyor (1490 — 1491. I, s. 39, not 3).

— 41 —

Page 89: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ilâhî, Bedreddin'e büyük bir saygı göstermektedir. Arapça olan bu şerhe, «Rahman ve rahîm Allalı adıyla ve doğru yola hidâyet eden AUahtır. Hamdolsun, ululuğunun ve ganülğiniTi örtüsüyle örtülmüş bulunan Allah'a; olgun insanı, halifeliğini, nâibüğini vererek sıfatlarının güzelliklerine mazharlar, zâtmm Lşığma doğular haline getirdi...» mealindeki cümlelerle başlar ve Bedreddin'i «Ulaşanların kutbu, gerçeği gerçekliyenlerin sultânı, Hakk'ı bir bilenlerin burhanı, halkm ruhlarım olgun­luğa ulaştıran, gerçeklerin yollarını apaçık gösteren, okunup bellenen ve miras yoluyla elde edilen bilgiler ıssı, Şeyh Bed-iTİddin diye tamnmış olan şeriat ve din olgunluğumun ta ken­disi Kaadı oğlu Mahmûd» diye över ve şerhinin adım açık­lar. Bu şerh, nüshası en çok bulunan şerhtir. Meselâ îst. Üniv. kütübhânesinin Arapça Yazmaları arasında 103 No. da, bir nüshası olduğu gibi, Fâtih'de Millet Kütübhânesinüi Ali Emîrî kitabları arasında 1055 No. da kayıdh yeni yazılmış bir nüshası da vardır.

Şeyhülislâm Ebussuûd'un babası İskilipli Muhyiddm M u -lıamımed de Bedreddin'e pek büyük bir saygı gösterir. 922 de (1516) vefat eden ve Halvetiyye tarıykatine mensûb olan bu zât (Osmanh Müellifleri, I, si 198-199), «Hakıykat ul-hakaa-yık fî Keşfi esrar id-dakaayik» adını verdiği şefrhinin baş tarafmda Bedreddin'i «Bu risaleyi, peygamber'in şeriatmm güneşi, Mustafâ yolunun Bedr'i, Muhanuned'e mensûb hakıy-katin mazhan, ulaşan ve ulaştıran irşâd ıssı kişilerin övüncü, Hakk'ı bir bilen arif ve gerçeği gerçekleştirmiş erlerin seçkini, olgunluğa erenlerin en olgunlarının en olgunu, gerçek ve ya-kıyn mertebesine varanların en ileri olanı, Allah'a meıisûb bilginlerin, bilgide tam inanca, gerçeğe varanlarının sultânı, hak, şeriat ve takva ve dinin Bedr'i te'lîf etmiştir; Allah azîz sırrını kutlasın» der. Bu arabça şerh, birçok kütübhânelerde Ilâhî'nin ve Nûreddiilu-zâde'nin şerhiyle karıştırılmıştır. M e ­selâ îst. Üniv. Kütübhânesi Arapça Yazmaları arasında 231 No. da kayıdh bulunan şerh, üstünde «İlâhî» nin olarak yazıl­mışsa da Yavsî'nindir; Süleymâniyye kütübhânesinde, Hami-diyye kitabları arasında 645 No. da kayıdlı bulunan Yavsî şer­hi ise Nûreddin-zâdfi'ye atfedilmiştir. (1)

Vâridât'j, Nakş-bendiyye'den bir melâmet yolu kuran.

(1) Buuları düzeltmelerim me'inûrlara söyledik.

— 42 —

Page 90: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

sâHklerine «Melâmiyye-i Nûriyye» denen bu yolun pîri sayı­lan ve 1305 Cuıtnâdelâhırasının 29. pazartesi gecesi vefat eden (1888) Muhammed Nûr ül-Arabî de şerhetmeye başlamış, ya­rışma kadar şerhetmiş ve bu kadarmı kâfi görüp, bitimine bir de arapça târîh düşürmüştür.

tst. Üniv. K. Arapça Yazmaları arasında 2395 No. da kayıdlı nüshada, bu târîh

bizdeki nüshadaysa

şeklinde olup, altına 1275 târihi atılmıştır. Fakat bu terkîb, 3273 ydmı gösterir.

«Kisâ-Nâme» sahibi Zeynelâbidîn Nânuk adh birisinm, bu şerhin.' bir kıanmı nazmen türkçeye çevirdiğini «Osmanlı Müellifleri)) bildiriyor, (ü l , g. 107-108). Yukarıda numarasım verdiğimiz Üniv. K . nüshasuun ük yaprağmda başlıyan ve 10 a'ya kadar devam eden. manzum şerh, bu olsa gerektir.

îftjhâr ül-mürşidîn ül-vâsüîıv

ihtiyar ül-âşıkıytı ül-ârifîu

diye başlıyan bu nazmın başlangıcında, Muhammed Nûr'ım yet­miş beşte, yâni 1275 Hicrîde (1858) Manastır'a geldiğini, orada Vâridât'ı şerhettiğini, şerhini takrir edib okuttuğunu, kendi-sanin de bu şerhi nazma çekmeye başladığını, manzumesini Muhammed Nûr'a gösterdiğini, onun da tamamlanmasını e m ­rettiğini yazıyor. Anlaşılıyor ki, şerh târflıi 1275 tir ve ter­kîb, iki eksiktir. Mulıammed Nûr, şerhinde, Bedreddin'in fi­kirlerini tamâımiyle te'yîd eder (2).

«(Osmanlı Müellifleri» , bu şerhin, halîfelerinden olub, 1305 de (1887 - 1888) Selanik'te vefat eden AH Örfî tarafından türk çeye çevrildiğini yazıyor (I, s. 134). Bu şerh, MiUet Kütüb-hânesinde tasavvuf kitabları arasında 983 No. da kayıdüdır. Gene aynı kitab, halîfelerinden Harîrî-zâde Seyyid Ketnâled-

(2) Abdülbâld Gölpınarh: Melâmîlik ve Melâmiler; İst. Üniv. Türkiyyat yaym. îst. Devlet Matbaası - 1931, Varidat şerhi, s, 250-2G9.

Page 91: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

din'in de (1299 H. 1882) türkçe olarak Vâridât'ı şerhettiğini bildiriyor (I, s- 39, not 3).

İst, Üniv, kütübhânesindeki Yavsı şerhi, eski bir yazıyla ve nesihle yazılmıştır. Bu yazı, 32. yaprağın sonuna dek sürü­yor, 33. yapraktan sonra yazı değişiyor. Bu yazı, ihtimamla yazılmış güzel bir tâlıyktır. Nüsha, 93. a da bitiyor, Kete-besi şu:

Bu târîh, şerhin tamamlandığı târihtir. Bundan sonra ki­tabı istinsah eden şu hatimeyi yazmış (93. a) ;

A JiJ- \ cf l i j l Jj^*j) l ^j-^ ^ ^ - i l l J.-M jXİ.\ ,.liS\ *

i:J cj- iljLU oLJz.-.,, ^, t>y~i- t ^ ı>-*î J- * <^s'^

Bundan sonra Vâridât'm metninin tercemesi başlıyor. Terceme eden, 96. b de kendisini

diye tanıtıyor. Tercemenin ketebesi de şu:

L/'ây' cJLOl jiJî-jlı .jiî „:Jl J.JI ^Ji .u: JLT -il ö_,.J ^ C "

^l'j C-jîUi ^-l/j ^ i - Â:J J 'l ^-•> -/r^ Mî-" '' r 'J' j L^^^'

(110, b.) VAo i:.-. 1,..^ j ^/--'ll jujj j

Yazı, aynı yazı. Şübhe yok ki kendisine, meşrebi bakı­mından Vahdeti diyen, Rufâıyye'nin Keyyâliyye koluna men­sûb bir şeyh bulunduğunu, ayni zamanda Melâmîliğe de inti­sab ettiğini bildiren bu Muhammed Sırrı, şerhi tamannlıyan zâttır; «Muhammed ibni Ahmed» de kendisidir. «Cerîde-i Sû-fiyye» de, 1330 - 1335 yıllarında şiirleri, makaleleri neşredilen Üsküb Rufâî şeyhi Muhammed Sırrî, bu zât olacak. Vefat tâ­rihini bulamadık. Bu terceme, biraz müstalâh olmakla, hattâ ilâveleri bulunmakla beraber, Vâridât'm en güzel ve asla eh uygun tercemesidir ve metnin ilk tercemesi buduı-,

Vâridât'm metni, Şeyhülislâmı Mûsâ Kâzım tarafındaü da (1919), oldukça selîs bir türkçeyle dilimize çevrilmiştir. Bu terceımenin bir nüshası MiUet Kütübhânesinde, bir nüshası da İst. Üniv. kütübhânesinin Türkçe Yazmaları arasmda 2263

— 44 —

Page 92: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

nıunai'adadır. Mustafa Rahmi Balaban taı-afından da türkçeye çevrilmiş ve «Hakıykat YoUarmda Serisi» yayınlarmm 4 ün­cüsü olarak İstanbul'da 1947 de, Gayret Kitabevi tarafmdan basılmıştır. Bu tercemeye başarılı bir terceme diyemiyeceğiz. Ayrıca, son zamanlarda vefat ettiğini duyduğumuz Bedreddin hayranı Bezmi Nusret Kaygusuz tarafından da türkçeye çev­rilmiş ve «Şeyh Bedreddin Siımâvenî» adh kitabda yayınlan­mıştır. (İzmir, İhsan Gümüşayak Matbaası - 1957).

• Nûreddin-zâde'nin şerhini, daha doğrusu reddiyyesiıü en

sona bıraktık; çünkü Varidat hakkında yalnız müteşerna de­ğil, sûfiyye de ikiye ayrdmıştır; İbni Arabî haklîmda olduğu gibi. Meselâ 1105 Recebinde (1694) vefat eden Niyâzîi Misrî,

Can kuşunun her zaman ezkândır Varidat Akı u hayâlin heman efliârıdır Varidat

matia'lı ^gazelinde, Vâridât'ı över ve gazeli, Muhyiddin ü Bedriiddin ettiler ibyâ-yı din Derya Niyazi Fusûs enliândır Varidat

beytiyle bitirir. (Bulak - 1259, s. 14). Fakat Niyâzî-i Mır.rî'mn üıançları da pek karışıktır. Cefre düşkünlüğü yüzünden, siyâ­sete karışmış, kendisinin Mehdî olduğu, H. İmâm Hasan ve Huseyn'in peygamber bulundultları iddiasından, kendi pey­gamberliğini iddiaya kadar işi azıtmış, herhalde sözleri, id­diaları cezbeye, cünûna hamledildiğinden, canmı kurtarabil­miş, falıat önıı-ünü sürgünde geçimüştir. (Abdülbâki Gölpı­narh: Niyâzî maddesi, İslâm Ansiklopedisi, cüz 93. îst. 1962, s. 305 - 307).

Buna karşılık, başta Nûreddin-zâde olduğu halde, sûfîleı-in bir kısmı da müteşeiTia gibi Bedreddin'in şiddetle aleyhindedir.

Nûreddin-zâde, Vâridât'ı tam olarak şerhetmeımiş, bilhas­sa âhiretin Melekût âleminden olmasını, cinler, şeytanlar ve melekler hakkmdaki fikirlerini, âlemin ludemini iddia etme­sini, irâde ve ihtiyar hakkmdaki, Deccâl, îsâ, Mehdî ve kıvâ-met hakkmdaki sözlerini şiddetle reddetmiş, böylece Vâridât'a bir reddiyye yazmıştır. Bu reddiyyenin nüshası, pek azdır. Biz yalnız Süleymâniyye kütübhânesine Serez'den gelen Ici-tablar arasmdaki bir fetva mecmuasmda bulabildik. Birinci Serez, 1103 No. da kayıdh bulunan ve 37 .5x12 eb'admda o-lan, tâhykla yazdan bu mecmuada, baştaki fetvaların sonımda, Siroz Kadısı Ziyâeddin tarafmdan 1034 Zilhiccesinin 24, günü (1625) yazddığma; dair bir kayıd var (123- a). Reddiyye,,

— 45 —

Page 93: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

mecmuanın sonundaki 20. sahifeyi kaplamaktadır. Nûreddin r-zâde MusÜhüddin Mustafa, Sofyalı Bâlî'nin halîfesi olub, 981 de (1573) İstanbul'da vefat etmiş, Edimekapısı dışındaki Sırt tekke'ye gömülmüştür. Bu zât, Ehl-i Sünnet inancma aykırı inanç güden, hele tasavvuf yoluyla, kendince ilhâda giden sûfîlerin şiddetle aleyhindedir. «Ümmî Sinânîler ve Uşşâkıy-ler ve Simâvîler ve Gülşenîler ve Işıklar hakkmda seyf-i sâ­rim olup durma şeriat kılıcm salardı» diye onu öven ve 1. Ahmed'in (öhn. 1026 H. 1617) saltanatmın son yıUarinda ö-len Belgırâdî Münîrî, «Vâridât-ı gei-mukaddimât olan ma'rûf risalenin reddinde şerh yazub tamâm veçhile kadh u cerh ey­lemiştir* sözleriyle bu reddiyyeden de bahseder. (Silsüât ul -mukarrabîn va Manâkıb ul-ımuttakıyn, Süleymâniyye, Şehîd. Ali Paşa kitabları, mecmua; No. 2819; 21. b-145. b; 113.b). Nû-reddin-zâde, Bajrrâmî Melâmîlerinden olub, sonradan bu tai­feye, şöhretine binaen Hamzaviyye adının verilmesine sebeb olan Bosnalı Hamza Bâlî'nin şehîd edilmesinde de birinci de­recede rol oymyanlardandır. Hattâ Hamza Bâlî 980 de (1573), tutulduğu ve şehîd edileceği zaman, şeriata ihanet olmaması için «lAlm, başmdan sarığın alın» diyen , de Nûreddin-zâde'dir. (aynı kitab, 140 b.)

Nûreddin-zâde, arapça reddiyyesine başlarken, meâlen diyor ki:

«Bedreddin'e mensûb olan ve Varidat diye tanman risale kabûl edilmek ve reddolunmak husûslannda insanlara bir sı­nayıştır. Halkm bîr bölüğü, sapıklığa düşmüş, kendilerine u-yanlan da saptırmıştır; bir bölüğü, islânUn temelleKİım bilme­diğinden susmuş, hattâ bu bölükten gerçeğe ulaşmış ululardan Şeyh-i Ekbcr gibileri de onun inancma sâhib sannuştır; hâşâ.. Hiç hayvanlar, meleklere katılabilir mi? Sûfîlerce gerçek apaçık bilinsin ve onlara Ehl-i Sünnet ve Cemaattan gelip geçein ke-lâmcılarm, kitab ve sünnete tam uyan bilginlerin gerçek inanç lan belli olsun diye, bu kitabda aylanhğa düştükleri mes'ele-leri .serhetmek istedim; insaf ehli olan ve gerçeği dileyen ki­şinin, saphuya, sürçüp kaymıya mecali kalmasm dedim.»

Nûreddin-zâde, bu reddiyyesinde bUhâssa îbni Arabi'nin «.Fütuhat» mdan deliller getirmekte ve Vâridât'ı şerhedenlere de çatmakta, onları da hatâh bulmaktadır.

Belgurâdî Münîrî, Hamza Bâlî hakkında «Silsilât ul-mu-kaı-rabîn» de insaflı davranmakla beraber, Vâridât'm ve Bed-

— 46 —

Page 94: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

reddîn'in şiddetle, aleyhindedir. Esasen tarıykat ehlinin semâ'-rnı da inkâr eden Miinîrî, Fütüvvet aleyhinde de «Nisâb ul -intisâb va Âdâb ul-iküsâb» adlı bir eser yazımıştır. (Abdül­bâki Gölpınarh: îslâm ve Türk illerinde Fütüvve tteşkilâtı ve kaynakları, îst. Üniv. İlttisat Fakültesi Mecmuası, cild. 11, E-kim-Temmuz 1949 - 1950; No. 1-4, s. 63-66).

Şakaayık'ta, Alâüddin Aüyy ül-Arabî'yi Mani,5a hâricinde bir imâmın ziyarete geldiği, kendisinden kötü bir koku duyul­duğu, bu sırada imâmın cebinden Vâridât'm düştüğü, Aliyy ül-Arabî'nin bu risaleye bakıp kokunun bundan çıktığını söyledi­ği ve yalonasını teklif ettiği, iımâmın bu teklife uymadığı, bu sırada imâmm evinin yandığı hikâye edilmektedir. (İst. Mat-baa-i Âmire -1269, s. 174).

Süleymâniyye Küilibhânesinde Hamidiyye kitabları arasın­da bulunduğunu söylediğimiz Yavsi şerhinin sonunda arapça iki sahîfelik bir yazı var; türkçesini sunuyoruz:

«Bu satırlar, efendimiz, olgun şeyh, Filibeli Halveti Nûred-dinzâde'nin yazısmnan nakledilmiştir; s i m kutlansm. DemEştk-ki: Hamdolsun AUâha ki bize Deccâllerîn çıkacağım bildirdi, doğru yolu bulanları sapan ve saptıranlardan ayırdctme kaabi-Uyyeti verdi; sevgilisi olan peygamberler ve Tanrıdan çekinen­ler stütânı Muhammed'in îrşâdiyle anlaım apaçık olan ve doğ­ruyu açıkhyan kitabmda, büyük kıyameti, alâmetlerini, çürümüş, dökülmüş cesedlerin haşredileceğini haber verdi; AUâhın raiune-ti olsun ona ve sâîr şeriat ıssı olan ve ohnıyan peygamberlere, sahabesine ve bütün tertemiz soyıma-sopuna; öyle olsun. Bu ki­tab, sapmış ve saptıran, yeryüzünde kıyametedek bozgunlukta bulunan Simav oğlu diye tanıtunış Şeyh BedriiddÜJi'in kitabıdır-O kitabta ilhâda dâir yazılar yazmış; haşri inkâr etmiş, âlemin önüne ön olmıyacağına hükmetmiş; çünkü bozufc-düz«ı hayâl­lerini, raluneti âlemde umûmî olan Allâhın keşifleri' sanmıştır. Hâlbuki bilgisizlik yüzünden, kötülüğe fazlasıyla emreden nef­sin iğvâsıdır, şeytanm bezediği şeylerdir bunlar. Öyle olduğu hâlde o, mertebelerde olgunluğa ulaşmış sanmıştır kendini, hi­lâfete hak kazannuş görmüştür kendini ve halkı tam tevhide irşâd için pâdişâhhğı ele almıya niyetlenmiştir; ilmi, anlayışı, zâhidliği, kendisine benlik vermiştir; kendisini bütün bilginlerle bir görmüştür; böyle inanmıştır. Oysa ki onun cinsinden olan hem doğru yoldan sapmıştır, hem halkı saptırmıştır. Fakat la­net olasıca şeytan, bilmediği yerden bu bilgisizi yavaş-yaıvaş,

— 47 —

Page 95: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

düzenlerle çekmiştir kendine. Sapdsiığmın sebebi de olağanüstü riyâzatlarda bulunmasıdır. Sonunda şeytan, rüyâsmda kendisini, bir kürsîde oturuyor, haîk arasında hükmediyor, öldürüyor, diril­tiyor göstermiştir ona. O dai, onu, âlomlerin rabbi sanmıştır. Ona, ayaklanma zamâm geldi, hadi uyan, yürü demiştir. Kendisini ku-tub sanan ve bu foozulı inançla kıyam edip Dobruca, Zağra ve Yenişehir'i alan bu adanun hâli anlaşılmış, gizli dileği meydana çıknuş, kendisine uyanlarm dilekleri bilinmiş... sonunda Siroz'a getu-iJmiş, saltanait için kıyam ettiğinden öldürülmüş, ona uyan­lar dağılmış, gizlenmişlerdir.» (194. a-b)

Bu yazmın kenarına ayrı bir yazıyla birisi, gene arapça şun­ları yazmıştır:

«Bu. şeyhin sözleri, insafla söylenmiş sözler değil. Ben, gönlünde ohmyam diliyle söylemiştir sanıyorum. Çünkü o da, vi­lâyetin hâlemi olan olgun geyh Şeyh-i Ekber îbni Arabi'ye, sırn kutlansın, meyletmekte, kitablaıını, bühâssa Fusûs ül-hikem ad­lı kitabmı okutmakta, talebesine belletmekte, okumalarını buyur­makta, onu bedenindeki can gibi sevmektedir. Bu da delâlet edi­yor ki bu söz, halka hoş gelsin diye söylenmiş bir sözdür; ama insâî yoluyla söylenmemiştir. Çünkü, sırrı kutlansın, Şeyh-i Ek-ber'in bütün İtitabları tevhîd üzeredir; başkalarmm sözleri, onun sözlerine göre küçücük çocuk gibidir. Bu gerçeğe ulaşan olgun Hak ve Din Bedr'inin sözleri de, sırrı kutlansm; o sözleri şerhe-dcn sözleri de, onun sözleri gibidir. Kim Şeyh-i Ekber'i sever, yüce sözünü kabûl ederse ondan başka olgunlarm sözlerini de se­ver ve kabûl eder. tş böyle olunca Nûreddin-zâde denen bu şey­hin şu sözleri, ancak gönlünde olmıyan sözü diSeriyle söylerler hükmüne uyar; yoksa tenakuz olur. Bunu yazan Can.» (194. a)

Çan'ın sözleri gerçekten de doğru. Nûreddin-zâde'nin, îbni Arabi'ye saygı göstermesi, Bedreddvn'inse bu kadar aleylnnde bu­lunması, bir tenakuzdur ancak.

Cârullah Veüyyüddin kitabları arasında 1055 No. da kayıtlı tlâhî'nin Varidat şerhinin sonundaki dört fetvayı da buraya kay­dediyoruz :

(gŞeyh Bedrüddin ahibbâsından bir taife avretleri ve oğlan-larıyla bir yere cem' olup gürb-i hamr idüb ve şeyhleri adma olan câhil-i mezbûr, Şeyh'in türbesi içün Kâ'be budur diyüb ve okumak, yazımak nedür, ilm bizim bâtm ümimüzdür diyüp mez-bûrlar dahi tasdıyk idüb bu m^akule şer-i şerife muhalif niçe akvâl ve ahvâlleri olup yanlarında olan Sünnîler akvâl ve ahvâl-

— 48 —

Page 96: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

lerinden kemâl-i mertebede müteezzî olsalar Zeyd'e ve mezbûr-lara ne lâzım olur? Beyan buyunla.

El-cevâb: İüıâdları zahir olup katlolunurlar. Ketebehu Abus-Suûd al-hakıyr

Afâ anh (152. b)»

«Şeyh Bedı*üddîn-i Simâvî ki Varidat sâhibidür, tekfir itme-yüp la'net itmeyen kâfirdür diyen Zeyd'e şer'an ne lâzım olur? beyan buyurilub mesâb oluna. El-cevâb: Anun mürîdlerinden olan kâfirdür dimek lâzımdm" şâir kefere gibi; amma adm an-mayüb, la'net itmeyüb kendi hâlinde müselman kâfir olmaz.

Hâce Çelebi Afâ anh»

«Sünavnalu taifesinden bir taife şüıb-i hamr idüb ve biıbi-rinün hâtunlarm icâzetleriyle tasarruf eyleseler şer'an mezbûr-laı-a ne lâzım olur? beyan buymılub mesâb oluna.

El-cevâb: Kati lâzımdur-Hâce Çelebi»

«Sûfîler envâ-ı düılü geydüği hırka ve tâc sünnet-i Rasû-luUah ımdur, degiü midür, sünnet i'tikaad idenlere ne lâzım olur? beyan buyurilub mesâb oluna.

El-cevâb: Sünnet olduğı sabit değüldiir; ol i'tıkaaddan rü-cû' lâzundur.

Hâce Çelebi Afâ anh» (153. a) ( .3)

Burada, bir de Başvekâlet Arşivindeki vesikayı sunuyoruz:

«Sivas sancağında vâki' olan kadılara hüküm ki: Taht-ı ka-zâtıuzda Sunavııî taifesinden bâzı kiınesncler ilhâd ve dalâlet ü-zere olduklar edden hilâf-ı şeriat nice ef'âî-i kabîhalan olmar-ğıla Kızıl-Baş tâcm idünübŞah muhiblcriyüz; dahi nice mecâîis-de tefâhur üe börk geyüb nice müsülmahlann dahi ıdlâllerine dahi bâis ve bâdi oldukları mesâmi'-i aUyyeme ilkaa ohnağuı şer' ile görülüb icrâ-yı hakk olunmalt fermanım olmışdur; bü­yürdüm İd . . . Vusul buldıkda vech-i meşru' üzere meşhur ve müteâref olanlar kimlerise meclis-i şer'-i gerîfe Uı/âr idüb onat vecldle hakk üzere teftiş idüb göreşin; fil vâki' Ehl-i Sünnet vc cemâatden olmayub Uhâd ve dalâlet üzere olmağUa Şah tâcm

(3) Bu zâtm, Çelebi AlâUddin iil-Arahî olması ihtimâli vardır; İlmiyye Salnamesi, s. S39.

F. 4 — 49 —

Page 97: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

geyüb tanyk-i şetiMâsm. beri olub müsülmanlan ıdlâl idüb zarar-lan olduğu mubakkalnsa ıntdıtâc-ı arz olanları isin ü resmleri ile yazub arzcyl'eyesin; olmayanların şer' ile baklarmda lâzım geleni icra eyleyesiz; amnıâ bu bahane ile kendü hallerinde olanı lülâf-ı şer* rencide itdürmekden ilitirâz eyleyesiz. 18 zâ (Zîl-hıcce), 1022.»

Başbakanlık Arşiv Umûm Müdürlüğü; Mühimme. 80; s. 19; Hüküm No. 49.

Nâreddin-z:'îc!e'n-n :eyhi Sofyalı Bâlî (960 H- 1552-1553) ile, Halvetiyyeden Celvetiyye j'olımü kuran Azîz Mahmûd Hüdâî'nin (1038 H. 1622) pâdişâha sundukları arızalar, Şerefeddin Yaltka­ya'nın «Simavna Kadısioğlu Şeyh Bedreddin» adlı kitabmda neşredilmiştir; bu bakımdan onlarm metnini değil, özetini veri­yoruz :

BâU, Bedreıidin'e «Şeyh Bedrüddin üs-Semâviyy ül-ma.slûb ve indallâh ü-magdûb» diyor ve soyundan Çelebi Halîfe'nin Dob­ruca ve Deliorman halkmı azdırdığını, kadın-erkek bir arada şa-râb içtiklerini, Kevser, sevgilinin dudağıdır, cennetteki şarâb da budur, hûrî. Tanrı sofrası olan dünyâdır; âhiret, din bilginleri­nin sandıklan gibi değildir deyip Enel-Hak deyince hepsinin Şeyhe secde eiîtiklerini, mumlan söndürüp birbirlerine geçtikle­rini, pâdişâhın emriyle yapılan câmi'de Cuma namâzmm bile kı-lınmadığını bildiriyor ve haklanndan gelinntelerini istiyor.

Hüdâî de «Şeyh Bedrüddin ül-maslûb indallâhi magdûb»'un Vâridât'ında cesedlerin haşredilmesini, kıyamet alâmetlerini in­kâr ettiğini, Siroz'da öldürüldüğünü, bunlarm Kızıl-Başla bir olduğunu, yer yer ışık zaviyelerinin bulunduğunu, Hızır Paşa'-nın bunları bildiğini, kendisinin de bir ai'alıfc içlerine girip, babalık ettiğini, bunlarm haklarından gelinmesinin gerekh ol­duğunu bildiriyor (4) .

Cevdet Paşa (1313 H.1896) «Kasas-ı Enbiyâ» smda. Şeyhülis­lâm Arif Hikmet Bey'in (1275 H. 1858), Vâridât'ı nerde bulur­sa ucuz-pahâlı satıh alıp yaktığmı haber veriyor (Kasas'tan nak­len Sirmavna Kadısioğlu Şeyh Bedreddin, s. 70). Bizde eski sah hâflardan bunu duymuştuk. Hattâ o zam-anlar Varidat yazıp sahhâflara satmayı geçim vâsıtası yapanlar bile bulımumruş.

(4) S. 71 - 74.

— 50 —

Page 98: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

IV.

A H M A N ve rahîm Allah adiyle; rahbiim, yardım dileriz; ha­yırla tamamına eriştir.

Bil ki âhiret işleri, bilgisizlerin sandıkları gibi değildir; çün­kü onlaı-, gayb ve melekût âlemindendir; avamın sandığı gibi şe-hâdet âleminden değildir. Peygamberlerin ve temiz kişilerin söz­leri doğrudur; yalnız yanlışlık, onların ne dediklerini anlayışta dır. Bil ve şübhe etme ki haberlerde gelen, eserlerle yayılan cen­net, huriler, köşkler, ağaçlar, meyveler, nehirler, azab ve ateş, bımlara benzer şeyler, bu sözlerin dış yüzündeki ânlamlarmdan ibaret değildir; bunlarm başka anlamlan da vardır ki onlan Tanrı dostlarından olan içi, dışı temiz kişiler bihrler, anlarlar. İbâdetleri koymaktan maksad, gönülleri, geçici şeylerden en bü­yük varlığa, evveline evvel bulünmıyan varlığa çekmektir; yok­sa geçici şeylerle oyalanan, bir gönülle bin yıl namaz kılsan se­vaba âid .şey elde edemezsin.

Bu beden ve bedenin parça-buçukları için, dağılıp yok ol­duktan sonra, evvel nasıl idiyse o şekilde bir var oluş, bir bir­leşip vücûda geliş yoktm'. Ölüyü diriltmekten maksad da bu de-ğüdir. Sen nerdesin a gaafiL Dünyâ ile oyalanman, uğraşman, gerçeği anlamak hususunda himmetini noksan bir hâ­le getirmiştir; gerçeğin olgunlukları, senin hayâl . ett>-^nden bambaşkadır; ama uzak oluşundan dolayı sen, o olgunluklara yönelemiyorsun. Bilip anlasaydın, şu anla­tılan şeyi, fayda verirdi sana; gönlün de o yana yönefirdi-Sen bir çocuğa benziyorsun; hani çocuğu da meyvelerle, bunlardan başka şeylerle aldatırlar; tabiatının meylettiği şeyleri

— 51 —

BEDREDDÎNİN EN ÖNEMLİ T A S A V V U F Î ESEUİ.

Page 99: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

örnek getirirler; böyle olmazsa tabiatı, bilgi elde etmekten nefret eder, çekinir. Sen, şu gaafil gönlünle Allâhı, peygamberleri ta­mdım; kitabları okumakla maksadları nedir, bildim mi sanıyor­sun? Bil ki sen, dersle uğraştıkça gerçeği anlamaktan uzalUaş-madasm.

Tanrmm emri, sözle, harflerle, arapça, yahud başka bir dil­le söylemekten münezzeh olan zatî iktizâdan ibarettir. Kalem de, her şeyin hakıykatidir; zuhur edişdeki zamanlarda, ne çe­şit zahir olacaksa kendi varhğma, onu yazmaktadır. Huriler, köşkler, ırmaklar, meyveler ve bunlara benzer şeylerin hepsi de hayâl âleminde gerçekleşen, duygu âleminde bulunmayan şey­lerdir; anlayıver artık. Cin de böyledir; nitekim adı da bıma delâlet eder; çünkü zahirî duygudan gizlenmiştir. Fakat gören kişi, cnu, dışarda vanrnş sanır; oysaki böyle değildir; o, hayâl kuvvetiyle var olmaktadır (1) ,

Yüce AUah, «Gaybı ancak AUah bilir» dedi. «El-gayb» sö­zündeki «elif, lâm», istıgraak içindir: gerçekteyse bilen ancalc o bir olan ve her şeyi kahredendir. Tümün tümde oluşunda şüb-heyi, işkili meydana getirecek bir şey yoktur. Bütün varlıklar, her şeyde, hatta her zerrede mevcûddur. Görmüyor musun? Tohumda bütün ağaç mevcûd olduğu ve bütün ağaç o tohum­dan vücûd bulduğu gibi ağacın parça-buçuldarından her cüzü'de de tohum mevcûddur; tohumdan ağaç meydana geldiği gibi ağaç-dan da tohum vücûd bulmaktadır. îşte bütün âlemler de, aslıiı-da gerçekleşmekte, bu asdda, tümüyle âlemlerden herbiriyle gerçeğe ulaşmaktadır; bütün âlemler, bir zerrede mevcûddur. İşte bu, bilindi mi, yâni tümün, her insanda bulunduğu anlaşd-dı, bu sır ne kadar kalkarsa insanın o derecede perde altmda ka­lacağı ve perdeyi sıyıracağı meydana çıktı mı, insana, «Ben gizli hazîneydim; bUinmeyi sevdim; halkı, beni bilsinler diye yarat-tım.> sözündeki sır da o kadar kalkar, meydana çıkar; ama bi­len, anliyan gene de kendisidir başkası değil. O herşeyden mü­nezzeh olmakla beraber, her şeyle de sıfatlanmıgtır-

Gönülde gizJenmiş bir yağ parçasından nıeydana gelen fitil öy

(1) «Znâ eğer hiss-i zahiıiyleriylc müşahede etmiş olsalar İ€İi,lûss-i zahirîde herkes müşterek olduğundan herkesin dahî cini müşâlıcde cimeleri lâzım gçlir idi...» Mûsâ Kâzım tercemesi. Met­nimizde yok; sanıyoruz ki. Efendi, bu cümleyi, şerh kabilinden vo metni Î7.ah ctmdc için ilâve ctnüşür.

— 52 —

Page 100: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

lesino yaııdı, eridi ki, bu yüzden gönül, bir ışık elde e-ai Nasıl elde etmesin ki gönül, binlerce meş'aleyi kavradı,, kapladı.

Ey gerçeğin yolcusu, umudunu Icesme; sen de tehlikeli yer­leri aışarsm; gen de bu ışığı elde edersin.

İnsanların bir kısmı, bir kısmına tapıyor; kimisi, de altın ve gümüş paralara, yenHecek-içilecek şeylere, yüceliklere, övünü­lecek şeylere ibâdet ediyor da gene Allâha ibâdet ediyoruz, sa­nıyor.

Yüce Allah der ki: «Gerçekten de biz, emâneti göklere, yer­yüzüne, dağlara arzettik; yüklenmekten çekindiler, ondan kork­tular. Onu, insana yükledi; o ise pek zâlimdi, pek bilgisizdi.» Gerçek ehli, emânetin, yüce Tann'yı bilmek, tanımak olduğunu söylemiştir. Ben derim ki, bu sözle Hak sureti kasdedihnekte-ddr; çünkü âdem, yüce Tannnm sureti üzere yaratılmıştır; onun sureti, Hale suretidir ancak ve bu suret, yalnız insanda vardır; başka hiçbir şeyde yoktur. Buna göre, «.Göklere...» diye başlı­yan cümlenin, «göklerdekilere...» gibi bir tarzda yorumlamna-Eina hacet yoktur. Âyetin anlaımı, «göklere, yeryüzüne, dağlara> tarzındadır. Onlar, yüklenmekten çekindiler; onu insana yükle­di; insan ise bu rahman suretini kabulden önce maddesi bakı­mından pek zâlimdi; pek bilgisizdi; o sureti kabûl ettikten sonra adalet ıssı oldu, bilgi ıssı oldu.

Seni Hakk'a götüren, Hakk'a teşvıyk eden her şey melek'tir, rahman'dır; Hak'tan gayriye götüren, teşvıyk eden her şey de ib-lîs'tir, Şeytan'dır. Seni yüce Tann'ya yönelten kuvvetlerin, me­leklerdir; bedene âid şehevî tatlara götüren kuvvetlerinse, şey­tanlardır. A gaafil, sen meleklerle, şeytanlarla dopdolusun; hü-kümse üstün olanındır. Cin ise, bu ikisinin arasındaki kuvvet­lerdir.

Yağmur damlalarmdan yeryüzü bölgelerinden bir yere düjen her katrenin bir sebebi vavdır; o yei'e düşmesindeki sebeb de onu oraya indiren melektir. O katrenin varlığına sebeb olan şeylerin her bireri de bir melektir. Her katre için bir melek va.; desen kat­renin varlığmı meydana getiren sebeb dolayısiyle doğru söyle-miş olursun. Her katre için meleltler vardır desen, o katrenin varlığını meydana getiren şeyler dolayısiyle gene doğru söyle-

— 53 —

Page 101: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

mis. olursun; bu iki söz aı-asmda bir aykırılık olamaz; her kuv­vet, bir suretle temessül eder ve ona melek denir.

Azab, rahmet, acı, lezzet ve bunlara benzeyen şeyler, bil ki Hak'tır ve bu yüzden yerilmez de. Fakat zâtı itibariyle de Hak, bunlarm hepsinden münezzehtir; çünkü bunlar, zâtmm bu mer­tebelere tenezzülünden ibarettir ve nisbet bakımından ımevcûd-dur. Gönnez misin ki insanm ve yılanın ağzındaki tükürük, ken­dilerine uygundur, başkaların ay sa zehirdir; canlı oluş ise, Udsin-de de müşterektir; bu fayda ve zarardan da münezzehtir. İşte Hak da, hem bunlardan münezzehtir, hem zulıûr bakunındaıı onlardadır; çünkü Hak, tümlerin tümüdür.

Bil ki Hak'da, zuhura zâti bir meyi vardır; bu da ancak Hakk'm cüz'î şeylerde taayyüniyle tahaldîuk eder; mahabbet de bu meyilden ve zâtı iktizâdan ibarettir. Yüce Tannnm, «Ben bir gizli defineydim, bilinmeyi diledim, sevdim; halkı, beni bilsin diye yarattım.» sözünde buna işaret vardır. Yâni, tahakkuk da yoktu, taayyün de; öyle olduğu halde ben halkı yarattım, halk­la tahakkulc ve taayyün ederek onla/n izhâr ettim demektir. Bu anlamla bâzı şeyhlerin, marifet ve mahabbet hususunda hayâl ettikleri anlam arasmda ne İcadar uzakhk vardır. Uyan, kendi­ne gel. Bir toplumun hatîb, imâm ve şâire gibi önderlerinin mak­sadı gerçek olmaz, Haldc'a ulaşmak olmazsa bu, bu çeşit toplululc-laı-dan çekilmen için özür olarak yeter sana; ancak mak.sad, on-laı-ı doğru yola getinnekse o başka. Çünkü ibâdetlerin direği, onlarda bir maksadın bulunmasıdır ki o da, Hak'tır; bu direk ortadan kalktı mı, ibâdetleri de kalmaz; yalnız kötü topluluklan kahr; böyle bir topluluktan çekinmekse daha doğrudur.

Bil ki var olan, Hak'tır, başka şey değil; maksad da ancak odur. Yâ maksûd, yâ mevcûd dedikleri de buna işarettir ya. Bü­tün varlıklaı;, birbirine zıd bile olsa, tümden varlığa dâhildir; aykırılık, ancak mertebeler dolayıayledir; Hak'sa bunlarda bu-Junm.- kla beraber onlardan, münezzehtir de. Bâtıl, varlık bakımın­dan Hak'tır; bâtıl oluşu nls-bidu'. Bütün mertebeler, cisimler âle­minde mevcûd olup cisimler ortadan kalksa ruhlar ve mücerre-dâttan olan başka şeyler de ortadan kalkar-gider, Mırsâd ül-tbâd ,=5âhibi, bir örnek getirmiş, bedenleri şeker kamışlarına, ruhları da kamı.şlardaki şekere benzetmiş, rûhlann bedensiz de mevcûd olabileceğini vehmetmiştir; bedenleri zarflar mesabesinde gör­müştür. Fakat iş böyle değildir. Çünkü insanın bedeni, ı-ûhlu, Hak'tı; suretlerin yığılmasiyle yoğunlaştı; suretler kalkarsa ge-

— 54 —

Page 102: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ne letafetini elde eder ve ortağı olmıyan Hale kalu-, Hak, te'sîr baknnmdan Tanrıdır; tapılacak varlıktır; yaratıcıdır. Te'sîr altm­da kalmak baknnındansa kuldur; yaratılmıştır; hükm altındadır; kahra uğramıştır. Bu yüzden bütün işler, Hakk'mdır, sûretlerse onun âletleridir; kul suretinde, Hak'tan başka bir şey yoktur. Falîat kul, bundan gaflet eder de, kendisinde, kendisine âid ve Halt'dan gayri bir ihtiyar vardır, bir iş vardır, bir varhk Vî>rdu sanır; işte bu gaflet, kötü bir şeydir. Hani bir şey yapan da, kendisinin bir varlığı var, âletin de bir varlığı var samr; oysa ki iş yaparken âletin varlığı, kendi varhğmdan meydana gelmek­tedir. O âlete de bir varlık verirse bu gaflet, kötü bir şeydir; fa­kat gerçeği bilir de işi ve ihtiyarı kendisine verirse, yâni kendi­sinin, Mutlak Varlık olan Hakk'm mazharı olduğunu anlarsa, o işin, o mıazhariyyet yüzünden kendisinden meydana geldiğini id­râk ederse kötü değildir; çünkü o işi, adetâ kendisi yapmakta­dır; bu mertebede bu suretten zahir olan o iş, Hakk'a âiddir. Bir düşün artık; arif, yaptım, düzdüm derse doğru söylemiş olur; fakat bilgisiz kişi bu sözleri söylerse doğnı olmaz.

Üıtiyâr, bir meızhardan meydana gelen bir işi meydana geti­reni bilmektir; dilerse yapabileceğini, dilerse yapmıyacağmı san­mak değildir. Çünkü işler, Tanrı dileğiyle meydana gelir; o di­lek de dış ve iç sebebler dolayısiyle mertebelerin, sıiretlerin ik-tizâlarmdan ibarettir. Bunlar bir araya geldi de toplandı mı di­lek, ister istemez meydana gelir; o meydana gelince de işler, is­ter istemez olur. Hâlbuki insan, dilersem yapmam der; böyle sanır ama böyle değildir. İşleri yapmamak da böyledir, diler.sem yaparım der; fakat bu sam da yanlıştır. Şu hâlde ihtiyar, gerçek­te, bir işin olup olmamasmı anlamaktan başka bir şey değildir. Hayvandan, birbirine aykın işlerin meydana gelmesi de böyle­dir; onda ihtiyar var sanmak, vehimden ibarettir. Gerçekte ise ihtiyar, benden duyduğundan başka bir şey değildir. Karganın çöplükte eşinmesi, horozun geceleyin ötmesi ve buna benzer baş ka işler, aklı ermiyenlere, onlarda bir ihtiyar var sanısını verir ama bu sanı, yanhşbr. İşte keşif yoluyla bize verilen bilgi budtır, isterse aklı noksan kişinin akhna uymasm-

Âlem, cinsi, nev'i, zâtı bakımından mutlak olarak kadîm­dir; önüne ön yoktur; sonradan meydana gelişi zatîdir; zaman bakunından değildir. Hakk'tan, zıd şeyler zuhur eder; bâzısına ı-âzı olur, bâzısına ise olmaz. Bunların Hakit'tan meydana gel­mesi, zâtın ve mertebelerin muktezâsıdır ve zarurîdir; bunlann,

— 55 —

Page 103: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

düzene uyanları, anlayışa yaklaşanları, olgunluklar elde edil­mesi gibi bir kısmı, Tanrmm râzılığma uyar; bir kısmı ise uy-mıyabilir. Hani birisi, hâli düzgünken kendisinden çıkmasına ra­zı olmadığı bâzı hareketleri, razı olmadığı -hâlde kızınca yapar ya; kendisinden bu çeşit şeyler meydana gelir ya; ama bunlar, dilemediği hâlde meydana gelir; onun gibi işte. Tanrının dileme­si, zatî bir iktizâdır; mertebelere göre zuhur eder; yoksa işin iç yüzünü bilmiyenlerin sandıkları gibi kötü ve iğrenç şeyler de Tanrının dileğiyle meydana gelmiş değildir; Tanrı, zâÜmlerin söy­lediklerinden çok yücedir.

Gerçeği istiyen kişi, hastaya benzer; dilediği olgunluklarsa sağlık-esenUk gibidir. Bilgisizlik, uzakhk, hastalıktır âdeta; has­ta, nasd kendisini hekîme teslîm ederse, lıekîm, nasıl onu diledi­ği gibi tedâ'*- eder, o da, hekimin verdiği ilâçların acılığma da­yanırsa, gerçeği dileyen de onun gibi mürşide itaat etmelidir. Hasta, sağlığa kavuşur yâhud kavuşmaz; ama sağhğı-esenKği isitemenin şartı, hekimin eımrine uymaktır. Hekime, beni iyi et­medikçe senin sözlerini dinlemem demesi, akla uygun olamaz. îş­te gerçek yolun yolcusu da yoldaki aykırılıkları aşmak için itaat etmelidir; aradığımı bulmadıkça şeyhlerin dediklerini yapmıya-cağım diyemez; derse bu söz, istemeyişine delildir.

İnsan, kendisine fayda verecek şeyi elde etme­ğe çalışmakla beraber, zaımâmn, her yönden kendi­sine uygun olnmyacağmı da bilmeli.

İnsan, adamakıllı çalışır da dileğini elde edei-se. işi tamamlanır; fakat bir engel ırreydana çılcar da elde edemezse mazurdur (2).

Söz gelişi, Hakk'a ulaşmanın ana sebeblerinde biri, diinyâyı bırakmak, onunla oyalanmamaktır. Çok kişi de vardır ki diler, Hakk'a ulaşmayı, kavuşmayı istiyorum der; dünyâyı terketmesi, bu çe.şit Idşilerden birine söylenince de dileğimi elde edinceye dek dünyâyı bırakmam diye ayak direr. Bu işse, akıldan uzak bir şeydir.

Peygamberler, çocuklaruı velîlerine benzerler. Velîler, ço-culdan olgunlaştırmak için olmıyan şeylerle korkuturlaı-; olmı-yacak şeyleri umdururlar onlara. Ancak velîlerin sözleri tiün-den yalan olabilir; yalan söylemek. Peygamberlerin şamndan ol-

(2) Bu parça, manzumdur.

— 56 —

Page 104: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

xnadığmdarL, onlarm koi'kutmak ve umduım'alt bakımından söy-ledilderi sözlerin ayrı anlamları vardır. Dinieyense, kendi mer­tebesine göre gerçek anlamlarından ayrı anlamlara verir o söz­leri; ariflerde maksadı bilirler. Meselâ, birisine, şu işi işlersen sana ışıktan iki kug verilecek dense, bu sözle, ona bilgiden, an­layıştan iki kuş verileceği kasdedilmiştir; oysa dinleyen herke­s in anladığı anlamda anlar bu sözü; ama maksad o değildir. Rü­ya da buna benzer; rüyada görülen şekiller, görüldüğü gibi de-ğüdir; görülene yorulmaz; oma rüya, çok görüldüğünden ve her­kes gördüğünden bu, bilinir; yormak için düşünürler, neye de­lâlet et-tiğini anlarlar. Fakat peygamberlerin yoUan-yordamlan, başkalarınca büinmez; onları ancak erenler biür; başkaları bu ba­kımdan kördür. Erenler, keşifle büirler bunu; artık halkın nasıl sanılara düştüğünü düşünürsen anlarsın ki AUâha giden yoUar, çeşit çeşittir; tatmıyan da büme-z bımu.

Esenlik ona, İs.â, ruhiyle diridir; unsurlara âid olan bedeniy le ölüdür, fakat rûhullah olduğundan ve kendisinde rûlıâniyyst üstün bulunduğundan, rûlıa da ölüm olmadığından ölmemiştir de­diler. Hiüınr, üstün olanEdır, yoksa unsurlardan meydana gelmi.'; olan cesediyle ölmemiş demek değildir bu; çünkü bu, olmıyacakbir şeydir; artık anlayıver. Sekiz yüz sekiz yılı içinde bir Cuıma günü yeşiller giymiş iki adam gördüm; bir tanesinin elinde (3) esen­lik ona, Isâ vardı ve ölüydü. Sanki o iki adam, îsâ'nm, beden bakımından öldüğünü bana anlatıyor, beni uyandırıyordu; AUah daha iyi bilir.

Cesedlerin hasredilmesi de halkın sandığı gibi değildir. Ama, mümkündür, bir zaman gelir de, insan nev'inden hiçbir ferd^ kal­maz; sonra gene topraktan, babasız-anasız bir insan doğar, evlen­me yoluyla cinsi türer (4).

Cennetuı, cehennemin, onlara âid şeylerin de başka anlam-

(3) Mûsâ Kâzım tercemesindc, «sekiz yüz yıhnda» dır ve İsâ'

yı, o iki adam, ellerinde tutarlar. (4) Mûsâ Kasam buraya şu notu alıyor:

«Halck el - yakıyn mertebesine vâsıl olmıyan erbâb-ı sülfık, daima rûhâniyyetle meşgul olup cismâuiyyete aslâ iltifat edeme­dikleri için haşr-i ccsâdı şiddetle inkâr ederler. Bunlara «ureîâ» denir. lîa;;ret-i Şeyh de bunlardan olduğundan, ha.iîr-i ecsâdı in­kâr etmiştir.»

57 —

Page 105: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

lan vardır ki bilgisizlerin, bunları anlannalarma imltân yoktur. Melekler, melekût âlemindendir; ancak mülk âleminde şu gö­rünen, duyulan âlemde gerçekleşebilirler. Çünkü melelcût âle­mi, mülk âleminin içyüzüdür. Hayra sebeb olanlara melâike, şerre sebeb olanlara şeytanlar, iblisler denmiştir. Bu sebeblerden biri, insanın isti'dâdma uygun, bir şekilde, hayâl ettiğine göre bir şahsiyyete bürünüp görünür. İnsan onu, başka adamlar gibi bir şahıs sanır, görünen bir vücûdu var kıyâs eder; oysa böyle de­ğildir; bu görüş, iç âlemdedir; öyle hayâl etmiştir de gönmüştür. İnsan bir şeye gözlerini dikip baksa, sonra da gözlerini yumsa, o gördüğünü gene görüyormuş gibi olur. Hakk'dan dönmüş kişi de şeytandır. Uyuyan adamm gönlü, kötü şeylerden arınmışsa gördüğü rüya, tıpkı tıpkısına çıkar; hiç yandmaz.

Hükemâ, rûh, mücerredâtia birleşir, mücerredât âlemine ulaşır, ruha, olayların suretleri akseder, rüya budur derler. Böy­le olması mümkün olduğu gibi gördüğü şeyin hâricde vücûdu ol­mayıp uykudayken düşüncelerinin suretleri olması da mümkün düı-; bilgisizlerin sandıkları gibi görülenler ayn şeyler değildir. Çünkü insan, uyanıkken zihninde bir şeyi düşünür ya; uyurkemı de böyle olur; hattâ umarım ki gerçek, benim dediğimdir, hükemâ­nm dedikleri değil, insan, uyamkken bildiği, gördüğü, düşündü­ğü şeyleri rüyasında görür; duyduğu sözleri duyar; tasavvuruna uygun şeyleri görebilir- Gördükleri, ayrı bir şeyler olsaydı ve rüya, ruhun mücerredât âlemine ulaşmasından meydana gelmiş bulunsaydı, adamın, hiç görmediği, gönlüne getirmediği şeyleri görmesi, hiç duymadığı sözleri duyması gerekirdi; kendi cinsinden olmıyan şeyleri göriirdü; oysaki iş böyle değildir; insanın gör­düğü rüya, düşündüğü şeylerdir ancak. Uykuda da akıl-fikir, uyanıkken düşündüğü gibi çeşitli şeyleri düşünmektedir; ne ka­dar arınmışsa, ne kadar iyi bir hâle bürünmüşse o derecede bu gördüğü şeyler, doğru çıkar. Hâsılı rüya, uyuyan kişinin aklına-fikrine gelen şeylerin suretlere, şekillere bürünmesinden ibaret­tir,

''^Gerçekten de AUah, önce bir inci yarattı, sonra ondan âle­mi halketti.» Bu inciden maksad, Hakk'm kendisinde zuhur et­tiği ilk varlürtır; Allah daha iyi bilir (5).

(S) Mûsâ Kâzım tcrcemesinde, şu sözler de var: «Binâenaleyh kazıyye-i mezkûre, Cenâb-ı Hak evvelâ biı- sû­

ret-i basîtede TAıhur eyledi, ba'dchu o surette diğer suretler te-ga'ub ederek niiıayet şu mükevvenat husule geldi demeklîr.»

— 58 —

Page 106: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Zücirler ve dualar, İcalbin, dilenen zâtaı yönelmesi içindir. Bunlar, bağlantıyı meydana getirmek içindir adetâ. Asd tepki yapartsa yöneliştir; bunlar değil. Bu yönelişe birçok şeyler bağla nır; böylece de gaflet ehlinden gizli olan şeyler meydana çıkmış olur.. Amelsiz bilgi, inançsız amele benzer; yâhud da ruhsuz beden gibidir.

Kelâmcılar, yüce Allah dilediğini yapar derler ya; bu sözde Allah kâfirin küfrünü, zâlimin zulmünü de diledi anlamı var­dır. Dilediğini yapar demek, küfrün de, zulmün de düeğiyle meydana geldiğini söylemektir. Abû-Alî ye benzerleri de Alah , zâtıyla vâcibdir; yâni varlığı, âlemin, varlığından ayrıdır; fakat âlemde tepkisi vardır dediler Halbuki bu iki hükürn, birbirine ateşle su gibi aykırıdır. Her iki inancm da aslı yoktur ve Tanrı îıakkında tam bir bilgisizlikten, anlayışsızlıktan meydana gelmiş­tir. Tanrmm isteği, dileği, âlemin isti'dâdma göredir. «Dilediğini yapar, irâde ettiğini hükmeder,» sözü bir şeyde nasıl diler, tiasıl isterse öyle işler, kâfirlik, müslümanhk, zulüm;, adalet gibi zıdlaıu ta.jta, ağaçta dilediği şeyi meydana getirir demek değildir. Bu­nun anlamı şudur: Allah, bir şeyde o şeyin isti'dâdı ne ise onu diler, isti'dâdı olmayan şeyi dilemez- Çünlcü dilek, isti'dâda tâbi'-dir; kâinatın tümü, isti'dâda göre kendisinden meydana gelmiştir Dilek, ancak, bü- şeyin isti'dâdma uygundur, başka suretle ola­maz; olması da doğru değildir. Dileğini işler; isti'dâda göre de diler. İnsan kimi zaman, gamlanır, sebebini de bilmez; bilseydi gamlanmazdı, kederlemnezdi. Ama içyüzden bunun bir sebebi vardır; onu duyar, o yüzden gama, kedere düşer; dileyerek değil. Allah dalıa iyi blUr.

Allahdan başka yoktur tapacak sözünün anlamı; varlık âle­minde AUalıtan başka var olan yoktur demektir. Köpek olan eve melek girmtez hadîsi var ya; burdaki köpek, ev sâhibindeki köpeklik sıfatıdır; onda meleldiğe âid bir haz yoJçt.ur, demektir. Allah daha iyi bilir.

İnsanlar, câhiüyyet devrinde görünen, putlara taparlardı; şimdiki zamanda da vehmettikleri putlara tapıyorlar; uımarım ki Allah, gerçeği meydana çıkarır da geı'çek olarak Hakk'a ta­parlar.

Allah bütün işlerin kendisinden zuhur etmesi ve bütün ke­mâl sıfatlarıyla mevsûf olması dolayısıyla Mutlak Varlıktır; bundan dolayı da Allah denmiştir ona- İşler, sıfatlar, meydana gelen şeyler ve olgunluklar maThariar vasıtasıyla zahir olur.

— 59 —

Page 107: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Mazhavlarııı tümü, kemâllerin tümünü meydana getirir, tamam­lar; her mazharda mazharlarm ayrılığı, aykırılığı yüzünden çe­şitli, ayrı ve aykırı şeyler zahir olur ondan; çokluk, mazharlar-dadır; noksan sıfatlardan an ve yüce olan Haksa birdir; bütün mazharlardan tecellî eder; mazharlarm herbiri, suret bakımmdan öbüründen ayrı ve ona aykırıdır; fakat o, gerçek bakımından o mazharlarm varlığıdır. Mazharlarm herbirinden, suret bakımın­dan ona has olan şeylerle zahir olur; fakat herşey, gerçek bakı­mından AUahtır. Şu hâlde, onlardan biri, ben AUalıım dese, ger­çek bakıımmdan doğrudur; çünkü her şey, ondan sâdır olmakta­dır. Bu bakımdan, mazharlarm çokluğu, sayıya sığması yüzün­den, onun çok olması, sayıya sığması lazımgelroez; nitekim geç­miştir bu bahis; çünkü hepsinde zâlıir olan birdir. Onlarm her­biri, ben Hakk'ım dese de gerçek bakımmdan doğrudur; herşey-de varlık vardır ve hiçbir şeyle mukayyed olmaksızm Hak den­miştir o varlığa. O şeyden ister tüm şeyler zuhur etsin, ister bâzı şeyler, isterse de hiçbir şey zuhur etmesin; bu böyledir; is­ter bir sıfatla muttasıf olsun, ister olmasın, gene aynıdır. Ama suret bakımından mazharlardan bir şey sâdır olmadığuıdan her biri de Hak'dan ayrıdır, Hak değildir demek de doğrudur. Ger­çekte herşey birdir- Sözgelişi, yaratıcı demek doğru olduğu gi­bi rızk verici demek te doğrudur ya; kul ve Hak demeyi de bu­na göre kıyâsla. Buna göre zât bakımından çokluk ve aykırılık yoktur; çokluk hep anlayış ve i'tibâr bakımındandır; hâsılı çok­luk, bumda ancak hayâlden, vehimden ibarettir. «AUah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu; o, nasılsa gene de öyledir.> ha­dîsi ve «Herşey helak olur, ancak onun hakıykati kaiır,» âyeti, buna işarettir işte.

Yüce AUâhm, «Söz budur ancak, dünyâ yaşayışı oyundm-, oyalanmadır.» buyurduğu gibi dünyâya, oyalanma denmiştir ya; bu, iuKanı Hak'dan alıkoyan ve halkla oyahyan şey anlamma ıgelir. Dünyânın iki yönü vardır: biri Hak'dan gaynsmdan üısa m çeken ve ve Hak'la meşgul eden yönüdür; öbürü, inşânı Hak'­dan gaynsıyla oyalıyan yönüdür. Birşeyde, inşânı Hakk'a, aynı zamanda Hak'dan gayrısma çeken iki yön olursa, onda hem halâl ve m'ubâh oluş vardır; hem mekruh ve haram oluş. Semâ'da bu çeşittir. Özleri doğru fakıyrler, güzel ses duydular mı, kalbleri AUâha yönelir, o zaman gönüllerinde dünyâ düşüncelerinden bir zerre bile kallmaz; AUah sevgisiyle dolar; bu yüzden de onlara halâldir. İnşânı, Tanrıya ulaştıran bir şeye haram demek, müs-lümâna halâl olur mu hiç?

— 60 —

Page 108: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Sülük ehli, oduna benzer; üç bölüğe ayrdu-. Bir bölüğü, azıcdc bir ate^e tutuşur, tümden yanıp bitinceyedek sönmez; ta­mâmiyle yanmca da ateş kesilir-gider; işte, «'Yolduk tamam­landı mı AUah kahr» sözü, bunlar hakkmda söylenmiştir. Bir bölüğü ise pek yaştır; yaşlığı tamâmiyle gitmedikçe, kurumadık ça ne kadar uğraşılsa tutuşup yanmaz. Bir orta bölük de vardır ki onlarm bâzı kısımları, azıcık bir zahmetle tutuşur, tümden yanmcaya, bitinceyedek sönmez; bâzı kısımlanysa pek güç tutu­şur; bütün yaşlığı azahncaya yahud bitinceyedek uğraşmak gere­kir. Dileyenleri, bu örneğe vur da olağanüstü şeyler elde etmeye bak.

Bölüm

Tanrmm zâtı, herşeyden münezzehtir, fakat her şey de onda­dır; o da her şey de. Vâcibdir, her tavırda vâcib oluş, ayrdmaz ondan. İmkân, suret bakımmdan hayâlidir; sonradan oluş, önü­ne ön bulunmayış, suretlerde birbirinin ardmca geledunır. Oy­sa suretten münezzeh olmakla beraber surettedir de. Mümkün olan şeyin varlığı, hakıykat ve varlık bakımından Hak'tır, suret bakımmdan mümkündür, sonradan olmadır, yaratılmıştır. Noksan sıfatlardan andır «iki deniz, birbirine salan; aralanma bir ber­zah koyan', birbirine karıştomıyan.» Ne m'ümlcün Hak olur, ne de Hak mümkün olur. Ama i'tLbâri olarak İkisi de birdir, ger­çek bakımmdan Hak'tır, başka bir varm varlığı yoktur; ayn oluş, ancak i'tibârîdir. Diğer bir deyişle. Mutlak Varlık, AUah'trr, ta­pacak odur ancak, iş yapış ve te'sîr ediş bakımından yaratıcı odur; fakat te'sîr altında kalış bakımından da kuldur, yaratıl­mıştır. Bir başka deyişle de herşeye sirayet etmiştir, her şey, onunla bezenmiştir; oysa herşeyden, nekeslikten, yücelikten, ka­rartıdan, bulantıdan münezzehtir; mazharlardan zuhur etmekte­dir ve mazharlara nisbetle aynlık, aykınlık meydana gelmekte­dir; ama ona nisbetle herşey eşittir; gerçekten ondan başka bir varlık yoktur; binlerce suretten zuhur etse bile birdir o. Hak, herşeyden zuhur eder; herşey de onunla zahir olur; gerçekten zuhur edenle mazhar birdir; ayrılık, aykırılık, i'tibârîdir. Her­şey de, o mahallin isti'dâdma göre zuhur eder; Tanrmm dileyip istemesi de, zâtı bir iktizâdır; bilgisizlerin ve rüsum bilginlerinin sandığı gibi değil

Yüce Tann, «Onu tesviye edince ve ona ı-ûhundan rûh üfü-

- Cl -

Page 109: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

rünce» demesinin mânâsı, özel bir surette bu mertebeye gelince demektir; yâni, maddede, sebeblerin toplanması yüzünden ruha isti'dâd hâsıl olunca ve kaabiUyyeti tamamlanmca onda, ü£ür-mek sözüyle bir münâsebet btdunması dolayısıyla rûh zuhur eder anlarmnadır; gerçekten üfürmek değildir. Bundaki yaşayış, terkîb hassasiyledir; konuşmak, gülmek de böyle. Hâsılı insanla başka canlılar arasında, terkîb bakunmdan aynide vardır; ashy-sa aynı şeydir. Bu asd, mertebelerden her mertebede özel bir zuhura sâhib olur ki bu, hayvan mertebesinde rûh, insan maz-harmda ne£s-i natıkadır; ayn ayrı şeyler olmayıp hayvanda hayvan olan neyse insanda insan olan şey aymdır; ayrılık, isti'­dâd bakımındandır ancak. Bedenden ayrdmıyan cevher, bu su­rette zuhur eden cevherdir ki, suretin bozulma.sıyla bozulmaz; suret, onun yüzlünden bozulur; oysa boyuna kalır, sûretsiz taay­yünü bulunamıyacağmdan da her an, . kendisine bir suret ge­rektir.

«Bizden, bir ip-ucu gösterip elevermek, dostlardan da çahş-mıak. Gönül âlemi sonsuzdur; her zaman, o zamana göre bir yüz gösteril-; acele etmemek gerek. Her meyvenin bir vakti var; ama adam-akıHı çalışmak gerek; tenbeUik etmek değil.» (6)

Bil ki feleklere âid. olan kuvvetlerle unsurlara âid kuvvet­ler ve bunların benzerleri, meleklerdir. Peygamberlerin bu hu­sustaki sözleri, bu kuvvetlere dâir söylediğim anlama verilir; bil­gisizlerin sandıkları anlama değil.

Bil ki AUah, zâtmm künhüyle bilinemez demek, zâtında bu âlenîin bütün suretleri bulunduğundan ve bu sûreüer, sonsuz olarak ona izafe edildiğinden ve o, bu suretlerle zuhur ettiğin­den bu suretler, sonsuz olarak,zaman,sürüp gittikçe,, hep ona izafe ediledurduğundan ve onunla var olduğundan bilinemez anlamma gelir- Kim, onun zâtmm künhüne ulaşırsa bütün zu­hur edenler kesilir; artık anlayıver (7)

Mutlak Varlık, varlığı zâtıyla vâcib olan varlıktır. Çünkü varlıkla yokluk, birbirine aykm olduğu için olmamasına imkân yoktur. Nitekim, yokluk da böyledir; yâni yokluğun da olmama­sı mümkün değildir; nerde kaldı İd varlığm yok olması mümkün

(C) Bu cinnlelev farsçadır. (7) Birinci «Bil ki» den hurayadek, Mûsâ Kâzun terceme!-

sinde yok.

— 62 —

Page 110: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

olsun, İkisi de birbirinin sıfatıyla saklanamaz. Aynı zamanda Mutlak Varlık, özel bir imkânla mümkün de olamaz; çünkü böy­le olursa varlığını, bir başka varlıktan elde etmiş olur; varlığı da, kendisine nazaran yolduk sayılabilir; bu talcdirde Mutlak Varlık, zâtmai nisbetle yokluk sıfatıyla muttasıf olur; bununsa imkânı yoktur, nitekim evvelce de anlatılımşt:. Bir de Mutlak Varlık, özel bir imkân ile mümkün olursa, kendi varlığından önce bir varlık ıssmm bulunması gerekir; bunun da imkânı yok­tur. Mutlak yokluk olarak da bir şey bulunamaz; bu bakımdan Mutlalc Varlık, varlığı vâcib olan varlıktır; herşeyin varlığı onanladır ve o, AUahtır; herşey de onun mazharıdır; her mazhar la zahir olan odur, izhar eden de ondan ibarettir.

Bil ki Mutlak Varlık olan Hakk'm, her (mertebede iki yö­nü vardır: Biri te'sîr ediştir ki o, faaldir; öbürü te'sîr altında ka­lıştır ki bu da münfail oluştur, Uk bakımdan AUahdır, ikinci bakımdan âlemdir, yaratılmıştır, sonradan olmuştur; anlayıver.

Mutlak Varlık, mutlalî oluştan da, mukayyed bulunuştan da, ikisinin beraber oluşundan da mutlak olan varlıktır ki o, yüce: Hak'tır. Ne küllîdh*, ne cüz'î; çünkü küHî oluş, mutlak bulunuş itibariyledir; cüz'î oluş da mukayyed bulunuş itibariyle. Yâni kendisi bütün varlıkları kaplaması ve herşeyin onunla zuhuru ba­kımmdan küllî denebilir; bir mazharla zuhuru bakımından da cüz'î adı verilebilir. Halbuld onun varlığı, zâtı i'tibâriyle küHî ve cüz'î oluştan öncedir; onlarsız, onun zuhuru i'tibâriyle son­radır.

Bu anılan şeylerin hepsinden de mutlak olan, üstünde hiçbir mertebe bulünmıyan varlık, Mutlak Varhktır. O, her mertebenin üstündedir; tüm eşya ondan var ölnruştur; o, herşeydir; herşey de odur. Bu mertebede varlık için öncelik, sonralık, görünmek, görünmemek mertebeleri yoktur; öbür mertebeleri de bunlarla layâslayıver. Çünkü herşeyden anutlak i'tibâr edilir; ikinci bir i'tibâra göre de herşey, onunla var olmaktadır; şu hâlde bu mer­tebede ezel ve ebed de olamaz; ikisi de aynı şeydir.

Mutlak Varlık için iki i'tibâr daha vardır: Biri, taayyün et­memektir, öbürü de taayyün etmek. Taayyün etmemesi, zâtı i'ti­bâriyle taayyünden de münezzeh oluşu bakımından «ahad» dır; celâl sıfatıyla mevsûftur; taayyün etmesi sıfatlai'iyla zuhuru ba­kımmdan «vâhid» adıyla anılır; cemâl sıfatıyla mevsûftur. Bu iki sıfat, «yedeyn - iki el* sözüyle belirtilmiştir. Birbirine karşı olan " Bâtın - göı-ünmeyen, Zahir - görünen; Kaabız - tutup

— 63 —

Page 111: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

alan, Bâsıt - koyverip genişleten» gibi' sıfatlara da «yedeyn» de­nir. Esenlik ona, Peygamber, cAHaib Âdem'i iki eliyle yarattı.» hadîsiyîe buna işaret etmiştir. Âlemin sûrettyle Hakk'm sureti de böyledir. Esenlik ona, Peygamber, «AUah Âdem'i kendi su­reti üzere yarattı.» demiştir; Kur'ân'da da böyle geçer. Anlamı şudur: AUah, Âdenü kendi kemâl sureti üzre yarattı. Bur­daki suret, ıma'nevîdir; gözle görülen suret değil. Çünkü Hakk'ın, rab oluşu mertebesinde, AUahldc mertebesinde, görünür bir su­reti yoktur; bundan münezzehtir. Görünen sureti, âlemin ger­çeklerine âiddir; ma'nevî sureti ise bâtmîdir. îşte bu ikisi, in­şâm yarattığı iki el mesabesindedir; hani, «iki elimle yarattığı­ma secde etmene engel olan nedir?» âyetinde de geçer ya. îşte bunun için de «Onun duyuşu olurum, görüşü olurum-> dedi de, «kulağı olurum, gözü olurum.» demedi. YüceAUah, gene, «Biz emâneti arzettik..» âyetinde bütün yaratıklar arasmda, her iki sureti de kendinde toplamış olan ve ilâhî surete sâhib bulu­nan insana, insânm bu ilâhî s.ûret üzre yaratdmış olduğuna^ bu yüzden de yeryüzünde halifelik makaamına erdiğine işaret etti.

Rüyada görülen şeyler de ^epma'iılif et ve tevhîd derecelerine işarettir; ma'nevî yolcuyu oyalamak, en yüce maksada ulaşma-smı sağlamak için nefsiyle savaştırmak içindir ki bu maksadla da, zevk ve hâl i'tibâriyîe birliğin tahakkukundan ibarettir, rüya­da gördüğü olaylar ve bıma benzer şeyler, birliğe delâlet etmek­le beraber, işaret edilen şeye de aykırıdır; bunlardan uyanması, gerçek birliğe ulaşması için bunları görür; çünkü gerçek birlikle bu görülenler arasmda pek uzun bir yol vardır; bunu, ancak ula­şanlar biUrler. Söz geUşi, yolcu, kendi duygusundan yiter; ama uykuda da değildir; uyanıkken bedeninin genişlediğini, büyüdü­ğünü, bütün âlemi kapladığmı görür; dağlan, ırmakları, ağaçlan, bahçeleri, dünyâdaki başka şeyleri kendinde seyreder; kendisini, bütün âlemin, tıpkısı bulur; neyi görürse, o benim, der; kendisin den başka bir şey görmez. Neye baksa o, kendisi olur- Kendisinde, zerreyle güneşi aynı görür, aralarmı ayırd etmez. Zamâm da bir görür; evvel de o zaman içindedir, âhır da; ebed de ordadır, ezel de. Artık bu, Âdem'in zamanı, bu, Muhammed'in zamanı diyen kişiye şarşar. Çünkü evvel oluşla âhır oluşun yok olduğunu, za­manın değişmediğini, bir andan ibaret bulunduğunu görmüştür o. Derken bu görüşlerden, bu çokluk âleminden de yiter; bir başka ı-ûhî hâlete döner; o halette, bir an olur, âlemin varlığma hük­meder; bir an olur, yokluğuna hükmeder. O halette bütün eçyâ-nm, hattâ onları görenin bile şaşınp kaldığım seyreder. Sonra

— U —

Page 112: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

herşeyin, tümden yok olduğunu görür, bunu anlatmıya bile gü-cü-kudreti kalmaz. Derken gene çokluk âlemine döner; görür ki var olanlarm kimisi, öbürünün içindedir; birisi, öbürünün var-lığma sebebdir. Bir an, bu çokluk âleminde durur; sonra bu yi-tişten duygu âlemine dönüp gelir- § u hâller, şu anlatılan şeyler, bâzı arkadaşlanmızm başlarından geçen hâllerdir. Eşyânm tüm­den yok olması, ahadiyyete işarettir. Çokluğa âid söylenen, £aı-latüan şeyler, gönlün bir an varlığa, bLı- an yokluğa akması, gö­rüşe âid tecellîye, gördüğü her şeye, o, benim demesi tevhide işarettir. Bütün bunlar, Hak'dan halka uyarışlardır; fakat bun­lar, hâle, zevka âid tevhîd değildir; o, bunlarm üstündedir; ger­çek yolcusu, onu zevkıyle bulabilir ancak. Herşey bu tevhide bağ­lıdır; hattâ herşey, bu tevhîdden ibarettir; ama bu mertebeyi anlatmağa imkân yoktur. Tatmıyan bilmez.

Buna göre tevhîd üç kısımdır; Bilgiye dayanan tevhîd. Bu, ağızdan belleme, kitabdan anlamadır. Uyandu'icı tevhîd. Bu, Allah'tan bir ihsandır; ınjyâlarla, olaylarla, ilhamla meydana gelir ve bu, birinciden üstündür. Hâle ve zevka âid tevhîd. Bu, hepsinden üstündür ve istenen de budur.

Tasavvuf tamamlandı mı, münafıklık başlar. Gerçek sûfî, gözlerin görmediği, kulaklarm duymadığı, insanm gönlüne gelmiyen şeyleri görür, duyar, anlar; fakat insanlara, hâlleri­ne uygun, anlayışlarma uygun sözler söyler, gönlündekini gizler. Çünkü anladığmı insanlara söylerse, öldürürler onu mutlaka, ar tik nasıl olur da münafık olmaz? Sariyy-i Sakatî'nin sözlerinde buma işaret vardır: Tasavvuf, üç anlama gelen bir addır. Sû­fî o kişidir ki, anlayışmm ışığı, çekinmesinin ışığmı söndür­mez; kitâbm zahrnu bozacak, yıkacak olan ve gönlünde bulu­nan bilgiyi söylemez; onazhar olduğu kerametler, Allah'ın haram ettiği şeylerin örtüsünü yırtmaz. Ama gerçeğe ula.şan kişinin, halka bildirdiği şeylere inanması da mümkindir; bu takdirde o adaan, münafık olmaz; îki zıd ve aykuı inancı bir arada bulundurmasma şaşılabiUrse de şaşılmaması gerekir; çünkü her ikisi de, yerinde gerçektir. ,

Hak ehli, Um ül-yakıyn ve ayn ül-yakıyn hakkmda çeşitli sözler söylediler; bunlardan sadra şifâ gelmez; onları nak­letmenin yeri de değil zâten. Bu falcıyrin gönlüne gelenleri söyliyeyim; bunlar, yalnız tevhîdc mahsûs da değil; sözlerim, başka şeyleri de anlamına alır. Meselâ, cömert ve yiğit kişi, kulaktan duyulur, tevâtüı-le buna, görmeden. inanılır; bu,

F. 5 — 65 —

Page 113: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ilm ül-yakıyndir. Birisi, bunu görerek anlarsa bu, ayn ül-ya-kıyndır. Hakk ül-yakıyn ise, kendisi bu hâllerle hallenmesi, bu sıfatlarla sıfatlammasıdır. Tevhîdde de böyledir bu; Hakk'm varlığım, ondan başka bir fâll bulunmadığmı, şübhesiz olarak delille bilirse, bu bilgi, ilm ül-yakıyndır. Görerek, hem de ap­açık görerek, keşif yoluyla bilir, anlarsa bu da aya ül-yakıyn­dır. Bu sözlerdeki göımek sözü, anlayışın olgunluğunu anla­mak idindir; yoksa «özle .f örmek değil; çünkü o, eşitten, Ör­nekten münezzelıtir. Bir de insan, onun varlığından başka hir varhk olmadığını, bütün varlığın o olduğunu bilirse, işte bu, Hakk ül-yalciyndır; çünkü artık o, Hak'la tahakkuk et­miştir, kendisinde bir varlık kalmamıştır; artık bütün varlık, tevhîd, yüce Hakk'ındır.

Zikrediş, zikreden ve zikredilen birdir derler ya; bu, Hak'dan başka varhk yoktur demektir; çünkü varlık baln-mmdan bu üçü, bir olur. Bu ilm ül-yakıyndır. Hakk ül-yakıyn ise, gerçek yolcusunım bununla gerçekleşmesidir. Bu durakta benim bulduğum şey, anladığım şey şudur: Dildeki zikir, ger­çek zikrin suretidir. Gerçek zikir ise, kalbin zikir şeklîne dön­mesidir; zâten bu yüzdendir ki kalbe «zUcr* adı verilmiştir; kalbe «Hak» denmiştir; hepsi de birdir. Meselâ yel esince denizde dalga peydâlanır; bu dalga, gerçekte sudan ayrı bir şey değildir. İşte kalb de zikirle, zikir şeklini alır; zücdr,' bü­tün kalbi kaplar; dildeki zikir, kalbin, gerçek zikrin bir sure­ti hâline gelir; oysa ki kalb, şekilden münezzehtir. Bu anlayış­tan şu da anlaşılır: İki hâtıra, bir anda kalbe gelemez; çünkü kalbdeki şey, başka bir fikri giderir; kalb, o anda, tümden bu düşünceye bürünür, o düşüncecleyken ondan başka bir şey duymaz (8); nitekim deniz, yelle dalgalanmca, o dalgalar var­ken başka dalgaların meydana gelmesine imkân yoktur. Bunu iyice anla; çünkü pek incedir ve bu hususta benden başkası, bu çeşit söz söylememiştir.

Müşahede

Bâzı zaman olui' ki, kendimi tamâmiyle letafet peyda et­miş görürüm; fakat görünmeme sebeb, ancak bedene âid su­rettir. Demek ki bedene âid olan şu suretler, bu lâtîf şeyin

(8) MuiEtanııned Nûr ül - Arabi, boray^dek ferhetndgtir.

~ 66 —

Page 114: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

suretleridir; bu latif nesne, bu suretlerle görünmededir. Hani Idtîf olan buhar da, yoğunlaşmadan, latîf olması dolayısiyle gö­rünmez ya; fakat yoğunlaşınca bulut haline gelir, görünür. Ama lâtîf olan buharla bulut, birbirine aykırı şeyler değildir; bu­lut, tıpkı tıpkısına o buhardır; yalnız yoğunlaşmıştır; ona baş­ka bir varhk eklenmemiştir. îşte insanlardaki lâtîf olan var­lık da böyledir; yoğunlaşınca görünen sûreder şekline girer. Bu benzetiş bir örnektir, bir müşâliedemizi anlatm,'arnız, me­ramımızı bildirebilmek için söylenmiştir; yoksa buharla insan arasında, hiçbir yönden benzeyiş yoktur.

Müşahede

Bâzı zaman da, okumakla oyalanırken, okumaya dalmış­ken, birisinin şekli gönlüme düşer, parıl-pard parlar âdeta; be­ni işimden alıkor; gönlümden gideı-mek isterim; bir türlü git­mez. Derken bir de bakarım ki, sabaldeyih o adam, beni zi­yarete gelmiş; gözümle de görürüm' onu. Esenlik ona. Pey­gamber, «Peygamberlikten ancak müjdeliyen rüyalar kalmış­tır.» bu5aırmuş, rüyaları, peygeımherUkten bir parça - buçuk saymıştır. Dileyen kişinin, onlardan, dnlan yormaktan gaflet etmemesi gerek; çünkü bunlarda birçok faydalar vardır; bl-linmiyen şeyler, ma'nevî yolcunun sağ-esen oluşu, yahud boz­gunluğa düşüşü, kendisiyle görüşüp koriüşan'lânü hâlleri, bım-larla anlaşılır. Temiz rüya, Hakk'm nûrlarırtdan bir nurdur; gören, onunla ışıklanır.

Bu ışık, bir gece beni kapladı, kendimdeh geçtim; zevk. şevk elde ettim; büyük bir tat duyduin; bu hâlde şu beyti okumaya koyuldum:

Ey hefs, gaynlardan ayrıl; ey nefs kederinden. geber de; Ululuk jsai ihtiyaçsız Tanrı'dan başkasına . sızlarıma j başkasından bir şey isterde.

Çevremde îakıyh talebe vardı; hâlini orilara da te'sh' et­miş, bu hâlimden korktrtuşlar. Bunlardan bîri, Klısır'daki "Seı-kokıyye Medresesi müden*isi Mevlânâ Seyfüddin'di; kendime gelince, onu gördürh önce; baktım ki Şeyhûniyye müderrisi Mevlânâ-zâde'nin şekline bürünmüş; ikinci defa bir daha baktım, Seyfüddih'i gördüm. Bil kî suretin değişmesi, yâni bir şahsm, bir kerâ başka, bir kere daha başka bir şahıs hâlinde

— 67 - -

Page 115: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

görünmesi, o şalısın kendisine âid bir keyfiyyet değildir; o iki şahıs arasmda bir bakımdan, bir münâsebet vardır da o yüzden böyle görünür; işte bu da tevhide delâlet eden bir şeydir.

Yüce Allah, «Âdem'e bütün adiarı beUetti.> demiştir. Ad» 1ar, yüce Allah'm adlandır ki onun adlarına olgun ve üstün hir tarzda mazhar olan varlığa işarettir ve bu da kâmü insan-du-; melâike değil. Bu yüzden hepsini de kâmil insana bellet­ti; yâni insan, bu adlarm delâlet ettiği huylarla, sıfatlarla huy­landı, şifadandı; melekler bu huylarla huylanmadı, bu sıfat­larla mevsûf olmadı. Bu, bir yüceliktir; yoksa, taş, topaç gibi, eşyaya delâlet etmek üzere konmuş harfleri bilip tanımak de­ğildir- Çünkü bunu bilmek kolaydır ve insanlar arasında da bu çeşit şeyleri bilmekle övünülemez; melekler arasında da.

Göklere, yeryüzüne, unsurlara müvekkel olan melekler, onlarda bulunan ve Hakk'm dilediği tarzda onlardan zulıûr eden kuvvetlerdir. Göz yumup açmcayadek, bir bakışta bile Rabbe itaatten geri kalmazlar; bu, onların ezelî ve lebedî teş­bihleridir ki, ««Hiçbir şey yoktur ki ona hamdederek, onun noksan sıfatlardan, arı olduğunu söylemesin.» âyetiyle buna işa­ret edilmiştir. însanm kan damarlarmda dolaşan şeytanlara gelince: Onlar da hayvani nefsi şehvetlere sürükliyen ve o nefiste mevcûd olan kuvvetlerdir; bunlarla şeriate ve Hakk'a karşı gelinir. Esenlik ona, Peygamber'iTi, «Şeytan, kan damar­larmda dolaşır» sözü de buna işarettir. Ey câhiUer, siz, Hakk' m bâtm bilgisine âid olan sözlerini de anlamıyorsunuz; pey­gamberlerin ve erenlerin sözlerini de. Onlar bilirler, işlerler; bilirler, tavsiyelerde bulunurlar; bilgisizliğinizden, akdlarmı-zm azlığından, gönüllerinizin bulanık oluşundan, âhiret bilgi­lerinden gaflet edişinizden, dünyaya fazla düşkünlüğünüzden dolayı, işin içyüzü, sandığmız, vehmettiğiniz gibi değildir. Siz, bu hususta şaşkınlık içindesiniz, sapıklıktasınız, gerçekten sap­mışsınız- Ama sizin doğru yolu bulmanız da, sapıklığınızdadır; bu yüzden de şeriatı kuran, sizi esirgediğinden smırlaniıştır bunu. Çüiikü doğru'yolu bulmanız, bilgisizUğinizdedir; nitekim kader mes'eksindeki bilgisizliğiniz de sizi doğru yola götür­müştür; ama işin içyüzünü de görmemişsinizdir; yoksa pey­gamberler, bu nies'eleyi bilmez değildir; onlar da bunu bilir­ler; hem de güneşi gördükleri, bildikleri gibi görürler, bilir­ler. Yalnız akıllarınız zayıf olduğundan, onu sîze ve aşağılık

- C8 —

Page 116: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

kişilere açmazlar. Sen de içini arıtırsan, belki söyledikleri söz­lerden birşey anlarsın.

Öğüt

Dileyen, isteyen ki-jiye, yaptığı hayırları, yüce şeyleri, küçük, küçük suçlarım, ayıblarını, kötü şeylerini büyük gör­mesi gerektir. Böyle olmazsa, onda istek, umut yok demektir. Kulun, Kur'ân'dan dünyasının işlerine, geçimine ve bu çeşit şeylere âid olan âyetlerle âhiret işlerine âid olan âyetlere bak­ması, iki kısmm arasındaki nisbeti düşünmesi, ömrünü bu nis-bete göre âhiret bilgileriyle dünyâ bilgüerine bölmesi gerek­tir; bilgi dileyene lâzım olan budur. Kur'ân otuz cüz'dür. Bu otuz cüz'ün, aşağı yukarı bir cüz'ü dünyâ geçimine, öbür ta­rafı tümden âhirete âiddir. Kur'ân'ın bu nisbet üzı-e inmesi, dünya ve âhiret işlerine. ne kadar çalışmaları gerektiğini bil­dirmek, bilginlerin dünyâ, ve âhiret işleriyle bu nisbet dahi­linde uğraşmalarını anlatmak içindir. Bu da, Hak'dan gelen ilhamlardan bîr ilhamdır bana.

Bil ki adlar da, sıfatlar da, işler de, tümden isti'dâdlara tâbi'dii" isti'dâdlar olmasaydı, bunlar da olmazdı;- işte kadei' s i m da buna dayamr. Hamdolsun Allah'a ki -bana, katından lütfetti de bu işleri anlattı, bildirdi; bu söylediklerim, kitab­lar okumakla, yahud alelusul bilgi bellemekle değildir.

Gerçekler katında cennet, melekût âleminden ibarettir, Â -dem, cennetten çıkmıştır denir ya: bunun anlamı da yoğımla-şa yoğunlaşa bu âleme indi, bu suretle sıfatlandı demektir.

Bil ki fıkıh bilginleri, dünyâ düzenlerine âid ahm-satım, ki­raya veriş gibi bilgileri nasıl kitabdan, sünnetten elde etmiş­lerse, âhiret bilginleri de, âhirete âid bilgileri, âhiret yoUannı ve olaylarmı kitabdan, sünnetten elde etmişlerdir. Şu hâlde, bir insamn, fıkıh mes'elelerini anlaması, fakıyh olması için, nasıl fıküı kitablanyla uğraşması gerekse, âhiret yolunu öğ­renmek, âhiret işlerini etraflıca anlamak istiyenin de âhiret bilginlerinin kitablanyla meşgul olması gerektir. Onlar, bu bilgiyi, kitab ve sünnetten elde ettiler, onların kitablaı-ma ihtiyâcım yok, ben de kitab ve sünnetten elde ederim; onlar da adam, ben de adamım dememesi îcâb eder. Bu düşünceyle a-damm ömrü yiter-gider; adaım, hiçbir şey elde edemez; ancak yok olmuş, yokluğa ermiş temiz kişilerden olan efrâd, bu kai-

— 69 —

Page 117: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

deden dışarıdır; işte âhiret yolu böyle bulunur. (9)

Şu duygulardan göz yumar, tecellîlere bakmazsak, Haldc'ın zâtını gözle görmeğe imlcân yoktur; fakat yüce Tanrı'nın sev­gisiyle kendinden geçmiş olan kişiye Tann, bu surete bürünüp görünebilir; yalnız bu iş, az olur; bu hususta esâs, gönlün a-rmmasıyla Hakk'm anlaşıhnasıdır; çünkü gönül armdı rm, Kak, o gönül sahibine, anlayışı derecesinde tecellî eder; özel ve duyguyla bilinir, anlaşılır bir suretle değil; böylece iş açılır, şübhe de geçer gider.

Ağacın, «Ben Allahım» demesi, bu sözü bir insan söylerse de caiz görülmesini, hattâ daha doğru ve yerinde ' olarak ka­bûl edilmesim anlatmak içindir. Değil mi ki âlem, onun su­retidir, ben oyum diyen herkesin sözü doğrudur. Çünkü bu söz, âlemin suretinin sahibi olan Tann'ya âiddir; söz söyliyen cüz'e âid değildir. Nitekim Zeyd'Ln dili, söze gelse de ben Zeyd'im dese, bu söz, Zeyd'ia zâtına işaret olduğundan doğrudur; fa -kat bir et parçasmdan ibaret olan ve hareket ederek bu sözü izhâr eden dile nisbetle doğru değildir; zâten bu sözü söyliyen de Zeyd'üı kendisidir, dili değil. İşte ağaç da böyledir, insan da böyle; çünkü dil, ben AUahım derse doğrudur; diyen dil de­ğil, insandır. Böylece her zerrenin, bu i'tibarla AUahım demesi de gerçektir; fakat bir başkasına, o AUahtır, yâhud sen AUah sın demesi doğı-u olamaz. Nitekim dil de ben Zeyd'im derse, doğrudur da, bir başkasmm ben Zeyd'im demesi, yâhud bir başkasına sen Zeyd'sin demesi doğru olamaz. EsenUk ona. Peygamberin «AUah vardı; onunla beraber hiçbir şey yoktu.» demesi de, vâhidiyyet mertebesinden üstün bir mertebeye de^ lâlet etmektedir. Bütün şeyler, bu mert .beden taayyün eder.

Bil ki var oluş ve bozuluş âlemlerinin ikisi de ezelîdir, e-bedîdir ve dünyâ ile âhiret i'tibârîdir. Görünen, geçici dünyâ­dır; iç âlemse kalan, yok olmıyan âhirettir; ikisi de ezelden ebede dek vardır; fakat i'tibâr, üstün olan sıfata göre olduğun­dan dünyâya geçici denmiştir, âhirete ise kalan, yok olmıyan âlem adı verilmiştir.

Olgun kişilerin elde ettikleri olgun ve üstün tatlar, hurile­re, köşklere, cennetlere benzetilmiş, anlatılsa bile bilgisiz, az ve kıt akıUarm anhyamıyacaklanndan onlara bu adlar veril­miştir. İşin. içyüzü bu çeşit akıllara sâhib olanlara açıklansa

(9) Bu son Ud cümle dc Mûsâ Kâzun'ın tercemesinde yok.

— 70 —

Page 118: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

bile, onlar, buna aldırış etmezler, dünyâya ve dünyâ tatlarına dalaı-lar; halbuki böyle söyleyince özlemleri artaı:, kulluklara koyulurlar, çahşmıya girişirler, böylece de Hakk'ı anlarlar. Hak yoluna girenlere böyle yapılmamış olsaydı, ilk zamanlarda bu çeşit sözler söylenmemiş olsaydı, «bilmedikleri yerden yava^ yavaş helake çekilirlerdi.» AHalı, gerçeği söyler ve doğru yolu gösteren, doğru yola götüren de odur.

Esenlik ona. Peygamber, «İnsanlann ellerinde bulunan şeylerden çekin de insanlar seni sevsin; Allah'ın katında b u ­lunana yönelme, çekin de AUah seni sevsin.» buyurmuş. Bu söz de doğru yolu bulmaya işarettir. Mükâfata âid olan AUalh yaadleri de gerçektir, mücâzâta âid sözleri de haktır; bunlar, Hak'tan Hakk'a, Hak'la ve Hak için gerçektir.

Ölmeden önce öl de ebedî olarak diril; kii n. dünyadan ve lezzetlerinden ölür, şehvetlerini yok ederse, ezelî, ebedî ve gerçek varlığı elde eder; artık bu çeşit bir yaşayışa ölüm ge­lip çatamaz; ama insanlar, dünyâ yaşayışını dilerler de böyle-Bİne bir yaşayışa razı olmazlar. Bu sözün bir yönü daha var: Kim ölmeden önce ölürse, ilâhî huylarla huylanır, adı ebedi olarak anılır; ebedî olarak adı anılan da ebedî olarak diridir. Bir üçüncü yönü de şu:: Parça-buçuk ve ^çici varlıktan yok olan ve varlığının, ilâhî varlık kaynaklarından bir kaynak ol­duğunu bilen ikiliksiz olarak gerçek varlığa ulaşır ve onca, gerçek ve tek varlıktan başka bir şey kalmaz; bu varlığa yok­luğun gelmesiyse mümkin değildir.

Hadiste, cennetin sekiz, cehennemin yedi kapısı olduğu bildirilmiştir. Bana bu hususlarda ilham edilen .şudur: Arş, cennetin üstüdür, burçların bulunduğu gökse, cennetin yeri. Burçların bulunduğu gökün muka'a,r (içbükey) ciheti cehen­nemin üstüdür;' altında buhman göklerin herbiri, bir kapıdır. Bu bakımdan, cennetin sekiz kapısı vardır; çünkü Atlas gö­lünün altında sekiz gök mevcuddur; onlar da burçların bulun­duğu gök, Zühal gökü, Mü.stevi gökü, Mirrilı gökü, Grüneş gökü, Zühre gökü, Utarit gökü, A y göküdür; bu gök, gölderin sonuncusudur. Burçların bulunduğu gökün muka'ar ciheti, cehennemin üstü olunca da altmda yedi gök kalır; artık anla­yıver; her gök, bir kapı olunca cennetin sekiz, cehennemin de yedi kapısı dur. Bunu yazdıktan sonra, Kur'ân'dan kolay gelen âyeti okumak için Mushaf'ı açtım; «Âyetlerimizi yalan-

' - 71 -

Page 119: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

hyanlara ve onlara karşı ulululc gösterip onları kabûl etmiyen lere göklerin kapıları açJmaz.» âyeti geldi.

Kazaya kalmış namazlarm tertîble kıimmasmı, bazüan farz bilmemişlerdir; nitekim Şafiî'nin mezhebi budur. Bâzdarıy sa vâcib bilmişlerdir. Selâmda da böyledir; bâzıları, namaz kılanm iki yanma yüz çevirip selâm vermesini hükmetmişler­dir ki Hanefiyye mezhebinin kabûl ettiği tarz budur; bâzıla-rıysa Mâlik'in mezhebinde olduğu gibi, öne selâm vermesini doğru bulmuşlardır. Teşehhüd duâsuida da insanların alelade konuştukları gibi, meselâ filân kadınm kendisine zevce ola­rak nasîb olmasım dilemek gibi duâ etmeyi caiz görmüşlerdir;. Şâfi'î mezhebinde olduğu gibi, bâzısıysa bunun caiz ohnadığmı söylemiştir; Hanefîlerdeki gibi. Zahirî amellerin çoğunda, bu çeşit haberler gelmiş, hükümler verilmiştir. Bunları ve bun­lara benzer hükümleri düşünen kişi, açıkça anlamalıdır ki, bu ibâdetler, iç âlemi düzene sokmak, arıtmak, ahlâkı düzeltmek için korumuştur; zahirî mücâhede, bıma vesiledir ancak; hangi şekilde olursa olabilir. Bu yüzdendir ki duyduğun' gibi bu iş­lerde müsamahada bulunulmuştur. Fakat zahir bilginleri, iç­yüzü bırakmışlar, kabuklara dayanmışlardır. Çoğunun içi, gön­lü açılsa, gönüllerinde dünya sevgisinden, baş olmak, başa geç mek mahabbetinden başka birşey bulunmaz. Allah onları, hor-hakıyr etsin.

Yüce; Allah, Tâhâ sûresinde «Dağları sorarlaı-sa sana, de ki; Rabbim, onları un-ufak eder, kum gibi savurur da yeryüzün­de bir iniş de göremezsin, bir tümsek de.» demiştir. İhtimâl­dir ki bu, son zamanda zâtm zuhuruna ve tevhidin yayılaca-ğma, inişi, tümseği bulünmıyan tek zâtın buyruk yürütece­ğine, dağlara benziyen sıfatlar saJtanatmm kalkacağına, zamâ-nm sahibinin tümden tevhide mazhar olacağına, halkı da bu tevhide çağıracağma, bir inişi, tümseği olmayıp, dümdüz olan sırnna da'vet edeceğine, kalbleri yumuşatmaya, sıfatlara ımaz-har olanlarm Allah ve Rahman adlarıyla anılan zâtm hüküm­lerini kabule çağıracağına ve zât hükümlerinin meydana çıkıp sıfatlara âid hükümlerin gizleneceğine, eserleri büe görünmi-yeceğine işarettir. Nitekim yüce AUah, Enbiyâ sûresinde, «Ya-lanlıyanlar, görmezler mi ki göklerle yeryüzü bitişikti, birdi; ikisini yardık, ayırdık» der. Bu âyetin tefsirinde, göklerle yeryüzü, birbirine bitişikti demişlerdir. Ben derim ki; B u âyet­ten maksad, insandır; gökler, Melekût âlemine işarettir, yeıyü-

72 —

Page 120: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

zü de Mülk âlemine. İnsan, ikisinden meydana gelmiştir, Nut-feyken ve rahimdeyken iki âlem de birdi. Ona rûh iiEîirerek ikisini yardık, ayırdık; insandan Mülk âlemine âid eserler de göründü, Melekût âlemine âid eserler de anlamı anlaşılmalc-tadır.

Vilâyet (erenlik), Allahı sevm'ektir; Allah sevgisinin üstün olup kalbini kaplaması, gönlünün, dünya sevgisinden boşal­masıdır,

îhyâ ül-ulûm ve Kimya üs-Saâde, tahkıyk bilgisiyle taklîd bilgisi arasında berzahtır. Bu, âlemi doğı-u yola götürmek için güzel bir yoldur, iyi bir yordamdır. Çünkü gerçeği dileyip isti-yenlerin çoğunda, ilk zamanlarda, tam gerçeği kabule isti'dâd ve kaabiliyyet yoktur. Birden onlara gerçekler açılsa, tabiat­ları tiksinir, kabûl etmekten çekinirler; sapıklığa düşerler, söy-liyene de kâfir derler. Ama bu kitablarla onları uğraştırmak, uygun bir işdir; bu kitablarda onların kaabiüyyetlerine uyan sözler de vardır, uyrmyan sözler de. Bilmedikleri bir yoldan onlar yavaş yavaş gerçeğe gelirler, avlanır giderler; bu kitab­lar, av araçlarına benzer.

Bil ki cin, melekten, şej'tanlardan, iblisten daha umûmî bir sözdür. Bunların hepsi de ruhlar âlemindendir, cisimler â-leminden değil. Bunlar, küllî ve cüz'î kuvvetlerden ibarettir. Bunlardan, insanı Allah'a yaklaştırmağa sebeb ve vesile olan­lara melâike, Allah'dan uzaklaştırıp dünyâya meylettirenlere şeytanlar adı verilmiştir. Cin, melâikeden daha umûmîdir de-düc ya; buna, «Kâfirler, Allah'la cinler arasmda soydaşlık var sandılar» âyeti delildir. Kâfirler, melekler, AUahm kızlarıdır dedUer de, cinler ve şeytanlar, AUahın kızlarıdır demediler; bundan da anlaşılmaktadır ki melekler de cin lâfzına dâhildir.

Yüce AUah, «Yağmur yağdırırız da yeryüzünden meyve­leri o yağımiurla çıkarırız; işte ölüyü de bu çeşit diriltir, çıka­rırız; öğüt alırsmız belki» demiştir. Demek ki, iki çıkarış a-rasmda bir fark yok. Bu da, kıyamette dirUen bedenin, çürü-

' yüp giden beden olmadığına işarettir; nitekim çıkan, biten mey veler de, yok olup giden meyvelerin aynı değildir.

Yüce Allah, «Yaratdışmız da, tekrar dirilmeniz de, bir tek kişinin yaratılması ve dirilmesi gibidir» demiştir. Bu âyet, â-lemin yücesi, aşağısı, görünmiyeni, görüneni bakımından' bir tek şahsa benzediğine işarettir; demek ki e.şyâmn sayılı oluşu, a'zânm sajnlı oluşu gibidir. A'zânm çok olması, sayılı bulunma-

— 73 —

Page 121: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

sı, nasıl şahsın da çok ve sayılı olmasını îcâb etmezse, eşyânm çok ve sayılı oluşu da âlemin birliğine zarar vermez ki, o da Hakk'm suretinden ibarettir-

Bil ki, iş, mutlalc olarak riyâzat ve mücâhede üzerine ku­rulmuştur; husûsî bir tarzı yoktur. Fakat mücâhedeler, devir ve zaman değiştikçe değişir; şeriatler de bu yüzden birbirinder • farklı olur. Peygamberlerin hâlleri de buna delâlet eder. Çün­kü hepsi de hale üzerinedir ve gerçekten yolım-yordamm ayrı-hğı dolayısıyla birbirinden farklı sayılamazlar ve kınanamazlar.

«Allahdan başka yoktur tapacak diyen cennete girer.» den­miştir. Bunun meşhur anlamı, hurilerle, köşklerle ve benzerle­riyle bezenmiş olan cennettir. İkinci anlamı şudur: Kâfirler, sa­vaşta tutsak olurlar, malları yağmalanır, kendileri öldürülür. Kim bu sözü söylerse bımdan kurtulur, emîn oluş kalesine sı-ğmır. Bunlardan kurtuluş, cennet sözüyle anlatılmıştır ve bu kurtuluş, bağ-bahçe olarak söylenmiştir. Üçüncü anlamı, bu sözle örtülen kişi, bu sözü, canına, malına, ehline-ayâline kal- . kan edinen şahıs, cennete girmiş demektir; yâni olaylardan, dertlerden örtünür, kurtulur. Dördüncü anlamı şudur: Kim Allahı tanır, iki dünyâda da, âlemlerde de ondan başka bir var­ide olmadığını anlarsa, devrolan şeyleri birbirinden ayırd et­mekten kurtulur, gerçek cennete girmiş olur. Beşinci anlam] şudur: Kim bu sözle, bu sözün anlamıyla gerçekleşirse, kendi varhğmdan yok olursa, karanlıklara ve cehennemlere âid olan varhğmdan kurrulur; cennete âid olan bâkıy varlığa girer ve bu sırra bürünmüş olur. Bil ki cennet, dünyâya âid olsım, âhi­rete âid olsun, her yüce hâle, mertebeye ve durağa denir. Böy­lece ateş, yılanlar, akrepler ve zakkum da her kötü ve aşağdık, bayağı hâle ve durağa denir. Kitablarda anlatılan ve duyulan huriler, köşkler ve bunlardan başka şeyler, bizLm dediğimiz gi­bidir; onların dediğimiz gibi suret olduğuna d('âl de şudur: Bi­risi rüyada kendisini, bezenmiş, güzel bir bahçede, yâhud yüce bir köşkte görse dileğine erişeceğine, bir yücelik elde edeceği­ne verilir; onunla yorulur. Rüyada görülen suretler, âhirete âid suretlerin cinsindendir; çünkü, uyku, küçük ölümdür; uyana­nın gördükleri de âhirette görülenin cinsindendir. Artık uyan da cennet, cehennem, ateş, huriler, köşkler nelerdir anla. Ama mütalâadan, bu işi biüp anladıktan, böylece inandıktan sonra da sakm ha, çalışıp savaşmayı, riyâzatı bırakmıyasm. Çünkü riyâzat ve mücâhede, olgunlukların, yüce hâllerin, yülcsek du-

— 74 —

Page 122: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

raklarm elde eddmesine sebebtir- Kim oJdanırsa, değil mi ki dünyâ, huriler, köşkler, cennetler böyleymiş, bu çalışmalara ilı-tiyâc yok, lüzûımsuz derse o adam, kötü kişidir, sapdîlığa düş­müştür, insanları da s.apdırır; öldürülmesi mubâhtıı-. Yedinci anlamıysa şudm-: Her yüce hâle cennet adı verilmiştir, her aga-ğdık hâle cehennem denmiştir. Tevhîd hâli, yüce bir hâldir; şirk koşmıaksa kötü bir hâl. AUahdan başka yoktur tapacak di­yen kişi, aşağılık hâlden çıkar, yüce hâle bürünür. Sekizinci an­lamı da şu: AUahdan başka yoktur tapacak diyen kişi, putlara tapmaktan vazgeçer; putlar, zahiri duygularla görülen şeyler­dir; onlardan, vazgeçer, duyguyla anlaşılımyan, gözle görülmü-yen zahirî duygudan kaybolmuş olan gerçek ma'bûd da yüce­lir; duyguyla anlaşılandan duyguyla anlaşılımıyana geçer ki bu­na, gizliliği bakımından cennet denir. «Kur'ânm bir dışı var, bir de içi; içyüzünden de yediyedek içdcn içeri anlamı var.» îş­te yedi anlam hurda bitti. Esenlik ona. Peygambere de sözlerin tüm kavramı verilmiştir; bu bakımdan onun sözünde de yüce AUâhm ona vahyettiği Kur'an gibi bu anlamlar vardır. Hattâ bu yüzdendir ki anlayışı nolcsan olan aşağılık kişiler, Kur'an vc hadîse dâir olmıyacak şeyler düşünmüşler, bu çeşit hayâllere düşmüşlerdir. Ama AUahla bilgide tam anlayışa varanlardan başkalarmm bilmemesi de bir hikmete dayanır; vahyin bu çe­şit olması îcâb eder. Vahiyde aksaklık görenin bu görüşü, ken­di aksaklığından ileri gelir; yoksa AUâhm vahyinde bir aksak­lık yoktur. Her peygambere gelen vahiy, anlam bakımından bü­tün ihtimalleri kavı-ar ve gerçektir; o sözle her ihtimâl kasde­dilmiştir.

Esenlik ona. Peygamberin zamanında bâzı kimseler, um­dukları, kendi anladıkları Deccâl'in çıkmasını, kıyametin İrop-masını, Dâbbetülarz'ın zuhurunu ve daha da bunlar gibi birçok şeylerin kendi zamanlarında olmasını beklerlerdi. Bu beitleyiç-leri meşhurdur, kitablarda da yazılıdır. Sonra gelenler de ken­di zamanlarında, bunların olmasını beklediler; hattâ bu hu.'î.ûs-larda kitablar da yazdılar; onların bâzısı üç yüzüncü yılda olacağım, bâzıları da Mehdî'nin ve Hâtem ül-vilâye'nin yedi yüzle sekiz yüz arasmda zuhur edeceğini söylediler. Hâlbuki, esenlik ona, Peygamber'in zamânrndan beri seldz yüz yıl geldi, geçti de avâmm hayâl ettiği şeylerden hiçbiri zulıûr etmedi; da­ha da binlerce yıl geÜr-geçer, onların hayâl ettikleri şeylerden hiç biri olmaz; sandıklan gibi cesedler de hasredilmez.

— 75 —

Page 123: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Toz-duman kalkü ım göreceksin,

Altmdaki at nndu-, e§ek mi? (10)

Ateşten, yani bilgisizlikten sana sığınırım.

Yüce Allah, «Allah ardlarmdan onlan kavramıştır, kapla­mışta-.» demiştir. Allah, benzetmek gibi olmasın, Zeyd'in nefsi­nin, Zeydin bütün a'zâsını, her yüzden kapladığı gibi kaplamış­tır. Zeydin a'zâsmdan hiçbir uzuv yoktur ki hareket etsin, bil­iş işlesin de o hareketi, o işi Zeyd yapmamış olsun. Bu a'zâ, Zeydin mazharlarıdır. Zeyd, her uzuvda, o uzvun isti'dâdma göre zuhur eder. Meselâ elde tutup kavramak, ayakta yol yü­rüyüp gitmek, dilde söylemek, kulakta duymalt gibi hani. Bu bakımdan söz söyleyen, duyandır, yürüyendir, tutup kavnyan-dır. Bir de Zeyd,. her uzuvda bu işleri tümüyle işler, ayn-ayrı, bölünerek değil, çünkü Zeyd, bölünmeyi kabûl etmez. Görmez misin? Zeyd birisini.dövse o adam beni Zeyd dövdü der, Zey­din bir kısmı dövdü demez; çünkü Zeyd parça-buçuğa bölün­mez; ancak parça-buçuğa bölünebilen bir bedende, görülen bir cisimde Zuhur etmiştir; bujıdan dolayı da bu bedene Zeyd den­miştir; çünkü duygu i'tibâriyle arada fark yoktur. Yoksa ger­çek Zeyd bizim dediğimiz Zeyddir. Şimdi a'zâsmdan hepsi de konuşsa yâlıûd dövse, yâhûd duysa, işitse yâhûd da yürüyüp gitse ,gene de bütün bu hareketler, bu işler bir tek varlığa,, Zeyde isnâd edilir.

A'zâsmdan bütün uzuvlar, ben Zeydinn deseler, dili gibi ha­ni, bundan Zeydin çoğalması gerekmez. Anıhşı ululansın, A l ­lah da bunun gibidir; çünkü her yönden benzetmek gibi olma­sın; beden, nasıl Zeydin sûretiyse âlem de AUâhm suretidir; her iş, bu i'tibarla ona isnâd edilir. Ondan başka söyliyen de yoktur, hareket eden de, iş gören de.

Yüce Allah, «Şehirlerdelu halk tümden inansa ve çekinse, onlara gökten ve yerden bereketler açar, indi irdik.» demiştir.. Yâni eğer varlık ıssı olanlar bizim yolumuzda mücâhede etse­ler, Mülk ve Melekût âlemine âid olan yollarımızı onlara açai'^ dik elbet ve âlemlerin gerçeklerini açıklıyan Uâhî ilhamları, lu-tuflan onlara kolaylaştırırdık elbet demektir bu. Gök Melekû-ta işarettir, yeryüzüyse Mülk âlemine.

Her peygambere, yâhûd erene, zamanmda buğzediUr, düş­man olunm" ona karşı durulur; o peygamber ve eren inkâr edi-

(10) Şürdir.

— 76 —

Page 124: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

lir; pek az kişi inanır ona. Ama ölümünden sonra ada, zaman geçtikçe anılır, bâlcıy kahr, insanların çoğu ona inanır; insan­lara sevgili -olur o peygamber yâhûd eren; bunun sırrı, hikmet/ nedir? Önce derim ki, hasedcileri vardır, ona karşı dururlar, çevrede, onun hakkmda kötü lâflar ederler; gönüller ondan nefret eder, inanç azalır- Ama ölümüyle hasedde ölür, yalnız menkabeler kalır; insanların çoğu da onu sevm.iye başlar, ona inanır. İkincisi, o peygamber, o eren, onların içindeyken onu görürler, onunla görüşürler, konuşurlar, övür olurlar; bu da sevgiyi, hele inancı azaltu-. Üçüncüsü, onun gerçeği yavaş-ya-vaş meydana çıkar. Dördüncüsü, insanlar peygamberlikte, erenlikte apayrı şeyler vehmederler; onlara görünen şeylerden başka şeylerin bulunmasını umarlar, isterler onlarda. Bu se­beb, evvelce anlattıklarımızdan çok daha kuvvetlidir. Meselâ yemek yiyor, sokaklarda geziyor, o da bizim gibi bir insan der­ler; yâhûd da istenen mu'cizeleri göstermiyor, olağanüstü şey­ler yapmıyor derler; nitekim Kur'ân da bunu ifâde eder. On­lar, peygamberin yememesi, içmemesi, sokaklarda gezmemesi, kendileri gibi bir insan olmaması, onların istedikleri olağanüs­tü şeyleri yapıvermesi gerektir sanırlar. Kendi sandıklarma göre peygamberlerin şöyle, şöyle olması gerek, buysa öyle de­ğil deyip onu inkâr ederler. Bilmezler ki geüp geçmiş peygam­berler de bu çeşitti; bunu inkâr ederler, o peygamberlerin za-manlarmda olsalardı onları da inkâr ederlerdi; nasıl ki onların zamanlarmdaki halk da onları irıkâr etti; hem de bu bozuk-dü­zen zanna uyup inkâr etti; çünkü onlar da sonraki gelenler gi­biydi. Her kemâl ıssmm zamâm geçince kendilerinde noksan bulunanlar, zannanlanndaki kâmilleri de inkâr ederler ama ev­velki kemâl ehünî görselerdi, onları da inkâr ederlerdi; şimdi­kiler de onlar gibidir. Fakat zaman geçtikçe halkın hayâlinde peygamber yâhûd eren hakkında olmamış şeyler belirir; birçok fikirler peydâlanır ki çoğu olmamıştır da, şimdi de olmaz, gele­cekte de olamaz; onlar peygamberin hakkında bu olgunluklara sâhib bulunması gerektir diye hayâller kurarlar; işte bu yüz­dendir ki şimdiki erenleri inkâr ederler de geşrnişlere ina­nırlar.

Avâmm ibâdeti âdettir; yola ük girmiş olaii' ına'nevî yolcu-larm ibâdetleri, korkmak ve ummak esasma dayanır. Yolu or-talanuş olanlar, yüce duraklara ulaşmak, olgunluklar elde et­mek için ibâdet ederler. Sona varanlarsa şeriat sınırlarını koru­mak için kullukta bulunurlar. Ama riyâzatm, mücâhedenin ve

— 77 —

Page 125: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Hakk'a yönehnenin sonu oknadığı gibi üâlıî maârifin, Tanrı hikmetlerini, kuvvetlerini seyrin de sonu yoktur; bu balsımdan mücâhedenin, riyâzatm da sonu olamaz. Söylenen söz, bâzı mu-> ayyen ibâdetler, nâfdeler hakkındadır, mücâhede haklımda değil.

Allahtan özge herşeyden kesilmek, vazgeçmek, düşünmek ve uyanık olmalc gerektir. İnsanlar AUâhı gerçekten de bilse­lerdi, sayılı kişilerdenj efrâddan başkaları ona kullukta bulun­mazdı. Falcat Allah, onların gönüllerini mühürledi, hevâ ve he­veslerini, hayâllerinden doğan şeyleri ma'bûd edindiler; oysş ki iş böyle değil. Ama bunda da hikmet var; böyle olması gerek.

Savm-ı visal mekruh değildir^ Nehyedilmesi, insanlar! râhal ettirmek ve esirgemek içindir. Çünkü bu nehiy, haram edilmiş bir nehiy değildir; bizim lehimizedir, aleyhimize değil. Zâten bü­tün emirler ve nehiyler lehimize olup, aleyhimize değildir. Bu nehiy, kesin olarak ve haram edilerek vârid olmamış, halkı ko--rumak, esirgemek için vârid olmuştur; nitekim usûl-i fıkıhta da açıklanmıştır; terk eddmesi de doğrudur,' yapılması da ve mu­bahlar arasında, mekruh olmadığı kaydedilerek zikrolunmuştur. «İçinizden adalet ıssı olanları tanık tutun.» emri de mutlak ol­mayıp korumalc ve esirgemek içindir. Birisi, tanık tutmasa suç işlemiş ve kötü bir şey yapmış olmaz. Savm-ı visal de böyledir ve çekinenlere, bu çeşit oruç 'tutmak meknıh değildir. Müslim'­in, Enez ibni Mâlik'den tahrîc ettiği hadîs de buna delâlet eder. Esenlik ona, Peygamber, Ramazan ayının sonlarında orucunu uladı; ntüslümaiılardan bir kısmı da iftar etmiyerek omç tuttu­lar- Bu, kendisine haber v&rildiği zaman, ne olurdu buîrurdu, aylımız uzayıp gitseydi de iftar etmiyerek oruç tutanlar, orüçlâ-nra ulamayı bıraksalardı ve biz, gene aynı tarzda oruç tütsay-dık. Haram olsaydı, mekruh oLsaydı önlan men'eder, yaptıkları­nı hoş görmezdi; inkâr etmemesi, nehyetmemesi caiz oldüğunsi delâlet eder. Bundan da anlaşılmaktadır ki savin-ı yisâl hakkm­daki nehiy, haram! Olduğundan değildir; halkı esirgemek için. Kendisinde güç-küvvet gören ve bunu sevâb sayan tutabilir. Ni­tekim, Allah ondan razı otsun Abû-Bekr is-Sıddıyk'm altı gün, Zübeyr oğlu Abdullâh'm yedi gün, geçmişlerden bazı temiz ki­şilerin üç, bâzılannm beş, hattâ yirnü gürij bâzllârininsa kırk gün iftar etmeden oruç tuttukları rivayet edilmiştir. Kırk gün, boz­madan oruç tutan kişide Melekût âleminden bir kudret zahir olur; yâni bâzı ilâhî sırlar kendisine keşfedilir de deınişlerdir.

Birisi, esenlik ona, rüyada Peygamber'i görse, gördüğü, gö-

— 78 —

Page 126: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ren kişinin ruhudur; esenUk ona, Peygamber suretine büj-ün-müştür. Bunun sebebi de o vakitler, rüya gören kişinin, Pey-gamber'e bir münâsebet peyda etntiş olmasıdır. Rüya görenin, insan vesâireye âid gördüğü şeyler de bunun gibidir. Gördüğü­nün hâli, yâhûd kendi hâli, o suretle kendisine keşfedilmiş olur-Burda, arif olanla o'cmyan arasında bazı yönlerden fark vai'dır. Arif, gördüğünü rabden sonra görür; yâni gördüğünü kendisine isnâd eder, sonra rabbinden bilir; arif olmıyansa rabden önçe_gö­rür; yâni gördüğünü önce rabbinden bilir, sonra kendisine isnâd eder. Haşrin hakıykati hususunda da insanla diğer canlılar a r a ­sında bir fark yoktur.

Bir gece oturmuş, dayanmıştım; birden ruhumun, bedenim­de çırpmdığmı gördüm ve yanmakta olan bir odundan çıkan alev sesine benzer bir ses duydum. Derken karşımda kırmızıya çalar beyaz bir renk gördüm. Sonra kendime geldim; balctum ki 3fanımdaki ocakta odun yanıyor, alevlenmekte ve alevi adetâ kıv­ranmakta; kendimde duyduğum ses gibi de bir ses çıkarmakta; gördüğümün tıpkısı. Anladım ki bendeki hâl bunun aksi; varlık birliği dolayısıyla sanki ben oyunr, o da tıpkı ben. Sureti, sure­tim olmuş, beniim suretim de onun suretine bürünmüş. Benim kıvranmam, onun kıvranması; gördüğüm renk de bu alevin ren­iği. Abû-Bakr is-Sıddıyk, hiçbir şey göımedim ki ondan sıonra A l ­lahı görmiyeyim demiş. Birgün de ikindiye yakm bir zamanda evde oturuyordum; güneşin ışığı yokiXı, şimdi ikindi ezanı oku­nacak dedim., gönlüme öyle geldi. Bu, birkaç kere akimia gelip gitti; anladım ki İkindi vakti gelmiş. Derken bu düşüncedeydim; hemen müezzin ezan okumaya başladı; ezanı duydum; gaybi bi-lense ancak O'dur. Bâzı vaikitler dur ki kuvvetli bir yürüyüş du­yarım, saıiki ben yürüyormuşum; bunu hem dokunma, hem de işitme duygularımla düyatım, yalnız işitmeklis değil. Yüce Allah, «AUâhm insanlara açtığı, yaydığı rahineti kısacak yoktur; kıstı­ğını, vermediğini de gönderecek bulunamaz.» demiştir. Bunun anlamlârmd'an, birinin de şu olması ihtimâli vardır: AUah, bir peyğainber yâhûd eren vâsıtasiyle insanları doğru yola götürme­yi diledi liii, bımü men'edecek hiçbir kimse bulunamaz; mutlaka bu dileği olur; <(Allah, kâfirler istemese de ışığmı tamamlar.»

Rûh, a'zâ ve âleüer yoluyla bedenin fiillerini, hareketlerini meydana getiren şeye denir ki bu, bedenden sonra meydana gel-mişür. Nitekim hükemânm bâzısı ve eski bilginler de böyle de­mişlerdir. Gene Misâl âlemi vasıtasıyla beden suretine temessiU

— 79 —

Page 127: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

eden şeye de rûh derler ki bedenin vücûda gelmesinden önce var olmuştur. Bu takdirde rûh, bedenin meydana gelmesinden iki mertebe öncedir. Çünkü Misâl âlemi, bedenden bir mertebe ön^ cedir, çünkü beden surettir. Ruhlar âlemi de Misâl âleminden bîr mertebe öncedir; demek ki rûh, bedenin zuhurundan iki mer­tebe evveldir. Esenlik ona, Peygaımber'in, «Ruhlar, bedenlerden iki bin yıl önce yaratıldı.» hadîsinin buna işaret olması üıtimâU vardır; yâni iki mertebe Önce yaratıldı demiştir. Ama bu sözden, rûhlarm, zaman baieımmdan sonradan meydana geldiği anlamını da çıkarmamak gerektir. Esenlik ona. Peygamber, her mertebeyi bin yıl, ikisini iki bin yıl olarak tasavvur etmiş, kendisine nasıl inkişâf etmişse öyle haber vermiştir; yorumuysa bizim dediğimiz-dir; artık gaflet etme bundan; bu tarzda, Peygamber'e bildirilen birçok şeyler meydana çılcar ki bilgisizler, onlan yorumlamada •gaflet etmişler, nasıl söylemişse öyle anlarmşlardır; işin uyan da budui"; onlan ancak ehlullâhtan olgun kişüer biUrler. Esenlik ona, Peygamber'e izhâr edilen şeylerin çoğu hep böyle duyguyla anlaşılabilir suretlerle izhâr edilmiştir ki yoruma muhtaçtır; ni­tekim bu iş, ehluHâh katında böyledir. Ama neden Peygaımıber yorumlamadı da olduğu gibi bıraktı denirse şöyle cevab verilir: O vakit hikmet ondaydı, kendisine yorumlamak için izLn verilme­mişti; şimdi ise böyle bir şeye lüzum yoktur, (İnsan, şu gaflet ehline ne söyleyebilir ki ne bir himmetleri vardu', mücâhedeyle gerçekleri anlasmlar; ne bir kaabiliyyetleri vardır, olgunlann .sözlerini idrâk etsinler. Şu bir avuç bilgisizlerle belâya uğrıyan kemâl ehline acımak gerek. Hiçbir suretle bunlan uyanp sapık­lık yolımdan çıkaramazlar; çıksalar büe bir başka sapikldt ova-sma düşerler onlar. Ey kör ve bahtsız adamlar, sizlere ne oldu ki öğüt verenlere inanmıyorsunuz?) (11). Esenlik ona. Peygam­ber, «Kur'ânm Aş anlami ve iç anlamı vardır; iç anlamı, içten içe yedi anlamdır,» dedi. Biz, dış anlamma aykm olan iç anlamı­nı söylersek maksadımız, dış anlammı inkâr değildir. Çünkü biz, dış anlammı da söylüyoruz, iç anlamtum da içten içe, y .-di anlama dek söylüyoruz. Biz, sekiz anlamı toplamı.şız. Kur'ah ve hadîs, dış anlamı bakımından da haktır, iç anlamı bakımmdan da; an­cak mecazî bir anlam olduğu anlaşılırsa o başka.

Dünyâ, uykuda, yâhûd uykuyla uyanıklık arasmda bana hi­tâb etti de sözler söyledi; o sözlerden biri de beni seven, yüce

(11) Parantez içindeki sözler, farsçadu- ve Mûsâ Kâzım terce­mesinde yoktur.

— 80 —

Page 128: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

AJlahtan uzaklaşır sözüydü. Gene uykuyla uyanıklık arasında n l -hum teceUî etti bana; beni kapladı. Sanki bir ışıktı, güneş parıl­tısı gibi bir parıltıydı. Işığına son da yoktu, smır da. Bana bir vecid, bir sevinç ağlaması geldi. Sanki birisi, bana, âhiretle dün­yamn arası ihtiyarlıkla gençlik arası gibidir dedi; yâhûd da bu söz gönlüme doğdu. Yâni birisi, bir hâldedir ki ona genç denir; sonra değişir, İhtiyar derler ona. İşte bir valîit olm-, bu âleme •dünyâ derler; bir vakit de gelir, ona âhiret adım verirler demek istedi. Gene bir gün oturmuş, yaslanmıştım; hafif bir uykuya dalmıştım. Bütün varlığm, tümden AUah olduğu gösterildi bana. Her var, oydu ve dilim de onun düiydi. O diUe bir yâ AUah de­dim; vecde geldim, kendimden geçtim.

însan, Nefs-i natıkayla bedenden ibarettir; bunların ikisinin de nzkı vardır, gıdası vardır; ni'metlendirmek gerektir bmılan, yumuşak muamelede bulunmak gerektir bunlarla. însan, nasd bedenine uygun şeyleri elde etmeye çalışır, onlarla bedenini ge­liştirmek isterse ı-ûhu için de çalışmalıdır. Hattâ akıllı kişi, ru­hunu nzıklandırmaya çalışır, çünkü bu daha ehemmiyetlidir; aksini yapansa mahrum plur-gider. .

Esenlik ana, Peygamber, «Gerçekten de zamânunazm günle­rinde Allâhm nefhaları vardır; davranın da onları elde etmeye çalışm.» buyurmuştur. Size esen bu esintilerin ânlamlarmdan bi ri de olgun kişilere işarettir. Esenlik ona, «Kim bir toplumu se­verse, o toplumdandır.» demiştir. Çünkü bir şeye yaklaşan, o şe­yin hükmünü alır. Seven de sevilene yönelmiştir, yaklaşmıştır. Görmez misin, gündüz yaklaşınca fecr-i sâdık, gündüz hükmüne girer; gündüz de geceye yaklaştı mı şafak, gece hükmüne girmiş sayılır, her ikisi de geceyle gündüzü bütünlerler, çünkü bımlar iki kai-deştir. Şafak çağma gece denirse gece hükmünü alır, gece sayılır, gündüz denirse gündüz sayılır. Pecir de Öyledü'. Bundan dolayıdır ki, esenlik ona Peygamber, «Kiımı gabâhı eder,, fakat en büyük derdi,, dünyâ işlerini yoluna sokmak olursa, AUahtan hiç­bir feyze erişemez ve AUah, onun gönlüne dört şey ve.rir: Ebedî olarak kurtulamıyacağı bir iizüntü; ebedi olarak boglayamıyacağı bir didinmek; ebedi olarak zenginliğe ulaşamıyacak bir yoksul­luk ve eheâi olarak sonu gelmiyen bir umut.» demiştir (12).

Sûfî, vakt oğludur; yani vaktini hayıflanmakla, geçmişi dü-

(12) Bu son kısım, yâni, «Bundan dolayıdır ki esenlik ona diye baghyaa hadîsin naldi, Mûsâ Kâzım tercemesinde yok.

F, 6 — 81 —

Page 129: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

şüımıekle geçirmiyeceği, yitirmiyeceği gibi geleceği de düşün­mez; çünkü bu da, sonu gelmez, uzar-gider bir umuttur. O, vak­tini, tevhide harcar, nefsini arıtmakla uğraşır, bu vakitte ne gör­se onu, ona âid anlamları düşünür. O, bir tek yol-yordam da tut­maz, bir tek âdete de uymaz; her vakitte, Hak'ladır; içinden na­sıl gelirse öyle yürür, bakışı, görüşü, Hak'kadır ancak. Ama bir vakit olur ki Hak'la oyalanırken bir vakit de olur ki halkla oya-l.-ınır. îki hjl'nr'e d? rfeı—-^'ktir o; isterse görünüşte bu iki hâl, birbirine aykırı olsun; değil mi ki işler, niyetlere tâbi'dir; şu halde sûfi de vakit oğludur.

Gerçek yolcusu, küfür mertebesine varmadıkça önündeki geçidi geçemez ve müslümanhğı, îmânı tam olamaz. Bu küfür, İki müslümanlık arasmda bir mertebedir. Bu mertebede duran, zmdıklaşır; Allâha sığınırız zındık olmaktan; bu mertebede du­rup kalmalttan. Hamdolsun Allâha ki bu geçitte bir zaman dur­duktan sonra ovâyı aşmayı kolaylaştırdı bize.

Bir zaman, arkadaşlarımdan bir topluluğu, üzüm bağrmm ko­runmasına dikmiştim. Bâzıları bana şunu anlattı: Halkın çocuk­larından biri, çotuklardan üzüm yemek için bağa girmiş. Onu gören birisi de koşup çocuğa bir tokat atmış. Bunu anlatan dedi ki: O bana tokat attı sandım; tokatı ben yedim; hattâ o tokatı yiyince de yere düştüm. Hâlbuki çocuk düşmedi; ona birşey ol­madı. Çocukla aramızda da bir hayli mesafe vardı. Fakat sanki aynada ben görünmüştüm; o tokat bana atılmıştı; sanki o ben^ mdşim; çocuktan fazla bana te'sîr etti bu tokat. Ben yere düş­tüm, çocuğa birşey olmadı; ama tokadı yiyen de o çocuktu. Bu, şaşılacak bir iş (13).

Tacirlerden bir genç vardı; arada bir ziyaretimize gelirdi; doğru-düzen kişileri severdi. Bana şunu anlattı: Bir gece yatı­yormuş; birisi kendisini uyandırmış. Kalkıp oturunca bu ada­mam yüzüne bakmış; yüzü panl-panl parlıyormuş; eri ışıtrmş ışığıyla; ışığı ne mum ışığma benziyormuş, ne. başka ışıklara; pek parlakmış, pek güzelımiş; bütün ışıklar onun yanında sönük kalıyormuş. Bir zaman durdu, hiçbir şey söylemedi, konuşmadı, sonra yitip gitti; ev, pek karanlık bİr hâle geldi dedi; sonra ikin-

(13) Mûsâ Kâzım tercemesinde şu fazlalılc var: «Bizim mürid, kendisine zuhur eden bu vakıayı garâibden addeylediyse de bu gibi şeyler müntehilere ve hattâ mutavassıtlara göre mukteziyât-ı sü­lükten olup onlarda aslâ garabet yoktiur.»

— 82 —

Page 130: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ci gece gene geldi, beni uyandırdı. Üçüncü gece gene geldi, gene uyandırdı beni. Bu sefer, yanmda, onun gibi yüzü parıl-pani par-lıyan birisi de vardı. Üçüncü gecenin yanndası günü, bâzı kim selere bunu söyledim, gördüklerimi anlattım; bir daha gelmedi, onu artık görmedim. İki gün, yâhûd üç gün sonra hastalandım; hastahğııh uzadıkça uzadı, öleceğim sandım.

İnsandaki anlayış ve tasarruflar, insandan başka bir varlıkta, raücerred varlıklarda, onlardan üstün olanlarda yoktur. Varlığa, insan mertebesinde hâsıl olan yücelikler, ululuklar, başka mer­tebelerde bulunamaz. Çünkü insan, onun en büyük tecellîsinin mazhandır. Bundan dolayıdır ki hakkmda, «Sen olmasaydın, gpkleri yaratmazdım.» denmiştir; bundan dolayıdır ki meleklere, ona secde etmeleri buyrulnraştur. Akl-ı küH, nefs-i küll, bun­ların üstündeki varlık mertebeleri, insanda görülen anlayışa sâ­hib değildir; onlar bu anlayışı ancak insan 'mertebesine gelince elde ederler. Varide, zâtı baknnmdan her şeyden mihıezzeh ol­makla beraber varlık alemindeki şaşılacak şeyler de anlıyan, ta­sarruf eden, iş gören de odur; fakat mazharlar vasıtasıyla; anla­yıver de doği'u yolu bul.

Bil ki akd, nefis, rûh, kalb, hepsi de tecellî mertebeleri ba­kımından varlıktan ibarettir. Bu mertebeler dolayısıyla bir kere felek suretinde zuhur eder; bir kere melek. Bir kere unsurlar olur, bir kere mâdenler, bitkiler, hayvanlar ve insan; derken aşa-ğılJdarm en aşağısma varır; yüceliklerin en yücesine ağar. Un­surlar suretini giyinen, sonra ondan soyunup mâdenler kisvesine giren, ondan da soyunup bitki suretine bürünen, sonra hayvan, sonra insan suretinde görünen hep odur; bütün suretlerin sahi­bi, o varlıktır ki Hak'tır. Hattâ suretlerin kalmadığı düşünülse, gene ancak Mutlak Varlık kahr. Meselâ bir keçiyi insan yese, keçi insan olur. Tümde tedbîr ıssı olan odur, tümün nefsi, zâtı odur; varlığıyla tedbîrden tedbîre geçer-duııır. Artık kalanını da sen kıyâsla, bütün ımazharlara göre yürür bu kıyaslamayı. AUah, yüzünü yüceltsin, Alî'den rivayet edilmiştir; «Kalem benim, levh benim, arş benim, kürsi benim.» gibi sözler söylemiştir ya; bu yüzdendir işte.

Erenlere, bugün de temessül yoluyla AUahı görmek mümkin dir; çünkü AUâhm bir kuluna temessiU etmiye gücü yeter. Bu hususta Kusayriyya risalesinde kerametler bölümünde iki kavil rivayet edilmiştir.

Bir gece oturuyordum, bir pervane geldi, mumun çevresinde

— 83 —

Page 131: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

dönmiye başladı, derken kendisini muma birkaç kere çarptı, âdeta yandı, yere düştü, hiçbir hareketi kalmadı. Bir zaman düşündüm; onda yaşayış belirtilerinden hiçbir belirti görmedim; öldüğüne hükmettim. Sonra da Abû-Yezîd'in, bir karmcaya üfürdüğü, onu dirilttiği akhma.geldi. Pervaneyi aldım; üfürüğümle dirileceğine tam bir inançla üfürdüm ona; hemencecik diriMi, evvelce oldu­ğu gibi uçmıya koyuldu; sanki ateşe çarpmaıraştı hiç- Bunu in­kâr etme; çünkü Allâhm herşeye gücü yeter.

«Gaybı ancak AUah bilir.» Mazharlarm en kâmiline aâhib olan âı-if de ğayba âid şeyleri bilebilir; çünkü o yüce AUâhm mazlıarıdır ve bu mazhar oluş da, bu sözün doğmluğunu anlatır.

B U ki, esenlik onlara .peygamberler, uyanıkken de bu âlem­den geçerler. Misâl alemindeki şeyleri, uykuda seyreder gibi gö­rürler, seyrederler. Gördükleri şeylerin bir kısmı yoruma muh-tâcdır. Hani dünyânın, esenlik ona, Peygambere, bir güzel kadın suretinde göründüğü gibi. Peygamber, bu gördüğü kadını, dün­yâ olarak yorumladı. Buna göre, kendisine gösterilen cennet, hu­ri, ateş gibi şeyleri de başica anlamlarla yorumlamak mümkin­dir; kendisine inen ve kendisine hitâb edilen âyetler de böylece yorumlanabilir. Bımdan dolayı da, esenlik ona; «(Kur'ânın bir dı­şı, bir de içyüzü vardır; içyüzü de içten içe yedi anlamadektir.» demi.ştir.

Bil ki zâtın, işitmek, görmek, gücü yetmek gibi ve bunlara benzer sıfatlan vardır; fakat mazharlarda zuhur eder; ancak maz­harlardan gözyumulsa, zâtmda da bu sıfatlar mevcuddur. Onda­ki bu sıfatlar, mazharlardalti sıfatlara benzemekten, benzetil­mekten münezzehtir; akıl, vehim, hayâl, bu sıfatlan idrâk ede­mez. Bu sıfatlar, ruhanî olsun, cismânî olsun, nebata âid bulun­sun, hayvana âid bulunsun, göke âid, yâhûd yere âid olsun, bü­tün eşyada sabittir, mevcuddur. Tenzih ederim noksan sıfatlar­dan o zâtı ki, herşeyi kaplamıştır ve bütün eşyada, bu dirilikle diridir ve bu kelâmla herşey, pnun noksan sıfatlardan, arı oldu­ğunu söyler-durur.

Bil ki Hak, her insanın, işitmesidir, gönmesidir, dilidir, elidir vesâir bâtmî, haricî kuvvetleridir. Nafilelere devam edenlerin ona yaklaşıp bunu bileceklerinin söylenmesi, biUp tanımak yö-nündendir; çünkü arif olmıyan gaflettedir, kendisini böyle san­maz. İfani bilgisiyle amel etmiyen bilgin kişinin bilgisiz sayıl­ması gibi.

Bil ki suçlaı-ın tç'sîri, inançların ayrılığma göre ayrılır, Çün-

— 84 —

Page 132: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

kü kul, inancına göre sorumluduı-. Nitekim hadîste de, «Ben, ku­lumun katmda, kulum beni nasıl sanırsa öyleyim-» derümştir. Bu yüzden elem, gazab, aşağılık hâller ve tat, ni'metlenmek, yü­ce dereceler ayn-ayrı duyulur. Birisini üzen, onu cehennem eh­line kalan birşey, bir ba.jkasma tad olur onu ni'met ehline katar. Rüya da böyledir; inanca göre değişir. Meselâ birisi rüyâsmda kendisini çıplak görse, yoldan çıkmış görse, müslümansa din ba­kımından bir kötülükle bulunduğuyla, müslümanlıkta suç olan bir şeyi işleimiş olmasıyla, hristiyan dînine uyan bir şey yapmış bulunmasıyla yorumlanır; ama hristiyan bu rüyayı görse, ter­sine yorumlanır (14).

Sekiz yüz on Saferinın gecelerinden bir gece hastalandım; hastalığım arttıkça arttı; yaşamaktan umut kestim. Yüce Allâha yöneldim; ondan başkasından tümden vazgeçtim de gönlümden, ,ey benim AlIâhım dedimv beni bu ha,stalıkla alacak rrii.sın? Bir suret görmeksizin Allah bana dedi ki: Ben seni bu hastalılttan kurtaracağım. Hemen kendime geldim; müjde almı.stım sanki; gönlüm yatışnuşı'ı; odur şifâ veren.

BU ki akıl, görüş, düşünüş, keşif ve apaçık görüp anlayış bakımmdan anlamaya bir âlettir. Sûfîlerin, akıl, ayak bağıdır ve örtüdür demelerinin anlamı, düşünce ve görüş bakımındandır. Çünkü düşünce kuvvetine hayâl ve vehim de girebilir ve aklı yanıltabilir; akıl da e.şyâyı nasılsa öylece anlıyamaz. Bu yüzden­dir ki alcıl-fikir sahibi mülekeUimler, mes'elelerden bii' mes'eleyi, düşünceleriyle bulmuşlar, uzun bir zaman ona kanmışlar, .oonra onu değiştirmişler, yıllardan sonra bir başka şekle sokmuşlaı--dır. Çünkü düşünce, bakımından akla inanrnak, dayanmak, per dedir; gönlü perdeler, gerçekten saptırır; iş nasılsa öylece anla­şılmaz. Hâsılı akıl için iki yön vardır: Biri düşünceyle, görüşle anlayış; öbürü kalbi arıtmakla anlayış. Akhn keşif yoluyla an­layışı daha tamdır, doğı-udur ve yanılmaktan daha uzalttır. Gö­rüş ve düşünce yoluysa hayâllerle karışır, hatâsı çoktur o yolun. Keşif yolu da ancak kalbi arıtmakla, Halcka yönelmekle, pey­gamberlere uymakla, onlarm yollarına gitmekle olur. Düşiınce yolunda, kalbi tasfiye olmadığından bu yol, perdedir, azgınlık­tır. Gerçeği isteyene, yolculuğunda peygamberlere uyması, rivâ-zatta, mücâhedede bulunması, bozuk düşüncesine kapılıp akla

(14) Çıplak görmek vc yoldan çıkmak, Mûsâ Kâzım tcrcenicy-sinde yok.

— 85 —

Page 133: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

uymaması gerektir. S-onunda iş açılır, görünür ve akıl, bulanık­lıklardan kurtulur; gerçek de nasılsa, öylece anlaşılır.

Gökten bir, yâhûd iki yıldıza dimi sürdüğümü gördüm; on­lar gökün parçası idi, gökten ayrı bir şey değillerdi. O anda ak­lıma şu geldi: Tavuskuşunun kanadındaki renkler, kanadın par-ça-buçuğudur; ayrı bir şey değil- Ama bir parçadaki renk, öbür parçasında yoktur. Bir yerindeki parlaklık, öbür tarafında bu­lunmaz. İşte yıldızlar da gökün cüzülerindcn birer cüzüdür; bir başka renkle, bir başka parıltıyla, arılıkla, beyazlıkla özellen-mişlerdir. Bunun böyle olması da akla aykırı değildir. Hanı el­manın bâzı yeri î fcırmızı olur, burdaki kızıllık öbür taraflarında bulunmaz; onun gibi işte.

Her şeyin Önüne dünyâ, sonuna âhiret denebilir. Sözgelimi, kötülükte bulunmanm, şarâb içmenin önünde bir tat vardır; fa­kat içyüzü kötülüğe düşmektu-, nadim olmaktır; insan sonunda kötüleşir, nedamete düşer. İkisi de bu âlemdedir; fakat evveli tattır; sonu nedamettir, tada nisbetle kötülüktür; âhirettir.

Sekiz yüz on yıh Cumâdelâhırasmm ilk on gecesinden bir Perşembe gecesi sabaha karşı Şeyh Mulıyiddin'i gördüm; diyor­du ki: Şeytanı başka bir âleme atmak istedim, attım da; bu âlemde şeytana âid pek az birşey kaldı; kendisi tasını-tarağım topladı, gitti. Sonra bu rüyayı arkadaşlarımdan bâzısına söyle­dim; bunu unutmaym, sorunca hatırlahn bana dedim. Yorumu, Allah daha iyi bilir ya, şu olsa gerek; Şeytan, uzaklık mazhaıı-dır; Şeyh'se işi yâkınlaştırmıştır, yakınlık mazharıdır; tevhidi, tasnif ettiği kitablarda, bilhâ-ssa «Fusûs» unda açıklamıştır. O günlerde «Fusûs» okumakla meşguldüm; bu rüya da, bü hususta beni uyandırmak içindi.

Gene bir gün uyukluyordum; birisinin, bir bahçede, «Hû» admı zikretmekte olduğunu gördüm. Uyanınca birisinin, AUâhı zikretmekte olduğunu işittim. Gönlüme şu geldi: Esenlik ona,. Peygamber'in şu hadîsinin gerçekliğini anladım: «Kim, cennet bahçelerinde gezip tozmak isterse AUâhı çok ansın.» Gerçek söy­lemiştir Allâhm elçisi.

AUâhı çok anmak, çok zikirde bulunmak, bütün olgunlukla­rın anahtarıdır; çünkü bütün olgunluklar ,yüce Allahtandır; bu da ancak yakınlıkla elde edilir; yakınlık, sevgiyle olur, sevgi de zikre devânm etmekle meydana gelir. Esenlik ona, Pe,vgamber, «Kim bir şeyi fazla severse onu fazla anar.» demiştir. Fazla zi­kir, yüce Allâha sevgiyi meydana getirir; çünkü yüce AUah, gö-

— 86 —

Page 134: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

nül başka şeyle oyalanırken zahirî duyguyla anlaşılamaz. Ger­çek yolcusuyla Allah arasında alışkanlık meydana gelmesi için ilk zamanlarda Tanrıyı düşünmek, onunla meşgul olmak gerek­tir; hu alışkanlık, bu uyuşmak için de AHâhı zikretmiye devam etmek gerektir. İşte bunun içindir ki yüce Allah, «Allâlıı çok-çok anm; AUâhı, babalannızı andığınız gibi, hattâ daha da fazla anm.» buyuıımuştur- Bu emirler, yol öğretmek, yolcuyu uyar­mak için kulları esirgediğinden emredilmiştir. Şu lıalde zikre devam etmekle bu zikir, zikredenin gönlünde yer eder, kalbine girer; böylece de zikreden AHâhı sever, ondan tat almıya baş­lar; sonra da kendisine rahmet kapılan açılır. Esenlik ona, Pey­gamber, «Cennetin kapısmda, AUahtan başka yoktur tapacak, Muhammed AUâhın elçisidir.> der ve bu sözle zikir siz o kapmm anlaşılmıyacağına da, açUmıyacağına da işaret eder.

Âlemde hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin yönü olmasın. Allah, insana birşey yaptırmak isterse, o işin güzel yönünü gös­terir,, insan da o işi işler; bir şey yaptu-mamak isterse de çirkin yölnünü gösterir, insan da o işi bırakır, işlemez. Bu, olgunluk yoUarmda da böyledir; o yolların sebebleıi hususunda da böyle AUah birisini olgunluk derecesine ulaştuTnayı dilerse, yoliarmm güzel yönlerini, sebeblerini gösterir ona; o da onlarla meşgul olur; zıdlanndaki kötülükleri, çirkinlikleri gösterir; onlan terk eder; derken asıl yüce maksada yükselir. Meselâ zikre devam etmek de olgunluklann sebeblerindendir; AUah olgunluklara ulaştırmak dilediğine, zikre devam etmenin güzel yönünü gös-terh-; o yönü sevdirir ona; onu bırakmanm çirkinliğini görür; zikre devam etmekle, AUâhın lûtfuyla, keramiyîe yüceUklere ulaşır. Başka sebebler de böyledir; dünyâyı terketmek gibi. Her-şeyde iki yön olmasına şaşırmamalı; çünkü AUâhm herşeye gücü yeter ve bunda asU bir sebeb de vardır. Âlemdeki zerrelerden her zerre, zıdlan cem' etmiştir çünkü; Allah, cemâl ve celâl sı­fatlarıyla tecellî eder; her zerreden tecellî eden de odur, o zer­redeki varlık da onundur; onda bütün sıfatlannın eseri mevcud­dur. Suçlarla aşağılıklar da böyledir işte (15).

Bil ki âlem, yücesiyle, aşağısıyla, sağ-esen bir insan gibi­dir; yaratılışta da. huy ve yol-yordamda da kendisine malhsûs yaratılıştadır; tıpkı insana benzer. En yücelerinin en aşağılara

(15) Mûsâ Kâzım'm çevirisinde bu bölüm, son bölümdür, bun­dan sonraki bölümse bundan nn<:edir.

— 87 —

Page 135: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

te'sîri olduğu gibi içinde bulunanların bâzısmın da bâzısıyla bağ­lantısı vardır; insandaki kuvvetlerin bâzısmm, bâzısıyla bağlan­tısı olduğu gibi hani. Bu âlemin düzeni, göklerin kendilerine özel durumlarda, yakınlık ve uzaklık bakımmdan aynı tarzda bulun­masıyla mümkindir. Gök yücelir, alçahr, olduğundan başka bir hâle dönerse, âlemin düzeni bozulur demişlerdir ya, işte bu se-bebtendir-

Bu bilgi de, Allah ondan razı olsun, Şeyh'in ifâdelerinden anlaşılmaktadır: Esenlik ona, Peygamber'den doğru senedlerle şu hadîs bana bildirilmiştir: «Hiçbir kul yoktur ki iki zincirle bağlı bulunmasın; bunlann biri yedinci kat göke bağlıdır; öbürü ye­dinci kat yere. Kul, gönüralçaklığı ederse yüce göke ağdırılır; ululanırsa en aşağı yere indirilir.» (16)

(16) Bu son kısun, yâni hadîsin zikredildiği bitim, Mûsâ Kâzım çevirisinde ve şerhlerde yoktur.

— 88 —

Page 136: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

V.

ÂFIZ Halîl, Bedreddin hakkında bâzı menkabe lûtablan. yazıldığını, fakat bunların, ağızdan duyulan rivayetlerden başka birşey olmadığını, kendianinse, bizzat şeyhden duy

duklarım, olaylarda bulunanlardan işittiklerini yazdığmı BÖylü-yor; esasen kendisi de bu olayların bir kısımınm içindediı-.

Şimdiyedek Bedreddin hakkında yazılan manâkıb kitabla-nndan ancak iki tanesini biliyoruz. Bunlann biri, Süleymâniyye Kütübhânesine mülhak Hacı Mahmûd kitabları arasında 4679 No. da kayıdh olan 30 yapraklık bir mecmuadadır. 21x13,5 eb'-âdmda bulunan ve yazı kısmı 16.3x10.7 eb'âdmda olan bu mu­kavva cUdli yazmanm yazısı çok yenidir ve rik'adır. Başta, 1. b de Bedreddîn'in, «Şakaaydc-ı Nu'mâniyye» den alman hâj ter­cemesi var. Manâkıb, mecmuanın 2. b - 8. a yapraklarında dır. Adetâ bir hikâye kitabı olan bu ımanâkıbı, şöylece özetüyebiliriz:

Bedreddin, Mısır'da Şeyh Ahlâtî'nin hizmetinde iken birgün Şeyhinden desiûralıp Nil kıyısına gidiyor; abdest alıp dört rik'at kuşluk namazı kılıyor. Bu sırada, karşıdan yedi kişi gelmekte­dir. Bunlarm şeyhleri, dünyâda şeyh, Huseyn-i Ahlâtî yajtundal-i Bedreddin gibi olmalı demiş. Bunlar da Bedreddîn'i aramaya çık­mışlar. Şeyhleri, Hind ülkesindeymiş ve âlemin kutbuymu.ş; adı da Şeyh Mahmûd'muş. Gelenler, Şeyh Bedreddîn'i tanıyınca ona, gözünü yum diyorlar- Bedreddin gözlerini yumuyor. Aç diyorlar, açıyor, görüyor ki Hind üllcesindeki Yıldız şehrine vannışlaı-. Bedreddin'le beraber şeyhlerine varıyorlar- Az bir zaman sonra

. Ahlâtî de geliyor. Şeyh Mahmûd, Ahlâtî'ye, geç kaldın deyince Ahlâtî, yerin altındaydım; mü'min cinlerle kâfir cinler savaşı-yorlaı-dı; kâfirlerin yenilmeleri için ism-i zat çektim; mü'min-1er üst oldular, kâfirler bozguna uğradılar diyor. Şeyh Mahmûd

— 89 —

Bedreddin'e âid manâkıb kiiabgan

Page 137: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

da, ben de diyor, arşm üstündeydim. Mahmûd, Bedreddîtı'e ism-i a'zama'ı öğretiyor. Yerleri, gökleri seyrân ediyorlar. Halvete gi­riliyor, semâ' ediliyor. Sonra Mahmûd, tefsir ve hadîsden bahis­ler açıyor. Şeyh Mahmûd'la Ahlâtî, yetmiş kişiyle beraber hal­vete iriyorlar- Halvetten sonra Bedreddin'e icazet veriliyor ve üç yıUık bir yol olan Kamer şehrinin halifeliğine ta'yîn ediliyor. Bedreddin, tayy-i mekânla üç günde varıyor. Orda da halvete giriyor. Beş halvetten sonra bir derviş gelip Şeyh Mahmûd'un vefat etmek üzere olduğunu haber veriyor. Bedreddin, derhâl Yıldız şehrine gidiyor ve Şeyh Mahmûd'un vefatından sonra na-mâzmı kıldırıyor; Mısır'a dönüyor.

«Erenler .şöyle rivayet iderler ki Şeyh Bedrüddin Sultan hazretleri rahmetullâhi aleyh, Mısır'da Ş ^ h Ahlâtî yanmda olur dı.» diye başlıyan (2. b) ve «Biz dahi yetişdük; abdest alub sa­bah namâzm bile kılduk; böyle itmek erenlere katı âsandur.> di­ye biten (8. a) bu kitabın hiçbir târîhi değeri yoktur- Ancak, «ne kişilersiz diyüb ve kandan gelüb kanda gidersiz didi; anlar dahi ayıtddar, biz iy azîz, yedi yârânuz (2. b); amtnâ iy aaz, eğer isterisen gel bizümile seyrâna gidelüm; Sultan ayıtdı: nola,. ( 2 . b ~ 3 . a ) ; Bedrüddin bunlara selâm virdi; bunlar dahi aleyk alddar... (3. a); bir saat, ya dahi eksük mikdân geçdi... (4. a), ol olan cin gelmiş, mü'min olan cinlerüe uğraş ideyor didi... (4. a); iy karmdaş kaçan ben sizi çağırdum, arşım üzerinde idüm... (4. b); Bedrüddin acebe kaldı... (4. b ) ; iy Sultan, kerem ve lutf eylen (5- a); biz de bile giderüz senünile, ayruk olınmazuz, sen­den ayrük ne işimüz vardur didiler (5. b) ; biz senünsüz bu ci­hanı neylerüz didiler (6. a); hele bir zaman bunlarunıla kaldı (6. b ) ; Şeyh hazretleri ayıtdı: bir kuş uçar olsa yigiııni yılda an­cak varur didi (7.a); girü gözüm açdum, gördüm ki ınekânunuza gehnişüz.') gibi sözlerden^ bu kitabın Hicrî IX. ( X V . ) , nihayet X. ( X V I . ) yüzyılın ilk yıUannda yazıldığı anlaşılmakta ve bir kıs-mmm, pek az bir zaman sonra efsâneleştiğini, kendisine olağan­üstü işler izafe edilmeğe, büyük ve kudretli bir eren dduğuna inanılmıya başlanıldığını öğrenmekteyiz (1).

Bedreddin hakkında bir manâkıb kitabı daha var. Bu kitab, kitabcı Râif YeUîenci'dedir. Önce bu kitabtan îbrâhîm Hakkı Konyalı, «Târîh Hazînesi» adıyla bir müddet çıkan mecmuanın

(1) Mecmuada bundan sonra, «MUftî Ali Çelebi sellemhullah» başlıklı ve,

— 96 —

Page 138: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

15 Kasım 1950 de yaymlanan 1. sayısmda «StaÜn'in Şeyhi Bed­reddin Simavî» gibi garîb bir ad taşıyan makaalesinde bahsetti-(s. 3-7.) Bu makaaleye göre, Bedreddîn'in mürîdleri o'nu pey­gamber tanırlarmış. Bâtınî olan Bedreddin, hristiyanhkla müslü-manhğı «çiftleştirmek* istemiş; yalnız mallar değil, kadınlar bi­le müşterekmiş. Kendisi, Bağdad'da, Hılle sancağına, bağlı Semâ-ve'li imiş. Tiımurleng tarafmdan gizlice vazifelendirilmiş. Bu, ta­mâmiyle gayr-iilmî yazıda, yalnız «Sımavna> adlı yerin Edir­ne'ye bağU olduğuna dâir Arşiv'de iki vesikanın bıdunduğunu ve gene Arşiv kâyıdlanna dayanarak Bedreddîn'in Edirne'de bir za­viyesi olduğunu bildirmesi önemlidir. Yazismda bundan başka üstünde durulacak hiç, ama hiçbir şey yoktur.

Bu makaaleden som*a, «ıBedreddin Manâkıbı» adı verilen ki­tabı temellük etmiş bulunan Râif Yelkenci, gene bir aralık çıkan «Târîh Dünyâsı» mecmuasında, «Şeyh Bedreddin kimdir, nerede doğmuştur? Gençliği, akıyde ve inanışı, eserleri ve ölümü» adlı bir seri makaale yayınladı. (Cild 2, saja 18, İst. 31 Aralık 1950, s. 751-753, sayı 19, Ocak 1951, s. 800-802, sayı 20 ,Şubat 1951; s. 841-843 ve 873; cild 3, 15 Şubat 1951, s. 889-891 ve 953; sayı 24, 11 Eylül 1951, s- 1025 ve 1030.)

tndî ve önceden verilmiş, taassübdan doğma hükürolerl be-nimsiyen saym Râif Yelkenci'ye göre de, Bedreddin, bâtınî ye­tiştiren Semâve'lidir. Bâtınîdir; mürîdlerine esrarı, afyonu, içki­yi helâl etmiştir; herşeyin müşterek olması esâsmı kabul eylemiş tir; Timur'un casusudur. Börklüce, îranlıdır; Bursa'da Süleyman Çelebi'nin mevlidinin yazdmasma sebeb olan îranh vâız bile bel­ki Bedreddîn'in mürididir...

X V I - X V I I . yüzyılda yazıldığını sandığımız bu «Manâkıb-ı

Gel ey münkir olan a'mâ bu tevhîdiçre devrâna Seni hak yola sevkitdüm uyarsan kavl-i Rahmâne

matia'lı, elli altı beyîtlik bir şiir (8, a-lt).b), Fahrî mahlasım taşıyan ve hece ile yazılmış olan bir ilâhi (10. b-11. a), Mustafa bin Mu­hammed bin İbrâhîm Han adına bir htutbe (11. a - 11. b), hâsına ilâcı ve telkıyn (11. bı-12.a), Bedieddin'in Şakaayık'daki hâl ter­cümesi (12. a - W. a), bâzı duâ'ar ve Yûnus Emre'den başka hır Yûnus'a âid bîr ilâhî «13. b - 14, a» «Haza risâlc-i Kutbüddin nukıla inin İhya ül-Ulûm» başlıklı ve semâ'a âid bir yazı (14. b -17. D ) , bazı ilâhiler, ilâçlar (17. b - 19. a), bir duâ. Halveti sil­silesi, hılye vesaire var (12. a - 19. b).

— 91 —

Page 139: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Şeyh Bedriiddin» i, incelememiz için saym Râif Yelkenci, bize vermişti. Biz de birkaç sâat içinde bu kitabı karıştırmış ve va-nlacak sonuca varmıştık. Sonradan dosüardan birinin bu kitaibı bastırmak istediğini duyduk ve kendisine, kitabuı, düzme oldu­ğunu söyledik. Bizden deül istedi; kitab çıksm; sonra yazanz, dedik. Gene o sıralarda bu kitabın, Târîh Kurumu tarafmdan basdacağmı duyduk. Fakat yıllar geçti; İbrâhîm Hakkı Konyau ile Râif Yelkenci'nin yazılarmdan başka birşey çıkmadı. Şimdi bu kitabı ele alıyoruz: ,

Bu kitab, cildiyle beraber 21x15 eb'adındadır. Yazı, 16x9 kısmını kaplamaktadır. 118 varak, 236 sahîfedir. Her sahîfede 21 satır vardır. Başlıklar, «nazm, nesr» gibi belirtilmesi gereken yazUar, âyetler ve hadîsler surhla yazdmıştır. <«Hâzâ Manâkıb uş-Şeyh Bedriiddin rahmetuUahi rahmeten vasia» tarzında bo-zuk-düzen bir başlığı taşımaktadır. Kâğıt, filigranlı Venedik kâ­ğıdıdır. Yazı, okunaklı ta'hykdır. «İftitâh-ı kelâm' Bismillah ir rahımân ir rahim Sebeb-i tahrîr-i dîbâce-i garrâ-yı hikâyet ve bâis-i takrîr-i ser-nâme-i rivayet, şeh-beyt-i kaside-i kesf ü keramet ve hâttme-i defter-i srrr-ı vilâyet» diye banlamakta,

Gerekdür muhtasar itmek cevâbı Okı vallâhu a'lem bissevâbı

diye bitmektedir. Târîh ve ketebe yoktur. Kitabı düzen, dibace­de, kendisinin gah âbid, gâh zâhid, gâh meyâlîden, gah zülüfler salıp sâdâddan, gâh ümerâ kapısında sâhib-mansıb olarak geşt ü güzâr ettiğini, fakat hakıykate erişme arzûsiyle beraber nefs elin­de esîr olduğunu, nihayet Şeyh Bedrüddin'in zuhur ederek ken­disine bir şeyh bulması lüzumunu söylediğini, kendine gelince bir onneclise uğradığını ve orada «tavârîh-i âl-i Osman» sahibi bir zâtın yazdığı manâkıbı bulduğunu ve bunu istiârât ve ıstı-lâhâtla yeniden yazdığını söylüyor (1. b - 1 5 . a). «.îbtidâ-i ma-kaale» başlığını taşıyan kısımda (.15. a), Bedreddîn'in hâl terce-mesine giriyor. Bu adı belirsiz, kılıktan kılığa girdiğini llendisi söyliyen ve Bedreddîn'in vilâyetine inandığını bildirmekle bera­ber eline bir de «ıManâkıb» geçtiğini ve ondan faydalandığını kaydeden, fakat sonra Bedreddîn'in aleyhinde bulunmak sure­tiyle kendi kendisini nakzeden adama göre Bedı-eddin, Çelebi Sultan Mehmed zamanmda, 8I3 te Edirne yakınında Meriç kıyı­sındaki Semav kasabasmda kadı olan İsrâfîl oğlu İsrail'in oğlu­dur. Adı, Mahmûd'dur. Câmi'ül-Füsûleyn, Latâif ül-îşârât ve Teshil gibi kitablann. sahibidir ve bu kitablar medreselerde okun-

— 92 —

Page 140: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

maktadır. Mûsâ Çelebi, Süleyman'ı ortadan kaldu-uıca, Mihal oğ­lu Mehmed Bey'i emir ül-ümera, Bedreddîn'i de kaazi-asker ta'­yîn etmiştir, Bedreddin, her dîni, her mezhebi bilir. Bâzı kere bir mağaraya girer, ibâdetle meşgul olur, Müsâfirhânesinden mihman eksik olmaz. Sultan Mehmed, Musa'yı ortadan kaldırm-ca Bedreddin'e Izmk'da bir medrese veriyor; ayda bin, yılda yir­mi bin (on iki bin olması gerek) akça da arpalık ihsan ediyor. Bedreddin, 816 da Iznık'da hizmetten çekiliyor, şeyhliğe başlı­yor. Kendisine nezirler, kurbanlar geliyor. Kaazı-askerken ket­hüdası olan ve kötü, inancı bozuk bir kişi bulunan Börklüce Mustafa'yı mahrem ediniyor. Sonra ona hilâfet vererek Aydın iline ve Karabunm'a yolluyor. Halk, Börklüce'ye bağlanıyor, •Peygamber olduğuna inananlar bile var. Börklüce'nin sapıklığı duyulunca Bedreddin Iznık'dan Kastamonu'ya kaçıyor. îsfendi­yâr'a birkaç gün misafir olup oradan Samsun'a gidiyor. Bir ge­miyle Tatar ilinin kıyısına varıp Kefe'ye ulaşıyor. Orada durma­yıp Kırım'a geçiyor. KaazıaskerUği zamanında Buğdan voj-vodası dostu olduğundan oraya gitmeyi kuruyor. Karadan giderken avcılar tutup beye götürüyorlar. Bey, birkaç gün müsâfir edip eline mühür ve alâmet vererek dilediği yere gitmesini söyleti­yor. Şeyh, Eflak'a varıyor. Silistre karşısında bir kasabada biraz oturuyor. Gene kaazıaskerÜği zamanında Eflak voyvodasına aman-nâme ve ihsanlar verilmesine sebeb olduğundan orada hörmet görüyor.

Bu sırada Börldüce, isyana hazırlanmakta. Şeyh, elbette bir yere sığmmıştır demiş. Derken isyan patlıyor. Sultan Mehmed, Şehzade Murâd'ı Amasya'dan Rum askeri ve Anadolu sipâhîsiyle üstlerine gönderiyor. Börklüce'nin adamları mağlûb oluyorlar; Börklüce öldürülüyor. Bedreddin Eflak'da Süistrc önünden Tu-na'yı geçip Deliorman'a giriyor. Ağaçdenizi'ne düşüyor. Şuımnu, Varna ve Pravadı'dan. Balkan dağını aşıp Yanboluya, oradnn Zağra ve Kızanlık'dan Filibe ovasındaki Karakoyımlu'ya, oradan Akçakoyunlu'ya varıyor. Manâkıb'ı düzene göre heryerde dede­ler Ve dervişler ve «vefâ bûstânınun gülleri, dil ravzasmun bül­bülleri, cemıet çemenlerinün tûbâları, cenan bağmun tûtüeri, ıgönül hânesinün çerâğları, ışk çerâğmun yağlan, akl ilinün yağ^ macılari ve can berâtmun tamgacıları, ehl-i hâl ve mezkûr ül-ahvâl, muti'ür-ricâl, hadim ül-iyâl,dâfi' ül-melâl, mâni'ül-vebal, et'ime-i halâl; hemdem-i şeb-i visal, mahrem fî külli hâl, ser-çeşıme-i lebi âb-ı zulâl, atıyye-i zül-celâl, a'nî havâtîn-i havâ-kıynden anabacdar, gönül alıcılar*, süslenip püslenip tac ve li-

-r- 93 —

Page 141: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

baslarla temaşa içün herbiri bir mihmânm hanesine «kasd ve ar-zûyıJa, kimi süvâre, kimi kanluyda her karyeden bölük-bölük çekilmeğe başladı.» (42. a) Şeyh, bunlara dâima görünmüyor. Nezirler, zekâtlar, kurbanlar gelmede. Şeyh, Deliorman'da ha­vası, suyu güzel bir yerde. Halîfeleri arasında mülhid çok. Tor­lak Kemâl de bunlardan. Her gece âyinler yapılıyor. Abdest al­dıkları, namaz kıldıkları yok; Ramazânı bayram helvası gibi yi­yorlar; şarâb içiyorlar; hepsi de mahbûb ve mahbûbeye meyyal-Torlak Kemâl cimâ' için «müşteheyât-ı nefsâniyyenin elezzi ve ahlâsı ve muktezeyât'-ı insâniyyenin evlâsı ve a'lâs^dur. Bir lez-zetdür ki, cemi'-i bedene sâri ve bir safâdur ki elem-i cefâdan beri ve ârîdür; elhâsıl gıdâ-yı rûh-ı hayvanı ve devâ-yı dil-i mecrûh-ı nefsanî, mûris-i neşât ve bâis-i inbisât ve sebeb-i ra­hat ve illet-i istirâhâtdur...» Göze cila, kalbe safâ verir, zihni açar diyor (52. b) . Bunlar, mahbûb ve mahbûbeleri avlayıp «sâfî-kalb ve pâk-meşreblerüz ve ehl-i tarab Şîa-mezheblerüz; tabiaüerimüz bülend ve kendülerimüz dil-berid ve levendlerüz...> diyorlar (53. a). Afyon ve esrar kullanıyorlar. Torlak, «buna şehbâz dirler, şeh-dâne; duyurraagıl nâdâne; şayed yeyüp dada­na; aferin bum satana; çok sevdiğüm cânâne, zülfine urmı§ şâne; şâyed gele mihmâne. Gelün yiyelüm, içelüm; gam-ı dünyâdan geçelüm...» diyor (54. a) .

Savaş olurken Şeyh saklanıyor. Kapucubaşılardan Çakır Ağa, adamlarıyla gidip Şeyhi tutuyor; Siroz'a getiriyorlar. Hay-der-i Herevî ile münâkaşa ediyor. Pâdişâha hurûc ettiğini ikrar edip Torlak sebeb oldu diyor. Mürîdlerine «Vaktâ ki bir girdâb-ı belâya ve bir mihnet-i pür cefâya ibttiâ olasız; îzâ tehayyertüm fil umur festaînû min ehlil kubur müjdesiyle Kâ'bevâr meşhed-i mutahharuma meskenet cebhesin urmağiçün ihrâm-i hürmet bağlanub ve kemer-i himmet kuşanub kavâfil-i recâ-yı fazl-j azîm ve revâhil-i ümmid-i adl-i araîm birle sıdk u safâyı ve mUır ü vefayı zâd eyleyüp AUâhümme lebbeyke vellûtfu velfalu le-deyk nidâsiyle zemzeme-künân ve giıye-zenân âzim-i hidmet idüb gelüb huzû'-ı iftikaarda cebhe-i ubûdiyyeti ravza-i şerifime koyub...» hiınnmet düeyin diye vasiyyet ediyor (110. b) . 822 de asıyorlar (118. a).

Görülüyor ki, bu manâkıbı düzen kişinin sözleri birbirini tutmadığı gibi târihe de uymnıyor. Meselâ, Torlak Kemâl'in or­dusunun nasıl toplandığını yazarken, Torlak'm ağzından diyor ki: «Ve bu hâksâr-ı pür gubâr ve bende-i gam-güsânla mevcûd ve

— 94 —

Page 142: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

hâzır olan hevâdâr ve ser-güzârlarımdan gayrı Rûm Abdalların­dan ve Arab serverlerinden ve Acem dilâverlerinden hayli vü­cûd mevcûd olmuşdur. Evvelâ Sultan Bâlum ihtiyarlarından Ka­ra Bahar ve Güzel Abdal ve Kaygusuz Köçek elli beş vücûd ab-dalıla geldi^ ve Otaıan Baba delilerinden Cehennem Karası ve Turum Dede kırk vücûd abdalıla geldi ve Sultan Tonus Baba nazarından Salur Abdal ve Göl A b ­dal otuz beş vücûd abdalda geldi ve Şâh-ı Necef îmâmı Sultan Huseyn âstânesinden Çınar Dede ve Çırak Abdal kırk vücûd abdalda geldi ve Sultan Şücâ' ihtiyarlarından Gerçek De­dem, ve Merd Abdal ve Şahkuh yirmibeş vücûd abdalda geldi ve bunlardan gayrı Sultan Muhsin âşıklarından Huseyn Ali ve Pîr Veli geldi ve Baba Ahmed Zinde-fîl merdlerinden Baba Hu-iseynkuh geldi ve Mîr Gıyâseddîn delülerinden Baba Hordek gel­di ve Ahmed Can köçeklerinden Baba Alîyy-i Murâd geldi; Mir Hayder dergâhından Baba Aliyy-i Tûni geldi ve Meşhed-i Haz-ret-i îmâm Ali âstânesinden Seyyid Merd-i îmâmi Seyyid Câmî ve Baba Mecnun ve Şâh Velâ-yı Meşhedi geldi ve Şâh-ı şehîdân Hazret-i İmâm Huseyn dergâhından Gulâm-ı Alî ve HuseynkuU ve Şâh Veli geldi ve Kaasım-ı Enver şûrîdelerinden Baba A h -med-i Şirvânî ve Manaûr-ı Giylânî ve Ca'fer-i Horasânî geldi; dervişe dervişan olsun min küUil vücûh binden ziyâde abdal...» (96. b ) , «Sûfî ve halife cümle yedi binden ziyâde âdem oldı.> (98. a). Sonra da «rManâkıb» ı düzen, bunların şekil vc kıyafet­lerini şöyle belirtiyor: «Ve ol neberd-i kâr ü zârun bir gûşesinde gördiler, bir bölük taife, başları kabak ve yalınayak ve tenleri çıplak, birer tennureleri var ancak ve bellerinde yünden örül­müş birer kuşak ve omuzlarında Ebû-Müslim birer nacalc, bo-yunlarmda. birer şücâî çomak ve yanlarında ikişer cür'a-dan, mutlak birinde kav-çakmak ve birinde gubar var muhakkak...» (99. a-b).

Bu son sözleri unutmıyalım; ileride bize lâzım olacak- Yal­nız burada şunu söyliyelim;

O savaşa katılanlarda gubar, yâni esrar ve cür'a-dan, yânı esrar kabağı var mıydı? Bilmiyoruz. Fakat «Manâkıb» ı düzen kişinin gönlünde taassub ve yalan söyleme hastalığının esrar ka­bağı var ve bu esrarla esriyip atıyor da atıyor; bunları tutanlar da tutuyorlar da tutuyorlar. Balım Sultan, Hicrî X. yüzyJm ilk senelerinde ölmüştür ( X V ) . Kaygusuz'un, Bedreddin'le hiç Ugi-gl yoktur; Otman Baba, Fâtih devi-inde yaşamıştır ve Fâtih'den

— 95 —

Page 143: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

önce 833 Pveceb'inin sekizinci günü (2 Nisan 1430) ve£ât etmiş­tir (mürîdlerinden Küçük Abdal'm Vilâyet-Nâme-i Otman Baba adlı eseri). Şâh-ı Necef, Hazret-i îmâm Huseyn değil, Hazret-i Alî'dir. Sultan Şücâ, Seyyidgazi'ye yakın bir yerde türbesi olan ve belki de XVII . yüzydda yaşıyan bir zâttır. Şahkulı, FâtUı dev­rinde yaşamıştır ve Otman Baba'yla çağdaştır (aynı kitap). Zin-de-pîl, 536 Hicrî'de (1141) vefat eden Ahmed Nâmıkıyy-i Câmî'-dir; Kaasiim,-ı Envâr (Kaasım-ı Enver değil), 837 de vefat edeuı (1433) Tebrîzli Kaasım ül-Enyâr'dır. Kerhelâ'dan, Necef'den, Anadolu'nun dört bucağından, çeşitli târihlerde, çeşitli yerlerde yaşıyan bu adamların mürîdleri, hemencecik nasıl bir araya gel­mişler? Gelirler; taassub esrarını çeken ve yalan söyleme hasta-hğma tutulan kişi her şeyi yapar; aynı esrar ile mest olup ken­dilerinden geçenler de, kitab yüzü görmediklerinden bu heze­yanlara inanırlar ve yazı çiziktirirler. Şu da malûm olsun ki, bu düzme kitabı düzen, saçmalamıya başlayınca sözlerde ne siyak kalıyor, ne sibak, ne de anlam; fakat aşırdığı cümleler doğı-u; bunları birer birer ispathyacağız.

Şimdi asd mes'eleye geliyoruz :

Hicrî X . yüzyılın son yarısıyla XI. yüzydm ilk yarısında ya­şamış olan ( X V I - X V I I ) ve bir gözü a'mâ olduğu için kendisine Vahidî mahlasını seçen bir şâir var; bu zât aynı zamanda çok kudretli bir nesircidir de (2). Vahidî, devrindeki Abdalları, Ka-lenderîleri, Hayderîleri, Camileri, Bektaşüeri, Şemsîleri, yâni Mevlevîlerin Kalenderi ve Melâmeti kolımu, Mevlevîleri, Edhe-mîleri, âlimleri, sûfîleri; şekilleriyle, inançlariyle belirtmek üze­re mensuı- bir kitab yazıyor. Kitabında yer yer nazıırUar da var. Hikâye yoUu yazılan bu kitabın konusu şudur: îran'da yaşıyan Hâce-i Cihan adlı arif ve bilgin bir zâtm Netîce-i Can adh bir oğlu var. Bunlar, Medine'ye gidip bir hankah yaptırıyorlar. Han-kaha gelen çeşitli taifeyi ağırlıyorlar. Bu arada Hâce-i C'haıı, onlara meslek ve meşreblerini soruyor. Gelenler cevab veriyor­lar; Hâce-i Cihan, cevablarına göre onlara öğütler veriyor, yâ­hud onları yerip doğru yola çağırıyor. Kitabın sonlarında nakıs ve kâmil pir, tasavvuf ve siüûkün üç şartı, vahdet hakkında da bir fasd var; Vahidî, en sonda, Hâce-i Cihan'ı, ve Netîce-i Çan'ı te'vil edip kitabını bitiriyor. Kitabın adı, «Manâkıb-ı Hâ-

(2) Vahidî için Lâtîfî ve Haşan Çelebi tezkirelerine bakınız.

— 96 —

Page 144: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ce-i Cihan ve Netîce-i Can». 929 Saf erinin başında (1522 yıU-nın sonları), Rodos fethini müteakıb yazıldığı, başta hamdele ve salveleden, «Mesnevi der nasîhat-ı ma'nevî ez rûy-ı hakıykat be-râ-yı tâliban-ı tanykat, derna't-i Seyyidül-mürselîn sallâliâhu aleyhi veseUem, der na't-i Çhâr yâr-ı kibar rıdvânuliâhi aleyhim ecmaîn» fasdlarından sonralci «Der nâ't-i Pâdşâh-ı İslâm ve pe-nâh-ı kâffe-i enam» fasimm sonlarında bildirilmekte. Bu kitabın tuhaf bir tali'i var: İki kere çahnmnış; kitab değil, mevzû'u. Hicrî 1047 yılında (1637 M. de) ölen Celvetî şeyhlerinden Karakaşzâde Ömer, Vâhidî'nin admı büe anmıya lüzum görmeden, eline nâ­dir bulman, hattâ hiç bulunmıyan bir kitab geçtiğini, fakat astı-lâhdan mahrum, sâde bir uslûbla yazdmış bulunduğundan bunu, devrinin ıstılahlarına boğarak yeniden yazdığmı, adını da «Nûr ür-Hüdâ limen ihtedâ» koyduğunu söylüyor. Nûr ül-Hüdâ, 1286 yılında İstanbul'da basıhnıştır- «Manâkıb-ı Hâce-i Cihan ve Ne­tîce-i Can» la karşılaştırılm.ca, pek o kadar ıstılaha da boğul-madığını, Karakaşzâde'nin Vâhidî'nin Icitabım kendisine mâlet-tiğini anlıyoruz. «Manâkıb-ı Hâce-i Cihan ve Netîce-i Can» m te'lîf târihinden kuk sekiz yıl sonra 1013 Şevvalinin sonunda (1604) yazılmış bir nüshası bizdeydi; şimdi İst. "Üniversitesi K ü -tübhânesi'nde Türkçe Yazmalar arasında, 9504 No. da kayıtUıdır. Bu nüshaya nazaran daha geniş ve daha tamam bir nüshası da Süleymâniye Kütübhânesinde, Halet Efendi kitabları arasında 242 No- da kayıdlıdu- ( 3 ) . Biz, aşağıda vereceğimiz izahatta, tst. Üniversitesi Kütübhânesi yazmasını esâs tutuyoruz.

«Manâkıb uş-Şeyh Bedrüddin» adı verilen kitab, düzmedir; yalandır ve <(Manâkıb-ı Hâce-i Cihan ve Netîce-i Can» dan, satır-Satır, sahîfe-sahîfe, fasıl-fasıl çalınmıştır.

56. b de, «ve cedd-i a'lâmız Hazret-i Âdem aleyhisselâm, cennetden çıkdugında yeryüzünde gezer-ağlaı-dı ve dâim berk-i sebz yiyüb hayran olurdı...» diye başlıyan mensur kısım, «Ma­nâkıb-ı Hâce-i Cihan ve Netîce-i Can» da.

(3) «Manâkıb-!ı Hâc&i Cihan ve Netîce-i Can>. dan ve Kara­kaşzâde'nin, bu kitabı kendisine mâledcrek «Nûr ül-Hüdâ limen ihtedâ» admı vermesinden, iUc önce biz bahseünistilc (Türkiyyat Mecmuası, c. 111, 1935; İst. Devlet Matbaası, s. 129 - 132). Garîb bir tecelKdk, bu kitabın ikinci defa ve daha rezîlce ve ahmakça <a-lınışmdan bahsetmek, sene bize mukaddermiş.

F. 7 — 97 —

Page 145: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

«Kaçan kim lıuld içinden çıkdı Âdem Zi ser tâ - pây tıryân idi ol dem Yoğıdı hem teninde hiç bir mû Muarrâ idi her mûdan o meh-rû

Bizhn berk-i sebiz esrânmuzdur Ilcmişe yimek anı kârımuzdur» (20 a-b)

beyitlerindûn çahnmadu'. «-î,Ianakıb-ı Bedrüddin» denen düzme kitabtaki,

«Bil iy derviş veled kim nâ haiefdiir Anun tahstlinün sa'yi teleldür»

beyti, «ıManâkıb-ı Hâce-i Cihan.» daki, «Veled kim vâüfle uysa haiefdiir Eğer uymazısa ol nâ halefdür»

beytinden bozmadır (20. a). 56. b deki,

«Kaçan kim çdtdı ol cennctden Âdem Ki ser tâ-pây uryân idi ol dem»

beytiyle başlıyan allı beyit, aynen «Manâkıb-ı Hârıe-i Cihan» da. «Kelâm-ı mevzun ez zebân-ı Abdâlân-ı Rûm be Hâce-i Cihan»

fashndadır (20. a) . 56. b - 57. a da, «Erenler nazarında mis.^ kinlik ile abdalım diyü sücûd itdirüb dahi nazarında bir Ebül-Müslimî teberrâ-yı mücellâ nacak, örsi iki böler çahcak ve bu Sultân-ı Şücâî çomak, kadd ü kaameti pür budak ve iki sırâcî çerağ-dân-ı mutabbak, birinde gubar muhakkak ve birinde kav ve çakmak ve bir yünden örme ip kuşak. . söz ler i , «Manâkıb-ı Hâce-i Cihan» da, «Abdâlân-ı Rûm» fasimdaki, <cBillerinde bi­rer yünden örülmüş kuşak, birer omuzlarmda Ebû-Müslimî na­cak ve birer omuzlarmda birer Şücâî çomak, miyanlarmda ikişer cür'a-dan, birinde kav ve çakmak ve birinde gubardur muhak­kak...» sözlerinden (18. b ) , biraz değiştirüerek çalmmıştır. 56. a daki,

«Teninde yoğıdı hiç bir mû Muarrâ idi mûdan hem o meh-tû»

beyti de, 56. b de, gene aynen böyle, ilk mısrâ'i vezinsiz olarak geçmiştir. Bu da «Manâkıb-ı Hâce-i Cihan» da, «Abdâlân-ı Rûm» faslmda.

«Yoğıdı henı teninde hîç bir mû Muarrâ idi her ınûdan o meh-rûw

— 98 —

Page 146: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

beytinin aymdjr. 81. a - 88. b deki çalma yerleri de yazalım:

«Biz diyâr-ı Rûm'dan gelürüz; Seyyid Gaazi, Hak katında geçer nâzı; sever bizim gibi mümtazı; anun ocağında şedde ve alem, seccade ve çırak, kudüm çomak üe Rûm Abdallanyuz ve cism-i pür dağda Otman Baba köçekleriyüz ve birer Şücâî ço-magıla Seyyid Gazi'nün selim yetimleriyüz ve Muhammed Alî dost, sâhib-post uryanlaruz ve Hasan ile Huseyn'e kuı-banlaruz» sözleri, 19. b de, «Abdâlân-ı Rûm» faslında aynen vardır. 20- a -23. b de,

«Elâ iy şeyh istersen pcyamum Ki gûş-i hûşıla gûş it kelâmımı»

beytiyle başlıyan doksan dokuz beyit, evet, tam doksan doku/ beyit, «Manâkıb-ı Hâce-i Cihan» da, yüz sekiz beyitlik «Ke-lâm-ı mevzun ez zebân-ı Abdâlân-ı Rum be Hâce-i Cihan» fas­lından aynen,, hem de noktası noktasma aşınimış ve «Manâkıb-ı Bedrüddin» e aktarılmıştır. Bu beyitlerden sonraki «Çün Şeyh-i Cihan ve hulâsa-i devran bu pîr-i abdâlân Baba Seyran'dan bu kadar kelâm-ı nâ meşru' . . .» cümleleri de, «Manâkıb-ı Hâce-i Cihan» da, «Çün Hâce, Kurban Baha'dan bu kadar kelâm-ı nâ meşru' . . .» diye başlar (24. a-b).

«Cinnet değül miditr ki kl.ji aklı yâr iken Bit nesne eklidüb kıla kendözini seâh»

beytiyle başlıyan üç beyit de, aynen «Manâkıb-ı Hâce-i Cihan» dan aşırmadır (25. b) . Bu beyitlerden sonra, «Bir dahi bu kim sakalmuzı vc başınuzı yüzünüzden» diye başlıyan nesir de «Maj-nâkıb-ı Hâce-i Cihan» da bu beyitlerden sonra gelmektedir (ay­nı). «Menâkıb-ı Bedrüddin» de «Bir dahi bu kim Muhammed Mus tafâ'nun salâvatuUâhi aleyhi ve selâmuhu muhibbi ve Aliyy-i Murtazâ'nun radiyallâhu anh ve keiTamallâhu vechehu muhli­si...» diye başlıyan ve

«Olar eylerdi düşmen nefsile ceng Fcrâh-ı âlemi idüb ana teng»

beytiyle nazma geçen sözler, <tManâkıb-ı Hâce-i Cihan» m, «Ce­vâb dâden-i Hâce-i Cihan be pîr-i Abdâlân-ı üryan» faslının sonlanndadır (27. b - 28. a). Gene «Manâkıb-ı Bedrüddin» de «Bir dahi bu kim! biz şehzâdelerüz, âzâdelerüz, bende değilüz» diye başlıyan ve Abdallığı, «Evvelki harf elifdür, elif ülfete işâ-

— 9» —

Page 147: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

retdül'...» diye «Abdal» kelimesinin harflerinden birer mânâ ve bu mânâyı ifâde eden söz çıkaran kısım, «Manâkıb-ı Hâce-i Ci­han» da aynen vardıi: (28 a-b); zâten bu Manâkıb, her tâifenHi adını, o taifenin ıdusuna, şer'e uygun olarak cevab verirken bjı tarzda te'vîl eder. «Manâkıb-ı Bedrüddin» de 93. a - 94, b de,

«Kanâat şeririnde serverlerüz

Diyanet tanykında rehbcrlerüz»

beytiyle başlıyan beyiüer de, «Manâkıb-ı Hâce-i Cihan» da, «Der hulâsa-i suhaıı ez zebân-ı Kalenderan» kısımmda aynen, beyit-beyit mevcûd (31. a ve devamı).

Görülüyor ya, birkaç saatlik inceleme sonunda varılan so­nuç şu:

Baş tarafta saçma-sapan, düzme-koşma bir hâl tercemesin-den sonra bu kitabı düzen ve yalancılık hastalığına uğramış bu­lunan, hattâ admı büe vermekten çekinecek kadar utan.maz olan bir adam, «Manâkıb-ı Hâce~i Cihan ve Netîce-i Can» ı açmLş, en fazla Abdallara, biraz da Kalenderîlere âid bahislerden nazım­ları, nesirleri beyit-beyit, satır-satır, sahîfe-sahîfe kitabına ak­tarmış, bâzı yerlerde takdîm-te'hîrler yapmış, bâzı yerlerde ad­lan değiştinniş, böylece ortaya bir düzme kitab çıkannıştır. Oku­madan yazanlar, düşünmeden hüküm verenler de mal bulmuş mağnbî gibi bu kitaba sarılmışlar, Bedreddin'in mezheb ve meş­rebi hakkında lâflar etmişlerdir. AUah taksîrâtmı bağışlasm, bu düzme kitabı yazana acmır; bunu kitab diye sunan kitabtanımaz-laraySa gülünür ancak. «Manâkıb-ı Bedrüddîn> i düzenin aklına «Semâve» gelmemiş, yâhûd da eline bir harita geçirip bu şehi-j bulrrtâmış olacak ki başta, Bedreddîn'in Meriç kıyısında Simav kasabasında doğduğunu söylüyor; 66. a da da Bedreddin'e uyan­lara «Simavna sûfileri» diyor. Bü kitaba inananlarsa Simavna'-yı evirip çevirip Semâve yaparak HiUe yakımna naklediyolar; hayâl-hânelerinden orada bir Bâtmî teşkilâtı kuruyorlar; bütün bunlar da yetmiyormuş gibi Bedreddin'e bir de Timur casusluğu atıf ve isnadından çekinmiyorlar; ne diyelim?

Cclüin ol mıcrtebesi selıl olmaz.

— 100 —

Page 148: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

V I

(1) Herhalde mürettib hatâsı olacak; doğrusu, «Bay Muallim M. €evdet» olmalıdır. (Türkiyyat MecHuası, IH. İst. Devlet Matbaası 1935; Simavne Kadısioğlu Şeyh Bedreddin'e dâir bir kitab, s. 233)

— 101 —

Manâkıb-ı Şeyh Bedrüddin îbnf Kaadıy İsrâîl

(ŞEYH BEDREDDİN M A N A k I B I )

S STANBUL Belediyesi Kütüblıânesinde •Muallim Cevdet ' kitabları arasmda K. 157 numarada kayıdlı bulunan bu ki­

tab, sırtı ve kenarları meşin kapU âdî ve fersude mukavva cildlidir. Cildi, 22x14.5, yazı kısmı 17x11 eb'âdmdadır. Kapaktan sonraki yazısız yaprağm iç tarafında altı satır üzerine siyâkats biraz andırır bir yazıyla.

<«Medîne-i Siroz'da... Dergâlı-ı eş-Şeyh Sultan Bedrüddin vakfıdır Zâviye-i Orta ]\1ezârlık Tekycsiııde mevcûd oluna»

yazısı vardır. 1. a da «Muallim M. Cevdet Kütübhânesi, Ha;;)-ran 1S47 - 1931» kaydım görmekteyiz. Alt kapağın iç kısmında kurşun kalemle «Hadim ül-fukarâi vel mesâkîn-i zâviye-i Bedrüddin Efendi Şeyh Huseyn 1238» yazısı var ki, bu yazı, ki­tabın .son yaprağı olan 69. b nin sonunda ve ilk yaprağın iç yüzünde bulunan mührün, yazısını göstenmektedir ve herhalde Mualliım Cevdet tarafmdan yazılmıştır. M. Şerefeddin Yaltka­ya'nm, Tekirdağı'ndan İstabul'a getirilerek Bayan M. Cevat tarafmdan satm alındığını bildirdiği ve kendisinin faydalandı­ğı kitab, bu kitabtır (1).

Page 149: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

lütaba, sahîfe numarası atılmıştır. 139 sahîfe, 69 varaktır. İlk iki yaprak âdî surh cedveUidir, her sahîfede 19 satır vardır. Her satırda, ortası açık olmak üzere bir beyit mevcuttur. K e ­narlarda cedvel yoktur. Asd kitab, 67. b de 2605. beyitle bitmek­tedir. • Ondan sonra «Beyân-ı medh-i RasûUullahi taâlâ» başlı­

ğıyla başlıyan ve 67. b-68. b yapraklarım kaplıyan kaside tar­zında bir şür var. 68. b de, sonda ayrıca tuyuğ tarzında 4 ıms-râ'lık bir şiir yazılıdır. 69. a-b de murabba-ı mütekerrir tar­zında ve 14 bendden meydana gelmiş bir şiir var. Kasîde tarzın­daki medhiye ile bu murabba'da «Hakıyrîn mahlası ımevcûd. Mütekerrir mısrâ'ı,

«Bizüm mürşidimüz Şeylı Bedrüddin'dür» mısrâ'ıdır ki, doğrusu «Bedr-i din'dür» olacaktır. Bü murabba"-dan s.onra.

«Âşık o'gıl bir veliyuHâha kim Ana münkeşif ola min ilndl-ledün»

tai'zmda 2. mısraı bozulc bir beyit yazıhdır. Başlıklar surhla ya^ zılırmştır. Bâzı yerlerde de başlık yeri, sonradan surhla yazılmak üzere açık bırakılmış, sonradan da yazılamamıştır. 19. a dan 21. b nin 11. beytine kadar yazı değişiyor; sonra gene asıl metnin yazısı başlıyor. 51. b de, gene yazı değişiyor ve bu yazı 21. b den itibaren başlıyan yazmm aynıdır. Bu değişik yazı, sona dek de­vam ediyor. İstinsah tarzı belli değilse de kâğıdın filigranh olu­şu ve iınlâ tarzı bakımından kitabın X . asr-ı Hicrîye (XVI) âid olduğu muhakkak. Kitabı istinsah eden adam- akıllı câhil. İmlâ ve vezin hatâları pek çok. Fakat az bir dikkatle bunlar düzel-tilebiUyor. Zaimımızca müstensih, bu nüshayı, diğer bir nüsha­ya bakarak istinsah etmemiş; birisi söylemiş, o yazmış- Bu yüz­den vezin hatâlarınm çoğu, duyularak yazıldığı cihetle, tak-dîm-te'hîr yüzünden meydana geliyor. Bir başkası da arada bir istinsah edene yardım etmiş. Fakat herhalde asd yazan, kerdi-.sine yardım edenin yazısmı beğenmediğinden, iki yerden başka yerde ona yazdırmamış, istinsah işine kendisi devam etmiş- Bu ayrı yazıda hatâlar daha fazla. Bu nüshayı aynen istinsah eden Ömer Fevzi Mardin, yanlışlara hiç dikkat etmediği gibi, kendisi de ayrıca yanlışlar yapmış. Bu bakımdan, Babinger'in yaptırdı­ğı tıpkı-basun, yâni Ömer Fevzi'nin istinsahı, fecî' surette yanlış.

— 1D2 —

Page 150: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

«Manâkıb;) m dili, tamâmiyle X V - XVI . yüzyıl türkçesidir. Gerek imlâ özellikleri, gerek gramer kaideleri, bunu pek güzel bir tarzda gösteriyor. Bu özellikler, XIV. yüzyıldanberi sürüp gelmede. Birkaç ömek verelim:

1) «olunca, gelince» tarzında kullandığımız rabt .sıygası «oluncak, gelincek, gidinceğiz» şeklinde kuUanılmalctadır.

2) Şimdi «gelip, oUıp, gelerek, olarak» tarzında kullandı­ğımız sıyga, «ıgelüben, oluban» şeklindedir-

3) Şimdi «gelmeden, olmadan» tarzında kullandığımız sıy­ga, «gelmedin, olmadın» şeklinde kullanılıyor.

4) «olduğunu, irdiğini, çoğunu, azmi» tarzmda «i-ı» ile kullandığımız sıyga, «lolduğın, irdügin, çoğun, azm» şeklinde «i-ı» sız kullanılmakta.

5) «basdığı, olduğu» tarzmda kullanılan sıyga, «olduğı, bas-duğı» şeklindedir.

6) «öyle» yerine «eyle'', «işte» yerine «üşde» kullanılıyor ve («bunlar» daki «n» yok; bu söz, «bular» şeklinde.

7) «duralım, görelim» şeklinde kullanılan iltizâmî s-ıyga, «duravuz, görevüz» şeklindedir, «olacak, gönderecek» tarzında ve te'kîd anlamım da ihtiva eden istikbâl sıygası, «olısar, gön-deriser» şeklinde kullanılmakta.

8) «dinleyin, dinleyiniz» tarzında kullandığımız emiv sıy­gası, «dinlen, dinlenüz» şeklindedir. Müsbet ve menfî eımirlevin sonlarına, te'kîd için «gıl-gil» geliyor; «algd, görgü; dutmagıl, gitmegil» gibi. «ediyor duruyor» gibi ta'cîlî aınlamı veren ve ay­nı zanranda te'kîd ifâde eden emirlerde «itgilen, durgılan» şek­lindedir ki, bugün Azerî lehçesinde, gene böyle ve bazı yerde «itginen, durgman» olarak kuHamlagelmekte.

9) Fiilerin sonuna, te'kîd için «durur, dürür» geliyor; «uludurur, olupdunır, çıkupdurur» gibi-

10) «dirseydi, olsaydı» gibi şart sıygalarında, «y» kalkıyor; «dirsedi, olsadı» gibi.

11) Kelimelerdeki «t* ve «d» ler, çok defa değişiyor, «dur­mak» yerine «turmak», «tutsak» yerine «dutsak» kullan diyor.

12) Arapça .sözler, çok defa türkçe; söyleyiş tarzına bürü­nüyor, meselâ liman anlamına gelen «mersâ» sözü, «m erse» olu yor.

13) «ağlaya ağlaya gehnek» yerine «ağla.yugelmek» kullanıl­makta ve bu tarz, birçok fullerde aynı şekilde geçmede.

14) (Hgöndermekn, «göndürmek» oluyor ve «gönderen» yer

— 103 —

Page 151: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ine, «göndüren» kuUandıyor. 15) «bile» yerine «birle» geçmekte.

16) «Boyuna görmek, görmiye gelmek, uyanıvermekî- tarzmda kullandığumz mürekkeb fiHer, «göregelmek, uyanıgelmek» şek­lindedir.

Lügatleri, deyimleri ayrıca sunduğumuz için burada onlar­dan söz açımyacağız; yalnız «Manâkıb» sahibinin, Yûnus îimreV yle, Mevlânâ ile, «Gülşen-i Râz» la, harta Hâfız'Ia meşgul ol­duğunu, hatmnda bunlardan beyitler kaldığını, burada birkaç örnekle kaydedelim:

29. a da, Işk âmâdan togmad dir âşıkan Kimseye kul olmad dir sâdıkan

beytini okuyoruz. Yûnus, Işk atadan (anadan) togmadı kimseye kul olmadı Hükmine kıldı esir cümle bifiş ü yâdı

diyor. (Yûnus Emre Dîvânı; Eskişehir Turizm ve Tanıtma Der­neği yayını, ist Sulhi Garan Mat, 1965; tıpkıbasım, s- 390, be­yit 4, yeni harflerle, s. 142 de 3. beyit.) Görülüyor ki, buradaki «âşıkan ve sâdıkan» dan maksad. Y û ­nus Emre'dir. Zâten dil, Yûnus diline oldukça yakın; (-Manâ­kıb» sahibi de, iradesiz, dilemeden, ansızın yerine. Yûnus gibi «keksüzin» diyor.

34. b de.

Her nefes sennâyc-i sad devletest Tâ be key çendin heves her yek nefes

Nemâz-ı halk tekbîr ü sücûdest Nemâz-ı âşıkan tcrk-i vücûdcst

Kıyam u ka'de vıı tekbîr vı nîyyet Heme mahvest der ayn-ı nıaiyyet

beytlerini, 35. a da, Nigeh dâr fursat ki âlem demist Demi pîş-i dânâ bih ez âlemi.st

beytini Mevlânâ'ya izafe ediyor. İlk beytin vezni, '(Mesnevi» veznidir; fakat kaafiyesi yoktur. Bundan sonraki iki beyt, «Gülşeni Râz» veznindedir. 58. b de,

Dostıla eyle talâttuC iy hümâm Dâhi düşmenle nıüdârâ vesselam

beyti, Hâfız'm, atasözü gibi kuUandagelen,

— 104 —

Page 152: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Âsâyiş-i du kîlî tefsîr-i in du herfest Bâ dûstan telâttuf bâ dUşıncnan miidârâ

beytinin tam ve nazmen tercemesidir. «Manâkıb» m dil özellik­lerini daha iyi anlaımak için Mîlâdî XIII. yüzyılda yazılan Bur-gazi'nin «Fütüvvetnâme» siyle X V . yüzyılda yazılan Şeyh Sey­yid Gaybı oğlu Şeyh Seyyid Huseyn'in «.Fütüvvetnâme» sinde­ki dil özelliklerini kıyaslamayı da tavsiye edelim, (İktisat Fakül­tesi Mecmuası, cild 15, No. 1-4; A- Gölpmarlı, Burgazî ve Fütüvvetnâmesi, 1953 - 54, a, 76 - 153, bühâssa s- 98 - 99 ve 151-153. Aynı mecmua, cüd 17, No, 1 - 4, 1960, ayn bası, s. 25 - 28.)

«Manâkıb», bize devrinde olan ve sonra sürüp gelen ve bu­gün artık yavaş yavaş unutulan gelenekleri de bildirmektedir. Yol açan, sokaklarda düzetii ve doğruluğu sağlayan yasavulları, haber götürüp getiren çavuşları, bir ülke halkının hacca gider­ken başlarına geçen, onlan komyan, aynı zamanda Mekke'ye bir armağanla giden hac beyini (emîr-i hac), yalın ayak, başı kabak gezen, bayraklarla ve toplu bir halde şehirden şehire gi­den Torlakları, dervişlerin çilelerini (erbain), çileden çıkmc;;ı verilen ziyafeti, zikr telkıynini, şeyhlerin, yeni doğan çocuğun ağzına hurma çiğneyip verişlerini ve halkın,, bununla bir kut­luluk,, bir feyiz umusunu, ölüm hâlindeki kişinin ölüp ölme­diğini anlamak için ağzına, buğulanıp buğulanmadığını görmek üzere ayna tutulduğunu, Dehrîleri, Ehl-i Sünnet mezhebine ay­k m inançlar güdenleri, iz yitirmek için ata ters nal çakıldığını, hâsılı o devri, o devirdeki inançları, gelenekleri, hattâ tıb telâk-kıylerini, yıldız inançlarını hile, hikâye arasmda bize bt... etmek­tedir. Kitab, tam bir menkabe inancıyle yazılmıştn- diyemiycce-ğiz. Epik unsurlai', olağanüstü olaylar, hemen h.. ...--ok gibidir. Kerametler çok defa lüyâlara dayanmada ve dâima ikinci, hat­tâ üçüncü plânda gelmedediı-. Buna karşılık, bu kitab, bize Bedreddin'in ahvâli hususunda pek mükemmel büfçi vorm'ikte, hattâ bâzı rivayetleri düzeltmektedir. Bu ballımdan «Manâkıb» târihî bir kaynak mâhiyyeti taşımaktadır. Manâkıbı yazan. Şey­hin oğlu olup 813'de vefat eden ve Seyyid Paşa diye anılan İs­mail Bey'in oğlu Hafız Halil'dir (61, a). Manâkıb'da Bedreddîn'­in vefatına târih düşürürken de

«Didi Halîl bin tsmâîl ibni Şeyh Cedde tâıih: Innehû meczûb-ı Hû»

diye adını animaktadır (58. a). Hafız Halil, «Bu Manâkıb içre ne kim söyledüm

— 105 —

Page 153: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Şeyhden işidilcni nakleyledüm Nîçeleı- Şeyhe manâkıb yazdılar Yazdılar amma hevâda gezdiler Şeyhün ashabım gördiler velî Bî haber bunlar sülûkden iy velî Ne ki efvâhdan bular işitdiler Anı naklidüb söz anı bildUcr Yazubau düzdiler ildiler kitâl>

Anı okıyub yazdı şeyh ü şâb Bunda naklolanı gör sen iy ahi G&yn nakle tutma gûşun bir dahi»

foeyitleriyle Şeyhe bundan başka manâkıb da yazıldığım, fakat manâkıb yazanların ancak Şeyhin ashâbma ulaştıldanm, men-kabeleri ağızdan duyup yazdddarmı, kendisininse bizzat Şeyh­den işitileni naklettiğini bildiriyor (33. a-b). Sonundaki Haz­ret-i Muhammed'e medhiyenin ve murabba'-ı ımütekerrir'in şâ­iri Haktyrî'nin kim olduğunu bulamadık. Nail Bey katalogunda 1186 Hicrîde Bursa'da ölen (1779) SandıkhU Halveti Hakıyrî Muhammed var. Nail Bey merhum, bunu Fatin tezkiresiyle Si-cil'den, Kaamus'dan alıyor. Ancak Bedreddin'den üç küsur asır .'jonra yaşıyan bu zâtın, Bedreddin'i öven Hakıyo olamiyacağı meydandadır; elimizdeki Manâkıb istinsah edilirken bu Hakıyrî'-nin ceddi dahi henüz kevn âlemine gelmemiştir. Manâkıb'da şiirleri bulunan Hakıyrî'nin bizzat Bedreddin'e ulaştığmı sa­nıyoruz biz.

Bu sunuş yansından sonra «Manâkıb-ı Şeyh Bedreddin» in özetini veriyoruz:

Allâha hamd ve sena, H. Peygambere ve dört dostıma selâ-vât ve duâ'yı muhtevi arapça ve mensur bir dîbâcesiyle başlı­yan kitab, 2. a da başlıyor. Başhklar, silsileyi ve telkıyn-i zik­ri bildiren kısımlar müstesna, kitab tamâmiyle manzum ve «Fâ-ilâtüa fâilâtün fâüat» vezninde.

Bedreddin'in ceddi Abdülazîz, bir savaş eridir. Hazret-i Mevlânâ'ya ulaşmış, sonra Çelebi Hüsâmeddin'e intisâb etmiştir. Büyük atası, Bağdad'da, Cengiz hücumunda şehîd olmuş. A b ­dülazîz, Selçuk hükümdarlarından Alâeddin soyundan; Konya'da doğmuş; soyundan gelen biri, SelçtdcoğuHaıı-na vezirlik etmiş; bu zât, amcası Pâdişâh olunca, ka­çıp, Ahbasoğullarma sığınmış: Mu'tasun billâh da onu şey-

— 106 —

Page 154: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

hülislâmlık makamına tâ'yin etmiş. Nasîrüddin-i Tûsi üe bahse girmiş; İbni Hâcib'le ikisi Nasîr-i Tûsî'yi ilzam edince İbni Hiilâgû (Hulâgû), onları şehîd etmiş. Ehl-i Sünnet, na'-şini aiıp Ebû Hanîfe'nin yanma defnetmişler. Abdülazîz, yüz yıl­dan fazla yaşamış. Abdülmü'rhin ve Fâzıl Bey admda iki kar­deşi, İlyas adh bir de kızkardeşinin oğlu varmış. O vakitler her­kes yalın börk giydiği halde İlyas, börkûnün üstüne beyaz sa­rık sardığından halk, kendisine Tülbendü İlyas dermiş. Bunun bir de oğlu varmış. Hacı İl Beyi ve Gaazi Ece, kızkardeşinin kı-zmm oğullanymış. Abdülazîz'in oğlunun adı Isrâîl imiş. Bunlar Süleyman Paga'yla beraber, Rumeli'ne geçmişler. Abdülazîz, pusuya düşmüş; şişe geçirilip ateşte kızartılmak suretiyle şehîd edilmiş. Abdülazîz'e İsrail'in amcası diyenler de varmış; falcat doğrusu, oğlu olmasıdır. Gaazi İsrail, Dimoteka fethinde bulu­nuyor ve elde edilen ganimetleri gaazilere dağıtıyor; kendisi, banın (beyin) kızını alıyor. Melek admt takıyor. Bu kızdan bir­kaç oğlu oluyor ki bir tanesi Bedreddin Mahmûd. Bedreddin, Semaviye (Sunavna) da 760 Hicrîde doğuyor (1358-1359); o za­man daha Edime fethedilmemiş. Edime alınınca İsrail, oraya yerleşiyor. Oğlu Mahmûd'a ders veriyor. Aynı zamanda Mah­mûd, Munlâ YûsuFdan da okuyor. Kur'ânı da ezberine alıp ha­fız oluyor. İsrail'in amcasının oğlu ve Abdülmü'min'in oğlu Müeyyed'le beraber derse devam ediyorlar. Müeyyed, Şeyh'den daha yaşlı; fakat Bedreddin ondan daha bilgin. Müeyyed, baba-siyle hacca gitmişti; oralarda gördüğü Arab bilginlerini övme­dedir. Kaaziasker oğlu ve nücûm bilgisinde mahir olan Mûsâ Çelebi, Bursa şehrindedir. Bedreddîn'i duymuştur ve onu gör­meyi istemektedir. Şeyh de onu görmeyi arzulamakta. O sırada Sultan Murâd'la beraber Mûsâ, Edirne'ye geliyor. Bedı-eddin'le görüşüyorlar ve altı ay Kelâm bilgisi okuyorlar. Yaz gelince Mûsâ, Bursa'ya gidiyor. Bedreddin de sonradan babasından izin ahp Müeyyed'le Bursa'ya gidiyor, Musa'nın babasından, bir yıl okuyorlar. Buradan Konyaya gidiyorlar. Orada nücûm bil­gisinde mahir olan Teftâ-zânî'nin şâkirdlerinden bulungn Fey-zullah'dan deı-s görüyorlar. Mûsâ, sonra Belh'e gidiyor. 811 de Belh'te Giyâseddin Cemşîd, rasada me'mûr olmuş-Mûsâ, Gıyâ-seddîn'den sonra rasad işine me'mûr oluyor ve 828 de orada Ölüyor.

Bedreddin Seyyid Şerif ve AbdüUatîf gibi bilginlerin Mısır'­da bulunduğunu duyunca Müyyed'le beraber Mısır'a gitmek

— 107 —

Page 155: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

üzere yola çıkıyor. Yolda haramilere rastlıyorlar. Fakat hara­milerin başı, evvelce Bedreddin'i görmüş; bu yüzden onlara il­tifat ediyor. Kudüs'e varınca îbni Aklan'dan altı ay Sahîhîn'i okuyor. Müeyyed, zevka dalıyor; parasız pulsuz kalıyor. Âl - i Kaşımrî denen biri, bunlara yardımda bulunmak istiyor. Onlar, Mısır'a gitmek istediklerinden alıp Mısır'a götürüyor.

Mısır'da Sultan .Berkok padişah. Bedreddin, Müderris M ü ­barek Şâh ve Seyyid Şerifle görüşüyor. Mübarek Şâh'ın, Sey­yid Şerifden okuduğunu söylerlei'- Berkok, Bedreddin'le Müey-yed'i da'vet ediyor. Ümî mübâheselerde bulunuyorlar. Müba­rek Şâh'la beraber hacca gidiyorlar. Müeyyed de bunlarla be­raber. Yolda fırtınaya tutuluyorlar. Genüleri gark oluyor, sâhde çıkıyorlar. Başka bir gemiye binip Cidde'ye geliyorlar- Mekke'ye vaı-mca şeyhülislâm Ebû Zeylâî'ye konuk oluyorlar. Âl- iKaşmi-i'i de emir-i hac. Haccettikten sonra Kudüs'e dönüyorlar- M ı ­sır'da Ekmel, dört mezhebte de söz sahibi bir bilgin. Bu bilgin, Hidâye okutuyor. Seyyid Şerif, bunu, Bedreddin'e mektubla bildiriyoi". Bunun üzerine Müeyyed'le Mısır'a dönüyor. Orada Seyyid Şerif ve Hacı Paşa'yla buluşuyor; Şeyh Ekmel'le tanışı­yor; ona konuk oluyor. Seyyid Şerif kırk. yaşında, Bedreddin daha otuz beşine gelmemiş- Ekmel'in dersine AbdüHatîf-i Hin­di de devam etmekte. Münazaralarda Bedreddin dâima üst ol­makta, Berkok'un oğlu Sultan Ferec, Bedreddin'den ders okuyov.

Bedreddin kitab te'litine izin ahyor. Maksûd'a Ukud ül-Cevâhir adlı bir şerh yazıyor. Letâif ül-îsârât Câmi'ül-Fusû-

layn, Teshîl, Tefsir-i Nur üI-Kulûb ve tasavvuftan Varidat ad­lı kitabları yazıyor. Tanykat ahvâline dâir türkçe bir kitabı var. Dav'a Çerâğ ül-Futûh adh bir şerh yazıyor. Te'lîf ettiği kitapların sayısmm kırk sekiz olduğunu söylerler.

Birgün Berkok'un meclisinde Seyyid Hüseyni Ahlâtî ile gö­rüşüyor. Seyyid Hüseyni Ahlâtî, Mesnevî'ye şerh yazmış- Ber­kok, Mil- Hüseyin'e Mâriye, Bedi'eddin'e Cazibe adlı iki Habe.-; câriye veriyor. Mâriye'den Mîr Hasan, Câzibe'den de İsmail Lenk doğuyor. Bedreddin, önceleri tasavvufu ve semâ'ı inkâr edermiş. Hattâ Mevlânâ'yı bile hoş görmezmiş. Huseyn-i Ahlâ-tî'nm sohbeti kendisinde cezbe meydana getiriyor. Gidip Şâfi'-i'nin türbesine kapamyor. Kitablarını Nil'e döküyor. Müeyyed'-i, Şeyhin ahvalini anasına, babasına anlatmak üzere gönderi­yorlar. Müeyyed, Gelibolu'ya varıp karşıya geçiyor. Şeyhin ba­basına vanp hâli anlatıyor. Şeyh'in babası, Bedreddin'i getir-

— 1C8 —

Page 156: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

mek üzere Şahne Musa'yı gönderiyor. Şahne, Şam'a gelince Ti­mur da Şam'a varmış. Mısır askeriyle savaşmakta imiş. Mûsâ. Mısır askerine uyup savaşa girişiyor. Mısır askeri bozuluyor, esir olan Şahne Mûsâ, pek büyük erlikler gösterdiğinden Timuı Lenk kendisiyle görüşüyor. Bedreddîn'i almaya gittiğini duyun­ca ona izin veriyor.

Mûsâ, Mısır'a varınca Bedreddin'in Huseyn-i Ahlâtî'ye der­viş olduğunu, bir kü aba giydiğini göı-üyor. Edirne'ye götürmek istiyorsa da Şeyh kabûl etmiyor; Şahne Mûsâ geri dönüyor Bedreddin, çektiği riyâzat yüzünden hasta düşüyor Huseyn-i Ahlâtî, Bedreddin'e elma şerhetiyle «lisân üs-sevm (öküz dili) içiriyor ve iyileştikten sonra şarka gitmesini buyuruyor. O sı­rada Timur'un oğlu ölmüş, cenazesini Sultâniyye'ye götürmek üzere Tebriz'e getirmişler. Bedreddin, Timur ordusunda bulu­nan ve Yıldırım'a ihanet edip Timur'a kaçan askerleri yeriyor. OıJar da nadim olduklarını .söylüyorlar. Bedreddin de Sultâniy­ye'ye varıyor. Oradan Tebriz'e geliyor. Gezeri, haber alıp bir yasavuUa kendisini çağırıyor. Bedreddin, Cezerî'nin de huzurun­da mübâhese-i ibniyyede bütün bilginleri ilzam ediyor. Timur da kendisine büyük bir saygı göstermekte. Hattâ ona kızını vermek, ülkeye Şeyhülisâm etmek niyyetinde. Vezîr Ebû-Be-kir de onu ağırlamakta. Fakat Bedreddin, Seyyid Huseyn-i A h ­lâtî ile buluşmak istediğinden, Huseyn-i Ahlâtî'nin gönderdiği Kaasjm-Feyyûmî üe kaçıp Mısır'a varıyor. Husejm-i Ahlâti'nin hanıkalunda halvetlere giriyor. Erbainler çekiyor. Kendisi, yedi erbain çektiğini söylermiş. Sonunda Mîr Huseyn, ona hilâfet veriyor, yerine şeyh tâ'yin ediyor. Huseyn-i Ahlâtî, vefatı sıra-

smda.

Geldi Yûnus Emre sözi gönlüne Okudı bîr az gönli eglene Okudugı söz buytdı iy dedem Naklidelüm dinlesün mîr ü hadem Okudırdı dirler ol şözî revan Tâ gidince dünyeden iy serveran Savtı mevzun bir mürîdi varidi Okıdub işbu sözı dinleridi:

Bir dürr-i yethnem ki görmedi beni umman Bir katreyem illâ khn ummana benem mnman

(36- a. Karşılaştırınız: Yûnus Emre Dîvânı, Eskişehir Turizm ve

— 109 —

Page 157: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Tanıtma Derneği Yaym'ı tıpkıbasım, s. 316-317, Türk harfleriyle, s. 115.)

-Bedreddin, Huseyn-i Ahlâtî'nin vefatından sonra Mısır'da­ki hânkabmda altı ay onun makamında oturuyor. Fakat mürîd-lerin hasedleri yüzünden şeyhliği terk edip Kudüs'e gidiyor. İb­ni Kaşmiri ölmüş, yerine oğlu İdris geçmiş. Bu zât, Şeyhe bey'­at ediyor ve Şeyhi Şam'a dek uğurluyor. Şeyhin gelmekte oldu­ğunu duyunca Haleb Türlonenlerinden bin kişi karşı vanyor. Şeyhe Haleb'de hânkah yapmak, onu Haleb'de alıkoymak istiyor 3 ar. Birçok kişi kendisine bey'at ediyor. Hattâ,

Birisin dirler itâdet getiiren

Nesîmî'nin salbîne fetva viren (37, a)

Bedreddin, razı olmıyor; oradan Konya'ya doğru yola çıkı­yor. Karamanoğlu, dervişleri münkir olmakla beraber, Bedred­din'i sarayma da'vet ediyor. Konuşurlarken şeyhden keramet göstermesini istiyor. Bedreddin, yemiş veren, ağaçlar nerden bi­ter diyor. Karamanoğlu gülüp topraktan diyor. Kaynaklar ner­den kaynar diyor Bedreddin. Karamanoğlu, Tamı emi'iyle yer­den kaynar diyor. Bedreddin, bizden kei'âmet istedin; bize ke­ramet göster dedüı; âlem kerametle dopdolu; bu yolda toprak olursan, bütün yemişler senden biter, hikmet kaynağı olursun, ama zahirde de keramet istedin, gösterelim deyip, dervişlerine zikre başlamalarmı buyuruyor. Dervişler zikre başlayınca Ka­ramanoğlu kendinden geçiyor ve Şeyhe mürîd oluyor. Bedreddin Konya'ya varınca, o vakit henüz hayâtta olan Hâmid-i Velî (Ebû Hâmid Hamîdüddîn), duyup Aksaray'dan Konya'ya geliyor; be­raber halvete giriyorlar. Padişah, İkisini de davet edip ağırlıyor. Sonra ayrılıyorlar. Şeyh Hâmid Aksaray'a Bedreddin de, maiy-yetüıe verilen askerlerle Ilgm'a gidiyor. Ordan Germiyan'a ge­çiyor. Gemndyanoğlu henüz genç. Anasiyle yaya olarak Şeyhi karşılıyor. Her ikisi de Şeyhe bey'at ediyorlar. Aydına, Tire'ye geçdiği zaman îzmiıoğlu, Şeyhi İzmir'e çağırıyor. Birçok kişi kendisine mürîd oluyor.

Bu sırada Sakız adasmm kâfirleri, beylerine, Bedreddin'i çağn-masmı söylüyorlar. Arapça bilen yedi papaz, Icendüeri dö-nünceyedek rehin olarak İzmir'de kalmak üzere bey'in oğlunu da alıp armağanlarla İzmir'e geliyor. Bedreddin, da'vetlerim ke-bûl ediyor; hattâ beyin oğlunun rehin kalmasma razı olmuyor.

— 110 —

Page 158: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Beraberce gemiye binip açıhyorlar. Yolda fıriSnaya tutuluyor­lar; Bedreddîn'in duâsiyle fırtma diniyor. Sakız beyi, kayıkir gemiye kadar geliyor. Şeyhi karşılıyor. Sakız'da on gün kalan Bedreddin, bütün papazların gönüllerini teshir ediyor. Saluz be­yi, nücûm İhninde mahirmiş; onunla bu bilgiye dâir sohbette bu­lunuyor. Oraya yılda bir gelen Enez'li iki papaz, bunlardan baş­ka daha bir papaz, gizli olarak müslüman oluyor; bey'in oğKı da müslümanlığı kabûl ediyor. Zikir esnasında dervişlerin ayak-larmm yerden kesildiğini, muallakda zikrettiklerini gören hı-nstiyanlar, Bedreddin'e ikinci Mesih diyorlar. Bey de gizli ola­rak müslümanlığı kabûl ediyor.

Bedreddin, Sakız'dan Edirne'ye gitmek üzere karaya çıkıp •Kütahya'ya yollanıyor. Domaniç belini aştıktan sonra bir sürii Torlak'Ia karşılaşıyor. Sohbet esnâsmda Kalenderüer, tövbe edip Şeyhe mürîd oluyorlar. Muharrem içinde onlarla beraber Bursa'ya gelen Bedreddin, oradan kaı-şıya geçerek Gelibolu'ya, oradan da Edinıe'ye varıyor. Anasiyle babası sağ. Onlarla bu­luşup görüşüyor. Babası, sınamak için oğlunu dervişlikten dön­dürmek istiyor. Bedreddin, dönmeyince iki gözünü öpüp hayır dualar ediyor, Bursalıların dâ'veti üzerine anasıyla, babasıyla gidiyor, Aydm'a geçiyorlar; sonra Edirne'ye dönüyorlar- Bed­reddin yedi yıl Edirne'de kalıyor.

O sıralarda Mûsâ Çelebi, Süleyman'ın yerine pâdişâh olun­ca, recâ ve minnetlerle Şeyhi kendisine Kaazı-asker tâ'yin edi­yor. Bu arada. Şeyhin delaletiyle müslüman olan ve Şeyh tara­fmdan kendisine Abdüsselâm adı verilen bir mürîdi de gelmiş­tir. Bu zâtm kızkardeşi Hırmana müslüman olmamış, bir eı-me-niye varmıştır. Ermeniden pek güzel bir kızı olmuştu. Şeyhin oğlu, bu kıza tutuluyor, kız da ona meylediyor. Abdüsselâm, o k m , Şeyhm oğltma veriyor.

Mûsâ Çelebi'yi ortadan kaldıran Çelebi Sultan Mehmed, Bedreddîn'i Iznık'da bahsettiriyor ve kendisine günde bin akça ulufe bağlıyor. Şeyh, Teshîl'i Iznık'da tamamlaımş, Bedreddhı hacca gitmek üzere Pâdişâhdan izin istiyor, Hicaz'dan Mısır'a, Şeyhin hankahma gitmek emelinde. Pâdişâh izin vermeyince-dostlarıyla vedâlaşıp Iznık'dan kaçarak Cumâdelûlâ ayının dör­düncü gecesi Isfendiyar iline varıyor. îsfendiyaa* Bey, kendisini karşıhyor; Bir oğlu olmuş, adını tsmâîl koymuş; onu da Şeyhe götürüyo'-

— 111 -

Page 159: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Ktuıdagıyla Şeyhe getürdi anı Gicesi kadr oldı Şahun iy gani Çeytıeyüp hutmayı ol dem iy rafıyk Dökdi nyk ağzına ol bahr-ı amıyk Virdi Şeyhe ogUn tsmâil Big Şimdi oldur ol ile big oglı big Ömri uzun olsun u şirin sözi Gezedir in'âmıla cümlemizi (44, h)

Bedreddin, doğuya, yâhûd Tatar diyârma gitmek istiyor. İsmâîl Bey, Kırun'a gitmesini tavsiye ediyor. Doğuda Şâhrûh'un zâlimi olduğunu, Timm- dolayısıyla Osmanoğullanyla arasmm açık bulunduğunu, kendi ülkesinden oraya giderse Osmanoğul-larınm da kendisine düşman olacağını söylüyor ve adaletle ün ahmş olan bir yere gitmesini tavsiye ediyor.

Btmun üzerine Bedreddin, İsfendiyaroğlu'nun verdiği gemi­ye binip açılıyor. Denizi Efrenc tutmuştu. Kaptan, Eflak kıyı-larma yanaştı. Şeyh ve adamları, namaz kılmak için karaya çıkıp abdest alarak namaza durunca kaptan, yelken açıp Şeyhi bıra­karak kaçtı, gitti. Tehlike zamanı Şafi'î mezhebinde sabah na­mazının ikinci rekâtmdaı Kımût okunur. Şeyh de İkinci rekât­ta Kunût tuttu. Kaçan gemi, yolda bir kâfir gemisi tarafmdan tu­tulup yakıldı, İçindekilerin kimisi yandı, kimisi tutsak oldu. Geminin reisi Kara Haydar Mûsâ da tutsaklar arasındaydı. Son­radan bu adanı pişman olmuş, esirlikten kurtulunca Siroz'a gi­dip Manâkıb sahibinin amcasma mürîd olmuş. Manâkıb sahibi, bunlan anlatırken.

İşbu ahvâli ki ben ııakleyledüm Bile Şeyhda olandan söyledüm Ca'fer adlu anda Şeyhin bir HuU Dirdi Hazretîıile kaldum iy ulu Ne kim agzüıdan anun söz geldi hoş Nazma getürüp kitaba yazdım uş

diyor (46. a) .

Bedreddin, gene doğuya gitmek istiyorsa da imkân bulamı-yınca sılasına varmayı kunıyor., «Nûr ül-Kulûb» adh tefsirini de tamamlamış, varıp Sultan Mehmed'e sunmaya niyetleniyor. Şeyhin akıbetinden sonra dostları, mürîdleri bu tefsiri gizlemiş­ler.

— 112 —

Page 160: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Bilim evlâdı elindedir uihaa Taşra virmezler ara hem serveram Lik Şeyh îtdügi tesvîd kamu Cem' idübeh Kaazî u Nür iy anm Kendi dünyâdan gidicek ol dala Biİnvediler nice oldı iy alu (48. a)

Bedreddin, pâdişâhla buluşmak üzere Ağaçdenizi'ne gidiyor. Yolu, Zağra iUerme düşüyor. Pâdişâh, Bedreddîn'i kendi üstü­ne gelecek sanantk ilti yüz Idşiyle kapucıbaşı'yı yolluyor. Vak­tiyle Şeyhi saklıyan Yûsuf Bey, Kara Sinan adlı yüzü kara ve Şeyhi inciten Ütücüoğlu da bunlarla beraber. Şeyhe, yalnız bu ikisi hakai'ette bulunuyor- Kapucıbaşı, kıyâfetmi tebdîl etmiş. Şeyh, namaz kılarken bir gece gelip dolaşıyorlar. Şeyh de, yıl­dız bilgisine göre bana bu gece bir kötülük gelecek demiş; ya­nma bir kum saati koynruş. Kum akmca kutsuz Icıran zamâm gelmiş, onlar da tam bu anda Şeyhe gelnüşler. Ertesi sabâlı Bedreddin, Yûsuf Süresiyle namaz ktUyor ve gelenlerle yola dü­şüyor.

Bedreddin, öğle namâzmda insilâh hâline vanyor. Öldü diye yere yatırıyorlar. Derken kendine geliyor. Yolda yedi kere insi­lâh âlemine uğruyor; öldü mü, ÖUnedi mi, anlamak için ağzma ayna tutuyorlar. Sonunda Serez'e varıp bir eve kapatıyorlar. O su-alarda Düzme Mustafa olayı da var; pâdişâh, Düzme Mus­tafa'yı ortadan kaldırmalc için Selânik'e gidecekken Bedreddin yüzünden Serez'e gehrriş-

Yıldırum Han oğhdur dirler sahih Gerçi Düzme didiler ana sarih Ankara çenginde gaaib oldı ol Bilmedi h'iç kimse anı sag u sol-Yalmuz düşdi yola ol tâze-sin Ne ölism bildiler, ne dirisin Âhır ol düşdi Frenk içine pes Saltanat hevâsına kıldı heves (50. a).

Mustafa, Selânik'de ortaya çıkmış, Edirne'ye yürümüştü; adına hutbe de okutmuştu. Börklüce Mustafa, Torlak î lû Kemâl, Kazovası'ndaki savaşta öldürülmüş ve saltanat dâvasiyle ortaya çıkmış olan Aygdoğlu ortadan kaldırıhmştı; Bedreddîn'in de ortadan kaldırılması gerekmekteydi. Bedreddin, (d-^avmi içinde

F. 8 — 113 —

Page 161: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

şeyh, ümmeti içindeki peygambere benzer» hadîsini nakletmiş-ti. Bunu ele alarak peygamberlik dâvâsma kalkıştı diyorlardı Börklüce'yle Torlak Hû Kemâl'in, kendisine mensûb oluşu da halckmdaki zannı kuvvetlendirmedeydi. Aynca Şeyh, da'vet-i şems yapmada, dünyayı ma'naûr bir hâle getiı-miye çalışmada diyorlar, güneşin kendi ardınca gittiğini söylüyorlardı. Bütün bunlar, pâdişâh da onun fazîletmi bildiği hâlde başına gelenlere scbco old'j.

Serez'de pâdişâhın tapısına götürdükleri zaman aralavmda şu konuşma geçti:

Pâdişâh — Neden benzin sararmış, yoksa hummaya mı tu-tuldmı? İçinde keler mi belirdi de bir yerde durmadın?

Bedreddin — Güneş batarken sararır; şahinin yuvasına yı­lan gelirse o yuvada duramaz. Yolcuyu yılan sokarsa yılamn zehiri, benzini sararür. Yılan, güneşi görünce kuvvetlenir; gü­neş de ikindi üstü sararır.

Pâdişâh — N e d e n buyruk ıssı olanlarm buyruklarma karşı geldin, aykırı iş ettin?

Bedreddin — Ya sen niçin Tann'ya mtıhâlefette bulundım? Pâdişâh — Ben ne vakit muhalefette bulundum?

Bedreddin — Hacca gittnek için senden izin îstedmı, orada kalmayı arzuladım; kaç kere diledirtt; uygun bir cevâb yollama-din. Hacca gitseydim orada kahrdım. Dünyâda yol kesmeye ce­vaz var midir? Bana şeriata göre bir sorun varsa söyle, cevâ-bmı al, tctihâd ettim; iş bu hâle düştü; zukn olan yerden göçmek gerek.

İran'dan gelmiş bir bilgin vardı; adi Munlâ Haydar'dı. Er ­tesi günü onunla mubâheseye girişti. Pâdişâh da bir iki gün ı-uh-sat verdi bunlanaı- Munlâ Haydar, Bedreddin'in faziletini anla­dı; ona baş köşeye geçmesini teklîf etti. Bu zât, Sa'deddîn-i Taftâzânî'ye ulaşmıştı derler. Şeyhhı bırakılmâsmı düödi; fakat sözü geçmedi. Bedreddîn'in ölümünü istiyen, bühâssa Bâyezîd Paşa'yla pâdişâha hocalık eden Fahreddîn'di. Şeyhe olımyacak şeyler sormıya koyuldular; Şeyh de cevab vermemeyi daha doğ­ru bulup sustu. Şer'üe ölümüne yol bulamaymca ürf ile fetva vcrdüer; fetva sureti de bilimnedi-gittî. Malı haram, kanı halâl dediler. Asılmadan bir gece önce, rüyâsmda gökten bir kandilin inip muallakta durduğunu görüyor; kendisi de oraya bir mescîd yaptırmış; bu kandili alın, mescidime götürün diyomıuş. Bir de

— 114 —

Page 162: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

H. Peygamberi görüyor; Şeyhin elinde bir Idtab varmış. H . Peygamber, Vâridât'ını al, beri gel diyor- Bedreddin'le beraber üç mcdıbûs var. Bedreddin, rüyâlarmı onlara anlatıyor. Ashâbmı görmek istiyor. Pâdişâhın izniyle onlara vasiyyette bulımuyor; Mecnûn adU müridine beni sen yıka diyor. Şevvâl'in yirıtrii ye­dinci Cuma günü asmaya götürmek üzere at çekiyorlar- Ata bin-maiyor. Kelime-i Tevhîd'i zikrederek yürüyor. Darağacı'na gelin­ce üç kere tekbîr getiriyor.

Bedreddin, o gün ve o gece darağacmda bırakılıyor. Ertesi günü kuşluk çağında Mecnûn kendisini yıkayıp Esld Câmi'in yanma defnediyor- Yıkandığı yer hâlâ ıslak.

Manâkıb sahibi, bu vak'aya (tinnehû meczûb-ı Hû» târihini dü-şürüyor ve şu târîh şiirinim yazıyor:

Hazret'e irdi çün ol mevlûd-ı Iln Dindi târih «Innehû mcczûb-ı Hû» Ol cihan içre olan makbûl-ı Hak 01 sabîh ul'vecb ol <meczûb-ı Hû Ol sırâcüddin Şeyh ul - muttakıyn 01 dü kevni terk iden mensûb-ı I I « Ol SemâviiVT ül-asıl Mahmûd-ı dil Ya'ni Bedr-i Rûm o merhûb-ı lifi Bu fena miHdnde hem Mansûr vâr Işk dânnda olan maslûb-ı Hû Şehr-i Sîrûz şud. mczâreş iy cüvan Yethamullah innehû matlub-ı Hû Olsun evlâdı vü etbâ'ı anım Dergeh-i Hak'da şehâ mergub-ı Hû Didi Hftlîl ibni tsmâîl bni Şeyh Cedde târîh «înnehû meczûb-ı Hû» (58. a)

Bu târih terkibi, Hicrî 818 yılını göstermektedir.

Şeyhin bedduâsiyle, canına kasdedenlerin herbiri, bir belâ­ya uğradı. Birini yıldırım çarptı; biri buz altında kaldı. Biri kö­tü bir iş işlerken üstüne duvar j^ıkıUp öldü. Hoaa Fahreddin kör oldu. Bâyezîd Paşa, Ramazan ayının ilk günü başı ke-silerek öl­dürüldü. Pâdişâh da sar'aya tutuldu; o dertten kurtulamadı. Edirne'de vefat etti'; namazını Zeyn ül-Arab luldı.

— İ15 —

Page 163: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

Manâlcıb sahibi, bundan sonra, Şeyhin rûiıuna Fâtüıa dile­yerek bu konuyu tamamlıyor, Bedreddin'in müride nasıl bey'­at verdiğini ve tarıykat silsilesini anlatıyor:

Şeyhe mürîd olmıak istiyene Şeyh, ben derviş değilim; Hak­k'ı dileraekteysen Hak elini tutar der; onu bir hayli sınar, on­dan sonra kabûl ederdi- Tâübe tevbe verir, sonra bey'at ve râ-zılıfc âyetlerini okur, bâzûsuna sıkıca yapışır, başını başına da­yar, jsoUı doğru «Lâ ilâhe» sağa doğru da «illallah» sözüyle tevhîd kelimesini üç kere tellcıyn ederdi

Şeyhin tarıykat silsilesi şudur:

Allah — Cebrâîl — IIz. Muhaıımied — Ali

I i l 1 i

imam Hasjın îmanı lîusayn Hasan-1 Bısrî Kumayi I j ibni Ziyâd

İmam .Zayn ul-âbidîıı Habîb-i A'cami

I 1 imam Muhammad Dâvûd-ı Tâî ul-Bâku- (

I Ma'rûf-i Karhî İmam Ca'far us-Sâdık

I İmam Mûsâ 1-Kâzım

İsnam Aliyy ur-Rızâ

Ma'rûf-1 Karhî

\ Sarjyy-i Sakatı

I Cunayd-i Bağdadî

I Aliyy-i Rûdbârî

1 Abû-Aliyy-i Kâtib

J

— 116 —

Page 164: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

/ Abûl-Kaasua

I Abû-Balcr-1 Sarrâc

I Ahma<l-i Gazâlî

l AbuI-Fazl-i Bağdadî

I Abul-Barakât

8 Abû-Saîd-i Andalusî

1 Abû-Madyaıı-ı Magnbî

AbuJ-Fath is-Saidî l

Husayjı-i Ahlâtî I

Bedrüddin ür-Rûmî

Manâkıb sahibi, kitabmm sonlannda tarıykat silsilesini an-laUp,

Bunda hatmohhı çü ahvâl-î tanyk Hak ioâyet kddı iy yâr-i rcfıyk Bunda hatmoldu Manâkıb-ı sülük Umanm dahütmeye mîr ü mülûk Bunda nakloldu kamu ahvâl-i Şeyh Zîkridelüm iy ahi eirlââ-ı Şeyh Anlarım zikriyle hatmolsmı kitâb Ni'met! hâmna çün olduk zübâb

deyip (60. b) , Bedreddîn'in soyunu anlatmıya başkyor. Bu kı­sımda milıver, kendisidir;

Şeyhin basma bu işler gehniye başlaymca babamız ürktü, çekindi; zâten ayağı da ağınmaktaydı. Şeyhten izin aldı, Börk­lüce'nin yanma gitti. O sırada eceli geldi; 813 Hicrîde vefat et-

— 117 —

Page 165: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

ti. Kendisine Seyyid Paşa derlerdi; bu Manâkıb'ı yazan HâfiE Halil'in babasıydı. Mezarı, Menderes kıyısında Nizar köyünde-dir. Nizar'dakiler onu defnedip Börklüceye mektûb yazarak hâ­li bildirdiler. Börklüce'den gelen adamlar, bizi alıp yanma gö­türdüler. İki kızicardeşimle yetim kalmış, gurbetlere düşmüştük. O sırada Bedreddin de Iznık'a gelmişti. Bizi istedi; yanma vardık. Gözlerimizi, öptü, bizi ağırladı; fakat bir müddet sonra Izmk'tan kaçtı. Şeyhin vefatını haber alınca orada perişan bir hale düş­tük. Kalkıp Edirne'ye geldik; Gâmi'-i Kebir'e imâm olduk; Mol­la Husrev'in hizmetinde bulunuyordulc Ham înebeyioğlu derler, haramilikte brdunmuş, sonradan tövbe edip. Sultan Murâd'dan berât elde etmiş, İbni Kirişçi'ye yoldaş olmuş kötü huylu biri­si vardı, İçimizden biri onunla- kavga etti; onu öldürdü. Ken­disi İcaçtı, bizi tutup habse attdar. Pâdişâhın kızkardeşinin şefa­atiyle hapisten çıktık; Bursa'ya gittik. Birkaç gün orda kaldık, sonra Göjmük'e vardık. Amcalarımı orda buldum. İkisi de A k -şemseddin'e mürîd olmuştu. Biz de bey'at ettik. Akşemseddin, Şeylı'teo. fıkıh, tefsir ve hey'et okuduğunu söyler, ona, gözümün-nûru der, bizi de baba, oğlun sırrıdır diyerek ağırlardı. Göynük­te kışı geçirdik. Bu sırada Pâdişâh Kosova'ya asker çekmişti. Amcam Mustafa, biz de Pâdişâhla savaşa gidelim dedi. Amca­mın bir luzı vardı; Şeyh'in oğluna vermişti; kocası ölmüş, dul kalmLştsı. Öbür amcam Ahmed Paşa, Kübrâ admdaki o kızla be­ni everdi; sen ona Hâcer ol, o da sana Haül olsun dedi. Aynı zamanda benim, atamm zaviyesinde oturmamı tensîb etmişlerdi. Şeyhin oğlundan, İlyas adlı bir oğlu vardı karımın; benden de bir kız, iki oğul doğurdu. Oğlumun birine İsrâîl, öbürüne Mahmûd adım verdim.

Amcalarımla beraber Kosova savaşında bulunduk. Pâdişâh bize iltifat etti; beni askere imâm yaptı, Nûr âyetini okumanu buyurdu. Namazı kddırdım. Gece, Nusret âyeti okundu. Pâdi­şâh, bu benim kaçkmımdır; ölünceyedek kulluğumda kalması gerek dedi. Yatsı namazım küçük amcama kıldırdı. Ertesi gün Filibe'ye vardık. Sofya kadısı iken azledden MoUa Celâl de bi­ze yoldaş oldu. Şeyhe ulaşmış birçok kişiler arasında bir de meczûb vardı; herkc.çî babasının, anasının adıyla çağınr, kendi adım da söyler, gönJündekini keşfederdi. Sultan Murâd, Şapçı Yahya denen bu meczuba, bulunduğu köyü vakfetmek istediy­se de o, kabul etmedi. Bizi alıp köyüne götürdü, ziyafet verdi, bizimle Edime'yedek geldi, sonra durmayıp vedâlagarak gitti. Sultan Murâd da, bu savaştan sonra,

— 118 —

Page 166: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

On iki on üç yaşındaydı Iıeınan Oldu Allah emrine rûhı revan Didiler rahmeti rabbih târihin İde Hak meVâsım huld-i berin (65. b) (2)

Sultan Murâd'm yerine Sultan Mehmed geçti .

Hak taâlâ eylesun ömrin tavîl Kim amm mcddâhıdur Hafız Halîl (6^. b)

Tahta geçtikten iki yıl sonra Kostantaniyye'yii fethetmelc üzere Edirne'den çıktı; biz de A k Şeyh'le beraber savaşa katd-dik. «Beldetün-tayyibetünn târihinde şehir fethedildi; «Âhıı-ûn> sözü de fethe târîh düştü. Fetihten sonra izin alıp ayrıldık.

Bedreddin, rüyamda Serez'e gelmemi buyurdu. Vaiıp Se­rez'e gittim; türbede bir yıl oturdum. Gene bir gece rüyamda bana zikir tellayn etti. Bir gece de beni dürtüp hadi dedi, var, ehlinin-ayâlinin yanma git Uyanıp Edirne'ye Şeyh'in köyüne vardım. Akrabamla görüştükten sonı-a yerime-yurduma vardım.

(2) İlci OM, üç on, ,50 eder; «rahmeti rabbih» 855 Hicrîyi bildi­rir; Sultan Murâd, elli yaşımla, 855 tc vetât etti, diyor.

— m —

Page 167: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin
Page 168: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

B İ B L İ Y O G R A F Y A

! • Abbâs al Kuınnıî (al Hâce, Şeyh)

2. Abdülbâki Gölpmarh :

» »

4,

5.

» »

» » » »

9.

M.

11.

Safîımt al - Bıhâx- va Madînat a l -hikâmi va 1 - âsâr (Nacaf, 2 cild, 1352). Melâmîlik ve Melâmiler (İst. Ü-niv. Türkiyat Enst. Yaym. Devlet Mat. 1931). Manâkıb-ı Hâce-i cihan ve Neti-ce-i can (Türkiyat M e c III, İst. Devlet Mat. 1935). İslâm - Türk iUeıinde Fütüvvet teşkilâtı ve kaynakları. (İst. Üniv. İktisat Fak. Mec. 11. cilt; 1949 -1950, No. 1-4).

Kızıl - Baş Maddesi (İslâm A n ­siklopedisi, cüz 64, 1954). Bm-gazî ve «Fütüvvet - Nâme» si (İst. Üniv. İktisat Fak. Mec. Ekim - Temmuz, 1953 - 1954, 15. cilt. No. 1-4). Şeyh Seyjı-id Gaybî oğlu Şeyh Sey­yid Huseyn'in «Fütüvvet - Nâme» si (İst. Üniv. İktisat Fak. Mec. cilt XVII , No. 1-4. 1951). Mevlânâ Celâleddin (III. basım. İst. İnkılâp Kitabevi, 1959). Niyazi Maddesi (İslâm Ansiklope­disi; cüz 63, 1962). Yunus Emre Dîvânı (Eskişehir Tm'izm ve Tanıtma Derneği Yayı­nı: 1. İst. Sulhi Garan Mat. 1965). Fadl-Allâh Maddesi (İngilizce ve

— 121 —

Page 169: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

12. Abflürrahmân-ı Bıstâmî

13. »

14. Abus - Suûd ve Ali Çelebi'nin (Haca Alî) Fetvaları

15. Abû - YaTcub-ı Sacîstânî

16. Aliyy al - Kaarî

37. Aü Örfî

18. Atâî (Nav'î-zâdc)

10. BaJdır-7.âde

20. Başbakîûıldc Arşivi

21. Bezmi Nusrat Kaygusuz

22. Cuva.ynî (Bahâuddîn)

23. Gazâlî (Mulıammad. tmânt) :

24. Halil (Hafız. Bedreddîn' in torunu) :

Fransızca çıkmakta olan İslâm A n ­siklopedisi). Durratu tâc il - Vasâil va Gur-ratu Minhâc al - Vasâil (İst. Nûr-uosmânî K. No. 4905). Sayhat al - bûm fî Havadis al -Rûm (İst. Nûruosmanî K. No. 2813).

İst. Süleymaniye, CâruUah Veliy-yüddin K. îlâhî'nin Varidat şerhi; No. 1055).

Kaşf al- Mahcûb (Fransızca mu-kaddimesiyle, Henry Corbin ba­sımı; Kısrnet-i îran - Şinâsî-i Eins-titu - yi îran va Fransa; SUsile I, Tehran, 1327 - 1949). Mavzûât-ı Kabîr (İst. Mat. Âmire - 1289). Şarh-i Varidat (İst. Millet K- Ta­savvuf; No- 983). Hadâık al - hakaayık fî Takmilât aş - Şakaayık. İst. Mat. Amire; 1268). Ravzat al - AvÜyâ ,(tst. Nûruos­manî K . No. 2617). İst. (Mühimme deft. No. 80. Hü­küm No. 49).

Şeyh Bedreddin Sirnâvenî (İzmir; İhsan Gümüşayak Mat. 1957). TSrîh-i Cihan - guşa (E. J. W . G. Gibb vakfı Yayın- Leyden, 1937 1355 III. cilt). -

îhyâu ülûmid - Dîn (Mısır - 1323)

Manâkıb-ı Şayh Bsdruddîn ibni

— 122 —

Page 170: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

25. ChalU b. îsmâîl b. Şeyh BcdrcdcIin Mahmûd :

26. Hasan ibni Mûsâ n -Navbahtî (Abû -Muhammad)

27, tbnun - Nadîm : 28. İbrahim Haldu Konyah

29. İlâhî (Abdullalı. Rayh)

30. tsmâîl (Paşa)

31. » »

32. tsmâil Galib

33. tsmâil Hakkı

34 Kâtip Çelebi (Hacıkal-fa. Hacı Halîfe)

35, Cl. Huart

36. Lâmiî Osman (Şa.vh) 37. Massignon (Louîs)

Kaadî îsrâîl (İst. Belediye K. M u ­allim Cevdet Kitapları; K. 157).

DieVita (Menâkıbnâme) des Sche­jch Bedr ed - din Mahmûd, gen. İbn Qâdî Samavna I- Uri;ext -Franz Babinger yayını, Ömer Fev­zi Mardin istinsahı, Leipzig; 1943)

Firak uş - Şîa (Seyyid Muham­mad Âlu Bahr il - Ulûm hâşiye-'•eriyle; Necef; Maktabat al - Mur tadaviyya; 1355 - 1936). Fihrist (Mısır - 1348).

: Stalin'in şeyhi Bedreddin Simâvî (Tarih Hazinesi, 15 Kasmr 1950,

'sayı: 1) . Kaşf al - Varidat ü tâlib il - ke­mâlât (îst. üniv. Arapça Yaz. No. 103. Süleymaniye, Cârullah Veliy-yüddin, 1055).

îzâh al - maknûn fiz - zayU alâ Kaşfiz - zunûn (2 cilt, İst. Mil­lî Eğ. B. 1947 - 1951). Esâmî-1 MualUfîn (İst. MIU Eg. B. 1362 - 1364, 1943 - 1945). Takvîm-i Meskûkât-ı Osmâniyye (İst. 1307).

İDürzî Mezhebi (İst, İlâliiyât Fak. Mec. 2. sayı, birinci sene. 1925),

Kaşfiz - zunûn an Asâmi 1 - ku-tubi va - 1 îünûn (İst- Maarif Mat-1941 - 1943).

Hamdan Karmat b. Aş'as Maddesi (İslâm Ansiklopedisi; cüz 41, s 179).

Nafahât tere. (İst. 1289). Kitâb ut-Tavâsîn (Paıis, 1913).

— 123 —

Page 171: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

38. » » :

42. Muhammad al - Ilâli-sıyy al - Kâzımı

43. Mulıauunad ibn-al-Ha-san al - Daylamî

Kitâbu Ahbâr ul - Hallâc (Paris, 1936). Nusayrîler (İslâm Ansk. cüz 94).

Şakaayık-ı Nu'mâniyyıa tere. (İst. Mat. Âmire - 1269).

al - îthâfat al - sauiyya fi 1-^Ahâ-dîs al - Kudsiyya (Haydarâbâd -1323).

Kitâb-1 hm-âfât-ı Şayhiyya va Kuf-riyyât-ı İrşâd al - avam yâ Da-sâis-i keşîşaiı der îrân (Yazd, Hey 'et-i İslârrdyye yaym. 1367).

l'Cavâidu akaaidi Âli Muhammad (R. Strothmann basmu; Devlet Mat. 1938).

44. Mulıammad ibni Ahmad (Sırn al - Rufâiyy al -

. Kaj'yâliyy al-Malânû) :

45. » »

46. Muhammad ibni Mâlik (Abu 1 - fadâil al-Ham mâd al Yamâtıi :

47. Muhammad Mtün, Dr.

48. Muhammad Nûr al Arabî

49. Mûsâ Kâzım

50. Mustafa Ralınü Balaban

Tei-ceme-i Varidat (İst- Üniv. K. A. Y. 2395). gürler ve Makaleler (Cerîde-i Sû-fiyye; 1330 - 1335).

Kaşfu asrâr al -Bâûniyya va A h ­bâr al - Karâmıta (İzzet al - A t -târ basımı; Mısır - 1939 - 1357). Mazdayasna ve te'sîr-i on der E -debiyyât-ı Pârisî (İntişârât-ı Dâ-niş~gâh-ı Tehran - 1326).

Varidat şerhi (İst. Üniv. K. A. Y . 2395).

Varidat tere. (İst. Üniv- K. T. Y. 2263).

Varidat tere. (Hakıykat Yolların­da, İst. Gayret K. 1947).

— 124 —

39. » » :

40. Mecdî - Taşköprü-zâde

41. Muhammad al - Madanî

Page 172: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

51. Murtazâ Askerî (Sayyid)

52. Münîrî (Beîgrâdî)

53. Müslim itoi Maccâc-ı Nîsâbârî

54. Müstakıym-zâde

Sayyid Ahmad-i Zancânî-i Fehı-j tere. Merd-i efsâne-i târîh; Rivâ-yethâ-yı Sayf; Abdullah Sabâ ve gavgaa-yı Sakıyfa (Kitap - hâne-i Saduk; Çâp-hâne-i Haydarî; Teh­ran - 1384). Silsilât al - mukarrabîn va Manâ­kıb al - muttakıyn (İst. Süleyma­niye; Şehid Alipaşa, M e c 2819).

Eahîhu Müslim (îst. Mat. Âmire; 1331 - 1333).

(Süleyman Sa'deddin) : Risâle-i Tâciyye (Bizdeki yazma).

55. Nail

56. Nâsır-ı Hvfârev

57.

58.

59- » »

60. Nazmî Mtdvasnmad

61. Niyâzî (-i Mısrî) 62. Nûreddin-zâde (Muh-

yiddin Muhanunad-i tskilibi)

Yazma dîvanlar katalogu (İst. ti­ni v. K.)

Zâdül - Müsâfirîn (Brown basj-.mı; Berlin - 1340). Sefer-Nâme, Rûşenâyî - Nâme ve Saadet - Nâme (M. Ganî-zâde m.u-kaddimesiyle; Berlin; Çâp-hâne-i Şii-ket-i Gâvyânî - 1341). Dîvan (Rûşenâyî - Nâme, Saadet-Nâme ve bir risale. Sayyid Hasıan Takıy-zâde'nin mukaddimesi ve AU Akbar Dah - Huda'nın hâşiye-leriyle; Tehran - 1304 - 1307). Hân al - îhvân (Dr. Yalıya 1 ~ Haş şâb basımı; Mısu- - 1359).

Hadiyyat al - îhvân (İst. Üniv. T. Y. 1604).

Dîvan (Bulak - 1259).

Vâridât'a reddiyye (Süleymaniye; Birinci Serez; No. 1103).

— 125 —

Page 173: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

63. Râif Yelkenci

64. Sa'deddin (Hoca)

CS. Süleyman al-Adara

66. Sıdkı (Üsküdarlı)

«7. Süleymân-ı Belhî (Sayyid. Şayh)

68. Suyûtî Calâladdîn

69. Şerefeddin Yaltkaya

70. » »

71. V »

72. » »

73.

74.

75. »

76. »

77. Tâhir, M.

Şeyh Bedreddin kimdir? (Tarih Dünyası; cilt: 2, sayı: 18; İst, 31 Aralık 1950, sayı: 19, Ocak 1951, sayı: 20, Şubat 1951; cTLi III, 15 Şubat 1951; sayı: 24, 11 Eylül 1951) Tâcüi: - tavârüı (c, I, İst. Mat, Â -mire - 1279). al - Bâkûrat as - Sulaymâniyya (1250 de Adana'da doğduğunu, Nusayri iken Hristiyan olduğunu başta söylüyor; basun tarihi yok; 119 sahîfe). Âyîne-i Hikem (1200 H, de yazıl­mıştır; bir yazması bizde).

Yanâbî' al-Mavadda (îst, Ahter Mat. 1302). Cami' al-Sagıyr li Ahâdîs ü - Ba-şîr al - Nazîr (Mısır - 1321). Karâmıta ve Sinan (İst. İlahiyat Mec. I. sene, 2. sayı, 1924). BâlmîUk Tarihi (İst, İlahiyat Mec. II. sene, 8, sayı, 1928), Sımavna kadısioğlu Şeyh Bedred­din (İst, Evkaf Mat, 1340-1924).

Fâtımiler ve Hasan Sabbâh (sayı: 4, 1926). Nâsır-ı Husrev (sayı: 26, 1926). Bed.\-eddin'in oğlunun kitabesine dair (Yeni Fikir, 6 Birüıciteşrin, 1932).

Sunavna kadısioğlu Şeyh Bedred­din'e dâir bir kitap (Türkiyat Mec. ni, 1935). Şeyh Bedreddin'in Varidatı «İn­san» mecmuası, cilt 1; sayı 3, 15 Haziran 1938, s. 233 - 240. Osm'anlı Müellifleri (İst. Mat. Â -mire; 1333 - 1342).

— 126 —

Page 174: Abdülbaki gölpınarlı   sımavna kadısıoğlu şeyh bedreddin

7». Vahidî

79. Yavsi (Muhammad.

80. Zabîdi (Ahmad b. Abduliâlif)

81. ?

82. 7

83.

Manâkıb-ı Hâce-i cilian ve Ne­tîce-i ca,n (îst. Üniv. K. T. Y . 9504. Süleymaniye, Halet Ef. 242).

Hakıykat al - hakaayık fî ka.5fi as râr al - dakaayık (Varidat şerhi. İst Üniv. K. A. Y . 231; SÜleymâ niye, Hamîdiye, 645).

al - Tacrid al - Sarih li Ahâdis al - Cami' al - Sahîh (Mısır 1323) Manâkıb-ı Şeyh Bedreddin (Süley mâniye K . Hacı Mahmnd,, M e c 4679).

Manâkıb-ı Şayh Bedreddîn (Râif Yelkenci'deki uydurma kitap). İslâm Ansiklop. de Hamza b. A h ­med ve Dürziler mad. (cüz. 28, 41)

— 127 -