akil yürütme kapisini kapatma
DESCRIPTION
Değerli Kardeşim Bu coğrafyanın ve ülkemizin en büyük sorunu akıl yürütme kapılarının hem geçmişte hem de günümüzde (özellikle son yıllarda) kapatılmış olmasıdır. Tüm olumsuzlukların temelinde atıl yürütememe sorunu yatmaktadır. Bunu bertaraf edecek en önemli kuruluşlar olan üniversiteler ne yazık ki kendileri atıl yürütme becerisine şiddetle gerek duymaktadırlar. Esas tehlike yakın zamanlara kadar akıl yolunu kapatılması tutucu önderlerin bir kısmının etkisiyle oluyordu. Bilim dünyasının üyeleri olmadığı için etkileri de sınırlı kalıyordu. Son 20-30 yıl içinde ne yazık ki temel bilimleri ve çağdaş bilimleri ezberlemiş, yabancı ülkelerde okumuş, dünyadan haberi olan, ancak üniversite kimliği ile bu bilgileri felsefeci, sosyolog, temel bilimci gibi sıfatlarını kullanarak dogma sosuna bandırarak halka yedirmeye başlamıştır. Temel bilmelerin bulgu ve buluşlarını, kutsal kitaplara dayandırarak, akıl ve bilim yolunun lokomotifinin dogma olduğu fikrini sinsi sinsi işlemektedirler. BilgilerinTRANSCRIPT
1
AKIL YÜRÜTME KAPISINI KAPATMA
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Bu yazı son zamanlarda televizyonlarda temel bilimlerdeki ve astronomideki son gelişmeleri iyi izleyen bazı öğretim üyelerinin, bilim felsefesi adı ve kimliği altında, insanları, sinsi bir şekilde, dini, temel bilimlerin lokomotifi ve düşünme aracı olarak gösterme çabalarına karşı kaleme alınmıştır. Bilimde en kötü, kanıtlanması en zor ve geriye döndürülmesi en güç yönlendirme yanlış kaynak göstermedir. Eğer birileri doğrularını yanlışlarının üzerine oturtmayı alışkanlık haline getirmiş ise onu akıl ve izanla düzeltmeniz neredeyse olanaksız hale gelmiş demektir. Bu yazıya televizyon sunumlarından birinde geçen konuşmanın analizi ile başlamak isterim.
“Tanrı kötülüğü niye verdi?” diye soruldu. Yanıt: Allah kullarını denemek için
kötülük vermiştir. Eğer kötülük karşısında inancı olup hata yapmaz ise cennetlik olur.
Kötülüğü tevekkülle karşılamamız bu nedenledir.
Ancak burada asimetrik bir yargılama söz konusudur. Bir tarafta kötülükle
denenen bir mümin var; diğer tarafta bu müminin denenmesinde kullanılarak acı
çeken, kötülüğe uğrayan, hiçbir taksiratı (suçu-hatası) olmayan başka bir insan daha
var. Örneğin 10 yaşında bir kızın ırzına geçerek öldüren bir insan yaptığı kötülükten
dolayı Allah tarafından denenirken, hiçbir suçu olmayan bir çocuk bu denemenin
kurbanı olmaktadır. Suçu olmayan bir insana başkasını denemek ve yargılamak için
verilen bu cezanın ahlaki ve adil olmasını nasıl savunursunuz? Hiçbir çarpıtılmış
yanıt bu sorunun karşılığı olamaz.
Materyalist Ateistler ile dinciler arasındaki en önemli fark, evreni algılayış
biçimidir. Dinciler evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inanır; Ateistler ise evrenin
hep var olduğuna. Dinciler bu evrendeki düzenden dem vurarak, bunları Tanrının
varlığı için bir delil olduğunu ileri sürerler. Dünyadaki biyolojik düzenin en önemli
ögesi olan ölümden korkar, yaptıkları tüm tapınmalarında bu düzenlemenin daha
doğrusu biyolojik mekanizmanın kendilerinden ırak olması için yalvarırlar. Dünyadaki
bu düzenin ırk, din, zenginlik ve fakirlik dinlemeden, Tanrıya ibadetin derecesine
bakılmadan herkes için benzer ölçüde geçerli olduğunu görmezden gelirler. Çünkü
temel bilimlerin yansızlık ve herkes için geçerli olan evrensel kurallarından
2
habersizlerdir. Bu kuralları öğrenmekten kaçınarak (özellikle evrimin kurallarını)
bilgisizliklerini, açıktan kazanma dürtülerini, merak etmenin huzursuz edici etkisini,
doğaüstü güçlerin himmetine sığınarak giderme gibi kolay bir yolu seçerler; ancak
neden tarihte ve bu gün benzer davranışı gösteren toplulukların başarılı, ahlaklı,
mutlu, iç dünyasıyla barışık, insan haklarına saygılı, yaratıcı topluluklara
dönüşemediğini araştırmaya yanaşmazlar.
Bu çıkmaza girmiş toplulukların tümünün ortak özelliği, araştırmalarla bulunan
her şeye kutsal kitaplarında anlamı her tarafa çekilebilen sözcüklerle sahip
çıkmalarıdır. Aslında bu biraz önce değindiğimiz himmet-dilenme davranışının
açılımıdır; yani çalışmadan, uğraşmadan, açıktan kazanma kurnazlığının günlük
yansımasıdır. Aslında çıkarcı bir gözle bakıldığında getirisi bu kadar yüksek olan bir
dünya görüşü olamaz: Hem dünyadaki tüm buluşlara ve övgüye değer şeylere emek
çekmeden, çalışmadan ortak oluyorsunuz hem de öbür dünyanızı güvenceye
alıyorsunuz (buna çifte kavrulmuş diyebiliriz). Aslında Ateistler ile dinciler arasında
düzen sözcüğünün anlaşılmasında da bu nedenle temel farklar vardır. Bu temel
farklara diğer yazılarda daha sonra değineceğiz.
Ateistler, böyle bir düzen için yaratıcıya gerek olmadığını, var olan bir şeyin
yaratılmasının bir halüsinasyon (varsanım) olduğunu ileri sürerler; asıl olan, var ve şu
anda üzerinde düşünmemiz gerekenin olan şeyin kendi içindeki düzenlenmesini
anlamaktır derler; bunun en kolay yolunun ise kutsal kitaplardaki bilgileri ezberleme
yerine önce hidrojen atomunun yapısını anlamadan geçtiğini ileri sürerler. Hidrojen
atomunun yapısını ve dinamiğini bilen birisi evrenin düzenini anlamakta zorlanmaz
derler. Nitekim bugün evrende ilk ortaya çıkan elementin hidrojen olduğu ve onun bir
çeşit patlamalarla (bir çeşit fırınlanarak) diğer elementleri meydana getirdiğini çok net
olarak biliyoruz. Hidrojen atomunun yapısını doğru dürüst bilen biri bütün bunların
arkasında bir gizem aramaya girişmez ve girişenleri de bilim dışı olarak görür.
Evrenin mimarisinin fizik ve kimya kuralları ile kurulduğundan kuşku duymaz. Hiçbir
gücün fizik ve kimya kurallarının dışında bir şeyi yaratma gücünün olmadığını bilir ve
günlük yaşamındaki değerlendirmelerinin çoğunu da bu mantığa oturtur. Dolayısıyla
fizik ve kimya kuralları ile açıklanamayan hiçbir şeye inanmaz ve güvenmez. Bu
nedenle müspet bilimlerdeki insanların neredeyse tümü bu kesimden çıkar.
O zaman hidrojen atomunun bu doğurgan yapısının nedenini sorgulama
gündeme gelebilir. Aslında hidrojen atomunun mimarisini başka bir evrenden bu
3
günkü evrene geçiş sırasında egemen olan fizik kuralları saptar. Fizik kuralları mutlak
olmasına karşın, kuralların geçerliliği ortaya çıkan evrenin yapısı ile sınırlıdır; açıkça
her evrenin kendine göre fiziki bir mimarisi vardır; bu günkü evrende geçerli olan fizik
kuralları ta başlangıçta sadece bazı şeyleri doğurabilecek unsurları taşımaktadır. Bu
nedenle hidrojen atomu meydana gelmiştir ve bu atomun türevi olan kararlı 93
element (geçici olanlarla birlikte toplum 118 element) bu evrenin yapısını
oluşturmuştur. Belli ki bu evrenin fiziki kuralları daha büyük yapılı bir atomun
elamanlarını bir arada tutamıyor; parçalanıyor. Şimdi ben soruyorum? Tanrı neden
1000 atom numaralı (yani bin çeşit) element yaratmamıştır? Böyle bir durumda çok
daha etkileyici, çok daha zengin ve çok daha doğurgan bir evren olacaktı.
Bu durumda hidrojen atomunun mükemmelliğine inanmamız gerekiyor. İyi de
başka bir atom modelini biliyor musunuz ki, hidrojen atomunun mükemmelliğine
hayranlık duyuyorsunuz? Nasıl bir atom düşünüyorsunuz ki, bunu yapmak çok kolay,
nesi var ki diyebilesiniz ve hidrojen atomunun gizemini sergileyesiniz. Bir insan başka
bir seçeneği biliyor ve tanıyorsa, elindeki seçeneğin iyi ya da kötü, ya da mükemmel
olduğuna karar verebilir. Siz başka bir atom tanıyor musunuz ki, hidrojen atomunun
en mükemmel olduğu fikrini savunuyorsunuz? Örneğin başka atomlar olmasaydı
sadece hidrojen atomunun kendi ve türevleri ile sınırsız renk ve sınırsız ses duyabilir;
kendi enerjisini üreten molekülere sahip olabilirdik diyebilir misiniz?
Bu günkü evreni kuran dört unsur (kütle, zaman, hız, enerji değişimi) ve dört de
kuvvet vardır (çekirdek kuvvetleri, elektromanyetik kuvvet, radyoaktif kuvvet ve kütle
çekimi).
Bunlar olmasıydı evren olabilir miydi? Olmayabilirdi ya da olabilirdi; ancak benim
bu günkü kavrama yeteneklerimle algılayacağım kuralları olan bir evren olmazdı. İşte
bu nedenle, ölçebileceğim, tartabileceğim, sayabileceğim kurallar ve nesneler ile
düşünmeyi çağdaş ve uygar bilimlerin lokomotifi olarak görür; bunun dışındakileri
çağdışı yönlendirmelerin araçları olarak görürüm. Hiçbir güç, geçmişte ve gelecekte,
burada ya da evrenin herhangi bir yerinde fizik ve kimya kurallarının dışında bir şey
yapamaz. Çağdaş araştırmalar, bu kuralları oluşturan güç ve etkileşimin, atom altı
parçacıkların doğasından kaynaklandığını varsaydığı için zamanımızdaki
araştırmaların önemli bir kısmı bu konuya yönelmiştir. Ancak istediğimizi elde etsek
de bir ötesini sorgulamaya doğamız gereği devam edeceğiz.
4
İyi de onu kim yaptı? Ancak insan beyni karmaşıktan basite giderken ”iyi de
onu kim yaptı ya da yarattı” sorusuna doğası (merakı) gereği kitlenmiştir. Hangi
açıklamayı yaparsanız yapın geldiğiniz noktadan bir öncekini de sorgulayacaktır.
Hayvanların dinlerinin ve tanrılarının olmaması, bizim de din ve tanrımızın olması bu
duyguda yatar. Hayvanlar bir öncekini merak etmezler, fizik ve kimya da bilmezler.
Söz buraya gelmişken güncel gelişmelerden de kısa bir ilinti vermek iyi olacaktır. Son
35 yılda özellikle son 13 yılda dini işlerde tarihimizde görülmemiş atılımlar oldu. Dini
mekânlar ve çalışanların sayısında, ücretlerinde önemli artışlar oldu. Dini usulden
yaşama üstünlük sağladı. İmam hatiplerin sayısı ve olanların kapasitesi olağan üstü
arttı. Ancak bu son dönemde, üniversitelerde 48 fizik, 30 kadar kimya, 28 biyoloji
bölümü, gerçek bilimle uğraşan diğer birçok bölüm, öğrenci yokluğundan kapatıldı
(2015 yılında bu bölümlere başvuracakların sayısının bir önceki yıla göre % 80
azaldığı yetkililerce açıklandı). Belli ki uzaya araçla gitmek, duayla gitmekten çok
daha pahalı ve zahmetli… Güzide öğretim üyeleri, sağ olsunlar zaman geçirmeden,
uzaydaki ve yerdeki her buluşun daha önce kutsal kitaplarda yazılı olan yerini ve
yorumunu bulup bizi hemen irşat ediyorlar (aydınlatıyorlar). Bütün beklentimiz bu
güzide kesimin bundan böyle bu buluşlar birileri tarafından bulunmadan tarafımızdan
bulunmasını sağlamalarıdır… Bizim bu mantık ve eğitim sistemiyle, dogmaya
bulanmış zihnimizle, başkalarının gittiği yoldan farklı bir yoldan giderek ve farklı
araçlarını kullanarak aynı sonuçlara ulaşma şansımız iyice zayıflatılmıştır…
Matematik, fizik, kimya, biyoloji bölümlerinin neredeyse %80’nin kapanma ile karşı
karşıya olduğu; imam hatiplerin sayısının ve kapasitesinin birkaç yıl içinde %60 artığı
bir ülkede büyük bir aydınlanma, atılım mı bekliyorsunuz? Yani işimiz Allah’a
kalmıştır…
Ateistler ile dincilerin evrenin oluşumunu yorumlamaya başladıklarında, zorunlu
olarak birçok yerde anlaşmaya çalışsalar da, Bing-Bang dendiğinde tamamen
ayrılırlar. Dinciler, bundan yani Bing Bang’ten sonra, daha önce ne vardı ya da
Tanrıyı kim yarattı sorusunun sorulamayacağı düşüncesindedirler. Burada insanın
düşünme dürtüsünün sonunu geldiğine karar vermişlerdir; bundan böyle fizik, kimya
kurallarının gereksizliğini, akıl yürütmenin de kurulu düzene karşı gelme olduğunu
ileri sürerler.
Ateistler ise, türevleri bugün evrenin çeşitli unsurlarını oluşturan atom altı
parçacıkların egemen olduğu, zamanın, maddenin ve hızın, enerjinin oluşmadığı bir
5
dönemden, bugünkü fizik ve kimya kurallarının geçerli olduğu, zamanın başladığı,
kütlenin ortaya çıktığı, Newton Fizik Kurallarının mimarisini oluşturan dönüşümün,
yaratılışın kendisi olduğunu düşünür; arkada bir gizemin aranmasının anlamsız
olduğunu söylerler. Bu sonuncu kesimin en önemli, diğer insanlardan farklı kılan
özelliği evrensel bir yapılanmada bir başın ve bir sonun olması gerektiği
düşüncesinden (saplantısından) kurtulmuş olmalarıdır. Evrenin akışında bir baş ve
son koymanın, canlıların nesneleri tanıma için sanal olarak evrimsel mekanizma ile
yaratılan renk olgusu, titreşimleri almak için sanal olarak oluşturulan ses duyuları
kadar yanıltıcı olduğunu kavramışlardır. Diğer canlılar gibi sadece duyu organlarıyla
düşünme ve algılama yapan sıradan insanların, bu duyuların boyunduruğundan
kurtularak sadece görünürde bizde evrimsel atılımla ortaya çıkan abstrak (soyut)
düşünmeyi yetirince becerebilen insanlar anlayabilmektedir.
Bu nedenle temel bilimlerde Nobel almış insanların %80’i Ateist olduğunu beyan
etmiş durumdadır. Geri kalanlar ise bulundukları düzenin baskısını göze alamadıkları
için sessiz kalmayı tercih etmiş olabilirler. Böyle bir tanımın, Tanrının varlığını
ispatlamaya kalkışmaktan çok daha kolay ve akılcı olduğuna inanırlar. En azından
böyle bir dönüşümün temel unsurlarını bugünkü araçlarımızla bilebiliyor ve
saptayabiliyoruz.
Dinci takım, yaratıcı olarak Tanrıya kadar gidildiğinde, en azından kendileri açılarından sorunun çözüldüğüne inanıyor; çünkü bu aşamadan sonra mantık ve
akıl yürütmenin gerekli olmaması bu kesimi rahatlatıyor.
Bu sonuncu yaklaşım evrenin oluşumunu anlamada zahmetsiz bir çözüm yolu
olarak görülebilir. Ancak buradaki en büyük tehlike, bu kesim bir defa akıl yürütmenin
rahatsız edici olduğunu öğrenip, rahatlamak için dogmaya kaydı mı, dünyevi işlerde
de akıl yürütme kapısını kapatıyor ve sorunlarını çözemiyor; çözüm için yapacağı tek
şey Tanrıya yalvarmak oluyor. Geri kalmış ülkelerde dindarların ve tapınakların fazla
olmasının nedeni budur. Ancak kesimler bu kadar yalvarma ve yakarmaya karşın, bir
türlü bellerini düzeltememenin ve insanlık tarihinin yerine göre en zavallı ve yerine
göre en gaddar kesimi olmalarını analiz edemiyor ve daha çok doğmaya kaymayı bir
kurtuluş yolu olarak görüyor.
Diyelim ki bu kesim haklı, bir yaratıcı var ve biz koşulsuz olarak bu yaratıcıya biat
etmeliyiz. O zaman ortaya bir sorun çıkıyor: Hangi Tanrıya? Şu anda dünyada 7-8
milyar insan yaşıyor. Uzakdoğu’nun tanrılarının bizimkilerle hiçbir ilgisi yok; belki
6
oradaki halkların çoğu Allah adını bile duymamış olabilir; onların yaratıcıları tamamen
farklı. Museviler ve Hıristiyanlar her ne kadar tek Tanrılı dine mensuplarsa da, bizim
inandığımız Tanrı ile kendilerininkinin aynı olmadığını açıkça dile getirilmeseler bile
farklı olduğuna inanmaktadırlar. Bu sonuncuların arasındaki tek benzerlik Tanrının
tekil olmasıdır.
Şu anda dünyada inananı ve inanmayanı ile 1.5 milyar Müslüman kimliğinde
insan yaşamaktadır. Bu kesim, en son din olarak kendi dinlerinin geçerli olduğuna, en
geçerli kutsal kitap olarak Kuran’ın olduğuna ve evrenin yaratıcısının Allah olduğuna
inanmaktadırlar. Herkesin kendi dinine inanmasını ve taraf olmasını yadırgayamayız.
Çocukluktan başlayan bir biçimlendirmeyi kolay kolay çeviremeyiz; kural olarak da
silemeyiz; bu nedenle de ne kadar çağdaş olursak olalım tarafsız olamayız.
O zaman kafası biçimlendirilmemiş (formatlanmamış) çok zeki ve düşünen bir
varlığı uzaydan dünyaya indirip bütün bu inanç sistemlerinin karşısına oturtup, bu
kadar insanın mensup olduğu kabullerden hangisinin akıllıca olduğuna karar
vermesini isteyelim. Doğal olarak böyle bir zeki varlık önce, o toplumların, bilime,
sanata katkılarıyla, toplumsal ahlak yapılarıyla, çevreye ve birbirlerine saygılarıyla,
çalışkanlıklarıyla, yasalara saygılarıyla, bir sorunu çözebilme yetenekleriyle ve o
sorunu çözerken kullandıkları evrensel araçların niteliğiyle karar vermeye
çalışacaktır. Siz gökten inen bu insanların yerine kendinizi koyun. Bilime, ilime,
sanata, büyük katkıları olan, çalışkan, temiz, doğudaki 3 milyar, batıdaki 2 milyar
insana mı inanırsınız; yoksa bu iki kesimin alın teri ile elde ettiği bilimsel verileri ve
kazanımları, inançlarının, dört elle sarıldıkları ayet ve hadislerinin birer delili gibi
göstermeye çalışan, bilim adamı kisvesindeki dinci çıkarcıların safsatasına mı
inanırsınız? Aslında her gün görsel basında boy gösteren, kendi inancı ve toplumları
dışındaki düşünürlerin elde ettiği temel bilimlerdeki bilgi ve bulguları dinsel savlarının
(onları ayet ve hadislerin sonucu gibi göstererek) temeline oturtarak kendi
dogmalarını aşılayan, en üzücüsü de üniversitelerde bilim adamı kadrosunda yer
alan bu insanları gördükçe üzülmemek ve sıkı sıkıya bağlı olduğum toplumumun
geleceği açısından endişelenmemek söz konusu olamıyor.
Biraz kafa yoran, biraz düşünen, yorum yapan bir insan şu soruyu kendine sormalıdır: Ekranlara çıkarak, temel bilimlerde bizim dışımızda bulunmuş olan bilgi
ve belgeleri, evrenin genişlemesini, evrenin aşamalı yaratılmasını, göklerin ve yerin
önemli kurallarını, kıtaların kaymasını, DNA’nın oluşumunu, bulunan her yeni
7
bulguya, kutsal kitapta bir ayet bulunması, bulunmaz ise bir hadise bağlanması ve
sanki bu ayet ve hadislerde bütün bunlar önceden yazılmış gibi ballandıra ballandıra
anlatılması, gözünü, gerçeğe, mantığa, bilime, kavramının her türlüsüne kapatmış
insan grupları için gurur verici olabilir. Ancak bilim toplumundaki bir insan için
kahredici olmaktadır.
Bunu gidermenin bir yolunu söylemeliyim: Dünyada ve benim ülkemde
akşam sabah Kuran okuyan yüz binlerce belki milyonlarca insan var; bu konuda
tedrisat yapan binlerce okulumuz var; arkasında toplumun çok etkili maddi ve manevi
desteğini almış dev kurumlarımız var. Yeni bulunan bilgi ve belgeler için sürekli
olarak “bizim kutsal kitabımızda zaten vardı, önceden bu bilgi verilmişti; şu ayet ve
hadis bu bilgi için gönderilmişti” safsatasından bıktık. Bıkmakla kalmıyoruz, uygar
dünyada böyle bir toplumun üyesi olmaktan artık utanıyoruz. Kullandığımız en etkili
deyimle “Allah aşkına, Allah için, dinimiz için, kutsal kitabımız için, geçmişimizin ve
geleceğimizin başı için, bildiğimiz tüm dualar için” bir şeyler bulunduktan sonra değil,
bulunmadan, çıkın, deyin ki, burada olması gereken, bulunması gereken şu şeyleri
araştırın ey müminler; insanlık bu katkınızı bekliyor. Biz size bu bilgileri müjdeliyoruz
deyin! Sadece ne olur sadece bir tane… Yoksa sesinizi kesin, başkalarının
bulgularına paydaş olmaya kalkışmayın… Bu doğru da değildir, ahlaki de değildir…
Bilimsel buluşların çoğunun Ateistler tarafından bulunduğu söylenebilir. Bu
kesimin ağzının payını vermenin en kolay yolu, onlar bulmadan, çıkın ve bildiklerinizi
açıklayın. Bu Ateist kesimin en iyi tarafı, başkalarının bulduklarına, katkısı olmadan
ortak olmayı bir ahlaksızlık olarak görmeleridir. Bu kesimin ve gerçek bilim
adamlarının bilime bakışları şöyledir: Bir şey bulunduktan sonra onu “ben ya da biz
biliyorduk ya da yazmıştık ya da söylemiştik” diyerek ortak olmaya kalkışmak en hafif
tabirle fikir hırsızlığıdır. Bilinen bir şeyi tekrarlamak papağanlara özgüdür; çünkü onlar
çoğunluk anlamadan tekrar ederler. Eğer bir toplum papağanları taklit etmeye
başlamışsa, bacağına halka takan papağan gibi, birilerinin emir komutasına girmiş,
uygar dünyanın tanımıyla, insanlıktan çıkmıştır. Çünkü merak duygusunu yitirmiştir…
Aynı şeyi günde defalarca tekrar etmekle ilim irfan sahibi olunacağına inanma olsa olsa akıl zafiyeti ile olur. Bu cümle kastını aşmış bir cümle olarak
algılanabilir. Yazarın kastı belki sizin anladığınız anlamda söylenmemiştir.
Tımarhanelerde delilerin ortak yönü, bir şeyi bir sözü ya da hareketi nedenini
bilmeden, görünür bir sonuç almadan tekrarlamalarıdır.
8
Bütün bu süreçte hepimiz gibi, bu işin tüccarlığını yapanlar da bir şeylerin
farkındadır ve yaklaşık bin küsur senedir bilimde, sanatta bir şey üretememenin
sıkıntısını yaşamaktadırlar. Ancak tarihimizde geçmişte tutunacak önemli bir zaman
dilimi vardır ve bu dilimde gerçekten dünya bilimine ve sanatına katkılar yapılmıştır.
Her ekrana çıkan, bu dönemin çoğunluğu Arap olan düşünürlerini anlatmayla mevzi
kazanmaya ve gururlanmaya çalışır. Ancak dogmatik olmayanlar her olayın nedenini
araştırma merakında oldukları için, bu dönemi de mercek altına almışlardır. Bu
dönemin bilim adamlarından övgüyle bahsedilerek, kazandıkları ilim ve irfanın
kökeninin ve nedeninin kendilerinden kaynaklandığı algısını yaratmaya çalışırlar. Bu
coğrafyanın, en son kısmen de olsa laik yaşanan dönemler ve çağdaşlaşmaya
çalışan birkaç topluluk hariç, hiçbir bilimsel atılıma öncü olmamış, bilime ve sanata
ele gelir hiçbir şekilde katkısı olmamıştır.
Hâlbuki ki son 1.500 yıl öncesine kadar bu coğrafya en çok bilimsel bulgu üreten,
sanata en büyük katkıları veren toplumların yurdu olmuştur. Dünyanın bilimsel üretim
açısından en önemli bölgesi denebilir. Yazı ilk defa bu topraklarda bulundu, tarih ilk
defe bu topraklarda yazıldı, gramer ilk defa bu topraklarda gündeme geldi; damıtma,
deri boyama, tabaklama, parfüm yapma, şarapçılık, para basma, şehircilik planları
yapma, dünya ölçeğinde kütüphane kurma, heykel yapma, cam işçiliği, geometri,
cebir özellikle astronominin en önemli gözlemleri ve daha yüzlercesi bu topraklarda
bu karanlık dönemden önce yapıldı. Bütün bunlara Ön Asya, özellikle Antik Yunan
bilim, sanat, felsefe, mantık, demokrasi, devlet idaresi ve fikir özgürlüğünü de
ekleyiniz. Bütün bunların şahlandığı dönem hangisi? Semavi dinlerin ortaya çıktığı
tarihe kadar olan dönemdir. Dünya belgelerini ve bilimini depolamış İskenderiye
Kütüphanesinin Hıristiyanlarca yakılması, geleceğin karanlık döneminin başlangıcı
olmuştur.
Bu coğrafyada yaşayan insanlar bu gelişmelerle (Semavi dinlerin egemen
oluşuyla) birden bire ortadan kalkmadılar. Antik Yunan, Ön Asya, Belki Mezopotamya
bilim, felsefe ve sanat anlayışı ile yoğrulmuş bu coğrafyada dogmasından kurtulmuş
birçok insan ve topluluk bir süre daha yaşadı. Dinlerin kendi dinamiklerinden dolayı
kısa bir zaman içinde geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte bu insanlar geniş halk
kitlelerini etkileme şansını yakaladılar. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir
husus vardı. Bu bilimsel ve sanatsal gelişme dinlerin ortaya çıktığı Kâbe, Medine ve
Kudüs’te değil, bir zamanlar Ön Asya ve Antik Yunan düşüncesinin yaygın olduğu
9
yerlerde kendini gösterdi. İskenderiye, Halep, Şam, Bağdat, özellikle Akdeniz’in batı
kesimlerinde ve en önemlisi de İspanya’ya gidip, bağnazlıktan sıyrılmış kesimlerde,
Endülüs’te ortaya çıktı.
Öğündüğümüz bu dönemin düşünürlerinin hemen hepsi Antik Yunan felsefe ve bilim tedrisatından geçmişti; çoğunun Yunanca bildikleri yazılıdır.
Çoğunun eserlerini yazarken şarap içtikleri bilinmektedir (Ömer Hayyam, İbni Sina,
Farabi, Burini, El Cezir, Fuzuli bunlardan birkaçıdır). Çalışmalarında dini öğretiyi
referans aldıklarına ilişkin kayıt bulunmamaktadır. Tam tersi dini dayatmalara çeşitli
şekilde karşı çıkmışlardır.
Dini baskı çeşitli nedenlerle artınca, Antik Yunandaki fikir özgürlüğü ve akılcı
düşünme yerini gittikçe dogmaya bıraktı. Bu darbeden sonra bu coğrafya bir daha
düşünür, bilim adamı, felsefeci yetiştiremedi; meydan yobazlara kaldı; en çok
yetiştirdiği de terörist oldu.
Açıkça “bana çok kızılacağını bilmeme karşın” şu açıklamayı da yapmadan
geçemeyeceğim: Bugün Türk Üniversitelerinde unvanlı çok sayıda öğretim elemanı,
Müslümanların şahlanış dönemindeki bilim adamlarının leğenlerine ibrikle su bile
dökemezler; Orta Çağdaki kiliselerde zangoç olamazlar. Ne yazık ki Orta Çağda
yaşaması gereken birçok insan bu gün üniversitelerimizde öğretim üyesi unvanıyla
yer işgal etmektedir. Bilmek aydın olmak anlamına gelmiyor; alışkanlıklarını değiştirebilme, yenilikler karşısında değişebilme ve doğruyu gördüğünde anlayabilme yetisi insanı aydın yapıyor. Benim insanım ve öğretim elamanlarım
nedense bu coğrafyanın perişanlığını ve rezilliğini dış güçlere bağlayarak
sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor; bunun tarihten gelen ve tutucu yönetimlerin
oluşturduğu yasalardan ve yanlışlarımızdan kaynaklandığını söyleyemiyor. Bu
yanlışlıkların değiştirilmesinin kendi görevi olduğuna ise hiç yanaşmıyor. Bu kabuğun
kırılmasının ve bu prangaların uzaklaştırılmasının bizzat kendinin bilimsel kişiliğiyle
ve bu sorunları, bilimsel kimliğini cesurca yaklaşımlarla donattığında giderilebileceğini
düşünmek istemiyor. Okunacağı çok kuşkulu olan, çoğunluk adapte (ya da taklit)
bilgiler içeren birkaç makalesiyle ve kurulu düzenin ve tutucu çevrelerin övgüleri ile
ördüğü kozanın içinde kendini mutlu hissediyor. Bir gün o koza açıldığında
kanatlarının kırık olduğunu göreceğini görmemezlikten geliyor sevgili
meslektaşlarım…
10
Kimin kimden daha üstün olduğunu söyleyecek kadar kendimi uzman olarak
görmüyorum. Ancak bugün dünyada bir insanı özellikle bilim adamlarını
değerlendiren bazı kıstaslar bulunmaktadır. Örneğin sosyal alanlarda siyasi
mülahazalarla verilen Nobel Ödülü hariç, temel bilimlerde verilen ödüller kişinin bilimi,
becerisi ve zekâ düzeyi ile ilgili önemli ipuçları verebilir. Fen bilimlerinde Nobel alan
bilim adamlarının %80’i yazılı ve sözlü olarak Ateist olduklarını açıklamış
durumdadırlar; geri kalanlar da büyük bir olasılıkla bazı ilişkileri bozmamak için sessiz
kalmışlardır. Bu sonuncu kesimin yaşam tarzı ve dünyaya bakış açısının Ateistlerden
farklı olmadığı da bilinmektedir.
Nobel Ödülü konduktan sonra Ateistleri tanıma ve açıklama daha kolay olmuşa
benziyor. Daha önceleri çoğu papaz, rahip ya da ruhban sınıfta aktif olarak çalışan
birçok bilim adamı, düşünür ve felsefeci, göbek bağıyla bağlı oldukları bu
kurumlardan ya da o günkü yönetimin baskıları nedeniyle düşüncelerini
açıklayamamış olabilirler. Ancak ruhban sınıfında çalışan çok sayıda insanın
kiliselerce nasıl yargılanıp, özgür düşüncelerinden ve dogmaya karşı gelişlerinden
dolayı cezalandırıldığını bazılarının ölüm cezalarına çarptırıldıklarını biliyoruz. Tarih
bu insanların acı öyküleriyle doludur.
Son zamanlarda Türk televizyonlarında, batıda eğitilmiş, güncel ve tarihi
astronomi, fizik, kimya bilimine gerçekten aşina öğretim üyelerinin, bilim felsefesi
şemsiyesi altında, her kesimden insanı inandıracak biçimde evrensel olayları
anlatarak, insanlarda hayranlık yaratıp, sonunda tüm bu gelişmeleri dini kitaplarla
ustaca ilişkilendirmeleri ve bilimsel düşüncenin lokomotifini sinsi bir şekilde din olarak
sunmaları, dinsel sömürünün ustaca tezgâhının sürmekte olduğunu göstermektedir.
Bu son kuşak geçmişteki bağnaz ve cahil kesimden çok daha tehlikeli bir şekilde
toplumu etkilemektedir. Çünkü çağdaş bilimin bilgilerini ve araçlarını kullanarak,
dogmanın kapılarını “çaktırmadan” ustaca açmaktadırlar. Eğer bir olayı çağdaş
bilimin yanı sıra dogmanın kalıplaşmış ve antik yaklaşımı ile de açıklamaya
başlarsanız, hiç kuşkunuz olmasın, bilimsel araçlarla örtmeye çalıştığınız dogma
kazığının üzerindeki bilimsel yaklaşımınız bir zaman sonra mum gibi eriyecek, ortada
yıllarca size batmış olan dogma kazığı kalacaktır. Üniversitelerde yer alan teoloji (din
bilimleri) bölümlerinin haricinde, bilimsel gelişmeleri din penceresi altında yorumlama
kimsenin haddi olmamalıdır; eğer sinsi bir görevi yüklenmemişlerse. Üniversitelerde
çalışan herkesin bilimsel yöntemi ve yaşam tarzını içselleştirmesi zorunludur; bunu
11
yapamayanlar olsa olsa farklı yerlerde bulunmaları gereken mollalar olabilirler. Her
gün bir üniversiteden bilim adamı kimliği ile bir mollanın bilim dışı açıklamasını ve
yorumunu duymak aydınlık geleceğimiz açısından ürkütücüdür.
Bırakın herkes kendi istediği ve inandığı gibi yaşasın sözü kulağa çok hoş
geliyor. Ancak biz bireysel olarak (tek tek) yaşamıyoruz ki, bir toplum oluşturuyoruz;
Dolayısıyla geleceğimize kendi başımıza karar veremiyoruz; en azından demokrasi
denen sistem içinde çoğunluğun kararına saygılı olmayı öngörüyoruz. Yani ne kadar
bilinçli olursanız olun sizin de bilinçsiz bir kitle ile sürüklenme olasılığınız yüksek
oluyor. Bilim adamı ya da din adamı kisvesi altında toplumu biçimlendiren bu kesim
kendilerine büyük çıkarlar sağlasalar da, çocuklarının da içinde yaşayacağı toplumu,
onların akıl yürütme yolunu tıkamayla, felakete sürüklemektedirler. Böyle bir toplum
hırsızlığı da, arsızlığı da, rüşveti de, yağmayı da, yalan dolanı da “sözde karşı
olduğunu söylese de” hoş görür; bunu yapanlara biat eder; fırsat bulunca da kendisi
de aynı şeyleri yapar. Yaşadıkları (kendi gibi yaşayanların ve düşünenlerin de)
olumsuzluklar için neden sorusunu sormadan kaçınırlar; sorulduğunda da hiç ilgisi
olmayan nedenlere bağlama kurnazlığını akıl yürütme olarak sunarlar; akıl yürütme
becerilerinin ta küçüklükten biçimlendirilerek kapatıldığını bir türlü anlayamazlar.
Tanımlarda önemli farklılıklar ortaya çıkar: Örneğin bizim ülkemizde son yıllarda
demokrasinin en büyük kazanımlarından ve kanıtlarından biri kadınlarımızın başına
türban takma özgürlüğü olarak ilan edilir. İnançlarından gelen değişmez,
değiştirilemez, yeni koşullara göre bir tarafa bırakılmasına sıcak bakılmayan
kabullerini yaşadıkları ülkenin yasalarının üzerinde tutarak, hukuk devleti olmanın
yolunu tıkarlar. Bu nedenle bu ülkelerde demokrasi gelişemez. Bilimden uzak
oldukları için “dünyada yeni koşullara göre değişmeyen canlıların tümünün er ya da
geç ortadan kalktıklarını, onların yerine uyum yeteneği daha iyi olanların geldiği
olgusunu” hiçbir zaman kavrayamadıkları için, ne yazı ki bulundukları toplumun da
çıkmaz kaderini çizerler.
Bu topluluklar doğru yorum da yapamazlar. Örneğin 2015 seçiminde AKP’nin
yeterince milletvekili çıkaramamasını başarısızlık olarak görürler. Hâlbuki AKP bu
seçimde evrensel değer ölçüleri bir seçim için esas alındığında son derece başarılı;
ancak bizim ülkenin mantığıyla başarısızdır. Çünkü bir partinin milletvekilleri ve
yetkililerin çevresi sesli ve görüntülü olarak rüşvet, çıkar rezilliğiyle suçlanmış; hiçbir
yasal soruşturmaya yeltenilmemiş ise; bir ülkenin ordusunun önemli bir kısmı, bilim
12
adamları, yazarları ve çizerleri, en azından bu partinin uzun süre desteği ve koruması
ile (mızrak kendine değinceye kadar) çeşitli çirkin komplolarla çökertilmiş ve
süründürülmüş ise; çevre ülkelerle olan ilişkilerimiz dış siyaset tarihinin hiçbir
döneminde bu kadar tehlikeli bir hal almamış ise, milletvekilliği yitirmiş olsalar bile, bu
partinin aldığı birincilik son derece başarılı bir sonuçtur ve ülkemiz insanın olaylara
bakış ve mantığının tam bir yansımasıdır. Belli ki dünya Türk insanının bu istisnai
dünya görüşünü, olayları değerlendiriş biçimini ibretle ve hayretle izlemektedir…
İzin verirseniz bir kehanette de ben bulunayım: Dünyadaki kaynakların
kullanımına, nüfus artışına, tüketim toplumuna dönüşme hızına baktığımızda, küresel
ısınmanın etkisiyle 2035 yılından sonra insanoğlu tarihinde hiç görmediği (büyük bir
olasılıkla kanlı) bir paylaşım kavgası yaşamaya başlayacaktır. Evrim kuramının en
önemli ilkelerinden biri, bir ortamda olanaklar azalır, paylaşımcılar çoğalırsa, en çetin
yarışma-çatışma o zaman ortaya çıkar. Bir avuç insan yaşadığı ülkeyi ve bulunduğu
coğrafyayı bilim toplumuna dönüştürerek bu yarışmaya hazırlamaya çalışırken, ne
yazık ki egemen bir kesim, kısa vadeli çıkarları için, bulunduğu toplumu dogmanın
kucağına itmektedir. Batmakta olan kayıktan ilk atılacaklar ne yazı ki bu sonuncular
(bilime ve sanata katkısı olmayanlar) olacaktır. Sadece insanlar (!), akıl yürütme
yeteneği olanlar, yaşamadan gelecekte olacakları yorumlayabilir ve önlemlerini
alabilirler; diğer canlılar eğer ayakta kalma şansını yakalayabilirlerse yaşayarak
öğrenirler (paleontolojik bulgular dünyadaki gelmiş geçmiş canlıların %96’sının bu
şansı yakalayamadığını göstermektedir).
Neden beklediğimizi elde edemiyoruz? Avrupa Birliğindeki yasaları nedeyse
tümüyle aldık ve de uygulamaya başladık. Gel gelelim ki hırsızlığın, rüşvetin,
yasalara saygısızlığın, insan yaşamını önemsememenin, yaptığı şeylerin olumsuz
sonuçlarını düşünememenin, küçük çıkarı için toplumun her türlü değerini gözardı
etmenin son yıllarda endişe verici şekilde artmış olmasını nasıl açıklayabilirsiniz?
Bana sorarsanız dogmayı eğitim sistemine sokarak oluşturulan akıl tutulmasının
sonuçlarıdır bütün bunlar… Böyle giderse düzelmesi de söz konusu değildir.
Bu coğrafyanın insanı yok olmamak artık düşünmeye başlamalı. En çok kaza
yapan araçlar, arkasında Allah korusun diye yazılı araçlarmış. Televizyonda her gün
yüksek paralar karşılığı din tüccarlığı yapanların (hem de üniversite hocası olarak),
yüksek kar getirme duası, zihin açma duası, sınıf geçme duası, muhabbeti artırma
duası öğretmeye kalkışanların sizi geleceğinizi karartanlar olduğunu öğrenmelisiniz.
13
Son yıllarda ortaya çıkan, insanlık tarihinin en kanlı cinayetlerini işleyen onlarca dini
terör örgütünü, bunların Müslümanlıkla ilgisi yok diyerek üzerini örtemezsiniz. Dininizi
en ayrıntılı biçimiyle, yaşanan tarihsel gerçekleriyle, tarafsız, evrensel insan hakları
bağlamında eleştiriyel gözle bizzat siz okumalısınız, öğrenmelisiniz; başka bir
insandan yardım almaya kalkıştığınızda bir din tüccarının ya da simsarının kucağına
düşeceğinizi artık öğrenmelisiniz. Bu gün yaşananların geçmişte yaşananlarla olan
ilintisini, benzerliğini araştırmadan çekinmemelisiniz. Bugün tiksinti ile izlediğimiz
hareketlerin tarihsel bir nedeni olduğunu araştırmaktan ve böyle bir benzerlik
saptarsak, onu dile getirmekten çekinmemeliyiz. İnsanın en değerli varlığının aklı
olduğunu; aklını kullanamayanların, akıl yürütemeyenlerin, merak etmeyenlerin ya da
kuşku duymayanların bu değerden yoksun olduğunu bilmelisiniz.
En dindar geçinenlerin en çok hırsızlık yaptığını, rüşvet aldığını, ülkesini soyup
soğana çevirenler olduğunu artık görmemezlikten gelemezsiniz. Bütün bu rezilliklerin,
vahşiliklerin, aptallıkların, bilimdışılıkların nereden geldiğini, niçin oluştuğunu
araştırma için fazla bir zamanınızın kalmadığını görmelisiniz. Dinin bu ülkelerde
“sadece” bir ticaret ve siyaset aracına dönüştürüldüğünü görmelisiniz. Bu nedenle bu
ülkelerde en çok akıl tutulması görülmektedir. Gün geçmiyor ki bu ülkelerde insanı
insanlığından utandıran bir olay meydana gelmesin. Bütün bunları basit açıklamalarla
geçiştirmeye kalkışanlar, kuşkunuz olmasın uygarlık düşmanlarıdır. Kara cehalet
ahtapot gibidir. Kolunun birini koparmaya kalkarsanız, öbürleri sizin boynunuza
dolanır. Onu yok etmenin tek yolu, iki gözün arasındaki sinir düğümüne (gangliyona)
mızrağı saptamadır. Cehaletin pençesinde kıvranan çok sayıda ülke, ne yazık ki,
ahtapotun kolları ile cebelleşmektedir; kimse gangliyona değmeye cesaret
edememektedir. En azından bizim ülkemizde bu aydınlatmayı yapması beklenen
üniversite mensupları, bırakın soruna cesaretle eğilmeyi ve çözmeyi; bir kısmı yeni
sorunlar yaratmak için kolları sıvamış durumdadır. Son yıllarda kurulan üniversitelere
konan adlar, şuur altımızın yansımasını ve toplumun nerelere yönlendirilmesinin
planlandığının göstergeleridir.
Bu toplumların evrensel demokrasiyi benimsemesi mümkün olmuyor.
Türkiye’deki demokratikleşmenin başlarda baskıcı olmasının nedeni belirli bir süreçte
demokrasiyi alıştıra alıştıra (zorla da olsa) yerleştirmeydi. Bu coğrafyada, demokratik
yönetimden uzak baskıcı rejimler altında, beğenmesek de insanlar iyi kötü yaşayıp
gidiyordu. Arap baharı safsatacı ile bu baskıcı rejimler yıkılınca, mantık ve akılla bir
14
araya gelmesi mümkün olmaya “akıl tutulması özellikleri olan” onlarca dini grup
ellerinde silah, kan kusmaya başladı.
Son 1500 yıldır bilim, sanat ve felsefe dünyasına hiçbir katkısı olmayan bu
coğrafyanın sözde bilim adamlarının kalkıp, bizim dışımızdaki birçok insanın düşünce
ve buluşlarına sahip çıkarak kendi çarpık düşünce sistemlerinin alt yapısını
hazırlamaları ve bu kurguları ile tüm bu insanların yanıldığını (bunlara Ateist olan
Nobel Ödüllüler de dâhil), doğruya sadece kendilerinin ulaştığını savunmaları eğer bir
düşünce zafiyeti, bir şaka değilse bir komedidir.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Değerli Kardeşim
Bu coğrafyanın ve ülkemizin en büyük sorunu akıl yürütme kapılarının hem geçmişte
hem de günümüzde (özellikle son yıllarda) kapatılmış olmasıdır. Tüm olumsuzlukların
temelinde atıl yürütememe sorunu yatmaktadır. Bunu bertaraf edecek en önemli
kuruluşlar olan üniversiteler ne yazık ki kendileri atıl yürütme becerisine şiddetle
gerek duymaktadırlar.
Esas tehlike yakın zamanlara kadar akıl yolunu kapatılması tutucu önderlerin bir
kısmının etkisiyle oluyordu. Bilim dünyasının üyeleri olmadığı için etkileri de sınırlı
kalıyordu. Son 20-30 yıl içinde ne yazık ki temel bilimleri ve çağdaş bilimleri
ezberlemiş, yabancı ülkelerde okumuş, dünyadan haberi olan, ancak üniversite
kimliği ile bu bilgileri felsefeci, sosyolog, temel bilimci gibi sıfatlarını kullanarak dogma
sosuna bandırarak halka yedirmeye başlamıştır. Temel bilmelerin bulgu ve
buluşlarını, kutsal kitaplara dayandırarak, akıl ve bilim yolunun lokomotifinin dogma
olduğu fikrini sinsi sinsi işlemektedirler. Bilgilerine bakarsak cahil olduklarını
söyleyemeyiz; akıl yürütme kapısını kapatmadaki görevlerini tam yaptıklarını
söyleyebiliriz. En tehlikeli kesim ekranlarda…
Saygılarımla
26.07.2015