geÇen hafta okura ulaŞtik kitap · 2015-02-25 · 4 22 mart 2013 cuma aydınlık kİtap umberto...
Post on 27-Jan-2020
4 Views
Preview:
TRANSCRIPT
Ekmekleri korkuya
gizlenmiş kadınlar ve
erkeklerin hikayeleri
S.12-13
MEHMET FARAÇ’tan:MEHMET FARAÇ’tan:MEHMET FARAÇ’tan:MEHMET FARAÇ’tan:MEHMET FARAÇ’tan:MEHMET FARAÇ’tan:MEHMET FARAÇ’tan:MEHMET FARAÇ’tan:MEHMET FARAÇ’tan:
Aydınlık22 Mart 2013
Cuma Yıl: 2
Sayı: 56Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP
.Ateşten hayatyaratan adam:
Mahmut EsatBozkurt
Halit Payza yazdı s.14
Sistemin‘Aykırı’Adamı:
ErnestGellner’den
“Dil veYalnızlık”
Cenk Özdağ yazdı s.10
Polisiyeedebiyatımızdaçıta yükseliyor:
Demir Torosve son kitabı
“AkrepYuvası”
Salih Kurt yazdı s.9
GGEEÇÇEENN HHAAFFTTAA 6655,,229922 OOKKUURRAA UULLAAŞŞTTIIKK
22 MART 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Bugün 18 Mart 2013 Cuma. Bizler Kitap Eki'nibugün ve bu gece hazırlar, bitiririz. En son bu oku-duğunuz yazı yazılır.
Bugün 18 Mart 2013 Cuma... Bu köşeye ne ya-zacağız, düşünerken, önerirken, başlamışken...
Haberler...Ergenekon Tertibi'nde savcılar Mehmet Ali
Pekgüzel, Nihat Taşkın ve Murat Dalkuş'un esashakkındaki mütalaası açıklandı. Çanakkale Za-feri'nin 98. yıl dönümünde açıklanan 2271 say-falık mütalada "Ergenekon'un terör örgütü olduğusabittir" ifadesini kullandı.
Esas hakkındaki müta-laada İşçi Partisi Genel Baş-kanı Doğu Peinçek, 26. Ge-nelkurmay Başkanı İlker Baş-buğ ve Yüksek Askeri ŞüraÜyesi Nusret Taşdeler'in dearalarında olduğu 32 kişinin,cebir ve şiddet kullanarak hü-kümeti devirmeye teşebbüssuçlamasıyla ağırlaştırılmışmüebbet hapis cezasına çarp-tırılması talep edildi.
Neden bahsediyoruz?Doğu Perinçek Üniversite-
si için, Yalçın Küçük Üniver-sitesi için, üniversiteyi üniver-site yapmış bilimciler için; Kemal Alemdaroğlu,Fatih Hilmioğlu, Erol Manisalı için, yetmiyor ge-nelkurmay başkanı İlker Başbuğ, sıralanıp uzu-yor, orgenarellerden astsubaylara kadar... Yetmiyorkurmaylar, müselleh savaşçılar, Mustafa Ke-mal'in Askerleri için.... Yani Harp Akademielriiçin... ağırlaştırılmış müebbet isteniyor...
Ve biz kitaplar, ve biz edebiyat, biz yazın, bizkültür hayatı üzerine ek çıkarıp konuşacağızöyle mi?
Konuşuyoruz...Hepimiz adına, hepimiz için bu bapta sözü Ha-
san Hüseyin Korkmazgil'e vererek konuşuyoruz:
ERGENEKON
Üzüm salkım tutar selvi dalındakarakeçi kayalıkta kuzularben yatarım bu damlarda /ıh demembebem benim kahırlarda bilenirbilenir de çelik çakmak uyanıruyanır da direnir
vurma banavurma beniben çoğum!
bu demirden dağı deler demircim
birgün bir kurt gelir düşerönüme
emeğim emek kavgam felsefem öncüm
bebeğim beleğim beşiğim öfkem
güneşi alırım da birgün alnıma
geceleri yorgan yorgan sırtımaağıtları basarım da bağrımabirgün bu demirden dağı aşar
gelirimgelirim de çektiklerim bilirimbilirim de vatan neymiş
görürümasmam seni urganlara ey zorbavurmam seni kurşunlara ey alçakaçar birgün bayrakları ellerimyazar birgün fermanları ellerimbasar birgün mühürleri ellerim...
(Hasan Hüseyin, Kızılkuğu kitabından...)ama şiir burada bitmiyor!
HALDUN ÇUBUKÇU
İÇİNDEKİLER
‘Açar birgün bayrakları ellerim’Sağduyu hep geç kalır s. 4
Bu benim ne işime yarayacak? s. 5
İnsan mı büyük, evren mi? s. 6
Bu öyküler ‘başka’ s. 7
Gurur ve önyargı ikiyüz yaşında s. 8
Çıta yükseliyor s. 9
Sistemin ‘Aykırı’Adamı:
Ernest Gellner s. 10
Yabancı s. 11
Törenin coğrafyası var mı s. 12-13
Ateşten hayat yaratan adam:
Mahmut Esat Bozkurt s. 14
Şezlonglara özgürlük! s. 15
‘İyiler için bir el kitabı’ s. 16
Yeni Çıkanlar s. 18-19
‘Kerbela; Büyük Acı’
kitabının düşündürdükleri s. 17
Çocuk-Genç: Güneşin kıskanmaya
hakkı var mı? s. 20
Kasabanın birinde,
bir deniz feneri çakıyor s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s.22
kitap@aydinlikgazete.comkitap@aydinlikgazete.comBaskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.
Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
saynur@aydinlik.com.tr
Müşteri TemsilcisiKamile Karakadılarkamile@aydinlik.com.tr
Reklam Servisi
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibiYalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri Ebru Baysan
Editör Pınar Akkoçpinar@aydinlikgazete.com
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcıdamla@aydinlikgazete.com
Hasan Hüseyin
22 MART 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Umberto Eco, “Genç Bir Romancının
İtirafları”nda Anna Karenina’nın hazin ka-
derine ağlayan okurların durumunun olsa
olsa psikologları ilgilendirebileceğinden
dem vurur. Bunu tabii, okuru hafif bir de-
yişle “sorunlu” gördüğünden söylemez.
Tıpkı optik yanılsamalar olduğu gibi duy-
gusal yanılsamaların da var olabileceği var-
sayımıyla söyler bunu: okurun kültürel alış-
kanlıkları, metnin biçimsel, hikâyenin
duygusal baskısı buna pekâlâ yol açabilir!
Soru, yalnızca açık ve şiddetli bir reaksi-
yon üzerinden, “ağlamak” üzerinden so-
rulduğunda söylenecek pek bir şey yok ger-
çekten de. Fakat sanat eseri dediğimiz, ha-
yatımızı birçok yönden etkileyebilir, bir-
çok duygusal ve fiziksel reaksiyonu tetik-
leyebilir. Dahası yalnızca tekil okurun
değil kalabalıkların eylemini bile doğu-
rabilir. Bir karaktere ağlamak kadar söz ge-
limi gülebiliriz de! Karakterden ziyade, du-
rumu komik ya da hüzünlü buluruz. Ka-
rakterin kaderini değil de daha çok onun
kederini paylaşırız –ya da neşesini. Ger-
çekliği de bu şekilde kendimiz kurmuyor
muyuz? Bundan da ibaret değil, söz geli-
mi Raskolnikov’a ağlayacak, ona acıyacak
değiliz. Yine de Dostoyevski’nin bu çılgın
karakteri çoğu okurda toplumun kirleri-
ne karşı tiksintiyi kışkırtmış olmalı, genç
okurlarda içe doğru lanetli bir kaçma ar-
zusunu da tabi. Neden? Bizi, tamamen
kurmaca olduğunu bildiğimiz bir roman
neden bu kadar etkiler? Aslında hiçbir ese-
rin tamamen kurmaca sayılamayacağı
öne sürülebilir mi?
MARLOWE ��TE ÖYLE B�RKARAKTER
Raymond Chandler’in kara polisiyenin
ve hırpani dedektiflerin temellerini attığı
Marlowe romanları muammanın, şüp-
henin ve harikulade zekâ oyunlarının
fink attığı polisiyelere benzemez. Eğer bir
Marlowe macerası okuyorsanız bir Mar-
lowe okuyorsunuz demektir. Öncelikli
beklentiniz karakter olmalıdır. Chandler
bu konuda cömerttir neyse ki, kendini be-
ğenmiş dedektiflere inat gururlu, bükül-
mez ama kendi halinde bir merak elçisi
gibi her şeyiyle okuruna gösterir Marlo-
we’u.
Everest Yayınları “polisiye cepte” se-
risinden benzersiz romanlar yayınladı,
“Playback” de bu serinin son çıkanların-
dan. Daha önce yine Raymond Chand-
ler’ın müthiş “Büyük Uyku”su yayınlan-
mıştı. Okurun, ama yalnızca polisiye oku-
runun değil, kesinlikle ıskalamaması ge-
reken bir romandı “Büyük Uyku”. Philip
Marlowe’u tanımak için harika bir fırsat.
ÖYLE NEFRET ED�YORUM ��TE!
“Playback”, aslına bakılırsa bir cüm-
lede özetlenebilecek bir hikâye anlatıyor:
Bir genç kız, peşine düşen gizemli ya-
bancılardan kaçmaktadır. Bundan ötesi
yine atmosfer, yine loş sokaklar, patlayan
tabancalar ve elbette bütün olup bitenle
inceden eğlenen Marlowe’dur.
Polisiye romanlara yüklenen misyon
kaçma arzusunu tatmin etmeleridir ya,
Playback okura kaçacak yer bırakmıyor.
Okura Amerika’nın tam ortasından ser-
mayenin vahşi bir portresini çıkarıyor.
Çok sevdiğim Agatha Christie’nin hep yap-
tığı gibi, okuru burjuvalarla dolu bir oda-
ya doldurup, oyunlar oynatmıyor. Bir ta-
rafa aç gözlü, hoyrat
sermaye sahiplerini ve
onların işlerine gözü
kapalı koşturan huku-
ki temsilcilerini koyu-
yor, beri tarafa sinmiş,
çareyi kaçmakta bul-
muş masum insanları.
Marlowe alaycı gülü-
şü, gıcık esprileri ve
attığını vuran silahıy-
la güçsüzlerin yanın-
dadır hiç şüphesiz.
Marlowe’da güçsü-
zün yanında olma hali yalnızca sosyal ve
ekonomik yönleriyle anlaşılmamalıdır.
Hatta sıklıkla duygusal yıkım yaşayan ka-
dınların yanında görürüz onu. Kadınlar-
la kurduğu ilişki maço sayılsa da düşma-
nın cinsiyetine bakmaz Marlowe, kadın
dostlarını ise özellikle gözetir.
Chandler romanlarındaki melankolik
kadınlar ayrı bir incelemenin konusudur
belki ama yeri gelmişken söyleyelim, Mar-
lowe dünyasındaki kadınlar kendilerini bu
dünyaya bağlayan şeylerden ölesiye nef-
ret ederler. Dünya nimetlerinin kendile-
rini köleleştirdiğinin farkındadırlar ama
onlarsız da yapamazlar. Boğucu bir kasa-
baya bu yüzden tahammül edebilirler,
onları o kasabaya bağlayan tek taş bir el-
mas yüzükten, mehtaptan ettikleri kadar
nefret ederler. Öyle nefret ederler işte,
Marlowe’un dünyasında kadınlar dur du-
rak bilmez bir selin tam ortasında gibi-
dirler. Canlarından olmak pahasına suyun
tadını çıkarmak isterler.
B�LD���N� OKUYAN ADAMMarlowe’u bir işe itekleyen ilk etken
para olsa da devam etmesini sağlayan ço-
ğunlukla bastırılamaz bir merak ve sarsılan
adalet duygusunun ne pahasına olursa ol-
sun yerine getirilmesi ihtiyacıdır. Ortalama
bir dedektifin geri duracağı durumlarda
Marlowe öne atılır. Nihayet eline tek kuruş
geçmeyecekse bile doğru bildiğinden şaş-
maz. “Playback”in finalinde olduğu gibi, adı-
na çalıştığı müşterisinin tehdit salvoları, ge-
reğini yapmış olmanın verdiği doygunluk-
la ona müzik sesi gibi gelir. Bu bakımdan
mantığın sesi olduğu söylenemez. Zaten
bunu kendisi de itiraf eder:
“Sağduyu der ki, boşver,
evine git, para yok bu işte.
Sağduyu hep geç kalır. Sağ-
duyu, sana bu hafta arabanı
çarpmadan önce geçen hafta
fren balatalarını değiştirsey-
din, diyen heriftir. Sağduyu,
maç bittikten sonra, takıma
alınsaydım galibiyet golünü
atardım, diyendir. Ama ta-
kımda değildir hiç. Tribünlerin
en tepesinde, cep şişesiyle du-
rur. Sağduyu, gri takım elbise-
li, ufak tefek, hesaplarında hiç
yanılmayan adamcağızdır. Ama
hesapladığı hep başkalarının
parasıdır.”
Sağduyudan iz yoktur Mar-
lowe’da. Onu bu yüzden seve-
rim. Bir devle karşılaşsa bir
deve bakar gibi bakmaz ona. Bu
yüzden severim. Hiç kimseyi küçümsemez
fakat belirleyici özelliği kimseyi büyük gör-
memesidir. Anna Karenina için ağlayan-
ları anlıyorum, fakat siz de ciğeri beş
para etmez bir haydudun ensesine indir-
diği yumrukla yere yığılan Marlowe’a
kaygılananları anlayın!
SUAT DUMAN
Sağduyu hep geç kalırKad�nlar kendilerini bu dünyaya ba�layan �eylerden ölesiye nefret ederler. Dünya
nimetlerinin kendilerini kölele�tirdi�inin fark�ndad�rlar ama onlars�z da yapamazlar.Bo�ucu bir kasabaya bu yüzden tahammül edebilirler
Playback,Raymon Chandler,Everest Yayınları,
Çev: Sinan fişek, 198 s.
Raymond Chandler
Eğitim dünyasında sıkça yankılanan
bir soru vardır: “Bu benim ne işime yara-
yacak?” Soru sormaktan ziyade bir sitem
ifade eden bu soru cümlesi, hakkında ko-
nuşulan dersin öğrenciye ne denli sıkıcı ve
gereksiz geldiğinin kalıplaşmış bir ifadesi-
dir. Bu sıkıcılık ve gereksizlik çoğu zaman
tartışılmadan kabullenilir ve dersler seve
seve değil, söve söve geçilir.
Halbuki az sayıda in-
san fark eder ve takdir
eder ki, o sıkıcı ve gerek-
siz görünen dersler aslın-
da hiç de sanıldıkları gibi
değildir. Sunumda ve ön-
sözde hata vardır sadece.
Öyle ya, bir dersin neyi ne
için anlattığını ve bu ders-
te öğrenilenlerin ne yön-
de zihin açıcı etkilerinin
olabileceğini anlatma zah-
metine katlanmaz çoğu
öğretmen. Halbuki yaşam
boyu karşımıza çıkmaya-
cak olan iki musluklu bir
delikli ve bol problemli
bir havuzu çözmek değil-
dir matematik; yeryüzün-
de neredeyse hiçbir zaman var olmayacak
olan “ideal” koşullarda atılan bir taşın kaç
saniye sonra yere düşeceğini hesaplamak
değildir fizik. Düşünmeyi öğrenmektir,
konuşmayı öğrenmektir matematik; ta-
biatı ve hayatı öğrenmektir fizik.
Sam Kean adında bir adam, genç bir
bilim yazarı, bu durumu fark edenlerden
olsa gerek, diye düşünüyor insan, peri-
yodik tablonun o rengarenk dünyasını an-
lattığı “Kayıp Kaşık”ı okuduğunda. Ko-
lektif Kitap’tan çıkan “Kayıp Kaşık”, bu
genç yayınevinin diğer şirin kitapları gibi
gayet sıcakkanlı bir tasarıma ve hoş bir an-
latıma sahip. Anlatının hoşluğu hem ya-
zar Sam Kean’in tatlı dilinden hem de ki-
tabı çeviren Baha Okar ve Burçin Duan’ın
emeğinden.
Çocukken sıkça hastalanıp yatağa dü-
şen ve ağzına mütemadiyen derece tıkılan
yazar Sam, kendine garip bir eğlence bul-
muş: annesi yanında değilken ağzındaki
dereceyi yere atmak ve kırılan dereceden
çıkıp topak topak olan cıvaya bakmak. An-
nesinin apar topar gelip cıva öbeklerini
kürdan yardımıyla bir araya getirişi ve bir
şişeye dolduruşu o kadar çok kez tekrar-
lanmış ki, şişede bir ceviz büyüklüğünde
cıva birikmiş. Sam biraz büyüyüp okula git-
tiğinde cıvaya olan merakı azalmamış ve
onu apayrı bir dünyaya, elementlerin
dünyasına çekmiş. Bakmış ki, uzandığı her
elementin -tabii hepsi cıva kadar havalı ol-
masa da- hayli ilginç, gülünç, tuhaf ve hat-
ta tüyler ürpertici hikâyeleri
var, başlamış bütün peri-
yodik tabloyu taramaya.
“Bu tablo aynı zamanda
insanlığın en büyük ente-
lektüel başarılarından bi-
riydi. Hem bilimsel bir ba-
şarı hem de bir öykü kitabı
olan periyodik tablodan
yola çıkarak, ben de eliniz-
de tuttuğunuz bu kitabı, hi-
kâyeleri ve başarıları an-
latmak için yazdım. Tıpkı
aynı hikâyeyi değişik kat-
manlar hâlinde anlatan bir
anatomi ders kitabı gibi...”
diyor yazar, türlü dertlere
derman periyodik tabloya
olan bağını anlatırken ve
şöyle devam ediyor: “...pe-
riyodik tablo antropolojik bir harikadır, in-
sanoğlunun ve fiziksel dünyayla nasıl bir iliş-
ki içinde olduğumuzun tüm muhteşem, kur-
nazca ve çirkin yönlerini yansıtan bir insan
eseri, türümüzün yoğun ama küçük ve za-
rif bir alfabeyle yazılmış tarihçesidir.”
Sahiden de öyledir, periyodik tablo sa-
dece laboratuvara ya da kimya dersine ait
bir grafik değildir; görüp bildiğimiz her
şeydir, yediğimiz, içtiğimiz, sevdiğimiz, so-
luduğumuz... Zira biz, hepimiz, o veya bu
şekilde bir araya gelmiş elementler yığı-
nıyız ve periyodik tablo bizim malzeme-
lerimizin yazıldığı tarifimiz. İşte o yüzden
belki de bu kitap şu işe yarayacak; bize as-
lında bir avuç topraktan, bir tutam el-
mastan, bunlar uğruna dövülen kılıçtan
ya da o kılıçtan damlayan “düşman” ka-
nından çok da farkımız olmadığını, he-
pimizin birbirine sarılan atomlardan gel-
diğimizi hatırlatacak. Kim bilir, belki de
o okur bir gün o atomları örnek alacak
sevgili okur.
5Aydınlık KİTAP
Periyodik tablo sadece laboratuvara ya da kimyadersine ait bir grafik de�ildir; görüp bildi�imiz her
�eydir, yedi�imiz, içti�imiz, sevdi�imiz, soludu�umuz...
Bu benim neişime
yarayacak?
MURAT HATUNOĞLUmurathatunoglu@yahoo.com
Kayıp Kaşık, Sam Kean,
Kolektif Kitap, Çev: Bahar Okar, Burçin Duan,
360 s.
22 MART 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Carl Sagan “Kozmik Bağlantı” ile ev-
renin ötesine bir bakış sunuyor okuruna.
Ona göre kozmik bağlantı insan ruhunun
genişlemesidir bir bakıma. Çünkü koz-
mosla ilişki içinde olduğunu düşünen,
daha doğrusu bunun farkında olan insanda
dünya dışında var olduğu düşünülen ya-
şama karşı bir merak uyanır.
Uzayı keşfeden insanın düşünce gü-
cünün ne ölçüde değiştiği ve geliştiğini in-
celiyor, insan ile evrenin birbiri ile olan bağ-
lantısını araştırıyor “Kozmik Bağlantı”.
Günümüzde her geçen gün büyüyen bir
hızla gelişme gösteren teknoloji sayesinde
göz yerine çok hassas optik aygıtlar, rad-
yoteleskoplar ve uzay araçlarıyla yapılan
bu keşif faaliyeti insanın kendini ve evre-
ni algılayışını oldukça değiştirdi. Çünkü in-
sanlar artık gezegenleri geceleri gökyü-
zünde gördükleri ışıklar olarak algılamı-
yorlar. Aynı şekilde güvenli, rahat ve dü-
zenli bir şekilde hayatlarını sürdürdükle-
ri ve yaratılış için özellikle seçilmiş oldu-
ğuna inandıkları dünya ile ilgili görüşleri-
ni de büyük ölçüde değiştirdiler. Bu ina-
nışlar yerini gerçeklere bıraktı. Yani ev-
renin küçük bir kaya ve metal yığını olduğu
gerçeğine. Çünkü uzay araçlarından alınan
fotoğraflar aracılığıyla insanlar dünyanın
evren içerisinde küçücük bir nokta şeklinde
olduğunun ayırtına vardılar ve yüzyıllardır
ölümlü yaratıkların doruk noktası olarak
görülen insanın bu evrenin sahibi değil sa-
dece ufak bir parçası olduğu anlaşıldı.
Carl Sagan, “Kozmik Bağlantı”da tüm
bu yanlış fikirlere radikal çözümler getir-
mekle kalmıyor aynı zamanda bilimin in-
sanlara bir canlı türü olarak hayatta kal-
mak için millet, din ve ekonomi gibi fikir-
lerden çok insanlık fikri çatısı altında top-
lanmak gerektiğini söylediğini vurguluyor.
HALK �LE B�L�M ARASINDAK�DUVARI YIKIYOR
Carl Sagan eserinde uzun ve kısa va-
deli olmak üzere iki vizyonu olduğunu ifa-
de ediyor. Bu vizyonunun uzun vadeli
yönü, insanların kozmosun ihtişamının ve
dünya ötesinde hayat olasılığının farkına
varması. Kısa vadeli yönü ise yirminci yüz-
yılın sonlarında uzayda yürütülen faali-
yetler programı. Yazar, vizyonunun iki yö-
nüne de hemen hemen eşit bir şekilde de-
ğiniyor kitabında. Fakat sonuçların fark-
lılık gösterdiği kanısına varıyor. Çünkü in-
sanlar uzayda yürütülen faaliyetler ko-
nusunda beklenen, başarıyı elde edeme-
diler Sagan’a göre fakat kozmosun gör-
kemi ve dünya dışı yaşam konusundaki fi-
kirleri oldukça değişmiş gibi görünüyor.
Dolayısıyla yazar okuyucu kitlesinin de iki
türde olmasını istiyor. Kendisiyle aynı
görüşte olanlar ve olmayanlar. Bu dü-
şüncede olmasının amacı kendi vizyonu-
na inanan insanlarla birlikte şüpheci olan
kesimi ikna edebilmek. Aynı zamanda viz-
yonunun kısa vadeli yönünün de başarı-
sızlığını kabul ediyor çünkü şüphecilerin
bu nedenden dolayı uzun vadeli vizyonu
da reddetmemelerini istiyor. Toplum ve bi-
lim arasında oluşan duvarı yıkılmasıyla bi-
limin yaptıklarının halk tarafından anla-
şılacağını ve yapılan araştırmalara deste-
ğin artacağını düşünüyor.
Sagan, kendi çocukluk hayallerinden
yola çıkarak insanların gezegene ait gö-
rüşlerini ve evren hakkındaki düşünce bi-
çimlerini değiştirmeyi hedefliyor. Haya-
tının büyük bir bölümünü bilimsel süreç
ve iç görülerin aydınlatılması için çalış-
malar yaparak geçiren yazar, yaptığı araş-
tırmalar sayesinde halkın bu konuda fikir
sahibi olmasını amaçladı daima.
“Kozmik Bağlantı”da yazar insan ge-
lişimin yeni bir kavramı olan “özdeşleşme
ufku”nun kapsamını da ayrıntılı bir şekilde
aktarıyor. Bu kavram ile insanlara, ken-
dimize nasıl davranılmasını istiyorsak di-
ğer canlılara da o şekilde davranmalıyız,
düşüncesini benimsetmeye çalışıyor. Böy-
lece canlıları birbirinden ayıran ve doğa-
nın sınırsızlığını insanların görmesini en-
gelleyen duvarın yavaş yavaş ortadan kal-
kacağını düşünüyor. Bu konu ile ilgili
vermiş olduğu örnekler de gösteriyor ki
etik perspektifte yapılan bu değişim bili-
min doğal bir yan ürünüdür.
�NSAN DO�ANIN SAH�B�DE��L
Carl Sagan her ne kadar dini anlatı-
ların önemine saygı duyan bir bilimci
gibi görünse de aslında kendi içinde ra-
dikal bir çelişki barındırıyor. Onun asıl
amacı bu ikilik arasındaki duvarı yıkmak
ve duvar ortadan
kalktığında
o l u ş a c a k
olan manevi
ve etik pers-
pektifin dışa
vurumunu
yansıtmak.
Ona göre,
“Yaradı l ı ş
Kitabı” ile
insanlar ın
beynine işle-
yen doğaya
ve diğer can-
lılara hâkim
olduğu dü-
ş ü n c e s i n i
yöntemli ve
dikkatli bir
şekilde disip-
linli davrana-
rak, değiştirmek mümkün. Böylece insa-
noğlu kendisinin doğaya egemen olma-
dığını fakat onunla iç içe geçmiş bir hal-
de olduğunu anlar. Çünkü kendine göre
büyük ölçüde farklı ve karmaşık bir yapı-
ya sahip olan doğaya hâkim olmak o ka-
dar da kolay değil.
“Kozmik Bağlantı”da insan ve evren
ilişkisi üzerine geliştirilmiş tüm bu fikir-
ler evrenin görünümü, güneş sistemi ve gü-
neş sisteminin ötesi olmak üzere üç ana kı-
sımda toplanıyor. İlk kısımda okura evren
hakkında bilgi vererek onun evrenin bo-
yutu hakkında düşünmesini sağlıyor ve
böylece kişi farklı bir bakış açısı kazanmış
oluyor. İkinci kısımda, başta Dünya, Mars
ve Venüs olmak üzere güneş sisteminde
yer alan gezegenlerin çeşitli yönlerini ele
alıyor. Mariner, Viking, Voyager, Galileo
ve Pioneer gibi uzay sondalarının çalış-
maları hakkında birtakım ayrıntılı bilgiler
sunuyor. Üçüncü kısım ise diğer yıldızla-
rın gezegenlerinde bulunduğu düşünülen
varlıklarla iletişim kurma çalışmalarını içe-
riyor. Ancak bu bölüm, dünya dışı uy-
garlıklarla iletişim kurma çalışmaları he-
nüz başarıya ulaşmış projeler olmadığı için
kurgulara dayanıyor . Bilimsel mantık
çerçevesinde yapılan bu kurgular ile yazar
aslında bu tür araştırmaların hangi bo-
yutlara ulaşabileceğini gösteriyor.
Sagan, insanlara, kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak diğer canlılara da o şekilde davranmalıyız,düşüncesini benimsetmeye çalışıyor. Böylece canlıları birbirinden ayıran ve doğanın sınırsızlığını insanların
görmesini engelleyen duvarın yavaş yavaş ortadan kalkacağını düşünüyor
İnsan mı büyük, evren mi?
SELCAN KARABULUT
Kozmik Bağlantı, Karl Sagan, Say Yayınları, Çev: Maktav Dinçer, 336 s.
Carl Sagan
“Hikayeler bana hep kendi sihrine sa-
hip küçük mucizeler gibi gelmiştir,” diyor ya-
zar Bahadır İçel, “Başka Öyküler”in giriş ya-
zısında. Kitabı elinize alıp yazarın kaleme
aldığı hikayeleri okuduğunuzda yazara hak
vermemek elde değil.
“Başka Öyküler”, korku ve gerilim ağır-
lıklı bir öykü seçkisi olsa da sizleri bol bol
düşündürmeyi, hülyalara daldırmayı, yer yer
de yüzünüzü gülümsetmeyi başarıyor. Ka-
pağında belirtildiği gibi “tuhaf” kimliklere
sahip bu öyküler sandığınız kadar fantastik
ve başka değiller aslında. “Başka Öyküler”,
klasik fantastik kurgu edebiyatında olduğu
gibi başka dünyalarda geçen öykülerle kar-
şılamıyor bizi. Aksine tüm hikayeler bizim
gerçekliğimizde yaşanıyor fakat hikayelerin
hepsinde gerçeküstü bir öğe, fantastik bir
detay, bir dokunuş mevcut.
Herhangi bir türe özgü olmaktan ziya-
de kendine has bir tarza sahip olan on
öykü bulunuyor “Başka Öykü-
ler”de. Televizyonunun ekranın-
dan başka dünyaları görebilen bir
gece bekçisi, eşsiz bir tür kuşun pe-
şindeki yaşlı bir avcı, hırslı yazar-
lar, dağlarda teröristlerden kaçan
yaralı bir asker, ölmeyi beklerken
çılgın bir deneyin kobayı olan has-
ta bir adam gibi aslında gerçek
dünyadan bir karakteri alıp ger-
çeküstü bir durumun içinde nasıl
tepki verdiğini ölçmek ister gibi bir
tavrı var yazarın.
USTALARI ANDIRAN KARA M�ZAH
Karanlık nitelikteki öykülerin
çoğu Edgar Allen Poe, H. P. Lo-
vecraft, Stephen King gibi korku (gotik) ve
gerilim temalı yazarların öykülerini çağrış-
tırıyor. Yüzünüze ufak bir gülümseme ka-
tan hikayeler ise çoğunluğu karanlık hika-
yelerin arasında biraz hafifmiş gibi kaçsa da
fantastik öğeleri ve kara mizahı ile okuyu-
cuya arada nefes aldırıyor.
İnce bir kitap olmasına rağmen bir
dolu fikir ve sürpriz barındıran “Başka
Öyküler”de , Türk edebiyatında her zaman
biraz kenara itilmiş modern korku, fantas-
tik kurgu ve bilimkurgu öğeleri güzelce har-
manlanmış.Türkiye güncelinden çok da
uzak olmayan ilginç hikayeleri akıcı bir dil-
le anlatmayı başarmış yazar. Örneğin “O
Dağlarda Bir Yerlerde Şeytanlar Dolaşıyor
Olmalı” hikayesi sıcak bir terörist çatışma-
sının hemen sonrasını anlatıyor ve her ne ka-
dar gerçeküstü bir yola giriyor olsa da bizi
çok ciddi bir “orada” ne olup bitiyor sor-
gulamasına itiyor.
Yaşlı bir avcının önderliğinde, kulaktan
dolma hikayelerde anlatılan eşsiz bir kuşun
peşindeki üç Trakyalı avcının hikayesi olan
“Günkuşu Ziyafeti” ise trajikomik bir şe-
kilde hayattan ne istediğimizi ve bunun kar-
şısında nasıl bir bedel ödememiz gerektiğini
irdeliyor.
Okuyucuya olduğu kadar “yazar”a da
yazılmış hikayeler mevcut. “Sahibinden
Kiralık Öyküler” ve “Biricik İlham Perim
ve Onun Tatlı Bekareti” gibi öyküler oku-
maktan çok yazmayı sevenlere hitap eden,
kahramanları yazarlar olan hikayeler. Genç
yazar; şan, şöhret ve başarı peşindeki ya-
zarları öcüleriyle bir araya getiriyor ve
okuması tüylerinizi diken diken ettiği ka-
dar keyifli de olan hikayeler ortaya koyu-
yor.
ÖYKÜLER�N ÖYKÜLER�Yazar, hikayelerin ortaya çıkışına ya da
yazılma sürecine ait olay-
ları da birkaç cümle ile de
olsa kitabın arkasında an-
latmış. Bu pek alışık ol-
madığımız bir yaklaşım.
Sihirbazın birkaç num-
arasını göstermesi ancak
sihrini kendine saklama-
sı gibi. Bu kısacık açıkla-
maları okuyup gerçek
olayların, fikirlerin ya da
gündelik hayattaki psiko-
lojik durumlarımızın na-
sıl bir dönüşümle gerçek
üstü edebiyata yansıdığı-
nı görmek hikayelere
farklı bir derinlik yükle-
miş. Bu da kitaba çok
güçlü olmasa da nasıl gerçek üstü bir öykü
yazılır iddiası katmış gibi. Umuyoruz ki ya-
zar bu iddiayı yeni öyküleri, yeni kitapları
ile sürdürür ve bizlere çok daha fazla “tu-
haf” öykü hediye eder.
“Başka Öyküler”, farklı niteliği ve ken-
dine özgü tarzı ile gelecekte çok daha eş-
siz ve çarpıcı işler ortaya koyma potansi-
yeline sahip bir yazarın sinyallerini veriyor.
Kitabın arkasında yazılan uyarıda olduğu
gibi okurken dikkatli olmak gerekiyor
çünkü siz de sandığınızdan çok daha baş-
ka biri olabilirsiniz.
Okuyucuyu gerçekliğin kırık bir ayna-
dan yansımış ve çarpılmış yüzleriyle baş
başa bırakan bir kitap olan “Başka Öykü-
ler”, sizi Bahadır İçel'in karanlık dünya-
sından sızmaya başlamış hikayelerin tut-
kulusu haline getirebilir.
7Aydınlık KİTAP
“Ba�ka Öyküler”, farkl� niteli�i ve kendine özgütarz� ile gelecekte çok daha e�siz ve çarp�c�i�ler ortaya koyma potansiyeline sahip bir
yazar�n sinyallerini veriyor
Bu öyküler ‘başka’
GÖKÇE KARA
Başka Öyküler, Bahadır İçel,
Altın Bilek Yayınları, 124 s.
28 Ocak 1813’te basılan Jane
Austen’in “Gurur ve Önyargı”
adlı romanı ikinci yüz yılını dol-
durdu. Şimdiye kadar yirmi mil-
yonun üstünde satıldığı tahmin
ediliyor ve piyasada baskısı hiç tü-
kenmemiş. BBC’nin İngiltere’de
2003 yılında yaptığı bir ankette
Tolkein’in “Yüzüklerin Efendisi”
adlı kitabından sonra Büyük Bri-
tanya’nın ikinci sevilen kitabı se-
çilmiş.(Yayıncı kuruluş ve devlet
yayıncılığı başka neler yapar için
bir örnek). Bir çok kere Ameriken
sineması Hollywood’dan Hin-
distan sineması Bollywood’a ka-
dar filme uyarlanan ve televizyon
dizisi olan kitabın konusu adına
oldukça uygun. İnsan ilişkileri-
ni şekillendiren gurur ve önyargı başta ol-
mak üzere bir çok temayı işliyor, elbette ol-
mazsa olmazı aşk üzerinden.
KADINA YAKI�TIRILMAYAN �� İki yüz yıl önce İngiltere’de kadınların
böyle ulu orta yazması yakışıksız sayıldığı için
Jane Austen kitabını adını gizleyerek ya-
yımlatmıştı. Türkiye’de de birçok baskısı ya-
pılan bu kitabın Türkçe çevirisinin biri
1947’de “Aşk mı Gurur mu” adıyla Güzin
Güral tarafından yapılmış Rafet Zaim Er
Kitapevi tarafından yayınlanmış. Daha
sonra Beria Okan (Özoran) tarafından
“Gurur ve Aşk” adıya çevrilip Milli Eğitim
Bakanlığı, Dünya Edebiyatından Tercü-
meler 58, İngiliz klasikleri dizisinde 1951 yı-
lında yayımlanmış. Daha sonra da Türkiye
İş Bankası Yayınları Hasan Ali Yücel Kla-
sikler dizisinden Hamdi Koç çevirisi ile
“Gurur ve Önyargı” adıyla yayımlanan ki-
tabın Türk diline kazan-
dırılmasını Türkiye’nin ef-
sanevi Milli Eğitim Baka-
nı, Hasan Ali Yücel, dün-
ya klasiklerinin Türkçe-
de yayımlanma hamlesiy-
le sağlamıştı.
1946 “Gurur ve Önyargı”
adlı bir kitabın Hasan Ali
Yücel zamanının yayını
olmasına şaşmamalıyız.
Bu dönemi suçlayanla-
rın okullarımızda okutu-
lan bir çok dünya klasiği-
ne açtığı savaş ortada.
John Steinbeck ve Jose
Mauro de Vascocelos’un
kitaplarına soruşturulma açanlar hiç değilse
bir Jane Austen romanı okusalardı, şu ya-
zılanlar acaba kulaklarına küpe kalıp biraz
daha bilinçli ve duyarlı insanlar olurlar
mıydı?
“Bir beyfendi ya da hanımefendi, iyi bir
roman okumaktan keyif almıyorlarsa, on-
lar çekilmez derecede aptal olmalılar.”
“Sinirli insanlar, bilge olamazlar.”
“Kibir ve gurur değişik şeyler, genelde
aynı anlamda kullanılsalar bile. Kibirli ol-
madan gururlu olunabilir. Gurur kendimiz
hakkında düşündüğümüzle, kibir başkala-
rının bizim hakkımızda düşündükleri ile il-
gilidir.”
“Ne söylediğimiz ve düşündüğümüz
değil ne yaptığımız bizim kim olduğumu-
zu belirler.”
8Aydınlık KİTAP
“Gurur ve Önyarg�” adl� bir kitab�n Hasan Ali Yücelzaman�n�n yay�n� olmas�na �a�mamal�y�z. Bu dönemisuçlayanlar�n okullar�m�zda okutulan bir çok dünya
klasi�ine açt��� sava� ortada
‘Gurur ve Önyargı’ikiyüz yaşında
‘Gurur ve Önyargı’ikiyüz yaşında
MUSTAFA MERSİNOĞLU
Gurur ve Önyargı,Jane Austen,
İş Bankası Kültür Yayınları,Çev: Hamdi Koç, 424 s.
“A�k ve Gurur” filminden bir sahne“A�k ve Gurur” filminden bir sahne
22 MART 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAPBABİL BALIĞI
Polisiye türü (crime fiction), ülkemizde
de çok okunan, göz önünde olmayı başara-
bilen bir türdür. Esas olarak pek çok alt türü
barındıran türün, ülkemizdeki incelemele-
rinde, alt tür farkı gözetmeksizin genel geçer
“polisiye” adı ile anılır. Hâlbuki alt türlerinin
birbirinden farklı yazım biçimleri, izlekleri,
kurgu yöntemleri bulunur. Eğer on beş yıl ön-
cesi için yazınımızın incelemeleri söz konu-
su olsaydı, sadece “polisiye” terimini kul-
lanmak, türü incelemek için yeterli görüle-
bilirdi. Ancak son on beş yılda tür üzerinde
yazarlarımızın yükseltmiş olduğu ve gurur du-
yulacak hale gelen çıta, incelemeler anla-
mında da alt türlere bölünmeleri de gerek-
li kılar hale geliyor. Tür ayrımlarına yönelik
konu uzun olacağından, şimdilik bir virgül ko-
yalım.
POL�S�YE YAZINIMIZSon on beş yıl içerisinde polisiye türünde
yazarlarımızın ne kadar başarılı durumlara
geldiğini, ne kadar yetenek-
li yazarların yetiştiğini anla-
mak için, herhangi bir ki-
tapçıda vakit geçirip oku-
run eğilimlerini gözlemle-
meniz yeterli. Artık öyle bir
noktadayız ki üzerinde rek-
lâm bombardımanı bulun-
mayan polisiye yazarlarımı-
za dahi, türün okuru tara-
fından bir eğilim söz konusu.
Artık okur, çoğunlukla poli-
siye söz konusu olunca bir
tercüme eser yerine, Türk ya-
zarlarına yöneliyor. Bu ibre
değişiminin oluşumunda gu-
rur kaynağımız sayabilece-
ğim, polisiye yazarlarımızın
yazdıkları türe ve yazınlarına
bakış açılarının ne kadar etkili olduğunu, el-
bette yetenekleriyle birlikte belirtmemek ol-
maz. Başarılarındaki ve beğenilmelerinde-
ki nedenlerin başında, yazınlarında edebi
züppelikten özellikle uzak durarak bize ait
kurgular, bizleri anlatan öyküler yazmala-
rı geldiğinin altını çizmemiz gerekiyor. Ya-
zın yetenekleri içerisinde de sayabileceğimiz,
türden, okurun ne bekleyebileceğine yönelik
uğraşılarının ve yaratımlarının karşılık bu-
luyor olması da oldukça sevindirici. Özel-
likle türün yazınında en zor süreç kabul edi-
lebilecek, “kendi kahramanlarını oluşturma”
bağlamında da kalıpların ötesine çıktıkla-
rını, okurların aklına kazınabilecek karak-
terler yarattıklarını gözlemliyoruz. Hatta bu
konuda daha zor olan, bir anti-kahraman
ana karakter yaratmayı, okura sevdirmeyi,
gerçeğe uygun kılmayı dahi başardıklarını
görüyoruz. Polisiye yazınımız için şu an bel-
ki küçük bir eleştiri olarak
yazarlarımızın baş düş-
man ve kötü karakter ya-
ratımlarının bir nebze ba-
şarısızlıkla karşı karşıya ol-
duğunu, kötü/şeytani ka-
rakterlerin iç dünyalarına
girmekte, kahramanları
kadar başarılı olmadık-
larını söylememiz müm-
kün. Özellikle polisiyede
kahraman karakterleri-
nin kalıcılığının da karşı-
larındaki düşmanın ne
kadar iyi kurgulanmış ol-
duğuyla yakından ilişkili olduğunu hatırla-
talım.
B�R SER� DAHA OLUR MU?Polisiye yazınımızdaki bütün bu geliş-
meler ve yükselen çıta, bu türde yeni, dikkat
çekici eserleri vermeyi de daha zor hale ge-
tiriyor şüphesiz. Daha önce iki kitabı (“Be-
yoğlu’nda Balıkların Ayak Sesleri” ve “Mu-
habbet Kuşuna Ağıt”) bulunan Demir To-
ros’un dikkat çeken yeni romanı “Akrep Yu-
vası” da yükselen çıtanın üstünden atlama-
yı başarıyor ve birkaç santim de ekleyiveri-
yor. Polisiye türündeki romanın ana karak-
teri Kamuran Teğmen, bir Kıbrıs gazisi. Oğ-
lunu hunharca bir cinayette kaybetmesiyle
başlayan kurgu, tesadüfen karşılaşacağı so-
kak çocuklarıyla, oğluna çok benzettiği bir so-
kak çocuğunun da aynı seri katil tarafından
öldürülmesiyle, katilin izine düşüşüyle ve bek-
lenmedik daha büyük bir entrikanın keşfiy-
le devam ediyor. Öncelikle yazarın, karak-
terlerini özenle, bir yerlerde nefes aldıkları-
na inandırırcasına kurguladığını, etraflarına
ördüğü detayların metnin altına da anlam kat-
tığını söyleyebiliriz. Özellikle yazar, elinizden
tutup sizi sokak çocuklarının dünyasına ge-
tirdiğinde, elinizi bir anda bırakacak ve za-
man zaman üşümenize, şehrin bunaltıcı ka-
ranlığında hata yapmanızı bekleyen, soğuk
dünyaya bakan sıcak ampullerden gözlerini,
üzerinizde hissetmenize neden olacaktır.
Elbette bir yandan sokak çocuklarına yöne-
lik her gün kaybedilmekte olan bir vicdanı ye-
niden alevlendirmeye yönelik olarak da
karşımıza çıkacak olan bu katmanın üzerinde
fazla durmak istemiyor, bunun keşfini oku-
ra bırakıyorum. Malumunuz, özellikle ince-
leme ve tanıtım yazılarında vicdani unsurla-
rın çok açık edilmesi ve tekrarlanması, rek-
lamlarla kirletilen bir kuşağı artık ajitasyon
ve gerçek arasında paranoyak bir hale ge-
tirdiği için, kitaptaki bazı doneleri hak et-
mediği şekilde “dudak bükme” ile karşı
karşıya bırakmak istemem. Demir Toros’un
karakter yaratımında özellikle çarpıcı olan ve-
riler çevresinde romanı okurken sürekli ak-
lımdan geçen şey, Kamuran Teğmen ana ka-
rakterinin romanın sonunda bir başka kita-
ba ve maceraya mahal vermeyecek şekilde
önünün tıkanılmamasına dair dileklerimdi.
Şükür ki bir devamı kısmen ve gizlice işaret
eden bir sonla karşılaşmaktan ötürü mutlu-
yum. Çünkü Kamuran Teğmen, okurun se-
vip bir başka macerasını okumak isteyeceği
denli özenle yaratılmış, “kahraman” karak-
ter için oldukça güzel bir örnek teşkil edi-
yordu. Elbette bir polisiye romandan bek-
leneceği üzere, sizi sayfayı okumaya zorlayan,
bir sonraki sayfayı merakla beklemenize
yol açan bir tempodan, okurun aklını şüphe
ve ihtimallerle meşgul eden bir yazın gele-
neğinden romanda ziyadesiyle bulunduğu-
nu, yazarın Türk dilini kullanmada titiz dav-
randığını, taklit tasvirlerden uzak durmaya
özen gösterdiğini de belirtelim (özellikle “aç-
lık” üzerine bir mecazına vuruldum). Öy-
künün dönem koşulları ve ince detayların
(bkz. özellikle Amerikan hayranlığının baş-
langıcı) romanın içerisine serpiştirilmesinden
de bütünsel bir lezzet açığa çıkıyor. Öykünün
çevresindeki atmosferi yansıtmak için şiddet
tasvirlerinden geri durmadığını, zaman za-
man kitaba ara vermek zorunda bırakan yo-
ğunlukta bulunduğunu da yazınının olumlu
yönlerinden biri olarak belirtelim. Değindi-
ğimiz üzere genel anlamda polisiye yazını-
mızda baş düşman yaratımlarındaki eksik-
liklerin üstesinden ise kısmen geliyor Demir
Toros. Sadece bir canavar yaratmayıp, ca-
navarın içinden bakmamıza da olanak sağ-
lıyor. Ancak bunun kısa tutulması ve cana-
varın başkalaşımındaki psiko-faktörlere de-
tayla değinmek yerine, nedenden doğruca so-
nucuna atlanması bu konudaki eksikliğin üs-
tesinden tamamen kalkılması yönündeki
hevesimizi kursağımızda bırakıyor.
Polisiye yazınımızda kazandığımız bu yeni
soluğu da fark etmeniz ve haftaya görüşmek
dileğiyle…
M. SALİH KURTmustafa.salih.kurt@gmail.com
Çıta yükseliyor
Akrep Yuvası, Demir Toros,
Remzi Kitabevi, 367 s.
İş bölümünün bu denli yoğunlaştığı ça-
ğımızda, aşırı uzmanlaşmanın ya da Melih
Baş’ın deyimiyle “azmanlaşmanın” böyle-
sine arttığı bir çağda felsefe, sosyal antro-
poloji ve siyaset bilimi alanlarının tümün-
de birden yetkin ürünler veren birisi olsa
olsa bir istisnadır. Bu istisnai figürlerden
olan Ernest Gellner’in, “Milliyetçiliğe Bak-
mak; Müslüman Toplum; Uluslar ve Ulus-
çuluk; Postmodernizm, İslam ve Us” adlı
eserlerinden sonra ölümünden ardından
oğlu David Gellner tarafından derlenen ya-
zılarından oluşan “Dil ve Yalnızlık” adlı ese-
ri de Türkçeye kazandırıldı.
AYKIRILI�IN �K� B�Ç�M�Gellner farklı konulardaki görüşle-
rinden bağımsız olarak çağımızın aykırı
düşünürlerinden biriydi. Egemen yahut
olağan düşüncelere karşıtlık biçimindeki
aykırılıktan bahsetmiyoruz.
Gellner, daha ziyade, bir dü-
şünür tipi olarak çağımıza ay-
kırı düşmektedir yoksa ege-
men düşüncelerle ilişkisi bakı-
mından düpedüz sıradan bir
düşünürdür. Rönesans devri-
nin insanı, homo universalis
(çok yönlü, hemen her alanı ku-
caklayan) ya da çağımızın Ame-
rikan terimleriyle söylersek
polymath, birçok alanda bilgi-
li, olarak düşünüldüğünde ay-
kırılığın en çok yakıştığı düşü-
nürlerden biri Gellner’dir.
Gellner’in yaşamı boyunca
içinde bulunduğu mekanlar
düşünüldüğünde bir homo uni-
versalis olmasının nedenleri
kolayca anlaşılabilecektir. Gellner, her iki
taraftan da seküler, Almanca konuşan Ya-
hudi bir aileden geliyordu, Paris doğum-
luydu fakat Prag’da büyüdü. İkinci Dün-
ya Savaşı’nda Çek askeri birliğine katıldı.
Sonrasında İngiltere’ye göç ederek Oxford
Üniversitesi, Balliol College’da eğitim gör-
dü. Edinburgh’ta felsefe öğretmenliği
yaptı, LSE’de Sosyoloji Bölümü’nde ça-
lıştı, Cambridge Üniversitesi’nin Sosyo-
loji Bölümü’nde felsefe profesörü olarak
görev yaptı. Emekliliğinden sonra Prag’da,
Central European University çalışmaya
başladı. Burada, Milliyetçilik Araştırma-
ları Merkezi’ni kurdu ve yönetti.
Gellner, Oxford Üniversitesi’ndey-
ken Wittgensteincılığın ve genel olarak dil
felsefesinin etkisinde
kaldı. Sonraki yıllar-
da, özellikle de sosyal
antropolojinin kuru-
cularından Mali-
nowski’den etkilen-
mesiyle birlikte Ox-
ford dil felsefesine
olan eleştirilerini
açıkça dile getirmeye
başladı ve “Words
and Things” (Söz-
cükler ve Şeyler) adlı
eseri yayımlandı.
Gelgelelim, Gell-
ner Oxford dil felse-
fesinin etkisi altında
kalması sonucunda
ürünler verdiği alan-
larda felsefeyi etkili bir şekilde kullana-
bilmiştir. Dolayısıyla, Gellner söz konu-
su kitabı yazmasından önceki dönemden
güçlenerek çıkmış ve adını geniş çevrelere
duyurmuştur. “Dil ve Yalnızlık”ta ise
Wittgenstein’ın ikinci dönemindeki dil fel-
sefesiyle çeşitli kültürleri ve kültürel pa-
radigmaları saha çalışmalarıyla (etno-
grafik çalışmaları işin içine katarak) ele
alan Malinowski’nin sosyal antropolojisi
ekseninde yaşamında ele aldığı hemen her
konuya daha genel bir bakış atıyor. Kitap,
oğul Gellner’in bölümlemesiyle beş bö-
lümden oluşuyor: 1- Habsburg İkilemi; 2-
Wittgenstein; 3- Malinowski; 4- Etkiler;
5- Sonuçlar.
“Dil ve Yalnızlık”, esasında Gell-
ner’in felsefi duruşunun bir özetidir.
Gellner’in siyasete bakışı da bu özette giz-
lidir. Gellner’e göre “bilgi ve hatta insan,
toplum ve diğer şeylerle ilgili [iki temel]
görüş vardır” (s. 265). Bu ikilik bir ku-
tupsallık olarak düşünülebilir. Bir renk
skalasının iki aşırı ucu olarak düşünül-
düğünde söz konusu karşıtlığın bir ucun-
da “atomcu bireycilik” diğer ucundaysa
“romantik organikçilik” bulunur. Gell-
ner’in kendi ifadeleriyle birincisini “Cru-
soe Modeli”, ikincisini ise “Romantizm”
olarak adlandırabiliriz. Gellner’in ayrımı
sağduyuya uygun görünse de ortaya koy-
duğu bu karşıtlık üçüncü şıkkın (sosya-
lizmin) olanaksızlığını göstermek için
kurulmuştur. Diğer bir deyişle bireyi sil-
meyen bir toplumsallığa (bize göre sos-
yalizmden komünizme ilerleyen sürecin
hedefi) kapı aralamamak amacıyla yu-
karıdaki iki uç hiçbir zaman tam anlamıyla
gerçekleşemeyen birer karikatür olarak
sunulmuştur. Dolayısıyla, Gellner’in fel-
sefesinde gerçekle hakim ideolojinin inşa
ettiği sözde gerçek; doğru ile yanlış bir-
birine karışmıştır (gerçi her felsefede
böylesi bir karışıklık şu veya bu ölçüde bu-
lunur. Ancak Gellner’deki durumun bu
karışıklığın açıkça bilinçli bir biçimde
yapılmasıdır). Bunu birer örnekle göste-
rip yorumu sizlere bırakalım:
Doğru: [Kültürel göreliliğe dayalı
gerçeklik kavrayışından söz edili-
yor]”Görecelilik saçmalıktır. Tüm bilişsel
tarzların eşit olması söz konusu değildir.
Bunun böyle olmasını arzu edebiliriz ya
da etmeyebiliriz, ama durum öyle değil-
dir. Bir bilişsel tarzın teknolojik üstünlü-
ğü dünyayı ve toplumsal oyunun kural-
larını dönüştürdü. İçinde yaşadığımız
gerçek dünya için bir kılavuz olarak aksi
varsayımı temel alan bir felsefe mantık dı-
şıdır.” (s. 271).
Eğri: “Rakip görüşü, romantik ko-
münalizmi, yani bilginin ve esas itibarıy-
la diğer her şeyin bir takım oyunu oldu-
ğu doktrinini düşününce, yalıtılmış birey
hastalıklı bir soyutlamadan ibarettir...
Gemeinschaft, artık belli bir tür Ge-
sellschaft, yani modern şovenist ulus-
devlet ideolojisiydi... Romantizm; yeni-
lerini edinmiş olsa da tarımsal değerlerin
eski işlevlerini kaybetmiş olduğu tarım
sonrası bağlamlarda tarımsal değerlerin
(saldırganlık, mertlik, sınıf anlayışı, siya-
si ve dini liderliğe sorgusuz sadakat, akıl
yerine teamüllerden ve arzulardan il-
ham alan yönetim) yeniden onaylanma-
sıdır.” (ss. 270-271).
G�ZL� VE AÇIK ANT�-KOMÜN�ZM
Felsefede Popper’ın kimi zaman üstü
örtülü olarak kimi zamansa açık bir bi-
çimde diyalektiği ve Marksist/Bilimsel Sos-
yalist düşünceyi hedef aldığı gibi Popper’a
felsefi açıdan yakın duran Gellner’in de
benzer bir tavrı gösterdiği söylenebilir.
Plough, Sword and Book (1988) (bu ki-
tap Kabalcı Yayınları tarafından Saban,
Kılıç ve Kitap adıyla yayımlanacaktır) adlı
eserinde tarih felsefesi üzerine eğilen
yazar, tarihsel materyalizmin karşısında
durmakta; 1994’te yazdığı “Conditions of
Liberty” adlı eserinde sosyalizmin “çö-
küşü”nü açıklamaktadır. Bu iki kitaptan
çıkarılabilecek komünizm karşıtlığını en-
telektüel bir tutum olarak değerlendire-
biliriz. Ancak 1993’te Prag’a dönüp de So-
ros tarafından fonlanan Milliyetçilik
Araştırmaları Merkezi’ni kurması, Gell-
ner’in tutumunun entelektüelliğin çok öte-
sinde olduğunu göstermektedir. Söz ko-
nusu Merkez küreselleşmenin ateşli bir
destekçisi, ulus-devletlere karşıtlığın ideo-
lojik karargahı olarak işlemeye devam et-
mektedir.
CENK ÖZDAĞozdagcenk@hotmail.com
Dil ve Yalnızlık, ErnestGellner, Kabalcı Yayınevi,Çev: G. Aysu Oğuz, 290 s.
22 MART 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Sistemin ‘Aykırı’ Adamı:Ernest Gellner
Sistemin ‘Aykırı’ Adamı:Ernest Gellner
Gellner'in felsefesinde gerçekle hakim ideolojinin in�a etti�i sözde gerçek; do�ru ile yanl��birbirine kar��m��t�r. Gerçi her felsefede böylesi bir kar���kl�k �u veya bu ölçüde bulunur. Ancak
Gellner'deki durumun bu kar���kl���n aç�kça bilinçli bir biçimde yap�lmas�d�r
Gellner, daha ziyade, bir dü�ünür tipi olarak ça��m�za ayk�r� dü�mektedir yoksa egemendü�üncelerle ili�kisi bak�m�ndan düpedüz s�radan bir dü�ünürdür
Ernest Gellner
Herta Müller’in “Tek Bacaklı Yolcu” ki-
tabı Siren Yayınları’ndan çıktı. Ki-
tabın ana karakteri İrene’yi hat-
ta belki kitabı anlamak için Italo
Calvino’nun “Görünmez Kent-
ler” kitabındaki bir paragrafa
bakmak her şeyi kolaylaştırır.
“Ortasında durup bakıldı-
ğında başka bir kent olacak na-
sılsa. Irene uzaktan bakılan, yak-
laşıldığında değişen bir kent adı-
dır. Kent girmeden geçen için baş-
ka, ona yakalanan ve bir daha çı-
kamayan için başkadır; biri ilk kez
geldiğin, diğeri dönmemek üze-
re terk ettiğin kenttir; her birine
farklı bir ad verilmeli; belki Ire-
ne’den başka adlarla söz ettim
daha önce, belki de sadece Ire-
ne’den söz ettim.”
Nobel Edebiyat Ödülü 2009 yılında
Herta Müller’e verildiğinde, günümüzde
çağdaş edebiyatın en önemli yazarlarından
biri sayılan Müller, ülkesi Almanya’da dahi
pek tanınmayan bir yazardı. Politik olarak
hem sağ hem de sol tarafından takdirle kar-
şılanan bu haber kısa bir süre sonra çok sor-
gulandı. Nitekim savaş sürgünü Almanların
yazarı olarak tanımlanan Müller’in Çavu-
şevsku yönetimindeki komünist Roman-
ya’da kalan Alman azınlıkların komünizmin
insanlık dışı yanını anlattığı romanları bir yan-
dan da savaşta ve sonrasında acı çeken sür-
güne gönderilen Almanlar da vardı, deme-
si Müller’e bakışta değişimler yarattı. Gelen
tepkiler Müller’in Hitler faşizmini görmez-
den geldiği ve öfkesini bundan sonra kuru-
lan sosyalist rejime yönelttiği fakat temel çı-
kış noktasını kaçırdığı yönünde oldu. Öyle ki
bu yaşanılan sürgünün, kendisinin de dahil
olduğu Banat Almanları’nın faşizme destek
olması sebebiyle gerçekleştiği durumu var.
Şüphesiz ki burada babasının seçimleri ne-
deniyle cezalandırılması değil söz konusu
olan, çıkış noktasını es geçmesi.
Nobel Edebiyat Ödülü’nün 2009 yılında
neden Herta Müller’e ve-
rildiği sorusuna verilen tüm
bu politik cevaplar ise yine
cümlenin öznesini es geçer
şekilde aslında ‘Edebiyat’!
Nitekim ödül verilirken de
vurgulanan; şiirinin yoğun-
luğu ve düzyazısının içten-
liği; işte bu Herta Müller’in
“Tek Bacaklı Yolcu”sun-
dan bahsederken çıkış nok-
tası olacak, romanı oku-
duktan sonra ise varış.
“Tek Bacaklı Yolcu”
Herta Müller’in Alman-
ya’da kaleme aldığı ilk ro-
man; diğer tüm romanları
gibi otobiyografik öğeler ta-
şıyor, Irene isimli karakterinin “o ülke” de-
diği Romanya’dan ayrılıp, gurbette yalnızlı-
ğı, yabancılığı, öteki olmasını yazar kendine
has üslubuyla anlatıyor. Herta Müller’de bi-
çim soyut, kelime seçimleri çok özenli, kısa
cümlelerinin oluşturduğu dar paragrafları
sade, metin soyut fakat doğrudan ve vurucu.
Herta Müller hikayelerinde, toplum tara-
fından nesnelere yüklenen anlamlar değişti-
rilir ve bu vesileyle her gün yaşanan ve insa-
nı neredeyse robotlaştıran tekdüzeliğe kar-
şı sert bir eleştiri yapılır. Bu romanda da bu
anlam değişimleri ile yazılmış cümleler, pa-
ragraflar ilgi çekici ve özel.
“Franz sana yazarken duraksıyorum.
İnsanı miskinleştiren bir özlem bu. Elim uyu-
şuyor, şu anda, sana yazarken. İrene kağıdı
katladı ve adamı içine yerleştirdi.”
“İrene güldü, ensesini adamın elinden
çekti.”
Yazarın şiirsel dili, doğrudanlığı, sami-
miyeti “Tek Bacaklı Yolcu”yu okuduğu-
nuzda sizi de etkileyecek.
11Aydınlık KİTAP
Herta Müllerhikayelerinde,
toplum taraf�ndannesnelere yüklenenanlamlar de�i�tirilirve bu vesileyle her
gün ya�anan veinsan� neredeyse
robotla�t�rantekdüzeli�e
kar�� sert bir ele�tiri yap�l�r
Herta Müllerhikayelerinde,
toplum taraf�ndannesnelere yüklenenanlamlar de�i�tirilirve bu vesileyle her
gün ya�anan veinsan� neredeyse
robotla�t�rantekdüzeli�e
kar�� sert bir ele�tiri yap�l�r
YabancıYabancı
DİLAN ÖZTÜRKdilanozturk@gmail.com
Tek Bacaklı Yolcu, Herta Müller,
Siren Yayınları, Çev: Çağlar Tanyeri, 158 s.
Törenin coğrafyası var mı Daha kaç kad�n kendini ate�e vermeli ya�muru beklerken? Cumhuriyetin anayasas� delikde�ikken törenin hala i�liyor olmas�na hay�flanmakla kalacaksan�z, bu kitab� hiç okumay�n
daha iyi. Zira o kad�nlar�n ac�nmaya de�il, insan� yakan bu ate�i söndürecek ya�murunyarat�lmas�na ihtiyac� var
22 MART 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP
Güneydoğu’yu, en iyi bilen birinin ağ-
zından dinlemek gerekirse, şimdiki za-
manlarda onların en usta adlarından biri,
belki de birincisi olan Mehmet Faraç’a ku-
lak vermek gerekir. Çocukluğu Urfa’nın
“Kötüler Mahallesi”nde geçmiş olan Meh-
met Faraç Fikret Otyam’ın, Yaşar Ke-
mal’in, Bekir Yıldız’ın büyük anlatıcılar ge-
leneğinin sürdürücüsüdür.
O nehre dışından bakarak değil de ıs-
lanarak anlatanlardan. Umudu, umutsuz-
luğu, yaşamı ve “yaşamsızlığı” bazen gül-
dürerek, bazen de hüzünlendirerek anlat-
tığı Güneydoğu hikayeleri aslında, yöreye
dair hikayeler olmanın ötesinde “bizim
gerçeğimizin” İstanbul’da, Tekirdağ’da,
Manisa’da, Ordu’da, Adana’da... bütüncül
bir gerçek olduğuna dair gözlerimizi açıyor.
Gorki “Acı” demektir...
Faraç ne demek pekiyi?
Daha mı az acı, daha mı az öfke, daha
mı az hüzün ve daha mı az umut?
Bunu ancak iç burkan, o sevdalara, öf-
keye, birbirimizi kardeş bilmemizin zo-
runluluğuna tutanak oluşturan iki kitabını
okuduğumuzda anlıyoruz ve adlandırıyo-
ruz...
Mehmet Faraç’ın alabildiğine şaşırtıcı
hikayelerle dolu bu coğrafyayı, alabildiğine
yalınlıkla yazdığı, yani anlattığı iki kitap Kay-
nak Yayınları’ndan çıktı: “Akrep Zamanı”
ve “Yağmur Bekleyen Kadınlar”
“Akrep Zamanı”nda Mehmet Faraç,
çocukluğunun geçtiği Kötüler Mahalle-
si’ni anlatıyor bize önce. Mahalle kaçakçı-
ların kurduğu, kaçakçıları barındıran bir
mahalle. Faraç’ın babası da kaçakçı. Öyle
bir çocukluk ki, Suriye sınırında babasının
edindiği malları satar Faraç. O çocukların
babaları mayın tarlalarında ecel terleri dö-
kerler, o babaların çocukları akrep avcılığı
yaparlar.
Ayrışmanın henüz başlayış düdüğü ça-
lınmamıştır. Daha sonra kaçakçı, terörist ya
da ihbarcı haline gelecek olan bu insanlar
bu seçimleri yapmak zorunda kalacakları-
nı nereden bilebilirlerdi? Teröre ve devle-
te ufak dokundurmaları da Faraç’ın satır
aralarında görebiliyoruz.
Faraç, “Kötüler Mahallesi” nin ironik
yönünü açığa çıkardığında ise bizim de bi-
lincimizde başka bir şey aydınlanıyor. Kö-
tüler Mahallesi’nin tarihi; Mezopotam-
ya’da, söylenceler kenti Urfa da, Neolotik
Çağ’dan kalma binlerce mağaranın orta-
sında, sırtını Edessa Kralı Abgar’ın meza-
rına, Nemrut’un tahtı diye bilinen “Deyr-
Yakup Manastırı”nın kalıntılarına, Hazre-
ti Eyüb’ün “Sabır Mağarası” na, Ehber (Ab-
gar) Dağı’na ve “Çardak Manastırı”na da-
yanmakta. Bu soylu mahallenin uzun zaman
sonra bir “kötülük” teması barındırması bü-
yük ironi, belki de Türkiye’nin ironisi.
Kitapta bireysel yaşam hikayeleri, Urfa
insanının sıcak kanlılığı,cızlavet lastik ayak-
kabının serüvenininin İsveç’e nasıl dayan-
dığı, kullıke kuhıke’nin şifası gibi şeyleri oku-
duğunuz zaman Mezopotamya’nın tarihi-
ne dair oldukça farklı şeyler öğreneceksi-
niz.
Ve gülümsemek pas geçilmiyor kitap-
ta. Kaçakçıların Avrupa’dan Suriye pazarına
gönderdikleri lüks tekstil ürünlerini teslimat
sırasında aşırmaları en büyük faaliyetle-
rinden birini oluşturuyor. Kötüler Mahal-
lesi’nde yoksulluk elbette baki ama mahalle
sakinlerinin hepsi marka kıyafet giyiyor.
Ama gene de onları yansıtan esas şey cız-
lavet oluyor. Cızlavet’in ne olduğuysa kita-
bın içinde okurları bekliyor.
Törenin kurşunu, bıçağı, ipi vs.,
onu yaşatan koşullar yok edilme-
dikçe tükenmek bilmeyecek. Peki
o koşullar nasıl tükenir? “Yağmur
Bekleyen Kadınlar” adlı kitabı
hakkında sorular yönelttiğimiz
yazar Mehmet Faraç, sorunun
çözümü için eğitim ve kadının
bireyselleşmesi gerektiğini ifade
ediyor. Faraç’a göre, batıya göç de
töreyi değiştirmiyor çünkü feo-
dalite de büyük kente gelen denk-
lerle birlikte taşınıyor.
Peki Urfalı gazeteci Faraç’ın
kendisinin töreden canı hiç yanmış
mı? Faraç yanıtında “Doğuda;
feodaliteden, töreden canı yan-
mayan çok az insan vardır. Bir tra-
fik kazasında bile aşiret gücünü
bulabilirsiniz” dedi. Gerisini de
kendisinden dinleyelim.
Kitapta “Bir gün yolun dü-şerse” diye anlattığınız bir Doğuvar. Hemen ardından “alfabesikaos olan bir coğrafya” çiziyor-
sunuz. Yer verdiğiniz bu “çeliş-ki”leri, birkaç yerde “Doğu’nungizemi” diye ifade ediyorsunuz.Böyle bir gizem var mı gerçekten?
Güneydoğu; yoksulluk, geri
kalmışlık cehalet ve feodalite kıs-
kacında zaman zaman kaotik bir
manzara yansıtsa da, aslında tarihi
ve kültürel dokusuna saklanmış gi-
zemi her zaman dikkat çekicidir.
Zaten o coğrafyayı gizemli kılan
da içinde barındırdığı çelişkiler-
dir... Yağmur Bekleyen Kadınlar
kitabının girişindeki Doğu tasviri
de, aslında terörün yarattığı kaos
nedeniyle gizemi bir tarafa atılan
Güneydoğu’nun insana yönelik
kucaklayıcı yanını anlatıyor. Terör,
geri kalmışlık ve feodalitenin ağı-
lık-töre ikilemi etkin olsa da, Gü-
neydoğu insanı kökeni binlerce yıl
öncesine dayanan bir konukse-
verliği halen yaşatmaktadır... Mır-
ra tadındaki bu konukseverliktir
bu... Kırk yıl hatırı olan... Kitabın
girişindeki Doğu tarifiyle şunu
anlatmak istedim ben; bir gün
yolunuz Güneydoğu’ya düşerse
orada rengarenk bir kültürü, in-
sanın sıcaklığını ve kardeşlik ba-
ğını da görürsünüz. Güneydoğu
korkutmasın kimseyi... Çünkü
bölgenin gizemi; insan-tarih ve
kültür-doğa harmanında canlılı-
ğını koruyor.
Töre karşısında kendini ateşeveren ve o ateşin sönmesi için yağ-mura ihtiyacı olan kadın gerçeğiçıkıyor karşımıza. Bu gerçek na-sıl değiştirilebilir?
Ben kitapta “yağmur” ironisi-
ni öne çıkartırken kadının aslında
çığlığını duyurmak da istedim. O
bölgede intihar eden, intihara
zorlanan, öldürülen ve ya da öl-
dürülmek istenen kadınlar, töre-
nin kanlı yüzünü gösterenlere
karşı bir kurtarıcı beklediler hep...
“Yağmur” betimlemesini bu yüz-
den kullandım. Töresel şiddetin
ateşi artık söndürülsün diye... Me-
zopotamya coğrafyasında töre
baskısı yüzünden kendini yakan
kadınlar artık töre ateşini söndü-
recek bir kurtarıcı bekliyorlar
çünkü... Bunun ancak eğitim ve
kadının bireyselleşmesi konusun-
daki çabalarla yaşanabileceğini
DAMLA YAZICI
KAPAK
Akreplerin yelkovanı kovaladığı hikayeler
SEZA ÖZDEMİRsezaozdemir@gmail.com
düşünüyorum.
YASALAR VE SI�INMAEVLER�
Töre cinayetlerinin en yoğun yaşan-dığı bölge, Doğu ve Güneydoğu ama onuçözebilecek güç, batıdaki kentlileriniradesinde mi?
Aslında Doğu kadını yalnız... Devlet
göstermelik yasalar ve sığınma evleriy-
le kadının üzerindeki baskıyı ve şiddeti
azaltamaz. On yıl öncesine kadar Batı
kentlerinde de töreye karşı ne yazık ki bir
duyarsızlık hakimdi. Ancak göç eden feo-
dalite, törenin şiddetiyle batı kentlerin-
de de kadını vurmaya başlayınca ka-
muoyu oluştu. Son on yılda İstanbul gibi
kentlerde işlenen kadın cinayetleri, ken-
tli kadını daha duyarlı hale getirdi. Med-
yanın duyarlılığı da kötü törelere karşı bir
sosyal direnç yarattı.
Eskişehir’de öğretmenlik okuyan yada Almanya’da yaşayan kızlar da hika-yeler arasında. Anayasanın bile değiş-tirildiği bir memlekette; sözlü hukukun(geri kalmış hukukun tabii ki) hala ge-çerli olabilmesi ve bu kadar farklı ko-şullara rağmen uygulanabilmesi nasılmümkün oluyor sizce?
Törenin coğrafyası ne yazık ki yok...
Göç eden feodalite kendi kurallarını da
beraberinde götürüyor. İstanbul gibi
metropoller ya da Almanya, Fransa hiç
fark etmiyor. Çünkü töreyi kültür yara-
tıyor. Nereye göç ederse etsin ve Batı kül-
türüne entegre olamayan yaşam biçim-
leri, töre kurallarından soyutlanamıyor.
Unutulmasın ki, Doğu insanı Batı’ya göç
ederken yalnızca yatağını-yorganını, sal-
çasını-tarhanasını götürmüyor; törenin
kara kitaplarını da denklerinin arasında
taşıyor. Koloni yaşamı da töreyi katılaş-
tırıyor ve özellikle kadınlar büyük kent-
lerde yaşarken de feodal çemberin dışı-
na çıkamıyor. Çıktıklarında ise karşıla-
rında törenin yasalarını buluyorlar.
Zor koşullarda büyüdüğünüzü oku-muştuk yazılarınızdan. Peki, töreden hiçcanınız yandı mı?
Evet çocukken kardeşlerimle birlik-
te zor koşullarda büyüdüm... Urfa’nın
Kötüler Mahallesi’nde, geçimini kaçak-
çılık yaparak sürdüren insanlar arasında
hayatın gerçekleriyle tanıştım. Benim ya-
zarlığımda, Urfa’daki yaşamımın derin
gözlemleri de çok etkili olmuştur. Bu yüz-
den Urfa benim kalemime lezzet kattı.
Bu yüzden de çok seviyorum Urfa’yı...
Töreye gelince... Doğuda; feodaliteden,
töreden canı yanmayan çok az insan var-
dır. Siz en küçük tartışmada, basit bir tra-
fik kazasında bile karşınızda aşiret gü-
cünü bulabilirsiniz. İnsanın yalnız olması
zaten feodalitenin karşısında canının
yanmasıdır. Ben bizzat çok önemli bir so-
run yaşamadım ama çocuğa, kadına yö-
nelik feodal baskının şiddetini sıklıkla
gözlemledim.
Hem unutulmasın ki, birçoğu Do-
ğu’daki terörizmi ve “törerizmi” anlatan
kitaplarımdan rahatsız olanlar da, yıl-
lardır zaten can yakmıyorlar mı?
22 MART 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAPKAPAK
İnsanoğlu ateşi bulmasıyla bugünün
uygarlığını kurmada ilk adımını atmış sa-
yılır. O günün koşullarından yola çıkan ku-
rallar koymuş; adetler, gelenekler za-
manla töreler, kanunlar yaratmış. Bunların
bazılarını değiştirmiş, bazılarını ise at-
mamış sırtından. Peki zamana uymayan
ateşler, sizi yakan bir şeye dönüştüyse ar-
tık, ne yapmalı? Siz olsanız aranıp tara-
nıp su bulmaya çalışmaz mısınız?
YA�MURU YARATMAK… Bugün hala sırtımızdan atamadığımız
bu ateşleri söndürmek için yağmuru ya-
ratamaz mıyız? Bunun için illa ki bizi mi
yakması gerek o ateşin?
Gazeteci Mehmet Faraç, bugünün
söndürülmemiş insan yakan ateş’leri kar-
şısında ‘kendini yakan kadınlar’ın hikâ-
yelerini kitaplaştırdı. Onlar, töre karşısında
çaresiz bırakılmışlıklarıyla bedenlerini
ve ruhlarını ateşe veriyor, bu ateşin sön-
mesi için ise yağmuru bekliyorlar. Peki ya
siz? Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Yağ-
mur Bekleyen Kadınlar” adlı kitabı oku-
yup, hala sadece ağlıyorsanız; bilin ki o
yağmuru yaratamadığınız için siz de suç-
lusunuz!
DO�U’NUN G�ZEM� M�? Faraç, okurunu Doğu’ya götürmeye
“Bir Gün Yolun Düşerse” diyerek başlı-
yor. Gidenleriniz varsa hüzünlü ama tat-
lı bir gülümsemeyle hatırlar kuşkusuz, git-
meyenleriniz ise ne yazık ki bugünün ön-
yargılarıyla başlayacaktır okumaya. O
yüzden Faraç’ın oranın insanından dem
vurduğu bu kısa Doğu panoraması ön-
yargıları kırmak için iyi bir başlangıç ola-
bilir. Çünkü Doğu’nun bugüne kadar
sistem içinden gösterilen çelişkilerle dolu
“gizemi”nin aslında gizem değil, bir ne-
den-sonuç ilişkisi olduğunu gösterecek ve-
rileri yakalayabilmek için önce bu ön-
yargılardan arınmak gerek bize kalırsa.
Faraç bu bölümü kapatırken şunları
söylüyor:“Hepimizin… Hem de şu kaos
döneminde çok ihtiyacı var buna…” İşte
bu sözleri kulağımıza küpe yapıp okumaya
devam edelim, çünkü hemen ardından ge-
lecek olan “Alfabesi Kaos Olan Coğraf-
ya!” başlıklı bölüm, suratımıza bir tokat
gibi çarpıyor. Bu kez aşiret, ağa, şıh, feo-
dalite, töre, yoksulluk,
zulüm, molotof, Apo,
Hizbullah, PKK, JİTEM,
faili meçhul, açlık, ka-
çakçılık, mayın tarlası,
kalaşnikof, roket, başlık
parası, berdel, kan da-
vası ve mezarsız ölüle-
rin diyarıyla karşı kar-
şıyasınız. Bu sözcük-
leri rastgele sıraladığı-
mızı düşünüyorsanız,
hala Doğu’nun “gi-
zem”inde takılı kal-
dınız demektir.
KAN VE A�K Faraç kadınlarla
ilgili hikâyelere geç-
meden bölgeden somut veriler su-
nuyor okura. Bunlara bir de aşka ilişkin
verileri ekliyor. Çok mu şaşırtıcı? Faraç’ın
kendi bile şaşmış alfabesini yukarıdaki söz-
cüklerle kurduğu bir diyarda hala “aşk”tan
söz eden kitaplar okunabilmesine, “Çok
merak ediyorum, sabah molotof sesiyle
uyanan, gece roket sesiyle yatan bir Hak-
kârili hangi psikolojiyle kendini aşk temalı
kitapların sayfaları arasına bırakabili-
yor?” diyor. Muhtemeldir ki o bile, Ana-
dolu’nun ötesindeki Batı’nın dayattığı
düşünme biçimlerinden alamamış ken-
dini. Oysa o en güzel aşk hikâyelerinin ya-
ratıldığı Mezopotamya değil midir orası?
Rakamlardan bir çıkabilsek daha neler
bulacağız o coğrafyada.
�NSANI YAKAN ATE��NK�TABI
Faraç, yörede görev yapmış bir ko-
mutanın ağzından aktardığı üç kelimeyle
aslında Doğu’nun sancılara nasıl meydan
olduğunu özetliyor: ağa, siyasetçi ve şıh. Ar-
dından sıra “Salname” adlı kitaba geliyor.
Salname, Urfa Valiliği’nin 1927 yılında ya-
yınladığı bir kitap. Bölgedeki aşiret temelli
örf ve adetlerin bir derlemesi, yani
“töre”nin kara kaplı kitabı. “Vay hem de
valilik!” demeyin hemen; Türk edebiya-
tında iz bırakan yazar Bekir Yıldız’ın,
“Yargılayan Zaman İçinde” adıyla kitap-
laşan öykü ve röpor-
tajlarında toprak re-
formu için Urfa’nın pi-
lot bölge seçilmesiyle
ilgili önemli tespitini ge-
tiriverin aklınıza. (Yıldız,
toprak reformunun ba-
şarılı olamaması için ade-
ta bilinçli olarak aşiretle-
rin en güçlü olduğu Har-
ran Ovası’nın pilot bölge
seçildiğini aktarıyordu.)
“Yağmur Bekleyen
Kadınlar”ı okurken Sal-
name’nin kurallarıyla sık
sık karşılaşacaksınız. As-
lında törenin yazılı kitaba
aktarılmış olması ne fark
eder? Cumhuriyetin yazılı
anayasasının uygulanmadığı,
delik deşik edildiği ve hatta yapısının de-
ğiştirilmeye çalışıldığı bugün; törenin hala
işliyor olması acı bir ironi mi? Ne derseniz
deyin; tek bir gerçek var ki “töre” denen bu
ateş, insanları yakmaya devam ediyor!
Kerkük’te evinin avlusunda bir tan
vakti kendini gaza bulayarak yakan Emi-
ne, tek başına söndürebilir miydi bu ate-
şi? Ya da babasının kaçırdığı kıza karşı-
lık berdel verilen Diyarbakırlı Ebru?
Peki ya, geride bırakmak istemediği için
üç çocuğuyla Fırat’ın sularına karışan Ce-
mile… İster Hakkâri’de ya da Almanya’da
yaşıyor olsun isterse Batı’da okuyor ya da
tek bir kişiye ait uçsuz bucaksız toprak-
larda koyun otlatıyor olsun; birçok çocuk,
kadın, genç kız ve de delikanlı o ateşe ye-
nik düşüyor. Sevdiğiyle kaçmak, berdel,
tecavüz, kan davasına dönüşen arazi hu-
sumetlerinin sonunda işlenen cinayetle-
rin maktulü de, tetikçisi de o törenin kur-
banı değil mi? Peki bunu değiştirecek güç
kimde?
ÇARPICI, GERÇEKH�KÂYELER
Faraç’ın kadın hikâyeleri, iyi bir ede-
biyatın öyküleri değil; gerçeğin kendisi.
Urfalı yazar, gazeteciliğiyle yıllardır top-
ladığı insan hikâyelerini Aydınlık gaze-
tesinde Cumartesi Öyküleri adıyla ya-
yınlıyordu. Doğu kadınlarının “kaderi” ha-
line getirilen törenin gerçek hikâyelerini
bu kitapta toplamış oldu. Onları oku-
duktan sonra, ola ki bir gün Doğu’ya gi-
dersiniz; nerede bir taşsız mezar görür-
seniz karşınızdakinin o kadınlardan biri
olabileceği gelecek aklınıza. Yazar ak-
tardığı tüm hikâyelerle bunu kazıyacak
belleğinize, unutmamacasına.
Peki ya sonra? Mardinlisi, Urfalısı,
Müslüman’ı ya da Yezidi’siyle herhangi bir
kadının yağmuru bekleyerek ateşe verdiği
beden ve ruhunu söndürecek bir yağmur
yaratılamaz mı? O gün gelene dek daha
kaç beden kendine kibrit çakmalı?
SEZA ÖZDEMİR
Bu kitabı okuyup sadeceağlayacaksan...
Bu kitabı okuyup sadeceağlayacaksan...
22 MART 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
ATEŞTEN HAYAT YARATAN ADAM:
Mahmut Esat BozkurtNail Topal Mahmut Esat Bozkurt’u bütün yönleriyle bir kez daha an�msat�yor, Cumhuriyet’in
ruhunu olu�turmu� bu devrimcilerin en seçkinlerinden birini, bir hem�ehrisi olarak anlat�rkengönül borcumuzu da ödemeye çal���yor
Mora’da Petras Başpiskoposu, Os-
manlı’ya başkaldırdığında tarih 25 Mart
1821’dir. 1822’de Yunanistan Osman-
lı’dan koparak bağımsızlığını ilan eder. Bu
süreç katliamların yoğun olarak yaşandığı
bir döneme denk düşer. Petras Patriği
Germanoss din adamlığı kimliği ile şoven
milliyetçi söylem ve eylemleriyle, kutsal
kitabı ve “Baba, Oğul, Kutsal Ruh”u
amaçlarına alet ederek başkaldırının to-
humlarını eker. Germenoss ektiği to-
humları Osmanlı kanı ile sular. Osman-
lı buna karşılık olarak, isyancı patriğin
uzun sakallı, ince gövdesini üç gün Mo-
ra’nın güney kapısında sallandırarak ya-
nıt verir. Bu adada yaşan pek çok Türk,
isyan sırasında yaşamını yitirir. İsyan
Çarlık Rusyası ve Avrupa devletlerince
gayri resmi bir biçimde desteklenir. Bu
destek daha sonra resmileşecektir. Na-
varin’deki Osmanlı yenilgisi sonrası Rus-
ya 1828’de, müttefik devletlerin de des-
teğini alarak savaşa girer. 1829’da Edir-
ne düşer. 1830’da Londra Konferansı top-
lanır.
O JÖNTÜRKLER K�…Dökülen kan ve çekilen acının içinde
Moralı Hacı Mahmutzade, yükte hafif,
pahada ağır nesi varsa, ata toprakların-
daki düzenini bozarak bir daha geri dön-
memek üzere yola çıkar. Geminin rota-
sı o dönem İzmir’in ilçesi olan Kuşada-
sı’nadır. Hacı Mahmutzade ailesinin ya-
şamı küçük bir liman kasabası olan Ku-
şadası’nda küçük esnaflık üzerine kuru-
lur, aile helvacılık yapar. Hacı Mahmut-
zade aynı kasabada şehremini de seçilir.
Hacı Mahmutzade Hasan İttihatçılığı
benimser. “Zirai İstihsalin Sermaye İm-
kânları” başlıklı raporunu İttihat ve Te-
rakki’nin İzmir Şubesi’nin talebi olarak
hazırlar. Eşi Mekkiye Hanım ona biri kız,
üç çocuk vermiştir: Süreyya, Faruk ve
Esat. Dayıları Ubeydullah Efendi tıp
doktorudur, Jöntürk hareketinin için-
dedir. Haber gazetesini çıkarmış, İz-
mir’de, daha sonra da Paris’te Jöntürk-
lerin çıkardıkları Servet gazetesinde İn-
gilizce, Arapça, Farsça çeviriler yapmış-
tır. Bu nedenle üç aylık mahpusluğu da
vardır. Abdülhamit’in Kanun-i Esasi’yi
ikinci kez yürürlüğe koymak zorunda kal-
dığı II. Meşrutiyet Devrimi’nde (1908)
Taif’deki sürgünden dönecek ve kısa bir
süre için açık kalacak ve sonra İngilizle-
rin dayatması sonucu kapatılacak, mil-
letvekillerinin sürgüne gönderileceği
Meclis-i Mebusan’a, Aydın Milletvekili
olarak girecektir. Mahmut Esat babadan
çok, dayının yolunu izlemiştir. Oğul, da-
yıya çeker derler, Mahmut Esat’la doğ-
rulanmaktadır.
Eğitimine İzmir İdadisinde (Sıbyan
Mektebi) başlar. II. Abdülhamit yöne-
timine karşı mücadele etmiş dayısı Ubey-
dullah Efendi ile birlikte İstanbul’a gider.
Eğitimine orada devam edecektir.
1911’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fa-
kültesi’ni bitirir. Doktorasını yaparak
İsviçre’de Lozan ve Freiburg Üniversi-
telerinde öğrenim görür. Doktora çalış-
masını kapitülasyonlar üzerine yapar.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üze-
rine Ulusal Bağımsızlık Savaşı’na katıl-
mak üzere yurda dönmeye karar verir.
Napoli Limanı’ndaki sulardaki gulet
içindeki kaçak yolculuğu bu amaçladır. Bu
yolculuk Kuşadası Kuvayı Milliye kuru-
culuğu ile sonuçlanır. Ege Bölgesi’nde
Kuvayı Milliye içerisinde önemli başarı-
lar gösterir.
B�R SOYADININ ÖYKÜSÜBağımsızlık sonrası önce İktisat, ar-
dından Adalet Bakanlığı ya-
par. Bu sürece, Türk bandı-
ralı Bozkurt Vapuru ile
Fransız bandıralı Lotus Va-
purunun çarpışması sonucu,
Lahey Adalet Divanında,
Lotus olayı olarak görülen
davayı kazanması da dâhil-
dir. Lotus davası ona iki şey
kazandırır: İlki Türk Hu-
kukunun kapitülasyonlar
sürecini geride bırakarak,
insan ve egemenlik hakları-
na doyalı çağdaş hukuk dü-
zeyine yükselmesinin öncü-
lüğü, ikincisi gösterdiği bu
başarıdan ve Türk Huku-
kuna saygınlık kazandırma-
sının ödülü olarak Mustafa
Kemal Atatürk tarafından
verilen adı. Artık Mahmut
Esat Bey değil, Mahmut Esat Bozkurt’tur.
Buna bir de İzmir İktisat Kongresi’nin
toplanmasına yaptığı öncülüğü eklemek
gerekir. Medeni Kanun’un hazırlanma-
sı, yasanın bir o kadar önemli olan genel
gerekçesinin yazılması ona aittir. Anka-
ra Hukuk Fakülte-
si’nde Devletler Hu-
kuku, Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nde Ana-
yasa Hukuku profe-
sörlüğü yaparak ya-
şamını sürdürür. Bu
inançlı ve uzak gö-
rüşlü devlet ve hukuk
adamı gazetesindeki
odasında, acı kahve-
sinden bir yudum al-
dıktan sonra geçir-
diği beyin kanaması
ile yaşama veda ede-
cektir.
Cumhuriyet’in kazanımları ve de-
ğerleri günümüzde emperyalizmin ve
onun yerli işbirlikçilerinin saldırısı al-
tındadır. Kimi zaman doğrudan cumhu-
riyetin kurucusuna yapılan saldırılar,
kimi zaman dolaylı olarak yakın çevre-
sine yönelmektedir. Bu saldırıların he-
deflerinden biri de çağdaş Türk Huku-
ku’nun kurucusu Mahmut Esat Boz-
kurt’tur.
Bozkurt üzerine yazılmış çeşitli ça-
lışmalar var. Bu kez Bozkurt’un mem-
leketinden bir yazar, Nail Topal, 2007’de
ateşten hayat yaratan adamlardan biri
olan Mahmut Esat Bozkurt’u yazdı.
Yetmedi geliştirerek bu kez daha oylumlu
biçimde “Ateşten Adam Ya Da Bozkurt”
adıyla yeniden yazdı.
Nail Topal bu dava adamını bütün
yönleriyle bir kez daha anımsatıyor,
Cumhuriyet’in ruhunu oluşturmuş bu
devrimcilerin en seçkinlerinden birini, bir
hemşehrisi olarak anlatırken gönül bor-
cumuzu da ödemeye çalışıyor. Yerel bir
yayın niteliğindeki yapıtın özenli baskı-
sı dikkat çekici ve kitap sonundaki fo-
toğraf albümü, çalışmaya daha da zengin
bir boyut katıyor.
HALİT PAYZA
Ateşten Adam Ya Da Bozkurt,Nail Topal,
Kuşadası Yerel Tarih Yayını,272 s.
22 MART 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
2013 Şubat’ında açıklanan OECD ve-
rilerine göre; işçilerin haftalık çalışma
saati listesinde -45 saatlik yasal sınırı aşa-
rak- dünya birincisi, yıllık çalışma saatin-
de ise dünya onuncusu olmak gibi korkunç
bir istatistiği tutturmuş AKP hükümetinin
Bakanı, Tes-İş Sendikası Genel Kuru-
lu’nda işçilere şöyle seslenmekteydi: “Biz-
ler gelişmekte olan Türkiye olarak mutlaka
yeri gelecek 16-18 saat çalışabileceğiz.
Değişimi iyi idare edebilmek adına bunu
mutlaka yapmak lazım. Ben biliyorum ki
benim işçim işini bitirmeden çıktığı di-
rekten inmez. O direkte sorunu 8 saatte çö-
zerse 8 saat, 18 saatte çözerse 18 saat ça-
lışır.” (18 Aralık 2010)
İşçilerin karşısında, üstelik bir sendika
genel kurulunda sarf edilmiş bu sözlerin en
ufak bir gürültü patırtı çıkarmadan sine-
ye çekilerek sendikacılık tarihine bir kara
leke olarak düşmesine verilen iznin utan-
cı bir yana, AKP’li Bakanın çatlayıncaya ka-
dar direkte iş görmesini istediği işçilerin en
önemli mücadele başlıklarından biri ça-
lışma saati süresidir. Sanayi kapitalizmin
yaklaşık iki yüzyıllık serüveni boyunca iş-
çiler ve kapitalizmin siyasal temsilcileri ara-
sındaki ilk esaslı kapışma, çalışma koşul-
larının iyileştirilmesi ve 16-18 saatlik öl-
dürücü çalışma süresinin insani sınırlara çe-
kilmesi talepleri üzerinden verilmekteydi.
��Ç� SINIFI EDEB�YATINDANAvrupa uluslarının hızla ve yığınlar ha-
linde proleterleştiği kapitalizmin ilk dö-
nemlerinde 19. yy. sosyalist edebiyatı, ta-
rih sahnesine henüz çıkan işçi sınıfının ça-
lışma ve yaşam koşullarına eğilir. Sanayi
çarklarının, bir insan olarak işçiyi öğütüp
yok eden dönüşü, sosyalist gazeteci ve ede-
biyat eleştirmeni Paul Lafargue’nin 1883
yılında yazdığı “Tembellik Hakkı” dene-
mesinde de ele alınmakta. “Tembellik
Hakkı”, siyasal bildirge niteliği öne çıka-
rılan fakat edebi yönü genellikle es geçi-
len Komünist Manifesto gibi dünya dille-
rine en çok çevrilen sosyalist eserler ara-
sında yer almakta.
Alakarga Yayınları tarafından Fran-
sızca aslından yeni bir çeviriyle dilimize ka-
zandırılan “Tembellik Hakkı”; coşkulu
ve sert, çözümleyici ve mizahi, estetik ve
güçlü, yalın ve anlam yoğun gibi birbirine
zıt gözüken dil ve anlatım özelliklerini bün-
yesinde başarıyla birleştirmekte.
Yazarın, “tembellik hakkını” zorunlu
çalışmanın karşısına diktiği eseri, bir dog-
ma olarak nitelediği kapitalist çalışmanın
sert bir eleştirisine odaklanmış. Emeğini
satarak yaşamını sürdüren işçi ve kapita-
lizm arasındaki uzlaşmaz çelişmenin gü-
nümüzde de hükmünü sürdürmesi ve hat-
ta bu çelişmenin farklı biçimlerle daha da
derinleşmesi kitabın meselesini 130 yıllık
da olsa hala taze ve canlı tutmakta. Eleş-
tirdiği çalışma rejimi ve toplumsal for-
masyon “sayesinde” 2000’li yıllara da uza-
nıp güncelliğini koruyan “Tembellik Hak-
kı”nın sırrı aslında tam da burada. Modern
zamanların tüketim tapınakları olan alış-
veriş merkezlerindeki tezgâhtarın, hiper-
market kasiyerinin ya da tuvalete bile
kronometreyle giden bir çağrı merkezi ça-
lışanının feryadını dillendirebilmesinde.
“CUR�OS G�B� GÖRÜNÜP,�ARAP TANRISI BACCHUSG�B� YA�IYORLAR”
Lafargue, kapitalist çalışmanın emek-
çiler üzerindeki etkilerini betimlediği tab-
losuna burjuvaziyi katmayı da ihmal et-
miyor. Aşırı üretim ve fazla çalışma saatiyle
katmerlendirdiği emek sömürüsünün bur-
juvazinin cüzdanıyla birlikte göbeğini de şi-
şirdiğini, zevk ve sefa düşkünü bu yeni ya-
şam tarzının; kadınları,
uşakları, şarap çanakla-
rıyla, at ve köpekleriyle
giderek sefilleştiğini de-
taylara yoğunlaşan mi-
zahi bir anlatımla, adeta
bir Luis Bunuel filmi gibi
yerin dibine geçiriyor.
Yazar, siyasal dev-
rimlerle aristokrasiyi tas-
fiye eden burjuvazinin, politikacı ve eko-
nomistleriyle ve tabi ki kiliseyle kurduğu
bu yeni ortaklığın, bir yandan ha bire tü-
ketirken diğer yandan işçilere daha çok ça-
lışmalarını vaaz etmesindeki tezatı, “Cu-
rios gibi görünüp, şarap tanrısı Bacchus gibi
yaşıyorlar” diyerek ifade ediyor. Gözü-
müzün önüne hemen, AKP devrinde şe-
faati rantta bulmuş tarikat burjuvazisinin
pırlantalı halleri ve “18 saat çalışın” vaaz-
ları geliyor…
SOSYAL�ST ÇALI�MA,P�KN�KTE BEBEK NÖBET�NEBENZER
Lafargue, önerdiği “tembellik reji-
miyle”, işçilerin “çalışma tutkusuna” ka-
pılmalarını ve 19. yy. işçi hareketlerinin uğ-
runa büyük bedeller ödediği önemli bir ta-
rihsel kazanım olan “çalışma hakkını” ve
“çalışma bağımlılığını” eleştirmekte. Bu
bağlamda işçilerle ilgili birçok olumsuz ni-
telemeye de sıklıkla başvurmakta.
“Tembellik Hakkı”nın kapitalizm eleş-
tirisinin ekonomi-politiğe dayanmayışı,
kapitalizm yerine yeni bir toplumsal mo-
del önermeyişi, çözümü sadece işçilerin
daha az çalışmasında gören sığ bakışı, tem-
bellik rejimine felsefi bir temel bulmak için
eskiçağın köleci toplum filozoflarına baş-
vurması, burjuva devrimlerini tarihsel
kavramayışı gibi noktalar eserin düşünsel
zaaf ve yanlışları olarak değerlendirilebi-
lir. Tüm bunların temelinde ise işçiyi dev-
rimci bir iktidar felsefesiyle buluşturma-
yan, işçi sınıfının devrimci potansiyelini an-
layamamış, onda sadece sefalet gören
bakış açısı yatmaktadır. Sosyalist teori ve
pratiğin bütün Avrupa’yı kasıp kavurdu-
ğu bir dönemde böylesi ilkel ve hatalı yak-
laşımların “Tembellik Hakkı”nda bulun-
ması Lafargue’nun anarşizm, marksizm ve
reformizm arasındaki zik-
zaklı politik kariyeriyle de
açıklanabilir. Aynı zamanda
Marx’ın kızı Laura’nın da eşi
olan Lafargue, Laura ile ya-
şadığı duygusal ilişki sıra-
sında Marx’tan ikisi arasın-
da sır kalmasını istediği bir
mektup alır. Marx; “Bili-
yorsunuz ki, elimde avu-
cumda ne varsa hepsini dev-
rimci mücadeleye harcadım.
Buna pişman değilim. Ter-
sine, eğer hayata yeniden
başlayacak olsaydım, yine
aynı şekilde hareket eder-
dim. Yalnız, evlenmezdim.
Gücüm yettiğince, kızımı,
annesine hayatı zehir eden zorluklardan
kurtarmak istiyorum. Gözlemlerimden
çıkardığım sonuca göre, işlere heyecanla
başlamanıza ve iyi niyetinize karşın, ça-
lışkan bir mizaca sahip değilsiniz,” de-
mektedir. Marx’ın mektubunu referans al-
dığımızda, Lafargue’nin kitabında sa-
vunduğu tembellik rejiminin, bizzat ken-
di karakterinin bir özlemi olduğunu söy-
leyebiliriz. Zira sosyalizm çalışmanın ken-
disine değil, kapitalist örgütlenmesine
karşıdır. Silivri tutsağı Yalçın Küçük’ün de-
yimiyle, “Sosyalizm, çalışmayı azaltarak
boş zamanı arttırıp, hoşzamana dönüş-
türmeyi amaçlar. Çalışma, ancak piknik-
te bebek nöbetine benzediği ölçüde hoş-
zaman olabilir.” *
* Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü
KEMAL ASKERkemalasker@outlook.com
Şezlonglara özgürlük!TEMBELLİK HAKKI:
“Sosyalizm, çal��may� azaltarak bo� zaman� artt�r�p, ho�zamana dönü�türmeyi amaçlar.Çal��ma, ancak piknikte bebek nöbetine benzedi�i ölçüde ho�zaman olabilir.”*
Tembellik Hakkı,Paul Lafargue,
Alakarga Yayınları, 56 s.
Paul Lafargue
22 MART 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
‘İyiler için bir el kitabı’Kitlelerin emperyalizmin etkisiyle sosyalizme hala kar�� olmas� ve ona ayak diremesinin
kökeninde sosyalizmin mant���n� bilememesi kadar, insan tabiat�n�n eski dünyaya ba��ml�olu�unun derin tutsakl�klar� bulunmaktad�r
Cafer Tiryaki’nin son kitabı “Düşünce
ve Davranış (İyilerin Elkitabı)” Berfin
Yayınları’ndan çıktı. Yazarın “İnsan ve Uy-
garlık’’ adlı iddialı ve oylumlu kitabı da ge-
çen yıl aynı yayınevi tarafından piyasaya çı-
karılmıştı.
Cafer Tiryaki’nin yazarlık serüveni
uzun sürmüş birikimsel-devrimci sürecin
etkileşimli bir öyküsü… Bütün olarak
baktığımız zaman, sanatçı kimliği insana
bakış açısının, devrimciliği toplumlara il-
gisinin ve öğrenimi doğa ve kültürler tari-
hinin temellerini oluşturmuş. Yeni kitabı
bağlamında temel yaklaşımlarını konuştuk.
Yapıtlarınızda işlediğiniz temel öner-meleri ve düşünceleri özetler misiniz?
Doğa, toplum ve insan üzerinde çalış-
tığım üç temel alan. Kuramsal olarak ya-
şam sonsuz bir devinimdir. İçinde insan olsa
da, olmasa da uzayda daha çok yıkılışlar,
kuruluşlar olacaktır. Özdeklerin devinime
bağlı yaşamı bu sonsuzluk ırmağında sü-
recektir. Bugün için dahil ya da müdahil ol-
duğumuz olaylar, aslında yarın bizi yöne-
tecek ya da belirleyecek olan yasalardan
başka bir şey değildir. Fizikte her şey bir-
birini etkileyip belirleyen bir sürüklenme
içindedir. Gök cisimleri, uluslar, halklar, in-
sanlar, düşünceler, kültürler, ne varsa her
şey hareket halinde.
Madde uzayda 13, yeryüzünde ise yak-
laşık 4.5 milyar yıldır devinim sürecinde-
dir. Zamanların 3.5 milyar yılı canlıların,
son 16 milyon yılı ise insansıların izlerini
taşır. Söz konusu büyük devinim kimi za-
man karşımıza doğa, kimi zaman bizi be-
lirleyen toplum kimi zaman da en tutku-
lu davranışlarımızın dışa vurumu halinde
“insan” biçiminde çıkmaktadır.
BEYN�M�ZDEK� D�YALEKT�KPUSULA
Özdeksel evrende ilk kez bir canlı, yani
insan doğanın bağrında bilinçli emek sü-
recini başlatarak doğadan kazanılmış za-
naatçılık becerisi üzerinden demir ve çe-
likle beslenen kapitalist bir sisteme ulaş-
mıştır. Maddenin devinim halindeki özel-
liklerinin mekanizmasını ve ilkelerini an-
layabilmek için öncelikle diyalektiğin tek
egemeni olduğu gelişmeler sürecini ve
elbette yine diyalektiğin mantığını öğren-
memiz gerekmektedir. İşte, o zaman bey-
nimizdeki diyalektik pusulasıyla birlikte o
büyük toplumlar tarihinin merkezine doğ-
ru bir anlama seferine çı-
kabiliriz. Kitabım da bu
seferin kayıtlarını barın-
dırıyor.
Evet, son kitabınız“Düşünce ve Davranış”kayıtlarında neler tutana-ğa geçirilmiş durumda?
“Düşünce ve Davra-
nış’’ yine doğa, toplumlar
ve insan üzerine diyalek-
tik bir aydınlanma çalış-
ması. Başka deyişle bili-
nenlerden bilinmeyenle-
re değin uzanan insansal
öznenin gelişimini irde-
leme çabası… Devinim
yasaları altında doğal, top-
lumsal ve insansal zincir
dizgesinin anlaşılması. Zincir dizge, mut-
fakta yemek yaparken aşımızı, Bastil mey-
danında devrim yaparken geleceğimizi, ne-
den ve sonucun bizi biçimlendirişi, en
sonu beynimizde ürettiğimiz bütün dü-
şünceleri belirlemektedir. Doğallıkla bun-
lar hep belirli yasalar ve kurallar üzerinden
işlemektedir. İnsan bu yasalara hem ba-
ğımlı ama hem de bağımsız. Toplumlar da
bu yasalara hem bağımlı hem de bağımsız.
Bugüne kadar, değindiğim olgular ve
olaylara ilişkin çok şeyler düşünülüp üre-
tildi. Ama bunun ilk adımını Marx atmış
ve şöyle demişti: “Düşünürler bugüne de-
ğin dünyanın türlü türlü tanımını yaptılar.
Ama önemli olan dünyayı değiştirmektir.”
ESK� DÜNYADAN KOPU�Ama devrimlerin değiştirdiği dünya,
karşı devrimlerle yeniden değiştirilen birdünya halinde. Buna ne diyeceksiniz?
Karşı devrimci süreç olsa olsa diya-
lektiğin ne denli büyük bir evrensel bir
mantık olduğunu kanıtlar. Tarihi atla-
mak, süreci yok saymak olanaksızdır. İn-
san yaşama değin çok şeyler istemektedir
ama henüz eski dünyadan kesin kopuş an-
lamına gelecek sosyalizmi bile mantığın-
ca bilememektedir. Çünkü kapitalizm, in-
san bilincinde teknolojiyi kutsamış, bilimi
kanıksatıp sıradanlaştırmış, üstelik bu tor-
banın içine gericiliği koyarak insanı onun-
la çok ustaca uzlaştırdıktan sonra bu yol-
dan dini göreceleştirip böylece tanrıyı ya-
banıl ekonomisinin dışına çıkarmayı ba-
şarmış... En sonunda da derecesi ne olur-
sa olsun bundan insan doğasına yanıt ve-
rebilecek süper bir bencilliği, yani egoyu
büyütmeyi başarmıştır.
Bu yüzden Mao’nun
sözünü ettiği ve düşlediği
“İnsanlığın büyük uyum
dünyası” kategorik açıdan
hala geleceğin bir insanlık
sorunudur. Bugün dünya
eski dünyanın emperya-
lizmle hesaplaşmasının bit-
mediği uluslar, halklar, ba-
ğımsızlık ve milli devletler
çağıdır. İnsanlık bu so-
runları çözmeden salt akla
dayanacak sömürüsüz bir
dünyayı evetlemeyecektir.
TOPLUMLARK�M�N ESER�
İnsanlık, bu “insanlıksorununu” nasıl aşacak ve “büyük uyumdünyası”na ulaşacak? Gittikçe daha dazorlaşmıyor mu?
Milli devrimler çağı bitmeden em-
peryalizme ve onun türevlerine karşı in-
sanlığın hesaplaşması bir sonuca ulaş-
madan insanlığın “büyük uyum dünya-
sı”na çıkacak yol her zaman kapalı ka-
lacaktır. Çünkü milli devrimler çağı, in-
sanlığın sosyal devrimler çağının ön ev-
residir. Ve insanlığın kendi özgürlüğüne
sahip çıkabilmesi için bu çağın diyalek-
tik mantığını kavranması zorunluluğu
vardır. Emperyalizm ve gericiliğin ömrü
çok uzun sürmüştür. İnsanlar tarihte sı-
nıflı toplumlara da çok uzun bir süreçten
geçerek varmışlardır. Zaten kırılma an-
lamındaki devrimler tarihte bu işlere
yarar.
Onun için demokratik ve milli dev-
rimlerin önderliğini sosyalistler yapmak-
tadır. Ama bunlar hayal aleminde gezen
değil, bilimsel düşünceyi esas almış, em-
peryalist ve gerici dünya ile mücadeleyi
doğru bir politik çizgi üzerinden kitlelerin
iktidarı hedefiyle birleştirmiş olan sosya-
listlerdir.
Toplumlar öncelikle cephenin en önün-
de savaşan aydınlarının eseridir. Aydınla-
rın ve öncülerin kararlı, sabırlı ve bilgili ay-
dınlanma mücadeleleri zorunludur. İn-
sanlığın bilimsel bilgisini emperyalistlerin
elinden çekip almadan toplumların geri ve
dogmatik düşüncelerinin yerine doğrula-
rı koyabilmemiz zor. Bu yüzden bilimsel
sosyalist aydınlanma, milli devrimler ça-
ğının emperyalistler tarafından bir kıyıya
itilerek unutturulmuş özünü devrimci bir
bakış açısıyla yeniden ele alıp, üstü kasten
örtülmüş sayısız bilinmeyenini bilinir kıl-
ma uğraşıdır.
NEŞE SEYHAN
Düşünce ve Davranış,Cafer Tiryaki,
Berfin Yayınları, 320 s.
BİLİNMEYENİ BİLİNİR KILMA UĞRAŞINDA
Aşkın Kökeni adlı yapıtınız bu kültürel mücadelenin birparçası mıdır?
Evet, kesinlikle öyledir. Ben bu kitabı kaleme aldığım zaman bu-nun devrimcilere “solcular, aşktan başka ne yazarlar ki’’ türündeneleştiri malzemesi yaratacağını biliyordum. Ama gerçek şu ki, or-tada tahtları deviren, iradeyi büken, sınıf farklarını bile elinin ter-siyle iten bir aşk vardı ve onu ele alışınız ona bakışınızla bağlan-tılı bir tutumdu. Bunu sonucunda kitapta buluş anlamında bir öner-mede bulundum. Sonuçta benim açımdan bilinmeyen bir giz bi-linir oldu. Yaşamın en başta gelen itki ve dürtüsü aşktır. Emper-yalist kültürün büyük ekonomik varsıllığını yaratmış, gürül gürülakan bir kar çeşmesi ve söylencesi!.. Bilinmeyen bir olgunun üstükasten örtülmüş… Oysaki aşkın ne olup ne olmadığı günümüzdenbir buçuk milyar yıl önce hücre mekaniğinde olup bitmiş bir olgudur.Aşk ilkel hücresel mekaniğin kendi üzerinden evrim değil ama ge-lişmesinin bir sonucudur. Çünkü yeryüzünde iki milyar yıl önce-sinde evrim filan yoktu ve her şey güllük gülistanlık ortamda ge-lişme anlamında yalnızca değişme vardı. İnsanın doğsında bulu-nan iyilik kavramı da bu zamanların kazanılmış bir özelliğidir. Aşk,bu anlamda karşı eşeyde DNA’nın narsist bir tutkusudur.
İlahiyatçı yazar Mustafa Cemil Kılıç’ın ilgi
çeken çalışması “Kerbela; Büyük Acı” adlı ki-
tabı 2010 yılında yitirdiğimiz değerli araştırmacı
yazar Cemal Şener’in anısına ve “Kerbela şe-
hitleri için gözyaşı döküp yas tutan tüm canla-
ra” ithaf edilmiş.
Türk yazın yaşamında İslam tarihindeki
Kerbela olayı çokça işlenen konular arasında
yer alıyor. İslam’daki mezhepsel oluşumlar açı-
sından başat önemde tarihsel bir vaka olan Ker-
bela hadisesi, sınıfsal mücadele bağlamında da
tahlil edilmesi gereken bir olaydır. Nitekim Mus-
tafa Cemil Kılıç, kitabının “sunuş” bölümün-
de hadiseye bu perspektiften bakarak kısa bir
çözümleme yapmakta.
KURGUNUN TAR�HSELGERÇEKL���
Sonraki başlıklar ise tümüyle
farklı bir içerikle örülmüş. “Hazreti
Hüseyin’in Söylevi” isimli kurgusal bö-
lüm, teolojik göndermelerle çevrili, ha-
masi ve son derece duygusal bir dil-
le kaleme alınmış. Özellikle müte-
deyyin bir Alevinin bu söylevden et-
kilenmemesi mümkün değil. Hazre-
ti Hüseyin’in doğumu ve çocukluğu ile
birlikte dedesi Hz. Muhammed, ba-
bası Hz. Ali, annesi Hz. Fatıma, ağa-
beyi Hz. Hasan ve diğer aile üyeleriyle
arasında geçen bir kısım olaylar, se-
çilmiş anekdotlarla ve çoğu kez, ha-
dis kitaplarından esinlenilerek oluş-
turulan kurgulara başvurularak ak-
tarılıyor. Bu kurguların büyük bölü-
mü tarihsel gerçekliğin tespit edilemediği
alanlardaki boşlukların hayal gücüyle doldu-
rulduğu hissini uyandırıyor. Yer yer tarihsel ger-
çekliğin dışına da taşarak ama ona özde aykı-
rılık oluşturmayacak kimi anlatılar da kitaba da-
hil edilmiş görünüyor. Kaldı ki top yekûn ta-
rihe ve özellikle de İslam tarihine ilişkin yazı-
lı kaynakların her zaman tartışmalı olduğu dü-
şünüldüğünde, yazın erbabının hayal gücünü
devreye sokarak tarihsel hadiselere öznel
duygu ve düşünceleri doğrultusunda ve ya-
dırgatıcı olmayacak düzeyde istikamet ver-
meleri yadsınır bir tutum değildir. Nitekim Kı-
lıç, bu bağlamda, Kerbela’yı kendince şöyle ta-
rif etmektedir:
“Kerbela bir mekan değildir sadece. Ker-
bela, bir şehadet diyarıdır. Kerbela bir destan-
dır. Kerbela, haksızlık ve adaletsizliğe karşı kı-
yam eden peygamber torunu, şehitler serdarı
Hz. İmam Hüseyin’in bütün insanlık için ken-
dini feda ettiği bir cenk meydanıdır.”
ZULME KAR�I �SYAN GELENE�� Kitapta dikkat çeken en önemli konulardan
biri de Kerbela hadisesindeki Türk mevcudi-
yetidir. “Kerbela’nın Gizli Şehitleri” başlıklı bö-
lümde Hemedan’dan Kufe’ye gelip yerleşen ve
Kerbela olayı yaşanırken Hz. Hüseyin’in safında
yer alıp onunla birlikte yaşamını yitiren 6
Türkmen’den de isimleri anılarak bahsediliyor.
Yazar burada, İbni Kesir’in “el – Bidaye ve’n
– Nihaye” adlı kitabını kaynak göstererek ta-
rihsel gerçekliği yine kurgu diliyle okuyucuya
aktarıyor.
Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşi olan Ker-
bela şehidi Hz. Celal Abbas’ın annesinin de bir
Türkmen kızı olduğuna değinilip, Kerbela’daki
Türk mevcudiyeti bağlamında
bu konu da kitaba dahil edilmiş.
Ayrıca yine Kerbela katliamın-
dan önceki son gece Hz. Hüse-
yin yaşadıkları, esrarengiz bir mi-
safirle arasında geçen konuş-
malar, yaptığı son ibadetler,
okuduğu sure ve ayetler de ki-
tapta yer alıyor.
Kerbela denildiğinde Mua-
viye ve Yezit’in tarihsel kişilik-
lerinin kavramsal bir özelliğe bü-
ründüğü bir trajedi de kaste-
dilmektedir. Bilindiği gibi
Muaviye ve Yezit, yüzyıllardır
İslam toplumlarının önemli
bir bölümünün toplumsal bel-
leğinde ve vicdanında zalimliğin ve zulmün sim-
geleri olarak mevcudiyet kazanmışlardır. Kılıç,
kitabında Muaviye ve Yezit’in bu özelliklerine
son derece vurgulu bir biçimde yer verirken şöy-
le demektedir:
“Kuşku yok ki, zalim, zulmün cisimleşmiş
halidir. Ve Yezit, onun en melun lakabı, zihin-
lere kazınan en yakıcı remzidir.”
Emperyalizmin, İslam dünyasındaki mez-
hepsel yapıları istismar ederek Müslüman
toplumları mezhep savaşı yoluyla birbirine kır-
dırmak istediği bir süreci yaşarken, düşürülmeye
çalışıldığımız mezhep tuzağının tarihsel kök-
lerini doğru tespit etmeye yardımcı olacağını
düşündüğüm “Kerbela; Büyük Acı” adlı bu ki-
tabın okunmasında büyük yararlar olduğu
kanısındayım.
17Aydınlık KİTAP
Kitapta dikkat çeken en önemli konulardan biri de Kerbela hadisesindeki Türk mevcudiyetidir. K�l�ç’�n
çal��mas�nda Hz. Hüseyin’in saf�nda yer al�p onunla birlikteya�am�n� yitiren 6 Türkmen de ayd�nl��a ç�kar�l�yor
ERKAN AKSOY
Kerbela,Mustafa Cemil Kılıç,
Kamer Yayınları,200 s.
EN BÜYÜK ZULÜMLERDEN BİRİ
‘Kerbela; Büyük Acı’
Bir Savc�n�n An�lar�
Bâtınilik, bin yıllık sosyalizan bir
yol izleyerek, Anadolu’da kendini
bulmuş “akıl” ve “insan sevgisi” üs-
tüne kurulmuştur.
Bu nedenle İslâm ve egemen sınıf,
Bâtınîlik ve Alevîlikten hoşlanma-
mıştır; “katli vâciptir!” buyruğu, bin
yıldır gündemdedir. Fanatizm, kendi
görüşünün dışındakileri yok etmek is-
ter. İslâm fanatizmi, bu bakışın uy-
gulayıcısıdır.
Alevîlik, “insan”ı önde tutar. Ka-
dın eşittir, saygındır. Müzik, saz, sanat,
semah, Alevîliğin harcıdır; ırk, renk,
ülke farkı tanımaz; dünya herkesindir.
Anadolu Alevili�i ve�slam Fanatizmi
“İstanbul’dan Ankara’ya giden bir
trenin yemek vagonundayız. Bir tiyatro
ekibi, Çehov’un Martı’sını sahnelemek
üzere yola çıkmış. Kumpanya yemek va-
gonuna geçtiği zaman ekipten biri, köşe-
ye oturuyor ve çevresini gözlemlemeye
başlıyor; yazar, yönetmen, belgesel sine-
macı ve oyuncular... Anlatıcımız, onları
gözlemlerken giderek kendi anılarına,
üniversite yıllarında yaşanmış, acıyla son
bulmuş arkadaşlıklarına uzanıyor...
Tiyatro koca bir farsa dönüştü, dedim
kendi kendime. Bu kumpanya, oynadığı-
mız drama ve yolculuğun kendisi ve bu
ülke kocaman bir farstan başka bir şey de-
ğil. Saçmalıklar ve budalalıklar bütünü. Var
olan her şey budalalık...”
Fars
Farsça, XII. yüzyıldan başlayarak
Anadolu’dan Hindistan’a kadar birçok
halkın ortak kültür dili olmuştur. İran ede-
biyatının Firdevsî’si, Ömer Hayyam’ı,
Sadî’si, Hafız’ı yabancısı olmadığımız
adlardır. Türkçeden Farsçaya, Farsçadan
Türkçeye giren yüzlerce sözcük her iki
kültür arasındaki yakınlığın en önemli ka-
nıtıdır.
Bu çalışmada İran’daki toplumsal
ve kültürel alanlardaki yenileşme hare-
ketiyle eş zamanlı olarak filizlenen mo-
dern İran edebiyatı ele alınmış ve Sadık
Hidayet, Füruğ Ferruhzâd, Sadık Çûbek,
Bozorg Alevî, Celâl Âl-i Ahmed, Samed
Behrengi gibi özgün isimlerin yapıtları ta-
nıtılmıştır.
Ça�da� �ran Edebiyat�n�nDo�u�u ve Geli�mesi
Önemi Almanya hatta Avrupa sı-
nırlarını aşan bir dönemi ve günümüze
kadar uzanan etkilerini anlatan “Hitler
Almanyası”, Nazi ideolojisinin temelle-
rinin nasıl atıldığından savaş sonrasında
nasyonal sosyalizm ve Üçüncü Reich’ın
hafızalarda bıraktığı ize kadar pek çok
önemli konuya değiniyor. Nazi ideoloji-
si, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Parti-
si’nin (NSDAP) yönetimi nasıl ele ge-
çirdiği, toplumun “bizden olanlar” ve
“ötekiler” şeklinde radikal bir ayrımcılık
temelinde nasıl yapılandırıldığı, rejim
ekonomisi, Hitler’in dış politikası neti-
cesinde ortaya çıkan savaşlar, savaş ve soy-
kırımın iç içe geçmiş hali gibi konular tek
kaynaktan okuyucuya sunuluyor.
Hitler Almanyas�
Doksanlı yıllar şiirine ilk kitabı “Per-
vazda” (1991) ile yeni bir soluk getiren
Serdar Koçak, bizi sadece özgün bir şa-
irle tanıştırmadı, gerek düzyazı metinle-
rindeki şaşırtıcı üslûbuyla, gerekse çağ-
daşları arasındaki kesintisiz verimliliğiy-
le bir şair/yazar olarak edebiyat hayatı-
mızdaki yerini her yeni kitabıyla yeniden
tahkim etti. Son 20 yılda yirminin üze-
rinde yapıta imza atan Koçak’ın şiir ve ya-
zılarında, sadece okurların değil kalem er-
bâblarının da hayâlhânesini yıkıp yeniden
inşâ eden, içeriden gelen ve kendi yolu-
nu kendi imkânlarıyla açan güçlü bir çağ-
rışım tazyiği var. Son kitabı “Asimetrik
Bazı Şeyler” ikisi şiir biri düzyazı metni
olmak üzere üç yapıtı barındırıyor.
Asimetrik Baz� �eyler
“Modern kent yaşamında esiri oldu-
ğumuz yalanlar üstüne kurulmuş, engel-
lenemez sona doğru evrilen hikayesiyle
‘Yalandan Kim Ölmez’ kesinlikle çarpıcı.
-Güray Süngü-
“Küçük yalanların büyük yaraları
olur. Akıcı ve kolay okunan üslubuyla Vol-
kan Sönmez bizi hem komik hem trajik
ama kesinlikle sürükleyici bir hikayenin or-
tasına atıyor.”
-Kahraman Tazeoğlu-
Yalandan Kim Ölmez
Osmanlı İmparatorluğu’nda türe-
yen Celâliler ve Eşkıyalar hakkında he-
nüz derli toplu bir eser yazılmamıştır. Fa-
kat muhtelif yerlerde ve zamanlarda
ayaklanan Celâlilere ve Eşkıyalara dair
eserler yayınlanmıştır. Bu yüzyılda türe-
yen Eşkıyaların kendilerine has özellik-
leri vardır. Atçalı Kel Mehmed bunlar-
dan biridir. Evet o da, Ahmet Lütfi
Efendi’nin tarihinde, daha evvelkiler
gibi; eşkıya, hırsız namussuz bir cânî ola-
rak gösterilmiş, bu yüzden fermanlı ilân
edilerek öldürülmüştür.
Ama Kel Mehmed neler yapmıştır da
ölüm cezasına çarptırılmıştır? Asıl cevabı
aranacak soru budur. İşte bu araştırma,
bu sorunun gerçek cevabını veriyor.
Atçal� Kel Mehmed
Nam�k Kemal Behramo�lu, Yitik Ülke Yay�nlar�, 229 s.
“Görevini iyi yapmaya çalışan her-
kesin başından Türkiye’de çoğu kez olum-
suz şeylerin geçmesi sadece bugünün
değil, maalesef tarihimizin de yaygın bir
gerçeğidir. ‘Bir Savcının Anıları’nı yuka-
rıdaki düşüncenin ışığı altında okuyaca-
ğım.” -Oktay Ekşi-
“Ataol Behramoğlu, Namık Kemal
Behramoğlu, Nihat Behram... Üç kardeş,
ilerici aydınlık bir babanın, Haydar Bey’in
oğulları... Bursa Ziraat Müdürü iken bir
konuşmasını izlemiştim. Türkiye’nin so-
runlarıyla o kadar yakından ilgiliydi ki! El-
bet çocukları da genç yaştan bu sorum-
luluğu yüklenmiş oldular... ‘Bir Savcının
Anıları’, okurlara da birçok şey öğreten bir
kitap...” -Oktay Akbal-
Fatih Balk��, Can Yay�nlar�, 112 s.
Ça�atay Uluçay, ÖtükenYay�nlar�, 176 s.
Yusuf Ziya Bahad�nl�,Yaz�lama Yay�nevi, 200 s.
Mehmet Kanar, Say Yay�nlar�,Çev: Mehmet Kanar, 288 s.
Jane Caplan, �nk�lâp Kitabevi,Çev: �dem Erman, 278 s.
Volkan Sönmez, Geoturka Yay�nc�l�k, 164 s.
Serdar Koçak, �karos Yay�nlar�, 208 s.
22 MART 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Duino A��tlar�
“Boksör Böcek”in yazarından 2012
Man Booker Ödülü adayı bir kitap.
Siz akşamdan kalmayken, tarih yazıl-
dı tarih!
Ned Beauman’dan “içinde olduğu
dönemin farkında olmayan” bir tarihsel ro-
man geliyor. Bu aynı zamanda bir kara ro-
man, ama ışıkları sonuna dek açıyor. Bir
aşk romanı, ama romantik akşam yeme-
ğine sarhoş geliyor. Bir bilimkurgu romanı,
ama “izotop”un ne olduğunu hatırlaya-
mıyor. Cinsellik hakkında, şiddet hakkında,
uzay-zaman hakkında, tarihle başa çık-
manın en güzel yolunun onu görmezden
gelmek olduğu iddiasında, sonunu tahmin
bile edemeyeceğiniz, son derece komik bir
roman.
I��nlanma Kazas�
“Bu seçkidekiler benim en beğendi-
ğim, en güzel, en sevdiğim yapıtlarım mı?
Böyle bir savda bulunamam. Ama bu seç-
kidekiler, en sevdiklerimden ve okurları-
mın da seveceklerini umduklarımdan bir
demettir.
Bu seçkiye kitaplarımdaki yazılarım-
dan beğeneceğinizi umduklarımı derleyip
aldım. Yanılıp yanılmadığıma siz, okur-
larım karar versin.”
(Aziz Nesin’in yazdığı “Önsöz”den)
Sizin Memlekette E�ekYok mu?
Steve Chandler sizleri zaman algı-
nızı değiştirecek yüz bir bölümlük bir
yolculuğa çıkarıyor. Kitapta, erteleme-
lerinizden kurtulabilmeniz için gerek-
li olan tüyolardan çok daha fazlası var.
Chandler’ın pratik uygulamaları saye-
sinde bir Zaman Savaşçısı olmayı öğ-
renebilir ve zamanın kölesi olarak ya-
şamayı geçmişteki nahoş bir anı haline
getirebilirsiniz. Etrafınızdaki kaosu ya-
vaşlatarak düzenleyebilir ve başkaları-
nı memnun etmek, onay beklemek gibi
durum ve gelecek odaklı düşünceleri-
nizden kurtulabilirsiniz. Böylelikle ken-
di dünyanız tarafından sömürülmek
yerine, dünyanıza katkıda bulunur hale
gelebilirsiniz.
Erteleme!
“Byron’ın başbelası Richard Ed-
geworth, telgrafı az kalsın icad ede-
cekti. Duvara tırmanır, tekerleklerin
engellerden rahatça geçebilmesi için
makinalar icat ederdi. Asla gülmeyen
Swift, bir ömür boyu devlerin ara-
sında yaşadıktan sonra cüceleri ca-
zibeli bulmaya başlamıştı. Cassandra
Austen, kız kardeşi Jane fazla ünle-
nince etrafın ilgisinden korkmuş,
ona gelen mektupları yakmıştı. Ulys-
ses, hafızalardan silinmeyecek bir
afetti. Yoğun bir cüret, müthiş bir fe-
laketti,” diyen Virginia Woolf’un bu
değerli eseri edebiyat dünyasına ışık
tutacak.
Bir Okur Olarak
CNN Yönetim Kurulu Başkanı,
Time Dergisi Yazı İşleri Müdürü ve As-
pen Enstitüsü Başkanı gibi önemli po-
zisyonlarda görev alan Kuzey Amerikalı
biyografi yazarı Walter Isaacson tara-
fından kaleme alınan bu değerli kitap,
Albert Einstein’ın tüm eserleri ortaya
çıktıktan sonra yazılan ilk kapsamlı
biyografisi.
Albert Einstein’ın bilinmeyen dün-
yasına ışık tutan bu benzersiz kitap, öncü
fizikçinin insani yönlerini paylaşmayı da
ihmal etmiyor. Büyük dâhinin daha
önce hiçbir yerde yayımlanmamış fo-
toğrafları ile zenginleştirilen “Einstein-
Yaşamı ve Evreni”, her kütüphanede bu-
lunması gereken ilham verici bir kaynak.
Einstein
ABD ve Sovyetler Birliği arasında
İkinci Dünya Savaşı ertesi başlayan So-
ğuk Savaş’ın ilk büyük hukuk davası -ve
gövde gösterisi- bir atom casusluğu et-
rafında kurgulanmıştı. 1951’de başlayan
davada, Ethel ve Julius Rosenberg çif-
ti, dönemin en büyük teknolojik sırrı
olan atom bombasına dair can alıcı bil-
gileri SSCB’ye sızdırdıkları savıyla yar-
gılandılar.
Bu kitap, işte bu mektuplar üzerinden
ve oğullarının anılarıyla dava ve idam sü-
recini anlatıyor... Son on yılda açılan giz-
li arşivlerin davaya ve atom casusluğu suç-
lamalarına ilişkin ortaya çıkardığı bilgiler
ve belgeler, yazarların bu Türkçe baskı için
yazdığı son sözle hikâyeyi tamamlıyor...
Rosenbergler
Barry Fairbrother kırklı yaşlarının
başında beklenmedik bir şekilde hayata
gözlerini yumar. Bu ani ölüm yaşadığı ka-
sabanın halkı için büyük bir şok olacak-
tır. Arnavut kaldırımlı meydanı ve eski ki-
lisesiyle Pagford, sıradan bir İngiliz kırsalı
gibi görünse de bu tatlı görüntüsünün ar-
dında bir savaş sürmektedir. Zenginler fa-
kirlerle, gençler ebeveynleriyle, kadınlar
kocalarıyla, öğretmenler öğrencileriyle
sürekli bir çatışma halindedir. Belediye
Meclisi’nde Barry’den boşalan koltuk,
kasabanın görüp göreceği en büyük sa-
vaşın tetikleyicisi olacaktır. Türlü dü-
zenbazlıklar ve hırsla süren, herkesin bir-
birinin foyasını ortaya çıkaracağı seçim sa-
vaşında zafer kimin olacaktır?
Bo� Koltuk
Rainer Maria Rilke, Notos Kitap,Çev: Nazar Tüysüzo�lu, 90 s.
Rilke, uzun bir psikanaliz sürecine gir-
meyi düşündüğü bir dönemde, Prenses Ma-
ria von Thurn ve Taxis’in davetlisi olarak,
Triest Körfezi’nde, uçurumlar üzerine ku-
rulmuş Duino Şatosu’na gider.
Birinci Dünya Savaşı’nda ağır hasar gö-
ren şatonun anısına eserine sonradan
“Duino Ağıtları” adını verecek olan Rilke,
eserini 1912 kışı ile 1922 Şubatı arasında,
on yıllık sancılı bir dönemde tamamlar. Bu
ilginç süreç pek çok eleştirmen tarafından
Rilke’nin kişisel olgunlaşma süreciyle pa-
ralel görülmüştür. “Duino Ağıtları” ile şair,
dünya yazınının büyük ustaları arasındaki
yerini almıştır. Belirgin bir teolojik ve
ideolojik yapıdan uzak bir dille yazılan ağıt-
lar, insanın varoluşsal kaygılarını ele alır.
Aziz Nesin, Nesin Yay�nlar�, 208 s.
J.K. Rowling, Do�an Kitap, Çev: Dost Körpe, 592 s.
Ned Beauman, Domingo Yay�nevi,Çev: Sabri Gürses, 344 s.
Steve Chandler, Trend Yay�nevi,Çev: Asuman Say�ner, 240 s.
Virginia Woolf, Alakarga Sanat Yay�nlar�, Çev: Selin Beyhan, 320 s.
Michael-Robert Meeropol,�� Bankas� Kültür Yay�nlar�, Çev: �emsa Ye�in, 326 s.
Walter Isaacson, Delidolu Yay�nevi,
Çev: Tufan Göbekçin, 679 s.
22 MART 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
22 MART 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
Tuna Kiremitçi, 2002’den bu yana “Git
Kendini Çok Sevdirmeden”, “Bu İşte Bir
Yalnızlık Var”, “Gönül Meselesi” gibi ro-
manlarıyla edebiyat dünyasında yerini aldı.
Romanları 14 ülkede yayımlanan Kire-
mitçi’nin Kırmızı Kedi’den çıkan “Güneş’i
Kıskandıran Kız” ilk çocuk romanı, tüm ya-
yın dünyası için sürpriz oldu.
Kitap, Yusuf Tansu Özel’in sade çizgi-
leriyle bezenmiş. İnsanın içini ısıtan sıcacık,
sevgi dolu resimler.
İşin tuhaf tarafı resimler sıcacık ama ki-
tapta Güneş yok! Her yer karanlık.
GÜNE�’� UNUTAN KÖYSumru’nun doğduğu Akça-
köy’e yıllardır güneş küsmüştü.
Köy halkı kötü kalpli bir büyü-
cünün onların mutluluğunu kıs-
kanıp Güneş’i bulutların ardına
hapsettiğine inanıyordu. Hatta
büyücünün Nurettin adlı yaşlı
bir adam olduğunu sanıyordu.
Nurettin köylüyü büyücü olma-
dığına inandıramayınca pılısını
pırtısını toplayıp kaçtı ve onu di-
ğerleri izledi. Büyücü oldukları-
na inanılan cüce, sihirbaz, mü-
zisyen ve cambaz! Onlar da git-
ti. Düşünsenize köy ne kadar sı-
kıcı olmuştur! “Köyde cüce, si-
hirbaz, cambaz ne arar?” dediğinizi duyar
gibiyim. Bizim köy böyle bir köy!
Köyün akıllı-fikirli kişileri (!) bu garip-
liğe mantıklı bir çözüm bulmaya karar
verdiler. Günlerce kütüphaneye kapandı-
lar. Ama nafile! Hiçbir çözüm bulunama-
dı. Köy yasa büründü.
En sonunda Sumru ile arkadaşı Emre
bir şeyler yapmaya karar verdiler. Ertesi gün
iki arkadaş, sabaha karşı buluştular ve
köylerinden biraz uzaktaki ırmağa doğru ko-
şarak uzaklaştılar. Güneş’i bulmaya karar
vermişlerdi.
Sumru ile Emre’nin
köyden gitmesiyle köyde
hiç beklenmedik bir şey
oldu. O sabah uyananlar
gözlerine inanamadı. Yıl-
lardır kimsenin görme-
diği güneş gökyüzünde
parlıyordu.
Bu arada Sumru ve
Emre karanlık ormanda
garip bir yolculuğa çıktı-
lar. Köye güneşin geri
döndüğünü bilmiyorlar-
dı. Güneşi aramaya devam ettiler. Karşıla-
rına köyden kaçan Nurettin çıktı ve onla-
ra çok önemli bir şey söyledi:
“Sumru’nun saçları o kadar güzel ki ta
doğudaki şehirlere kadar herkes ondan söz
ediyor. Güneş kıskançtır, kendisinden daha
parlak ve sarı bir şeye katlanamaz.”
Akçaköy’e niçin güneşin girmediği an-
laşılmıştı. Güneş, Sumru’nun omuzlarına
ışık dalgaları halinde, bukle bukle dökülen
sarı saçlarını kıskanmıştı. Kibrinin kurba-
nı olmuştu.
GÜNE� KISKANDI Güneş, gerçekten Sumru’nun saçlarını
kıskanmış mıydı? Sumru’yu saçlarından
dolayı kendisinden üstün mü görmüştü?
Yoksa Güneş’in yeryüzünden elini eteğini
çekmesinin başka bir nedeni mi vardı?
Güneş’in kıskanmaya hakkı var mıydı?
Birini kıskanmak ne işe yarar?
Kıskanmak! İnsana özgü karmaşık bir
duygu. Çeşitli nedenlerle kendini göstere-
bilen, insanın çoğu zaman baş edemediği ev-
rensel bir kavram. Kiremitçi, kitabında
kıskançlığın doğal bir duygu olduğunu fark
ettirerek sonuçlarının beklemediğimiz bo-
yutlara ulaşabileceğini gözler önüne seriyor.
Romanda kıskançlığın dışında, bireysel
ve toplumsal başka konular da anımsatılmış.
Haksızlığa uğramak, dışlanmak, empati, ar-
kadaşlık, özveri, cesaret, zorluklarla mü-
cadele etmek başlıcaları.
Emre ile Sumru’nun serüveni nasıl bi-
tecek? Güneş, yeryüzüne yüzünü tekrar gös-
terecek mi? Bundan sonrasını keşfetmek
size kalıyor.
Güneş üstümüzden hiç eksik olmasın.
İyi okumalar diliyorum.
ECE ATAERheceataer@gmail.com
Çocuk Edebiyat� ve Okuma Kültürü
Türk çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimi için haya-
ta geçirdiği özgün çalışmalarla adından sıkça söz ettiren An-
kara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Uygulama ve
Araştırma Merkezi (ÇOGEM) müdürü Prof. Dr. Sedat Se-
ver’den, çocuklara okuma kültürü kazandırma sürecinde,
eğitimcilerin ve anne babanın görevlerini konu alan yapı-
cı bir eser. “Çocuk Edebiyatı ve Okuma Kültürü”, Prof. Dr.
Sedat Sever’in uzun yıllar çeşitli dergi, gazete ve kitapta ço-
cuk edebiyatı ve okuma kültürü ilişkisi üzerine yayımlan-
mış yazılarını bir araya getiren zengin bir içeriğe sahip.
“Çocuk Edebiyatı ve Okuma Kültürü”, çocuklarına oku-
ma alışkanlığı kazandırmak isteyen bilinçli ebeveynler,
Türk dilinin inceliklerini ve edebi zenginliklerini öğrencilerine
aktarmayı ilke edinen öğretmenler ve çocuk edebiyatı alanında uzmanlaşmış aka-
demisyenler için özel olarak hazırlandı. Kaynak niteliği taşıyan bu değerli yapıt,
içinde edebiyat ve çocuk sevgisi olan herkesin başvuru kitabı olmaya aday.
Gölgekapan - Kara Tilki Uyan�yor
Her işi Dax’e yaptıran üvey annesi ve kardeşiyle bir-
likte yaşamak günden güne daha da zorlaşmıştı. Ama
bir gün bu kendi halinde çocuğun hayatı sonsuza dek
değişecekti. Özel yeteneği sayesinde şekil değiştirip Göl-
gekapan’a dönüştüğü gün... Dax, büyük bir tehlikeyle
karşılaştığında, elinde olmadan tilkiye dönüşüyordu!
Ama Dax’in bu özelliği, hükümet ajanları tarafından
da fark edilmişti. Dax, gücünü kontrol edebilmek için
özel bir okula gidecekti ve bunu kimseye anlatmaya-
caktı. Dax, yalnızca “yetenekli” çocukların okuduğu bu
okula gittiğinde kendini nihayet evinde hissetmeye başladı.
Diğer öğrencilerin de nesneleri hareket ettirmek, gizli dün-
yalardan haber almak, görünmez olmak gibi olağanüstü
yetenekleri vardı. Dax âdeta büyülenmişti. Nihayet bir gölgekapan olmanın ta-
dına varıyordu, ta ki genç bir gazeteci kendisini bulana kadar... Dax’in tilki önsezileri
alarm vermeye başlamıştı!
Ali Sparkes, Caretta Çocuk,
272 s.
Sedat Sever,Tudem Yay�nlar�,
256 s.
K�skanmak! �nsana özgü karma��k bir duygu. Kiremitçi,kitab�nda k�skançl���n do�al bir duygu oldu�unu farkettirerek sonuçlar�n�n beklemedi�imiz boyutlaraula�abilece�ini gözler önüne seriyor
Güneşinkıskanmaya hakkı var mı?
Güneşinkıskanmaya hakkı var mı?
Güne�’i K�skand�ran K�zTuna Kiremitçi,
K�rm�z� Kedi Yay�nevi,96 s.
22 MART 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
Kasabanın birinde, bir deniz feneri çakıyor
Kasabanın birinde, bir deniz feneri çakıyor
Özellikle çocuklar�n çok sevdi�i, gizem dolu polisiyelerin yazar� Ye�im Armutak’la,yeni roman� “Bayku� Yemini” üzerine bir söyle�i
Uzaklarda bir yerde... Ya da hemen
yakınlarda, sıradan bir kasaba burası.
Şehrin biraz dışında da olabilir, çok az
içinde de. Kıyısında dalgaları kabaran de-
nizin öyküleri, daha ziyade hangi diyarın
sesini ve yankılarını taşır, çok belli değil,
çok önemli de değil. Mekânın huzuru ve
sessiz gizemi, küçüklüğü ve kendine ye-
terliliği, adsızlığı ve markalardan arın-
mışlığı, öyküsüne bire bir uyan bir tiyatro
dekoru gibi. Çünkü elimizde, olayları, ka-
rakterleri ve mekânlarıyla; 90’ların evde
geçen sıcacık cumartesi sabahlarını vaz-
geçilmez kılan televizyon filmleri kadar
sürükleyici bir polisiye roman duruyor.
Yeşim Armutak’ın epeydir
beklenen kitabı, “Baykuş Ye-
mini”; adı kadar çekici, Sedat
Girgin’in resimlediği kapağa
yaraşır biçimde merak uyan-
dırıcı.
Bu sıradan kasabada, çalı-
nan tarihi bir eser büyük yan-
kı uyandırır. Dedektif hikâye-
lerine ve çizgi romanlara me-
raklı Pi ve Siyam, söz konusu
hırsızlığın sırrını çözmeye ve
deniz fenerinde yaşayan arka-
daşları Jul’ün, -rastlantıdan
mıdır bilinmez- o sırada dik-
katlerini çekmeye başlayan tu-
haf davranışlarına anlam ver-
meye çalışırlar. Yeşim Armu-
tak’la, yeni romanı üzerine
konuştuk.
GER�L�M DOLU B�RPOL�S�YE
Öncelikle yeni kitabınız “BaykuşYemini” hayırlı olsun! Polisiye-macerayazarı olarak tanıyor sizi çocuklar. Ama“Baykuş Yemini” için psikolojik gerilimdozu yüksek bir polisiye diyebilir miyiz?
Teşekkür ederim. Evet, söyleyebiliriz.
Polisiye olaylar, özellikle suç yönünden
incelendiğinde derin bir psikolojik temel
içerirler. Benim çok sevdiğim polisiye ro-
manların çoğu da psikolojik bir hatta sa-
hiptir. Polisiyeye yoğun psikoloji karı-
şınca, sanırım psikolojik gerilime doğru
yaklaşmasına neden oluyor. “Baykuş
Yemini” de bu yolla doğmuş bir bebek
diyebiliriz.
Polisiye düğümü atmak başlı başına
zor bir iş; üstüne bir de psikolojik yönüağır basan bir roman yazmak… Nasıl birhazırlık yaptınız “Baykuş Yemini” için?
“Baykuş Yemini”, benim deniz fe-
nerlerine, serüvenlere ve psikolojiye
düşkünlüğümün birleşmesi sonucu ortaya
çıktı. Kitabın sonunu açık etmemek için
fazla detay veremeyeceğim, ama genel
olarak söylemem gerekirse, özellikle
psikoloji konusunda çok okudum.
Evet, dikkat ediyorum da, romanla-rınızdaki sırlar hep ilgi çekici bir figürdedüğümleniyor. Az önce dediğiniz gibi,“Baykuş Yemini”nde de bir deniz fene-rini kullanmışsınız…
Deniz feneri benim için büyüleyici,
merak uyandırıcı ve
birçok gizi barındır-
dığına inandığım da-
vetkar bir figür. “Bay-
kuş Yemini”ni yaz-
maya başlamadan
önce, aklımda hikâ-
ye değil, sadece ya-
zacaklarımın deniz
fenerinde geçmesini
istediğim vardı. Bel-
ki de benim için baş
kahraman Deniz Fe-
neri’ydi.
Romanın kahra-manları Pi ve Siyam,dedektif hikâyelerinemeraklı iki yakın ar-kadaş. Dostluk dasanki romanınızınlokomotiflerinden
biri, yanılıyor muyum?Tüm romanlarımda dostluk, loko-
motif olarak görülebilir. Bu biraz da be-
nim hayalini kurduğum hayat özlemiyle
ilgili. Birbirini anlayan, yargılamayan, her
şekilde diğerinin yanında durmayı ba-
şarabilen, ortak anıların getirdiği ortak
gülümseyişlere sahip insanlar. İleride
yazacağım kitaplarda da bu gelenek bo-
zulmayacaktır.
ARTIK YET��K�NLER ��N YAZ D�YORLAR!
Polisiye çok okunduğu halde, ne-dense hep edebiyatın üvey evladı mua-melesi görmüştür. Ülkemizde çocuk ede-biyatının da zaman zaman küçümsen-diğini düşünürsek, romancı olarak risk-li bir seçim yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle haklısınız. Tanıdıklarımın
bana hep söylediği bir şey var; “Artık ye-
tişkinler için yazsana!” Sanki çocuk ki-
tabı yazmak bir staj süresiymiş, ben de ge-
rekli süreyi tamamlamışım, artık daha zor
olan yetişkin kitaplarını yazabilirmişim
gibi bir düşünceye sahipler. Beni güldü-
ren, ama bir o kadar da trajik bir bakış
açısı. Çocukları birey olarak görmeyen,
duygularını, düşüncelerini, eylemlerini ve
seçimlerini ciddiye almayan, “çocuktur,
anlamaz,” diye düşünen zihniyetin yan-
sıması bu. Böyle bir bakış açısının, çocuk
kitapları olarak düşündüğü ya da aklın-
da canlandırdığı; çocuğa, “şunu yap iyi,
bunu yapma kötü,” diye parmak sallayan,
edebiyattan yoksun, çocuğun zekâsını kü-
çümseyen kitaplar. Aynı şekilde; polisi-
yeler yakın döneme kadar, alt raf kitabı
olarak görülen ve dışlanan bir türdü.
Neyse ki bu anlayış yavaş yavaş kırılıyor.
Benim her ikisini de seçerek risk aldığım
düşünülebilir. Oysa ben yetişkin olarak
hem gerçek çocuk edebiyatından –ço-
cuğu küçük yaştaki insan değil, okuyucu
olarak gören; edebiyatın benzersiz lez-
zetini çocuğa sunan ve tatmasını sağla-
yan– hem de polisiye edebiyatın beyni-
mizi labirentlerle dolu sokaklarda gez-
dirmesinden vazgeçemiyorum. Seçimim
riskli görülüyorsa, bir de bunlarla tanış-
ma şansı olmamış insanların yaşamındaki
yüzde yüz riske bakın. Çünkü yüzde yüz
mahrumiyet ve yaşam yoksulluğu için-
deler.
Çocukları etkileyen bir polisiye ma-cera yazarı olarak, sizi çocukluğunuzdaen çok etkileyen kitap neydi? Bir polisiyemiydi?
Çocukken en sevdiğim kitap “Peter
Pan”dı. O zamanlar daha çok Peter
Pan’ın kendine olan güveni, hınzırlığı ve
serüvenperestliği beni çekiyordu. Büyü-
mek istememekte direnmesinin neden-
leriniyse, daha ileri yaşlarda anladım ve
onu bir kez daha sevdim.
MEHMET ERKURT
Baykuş Yemini,Yeşim Saygın Armutak,
Günışığı Kitaplığı, 164 s.
Ye�im Sayg�n Armutak
Soldan sağa1. Resimdeki yazarın bir eseri
2. Eşek sesi - Bir soru sözü - Rusça’da
“evet” - İlişkin
3. Bin gramlık bir ağırlık ölçüsü bi-
rimi - İşaret olarak kullanılan
küçük bayrak - Nema, ürem
4. İlkel bir silah - Geçmiş zaman - Fi-
kir, düşünce - Yüzyıl (kısa)
5. Bir filme, bir gösteriye eklenen
beklenmedik güldürücü ayrıntı,
gülüt -”... Farrow” (aktris) - Mi-
lattan Sonra (kısa) - Genişlik
6. Uğur - Bir şeyin özünü oluşturan
ana öğe, temel - İş, oluş, hareket
7. Bir yüzölçümü birimi - Başlangıçta
yer alan - İridyum’un simgesi -
Gün, gündüz
8. Hz.Muhammed’i övmek amacıy-
la yazılan kaside - Sodyum’un
simgesi - Boru sesi
9. Parlak, saydam kırmızı renkte
değerli bir taş - İneğin, sütten ke-
sildik ten sonra 1 yaşına kadar
olan yavrusu
10. Seciye, karakter - Magnezyum’un
simgesi - Belli bir anlamı olan iz,
işaret - Divit, yazı hokkası
11. Mühür, damga - Ahşap bıçkıcı-
sı - İlaç, merhem
12. Huysuz, çirkin ve yaşlı kadın -
Tavlada “üç” sayısı - Akıl
13. Bir acı ünlemi - Bir seslenme sözü
- Bağışlama, mazur görme - Bir
hayret ünlemi - İsviçre’de bir ne-
hir
14. Briçte roberi oluşturan iki bö-
lümden her biri - Tümör - Duman
lekesi - Otomobil yarışı
15. Resimdeki yazarın bir eseri -
“Tok” karşıtı
Yukarıdan aşağıya1. Resimdeki yazarın bir eseri
2. Din ile devlet ve yönetim işlerini
birbirinden ayrı tutan, dini kuru-
luşların yetkisi dışında kalan - “...
Güler” (fotoğrafçı) - Radyum’un
simgesi - Holmiyum’un simgesi
3. Ailesinin geçimini sağlayan - Ga-
dolinyum’un simgesi - Eyere alış-
tırılmamış binek hayvanı - Ni-
yobyum’un simgesi
4. Kalça kemiği - Verme, ödeme - “...
Ayhan” (şair)
5. Şöhret - Bedevi Araplar’ın başlı-
ğı olan kefiyeyi tutturmakta kul-
lanılan düğümlü kordon - Lümen
(kısa) - Kaşıntılı bir deri hastalı-
ğı
6. Hastalık anında gelen titreme - Ka-
yak - Ateşli silahlarda namlunun
gerisinde bulunan ve nişan al-
maya yarayan kertik - Rubid-
yum’un simgesi
7. Peru’nun başkenti - Satürn geze-
geninin beşinci uydusu
8. Evin bir bölümü - Sahip - Bir hay-
van
9. Topluluk, zümre - Notada durak-
lama işareti - Bir dilek şart eki
10. İsim - Çok eski ve bilinmeyen bir
tarihi anlatan bir söz - Dik olarak,
dikine
11. Kiloamper (kısa) - Yazılı buyruk
- Bal yapan böcek
12. Doku teli - Bir nota - En kısa za-
man parçası, lahza - Bir işaret sı-
fatı - Beyaz
13. “Oğuz ...” (yazar) - Lavrensi-
yum’un simgesi - Bir haber ajan-
sı - İlkel bir su taşıtı
14. Sahip, malik - Bir çalgı türü -
Kuzu sesi - Kekliğin boynundaki
siyah halka
15. Bir kimsenin cinsel dokunul-
mazlığı - Resimdeki yazar
BULMACA
22 MART 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(b) 2-(c) 3-(d)
ALINTI-TEST
Sonu olan öyle az şey vardır ki: Hayatlarımız sonugelmemiş öykücükler değil de ne?... Tanrı’ya ya dabüyüye ya da hiç değilse bir şeye inanmamızı sağ-layan da bu, sonunu bilme isteği.
a)
b)
c)
d)
e)
Michael Cunningham - Saatler
Truman Capote - Başka Sesler Başka Odalar
Paul Auster - Karanlıktaki Adam
Roald Dahl - Son Perde
Virginia Woolf - Yıllar
a)
b)
c)
d)
e)
Arthur Schopenhauer - Aforizmalar
Niccolo Machiavelli - Hükümdar
Franz Kafka - Aforizmalar
Augustinus - İtiraflar
John Stuart Mill - Özgürlük Üzerine
a)
b)
c)
d)
e)
Amin Maalouf - Doğu’dan Uzakta
Hakan Günday - Azil
Selim İleri - Mel’un
İhsan Oktay Anar - Puslu Kıtalar Atlası
Stefan Zweig - Satranç
1Kargalar, tek bir karganın gökleri yok edebilece-ğini iddia eder. Buna hiç kuşku yok, ama bu yinede göklere ilişkin hiçbir şey ifade etmez, çünkügökyüzü kargaların yokluğu demektir.
2Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadaracı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük ni-metti... Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, budünyanın şahidi olmaktı...
3Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
top related