kültür - sanat - edebiyatcubuk.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_02/07235118_2_kayit_kalem... · 3...
Post on 26-Sep-2019
5 Views
Preview:
TRANSCRIPT
1
Kültür - Sanat - Edebiyat
Yıl: 2016 - 2017Sayı: 2
Murat ASLAN
YONGA
Kelimeler, kelimeler…
Sessiz konuşmaların dostları,
Eşyaya açılan gözlerimiz,
Malumu ilam eden enlem ve boylam.
Aklımıza antik gramer,
Nesnelerin düşsel resimleri,
Ufkumuzu bitiren o son çizgi,
Dünyayı tanzim etme yeteneğimiz.
Kendimize nanik yaptığımız sırı dökülmüş ayna,
Zihin dünyamızın pörsümüş haritaları,
Duygu ve düşüncelerimizin aktığı zarif kanalcıklar,
Bazen yetmiyor dediğimiz kuru ırmak.
Kimi zaman bir güç yarışında küheylan,
Kimi zaman gönül dağlayan yangın.
Bir gönle girivermenin adı.
Samet ERYILDIZ
YAŞAMAKAĞRISI
Kelimeler… Sihirlidir. Cümleleri oluşturmanın, duyguyu ifade
etmenin yegâne anahtarı. Öyle bir anahtar ki her kapıyı açan ya da
tüm kapıları kapatan. Kelimeler insan zihninde şekillenir. İnsan
elindedir. İyiyi, doğruyu, güzeli de konuşabilirsin. Zehir zemberek
cümlelerle kalp de kırabilirsin. Adaleti anlatabilirsin, baharı, bir arının
uçuşunu. Şiddeti, kötülüğü de çağırabilirsin kelimelerinle. Zekâ ve
bilginin yetmediği yerde hep şiddeti çağırmıştır kelimeler mesela.
Güçlüdür. Bazen bir oktur bazen kalemin ucundan damlayan yağmur
damlası. Kelimeler kalbe saplanır ya da ince ince çiseler kâğıdının
üstüne. Sözcükler fikri oluşturur, düşünmenin temelidir.
Biriktirdiğimiz hisler, izler kadar deriniz, zenginiz.
Söylenemeyenler dile gelir. Bazen bir şiirde ya da bir türküde.
Kelimelere dökülür yaşamak ağrısı. Yaşamak derim. Kısaca böyle bir
şey. Kendini ifade etmeye çalışmak. ‘’Biriktirdiğin hissiyatları, yarım
kalmışlıkları, anlatamadıklarını, sustuklarını anlatmaya çalışmak.’’
Doğru kelimeyi seçmek, seçebilmek. ‘’Kelimeler kaybettiğimiz,
kavuşamadığımız, özlediğimiz ne varsa hepsinin özeti, çektiklerimizin
şeceresi, anlatamadıklarımızın ifadesi değil midir?’’
İnsanın içi ağrır mı hiç? Kelimeler –ki çok güçlüdür- kifayetsiz
kalır mı? Tarifi mümkün olmayan acılar sözcüklere zincir vurabilir
mi? Sözgelimi bir şehit evladının acısı cümlelere sığar mı? Tabutu
göstererek ‘’Benim babam burada uyuyor.’’ diyen çocuğa,
söylenebilecek cümlemiz kaldı mı? Kelimeler güçlüdür bazı anlar
hariç.
Öyle anlar vardır ki yutkunursun tüm sözcükleri. Tüm saatleri
durdurmak istersin. Ruhuna, zihnine dolanları konuşamazsın.
Zamana bırakırsın, avunursun ya da zaman sana bırakır.
Kelimeler bazı anlamları çağırmıyor artık. Anlamlar bazı
kelimelere sığmıyor. Ayrılık mesela. Yakıcı bir maddedir. Can,
yanıcı bir madde. Canın yanar dünyada olup bitenlere. Sözcükler
anlamları çağırmıyor artık, evrende yankılandığıyla kalıyor belki
de. Umut diyelim, umutla yaşıyoruz derler. Umut öldürmez,
mütemadiyen süründürür. İşkenceyi uzatır. Karanlık, çirkinler için
güzel bir yer olabilir. Çocuklar için korkunç bir yer. Yalnızlar için
ise tam aranan yer. Yalnızlık karanlıkta görünmez. Özlem, ruha
sinmiş bekleyiştir. Vuslatı olur mu bilinmez. Ölüm eşitliktir. İyi,
kötü, güzel, çirkin tüm insanlar için kaçınılmaz son ve başlangıç.
Ölmek kolaydır. Yaşamayı becerebildik mi? Yaşatmayı, sevmeyi,
saygı duymayı. Kelimeler güzeli çağırmalı. Dualarda buluşturabilir
yürekleri, en ağır beddualarda da. Tarifi mümkün tüm duygular
güzelliklerle anlatılmalı. Kalbi kırmak kolayken kalbe girmeye
çalışmalı. Dünya anlaşılmayı bekliyor tüm bu bilinmezlikte.
Kaçınılmaz sona varırken sözlüğümüzden atmamız gereken çok
kelime var. Sözlüğümüze almamız gereken iyi niyetler var.
Tarihimiz, kültürümüz aynamızdır. O aynada göreceğimiz,
görmemiz gereken dersler var. Kaçınılmaz sona varırken ölmeden
eşit olmak da var. Mezarda hepimiz aynıyız. Boyu uzun, kısa,
zengin, fakir hepimiz eşit. Heybemizde bu dünyada
yaptıklarımızdan başka bir şey olmayacak. Ölümü bile
‘’onlar/biz’’ diye ayırıyorsak yanlış yerdeyiz. Eşitiz ve ikiye
ayrılıyoruz. İyiler ve kötüler. Kelimelerin anlamını yitirdiği yerde
anlamsızlaşanlardanız. Sözcüklerin gücüne inanmalıyız.
Ceylan AYDIN
Hayallerinizi gerçekleştirme uğrunda sıkıntılar yaşayacak, acılar
çekeceksiniz. Belki terk edilecek, tek başına kalacaksınız. İşte o zaman
elinizi kalbinizin üzerine koyun ve unutmayın o kalp için çarpan bir kalp
var. Sonsuzluk yolunun yolcularıyız biz. Önemli olan bu yolda
düşmemek değil, düşseniz bile tekrar kalkabilmektir. Cismen yanınızda
olmasak bile dualarımız sizinle olacaktır her daim.
Bir amacınız olmalı mutlaka. Amacı olanlar tarihe yön verenlerdir.
Gayesiz yaşamak cinayettir. Kendini yok etmektir. Seneca der ki: “Bazı
insanlar hayatta hiçbir gayeye sahip olmadan yaşarlar. Böyle insanlar bir
nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler. Onlar gitmezler;
ancak suyun akışına kapılarak akarlar.” Lakin gayeniz nihaî gayeler, ulvî
gayeler olmalı ki melekler gayenize ulaşmada yardımcınız olsun. Bir
davanız olmalı mukaddes mi mukaddes… Evet, sen “Sakarya”sın. Bu
dava sana düştü. Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:
“Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!”
Büyük başların büyük derdi olur bilinciyle hareket edeceksiniz.
Bütün bir hayat boyunca iffet abidesi olacaksınız. Gözleriniz,
kulaklarınız ve bütün uzuvlarınız harama kapalı olacak ve bileceksiniz ki
iffet gözlerde başlar. Nur suresinin 31. Ayeti yoldaşın olacak:’’Mü’min
kadınlara da söyle: Hain bakışlardan sakınıp, zarafetlerini koruyarak
önlerine baksınlar. Namus ve iffetlerini korusunlar…’’ Ve bileceksiniz ki
iffetiniz giderse her şeyiniz gider; kendinize saygınız, sevinciniz,
huzurunu… İffetin en pahalı elmaslardan daha değerli olduğu şuuruyla
yaşayacaksınız.
Süsünüz edep olacak ve sizi her türlü mücevherattan daha değerli
kılacak. “Hayâ (utanma duygusu ) imandandır.” sözü düsturunuz olacak.
Hayâsızlıktan uzak duracaksınız. M Akif’in dediği gibi:
Hayâ sıyrılmış inmiş,
Öyle yüzsüzlük ki her yerde.
Ne çirkin yüzler örtermiş,
Meğer bir incecik perde.”
Etrafınızı iffetsizlik deryası sarsa da yine direnecek, Hz Yusuf
olacaksınız. Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:
“Yusuf baştan aşağı iffet olduktan sonra
Züleyha baştan aşağı afet olsa ne yazar.”
Ben sizlerin masumiyetine hayranım lakin dikkat ediniz ki kimse sizi
masumiyetinizden vurmasın. Zira mümin uyanık olmak zorundadır.
Basiretiyle kendini koruyabilmeli kurda kuşa yem olmamalıdır.
Sizler bizim bal arılarımızsınız. Hangi çiçeğe konacağınızı bilirsiniz.
İnanıyorum ki bir gün dünyanın en güzel balını sizler yapacaksınız.
Zaman zaman üzüldük, kızdı sizlere… Ama sizlere dair ümidinizi hiç
kaybetmedik. Sizler her zaman ümidimiz, istikbalimiz olacaksınız.
Ahmet Arif’in şiirini size ithaf ediyor, sevgiyle kucaklıyorum.
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile diş ile,
Umut ile sevda ile düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?2
Yurdagül Yıldırım ALTUN
BU BİRAŞK
Yirmi yıldır sönmeyen bir ateş… Her dem yeniden canlanan
bir kor ateş… Ve hep yeniden yeniden yaşamak istediğim bir
aşktır öğrencilerimle geçirdiğim anlar…
Acıyı, kederi, sevinci, mutluluğu hep sizinle yaşadım
canlarım. Bazen güneş gibi sımsıcaktınız… Bazen sisli, dumanlı
dağlar gibi kederliydiniz. Sizler gülünce yıldız yıldız gökyüzüm
oldunuz. Kederlenince sizler kapkaranlık oldu dünyam. Bir anne
şefkatiyle bağrıma basmak istedim sizleri.
Gerçek olan şu ki iki cihanda da mutlu olmanız içindi çabam.
Her biriniz ayrı bir dünyaydınız, keşfedilmeyi bekleyen. Sizleri
keşfetmekten hiç usanmadım. Sizi her keşfedişimde sizlerle
yeniden doğdum. Yaşama sevincim oldunuz. Dünyayı ve
içindekileri sizlerleyken unuttum. Lakin sizin acılarınızı
unutmadım. Geceleri uyuyamadım. Dualar ettim hep iyi olasınız
diye.
Etrafınızı bir ahtapot gibi şer, kötülük kaplasa da biliyorum
ki içinizdeki iman size güç verecek Allah u Ekber diyerek
keseceksiniz şer odaklarının kollarını. İçinizdeki sevgiyle
dünyayı kuşatacaksınız. Aklınızla doğruyu yanlışı ayıracak,
değerlerinizle milletimizi yeniden olması gereken yerlere
getireceksiniz. Ve unutmayacaksınız: ”Ya öğrenen ya öğreten
ya dinleyen ya da seven ol. Bunların dışında beşincisi olma
helak olursun.’’ Düsturuna uygun bir hayatı tercih edeceksiniz.
Öncelikle değerleriniz olacak, insan-ı kâmil olma yolunda
adımlar atacaksınız. Hakiki kazancın bu olduğu idrakiyle üstüne
başarılar inşa edeceksiniz. Milli, manevi değerlere sahip
olmayanın hiçbir şey olamayacağının bilincinde olacaksınız.
Asla Allah ile aranıza bir aracı koymayacak onun size şah
damarınızdan daha yakın olduğu bilinciyle yaşayacaksınız. Siz
Allah ile beraber olma şuurunda olacaksınız. Kalplerinizi sadece
onun sevgisiyle dolduracak, O’nun için sevecek ve O’nun
sevdiklerini sevecek, sevmediklerinden uzak duracaksınız.
Sizler benim göçmen kuşlarımsınız. Biliyorum uzak
ülkelerin, ırak diyarların özlemiyle dopdolusunuz. Bir gün kendi
hayatlarınızı kuracaksınız. Hayalleriniz, ümitleriniz var. Sakın
ola yörüngenizden çıkmayasınız.
Aynur Melek ÖMÜR
3
Mehmet Mustafa ERDAL
AH YALAN DÜNYA!
Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın
Ben de gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Sanatçı yalan dediği için dünya yalan olmuş değil elbette.
Sanatçının bir kabahati yok durum tespitinde bulunmaktan başka! Ne
yani bütün bu olup bitenler; bilinen, duyulan, görülenler hep yalan
mı? Oysa her şey ne kadar da gerçekçi! Kusursuz hazırlanmış bir
kurgu söz konusu. O hâlde insan, ömrünü yalan üzerinde, hayal için
mi yaşıyor? Bir yerde bir hakikat olmalı değil mi?
Gurbeti biraz da olsa katlanılır kılan, gurbetzede insanın içinde
taşıdığı, sılaya döneceği güne dair ümididir diyebiliriz. Ancak ne
gariptir ki yalan denilen gurbette insanın sılası pek aklına gelmiyor.
İnsan unutarak yaşamayı tercih ediyor büyük ölçüde. Sıladan ayrı
düşüp gurbete çıkan insanın gülmesi pek olası değildir; tabii içinde
bulunduğu vaziyeti doğru değerlendirebilecek melekeye sahipse!
Ben kimim, sen kimsin? Sen beni neye bakarak nasıl
değerlendiriyorsun ki yanlış yargılara varıyorsun? Suret sireti verir
belki; ama bu her zaman bel bağlanabilecek bir hüküm olmayabilir.
Tek tek insanları mı konuşuyoruz, yoksa söz konusu olan bütün
insanlık mı? İnsan boş bir hayalin içinde de bunu hakikat mi
zannediyor? Dünya insanın ömrünü çalıyor da onun yerine ne
koyuyor? Büsbütün ziyanda mıyız?
Ah yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Nasıl bir hayalin içindeyiz ki dünya insana dost görünerek, yüze
gülerek onu kandırıp avlıyor; kendine kul, köle ediyor. Yüreğimizden
yükselip gelen ahlar içerdeki ateşi dışarı vururken derindeki yangını
söndürmeye yetmiyor. Hızlı tempoda sürdürülen koşu sonunda
yorgun düşen insan, elde kalana baktığında insanca yaşamadığı
idrakiyle pişmanlığını ifade edebiliyor; ama son pişmanlık…
Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
İrengi gözümde solan dünyada
Ey sevgili, senin ağlayarak ödediğin yaşamanın, sevmenin
bedelini ben yanarak ödedim. Hayat macerası böyle başlamamıştı,
aslında güzel de devam etti bir parça belki; fakat öyle bir noktaya
gelindi ki perde kalktı ve bütün çıplaklığıyla acı gerçekle yüz yüze
kalındı. Dünyayı göze güzel gösteren, onu her şeyiyle her yönüyle
cazip kılan bin bir renkli, cümbüşlü gözlük gözden düştü; aldanışın
acı yüzü göründü. Ömre neler sığdı, neler yaşandı, hangi yollardan
geçildi ki daha önce görünmeyenler görünür, bilinmeyenler bilinir
oldu? Bunların daha kestirmeden öğrenilmesi neden mümkün
olmadı, olabilir miydi?
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Dünyada bir misafir olduğumuzu unutup ev sahibi çalımlarında
hareket edince yani yolcu kendini hancı zannedince bir parça aldanış,
bunun getirdiği pişmanlık kaçınılmaz oluyor. Dünyada yükümü
tutayım, hep yukarılara çıkayım derken hırsımızın gürültüsünde
aşağıdan yükselen çığlıklara sağır mı kalıyoruz yoksa? Feryat içten
içe katlanarak devam ediyor. Dost, düşman nasıl ayırt edilir; düşman,
tuzağını hile üzerine kurup yüze gülerek mi acı sonu hazırlar?
Bundan kaçmak mümkün değil mi?
Bilirim sevdiğim kusurun yoktur
Sana karşı benim gayetten çoktur
Felek vurdu dolu üstüme vurdu
Yaşlarım gözüme dolan dünyada
Seven sevdiğinde kusur görmez kural budur. Yanlışa, hataya dair
ne varsa elbette bu aşığa aittir, bunlar sevgilinin semtinden dahi
geçmez. Âşık paratoner misali bütün şimşekleri üzerine çekmeye
alışıktır, şikâyet etmez; zira bu onun meziyetidir.
Âşık sevgiliyi yüceltirken sevgisini yüceltmekte; kendi nazarında
sevgilinin kazandığı kıymeti, halk da zamanla aşığa iade
etmektedir. Bu yolda hiçbir beladan kaçılmaz. Vuslat sadece
dillendirilen ama aslında istenmeyen de bir şeydir. Aşkla gözden
dökülen yaşlar dünyanın birçok kirini, pasını temizleyen, insanın
kalbinin, vicdanının olduğuna dair ümit aşılayan da bir şeydir
sanki. Âşık yalnızca aşkı, aşkla hemhal olmayı istemektedir. Güya
şikâyet kabilinden sözlerinin tamamı esasında birer memnuniyet
ifadesinden başka bir şey değildir.
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Dünya bir başına ne iyi ne kötü. Onu iyi de kötü de yapan kabul
etmek lazım ki hırslarına yenik düşen adına insan denilen; ama
insan vasfını layıkıyla taşımayı bir türlü beceremeyen varlıktır.
Emanetin emanet olduğunu unutup onu sahiplenmek nasıl bir ruh
hâlidir, nasıl bir şaşkınlıktır böyle?
Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada
İnsan dünyaya nasıl geldiyse buradan bir şey yüklenmeden yine
öylece geçip gidecek; ancak bu basit gerçeklik hep hatırdan
çıkarılıyor. Nefsine kurban olan insan hep kendine; ama daha çok
da insanlık macerasına zarar veriyor. Bir zamanlar keyifli olan
birçok şey öyle bir an geliyor ki rengini, tadını, kokusunu
kaybediyor. Belki onların kaybettiği bir şey yok da bizler birtakım
hassalarımızı yitiriyoruz. İnsandan geriye kalanın hoş seda
olduğunu geç de olsa fark ediyoruz. Ama çok geç… Allah’tan
garip bülbüllerin feryadı var da bize insan olduğumuzu, aslında
neden ibaret olduğumuzu, neyle kıymetli olduğumuzu hatırlatıyor.
Dünya, insanı hiçbir zaman doyurmamış, doyurmayacak.
İnsanın eline tutuşturulmuş nefis kabını hiçbir dünyalık
dolduramadı, dolduramayacak. Her istek yarım kalacak, biz
gideceğiz; o, kaçınılmaz biçimde ellere kalacak. Duymayı,
dinlemeyi becerebilirsek bunun böyle olduğunu uzun yıllar
yaşayan kaplumbağalar da söyleyecek; bize ibret almak kalacak
yalnızca.
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Artık insanoğlunun şapkasını önüne koyup esaslı düşüncelere
dalmasının vakti gelmedi mi? Dünyayı kirleten insan ya kendine
gelecek ya da kendi kötülüğünde boğulup gidecek.
Toplumdaki yerleşik anlayışa göre cahil diye
nitelendirilebilecek bir Garip Abdal, söz konusu türküsünde bizlere
“İşitin ey yârenler, dünya yalan, yalan dünya!” diye ses veriyor.
Kulak vermek durumunda değil miyiz?
Zehra Bürde ÖZÇELİK
4
Yılmaz KIRIKTAŞ
KADER
Hayri Efendi dört gündür uğraştığı sicil defterinden başını
kaldırdı. Kafası ağrıyor boynu ise tutulmuş gibiydi. Tıknaz
vücuduna nazaran küçük kalan başının ağrısını geçirmek için
şakaklarını ovuyordu.
Tam yirmi yıldır burada, hükümet konağının bu daracık
odasında çalışıyordu. Zor beğenir tabiatı gereği evlenememiş, tam
kırk yaşına kadar annesiyle yaşamış, o müşfik kadının vefatıyla, tek
evladı yapayalnız kalmıştı. Hayatta tek düşkünlüğü kitaplaraydı.
Kitaplara o kadar düşkündü ki bir defasında babadan kalan evini
bile ipoteğe koymuş, zavallı annesi borcunu kapatana kadar neler
çekmişti.
Artık, eskisi gibi evde bekleyeni, arkadaş, kardeş nevinden bir
yoldaşı olmadığından çoğunlukla dairede sabahlıyor, adeta burada
yaşıyordu. İşte yine dört gündür, geceli gündüzlü, vilayetin mali
sicillerini inceliyor, tam beş yıl valilik yaptıktan sonra iki yıl önce
başka vilayete vali olan Mustafa Sabri Paşa’nın dönemine ait bir
usulsüzlük arıyordu. Bu vazifeyi Mustafa Sabri Paşa’nın azılı
düşmanı yeni vali Sadullah Paşa vermişti. Her ikisi de Enderun
Mektebi’nde yetişen bu iki arkadaş Sultan Mahmud devrinde
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında önemli vazifeler gördüklerinden
önce paşa daha sonra farklı vilayetlere vali yapılmışlardı. İkbal
merdivenlerini hızla tırmanan bu iki iyi arkadaşın arası, nedense,
bozulmuş, birbirlerine hasım olmuşlardı. İşte Sadullah Paşa bu
hasmından sonra Hüdavendigar Vilayeti’ne vali olarak gelmişti ve
sabık valinin yolsuzluğunu, açığını arıyordu. Hayri Efendi, Mustafa
Sabri Paşa gibi babacan, namuslu bir valinin yolsuzluğu olacağına
inanmasa da padişah ve devlet erkânı tarafından sevilip sayılan bu
sert mizaçlı yeni valinin emrine uymaktan başka da şansı yoktu.
Hayri Efendi’nin zonklayan başının ağrısı geçmiş gibiydi.
Bütün dikkatine rağmen dört gündür sabık valinin bir
usulsüzlüğünü de bulamamıştı. Sıkılmıştı, eve gitmeye karar verdi.
Kıvırdığı kollarını düzeltti, ceketini giydi. Bir yetim burukluğu ile
kenarda duran fesini eline aldı, püsküllerini düzeltti, başına geçirdi.
Hükümet konağından çıktı.
Hükümet Konağı, Ulu Camii’ne çok yakındı. Her zaman yaptığı
gibi Ulu Camii Haziresinde gömülü olan baba tarafından ceddi
Aslan Bey’e bir fatiha okuduktan sonra, Mısrı Dergâhı’nın
yanındaki toprak yola saptı. Tahtakale’ye yaklaşırken yolda Abdi
Ağa ile karşılaştı. Bu orta boylu, uyanık adam Ulu Camii’nin
karşısındaki çarşıda sahaflık yapıyordu. Gerçi kitaplar hakkındaki
bilgisi sınırlıydı; ama Bursa’da ondan başka da sahaf yok gibiydi.
Her kitap meraklısı gibi Hayri Efendi de onun müşterilerinden biri,
belki de en önemlisiydi.
Abdi Ağa:
-Selamün Aleyküm Hayri Efendi…
-Ve Aleykümselâm Abdi Ağa…
-Uzun zamandan beri görüşemedik, nerelerdesiniz?
-Abdi Ağa biz nerede oluruz, ya dairedeyiz, ya evdeyiz ya da
senin dükkândayız… Sen nasılsın?
Abdi Ağa, sanki bir müjde verecekmiş gibi Hayri Efendi’nin
yüzüne baktı.
-Ne yapalım, kitaplarla uğraşıyoruz.
Ne kitabı?
-Aman efendim, çalışmaktan dükkâna uğradığınız yok ki…
Yemenden, Trablus taraflarından bir kervan geldi. Bir tüccar o
taraflarda ne kadar kitap varsa toplamış. Önce İstanbul’a uğramış,
sonra da buraya… Onunla uğraşıyoruz.
Abdi Ağa, abartmayı severdi. Övdüğü tüccarların getirdiği
kitaplar genellikle alelade kitaplar olurdu. Hayri Efendi bunu
biliyordu. Ama söz konusu kitap olunca kendinden geçen Hayri
Efendi, Leyla’sını görmüş Mecnun’a döner, muhakemesini
yitiverirdi.
-Neler var?
-Gel de bak üstadım! Hem tüccarla da tanıştırırım seni.
-Hala burada mı?
-Evet, hatta akşam namazından sonra dükkânda buluşacağız…
Hayri Efendi, eve gitmekten vazgeçti. Abdi Ağa ile Ulu
Camii’ne döndü. Camiinin karşısındaki çay ocağında bir yandan çay
içiyorlar, diğer yandan kitaplar üzerine sohbet ediyorlardı. Aslında
Hayri Efendi kitapların neler olduğunu soruyor, Abdi Ağa ise daimi
müşterisinin bu sorularını sürekli geçiştirerek bir yandan
bilgisizliğini gizlemeye çalışırken diğer yandan Hayri Efendi’nin
merakını arttırıyordu. Müezzinin segâh makamında okuduğu akşam
ezanı Hayri Efendi’yi daldığı merak deryasından çıkardı. Abdesti
yoktu, alelacele abdestini aldı. Camiye girdiğinde imam birinci
rekâtının zammı suresini bitirmek üzereydi. Cemaate yetişti. Ancak
onun aklı göreceği kitaplardaydı. Acaba hangi kitaplar vardı
tüccarın elinde? İşte bu soru ve kitaplara bir an önce kavuşma
iştiyakı Hayri Efendi’yi o kadar sabırsızlandırıyordu ki üç rekâtlık
namaz ona teravih namazı kadar uzun geliyordu. Nihayet farz bitti.
Sünneti hızla kılan Hayri Efendi, âdetinin aksine tesbihat ve duaya
katılmadı. Abdi Ağa’yı da camiden neredeyse zorla çıkardı.
Ulu Camii’nin karşısındaki daracık iki odadan oluşan, üst üste
yığılmış yüzlerce alelade kitap ile ciltleri yırtılıp dağılmış binlerce
sayfa karışık bir halde duran bakımsız sahaf dükkânına
vardıklarında kapıda, uzun yolculuklardan iyice kirlenmiş sarığı
başında, yıpranmış cübbesi üzerinde bir tüccardan çok at hırsızına
benzeyen, güneşin yaktığı yüzü bronz bir büst gibi duran tüccara
rast geldiler. Tanıştıktan sonra tüccar, karşısındakinin kitap merakını
fark edince bir yandan bu kitapları nasıl derlediğini, nasıl zahmetler
çektiğini uzun uzun anlatıyor, diğer yandan nadide sandığı kitapları
teker teker Hayri Efendi’ye gösteriyordu. Kitaplar arasında zuhur
eden Şemse, Çeharkuşe, murassa ciltli kitapları heyecanla eline alan
Hayri Efendi bunların sıradan kitaplar olduğunu görünce diğerine
geçiyordu. Yıpranmış ciltli bu kitapları inceleyen Hayri Efendi’nin
her kitapta hayal kırıklığı artıyordu. Bütün kitapları elden geçiren
sırf murassa cildinin güzelliğinden Nedim-i Kadim Divançesini
teberrüken aldı. Leylasını görmeyi umarken bir acuze görmüş bir
aşığın hayal kırıklığıyla kalkmak üzereyken, tüccar alamadığı bir
kitaptan bahsetmeye başladı. Murassa ciltli bu kitaba sahibi, beş
altın istemiş, bunu çok gören tüccarın iki altınlık teklifini
reddetmişti. Tüccarın övmekte aciz kaldığı bu kitap, Hayri
Efendi’nin dikkatini çekti.
-Cildi nasıldı?
-Efendim, cevheri tastamam murassa bir cilt…
-Kitabın adını hatırlıyor musun?
-Efendim. Kutadgu…
-Kutadgu Bilig mi?
-Evet, efendim!
-Nerde bu eser?
-Fizan’da
-…..
Hayri Efendi, Fizan ismini duyunca ürperdi. Burası herkesin
bildiği, devlete isyan edenlerin, gözden düşenlerin gönderildiği bir
sürgün yeriydi. Orada bu kadar nadir bulunan bir eserin bulunma
ihtimali var mıydı? İnanası gelmedi. Tüccarın yüzüne tekrar baktı.
Sonra elindeki divançenin sayfalarını çevirdi. Tüccara:
-Emin misin, karıştırıyor olmayasın?
Devamı 5. Sayfada
Hilal Mertoğlu BAYIR
5
Hayri Efendi’nin ilgisinden şaşıran ve ne kadar değerli bir eseri
kaçırdığını anlayan tüccar, oldukça yıpranmış ciltli diğer kitapları
tekrar göstermeye ve Hayri Efendi’nin ilgisini bu kitaplara çekmeye
çalışıyordu. Hayri Efendi, oralı değildi. Tekrar sordu:
-Emin misin?
Hayri Efendi’nin ilgisini diğer kitaplara çekemeyen tüccar:
-Evet, efendim…
-Kimde?
-Sivasizade namı ile bilinen bir ailede... Zamanında Sivas’tan
sürülen Şemsi Paşa’nın ailesinde… Oldukça varlıklı olan Şemsi Paşa
kitap düşkünüymüş. Onun vefatından sonra aile, zora düşmüş.
Paşanın bin bir zahmetle topladığı kitapları…
Hayri Efendi, Şemsi Paşa’nın kütüphanesinin methini duymuştur.
Beylikler, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı’nın ilk dönemlerine ait
kitapları topladığını biliyordu. İnandı. İki üç akçe çıkarttı, divançenin
parasını ödedi, dükkândan kendi kendine söylenerek, ayrıldı. Abdi
Ağa ile tüccar, Hayri Efendi’nin ardından baka kaldılar.
Hayrı Efendi, o gece sabaha kadar uyuyamadı. Yıllardır methini
duyduğu kitabın nerede olduğunu öğrenmişti. Onu alacak parası da
vardı ama Fizan’a nasıl gidecekti? İşte bunu bilmiyordu. Memuriyeti
elini ayağını bağlıyordu. Bir an istifa etmeyi düşündü. Orada
yaşayabilirdi. Ama o zaman nasıl geçinecekti? Elinde altı ay yetecek
kadar para ancak vardı. Babasından da tamire muhtaç bir evden
başka hiçbir şey kalmamıştı. Bu düşüncesi aklına yatmadı, vazgeçti.
Peki, nasıl yapacaktı?
Sabah erkenden daireye geldi. İncelediği sicilleri tekrar açtı.
Satırlarda göz gezdiriyor ama aklındaki soru yüzünden dikkatini
veremiyordu. Zaten dört gündür bütün bir dönemi incelemiş, bütün
dikkatine rağmen yolsuzluğa, usulsüzlüğe dair tek bir alamet
bulamamıştı. “Yok işte! Olmayanı nasıl bulalım?” dedi, içinden…
Kafasındaki sorunun cevabını bulamamanın çaresizliğiyle sicil
kapağını sertçe kapattı. Ayağa kalktı, dar odada gezindi, tekrar
oturdu. Divitleri düzeltti, kristal hokkanın gümüş kapağını açtı
kapattı. Tekrar kalktı, pencereyi açtı. Bir süre dışarıyı seyretti.
Hükümet Konağı’nın önünden geçen sokak yavaş yavaş
hareketlenmeye başlamıştı. Bir ara komşusu ve can dostu Mevlevi
Şeyhi Nizameddin Dede’yi gördü, sokakta. Ama kafasındaki soru
kendinde konuşma isteği bırakmadığından seslenmedi. Mutlaka
Fizan’a gitmeli, o kitabı almalıydı. Ama nasıl? Bu sorudan bunalan
kafasını dağıtmak isteyen Hayri Efendi pencereyi açık unutarak
sicillerin olduğu dolaba gitti, geçen senelere dair kayıtların olduğu
sicil defterini aldı, masasına geri döndü. Dikkatsizce göz gezdirmeye
başladı. Birden “ Hüdavendigar vilayetinden toplam 300000 kuruş
vergi tahsil edilmiş olup... “ ifadesi dikkatini çekti. Hayri Efendi
birden doğruldu. Rakama tekrar baktı. Evet, 300000 kuruş yazıyordu.
Hâlbuki Hüdavendigar vilayetinde toplanan verginin son iki senedir
“350000 kuruş” olduğuna emin gibiydi. Vergi kayıtlarına baktı.
Toplanan miktarları alt alta yazıp topladı. “350000 kuruş” yapıyordu.
Ya aradaki 50000 kuruş ne olmuştu? Bunu bir türlü tespit edemedi.
Durumu vali paşaya bildirmek için yerinden kalktı, ama bu kadar
büyük miktarın valinin haberi olmadan kaybolması mümkün müydü?
Korku ve çaresizlikle geri oturdu.
Tanzimat’tın getirdiği yeniliklerden biri de merkezi bütçe idi.
Artık vergiler vilayetlerde valiler nezaretinde toplanıp İstanbul’a
gönderilecek, vilayetlerin ihtiyaçları bu bütçeden sağlanacaktı.
Gerçi yolsuzluk olmuyor değildi. Ancak merkezi hükümet,
yolsuzluğun imasını bile değerlendiriyor, yolsuzluğa karışanlara
karşı amansız bir mücadele veriyor, suçlu olanları, kim olursa
olsun, affetmiyordu. Hayri Efendi, bu cezaya çarptırılanları
duymuştu. Korktu. Kayıtlara tekrar baktı. Toplanan meblağları
tekrar alt alta yazarak topladı. 50000 kuruş kayıptı. Kalktı, açık
olan camın önünde durdu. Dışarından içeri dolan, perdeleri
havalandıran serin rüzgâr, Hayri Efendi’yi ferahlandırmaya
yetmedi. Masasına döndü. Önünde her zaman bir derviş tevekkülü
ile duran kolonya şişesini açtı, avcuna kolonya döktü, yüzüne
çarptı. İçerisi mis gibi limon koktu ama Hayri Efendi kokuyu fark
etmedi bile. Ne yapacaktı, Ya Rabbi? Aslında ne yapması
gerektiğini biliyordu? Ama... Tekrar kalktı, odada dolaştı, su içti.
Evet, yapılacak iş belliydi. Durumu Maliye Nezareti’ne
bildirmeliydi. Aksi halde bunun ortaya çıkması demek, Hayri
Efendi’nin de suç ortağı olması, memuriyetinden olması demekti.
Masasına oturdu. Divitlerden birini aldı, maktanın Mevlevi
Sikkesi işlemeli sapını kendine çevirerek, kamışı kemik maktanın
üzerine yatırdı, ucunu yonttu. O kadar yavaş davranıyordu ki,
gönülsüzlüğü dışardan fark edilebiliyordu. Ama başka çaresi de
yoktu. Kâğıdı önüne çekti, vilayette toplanan vergilerin tamamının
İstanbul’a gönderilmediğini, aradaki farkın kayıp olduğunu yazdı.
Mektuba hangi nahiyeden kaç lira toplandığına dair bir de cetvel
ilave etti. Mektubu zarfladı, gizli mührü vurarak İstanbul’a, Maliye
Nezareti’ne, gönderdi.
Valinin bu kayıp paradan haberi olduğuna emin olan Hayri
Efendi, bir yandan hükümetin valiye ne yapacağını merak ediyor,
diğer yandan eski valinin yolsuzluğunu aratırken kendi yolsuzluğu
ortaya çıkan valinin haline “etme bulma” nazarından bakıyordu.
Bir ay kadar sonra vali, Hayri Efendi’yi makamına çağırttı.
Şikâyetinden valinin haberi olmadığından emin olan Hayri Efendi,
her zaman yaptığı gibi, yukarı çıktı. Ağır işlemeli kapının yanında
basit bir masada oturan valinin yaveri onu karşıladı, geldiğini
haber vermek için makama girdi. Üç beş dakika bekleyen Hayri
Efendi vakit geçirmek için kıyafetini düzeltti, yaverin masasında
duran dağınık kâğıtlara göz attı. Yaver içeriden çıktı, kendisini
içeri buyur etti.
Muhteşem duvar ve tavan süslemeleriyle bezenmiş makama,
her zamanki gibi giren Hayri Efendi, törenlerde giydiği pırıl pırıl
üniformasını süsleyen madalyalarıyla validen çok Şehnameden
fırlayıp çıkmış bir eski zaman kahramanını andıran Sadullah
Paşa’yı sedef kakmalı masasında oturur buldu. Elinde bir zarf
tutuyordu. Hayri Efendi, tam selam vermek üzereyken, hiddetle
yerinden kalkan Sadullah Paşa elindeki zarfı Hayri Efendi’nin
suratına fırlatıp;
-Bre hadsiz, namusuz! Sen hangi hakla beni şikâyet edip iftira
atarsın, diye bağırdı.
Şikâyetten haberi olabileceğini beklemeyen Hayri Efendi, neye
uğradığını şaşırmış bir halde kızarıyor, bozarıyor, açıklamaya
çalışıyordu. Ama Sadullah Paşa onu dinlemiyordu. Hırsını
alamayan Sadullah Paşa yerdeki zarfı Hayri Efendi’nin eline
tutuşturdu ve onu dışarı attı.
Hayri Efendi şaşkın ve perişan bir halde odasına geldi. Ben ne
yaptım, diye kendine kızıyordu. Valinin eline tutuşturduğu zarf
elindeydi. İçinde muhakkak cezası yazıyordu, ama o bununla
yüzleşmekten korkuyordu. Kesin memuriyetten atılmıştı. Ne yerdi,
ne içerdi, ne yapardı şimdi? Yirmi yıldır memuriyet dışında bir iş
yapmamıştı. Memuriyete güvenerek de üç beş kuruş dışında para
da biriktirmemişti. El âleme muhtaç mı olacaktı?
Korkunun ecele faydası yoktu ve Hayri Efendi kaderini
yaşayacaktı. Mührü, korkarak kırdı. Zarfı açtı. Yavaş yavaş
okumaya başladı. Okudukça yüzündeki üzüntü ve kaygı yerini
yavaş yavaş bir tebessüme bırakıyordu.
“… İş bu sebeplerden dolayı vazifenizin Fizan’a nakline
Ceylan AYDIN
6
Zafer Alpaslan YILMAZ
ENDERUN MEKTEPLERİ
Her ülkede, toplam nüfusun %2’sinin üstün yetenekli olarak
kabul edildiği düşünülürse, üstün yeteneklilerin eğitimi bir ülke
için hayati derecede önemli olmaktadır (Kurtdaş, 2002).Üstün
yetenekli çocukların önemi içlerinde taşıdıkları gizil güçten
gelmektedir. Bu güç toplumların gelişimi ve ilerlemesi için hayati
derecede önemlidir. Bu bakımdan üstün yetenekli çocuklar özel
eğitime gerek duymaktadır ve eğitimleri çok önemlidir (Kurtdaş,
2002). Devletler eğitim sistemlerini oluştururken hiç kuşkusuz
geçmişin birikimlerini gözden geçirirler (Oğuz, 2008).
Osmanlı Devleti’nin gücünü korumak ve o gücü yönetecek
üstün nitelikli insanları yetiştirmek için geliştirdiği dünyanın ilk
dâhiler okulu, Enderun’dur. Enderun’un bugünkü eğitim
müfredatındaki karşılığı ise üstün zekâlılar okuludur (Çoşkun,
2011).
Enderun Mektepleri
Türk Dil Kurumunun Güncel Türkçe Sözlüğünde (Güncel
Türkçe Sözlük, 2012) Enderun kavramı; saraylarda harem ve
hazine dairelerinin bulunduğu yer, büyük sarayların iç bölümü,
devlet görevlilerini yetiştiren okul olarak yer almaktadır. .
Enderun’un, saray içoğlanlarını devletin sivil ve askerî
hizmetleri için yetiştiren bir okul, akademi ya da seminer olarak
ne zaman ve kimin hükümdarlığı sırasında kurulduğu konusunda
yerli ve yabancı Tarihçiler arasında fikir birliği yoktur. Bazıları
bunun, devşirmenin ilk kez yasalaştığı döneme 1. Murat “1360-
1389” dönemine kadar götürmektedir. Yıldırım Beyazıt’ı,
kurucu olarak ileri sürenlere de rastlanmaktadır.
Enderun Mektebinin Yapısı Ve Eğitimi
En gelişmiş ve en etkili olduğu dönemlerde Enderun, Topkapı
sarayı içinde ve dışında olmak üzere bir kurumlar manzumesi
durumundaydı (Kılıç İ. , 2011):
Bu kurumlar;
1. Hazırlık okulları (Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa
Sarayı, İskender Çelebi Sarayı),
2. Enderun -u Hümayun (Büyük Oda ve Küçük Oda)
3. Meslek Okulları (Doğancılar, Kiler, Seferli, Hazine Odaları) olmak
üzere üç ana teşkilat üzerine kurulmuştur.
Enderun; “Oda” denilen yedi daireye bölünmüştü. Bir çeşit sınıf
olan bu yedi odanın isimleri şöyleydi: Büyük Oda, Küçük Oda,
Doğancı Odası, Seferli Odası, Kiler Odası, Hazine Odası ve Has Oda.
Son üç oda mühim olup ilk dört odanın eğitimi çok zaman Enderun
dışındaki saray okullarına verilmiştir. Enderun’da eğitim öğretim
mutlaka bu yedi oda içinde verilirdi. Öğrenciler sıra ile her odanın
gereklerini yerine getirirlerdi. Her odanın başkanı durumunda ağalar ve
her odada teorik dersleri okutan hocalar vardı. Hocaların bir kısmı
saray dışından gelirdi (Kılıç İ. , 2011). Enderun’da belli bir maaş
karşılığında sarayın dışından meşhur hocalar ve ilim adamları
getirilerek onların talebeye ders vermeleri sağlanırdı. Fatih Sultan
Mehmed, birçok ilim ve fennin öğretilmesi için bütün ilim adamlarını
sarayında toplamıştı (Güngör, 2007).
Sonuç
Osmanlı Devleti, toplumda %2 oranında yer alan üstün yetenekli
çocukları bulmayı başarmıştır. Ayrıca üstün yetenekli çocukları
keşfetme işini sistemli bir halde ve belli bir kanuna göre yerine
getirmiştir. Osmanlı Devleti’nin üç kıtada hüküm sürebilmiş olmasını
sadece askeri gücüne dayandırmak haksızlık olur. Güçlü devlet
yapısının olabilmesi için yöneticilerinde o derece nitelikli ve eğitimli
olması gerekmektedir. Enderun, Osmanlı Devletinin bütün sivil
memurlarını, devlet ileri gelenlerini ve askerî görevlilerini, Yeniçeri
Ağasını, Defterdarını, Kubbe Vezirini, Divan Şairlerini, Tarihçilerini,
Hattatlarını, Beylerbeylerini ve Valilerini yetiştirmiştir.
20. yüzyılın başında Amerikalı Eğitimci-Psikolog John Dewey’in
“Çocuğa Göre Eğitim İlkesi” olarak dünyaya sunduğu “çağdaş eğitim
metodolojisi” aslında Enderun sisteminin kopyasından başka bir şey
değildir (Bahadıroğlu, 2012).
Özel eğitim, zihinsel yetersizliği olan çocuklarımızın hakkı olduğu
gibi bu hak üstün yetenekli çocuklarımızın da hakkıdır. Üstün
yetenekli çocuklarımızın tespiti için gerekli çalışmaları aileden
başlayarak, eğitim sistemimizin her kademesinde yapmalıyız. Özellikle
öğretmenlerimize bu konuda büyük bir görev düşmektedir. Bu
çocukların eğitim sistemimiz içinde kaybolmalarına izin vermemeliyiz.
Üstün yetenekli çocuklarımızın eğitimi günümüzde Bilim Ve Sanat
Merkezleri tarafından yürütülmektedir. Ancak bu okulların sayısı
yetersizdir. Bu okulların sayıları arttırılmalıdır ve eğitim programları
geliştirmelidir. Toplumu bu okullardan haberdar ederek, üstün
yetenekli çocukların eğitimi hakkında bilinçlendirmeliyiz.
Bir ülkenin kalkınabilmesi için en başta insan kaynağı gelmektedir.
Bir ülke insanlarına, yetenekleri doğrultusunda eğitim verirse o ülke
geleceğe güvenle bakabilir. Türkiye’nin kalkınması sahip olduğu
yetenekli genç nüfusa bağlıdır. Bize düşen görev bu genç nüfusa hak
ettiği eğitim hizmetini sunmaktır.
Zehra Bürde ÖZÇELİK
Ceylan AYDIN
7
Serkan DEMİR
DERSİ BİTMEYEN ÖĞRETMEN
Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Okula, öğrencilere ve mesleğime
alışmaya çalışıyordum. Ders esnasında sınıfın kapısı çaldı. Gözleri ışıl
ışıl parlayan birisi elinde çiçekle içeri girdi. Benim de şaşkınlığımı
gören sınıf bir anda sessizliğe büründü. Öğrenciler dikkatle içeri giren
kişiyi inceliyor, hiç ses çıkarmıyorlardı. Gelen kişinin öğrencilere ve
sınıfa yabancı olmadığı her halinden belliydi. İçeri girdiği andan
itibaren bakışlarındaki sıcaklık hissediliyordu. Yürekten bir tebessümle
öğrencileri selamladı. Öğrencilerim de onunla konuşmaya başladılar.
Bu gizemli kişinin ağzından dökülen her bir kelimeyi pür dikkat
dinliyorlar, gözlerinin içi gülerek ona bakıyorlardı. Sanki onu tanıyor
gibiydiler.
Kitaplardan, okumanın öneminden biraz bahsettikten sonra bir şiir
okumayı teklif etti öğrencilere ve ahenkli ses tonu ile okumaya başladı.
Her bir harf ağzından inci tanesi gibi dökülüyordu. Öğrenciler
hayranlıkla onu dinlediler. Bu ders hiç bitmesin istedim.
Öğrencilere şiiri kimin yazmış olabileceğini sordu. Öğrenciler
bildikleri tüm ünlü şairleri sıraladılar. Şiiri çok beğenmişlerdi ama
şairini bir türlü tahmin edememişlerdi. Ben de tüm merakımla kimin
yazmış olduğunu düşünüyordum. Göz göze geldik. Kısa bir sessizliğin
ardından öğrencilere, bu şiiri sizin gibi üçüncü sınıfa giderken
öğretmeniniz yazmıştı çocuklar dedi. Benim şiirim… Şaşkınlığımı ve
heyecanımı gizleyemedim. Öğrencilerin de heyecanı ve mutluluğu
daha da arttı. İçeri giren gizemli kişi benim öğretmenimdi.
Kalbim duracak gibi olmuştu. Yıllar öncesinden saklanıp gelen bu
şiir; dersi hayatım boyunca bitmeyecek olan öğretmenimin sevgisini
gönlümde daha da yüceltmişti.
Rukiye ERSOY
SERGÜZEŞT
Ey suları yakan su,
Ey güneşi söndüren ateş!
Söyle ben mi içindeyim,
Yoksa benim mi içimde bu sergüzeşt?
Aynur ÖMÜR
İNSAN VE ŞÜKRETMEK
Allah insanı dünyadaki tüm varlıklardan üstün , onurlu ve
donanımlı yarattı. İnsan hiçbir şey bilmezken verdiği çeşit çeşit
duygularla , düşüncelerle hayatı algılamamızı sağladı.
Yeryüzünü bir yaşama alanı yaptı. Dinlenmek için uyku, yemek
için nimetler verdi. Daha neler neler bağışladı.
Allah bu nimetleri karşılığında duyarlı olmamızı diledi. Bize
verdiği bu nimetleri hatırlamamızı, onları iyi yolda kullanmamızı ,
sorumluluklarımızı bilmemizi ve şükretmemizi istedi.
Şükrün birçok yolunu gösterdi bizlere.
Allah’ı anmak bir şükürdür mesela.
Dil ile kalp ile beden ile Allah’ı anmak.
Kainatta biz çoğu zaman fark etmesek bile her an sergilenen
ilahi sanatlar vardır. İnsan bunları görüp üzerinde düşünerek onları
yapan sanatkâra ulaşır ve kalbiyle Allah’ı zikreder ve şükreder.
Her yerde Allah’ın güzel tecellisini gören insan ibadetlerini
yapar ve Allah’ı bedeniyle zikreder.
Elimize aldığımız, üzerinde yürüdüğümüz, gözümüzle görüp
kulağımızla duyduğumuz hiçbir şey bizim değildir. Tutan el gören
göz, yürüyen ayak, duyan kulak bizimdir de emanettir.
Beş para vermeden sahip olduğumuz bütün bu nimetler Allah’a
hamd etmeyi gerekli kılar.
Sıkıntıya sabretmek ve Allah’ı zikretmek de bir şükür şeklidir.
Gözyaşlarıyla elini öptüğüm öğretmenimin bana verdiği bu
ders ve yaşattığı onur hiçbir zaman unutulmaz, unutulamaz!
Canım öğretmenimin ellerinden öpüyorum.
Şükür azlığının sebebi nimetler içinde yüzenlere bakıp daha az
nimetlere sahip olduğunu sanmasıdır.
Peygamber Efendimizin (s.a.v) tavsiye ettiği gibi insan zenginlik
ve yaratılış bakımından kendisinden üstün olanlara bakıp
yerinmemeli, bir de dönüp kendisinden aşağıdakilere bakmalı ve
böylece sahip olduklarının değerini anlamalıdır.
Değersiz gibi görünen bazı nimetler kaybedilince onların ne büyük
nimet olduğu daha iyi anlaşılır.
Herkes sahip olduğu nimetleri bir bir düşünmeli, ne kadar çok
şükretmesi gerektiğini anlamalıdır.
Allah’ın verdiği nimetleri hatırlayıp anmak bile bir şükür tarzıdır.
Elhamdülillah .
Zehra Bürde ÖZÇELİK
Çubuk İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Adına Sahibi
Murat ASLANGENEL YAYIN YÖNETMENİ
Mehmet Mustafa ERDAL
YAYIN KURULUResul ÇELEBİ
Gülşen Ceviz PINARBAŞI
ADRES TELEFONÇubuk İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü
Cumhuriyet Mah. İmam Hatip Cad. No:11 Çubuk/ANKARA 0 312 837 92 33
GÖRSEL DANIŞMANTayfun ÖZTÜRK
8
N. Erhan KESKİN
ADIN GEÇER
Adın geçer...
Takvim yapraklarından sen düşersin!
Saatler seni geçer
Zaman eritirim ateş hanelerde,
Bir bir döverim,
Sensiz geçen her günü.
Adın geçer…
Bir kaya gibi düşersin
Sana giden hayallerin üstüne
Bütün hayallerim,
Senin limanlarına yüzer.
Hangi mevsimsin bilemedim,
Her gün yaprak döküyorsun benden.
Ey yar, ey yara!
Vatan tuttun beynimin her köşesini,
Devirdin, gecenin mürekkep şişesini.
Adın geçer…
Her yıldız, bir mum yakar;
Bir umut, aydınlığı aralar.
Dizi titrer suların,
Başı döner dağların,
Gecenin gökkuşağında yedi renk,
Yedi rengin hepsinde sen!
Adın geçer…
Melek ÖMÜR
YAŞLANMAK MI YAŞALMAK MI?
Canlı diye tabir edilen bütün varlıkların sona yaklaşma
serüveni yaşlanmak. Bu sürecin farkındalığı olan tek canlısı
insan.
Nasıl olduğunu anlamadan gündelik hayatın telaşı içerisinde
günler akıp geçiyor. Hele şu toplantı bir bitsin, şu nöbet, şu hafta,
şu hastalık… İlk gençlik yıllarında öğrenme süreci meslek, iş, ev,
araba telaşıyla çok yüzeysel ilerliyor. Hayat farkındalığı yaşın
ilerlemesiyle başlıyor.
Yaşlanmak çaresizliğin sesi sanki. Eskisi gibi kalamamanın,
inzivaya çekilmenin, eskisi gibi olamamanın sesi…
Ama yaş almak öyle mi? Yılların size kazandırdıkları,
deneyimi, olgunluğu, var oluşu haykırıyor: Daha güçlü, daha
sağlam ve daha ayakları yere basar şekilde. Her aldığımız yaş
bize bir şeyler öğretir. Yaşanılanlar çok üzücü de olabilir; ama
genellikle can sıkıcı tecrübelerden daha sağlam öğretiler elde
ederiz.
Çocukluğumuza duyduğumuz özlem de yaş almanın bir
sonucu bence. Yılların yorgunluğunu hissettiğimizde dönüp bakar
ve mutlu oluruz.
Yaş almak, yaşlanmak değil aslında. Yaşamı anlamak ve
hayatın içinde var olmak. Yaş aldıkça güzelleşiyor, pişiyor neyi
isteyip neyi istemediğini çok iyi ayırıyorsun. Kimseyi
değiştiremeyeceğini, herkesi olduğu gibi kabul etmen gerektiğini
yalnızlığın bazen boş kalabalıktan öğretici olduğunu…
Senin olmayan şeylere de çok bağlanmamayı öğretiyor aslında
yaş almak. Maddenin bir araç olması gerektiği vurgulanıyor
yılların geçmesiyle. Daha içe dönük, durgun, dingin, heyecansız
bir ruh ediniyorsun. İnsanı yaşlandıran hırslar, kıskançlıklar ve
olumsuz duyguları bırakıyorsun bir kenara.
Yeni yaşamlar umut demekse, yaşanmış olanlar tecrübedir.
Her duruma adapte olup yaşamdan zevk almaya çalışmalıyız
ve bir sözle umutları artırmalıyız.
“Umutlarını ve hayallerini bırakarak bezginliğe kapılan insan
artık yaşlanmıştır.” John Barrymore
Büşra YILDIRIM
GÜNAYDIN
Günaydın hayatım, günaydın tatsız tuzsuzluklarım… Bir hafta
sonu sabahından selamlar yaşadıklarıma… Yok mudur,
yüreğimize önce dokunup sonra da gürültüyle geçip gidenler…
Onca yaşanmışlığı nasılda boş verirler şaşarım! Severler, gülerler,
zıplaya hoplaya dans ederler. Seninle kahvaltı yaparlar, poğaça
yerler, mandalinasını bölüşürler, bazen yatağını verirler sarılırsın.
Bazen koşarsın kapılarını açarlar, kimi zaman gözyaşlarını
dökerler omzuna… Bir kahve yaparsın ya da çay demlersin belki
de bir kafede çay söylersin… Unutursun veya unutturursun
acısını… Sen haklısın dersin, senden önemli mi dersin…
Dostundur, arkadaşındır ya da sevgilindir önemlidir yani senin
için. Sen de onun seninle ilgili öyle düşündüğünü zannedersin…
Dedim ya sonra minicik bir gürültü de olsa geçip giderler; bazıları
gürültüsüz bile giderler…Nasıl da silerler yaşananları, hayatımızın
filmini şerit şerit keserler… Film eksik izlenir, hiç çekilmemiştir
sanki o sahneler… Nasıl da giderler şaşarım, kırılırım… Hiç mi
değeri yok ki insanoğlu için yaşananların? Her sahne de emek
vardır diye düşünür dururum hep. Boşa yazmamıştır yazar ve
yönetmen boşa çektirmemiştir elbet o sahneleri derim. Neyse
izlemek istemediğiniz bir film olsa da sizlere o filmin kesitleri, ben
kamera arkası kayıtlarına da elbet bakarım. Kayıtsız kalamam…
Kayıtsız kalanlarım(!)
Zehra Bürde ÖZÇELİK
top related