anat - core · İlhan şiirimizde gerilimin öncüsü dür. ki, bu yönüyle bana polisiye romanın...
TRANSCRIPT
—*v T
MmïyetANATSAYI: 367 • 1 EYLÜL 1995 • 30.000 LİRA
- V «s Hk w; 7p i İs]1 , m
à ' i M É ißk /.Ä rn» İ 'u S İ r i ı
“SA N AT1 Eylül 1995Sayı 367 / Sıra 717 / 30.000 Ura On beş günde bir yayımlanır.
Sahibi:AYDIN DOĞAN
Genel Yayın Danışmanı:AKAL ATİLLA
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: ZEYNEP ORAL
Yazıişleri Müdürü:BÜLENT BERKMAN
Kapak Fotoğrafı:MÜCAHİT BÜBER
Abone koşulları:Yıllık: 720.000 TL Altı aylık: 360.000 TL Yabancı ülkeler için ayrıca posta ücreti alınır.Kıbrıs’ta satış fiyatı: 35.000 TL
Abone İçin hesap no: 119 646 - 7 Türkiye İş Bankası Yenicami Şubesi
(Milliyet Sanat Dergisi’ne abone olmak için abone bedelini, yukarıdaki hesap numarasına yatırıp, dekontun fotokopisini dergiye ulaştırmak yeterlidir.)
Adres:Doğan Medya Center 34554 Bağcılar / İstanbul Tel: 505 63 41 / 42 Fax: 505 63 48
AFİŞTEKİLER
ATTİLÂ İLHAN 70 YAŞINDA
Yazıya adanmış ömür / Ahmet Oktay
Sokaklarda mızıka çalan bir şiir... / Sunay Akın
Attila Ilhan: “Edebiyat, hayat bilgisine dahildir” / Zeynep Ankara
Attila Ilhan’ın deneme ve şiirlerinden seçmeler
MAGUY MARINMaguy Marin ya da “dansın kamikaze’si” / Zeynep Oral 22
FANATİZMAkdeniz’in üzerinde kara bir hayalet var: Fanatizm /Ferit Edgü 32
EUGENIO BARBABarba ve Varley TAL’ın konuğu:Odin Serüveni, Bölüm 1 / Alin Taşçıyan 38
ÖDÜLLÜ BULMACA
Kumsalda / Orhan Duru...........................................................................21TÜYAP 5. İstanbul Sanat Fuarı’na katılım giderek artıyor.................24Tiyatroda kültürlerarası etkileşim / Zehra Ipşiroğlu............................26Tan Sağtürk: Kadın Tanrı’nın dans eden oğlu / Alin Taşçıyan.......... 27Eylülde dans izlenir!............................................................................... 30Kaplumbağalı yazılar: Toshanım ile Tosbey! / Akgün Akova........... 36Kopenhag’da hava caz kokuyordu! / H. Cengiz Kahraman.................41Düşüncede aykırılık ve seçkinlik / Mehmet Yılmaz............................42Selma Gürbüz 1. Kvvangju Bienali’nde / Demet Elkatip.....................44Yasaklar Dosyası: İdam ve yasak / Mahmut T. Öngören....................45Türk ve dünya edebiyatından mektup örnekleri.................................. 46
Sinema / Ali Ulvi Uyanık (49), Sergiler / Kaya Özsezgin (50),Yeni Yayınlar / Zeynep Ankara - Nevzat Yalçın - Orhan Tüleylioğlu (53), Müzik / Faruk Yener - Daniyal Eriç (56), Flaberler (58),On Beş Günün içinden (60)
ATTİLÂ İLHAN 70 YAŞINDAsinin yetkin örneklerini tanıyacaklardır çünkü. Aynı zamanda da bugün varılan noktayı daha iyi kavrayacaklardır.
Attilâ İlhan, söylemek gerekir ki, edebiyat dünyasına bir harika çocuk k im liğ iy le g irm iştir: 1946’da Cumhuriyet Halk Partisi Şiir Y arışm ası’nda Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinin ardından, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi bir adı so llayarak “Cebbaroğlu Mehemmed” adlı şiiriyle ikinci olmuştur. 21 yaşında edindiği yeri, 70 yaşına ulaştığı bu günlere kadar korumuştur Attilâ İlhan.
Şimdi tam anımsamıyorum a- dını, Muhtar Körükçü olabilir, yıllar önce bir yazar Attilâ için “vurduğu yerden ses getiriyor” demişti. Gerçektir: sadece şiiriyle değil, hangi türe el atarsa atsın, Attilâ İlhan, daima bir düzeyin üstüne çıkmıştır her zaman. Roman yazmış, edebiyat ve sinema eleştiri yazmış, senaryo yazmış, televizyon dizisi yazmış ve hepsinde başarılı olmuştur. Türki-
Yazıya adanmış ömürAhmet Oktay
Attilâ İlhan edebiyat dünyasına bir harika çocuk kimliğiyle girmiştir. 21 yaşında edindiği yeri,70 yaşına ulaştığı bu günlere kadar korumuştur
A ttilâ İlhan, Şişli’de oturduğu apartmanın bodrum kat kapısını açtığında, yıl
1953’tü. Demek ki, tam 42 yıllık bir tanışıklığımız, dostluğumuz var. Baylan’da saatler süren konuşmalarımızı, tartışmalarımızı, Mavi dergisi dolayısıyla yaptığımız yazışmaları, bugünmüş gibi anımsıyorum. Gerçi, son yıllarda hemen hemen hiç görüşemedik. Belki, bana da bir tür sokak korkusu bastığından. Meraklı ve orta yaşı geçmiş okur, A ttilâ’nın Behçet N ecatigil’in Evler adlı kitabını “Sokak Korkusu” başlığı altında Seçilmiş Hikayeler dergisinde eleştirdiğini anımsayacaktır. Genç okurlar ise, hem bu yazıyı hem de Attilâ’nın öteki kitap eleştirilerini Gerçekçilik Savaşı adlı yapıtında bulabilirler. Dahası, bulmalı ve okumalıdırlar. 1950’li yılların yazın eleştiri
4
ye’nin en iyi polemikçilerinden biri olduğunu da hemen eklemeliyim. Edebiyat kuramcısı olarak da, en azından 1955 - 1960 arasında etkin olduğunu da.
Türk şiiri, bugün çok dallı budaklı bir görünüm kazanmış bulunuyor. Şiirin algılanış ve alım- lanış biçimi de dönüşüme uğradı elbet. Bu yüzden tarihsel perspek tife sahip o lunm adığ ında 1950’ler şiirini ve bu şiir içinde Attilâ’nın yerini anlamak sanıldığından zordur. Attilâ İlhan Sisler Bulvarı’nın, özellikle “içten dışa” başlığını taşıyan ikinci bölümünde yer alan şiirlerini dergilerde yayımlamaya başladığında, o güne kadar pek rastlanmayan bir genleşmeye ve tepkiye yol açmıştır. Bugün unutulmuş olabilir; ama o şiirler, genç şairlere ivme kazandırmıştır. Metropol olgusunu ve büyük kentte yaşayan bireyin yalnızlaşmasını, yabancılaşmasını ilk kavrayan şairlerden biri olmuştur Attilâ. Kent bireyinin firar arzusunu, egzotizmi ve romantizmi de yedeğine alarak dillendirirken, kapitalistleşmekte o- lan Türkiye’nin bu süreç içinde biçimlenecek olan yeni insanının psikolojik yapısına ilişkin ilk vurguları yapmıştır.
İmgelem ve düşlemi öne çıkarışıyla, betimlemeden imge ve eğretilemeye geçişiyle, Garip’çi- lerin ve kendisinin “aktif realistler” diye adlandırdığı Toplumcu Gerçekçi şairlerin öykülemeye yaslı şiirini belirmekte olan yeni kültürel / düşünsel / tinsel sorunların dışlaştırılması için yetersiz bulan ve başka türden bir yazınsal / şiirsel beklenti ufkuna doğru dönen genç kuşağı, mıknatıs gibi kendine çekmiştir. Bu bakımdan, tkinci Yeni’nin şiir anlayışıyla cepheden savaşa giren Attilâ, ironik biçimde ikinci Yeni’nin hazırlayıcılarından da olmuştur.
E deb iyat kuram cısı o larak 1950’lerde verdiği mücadele küçümsenemez. Sosyal Realizm a- dını verdiği kuramı, marksist ilkelerle Kemalist ilkelerin bir bireşimini (sentezini) öngörüyordu ve bu yanıyla da hem bugün ü- çüncü dünyacı olarak nitelenebilecek Kadro hareketinin bir u-
tografik romandır bu. O yıllardaki gerçekçi Türk romancılığının büyük ölçüde zamandizinsel olay kurgusunun ve daha çok diyaloga dayalı biçeminin karşısına Attilâ özöyküsel ve çok zamanlı bir anlatım tekniği çıkarır. Zenciler Birbirine Benzemez’de geliştirdiği bu tekniği sonraki romanlarında zenginleştirir. Ancak hemen belirtmeliyim: Sokaktaki Adam daha çok bir bireyin öyküsü olarak belirirken sonraki romanlar giderek, artan bir dozda toplum sal / siyasal bir içerik _______________________ ►
zantısım oluşturuyor hem de daha sonra cuntacı bir karakter de edinecek Yön hareketini de önce- liyordu. Attilâ sosyal realizm terimini kendi düşünsel / sanatsal çabasını sosyalist realizmden a- yırmak ve Jdanovist / Stalinist anlayışa karşı olduğunu belirtmek için seçmişti. O yıllarda, geniş tartışmalara ve jurnallere neden olan düşüncelerini Attilâ 70 yaşında bugün de koruyor.
Romancı Attilâ Ilhan, ilk çıkışını Sokaktaki Adam’la yaptı. Kendisi de belirtir: ilk sinema-
5
y an sıtırla r. R om ancı o larak Attilâ İlhan, tarihsel diye nitelenebilecek olan bir kurguya ve roman anlayışına yönelir. Ama hemen vurgulanması gerekir ki, Attilâ İlhan bireysel sorunları ve tinsel / düşünsel olguları daima merkezi düzeyde korumayı öngörür. Romancı olarak onun ö- zellikle cinsel sorunları cesaretle ele aldığını da belirtmek gerekir. Bu ele alışın belirli bir tecimsel boyutu bulunduğu düşünülebilirse de bu olgu onun bu düzeydeki gözü pekliğinin küçümsenmesine yetmez.
Bu yazı, A ttilâ Ilh an ’ı tüm yönleriyle ele almayı öngören bir inceleme değil elbet. Sadece bir anımsama ve yazıya adanmış bir ömre saygı sunm a yazısı. Attilâ Ilhan’ın şiire, edebiyata, siyasaya ilişkin düşüncelerini paylaşmayabiliriz. Ama, o, Türk edebiyatının merkezi adlarından biridir. Attilâ İlhan 70 yaşında, ben 60 yaşımı iki yıl önce geçtim. Şimdi geriye dönüp baktığımda, geçtiğimiz yolun ne kadar engebeli olduğunu daha iyi anlıyorum. Attilâ, 1987’de yayım ladığı K orkunun K rallı- ğ ı’nı “Aziz Kardeşim Ahmet Oktay’a - ‘Yola bir düşüldü mü ömür boyu gidilir’” diye imzalamış. Hala gidiyoruz. ■
Attilâ İlhan 70 yaşında
Sokaklarda mızıka çalan bir şiir...Sunay Akın
A lfred Hitchcock beş - altı yaşlarındayken eline küçük bir not tutuşturan babası
karakola gitmesini ister. Polis şefi kağıdı okuyunca “biz kötü çocuklara böyle yaparız” diyerek kendisini beş - on dakikalığına bir hücreye kapatır!..
Attilâ Ilhan’ın şiirinde “polis” ve “sinema” imgeleri içiçedir. Hitchcock sinemada ne ise şiirimizde de Attilâ İlhan o’dur. Gerilim dizelerinin usta şairi çocukluğunda gerilim filmlerinin usta yönetmenle- rininkine benzer bir olay yaşamıştır: “40 yıllarında, çocuk yaşında tutuklanmışım, o zaman milli kütüphane dolaylarında olan cezaevinde yatıyorum, bir gün beni ve benimle birlikte yatan Cemşid Hun’u sorguya götürecek oluyorlar. Jandarmaların ortasında kelepçeli olarak adliyeye gidiyoruz, tam o sırada yolun üstündeki Elhamra sineması dağılmaz mı? Çıkanlar a- rasında beni de, Cemşid’i de tanıyanlar çok, arkadaşımı bilemem, sadece alt dudağımı ısırdığımı hatırlıyorum, ama ben berbat olmuştum, insanların bize bakışlarının küçümseme, alay, korku, ‘adamdan saymamak’ benzer bir sürü şey duyumsanıyordu.”
Şairin yıllarca içinde taşıdığı bu izlenim şiirlerine yansır. Tıpkı Hitchcock’un yaşadığı olayın izini filmlerinde görmeniz gibi. Attilâ İlhan şiirimizde gerilimin öncüsüdür. Ki, bu yönüyle bana polisiye romanın kurucusu olan Edgar Ailen Poe’yu anımsatır. “24 - 61” adlı şiir, Attilâ İlhan şiirinin bu konudaki başarılı örneklerinden biridir. Bir telefon numarasıdır 24-61. Şiirimizde telefonu en çok kullanan şair A ttilâ Ilhan’dır. 15945... 584160... Cemal Süreya, Behçet Necatigil’in şiirlerini nereye yazdığını düşünerek bir şiir oluşturmuş
tur. Biz de, böylesi bir yaklaşımla Attilâ Ilhan’ın şiirlerini telefon rehberlerindeki boşluklara yazdığını söyleyebiliriz. Bu arada telgraf kağıtlarını da unutmamalıyız.
Yalnızca bir telefon numarasını değil, araba plakasını da, Attilâ Ilhan şiirinde ad olarak görürüz. A- çılacak bir şiir müzesi için 34 FN 346 plakalı araba mutlaka bulunmalı ve bir köşede yer almalıdır:
dağılmış su dumanı şimşekli bir karanlığa / yağmurun altında çınar / çınarın altında o karaltı / bırakılmış bir araba / 34 FN 346 / sağ arka lastiği yırtılmış / camlarında kurşun delikleri / içinde barut kokusu var/hala çalışıyor silecekleri / bir sola bir sağa / bir sola bir sağa
Şiir müzesinde sergilenen arabanın da silecekleri durmadan çalışmalı; bir sola bir sağa... 34 FN 346 yamyassı bir Citroen ya da yeşil bir Ford olabilir!
Elbette yeraltı dünyası da olacaktır Attilâ Ilhan şiirinde. Sonu sıfırla biten bir telefon numarasında cam yeşili eteklikler giyen kadını kıstırdığı gece bir dönemin ünlü mafya babası küçük sezar öldürülür... Şiirimizde Al Capone’un izini sürecek olursanız Cemal Süreya ve Özkan Mert’in dizelerine rastlarsanız. Ama, onu da şiirimize ilk konuk eden Attilâ Ilhan’dır: “sen yalnızlık, insanın çocuğu ve celladı; bu cinnet çarşısının cigara külü, tuzlu fıstık ve kötü parfüm kokan rezil avuçlarında al capone gibi gezindikçe, daha çok devriyeler, daha çok yıldırım ekipleri; ömer hay- bo’yu gözlük diye siyah itlikler takınmış olarak, çılgınlığın eşiğinden toplayacaklardır.”
Gözlüğüyle sürekli olarak oynayan, onu eline alarak konuşan bir
6
şiir. Ki, bu yüzden gözlük sözcüğü içinde çokça yer alır. Limanlarda görünse de, daha çok garlarda gezinir. Ciğerlerine tren dumanlarım çeken bir şiir. Bir yanında uluyan elektrikli gitar, öbür yanında Fatih’te çalan yoksul bir gramofon vardır. Pasaportunu yanından hiç ayırmayan bir şiir. Joseph Konrad ve Blaise Cendrars’ın arasında yürür. Yolculuk sırasında bir vapurun güvertesinde küpeşteye yaslanıp suları seyreden bir kadından etkilenecek kadar da romantik!.. Fransız- cayı bilen bir şiir: Dakar için Fransız vizesi ister konsolosluktan:
-... pardon ınonsieur! je vais vo- us demander / un visa, si c ’est pos- sible, pour dakar
Ama, bilmediği dillere de kulak veren bir şiir:
Usul usul karanlıkta kiirtçe konuştular / ağaç suratlı iki adam / kürt olduklarını bilmiyordum / ne dediklerini anlamadım / birdenbire konuştular / dağların umum sus- muşluğunda / dinlenip dururken sonbahar
İspanyolca da bilmez ama Anto- nio Machado’dan şiir okur telsizci
Hamdi... Telsizci Hamdi kim mi?.. “Hani cebinde hiç büyük para taşımayan / boynunun üstünde başı fevkalade eğreti / hani gözlükleri lüzumundan fazla temiz”... Hala bilemediniz mi?.. Çok mu merak e- diyorsunuz?.. Öyleyse not düşelim: Attilâ Ilhan’ın ilk adıdır Hamdi.
Ve Şeyh Bedreddin’den Maria Pilar’a uzanan, asılan, kurşuna di
zilen, öldürülen nice insan!.. 31 Temmuz 1914’te öldürülen L’Hu- manite gazetesinin kurucusu Jean Jaures ve 9 Haziran 1910 tarihinde öldürülen gazeteci Ahmed Samim anısına kucak dolusu karanfil bırakalım Attilâ İlhan şiirine:
tavana asılmış sosyalist saçlarından / alı sabah sabah omuzları kan içinde / işkence sonrası genç bir kadın militan / yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde / adı bile çıkmamış dudaklarından / doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde
Günümüzde birçok bilim adamı ve yazar kitaplarından dolayı Devlet Güvenlik Mahkemesi ’nde yargılanıyor. Şüphesiz ki, böylesi çirkin yargılamalar ülkemizde yeni değildir. Ama, Attilâ İlhan şiiriyle çok onurlu bir bağlantısı vardır: Yazdığı bir kitaptan dolayı DGM’de yargılanan Server Tanilli savunmasının sonunda Attilâ Ilhan’ın şu dizelerini okur:
o sözler ki acıdır / mapusane avlularında / demir kırbaçlar gibi şaklar/o sözler ki sırasında / çiçek açmış bir nar ağacıdır / dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı / sırasında gizemli bıçaklar / o sözler ki / imgelem sonsuzluğunun / ateşten gülüdürler / kelebek çarpıntılarıyladoğarlar ölürler/o sözler ki kalbi-
----- ►7
m izin üstünde / dolu bir tabanca gibi / öldü ölesiye taşırız / o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan / uğrunda asılırız
DGM’de yargılanan yazarlar savunmalarının sonunda bu şiiri oku- salar zorbalara karşı güzel bir uygulama başlamış olmaz mı?..
Attilâ Ilhan’ın “hep aynı trenler” şiirini okuyanlar 2. Dünya Sava- şı’nda yüz otuz bin insanın öldürüldüğü Dachau toplama kampında bulurlar kendilerini. Ve ben, 1994 yazında yolum Dachau toplama kampına düşünce aslından biraz yanlış anımsamış olsam da, Attilâ Ilhan’ın aşağıdaki dizeleri yazdığım kağıttan bir gemi yapıp, kampın içindeki su kanalında yüzdürdüm:
belki son yahudiler dachau temerküz kampı ’ndan / görünmez bir piyanoyu çalmaya hazır elleri
Şimdi de, Attilâ Ilhan şiiri için söylenmiş bir yanlış yargıya kulak verelim: “Attilâ Ilhan’ın yarına kalacak gerçek ve usta bir şair olmadığını söyleyebilirim. Kendisinde şairlik vasfı az çok mevcut olmakla beraber ifade ve şiiriyet bakımından zayıf oluşu yarına kalmasına mani teşkil edecek sebeplerin başında gelmektedir. Bu arada bazı güzel şiir ve mısralar varsa da,
Attilâ Ilhan şiir adı altında bütün yazdıkları ile mütalan ve tahlil edilecek olursa; hüküm ve netice ile biraz acı ve aleyhinde olacaktır.”
Yukardaki sözlerin sahibi, Attilâ Ilhan’ın “bu şehrin en büyük yanlışı” diye tanımladığı Galata Kule- si’nden atlayarak intihar eden oğlunun acısını yüreğinde taşımış olan Ümit Yaşar Oğuzcan’dır!.. Şiirlerini hep küçük harflerle yazan Attilâ Ilhan’ın büyük, çok büyük bir şair olduğuna yaşamın şiire mecburlu- ğunu bilenler şapka çıkarırlar. Attilâ Ilhan şiiri zamanla olan ma
çını kazansa da, içinde kaybeden birçok şey vardır:
m idhadpaşa s ta d ı’nda bir maç beşiktaş yeniliyor / açık t r i b ü n l e r d e yamyamlar ağlayarak
işte Attilâ Ilhan gemisinden hayvanlar: Timsah, penguen, kurt, köpek, çakal, geyik, fok balığı, kuğu, ta- vuskuşu, martı, tavuk, civciv... Şunu da, hemen belirtelim ; bu
hayvanlar şiirleri sözlük yardımıyla okunabilen şairlerde olduğu gibi Dondurulmuş Hayvanlar Müze- si’nde sergilenmezler. Hepsi de, canlı olarak “doğal” ortamındadır- lar!..
- Attilâ Ilhan kaç yaşında?-70.Elime Attilâ Ilhan’ın bir şiir kita
bını alıyorum rasgele... Birkaç şiir okuyorum içinden... Ve hiç tereddüt etmeden söylüyorum: Yazdığı bir tek şiir bile şiirin “kareası”na girmesine yetmiş!..
Attilâ Ilhan adının yanlış yazılmasına çok kızar. Adındaki “1” harfini çift yazar “t” harfini teke indirir ve de “a” harfinin şapkasını atarsanız üzersiniz şairi. Ne dersiniz, yoksa bunun nedeni nice güzel aşk şiiri yazan Attilâ Ilhan’ın aşağıdaki dizeleri midir:
geniş şapkalarıyla solgun kadınlar / 1 harfleri midir geceye uzanan
“Kuşlar” filminin ünlü yönetmeni Hitchcock ile başlamıştık Attilâ Ilhan şiiri üstündeki kısa uçuşumuza... Ve, sinemanın 100. yılı olan 1995’te yetmiş yaşma giren şiirimizin yüzakı şairi Attilâ Ilhan’ın dizeleriyle Hitchcock’u selamlayalım:
kuşları boşlukta bir hiç sayanlar/ hiçten fazla mıdırlar çok şüpheli ■
8
Attilâ İlhan 70 yaşında / Söyleşi
“Edebiyat, hayat bilgisine dahildir”Zeynep AnkaraTelesekreter’deki ses yaşsız, cinsiyetsiz, mekanik. Çocuk mu erişkin mi, yaşlı mı genç mi, kadın mı erkek mi, insan mı değil mi?.. Notumuzu bırakıyoruz. Cevap Çeşm e’den geliyor. Bir süre sonra Attilâ Ilhan’la Türkiye’nin İstanbul kentinde, Harbiye'deki Divan Pas- tanesi’nde karşılaşıyoruz. Önceki karşılaşmamızdan bir farkı var; masanın kenarına isimliği asılmış. Mekan “özelleştirilmiş”. Özel bir süreç yaşamayı dileyerek karşısına oturuyoruz:
EM. J vet, sor bakalım. Başla...Burada insanlara bir pencere
den baktığınız söylenebilir mi?Bir kısmı bunu bir Paris alışkan
lığı sanıyor. Alakası yok. Bu benim üniversite yıllarımdan kalma bir a- lışkanlığım. Hukuk Fakültesi’nde bizim devam mecburiyetimiz yoktu. Kütüphanelerde çalışmayı sevmediğim için böyle yerler bulup çalışmaya başladık. Sonra Fransa’ya gidince baktım ki orda böyle bir adet var. Döndükten sonra da sürdürdüm bunu. Böyle devam e- der gider... Buraya gelelim; randevularımı burda veririm, arkadaşlarla burda konuşurum. Akla hayale gelmeyecek insanlar gelir buraya. Pişman solcular gelir, her türden her boyadan eşcinseller gelir, Müs- lümanlar gelir, başörtülü kızlar gelir (gülüyor), ülkücüler gelir, pişman ülkücüler gelir, Türk musikisi çalanları söyleyenleri gelir. Her çeşit insan bir yerden gelir. Burasının fonksiyonu o... Pencere değil, tam tersine burası benim için bir çeşit halk banyosu. Bütün her kesimden çeşitli insanlar tanımış oluyorum.
Televizyondaki söyleşileriniz ilgiyle izleniyor...
Öyle... Yani gelen mektuplar, i- nanılmayacak derecede. Bir de başka bir şey keşfettim; basınımız çok yanılıyor. Basının müşteri profili
diye aldığı insanın dışında çok enteresan insanlar var. Ve o insanlar beni dinliyorlar ve bana yazıyorlar. Türkiye'de Türk okuru, Türk aydını yahut Türk seyircisi sandıkları değil. Başka insanlar var. Ben onların hassas noktalarına dokunabiliyorum. Bunu hissettim ve çok sevindim. Zaten kitapların satışından bunu anlıyordum. Ha, bir kitabı en fazla beş bin tane basarsın, üç defa - dört defa basarsın, 20 bin 50 bin 70 bin olur. Halbuki bu çevre birkaç milyonla ifade edilen bir çevre. E demek ki o kadar da ümitsiz olmaya bir sebep yok... İkinci seneyi bitirdik konuşmalarda, bir sene de devam edecek... Doğrusu onda hayretler içindeyim. Zannediyorum ki orda şansım şudur: Bir, edebiyatçılık taslamıyorum; iki, kuşdili konuşmuyorum. Türk halkının kelimeleriyle anlatmaya çalışıyorum. Üç, allamelik taslamıyorum. Yani bazı bilgiler vermeye çalışsam da sohbet çerçevesinde oluyor. O zaman halk bunu seviyor.
Engin bir bilgi birikiminiz, yüksek bir sentez gücünüz var. Hiç politikacılardan size akıl danışan oldu mu?
O bahsi kapatalım.Beyninizi nasıl korudunuz?Valla özel bir şey yapmadım. Sa
nıyorum ki bunun için yapılabilecek tek şey benim yaptığımdır; beynim hiç boş durmuyor. Hatta şöyle bir performansım var (gülüyor) o çok hoşuma gidiyor; aynı zamanda iki üç işi birden yapabiliyorum.
Bu zekanın bir göstergesi sanırım.
Ben seninle burda konuşurken, Meydan’a yazacağım yazıyı da düşünebiliyorum o anda yahut hazırladığım senaryonun bir sahnesinin bazı özellikleri oluşabiliyor. Zannediyorum ki bu diriliği o sağlıyor. Yani hiç atıl kalmadı benim kafam. Kalamaz zaten. (Gülüyor) O zaman herhalde ölürüm. Öyle düşünüyorum.
Aydınımızın muhakeme ve sentezden yoksunluğu, sizce nasıl aşılabilir?
Sentez hakkında düşünmesiyle a- şılabilir. Düşünmüyor. Yani hazır düşünce kalıplarına çok yatkın. Bunun güzel bir örneği şudur: Türkiye kadar basınında köşe yazarı olan başka bir ülke yok. Köşe yazarları ne işe yarıyor? Düşünmeyen aydınlara her gün söyleyecekleri lafları üretiyor. Şenle geliyor konuşmaya, haaa bak bu bugün Çetin’i okumuş diyorsun. Öteki geliyor, haaa bu bugün Ilhan’ı okumuş diyorsun.
9
(Gülüyor) Bu bizim dramımız...1940’lardan yürüyüp geliyor
sunuz. Attilâ Ilhan’ın seyir defterini hangi olaylar belirledi? Değişimi hazırlayan koşullarıyla birlikte hayatınızın dönüm noktaları...
Önemli bir soru... Şimdi benim hayatımın dönüm noktalarını düşünürsek, sanıyorum ki ilk sorun şu: Ben neden ilkokulun üçüncü sınıfında şiir yazdım?.. O zaman bana hiç kimse şiir yaz demedi. Ben o- turduğum yerde kalktım şiir yazdım. İlkbahar diye bir şiirdi. Sonra onu götürdüm babama okudum; beğenmedi. Böyle şiir olmaz, dedi. Fakat ben devam ettim... İkincisi, zannederim, sinemayı keşfimdir. Ben sinemayı daha ilkokuldayken keşfettim ve büyük bir meclubu oldum. Yani ben sinemayı çok sevdim. Hatta şöyle söyleyebilirim; ben sinemayı edebiyattan sonra keşfetmedim. İkisini aynı anda keşfettim. Onun için, benim edebi formasyonumda sinemanın çok büyük rolü vardır başından itibaren... Ü- çüncüsü, tabii en büyük olay, orta ikinci sınıftayken Nazım Hikmet’i keşfetmem. Balıkesir Lisesi’ndey- dim...
Ve ondan sonra da her şey üst üste geldi...
O zaman gelmedi... Ben revirde hasta yatıyordum. Bizim neslimiz hep sıtmalıdır. Bende de sıtma vardı... Lisedeki ağabeyler edebiyat kitaplarım karıştırırken, orada Nazım Hikmet’in Yalınayak şiirine rastladım ilk defa. Allak bullak oldum çünkü ben o zamana kadar hiç öyle bir şiir okumamıştım. Sonra kitapçılara gittim , Nazım Hikmet’in kitabını sordum. (Gülüyor) Hepsi kovdu beni. Git, başımıza dert açacaksın; dediler. Sonra o derdi başıma kendim açtım; lisenin ilk sınıfında. O da işte bir dönüm noktası; siyasi polisle tanıştım. Derhal okuldan kovuldum, tutuklandım, mahkum oldum. Yani 16 yaşında hayatı bitmiş bir çocuk haline geldim. Kayıp bir çocuk sayıyorlardı... 41 senesinde tutuklandım. 41 senesinin Kasım ayında Yeni Edebiyat Dergisi’nde ilk şiirim yayınlandı. Yani belirli bir sürece girmiştim ben artık... iki sene sonra Danıştay kovulma kararımı bozdu, yeniden tahsile başladım.
Ondan sonraki çok önemli bir dönemeç; Paris’e gidişim.
Paris yılları: Cezaevi olayıyla beraber, belirli bir siyasi tavır içine girmiş oldum. Yani ben Marksist- tim. Fakat o zaman Türkiye’de hiçbir Marksist kitap yoktu. İki; yabancı dil bilmiyordum. Üç; bilseydim de o kitapları Türkiye’ye sokmuyorlardı. Onun için tek çaremiz, bu işi bildiğini sandığımız kimselere sormaktı. Allah da biliyor ki hepsine sordum, Allah da biliyor ki hiçbirisinden doğru dürüst bir cevap alamadım. Yani böyle bir dra
mım vardı. Paris’e birçoğunun sandığı gibi macera için gitmedim. Paris’e Nazım Hikmet’i kurtarma hareketine katılmak için gittim... Oraya gitmemin çok büyük bir yararı da oldu; Fransızca’yı öğrendim. Fransızca’yı öğrenince, Marksizm neymiş öğrendim ve bizim burda pek Marksizm yapmadıklarının farkına vardım. İki, bizim buradaki toplumcu anlayışın aksine oradaki toplumcu anlayışın çok daha hoşgörülü, çok daha geniş açılı olduğunu fark ettim. Yani bize burda Baudelaire’i okutmazlardı. Oraya
¿LXM\ d jc V U U .
V ^ « JÜ U JU rv
WV-HruiOuâ ^«.TJüAÂjr «LiUMü) r<
Paris 1951... Attilâ İlhan İstanbul’a gönderdiği bu fotoğrafa bir dörtlük düşmüştü
10
Kardeşi Çolpan İlhan'la
gittim, Aragon dedi ki “Modern şiir Baudelaire’le başlar. Aragon Komünist Partisi Merkez Komitesi ü- yesiydi, Polit büro üyesiydi. Bu benim önüme çok geniş ufuklar açtı...
Bir tane daha var, o da çok ciddi sayılabilir; Fransa’ya gittikten sonra cinsellik konusundaki görüşlerimde de açılmalar oldu... Ben buradan gittiğim zaman, kendisini solcu zanneden fakat önyargılarla yüklü klasik bir Türk delikanlısıy- dım. Hafif çapkın geçiniyordum. Kızlarla aram iyiydi. Fakat onun dışındaki cinsel yaklaşımların hepsine hastalık diye bakıyordum. Biz- deki genel tavır budur. Ama orada Margot diye bir kadın tanıdım. Eşcinsel bir ressamdı; iyi de bir sanat tarihçisiydi. Onun sayesinde resim hakkında bazı şeyler öğrenmiş oldum, bir de eşcinsellik meselesi ü- zerinde ciddi şekilde durdum.
Dönüş: Sonra yeni bir dönem, döndükten sonra aynı fikirde olduğumuz arkadaşlarla aramızda müthiş bir ihtilaf çıktı. Yani ben Mark- sizmin yahut Sosyalizmin dünyadaki uygulama biçiminin onun projeksiyonuna uymadığı düşüncesine varmıştım. Yani yanlış bir şey yapıyorlar. Orada totaliterlik hüküm sürüyor ve bunun bizim Türkiye’deki tek parti döneminden pek bir farkı yok (gülüyor), Nazilerden de bir farkı yok. Sosyalizm aslında özgürlükçü bir rejimdir. Tabii bu çok ciddi bir ihtilafa yol açtı. Hangi Sol çıktı; herkes bana hücum etti. Haksızlığım, casusluğum, ajanlığım sıralandı. Ondan sonra, işte kader bu, 20 - 25 sene sonra (gülüyor) Gorbaçov benim bütün söylediklerimin doğru olduğunu, bu işin böyle olamayacağını söyledi ve ben aklandım.
Bu polis, ajan gibi şeyler hakkında...
Neler dediler... O marifetlerim yok (Gülüyor). Yalnız tabii 1941 ’le 1953 arasındaki dönemde gizli siyasi hareketin içindeydim. Birçok defalar siyasi polisle başım belaya girdi. Birçok kereler ağır ceza mahkemelerinde yargılandım fakat o ilk çocukluk döneminde; herhalde o işten çok ders almış olmalıyım ki, ondan sonraki bütün maceralarda mahkumiyetim olmadı. Mahkemeye gittiysem de beraat ettim.
Edebiyatımızın son durumuna
nasıl bakıyorsunuz? Bir profil veriyor mu?
Şimdi, edebiyatımızın son durumu yürekler acısı: Hatta bu konuda bugünlerde yazılar yazmayı düşünüyorum. Önce şu meseleyi koymak lazım: Edebiyat bir uzmanlık dalı değildir. Edebiyat, hayat bilgisine dahildir. Yani bir insan yetişirken, edebiyatı da kendi kompozanı olarak yanında taşımak zorundadır. Bir fizikçi matematikçi, matematikten konuşmaya başlarsa herkes çok sıkılır ama edebiyat öyle değildir ve herkes dinleyebilir. Bizim lise okuduğumuz dönemin formasyonunda edebiyat böyle bir temeldi; yani insanlara hayat için gerekli bir unsur olarak veriliyordu. Şimdi biraz Türkiye’deki sosyal gelişmelerin sonucu fakat büyük bir miktarda Türk aydın sanatçılarının sorumsuzluğu yüzünden bugün Türkiye’de edebiyat tamamiyle bir uzmanlık dalı haline gelmiştir. Yani bir şiiri herhangi bir aydının veya bir yurttaşın okuyup ondan keyif alması artık mümkün değildir. O şiiri çözebilmek için bir çözüm kılavuzu, birkaç sözlük, (gülüyor) bir de yazarın kompleksleri hakkında bilgiler sahibi olması lazım. Roman tam orda değil; çok şükür biraz daha iyi bir yerde. Fakat şiir ve hikaye bu çıkmaza girmiştir.
Ben bireyciliğe de razıyım: Sanatta soyut, muhtevanın içindedir. Muhtevadan çıkarak değil... Sen bir eser yazarken diyelim, telefon
eden bir kızdan bahsediyorsun. Senin eserinde telefon eden kız, senin gördüğün kız değildir. Sen onu soyutlarsın; başka bir kız haline gelir. O soyut bir kızdır. Ama o eser, somut bir eserdir. Halbuki şimdiki, telefonu da kızı da kendisinden so- yutluyor ve ortaya öyle bir şey çıkartıyor ki içeriği yok. Sadece bir biçim haline geliyor. Biçim halindeki bir şeyi de kalabalıklara ulaştırmak mümkün değildir. Çünkü kalabalıkların istediği, onlarla ilgili bir şeydir. Romanın, hikayenin tarifi nedir? İnsanlar arasında, insanların kendi kendileriyle olan ilişkilerinin estetik bir çerçeve içinde dille anlatılması. (Acı gülüş) Hıh, tarifi bozarak yenilik yapamazsın. İnsanları anlatmıyor; insanlarla i- lişkileri anlatmıyor; insanların sorunlarını anlatmıyor. Ben bireyciliğe de razıyım. Bu bireyci de değil. Bu sadece biçimci; makastarlık yapıyor.
Bir ara sistem düşmansız duramaz demiştiniz... Edebiyatın da bir düşmanı var mı?
Kendisi... (Gülüyor) Bizim Türkiye’de kendisi. Edebiyatı doğru dürüst kavramamış, edebiyatın ne demek olduğunu anlamamış, daha da vahimini söyleyeyim, kendisinde edebiyatçı niteliği olup olmadığının bile doğru dürüst farkında olmayan bir takım adamların edebiyatçılığa kalkışmaları, eserler yazmaları ve işin vahimi, bir takım i- lişkiler sayesinde ve biraz da rek-
------- ►11
lam düzeni içersinde ortalara çıkıp... Pazarlama uzmanı edebiyatçılar çok şimdi. Ve ben niye edebiyatla vakit kaybettiklerine çok şaşıyorum. Herhangi bir holdingten çok daha para kazanabilirler. Bugün şimdi isim vermeyeyim, bir takım edebiyatçılarımız kazandıkları parayla ölçülmeye başladılar bile. Bu değildir mesele. Ama ben eğer halkın yazarı olmak istiyorsam, o takdirde benim için önemli olan, benim ne kazanacağım değildir. Benim yazdığım eserlerin halkın mutluluğu için ne kadar yararlı olduğu ölçüsüdür.
(Independent G azetesi’nde Hugo Barnacle imzasıyla yayımlanan bir eleştiri yazısıyla ilgili, Kara Kitap Öldürücü başlıklı bir gazete kesiği gösteriyoruz) Bunu gördünüz mü?
Gördüm ama okumadım. Çünkü bunlar pazarlamaya dahil şeyler...
Eleştiride okurlara kitabı almamaları tavsiye ediliyor. Semsex patlayıcısı kadar öldürücü olduğu savunuluyor. Kendine hazırlıksız yaklaşan masum o- kurda yaşama arzusunu yok eden şeytanca bir mekanizma taşıdığı, bombanın ana mad- desininse üst kalitede ve çok miktarda bezginlikten o- luştuğu ifade ediliyor. Barnacle, roman boyunca bombayı etkisiz hale getirmeyi zorlaştıracak mekanizmalar yerleştirildiğini söylüyor. ‘Öldürücü, sıradan, karanlık ve çok çok tehlikeli...’
Şimdiye kadar Türkiye’de bu kitabı okuyup da ölen olmadığına göre ben pek de o kadar tehlikeli olduğunu sanmıyorum. Daha da ilginç bir şey söyleyeyim; kitabı bitiren olduğunu da pek sanmıyorum. İşin gerçeği bu... Türkiye’de en çok satılan ve hiç okunmayan bir yazar.
Peki, Latife Tekin için de şiddet enjekte ediyor deselerdi?..
(Cevap olarak alaycı gülüyor) Latife’nin son kitaplarını okumadım. İlk kitabını çok sevmiştim. Hatta o zaman bir yazı da yazmıştım onun için. İlk kitabından edin
diğim izlenim, onun doğuştan yazar olduğu düşüncesiydi. Arkadan gelenler, o düşüncemin yanlış olduğunu gösterdi. Kendisini zorluyor yazmak için. Kendisini zorlayan, şimdi ben ne yazmalıyım diye düşünen yazarlar, yazar değildir. Ne yazacağı, kendiliğinden gelir... Bana bir hikayeci geldi dedi ki; bütün gün İstanbul’u dolaştım, bir konu bulamadım. Git denize at kendini dedim. Ben burda oturduğum yerden şu İETT otobüslerinin gündelik hayatını yazsam, bundan daha güzel bir roman olamaz... İnsanın içinde ya vardır ya yoktur. Bir insan çalışarak yazar olamaz. O zaten yazar, romancı vesairedir ama bunu mükemmelleştirebilir çalışarak. Çalışmazsa; yazarlar
vardır mesela, arkasını getiremezler çünkü tembeldirler. Yeteneklidir ama tembeldir. Ama yeteneksizler, çok da çalışsalar iyi bir yazar olamazlar. Zaten dikkat et, edebiyat tarihlerinde (gülüyor) onlar hep dipnotlardır. Yeteneklileri anlatırlar; sonra bu dönemde şu da vardı, şu da vardı der geçerler.
Edebiyat mafyası diye bir şey gündeme gelmişti...
Ben hep söylerim onu. ilk söyleyen de benim, ilk 25 - 30 sene evvel söyledim.
Bizde Amadeus’lar var mı?(Suskunluk) Olabilir... Niye ol
masın ki? Olabilir... Edebiyat mafyası bence şu: Yeteneği sınırlı, kendine güvenemeyen, anca grup halinde başarılı olabileceğine inanan ortalama edebiyatçıların, korunma içgüdüleriyle yeteneklilere karşı cephe almalarıdır. Bu hep
böyledir. Mesela Türkiye’de, şimdi öldüğü için çok rahat konuşabiliriz; Türkiye’de gelmiş geçmiş en büyük mizah yazarlarından biri A- ziz Nesin’dir. Hiçbir zaman edebiyat çevreleri onu kabul etmemiştir. (Suskunluk).
Fethi Naci de sizi Türk Roma- nı’na almamıştı galiba...
O beni ilgilendirmez ama edebiyat çevreleri Aziz ağabeyi hiçbir zaman edebiyatçıdan madut saymamışlardır. Hep o dışta tutulmuştur. Neden? Çünkü çok yetenekliydi. Onlara dehşet veriyordu. (Suskunluk)
Türkiye nasıl bir alacakaranlık kuşağından geçiyor?
Türkiye alacakaranlık kuşağından entelektüel düzeyde geçiyor.
Aslında Türkiye, benim çocukluğumun T ürkiye’siyle ölçülürse, inanılmayacak kadar büyük ve güçlü. Ortadoğu’nun en güçlü ülkesi hiç şüphesiz. Herkes Türkiye’yle ilişkilerinde ciddi düşünmek zorunda şimdi. Rusya dahil, tş oralarda... Rusya’nın bize para borcu var. Kredi açtık, öde- yemediler. Bugün yalnız Orta A sya’da T ürkiye’nin alacağı beş milyar doları dolaşıyor. Kimse bunun farkında değil. Ö- zellikle aydınlar farkında
değil. Yani Türkiye’nin güç olarak nerde olduğunun farkında olmayan zavallı, böcek gibi bir aydın kitlesi var. Böcek!.. Onun için, alacakaranlık kuşağı onların kafasında. Buna mukabil Türk halkı hiç orda değil. Türk halkı git şimdi Aşkaa- bat’ta dükkan açmış, git Moskova’da şirketi var, git Almanya’da iş yapıyor. Türk halkı ne kadar açık, ne kadar girgin, ne kadar dinamikse; Türk aydını da o kadar miskin, içine kapanık, ne yapacağını bilmeyen, çareyi alkolde uyuşturucuda ve cinsellikte arayan zavallı tipler!”
Bir yabancılaşmadan söz edilebilir mi?
Türk halkının öyle bir dramı yok. Buna mukabil Türk aydını o- na son derece yabancı. Türk insanı kendi çaresini kendi buluyor. Mesela Türk aydını Türk insanına ye
12
ni girdiği ekonomik ve sosyal koşullar içinde gerektiği müziği yaratamadı. Türk halkı o müziği kendi yarattı. Uydurdu kaydırdı, ortaya bir şey çıkardı, onu sevdi, kasetleri tonlarca satılıyor. Türk halkı şaşılacak bir halk. Nereye gitse oraya u- yabiliyor. Almanya’ya gidiyor, en çalışkan işçi oluyor. Rusya’ya gidiyor, en güzel binaları o yapıyor. Türk halkını çok seviyorum ve ona çok güveniyorum... Bu yabancılık meselesini de ilk defa ben ortaya attım kendi neslimizde. Sokaktaki Adam, bu kitaptır. Sokaktaki A- dam’da Türk aydınının kendi top- lumuna nasıl yabancılaştığı, nasıl onun dışında kaldığı ve nasıl onu reddettiği anlatılır. Sonra bunun türevleri iki kitap çıkmıştır: Tutuna- mayanlar ve Aylak Adam. Türk e- debiyatı eleştirmenlerinde Attilâ Ilhan alerjisi olduğu için, benim kitabı bir kenara bırakmışlardır, onlar yüceltilmiştir... Aylak Adam biraz cinsel saplantılı bir kitaptır, öteki de entel saplantılı (gülüyor). Benimkisi sağlıklı bir kitaptır; meseleyi anlatır. Şimdi filmini yapıyoruz onun... Benim anlatmaya çalıştığım, sosyal bir yabancılaşmadır. Ötekilerinin anlatmaya çalıştıkları, bir seçkinlik yabancılaşması. Yani kendisini üstün, halkını aşağılık görüyor, arada çok fark var. Ben kültürel manada yabancılaşıyorsun, halkından kopuyorsun diyorum.
Laiklik konusundaki yazılarınıza ilk nasıl bir gereksinmeyle başladınız? Somut bir olay var mı?
Hayır, öyle somut bir olay yok. Benim genel düşüncem şuydu başından itibaren: Ben demokratikleşme meselesini Türk “ilerici” aydınlarının yanlış anladıkları fikrindeyim. Başından beri bunu söylüyorum. Türk aydınlarının demokrasi anlayışı aslında ismet Paşa dönemi toplumunun aynen geçerli olması şartına dayanıyor. Halbuki İsmet Paşa dönemi toplumu neredeyse faşizan bir totaliterliktir. O totaliterlik ve o ismin içersinde demokrasi olmazdı. Laikliği de buna göre düşünmek lazımdı. Ordan hareket ederek yazdım.
Siz isteyen istediği gibi giyinsin diyorsunuz ama tesettürlüler de çığ gibi büyüyor...
Şimdi iki gözüm, eğer sen Türk
halkına çağdaşlaşması için ulusal modeller üretemezsen, ona yabancı ülkeleri örnek gösterip durmadan yabancı tipleri aşılamak istersen, bu tepkiyi önleyemezsin. Ve demokrasilerde bu tepki kendisini gösterir. Ancak totaliter düzende bunu önlersin. Nasıl; ezerek. Hem demokrasi olacak, herkes istediğini yapacak; hem de tesettürlüler çoğalmasın. O zaman model üretmek zorundasın. Üretemiyorsun. Üretemeyince, halk seni istemez, benimsemez. Kendi çözümünü kendisi a- rıyor. Senin aydının ona Midas’ın Kulakları’nı opera diye veriyor. Yahu Azeriler kadar yapamıyoruz. Bütün klasikleri bestelemiş insanlar. Ferhat ile Şirin’den, bilmem kimden tut hepsi opera halinde orada, bale halinde. Biz Van Gogh o- perası yapıyoruz. Şimdi sen Van Gogh operasıyla Türk halkına ne söylersin kardeşim?.. Ulusal, onun benimseyeceği, özdeşleşeceği model üretemiyorsun. Üretemeyince seni reddediyor, istemez. Demokraside bu hakkı var.
Sizi neden hep imkansız aşklar savuruyor?
Birçok kadınlar sevdim, hiçbiri yoktu. (Gülüyor)
‘Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular...’ Bu dizeyi ilk duyduğumdan bu yana düşünür dururum. Beni azarlamazsanız, bir şey söylemek istiyorum... Uzaydan biri gelse; bizim toplum yapımızı, sizi bilmese ama insan hakkında bilgiye sahip olsa; a- dam ya biseksüel ya eşcinsel der. Yani eşcinsel aşkını kırmamak i- çin böyle yazmış, onu gücendirmemek için...
“(Gülüyor) Değil... Değil... izahı çok basit. Belirli fizik tipler vardır; kendi içinde tutarlı, belirli kadın tipleri beni çok etkiler. Benim böyle pek çok uzaktan aşklarım vardır. Yani hiçbir zaman temasa girmediğim, hele son zamanlarda özellikle girmekten kaçınıyorum. Sebebi biraz sonra gelecek... Şimdi bu fizik tipler, beni etkiliyor. Yaratıcı bir muhayyilem olduğu için, bunlara hemen bir kişilik oluşturuyorum kafamda. Bu zenginleşiyor fevkalade. Sonra gidiyorum konuşuyorum, aramızda bir ilişki başlıyor. Ve birden bire fark ediyorum ki; bu kız o kız değil, o kız yok. O kız,
bendeki kız. Bu, benim hikayem. (Gülüyor) Yani o yoktular dediğimin öbür tarafla ilgisi yok. Yani hep hayal kırıklığı oluyor. Hayal kırıklığımın sebebi benim...
Çapkın mısınız? Zampara filan diyorsunuz bir yerde...
Çapkın şu; şimdi... Zampara demek yanlış tabii. Dışardan bakarsan öyle gibi görünebilir. Şimdi bizde şöyle bir anlayış var: Bir erkeğin hayatına birden fazla kadın girdi mi, ona çapkın deniyor...
Aynı anda...Aynı anda, gençliğimde girerdi.
Çok uzun zamandan beri öyle bir şey olmuyor... Çok gençken, yani daha kadınlara doymamışken diyelim; iki üç kadınla birden -kızla demek daha doğru tabii, kadınlar değildi onlar - ilişkimin olduğu doğrudur. Ama aşağı yukarı 30 senedir filan böyle iki üç kadınla birden i- lişkim olmuyor, hayır. Olursa bir kişiyle oluyor. Ve sonra şöyle de bir özelliğim var benim; son derece sadığımdır. Birisine bağlandığım takdirde kesinlikle aldatmam. 15 sene evliydim, karımı hiç aldatmadım... (Suskunluk) Bir de şunu söyleyeyim; belirli bir kızı baştan çıkarmak için uğraşmam onu da söyleyeyim. Kendi kendime kurarım ben. Kurarım kurarım, sonra belki belirli bir şekilde karşımdaki bunu hisseder, o yaklaşır. O zaman bir kıvılcım olur. Sonra tabii bir süre sonra bakarsın, yokmuş. (Gülüyor)
Gene yok!(Acı gülüş) Yokmuş... Bütün ka
bahatleri de kıza atmıyorum. Ben de çok zor yaşanır bir adamım. Yani benimle yaşamak çok zor.
Nasıl zor?Şöyle zor... Herkes benim yaz
dıklarımı okuyarak, benimle her dakika başka bir hayat yaşayabileceğini, serüvenler içinde olacağını, bir takım şeyler göreceğini sanıyor. Öyle değil. Ben son derece dakik, hesaplı, planlı bir adamım. Benim sanatçılığım, özel hayatıma yansımaz. Özel hayatımda ben sanat lafı etmem. Benimle sanat konuşmaya gelenlerden hoşlanmam.
Peki neden bahsetsinler? Nasıl yaşarsınız?
Normal bir insan gibi yaşarım.Çok da “normal” bir insan sa
yılmazsınız. ____
13
Yoo, çok normal bir insan gibi yaşarım... Beğendiğim televizyon dizileri vardır mesela, onları kaçırmak istemem. Science fiction dizilerinin başına çocuk gibi oturur, her gün seyrederim... Astronomiye büyük bir merakım vardır. Olur olmaz astronomi kitapları alır okurum. Mesela son bir sene içersinde hiç şiir kitabı okumadım. (Gülüyor) ihtiyaç da duymadım. Ama bir sürü tarih kitabı okudum mesela. Futbola meraklıyımdır; çocukluğumdan beri hep ilgilendim. Kadın makyajından çok iyi anlarım; sinema dolayısıyla. Sinema büyük bir tutkumdur ve hala o işin içindeyim. Yani çok normal bir adamımdır.
Yok kadınlara dönecek olursak...
Şimdi ben cinsellik açısından bizim Türk sanatçıları, hatta erkekleri arasında talihli bir adam sayılırım. Çünkü benim hayatıma hayli ilginç kadınlar girdi.
Ama hep marjinal kadınlar, değil mi?
Yoo, hepsi m arjinal değildi. M arjinalleri dikkati çekiyordu. Yoksa ben her çeşit kadın için şiir yazdım. Şu Suna Su’nun hiçbir marjinalliği yoktu. (Gülüyor) Tertemiz bir kızdı.
Marjinaller kirli mi?Çoğu... Hatta bir kısmı bok çu
kuru... diyebilirim çok rahat. Şimdi bak ben sana başka bir şey söyleyeyim. Marjinal, nonconformist yani alışılmış tipe uymayan demektir. Bu manada, ben de marjinalim. Ama bizde marjinallik başka bir şey sanılıyor.
Ne sanılıyor?Bizde marjinallik, kendisiyle il
gili sorunlarını çözememiş insanların, istedikleri pislikte debelenmesi diye anlaşılıyor. Marjinallik bu değil... Marjinaller kişilik sahibi insanlardır. Ve çok büyük marjinaller var. Henry Miller onlardan biriydi mesela. Çok tutarlı bir adamdır bütünüyle.
Eşcinsellere normal insan gibi yaklaşmak gerektiğini söylüyorsunuz.
E normal insan onlar?.. Onlar a- normal insanlar değil ki? Şimdi bak, Margot’yla biz bir gün konuşurken bana şöyle bir laf etti. Dedi ki; heteroseksüellerin çoğu eşcinselleri acayip insanlar sanır. Eşcin
sellerin arasındaki acayiplerin oranı, heteroseksüellere eşittir... Yani insan acayipse, heteroseksüelken de acayip zaten. Zaten eşcinsel olmak, özel bir acayiplik getirmez. Çözememişse getirir; sorun budur. Yani eşcinselliği kabul edemiyor a- ma eşcinsel, işte o zaman sorunludur. Ama eşcinsel olduğu için sorunlu değil (Gülüyor).
Birçok insan sizin eşcinsel olduğunuza inanıyor.
Yok canım, hiç alakası yok. Bir kişi yoktur benim hayatımda bu türden. Ve bir kişiyle benim bir maceram olmuştu; onu da yazdım Hangi Seks’te. Paris’te otelde bir gün camın önüne oturmuş sarışın güzel bir kadın gördüm. Dedim tamam bu iş; işte o hikaye. Meğerse bir travestiymiş. E ne fark eder dedi bana. Valla benim için her şey fark eder dedim. Ben artık hiçbir şey yapamam, bitti dedim. Mümkün değil... Eşcinsel bazı tiplerin böyle bazı düşüncelerle bana geldikleri olur. Onlar için çok iyi bir i- lacım vardır; kaçırıcı. Ben komünistim diyorum, hemen gidiyorlar (Kahkaha).
Artık kimse komünistlerden korkmuyor...
Yine de kaçarlar. Çünkü ben bir komünistlik lafı açıp da konuşmaya başlarsam öyle şeyler anlatıyorum ki, sonunda kaçıyorlar.
Peki sizden sonra birileri çıkıp da sizinle eşcinsel ilişkide bulunduğunu söylerse?
Diyemez... Benden sonra çıkıp derse, heralde edebiyat tarihçileri bunu araştırırlar. Ve bir şey bulamazlar. Yok ki... Yoktur.
Çok hoşuma giden bir yazınız olmuştu. Diyordunuz ki; eşcinseller kendi işlerini kendileri göremediklerinden onlar adına yazıyorum gibi bir şeyler...
Doğru... Ödlektirler. Hadi bana bir tanesini göster; çıkıp da ben büyüm diyen bir tane yazar. Bir sürüsü var, biliyorsun. Bir iki çocuk var şimdi şair, yeni nesilden; onlar biraz daha cesur ama onların da cesaretten çok tanınmak için bu işi yaptıklarını sanıyorum. (Gülüyor) Marketing yapıyorlar yani onlar.
Sanırım bir yazarın eşcinsel olduğunu açıklaması gerçek bir cesaret gerektirir. Çünkü açıkladığında bütün yolları, hayat da
marları kesilebiliyor...Tam tersine, tam tersine, tam ter
sine... Benim düşüncem şudur: Türkiye’de nasıl bir mason lobisi varsa, nasıl tarikat lobisi varsa; bir eşcinsel lobisi vardır. Eşcinseller birbirlerini tutarlar. Bunun çok güzel örnekleri vardır. Böyle birinden ötekine eşcinsellere devredilen dergi yönetimleri vardır. Bir takım gazetelerde bir takım eşcinsellerin daima iyi yerlere gelmeleri bir takım başka eşcinseller sayesinde mümkün olmaktadır. (Gülüyor) Tiyatrolarda durum aynıdır. Sinemada da vardır bu. Bu eşcinsel lobisi vardır ama aynen masonlar gibi gizlidir. Açıklamazlar. Çünkü ödlektirler. Korkak demiyorum; ödlek! diyorum.
Doğrusu nedir bunun?Doğrusu, dürüstçe açıklamaktır.Bunun doğurgusu ne olabilir?
Ya da neye uğrar o kişi?Haa; hayır; onlar kendi kendile
rinden korkarlar. Yani toplum onlara bir şey yapmaz. Türk toplumu eşcinsellere son derece açıktır. Yoksa Zeki Müren’i senelerce başında dolaştırır mıydı?
Zeki Müren de eşcinsel değilim diyor?..
(Gülüyor) Eşcinsel değilim diyor ama el insaf!
İşte öyle el insaf durumlar var...
Hayır şimdi bilinen bir şeydir. Halk bilir. O öyle der.
Yani neyi koruyor?Konformist değerleri. Çünkü Ze
ki Müren konformisttir. Ama Bülent Ersoy konformist değildir. Olmadığı için de transseksüel oldu. Buna cesaret etti ve yaptı. Bu büyük bir cesarettir. Bunu yaptı ama hiçbir şey kaybetmedi Türk toplu- munda... işte her şeyi açıklayan ve istediği cinselliğe de kavuşan birisi. Türk toplumunu katiyen kötülemiyor. Ama Türk yazarları o derece ürkek ve çekingendirler ki, bunu açıklayamazlar. Ben eğer öyle bir halim olsaydı, ilk söyleyecek olan bendim. Hemen söylerdim.
Bir modacının eşcinselliği ürününe de yansıyor belki ama yaza- rınki söze dayandığı için belge o- luyor.
Canım belge olsun; yani ne çıkar ki?.. Colette yaşadığı aşkları yazmıştır kadınlarla. Kim Colette’e bir
14
:
şey dedi ki?.. Ben Fransa’ya gittiğim zaman 49 yılında hayretler i- çinde kalmıştım. Colette’in Avare Kadın isimli romanı, Fransız Komünist Partisi ’nin organı Humanita gazetesinde tekrar tefrika ediliyordu... Yani bu özelliklerin, sanatçının aydın özelliğiyle, estetik özelliğiyle bir ilişkisi yok... Bizim eşcinsellerimiz büyük kişilik sorunu o- lan insanlar. Yani eşcinselliklerini kendileri kabul edemiyorlar daha. Yani asıl sorun ordan çıkıyor. Kendisi kabul etse, o zaman mesele yok. Öyle bir terbiyeyle büyümüş, öyle sosyal baskı altında ki kendi i- çinde, (gülüyor) ben buyum demeye utanıyor. Sorun bu. Sorun bu...
Bir insan eşcinsel de olabilir, aynı zamanda iyi bir yazar da olabilir diyorsunuz. Tabii ki öyle değil mi?Niye böyle bir şey söylemeye gereksinim duydunuz?
Hayır, (gülüyor) eşcinsellerin çoğu kötü yazardır da ondan öyle söylüyorum. Çünkü neden iyi değildir bak onu da sana anlatayım iki kelimeyle:Şimdi o kendi kendine çözemediği sorun var ya? Her dakika bu mesele onun kafasını kurcalıyor ya? Zanneder ki bu bütün herkesi ilgilendiren bir sorundur. Ve bütün kitapları aynı kitap olur. Çünkü durmadan aynı şeyi yazar. O kendi çözemediği sorunu durmadan yazar. (Gülüyor) Halbuki yazar o demek değildir ki? Yazar, insanlararası ilişkileri anlatan birisidir. Başkalarını anlat bana? İlle bu mesele üzerinde durmana... Niye? Çünkü çözemiyor. (Gülüyor) Aslında çözemediği şeyleri yazıyor ve onları roman diye, hikaye diye, piyes diye ortaya çıkartıyor. İnsanlar birisini okuyorlar, enteresan buluyorlar, ha bunun böyle bir dramı varmış oluyor. İkincisi aynı, üçüncüsü aynı, dördüncüsü aynı, sonunda diyorlar ki boşver. Bırak, o iyi bir yazar değil... Çok güzel bir örnek verebilirim: Marcel Proust eşcinseldi. Romanı bir insanlık panoramasıdır. Adam bir toplumun kesitini inanılmaz bir başarıyla anlatmıştır. İşte büyük bir yazar. Eşcinselliğinin
hiçbir önemi yok.Sizde en yerleşik duygu hangi
si?İki duygu bende ağır basar. Bir,
haksızlığa kesinlikle katlanamam, haksızlık kime yapılırsa yapılsın mutlaka müdahale etmek isterim. Bu çok ağır basar bende. İkincisi de, yani benim ciddi saydığım konularda çıkar hesaplarına girenlerden çok belirgin bir şekilde tiksinirim. Çünkü ben kesinlikle hiçbir zaman kendim için bir şey istemedim. Bir gazeteyle yazı yazmam söz konusu olduğu zaman, ileri sürdüğüm bir tek şart vardır; yazılarıma karışmayacaksınız. Ona karışır
sanız olmaz. Yeni Ortam'da yazarken karışmaya kalktılar, ertesi gün istifa ettim... Para sonradan gelir. Hiçbir zaman zengin olmadım. Zengin olmak gibi bir niyetim de olmadı... Hiçbir şeyim yok. Ne arabam, hiçbir şeyim. Kiradayım. Sıkıntı çekmiyoruz, o kadar. Sıkıntı çekmiyorum ama o da elli yaşından sonra... (Gülüyor)
Ölüme hazırlanıyor müsünüz?Ölüm benim için son derece ko
mik, kolay bir şey. Geldiği anda giderim. Hiçbir sorunum yok. Ne bir
korkum var, ne de onu büyütüyorum gözümde.
Yaşınızı hiç göstermiyorsunuz. Çok dinçsiniz. Kendinize çok iyi bakmışsınız.
Tabii... Çeşme’de Fransız turistlere söyledim, dehşete düştüler. (Gülüyor) Mümkün değil, olamaz, azami elli yaşındasınız... 70 dedim.
Önünüzde daha uzun bir yol var.
Hiç belli olmaz. Ben kalp hastasıyım; yarın ölebilirim. Hiç, vız gelir. Hayatımda ölümü mesele etmedim... Şu anda benim üç tane roman projem var. iki tane uzun dizi projem var. Yeni kitap projelerim
var. Bunları hiç ölmeyecekmiş gibi düşünürüm ben. Yarın ö- lecekmiş gibi de çalışırım.
Bilgisayara geçtiniz mi? Bilgisayar büyük bir soru
num. Geçmeyi düşünüyorum ama 70’inden sonra geçilir mi diye de içimden öyle bir soru geliyor. Alışkanlıklarım var. Elektronik daktiloyla çalışıyorum ben aslında... Sadece romanları elle yazarım. Öbürlerini elle yazmam. Şiirleri ezberden yazarım. Şiirleri ezberlerim; bittikten sonra götürür daktiloyla yazarım. Romanları elle yazarım, senaryoları daktiloyla yazarım ama burda falan aklıma birşey gelir yazarsam elle yazar, sonra götürür daktilo ederim. Gazete yazılarını daktiloyla yazıyorum.
Siz aşık olursanız şiir ya- zabiliyormuşsunuz...
O şaka canım... (Gülüyor) O şaka...
Ben de edebiyat adına şansımı denesem mi diyordum.
(Kahkaha) Dene?.. (Pantolonunun kemerini çekiştiriyor)
İstiyorsan eğer...Divan’dan çıkıyoruz. Kısa bir
yürüyüşten sonra fotoğraf çekimine geçiyoruz. Taksim Parkı’nın çeşitli köşelerinde dolaşıyoruz. Attilâ İlhan oturuyor, yürüyor, bizimle konuşuyor. Ama sanki biraz yoruldu. Yine de “çakı” gibi. Çekim bittiğinde, bir yere yetişmek üzere yürüyüp gidiyor. Ardından bakıyoruz. Mücahit Büber’e “Ne güzel bedeni var; değil mi?” diyorum. Mücahit cevap olarak deklanşöre art arda basıyor. ■
15
Attila İlhan 70 yaşında / Deneme
Paris’in iki gözü iki ayrı renk
M arie - France, yirmi beş yaşlarında bir resim öğrencisi; Katolik eğiti
minden geliyor ama bağnaz değil; İsviçre’ye ve İngiltere’ye gitmiş, demek dünya görmüş biraz. Bana rastlayıncaya kadar Türkiye ne tarih ne de turizm coğrafyası olarak ilgisini çekmemiş hiç. O kadar ki, başlangıçta, İstanbul’da bir caddenin genel görünüşü yönünden Paris’teki bir caddeye pekala benzeyebileceğim söylediğim zaman, i- nanmamış inanmamış yüzüme bakmıştı. Sonraları birçok şeyler öğrendi Türkler üzerine: Bir kitap okudu. Yeryüzünde yetmiş beş milyon kadar olduklarını, köklerinin MÖ 6000 yılına kadar uzandığını gördü, şaştı. Bir başka kitap o- kudu, Türkçenin dallı budaklı birkaç dile köklük ettiğini öğrendi, şaştı. Televizyonda Mustafa Kemal’i gördü, beğendi; devrimlerini dinledi, şaştı. Kısacası, Türkiye u- sul usul bu savaş sonrası Fransızı- nın kafasında hakkı olan yeri “fethetmeye” koyuldu.
işte bu Marie - France, geçenlerde bir gün bana şöyle bir soru sormaz mı: “Sizce temiz bir şehir midir, yoksa pis şehir mi, Paris?” Siz olsanız ne dersiniz, Paris gerçekte bakımlı fakat pis bir şehirdir; bunu ona böylece söyledim ve sorusunun arkasında gizlenen asıl gerçeği öğrenmek istedim, bu gerçek ikinci bir soru olarak belirti: “Peki, Paris’e göre İstanbul daha mı temizdir, yoksa daha mı pistir?” Bir çeyrek sonra da bütün bunların asıl nedenini açıkladı: ”... Bu yaz tatilini İstanbul’da geçiren bir arkadaşa rastladım oraları nasıl diyecek oldum, gayet pis dedi de...” İstanbul mu pistir yoksa Paris mi tartışması gülünç bir tartışma; üstelik, bu tartışmada İstanbul’u gözünü kırpmadan harcayacak Türklerin sayısı hayli kabarık olsa gerek. Fakat altını çizeceğim konu bu değil; Fran- sızın Türkiye’ye bakışı.
Madam Janine Thepenier, kırk yaşlarında olmalı; vitrin dekorları
düzenleyerek yaşıyor; az çok okumuş, gençliğinde yani savaştan önce Komünist Partisi’nde çalışmışlığı var; Türkiye üzerine bilgisi derseniz, hemen hemen hiçbir şey diyeceğim. Bir öğle üzeri Madeleine Meydanı üzerinde şaşılacak bir bora pırıl pırıl parıldarken, bana, son zamanlarda cep kitaplarında yayınlanan, Benoist - mechin 'in “Mustafa Kemal" adlı kitabını uzatıyor: “Okudum, diyor, şüphesiz haklı bir dava imiş davası; fakat niye bu kadar çok kan dökmüş?” Bir başka gün Yirmiyedi Mayıs’tan söz ediyorum, aynı söz çıkıyor karşıma: “Niye başbakanı ve bakanlarını asmak?” Aslında, Fransızlarla biraz kaynaşmış birisi için bir söz, “Niye bu vahşet?” anlamına geliyor. Yüz elli işbirlikçi yurt dışına sürülür mü, İstiklal Mahkemeleri’nde suikastçıların kellesi düşürülür mü hiç? Ya da anayasayı çiğnedi diye başbakanı asmak niye? Orada, ister istemez tartışmayı keskinleştiriyorum. Benim bildiğim Fransa Peta- in ’i idama mahkum etmiş, yaşlı diye cezasını süresiz hapse çevirmiştir; Laval’i ise kurşuna dizmiştir. Bunlardan birisi başkan, öteki de bakan değil miydi? Cevap şu: "... Aaa, o başka.” Bir başka örnek: Büyük Ihtilal’de binlerce kişiyle birlikte Danton, Robespierre, Ba- beuf gibi ihtilal başkanlarmm kesildiği yer bu Paris midir, değil midir? Cevap aynı: “Aaa, o başka.”
Birde adını sanını bilmediğim bir futbol meraklısı ele alacağım: Pare des Princes’e. ilgi çekici o- yunları görmeye gittikçe rastlıyorum ona, kasketli, konuşkan, çabuk kızan, çabuk gülen yusyuvarlak bir ortalama Fransız, Paris takımlarında görülen akıl almaz seviye düşüklüğünden, Fransız futbolunun kısırlığından dertli. Bazı bazı Türk futbolundan da konuşuyoruz. Beni tanıdığından beri Galatasaray’ın milletlerarası serüvenlerini ünlü L ’equipe gazetesinden izliyor, sonra gelip bana övünmek için. Son günlerde bir Juventus Stade Fran-
çais maçı oldu: Parisli takım yine her zaman olduğu gibi saha ortasında dantela örüyor, fakat asla gol çıkaramıyordu. Fransız dostum öfkeden kıpkırmızı kesilmiş, veryansın ediyordu Stade’a, böyle sistemin de, böyle oyuncuların da, antrenörün de Allah belasını versin kabilinden. Haftaymda ne Galatasaray’dan konuştuk. “İyi bir gününde Galatasaray, ekibinizi Paris’te yener, İstanbul’da yerle bir eder,” dedim. O şakacı, o demin takımını yerden yere batıran adam gitti, sanki yerine bir başkası geldi: “Yok yok, asla” dedi, “îtalyanlar, tspanyollar, Yugoslavlar (aslında AvrupalIlar demek istiyordu) belki, fakat Türkler imkansız.”
Son olarak bir de Afrikalı Müslüman tanıklığı ister misiniz? Faslı bir kimyager Fransız mektuplaşma kulüpleri aracılığıyla Parisli bir arkadaş arıyor kendine. Küçük ilanında Faslı kaydı olduğu müddetçe birkaç pul meraklısının dışında tek bir mektup almıyor. Ama ilandan Faslı kaydını kaldırır kaldırmaz...
Bütün bunları ileri görüşlü bir Fransız aydınına aktarsak ne diyecek? Gazetelerde okuyoruz diyeceklerini: “De Gaulle ile birlikte Fransa’ya yabancıları küçümseme huyu geri geldi diyorlar. O kadar ki bu yüzden turist kaybediyoruz. Avrupa’da dördüncü duruma düştük. Amerikan ve Ingiliz turistleri Fransa’ya küstüler, vs.” Hepsi bu mu? Pek pek, Fransızların kendini beğenmişliğine filan bağlayacak belki bunları. Bence sorun o kadar basit değil, insan sonra sonra, Batılının, yani Fransızın, yani Parislinin; olayları, insanları ve sorunları iki ayrı gözle gördüğünü, iki ayrı ölçekle değerlendirdiğini fark ediyor. Birisi dünyayı “yöneten” ülkelerden biri olmaktan gelen yukarı bir ölçü, kendine toz kondurmayan, komşusuna karşı hoşgörülü; ötekisi, “yönettiği” ya da o hizada saydığı ülkelere ve halklara uyguladığı hafif alaycı, epeyce küçümser, adamakallı merhametsiz ve
16
toptan haksız bir ölçü. AvrupalI değil misiniz, AvrupalIyım diye bizim gibi kırk yıldır yırtınsanız bile, her hareketiniz başka bir ölçüyle yargılanacaktır. Eğer Niyazi Berkes çıkıp, bundan yüzyıllardır işlemiş eski Müslüman düşmanlığının içten içe rolü olduğunu yazarsa, bizim ordaki sırılsıklam batılı taklitlerinin sanacağı gibi mübalağa etmiş olmaz, bir gerçeği belirtmiş olur. O kadar! Kıbrıs konusunda bunu burada apaçık gördük. Fransız halkoyu için Türk, sorunun daha başında a priori haksızdı. Biraz olsun derdini anlatabilmesi için aylar geçti. Uçakların müdahale ettiği günlerde, bir akşam, Madam Thepenier: “Canım niye kan döküyorsunuz, günah değil mi masumlara?” dedi. “Hem müdahaleye ne hakkınız var?” Peki, Fransa paraşütçüleriyle Gabon’a niye müdahale etmişti? Eğer Cezayir’de Araplar orda kalmış Fransızları kesmeye, aç bırakmaya ya da sürmeye başlasalardı Fransa müdahale etmeyecek miydi? Yine aynı cevap bir şamar gibi suratıma şakladı: “Aaa, o başka!”
Diyeceğim, Paris’in iki gözü, iki ayrı renk. ■
Meraklısı için notlar:
Benoist - mechin’in kitabı, “le loup et le leopard”, o sıralarda cep kitapları arasında yeniden basılmıştı, kitap Türkçe olarak da çıkmıştır: Yabancı Gözüyle Atatürk: I, Kurt ve Pars / Mustafa Kemal / çev: Zahir Güvenli ve M. Rasim Özgen / 1955 / İstanbul. (Kitabın Türkçe çevirisinde atlamalar var mı yok mu, karşılaştırmak gerek.)
Niyazi Berkes 'in uzun sessizilk yıllarından sonra yayınladığı kitaplar “batılılaşma” sorununu gerçek yerine oturtmak bakımından son derece yararlı olmuştur. Konuyla yakından ilgili her aydının bu kitapları okuması gereklidir sanırım, özellikle “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, “Türk Düşününde Batı Sorunu” ve “İslamlık, Ulusçuluk, Sosyalizm”, Bilgi Yayınevi.
Hangi Batı, Bilgi Yayınevi, 1976 (İkinci Basım).
Attilâ İlhan 70 yaşında / Şiirler
suna su için koşm aellerini saçlarıma dolaştırma parmakların dudaklarıma değmesin bu ağaçlar böyle yeşil giyiyorlar bu yıldızlar gözlerine doğuyorlar ellerini saçlarıma dolaştırma nefesin avuçlarıma esmesin yoksa yine yolcuyum suna su
bu yağmurlar böyle yorgun yağıyorlar bu rüzgârlar kapımızı dövüyorlar bu ışıklar böyle birden sönüyorlar gözlerini karanlığa alıştırma aydınlığı seviyorum suna su
betti b ir kere dövdü lerbeni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm daha bere giyiyordum bıyıklarım da duruyor büyükdere’de dövdüler emirgan ve birileri geceleyin dövdüler dişlerimi tükürdüm
emirgan’la aram ız çok eskiden beri yok niye ölmedim diye bana bozuluyor ötekiler şurda hurda azar azar gördüğüm çakıdan bozma itler sustalı birileri fa ka t çok fen a dövdüler size ne söylüyorum bir vakit omuzum tutmadı dişlerimi tükürdüm
boşyerlerime vurdular yum ruklan duruyor gecenin bir saatinde gizlice kustum birböcek yürüyordu boynumdan içeri burnum mu kanıyordu ağlıyor muydum büyükdere’de dövdüler emirgan ve birileri ayıran eden çıkmadı susadım su veren yok kavgalı olmasaydık belki seni düşünürdüm çocuk sıcaklığına sığınıp uyumayı omzum bir vakit tutmadı dişlerimi tükürdüm
fa ka t çok fen a dövdüler size ne söylüyorum daha bere giyiyordum bıyıklanm da duruyor hiç kimse o halimde görsün istemiyordum eczane aramak filan aklımdan geçmedi sıcak birşeyler içmek otelde motelde kavgalı olmasaydık belki seni düşünürdüm dağılmış suratımı avııçlanna saklamayı ağlamayı düşünürdüm kim bilir belki de bir vakit omzum tutmadı dişlerimi tükürdüm
beni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm daha bere giyiyordum bıyıklanm da duruyor büyükdere’de dövdüler emirgan ve birileri senin için dövdüler dişlerimi tükürdüm
17
böyle b ir sevm ekne kadınlar sevdim zaten yoktular yağm ur giyerlerdi sonbaharda bir azıcık okşasam sanki çocuktular bıraksam korkudan gözleri sislenir ne kadınlar sevdim zaten yoktular böyle bir sevmek görülmemiştir
hayır sanmayın ki beni unuttular hâlâ arasıra mektupları gelir gerçek değildiler birer umuttular eski bir şarkı belki bir şiir ne kadınlar sevdim zaten yoktular böyle bir sevmek görülmemiştir
yalnızlıklarımda elimden tuttular uzak fısıltıları içimi ürpertir sanki gökyüzünde bir buluttular nereye kayboldular şimdi kimbilir ne kadınlar sevdim zaten yoktular böyle bir sevmek görülmemiştir
24 - 61ahmed beni fevzipaşa bulvarı’na çağırdılar onikinci ağacın altında bekleyeceğim ahmed beni neden çağırdılar bilmiyorum İzm ir’in yabancısıyım ahmed korkuyorum sabaha dönemezsem telefon edersin emniyet nöbetçi m üdürlüğü’ne: 24 - 61
ahmed şu para sende dursun ne olur ne olmaz rıhtımda İstanbul oteli var bilirsin kapıcı İbrahim’den çilli ferihan’ı sorarsın benim için bir yalan uydur telgraf geldi de acele gitti de nasıl bilirsen öyle yap ahmed benim senden başka arkadaşım yoktur yarından sonra mektup gelecek yırt at unutm a ferihan ’a giderken karanfil götür tarafımdan söyle turgut köpeğine y ü z vermesin
ahmed beni fevzipaşa bulvarı’na çağırdılar ahmed beni neden çağırdılar bilmiyorum birazdan kalkıp gideceğim namus belası ben İzm ir’in yabancısıyım kimseyi tanımam ahmed benim senden başka arkadaşım yoktur sabaha dönemezsem telefon edersin emniyet nöbetçi m üdürlüğü’ne: 24 - 61
esk i sinem alarkaranlığa dağılan o çocuk ben miyim beni mi kovalıyor tabancalı adamlar ıssız sarayların güngörmezprensiyim yalnızlığımı belki bir aşk tamamlar bilmek zor hangi film in neresindeyim ne yapsam içimde o eski sinemalar
galiba tahtabacak korsan gemisindeyim prensesler cariyem akdeniz bana dar günlerdir teksas’ta eşkıya izindeyim hızlı tabanca çeken üstüme kim var tarzan zor durumda yetişmeliyim ne yapsam içimde o eski sinemalar
kanlı bir sarışınla şanghay trenindeyim takma kirpiklerinde hülyalı dumanlar yabancılar lejyonu’ndafransız teğmeniyim belki harp divanından idamım çıkar bitmiyor nedense başlayan hiç birfilm ne yapsam içimde o eski sinemalar
18
p o rn oboy bos tamam ağzı bütün diş tevatür bir kadın bol memeli hayli genç k ız dudağı çiğnemiş çok erkek ağzına girmiş dili yüksekkaldırım’da fahişeymiş şaşı mustafa’nın yalancısıyım
hüneri dört kişiyle sevişmekmiş ikisi kadın olacak ince belli yok canım yoksulluktan düşmemiş yaradılışı kahpe ruhu işveli galiba hiç kimse baş edememiş şaşı mustafa’nınyalancısıyım
gözlüklü bir velet aklını çelmiş şiir meraklısı biraz fakülteli artık sabah akşam yolunu gözlemiş mübarek kadın değil gözyaşı seli gelince sanki oğlunu severmiş şaşı mustafa ’nm yalancısıyım
anlayamadım gitti bu ne biçim iş bre bunlardan hangisi deli hangisi hangisinin kanm a girmiş kim kimin neresine kilitli bu film i kim yazmış kim çevirmiş şaşı mııstafa'nın yalancısıyım
batan bu köhne şileb...garson masa iyi manzarayı değiştir sırası mı mehtabın yıld ız yağm urunun bu gece yalnızım onlar gelmeyecek sapa biryerindeyim umutsuzluğumun hava soğuk olmalı ağaçlar bütün dum an eğer bulabilirsen ölü bir kar getir beyazlığı kalın bir su gibi uzayan bu gece yalnızım onlar gelmeyecek batan bu köhne şilebde ne işleri var
çünkü battım kasa boş ne para ne çek çünkü bütün telefonlar ısrarla alacaklı bu gece yalnızım onlar gelmeyecek hani o sarışın kirpikleri saçaklı yanağını viski bardağıyla serinleten sonra nilay hani kafayı buldu mu ağlar cam yeşili yasemin cigara dum anı mirsen batan bu köhne şilebde ne işleri var
garson masa iyi manzarayı değiştir büyük şimşek çıkmalı gök gürültüsü filan şöyle dallan kıran şakırtılı bir yağm ur köpek havlamadan bulut karanlığından zehir bulabilir misin çabucak öldürecek artık arsenik mi olur siyanür mü ohır hangisi olursa olsun hepsi işime yarar yoksa bir tabanca bul bir avuç mermi getir bu gece yalnızım onlar gelmeyecek batan bu köhne şilebde ne işleri var
bam başkaeskiden başka kızlar görgüsü başka başka güzellikleri böliışürlerdi kırlangıçlar dağılırdı bakışlanndan o hızla dalınca başka bir aşka başka türlü sevişir öpüşürlerdi dalgası başkaydı köpürüşü başka
eskiden başka kızlargülüşürlerdi çiçekle donatır sizi takılıştan yolu yordamı başka örgüsü başka gerçekten hayale dönüşürlerdi ne kadar başkaydı aşkı taşıyıştan acıdan tatlıya yürüyüşü başka
eskiden başka kızlar okşayışlanndan başka başka tadlar algıladığımız yoğunluğu başka ölçüsü başka romanlar çıkardı yaşayışlamıdan bambaşka romanlar/ yazamayacağımız çünkü hayat başka görünüşü başka
19
Taha Toros Arşivi
* O 0 1 6 A 1 0 3 2 0 1 0 *