avrasya alevİlİk araŞtirmalari - iisamveri.org/pdfdrg/d256714/2016/2016_tasgina.pdfhorasan, rum...

12
AVRASYA ALEVİLİK ARAŞTIRMALARI - I PROF. DR. GIYASETTİN AYTAŞ EŞREF DOĞAN-HASAN ÇELİK DOÇ. DR. ÖZLEM DEMİREL DÖNMEZ DOÇ.DR. MEHMET DÖNMEZ PROF. DR. FİKRET KARAMAN PROF. DR. AHMET TAŞĞIN EDİTÖR Doç. Dr. MEHMET DÖNMEZ 2016

Upload: others

Post on 06-Feb-2021

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • i A VR AS Y A A L E Vİ L İ K A RA Ş T I R M A L A RI - I

    AVRASYA ALEVİLİK

    ARAŞTIRMALARI - I

    PROF. DR. GIYASETTİN AYTAŞ

    EŞREF DOĞAN-HASAN ÇELİK

    DOÇ. DR. ÖZLEM DEMİREL DÖNMEZ

    DOÇ.DR. MEHMET DÖNMEZ

    PROF. DR. FİKRET KARAMAN

    PROF. DR. AHMET TAŞĞIN

    EDİTÖR

    Doç. Dr. MEHMET DÖNMEZ

    2016

  • i i A VR AS Y A A L E Vİ L İ K A RA Ş T I R M A L A RI - I

    I S B N: 978-605-9190-63-3

    AVRASYA ALEVİLİK ARAŞTIRMALARI - I

    E d i t ö r : D o ç . D r . M e h m e t DÖ NM E Z

    C o p y r i gh t © 2 0 1 6

    T ü m h a k l a r ı y a z a r ı n a a i t t i r . Y a z a r ı n i z n i a l ı n m a d a n k i t a b ı n t ü m ü n ü n v e y a b i r

    k ı s m ı n ı n e l e k t r o n i k m e k a n i k y a d a f o t o k o p i y o l u y l a b a s ı m ı , ç o ğ a l t ı l m a s ı

    y a p ı l a m a z .

    K a p a k v e B a s k ı y a H a z ı r l ı k

    Y u s u f Ö Z A L P

    y o z a l p @ h o t m a i l . c o m

    0 5 3 7 2 4 8 2 2 6 7

    B a s k ı :

    S o n ç a ğ M a t b a a c ı l ı k L t d . Ş t i .

    İ s t a n b u l C a d . İ s t a n b u l Ç a r ş ı s ı

    N u : 4 8 / 4 8 - 4 9 İ s k i t l e r – A n k a r a

    0 3 1 2 - 3 4 1 3 6 6 7

    B a s k ı Y ı l ı

    E k i m 2 0 1 6

    Y a y ı n e v i

    S O N Ç A Ğ Y A Y I N C I L I K M A T . L T D . Ş T İ

    İ s t a n b u l C a d . İ s t a n b u l Ç a r ş ı s ı

    N u : 4 8 / 4 8 - 4 9 İ s k i t l e r – A n k a r a

    0 3 1 2 - 3 4 1 3 6 6 7

    mailto:[email protected]

  • AVRASYA ALEVİLİK ARAŞTIRMALARI - I 115

    YOL OĞLUNUN EHLİBEYT MUHİBLİĞİNDEN İKİ KIZILBAŞLIKTAN BİRİNİ

    TERCİHE ZORLANMASI

    PROF. DR. AHMET TAŞĞIN

  • 116 Ahmet Taşğın

    Çalışmada bilim adamı, bilim işçisi veya fikir işçilerinin kafa yordukları konulardan birisi olan

    Kızılbaşlık adlandırmasını ele alacaktır. Buna göre Kızılbaşlık adlandırmasının siyasal ve dini bir

    kaynağı olması hasebiyle farklı iki siyasal ve dini alana karşılık gelecek şekilde iki kullanım alanına

    sahip olduğu üzerinde durulacaktır. Hatta bu hususun Kızılbaşlık üzerine yapılan çalışmalar da

    yeterince karşılık bulup değerlendirilmediği dikkate alındığında konunun ele alınması bu çalışmanın

    önemini de artırmaktadır. Çalışmanın problem olarak gördüğü başlıca husus farklı iki alanda birbiriyle

    ilintisi Kızılbaşlık adının dışında bir yerden kurulamamış olmasıdır.

    Kızılbaşlık adlandırmasının güncelliğini muhafaza ettiği dikkate alındığında böyle bir

    isimlendirmenin farklı coğrafya ya da siyasi ve dini alanlarda kazandığı anlam yumağının çözülmesi

    zorunludur. Terimin kazandığı anlamın giderek taraflarının ortaya çıkarılması ya da buna zorlanılması

    bir sorunu bir öncekine eklemiştir. Ayrıca modern dönemde Türk toplumunun kimlik kazanımının

    oluşturduğu gerilimle beraber Aleviler de siyasal yeni bir söylemle kamu alanına dâhil olduğunda

    Kızılbaşlık adlandırması yeniden gündeme gelmiştir. Kızılbaşlık bir terim olarak katmanlı farklı

    zaman ve mekânda kazandığı yeni anlam dilimlerini üst üste ekleyerek bir sarmala dönüşmüş oldu.

    Aleviliğin köken ve isimlendirilmesinde başvurulan terimlerden bir tanesi olan Kızılbaşlık,

    iki anlam ve kullanım alanı bularak şekillenmiştir. Bu bakımdan da bildiri, konuyu hafıza ve pratik

    olarak günümüze kadar ulaşmasını sağlayan mürşit ve pirleri ile araştırmacı ve akademik uzmanların

    bulunduğu toplantıda ana hatlarıyla aktarmayı hedeflemiştir. Böylece konunun aktarıcısı bilimsel

    araştırmalarında son geldiği yeri ya da anlamaya çalıştığı eşiği meslektaşları ve Alevi önderleriyle

    paylaşırken konun çerçevesini kurmayı arzulamaktadır. Daha da önemlisi ehlibeyt yolunun Türkistan

    ve Horasan irfanıyla aktarımını sağlayan mürşit ve pirlerden ve alanın uzman meslektaşlarının öneri ve

    yardımlarını da talep etmektedir.

    Bildirinin tespit edip üzerinde durduğu bir problemi var ve buna göre bildirinin problem

    olarak “Kızılbaşlık” kavramsal ve terimsel alanının hangi çevrelerde neye karşılık geldiğini ele alıp

    tartışmaya açacak ve bu tartışma etrafında şekillenecektir. Kızılbaşlığı iki ayrı coğrafyayla

    ilişkilendirerek açıklamış olmamım nedenleri arasında özellikle Osmanlı tarihçilerinin ve belgelerinin

    sunduğu tanımla, bizatihi Şah İsmail etrafında oluşturulan silahlı güçlerin tanımın arasındaki farka

    dikkat çekmektir. Çünkü bu iki tanım arasındaki fark aynı zamanda tarafların kendi durdukları yerden

    “Kızılbaşlık”a yükledikleri anlamı da vermektedir. Fakat burada terimin kaynağı Safevilerdir. Oysa bu

    tanım Osmanlı belgelerinde Safevi bağlılarının tamamı hatta Safevileri tanımlamak için kullanılmıştır.

    Hatta bu bağlıların inançları, ibadetleri ve sosyal ilişkilerine yönelik tanımlarda yapılmıştır. Devletin

    resmi propagandasına dönüşen bu tanım sürekliliğini korurken muhtelif zamanlar da ortaya

    çıkmaktadır. Böyle olunca terimin burada kazandığı anlam ile Osmanlı’da kazanan anlam

    karşılaştırılmalı ele alınmalıdır. Terim, farklılaşmanın başat figürü olarak sadece dini bir terimin

    içeriğine mi sahiptir? Yoksa resmi din anlayışın toplumsal kurgunun oluşumunda “araç” olarak

    kullanılması da söz konusu mudur?1

    Yöntem olarak içerik ve söylem analiziyle konu, tarafların sahiplendikleri üzerinde

    durulacaktır. İç içe geçmiş iki anlam bir kavram üzerinden yürümekte ve kavramın ürediği ve tedavüle

    konulduğu yerler açısından farklığın ve içselleştirmenin gösterilmesine çaba harcayacaktır.

    Kızılbaşlık adıyla cari olan tanımın ortaya çıkışı ve talep ettiği sosyal çevrelerin Türkistan,

    Horasan, Rum ve Balkan coğrafyasında yerleşik olduğuna dikkat çekerek bu çevrelerin nasıl bir

    marifet takip ettiğini kısaca aktarmak yerinde olacaktır. Böylece aynı mekânda farklı iki siyasi yapıya

    bürünen toplulukların kendilerince kazandırdıkları anlam, Türkistan, Horasan, Rum ve Balkan

    hattında takip edilen marifetin izlerini taşımakla beraber bu marifetle bağlantı ve ilişkisini neredeyse

    koparmıştır. Kısaca Yesevi geleneğiyle ifade edilen bu anlam alanının ana hatlarıyla anlatılması uygun

    1 Ahmet Taşğın, “Bektaşilik-Kızılbaşlık Eleştirileri”, Folklor Edebiyat Alevilik Özel Sayısı I, Sayı 29, 2002, ss.

    75-90; Ahmet Taşğın, “Hatai’den Günümüze Anadolu Alevilerinde Farklılaşma”, I. Uluslararası Şah Hatai

    Sempozyumu (9-11 Ekim 2003 Ankara), Hazırlayan Gülağ Öz, Ankara: Hüseyin Gazi Kültür ve Sanat Vakfı /

    Hüseyin Gazi Derneği Yol Bilim Kültür Araştırma Yayınları, 2004, ss. 297-306.

  • AVRASYA ALEVİLİK ARAŞTIRMALARI - I 117

    olacaktır. Çünkü bir bakıma iki baş bir beden diye tarif edilebilecek coğrafyanın iki farklı siyasi

    topluluğa dönüşmesi ve her ikisinin de marifetten tarikata düştüklerini de söylemek mümkündür2.

    Türkmenlerin dini anlayışı ya da Müslümanlığı takip ettikleri alan ehlibeyt etrafında

    şekillenmiştir. Bu anlayışa göre risalet ve velayetin birinci vazifesi Allah’ın kullarına hizmet etmektir.

    Bu durum miskin, yetim ve esirin doyurulması şeklinde ifade edilmektedir. Yani miskin, yetim ve esir

    için sofra açılmaktadır. Bu görev aynı zamanda Kehf Suresi 60-82 ayetlerde Hazreti Musa’nın

    “Allah’ın kullarından bir kul ile” iki denizin birleştiği yerde bulaşmalarıyla aktarılmaktadır.

    Türkmenlerin irfanında bu Hazreti Musa’nın karşılaştığı bu kişi “Hızır”dır. Hızır, Hazreti Musa ile

    yaptığı yolculukta üç husus ile Hazreti Musa’ya görünen alemin gerisinde işleyişe müdahil olan

    görevlilerin bulunduğunu, bu müdahalenin karını da kendi başladıklarına almadıklarını ve yine hayat

    için de müdahil olduğu üç hususun da miskin, yetim ve mümin anne-baba olduğunu izah etmektedir.

    Hızır’ın bir bakıma görevi arasında bulunan miskin ve yetimlerin korunması hususu, Hazreti

    Muhammet’in peygamberliğini açıkladığı Mekke’de doğrudan Cebrail Aleyhisselam tarafından

    kendisine okunan Kur’an’da Allah’ın emri olarak yer almaktadır. Böylece miskin, yetim ve esirler

    hakkında İnsan Suresi ki Hacı Bektaş Menakıbında “Hel etâ” olarak isimlendirilmekte, konuyu

    genişçe açıklamaktadır. Demek ki Hızır ve Nebilerin görevleri arasında doğrudan Allah’ın kullarından

    miskin, yetim ve esirlerin korunması ve desteklenmesi bulunmaktadır. Bu vazifeye “fütüvvet”

    denmektedir3.

    Türkistan ve Horasan marifeti de temel esas olarak nübüvvet ve velayet etrafında

    şekillenmekte ve bir program olarak fütüvvet esasında yürümektedir. Buna göre miskin, yetim ve esire

    içine düştükleri yerden çekip almak ve ahseni takvim derecesine yeniden çekip çıkarmak için “sofra

    açmak”tadırlar. Bu esasın içerisinde siyasallaşma veya iktidar araçlarına dönüşme talebi

    bulunmamakta ve hatta böyle dönüşümden de kaygılanmaktadır. Bütün bu esaslara bağlı olarak Rum

    ve Balkanlara ulaşan Türkmenler, karşılaştıkları Allah’ın kullarının tamamına sofra açmış ve karşı

    karşıya kaldıkları müşküllerine çözüm arayıp bulunan en uygun çare yerine getirilmektedir. Tabiatıyla

    karşılaştıkları ya da komşuluk yaptıkları topluluklar, farklı bir anlam dünyasına sahip bu toplulukları

    gördüklerinde kısa sürede intibak etmiş veya dervişler, komşularının sorunlarına nüfuz etmişlerdir.

    Sonuç olarak genel hatlarıyla aktarılan Türkistan ve Horasan irfanıyla irşat olmuş Türkmen

    toplulukları Rum ve Balkanlara bu marifetle ulaştılar. Bu huşunun ayrıntıları farklı çalışmanın konusu

    olması hasebiyle ana başlıklara burada yer verilmekle yetinildi. Bu temel esasın Osmanlı ve Safevi

    sahasında giderek kaybolduğu, belirsiz hale geldiği ve siyasetin birinci dereceden talebe dönüştüğü

    hususunun görülmesi ve anlaşılmasına katkı sunması amacıyla aktarıldı. Yoksa konu başlı başına ele

    alınıp açıklanmalıydı ama bu çalışmanın kapsamı ve sınırlarının en azından hacim olarak dışında

    kalmaktadır.

    Başlangıç itibariyle iki hususu, sınırlarının belirgin kılınması için açıklığa kavuşturulmasında

    hem ihtiyaç hem de zorunluluk bulunmaktadır. Bu iki husus ise;

    a-Osmanlı merkezli bir tarih anlayışı, kurulması ve bu anlayışın ısrarla sürdürülmesi:

    Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren siyasi, askeri ve kültürel çerçevesini kazanırken son

    sınırlarına ulaştığı vakte kadar askeri mücadeleye giriştiği beylik ve devletlere ilişkin tarih yazımını da

    belirlemiştir. Karesi, Hamid, Akkoyun, Dulkadir, Karaman, Memlük ve Safevilere karşı yapılan

    savaşlar, aynı zamanda ülkenin dünya görüşüne ve ideolojisine de yansımış ve sinmiştir. Bunun

    dışında bir tarih kurgusu imkânsız hale gelmiş veya yukarıdaki coğrafyalarda farklı görüntüler altında

    devam ettirilen de yazılı hale gelmemiş ve halk türkülerinde kalmıştır. Bu bakımdan da Osmanlı

    kurgusu, kendi dışındaki bütün toplulukları kuşatmış ve çerçevesini belirlemiştir. Buradan hareketle

    2 Ahmet Taşğın, “Bir Baş İki Beden: Safevi Osmanlı Sahasında Marifetten Tarikata Dönüş”, I. Uluslararası Türk

    Kültürü Kongresi, İstanbul: 2014; Ahmet Taşğın, “Şah İsmail ve Erkânı: Alevi Toplulukların Ortak Bir Program

    Etrafında Toparlanma Süreci”, Şah İsmail ve Safeviler, Editör Ahmet Taşğın vd., İstanbul: Önsöz Yayınları,

    2014. 3 Ahmet Taşğın, “Hasan Harakani Fütüvveti: Günümüz Müslümanlarının Fütüvvetten Beklentileri”, II.

    Uluslararası Harakani Sempozyumu Fütüvvet Bildiriler, Kars: Harakani Vakfı Yayınları, 2015, ss. 378-388.

  • 118 Ahmet Taşğın

    doğal olarak Safeviler de bunlardan birisidir ve Osmanlı kurgu ve işareti dışında bir tarih anlayışı

    ortaya koymak imkânsız görünmektedir.

    b-Osmanlı aklının veya irfanının değişimi:

    Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren sahip olduğu kurucu aklını gelişen ve ortaya çıkan

    yeni ihtiyaçlara göre sürekli güncellemiştir. Buna göre kuruluş aklı ile daha sonraki dönemlerde I.

    Murat ve Fatih Sultan Mehmet döneminde giderek kurumsallaşan idari yapı ve siyasi anlayış, kurucu

    aklı iç eden ve bununla da ideal hale getiren tahayyül alanı oluşturmuştur. Bir anlamda zaviyeden

    tekkeye dönüşmüş ve tekkeden beklenen gerçekleşmiştir. Fakat Selçuklu Devletinin Rum’da elde

    ettiği başarı, bütün Rum’un Müslüman Türk yurdu olmasını sağlamasına rağmen aynı şekilde Osmanlı

    Devleti kendi siyasi aklının bir ürünü olarak fethettiği yeni coğrafyayı Müslüman Türk yurdu haline

    getirme ve kalıcı kılmada zorlanmıştır. Kaldı ki günümüzde dahi yeni baştan veya sıfırdan bir devlet

    olan Türkiye Cumhuriyeti dahi kendi varlığını yine Selçuklu Devleti havzasına borçludur. Bütün

    unsurları Trakya ve Balkanlara vurgu yapmasına rağmen destek ve yerleşilen yer Rum diyarı

    olmuştur.

    İlgili çevrelerin uyuştukları noktaların başında Kızılbaşlığın aykırı, uyumsuz ve isyana yatkın

    veya hazır olduğu şeklinde işaret edilmesidir. Yine ortak noktalardan bir diğeri de bu işaret edilen

    Kızılbaşlığa karşı Bektaşilik sürdürülmüş veya işleme konulmuştur. Bu durumda Bektaşilik, uyumlu,

    itiraz etmeyen, sistem içinde kalan gibi bir yere yerleşmekte veya yerleştirilmektedir. Böylece

    Bektaşilik siyasi olarak, Osmanlı Devletinin yanında durduğu gibi bir yere karşılık gelirken

    Kızılbaşlık ise Safevi Devleti yandaşlığı veya bu devletin özel ordusu içerisindeki askerliği anlamına

    gelmektedir.

    Yukarıda işaret edilen husus, yeni zamanlarda da yeniden üretilmiş, piyasaya sürülmüş ve en

    azından gelenek yeniden icat edilerek Kızılbaşlık ortadan kaldırılmaya çalışılmış ve yerine Alevi

    Bektaşi ikilisi getirilmiştir. Böylece daha masum ve geniş bir kapsam içerisinde Alevilik üretilmiş ve

    Kızılbaşlık karşısında Bektaşilik iç edilmiştir. Artık yeni yutucu kavram Alevilik olmuştur. Tekke ve

    zaviyelerin seddi kanunu çerçevesinde Bektaşilik olumsuz bir yere sıkıştırılırken Alevilik bütün

    sevimliliğiyle piyasaya sürülüp cari kılınmıştır. Ama yasal bir çerçeve yine başka bir kanunla iptal

    edilirken Alevilik belirsiz, keyfi ve şahıslara dayalı modern “örfi” bir alana karşılık bırakılmış ve

    modern zamanlarda değeri kaybolup düşen sözün bağlamına, insafına ve merhametine terk edilmiştir.

    Bu süreç Kızılbaşlık, Bektaşilik şeklinde tarihsel, siyasi, söylemsel ve kavramsal iki alanı da

    temsil ettiğine sırayla Alevilik tanımı içinde eritildiğine göre “Alevilik” karşıtı olarak “Sünnilik”

    üretimi devreye sokulmuştur. Artık her ikisi de Alevilik ve Sünnilik birbirinin karşıtı olarak icat

    edildiğine göre belirsizlik ve kaotik bir işaretin hegemonik alanı da kurulmuştur. Böylece giderek

    tükenen Alevilik, yeni bir azalma alanına bitiştirildiğine göre Sünniliğin de yakın zamanda karşı

    karşıya kalacağı akıbeti haber vermektedir. Sonuç olarak bu süreç Sünniliğin Aleviliğin içerisinden

    çekilip alındığına göre kendi ruhunu yitirmiş bir beden cesede veya posaya dönüştürülmektedir.

    Bildirinin işaret ettiği Kızılbaşlık, Türkiye Cumhuriyetinde yaşadığımıza göre bildirinin

    başlığı olan “İki Kızılbaşlık”ı nasıl ve nereden konuşabiliriz. Mutlaka bunu konuşmanın imkânı var ve

    tam olarak da konuşmak üzerine bir başlangıç veya bir teklif sunmaktayım. Fakat bu soruya konunun

    şu boyutuna işaret etmek istiyorum, Kızılbaşlık, Osmanlı Devleti ve dönemini ifade eder veya tam

    olarak tarihsel bu dönemi davet eder. Bu davet öylesine bir kuşatma oluşturur ki Safevi Devletinin

    yıkıldığı üzerinden asırlar geçtiği ve hatta Osmanlı Devletinin dahi yıkıldığını unutturur ve zihni

    kuşatmayı sürdürür. Hâlbuki Safevi Devleti yıkıldı ve Safevi Devletinin siyasi sınırları içerisinde

    birden fazla devlet kurulup nihayetinde İran adında bir devlet kurulup “Fars veya İran Halkı” adıyla

    yeni bir ulus inşa edilir. Safevi Devleti ve ardından kurulan devletlerin siyasi sınırlarında Safevilik

    taraftarı dahi kalmadığına göre Osmanlı Devleti de devam etmemektedir.

    Konunun bu kısmının daha rahat anlaşılmasını kolaylaştıracak birkaç basit soru sorulup

    Osmanlı diye başlayan, vurgulanan ve de devam ettirilenler hatta Kızılbaşlık adıyla anılanlar kimlerdi?

    Oysa Osmanlı Devleti kendi tarihi seyri içerisinde baştan itibaren siyasi sınırları dâhilinde kalan

    giderek kurumsallaşan yapısının gereği olarak ortaya çıkmıştır. Bu sürece uyum sağlama geciken

  • AVRASYA ALEVİLİK ARAŞTIRMALARI - I 119

    topluluklar ile siyasi sınırların genişleme evreleri arasındaki uyumsuzluk Yörük ve Türkmen ayrımıyla

    ifade edilmeye çalışılmış ve uyumsuz Türkmenler, Kızılbaşlık etrafında tanımlanmaya devam

    ettirilmiştir. Böylece siyasi olarak başarısızlık veya iktisadi yetersizlik bu gerilim ve çatışma üzerinden

    yeni bir boyut kazanırken ülkenin birlik ve beraberliği siyasi bir kriz üzerinden daha geniş bir

    coğrafyayı ülke sınırlarına dâhil edip genişletirken merkezileştirilmiştir. Öyle ki dışarda kalanlar dahi

    yine bu kavram üzerinden biçimlendirilmiş ve kendilerini ifade edebilecek bir alan bırakılmadığı için

    hızlı bir şekilde Caferilik ve Şiilik alanında nefes almaya başlamışlardır. Yeni şekil Kızılbaş olarak

    adlanan toplulukların dahi kendileriyle ilgili bu alanda Şiilik üzerinden mücadele edip Kızılbaşlıktan

    kurtulmaya çabaladıkları görülmektedir.

    Osmanlı Devleti bütün organlarıyla toplumun hemen her katmanında yer alan bireylere

    Kızılbaş kavramsallaştırmasının tanımladığı alanı, algıyı, bilgiyi ve işaretlerini taşımış ve bunu da

    başarıyla yerleştirmiştir. Bununla kalmayarak buradan yakaladığı dışsal işaret ve üzerine yerleştiği

    çerçeve programın saklanarak toplumsal katmanlar arasında dolaştırılmış ve azami bir gayretle canlı

    kalması da sağlanmıştır. Kızılbaşlık tanımı üzerinden siyasi, iktisadi, toplumsal ve dini olumsuz olan

    bütün unsurlar yeniden üretilerek kamusal alanda kamuoyunun hizmetine sunulmuştur. Böylece

    Osmanlı uzun süre nefes alıp sürdüreceği yeni bir zaman tüneline girdiğinde gerçek gündemine ilişkin

    gayretleri için de yenilenmişti.

    Bildirinin sorun dizgisi içerisine yerleştirilecek aşamalardan bir tanesi de Kızılbaşlık

    konusunun tarihi, dönemi ve karşıladığı toplumsal işaretin başlangıç ve devam ettirildiği zaman dilimi

    olan Osmanlıdır. Osmanlı Devleti ve dönemine ait bir kavram nasıl olur da Türkiye Cumhuriyeti

    döneminde de devam etmiştir. Yani Kızılbaşlık, Osmanlı Devleti tarafından üretilmesine Safeviler iki

    yüzyıl öncesinde yıkılmasına ve Osmanlı Devleti yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmasına rağmen

    nasıl olur da günümüzde halen Kızılbaşlık, konuşulmakta ve tartışılmaktadır.

    Bir başka husus ise Osmanlı siyasi sınırları içerisindeki Alevi toplulukları kendilerini Kızılbaş

    olarak tanımladılar mı, tanımladılarsa ne zamandan beri kullanmaya başladılar. Böyle olunca Alevi

    toplulukları kavramın üretildiği amaç ve hedeflerinin dışında nasıl bir anlam üzerinden kendi içlerinde

    kullanılmaya başlandı veya işletildi. Mesela Aleviler de Kızılbaş kavramını, “kadın erkek demeden bir

    araya toplanan, şarap içen, ana bacı tanımayan” olarak kullanıp bu anlamı işlettiler mi?

    Bu çalışma veya program dikkate alındığında konuşma başlığım çok sıcak ve samimi bir

    çağrışım ve anlama karşılık gelmektedir. İlk planda başlığın her iki parçası da içten konuşmayı

    dayatmakta veya samimiyeti provoke etmektedir. Bütün bu talep veya zorlamalara karşın başlığın her

    birini parçalayarak üzerinde durmak ve güncel tanımlarından kaynağına yakın bir yerden aktarmak

    daha uygun görünmektedir. Hatta bütün olarak her iki kelimenin parçalanmadan anlamına,

    çağrıştırdığına yönelerek konuşma yapmanın bu adlandırmanın gerçek kurulduğu yere ilişkin olmalı

    bir yönüyle, gerçek bir yerde neye karşılık geldiğini de diğer bir yönüyle yapmalıyım. Osmanlı

    kroniklerinin modern dönemde yeniden okunduğunu ve yeniden güncellendiğini hatırda tutabilirsek

    Safevi kroniklerinin sessiz kaldığı bu hususta modern dönemde neden yeniden güncellenip

    üretilemediğini anlamamış daha kolay olacaktır. Çok masum bir başlığın nerelerin masumiyetini

    yitirdiğini göstermesi bakımdan belki üzerinde durulmayı gerekli kılmaktadır.

    Kamusal alana sunulan bilgi, kamuoyunun ihtiyaç kılınan konuları için sürekli ve yeniden

    üretilmektedir. Kamuoyu kendileri için üretilmeyi beklediği bilgileri tüketmeye gönüllüdür. Hatta

    gecikirse de tedirgin olmakta, saldırgan hale gelmektedir. Artık bağımlılık haline gelen ve bağımlılık

    oluşturan bilginin kamuoyuna sunulması doğal hale gelmiştir. Kamuoyuyla paylaşılan başlığı

    ilgilendiren kısmıyla bilgiyi bağımlılık, saldırganlık ve güvenlik alanını zorlayan bir yerden tedirgin

    edici olmasını da göz önünde tutarak konuyu her iki kavram etrafında kısaca sorgulanacaktır.

    Gelenek, modernin karşıtı gibi güncel manevi boşluğun ya da sürekli akışın tamamlayamadığı

    güvenlik alanına ilişkin bir işaret ile özlemli, duygusal bir talebi anlatmak için tedavülde durmaktadır.

    Doğrusu bu durum cemaat ve cemiyet arasındaki gerilimi aktarmada da dikotomik bir karşılığı da

    bulunmaktadır. Bu durum İki işareti, emniyet, güven, içten, bağlı, uzlaşılan, uzlaşan, zarar vermeyen,

    yararlı, iş gören, söz tutan, söz dinleyen, uyumlu, ahlak, değerler, komşulardır.

  • 120 Ahmet Taşğın

    İki talebi aynı zamanda modern olanı yani bozulmuş, belirsiz, yolculuk halinde, tehdit edici,

    çatışmacı, kavgacı, güvensiz olanı veya bu hale dönüşme tehdidiyle karşı karşıya durumu ve bunun

    etrafındaki riski işaret etmektedir.

    Başlığın diğer yanına gelince Kızılbaşlık, ilk planda İki olana karşı ve tehdit edici olanı

    çağrıştırmaktadır. Bu arada kendi içinde parçalanan Kızılbaşlık, İki olanla masum, kabul edilebilir

    veya uzlaşılabilir bir çağrıya sahiptir. Bunun tam tersi olarak modern Kızılbaşlık zorunlu olarak yerini

    almaktadır. Peki, modern Kızılbaşlık nedir? Mutlak anlamda bir bütün olarak değerlendirmeye

    zorlayan bu bütün, Kızılbaşlık hakkında modern olmayan veya olsa bile bu işareti yapan aklın-

    bilginin-öznenin tarif ve tanımına uymayan bir hedefi ve kuleyi talep etmektedir. Hâlbuki Kızılbaşlık,

    bu coğrafyada olumsuz bir çağrışım dışında kiremit üzerinde kırk yıl yıkanıp temizlenemeyeni, kadın

    erkek bir arada toplanıp mum söndürüp birbirleriyle cinsel ilişkiye girenlerin halk nezdindeki

    karşılığıdır.4 Diğer bir anlamı ise siyasi ve askeri olarak Çaldıran Savaşı sonrasında büyük bir yer

    tutmuştur. Fakat bu öylesine geniş bir alana taşırılmıştır ki doğrudan mürşit ve pir etrafında zaviye ve

    tekkelerde kendilerini ifade eden topluluklardan Oğuz sosyal ve örgüt yapısına uygun bütün

    toplulukları kapsayıcı, kuşatıcı hatta kurtarıcı bir hüviyet kazanmıştır. Doğal olarak terim bu kadar

    geniş ve etkin bir kullanıma sahip olduktan sonra epey zamandan beri belli bir kesimi bu tanımın

    zindanına mahkûm etmeyi başarmış ve bu başarının mutluluğuna güvenle erişmiştir.

    İktidar yeniden bütün aygıtları aracılığıyla zımnen, bunların başında sivil toplum gelmekte,

    modern Kızılbaşlığı piyasaya sürmüştür. Böylece İki olan güveni çağrıştırırken modern endişe ve

    kaygı vereni çağrıştırdığında modern Kızılbaşlık, baştan itibaren güvenli olmayana karşılık gelerek

    toplumsal bütün refleksleri oluşan güvenlik zafiyetine yönelik atak yapmaya itmiştir. Toplum

    katmanlarının her yerinden bu atağa karşılık verilmiş ve büyük bir destek sağlanmıştır. Artık modern

    Kızılbaşlık, aslanın kediyle oynadığı oynama süreçleri başlamıştır. Konuyu sürece yayarak örselemiş,

    berelemiş, yaralamış, katmanlar arasında derin vadiler oluşturmuş ve güven duygusunu yitirmekle

    beraber cılız hale getirmişlerdir.

    Sonuç olarak konuşmam hayali, vehmi ve gerçek olmayan üzerine konuşma üzerine olacaktır.

    Bunun için Kızılbaş, Şah İsmail orduları içerisinde bir anlamda Şahsevenler gibi Kapıkulu,

    sipahileridir. Böyleyse burada ordu, askeri bir konuyu konuşmam talep edilmemişti. Yani Aleviliğin

    askeri boyutu, asker sayısı, silah sayısı ve bunların da İki olanı ile anlatılması talep edilmediği

    kanaatinden yola çıkarak ben konuşmamı başka bir yerden sürdürmek istiyorum.

    Alevi toplulukları en geniş manasıyla kendilerini Alevi olarak tanımlarlar, güruh-u naci,

    ehlibeyt muhibbi ve bağlı bulundukları mürşit ve pir ocakları üzerinden tanımlarlar. Yani Ağuiçenli,

    Dedegarkınlı, Hacı Bektaş, Ali Seydili gibi adlarla bağlı bulundukları irfan üzerinden bağlı

    bulundukları hikmet havzalarına yönelmektedirler.

    Doğrusu Alevilere ilişkin bilginin sağlam yerden bilinmesi, kurulması, aktarılmasını anlamak,

    konuyu takip etmek anlamı taşımaktadır. Bu bakımdan da kamu bilmek üzerine kurulu yapısını, bir

    anlamda kılükal ve istihbarat üzerinden dedikoduyu tedavüle sokmuş, desteklemiş, ödüllendirilmiştir.

    Hâlbuki konu, varlıkla ilgilidir ve bilginin inşa edildiği zemin kaybedilerek aktarılmaktadır. Alevi,

    varlık alanına ilişkin ne söyler, bu hususu nereden aktarır. Ya da hangi mekân üzerinde nasıl bir mesaj

    üzerinde kurulu ve aktarmaktadır. Doğal olarak benim konuşmam buradan itibaren “İki Kızılbaşlık”

    başlığının kazandığı çerçeve, zihin dünyası ve aklı etrafında yeniden kurulmalıdır. Buradan

    kurulduğunda “İki Kızılbaşlık”, şeklinde işarette bulunan irade yeni baştan tanımlanmalıdır.

    Kızılbaşlık, Safevi Devletinin kuruluşu ardından hem Safevi siyasi sınırları hem de Osmanlı

    siyasi sınırları içerisinde kalan Türkmenlerin genel adı olarak kayda geçirilmiş. Fakat her iki siyasi

    yapının kendi içerisinde İki hale getirdiği Kızılbaşlık bulunduğu ve bunları da dönemsel olarak

    aktardığı üzerinden başlıklar oluşturulacaktır.

    Yavuz Sultan Selim dönemiyle beraber kamunun açık ve yaygın gündeminde yer alan

    Kızılbaşlar, Osmanlı kamusunun birçok noktadan ürettiği, piyasaya sürdüğü ve sonuç aldığı bilgi,

    4 StarTv programcısı Güner Ümit olayı bunun nasıl da derinlerde olduğunu göstermektedir.

  • AVRASYA ALEVİLİK ARAŞTIRMALARI - I 121

    kurumların hemen tamamından büyük bir eşgüdümle tedavül edilmiştir. Devletin bütün imkân ve

    aygıtları üzerinden terk ettiği yerini hatırlatan parçaları Kızılbaş adıyla ciddi bir hazırlık ve program

    dâhilinde bir araya getirmiş ve bunun için gerekli önlemleri almıştır. Doğrusu Kızılbaşlık, Osmanlı

    siyasi, dini ve idari çevrelerinin Safevilerin ideolojik kurgusunu başına yıktığı bir uydurmadan

    ibarettir. Böylece kamu Kızılbaş ile tanışmış ve onun hakkında yeni birçok yalanın ve vehmin

    üretilmesini hızlandırmıştır. Kızılbaşlık yalanı uzun süre kamunun yaslandığı en önemli öteki olmuş

    ve sürekliliğini koruyarak ötekileştirdiği bu toplulukları zihinsel ürün ve korku üzerinden

    dönüştürmüştür. Yavuz dönemi, Kalender, Çelebi ve Celali ayaklanmaları, II. Mahmud’un Bektaşi

    tekkelerini kapatması ve son olarak Cumhuriyet döneminde Tekkelerin seddi kanunuyla

    sürdürülmüştür. Böylece Kızılbaşlar çok partili hayat, ideolojik ve gençlik hareketleriyle devam

    ettirilmiş. Kızılbaş tarihi bir anlamda isyan tarihi olarak kabul görmüştür. Çağdaş araştırmacı ve

    oryantalistlerde bu konuyu böylece sürdürmüş bir anlamda isyanın adı Kızılbaşlık ve tarihin adı da

    Kızılbaşlı tarihi olmuştur. Bir süre sonra kamunun paylaşımına ve ortak kullanımına dönüşen Kızılbaş,

    başkaldıran ve isyan eden anlamını tanımladıklarının zihin dünyası ve dillerine yerleştirmiştir.

    Günümüzde bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Birçok Alevi kökenli araştırmacı yayınlarında

    bu adı kullandılar ve bunun kullanışında da bir beis görmediler. Kamu, sorunlu gördüğü topluluğun

    zihin dünyasını kendi ürettiği kavramla kontrol altına almayı başardı. Fakat aynı bünyede oluşan yarık,

    kaos anlamına gelmektedir.

    Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı en önemli krizlerden bir tanesi toplumu Kızılbaş ve Sünni

    olarak ikiyi ayırmasıdır. Sünnilikte Kızılbaşlık gibi kendi içinde ikiye yarılarak Selefi ve Vehhabi bir

    biçim kazanmıştır. Çünkü İki Müslümanlık ya da tek başına gelenek hurafe ve batıl anlamı taşır ve

    bunun yok edilmesi de dini bir vecibe olarak üretilmiştir. Bunun için de İki Kızılbaşlık da devletinin

    bütün imkânlarıyla korunarak yok edilmesi gerekir. Diğer yandan da Türklerin Rum’da varoluşları, İki

    Kızılbaşlık olarak adlanan topluluklarla gerçekleşmiştir. Böyle olunca da mevcut duruma göre Türkiye

    toplumu mekân ve zamanı anlamlandırmada başka bir katmana kaydığı için takip edememektedir.

    Öyleyse siyasilerin kurduğu bu alanı yeni siyasiler yeniden kurmaya ihtiyaç vardır.

    Kendi bulunduğu yeri terk eden iktidar, doğal olarak geriyi dönüşü imkânsız ve ilerleme

    önündeki engelleri de bu şekilde kavramsallaştırıp halledince konudan kurtulmuş göründü. Hâlbuki

    Osmanlı siyasi, idari ve dini çevreleri giderek değişen düşüncel alanlarını toplumun daha geniş

    katmanlarına yaymada başarısız oldular ve toplumsal huzursuzluğu Safevilere devrederek miras

    aldıkları Selçuklu coğrafyasını ortadan ikiyi yararak Rum’da varoluş alanını kaybettiler. Ciddi bir

    krize sürüklendiklerini günümüzde dahi görememektedirler.

    Kamunun tartıştığı Kızılbaşlık konusu Yavuz öncesine gitmeyi gerektirir ve Osmanlı

    düşüncesindeki kırılmanın görülmesini zorunlu kılar. Aksi halde konu Şeyh Cüneyt ile başlayan Şah

    İsmail ile neticelenen bir siyasi tehdidinden daha ziyade Osmanlı siyasi, dini ve idari yeni dönüşümün

    görülmesini kolaylaştırıcı bir unsur olarak ele alınmalıdır. Kaldı ki buradan Alevilik veya Bektaşilik

    anlatılmak hatta şehirli ve köylü Aleviler anlatılmak isteniyorsa ya da amaç bu ise yanlış bir yerden

    gidilmektedir ve buradan da bu hususu kurmak mümkün değildir. Çünkü Aleviler kendilerini Kızılbaş

    olarak adlandırmazlar daha da ötesi Safevi askeri yapısı içerisinde savaşan ve özel askeri bir

    anlamında kullanılmıştır. Şimdi buradan yola çıkacak olursak bunca literatür eski ve yeni bunca

    araştırmacı bugüne kadar ne anlattılar. Ya da ne anlatmak istediler de biz bunu göremedik. Acaba

    niyetleri ne idi?

    Osmanlı coğrafyasında Kızılbaşlık adıyla çok geniş bir alanın kavramsallaştırılması kamu aklı

    ve idaresi açısından son derece büyük bir proje ve başarıdır. Buna mukabil bu şekilde adlandırmanın

    kurulu aklın bütün arızalarını da taşıdığı riskleri bulunmaktadır. Kamunun işaret ettiği bir sürecin

    sağladığı yorucu ve yıpratıcı muhatabının tarih sahnesinden kalkmasına rağmen devam ediyor oluşu,

    yine Safeviler ile ilgili olmadığını göstermektedir. Kaldı ki Safevi Devleti siyasi varlığını dahi devam

    ettirdiği dönem de dahi Kızılbaşlık olarak adlandırılan hemen her şey işaret edilenle ilgili değildir.

    Doğrudan Osmanlının kendini öteki veya muhatabı üzerinden aktarmasıdır. Kızılbaş olarak

    adlandırılan ve işaret edilen ne varsa dile gelip yazıya dönüştükten sonra artık Osmanlının bu olmadığı

  • 122 Ahmet Taşğın

    ve yeni ne olduğunu da aktarmaktadır. Doğrusu konunun buradan değerlendirilmesi gerekir çünkü

    Kızılbaşlık konusu Osmanlının kendi sorunudur ve yaygın kıldığı bilgiye gelince konuyu bilgiye

    indirgeyip tartıştırması da bunu göstermektedir. Oysa Osmanlı aklı, bu konuyu varlık alanı olarak

    tartışmakta ve kendi varlık alanını yeni yerinden ilan etmektedir. Bu uzun süreden beri şekillenen

    Osmanlı bürokrasisi Çandarlıların sunduğu katkı özellikle dikkate alınmalıdır. Kızılbaşlık olarak

    tanımın Osmanlının terk ettiği alanı ve risk olarak gördüğü alanı gösterdiği açıktır.

    Safevilerin tarif ve aktarımı bir başka yerde durmaktadır ve bu durum Safeviler ile bir başka

    şeye dönüştürülmüştür. Böylece Safevilerin ne olduğu ve ne yaptıkları da anlaşılamamıştır. Doğal

    olarak “İki Kızılbaşlık” Safeviler döneminde nedir ve ne olmuştur. Bu konu hakkında da bilgi sahibi

    değiliz. Niye değiliz çünkü Safevi Devletinin siyasi ömrü sonunda askeri organların bir sonrakine

    dönüştüğü söylememiz uygun olur. Ama “İki Kızılbaşlık” şeklinde formüle edilen veya kast edilen

    alana dair söyleyecek çok şeyimiz yok. Kaldı ki Safevi iktidarı, Osmanlının Kızılbaşlık başlığı altında

    değerlendirdiği bütün unsurları bir şekilde kuşatma altına aldıysa aynı şekilde onlar da iktidarın

    aygıtlarıyla dönüştürmüştür. Bu dönüştürme günümüze kadar da devam etmiştir, tıpkı Türkiye’de

    olduğu gibi.

    Safevilerin “İki Kızılbaşlık” tanımı içerisine dâhil olan topluluklarla mücadelesi Şeyh Cüneyd

    ile başlamaktadır. Şeyh Cüneyd bizatihi amcasıyla onun posta oturması üzerine Şeyh Cafer’e itiraz

    etmiş ve kendisini Erdebil Ocağı mürşidi ilan etmiştir. Önce Erdebil’den ayrılmış, Konya, Karaman,

    Halep üzerinden Diyarbakır’a ulaşan yeni bir program etrafında çok geniş bir sahada seyahat etmiştir.

    Onun bütün faaliyetleri boyunca amcası postta oturmaya devam etmiştir. Şeyh Cüneyd Erdebil Ocağı

    faaliyetlerine farklı bir yerden yeni bir görüşle gelmiş ve kabul görmeyince alana çıkıp kendi

    programını anlatmaya başlamıştır. İlk planda fazla ilgi görmemiş ve savaşa girmiştir. Böylece Şeyh

    Cüneyd’in yeni programının tam anlamıyla ne anlama geldiği belirgin hale gelmiştir. Askeri gücü oğlu

    Şeyh Haydar zamanında da devam etmiş ve elde edilen başarı ve taraftar giderek Erdebil Ocağının

    faaliyet alanını daraltmakla kalmamış aynı zamanda temel öğretiyi de değiştirmiştir. Böylece Şeyh

    Haydar, dönemi yeni bir başlangıcın görülmesini de sağlamış ve tarikatın ne olduğuna dair bilgiler de

    bu dönemde gelmeye başlamıştır. Doğal olarak marifet ve hakikat babından tarikat babına düşen

    Erdebil Ocağı yeni pirlerinin tarikatın gereği olarak silsile, kisvet ve erkân oluşturmaları gerektirdiği

    için de bilgi alanı da ikmal edilmiştir. Şeyh Haydar ile birlikte Tac-ı Haydari bunun göstergesidir.

    Diğer yandan da Şah Hatayi, Alevi toplulukların cemlerine nüfuz edecek bir güce ulaşmakla kalmadı,

    icra edilen bağlamada (saz, tanbur) dahi kendi adıyla anılan bir makama da imza attı. Kaldı ki bir süre

    sonra Buyruk da bu çerçevede kurgulandı ve son biçimi verilerek topluluklar arasında ortak bir erkâna

    gidildi. Bunun için iki buyruktan söz edildi ve edilmektedir.

    Safevi ailesi ve bağlı topluluklarda meydana gelen değişime karşın Şirvanşahlar, Özbekler,

    Karakoyunlu, Akkoyunlu, Karamanoğulları, Dulkadiroğulları ve Osmanlı Devleti siyasi sınırlarında

    başlayan, devam eden ve büyük bir başarı yakalanmasına karşın büyük bir karşı duruşta gelişmeye

    başladı. Kendi içinden siyasi bir faaliyete uç veren hareket aynı zamanda sosyal ve dini alanları bütün

    olarak ciddi ve titiz bir şekilde yeniden kurmayı başardı. Doğal olarak faaliyet yürütülen bütün

    alanlarda büyük ölçüde bu program kabul gördü ve önceki programın (İki ehlibeyt bağlılığı ya da

    Türkistan ve Horasan irfanının yeniden şekillendirilmesi) zayıf noktaları veya donuklaşmış alanları

    yeni bir program etrafında canlandırıldı.

    Uzun süreden beri farklı coğrafyalarda siyasi karışıklıklar yaşayan topluluklar, Selçuklu

    başarısının ardından gerilimli ve parçalı sürdürdükleri hayatları için yeni bir nefes anlamı taşıdı ve

    topluluklar önceleri tereddütle karşıladıkları programın müdavimi olmayı kabullendiler. Bu durum

    topluluğun İki diline aykırı alanları çok küçük bir çevrede kabul görmedi ve tartışıldı. Bu çevreler

    giderek daha dar bir alana sıkıştı ve etkisiz kaldı. Hem Erdebil tekkesi çevreleri hem de aynı silsileden

    gelen Halveti çevreler, Şeyh Cüneyt ile başlayan “İki Aleviliğin” yeniden okuma biçimlerine itiraz etti

    ve başka bir faaliyetin parçasına dönüştü. Doğrusu Şeyh Cüneyt’in yenilediği veya itiraz edip yeni bir

    format kazandırdığı program, her nasılsa karşı çıkan topluluklar tarafından kavranamadı ve karşı

    geliştirilen teori yetersiz kaldı veya yetersizliğin tekrarı olarak algılandı. Giderek daha da güçlenen

  • AVRASYA ALEVİLİK ARAŞTIRMALARI - I 123

    yorgun toplulukları yeniden harekete geçirdiğinde de bu defa karşı harekete geçenlerin söylemleri de

    yetersiz kaldı ve bu durum giderek kabul gördüğünde de çözüm olarak savaş önerisi geldi5.

    Safevi faaliyetlerine karşı program yapan topluluklar arasında Erdebil tekkesi bağlıları var ve

    bunlar arasında Somuncu Baba olarak bilinen Şeyh Hamidi Veli Aksarayi ve Abdurrahman Erzincani

    bulunmaktadır6. Özellikle Şeyh Hamidi Veli yani Somuncu Baba’nın hayat hikâyesi ve faaliyetleri çok

    ilgi çekici ve bu alanın anlaşılmasına büyük katkı sunabilir. Doğrusu Abdurrahmani Erzincani

    hakkında yeterince kaynak veya çalışma bulunmaması konuyu derinleştirme de sunduğu katkının

    sürekliliğini sağlamada yetersiz bırakmaktadır7. Bunun aksine Somuncu Baba, Bursa’da Emir Sultan,

    II. Beyazıd, Hacı Bayram Veli ve oğlu Yusuf Hakiki Baba bağlantısıyla ulaşma ve yeniden

    yorumlama mümkün olmaktadır. Burada konuyu anlamada yardımcı olacak hususlardan bir tanesi

    Somuncu Baba, Şeyh Cüneyt’in faaliyetlerini nasıl anladı, anlattı ve karşıladı. Doğal olarak kendisi

    nasıl karşılandı. Adeta Şeyh Cüneyt’in faaliyet sahasını ortadan kesecek bir koridorda Somuncu Baba

    durdu ve oluşturduğu büyük bir şerit ile kendisinden sonra da farklı yüzleriyle devam edecek bir

    faaliyet başlattı8.

    Şeyh Cüneyt ile amcası Cafer arasındaki tartışma ve farklı yüzleriyle ortaya çıkan faaliyet ve

    yöntemine ilişkin ayrılık da yine konunun anlaşılmasına kolaylık sağlayabilir. Şeyh Cüneyt, Erdebil

    tekkesinin postunda kendisinin oturması gerektiği ile Karakoyunlular ile ilişkiler konusundaki itirazını

    sürdürdü. Bir süre sonra tekkenin merkezisinde netice alamayacağı bir mücadeleyi sürdürdüğünü

    anladığında da faaliyetlerini tekkenin halifeleri ve farklı topluluklar arasında sürdürmeye karar verdi.

    Şeyh Cüneyt, bu kararını gerçekleştirdiğinden itibaren amcası Şeyh Cafer neler yaptı, nasıl önlemler

    aldı veya karşı neler söyledi. Bu sorulara verilecek cevaplar da yine konunun anlaşılmasına büyük

    katkı sunacaktır.

    İkinci önlem olarak topluluğun aynı silsileden gelen Halvetiler ile ortaya çıkan faaliyetleridir.

    Acaba tarikat silsilesi üzerinden farklı kolları dahi olsa Halvetiler, Şeyh Cüneyt karşısında nasıl bir dil

    geliştirdiler ve faaliyet başlatıp sürdürdüler.

    Sonuç olarak “İki Kızılbaşlık”, ne Aleviler ne de Safevi Devletiyle alakalı bir husus değildir.

    Bu tanımlama Osmanlı Devletinin siyasi, sosyal, idari, iktisadi, kültürel ve dini kurumsal ve yapısal

    alanlarında yaptığı yeniliğin görülmesini kolaylaştıran tersinden siyasi bir programdır. Buradan

    hareketle bunun birden fazla alanı talep ettiği açıktır. Doğal olarak bu söylemin etkisi altında kalan

    bütün alanların ve iktidarın hegemonik aygıtlarına yönelik takibini de yapmak mümkündür. Bu

    alanlarda yapılacak inceleme bu programın neleri, nerelere yerleştirildiği gösterebilir veya nasıl

    yerleştirildiğinin görülebilmesini kolaylaştırabilir. Bunun için de Osmanlı Devletinin Timur sonrası

    meydana gelen değişimini takip etmek, merkezi otoritenin sahiplendiği ve uygulamaya koyduğu yeni

    yapılanması hakkında da ileri düzeyde bilgi elde etmek veya fikir ileri sürmek de kolaylaşmış olacak

    veya Safevilerden de ötede konuyu buradan sürdürmeyi ve araştırmayı gerekli kılacaktır. Hâlbuki

    dikkatlerin toparlandığı yer Safeviler ve dönüşümlerine yoğunlaşmaktadır. Kaldı ki Safevilere

    yoğunlaşmamızı sağlayan ise Osmanlı kaynaklarıdır. Bu durum Safevilerin anlaşılmasına sağladığı

    gibi daha hızlı anlamaya karşın daha fazla Osmanlı’yı görmek ve anlamak anlamı taşımaktadır.

    Bütün bunları buraya aktardıktan sonra artık Alevilik hakkında bilgi verilebilir. Hatta İki veya

    modern veya postmodern Alevilik hakkında dahi bilgi veya bilgiler verebilir. Dahası göçlerle doğal

    ortamlarını kaybeden Alevilerin habitusları üzerinden de bir anlatım yapılabilir.

    5 Bilal Dedeyev, “Çaldıran Savaşına Kadar Osmanlı Safevi İlişkilerine Kısa Bir Bakış”, Uluslararası Sosyal

    Araştırmalar Dergisi, Cilt 1, Sayı 5 Yıl, 2008, ss. 210-211. 6 Ahmet Taşğın, Klasik Kaynaklarda Heteredoks Dervişler ve Heteredoksi, İstanbul: Dün Bugün Yarın

    Yayınları, 2012, s. 74. 7 Ahmed Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba ve Neseb-i Âlîsi, İstanbul: Osmanlı Araştırmaları

    Vakfı Yayınları, 2009, s. 31-47; Mehmet Taştemir, XVI. Yüzyılda Adıyaman (Behisni, Hısn-ı Mansur, Gerger,

    Kâhta) Sosyal ve İktisadi Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999, s. 242-244. 8 N. S. Musalı, Erdebilden Aksaraya Uzanan Yol: Yusif Heqiqi Baba ve Şeyx Cüneyd Sefevi”, Bakı

    Universitetinin Xeberleri, No 1, Yıl 2012, ss. 130-137.

  • 124 Ahmet Taşğın

    KAYNAKLAR

    Akgündüz Ahmed, Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba ve Neseb-i Âlîsi, İstanbul:

    Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, 2009.

    Bilal Dedeyev, “Çaldıran Savaşına Kadar Osmanlı Safevi İlişkilerine Kısa Bir Bakış”,

    Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 1, Sayı 5 Yıl, 2008, ss. 210-211.

    Küçükdağ, Yusuf (1999). “Osmanlı Devleti’nin Şah İsmail’in Anadolu’yu Şiileştirme

    Çalışmalarını Engellemeye Yönelik Önlemleri”, Osmanlı, Cilt 1, Editör Güler Eren, Ankara: Yeni

    Türkiye Yayınları, ss. 269-281.

    Küçükdağ, Yusuf (2005). “Osmanlı Devleti’nin Şah İsmail’in Anadolu’yu Şiileştirme

    Çalışmalarını Engellemeye Yönelik Önlemleri”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya: Çizgi Yayınları,

    ss. 333-354.

    Küçükdağ, Yusuf (2010). “Osmanlı Devleti’nin Safeviye Tarikatı Propagandalarına Karşı

    Mevleviliği Örgütlemesi”, Türk Aleviliği Araştırmaları, Konya: Çizgi Yayınları, ss. 111-132.

    Küçükdağ, Yusuf (2010). “Osmanlı Devleti’nin Şah İsmail’in Anadolu’yu Şiileştirme

    Çalışmalarını Engellemeye Yönelik Önlemleri”, Türk Aleviliği Araştırmaları, Konya: Çizgi Yayınları,

    ss. 31-62.

    Küçükdağ, Yusuf, “Osmanlı Devleti’nin Şah İsmail’in Şii Propagandacılarına Halvetiye İle

    Karşı Koyması”, Türk Aleviliği Araştırmaları, Konya: Çizgi Yayınları, 2010, ss. 95-110.

    Musalı N. S., “Erdebilden Aksaraya Uzanan Yol: Yusif Heqiqi Baba ve Şeyx Cüneyd Sefevi”,

    Bakı Universitetinin Xeberleri, No 1, Yıl 2012, ss. 130-137.

    Savaş Saim, “XVI. Asırda Safeviler’in Anadolu’daki Faaliyetleri ve Osmanlı Devletinin Buna

    Karşı Aldığı Tedbirler”, Uluslararası Kuruluşunun 700. Yıldönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı

    Devleti Kongresi, 07-09 Nisan 1999, Bildiriler, Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları, ss. 183-197.

    Taşğın Ahmet, “Bektaşilik-Kızılbaşlık Eleştirileri”, Folklor Edebiyat Alevilik Özel Sayısı I,

    Sayı 29, 2002, ss. 75-90.

    Taşğın Ahmet, “Bir Baş İki Beden: Safevi Osmanlı Sahasında Marifetten Tarikata Dönüş”, I.

    Uluslararası Türk Kültürü Kongresi, İstanbul: 2014.

    Taşğın Ahmet, “Hasan Harakani Fütüvveti: Günümüz Müslümanlarının Fütüvvetten

    Beklentileri”, II. Uluslararası Harakani Sempozyumu Fütüvvet Bildiriler, Kars: Harakani Vakfı

    Yayınları, 2015, ss. 378-388.

    Taşğın Ahmet, “Hatai’den Günümüze Anadolu Alevilerinde Farklılaşma”, I. Uluslararası Şah

    Hatai Sempozyumu (9-11 Ekim 2003 Ankara), Hazırlayan Gülağ Öz, Ankara: Hüseyin Gazi Kültür ve

    Sanat Vakfı / Hüseyin Gazi Derneği Yol Bilim Kültür Araştırma Yayınları, 2004, ss. 297-306.

    Taşğın Ahmet, “Şah İsmail ve Erkânı: Alevi Toplulukların Ortak Bir Program Etrafında

    Toparlanma Süreci”, Şah İsmail ve Safeviler, Editör Ahmet Taşğın vd., İstanbul: Önsöz Yayınları,

    2014.

    Taşğın Ahmet, Klasik Kaynaklarda Heteredoks Dervişler ve Heteredoksi, İstanbul: Dün

    Bugün Yarın Yayınları, 2012, s. 74.

    Taştemir Mehmet, XVI. Yüzyılda Adıyaman (Behisni, Hısn-ı Mansur, Gerger, Kâhta) Sosyal

    ve İktisadi Tarihi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999.

    Yıldırım Rıza, “Kızılbaşların Dini”, Uluslararası Türk Dünyasında Din Anlayışları

    Sempozyumu, 4-6 Kasım 2010 Isparta Bildirileri, Isparta: Süleyman Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

    Yayınları, 2011, 465-470.