aydınlık gazetesi’nin ücretsiz ekidir polisiyede “düzen ...lara dönem dönem eklemeler...
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
38KİTAP
TANITILIYOR
14 EYLÜL 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 29
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 997
Polisiyede “düzen”denhaberdar olanlar
Öksüz ve AcınasıBir Umut
Baker’dan Roma’nınyükselişi ve çözülüşü
Hilenin yeni adı:Demokrasi
Küçük kırmızıbalıklara
“Türkiye’de 2 bin film kayıp”“Türkiye’de 2 bin film kayıp”“Türkiye’de 2 bin film kayıp”“Türkiye’de 2 bin film kayıp”Türk Sinemas�’n�n ‘kara kutusu’ Agâh Özgüç:
19. Adana Altın Koza Film Festivali (17 – 23 Eylül) ve arkasından ger-çekleşecek olan 49. Antalya Altın Portakal Film Festivali (6 – 12 Ekim ) ilesinema mevsimine girmiş bulunuyoruz. Buna ilişkin Aydınlık Kitap da ka-pağına “Sinemanın Muhtarı” olarak adlandırabileceğimiz büyük sinemaemektarı bir ismi; gazeteci, yazar ve eleştirmen Agah Özgüç’ü taşıdı. 60’lar-dan beri film setlerinde geçen bir ömrün ve birikimin sahibi Agah Özgüç’le,büyük bir derya olan Türk Sineması’nı, kayıplarını - kısacası tarihçesini ko-nuştuk. Türk Sinema tarihini samanlıkta iğne ararcasına araştıran bu ustaisimle yaptığımız sohbette arşivciliğin değerini bir kez daha anlamış bulunduk.Geçmişte devletin Türk Sineması’nın arşivi ve birikimi adına gereken öze-ni göstermediği gözlerimizin önüne serildi ve ülkemizde “Ulusal Sinema Mü-zesi”nin olmayışını bir kez daha sorguladık. İşte bütün bu eksiklikleri bireyselçabaları ve arşivciliğiyle yılmadan bir bir gideren Agah Özgüç genç kuşak-lara dönem dönem eklemeler yaparak genişlettiği “Türk Filmleri Sözlüğü”kitabıyla önemli bir kaynak sundu. Yakın zamanda kaybettiğimiz dev yö-netmen Metin Erksan’dan Atıf Yılmaz’a, Yılmaz Güney'den Türkan Şoray’akadar sinemanın bütün dev isimleri ile dostluk kurmuş olan “sinemanın karakutusu” Agah Özgüç’le bir sinema sözlüğünden koca bir yaşamı kapsayandolu dolu bir sohbet gerçekleştirdik.
Haftaya görüşmek dileğiyle...
Festival sezonu veAgah Özgüç
İÇİNDEKİLER SUNU
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Ferhan Şensoy, Başkaldıran KurşunkalemSon yıllarda okuduğum en ilginç anı kitabı.
Hıfzı Topuz, Elbet Sabah OlacaktırTevfik Fikret araştırmasının ürünü olarak
çağdaş bir roman.
Cengiz Gündoğdu, Estetik KalkışmaYılların birikimi süzgeçten geçirilmiş ve or-
taya böyle nitelikli bir çalışma çıkmış.
Mehmet Sait Toprak, Talmud ve HadisSon günlerde bana ulaşan kitaplardan biri. Çok
şey vaad ediyor. İyi bir kitap olduğundan eminim.
Anton Çehov, Bütün Oyunlarıİş Bankası Yayınları’nın Ataol Behramoğlu çevirisi
ve Cem Yayınevi’nden Mehmet Özgül’ün çeviri-
leriyle çıkan kitapları herkesin mutlaka okuma-
sı gerekir. Usta yazarın “Vişne Bahçesi” adlı oyu-
nu bu yıl Şehir Tiyatroları sahnelerinde olacak.
ÖneriYorum
HAYATİ ASILYAZICI
HAYATİ ASILYAZICI
1)
2)
3)
4)
5)
Haftanın Portresi: Baki Süha Ediboğlu s. 4
Polisiyede “düzen”den haberdar olanlar s. 5
Öksüz ve Acınası Bir Umut s. 6
Baker’dan Roma’nın yükselişi ve çözülüşü s. 7
Hilenin yeni adı: Demokrasi s. 8
Güle güle yaz s. 9
“Tosun”a ithaf edilmiş bir yazı! s. 10
“Bu kitap tartışılmalı” s. 11
s. 12
“Çünkü harp bir kurşunla başladı” s. 14
s. 15
s. 16
Bir Askerden 12 Eylül Öyküsü s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
s. 20
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
14 EYLÜL 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı
Şair sözü yalan değildir: Hasan Hüseyin Yalvaç
Çocuk: Küçük kırmızı balıklara
Sahaf: İlk gerçekçi sosyal romanımız:“Çıkrıklar Durunca”
Halklar, tarih yapıcı güçlerini yaşamageçirmek zorundalar
Kapak: Bir gün Sarayburnu’ndan bir kamyonfilm denize atıldı...
HAFTANIN PORTRES�
1915 te Antalya’da doğan Baki Süha
Ediboğlu, ömrüne şairliğinin yanı sıra
radyoculuk ve bestecilik ünvanlarını
da sığdırmış bir şair.
Şiirilerinde çocukluk özlemini bu-
labileceğiniz, hatıralarını sıkça işleyen
şairin hayatında çocukluğunun geçtiği
Antalya şehri önemli bir yer teşkil eder.
Bunu “Antalya” adlı şiirinde yoğun
olarak görmekteyiz.
Gençlik yıllarında İstanbul’a yerleşen
Ediboğlu, liseyi İstanbul Hayriye Lise-
si’nde tamamladı. 1936’da tamamlanan
lisenin ardından bir süre Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi’ne devam etti ve
daha sonra gazetecilik hayatına adım attı.
1934 - 1940 yılları arasında “Cumhuri-
yet”, “Tan”, “Akşam” gibi dönemin bü-
yük gazetelerinde sekreter ve yazar ola-
rak görev alan şairin daha sonra radyo-
culuk hayatı başladı ve önce Ankara daha
sonra da İstanbul radyolarında baş spi-
ker oldu. Pek çok kişi onu radyo soh-
betlerinden hala hatırlar. Klasik Türk
musikisi hanendesi, Afife Ediboğlu ile ev-
liliklerinden dünyaya gelen iki çocuğu ol-
muştur. Atv’de uzun yıllar genel mü-
dürlük yapmış olan Fatih Ediboğlu’nun
babasıdır.
İzmir Radyosu müdürlüğü de yapan
Ediboğlu radyoculuğundan beslenerek
güfteleriyle beste dünyasına önemli kat-
kılarda bulunmuştur. “Başka söz söyle-
mem aşktan yana ben”, “Beni de alın ne
olur koynunuza hâtıralar”, “Herkes git-
ti yalnız kaldım meyhânede” gibi eser-
lerin güfteleri Ediboğlu’na aittir. “Servet-
i Fünun”, “Varlık”, “Ülkü”, “Aile” der-
gilerinde şiir ve öyküleri yayınlanmış olan
yazar “Ünlü Türk Bestekârları (derleme,
1962)”, “Bizim Kuşak ve Ötekiler (36
ozanla ilgili anılar, izlenimler, 1968)” gibi
Türk bestekârları için önemli kaynak ki-
taplar hazırlamıştır. Diğer eserleri; “Ce-
nup” (şiirler, 1942), “Sel geliyor” (öy-
küler, 1944), “Türk Şiirinden Örnekler”
(derleme, 1944), “Falih Rıfkı Atay Ko-
nuşuyor” (1946), “Gece Yağmuru” (şi-
irler, 1947), “İşaret” (şiirler, 1953), “Ka-
ranlıkta Geçen Gemiler” (1958), “Ata-
türk İçin Bütün Şiirler” (derleme, 1962).
İstanbul’da 15 Eylül 1972’de vefat
eden şairin mezarı Zincirlikuyu’da bu-
lunmaktadır.
Baki Süha Ediboğlu(1915 - 1972)
1934 - 1940 y�llar� aras�nda“Cumhuriyet”,
“Tan”, “Ak�am” gibi
dönemin büyükgazetelerinde
sekreter ve yazar olarak
görev alan �airin daha
sonraradyoculuk
hayat� ba�lad� ve önce
Ankara dahasonra da�stanbul
radyolar�nda ba�spiker oldu. Pek çok ki�i
onu radyosohbetlerinden
hala hat�rlar
14 EYLÜL 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Alevilik tartışmalarına
yeni boyutAlevilik Bekta�ilik ara�t�rmalar�n�n ünlü ismi �rene
Melikof’un savundu�u tezlerin tam aksi tezler ortayakoyan Etem Xemgin’in “Mazda �nanc� ve Alevilik” kitab�
önümüzdeki süreçte de çok tart���laca�a benziyor
Alevilik üzerine tartışmalar devam ediyor.
“Alevilik nedir, kökeni nedir?” gibi soruların
yanıtları yüzlerce yıldır aranıyor. Araştır-
malar, tartışmalar, bulgular bu sorulara ya-
nıt aramanın bir çabası olarak sürdürülü-
yor. “Alevilik İslam’ın bir mezhebi mi, bir
tarikat mı, yoksa bambaşka bir din mi” so-
ruları da olayın temelinin bir inanç tartış-
ması ekseninde döndüğünü gösteriyor.
Yine Aleviliğin kadim Türk inançları-
nın Anadolu’daki yeni bir biçimi olduğuna
yönelik tartışma ile bunların yanında “Bek-
taşilik mi, Kızılbaşlık mı, Şii mezhebinin bir
uzantısı ya da Zerdüştlüğün devamı mı, ya-
hut antik Helen-Anadolu düşüncesinin
ürünü mü?” Şeklindeki sorular birbirini iz-
lemektedir.
İşte bu tartışmalara Etem Xemgin de
“Mazda İnancı ve Alevilik”
yapıtıyla farklı bir boyut ge-
tiriyor. Berfin Yayınları’ndan
çıkan bu çalışmasıyla Alevili-
ğin kökeninde Mazda inancı
ve Zerdüşt öğretisi olduğunu
ileri sürüyor. Yazarın bu ko-
nuda daha önce çıkmış bir ki-
tabı daha var. “Mazda İnancı
ve Alevilik”, Xemgin’in yine
aynı yayınevinden çıkan ve üç
baskı yapan “Aleviliğin Kö-
kenindeki Mazda İnancı ve
Zerdüşt Öğretisi” kitabının
bir devamı niteliğinde.
Xemgin’in çalışmasında
Alevi-Bektaşi inancının bugün hakim dini
ideolojinin etkisi altında yaşamını sür-
dürdüğünü dolayısıyla aslında kökenindeki
Mazda dini inancının görüşleri ve kültürel
değerlerinin de bu etki altında kaldığını sa-
vunmaktadır.
Kitabın tanıtım metninde de şu ifade-
ler yer almaktadır:
“Aleviliğin tanrı ve insana yaklaşımı te-
melindeki felsefesinin coğrafyasında geç-
mişte büyük bir etkinliğe sahip olan Maz-
da inancı ve temeldeki Zerdüşt öğretisin-
den kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Bu
inancın ve Zerdüşt öğretisinin felsefesinde
tanrı olan ‘Mazda’ Kürtçenin Zaza şivesi-
ne göre ‘Maz’ biz, ‘da’ ise verdi, yani ‘bizi
veren’ anlamındadır. Yine Kürtçenin Kur-
manci şivesinde, Ezda, ‘Ez’ ben, ‘da’ verdi
anlamındadır ve ‘beni verdi’ demektir. Bu
öz ve anlam itibarı ile Aleviliğin tanrıya ve
insana bakış felsefesine uygun olduğu hat-
ta aynilik içinde olduğu açıktır.”
Kitapta başlıklar halinde günümüzde
Aleviliğin durumu, Alevilik hakkındaki gö-
rüşler ve konumlanmanın yanı sıra Alevi
felsefesi ve öğretisini, Alevilikte sırrı ha-
kikat, Alevilik ve Mazda inancında kendini
tanıma ve insan yapısındaki üç kutsal gör-
evi hatırlatılıyor.
Yine ateşin kutsallığı, nefes, suyun kut-
sallığı, toprağın kutsanması gibi ritüellerin
Mazda inancı ve Zerdüşt öğretisinde de yer
aldığını belirten yazar, benzerlikler ortaya
koymaya çalışarak Aleviliğin Mazda inan-
cının devamı olduğu savını güçlendirmeye
çalışıyor.
Peki, nedir Mazdaizm? Zerdüşt dini
inancı olarak nitelenen ve kastedilen, Zer-
düşt’ün peygam berşi olduğu Mazda dini
inancıdır. Zerdüşt, tanrı olan
Ahura Mazda’nın peygam-
beridir. Zerdüşt dini inancı
ya da Mazdaizm denildi-
ğinde de Mazda dini inancı
kastedilmektedir.
Kitap çıkar çıkmaz tar-
tışmaları da beraberinde ge-
tirdi. Çünkü Etem Xemgin’in
savunduğu tezler Aleviliğin
coğrafya itibariyle Mazda
inancı ve ritüellerinden et-
kilenmesinden öte kökenini
ona dayandırması bir so-
runsal olarak ortaya çıkı-
yor.
Nitekim Cazim Gürbüz, köşesinde
Xemgin’in eleştirmiş ve “Cemşid Bender
‘Kürt Uygarlığında Alevilik’ adlı kitabında,
Aleviliğin Zerdüştlükten geldiğini ve Kürt
uygarlığının devamı olduğunu ileri sürm-
üştür(…)
Etem Xemgin de yeni kitabında Ben-
der’in savlarını daha ileri taşımaya çalışıyor.
Çalışırken de yoğurt konusunda Mehdi
Bey’in düştüğü komik durumlara düşü-
yor?...” ifadelerini kullanmıştı. Yine Gür-
büz, Xemgin’in kitabında yararlandığı kay-
nakları da eleştiriyor.
Alevilik Bektaşilik araştırmalara de-
nildiğinde ilk akla gelen isim olan İrene Me-
likof’un savunduğu tezlerin tam aksi tezler
ortaya koyan Etem Xemgin’in “Mazda
İnancı ve Alevilik” kitabı önümüzdeki sü-
reçte de çok tartışılacağa benziyor.
(Mazda İnancı ve Alevilik,Ethem Xemgin, Berfin Yayınları, 371 s.)
HÜSEYİN HİKMET ALAZ
5Aydınlık KİTAP
Polisiyede“düzen”den
haberdar olanlarSistemin tökezledi�i ve
kokmu�lu�unun dibe vurdu�u�u günlerde edebiyat
aç�s�ndan yeri hep �üpheligörülen bir roman türü olan
cinai romanlarda, sistemele�tirisi yapan yazarlar� veeserlerini yeniden görmek
gerçekten güzel
Everest Yayınları, Ahmet Ümit editörlüğün-
de çıkarmaya başladığı Raymond Chandler di-
zisinin dördüncü kitabını geçtiğimiz ay ya-
yımladı. Serinin son kitabı “Göldeki Kadın”.
Raymond Chandler’ın ölümsüz dedektif tip-
lemesi Philip Marlowe, bu kitapta da ana ka-
rakter ve dedektifimiz İkinci Dünya Savaşı’nın
gölgesinde Amerika’daki günlük hayatın kar-
gaşasına bizleri de dahil ederek yeni bir ma-
ceraya atılıyor. Birbiri ardına işlenen cinayetler
ve oldukça iyi kurgulanmış sonuyla geçmişteki
gibi serinin yarım kalmamasını ve Chandler’ın
tüm kitaplarının Türkçe’ye kazandırılması is-
teğini güçlendiriyor.
KÜLLER�NDEN DO�AN “KARAROMAN”Polisiye severler için kuşkusuz önemli isim-
lerden biri Raymond Chandler ve yarattığı ka-
rakter Philip Marlowe. Chandler’ın önemi po-
lisiye romanda devrimin önderlerinden ol-
masından kaynaklanıyor. Dashiel Hammet’le
başlayan “Kara Roman” akımının diğer tem-
silcisi Chandler. Bu sebeple Chandler’ın fark-
lılığını anlayabilmek açısından “Kara Roman”
akımından bahsetmeden geçmek olmaya-
cak. “Kara Roman” akımı 1929 bunalımının
ardından ABD’de gelişen ve polisiye romana
hâkim olan İngiliz Ekolü’ne rakip ve polisiye
romanı toplumla bütünleştirme gayretinde
olan bir akım. Bunalımla beraber suç, artık ör-
gütselleşip uluslararası boyutta kendini gös-
termeye başladıkça polisiye roman da haliy-
le yeniden şekillenmeye başlıyor.
Örneklemek gerekirse Agahta Chris-
tie’nin dedektiflerini düşünelim, Hercule
Poirot ve Miss Marple. Her iki karakter de dü-
zenli hayatları ile örnek teşkil ederler. Ancak
Chandler’ın karakteri tam tersi. Dedektifimiz
yalnız bir adam, bu işten ekmeğini kazanmaya
çalışıyor ve tüm “düzenden” haberdar. İçki-
ye düşkün ve yer yer argo konuşmayı da bili-
yor. Dedektif artık kusursuz bir varlık değil,
bizden biri ve sadece cinayeti çözmekle ye-
tinmiyor. Cinayetin sosyal ve psikolojik se-
beplerini de gözler önüne sermeye çalışıyor.
Suçun bireyle ilişkisinden öte, toplumun çü-
rümüşlüğünün nelere sebep olduğunu açık-
lama gayretinde. Yani “Kara Roman” akımı
polisiye türünün ayağının yere basmasını ve
dedektiflerin cennetten düşmelerini sağlı-
yor. Sistemin tökezlediği ve kokmuşluğunun
dibe vurduğu şu günlerde edebiyat açısından
yeri hep şüpheli görülen bir roman türü olan
cinai romanlarda, sistem eleştirisi yapan ya-
zarları ve eserlerini yeniden görmek gerçek-
ten güzel. Polisiyelerin de bir amacının ola-
bileceğini ve tatil kitabı tanımlamasından
sıyrılabileceğini gösteren Chandler’ın kitap-
larının çıkması bu açıdan önemli.
“TAT�L” K�TABI YAFTASIYEMEMEKGelelim serinin son kitabı “Göldeki Kadın”a.
Polisiye romanın konusundan bahsetmeyi
açıkçası doğru bulmuyorum, sadece kurgusu
ve dilinden söz etmenin yeterli olacağı kanı-
sındayım. Chandler, zeki bir kurgucu ve oku-
yucunun aklına sürekli şüphe tohumları ek-
mekte usta. Olay başlıyor, fakat aniden başka
bir gelişme yaşanıyor ve baştaki olay bir süre-
liğine unutulup öbürüne odaklanılıyor. Fakat
sanılmasın ki bu bir eksiklik. Aksine kitabın akı-
şı sayesinde asla böyle hissetmiyorsunuz ve olay
sayısı artıyor, kurgu dallanıp budaklanıyor. Kur-
gu derinleştikçe sonunun nereye gideceğini kes-
tiremiyorsunuz. Ancak kurguların bağlanışı ve
kitabın sonu emin olun ki iyi bir kitap okudu-
ğunuzun garantisini veriyor.
Kitabın diline gelince… Polisiye roman-
da fazla edebi bir anlatı beklenmiyor olabilir.
Kaldı ki böyle bir anlatım olursa merakınız
bunları atlamanız konusunda sizi teşvik edi-
yor. Bu kitapta ise yer yer betimlemeler var
ve dozu oldukça iyi, merakınız dizginleniyor.
Hatta betimlemelerin güzel olduğunu da
söyleyebilirim ve yazarın bunu dengelemiş ol-
ması elinizdeki kitabı “tatil” veya “sahil” ki-
tabı yaftasını yapıştırmaktan kurtarıyor. Kı-
sacası serinin devamını beklemekte fayda var.
(Göldeki Kadın, Everest Yayınları,Çev: Gül Bostancı, 290 s.)
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
14 EYLÜL 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Rus asıllı İbrani şair ve yazar David
Vogel’in 1929 yılında yayımlanan
ve İbranice edebiyatın önde gelen
eserleri arasında sayılan “Evlilik
Hayatı”, Yapı Kredi Yayınları eti-
ketiyle raflarda yerini aldı. Şahika To-
kel’in çevirisiyle yayımlanan bu ro-
man, trajik bir ilişkinin görüntüsü du-
rumunda.
1920’lerin Viyana’sında yoksul
bir entelektüel ve yazar olan Rudolf
Gurdweill’in bulduğu her fırsatta
onu acımasızca aşağılayan Barones
Thea von Takow (Thea)’la olan ev-
liliği üzerine kurgulanmış, ama ba-
sit olmayan bir evlilik hikâyesi.
Kısa, zayıf bir adam olan Gurd-
weill ile kendisinden bir kafa boyu
uzun, iyi görünümlü ama kesinlikle
sert bir kadın olan, yüzündeki otorite
çizgisi belirli Thea’nın yolları bir
kafede kesişir. Bu, romanının kah-
ramanı Gurdweill için bir bakıma so-
nun başlangıcıdır. “Yakınındaki her-
kese çok acı vereceğini tahmin etti-
ği ve mükemmel hoş bir duyguyla bir-
likte korkutucu bir huzursuzluk his-
sini duyumsadığı, belirsiz ama katî bir
tehdit duygusu yayan” bu kadına,
karşı koyamayacağı bir şekilde âşık
olur ve iyi bir çift olacaklarına inanır.
Parasız, pulsuz genç bir yazar
olan Gurdweill, iflas etmiş aristokrat
bir ailenin kızı olan Thea’nın akı-
mına kapılıp, büyük bir hızla etkisi
altına girer ve onunla evlenir.
Kendisi Musevi bir aileden gelen
Gurdweill, iki kadim ırkın buluş-
masının heyecanını yaşar ve
Thea’dan büyük bir hevesle bir oğul
ister.
ÇARES�Z VE MAZO��STB�R ADAMIN YÜREKDARALTAN HAL�Evlilik hayatına adımını atan Gurd-
weill, bir kitapçıda iş bulur. Yazar-
lardan sürekli alıntılar yaparak ko-
nuşan, yaşlı Dr. Kreindel’in yanında
işe başlar. Bu adamdan başından bir
hiç hoşlanmamıştır. Ama çalışmak
zorundadır. En çok karısı Thea için.
Çünkü onun istekleri hiç bitmeyecek
gibidir. Ve bu arada Gurdweill’in beri
de lakabı olmuştur. Kısalığı ve hızlı
hareketleri nedeniyle Thea ona
“tavşan” demeye başlamıştır. Ve bir
yağmur gibi ardı arkası kesilmeyecek
olan aşağılamalar başlar. Ardından
şımarıklıklar, kaprisler; önce bu-
run, sonra da göğüs için estetik
ameliyatları gelir.
Kadının haddini aşan, arsızlaşan
ve edepsiz bir hale gelen davranış-
lar silsilesi Gurdweill’i herkesin için-
de rezil etmeye hatta ona tokat at-
maya kadar varmaktadır. Kadının bu
davranışları karşısında Gurdweill’in
boyun eğen hali ve tepkisizliği ise
adeta insanın canını sıkmakta, yü-
reğini daraltacak seviyeye ulaşmak-
tadır.
Her şeye rağmen karısını sevdi-
ğini söyleyen çaresiz ve mazoşist
Gurdweill bütün iyi niyetiyle,
Thea’nın değişeceğine inanır. Bunun
için de bir formül bulur: “Bir çocuk,
o zaman her şey daha iyi olurdu.”
Bütün bu sarmalın
içerisinde Gurdweill’i
imkânsız bir aşkla ama
gerçekten seven bir ka-
dın vardır. Bu kadın
onun can dostu, arka-
daşı olan Lotte’dir.
Gurdweill’in Thea ta-
rafından aşağılanmaya,
kötü davranışlara maruz
kalmaya ve aldatılmaya
razı gelen hali ise onu
çıldırtmaktadır, bir yan-
dan da Thea’ya büyük
bir kin ve nefret duymaktadır. Bütün
duygularını ve tepkisini sarfettiği
sözlerle adamın yüzüne bir tokat gibi
çarpar: “Sen bir aptalsın, ümitsiz bir
aptalsın! Başına gelen her şeyi hak
ediyorsun ve daha da fazlasını. Ha-
yatınızı kim daha zavallı kılarsa ona
asalaklar gibi yapışıyorsunuz.”
SAD�ST B�R RUHATESL�M�YETOna adeta işkence eden ve hayatı-
nı berbat eden, kişiliğini bölen bir ka-
dına aptalca âşık olan Gurdweill’in
serüvenini okudukça iç sıkıntısı ar-
tıyor ve sabrınızın zorlandığını dü-
şünmeye başlıyorsunuz.
Tanıştığı günden bu yana canını
yakma arzusu duydu-
ğu bu zavallı adama,
elinden geldiği her şe-
kilde onu perişan
etme arzusu da duy-
makta ve bu isteği gün
geçtikçe daha da art-
maktadır Thea’nın.
Gurdweill’in sürekli
boyun eğişi ve uysallı-
ğı onu tahrik etmekte,
sessizce acı çektiği için
onu küçümsemekte-
dir. Ona işkence et-
mek için çeşit çeşit ezi-
yetler icat eden bir sa-
dist ruhtur.
Ve gün gelir,
Gurdweill’in büyük
umutlarla beklediği,
her şeyin düzeleceği-
nin müjdecisi saydığı bebek doğar.
Ona karşı büyük bir ilgisizlik göste-
ren Thea, Gurdweill’e sürekli olarak
bebeğin ondan olmadığını söyler, o
ise buna inanmaz. Her şeyi örtbas et-
meye, görmezlikten gelmeye alış-
tırmıştır kendini, inanmamaya ayar-
lı bir saate benzer. Kabullendiğinde
yıkılacak olan kumdan kaleleri var-
mış gibi…
Annesinin hiç de
umrunda olmayan be-
bek hastalanıp, ölür.
Sonra, iç çatışma-
lar, acılar ve keder
arasında bir esir gibi
yaşayan Gurdweill’in
en yakın arkadaşı
Lotte de intihar eder.
Travmatik duygu-
lar birbirini izler. Tu-
haf rüyalar, korkular,
halüsinasyonlar, iç ça-
tışmalar, ardı arkası kesilmeyen so-
rular, sinir krizleri…
Zavallı, öksüz bir umut, acınası
bir umudun sonu…
Thea’yla kurduğunu sandığı or-
tak hayatın yabani, karşılıksız, aşa-
ğılayıcı zulmünü iliklerine kadar
hissediyordu. Thea tek başına onun
ruhunu ezmiş, hayatını mahvetmiş,
onu aciz bir insana çevirmişti. Ve sev-
dikleri bir bir elinden gidiyordu:
Martin bebek, Lotte!
“Mutluluk ve talih dışarıdan de-
ğil, kendi kalplerimizden”mi geli-
yordu sahiden?
Ve kaçınılmaz bir sonla nokta-
lanış: Gurdweill’in karısı Thea’yı
öldürüşü…
�K� DÜNYA SAVA�IARASINDA B�R �EH�RRomanın geçtiği yer olan Viyana,
kasvetli mekânları ve mekanikleşen
insanlarına rağmen yine de yüreği
olan bir şehir. Kırmızı ve mavi tram-
vaylarda insan yığınları, banliyöler,
kafeler, tavernalar, oteller, pazar
günleri kapalı dükkânlar, lokanta-
lar…
Thea’nın ihaneti ve zulmü bir ba-
kıma da Viyana ve Yahudiler ara-
sındaki ilişkiyi temsil etmektedir.
İki dünya savaşı arasında Viya-
na’nın kültür kompleksi atmosferi
eserde oldukça ayrıntılı olarak yer
bulmaktadır.
Yine Vogel Viyana’dan hare-
ketle Yahudilerin içerisinde bulun-
dukları ruh hallerini yansıtmıştır.
Kendisinin de yaşamında gördüğü
kötü muameleler, romanda ölüm ve
zulüm gibi temaların öne çıkmasın-
da büyük etkiye sahip olmuştur.
DAVID VOGEL K�MD�R?1891’de, bugün Ukrayna toprağı
olan Podolya’da doğan David Vogel,
Birinci Dünya Savaşı çıktığında Vi-
yana’daydı ve tutuklandı. Bir süre Fi-
listin’de kaldıktan sonra yeniden
Avrupa’ya döndü. Paris’te İbranice
roman ve uzun öykü çalışmaları
yaptı. İkinci Dünya Savaşı esnasın-
da Nazilerce tutuklandı ve bir top-
lama kampına yollandı. 1944 yılın-
da, büyük bir ihtimalle Auschwitz ol-
duğu belirtilen kampta öldüğü sa-
nılıyor.
(Evlilik Hayatı, Yapı Kredi Ya-yınları, Çev: Şahika Tokel, 456 s.)
Öksüz ve acınası bir umutYine Vogel Viyana’dan hareketle Yahudilerin içerisinde bulunduklar� ruh hallerini yans�tm��t�r.
Kendisinin de ya�am�nda gördü�ü kötü muameleler, romanda ölüm ve zulüm gibi temalar�n öneç�kmas�nda büyük etkiye sahip olmu�tur
ŞENOL Ç[email protected]
Thea’nın ihanetive zulmü
bir bakıma da Viyana ve
Yahudilerarasındaki
ilişkiyi temsiletmektedir
David Vogel
Baker’dan Roma’nınyükselişi ve çözülüşüÖyle bir dönem ki, Roma tüm Akdeniz’de egemen bir
güç haline geliyor, demokrat bir cumhuriyettendespot bir imparatorlu�a, daha da önemlisi putperest
bir kentten H�ristiyan bir kente dönü�üyor
7Aydınlık KİTAP
Efsaneye göre eski İtalya’nın Numitor
adında bir kralı vardır. Kralın tahtına göz
diken kardeşi Amillius, onu devirir ve tah-
ta geçer. Gelecekte kendisine rakip ola-
cakları korkusuyla Numitor’un kızı Rhea’ya
evlenmeyeceği ve çocuk yapmayacağı ko-
nusunda yemin ettirir. Ne var ki, savaş tan-
rısı Mars, Rhea’ya âşık olacak ve Rhea on-
dan ikiz çocuklar doğuracaktır. Korktuğu
başına gelen Amillius ikizleri bir sandığa ko-
yarak Tiber Irmağı’na attırır. Suların çe-
kilmesiyle kıyıya vuran sandıktaki bebekler
kurtlar tarafından bulunur. Önce kurtlar,
sonra bir çoban tarafından büyütülen bu ço-
cuklar, ilerde Roma’nın kurucusu olan
Romulus ve kardeşi Romus’tan başkası de-
ğillerdir.
Kendisine bir kent kurmak üzere kurt-
ların bulunduğu tepeyi seçen Romulus, du-
varların alçak olduğunu söyleyen kardeşi-
ne sinirlenerek onu öldürür ve
kente kendi adından hareketle
Roma adını verir. Kısa sürede
göçmenler ve kaçaklarla dolan
bu şehrin büyük bir sorunu var-
dır: Şehirde hiç kadın yoktur. Ya-
kınlardaki Sabinelileri eğlence-
ye davet eden Romulus, sarhoş
olup kendinden geçen erkekle-
ri alt ederek kadınlara el koyar.
İşte Roma böyle doğar.
Olayların böyle geliştiğine
dair en küçük bir kanıt olmasa
da, bu romantik hikâyeye inan-
mak için sebeplerimiz var. Gerçek olsun ol-
masın binlerce yıldır bu şekilde anlatılan hi-
kâyeye inananlar, gelecekteki siyasal ya-
şamlarına egemen olacak soruların yanıtı-
nı bulduklarını düşünüyor olmalılar. Aslında
bu sorular bugün için de geçerli: Devlet na-
sıl yönetilmeli? Siyasette şiddet haklı gö-
rülebilir mi? Vatandaşlık ve vatandaş olma
haklarından kimler, nasıl yararlanabilir?
İşte eski Roma ve Yunan uygarlıkları uz-
manı Simon Baker’ın yazdığı ve Say Ya-
yınları tarafından yayımlanan Eski
Roma/Bir İmparatorluğun Yükseliş ve Çö-
küşü, MÖ 2. yüzyıldan MS 5. yüzyıla ka-
dar süren Roma İmparatorluğu üzerinden
bu sorulara bir yanıt arıyor. Öyle bir dönem
ki, Roma tüm Akdeniz’de egemen bir güç
haline geliyor, demokrat bir cumhuriyetten
despot bir imparatorluğa, daha da önem-
lisi putperest bir kentten Hıristiyan bir
kente dönüşüyor. Örneğin, ölüm döşeğin-
de vaftiz edilen Konstantin, Hırıstiyanlığı
resmen destekleyen ilk imparatordur ve ilk
kilise ve katedralleri inşa ettiren kişidir.
İmparator Gracchus’un hikâyesinin an-
latıldığı bölümde siyasal dönüşüm ve an-
laşmazlıklardan kaynaklanan sorunlar ele
alınıyor. Gracchus, topraksız köylülere top-
rak dağıtarak zenginle yoksul arasındaki
uçurumu aza indirmeye çabalamış, zen-
ginliğin nasıl paylaşılacağına dair düşün-
memize yol açmıştır. Tahmin edileceği
gibi, zenginlerin büyük direnciyle karşıla-
şan Gracchus’un hikayesi, binlerce yıl ön-
cesinden günümüze bir ders niteliğindedir.
Neron’un hikâyesini ise şöyle böyle he-
pimiz biliriz. Aklını kaçıran bir imparato-
run, kenti ateşe verdikten sonra karşısına
geçip kahkahalarla gülmesi, her zaman
rastlanamayacak ilgi çekici bir öyküdür. Ta-
bii ki öykü bundan ibaret değildir. Hem im-
paratorun kişiliği, hem de bu kişiliğin yol aç-
tığı yıkımlar yer alıyor ilgili bölümde. Ve bir
de, onun yaşadıklarını yaşayan herhangi bir
insanoğlunun Neron gibi olup olmayacağını
sorgulamamıza yol açacak kadar canlı bir
Roma hayatı tasviri görüyoruz.
Kitabın tamamına hâkim olan canlı, ilgi
çekici anlatım, ayrıntılı araştır-
malar ve fotoğraflarla destek-
lenen olaylar, baştan sona
temposu hiç düşmeden oku-
nan, sonu heyecanla bekle-
nen macera romanları tadında
ilerliyor. Belki benzeri başka ki-
taplarda farklı olarak, tarihin
tanıdığı en büyük imparator-
lardan sayılan Jül Sezar’ın
Roma üzerine yürümesi ve de-
mokrasinin sonunu getirmesi
hikâyesi öyle ayrıntılarla des-
tekleniyor ki; kendisinden üçün-
cü şahıs olarak bahseden Se-
zar’ın “Sezar şuna karar verdi.” diyen sesi-
ni duyar gibi oluyorsunuz. Günümüze ka-
dar nasıl geldiği hâlâ bir sır olan filozof Ci-
cero’nun imparator Pompei’ye yazdığı
mektuplardan, kararsızlıklar içinde buna-
lan birinin iç dünyasından kölelerin ihane-
tine, boşanmadan arazi anlaşmazlıklarına
kadar türlü ayrıntılar öğreniyorsunuz. Se-
zar’ın öldürülmesinden sonra, onun sadık
yandaşı Marcus Antonius’un Cicero’yu öl-
dürtmesinin, onun en güçlü silahları olan eli-
nin ve dilinin Roma Forumu’na asılışının,
hatta Antonius’un karısının bunları kendi
saç tokalarıyla delik deşik edişinin hikâye-
sini bile... “Farklı olana hoşgörü”yü öneren
Cicero için ne hazin bir son!
Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez,
Gracchus’a benzemese bile onlardan bize
kalan çok şey var, diyor yazar ve Romalılar
tarafından siyasal yaşama sokulan tek
adam yönetiminin izlerini, Roma meclisi-
nin yer aldığı Capitolinus tepesinin adının,
tek adamla yönetilen Birleşik Devletler’in
yönetim binalarına Capitol adını vermele-
rine kadar görebileceğimizi işaret ediyor.
( Eski Roma, Simon Baker,Say Yayınları, Çev: Ekin Duru, 480 s. )
NURİYE BİLİCİ
14 EYLÜL 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Vaktiyle zalimler mazlumlara karşı maz-
lumların sesini silah olarak kullanmıştı.
Kur’an sayfaları zalimlerin silahlarının
ucunda mazlumlara doğrultulmuştu.
Muaviye’nin hilesi zalimlerin zulüm bi-
çimlerinin özünü temsil eder. Benzer bir
hile bugün “demokrasi’’ sözcüğünün
kullanımıyla yürürlükte. (Alıntılar, Me-
tis Yayınlarından 2010 yılında okuyucu-
ya sunulan Savaş Kılıç’ın harikulade çe-
virisiyle okumaktan büyük keyif aldığı-
mız “Demokrasi Ne Alemde?’’ adlı ki-
tabından yapılacaktır).
Kitap bir seçkiden oluşuyor. Yazar-
ları Agamben’den Badiou’ya, Jean-Luc
Nancy’den, Ranciere ve Zizek’e dek
uzanan ünlü simalar. Hemen hepsi de
moda terim demokrasi üzerine eleştirel
bir okuma sunuyorlar.
DEMOKRAS�N�NMU�LAKLI�IDemokrasi sözcüğünün bugünkü muğ-
laklığı birçoklarınca ifade edilmektedir.
Demokrasinin muğlaklığı, esnekliği sis-
temin demokrasi üzerindeki otoritesini
sağlamlaştırdığı görüşü işlenmektedir.
Bensaid’in deyişiyle “demokrasi’’ dedi-
ğimiz yüzer-gezer gösteren (s. 25) siste-
minde kullanımına açık olan ve Brown’a
göre “tıpkı Barack Obama gibi, demok-
rasi de herkesin istediği hayali ve umu-
du yükleyebileceği içi boş bir gösteren-
dir’’ (s. 51). Her ikisinin de ortaklaşa be-
nimsediği bu karakterinin yanı sıra esa-
sında bu ucu açıklık, kavramın kullanıl-
dığı ortam tarafından belirlenmekte. Bu
ortam ise güç ilişkileri tarafından şekil-
lenmektedir. Bu yönüyle demokrasi gibi
daha başka pek çok kavram, silah olarak
kullanılabildiği ölçüde, mücadeleye konu
olan önemli birer cephe açmaktadır.
Dahası bu kavramların kendileri müca-
delenin ganimeti, silahı ve kalesi haline
gelmektedir. Ranciere, Eric Hazan’ın
yaptığı, kitapta da geçen söyleşisinde “Si-
yasal mücadele, aynı zamanda kelimeleri
sahiplenmek için verilen bir mücadele-
dir’’ (s. 81) demektedir. O halde siyasal
mücadelenin her iki tarafı da demokra-
si sözcüğünü fethetme ve bu sözcüğe an-
lam yükleme çabasındadır.
PAZARLAMA REJ�M�N�N“M�LL� �RADES�’’Bu açıdan bakıldığında “Hangi demok-
rasi?’’ sorusu hem hangi sınıfın ya da han-
gi siyasetin demokrasinin söz edildiğini
hem de, belki de buna paralel olarak, de-
mokrasiden hangi bağlamda söz edildi-
ğini sormaktadır. Agamben’in bu ikin-
cisine yanıtı “kelime (demokrasi) hem
kamu hukukunun hem de yönetim pra-
tiğinin kavramsallığına gönderme yap-
maktadır’’ (s. 11) olmaktadır. Bu ayrım
önceki ayrımla yakından ilişkilidir. Agam-
ben’in de dediği gibi “Hükümeti basit bir
icra erki sanan yanlış anlama, Batı siya-
setinin tarihinde sonuçları en ağır olan
yanlışlardan biridir’’ (s 13). Buna para-
lel olarak günümüzün siyasi iklimi de bu
kanıyı pekiştirmektedir: “… Neoliberal
düzende devletin hükümete indirgenme
süreci başlamıştı zaten’’ (Brown, s. 57).
Bu yanlış esasında egemen siyasetin, li-
beralizmin kabulünün getirdiği mantık-
sal bir sonuçtur. Hükümeti ideolojiden,
hegemonyadan ve dahası sınıf mücade-
lesi alanından kopuk düşünmenin ve dü-
şündürtmenin sonucu hükümeti bir icra
vekiline indirgemektir. Liberalizm de-
mokrasinin ideolojik sonuçlarını red-
detmekle bu kaçınılmaz sonuca hapset-
mektedir kendini. Bu hapislikteki esas
mahkum liberalizmin yalanlarına kanmış
halktır. Günümüzün gerçekliğini Brown
şu ifadeyle betimliyor: “Oy kullanmayı
elekronik eşya markalarından birini seç-
mekle aynı kefeye koyan karmaşık kam-
panya pazarlama stratejileri yurttaşları
tavlarken, siyasal hayat gitgide medya ve
pazarlama başarısına indirgenmekte’’
(s. 54). Gerçekliğin dayattığı siyasi so-
nuçların adıysa “genel irade’’ / “milli ira-
de’’ olarak verilmektedir egemenler ta-
rafından.
DEMOKRATINDOKUNULMAZLI�IRousseau’nun “genel irade’’ deyişine
atıfta bulunan Bensaid, “Şayet genel
irade yanılır’’ ise, “çevrilen dolaplar’’dan,
“fesatlar’’dan, halk düşmanlarının entri-
kalarından ya da büyük ortaklığın aley-
hine olan birtakım kısmi ortaklıklar’’dan-
dır mutlaka’’ (s. 37) demektedir. Bunun
anlamı şudur: Halk demokrasi söyle-
miyle budalalaştırılıp kendi tercihi sanı-
sına kapıldığı bir siyasi sonucun kurbanı
olmaktadır. Bu sonuç ise bir takdir-i İla-
hi formunu almış olan demokrasinin cil-
vesidir. İtiraz edilmediği sürece bu kabul
hayat kurtarmaktadır. Günümüzün siyasi
tövbesi “vallah billah demokratım’’ şek-
lini almıştır. Badiou bu gerçeği yalın bir
şekilde betimlemektedir: “Siyasal toplum
hakkında dilediğini söyleyebilir, karşısında
eşi benzeri görülmemiş bir “eleştirel’’ hı-
şım gösterebilir, “ekonomik dehşeti’’ la-
netleyebilirsiniz, ama bütün bunları de-
mokrasi adına (mesela: “Demokratik
olduğunu iddia eden bir toplum bunları
nasıl yapabilir?’’ türünden sözlerle) yap-
tınız mı, bağışlanırsınız’’ (s. 15).
Liberalizm, bu hataya neden kapıl-
maktadır ve halkı bu yalana nasıl inan-
dırmaktadır? Hatanın kaynağı liberaliz-
min bir fobi şeklini almış korkusudur. Bu
korku öylesine etkilidir ki “Düzen düş-
künlüğü ve kitleler karşısında duyulan
korku – liberal ideolojinin temeli budur
işte’’ (Bensaid, s. 24). Korku korkuyu do-
ğurmakta, liberalizm keskinleşmekte ve
korkusunu halka tahakküm biçimde uy-
gulamaktadır. Bu tahakküme, düzenin
sağladıkları tarafından uyuşturulmak da
eşlik etmektedir. Sonuç, çoğunluğun ağ-
zından azınlığın kararlarının haykırıl-
masıdır.
HAK�KAT OYLANMAZÇoğunluğun tekrarı, çoğunluğun özgün
sesi, çok’un özgür düşünüp taşınmasının
bir sonucu olarak gösterilir. Çoğunluğun
gürültüsüne direnen hakikat böyle bas-
tırılmaya çalışılır. Hal bu ki “Niceliğin ha-
kikatle hiçbir ilişkisi yoktur. Hiçbir zaman
kanıt değeri taşımaz. Çoğunluk olgusu,
bir tartışmayı uzlaşmayla kapatabilir.
Ama tartışma çağrısı daima açık kalır. O
günün azınlığından günün çoğunluğuna
karşı, ertesi günden halihazıra karşı,
meşruiyetten yasallığa karşı, ahlaktan hu-
kuka karşı çağrı’’ (Bensaid, s. 44). Bu çağ-
rı geçmişin geri çağrılması, geçmişe öz-
lem değildir. Birçokları bu çağrıyı nos-
taljiyle karıştırmaktadır. Nostaljinin ge-
tirdiği, egemenin çoktan yakıp yıktığına
yönelik bir tapınmadan öteye gideme-
yecektir. Badiou’nun örneğiyle söylersek
“Yaşlı bir aristokrat olan Platon, önce-
den var olduğunu düşündüğü, ama as-
lında kendisinin icat ttiği modellere dö-
ner: felsefe eğitimi almış bir aristokrasi.
Filozofun aristokratik tepkisi, siyasal
bir mit önerir... Bizde en çarpıcı örneği,
“cumhuriyetçi değerlerimiz’’ gönder-
mesinin alabildiğine rağbet bulduğu en-
tellektüel küçük burjuvazimiz arasında
pek yaygın olan cumhuriyet tapınması-
dır’’ (s. 18). Dolayısıyla gerçek saldırıya
karşı mitlerle yanıt vermekten ziyade ha-
kikat aranmalı ve savunulmalıdır: “…
Sermaye parlamentarizminin yüklediği
anlamda demokrasinin zıddı, totalitarizm
veya diktatörlük değildir. Komünizmdir.
Hegel gibi ifade edecek olursak, sınırlı de-
mokrasilerin biçimciliğini özümseyip
aşan bir komünizm’’ (Badiou, s. 23).
DEMOKRAS�N�N G�ZLENENANLAMIÖzetlersek, “demokrasi’’ denince ço-
ğunlukla anlaşılandan kuşku duymalıyız.
Bu açıdan Platon’un karşı çıkışı önemli:
“Platon demokrasiyi, hakikate dayalı ol-
mamakla, asri meş-
ruiyetinin kanıtlarını
üretememekle itham
eder. Sitenin tanrıla-
rından duyulan kuşku
– genel olarak tanrı-
lara ve mitlere karşı
duyulan kuşku – de-
mokrasinin logos’a
(tekil kullanımla the-
os’un öbür adı haline
gelen bir logos’a) da-
yanması imkanının
önünü açar’’ (Nancy,
s. 70). Kuşkunun bize
göstereceği şey de-
mokrasinin bugünkü
gerçek anlamıdır: “demokrasi’’ dediğimiz
yüzer-gezer gösteren, muzaffer Batı’nın,
galip ABD’nin, serbest piyasa ve dizgin-
siz rekabetin eş anlamlısı oluverdi birden’’
(Bensaid, s. 25). Bu anlamın her zaman
böyle olmadığı bir dönüşümün sonu-
cunda geldiği unutulmamalıdır. Anlamın
da ötesinde demorasinin yeni büründü-
ğü niteliğin farkına varıldığında öyle çok
da laik bir anlamı içermediği görülecek-
tir: “Demokrasi siyasal iktidarın ve kül-
türün özgür bir biçimi değil de yeni bir
dünya dini, Batılıların ve hayranlarının
önünde secdeye kapandığı bir mihrap ve
de Batılı emperyal haçlı seferlerini şe-
killendiren, meşrulaştıran tanrısal amaç
oluvermiştir’’ (Brown, s. 52).
GERÇEK B�R DEMOKRAS��Ç�N “DEVR�MC� ��DDET’’Bu kuşkuyu takip eden ilk edim de-
mokrasinin otantik anlamına dönmektir.
Demokrasinin kökü demos yani halktır
ve “Demos’un iktidarı nüfusun veya ço-
ğunluğunun iktidarı değil, herkesin ikti-
darıdır. Herkesin yönetilmeye olduğu gibi
yönetmeye de hakkı vardır’’ (Ranciere,
Eric Hazan’la söyleşisinden, s. 94). “De-
mokrasi’’ sözcüğü anlamını siyasal mü-
cadelede bulduğundan ve liberalizmin ta-
hakkümü kalkmadan otantik ve bir an-
lamda da yeni anlamı olan komünizmi
tekrar kazanamayacağından Zizek’in
sözünü ettiği “Devrimci şiddetin insani-
liği’’ olan devrime ve Rousseau’nun
“özgürlüğü seçmek için zorlama’’ düs-
turuna başvurulmadan gerçek anlamda
demokrasi bir hayal olmaktan öteye git-
meyecektir. Demokrasinin ucuna takıl-
dığı silahlar gerçektir, bu silahlara gerçek
silahlarla yanıt vermek gerekmektedir.
Demokrasi sözcüğü gerçek anlamını bu
savaşta kazanacaktır.
(Demokrasi Ne Alemde?, Eric Hazan,Metis Yayınları, Çev: Savaş Kılıç, 128 s.)
Hilenin yeni adı: DemokrasiDemokrasi sözcü�ünün bugünkü mu�lakl��� birçoklar�nca ifade edilmektedir. Kitapta
demokrasinin mu�lakl���, esnekli�i sistemin demokrasi üzerindeki otoritesinisa�lamla�t�rd��� görü�ü i�lenmektedir
CENK ÖZDAĞ[email protected]
Halk demokrasisöylemiyle
budalalaştırılıpkendi tercihi
sanısınakapıldığı bir
siyasi sonucunkurbanı
olmaktadır. Bu sonuç ise bir
takdir-i İlahiformunu almış
olandemokrasinin
cilvesidir. İtiraz
edilmediğisürece bu kabul
hayatkurtarmaktadır
Güle güle yaz
“Eğer ölüm, kostümünü değiştirmekiçin uzun süre sonra sahneden çıkmak veyeni bir karakter olarak dönmek olsaydı…Yavaşlar mıydın? Yoksa hızlanır mıydın?”
Chuck Palahniuk, Görünmez Canavarlar
Nihayet yaz bitiyor. Sizlerin yazı nasıl geç-
ti bilemem ancak benim için tam bir fa-
ciaydı. Ömrümün hiçbir kısmında bu
kadar yoğun çalışmak zorunda kalmadı-
ğım bir yana bütün varlığıyla yeni öykü-
lere ihtiyaç duyan her okur bünyesi gibi
susuzluktan neredeyse öleceğimi belirt-
memde fayda var. Koca bir üç ay boyun-
ca az sayıda dikkate değer kitabın yayın-
lanması bir yana, pek çoğunun da yıllar
önce okuduğum kitapların tercümele-
rinden oluşuyor olması da ayrı bir fak-
tördü. Bazen durum öyle bir noktaya gel-
di ki yazı işleri müdürüm yazabilmem için
yaz aylarında diğer zamanlara kıyasla
daha fazla kitabı önüme yığıyor olması-
na karşın, her okuduğum kitap ayrı bir ha-
yal kırıklığı yaratıyordu ve bu hafta ben
ne yazacağım diye kara kara düşünüyor-
dum. Elbette herkes gibi ben de herhangi
bir, çok satanı raftan alıp internette ya-
zılan yorumlardan derlemeler yaparak ve
üstüne de hiçbir söz eklemeden hatta ki-
tabı okumaya bile gerek duymadan yazılar
yazabilirdim. Hatta daha da ileri gidip fa-
lanca kişinin sırf hayat görüşü bana yakın
diye, hiç kimsenin umurunda olmayan,
Türkçe hatalarıyla dolu, kurgusal yönden
sıfır, okumaktan çok eziyete neden olan
kitabını da tanıtabilirdim. Veya bu işlerin
ülkemizde neden bu şekilde yapıldığına
bir türlü anlam veremediğim, kitap ek-
lerinin çoğunluğunu oluşturan yazılar
gibi, bir haber metni içeriği bulunmayan,
incelemeyi yazanın kendine ait en ufak
yorum yapmaktan korkakça kaçındığı, ki-
tabı okuyunca zaten benim de rahatlık-
la göreceğim doneleri ardı ardına sırala-
yan, bir yazıdan çok reklam kokan tanı-
tım metinlerine benzeyen yazıları gibi be-
lirli şablonları kopyala/yapıştır yapıp bir
de üstüne zaten herkesin çıktığından ha-
berdar olduğu bir kitabı ele
alarak her şeyi savsaklaya-
bilirdim. Eğer, ben de
okunmuyor ve okuyucu yo-
rumları almıyor, her hafta
elimden geldiğince çok e-
postaya cevap yazmaya ça-
lışmıyor olsaydım, tam da
böyle yapardım! Mesaj ye-
rine ulaşmıştır, tabi ince-
leyecekleri kitabı bile hak-
kıyla okumaktan uzak olan
günümüz yazarlarının baş-
ka kitap eklerinde başka-
ları ne yazıyor gibi bir kay-
gısı hala mevcut ise. Bütün
bir yaz boyunca bu susuzluk, öyküsüzlük,
soluksuzluk sebebi ile iki hafta Babil
Balığı da ara vermek zorunda kaldı. Şüp-
hesiz geçen haftaların en büyük edebiyat
hadisesi İhsan Oktay Anar’ın yeni kita-
bının yayınlanmasıydı, hem yeni kitabı
hakkında, hem de çağımızda okumaya de-
ğecek yaşayan beş Türk yazarından biri
olarak gördüğümden, edebiyatı ve diğer
eserleri hakkında -aslında haddim de
olmayarak- iki, üç sayfalık uzun bir yazı
yazacaktım ama benden kaynaklanmayan
çeşitli sebepler sonucunda gerçekleşe-
medi. Açıkça ifade etmem gerekirse, bu
köşenin yazarı olarak elimde olmayan se-
beplerden de olsa, İhsan Oktay Anar’ın
yeni kitabını uzun uzun işleyememiş ol-
mak yüzümü kızartıyor…
Türkiye’de türe ve yayın anlayışına yö-
nelik devam eden, nerdeyse de tamamen
oturan bir kitap yayıncılığı mevcut. Şöy-
le ki artık neredeyse her-
hangi bir yayınevinin adı
zikredildiğinde onunla
bağdaşan edebiyat türle-
ri, seriler ve yazarları da
sıralamak mümkün. Sa-
nırım okur olarak susuz-
luğumuz biraz da bura-
dan kaynaklanıyor ola-
bilir. Ciddi şekilde ya-
yınevi adedinde (kalite-
li ve planlı bir yayın an-
layışını da içeren elbet-
te) artışa ve yeni soluk-
lara, yeni keşifler yapa-
bilen editör kadrolarına
ihtiyaç var.
YAYIN DÜNYASINA YEN� B�RSOLUK: TEMBEL HAYVANYAYINLARIBu haftaki inceleme konum da işte tam
bu noktada başlıyor. Yayın hayatına baş-
layalı çok olmayan Tembel Hayvan Ya-
yınları, şu ana kadar yayınlamış olduğu
dört kitabıyla okurlarını bekliyor. Açık-
ça ilk gözüme çarpan Mike Segretto’nun
Çöpün Gelini (The Bride of Trash,
2005) kitabını tercüme
etmeleri oldu. Üstelik
çevirmeni “Salı” kita-
bıyla gönlümüzde taht
kuran Cihat Taşçıoğlu!
Hiciv ve her paragrafı
yanak kızarıklığı dolu
kitaplarıyla tanıdığım
Segretto’nun diğer ki-
taplarının da yayın plan-
larında bulunduğunu öğ-
renmek mutluluk veri-
ci. Özellikle “Çöpün Ge-
lini”nin konusundan kı-
saca bahsetmek gerekir-
se, evinde her türlü çöpü
zerzevatı toplayıp satarak
para kazanan Wizzer’ın bul-
duğu başsız bir cesede duy-
duğu aşkı konu alıyor. Du-
run! Kaçmayın hemen, her-
hangi bir şekilde sapıklık
veya nekrofili dolu bir kitap
değil bu. Aksine son derece
komik, inanılmaz derece-
de alaylı ve yanak kızartan
bir dille anlatılan gerçek
bir aşk öyküsü. Her okuduğunuz say-
fada kahredecek ama kahkahalarla kitaba
geri döneceksiniz. Yayınevinin bir diğer
kitabı Marie Phillips’ten Kaldırım Tan-
rıları (Gods Behaving Badly, 2007). An-
tik Yunan tanrılarının 21. yy. New
York’una koyarsanız ve içine bol bol da
mizah yerleştirirseniz ne olur? Evet,
evet elbette Neil Gaiman’ın “Amerikan
Tanrıları” kitabını da okudum. Gai-
man’ın kitabı çok ciddi bir
kurguydu ve muhteşem
bir kitaptı fakat Gai-
man’ın “Amerikan Tan-
rıları”nın sadece eski ve
yeni tanrılar hakkında ol-
duğunu söylemek kitaba
büyük haksızlık olur. Du-
rum “Kaldırım Tanrıla-
rı”nda biraz farklı, hiciv
unsuru ağırlıklı olarak ön
plandayken, drama faktö-
rü herhangi bir sosyal içe-
rik taşımıyor, hayatla ve
gündelik yaşamla daha iç
içe. Bundan olsa gerek, ki-
tabın bu eğlenceli anlatımı
Hollywood’un da dikkatini çekmiş gö-
rünüyor. Christopher Walken’ın Zeus’u,
John Turturro’nun Hades’i, Sharon Sto-
ne’un Afrodit’i canlandıracağı, kitabın ya-
pım aşamasındaki filmi-
ni ben de merakla bek-
liyorum. Bir diğer kitap
Su Polat’ın “Lordum,
Ben Bir Lolipopum”
isimli kitabı. Su Polat’ın
derleme yazılarından
oluşuyor ve esasında ağız
kalabalığı (rant) edebi-
yatını neredeyse hiç sev-
meyen biri olsam da
Su’nun kağıda kustuğu
düşünceleri arasında do-
laşmak, zihninde gezin-
mek hayrete düşürecek
kadar güzel bir dene-
yimdi. Bu deneyimi nasıl
sağladığını ilk okumam-
da çözümleyemedim ve
açıkçası bu nedenle ya-
zara gıcık oldum. Onda
tuhaf bir şeyler var; için-
de kendini tekrara dü-
şüren fakat dilinde dü-
şürmeyen bir şey. Beni,
kitabı bir iki kez daha
ciddi şekilde okuyup
önümüzdeki haftalar-
da uzunca işlemeye kış-
kırtan, kullandığı dile
özgü bir şeyler… Ya-
yınevinin en son yayın-
ladığı “Maf”ı ne yazık
ki henüz inceleme fır-
satı bulamadım. Bu ne-
denle “Maf” hakkında kitap her ne ka-
dar ilgimi çekse de birkaç cümle etmem
dahi doğru olmaz. Getirdiği yeni soluk
için Tembel Hayvan Yayınlarına teşekkür
edelim ve bu yazı aracılığıyla da yayın
dünyasına “Hoş geldin!” diyelim. De-
ğinmeden geçemeyeceğim bir başka nok-
ta da yayınevinin şu ana kadar yayınlanan
kitaplarının kapak tasarımlarını yapan
Serdar Özel’in ne kadar harika bir iş çı-
kardığı! Kapak tasarımlarının hepsi bir-
birinden güzel ve özenli. Belli başlı ya-
yınevlerinin tuhaf biçimde âdet edindi-
ği, artık imzası haline gelen ve her kita-
ba neredeyse aynı kapağı yapıştırıp ortaya
alakasız bir fotoğrafı veya resmi koydu-
ğu ama bana kalırsa aksi şekilde yayın-
ladıkları her yazarı da tek bir kalıba in-
dirgeyen, göze hoş görünmeyen, itici, gra-
fik tasarım mesleğini görmezden gelir-
cesine yenilenip alternatifi sunulmayan,
enteresan bir gelenek açıkçası beni çok
rahatsız ediyor ve bu ayrı bir yazının ko-
nusu. Serdar Özel’in kapak tasarımları-
nın yayınevlerine örnek teşkil etmesi
dileğinde bulunalım ve Su Polat’ın “Lor-
dum, Ben Bir Lolipopum” kitabından bir
alıntıyla vedalaşalım: “Ve aklandık san-
sınlar, zaman, haklarken her gün içle-
rinden birini.”
14 EYLÜL 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP
M. SALİH [email protected]
Cihat Ta�ç�o�lu
14 EYLÜL 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
“Tosun”a ithafedilmiş bir yazı!İçeriğinin kokusundan mıdır, görüntüsünün
çekici olmamasından mıdır bilinmez tuva-
let kültürü hep görmezden gelinir. Ya alay
konusudur ya da bir konu bile değildir. İşte
bu kitap bütün bu kalıplaşmalara rağmen
“tuvalet”in hayatımızdaki yerini büyük bir
titizlikle ele alıyor.
Destek Yayınları'ndan “Tuvalet Dili ve
Edebiyatı” ismiyle çıkan kitap “Clou Zett”
isimli bir sosyolog tarafından ele alınmış.
Tabi adının gerçekte “klo-zet” olmadığını
umarak özgeçmişine baktığımızda, dünya-
nın pek çok ülkesinde Hindistan, Çin, Al-
manya'da tuvaletlere girip pek çok şeyi göz-
lemlemiş bir sosyolog. Daha sonra Türkiye'de
kaldığı dönemde burada da aynı şeyi yapmış
ve ilk kitabını da Türklerin tuvaletine ayır-
mış. Türkiye'nin hem Doğu kültürünün te-
mellendirdiği hem de Batı kültürünün et-
kisiyle yönlenen bir ülke olması tuvalet
adabının da bu kültürel etkilere maruz ka-
larak şekillenmesi bu konularda araştırma
yapan biri için oldukça cazip olsa gerek.
TÜRKÜN KLOZETLE �MT�HANIYabancı bir ülkeye gittiğinizde “tuvalet”in
önemini bir kez daha anlıyorsunuz. Hele ki
Türkiye gibi bir ülkeden git-
mişseniz. Bundan daha vahimi
Batı kültürüyle yetişmiş bir ya-
bancının Türkiye'ye gelmesidir
ki kolaylıklar diliyoruz. Bunu ne-
den mi söyledim? Kitapta rast-
ladığım ilginç bilgilere dayana-
rak. Türkiye'de tuvaletin alatur-
ka ve alafranga olarak iki türde
olması ve son 50-60 yıla kadar
alafranganın yaygın olmadığı ül-
kemizde, Almanya'ya yapılan ilk
işçi göçlerinden sonra Alman-
ya'da tuvaletlere alaturka tuvalet
pozisyonunu alafrangaya uygulanmaması
gerektiğini içeren bir takım uyarı tabelala-
rı asılmış. Çünkü alafrangaya ne şekilde otu-
racağını bilmeyen bir çok Türk, klozetin üs-
tüne tünüyormuş. Elbette kulağa komik ge-
liyor, fakat bu ne bir kıroluk ne de bir re-
zillik. Bu iki farklı toplumun kültürünün tu-
valette tecelli etmesi. Fakat kitap şöyle de-
vam ediyor, Bir Türkün alafranga tuvalete
tünemesinden daha kötü bir şey varsa o da
bir Batılının alaturka tuvalete oturmasıdır!
Tabii tuvalet kültürü deyince kavrama
salt bir boşaltım mekanı olarak bakmak yan-
lış. Tuvaletin gelişim sürecinde, tarihinde
toplumsal yaşama dair oldukça önemli bil-
giler bulmak mümkün. Bugün günlük ha-
yatta kullandığımız pek çok nesnenin tari-
hinin tuvaletin tarihiyle kesiştiğini görürüz.
Buna örnek olarak Fransızlara ait, Barok
mimarinin en önemli eserlerinden kabul
edilen ünlü Versay Sarayı’nın başta tuva-
letsiz tasarlanması ve insanların lazımlıklarla
dolaştığı sarayda bunları pencerelerden
boşalttıkları için sokaktakilerin korunma
amaçlı şemsiye üretmesi verilebilir. Ayrıca
parfüm de aynı şekilde tuvaletsizliğin do-
ğurduğu kokuyu vucutlarında kapatmak için
ürettikleri Bir şey olarak tarihte yerini alı-
yor. Bunun gibi pek çok ilginç bilgiye kitapta
ulaşabiliyorsunuz. Evet Versay Sarayı iğrenç
kokuyordu o zamanlar. O döneme ait ki-
tapları okurken veya filmleri izlerken al-
madığınız bu kokuyu burnunuza tutmak is-
temezdim ama kabul etmeliyiz ki hayatı-
mızın önemli bir kısmını tuvaletlerde ge-
çiriyoruz ve kitaplar, diziler bize bunu pek
göstermiyor.
Kitap bazen hiç düşünemediğimiz şey-
leri bize sunarken, bazen de hep söyledi-
ğimiz ama içimizden söylediğimiz şeyleri
açık bir dille anlatıyor. Bunu yaparken de
ilginç bilgiler edinmenizi sağlıyor.
KLOZETTE SON TEKNOLOJ�Japonlar oturan kişinin tansiyonunu ve
vücut ısısını ölçen, idrarını muayene eden
ve ağırlığını söyleyen klozetler imal etmiş.
Bundan daha etkiliyici olan ise su sarfiya-
tını azaltmak için münasebetsiz seslerin du-
yulmasını engellemek için sık sık sifon
çekmek yerine duvara monte edilmiş ve yo-
ğun şarıltılı su sesi veren bir elektronik ci-
haz icat etmişler. Dünyamızın giderek aza-
lan suyuna çektiğimiz her boş si-
fonla ne kadar da büyük katkı
yaptığımız düşünülürse oldukça
akılcı bir buluş ve içimizden
söylediğimiz “sifonu çek ki şu
sesi başkaları duymasın” cüm-
lesinin itirafı.
Kitabın diğer önemli bir
kısmı da bugün dünyada sağlıklı
şartlarda tuvalete erişim ko-
nusunu rakamsal verilerle göz-
ler önüne sermesi. Dünya nü-
fusunun yüzde 40’ı temiz ve uy-
gun bir tuvaletten mahrum ve sadece 1 mil-
yar kişi kanalizasyon sisteminden yararla-
nabiliyor. Her yıl dünya çapında beş milyonu
aşkın çocuk, temizlik şartlarının yetersizli-
ğinden kaynaklanan ishal benzeri hastalıklar
sonucu ölüyor. Bütün bunlar göz önüne
alındığında “tuvalet” kavramının alay mal-
zemesinden daha öte hayati bir meknizma
olduğu anlaşılıyor.
Kitap ciddiyeti mizahla birleştirmiş ve
bize Antik dönemlerden günümüze kadar
ilginç tuvalet tarihini sunuyor. Bunun ya-
nında edebiyat kısmına da tuvalet duvarla-
rını gözler önüne sererek yapıyor. Tuvalet
duvarlarının görünmez yazarı “Tosun” dan
dilimize kazandırılmış atasözlerine kadar gü-
lerek okuyacağınız, zekice yazıları bize ak-
tarıyor. Kitaptan harika bir edebi üretim gibi
bahsetmek hatalı olur ama eğlenerek ve dü-
şünerek okuyabileceğiniz, tuvaletteki ki-
taplığınızda yerini alabilecek bir kitap.
Uyarı:Bu kitabı okumadan önce dünya gü-
zellerinin dahi s.çtığını kabullenmeniz ge-
rekiyor!
(Tuvalet Dili ve Edebiyatı, Clou Zett,Destek Yay., 197 s.)
Dündar K�l�ç,sözcü�ün gerçek
anlam�nda “sonkabaday�”d�r. 1980’densonra o ku�a��n yeriniM�T’le, polisle i�birli�iyapan, sa�c� parti ve
siyasetçilerden destekgören “mafya babalar�”
alacakt�r. “Abi”, bude�i�imin de kitab�d�r
EMEL TELCİ
HİKMET ÇİÇEK
Hacettepeli “Abi”
Geçen sezon TRT 1’de reytinglerde
pek görülmeyen, gazetelerin televizyon
sayfalarında sözü edilmeyen ama dört
dörtlük bir dizi gösterildi: “Mor Me-
nekşeler”.
1950’li yılların Ankara’sının en eski
semtlerinden Hacettepe, dizisindeki
adıyla “Eskitepe”, dizinin anakahrama-
nıdır. Usta yönetmen Serdar Akar ve Gü-
ven Kıraç, Zafer Algöz, Sarp Levendoğlu
gibi usta oyuncular ve unutulmaz müzi-
ği ile Mor Menekşeler (Hacettepe Spor
Kulübü’nün renkleri de mor – beyazdır)
bir semti, oradaki insan ilişkilerini, “çok
partili hayata” geçişle başlayan toplum-
sal – siyasal değişimi akıcı bir dille anlatır.
50’li yılların Hacettepe’si belalı bir
semttir ve kabadayılarıyla ünlüdür. Ka-
badayı Mehmet, Sarı Veli, Karagöz Ke-
mal, Orle İhsan gibi o yıllarda kabada-
yılık dünyasına ilk adımlarını Hacette-
pe'de atanlardan biri de Dündar Kılıç'tır.
BA�TIMAR’DAN HACETTEPE’YEDoğan Yurdakul’un “Abi”sini yıllar
sonra ve yeniden aynı keyfi alarak oku-
dum. Trabzon Sürmene’nin Baştımar
Köyü'nden Kılıç’ın babası, 40’lı yıllarda
birçok Karadenizli aile gibi göç etmiş ve
Ankara’nın ünlü semti Hacettepe’nin
Hamamönü Mahallesi’ne yerleşmiştir.
Mahallenin sevilen “Fırıncı İshak
Amca”sı (Mor Menekşeler’in “Yorgancı İs-
hak”ı), ekmeğin karneyle satıldığı yıllarda
yoksullara ekmeği bedava veren bir kişidir.
Baştımar deyip geçmeyin. Türkiye
Komünist Partisi’nin ünlü genel sekre-
teri Zeki Baştımar da (Yakup Demir) Kı-
lıç’la aynı köydendir. (“Abi”ye katkı: Er-
genekon davasında mahkeme başkanlı-
ğı yaparken HSYK tarafından Bolu’ya
sürgün edilen Köksal Şengün de aynı
köydendir!)
Doğan Yurdakul, “Abi”de, Hacet-
tepe’ye taşındıklarında yedi yaşında olan
Dündar Kılıç’ın 10 Ağustos 1999’da
ölümüne kadarki yaşam öyküsünü an-
latırken, Türkiye’nin değişen siyasal,
toplumsal çehresini de akıcı bir dille an-
latıyor.
“SON KABADAYI”Dündar Kılıç, sözcüğün gerçek anla-
mında “son kabadayı”dır. 1980’den son-
ra o kuşağın yerini MİT’le, polisle işbir-
liği yapan, sağcı parti ve siyasetçilerden
destek gören “mafya babaları” alacaktır.
“Abi”, bu değişimin de kitabıdır.
En sevdiği şair Cemal Süreya olan
Dündar Kılıç’ı yakın dostu İlhan Selçuk
şöyle anlatır:
“Dündar başkaydı. Onu ayırmak la-
zım, Dündar külhanbeyi değildi, kaba-
dayıydı, mafya babası değildi, kabada-
yıydı. Yani bu kavramlar arasında fark
var. Dündar’ın ölümünün arkasından
‘son kabadayı’ denmesi doğruydu.”
64 yıllık ömrünün üçte birini (21 yıl
4 ay) cezaevlerinde geçiren, bu yılların
önemli bir kısmında sosyalistlerle aynı
koğuşları, hücreleri paylaşan, “halk düş-
manlarına karşıyım” diyen Kılıç'ın koğuş
arkadaşları, devrimci aydınlarımıza ya-
şatılan zulmün bir fotoğrafı gibidir: Şadi
Alkılıç, İlhan Selçuk, Cemal Madanoğ-
lu, Sabahattin Eyüboğlu, Ali Sirmen,
Bozkurt Nuhoğlu, Deniz Gezmiş, Mahir
Çayan ve daha niceleri...
GENE EYMÜR!“Abi” yalnızca Dündar Kılıç öyküsü
değildir. Kitabın bir de “anti kahrama-
nı” vardır: Mehmet Eymür.
Hayatı boyunca, hatta ölümünden
sonra bile Dündar Kılıç’a karşı dinmek
bilmez bir kin duyan Eymür yazdığı ra-
porlarıyla, “devlet adına” yapılan ka-
ranlık faaliyetlerde kullandığı muhbir-
leriyle, hasım gördüğü kişilere karşı uy-
guladığı psikolojik savaş yöntemleriyle
“Abi”de hak ettiği yeri alır.
(Abi, Doğan Yurdakul,Kırmızı Kedi Yayınevi, 504 s.)
14 EYLÜL 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP
SİLİVRİ KİTAPLIĞINA BİR ESER DAHA EKLENDİ
Geri sayım başladı; okullar açılıyor.
Bir yandan 4+4+4’ün yarattığı kar-
maşayla boğuşuyoruz, öte yandan
aile bütçesini sarsacak okul mas-
raflarını denkleştirmeyle. Eğitim
gündemimizin yelpazesi bir hayli
geniş. Bir başka gündem konumuz
olan Kürtçe anadilinde eğitim tar-
tışmalarının ayak sesleri ise Hazi-
ran’da duyulmaya başlandı. Kimi-
lerine göre Kürtçenin seçmeli ders
olarak okutulmasına karar verilme-
si, Kürtçe anadilinde eğitime geçiş-
te bir aşama. Yolun ucu Kürtçe
anadilinde eğitime çıkacak yani.
Kaynak Yayınları’nın Eylül ayında
yayın dünyamıza kazandırdığı eser-
lerden olan, Mehmet Bedri Gülte-
kin’in Kürtçe Eğitim Sorunu adlı ki-
tabı, tam da bu meseleyi ele alıyor.
Kürtçe Eğitim Sorunu’nun çerçe-
vesini, bu ihtimalin gerçekleşmesi
halinde, “Kürtçe anadilinde eğitimin
getirecekleri ve götürecekleri” çizi-
yor. Kitabın Önsöz’ünü yazan Doğu
Perinçek’in Gültekin’in çalışması
hakkındaki temel tespiti ise şu:
“BU K�TAPTARTI�ILMALI!”Geçtiğimiz Haziran ayında, okulla-
rın kapanmasının hemen ardından,
Kürtçe anadilinde eğitim meselesi,
çok yüksek sesle olmasa da gün-
demde yeniden yer işgal etmişti.
Kürtçe eğitim meselesinin menşei,
bilindiği gibi “Demokratik Açılım
Süreci”. Kürtçe anadilinde eğitim
tartışmaları, hükümetin 2009 “De-
mokratik Açılım” sürecinde, üni-
versitelerde Kürtçe seçmeli dil der-
si açılmasına ve Mardin Artuklu
Üniversitesi’nde Kürt Dili ve Ede-
biyatı Bölümü kurulmasına izin ve-
rilmesiyle birlikte gündeme gelmiş-
ti. 2009’a giden yolda basamak teş-
kil eden, 2001’de başlatılan Kürtçe
Eğitim ve Öğretim Kampanyası’nın
talepleri ise, Kürtçenin üniversite-
lerde seçmeli ders olarak okutul-
ması, Kürtçe kürsülerinin kurulma-
sı ve Kürdoloji bölümlerinin açılması
olmuştu. “Demokratik Açılım”, bun-
ları sağladı. Üzerine, kamusal alan-
da Kürtçenin kullanımı hakkındaki
sınırlamaları hafifleten birtakım ya-
sal ve kurumsal düzenlemeler ya-
pıldı. Kürtçe devlet televizyonu TRT
Şeş, yayına başladı; isimleri Türk-
çeleştirilmiş yerleşim yerlerinin Kürt-
çe isimlerinin iadesine izin verildi.
Sabancı ve Bilgi Üniversitelerinde
seçmeli olarak Kürtçe dersi veril-
meye başlandı. YÖK, Mardin Ar-
tuklu Üniversitesi’nde, Yaşayan Dil-
ler Enstitüsü adıyla Kürt Dili ve Ede-
biyatı, Süryani Dili ve Edebiyatı
bölümlerinin açılmasını onayladı.
Bütün bu gelişmeler üzerine de,
2009 sonrasının gündemi Kürtçe
Anadilinde Eğitim oldu.
“Kürtçe anadilinde eğitime ge-
çilir mi, ne zaman geçilir?” mesele-
sinden daha önemli bir başka me-
selemiz var ki, o da, “Kürtçe anadi-
linde eğitim Kürtlere ve Türkiye’ye
ne kazandırır, ne kaybettirir?” me-
selesi. Mehmet Bedri Gültekin’in
Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Kürt-
çe Eğitim Sorunu” adlı kitabı, işte bu
çerçevede konuyu ele alarak çö-
züm önerilerini sunuyor. Gülte-
kin’in çözüm önerisine temel teşkil
eden sorular ve cevapları ise şöyle:
• Anadilde eğitim, temel de-
mokratik haklardan biri. Peki ana-
dil nedir? Kürt vatandaşlarımızın
anadili Kürtçe midir? Anadil, ana-
mızdan öğrendiğimiz dil midir?
Yoksa anadil, toplum hayatında,
bilimde, eğitimde, edebiyatta, sa-
natta, ticarette ve siyasette en iyi kul-
lanabildiğimiz/konuşabildiğimiz dil
midir?
Gültekin, Eğitim-Sen’in 2010
yılında yapmış olduğu kapsamlı bir
anket çalışması ve Abdullah Öca-
lan’ın açıklamalarıyla bu sorunun ce-
vabını veriyor. Eğitim-Sen’in anke-
tine göre, Kürtlerin yoğun bulun-
dukları Güneydoğu Anadolu Bölgesi
nüfusunun yarısından fazlasının
anadili Türkçe. Bu oran içinde ana-
babalarının anadili Kürtçe, Arapça
ve Zazaca olanların yüzdesi ise yal-
nızca 5.7.
Anketten çıkan bir başka sonuç
ise, her geçen yıl söz konusu bölge-
ler de dahil olmak üzere, Türkçe kul-
lanımının gittikçe yaygınlaşıyor ol-
ması. Bugün çocuklarıyla Kürtçe
konuşan ebeveynlerin oranı yüzde
27’ye düşmüş. Kürtçe üzerine ya-
sakların günbe gün kaldırıldığı bir sü-
reçte bu durumla ters orantılı olarak
Kürtçe konuşulma oranının düş-
mesi, dikkat çekici bir başka olgu.
Kürt vatandaşlarımızın Türkçe
ile ilişkisinin boyutları böyle... Peki,
acaba PKK’nın anadili Kürtçe mi?
Sorunun cevabı, Ergenekon Dava
Dosyası’nda yer alan belgelerde...
Bu belgeler arasında yer alan
PKK raporlarının hemen hepsi
Türkçe yazılmış.
PKK üst düzey yöneticileri ken-
di aralarında Türkçe konuşuyorlar.
PKK mahkeme kararları Türk-
çe yazılıyor.
PKK kamplarında eğitim Türk-
çe yapılıyor.
PKKlıların kod adları Türkçe.
Abdullah Öcalan’ın 1990 yılında
Doğu Perinçek ile yaptığı röportaj-
daki ifadesi ise noktayı koyuyor:
“Ne Kürtçesi, ben rüyalarımı
bile Türkçe görüyorum.”
• Her insan, toplumla ilişkisini
en iyi, anadille kurabilir ve mesleki
kültürel yeteneklerini en iyi, anadi-
liyle geliştirebilir. Peki, Kürt vatan-
daşlarımız, içinde bulunduğumuz
koşullarda hangi dilde eğitim gö-
rürlerse daha fazla yararlanabilirler?
İlden ile değişen şive, lehçe fark-
lılıklarının yanı sıra tamamen fark-
lı iki dil olan Zazaca ve Kurmanççayı
da bünyesinde barındırması nede-
niyle, Kürtçenin, Kürt vatandaşla-
rımız için toplumla ilişkisini gelişti-
rebileceği ortak bir dil olamayacağı
açık. İşte zaten bu nedenle, Türkçe,
Kürtlerin ortak dili haline gelmiştir.
Çocuklar Kürtçe ile olduğu kadar
Türkçe ile de birlikte büyümüştür,
büyümektedir. Üstelik Türkçe, Kürt-
çeden farklı olarak bilim, siyaset, kül-
tür, sanat ve ekonomi dili olarak ge-
lişmiş bir dildir.
• Kimi çevrelerce yukarıdaki
olguya çok bilindik bir antitez ge-
liştirilmiştir: “Kürtlere ve Kürtçeye
yönelik uygulamalar Kürtçeyi geri bı-
raktırmıştır. Kürtler ve Kürtçe asi-
milasyona maruz kalmıştır. Zamanla
Kürtçe de gelişerek bilim, siyaset,
ekonomi ve sanat dili olabilir.” Gül-
tekin’in bu antiteze karşı savundu-
ğu tez ise şöyle: “Her türlü asimi-
lasyona karşı çıkmak, toplumsal ge-
lişmenin doğal yasalarını anlama-
maktır. Bugün dünyamızda yaklaşık
7 bin dil konuşulmaktadır. Oysa ta-
rih içinde konuşulan ve yok olan dil-
lerin sayısı 500 bin kadardır. Farklı
dillerin kaynaşması, birleşmesi ve
daha büyük dillerin ortaya çıkması
tarih içinde ilerlemeye işaret eder ve
iyidir. Bir coğrafyada ne kadar çok
dil konuşuluyorsa, toplumsal ba-
kımdan o kadar gerilik söz konusu-
dur. (Afrika örneği) Tersine büyük
coğrafyalarda, nüfusça büyük top-
lumlar tarafından ne kadar az dil ko-
nuşuluyorsa o kadar ileri gidilmiştir.
Çünkü büyük coğrafyada ve büyük
toplumlarda ortak dil, ekonomik, si-
yasal, kültürel gelişmenin sonucu
olarak mümkün olabilmiştir.”
• Kürtçe anadilinde eğitimin en
hararetli savunucuları ABD-AB,
PKK ve F Tipi Örgüt. Peki Kürt hal-
kı gerçekten Kürtçe anadilinde eği-
tim görmek istiyor mu? Gültekin’in
cevabı, “Hayır”. İşte gerekçeler...
2000’li yılların başında serbest bı-
rakılan Kürtçe özel dil kursları öğ-
rencisizlik nedeniyle kapandı.
2009’da Kürtçeyi seçmeli ders
müfredatına alan Tunceli Üniversi-
tesi’nde, uygulamanın üçüncü yı-
lında Kurmançça ve Zazacayı seçen
öğrenci sayısı sıfır.
Mehmet Bedri Gültekin, Kürt-
çe eğitim sorununa yönelik çözüm-
lerini sıralarken bazı deneylerden de
faydalanmış. Gültekin’in Alman Al-
sas Loren bölgesinin nasıl Fransız-
laştığı ve Kuzey Irak’ta yürürlükte
olan uygulamalar hakkındaki de-
ğerlendirmelerini de Kürtçe Eğitim
Sorunu’nda bulabilirsiniz.
Kürtçe anadilde eğitim mesele-
si bu denli gündemimizde iken, ne
yazık ki, meseleyi siyasi olduğu ka-
dar bilimsel boyutlarıyla da ele alan
ciddi bir çalışma henüz yapılamadı.
Mehmet Bedri Gültekin’in kitabı, bu
yönüyle de yazın dünyamızda önem-
li bir yer işgal edeceğe benziyor. Ha-
sılı, bu kitap çok tartışılacak.
( Kürtçe Eğitim Sorunu,Mehmet Bedri Gültekin, Kaynak
Yayınları, 196 s.)
“Bu kitap tartışılmalı”Kürtçe anadilde e�itim meselesi uzun zamand�r gündemimizde. Ne var ki, meseleyi siyasi
oldu�u kadar bilimsel boyutlar�yla da ele alan ciddi bir çal��ma henüz yap�lamad�.Mehmet Bedri Gültekin’in “Kürtçe E�itim Sorunu” adl� kitab�, bu yönüyle de yaz�n
dünyam�zda önemli bir yer i�gal edece�e benziyorHADİYE YILMAZ
“Kürtçeanadilinde
eğitime geçilirmi, ne zaman
geçilir?”meselesinden
daha önemli birbaşka
meselemiz varki, o da, “Kürtçe
anadilindeeğitim Kürtlereve Türkiye’ye ne
kazandırır, nekaybettirir?”
meselesi.Mehmet Bedri
Gültekin’inKaynak
Yayınları’ndançıkan “Kürtçe
Eğitim Sorunu”adlı kitabı, işte
bu çerçevedekonuyu ele
alarak çözümönerilerini
sunuyor
Mehmet BedriGültekin
14 EYLÜL 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
AGAH ÖZGÜÇ’TEN BİR TÜRK SİNEMA SÖZLÜĞÜ
Türk Sinema tarihinin önemli bel-
leklerinden Agah Özgüç 50 yılın
birikimini genç kuşaklara “Türk
Filmleri Sözlüğü” isimli ansiklope-
dik çalışmasıyla sundu. Önümüzde-
ki festivallerle başlayacak olan si-
nema mevsimine yakışan, anılarla
dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Bü-
yük bir titizlikle hazırlanmış, içeri-
sinde 6481 film tanıtımının ve 2100
fotoğrafın bulunduğu bir arşivin
sohbeti nasıl olursa işte öyle sunu-
yoruz size.
Kitap bütün Türk sinemasınınispatı gibi, yansıması niteliğinde. Ki-tabın doğum aşamaları ve araştır-ma süreci hakkında bilgi alabilir mi-yiz?Tabi, şimdi bu tür kitapları yurtdı-
şında otuz - kırk kişilik bir ekip ya-
pıyor. Çünkü, böyle bir kitabı bir ki-
şinin yapması mümkün değil. Çok
geniş kapsamlı bir olay. Biz buna na-
sıl başladık? İlk defa 1914’ten
1972’ye kadar bir kitap yaptık. Fakat
bu kitapta film altlarındaki bilgiler
falan yoktu, sadece kastlar vardı, kim
yönetmiş, kısaca hikayesi. Böyle
başladık. Sonra beş kitap daha çı-
kardık böyle, bunun devamı olarak.
86’da kaldı kitap o zaman. Kalınca
bu sefer tekrar dört cilt halinde
Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle bu ki-
tabı oluşturduk. Hatta bu konuda
ilişkileri kuran da Türker İnanoğlu
oldu. Böyle bir kitabın olması la-
zımdı. Bu hale geldi. Daha sonra da
bu serinin yani dördüncü serinin son
kitabı çıktı. Bu sefer o Türk filmle-
ri sözlüğü ansiklopedik oldu. Şöyle;
bir kere ilk filmse ilk yönetmenlik de-
nemesi diye geçiyor. Altında eleşti-
riler var. Eğer Antalya’da, Ada-
na’da yahut da yurtdışında ödül al-
mışsa bu film hemen altında aldığı
ödül, oyuncu almışsa ödülü oyun-
cunun ödülü, yönetmenin ödülü be-
lirtiliyor. Artık kim araştırma yapa-
caksa Türk Sineması hakkında, bu
kitaba bakmak zorunda. Çünkü her
türü içeren bir araştırma. Tarihsel
filmler türünde bir araştırma mı ya-
pıyor, cinsellik konusunda mı araş-
tırma yapıyor, bu kitaplara bakacak.
Eğer 1960’larda ben bunları topla-
masaydım, setlere gitmeseydim bu
kaynak kitap da oluşmayacaktı. Be-
nim bütün hayatım setlerde geçti. O
zamanlar 1972’de büyük rekor kı-
rıldı, bir senede 312 film çekildi ve
ben bütün setlere gidiyordum. Bir de
ben o dönemde bir sürü yerde çalı-
şıyorum. Mesela Ses mecmuasında-
yım o, Artist mecmuasında çalıştım.
Bir de benim şöyle bir özelliğim var,
hangi dergiye bakarsanız sinemayla
ilgili, muhakkak benim bir yazımı bu-
lursunuz. Mesela Sabah Gazete-
si’nde Sadri Alışık’ın hayatını yaz-
dım, Milliyet’te Tarık Dursun ekle-
ri hazırlıyordu, orada yazıyordum. Şi-
irler yazdım edebiyat dergilerinde,
Anadolu’da çıkan Salkım dergisin-
de. Bunların hepsi bir birikimdi ve
sonucunda da bu kitap doğdu. Bun-
dan sonra da bu kitabın basılması
mümkün değil, çok zor. Hem 1000
sayfayı geçiyor, hem de baskı olarak.
aşağı yukarı 2070 tane fotoğraf var
kitabın içinde ki bunlar temizlene-
rek yapıldı. Herşeye çok dikkat edil-
di, özel mürekkep kullanıldı, arka-
daşım Kemal Özdemir bu işi layı-
kıyla yaptı. Böylece artık bir daha ba-
sılması mümkün olmayan bir kitap
oluşturuldu. Bir de 2014’te Türk Si-
neması 100. yaşına basıyor. Biz bunu
şimdiden hazırladık. Bu 100. yıla bir
armağan olarak oluştu.
2000’E YAKIN F�LM KAYIP Tabi bunları araştırırken gitti-
niz bütün yönetmenlerin kendi filmarşivlerine baktınız, hatırlamaları-nı istediniz. Bazılarının hatırlaya-madığı filmler bile oldu. Kitaptabunlar geçiyor. O da şöyle oldu, ben 1960’tan itiba-
ren setlere gittiğim için o filmlerin
kastlarını, jeneriklerini not alıyor-
dum. Her gittiğim film setlerinden
de bir fotoğraf alıyordum. Yani
1960’tan beri bütün filmlerin fo-
toğraflarını toplamış oldum. Geriye
ne kalıyor bir yerde? 60’tan önceki
olay. O zaman da yine şirketlere gi-
derek, yönetmenlerden, oyuncular-
dan materyalleri topladım. Hatta de-
polar vardı, atılmış bir sürü sinema
nesnesi. Orda Turgut Demirağ’ın
atılmış ödüllerini buldum. Onları
saklıyorum mesela. Altın yaldızla ya-
pılmış şeyleri, hepsi bende onların.
Seyirci önüne çıkan ilk filmler Sedat
Simavi’nin filmleridir “Pençe” ve
“Casus”. Fakat maalesef onun fo-
toğrafları yok. Kimse sahip çıkma-
mış. Bir tek set fotoğrafı yok. Yani
ordan itibaren, en eski fotoğraf
“Mürebbiye” diye Gülhane Par-
kı’nda çekilen, onun fotoğrafları
var. Onları zamanında almışım ben.
Onları iyi ki aldım topladım. Böyle-
ce günümüze kadar 20000 fotoğraf
oluştu. Hepsini yıllara göre arşivle-
dim. Mesela 1964 diyelim “Gurbet
Kuşları”, çıkarıp buluyorum. Bazı
televizyonlar, dergiler de bu arşivden
istifade ediyorlar. Kopyalarını veri-
yorum. Şimdi aşağı yukarı her filmin
bende hiç olmazsa fotoğrafı var.
Öyle yönetmenler var ki mesela, bi-
linmeyen yönetmenler. Bir yönet-
men var bir film çekmiş. Böyle şey-
ler bulmaya çalıştık. Demek ki bu-
güne kadar 6000 küsür film çekilmiş.
Tabi bunların içinden belli olma-
yanlar da olabilir, o kadar zor bir olay
ki. Çünkü bunları kimse tutmamış,
eğer ben bunları yapmamış olsaydım,
bugün Türkiye’de kaç film çekildiğini
kimsenin bilmesi mümkün değildi.
Bu bir delilik, hakikaten deli işi. Ama
ben bunu dışarıda yapmış olsay-
dım, daha büyük değeri olurdu.
Maalesef yaşadığımız ülkede emeğin
hiçbir zaman değeri yok. Kayıp film-
leri araştırdık, Türk Sineması’nda
öyle bir şey ki kimse hiçbir şeye sa-
hip çıkmamış, ne oyuncu resimleri
toplamış, ne yönetmen. Kaç film
yaptığını bilmeyen yönetmenler var.
Şu anda 2000’e yakın film kayıp bi-
liyor musunuz? Bir de yersizlik ola-
yı vardı eskiden, Manukyan diye
biri vardı, bütün filmlerin gizli orta-
ğıdır. Herkes ondan bono alırdı, se-
netlerini kırardı filmcinin, stüdyosu
vardı, orda işlemler yapılıyordu. Ar-
tık stüdyoyu yıkacaklar, herkese
dedi ki gelin bu filmleri alın. Kimse
almadı bunları. Tuttu kapının dışı-
na koydu, yine kimse almadı. Birgün
Sarayburnu’ndan bir kamyon film
denize atıldı. Böyle bir şey olamaz.
Yani hiç kimse geçmişine sahip çık-
mamış, korumamış.
ULUSAL S�NEMA MÜZES�EKS�KL���
Geçen sene Türker İnanoğlu’nun oluşturduğu sinema müzesinigezdim. Türkiye’deki tek sinemamüzesi diyebiliriz neredeyse. Şusoru akla geliyor; devlet ulusal si-nema tarihine gerekli değeri ver-miyor mu?Benden mesela yönetmen fotoğ-
rafları aldılar, büyüttüler. Hatta en
son bir sergi var, 60 öncesi, 100 fo-
toğraf onlara verdim, büyüttüler fa-
lan. Yani devletin yapması gereken
bir olayı Türker İnanoğlu yapmış
oldu. Bugün Türkiye’de bir ulusal si-
nema müzesi olmaz mı ya? Ulusal si-
nema müzesinin olmadığı bir ülke-
de sinema da olmaz aslında. Hep bi-
reysel çıkışlarla yapıldı. Bugün de
dünyanın en pahalı oyuncağı film
yapmak bir yerde. Çünkü romanı ka-
sap kağıdına da yazarsınız, ama film
öyle değil, stüdyosu var, ekibi kur-
ması var, paralı iş yani bir yerde. Si-
nema tarihimiz işte belgesiz, biz
Bir gün Sarayburnu’ndan birkamyon film denize atıldı...
DAMLA [email protected]
Türkiye’de bu işinhiçbir zaman
değeri bilinmiyor.Metin Erksan
devlet töreniyleuğurlanması
gereken biradamdı. Alt yapısı
sağlam biradamdı. “Sevmek
Zamanı”olmasaydı NuriBilge Ceylan o
filmleri çekemezdi
Bugüne kadar 6000 küsür film çekilmi�. Tabi bunlar�n içinden belliolmayanlar da olabilir, o kadar zor bir olay ki. Çünkü bunlar� kimsetutmam��, e�er ben bunlar� yapmam�� olsayd�m, bugün Türkiye’de kaç filmçekildi�ini kimsenin bilmesi mümkün de�ildi. Bu bir delilik, hakikaten delii�i. Ama ben bunu d��ar�da yapm�� olsayd�m, daha büyük de�eri olurdu.Maalesef ya�ad���m�z ülkede eme�in hiçbir zaman de�eri yok
14 EYLÜL 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
belgelere sahip çıkmıyoruz. Belleği de za-
yıf bir toplumuz, her şeyi unutuyoruz.
Onun için iyi ki o dönemde Ragıp Çalapala
diye biri çıkmış, 1914’ten itibaren birtakım
şeyleri notlamış. Fakat onlar da yeterli
değil. Daha sonra Nurullah Tilgen, onun da
resimleri kitapta var, sonra da Nijat Özön
güzel bir araştırma yapmış. Türk Sinema-
sı’nda en büyük tarihçi Nijat Özön’dür. Çün-
kü 1890’lardan 60’lara kadar çok güzel si-
nema tarihi araştıması yaptı. O kitap olmasa
kimsenin o dönemi bilmesi mümkün de-
ğildi. Belgeler kayıp, Sedat Simavi’ye ba-
kalım; iki tane film çekmiş. Sedat Simavi
önemli bir gazeteci. 27 yaşında Hürriyet’i
kurmuş bir adam. Ama filmlerinden tek bir
kare yok ortada. Belge olmayınca tarih ya-
zılmaz. Kayıp filmlerin bazıları Mimar Si-
nan Üniversitesi’nde olabilir. İyi ki onlar
topladı. Ama onların da şöyle bir olayı var,
atom sırrı gibi hangi filmlerin olduğu bil-
gisini vermiyorlar. Bütün bunlara rağmen
tabi ki Mimar Sinan Üniversitesi’nin bu ko-
nuda bir faydası var, hiç olmazsa filmlere
sahip çıktı. Ama bu filmlerin bakımı lazım,
para yok. O yüzden devletin bu işe el atması
lazım.
Sizdeki bu sinema aşkı, bu “sinema de-liliği” nerden başladı?Öğrencilik yıllarımda, o dönemde Ameri-
kan filmlerinin egemenliği vardı. Çok gü-
zel filmler izliyorduk, kovboy filmleri, wes-
ternler vardı, onları izlemeyi seviyorduk.
Sonra o dönemde çikolatalar vardı, şeker-
ler vardı, onların içinden küçük resimler çı-
kardı, kovboy resmileri falan, onları top-
lardık. Böylece bir profesyonel koleksi-
yonculuk başladı. Mesela bende sadece si-
nema afişleri değil, başka şeyler de var. Pek-
çok sergi d e açtım. Örneğin
gala davetiyeleri var bende,
kalemler, anahtarlıklar... Bir
de bende “Sevda Fotoğraf-
ları” var, Osmanlı dönemin-
den kalmış, altlarına eski ya-
zılar yazılmış. Neler yazıyor
kim bilir. Sevgililerin birbiri-
ne gönderdiği Fransızca
mektuplar. Yani sinemanın
dışında da bazı şeyler toplamaya baş-
ladım. Filmler topladım, onları seyrediyo-
rum. Çünkü film seyretmeden yazmak
yanlış bir olay. Yıllar önce seyrettiğiniz fil-
mi tekrar yıllar sonra seyrettiğinizde başka
bir gözle bakıyorsunuz. En son Duygu Sa-
ğıroğlu’nun “Bitmeyen Yol” filmini izledim,
hakikaten enteresan film. “Susuz Yaz” da
öyle, Metin Erksan’ın. İşte “Yol”u seyret-
tik, yine etkisi altında kalıyorsun, mükem-
mel bir iş yapmışlar. Onların kasetlerini
DVD yaptırdım. Sonra sergiler yaptım.
Yılmaz Güney’in 20. ölüm yıldönümüyle il-
gili Fransa’da “Yılmaz Güney Afişleri”
sergileri yaptım. İsrail’de “Türk Sineması
Afişleri” sergisi yaptım. Türkiyede’de An-
talya, Adana, Datça’da yine film afişleri ser-
gisi yaptım festivallerde.
ESK� “STAR” FANAT�KLER� TVBA�INDA
Peki sinemaya merak sardığınız yıl-larda Amerikan filmleri vardı ama Türki-ye’de bir “star” kavramı henüz yoktu. Bukavram nasıl doğdu ? Yeşilçam ve günümüzsinemasında “star” kavramında bir dö-nüşüm oldu mu? Diziler buna nasıl bir etkiyaptı?Tabii. 1960’larda, zaten sinemanın en par-
lak yılları 1960’lardır, mesela bir Muhterem
Nur seyirciyi sinemaya getiren oyuncuydu.
Cahide Sonku da var ama Cahide daha çok
tiyatrocuydu. Tabii ki Türk Sineması’nın en
güzel kadınlarından biriydi. Star kavramı o
dönemde ortaya çıktı işte. Şimdi artık bu ta-
mamen değişti. Bir insanın star olması
için önemli olan karizmadır. Bir de eskiden
oyuncuyu starlaştıran halktı. Halk sinemaya
gidiyordu o zaman. Bahçe sinemaları var-
dı, ailece sinemalara gidiliyordu. Bugünse
bir oyuncu ilk filmde parlıyor, ikinci üçün-
cü filmde kayboluyor gidiyor. Tabi iyi oyun-
cular da var. Değişim elbet oldu, düşününce
televizyonda en çok izlenen Kemal Sunal
filmleri değil mi, şimdi sinemaya Kemal Su-
nal filmi koysan kimse gitmez. Bu Türkan
Şoray için de geçerli .Çünkü artık seyirci
profili değişti. Kemal Sunal’ın, Türkan
Şoray’ın, Hülya Koçyiğit’in fanatikleri ar-
tık televizyon başında.
Arşivcilik ve sahafçılığın hayatınızda-ki yerinden bahseder misiniz?Artık bazı şeyleri herkes aldı, yeni şeyler çı-
kıyor artık. Bir de artık her şey pahalı, her-
kesin her şeyi alması
mümkün değil. Onun
için her şey toplandı. Mü-
nif Fehim diye bir ressam
vardır, dünyada böyle bir
adam yok. 1950’lerde ro-
manların kapaklarını o
yapardı. Mesela ben on-
ları da topladım, onların
da bir sergisi yapılabilir.
Yine sahaflara devam edi-
yorum, mesela film lobileri çıkıyor. Şimdi
Sahaf Festivali’nde yine taramalar yapa-
cağım. Ben Pazar mecmuasında çalışırken
hep şunu söylerdim fotoğrafçıya “oyuncu-
yu çekme kardeşim, herkes oyuncuyu çe-
kiyor. Yönetmeni çek, görüntü yönetmenini
çek.” Ben onlara bütün kadroyu çektirdim.
Mesela eskiden mekanlar vardı, film çeki-
len mekanlar, Adalar gibi. Onların da re-
simlerinin daha önce çekilmesi lazımdı. Ben
yine bir kitap yaptım “Türk Sinemasında İs-
tanbul” diye. Bazıları yıkılmış, bazıları
apartman yapılmış, o eski resimleri de
kullanarak böyle bir şey yaptım. Mesela
“Sevmek Zamanı” nerede çekildi? Hep ar-
şivlenmeliydi.
Sinema büyük bir değişimden geçti, tek-noloji büyük bir etken elbet. “Ah o eski si-nemalar” diyor musunuz?Artık sinemanın durumu değişti. Sinema di-
jitalleşti. Artık 35’lik kopyalarının yapılması
mümkün değil. Artık önüne gelen film çek-
meye başladı, çünkü film çekmek kolaylaştı.
Bundan sonra da sinemalarda 35’lik kop-
yayla film gösterilmeyecek. Artık stüdyo iş-
lemleri, yıkanması, montajı gibi işler yok.
Her şeyi bilgisayarda yapıyorlar. Gökten
zembille inercesine yönetmen türemeye
başladı. Neredeyse artık telefonla film çe-
kecekler. Sinemanın o tadı, o havası kalmadı
artık. Zaten bugün artık Türkiye’de diziler
egemen vaziyette. Ama bir
yerden sonra o da tıkanacak.
Şimdi yeni bir sinema doğ-du dediniz. Size ilk on filmi-niz sorulduğunda “Sürü”,“Yol”, “Umut”, “Susuz Yaz”,“Selvi Boylum Al Yazmalım”,“Sevmek Zamanı”, “AnayurtOteli”, “Muhsin Bey”, “Ma-sumiyet”, “Anadolu Üçle-mesi Gelin, Düğün, Diyet”demişsiniz. Şimdi listenizdeğişti mi ya da listenize ek-lenenler oldu mu?O filmlerin 9 tanesi eski film-
ler zaten, bir tek Zeki De-
mirkubuz’un “Masumiyet” filmi yenilerden.
Onun gibi düşünülmesi gereken bir iki film
daha var. “Takva” diye bir film var mese-
la, Özer Kızıltan’ın çektiği, çok enteresan
bir film yapmış. Tabi ki Nuri Bilge Ceylan’ın
“Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi de önem-
li bir film. Ama bugün baktığınızda birkaç
film var, onların aşılması çok zor. Bunlar
“Sürü”, “Muhsin Bey”. Bir de zamanlama
diye bir olay var. Mesela “Züğürt Ağa” si-
nemalarda iş yapmadı, ama televizyonlar-
da en çok izlenen film. Zamanlamayı iyi
ayarlamak lazım. “Fetih” filminin zaman-
laması iyi yapıldı, altı buçuk milyon kişi iz-
ledi. Sinemanın kapandığı dönemlerde ilk
patlamayı Ertem Eğilmez’in “Arabesk”
filmi yaptı. 1 milyon seyirci yakaladı. Son-
ra “İstanbul Kanatlarımın Altında”, “Ame-
rikalı”, “Eşkıya” gibi filmler patlama yap-
tı. Şimdi genç yönetmenler kitle filmi ya-
pamıyorlar. Kitle filmleri derken kötü film-
lerden bahsetmiyorum, bir “Recep İvedik”
değil. Hem sinemasal açıdan değeri olan
hem de seyirciyi yakalayan filmlerden bah-
sediyorum. Şimdi böyle işler çok yapıla-
mıyor.
45 yıllık meslek hayatınızın 40. yılındabasın kartına sahip olabildiniz. Sinemaemekçisi bugün hak ettiğini alabiliyor mu,değeri biliniyor mu?10 sene Günaydın’da çalıştım fakat sigor-
tasız. Sigortasız çalıştığımdan basın kartım
geç çıktı. Bu sömürü basında başlar. Son-
ra herkes dışardan çalışmaya başladı. Ama
bugün basın kartını bir kıymeti kalmadı. Bu-
gün Türkiye’de film yapmak zor bir olay, en
pahalı oyuncak esasında. Onun için sürp-
riz film, kitle filmi olmadığı sürece bu müm-
kün değil. Metin Erksan’dan sonra Ömer
Kavur en önemli yönetmenlerinden biridir.
Kavur, son filmini yapmak için arabasını,
katını sattı. Bu iş hiçbir zaman parlak bir
olay değil. Sürprizler hariç. Eskiden usta çı-
rak ilişkisi vardı. Bu çok önemli bir yerde.
Metin Erksan’a asistanlık yapanlardan bir
sürü yönetmen çıktı. Yılmaz Güney de yap-
tı. Bugün artık bu olay kalmadı. Bir bakı-
yorsun adam kamerayı alıyor, çekiyor.
Usta-çırak olayı kalktı artık. Onun için ar-
tık gökten zembille inen yönetmenler dö-
nemi.
YE��LÇAM EMEKÇ�LER� EZ�LD�Sinemanın sendikalaşma çabaları eme-
ğin değerine bir fayda sağlamadı mı?Bunların hiçbir faydası yok, hepsi tabela.
Bugün yıllardan beri bazı filmlerin afişle-
ri değiştirilerek, sahte isimlerle afişler bas-
tırılarak oyuncuları, yönetmenleri sömür-
düler. Buna hangisi karşı çıktı? Hiçibiri!
Onun için hiçbirinin şu an bir faydası yok.
Hepsi birer tabela kurul. Şimdi yavaş yavaş
oyuncular biraz haklarına sa-
hip çıkmaya başladılar. Bu-
rada gençleşen bir grup var.
Yeşilçam emekçileri ezildi.
Peki Yeşilçam’ın değeribiliniyor mu?Türkiye’de bu işin hiçbir za-
man değeri bilinmiyor. Metin
Erksan devlet töreniyle uğur-
lanması gereken bir adamdı.
Alt yapısı sağlam bir adamdı.
“Sevmek Zamanı” olmasaydı
Nuri Bilge Ceylan o filmleri çe-
kemezdi. Şimdi para dizilerde.
Ama ne kadar dizi çekilirse çe-
kilsin hiçbiri bir sinema filmi
değildir ve hiçbirinin yarına kalıcı bir yanı
yoktur. Bunların en büyükleri “Dallas”
bile bitti. Ama “Yurttaş Kane”i hala izli-
yoruz.
Gelelim festivallere. Önümüzde AdanaAltın Koza Film Festivali var ve ardındanAntalya Altın Portakal Film Festivali var.Antalya’daki festival zaten bu yıl büyük birtartışma içinde. Festivaller arası rekabet,ortamı “popülerlik” kavramına yoğun-laştırırken “sinema” ikinci plana mı atı-lıyor?Festivallerde şuna karşıyım hatta bu konuda
çok yazı yazdım. Bir film çok önemli bir fes-
tivalde ödül alıyorsa, başka bir festivale gir-
mesi yanlış. Çünkü daha sonra yapılmış
filmlerin önünü kesiyor. İkincisi, yurt dışında
diyelim bir film en iyi film seçiliyor. O film
burada gösterime girdiği zaman o jüri üye-
sinin etkisi altında kalma ihtimali var. Bi-
zim fetivallerde her film her festivali dola-
şıyor. Ben buna karşıyım. Ödüller için de
aynı şeyi söyleyeceğim. Yaşam boyu onur
ödülü çok büyük bir ödüldür, herkese ve-
rilmez. Ancak Metin Erksan gibi, Tarık
Akan gibi isimlere verilir. Festivallerde
beş kişiye birden böyle ödülller verilince yu-
karıdan aşağıya inişler başlıyor. Yakında
ödülü verecek adam bulamayacaksınız . Bu-
gün dört tane festival var bunlar önemli;
Antalya, İstanbul, Adana ve İzmir Fim Fes-
tivalleri. Bunlar içinde en profesyonel ve en
ses getireni İstanbul Film Festivali. Neden?
Çünkü bu festivalde ekip değişmiyor. Fes-
tival bir ay sürüyorsa geri kalan aylarda in-
sanlar çalışıyor, maaşları ödeniyor, de-
vamlılar. Ötekilerde her sene ekip değişince
bu iş olmuyor, yavaş yavaş geriye gidiyor.
Uzmanlaşanları çıkartıyorlar, yeniler geli-
yor. Bu yüzden çuvallamalar oluyor. An-
talya’nın 49.su oluyor bu yıl, ben 40 sene-
dir gidiyorum. 50. yılından sonra bir kitap
yazacağım. Tüm belgeler bende, katıldım.
Festivaller muhakkak faydalı ama abartılı
şeyler yapılıyor bazen.
Sevmek Zaman�
Ac� Hayat
Damla Yazıcı AgahÖzgüç’le birlikte...
14 EYLÜL 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP
KLASİK SAVAŞ DESTANLARININ TERSTEN OKUYAN KİTAP: “ISSIZ”
Dergilerin edebiyatın, şiirin mutfa-
ğı olduğu hep söylenir. Özellikle bir
yazarın yaşadığı dönem açısından;
nelerin yazıldığını, kendisinin ne-
reden başlayacağı, nerede olduğu-
na bakacağı, kendini sınayacağı en
önemli edebiyat alanı olmuştur der-
giler. Cemal Süreya “Papirüs” der-
gisi ile bata çıka da olsa bu alanın en
belirgin ismidir. Dergicilik ona da şii-
rine de yenilik, tutku ve devinim ola-
rak çok şey katmıştır. Aynı şekilde
bir geri dönüşten çok rahatlıkla
bahsedebiliriz; kendisi de bu biriki-
mini dönemin şairleriyle paylaşa-
bilmiş ve bunu gençlere de aktara-
bilmiştir.
DERG�C�L�KTEN ���RE2000’li yıllara baktığımızda, Cemal
Süreya’ya en yakın örnek; dergiciliği
“Üç Nokta” dergisi ile 90’ların so-
nundan alıp bugünlere hemen her
şartta bir aşk ve tutkuyla göğüsleyen
biri olarak Cenk Gündoğdu’yu gös-
terebiliriz. Gündoğdu’nun kendisi de
şiiri de dergicilik serüveninden çok
şey kazanmıştır. Özellikle Türk şii-
rindeki dönemleri dosya konusu
ettiği sayılarda bireysel imge yoğun
şiirler ve şairlerin yanı sıra eski-yeni
toplumcu duyarlığı olan şairleri de
hep önemsedi. Bugün bu kazanım-
larının bir geri dönüşüyle; Kırmızı
Kedi Yayınevi’nden çıkan “Issız” adlı
şiir kitabıyla kucaklıyor bizi. Bu bi-
rikim sadece “Üç Nokta” ile elde
edinilmiş değil tabii ki. Şeref Bilsel
ile birlikte hazırlamış oldukları “Şiir
Defteri” ile on yılını dolduran hum-
malı bir şiir yıllığı çalışması da bu-
lunuyor. Öyle ki her yıl yayımlanan
yüzlerce derginin her sayısının, özel-
likle şiirlerin tek tek incelenmesi,
oradaki yeniliği; devinimi ve evrimi
iyi gözlemleyip kavrayabilmek bir
şaire elbette çok şeyler katar. Yanı
sıra çoğu şairin özden kopuk, bi-
çimde kaybolan tek renkte, tek tip
şiirleri karşısında kendini konum-
landırarak, onların düşmüş olduk-
ları bu handikapları da fark ederek
bir hiza tutturduğunu, klasik savaş
destanlarını tersten okuyarak; sa-
vaşın getirdiği yıkımları, yok ettiği in-
sanı ve insani değerleri işleyen te-
matik bütünlüklü modern zamanın
destanı sayabileceğimiz bu kitapla
günümüzün genç şiirinde yeni bir
damar oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bu oluşumun destansılığından
toplumsallığına, diyaloglarından tip-
lemelerine tiyatrallığına kadar bir
ucunun Nazım Hikmet’e kadar
uzandığını da rahatlıkla görebiliyo-
ruz. Yer yer “Memleketimden İnsan
Manzaraları”nı okur gibi oluyoruz.
“simirnalı yorgo zeytinliklere akan/
suları düzledi, gözleriyle/ ağları yır-
tan kefalleri, devrilmiş bir tekneyi…/
bu düşünceyle güçlendi, unuttu ağ-
rısını”, “geçmişi kötü bir rüzgârın ge-
tirdiğine/ inanan, devrekli baston us-
tası/ cephede mezar kazdı torağın
çektiğini düşünerek/ nasırlı elleriy-
le/ bir tüfek gibi tuttuğu zamanı yon-
tuyor şimdi”, “bir ağaç olmak ister-
dim/ gölgemde dünya” vb. kitabın ta-
mamına hâkim olan bu tür dize ve
ifadelerle toplumsal duyarlılık oluş-
turarak içinde umut ve gelecek öz-
lemini barındırırken öte yandan
büyük egemenlerin savaş tamtam-
ları eşliğinde emperyalist işgalleri uğ-
runa zorla cepheye gönderilmiş
anti-militarist, savaş karşıtı bir İkin-
ci Yeni şairinden, Edip Canse-
ver’den dizeler okuruz sanki: “boş-
luğun içindeki saate baktı/ dikkatle,
unuttu cümle kurmayı/ durmuş za-
manı/ güneşle yunmuş bir şehir/
kadar esmerdi çiçekçinin elleri/
kötü bir karanfilden şimdi gelmiş
gibi”, “sonra bir büyük susmaya
çalıştılar yenilmiş elleriyle/ sessizlik
koyulaştı, çoğalttı kendini simsiyah
bir anıt kadar/ kireç kokulu ağrılı
odada/ yorgun bir hatırayı taşıyan
cep aynasının/ dağılan sesiyle yer-
çekimine olan inancı arttı/ birinin,
acısı kırıldı, ötekiler duymadı sus-
maktan”
GÜNDO�DU’NUN HATIR-LATTIKLARIGündoğdu bu ilk kitabında, yalnız
başına iç monologlarıyla -her yanıyla
bir savaş alanına dönmüş olan- gü-
nümüzün kahraman, gazi, şehit gibi
mertebelerle nitelendirmelerin kar-
şısında yorgun bir oğulun, babanın,
amcanın, dayının gözüyle hedefe
özellikle nişan almak istemeyen bir
emir erini dramatize etmiştir. Çün-
kü “susmak kuralıdır sözcüklerin/ di-
yordu bir eski general” Aslında bir
savaşı şiirde anlatabilmek ve karşı-
sına dikilebilmek için savaş meyda-
nında savaşan bir taraf olmak ge-
rekmez. İşte bu nedenle bir caydı-
rıcılığı vardır bu kitabın. Kitle ileti-
şim araçlarının bize sokakta omuz
attığı, canlı bombaya dönüşerek
evimize, odamıza büyük bir güm-
bürtüyle düştüğü, bizi potansiyel
bir taraf olarak gördüğü bir ortam-
da “Issız” kitabıyla Gündoğdu, işgal
altında olduğumuzu kendi kendi-
mizin polisi, jandarması olmaya
doğru sürüklendiğimizi de haber ve-
riyor: “çarşılar yenileniyor, ekmek-
ler kesiliyor/ kediler uyanıyor, dü-
şüyor grev, yeniliyor / insan, sürüyor
savaş, bin bir çığlıkla/ ölçülüyor ta-
rih, ağrısıyla akşamın içimiz kararı-
yor/ televizyon, borsa, para kasası,
kredi kartı, mp3, mp5, mg3, / üç aşa-
ğı beş yukarı üç yüz köy üç günde ha-
ritadan/ siliniyor bir cd çalar gibi,
uzun / namlulu silahlar döndürüyor
zamanı”
“Çünkü harp bir kurşunla baş-
ladı” dizesi bu kitabı akla getirecek,
belki şairin de aklına getiren ilk işa-
ret fişeğidir, ana tema ve asıl bağ-
lamdır. Öncesi ne kadar kavga ve gü-
rültü içeriyorsa sonrasının Issız ol-
duğu gerçeğidir bu kitapla yüzü-
müze çarpan. “cepheden gelen ha-
berlere inanmayın” derken de bir-
den aklıma Erich Maria Remar-
gue’nın “Batı Cephesinde Yeni Bir
Şey Yok” romanı geldi. Savaşa giren
ve bedenen ölenlerin dışında ka-
lanların da ruhen öldükleri gerçeğini
çok iyi veren bir şiir kitabının böy-
le önemli bir romanla benzerlik ta-
şıması; savaş eşittir ölüm, gerçeğini
vermesi açısından oldukça önemli.
Gündoğdu’nun yazımın başında
bahsettiğim dergilerden, şiir orta-
mındaki alışverişten ve güncelden
neler kazandığını; onun duyarlı, ye-
nilikçi ve bir o kadar da yere sağlam
basan dizelerinin kitabın başından
sonuna dek bir bütünlük arz eden
tüm şiirlerdeki işçiliğinden, sözcük
seçimine ve işleyişine yerli yerinde
oluşturulduklarını görebiliyoruz.
Öyle ki bu bütünlükçü yapıda kita-
bın başından, ortasından ve sonun-
dan seçeceğiniz herhangi birer dize
altlı üstlü yerleştirildiğinde bile bu
doku, renk ve uyum bozulmadan de-
vam edebilmektedir.
Gündoğdu’nun lojistiğinin sa-
dece şiir okumalarından oluşmadı-
ğını; tiyatromuzda ilk defa gündeme
gelen mültecilerin dramının konu
edildiği “Radyonun İçindekiler”
(İkaros Yayınları) oyununu yazdı-
ğını, yine Aleksandr Sergeyeviç Gri-
boyedov’un bir şiirsel metin sayıla-
bilecek “Akıldan Bela” adlı tiyatro
oyununun (İkaros Yayınları) çevi-
risini (Engin Toprak ile) yaptığını bu
nedenle düz yazılarının ve şiirinin ar-
kaplanında edebiyatın yanı sıra ti-
yatrodan plastik sanatlara, siyaset-
ten sinemaya, müziğe varıncaya ka-
dar birçok alanın olduğunu ve şiiri-
nin toplumsal duyarlılıkla, vicdanla
işlendiğini rahatlıkla görebiliyoruz.
“Issız”da ölümün karşısına, öte
dünyalara uzanmadan, yine bu dün-
yada dikilen dirimsel bir şiirle kar-
şılaşıyoruz. Ne diyordu Nietzsche:
“Yaratıcı, gözlerini kendi üstünden
çekmek istiyordu ve dünyayı yarat-
tı. Acı çeken birisi için gözlerini ken-
di acısından başka bir yere çevire-
bilmek baş döndürücü bir mutlu-
luktur.” Bu ifadelerin bir şair için
kullanılmasının çok yerinde olaca-
ğını düşünürsek 2000’ler şiiri için bu
en çok da Cenk Gündoğdu’nun şii-
ri için kullanabilir sanırım: “resim ya-
pan tanrıyı/ içinin boyasını döken ar-
kadaşımı/ ölümün hallerini/ görü-
yorum bir eski fotoğraf gibi”, “o za-
man karanlığı bilmiyordu/ kendine
açık bir yara buldu”. “bir sabah bir
ağrıya uyandım/ çadırın önünde
dinledim toprağı/ sıhhiyeydim, tüm
gün yaralıydım/ hiç ölmeyecek ka-
dar ölümü bildim” Saatsiz biri için
geç kalmak yoktur. O her yerdedir,
her savaşta her savaşın karşısında.
Yalnız da bırakılsa ölümün karşı-
sında hayatın savunmasıdır “Issız”.
Cenk Gündoğdu’nun yalnızlığı var-
dır bu şiirlerde. Nietzsche’nin bakı-
şından farklı olarak umutsuzluk-
tan daha çok umudu barındırması
söz konusudur: “bir gün unutulur
aşk/ kesilir elektrik bir gün/ biter acı,
denizler içindeki hayat/ dünya insanı
yanıltır/ boşluk gibi hüzünlü/ çalgı-
lar gibi bakar kalırsın/ o gün açık-
lanmaz hiçbir şey/ açıklanmaz hayat,
sınavlar, gazeteler,/ telefon konuş-
maları, köşe yazarları,/ bordrolar,
alacak verecek, sms, ımf, mit/ o
gün büyüdünüz denir, okullara/ sı-
nıflara, aşklara, iş görüşmelerine/
mahkeme ilanlarına, evlenme oda-
larına/ çalışılır artık ve bir büyüme-
dir başlar/ baş edilmez bir aşkla açık-
lanmaz/ insanın yoksulluğu, dünya-
nın sonu/ tanrının bir adı, insanın ilk
hali/ açıklanmaz o gün ilk aşk bile
hiçbir şeyle/ ölmekte olan ölüler, gel-
mekte/ olan gelecek ve geçecek tö-
rensiz generaller/ açıklanmaz, denize
giden atlıların düşüncesi/ gelinlerin
ve geleneğin gecesi”
B�R ���R K�TABININ VER-D��� MESAJBugün, birçok gerçeğin maniple
edilerek dezenformasyona uğratıl-
dığı, Suriye için, savaş çığırtkanlık-
larının yapıldığı, savaş tamtamları-
nın çaldığı bir dönemde, Cenk Gün-
doğdu, “Issız” kitabıyla “Savaşları
devletler ilan eder ama insanlar
ölür.” sözünün gerçekliğine dikka-
timizi çekmiştir bir kez daha, hem de
bir şiir kitabıyla beynimize ve yüre-
ğimize kazımıştır bunu. Cenk Gün-
doğdu’nun tematik bütünlüğü olan
bu kitabına konulmamış diğer şiir-
leri de aklımda. Bu nedenle, yakın-
da çok ses getirecek bir başka kita-
bın ayak sesleri olarak görüyorum
ben “Issız”ı.
(Issız, Cenk Gündoğdu,Kırmızı Kedi Yeyınevi, 64 s.)
“Çünkü harp bir kurşunla başladı”
Kitle ileti�imaraçlar�n�n bize
sokakta omuzatt���, canl�
bombayadönü�erek
evimize,odam�za
büyük birgümbürtüyledü�tü�ü, bizi
potansiyel birtaraf olarakgördü�ü bir
ortamda “Iss�z”kitab�yla
Gündo�du, i�galalt�nda
oldu�umuzukendi kendimizin
polisi,jandarmas�
olmaya do�rusürüklendi�imizide haber veriyor
ÖZCAN ERDOĞAN
14 EYLÜL 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
“Emperyalizmin BOP’unun (Büyük Or-
tadoğu Projesi) yürürlükte olduğu, Arap
ayaklanmalarının tartışıldığı, Suriye’nin
dört koldan saldırıya uğradığı bir dö-
nemde Doğu sorununu ele alan kitap-
ları tartışmak güzel... Güncel politik
durumların ötesine geçerek tarihsel de-
rinliği işlemek bugünü ve geleceği daha
yakın ve açık gösteriyor. Sınıf vurgusu-
nu koyulaştırmak daha iyi olmaz mı?”
Sesi hemen tanıdım ve çıt çıkar-
madan dinledim. Birkaç paragraf daha
konuştuktan sonra sordu: “Tanıdın mı
beni?” Samatyalı Ali Usta’ydı telefon-
da. Yıllardır görüşmüyorduk. Ben ha-
zıroldayım: “Ellerim dizlerimin üstün-
de usta!”
Faik Usta, Zeki Baba, Şükrü Abi
benim TİP (Türkiye İşçi Partisi) yılla-
rından beri dostlarım ve öğretmenlerim
oldular. Sosyalizmi de 1965 yazında o za-
manların en büyük işçi bölgelerinden
biri olan Zeytinburnu’nda çalışırken se-
çim sürecinde tanık olduğum tartış-
maları sırasında demiryolu işçilerin-
den, Cavit ve Ramiz Ustalardan öğ-
renmeye başladım. Bana Carlo Cafie-
ro’nun Kapital özetini (Sosyal Y.) okut-
muşlar, bir de üstüne, istasyonda işçilerin
kaldığı büyük bir barakada bir cumar-
tesi günü öğleden sonra artı değeri an-
lattırmışlardı... Eve babamın kışın ge-
tirdiği “Bitmeyen Kavga”nın (J. Stein-
beck) işçilere yönelişimdeki payını at-
layamam elbette. İlkokul öğretmenim
Hasan Arabacı’nın üstümdeki emeği-
ni ve aşıladığı gerçek tutkusunu da hiç
unutmuyorum. Bütün bunların yanı
sıra, Kemal Nebioğlu’nun seçim gün-
lerinde Çorlu’da Cumhuriyet Meyda-
nı’nda dağıttığı TİP bildirisi ve kendi-
mi bir anda parti içinde buluverişim,
köylü önderi Rahmi Arıcan’la arka-
daşlığımız... Ve daha kimler...
Ali Eriş beni böyle yarım yüzyıl ge-
rilere götürdü ya, sözlerinde altını çiz-
diği “güncel politik durumların ötesi”,
“Doğu sorunu”, “sınıf vurgusu” kav-
ramları da Turner’ın “Marx ve Oryan-
talizmin Sonu” (Kaynak Y., Ocak 2001
[I. basım: Kasım 1984], çev.: H. Çağa-
tay Keskinok) kitabını masa üstüne
taşıyıverdi. Geçen hafta tartıştığımız
“Marx ve Weber’de Doğu Toplumla-
rı”nda da (Lütfi Sunar, Ayrıntı Y.,
2012) ele alınan Bryan S. Turner (s. 64),
Marx ile Weber karşıtlığına ve ilişkisi-
ne öteden beri çalışan araştırmacılardan
biri olarak, adı geçen kitabında birçok
kuramsal girişimi özlü biçimde gözden
geçirmiştir. Kimi dizgi yanlışları çeviri-
deki yer yer çapaklı anlatımla bitişerek
akıcılığı güçleştirse de özenle okunması
gereken kitabında Turner; emperyalizm,
Doğu, sömürge kavramlarını sınıf ça-
tışması dışında yorumlamanın yanlışlı-
ğını sergiledikten sonra, kuramsal ça-
lışmaların tarihsel derinlik ve güncellik
geriliminin ötesinde ya da berisinde ama
mutlaka dışında yürütülmesi gereğini
ima eder. Daha doğrusu, Hindess ve
Hirst’in yaklaşımına dikkat çeker: On-
lara göre, “siyasi olgular Marksist ku-
ramın nesneleri olamaz, çünkü siyasi ey-
lem ve kestirim, bir şekilde, kuram ön-
cesi ya da kuram dışıdır” (s. 134). Baş-
ka deyişle, kuram, eylemi ancak onun
dışında kalarak, dışına çıkarak, daha
sonra onu iki adım ileri taşımak üzere
bir adım geri çekilerek, siyasi mücade-
le sürecinde oluşan yırtıkları dikme ve
bütünlüğü yeniden kurma girişimlerine
olanak sağlar. Bu elbette her şeyden
önce yaşamın her türlü heyecanını can-
lı yaşamaktan özveride bulunmakla
gerçekleşir.
Şerif Mardin, “Jöntürklerin Siyasi
Fikirleri” (İş B. Y., 1964) kitabının Gi-
riş’inde Karl Mannheim’ın “Ideology
and Utopia” kitabına göndermeyle bu
konuya çok yıllar önce değinir: Marx, ih-
tilalci bir ‘praxis’e yardım amacıyla ha-
zırladığı bir teoriyi bambaşka, bilimsel
bir mecraya sokar (s. 25, İletişim Y.,
1983). Bu olgunun Weberci açılımına
dikkat çeken Turner’ın bu değinmesi-
ni de yine Mardin’de aynı yerde bulu-
ruz. Bu saptama; eylem ve kuram ara-
sındaki örtüşme ve ayrılma noktalarının,
aslında bilim ve ideoloji arasındaki çe-
kim ve itmelere göre çok daha derin ya-
rıklarda gizlendiğine işaret edişi yö-
nünden de önem kazanıyor.
Hegel, “Minerva’nın baykuşu ka-
ranlık basınca uçar” derken, Marx, fel-
sefe için, çalışma süresinin dışına çıka-
rılmış özgür zamanı gerekli görüyordu.
Bu keşifler ışığında söyleyecek olursak,
günlük siyasal eylemle anbean çakışan
kuramsal etkinlikte bulunmanın güç-
lüklerini aşmak siyasetçinin zaman za-
man en azından teneffüse çıkmasıyla
olanaklıdır. “Fransız Devrimi üstüne yo-
rumda bulunmak için erken!” ve “Em-
peryalizm kâğıttan kaplandır” cümleleri
arasındaki çelişkiyi gösteren İtalyan
gazeteciye Mao’nun verdiği yanıt çar-
pıcıdır: “İlki tarihe ait bir konudur, ta-
rihsel uzamdaki yeri henüz bütün açık-
lığıyla ortaya çıkmış değildir. İkincisi va-
roluş sorunudur ve biz Fransız Devri-
mi’nin ürünü olan bir canavarla savaş-
mak zorundayız!” Kuram ve eylem
arasındaki birlik ve ayrılık üstüne daha
derinlikli bir örnek ve açıklama bulmak
çok zor...
Emperyalizm var olduğu sürece,
Doğu sorunu, oryantalizm, tek çizgili ta-
rih, ATÜT, Marksizm’in çelişkileri gibi
sorunlar tartışılacak; bulgular günlük sa-
vaşımın sıradan ilişkileri içinde yer et-
tikçe kuramdan yaşama inecek, güncel
edinimlere kazanılacak...
Ortadoğu’da halkların emperya-
lizmle hesaplaşması bugünden yarına
sonuçlanacak gibi görünmüyor. Zaten
ABD’nin de ne böyle bir isteği var, ne
de buna gücü yetiyor. Ama halklar, ta-
rih yapıcı güçlerini gerçekten öğrenmek
ve yaşama geçirmek zorundalar.
Turner’ın “Marx ve Oryantalizmin
Sonu” kitabı ışığında Doğu sorunu tar-
tışmalarını sürdüreceğiz...
BANA GELEN KİTAPLAR: Be-
nim Öğrettiklerim, Jacques Lacan, çev.:
Murat Erşen, psikanaliz, Monokl Y.,
ağustos 2012; Acı Türkücü, Hüseyin
Haydar, şiir, Kaynak Y., Temmuz 2012;
Şifreli Hayat, Faruk Güçlü, şiir, Ürün Y.,
eylül 2012; Marx ve Weber’de Doğu
Toplumları, Lütfi Sunar, araştırma,
Ayrıntı Y., 2012; Güvercin Döngüsü,
Gönül Bakır, öykü, Aydili Sanat Y., Ma-
yıs 2012; 11. Dervişin Kehanetleri, Ş. A.,
öykü, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Akustik
Aşk, A. Arda Yastıoğlu, şiir, Aydili S. Y.,
Mayıs 2012; Yapraklar Kırmızı Deli, Sel-
ma Gün, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012;
Batık Düşler Ülkesi, Ahmet Yaşar Te-
zulaş, şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Is-
lak İmza, Mahir Dönmez, şiir, Aydili S.
Y., Mayıs 2012; Kalbin Sol Anahtarı,
Songül Karakoç, şiir, Aydili S. Y., Ma-
yıs 2012; Gül Zamanlarda, Gül Anasal,
şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Kâğıt Ko-
kusu, Oya Aksu, şiir, Aydili S. Y., Ma-
yıs 2012; Mardin Düşleri, Murat Sipa-
hioğlu, öykü, Aydili S. Y., Mayıs 2012;
Işığını Arayan Şiirler, Zeynep Karaca,
şiir, Aydili S. Y., Mayıs 2012; Gecenin
Sandığı, Anıl Küsen, şiir, Aydili S. Y.,
Mayıs 2012; Odalık: Görünmeyeni Ser-
gilemek, Gonca Güçsav, çev.: Evren Yıl-
maz, sanat dizisi, YKY., Nisan 2012; Se-
lahattin Hilav’la Konuşmalar, haz.: Se-
lahattin Bağdatlı, sanat dizisi, YKY., ni-
san 2012; Poemalar, Puşkin, çev.: Kay-
han Yükseler, şiir, YKY., Nisan 2012;
Denizin Kanı, Tarık Dursun K., roman,
YKY., Nisan 2012; Hoşça Kal Berlin, C.
Isherwood, çev.: Zehra Gencosman, sa-
nat dizisi, YKY., Nisan 2012; Arkada-
şım Deniz Gezmiş, Doğu Perinçek,
anı, Kaynak Y., Nisan 2012; Padişahım
Çok Yaşa, Mehmet Beşeri, araştırma,
Togan Y., Nisan 2012; Komünist Ufuk,
Slavoj Zizek, çev.: Özgür Öğütcen, fel-
sefe, Encore Y., Şubat 2012; Küçük Bir
Harf, Halim Yazıcı, şiir, Cazkedisi Y.,
Kasım 2011; Bilimsel Sosyalizm ve Bi-
lim, Doğu Perinçek, kuram, Kaynak Y.,
Kasım 2011; Ulusal Devrim ve Küresel
Karşıdevrim, Mehmet Ulusoy, araştır-
ma, Kaynak Y., Kasım 2011; Tarihin
Uyanışı, Alain Badiou, çev.: Murat Er-
şen, kuram, Monokl Y., Kasım 2011;
Her Yönüyle Alevilik, Ali Bektaş, araş-
tırma, KKM Y., Kasım 2011; Poetika ve
Felsefe, Abdullah Şevki, araştırma,
KKM Y., Kasım 2011; Fethullah ve Su-
surluk, Nusret Senem, araştırma, Kay-
nak Y., Ekim 2011; Kanatlarım Kendi-
me Doğru, Zehra Betül, şiir, Zımba-
Kitap Y., Haziran 2011; Yusuf İle Ze-
liha, Melek Özlem Sezer, şiir, Kangu-
ru Y., Nisan 2011; Söğüt Sefası Mey-
hanesi, Melek Özlem Sezer, şiir, Kan-
guru Y., Nisan 2011; Arap Dünyasında
Ayaklanma, haz.: Mustafa Yalçıner,
derleme, Evrensel B. Y., Nisan 2011; Şi-
irden Önce, Şiirden Sonra, Veysel Ço-
lak, deneme, Hayal Y., Nisan 2011; Ha-
yata Resim Altı, Veysel Çolak, şiir,
Hayal Y., Nisan 2011; Nâzım Hikmet
Şiirinde “İnsan Manzaraları”, Veysel
Çolak, inceleme, Salihli Bld. Kültür Y.,
Nisan 2011; Marx, haz.: Mutlu Parkan,
kuram, Say Y., 2011; Felsefe, Toplum
Bilimleri ve Tarihçi, Taner Timur, ku-
ram, Yordam Y., Nisan 2011; Batı Dü-
şüncesinde İslâm, Albert Hourani, çev.:
Celal A. Kanat, araştırma, 2010; Çin-
gene Çadırı, Faruk Güçlü, şiir, Ürün Y.,
aralık 2010; Bazen Turuncu Bazen
Kırmızı Devrim, Mehmet Beşeri, araş-
tırma, Togan Y., Kasım 2010; Melez Za-
manlar, Ferruh Tunç, şiir, Sözcükler Y.,
Ekim 2010; Başka Bir Estetik, Alain Ba-
diou, kuram, Metis Y., Ekim 2010; Ta-
rihin Bilinçdışı, Bülent Somay, deneme,
Metis Y., Temmuz 2010; Meydanda Ka-
lalım, Yavuz Özdem, şiir, Şiirden Y., Ha-
ziran 2010; Dibine Düşüyor Karanlık
Da, Müesser Yeniay, şiir, Şiirden Y.,
Ekim 2009; Ekin Yatağında Uyandı, Se-
lahattin Uyuşan, şiir, Punto Y.; Sorularla
Estetik Elkitabı, Afşar Timuçin, felse-
fe, Bulut Y., Mayıs 2009; İbni Haldun,
Ahmet Arslan, araştırma, İBÜ Y., Ni-
san 2009.
SEYY�T NEZ�R
Kuram, eylemi ancak onun d���nda kalarak, d���na ç�karak, daha sonra onu iki ad�m ilerita��mak üzere bir ad�m geri çekilerek, siyasi mücadele sürecinde olu�an y�rt�klar� dikme ve
bütünlü�ü yeniden kurma giri�imlerine olanak sa�lar. Bu elbette her �eyden önce ya�am�n hertürlü heyecan�n� canl� ya�amakla ve özveride bulunmakla gerçekle�ir
ARAKABLO
Halklar, tarih yapıcı güçleriniyaşama geçirmek zorundalar
14 EYLÜL 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
“Aydınlık Kitap”ta Mart ayından
beri her hafta yazıyorum. Şunu ön-
celikle belirtmek isterim ki amacım
şiir eleştirisi yapmak değildir. Bu
anlamda çok iyi isimlerimizin ol-
duğunu biliyorum, örneğin Gök-
han Cengizhan. Yazılarımı dik-
katle okuyanlar başka bir şey yap-
mak istediğimi sezmişlerdir. Nedir
o şey derseniz, şairlerimizin okur-
la buluşmasına ve şiirin kültürel ha-
yat içindeki dolaşımına katkıda
bulunmak diyebilirim.
Hasan Hüseyin Yalvaç da bu
anlamda uzun süredir üzerinde
yazmak istediğim bir şairdi.
Onu yıllardan beri tanıyorum.
Dört çocuklu bir ailenin babasıdır.
Aile gailesi hiçbir zaman peşini bı-
rakmadı. Bodrum’da doğduğu ya-
zıyor biyografisinde. Sonrası ise ke-
sik kesik dönemeçler. Kars, Eski
Foça, Denizli, Kara Deniz Ereğli-
si ilk ve orta öğretimini gördüğü
yerler. Üniversiteyi İzmir’de oku-
muş. Çalıştığı işlerin çeşitliliği bir
yönüyle hayatını da yansıtıyor. Bir
dönem liselerde öğretmenlik ya-
pıyor. Hava meydanlarında kont-
rol amirliği, özel kurumlarda mu-
hasebecilik ve personel müdürlü-
ğü. Kitapçılık, redaktörlük… Şu an
kendi kurduğu Sone Yayınlarını yö-
netiyor.
İlk kitabı 1970 yılında yayım-
landığında o henüz on dokuz ya-
şındadır: “Goca Goca Daşlar”. O
tarihten bugüne yazı hayatı sürü-
yor. Şiir ve düz yazı alanında yir-
miden fazla kitapta imzası bulu-
nuyor.
“Soyut basamaklardan geldikbugüne
Sevdalarımız vardı salkım saçakKavgalarımız kanlı bıçaklıDört yiğit arkadaştık ölümüneSoyut basamaklar bittiDayandı bıçak kemiğeVe gerçek dikildi heybetiyle”Gerçekle karşılaştığı, gerçekle
yüzleştiği yerdedir daima. Bu ne-
denle olmalı Hasan Hüseyin’in
şiirinde dolambaçlar olmaz. O ne
söylemek isterse doğrudan söyler.
Onun şiirini okurken açıklık, an-
laşırlılık ve yalınlık bakımından
hiç sıkıntı çekmeyeceğinizi peşinen
söylemeliyim. Bu bakımdan onun
şiiri, yorumsal varyasyonların oluş-
masına pek uygun değildir. Hasan
Hüseyin şiirinin bir diğer belirgin
özelliği ise baştan sona umut ve bu
anlamda bir ikna şiiri olmasıdır.
Yalnızlık mı, çaresizlik mi, para-
sızlık mı, ayrılık mı, tümü var şii-
rinde. Ama bütün bu kavramlar
diri bir umut perspektifinden ele
alınıyor ve işleniyor.
Barış özlemi, doğanın tahribi-
ne karşı duruş, bağımsızlık bilinci,
sömürüsüz bir yurt ve dünya özle-
mi, işçi hakları, yoksullara duyulan
merhamet onun şiirinde belirgin-
lik kazanmış temalardır. Bu te-
maların konuşma dilinin imkânla-
rından yoğunluklu olarak yararla-
nılarak ve sosyalist dünya görüşü-
nün penceresinden işlenişi esna-
sında bireysel duygularla da bü-
tünleştirilmesi şiire sahici
bir samimiyet kat-
maktadır. Bu sami-
miyet havası şii-
rin okunurluk çı-
tasını yükset-
mekle kalmı-
yor, şair oku-
yucu bütünleş-
mesini sağlaya-
rak şiirin amaç-
sallığına da hiz-
met ediyor.
“öyle bir yerdeyizki dünya gülü bizdeaçar
makileri dolanır rüzgâr bilbi-lan’da konaklar
hamsi sırtı turkuaz rengi denizmavisi
ferhat’ın deldiği dağ şirin’in buk-le bukle saçı
ve en güzel kuş sesi, kuzu mele-mesi
yayılır yayıklarında ülkemin sev-da sütü
tüm insanın yüreğine çalınırböylesine bırakır mı elin oğlu ya-
ban oğluişçimi işinden eder köylümü top-
rağındansattırır varını yoğunu kendine kul
edercoğrafyanın tarihiyle bağlı halkınıbirbirine amansız düşman eyler
…geç uşa-
ğım geç senbunları, dinlebir
şu harita-da gördüğün
her köy her şehirdestanlarla va-
rıp geldi bu büneçanakkale’de ölümü
yendierzurum’da nene hatun oldu gö-
ründüizmir’de hasan tahsin antep’te
karayılantürkiye mustafa kemal diye bi-
lindi” (Amerika Katil Katil)Hasan Hüseyin’in şiiri değerli
eleştirmenimiz Asım Bezirci’nin
maddeler halinde sıraladığı top-
lumcu gerçekçi edebiyat anlayışı-
na birebir uygundur. Onun şair ola-
rak duruşu, edebi çabası, üretken-
liği ile örnek edebiyatçı kimliğinin
zaman zaman ödüllendirildiğini
de biliyoruz. Bunları okuyucunun
da bilmesini isterim: Sabri Akay
Şiir Yarışması Mansiyon, Petrol-
İş Şiir Yarışması Jüri Özel Ödülü,
Damar Dergisi Şiir Yarışması
Üçüncülük Ödülü, İbrahim Yıldız
Şiir Yarışması Birincilik Ödülü,
Ömer Nida Şiir Ödülü.
Aziz Kemal Hızıroğlu’nun Ha-
san Hüseyin’le ilgili bir belirleme-
si var. Benim de katıldığım bu tah-
lille yazıyı bitirmek istiyorum: “Ha-
san Hüseyin Yalvaç 1951 doğumlu
ve genç sayılabilecek bir yaşta bir
şair olmasına rağmen 35 yıldır ül-
kenin toplumsal, sınıfsal kaynak-
larını inatla, öfkeyle, sevgiyle ve en
önemlisi sabırla işaret ediyor. Şair
Yalvaç’ın bir biçemi var elbet, an-
cak biçem kaygısından çok neyi im-
lediğini özellikle vurgulamaya ça-
lıştığı farklı ve öyküleyici biçimler
denemeyi seçiyor. Kimi şiirlerinde
siyasal söylem yansıması görülse de
bunun, dünya görüşündeki bazı
olmazsa olmaz doğruların doğaç-
lama tarzında kâğıda dökülmesi
şeklinde yorumlanması gereki-
yor.”(Damar, Mayıs 2006)
Şairimizin “Goca Goca Daşlar
(1970)”la başlayan edebi yolcu-
ğunun daha nice yıllar sürmesini ve
yepyeni eserlerle taçlanmasını di-
liyorum.
Gerçekle kar��la�t���, gerçekle yüzle�ti�i yerdedir daima. Bu nedenle olmal� Hasan Hüseyin’in�iirinde dolambaçlar olmaz. O ne söylemek isterse do�rudan söyler. Onun �iirini okurken
aç�kl�k, anla��rl�l�k ve yal�nl�k bak�m�ndan hiç s�k�nt� çekmeyece�inizi pe�inen söylemeliyim. Bubak�mdan onun �iiri, yorumsal varyasyonlar�n olu�mas�na pek uygun de�ildir
Şair sözü yalan değildir: Hasan Hüseyin Yalvaç
CAFER [email protected]
Hasan Hüseyinşiirinin bir diğer
belirgin özelliği isebaştan sona umut vebu anlamda bir ikna
şiiri olmasıdır.Yalnızlık mı,
çaresizlik mi,parasızlık mı, ayrılık
mı, tümü var şiirinde.Ama bütün bu
kavramlar diri birumut perspektifinden
ele alınıyor veişleniyor
�lkkitab� 1970
y�l�ndayay�mland���nda o
henüz on dokuzya��ndad�r: “Goca Goca
Da�lar”. O tarihten bugüne
yaz� hayat� sürüyor. �iir vedüz yaz� alan�nda
yirmiden fazla kitapta imzas�
bulunuyor
Hasan Hüseyin Yalvaç
14 EYLÜL 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Cumhur Utku’nun “Benim Gözümle12 Eylül” kitabı önümüzdeki haftalardaraflarda yerini alacak. 12 Eylül’ün üze-rinden 22 yıl geçti. Yaşananlar hakkındapek çok kitap yazıldı, farklı açılardan ogünler yeni kuşaklara aktarıldı. CumhurUtku 12 Eylül’ü o dönem görevde olanbir asker olarak anlatıyor. Kitap henüzokuyucuyla buluşmadan kısa bir bö-lümle Aydınlık Kitap’ta...
Telsizle “Komutanım Kâğıtha-
ne’de çatışma çıkmış!” diye haber ver-
mişti haberci er. İki er devamlı hazır-
dı. Birlikte cipe atladık. Cendere bo-
ğazına doğru demir haddehaneleri, saç
ve metal işleri yapan atölyeler dizilmişti
hep. Yamaçlardan Kâğıthane jandar-
masından beş altı erin yorgun argın in-
diğini gördüm. Yanlarına ulaştığımda
“vurduk komutanım” diyorlardı. Hele
jandarmaların biri “Birini vurduk ora-
da, çalıların dibinde kaldı, diğerleri de
kaçtı.” diye gizliden övünüyor gibiydi.
Bu arada Karakol Komutanı da
gelmişti, birlikte çıktık yukarıdaki ça-
lılara kadar. Tam sırtından yemişti
mavzer kurşununu garibim. Sırtından
giren kurşun ola ki kalbinde kalmıştı.
Yüzükoyun kapaklanmıştı. Yanında bir
demet bildiri, bildiride şunlar:
“Sıkıyönetim uygulamalarına son!
Bütün işçiler birleşin ve direnin!”
“Ey çocuk, sana ne?” dedim içim-
den. Yüzüne bakan anadan doğma sert
ve kavgacı bir tip olduğunu kestirebi-
lirdi. Köyden onu okutmak için bura-
lara gelip gecekonduya yerleşen bir fa-
kir ailenin çocuğu olduğu belliydi.
Bu tür eylemci gençler hep bu gö-
rüntüde oluyordu nedense. Kızlar da
öyle, kara kuru, esmer, makyajsız ve
kavgacı. Saçları tarak yüzü görmemiş
ve ancak on günde bir yıkanabilen ha-
fiften ağzı kokan ve her fırsatta sigara
içen tipler… Makyaj yapmak ya da her
gün sakal tıraşı olmak, belki de kendi
aralarında ayıp olan burjuva özentili-
ğiydi. Dev-Genç’ten türeyen Dev-
Yol’da, ondan türeyen Dev- Sol’da hep
bu tür gençlerden ibaretti. Aralarındaki
bölünmeler ve fraksiyonlar teoriyi pra-
tiğe dönüştürmede yaşadıkları çeliş-
kilerdendi. Bazıları silahlı mücadele-
yi bazıları ise siyasi mücadeleyi be-
nimsiyorlardı hepsi bu.
Ülkücülerin erkekleri de aşağı yu-
karı bu tiplere benzerdi. Gruplardan ve
kuruluşunda oldukları yapılanmadan
söz ederlerken birisi ‘örgüt’ diğeri de
‘teşkilat’ derdi. Aralarında devrimcilere
benzer belirgin ayrılıklar olmadığı için
askerin, karakol polisinin ve siyasi po-
lisin işlerini kendiliklerinden kolay-
laştırıyorlardı. Çoğu sarkık bıyıklarını
1970 başlarında terk etmişlerdi. Fazla
fanatik, Türkçü milliyetçi olanlarda
hala o bıyıklar vardı. O fanatikleri de
diğerleri tetikçi olarak kullanırdı. Ül-
kücü kızlar devrimci kızlara hiç ben-
zemezdi. Yaptıkları eylemlerde er-
keklerin yanında konuşamazlardı. Teş-
kilat terbiyesi bunu gerektirirdi. Oysa
devrimcilerin eylemlerinde çoğu zaman
sözcüleri kızlar olurdu. Örgütün halk-
la ilişkileri kızların sorumluluğunday-
dı. Ülkücü kızlar daha ev kızı gibi, daha
akça pakça ama devrimcilerden daha
safça olurlardı. Devrimci kızlar ise
daha Amazon benzeri…
[...]
Yamaçtaki çalı dibine düşmüş genç
adamı sırtüstü çevirip, hala göğsüne
bastırdığı kanlanmış kâğıt destesini
gövdesinden ayırırken bunları düşü-
yordum. “Neden be çocuk? Neden?”
Bu yamaçların üstündeki yeni oluş-
makta olan mahalleye Çayan Mahallesi
diyorlardı. Bu adı polisler neden buraya
yakıştırmışlardı bilmiyorum. Mahir
Çayan burada uzun süre gizlenmiş di-
yorlardı, gereksizce efsaneleştiriyor-
lardı. Bu çocuk belki de hiç görmedi-
ği Mahir Çayan’a tapıyordu…
Bildirileri üçüncü hamur teksir kâ-
ğıdına mavi mürekkeple basmışlardı. Bir
sürü arkalı önlü söz söylemişler, aralarda
ve son satırdaki sloganları da büyük
harfle yazmışlardı. Bildiride yazılanlar,
Cendere Boğazında dizili fabrika işçi-
lerini kışkırtmak için değil sanki bir-
birlerini eğitmek ve kendilerini bilin-
çlendirmek için söylenen sözler gibiy-
di… Yarısı kanlanmış kâğıt tomarını
jandarmaya verdim, başçavuşa “Şimdi
savcı bekleyeceksiniz herhalde.” de-
dim. Savcının gelmek üzere olduğunu
söyledi. Savcıya kalan; daha yirmisine
varmamış, askere gitmemiş, meslek
sahibi olamamış genç adamı hangi jan-
darma askerinin tüfeğinden çıkan kur-
şunun toprağa düşürdüğünü bulmaktı.
Bulsa ne olacaktı ki? Benim işim yok-
tu orada, olan olmuş, ölen ölmüştü.
Yamaçtan aşağı toprak yola doğru
yürüdüm. Çipteki devamlı tuttuğum
mataramdaki suyla elimi, yüzümü yı-
kadım. Arabanın koltuğuna oturdum
başımdan beremi çıkartıp, alnımdaki
teri elimle sildim. İki kardeşim vardı.
Erkek olan birçok badireler atlatarak,
hapisler yatarak İstanbul Teknik Üni-
versitesi’nden mimar olarak bitirmiş,
şimdi bir arkadaşıyla iş kurmaya çalı-
şıyordu. Diğeri kızdı ve Tıp fakülte-
sindeydi. Evlerine gittiğimde ikisinin de
masalarında, kitapları arasında böyle
bildiriler buluyordum. Geçen gün git-
tiğimde kız kardeşimi Lenin’in “Ka-
dınların devrimdeki sorumlulukları
nelerdir?” gibi bir adı olan kitap okur-
ken görmüştüm. Erkek kardeşimin
ona ideolojik bir baskısının olduğunu
sanmam. Okulda birilerinin kardeşime
çengel attığı ise büyük olasılıktı. Benim
ise üzerine gitmeme, kitaplarına el koy-
mama gerek yoktu. En büyük ben ol-
duğum halde kardeşlerime hiçbir şe-
kilde iyi ya da kötü müdahalede bu-
lunmam söz konusu olamazdı. Bu
daha çocukken onlardan ayrılıp aile
içinde birlikte yaşamadığımızdan, be-
nim yatılı okullarda okumamdan da
kaynaklanıyordu. Gene de vurulup
ölen bu çocuk benim kardeşlerimi
koruma dürtüsünü harekete geçir-
mişti. Onları, annemi ve babamı da te-
laşlandırmadan bu tür tehlikelere kar-
şı nasıl uyarabileceğimi düşündüm.
Oturup her ikisiyle, özellikle kız kar-
deşimle konuşmak en iyisiydi. Erkek
kardeşimin deneyimleri yetmişti ve
eylemsel bir işe girişmeyeceği, artık
mesleğini yapmanın zorunluluğunu
bildiği, gerçekleri gördüğü belliydi.
[...]
Yürü dedim şoföre… Bölüğe gel-
diğimde rapor yazacak, Kurmay baş-
kanına çıkıp olayı anlatacak durumda
değildim. Kapıyı çarpıp kapattım. Kol-
tuklardan birine uzandım ve ne yap-
mam gerektiği, neler yapılması ge-
rektiği, nerelere doğru gidildiği gibi şey-
ler düşünürken gündüz vakti dalıp
gitmişim. Telefon çaldığında uyan-
dım. Harekât Eğitim subayı Binbaşı,
“Cumhur, Komutan seni soruyor. Kâ-
ğıthane’deki olayda ölen çocuğun kim-
liğini araştırmanı istiyor.” diyordu.
“Araştırdım Komutanım, size söy-
lesem iletirsiniz değil mi?”
“Evet, zaten önce benden sordu.”
“Komutanım ölen çocuk benim
kardeşime çok benziyordu, eşkâlini ve-
rebilirim ama kimliğini veremem, bil-
miyorum.” dediğimde, Binbaşı yavaşça:
“Peki, Cumhur anladım!” dediydi…
Sonra o karakol komutanını vur-
dular. Sabah evden geliyordum. Beş
günlük bir izin almıştım ve akademi sı-
navları için öğrenmem gereken bir ta-
limnameyi o beş gün içinde evde oku-
muş, notlar çıkartmış ve ezberler hale
getirmiştim. Bir taraftan da yeni gelen
Tümen komutanının o gün benim ta-
tilden döneceğim gün bölüğü denet-
leyeceğini söylemişti telefonda Bölük
Başçavuşu.
Tam Kâğıthane köprüsüne gel-
miştim ki önümde lacivert bir araba
durmuş, birkaç kişi içine şaşkın şaşkın
bakıyorlardı. Tarihi Kâğıthane deresi
her daim bok kokardı. Bir de az biraz
yağmur yağsa taşardı. Bu dere Lale
Devri’nden beri nasıl bu günlere gel-
miş diye hep düşünürdüm. Dereler de
ölür, işte ölüyor derdim. O kaplum-
bağaların sırtlarında mumla dolaştık-
ları Sadabat Bahçesi şimdi benim bö-
lüğün eğitim alanı ve Tümen karar-
gâhının tören alanıydı. Sadabat kas-
rından arta kalan, iki mermer süslemeli
çeşme ve bir iki bina temeli vardı
dere kenarında. İşte Kâğıthane Jan-
darma Karakolu bu bahçenin başladığı
doğu ucunda ve çarşının bittiği yer-
deydi. Eskiden İstihkâm Okulu olan
(şimdi belediye binası olarak kullanı-
lan) Tümen Karargâh binası da batı
ucundaydı. Başçavuşu tanırdım. İyi
ve saygılı bir adamdı.
Demek ki örgütlenmişlerdi ve ar-
kadaşlarının kanlarını yerde bırakma-
mışlar, jandarmadan intikamlarını al-
mışlardı. Kâğıthane Jandarma Ko-
mutanı Başçavuşu bir ay sonra bir sa-
bah, Kâğıthane deresi üzerinde kıstır-
mışlar, kendi özel arabası lacivert
renkteki Murat 124’ün içinde öldür-
müşlerdi. Olay yerine gittiğimde, di-
reksiyondaki sağa doğru eğilmiş kan-
lı bedeniyle karşılaştım. Sonra yarı
açık, gözlerini fark ettim.
Başçavuşun gözleri benim gözle-
rime benziyordu…
Bir askerden 12 Eylül öyküsü12 Eylül’ün üzerinden 22 y�l geçti. Ya�ananlar hakk�nda pek çok kitap yaz�ld�, farkl� aç�lardan ogünler yeni ku�aklara aktar�ld�. Cumhur Utku 12 Eylül’ü o dönem görevde olan bir asker olarak
anlat�yor. Kitap henüz okuyucuyla bulu�madan k�sa bir bölümle Ayd�nl�k Kitap’ta...
Cumhur Utku’nun“Benim Gözümle
12 Eylül” kitabıönümüzdeki
haftalarda raflardayerini alacak
ÇAYAN MAHALLESİ SIRTLARINDA JANDARMA ERLERİNİN ARKASINDAN ATEŞEDİP YAMACA DÜŞEN GENÇ ÇOCUK, MAYIS 1979
14 EYLÜL 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
�pek Evi
“Ölüler Genç Kalır”, Alman dilinin en
büyük yazarları arasında sayılan Anna
Seghers’in en önemli ve en kapsamlı
romanıdır. Almanya’nın 1918-1945
yılları arasında yaşadığı büyük çal-
kantıları, emekçi ayaklanmalarını,
Nazizmin iktidara gelişini ve İkinci
Dünya Savaşı’nı büyük bir gerçeklik-
le anlatır.
Roman, farklı sınıflardan ve siya-
sal eğilimlerden insanların hayat hi-
kâyelerini bir araya getirerek zengin
bir panorama sunar. Romanın baş ki-
şileri, 1918’de Spartakist ayaklanma-
sına katılmış genç bir komünistin
“yargısız infazı”yla çeşitli derecelerde
ilişkili kişilerdir. Bu şekilde hem fail-
lerin ve onların akrabalarının, hem de
kurbanın akrabalarının hikâyesini an-
latan bir kurgu ortaya çıkmaktadır.
Ölüler Genç Kal�r
Charles Wenmoth, İngiltere’nin gü-
neybatısında hem vaaz veriyor hem de
demirci olarak çalışıyor. Olay 1870’li yıl-
larda geçiyor ve o zamanlar Wenmoth
gibi vaizler haftanın her günü kendi-
lerini işe ve ülkeyi bir uçtan diğer uca
turlayıp değişik yerlerde vaaz vermeye
adıyorlar. Wenmoth inançla yanıp tu-
tuşuyor; fakat bu, içgüdüsel bir gnos-
tisizm ile dengede duran bir inanç:
Doğa ve etrafındaki dünyanın gerçek-
liğinden hoşnut. Dikkatini dağıtan tek
şey civar kasabada oturan kör bir kız.
Gittikçe kötüleşen durumuna rağmen
inancını tüm ruhu ve kalbiyle koruyan
bir kız.
“Kelimelere sığmayacak derecede
mükemmel ve çok farklı bir ilk roman..
Hobbs, karakterlerinin ritimlerini ta-
mamen yakalamışa benziyor.”
Laurence Phelan
Kay�p Zamanlar
İnsanlar şempanzelerden değil şempan-
zeler insandan türemişlerdir. İnsanlar ve
kuyruksuz maymunlar bir atayı paylaşır-
lar. Halk dilinde söylersek, kuyruksuz may-
munlardan türemişiz. Ancak DNA’mızın
neredeyse hepsini şempanze ve goriller-
le paylaşıyor olduğunuza dair bulgular bizi
yeniden düşünmeye zorlamaktadır. 1997
yılında Avustralya Ulusal Üniversite-
si’nde en son moleküler biyoloji teknik-
lerini kullanılarak elde edilen DNA bul-
gularının yorumları, insan ile kıllı kuy-
ruksuz maymunlar arasındaki genetik
akrabalığın 3,6 ila 4 milyon yıl önce ortak
bir atayı paylaştığız yönünde olduğunu
göstermiştir. Türkçeye birçok kitabı çev-
rilen ünlü popüler bilim yazarı astrofizikçi
Dr. John Gribbin ve hayvan davranış bi-
limcisi Dr. Jeremy Cherfas bilimin en zor-
lu dedektiflik hikâyesinin, bizlerin ortaya
çıkış hikâyesinin izini sürüyorlar.
�lk �empanze
Türkiye, Japonya, Rusya: Coğrafi ko-
numları, dilleri, dinleri, yüzölçümleri,
güçleri, kültürleri birbirinden bu kadar
farklı üç ülke neden aynı saplantılarla bo-
ğuşup durur? Bu üç ülkenin Batı denen
şeye benzer tepkiler vermelerinin ku-
ramsal açıdan tutarlı bir açıklaması var
mıdır? Batı tarafından mağlup edilmiş
bu imparatorluklar yenilgiyle nasıl başa
çıkmışlardı? Konstrüktivizmin yanı sıra
toplumsal kuramcıların ve düşünürlerin
görüşlerinden yararlanan “Yenilgiden
Sonra”, lekeli devletlerin statü kaygıla-
rına karşı aşırı duyarlı hale geldiklerini
ve dış siyasetlerini buna göre biçimlen-
dirdiklerini savunuyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Tür-
kiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası Ja-
ponya ve Soğuk Savaş sonrası Rusya va-
kalarını derinlemesine inceliyor, karşı-
laştırıyor.
Yenilgiden Sonra
Yıl: 1939 Yer: Paris Kurban: NinaBelskaya adında bir Rus göçmeni. Pa-ris’teki Rus entelektüelleri arasındaasiliği ve “köksüzlüğü” ile tanınan birgenç kadın. Fail: Meçhul. Nina’yı kimve neden öldürmüştü? Fikirleri yüzün-den siyasi bir cinayete mi yoksa çekici-liği yüzünden bir aşk cinayetine mikurban gitmişti? 1980’lerde Rusya’danABD’ye göç eden ve şimdi New York’tatarih yüksek lisansı yapmakta olanTanya, Nina Belskaya’nın adına birdipnotta rastladığından beri bu sorununcevabını merak ediyor. Nihayet de-dektif rolünü üstlenip Paris’e giderekolayı soruşturmaya başladığındaysa iş-lerin sandığından daha da çetrefili ol-duğunu görüyor. Ninoçka, dedektiflikromanı geleneğiyle hem inceden alayeden hem de bu geleneğin ustalıklı birkullanımını içeren; sürgün, nostalji,kuşak ve kültür çatışması gibi kavram-lar üzerinde duran bir kitap.
Ninoçka
Sıradışı bir yazardan, oyuncaklı, doku-
naklı ve fazlasıyla sıra dışı bir roman: “Ka-
ğıt İnsanlar”. Yazarı roman karakterle-
rinin arasına, kâğıdı olay örgüsüne katan,
yıkımı körükleyip küllerinden yeniden do-
ğan, özgün ve çarpıcı bir metin. Alınya-
zısına karşı koymanın, kurmacanın ve
başkaldırının, kayıplara rağmen ayakta
kalmanın hikâyesi... Kâğıt kadar hassas,
kâğıt kadar tanıdık. Kağıt İnsanlar, sizinle
konuşacak. Öykülerini sütunlarla kura-
cak, mahrem hayatlarını gizlemeye çalı-
şacak. Göğüs kafesinizin içine kâğıttan bir
kalp yerleştirip defalarca yırtacak, son-
ra tekrar yamayacak... Ve siz, kağıdın üze-
rinde dile gelen sayfaları çevirirken ken-
di kaderinizi, kendi kâğıt insanlarınızı,
kendi yaralarınızı nasıl yamadığınızı dü-
şüneceksiniz. Kelimeler birer yara izi gibi
kâğıda tutunacak. İnsanın canını en çok,
ama en çok, kâğıt kesikleri yakacak.
Ka��t �nsanlar
“Edebiyat” diye bir kategoriden bahse-
debilir miyiz? Gerçeklik ile kurmaca ne-
rede birbirinden ayrılır? Çeşitli edebiyat
kuramları metnin ne demek olduğu ve ne
işe yaradığı konusunda bize ne söylüyor?
Kavram ile “şeyler”, söz ile eylem ara-
sındaki ilişki nedir? Kültür kuramları ile
politik durumun bir ilgisi var mı? Edebi-
yat bir strateji midir? Terry Eagleton
daha önceki kitaplarında da öne sürdüğü
soruları yeni bir perspektifle ele alırken,
edebiyatın kültür içindeki yerine, geçer-
liliğine, işlevine ve sınırlarına dair net bir
bakış açısı sağlıyor. “Edebiyat Olayı”,
yalnızca bir edebiyat olayı değil. Edebiyatın
doğasına, yapısına, dünya ile ilişkisine dair
temel soruları ve çeşitli edebiyat teorile-
rinin bu konularda verdiği yanıtların ne an-
lama geldiğini incelerken; dil, kavramlar,
gerçeklik, kültür ve ideoloji gibi konular-
da temel yaklaşımları da sorguluyor ve tat-
min edici cevaplar sağlıyor.
Edebiyat Olay�
Svetlana Boym, Metis Yay�nlar�,Çev: Yi�it Yavuz, 328 s.
Anthony Horowitz, �thaki Yay�nlar�,Çev: Murat Özbank, 296 s.
Arthur Conan Doyle Vakfı 125 yıllık ta-rihinde ilk kez yeni bir Sherlock Holmesromanının yayımına onay verdi. Önce-ki romanlarıyla New York Times best-seller listelerinde zirveye yükselen Ant-hony Horowitz’i “İpek Evi”nin yazarıolarak seçti. Bir kez daha “Av Başladı.”Londra, 1890. 221B Baker Caddesi.Yassı kasketli tuhaf bir adam tarafındantehdit edilen Edmund Carstairs, Sher-lock Holmes ve Dr. John Watson’ı zi-yaret edip yardımlarını ister. Holmes veWatson istemeden de olsa kendileriniderin bir uluslararası komplonun için-de bulurlar. Yeraltı dünyası, Londra’nınloş sokakları, keşhaneler... Olayları ay-dınlattıkça karşılarına gizemli İpek Eviçıkmaya başlar. Nedir bu İpek Evi? Du-varlarının ardında neler olup bitmek-tedir? İpek Evi’nin korkunç gizemi,“son” Sherlock Holmes macerasında...
Peter Hobbs, Alt�n Bilek Yay�nlar�,Çev: Gizem Genç, 299 s.
Terry Eagleton, Sel Yay�nc�l�k,Çev: Ba�ak Yüce, 256 s.
Anna Seghers, Yordam Kitap,Çev: Sevinç Alt�nçekiç, 576 s.
Jeremy Cherfas, John Gribbin,Alfa Bas�m Yay�m Da��t�m, Çev:
Özge Kelekçi, 328 s.
Ay�e Zarakol, Koç ÜniversitesiYay�nlar�, Çev: Bar�� Cezar, 356 s.
Salvador Plascencia, Siren Yay�nlar�,Çev: M. Begüm Güzel, 224 s.
14 EYLÜL 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Havaalan� Bal�klar�
Edebiyatımızın ve düşünce dünyamızın
öncü kalemlerinden Ahmet Cemal, de-
neme yazınımıza bir kere daha unutul-
mayacak bir katkıda bulunuyor. Yazarın
yeni denemelerini topladığı “Lanetlen-
miş Ağustosböcekleri”, edebiyattan si-
nemaya, tiyatrodan resme, çeviri uğra-
şından politikanın sanata etkisine dek
uzanan yazılardan oluşuyor. Kültür ha-
yatımızın son on yılında yaşanan olayla-
rı, tartışmaları, gündem oluşturan ko-
nuları günü gününe ele alan, ama gün-
celle asla sınırlı kalmayan yazılar bunlar...
Cemal, yaşamın getirdiklerinden, oku-
duğu bir kitaptan, katıldığı bir tartışma-
dan yola çıkarak insanı her çağda, her
yaşta ilgilendirecek sonuçlara varıyor. Ku-
rumuş gırtlaklardan bir çığlıktır yüksel-
di, bir müzik de diyebilirim buna, vahşi
bir şarkı, tepeden aşağı, yolun üzerinden
denize doğru yuvarlandı.
Lanetlenmi�A�ustosböcekleri
19. yüzyılın vals kralları Viyanalı
Baba Johann Strauss, oğul Johann
Strauss ile kardeşleri Josef Strauss,
Eduard Strauss ve bu aileyle hiçbir
bağı olmayan Fransız vals bestecisi
Isaac Strauss. İşte elinizdeki kitapta
aynı soyadını taşıyan bu beş besteci-
nin Osmanlı hanedanıyla müzikal iliş-
kisi anlatılıyor.
Osmanlının Batılılaşma çağında
1840’larda başlayıp 1890’lara uzanan
dönemde padişahlara adanan bes-
teler, olağanüstü törenler için sunu-
lan eserler, karşılığında alınan ödül-
ler ve nişanlar. 19. yüzyılın zengin-
leşen Avrupa’sıyla Batılılaşma ça-
basındaki Osmanlı Devleti’nin mü-
zik alanında kesişen birlikteliği. İlginç
detaylarıyla dikkati çeken bir öykü.
Müzisyen Strausslar veOsmanl� Hanedan�
Orhan Karaveli altmış yıllık arkadaşı İl-
han Selçuk’u anlatıyor... “İlhan Selçuk bir
yurtseverlik anıtı, bir insanlık savaşım-
cısıydı. Onun için kitaplar dolusu ko-
nuşmak, anlatmak gerek. İşte bunu bir
arkadaşımız gerçekleştirdi. İlhan Selçuk’u
yeni kuşaklara gerektiğince tanıtacak bir
çalışma içindeki sevgili Orhan Karave-
li’ye bin teşekkür.”-Oktay Akbal-
“Kitap boyunca düşündüm; böylesine
çok yanlı, insanlığın her halini kişiliğin-
de barındıran bir Aydınlanmacının özel-
liklerini belirten anıları, mektupları Or-
han Karaveli gibi, önemli kitaplara imza
atmış deneyimli bir gazeteciden başka
kim, dağın dibindeki cevheri keşfeder-
cesine somut verilerle okuyucuya ulaş-
tırabilirdi?.. Karaveli, “Kendi Heykelini
Yapan Adam” kitabıyla, İlhan Selçuk’un
Aydınlanmacı kişiliğine tanıklık görevi-
ni yerine getirmiştir.”-Adnan Binyazar-
Kendi Heykelini YapanAdam: �lhan Selçuk
Hümanizma, antikçağdan beri, tüm in-
sanlık tarihinin “uygarlaşması” sürecin-
de kölelik, eşitsizlik, yoksulluk, dogma-
tizm, ayrımcılık, savaş gerçekliği gibi ol-
guların yanı başında ve onlara rağmen sa-
hiplenilen bir kavram olmayı sürdürüyor.
Türkiye’nin bu kavramla olan ilişkisini ir-
delemek ise, akademik bir tarih araştır-
masının yanı sıra, bugüne kadar insana
dair yaşanan sorunlarımızı fark edebil-
mek, tanımlamak adına da anlam taşıyor.
Doç. Dr. Işıl Çakan Hacıibrahimoğlu da
hümanizma ana teması üzerine kurgulu
bu çalışmasında, dine, soya ve toprak ege-
menliğine dayalı imparatorluk mirasını
devralan Türkiye’nin kavramla ilişkisini
kurmayı, Osmanlı’nın son döneminden
1950’lere kadar uzanan süreçte kavramın
aldığı biçimleri, algılanışını Türkiye ör-
neğinde izlemeyi amaçlıyor.
Eric J. Hobsbawm’ın klasikleşmiş
eseri “İlkel Asiler”, köylü isyanların-
dan binyılcı hareketlere, mafia’ya,
İspanyol anarşizminin isyancılığı ile
köylü tasavvurlarına, İtalyan fasci’le-
ri ile komünist hareketin ilişkisine, şe-
hirlerde güruhların ayaklanmaları-
na ve 20. yüzyılın komünist işçi kal-
kışmalarına bakarak isyanın, eşkıya-
lığın tarihini ele alıyor. Avrupa’da eş-
kıyalığın, isyanın, ayaklanmanın si-
yasal hareketlerle nasıl buluştuğuna;
dinsel inançların siyasal bilinçte nasıl
akıp yaşadığına odaklanıyor. İlkel ile
modern arasında varlığını sürdüren,
dönüşse de yok olmayan bir direniş
şeklinin hikâyesini anlatıyor; kan ve
gözyaşı kadar efsane, iman ve ısrarın
asi hikâyesini... Güruh yoksuldu; “on-
lar” zengindi; hayat temelde yoksul-
lar için adil değildi.
�lkel Asiler
Harry Bosch, TETP’ye dahil edilmiş ve
Los Angeles Emniyet Müdürlüğü’nden
emekli olmadan önce kendisine üç yıl
daha çalışma hakkı tanınmıştır. Bosch,
daha birçok davayı sonuçlandırmak is-
teğiyle yanıp tutuşurken bir sabah önün-
de çözmesi gereken iki dava birden bu-
lur. İlki 1989 yılına ait bir tecavüz ve ci-
nayet davasıdır. Olay sırasında ele geçi-
rilen DNA, daha önce çeşitli suçlardan
mahkûm olmuş yirmi dokuz yaşındaki bir
suçluyla eşleşmektedir. Adam henüz se-
kiz yaşındayken böyle bir suça mı bulaş-
mış, yoksa yeni açılan yerel suç labora-
tuvarında korkunç bir hata mı yapılmış-
tır? Bu ikinci olasılık, halen DNA üze-
rinden yürütülmekte olan bütün davala-
rın seyrini değiştirecek bir olasılıktır.
İkinci davada ise Meclis Üyesi Irvin Ir-
ving’in oğlu Marmont Şatosu’nun pen-
ceresinden atlamış veya aşağıya itilmiştir.
�üpheli Ölüm
İstanbul, 1873... “Şansı yaver gitmiş birihtimal” hikâyesinin anlatıldığı kitabıokuduğunda, başına gelebilecek tek ih-timalin idama mahkum edilmek olaca-ğını bilemezdi medresenin sevilen ho-cası Akil. Tahir Usta onu bir mezarlığınkuytusuna sürüklediğinde, ne zamandırmerak edip durduğu o “oda”yı nihayetgörebileceği ihtimali Levend’in aklınahiç mi hiç gelmemişti. Yaşama dair kü-çük bir ihtimalin peşindeki Melike,daha önce bir kez olsun düşünmemiştisevginin de bir ihtimal olabileceğini.Peki, ihtimaller tıpkı bir hileli zardakigibi önceden belirlenmişse? Nasıl çö-zülecekti varlığımızı kuşatan sırlar? Birkitap sayesinde mi? Onlarca, yüzlerce?Bilgiye, varlığın bilgisine, yaşamın an-lamına dair küçücük bir bilgiye ulaşmayıvaat etmez mi on binlerce, yüz binlercekitabın yer aldığı bir kütüphane? Yok-sa sonsuza kadar kaybolacağınız bir la-birente mi dönüşür?
Alg� Kalesi
Eric J. Hobsbawm, �leti�imYay�nevi, Çev: U�urKocaba�o�lu, 267 s.
Angelika Overath, Ayr�nt�Yay�nlar�, Çev: Zehra Aksu
Y�lmazer, 128 s.
Bir havaalanının yersiz yurtsuzluğunda, üç
insanın hayat çizgisi kesişir. Dergi fotoğ-
rafçısı Elis ile havaalanındaki dev resif ak-
varyumunun sorumlusu Tobias arasında bir
aşk gelişirken, havaalanının sigara odasında,
çoktan bitmiş bir evliliğin muhasebesi ya-
pılmaktadır. İşi nedeniyle Afrika ile Asya
arasında durmaksızın uçan Elis, devamlı ha-
vaalanlarında olmaktan ama aslında hiç-
bir yere varamamaktan yorulmuştur. Ha-
vaalanındaki akvaryuma gözü gibi bakan,
deniz canlılarını çocukları gibi şefkatle
seven Tobias’la akvaryumun önünde te-
sadüfen tanıştığında, aralarında önce kar-
şılıklı monologlarla başlayan, sonra gide-
rek derinleşen bir yakınlık gelişir. Akvar-
yumdaki tropik deniz balıkları, mercanlar
ve anemon çayırları arasında sessiz seda-
sız yüzerken ve yolcular hiç durmadan ak-
varyumun etrafından akıp giderken, özle-
min, yalnızlığın dibine inilir.
Ömer E�ecio�lu, Yap� KrediYay�nlar�, 288 s.
Gültekin Karaku�,h2o Kitap, 190 s.
Ahmet Cemal,Can Yay�nlar�, 400 s.
Orhan Karaveli,Do�an Kitap, 224 s.
I��l Çakan Hac�ibrahimo�lu, ��Bankas� Kültür Yay�nlar�, 356 s.
Michael Connelly, Alt�n Kitaplar,Çev: Mehmet Gürsel, 432 s.
Cumhuriyet veHümanizma Alg�s�
Küçük kırmızı balıklara
Küçük Kara Balık geçti o dereyi, ama
Behrengi geçemedi, izin vermediler.
1939’un Haziran ayında Azerbaycan’ın
Tebriz kentinde doğmuş Samed Behrengi.
İki erkek, üç kız kardeşi varmış. İlkokulu bi-
tirdikten sonra Tebriz’deki Öğretmen Oku-
lu’nda okumuş. Öğrenimini tamamlayınca
köy okullarında gönüllü öğretmenlik yap-
maya başlamış. Öğretmenlik yaptığı sıralar
bir yandan Tebriz Üniversitesi İngiliz Dili
ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş. Çocukla-
rı seven ve onları anlamaya çalışan Beh-
rengi, halk masallarının gerçekliğine, du-
ruluğuna, yol göstericiliğine çok inanırmış
ve ilk kitabında bu halk masallarını derle-
yip Farsça’ya çevirmiş. Kısacık ömrüne
birbirinden güzel çocuk öyküleri de sığ-
dırmış. “Küçük Kara Balık”ı, “Bir Şeftali
Bin Şeftali”yi, “Pancarcı Çocuk”u, “Püs-
küllü Deve”yi, “Kel Güvercinci”yi armağan
etmiş küçük büyük herkese. Bu öykülerin
yanı sıra, İran kültürü ve eğitim sistemiyle
de ilgilenmiş ve sistemin aksayan yönleri-
ni kaleme alıp, çözümler üretmiş. Ancak bu
makaleleri ve kısa öyküleri Şah yönetimince
yasaklanmış ve kimilerine göre Behrengi’nin
cezası Aras Nehri’nde kesilmiş. Samed
Behrengi’yi öldürdüğünü zanneden iktidar,
onun ömrüne ömür kattığını
anlamamış bile.
“Çocuklar, bu toplum baba-
larınızın size miras bıraktığı top-
lumdur. Yaramazlıklarınızı aza
indirmeli ya da hatta tümüyle bı-
rakmalısınız. Bu toplumun so-
runlarının üstesinden gelecek
çözüm araçlarını aramalı, bul-
malı ve de hastalıkları yok et-
melisiniz. Toplumu tanımanın
birkaç yolu vardır. Bu yollardan
biri kitap okumaktır. Kitapların
hem en iyisini seçmeliyiz, hem
de bizim çeşitli sorularımıza ya-
nıt verenlerini. Kitap toplumumuzu ve
öteki ulusları bilgilendirmek ve bize top-
lumsal hastalıkları göstermek zorundadır.
Öyküler bizlere, toplumumuzun gerçek
bir resmini çizebilir; sorunları-
nı ve nedenlerini açıklayabilir.
Öyküler, okuyanları yalnızca
eğlendirmez. Bu yüzden ben de
akıllı çocukların öykülerimi yal-
nızca hoş vakit geçirmek için
değil, öğrenip bilgilenmeleri
için okumalarını istiyo-
rum.” (Samed Behrengi)
Çocuklar ilk duydukları
sözcüklerle konuşmayı söker-
ler, ilk gördükleri insanları
aile bilirler, ilk mimikleri, ta-
vırları, davranışları bu insan-
lardan görüp onları taklit ederler. İlk oku-
dukları akıllarından çıkmaz. “Küçük Kara
Balık”ı heceleyerek okuma şansına sahip
çocuklar, o an bunun kıymetini bilmezler,
sonradan ya anlarlar ya anlamazlar. Ço-
ğumuz “sistem eleştirisi” bilincine sahip ol-
duktan sonra okumuşuzdur bu kitabı, ama
bunu bilmeden okuyan ço-
cuklar ne şanslıdırlar. Yedi
yaşına bastıkları gün, birine
“Küçük Kara Balık” birine
“Bir Şeftali Bin Şeftali” alı-
nan kardeşler vardır mese-
la, ne şanslıdırlar. Küçük
kırmızı balıklar da onlardır
asıl. Sabaha kadar okyanu-
su düşleyip Kara Balık’ın
derdine düşen onlardır.
Yirmi dokuz yaşında kıy-
masalardı kim bilir daha ne-
ler yazardı Samed Behrengi.
Biz bilmeyiz, karşılıklı ağlaşarak Küçük
Kara Balık okuyan anneleriyle evlatlarını.
Çocukları cezaevinde, eşleri gece nöbetle-
rinde bu anneler, inadına bulup okuturmuş
bu kitabı evin en küçükleri-
ne. İran’da halen yasaklı ki-
taplar arasında olan bu ki-
tap, 1980 İhtilalinde Türki-
ye’de de yasaklı olduğu dö-
nemlerde, sayıları az da olsa
bazı çocukların eline geç-
miş işte bu şekilde.
Kitabın arkasındaki öy-
küyü bildiğinizde, yaşanan-
ları, yaşatılanları, acıları, öz-
lemleri, o kitap daha çok do-
kunur ya size, içinize işler, sa-
dece size özel olsun ama bir
yandan da herkes bilsin istersiniz. Yazar öyle
şeyler anlatır ki, özgürlüğün ekmek ve su-
dan daha önemli olduğunu mesela, yasak
tanımazsınız, bulur okursunuz. Kitabevle-
ri beş adım ötenizde de değildir ayrıca, uğ-
raşırsınız bulmak için. Şimdi bu kitap aya-
ğımıza kadar gelmiş de, kıymetini bilme-
yecek miyiz? Çocuklar artık Küçük Kara
Balık’ı düşünmeden mi uyuyacak?
Birileri yok yere ölmesin. Kara Balık ok-
yanusun dibine gömüldüyse Balıkçıl da
gömülsün. Birileri bizim için özgürlükle-
rinden vazgeçiyorsa nedeni bilinsin, isimleri
unutulmasın. Çocuklara “Samed Behren-
gi kim?” diye sorulduğunda yüzümüze boş
boş bakmasınlar. Bilsinler ki; kendi yazdı-
ğı kahramandı o, Küçük Kara Balık’tı, ok-
yanusa açılırken nehirde boğuldu. En bü-
yük Türk yazarlardan biriydi, herkes ço-
cukları onun kadar sevemezdi. Kütüpha-
nelerine onunki kadar büyük bir hediye bı-
rakan olmadı. Bunları bilsinler ki, okyanusa
açılmak için cesaretleri olsun.
Hayat boyu okumalar diliyoruz.
14 EYLÜL 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
“Bu derenin ucunun nereye ç�kt���n� gidip görmek istiyorum. Ba�ka yerlerde neler olup bitti�inigerçekten bilmek istiyorum. Böyle amaçs�zca yüzmekten b�kt�m usand�m…”
Benim Ad�m Kristof Kolomb
Benim adım Kristof Kolomb. Benim,
Yeni Dünya’yı keşfimle birlikte Büyük
Okyanus İmparatorlukları Dönemi baş-
ladı. Yeni Dünya ile yapılan ticaretlere
bağlı olarak, İspanya ve İngiltere gibi bazı
Avrupa ülkeleri ekonomik açıdan büyük
bir gelişme gösterdi ve uluslararası güç
hâline geldi. O zamandan beri, dünyanın
herhangi bir yerinde gerçekleşen bir
olay diğer tüm bölgeleri etkiliyor. Benim
seyahatlerim olmasaydı, yaşadığınız dün-
yaya ilişkin bilgileriniz bugün bildikleri-
nizden çok farklı olacaktı.
Fernando Garces, Alt�n Çocuk, Çev: Figen Sayar, 64 s.
Barba ile Rabarba
Arslan Sayman çocuklar için çok neşeli kitaplar
yazan bir yazar. Şiir ve tiyatronun belirleyici
rolü hemen fark ediliyor yazdıklarında. “Bru-
ni’nin Avlusu” kitabında olduğu gibi “Barba
ile Rabarba”da da tiyatro ve gösteri sanatı öne
çıkıyor. Ama bu defaki kahramanlarımızın
ömrü yollarda geçiyor. Barba ile Rabarba, du-
rakladıkları yerde kurdukları sahnede göste-
rilerini yapıyorlar. “Barba ile Rabarba”, ha-
yatları karda, kışta, yağmurda, güneşte hep yol-
larda geçen kahramanlarının hem hüzünlü,
hem neşeli ve sıcak hikâyesiyle çocukların unut-
mayacağı bir kitap... Deniz kıyılarında, derin
vadilerin ortasına kurulmuş yemyeşil kentler-
de, bozkırın ortasında kasaba kasaba gezerek
çocuklara oyunlar sergileyen Barba ile Ra-
barba’nın dostluğu her okuyanın gönlünde de-
rin izler bırakacak. Rabarba’nın ağzından an-
latılan ve beklenmedik, sarsıcı sahnesiyle hikâyenin burkulup yeniden dü-
ğümlendiği bu yol ve dostluk hikâyesini Deniz Üçbaşaran resimledi.
Arslan Sayman,Yap� Kredi Yay�nlar�, 72 s.
İREM HALIÇ[email protected]
Rize Karadeniz bölgesinde üniversitesi
olan sayılı illerimizden birisi olmasına
rağmen kitaplara ulaşımın hala kısıtlı ol-
duğunu söylemek mümkün. Emin Kitab-
evi Rize’nin sayılı kitabevlerinden biri. 1986
yılından bu yana hizmet veren bu kurum
her yaştan Rizeliye hitap ediyor. İzlediği
vizyon ile bugüne kadar beğeni almış
Emin Kitabevi çalışma hayatına kitapse-
verlerin desteğiyle bu kadar zaman devam
etmeyi başarmış. Yılın çeşitli dönemlerinde
kampanyalarla kitap alımını kolaylaştır-
maya çalışan kitabevi yönetimi sunduğu
hizmetle Rize’de çocuk ve gençlerin ay-
dınlanmasına yardımcı oluyor. Okuma
kitapları ve yardımcı ders kitapları bura-
da bulabileceğiniz yayınlardan. Kitabevi
özellikle çocukların gelişimine ve gençle-
re kitap okuma alışkanlığı kazandırılma-
sına çok önem veriyor. Emin Kitabevi sa-
hibi Emin Usta, çocuklar ve gençlere
daha verimli olacak yayınları tercih ettiğini
söylüyor. Atatürk Caddesi Ekrem Orhan
Apartmanı’nın altında bulunan Emin Ki-
tabevi çalışma hayatına devam etmektedir.
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Geçen hafta sosyal gerçekçilik alanında ilklerden
sayılan Reşat Enis’in “Despot” romanını tanıt-
mıştık. Bu hafta da aynı türde başka bir eser Sad-
ri Etem Ertem’in “Çıkrıklar Durunca” isimli ro-
manını tanıtacağız. O da Osmanlı’nın Tanzimat
Dönemi ekonomisiyle iç piyasasının hızla yaban-
cıların eline geçmesi ve bunun sonucunda da özel-
likle dokuma tezgâhlarımızın bir bir kapanmasıyla
ortaya çıkan sosyal depremi ele alıyor.
FABR�KA DOKUMASI GEL�NCEKitapta, İngilizlerin Anadolu’nun tiftik keçisini,
Güney Afrika’ya götürerek yetiştirmesi, çoğalt-
ması ve yününü kumaş yaparak bize satmasının
öyküsü var. Anadolu’daki tezgâhların birleşerek
fabrikalaşamaması, özellikle gümrüklerin ardına
kadar açılarak Avrupa’nın ucuz fabrika kumaşı-
nın piyasamıza girerek -çarşıya giren fil misali- her-
şeyi allak bullak edişi anlatılıyor. Bunun açtığı bü-
yük sosyal ve ekonomik sorun nedeniyle, insan-
lar başka yerlere göç ederler ve oralarda da tu-
tunamazlar. Çünkü Osmanlı’nın bu sorunlarla
başa çıkacak ne parası vardır ne de aklı! Herkes
kaderine terk edilmiştir. Çaresizliğe insanların is-
yanı vardır bir anlamda...
70 YIL SONRA TEKRAR BASILDI1931 yılında Resimli Ay Matbaası’nda basılan eser,
tam 70 yıl sonra 2001 yılında Otopsi Yayınları ta-
rafından tekrar basıldı. Bu eseri, Attilâ İlhan’ın yazı
ve televizyon sohbetlerinde tanıdık. Otopsi Ya-
yınları’nın önsözünde İlhan’ın tanıtım yazısı da bu-
lunuyor. İlhan kitap için şöyle diyor: “1930’lu yıl-
larda biraz ‘Anadolu İhtilali’nin etkisi, biraz da Ku-
zey’den - Sovyetler’den esen ‘toplumculuk’ rüz-
gârlarıyla, hikâyede ve romanda, genel olarak ‘halk-
çılık’ özel olarak ‘Anadoluculuk’ cereyanı belirmişti;
bu sayede, ‘Meşrutiyet’ romanının ihmal ettiği in-
sanların önemli bir kısmı, edebiyata dahil oluyor
ama eksiği yok mu, elbette var; ilk bakışta marji-
nal sayılabilecek ‘kahramanlar’, hesaba katılma-
mış; toplumda mevcut olmadığından değil, tabii;
yazar okurunu henüz bu tarz bir edebiyata hazır
hissetmediğinden!”
GERÇEKÇ�L�K AKIMININ ÖNCÜSÜİlhan bu alandaki öncüler olarak Selahattin Enis,
Reşat Enis, Aka Gündüz ve Sadri Ertem’i göste-
riyor. Buna da “Erken Cumhuriyet dönemi” diyor.
Bunların ardından da malum Cumhuriyet’in sos-
yal gerçekçi ramancıları Sabahattin Ali, Talip Apay-
dın, Orhan Kemal, Fakir Baykurtlar geldi.
GENÇ YA�TA KAYBETT�KSadri Etem 1898 yılında İstanbul’da doğdu. 1919
yılında Darülfünun Edebiyat Fakültesi Felsefe bö-
lümünü bitirdi. Cihan Harbi’ne yedeksubay ola-
rak katıldı. İstiklâl Savaşı’nda Anadolu’ya geçti.
“Hâkimiyeti Milliye” ve “Yeni Gün” gazetelerin-
de yazı işleri müdürü olarak görev yaptı. Sonra-
ki yıllarda da öğretmenlik ve gazeteciliğe devam
etti. Dergilerde öyküleri yayımlandı. Romanlar ve
hikâyeler yazdı. 12 Kasım 1943 günü 45 yaşında ve-
rimli çağının doruğunda hayatını kaybetti. Eser-
leri Çinceden Rusçaya birçok dile çevrildi. Beş öykü
kitabı (“Silindir Şapka Giyen Köylü”, “Bacayı İn-
dir Bacayı Kaldır”, “Korku”, “Bay Virgül” ve Bir
Şehrin Ruhu”) ve Dört romana (“Çıkrıklar Du-
runca”, “Bir Varmış Bir yokmuş”, “Düşkünler”,
“Yol Arkadaşları”) imza attı. Ayrıca çok sayıda
araştırma inceleme, gezi notları, tarih ve ders ki-
tapları bulunuyor.
14 EYLÜL 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
Öncelik çocuklarEMİN KİTABEVİ/ RİZE
ERCAN DOLAPÇI
İlk gerçekçi sosyal romanımız:‘Çıkrıklar Durunca’
İlk gerçekçi sosyal romanımız:“Çıkrıklar Durunca”
İlk gerçekçi sosyal romanımız:“Çıkrıklar Durunca”
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Bedevi Araplar’�n ba�l��� olan kefiyeyi
tutturmakta kullan�lan dü�ümlü kordon2. Göze renk veren tabaka - Toparlak kemik ucu - Osmanl�
devletinde taht yeri, saltanat makam� anlam�nda kullan�lanbir sözcük
3. Er az��� - Her i�i zaman�nda yapan - Anadolu'da kullan�lanbir dövme türü
4. Kalça kemi�i - Edebiyatla ilgili, yaz�nsal - Çabucakgönderme, acele yollama
5. Bir resmi suland�r�lm�� renklerle boyama ya da gölgelemebiçimi - Öldürme, yok etme - En k�sa zaman parças�, lahza
6. �ikar - Laka ile cilalanm�� - �laç, merhem - Ta� silindir
7. Çok �iddetli ���k par�lt�lar� meydana getiren ���k kayna�� -Bir tap�nak ya da kutsal alan�n yaln�z din adamlar�n�ngirmesine izin verilen bölümü
8. Kay�nbirader - Bir çalg� türü - Radyum’un simgesi - Çocu�uolan kad�n
9. ABD Havac�l�k ve Uzay Dairesi - Dü�me deli�i10. Toplum hayat�na giren geçici yenilik - Parlak, saydam
k�rm�z� renkte de�erli bir ta� - Platin’in simgesi11. Bahçelerde çiçek dikmek için ayr�lan yer - Ahilik
oca��ndan olan - Çocuk bak�c�s� kad�n12. Ak�ll�, zeki - Hem karada hem suda ya�ayabilen - At
üretilen çiftlik13. M�s�r’�n plakas� - Japonya’da buda rahibesi - Bir i�i sona
erdiren, sonuncu - Bir yüzölçümü birimi14. Beyaz - Lityum’un simgesi - Damarlarda dola�an ya�amsal
s�v� - �syankar15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Halife Osman döneminde
ç�kar�lan elyazmas� Kuran örnekleri
YUKARIDAN A�A�IYA1. Her türlü alkollü içkiyi yasaklayan sistem - Sava�, harp2. Çölde bulunan i�aret ta�� - Bir ilimiz - Kulak iltihab�3. Suudi Arabistan’�n para birimi - Tutuklu ve hükümlülerin
konuldu�u kapal� yer - “Tok” kar��t�4. Hararet - Bir �ngiliz biras� - �sviçre’de bir nehir -
Akümülatör (k�sa)5. Yeni gelin - Olgunla�mam��6. “... Derek” (aktrist) - “e�ik” kar��t� - Bayram ve �enliklerde
caddelere kurulan süslü kemer - Harç al�p sürmeyeyarayan, yass� demirden yap�lm��, tahta sapl� bir duvarc� ves�vac� arac�
7. Dayan�lacak �ey, ilke - Ba���lama, mazur görme - �plike�irmekte kullan�lan, a�açtan yap�lm�� bir alet
8. A�abey (k�sa) - Cin fikirli, kurnaz9. Üzerine yaz� yaz�lm�� ka��t, mektup - Horoz, hindi gibi
hayvanlar�n tepesindeki deri uzant�s�10. Gelecek - Sar� humma virüsü - Kuruntuya dü�ürme11. Sözle�me, mukavele, kontrat - Bat� edebiyat�na özgü bir
naz�m �ekli ve türü - Mezopotamya panteonunda tümtanr�lar�n babas� ve kral� olan gök tanr�s�
12. Bir kan grubu - Kuma�la astar aras�na konularak giysinindik durmas�n� sa�layan kolal� bez - Allah sevgisiylesöylenip, makamla okunan �iir
13. Dilenci - Büyük ve süslü çad�r, ota� - Rusça’da “evet” - Birac� ünlemi
14. “Louis ...” (Frans�z �air ve yazar) - Bir sebze15. Ka��nd�r�c� bir deri hastal��� - Hz.Muhammed’i övmek
amac�yla yaz�lan kaside - “... Kaptan” (ressam)
14 EYLÜL 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
“Seni anlıyorum” demek büyük bir yalandır. Koca-man bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıya-maz dünyada... Var olan en sağlam zırh insanvücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur.Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dı-şarıya. Deliliğin kokusunu, anormalliğin kokusunuduyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüsdurağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyununalgıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu.”
1 Yanımdan dargın bir halle ayrıldı. Onu alıkoymak,gözüne girmek – beni daha iyi savunsun diye değil,yalnızca gözüne girmek – istediğimi anlatmak ister-dim. Hem onu güç duruma soktuğumu da görüyor-dum: Beni anlamıyor, biraz da içerliyordu bana.Benim de herkes gibi olduğumu, tamı tamına her-kes gibi olduğumu ona söylemek istiyordum. Ama,bütün bunların aslında hiçbir yararı yoktu. Tembel-liğim tuttu, söylemekten vazgeçtim.
Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana çıkıyor. Namus-suzlarla namuslular... İki tarafta da, boğuşma büyük bir şiddetle,açıktan yürüyor. Hele, önce “vatandaş” sonra “insan”olunmasıgereken dehşetli sıralarda faziletle, alçaklığın boğuşması kadarkorkunç muharebe yok. Muharebede düşman karşıdadır. Üni-formalıdır. Az da olsa, çok da olsa bir zaman sonra önemi kal-maz. Kaçarsın, kovalarsın... Anında ölenler, yaralananlar olur.Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şe-hirde dost kim, düşman kim, bilinmez!
3
a) Hakan Günday – Kinyas ve Kayra
b) Emrah Serbes - Her Temas İz Bırakır
c) Murat Uyurkulak - Tol
d) Murat Gülsoy - Baba, Oğul ve Kutsal Roman
e) Ayfer Tunç – Suzan Defter
a) José Saramago - Körlük
b) Paulo Coelho - Veronika Ölmek İstiyor
c) Albert Camus – Yabancı
d) Franz Kafka – Dönüşüm
e) Jean Paul Sartre - Bulantı
a) Kemal Tahir – Esir Şehrin İnsanları
b) Sait Faik Abasıyanık – Lüzumsuz Adam
c) Yakup Kadri karaosmanoğlu - Yaban
d) Reşat Nuri Güntekin – Acımak
e) Hüseyin Rahmi Gürpınar – Namusla Açlık Meselesi
2
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(c) 3-(a)