bengütaş duvar gazetesi 7. (kasım) sayısı
DESCRIPTION
ÂTRANSCRIPT
Editör Yunus Emre BOLAT
Editör Yardımcıları
Nuray ACAR
Hilal TUNA
İhsan BAYRAK
Tashih Serap CENGİZ
Kevser BAYAZIT
Ayşenur AYYILDIZ
Seçil HAVUZ
İletişim Sorumları İhsan BAYRAK
Gamze SAK
Röportaj Ekibi Damla KARAYİĞİT
İrem ERTEN
Burcu BEKİROĞLU
Haberler Hilal Tuna
Yazı Denetimi Samih YIKILGAN
Eray KARAHAN
Bilgisayar ve Jenerik Yunus Emre BOLAT
Bayram AKI
Pano ve Arşiv
Nuray ACAR
Merve CAN
Gülsüm KANOĞLU
Meryem ZENGİN
Büşra BİRCAN
Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.
bengutasduvargazetesi.blogspot.com
Her hakkı saklıdır.
Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa
çoğaltılamaz.
Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir. Gazetede yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu
yazarlara aittir.
Editörden
Yunus Emre BOLAT
Değerli okurlarımız;
Bengütaş ekibi olarak 7. sayımızı yayınlamanın haklı gururu ve
mutluluğu içindeyiz. Bununla beraber içimizde bir hüzün var.
Gazetemizin kuruculuğunu, editörlüğünü yapmış, bizlerin yol
göstericisi olan Doç. Dr. Özer Şenödeyici hocamızın
bgazetemizdeki görevinden ayrılışı, bizde bir burukluğa sebep
oldu.
Değerli Özer Hocamız, gazete ilk
kurulduğunda da belli bir seviyeden sonra
artık öğrencilerin yöneteceği bir platform
olacağını söylemişti bizlere. Bu şekilde
olmasının asıl sebebi, hocamızdan
öğrendiğimiz tüm bilgiler ve yöntemler
ışığında, öğrenciler olarak bir duvar
gazetesini çekip çevirebilmek. Hocamızın
asıl hedeflediği, öğrencilerin kıyıda köşede
kalmış, bir defter sayfasına yazılıp kenara
atılmış eserlerini gün yüzüne çıkarmak,
edebiyat öğrencisinin bir yayının nasıl
çıkarıldığı hususunda yetişmesini
sağlamaktı. Hocamızdan dizgi, mizanpaj,
tashih, bilgisayar konusunda birçok şey
öğrendik. Belli bir seviyede olduğumuzu
gördüğünde gazeteyi tamamen
öğrencilerine bıraktı. Kendisine bu
vesileyle, şahsım ve gazetemizde görevi
olan herkes adına, yapmış olduğu
hizmetlerden, bizlere tutmuş olduğu
ışıktan, bizlere kazandırdığı deneyimlerden
ötürü sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
Umarım hocamızın hedeflediği seviyelere
kadar ulaşmaya muktedir oluruz. Ayrıca
gazetede görevi olan öğrencilerin ve
hocamızın beni bu göreve layık görmesi,
benim için çok büyük bir mutluluktur.
Yine bu sebeple değerli hocama ve öğrenci
arkadaşlarıma teşekkür ederim. Görevimi
layıkıyla yerine getirmek boynumun
borcudur.
Bengütaş, Türkoloji camiasında
büyük yankılar uyandırdı, takip edildi,
okundu, konuşuldu. Bu kıvılcımı ne kadar
büyük bir kor haline getirebilirsek, o kadar
mutlu olabiliriz diyerek çıktığımız yola,
yılmadan, yıkılmadan devam ettik.
Düzenlediğimiz toplantılarda daima yeni
kararlar aldık, değerlendirmeler yaptık.
Gazetemizi en iyi yerlerde görmek için,
bölümümüzdeki öğrencilerimiz -gerek
görevlerini yerine getirerek, gerekse
eserleriyle iştirak ederek- desteklerini
esirgemediler. Dışarıda başka
üniversitelerde öğrenci olan veya görevleri
bulunan nice nice insanlar bizlere destek
oldular. Bizim en büyük kaynağımız,
yazarlarımızdan ve okuyucularımızdan
aldığımız güçtür. Böyle bir oluşum için
artık başarının bir nihayeti yoktur. Her gün
daima daha iyiye, daha güzele doğru
ilerlemekteyiz.
Sizlere bölümüzdeki panomuzdan
ve internet sitemizden seslenmeye, bu
güzelliği sizlere en iyi şekilde sunmaya
devam edeceğiz.
Söyleşi
PROF. DR. ALİ AKAR İLE SÖYLEŞİ
Söyleşiyi Yapan: İrem ERTEN
Bengütaş: Hocam ilk olarak
bize kendinizi tanıtır mısınız?
Akar: 1965 yılında Sivas'ta
doğdum. 1988 yılında KTÜ Fatih
Eğitim Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü'nden mezun
oldum. Kısa bir süre Vakfıkebir
İmam-Hatip Lisesinde öğretmenlik
yaptıktan sonra 1990'da mezun
olduğum bölümde açılan araştırma
görevliliği sınavını kazanarak
üniversiteye geçiş yaptım. Yüksek
lisans çalışmamı, 1992 yılında
Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü'nde Eski Anadolu
Türkçesi alanında hazırladım. Doktoramı İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski
Türk Dili Ana Bilim Dalı'nda "Mirkâtü'l-cihâd (Dil Özellikleri-Metin-Dizin)" adlı tez
çalışması ile 1997 yılında tamamladım. Askerlik görevimi, Kara Harp Okulu'nda yedek subay
öğretim elemanı olarak yaptım (1999-2000). 2006’da doçent, 2011 yılında profesör oldum.
Çalışma alanım genellikle Türk dili tarihi, tarihî Türk lehçeleri, Oğuz grubu lehçeleri,
Eski Anadolu Türkçesi ve Türkiye diyalektolojisidir. Evli ve iki çocuk babasıyım. Hâlen
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde
görev yapmaktayım.
Bengütaş: Dille olan ilişkiniz tam olarak ne zaman başladı ve eğitim hayatınızda
neden Türk Dili alanında çalışmayı tercih ettiniz?
Akar: Dille olan ilişkim yüksek lisans yaparken başladı. Ben esasen Yeni Türk
Edebiyatını çok seviyor ve o alanda çalışmak istiyorum. Bunda, o dönemde bu dersimize
gelen hocam Nazan Bekiroğlu’nun büyük rolü olmuştur. Hatta ara sıra şiir ve hikâye
denemelerim de olmuştu. Fakat yüksek lisansa başladıktan sonra Türk dili alanında çalışmaya
karar verdim. Türkçedeki matematiksel mantık, işlevsellik çok hoşuma gitmişti. Dilin sistemi,
kelimelerin büyüsü beni daha fazla cezbetti. Kelimenin arkasındaki büyük ve derin kavram
alanı bilgisi muhteşem, sonsuz bir okyanus gibiydi. Ayrıca o yıllarda dilbilim kitapları da
okudum. Birden kendimi “misafir” olarak gördüğüm dil alanının içinde buldum. Misafir
diyorum, çünkü ben aslında Yeni Türk Edebiyatı alanında araştırma görevliliğine girecektim.
Fakat o alanda kadro olmadığı için “geçici olarak” Türk dilinde çalışmaya başladım. Nazan
Hanımla, Yeni Türk Edebiyatında kadro ayarlandığında oraya geçeceğim hususunda
anlaşmıştık. Yüksek lisans bitince o alan boşalmıştı. Ama ben kendimi “misafir” olarak
saydığım alanı çok sevmiş, orada artık ev sahibi olmuştum!
Bengütaş: Günümüz Türkçesinin
önemli sorunları olarak siz nelere işaret
edersiniz? Söz gelimi yabancı dillerin
özellikle de İngilizcenin Türkçeyi
olumsuz olarak etkilemesi... Dilin söz
dizimi özelliklerinin
yabancılaşmasına ve dilin mantığına
aykırı kullanışlara sıklıkla rastlıyoruz.
Türkçenin bugünü ve yarınını ele
alırsak dildeki bu gidişatı siz nasıl
değerlendirirsiniz?
Akar: Evet, bu soru ve sorun son
yıllarda hep gündemimizde… Bence
Türkçenin en önemli sorunu, Türkler!
Neden? Çünkü dili, konuşurları
şekillendirir, ona sahip çıkarlar veya onu
ihmal ederler. Bu bakımdan Türkçenin
sorunu, konuşurlarının onu özensiz
kullanması, ona sahip çıkmaması; onu
başka dillerin kelimeleriyle, sözleriyle
aldatmasıdır… Yazık ki bu tarih boyunca
hep böyle olmuştur. Bilge Kağan Orhun
Yazıtlarında, Türk beylerinin Çin’e gidip
orada adlarını değiştirdiklerini, Çin isimleri
aldıklarından yakınıyor. Ali Şir Nevai,
kendi yetiştiği çağda (XV. yüzyıl) Türk
soylu şairlerin yalnızca yüzde onunun
Türkçe yazdıklarını, diğerlerinin Fars dilini
kullandıklarını söylüyor Mecâlisi’n-
Nefâis’te. 13. Yüzyılda Âşık Paşa “Türk
diline kimesne bakmazıdı / Türklere hergiz
gönül akmazıdı” diye inliyor. Bu
özensizlik maalesef tarih boyunca devam
etmiş. Fakat bunun yanında, dile sahip
çıkan Türkçenin hâmileri de olmuş, bu gün
eğer Türk yazı dili varsa onların
sayesindedir. Bilge Kağan, Kâşgarlı
Mahmud, Ali Şir Nevai, Âşık Paşa, Yunus
Emre, Karamanoğlu Mehmed Bey,
Germiyanlı Beyleri, Osmanlı Beyleri ve
nihayet Türk dilini bir devlet dili, bilim ve
sanat dili yapan Yüce Atatürk… Bu
tablodan biz şunu çıkarabiliriz: Türkçecilik
bilinci olan aydınlar baskın, yetkin ve etkili
ise dilimiz yükselmiş, yücelmiş. Eğer dil
bilincine sahip önderler yoksa başka
dillerin boyunduruğu altında kalmış. Bence
en önemli mesele dil bilincine sahip
olmadır. Gerisi gelir.
Sorununuz ikinci bölümü olan
yabancı dillerin etkisine gelince; öncelikle
şunu işaret etmeliyim ki bu mesele
yalnızca bizim başımızın belası değil,
bütün dünya dillerinin sorunudur. Dünya
büyük ve yoğun bir iletişim ağı ile
birbirine bağlanmış durumdadır. Bu
küresel iletişim ağının dili de –
Amerika’dan dolayı- İngilizcedir. Dünyada
bugün 6 bin civarında dil olduğu
söyleniyor. Her on beş günde bunlardan
biri ölüyor. Öldüren kim? Tabii ki yaygın
kültür ve uygarlık dilleri. Bunlara aynı
zamanda katil diller de deniyor. Fakat bunu
serbest piyasa gibi düşünmek gerekir. Sizin
ekonomik gücünüz varsa kültürel gücünüz
de kendiliğinden geliyor. Eğer bilim ve
teknolojide tüketici değil de üretici iseniz
dilinizi ve kelimelerinizi başka milletler,
toplumlar alıyor. Bu konuda enseyi
karartmayalım; Türkçe büyük ve 200
milyondan fazla insanın konuştuğu bir
küresel dildir. Dünyada konuşur sayısı
bakımından ilk on dil içinde yer alır. Bütün
Avrasya’ya yayılmıştır. Son zamanlarda
iletişim teknolojisini gelişmesiyle
çevremizdeki Osmanlı kültür kuşağı
yeniden Türkçe ile buluşmuştur. Bu
noktada yapılması gereken şey, Türkçecilik
bilincini her ferde aşılamak, yabancı
kelime ve kurallara karşı çıkmak, bunların
Türkçelerini önermek; hatta dil
jandarmalığı yapmak gerekir. Kendimden
bir örnek vereyim; yaşadığım şehirde
sürekli tıraş olduğum berber salonunun adı
İngilizce idi. Birkaç arkadaşımızla bunun
yerine Türkçe bir ad vermesini gerektiğini
söyledik. İkna ettik, böylece bu esnaf
dükkânının adını değiştirdi ve Türkçe bir
isim verdi. Her şeyi devletten beklememek
gerekiyor, bizzat kendimiz birey olarak
bunun savaşını vermeliyiz. İnanınız o
zaman çok daha kolay ve etkili olacaktır.
Çünkü birey mücadelesi, kamu adına
yapılan mücadeleden daha fazla yaptırım
gücüne sahiptir.
Bengütaş: Türk Dilinde yabancı
dillerin etkisi ile birlikte dilde hem iç
hem dış birlik esas alındığında; Türk
halkları arasında ortak bir iletişim dili
nasıl meydana gelebilir? Dil ve alfabe
birliği hakkındaki düşünceleriniz
nelerdir?
Akar: Sovyetler Birliğinin 1989
yılında çökmesi ile Asya’da beş Türk
cumhuriyeti daha ortaya çıktı. Bunların
resmi dilleri Türkçenin lehçeleridir. Fakat
bu ülkelerin halkları kendi aralarında
hemen anlaşamıyorlar. Bu gayet doğal bir
durumdur. Çünkü bu ülkelerle Türkiye
Türkleri neredeyse bin yıldır ayrı
coğrafyalarda yaşamışlar. Buna rağmen
Türkçenin bir mucizesi daha ortaya çıktı;
bunlarla bizim dilimiz arasındaki farklar
sanıldığı kadar fazla olmamış. Bütün temel
kelimelerimiz, isimler, fiiller, sayı sistemi,
zamirler hep aynı. Tabii onlar Rusçadan,
biz de biraz Arapça ve Farsçadan
etkilenmişiz. Bunlar da hemen aşılıyor
zaten. Türkiye ile Azerbaycan arasında
anlaşma sorunu hemen hemen yok gibi.
Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan
lehçeleri de birkaç aylık bir süre içinde
öğreniliyor. Bu bakımdan Türk ülkeleri
arasında dil birliğinin olmaması için hiçbir
sebep yok. Bunun için devletlerin kendi
aralarında bir irade ortaya koyarak bu yazı
dillerinden birini Ortak Türk Dili olarak
kabul etmeleridir. Şu anda fiiliyatta
Türkiye Türkçesi en uygun ortak dil olarak
kullanılıyor. Türkiye’nin ekonomik, siyasi
ve kültürel gücü, gelişmişliği, tarihî
birikimi ve misyonu bunu kendiliğinden
getirmekte zaten.
Meselenin ikinci boyutu alfabe
birliğidir. Bugün Azerbaycan,
Türkmenistan ve Özbekistan Latin esaslı
alfabeye geçtiler. Kazakistan 2020’de
geçmeyi planlıyor ve Türkiye Türkçesinin
alfabesine çok yakın olacağı söyleniyor.
Kırgızistan’da da Latin alfabesine geçme
çalışmaları sürüyor. Bu alanda önemli
aşamalar kaydedildi. Fakat her ülkenin
farklı Latin alfabesi olması yazılı
anlaşmayı olumsuz yönde etkileyecektir.
Bunun için 1992 yılında İstanbul’da
yapılan bir toplantıda alınan bir karar
vardı. O kararda 34 harfli ortak bir Türk
dünyası alfabesi kabul edilmişti. Yeni
oluşturulacak alfabelerin oradaki harf
setlerini kullanmaları gerekirdi. Ben
oralarda herkesin Kiril yanında Latin
alfabesini de bildiklerine şahit oldum.
Alfabe meselesi o kadar sorun olacağa
benzemiyor.
Bengütaş: Bugün Ağız
Araştırmaları önemli olduğu kadar
güncel bir çalışma alanı. Sizin de Muğla
ve Yöresi Ağızları adlı kitabınız
olduğunu biliyoruz. Ağızlar Türkçenin
yabancı kelimeler sorununun
çözümünde önemli bir rol oynayabilir
mi? Türkiye'deki ağız çalışmaları
hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Akar: Evet ağız araştırmaları
önemli bir konu. Teknoloji ve
şehirleşmenin gelişmesine koşut olarak
ağızlar da yazı dili karşısında yok olup
gidiyor. Ağız özellikleriyle konuşan kişiler
sağken bunları derlemek gerekiyor. Çünkü
ağızlar çok zengin. Yazı dilinde olmayan
birçok kelime ve ek burada yaşıyor.
Türkiye’nin ağızları çok. Bunları,
Türkoloji bölümlerinde görev yapan
akademisyenler ve öğrencilerimizin
derleyip kayıt altına almaları gerekir.
Yoksa 10-15 sene sonra bunların
konuşurlarını artık bulamayacağız.
Bu konuda ben Muğla yöresindeki
ağızları derliyorum. Yaklaşık on beş yıldır
köy köy, kasaba kasaba gidip ağız
özelliklerini koruyan yaşlı kişilerin
konuşmaları önce ses kaydı olarak
alıyorum, sonra da bunu yazıya
aktarıyorum. Çok zahmetli bir iş. Ama
ölmeye yüz tutmuş bir büyük kültürü
kurtarıyorsunuz. Muğla bölgesi ağız
özellikleri bakımından yalıtılmış bir bölge.
Bu ağız Horasan’dan geldiği gibi
korunmuş. Ben bu Horasan’dan getirilen
sözlü mirası kurtardığımı düşünüyorum.
Türkiye’nin her tarafı öyle. Mesela
Karadeniz bölgesinde en eski Türkçenin ve
Kıpçakça özellikler taşıyan birçok ağız var.
Bunların derhal derlenmesi gerekir. Gerçi
birkaç çalışma var ama bunlar yeterli değil.
Bütün köylerin, hatta mahallelerin bile ağız
metinlerinin derlenmesi gerekir.
Bengütaş: Türkçenin güncel
sorunlarını ele almışken Türkoloji'nin
bugünkü sorunları nelerdir? Bu
sorunlara yönelik çözümler nasıl
olmalıdır? Sizce Türkoloji çalışmaları
bugünün ihtiyaçlarına yanıt verecek
boyutta mıdır?
Akar: Öncelikle bardağın dolu
tarafını görelim. Bu gün Türkiye 150’den
fazla Türkoloji bölümü var. Bu bizim için
bir övünç meselesi olmalıdır. Burada
binlerce öğrenciye Türk dili, edebiyatı,
sanatı, kültürü öğretiliyor. Buralarda görev
yapan birçok akademisyen alanlarıyla ilgili
önemli çalışmalar yapıyorlar. Türkolojinin
merkezi bizim gençliğimizde Rusya veya
Almanya olduğu söylenirdi. Şimdi
rahatlıkla Türkiye olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat gelelim asıl can alıcı
meseleye, Türkolojinin asıl meselesi
Türkologlardır! Maalesef yeni yetişen
arkadaşlarımız bu mesleği bir “memur”luk
olarak görmektedirler. Yani maişet
meselesi olarak algılanıyor biraz. Oysa
Türkoloji bir misyon ve vizyon mesleğidir.
Bu yüzden tarih, coğrafya, felsefe,
sosyoloji, arkeoloji, bilim ve kültür tarihi
gibi birçok bilim alanıyla ilgisi vardır bu
alanın. Buna göre okumalar yapılmalıdır.
Türkoloji bir ideolojidir. Türk kültür ve
medeniyetinin varoluş ideolojisi yani.
Tabii bundan, sistem ideolojileri
anlaşılmamalıdır. Bir amaca yönelik bilgi
düzlemi demek istiyorum.
Bengütaş: Türk diline hem
gönlünü hem de yıllarını vermiş bir
dilbilimci olarak akademisyen olmak
isteyen ve akademisyen olma yolunda
ilerleyen genç dilcilere önerileriniz
nelerdir?
Akar: Öncelikle hedefleri
belirlemek gerekiyor. İyi bir veya birkaç
yabancı dil öğrenmek lazım. Rusçayı
önemseyiniz çünkü Türk dili ve kültürü ile
ilgili muazzam bir bilgi birikimi oluşmuş
bu dille. Bilim sabır ve istikrardır.
Yılmadan çalışmak ve “yarış bittikten
sonra da koşan atlardan” olmak gerekir.
Yani bizim işimiz saat 17.30’dan sonra
devam ediyor. Türkoloji hayat tarzıdır. 24
saatiniz onunla geçecek. Bunun yanında
kendi öğrencilerimde önemli bir eksiklik
görüyorum, onu burada size de ifade
edeyim: Türkoloji bölümü öğrencileri
sporla, sinemayla ve sanatla pek
ilgilenmiyorlar.
Bengütaş: Son olarak Bengütaş Duvar
Gazetesi okuyucularına neler söylemek
istersiniz?
Akar: Gazetenizi ilk olarak sosyal
medyada, sevgili arkadaşım, dekanınız
Mevhibe Hanım’ın bir paylaşımında
gördüm. Çok duygulandım. Çünkü biz
1984-1988 yıllarında Fatih Eğitim
Fakültesi’nde “Gönülden Gönüle” adlı bir
duvar gazetesi çıkarırdık. Bengütaş’ı onun
çocuğu, belki de torunu olarak hissettim.
Trabzon’da, Türk Dili ve Edebiyatı
koridorlarında sesimizin devam ettiği
duygusuna kapıldım birden. Tabii o zaman
bütün yazılarımızı A4 kâğıdını dikey
olarak ikiye bölüp elle yazardık. Kızların
yazıları güzeldi, daha çok onlara
yazdırırdık. Burada şiirler, hikâyeler,
karikatürler yayımlanırdı. Hatta hikâye
şeklinde ilan-ı aşk metinlerini bile
yayımlamıştık! Bu gazetenin izni ile ilgili
birkaç kere Dekanlıktan ikaz da almıştık.
Bu tür öğrenci dergilerini hep
sevmişimdir. Çünkü bu dergilerde
samimiyet var, karşılıksız sevme var,
özveri var, özgüven var, özgürlük var…
Bengütaş’ı bu yüzden aileden biri
olarak görüyorum. Ömrü uzun olsun.
Sizleri ve hocalarınızı böyle bir gazeteyi
yayımladığınız için yürekten kutluyorum.
Hocam bize vakit ayırdığınız için
size Bengütaş Duvar Gazetesi adına çok
teşekkür ederim.
Deneme
ÖLÜMÜNÜN 76. YILINDA
ATATÜRK'ÜN DİL VE KÜLTÜR
DÜNYASINI ANLAMAK
İhsan BAYRAK
Dil, en basit tanımıyla insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir
araçtır. Kültür ise insan yığınlarını millet haline getiren unsurlar
toplamıdır.
Dil ve kültür üzerine bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi.
Yazılanların ortak noktası, dil ve kültürün birbirini tamamlayan iki
unsur olduğu konusunda hemfikir olmalarıdır. Türkiye'de kültür üzerine
yapılan çalışmalarda Ziya Gökalp'in müstesna bir yeri vardır. Atatürk'ün
dil ve kültür dünyasını anlayabilmek için, "fikirlerimin babası" dediği Ziya Gökalp'in dil ve
kültür üzerine düşüncelerini bilmek gerekir.
Gökalp, kültürü ve kültürü ortaya
çıkaran dili, millet olmanın en önemli
unsurları arasında kabul eder. Toplumsal
faaliyetlerin yegâne temelini dil olarak
kabul eden Gökalp, milleti oluşturan
değerlerin başında dil birliği, kültürel
paylaşım ve din geldiğini dile getirir.
Böylece Türk lehçelerinin birleştirilerek
ortak bir kültür dilinin oluşturulması
gerektiğini savundu. Dil ve kültür üzerine
yaptığı çalışmalarla tarihimizde önemli
yeri bulunan Gökalp'in dil ve kültür
anlayışını anlamak bir bakıma Atatürk'ün
dil ve kültür anlayışını anlamak demektir.
Atatürk, yeni Türkiye Cumhuriyetini
kurarken bu devletin temelinin kültür
olduğunu dile getirmiştir. Bu bağlamda da
kültürü ortaya çıkaran dili yegâne
unsurlardan biri olarak görür. Bu konuda
söylediği: "Türk dili, Türk milleti için
kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti
geçirdiği sayısız felaketler içinde
ahlâkının, geleneklerinin, hatıralarının,
çıkarlarının kısaca bugün kendi milliyetini
yapan her şeyin dil sayesinde korunduğunu
görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir,
zihnidir." sözleri onun anlayışını özetler
niteliktedir.
Dili, kültürü ortaya çıkaran unsur
olarak gören Atatürk, bu bağlamda dil
birliğinin, kültür birliğine ulaşmakta bir
anahtar olduğunu görmüştür. Nitekim
Gökalp de aydınların halka inerek kültürü
halktan alması gerektiğini savundu. İşte bu
halk, dilin ve kültürün taşıyıcısı ve
yaşatıcısı idi. Gökalp'in "Kültür
bakımından yükselen devlet, siyaset
bakımından da yükselerek güçlü bir devlet
kurar" tespitini iyi kavrayan Atatürk, eski
Türk devlet geleneğinde kültürel alandaki
başarılarının siyasi hayatlarını da
etkileyerek devletleri yükselttiğini görünce
Türkiye Cumhuriyetinin temeline kültürü
koymuştur. Gerçekten de eskiden kurulan
Türk devletlerine baktığımızda kültürel
alanda güçlü olduklarını görüyoruz. İlk
yazılı belgelerimiz olan Göktürk
Yazıtlarında, kültürümüze sıkı sıkıya
bağlanmamız gerektiğini büyük bir
uyanıklık ile vasiyet eder. Aksi takdirde
yok olup gidileceğini dile getirir. Atatürk
de milli bilincin ayakta kalabilmesi ve
uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda
çalışmamız gerektiğini ifade ederek tarihi,
ne denli örnek aldığını bize gösterir. Bu
bakımdan ele alınca kültürün ve tarihin bir
milletin, bir devletin hayatında ne denli
öneme sahip olduğunu anlarız.
Mehmet Kaplan'ın "Dil ve Kültür"
adlı kitabında İstanbul'da konferans veren
Erich Rothacker adlı Alman filozofun
konuşmalarını anlatırken Rothacker'in,
devletlerin altında devletlere şekil veren bir
unsurun bulunduğunu ve bu unsurun da
"millet" olduğunu, milletlerin hayat
karşısında aldığı tavrı da "kültür" olarak
tanımladığını söyler. Rothacker'in bu
tespitlerine yer veren Kaplan, "Milletler
devletleri kurar. Bu devletler yıkılabilir.
Fakat milletler yaşama gücüne sahipse
yıkılan devletin yerine yeni bir devlet
kurar." der. Bu durumun en büyük
örneğinin Türkler olduğunu da dile getiren
Kaplan, aynı milletin çeşitli nedenlerle
devleti yıkılınca yerine yeni devletler
kurabildiğine göre asıl olanın devletler
değil milletler olduğunu ifade ediyor.
Gökalp'in ve Kaplan'ın bu görüşlerini
analiz edip sentezlersek Atatürk'ün yaptığı
ve yapmak istedikleri konusunda belli
fikirlere sahip olabiliriz. Yukarıda
bahsettiğimiz gibi kültürün bir milletin
hayatında etkin rol oynadığını gören ve
eski Türk tarihini ve devlet geleneğini iyi
bilen Atatürk, dil ve kültür birliğinin siyasi
birliği de sağlayacağını iyi bildiği için dil
ve kültür alanında önemli çalışmalar yaptı.
Bu çalışmalar, kültürel birliğin sağlanarak
bu kültürel birliğin ortak bir dille ifade
edilmesi üzerinde yoğunlaştı. Türk dilinin
bütün varlıklarını arayıp bulmak, toplamak
ve onlar üzerinde çalışmak gerektiğini
söyleyen Atatürk, bizim milliyetçiliğimizin
temelinde dil birliği vardır diyerek dil
birliğinin diğer bütün kapıları açabilecek
bir adım olduğunun altını çizdi. Bu
bağlamda Atatürk'ün çalışmalarını
anlamak için o çalışmaların arkasındaki
fikir hareketlerini bilmek ve anlamak
gerekir. Aksi takdirde Atatürk'ün
çalışmalarını anlamak güçtür.
Bu vesile ile vefatının 76. yılında
M. Kemal Atatürk'ü minnet ve şükranla
anarken bize bıraktığı bu fikirlere sahip
çıkılmasını temenni ediyorum.
Hikâye
GEÇ GELEN POYRAZ
Nazlı ÖZLEMİŞ
Rüzgâr saçlarını çoktan dağıtmıştı. Uzun sarı saçları ayaklar
altına alınmıştı. Biliyordu Rapunzel saçlarına rüzgardan başkasının
dokunamayacağını. Hem seviyordu da rüzgarı. Gözyaşlarını kurutacaktı.
Melankolik bulutlar birleştiler, gök mavisi yağmuru hediye
ettiler yeryüzüne. Yağmur vurdukça Rapunzel’in beyaz tenine
kayboluyordu bütün gözyaşları.
Susamışlığını dindiriyordu da toprak kokusu, ağlamasına çare yoktu. Ölü sevinçler
biriktiriyordu içinde. O da istiyordu aşık olmak, aşktan yanmak, aşk yolunda kaybolup sonra
bulunmak. Bu sebepten özlüyordu rüzgarı. Bir kere dokunsaydı saçlarına, savursaydı, tutsaydı
sonra gezdirseydi parmaklarını arasında.
Girdi Rapunzel Galata Kulesi’nin kapısından içeri. Öyle kilitler vurulmamıştı kapısına
da o kendini vurmuştu yalnızlığa. Öyle kapatmıştı ki içini sıkı sıkı açmak imkansızdı.
Beklemeye koyuldu rüzgarı. Her akşamüzeri uğruyordu balkonuna. Yine bir
akşamüstü çıktı balkona, baktı gök kubbeye sonra denize. Bekledikçe şahit oldu ayın
güzelleğine. “ Ne güzel şiirler yazılırdı şimdi sana” diye geçirdi içinden. “ Ama ben aşığım
rüzgara “ diye de ekledi. Sesli düşünmüş olmalı ki geldi Samyeli. Okşadı yanağını. Gezindi
saç uçlarında. Tuttu saçlarından öptü dudağını ve gitti.
Rapunzel uzattı saçlarını kuleden aşağı. Kulenin boyuna henüz ulaşmamıştı. Daha ne
kadar uzayabilirdi ki. Biraz daha uzasa beli kırılacaktı. Beklediği Samyeli değildi
Rapunzel’in. Poyraz’dı. Hırçınlığıyla alıp kaybetmeliydi Rapunzel’i. Saçlarına dokunmaya bir
tek Poyraz cesaret edebilirdi. Bir tek onun ellerine bulaşmazdı zehir.
Rapunzel ne yapsındı? Ağlasa nereye kadardı? Kesse hemen yerine geri geliyordu.
İnadına uzar gibi kurtulamıyordu. Poyraz’ı saçlarıyla mı çekecekti yukarı, bilmiyordu. Yoksa
Poyraz kaybolup gidecek miydi o girdapta.
Bekledi, bekledi, bekledi…
Günleri günlere ekledi. Kaç ilkbahar geçti kaç yaz sayamadı. Ama o hep sonbaharda
kaldı.
Yine bir sonbahar akşamıydı. Galata Kulesi’nin balkon kapısını açtı. Yürüdü
karanfiller arasında balkona doğru. Melankolik bulutlara selam verdi önce ama kapatamadı
saçındaki beyazları.
Birden o geldi. Buruşmuş elleriyle dokundu Rapunzel’in saçlarına. Rapunzel’in
melankolik bulutları dağıttı gözyaşlarını. Gözyaşları buluştular. Poyraz insan suretinde karıştı
Rapunzel’in saçlarına. Zehrini aldı, aldıkça bir adım daha yaşlandı. Yaşlandıkça ölüme bir
adım daha yaklaştı. Poyraz kayboldu Rapunzel’in saçları arasında. Kesti saçlarını kurtardı
onu. Artık kilit vurulmamış kapılar arkasından çıkabilirdi Rapunzel. Ama kapıyı kullanmadı.
Balkon kafi kaldı.
Yazdı bunları Rapunzel gözyaşları içinde pembe bir kağıda. Siyah kalemi oldu
kırmızı. Damladı siyah gözyaşları satırlara. Ve Anka uçtu melankolik bulutlar ardına.
Deneme
HECEYİM
Tuba YENİ
Varlığını şiirde bulanlardanım ve bilirim ki dünyada insana en çok
şiir yakışır. Yeryüzümde binlerce kelime var ki daha yan yana gelmemiş.
Ben bu kelimeler arasında var olmaya çalışan bir heceyim sadece.
Bir kelimede kendim kadar var olmak için çıktığım bu uzun yolda, birçok engelim
olacaktı biliyordum. Dünyaya adımımı soğuk bir kış gecesinde attım. Her bir mevsimin
güzelliğini özellikle de dört bir tarafı dünyanın beyaz duvaklı biricik gelinine çeviren kışı,
iliklerine kadar hissederek büyüdüm. O zamanlar kendi rengimin farkında bile değildim.
Rengimin siyah, mevsimimin sonbahar olduğunu düşünürdüm. Sonra farkına vardım ki ben
mavi, ben ilkbaharmışım…
Adım adım kendime giden yolu yürümeye başladım. Lise sıralarında harf olduğumu
fark ettim. Suskunluğumu, utangaçlığımı dizelerde çığlıklarla yendim. Sonsuz maviliği olan
bu deryada dolaşıp, kıyılarında soluklandım. Zamanla kalıplara sığmamaya başladım. Hiçbir
kafiye, hiçbir uyak tam olarak ben değildi. Ya zenginliği gözüme batıyor ya yarımlığı. Bir de
baktım ki önümde harflerden kelimelere, oradan cümlelere dökülen dizeler bana:
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da” diyor. Ve o an anladım ki artık ben bir
heceyim.
İçimde bitmek bilmeyen bir heyecanla kelime olacağım günleri bekliyorum.
Şiir
BEN ÖZÜRLÜYÜM
Celal ÇOBAN
Ben özürlüyüm, istemedim böyle gelmek dünyaya.
Yaşamak istiyorum, alın beni aranıza.
Sizin gibi yürüyebilseydim;
Koltuk değneği ya da tekerlek olmasaydı bacaklarım.
Sizin gibi duyabilseydim kuş seslerindeki güzelliği.
Sevgimi sizin gibi fısıldayabilseydim dostlarıma.
Ben de isterdim sizin gibi düşünüp,
Sizin gibi öğrenmek her şeyi.
Ağzımla değil ellerimle yazmak,
Ayaklarımla değil, parmaklarımla boyamak doğayı.
Ben istemedim böyle yaşamayı.
Alın içtenliğim sizin olsun, sevgim sizin.
Ben istemedim böyle yaşamayı.
Hikâye
YAKAMOZ
Hilal TUNA
Kırmızı pabuçlu, kırmızı çantalı; sarı kız. Uzun uzun baktı denize.
Uzun, derin ve ıslak. Oysaki sadece yakamozdu gördüğü. Islak bakışlarını
gökyüzüne kaldırdı ardından. Islak bakışları daha da ıslandı. Pabuçlarının
rengindeydi ıslaklık. Avuç içlerinde ki hayalleri gibi. O gün her şey
kırmızıydı. Ama, sarı kız pembeyi severdi. Toz pembeyi... Dört tekerlekli
kırmızı bisikletini de sevdi elbette, ama hiç sevmedi kanayan dizlerini.
Kırmızı çantası doluydu sarı kızın. Biran için, hızla çantasını açtı sarı kız.
Gülümsedi... Küçük trenler çıktı çantadan. Çikolata kapları, sinema
biletleri, fotoğraflar, anahtarlık ve bir parfüm şişesi. Belli ki, sığmayan daha pek çok şey vardı
kırmızı çantasına.
Bir adım daha yaklaştı denize, sarı kız. Ve başladı çantasını denize boşaltmaya. Önce
iki gülen yüzü bıraktı denize. Sonra treni, çikolata kaplarını, sinema biletlerini ve üzerinde bir
şeyler yazan anahtarlığı.
Belli ki canı acıyordu, kırmızı çantası boşalan sarı kızın. Bir adım daha yaklaştı
kırmızı pabuçları ile denize. Sonra sıktı kokuyu bileklerine...
Önce şişeyi, sonra kendini bıraktı denize. Arkasında sadece bir defter bıraktı sarı kız.
Dünyanın en güzel kokusuymuş bileklerinde ki, öyle yazmış bu deftere...
Şiir
BEN FARKLIYIM
Oğuzcan KIYMIK
Parmak uçlarımda yürüdüm mutfağa doğru,
fermuarı acık bir pantolon üstümde,
Gömleğimin düğmesi iliklenmiş sözde
Anneme “Baba!” diye seslendim birkaç kez
Ben mutfak sanarken beni salonda buldu
Benim bir takvimim yok, bu sabah uyandım
Bağcıklarımı annem düğümler kime ne?
Merdivenlerden düştüm bir çok sefer olsun
Ama herkes bana güldü anne, bu derste
Herkes mavi söylerken ben yeşil boyandım
Salının çarşambadan bence pek farkı yok
iki kere iki dört edermiş, sanki beş
Dünyayı yuvarlak görenler, kare olsa?
Ne ayrıcalığı var makasın kalemden
Bu dünyada bilinmesi gerekenler çok
Salının çarşambadan bence pek farkı yok
iki kere iki dört edermiş, sanki beş
Dünyayı yuvarlak görenler, kare olsa?
Ne ayrıcalığı var makasın kalemden
Bu dünyada bilinmesi gerekenler çok
Üzerimden şakalar yapıyorlar herhalde
Onların bildiklerini bilmemem suç mu?
Daireler Ϫ ,üçgenler □ ,kareler ⃝ ,şekiller
Soru işareti ! ünlem ? üç nokta … nokta .
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATINDA BU AY
Damla KARAYİĞİT
“3 Kasım 1928 Türk Harflerinin Kabul ve
Tatbiki Hakkında 1353 Sayılı Kanun’un
Yürürlüğe Girmesi”
10.yy.dan itibaren Türkler, boylar halinde İslamiyet’i
kabul etmeye; bunun akabinde ise doğal bir sonuç
olarak dil ve kültürde de değişimler yaşamaya
başlamışlardır. Bunu izleyen yıllar içerisinde, gerek
Batı gerek Doğu lehçeleri, Arap alfabesinin
Türkçe’ye uyarlanmış biçimi ile yazılmıştır.
İlerleyen dönemlerde, Arap
alfabesinin Türkçe’ye uygulanması
sırasında, yazım kuralları sürekli olarak
değişmiş; ancak Türkçe için kullanışlı bir
dil oluşturulamamıştır. Osmanlı
Devleti’nin sınırlarının genişlemesi üzerine
dilde Arapça ve Farsça’nın etkileri artmış,
dolayısıyla bu dilleri bilmeyen ve
öğrenemeyen halk ile yüksek zümrenin
anlaşma aracı arasında bariz bir ayrışma
başlamıştır. Bu sebepledir ki 1860 yılından
sonra Tanzimat döneminde yetişen
aydınlar, bilgi birikimlerini, fikirlerini
halka yaymak amacıyla basın-yayın
hususunda ilk sivil gazetecilik
girişimlerinde bulunmuşlardır. Bu gelişme,
zamanla aydınlar arasında dil, eğitim ve
kültür sorunları üzerine tartışmalar
başlatmış, harf devriminin fitilini ateşleyen
gelişmeler yaşanmıştır. Bu konu üzerine
Münif Paşa 1862’de Cemiyet-i İlmiye-i
Osmaniye’de verdiği bir konferansta,
harekelerden dolayı bazı kelimelerin
okunuşlarında yanlış anlamalar olmasından
ve Avrupalıların dillerinde böyle bir sorun
olmadığından okuma-yazma oranının
Avrupa’da küçük yaşlarda başladığından
söz etmiştir. Bu konferansı izleyen süreçte
Azerbaycanlı şair Ahunzade Feth Ali
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’ye
iyileştirme tasarısında bulunmuş; Hürriyet
Gazetesi’nde Namık Kemal ile İran elçisi
Melkum Han konu üzerine tartışmaya
açmışlardır. Bu şekilde Tanzimat dönemi
aydınları, yeni bir alfabeden çok; var olanı
sadeleştirme ve iyileştirme üzerine
çalışmalar yapmakla kalmışlardır.
1876-1908 sürecinde bu konu üzerinde
herhangi bir ilerleme kaydedilememesinin
sebebi 2.Abdülhamit’in istibdat dönemi
etkili olmuştur.
2.Meşrutiyet dönemi içinde, önceki
dönemden farklı olarak bu soruna çözüm
bileyenler Arap harflerinin iyileştirilmesi
ve Arap harflerini bırakarak Latin
harflerine geçilmesi hususunda iki gruba
ayrılırlar. Akabinde Musullu Dr.Davut
Bey, Mebusan Meclisi’ne Latin harflerinin
kabulünü öneren bir tasarı sunmuştur.
1910-1911 yıllarında Latin yazısı fikri
iyice kabul görmüş, bu fikri, “halkı
cehaletten kurtarma” fikri perçinlemiştir.
Kılıçzade Hakkı ve Giritli Ahmet Saki’nin
çıkardığı Hürriyet-i Fikriye dergisinde
“Latin Harfleri” başlığı altında imzasız bir
seri makale yayınlanır. Yazar, bu seri
makalenin sonuncusunda şunları
demektedir: “Latin harflerinin esas
itibariyle taraftarı olanlardan bir kısmı,
Kur’an’ın nasıl yazılacağı ve tedris
edileceği meselesini gayr-ı kabil-i hal
olmak üzere telakki ederek tereddüde
düşüyorlar. Halbuki metin bir inkılap ve
teceddüt yapmak fikrinde kat’iyet sahibi
olanlar bu babda şekk ve tevehhüme duçar
olamazlar, Kur’an meselesi elifba
meselesiyle alakalı değildir. Bugünkü
yazımızı muhafaza etsek bile terakki için
yapmak zorunda bulunduğumuz “Maarif-i
İptidaiye İnkılabı” neticesinde çocuk
mekteplerinde yanlış olarak okutulmak
şaibesinden tenzih edilecektir. Biz Latin
harflerini kabul etmekle filhakika Arapça
Kur’an’ı okuyamayacağız. Zira Arapça’nın
tahrir ve imlasına müdahale selahiyetine
malik değiliz.”
Yazı meselesinde Azerbaycan
Hükümeti’nin Latin esaslı bir yazıyı kabul
etmesi üzerine 12 Eylül 1922’de aralarında
Hüseyin Cahid ve Yakup Kadri’nin de
bulunduğu bir grup gazeteci İzmir’e
giderek Mustafa Kemal ile Latin
harflerinin kabulü üzerine görüşme
yapmışlardır.
Hüseyin Cahid resimli gazetenin 22 Eylül
1923 tarihli sayısında yayınlanan “Latin
Harfleri” makalesinde bu duruma “Biz
memlekette ümmiliği azaltamayız. Çünkü,
harflerimiz buna manidir. Çocuklarımız
mekteplerde üç sene, dört sene çalıştıktan
sonra da doğru okuyamazlar, çocuklarımız
değil, hiçbirimiz her kelimeyi doğru
telaffuz ettiğimizi iddia edemeyiz. Böyle
lisan, böyle tahsil olur mu? Bir köylü
çocuğu senelerce mektebe gidip de hiçbir
şey öğrenemezse niçin vakit kaybetsin?”
cümleleri ile durumun nasıl bir çetrefilli
yolda olduğunu izah etmiştir. Son derece
zor koşullar altında kazanılan ve kurulan
yeni bir devletin varlığının korunabilmesi
ve geleceğe taşınabilmesi için, devletin
atacağı adımlar daima çağa ayak uydurmak
zorunda idi ve tüm bunların başlangıcını
Türk aydınlar ve Mustafa Kemal eğitim ile
yapmanın doğru olacağı yönünde hareket
etmişlerdir. Mustafa Kemal 9 Ağustos
1928 tarihinde Sarayburnu’nda yaptığı
“Arkadaşlar, bizim ahenkdar, zengin
lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini
gösterecektir. Yeni Türk harflerini çabuk
öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe,
hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu
vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi
biliniz.” Şeklindeki konuşması ile harf
devrimini başlatmıştır.
Mustafa Kemal’in Sarayburnu’ndaki
konuşmasından sonra memlekette bir
alfabe seferberliği başlamış, 11 ağustosta
Dolmabahçe’de ilk alfabe dersini İbrahim
Nemci Dilmen vermiştir. Türk kültürünün
temel davalarından biri olan Harf Devrimi
Kanunu 3 Kasım 1928’de mecliste kabul
görmüş ve yürürlüğe girmiştir.
Türk Harf İnkılabı ile; Türk kültür
hayatının evrenselliğe taşınması için büyük
bir emek harcanmıştır. Sonraki süreçte
dilde sadeleşme, bilimsel terimlerin
Türkçe’ye uyarlanması gibi büyük ve
başarılı adımlar atılmış, bugüne kadar
gelinmiştir. Bugün teknolojinin hızla
küçülttüğü ve bizi kıskaca alacak kadar
daralttığı dünyada, dilimizin bir empoze
edilme sürecinden geçmekte olduğunu
hatırlatmak doğru olacaktır. Unutmayalım
ki, bu dil bu topraklardan bizlere kalan
kimlik mirasıdır; ve yine unutmayalım ki,
kimliğimizin oluşumunda Dede Korkut’tan
Yunus Emre’ye; Hüseyin Cihad’dan
Dr.İsmail Şükrü Bey’e ve daha nice kalem
erbabının ve Mustafa Kemal Paşa’nın alın
teri vardır. Onu korumak, bizim ana
hakkımızdır. 10 Kasım 1938 Mustafa
Kemal’i vefatının 76.yılında saygı ve
rahmet ile anıyoruz.
KAYNAKÇA Kılıç, Selami, Türkiye’de Latin Harfleri Meselesi, (dergiler.ankara.edu.tr) Tongul, Neriman, Türk Harf İnkılabı, (dergiler.ankara.edu.tr) Dilaçar,A., Türk Yazısının Geçirdiği Evreler,BTTD,İstanbul,1985. Acar,Ayla, Türkiye’de Latin Alfabesine Geçiş Süreci ve Gazeteler,İletişim Fakültesi Dergisi.
İnceleme
MİSÂLΑNİN TECRÜBELERİN
Deneyerek Öğrenmeden- 1
Muhammet Resul KAMÇI
Derd-i aşkı gayrıdan sorman ne bilsün çekmeyen
Ânı yine aşık-ı nâlâna söylen söylesin
Diyen Bâkî’nin beytine baktığımız çerçeveden, Misâlî’nin, kendisine
derin sevgiler beslediği ancak ayrılmak zorunda kaldığı sevgilisi için yazdığı
beyite de bakmak mümkündür. Şöyle der Misâlî:
Yine can hecr ile nâlân oldu hasret o râ’ya
Irak olsun bana, dâim yakın olsun Hûmâ’ya
Günümüz Türkçesine “Gönül yine
ayrılıktan dolayı ağlayıp inlemekte,
sevgilinin kaşına hasret duymaktadır /
Bana uzak olsun ama Allah’a daima yakın
olsun.” şeklinde çevirebileceğimiz beyitte
Misâlî’nin şiirine “yine” diyerek
başladığını görüyoruz. Daha önceleri de
yaşanan bir ayrılığın habercisi olan bu
başlangıcın ardından, sevgiliye/sevgilinin
kaşına hasret duyduğunu belirtiyor. “Ra”
Arap alfabesinde “ر” ve camilerde imamın
namaz kıldırdığı yer olan mihrabın şekli
harfine benzer. ( ) Bilindiği üzere ”ر“
imam secdesini orada yapıyor ve Misâlî de
tabiri caizse “tapar gibi seviyorum” demek
istiyor.
İkinci dize, beddua hissi uyandırsa
da, dikkatle incelendiğinde duadan başka
bir şey olmadığı anlaşılıyor. Bu dizede
geçen “Hûma” ifadesi “Allah”
anlamındadır. Misâlî burada “Benden zaten
uzak, ayrıyız, ama Allah’ın yolundan asla
ayrılmasın, daima Allah’a yakın olsun.”
diyerek ayrılmış dahi olsalar sevdiğine iyi
dileklerini sunuyor. Zaten Allah da “Ben
size şah damarınızdan daha yakınım.”
demiyor muydu?
Edebî sanatlar açısından
incelediğimizde Misâlî’nin muamma
sanatına yer verdiğini görüyoruz. Hümâ
kuşunun diğer adı olan Anka, esatiri
(mitolojik) bir kuştur; yoktur ancak çok
kıymetlidir, tıpkı sevgili gibi... Sevgilinin
ne kadar kıymetli olduğuna işaret eden
şairin, birinci mısradaki “ra” ile ikinci
mısradaki “anka” kelimelerini kullanması
tesadüfi değildir. Bu iki kelime
birleştiğinde “Ankara” şehrini ele verir ki
bu şehir, beytin yazılmasına ilham olan
sevgilinin yaşadığı şehirdir.
Bilinir ki biz insanlar daima
felekten yana şikayetçiyizdir. Herkesin
suçladığı felek, bu beytin yazıldığı gün
Misâlî’ye bir sürpriz yapmıştır. Beyitte
geçen “ra” ifadesi, Rabbiülevvel ayının
kısaca yazılmış şeklidir. Rabbiülevvel ayı,
Peygamber Efendimiz Aleyhisselâmın
dünyayı teşrif ettiği aydır. İşte bu beytin
yazılması bir Mevlid Kandiline rastlamıştır
ve bu feleğin Misâlî’ye armağanı olarak
düşünülebilir.
İmam-ı Âzam’a sorarlar “Sen her
şeyi bilir misin?” O ise “Estağfirullah
haddimi bilirim.” diyor. Buna istinaden
Misâlî eksikleri için affınıza iltica ediyor
ve şöyle diyor; “Bir yanlışımızı da ifade
etmek durumundayız: Bu beyti fe i lâ tün / fe i
lâ tün / fe i lâ tün / fe î lün kalıbında yazdık.
Ancak sonradan öğrendiğimize göre böyle bir
aruz kalıbı yokmuş. Niyetimizin halisane
olmasından dolayı kusurumuzun mazur
görülmesini temenni ederiz.”
Araştırma-İnceleme
YEKTA KOPAN VE ‘İKİ ŞİİRİN
ARASINDA’
Kevser BAYAZIT
Jim Carrey, Michael J. Fox, çizgi film karakteri Sylvester ve
Buz Devri (film) animasyon karakteri Sid ile özdeşleşmiş yazar,
seslendirme sanatçısı ve televizyon sunucusudur Yekta Kopan. 1968
yılında Ankara’da dünyaya geldi. Babası tiyatrocu Lütfü Kopan, annesi
Engin Kopan’dır. Babası aracılığıyla henüz çocukken, TRT Ankara
Radyosu’nda seslendirme yapmaya başladı. Seslendirme sanatçısı olan
ablası Yeşim Kopan gibi Radyo Çocuk Saati Programı’nda seslendirme eğitimi aldı ve bu
alanda çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Öğrenim hayatı Ankara'da geçti. Hacettepe
Üniversitesi İşletme Bölümü'nden mezun oldu. Yazın hayatına şiir yazarak başladı. İlk şiiri,
“Yarın” adlı edebiyat dergisinde yayınlandı.
Yekta Kopan'ın, öyküleri Hayalet Gemi
dergisinde okurları ile buluştu. 1998'de elektronik
ortamda yayın yapan AltZine dergisinin ve ardından
Türkiye’nin ilk çevrimiçi yayınevi olan Altkitap’ın
kurulmasına öncülük etti. Altyazı sinema dergisinde
film eleştirileri yazdı. Eşik Cini dergisinde öykü
üstüne metinler yazdı ve derginin yayın kurulunda
görev aldı . ‘ Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri’
adlı öykü kitabı 2002 Sait Faik Hikaye Armağanı'na,
‘Bir de Baktım Yoksun’ adlı öykü kitabi ise 2010'da
hem Haldun Taner Öykü Ödülü’ne, hem de Yunus
Nadi Öykü Ödülü'ne değer görülmüş bir öykücüdür.
Yekta Kopan, bu kez yeni öykü kitabı İki
Şiirin Arasında ile huzurlarınızda. Yanından geçip
gittiğimiz tüm o küçük ‘an’ların meğer ne güzel
öykülere zemin olduğunu okurlarına fark ettiriyor.
Onun kaleminden geçen öyküler bir anda ruhumuza
sızıyor büyüyor, genişliyor. Bazen kaçırdığımız,
bakmayı unuttuğumuz, önemsemediğimiz anlarla
öykülerin içinde yüzleşiyoruz bir anda. Zamanın,
kişilerin ve mekanın değiştiği olayların aynı kaldığı
‘’iki şirin arasında’’ da zihinlerimizin perde arkasında kalanlar yeniden aralanıyor. Adını
duyduğumuzda şiir kitabı sandığımız ‘iki şiir arasında’ içeriğinde farklı öykülere yer veriyor.
Kitabın içinde geçen iki şiir arasında kitaba adını veren bir öykü. Sade anlaşılır bir üslupla
kaleme alınan öyküler çabucak okunuyor ancak derin hisler uyandırıyor okuyanda. Can
Yayınevi’nin katkılarıyla yayımlanan İki Şiirin Arasında raflarda yerini aldı keyifli okumalar.
Şiir
BEYNİMİ SANSÜRLEDİLER BAYIM
Serap CENGİZ
Beynimi sansürlediler bayım,
Aydınlıkta türkü yakmak istiyorum.
Fikrimle çağırdığım cümleleri,
Bir bir sıraladım…
Beynimi sansürlediler bayım,
Konuşamıyorum,
Fikredemiyorum.
Beynimi sansürlediler çocuk,
Sendeki algımı aradım yıllardır…
Beynimi sansürlediler bayım,
Herkes herkesin katili,
Adil olmayan adaleti istiyorum.
Bizi sansürlediler bayım,
Herkes biraz katil
Herkes biraz çocuk kaldı.
Beynimi sansürlediler bayım,
Sesinin gölgesinde kaldım
Uğultu var,
Duyamıyor.
Şiir
SESSİZ ÇIĞLIKLAR
Mesut YILMAZ
Yüreğimin çığlıkları vurdu dizelerime
Ne olur susun diyemedi ellerim
Aydınlığı işledi bir bir satırlara
Kör olmuşçasına karanlığın ortasına
Artık ben değildim sahibi dizelerimin
Kanayan bağrım bile durduramazken beni
Sensizliği haykırıyordu adeta
Yüreğimde kopan sessiz fırtına
Şiir
SİTEM
Osman BAYKAL
İtimadım yok artık
Belli bir anlam ifade eden renklere;
Kırmızıya, beyaza ve pembeye.
Sana ait bir düşüncemde yok artık
Ne bez bağladığımız o ağaca
Ne de bel bağladığımız o inanca.
Artık sitem var, sitem var
Senle olan her duyguya,
Her şiire
Ve aşkın kraliçesi Leyla`ya.
Şiir
FİRKAT
(Be-nâm-ı Mihribân)
Yavuz (Fermân) KILIÇ
Ten içinde cân kalır mı gör ki cânândan ayrı
Dürr-i efşân sırra kadem, bahr u ummândan ayrı
Sâkiyâ, sen söyle: Âşık neden olur sitem-kâr
Bülbül âvâz eyleyemez gül-i handandan ayrı
Gün be gün teşrif edip bâğı temâşâ kılardı
Rûz(i)gâr dahî sükûtta serv-i revândan ayrı
Bezm-i yârân içre sultân olmasın benden ırak
Ârif olan kalamaz sohbet-i yârândan ayrı
Bil ki Fermân, fi’l-hakîka ayrısın Mihribân’dan
Çün hayâtın kaybedersin dîde-nihândan ayrı
Şiir
HÜZÜN
Yunus Emre BOLAT Bana bir hüzün gerek yalnızca
İnce bir hüzün yağmurlardan
Bırakmamalı beni tutmalı sıkıca
Nasibini almış olmalı hayattan
Bana bir hüzün gerek yalnızca
Kaçıp gelmeli ansızın sonsuzluktan
Benim olmalı hem de sorgusuzca
Sıyrılmış olmalı o güzel mutluluktan
Bana bir hüzün gerek yalnızca
Geçmemiş olacak güzel yollardan
Aramalı beni ve sevinmeli bulunca
Gelmezse bile haber etmeli varlığından
Şiir
Canip ÖZYÜREK
diyordum ufak şehir
iskelede küçük bir çocuk
ilk adımlarını atardı
geride kalan yoktu
gelecekti; ayaklarının altında duran
görünen ufuk uzaktı da
yaşıyla keşfedecekti bir bir
denizin adım attığı iskele olmadığını...
diyordum ufak şehir
güzel insan anlamına gelir
umutlar tazedir balıklar tazedir
büyükşehir hevesi yoktur
hayat yoğurup atsa da bir köşeye
bir köşesi iskeledir taze balıklardır
deniz kokusu en iyi ordan duyulur
güneş en güzel ordan batar
diyorum ya ufak bir çocuk
nereden bilebilir
denizin adım attığı iskele olmadığını
HABERLER VE DUYURULAR
BÖLÜMÜMÜZ ÖĞRENCİLERİNİN ATÖLYE ÇALIŞMASI
Neslihan Önderoğlu ve Serkan Türk ile, bölümümüz öğrencilerinin yapmış olduğu
atölye çalışmasından bir kareler:
scvgdfvghjb
AŞIĞIN SAZI VE SÖZÜ
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne bağlı
olarak faaliyetlerini yürüten, KTÜ Edebiyat
Kulübü'nün düzenleyeceği ''Aşığın Sazı Ve Sözü''
adlı program 26 Kasım Çarşamba günü Nazım
Terzioğlu Amfisinde saat 15.00 da
gerçekleştirilecektir.
Ardahan’dan gelecek olan âşıklarımızın mahlasları Turanî (Faruk ERDOĞAN) ve Erkanî
(Mehmet OKTAY)'dir. Âşıklarımız ''Âşık Şenlik Geleneği'' çevresinde icralarını
gerçekleştireceklerdir. Ayrıca atışmaları da programda yer alacaktır.
HİLAL’LE TREND
Bölümümüz 4.sınıf öğrencilerinden, Hilal TUNA; bölgemizin
yerel radyosu olan 94.00 frekanslı Aktif Radyo da, her hafta sonu kendi
programını yapmaktadır. Program, Hilal’le Trend ismini taşımaktadır.
Programın içeriğinde sağlıktan, anne çocuk ilişkisine kadar hayata dair
her şey yer almaktadır.