bİr İhtar - muharrem balcibir hale dümü olduk. İmam-ı gazali «allahın bana lütfederek...
TRANSCRIPT
1
BİR İHTAR
İSMAİL KAZDAL
KAZDAL YAYINLARI: 4
İSTANBUL/1.6.1969
ÖNSÖZ
a. Bu küçük kitabı yazışımızın sebebi şunlardır:
b. Türkiye’de çok muhtaç olduğumuz kritik şuurunun gelişmesi.
c. Müslümanları içine düştüğü tefekkür ataletinden kurtaracak ilmi tartışmanın
doğması.
d. Hür düşüncenin yeniden doğmasına vesile olmak.
e. Hakları yenen ve küfür yağmuruna tutulan Müslümanların haklarını korumak.
Bunlardan başka bir kastımız yoktur.
Türkiye’mizde, hiçbir meseleyi objektif olarak kritik edebilmek mümkün değildir. Ya
yerin dibine batıracaksın veya arş-u alaya çıkaracaksın. İkisinin ortası bir yolu tutamazsınız
memleketimizde. Bu zihniyetin çok büyük zararlarını gördük. Koca İmparatorluk bu yüzden
battı. Bazı meseleler tabu yapıldı, üzerinde tartışma yapılması yasaklandı. Böyle bir durumda
elbette ki hakikatin yerini hurafeler alacaktı ve nitekim de öyle oldu. En hayatî meseleler üze-
rinde tartışma yasaklandığı için, hakikatler görülemedi ve bugünkü hale düşmemize bu hâli-
miz sebep oldu. Allahın insana vermiş olduğu hassaları kullanmaya mecbur olduğumuz halde,
birtakım köstekleyici kaideler koyarak, bu hassaları dumura uğrattık. Ve bilhassa akıl hassası-
nı... Aklın önüne, geçemeyeceği öyle manialar koyduk ki, onu yok kabul etmekten daha beter
bir hale düşmüş olduk. İmam-ı Gazali «Allah‟ın bana lütfederek verdiği akıl nimeti olma-
saydı, bir insan olarak iftihar edilecek neyim kalırdı?» diyor.
İşte bu küçük eser, Allahın insana vermiş olduğu akıl nimetini, Müslüman’ca çalıştıra-
rak birçok mesele üzerinde tartışma yapılabileceğini izah ediyor. Bu küçük eser, hatalı bir
insana cevap vermekten çok, bir vesileyle ilmi tartışmanın açılmasına sebep olmak için yazıl-
dı. Ne dereceye kadar muvaffak olundu bilinemez. Çok kısa bir zamanda kaleme alınmış bu
küçük eserde, elbette ki meseleler layık olduğu açıklığa kavuşturulmuş değildir. Fakat bazı
tabulaştırılmış meselelerin tartışılabileceği ölçüsünü vermiş sayılırız. İnsanı, bütün benliğini
Allaha vermiş Müslüman’ı hiçbir korku tutmamalıdır ki, hakikatleri bir bir ortaya çıkarmaya
muvaffak olabilsin.
2
İşte, memleketimizde, Müslüman’ın bazı meseleleri tartışabilmesine vesile olabildiği
nispette, bu eser vazifesini yapmış olacaktır.
Tartışılsın ki, ak kara ortaya çıksın. Kimin hakikatçi, kimin hayalci, kimin idealist, ki-
min hurafeci, kimin mücahit kimin atalet şampiyonu olduğu meydana çıksın. Çıksın da, Müs-
lümanlar şerefli İslâm’ı temsil edebilecek gücü bulsunlar.
KAZDAL YAYINEVİ
I- GİRİŞ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Bütün mevcudatın, haliki Allahu Teâlâ’ya hamd, O’nun sevgili peygamberi Hazreti
Muhammed Mustafa’ya selât ve selâm ederiz.
Tarihe bakınız! Orada medeniyetlerin doğuşunu ve batışını anlatan sayfalara bir göz
gezdiriniz... Gördükleriniz üzerinde derin derin düşününüz... Böyle yaptığınız zaman görecek-
siniz ki, medeniyetlerin batışına bizzat medeniyetleri temsil ettiğini iddia eden insanlar sebep
olmuştur. İnsanlar mensubu oldukları medeniyeti temsil edecek kabiliyeti yitirmişler ve yitir-
miş oldukları kabiliyetleri ile birlikte temsil ettikleri medeniyetler de çöküp gitmiştir. Mede-
niyetlerinin esaslarım anlamaktan aciz kalmışlar ve başka medeniyetlerin tazyiki altında yok
olup gitmişlerdir.
Demek isteriz ki, bir medeniyetin temsilcileri bozulmadıkça, zaafa düşmedikçe medeni-
yetleri de yıkılmaz. Yani, medeniyetler bizzat onun bağlıları tarafından yıkılır ve tarihin say-
falarına bir hatıra olarak geçer. Onun için de, birbirinin muarızı medeniyetler yekdiğerinin
temsilcilerini ifsatla işe başlar ve ifsat edebildiği nispette muarız olduğu medeniyeti yıp-
ratmış olur. Elbette ki, bu hal bizatihi medeniyetlerin yıkılması demek değildir. Temsil kad-
rosunu ondan uzaklaştırmak ve yıkılmak istenen medeniyeti sahipsiz bırakmaktır. Bir mede-
niyeti temsil eden kadro yoksa öyle bir medeniyet de yok demektir. Çünkü medeniyetler in-
sanlar tarafından benimsendikçe yaşarlar, benimsenmedikçe de yok olurlar. Bazen, benimsen-
diği iddia edilirken bile yaşamazlar. Çünkü medeniyet, esaslarını ve özünü bilmeyen bir kadro
elinde temsil edilme durumuna düşebilir. Medeniyetin esasını ve özünü bilmeyen insanların
şahsında, o medeniyet ismi var kendisi yok bir hale duçar olabilir. Kendi hatalı telâkkilerini,
bağlı olduğunu söylediği medeniyete maletmeye çalışan insanların şahsında medeniyetler,
hakiki manalarını kaybeder ve fonksiyonunu icra edemez olur. İşte İslâm medeniyeti böyle bir
duruma düşürülmüştür.
Günümüzün İslâm memleketlerine baktığımız zaman, bu durumu açıkça görürüz. Eğer
bunu görmezsek veya göremezsek, yani, İslâm âleminin zelil vaziyetini idrak edemezsek, o
zaman İslâmî bu gördüklerimiz olarak kabul etmeye mecbur kalırız ki, bu İslâm’a ve onun
medeniyetine yapılan en büyük iftira olur. İslâm medeniyetinin üstünlüğünden şüpheye düş-
3
mek olur. Eğer İslâm medeniyetini temsil eder görünen insanların zaafını kabul etmezsek,
bizzat İslâm medeniyetini zaaf içinde kabul etmek lâzım gelir ki, kafamızda ve gönlümüzde
böyle bir inanca yer vermeyi en büyük küfür addederiz.
Kendini İslâm’a nispet edenler İslâm düşmanlarının ayakları altında ezilmektedir, yoksa
İslâm dininin kendisi değil haşa... İslâm medeniyeti bütün tazeliği ve haşmeti içinde ortadadır.
Eğer bunu kabul etmeyenler varsa, bilmelidirler ki, İslâm’ı hakir ve zelil görmektedirler. Bil-
melidirler ki, kendi zilletlerini İslâm’a yakıştırmaktadırlar. Böyle bir durumda olanlar istiğfar
etsinler. Allahu Teâlâ Kur’an’ı Keriminde «Sizin biriniz onların yirmisine denktir, çünkü
karşınızdakiler anlamazlar güruhudur» buyuruyor. Hâlbuki zamanımıza ve zamanımız
Müslümanlarına baktığımız zaman, onların birinin bizim yirmi binimizden daha kuvvetli ol-
duğunu görüyoruz. Bu zillet, (haşa ve kellâ) İslâm’a mı aittir? Elbette ki hayır!.. Bu zillet,
sadece kendisine “Müslüman” diyen idraksiz ve zavallı insanlara aittir.
Elbette ki, İslâm âleminin bugünkü acıklı durumu kimseden saklı değildir. İster batıdan
isterse doğudan gelsin, her fikrin ve her inanışın açık pazarı halindedir. İslâm âlemi diye isim-
lendirilen diyarlar. Bütün inanışlar ve telâkkiler İslâm âleminde pazar aramaktadır kendine.
Ve bulmaktadır da...
Neden? İslâm medeniyeti bizzat Allahın razı olduğu medeniyetken, neden bu haldedir
Müslümanlar?.. Daha doğru bir deyimle, kendilerini Müslüman sananlar; bu sualin cevabını
acı da olsa, Allahın rızasını kazanmak için vermeye mecburuz. Vermediğimiz veya veremedi-
ğimiz müddetçe kendimizi Allaha karşı mesul hissetmeliyiz. Çünkü bu sualin cevabını vere-
medikçe, kendi şahsımızda İslâm’ı ayaklar altında ezdiriyor ve onun izzetini haleldar ediyo-
ruz. Allah inancına yapılacak bundan daha büyük bir ihanet tasavvur dahi edilemez. Zilletimiz
meydanda, bağlı olduğumuzu söyleyip durduğumuz İslâm’ın izzetinden de en küçük bir şüp-
hemiz yok. Böyle olunca, bozukluk bizde; yani kendisini Müslüman sayanlarda. Bunu kati-
yetle biliyoruz. Fakat nereden doğuyor bu zaaflarımız, tarihin hangi devrine rastlıyor çözülü-
şümüz? Bunların cevaplarını bir türlü vermeye yanaşamıyoruz. Bunların cevaplarını vermeye
yanaşmayınca da, izzetli İslâm, zillet içindeki Müslümanların şahsında ayaklar altına alınıp
ezilmeye devam ediyor.
Bunların cevaplarını vermek Müslüman’ın iman borcudur. Bu borcu yerine getirirken,
onu hiçbir şey korkutmamalı, Allah korkusundan başka hiçbir kayıtla bağlanmamalıdır. Al-
lahtan başka şeylerden de korktuğumuz müddetçe, zilletimizin doğru cevaplarını bulmak
mümkün değildir. İşte zamanımızda; artık İslâm âlemi diye bir şeyin kalmadığı asrımızda, bu
durumu gören ve iliklerine kadar titreme geçiren bazı Müslüman büyükleri, bu zilletin cevap-
larını vermeye ceht sarfetmişler ve modern insanı tesiri altına alabilecek bütün ikna metotları-
nı kullanarak, insana İslâm’ı anlatmaya çalışmışlardır. Fakat hakkın kendilerinde olduğunu
zannedenler, bu çıkışı yeni gördükleri için reaksiyon göstermişler ve modern insana; buhranın
4
en son haddine düşmüş asrımız insanına İslâm’ı anlatmaya çalışan samimi Müslümanlara ma-
ni olmaya çalışmışlardır. İşte bunun bir numunesi Türkiye’de görülmeye başladı. Böyle bir
mesele için yazı yazmak ne kadar zor geliyor insana… Bir Müslüman olarak, başka bir Müs-
lüman’a cevap vermeye mecbur kalmak... Hem de muhalif olarak mecbur kalmak... Bu keyfi-
yetin bize ne kadar acı geldiğini ancak iman davasına baş koymuş insanlar anlayabilir.
Şimdiye kadar suni bir birleşme manzarası arzeden Müslümanların, bu görünüşünü
bozmamaya dikkat ettik.. Fakat bir grup ve bilhassa bir zat bu hatalı tutumumuzu adeta yü-
zümüze çarpmak için ortaya atıldı ve bazı Müslümanları, hem de asrımızın büyük kafaları
olan Müslümanları tekfir yağmuruna tutu. Böylece, suni bir birleşme içinde görülen Müslü-
manları, hakiki manzarasına irca etmek şerefini de ihraz etmiş oldu.
Biz, “muhtelif rivayetlerin muayyen bir hedefi olamaz” derken ve bu fikri Anadolu
insanına maletmeye çalışırken, bütün gerçekleri ortaya dökmeye de yanaşmamış, böylece
fikrimizi fiilimize intikal ettirmemiştik.
Muhtelif rivayetler arkasında koşunların bir araya gelmiş olduğunu gördüğümüz halde,
bu durumu açıklamıyor ve suni yakınlaşmanın faydalı olduğuna inananların safında görünme-
ye mecbur kalıyorduk. Ayrı ayrı telâkkilere sahip insanların bir gaye etrafında birleştiğini ve
bunun da davaya faydadan çok zarar getireceğini bildiğimiz halde, bunları tefrik etmiyor, ha-
taları açık bir şekilde ortaya koymuyor ve bu tutumumuzla da, suni beraberliği parçalamama
gayretleri içinde görünüyorduk. Ama, inançlarında sağlam bir mizaç belirten Hüseyin Hilmi
bey, bu suni beraberliğe son verecek çıkışı yapmış ve kanaatlarına göre yanlış gördüğü fikirle-
ri çok ağır bir lisanla itham eden yazıları havi iki kitabını peşpeşe piyasaya çıkarmıştı. Artık
bu durumda bizim susmamız her bakımdan mahzurlu bir hale gelmiştir.
İstanbul’un hangi camisine giderseniz gidin, Hilmi beyin kitaplarını büyük bir vecd
içinde satmaya çalışan gençler görürsünüz. Evvelâ, şunu söylemeyi bir borç biliriz ki, bütün
bu gençlerin gayreti hasbidir ve her halde dünyalık karşılığı değildir. İnandıkları bir insanın
yazmış olduğu kitabı dağıtmayı, insanların almalarını temin etmeyi bir cihat addetmişler ve
bütün samimiyetleri içinde, kitapların yaptığı tahribatı bir an için olsun düşünmeden her cami
önünde satmaya çalışmışlardır. Biz bunu görüyor, fakat “belki bir ilim adamı çıkarak bu
kitaplarda serdedilen yanlış telâkkileri ayıklar ve müellifi ikaz eder” diye bekliyorduk.
Ama nafile beklediğimizi anlamış bulunuyoruz. Belki de, büyük ilim ve fikir adamlarımız,
Hilmi beyin eserlerinde ilmî bir iddiaya rastlamadıkları için cevap vermeye tenezzül etmemiş-
lerdir. Böyle düşünmekte belki de haklıdırlar; çünkü hakikaten bu kitaplarda serdedilen iddia-
ların maalesef ilimle ve mantıkla hiçbir alâkası yoktur. Tamamen hissî ve peşin hükümlerle
ileri sürülen indî mütalaalardan ibaret bir mahiyet arzetmektedir. Fakat bir eserin indi oluşu
veya ilmî değer taşımadığı gerekçesiyle kulak ardı edilmesi, kanaatımızca doğru, bir telâkki
değildir. Hele hele, böyle bir eser bazı insanların yanılmalarına sebep oluyor ve onları doğru
5
düşünmekten alıkoyuyorsa; böyle bir kitabı görmemezlikten gelmek, büyük bir hata olur.
Belki, çok zor olacak bir Müslüman’a cevap vermek; fakat bir Müslüman, diğer bir Müslü-
man’ı kullanabilme imkânı bulduğu vasıtalarla uyarmaya, hatalarını bildirmeye mecburdur.
Hilmi bey, iddialarını bir kitapta toplamış ve piyasaya çıkarmıştır. Biz de, aynı vasıtayla ken-
disini ikaz etmeye çalışacağız. Kitaplarını ilmî bir tahlile tabi tutmayacak, sadece yanlış te-
lâkkilerini ve haksız taarruzlarını aklıselimle cevaplayacak, düştüğü hataları Müslüman’ca
düşünmenin verdiği imtiyazla bir bir göstereceğiz.
Bahsettiğimiz iki kitaba da. «tekfirname» diyebiliriz. Çünkü başından sonuna kadar
ona buna haksız olarak taarruz edilmekte, çok ağır tabirler kullanılarak tekfir edilmektedir.
Bir Müslüman’a veya bir grup Müslüman’a yapılan taarruzlar, (bir Müslüman tarafından ya-
pılmış olsa bile) bütün Müslümanlara yapılmış sayılır. Çünkü yarın bir gün bu taarruzu yapa-
nın fikrine uymayan başka Müslümanlar da, böyle bir mütearızın tecavüzüne muhatap olabi-
lirler, işte Hilmi beyin indî olarak sağa sola taarruz etmesi bize bu tehlikeyi haber veriyor.
Anlaşılıyor ki, Hilmi bey, kendi şartlarından İslâm’a bakmayan bütün Müslümanlara kötü
nazarla bakıyor. Kendi telâkkileriyle bağdaşmayan fikirleri yeni sanıyor ve her yeni sandığı
şeyi de “reform” tabirinin ifade ettiği mana içine sokarak, bu fikirleri ortaya atanlara veryan-
sın taarruz ediyor.
Biz, bir nasihatin, bir ikazın ve bir yol göstermenin ne olduğunu az çok bilmekteyiz.
Bunların hangi tavırlarla yapılması gerektiğini de bilenlerdeniz hamdolsun. Fakat Hilmi beyin
kitaplarında bu manada hiç bir satıra rastlamadık, yukarıda saydığımız niyetleri belirten bir
hava bulamadık. Nasihat ettiğini ilân ettiği sayfalarda, yaptığı şey, nasihat değil, tenkit ve
taarruzdur. Gönül isterdi ki, Hilmi bey taarruz ettiği insanların hatalarım ilmi bir şekilde orta-
ya koysun ve memlekette fevkalâde muhtaç olduğumuz ilim zihniyetinin doğmasına yardım
edenlerin en başında bulunsun. Fakat Hilmi bey böyle yapmamış, kestirmeden ve zahmetsiz
gidilen bir yolu tercih etmiş, en küçük bir uyarma yapmaya bile lüzum görmeden, taarruz etti-
ği isimleri Türk efkârına tanıtmaya çalışan Müslümanlara danışmadan, birden bire ortaya
çıkmış ve ağza alınmayacak galiz küfürleri peş- peşe sıralamıştır. Hâlbuki Müslümanlar kendi
aralarındaki meseleleri istişare yaparak halletmeye çalışırlar. Bu Allahın emri ve
Resulullah’ın sünnetidir. Müslümanlar bir araya gelirler, ortaya Allah’ın kitabını koyarlar,
meselelerini kitaba göre halletmeye ve aralarındaki ihtilâfı, ayetleri hakem tayin ederek gi-
dermeye çalışırlar. Allah, «Size ayetler indirildikten sonra, aranızda ihtilâfa düşenlerden
olmayınız» buyuruyor. Bu mevzuda Allahın Resulünün hesapsız emirleri vardır. Fakat onlara
müracaat eden kim? İşte, en muhlis Müslümanlardan bildiğimiz Hilmi bey dahi, bu ilâhî emir-
lere kulak asmamış, hissî gayretler uğruna, hiçbir Müslüman’ı kaale almaksızın, sayısız Müs-
lüman’ın beğendiği ve büyük bildiği devrimiz Müslümanlarını kâfirlikle itham etmekten çe-
kinmemiştir. Şayet, Kitabullah’ı ve Peygamber Efendimizin sünnetini kendisine rehber edin-
seydi, bu hatalı yola sapmaz ve Müslümanlara, “kâfir” demek gafletine düşmezdi.
6
Biz yazımızın baş tarafında da dediğimiz gibi, eğer bazı iteleyici saikler bulunmasaydı,
Hilmi beyi, yapmış olduğu ithamlarla Allaha havale eder ve yolumuza devam ederdik. Fakat
başta da dediğimiz gibi, bir medeniyetin savaşını yapmaktayız. Bize mani olmaya çalışan her
kim olursa olsun, küçük büyük demeden karşısına dikilmeye ve «ayağımın altından çekil!»
demeye mecburuz. Çünkü insanlar İslâmiyet’ten o kadar uzaklaşmışlardır ki, en akla gelmez
telâkkileri İslâm’a maletseniz, maalesef inanmakta ve bu sebeple de sayısız hurafeleri, “İs-
lâm‟ı müdafaa ediyorum” zannıyla müdafaa etmektedirler. Ve bu hal, bizim hedefe ulaş-
mamızı engelliyor; bütün gayretimize rağmen bu acaip telâkkilere bağlanan insanların sözleri
halk arasında yayılıyor ve hakikatlere kapılar kapanıyor. İşte bu sebebe binaen Hilmi beyin
kitabındaki ithamlara teker teker cevap vermek vacib oldu.
DÎNDE REFORMCULAR isimli kitabın tahliliyle işe başlayalım. Bakalım Hilmi bey
bu kitapta neler söylemiş, kimleri itham etmiş ve hangi sebeplerden dolayı itham etmiş?
Bizi bu kitabın 179. sayfasından sonraki kısımlarda serdedilen fikirler alâkadar ediyor.
Çünkü küfürler bundan sonra başlıyor ve sayısız Müslüman’ın, büyük bildiği insanlara bu
sayfadan itibaren küfür yağdırılıyor. Bu sayfadan başlayarak, kitabın sonuna kadar, İbni
Teymiye, Muhammed Abdül Vahab, Cemalleddin Efgani, Muhammed Abduh, Ebul Ala El
Mevdudî, Hasan El Benna, Seyyid Kutup, Muhammed Kutub ve daha birçok Müslüman’a
tekfir yağdırılıyor.
Burada bir mühim hususu izah etmek isteriz. Bir insanı hayatayken öldürmek istiyor-
san, onu herhangi bir telâkkiyle şartla! Bir insanı düşünmekten alıkoymak, onu öldür-
mektir. Düşünmekten alıkoyabilmek ise, o insanı başka insanlara kayıtsız şartsız bağla-
makla mümkündür. Bir insan, falanca kişinin yanılmayacağına her sözünün doğru ol-
duğuna inandırılabilirse, o insan hayattayken öldürülmüş olur. Kendi kendine, Allah’ın
verdiği akıl nimetiyle hiçbir meseleyi halletmeye çalışmaz. Hep, yanılmayacağına inandığı
insanın fikirlerini benimser, o ne söylüyorsa, bir meseleye hangi zaviyeden bakıyorsa, onu
benimser ve öyle bakar. Hattâ kendi hususi işlerini bile onun tavsiyelerine uygun olarak hal-
letmeye çalışır. Böyle bir insana yaşıyor nazarı ile bakılabilir mi? Elbette ki hayır!.. Allahın
Resulü (selât ve selâm ona olsun) kendisine fidan dikme hususunda akıl danışanlara «Siz o işi
benden iyi bilirsiniz» buyurmuştur. Yani, Allahın Resulü (ki o, Allahın izni keremiyle haki-
katlerin getiricisiydi) insanların ihtisas kespettiği bir dünya işinde onlara akıl vermeye kal-
kışmıyor ve kendi meselelerini kendilerinin halletmesini diliyordu. İnsanlar tuhaf mahlûk-
tur; kendisi hesabına kendi meselelerini düşünen birileri olduğuna inanıyorsa, en mah-
rem meselelerine bile onların müdahale etmesini ister. Bu hal, insanın zihin tembelliğin-
den doğar. Zihnen tembel olan insanlar istinad edecek başka insanlar ararlar ve ancak yasla-
nacak bir payanda bulduklarına inandıktan sonra rahat ve huzura kavuşurlar. Bu huzur, yuka-
rıda da söylediğimiz gibi, insanın hayattayken ölmüş olmasıdır; aldatıcı ve yok edici huzur.
İşte, Müslümanlar bu hale; yani başkalarına ait fikirleri kayıtsız şartsız benimsemeye
7
başladıktan sonra mahvoldu, kâfirin ayakları altında ezildi gitti. İşte, Hilmi bey, bu tiple-
rin bir devamıdır. Ne söylemişse başkalarına aittir. Kat’iyyen kendi kendisine düşünemez ve
ne kadar basit olursa olsun, her hangi bir mesele hakkında, karar veremez haldedir. Kendin-
den evvelkiler, “ne demişlerse” doğru kabul eder; onlar kimi tekfir etmişse hakikat sanar.
Düşünmez ki, onların her söylediği doğru olsa, Müslümanlar bugünkü hale aslâ düşmezdi.
Mademki, İslâm hak ve hakikattir (ki mutlak öyledir) ona bağlananlar doğru düşünebildikleri
ve İslâm’ın hakikatini anlayabildikleri müddetçe, aslâ zillete düşmezler. Bu keyfiyetin kabul
edilmesi lâzımdır. Bunu kabul etmemek, insanların hatalarını (haşa) İslâm’a yüklemek olur ki,
yukarıda da dediğimiz gibi bu en büyük küfür olur. Evet, kendi başına düşünebilme kabiliyeti
olaydı, bunu görür ve bazı insanların sözlerine olduğu gibi inanmaz; onların doğru olup olma-
dığını araştırır ve belki de hakikatleri yakalayabilirdi. Yukarıdan beri ortaya koymaya çalıştı-
ğımız tip, İslâm’a herkesten daha fazla zarar vermiştir. Çünkü müstakil düşünebilme kabiliye-
tini öldürmüş, insana Allahu Teâlânın vermiş olduğu irade-i cüzziyeyi mahvetmişlerdir.
Hilmi bey, yukarıdaki ifadelere bakarak bizi belki de akılcı veya mü’tezili olmakla it-
ham edecektir. Onun için olmadığımızı peşin olarak söyleyelim. Biz Allah’ın insana verdiği
bütün kabiliyet ve hassalardan memnunuz ve bunları lütfederek insanlara ihsan eden Allaha
sonsuz hamdederiz. Çünkü bu hassalarla Allah’ı biliyor ve onun Resulünü anlıyoruz. O, insa-
nı hangi hal üzerinde yaratmışsa doğru olan odur. Biz, aklı en büyük bir nimet kabul ederiz;
çünkü onu bize Allah vermiştir. Onu kullanmadığımız müddetçe helak olup gideceğimizi bili-
riz. Çünkü Allah’ın verdiği ve kullanmamızı emrettiği bir hassayı kullanmamak muradı ilâhi-
ye zıt düşer ve Allah da böyle insanları cezalandırır. Tıpkı, bizi cezalandırdığı gibi... Biz, aklı
hüccet olarak kabul etmiyor; fakat hücceti tefsirde tek vasıta olarak görüyor ve böyle inanıyo-
ruz. Hilmi beyin yapacağı ithamı düşünerek bu hususu ifade etmeye çalıştık.
Buraya kadar söylediklerimiz bir mukaddimeydi. Şimdi Hilmi beyin kitaplarını tahlil
etmeye çalışâlim:
Dinde Reformcular isimli kitabın 179. sayfasında şunu söylüyor: «Son senelerin re-
formcularından olan Ebul Alâ El Mevdudi „İslâm‟da İhya Hareketleri‟ isimli kitabında,
İmam-ı Gazali‟yi Reformcu olarak tanıtıyor.»
Şunu söyleyelim ki, Hilmi beyin bahsettiği kitapta müellif hiçbir reformcudan ve re-
formdan bahsetmiyor. O kitapta İslâm’da tecditten bahsediyor. Yani, müceddidden ve tecdit-
ten dem vuruyor. İmam-ı Gazaliyi de reformcu değil müceddit olarak değerlendiriyor ve tec-
didinin mahiyetini anlatıyor. Reform sarasına tutulmuş olduğu için, Hilmi bey artık tecdidi de
reform zannetmeye başlamış her halde. Hepimiz biliyoruz ki, tarih boyunca, dine sokulmak
istenen bid’atları temizlemekle vazifeli mücedditler gelmiştir. Yani, dine hulul etme imkânı
bulan batılları ayıklayıp, dinin aslını ortaya çıkaran, aslına irca eden İslâm büyükleri gelmiştir.
Zaten, bunların geleceğini Allahın Resulü bildirmiştir. İşte, Mevdudî bu müceddidlerden bazı-
8
larını tahlil ediyor, ne yaptıklarını ve neler yapamadıklarını izah etmeye çalışıyor. Muhterem
müellif, müceddid olarak kabul ettiği İmam-ı Gazali’yi inceliyor. Onu reformcu değil,
müceddid olarak gösteriyor. Gene ayni sayfada, Hilmi bey, Mevdudi’nin İmamı Gazali’yi
tenkit ettiğini ve onu küçük düşürdüğünü yazıyor. Ne demiş Mevdudî? Bu büyük âlimin hadis
ilminde zayıf olduğunu, rasyonel ilimlere fazla ehemmiyet verdiğini ve tasavvufa lüzumundan
fazla ehemmiyet verdiğini… Bunları söylemiş İmam-ı Gazali hakkında. Hilmi bey şöyle di-
yor: «Ehli sünnet âlimlerinin en büyüklerinden (İmam Gazali) olan bu koca imamı ku-
surlu olarak gösteriyor.»
Hilmi beye hemen sorulacak sual şudur: «Sen bir âlimi masum mu zannetmektesin?
Senin inancına göre, bir âlim kusurlu olamaz mı? Allahtan başka herkesin yanılabilece-
ğim kabul etmiyor musun?»
Bütün bunlara vereceği cevap meraka değer doğrusu. Ama Hilmi bey, tıpkı Şia’ların ba-
zı imamları masum kabul edişi misali, bir kısım âlimi masum ve hatadan münezzeh kabul
ettiği anlaşılıyor. Öyle olmasaydı, bir İslâm âliminin diğer İslâm âliminde gördüğü hataları
söylemesini, sırf hatalı görmüş olması noktasından tenkide tabi tutmazdı.
Yazının burasında, en ağır bir dille taarruz hedefi edilen Ebul Ala El Mevdudî’nin fikir
anlayışından bir nebzecik bahsedelim. Evvelâ şunu söyleyelim ki, Mevdudi, Kur’an ve Hadis
dışında hiçbir kayıtla şartlı değildir. Bunu şu sözüyle ifade etmektedir: «Benim fikirlerimin
ve ileri sürdüğüm iddialarımın yanlış olması mümkündür. Fakat bu yanlışlarım bana
hissî olarak değil, ilmî bir şekilde ispat edilmelidir. Ayet ve hadis dışında hiçbir ölçü
Müslüman‟ın yanlışını ortaya koyacak bir hüccet olamaz.»
Evet, görülüyor ki, Mevdudi, “yanılabileceğini” kabul ediyor; fakat bu yanılmayı an-
cak ayet ve hadis’e istinaden ispat edebilmek şartıyla... Bir İslâm âlimine yakışan tavır da
budur. Yani, bir İslâm âliminin, kendinden evvel gelen âlimlere tabi olmasını şart görmüyor.
Kendinden evvelki âlimlerin sözlerini mutlak manada bir ölçü kabul etmiyor. Allah’ın kendi-
sine verdiği kabiliyetle, kendinden evvelki İslâm âlimlerinin hatalı gördüğü yanlarını Müslü-
man olmak imtiyazıyla ve hiçbir zaman haklarını yemeden ve en küçük bir hürmetsizlik ifa-
desi de kullanmadan ortaya koyuyor. Mevdudi, hiçbir eserinde amele taallûk eden yeni bir
fikir ileri sürmemektedir. İbadetler hususunda hiçbir fetvası yoktur. Onun bütün gayreti, Müs-
lümanları İslâm’dan uzaklaştıran, daha doğru bir deyimle, Müslümanları zaafa düşüren telâk-
kileri ortaya koymak ve moralman yıkılmış olan insanları tekrar İslâm’ın dinamizmine sok-
maktır. Yani o, İslâm’ı itikadî, siyasi; ve bilhassa, içtimaî ve siyasî açıdan tefsire tabi tutuyor
ve İslâm’ın bu sahalarda vazettiği prensipleri ortaya koyarak, bütün insanlığı bu prensiplere
uymaya çağırıyor. Mevdudi’nin yapmaya çalıştığı iş budur. Onun istediği, “dinde reform”
değil; “dini anlamada refom”dur. O, sayısız kitaplarının hiç birinde dinin (haşa) deforme
olduğunu iddia etmemiş; insanların onu deforme ettiğini söylemiştir. Yani bozulan, “İslâm‟a
9
bağlı olduğunu iddia eden insanlardır” din değil; onun için bir reform lâzımdır ve o reform
da insanların İslâm’a bakışı mevzuundadır. Mevdudi’ye ve daha birçok İslâm mütefekkirine
göre, insanın zihniyetinde reform yapılması lâzımdır. Bunun lüzumlu olduğunu izah etmek de
gayet basittir. Yazımızın başında da söylediğimiz gibi, bugün “Müslüman” diye bilinen
insanlar, kâfirlerin emrine kul köle olmuş ve İslâm‟ı kendi şahıslarında insanlık dışı bir
nizam haline getirmişlerdir. Müslümanların zaafı ve yanlış telâkkilere bağlı oluşu, İlâhî ni-
zamın insanlar arasından kovulmasına sebeb olmuş ve İslâm, cemiyetler üzerindeki fonksiyo-
nunu icra edemez olmuştur. O kadar ki, ferdi ibadetleri dahi yapamayacak bir duruma düşül-
müştür. İmam-ı Rabbani hazretleri «İslâm nizamının hâkim olmadığı yerlerde ferdî iba-
detleri yapmak da güçleşir» buyurmuştur. İşte Müslümanların durumu bugün tam da İmam-ı
Rabbani hazretlerinin buyurduğu gibidir. Günahlardan kaçmaya savaşan Müslümanlar,
etrafı günahla çevrili olduğu için buna muvaffak olamamakta; kendi içine kapanarak,
cemiyet içindeki fonksiyonunu icra edememektedir. Bunu göremeyen bir insanın İs-
lâm’dan bahsetmeye bile hakkı yoktur; değil ki, ona buna reformcu damgasını basarak, İslâm
dışına atmaya kalkışsın. Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa, hiç olmazsa yorgan içinde gizli
gizli ağlamak gücünden de mahrum muyuz?
Reform, memleketimizde dinsizlik ve imansızlık olarak bilinmektedir. Yukarıda izah
etmeye çalıştığımız şekliyle reform, hiç de bizlerin bildiği gibi değildir. Reform, eğer dinin
esaslarında isteniyorsa, bu kâfirlikten de beter bir keyfiyet arzeder. Ehlisünnet âlimlerinin
üzerinde ittifak ettiği ibadet esaslarında da istenirse, netice gene aynıdır. Böyle bir istek sahi-
bi, esasta dindar değil, dini yıkmaya memur insandır. Bütün bunların ölçüsünü bizzat
Mevdudî ortaya koymakta, neyin reform, neyin tecdid olduğunu bütün delilleriyle birlikte tek
tek izah eylemektedir.
İmam-ı Gazali hazretleri hakkında kullandığı ifadelere gelince: Yukarıda da zikrettiği-
miz gibi, Mevdudi onu büyük bir müceddid kabul ediyor. Müceddid kabul ettiği için de tecdi-
din mahiyetini izah ettiği kitabına onu da alıyor. Yapmış olduğu müspet işleri bir bir anlattık-
tan sonra, kendi anlayışına, göre, eksik gördüğü taraflarını da zikrediyor. Bu bir İslâm âlimi-
nin en tabii hakkıdır. Bu hakkı bir İslâm âliminden kimse alamaz. Ehlisünnet, bir fikri ortaya
atanın samimiyetine bakar; eğer samimi bulursa o insanın, yanıldığı takdirde bile bir sevap
kazandığını bilir. Hattâ Kur’an tefsirinde bile ölçü budur. Bir müfessir, Kur’anı tefsir ederken
muradı İlâhiyi yanlış anlasa bile, eğer ihlâsla tefsir etmişse bir sevap kazanır. Eğer isabet
ederse sevabı daha çok olur. Evet, ehlisünnetin ölçüsü budur. İşte, Mevdudi de, halis Müslü-
man olmanın verdiği imtiyazla kendisinden evvel dünyaya şeref vermiş İslâm büyüklerini
kritik ediyor; haklarını teslim ettikten sonra, kendi anlayışına göre yanlış gördüğü fikirleri de
zikrediyor. Bundan tabii ne olabilir? İslâm âleminde bu anlayışa yer verilmediği için bu halle-
re düştük, İslâm’da Allah’ın Resulü hariç her insan kritik edilebilir. Yalnız tekfir edilmez.
Eğer bütün İslâm âlimleri kendinden evvel gelmiş olan âlimlerin izinden gitmeye mecbur ol-
10
saydı, o zaman ilmin ne manası kalırdı? İslâm’da, bir âlimin diğer âlime uymak mecburiyeti
yoktur. Elbette ki, hakkında icma olan meseleler bu kaidenin dışındadır. Her hangi bir mese-
lede muhtelif fikirler serdedilmişse, bir âlim ister bu reylerden birine uyar, isterse kendisi biz-
zat içtihad eder. Burada şunu söylemeliyiz ki, İslâm’da içtihad etmenin usulleri vardır ve bu
usulleri ehlisünnet âlimleri izah eylemişlerdir. Bu usullerin dışına çıkmaya kimsenin hakkı
yoktur. Hiç bir Müslüman, İslâmî ilimlere usul koymayı düşünmez. Fakat kabul edilmiş olan
ilim metodunu kullanarak içtihad etmekte hürdür Müslüman âlim. İşte Mevdudî, kendinden
evvelki âlimlerin usullerini kullanarak İslâmî tefsir etmeye çalışıyor ve elbette ki zamanın
şartları bu tefsirde rol oynuyor ve kendinden evvelki âlimlerin bazı kanaatleri, kendisine hatalı
veya eksik görünüyor. İmam-ı Gazali hazretleri hakkında serdettiği fikirler, izahını yapmaya
çalıştığımız ilim anlayışıyla varmış olduğu neticelerdir. Mevdudi’den çok evvel İmam-ı Gaza-
li hazretlerinin zayıf hadisler kullandığını birçok ehlisünnet âlimleri ileri sürmüşlerdi. O da
bunu söylüyor.
Hata olarak gördüğü diğer iki husus ise, onun kendi kanaatidir ve bu kanaatlerinin yan-
lış olduğunu, -kendi deyimiyle- Kur’an ve hadisle ispat etmek gerekir. Ayet ve hadislerle ha-
talı olduğunu ortaya koysak bile, sadece bir Müslüman’ın hataya düşmüş olduğunu söyler,
doğruyu kabule davet ederiz. Bundan fazlası ifrattır ve ifrat da İslam’a göre haramdır.
Mevdudi’nin yanılmış olduğunu, başka âlimlerin ölçüleriyle ispata kalkışırsak, bunun hiçbir
hükmü yoktur. Müslüman’ın ihtilâfını, ancak Allahın kitabı halleder. Allahu Tealâ da Kitabı
keriminde böyle buyuruyor.
Hilmi bey «İslâmiyetin temel kitaplarında, hiçbir mevdu‟ hadis ve düşmanların,
cahillerin dine soktukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yoktur» diyor. Hâlbuki Ehlisün-
net uleması aynı kanaatte değildir. Büyük hadis imamlarının kendi yazdıkları kitaplarında
dahi zayıf hadis olduğu ileri sürülmüştür. Bu hal, Hilmi beyin bir türlü anlayamayacağı ilim
titizliğidir. Hiç kimse bu iddiayı yapanlara Hilmi bey misali taarruz etmemiş ve dinden çıktı-
ğını ileri sürmemiştir. Ayrıca, hangi eser olursa olsun, bazı tesirlerle karışıklığa uğrayabilir.
Sadece Kur’anı Kerim bu halden muaftır. Çünkü onun koruyucusu Allahu Teâlâ’dır. Onu
aynen muhafaza edeceğini bizzat Allahu Teâlâ buyurmuştur. Ayrıca Kur’an’ı Kerim’i sayısız
Müslüman hıfzetmiştir. Kur’anı hıfzeden hafızlar, bir yanlışlığa meydan vermezler.
Kur’an’dan başka kitapların bu imtiyaza sahip olmadığı, cümlenin malumudur. Böyle olduğu
için, beşer tarihinde görülmemiş bir hassasiyetle toplanmış olan hadislerde bile zayıf hadisler
olduğu iddia edilmiştir. Tabii ki, hu iddiaları ileri sürenler, iddialarını ispat edecek aletlere
sahip olanlardır. Yoksa önüne gelen, bunları yapamaz. Yaparsa Hilmi beyin durumuna düşer.
Sahih bilgiyle, sahte bilgiyi birbirinden ayırabilecek ölçüler vardır elimizde. Onun için, İslâm
ilimlerinin her fakültesine usul konmuştur. Usul-u Fıkıh, Usul-u Hadis ve Usul-u Kelâm gibi..
Eğer Hilmi bey Siirt dağındaki her hangi bir çoban kadar Arapça bilseydi, bütün bunları belki
de anlamaya muktedir olurdu.
11
Mevdudi bunun misalini vermektedir. Mevdudi diyor ki: «İstikbale ait haberlerde, Al-
lahın Resûlü asla teferruata kaçmaz, müşahhas isimler vermez ve tarih söylemezdi. İs-
tikbali işaret eden bir hadiste, bazı teferruatlar bulundu mu, bu teferruat hadise sonra-
dan ilâve edilmiş demektir.» İşte bu bir hadis usulüdür. Bu usulü kullandığımız takdirde,
meselâ son zamanlarda çok sık duymaya başladığımız, «Benim Türk isimli bir ümmetim
olacaktır» mealindeki hadisi şerifin, mevzu olduğunu ileri sürebiliriz. Çünkü bilmekteyiz ki,
Allahın Resulü istikbali işaret ettiği hadislerde müşahhas isimler zikretmemiştir. İşte buna
benzer ölçüler kullanılarak, hak batıldan ayrılır.
Hilmi beyin şu iddiasına bakınız: «Bir kısım reformcular, Kur‟anı Kerime ve Hadis-
i Şeriflere inanırlar ve saygı gösterirler; fakat İslâm âlimlerinin kitablarında bildirilen
manaları, bilgileri kabul etmezler. Kur‟an‟ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden başka mana
çıkarırlar. Ehlisünnet âlimlerinin bilgilerinden birçok yerlerde ayrılırlar. Bunlara
(Bid‟at) veya (dalâlet) fırkaları denir.»
Bu satırların ifade ettiği manalara insan ne diyeceğini şaşırıyor. Kur’an’a ve hadise ina-
nırlar; fakat, ehli sünnet âlimlerinin ayetlere ve hadislere vermiş olduğu manaları kabul et-
mezler ve kendiliklerinden mana verirlermiş. Bunu yasaklayan bir emir mi varmış? Bu emir
neredeymiş? Böyle bir emrin varlığını ve nerede var olduğunu söylemeden yukarıdaki ifadeyi
kullanana ne demeli bilmem ki?
Herkes bilir ki, Kur’an’ı Kerim’de manası açık olmayan ayetler vardır. Bunları Allah
diminde rusuh kesbedenler tefsire tabi tutarlar. Herkes bunlara ayrı ayrı mâna verebilir. Elbet-
te ki, tefsir usullerini kullanmak şartıyla. «Müteşabih» diye isimlendirilen çok manalı ayetle-
ri, hadiseler ve zaman tefsir eder. Öyle bir hadise tecelli eder ki, o hadise; bir müteşabih ayeti
doğru tefsir etmeye yardımcı olur. İşte, bu bakımdan şümullü ayetleri tefsir etmede kimse
kimseye bağlı değildir. Tefsir ilminin kendine mahsus usulleri vardır, bu usulleri kullanabilen
her mümin tefsire salâhiyetlidir. Kendinden evvelki bazı âlimlerin tefsirine uymasa bile; böyle
bir âlime, “yanlış iş yapıyorsun” denemez. Dense dense, «tefsirin, muradı ilâhiyeye muta-
bık düşmemiştir» denir. Hadisler için de durum aşağı yukarı aynıdır.
Hilmi bey kendisini ehli sünnetin mihengi farzetmekte; kendi telâkkilerine uymayan fi-
kirleri, ehli sünnete uymamakla itham etmektedir. Yani, kendisi ehlisünnetin terazisine sahip
yegâne kuldur şu koca dünyada. Allahın Resulüne uymanın farz olduğuna inanan her mümin
ehlisünnete dâhildir. Ehlisünnet olma imtiyazı Hilmi beye ait değildir. Edebli ilim adamları,
kendi telâkkilerini bazı ekollere maletmeye çalışmazlar.
Hilmi bey bid’at ehlinin de ne demek olduğunu bilmiyor; bilmiş olsaydı, Kur’an ve ha-
disten bazı âlimlerin çıkardığı manalara uymayanlara ve kendi ilimleriyle müstakilen tefsir
edenlere bid’ad ehli demezdi. Bid’ad, dinde olmayanı, varmış gibi göstermektir; yani, dine
ilâve yapmaktır. Kitap ve sünnette olmadığı halde, bir fikri, bir telâkkiyi ve bir kaideyi ortaya
12
atarak, bu kaidenin dinde var olduğunu iddia etmektir bid’at... Halbuki Hilmi bey, tefsir yapa-
na bid’at ehli demektedir. Eğer Hilmi bey, müfessirin ne demek olduğunu bilseydi, bu saçma
iddiayı yapmazdı. Birçok müfessir vardır ve hiçbir müfessir başka müfessirin tefsirine bağlı
değildir. Herkes, ayetlere (elbette ki müteşabih ayetlere) ayrı ayrı mana verebilir. Böyle olma-
saydı, tefsir ilmine ne ihtiyaç vardı. O zaman, Hilmi beyin en büyük müfessir olarak tanıdığı
Beyzavî ve Celâleyn tefsiri, Müslümanlara yeter de artardı bile. Hilmi beye kalsaydı bunlar-
dan başka tefsir yaptırmazdı her halde; çünkü ona göre, böyle bir keyfiyet bid’attır.
Mevdudî’nin en büyük suçlarından biri Hilmi beye göre İbni Teymiyye’ye hayran ol-
masıdır. Çünkü ona göre İbni Teymiye, ehlisünnet düşmanıdır ve böyle olduğu için de kâfir-
dir. Bakınız, 186. sayfada ne diyor: «İbni Teymiye‟yi medhedebilmek için, ondan evvel
İslâm memleketlerinde hiç âlim bulunmadığını, Müslümanların, cahiller, zâlimler; hatta
dinsizler elinde kaldığını, din kitaplarının bozuk, hurafelerle dolu olduğunu, mevdu‟,
uydurma hadislerin yayıldığını, İmam-ı Gazali‟nin bile başarı sağlayamadığını, İbni
Teymiye‟nin bir müceddid olarak çıkıp, Müslümanlığı uçurumdan kurtardığını söyle-
mekten çekinmiyorlar. Ehlisünnet âlimlerini küçültmekten sıkılmıyorlar. Kendi adam-
larını, reformcuları övmek için, ehli sünnete taş atmaktan haya etmiyorlar. Önderleri
olan Teymiye de, Ehli Sünnet âlimlerini beğenmiyordu. Tasavvufu büsbütün inkâr edi-
yordu. Muhyiddin-i Arabî, Sadreddin-i Konevî gibi İslâm‟ın göz bebeklerine kâfir di-
yordu. Hâlbuki bir Müslüman‟a kâfir diyenin kendi kâfir olacağını bilmeyecek kadar
cahil değildi. Ne yazık ki, şeriatı kendi görüşüne, dar kafasına uydurmaya kalkışmış,
aklı ermediği hakikatleri inkâr ederek, dalâlete düşmüştü.»
Evet bunları söylüyor Hilmi bey! Mevdudî hiçbir âlime cahil ve zâlim demiyor. İbni
Teymiye’den evvel hiçbir âlimin olmadığını kitaplarının hiçbirinde iddia etmiyor. Onun böyle
bir fikre sahip olduğunu ileri sürmek, iftiradan medet ummaktır. Mevdudî sahabî icma’ını
hüccet kabul eden bir âlimdir. Bütün müçtehitleri benimseyip metheden bir insandır. Ard dü-
şüncelere sahip olmadan, hiçbir hususi ekolle şartlı bulunmadan kitaplarına göz gezdirenler,
bunu görürler. Hakiki din âlimlerinin hepsine hürmet duyar ve onlara hayır dualar eder. Onun
düşman olduğu insanlar, sultanlardan dünyalık koparmak için, onların arzularına uy-
gun fetvalar veren ve din âlimi geçinen kimselerdir. Bunların en amansız düşmanıdır o.
Bunların sayısı ne kadar çoktur. İslâm tarihini baştanbaşa doldurmuştur bu tipler. Tarih bunun
ispatını yapmaktadır her sayfasında. Bunlara düşman olmayanlar, Müslümanları zillet içinde
görmeye razı olanlardır. Mevdudi’nin hakiki İslâm âlimlerine taarruz ettiğini söyleyen Hilmi
bey, hangi âlimlere taarruz ettiğini de göstermeliydi. Bunu yapmadığına veya yapamadığına
göre, iddiası iftiradan başka bir şey değildir.
Îbni Teymiye meselesine gelince: İbni Teymiye; birçok İslâm âliminin, büyük bir âlim
olduğunda ittifak ettiği bir imamdır. Elbette ki, tenkit edilen yanları olmuştur. Zaten ilmin
gereğidir tenkit. Elbette ki kritik hudutlarını aşmamak şartıyla. İbni Teymiye’yi tenkit edenle-
13
rin kısmı azamisi samimi İslâm âlimleridir. Elbette ki, din gayretiyle onu tenkit ediyorlardı;
fakat onu tenkit edenlerin yanında, her sözünü hüccet kabul edenler de vardı. Demek ki, o;
nev-i şahsına münhasır bir şahsiyettir. İleri sürdüğü bazı fikirler, devrinin inançlarına ve anla-
yışlarına zıt görünüyordu. Çünkü bunlar, o zamana kadar ileri sürülmemiş fikirlerdi. Her yeni
fikir, ortaya atıldığı zamanlarda reaksiyonla karşılaşmıştır; bu, hemen hemen değişmeyen bir
kaidedir. Her yeni fikir, ilk anlarda anlaşılamaz ve onun için de o fikre karşı çıkılır. İşte İbni
Teymiye bu durumla karşı karşıya gelmişti. O, Allahın kendisine verdiği basireti, kendinden
evvelkilerin ortaya koymuş olduğu bazı kaidelere teslim edecek bir şahsiyet değildi. Hürmet
edilecek her fikre itibar ediyor, edilmeyecek olanı da şiddetli bir dille tenkide tabi tutuyordu.
Bunu yaparken, hiçbir ekolü alet etmiyor, ekolleri meydana getiren metotları kullanarak kendi
ferasetiyle İslâmî hakikatleri ortaya çıkarmaya çalışıyordu. İşte, geleneklere bağlı bazı âlim-
ler, -daha doğru bir deyimle- bağlı olduğu ekolden başkasına, itibar etmeyen bazı din adamla-
rı, İbni Teymiye’nin müstakil şahsiyetini yadırgıyor ve biraz da peşin hükümlerle onu ithama
gayret sarfediyorlardı. İlim adamında olması lâzım gelen vasıfların başında, kendinden şüphe
edebilmek ve kendi fikrinin yanlış olabileceğini düşünmek gelir. Bunu yapamayan insan ilmin
istediği objektiflik vasfını kazanamaz.
İbni Teymiye’yi tenkit edenlerin çoğu bu vasıflardan uzak insanlardır. Elbette ki, bazı
ithamlar haklı olabilir; çünkü bir insanın her sözünü hüccet kabul etmek, ancak Hilmi bey ve
benzerlerinin işidir. Aklı selim sahibi hiçbir Müslüman, bir insana veya bir muayyen ekole
bağlanarak, kendi kabiliyetini inkâr etmiş duruma düşmez. Bir insanın her sözünü doğru
kabul eden ve aslâ yanılmayacağına inanan; eğer buna, yanılmayan yegâne kudretin Yalnız
Allah-u Teâlâ olacağını bilerek inanıyorsa, bu inancı bir şirk olur. Bunun için, İbni
Teymiye’yi tenkit edenlerin haklı tarafları olabileceği ihtimalini daima düşünür, bu düşüncey-
le, iddiaların neler olduğunu araştırır ve ithamlara muhatap olan insanın bunları söyleyip söy-
lemediği tahkik edilir ve ondan sonra hakikat ortaya çıkarılabilir. Biz İbni Teymiye’yi tam
manasıyla tanımıyoruz. Çünkü ona düşman olan mahfiller siyasî otoritelere hâkim olmuşlar
ve onun kitaplarının yayılmasını önlemeye çalışmışlardır. Bir insanı ancak kitaplarından tanı-
yabiliriz. İbni Teymiye’nin, Türkçeye tercüme edilmiş bir tek eseri dahi yoktur. Bunlardan bir
kaçını Türkçeye çevirdikten sonra, daha sağlam bir şekilde tartışma imkânı doğar belki.
Yalnız, onun, Allaha cihet izafe etmesi ve cism gibi kabul etmesi iddiasının en büyük
yalanlardan biri olduğunu biliyoruz. İbni Teymiye, Allah’a cihet izafe etmemiştir. «Arş üze-
rine istiva etti» mealindeki ayeti kerimeden, tevil yoluyla kendi menfaatlerine uygun kaideler
çıkaranlara taarruz etmiş ve bu ayetin açık manasını olduğu kabul etmiştir. Söylediği şey «Al-
lah Arş üzerinde istiva ettiğini söylüyor. Bunun manasını biz bilemeyiz. Ona göre arş
nedir, istiva ne demektir, bunu anlayamayız. Biz biliriz ki, Allah bizim bildiğimiz arşta
oturmaz. Allahın arştan ve istivadan muradını bilemeyeceğimiz için, bu ayetin zahirini
kabul eder, manasını Allaha havale ederiz» den ibarettir. Buna benzer, Allaha, el, ayak,
14
göz, kulak ve sair mahlûk azalarını yakıştıran ayetleri olduğu gibi kabul etmiştir. Fakat «bu
azalar bizim azalarımıza benzemez» demeyi de ihmal etmemiştir. İbni Teymiye Allah’ı
müşahhaslaştırma bir yana, bunu yapanlara amansızca taarruz etmiştir. Meselâ, Muhiddin-i
Arabi’ye yaptığı taarruz, sadece Allah’ı müşahhaslaştırmaya karşı koyma gayretinden doğ-
muştur. Burada tasavvufu inkâr etmesi hususuna cevap verelim. Evvelâ, şunu söyleyelim ki,
İbni Teymiye tasavvuf düşmanı değil, bazı mutasavvıfların muarızıdır. Hem de pek şiddetli
bir dille muarız olmuştur, bazı mutasavvıflara. Muarız olduğu mutasavvıfların başında
Muhiddin-i Arabi gelmektedir. Bu bir hakikat. «Allahın velileriyle Şeytanın velileri arasın-
daki fark» isimli kitabında, bu konudaki kanaatleri yazılıdır. Bu kitapta Vahded-i Vücud te-
lâkkisini amansızca, tenkide tabi tutuyor; bunun batıl bir itikat olduğunu sayısız şer’i deliller
getirerek ispat etmeye çalışıyor. Neyse bu konuda fazla bir şey söylemeyelim. Bahsini ettiği-
miz kitabı Türkçeye tercüme edip piyasaya çıkardığımız zaman, İbni Teymiye’nin bu telâkki-
yi nasıl tenkit ettiğini göreceksiniz. Gene bu kitapta, Allah’ın velisi olarak gösterdiği; meselâ,
Cüneyd-i Bağdadî ve Maruf-u Kerhî gibi büyükleri nasıl medih yağmuruna tuttuğunu göre-
cek, ona bu konuda nasıl iftira edildiğini bizzat müşahede edeceksiniz. İbni Teymiye, “ilk
Müslümanlardan sonra kitaba ve sünnete uyulmadı” demiyor. İnsan sui-zan sahibi olunca,
nasıl da her şeyi tahrif edebiliyor. Hâlbuki mümin mümine hüsn-ü zan yapmakla mükelleftir.
Hilmi bey, kat’iyen böyle bir kayıtla mukayyet saymamaktadır kendini. İşte, İbni Teymiyeyi
daima sui-zanla tahkik ediyor; elbette ki, her şeyini yanlış görüyor.
İbni Teymiye, imamların kendiliklerinden bir şey söylediğini iddia etmemiştir; «Hüc-
cetleri tefsirde yanılmış oldukları taraf vardır» demiştir, bir Müslüman âliminin bir ekole
bağlanmak mecburiyeti olmadığını ileri sürmüştür. Bütün mezhep imamlarını tetkik etmiş,
hepsinin büyük âlim olduğunu tasdik ettikten sonra, bu imamların kendine göre doğru gördü-
ğü reylerini kabul etmiş, bu ameliyeyi yaparken taraf tutmamıştır. Yani bütün imamlardan (ki,
bu imamlar sadece dört tane de değildir) kendi ölçülerine uygun olduğu nispette istifade et-
miş, kendi zamanında zuhur eden meseleler hakkında, bazen müstakil içtihat yapma yolunu
tutmuştur. Bu hali, âlimlere ve imamlara hürmetsizlik değil; kendi reyine güvenmektir. Nasıl
ki, İmam-ı Şafi kendi reyini ortaya atarken, İmam Azam’a hürmetsizlik etmemiştir. Bu konu-
da daha fazla söz söylemeyi; eğer varsa, fıkıh âlimlerine bırakâlim ve Hilmi beyin diğer iddia-
larına geçelim. Şurada Hilmi beyin, İbni Teymiye’yi hangi kitaba dayanarak itham ettiğini
gösterelim ki, ne büyük bir âlim (!) olduğunu cümle âlem anlasın: «İbni Teymiye için, bura-
ya kadar bildirdiklerimizin çoğu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin hazırladı-
ğı İslâm ansiklopedisinde yazılıdır.»
İşte Hilmi bey, 191. sayfada, küfür fetvalarına dayadığı hücceti bu cümle içinde ifade
etmiş oluyor. Bu hususta fazla bir şey söylemeyeceğiz. Lâik Türkiye’nin, İslâm düşmanlığıyla
maruf üniversitesinde hazırlanan bir ansiklopedi, Hilmi beyin iddialarını istinad ettirdiği hüc-
15
cet oluyor. Bütün iddialarının, yanlış kaynaklara dayadığını gösteren tipik bir misaldir bu. Bu
ansiklopedi hakkında, Müslümanların hükmü bilinmektedir.
Kitabın 198. sayfasında bakınız, Mevdudi’den ne büyük bir söz aktarmış: «İslâm dini,
dinsiz felsefeden büyük farkı olan, kendine mahsus bir felsefe ortaya koyar. Kâinat ve
insan hakkındaki bilgileri dinsizlerin bilgilerine tamamen zıddır.» Mevdudi’nin bu sözü-
ne bakın nasıl mukabele ediyor: «İslâm dininde felsefe bulunduğunu ve İslâm âlimlerinin
filozof olduklarını anlatıyor. Bu sözleri, Avrupalıların İslâmiyet‟i dışarıdan görerek an-
lamalarına ve anlatmalarına benziyor. İslâm âlimlerinin feylesof derecelerine düşürül-
meleri, İslâm âlimlerinin büyüklüklerini anlamamak olduğunu (Seâdet-i Ebediye) kita-
bımızda uzun uzun bildirmiştik, lütfen oradan okuyunuz.» diyor Hilmi bey...
Mevdudi’nin yukarıdaki cümlesine Hilmi beyin verdiği cevap veya yaptığı ithamı neresinden
tutmalı bilmem ki?
Mevdudi, İslâm dinine “felsefe” mi diyor ki? Hangi İslam âlimine filozof demiştir? Ay-
rıca, bir İslâm âlimine veya mütefekkirine filozof dense ne lâzım gelir? Filozof, lügat mana-
sıyla «hikmet dostu» demektir. İslâm âlimleri ve mütefekkirleri en büyük hikmet dostu değil
midir? Ne kazanırız kelimeler veya sıfatlar üzerinde durmaktan? Elbette ki, hiçbir şey. Ayrıca,
Mevdudi filozof kelimesinden Hilmi beyin anladığı manayı mı anlıyor bakalım? Nitekim
Mevdudi’nin cümlesinin bitiminde, felsefeden ne murat edildiği de ortaya çıkmakta ve Hilmi
beyin ithamının gerçekle alâkası olmadığı görülmekte. Çünkü Mevdudi, cümlesinin bitimin-
de, felsefeden “bilgi” manasını çıkarıyor. İslâm’ın kendine has telâkkileri olduğunu ve bu
telâkki ve bilgilerin din düşmanlarınınkinden tamamen farklı olduğunu ifade ediyor. Hilmi
beyin itham cümleleri içinde, Mevdudi’yi kâfir olarak gördüğünü ifade eden bir mana vardır;
“İslâmiyet‟e dışarıdan bakan Avrupalılar gibi” diyor ve Mevdudi’yi Allah’tan korkmadan,
“İslâm düşmanı” ilân ediyor. Allah islâh eylesin.
Şimdi, esasta halledilmesi hiç de zor olmayan, haysiyetli insanların cemiyetinde en
normal bir şekilde bahsi edilebilecek nazik bir meseleye geldik. Halli çok kolay; fakat bizim
cemiyetimizde değil. Çünkü hür düşünce öldürülmüş, bir takım meseleler tabu ittihaz edilerek
üzerinde fikir yürütmek yasaklanmıştır. İşte üzerinde durmak mecburiyetinde olduğumuz
mevzu böyle bir mevzudur. Mevdudi’nin, Hazreti Osman (Allah ondan razı olsun) hakkında
söylemiş olduğu bir sözünü ele alıyor ve bu sözden, büyük insana dil uzatıldığı neticesini çı-
karıyor. Evvelâ Mevdudi’nin Hazreti Osman hakkında söylediği sözü burada nakledelim ve
sonra tahlile girişelim: Mevdudî diyor ki: «Hilâfet müessesesinin zayıflamasına sebep olan
iki şeyden biri; Hazreti Osman‟ın, selefleri kadar liderlik ehliyetine malik bulunmama-
sıydı.»
Mevdudi’nin yukarıdaki sözüne verdiği cevaba bakınız!. Hakikatle zerre kadar alâkası
var mıdır? «Bu sözü ile Hazreti' Osman‟a idarecilikte leke sürmeye kalkışıyor. Hazreti
16
Ömer‟in tavsiye ettiği ve eshab-ı kiramın söz birliğiyle seçtiği ve hadis-i şeriflerle üstün-
lüğü bildirilen Zinnureyn hazretlerine dil uzatmak, bunun pek büyük bir suç olacağını
anlayamayacak kadar cahil olmanın yahut İslâmiyet‟i perde arkasından sinsice yıkmaya
kalkışmanın alâmetidir.» Ashabı kiramın büyüklüklerini dile getiren hadis-i nebevileri zik-
rettikten sonra tenkide şöyle devam ediyor: «Hazreti Osman‟ı Hilâfet müessesesinin zayıf-
lamasına sebep göstermek, bu şerefleri anlayamayanların yapacağı bir şeydir. Tarih
meydandadır.»
Evvelâ şunu söyleyelim ki, Hazreti Osman’ın büyüklüğüne kimse dil uzatamaz. Böyle
bir dilin sahibine en evvel biz karşı çıkarız. Çünkü, biz biliriz ki, Hazreti Osman Aşere-i
Mübeşşere’ye dâhil bir büyük iman kahramanıdır. Bunu bize Hilmi bey öğretemez. Yalnız şu
vardır: Hazreti Osman’ın çok büyük bir iman kahramanı olması, aynı zamanda devlet ada-
mında bulunması lâzım gelen vasıflara sahip olduğu manasına gelmez. Onun büyüklüğünü
ortaya koyduktan sonra, icraatını kritik etmek her Müslüman âliminin mutlaka hakkıdır. Bu
hakkı yasaklayan hiçbir kayıt yoktur, İslâm’ın ana kitaplarında. Bir insanda bütün vasıfların
toplanmış olduğunu iddia etmek meczupluğun ta kendisidir. İslâm tarihini tetkik eden bir
kimse, tarihin içindeki olayların nedenlerine cevap vermek mecburiyetindedir. Eğer bir takım
kayıtlar konulursa bu tetkikatta, hakikat ortaya çıkarılamaz. Hazreti Osman da Tarih olmuş
insanlardan biridir. Büyük, fakat insan olarak büyük; yani, masum ve hatasız değil... Onun
eğer varsa, hatasını ortaya çıkarmak İslâm mütefekkirleri ve tarihçilerinin vazifesidir. Bunu
yaparken de Müslüman tarihçi sadece Allahın rızasını yerine getirmiş olur. Çünkü Allah
«tahkik ediniz» buyuruyor. Tarihi tetkik etmek Müslümanların başlıca vazifesidir. Allah
kitab-ı mübininde insanlara ibret dersi vermek için birçok ayeti kerimesinde tarihin derinlikle-
rinde yatan hadiseleri nakletmiştir. Demek ki, tarihten ibret dersi almak, sünneti ilâhiyeye
uymaya çalışmaktır. Bir Müslüman, kendi tarihine bu şuurla bakar. Orada, hak ve hakikatin
ne olduğunu meydana çıkarmaya çalışır. Bunu yaparken de tarih ilminin usullerini tatbik eder.
Eğer böyle yapmazsa objektif kalamaz. Objektif kalamayınca da hakikatleri göremez. Hakkı
ketmeder. Bir insanda olmayan vasıfları var göstererek günaha girmiş olur. İşte asırlar boyu
bizde bu zihniyet yok edildiği için (bunun sebeplerini teker teker izah etmek lâzımdır; inşal-
lah, hakiki bir İslâm tarikçisi çıkar da bu işi yapar) kendi tarihimizi İslâm düşmanlarının ki-
taplarından okumaya mecbur durumdayız. Meselâ, Osmanlı tarihini Hammer’den okuduğu-
muz bir gerçektir. Çünkü tarihçinin, muhtaç olduğu hür düşünebilme şartı İslâm tarihçisine
bahşedilmemiştir. Önüne bir takım tabular dikilmiştir.
Hazreti Osman (Allah ondan razı olsun) hakkında, Mevdudi’nin söylediği söze gelince;
Hazreti Osman'ın şahsiyetinden bahseden bütün kaynaklar, onun hâlim-selimliğinde, hicapta
çok ileri olduğundan, ar ve hayâ numunesi mizacından ve aşırı merhametinden bahseder. Ay-
nı kaynaklar onun kolay aldatılabilen bir mizaca sahip olduğunu da zikrederler. Merhamet
hislerine hitap ve müracaat edildiği zaman, merhametinin her meselede galip geldiğinden
17
bahsederler. Halbuki, devlet adamının, zamanında sert bir mizaç gösterebilmesi lâzım geldi-
ğini, gene İslâm âlimleri belirtmişlerdir. İşte bu şahsiyetin sahibi olması hasebiyle, büyük bir
siyasî ihtiras taşıdığı, bütün tarih kitaplarında zikredilen Ümeyye sülalesinin fertleri, Hazreti
Osman’ın aşırı merhametinden istifade ederek devlet mekanizmasına sızdıkları gene tarihin
belirttiği hakikatlerdendir. Büyük tarih âlimi ve devlet adamı olan İbni Haldun, bütün insanlı-
ğa tarihi İçtimaî açıdan tetkik etmeyi öğrettiği meşhur «Mukaddimesinde» bu hususa ait ge-
niş malumat vermektedir. Nitekim namütenahi meziyetlerin sahibi olan Hazreti Osman’ın
devrinde korkunç fitnelerin başladığı tarihin inkâr kabul etmez gerçeklerindendir. Bunu hepi-
miz biliyoruz. Bunu söylemenin suç olduğunu hangi emirden çıkarıyor Hilmi bey? Hazreti
Osman’ın devrinde cereyan eden hadiseler dinin temel meselelerinden midir? Bu bir itikat
mevzuu mudur? Bu bütün tarih kaynaklarına göre, dinin ana meselelerinden değildir. Herkes
bu hadiselerin menşeinde siyasî saiklerin yattığında ittifak etmiştir.
Biz tarihî hadiselere, hele bizim tarihimize büyük bir dikkatle eğilmeliyiz. Ondaki hata-
ları bir bir tespit etmeliyiz. Ve Allah lütfederek bize bir devlet verirse, bu hataları tekrarlamak
gafletine düşerek, Allahın nimetini tekrar ayaklar altında ezdirmeyelim. Bu inançla hadiseleri
tetkik eden ve hakikati olduğu gibi söyleyenler değil; asıl, Hazreti Osman’a hatasızlık izafe
edenler ona hakaret etmiş sayılır. Çünkü o kâmil bir Müslüman’dır ve kâmil Müslüman da
insanın hata işleyebileceğini kabul edendir. Kim olursa olsun, insanın zayıf yanları vardır ve
muhteris insanlar bu zayıf yanlardan kendi lehlerine istifade edebilirler; işte bu, ibretengiz
hikmeti Allah bize Hazreti Osman’ın (Allah ondan razı olsun) şahsında göstermiştir. O bir
hikmetin şehididir. Asıl cinayet ve haksızlık bu hikmeti düşünmeyenlere aittir. Biz Müslü-
man’ız ve her hadisenin hikmetini düşünmeye memuruz. Buna mani olmaya teşebbüs edenler,
Müslümanların zillet içinde yaşamalarına rıza gösterenlerdir. Bu konuda söylenecek o kadar
çok şey var ki, hepsini burada zikredebilmek mümkün değil. Sadece şunu söyleyip bu bahsi
kapayalım: Hazreti Osman’ı küçük düşüren bir insan kat’iyyen Müslümanlar arasından çıka-
maz. Onun aşırı merhametini istismar edip fitne çıkaranlar, neticede İslâm’la aslâ telif edile-
meyecek olan saltanat müessesesini kurdular. Bu hakikati tarih avaz avaz haykırıyor. Hilmi
bey eğer gücü yetiyorsa bunu inkâr etsin. Eğer gücü yetiyorsa, saltanat müessesesini tasvip
eden bir tek ehlisünnet âlimi göstersin. Uzun sözün kısası, tarihî bir gerçeği ortaya koymak,
hiç bir kimsenin hakkına tecavüz etmek değildir. Hakikati bulmak cehdidir. Hakikati aramak
ise Müslüman’a farzdır. Hazreti Osman'ın ruhu hakikati arama cehdi içindeki Mevdudi’den
değil, kendisini tabulaştıran insanlardan müştekidir.
Saltanat müessesesini İslâm’la telif edenlere bir sözümüz yoktur. Sadece bu cevazı kim-
ler vermiştir ve ne için vermişlerdir? Bunu cevaplasınlar ve ondan sonra sultanlara Müslü-
manların halifesi deme cüretini göstersinler. En toleranslı konuşan İmam Malik dahi, «masla-
hat, eğer iktidarı zorla ele geçirmiş olanlara baş kaldırmamayı icap ettiriyorsa; isyan
edilmemesi lâzım geldiğini” söylemiştir. Bundan daha yumuşak ifade kullanan tek bir ehli-
18
sünnet âlimi yoktur, saltanat hakkında. Varsa, saltanatların tesiri karışmamış hangi sağlam
kitapta var olduğunu Kimya Hocası Hilmi bey açıklasın. Biz Hilmi bey gibi, her sözümüzü
ehli sünnet âlimlerinin reyiymiş gibi göstermekten Allaha sığınırız. Bize sağlam kaynaklardan
deliller getirildiği takdirde, hakka boyun eğeriz. Hodri meydan!. Hilmi beye ispat hakkını
tanıyoruz. Hangi büyük âlim, kitabında saltanata cevaz vermiştir? Bunu âlimlerin şerh edil-
memiş ve ilâveler yapılmamış asıl kitaplarında göstersin!
Bu mevzu hakkında müstakil kitaplar yazılmalıdır. Hilmi beyin bütün gayretleri, bu me-
selenin hakikatini ortaya çıkarmamıza mani olamayacaktır. Artık kendisini eskilerde olduğu
gibi destekleyecek bir saltanat müessesesi de yoktur arkasında. Eskiden olsaydı, saltanata sır-
tını verir ve ona buna küfür fetvası yağdırabilirdi. Sultanlara «zillullahu-fil-ard» lâkabını
takanlar Hilmi bey zihniyetindeki insanlardı. Hilmi bey Allah-u Teâlâyı cisimleştiren böyle
bir tabire hücum etmeliydi, bu tabiri tenkit eden Mevdudi’ye değil. Çünkü ancak cismin göl-
gesi olur. İhsan ise, Allahın gölgesi değil halifesidir. Allah insanı böyle tanıtmaktadır. “Sul-
tanların şeriata uymayan hiçbir hareketleri yoktur” diyor, Hilmi bey; aman yarabbi! Me-
det!.. Mevdudi’nin şu sözlerini de tenkit ediyor: «Yunan felsefesi ve manastır hayatına ait
ahlâk ve umumi olarak hayata karşı kötümser davranışlar, Müslüman cemiyetlerde ta-
bii bir hale geldi. Böylece, İslâmî ilmi ve edebiyatı dalalete sürükledi ve monarşiyi des-
tekledi. Bütün dinî hayatı yalnızca birkaç ayin ve merasime inhisar ettirdi.»
Mevdudi’nin bu yüzde yüz doğru teşhisine bakınız nasıl mukabele ediyor Hilmi bey:
«Mevdudî hayranı olduğu İbni Teymiye‟yi, bir güneş yapabilmek için, koca İslam me-
deniyetini yok etmeye, Hadis-i Şeriflerle övülen tabiin ve sonraki asrın nurlu semalarını
karanlık göstermeye çalışmaktadır...» «... Ehlisünnet âlimlerinin, mesela İmam-ı Rab-
bani hazretlerinin, hadisi şerifte haber verilen Mehdi için, üçüncü bin yılın müceddidi
olacak demelerine de çatmaktadır. Bu arada Müslümanlara, sofulara (eski tip mutaas-
sıp kimseler diye) hakaret etmektedir. (Maneviyat, dua ve muska ile cihat kazanılacak,
beddua ile tanklar tahrip edilecek) diye mukaddes inanışlarla alay etmektedir.» Ve bu
iddialar, daha devam edip gitmektedir. “Muska ve dua ile zafer kazanılacak ve beddua ile
tanklar imha edilecek” inancını mukaddes inançlardan sayan Hilmi beye, «Allah seni islâh
eylesin» demekten başka bir şey gelmez elimizden. Öyleyse lütfedip oturduğu yerden dua
okusun veya muska yazsın da, İslâm âlemini küfür ehlinin tasallutundan kurtarsın. Beddua
etsin de mukaddes şehir olan Kudüs’ü Yahudi’nin eline geçiren napalm bombaları tesirsiz
hale gelsin; insan bu adama cevap vermeye mecbur olduğu için utanç duyuyor. Hilmi bey
Mevdudi’nin, Mehdi hakkında serdettiği fikirlere de itiraz ediyor. Ve halk arasında rivayet
edilen hurafelere göre bir Mehdi tasavvur ettiğini göstermiş oluyor. Bu konuda daha fazla bir
şey söylemeyelim de, Mevdudi’ye Mehdi hakkındaki fikirlerinden dolayı itiraz edenlere, onun
vermiş olduğu ilmî cevabı aynen aşağıya alarak, Hilmi beye cevap vermiş olalım.
19
“MEHDİ VE İSLÂMİYETTEKİ YERİ”
SUAL: 1 - «İslâm‟da İhya Hareketleri» adlı kitabınızda, Mehdi’nin zuhuruna dair
mütalâanız pek tatminkâr değildir. Hadislerde açıkça belirtilen hususlara rağmen, zuhuru bek-
lenen Mehdî’nin tanınabilmesine yarayacak özellikteki sarih emarelerin hiç birine inanmadı-
ğınız müddetçe sizinle ihtilâfa düşen, bu hadisleri görmemezlikten gelmenize hayret eden
bulunabilir.
CEVAP: Mehdî’nin zuhuruna dair hadisler bu işle uğraşanlar tarafından öyle sıkı bir
tetkike tâbi tutulmuştur ki, artık bir kısım ulema Mehdî’nin geleceğine hiç inanmamaktadırlar.
Bu hadisleri rivayet edenler üzerinde yapılan esaslı tahkikat, çoklarının Şiî olduklarını ortaya
koymuştur. Bundan başka, tarihin açıkladığına göre, bu hadisler muhtelif hizipler tarafından
dinî ve siyasî sebeblerle istismar edilmiş ve hadislerden biri veya diğeri muayyen namzetlerin
istifadesi için kullanılmıştır. Bu hadislerin ışığı altında edindiğim kanaate göre, Mehdî’nin
geleceği haberi ile alâkalı hadisler sahih; fakat izafî emare ve şekilleri ihtiva eden teferruatı
ise mevzu olup, büyük ihtimalle, bu işten istifadesi olan hizipler tarafından aslına eklenmiş
bulunmaktadır. Muhtelif zamanlarda, Mehdîlik iddiasında bulunan kimselerce ortaya konmuş
yazılar, bu hadislerin sahtekârlık ve kötü niyetlerine malzeme sağladığını açıkça göstermiştir.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) tebliğleri üzerindeki tetebbuatıma göre, Mehdî ile alâkalı ha-
dislerde anlatıldığı şekliyle, müstakbel vak’aların teferruat ve izafi emarelerini haber vermek,
Peygamberimizin (s.a.v.) tarz ve hareketlerine aslâ uymamaktadır. Umumiyetle Peygamberi-
miz (s.a.v.) bir vak’anın ancak bariz işaretlerini bildirir; fakat teferruattan asla bahis buyur-
mazlardı.
SUAL: 2 - Mehdî’nin muhakkak surette zuhuru, “İslâm‟da İhyâ Hareketleri” adlı ki-
tabınızda kabul edilmekte; fakat vazifeleri ve icraatı hiçbir muteber menbaa dayanılmadan
şahsî görüşünüz olarak ifade edilmektedir. Şimdi bunlar hadis ışığı altında inceden inceye ele
alınabilir. Bundan başka, beklenen Mehdî’nin mümeyyiz vasıfları ile mevkiinden ve ona karşı
itaat mecburiyetinden hiçbir şekilde bahis edilmemiş; fakat ona herhangi bir müceddid naza-
rıyla bakılmıştır. Müceddid, hatadan masun değildir; halbuki umumî kanaate göre Mehdî’nin
hatadan sâlim ve günahtan azâde olması icap eder. Aradaki farkı gösteren bu açık fark muva-
cehesinde nasıl olur da Mehdî, müceddidler listesine ithâl edilebilir?
CEVAP: Hadisde görüldüğü şekliyle Mehdî kelimesi, “hak yolunda rehber edilmiş”
mânasına gelir. Bu sebebten, hak yolunda giden her hangi bir lider için kullanılabilir. EL-
MEHDİ, hadise göre peygamberlik ölçülerine uygun olarak hareket edecek ve dünyaya yok
olmuş adaleti getirecek muayyen bir şahıs için kullanılmıştır. Burada Mehdî adının başına
ilâve edilen «EL» harfi tarifi onu diğerlerinden ayırmak içindir. Fakat ihlâs ve iman için pey-
gambere bağlanırcasına, peygambere itaat ve iman edercesine iman edilmesi, tanınması mec-
burî olan Mehdî adına dinde hususî bir makam ihdasını düşünmek hatadır. Keza, Mehdî’nin
20
günahtan azâde ve hatadan masun bir imam olacağı fikrine hadisde yer verilmemiştir. Pey-
gamberlerden başkalarına masuniyet tanınması tamamıyla Şiî telâkkisi olup, Kur’an ve Sün-
nete hiç dayanmamaktadır. Daima anlaşılması lâzım gelen husus; imanla imansızlık ve
âhirette mağfiret esbabının izahını yapmak işi Allahü Tealâ’nın tahtı tasarruflarında bulun-
maktadır. Cenab-ı Hak, bütün bunları Kur’an-ı Kerimde mecazî olarak değil; fakat en vazıh
ve en kat’î bir şekilde buyurmuşlardır. Bu sebebten, dinde bu derece ehemmiyetli herhangi bir
meselenin ispat ve delillerinin Kur’an-ı Kerîm’de, meselenin muayyen vasfı bizatihi Allahü
Teâlâ tarafından insana nakil suretiyle gelen hadislere dayanılarak hüküm verilemez. Bunlar,
olsa olsa muhtemel hakikatleri ortaya koyarlar; fakat kat’î bilgiyi değil. İman ile imansızılğın
tefriki gibi dinî mübinin bu kadar mühim bir meselenin muayyen vasfı, bizatihi Allahü Teâlâ
tarafından kendi kitaplarında hiç bir şek ve şüpheye meydan vermeyecek bir şekilde zikredil-
miş olması ve Resulûllahın (s. a. v.) bunları risalet vazifelerinin nirengi noktası addederek her
mümine ferd ve ferd ulaştırmayı teminat altına almaları lâzım gelirdi.
Şimdi Mehdî meselesine gelince: İslâmiyet’teki durumu, bir insanın Müslümanlığını
ve mağfirete istihkakını tayinde pek rolü olacak bir mahiyet arzetmemektedir. Eğer böyle bir
durum varid olsaydı, o vakit Resulullah Efendimiz (s.a.v.a.) ashabından yalnız bir kaçına söy-
lemekle mutmain kalmayıp, müminlerin hepsine ulaştırmak için bütün imkânları kullanmış
bulunurlardı. Allah’ın birliği ve mahşer günü hakikatine dair tebliğlerinde olduğu gibi, bu
hususta da ayni hassasiyeti tercih etmeleri lâzım gelirdi. Hakikat halde, dinî ilme bir parça
vukufu olan kimse, dinde bu kadar mühim mesele için Ahbar’il ahad’a istinaden hüküm veri-
lebileceğini ve İmam Malik, İmam Buharî, İmamı Müslim gibi hadis otoritelerinin eserlerinde
bunlara yer vermeyi istemeyeceklerini bir an dahi aklına getiremez.
SUAL: 3 - Hadisi Şerif muvacehesinde bazı muttaki ve samimi kimseler «İslâmda İh-
ya Hareketleri» adlı kitabınızdaki şekliyle İmamı Mehdî hakkındaki görüşünüze muarızdır-
lar. İslam’a hizmet vazifesinde bulunan kimselerin şer’î ölçülere riayet etmesi kanaati ile bu
itirazları size arz ediyorum. Çünkü her yazdığınızın şeriata tamamen uygun olması ve yanlış
beyan edilmiş fikirlerinizin tashihi icap eder. İmamı Mehdi hakkında yukarıda zikredilen gö-
rüşünüz kanaatimize göre hadislere aykırıdır. Tirmizi ve Ebu Davud’un eserlerinde bu hususla
alâkalı bütün hadislerin tetkiki neticesinde bazı hadis ravilerinin hakikaten Şiî veya Harici
olduklarını gördüm. Fakat aynı kitaplarda görüşünüze uymayan muteber hadisler de bulun-
maktadır. Meselâ, Ebu Davud’dan bir hadis: «Muhammed bin Muthanna, peygamberimi-
zin muhterem zevcesi Ümmü Seleme‟den rivayet olunur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
buyurmuştur ki: Halifenin vefatında tefrika zuhur edecektir. Sonra Medine halkından
biri meydana çıkacak ve Mekke‟ye doğru koşacaktır. Mekkeliler onu karşılayıp emirliğe
yükseltecekler ve RÜKN ile MAKAM (Rükû, Kâbe-i Muazzama’da Hacerî Esved’in yerleş-
tirildiği köşe. Makam ise, Makam-ı İbrahim’dir. ‘Mütercimin notu’) arasında ona biat ede-
ceklerdir.»
21
Bu hadislerin bütün ravileri muteber şahsiyetlerdir. Keza, Mişkat’ın Kitabul-Fitn adlı
eserinde görüldüğü şekilde, Beyhaki tarafından rivayet edilen başka bir hadis de mevcuttur.
Sa’ban’dan rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki «Horasan istika-
metinden siyah bayrak yaklaşınca karşılayın; çünkü onların arasında Mehdî-i
Resulullah vardır.»
Mehdî’nin haddi zatında bu işe tayininden bihaber olacağı hakkındaki görüşünüz bu ha-
dislerle tekzib edilmektedir. Bilhassa şu cümleler: «Her Müslüman için ona yardım -
Peygamber Efendimiz söylemiştir- ve onun çağırışına cevap vermek mecburiyeti var-
dır.» Ve Tirmizi’nin hadis kitabından şu cümleler meseleye kat’iyet kazandırmaktadır: «Pey-
gamber Efendimiz demiştir ki: „Bir adam ona geldiğinde -ey Mehdî ver bana, ver bana
diyecek.» Gene Efendimiz buyurmuşlardır ki: «Mehdî‟nin ona taşıyabileceği kadar çok
miktarda, çuvalını doldurmak üzere avuç avuç verecektir.»
2- Beklenen Mehdî’nin en modern bir lider olacağını yazmış bulunuyorsunuz. Bu lâfınız
her hangi bir hadisle teyid edilmemektedir. Söylediğiniz mevsuk ise lütfen tasrih ediniz. Size
karşı aykırı fikirleri bulunanların kendi lehlerinde bir iddiaları var. Ümmet içinde şimdiye
kadar gelmiş geçmiş müceddidler hep Sufî’lerden çıkmıştır diyorlar.
3- Mehdî’nin çok modern bir lider olacağına dair görüşünüz, kendiniz için Mehdîlik id-
diasında bulunacağınız hissini doğuruyor.
4- Şah Rafiûddin’in «Kıyamet Alâmeti» adlı kitabı Müslim ve Buharî’nin eserlerine at-
fen İmam Mehdî hakkında bazı hadisleri ihtiva etmektedir. Aynı kitaptaki diğer bir hadiste
zikredildiğine göre: Mehdî için biat merasimi yapılırken, gökten şöyle bir ses işitilecek: “İşte
Mehdî, Allahın resulü; onu dinleyin ve itaat edin» Bu hadis hakkında ne gibi tetkikatınız
vardır?
CEVAP: 1 - Muhtelif eserlerdeki hadislerde mezkûr İmam Mehdî hakkındaki tetkika-
tım neticesi varmış olduğum kanaati zaten bildirmiş bulunuyorum. Sadece kitaptaki bir ha-
dis’e bağlı kalan yahut daha ileri giderek ravilerin muteber şahsiyetler olup olmadığını tetkik
ile iktifa eden bir kimse, bu hadislere dayanan kanaatlere saplanıp kalır. Fakat bu gibi bütün
hadisleri bir araya toplayıp mukayeseler yapan ve muhtevalarında birbirine zıt hususlar bulan
ve Emevî, Abbasî, Fatimîler arasındaki tarihî rekabetleri iyi bilen ve rakiplerden her biri lehi-
ne muhtelif hadisler bulunduğunu ve keza, ravilerden çoğunun bir veya diğeriyle açıkça mü-
nasebeti olduğunu tamamiyle gören kimseler için bu hadislerin ihtiva ettiği bütün teferruatın
muteber addedilmesi cidden çok güç olacaktır. Meselâ: Söylemiş olduğunuz hadislerde, siyah
bayraktan bahsedilmekte olup; tarihin açıkladığına göre ise, siyah bayrak Abbasîlerin alâmeti-
farikasıdır. Gene tarihin açıkladığına göre, ekseriya bu hadisler, Abbasileri beklenen Mehdî
olarak kabul ettirmek üzere söylenmiştir. Şimdi bir kimse çıkıp da aynı görüş üzerinde ısrar
ederse edebilir ve benim «İslâm‟da İhyâ Hareketleri» adlı kitabımda ifade ettiğim kanaatleri
22
tekzib edebilir. Tarihî, dinî ve hukukî mevzulardan herhangi biri üzerinde ifade etmiş oldu-
ğum kanaat ne olursa olsun, bütün insanlarca aynen kabulü lâzım gelmez. Hem de bu mevzu-
lardaki tetkikatımı beğenmeyen bir kimsenin İslâm’a hizmet vazifesinde benimle teşriki me-
saiden kaçınabileceğini düşünmek hatadır. Elhasıl, hadis, tefsir, fıkıh ve sair meseleler babın-
da evvelce de ulema arasında görüş ayrılığı olmuştur.
2- Mehdî’nin en modern bir lider olduğuna dair görüşüm, onun matruş Avrupai kıyafet-
te ve son moda yaşayış tarzına sahib biri olacağı manasına gelmez. Ancak çağının bütün şart-
ları ve ihtiyaçları ile ilim ve şeriata tamamen vakıf ve çağının keşfi olan her türlü fennî vasıta
ve imkânları en iyi şekilde istimal edebileceğini ifade başlıca meramım idi. Bu, baştanbaşa
aklıselimin ifadesidir. Ve her hangi bir otorite tarafından teyidine lüzum yoktur. Peygamber
Efendimiz zamanı hayatlarında siper, debbaba, mancınık ve sair icatlardan bizzat istifade et-
miş olduklarına göre; vazifesi icabı tam adaleti tesis etmek üzere ortaya çıkan birinin tanklar,
tayyareler ve diğer fennî keşifler, vasıtalar ve çağının icaplarından bigâne kalamayacağı pek
tabiîdir. Çünkü bu cemiyet, işe yarar bütün kudret vasıtalarını ele geçirmeden ve mevcut her
türlü san’at ve ilim vasıtaları ile nüfuzunu idame için lüzumlu tekniği kullanmadan hedefine
ulaşamaz ve umumiyetle nafiz olamaz.
3- Mehdîlik iddiası vehmine kapılmam hususu, nazarı itibare alınacak değerde değildir.
Allah’tan korkan, Allahü Tealânın: «Kat‟iyyen vehme kapılmayınız. Çünkü bazı vehimler
günahtır» mealindeki emirlerini hatırlayan, Allahü Tealâ’ya karşı sorumluluğunu müdrik bir
kimsenin böyle vehimlerle uğraşmakla kaybedecek zamanı yoktur. «Cemaat-i İslâmî»nin
hakikati seslenişini dinleyenlere engel olmak gayesi ile bu vehimleri yakıştıran ve cezalandı-
rılmalarını istemekte kararlı bulunduğum kimseler, kendilerini hiçbir suretle kurtulamayacak-
ları ağır bir cezaya maruz bırakmaktadırlar. Öyle bir ki; inşaallah Mehdîlik iddiam olmadan
bu fâni dünyadan ayrılınca bakalım huzuru Rabb’il âleminde iftiralarının ve halkı hakikati
öğrenmeden menetmelerinin hesabını nasıl vereceklerdir.
4- «Kıyamet Alâmetleri» adlı kitapta nakledilen hadis hakkında, ne lehte ve ne de
aleyhte bir şey söyleyemem. Eğer hakikaten Mehdî’ye biat zamanında gökten «İşte Mehdî,
Allahın resulü, onu dinleyin ve itaat edin» diye sesler geleceği, Peygamber Efendimiz tara-
fından söylenmiş ise, o vakit: «İslâm‟da İhyâ Hareketleri» adlı kitabımdaki görüşün doğru
olmaması lâzım gelir. Fakat Efendimizin böyle bir sözü söylemiş olduğunu sanmamaktayım.
Kur’an-ı Kerîm’in tetkiki, gökten böyle seslerin hiçbir peygamberin zuhurunda işitilmemiş
olduğunu göstermektedir. Hatta Peygamber Efendimizin âhir zaman peygamberi bulunması
ve ondan sonra yeni veya ona karşı bir dinin kabul olmaması gibi şartlara sahib bulunmasına
rağmen, kendilerinin zuhurunda bile böyle bir ses gökten işitilmemiştir. Mekke müşrikleri,
Efendimizin hakikaten Allahın Resulü olarak insanlar tarafından hatasız şekilde tanınabilmesi
için yanında risaleti ilan eden bir meleğin bulunması lüzumuna mütedair dileklerinde ısrar
ettiler. Fakat bütün bu dilekler Allah’ü Tealâ tarafından kabul buyrulmadı. Şek ve şüpheye
23
mahal bırakmayacak şekilde hakikatlerin bütün çıplaklığı ile ortaya konmasının hikmeti
ilâhiyeye mugayir bulunduğu Kur’an-ı Kerîm’de açıklandı. Hâl böyle iken; Allahü Tealâ’nın
sadece İmam Mehdî meselesinde; ona yapılan biat sırasında Sünneti ilâhiyeyi değiştireceğini
ve "İşte Mehdî, bizim resulümüz. Onu dinleyiniz ve itaat ediniz» diye gökten sesler gele-
ceğine nasıl inanılır?...
Mehdi meselesinde sorulmuş olan suallere vermiş olduğu bu cevaba ilave edecek bir şe-
yimiz yok. Okuyucuyu düşünmeye davet ederiz. Kimin haklı ve kimin haksız olduğunu en iyi
bilen sadece Allahu Teâladır.
Bakın, ne kadar komik bir iddiada bulunuyor Hilmi bey. Ve bu iddiasını da, hiç bir şey-
den çekinmeden ehlisünnet âlimlerine maletmeye çalışıyor. Hilmi bey de, kendi kanaatlerini
ehli sünnet âlimlerine maletme bir hastalık halindedir. Evvelâ Hilmi beyin iddiasını naklede-
lim ve cevabını sonradan verelim. Hilmi bey diyor ki: «İslâm âlimlerinin ve tarihçilerin
sözbirliği ile bildirdiğine göre ilk müceddid Hazreti Ebu Bekr-i Sıddıktır. Resulullahın
vefatından sonra Arabistan yarımadasında, mürted olanları kahreden, yeni Müslüman-
lar arasında yayılmaya başlayan, fitne ve fesadı kaldıran odur.»
Hilmi beyin, İçtihadın, bid’anın ve isyanın manasını bilmediği gibi, tecdidin manasını
da bilmediği anlaşılıyor. Bilseydi yukarıdaki iddiayı yapmazdı. «Tecdit» kelimesinin lügat
manası birazcık kitap karıştıranların malumu olduğu üzere «Yenileme»dir. Istılah manası ise,
Müslümanlar arasında yayılan din dışı telakkileri ayıklayıp dinî, aslına irca etmektir.
Yani, Müslümanlar arasında yerleşik hale gelmiş bid‟aları, dinin esas kaideleri haline
getirilmiş din dışı telâkkileri ayıklayıp, dini saf ve katışıksız hale getirmektir. İşte,
müceddid de bu işi yapan insana denir. Hazreti Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) bu manada
bir şey yapmış değildir. Yenileme diye bir keyfiyet, zaten Sıddık-ı ekberin devrinde mevzu-
bahis edilemez. Çünkü Peygamber efendimiz (selât ve selâm ona olsun) dini kemale erdirmiş
ve henüz ebediyete intikal etmişti. Hazreti Ebu Bekir’in yenileyici olabilmesi için, Allah’ın
Resulü’nün dini (haşa) eskimiş bir halde halifesine bırakmış olması lazımdı. Allah’ın Resulu
dini bütün tazeliği ve katışıksızlığı içinde halifesine teslim etmişti. Hazreti Ebu Bekir’in yap-
tığı en büyük hizmetlerden biri, Resülullah’ın irtihalini fırsat bilen bazı kabilelerin dinden
dönmelerini şiddetli bir şekilde tecziye etmesidir. Yaptığı iş, mahiyeti itibariyle tecdit değil,
isyan bastırmaktır. Tecziye ettiği insanlar, dine ilaveler yapanlar değil, dinin bazı emirlerini
kabul etmeyenlerdir; yani mürtedler... Zaten Hilmi bey de, mürted tabirini kullanmaktadır.
Hazreti Ebu Bekir, dini aslına irca etmemiştir; çünkü aslı zaten ortadaydı. Onun yaptığı, aslını
devraldığı dini olduğu gibi muhafaza etmektir. Bu konuda uzun boylu izahat vermek yersiz-
dir. Geri yanını okuyucuların ferasetine bırakıyoruz; çünkü biz, mevzulara kısa kısa temas
edip geçmek mecburiyetindeyiz.
24
Şu sözlerindeki edaya bakınız Hilmi beyin: «Evet, İslam hükümdarları, etrafını sa-
ran dalkavukların, münafıkların tesiriyle zulme ve günaha kaymışlardı.» Bunu söyleyen
Hilmi bey, nasıl oluyor da hükümdarları masun kabul ediyor? Bir türlü anlayamıyoruz? As-
lında Mevdudi de bundan başkasını söylemiyor ki... O sultanların hepsini kötülemiyor ki...
Hatta kötülemek bir yana, Sultanlardan birini İslâm müceddidi olarak gösteriyor.
Mevdudi’nin taarruz ettiği, saltanat müessesesidir. Bunun bütün aklı ve nakli delillerini getire-
rek, İslâm dışı bir müessese olduğunu ileri sürüyor. Bu iddiasında da kat’iyen yalnız değildir.
Bunu, derlemiş olduğumuz ve neşretmiş bulunduğumuz «İslâm büyüklerine göre İÇTİMAİ
YAPI» isimli eserimizde görebilirsiniz. Lütfen oraya bakınız ve ehli sünnet ulemasının da
Mevdudi’yle aynı kanaatte olduğunu bizzat görünüz..
Sultanları medih yağmuruna tutan sayfalara hiçbir şey söylemeyeceğiz. Yalnız kendisini
ve okuyucularınım tarih üzerinde düşünmeye davet edeceğiz. Münafıkların ve dalkavukların
sultanları tesiri altına alıp kötülük yaptırdığını kabul ettiğine göre; Müslümanların halifesinin
böyle bir eksikliğe müptela olmasını nakıs kabul edecek ve en çok konuşulması gereken bu
mevzuu burada keseceğiz.
Hilmi bey, itikadî ve şer’i hatalarla dolu kitabında, insanı hiddetinden çılgına döndüren
korkunç bir iftirada bulunuyor Müslümanlara. Mevdudi, Seyyid Kutub ve Muhammed
Kutub’u cihat düşmanı olarak ilân ediyor Bu mesele, üzerinde, hassasiyetle durmağa değer bir
meseledir Evvelâ şunu söyleyelim. Hilmi beyin cihat düşmanı ilân ettiği kimseler, bütün ha-
yatlarını cihat irinde ve korkunç meşakkatlere katlanarak geçirmişlerdir; buna bütün hayatları
şahitlik eder. Birisi idam edilmiş, obürü hapishanenin bir köşesinde bilmem hangi sebepten
can vermiş, diğeri ise, defalarca idam hükmüyle tutuklanmış ve örfi idare mahkemelerine
sevkedilmiştir. Bu, bahsini ettiğimiz insanların şeref belgeleridir. Ya onları itham eden Hilmi
bey, hangi şerefin sahibidir? Onun şerefi de fincancı katırlarını ürkütmeden, zaten bütün bir
insanlığın düşman olduğu Müslüman mücahitlere küfür yağdırmaktır her halde. Allah bunun
hesabını senden sorduğu zaman, ne cevap vereceğini hiç mi düşünmüyorsun? Gülerek ölümü
kucaklayan bir insana kâfir demenin utancını nasıl atacaksın üzerinden?
Hilmi bey, İslâm’daki cihadın manasını da bilmemektedir; İmparatorlukların yapmış ol-
duğu muharebeleri İslâm’ın cihat emrine uygun saymaktadır. Ki, imparatorların yaptıkları
muharebelerin bile mahiyetini bilmemektedir. Çünkü o muharebeler de, Hilmi beyin cihat
anlayışına uymuyor. Hilmi bey, cihadı insanlara İslamiyet’i zorla kabul ettirmenin vasıtası
sayıyor. Hâlbuki hiçbir padişah veya sultan, mutlak din zannettiği kendi inançlarını zorla ka-
bul ettirmek için bir beldeye sefer yapmış değildir. Tarih bunun şahididir. İstila devirlerine
bakınız. Hangi istiladan sonra, istila edilen araziler üzerindeki insanlar zorla İslâmiyet’e so-
kulmuştur? Eğer böyle olsaydı, Osmanlı imparatorluğunun hudutları içinde kalan insanların
hepsi Müslüman olmalıydı; yani Avrupa’nın yarısı. Demek ki, sultanlar Hilmi beyin kanaa-
25
tinde değillermiş. Ve tarihin sayfalarına şerefle geçmelerine sebep olan bir meziyetleridir
Hilmi bey gibi düşünmemeleri.
Yeri gelmişken, İslâm’ın niçin cihat yaptığını kısaca izah edelim. Edelim ki; Hilmi be-
yin saçmaladığına herkes inansın. Cihat, İslâm’ın en önde gelen emirlerinden biridir. Bir Müs-
lüman’ın en büyük sevabı kazanmasına cihat yapması sebep olur. Bu, bazı kendini bilmez
insanların dışındaki her âlimin ittifak ettiği bir husustur. Öyleyse cihadın ne olduğunu anla-
mak lazım. Cihat, Müslümanların, Allah ve peygamber düşmanı kavimlerle Allah’ın dini ga-
lip gelsin diye muharebe etmesidir. Ne maksatla harp ediyor? İslâm düşmanı kavimler içinde
yaşayan insanların birçoğu, Hak dini olan İslâm’a gelebilirler. Gayri İslâmî cemiyetlerde İs-
lâm’a açık kalplerin sahibi insanlar vardır. Fakat kendi devletlerinin siyasî otoriteleri İslâm’a
girmelerini engeller. Onları İslâm’ın emirlerine muhatap olmaktan alıkoyar. İslâm’ın yayıcıla-
rına, insanları hidayete davet etmeleri için müsaade etmez. İşte Müslüman, bu durumu ortadan
kaldırmak için muharebeye başvurmak mecburiyetinde kalır. İslâm’ın yayılmasına mani olan,
İslâm düşmanı idarecilere karşı cihat bayrağını açar Müslümanlar. İdarecilerin, halkın vicdanı
üzerindeki baskısını kaldırmak için Müslümanlar gerekirse dövüşür. Bu muharebe, bütün in-
sanların üzerindeki baskıyı kaldırana kadar sürer. Müslüman’ın yaptığı muharebelere, bir ba-
kıma vicdan hürriyetini elde etme muharebeleri diyebiliriz. İnsanların vicdanları üzerinde
yapılan baskıyı kaldırmak için harp eder Müslüman.
Mukaddes cihadın gaye ve hedefi budur. Yoksa Hilmi beyin zannettiği gibi insanları
zorla dine sokmak için değildir. Allah insanların kendisine zorla bağlanmasını irade buyur-
muyor. O’nun cehennemi de haktır. Bütün insanların mümin olmasını ancak Hilmi bey düşü-
nebilir. Allah ise, müminin kâfir üzerinde hakimiyet kurmasını irade buyuruyor. Bunun için
mümin muharebe eder, kanını akıtır ve sonra insanları vicdanlarıyla başbaşa bırakır.
İşte, Hilmi beyin, cihat düşmanı olarak ilan etmek istediği muhterem insanlar cihadı
aşağı yukarı böyle anlamakta ve anlatmaya çalışmaktadırlar. Çünkü onlardan hiçbiri Hilmi
bey gibi İslâm’ın büyüklüğünden ve cazibesinden şüphe etmemektedirler. İnsanları İslâm’ı
kabul etmeleri için zorlamanın lüzumsuzluğunu bilirler. Bilirler ki, insanların üzerinden baskı
kaldırılınca, İslâm’ın büyüklüğüyle karşı karşıya kalan insan, onu gönül rızasıyla kabul
edecek; kabul etmeyenler ise, Müslümanların himayesinde ve emniyet içinde yaşamalarına
devam edip gideceklerdir. Bu hususta fazla bilgi almak isteyenler. Seyyid Kutub ve
Mevdudi’nin «İslâm‟da Cihat» isimli risalesine baksınlar. Hatta bu âlimlerin bütün kitapları-
na göz gezdirsinler. Zaten bu âlimlerin her kitabında cihat konusu uzun uzun anlatılmaktadır.
Yine tafsilatlı bilgi almak isteyenler, yayınevimizin çıkarmış olduğu, Muhammed Ebu Zeh-
ra’nın «Kur‟an Nizamı» isimli kitabına müracaat etsinler. Bu muhterem Müslümanların her
kitabı, cihat emrinin tebliğiyle doludur. Onlar, batıl için cihat etmiyorlardı; bir siyasî ihti-
rasları da yoktu, makam ve şöhret peşinde de değillerdi. Hepsinin de, büyük makamlara
çıkabilecek kıratta insanlar olduğunu biliyoruz. Memleketlerinin diktatörleri, onlara en
26
büyük makamları teklif etmişler; fakat onlar, İslâm nizamının tatbik edilmediği bir hü-
kümet içinde vazife almayacaklarını, teklifi getirenlerin yüzlerine haykırmışlardı.
Hilmi bey, onların asılarak öldürülmelerini sevinçle karşılıyor; hak ettiklerini söylüyor.
Bütün İslâm düşmanları da böyle söylüyor; Yahudi’sinden tutunuz da, Hintli ve Rus’una ka-
dar bu büyük insanların asılmasına, işkencelere maruz kalmasına tıpkı Hilmi bey gibi sevin-
mektedirler. Biz Hilmi beyin Nasırcı olduğuna ihtimal veremiyoruz. Seyyid Kutub’un idam
edilmesine «OHHH» demek, Nasır idaresinin hak olduğuna inanmaktır ki, böyle bir inanca
sahip olana artık hiçbir şey söylenemez. İnsan, bu dünyadaki tezatlara ibretle bakıyor. Mah-
kemeden, bir umacıdan korkar gibi korkan Hilmi bey, Allah’ın dini galip gelsin diye gülerek
ölüme gidenlere cihat düşmanı diyebiliyor. Bunu diyen Hilmi bey, rahat bir ömür geçirirken;
hakiki Müslümanlar, dünyanın her yerin de ağır işkencelere maruz kalmaktadır. Bunlara hiç
olmazsa ağlayamıyor da, tam aksine onları ihtilâlcilikle itham ederek bir nevi muhbirlik vazi-
fesi görüyor. Yani, Hilmi beyin itham ettiği Müslümanları Türkiye’de tanıtanları Hükümete
ihbar etme küçüklüğüne de düşüyor. Ve sonra da bu adam, kalkıp kendisine mücahit diyebili-
yor; aman yarabbi, ne günlere kaldık!..
Seyyid Kutub’u da İbni Teymiyeyi beğendiği için itham ediyor. İbni Teymiye’ye düş-
man oluşu ise, tamamen hissi. Yukarıda birazcık izah ettik. Şunu bildirelim ki, İbni
Teymiye’nin bütün eserlerini Türkçeye çevirmeye azimliyiz. O zaman bu büyük imamın kim
olduğu ortaya çıkar. Nerede yanılmış olduğu delilleriyle gösterilir. Yalnız şunu sözlerimize
ilave edelim: İbni Teymiye, Muhiddin-i Arabiyi şiddetle tenkide tabi tutmaktadır. Bunu sade-
ce o değil, eserlerini yalan yanlış tercüme ettiği İmam-ı Rabbani de tenkide tabi tutmaktadır.
Hem de en ağır bir lisanla. Mektubat tercümesini ne kadar kendine benzetirse benzetsin, bu
husus açıkça görünüyor. Şimdi biri kalksın, İmam-ı Rabbani hazretlerini, Muhiddin Arabi’yi
tenkit etti diye tekfir mi etsin. Hilmi bey buna müsaade edebilir mi? Belki de eder. Fakat biz
etmeyiz... Şurada İbni Teymıye’yi küçük düşürmek için onun tatarlarla muharebe etmediğini
ileri süren Hilmi beye, Muhammed Ebu Zehra’nın «Fıkhî Mezhebler Tarihi» isimli eserinin
dördüncü cildine bakmasını tavsiye ederim. Zavallı, düşmanlık yapacağım diye, hakikatleri
gizlemeye çalışıyor; çünkü ona, bazı insanlara düşmanlık yapması icap ettiği fısıldanmıştır.
Seyyid Kutub merhumu itham etme sebeblerinden biri de, onun, kitaplarında hangi
mezhebden olduğunu söylememesidir. Mezheb konusunda, Mevdudi’ye de çatmaktadır. Şah
Veliyullahın mezhep hakkında serdettiği fikri kitabına alan Mevdudi’ye de, Şah Sahib’e de
taaruz etmektedir. Ne demiş Şah Sahip? «Bu zamanda Hanefî ve Şafî mezhebini birleştir-
meli» demiş; öyleyse Hilmi beye göre sapıtmış ve küfre girmiş şah Sahip ve bu sözü kitabın-
da nakleden Mevdudî. Burada Hilmi beye hemen sormak lazım gelir; Senin «Saadet-i. Ebe-
diye» isimli eserde bizzat yaptığın bu değil midir? İlmihal dediğin bu kitap, hangi mezhebin
ilmihalidir? Bütün mezhebleri birbirine karıştırmışsın; acaba bilmeyerek mi karıştırdın, yoksa
kasıtla mı?
27
Eğer, “bilmiyorum” dersen; “mezheblerin kaidelerini bilmeyen bir insan, kalkıp
nasıl ilmihal kitabı yazar?” deriz. Eğer, “bile bile yaptım” dersen, o zaman da; “Şah Veli-
yullahın tezini sen bizzat tatbik ederek, küfre düşmüşsün” deriz. Çünkü İmam-ı Rabbani
hazretlerinin büyük hatırı için aldığımız ve okuduğumuz bu eserde bütün mezhebler birbirine
karıştırılmıştır. Bunu açıklayan kitap da hazırlanmak üzeredir. Şunu böylece belirttikten son-
ra, Hilmi beye; “bir müellifin, eserinde hangi mezhebten olduğunu belirtmesi mecburî
değildir” deriz. Bunu bilemeyecek kadar cahil değilsin; ama kin ve hased gözlerini karartmış
olduğu için hiç bir şeyi göremez haldesin.
Zekâtın devlet eliyle alınması gerektiğini savunan Seyyid Kutub’u küfre düşmekle it-
ham ediyor. Çünkü bu iddia İbni Teymiye’ye aittir. Mademki, ona aittir; öyleyse küfürdür.
Ona, bu konuda da şunu söyleyip geçelim: Asr-ı Saadetteki zekât memurlarının ne işe yara-
dıklarını izah eyle. Niçin, zekât memurluğu diye bir vazife ihdas edilmiş? Bunlara bütün de-
taylarıyla ileride cevap verilecektir; biz, kısa kısa geçelim…
Muhammed Kutub’a da Osmanlı İmparatorluğuna ait sözlerinden dolayı taaruz ediyor.
Bu konuda hiçbir söz söylemeyelim. Yalnız, kendisinin de bağlı olduğu bir Şeyhin, kendisin-
den çok üstün bir müridine ait şu sözleri nakledelim: «Bir büyük Türk mütefekkiri yetiş-
memiştir. Kahraman, devlet adamı ve ordular boyu veli yetişmiş; fakat, bir tek müte-
fekkir yetişmemiştir. Bütün âlimler kopist durumundadır.» İşte Muhammed Kutub da,
bunu söylemektedir. Hakikaten Osmanlı imparatorluğu içinde, orijinal eser veren büyük bir
mütefekkir yoktur. Bu, Türk’ün şerefini gölgelemez. Her kavmin kabiliyetli olduğu bir saha
vardır. Ve Türklere kabiliyet gösterdiği sahaların şerefi yeter. Olmayanı ona mal etmek kav-
miyetçilik taassubundan doğar ve bu taassub da İslâm’ın yasak ettiği batıl telâkilerdendir.
Hilmi bey, Muhammed Kutub’a bir çok yerde “fellah” dediğine göre; galiba, kavim gayret-
keşliğine düşmüş. Biz, onu böyle bilmiyorduk; bu tarafını da, kendi lisanından öğrenmiş ol-
duk. Şurada bir şey daha söyleyip mevzuumuzu bağlayalım: Çok hürmet ettiği ve sık sık “al-
lame” diye iltifat ettiği Mustafa Sabri efendi, Muhiddin-i Arabi’yi kâfirlikte itham etmiştir.
Bu da Hilmi beye son bir ders olsun. Bilmediği, anlayamadığı şeylere burnunu sokup günaha
girmesin; çünkü cahiller, konuşmak mecburiyetinde değillerdir. Sen otur bir köşede, namazını
kıl, tesbihini çek, “bana dokunmayan insan, bin yaşasın” de ve rahatına bak. İslâm’ın feda-
ileri vardır ve o fedailer, önlerine kim çıkarsa ezmeye kararlıdırlar.
SON SÖZ
Hilmi bey, hiçbir mesnede dayanmadan, hiçbir ölçü tanımadan Müslümanlara ağız do-
lusu sövmektedir. Biz Hilmi beyi muhlis olarak tanırız. Bütün bu iddiaları yapmasına, “bil-
memesi” sebep olmaktadır. Eğer bildiğini kabul edersek, kendi kitabında dercettiği «Müslü-
man‟a kâfir diyen, kendisi kâfir olur» ölçüsünü, kendisine tatbik etmemiz lâzım gelirdi.
Hilmi bey ileri sürdüğü fikirlerin sahibi değildir. O fikirleri ona başkaları ilkah etmiştir. İrade-
28
si ketmedilmiş olan Hilmi bey de, bunları olduğu gibi kabul etmiştir. İslâm‟ın düşürülmüş
olduğu feci durumunu göremeyecek kadar iradesiz ve şuursuz olmanın bir tek sebebi
vardır; muayyen bir yola kayıtsız şartsız bağlanmak, bir kişiyi veya hususi bir ekolu
tabulaştırmak. Eğer böyle bir duruma düşmeseydi Hümi bey, belki de İslâm’ın yirminci
asırdaki kavgasına yardımcı olabilirdi. Onu korkutan ve sağa sola taarruz etmesine sebep olan
saik, taarruz ettiği insanların bazı tabuları yıkacağını görmesidir. Çünkü “kâfir” diye itham
ettiği Müslümanların kitapları, büyük bir heyecanla okunmaktadır Türkiye’de. Bu hal, bazı
küçük prenslikleri yıkacak gibi görünüyor Hilmi beye; ki, bu gördüğü şey doğrudur. Artık
Türkiye’de hususiyetlerin din haline getirilmesi mümkün değildir. Hilmi bey gibi insanlar
otoritelerini kaybetmek üzeredir. Din, bütün Müslümanlarındır; bazı grupların değil.
Son bir defa olarak şunu da söyleyelim ki, bu devirde; İslâm’ın bütün prensiplerinin
cemiyetlerden kovulmuş olduğu bu asırda, İslâm’ı müdafaa etmek, hiç kimseye dünya menfa-
ati temin etmez. Biri, İslâm adına mücadele ediyorsa ve bu mücadele sonunda canını verebili-
yorsa; ona, hangi densizin taarruz etmeye hakkı vardır? İslâm adına mücadele etmek, insanın
meşakkatlere katlanmasını icab ettiriyor; sefa sürmesini değil. İslâm için canını vermiş olanla-
ra bühtan etmek; eğer cehaletten dolayı değilse maazallah küfrü mücip bir haldir. Hilmi bey,
kafasını değiştiremezse sussun; susmazsa zaten susturulacaktır. İtham ettiği insanlarla, birçok
meselede aynı düşüncede olan biz; yani İslâm medeniyetinin savaşını yapmakta olan biz,
önümüze kim çıkarsa çıksın tepelemeye azimliyiz. İnsanların İslâm’a gelmesi ve onun ebedî
prensiplerini kabul etmesi için yeni bir Müslüman tipin meydana gelmesi lâzım geldiği inan-
cındayız. İnsanların telâkkilerinde reform yapmanın şart olduğu kanaatindeyiz. Bunu da mut-
laka yapacağız. İslâm’ı anlamaya ve anlatmaya yemin etmişiz. Bizim İslâm’ın verdiği izzetten
başka bir izzete ihtiyacımız yok. Sadece Müslüman’ız ve Müslüman olmanın verdiği imtiyaz-
la konuşur ve yazarız. Biz bazı insanlar gibi, İslâm’ın büyüklüğünden şüphe edip; hususiyetle-
ri kendine din edinenlerden değiliz. Biz, O’nun büyüklüğüne inanıyor; fakat insanın onu taşı-
yamayacak kadar küçültüldüğünü görüyoruz. İşte biz insanların İslâm’ı taşıyacak bir hale
gelmesini istiyor ve bunun mücadelesini yapıyoruz. Müslümanların ve bütün insanların kurtu-
luşu sadece buna bağlıdır; yani, İslâm’ı yeniden anlamaya...
SON
ARKA KAPAK
Elinizdeki bu küçük eser, Kimya Hocası Hilmi Işık beyin «Dinde Reformcular» ve
«Aldanmayalım» isimli iki eserine cevap vermek için kaleme alındı. Çünkü bahsi geçen bu
iki eserde sayısız ilmi ve itikadî hatalar bulunmaktadır. Sadece bu hatalarla kalmayıp, ayrıca,
asrımızın İslâm düşünürlerine ağız dolusu sövülmekte ve tekfir edilmektedir. Ki, o büyüklerin
29
birçoğu, İslâm idealini insanlara maletme gayretleri içinde canlarını vermekten çekinmemiş-
lerdi.
İşte, Hüseyin Hilmi Işık beyin «Tekfirname» diye isimlendirilebileceğimiz, yukarıda
ismi geçen iki eserine bunun için cevap vermek lüzumu hâsıl oldu.
Başta İbni Teymiyye olmak üzere, Seyyid Kutub, Mevdûdî, Muhammed Kutub, Hasan
El Benna ve daha birçok İslâm mütefekkiri ve âlimlerini İslâm düşmanı olarak ilân eden bu
eserlere cevap vermek, biz Müslümanlara düşen en büyük bir borçtur.
Eserimizde tenkit ettiğimiz hususların doğruluğunu kıyas yolu ile ortaya çıkarmayı siz
okurlarımızın ferasetine bırakıyoruz.
Her şeyin en doğrusunu yalnız Allahu Teâla bilir.
DÜZENLEYEN
CELAL SANCAR
12.02.2017
ANKARA