bu sayida tanitiliyor - aydınlık · tanpınar: “atatürk, bizi en koyu ... dünya savaşı...

24
Aydınlık BU SAYIDA 36 KİTAP TANITILIYOR 4 Ocak 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 45 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 1497 Muammasız polisiye, katilsiz cinayet Muammasız polisiye, katilsiz cinayet 20 yazardan 20 öykü: “Kar İzleri Örttü” Dışa karşı direnişin öyküsü: “Türkiye’de Milli İktisat” Prof. Dr. Zafer Toprak Değişimin baharı Lovecraft ve Korku Kötü Çocuk ve Son Arzusu…

Upload: others

Post on 12-Jun-2020

2 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

AydınlıkBU SAYIDA

36KİTAP

TANITILIYOR

4 Ocak 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 45

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

KITAP.

Toplam: 1497

Muammasız polisiye,katilsiz cinayet

Muammasız polisiye,katilsiz cinayet

20 yazardan 20 öykü: “Kar İzleri Örttü”

Dışa karşıdirenişinöyküsü:

“Türkiye’deMilli İktisat”

Prof. Dr. Zafer Toprak

Değişiminbaharı

Lovecraft veKorku

Kötü Çocuk veSon Arzusu…

Page 2: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran
Page 3: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP

Türk şiirinin usta kalemlerin-

den biri Cemal Süreya. 9 Şubat

1990’da aramızdan ayrıldığından bu

yana 23 yıl geçti. Türk ozan gelene-

ğinin çağdaş simgelerinden biri olan

Süreya, şiire dahil bir hayat sürdü.

Kendinin de dediği gibi, bir doğum

günü bile yok. Şairliği, annesinden

dinlediği halk hikâyelerinden mi-

ras! Türk şiir geleneğinde Yunus

Emre ve Pir Sultan, Namık Kemal ve

Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet ve At-

tila İlhan gibi, hayatın içinde bir şi-

irdir onunkisi.

“2000’e Doğru” dergimizin ya-

zarlarından olan Süreya’yı en güzel

anlatan kitaptı Feyza Perinçek’in

“Cemal Süreya / Şairin Hayatı Şiire

Dahil” adlı kitabı. Usta şairin der-

gimize armağan ettiği kişisel arşivi-

ni, Nursel Duruel’le birlikte titiz bir

incelemeden geçirerek hazırlamış-

lardı. Cemal Süreya ile Feyza Pe-

rinçek 2000’e Doğru’da yıllarca bir-

likte çalıştılar.

Doğu Perinçek, Süreya ile 2000’e

Doğru’yu çıkarma kararı aldıkları

günü “Cemal Süreya/Şairin Hayatı

Şiire Dahil” adlı kitapta şöyle anla-

tıyor: “Cemal Süreya’yı o akşamki

kadar coşkulu ancak birkaç kez gör-

düm. Politika yazmak istiyordu. ‘Ben

insanları yazarım’ dedi…” Derginin

Kültür Sanat Yönetmeni ve Yazı

Kurulu üyesi olan Süreya, ilk sayıdan

başlayarak “İzdüşümler”i yazdı. Ya-

zıları, ölümünün ardından “99 Yüz”

başlıklı kitapta toplandı. Usta şair,

“2000’e Doğru’da yazdığım ‘İzdü-

şümler’, şiirim kadar önemlidir”

derdi.

Onun en güzel şiirlerinden biri,

yazıldığı gün kadar bugünleri de

yansıtıyor. Ve bu haftaki “sunu” kö-

şemizi hayatını sanatına dahil eden

ustaya ayırdık.

İÇİNDEKİLER SUNU

Haftanın Portresi: Albert Camus s. 4

s. 5-7

Lovecraft ve Korku s. 8

Devir salaklık devri-mi-ni s. 9

Kavalılar’ın göç hikayesi… s. 10

Zihin üzerine materyalist bir felsefe s. 11

s. 12

Kötü çocuk ve son arzusu… s. 14

s. 15

Türkçe şiirlerin şairi s. 16

s. 17

Yeni Çıkanlar s. 18-19

Çocuk-Genç: Ağaçta durumlar karışık s. 20

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca s. 22

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

Genel Müdür Yardımcısı (Reklam):Saynur Okuroğlu

Aydınlık

KITAP.

Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ

Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

Şiire dahil bir hayatonunkisi

Recaizade Mahmut Ekrem:

Kalemi devralan kalem

Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu

Ortaçağ’dan muasır dünyaya ulaştırdı.”

Kapak: Kar İzleri Örttü:

Nasıl girerseniz öyle gider!

Dışa karşı direnişin öyküsü:

“Türkiye’de Milli İktisat”

“Onlar ‘medyanın Fosforlu Cevriyeleri’

Amerikancı sivil kurumların cicişleri”

555K şimdi bursada ipek çeken kızlarbir karasevda halinde söylemektedir:görmeğe alıştığımız nice yazlarkimleri alıp götürdüler ama kimlerikaranfil bıyıklı genç teğmenleriak saçlı profesörleri, öğrencileriadları şuramıza işlemektedirah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözlerbir karasevda halinde söylemektedirşimdi bursada ipek çeken kızlar

şimdi erzurumda çift sürenleringeçit vermez kaşlarının altındaderindir, ıssızdır, korkunçtur gözlerisabanın demiri girdikçe toprağahınçlarını gömmektedir içine yerin.çünkü millet hayınları ankaralardaçünkü izmirlerde, çünkü istanbullardaçünkü başka yerlerinde memleketinkanına girdiler masum gençlerinişte onun için karanlıktır gözlerişimdi erzurumda çift sürenlerin.

şimdi saat sekizdir başlar gecemizgündüzü kısalttılar geceyi uzattılarşimdi acının ve hüznün göklerindeumudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldızuykumuzun bir ucunda bombalarbir ucunda hürriyet inancı sabaha kadaringiliz usulü piyade tüfekleriyleinsanca yaşamanın onuru arasındamilletcek bir gidip bir geliyoruzşimdi saat sekizdir başlar gecemiz

şimdi ay doğar bulutlar arasındankavat derebeyleri yüreksiz bolu beylerihırsızlar, yüzde oncular, kumar erlericebren ve hile ile haklarımızı alanzulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçkenbiliyor musunuz bir orman gelişiyor şimditürküleri duyuyor musunuz nice derinyakılmış çoban ateşleriyle dağlardakaranlığı tutuşturup bir köşesindengeceyi gündüze çevirenlerin

biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz yasessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz yaanamız çay demliyor ya güzel günleresevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağasabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasızbu, böyle gidecek demek değil bu işlerbiz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruzama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasınıişte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.

Page 4: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP

Ülkemizde pek bilinmeyen ancak

daha evvel de eserleri Türkçeye kazan-

dırılmış Muriel Spark’ın ünlü romanı

“Bayan Jean Brodie’nin Baharı” Siren Ya-

yınları tarafından yayımlandı. Roman

dünya çapında oldukça ünlü ve kitabın

arka kapağında da belirttiği üzere Time

tarafından da “tüm zamanların en iyi 100

romanı arasında” gösteriliyor. Roman,

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesin-

de İskoçya’da bir kız okulunda aykırı bir

sınıf öğretmeni olan Bayan Brodie’nin ba-

şından geçenleri anlatıyor.

Bayan Brodie gelenek-

sel bir kız okulunda öğ-

retmenlik yapmakta, sınıf-

ta derslerini oldukça fark-

lı işlemektedir. Tarih dersi

diye farklı ülkelere yaptığı

yolculuklarda yaşadıklarını

anlatmakta, öğrencilerini,

kentin kimsenin hatırlama-

dığı eski yerlerine götür-

mekte ve yetiştirebileceğine

inandığı öğrencileriyle okul

dışında da buluşup özel ha-

yatına dair her şeyi paylaş-

maktadır. 1930’lu yıllarda be-

kar bir öğretmenin yaşadığı aşk macera-

ları ve özellikle hayatı anlatmaya dayalı

eğitim anlayışı, okul yönetimi tarafından

hoş karşılanmamakta ve müdire, öğren-

cilerinden laf almaya çalışmaktadır. Ba-

yan Brodie’nin gözde öğrencileri ise

okulda “Brodie Kızları” olarak bilin-

mekte ve oldukça ilgi görmektedir. An-

cak Bayan Brodie ve kızları arasındaki bu

durum içlerinden birinin ihanetiyle ve Ba-

yan Brodie’nin erken emekliye ayrılma-

sıyla sarsılacaktır.

Romanın yazım tekniğinden bahset-

mek gerekirse, zamanlar arasında gidip gel-

mesi romana hareket katmış ve ilk kez bu

kadar rahat geçişler yapan bir kitap oku-

duğumu da rahatlıkla söyleyebilirim. Ge-

nelde kopukluklar oluşturan ve ayrıca

dikkat sarfetmenize neden olan bu durum,

kitapta doğal bir şekilde gelişiyor ve nor-

mal okuyuşunuzu aksatmıyor. Dili de akı-

cı olunca kitabın sayfaları hızla ilerliyor.

Esas kitaba dair bahsedilmesi gereken

kurgunun altında yatan eleştiriler ve his-

sedilen ekonomik ve siyasi durumlar.

Kitabın geçtiği zamanı gözünüzde daha

da canlandırmanızı sağlayan bu unsurlar

sayesinde 1930’lu yıllara, hemen savaş ön-

cesindeki buhran dönemine geri döne-

biliyorsunuz. İşsizlik kurgunun altında his-

sedilen en önemli sorun. Hatta bu sebeple

Bayan Brodie’nin zaman zaman faşizmin

işsizliği çözdüğünü belirten

söylemlerine rastlıyoruz

ve aynı şekilde kızların da

öğretmenlerinin onları

aynı düzen içine soktu-

ğuna dair tespitlerini bu-

labiliyoruz. Aynı zaman-

da kadının değişimi ve

toplumdaki yerine dair

sorun da en az ekonomik

ve siyasi konular kadar

kitapta ön planda. Başta

ana karakterin farklı ve

değişimi sağlamaya çalı-

şan bir kadın ve bunu da

küçük kızları yetiştirerek

başaran bir öğretmen olması dikkat çe-

ken bir unsur. Özellikle kadınların fark-

lı iş alanlaırnda çalışmaya başlamaları yine

değişimi gösteriyor. Hatta kitapta bu -bel-

ki de ufak bir detay olsa da- kızların ka-

dın polis görüp bunun üzerine tartışma-

ları şeklinde anlatılıyor.

Sonuç olarak 1930’lu yılları yaşamak

ve kadının değişimi üzerinden savaşın

ayak seslerini duymak istiyorsanız tavsi-

ye edilecek bir kitap. Üstelik sağlam

kurgusu ve geçmiş, gelecek ve şimdiki an

arasında hızlı geçişlerin akıcı bir dille sağ-

landığı roman karşı duruşun insanın ken-

disinde başladığını hatırlatan okunması

gereken bir roman “Bayan Jean Bro-

die’nin Baharı”.

(Bayan Jean Brodie’nin Baharı,Muriel Spark,

Çev: Püren Özgören, 149 s.)

Kitaba dair bahsedilmesigereken kurgunun alt�ndayatan ele�tiriler ve hissedilenekonomik ve siyasi durumlar.Kitab�n geçti�i zaman�gözünüzde daha dacanland�rman�z� sa�layan buunsurlar sayesinde 1930’luy�llara, hemen sava�öncesindeki buhran döneminegeri dönebiliyorsunuz

Değişimin baharı

DENİZ ANTEPOĞ[email protected]

HAFTANIN PORTRES�

Albert Camus(7 KASIM 1913 - 4 OCAK 1960)

Cezayirli ünlü filozof ve yazar Albert

Camus, varoluşçuluk ve absürdizm akım-

larıyla ilgilenmiş ancak kendini hiçbir akı-

ma dahil etmemiştir. 1957’de Nobel

Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, siya-

si faaliyetleriyle de dönemine damgası-

nı vurmuştur.

1913 Cezayir doğumlu yazar, I. Dün-

ya Savaşı’nda babasını kaybetti ve ço-

cukluğu yoksulluk içinde geçti. Lise eği-

timinin ardından Cezayir Üniversite-

si’ne kabul edildi, ancak vereme yaka-

lanması nedeniyle eğitimi aksadı ve üni-

versitede futbol takımındaki kalecilik

görevini bırakmak zorunda kaldı.

1934’te Fransız Komünist Partisi’ne

katıldı. Bu hareketinin kaynağı, komü-

nizm eğiliminin yanı sıra İspanya’da iç sa-

vaşla sonuçlanacak siyasi duruma duy-

duğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra,Troç-

kist suçlamasıyla partiden atıldı. 1935’de

“İşçinin Tiyatrosu”nu kurdu, fakat bu

1939’da kapandı. Aynı yıl, verem nede-

niyle Fransa ordusuna kabul edilmedi.

II. Dünya Savaşı’nın ilk zamanların-

da pasifist olarak kaldı. Ancak Paris’in Al-

man ordusu tarafından işgali ve 1941’de,

komünist gazeteci Gabriel Périi’nin göz-

leri önünde idam edilmesiyle değişti ve

onun da başkaldırmasına neden oldu. Pa-

ris-Soir ekibiyle Bordeaux’ya gitti ve

aynı yıl ilk kitapları olan “Yabancı” ve “Si-

sifos Söylencesi”ni tamamladı. Camus II.

Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı

Fransız Direnişi’ne katıldı ve bu direni-

şin bir parçası olarak “Combat” adında

bir gazete yayımlamaya başladı. 1943’te

gazetenin editörü oldu, fakat 1947’de

“Combat” ticari bir gazete olunca bura-

dan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması

burada gerçekleşmiştir.

Savaş sonrasında Amerika’yı turla-

yarak Fransız varoluşçuluğu hakkında

dersler verdi. Politik olarak sol görüşle-

re yatkın olmasına rağmen komünizme

karşı çıkması, onu Sartre’dan uzaklaştırdı.

Camus, 1949’da vereminin tekrarlama-

sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-

kaldıran İnsan”ı yayımladı. Bu kitap,

Fransa’daki birçok sol görüşe sahip ar-

kadaşı ve özellikle de Sartre tarafından

hoş karşılanmadı ve Sartre’la bütünüyle

yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla

karşılanması Camus’yü kitap yazmaktan

tiyatro oyunları çevirmeye başladı.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954’te

başladığında, Camus kendini ahlakî bir

ikilem içinde buldu. Cezayir’in özerk, hat-

ta bir federasyon olmasını savunuyor; fa-

kat bütünüyle bağımsızlığını destekle-

miyordu. Bu süreç boyunca ölüm ceza-

sına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulma-

sı için gizlice çalıştı.

Camus’nün felsefeye en büyük katkısı,

anlam sunmayan dünyada bunu arama-

nın sonucu olarak oluşan “absürt” fikri-

dir. Filozof bu felsefesini “Sisifos Söy-

lencesi”nde açıklayıp “Yabancı” ve

“Veba” gibi romanlarında da işlemiştir.

Camus, makalelerinde dualizmi işler.

Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve in-

sanın ölümlü olduğu gerçeği de budur.

“Sisifos Söylencesi”nde bu dualizm bir çe-

lişki halini alır: Bir yanda yaşayarak ha-

yatlarımıza değer vermekte öte yandan

eninde sonunda yok olacağımız gerçeği-

ni de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak

absürdün kendisidir! Bu kısır döngü saç-

ma kavramını oluşturur, yani yaşamın bey-

hudeliğini bilen insan oluşur. Ancak Ca-

mus intihardan yana değildir, yaşamın an-

lamsızlığının yok edilemeyeceğini bil-

mekte ve bununla savaşmaktan kaçın-

mamaktadır.

Muriel Spark

Bir yanda ya�ayarakhayatlar�m�za de�ervermekte, öte yandaneninde sonunda yokolaca��m�z gerçe�inide bilmekteyiz. Buçeli�kiyle ya�amakabsürdün kendisidir!Bu k�s�r döngüsaçma kavram�n�olu�turur, yaniya�am�nbeyhudeli�ini bileninsan olu�ur

Page 5: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 5Aydınlık KİTAP

Osmanlı döneminde, Tanzimat’ın liberal

ekonomi yönelimine kapitülasyon sorunu,

savaş çözümsüzlüğü ve Türk milliyetçiliğinin

güçlenmesi eklemlenince iktisat politikaları

da “milli iktisat”a evrildi. Bu evriliş yeni ku-

rulacak devletin iktisat politikasının oluştu-

rulmasına da temel olacaktı. Prof. Dr. Zafer

Toprak “Türkiye’de Milli İktisat” kitabı ile

bu evrilişi detaylı bir biçimde sunuyor. Top-

rak, geçtiğimiz günlerde bir önceki kitabı

“Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve An-

tropoloji” ile “Sosyal Bilimler” alanında Se-

dat Simavi Ödülü’ne de layık görüldü.

Prof. Dr. Zafer Toprak ile “Türkiye’de

Milli İktisat” kitabı üzerine konuştuk, so-

nunda önemli saptamalar ve güçlü temel-

lendirmeler bulacağınız aşağıdaki belge or-

taya çıktı.

“Türkiye’de Millî İktisat 1908-1918”, ik-tisat tarihimiz ve II. Meşrutiyet dönemi üze-rine en temel başvuru kaynaklarından biriolageldi. Uzunca bir aradan sonra, şimdigenişletilmiş ve güncellenmiş baskı elimiz-de. Yeni baskının sunuşunda dikkat çektiği-niz bir nokta ile başlamak istiyorum. Son30-40 yılda tarih yazımındaki köklü dönü-şümlere karşın “Türkiye’de Millî İktisat”ınomurgasında “zihniyet” açısından temel birdönüşüme gidilmediğini söylüyorsunuz. As-lında bir eleştiri getiriyorsunuz.

Evet, tabii ki. Son yıllarda, özellikle

70’lerin ortalarından itibaren neoliberalizm

beraberinde post-modernite kavramını ge-

tirdi; kültüralizmi egemen kıldı. Sosyal ve

beşeri bilimler de bundan nasibini aldı. Kuş-

kusuz post-modernitenin bir dizi artıların-

dan söz edilebilir. Bireyi ön plana çıkartma-

sı, temel hak ve özgürlükleri dile getirmesi

gibi. Modernitenin hakım olduğu bizim

gençlik dönemimizde toplumsal perspektifi-

miz demokrasiyi epey dışlıyordu. Bu açıdan

özgürlüklerin gündeme oturması yararlı

oldu. Ama post-modernitenin artıları yanın-

da önemli eksileri de var. Bir kere moderni-

tenin sorunlara makro yaklaşımı yitirilmiş

oluyor. Daha spesifik, daha mikro yaklaşım-

lara yöneliniyor. İkinci husus, post-moderni-

tede sosyalden çok kültürele bakıyor; din,

tarikat, cemaat, azınlıklar, etnisite ve benzeri

sorunlar ön plana çıkıyor. Keza, modernite-

de pozitivizminden de kaynaklanan sayısa-

yarlık önem arzediyordu. Oysa post-moder-

nitede sayılar ya da nicelik bir kenara bırakı-

lıyor; nitelik önemseniyor. Son olarak mo-

dernitede yapılar, strüktürler vurgulanırken,

post-modernite ile birlikte tarih yazımı “ede-

bî” yönüyle ele alınıyor; anlatım, ya da nara-

tif bir üslup hakım oluyor. Tarihi artık roman

yazar gibi yazıyorsun. Bunlar iki dönemin,

yani moderniteyle post-modernitenin farkını

ortaya çıkartıyor. Post-moderniteyle birlikte

herkes kendi gerçeğinden söz eder oluyor.

İnsanın ya da toplumun ne olduğu değil, na-

sıl algılandığı önem kazanıyor. Aydınlanmacı

anlayıştan uzaklaşılıyor; hatta sorgulanır olu-

yor; “öznel gerçek”ler üretiliyor. Post-mo-

derniteyle birlikte Aydınlanma’nın “birey”i

yerini cemaate bırakmış oluyor. Cemaatin

değerleri bireyi bastırıyor. Post-modernite bi-

reye sahip çıkıyor gözükse de aslında Aydın-

lanma felsefesi, modernite anlayışı bireyin

özgürlüğünü vurguluyor.

Türkiye’de Milli İktisat Aydınlanmacı bir

anlayışın ürünü. Toplumsala bakıyor; kültüre-

li olanaklar ölçüsünde dışlıyor. Sınıfsal yapı-

nın oluşumunu irdeliyor. II. Meşrutiyet’e hiç

olmazsa ekonomik ve toplumsal bağlamda

makro bakıyor. Sayıları, sayısallaşmayı önem-

siyor. Yapıyı ele alıyor. Ama şunu da itiraf et-

mem gerekiyor; okuyucuya kolaylık sağlamak

amacıyla romansı bir üslubu da kimi bölüm-

lerde uyguluyor.

“Millî iktisat” deyince ne anlamalıyız?Nasıl bir iktisat anlayışıdır? Bizde 1908 JönTürk Devrimi bir dönüm noktası olarak gö-rünüyor bu açıdan.

Millî iktisat, 19. yüzyılda başı çeken İn-

giltere gibi, serbest ticareti ön plana çıkaran

iktisada karşı bir tepkinin ürünü. Özellikle, -

az gelişmiş, ya da geri kalmış demeyelim -

gecikmiş ülkelerin benimsediği bir iktisat

politikası. Siyasal birliğini geç kurgulamış

Almanya bu konuda başı çekiyor; gümrük

birliğini gerçekleştirerek “milli iktisat”ın ilk

adımlarını atıyor; ardından Bismarck’la bir-

likte siyasal biliğini kuruyor.. Yani “milli ikti-

Dışa karşı direnişin öyküsü:“Türkiye’de Milli İktisat”

HOCALARIN HOCASI PROF. DR. ZAFER TOPRAK İLE SÖYLEŞİ

Millî iktisat ulus-devlet in�as�nda da önemli i�lev görüyor, bir toplumsal taban, kendine görebir burjuvazi olu�turma çabas� içinde. D��a kar�� bir direni�, kapitülasyonlar�n kald�r�lmas�

anlamlar�na geliyor. K�sacas� millî iktisat asl�nda bir tür liberal ekonomi dü�üncesine kar�� birkalk�nma hareketi

DR. ARDA ODABAŞI

SÖYLEŞİ

Bu kitab� Feroz Ahmad’a da gönderdim. Bana birmektup yazm��, diyor ki: “Bu konuda son sözü

söylemi�sin. Kapak, yeni bir s�n�f�n do�u�unu eniyi �ekilde ifade ediyor. Ben de yeni kitab�m�yaz�yorken, okuyucular�m� yönlendirecek bir

kitap var art�k.” Yani bu kitap hakikaten Osmanl�toplum yap�s�n� yans�tan bir kitap

Prof. Dr. Zafer Toprak

Page 6: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP

sat”la birlikte klasik iktisadın bireyle

dünya ekonomisi kavramlarının arası-

na ulus sokulmuş olunuyor. Bu neden-

le buna millî iktisat diyoruz. Ziya Gö-

kalp’in de dediği gibi ulus aslında bir

bütün, kendi kendine yeterli olması ge-

rekiyor birçok konuda. Millî iktisat

sektörel bazda; tarımda, sanayide, tica-

rette kendi kendine yeterli olabileceği,

başkasına bağımlı olmaksızın ayakları

üzerinde durabileceği bir ekonomik

model.

Millî iktisat II. Meşrutiyetle birlikte

başlıyor. Daha sonra değişik adlarla var-

lığını sürdürüyor. Cumhuriyet’te devlet-

çilik, karma ekonomi yapılara bürünü-

yor. İthal ikamesi de milli iktisadın bir

parçası bence. 1930’da çıkarılan Türk

Parasınının Kıymetini Koruma Kanunu

80’lere kadar devam ediyor. Milli iktisat

24 Ocak 1980 kararlarıyla tam anlamıyla

son buluyor. Kuşkusuz milli iktisat ulus-

devlet inşasında önemli bir iş-

lev görüyor. Bir toplumsal

taban, kendine göre bir

burjuvazi oluşturma

çabası içinde. Dışa

karşı bir direnişi

gündeme getiri-

yor; kapitülasyon-

ların kaldırılması

anlamlarına geli-

yor. Kısacası millî

iktisat aslında bir

tür liberal ekonomi

düşüncesine karşı bir

kalkınma hareketi.

Kitabınızın kapağındaki“yeni zenginler” çizimi de bu yeni olu-şan millî burjuvaziyi anlatıyor.

Feroz Ahmad’a gönderdim bu kita-

bı. Bana bir teşekkür iletisi göndermiş:

“Bu konuda son sözü söylemişsin. Ka-

pak, yeni bir sınıfın doğuşunu en iyi şe-

kilde ifade ediyor. Yeni kitabımı yazıy-

ken, okuyucularımı yönlendirecek bir

kitap var artık” diyor. Kitap hakikaten

Cumhuriyet arifesi Osmanlı toplum ya-

pısını, kristalleşen sınıfları yansıtıyor.

Peki millî iktisada bu yöneliş 20.yüzyıl başlarında sadece Türkiye’yeözgü bir olgu muydu?

Bu sadece Türkiye’de gerçekleşen

bir şey değil; dünyanın dört bir yanında

aynı dönemde “küresizleşme” dediğim

olay meydana geliyor. Latin Amerika’da

da var o tarihlerde. Ama tabii Türki-

ye’nin öncü bir işlevi var bu konuda,

onu da unutmamak gerekiyor. Yani Jön

Türk Devrimi önemli bir devrim. O bağ-

lamda baktığımızda, bu küresizleşme

sürecine büyük oranda 19. yüzyılın sonu

itibariyle gidiliyorsa da, özellikle liberal

iktisat öğretisinin bir ölçüde tıkanması

ve siyasetle iktisadın birlikte ele alınışıy-

la birlikte, serbest ticaret anlayışına bü-

yük tepkiler geliyor Almanya, ABD, Ka-

nada gibi ülkelerden. Küresizleşmenin

ilk evreleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya

başlıyor ama asıl olay I. Dünya Savaşı.

Ülkelerin savaş ekonomile-

rine geçişi ve savaşı fi-

nanse etmek için sana-

yilerini büyük ölçüde

savaş araç gereçleri-

ne yönlendirmeleri,

kendi içlerine ka-

panmalarına ne-

den oluyor. Öbür

taraftan da savaş fi-

nansmanı eskisi gibi

sınırlı bütçelerle ger-

çekleştirilmesi olanak-

sız. Altın standardı bir

kenara bırakılıyor, herkes

para basmaya başlıyor, devlet

ekonomiye müdahale

ediyor, bir anlamda he-

men tüm savaşan ülke-

lerde devletçilik günde-

me geliyor. Yani milli ik-

tisadı ve devletçiliği biz

keşfetmiyoruz. Bizim keş-

fettiğimiz bir şey var; o da

enflasyon. Bu konuda ha-

kikaten öncülük ediyoruz.

Savaş sırasında tek bir yıl-

da % 400 fiyat artışıyla en-

flasyon terimini iktisat lite-

ratürüne kazandırıyor.

Savaşın üç türlü finans-

man yöntemi var, kitapta

da bu konuya değiniyorum: Ya olağan-

üstü vergi ihdas edeceksin; İngiltere

bunu yapıyor. Ya Almanya gibi savaş

sonrası ödemek üzere halkına borçlana-

caksın. Ya da bunları yapamazsan para

basacaksın. Osmanlı bunu yapıyor; kağıt

para basıyor. Dolayısıyla her ülkede fi-

yat yükselişi var ama Türkiye’deki gibi

değil. Enflasyonda liderlik savaş ertesi

savaş tazminatının ödenmesi sırasında

Almanlara intikal ediyor.

Bu kitabın aslında temel tezlerinden

biri Osmanlı’yı çökerten, Cihan Harbi

değil, Cihan Harbi’nin beraberinde ge-

tirdiği toplumsal çöküntü ve sınıfsal ya-

pılanma. Geleneksel dengeler büyük öl-

çüde çarpılıyor. Savaş enflasyonu işçisi,

köylüsü, emeklisi, kısaca sabit gelirlileri,

büyük ölçüde yoksullaştırıyor; Osman-

lı’da orta sınıfı tamamen yok oluyor.

Tıpkı 1923 Alman hiperenflasyonunun

orta sınıfı yok ederek Hitler’i iktidara

getirişi gibi , Osmanlı’da da geleneksel

dengelerin çöküşü Osmanlı’nın sonu

oluyor. Öte yandan Osmanlı’daki top-

lumsal dönüşüm, bir taraftan Türki-

ye’nin bağımsız bir ekonomik yapılan-

masına da vesile oluyor ama öbür taraf-

tan da sınıflı bir toplumun temelleri atı-

lıyor. İşte bu kitabın da ana ekseni ikti-

sadi anlamda yeni bir yapılanmanın ne-

den olduğu toplumsal dönüşüm.

Millî iktisada yönelişTürkiye’ye özgü ve keyfideğil yani. Aslında aynıdönemde siyasal düz-lemde de 1908 Jön TürkDevrimi’ne benzer dev-rimler, hareketler görü-yoruz. Mesela Rus-ya’da, İran’da, Çin’de...Bunlar bir tesadüf mü?

Tabii ki tesadüf de-

ğil. Dünyanın dönüş-

mekte olduğu, 19. yüz-

yılın sonundan itiba-

ren emperyaliz-

min doruk noktasın-

da olması, dünyanın payla-

şılması beraberinde bir-

takım sonuçlar da doğu-

ruyor. Artık siyasetle

ekonomi o kadar iç içe

geçmiş durumda ki

dünyanın dört bir ta-

rafında kapitalizmin

sorgulanma evresine

gelindiğini görüyoruz.

İran’da, Çin’de, Osman-

lı’da bu tepkilerin ortaya

çıkışı, bu ülkelerin sömürge-

leştirilememesinden kaynakla-

nıyor. Enformel bir bağımlılık içeri-

sindeler ama kesinlikle tam olarak sö-

mürge değiller. Bu kitabın yazılma ge-

rekçesi, önsözde de belirtiyorum. Os-

manlı sömürge, ya da yarı sömürge de-

ğil. Eğer öyle bir bağımlılık olsaydı

Milli Mücadele’ye varılamaz, bağımsız-

lık sürecine girilemezdi. O dönemde ta-

bii ki bir Rus – Japon Savaşı çok önem-

li sonuçlar doğurmuştur, bunu göz ardı

etmemek gerekir. Öte yandan Rus-

ya’da Müslüman burjuvazinin yeşerme-

si bizi de etkilemiştir. Ama bizim Jön

Türk Devrimi’nin yankıları da çok ge-

niş coğrafyalarda duyulmuştur. Jön-Ce-

zayirliler, Jön-Tunuslular gibi birçok

coğrafyada benzer hareketler görülm-

üştür. Hobsbawm üçüncü kitabı “İmpa-

ratorluklar Çağı”nda “Türk Devri-

mi’nin şanssızlığı Rus Devrimi’yle aynı

tarihlere denk gelmesidir”diyor. Oysa

Türk Devrimi çok daha geniş yankılar

uyandırabilecek güçte bir devrim oldu-

ğunu söylüyor.

II. Meşrutiyet’in başlarında liberaliktisat anlayışının baskın olduğunu gö-rüyoruz. Az sonra millî iktisada kayışvar. İttihatçıların erken bir tarihtenitibaren, hatta neredeyse en başındanberi Türk milliyetçiliği güttükleri vehatta diğer Osmanlı unsurlarını asimi-

le etmeye, Türkleştirmeyeçalıştıkları iddia edilir.

İktisat politikalarıda bu asimilas-

yonun araçla-rından birigibi değer-lendirilir.

O konu-

da da kesin

konuşma-

mak gereki-

yor. İttihat ve

Terakki 1908

programında

son derece liberal

bir iktisat anlayışını

gündeme getiriyor. Bizim

İttihatçılarımız ilk dönemlerde Batı

medeniyetine o kadar hayranlar ki dün-

SÖYLEŞİ

Hobsbawmüçüncü kitab�

“�mparatorluklar

Ça��”nda “Türk Devrimi’nin

�anss�zl��� Rus Devrimi’yle

ayn� tarihlere denk gelmesidir.

Oysa Türk Devrimi çok daha

geni� yank�lar uyand�rabilecek

güçte bir devrimdir” der.

Hâlâ yeterincebilinmiyor

Busadece Türkiye’degerçekle�en bir �ey

de�il, dünyan�n dört bir

yan�nda ayn� dönemde

“küresizle�me” dedi�im olay

meydana geliyor. Latin

Amerika’da da var. Ama

Türkiye’nin öncü bir i�levi var

bu konuda. Yani Jön Türk Devrimi

önemli bir devrim

Page 7: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 7Aydınlık KİTAP

yadaki siyasal ilişkilerin uzlaşmacı bir

süreç içerisinde ötelere götürülebilece-

ğini, Türkiye’nin gelişmesinin Batı’nın

da çıkarına olabileceğini düşünüyorlar.

O yüzden serbest ticarete ve parlamen-

ter rejime gönül bağlıyorlar. Bu konuda

uyarıcı olanlar ya Kuzey’den, Rus-

ya’dan geliyorlar, Yusuf Akçura, Hüse-

yinzade ya da Akyiğitzade gibi… Tabii

Türkiye’de beş yılını geçirmiş olan Par-

vus Efendi’yi de unutmamak gerikiyor.

O yüzden erken dönemlerde İttihatçı-

lara tam olarak milliyetçi diyemeyiz.

Osmanlı Devle-

ti’nde birtakım katman-

ları iyi yakalamak gere-

kir. Tepede bir devlet

vardır, onun ardından

meclis vardır, onun ar-

dından İttihat ve Terak-

ki Cemiyeti vardır. Bu-

nun dışında bir dizi sivil

dernekler vardır. Bu ya-

pılar heterojen unsurlar

içerir. Mesela İttihat ve

Terakki kolejyal bir yapı-

ya sahiptir. İçinde Ziya

Gökalp de vardır, Sait

Halim Paşa da vardır, li-

beral Cavit Bey de vardır, Kara Kemal

de vardır. Ama bence devlet politikası

olarak Osmanlılık sonuna kadar devam

etmiştir.

Osmanlı Devleti maliye sorunlarını

çözmek için yurtdışına eğitilmek üzere

insanlar göndermiş. Kitabın 445. sayfa-

sında Fransa’ya tahsile gönderilmiş

bazı öğrencilerin toplu bir fotoğrafı var:

Hrant Dançikyan Efendi, Asaf Cemal

Bey, Karabet Tutanyan Efendi, Dimitri

Leonidis Efendi, Mustafa Arif Bey, Ar-

şak Seğpusyan Efendi, Hüseyin Avni

Bey, Hasan Basri Bey, Bekir Kemal

Bey, Ahmet Şevket Bey, Halil Behzat

Bey, Yervant Kasçiyan Efendi, Alber

Narzilay Efendi, Antranik Zakaryan

Efendi, Vahram Hasarliyan Efendi,

Hayik Sernikveliyan Efendi, Salih Zeki

Bey. Bu insanların milliyetlerine bakar-

san çok çeşitlilik görürsün. Milliyetçilik

olsa bu adamları yurtdışına gönderir

misin? Zaten farklı etnisitelerden pek

çok insan farklı üst kurumlarda görev-

ler alıyorlardı. Kitabın 534. sayfasında

eski Ticaret ve Nafia nazırlarından

Hallacyan Efendi’nin fotoğrafı var.

1916’da, yani tehcirden sonra Adliye

Nezareti’nde onun başkanlığında ko-

misyon kuruluyor.

Tabii bu dönemde kurunun yanında

yaşın yandığı da bir gerçek. Ama bunu

“soykırım” olarak nitelendirme, hele ki

bunun Almanya gerçeğinden türetilen

bir terimle ifade edilmesi son derece

yanlış. Nazi Almanyası’ndaki gelişme-

lerle Cihan Harbi Osmanlı’sını karşı-

laştırmak abesle iştigaldir. Başlangıçta

savaş stratejisi gereği gayrimüslimler

insanlar kıyı bölgelerden içeri doğru

çekilmiştir. Ama Türkiye’nin koşulları

o kadar elverişsizdir ki her türlü soy-

gun, aşiretlerin çatışmaları, devlet yö-

netimindeki birtakım kişilerin de ne-

den olduğu ölümler olmuştur: bunu da

göz ardı edemeyiz. Sadece coğrafi ko-

şullarla açıklamak mümkün değildir.

Öte yandan unutmamalıdır ki Balkan

Harbi o denli hunharca bir savaştır ki

Balkan Harbi’nden sonra Türkiye’de

okullarda intikam köşeleri oluşturul-

muştur. Bu Balkanlardaki mezalimin

faturasının başka birtakım unsurlara

kesilmiş olduğunu da söylemek müm-

kün; bunu göz ardı etmemek gerekir.

Ama dediğim gibi bunun

bir “soykırım” olarak ni-

telendirilmesi, planlı,

programlı bir proje ola-

rak görülmesi yanlıştır.

Osmanlı çöküşe gidi-yor ve I. Dünya Savaşıbu noktada önemli birdönemeç... Osmanlı’nınsavaşa girişi de sonrasıda çok tartışılır.

Gazi’nin 1 Aralık

1921 yılında çok önemli

bir konuşması var. Ben-

ce en önemli konuşma-

larından biridir bu;

Meşrutiyet yıllarına yüklenir ve kuvvet-

ler ayrılığını sert bir şekilde eleştirir. O

nedenle kuvvetler birliğinden yana oldu-

ğunu söyler. İttihatçıları birliği sağlaya-

mamakla suçluyor.

İttihatçılar çözümsüzlük içerisinde Al-

manya’nın peşine düşüp savaşa giriyorlar.

Bunu kendileri açısından bir bağımsızlık

savaşı olarak niteliyorlar. Zaten Osman-

lı’nın savaş dışı kalması gibi bir olasılık

yok. 1920’lerin ekonomisine baktığımız-

da, savaştan bir tek Amerika kazançlı çı-

kıyor; Kazanan kaybeden tüm Avrupa

ülkeleri son kertede yenik düşüyorlar. Av-

rupa İkinci Dünya Savaşı ertesine kadar

kendini toparlayamıyor. Almanya’ya sa-

vaş tazminatı yükleniyor, ama sonuçta bu

bütün Avrupa’yı çökertiyor.

Herkes gibi biz de savaşı kaybettik

ama biz savaştan sonra irredantist ol-

madık. Yani kaybedilenleri tekrar ka-

zanmak için savaş çığırtkanlığı

yapmadık. Bu da Lozan’ın

sayesinde oldu. Lozan’ın

ne kadar büyük bir şey

olduğunu biz zaman

içerisinde gördük.

Mağlup ülkelerle im-

zalanmış o beş an-

laşma içinde sadece

Sevr geçersiz kılın-

mıştı. Savaşta yenik

düşen diğer bütün

ülkeler irredantist bir

çizgiye girmişti. Lozan

büyük bir başarıdır. Ata-

türk’ün Lozan’la yetinme-

si çok önemlidir. “Yurtta

sulh, cihanda sulh”, Türkiye’de

irredantist birtakım gelişmeleri önle-

miştir. Biz bunları görmeksizin Cumhu-

riyet’i değerlendiremeyiz.

II. Meşrutiyet ile Cumhuriyet ara-sında ne tür bir ilişki olduğundan sözedilebilir? Kopuş mu yoksa süreklilikmi? II. Meşrutiyet’te “millî iktisat”,Cumhuriyet’te de “devletçilik” var me-sela...

Çok güzel bir soru bu. Ben bunu

kendime çok sordum. Çok ilginç, bu ki-

tabı okuduğun takdirde sürekliliği gö-

rüyorsun. Ama diğer kitabım olan

“Cumhuriyet ve Antropoloji”yi okudu-

ğunda da kesinti görüyorsun. Çünkü

zaman içerisinde Cihan Harbi’nin ne

kadar büyük bir savaş olduğunu göz-

lemleme fırsatım oldu. Cihan Harbi’yle

birlikte çok şey değişiyor, artık 20. yüz-

yıl başlıyor. Cihan Harbi’nin neden ol-

duğu düş kırıklığı ve çöküntü, bambaş-

ka bir zihniyet doğuruyor. Bence Ata-

türk de bu zihniyetin ürünüdür. Ata-

türk 1919’a kadar yetenekli bir zabitti.

Onun siyasal kimliği savaş travması so-

nucu oluşuyor. Cumhuriyet

anlayışı da keza 1919

sonrası gündeme

geliyor.

Millî ikti-sat İttihatçı-ların şahsın-da birkaç kezde yargılan-dı, öyle değilmi? Ama son-

ra Cumhuri-yet döneminde

yeniden o politi-kaya dönüş görülü-

yor. Millî iktisat ne-den yargılandı?

Bence millî iktisattan çok İtti-

hatçılar yargılandı. Yolsuzlukların yar-

gılanması olarak gündeme geliyor ama

nihayetinde İttihatçılar yargılanıyor.

Savaş sırasında oluşan ve kimi ellerde

biriken sınırlı servet birikimi Milli Mü-

cadele ortamında tükendi. Bir ölçüde o

birikim Milli Mücadele’yi finanse etti.

Bu bağlamda İttihatçılar üç kez

yargılandılar. 1918’de Meclis bünyesin-

de, Beşinci Şube ya da Komisyon’da

başladı; 1919’da Divan-ı Harbi’de yar-

gılandılar. Ve en sonunda 1926’da İz-

mir Suikasti’nde son perde yaşandı.

Her üçünde de savaş ekonomisi günde-

me geldi: İttihatçılar millî iktisadın ne-

den olduğu birtakım yolsuzluklar, hak-

sız kazançlarla itham edildiler. Daha

doğrusu savaş ekonomisi yargılandı son

kertede.

Savaş ekonomisi hiçbir zaman barış

ekonomisinin koşullarında gerçekleş-

mez. Denetlemek son derece zordur,

ihtikar vardır, spekülasyon vardır ve bu

Türkiye’ye özgü değil, dünyanın dört

bir tarafında bu durumla karşı karşıya

gelinmiştir. Bizde, sürekli para basılan

bir ülkede, fiyat politikalarının her ge-

çen gün değiştiği bir ortamda, birtakım

malların stoklanması veyahut bazı in-

sanlara vagon tahsisi gibi ayrıcalıklar

tanınması, bunlar tabii ki toplumda,

bölüşüm ilişkilerinde büyük dengesiz-

likler ortaya çıkarıyor. Yani yargılanan

şey özünde kapitalizmin ta kendisiydi.

Ama biz tarihin bu doğal akışını İtti-

hatçılara yükleyip, onları yargılamışız.

Yoksa benzer bir iktisat politikası daha

sonra da uygulandı. Cumhuriyet’in ilk

yıllarında da benzer ayrıcalıklar milli

iktisadın ikinci evresini oluşturdu. Ama

ilkinde kaybedilen bir savaş vardı; ikin-

cisinde ise başarıyla inşa edilen bir ulus

devlet. Son kertede milli iktisat artıla-

rıyla eksileriyle günümüz Türkiyesi’ni

şekillendirdi.

(Türkiye’de Milli İktisat(1908 – 1918),Zafer Toprak, Doğan Kitap, 800 s.)

SÖYLEŞİ

KitaptaFransa’ya tahsilegönderilmi� baz�

ö�rencilerin toplu bir

foto�raf� var: Hrant Dançikyan

Efendi, Asaf Cemal Bey, Karabet

Tutanyan Efendi, Dimitri Leonidis

Efendi gibi isimler var. Bu

insanlar�n milliyetlerine bakarsan

çok çe�itlilik görürsün.

Milliyetçilik olsa bu adamlar�

yurtd���na gönderirmisin?

Page 8: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

“Gündüz düş görenler, sadece gece düş görenlerin kaçırdığı pek çok şeyin farkındadır.”

Edgar Allan Poe

Amerikalı yazar Howard Philips Lo-

vecraft’i (1890-1937), yeniden keşfetmenin,

eğer daha önce okumadıysanız okumanın

tam zamanı. “Korku”yu yeniden tanımla-

yan bu dahi aklın eserlerinin sahip olduğu

kötümser havanın, içinde olduğumuz kışın

karanlık yönüyle örtüşmesi bir yana, son

dönemde bir takım astrolojik veriler çer-

çevesinde uydurulan saçma sapan kıyamet

senaryoları karşısında kozmik korkunun ye-

niden gündemde yer işgal etmesi, kozmik

düzeydeki bir “korku” faktörünün edebi-

yattaki “ciddi” yerini ye-

niden keşfetmeye yönelik

yapılabilecek okumalar

için her şey doğru zama-

nı işaret ediyor. Üstüne İt-

haki Yayınları, Lovec-

raft’in “Deliliğin Dağla-

rında” kitabını (yapı olarak

bir romandan çok yüzden

fazla sayfa süren uzun bir

öyküdür), yeni kapak tasa-

rımıyla yeniden raflara dön-

dürüyor. Elimdeki ilk İtha-

ki baskısı, Mart 2000 tarih-

li. Aradan bir hayli zaman

geçmiş görünüyor ve Lovecraft’in bütün

eserlerinin yeniden raflara dönmesini,

yeni bir okur jenerasyonuyla buluşmasını

ben dâhil bütün korku edebiyatı ile ilgile-

nenler arzu ediyor olmalı.

EDEB� YÖNÜYLE FARKYARATAN KALEM�OR

Tek bir kitabı ele almaktansa Lovec-

raft’in edebi yönünü ve önemini tamamen

ele almakta ve okuyucuya hatırlatmakta ya-

rar görüyorum –ki “Uyku Duvarının Öte-

sinde” öyküsünden sonra başyapıtı olarak

“Deliliğin Dağlarında”yı görmeme karşın.

Zira bir dezenformasyon kirliliği de orta-

lığı mahvediyor. Lovecraft’in bilim-kurgu

ve korku edebiyatını bir araya getiren ilk

yazar olduğuna dair cahilce yazılmış bir-

kaç makaleyi okumamın (saçmalığın kay-

nağı da hiçbir şekilde ciddi bir kaynak ola-

rak görmediğim, hakkında şüphelerim

bulunan Türkçe Wikipedia imiş, fark et-

tim) ardından da Lovecraft’in tür ayrımı-

nı ve edebi değerini yazmak farz oldu. Bi-

lim kurgu ve korkuyu bir araya getiren ilk

yazar Lovecraft değildir. Öncesinde Mary

Shelley’den (bkz. “Frankenstein”) Robert

Louis Stevenson’a (bkz. “Dr. Jekyll ve Mr.

Hyde”) H. G. Wells’den (bkz. “Dünyala-

rın Savaşı”), Edgar Allan Poe’ya (bkz. “Kı-

zıl Ölümün Maskesi” ve ayrıca “Eiros’la

Charmion’un Konuşması”) varan bilindik

örneklerin dışında daha az bilinen yüzlerce

örnek mevcuttur. Kaldı ki böyle bir birle-

şime indirgenecek bir yazım tarzına hapis

de değildir Lovecraft. Yazınında gotik

korku edebiyatının izlerine rastlamak

mümkündür, ancak bu izler total kurgu-

ya değil yazınının edebi yönüne yansır.

Edebiyatı üzerine etkisi bulunduğu bilinen

E. A. Poe ile sürekli olarak karşılaştırıl-

masında yatan temellerden biri de budur.

Dönemin “tuhaf kurgu” (weird fiction) akı-

mından da bir hayli etkilenmesi

ve izler taşıması da Poe’ya

olan bu yakınlaştırmaları per-

çinlemektedir, ancak Lovecraft

tuhaf kurgu veya gotik korku

yazarı da değildir. Tuhaf kur-

gu alanında etkilendiği ve et-

kileşimde bulunduğı isimler-

den bir başkası da Algernon

Blackwood’dur. Hatta Black-

wood’un “The Willows”unu

yazılmış en iyi tuhaf kurgu ör-

neği olarak görür. Lovec-

raft’i daha önce okumamış

ve ilk kez okuyan bilhassa nitelikli

okurların karşılaşacağı ilk şok, Lovec-

raft’in edebi yönünün ne kadar gelişmiş,

başa çıkılamaz ve ötekileştirilemez oldu-

ğudur. Özellikle yazıldığı dilde okundu-

ğunda, cümleler yerine paragraflarla an-

latısını geliştiren Lovecraft’in kelime ve tas-

vir haznesi bir kaynak gibi fışkırır. Uzun pa-

ragraflarındaki mekân, olay, olgu ve ruh

hali tasvirleri ve açılımları, her zaman ka-

rakterleri ve öyküsü çerçevesinde atmos-

feri oluşturmak yönündedir. Söz gelimi

herhangi bir manzarayı veya öyküyü çıp-

lak, doğal haliyle kısa cümlelerle ve

“göz”lemlere dayalı şekilde aktarmak ye-

rine, sahne, manzara, plan ve/veya olay kar-

şısında, karakterlerinin duyumsadıkları

ruh halleri ve çağrışımları ile ilgilidir. Ruh

hallerine ve psiko-faktörlere etki etmeyen

şeyler öykülerinde gerekmedikçe bulun-

maz ve okuru da öykülerinin sahip oldu-

ğu karanlık, akıl sağlığı ile mücadele eden,

çaresizlikle kavrulan atmosferine hızla

çekiverir. Okurunun aklına gerçeküstü

(surreal) resimler ve sahneler yerleştirir.

Tasvirlerindeki ve edebi yönündeki bu zen-

ginlik özellikle yazınını etkileyen, Joseph

Addison, Jonathan Swift gibi Augustan İn-

giliz Aydınlanma yazarlarıyla benzerlikler

taşımaktadır. Dönemin hem edebiyat ta-

rihi, hem de eleştiri tarihi için akıl almaz

boyutta öneme sahip ve henüz Türkçe ter-

cümesi bulunmayan mektuplarında –ki ha-

yatı boyunca yüz bin civarında mektup ka-

leme almıştır ve bu anlamda karşılaştırma

yapılabilecek tek kişi de Voltaire’dir- bu ka-

lemşorluğun izleri sıklıkla açığa çıkar.

M�TOS VE DÜNYALARYARATICISI

Lovecraft aynı zamanda bir mitos ve

dünya yaratıcısıdır. Kendi mitosunu, kadim

tanrılarını yaratır ve yarattığı bu mitos, Au-

gust Derleth’in türettiği ve yaygın popüler

haliyle Cthulhu Mitosu terimiyle anılır.

Esasen Lovecraft’in mitosuna yarı alayla

verdiği isim ise “Yog-Sothotery”dir. Bir mi-

tos oluşturucusu olmasına karşın, Lovec-

raft bir fantastik kurgu yazarı da değildir.

Yarattığı mitos, ana temalarının karşısın-

da çaresizliği ve karamsarlığı perçinleyen

unsurlardır. Bu açıdan Lovecraft’in çalış-

maları doğaüstü (supernatural) korku

edebiyatı kapsamında da değerlendirile-

bilir. Mitosunun içinde ileri geri hareket-

lenme veya dalgalanmalara rastlanmaz, bu

nedenle de mitosu genel yazına yayılma-

dığı için de fantastik kurgu yazarı olmak-

tan oldukça uzaktır. Bu uzaklığın bir baş-

ka nedeni, yazınına sıklıkla yansıyan bi-

limsel ve psikolojik donelerdir. Gençli-

ğinden itibaren pek çok bilim dalı ile ya-

kından ilgilenen Lovecraft’in yazıları za-

man zaman bilimsel verilerin izdüşümle-

rini de yansıtır ancak mitosunun barın-

dırdığı öğelerin “kâbusa” benzeyen (kâ-

busları da pek çok korku edebiyatı yaza-

rı için -bkz. Poe vb.- Lovecraft’in ilham kay-

naklarından biri olmuştur) ve çoğu zaman

ucu açık bırakılan yapısı sebebi ile bir bi-

lim kurgu yazarı olduğunu söylemek de

zordur. Dönemin biyoloji, astronomi ve fi-

zik alanındaki gelişmelerini takip eden

(hatta astronomi alanında kaleme aldığı ya-

zıları da mevcuttur) yazarın, insanın var

oluşuna ve önemine yönelik kuşkucu yak-

laşımı da şekillenir. Astronomideki geliş-

meler ışığında insanın evrende bir nokta

kadar bile fiziki değerinin olmadığının ay-

rımının, Lovecraft’in zaten hazırda bulu-

nan skeptik yaklaşımına fazlaca etki ede-

rek, Alman teorisyen Oswald Spengler’in

modern Batı’ya karamsar bakışına yöne-

lik teziyle birlikte, anti-modern dünya

kurgusunu ve mitosunu oluşturmasına

ön ayak teşkil etmiştir. Öykülerinde sıklıkla

ortaya çıkan “yasak bilgi” teması Pro-

methean bir yapıdadır. Yasak, saklı bilgi-

nin peşindeki gerek bilim adamları, gerek

bilginin ve kadim tanrıların peşindeki ta-

rikatlar (bkz. Lovecraft’de gotik korkunun

izleri), ulaştıkları bilgi tarafından yok

edilmeyle karşı karşıyadır. Bilgi karşısın-

da çaresizlik ve pişmanlık hüküm sür-

mektedir. Şüphesiz Lovecraft’in yazının-

daki en tematik korku, “bilinmeyen”e

karşı duyulan korku olmasına karşın, bu-

nun en somut izdüşümü ise “akıl sağlığı-

nı kaybetme”ye yönelik duyulan korkudur.

Küçük yaşta babasını kaybedip, annesini

akıl hastanesine uğurlayan, içine kapanık,

münzevi ve kâbuslarıyla boğuşan bir ya-

zarın belki de kendi sahip olduğu en bü-

yük korkunun kurgusuna yansımasına

şaşmamalı. Tıpkı evrenin büyüklüğü kar-

şısında insanın önemsizliği gibi, insanlığın

kendisinden daha eski ve daha büyük

herhangi bir şey karşısındaki çaresizliğini

ve hiçliğini pesimist bir şekilde kurgusunun

temeline yayarken, büyüklenme ve ego du-

yumunda en büyük dayanağı olan akli den-

gesini de kaybetme durumunun nasıl bir

yıkım yaratacağının edebi anlamda en iyi

anlatımı Lovecraft’in kurgusunda mev-

cuttur. Eskiye ait kötülüğün, şeytanın ve kö-

tücüllüğün modern zamanlara dikkatle ve

gerçekliğe uygun şekilde taşınmasına yö-

nelik bu kurgu çatısında ise yine bir baş-

ka önemli yazar Arthur Machen’in kur-

gularının izleri görülür. Kullandığı ka-

ranlık, anti-modernist atmosfer, aydın-

lanmanın, romantizmin ve Hıristiyanlığın

değerlerini sorgular. Yine mitosunda kur-

guladığı kült, tarikat, tapınma gibi kav-

ramların Arap ve Fars kültüründen, do-

ğuya özgü büyü kültüründen doneler ba-

rındırdığı göze çarpar.

Bir dönem tasavvufla dahi ilgilendiği

bilinen, pozitif bilimlerin yanı sıra, dün-

yadaki bütün mitosları ve inanışları ince-

lemekten de zevk alan, mektupları dışın-

da yalnız geçen hayatını yazmaya ve oku-

maya adayan Lovecraft, bu anlamda eşsiz

M. SALİH [email protected]

Lovecraft veKorku

4 OCAK 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP BABİL BALIĞI

H.P. Lovecraft

Page 9: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP

Geçenlerde gördüğüm bir kitap kapa-

ğı bana Selçuk Erdem’in çok sevdiğim bir

karikatürünü hatırlattı. “Bulaşıcı Salaklık

Epidemiyolojisine Giriş” isimli kitabın ka-

pağında, ağzındaki çöple objektife melül

melül bakan bir koyun ve ona geriden pus-

lu puslu bakan iki koyun arkadaşı vardı.

Bahsettiğim karikatürde ise, ön ayaklarını

yana açarak ayağa kalkmış, çatık kaşlı bir

koyun, arkadaşlarına dönmüş, “Artık ben

özgür bir bireyim, bundan böyle sürü psi-

kolojisine uymıycam!...” diyordu, baygın ko-

yun bakışlarını yitirmemiş beş arkadaşı

ise hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden,

“Ben de!” diyordu.

Bu ilginç kitabı daha iyi tanımak için arka

kapağa geçtiğimde ise ön kapakta gördüğüm

benzerliğin başka bir noktada devam ettiğini

fark ettim ve derhal kitabı okuma isteğine

kapıldım. “Bulaşıcı salaklık; zihinsel işlev-

lerde bozulmaya yol açan, hastanın ve has-

ta grubunun doğal ve kültürel çevre içinde

yaşamını sürdürme ve geliştirme yeteneği-

nin azalması ve yitimiyle de sonuçlanabilen,

kültürel temas yoluyla bulaşan, memetik kay-

naklı ilerleyici bir zihin hastalığıdır.

“Özellikle, kesinlikle aydın-

lıkta olduğuna, aydınlanmış ol-

duğuna inanarak aydınlatma mis-

yonu çerçevesinde kendi hayatı-

na ve diğerlerine zarar verebilme

gibi hastalıklı belirtilerin oluş-

masında gün ışığının tetikleyici

olduğu düşünülmektedir.” di-

yordu arka kapak.

“Kahrolsun faşizm”le bü-

yüdüğünü söyleyen yazar as-

lında faşizmle ilgili bir çalışma

yapmak istemiş. Ancak bakmış ki

faşizm insanın içinden gelen bir şey ve aslında

bir tür salaklık; salaklık ise hem tüm çağla-

rı kapsayan bir kavram hem daha vurgulu

hem de daha anlaşılır; salaklığın üzerine git-

meye karar vermiş.

Epidemiyoloji, bilindiği üzere, salgınhastalıkları inceleyen bilim dalı. Yazar Fev-

zi Demir hepimizin hayatında bir şekilde yer

alan, biz yapmadığımızı düşünsek bile tür-deşlerimizin mütemadiyen yaptığı şeyi, “sa-laklığı” incelemiş ve bize bir tür "Hasta Ya-

kınları Bilgilendirme Kitapçığı" vermiş.

Takdir edersiniz ki, savaşların, sömürülerinve diğer türlü türlü iğrençliklerin kol gezdiği

dünyamızda tüm insanlar birinci ya da ikin-ci dereceden salak yakınıdır.

Tabii Einstein’ın da dediği gibi, salaklık

sonsuz geniş bir konu; “İki şey sonsuzdur:

insanoğlunun aptallığı ve evren. Fakat ikin-

cisinden emin değilim.” ve bu duruma yine

Einstein’ı tanık göstererek “minik” bir des-

tek sunabiliriz: “Ben atomu insanlığın yararı

için keşfettim. Ama insanlar atomla birbir-

lerini öldürüyorlar.” O yüzden, işe salaklı-

ğın ne olduğunu anlamaya çalışmakla baş-

lamış yazar ve “kısaca tanımlamak”tan da

kaçınmış, zira bunun aslında salaklığın bu-

laşıcı yönlerinden biri olduğunu belirtmiş.

Tahsin Yücel’den Richard Dawkins’e on-

larca insandan alıntılar yapmış, salaklık

kavramını etraflıca işlemiş; bu sayede de ça-

lışması uzun uzun düşünülerek okunması ge-

reken bir hâle gelmiş.

Bu tanımlamalardan benim en sevdiğim,

Berkeley Üniversitesi ordinaryüs profesör-

lerinden Carlo Maria Cipolla’nın sade ve for-

mülize tanımı oldu. Ona göre, “aptal” bir in-

san, “kendisine hiçbir yarar sağlamadan hat-

ta bazen zarara uğrayarak başka bir

insan ya da insan topluluğuna

zarar veren kişi” imiş.

Bu arada, alıntılar ve kita-

bın düşünülerek okunması ge-

rekliliği gözünüzü korkutma-

sın, zira son derece anlaşılır,

sade, temiz ve mizahi bir dil kul-

lanmış yazar. Bu yüzden büyük

bir keyifle akıp gidiyor kitap ve

güldürmese de gülümsetiyor,

gülümsetirken düşündürüyor.

Mizahın gücüyle sağlamlaşan

anlatı bir yandan da matematik gibi net ve

muhasebe yapmaya, tartışmaya açık.

Tahmin edebileceğiniz üzere, kitap sa-

dece salaklığın ne olduğunu tanımlamakla

kalmıyor. Ayrıntılı bir “Patogenez” bölü-

münün ardından, “Kimlerde Görülmekte-

dir?”, “Nerelerde Görülmektedir?”, “Han-

gi Zamanlarda Görülmektedir?", “Prognoz”

ve “Korunma Önerileri” bölümleri geliyor

ve okura salaklığın hem tarihteki hem bu-

günkü durumunu, salaklığın temellerini,

bugünkü salaklığın meydana geliş biçimle-

rini ve bu biçimlerin oluşmasında hatrı sa-

yılır ölçüde etkiye sahip olan kapitalist dü-

zeni işliyor.

Bize de bu leziz tıp, tarih, antopoloji, fel-

sefe, mizah ve matematik harmanı deha ürü-

nünü tekrar tekrar okumak, okutmak ve sa-

laklık devrini devirmeye çalışmak düşüyor.

(Bulaşıcı Salaklık, Fevzi Demir,Phoenix Yayınevi, 168 s.)

MURAT HATUNOĞ[email protected]

bir entelektüel örneği teşkil ediyor. Ya-

ratımlarının böyle bir entelektüelin de-

lilikten sürekli kaçmaya çalışan kâbuslarla

dolu aklından çıktığını bir kez fark etti-

ğiniz zaman, bir araştırmacı okur olarak

öncesinde yatan, ilişkilenen metinlerle bir

hazineyle karşılaştığınızı, bir yazar olarak

ise pek de bir eşine rastlayamayacağınız

yepyeni bir kurgu ufkunun nasıl ele alı-

nacağına dair kılavuz olarak kullanabi-

leceğiniz bir “şey”le karşılaşırsınız. Kur-

gusu pek çok türe yakınsanabilir ancak

“korku edebiyatı” çatısı altında olması dı-

şında hiçbir alt ve yakın tür için

kesinlik belirtilemez.

ÖLÜMÜNDEN SONRATANINAN YAZAR

Yaşadığı dönemde okurla-

rıyla buluşamayan, ilgi görmeyen

Lovecraft’in ölümünün ardından

her geçen sene çığ gibi büyüyen

okur kitlesi ve kültüre yaptığı et-

kileri tartışmaya hiç gerek yok.

Hatta kendine has yazım ve

kurgu tarzı için artık İngiliz di-

line yerleşen “Lovecraftian” terimi işin

kültürel boyutunu yeterince yansıtmak-

tadır. Modern zamanların özellikle kor-

ku, bilim kurgu, çizgi-roman ve

fantastik kurgu yazarlarının

pek çoğuna (bkz. Neil Gaiman,

Clive Barker, Mike Mignola,

Stephen King, Alan Moore,

Junji Ito, Brian Lumley ve

daha pek çokları) ilham ol-

manın ötesinde, bütün bu ya-

zarlar Lovecraft hakkında en

az bir makale kaleme almış ve

Lovecraftvari en az bir öykü

yazmışlardır. Arjantinli yazar

Jorge Luis Borges “There

Are More Things” öyküsünü Lovec-

raft’e adamış, Fransız filozof Deleuze, Lo-

vecraft’in “Gümüş Anahtar” öyküsünden

bahsederek bir başyapıt olduğunu dile ge-

tirmiştir. John Carpenter, Guillermo

Del Toro gibi pek çok yönetmenin, ilham

kaynağı olarak gösterdiği bir yazardır. Sa-

yısız müzik grubu Lovecraft

öykülerinden ve atmosferle-

rinden oluşan izler taşımakta-

dır (bkz. Black Sabbath, Ca-

tacombs, Metallica, David Bo-

wie, Paganizer ve daha pek

çokları). Sanatçı H. R. Gi-

ger’da en büyük ilham kaynağı

olarak yazarı göstermekte-

dir. Modern kültüre bütün

bu çok yönlü etkilerini sayfa-

lar dolusu yazmak, Lovec-

raft’in edebiyatını öyküleriyle

tek tek ele almak, “Supernatural Horror

in Literature” adındaki önemli makale-

sinde olduğu gibi (makaleye ulaşmanız

mümkün) edebiyat tarihine yönelik in-

celeme, araştırma, eleştiri dolu makale

ve mektupları hakkında konuşmak da

mümkündür. Yerimiz kısıtlı olduğundan

bunların keşfini birkaç tavsiye kitapla siz-

lere bırakmak en doğrusu. Lovecraft’in

dilimize kazandırılmış olan eserleri biraz

dağınık ve parçalara bölünmüş halde şu

şekilde: İthaki Yayınları’ndan “Cthul-

hu’nun Çağrısı,” “Deliliğin Dağların-

da,” “H.P. Lovecraft’ten Üç Öykü,” ve

bunlarla beraber, Lovecraft’ten ilham

alan pek çok yazarın (aralarında Stephen

King, Clark Ashton Smith, Robert Bloch,

Brian Lumley gibi pek çokları mevcut) ka-

leme aldığı Lovecraftvari öykülerin top-

landığı muazzam derleme (umarım bu

derleme de raflara geri döner) “Cthulhu

Mitosu Öyküleri 3 ve 4” bulunuyor. Al-

tıkırkbeş Yayınları’ndan

“Dagon,” “Charles Dex-

ter Ward Olayı” ve “Uyku

Duvarının Ötesinde”. Al-

ternatif toplama olarak

da Dost Kitabevi Yayınla-

rı’ndan “H. P. Lovecraft

Toplu Eserleri 1, 2 ve 3”

raflarda bulunuyor. April

Yayınları’ndan çıkan H. P.

Lovecraft çizgi-romanı ise

farklı yazar ve çizerlerin

uyarladığı 8 farklı Lovecraft öyküsünün

çizgi versiyonunu barındırıyor. Mektup-

larının veya makalelerinin henüz Türk-

çe tercümesi bulunmuyor. İngilizce bilen

okur için yabancı yayıncıla-

rın derlediği (Arkham Hou-

se, necronomicon Press,

Hippocampus Pres vb.) mek-

tuplarının yanı sıra özellikle

ek okumalar için tavsiye ede-

bileceğim, tercümesi bulun-

mayan kitaplar ise: Lovec-

raft’in müziğe etkisi üzerine

Gary Hill’in “The Strange

Sound of Cthulhu” kitabı;

Michel Houellebecq’ten “H.P.

Lovecraft: Against The World, Against

The Life”; okuduğum en muazzam in-

celeme olan Donal R. Burleson’ın (PhD)

Lovecraft’in edebiyatını dekonstrüktif

metotla masaya yatırdığı “Lovecraft:

Disturbing the Universe” kitabı; kısmen

Lovecraft’ten de bahseden ve total ola-

rak korku edebiyatı tarihiyle ilgili ilginç

bilgileri de barındıran Step-

hen King’ten “Danse Ma-

cabre”; internetten ücret-

siz yayını da bulunan “Lo-

vecraft: Fear of the Unk-

nown” belgeseli; Hans Ro-

dionoff ve Enrique Brec-

cia’dan Vertigo’nun yayınla-

dığı “Lovecraft” çizgi-roma-

nı, gerek Lovecraft’in biyo-

grafisi, gerek yaşantısıyla ya-

ratımının ilişkilendirmesi açı-

sından (özellikle Cthulhu’nun telaffuzu-

nun nasıl olması gerektiğine dair ilginç bir

done de mevcut) oldukça önemli; bun-

ların yanında daha pek çok biyografi ve

inceleme kitabı mevcut, buna da yerimiz

yetmediği için en önemlilerini saydım. Ge-

risini keşfetmeyi sizlere bırakıyorum.

Haftaya görüşmek dileğiyle…

Devir salaklıkdevri-mi-ni

Page 10: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP

Kavala’dan İstanbul’a göç eden bir “be-

yaz Türk” ailesinin, Kavalalılar’ın hikâyesi

anlatılan…

Ailenin büyük oğlu Hüseyin Kavalalı’nın

üç kızından en küçüğü Nakime Çullu’nun

gözünden aktarılıyor tüm yaşananlar. Bu

“göç” hikâyesini Çullu’nun torunu Ali Se-

lim Emeç’in eşi Zeynep Emeç derledi. Ge-

lini olduğu Kavalalıların öyküsünü kaleme

alan Zeynep Emeç, kitabın hazırlanışını şu

sözlerle dile getiriyor: “Soğuk bir kış akşa-

mı tanıştım kitabın kahramanı, eşim Ali’nin

anneannesi Nakime Çullu’yla. Zamanın

nasıl geçtiğini anlamadığım sohbette Sa-

raçhanebaşı’ndaki köşkün güzelliğini din-

ledim. O kadar güzel ve keyifli anılarla dolu

bir hayattı ki, dinlemeyi doyamadım. O dö-

nemde gazeteci olarak çalıştığım için bilgi-

leri sadece beynime kaydetsem de bir süre

sonra kâğıda dökmeye başladım…”

M�M M�M’DEN ��BANKASI’NAKavala’nın önde gelen ailesine mensup

Hüseyin Kavalalı, hem iyi bir ticaret adamı

hem de vatanseverdi. Babası İbrahim Paşa

Osmanlı sarayına yakınken, o hep milli

mücadeleyi destekledi. Mim Mim örgütü-

nün kurucuları arasında yer aldı, Anadolu’ya

silah kaçırılmasına yardım etti. Daha sonra

Atatürk’ün isteğiyle İstanbul Sanayi ve Ti-

caret Odası başkanlığı yaptı ve yine Ata-

türk’ün isteğiyle İş Bankası kurucuları ara-

sında yer aldı. Cumhuriyetin kuruluşundan

gelişimine dek bütün süreçlerde bizzat yer

aldı. Yine TBMM’ye İstanbul milletvekili

olarak adım atan Kavalalı’nın ailesine söy-

lediği şu söz, Atatürk’e ve cumhuriyete

bağlılığının yanı sıra ailesine olan düşkün-

lüğünü de ifade ediyordu: “Bundan sonra sık

sık Ankara’ya gideceğim. Belki size vakit ayı-

ramayacağım ama daha iyi bir Türkiye için

çabalayacağım. Burada size de önemli bir gö-

rev düşüyor. Bana destek olmanızı ve ben na-

sıl halkımı iyi bir şekilde temsil edeceksem

sizin de beni bu şekilde temsil etmenizi is-

tiyorum.”

CUMHUR�YET�N �LKÇOCUKLARI

Üç kızı vardır Hüseyin Kavalalı’nın.

Bunlardan en küçüğü Nakime’dir. O’nun

gördüklerinden ve

minicik yüreğinden

anlatımlarla başlı-

yor Kavalalılar’ın

öyküsü.

Osmanlı döne-

minin en önemli

yerleşim yerlerin-

den, günümüzde

Yunanistan sınır-

ları içindeki Kava-

la’dan göç ederek

İstanbul’da Saraç-

hanebaşı’ndaki geniş bahçeli bir konağa yer-

leşir Kavalalılar.

Baba Hüseyin Bey, anne Edibe Hanım

ve kızları Meliha, Bedaat ile öykümüzün an-

latıcısı Nakime’nin yaşayışlarını, anılarını akı-

cı bir dille, zaman zaman da dönemin siya-

si ve ekonomik olaylarıyla birlikte bulabili-

yorsunuz.

Çocukların büyüyüp birer birer evlen-

mesiyle ailenin fertlerinin yaprak dökümü

misali ayrı şehirlere dağılışının da anlatıldığı

kitapta, 1929 ekonomik buhranının yarattığı

etkiler, Atatürk’ün vefatı ve 2. Dünya Sa-

vaşı’nın izlerine de rastlamak mümkün.

Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara

gelişi, 27 Mayıs ihtilal yıllarının da anlatıldığı

hikâyede küçük de olsa bir anlamda Cum-

huriyetin seyrine ışık tutuyor.

Baba Hüseyin Kavalalı’nın vefatının

yarattığı derin üzüntünün yanında aileye ka-

tılan torunların okuyup, meslek sahibi ol-

malarının ve evlenmelerinin sevincinin bir

arada olduğu hayattan alışılagelmiş karele-

ri de samimi bir dille bulabileceğiniz bu ki-

tapta, belki de en güzel ve en duygulu

cümleleri doksanına gelmiş bir Cumhuriyet

kadını Nakime Çullu’dan duyuyoruz: “Her

kanalda haberler vardı. Gazeteleri oku-

sam da haber bültenlerini de kaçırmıyordum.

İzlerken içim parçalansa da ülkedeki geliş-

meleri takip ediyordum. Özellikle terör

olayları içimi acıtıyordu. Her şehidimiz için

ayrı dua ediyordum. En çok da Atatürk’e

karşı olan söylemler içimi acıtıyordu. San-

ki bana dil uzatıyorlarmış gibi geliyordu, çok

kızıyordum. Bütün bunlar nefes almamı

daha da zorlaştırıyordu ama en çok torun-

larımı düşünüyordum. Onlar ne yapacaktı!

Ben güzel bir hayat yaşamıştım. Ne de olsa

Cumhuriyetin ilk çocuklarıydık biz.”

(Kavalalı Ailesi, Zeynep Emeç,Destek Yayınevi, 240 s.)

Kavala’n�n önde gelen ailesine mensup Hüseyin Kavalal�,hem iyi bir ticaret adam� hem de vatanseverdi. Babas��brahim Pa�a Osmanl� saray�na yak�nken, o hep milli

mücadeleyi destekledi. Mim Mim örgütünün kurucular�aras�nda yer ald�, Anadolu’ya silah kaç�r�lmas�na yard�m etti.

Kavalılar’ıngöç hikâyesi

ŞENOL Ç[email protected]

Çatısız, kuralsız!Pekerman’�n 2005 y�l�ndabir doktora tezi olarakyazmaya ba�lad���,tamamlanmas� 2011 y�l�n�bulan “Film DilindeMahrem”, feminist kültürve film analizi ile ilgilihacimli bir toplamaula�m��

ERCAN DALKILIÇ [email protected]

Bazı filmler vardır ki, sinema ya-

zan, sinema üzerine bir şekilde üreten

ve sinema ile yaşayan insanlar ara-

sında derin görüş farklılıklarına yol

açarlar. Film ne kadar büyük ve

önemli ise, tartışmalar da o denli

ateşli geçer. İşte Serazer Pekerman da

yaklaşık on yıl önce, “Bir Tuğra Kaf-

tancıoğlu Filmi” adlı film hakkında

çevresindeki sinema çalışanlarıyla

derin bir görüş ayrılığına düşmüş.

Çevresindekiler “Bir Tuğra Kaftan-

cıoğlu Filmi”ni kadın düşmanı bu-

lurken; Pekerman, aksine bu filmin fe-

minist bir damarı bulunduğunu an-

latmaya çalışmış onlara. Pekerman’ın

Metis Yayınları’ndan çıkan “Film Di-

linde Mahrem” adlı elimizdeki çalış-

masında cevaplamaya çalıştığı sorular

da kafasında ta o zaman belirmiş.

Pekerman, “Film Dilinde Mah-

rem”de, aralarında “Kader” (Zeki

Demirkubuz, 2006) ve “İklimler”in

(Nuri Bilge Ceylan, 2006) de bulun-

duğu İspanya, İran, Danimarka ve

Türkiye yapımı bir dizi kadın mer-

kezli filmi, sürükleyici kadın karak-

terler ve bu karakterlerin mekanla

olan ilişkileri bağlamında ele almış.

Bu filmlerdeki kadın karakterlerin

hepsinin “huzurlu bir ev” imgesinin

dışında, erkek egemen bir kamusal

alanda köşeye kıstırılmış şekilde,

ataerkil baskı altında çizildiğini ifa-

de eden Pekerman, incelemesini bu

kadınların bir süre sonra söz konusu

mekanlarda yarattıkları, açtıkları

“direniş alanlarına” yoğunlaştırmış.

GÖÇEBEL��E GEÇ��Üç ana bölüme ayrılmış “Film Di-

linde Mahrem”. “Hafıza” adlı ilk

bölümde kadının içine kıstırıldığı

kapanın farkına varmasını ve bu ka-

pandan çıkmaya çalışması “Hareket”

adlı ikinci bölümde “ev dışı”ndaki ya-

şayış koşullarına ayak uydurması,

son ana bölüm olan “Sınırlar”daysa

artık ataerkil düzenin çemberini kır-

ması, kendi başına varlığını idame et-

tirmeyi başarması, incelemeye konu

olan filmlerin de referansları aracı-

lığıyla apaçık ortaya konmuş. Fark

edileceği üzere, kadının azınlıksal

mücadelesini sürdürdüğü bu bö-

lümler, aynı zamanda tahakkümden

kurtulan kadının “göçebeliğe ge-

çiş”inin de aşamalarını oluşturuyor,

Bütün bu okumaları yaparken

esas olarak Deleuze ve Guattari’nin

şizoanalitik kavramlarının izleğin-

den ilerlemekle yetinmeyen Peker-

man; mimarlık, politika ve kadın ça-

lışmaları gibi farklı disiplinlerde üre-

tilmiş birçok kavram, teori ve fikirden

de yararlanmayı ihmal etmemiş.

Pekerman’ın 2005 yılında bir dok-

tora tezi olarak yazmaya başladığı, ta-

mamlanması 2011 yılını bulan “Film

Dilinde Mahrem”, feminist kültür ve

film analizi ile ilgili hacimli bir top-

lama ulaşmış sonuçta.

Serazer Pekerman’ın bu önemli

çalışmasını okurken, bir yandan da

sürekli olarak 1985 tarihli Agnès Var-

da filmi Çatısız Kuralsız’ın (Sans

toit ni loi) “göçebe” kadını Mona

Bergeron’u düşündüm. Mona Ber-

geron, bu çalışmada ele alınan ka-

rakterlerden biri değil. Fakat Pe-

kerman’ın çalışmasının kurgusunun

oluşturduğu hikâye tam da Mona

Bergeron’un hikâyesidir: Bergeron da

göçebe bir halde “kendisiyle birlikte

hareket eden bir yaşam alanı” oluş-

turmuştur. Bu alanda verili tanımlar,

kimlikler, değerler sürekli değişim ha-

lindedir. Kısaca Mona Bergeron,

kendisine çizilmiş sınırların dışına çık-

mış ve kelimenin tam anlamıyla öz-

gürleşmiştir!

(Film Dilinde Mahrem, Serazer Pekerman,

Metis Yayınları, 264 s.)

Page 11: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP

Var olanların dayandıkları temel var-

lığın ne olduğu, nasıl meydana geldikleri ve

var olanlar arasındaki ilişkilerin ne türden

ilişkiler olduğu soruları felsefenin (daha ge-

nel olarak tüm bilimlerin) en eski ve bel-

ki de en temel sorularıdır. Bu sorulara ve-

rilebilecek türlü yanıtlar insanlığın dü-

şünce tarihinde gözlemlenmiştir. Ancak bu

yanıtlar arasında belirli ayrımlar yapmak da

mümkün. Söz gelimi Antik Yunan’dan çok

önce bu tür sorulara çeşitli ya-

nıtlar verilmiş fakat bunlar mi-

tolojik, dini ya da törel biçimle-

re bürünmüştür. Antik Yunan’da

bu soruların sistemli bir biçimde

ele alınmasıyla felsefe tarihinin

belki de en temel ayrımlarından

biri görünür hale gelmiştir: Ma-

teryalist ve idealist felsefe ayrımı.

Kabaca söylersek materyalist fel-

sefe var olanların dayanağını ni-

hai olarak maddede, maddi olan-

da bulurken; idealist felsefe (mad-

denin varlığını kabul etsin veya et-

mesin) maddi olanlar dahil tüm var

olanların dayanağını madde dışı bir kav-

ramda ya da bir ideada bulur. Antik Yu-

nan’daki felsefe uğraşının bir sonucu ola-

rak bu tür sorular bu ana eksende ve sis-

tematik bir tarzda ele alınmış, hangi görüş

desteklenirse desteklensin sağlam bir akıl

yürütmeye dayandırılmaya çalışılmış ve

çoğu zaman filozofların ait oldukları çağın

bilimsel bulgularıyla ilişkilendirilerek sa-

vunulmuştur.

Özellikle Kopernik devrimi ve aydın-

lanma çağıyla birlikte bilim-felsefe ilişkisi

daha perçinlenmiş ve materyalizm-idealizm

karşıtlığı farklı karşıtlıkların da belirmesiyle

çeşitlenmiştir. Bu karşıtlıklar arasında

düalizm (ikicilik) ile monizm (tekçilik), ras-

yonalizm (akılcılık) ile ampirizm (deney-

cilik ya da deneyimcilik), öznellik ile nes-

nellik gibi karşıtlıkları sayabiliriz. Gele-

neksel olarak materyalist bir söylemi be-

nimseyen filozoflar düalizmi, öznelciliği, gö-

receliliği reddetme ve rasyonalizm ile am-

pirizm arasında bir denge kurma eğili-

mindedirler. İdealizmin de tüm bu karşıt-

lıklara karşı farklı tutumlar alan farklı

versiyonları bulunmaktadır. Dolayısıyla

tartışma ve adlandırmalar geçmişe nazaran

daha çetrefilli bir hal almıştır.

Yukarıda sayılan karşıtlıkların belirdi-

ği iklime damgasını vuran bilimsel keşifler

Newton mekaniği, Kopernik ve Galile’nin

gözlemleriyken sonrasında insanlığın gün-

demine oturan Einstein’ın özel ve genel gö-

reliliği, Skinner’in davranışçılığı, beyin kor-

teksinin ve korteksin çeşitli bölümlerinin iş-

levsel açıdan ele alınışı, genetik bilimi ve ev-

rim gibi bilimsel keşiflerse özellikle 20.

yüzyıl felsefesinin yeni paradigmasını be-

lirlemiştir. Bu dönemde

önem kazanan felsefe dal-

ları epistemoloji (bilgi ku-

ramı), zihin felsefesi, dil

felsefesi ve etik gibi ça-

lışma alanlarıdır.

Şayet insan zihni ve

düşünceler maddi bir te-

mele dayanıyorsa ve

Descartes’ın ortaya attı-

ğı düalizm materyalizm

tarafından çürütülebi-

liyorsa o halde ahlakın

kaynağının ne olacağı

(ahlak diye bir şeyden

söz etmek mümkünse ta-

bii), bilgimizin kaynağının ne olduğu ve bu

kaynağın bilgi edimindeki rolü, şu veya bu

deneyim nedeniyle var olduğunu söyledi-

ğimiz çeşitli türden “ruhsal durumları-

mız”ın bize özgülüğü ve nesnel olarak an-

laşılıp anlaşılamayacağı türünden sorunlarla

baş etmemiz gerekmektedir. İşte tüm bun-

lar ancak ve ancak tutarlı, kapsayıcı, akli ve

olgusal olarak temellendirilebilir bir ma-

teryalist kuram çerçevesinde ele alınması ge-

reken sorunlardır. Aksi takdirde materya-

lizmin kendisinin “idealizm” diye adlan-

dırdığı alana kayılması kaçınılmazdır.

Z�H�N VE B�LG� ÜZER�NE:NÖROFELSEFE

Genel okuyucu kitlesi açısından (hat-

ta yıllar yılı felsefe alanında çalışmış kişi-

ler için bile) böylesi bir kuramın anlaşıl-

masının önünde büyük bir engel durmak-

tadır: Modern bilimin bulgularının kav-

ranması ve felsefeyle ilgisinin kurulması. Bu

engelin birinci yanı modern bilimin, özel-

likle de beyin korteksinin ve genel olarak

beynin çeşitli bölümlerinin işlevlerinin ve

bu işlevlerin insanın zihinsel durumunu be-

lirlemesini ele alan nörobilimin bulguları-

nın anlaşılmasıdır. İkincisi ise zihin ve bil-

gi üzerine felsefe tarihi boyunca ortaya atıl-

mış görüşlerle ilişki içerisinde bu yeni bul-

gulara dayanarak yeni ve bütüncül bir fel-

sefi kuramın inşa edilmesi. Bu ikinci ama-

cı gerçekleştirmeye çabalayan felsefi bir

alan da mevcut: Nörofelsefe. İşin zor kıs-

mı bu alanlardaki ürünlerin kavranması ve

bunlar bir kere kavrandıktan sonra bu alan-

larda ürünler vermek için ek okumaların

takip edilebilmesi. Tüm bunların başarı-

labilmesi için nörobilimin bulgularının ve

bunların olası sonuçlarının kavranması

gerekmektedir.

Neyse ki sonunda Türkçede de bu

alanlarda ürünler verilmekte ve yabancı

eserler Türkçeye kazandırılmaktadır. Bu

sayfalarda daha önce bu alanda yazılmış bir

eseri tanıtmıştık: Saffet Murat Tura, “Mad-

de ve Mana”, Metis Yayınları. Yine yakın

zamanda Saffet Murat Tura’nın önsözünü

yazarak katkı sunduğu önemli bir eser

Türkçeye kazandırıldı: Paul M. Church-

land, “Madde ve Bilinç”, Çev: Berkay Er-

söz, Alfa Kitap, İstanbul, Ocak 2012. Paul

Churchland bu eseriyle “Zihin Felsefesi-

ne Güncel Bir Bakış” atıyor. Kendisinin de

sıraladığı dört materyalist akımdan elimi-

natif materyalist dediği bir akımın savu-

nucusu kendisi. Paul Churchland’in aka-

demik geçmişinde özellikle

zihin felsefesinde önemli

çalışmalar yer alıyor. Sel-

lars’ın Kant geleneğine da-

yanan ancak onu aşan ve

özellikle de dil ve bilim fel-

sefesinin sorunlarına odak-

lanan akademik çalışmala-

rından onun öğrencisi olarak

yararlanan Paul Churchland

bir süredir nörobilim ve zihin

felsefesi ilişkisi üzerinde ça-

lışmaktadır. Bu alanda ken-

disinin en önemli yardımcısı

ve öğretmeni kendisi gibi bu

alanlarda da ürün veren ama aynı zaman-

da bir nörofilozof olan eşi Patricia Church-

land’dir. Churchland ailesinin nörobilim

alanında verdikleri diğer eserlerin de Türk

okurla buluşturulması Türkçe yayıncılık ha-

yatının önünde duran bir görevdir.

GÜNÜMÜZ FELSEFES�N�N ENGÜNCEL SORUNLARI

“Madde ve Bilinç” adlı esere döner-

sek, Churchland kitabın amacını şöyle be-

timliyor:

“Filozoflar kitaplarını genellikle başka

filozoflar için yazarlar, ama kitaplarının öğ-

renciler ve uzman olmayan okurlara fay-

dalı olmasına yönelik tali umutlarını da ifa-

de ederler. Bu tür umutlar genellikle an-

lamsızdır. Ben ise bu kitabı tam da bunun

aksine, öncelikle ve özellikle felsefede,

yapay zeka alanında ya da nörobilimlerinde

uzman olmayanlar için yazdım.” (s.23).

Churchland, eserinde öncelikle kitabın

kapsamı hakkında özlü bir dizi bilgi veri-

yor. Bunun hemen ardından felsefe tari-

hinde ve bilim alanlarında söz konusu so-

runlar hakkındaki görüşleri özetliyor ve her

bir yaklaşım için leyhte ve aleyhte argü-

manlar verip bunları inceliyor. Bu süreç içe-

risinde kendi tutumunu da okuyucuya ya-

vaştan sunmaya başlıyor. Eserin ilerleyen

bölümlerinde yapay zeka ve nörobilim

üzerine daha derinlemesine, ancak kolay-

ca okunabilecek, bilgiler veriyor. Eserin son

bölümünde ise o ana kadar söylediklerin-

den ve ortaya çıkanlardan hareketle daha

felsefi bir tartışma yer alıyor. Özellikle bu

bölümde kendi savunduğu akımın genel

özelliklerini, yönelimlerini ve vaadlerini bul-

mak mümkün. Eserin aksayan

yönü kıta felsefesinin (ve ge-

nel olarak felsefesi tarihinin)

düşünürlerini işlerkenki na-

ifliğidir. Kant, Hegel ve Hus-

serl gibi filozofların görüşle-

ri karikatürize edilip geçilmiş.

Öte yandan önsözde, Saffet

Murat Tura’nın da dediği

gibi diyalektik materyaliz-

min bu eserde yer almama-

sı da önemli bir kayıp. Bu

kaybı tamamlayan Saffet

Murat Tura’ya teşekkür

ederiz. Eseri okuyanlar gü-

nümüz felsefesinin en güncel

sorunlarına, bunların bilimle ilişkisine ve

özellikle de ekranlarda boy gösteren “sah-

te” uzmanların hurafelerine karşı daha bi-

limsel ve daha doğru bir bakış açısına

dair kapsamlı bir bilgiye ve genel bir çer-

çeveye sahip olacakları kesindir. Varoluşa,

hayata, bilgiye ve insan zihnine dair en ufak

bir merakı olanların kesinlikle okuması ge-

reken bir kitap.

(Madde ve Bilinç, Paul M. Churchland,Alfa Basım, Çev: Berkay Ersöz, 280 s.)

Zihin üzerine materyalistbir felsefe

Madde ile Mana’n�n, Beyin ile Zihnin, Gerçeklik ile Bilincin ara�t�r�lmas� bugün materyalizmile idealizmin en s�cak çat��ma zeminidir. Bu zeminde ortaya ç�km�� önemli bir eseri

dikkatinize sunuyoruzCENK ÖZDAĞ[email protected]

Page 12: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

Öykü derlemelerine çoğu kez temkinle

yaklaşırım. Şundan: Yazarların her biri is-

tek üzerine yazmaktadır, zaman sınırlı,

tema verilidir. Bu şartlarda derli toplu bir

hikâye anlatılabilmesi bile takdiri hak eder.

Zira daha başına oturur oturmaz klavyenin

bütün harfleri, noktalamaları, gerekli ge-

reksiz bütün tuşları sırıtmaya başlar yazarın

suratına, ısmarlama hikâye ağır bir meydan

okumadır.

Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Kar

İzleri Örttü”yü görünce, temkinli davran-

mayı bir yana bıraktım. Zira bu tip bir mey-

dan okuma en çok da polisiyeye yakışırdı.

Kitabın yazara teklifi ve okura vaadi şu:

Yeni yıl heyecanı, karla kaplanmış sokaklar

ve esrarengiz cinayetler! Polisiye yazını bir

tür oyun kurgusu gibi de görülebileceğin-

den, yayıncının yazara, yazarın okura bu

türden oyununu eğlenceli buldum doğruyu

söylemek gerekirse.

Bir derleme olması nedeniyle hiçbir

öykü, kitabı yalnız başına temsil etmediği

gibi yazarının dili, biçemi, polisiyeye yakla-

şımı konusunda da kesin, köşeli bir fikir

vermiyor. Bu nedenle sözgelimi Barış Müs-

tecaplıoğlu’nun öyküsünü okuyup kitabın

bilimkurgu türünde olduğunu söylemek

doğru olmayacağı gibi, bu öykü üzerinden

Müstecaplıoğlu’nun polisiye yazını ile bağı-

nı kestirebilmek de olanaksız. Kitaba öykü

vermiş yazarları görmenin, dünyalarını an-

lamanın en doğru yolu elbette yapıtlarını

okumak, bu nedenle bura-

da yazarların türe yakla-

şımlarını değerlendirme-

yeceğimi, olabildiğince bir

bütün olarak kitabın ken-

disini ele alacağımı belir-

teyim.

YER�NDEDURAMAYAN TÜR

Kitapta toplam yirmi

öykü var. Kitabı yayına

hazırlayan çevirmen öy-

kücü İlknur Özdemir de

bir öyküsü ile katılmış

derlemeye. Genel olarak

nitelikli öyküler bir araya gel-

miş. Yazarların çoğu önceden tanıdığımız

isimler. Hakan Günday ve Tuna Kiremitçi

gibi romanlarıyla bilinen yazarlar da birer

öyküyle bu yılbaşı heyecanına katılmışlar.

Yayınevinin talebine uygun olarak her ya-

zar, yılbaşı öncesi ya da sırasında, dört yan

karla kaplanmışken gerçekleşen ölümlere

odaklanmış. Öyküler, aşağıda örnekleyece-

ğim üzere klasik anlamda polisiye olmaktan

uzaklar ve rahatlıkla başka bir başlık altın-

da da bir araya gelebilirler. Fa-

kat yine her biri toplumun ger-

çekçi birer kesitini sunmak ko-

nusunda hayli başarılılar. Öykü-

lerin dil ve üslup yönünden yet-

kin, konularını ele almada ise -

çoğu kez- gerçekçi bir ton yaka-

ladıklarını belirtelim. İşte bu

noktada iki soruya yanıt arama-

mız gerekiyor: Polis ya da dedek-

tif olmadan polisiye ya da dedek-

tif hikâyesi yazılamaz mı ve hikâ-

yeyi polisiye yapmaya cinayet ye-

ter mi?

Polisiye değişiyor şüphesiz.

Bütün alt başlıkları yeniden tarif

ediliyor, polis ve dedektif karak-

terleri, kötü ve iyi adam evrim geçiriyor.

Bunda bu türün bütün şifrelerini kırıp yeni-

den kodlayan sinemanın etkisini de göz ardı

etmemek gerekiyor. Fakat atlamamamız

SUAT DUMAN

HakanGünday ve

TunaKiremitçi gibiromanlarıyla

bilinenyazarlar da

birer öyküylebu yılbaşı

heyecanınakatılmışlar

4 OCAK 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK

Nasıl girerseniz öyle gider!20 YAZARDAN KAR VE KAN ÖYKÜLERİ: “KAR İZLERİ ÖRTTÜ”

Kitapta toplam yirmi öykü var. Kitab� yay�na haz�rlayan çevirmen öykücü �lknur Özdemir debir öyküsü ile kat�lm�� derlemeye. Genel olarak nitelikli öyküler bir araya gelmi�. Yazarlar�n

ço�u önceden tan�d���m�z isimler

Page 13: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

gereken bir nokta var, okurlarının baş-

kaca hiçbir yol gösterici olmaksızın

kestirebildiği bazı olmazsa olmazları

da yok değil polisiyenin. Belki bu kri-

ter belirleme işini okurun keyfine bı-

rakmayıp, neler olmalı, nelerden uzak

durulmalı diye madde madde yazan

Amerikalı polisiye yazarı S.S. Van Di-

ne’ı da anmak gerekir. Yirmi madde-

de, kimi artık komik gelse de kimi yön-

leriyle pek de itiraz edilemeyecek kıs-

taslar getirmişti yaklaşık yüz yıl önce

S.S. Van Dine.

Bunlar bir yana, zaman içinde poli-

siye edebiyat alelade bir cinayet fiilinin

nedenini ve işlenme biçimini sorgula-

manın dışına çıktı ve suçun sosyal ge-

rekçelerini araştırmaya başladı. Baş-

langıçta bir çeşit kaçış edebiyatı gibi

görülen polisiye sık sık ve etkili bir şe-

kilde mevcut sosyal yapının, hukuk sis-

teminin, adalet mekanizmasının çık-

mazlarıyla okuru yüzleştirdi. Amerikalı

öncü yazarlar Raymond Chandler ve

Dashiell Hammet’ın adları anılmalıdır.

Adi suçların konu edinildiği yapıtların-

da bile insan fiillerinin “suç” olarak

tasnifinde yönetici sınıfın sınıf çıkarla-

rının tayin edici özelliğini belli belirsiz

de olsa ortaya koymuşlardır. Fransız

yazınında Leo Malet’nin kanun kaçağı

ile kanun adamının kişiliğinde adalet,

hak gibi kavramları nasıl ters yüz etti-

ğini biliyoruz. Yine de bu örneklerde

dahi, üstat Erol Üyepazarcı’nın ısrarla

altını çizdiği üzere, kafa kurcalayan bir

muamma bulunmaktadır ve bu polisi-

yenin, hadi şartıdır demeyelim ama ya-

pıyı ayakta tutan kaidesidir en azından.

Bu muamma, okurun kandırılma-

dığı, tesadüflerin öykünün

esasına etki etmediği,

suçlunun itirafından

önce ana karakterin

olayı çözümlediği

inandırıcı bir olay

örgüsü ile kaleme

alınmalıdır vb.

Kuşkusuz, bir ede-

biyat metnini şart-

larla boğmanın an-

lamsızlığı da ortada.

MUAMMASIZPOL�S�YE, KAT�LS�ZC�NAYET

Kitapta yer bulan yirmi öyküyü tek

tek incelemek en azından bu yazının

sınırları dahilinde pek mümkün olma-

sa da kitabın tamamına hakim olan an-

layışı ortaya koyduğunu düşündüğüm

dört öyküye kısaca değinmek isterim.

Hakan Günday’ın “İlk” isimli öykü-

sü kitaptaki diğer öyküler açısından da

bir ortak özelliği çok net ve neredeyse

slogan düzeyinde dile getirdiği için öne

çıkıyor. Öykü herhangi bir polisiye olay

incelemesine soyunmadığı gibi herhan-

gi bir şekilde muamma da içermiyor.

Bu hemen tüm öykülerin ortak özelli-

ği. Fakat Günday’ın öyküsünde dikkat

çeken esas nokta muammanın yokluğu

değil, muammanın önemsenmemesi.

“Neden mi? Kimin umurunda...” Öy-

küde dört kez yinelenen bu kalıp, aynı

zamanda hikâyenin finalini de belirli-

yor. Klasik polisiyede okurun ısrarla

sorup, merakla çözümlenmesini

beklediği tüm sorulara aynı

yanıtı veriyor: Kimin

umurunda! Hiç şüphe-

siz polisiye okurunun

umurunda. Burada

çocuk suçlular gibi

hassas bir konunun

bir bulmaca gibi

değil de sosyal ve

psikolojik boyutla-

rıyla ele alındığını

görüyoruz. Diğer ta-

raftan “Suça itilen ço-

cukların tarumar edil-

miş hayatları ortadayken,

kim, neden, nasıl yapmış, ki-

min umurunda!” şeklinde de okunabi-

lir Günday’ın öyküsü pekala.

İlknur Özdemir bir intikam hikaye-

si anlatmış. Katil bir cinayet işlemek

üzere yola çıkıyor ve sürpriz yok, cina-

yeti işliyor. Hikâyedeki gerilim, klasik

polisiyedeki “katil kim?” sorusundan

ziyade, kimliği bilinen fakat eylemi he-

nüz gerçekleştirmemiş müstakbel kati-

lin, cinayeti gerçekten işleyip işlemeye-

ceği üzerine kurulu. İyi yazılmış bir aşk

cinayeti okuyoruz. Yukarıda sorduğu-

muz soruya burada cevap verebiliriz

sanıyorum, cinayetin varlığı hikâyeyi

polisiye yapar mı? Özdemir’in öykü-

sünde katilin karak-

teri, ruh hali çok ba-

şarılı bir şekilde tas-

vir edilmişken, cina-

yetin soruşturulması-

na ilişkin hiçbir detaya

yer verilmemiş. Polisiye

süreçler öyküye dahil edil-

memiş. Katilin ne yaptığını,

neden yaptığını, cinayeti nasıl işle-

diğini bilmemize rağmen, onun sonra-

sında neler yaşadığını bilemiyoruz. İlk-

nur Özdemir dokunaklı bir aldatma ve

cinayet hikâyesi anlatıyor ve polisiye-

nin başladığı yerde öyküsünü noktalı-

yor. Katil hemen teslim oldu mu, kaçı-

yor mu, geride iz bıraktı mı, şahit var

mı gibi sorular polisiye okuru için ha-

vada kalıyor.

Hacer Yeni’nin öyküsü “Kar-

men”de muamma öyküden değil, yaza-

rın üslubundan kaynaklanıyor. Kardan

adamın öldürülen koca olduğunu biraz

sonra anlıyoruz. Cinayet sebebi de

kendisini çabucak ele veriyor. Fakat za-

ten “kim?”, “neden?”, “nasıl?” gibi so-

rularla ilgilenmiyor yazar. Türkiye’de

artık kanıksanmış kadına karşı baskı ve

şiddetin yakıcı bir şekilde dile geldiği

öyküde ana karakter -katil, alışageldi-

ğimiz sorunlu katil tipiyle hiçbir akra-

balık bağı taşımıyor. Dahası burada ka-

tili, ezilen kadının cinnetinin temsili

gibi okumak daha doğru olur. İlknur

Özdemir ve Hakan Günday’ın öyküleri

için söylediğimiz gibi her cinayet polisi-

ye olmuyor.

Tuna Kiremitçi’nin “Vitoşa’nın Sır-

rı” öyküsünde ise diğerlerinden farklı

olarak muamma var fakat burada da

muammanın çözümü okurdan esirge-

niyor. Akıllıca bir tercihle, bi-

limkurguya meyleden hi-

kâyesini Türkiye dışın-

da, Sofya’da kurgu-

luyor Kiremitçi.

Vaatkar bir cina-

yet vakasının içe-

risine okurunu

çabucak alıveri-

yor. Fakat sonra-

sı gelmiyor. Tıpkı

komiser Ata-

nas’ın tatmin edi-

lememiş intikam

duygusu gibi okurun

da macera duygusu yarı

yolda bırakılıyor. Yine de Ki-

remitçi’nin öyküsü bir bilimkurgu pa-

rodisi olarak zevkle okunuyor.

Elbette bütün öyküler birbirinden

farklı. Aslı E. Perker’in üç maktulün

bulunduğu failsiz aile trajedisi; Yekta

Kopan’ın sokak hayvanlarının karşı

karşıya kaldığı tarifsiz şiddeti bir

cinayet ve delirme hikâyesiyle bir-

leştirdiği “Doğum Sancısı”; Doğu

Yücel’in daha ziyade bir zamanla-

rın meşhur ve tadına doyulmaz

“Alacakaranlık Hikâyeleri”ni

anımsatan esprili “Noel Babayı

Kim Öldürdü Lan” hikâyesi, Sibel

Oral’ın deneysel “Kiralık Yazar”ı ve

diğerleri.

Her öykü, kitap için belirlenen

üst başlığın ve temanın ötesinde bir

bakışla okunursa daha isabetli olur

diye düşünüyorum. Polisiye beklenti-

si okurda belli belirsiz bir boşluk

duygusu yaratabilir zira.

Bir damla kan yere düşer, bir çift

ayak koşarak uzaklaşır ve kar izleri

örter: Polisiyenin başladığı yer tam da

burası değil mi?

(Kar İzleri Örttü, Kolektif,Kırmızı Kedi Yayınları, 300 s.)

Öyküler,klasik anlamda

polisiye olmaktanuzaklar ve rahatl�kla

ba�ka bir ba�l�k alt�ndada bir araya gelebilirler.

Fakat yine her biritoplumun gerçekçi birer

kesitini sunmakkonusunda hayli

ba�ar�l�lar

�lknurÖzdemir bir

intikam hikayesianlatm��. Hikâyedeki

gerilim, klasikpolisiyedeki “katil kim?”

sorusundan ziyade,cinayeti gerçekten

i�leyip i�lemeyece�iüzerine kurulu

4 OCAK 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAPKAPAK

Page 14: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP

Teninde böcek yürüyormuşça-

sına, kaşındırıyordu tutkusu. Dört

duvar arasında, yağamayan gri bir

buluttu Sade. Marquis de Sade!

Hayatının yirmi yedi yılını hapisha-

nede geçiren Marki’nin, diğer gü-

nahkârlardan ayrıldığı yegâne nok-

ta; başı darda olsa dahi, yaptıkla-

rından asla pişman olmayışıydı.

“Papaz: İnsani zaaflar ve güç-

süzlükler sonucu sürüklendiğiniz gü-

nahlarından dolayı pişman mısınız?

Can Çekişen Ateist: Doğa tara-

fından çok canlı tatlarla, çok güçlü

tutkularla yaratılmışım; bu dünyaya

kendimi bunlara adamak ve bu tut-

kularımı tatmin etmek için geldim ve

yaradılışımın bu sonuçları, yalnızca

doğanın temel tasarımlarıyla ilinti-

li gerekliliklerdir. Ya da istersen

şöyle söyleyeyim, benimle ilgili kur-

duğu tasarımların türevleridir sa-

dece, hepsi onun yasalarına göredir,

onun tüm gücünü tanıyamamış ol-

duğum için pişmanın yalnızca… Si-

zin saçma öğretileriniz yüzünden

körleşerek arzularıma meydan oku-

dum, oysa bu arzular bana ila-

hi bir ilhamla ulaşmıştı.”

Kafekültür Yayıncı-

lık tarafından dilimize

çevrilen, Marquis De Sa-

de’in kaleme aldığı; “Can

Çekişen Ateist ile Papa-

zın Konuşması” adıyla

Türkçeleştirilen eser, ki-

taptan çok bir kitapçık

mahiyetinde... Önsöz ya-

zısının olmaması ve eserin

kronolojik konumunun

dahi belirtilmemesi, ya-

yıncılık anlamında menfi olarak

görülebilse de, edebiyat tarihi açı-

sından öneme haiz bu metni, dili-

mize kazandırması açısından ya-

yınevini kutlamak gerek…

Söz konusu metin, 1782 yılında

Sade tarafından hapishanede yazı-

lıyor. İdama mahkum bir ateist ile,

onun günahlarından arınması ve

affedilmek için Tanrı’ya yakarması

adına tebliğde bulunan bir papazın

kısa diyalogundan oluşuyor. Sade,

ateistin ağzıyla kendi fikirlerini ve fel-

sefesini kağıda döküyor. Yine idama

mahkum bir hükümlüyken… Bu

sebepten metin, otobiyografik bir

muhteva da kazanıyor. Kitap ha-

cimce kısıtlı olmasına karşın, papaz

ve ateistin düellosundaki esaslı so-

rularla; derin bir felsefi tartışmanın

kapılarını aralıyor. Bilhassa ateistin,

yüzyıllardır süregelen ve nice düşü-

nürlerin kendilerince cevap aradığı

soruyu papaza ve onun şahsında

tüm ilahi kaynağa dayalı doktrinle-

re yöneltmesi, okuyanın zihninde

soru işaretleri yaratıyor:

“Sahiden de büyük insanmış.

(Yaratıcıyı kastederek) Peki o za-

man, madem bu adam bu kadar güç-

lü senin bozulmuş olarak nitelediğin

bir doğayı neden yarattı?” Yalnızca,

“Tanrı’nın doğayı neden yarattığı”

sorusu bile meraklı okuyucuyu; çok

farklı kaynaklara, muhtelif fikir tar-

tışmalarına taşıyabilecek nitelikte…

Sade, toplumun doğası gereği kolay

yıkılmayan, değişime direnen ve

varlığını uzun süre devam ettiren sos-

yal yapılar kurduğunu ancak bu ya-

pıların doğaya aykırı olduğunu sav-

lıyor. Çünkü ona göre doğa, yapısı

gereği yıkıcıdır. Referans noktası dai-

ma doğa oluyor Sade’ın! Ve doğanın

insandaki yansıması ol-

duğunu düşündüğü iç

güdüler… Şöyle söyle-

yecektir: “Hayır inan-

mıyorum, sebebim de

çok basit, bir insan an-

lamadığı bir şeye ke-

sinlikle inanamaz. An-

layış ve inanç arasında

aracısız bağlar olmalı-

dır; eğer anlayış dev-

rede değilse, inanç ölür

ve eğer böyle bir du-

rumda inandığını söy-

lüyorsa yalan söylüyordur. Bence sen

de inanmaktan vazgeç, çünkü onu

bana kanıtlayamayacaksın, çünkü

onu bana tanımlayabileceğin kadar

içinde değil senin, çünkü aslında sen

de onu anlamış değilsin!” Sade,

“Dinler Felsefesi” kitabında daha da

ileri gidecek ve bütün dinleri şeyta-

nın eseri olmakla suçlayacaktır.

Tanrı’nın varlığına ve yarattığı dü-

zene inanmayan Sade’ın, dinleri yine

teolojik kaynaklarda geçen “şeytan”

tabiriyle tanımlaması bir tezat el-

bette… Aynı metin içindeki başka bir

çelişki ise, Sade’ın “insan anlamadı-

ğı şeye inanmaz, ben yalnızca apaçık

olana inanırım” düsturundan hareket

edip; sonrasında doğanın meydana

gelişini, “…sonuçta her şey ilksel bir

nedenin türevi olabilir, bu ilk ne-

dende ne akıl, ne bilgelik olmaksı-

zın” diyerek, doğanın nedenselliği-

ni akılla izah edilemez bir gerekçe-

ye dayandırması…

Goethe, “Faust” adlı o muaz-

zam kitabında, insanın şeytanla

pazarlığını oldukça lirik bir dille an-

latır. Sade ise, şeytanla pazarlık ma-

sasından çoktan kalkmış; onu kont-

rolü altına almıştır. Düşünce düz-

leminin çizgileri, son derece kesin

ve nettir. Tasavvuf alimleri, “hırsız

zengin eve girer” veciziyle şeytanın

ruhunda iyilik olanlara daha çok

yaklaştığını ve vesvese verdiğini

ileri sürerler. Sade’ın hırsızı ise ar-

tık ev sahibidir.

Tüm bunların yanı sıra, Sa-

de’ın sahip olduğu özellikler; onu

“kusursuz dürüst” sıfatına da eriş-

tirmiştir. “Ya beni öldürün, ya da

böyle kabul edin; çünkü ben bu-

yum!” diyen odur. Belki de kendi-

sini, doğa dışında hiçbir ahlakı ve

yaşam biçimini kabul etmeyip; ni-

hilist olmaya vardıran tek bir etken

vardır: Sefahat düşkünlüğü! Kita-

bın sonunda, papazın ateist karşı-

sında yetersiz kalışı ve insani zaaf-

larına teslim oluşu, yine bu sefahat

düşkününe yaraşır bir sonla kari-

katürize edilmektedir:

“Can çekişen adam zili çaldı,

kadınlar içeri girdi ve vaiz onların

kollarında doğa tarafından bozul-

muş bir adama dönüştü, bozul-

muş doğanın ne olduğunu nasıl

açıklayacağını bilmediğinden.” Bu

paragraf Sade’e göre, ateistin hem

ölmeden önceki son arzusu hem de

zaferidir.

Sade, kendi hayatında ise; ne

yapıp edip idamdan kurtulacaktır.

Uzun yıllar hapis hayatı yaşayan

kötü çocuk, zindanda kaldığı yıl-

larda en önemli eserlerini verecek

ve binlerce sayfalık pornografi ya-

zıları yazacaktır. Bu romanlarının

arasında, ünlü “Justine” romanı da

yer almaktadır. Bu romanlarda

kırbaçlama makinesi, tecavüz ma-

kinesi gibi sıra dışı buluşlarına da

yer vermiştir. Yazılarında en belir-

gin yan ise, bütün kadınlara karşı

kin kusmasıdır. Özellikle de ken-

disini ele veren kayınvalidesine…

Romanlarında bir nefret duygusu

hep olmuştur. Annelerine karşı

nefret hisseden erkek karakterle-

ri romanlarında kullanmıştır. An-

nelik kavramına şiddetle saldır-

mıştır. Onun belki de tek istisnası,

karısı Renee-Pelagie de Montre-

uil’dir; nam-ı diğer Markiz… (Not:

Sevgili okur, Sıbylle Knauss’un

Sade ile karısının hayatını anlatan

romanı, “Markiz” hakkında ya-

zım; Aydınlık Kitap’ın 17 Ağustos

2012 tarihli sayısında yayımlan-

mıştır.)

Sadizmin kurucusu olarak ka-

bul edilen Marquis De Sade’ın, bu

esaslı felsefeci, edebiyatçı ve pra-

tisyenin, çelişkileri ve çürütülebi-

lir tezleri olsa da, insan zihninin ka-

ranlık noktalarına yönelttiği soru-

lar bir hayli sarsıcı… Bu açıdan ve

Sade’ın kendi düşünsel kronoloji-

sinde yer alması bakımından raf-

larımızda olması gereken bir me-

tin, “Can Çekişen Ateist ile Papa-

zın Konuşması”… Yalnızca otuz

dört sayfalık bu kitabı tek solukta

okuyacak ancak yarattığı dalga-

lanmada uzun süre demir alama-

yacaksınız!

Çünkü kitap, karanlığa gönde-

rilmiş bir mektuptur…

( Marquis de Sade, Can Çe-kişen Ateist ile Papazın Konuş-

ması, Kafekültür Yayıncılık,Çev: Asena Yalınız, 34 s.)

Kötü çocuk ve son arzusuSöz konusu metin, idama mahkum bir ateist ile, onun günahlar�ndan ar�nmas� ve affedilmek

için Tanr�’ya yakarmas� ad�na tebli�de bulunan bir papaz�n k�sa diyalogundan olu�uyor.Sade, ateistin a�z�yla kendi fikirlerini ve felsefesini ka��da döküyor

DAĞHAN DÖ[email protected]

Ateistin,yüzyıllardırsüregelen ve nicedüşünürlerinkendilerincecevap aradığısoruyupapaza ve onunşahsında tümilahi kaynağadayalıdoktrinlereyöneltmesi,okuyanınzihninde soru işaretleriyaratıyor

Marquis de Sade

KARANLIĞA MEKTUPLAR, 3

Page 15: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP

Her zaman kendine has üslubu ve

bükülmez diliyle kendini sevdiren ya-

zar Nihat Genç, Türkiye’nin içinde bu-

lunduğu büyük “adalet” karmaşası

içerisinde yeni bir kitapla okurlarıyla

buluştu: “Aslanlı Yola Doğru”. Halkın

sokaklara döküldüğü ve ülkedeki si-

yasete, karşı geliş sergilediği bu döne-

min esaslı bir tablosunu yine kendi üs-

lubuyla bize sunuyor. Nihat Genç’le son

kitabı üzerine konuştuk.

Yeni kitabınız “Aslanlı Yol’a Doğ-ru”da gelişen halk muhalefetine dair“Cumhuriyet bu yüz binleri arkasın-da bulduğu müddetçe hiçbirimize ha-vada karada ölüm yok” diyorsunuz.Sokağa çıkan yüz binler sizin gibi biredebiyatçıya neler hissettiriyor? AslanlıYol’dakiler bugün “suçlu” konumunagetirilmeye çalışılıyor. Siz-ce gelecek bize neler gös-terecek?

“Aslanlı Yola Doğru”

kitabım Ergenekon ope-

rasyonları başlangıcından

beri Ergenekon iftiralarına

karşı yazdığım dördüncü

kitap, ilki “İşgal Yılları”,

ikincisi “Yurttaşların Cin-

lerle Savaşı”, üçüncüsü

“Beni Kandırası Umman

Bulunmaz”, dördüncüsü

“Aslanlı Yola Doğru”. ODA

TV'de sekiz kişiydik malumunuz yedi-

si içeri alındı, ODA TV'de Şahin, Fet-

hi ve Hakan adlı üç gençle başbaşa kal-

dık. Yandaş medyanın topluca saldırı-

lara başladığı o ilk günden beri, bütün

suçlamalara kim, nerede, ne iftira etti,

yetişebildiğimiz duyup gördüğümüz

hepsine seri cevaplar vererek işe baş-

ladım. Hepsine de yetişmek zaten

mümkün değildi, ama en ağır suçla-

maları en ön plana alıp tek tek cevap-

ladım. Tabii iftiraların hukuki bir yanı

olmadığından yüzde yüz emin olduğum

için daha çok işin siyasi, felsefi, psiko-

lojik yönlerini ve o en ağır şartlar altında

sert bir mizah kullanarak cevaplama-

ya çalıştım. Ergenekon iftiraları bugün

gücünü varlığını hepten topyekün kay-

betti, ama o saldırıların yoğunlaştığı

günleri düşünün, etrafımızda bu ifti-

ralara cevap verecek neredeyse tek kişi

kalmadı. Şahin, Fethi, Hakan ve ben,

gücümüz yettiğince rüyamda görsem

inanmayacağım çok müthiş bir müca-

deleye giriştik. Tek bir amacımız vardı,

bütün medya yüzde doksan itibariyle if-

tiralarla saldırıyor ve sizi de yok etme-

ye çalışıyor, bunun bir yok etme girişi-

mi olduğunu ta baştan biliyordum, bu

yüzden yapacağım tek şey bu siteyi tu-

tuklanan arkadaşların mahkeme ifa-

deleri hazırlanıp yayınlanacağı güne ka-

dar tutmaktı. Çünkü Ergenekon süre-

cinde gördük ki çok insan masumca ifa-

desini belgeleriyle mahkemede söylü-

yor ama duyan yok, amaçları bu, duyan

kalmasın. Bu yüzden siteyi çok canlı

ayakta tutmalıyız ve arkadaşlar ifade-

lerini verdiğinde bu ifadeleri yüz bin-

lerce insana ulaştırmak, işte bütün

kutsal telaşımız buydu.

Bu saldırıların ilk amacı

bizi boğmak boğuntuya

getirmekti, kırdık, aksine

iftira atanları dur durak

bilmeden çalışarak ya-

zarak bataklıklarına gö-

müverdik, bu yüzden

arkadaşlar bir gün ifa-

deleri verdiğinde bu bü-

yük yandaş boğuntusu

içinde kaybolmasınlar

korkumuz korkuların

en büyüğüydü, işte bu dört kitabın

macerası kısaca budur.

“Umut” baskıya karşı önemli birsilah mıdır? İnsanlar bazı zamanlar-da umutsuzluğun ağına düşüp müca-dele etmekten vazgeçebiliyor. Umut bu-gün Türkiye’de nerede?

Ben umuttan mumuttan anlamam,

böyle umutlu lafları da sevmem, ben işi-

me bakarım, umut varsa da işimi coş-

kuyla yaparım umut yoksa da dıngı-

lımda değil, yine büyük bir özenle işi-

mi yaparım. Benim işim de yazarlık, üs-

telik edebiyatçıyım. O halde derdimi,

bir avukatın hukuk dili ile değil, ede-

biyatın hikaye tekniğini kullanarak

geniş kitlelere daha anlaşılır ve çarpı-

cı şekilde anlatmalıyım, kendime ver-

diğim görev buydu. Bu son beş sene-

de bu birbirinden renkli onlarca ar-

kadaşım telefonu selamı sabahı dahi

kestiler, kitaplarımda bu zavallıların da

hikayeleri bolca mevcuttur. Hatta ilk

operasyonlar başladığında ileride isim-

lerini tek tek vereceğim sevinmeye gö-

bek atmaya başladılar, işte ne güzel fo-

yaları ortaya çıktı, meğer derin devlet

bunlarmış diye zil takıp topluca eğ-

lendiler. Ve arkadaş çevresinden ve

medyasından maliyesine kadar dolu

dizgin aralıksız bir saldırı düzenlediler.

O gün yazdığım bir yazıda aynen şöy-

le söylemiştim, ya kaçarsın ya göğüs gö-

ğüse savaşırsın, ben göğüs göğüse sa-

vaşı tercih ettim ama şu espriyi yaz-

madan da edemedim, bu saatten son-

ra kaçsan mermiyi sırtından yersin, hiç

değilse mermiyi alnımızdan yiyelim, de-

dim. Bu toprağın en zor gününde

dahi bir bilinmez gücü var, bir biriki-

mi var. Bu birikimi oluşturan herkes ar-

tık ebedi arkadaşlarımdır. Düşünün eli-

mizde ayağımızda yok, cebimizde beş

kuruş para yok, imkan hiç yok. İşte böy-

le günlerde, karşı cepheyi yani elinde

virüsler, bilgisayarlar, savcılar büyük bir

medya olan karşı cepheyi darmadağı-

nık ettik, kalbura eleğe çevirdik, ki-

taplarım bu iftiraları nasıl göğüsledi-

ğimizin bir küçük özetidir.

Ambargoya uğradığınız dönem-lerde özellikle genç kitleler tarafındanmedyada her gün gördüğümüz isim-lerden bile daha çok okunduğunuzu bi-liyoruz. Bu çelişkiyi nasıl değerlendi-riyorsunuz? Nihat Genç sivri tavrın-

“Onlar ‘medyanın Fosforlu Cevriyeleri’Amerikancı sivil kurumların cicişleri”

NİHAT GENÇ İLE SON KİTABI “ASLANLI YOL’A DOĞRU” ÜZERİNE SÖYLEŞİ...

Bir zaman kendilerini reklam�n gücüyle bir �ey san�yorlar ertesi gün yoklar. Bu türlerden i�renerekkendimi geli�tirdim, çok uzun y�llar aç kald�m, çok uzun y�llar paras�z kald�m ama sadece edebi

metinlerimin telifiyle altm�� ya��na kadar hayat�m� idame ettirmeyi ba�ard�mDAMLA [email protected]

Sözümonayazarlar

kanlakelimenin

aynı şeyolduğunun

farkındadeğiller

Nihat Genç

dan hiç vazgeçmedi. Korku duymadınızmı hiç? Biraz frenlesem kendimi diye dü-şünmediniz mi?

Ben basın tarihimizde sağcısından

solcusuna, ilericisinden gericisine, medya

dergisine kadar en çok sansür uygulanan

yazarım, buna alıştım, Leman dergisinde

onlarca yıl yazdım ve yazılarımı yüz bin-

lerce insana okuttum, peşinden hikayele-

rimi yüz binlerce insana taşıdım, sonra tel-

evizyon programlarıyla kendi okuyucumu

kendim inşa ettim. Kimsenin röportajına,

reklamına, tanıtımına muhtaç olmadım.

Etrafta birbirine fare kuyruklarıyla bağ-

lanmış, hep bir arkadaşlığa, ideolojiye ya

da patrona angaje olmuş yüzlerce zaval-

lı var. Bir zaman kendilerini reklamın gü-

cüyle bir şey sanıyorlar ertesi gün yoklar.

Bu türlerden iğrenerek kendimi geliştir-

dim, çok uzun yıllar aç kaldım, çok uzun

yıllar parasız kaldım ama sadece edebi me-

tinlerimin telifiyle altmış yaşına kadar

hayatımı idame ettirmeyi başardım, bu-

güne kadar burnumdan kıl aldırmadan ke-

limelerimle omuz omuza geldik işte. Ben

onun bunun torpili kayırmasıyla değil

nara atarak bugünlere geldim, naramı duy-

mayan kalmadı. Hadi bir daha atayım; bu

beş kitabımın içinde toplasan 10-15 tane

ancak var ama bu kitaplar öncesi yazdığım

yüz ellinin üstündeki hikaye için söylüyo-

rum, yazarım diyenlerin alayına, size otuz

yıl avans veriyorum, bu hikayelerimden sa-

dece bir tanesini edebi estetik değer ola-

rak aşmaya çalışın, medyanın hayal ürü-

nü kayırma balonları uçup biter, geriye sa-

hici eserler kalır, olağanüstü keskin duy-

gular, hadi, son otuz yılına bire bir şahit ol-

duğumuz bu toprakların en trajik günle-

rine dair dokunuşlarınız duygularınız tas-

virleriniz resimleriniz ya da derin zevkle-

riniz, derin mizahınız ya da derin şaşkın-

lıklarınız nerede, yapamazlar, henüz bu sö-

zümona yazarlar kanla kelimenin aynı şey

olduğunun farkında değiller. Onlar med-

yanın Fosforlu Cevriyeleri, Amerikancı si-

vil kurumların cicişleri. Bilge insanların ilk

ve vazgeçilmez dostu, medya patronları ar-

kadaşlar, ideolojiler değil. Kelimelerin

suratları olduğunu bilmezler, edebiyatla

uğraşan bir insan kelimelerden başka ata

oynarsa sonları işte böyle soytarılık olur.

(Aslanlı Yol'a Doğru, Nihat Genç,Kırmızı Kedi Yayınevi, 238 s.)

Page 16: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP

Türkçe şiirlerin şairiMEHMET EMİN YURDAKUL:

Mehmet Emin Yurdakul, milli bir duru�la ve sorumluluk duygusuyla yaz�yordu. Sanat anlay���güzelin ayn� zamanda iyi olmas�na dayan�yordu. Bu nedenle, Türklük, Türk’ün kahramanl���

temalar�n� i�leyen �iirleriyle tan�nsa da asl�nda o milletin bütün hayat cepheleriyle ilgili olmu�turCAFER [email protected]

Tanzimat şairlerimiz eski şiirin

içeriğini değiştirdiler fakat dil ve

şekil bakımından onun devamı ol-

dular. Tanzimat, yeninin eski kalıp-

lar içinde sesini haykırdığı bir ede-

biyattı.

Namık Kemal’in o ünlü kaside-

sinde ne padişah ne de bir vezir var-

dır gür sesiyle kurduğu övgünün

odağında.

“Muini zalimin dünyada erbab-

denaettir

Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-isa-

fa hizmetten”

(Dünyada zalimlerin yardımcıla-

rı kötü insanlardır, insafsız avcıya

hizmet etmekten zevk alanlar kö-

peklerdir.)

*

“Ne mümükün zulm ile bidad ile

imha-yı hürriyet

Çalış idraki kaldır muktedirsen

ademiyetten”

(Zulmle işkence ile hürriyeti or-

tadan kaldırmak mümkün değildir,

eğer kendinde o gücün olduğuna ina-

nıyorsan insanlığın zihninden hürri-

yet düşüncesini yok et.)

*

“Ne efsunkâr imişsin ey didar-ı

hürriyet

Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk

esaretten”

(Ey hürriyetin güzel yüzü, ne bü-

yüleyiciymişsin, gerçi kurtulduk esa-

retten fakat senin aşkının esiri olduk.)

Üç beytini aktardığım ama tümü

otuz bir beyit olan kasidesinde Namık

Kemal zalimi ve zalime yardakçılık

yapanları aşağılar. Milleti, millet yo-

lunda fedakarca çalışanları yüceltir.

Hürriyetin ne denli nadide bir değer

olduğunu anlatır.

Ziya Paşa da gazelinde ne ka-

dınların güzelliğinden ne de sevgiliyle

birlikte gezilen, eğlenilen gül bahçe-

sinden söz eder. İslam ülkelerinin yok-

sulluğuna dikkat çeker, hükümetle-

rin zalimane ve insanlık dışı uygula-

malarından haber verir:

“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler

kâşaneler görgüm

Dolaştım mülk-i İslamı, bütün vi-

raneler gördüm”

(Küffar diyarını gezdim, köşkler

ve bayındır şehirler gördüm; dolaştıım

İslam ülkelerini harabeler, viraneler

gördüm.)

*

“Bulundum ben dahi darüşşifa-

yı Babıâlide

Felatun’u beğenmez anda çok

divaneler gördüm”

(Bir zamanlar ben de Babıâli de-

nilen hastanede bulunmuştum, ora-

da Eflatun’u beğenmeyen nicediva-

neler gördüm.)

*

“Cihan namındaki bir maktel-i

âma yolum düştü

Hükümet derler anda bir nice sal-

haneler gördüm”

(Bir gün adına dünya denilen ve

insanların topluca katledildiği bir

yere yolum düştü, orada hükümet de-

nilen mezbahalar gördüm.)

Namık Kemal’in olsun Ziya Pa-

şa’nın olsun düşünceleri yeni fakat ifa-

de araçları ve biçimleri eskidir. Bu du-

rumun, onların edebiyatının daha

geniş kesimleri kucaklaması ve daha

geniş kesimleri etkilemesinde olum-

suz bir role sahip olduğu gerçektir.

Şöyle de söyleyebilirim. Eski duyar-

lılığı yıkan Tanzimat kuşağı yeni du-

yarlılığı millete taşıyacak araçları

edinemedi. Bununla birlikte, belki de

nedenidir, milletle buluşacak bir dü-

şünsel berraklık ve olgunluğa da he-

nüz ulaşmış değildi.

İmparatorluğun girdiği her sa-

vaşta, savaştığı her cephede ölümcül

darbeler aldığı tarihin yoğunlaştığı bir

kesitte milletin beklediği ses Mehmet

Emin Yurdakul’dan geldi:

“Ben bir Türk’üm dinim, cinsim

uludur,

Sinem, özüm ateş ile doludur,

İnsan olan vatanının kuludur,

Türk evladı evde durmaz gide-

rim.”

Onun 1897’de yayımlanan “Cen-

ge Giderken” şiiri sızlayan milli vic-

danlara merhem oldu. Sonu gelme-

yen yenilgilerin yarattığı karamsarlık

içinde havai fişekler gibi parladı ve

milletin iç dünyasındaki karşılığını

buldu.

Mehmet Emin Yurdakul, milli bir

duruşla ve sorumluluk duygusuyla ya-

zıyordu. Sanat anlayışı güzelin aynı za-

manda iyi olmasına dayanıyordu. Bu

nedenle, Türklük, Türk’ün kahra-

manlığı temalarını işleyen şiirleriyle

tanınsa da aslında o milletin bütün ha-

yat cepheleriyle ilgili olmuştur. Ba-

lıkçıların, demircilerin, çiftçilerin,

yetim çocukların, düşkün ihtiyarların

yaşamından aksettirdiği çizgiler az de-

ğildir şiirlerinde. Emekten daima

saygıyla söz etti, yoksulluk karşısında

ıstırap duydu ve isyanını ortaya koy-

du. Tabii ki bu realiteleri millet bi-

linciyle bütünleştirerek işledi:

“Biz Türklere çiftçi millet diyorlar.

Evet, Oğuz Han gününden eli-

mizde sapan var;

Bizim için en aziz şey topraktır.

En iyi hal alında ter, elde nasır ol-

maktır.”

(Ey Genç Çiftçi şiirinden)

Zaman oldu “Ey hemşehri! Sakın

kesme, yaş ağaca balta vuran el on-

maz” diye seslendi. Zaman oldu “Pa-

çavralar altındaki yoksul beni yaralar”

diye reddiyede bulundu.

Atatürk’e inandı ve onun tarihsel

inşaasını sahiplendi.

Sanatını,düşünceufkunu,siyasal

çabalarınıbütünüyle

Türkmilletinin

oluşumunaadamışidealistolduğu

kadar darealist bir

şairdir o

Mehmet Emin Yurdakul

Tabii ki edebiyatımızda hak ettiği

yeri aldı. Belirtmem gerekir ki Mehmet

Emin Yurdakul’un edebiyatımızdaki

yeri hece ölçüsü düzeninde, anladığımız

dilde şiirler yazmasıyla sınırlı değildir.

Bunlarla birlikte ve daha önemli olanı

milletleşme sürecimize yaptığı katkı-

lardır.

Sanatını, düşünce ufkunu, siyasal ça-

balarını bütünüyle Türk milletinin olu-

şumuna adamış idealist olduğu kadar da

realist bir şairdir o.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında etkisi

ve ünü doruğuna ulaşmıştır. Artık ya-

nında güçlü yol arkadaşları da vardır.

Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmet, Fuat

Köprülü, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ce-

lal Sılay bunlardandır.

“Biz Nasıl Şiir İsteriz”, “Benim Şi-

irlerim” şiirlerinde poetikasını açık ve iç-

ten bir anlatımla ortaya koymuştur.

Dili ve anlatımıyla olsun, duygu at-

mosferi ve düşünsel bakışıyla olsun

onun poetikasına bütünüyle uygun düş-

tüğü kadar etkileyicilik çıtası en yüksek

şiirlerinden biri de “Bırak Beni Haykı-

rayım”dır. Bu şiirden iki bölüm aktar-

mak isterim:

“Ben en hakir bir insanı kardeş sa-

yan bir ruhum

Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya

iman var

Paçavralar altındaki yoksul beni ya-

ralar

Bırak beni haykırayım, susarsam

sen matem et

Unutma ki şairleri haykırmayan bir

millet

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk

gibidir.”

Mehmet Emin Yurdakul 1869 yı-

lında İstanbul’da doğdu. Ateşini fitille-

yenlerinden olduğu milletleşme süreci-

mizin Atatürk dönemine tanıklık etti.

1944 yılında bu dünyadan ayrıldı. Gö-

zünün açık gitmediğini, aklının arkada

kalmadığını çıkarsayabiliriz.

Ne hazindir ki onun ölümünün alt-

mış sekizinci yılında ülkemiz bölünme

ve birliğimiz bozulma tehdidi altındadır.

Hilafsız ve çekincesiz sesine ihtiyaç

duyduğumuz günlerde yaşıyoruz. Tarih,

onu bir kez daha gündemimize taşımış

bulunuyor.

Page 17: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAPGÜLDEN TERAZİ

Kapı Yayınları, romanımızın ilk ör-

neklerini yeniden yayımlarken, Selim İle-

ri’nin kısa bir değinisi ile yayınevi imzalı bir

de inceleme eklemiş. İnceleme dört roma-

na da salt roman penceresinden baktığı için

her kitapta yazarları hakkındaki bilgi, an-

siklopedik bilgi türünden öteye geçememiş.

Oysa Recaizade Mahmut Ekrem, ölümü-

nün 100. yılı yaklaşırken çok daha kapsamlı

araştırma inceleme ve değerlendirmeleri hak

eden bir edebiyat insanımız.

“Zamanın dik durmak hakkını kaybet-

miş başları arasında hiçbir gölgenin en

ufak rastlamasıyla örtülmemiş başı elbette

bütün gururuyla yükselebilir, tenkid ve sitem

salahiyetlerine tamamiyle malik olan sesi yu-

kardan inen bir ceza kuvvetiyle kendisini işit-

tirebilirdi; o bu bakımdan Tevfik Fikret’le

aynı seviyede, hayır, aynı yükseklikte idi.”

Ona “azametli” ve “kibirli” diyenlere Ha-

lit Ziya Uşaklıgil’in “40 Yıl” adlı edebiyat anı-

ları kitabında verdiği bu yanıt (İnkılap ve

Aka, İstanbul 1969, sf. 435), Recaizade

Mahmud Ekrem’in edebiyat ve aydınlar ta-

rihindeki yeri ve önemini de gösteriyor.

Ekrem Bey’in edebiyat ve aydınlar ara-

sındaki yer ve önemini çok daha önce his-

seden Namık Kemal’in 1879’un Ocak ve Şu-

bat aylarında yazdığı iki mektuptan biri, ve-

kalet vereceği, kalemini devredeceği iki

“kardeş”ten birini “Araba Sevdası”nın ya-

zarında bulmaktadır. (Kendisinden sonra-

ya vekil bırakmak bir divan şiiri geleneğidir.

18. yüzyılda, divan şiirinde Reis-i Şairan se-

çilen şair kendisinden sonraki reisi belirle-

me hakkına da sahip. Bu geleneğin içinden

gelip, devrimci bir yorumla ona yeni bir öz

ve biçim veren büyük şair, vekalet kurumuna

da devrimci bir özellik kazandırıyor.)

KALEM�DEVRALACAK KARDE�

Namık Kemal, Abdülhamit diktatörlü-

ğünün ilk yıllarında memuriyetle sürgün bu-

lunduğu Midilli’de hem Abdülhak Hamid,

hem Ekrem beylere ayrı ayrı, ama hemen

hemen aynı cümlelerle, elinden düşecek ka-

lemi kaldıracak iki kardeşi olduğunu yazar.

Recaizade Ekrem Bey’e “Hürriyet şehitle-

rinden sayılırım, elim kalem tutmak iste-

miyor” demektedir; “bununla birlikte, be-

nim eğer elimden düşen kalemi bir gülle ile

şehit olmuş bir bayraktarın bayrağı gibi kal-

dırmak isterseniz, uymaya hazırım. (…) Ek-

rem, biraz düşünelim. Bizim yaş kırka var-

dı. Ben ihtiyarladım, yeteneğimce ne ya-

pabileceksem onu da yaptım. (…) İnancı-

ma göre, ihtiyarlara uymayan gençler inat-

çı ise, gençlere uymayan ihtiyarlar da bağ-

naz sayılır.” (Türkdili dergisi, Mektup özel

sayısı, Temmuz 1974, sf. 117-118, Sadeleş-

tiren: Cevdet Kudret).

KAN DE��L B�RKAÇDAMLA MÜREKKEP

Namık Kemal, Abdülhak Hamid’e yaz-

dığı mektupta da şairden, kan değil birkaç

damla mürekkep istemektedir:

“Ademe her feyz vatandan gelir dize-

si ne büyük bir gerçektir. O zamana dek her

neye çalışırsam istekle çalışırdım. Şimdi

ödev duygusuyla çalışıyorum. Kemal’in

elinden hemen düşmekte olan kalemi –yur-

du yolunda şehit olmuş bir sancaktarın ba-

şucuna dikilecek bayrak gibi- düşkünlük

toprağından kaldıracak iki kardeşim var ki

Ekrem ile sensin! Tanrıya ait büyük mah-

keme pek yüce, tarihin gerçek yargısı çok

uzaktaysa da, ikisinin önünde de benden

sonra siz sorumlusunuz. Yurt bugün ya-

zından gördüğü yararı, askerlikten başka

hiçbir şeyden görmedi. Şinasi öte dünya-

ya göçtü. Beni önünüzde görüyorsanız

çaba gösterin. Sizden kan istemiyorum;

çünkü çok kolay vereceğinizi bilirim. Bir-

kaç damla mürekkep istiyorum.” (A.g.e., sf.

120-121, Sadeleştiren: Halûk Aker).

Vekaleti/kalemi Ekrem Bey aldı ve Ah-

met İhsan’ın “Servet-i Fünun” idarehane-

sinde, Edebiyat-ı Cedide’yi oluşturacak

gençlerin önünde Tevfik Fikret’e verdi.

15 YA�INDA EDEB�YATTUTKUSUYLA DOLU

Zamanın ölçülerine göre oldukça kök-

lü ve kültürlü bir aileden gelen Ekrem

Bey, 1847’de, İstanbul’da Tanzimat’ın tam

içine doğuyor. Babası, Encümen-i Daniş ve

Meclis-i Maarif-i Umumiye azası, Takvim-

i Vekayi ve Matbaa-i Amire müdürü yazar

ve âlim Recai Efendi; oğlunu Harbiye İda-

disi’ne veriyor. 1862’de ise, “Hariciye Mek-

tubi Kalemi”nde. Henüz 15 yaşında ve

edebiyat tutkusuyla doludur.

Tanzimat sonrası aydın kuşağı büyük öl-

çüde önce bu kalemlerden, 1890’lardan iti-

baren de Askeri Tıbbıye, Harbiye ve Mül-

kiye’den yetiştiler. Tanzimat sonrası ilk ku-

şaktan Recaizade, bu kuşağın bütün özel-

liklerini üzerinde taşıdı. Eskiyle yeninin iç

içe ve birlikte var olduğu koşullarda ne eski

eğitim sistemine göre yetişebildi, ne de Ba-

tılı anlamda bir eğitim alabildi. Büyük öl-

çüde kendi kendilerini ve birbirlerini ye-

tiştiren bu kuşak, öncülerini de yine ken-

di içinden çıkardı. Sonuna kadar siyasi idi-

ler. Siyasal çalışmaya doğrudan katılmayan

Recaizade Ekrem bile 1880 ve 90’larda ede-

biyat üzerinden ideolojik bir misyon taşı-

dı. Faaliyetleri hep izlendi, zaman zaman

endişeli günler geçirdi. Halit Ziya “40

Yıl”da, Libya’daki İtalyan propagandası-

nı yerinde tespitle görevli heyetle gittiği

Trablusgarp’tan pek sağlam olmayan bir va-

purla dönen Recaizade’nin bundan kuş-

kulanarak İzmir’de inip yola başka bir va-

purla devam ettiğini yazar.

B�R AYDIN OCA�I:TASV�R-� EFKAR

Haksız da değil; Servet-i Fünuncuların

tabiriyle Üstad-ı Ekrem, “Yeni Osmanlı-

lar”ın içindeydi. Eskiyi taklitle şiir yazma-

ya başladığında da çok geçmeden kendisi-

ni Şinasi’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr kad-

rosunda bulacaktı. Tasvir-i Efkâr, onun

gibi, bu kuşağın daha geç doğumluları için

bir okul, bir “aydın ocağı” oldu; Namık Ke-

mal’i önder bildi, onun izinden yürüdüler.

Namık Kemal’in Avrupa’da sürgün bulun-

duğu yıllarda Tasvir-i Efkâr, Ebüzziya Tev-

fik ve Recaizade gibi “Yeni Osmanlı” ay-

dınlar tarafından yenilikçi çizgisi sürdürü-

lerek yayımlandı. “Vakit” ve “Tercüman-ı

Hakikat”te de zaman zaman yazılar yazan

Recaizade, 1876’dan sonraki dönemde

1880-87’de Galatasaray Sultanisi ve Mülkiye

Mektebi’nde edebiyat muallimliği yaptı.

Yenilikçiydi, yenilikçiliğini edebiyat ders-

lerinde de sürdürdü.

Bu da, dönemin edebiyat tartışmalarında

taraf olmak demektir. Zaman zaman ça-

tışmaya dönen bu tartışmaların öbür tara-

fında ise hemen her zaman Muallim Naci

vardır.

Halit Ziya, Muallim Naci’nin kayınpe-

deri A. Mithat Efendi’nin korumasıyla çı-

karıldığı edebiyat dünyası tahtında “müstebit

bir sultan edasıyla” doğrudan doğruya dil

uzatamadığı Namık Kemal yerine, onun izin-

den yürüyen Recaizade ve çevresindeki

gençlere saldırdığını yazar. Ekrem-Naci

çatışması öylesine şiddetle sürer ki, Naci, Ek-

rem’in Galatasaray Sultanisi ve Mülki-

ye’den uzaklaştırılmasını yeterli bulmayarak,

“gençlerin vicdanındaki kürsüsünden de” in-

dirmeye çalışır. Ancak bunu başaramamış-

tır. Tam tersine, İstanbul’dan taşraya uza-

narak İzmir’de yayımladıkları “Hizmet”

adlı gazetede mensur şiirler yazan Halit Zi-

ya’yı destekleyebilen kalemiyle Recaizade,

yeni bir kürsü kazanır. “Abes-muktebes” tar-

tışmasında olduğu gibi, hep genç yazar ve

şairlerin yanında yer alır.

GENÇLER�NV�CDANINDAK� KÜRSÜ

Recaizade’nin asıl önemi Servet-i Fü-

nunculara öğretmen olmasından ileri geldi.

Halit Ziya’nın “gençlerin vicdanındaki kür-

sü” dediği buydu ve saraydan tiksinti duyan

meşrutiyet yanlısı gençler bu kürsünün et-

rafında kümelendiler. Kürsüsünden alınan

öğretmen, yeni kürsüyü gençlerin vicdanında

kuruyordu.

Edebiyatımıza düzyazı-şiiri kazandıran

Recaizade, yaşadığı koşulların bir sonucu

olarak hep “içe dönük” şiirler yazdı.

Resim yapar, piyano çalardı. Halit Ziya

resimlerini beğenmez ama, piyanosu için

şunları yazmıştır: “Piyano kadar mükemmel

fakat şark besteleri için o kadar asi olan bu

aleti onun gibi tahakkümle bütün incelikleri

iradesine ram eden muvaffakiyetle kullanan

başka bir kimseye rast gelmedim.”

Edebiyatı “fikir, hayal ve his” olarak üç

unsurda toplayan Recaizade’nin eserleri

içinde “Talim-i Edebiyat” ile “Araba Sev-

dası” adlı roman önem taşırlar. “Talim-i Ede-

biyat” bu yolda o güne kadar yazılmış eser-

ler içinde hemen hemen tek kitaptır ve ede-

biyatta estetik sorununu ele alır. “Araba Sev-

dası” ise yedi yıl gecikmeyle 1896’da ya-

yımlanmasına rağmen, geliştirdiği alafran-

ga züppe tipi Bihruz Bey’le Türkiye roma-

nında ilk gerçekçi örneklerden biri sayıldı.

Resimlenen ilk roman olan “Araba Sevda-

sı”, bugünün gerçekliği içinde de kendine yer

bulabilen bir roman olma özelliği taşıyor.

Özellikle de siyasal, ideolojik ve kültürel ola-

rak Batı’ya bağlanan “yeni-alafranga züppe”

tipolojisine yüz yirmi küsur yıl önce verilmiş

bir yanıt olarak...

Recaizade Mahmut Ekrem:Kalemi devralan kalem

NAMIK KEMAL’İN BIRAKTIĞI VEKALET…

MECİT Ü[email protected]

R.M. Ekrem

Page 18: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP

Kay�p Deniz

Okyanus aşırı ülkelerde yaşayan

çağımızın iki büyük yazarı, Paul Aus-

ter ile J.M. Coetzee, yazışmalarından

bir kitap yaptılar. Auster ve Coet-

zee’nin iki yılı aşkın bir süre boyun-

ca Amerika ile Avustralya arasında gi-

dip gelen mektupları, sanattan siya-

sete, spordan savaşlara, ekonomi-

den insan ilişkilerine kadar iki yaza-

rın pek çok konudaki duygularını, dü-

şüncelerini, gözlemlerini ve çok ilginç

saptamalarını içeriyor. Bu mektuplar

ayrıca, sadece iki romancının dü-

şünce dünyasını ve çağımıza tanık-

lıklarını değil, aralarındaki insan sı-

cağını da aktardığı için benzersiz.

�imdi ve Burada

20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da

zalimce öldürülen Musa Anter’in ha-

yatı ve mücadelesi üzerinden, Türki-

ye’nin Kürt sorununda yaşadığı trajik

tarihle yüzleşmeye ve hesaplaşmaya

“entelektüel” bir davet... “1929-1935

yılları arasında Mardin Yatılı İlkoku-

lunda okuyordum. Vilayet kapısı önün-

de teneşir tahtası büyüklüğünde iki

seki yapmışlardı ve her gün o sekiler-

de kanlar içinde paramparça olmuş iki

Kürt gencini vitrinlerlerdi. Gaye, Kürt

halkının gözünü korkutmaktı. Bir gün

ben oradayken, Kurdis köyünden da-

yım sayılan Bengo’nun ölüsünü gör-

düm. Çuval gibi bir katıra yüzüstü yük-

lemişlerdi.”

Musa Anter Cinayeti

İlk romanı “Çok Şekerli Ölüm”le

büyük beğeni toplayan Ayşe Erbulak,

serinin ikinci kitabı “Limonî Ölüm”le

bir kez daha polisiye seven okurlarıy-

la buluşuyor. “Limonî Ölüm”ün say-

falarında yol alırken; bir yandan zekice

işlenmiş cinayetleri çözmek için seri-

nin ilginç ve renkli hafiyeleri Zeynep

ve Meral’i merakla takip edecek, bir

yandan çoğumuzun yabancısı olduğu

dini cemaatler ve misyonerler dünya-

sının kapısını aralayacak, bir yandan da

aşk ve ihanet üstüne aklınıza takılan

sorulara cevap arayacaksınız. Su gibi

akan anlatımı ve heyecanlı kurgusu bir

polisiye klasiği olmaya aday “Limonî

Ölüm”ün tadı damağınızda kalacak.

Limoni Ölüm

Özcan Yüksek,Do�an Kitap, 576 s.

Nerede teki yitirilmiş bir pabuç öy-

küsünü işitirsen, ona kulak ver; çünkü

sana, yalnızca gizemler tülünün ardı-

na sakladığı aşkın sırrını fısıldıyordur.

Hem de en önemli sırrını. “Hakikatçi”

ve “Cinistan”la “Binbir Gece Masal-

ları”nın peşine düşen Özcan Yüksek,

“Kayıp Deniz”le okurları, bizzat ma-

salların içine girmeyi başaran bir kah-

ramanla, Korkut Can'la tanıştırıyor.

Kahramanı, varoluşun ve aşkın gize-

mini çözmek için kıtalar, denizler aşıp

ifritlerin, beden değiştiren hortlakların,

ürkütücü canavarların diyarlarından

geçerken “Kayıp Deniz” yerkürenin

gizli belleği olan masalların özündeki

hakikatlere ulaştırıyor bizi.

Ay�e Erbulak,Destek Yay�nlar�, 416 s.

Orhan Miro�lu,Everest Yay�nlar�, 377 s.

John Maxwell Coetzee,Paul Auster, Can Yay�nlar�,Çev: Seçkin Selvi, 272 s.

Bir artı bir iki eder. İki artı bir üç.

Ve şimdi üç, bir olmuştu ve kalan, sev-

gi, sevgi, sevgi, sevgi idi. Ama seni unut-

tuğumu sanma okur ve bu ilahi sevgi-

nin birazını da senin için ayırmadığı-

mı düşünme; azıcık minicik bir parça

ama sadece ve sadece senin için.

Bu kocaman ciltli kitabıma “Önü-

ne Geleni Paramparça Etmek” adını

vereceğim, çünkü yaptığım şey tamı ta-

mına budur; önüme geleni geriye sa-

dece sevgi kalana dek paramparça

ederim ben. Sen de paramparça edil-

miş say kendini, okur.

-Mary-

Önüne GeleniParamparça Etmek

Bilgeliklerine ne kadar hayranlık

duysak da, tarih dünyanın en akıllı in-

sanlarının aşk hayatlarındaki hayal

kırıklıklarıyla doludur.

Sokrates: “Ne olursa olsun evlenin!

İyi bir karınız olursa mutlu olursunuz,

kötü bir karınız olursa da filozof.” (Ka-

rısı hırçınlığı ile nam salmıştı.)

Friedrich Nietzsche: “Ah kadınlar!

Yüceyi yüceltir, aşağılık olanı yaygın-

laştırırlar.” (Evlilik teklif ettiği her

kadından hayır cevabı almasına rağ-

men teklifte bulunmaya devam etti.)

Jean-Paul Sartre: “Elbette çirkin ka-

dınlar var, ama ben güzel olanları ter-

cih ediyorum.” (Metresini evlat edindi.)

A�kta Kaybeden BüyükFilozoflar

Bu kitapta, küresel değer zincir-

lerinin mimarisi üzerinden şekillenen

sanayileşme politikalarının, Türkiye

açısından pek de fazla görünmek is-

tenmeyen, etkileri irdelenmiş, aşırı

sanayileşme olgusu ile kentleşme ve

emek süreçleri birlikte ele alınarak, in-

san sağlığı, konut kalitesi, sağlıklı ya-

şanabilir bir çevre, çalışma yaşamı

gibi değişkenler tanımlanmıştır.

Bu çaba sanayileşme olgusunu

fetişleştiren algılamanın ötesinde in-

sanı ve ekosistemi temel alan başka bir

algılamanın açığa çıkartılması açı-

sından önemli bir katkı özelliği taşı-

maktadır.

Kapitalizmin K�skac�ndaKent ve Emek

Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?

Bilmek için çok gezmenin yanında çok

da okumak gerekir. Bir kenti gezmek

en zorudur. Çünkü kentler iktisat, kül-

tür, sanat gibi birçok olgunun iç içe

geçtiği karmaşık yerlerdir. Bu yüzden

bir kenti iyi bilebilmek o kenti farklı

olgular açısından birçok sefer gezmeyi

gerektirir. Buna koşut olarak o ken-

te ilişkin çok okumayı da. Elinizde tut-

tuğunuz kitap, kentleri “Devrim Ta-

rihi(leri)” açısından tanıtan gezi ya-

zılarından oluşmakta. Ayrıca kentle-

re ilişkin simgeleri vermekle yetinmez,

şiirsel diliyle devrimci imgeler de ya-

ratmayı amaçlar.

Dünyay�Deviren Kentler

Andrew Shaffer, NTV Yay�nlar�,Çev: Mehmet Evren Dinçer, 170 s.

Mike Segretto,Tembel Hayvan Yay�nlar�,

Çev: Cihat Ta�ç�o�lu, 200 s.

F. Serkan Öngel,Nota Bene Yay�nlar�, 304 s.

Mustafa Tabak,�nsanc�l Yay�nlar�, 80 s.

YENİ ÇIKANLAR

Page 19: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

Muhbir

“Tao Te Ching” 81 adet aforiz-

madan oluşmuştur. Tao artık bildi-

ğimiz üzere Yol; Te (De) erdem ve bu

sayede elde edilen güç; Ching (Jing)

de klasik eser, külliyat gibi anlamla-

ra gelir.

Birinci kitap Yol’un külliyatı, ikin-

ci kitap da Erdem Gücü’nün külliyatı

gibi anlamlar taşımaktadır.

“Tao Te Ching” (Daode Jing) afo-

rizmaları aslında, insan zihninin, va-

roluşu anlama sürecine bir tür anlam

kazandırmak ve bir biçimde refe-

rans noktası oluşturmak adına, sis-

tematik biçimde birbiriyle etkileşen

kavramları anlatır.

Tao Te Ching

“Bütün kalbimle söylüyorum. Bu-

güne kadar yazılmış en düzgün ve dü-

rüst 28 Şubat kitabı. İçinde çok ren-

kli anekdotlar var. Türkiye’nin yakın

tarihini merak eden herkese tavsiye

ediyorum.”

-Ertuğrul Özkök, Hürriyet Ga-

zetesi-

“28 Şubat, hiç bu kadar objektif

yazılmadı”, “Dikkatle okunmalı” di-

yen kalem ustalarının sözünü ettiği

“28 Şubat’ta Devrilmek” kitabının ya-

zarı Mehmet Bican bu kez, bu kitapta

1991-2002 arası siyaset arenasında te-

rörle yaşananların perde arkasını

mercek altına alıyor.

Terörle S�nanmak

“Torino Kefeni” okuyucuyu, bir

dedektif romanının tüm belirsizliği,

bir gerilim romanının tüm heyeca-

nı ve tehlikeli bir maceranın tüm ür-

pertisiyle sosyetik galalardan İrlan-

da barlarına, Harlem Kiliselerin-

den faşist dönem ve günümüz İtal-

yası’na kadar uzanan bir yolculuğa

çıkartıyor.

J. R. Lankford’un zekice tasar-

lanmış ve ustalıkla yazılmış bu sü-

rükleyici romanı, bilimsel bir araş-

tırmanın ayrıntıları ile farklı kültür

ve inançları başarılı bir şekilde har-

manlıyor.

Torino Kefeni

B. �sa Seyran,Cinius Yay�nlar�, 448 s.

Mehmet Bican,Truva Yay�nlar�, 480 s.

“Tanrı’ya müthiş bir huşu, teva-

zu ve teslimiyet içerisinde kendini ve-

rerek ibadet etmesini görünce Nafiz

abinin bu karakteri ile kolayca bir ta-

rikat kurup etrafına, uğruna ölüme gi-

decek kadar bağlı olan taraftar top-

layabileceği gerçeği gelip beynime

saplandı.

Kim bilir belki de kendine müt-

hiş bir güven duygusu veren karanlık

geçmişindeki başarılarından birisi

de budur diye düşünmeden edeme-

dim. Belki de geçmişte MİT adına bir

tarikat kurup başına geçmişti. Terör

örgütleri, ölüm timleri, intihar ko-

mandoları kuran MİT, neden ken-

dine ait tarikatlar kurmasındı ki?

Jamilla Rhines Lankford, MayaKitap, Çev: Engin Süren, 400 s.

Lao Tzu, Notos Kitap,Çev: Tahsin Ünal, 151 s.

Paraf Yayınları’nın şiir dizisin-

den, Murat Selçuk Katıoğlu’nun ka-

leme aldığı bir kitap.

Bir Bio-Enerji uzmanının aşk

serencamı...

Şiirin anlamı şairin gönlünde

saklıdır...

Hadi!..

Tak geceyi koluna şimdi.

Derinlerine sakla o hırçınlığını...

En sakin halini takınıp

kendine benzet beni...

Azgın dalgalar uzak olsun

artık bizden...

Sığ sularında sev beni...

Mavi Dü� �stasyonu

Önce çocuklar en iyi oldukları şeyi

yaptılar ve yetişkinleri şaşkına çeviren

akıl ve hayal gücü dolu sorularını sı-

raladılar: Deniz neden tuzludur?

Neden kendimi gıdıklayamıyorum?

Tanrı kimdir? Neden uçamıyoruz?

Çişimiz neden sarı? Uzay ne kadar

uzak? Rüyalar neden yapılmıştır?

Zamanda yolculuk mümkün mü?

Ve daha onlarca soru... Sonra dün-

yaca ünlü bilim insanları, yazarlar, fi-

lozoflar, sanatçılar her soruya, sanki

kendi çocuklarına anlatırmış gibi ba-

sit ve keyifli bir dille yanıtladı.

Küçük �nsanlardanBüyük Sorular HayliMühim �nsanlardan

Basit Cevaplar

Devletin üst katlarında ağır görevler

üstlendikten sonra anı yazmak; yüzleş-

meyi, hesaplaşırken hesap vermeyi, yar-

gılarken yargılanmayı göze almaktır. Hiç

de kolay değil. Sokrates’i de seveceksiniz,

Aristoteles’i de. Ama doğruyu/gerçeği

daha çok seveceksiniz. Hem akıl ister,

hem de yürek ister bu çaba. Akıl ister; size

karşın doğruyu/gerçeği çarpıtmadan,

eğip bükmeden yansıtmak için. Yürek is-

ter; değer yargılarında yansız, nesnel, dü-

rüst olmak için. Baştan sona okuduğum

yapıtında sayın Dr. Işın Çelebi bunları ba-

şarmış, kutlanası bir belgeyi tarihimizin

belleğine armağan etmiştir.

-Prof. Dr. Sami Selçuk, Eski Yargı-

tay Başkanı, Bilkent Üniversitesi-

Türkiye’ninDönü�üm Y�llar�

1438, Rumeli Boyları. Toz bulu-

tunun içinden yıldırım gibi ilerleyen

atlı, o kadar hızlıydı ki yanından geç-

tiği başakları, rüzgârının etkisiyle

koparıyordu. Atın üzerindeki iri

adam ise bir yeniçeriydi ve önemli bir

haber ulaştırmak için acele etmek-

teydi. O sırada siyah pelerininin

içinde küçük bir çocuğun korku

dolu bakışları belirdi. Henüz nereye

gittiğinden habersiz, şaşkın şaşkın et-

rafına bakınıyordu. O sırada gö-

zünden düşen birkaç damla gözya-

şı onun hislerini ele vermişti. Meh-

met’in, Rumeli boylarında geçirdiği

çocukluk günleri sona ermekteydi.

ConstanbulSultan’�n Gölgesi

Kolektif, Domingo Yay�nevi,Çev: �iirsel Ta�, 300 s.

Murat Selçuk Kat�o�lu,Paraf Yay�nlar�, 128 s. I��n Çelebi, Alfa Bas�m Yay�m

Da��t�m, 592 s.Taner Duru, Sokak Kitaplar�Yay�nlar�, 270 s.

Page 20: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ

Bir çocuk kitabında beni çok rahatsız

eden şeyler görmedikçe kitabı kötülemek

istemem. Bu yüzden “bu kitabın nesini be-

ğendin de bu kadar övdün?” gibi eleştiri-

ler alıyorum. Oysaki o kitaplar benim çok

eğlenerek okuduğum kitaplar. Elbette her

konuda olduğu gibi kitaplar konusunda da

çocuklar daha seçici ve daha acımasız.

Kötüye kötü demekten çekinmiyorlar. Fa-

kat bu kitaplar benim değerlendirmeme

tabi tutulduğunda, birçok etmeni göz önün-

de bulunduruyorum. Yeni ve hevesli ya-

zarlar, usta yazarlar, önemli konular, iyi ni-

yetli yayınevleri gibi. Nihayetinde çocuk ki-

tapları iyilik, güzellik barındırır. Konuları

ilgi çekici olmayabilir, ama öyle renkli

öyle güzel resimlerle desteklenir ki beğe-

nirsiniz. Basit imla hataları barındırabilir

ama öyle güzel noktalara değinir ki mest

eder. Velhasıl, güzel amaçlar uğruna ya-

zılmış kitapları, ufak tefek eksikliklerini göze

sokarak harcamak istemem.

Gelgelelim, bu hafta okuduğum kitap-

lardan biri olan, Günışığı Kitaplığı’ndan çı-

kan “Ağaçtaki Ev”e. İtalya’nın en önemli

çağdaş yazarlarından Bianca Pitzorno ta-

rafından yazılmış, Nilüfer Uğur Dalay ta-

rafından Türkçeleştirilmiş. En sevdiğim ço-

cuk yazarlarından biri olan Gianni Rodari

yüzünden, İtalyancadan çevrilmiş bütün

kitapları aynı tatta bulacağımı zannediyorum.

Yine aynı hevesle başladım okumaya. Baş-

larda heyecanlıydım, yer yer sesli de gül-

dürdü, ama ortalarına yaklaşınca Rodari’nin

eşsiz kurgularından eser bulamayınca üzül-

düm. Önce biraz konusundan bahsedeyim:

Bianca ve Aglaia adında iki kız arkadaş bü-

yük bir ağacın ortalarındaki dallardan birinde

yaşıyorlar. Bu dala duvarları yapraklardan

örülmüş bir bina inşa etmişler. Bir gün

ağaçta yalnız olmadıklarını, üst dallardan bi-

rinde yaşlı ve huysuz bir adamın yaşadığını

fark ediyorlar. Çalçene Boşboğaz adındaki

bu amca ile kızlar arasındaki çekişmeleri an-

latıyor kitap. Fakat olaylar öyle sarpa sarı-

yor ki, ne karakterleri tanıyabiliyorum, ne

olayları anlayabiliyorum.

DELFIN VE MARINETG�B� DE��L

Kitabın kahramanları ve sonradan da-

hil olan karakterleri konusunda çok gelgitler

yaşadım. Tek ısınabildiğim, sesi soluğu çık-

mayan, huysuz amcanın bütün elektrik ih-

tiyacını karşıladığı halde unutulup giden tor-

pil balığıydı. Sanırım bunun nedeni, iki kız

çocuğuna Rodari’nin Delfin ve Marinet’i

gibi, kitabı sırtlayıp götürecek roller biçil-

memesi. Hepsi bir yana olaylar sürekli bir-

birinden bağımsız ilerliyor, hiç olmadık

yerlerde olmadık şeyler oluyor. Huysuz

amca öyle “iyi kalpli ama biraz huysuz” de-

ğil. Sepetteki bebekleri tekmeleyen, hava-

daki leylekleri vuran, çocukları dövmekten

beter eden bir adam. O leylekler zaten ki-

tabın konudan sapma nedeni bana göre. Ki-

tabın adı ve kapağı, ona doğayla ilgili bir so-

rumluluk yükler nitelikte. Ancak ağaçtaki

evle, doğayla, doğada yaşamla ilgili yeterince

betimleme yok. Aksine leylekler bir sürü be-

bek getiriveriyor, kızlar onlara annelik yap-

maya başlıyor, toplumdan nasıl bu kadar ba-

ğımsız yaşadıklarına anlam veremediğimiz

bu çocuklar ne yer

ne içer diye merak

bile edemeden çok

çocuklu bir aile

oluveriyorlar. Be-

beklerin gelişini

başından beri ne-

rede olduklarını

bilmediğimiz ak-

rabalarıyla eğle-

nerek kutluyorlar.

Huysuz amca bir

yolculuğa çıkıyor, nereye git-

tiğini bilmiyoruz. İtalyan kızların evine

Mahir Bey adında tesisatçı getiriliyor. Ki-

tabın sonunda ağacı kesmeye ormancılar ge-

liyor ve çocuklarla ormancılar arasında tu-

haf bir savaş gerçekleşiyor. Kitabın başın-

dan beri her türlü canlıya zararı dokunan

huysuz amca da bu savaşta çocukların sa-

fında yer aldığı için -kendi evi için mücadele

ettiği unutulup- iyimser bir hava yaratılmaya

çalışılıyor. Cümleler arası senk-ronu bir tür-

lü tutturamayan zaman kipleri de, okurken

biraz zorlanmama neden oldu. Kısacası ki-

tabın, bir olaydan, durumdan, fikirden yola

çıkarak yazılmamış da, yazdıkça yönü be-

lirlenmiş gibi bir havası var.

Neyse ki ardından yine yeni kitaplardan

biri olan “Hödük, Güdük, Bir de Bıdık, Rap

Rap Rap”ı okudum da kendime geldim. İs-

met Bertan’ın bu sıcacık kitabına ayrıca yer

vermek istiyorum.

İyi okumalar.

(Ağaçtaki Ev, Bianca Pitzorno,Günışığı Kitaplığı,

Çev: Nilüfer Uğur Dalay, 119 s.)

İREM HALIÇ[email protected]

Hügo’nun Muhte�em Dünyas�Hügo altıncı sınıfa gidiyor. Yetişkin bakış açı-

sından “tipik ergen”, kitabın seslendiği okurun açı-

sından “aynı ben” diyebileceği bir karakter Hügo...

Dünyanın en muhteşem sporcusu, en yakışıklı ve

havalı kişisi olduğuna inanıyor. Hatta buna o ka-

dar inanıyor ki sekizinci sınıfların ve hatta okulun

en güzel kızı Viola’nın ona hayran olacağından

emin. Tek sorun Viola’nın dikkatini çekebilmek.

İşte Hügo’nun başına gelen muhteşem komik, bir

o kadar da talihsiz olaylar bu şekilde başlıyor... Ki-

tabın ince bir mizahla örülmüş, güncel bir anlatım

tarzıyla işlenen sayfalarından akarken asıl sorunun

“ben kimim?” sorusuna cevap bulmak olduğunu

düşünüyoruz. Hügo hemen hepimizin benzerini ya-

şadığı okul, aile ve arkadaş ilişkileri içinde komik

olaylar yaşarken aslında kendisi olmaya ve kimli-

ğini bulmaya çalışıyor. Onun olaylara bakış açısı sizi çok etkileyecek, zihninde

yarattığı dünya ile gerçek dünya arasındaki farkı görmek hayata bakış açımızı

sorgulamamıza neden olacak. Acaba hangisi daha iyi; kendi gerçekliklerimiz-

le kurduğumuz sanal dünyada mı yaşamak, başkalarının bizim için kurguladı-

ğı gerçek dünyada mı? Ya da acaba hangisi sanal hangisi gerçek?

Sabine Zett,Mavibulut Yay�nlar�,

Çev: ZeynepAlpaslan, 280 s.

Kitab�n karakterleri konusunda çok gelgitlerya�ad�m. San�r�m bunun nedeni, iki k�z çocu�unaRodari’nin Delfin ve Marinet’i gibi, kitab� s�rtlay�p

götürecek roller biçilmemesi

Ağaçta durumlarkarışık

Red Kit 62 - Sarah Bernhardt

Red Kit’in 62. sayısı olan 1982 yılına ait

“Sarah Bernhardt”ı Morris çizmiş, X. Fauche

ile J. Léturgie yazmış. Zaman zaman yapıldı-

ğı gibi, öykü gerçek bir şahıs ile abartılmış ger-

çek olaylar üzerine kurulmuş: “Altın Ses” ola-

rak bilinen Fransız tiyatro oyuncusu Sarah

Bernhardt’ın ilk ABD turnesi.

Bernhardt’ın ABD’deki gösterilerinin so-

runsuz gerçekleştirilebilmesi için hükümetçe

görevlendirilen Red Kit’i bekleyen zorluklar,

bu kez haydutlarla Kızılderililerden ibaret de-

ğildir.

Gözetimi altındaki tiyatro topluluğunun gı-

dasından ulaşımına, sağlığından güvenliğine

kadar her şeyinden sorumludur. Üstelik çok

yakınlarda bir hain, etrafta pek çok düzenbaz

varken ve Düldül’ün rolü pek küçükken…

Rene Goscinny,Yap� KrediYay�nlar�,Çev: Eray

Canberk, 48 s.

Kütüphaneci Sincap

Ormanın sessizliği sabahın erken saatlerin-

de bir takırtı ile bozulmuştu. Taaaak... Ta-

aaak... Taaaak... Meşe Ağacı sarsıldı. Uçuşan

kuşların kanat sesleri bütün hayvanları ürküttü.

Yeşil yapraklar sallantıda hışırdadı. Küçük dal-

daki yeşil tırtıl durdu. Bekledi. Bu koskoca Meşe

Ağacı’nda yıllardır yalnız yaşayan küçük sincap,

iri siyah gözlerini açtı. Kocaman iki dişi arasın-

daki meşe palamudunu kemirmekten vazgeçti.

Etrafı dikkatle dinledi. Birkaç dakika sonra bü-

yük Meşe Ağacı duruldu.

Yemyeşil yapraklar, rüzgârda sakince salın-

dı. Orman tekrar eski sessizliğine büründü. Tır-

tıl küçük kıskacındaki yaprak parçasını sıkı sı-

kıya tutarak sakin ama kararlı yürüyüşüne devam etti. Ağacın en eski sahi-

bi Küçük Sincap, yeniden meşe palamudunu kemirmeye başladı.

FeridunBüyüky�ld�z,

Phoenix Yay�nevi,80 s.

Page 21: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

4 OCAK 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP

Turan Alptekin, geçen hafta ya-

yımladığımız mektubunda, temel

savını şu cümleyle özetliyor: 27

Mayıs’tan sonraki yazılarında

CHP’li olduğunu göstermekle bir-

likte, “Tanpınar’ın ‘Atatürkçü dü-

şünce sistemi’ söyleminin yanına

konabilecek tek cümlesi yoktur”.

Oysa mektubunda Tanpınar ve

kendisi adına savunduklarını,

doğrudan doğruya Atatürk’ten

verdiğimiz paragraf, daha ilk

cümlesinden başlayarak, özlü

ve tartışmasız biçimde ortaya

koyuyor: “Ben, manevi miras

olarak hiçbir ayet, hiçbir dog-

ma, hiçbir kalıplaşmış kural

bırakmıyorum. Benim mane-

vi mirasım bilim ve akıldır...”

Tanpınar’ın 27 Mayıs’tan

sonra derinleşip koyulaşan si-

yasal düşüncesinin daha

1940’larda Atatürkçü yöne-

limler taşıdığını –doktora

öğrencisi Kerem Yılmaz’ın ilettiği

listedeki– yazılarda açıkça görmek

olanaklıdır*. Bu yazılardan bir ta-

nesinden vereceğimiz şu

alıntı bile bunu anlama-

ya yeter:

“Bizi, üç adımda, en

koyu Ortaçağ’dan mua-

sır dünyaya ulaştırdı.

(...) Şirazesi kopmuş

bir cemiyete, maruz bu-

lunduğu ayırıcı fikirle-

re, doludizgin yol alan

bir yığın ferdî menfaat

ve ihtirasa rağmen bü-

tünlüğünü vermek,

menfi müspet bir yığın

dağınık temayülü tek

bir hamle halinde toplamak...

İşte Atatürk’ün ilk yaptığı şey. ... Ya-

pıcılık Türk’ün baş meziyetidir.

Atatürk bu meziyete imkânsız gö-

rülecek kadar sahipti. Bu velut

deha bize sadece hür bir vatan te-

min etmekle kalmadı. Hayatımız-

da en geniş ayıklamayı yaptı. Ka-

zandığı zaferin beyhude harcan-

maması için Türk milletinin haya-

tındaki engelleri kaldırdı. Vatanın

manevi simasını yeni baştan kurdu.

Mesut talihi bu işleri başarabilmek

için ona İnönü’nün şahsında en

kudretli yardımcıyı vermişti. Bizde

en cömert manasıyla iş arkadaşlı-

ğı bu iki zekânın birbirini tamam-

layışlarıyle başlar. Yaptığı işler dü-

şünülürse, onun hayatını bir mucize

gibi tanımamak kabil değildir.”

(Ulus, 10 Kasım 1943)

Bu sözlerin anlamı tek cümleyle

şudur: Atatürk’ün gerçekleştirdiği

kopuş, aynı zamanda toplumu tüm

sağlıklı unsurlarıyla bütünlüklü

olarak geçmişten geleceğe eklem-

lemektir. Aslında Tanpınar’ın dü-

şünce ve sanatında yaşamının her

döneminde ısrarla vurguladığı, ge-

leceği kurmaya yönelik zaman ve

uygarlık örtüşmesinden anladığı

da tastamam budur, Atatürkçü bir

yaklaşımı yansıtır. Nitekim CKM’de

(Caddebostan Kültür Merkezi)

Kitap Günleri kapsamında düzen-

lenen kültürel etkinliklerde Tanseli

Polikar’ın yönettiği “Tanpınar’da

Zaman ve Uygarlık Örtüşmesi”

başlıklı panelde (14 Aralık, Cuma,

16:00-17:30) Seyyit Nezir, yazardaki

zaman ve uygarlık kavramlarının

çağdaş bilinçte ilmeklenişini ele

alırken bu olguyu vurguladı; Emi-

ne Erbaş, Yusuf Has Hacip’ten

Tanpınar’a zaman ve uygarlık sar-

malının oluşmasını tartıştı. Bu et-

kinliği izleyenlerden birçoğu, elle-

rinde daha önce yayınlanmış kimi

yazı ve belgeleri tartışmacılara ve-

rerek daha sonra da söyleşiyi sür-

dürdüler. Etkinliğe katılamadığı

için hayıflanan Sn. Berksoy’dan

ise aşağıdaki mektubu aldım; yo-

rumu okurlara bırakıyorum:

ARA�TIRMACILAR VETANPINAR

Sayın Seyyit Nezir,

Aydınlık Kitap’ta yayımlanan

“Marsilya Rıhtımındaki Fransız

İşçi...” başlıklı yazınızı (14.12.12)

bugün okudum.

Hangi konu olursa olsun, ek-

sikleri görmek, üzerinde düşün-

mek, onları tamamlamak bir insa-

nın değil, insanların ömrünü aşıyor.

Bu, dünyaya ait bir insanlık durumu.

18. yüzyılda yaşamış olan Di-

derot’nun el yazılarına, Fransızlar

1960 yıllarında ulaşabilmişler.

Önemli olan, konuya azimle odak-

lanmak, yılmadan çalışmaktır.

Edebiyat araştırmalarını daha

çok edebiyat araştırmacıları ya-

par. Başka alanlardan ilgi duyanlar

o alanın araştırmacılarıyla iletişim

kurmadan, bilgilerini teyit ettir-

meden yayımlamaktan kaçınmalı-

dırlar. Düştükleri durum hoş ol-

mayabilir.

Tanpınar araştırmacılarının

hepsi; önemli bir düşünür, ülkesi-

ni ilgilendiren her olayı bir “hakim”

gibi gözlemleyen vatansever Tan-

pınar’ın her kaotik siyasi durumda

ülke aydınlarıyla siyasiler arasında

paylaşılamayan bir entelektüel ol-

duğunu iyi bilirler.

Aydınlık gazetesinin Tanpı-

nar’ın bilinmeyen yazılarına ulaş-

tığını söyleyerek yayım yapması

bu alanda yıllardır yapılan araştır-

maları ve yayımları görmezden

gelmek değil midir? [...]

CKM’de 14 Aralık’ta hazırla-

dığınız etkinlik haberini geç almış

oldum. Yoksa gelip, 2010’da Stras-

bourg Üniversitesi’nde yaptığım

Karşılaştırmalı Edebiyat doktora-

sı tezimi (Tanpınar’ı Batı Edebi-

yatı’na sokan öncü olarak jürinin

beni tanımladığı tezi), yani sizin ek-

sikler olarak öne sürdüğünüz ko-

nuyu, bildiğim kadarıyla aktarmak

isterdim. Bu tez, 2013 ilkbaharın-

da Paris’te L’Harmattan Yayın-

evi’nden kitap olarak çıkacak. Ta-

nıtımını kamuya yapmak üzere

hazır olduğumu da belirteyim. [...]

Size ve şahsınızda tüm Aydınlık

yazarlarına saygılarımı sunarım.

Dr. Berkiz BERKSOY

Galatasaray Üniversitesi

AYVAZO�LU: “BUNLARIORTAYAÇIKARMAMALI”

CKM’deki panel sonrasında

Turgay Kurnaz ve Suat Duman’ın

gönderdiği belgelerse, Enginün ve

Ayvazoğlu’nun yanı sıra birçok

sağcının Tanpınar’a karşı izlediği

tutumu apaçık sergiliyor. Belli ki,

Tanpınar’ın günlükleri ölümün-

den sonra 45 yıl bekletilerek, “Gün-

lüklerin Işığında Tanpınar’la Baş

Başa” adıyla yayımlanınca (İ. En-

ginün - Z. Kerman, Dergâh Y., Ara-

lık 2007) ilk günah çıkarma girişi-

mi Beşir Ayvazoğlu’ndan gelmiştir

(Türk Edebiyatı, Şubat 2008). Der-

gideki söyleşiden aldığımız kesitler

şöyle:

Beşir Ayvazoğlu: Ahmet Ham-

di Tanpınar’ın günlüklerinden kısa

bir bölümü Kaynaklar dergisinde

okuduğumuzda yıl 1984’tü. Şimdi

2008’deyiz. Yirmi küsur yılda or-

taya çıkan bir metin var. (...) Sizdeki

Tanpınar imajında, günlüklerin ta-

mamını okuduktan sonra bir de-

ğişme oldu mu?

İnci Enginün: Vallahi hem

oldu, hem olmadı. Neden derseniz,

ben Tanpınar’ın öğrencisiydim.

Onun sınıftaki hallerini, nasıl ders

anlattığını biliyorum. Doğrusu beni

çok fazla etkileyen hocalar arasın-

da değildi. (...) benim Tanpınar’la

ilgili görüşüm zıtlıklarla doludur.

B. A.: Tam anlayamadım efen-

dim. Yani Tanpınar’ın dersleri her

ne kadar kopuk kopuk olsa da

kendi içinde hemen fark edilmeyen

bir bütünlüğü mü vardı demek is-

tiyorsunuz?

İ. E.: Evet. İnanılmayacak bir

bütünlüğü varmış. [...]

B. A.: Demokrat Parti’yi ve ic-

raatını beğenmemesi, öfke duy-

ması, düşmanlık hissetmesi... Bun-

ların hepsi anlaşılabilir, hatta en ta-

bii hakkıdır. Fakat o kadar adamın

idam edilmesini istemesi onun gibi

bir aydına yakışmıyor doğrusu...

İ. E.: Aynı düşünceleri savun-

duğu makaleler de var...

B. A.: Evet ben o makaleleri ga-

zete koleksiyonlarından okumuş,

dehşete düşmüştüm. Bunları orta-

ya çıkarmamak gerekir diye dü-

şünmüştüm, ama genç araştırma-

cılar bulup yayımladılar.

İ. E.: Hayır, bence her şeyin or-

taya çıkması gerekir. (...) Ben o ya-

zıları doğrusunu isterseniz, Tanpı-

nar’ın Kurucu Meclis’e girmek için

yazdığını sanıyorum. “Ben de siz-

denim, yaptıklarınızı destekliyo-

rum,” anlamında mesaj iletmek

maksadıyla yazıyor Tanpınar. [...]

B. A.: Demokrat Parti’den bir

kötülük de görmüş değil sanıyo-

rum.

İ. E.: Ama burada şahsi kötülük

söz konusu değil. Devlete kötülük

yaptıklarını söylüyor; fakat bu kö-

tülüklerin ne olduğunu da söyle-

yemiyor aslında. [...]

Ayvazo�lu: “Ben o makaleleri gazete koleksiyonlar�ndan okumu�, deh�ete dü�mü�tüm.Bunlar� ortaya ç�karmamak gerekir diye dü�ünmü�tüm.”

Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyuOrtaçağ’dan muasır dünyaya ulaştırdı.”

[email protected]

SEYY�T NEZ�R

ARAKABLO

Page 22: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran

BULMACA

ALINTI-TEST

Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?

SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Bir seslenme sözü2. Ha�in, kaba - Fikir, dü�ünce - Molibden’in simgesi - “... Güler”

(foto�rafç�)3. Nikel’in simgesi - Yunancada bir harf - Bir yaz�y�, bir dü�ünceyi

alma, aktarma, al�nt�4. Tanelerinden ya� ç�kar�lan bir tür fasulye türü - Bir cetvel türü -

Bir yüzölçümü birimi - Tantal’�n simgesi5. Elyaf�ndan ip ve çuval yap�m�nda yararlan�lan bir bitki -

Kolayca bükülen ve ate�e dayan�kl� liflerden olu�an bir akasbest türü - Sürekli, sonsuz

6. Roma’n�n eski ad� - Y�lan - Eski Türklerde “totem”e verilen ad

7. Büyük ça�layan, çavlan - Radyum’un simgesi - Japonya’dabuda rahibesi

8. Kimononun üstüne tak�lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya�a,mevkiye ve bölgeye göre de�i�en, bir dü�ümle birle�tirilengeni� ipek ku�ak - Eski Çin felsefesinde, evrenin birli�inisa�layan düzen ilkesi -Çal��ma, meslek

9. Kurçatovyum’un simgesi - Zeybek - Yüce10. Al��k� - Sanca��, yelkeni ya da sereni a�a�� alma11. �lave - Üzülerek dü�ünme hali - Tavu�un belli bir yerde

yumurtlamas�n� sa�lamak amac�yla konulan yumurta veyabenzeri ta� - Gezegenimizin uydusu

12. Alfabe - Düzgün konu�an - Maden, tahta vb.’nin pürüzlerini

düzeltmek için kullan�lan, üzeri pürtüklü, sert, ensiz, çeliktenyap�lm�� araç

13. Fas’�n plakas� - Üye - Çin satranc� - Ç�dam14. Ate� - Rubidyum’un simgesi - Demir’in simgesi - Berilyum’un

simgesi15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Seryum’un simgesi

YUKARIDAN A�A�IYA1. At e�itimi - Resimdeki yazar�n bir eseri - Baban�n erkek karde�i2. Kay�nbirader - Azotlu besinlerin vücutta yanmas�yla olu�an

azotlu madde - Edipler3. Lityum’un simgesi - Dolmakalem - Ya�� küçük oldu�u halde

sözleri ve davran��lar� büyükmü� gibi olan çocuk - Ordu (k�sa)4. K�salt�lmadan k�v�rc�kl�k verilmi� saçlar�n ba� çevresinde geni�

bir y���n olu�turdu�u saç biçimi için kullan�l�r - �badethane,tap�nak - Büyücü

5. �nce dantel - Doku teli - Çabuk, süratli6. �lgi eki - Halk�n bütünü, kamu - Tav�r, davran�� - Bal yapan

böcek7. Ut çalan kimse - Bir hayret ünlemi - Tavlada “üç” say�s� -

Berkelyum’un simgesi8. Yunan mitolojisinde, içenleri ölümsüzlü�e kavu�turdu�una

inan�lan ve esas maddesi bal olan tanr� içkisi - Su yosunu9. Deri, cilt - Evlerde oda kap�lar�n�n aç�ld��� geni� hol10. Bir tembih sözü - Moliere’nin be� perdelik manzum komedisi

- Yabanc�11. Giysinin omuzla gö�üs aras�nda kalan bölümüne eklenen

parça - Bir Ortado�u tanr�s� - Yabanc� bir a��rl�k ölçüsü birimi12. Metal üzerine kaz�da ya da ah�ap tornas�nda kullan�lan çelik

kalem - Yumurta biçiminde olan, beyzi - A�abey (k�sa)13. Favori - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - �ridyum’un simgesi

- Do�um i�ini yapt�ran kad�n14. Rütbesiz asker - Boru sesi - Bir nota - Dü�man, has�m15. Resimdeki yazar�n bir eseri

4 OCAK 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP

“...Ben filozofluğu sizin için yaptığımı iddia et-miyorum. Oysa siz, doktor; sizi motive edenşeyin bana hizmet etmek, acımı dindirmek ol-duğunu söylüyorsunuz. Bunların insan motivas-yonuyla uzaktan yakından ilgisi yok. Bunlarrahiplere özgü propagandalarla kurnazca yöne-tilen köle zihniyetinin bir parçası. Daha derin-lere inip motivasyonlarınızın kaynağını bulun!”

1 “Yukarıdaki bulutlara ya da aşağıdaki uçu-ruma bakarken, bu kadının hayatındaki enönemli şey olduğunu; onun bu kayaların, bugökyüzünün, bu kışın varlığının tek anlamıolduğunu anladı. O yanında olmasa, cennet-teki bütün melekler gönlünü almak için aşağısüzülse bile umursamazdı, o yanında olmasaCennet'in hiçbir anlamı olmazdı.”

“Kuzey denizinde büyük balıklar vardır. Bunları tutarlar, diridiri nakletmek için deniz suyu dolu büyük fıçılara koyarlar.Uzun müddet büyük fıçılar içinde kalan balıklara bir nevi sı-kıntı, tazeliğini, lezzetini kaybettiren ölüme yakın bir gevşek-likle pörsüten bir hal gelir. Bu vaziyetten kurtarmak içinfıçılarda kedi balığı denilen küçük balıklar bulundururlar, buküçük balıklar o kadar sürekli büyük balıkları rahatsız ederlerki büyük balıklar da daimi tahrik altında taze ve canlı kalırlar.”

3

a) Andrew Jolly - Seni İçime Gömdüm

b) Jean Genet - Hırsızın Günlüğü

c) Iris Murdoch - Melekler Zamanı

d) Anja Meulenbelt - Utanç Bitti

e) Irvin D. Yalom - Nietzsche Ağladığında

a) Gerard Chaliand - Hatıramın Hatırası

b) Marc Levy - Keşke Gerçek Olsa

c) Moliere - Hastalık Hastası

d) Michel Zevaco - Venedik Aşıkları

e) Paulo Coelho - Brida

a) Halide Edip Adıvar - Kalp Ağrısı

b) Anais Nin - Dört Odalı Kalp

c) İbrahim Altun - Üç Kırık Kalp

d) Nihal Yeğinobalı - Mazi Kalbimde Bir Yaradır

e) Ayşe Kilimci - Ah Benim Akortsuz Kalbim

2

Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(e) 2-(e) 3-(a)

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Page 23: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran
Page 24: BU SAYIDA TANITILIYOR - Aydınlık · Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu ... Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı ... sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-kaldıran