bu sayida tanitiliyor - aydınlık · tanpınar: “atatürk, bizi en koyu ... dünya savaşı...
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
36KİTAP
TANITILIYOR
4 Ocak 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 45
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 1497
Muammasız polisiye,katilsiz cinayet
Muammasız polisiye,katilsiz cinayet
20 yazardan 20 öykü: “Kar İzleri Örttü”
Dışa karşıdirenişinöyküsü:
“Türkiye’deMilli İktisat”
Prof. Dr. Zafer Toprak
Değişiminbaharı
Lovecraft veKorku
Kötü Çocuk veSon Arzusu…
4 OCAK 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Türk şiirinin usta kalemlerin-
den biri Cemal Süreya. 9 Şubat
1990’da aramızdan ayrıldığından bu
yana 23 yıl geçti. Türk ozan gelene-
ğinin çağdaş simgelerinden biri olan
Süreya, şiire dahil bir hayat sürdü.
Kendinin de dediği gibi, bir doğum
günü bile yok. Şairliği, annesinden
dinlediği halk hikâyelerinden mi-
ras! Türk şiir geleneğinde Yunus
Emre ve Pir Sultan, Namık Kemal ve
Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet ve At-
tila İlhan gibi, hayatın içinde bir şi-
irdir onunkisi.
“2000’e Doğru” dergimizin ya-
zarlarından olan Süreya’yı en güzel
anlatan kitaptı Feyza Perinçek’in
“Cemal Süreya / Şairin Hayatı Şiire
Dahil” adlı kitabı. Usta şairin der-
gimize armağan ettiği kişisel arşivi-
ni, Nursel Duruel’le birlikte titiz bir
incelemeden geçirerek hazırlamış-
lardı. Cemal Süreya ile Feyza Pe-
rinçek 2000’e Doğru’da yıllarca bir-
likte çalıştılar.
Doğu Perinçek, Süreya ile 2000’e
Doğru’yu çıkarma kararı aldıkları
günü “Cemal Süreya/Şairin Hayatı
Şiire Dahil” adlı kitapta şöyle anla-
tıyor: “Cemal Süreya’yı o akşamki
kadar coşkulu ancak birkaç kez gör-
düm. Politika yazmak istiyordu. ‘Ben
insanları yazarım’ dedi…” Derginin
Kültür Sanat Yönetmeni ve Yazı
Kurulu üyesi olan Süreya, ilk sayıdan
başlayarak “İzdüşümler”i yazdı. Ya-
zıları, ölümünün ardından “99 Yüz”
başlıklı kitapta toplandı. Usta şair,
“2000’e Doğru’da yazdığım ‘İzdü-
şümler’, şiirim kadar önemlidir”
derdi.
Onun en güzel şiirlerinden biri,
yazıldığı gün kadar bugünleri de
yansıtıyor. Ve bu haftaki “sunu” kö-
şemizi hayatını sanatına dahil eden
ustaya ayırdık.
İÇİNDEKİLER SUNU
Haftanın Portresi: Albert Camus s. 4
s. 5-7
Lovecraft ve Korku s. 8
Devir salaklık devri-mi-ni s. 9
Kavalılar’ın göç hikayesi… s. 10
Zihin üzerine materyalist bir felsefe s. 11
s. 12
Kötü çocuk ve son arzusu… s. 14
s. 15
Türkçe şiirlerin şairi s. 16
s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk-Genç: Ağaçta durumlar karışık s. 20
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Genel Müdür Yardımcısı (Reklam):Saynur Okuroğlu
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
Şiire dahil bir hayatonunkisi
Recaizade Mahmut Ekrem:
Kalemi devralan kalem
Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyu
Ortaçağ’dan muasır dünyaya ulaştırdı.”
Kapak: Kar İzleri Örttü:
Nasıl girerseniz öyle gider!
Dışa karşı direnişin öyküsü:
“Türkiye’de Milli İktisat”
“Onlar ‘medyanın Fosforlu Cevriyeleri’
Amerikancı sivil kurumların cicişleri”
555K şimdi bursada ipek çeken kızlarbir karasevda halinde söylemektedir:görmeğe alıştığımız nice yazlarkimleri alıp götürdüler ama kimlerikaranfil bıyıklı genç teğmenleriak saçlı profesörleri, öğrencileriadları şuramıza işlemektedirah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözlerbir karasevda halinde söylemektedirşimdi bursada ipek çeken kızlar
şimdi erzurumda çift sürenleringeçit vermez kaşlarının altındaderindir, ıssızdır, korkunçtur gözlerisabanın demiri girdikçe toprağahınçlarını gömmektedir içine yerin.çünkü millet hayınları ankaralardaçünkü izmirlerde, çünkü istanbullardaçünkü başka yerlerinde memleketinkanına girdiler masum gençlerinişte onun için karanlıktır gözlerişimdi erzurumda çift sürenlerin.
şimdi saat sekizdir başlar gecemizgündüzü kısalttılar geceyi uzattılarşimdi acının ve hüznün göklerindeumudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldızuykumuzun bir ucunda bombalarbir ucunda hürriyet inancı sabaha kadaringiliz usulü piyade tüfekleriyleinsanca yaşamanın onuru arasındamilletcek bir gidip bir geliyoruzşimdi saat sekizdir başlar gecemiz
şimdi ay doğar bulutlar arasındankavat derebeyleri yüreksiz bolu beylerihırsızlar, yüzde oncular, kumar erlericebren ve hile ile haklarımızı alanzulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçkenbiliyor musunuz bir orman gelişiyor şimditürküleri duyuyor musunuz nice derinyakılmış çoban ateşleriyle dağlardakaranlığı tutuşturup bir köşesindengeceyi gündüze çevirenlerin
biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz yasessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz yaanamız çay demliyor ya güzel günleresevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağasabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasızbu, böyle gidecek demek değil bu işlerbiz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruzama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasınıişte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.
4 OCAK 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Ülkemizde pek bilinmeyen ancak
daha evvel de eserleri Türkçeye kazan-
dırılmış Muriel Spark’ın ünlü romanı
“Bayan Jean Brodie’nin Baharı” Siren Ya-
yınları tarafından yayımlandı. Roman
dünya çapında oldukça ünlü ve kitabın
arka kapağında da belirttiği üzere Time
tarafından da “tüm zamanların en iyi 100
romanı arasında” gösteriliyor. Roman,
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesin-
de İskoçya’da bir kız okulunda aykırı bir
sınıf öğretmeni olan Bayan Brodie’nin ba-
şından geçenleri anlatıyor.
Bayan Brodie gelenek-
sel bir kız okulunda öğ-
retmenlik yapmakta, sınıf-
ta derslerini oldukça fark-
lı işlemektedir. Tarih dersi
diye farklı ülkelere yaptığı
yolculuklarda yaşadıklarını
anlatmakta, öğrencilerini,
kentin kimsenin hatırlama-
dığı eski yerlerine götür-
mekte ve yetiştirebileceğine
inandığı öğrencileriyle okul
dışında da buluşup özel ha-
yatına dair her şeyi paylaş-
maktadır. 1930’lu yıllarda be-
kar bir öğretmenin yaşadığı aşk macera-
ları ve özellikle hayatı anlatmaya dayalı
eğitim anlayışı, okul yönetimi tarafından
hoş karşılanmamakta ve müdire, öğren-
cilerinden laf almaya çalışmaktadır. Ba-
yan Brodie’nin gözde öğrencileri ise
okulda “Brodie Kızları” olarak bilin-
mekte ve oldukça ilgi görmektedir. An-
cak Bayan Brodie ve kızları arasındaki bu
durum içlerinden birinin ihanetiyle ve Ba-
yan Brodie’nin erken emekliye ayrılma-
sıyla sarsılacaktır.
Romanın yazım tekniğinden bahset-
mek gerekirse, zamanlar arasında gidip gel-
mesi romana hareket katmış ve ilk kez bu
kadar rahat geçişler yapan bir kitap oku-
duğumu da rahatlıkla söyleyebilirim. Ge-
nelde kopukluklar oluşturan ve ayrıca
dikkat sarfetmenize neden olan bu durum,
kitapta doğal bir şekilde gelişiyor ve nor-
mal okuyuşunuzu aksatmıyor. Dili de akı-
cı olunca kitabın sayfaları hızla ilerliyor.
Esas kitaba dair bahsedilmesi gereken
kurgunun altında yatan eleştiriler ve his-
sedilen ekonomik ve siyasi durumlar.
Kitabın geçtiği zamanı gözünüzde daha
da canlandırmanızı sağlayan bu unsurlar
sayesinde 1930’lu yıllara, hemen savaş ön-
cesindeki buhran dönemine geri döne-
biliyorsunuz. İşsizlik kurgunun altında his-
sedilen en önemli sorun. Hatta bu sebeple
Bayan Brodie’nin zaman zaman faşizmin
işsizliği çözdüğünü belirten
söylemlerine rastlıyoruz
ve aynı şekilde kızların da
öğretmenlerinin onları
aynı düzen içine soktu-
ğuna dair tespitlerini bu-
labiliyoruz. Aynı zaman-
da kadının değişimi ve
toplumdaki yerine dair
sorun da en az ekonomik
ve siyasi konular kadar
kitapta ön planda. Başta
ana karakterin farklı ve
değişimi sağlamaya çalı-
şan bir kadın ve bunu da
küçük kızları yetiştirerek
başaran bir öğretmen olması dikkat çe-
ken bir unsur. Özellikle kadınların fark-
lı iş alanlaırnda çalışmaya başlamaları yine
değişimi gösteriyor. Hatta kitapta bu -bel-
ki de ufak bir detay olsa da- kızların ka-
dın polis görüp bunun üzerine tartışma-
ları şeklinde anlatılıyor.
Sonuç olarak 1930’lu yılları yaşamak
ve kadının değişimi üzerinden savaşın
ayak seslerini duymak istiyorsanız tavsi-
ye edilecek bir kitap. Üstelik sağlam
kurgusu ve geçmiş, gelecek ve şimdiki an
arasında hızlı geçişlerin akıcı bir dille sağ-
landığı roman karşı duruşun insanın ken-
disinde başladığını hatırlatan okunması
gereken bir roman “Bayan Jean Bro-
die’nin Baharı”.
(Bayan Jean Brodie’nin Baharı,Muriel Spark,
Çev: Püren Özgören, 149 s.)
Kitaba dair bahsedilmesigereken kurgunun alt�ndayatan ele�tiriler ve hissedilenekonomik ve siyasi durumlar.Kitab�n geçti�i zaman�gözünüzde daha dacanland�rman�z� sa�layan buunsurlar sayesinde 1930’luy�llara, hemen sava�öncesindeki buhran döneminegeri dönebiliyorsunuz
Değişimin baharı
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
HAFTANIN PORTRES�
Albert Camus(7 KASIM 1913 - 4 OCAK 1960)
Cezayirli ünlü filozof ve yazar Albert
Camus, varoluşçuluk ve absürdizm akım-
larıyla ilgilenmiş ancak kendini hiçbir akı-
ma dahil etmemiştir. 1957’de Nobel
Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, siya-
si faaliyetleriyle de dönemine damgası-
nı vurmuştur.
1913 Cezayir doğumlu yazar, I. Dün-
ya Savaşı’nda babasını kaybetti ve ço-
cukluğu yoksulluk içinde geçti. Lise eği-
timinin ardından Cezayir Üniversite-
si’ne kabul edildi, ancak vereme yaka-
lanması nedeniyle eğitimi aksadı ve üni-
versitede futbol takımındaki kalecilik
görevini bırakmak zorunda kaldı.
1934’te Fransız Komünist Partisi’ne
katıldı. Bu hareketinin kaynağı, komü-
nizm eğiliminin yanı sıra İspanya’da iç sa-
vaşla sonuçlanacak siyasi duruma duy-
duğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra,Troç-
kist suçlamasıyla partiden atıldı. 1935’de
“İşçinin Tiyatrosu”nu kurdu, fakat bu
1939’da kapandı. Aynı yıl, verem nede-
niyle Fransa ordusuna kabul edilmedi.
II. Dünya Savaşı’nın ilk zamanların-
da pasifist olarak kaldı. Ancak Paris’in Al-
man ordusu tarafından işgali ve 1941’de,
komünist gazeteci Gabriel Périi’nin göz-
leri önünde idam edilmesiyle değişti ve
onun da başkaldırmasına neden oldu. Pa-
ris-Soir ekibiyle Bordeaux’ya gitti ve
aynı yıl ilk kitapları olan “Yabancı” ve “Si-
sifos Söylencesi”ni tamamladı. Camus II.
Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı
Fransız Direnişi’ne katıldı ve bu direni-
şin bir parçası olarak “Combat” adında
bir gazete yayımlamaya başladı. 1943’te
gazetenin editörü oldu, fakat 1947’de
“Combat” ticari bir gazete olunca bura-
dan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması
burada gerçekleşmiştir.
Savaş sonrasında Amerika’yı turla-
yarak Fransız varoluşçuluğu hakkında
dersler verdi. Politik olarak sol görüşle-
re yatkın olmasına rağmen komünizme
karşı çıkması, onu Sartre’dan uzaklaştırdı.
Camus, 1949’da vereminin tekrarlama-
sı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Baş-
kaldıran İnsan”ı yayımladı. Bu kitap,
Fransa’daki birçok sol görüşe sahip ar-
kadaşı ve özellikle de Sartre tarafından
hoş karşılanmadı ve Sartre’la bütünüyle
yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla
karşılanması Camus’yü kitap yazmaktan
tiyatro oyunları çevirmeye başladı.
Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954’te
başladığında, Camus kendini ahlakî bir
ikilem içinde buldu. Cezayir’in özerk, hat-
ta bir federasyon olmasını savunuyor; fa-
kat bütünüyle bağımsızlığını destekle-
miyordu. Bu süreç boyunca ölüm ceza-
sına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulma-
sı için gizlice çalıştı.
Camus’nün felsefeye en büyük katkısı,
anlam sunmayan dünyada bunu arama-
nın sonucu olarak oluşan “absürt” fikri-
dir. Filozof bu felsefesini “Sisifos Söy-
lencesi”nde açıklayıp “Yabancı” ve
“Veba” gibi romanlarında da işlemiştir.
Camus, makalelerinde dualizmi işler.
Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve in-
sanın ölümlü olduğu gerçeği de budur.
“Sisifos Söylencesi”nde bu dualizm bir çe-
lişki halini alır: Bir yanda yaşayarak ha-
yatlarımıza değer vermekte öte yandan
eninde sonunda yok olacağımız gerçeği-
ni de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak
absürdün kendisidir! Bu kısır döngü saç-
ma kavramını oluşturur, yani yaşamın bey-
hudeliğini bilen insan oluşur. Ancak Ca-
mus intihardan yana değildir, yaşamın an-
lamsızlığının yok edilemeyeceğini bil-
mekte ve bununla savaşmaktan kaçın-
mamaktadır.
Muriel Spark
Bir yanda ya�ayarakhayatlar�m�za de�ervermekte, öte yandaneninde sonunda yokolaca��m�z gerçe�inide bilmekteyiz. Buçeli�kiyle ya�amakabsürdün kendisidir!Bu k�s�r döngüsaçma kavram�n�olu�turur, yaniya�am�nbeyhudeli�ini bileninsan olu�ur
4 OCAK 2013 CUMA 5Aydınlık KİTAP
Osmanlı döneminde, Tanzimat’ın liberal
ekonomi yönelimine kapitülasyon sorunu,
savaş çözümsüzlüğü ve Türk milliyetçiliğinin
güçlenmesi eklemlenince iktisat politikaları
da “milli iktisat”a evrildi. Bu evriliş yeni ku-
rulacak devletin iktisat politikasının oluştu-
rulmasına da temel olacaktı. Prof. Dr. Zafer
Toprak “Türkiye’de Milli İktisat” kitabı ile
bu evrilişi detaylı bir biçimde sunuyor. Top-
rak, geçtiğimiz günlerde bir önceki kitabı
“Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve An-
tropoloji” ile “Sosyal Bilimler” alanında Se-
dat Simavi Ödülü’ne de layık görüldü.
Prof. Dr. Zafer Toprak ile “Türkiye’de
Milli İktisat” kitabı üzerine konuştuk, so-
nunda önemli saptamalar ve güçlü temel-
lendirmeler bulacağınız aşağıdaki belge or-
taya çıktı.
“Türkiye’de Millî İktisat 1908-1918”, ik-tisat tarihimiz ve II. Meşrutiyet dönemi üze-rine en temel başvuru kaynaklarından biriolageldi. Uzunca bir aradan sonra, şimdigenişletilmiş ve güncellenmiş baskı elimiz-de. Yeni baskının sunuşunda dikkat çektiği-niz bir nokta ile başlamak istiyorum. Son30-40 yılda tarih yazımındaki köklü dönü-şümlere karşın “Türkiye’de Millî İktisat”ınomurgasında “zihniyet” açısından temel birdönüşüme gidilmediğini söylüyorsunuz. As-lında bir eleştiri getiriyorsunuz.
Evet, tabii ki. Son yıllarda, özellikle
70’lerin ortalarından itibaren neoliberalizm
beraberinde post-modernite kavramını ge-
tirdi; kültüralizmi egemen kıldı. Sosyal ve
beşeri bilimler de bundan nasibini aldı. Kuş-
kusuz post-modernitenin bir dizi artıların-
dan söz edilebilir. Bireyi ön plana çıkartma-
sı, temel hak ve özgürlükleri dile getirmesi
gibi. Modernitenin hakım olduğu bizim
gençlik dönemimizde toplumsal perspektifi-
miz demokrasiyi epey dışlıyordu. Bu açıdan
özgürlüklerin gündeme oturması yararlı
oldu. Ama post-modernitenin artıları yanın-
da önemli eksileri de var. Bir kere moderni-
tenin sorunlara makro yaklaşımı yitirilmiş
oluyor. Daha spesifik, daha mikro yaklaşım-
lara yöneliniyor. İkinci husus, post-moderni-
tede sosyalden çok kültürele bakıyor; din,
tarikat, cemaat, azınlıklar, etnisite ve benzeri
sorunlar ön plana çıkıyor. Keza, modernite-
de pozitivizminden de kaynaklanan sayısa-
yarlık önem arzediyordu. Oysa post-moder-
nitede sayılar ya da nicelik bir kenara bırakı-
lıyor; nitelik önemseniyor. Son olarak mo-
dernitede yapılar, strüktürler vurgulanırken,
post-modernite ile birlikte tarih yazımı “ede-
bî” yönüyle ele alınıyor; anlatım, ya da nara-
tif bir üslup hakım oluyor. Tarihi artık roman
yazar gibi yazıyorsun. Bunlar iki dönemin,
yani moderniteyle post-modernitenin farkını
ortaya çıkartıyor. Post-moderniteyle birlikte
herkes kendi gerçeğinden söz eder oluyor.
İnsanın ya da toplumun ne olduğu değil, na-
sıl algılandığı önem kazanıyor. Aydınlanmacı
anlayıştan uzaklaşılıyor; hatta sorgulanır olu-
yor; “öznel gerçek”ler üretiliyor. Post-mo-
derniteyle birlikte Aydınlanma’nın “birey”i
yerini cemaate bırakmış oluyor. Cemaatin
değerleri bireyi bastırıyor. Post-modernite bi-
reye sahip çıkıyor gözükse de aslında Aydın-
lanma felsefesi, modernite anlayışı bireyin
özgürlüğünü vurguluyor.
Türkiye’de Milli İktisat Aydınlanmacı bir
anlayışın ürünü. Toplumsala bakıyor; kültüre-
li olanaklar ölçüsünde dışlıyor. Sınıfsal yapı-
nın oluşumunu irdeliyor. II. Meşrutiyet’e hiç
olmazsa ekonomik ve toplumsal bağlamda
makro bakıyor. Sayıları, sayısallaşmayı önem-
siyor. Yapıyı ele alıyor. Ama şunu da itiraf et-
mem gerekiyor; okuyucuya kolaylık sağlamak
amacıyla romansı bir üslubu da kimi bölüm-
lerde uyguluyor.
“Millî iktisat” deyince ne anlamalıyız?Nasıl bir iktisat anlayışıdır? Bizde 1908 JönTürk Devrimi bir dönüm noktası olarak gö-rünüyor bu açıdan.
Millî iktisat, 19. yüzyılda başı çeken İn-
giltere gibi, serbest ticareti ön plana çıkaran
iktisada karşı bir tepkinin ürünü. Özellikle, -
az gelişmiş, ya da geri kalmış demeyelim -
gecikmiş ülkelerin benimsediği bir iktisat
politikası. Siyasal birliğini geç kurgulamış
Almanya bu konuda başı çekiyor; gümrük
birliğini gerçekleştirerek “milli iktisat”ın ilk
adımlarını atıyor; ardından Bismarck’la bir-
likte siyasal biliğini kuruyor.. Yani “milli ikti-
Dışa karşı direnişin öyküsü:“Türkiye’de Milli İktisat”
HOCALARIN HOCASI PROF. DR. ZAFER TOPRAK İLE SÖYLEŞİ
Millî iktisat ulus-devlet in�as�nda da önemli i�lev görüyor, bir toplumsal taban, kendine görebir burjuvazi olu�turma çabas� içinde. D��a kar�� bir direni�, kapitülasyonlar�n kald�r�lmas�
anlamlar�na geliyor. K�sacas� millî iktisat asl�nda bir tür liberal ekonomi dü�üncesine kar�� birkalk�nma hareketi
DR. ARDA ODABAŞI
SÖYLEŞİ
Bu kitab� Feroz Ahmad’a da gönderdim. Bana birmektup yazm��, diyor ki: “Bu konuda son sözü
söylemi�sin. Kapak, yeni bir s�n�f�n do�u�unu eniyi �ekilde ifade ediyor. Ben de yeni kitab�m�yaz�yorken, okuyucular�m� yönlendirecek bir
kitap var art�k.” Yani bu kitap hakikaten Osmanl�toplum yap�s�n� yans�tan bir kitap
Prof. Dr. Zafer Toprak
4 OCAK 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
sat”la birlikte klasik iktisadın bireyle
dünya ekonomisi kavramlarının arası-
na ulus sokulmuş olunuyor. Bu neden-
le buna millî iktisat diyoruz. Ziya Gö-
kalp’in de dediği gibi ulus aslında bir
bütün, kendi kendine yeterli olması ge-
rekiyor birçok konuda. Millî iktisat
sektörel bazda; tarımda, sanayide, tica-
rette kendi kendine yeterli olabileceği,
başkasına bağımlı olmaksızın ayakları
üzerinde durabileceği bir ekonomik
model.
Millî iktisat II. Meşrutiyetle birlikte
başlıyor. Daha sonra değişik adlarla var-
lığını sürdürüyor. Cumhuriyet’te devlet-
çilik, karma ekonomi yapılara bürünü-
yor. İthal ikamesi de milli iktisadın bir
parçası bence. 1930’da çıkarılan Türk
Parasınının Kıymetini Koruma Kanunu
80’lere kadar devam ediyor. Milli iktisat
24 Ocak 1980 kararlarıyla tam anlamıyla
son buluyor. Kuşkusuz milli iktisat ulus-
devlet inşasında önemli bir iş-
lev görüyor. Bir toplumsal
taban, kendine göre bir
burjuvazi oluşturma
çabası içinde. Dışa
karşı bir direnişi
gündeme getiri-
yor; kapitülasyon-
ların kaldırılması
anlamlarına geli-
yor. Kısacası millî
iktisat aslında bir
tür liberal ekonomi
düşüncesine karşı bir
kalkınma hareketi.
Kitabınızın kapağındaki“yeni zenginler” çizimi de bu yeni olu-şan millî burjuvaziyi anlatıyor.
Feroz Ahmad’a gönderdim bu kita-
bı. Bana bir teşekkür iletisi göndermiş:
“Bu konuda son sözü söylemişsin. Ka-
pak, yeni bir sınıfın doğuşunu en iyi şe-
kilde ifade ediyor. Yeni kitabımı yazıy-
ken, okuyucularımı yönlendirecek bir
kitap var artık” diyor. Kitap hakikaten
Cumhuriyet arifesi Osmanlı toplum ya-
pısını, kristalleşen sınıfları yansıtıyor.
Peki millî iktisada bu yöneliş 20.yüzyıl başlarında sadece Türkiye’yeözgü bir olgu muydu?
Bu sadece Türkiye’de gerçekleşen
bir şey değil; dünyanın dört bir yanında
aynı dönemde “küresizleşme” dediğim
olay meydana geliyor. Latin Amerika’da
da var o tarihlerde. Ama tabii Türki-
ye’nin öncü bir işlevi var bu konuda,
onu da unutmamak gerekiyor. Yani Jön
Türk Devrimi önemli bir devrim. O bağ-
lamda baktığımızda, bu küresizleşme
sürecine büyük oranda 19. yüzyılın sonu
itibariyle gidiliyorsa da, özellikle liberal
iktisat öğretisinin bir ölçüde tıkanması
ve siyasetle iktisadın birlikte ele alınışıy-
la birlikte, serbest ticaret anlayışına bü-
yük tepkiler geliyor Almanya, ABD, Ka-
nada gibi ülkelerden. Küresizleşmenin
ilk evreleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya
başlıyor ama asıl olay I. Dünya Savaşı.
Ülkelerin savaş ekonomile-
rine geçişi ve savaşı fi-
nanse etmek için sana-
yilerini büyük ölçüde
savaş araç gereçleri-
ne yönlendirmeleri,
kendi içlerine ka-
panmalarına ne-
den oluyor. Öbür
taraftan da savaş fi-
nansmanı eskisi gibi
sınırlı bütçelerle ger-
çekleştirilmesi olanak-
sız. Altın standardı bir
kenara bırakılıyor, herkes
para basmaya başlıyor, devlet
ekonomiye müdahale
ediyor, bir anlamda he-
men tüm savaşan ülke-
lerde devletçilik günde-
me geliyor. Yani milli ik-
tisadı ve devletçiliği biz
keşfetmiyoruz. Bizim keş-
fettiğimiz bir şey var; o da
enflasyon. Bu konuda ha-
kikaten öncülük ediyoruz.
Savaş sırasında tek bir yıl-
da % 400 fiyat artışıyla en-
flasyon terimini iktisat lite-
ratürüne kazandırıyor.
Savaşın üç türlü finans-
man yöntemi var, kitapta
da bu konuya değiniyorum: Ya olağan-
üstü vergi ihdas edeceksin; İngiltere
bunu yapıyor. Ya Almanya gibi savaş
sonrası ödemek üzere halkına borçlana-
caksın. Ya da bunları yapamazsan para
basacaksın. Osmanlı bunu yapıyor; kağıt
para basıyor. Dolayısıyla her ülkede fi-
yat yükselişi var ama Türkiye’deki gibi
değil. Enflasyonda liderlik savaş ertesi
savaş tazminatının ödenmesi sırasında
Almanlara intikal ediyor.
Bu kitabın aslında temel tezlerinden
biri Osmanlı’yı çökerten, Cihan Harbi
değil, Cihan Harbi’nin beraberinde ge-
tirdiği toplumsal çöküntü ve sınıfsal ya-
pılanma. Geleneksel dengeler büyük öl-
çüde çarpılıyor. Savaş enflasyonu işçisi,
köylüsü, emeklisi, kısaca sabit gelirlileri,
büyük ölçüde yoksullaştırıyor; Osman-
lı’da orta sınıfı tamamen yok oluyor.
Tıpkı 1923 Alman hiperenflasyonunun
orta sınıfı yok ederek Hitler’i iktidara
getirişi gibi , Osmanlı’da da geleneksel
dengelerin çöküşü Osmanlı’nın sonu
oluyor. Öte yandan Osmanlı’daki top-
lumsal dönüşüm, bir taraftan Türki-
ye’nin bağımsız bir ekonomik yapılan-
masına da vesile oluyor ama öbür taraf-
tan da sınıflı bir toplumun temelleri atı-
lıyor. İşte bu kitabın da ana ekseni ikti-
sadi anlamda yeni bir yapılanmanın ne-
den olduğu toplumsal dönüşüm.
Millî iktisada yönelişTürkiye’ye özgü ve keyfideğil yani. Aslında aynıdönemde siyasal düz-lemde de 1908 Jön TürkDevrimi’ne benzer dev-rimler, hareketler görü-yoruz. Mesela Rus-ya’da, İran’da, Çin’de...Bunlar bir tesadüf mü?
Tabii ki tesadüf de-
ğil. Dünyanın dönüş-
mekte olduğu, 19. yüz-
yılın sonundan itiba-
ren emperyaliz-
min doruk noktasın-
da olması, dünyanın payla-
şılması beraberinde bir-
takım sonuçlar da doğu-
ruyor. Artık siyasetle
ekonomi o kadar iç içe
geçmiş durumda ki
dünyanın dört bir ta-
rafında kapitalizmin
sorgulanma evresine
gelindiğini görüyoruz.
İran’da, Çin’de, Osman-
lı’da bu tepkilerin ortaya
çıkışı, bu ülkelerin sömürge-
leştirilememesinden kaynakla-
nıyor. Enformel bir bağımlılık içeri-
sindeler ama kesinlikle tam olarak sö-
mürge değiller. Bu kitabın yazılma ge-
rekçesi, önsözde de belirtiyorum. Os-
manlı sömürge, ya da yarı sömürge de-
ğil. Eğer öyle bir bağımlılık olsaydı
Milli Mücadele’ye varılamaz, bağımsız-
lık sürecine girilemezdi. O dönemde ta-
bii ki bir Rus – Japon Savaşı çok önem-
li sonuçlar doğurmuştur, bunu göz ardı
etmemek gerekir. Öte yandan Rus-
ya’da Müslüman burjuvazinin yeşerme-
si bizi de etkilemiştir. Ama bizim Jön
Türk Devrimi’nin yankıları da çok ge-
niş coğrafyalarda duyulmuştur. Jön-Ce-
zayirliler, Jön-Tunuslular gibi birçok
coğrafyada benzer hareketler görülm-
üştür. Hobsbawm üçüncü kitabı “İmpa-
ratorluklar Çağı”nda “Türk Devri-
mi’nin şanssızlığı Rus Devrimi’yle aynı
tarihlere denk gelmesidir”diyor. Oysa
Türk Devrimi çok daha geniş yankılar
uyandırabilecek güçte bir devrim oldu-
ğunu söylüyor.
II. Meşrutiyet’in başlarında liberaliktisat anlayışının baskın olduğunu gö-rüyoruz. Az sonra millî iktisada kayışvar. İttihatçıların erken bir tarihtenitibaren, hatta neredeyse en başındanberi Türk milliyetçiliği güttükleri vehatta diğer Osmanlı unsurlarını asimi-
le etmeye, Türkleştirmeyeçalıştıkları iddia edilir.
İktisat politikalarıda bu asimilas-
yonun araçla-rından birigibi değer-lendirilir.
O konu-
da da kesin
konuşma-
mak gereki-
yor. İttihat ve
Terakki 1908
programında
son derece liberal
bir iktisat anlayışını
gündeme getiriyor. Bizim
İttihatçılarımız ilk dönemlerde Batı
medeniyetine o kadar hayranlar ki dün-
SÖYLEŞİ
Hobsbawmüçüncü kitab�
“�mparatorluklar
Ça��”nda “Türk Devrimi’nin
�anss�zl��� Rus Devrimi’yle
ayn� tarihlere denk gelmesidir.
Oysa Türk Devrimi çok daha
geni� yank�lar uyand�rabilecek
güçte bir devrimdir” der.
Hâlâ yeterincebilinmiyor
Busadece Türkiye’degerçekle�en bir �ey
de�il, dünyan�n dört bir
yan�nda ayn� dönemde
“küresizle�me” dedi�im olay
meydana geliyor. Latin
Amerika’da da var. Ama
Türkiye’nin öncü bir i�levi var
bu konuda. Yani Jön Türk Devrimi
önemli bir devrim
4 OCAK 2013 CUMA 7Aydınlık KİTAP
yadaki siyasal ilişkilerin uzlaşmacı bir
süreç içerisinde ötelere götürülebilece-
ğini, Türkiye’nin gelişmesinin Batı’nın
da çıkarına olabileceğini düşünüyorlar.
O yüzden serbest ticarete ve parlamen-
ter rejime gönül bağlıyorlar. Bu konuda
uyarıcı olanlar ya Kuzey’den, Rus-
ya’dan geliyorlar, Yusuf Akçura, Hüse-
yinzade ya da Akyiğitzade gibi… Tabii
Türkiye’de beş yılını geçirmiş olan Par-
vus Efendi’yi de unutmamak gerikiyor.
O yüzden erken dönemlerde İttihatçı-
lara tam olarak milliyetçi diyemeyiz.
Osmanlı Devle-
ti’nde birtakım katman-
ları iyi yakalamak gere-
kir. Tepede bir devlet
vardır, onun ardından
meclis vardır, onun ar-
dından İttihat ve Terak-
ki Cemiyeti vardır. Bu-
nun dışında bir dizi sivil
dernekler vardır. Bu ya-
pılar heterojen unsurlar
içerir. Mesela İttihat ve
Terakki kolejyal bir yapı-
ya sahiptir. İçinde Ziya
Gökalp de vardır, Sait
Halim Paşa da vardır, li-
beral Cavit Bey de vardır, Kara Kemal
de vardır. Ama bence devlet politikası
olarak Osmanlılık sonuna kadar devam
etmiştir.
Osmanlı Devleti maliye sorunlarını
çözmek için yurtdışına eğitilmek üzere
insanlar göndermiş. Kitabın 445. sayfa-
sında Fransa’ya tahsile gönderilmiş
bazı öğrencilerin toplu bir fotoğrafı var:
Hrant Dançikyan Efendi, Asaf Cemal
Bey, Karabet Tutanyan Efendi, Dimitri
Leonidis Efendi, Mustafa Arif Bey, Ar-
şak Seğpusyan Efendi, Hüseyin Avni
Bey, Hasan Basri Bey, Bekir Kemal
Bey, Ahmet Şevket Bey, Halil Behzat
Bey, Yervant Kasçiyan Efendi, Alber
Narzilay Efendi, Antranik Zakaryan
Efendi, Vahram Hasarliyan Efendi,
Hayik Sernikveliyan Efendi, Salih Zeki
Bey. Bu insanların milliyetlerine bakar-
san çok çeşitlilik görürsün. Milliyetçilik
olsa bu adamları yurtdışına gönderir
misin? Zaten farklı etnisitelerden pek
çok insan farklı üst kurumlarda görev-
ler alıyorlardı. Kitabın 534. sayfasında
eski Ticaret ve Nafia nazırlarından
Hallacyan Efendi’nin fotoğrafı var.
1916’da, yani tehcirden sonra Adliye
Nezareti’nde onun başkanlığında ko-
misyon kuruluyor.
Tabii bu dönemde kurunun yanında
yaşın yandığı da bir gerçek. Ama bunu
“soykırım” olarak nitelendirme, hele ki
bunun Almanya gerçeğinden türetilen
bir terimle ifade edilmesi son derece
yanlış. Nazi Almanyası’ndaki gelişme-
lerle Cihan Harbi Osmanlı’sını karşı-
laştırmak abesle iştigaldir. Başlangıçta
savaş stratejisi gereği gayrimüslimler
insanlar kıyı bölgelerden içeri doğru
çekilmiştir. Ama Türkiye’nin koşulları
o kadar elverişsizdir ki her türlü soy-
gun, aşiretlerin çatışmaları, devlet yö-
netimindeki birtakım kişilerin de ne-
den olduğu ölümler olmuştur: bunu da
göz ardı edemeyiz. Sadece coğrafi ko-
şullarla açıklamak mümkün değildir.
Öte yandan unutmamalıdır ki Balkan
Harbi o denli hunharca bir savaştır ki
Balkan Harbi’nden sonra Türkiye’de
okullarda intikam köşeleri oluşturul-
muştur. Bu Balkanlardaki mezalimin
faturasının başka birtakım unsurlara
kesilmiş olduğunu da söylemek müm-
kün; bunu göz ardı etmemek gerekir.
Ama dediğim gibi bunun
bir “soykırım” olarak ni-
telendirilmesi, planlı,
programlı bir proje ola-
rak görülmesi yanlıştır.
Osmanlı çöküşe gidi-yor ve I. Dünya Savaşıbu noktada önemli birdönemeç... Osmanlı’nınsavaşa girişi de sonrasıda çok tartışılır.
Gazi’nin 1 Aralık
1921 yılında çok önemli
bir konuşması var. Ben-
ce en önemli konuşma-
larından biridir bu;
Meşrutiyet yıllarına yüklenir ve kuvvet-
ler ayrılığını sert bir şekilde eleştirir. O
nedenle kuvvetler birliğinden yana oldu-
ğunu söyler. İttihatçıları birliği sağlaya-
mamakla suçluyor.
İttihatçılar çözümsüzlük içerisinde Al-
manya’nın peşine düşüp savaşa giriyorlar.
Bunu kendileri açısından bir bağımsızlık
savaşı olarak niteliyorlar. Zaten Osman-
lı’nın savaş dışı kalması gibi bir olasılık
yok. 1920’lerin ekonomisine baktığımız-
da, savaştan bir tek Amerika kazançlı çı-
kıyor; Kazanan kaybeden tüm Avrupa
ülkeleri son kertede yenik düşüyorlar. Av-
rupa İkinci Dünya Savaşı ertesine kadar
kendini toparlayamıyor. Almanya’ya sa-
vaş tazminatı yükleniyor, ama sonuçta bu
bütün Avrupa’yı çökertiyor.
Herkes gibi biz de savaşı kaybettik
ama biz savaştan sonra irredantist ol-
madık. Yani kaybedilenleri tekrar ka-
zanmak için savaş çığırtkanlığı
yapmadık. Bu da Lozan’ın
sayesinde oldu. Lozan’ın
ne kadar büyük bir şey
olduğunu biz zaman
içerisinde gördük.
Mağlup ülkelerle im-
zalanmış o beş an-
laşma içinde sadece
Sevr geçersiz kılın-
mıştı. Savaşta yenik
düşen diğer bütün
ülkeler irredantist bir
çizgiye girmişti. Lozan
büyük bir başarıdır. Ata-
türk’ün Lozan’la yetinme-
si çok önemlidir. “Yurtta
sulh, cihanda sulh”, Türkiye’de
irredantist birtakım gelişmeleri önle-
miştir. Biz bunları görmeksizin Cumhu-
riyet’i değerlendiremeyiz.
II. Meşrutiyet ile Cumhuriyet ara-sında ne tür bir ilişki olduğundan sözedilebilir? Kopuş mu yoksa süreklilikmi? II. Meşrutiyet’te “millî iktisat”,Cumhuriyet’te de “devletçilik” var me-sela...
Çok güzel bir soru bu. Ben bunu
kendime çok sordum. Çok ilginç, bu ki-
tabı okuduğun takdirde sürekliliği gö-
rüyorsun. Ama diğer kitabım olan
“Cumhuriyet ve Antropoloji”yi okudu-
ğunda da kesinti görüyorsun. Çünkü
zaman içerisinde Cihan Harbi’nin ne
kadar büyük bir savaş olduğunu göz-
lemleme fırsatım oldu. Cihan Harbi’yle
birlikte çok şey değişiyor, artık 20. yüz-
yıl başlıyor. Cihan Harbi’nin neden ol-
duğu düş kırıklığı ve çöküntü, bambaş-
ka bir zihniyet doğuruyor. Bence Ata-
türk de bu zihniyetin ürünüdür. Ata-
türk 1919’a kadar yetenekli bir zabitti.
Onun siyasal kimliği savaş travması so-
nucu oluşuyor. Cumhuriyet
anlayışı da keza 1919
sonrası gündeme
geliyor.
Millî ikti-sat İttihatçı-ların şahsın-da birkaç kezde yargılan-dı, öyle değilmi? Ama son-
ra Cumhuri-yet döneminde
yeniden o politi-kaya dönüş görülü-
yor. Millî iktisat ne-den yargılandı?
Bence millî iktisattan çok İtti-
hatçılar yargılandı. Yolsuzlukların yar-
gılanması olarak gündeme geliyor ama
nihayetinde İttihatçılar yargılanıyor.
Savaş sırasında oluşan ve kimi ellerde
biriken sınırlı servet birikimi Milli Mü-
cadele ortamında tükendi. Bir ölçüde o
birikim Milli Mücadele’yi finanse etti.
Bu bağlamda İttihatçılar üç kez
yargılandılar. 1918’de Meclis bünyesin-
de, Beşinci Şube ya da Komisyon’da
başladı; 1919’da Divan-ı Harbi’de yar-
gılandılar. Ve en sonunda 1926’da İz-
mir Suikasti’nde son perde yaşandı.
Her üçünde de savaş ekonomisi günde-
me geldi: İttihatçılar millî iktisadın ne-
den olduğu birtakım yolsuzluklar, hak-
sız kazançlarla itham edildiler. Daha
doğrusu savaş ekonomisi yargılandı son
kertede.
Savaş ekonomisi hiçbir zaman barış
ekonomisinin koşullarında gerçekleş-
mez. Denetlemek son derece zordur,
ihtikar vardır, spekülasyon vardır ve bu
Türkiye’ye özgü değil, dünyanın dört
bir tarafında bu durumla karşı karşıya
gelinmiştir. Bizde, sürekli para basılan
bir ülkede, fiyat politikalarının her ge-
çen gün değiştiği bir ortamda, birtakım
malların stoklanması veyahut bazı in-
sanlara vagon tahsisi gibi ayrıcalıklar
tanınması, bunlar tabii ki toplumda,
bölüşüm ilişkilerinde büyük dengesiz-
likler ortaya çıkarıyor. Yani yargılanan
şey özünde kapitalizmin ta kendisiydi.
Ama biz tarihin bu doğal akışını İtti-
hatçılara yükleyip, onları yargılamışız.
Yoksa benzer bir iktisat politikası daha
sonra da uygulandı. Cumhuriyet’in ilk
yıllarında da benzer ayrıcalıklar milli
iktisadın ikinci evresini oluşturdu. Ama
ilkinde kaybedilen bir savaş vardı; ikin-
cisinde ise başarıyla inşa edilen bir ulus
devlet. Son kertede milli iktisat artıla-
rıyla eksileriyle günümüz Türkiyesi’ni
şekillendirdi.
(Türkiye’de Milli İktisat(1908 – 1918),Zafer Toprak, Doğan Kitap, 800 s.)
SÖYLEŞİ
KitaptaFransa’ya tahsilegönderilmi� baz�
ö�rencilerin toplu bir
foto�raf� var: Hrant Dançikyan
Efendi, Asaf Cemal Bey, Karabet
Tutanyan Efendi, Dimitri Leonidis
Efendi gibi isimler var. Bu
insanlar�n milliyetlerine bakarsan
çok çe�itlilik görürsün.
Milliyetçilik olsa bu adamlar�
yurtd���na gönderirmisin?
“Gündüz düş görenler, sadece gece düş görenlerin kaçırdığı pek çok şeyin farkındadır.”
Edgar Allan Poe
Amerikalı yazar Howard Philips Lo-
vecraft’i (1890-1937), yeniden keşfetmenin,
eğer daha önce okumadıysanız okumanın
tam zamanı. “Korku”yu yeniden tanımla-
yan bu dahi aklın eserlerinin sahip olduğu
kötümser havanın, içinde olduğumuz kışın
karanlık yönüyle örtüşmesi bir yana, son
dönemde bir takım astrolojik veriler çer-
çevesinde uydurulan saçma sapan kıyamet
senaryoları karşısında kozmik korkunun ye-
niden gündemde yer işgal etmesi, kozmik
düzeydeki bir “korku” faktörünün edebi-
yattaki “ciddi” yerini ye-
niden keşfetmeye yönelik
yapılabilecek okumalar
için her şey doğru zama-
nı işaret ediyor. Üstüne İt-
haki Yayınları, Lovec-
raft’in “Deliliğin Dağla-
rında” kitabını (yapı olarak
bir romandan çok yüzden
fazla sayfa süren uzun bir
öyküdür), yeni kapak tasa-
rımıyla yeniden raflara dön-
dürüyor. Elimdeki ilk İtha-
ki baskısı, Mart 2000 tarih-
li. Aradan bir hayli zaman
geçmiş görünüyor ve Lovecraft’in bütün
eserlerinin yeniden raflara dönmesini,
yeni bir okur jenerasyonuyla buluşmasını
ben dâhil bütün korku edebiyatı ile ilgile-
nenler arzu ediyor olmalı.
EDEB� YÖNÜYLE FARKYARATAN KALEM�OR
Tek bir kitabı ele almaktansa Lovec-
raft’in edebi yönünü ve önemini tamamen
ele almakta ve okuyucuya hatırlatmakta ya-
rar görüyorum –ki “Uyku Duvarının Öte-
sinde” öyküsünden sonra başyapıtı olarak
“Deliliğin Dağlarında”yı görmeme karşın.
Zira bir dezenformasyon kirliliği de orta-
lığı mahvediyor. Lovecraft’in bilim-kurgu
ve korku edebiyatını bir araya getiren ilk
yazar olduğuna dair cahilce yazılmış bir-
kaç makaleyi okumamın (saçmalığın kay-
nağı da hiçbir şekilde ciddi bir kaynak ola-
rak görmediğim, hakkında şüphelerim
bulunan Türkçe Wikipedia imiş, fark et-
tim) ardından da Lovecraft’in tür ayrımı-
nı ve edebi değerini yazmak farz oldu. Bi-
lim kurgu ve korkuyu bir araya getiren ilk
yazar Lovecraft değildir. Öncesinde Mary
Shelley’den (bkz. “Frankenstein”) Robert
Louis Stevenson’a (bkz. “Dr. Jekyll ve Mr.
Hyde”) H. G. Wells’den (bkz. “Dünyala-
rın Savaşı”), Edgar Allan Poe’ya (bkz. “Kı-
zıl Ölümün Maskesi” ve ayrıca “Eiros’la
Charmion’un Konuşması”) varan bilindik
örneklerin dışında daha az bilinen yüzlerce
örnek mevcuttur. Kaldı ki böyle bir birle-
şime indirgenecek bir yazım tarzına hapis
de değildir Lovecraft. Yazınında gotik
korku edebiyatının izlerine rastlamak
mümkündür, ancak bu izler total kurgu-
ya değil yazınının edebi yönüne yansır.
Edebiyatı üzerine etkisi bulunduğu bilinen
E. A. Poe ile sürekli olarak karşılaştırıl-
masında yatan temellerden biri de budur.
Dönemin “tuhaf kurgu” (weird fiction) akı-
mından da bir hayli etkilenmesi
ve izler taşıması da Poe’ya
olan bu yakınlaştırmaları per-
çinlemektedir, ancak Lovecraft
tuhaf kurgu veya gotik korku
yazarı da değildir. Tuhaf kur-
gu alanında etkilendiği ve et-
kileşimde bulunduğı isimler-
den bir başkası da Algernon
Blackwood’dur. Hatta Black-
wood’un “The Willows”unu
yazılmış en iyi tuhaf kurgu ör-
neği olarak görür. Lovec-
raft’i daha önce okumamış
ve ilk kez okuyan bilhassa nitelikli
okurların karşılaşacağı ilk şok, Lovec-
raft’in edebi yönünün ne kadar gelişmiş,
başa çıkılamaz ve ötekileştirilemez oldu-
ğudur. Özellikle yazıldığı dilde okundu-
ğunda, cümleler yerine paragraflarla an-
latısını geliştiren Lovecraft’in kelime ve tas-
vir haznesi bir kaynak gibi fışkırır. Uzun pa-
ragraflarındaki mekân, olay, olgu ve ruh
hali tasvirleri ve açılımları, her zaman ka-
rakterleri ve öyküsü çerçevesinde atmos-
feri oluşturmak yönündedir. Söz gelimi
herhangi bir manzarayı veya öyküyü çıp-
lak, doğal haliyle kısa cümlelerle ve
“göz”lemlere dayalı şekilde aktarmak ye-
rine, sahne, manzara, plan ve/veya olay kar-
şısında, karakterlerinin duyumsadıkları
ruh halleri ve çağrışımları ile ilgilidir. Ruh
hallerine ve psiko-faktörlere etki etmeyen
şeyler öykülerinde gerekmedikçe bulun-
maz ve okuru da öykülerinin sahip oldu-
ğu karanlık, akıl sağlığı ile mücadele eden,
çaresizlikle kavrulan atmosferine hızla
çekiverir. Okurunun aklına gerçeküstü
(surreal) resimler ve sahneler yerleştirir.
Tasvirlerindeki ve edebi yönündeki bu zen-
ginlik özellikle yazınını etkileyen, Joseph
Addison, Jonathan Swift gibi Augustan İn-
giliz Aydınlanma yazarlarıyla benzerlikler
taşımaktadır. Dönemin hem edebiyat ta-
rihi, hem de eleştiri tarihi için akıl almaz
boyutta öneme sahip ve henüz Türkçe ter-
cümesi bulunmayan mektuplarında –ki ha-
yatı boyunca yüz bin civarında mektup ka-
leme almıştır ve bu anlamda karşılaştırma
yapılabilecek tek kişi de Voltaire’dir- bu ka-
lemşorluğun izleri sıklıkla açığa çıkar.
M�TOS VE DÜNYALARYARATICISI
Lovecraft aynı zamanda bir mitos ve
dünya yaratıcısıdır. Kendi mitosunu, kadim
tanrılarını yaratır ve yarattığı bu mitos, Au-
gust Derleth’in türettiği ve yaygın popüler
haliyle Cthulhu Mitosu terimiyle anılır.
Esasen Lovecraft’in mitosuna yarı alayla
verdiği isim ise “Yog-Sothotery”dir. Bir mi-
tos oluşturucusu olmasına karşın, Lovec-
raft bir fantastik kurgu yazarı da değildir.
Yarattığı mitos, ana temalarının karşısın-
da çaresizliği ve karamsarlığı perçinleyen
unsurlardır. Bu açıdan Lovecraft’in çalış-
maları doğaüstü (supernatural) korku
edebiyatı kapsamında da değerlendirile-
bilir. Mitosunun içinde ileri geri hareket-
lenme veya dalgalanmalara rastlanmaz, bu
nedenle de mitosu genel yazına yayılma-
dığı için de fantastik kurgu yazarı olmak-
tan oldukça uzaktır. Bu uzaklığın bir baş-
ka nedeni, yazınına sıklıkla yansıyan bi-
limsel ve psikolojik donelerdir. Gençli-
ğinden itibaren pek çok bilim dalı ile ya-
kından ilgilenen Lovecraft’in yazıları za-
man zaman bilimsel verilerin izdüşümle-
rini de yansıtır ancak mitosunun barın-
dırdığı öğelerin “kâbusa” benzeyen (kâ-
busları da pek çok korku edebiyatı yaza-
rı için -bkz. Poe vb.- Lovecraft’in ilham kay-
naklarından biri olmuştur) ve çoğu zaman
ucu açık bırakılan yapısı sebebi ile bir bi-
lim kurgu yazarı olduğunu söylemek de
zordur. Dönemin biyoloji, astronomi ve fi-
zik alanındaki gelişmelerini takip eden
(hatta astronomi alanında kaleme aldığı ya-
zıları da mevcuttur) yazarın, insanın var
oluşuna ve önemine yönelik kuşkucu yak-
laşımı da şekillenir. Astronomideki geliş-
meler ışığında insanın evrende bir nokta
kadar bile fiziki değerinin olmadığının ay-
rımının, Lovecraft’in zaten hazırda bulu-
nan skeptik yaklaşımına fazlaca etki ede-
rek, Alman teorisyen Oswald Spengler’in
modern Batı’ya karamsar bakışına yöne-
lik teziyle birlikte, anti-modern dünya
kurgusunu ve mitosunu oluşturmasına
ön ayak teşkil etmiştir. Öykülerinde sıklıkla
ortaya çıkan “yasak bilgi” teması Pro-
methean bir yapıdadır. Yasak, saklı bilgi-
nin peşindeki gerek bilim adamları, gerek
bilginin ve kadim tanrıların peşindeki ta-
rikatlar (bkz. Lovecraft’de gotik korkunun
izleri), ulaştıkları bilgi tarafından yok
edilmeyle karşı karşıyadır. Bilgi karşısın-
da çaresizlik ve pişmanlık hüküm sür-
mektedir. Şüphesiz Lovecraft’in yazının-
daki en tematik korku, “bilinmeyen”e
karşı duyulan korku olmasına karşın, bu-
nun en somut izdüşümü ise “akıl sağlığı-
nı kaybetme”ye yönelik duyulan korkudur.
Küçük yaşta babasını kaybedip, annesini
akıl hastanesine uğurlayan, içine kapanık,
münzevi ve kâbuslarıyla boğuşan bir ya-
zarın belki de kendi sahip olduğu en bü-
yük korkunun kurgusuna yansımasına
şaşmamalı. Tıpkı evrenin büyüklüğü kar-
şısında insanın önemsizliği gibi, insanlığın
kendisinden daha eski ve daha büyük
herhangi bir şey karşısındaki çaresizliğini
ve hiçliğini pesimist bir şekilde kurgusunun
temeline yayarken, büyüklenme ve ego du-
yumunda en büyük dayanağı olan akli den-
gesini de kaybetme durumunun nasıl bir
yıkım yaratacağının edebi anlamda en iyi
anlatımı Lovecraft’in kurgusunda mev-
cuttur. Eskiye ait kötülüğün, şeytanın ve kö-
tücüllüğün modern zamanlara dikkatle ve
gerçekliğe uygun şekilde taşınmasına yö-
nelik bu kurgu çatısında ise yine bir baş-
ka önemli yazar Arthur Machen’in kur-
gularının izleri görülür. Kullandığı ka-
ranlık, anti-modernist atmosfer, aydın-
lanmanın, romantizmin ve Hıristiyanlığın
değerlerini sorgular. Yine mitosunda kur-
guladığı kült, tarikat, tapınma gibi kav-
ramların Arap ve Fars kültüründen, do-
ğuya özgü büyü kültüründen doneler ba-
rındırdığı göze çarpar.
Bir dönem tasavvufla dahi ilgilendiği
bilinen, pozitif bilimlerin yanı sıra, dün-
yadaki bütün mitosları ve inanışları ince-
lemekten de zevk alan, mektupları dışın-
da yalnız geçen hayatını yazmaya ve oku-
maya adayan Lovecraft, bu anlamda eşsiz
M. SALİH [email protected]
Lovecraft veKorku
4 OCAK 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP BABİL BALIĞI
H.P. Lovecraft
4 OCAK 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
Geçenlerde gördüğüm bir kitap kapa-
ğı bana Selçuk Erdem’in çok sevdiğim bir
karikatürünü hatırlattı. “Bulaşıcı Salaklık
Epidemiyolojisine Giriş” isimli kitabın ka-
pağında, ağzındaki çöple objektife melül
melül bakan bir koyun ve ona geriden pus-
lu puslu bakan iki koyun arkadaşı vardı.
Bahsettiğim karikatürde ise, ön ayaklarını
yana açarak ayağa kalkmış, çatık kaşlı bir
koyun, arkadaşlarına dönmüş, “Artık ben
özgür bir bireyim, bundan böyle sürü psi-
kolojisine uymıycam!...” diyordu, baygın ko-
yun bakışlarını yitirmemiş beş arkadaşı
ise hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden,
“Ben de!” diyordu.
Bu ilginç kitabı daha iyi tanımak için arka
kapağa geçtiğimde ise ön kapakta gördüğüm
benzerliğin başka bir noktada devam ettiğini
fark ettim ve derhal kitabı okuma isteğine
kapıldım. “Bulaşıcı salaklık; zihinsel işlev-
lerde bozulmaya yol açan, hastanın ve has-
ta grubunun doğal ve kültürel çevre içinde
yaşamını sürdürme ve geliştirme yeteneği-
nin azalması ve yitimiyle de sonuçlanabilen,
kültürel temas yoluyla bulaşan, memetik kay-
naklı ilerleyici bir zihin hastalığıdır.
“Özellikle, kesinlikle aydın-
lıkta olduğuna, aydınlanmış ol-
duğuna inanarak aydınlatma mis-
yonu çerçevesinde kendi hayatı-
na ve diğerlerine zarar verebilme
gibi hastalıklı belirtilerin oluş-
masında gün ışığının tetikleyici
olduğu düşünülmektedir.” di-
yordu arka kapak.
“Kahrolsun faşizm”le bü-
yüdüğünü söyleyen yazar as-
lında faşizmle ilgili bir çalışma
yapmak istemiş. Ancak bakmış ki
faşizm insanın içinden gelen bir şey ve aslında
bir tür salaklık; salaklık ise hem tüm çağla-
rı kapsayan bir kavram hem daha vurgulu
hem de daha anlaşılır; salaklığın üzerine git-
meye karar vermiş.
Epidemiyoloji, bilindiği üzere, salgınhastalıkları inceleyen bilim dalı. Yazar Fev-
zi Demir hepimizin hayatında bir şekilde yer
alan, biz yapmadığımızı düşünsek bile tür-deşlerimizin mütemadiyen yaptığı şeyi, “sa-laklığı” incelemiş ve bize bir tür "Hasta Ya-
kınları Bilgilendirme Kitapçığı" vermiş.
Takdir edersiniz ki, savaşların, sömürülerinve diğer türlü türlü iğrençliklerin kol gezdiği
dünyamızda tüm insanlar birinci ya da ikin-ci dereceden salak yakınıdır.
Tabii Einstein’ın da dediği gibi, salaklık
sonsuz geniş bir konu; “İki şey sonsuzdur:
insanoğlunun aptallığı ve evren. Fakat ikin-
cisinden emin değilim.” ve bu duruma yine
Einstein’ı tanık göstererek “minik” bir des-
tek sunabiliriz: “Ben atomu insanlığın yararı
için keşfettim. Ama insanlar atomla birbir-
lerini öldürüyorlar.” O yüzden, işe salaklı-
ğın ne olduğunu anlamaya çalışmakla baş-
lamış yazar ve “kısaca tanımlamak”tan da
kaçınmış, zira bunun aslında salaklığın bu-
laşıcı yönlerinden biri olduğunu belirtmiş.
Tahsin Yücel’den Richard Dawkins’e on-
larca insandan alıntılar yapmış, salaklık
kavramını etraflıca işlemiş; bu sayede de ça-
lışması uzun uzun düşünülerek okunması ge-
reken bir hâle gelmiş.
Bu tanımlamalardan benim en sevdiğim,
Berkeley Üniversitesi ordinaryüs profesör-
lerinden Carlo Maria Cipolla’nın sade ve for-
mülize tanımı oldu. Ona göre, “aptal” bir in-
san, “kendisine hiçbir yarar sağlamadan hat-
ta bazen zarara uğrayarak başka bir
insan ya da insan topluluğuna
zarar veren kişi” imiş.
Bu arada, alıntılar ve kita-
bın düşünülerek okunması ge-
rekliliği gözünüzü korkutma-
sın, zira son derece anlaşılır,
sade, temiz ve mizahi bir dil kul-
lanmış yazar. Bu yüzden büyük
bir keyifle akıp gidiyor kitap ve
güldürmese de gülümsetiyor,
gülümsetirken düşündürüyor.
Mizahın gücüyle sağlamlaşan
anlatı bir yandan da matematik gibi net ve
muhasebe yapmaya, tartışmaya açık.
Tahmin edebileceğiniz üzere, kitap sa-
dece salaklığın ne olduğunu tanımlamakla
kalmıyor. Ayrıntılı bir “Patogenez” bölü-
münün ardından, “Kimlerde Görülmekte-
dir?”, “Nerelerde Görülmektedir?”, “Han-
gi Zamanlarda Görülmektedir?", “Prognoz”
ve “Korunma Önerileri” bölümleri geliyor
ve okura salaklığın hem tarihteki hem bu-
günkü durumunu, salaklığın temellerini,
bugünkü salaklığın meydana geliş biçimle-
rini ve bu biçimlerin oluşmasında hatrı sa-
yılır ölçüde etkiye sahip olan kapitalist dü-
zeni işliyor.
Bize de bu leziz tıp, tarih, antopoloji, fel-
sefe, mizah ve matematik harmanı deha ürü-
nünü tekrar tekrar okumak, okutmak ve sa-
laklık devrini devirmeye çalışmak düşüyor.
(Bulaşıcı Salaklık, Fevzi Demir,Phoenix Yayınevi, 168 s.)
MURAT HATUNOĞ[email protected]
bir entelektüel örneği teşkil ediyor. Ya-
ratımlarının böyle bir entelektüelin de-
lilikten sürekli kaçmaya çalışan kâbuslarla
dolu aklından çıktığını bir kez fark etti-
ğiniz zaman, bir araştırmacı okur olarak
öncesinde yatan, ilişkilenen metinlerle bir
hazineyle karşılaştığınızı, bir yazar olarak
ise pek de bir eşine rastlayamayacağınız
yepyeni bir kurgu ufkunun nasıl ele alı-
nacağına dair kılavuz olarak kullanabi-
leceğiniz bir “şey”le karşılaşırsınız. Kur-
gusu pek çok türe yakınsanabilir ancak
“korku edebiyatı” çatısı altında olması dı-
şında hiçbir alt ve yakın tür için
kesinlik belirtilemez.
ÖLÜMÜNDEN SONRATANINAN YAZAR
Yaşadığı dönemde okurla-
rıyla buluşamayan, ilgi görmeyen
Lovecraft’in ölümünün ardından
her geçen sene çığ gibi büyüyen
okur kitlesi ve kültüre yaptığı et-
kileri tartışmaya hiç gerek yok.
Hatta kendine has yazım ve
kurgu tarzı için artık İngiliz di-
line yerleşen “Lovecraftian” terimi işin
kültürel boyutunu yeterince yansıtmak-
tadır. Modern zamanların özellikle kor-
ku, bilim kurgu, çizgi-roman ve
fantastik kurgu yazarlarının
pek çoğuna (bkz. Neil Gaiman,
Clive Barker, Mike Mignola,
Stephen King, Alan Moore,
Junji Ito, Brian Lumley ve
daha pek çokları) ilham ol-
manın ötesinde, bütün bu ya-
zarlar Lovecraft hakkında en
az bir makale kaleme almış ve
Lovecraftvari en az bir öykü
yazmışlardır. Arjantinli yazar
Jorge Luis Borges “There
Are More Things” öyküsünü Lovec-
raft’e adamış, Fransız filozof Deleuze, Lo-
vecraft’in “Gümüş Anahtar” öyküsünden
bahsederek bir başyapıt olduğunu dile ge-
tirmiştir. John Carpenter, Guillermo
Del Toro gibi pek çok yönetmenin, ilham
kaynağı olarak gösterdiği bir yazardır. Sa-
yısız müzik grubu Lovecraft
öykülerinden ve atmosferle-
rinden oluşan izler taşımakta-
dır (bkz. Black Sabbath, Ca-
tacombs, Metallica, David Bo-
wie, Paganizer ve daha pek
çokları). Sanatçı H. R. Gi-
ger’da en büyük ilham kaynağı
olarak yazarı göstermekte-
dir. Modern kültüre bütün
bu çok yönlü etkilerini sayfa-
lar dolusu yazmak, Lovec-
raft’in edebiyatını öyküleriyle
tek tek ele almak, “Supernatural Horror
in Literature” adındaki önemli makale-
sinde olduğu gibi (makaleye ulaşmanız
mümkün) edebiyat tarihine yönelik in-
celeme, araştırma, eleştiri dolu makale
ve mektupları hakkında konuşmak da
mümkündür. Yerimiz kısıtlı olduğundan
bunların keşfini birkaç tavsiye kitapla siz-
lere bırakmak en doğrusu. Lovecraft’in
dilimize kazandırılmış olan eserleri biraz
dağınık ve parçalara bölünmüş halde şu
şekilde: İthaki Yayınları’ndan “Cthul-
hu’nun Çağrısı,” “Deliliğin Dağların-
da,” “H.P. Lovecraft’ten Üç Öykü,” ve
bunlarla beraber, Lovecraft’ten ilham
alan pek çok yazarın (aralarında Stephen
King, Clark Ashton Smith, Robert Bloch,
Brian Lumley gibi pek çokları mevcut) ka-
leme aldığı Lovecraftvari öykülerin top-
landığı muazzam derleme (umarım bu
derleme de raflara geri döner) “Cthulhu
Mitosu Öyküleri 3 ve 4” bulunuyor. Al-
tıkırkbeş Yayınları’ndan
“Dagon,” “Charles Dex-
ter Ward Olayı” ve “Uyku
Duvarının Ötesinde”. Al-
ternatif toplama olarak
da Dost Kitabevi Yayınla-
rı’ndan “H. P. Lovecraft
Toplu Eserleri 1, 2 ve 3”
raflarda bulunuyor. April
Yayınları’ndan çıkan H. P.
Lovecraft çizgi-romanı ise
farklı yazar ve çizerlerin
uyarladığı 8 farklı Lovecraft öyküsünün
çizgi versiyonunu barındırıyor. Mektup-
larının veya makalelerinin henüz Türk-
çe tercümesi bulunmuyor. İngilizce bilen
okur için yabancı yayıncıla-
rın derlediği (Arkham Hou-
se, necronomicon Press,
Hippocampus Pres vb.) mek-
tuplarının yanı sıra özellikle
ek okumalar için tavsiye ede-
bileceğim, tercümesi bulun-
mayan kitaplar ise: Lovec-
raft’in müziğe etkisi üzerine
Gary Hill’in “The Strange
Sound of Cthulhu” kitabı;
Michel Houellebecq’ten “H.P.
Lovecraft: Against The World, Against
The Life”; okuduğum en muazzam in-
celeme olan Donal R. Burleson’ın (PhD)
Lovecraft’in edebiyatını dekonstrüktif
metotla masaya yatırdığı “Lovecraft:
Disturbing the Universe” kitabı; kısmen
Lovecraft’ten de bahseden ve total ola-
rak korku edebiyatı tarihiyle ilgili ilginç
bilgileri de barındıran Step-
hen King’ten “Danse Ma-
cabre”; internetten ücret-
siz yayını da bulunan “Lo-
vecraft: Fear of the Unk-
nown” belgeseli; Hans Ro-
dionoff ve Enrique Brec-
cia’dan Vertigo’nun yayınla-
dığı “Lovecraft” çizgi-roma-
nı, gerek Lovecraft’in biyo-
grafisi, gerek yaşantısıyla ya-
ratımının ilişkilendirmesi açı-
sından (özellikle Cthulhu’nun telaffuzu-
nun nasıl olması gerektiğine dair ilginç bir
done de mevcut) oldukça önemli; bun-
ların yanında daha pek çok biyografi ve
inceleme kitabı mevcut, buna da yerimiz
yetmediği için en önemlilerini saydım. Ge-
risini keşfetmeyi sizlere bırakıyorum.
Haftaya görüşmek dileğiyle…
Devir salaklıkdevri-mi-ni
4 OCAK 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Kavala’dan İstanbul’a göç eden bir “be-
yaz Türk” ailesinin, Kavalalılar’ın hikâyesi
anlatılan…
Ailenin büyük oğlu Hüseyin Kavalalı’nın
üç kızından en küçüğü Nakime Çullu’nun
gözünden aktarılıyor tüm yaşananlar. Bu
“göç” hikâyesini Çullu’nun torunu Ali Se-
lim Emeç’in eşi Zeynep Emeç derledi. Ge-
lini olduğu Kavalalıların öyküsünü kaleme
alan Zeynep Emeç, kitabın hazırlanışını şu
sözlerle dile getiriyor: “Soğuk bir kış akşa-
mı tanıştım kitabın kahramanı, eşim Ali’nin
anneannesi Nakime Çullu’yla. Zamanın
nasıl geçtiğini anlamadığım sohbette Sa-
raçhanebaşı’ndaki köşkün güzelliğini din-
ledim. O kadar güzel ve keyifli anılarla dolu
bir hayattı ki, dinlemeyi doyamadım. O dö-
nemde gazeteci olarak çalıştığım için bilgi-
leri sadece beynime kaydetsem de bir süre
sonra kâğıda dökmeye başladım…”
M�M M�M’DEN ��BANKASI’NAKavala’nın önde gelen ailesine mensup
Hüseyin Kavalalı, hem iyi bir ticaret adamı
hem de vatanseverdi. Babası İbrahim Paşa
Osmanlı sarayına yakınken, o hep milli
mücadeleyi destekledi. Mim Mim örgütü-
nün kurucuları arasında yer aldı, Anadolu’ya
silah kaçırılmasına yardım etti. Daha sonra
Atatürk’ün isteğiyle İstanbul Sanayi ve Ti-
caret Odası başkanlığı yaptı ve yine Ata-
türk’ün isteğiyle İş Bankası kurucuları ara-
sında yer aldı. Cumhuriyetin kuruluşundan
gelişimine dek bütün süreçlerde bizzat yer
aldı. Yine TBMM’ye İstanbul milletvekili
olarak adım atan Kavalalı’nın ailesine söy-
lediği şu söz, Atatürk’e ve cumhuriyete
bağlılığının yanı sıra ailesine olan düşkün-
lüğünü de ifade ediyordu: “Bundan sonra sık
sık Ankara’ya gideceğim. Belki size vakit ayı-
ramayacağım ama daha iyi bir Türkiye için
çabalayacağım. Burada size de önemli bir gö-
rev düşüyor. Bana destek olmanızı ve ben na-
sıl halkımı iyi bir şekilde temsil edeceksem
sizin de beni bu şekilde temsil etmenizi is-
tiyorum.”
CUMHUR�YET�N �LKÇOCUKLARI
Üç kızı vardır Hüseyin Kavalalı’nın.
Bunlardan en küçüğü Nakime’dir. O’nun
gördüklerinden ve
minicik yüreğinden
anlatımlarla başlı-
yor Kavalalılar’ın
öyküsü.
Osmanlı döne-
minin en önemli
yerleşim yerlerin-
den, günümüzde
Yunanistan sınır-
ları içindeki Kava-
la’dan göç ederek
İstanbul’da Saraç-
hanebaşı’ndaki geniş bahçeli bir konağa yer-
leşir Kavalalılar.
Baba Hüseyin Bey, anne Edibe Hanım
ve kızları Meliha, Bedaat ile öykümüzün an-
latıcısı Nakime’nin yaşayışlarını, anılarını akı-
cı bir dille, zaman zaman da dönemin siya-
si ve ekonomik olaylarıyla birlikte bulabili-
yorsunuz.
Çocukların büyüyüp birer birer evlen-
mesiyle ailenin fertlerinin yaprak dökümü
misali ayrı şehirlere dağılışının da anlatıldığı
kitapta, 1929 ekonomik buhranının yarattığı
etkiler, Atatürk’ün vefatı ve 2. Dünya Sa-
vaşı’nın izlerine de rastlamak mümkün.
Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara
gelişi, 27 Mayıs ihtilal yıllarının da anlatıldığı
hikâyede küçük de olsa bir anlamda Cum-
huriyetin seyrine ışık tutuyor.
Baba Hüseyin Kavalalı’nın vefatının
yarattığı derin üzüntünün yanında aileye ka-
tılan torunların okuyup, meslek sahibi ol-
malarının ve evlenmelerinin sevincinin bir
arada olduğu hayattan alışılagelmiş karele-
ri de samimi bir dille bulabileceğiniz bu ki-
tapta, belki de en güzel ve en duygulu
cümleleri doksanına gelmiş bir Cumhuriyet
kadını Nakime Çullu’dan duyuyoruz: “Her
kanalda haberler vardı. Gazeteleri oku-
sam da haber bültenlerini de kaçırmıyordum.
İzlerken içim parçalansa da ülkedeki geliş-
meleri takip ediyordum. Özellikle terör
olayları içimi acıtıyordu. Her şehidimiz için
ayrı dua ediyordum. En çok da Atatürk’e
karşı olan söylemler içimi acıtıyordu. San-
ki bana dil uzatıyorlarmış gibi geliyordu, çok
kızıyordum. Bütün bunlar nefes almamı
daha da zorlaştırıyordu ama en çok torun-
larımı düşünüyordum. Onlar ne yapacaktı!
Ben güzel bir hayat yaşamıştım. Ne de olsa
Cumhuriyetin ilk çocuklarıydık biz.”
(Kavalalı Ailesi, Zeynep Emeç,Destek Yayınevi, 240 s.)
Kavala’n�n önde gelen ailesine mensup Hüseyin Kavalal�,hem iyi bir ticaret adam� hem de vatanseverdi. Babas��brahim Pa�a Osmanl� saray�na yak�nken, o hep milli
mücadeleyi destekledi. Mim Mim örgütünün kurucular�aras�nda yer ald�, Anadolu’ya silah kaç�r�lmas�na yard�m etti.
Kavalılar’ıngöç hikâyesi
ŞENOL Ç[email protected]
Çatısız, kuralsız!Pekerman’�n 2005 y�l�ndabir doktora tezi olarakyazmaya ba�lad���,tamamlanmas� 2011 y�l�n�bulan “Film DilindeMahrem”, feminist kültürve film analizi ile ilgilihacimli bir toplamaula�m��
ERCAN DALKILIÇ [email protected]
Bazı filmler vardır ki, sinema ya-
zan, sinema üzerine bir şekilde üreten
ve sinema ile yaşayan insanlar ara-
sında derin görüş farklılıklarına yol
açarlar. Film ne kadar büyük ve
önemli ise, tartışmalar da o denli
ateşli geçer. İşte Serazer Pekerman da
yaklaşık on yıl önce, “Bir Tuğra Kaf-
tancıoğlu Filmi” adlı film hakkında
çevresindeki sinema çalışanlarıyla
derin bir görüş ayrılığına düşmüş.
Çevresindekiler “Bir Tuğra Kaftan-
cıoğlu Filmi”ni kadın düşmanı bu-
lurken; Pekerman, aksine bu filmin fe-
minist bir damarı bulunduğunu an-
latmaya çalışmış onlara. Pekerman’ın
Metis Yayınları’ndan çıkan “Film Di-
linde Mahrem” adlı elimizdeki çalış-
masında cevaplamaya çalıştığı sorular
da kafasında ta o zaman belirmiş.
Pekerman, “Film Dilinde Mah-
rem”de, aralarında “Kader” (Zeki
Demirkubuz, 2006) ve “İklimler”in
(Nuri Bilge Ceylan, 2006) de bulun-
duğu İspanya, İran, Danimarka ve
Türkiye yapımı bir dizi kadın mer-
kezli filmi, sürükleyici kadın karak-
terler ve bu karakterlerin mekanla
olan ilişkileri bağlamında ele almış.
Bu filmlerdeki kadın karakterlerin
hepsinin “huzurlu bir ev” imgesinin
dışında, erkek egemen bir kamusal
alanda köşeye kıstırılmış şekilde,
ataerkil baskı altında çizildiğini ifa-
de eden Pekerman, incelemesini bu
kadınların bir süre sonra söz konusu
mekanlarda yarattıkları, açtıkları
“direniş alanlarına” yoğunlaştırmış.
GÖÇEBEL��E GEÇ��Üç ana bölüme ayrılmış “Film Di-
linde Mahrem”. “Hafıza” adlı ilk
bölümde kadının içine kıstırıldığı
kapanın farkına varmasını ve bu ka-
pandan çıkmaya çalışması “Hareket”
adlı ikinci bölümde “ev dışı”ndaki ya-
şayış koşullarına ayak uydurması,
son ana bölüm olan “Sınırlar”daysa
artık ataerkil düzenin çemberini kır-
ması, kendi başına varlığını idame et-
tirmeyi başarması, incelemeye konu
olan filmlerin de referansları aracı-
lığıyla apaçık ortaya konmuş. Fark
edileceği üzere, kadının azınlıksal
mücadelesini sürdürdüğü bu bö-
lümler, aynı zamanda tahakkümden
kurtulan kadının “göçebeliğe ge-
çiş”inin de aşamalarını oluşturuyor,
Bütün bu okumaları yaparken
esas olarak Deleuze ve Guattari’nin
şizoanalitik kavramlarının izleğin-
den ilerlemekle yetinmeyen Peker-
man; mimarlık, politika ve kadın ça-
lışmaları gibi farklı disiplinlerde üre-
tilmiş birçok kavram, teori ve fikirden
de yararlanmayı ihmal etmemiş.
Pekerman’ın 2005 yılında bir dok-
tora tezi olarak yazmaya başladığı, ta-
mamlanması 2011 yılını bulan “Film
Dilinde Mahrem”, feminist kültür ve
film analizi ile ilgili hacimli bir top-
lama ulaşmış sonuçta.
Serazer Pekerman’ın bu önemli
çalışmasını okurken, bir yandan da
sürekli olarak 1985 tarihli Agnès Var-
da filmi Çatısız Kuralsız’ın (Sans
toit ni loi) “göçebe” kadını Mona
Bergeron’u düşündüm. Mona Ber-
geron, bu çalışmada ele alınan ka-
rakterlerden biri değil. Fakat Pe-
kerman’ın çalışmasının kurgusunun
oluşturduğu hikâye tam da Mona
Bergeron’un hikâyesidir: Bergeron da
göçebe bir halde “kendisiyle birlikte
hareket eden bir yaşam alanı” oluş-
turmuştur. Bu alanda verili tanımlar,
kimlikler, değerler sürekli değişim ha-
lindedir. Kısaca Mona Bergeron,
kendisine çizilmiş sınırların dışına çık-
mış ve kelimenin tam anlamıyla öz-
gürleşmiştir!
(Film Dilinde Mahrem, Serazer Pekerman,
Metis Yayınları, 264 s.)
4 OCAK 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
Var olanların dayandıkları temel var-
lığın ne olduğu, nasıl meydana geldikleri ve
var olanlar arasındaki ilişkilerin ne türden
ilişkiler olduğu soruları felsefenin (daha ge-
nel olarak tüm bilimlerin) en eski ve bel-
ki de en temel sorularıdır. Bu sorulara ve-
rilebilecek türlü yanıtlar insanlığın dü-
şünce tarihinde gözlemlenmiştir. Ancak bu
yanıtlar arasında belirli ayrımlar yapmak da
mümkün. Söz gelimi Antik Yunan’dan çok
önce bu tür sorulara çeşitli ya-
nıtlar verilmiş fakat bunlar mi-
tolojik, dini ya da törel biçimle-
re bürünmüştür. Antik Yunan’da
bu soruların sistemli bir biçimde
ele alınmasıyla felsefe tarihinin
belki de en temel ayrımlarından
biri görünür hale gelmiştir: Ma-
teryalist ve idealist felsefe ayrımı.
Kabaca söylersek materyalist fel-
sefe var olanların dayanağını ni-
hai olarak maddede, maddi olan-
da bulurken; idealist felsefe (mad-
denin varlığını kabul etsin veya et-
mesin) maddi olanlar dahil tüm var
olanların dayanağını madde dışı bir kav-
ramda ya da bir ideada bulur. Antik Yu-
nan’daki felsefe uğraşının bir sonucu ola-
rak bu tür sorular bu ana eksende ve sis-
tematik bir tarzda ele alınmış, hangi görüş
desteklenirse desteklensin sağlam bir akıl
yürütmeye dayandırılmaya çalışılmış ve
çoğu zaman filozofların ait oldukları çağın
bilimsel bulgularıyla ilişkilendirilerek sa-
vunulmuştur.
Özellikle Kopernik devrimi ve aydın-
lanma çağıyla birlikte bilim-felsefe ilişkisi
daha perçinlenmiş ve materyalizm-idealizm
karşıtlığı farklı karşıtlıkların da belirmesiyle
çeşitlenmiştir. Bu karşıtlıklar arasında
düalizm (ikicilik) ile monizm (tekçilik), ras-
yonalizm (akılcılık) ile ampirizm (deney-
cilik ya da deneyimcilik), öznellik ile nes-
nellik gibi karşıtlıkları sayabiliriz. Gele-
neksel olarak materyalist bir söylemi be-
nimseyen filozoflar düalizmi, öznelciliği, gö-
receliliği reddetme ve rasyonalizm ile am-
pirizm arasında bir denge kurma eğili-
mindedirler. İdealizmin de tüm bu karşıt-
lıklara karşı farklı tutumlar alan farklı
versiyonları bulunmaktadır. Dolayısıyla
tartışma ve adlandırmalar geçmişe nazaran
daha çetrefilli bir hal almıştır.
Yukarıda sayılan karşıtlıkların belirdi-
ği iklime damgasını vuran bilimsel keşifler
Newton mekaniği, Kopernik ve Galile’nin
gözlemleriyken sonrasında insanlığın gün-
demine oturan Einstein’ın özel ve genel gö-
reliliği, Skinner’in davranışçılığı, beyin kor-
teksinin ve korteksin çeşitli bölümlerinin iş-
levsel açıdan ele alınışı, genetik bilimi ve ev-
rim gibi bilimsel keşiflerse özellikle 20.
yüzyıl felsefesinin yeni paradigmasını be-
lirlemiştir. Bu dönemde
önem kazanan felsefe dal-
ları epistemoloji (bilgi ku-
ramı), zihin felsefesi, dil
felsefesi ve etik gibi ça-
lışma alanlarıdır.
Şayet insan zihni ve
düşünceler maddi bir te-
mele dayanıyorsa ve
Descartes’ın ortaya attı-
ğı düalizm materyalizm
tarafından çürütülebi-
liyorsa o halde ahlakın
kaynağının ne olacağı
(ahlak diye bir şeyden
söz etmek mümkünse ta-
bii), bilgimizin kaynağının ne olduğu ve bu
kaynağın bilgi edimindeki rolü, şu veya bu
deneyim nedeniyle var olduğunu söyledi-
ğimiz çeşitli türden “ruhsal durumları-
mız”ın bize özgülüğü ve nesnel olarak an-
laşılıp anlaşılamayacağı türünden sorunlarla
baş etmemiz gerekmektedir. İşte tüm bun-
lar ancak ve ancak tutarlı, kapsayıcı, akli ve
olgusal olarak temellendirilebilir bir ma-
teryalist kuram çerçevesinde ele alınması ge-
reken sorunlardır. Aksi takdirde materya-
lizmin kendisinin “idealizm” diye adlan-
dırdığı alana kayılması kaçınılmazdır.
Z�H�N VE B�LG� ÜZER�NE:NÖROFELSEFE
Genel okuyucu kitlesi açısından (hat-
ta yıllar yılı felsefe alanında çalışmış kişi-
ler için bile) böylesi bir kuramın anlaşıl-
masının önünde büyük bir engel durmak-
tadır: Modern bilimin bulgularının kav-
ranması ve felsefeyle ilgisinin kurulması. Bu
engelin birinci yanı modern bilimin, özel-
likle de beyin korteksinin ve genel olarak
beynin çeşitli bölümlerinin işlevlerinin ve
bu işlevlerin insanın zihinsel durumunu be-
lirlemesini ele alan nörobilimin bulguları-
nın anlaşılmasıdır. İkincisi ise zihin ve bil-
gi üzerine felsefe tarihi boyunca ortaya atıl-
mış görüşlerle ilişki içerisinde bu yeni bul-
gulara dayanarak yeni ve bütüncül bir fel-
sefi kuramın inşa edilmesi. Bu ikinci ama-
cı gerçekleştirmeye çabalayan felsefi bir
alan da mevcut: Nörofelsefe. İşin zor kıs-
mı bu alanlardaki ürünlerin kavranması ve
bunlar bir kere kavrandıktan sonra bu alan-
larda ürünler vermek için ek okumaların
takip edilebilmesi. Tüm bunların başarı-
labilmesi için nörobilimin bulgularının ve
bunların olası sonuçlarının kavranması
gerekmektedir.
Neyse ki sonunda Türkçede de bu
alanlarda ürünler verilmekte ve yabancı
eserler Türkçeye kazandırılmaktadır. Bu
sayfalarda daha önce bu alanda yazılmış bir
eseri tanıtmıştık: Saffet Murat Tura, “Mad-
de ve Mana”, Metis Yayınları. Yine yakın
zamanda Saffet Murat Tura’nın önsözünü
yazarak katkı sunduğu önemli bir eser
Türkçeye kazandırıldı: Paul M. Church-
land, “Madde ve Bilinç”, Çev: Berkay Er-
söz, Alfa Kitap, İstanbul, Ocak 2012. Paul
Churchland bu eseriyle “Zihin Felsefesi-
ne Güncel Bir Bakış” atıyor. Kendisinin de
sıraladığı dört materyalist akımdan elimi-
natif materyalist dediği bir akımın savu-
nucusu kendisi. Paul Churchland’in aka-
demik geçmişinde özellikle
zihin felsefesinde önemli
çalışmalar yer alıyor. Sel-
lars’ın Kant geleneğine da-
yanan ancak onu aşan ve
özellikle de dil ve bilim fel-
sefesinin sorunlarına odak-
lanan akademik çalışmala-
rından onun öğrencisi olarak
yararlanan Paul Churchland
bir süredir nörobilim ve zihin
felsefesi ilişkisi üzerinde ça-
lışmaktadır. Bu alanda ken-
disinin en önemli yardımcısı
ve öğretmeni kendisi gibi bu
alanlarda da ürün veren ama aynı zaman-
da bir nörofilozof olan eşi Patricia Church-
land’dir. Churchland ailesinin nörobilim
alanında verdikleri diğer eserlerin de Türk
okurla buluşturulması Türkçe yayıncılık ha-
yatının önünde duran bir görevdir.
GÜNÜMÜZ FELSEFES�N�N ENGÜNCEL SORUNLARI
“Madde ve Bilinç” adlı esere döner-
sek, Churchland kitabın amacını şöyle be-
timliyor:
“Filozoflar kitaplarını genellikle başka
filozoflar için yazarlar, ama kitaplarının öğ-
renciler ve uzman olmayan okurlara fay-
dalı olmasına yönelik tali umutlarını da ifa-
de ederler. Bu tür umutlar genellikle an-
lamsızdır. Ben ise bu kitabı tam da bunun
aksine, öncelikle ve özellikle felsefede,
yapay zeka alanında ya da nörobilimlerinde
uzman olmayanlar için yazdım.” (s.23).
Churchland, eserinde öncelikle kitabın
kapsamı hakkında özlü bir dizi bilgi veri-
yor. Bunun hemen ardından felsefe tari-
hinde ve bilim alanlarında söz konusu so-
runlar hakkındaki görüşleri özetliyor ve her
bir yaklaşım için leyhte ve aleyhte argü-
manlar verip bunları inceliyor. Bu süreç içe-
risinde kendi tutumunu da okuyucuya ya-
vaştan sunmaya başlıyor. Eserin ilerleyen
bölümlerinde yapay zeka ve nörobilim
üzerine daha derinlemesine, ancak kolay-
ca okunabilecek, bilgiler veriyor. Eserin son
bölümünde ise o ana kadar söylediklerin-
den ve ortaya çıkanlardan hareketle daha
felsefi bir tartışma yer alıyor. Özellikle bu
bölümde kendi savunduğu akımın genel
özelliklerini, yönelimlerini ve vaadlerini bul-
mak mümkün. Eserin aksayan
yönü kıta felsefesinin (ve ge-
nel olarak felsefesi tarihinin)
düşünürlerini işlerkenki na-
ifliğidir. Kant, Hegel ve Hus-
serl gibi filozofların görüşle-
ri karikatürize edilip geçilmiş.
Öte yandan önsözde, Saffet
Murat Tura’nın da dediği
gibi diyalektik materyaliz-
min bu eserde yer almama-
sı da önemli bir kayıp. Bu
kaybı tamamlayan Saffet
Murat Tura’ya teşekkür
ederiz. Eseri okuyanlar gü-
nümüz felsefesinin en güncel
sorunlarına, bunların bilimle ilişkisine ve
özellikle de ekranlarda boy gösteren “sah-
te” uzmanların hurafelerine karşı daha bi-
limsel ve daha doğru bir bakış açısına
dair kapsamlı bir bilgiye ve genel bir çer-
çeveye sahip olacakları kesindir. Varoluşa,
hayata, bilgiye ve insan zihnine dair en ufak
bir merakı olanların kesinlikle okuması ge-
reken bir kitap.
(Madde ve Bilinç, Paul M. Churchland,Alfa Basım, Çev: Berkay Ersöz, 280 s.)
Zihin üzerine materyalistbir felsefe
Madde ile Mana’n�n, Beyin ile Zihnin, Gerçeklik ile Bilincin ara�t�r�lmas� bugün materyalizmile idealizmin en s�cak çat��ma zeminidir. Bu zeminde ortaya ç�km�� önemli bir eseri
dikkatinize sunuyoruzCENK ÖZDAĞ[email protected]
Öykü derlemelerine çoğu kez temkinle
yaklaşırım. Şundan: Yazarların her biri is-
tek üzerine yazmaktadır, zaman sınırlı,
tema verilidir. Bu şartlarda derli toplu bir
hikâye anlatılabilmesi bile takdiri hak eder.
Zira daha başına oturur oturmaz klavyenin
bütün harfleri, noktalamaları, gerekli ge-
reksiz bütün tuşları sırıtmaya başlar yazarın
suratına, ısmarlama hikâye ağır bir meydan
okumadır.
Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Kar
İzleri Örttü”yü görünce, temkinli davran-
mayı bir yana bıraktım. Zira bu tip bir mey-
dan okuma en çok da polisiyeye yakışırdı.
Kitabın yazara teklifi ve okura vaadi şu:
Yeni yıl heyecanı, karla kaplanmış sokaklar
ve esrarengiz cinayetler! Polisiye yazını bir
tür oyun kurgusu gibi de görülebileceğin-
den, yayıncının yazara, yazarın okura bu
türden oyununu eğlenceli buldum doğruyu
söylemek gerekirse.
Bir derleme olması nedeniyle hiçbir
öykü, kitabı yalnız başına temsil etmediği
gibi yazarının dili, biçemi, polisiyeye yakla-
şımı konusunda da kesin, köşeli bir fikir
vermiyor. Bu nedenle sözgelimi Barış Müs-
tecaplıoğlu’nun öyküsünü okuyup kitabın
bilimkurgu türünde olduğunu söylemek
doğru olmayacağı gibi, bu öykü üzerinden
Müstecaplıoğlu’nun polisiye yazını ile bağı-
nı kestirebilmek de olanaksız. Kitaba öykü
vermiş yazarları görmenin, dünyalarını an-
lamanın en doğru yolu elbette yapıtlarını
okumak, bu nedenle bura-
da yazarların türe yakla-
şımlarını değerlendirme-
yeceğimi, olabildiğince bir
bütün olarak kitabın ken-
disini ele alacağımı belir-
teyim.
YER�NDEDURAMAYAN TÜR
Kitapta toplam yirmi
öykü var. Kitabı yayına
hazırlayan çevirmen öy-
kücü İlknur Özdemir de
bir öyküsü ile katılmış
derlemeye. Genel olarak
nitelikli öyküler bir araya gel-
miş. Yazarların çoğu önceden tanıdığımız
isimler. Hakan Günday ve Tuna Kiremitçi
gibi romanlarıyla bilinen yazarlar da birer
öyküyle bu yılbaşı heyecanına katılmışlar.
Yayınevinin talebine uygun olarak her ya-
zar, yılbaşı öncesi ya da sırasında, dört yan
karla kaplanmışken gerçekleşen ölümlere
odaklanmış. Öyküler, aşağıda örnekleyece-
ğim üzere klasik anlamda polisiye olmaktan
uzaklar ve rahatlıkla başka bir başlık altın-
da da bir araya gelebilirler. Fa-
kat yine her biri toplumun ger-
çekçi birer kesitini sunmak ko-
nusunda hayli başarılılar. Öykü-
lerin dil ve üslup yönünden yet-
kin, konularını ele almada ise -
çoğu kez- gerçekçi bir ton yaka-
ladıklarını belirtelim. İşte bu
noktada iki soruya yanıt arama-
mız gerekiyor: Polis ya da dedek-
tif olmadan polisiye ya da dedek-
tif hikâyesi yazılamaz mı ve hikâ-
yeyi polisiye yapmaya cinayet ye-
ter mi?
Polisiye değişiyor şüphesiz.
Bütün alt başlıkları yeniden tarif
ediliyor, polis ve dedektif karak-
terleri, kötü ve iyi adam evrim geçiriyor.
Bunda bu türün bütün şifrelerini kırıp yeni-
den kodlayan sinemanın etkisini de göz ardı
etmemek gerekiyor. Fakat atlamamamız
SUAT DUMAN
HakanGünday ve
TunaKiremitçi gibiromanlarıyla
bilinenyazarlar da
birer öyküylebu yılbaşı
heyecanınakatılmışlar
4 OCAK 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
Nasıl girerseniz öyle gider!20 YAZARDAN KAR VE KAN ÖYKÜLERİ: “KAR İZLERİ ÖRTTÜ”
Kitapta toplam yirmi öykü var. Kitab� yay�na haz�rlayan çevirmen öykücü �lknur Özdemir debir öyküsü ile kat�lm�� derlemeye. Genel olarak nitelikli öyküler bir araya gelmi�. Yazarlar�n
ço�u önceden tan�d���m�z isimler
gereken bir nokta var, okurlarının baş-
kaca hiçbir yol gösterici olmaksızın
kestirebildiği bazı olmazsa olmazları
da yok değil polisiyenin. Belki bu kri-
ter belirleme işini okurun keyfine bı-
rakmayıp, neler olmalı, nelerden uzak
durulmalı diye madde madde yazan
Amerikalı polisiye yazarı S.S. Van Di-
ne’ı da anmak gerekir. Yirmi madde-
de, kimi artık komik gelse de kimi yön-
leriyle pek de itiraz edilemeyecek kıs-
taslar getirmişti yaklaşık yüz yıl önce
S.S. Van Dine.
Bunlar bir yana, zaman içinde poli-
siye edebiyat alelade bir cinayet fiilinin
nedenini ve işlenme biçimini sorgula-
manın dışına çıktı ve suçun sosyal ge-
rekçelerini araştırmaya başladı. Baş-
langıçta bir çeşit kaçış edebiyatı gibi
görülen polisiye sık sık ve etkili bir şe-
kilde mevcut sosyal yapının, hukuk sis-
teminin, adalet mekanizmasının çık-
mazlarıyla okuru yüzleştirdi. Amerikalı
öncü yazarlar Raymond Chandler ve
Dashiell Hammet’ın adları anılmalıdır.
Adi suçların konu edinildiği yapıtların-
da bile insan fiillerinin “suç” olarak
tasnifinde yönetici sınıfın sınıf çıkarla-
rının tayin edici özelliğini belli belirsiz
de olsa ortaya koymuşlardır. Fransız
yazınında Leo Malet’nin kanun kaçağı
ile kanun adamının kişiliğinde adalet,
hak gibi kavramları nasıl ters yüz etti-
ğini biliyoruz. Yine de bu örneklerde
dahi, üstat Erol Üyepazarcı’nın ısrarla
altını çizdiği üzere, kafa kurcalayan bir
muamma bulunmaktadır ve bu polisi-
yenin, hadi şartıdır demeyelim ama ya-
pıyı ayakta tutan kaidesidir en azından.
Bu muamma, okurun kandırılma-
dığı, tesadüflerin öykünün
esasına etki etmediği,
suçlunun itirafından
önce ana karakterin
olayı çözümlediği
inandırıcı bir olay
örgüsü ile kaleme
alınmalıdır vb.
Kuşkusuz, bir ede-
biyat metnini şart-
larla boğmanın an-
lamsızlığı da ortada.
MUAMMASIZPOL�S�YE, KAT�LS�ZC�NAYET
Kitapta yer bulan yirmi öyküyü tek
tek incelemek en azından bu yazının
sınırları dahilinde pek mümkün olma-
sa da kitabın tamamına hakim olan an-
layışı ortaya koyduğunu düşündüğüm
dört öyküye kısaca değinmek isterim.
Hakan Günday’ın “İlk” isimli öykü-
sü kitaptaki diğer öyküler açısından da
bir ortak özelliği çok net ve neredeyse
slogan düzeyinde dile getirdiği için öne
çıkıyor. Öykü herhangi bir polisiye olay
incelemesine soyunmadığı gibi herhan-
gi bir şekilde muamma da içermiyor.
Bu hemen tüm öykülerin ortak özelli-
ği. Fakat Günday’ın öyküsünde dikkat
çeken esas nokta muammanın yokluğu
değil, muammanın önemsenmemesi.
“Neden mi? Kimin umurunda...” Öy-
küde dört kez yinelenen bu kalıp, aynı
zamanda hikâyenin finalini de belirli-
yor. Klasik polisiyede okurun ısrarla
sorup, merakla çözümlenmesini
beklediği tüm sorulara aynı
yanıtı veriyor: Kimin
umurunda! Hiç şüphe-
siz polisiye okurunun
umurunda. Burada
çocuk suçlular gibi
hassas bir konunun
bir bulmaca gibi
değil de sosyal ve
psikolojik boyutla-
rıyla ele alındığını
görüyoruz. Diğer ta-
raftan “Suça itilen ço-
cukların tarumar edil-
miş hayatları ortadayken,
kim, neden, nasıl yapmış, ki-
min umurunda!” şeklinde de okunabi-
lir Günday’ın öyküsü pekala.
İlknur Özdemir bir intikam hikaye-
si anlatmış. Katil bir cinayet işlemek
üzere yola çıkıyor ve sürpriz yok, cina-
yeti işliyor. Hikâyedeki gerilim, klasik
polisiyedeki “katil kim?” sorusundan
ziyade, kimliği bilinen fakat eylemi he-
nüz gerçekleştirmemiş müstakbel kati-
lin, cinayeti gerçekten işleyip işlemeye-
ceği üzerine kurulu. İyi yazılmış bir aşk
cinayeti okuyoruz. Yukarıda sorduğu-
muz soruya burada cevap verebiliriz
sanıyorum, cinayetin varlığı hikâyeyi
polisiye yapar mı? Özdemir’in öykü-
sünde katilin karak-
teri, ruh hali çok ba-
şarılı bir şekilde tas-
vir edilmişken, cina-
yetin soruşturulması-
na ilişkin hiçbir detaya
yer verilmemiş. Polisiye
süreçler öyküye dahil edil-
memiş. Katilin ne yaptığını,
neden yaptığını, cinayeti nasıl işle-
diğini bilmemize rağmen, onun sonra-
sında neler yaşadığını bilemiyoruz. İlk-
nur Özdemir dokunaklı bir aldatma ve
cinayet hikâyesi anlatıyor ve polisiye-
nin başladığı yerde öyküsünü noktalı-
yor. Katil hemen teslim oldu mu, kaçı-
yor mu, geride iz bıraktı mı, şahit var
mı gibi sorular polisiye okuru için ha-
vada kalıyor.
Hacer Yeni’nin öyküsü “Kar-
men”de muamma öyküden değil, yaza-
rın üslubundan kaynaklanıyor. Kardan
adamın öldürülen koca olduğunu biraz
sonra anlıyoruz. Cinayet sebebi de
kendisini çabucak ele veriyor. Fakat za-
ten “kim?”, “neden?”, “nasıl?” gibi so-
rularla ilgilenmiyor yazar. Türkiye’de
artık kanıksanmış kadına karşı baskı ve
şiddetin yakıcı bir şekilde dile geldiği
öyküde ana karakter -katil, alışageldi-
ğimiz sorunlu katil tipiyle hiçbir akra-
balık bağı taşımıyor. Dahası burada ka-
tili, ezilen kadının cinnetinin temsili
gibi okumak daha doğru olur. İlknur
Özdemir ve Hakan Günday’ın öyküleri
için söylediğimiz gibi her cinayet polisi-
ye olmuyor.
Tuna Kiremitçi’nin “Vitoşa’nın Sır-
rı” öyküsünde ise diğerlerinden farklı
olarak muamma var fakat burada da
muammanın çözümü okurdan esirge-
niyor. Akıllıca bir tercihle, bi-
limkurguya meyleden hi-
kâyesini Türkiye dışın-
da, Sofya’da kurgu-
luyor Kiremitçi.
Vaatkar bir cina-
yet vakasının içe-
risine okurunu
çabucak alıveri-
yor. Fakat sonra-
sı gelmiyor. Tıpkı
komiser Ata-
nas’ın tatmin edi-
lememiş intikam
duygusu gibi okurun
da macera duygusu yarı
yolda bırakılıyor. Yine de Ki-
remitçi’nin öyküsü bir bilimkurgu pa-
rodisi olarak zevkle okunuyor.
Elbette bütün öyküler birbirinden
farklı. Aslı E. Perker’in üç maktulün
bulunduğu failsiz aile trajedisi; Yekta
Kopan’ın sokak hayvanlarının karşı
karşıya kaldığı tarifsiz şiddeti bir
cinayet ve delirme hikâyesiyle bir-
leştirdiği “Doğum Sancısı”; Doğu
Yücel’in daha ziyade bir zamanla-
rın meşhur ve tadına doyulmaz
“Alacakaranlık Hikâyeleri”ni
anımsatan esprili “Noel Babayı
Kim Öldürdü Lan” hikâyesi, Sibel
Oral’ın deneysel “Kiralık Yazar”ı ve
diğerleri.
Her öykü, kitap için belirlenen
üst başlığın ve temanın ötesinde bir
bakışla okunursa daha isabetli olur
diye düşünüyorum. Polisiye beklenti-
si okurda belli belirsiz bir boşluk
duygusu yaratabilir zira.
Bir damla kan yere düşer, bir çift
ayak koşarak uzaklaşır ve kar izleri
örter: Polisiyenin başladığı yer tam da
burası değil mi?
(Kar İzleri Örttü, Kolektif,Kırmızı Kedi Yayınları, 300 s.)
Öyküler,klasik anlamda
polisiye olmaktanuzaklar ve rahatl�kla
ba�ka bir ba�l�k alt�ndada bir araya gelebilirler.
Fakat yine her biritoplumun gerçekçi birer
kesitini sunmakkonusunda hayli
ba�ar�l�lar
�lknurÖzdemir bir
intikam hikayesianlatm��. Hikâyedeki
gerilim, klasikpolisiyedeki “katil kim?”
sorusundan ziyade,cinayeti gerçekten
i�leyip i�lemeyece�iüzerine kurulu
4 OCAK 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAPKAPAK
4 OCAK 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Teninde böcek yürüyormuşça-
sına, kaşındırıyordu tutkusu. Dört
duvar arasında, yağamayan gri bir
buluttu Sade. Marquis de Sade!
Hayatının yirmi yedi yılını hapisha-
nede geçiren Marki’nin, diğer gü-
nahkârlardan ayrıldığı yegâne nok-
ta; başı darda olsa dahi, yaptıkla-
rından asla pişman olmayışıydı.
“Papaz: İnsani zaaflar ve güç-
süzlükler sonucu sürüklendiğiniz gü-
nahlarından dolayı pişman mısınız?
Can Çekişen Ateist: Doğa tara-
fından çok canlı tatlarla, çok güçlü
tutkularla yaratılmışım; bu dünyaya
kendimi bunlara adamak ve bu tut-
kularımı tatmin etmek için geldim ve
yaradılışımın bu sonuçları, yalnızca
doğanın temel tasarımlarıyla ilinti-
li gerekliliklerdir. Ya da istersen
şöyle söyleyeyim, benimle ilgili kur-
duğu tasarımların türevleridir sa-
dece, hepsi onun yasalarına göredir,
onun tüm gücünü tanıyamamış ol-
duğum için pişmanın yalnızca… Si-
zin saçma öğretileriniz yüzünden
körleşerek arzularıma meydan oku-
dum, oysa bu arzular bana ila-
hi bir ilhamla ulaşmıştı.”
Kafekültür Yayıncı-
lık tarafından dilimize
çevrilen, Marquis De Sa-
de’in kaleme aldığı; “Can
Çekişen Ateist ile Papa-
zın Konuşması” adıyla
Türkçeleştirilen eser, ki-
taptan çok bir kitapçık
mahiyetinde... Önsöz ya-
zısının olmaması ve eserin
kronolojik konumunun
dahi belirtilmemesi, ya-
yıncılık anlamında menfi olarak
görülebilse de, edebiyat tarihi açı-
sından öneme haiz bu metni, dili-
mize kazandırması açısından ya-
yınevini kutlamak gerek…
Söz konusu metin, 1782 yılında
Sade tarafından hapishanede yazı-
lıyor. İdama mahkum bir ateist ile,
onun günahlarından arınması ve
affedilmek için Tanrı’ya yakarması
adına tebliğde bulunan bir papazın
kısa diyalogundan oluşuyor. Sade,
ateistin ağzıyla kendi fikirlerini ve fel-
sefesini kağıda döküyor. Yine idama
mahkum bir hükümlüyken… Bu
sebepten metin, otobiyografik bir
muhteva da kazanıyor. Kitap ha-
cimce kısıtlı olmasına karşın, papaz
ve ateistin düellosundaki esaslı so-
rularla; derin bir felsefi tartışmanın
kapılarını aralıyor. Bilhassa ateistin,
yüzyıllardır süregelen ve nice düşü-
nürlerin kendilerince cevap aradığı
soruyu papaza ve onun şahsında
tüm ilahi kaynağa dayalı doktrinle-
re yöneltmesi, okuyanın zihninde
soru işaretleri yaratıyor:
“Sahiden de büyük insanmış.
(Yaratıcıyı kastederek) Peki o za-
man, madem bu adam bu kadar güç-
lü senin bozulmuş olarak nitelediğin
bir doğayı neden yarattı?” Yalnızca,
“Tanrı’nın doğayı neden yarattığı”
sorusu bile meraklı okuyucuyu; çok
farklı kaynaklara, muhtelif fikir tar-
tışmalarına taşıyabilecek nitelikte…
Sade, toplumun doğası gereği kolay
yıkılmayan, değişime direnen ve
varlığını uzun süre devam ettiren sos-
yal yapılar kurduğunu ancak bu ya-
pıların doğaya aykırı olduğunu sav-
lıyor. Çünkü ona göre doğa, yapısı
gereği yıkıcıdır. Referans noktası dai-
ma doğa oluyor Sade’ın! Ve doğanın
insandaki yansıması ol-
duğunu düşündüğü iç
güdüler… Şöyle söyle-
yecektir: “Hayır inan-
mıyorum, sebebim de
çok basit, bir insan an-
lamadığı bir şeye ke-
sinlikle inanamaz. An-
layış ve inanç arasında
aracısız bağlar olmalı-
dır; eğer anlayış dev-
rede değilse, inanç ölür
ve eğer böyle bir du-
rumda inandığını söy-
lüyorsa yalan söylüyordur. Bence sen
de inanmaktan vazgeç, çünkü onu
bana kanıtlayamayacaksın, çünkü
onu bana tanımlayabileceğin kadar
içinde değil senin, çünkü aslında sen
de onu anlamış değilsin!” Sade,
“Dinler Felsefesi” kitabında daha da
ileri gidecek ve bütün dinleri şeyta-
nın eseri olmakla suçlayacaktır.
Tanrı’nın varlığına ve yarattığı dü-
zene inanmayan Sade’ın, dinleri yine
teolojik kaynaklarda geçen “şeytan”
tabiriyle tanımlaması bir tezat el-
bette… Aynı metin içindeki başka bir
çelişki ise, Sade’ın “insan anlamadı-
ğı şeye inanmaz, ben yalnızca apaçık
olana inanırım” düsturundan hareket
edip; sonrasında doğanın meydana
gelişini, “…sonuçta her şey ilksel bir
nedenin türevi olabilir, bu ilk ne-
dende ne akıl, ne bilgelik olmaksı-
zın” diyerek, doğanın nedenselliği-
ni akılla izah edilemez bir gerekçe-
ye dayandırması…
Goethe, “Faust” adlı o muaz-
zam kitabında, insanın şeytanla
pazarlığını oldukça lirik bir dille an-
latır. Sade ise, şeytanla pazarlık ma-
sasından çoktan kalkmış; onu kont-
rolü altına almıştır. Düşünce düz-
leminin çizgileri, son derece kesin
ve nettir. Tasavvuf alimleri, “hırsız
zengin eve girer” veciziyle şeytanın
ruhunda iyilik olanlara daha çok
yaklaştığını ve vesvese verdiğini
ileri sürerler. Sade’ın hırsızı ise ar-
tık ev sahibidir.
Tüm bunların yanı sıra, Sa-
de’ın sahip olduğu özellikler; onu
“kusursuz dürüst” sıfatına da eriş-
tirmiştir. “Ya beni öldürün, ya da
böyle kabul edin; çünkü ben bu-
yum!” diyen odur. Belki de kendi-
sini, doğa dışında hiçbir ahlakı ve
yaşam biçimini kabul etmeyip; ni-
hilist olmaya vardıran tek bir etken
vardır: Sefahat düşkünlüğü! Kita-
bın sonunda, papazın ateist karşı-
sında yetersiz kalışı ve insani zaaf-
larına teslim oluşu, yine bu sefahat
düşkününe yaraşır bir sonla kari-
katürize edilmektedir:
“Can çekişen adam zili çaldı,
kadınlar içeri girdi ve vaiz onların
kollarında doğa tarafından bozul-
muş bir adama dönüştü, bozul-
muş doğanın ne olduğunu nasıl
açıklayacağını bilmediğinden.” Bu
paragraf Sade’e göre, ateistin hem
ölmeden önceki son arzusu hem de
zaferidir.
Sade, kendi hayatında ise; ne
yapıp edip idamdan kurtulacaktır.
Uzun yıllar hapis hayatı yaşayan
kötü çocuk, zindanda kaldığı yıl-
larda en önemli eserlerini verecek
ve binlerce sayfalık pornografi ya-
zıları yazacaktır. Bu romanlarının
arasında, ünlü “Justine” romanı da
yer almaktadır. Bu romanlarda
kırbaçlama makinesi, tecavüz ma-
kinesi gibi sıra dışı buluşlarına da
yer vermiştir. Yazılarında en belir-
gin yan ise, bütün kadınlara karşı
kin kusmasıdır. Özellikle de ken-
disini ele veren kayınvalidesine…
Romanlarında bir nefret duygusu
hep olmuştur. Annelerine karşı
nefret hisseden erkek karakterle-
ri romanlarında kullanmıştır. An-
nelik kavramına şiddetle saldır-
mıştır. Onun belki de tek istisnası,
karısı Renee-Pelagie de Montre-
uil’dir; nam-ı diğer Markiz… (Not:
Sevgili okur, Sıbylle Knauss’un
Sade ile karısının hayatını anlatan
romanı, “Markiz” hakkında ya-
zım; Aydınlık Kitap’ın 17 Ağustos
2012 tarihli sayısında yayımlan-
mıştır.)
Sadizmin kurucusu olarak ka-
bul edilen Marquis De Sade’ın, bu
esaslı felsefeci, edebiyatçı ve pra-
tisyenin, çelişkileri ve çürütülebi-
lir tezleri olsa da, insan zihninin ka-
ranlık noktalarına yönelttiği soru-
lar bir hayli sarsıcı… Bu açıdan ve
Sade’ın kendi düşünsel kronoloji-
sinde yer alması bakımından raf-
larımızda olması gereken bir me-
tin, “Can Çekişen Ateist ile Papa-
zın Konuşması”… Yalnızca otuz
dört sayfalık bu kitabı tek solukta
okuyacak ancak yarattığı dalga-
lanmada uzun süre demir alama-
yacaksınız!
Çünkü kitap, karanlığa gönde-
rilmiş bir mektuptur…
( Marquis de Sade, Can Çe-kişen Ateist ile Papazın Konuş-
ması, Kafekültür Yayıncılık,Çev: Asena Yalınız, 34 s.)
Kötü çocuk ve son arzusuSöz konusu metin, idama mahkum bir ateist ile, onun günahlar�ndan ar�nmas� ve affedilmek
için Tanr�’ya yakarmas� ad�na tebli�de bulunan bir papaz�n k�sa diyalogundan olu�uyor.Sade, ateistin a�z�yla kendi fikirlerini ve felsefesini ka��da döküyor
DAĞHAN DÖ[email protected]
Ateistin,yüzyıllardırsüregelen ve nicedüşünürlerinkendilerincecevap aradığısoruyupapaza ve onunşahsında tümilahi kaynağadayalıdoktrinlereyöneltmesi,okuyanınzihninde soru işaretleriyaratıyor
Marquis de Sade
KARANLIĞA MEKTUPLAR, 3
4 OCAK 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Her zaman kendine has üslubu ve
bükülmez diliyle kendini sevdiren ya-
zar Nihat Genç, Türkiye’nin içinde bu-
lunduğu büyük “adalet” karmaşası
içerisinde yeni bir kitapla okurlarıyla
buluştu: “Aslanlı Yola Doğru”. Halkın
sokaklara döküldüğü ve ülkedeki si-
yasete, karşı geliş sergilediği bu döne-
min esaslı bir tablosunu yine kendi üs-
lubuyla bize sunuyor. Nihat Genç’le son
kitabı üzerine konuştuk.
Yeni kitabınız “Aslanlı Yol’a Doğ-ru”da gelişen halk muhalefetine dair“Cumhuriyet bu yüz binleri arkasın-da bulduğu müddetçe hiçbirimize ha-vada karada ölüm yok” diyorsunuz.Sokağa çıkan yüz binler sizin gibi biredebiyatçıya neler hissettiriyor? AslanlıYol’dakiler bugün “suçlu” konumunagetirilmeye çalışılıyor. Siz-ce gelecek bize neler gös-terecek?
“Aslanlı Yola Doğru”
kitabım Ergenekon ope-
rasyonları başlangıcından
beri Ergenekon iftiralarına
karşı yazdığım dördüncü
kitap, ilki “İşgal Yılları”,
ikincisi “Yurttaşların Cin-
lerle Savaşı”, üçüncüsü
“Beni Kandırası Umman
Bulunmaz”, dördüncüsü
“Aslanlı Yola Doğru”. ODA
TV'de sekiz kişiydik malumunuz yedi-
si içeri alındı, ODA TV'de Şahin, Fet-
hi ve Hakan adlı üç gençle başbaşa kal-
dık. Yandaş medyanın topluca saldırı-
lara başladığı o ilk günden beri, bütün
suçlamalara kim, nerede, ne iftira etti,
yetişebildiğimiz duyup gördüğümüz
hepsine seri cevaplar vererek işe baş-
ladım. Hepsine de yetişmek zaten
mümkün değildi, ama en ağır suçla-
maları en ön plana alıp tek tek cevap-
ladım. Tabii iftiraların hukuki bir yanı
olmadığından yüzde yüz emin olduğum
için daha çok işin siyasi, felsefi, psiko-
lojik yönlerini ve o en ağır şartlar altında
sert bir mizah kullanarak cevaplama-
ya çalıştım. Ergenekon iftiraları bugün
gücünü varlığını hepten topyekün kay-
betti, ama o saldırıların yoğunlaştığı
günleri düşünün, etrafımızda bu ifti-
ralara cevap verecek neredeyse tek kişi
kalmadı. Şahin, Fethi, Hakan ve ben,
gücümüz yettiğince rüyamda görsem
inanmayacağım çok müthiş bir müca-
deleye giriştik. Tek bir amacımız vardı,
bütün medya yüzde doksan itibariyle if-
tiralarla saldırıyor ve sizi de yok etme-
ye çalışıyor, bunun bir yok etme girişi-
mi olduğunu ta baştan biliyordum, bu
yüzden yapacağım tek şey bu siteyi tu-
tuklanan arkadaşların mahkeme ifa-
deleri hazırlanıp yayınlanacağı güne ka-
dar tutmaktı. Çünkü Ergenekon süre-
cinde gördük ki çok insan masumca ifa-
desini belgeleriyle mahkemede söylü-
yor ama duyan yok, amaçları bu, duyan
kalmasın. Bu yüzden siteyi çok canlı
ayakta tutmalıyız ve arkadaşlar ifade-
lerini verdiğinde bu ifadeleri yüz bin-
lerce insana ulaştırmak, işte bütün
kutsal telaşımız buydu.
Bu saldırıların ilk amacı
bizi boğmak boğuntuya
getirmekti, kırdık, aksine
iftira atanları dur durak
bilmeden çalışarak ya-
zarak bataklıklarına gö-
müverdik, bu yüzden
arkadaşlar bir gün ifa-
deleri verdiğinde bu bü-
yük yandaş boğuntusu
içinde kaybolmasınlar
korkumuz korkuların
en büyüğüydü, işte bu dört kitabın
macerası kısaca budur.
“Umut” baskıya karşı önemli birsilah mıdır? İnsanlar bazı zamanlar-da umutsuzluğun ağına düşüp müca-dele etmekten vazgeçebiliyor. Umut bu-gün Türkiye’de nerede?
Ben umuttan mumuttan anlamam,
böyle umutlu lafları da sevmem, ben işi-
me bakarım, umut varsa da işimi coş-
kuyla yaparım umut yoksa da dıngı-
lımda değil, yine büyük bir özenle işi-
mi yaparım. Benim işim de yazarlık, üs-
telik edebiyatçıyım. O halde derdimi,
bir avukatın hukuk dili ile değil, ede-
biyatın hikaye tekniğini kullanarak
geniş kitlelere daha anlaşılır ve çarpı-
cı şekilde anlatmalıyım, kendime ver-
diğim görev buydu. Bu son beş sene-
de bu birbirinden renkli onlarca ar-
kadaşım telefonu selamı sabahı dahi
kestiler, kitaplarımda bu zavallıların da
hikayeleri bolca mevcuttur. Hatta ilk
operasyonlar başladığında ileride isim-
lerini tek tek vereceğim sevinmeye gö-
bek atmaya başladılar, işte ne güzel fo-
yaları ortaya çıktı, meğer derin devlet
bunlarmış diye zil takıp topluca eğ-
lendiler. Ve arkadaş çevresinden ve
medyasından maliyesine kadar dolu
dizgin aralıksız bir saldırı düzenlediler.
O gün yazdığım bir yazıda aynen şöy-
le söylemiştim, ya kaçarsın ya göğüs gö-
ğüse savaşırsın, ben göğüs göğüse sa-
vaşı tercih ettim ama şu espriyi yaz-
madan da edemedim, bu saatten son-
ra kaçsan mermiyi sırtından yersin, hiç
değilse mermiyi alnımızdan yiyelim, de-
dim. Bu toprağın en zor gününde
dahi bir bilinmez gücü var, bir biriki-
mi var. Bu birikimi oluşturan herkes ar-
tık ebedi arkadaşlarımdır. Düşünün eli-
mizde ayağımızda yok, cebimizde beş
kuruş para yok, imkan hiç yok. İşte böy-
le günlerde, karşı cepheyi yani elinde
virüsler, bilgisayarlar, savcılar büyük bir
medya olan karşı cepheyi darmadağı-
nık ettik, kalbura eleğe çevirdik, ki-
taplarım bu iftiraları nasıl göğüsledi-
ğimizin bir küçük özetidir.
Ambargoya uğradığınız dönem-lerde özellikle genç kitleler tarafındanmedyada her gün gördüğümüz isim-lerden bile daha çok okunduğunuzu bi-liyoruz. Bu çelişkiyi nasıl değerlendi-riyorsunuz? Nihat Genç sivri tavrın-
“Onlar ‘medyanın Fosforlu Cevriyeleri’Amerikancı sivil kurumların cicişleri”
NİHAT GENÇ İLE SON KİTABI “ASLANLI YOL’A DOĞRU” ÜZERİNE SÖYLEŞİ...
Bir zaman kendilerini reklam�n gücüyle bir �ey san�yorlar ertesi gün yoklar. Bu türlerden i�renerekkendimi geli�tirdim, çok uzun y�llar aç kald�m, çok uzun y�llar paras�z kald�m ama sadece edebi
metinlerimin telifiyle altm�� ya��na kadar hayat�m� idame ettirmeyi ba�ard�mDAMLA [email protected]
Sözümonayazarlar
kanlakelimenin
aynı şeyolduğunun
farkındadeğiller
Nihat Genç
dan hiç vazgeçmedi. Korku duymadınızmı hiç? Biraz frenlesem kendimi diye dü-şünmediniz mi?
Ben basın tarihimizde sağcısından
solcusuna, ilericisinden gericisine, medya
dergisine kadar en çok sansür uygulanan
yazarım, buna alıştım, Leman dergisinde
onlarca yıl yazdım ve yazılarımı yüz bin-
lerce insana okuttum, peşinden hikayele-
rimi yüz binlerce insana taşıdım, sonra tel-
evizyon programlarıyla kendi okuyucumu
kendim inşa ettim. Kimsenin röportajına,
reklamına, tanıtımına muhtaç olmadım.
Etrafta birbirine fare kuyruklarıyla bağ-
lanmış, hep bir arkadaşlığa, ideolojiye ya
da patrona angaje olmuş yüzlerce zaval-
lı var. Bir zaman kendilerini reklamın gü-
cüyle bir şey sanıyorlar ertesi gün yoklar.
Bu türlerden iğrenerek kendimi geliştir-
dim, çok uzun yıllar aç kaldım, çok uzun
yıllar parasız kaldım ama sadece edebi me-
tinlerimin telifiyle altmış yaşına kadar
hayatımı idame ettirmeyi başardım, bu-
güne kadar burnumdan kıl aldırmadan ke-
limelerimle omuz omuza geldik işte. Ben
onun bunun torpili kayırmasıyla değil
nara atarak bugünlere geldim, naramı duy-
mayan kalmadı. Hadi bir daha atayım; bu
beş kitabımın içinde toplasan 10-15 tane
ancak var ama bu kitaplar öncesi yazdığım
yüz ellinin üstündeki hikaye için söylüyo-
rum, yazarım diyenlerin alayına, size otuz
yıl avans veriyorum, bu hikayelerimden sa-
dece bir tanesini edebi estetik değer ola-
rak aşmaya çalışın, medyanın hayal ürü-
nü kayırma balonları uçup biter, geriye sa-
hici eserler kalır, olağanüstü keskin duy-
gular, hadi, son otuz yılına bire bir şahit ol-
duğumuz bu toprakların en trajik günle-
rine dair dokunuşlarınız duygularınız tas-
virleriniz resimleriniz ya da derin zevkle-
riniz, derin mizahınız ya da derin şaşkın-
lıklarınız nerede, yapamazlar, henüz bu sö-
zümona yazarlar kanla kelimenin aynı şey
olduğunun farkında değiller. Onlar med-
yanın Fosforlu Cevriyeleri, Amerikancı si-
vil kurumların cicişleri. Bilge insanların ilk
ve vazgeçilmez dostu, medya patronları ar-
kadaşlar, ideolojiler değil. Kelimelerin
suratları olduğunu bilmezler, edebiyatla
uğraşan bir insan kelimelerden başka ata
oynarsa sonları işte böyle soytarılık olur.
(Aslanlı Yol'a Doğru, Nihat Genç,Kırmızı Kedi Yayınevi, 238 s.)
4 OCAK 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Türkçe şiirlerin şairiMEHMET EMİN YURDAKUL:
Mehmet Emin Yurdakul, milli bir duru�la ve sorumluluk duygusuyla yaz�yordu. Sanat anlay���güzelin ayn� zamanda iyi olmas�na dayan�yordu. Bu nedenle, Türklük, Türk’ün kahramanl���
temalar�n� i�leyen �iirleriyle tan�nsa da asl�nda o milletin bütün hayat cepheleriyle ilgili olmu�turCAFER [email protected]
Tanzimat şairlerimiz eski şiirin
içeriğini değiştirdiler fakat dil ve
şekil bakımından onun devamı ol-
dular. Tanzimat, yeninin eski kalıp-
lar içinde sesini haykırdığı bir ede-
biyattı.
Namık Kemal’in o ünlü kaside-
sinde ne padişah ne de bir vezir var-
dır gür sesiyle kurduğu övgünün
odağında.
“Muini zalimin dünyada erbab-
denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-isa-
fa hizmetten”
(Dünyada zalimlerin yardımcıla-
rı kötü insanlardır, insafsız avcıya
hizmet etmekten zevk alanlar kö-
peklerdir.)
*
“Ne mümükün zulm ile bidad ile
imha-yı hürriyet
Çalış idraki kaldır muktedirsen
ademiyetten”
(Zulmle işkence ile hürriyeti or-
tadan kaldırmak mümkün değildir,
eğer kendinde o gücün olduğuna ina-
nıyorsan insanlığın zihninden hürri-
yet düşüncesini yok et.)
*
“Ne efsunkâr imişsin ey didar-ı
hürriyet
Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk
esaretten”
(Ey hürriyetin güzel yüzü, ne bü-
yüleyiciymişsin, gerçi kurtulduk esa-
retten fakat senin aşkının esiri olduk.)
Üç beytini aktardığım ama tümü
otuz bir beyit olan kasidesinde Namık
Kemal zalimi ve zalime yardakçılık
yapanları aşağılar. Milleti, millet yo-
lunda fedakarca çalışanları yüceltir.
Hürriyetin ne denli nadide bir değer
olduğunu anlatır.
Ziya Paşa da gazelinde ne ka-
dınların güzelliğinden ne de sevgiliyle
birlikte gezilen, eğlenilen gül bahçe-
sinden söz eder. İslam ülkelerinin yok-
sulluğuna dikkat çeker, hükümetle-
rin zalimane ve insanlık dışı uygula-
malarından haber verir:
“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler
kâşaneler görgüm
Dolaştım mülk-i İslamı, bütün vi-
raneler gördüm”
(Küffar diyarını gezdim, köşkler
ve bayındır şehirler gördüm; dolaştıım
İslam ülkelerini harabeler, viraneler
gördüm.)
*
“Bulundum ben dahi darüşşifa-
yı Babıâlide
Felatun’u beğenmez anda çok
divaneler gördüm”
(Bir zamanlar ben de Babıâli de-
nilen hastanede bulunmuştum, ora-
da Eflatun’u beğenmeyen nicediva-
neler gördüm.)
*
“Cihan namındaki bir maktel-i
âma yolum düştü
Hükümet derler anda bir nice sal-
haneler gördüm”
(Bir gün adına dünya denilen ve
insanların topluca katledildiği bir
yere yolum düştü, orada hükümet de-
nilen mezbahalar gördüm.)
Namık Kemal’in olsun Ziya Pa-
şa’nın olsun düşünceleri yeni fakat ifa-
de araçları ve biçimleri eskidir. Bu du-
rumun, onların edebiyatının daha
geniş kesimleri kucaklaması ve daha
geniş kesimleri etkilemesinde olum-
suz bir role sahip olduğu gerçektir.
Şöyle de söyleyebilirim. Eski duyar-
lılığı yıkan Tanzimat kuşağı yeni du-
yarlılığı millete taşıyacak araçları
edinemedi. Bununla birlikte, belki de
nedenidir, milletle buluşacak bir dü-
şünsel berraklık ve olgunluğa da he-
nüz ulaşmış değildi.
İmparatorluğun girdiği her sa-
vaşta, savaştığı her cephede ölümcül
darbeler aldığı tarihin yoğunlaştığı bir
kesitte milletin beklediği ses Mehmet
Emin Yurdakul’dan geldi:
“Ben bir Türk’üm dinim, cinsim
uludur,
Sinem, özüm ateş ile doludur,
İnsan olan vatanının kuludur,
Türk evladı evde durmaz gide-
rim.”
Onun 1897’de yayımlanan “Cen-
ge Giderken” şiiri sızlayan milli vic-
danlara merhem oldu. Sonu gelme-
yen yenilgilerin yarattığı karamsarlık
içinde havai fişekler gibi parladı ve
milletin iç dünyasındaki karşılığını
buldu.
Mehmet Emin Yurdakul, milli bir
duruşla ve sorumluluk duygusuyla ya-
zıyordu. Sanat anlayışı güzelin aynı za-
manda iyi olmasına dayanıyordu. Bu
nedenle, Türklük, Türk’ün kahra-
manlığı temalarını işleyen şiirleriyle
tanınsa da aslında o milletin bütün ha-
yat cepheleriyle ilgili olmuştur. Ba-
lıkçıların, demircilerin, çiftçilerin,
yetim çocukların, düşkün ihtiyarların
yaşamından aksettirdiği çizgiler az de-
ğildir şiirlerinde. Emekten daima
saygıyla söz etti, yoksulluk karşısında
ıstırap duydu ve isyanını ortaya koy-
du. Tabii ki bu realiteleri millet bi-
linciyle bütünleştirerek işledi:
“Biz Türklere çiftçi millet diyorlar.
Evet, Oğuz Han gününden eli-
mizde sapan var;
Bizim için en aziz şey topraktır.
En iyi hal alında ter, elde nasır ol-
maktır.”
(Ey Genç Çiftçi şiirinden)
Zaman oldu “Ey hemşehri! Sakın
kesme, yaş ağaca balta vuran el on-
maz” diye seslendi. Zaman oldu “Pa-
çavralar altındaki yoksul beni yaralar”
diye reddiyede bulundu.
Atatürk’e inandı ve onun tarihsel
inşaasını sahiplendi.
Sanatını,düşünceufkunu,siyasal
çabalarınıbütünüyle
Türkmilletinin
oluşumunaadamışidealistolduğu
kadar darealist bir
şairdir o
Mehmet Emin Yurdakul
Tabii ki edebiyatımızda hak ettiği
yeri aldı. Belirtmem gerekir ki Mehmet
Emin Yurdakul’un edebiyatımızdaki
yeri hece ölçüsü düzeninde, anladığımız
dilde şiirler yazmasıyla sınırlı değildir.
Bunlarla birlikte ve daha önemli olanı
milletleşme sürecimize yaptığı katkı-
lardır.
Sanatını, düşünce ufkunu, siyasal ça-
balarını bütünüyle Türk milletinin olu-
şumuna adamış idealist olduğu kadar da
realist bir şairdir o.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında etkisi
ve ünü doruğuna ulaşmıştır. Artık ya-
nında güçlü yol arkadaşları da vardır.
Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmet, Fuat
Köprülü, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ce-
lal Sılay bunlardandır.
“Biz Nasıl Şiir İsteriz”, “Benim Şi-
irlerim” şiirlerinde poetikasını açık ve iç-
ten bir anlatımla ortaya koymuştur.
Dili ve anlatımıyla olsun, duygu at-
mosferi ve düşünsel bakışıyla olsun
onun poetikasına bütünüyle uygun düş-
tüğü kadar etkileyicilik çıtası en yüksek
şiirlerinden biri de “Bırak Beni Haykı-
rayım”dır. Bu şiirden iki bölüm aktar-
mak isterim:
“Ben en hakir bir insanı kardeş sa-
yan bir ruhum
Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya
iman var
Paçavralar altındaki yoksul beni ya-
ralar
…
Bırak beni haykırayım, susarsam
sen matem et
Unutma ki şairleri haykırmayan bir
millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk
gibidir.”
Mehmet Emin Yurdakul 1869 yı-
lında İstanbul’da doğdu. Ateşini fitille-
yenlerinden olduğu milletleşme süreci-
mizin Atatürk dönemine tanıklık etti.
1944 yılında bu dünyadan ayrıldı. Gö-
zünün açık gitmediğini, aklının arkada
kalmadığını çıkarsayabiliriz.
Ne hazindir ki onun ölümünün alt-
mış sekizinci yılında ülkemiz bölünme
ve birliğimiz bozulma tehdidi altındadır.
Hilafsız ve çekincesiz sesine ihtiyaç
duyduğumuz günlerde yaşıyoruz. Tarih,
onu bir kez daha gündemimize taşımış
bulunuyor.
4 OCAK 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAPGÜLDEN TERAZİ
Kapı Yayınları, romanımızın ilk ör-
neklerini yeniden yayımlarken, Selim İle-
ri’nin kısa bir değinisi ile yayınevi imzalı bir
de inceleme eklemiş. İnceleme dört roma-
na da salt roman penceresinden baktığı için
her kitapta yazarları hakkındaki bilgi, an-
siklopedik bilgi türünden öteye geçememiş.
Oysa Recaizade Mahmut Ekrem, ölümü-
nün 100. yılı yaklaşırken çok daha kapsamlı
araştırma inceleme ve değerlendirmeleri hak
eden bir edebiyat insanımız.
“Zamanın dik durmak hakkını kaybet-
miş başları arasında hiçbir gölgenin en
ufak rastlamasıyla örtülmemiş başı elbette
bütün gururuyla yükselebilir, tenkid ve sitem
salahiyetlerine tamamiyle malik olan sesi yu-
kardan inen bir ceza kuvvetiyle kendisini işit-
tirebilirdi; o bu bakımdan Tevfik Fikret’le
aynı seviyede, hayır, aynı yükseklikte idi.”
Ona “azametli” ve “kibirli” diyenlere Ha-
lit Ziya Uşaklıgil’in “40 Yıl” adlı edebiyat anı-
ları kitabında verdiği bu yanıt (İnkılap ve
Aka, İstanbul 1969, sf. 435), Recaizade
Mahmud Ekrem’in edebiyat ve aydınlar ta-
rihindeki yeri ve önemini de gösteriyor.
Ekrem Bey’in edebiyat ve aydınlar ara-
sındaki yer ve önemini çok daha önce his-
seden Namık Kemal’in 1879’un Ocak ve Şu-
bat aylarında yazdığı iki mektuptan biri, ve-
kalet vereceği, kalemini devredeceği iki
“kardeş”ten birini “Araba Sevdası”nın ya-
zarında bulmaktadır. (Kendisinden sonra-
ya vekil bırakmak bir divan şiiri geleneğidir.
18. yüzyılda, divan şiirinde Reis-i Şairan se-
çilen şair kendisinden sonraki reisi belirle-
me hakkına da sahip. Bu geleneğin içinden
gelip, devrimci bir yorumla ona yeni bir öz
ve biçim veren büyük şair, vekalet kurumuna
da devrimci bir özellik kazandırıyor.)
KALEM�DEVRALACAK KARDE�
Namık Kemal, Abdülhamit diktatörlü-
ğünün ilk yıllarında memuriyetle sürgün bu-
lunduğu Midilli’de hem Abdülhak Hamid,
hem Ekrem beylere ayrı ayrı, ama hemen
hemen aynı cümlelerle, elinden düşecek ka-
lemi kaldıracak iki kardeşi olduğunu yazar.
Recaizade Ekrem Bey’e “Hürriyet şehitle-
rinden sayılırım, elim kalem tutmak iste-
miyor” demektedir; “bununla birlikte, be-
nim eğer elimden düşen kalemi bir gülle ile
şehit olmuş bir bayraktarın bayrağı gibi kal-
dırmak isterseniz, uymaya hazırım. (…) Ek-
rem, biraz düşünelim. Bizim yaş kırka var-
dı. Ben ihtiyarladım, yeteneğimce ne ya-
pabileceksem onu da yaptım. (…) İnancı-
ma göre, ihtiyarlara uymayan gençler inat-
çı ise, gençlere uymayan ihtiyarlar da bağ-
naz sayılır.” (Türkdili dergisi, Mektup özel
sayısı, Temmuz 1974, sf. 117-118, Sadeleş-
tiren: Cevdet Kudret).
KAN DE��L B�RKAÇDAMLA MÜREKKEP
Namık Kemal, Abdülhak Hamid’e yaz-
dığı mektupta da şairden, kan değil birkaç
damla mürekkep istemektedir:
“Ademe her feyz vatandan gelir dize-
si ne büyük bir gerçektir. O zamana dek her
neye çalışırsam istekle çalışırdım. Şimdi
ödev duygusuyla çalışıyorum. Kemal’in
elinden hemen düşmekte olan kalemi –yur-
du yolunda şehit olmuş bir sancaktarın ba-
şucuna dikilecek bayrak gibi- düşkünlük
toprağından kaldıracak iki kardeşim var ki
Ekrem ile sensin! Tanrıya ait büyük mah-
keme pek yüce, tarihin gerçek yargısı çok
uzaktaysa da, ikisinin önünde de benden
sonra siz sorumlusunuz. Yurt bugün ya-
zından gördüğü yararı, askerlikten başka
hiçbir şeyden görmedi. Şinasi öte dünya-
ya göçtü. Beni önünüzde görüyorsanız
çaba gösterin. Sizden kan istemiyorum;
çünkü çok kolay vereceğinizi bilirim. Bir-
kaç damla mürekkep istiyorum.” (A.g.e., sf.
120-121, Sadeleştiren: Halûk Aker).
Vekaleti/kalemi Ekrem Bey aldı ve Ah-
met İhsan’ın “Servet-i Fünun” idarehane-
sinde, Edebiyat-ı Cedide’yi oluşturacak
gençlerin önünde Tevfik Fikret’e verdi.
15 YA�INDA EDEB�YATTUTKUSUYLA DOLU
Zamanın ölçülerine göre oldukça kök-
lü ve kültürlü bir aileden gelen Ekrem
Bey, 1847’de, İstanbul’da Tanzimat’ın tam
içine doğuyor. Babası, Encümen-i Daniş ve
Meclis-i Maarif-i Umumiye azası, Takvim-
i Vekayi ve Matbaa-i Amire müdürü yazar
ve âlim Recai Efendi; oğlunu Harbiye İda-
disi’ne veriyor. 1862’de ise, “Hariciye Mek-
tubi Kalemi”nde. Henüz 15 yaşında ve
edebiyat tutkusuyla doludur.
Tanzimat sonrası aydın kuşağı büyük öl-
çüde önce bu kalemlerden, 1890’lardan iti-
baren de Askeri Tıbbıye, Harbiye ve Mül-
kiye’den yetiştiler. Tanzimat sonrası ilk ku-
şaktan Recaizade, bu kuşağın bütün özel-
liklerini üzerinde taşıdı. Eskiyle yeninin iç
içe ve birlikte var olduğu koşullarda ne eski
eğitim sistemine göre yetişebildi, ne de Ba-
tılı anlamda bir eğitim alabildi. Büyük öl-
çüde kendi kendilerini ve birbirlerini ye-
tiştiren bu kuşak, öncülerini de yine ken-
di içinden çıkardı. Sonuna kadar siyasi idi-
ler. Siyasal çalışmaya doğrudan katılmayan
Recaizade Ekrem bile 1880 ve 90’larda ede-
biyat üzerinden ideolojik bir misyon taşı-
dı. Faaliyetleri hep izlendi, zaman zaman
endişeli günler geçirdi. Halit Ziya “40
Yıl”da, Libya’daki İtalyan propagandası-
nı yerinde tespitle görevli heyetle gittiği
Trablusgarp’tan pek sağlam olmayan bir va-
purla dönen Recaizade’nin bundan kuş-
kulanarak İzmir’de inip yola başka bir va-
purla devam ettiğini yazar.
B�R AYDIN OCA�I:TASV�R-� EFKAR
Haksız da değil; Servet-i Fünuncuların
tabiriyle Üstad-ı Ekrem, “Yeni Osmanlı-
lar”ın içindeydi. Eskiyi taklitle şiir yazma-
ya başladığında da çok geçmeden kendisi-
ni Şinasi’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr kad-
rosunda bulacaktı. Tasvir-i Efkâr, onun
gibi, bu kuşağın daha geç doğumluları için
bir okul, bir “aydın ocağı” oldu; Namık Ke-
mal’i önder bildi, onun izinden yürüdüler.
Namık Kemal’in Avrupa’da sürgün bulun-
duğu yıllarda Tasvir-i Efkâr, Ebüzziya Tev-
fik ve Recaizade gibi “Yeni Osmanlı” ay-
dınlar tarafından yenilikçi çizgisi sürdürü-
lerek yayımlandı. “Vakit” ve “Tercüman-ı
Hakikat”te de zaman zaman yazılar yazan
Recaizade, 1876’dan sonraki dönemde
1880-87’de Galatasaray Sultanisi ve Mülkiye
Mektebi’nde edebiyat muallimliği yaptı.
Yenilikçiydi, yenilikçiliğini edebiyat ders-
lerinde de sürdürdü.
Bu da, dönemin edebiyat tartışmalarında
taraf olmak demektir. Zaman zaman ça-
tışmaya dönen bu tartışmaların öbür tara-
fında ise hemen her zaman Muallim Naci
vardır.
Halit Ziya, Muallim Naci’nin kayınpe-
deri A. Mithat Efendi’nin korumasıyla çı-
karıldığı edebiyat dünyası tahtında “müstebit
bir sultan edasıyla” doğrudan doğruya dil
uzatamadığı Namık Kemal yerine, onun izin-
den yürüyen Recaizade ve çevresindeki
gençlere saldırdığını yazar. Ekrem-Naci
çatışması öylesine şiddetle sürer ki, Naci, Ek-
rem’in Galatasaray Sultanisi ve Mülki-
ye’den uzaklaştırılmasını yeterli bulmayarak,
“gençlerin vicdanındaki kürsüsünden de” in-
dirmeye çalışır. Ancak bunu başaramamış-
tır. Tam tersine, İstanbul’dan taşraya uza-
narak İzmir’de yayımladıkları “Hizmet”
adlı gazetede mensur şiirler yazan Halit Zi-
ya’yı destekleyebilen kalemiyle Recaizade,
yeni bir kürsü kazanır. “Abes-muktebes” tar-
tışmasında olduğu gibi, hep genç yazar ve
şairlerin yanında yer alır.
GENÇLER�NV�CDANINDAK� KÜRSÜ
Recaizade’nin asıl önemi Servet-i Fü-
nunculara öğretmen olmasından ileri geldi.
Halit Ziya’nın “gençlerin vicdanındaki kür-
sü” dediği buydu ve saraydan tiksinti duyan
meşrutiyet yanlısı gençler bu kürsünün et-
rafında kümelendiler. Kürsüsünden alınan
öğretmen, yeni kürsüyü gençlerin vicdanında
kuruyordu.
Edebiyatımıza düzyazı-şiiri kazandıran
Recaizade, yaşadığı koşulların bir sonucu
olarak hep “içe dönük” şiirler yazdı.
Resim yapar, piyano çalardı. Halit Ziya
resimlerini beğenmez ama, piyanosu için
şunları yazmıştır: “Piyano kadar mükemmel
fakat şark besteleri için o kadar asi olan bu
aleti onun gibi tahakkümle bütün incelikleri
iradesine ram eden muvaffakiyetle kullanan
başka bir kimseye rast gelmedim.”
Edebiyatı “fikir, hayal ve his” olarak üç
unsurda toplayan Recaizade’nin eserleri
içinde “Talim-i Edebiyat” ile “Araba Sev-
dası” adlı roman önem taşırlar. “Talim-i Ede-
biyat” bu yolda o güne kadar yazılmış eser-
ler içinde hemen hemen tek kitaptır ve ede-
biyatta estetik sorununu ele alır. “Araba Sev-
dası” ise yedi yıl gecikmeyle 1896’da ya-
yımlanmasına rağmen, geliştirdiği alafran-
ga züppe tipi Bihruz Bey’le Türkiye roma-
nında ilk gerçekçi örneklerden biri sayıldı.
Resimlenen ilk roman olan “Araba Sevda-
sı”, bugünün gerçekliği içinde de kendine yer
bulabilen bir roman olma özelliği taşıyor.
Özellikle de siyasal, ideolojik ve kültürel ola-
rak Batı’ya bağlanan “yeni-alafranga züppe”
tipolojisine yüz yirmi küsur yıl önce verilmiş
bir yanıt olarak...
Recaizade Mahmut Ekrem:Kalemi devralan kalem
NAMIK KEMAL’İN BIRAKTIĞI VEKALET…
MECİT Ü[email protected]
R.M. Ekrem
4 OCAK 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP
Kay�p Deniz
Okyanus aşırı ülkelerde yaşayan
çağımızın iki büyük yazarı, Paul Aus-
ter ile J.M. Coetzee, yazışmalarından
bir kitap yaptılar. Auster ve Coet-
zee’nin iki yılı aşkın bir süre boyun-
ca Amerika ile Avustralya arasında gi-
dip gelen mektupları, sanattan siya-
sete, spordan savaşlara, ekonomi-
den insan ilişkilerine kadar iki yaza-
rın pek çok konudaki duygularını, dü-
şüncelerini, gözlemlerini ve çok ilginç
saptamalarını içeriyor. Bu mektuplar
ayrıca, sadece iki romancının dü-
şünce dünyasını ve çağımıza tanık-
lıklarını değil, aralarındaki insan sı-
cağını da aktardığı için benzersiz.
�imdi ve Burada
20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da
zalimce öldürülen Musa Anter’in ha-
yatı ve mücadelesi üzerinden, Türki-
ye’nin Kürt sorununda yaşadığı trajik
tarihle yüzleşmeye ve hesaplaşmaya
“entelektüel” bir davet... “1929-1935
yılları arasında Mardin Yatılı İlkoku-
lunda okuyordum. Vilayet kapısı önün-
de teneşir tahtası büyüklüğünde iki
seki yapmışlardı ve her gün o sekiler-
de kanlar içinde paramparça olmuş iki
Kürt gencini vitrinlerlerdi. Gaye, Kürt
halkının gözünü korkutmaktı. Bir gün
ben oradayken, Kurdis köyünden da-
yım sayılan Bengo’nun ölüsünü gör-
düm. Çuval gibi bir katıra yüzüstü yük-
lemişlerdi.”
Musa Anter Cinayeti
İlk romanı “Çok Şekerli Ölüm”le
büyük beğeni toplayan Ayşe Erbulak,
serinin ikinci kitabı “Limonî Ölüm”le
bir kez daha polisiye seven okurlarıy-
la buluşuyor. “Limonî Ölüm”ün say-
falarında yol alırken; bir yandan zekice
işlenmiş cinayetleri çözmek için seri-
nin ilginç ve renkli hafiyeleri Zeynep
ve Meral’i merakla takip edecek, bir
yandan çoğumuzun yabancısı olduğu
dini cemaatler ve misyonerler dünya-
sının kapısını aralayacak, bir yandan da
aşk ve ihanet üstüne aklınıza takılan
sorulara cevap arayacaksınız. Su gibi
akan anlatımı ve heyecanlı kurgusu bir
polisiye klasiği olmaya aday “Limonî
Ölüm”ün tadı damağınızda kalacak.
Limoni Ölüm
Özcan Yüksek,Do�an Kitap, 576 s.
Nerede teki yitirilmiş bir pabuç öy-
küsünü işitirsen, ona kulak ver; çünkü
sana, yalnızca gizemler tülünün ardı-
na sakladığı aşkın sırrını fısıldıyordur.
Hem de en önemli sırrını. “Hakikatçi”
ve “Cinistan”la “Binbir Gece Masal-
ları”nın peşine düşen Özcan Yüksek,
“Kayıp Deniz”le okurları, bizzat ma-
salların içine girmeyi başaran bir kah-
ramanla, Korkut Can'la tanıştırıyor.
Kahramanı, varoluşun ve aşkın gize-
mini çözmek için kıtalar, denizler aşıp
ifritlerin, beden değiştiren hortlakların,
ürkütücü canavarların diyarlarından
geçerken “Kayıp Deniz” yerkürenin
gizli belleği olan masalların özündeki
hakikatlere ulaştırıyor bizi.
Ay�e Erbulak,Destek Yay�nlar�, 416 s.
Orhan Miro�lu,Everest Yay�nlar�, 377 s.
John Maxwell Coetzee,Paul Auster, Can Yay�nlar�,Çev: Seçkin Selvi, 272 s.
Bir artı bir iki eder. İki artı bir üç.
Ve şimdi üç, bir olmuştu ve kalan, sev-
gi, sevgi, sevgi, sevgi idi. Ama seni unut-
tuğumu sanma okur ve bu ilahi sevgi-
nin birazını da senin için ayırmadığı-
mı düşünme; azıcık minicik bir parça
ama sadece ve sadece senin için.
Bu kocaman ciltli kitabıma “Önü-
ne Geleni Paramparça Etmek” adını
vereceğim, çünkü yaptığım şey tamı ta-
mına budur; önüme geleni geriye sa-
dece sevgi kalana dek paramparça
ederim ben. Sen de paramparça edil-
miş say kendini, okur.
-Mary-
Önüne GeleniParamparça Etmek
Bilgeliklerine ne kadar hayranlık
duysak da, tarih dünyanın en akıllı in-
sanlarının aşk hayatlarındaki hayal
kırıklıklarıyla doludur.
Sokrates: “Ne olursa olsun evlenin!
İyi bir karınız olursa mutlu olursunuz,
kötü bir karınız olursa da filozof.” (Ka-
rısı hırçınlığı ile nam salmıştı.)
Friedrich Nietzsche: “Ah kadınlar!
Yüceyi yüceltir, aşağılık olanı yaygın-
laştırırlar.” (Evlilik teklif ettiği her
kadından hayır cevabı almasına rağ-
men teklifte bulunmaya devam etti.)
Jean-Paul Sartre: “Elbette çirkin ka-
dınlar var, ama ben güzel olanları ter-
cih ediyorum.” (Metresini evlat edindi.)
A�kta Kaybeden BüyükFilozoflar
Bu kitapta, küresel değer zincir-
lerinin mimarisi üzerinden şekillenen
sanayileşme politikalarının, Türkiye
açısından pek de fazla görünmek is-
tenmeyen, etkileri irdelenmiş, aşırı
sanayileşme olgusu ile kentleşme ve
emek süreçleri birlikte ele alınarak, in-
san sağlığı, konut kalitesi, sağlıklı ya-
şanabilir bir çevre, çalışma yaşamı
gibi değişkenler tanımlanmıştır.
Bu çaba sanayileşme olgusunu
fetişleştiren algılamanın ötesinde in-
sanı ve ekosistemi temel alan başka bir
algılamanın açığa çıkartılması açı-
sından önemli bir katkı özelliği taşı-
maktadır.
Kapitalizmin K�skac�ndaKent ve Emek
Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?
Bilmek için çok gezmenin yanında çok
da okumak gerekir. Bir kenti gezmek
en zorudur. Çünkü kentler iktisat, kül-
tür, sanat gibi birçok olgunun iç içe
geçtiği karmaşık yerlerdir. Bu yüzden
bir kenti iyi bilebilmek o kenti farklı
olgular açısından birçok sefer gezmeyi
gerektirir. Buna koşut olarak o ken-
te ilişkin çok okumayı da. Elinizde tut-
tuğunuz kitap, kentleri “Devrim Ta-
rihi(leri)” açısından tanıtan gezi ya-
zılarından oluşmakta. Ayrıca kentle-
re ilişkin simgeleri vermekle yetinmez,
şiirsel diliyle devrimci imgeler de ya-
ratmayı amaçlar.
Dünyay�Deviren Kentler
Andrew Shaffer, NTV Yay�nlar�,Çev: Mehmet Evren Dinçer, 170 s.
Mike Segretto,Tembel Hayvan Yay�nlar�,
Çev: Cihat Ta�ç�o�lu, 200 s.
F. Serkan Öngel,Nota Bene Yay�nlar�, 304 s.
Mustafa Tabak,�nsanc�l Yay�nlar�, 80 s.
YENİ ÇIKANLAR
4 OCAK 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Muhbir
“Tao Te Ching” 81 adet aforiz-
madan oluşmuştur. Tao artık bildi-
ğimiz üzere Yol; Te (De) erdem ve bu
sayede elde edilen güç; Ching (Jing)
de klasik eser, külliyat gibi anlamla-
ra gelir.
Birinci kitap Yol’un külliyatı, ikin-
ci kitap da Erdem Gücü’nün külliyatı
gibi anlamlar taşımaktadır.
“Tao Te Ching” (Daode Jing) afo-
rizmaları aslında, insan zihninin, va-
roluşu anlama sürecine bir tür anlam
kazandırmak ve bir biçimde refe-
rans noktası oluşturmak adına, sis-
tematik biçimde birbiriyle etkileşen
kavramları anlatır.
Tao Te Ching
“Bütün kalbimle söylüyorum. Bu-
güne kadar yazılmış en düzgün ve dü-
rüst 28 Şubat kitabı. İçinde çok ren-
kli anekdotlar var. Türkiye’nin yakın
tarihini merak eden herkese tavsiye
ediyorum.”
-Ertuğrul Özkök, Hürriyet Ga-
zetesi-
“28 Şubat, hiç bu kadar objektif
yazılmadı”, “Dikkatle okunmalı” di-
yen kalem ustalarının sözünü ettiği
“28 Şubat’ta Devrilmek” kitabının ya-
zarı Mehmet Bican bu kez, bu kitapta
1991-2002 arası siyaset arenasında te-
rörle yaşananların perde arkasını
mercek altına alıyor.
Terörle S�nanmak
“Torino Kefeni” okuyucuyu, bir
dedektif romanının tüm belirsizliği,
bir gerilim romanının tüm heyeca-
nı ve tehlikeli bir maceranın tüm ür-
pertisiyle sosyetik galalardan İrlan-
da barlarına, Harlem Kiliselerin-
den faşist dönem ve günümüz İtal-
yası’na kadar uzanan bir yolculuğa
çıkartıyor.
J. R. Lankford’un zekice tasar-
lanmış ve ustalıkla yazılmış bu sü-
rükleyici romanı, bilimsel bir araş-
tırmanın ayrıntıları ile farklı kültür
ve inançları başarılı bir şekilde har-
manlıyor.
Torino Kefeni
B. �sa Seyran,Cinius Yay�nlar�, 448 s.
Mehmet Bican,Truva Yay�nlar�, 480 s.
“Tanrı’ya müthiş bir huşu, teva-
zu ve teslimiyet içerisinde kendini ve-
rerek ibadet etmesini görünce Nafiz
abinin bu karakteri ile kolayca bir ta-
rikat kurup etrafına, uğruna ölüme gi-
decek kadar bağlı olan taraftar top-
layabileceği gerçeği gelip beynime
saplandı.
Kim bilir belki de kendine müt-
hiş bir güven duygusu veren karanlık
geçmişindeki başarılarından birisi
de budur diye düşünmeden edeme-
dim. Belki de geçmişte MİT adına bir
tarikat kurup başına geçmişti. Terör
örgütleri, ölüm timleri, intihar ko-
mandoları kuran MİT, neden ken-
dine ait tarikatlar kurmasındı ki?
Jamilla Rhines Lankford, MayaKitap, Çev: Engin Süren, 400 s.
Lao Tzu, Notos Kitap,Çev: Tahsin Ünal, 151 s.
Paraf Yayınları’nın şiir dizisin-
den, Murat Selçuk Katıoğlu’nun ka-
leme aldığı bir kitap.
Bir Bio-Enerji uzmanının aşk
serencamı...
Şiirin anlamı şairin gönlünde
saklıdır...
Hadi!..
Tak geceyi koluna şimdi.
Derinlerine sakla o hırçınlığını...
En sakin halini takınıp
kendine benzet beni...
Azgın dalgalar uzak olsun
artık bizden...
Sığ sularında sev beni...
Mavi Dü� �stasyonu
Önce çocuklar en iyi oldukları şeyi
yaptılar ve yetişkinleri şaşkına çeviren
akıl ve hayal gücü dolu sorularını sı-
raladılar: Deniz neden tuzludur?
Neden kendimi gıdıklayamıyorum?
Tanrı kimdir? Neden uçamıyoruz?
Çişimiz neden sarı? Uzay ne kadar
uzak? Rüyalar neden yapılmıştır?
Zamanda yolculuk mümkün mü?
Ve daha onlarca soru... Sonra dün-
yaca ünlü bilim insanları, yazarlar, fi-
lozoflar, sanatçılar her soruya, sanki
kendi çocuklarına anlatırmış gibi ba-
sit ve keyifli bir dille yanıtladı.
Küçük �nsanlardanBüyük Sorular HayliMühim �nsanlardan
Basit Cevaplar
Devletin üst katlarında ağır görevler
üstlendikten sonra anı yazmak; yüzleş-
meyi, hesaplaşırken hesap vermeyi, yar-
gılarken yargılanmayı göze almaktır. Hiç
de kolay değil. Sokrates’i de seveceksiniz,
Aristoteles’i de. Ama doğruyu/gerçeği
daha çok seveceksiniz. Hem akıl ister,
hem de yürek ister bu çaba. Akıl ister; size
karşın doğruyu/gerçeği çarpıtmadan,
eğip bükmeden yansıtmak için. Yürek is-
ter; değer yargılarında yansız, nesnel, dü-
rüst olmak için. Baştan sona okuduğum
yapıtında sayın Dr. Işın Çelebi bunları ba-
şarmış, kutlanası bir belgeyi tarihimizin
belleğine armağan etmiştir.
-Prof. Dr. Sami Selçuk, Eski Yargı-
tay Başkanı, Bilkent Üniversitesi-
Türkiye’ninDönü�üm Y�llar�
1438, Rumeli Boyları. Toz bulu-
tunun içinden yıldırım gibi ilerleyen
atlı, o kadar hızlıydı ki yanından geç-
tiği başakları, rüzgârının etkisiyle
koparıyordu. Atın üzerindeki iri
adam ise bir yeniçeriydi ve önemli bir
haber ulaştırmak için acele etmek-
teydi. O sırada siyah pelerininin
içinde küçük bir çocuğun korku
dolu bakışları belirdi. Henüz nereye
gittiğinden habersiz, şaşkın şaşkın et-
rafına bakınıyordu. O sırada gö-
zünden düşen birkaç damla gözya-
şı onun hislerini ele vermişti. Meh-
met’in, Rumeli boylarında geçirdiği
çocukluk günleri sona ermekteydi.
ConstanbulSultan’�n Gölgesi
Kolektif, Domingo Yay�nevi,Çev: �iirsel Ta�, 300 s.
Murat Selçuk Kat�o�lu,Paraf Yay�nlar�, 128 s. I��n Çelebi, Alfa Bas�m Yay�m
Da��t�m, 592 s.Taner Duru, Sokak Kitaplar�Yay�nlar�, 270 s.
4 OCAK 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
Bir çocuk kitabında beni çok rahatsız
eden şeyler görmedikçe kitabı kötülemek
istemem. Bu yüzden “bu kitabın nesini be-
ğendin de bu kadar övdün?” gibi eleştiri-
ler alıyorum. Oysaki o kitaplar benim çok
eğlenerek okuduğum kitaplar. Elbette her
konuda olduğu gibi kitaplar konusunda da
çocuklar daha seçici ve daha acımasız.
Kötüye kötü demekten çekinmiyorlar. Fa-
kat bu kitaplar benim değerlendirmeme
tabi tutulduğunda, birçok etmeni göz önün-
de bulunduruyorum. Yeni ve hevesli ya-
zarlar, usta yazarlar, önemli konular, iyi ni-
yetli yayınevleri gibi. Nihayetinde çocuk ki-
tapları iyilik, güzellik barındırır. Konuları
ilgi çekici olmayabilir, ama öyle renkli
öyle güzel resimlerle desteklenir ki beğe-
nirsiniz. Basit imla hataları barındırabilir
ama öyle güzel noktalara değinir ki mest
eder. Velhasıl, güzel amaçlar uğruna ya-
zılmış kitapları, ufak tefek eksikliklerini göze
sokarak harcamak istemem.
Gelgelelim, bu hafta okuduğum kitap-
lardan biri olan, Günışığı Kitaplığı’ndan çı-
kan “Ağaçtaki Ev”e. İtalya’nın en önemli
çağdaş yazarlarından Bianca Pitzorno ta-
rafından yazılmış, Nilüfer Uğur Dalay ta-
rafından Türkçeleştirilmiş. En sevdiğim ço-
cuk yazarlarından biri olan Gianni Rodari
yüzünden, İtalyancadan çevrilmiş bütün
kitapları aynı tatta bulacağımı zannediyorum.
Yine aynı hevesle başladım okumaya. Baş-
larda heyecanlıydım, yer yer sesli de gül-
dürdü, ama ortalarına yaklaşınca Rodari’nin
eşsiz kurgularından eser bulamayınca üzül-
düm. Önce biraz konusundan bahsedeyim:
Bianca ve Aglaia adında iki kız arkadaş bü-
yük bir ağacın ortalarındaki dallardan birinde
yaşıyorlar. Bu dala duvarları yapraklardan
örülmüş bir bina inşa etmişler. Bir gün
ağaçta yalnız olmadıklarını, üst dallardan bi-
rinde yaşlı ve huysuz bir adamın yaşadığını
fark ediyorlar. Çalçene Boşboğaz adındaki
bu amca ile kızlar arasındaki çekişmeleri an-
latıyor kitap. Fakat olaylar öyle sarpa sarı-
yor ki, ne karakterleri tanıyabiliyorum, ne
olayları anlayabiliyorum.
DELFIN VE MARINETG�B� DE��L
Kitabın kahramanları ve sonradan da-
hil olan karakterleri konusunda çok gelgitler
yaşadım. Tek ısınabildiğim, sesi soluğu çık-
mayan, huysuz amcanın bütün elektrik ih-
tiyacını karşıladığı halde unutulup giden tor-
pil balığıydı. Sanırım bunun nedeni, iki kız
çocuğuna Rodari’nin Delfin ve Marinet’i
gibi, kitabı sırtlayıp götürecek roller biçil-
memesi. Hepsi bir yana olaylar sürekli bir-
birinden bağımsız ilerliyor, hiç olmadık
yerlerde olmadık şeyler oluyor. Huysuz
amca öyle “iyi kalpli ama biraz huysuz” de-
ğil. Sepetteki bebekleri tekmeleyen, hava-
daki leylekleri vuran, çocukları dövmekten
beter eden bir adam. O leylekler zaten ki-
tabın konudan sapma nedeni bana göre. Ki-
tabın adı ve kapağı, ona doğayla ilgili bir so-
rumluluk yükler nitelikte. Ancak ağaçtaki
evle, doğayla, doğada yaşamla ilgili yeterince
betimleme yok. Aksine leylekler bir sürü be-
bek getiriveriyor, kızlar onlara annelik yap-
maya başlıyor, toplumdan nasıl bu kadar ba-
ğımsız yaşadıklarına anlam veremediğimiz
bu çocuklar ne yer
ne içer diye merak
bile edemeden çok
çocuklu bir aile
oluveriyorlar. Be-
beklerin gelişini
başından beri ne-
rede olduklarını
bilmediğimiz ak-
rabalarıyla eğle-
nerek kutluyorlar.
Huysuz amca bir
yolculuğa çıkıyor, nereye git-
tiğini bilmiyoruz. İtalyan kızların evine
Mahir Bey adında tesisatçı getiriliyor. Ki-
tabın sonunda ağacı kesmeye ormancılar ge-
liyor ve çocuklarla ormancılar arasında tu-
haf bir savaş gerçekleşiyor. Kitabın başın-
dan beri her türlü canlıya zararı dokunan
huysuz amca da bu savaşta çocukların sa-
fında yer aldığı için -kendi evi için mücadele
ettiği unutulup- iyimser bir hava yaratılmaya
çalışılıyor. Cümleler arası senk-ronu bir tür-
lü tutturamayan zaman kipleri de, okurken
biraz zorlanmama neden oldu. Kısacası ki-
tabın, bir olaydan, durumdan, fikirden yola
çıkarak yazılmamış da, yazdıkça yönü be-
lirlenmiş gibi bir havası var.
Neyse ki ardından yine yeni kitaplardan
biri olan “Hödük, Güdük, Bir de Bıdık, Rap
Rap Rap”ı okudum da kendime geldim. İs-
met Bertan’ın bu sıcacık kitabına ayrıca yer
vermek istiyorum.
İyi okumalar.
(Ağaçtaki Ev, Bianca Pitzorno,Günışığı Kitaplığı,
Çev: Nilüfer Uğur Dalay, 119 s.)
İREM HALIÇ[email protected]
Hügo’nun Muhte�em Dünyas�Hügo altıncı sınıfa gidiyor. Yetişkin bakış açı-
sından “tipik ergen”, kitabın seslendiği okurun açı-
sından “aynı ben” diyebileceği bir karakter Hügo...
Dünyanın en muhteşem sporcusu, en yakışıklı ve
havalı kişisi olduğuna inanıyor. Hatta buna o ka-
dar inanıyor ki sekizinci sınıfların ve hatta okulun
en güzel kızı Viola’nın ona hayran olacağından
emin. Tek sorun Viola’nın dikkatini çekebilmek.
İşte Hügo’nun başına gelen muhteşem komik, bir
o kadar da talihsiz olaylar bu şekilde başlıyor... Ki-
tabın ince bir mizahla örülmüş, güncel bir anlatım
tarzıyla işlenen sayfalarından akarken asıl sorunun
“ben kimim?” sorusuna cevap bulmak olduğunu
düşünüyoruz. Hügo hemen hepimizin benzerini ya-
şadığı okul, aile ve arkadaş ilişkileri içinde komik
olaylar yaşarken aslında kendisi olmaya ve kimli-
ğini bulmaya çalışıyor. Onun olaylara bakış açısı sizi çok etkileyecek, zihninde
yarattığı dünya ile gerçek dünya arasındaki farkı görmek hayata bakış açımızı
sorgulamamıza neden olacak. Acaba hangisi daha iyi; kendi gerçekliklerimiz-
le kurduğumuz sanal dünyada mı yaşamak, başkalarının bizim için kurguladı-
ğı gerçek dünyada mı? Ya da acaba hangisi sanal hangisi gerçek?
Sabine Zett,Mavibulut Yay�nlar�,
Çev: ZeynepAlpaslan, 280 s.
Kitab�n karakterleri konusunda çok gelgitlerya�ad�m. San�r�m bunun nedeni, iki k�z çocu�unaRodari’nin Delfin ve Marinet’i gibi, kitab� s�rtlay�p
götürecek roller biçilmemesi
Ağaçta durumlarkarışık
Red Kit 62 - Sarah Bernhardt
Red Kit’in 62. sayısı olan 1982 yılına ait
“Sarah Bernhardt”ı Morris çizmiş, X. Fauche
ile J. Léturgie yazmış. Zaman zaman yapıldı-
ğı gibi, öykü gerçek bir şahıs ile abartılmış ger-
çek olaylar üzerine kurulmuş: “Altın Ses” ola-
rak bilinen Fransız tiyatro oyuncusu Sarah
Bernhardt’ın ilk ABD turnesi.
Bernhardt’ın ABD’deki gösterilerinin so-
runsuz gerçekleştirilebilmesi için hükümetçe
görevlendirilen Red Kit’i bekleyen zorluklar,
bu kez haydutlarla Kızılderililerden ibaret de-
ğildir.
Gözetimi altındaki tiyatro topluluğunun gı-
dasından ulaşımına, sağlığından güvenliğine
kadar her şeyinden sorumludur. Üstelik çok
yakınlarda bir hain, etrafta pek çok düzenbaz
varken ve Düldül’ün rolü pek küçükken…
Rene Goscinny,Yap� KrediYay�nlar�,Çev: Eray
Canberk, 48 s.
Kütüphaneci Sincap
Ormanın sessizliği sabahın erken saatlerin-
de bir takırtı ile bozulmuştu. Taaaak... Ta-
aaak... Taaaak... Meşe Ağacı sarsıldı. Uçuşan
kuşların kanat sesleri bütün hayvanları ürküttü.
Yeşil yapraklar sallantıda hışırdadı. Küçük dal-
daki yeşil tırtıl durdu. Bekledi. Bu koskoca Meşe
Ağacı’nda yıllardır yalnız yaşayan küçük sincap,
iri siyah gözlerini açtı. Kocaman iki dişi arasın-
daki meşe palamudunu kemirmekten vazgeçti.
Etrafı dikkatle dinledi. Birkaç dakika sonra bü-
yük Meşe Ağacı duruldu.
Yemyeşil yapraklar, rüzgârda sakince salın-
dı. Orman tekrar eski sessizliğine büründü. Tır-
tıl küçük kıskacındaki yaprak parçasını sıkı sı-
kıya tutarak sakin ama kararlı yürüyüşüne devam etti. Ağacın en eski sahi-
bi Küçük Sincap, yeniden meşe palamudunu kemirmeye başladı.
FeridunBüyüky�ld�z,
Phoenix Yay�nevi,80 s.
4 OCAK 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
Turan Alptekin, geçen hafta ya-
yımladığımız mektubunda, temel
savını şu cümleyle özetliyor: 27
Mayıs’tan sonraki yazılarında
CHP’li olduğunu göstermekle bir-
likte, “Tanpınar’ın ‘Atatürkçü dü-
şünce sistemi’ söyleminin yanına
konabilecek tek cümlesi yoktur”.
Oysa mektubunda Tanpınar ve
kendisi adına savunduklarını,
doğrudan doğruya Atatürk’ten
verdiğimiz paragraf, daha ilk
cümlesinden başlayarak, özlü
ve tartışmasız biçimde ortaya
koyuyor: “Ben, manevi miras
olarak hiçbir ayet, hiçbir dog-
ma, hiçbir kalıplaşmış kural
bırakmıyorum. Benim mane-
vi mirasım bilim ve akıldır...”
Tanpınar’ın 27 Mayıs’tan
sonra derinleşip koyulaşan si-
yasal düşüncesinin daha
1940’larda Atatürkçü yöne-
limler taşıdığını –doktora
öğrencisi Kerem Yılmaz’ın ilettiği
listedeki– yazılarda açıkça görmek
olanaklıdır*. Bu yazılardan bir ta-
nesinden vereceğimiz şu
alıntı bile bunu anlama-
ya yeter:
“Bizi, üç adımda, en
koyu Ortaçağ’dan mua-
sır dünyaya ulaştırdı.
(...) Şirazesi kopmuş
bir cemiyete, maruz bu-
lunduğu ayırıcı fikirle-
re, doludizgin yol alan
bir yığın ferdî menfaat
ve ihtirasa rağmen bü-
tünlüğünü vermek,
menfi müspet bir yığın
dağınık temayülü tek
bir hamle halinde toplamak...
İşte Atatürk’ün ilk yaptığı şey. ... Ya-
pıcılık Türk’ün baş meziyetidir.
Atatürk bu meziyete imkânsız gö-
rülecek kadar sahipti. Bu velut
deha bize sadece hür bir vatan te-
min etmekle kalmadı. Hayatımız-
da en geniş ayıklamayı yaptı. Ka-
zandığı zaferin beyhude harcan-
maması için Türk milletinin haya-
tındaki engelleri kaldırdı. Vatanın
manevi simasını yeni baştan kurdu.
Mesut talihi bu işleri başarabilmek
için ona İnönü’nün şahsında en
kudretli yardımcıyı vermişti. Bizde
en cömert manasıyla iş arkadaşlı-
ğı bu iki zekânın birbirini tamam-
layışlarıyle başlar. Yaptığı işler dü-
şünülürse, onun hayatını bir mucize
gibi tanımamak kabil değildir.”
(Ulus, 10 Kasım 1943)
Bu sözlerin anlamı tek cümleyle
şudur: Atatürk’ün gerçekleştirdiği
kopuş, aynı zamanda toplumu tüm
sağlıklı unsurlarıyla bütünlüklü
olarak geçmişten geleceğe eklem-
lemektir. Aslında Tanpınar’ın dü-
şünce ve sanatında yaşamının her
döneminde ısrarla vurguladığı, ge-
leceği kurmaya yönelik zaman ve
uygarlık örtüşmesinden anladığı
da tastamam budur, Atatürkçü bir
yaklaşımı yansıtır. Nitekim CKM’de
(Caddebostan Kültür Merkezi)
Kitap Günleri kapsamında düzen-
lenen kültürel etkinliklerde Tanseli
Polikar’ın yönettiği “Tanpınar’da
Zaman ve Uygarlık Örtüşmesi”
başlıklı panelde (14 Aralık, Cuma,
16:00-17:30) Seyyit Nezir, yazardaki
zaman ve uygarlık kavramlarının
çağdaş bilinçte ilmeklenişini ele
alırken bu olguyu vurguladı; Emi-
ne Erbaş, Yusuf Has Hacip’ten
Tanpınar’a zaman ve uygarlık sar-
malının oluşmasını tartıştı. Bu et-
kinliği izleyenlerden birçoğu, elle-
rinde daha önce yayınlanmış kimi
yazı ve belgeleri tartışmacılara ve-
rerek daha sonra da söyleşiyi sür-
dürdüler. Etkinliğe katılamadığı
için hayıflanan Sn. Berksoy’dan
ise aşağıdaki mektubu aldım; yo-
rumu okurlara bırakıyorum:
ARA�TIRMACILAR VETANPINAR
Sayın Seyyit Nezir,
Aydınlık Kitap’ta yayımlanan
“Marsilya Rıhtımındaki Fransız
İşçi...” başlıklı yazınızı (14.12.12)
bugün okudum.
Hangi konu olursa olsun, ek-
sikleri görmek, üzerinde düşün-
mek, onları tamamlamak bir insa-
nın değil, insanların ömrünü aşıyor.
Bu, dünyaya ait bir insanlık durumu.
18. yüzyılda yaşamış olan Di-
derot’nun el yazılarına, Fransızlar
1960 yıllarında ulaşabilmişler.
Önemli olan, konuya azimle odak-
lanmak, yılmadan çalışmaktır.
Edebiyat araştırmalarını daha
çok edebiyat araştırmacıları ya-
par. Başka alanlardan ilgi duyanlar
o alanın araştırmacılarıyla iletişim
kurmadan, bilgilerini teyit ettir-
meden yayımlamaktan kaçınmalı-
dırlar. Düştükleri durum hoş ol-
mayabilir.
Tanpınar araştırmacılarının
hepsi; önemli bir düşünür, ülkesi-
ni ilgilendiren her olayı bir “hakim”
gibi gözlemleyen vatansever Tan-
pınar’ın her kaotik siyasi durumda
ülke aydınlarıyla siyasiler arasında
paylaşılamayan bir entelektüel ol-
duğunu iyi bilirler.
Aydınlık gazetesinin Tanpı-
nar’ın bilinmeyen yazılarına ulaş-
tığını söyleyerek yayım yapması
bu alanda yıllardır yapılan araştır-
maları ve yayımları görmezden
gelmek değil midir? [...]
CKM’de 14 Aralık’ta hazırla-
dığınız etkinlik haberini geç almış
oldum. Yoksa gelip, 2010’da Stras-
bourg Üniversitesi’nde yaptığım
Karşılaştırmalı Edebiyat doktora-
sı tezimi (Tanpınar’ı Batı Edebi-
yatı’na sokan öncü olarak jürinin
beni tanımladığı tezi), yani sizin ek-
sikler olarak öne sürdüğünüz ko-
nuyu, bildiğim kadarıyla aktarmak
isterdim. Bu tez, 2013 ilkbaharın-
da Paris’te L’Harmattan Yayın-
evi’nden kitap olarak çıkacak. Ta-
nıtımını kamuya yapmak üzere
hazır olduğumu da belirteyim. [...]
Size ve şahsınızda tüm Aydınlık
yazarlarına saygılarımı sunarım.
Dr. Berkiz BERKSOY
Galatasaray Üniversitesi
AYVAZO�LU: “BUNLARIORTAYAÇIKARMAMALI”
CKM’deki panel sonrasında
Turgay Kurnaz ve Suat Duman’ın
gönderdiği belgelerse, Enginün ve
Ayvazoğlu’nun yanı sıra birçok
sağcının Tanpınar’a karşı izlediği
tutumu apaçık sergiliyor. Belli ki,
Tanpınar’ın günlükleri ölümün-
den sonra 45 yıl bekletilerek, “Gün-
lüklerin Işığında Tanpınar’la Baş
Başa” adıyla yayımlanınca (İ. En-
ginün - Z. Kerman, Dergâh Y., Ara-
lık 2007) ilk günah çıkarma girişi-
mi Beşir Ayvazoğlu’ndan gelmiştir
(Türk Edebiyatı, Şubat 2008). Der-
gideki söyleşiden aldığımız kesitler
şöyle:
Beşir Ayvazoğlu: Ahmet Ham-
di Tanpınar’ın günlüklerinden kısa
bir bölümü Kaynaklar dergisinde
okuduğumuzda yıl 1984’tü. Şimdi
2008’deyiz. Yirmi küsur yılda or-
taya çıkan bir metin var. (...) Sizdeki
Tanpınar imajında, günlüklerin ta-
mamını okuduktan sonra bir de-
ğişme oldu mu?
İnci Enginün: Vallahi hem
oldu, hem olmadı. Neden derseniz,
ben Tanpınar’ın öğrencisiydim.
Onun sınıftaki hallerini, nasıl ders
anlattığını biliyorum. Doğrusu beni
çok fazla etkileyen hocalar arasın-
da değildi. (...) benim Tanpınar’la
ilgili görüşüm zıtlıklarla doludur.
B. A.: Tam anlayamadım efen-
dim. Yani Tanpınar’ın dersleri her
ne kadar kopuk kopuk olsa da
kendi içinde hemen fark edilmeyen
bir bütünlüğü mü vardı demek is-
tiyorsunuz?
İ. E.: Evet. İnanılmayacak bir
bütünlüğü varmış. [...]
B. A.: Demokrat Parti’yi ve ic-
raatını beğenmemesi, öfke duy-
ması, düşmanlık hissetmesi... Bun-
ların hepsi anlaşılabilir, hatta en ta-
bii hakkıdır. Fakat o kadar adamın
idam edilmesini istemesi onun gibi
bir aydına yakışmıyor doğrusu...
İ. E.: Aynı düşünceleri savun-
duğu makaleler de var...
B. A.: Evet ben o makaleleri ga-
zete koleksiyonlarından okumuş,
dehşete düşmüştüm. Bunları orta-
ya çıkarmamak gerekir diye dü-
şünmüştüm, ama genç araştırma-
cılar bulup yayımladılar.
İ. E.: Hayır, bence her şeyin or-
taya çıkması gerekir. (...) Ben o ya-
zıları doğrusunu isterseniz, Tanpı-
nar’ın Kurucu Meclis’e girmek için
yazdığını sanıyorum. “Ben de siz-
denim, yaptıklarınızı destekliyo-
rum,” anlamında mesaj iletmek
maksadıyla yazıyor Tanpınar. [...]
B. A.: Demokrat Parti’den bir
kötülük de görmüş değil sanıyo-
rum.
İ. E.: Ama burada şahsi kötülük
söz konusu değil. Devlete kötülük
yaptıklarını söylüyor; fakat bu kö-
tülüklerin ne olduğunu da söyle-
yemiyor aslında. [...]
Ayvazo�lu: “Ben o makaleleri gazete koleksiyonlar�ndan okumu�, deh�ete dü�mü�tüm.Bunlar� ortaya ç�karmamak gerekir diye dü�ünmü�tüm.”
Tanpınar: “Atatürk, bizi en koyuOrtaçağ’dan muasır dünyaya ulaştırdı.”
SEYY�T NEZ�R
ARAKABLO
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Bir seslenme sözü2. Ha�in, kaba - Fikir, dü�ünce - Molibden’in simgesi - “... Güler”
(foto�rafç�)3. Nikel’in simgesi - Yunancada bir harf - Bir yaz�y�, bir dü�ünceyi
alma, aktarma, al�nt�4. Tanelerinden ya� ç�kar�lan bir tür fasulye türü - Bir cetvel türü -
Bir yüzölçümü birimi - Tantal’�n simgesi5. Elyaf�ndan ip ve çuval yap�m�nda yararlan�lan bir bitki -
Kolayca bükülen ve ate�e dayan�kl� liflerden olu�an bir akasbest türü - Sürekli, sonsuz
6. Roma’n�n eski ad� - Y�lan - Eski Türklerde “totem”e verilen ad
7. Büyük ça�layan, çavlan - Radyum’un simgesi - Japonya’dabuda rahibesi
8. Kimononun üstüne tak�lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya�a,mevkiye ve bölgeye göre de�i�en, bir dü�ümle birle�tirilengeni� ipek ku�ak - Eski Çin felsefesinde, evrenin birli�inisa�layan düzen ilkesi -Çal��ma, meslek
9. Kurçatovyum’un simgesi - Zeybek - Yüce10. Al��k� - Sanca��, yelkeni ya da sereni a�a�� alma11. �lave - Üzülerek dü�ünme hali - Tavu�un belli bir yerde
yumurtlamas�n� sa�lamak amac�yla konulan yumurta veyabenzeri ta� - Gezegenimizin uydusu
12. Alfabe - Düzgün konu�an - Maden, tahta vb.’nin pürüzlerini
düzeltmek için kullan�lan, üzeri pürtüklü, sert, ensiz, çeliktenyap�lm�� araç
13. Fas’�n plakas� - Üye - Çin satranc� - Ç�dam14. Ate� - Rubidyum’un simgesi - Demir’in simgesi - Berilyum’un
simgesi15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Seryum’un simgesi
YUKARIDAN A�A�IYA1. At e�itimi - Resimdeki yazar�n bir eseri - Baban�n erkek karde�i2. Kay�nbirader - Azotlu besinlerin vücutta yanmas�yla olu�an
azotlu madde - Edipler3. Lityum’un simgesi - Dolmakalem - Ya�� küçük oldu�u halde
sözleri ve davran��lar� büyükmü� gibi olan çocuk - Ordu (k�sa)4. K�salt�lmadan k�v�rc�kl�k verilmi� saçlar�n ba� çevresinde geni�
bir y���n olu�turdu�u saç biçimi için kullan�l�r - �badethane,tap�nak - Büyücü
5. �nce dantel - Doku teli - Çabuk, süratli6. �lgi eki - Halk�n bütünü, kamu - Tav�r, davran�� - Bal yapan
böcek7. Ut çalan kimse - Bir hayret ünlemi - Tavlada “üç” say�s� -
Berkelyum’un simgesi8. Yunan mitolojisinde, içenleri ölümsüzlü�e kavu�turdu�una
inan�lan ve esas maddesi bal olan tanr� içkisi - Su yosunu9. Deri, cilt - Evlerde oda kap�lar�n�n aç�ld��� geni� hol10. Bir tembih sözü - Moliere’nin be� perdelik manzum komedisi
- Yabanc�11. Giysinin omuzla gö�üs aras�nda kalan bölümüne eklenen
parça - Bir Ortado�u tanr�s� - Yabanc� bir a��rl�k ölçüsü birimi12. Metal üzerine kaz�da ya da ah�ap tornas�nda kullan�lan çelik
kalem - Yumurta biçiminde olan, beyzi - A�abey (k�sa)13. Favori - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - �ridyum’un simgesi
- Do�um i�ini yapt�ran kad�n14. Rütbesiz asker - Boru sesi - Bir nota - Dü�man, has�m15. Resimdeki yazar�n bir eseri
4 OCAK 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
“...Ben filozofluğu sizin için yaptığımı iddia et-miyorum. Oysa siz, doktor; sizi motive edenşeyin bana hizmet etmek, acımı dindirmek ol-duğunu söylüyorsunuz. Bunların insan motivas-yonuyla uzaktan yakından ilgisi yok. Bunlarrahiplere özgü propagandalarla kurnazca yöne-tilen köle zihniyetinin bir parçası. Daha derin-lere inip motivasyonlarınızın kaynağını bulun!”
1 “Yukarıdaki bulutlara ya da aşağıdaki uçu-ruma bakarken, bu kadının hayatındaki enönemli şey olduğunu; onun bu kayaların, bugökyüzünün, bu kışın varlığının tek anlamıolduğunu anladı. O yanında olmasa, cennet-teki bütün melekler gönlünü almak için aşağısüzülse bile umursamazdı, o yanında olmasaCennet'in hiçbir anlamı olmazdı.”
“Kuzey denizinde büyük balıklar vardır. Bunları tutarlar, diridiri nakletmek için deniz suyu dolu büyük fıçılara koyarlar.Uzun müddet büyük fıçılar içinde kalan balıklara bir nevi sı-kıntı, tazeliğini, lezzetini kaybettiren ölüme yakın bir gevşek-likle pörsüten bir hal gelir. Bu vaziyetten kurtarmak içinfıçılarda kedi balığı denilen küçük balıklar bulundururlar, buküçük balıklar o kadar sürekli büyük balıkları rahatsız ederlerki büyük balıklar da daimi tahrik altında taze ve canlı kalırlar.”
3
a) Andrew Jolly - Seni İçime Gömdüm
b) Jean Genet - Hırsızın Günlüğü
c) Iris Murdoch - Melekler Zamanı
d) Anja Meulenbelt - Utanç Bitti
e) Irvin D. Yalom - Nietzsche Ağladığında
a) Gerard Chaliand - Hatıramın Hatırası
b) Marc Levy - Keşke Gerçek Olsa
c) Moliere - Hastalık Hastası
d) Michel Zevaco - Venedik Aşıkları
e) Paulo Coelho - Brida
a) Halide Edip Adıvar - Kalp Ağrısı
b) Anais Nin - Dört Odalı Kalp
c) İbrahim Altun - Üç Kırık Kalp
d) Nihal Yeğinobalı - Mazi Kalbimde Bir Yaradır
e) Ayşe Kilimci - Ah Benim Akortsuz Kalbim
2
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(e) 2-(e) 3-(a)
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ