by dream cather [email protected] phrasal verbs … · 2014-03-06 · idioms or phrasal verbs....

56
By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________ 1 "PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 01 Turkish: Konu idiom'lar ve phrasal verb'ler olunca, neden bazı sözlük öğelerini kullanamayız da, ötekilerini kullanmak durumundayız? Yanıt: "Walla, çünkü doğru kullanım budur da ondan!"... Neyin doğru neyin yanlış olduğunu saptamak, çoğu zaman, doğru İngilizce'nin nasıl olacağı konusunda ince ve keskin bir "duygu" geliştirmiş olmak -- yada doğrudan doğruya sıkı bir ezberdir. Idiom, belli bir dile özgü ifade ve deyişlerdir... Bunları öğrenmek zordur, çünkü kökenleri belli kurallara bağlanamaz; yalnızca önceki kuşaklardan bize bu halleriyle gelmiş olduklarını söyleyebiliriz. "Kulağıma doğru / yanlış geliyor" demekten başka çaremiz yoktur. Kulağımıza güvenmek zorundayız ve dua edelim ki herhangi bir sınavda bu öğelere dayandırılan çok sayıda soru ile bizleri sınamasınlar... Aşağıda "phrasal verb"ler üzerine kurulu bir test bulacaksınız: English: Why do we use certain vocabulary elements, when it comes to idioms or phrasal verbs, instead of others? The answer is, "That’s just the way it is!"... Determining what’s right and what's wrong often requires an astute sense of proper English -- or good memorization. Idioms are expressions and phrasings that are peculiar to a certain language... Learning these is a difficult task because there are no laws governing idioms other than custom and tradition. You have to be able to read a sentence and think, “That sounds plain old wrong.” You should trust your ear when you’re being tested on elements like idioms or phrasal verbs. Well, just keep your fingers crossed that you won’t encounter -- in any exam -- more than a handful questions based on these. Here follows a test-yourself exercise on phrasal verbs: Önemli Not: Aşağıdaki testin başlığında "phrasal verb" terimini kullanıyorum, amaaa... Liste için seçtiğim "verb + adverb / preposition" yapılarında, "phrasal" olup olmama konusunu, yani kullanılan partikül "belirteç midir, ilgeç midir?" yahut bu şekilde kurulan yapı asıl fiilden farklı yepyeni bir anlam içeriyor mu, içermiyor mu sorularını rafa kaldırıyorum. Bırakalım o konuları dilbilimciler kendi aramızda biteviye tartışıp duralım. Pratik açıdan önemli olan, hangi anlam için hangi "fiil + partikül" yapısının kullanılması gerektiği bilgisi... Genel okuyucu için, "Neden, Put your coat on... ve Put on your coat... her ikisi de doğrudur, ama, Let's hope for the best... doğru iken, ***Let's hope the best for... yanlıştır sorusuna teorik cevap oluşturmanın fuzuli uğraş olduğu kanaatindeyim. Bu işleri, kulağımıza ve yavaş yavaş gelişecek olan "dil duygumuza" bırakmak en iyisi... Ama dikkat edilsin: Bu söylediklerim genel okuyucu için geçerli bir öneri; bir dilbilim öğrencisi için ise bunlar mutlaka eğilinmesi gereken konular niteliğindedir. Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc. Ready... Steady... Go!... 001 -- Bu kurallara uymak zorundasınız... You have to abide by these rules.

Upload: others

Post on 22-Jan-2020

2 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

1

"PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 01 Turkish: Konu idiom'lar ve phrasal verb'ler olunca, neden bazı sözlük öğelerini kullanamayız da, ötekilerini kullanmak durumundayız? Yanıt: "Walla, çünkü doğru kullanım budur da ondan!"... Neyin doğru neyin yanlış olduğunu saptamak, çoğu zaman, doğru İngilizce'nin nasıl olacağı konusunda ince ve keskin bir "duygu" geliştirmiş olmak -- yada doğrudan doğruya sıkı bir ezberdir. Idiom, belli bir dile özgü ifade ve deyişlerdir... Bunları öğrenmek zordur, çünkü kökenleri belli kurallara bağlanamaz; yalnızca önceki kuşaklardan bize bu halleriyle gelmiş olduklarını söyleyebiliriz. "Kulağıma doğru / yanlış geliyor" demekten başka çaremiz yoktur. Kulağımıza güvenmek zorundayız ve dua edelim ki herhangi bir sınavda bu öğelere dayandırılan çok sayıda soru ile bizleri sınamasınlar... Aşağıda "phrasal verb"ler üzerine kurulu bir test bulacaksınız: English: Why do we use certain vocabulary elements, when it comes to idioms or phrasal verbs, instead of others? The answer is, "That’s just the way it is!"... Determining what’s right and what's wrong often requires an astute sense of proper English -- or good memorization. Idioms are expressions and phrasings that are peculiar to a certain language... Learning these is a difficult task because there are no laws governing idioms other than custom and tradition. You have to be able to read a sentence and think, “That sounds plain old wrong.” You should trust your ear when you’re being tested on elements like idioms or phrasal verbs. Well, just keep your fingers crossed that you won’t encounter -- in any exam -- more than a handful questions based on these.

Here follows a test-yourself exercise on phrasal verbs: Önemli Not: Aşağıdaki testin başlığında "phrasal verb" terimini kullanıyorum, amaaa... Liste için seçtiğim "verb + adverb / preposition" yapılarında, "phrasal" olup olmama konusunu, yani kullanılan partikül "belirteç midir, ilgeç midir?" yahut bu şekilde kurulan yapı asıl fiilden farklı yepyeni bir anlam içeriyor mu, içermiyor mu sorularını rafa kaldırıyorum. Bırakalım o konuları dilbilimciler kendi aramızda biteviye tartışıp duralım. Pratik açıdan önemli olan, hangi anlam için hangi "fiil + partikül" yapısının kullanılması gerektiği bilgisi... Genel okuyucu için, "Neden, Put your coat on... ve Put on your coat... her ikisi de doğrudur, ama, Let's hope for the best... doğru iken, ***Let's hope the best for... yanlıştır sorusuna teorik cevap oluşturmanın fuzuli uğraş olduğu kanaatindeyim. Bu işleri, kulağımıza ve yavaş yavaş gelişecek olan "dil duygumuza" bırakmak en iyisi... Ama dikkat edilsin: Bu söylediklerim genel okuyucu için geçerli bir öneri; bir dilbilim öğrencisi için ise bunlar mutlaka eğilinmesi gereken konular niteliğindedir. Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc. Ready... Steady... Go!... 001 -- Bu kurallara uymak zorundasınız... You have to abide by these rules.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

2

002 -- Doktoru, alkol ve sigaradan bir süre uzak durmasını öğütledi... Her doctor advised him to abstain from alcohol and cigarettes for a while. 003 -- Çoğu metaller doğal olarak bulunan çeşitli cevherlerden (özümlenerek) çıkarılır. Most metals are abstracted from various ores naturally found. 004 -- Bağlamdan özetlenerek (veya, soyutlanarak) çıkarılan bu tür beyanlar, yazarın insanlığa ilişkin geniş bakış açısına haksızlık ediyor. Such statements abstracted from their context is doing injustice to the author's broad view of humanity. 005 -- Kocası kendisine piyanoda eşlik etti. (= piyanoyu kocası çaldı)... She was accompanied at the piano by her husband. 006 -- Harcadığın her kuruşun hesabını vermeni istiyorum... I want you to account for every lira you've spent.

007 -- Kendisini yabancı ajan olmakla suçladılar... They accused him of being a foreign agent. 008 -- Kendinizi onların garip adet ve geleneklerine alıştırmak zorunda kalacaksınız... You'll have to accustom yourself to their strange ways and customs. 009 -- Rüşvet suçlamalarından beraat etti... They acquitted him of the charges of bribery... He was acquitted of the charges of bribery. 010 -- Arkadaşının önerisi üzerine öyle hareket ettiğini söylüyor... He says he has acted on his friend's advice. 011 -- Kendinizi onların garip adet ve geleneklerine uyarlamak zorunda kalacaksınız... You'll have to adapt yourself to their strange ways and customs. 012 -- Bunu asla itiraf etmeyecektir... He will never admit to it.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

3

013 -- İki taraf pek az şey üzerinde anlaşabiliyordu... The two sides could agree on precious little. ["precious little" = pek az şey... Bu deyişi not ediniz: "precious" sözcüğünün anlamından dolayı sizi yanıltabilir.] 014 -- Buna asla razı olmayacağım... I'll never agree to it. 015 -- O noktada size katılıyorum (aynı görüşteyim)... I agree with you on that point. 016 -- Fazla şarap mideme dokunuyor... Too much wine doesn't agree with my stomach. 017 -- Daha yüksek standartlar amaçlamalısınız... You ought to aim at higher standards. 018 -- Ayrıca kötü hava koşullarından kaynaklanabilecek gecikmeleri de dikkate almalı, hesaba katmalısınız... You should

also allow for any delays that may be caused by bad weather conditions. 019 -- Senin yerinde olsam, mevcut koşullarda bu tür konulardan söz etmekten, gönderimde bulunmaktan kaçınırım... If I were you, I should refrain from alluding to such subjects under the present circumstances. ["refrain from doing sth = bir şeyi yapmaktan kaçınmak, sakınmak...] 020 -- Masrafları toplamı günde 1000 YTL'ye ulaşıyordu / 1000 YTL'yi buluyordu... Their expenses amounted to a thousand YTL a day! [Eski dili bilenler için tam karşılık: "baliğ olmak"...] "PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 02 Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc. Ready... Steady... Go!...

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

4

021 -- Adalet, suç işleyenlerin, suçlarının hesabını bir hukuk mahkemesinde vermelerini gerektirir... Justice calls for perpetrators to answer for their crimes in a court of law. 022 -- Kendisinin karakterinden sorumlu tutulamam (bu konuda birşey söyleyemeyeceğim). Kendisini pek iyi tanımıyorum, ama bazı şüphelerim de var... I can't answer for his character. I don't know him that well, but I have my suspicions. 023 -- Hastalığı, bilinen hiçbir tedaviye cevap vermiyordu... His ilness didn't answer to any known treatment. 024 -- Köpeğin adı "Karabaş" tır... The dog answers to the name of "Karabaş". 025 -- Gecikmeden dolayı benden özür diledi... He apologized to me for the delay. 026 -- Sanık bağışlanması için yargıçlara yalvarıp yakardı... Mahkum edildikten sonra temyize başvurdu, ama temyiz mahkemesi hüküm ve cezayı onadı... The

suspect appealed to the judges for mercy... After he was convicted he appealed, but the appeals court affirmed the verdict and the sentence. 027 -- Bana hiç de hitap etmiyor (kendisini çekici bulmuyorum)... She doesn't appeal to me at all. NOT: "Seksapel" = "sex appeal" = cinsel çekicilik... 028 -- (Bu) iş (= görev mevkii) için komiteye toplam altı kişi başvurdu... Six people in all applied to the committee for the position. NOT: "six people in all" = "toplam altı kişi" yapısına dikkat ediniz... 029 -- Söylediğim şeylerin seninle bir ilgisi yok; bu olayla da ilgili değil (sen niye üstüne alınıyorsun ki)... What I am saying doesn't apply to you. And, it doesn't apply to this case, either. 030 -- Kendisinin bu meseledeki tuhaf tutumunu kesinlikle onaylamıyoruz... We certainly do not approve of his strange conduct in this matter. NOT: "conduct" = "behaviour" = davranış, davranımlar...

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

5

031 -- Zarar ziyanı kimin ödemesi gerektiği konusunda tartışıyorlardı... They were arguing about who should pay for the damages. 032 -- Birileri ayağa kalkıp, onların bu çarpık bakış açısına karşı çıkmalı; karşı tezi savunmalı... Somebody has to stand up and argue against their distorted point of view. 033 -- Besbellidir ki halk kitleleri, ücretlerin daha yüksek olmasını savunan kim olsa onu destekleyecektir... Obviously, the masses will support anyone who argues for higher wages. 034 -- Eline ne geçirebildiyse adamlarını onlarla silahlandırdı... He armed his men with whatever he could lay his hands on. 035 -- Bir karara vardınız mı (henüz)?... Have you arrived at a decision yet? 036 -- (Bu) Parayı neden ailenden istemiyorsun?... Neden ailenden para istemiyorsun?... Why don't you ask your family for the money? Why don't you ask your family for money?

037 -- Kutuya, ertesi gün açılması gerektiğini söyleyen kısa bir not iliştirilmişti... A brief note was attached to the box, saying that it was to be opened on the following day. 038 -- Kendisine bu meselede olabilecek her şekilde destek oldular, arka çıktılar... They backed him up in this matter in every possible way. İlgeç, burada pekiştirici. 039 -- Fiat konusunda kendisiyle sıkı pazarlık ettik, ama bir indirim alamadık... We bargained hard with him over the price, but couldn't get a discount. 040 -- Düşman birlikleri çok geçmeden bütün cephelerde geri püskürtülmüşlerdi... The enemy units were soon beaten back on all fronts. "PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 03

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

6

Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc. Ready... Steady... Go!... 041 -- Acaba, "memleketteki" (= sıladaki) tüm eski dostlarıma neler oldu? Acaba, başlarına neler gelmiştir, neler yaşamışlardır bunca zamandır... I wonder what has become of all my old friends back home. NOT 1: "back home" = "memleketteki", "sıladaki"... NOT 2: "Bunca zamandır" anlamını, "present perfect tense" kullanımı ile veriyoruz... Ancak, lütfen bana "present perfect tense nerelerde kullanılır?" türünden, yanıtını her bıdı bıdı websitesinde bulabileceğimiz türden ileti atmayınız... 042 -- Lütfen, n'olur (yalvarıyorum) bana bunu yapmalarına fırsat vermeyiniz... I beg of you not to give them the chance to do this to me. Bakınız sizlere bu örnek tümcelerde dram san'atının yüce doruklarını sunuyorum!! Ama, eğer anlı şanlı reytingi yüksek bol reklamlı TV kanallarındaki dizileri izlemeyi tercih ediyorsanız, İngilizce'nizi nasıl ilerleteceksiniz ki?... 043 -- Yardım alabilmek için onlara çok yalvarıp yakardı, ama hiçbir yardım alamadı... She begged them for help, but could get none. Not: "could get none"...

Yani, tekrarlayıp, "could get no help from them" demek zorunda kesinlikle değiliz... 044 (Sözlerine) inanıyorum... (Sözlerine) inanmıyorum... I believe --- you... I don't believe --- you. Bana (=sözlerime) neden inanmıyorsun ki?... Why don't you believe --- me? Bana güvenmiyor musun?... Don't you believe in me? Evet, sana güvenim var... Eminim ki yapabilirsin... Yes, I believe in you... I am sure you can do it... Hayaletlere (=hayaletlerin varlığına) inanmam... I don't believe in ghosts. Tanrıya (=Tanrının varlığına) inanıyor musun?... Do you believe in God. ----------------------------------------------- ARA NOT:

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

7

Peki, bunca kargaşa neden? Çünkü, tıpkı İngilizce gibi, Türkçe'de de "inanmak" eyleminin nüansları var: 1. söylediklerine inanmak... 2. o kişiye, kuruma, fikre güvenmek... 3. bir şeyin varlığına inanmak... Eminim ki, tam bir döküm yapsak, başka nüanslar da karşımıza çıkabilir. Benzer şekilde; "I trust him... I don't trust him." = Ona güveniyorum / güvenmiyorum... Ama doların üzerinde ne yazıyor? "In God we trust" -- "Tanrıya güveniyoruz," veya, "Kendimizi Tanrı'ya emanet ederiz." Ama, "in" ne zaman kullanılacak? ne zaman abes olur? Bunu matematiksel kesinliğe indirgeyebilseydik, o zaman bilgisayarlar da çok rahat çeviri yapabilirlerdi. Hocanız da, bu tür anlatımlardaki farkı hissedilebilir; fakat her hissettiğini ifade ve izah edebilseydi, esasen dünyanın en büyük romantik şairi olabilirdi... Uzun sözün kısası, yabancı dil öğrenmenin kolay iş olduğunu kim söylerse yalan söyler... Ama şunu ekleyebiliriz: Kendi anadilinin nüanslarına duyarlı olan, belli bir "dil" bilincine sahip olan kişilerin, yabancı dil öğrenmekte de belli bir kolaylık yaşayacakları kesin...

Herneyse... Demek ki -- çalışmaya devam... ----------------------------------------------- 045 -- Tepedeki şu ev zengin bir dula aittir... That house on the hill belongs to a rich widow. DİKKAT: Bu fiili asla continuous tense'te kullanamazsınız: Yani, DİKKAT ey romantik âşıklar: "You are belonging to me" diyemezsiniz. Söylemeniz gereken: "You belong to me." (Tapu müdürü gibi âşık, mübarek...) 046 -- Bence atyarışı oynamak (= atlar üzerine bahise girmek) çok aptalca birşey... I think it's extremely stupid to bet on horses. AMA: "I bet you a million liras that ... vs." = Seninle bir milyonuna bahse girerim ki ... vs." 047 -- Köpeğe dikkat... Yankesicilere dikkat... Beware of the dog! Beware of pickpockets! 048 -- [Açık artırmada] Var mı bu zarif İskandinav vazosuna on bin veren?... Will anyone bid ten thousand for this exquisite Scandinavian vase. NOT: auction /ook-şın/ = müzayede, açık artırma... tender = ihale... bidder = teklif veren... Bu arada, "vase" sözcüğünü, /veyz/ şeklinde telaffuz

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

8

edenlerin ağzına biber sürün; doğrusu /va:z/... [DİKKAT: Amerikanca'da /veys/ veya /veyz/ de geçerli... Kanada'da bir ölçüde öyle...] 049 -- [Açık artırmada] İki adam birbirlerine karşı durmadan pey sürüyorlardı... The two men kept bidding against each other. 050 -- Başına gelen bütün felaketler için kocasını suçluyordu... She blamed her husband for all her misfortunes. 051 -- Başarısızlığı için öğretmenlerini suçluyordu... He blamed his failure on his teachers. Tarihin gelmiş geçmiş en çıldırtıcı kızıl saçlısı Rita Hayworth'un ünlü şarkı sözlerini anımsadınız mı? "Put the blame on mame, boys..." 052 -- Durmadan kadınlarla başarısı ile böbürlenip övünür; ama acaba ne kadarı doğru?... He boasts of his success with women all the time, but we wonder how much of it is true... 053 -- Dehası, delilik sınırındadır... His genius borders on insanity...

054 -- Parayı, bankasından ödünç almak istiyor... He wants to borrow the money from his bank... 055 -- Budalaca sorularınla beni rahatsız etmeyi keser misin?!... Will you stop bothering me with your foolish questions?! 056 -- O nesneyi hangi dükkandan satın aldın?... Which shop did you buy that thing from ? 057 -- Adlarını bir ağaca oyarak yazdılar... They carved their names on a tree. 058 -- Heykeller ahşap bloklardan oyularak yapılmışlardı... The statues were carved out of wooden blocks. 059 -- Seni o olasılığa karşı uyarmıştım... I had cautioned you against that possibility.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

9

060 -- Eve gidip abiye bir kıyafet giydi... She went home and changed into an evening dress. Simyacılar, sıradan maddeleri altına çevirmenin bir yolunu keşfetmeğe çalışan kimselerdi... An alchemist was a person who tried to discover a way to change ordinary substances into gold. Küçük bir notla bitireyim: "Hazırol" vaziyette dururken çeviri başarısız olur: "Alchemists were people who..." şeklinde bir çeviri farklı nüans kazanır; "Bir simyacı..." diye başlayacağımız bir tümce ise Türkçe'nin yapısına uygun olmazdı... Çeviri yaparken rahat olunuz; ve yalnızca "Bu kavramlar, hedef dilde nasıl ifade edilir?" sorusuna odaklanınız... "PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 04 Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc.

Ready... Steady... Go!... 061 -- Yaralı hayvan ansızın üzerimize saldırdı (=bize doğru koşturarak)... The wounded animal suddenly charged at us. NOT: "The Charge of the Light Brigade" = "Hafif Süvari Tugayının Hücumu" -- İngiliz tarihinin en şanlı -- ve en aptalca -- sayfalarından birisi: Kırım Savaşı sırasında, Balaklava Muharebesinde, İngiliz süvarilerin Rus topçusu karşısında hücuma kalkarak, kahramanca telef olmalarının öyküsü... 062 -- O kartpostalları kaça satıyorsunuz? (Bunlar için nekadar ücret talep ediyorsunuz?)... How much do you charge for those picture cards? NOT: Hernekadar, "this, that, it" öğretilirken "bu, şu o" karşılıkları ile öğretilirse de, İngilizce'de Türkçe'deki mekânsal yakınlık-uzaklık ölçütünün aynı derecede kesin olmadığına dikkat ediniz; çevirirken, tümcenin gelişine göre rahat olunuz... Tabiatıyla, "these, those, they" için de öyle... Bu arada bir de deyim öğrenelim: Türkçe'deki, "Şu, bu," "Şu, bu, o işte." deyişinin İngilizce karşılığı: "What have you two been talking about?" "Well, nothing much. This, that, and the other..." = "Siz ikiniz nelerden söz ediyordunuz bakayım?" "Hiiç, canım; şundan bundan işte..."

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

10

063 -- Teammüden (tasarlayarak) cinayetle suçlandı / suçlanıyordu... He was charged with first-degree murder. NOT: İngilizce ve Türkçe tümceler arasında, "simple" ve "continuous" zamanların hangi durumlarda kullanılacağı açısından birebir denklik aramayınız. Paragrafın (=sözbölüğünün) gelişine göre karar veriniz. Burada "context" (=bağlam) belli olmadığı için, her iki formu birden verdim. Bu parçacıklar (partiküller) pozitif iyonlarla yüklüdür... These particles are charged with positive ions. 064 -- Dolandırıcı, zavallı dul kadının çok parasını dolandırdı (aldatıp, hile ile elinden aldı)... The swindler cheated the poor widow out of a lot of money. 065 -- Besbellidir ki, çıkarları işçilerin çıkarlarıyla çatışır / çatışmaktadır... Obviously, their interests clash with those of the workers. "those of" = "the interets of"... Açıklama için aşağıya bknz. Üzgünüm ama çantanızın rengi ayakkabılarınızınkine (ayakkabılarınızın rengine) hiç uymuyor... I am sorry, but I think the colour of your handbag clashes rather pointedly with that of your shoes. "that of" = "the colour of"... Açıklama için aşağıya bknz... DİKKAT: "pointedly": point = uç (=sivri)... "clash pointedly" = "sivri bir şekilde çatışıyor" = hiç uyuşmuyor...

ARA AÇIKLAMA Yukardaki, "those of", "that of" yapılarına takıldıysanız, yardımcı olması için, Eğitim Setimiz, Ana Kitap, Püf Noktaları Bölümünden bir açıklamayı aşağıya alıyorum: THAN THAT OF -- THAN THOSE OF... Tipik bir tuzak sınav sorusu... Karşılaştırma yaparken, elmalarla elmaları, armutlarla armutları aynı kefeye koymanız esastır. Tabii burada, "elma, armut" benzetmesi ile, aynı veya farklı sınıftan gramer birimlerini kastediyorum. Aşağıdaki tümce çok iyi bir çeldirici: Çünkü Türkçe'ye çevrildiğinde geçerli bir yapı veriyor. Ama İngilizce gramerde kesinlikle yanlış: ***His salary as a bus driver is much higher than a teacher. Otobüs şöförü olarak kendisinin maaşı bir öğretmenden çok yüksek!... Yukardaki tümcede yapılan mantık hatasını, Türkçe'de görmezden geliyoruz. Oysa dikkatli bir çözgüleme ile, "öğretmeninkinden" (yani, "öğretmenin maaşından") dememiz gerekirdi. İngilizce işte bu hatayı bağışlamıyor ve aşağıdaki yapıyı doğru kabul ediyor: His salary as a bus driver is much higher than that of a teacher. Otobüs şöförü olarak kendisinin maaşı bir öğretmeninkinden çok yüksek. Başka bir deyişle, "higher than the salary of a teacher" şeklinde tekrara düşmemek

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

11

için "higher than that of a teacher" yapısına yöneliyoruz. İşte başka örnekler: The hall in this house is much larger than that in the previous one. [Örneğin ev ararken yapacağınız bir karşılaştırma... "that" burada "the one," veya "the hall" yerine geçiyor] I wonder if it will ever be possible to travel at speeds greater than that of light. [ışığınkinden daha yüksek hızlarda...] Saturn's magnetic field is much weaker than that of Jupiter. [Jüpiter'inkinden...] Most of the highways in Germany are wider than those in the Balkan countries. ["those" = the ones, the highways...] Almanya'daki otoyolların çoğu, Balkan ülkelerindekilerden daha geniştir. Those with multiple jobs naturally have a much higher income than those with only one job. [Birden çok işte çalışan kişilerin geliri tabiatıyla tek işte çalışan kişilerinkinden çok daha yüksek...] İşte size, Practical English dergi dizimizden aldığım çetin bir örnek daha: "Transcribed first in the IPA alphabet, and then in that of my humble own." [Önce IPA alfabesinde, ardından da naçiz bendenizin alfabesinde yazılmış olarak...] Bu son tümcedeki "that" sözcüğünün "alphabet" sözcüğünü tekrarlamamak için ve onun yerine kullanıldığını çözebiliyorsanız, İngilizce'de gerçekten çok yol almışsınız anlamına gelecektir...

066 -- Numuneler (örnekler) çeşitli kategoriler halinde sınıflandırıldı... The samples were classified into several categories. Kitaplar çeşitli başlıklar altında sınıflanmışlardı... The books were classified under several headings. 067 -- Çocuk annesine, yavru bir şempanze (kendi annesine) sarılır gibi sarılmıştı (=yapışmıştı, tutunuyordu)... The child clung to to his mother like a baby chimpanzee. to cling - clung - clung... 068 -- Kendisine tekneden fırlattığımız halata tutunmayı (=kavramayı, yakalamayı) başardı (=becerdi)... He managed to clutch at at the rope we threw him from the boat. NOT: Arabanızın debriyajının Türkçe karşılığı nedir? Kavrama... İngilizce'de "debriyaj" sözcüğünün karşılığı nedir? Clutch... Okunuşu: /klaç/... 069 -- Bir ay tutulmasının güneş tutulmasına tesadüf etmesi (=çakışması) mümkün müdür... Is it possible for an eclipse of the moon to coincide with an eclipse of the sun? Şanslıyım ki huylarımız genelde birbirini tutuyor... It's my good luck that her habits in general coincide with with mine.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

12

070 -- Bindikleri (=içinde oldukları) otobüs otoyola çıktıktan birkaç dakika sonra bir kamyonla çarpıştı... The bus they were in collided with a lorry minutes after they had got on the highway. 071 -- Görüşmelerdeki enson gelişmeler konusunda yorum yapmak ister misiniz?... Would you like to comment on the latest developments in the talks? 072 -- Sizce, birgün aynı frekans bantlarını kullanan dünya dışı zeki yaratıklarla iletişim kurmamız mümkün olabilir mi?... Would you say it might be possible some day to communicate with extraterrestrial intelligent beings using the same frequency ranges? 073 -- Şiirin son mısralarında, ölümü uzun bir uykuya benzetir... In the final lines of the poem, he compares death to a long sleep. 074 -- Lütfen test sonuçlarınızı arkadaşlarınızınkiler ile (arkadaşlarınızın test sonuçları ile) karşılaştırınız... Please compare your test results with those of your friends. "those of" yapısını

garipsediyseniz, yukarıya dönüp, ARA AÇIKLAMA'yı bir daha gözden geçiriniz. 075 -- Ülke, dış ticarette olduğu kadar turizmde de komşularıyla rekabet etmek zorunda... The country has to compete against / with its neighbours in foreign trade as well as in tourism. 076 -- Durmadan şundan bundan şikayet ediyorlardı (veya, yakınıyorlardı)... They were always complaining about this or that. Bize verdiğiniz zarar ziyan için sizi üstlerinize şikayet edeceğm... I'll complain to your superiors about the damage you've caused us. 077 -- Diğer delegeler, yapmış olduğu mükemmel konuşmadan dolayı kendisini kutladılar (=övgüler yağdırdılar)... The other delegates complimented him on the excellent speech he had made. NOT: Çok daha seyrek olmak üzere, "compliment smb for sth" yapısı da görülür. 078 -- Bundan böyle hepiniz bu kurumun kurallarına uyacaksınız... From now on, all of you will comply with the rules of this establishment.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

13

079 -- Bu gerçekleri dostlarından daha nekadar süre saklayabileceğini sanıyorsun ki?... How long more do you think you'll be able to conceal these facts from your friends? NOT: "How long?" ve "How long more?" soru tipini not ediniz... 080 -- Bunu yapmasına izin vermeni hafsalam (havsalam / aklım) almıyor.... I can't conceive of your letting her do it. Bu "hafsala" meselesi başlıbaşına ilginç bir konudur. Arapça "havsala" sözcüğünün bir anlamı "leğen" dir. Eh, biliyorsunuz, vücudumuzda bir "leğen kemiği" var: İngilizce'deki "pelvis" e denk düşüyor. Ne olduğunu anlamak istiyorsanız, "Elvis the Pelvis" in, veya bizim Tarkan'ın şarkı söylerken, Asena Ablamın da raksederken "neremi neremi" sağa sola, ileri geri hareket ettirdiklerini düşünün... (Zaten bu düşünceler hiç aklımdan çıkmıyor ki, derseniz, orasını bilmem...) Herneyse, şimdi gelelim İngilizce'de "to conceive" sözcüğünün anlamlarına: 1. Kavrayabilmek, kafasında oluşturabilmek, anlayabilmek...

2. Gebe kalmak... Haydaaa... Nitekim, ad durumu: "conception": 1. kavram (sadece "concept" de kullanılabilir) 2. gebe kalma; tıp dilinde "konsepsiyon"... Bütün bunlar birer rastlantı tabii... Ama "Niagara adı Türkçe Ne Yaygara'dan gelmiştir" türü yakıştırmalara yatkınsanız, birşey diyemem tabii... Ki, o zaman, Araplar ve bizim kadar, Anglo Saksonların da akıl melekelerini pelvis ile bütünleştirmiş olduklarına inanmamız gerekecektir... Demek ki, aslına bakılacak olursa, "Yok aslında birbirimizden farkımız; ama biz Osmanlı Bankasıyız..." "PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 05

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

14

Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc. Ready... Steady... Go!... 081 -- Ah, dikkatini şu elimizdeki meseleye bir odaklasan, belki çözmenin bir yolunu bulabiliriz... If you'd only concentrate on the matter at hand, we might find a way solve it. 082 -- Görüşlerinin tartışmaya açık olduğunu kabul ettiğini söyleyerek, konuşmasını bitirdi... He concluded --- his speech, saying that he accepted his ideas were open to discussion. Konuşmasından, önümüzdeki birkaç hafta içinde bazı yeni fiat zamları bekleyebileceğimiz sonucuna vardım (=sonucunu çıkardım)... I concluded from his speech that we might expect some new price hikes in the coming few weeks. 083 -- İki taraf, biraraya gelerek bu mesele üzerinde daha ileri boyutlarda görüş alışverişinde bulunmaya karar verdiler... The two parties have agreed to meet again and confer further on this matter.

DİKKAT: Ne yazık ki, kendilerini İngilizce biliyor farzeden pekçok kurum ve medya kuruluşu hala "conference" ve "lecture" gibi birbirinden bütünüyle farklı iki kavramı ayırt edemiyor. "To confer" fiili, "kafa kafaya verip bir durumu mütalaa etmek, birbirine danışmak" anlamındadır. Dolayısıyla, "conference" sözcüğünün Türkçe karşılığı "toplantı" veya "kongre" şeklindedir. Çünkü, Türkçe'de "konferans, konferans vermek" dediğimizde, bir kişinin asıl konuşmacı rolünde olduğu toplantı türü anlaşılmaktadır, ki bunun İngilizce karşılığı "lecture" dır. ("Lecture" sözcüğünün ikinci anlamı ise "üniversite sınıflarında verilen ders" şeklindedir. "Congress" sözcüğü ise, tıpkı Türkçe'de olduğu gibi, "meclis" karşılığı olarak ("the American Congress"), veya "daimi kongre", "yıllık kongre" gibi anlamlarla da kullanılabilmektedir... 084 -- Dertlerini, sorunlarını arkadaşına anlattı (=bir sır olarak, güvenip anlattı)... She confided her troubles to her friend. Ayşe, Fatma'ya, bu iki erkek arasında perperişan durumda olduğunu, bir karar veremediğini anlattı (=bir sır olarak, güvenip anlattı)... Ayşe confided to Fatma that she was torn between the two men.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

15

Bana güvenebileceğini, sırlarını açabileceğini biliyorsun... You know that you can confide in me. Şu yakınlarda bana kocasının yatakta umutsuz vak'a olduğunu (bir sır olarak "tevdi" etti (=saklamam için verdi/anlattı)... She has recently confided in me that her husband was completely useless in bed. 085 -- Sözlerinizi yalnızca önümüzdeki mesele ile sınırlı tutmalısınız (=Lütfen konu dışına çıkmayınız)... You must confine your remarks to the matter at hand only. "confine" fiilini hatırlamanız için iyi bir deyim: "solitary confinement" = hücre hapsi... Genel anlamı: Bir şeyin sınırları içine yerleştirerek, o sınırlar içinde tutmak... 086 -- Herbiriniz kurumumuz kurallarına kesinlikle uymak zorundasınız... Everyone of you here must strictly conform to the rules of this establishment. 087 -- Göstermiş olduğunuz performans konusunda sizi kutlamalıyım... I must congratulate you on the excellent performance you've shown.

Kılpayı kaçışım, kurtuluşum konusunda kendi kendimi kutladım... I congratulated myself on / for my narrow escape. Websitenize rastlamış olduğum için kendimi şanslı addediyorum ve sizi bu sitenizden dolayı sizi gerçekten kutlamalıyım... I consider myself lucky to have come across your website and I really must congratulate you for it. 088 -- Babası, benimle evlenmesine asla razı olmazdı / olmayacaktı... Her father would never consent to her marrying me. DİKKAT: Tabiatıyla, bu tümceyi "conditional" olarak düşünürsek, bu kez "present" anlamlı olur: Babası, benimle evlenmesine asla razı olmaz / olmayacaktır... 089 -- Su (H2O), hidrojen ve oksijenden oluşur... Water (H2O) consists of hydrogen and oxygen. DİKKAT: "...dan ibarettir, başka şeyler yoktur" kavramı veren bu fiili asla "to contain" = "içermek, ihtiva etmek" fiili ile karıştırmayınız: "Water contains oxygen." (Ama, başka bunun yanında şeyler de içerir.) Mutluluk, büyük ölçüde, hayatta hiçbirşeyden çok fazla şey beklememeyi bilmektir... (Nasıl laf ama?!) Happiness consists largely in knowing not to expect too much of anything.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

16

090 -- Yakışıklı olmasının, hayatta erken başarı kazanmasında büyük katkısı olmuştur. (Otobiyografi... Sonradan kötüledik!!) His good looks contributed much to his early success in life. 091 -- Yatak odalarından birisini bir tür fotoğraf stüdyosuna dönüştürdüler... They converted one of the bedrooms into a sort of photographic studio. Ender olarak, "convert to" işitilebilir. Ünlü bir İngiliz şarkıcı olan Cat Stevens 1977'de İslamiyeti kabul etti... Cat Stevens, a famous British singer, converted to / into Islam in 1977. Yukardakinin tersine, birinci kullanım "din değiştirmek" anlamı için çok daha yaygındır. Bu arada, (günümüzde) dilden dile çeviri için bir bilgisayar programı bulmaktan halâ umudu kesmemiş dostlarımız için, "Cat Stevens, a famous British singer" ibaresinin çevirisi: İtalyanca: Gatto Stevens, un cantante britannico famoso Almanca: Katze Stevens, ein berühmter britischer Sänger Fransızca: Chat Stevens, un chanteur britannique célèbre İspanyolca: Gato Stevens, cantante británico famoso Türkçe: Kedi Stevens, ünlü bir İngiliz şarkıcı... 092 -- Bu borular, ısıyı kazandan yapının bütün bölümlerine iletiyor... These pipes

convey the heat from the boiler to all parts of the building. 093 -- Kocasının ona olan bağlılığı konusunda kendisini ikna etmek imkansız... You can't convince her of her husband's devotion to her. Devotion /di-vou-şın/ = kendini adama, hayatını adama derecesinde bağlılık... "To devote oneself to" fiilinden... 094 -- Haritadaki bu çizgiler, bölgedeki yolların karşılığıdır (=tekabül ediyor)... These lines on the map correspond to the roads in the area. 095 -- İspanya'dan bir mektup arkadaşı ile yazışmak istiyor... She would like to correspond with a pen-friend in Spain. 096 -- Bana güvenebileceğini biliyorsun... You know that you can count on / upon me. Sen en iyisi şu sıralarda ücret artışları olacağına pek güvenme (=hesap dışı tut)... You'd better not count on / upon any pay increases at the moment.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

17

097 -- Türlü türlü güçlükler çıktı ortaya (=oluştu, zuhur etti) ve projeyi geciktirdi... All sorts of difficulties cropped up and delayed the project. 098 -- Bir camiye girerken başını bir eşarpla örtmelisin... You must cover up your head with a scarf when entering a mosque. NOT: Birinci ilgeç yalnızca bir pekiştirici. 099 -- Araba kaydı ve yolun kenarındaki bir ağaca tosladı... The car skidded and crashed into a tree by the side of the road. = bumped into... Fırlatılan tuğlalardan birisi camı kırıp ortayere düştüğünde bankada birçok insan vardı... There were several people in the bank when one of the bricks thrown crashed through the window and landed on the floor. Vazonun yere çarpıp bin parçaya bölünüşünü tam bir dehşet içinde seyrettim... I watched in absolute horror as the vase crashed to the floor and broke into hundreds of tiny pieces. Yolcu uçağı kontrolü kaybedip bir tarlaya çakıldı... The airliner lost control and crashed on a field.

Büyük bir gürültü kıyamet işittik. Döndük; ve çığın yamaç aşağı indiğini gördük... We heard a great commotion. We turned and saw the avalanche crash down the mountainside. 100 -- Walla, o adamda sağduyu olduğu pek söylenemez... One would hardly credit him with any common sense. AÇIKLAMA: "Hardly" ve "scarcely", girdikleri tümcenin anlamını %98-99 oranında tersine çeviren işlev sözcükleridir. Öte yandan "kredi verilemez" kavramı ise, doğaldır ki, "inanılmazlık" kavramı da içeriyor... "PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 06 Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc. Ready... Steady... Go!... 101 -- Socialism ekonomiyi "kartel kanseri" olarak tanımlanmış olan şeyden tedavi etmeyi amaçlar... Socialism aims at

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

18

curing the economy of what has come to known as "cartel cancer". Kendini bu pis huyundan kurtarmalısın... You must cure yourself of that dirty habit of yours. 102 -- Şirket toptan bakkaliye işi ile uğraşıyor (=iştigal ediyor)... The firm deals in wholesale groceries. Aritmetik'in konusu sayılar ve aralarındaki ilişkilerdir... Arithmetic deals with numbers and their relations. Böylesi stres dolu bir durumda ne yaparsınız? Nasıl ele alır ve ne şekilde üstesinden gelirsiniz?... How would you deal with such a stressful situation? 103 -- Temsilciler dün biraraya gelerek dört ana konu üzerinde görüştüler (=müzakere ve münazarada bulundular)... The representatives got together yesterday and debated on four major issues. 104 -- Kırmızı olanına karar verdim. Sence de üzerimde hoş durmayacak mı?... I've decided on the red one. Don't you think it'll look good on me?

İkisinin arasında karar vermek zor... It's difficult to decide between the two. 105 -- Araştıma, yakın yıllarda göle dönüş yapan göçmen kuşların sayıca belirgin ölçüde azaldığını göstermiştir... The study found that in recent years migrating birds returning to the lake have markedly decreased in numbers. 106 -- Bu surlar kenti barbarların şiddetli saldırılarına karşı yüzyıllarca başarı ile korudular... These walls and ramparts successfully defended the city from / against the barbarians' ferocious attacks. Kendimi savunacağım başka bir silahım olmadığı için, en iyisi tabanları yağlayayım diye düşündüm... Since I had no other weapon to defend myself with, I thought I'd better take to my heels. 107 -- Sovyet sisteminin ana sorunu, merkez komite ve bürokrasi kanalıyla yukardan aşağı denetlenen bir oligarşiye dejenere olmuş olmasıydı... The main problem with the Soviet system was that it had degenerated into an aligarchy with top-down control via the central committee and the bureaucracy.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

19

108 -- Yöntem üzerinde biraz daha duralım ve ayrıntılara girelim... Let us deliberate on the method a little further. 109 -- Şüphesiz, insanları şaşırtmaktan büyük zevk alıyor; çok hoşuna gidiyor... She delights in surprising people, no doubt. 110 -- Atatürk ülkeyi istilacı yabancı ordulardan kurtardı. His Atatürk delivered the country from the invading foreign armies. Tanrı bizi bütün kötü ruhlardan korusun, kurtarsın. May God deliver us from all evil spirits! 111 -- Senden bir açıklama istiyorum (=talep ediyorum)... I demand an explanation from you. Ondan bir sürü birşey istediler... They demanded of him a long list of things. NOT: Öte yandan "make demands on smb/sth" yapısını da not ediniz: "The war made great demands on the economy" = Savaş ekonomiye çok büyük yükler getirdi... "My students make great demands on my time." = Öğrencilerim zamanımın büyük bölümünü alıyor (=işgal ediyorlar)...

112 -- Uçak Esenboğa'dan Ercan'a gitmek üzere ayrıldı... The plane departed from Esenboğa to Ercan. Yaşlı insanlar bildikleri eski tarz ve huylarından ayrılmayı genelde sevmez ve istemezler... Elderly people on the whole do not care much to depart from their beloved old ways and habits. Zavallı yaşlı adamcağız! Bu dünyadan biraz beklenmedik bir şekilde ayrıldı... Poor old man! he has departed from this world rather unexpectedly. 113 -- Bir kitabın değeri, iriliği yada kalınlığına değil, yazarının yetenekleri ve iyiniyetine bağlıdır (=dayanır)... The value of a book does not depend on its size, but on the abilities and goodwill of its author. ANCAK, "to be independent of" yapısını da not ediniz... Başarıp başaramaman, çalışmana bağlı olacaktır... Whether you succeed or not will depend on your work. 114 -- Ardarda gelen bütün bu talihsizlikler neredeyse aklını başından aldı... All these misfortunes coming one after the other almost deprived her of her reason. = yoksun bırakmak...

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

20

115 -- Doktorlar bile hayatın kurtarmaktan umudu kestiler... Even the doctors have despaired of saving her life. 116 -- Düşmanı bize sürpriz bir saldırı düşünmekten bile caydıracak, nihai güçte bir silah geliştirmeğe çalışıyoruz... We are trying to develop a weapon of ultimate power, which would deter the enemy from even contemplating a surprise attack on us. NOT: Böylece "deterjan" (detergent) sözcüğünün kaynağını da öğrenmiş oldunuz. Yine de, genelde "washing powder" ve "dish washing powder" kullanıldığını da unutmayınız. 117 -- Bir dava uğruna ölmektense yaşamak daha iyidir... It's better to live for a cause than to die for it. Bir polis memuru, silahlı bir banka soygunu girişimini takip eden bir çatışmada aldığı yaralardan öldü... A policeman died from the wounds he received in a gunfight following an armed bank robbery attempt.. Size sözünü edegeldiğim yaşlı dul bayan kanserden öldü... The old widow I've been telling you about has died of cancer..

İki kamyonun karıştığı bir kazada öldü... He died in an accident involving two lorries. 118 -- Türkçe, adlarda cins ayrımı olmamasıyla Fransızca'dan farklıdır... Turkish differs from French in having no gender for nouns. 119 -- Sen halâ bir sıfat ile bir belirteci (zarfı) birbirinden ayırt etmeyi öğrenmedin mi?... Haven't you learnt to differentiate between an adjective and an adverb yet? Markamızı diğerlerinden ayırt etmek için yapacağınız tek şey tadına bakmaktır... All you have to do to differentiate our brand from the rest of them is to taste it. 120 -- Bu tür yöntemleri kesinlikle onaylamıyorum (=hoşlanmıyorum da)... I strongly disapprove of such methods. İnsanların günde bir yada daha fazla paket sigara içmesini onaylıyor musun onaylamıyor musun?... Do you or do you not disapprove of people smoking one or more packets of cigarettes a day? Günde bir yada daha fazla paket sigara içen insanları onaylıyor musun onaylamıyor musun?... Do you or do you

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

21

not disapprove of the people who smoke one or more packets of cigarettes a day? "PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 07 Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc. Ready... Steady... Go!... 121 -- Meseleyi artık zihninden atabilirsin (=rahatlayabilirsin)... You may dismiss the matter from your mind now. Haberi duydun mu? Hakan üniversite basketbol takımından atılmış, kampüs dışındaki bir olayın ardından... Have you heard the news? Hakan has been dismissed from the university basketball team following an off-campus incident..

122 -- Bence, ayakçı çocuğu işten çıkarma kararın çok acele verilmiş bir karardı (=hizmetlerinden vazgeçme, sarfı nazar etme)... I think your decision to dispense with an office boy's services was rather too hasty. Bunun vazgeçemeyeceğin bir koltuk değneği haline gelmesine asla izin vermemelisin... You must never allow it to become a crutch that you can’t dispense with. 123 -- Bunca külüstür eşyayı nasıl başımdan atıp kurtulacağım?... How am I going to dispose of all this junk. 124 -- Hiçbirşey onu kararından caydıramaz artık... Nothing can dissuade him now from his decision. 125 -- İkizler birbirine o derece çok benziyorlardı ki, birini diğerinden ayırt etmek hemen hemen olanaksızdı... The twins were so much alike that it was almost impossible to distinguish one from the other. 126 -- Para iki eşit parçaya bölündü / bölünmüştü... The money was divided into two equal parts.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

22

127 -- Çoğu zaman o mutlu günlerin hayalini (=hatırasını) yaşıyorum; fakat heyhat! Geçti çoktan o günler... I often dream of / about those happy days; but, alas! they are long gone. Yeni bir aşk düşlüyor... Mutlu bir evlilik düşlüyor (=hayalini kuruyor)... She's dreaming of a new love. She's dreaming of a happy marriage. Dün gece rüyamda kocaman bir kamyonun altında kalıp ezilen minicik bir kurbağa gördüm... Last night I dreamt about a little tiny frog which was run over by a great big lorry. Böyle birşey yapmayı aklımdan bile geçirmem... I wouldn't even dream of doing such a thing! 128 -- Haydi, şimdi başarımıza içelim!... Let us now drink to our success. 129 -- Konunun üzerinde uzun uzadıya durdu (ikamet etti!!), ama ben halâ neden söz ettiğini anlayamadım... He dwelled on the subject in great length, but I still couldn't understand what he was talking about.

130 -- Yeni bir girişimde bulunmaya henüz hazır değiliz. We are not ready yet to embark on a new attempt. NOT: The troops embarked at Mersin harbour for Cyprus. = Birlikler Kıbrıs'a gitmek üzere Mersin limanında gemilere bindiler... They disembarked at Girne harbour... 131 -- O toplantı olsa olsa bir kavgayla bitebilirdi, ki öyle oldu... That meeting could only end in a fight, which it did. Toplantı umut verici bir havada başladı, ama delegelerden bazıları için büyük hayal kırıklığı ile sonuçlandı... The meeting started on a promising note, but ended up with great disappointment for some of the delegates. Aşk elma şekeri gibidir. Şekerini yalar yalar, sonunda elinde sapı ile kalırsın... Love is like a sugar apple. You lick away the sugar, and you end up with a stick in your hand. 132 -- Kız benim kavga sanatlarındaki artyetişimimi biliyordu ve eğer benimle kavgaya tutuşacak olursa çok canı yanacağı konusunda kardeşini uyardı... The girl knew about my martial arts background and warned her brother he would be hurt quite badly if he engaged me in a fight.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

23

133 -- Ona nasıl güvenip de gizli nitelikte şirket bilgileri verebilirdik ki?... How could we entrust him with company information that may be confidential in nature? 134 -- Temyiz mahkemesinin bu davada ciddi bir hataya düştüğü kanısındayım... I am of the opinion that the Appeals Court has seriously erred on / upon this case. 135 -- Dün iki hükümlü E-tipi bir cezaevinden kaçtılar. Başkaca bir ayrıntı verilmiyor... Two convicts escaped from a top security prison yesterday. No further details are given. 136 -- Diğer hepsinden cesaret, güc ve erdem olarak üstündü (=onları aşıyordu). Bir tür Süpermen, gerçekten... He excelled all the others in courage, strength and virtue. Bit of a Superman, really. 137 -- Seve seve daha yenisi ile değiştiririm walla... I would gladly exchange it for a newer one.

138 -- Haklarında güvenilir istatistikler bulunmadığı için, bir dizi ülke bu değerlendirmenin dışında tutuldu (=sokulmadı, dışlandı)... A number of countries were excluded from this evaluation because there are no reliable statistics about them. 139 -- Kestiğim için özür dilerim, ancak ... vb... Excuse me for interrupting, but ...etc. Bir yakınının ölümü nedeniyle dünkü antremana katılmamasına izin verildi... He was excused from practice yesterday because of a death in his family. Büyükelçi dünden itibaren görevlerinden affedilmiş (=atılmış) bulunmaktadır... The ambassador has been excused of his duties as of yesterday. Bildiğiniz gibi, yüksek mevkilerde olanlar "atılmaz", "görevlerinden affedilirler"... 140 -- Düztaban kişiler için genel uygulama böyle olduğu için, askerlikten muaf tutuldu / tutulmuştu... He was exempted from service in the army, this being the usual procedure for a flat-footed person.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

24

"PHRASAL VERBS" A Test-Yourself Exercise 08 Fill in the blanks using: at, in, on, to, about, for, from, with, by... etc. Ready... Steady... Go!... 141 -- Buna benzer daha üç olayın ardından, sonunda ülkesinden sürgün edilerek bir ceza sömürgesine gönderildi... Following three more similar incidents, he was finally exiled from his country to a penal colony. 142 -- Tamam, anlıyorum çocuk çocuktur, ama onlara gösterdiğimiz hoşgörü başkalarının malına zarar vermelerine izin verecek boyutlara uzanmamalı... OK, I understand boys will be boys; but our tolerance shouldn't extend to allowing them to harm other people's property. Bahçe, evden ta dereye kadar uzanıyor... The garden extends from the house right through to the creek. "through" ilgecini burada bir pekiştirici olarak görünüz.

143 -- İş hayatında başarısız oldu; tıpkı herşeyde olduğu gibi... He failed in business, as in everything else. 144 -- Adaya varır varmaz ilk yapacağınız şey, kendinizi yerel diyeleğe aşina kılmak olacaktır... The first thing you'll have to do when you get to the island is to familiarize yourself with the local dialect. 145 -- Japon balıklarınızı neyle besliyorsunuz?... What do you feed your goldfish on ? 146 -- Haklarımız için mücadele etmeğe hazırız!... We are ready to fight for our rights! İçinizden gelen böyle şeytan dürtmelerine karşı koymağa kendinizi hazırlamalısınız!... You must prepare yourself to fight against such temptations! Daracık bir arazi şeridi için kavga döğüş halindeydiler... They were fighting over a narrow strip of land. Güvertede döğüşüyorlardı (=kavga güvertede cereyan ediyordu / sürüyordu)... They were fighting on / over the deck.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

25

147 -- Lütfen ilişikteki formu doldurarak mümkün en kısa zamanda Dairemize iade ediniz... Please fill in the enclosed form and return it to this Office as soon as possible. Doldurun kadehlerinizi. Kendisinin sağlığına içeceğiz... Fill up your glasses. We'll drink to his health. İlgeç burada pekiştirici = "ağzına kadar doldurun", "sonuna kadar doldurun" nüansı iletiyor. Bu manzara karşısında takdir duyguları ile dolmuştum... I was filled with admiration at the sight. Yelkenler çok geçmeden rüzgarla doldu... The sails soon filled with wind. 148 -- Tehlikeden kaçan organizmalar yaşamlarını sürdürmek için daha iyi donanımlıdırlar... The organisms that flee from danger are better equipped to survive.. 149 -- Bir öfke fırtınasına yakalandı. Birden öfkesi kabarıp kükredi... He flew into a rage.

150 -- Ruhsal hali coşku (=neş'e) ve çaresizlik arasında gidip geliyordu. Her mental state fluctuated between joy and despair. 151 -- Dikkatinizi bir an için arka plandaki ayrıntılar üzerine odaklamanızı istiyorum... I want you to focus your attention on the background details for a moment. 152 -- Kendimizi soğuğa karşı kuvvetlendirek için haydi birşeyler içelim... Let's have a drink to fortify ourselves against the cold. 153 -- Birliklerimiz işgal edilmiş topraklarda ilerledikçe, bölgede yaşayan insanlar esaretten kurtarılıyordu... People living in the area were freed from bondage as our troops advanced into the occupied lands. 154 -- = Önce bakışlarıyla benim canıma okudu, sonra da ona dönüp (muhtemelen onun da canına okudu)... She gazed at me rather pointedly before turning on him. pointedly = sivri sivri, yani "anlam dolu bakışlarla"... to gaze = dik dik bakmak, sabit bakışlarla bakmak, vs.... Ne ifade ettiğini bağlamın gelişinden çıkarsarız.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

26

155 -- Raporu ciddi ciddi okumuş olamaz; olsa olsa şöyle bir göz atmıştır... He can't have read the report in earnest; he may have merely glanced at / through it. "to glance" = şöyle bir bakmak, kısaca bakmak, bir göz atmak... 156 -- Kötü olmakla kalmıyor, kötü oldukları için mutluluk ve zafer şarkıları söylüyorlardı (=mutlu ve gururlu idiler)... They were not only evil but gloried in their wickedness.. 157 -- Hepimiz, bu erdemli genç insanların ölümünün yasını tutmalıyız... We must all grieve at / for / over the death of such virtuous young men. 158 -- İçimde büyüyegeldi ve sonunda bir takıntıya dönüştü (büyüyegelmek = gitgide daha çok etkilemek)... It has grown upon / within me, until it has become an obsession. 159 -- Türkiye'ye neler oldu? Başımıza neler geldi? Neden bu berbat, acınacak durumdayız?... What has happened to Turkey? Why are we in such a sorry state?

160 -- Bir daha kendisinden veya kendisi hakkında hiçbir haber alınamadı... Bir daha adı hiç işitilmedi... He has never been heard of again. Kendisi nekadar zamandır yok burada? Kendisinden bir haber (örneğin, mektup) almadın mı daha... How long has he been away? Haven't you heard from him yet. Sürekli test çözmenin tekdüzeliğini kırmak için, listenin ikinci yarısına açıklamalı örnekler şeklinde devam edeceğiz. "PHRASAL VERBS" Liste 01 Benim önerim, elinizden geldiğince örnek tümceleri tekrarlayarak "ezberlemeğe çalışmanızdır.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

27

001 -- I am against doing anything until the boss arrives. Karşıyım, aleyhindeyim (Be against: be opposed to) Tersi: to be for = lehinde olmak... 002 -- I am (all) for giving him a second chance. İkinci bir şans tanımaktan yanayım. (Be for: be in favour of) 003 -- If you thought this was going to be easy, you are in for a surprise. Çok şaşıracaksın. (Be in for: karşıkarşıya, kaçınılmaz) 004 -- He is off today. Bugün izinli. (Be off: be off duty) 005 -- I'm off. Ben çıkıyorum/gidiyorum. (Çıkarken söylenir. Öteki kişiler için yalnızca yukarda 004'de olduğu anlamıyla.) 006 -- We are out of sugar. Şekerimiz kalmamış. (Be out of sth)

007 -- It is (all) over. Bitti/sona erdi. (Be over: bitmek, tamamlanmak, sona ermek)... "The party is over." = "Eğlence bitti!!" 008 -- I don't think he is up to it. Yapabileceğini, becerebileceğini, üstesinden gelebileceğini sanmıyorum. (Be up to: bedensel yada zihinsel açıdan kullanılabilir. Çoğu zaman nesne olarak "it" yada bir gerund alır.) 009 -- It is up to you. "Sen bilirsin." Sana bağlı, sorumluluk sende, sen karar ver... 010 -- The baby is very quiet. He must be up to some mischief. Mutlaka bir halt karıştırıyordur... (Be up to doing sth mischievous or somewhat illegal/illegitimate) 011 -- All these reports only bear out my original theory. Doğruluyor. (=confirm) 012 -- You must bear yourself like a man. Erkeğe yaraşır biçimde davranmalısın, (=behave, conduct oneself)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

28

013 -- The wind blew out the candle. Söndürdü. (=extinguish) 014 -- The fuse blew out and the house was in complete darkness. Sigorta attı. 015 -- The enemy blew up the bridge using dynamite. Havaya uçurdular. (=destroy by explosion) 016 -- Just as we got to the bridge it blew up. Havaya uçtu. (=explode, be destroyed) 017 -- He couldn't break away from that dirty habit of his. Yakasını kurtaramadı. 018 -- The prisoners broke away from the line of march. Yürüyüş kolundan kaçtılar. 019 -- In the end, she broke away from all her friends. İlişkisini kesti, kopardı.

020 -- In the end, his health broke down out of excessive drinking. Sağlığı bozuldu, (=collapse, cease to function properly) 021 -- The bus we got on broke down twice on the way. Arıza yaptı, bozuldu. (Breakdown: arıza. We had a breakdown on the way.) 022 -- She suddenly broke down in the middle of her sentence. Sinirleri boşaldı, sözlerine devam edemedi, olasılıkla hıçkırmağa başladı. (She had a nervous breakdown: Depresyon geçirdi; Olasılıkla tedavi gördü.) 023 -- We've broken down the enemy's resistance. Düşmanın mukavemetini kırmış bulunuyoruz, (=cause to collapse by using force) 024 -- The thieves had broken in/into the house during the night. Gizlice ve kapıyı yada pencereyi maymuncukla yada kırarak açıp girmişlerdi.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

29

025 -- I wish you vvouldn't break in on our conversation. (araya girmek, ikide birde sözünü kesmek) 026 -- Ali and Meltem have broken off their engagement. Nişanı bozdular. (=terminate, bring to an end; genellikle bir anlaşmazlık sonucu) 027 -- The two sides could not agree and broke off their negotiations. Müzakereleri bitiremeden kestiler, ilişkiyi kopardılar. 028 -- The fire had broken out in the basement of the building. Çıkmıştı, patlak vermişti. (=begin; genellikle savaş, yangın, salgın, kavga gibi olumsuz nitelikteki olaylar için) 029 -- War was expected to break out any day now. Birkaç gün içinde patlak vermesi bekleniyordu. 030 -- Our units broke through the enemy lines toward the evening. Yarıp geçtiler. (Breakthrough = Büyük bir başarı, atılım, ilerleme. The discovery of the RNA has been a major breakthrough in molecular biology.)

031 -- When does your school break up? Tatil ne zaman başlıyor? 032 -- The meeting was broken up by the police. Toplantıyı dağıttılar. 033 -- The vvorkers were breaking up the rocks with heavy sledges... The rocks were breaking up... Parçalıyorlardı, küçük parçalara bölüyorlardı. / Kayalar parçalanıyordu; küçük parçalara bölünüyorlardı... (Geçişli yada geçişsiz anlamda kullanılabilir: 1. disintegrate; 2. cause to disintegrate) 034 -- What brought about this change? Yol açmak, neden olmak. (=cause to happen) 035 -- His discovery brought about a tremendous improvement in our treatment technique. Gelişmeye yol açtı, sağladı. 036 -- The play brought down the house on every night it wa performed. = İzleyicilerin büyük beğenisi toplamak,

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

30

büyük alkış ve tezahürat almak. (to bring down the house = to win overwhelming approval from an audience) 037 -- We must find a way to bring out the meaning more clearly. Vurgulamak, daha belirgin, daha iyi anlaşılır veya görülür hale getirmek. 038 -- When are you going to bring out your new book? Nezaman yayınlayacaksınız ("çıkaracaksınız")? 039 -- One of the passengers fainted because of the intense heat, but we soon brought her round/to. Ayılttık. (She came round/to. = Ayıldı.) 040 -- She has brought up her children with very little help from outside... All children should be brought up to respect their parents' life experience. ("to bring up children" = Çocuk büyütmek, yetiştirmek; yalnız insanlar için kullanılır.)

"PHRASAL VERBS" Liste 02 041 -- I'll call at the office on my way home. (Bir yere uğramak) 042 -- Thank you for ringing. I'll call you back as soon as I have the information you vvant. (Daha sonra karşılık olarak telefon etmek; birisinin telefonunu "dönmek") 043 -- I'll call for you at six. Saat altıda uğrayıp sizi alacağım. 044 -- Too late to call for a doctor; call for the imam. Doktor çağırmak/çağırtmak için çok geç; imamı çağırın/çağırtın artık. 045 -- The situation calls for immediate attention. = gerektirmek... Durum derhal ilgilenilmek/harekete geçmek gerektiriyor.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

31

046 -- The meeting was called off. İptal edildi, yada sürerken kesildi, durduruldu. (=cancel) 047 -- Our representative will call on you before long. (Bir kimseye uğramak, kısa ziyaret. (=pay a short visit to) 048 -- I'll call you up this evening. Telefon edeceğim. (=phone smb up, telephone smb, ring smb up) 049 -- Everyone between 18 and 60 were called up. Askere çağırıldılar/alındılar. (be called up = be conscripted) 050 -- I'm only interested in the results of this experiment. I don't care about the cost. Beni ilgilendirmiyor; umurumda değil; bana ne? 051 -- I don't care much for her. Pek sevmiyorum, hoşlanmıyorum. 052 -- I really care for you. Benim için önemlisin... Senden gerçekten hoşlanıyorum. (sevgiliye söyleniyorsa, ilan-ı aşk bile sayılabilir.)

053 -- The house is well cared for. (bakılıyor, ilgileniliyor = looked after) 054 -- They were carried away by their strong enthusiasm. Ne yaptıklarını tam yargılayamayacak ölçüde duygu ve heyecanlarına kapılmış; coşmuş, kendilerinden geçmişlerdi. Hey! Don't get carried away. Hey! Kendine gel. Uçma bakalım. Frenle bakalım kendini... 055 -- They didn't have the will and drive to carry on the work. İşi sürdürecek irade ve dirençten yoksundular. (=continue) Please carry on with your work. Lütfen işinize devam ediniz; durmanıza gerek yok. 056 -- It's easy to make plans, but not so easy to carry them out. Gerçekleştirmek, yerine getirmek, uygulamak, sonuca ulaştırmak (emirler, tehditler, planlar, vaadler, vb.) 057 -- How has it come about that everyone is here today? Nasıl oldu da, herkes burada bugün? (=happen)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

32

058 -- I came across some old photographs of yours in that old chest. Rastladım, tesadüf ettim. (=find or meet quite by chance or accident) 059 -- This is a rare book and is quite difficult to come by. (Rastlamak, elde etmek, bulmak, denk getirmek, denk gelmek) 060 -- What came of it? 1. Sonucu ne oldu?... 2. Sonunda ona ne oldu? 061 -- His elaborate plans never came off. Başarıya ulaşamadı. (=succeed; planlar vb. için; genelde olumsuzluk bildirilir) 062 -- A book comes out. (=yayınlanır). Facts come out. (=keşfedilir, ortaya çıkar, işitilir). 063 -- Well, vvhat came out of all your elaborate planning? Ne oldu sonunda? Bunca planlama neye yaradı? (=result from)

064 -- Go on. Come out with it. Haydi, söyle, anlat bakalım. (=say, tell, utter) 065 -- We splashed some vvater on her face and she soon came round (=came to). Ayıldı. 066 -- Come round sometime. Uğra, ziyaretime gel. 067 -- Hovv did you come to hear of it? Nasıl oldu da işittin? Nereden haber aldın? (come + mastar) 068 -- Your work doesn't come up to what is expected of you. Sizden beklenilen düzeyde değil; o düzeye ulaşamıyor. (=reach, equal) 069 -- We then came upon a cave. Rastgeldik. (=unexpectedly discover)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

33

070 -- Many firms have had to cut back (on) their development plans. Azaltma, kısıntı yapmak zorunda kaldılar. (=make reductions in, reduce, decrease) 071 -- We must cut down our production costs to a minimum. Azaltmalı, indirmeliyiz. (=reduce in size or amount, make less) 072 -- Stop cutting in when I'm talking, will you? Söze karışmayı keser misin lütfen! (=interrupt) 073 -- Accidents are often caused by drivers who try to cut in. (Sollayıp geçtikten sonra hemen önündeki boşluğa girmek; take advantage of a narrow opening in the traffic) 074 -- We were cut off in the middle of our telephone conversation. Konuşmamız kesildi, hat kesildi. (=stop, interrupt, discontinue) 075 -- The doctor told me that I must cut out smoking. Sigarayı bırakmam gerektiğini söyledi. (=give up entirely, put an end to)

076 -- It was obvious that he was not cut out for that kind of work. Uygun, münasip değildi; beceremezdi, bu çapta adam değildi. (=be fitted, suited.) 077 -- That man is easy (hard, difficult, impossible, ete) to deal with. O adamla geçinmek, iş yapmak, ilişki kurmak, başa çıkmak... 078 -- How vvould you deal with a case like that? Böyle bir durumda, böyle bir olay karşısında ne yapmak gerekir? Sen olsan ne yaparsın? (=act or behave towards, treat) 079 -- The book deals with international relations. Kitap uluslararası ilişkiler konusunda. (=be about, be concerned vvith, ... ile ilgilenmek) 080 -- The firm deals in electrical appliances. Elektrikli ev aletleri işinde, bu işi yapıyor/ticaretini yapıyor.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

34

"PHRASAL VERBS" Liste 03 081 -- After the sunset, the northerly breeze gradually died away. Giderek azaldı ve kesildi. (=become gradually fainter till imperceptible) 082 -- I waited till their footsteps died away out in the corridor. Dışarda ayak sesleri kayboluncaya kadar bekledim. 083 -- When the excitement had died down, people went back to their routine vvork. Heyecan yatışınca herkes işinin başına döndü. 084 -- The old customs of the tribe are dying out one by one. Yokoluyor, ölüyorlar. (=become obsolete) 085 -- Many species of plants and animals have died out vvithin the last hundred years. Türleri/nesilleri tükendi. (=become extinct)

086 -- They ought to do away with the restrictions on the visiting hours. Kısıtlamaları kaldırmaları, iptal etmeleri gerekir. (=abolish) 087 -- I'm afraid these shoes are done for. (=be done for: işi bitik, defteri dürülmüş) 088 -- Well, if there isn't any milk left, then we'll simply have to do without it. Onsuz idare etmek, onsuz olabilmek. (=manage without) I can't do without you. Sensiz olamam; sensiz yapamam. 089 -- Do a room up = Dekore etmek. She was all done up in furs, with a scarf over her head. = Süslü püslü, makyajı yerinde... 090 -- Do smb in = (Argo) Hesabını görmek, defterini dürmek, icabına bakmak, işini görmek, temizlemek; kısacası, öbür dünyaya postalamak.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

35

091 -- Everyone drew back in fear. 1) Herkes korkuyla geriye çekildi. 2) Herkes korku içinde tereddüt ediyordu, gönüllü çıkan yoktu... (drawback = disadvantage. There was one drawback; we wouldn't be able to get there on time.) 092 -- The car drew up near the house and the driver got out. Araba evin yakınında durdu ve sürücü dışarı çıktı. ("draw up", araçlar için kullanılır; geçişsiz fiildir = stop, durmak) 093 -- They drew up the document, and we both signed it. ("draw up", yazılı bir belge, rapor vb. hazırlamak) 094 -- She just dropped in for a few minutes to borrow my typewriter. Uğradı, uğrayıverdi. (Kısa ve çoğu zaman önceden haber verilmemiş bir ziyaret) 095 -- The battle went on for hours and the enemy had to fall back in the end. Geri çekilmek zorunda kaldılar. (=withdraw, retreat) 096 -- We had to fall back on/upon dried milk as no fresh milk was available. Taze süt bulunmadığından süttozu ile yetinmek

zorunda kaldık. (=make do, use in the absence of sth better) 097 -- We were clearly beaten; we had to fall back upon our second line of defense. İkinci savunma hattımıza çekilmek (=ricat etmek) zorunda kaldık. 098 -- He always falls behind when we climb uphill. Geride kalıyor, yetişemiyor. 099 -- Demand for the company's products had been falling off for some time. Talep bir süredir düşüyordu. (=decrease) 100 -- The tvvo lovers fell out after a particularly violent quarrel. Araları açıldı, ayrıldılar. 101 -- We had made such a detailed plan, but it al fell through. Gerçekleşmedi, boşa çıktı, akamete uğradı. (=fail to materialize, come to nothing)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

36

102 -- I don't feel up to it novv. I'll do it in the morning. Şimdi yapacak durumda değilim, halim/keyfim yok. 103 -- Oh, I'm fed up. I'm truly fed up with her childish ways. Bıktım, usandım. (Feed/fed/fed fiili.) 104 -- Would you please find out if he is back yet? Lütfen öğrenir misiniz? (Belli bir uğraş, sorup soruşturma, araştırma sonucu bulup öğrenmek) 105 -- The cashier had been robbing the till for months before she was found out. [Yapmaması gereken bir şeyi yapmış/yapagelmiş olduğunun bulgulanması/yakalanması... "find smb out" genellikle "be found out (+ mastar)" şeklinde pasif kullanılır.] 106 -- He is a semi-invalid now and can't get about the way he used to before. Eskisi gibi oraya buraya pek gidemiyor, ortalıkta pek dolaşamıyor. 107 -- One of the prisoners managed to get away. (Kaçıp uzaklaşmak, yakayı sıyırmak; =escape)

108 -- You can't get away with it: you're bound to get caught sooner or later. Bu işten yakayı sıyıramazsın. (Bununla birlikte, bu deyim genelde kişinin yakalanmadığı/yakalanmayacağı durumlarda kullanılır: He got away with it... -- 109. ve 113. örneklerle karşılaştırınız.) 109 -- The thieves got away with millions liras worth of jewelry (jewellery). Alıp kaçtılar ve yakalanamadılar. 110 -- Don't let that get you down. Seni üzmesin, seni üzmesine izin verme, bu yüzden depresyona girme. (=get smb down) 111 -- He is getting on very well with his English. Başarılı, ilerliyor, ilerletiyor. (=be successful, make progress) 112 -- I hear that he is a difficult person to get on with. İşittiğime göre kendisiyle geçinmek zormuş.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

37

113 -- He vvas tried for theft but got off because there vvasn't sufficient evidence against him. Yakayı sıyırdı, salıverildi, beraat etti. (=be acquitted or receive no punishment; Oysa 108. örnek, suçlunun yakalanmamış, ele geçirilememiş olduğunu belirtiyor.) 114 -- She had quite a shock when her husband left her, but she has got over it now. Üstesinden geldi, yendi, unuttu, kendini topladı. (=recover from illness, distress, disappointment) 115 -- He said he vvas Turkish, but his foreign accent gave him away. Yabancı aksanı onu ele verdi/veriyordu. (Betray) 116 -- He has given away all his money. Bütün parasını dağıttı, hibe etti. =give freely, not expecting anything in return. 117 -- He insisted so much that I had to give in in the end. Sonunda boyun eğmek / kabul etmek / teslim olmak / direnmekten vazgeçmek zorunda kaldnım. (=submit, yield, surrender, cease to resist)

118 -- The bottle gave off a strong smell of ammonia. (Koku çıkararak çevreye yaymak) 119 -- Our food supplies began to give out long before the journey ended. Bitmeğe başlamıştı. 120 -- A really determined person never gives up. I wish I could give up smoking. =vazgeçmek, (geçişli yada geçişsiz fiil olarak.) "PHRASAL VERBS" Liste 04 121 -- I'm going to give myself up to the police. Polise teslim olacağım. (=surrender) 122 -- You go ahead. I'll start off later. I'm not quite ready yet. Sen devam et/başla ve devam et/önden git. (=proceed, continue, lead the way)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

38

123 -- She went back on her promise and told my secret to her sisters. Sözünü tutmadı, sözünden döndü. (=break a promise, not to keep a promise) 124 -- Let's now go into the details of the situation. Ayrıntılarına girelim. (=Ayrıntılı biçimde ele almak, soruşturmak, dikkatle incelemek; = investigate thoroughly, examine carefully) 125 -- As he was cleaning his gun it went off and wounded him. Silah patladı, ateş aldı. (=explode, be fired. Silahlar, bombalar, havai fişekler için, geçişsiz fiil) 126 -- Please go on with vvhat you're doing. / Go on doing it. Lütfen işinize devam ediniz. Sürdürünüz You go on; I'll catch up with you later. Devam et. ("On" esasen fiillere süreklilik kavramını katar: to walk on. = yürümeğe devam etmek... to talk on = konuşmağa devam etmek... to keep on doing sth / to go on doing sth = bir şeyi yapmayı sürdürmek... 127 -- You go on; I'll catch up with you later. Siz devam ediniz; ben daha sonra yetişirim. (Geçişsiz fiil)

128 -- He carefully went over the details of the plan. Ayrıntılarını dikkatle yeniden inceledi, gözden geçirdi. (=study, examine and repeat carefully) 129 -- There aren't enough apples here to go round. Herkese yetecek/paylaştıracak kadar elma yok. (=be enough, suffice, allow everyone to have a share) 130 -- Let's go through the details of the plan over again. Planın ayrıntılarını bir kez daha inceleyelim. (go through = discuss or examine carefully and in detail) 131 -- God knows what he went through while she was in that operating room. Neler geçirdiğini, çektiğini, yaşadığını Tanrı bilir. (go through = suffer, endure, undergo, experience) I wouldn't vvant to go through another night like that. Bir daha böyle bir gece geçirmek/yaşamak istemem. 132 -- I was determined to go through with the plan, though everyone kept

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

39

advising me against it. Planı sonuna kadar götürmeğe kararlıydım. (=finish, complete, bring to a conclusion; genellikle de belli bir güçlüğe karşın) 133 -- The prices would always go up in a country where the government maintains an inflationary economic policy. (=rise, increase; artmak, yükselmek) 134 -- The poor boy often went without food. Zavallı çocuk çoğu zaman aç kalıyordu. (onsuz olmak, onsuz kalmak, onsuz idare etmek = not to have, do without, endure the lack of) 135 -- He has grown out of that dirty habit of his. O pis huyunu bıraktı. (Zaman geçtikçe yada büyüdükçe, çoğu kez kötü/istenmedik bir alışkanlığı bırakmak) 136 -- The book doesn't seems interesting at first, but it grows upon/on you. Zaman geçtikçe daha ilginç buluyorsunuz, giderek üzerinizdeki etkisi büyüyor. (=win the liking, favour or admiration of)

137 -- "I'll be an air pilot when I grow up," said the child. (Büyümek, yetişkin çağa gelmek) 138 -- This legend has been handed down from generation to generation. Kuşaktan kuşağa geçmiştir, aktarılmıştır. (=pass on, bequeath, hand down the line) 139 -- I'm going to hand in my resignation the first thing in the morning. Takdim edeceğim, elden vereceğim. (Genellikle kime verileceği söylenmese de, bilinmektedir.) 140 -- The outgoing Minister handed the documents over to his successor. Halefine devretti. (=surrender, transfer) 141 -- The crowd kept hanging about/around the Minister's residence all day. Beklemeyi, "takılmayı" sürdürdüler. (=wait, loiter) 142 -- Hang on a minute; I'll go and check with the boss. Bekle /bekleyiniz. (Telefonda da söylenebilir.)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

40

143 -- I have to hang up now. Telefonu kapatmak zorundayım. 144 -- Will you hold on a second, please; I'll go and check it with the boss. Bekleyiniz. (=wait, özellikle de telefonda) 145 -- Despite the fact that they were surrounded by superior enemy forces, they held out for another week. Dayandılar, direndiler. (=persist in spite of hardship or danger, endure) 146 -- We were held up on the way because of a traffic jam. Takıldık, durdurulduk, vakit kaybettik. (Delay, stop temporarily; genellikle pasif kullanılır.) 147 -- Two men with pistols held up a van carrying factory wages. Silahlı soygun yapmak. ("This is a hold-up!" Bu bir soygundur, eller yukarı!) 148 -- Keep straight on until you get to the post office. Postaneye gelinceye kadar dosdoğru devam ediniz. (Çoğu zaman gerund alacaktır: Keep on talking. Continue doing sth. )

149 -- The old customs are still kept up in some country districts. (=maintain) It is impossible to keep up an intelligent conversation with somebody who only says "Yes" and "No". (=sürdürmek) 150 -- It is impossible to keep up an intelligent conversation with somebody who only says "Yes" and "No". (=sürdürmek) 151 -- You work at a fantastic speed; I just can't keep up with you. Yetişemem; ayak uyduramıyorum; atbaşı gitmem olanaksız. (=go forward or make progress at an equal pace with) 152 -- To keep up with the Joneses. Komşulardan yada sosyal sınıf olarak akran sayılan kimselerden geri kalmama çabası içinde olmak; olanaklarını zorlamak; sırf onlar satın aldı diye kendisi de satın almak.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

41

153 -- I was pretty certain that she vvouldn't let me down. Terketmeyeceğinden, aldatmayacağından, zor durumda bırakmayacağından, yardıma koşacağından emindim. (let down = disappoint smb by failing to act in the expected way or by failing to fulfil an agreement) 154 -- Obviously it would be almost impossible to live up to such high moral standards. Gereğini yerine getirmek, şanına yaraşır yaşamak. (İnançlar, ilkeler, davranışsal standartlar için, put into practice, reach the required standard) 155 -- We'll come to your party if we can get somebody to look after the baby for the evening. Bebeğe bakacak birisini bulabilirsek geleceğiz. (=take care of, watch over, attend to) 156 -- When I look back on/upon/to those times, I can better appreciate all that we have now lost. O günleri dönüp düşündüğümde, neler kaybetmiş olduğumuzu daha iyi anlıyorum. (=consider the past) 157 -- I've lost my keys. I've been looking for them everywhere. (=search for, seek, try to find, be on the watch for)

158 -- I am looking forward to hearing from you. Mektubunuzu dörtgözle bekliyorum. (Standart mektup bitirimi. = expect or anticipate, usually with pleasure; gerund kullanımına dikkat ediniz.) 159 -- There's a certain mystery enveloping her death, and the police are looking into it. Araştırıyorlar / soruşturuyorlar. (=investigate) ["envoloping" burada "saran" şeklinde çeviriniz.] 160 -- No, I'm not going to take part in the game. I'll just look on. Yalnızca seyredeceğim/izleyeceğim. "PHRASAL VERBS" Liste 05 161 -- Look out! There's a car coming! Dikkat et! (=beware, mind, be careful, be watchful, be on the watch)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

42

162 -- I'll look through these old photographs to see if I can get you one you can use for the book. Gözden geçireceğim. (Karıştırıp bakacağım, sayfalarını çevirip bakacağım, göz atacağım, vb.) 163 -- If you don't know the meaning of a certain word, look it up in a suitable dictionary. (Kaynak kitaba danışmak) 164 -- Any time you come to İzmir do look me up. Beni ara, ziyaretime gel. 165 -- We all used to look up to him as our leader and mentor. Onu liderimiz ve rehberimiz olarak görür, saygı duyardık. Gözümüzde yüceltmiştik. (=respect, accept as a model of behaviour, accomplishment, etc.) 166 -- They looked down upon their neighbours and refused to develop any social relations with them. (Bir yukardaki örnekle karşıt anlamlı.)

167 -- Let's make for home. Haydi eve gidelim. (=move, proceed or travel towards) 168 -- The two men made off the minute they saw the policeman. Polis memurunu görür görmez kaçıp uzaklaştılar. (=run away, take to one's heels: tabanları yağlamak) 169 -- I can't make him out. Onu anlayamıyorum, nasıl bir insan olduğuna karar veremiyorum. (=understand) 170 -- I couldn't make out what you were trying to say. Söylemek istediğin şeyi anlayamadım/anlayamıyordum. 171 -- I'll make out a cheque for you for two hundred thousand. İki yüz binlik bir çek yazacağım. 172 -- When he retired from active work, he made over the management of the firm to his brother rather than his son. Devretti.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

43

173 -- She was heavily made up and was wearing a rather showy costume. Aşırı makyaj yapmış, gereksiz ölçüde gösterişli bir kostüm giymişti. (=be made-up, put on make-up; wear make-up; a light make-up) 174 -- Do you like the song? I made it up myself. Kendim yazdım. Kendim yaptım. 175 -- She makes up the most interesting excuses one has heard. = uydurmak... Bugüne değin duyulmuş en ilginç özürleri uyduruyor. (= to make up a story/excuse/explanation = to invent it) 176 -- The two friends had a quarrel, but they have now made it up. Ama artık barıştılar. 177 -- I've made up my mind. I'll leave in the morning. Kararımı verdim. 178 -- We must work very hard indeed to make up for the time we've lost. Yitirdiğimiz zamanı telafi için çok çalışmalıyız. (=compensate for)

179 -- The cat was making up to her hoping to get some more milk. Sırnaşıyordu / yaltaklanıyordu. (=flatter, butter smb., make oneself pleasant to smb in order to win some favour) 180 -- Everywhere they were pulling down the old buildings and putting up new blocks of flats in their place. Yıkıyorlardı. (=demolish); yerine apartman bloklar dikiyorlardı. 181 -- The plan was difficuit and risky, but we pulled it off. Başardık / becerdik / hallettik. (=succeed, carry out despite opposition or difficulties) 182 -- He is very ill; nevertheless, he'll pull through if he is properly looked after. Atlatacak, iyileşecektir. (=recover from illness); veya genelde "vartayı atlatmak"... 183 -- A lay-by is a space at the side of a main road, where drivers can pull up if they want a rest. Aracı kenara çekip durmak. (Eski günlerdeki at arabalarında, "atın dizginlerini çekerek durdurmak" kavramından kalmış olsa gerek.)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

44

184 -- Pull yourself together, will you? Kendini topla lütfen. (=gather one's strength; get control of oneself, one's energies, one's nerves) 185 -- He has put aside (veya, put by) a good deal of money. Bir kenara koydu, biriktirdi. (=save for future use) 186 -- The rebellion was quickly put down. İsyan hızla bastırıldı, (= it was crushed.) 187 -- The recent oubreak of cholera was put down to the water shortage the town has been living through for some time now. (Neden olarak göstermek, ... ile açıklamak, ...'e bağlamak; = attribute, say that something is the cause of) 188 -- Put the clock forward/on, put the clock back = Saati ileri/geri almak. İkincisi, mecazi olarak, "eski zamanlara dönmek" anlamında da kullanılabilir. 189 -- A new theory relating to this matter has been put forward. İleri sürülmüş, ortaya atılmış bulunuyor.

190 -- We'll put off our visit to Artvin till we get some better weather. (=postpone: ertelemek) 191 -- I vvanted to see the exhibition, but the incredible queue (=sıra kuyruğu) in front of the building put me off. Beni caydırdı, vazgeçirdi. 192 -- To put on clothes, shoes, glasses, jevvelry = Giymek, takmak, takınmak. (Karşıtı: take off) 193 -- He put on an air of indifference, which didn't deceive anybody for a moment. Aldırmıyormuş gibi bir tavır takındı/takınıyordu. 194 -- Put it out. Söndür onu. (Işık, ateş, sigara, vb.) 195 -- Should you ever come to İzmir, you needn't look for a hotel; I can easily put you up for a few days. Yatıya konuk etmek.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

45

196 -- Oh, I can't put up with him any longer. Artık ona tahammül edemiyorum, edemiyeceğim. (=bear patiently) 197 -- She rang me up last night. Telefon etti. (Call smb up, give smb a ring, telephone smb. Öte yandan, ring off: telefonu kapatmak, She rang off before I could ask her name.) 198 -- Don't run away with the idea that... Sanma ki, yersiz bir kanıya kapılma ki... (=accept an idea too hastily; come to a quick, unfounded conclusion) 199 -- The clock has run down... The battery has run down... Saatin kurgusu bitmiş. Akü boşalmış. 200 -- He is always running down his business associates. Aleyhlerinde konuşuyor, haklarında kötü ve olasılıkla da haksız şeyler söylüyor. (=Speak ill of, say evil things about)

"PHRASAL VERBS" Liste 06 201 -- He is/feels/looks run down. (Yorgun/bitkin/hasta/sağlığı bozuk/pili bitmiş durumda/hissediyor/görünüyor...) [to be run down, to feel run down, to look run down...] 202 -- In England, you often see a notice on the rear window of a car, which says, "Running in, please pass." Araba rodajda, lütfen sollayınız. (Tabiatıyla, Britanya'da "sağlayınız") 203 -- I ran into an old friend of mine today. Rastladım. (=meet accidentally or quite unexpectedly) 204 -- Listen to me! My patience is running out! Sabrım taşıyor. 205 -- We've run out of sugar. Can you go and get some from the shop on the corner? Şekerimiz bitti. (=have none left)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

46

206 -- The driver couldn't stop in time and ran over the poor cat. Araçla ezmek. (Artık biliyorsunuz: Fakir kedi değil, Zavallı kedi!) 207 -- We ran up against many a difficulty on the way. Yolda pekçok güçlükle karşılaştık. (=meet, come face to face with, encounter) 208 -- He promised to see about the matter. Konuyu ele alacağını, gereğini yapacağını/yaptıracağını söyledi. (=make inquiries about, think about, attend to, and make the necessary arrangements about) 209 -- You needn't come and see us off at the station. Gelip bizi istasyonda uğurlamanız gerekmiyor. (Oysa, see smb out: kapıya kadar geçirmek, ki kapı dışarı etmek anlamına da kullanılabilir.) 210 -- I could see through the game she was playing; she was only after what she could get out of me. Beni aldatamadı/aldanmadım/oyununu görebiliyordum. (=see the reality behind a hidden attempt to deceive)

211 -- I'll see to it. Konuyu çözüme bağlayacağım / gerekli düzenlemeleri yapacağım/yaptıracağım, icabına bakacağım. (That electric fire is not safe. You should have it seen to. Birisine baktırtmalısın, tamir ettirtmelisin.) 212 -- That little incident set off a whole series of events. Başlattı, yol açtı. (=precipitated, caused) 213 -- They set off/out early in the morning, hoping to get there before dark. Yola Çıkmak, yola koyulmak. 214 -- Naim Süleymanoğlu set up a new world record in the competition. Rekor tesis etti, rekor kırdı. 215 -- After he left the firm he set up his own business. Kendi işini kurdu tesis etti. (=establish) 216 -- He was driving the car at a tremendous speed, just to show off to his friends. Gösteriş yapmak için.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

47

217 -- You needn't worry; no matter what happens I'll stand by you. Senin yanında olacağım, destek vereceğim, yardım edeceğim. (=continue to support and give help to) 218 -- In mathematical equations, the symbol "X" stands for an unknown quantity. Yerine geçer, temsil eder. (=represent) 219 -- He stood for Parliament in the last election, but he wasn't elected. Aday oldu. (=be a candidate for) 220 -- She always stood out from the crowd because of her height and flaming red hair. (Dikkati çekmek, temayüz etmek = be conspicuous, be prominent) 221 -- I have no doubt that my friends will stand up for me. Arkadaşlarımın benim yanımda olacakları, beni destekleyecekleri konusunda hiç kuşkum yok. (=support, defend, defend verbally)

222 -- I couldn't convince the director that this new machine would step up our production. (=arttırmak; =increase the rate or speed of) 223 -- He takes after his grandfather. = Benzemek, soya çekmek. (=resemble, inherit from one's parents or other predecessors) 224 -- Mrs. Yazıcıoğlu, would you please step in a minute; I would like you to take down a letter for me. (=write down, usually from dictation. Ayrıca; He took down some notes: Bazı notlar aldı.) 225 -- I used to take him for an imbecile; I've changed my mind rather dramatically after the incident. (Birisine yanlış bir kimlik yada nitelikler atfetmek = attribute wrong identity or qualities to smb) I took him for his brother; they look like one another so terribly much. Kardeşi sandım onu... 226 -- Don't think that you took me in with your stupid little story. Beni aldattığını/kandırdığını sanma. (=deceive)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

48

227 -- This skirt is much to big for you. You'd better have it taken in at the waist a little. (Elbise, etek, kol, vb. için daraltmak) 228 -- Our plane took off as scheduled. = havalanmak... Programlanan saatte kalktı. (Karşıtı: to land) 229 -- The first thing he does when he gets in is to take off his work clothes and change into something more comfortable. (Giysi, şapka, ayakkabı, gözlük, vb. için üstündeki bir şeyi çıkartmak. Karşıtı: to put on) 230 -- I don't like the way he keeps taking off his grandmother all the time. (Taklidini yaparak alaya almak; mimic, imitate and ridi- cule) 231 -- I took her out to dinner at some quiet restaurant in order to give ourselves a chance to talk things over. Yemeğe götürdüm. (Genellikle sinema, tiyatro, restoran yada bir eğlence yerine götürmek; birlikte çıkmak)

232 -- We stop work at eleven o'clock, and the night shift takes over until the following morning. (Devralmak = assume responsibility for, or control over, in succession to smb else. Karşıt: hand over, make over) 233 -- I didn't take to her at first, but later on we became great friends. Önceleri hoşlanmamıştım. (=find likeable or agreeable, particularly at first meeting) 234 -- He took to drinking. Kendini içkiye verdi. (= bir alışkanlık edinmek, genellikle onaylanmayacak türden) 235 -- She took up transcendental meditation, hoping it would divert her mind from the cares of her daily routine. (=begin a hobby, sport or kind of study; engage in; give one's attention to) 236 -- They threw away the chance to equalize when they missed a penalty rewarded in the beginning of the second half. Beraberlik fırsatını heba ettiler... = lose by foolishness or neglect) My advice was thrown away upon him. Yazık oldu ona verdiğim tavsiyelere... = wasted, because they were ignored)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

49

237 -- I'm going to throw away all this junk after you leave. Iskartaya çıkaracağım, çöpe atacağım. 238 -- I feel awful, doctor. I feel as if I were going to throw up all the time. (Yediklerini çıkarmak, kusmak; = vomit) 239 -- I'd like to ask a few questions on one of the themes briefly touched upon in your paper. = kısaca değinmek... Makalenizde kısaca değinilen temalardan birisine ilişkin birkaç soru sormak istiyorum.) 240 -- I think that drawing of yours needs a little touching up. = rötuş gerektiriyor. "PHRASAL VERBS" Liste 07

241 -- Why don't you try it on to see if it fits you properly? Uyup uymadığını görmek için neden üzerine giyip denemiyorsun? 242 -- We won't know if the plan works till we've tried it out. (Denemek, sınamak = to test) 243 -- About turn! Orduda, "Geriye dön!" komutu. (Turn about) 244 -- He never would turn away a beggar from his door. Geri çevirmezdi. (=refuse admittance to, dismiss) 245 -- Turn back. (Olduğu yerde, 180 derece dönmek yada döndürmek. Bu anlamı, "geldiği yere geri dönmek" anlamını veren "return" fiili ile karıştırmayınız) 246 -- I'm afraid my application was turned down. Reddedildi. (=refuse; reject an offer/application/applicant)

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

50

247 -- The witch turned the prince into a frog. Dönüştürdü. (=convert into) 248 -- Turn on/off the gas / light / radio / TV / tap (=musluk). Açmak/kapamak. 249 -- Turn up the gas; it's much too lovv. Could you please turn down the radio a bit? Açmak/ kısmak. 250 -- If he insists on not paying his rent, sooner or later I'll have to turn him out. Kapı dışarı etmek zorunda kalacağım. (Yada, işine son vermek vb = evict, dismiss, get rid of) 251 -- I've never cooked this dish before, so I'm not at all sure how it is going to turn out in the end... He had told her he was a bachelor, but it turned out that he was married vvith two children... The person he brought along turned out to be a comedian and we all had a great time. (Sonunda ....... oldu / öyle tecelli etti / ...... olduğu görüldü / anlaşıldı / öğrenildi / oluştu. "Pek beklemiyorduk ama" nüansı da taşır.)

252 -- We had a date last night, but she never turned up. Gelmedi. (=arrive, appear; genellikle de bekleyen kişi açısından) 253 -- He's still vvaiting for something to turn up. Halâ birşeyler olmasını / ortaya çıkmasını bekliyor. (Of objects, opportunities, etc: happen, be found, especially by chance.) 254 -- He expected his vvife to wait on him hand and foot. Karısının kendisine kul köle hizmet etmesini, emrine hazır beklemesini istiyordu, (=attend, serve) 255 -- When the incident happened, she was washing up in the kitchen. Bulaşık yıkıyordu. 256 -- Watch out! Dikkat et! Watch out for the holes. Deliklere / çukurlara dikkat et. Watch out! There's a car coming! Dikkat! Araba geliyor! 257 -- It is almost impossible to read the inscription on the monument as most of the

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

51

letters have been worn away. Aşınıp silindiği için. 258 -- The effect of the drug is wearing off. İlacın etkisi kayboluyor; ilacın etkisinden çıkıyor/sıyrılıyor. (=disappear gradually) 259 -- My shoes are worn out at the soles. Ayakkabılarımın tabanları aşınmış, yıpranmış, işe yaramaz durumda. Cheap socks will soon wear out. Yıpranıp kullanılmaz hale gelecektir.) 260 -- The typhoon almost entirely wiped out a number of villages in that particular area. Yoketti, yeryüzünden sildi. (=destroy completely) 261 -- The plan worked out badly. Planımız hedefine ulaşamadı. (=give a definite or desired result) 262 -- The cost of the holiday worked out at a hundred thousand liras per person. Adam başına yüzbine geldi. (=be calculated at)

263 -- We must work out a plan to get rid of him before it is too late. Bir plan geliştirmeliyiz. (=plan the details of, make complete arrangements toward) 264 -- Write it down before you forget it. Unutmadan bir yere yaz. (=put down in writing) 265 -- I wish the bank would write off my debts. Keşke borçlarımı silseler... "PHRASAL VERBS" AÇIKLAMA Dilbilimcinin amacı, dili ve dilleri incelemek, çözgülemektir. Oysa, çeşitli nedenlerle yabancı bir dil öğrenmeyi hedefleyen kişiler için, dil bir amaç değil,

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

52

araçtır. Dilbilimci için mutluluk kaynağı olan gramer çalışmaları, başkaları için sıkıntı ve isyan nedenidir. Haklıdırlar da... Ne var ki bir dili, hayatının ilk 4-5 yılı içinde anadil kimliğinde [bilingual kişiler için birden fazla dil] öğrenmemiş olan bir kimsenin, bu dili sonradan öğrenmeğe çalışırken yaslanabileceği başlıca koltuk değneklerinden birisi de tümdengelimci gramer bilgisidir. Diyelim ki "tense" leri, doğal ortamda işiterek, deneme yanılma yoluyla kullanarak öğrenmeğe çalışırsanız, bu sizin 3-4 yılınızı alacaktır. Oysa gramer, "tense" lerin temel mantık ve kullanımını sizlere bir saatçik sürede öğretebilir; işinizi de son derece kolaylaştırabilir. Bilinçle öğrenen, deneme yanılma yoluyla gidenlere herzaman büyük fark atar. Gelgelelim, gramerin her alanı, genel okuyucu açısından aynı derecede verimli bir çalışma alanı değildir. Böyle durumlarda, kuralları öğrenmeğe çalışmaktansa, çok daha pratik yaklaşımların daha büyük verim sağladığını görürüz. İşte bunlardan birisi de, "phrasal verb" ile "verbs with prepositions" kavramları arasındaki alan egemenliği kavgasıdır. İnanınız ki, bu konuda 24 ciltlik dev bir çalışma yapsanız, yine de İngilizce'deki kavgayı bitiremezsiniz. Genel okuyucu da, bu dev eserinizi noktası virgülüne sadakatle okusa, yine de bir kuruşluk fayda sağlayamaz. Biliyorsunuz, oluşturmağa çalıştığım eğitim sistemi içinde, sıkı "gramer polisliği" yöntemleri ile, coşkulu bir serbesti içinde "pratik" yöntemlerin garip bir evliliği yer alıyor. Bu benim "pragmatik" programım ve "eklektik" yaklaşımımdan kaynaklanıyor. Nerede ne yol varsa, işimize yarıyorsa sistemimize

dahil ediyor; işimizi yokuşa sürenleri ise dışlıyoruz... Akademik bir çatı altında, asistanlarım ve öğrencilerimle birlikte çalışmak olanağından uzak olduğum için, bu yaklaşımlarımı her yönüyle kemale erdirilmiş bir sistemle sonuçlandırmağa âhir ömrümün yeteceğini sanmıyorum... Ama, deneyimlerimden sizleri elimden geldiğince yararlandırmağa çalışıyorum. Gelelim, bütün bunların, bu sayfanın başlığındaki konu ile ne ilgisi olduğuna: Dikkat ederseniz, derslerimiz çerçevesinde, "phrasal verbs" başlığı altında yaptığımız çalışmalarda, yukarda sözünü ettiğim ünlü tartışmayı sürekli bastırıyor hatta "aşağılıyorum". Bu konudaki tavrımca, "Siz deyimleri örnekleriyle birlikte öğrenin; kullanılan partikül edatmış zarfmış; elimizdeki deyim gerçek bir phrasal verb'müş, yada değilmiş, orasına boşverin" diyorum. İtiraf edelim ki, bu tavır bir gramerci açısından, en hafif tanımlamayla, çok üzücü... Dolayısıyla, aşağıda, dilbilim ve dilbilgisi (gramer) açısından konuya ilgi duyanlar için "kural benzeri" bazı önerilerimi yazacağım. "Kural benzeri" diyorum, çünkü dildeki bütün örnekleri tartışmasız açıklayabilecek bir kurallaştırmayı ben de gerçekleştirebilmiş değilim. Deyimsel Nitelikli Fiil + Partikül Bileşiklerini, Fiil + İlgeç (Edat) Birlikteliklerinden Nasıl Ayırt Edebiliriz? Başvurulabilecek Üç Yol

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

53

Unutmayınız: *** işareti tümcenin geçersiz olduğunu gösterir. 1 Wh- Sorusu Yolu: Eğer, fiil ile birlikte olan sözcüğü, bir Wh- sorusun başına (ki doğal günlük kullanımda çoğunlukla tümceliğin sonuna) getirebiliyorsanız, bu bir ilgeçtir. İşte örnekler: I come from Turkey. From which country do you come? From where do you come? [Kitabîliğine rağmen, gramer doğru.] Where do you come from? I'm preparing a few things for the journey. For what am I preparing a few things? [Kitabîliğine rağmen, doğru.] What am I preparing a few things for? Bu şekilde davranamayan, yani "gerçek" "phrasal verb" olanlara örnekler: He threw out his old shoes. ***Out where did he throw his old shoes? ***Where did he throw his old shoes out? Aşağıdaki örnekler ise, bizi yanıltabilecek noktaya parmak basıyor. Tümce sonuna alındığında gramatik ve son derece doğal

olan bu örnekler, başa çekilmiş örnekler geçerli olmayacağı için, yine "phrasal verb" olarak değerlendirilmelidir: He gave up smoking. ***Up what he gave? What did he give up? You must not let that get you down. ***Down what mustn't you let get you? What mustn't you let get you down? 2 Sıfat Tümceliği [Relative Clause] Oluşturarak Sınama: He referred to a certain matter. We discussed yesterday. The matter, to which he referred, was discussed yesterday. The matter, which he referred to, was discussed yesterday. Sonuç: Buradaki yapı bir "fiil + preposition" yapısıdır. Nitekim, ilgecin başa çekildiği ilk örnek, kitabî niteliğine karşın, gramatik ve geçerli bir tümcedir. Oysa aynı şey aşağıdaki örnek için söylenemez:

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

54

One of the students handed in his paper as soon as the exam began. It failed to pass. ***The paper, in which one of the students handed as soon as the exam began, failed to pass. The paper, which one of the students handed in as soon as the exam began, failed to pass. Sonuç: "to hand in" yapısının gerçek bir "phrasal verb" olarak değerlendirilmesi gerekir. 3 Araya bir Belirteç (=Zarf) Yerleştirme Sınaması: Eğer elinizdeki deyimde fiil ve partikül arasına bir belirteç yerleştirebiliyorsanız, bu bir "fiil + ilgeç" birlikteliğidir. Gerçek bir "phrasal verb" değildir. I bargained with them over the price. I bargained endlessly with them over the price, but couldn't get a discount. Tersine bir örnek görelim: I picked up the wallet from where it was dropped.

***I picked quickly up the wallet from where it was dropped. Gelelim asıl konuya... Bunları söylemekle, konuyu tüketmiş, tartışmaya son noktayı koymuş olmuyoruz... Anlam açısından yaklaşarak, "Acaba, fiilin asıl anlamında bir kayma var mı? Yeni bir anlam mı kazanıyor?" sorusu açısından tartışmalar doğabileceği gibi, aşağıdaki anomaliler de tartışılabilir: I'll call on you tomorrow. On whom will you call tomorrow? Bütün kitabîliği ve kullanım açısından kulağa garip gelmesine karşın, gramatik olmadığı söylenemez: Demek ki bu gerçek bir phrasal verb değil... The man, on whom I'll call tomorrow, lives not far from here. Bütün kitabîliği ve kullanım açısından kulağa garip gelmesine karşın, gramatik olmadığı söylenemez: Demek ki bu gerçek bir phrasal verb değil... The man, on whom you plan to call for support, is out of town at the moment. Bütün kitabîliği ve kullanım açısından kulağa garip gelmesine karşın, gramatik

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

55

olmadığı söylenemez: Demek ki bu gerçek bir phrasal verb değil... SONUÇ: Bu bir "phrasal verb" değildir!! Oysa, üçüncü "kurala" göre: ***I'll call quickly on the shop. ***I'll call quickly on you. ***Call quickly on the man. SONUÇ: Bu bir "phrasal verb" dür!! Vardığım sonuç şöyle: Dilciler arasında sürüp giden tartışmaya konu olan bu yapılar aslında bir ucunda "çok çok deyimsel" (very much phrasal!!) olanlarla, öteki ucunda ise "çok az deyimsel" ("very little phrasal!!") deyişlerin yer aldığı kayar bir skala oluşturuyorlar. Tartışma ise bu sürekliliği bölüklere ayırarak farklı birimler olarak tanımlamak isteğinden kaynaklanıyor. Kısacası, bana göre, fuzuli bir tartışma... Gelelim nihai sonuca: Böyle bir tartışmaya taraf olmanın, bütün amacı bu deyimleri öğrenip kullanabilmek olan bir kimse açısından en küçük bir yararı olabilir mi? İşin gramatik gizemini çözmeğe çalışacakları süre içinde, deyimler ve

kullanım örneklerini çoktan belleğe yerleştirmiş ve özümlemiş olabilirlerdi. Bütün bunları söyledikten sonra, dilbilim öğrencileri ile sınırlı kalmak koşuluyla, aşağıdaki iki kaynağı incelemenizi önerebilirim. Celce-Murcia, M. and Larsen-Freeman, D. (1983), The Grammar Book: An ESL/EFL Teacher's Course, Boston: Heinle & Heinle. pp. 265-279. Greenbaum, S. & Quirk, R. (1990), A Student's Grammar of the English Language, Essex, England: Longman. pp.336-343.

By Dream_Cather [email protected] ___________________________________________________________________________

56