istihbaratsahasi.files.wordpress.com · center for middle eastern strategic studies history in...
TRANSCRIPT
54
ORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Haziran 2013 Cilt 5
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES
HistoryIn Turkey, the shortage of research on the Middle East grew more conspicuous than ever during the early 90’s. Center for Middle Eastern Strategic Studies (ORSAM) was established in Janu- ary 1, 2009 in order to provide relevant information to the general public and to the foreign policy community. The institute underwent an intensive structuring process, beginning to con- centrate exclusively on Middle Eastern affairs.
Outlook on the Middle Eastern WorldIt is certain that the Middle East harbors a variety of interconnected problems. However, ne- ither the Middle East nor its people ought to be stigmatized by images with negative connota- tions. Given the strength of their populations, Middle Eastern states possess the potential to activate their inner dynamics in order to begin peaceful mobilizations for development. Respect for people’s willingness to live together, respect for the sovereign right of states and respect for basic human rights and individ-ual freedoms are the prerequisites for assuring peace and tranquility, both domestically and interna-tionally. In this context, Turkey must continue to make constructive contributions to the establishment of regional stability and prosperity in its vicinity.
ORSAM’s Think-Tank ResearchORSAM provides the general public and decision-making organizations with enlightening in- for-mation about international politics in order to promote a healthier understanding of interna- tional policy issues and to help them to adopt appropriate positions. In order to present effective solutions, ORSAM supports high quality research by intellectuals and researchers that are com- petent in a variety of disciplines. ORSAM’s strong publishing capacity transmits meticulous analyses of regional developments and trends to the relevant parties. With its website, books, reports, and periodicals, ORSAM supports the development of Middle Eastern literature on a national and international scale. ORSAM facilitates the sharing of knowledge and ideas with the Turkish and international communi-ties by inviting statesmen, bureaucrats, academicians, strategists, businessmen, journalists, and NGO representatives to Turkey.
* ORSAM is a member of the The Middle East Studies Association (MESA).
www.orsam.org.tr/en/
STRATEGIC INFORMATION MANAGEMENT ANDINDEPENDENT THOUGHT PRODUCTION ORSAM
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES
STRATEJİK BİLGİ YÖNETİMİ, ÖZGÜR DÜŞÜNCE ÜRETİMİ
www.orsam.org.tr/tr/
ORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
on erans De erlendir esi Serisi - Con erence E aluation Series
ita ncele esi Serisi
ORSAM ONU Guest
Buket Bahar Divrak: “Turkey is the one of the country that experiences population and sectoral water demand growth”
Abdülkadir Gök: “Syrian Kurds Do Not Feel Safe in Their Own Regions. Because They Feel Themselves Threatened Under the Administration of Free Syrian Army When Assad Leaves Power.”
u Say da atk da ulunan a arlar
Ortado u G ncesi Middle East Diary
21 April 2013 – 20 May 2013
arikat rler - Meh et k ro lu
Reyhanl Sald r s ve T rkiye’nin Suriye kilemiThe Reyhanl Attack and Turkey’s Syria Dilemma
a ak onusu Co er Story
Reyhanl Sald r s ve T rkiye The Reyhanli Attack and Turkey
On Weapons of Mass Destruction Free Zone (WMDFZ) in the Middle East
The Source of Motivation in Gaza and the Effects of the Recent Events on Gaza
The State Capacity and Foreign Policy of Iran
Rusya n n G ney af asya da i u u a G c n n
De erlendiril esi Mos ova n n Zay f G r n esinin 10 Nedeni
ncele eler Analyses
rticulation of the urdish Regions in the Arab Spring and Its Impacts on Tur ish Foreign Policy
Tur ey Israel Relations After Israel s Apology to Tur ey
Gelece in OD A s nda Tehdit manzaralar ve T r iye nin Savunma Duru u
Economic Sanctions on Iran Is It Iran’s Nuclear Program or the Government Getting Fragile?
Sahibi ORSAM ad na Hasan anbolat
Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık Hasan KanbolatDoç. Dr. Hasan CanpolatProf. Dr. Ahmet KesikDoç. Dr. Hasan Ali KarasarYrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen
ORSAM Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü MüdürüORSAM BaşkanıMilli Savunma Bakanlığı BaşdanışmanıKalkınma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürü ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi ORSAM Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Haziran 2013
Hasan Kanbolat ORSAM Başkanı Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık ORSAM Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Hasan Ali Karasar ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi Prof. Dr. Tarık Oğuzlu ORSAM Danışmanı, Uluslararası Antalya Üniversitesi Doç. Dr. Harun Öztürkler ORSAM Danışmanı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Doç. Dr. Mehmet Şahin ORSAM Danışmanı, Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Özlem Tür ORSAM Danışmanı, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Habib Hürmüzlü ORSAM Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen ORSAM Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Canat Mominkulov ORSAM Danışmanı Al Farabi Kazak Ulusal Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Didem Danış ORSAM Danışmanı, Galatasaray Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya ORSAM Danışmanı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu (Kamalov) ORSAM Danışmanı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Tarih Bölümü Dr. Jale Nur Ece ORSAM Danışmanı, Deniz Emniyeti ve Güvenliği Doç. Dr. Yaşar Sarı ORSAM Danışmanı, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniv. Ögretim Üyesi Dr. Süreyya Yiğit ORSAM Danışmanı, Avrasya [[email protected]]Av. Aslıhan Erbaş Açıkel ORSAM Danışmanı, Enerji-Deniz Hukuku [[email protected] , [email protected]]Pınar Arıkan Sinkaya ORSAM Danışmanı, Ortadoğu - ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Noyan Gürel ORSAM Danışmanı Volkan Çakır ORSAM Danışmanı, Afrika [[email protected]]Dr. Göknil Erbaş ORSAM, Karadeniz [[email protected]]Tamer Koparan ORSAM Yönetici Editörü [[email protected]]Bilgay Duman ORSAM Uzmanı, Ortadoğu [[email protected]]Oytun Orhan ORSAM Uzmanı, Ortadoğu [[email protected]]Fazıl Ahmet Burget ORSAM Uzmanı, Ortadoğu, Afganistan Seval Kök ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu [[email protected]]Nebahat Tanriverdi ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu [[email protected]]Shalaw Fatah ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu Aytekin Enver ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu Tuğçe Kayıtmaz Mütercim Tercüman Uğur Çil ORSAM, Ortadoğu
ra t rma ar rogram
Dr. Tuğba Evrim Maden ORSAM Su Araştırmaları Programı Hidropolitik Uzmanı Dr. Seyfi Kılıç ORSAM Su Araştırmaları Programı Hidropolitik Uzmanı
ORSAM Akademik Kadro
a n K r
Edit r rof. Dr. Tar k O uzluEdit r ard mc s Dr. Tu ba Evrim Maden
netici Edit r Tamer oparanSorumlu az leri M d r Habib H rm zl
ORSAM an ma K r
Dr. İsmet Abdülmecid Irak Danıştayı Eski Başkanı Av. Aslıhan Erbaş Açıkel ORSAM Danışmanı, Enerji-Deniz Hukuku Hasan Alsancak İhlas Holding, Gn.Md.Yrd., Statejik İs Gelistirme ve Dış İliskiler Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık ORSAM Ortadoğu Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ahat Andican Devlet Eski Bakanı, İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Tayyar Arı Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Arslan İstanbul Üniversitesi, Tarih Bölümü Başar Ay Türkiye Tekstil Sanayii İşveren Sendikası Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa Aydın Kadir Has Üniversitesi Rektörü Doç. Dr. Ersel Aydınlı Bilkent Üniversitesi Rektör Yardımcısı & Fulbright Genel Sekreteri Dr. Serdar Aziz ORSAM Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Bağcı ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. İdris Bal TBMM 24. Dönem Milletvekili Yrd. Doç. Dr. Ersan Başar Karadeniz Teknik Üniversitesi, Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği Bölüm Başkanı Kemal Beyatlı Irak Türkmen Basın Konseyi Başkanı Barbaros Binicioğlu Ortadoğu Danışmanı Prof. Dr. Ali Birinci Polis Akademisi Doç. Dr. Mustafa Budak Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Hasan Canpolat Milli Savunma Bakanlığı Danışmanı E. Hava Orgeral Ergin Celasin 23. Hava Kuvvetleri Komutanı Doç. Dr. Mitat Çelikpala Kadir Has Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya YÖK Başkanı Doç. Dr. Didem Danış ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Prof. Dr. Ramazan Daurov Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü, Direktör Yardımcısı Prof. Dr. Volkan Ediger İzmir Ekonomi Üniversitesi, Ekonomi Bölümü Prof. Dr. Cezmi Eraslan Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Çağrı Erhan Ankara Üniversitesi, Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Dr. Amer Hasan Fayyadh Bağdat Üniversitesi, Siyaset Bilimi Fakültesi Dekanı Cevat Gök Irak El Fırat TV Türkiye Müdürü Mete Göknel BOTAŞ Eski Genel Müdürü Osman Göksel BTC ve NABUCCO Koordinatörü Timur Göksel Beyrut Amerikan Üniversitesi Öğretim Üyesi Av. Niyazi Güney Prens Group Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Muhamad Al Hamdani Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı Numan Hazar Emekli Büyükelçi Doç. Dr. Pınar İpek Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Dr. Tuğrul İsmail TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Doç. Dr. Şenol Kantarcı Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Doç. Dr. Nilüfer Karacasulu Dokuz Eylül Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Selçuk Karaçay Vodofone Genel Müdür Yardımcısı Prof. Dr. M. Lütfullah Karaman Istanbul Medeniyet Üniversitesi - (SBF) Uluslararası İlişkiler Bölümü Doç. Dr. Şaban Kardaş TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Arslan Kaya KPMG ,Yeminli Mali Müşavir Dr. Hicran Kazancı Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi İzzettin Kerküklü Kerkük Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kesik Kalkınma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürü Doç Dr. Elif Hatun Kılıçbeyli Çukurova Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Aleksandr Knyazev Rus-Slav Üniversitesi (Bişkek) Prof. Dr. Alexandr Koleşnikov Diplomat Prof. Dr. Erol Kurubaş Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Talip Küçükcan Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Hediye Levent Gazeteci (Suriye) Dr. Max Georg Meier Hanns Seidel Vakfı Proje Müdürü (Bişkek) Prof. Dr. Mosa Aziz Al Mosawa Bağdat Üniversitesi Rektörü Büyükelçi Shaban Murati Arnavutluk Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü Dr. Sami Al Taqi Orient Research Center Başkanı Prof. Dr. Mahir Nakip Erciyes Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Vitaly Naumkin Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü Direktörü Dr. Farhan Ahmad Nizami Oxford Üniversitesi İslami Çalışmalar Merkezi Yöneticisi Prof. Dr. Dorayd A. Noori Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı Yardımcısı Muhammed Nurettin Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Murat Özçelik Büyükelçi Prof. Dr. Çınar Özen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doç. Dr. Harun Öztürkler ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Prof. Dr. Victor Panin Pyatigorsk Üniversitesi (Pyatigorsk, Rusya Federasyonu) Prof. Aftab Kamal Pasha Hindistan Batı Asya Araştırmaları Merkezi Başkanı Dr. Bahadır Pehlivantürk TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Doç. Dr. Fırat Purtaş Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, TÜRKSOY Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Dr. Suphi Saatçi Kerkük Vakfı Genel Sekreteri Safarov Sayfullo Sadullaevich Tacikistan Cumhurbaşkanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı Ersan Sarıkaya Türkmeneli TV (Kerkük,Irak) Patrick Seale Ortadoğu ve Suriye Uzmanı Dr. Bayram Sinkaya ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlşkiler Bölümü Doç. Dr. İbrahim Sirkeci Regent’s College (Londra, Birleşik Krallık) Dr. Aleksandr Sotnichenko St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu) Zaher Sultan Lübnan Türk Cemiyeti Başkanı Dr. Irina Svistunova Rusya Strateji Araştırmaları Merkezi, Türkiye-Ortadoğu Araştırmaları Masası Uzmanı Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Mehmet Şüküroğlu Enerji Uzmanı İlhan Tanır ORSAM Danışma Kurulu Üyesi, Vatan Gazetesi Washington Temsilcisi Doç. Dr. Oktay Tanrısever ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü Prof. Dr. Erol Taymaz ODTÜ, Kuzey Kıbrıs Kampusü Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Sabri Tekir İzmir Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Dr. Gönül Tol Middle East Institute Türkiye Çalışmaları Direktörü Dr. Umut Uzer İstanbul Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Dr. Ermanno Visintainer Vox Populi Direktörü (Roma,İtalya) M. Ragıp Vural 2023 Dergisi Yayın Koordinatörü Prof. Dr. Vatanyar Yagya St. Petersburg Şehir Parlamentosu Milletvekili, St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu) Yaşar Yakış Büyükelçi, Dışişleri Eski Bakanı Semir Yorulmaz (Gazeteci, Mısır) Volkan Çakır ORSAM Danışmanı, Afrika
Yönetim Merkezi: Ortado u Stratejik Ara t rmalar Merkezi (ORSAM)Mithat a a Caddesi No: - z lay-Ankara Tel: 0 12 0 2 09 aks: 0 12 0 9
Gra k Tasar m: ar nca Ajans Yay nc l k Matbaac l k
Me rutiyet Cad. 0 9 z lay Ankara Tel: 0 12 1 www.karincayayinlari.net - [email protected]
ask : Ames Matbaac l k beyde Han m Mah. az m arabekir Cad. No:9 -1A Alt nda - Ankara Tel: 0 12 1
oto ra ar: Associated ress
Dergisi abonesidir.
u dergide yer alan yaz lardaki de erlendirmeler, aksi belirtilme-dik e ORSAM’ n kurumsal gör n yans tmamaktad r.
201 ORSAMDergideki t m yaz lar n telif haklar ORSAM’a ait olup, Say l
ikir ve Sanat Eserleri anunun uyar nca kaynak gösterilerek k s-men yap lacak makul al nt lar ve yararlanma d nda, hi bir ekil-de önceden izin al nmaks z n kullan lamaz, yeniden yay nlanamaz.
ISSN 1 0 - 1Say , Cilt , Haziran 201Yerel S reli Yay n
as m Tarihi: 1 Haziran 201
ORTADO STRATEJ ARA TIRMA AR MER E yay n d r.
Değerli Okurlar,
Ortadoğu Analiz’in Haziran sayısını “Reyhanlı Saldırısı ve Türkiye” kapak konusuyla çıkarıyoruz. Hatay Reyhanlı’da 52 kişinin ölümü ile sonuçlanan terör saldırısı derin etkiler bırakmıştır. Türkiye’nin bugüne kadar yaşadığı en derin terör saldırısı olarak kayıtlara geçen bu saldırı, Türkiye’nin Suriye politikasının yeniden ele alınmasına neden olmuştur.
Kapak konumuzun makalesi Oytun Orhan’a aittir. Orhan makalesinde Reyhanlı’da 11 Mayıs 2013 tarihinde ger-çekleşen terör saldırısına giden süreci 2000’li yıllardan itibaren Türkiye- Suriye ilişkileri ekseninde inceliyor ve bu saldırının Türkiye’nin Suriye politikasına olan etkilerini analiz ediyor.
Erol Kurubaş makalesinde Ortadoğu’da yaşanan dengesiz ve değişken süreçlerin Türkiye, Suriye ve Irak’ta bu-lunan Kürtlerin durumuna olan etkilerini, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerin birbiri ile etkileşimleri sonucu ortaya çıkması muhtemel sonuçları ve bunların Türkiye üzerindeki yansımalarını tartışıyor.
22 Mart 2013 tarihinde İsrail’in Türkiye’den özür dilemesini 2000’li yıllardan itibaren Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişimi arka planında inceleyen Özlem Tür, makalesinde özür sonrası meydana gelecek olası gelişmeleri ve bu özrün iki ülke arasında kalıcı bir barış ve işbirliği ortaya çıkarma potansiyelini tartışıyor.
Can Kasapoğlu ise çalışmasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinda oluşmakta olan yeni güvenlik ortamını, bunun Türkiye’nin güvenliğine olan etkilerini ve bu süreçte Türk ordusunun yaşadığı modernizasyon sürecinin dinamiklerini inceliyor.
Şebnem Udum makalesinde, Madrid Barış Konferansı’ndan sonra 1992’de başlatılan Silahların Kontrolü ve Bölgesel Güvenlik görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından ardından, Ortadoğu’da meydan gelen ge-lişmeleri ve bu minvalde gündeme gelen ODKİSAB (Ortadoğu’da Kitle İmha Silahlarından Arındırılmış Bölge) insiyatifini derinlemesine tartışıyor.
İran, 14 Haziran 2013 tarihinde gerçekleşecek olan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir kez daha küresel ve bölgesel ajandalarda öne çıkmıştır. Barış Doster makalesinde seçimleri ve sertleşen siyasi rekabeti İran’ın iç ve dış dengelerini esas alarak inceliyor.
Özüm Uzun, makalesinde İran’ın mevcut rejiminin ekonomi politikalarını ve devam ettirdiği nükleer progra-mından dolayı maruz kaldığı ekonomik yaptırımların etkilerini tartışıyor.
Abdülgani Bozkurt, bu sayımızda yer alan çalışmasında İsrail-Gazze ilişkilerinde savaşın yeri ve önemini de-ğerlendirirken, Mısır’da genel durum, Gazze için Mısır’ın önemi ve İsrail’in özrünün Gazze’ye olan muhtemel etkilerini mercek altına alıyor.
Dr. Maxim A. Suchkov, çalışmasında Rusya’nın Güney Kafkasya’da izlediği bölgesel dış politikasını zayıflıklar ve gelecekten beklentiler çerçevesinde inceliyor.
Konferans İzlenimleri köşemizde ise Bilgehan Öztürk 10 Mayıs 2013 tarihinde Antalya’da Uluslararası Antalya Üniversitesi Sosyal, Ekonomik ve Politik Araştırmalar Merkezi (SEPAM) tarafından düzenlenen “Güncel Geliş-meler Işığında Türk Dış Politikası: Zorluklar ve Fırsatlar”, başlıklı konferansa ait izlenimlerini bizlerle paylaşıyor.
Bu sayımızın Kitap İncelemesi bölümünde Zeynep Sütalan, Lloyd C. Gardner tarafından yazılan “The Road to Tahrir Square: Egypt and the United States from the Rise of Nasser to the Fall of Mubarak” adlı kitabı okuyucu-larımızın ilgisine sunuyor.
Bu sayımızda WWF-Türkiye’de Sürdürülebilirlik ve Stratejik İşbirlikleri Müdürü Buket Bahar Dıvrak ve Şanlıurfa’da bölgeyi çok iyi bilen ve yaşanan gelişmeleri yakından takip eden öğretmen Abdülkadir Gök ile yapı-lan söyleşileri siz okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.
Temmuz sayımızda görüşmek üzere,Keyifli okumalar
ORSAM’dan
Hasan Kanbolat
ORSAM Başkanı Tarık Oğuzlu
Ortadoğu Analiz Editörü
www.orsam.org.trORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Kapak Konusu
9
Kapak Konusu
ORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Reyhanlı Saldırısı ve Türkiye
Kapak Konusu
Reyhanlı terör saldırısı Irak ve Suriye’deki dehşet sahnelerini andıran son derece üzücü görüntüler ortaya çıkarmıştır.
Reyhanlı Saldırısı ve Türkiye’nin Suriye İkilemi
The Reyhanlı Attack and Turkey’s Syria Dilemma
Oytun ORHAN
AbstractThe terrorist attack that took place in Reyhanli has been a tragic indicator of how easily the instability in
neighboring countries could spread to Turkey. The Reyhanli district has been hosting almost as many Syrian
guests as its own population since the beginning of the uprising in Syria. This situation negatively affects the
social, economic and security situation in the district. The Reyhanli bombing further deepened the exist-
ing negative effect. This study will primarily deal with the process before the Reyhanli bombing, and then
analyze the targets and forces at the back of the bombing. The article will be concluded with the section that
deals with the impacts of the Reyhanli bombing on Turkey’s Syria policy.
Keywords: Turkey-Syria relations, Reyhanlı attacks, terrorism
Kapak Konusu
T r iye 000’ler boyunca Suriye’ye y neli A D’nin sertli yanl s politi alar na ar l uzun vadeye yay lm i dinami ler yoluyla salanaca bir de i imi savunmu tu u anlamda baz alanlarda sonu da al nm t Suriye’nin at ile ili ileri T r iye sayesinde nispeten d zelmi Suriye i inde i reformcu anat g lenmi ti
Giriş
Reyhanlı’da 11 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleşen
terör saldırısı komşu ülkelerde yaşanan istikrar-
sızlığın Türkiye’ye nasıl kolayca yayılabileceğinin
acı bir göstergesi olmuştur. Irak’ta 2003 işgali
ve Suriye’de 2011 ayaklanma sonrası görme-
ye alıştığımız acı sahnelerin bir benzeri Hatay
Reyhanlı’da yaşanmıştır. Resmi açıklamalar ve
Türk kamuoyundaki genel bakış saldırının faili
olarak Suriye rejimini işaret etmektedir. Buna
göre eylemi, Esad rejiminin Türkiye’yi Suriye
politikası nedeniyle cezalandırma ve çatışmanın
içine çekerek savaş sahasını genişletme çabası
olarak okumak mümkündür.
Olay tüm Türkiye’yi derinden etkilemiştir. An-
cak bölge insanı, Reyhanlı halkı doğrudan şidde-
te maruz kalmıştır. Bu da zaten Suriye ile sınır
ilçesi olması dolayısıyla direk etkilenen ve gergin
bir havanın hakim olduğu bölgede kutuplaşma-
ları daha da körüklemiştir. Reyhanlı, Suriye’de-
ki olayların başlamasından bu yana neredeyse
kendi nüfusu kadar Suriyeli misafiri ağırlamak-
tadır. Bu da bölgedeki sosyal, ekonomik, güven-
lik durumunu olumsuz biçimde etkilemektedir.
Reyhanlı saldırısı söz konusu etkiyi daha da de-
rinleştirmiştir. Bu çalışmada öncelikle Reyhan-
lı saldırısına giden süreç ele alınacak, ardından
olayın arkasındaki güçler ve hedefleri analiz edil-
meye çalışılacaktır. Çalışma Reyhanlı saldırısının
Türkiye’nin Suriye politikasına etkisinin ele alı-
nacağı kısım ile sonlandırılacaktır.
Reyhanlı saldırısına giden süreç
Türkiye-Suriye ilişkileri 1999 yılından bu yana
kademeli olarak gelişmiş ve son olarak vizelerin
kaldırılmasıyla toplumsal, ekonomik bütünleş-
me yolunda önemli bir adım atılmıştı. Ancak
15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçrayan halk
ayaklanması bu süreci tersine çevirdi. Bunun
temel nedeni Türkiye’nin uzun zamandan beri
dış politikanın merkezine “meşruiyet ve değer
merkezli dış politika” kavramlarını oturtmasın-
dan kaynaklanmıştı. Bu yaklaşım Türkiye’nin
Ortadoğu’daki değişim dalgasında “demokrasi”
taleplerinin yani bölge halklarının yanında yer
almasını gerektirmekteydi. Aksi bir tutum söy-
lem ile eylem arasında çelişki yaratarak Türk dış
politikasında meşruiyet krizi yaratabilirdi. Ancak
reel politikanın gerekleri Türkiye’nin bazı sorun-
larda hızlı adım atmasına engel olmuştu. Suriye
bu açıdan en çarpıcı örneklerden biri oldu.
Türkiye 2000’ler boyunca Suriye’ye yönelik
ABD’nin sertlik yanlısı politikalarına karşılık
uzun vadeye yayılmış, iç dinamikler yoluyla sağ-
lanacak bir değişimi savunmuştu. Bu anlamda
bazı alanlarda sonuç da alınmıştı. Suriye’nin Batı
ile ilişkileri Türkiye sayesinde nispeten düzelmiş,
Suriye içindeki reformcu kanat güçlenmişti. An-
cak “Arap Baharı” bölgede hızlı ve köklü bir de-
ğişim talebini beraberinde getirdi. İşte bu durum
Türkiye’nin uzun yıllardır başarmaya çalıştığı ve
mesafe kat ettiği Suriye’de değişim sürecini çok
kısa bir süreç içinde gerçekleşmesi zorunluluğu-
nu beraberinde getirdi. “Değer merkezli dış poli-
tika ve reel politika” ikilemi içinde kalan Türkiye
son 10 yılda yakın ilişkiler kurduğu Esad yöneti-
mine karşı eleştirel bir tavır almak durumunda
kaldı.
“Rejim bekası” sorunu ile yüzleşen Suriye yö-
netimi, Türkiye’nin sorunu “sivil halkın meşru
Kapak Konusu
talepleri” olarak tanımlamasından rahatsızlık
duydu. Buna karşılık Türkiye, uzun yıllardır des-
teklediği Esad yönetimine ilettiği reform telkin-
lerinin dikkate alınmamasından “hayal kırıklığı”
duyduğunu açıkça ifade etti. Türkiye ayaklan-
manın Suriye’ye sıçramasını takiben belli bir
süre “Suriye’den umudunu kesmediğini ve halen
reform yapabileceğine olan inancını” dile getir-
mişti.1 Ancak Suriye ordusunun Humus, Deyr ez
Zor ve özellikle Hama’ya düzenlediği askeri ope-
rasyonlar Türkiye’nin umutlarının neredeyse tü-
kenmesine yol açtı. Hama operasyonunun 1982
yılındaki “Hama Katliamını” hatırlatması ve
Başbakan Erdoğan’ın daha önce “yeni Hama’lar
istemiyoruz” açıklamasını yapmış olması, ope-
rasyonun Türkiye açısından bir dönüm noktası
olmasına neden oldu. Dışişleri Bakanı Davutoğ-
lu da daha sonraki açıklamalarında “Hama’da
başlayan olayların kendilerini derinden etkile-
diğini, Hama’da yaşanan olayların yönteminin
ve zamanlamasının kabul edilmesinin mümkün
olmadığını” ifade etti. Türkiye operasyonlar son-
rasında, Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “sabrı-
nın sonuna geldi.”2 Bu sert dış politika söylemi
“Suriye’nin olayları şiddet yoluyla bastırmaya de-
vam etmesi durumunda Türkiye’nin hangi yeni
dış politika araçlarını hayata geçireceği” sorusu-
nu beraberinde getirmişti.
10 yılı aşkın bir sürede kurulan çok boyutlu ve
derin ilişkiler birkaç ay içinde kısaca özetlenme-
ye çalışılan süreçte hızla geriledi. İşte böyle bir
ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davu-
toğlu Türkiye’nin mesajlarını ve beklentilerini
iletmek üzere 9 Ağustos 2011 tarihinde Şam’a
kritik bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu görüşme iki
ülke ilişkileri açısından dönüm noktası oldu.
Türkiye her ne kadar halk ayaklanmasının bastı-
rılış şekline eleştirel yaklaşsa da olaylar başladığı
tarihten bu yana Batı ile Suriye yönetimi arasın-
da bir “kalkan” vazifesi görmüştü. Ancak Esad-
Davutoğlu görüşmesinde Türkiye’nin beklenti-
lerinin karşılanmaması neticesinde Türkiye’nin
Batı ile Suriye arasında kalkan olma durumu
sona erdi ve bundan sonra Türkiye Suriye’de
değişimi gerçekleştirmek için baskı ve izolasyon
politikaları uygulamaya başladı.3
Bu süreçte her türlü diplomatik, siyasi, ekonomik
baskı araçları kullanılmaya başlandı. En önemli
ayaklardan biri ise Suriye muhalefetine destek
verilmesiydi. Suriye siyasal muhalefeti örgütlen-
me çabalarını büyük ölçüde Türkiye’de sürdürdü
ve ilk çatı muhalif yapı olan Suriye Ulusal Kon-
seyi kuruluşunu İstanbul’da ilan etti. Muhalefete
destek açısından Türkiye-Suriye sınır hattının
Suriye muhaliflerin lehine kullanımına izin veril-
mesi kritik önem taşıyordu. Sınır hattının kont-
rolünün zayıflatılması muhalefetin rejime karşı
mücadelesi açısından kritik önem taşıyordu. Su-
riye rejimi de Türkiye’nin verdiği destek olmasa
muhalefetin çok fazla yaşama şansı olmadığını
ya da bu denli güçlenemeyeceğini düşünüyordu.
Bunun neticesinde Suriye tarafı Türkiye’yi Su-
riye politikası nedeniyle “cezalandırma” çabası
içine girdi ve 1998 yılından itibaren destek ver-
meyi kestiği PKK’ya ülkesinde yeniden alan aç-
maya başladı.4 Bu süreç içinde Türkiye ile Suriye
arasındaki en büyük kriz Haziran 2012 ayı içinde
Türk uçağının Akdeniz’de uluslararası sularda
Suriye hava savunma sistemleri tarafından düşü-
rülmesi ile yaşandı. Suriye bu saldırı ile rejimin
varlığını koruma konusunda ne kadar ciddi oldu-
ğunu ve nereye kadar gidebileceğini göstermişti.
Diğer taraftan bu saldırı Türkiye’yi Suriye politi-
kasında geri attırmaktan ziyade daha sertleştir-
di. Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “Suriye mu-
halefetine her türlü destek verilmeye başlandı”,
saldırının hemen ertesinde Suriye sınırına askeri
sığınak yapıldı ve Suriye’nin artık düşman ülke
olarak görüldüğü ilan edildi. “Suriye’den Türki-
ye sınırına güvenlik riski ve tehlikesi oluşturacak
şekilde yaklaşan her askeri unsurun bir tehdit
olarak değerlendirileceği ve askeri hedef olarak
muamele göreceği” açıklandı. Bu durum Suriye
ordusunun sınıra çok yakın bölgelerde operas-
yon yapmasını zorlaştırdı ve böylece takip eden
dönemde sınır bölgesinde muhaliflerin etkinliği
giderek artmaya başladı. Sınırdan 40-50 kilo-
metrelik bir hat boyunca rejim kontrolü ortadan
kalkmaya başladı. Türkiye’nin sınır hattındaki
kontrolleri daha da zayıflatması ile muhaliflerin
kontrolündeki kuzey Suriye ile Türkiye’nin gü-
ney bölgesi arasındaki geçişkenlik inanılmaz bo-
yutta arttı.5
Bu dönemde Türkiye-Suriye sınırında yer alan
il ve ilçelerde Suriyelilerin varlığı hissedilir bi-
çimde artmaya başladı. Türkiye’nin Suriye üze-
rinden Ortadoğu’ya açılan en önemli karayolu
Kapak Konusu
sınır kapısı olan Cilvegözü’nü barındıran Rey-
hanlı ilçesinde yaşananlar söz konusu süreci ve
tüm Türkiye-Suriye sınır hattı boyunca yaşanan-
ları yansıtması açısından son derece çarpıcı bir
örnek oluşturuyordu. ORSAM Başkanı Hasan
Kanbolat, Temmuz 2012 ayı içinde kaleme aldığı
“Hatay-Reyhanlı’dan Suriye’ye Bakış” ve “Rey-
hanlı-İdlib Sınırında Sakin Günler” başlıklı ve ki-
şisel gözlemlerine dayanan iki köşe yazısında şu
tespitlerde bulunuyordu.
“19 Temmuz’da Bab-el Hava sınır kapısı Suriyeli
mücahitlerin eline geçti. Aynı saatlerde Türki-
ye-Suriye sınırındaki Gaziantep-Karkamış sınır
kapısının Suriye tarafındaki Carablus sınır ka-
pısı ve Suriye-Irak sınırındaki Abu Kemal Sınır
Kapısı’nın da mücahitlerin eline geçtiği öğrenil-
di. Reyhanlı sokakları Suriyeli sivillerle ve ünifor-
malı Suriyeli askerlerle dolu. Türkiye sığınılacak
güvenli bir liman. Reyhanlı halkı da üniforma-
lı Suriye askerlerine alışmış durumda. Dışarı-
dan gelen biri, Türkiye ile Suriye’nin birleştiğini
veya Reyhanlı’nın Suriye ordusu tarafından işgal
edildiğini düşünebilir. Yaklaşık 70 bin nüfuslu
Reyhanlı’da son birkaç ayda Suriyeli nüfusu bir-
den bir arttı ve artmaya devam ediyor. Suriyeli
aile sayısı 1500 civarını bulmuş durumda. İlçede
kiralık ev kalmadı. Aylık ortalama 100-200 TL
olan ev kiraları 300 TL’ye çıktı. Reyhanlı devlet
hastanesi Suriyeli hastalarla dolu. Ambulanslar
her gün sınırdan hasta taşıyor. Reyhanlı’da jet
krizinin etkilerini açıkça görmek mümkün. Kriz
sonrası Türkiye’nin çekingenlik bariyerlerinin or-
tadan kalktığı rahatça gözlemlenebiliyor. Askeri
birlikler silah ve mühimmat olarak güçlendiril-
miş, füze rampaları yerleştirilmiş. Türkiye, Suri-
ye’deki çatışmalara katılmamakla birlikte artık
çok daha rahat bir şekilde mücahitleri destekle-
meye başlamış. Son birkaç aydır Reyhanlı dahil
olmak üzere Türkiye sınır il ve ilçelerine yoğun
bir Suriyeli yerleşimi oldu. Reyhanlı, Suriye ile içi
içe günlük yaşamına devam ediyor.”6
Banyas katliamı Sünni halkın korkutularak göçe zorlanması, güvenli ve homojen bir Arap Alevi bölgesi yaratılma
hedefinin önemli bir ayağı olarak düşünülmüştür.
Kapak Konusu
Sınır hattının buharlaşması jet krizinin ardından
yeni gerginlikleri beraberinde getirdi. Suriye or-
dusu ile Özgür Suriye Ordusu arasında Tel Aba-
yad kasabasının kontrolü için yürütülen silahlı
mücadele Türkiye’ye sıçradı. Tel Abayad kasaba-
sı ve Akçakale’ye açılan sınır kapısının kontrolü-
nü kaybeden Suriye ordusu bölgeyi yakın çevre-
den top atışına tutmaya başlamıştı. Suriye ordu-
su bu saldırılar sırasında 3 Ekim 2012 tarihinde,
Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesini hedef alan 6 top
atışı gerçekleştirdi. Saldırıda 5 Türk vatandaşı
hayatını kaybetti. Türkiye karşılık olarak tespit
edilen 14 hedefe 40 top atışıyla karşılık verdi. Bu
saldırı ile Suriye yönetimi jet krizinde olduğu gibi
gerekirse her türlü “çılgınlığı” yapabileceği me-
sajını veriyordu.7 Suriye yönetimi daha ne kadar
ileri gidebileceğini 11 Şubat 2013 tarihinde Cil-
vegözü sınır kapısı ile Suriye tarafındaki Bab el
Hava sınır kapısı arasında kalan tampon bölge-
de bomba yüklü araç ile gerçekleştirdiği saldırı
ile gösterdi. Bu saldırı Suriye ve Türkiye-Suriye
sınır hattındaki istikrarsızlık ve otorite kaybının,
kontrollerin gevşekliğinin Türkiye’nin güvenliği-
ne nasıl olumsuz yansıyacağının açık gösterge-
siydi.8 Türkiye 11 Mayıs 2013 günü tarihinin en
büyük terör saldırısına işte böyle bir ortam için-
de gidiyordu.
Reyhanlı saldırısını kimler,
neden gerçekleştirmiş olabilir
11 Mayıs 2013 tarihinde Reyhanlı, Hatay’da iki
ayrı bombalı terör saldırısı düzenlenmiştir. Tür-
kiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı terör ey-
leminde 51 kişi ölmüş, 146 kişi yaralanmıştır.
Eylem Reyhanlı Belediyesi’nin de bulunduğu
Atatürk Caddesi’nde art arda meydana gelen 2
patlama şeklinde gerçekleşmiştir. Bombalı araç-
larla düzenlenen saldırılarda patlamalardan biri
belediye diğeri postane binası önünde meydana
gelmiştir.
Reyhanlı terör saldırısı Irak ve Suriye’deki dehşet
sahnelerini andıran son derece üzücü görüntü-
ler ortaya çıkarmıştır. Bu görüntüler neticesinde
söylenebilecek ilk söz Türkiye’nin Ortadoğu so-
runlarına doğrudan müdahil olması ile beraber
bir taraftan etkinliğini artırmakla birlikte bölge
sorunlarının tarafı olması ve bölgede siyasetin
yürütülüş biçiminin hedeflerinden biri haline
geldiğidir. Türkiye her ne kadar “haklının” ya-
nında yer aldığı argümanı ile meşruiyeti güçlü
bir dış politika izlediğini savunsa da “düzen ku-
rucu”, “statükoya meydan okuyan” bir dış politi-
ka izlendiğinde buna yönelik “karşı meydan oku-
malar” ile karşılaşılacağı açıktır. Reyhanlı’daki
terör saldırısını; failleri ve arkasındaki güçler kim
olursa olsun her şeyden önce söz konusu “karşı
meydan okumanın” bir parçası olarak görmek
gerekmektedir.
Saldırı ile birbiri ile bağlantılı farklı amaçlar gü-
dülmüş olabilir. Türkiye’yi Suriye politikası ne-
deni ile cezalandırmak ve geri adım atmaya zorla-
mak, Türk kamuoyu ve muhalefetini hükümetin
Suriye politikasını sorgulatmaya yönlendirmek,
Türkiye’de mezhepsel ayrışımları körükleyerek
iç çatışma ortamı yaratmaya çalışmak ve böylece
Türkiye’nin daha içe dönük bir politika izleme-
sini sağlamak, Türkiye’nin sınırlarında uygula-
dığı “açık kapı politikasının” nasıl kendine karşı
bir silah olarak dönebileceğini göstermek bunlar
arasında olabilir. Bu tarz saldırılar ile Türkiye
ciddi bir ikileme zorlanmaktadır. Suriye’deki iç
savaş, artan bir şekilde Türkiye’nin güvenliğini
olumsuz etkileyen bir soruna dönüşmektedir.
Ancak diğer taraftan sorunu sonlandırmak adına
uygulanan politika Türkiye’yi doğrudan çatışma-
nın tarafı haline getirmekte ve daha fazla güven-
lik sorunu ile karşılaşmasına neden olmaktadır.
Türkiye, Suriye sorununa çözüm bulunamaması
durumunda ya artan şekilde şiddet sarmalının
içine çekilecek ya da Suriye politikasında radi-
kal bir değişikliğe gitmek durumunda kalacaktır.
Her iki seçenek kendi içinde Türkiye açısından
ciddi zafiyetleri beraberinde getirecektir. Birinci
şıkkın seçilmesi durumunda bir şekilde uluslara-
rası toplum ikna edilerek Esad yönetiminin yıkıl-
ması için gerekli “uçuşa yasak bölge ilanı, muha-
liflere ağır silah yardımı, doğrudan askeri müda-
hale” gibi önlemlerin alınması sağlanmalıdır. Bu
mümkün değilse Türkiye, sınırlardan kaynakla-
nan güvenlik risklerinin ortadan kaldırılması için
doğrudan kendisi sorumluluk almak durumunda
kalacaktır. Suriye sorununda aktif ülkelerin po-
zisyonlarına bakıldığında birinci şıkkın gerçek-
leşmesi mümkün gözükmemektedir. İkinci şık
ise Türkiye’nin Suriye sınır bölgelerini kapsayan
Kapak Konusu
bir askeri müdahalesini gerektirmektedir. Bu da
Türk ordusunun Suriye içinde saldırıya açık bir
hale düşmesine ve Suriye rejiminin Türkiye’ye
yönelik misilleme saldırılarına açık kalması anla-
mına gelecektir. Suriye politikasında radikal bir
değişikliğe gidilmesi ise Türkiye’nin uzunca bir
süre Ortadoğu’ya yeniden sırtını dönmesi ve dış
politikanın ana unsuru olan yaptırım gücünün
zayıflaması sonucunu beraberinde getirecektir.
Dolayısıyla Suriye meselesi bu noktadan itibaren
sonuçları her halükarda Türkiye açısından sıkın-
tılı alternatifler arasında tercihi zorunlu kılmak-
tadır. Bu geniş fotoğraf çerçevesinde değerlendi-
rildiğinde, Reyhanlı saldırısı Türkiye’nin Suriye
politikası bağlamında daha fazla baskı altında
kalmasına neden olacaktır.
Büyük resmin dışında Reyhanlı saldırısının so-
nuçları ve olası failleri hakkında şu değerlen-
dirme yapılabilir. Bu saldırı her şeyden önce
Suriye rejiminin en azından Hatay içinde eylem
düzenleme kabiliyetine sahip olduğunu göster-
miştir. Türk yetkililerin açıklamaları da terör
saldırısının Suriye istihbaratı destekli olmakla
birlikte Türkiye içinden yürütüldüğü ve olayın
içinde Türk vatandaşlarının olduğu şeklindedir.9
Bu durum Cilvegözü ve Reyhanlı saldırılarının
ardından önümüzdeki dönemde aynı yönde gi-
rişimlerin olabileceği düşüncesini doğurmakta-
dır. Hatay; Türk, Sünni Arap, Arap Alevi, Kürt,
Hıristiyan ve Ermeni topluluklarının bir arada
olması itibarıyla yüzyıllardır barış içinde bir ara-
da yaşamayı başaran bir il olarak örnek gösteril-
mektedir. Ancak Suriye’deki iç savaşın mezhep-
sel boyutunun giderek keskinleşmesi Hatay’daki
farklı toplumlar arasındaki barış ortamını da
sarsmıştır. Dolayısıyla Suriye rejimi kaynaklı bu
tarz eylemler zaten var olan gergin ortamının
körüklenmesine neden olabilir. Türkiye’nin Su-
riye politikasının en önemli sonuçlarından biri
de Ortadoğu’da siyasetin temel dinamiklerinden
olan etnik ve mezhepsel ayrışımlara dayalı tartış-
maların Türkiye’ye taşınması olmuştur.
Olayın doğrudan faili olarak THKP-C Acilciler
örgütü ve lideri Mihraç Ural öne çıkarılmaktadır.
Mihraç Ural yakın zaman önce gerçekleşen Ban-
yas katliamının da faili olarak görülmektedir.10
Esad rejiminin yıkılması durumunda Arap Alevi-
lerin yoğun olarak yaşadığı Lazkiye, Tartus vila-
yetleri ile Humus ve Hama vilayetlerinin batı ka-
nadını içeren bir Alevi devleti kurmayı alternatif
olarak düşündüğü söylenebilir. Banyas ili Tartus
vilayeti içinde Sünni Arapların yaşadığı bir il ola-
rak söz konusu planın hayata geçirilişi önünde
engel teşkil etmektedir. Banyas katliamı Sünni
halkın korkutularak göçe zorlanması, güvenli
ve homojen bir Arap Alevi bölgesi yaratılma he-
definin önemli bir ayağı olarak düşünülmüştür.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da
Banyas katliamını bu şekilde okuduğunu “rejim
ülkenin tümünü kontrol altına almak mümkün
değilse belli bir bölgeyi etnik temizliğe tabi tu-
tup o bölgede etkin olma stratejisine geçmiştir.”
sözleriyle dile getirmiştir.11 Banyas katliamından
kısa süre önce Mihraç Ural’ın internette yayın-
lanan görüntülerinde “Banyas ilinin Sünnilerin
tek denize çıkış noktası olduğu, bu şehrin önce
kuşatılıp sonra temizlenmesi gerektiği ve başın-
da olduğu Suriye Mukavemeti isimli örgütün sa-
haya inerek bunu gerçekleştireceği” yönündeki
ifadeleri yer almıştır.12 Reyhanlı saldırısı sonrası
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Banyas
katliamını kim yapmışsa Reyhanlı saldırısında
da onların ayak izleri var.” açıklaması Türk ka-
rar alıcıların her iki olayın faili olarak söz konu-
su örgütü ve başındaki ismi gördüğünü ortaya
koymaktadır. Ural, Reyhanlı saldırısı sonrasında
kendisiyle yapılan röportajda “Suriye’de şu anda
faaliyette bulunan örgütün Acilciler olmadığını,
Suriye Mukavemeti isimli yeni bir direniş hare-
keti” olduğunu kaydetmiş ve “örgütün kurucula-
rı arasında Türkiyelilerin bulunduğunu” belirt-
miştir. Başbakan Erdoğan da Reyhanlı saldırısı-
na ilişkin yaptığı açıklamada “Suriye rejiminin
Türkiye’de uzantıları var.” ifadelerini dile getire-
rek söz konusu milis grubu ve arkasındaki Suriye
istihbaratını olayın faili olarak işaret etmiştir.13
Sonuç
Reyhanlı saldırısı Suriye sorununa doğrudan mü-
dahil olmanın ve çözüm üretilememesinin Türki-
ye açısından maliyetinin giderek hangi boyutlara
ulaşabileceğini göstermesi açısından önemlidir.
Suriye sorunu dış kaynaklı saldırılara açık hale
gelmenin yanı sıra toplumsal barış ortamının bo-
zulmasına neden olmaktadır. Ortadoğu’da şiddet
Kapak Konusu
ne yazık ki birçok zaman siyasi amaca ulaşmanın
aracı olarak kullanılmaktadır. Reyhanlı saldırısı
bölge sorunlarına taraf olmanın sonuçlarından
birinin söz konusu yöntemin hedeflerinden biri
haline gelme riskini açıkça ortaya koymuştur.
Saldırının zamanlaması Başbakan Erdoğan’ın
kritik ABD ziyareti öncesi gerçekleşmesi açısın-
dan önemli olabilir. Başbakan Erdoğan, Ameri-
ka Birleşik Devletleri’ne gerçekleştirdiği ziyaret
öncesinde, Amerikan televizyonu NBC’ye bir
röportajda kritik mesajlar vermişti. Gazetecinin
“Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan edilmesi du-
rumunda Türkiye’nin de buna destek verip ver-
meyeceği sorusuna Erdoğan, “Buna evet deriz”
yanıtını vermiştir. Ayrıca “Suriye rejiminin hal-
kına karşı kimyasal silah kullandığını belirterek
Washington’ı bu konuda da harekete geçmeye
çağırmış, “kırmızı çizgi”nin çoktan aşıldığını da
belirtmiştir. Başbakan Erdoğan’ın bu ifadeleri
Washington ziyaretinde Başkan Obama’yı Su-
riye konusunda daha sert bir pozisyon almaya
ikna için çabalayacağı yönünde beklenti oluş-
turmuştur. ABD’nin uçuşa yasak bölge ilanına
destek vermesi ya da muhaliflerin ağır silahlar
dahil olmak üzere silahlandırılması kararı alması
Suriye’de dengeyi değiştirebilecek gelişmeler ola-
caktır. Ancak Esad rejimi kritik görüşme öncesi
Reyhanlı saldırısını planlayarak Türk tarafının
ABD’de elini zayıflatmaya çalışmıştır. Gerçekten
de ziyaret sonrasında Türkiye’nin ABD’yi ikna
etmesinden ziyade Türkiye’nin ABD pozisyonu-
na yakınlaşması söz konusu olmuştur. Dolayısıy-
la Reyhanlı saldırısı ilk aşamada Türkiye’nin Su-
riye politikasında elini zayıflatmıştır. Ayrıca Su-
riye rejiminin Hatay’daki gelişmeleri manipüle
etme kabiliyeti ve iradesi olduğunu göstermiştir.
Bu da zaten hassas bir konumda olan Hatay’daki
toplumsal barışı sarsacak yeni terör saldırılarının
rejim tarafından gerçekleştirilebileceği düşünce-
si oluşturmuştur. Bu durum Suriye’deki istikrar-
sızlığın bir an önce çözülmesinin ne denli önemli
olduğunu göstermektedir.
1 Aslı Aydıntaşbaş, “Davutoğlu: Esad hâlâ reform yapabilir”, Milliyet, 9 Haziran 2011.2 “Erdoğan: Suriye’de sabrın sonuna geldik”, Sabah, 7 Ağustos 2011.3 Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Bülent Aras bir gazete ile gerçekleştirdiği rö-
portajda bu politikanın işaretlerini vermiştir: “Yaptırım politikası”, Yeni Şafak, 14 Ağustos 2011.4 Oytun Orhan, “Suriye Türkiye’ye Karşı PKK Kozunu Oynuyor (mu?)”, ORSAM Dış Politika Analizi, 14 Şubat 2012.5 Jet krizi ve sonrası hakkında bakınız: Oytun Orhan, “Suriye ile Jet Krizinin Düşündürdükleri”, ORSAM Dış Politika
Analizi, 28 Haziran 2012.6 Hasan Kanbolat, “Hatay-Reyhanlı’dan Suriye’ye Bakış”, ORSAM Dış Politika Analizi, 23 Temmuz 2012; Hasan Kan-
bolat, “Reyhanlı-İdlib Sınırında Sakin Günler”, ORSAM Dış Politika Analizi, 23 Temmuz 2012.7 Saldırı hakkında bakınız: Oytun Orhan, “Akçakale Saldırısı ve Sonrası”, ORSAM Dış Politika Analizi, 10 Ekim 2012.8 Saldırı hakkında bakınız: Oytun Orhan, “Cilvegözü Saldırısı Üzerine Notlar”, ORSAM Dış Politika Analizi, 14 Şubat
2013.9 “Atalay: Reyhanlı saldırısını gerçekleştirenlerin hepsi bizim vatandaşımız”, Cihan Haber Ajansı, 20 Mayıs 2013.10 “Temizliğin lideri Antakyalı Mihraç”, Milliyet, 17 Mayıs 2013.11 “Esad etnik temizlik yapıyor”, Star, 7 Mayıs 2013.12 Görüntüleri izlemek için bakınız: http://www.youtube.com/watch?v=2jVb77O4-Go (Son erişim Tarihi: 27 Mayıs
2013)13 “Arkasında Suriye rejimi var”, Milliyet, 14 Mayıs 2013.
DİPNOTLAR
O
İnceleme
Iraklı Kürtlerin büyük kazanımı işgal öncesi zaten koruma altında olan Kürt bölgesinin, 2005 Anayasasıyla “Kürdistan Bölgesel Yönetimi”
adıyla federal bir siyasi birim haline gelmesiydi.
Arap Baharında Eklemlenen Kürt Bölgeleri ve
Türk Dış Politikasına Etkileri
Articulation of the Kurdish Regions in the Arab Spring and Its Impacts on Turkish Foreign Policy
Erol KURUBAŞ
AbstractInstability and changes in the Middle East have affected the status or positions of the Kurds in Syria, Iraq and Turkey. Some developments have led to intertwining and articulation of the Kurdish regions, the Kurd-ish questions, and the Kurdish movements in these different countries of the Middle East at the degree it has not been experienced so far. Especially, the developments in Syria has caused the birth of a struggle area in which the ideals of Kurdish movements are intersected with the fears of Turkey. This situation has also forced Turkey to come to terms with the Kurdish reality in its foreign policy towards the Middle East once more. In connection with the developments in the Kurdish region, three major issues determine the agenda of Turkey’s foreign policy: Syria, Iraq and PKK/Kurdish issue. Now, depending on developments in the Kurd-ish region, these issues have been articulated to each other. Every step taken in one of these three fields has begun to affect the others directly or indirectly. This has draggged Turkish foreign policy to some dilemmas. Thus, Turkey has seen clearly that it cannot be an effective force in the Middle East without solving both its and others’ Kurdish problem. This study examines why and how the process of articulation in the Kurdish areas has appeared. In this context, it disscuses whether the process poses a growing threat or provides new opportunities for Turkey.
Keywords: the Kurds, the Kurdish regions, Turkish foreign policy, pan-Kurdism, Kurdistan Regional Gov-ernment
İnceleme
Giriş
Ortadoğu’da son yıllarda büyük bir altüst oluş ya-
şanmaya, rejimler ve dengeler değişmeye başladı.
Ortaya çıkan bu statüko değişimi, Ortadoğu’da
bölgesel dengeleri belirleyen ve küresel rekabete
yol açan üç mücadele alanından biri olan Kürt
bölgelerinde de (diğer iki bölge olan Filistin-İs-
rail anlaşmazlığı çerçevesinde Doğu Akdeniz,
petrol ve Şiilik etrafında Basra Körfezi bölgele-
rinde olduğu gibi) gözle görünür bir hareketlen-
meyi beraberinde getirdi. Böylece Ortadoğu’da-
ki bu değişim dalgası sadece Arap dünyası için
değil, aynı zamanda Türkiye ve Kürtler için de
çok özel anlamlar ifade etmeye başladı. Çünkü
Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasıyla sonuçla-
nacak olan bu devrim süreci Kürtlerin birtakım
ideallerini ve buna bağlı olarak Türkiye’nin bir-
takım korkularını açığa çıkarttı.
Gerçekten de bölgede yaşanan istikrarsızlık ve
değişim, Kürtler açısından tarihi bir fırsat olarak
görüldü ve Kürt hareketleri yaşadıkları ülkelerde-
ki pozisyonlarını güçlendirmeye dönük çaba içi-
ne girdiler. Ama öte yandan bu olgu, Türkiye’nin
Ortadoğu’daki temel güvenlik alanlarından -ki
bunlar genellikle Kürt bölgeleridir- algıladığı
tehdidin düzeyini yükseltti. Özellikle Suriye’deki
Kürt bölgeleri üzerinden, Türkiye’nin korkuları
ile Kürtlerin ideallerinin kesiştiği bir mücadele
alanı doğdu. Çünkü hemen tüm Kürt hareket-
lerinin Suriye Kürtlerinin durumu konusunda
tam bir uzlaşı içinde hareket etmeyi başarma-
sıyla farklı ülkelerdeki Kürt bölgelerinin, Kürt
hareketlerinin ve Kürt sorunlarının bugüne de-
ğin hiç olmadığı kadar iç içe geçmesi ve eklem-
lenmesi söz konusu oldu. Böylece daha önceleri
her ülkenin kendi bağımsız sorunu olarak kalan
Kürt sorunları, bugüne değin hiç olmadığı kadar
Ortadoğu’nun total bir sorununa dönüşmeye
başladı.
Bu durum, Türkiye’nin geleceğine dair birta-
kım korkularının depreştirmesinin yanı sıra
Ortadoğu’da izlediği dış politikasının bir kere
daha Kürt sorunu gerçeğiyle yüzleşmesine neden
oldu. Bir başka deyişle, gerek içerideki gerek-
se dışarıdaki Kürt sorunları hem iç-dış politika
bağlantısı oluşturarak hem de total bir bölgesel
sorun olarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki bölgesel
güç hayallerini kâbusa çevirecek bir faktör olarak
karşısına dikildi.
Gerçekten de Ortadoğu çalkalanırken bölgede
etkin bir güç olmaya çalışan Türkiye’nin son iki
yıldır dış politika gündemini belirleyen üç konu
oldu: Suriye, Irak ve PKK/Kürt sorunu ve Kürt
bölgelerindeki gelişmelere bağlı olarak bu gün-
demler birbirine eklemlendi. Böylece Türkiye’nin
bu üç alandan herhangi birinde attığı bir adım,
diğerlerini de doğrudan ya da dolaylı etkilemeye
başladı. Bu da Türk dış politikasını birtakım aç-
mazlara sürükledi. Böylece Türkiye, hem kendi
Kürt sorunu hem de dışarıdaki Kürtlerin sorun-
ları tam olarak çözülmeden Ortadoğu’da etkin
bir güç olmasının mümkün olmadığını açıkça
gördü.
Bu temel varsayımlar etrafında çalışma, özellikle
Arap Baharı ekseninde Kürt bölgelerinde yaşa-
nan eklemlenme sürecini, bu sürecin Türkiye’yi
neden ve nasıl etkilediğini ve bu etkilerden nasıl
kurtulabileceğini sorgulamaktadır. Bu bağlamda
Kürt bölgelerindeki eklemlenmenin Türkiye açı-
sından büyüyen bir tehdit mi, yoksa yeni fırsat-
lar mı sunduğu da birtakım politika seçenekleri/
önerileri çerçevesinde tartışılmaktadır.
Ira ’ta ortaya an rt b lgesi di er l elerde i rtler ve rt hare etleri i in bir model olu turmu ve bir e im alan olmu tur Arap ahar ’yla Suriye’de ortaya an otorite bo lu u ise bu durumu daha da pe i tirmi ve h zland rm t r
İnceleme
9
Kürt Bölgelerinin Eklemlenme Süreci
Kürtler yoğun olarak ikisi Arap (Irak ve Suriye),
ikisi Arap olmayan (Türkiye ve İran) dört ülke-
ye dağılmış durumdadırlar. Ortadoğu’daki dev-
rim bu devletleri değişik oranlarda etkilediği için
Kürtler ya da Kürt bölgeleri de bu süreçten farklı
biçim ve düzeylerde etkilendiler.
Bilindiği gibi, Irak’ta Arap Baharı’ndan çok önce,
2003’te, ABD’nin müdahalesiyle Saddam devril-
miş ve Iraklı Kürtler kendi baharlarını yaşamaya
başlamış, büyük kazanımlar elde etmişlerdi. En
büyük kazanımlarıysa hiç kuşkusuz işgal önce-
si zaten koruma altında olan Kürt bölgesinin,
2005 Anayasasıyla “Kürdistan Bölgesel Yöneti-
mi” (KBY) adıyla federal bir siyasi birim haline
getirilmesiydi.1 Bu sayede Iraklı Kürtler ayrı bir
yasama, yürütme ve ordusu, ayrı bir eğitim sis-
temi, üniversiteleri, ekonomik yapısı olan, yani
Bağdat’tan oldukça bağımsız hareket edebilme
imkânına sahip, büyük ölçüde kendi kendini yö-
neten ve bu nitelikleri gittikçe güçlenen bir böl-
ge elde etmişlerdi.2 Hatta son dönemde Bağdat
yönetimine rağmen, yabancı ülke şirketleriyle
yapılan 50 civarındaki petrol arama ve çıkarma
anlaşması dikkate alındığında3 KBY’nin belli
oranda dış ilişkiler kurma imkânına bile kavuş-
tuğu söylenebilir.
Iraklı Kürtlerin elde ettikleri bu kazanımların
konumuz açısından esas önemi ise diğer Kürtler
açısından doğurduğu sonuçlardır. Gerçekten de
Irak’ta ortaya çıkan bu Kürt bölgesi, diğer ülke-
lerdeki Kürtler ve Kürt hareketleri için bir “mo-
del” oluşturmuş ve bir “çekim alanı” olmuştur.
Arap Baharı’yla Suriye’de ortaya çıkan otorite
boşluğu ise bu durumu daha da pekiştirmiş ve
hızlandırmıştır. Özellikle Suriye’nin Kürt böl-
gelerinde yönetimin Kürtlerin eline geçmesiyle
burada IKBY (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi)
benzeri bir yapının ortaya çıkması, bu örnek et-
kisini somut olarak göstermiştir. Zaten o neden-
le Türkiye basınında ortaya çıkan bu yapı “Kuzey
Irak”a benzetilerek “Kuzey Suriye” olarak anıl-
mıştır.4 Ayrıca bu örnek etkisinin, Türkiye’deki
Kürtler açısından da sonuç doğurduğu ve Kürt
sorununun çözüm çıtasını yükselttiği de kuşku-
suzdur.5
Irak Kürt bölgesinin diğer Kürtler açısından bir
çekim alanı olduğu ve onların hayallerini süsle-
diği de açıktır. Örneğin, Türkiye’deki Kürtlerin
Irak Kürt bölgesiyle ekonomik, sosyal ve kültürel
ilişkilerin yoğunlaştığı bir sır değildir. Buradaki
üniversitelerde okuyan, burayla ticaret yapan
birçok Türkiyeli Kürt bulunmaktadır. Kısacası,
bu bölge ile diğer Kürtler arasında ekonomik,
sosyal ve kültürel bağlar yoğunlaşmakta, buna
paralel olarak kısmen var olan siyasi bağlar da
sorunlara duyulan ilgi de artmaktadır.
Öte yandan, Arap Baharı sürecinde IKBY’nin di-
ğer Kürtler ve Kürt bölgeleri üzerindeki etkisi sa-
dece yukarıda sözü edilen pasif biçimlerde olma-
mış, aksine bu yapı aynı zamanda aktif bir tutum
içine girerek tüm Kürtlerin koruyuculuğuna so-
yunmuş ve hem Türkiye’deki hem de Suriye’deki
Kürt sorunlarıyla yakından ilgilenmek suretiyle
etkinliğini diğer Kürt bölgelerine yaymıştır. Yani
Barzani önderliğinde KBY gerek Türkiye’deki
Kürt sorununa gerekse Suriye’deki Kürt bölge-
lerindeki ilişkin konularda etkin bir aktör haline
gelmiştir. Bu duruma daha yakından bakarsak
ortaya çıkan tabloyu şu şekilde özetleyebiliriz:
Her şeyden önce, Barzani’nin, 2010 sonlarına
doğru Türkiye’deki Kürt sorunu ve PKK eksenli
gelişmelerde etkinlik kazanmaya başladığı görül-
mektedir. Bilindiği gibi zaten PKK’nın Kandil’de-
ki varlığı, ama özellikle 2011 Temmuzundaki Sil-
van saldırısı sonrası Türkiye’ye yönelik terör ey-
lemlerindeki artış nedeniyle Barzani, Türkiye’nin
haklı şikâyetlerine ve baskısına muhatap olmak-
ta, bu nedenle Bağdat’la bozulan ilişkiler yü-
zünden hiç de çıkarına olmadığı halde Türkiye
ile karşı karşıya gelmekteydi. Buna karşın hem
Türkiye’nin müdahale tehditlerinden hem de
PKK’nın Türkiye’ye dönük terör eylemlerinden
rahatsız olan Barzani’nin ne Türkiye’nin bura-
ya müdahalesini engelleyebilecek ne de PKK’yı
kontrol edebilecek bir gücü ve/ya iradesi vardı.
Bu açmaz, Barzani’nin bir tür arabuluculuk ya-
parak Türkiye’deki Kürt sorununun çözülmesine
karşılık, PKK’nın silahlı mücadeleden vazgeçme-
sini sağlamaya dönük çabalara katılmasına yol
açtı. Sonuçta Türkiye’deki Kürtlerin kaderinde
de bir biçimde Barzani söz sahibi oldu. Tam da
bu dinamikle 2013 başında PKK’nın silah bırak-
İnceleme
masına dönük çabalarda Erbil yönetiminin rol
alması dikkat çekicidir.6
Öte yandan, Suriye’deki Kürt bölgelerinde Baas
yönetiminin birliklerini çekmesiyle PKK’nın Su-
riye kolu Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD)
burayı kontrol altına alması, Barzani’yi harekete
geçirdi. Barzani kendine yakın diğer Kürt parti-
lerine destek vererek onların PYD’yi dengeleye-
bilmesi için yüzlerce kişiyi Irak Kürt bölgesinde
eğitip geri gönderdi. Nihayet bu çerçevede taraf-
lar arasında ortaya çıkan anlaşmazlığı gidermek
de yine Barzani’ye düştü. Haziran 2012’de 12
Kürt partisinin oluşturduğu Kürt Ulusal Konseyi
(KUK) ile PYD arasında Barzani’nin arabulucu-
luğunda Erbil’de bir anlaşma imzalandı.7 Böylece
Barzani’nin himayesi ve hatta teşviki altında Su-
riyeli Kürtler ve bu arada PYD aracılığıyla PKK,
Esad sonrası Irak’takine benzer bir yapı kurmaya
yönelik önemli bir kazanım elde ettiler.
Kuşkusuz PKK’nın faaliyetleri de Kürt bölgele-
rindeki eklemlenmeyi pekiştirici bir etki doğur-
muştur. PKK da, aynen IKBY gibi, etkisini ar-
tırma ve yayma çabasında olmuştur. Bunun için
PKK zaten uzun süreden beri Türkiye’nin yanı
sıra İran, Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerinde
de etkin bir örgütlenmeye sahipti. Ama PKK
özellikle Arap Baharı’yla ortaya çıkan devrimci
dinamiği tarihi bir fırsat bilerek Türkiye’ye yö-
nelik mücadelesinin dozunu artırma kararı aldı.
Bu nedenle Temmuz 2012’de MİT ile PKK’nın
Avrupa kanadı arasında yürütülen Oslo Görüş-
melerini sona erdiren Silvan saldırısını gerçek-
leştirdi. Hemen ardından PKK’ya karşı Türkiye
ile işbirliği içinde mücadele eden İran’la, örgü-
tün İran kanadı PJAK’ın çatışmasını sonlandıran
bir anlaşma yaptı.8 Bu anlaşmada hiç kuşkusuz
Suriye krizinde İran’ın Türkiye ile karşıt pozis-
yonda olmasının etkisi büyüktü. Bu sayede İran
Türkiye’ye karşı PKK’yı kullanma imkânı elde
Türkiye’nin özellikle son birkaç yıldır özellikle KBY’ye yönelik izlediği politika dikkate alındığında, fırsat odaklı bir
yaklaşımı benimsemiş olabileceği söylenebilir.
İnceleme
edecek, PKK da bu çerçevede gücünü Türkiye’ye
yoğunlaştırabilecek ve Kandil’e alternatif cephe
gerisi bir alan elde edebilecekti. Sonuçta PKK,
Türkiye’de kendince bir “Kürt baharı” oluştur-
ma adına 1990’lara geri dönerek “devrimci halk
savaşı” adını verdiği kitlesel halk ayaklanmaları
çıkartma ve kurtarılmış bölgeler oluşturmaya
matuf terörist eylemlere girişti. PKK burada is-
tediği başarıyı elde edemediği gibi ciddi kayıp-
lar vermekle birlikte, hiç ummadığı bir biçimde
Temmuz 2012’de Suriye’de büyük oranda kendi
kontrolünde kurtarılmış bölgeler elde etti.
PKK’nın PYD aracılığıyla pragmatik bir yol tuta-
rak Şam’la gizli işbirliği, ardından tarafsız tutum
ve nihayet kendi kontrolünde kurtarılmış bölge-
ler elde etmesi ve bu olaya, yukarıda belirtildiği
şekilde Barzani’nin de karışmasıyla Kürt bölgele-
ri arasındaki eklemlenme net biçimde ortaya çık-
tı.9 Böylece bir anda Türkiye’deki ve Suriye’deki
Kürt yoğun bölgeler ile IKBY arasında doğru-
dan etkileşim sağlayan bu yeni mekanizmalar,
Ortadoğu’da Iraklı-Türkiyeli-Suriyeli Kürtler
ekseninde yeni bir siyasi ve askeri mücadele alanı
doğmasına yol açtı.
Dolayısıyla Arap Baharı’nın Türkiye açısından
esas etkisinin, Türkiye-Suriye-Irak hattında ya-
şanan gelişmelere paralel olarak PKK-PYD-IKBY
ekseninde ortaya çıkan durum olduğunu rahat-
lıkla söyleyebiliriz. Bununsa Kürtler açısından iki
anlamı vardır: Birincisi, bu süreç Kürt hareket-
lerini birbirine yaklaştırarak Kürt bölgelerini ve
sorunlarını birbirine eklemledi. İkincisi, bu süreç
her ülkedeki Kürtlerin statüsünü, özgüvenini ve
beklentisini güçlendirdi.
Kürt Bölgelerindeki Eklemlenmenin Türkiye
Açısından Sonuçları
Her ülkedeki Kürtlerin pozisyonundaki güçlen-
me ve Kürt bölgelerinin eklemlenmesinin Tür-
kiye açısından iki önemli sonucu oldu: Birinci
olarak, bu gelişme, Türkiye’nin gerek Suriye ge-
rekse Irak ekseninde izlediği dış politikada bir-
takım açmazları beraberinde getirdi. Türkiye bir
yandan Suriye’deki Baas rejiminin yıkılmasında
etkin rol alırken, öte yandan hem kendi eliyle en
büyük ulusal güvenlik sorunu olan PKK’ya yeni
bir hayat alanı açmış oldu hem de yeni bir özerk
Kürt bölgesinin oluşmasına dolaylı da olsa ze-
min hazırladı. Benzer şekilde, Türkiye bağımsız
bir Kürt devleti doğması ihtimaline karşı Irak’ın
ülkesel bütünlüğünün korunmasını buraya dö-
nük dış politikasının temeli yapmışken, Maliki
ile gerilen ilişkiler, PKK’nın tasfiyesinde işbirliği
ve ekonomik fırsatları değerlendirme olarak sı-
ralayabileceğimiz üç ana nedenden dolayı Iraklı
Kürtlerin adem-i merkeziyetçi talepleri ve uygu-
lamalarını destekleyerek KBY’nin kendi ayakları
üzerinde durmasına, hatta petrol üzerinden dün-
yaya açılmasına yardımcı oldu. Böylece Erbil-
Bağdat arasındaki uzaklaşmada katalizör işlevi
görerek kendi Kürt sorunu nedeniyle kâbus gibi
gördüğü “Kürt devleti”nin doğma zeminini do-
laylı da olsa desteklemiş oldu.10 Kısacası, Türkiye
geldiğimiz aşamada takındığı tutumla bugüne
kadarki genel eğiliminin aksine, Türkiye dışında-
ki Kürt bölgelerinin daha da güçlenmesine katkı
sağlayan bir yolda ilerlemeye başladı.
Dolayısıyla bu noktada Kürt bölgelerindeki ek-
lemlenme Türkiye açısından bir sonuç daha do-
ğurmuş oldu: Adeta “kutsal bir korku”ya dönüş-
müş olan bir Kürt devletinin kurulması ve “ba-
ğımsız, birleşik bir Kürdistan”ın (pankürdizm)
ortaya çıkma olasılığı. Gerçekten de Türkiye’de
Kürt bölgelerindeki gelişmelere dair derin kay-
gılara yol açan temel husus, bir Kürt devletinin
doğabileceği ve bu çerçevede bir pankürdizm
yaşanabileceği ihtimalidir. Çünkü bu olgunun
Kürt milliyetçiliğini güçlendirerek, Türkiye’de
istikrarsızlığı artırıcı, hatta bölücü bir etki ya-
ratacağından endişe edilmektedir. Bölgede çı-
kabilecek bir Kürt devleti Türkiye’deki Kürtle-
re örnek oluşturabilir ve onları motive edebilir.
Nitekim Kandil’deki PKK sözcülerinin bölgedeki
siyasi durumu bir fırsat olarak değerlendirmeleri
bu endişeleri haklılaştırmaktadır. Ayrıca örneğin
Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkacak bir Kürt devleti-
nin yayılmacı-himayeci bir anlayışla Türkiye’de-
ki Kürtlere dönük politika izlemesi ve ayrılıkçılı-
ğı kışkırtması da ihtimal dâhilindedir. O nedenle
kimileri uzun süre Türkiye’nin bölge politikası-
nın stratejik hedefinin PKK değil, Kuzey Irak’taki
Kürt yönetimi ve bizzat Barzani olması gerektiği
ısrarla vurgulanmışlardır.11
İnceleme
Dolayısıyla yukarıda ortaya konan tablo da, bir
kere daha bu endişeyi depreştirmiştir. Zaten
Türkiye’deki yetkililerin Suriye’de bir Kürt böl-
gesinin ortaya çıkmasına gösterdikleri sert tepki-
nin bir nedeni de bu endişedir.12
Türkiye’nin bu endişeleri ne kadar haklıdır?
Irak’taki gelişmeler sonucu son birkaç yıldır
KBY’nin nispeten daha bağımsız hareket etme-
si, diğer Kürtler üzerindeki etkinliğini artırması,
Suriye’deki Kürtlerin pozisyonlarını güçlendir-
meleri ve PKK’nın bunlarla yakın ilişkisi nasıl
okunmalı? Bu gelişmeler bir “Kürt devleti” doğ-
masına, daha da ötesi pankürdizme yol açar mı?
Türkiye bu gelişmelerden ne kadar korkmalı?
Bu konuda Türkiye’nin neler yapabileceğine
geçmeden önce bazı nedenlerden dolayı bu du-
rumun sanıldığı kadar büyük bir tehdit oluştur-
madığını düşünüyorum. Her şeyden önce, kor-
ku ve tehdide dayalı bir dış politika anlayışının
savunmacı-içe kapanmacı bir yaklaşımı bera-
berinde getirerek ciddi bir vizyon daralmasına
yol açtığı görülmektedir. O nedenle her şeyden
önce, “Kürt devleti” korkusunu yenmemiz ge-
rektiğine inanıyorum. Çünkü bu korku ile gerek
içeride gerekse dışarıda özgürlük-güvenlik den-
gesi bir türlü sağlanamadığı için sağlıklı politika
üretmek mümkün olmuyor. Bir Kürt devletinin
ortaya çıkma ihtimali ayrıca bir tartışma konu-
su olmakla birlikte,13 bu ne dünyanın sonu ne de
Türkiye’nin sonu olur. Çünkü Azerbaycan-İran/
Güney Azerbaycan, İrlanda-İngiltere/Kuzey İr-
landa gibi dünyadaki örneklere baktığımızda ak-
raba devletlerin varlığı deterministik bir anlayışla
mutlak surette sınır ötesindeki akraba topluluk-
ların yaşadıkları bölgelerin devletleşmesini ya da
akraba devletleriyle birleşmelerini beraberinde
getirmiyor. Bunun çok özel koşulları söz konusu
ve o koşullar ortaya çıkarsa zaten bunu engelle-
mek çok kolay değildir. Elbette bugünkü koşullar
altında bunun bir güvenlik riski oluşturacağına
kuşku yok. Ve yine elbette bu korkuyu yenmek
için Türkiye’nin Kürt sorununu, Kürtleri de tat-
min edecek biçimde çözmesi bir zorunluluktur.
Çünkü Türkiye’ye bu korkuyu yaşatan esasen
kendi Kürt sorunudur. Ayrıca bu güvenlik riskle-
ri ve tehdit algılamaları ebedileştirmek, bugünün
konjonktürü ile uzak gelecek okumaları yapılmak
anlamına gelir ki, bu çok doğru bir yaklaşım de-
ğildir. Çünkü her dönem ancak kendi şartların-
da sağlıklı değerlendirilebilir. Bugün kabus gibi
görünen bazı durumlar, yarın anlamsız bir korku
olarak yorumlanabilir. O nedenle Türkiye kendi-
sine “kutsal korkular” yaratıp da politikasını ona
göre şekillendirmemeli, bu korkuları sadece bi-
rer uyarıcı ve risk faktörü olarak görmelidir.
Öte yandan, pankürdizm korkusunun da bir mü-
balağa olduğu kanaatindeyim. Özellikle “pan”
hareketlerin tarihine, Kürt toplumunun sosyo-
lojik koşullarına ve uluslararası politikanın do-
ğasına bakıldığında, öngörülebilir gelecekte bu-
nun gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal
olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Bir kere, bugüne
değin en gelişmiş toplumlarda görülen ve derin
ideolojik temellere sahip bulunanlar da dâhil ol-
mak üzere “siyaseten” başarıya ulaşabilmiş bir
pan-ulusçuluk yoktur. Ayrıca, kendisi varlık veya
nitelik sorunu yaşayan IKBY’nin irredentist po-
litika izlemesi ve pankürdizm gerçekleştirmesi
gerçekçi değildir. Bir başka deyişle IKYB’nin za-
yıf egemenliği bile ancak dış desteğe ve bu arada
Türkiye ile iyi ilişkilere bağlıyken, bağımsız bir
devlet olması halinde de yaşaması ancak komşu-
larıyla iyi ilişkiler kurmasına bağlı olacak bir Kürt
yönetiminin, bölgenin en güçlü ülkeleri olan
Türkiye’den, İran’dan ve Suriye’den toprak ko-
parmaya yönelik irredentist politikalar izlemesi
mümkün gözükmemektedir. Daha da önemlisi,
sosyolojik olarak Kürt halklarının yüzyıllardır
birbirinden kopuk bir toplumsallık içinde, yak-
laşık yüzyıldır da farklı siyasal kültürlerin ve si-
yasal otoritelerin egemenliği altında yaşamaları,
dolayısıyla çok farklı motivasyon ve beklentilere
sahip olmaları pankürdist söylemlerin gerçekçi
bir ideal olmasını engellemektedir.14
Kısacası, bir Kürt devletinin ortaya çıkması uzun
vadede olası görülse bile, bunun mutlak suretle
Türkiye’de bölünmeye yol açması, gerçekleşmesi
çok zor bazı koşullara bağlıdır. Bölgede bir pan-
kürdizm yaşanması ve bu bağlamda “bağımsız,
birleşik Kürdistan”ın doğması ise, koşullarda çok
köklü değişiklikler olmadıkça, ortaya çıkması
mümkün olmayan bir “ideal”dir.
İnceleme
Türkiye’nin Dış Politika Seçenekleri
Şimdi cevap aranması gereken husus, Türkiye’nin
Kürt bölgelerinin eklemlenmesinden kaynakla-
nan korkulardan ve açmazlardan nasıl kurtulaca-
ğıdır. Bir başka deyişle, Kürt bölgelerindeki po-
zisyon ve beklenti değişimleri Türkiye için tehdit
olmaktan nasıl çıkartılabilir?
Bu konuda her şeyden önce bir bakış açısı deği-
şikliğine ihtiyaç olduğu görülmektedir. Çünkü
tehdidin varlığı ya da yokluğu aslında Türkiye’nin
gelişmeleri nasıl algıladığına bağlı olarak değişe-
cektir. Bu çerçevede Türkiye Kürt bölgelerindeki
gelişmelere iki şekilde yaklaşılabilir:
İlk olarak, Türkiye duruma “tehdit” odaklı bir
bakış açısıyla yaklaşabilir. Türkiye, 2010’a değin
olduğu gibi, bu bölgelere klasik ulusal güvenlik
değerlendirmeleri açısından bakarak bunları bü-
yük bir tehdit olarak görebilir. Sonuçta ülkesin-
de sorun olan bir topluluğun akrabaları dışarıda
güçlü pozisyonlar elde ediyor. Bunların yol aça-
bileceği olumsuzlukları dikkate alan, bu durumu
yukarıda söylediğimiz korkular üzerinden oku-
yan bir “en kötü senaryo”ya göre hareket edebi-
lir. Türkiye’nin bu en kötü senaryoya göre hare-
ket etmesi, uluslararası ilişkilerin anarşik doğası
nedeniyle bir dereceye kadar meşru olsa da, so-
nuçta engelleyemediği bir durum varsa artık bu-
nun üzerinden değil, güç ile tanımlanmış çıkarlar
etrafında yeni bir takım algılar üzerinden politi-
ka geliştirmesi kaçınılmazdır. Türkiye için sorun
tam buradadır. Yani Türkiye Kürt bölgelerindeki
gelişmeleri engelleme, kontrol altına alma ya da
yönlendirme kapasitesine sahip değilken, ha-
len bu bölgeleri tehdit olarak tanımlamaktadır.
Bu durumda Türkiye yine de “tehdidi” ortadan
kaldırmak için çabalarsa, bugüne değin oldu-
ğu gibi, hem bunları kendisine karşı kışkırtarak
düşmanlıklarını kazanacak hem de içeride etnik
algılamaları/ayrışmaları güçlendirerek Kürt so-
rununu daha da azdırarak PKK’nın tabanının ve
yaşam alanının genişlemesine yol açacaktır. Bir
başka deyişle, dış Kürtlerin bu şekilde tehdit ola-
rak görülmesi, Türkiye ile bir bütün olarak Kürt-
ler arasında karşıtlığın artması demektir. Bunun
Türkiye’nin Ortadoğu’daki bölgesel güç iddi-
alarına büyük bir darbe vuracağı ise aşikârdır.
Çünkü artık sadece kendi Kürtleriyle değil, Or-
tadoğu’daki tüm Kürtlerle sorunlu ve baş etmek
zorunda kalacak olan Türkiye’nin ayrıca fiziki
olarak Ortadoğu’ya çıkış yolu da alabildiğine
daralmış olacaktır. Sonuçta bu, Türkiye ve tüm
Kürtler için bir “kaybet kaybet” durumunun or-
taya çıkması demektir.
Türkiye’nin ikinci seçeneği ise, Kürt bölgelerine
“fırsat” odaklı bir bakış açısıyla yaklaşmasıdır.
“Tehdit değerlendirmesi” yerine “fırsat değerlen-
dirmesi” yapıldığı takdirde, tarihte en az üç kere
görüldüğü gibi (1071, 1514, 1921), bir kere daha
zamanın ruhuna ve şartlarına uygun bir Türk-
Kürt uzlaşısı sağlanarak Türkiye’nin gerçekten
bölgesel hatta büyük güç olmasının yolu açıla-
bilir. Kuşkusuz bu çok kolay değildir ve bunun
riskleri ve bir takım önkoşulları vardır. Örneğin
bunun için her şeyden önce Türkiye’deki Kürt so-
rununun tartışmasız çözülmesi ve PKK’nın tasfi-
ye edilmesi gerekiyor. Böyle bir çözüm sürecinde
PKK’nın Kandil’deki varlığı nedeniyle kaçınılmaz
olarak KBY’nin etkin desteği de alındığı takdirde,
Türkiye hem kendi ülkesinde istikrar sağlamış
olur hem de bölgenin en demokratik ve en ge-
lişmiş ülkesi olması nedeniyle ister istemez tüm
Kürtlerin cazibe merkezi olur. Bu durumda ta-
rihsel bağlar yeniden canlanarak sosyal, kültürel,
ekonomik ve siyasal ilişkilerin yoğunlaşmasıyla
Kürt bölgeleri zamanla Türkiye’ye bağımlı hale
gelebilir. Bu, Türkiye için hayati önemdeki “teh-
dit alanları”nın doğrudan “nüfuz alanları”na dö-
nüşmesi anlamına gelecektir. Sonuçta bu durum,
hem Türkiye hem de tüm Kürtler için“kazan-
kazan” demektir. Ama bunun önkoşuluna dikkat
etmemiz gerekiyor. O önkoşul gerçekleşmezse
fırsat değerlendirmesi geçersiz olur.
Tüm bu süreçte etnik, sosyal, kültürel ve siyasal
bağlar nedeniyle Türkiye ile Kürtler arasındaki
denklemde bir “kazan-kaybet” pozisyonunun ke-
sinlikle geçerli olmadığına da işaret etmek gere-
kir. Çünkü burada bir tür birleşik kaplar yasası
geçerlidir. Yani Türkiye’nin bölgedeki hayalle-
rine Kürtler engel olabilecek kapasitede görün-
düğü gibi, Kürtlerin hayallerine de Türkiye engel
olabilecek kapasitededir.
Türkiye’nin özellikle son birkaç yıldır özellik-
le KBY’ye yönelik izlediği politika dikkate alın-
dığında, fırsat odaklı bir yaklaşımı benimsemiş
İnceleme
olabileceği söylenebilir. Türkiye’nin Maliki ile yaşadığı sorunlar ve Suriye’deki durum dikkate alındığında bunun bir taktik mi, yoksa stratejik bir tercih mi olduğu elbette sorgulanabilir. Ama özellikle KBY ile kurulan diplomatik yakınlık,15 artan ekonomik ve sosyal ilişkiler ve özellikle yapılan petrol anlaşmalarında alınan roller16 gibi uzun vade gerektiren tutumlar, daha da önemlisi PKK sorununun halli çerçevesinde yürütülen ça-balar dikkate alındığında bunun stratejik bir ter-cih olma ihtimali daha yüksektir. Bu bakımdan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 15 Mart 2013’te Dicle Üniversitesinde verdiği “Büyük Restoras-yon: Kadimden Küreselleşmeye Yeni Siyaset An-layışımız” başlıklı konferansta söylediği şu cüm-leler çok dikkat çekicidir:17
“…Bizim meselemizin sınırları yoktur… Orta-doğu’daki değişim rüzgârı içinde…bu sınırları anlamsızlaştıracağız. Tel Adyab ile Akçaka-le arasında nasıl sınır yaşayabilir? Diyarbakır Musul’dan, Urfa Halep’ten koptuğunda hinter-landı yok olmaz mı? Onun için biz vizeleri kal-dırma politikası izliyoruz. …İstiyoruz ki, öyle bir yeni bölgesel düzen kuralım ki bütün bu hinter-landımızla en derin yere kadar bütünleşelim. …Bunu dediğimizde bize diyorlar ki Yeni-Osman-lıcı. …Bütün Avrupa sınırları kaldırıp bütünle-şirken yeni Romacı, Yeni Kutsal Roma Germen imparatorlukçu olmuyor da niçin biz 100 sene önce bir arada yaşayan halklar tekrar bir ara-ya gelsin derken suçlanarak yeni Osmanlıcı ilan ediliyoruz.
Onlar ne derse desin bütün şehirlerimiz kendi hinterlantlarıyla buluşarak yükselecekler… Bu-rada iki yol var: ya yeni bir siyaset anlayışıyla, yeni bir düzen anlayışıyla bütün bu bariyerleri önce zihnimizde, sonra gönlümüzde, sonra fii-liyatta ortadan kaldıracağız ve daha büyük öl-çeklere doğru hep beraber yürüyeceğiz. Türküyle, Kürdüyle, Arnavutuyla, Boşnakıyla, Arabıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar, irademiz net ve açıktır artık bu parantez kapan-malıdır. Önce Sykes-Picot haritalarıyla, sonra sömürge yönetimleriyle sonra suni çizilmiş ha-ritalar üzerinde ortaya çıkan ve her biri diğerini suçlayan ulusçuluk ideolojilerine dayalı nevzu-hur devlet anlayışlarıyla gelecek inşa edilemez. Sykes-Picot’nun bize çizdiği o kalıbı kıracağız”.
Sonuç
Arap toprakları ve bu arada Suriye özgürleşirken
elbette buralardaki Kürtler de özgürlüklerine
ve haklarına kavuşacaklardır. Bu kaçınılmaz bir
durumdur. Bunun nasıl olacağını, ortalarda ne
türden statüler çıkacağını o bölgelerin ve ülke-
lerin özgün koşulları belirleyecektir. Türkiye’nin
öncelikli sorunu ise, sınırlarının ötesindeki Kürt-
lerin nasıl bir statü içinde yaşayacakları değil,
kendi Kürtlerinin sorunlarını nasıl çözeceğidir.
Kendisini doğrudan ilgilendiren asli sorun bu-
dur. Türkiye kendi Kürt sorununu halledebilirse,
öteki Kürtlerin ayrı, bağımlı ya da bağımsız sta-
tüler içinde yer alması çok da önemli olmayacak-
tır. Aksine Kürt sorunundan demokrasisini ve is-
tikrarını güçlendirerek kurtulan bir Türkiye’nin
tüm Kürtler için cazibe merkezine dönüşmesi
kuvvetle muhtemeldir. Bu da Türkiye için kurul-
duğundan bu yana birer güvenlik alanı olan Kürt
bölgelerinin nüfuz alanına dönüşmesi anlamına
gelir.
Zaten Türkiye, Ortadoğu’daki bölgesel güç he-
define de ancak Kürt bölgelerini tehdit alanı ol-
maktan çıkartıp bir nüfuz alanına dönüştürerek
ulaşabilir. Bu çerçevede bir Kürt devleti olasılığı
mümkünse de, bunun ille de Türkiye için bir teh-
dit olmayabileceğini, daha doğrusu bunun bizim
Kürt sorunumuzun halline bağlı olduğunu dü-
şünmemiz gerekiyor.
Bu nedenle Türkiye Kürt bölgelerine ilişkin, ka-
pasitesini de dikkate alarak manevra yeteneğini
daraltacak bir biçimde ve zaten arkasında dura-
madığı gereksiz kırmızı çizgiler çekmek yerine,
gelişmelerin seyrine ayak uyduracak bir hazırlığı
ve ihtiyatı temsil eden sarı çizgilerle hareket et-
meli. Özellikle kendisine yönelik açık bir tehdit
olmadığı sürece kategorik olarak Ortadoğu’daki
Kürtlerin ve Kürt bölgelerinin pozisyonlarının
değişimine ve statülerinin güçlenmesine karşı
çıkmamalı. Çünkü bu dış politikada manevra ala-
nının daralmasına ve bir zaaf noktası oluşumuna
neden olacağı gibi, içeride de Kürt fobisinin art-
masına ve Kürt karşıtlığı gibi algıların oluşması-
na yol açarak Kürt-Türk birlikteliğine zarar verir.
Bu süreçte birilerinin “bağımsız, birleşik Kür-
distan” hayalleri kurmasını ya da söylemlerini
dile getirmesini ise, fiili bir eyleme ya da hare-
İnceleme
ket planına dönüşmedikçe, ciddiye almamak
gerekir. Çünkü bunlar Büyük Türkistan, Büyük
Arabistan, Büyük Sırbistan, Büyük Yunanistan
ya da Arz-ı Mev’ud örneklerinde görülen tüm
“bağımsız, birleşik ülke” idealleri gibi hayalleri
süslemeye ve zaman zaman birileri tarafından
dile getirilmeye devam edecektir. Devletlerin po-
litikalarına ise, polemik ya da idealler düzeyinde
dile getirilen bu söylemler değil, gerçekçi ve iş-
levsel çıkar tanımlamaları yön vermelidir.
1 “Irak Anayasası Md. 117/1”, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/20101224_irakanayasasi.pdf
2 Bkz. http://www.krg.org3 Bkz. “KRG Ministry of Natural Resources Production Sharing Contracts”, http://krg.org/p/p.aspx?l=12&r=296&p=14 Fikret Bila, “Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye sorunu”, Milliyet, 24.07.2012; “Kuzey Suriye’de neler oluyor?”,
Haberturk, 31 Temmuz 2012, http://www.haberturk.com/polemik/haber/763416-kuzey-suriyede-neler-oluyor; Oral Çalışlar, “Kürdistan’a Kuzey Suriye Derseniz”, Radikal, 28.07.2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1095503
5 Bkz. Cengiz Çandar, “Gerçekçi Yeni Kürt Planı Yapılmalı”, Radikal, 24.03.20126 http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/pkk-sorununa-bolgesel-cozum-arayisi/ ve http://ye-
nisafak.com.tr/gundem-haber/barzaniden-arabuluculuk-onerisi-17.10.2012-4161617 Wladimir van Wilgenburg, İlhan Tanır, Omar Hossino, Birlik mi, PYD’nin Güç Gösterisi mi? Erbil Anlaşmasından
Sonra Suriye Kürt Dinamikleri, ORSAM Rapor No: 138, Aralık 2012, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/20121221_138.pdf
8 Erol Kurubaş, “İran, (Kara)Yılan Hikayesi ve Bölgesel Dengelerde Değişim”, 18/10/2011, http://www.ankarastra-teji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/iran-kara-yilan-hikayesi-ve-bolgesel-dengelerde-degisim/
9 İran’ın Mart 2013’te Kürtlere yönelik kapsamlı tutuklamalara girişmesini, kendi Kürt bölgelerini bu eklem-lenme sürecinden uzak tutma çabası olarak yorumlayabiliriz. Haber için bkz. http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=67275&haberBaslik=%C4%B0ran%20topyek%C3%BCn%20sald%C4%B1r%C4%B1ya%20ge%C3%A7ti&action=haber_detay&module=nuce
10 Erol Kurubaş, “Erbil-Bağdat Gerilimi ve Türkiye’nin Genişleyen Cephesi” 23 Kasım 2012 http://www.ankarastra-teji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/erbil-bagdat-gerilimi-ve-turkiye-nin-genisleyen-cephesi/
11 Ümit Özdağ, Kürtçülük Sorununun Analizi ve Çözüm Önerileri, Ankara, Bilgi Yay., 2006, s. 104.12 “Suriye’nin kuzeyinde Kürt devletine asla izin vermeyiz”, http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/07/26/
suriyenin-kuzeyinde-kurt-devletine-asla-izin-vermeyiz; “Başbakan Erdoğan: Suriye’de Kuzey Irak gibi bir mo-dele izin vermeyiz”, http://www.zaman.com.tr/dis-haberler_basbakan-erdogan-suriyede-kuzey-irak-gibi-bir-modele-izin-vermeyiz_2057876.html, 25 Şubat 2013; “Suriye’deki oluşuma eyvallah demeyiz”, Radikal, 26/07/2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1095290
13 Bkz. Erol Kurubaş, “Kuzey Irak’ta Olası Bir Ayrılmanın Meşruluğu ve Self-determinasyon Sorunu”, AÜSBF Dergisi, 59/3, ss.147-179 (http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/455/5142.pdf)
14 Erol Kurubaş, “Pan-Kürdist Hayaller ve Gerçekler”, Stratejik Analiz, Aralık 2007, ss.69-75.15 2009’dan itibaren Irak Kürdistan Bölgesine bakan düzeyinde ziyaretler başlamıştır. Ali Semin, “Türkiye’nin Irak
Politikası Işığında Kuzey Irak Açılımı”, Bilge Strateji, Cilt 3, Sayı 5 (Güz 2011), s. 194-195. Nisan 2012’de de ilk kez bir Türkiye Başbakanı Erbil’i ziyaret etmiştir.
16 Türk şirketlerinin ve işadamlarının bölgedeki faaliyetlerine ilişkin bkz. http://www.bbc.co.uk/turkish/speci-als/955_other_iraq/page5.shtml; http://www.dunya.com/genel-enerjiden-petrol-boru-hattina-400-milyon-dol ar-137679h.htm
17 http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-ahmet-davutoglu_nun-diyarbakir-dicle-universitesinde-verdigi-_buyuk-restorasyon_-kadim_den-kuresellesmeye-yeni.tr.mfa
DİPNOTLAR
O
İnceleme
İsrail’in Özür Dilemesi Sonrası
Türkiye-İsrail İlişkileri
Turkey-Israel Relations After Israel’s Apology to TurkeyÖzlem TÜR
AbstractThis article aims to anaylze the Israeli apology of March 2013. The article firstly looks at the series of crises
in the 2000s in bilateral relations and argues how the common threat perceptions and common interests of
the 1990s has vaned during this decade, bringing a more cautious approach. Later it looks at the post-2008
period, in the aftermath of the Operation Cast Lead, when the tension in the relations began to escalate
and reached a breaking point after the Mavi Marmara incident. The article argues that behind the Israeli
apology lies the developments related with the Arab Spring as well as a demand for change in Israeli politics
after the January elections. The article concludes by looking at the challenges that might hamper further co-
operation between the two countries, like possible differences of interest over regional politics in general and
Syria in particular and the developments in the Palestinian issue.
Keywords: Turkey and Israel, Israeli apology, Israeli foreign policy, Palestinian issue, Gaza
İsrail’in Gazze’ye abluka uygulamaya başlaması Türkiye’nin Filistin meselesinin genelinin yanında Gazze’ye özel bir ilgi ve
ayrıcalıklı pozisyon vermesini gündeme getirmiştir.
İnceleme
Ira Sava sonras srailli yet ililerin uzey Ira ’ta i faaliyetleri ve srail’in rt gruplara deste verdi i ve e itti i yolunda i haberler T r amuoyunda b y yan bulmu b lgenin gelece ine dair i i
l enin arlar n n far l la t n ve hatta at t n g stermi ili ilerde gerilime neden olmu tur
Giriş
22 Mart 2013 tarihinde ABD başkanı Obama’nın
İsrail ziyareti sırasında İsrail Başbakanı Benja-
min Netanyahu, Başbakan Erdoğan’ı telefonla
arayarak Mayıs 2010 yılında gerçekleşen ve 9
Türk vatandaşının ölümüyle sonuçlanan Mavi
Marmara krizi ile ilgili olarak özür diledi. ABD
Başkanı Obama’nın da hazır bulunduğu bu gö-
rüşme sonrasında İsrail Dışişleri Bakanlığı resmi
bir açıklamayla Türkiye’den özür dilediğini ka-
muoyuna duyurdu. Bu makalenin amacı 2000’ler
boyunca Türk-İsrail ilişkilerinde yaşanan geliş-
melere kısaca baktıktan sonra Mayıs 2010’dan
bu yana ikili ilişkilerdeki gelişmeleri ve İsrail’in
özür dilemesine giden yolu incelemek ve ilişki-
lerin bundan sonra ne şekilde seyredebileceğine
dair bazı gözlemler ortaya koymaktır. Makale
özür dileme ve sonrasında ilişkilerde bir iyileşme
görülse de bunun orta ve uzun vadeli bir işbirli-
ğine dönüşebilmesinin önündeki engelleri ortaya
koymaya çalışacaktır.
2000’lerde Türkiye-İsrail ilişkileri
1999-2009 Krizler Dizisi
Türkiye ve İsrail arasında 1990’lar boyunca ya-
şanan yakın ilişkiler 1990’ların sonuyla birlikte
bir düşüş ve kriz dönemine girmiştir. Filistin me-
selesindeki gelişmelerle paralel olarak Başbakan
Ecevit’in “İsrail soykırım yapıyor” söylemiyle
ilişkiler gerilmiş ve 2000’ler boyunca da devam
etmiştir. 1999-2009 yıllarını ikili ilişkilerin so-
ğuduğu, krizlerin yaşandığı ancak her kriz son-
rası iki tarafın da bazı adımlar atmasıyla birlikte
normale dönüldüğü bir dönem olarak ele almak
mümkündür.
Bu dönemde aslında Türkiye-İsrail ilişkilerinin
1990’ların yakınlığını kaybetmesi beklenebilir bir
durumdu. 1990’larda iki ülkeyi bir araya getiren
şartların pek çoğu 2000’lerde ortadan kalkmıştı.
Türkiye ve İsrail 1990’lar boyunca Suriye, Irak ve
İran’ı ortak tehdit olarak algılamışlar, özellikle
Türkiye bu süreçte güney komşularının PKK’ya
verdikleri destek nedeniyle bölgede yeni işbirliği
arayışlarına girmiş ve İsrail bu bağlamda önemli
olmuştu. PKK sorunu nedeniyle Avrupa Birliği
ile gerginleşen ilişkiler ve Türkiye’nin ABD’de da-
hil olmak üzere silah temininde yaşadığı zorluk-
lar İsrail ile ilişkilere giden yolu açmıştı. 1990’lar
boyunca Filistin meselesindeki gelişmeler -Mad-
rid Konferansı ve Oslo görüşmeleri sonrası iki
devletli çözüme doğru giden yolda atılan adımlar
da Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinde etkili olmuş-
tu. İsrail tarafından bakıldığında ise Türkiye’nin
1991’de ilişkileri elçilik seviyesine yükseltmesi
olumlu karşılanmış ve geleneksel olarak ‘düşman
Arap devletleriyle çevrili olma’ düşüncesiyle böl-
gede Arap olmayan devlet ve milletlerle iyi ilişki-
ler kurmaya çalışan İsrail, Türkiye ile yakınlaşa-
rak bölgedeki gücünü arttırmaya çalışmıştı. Her
iki devletin siyasetinde bu dönemde hakim olan
‘düşmanlarla çevrili olma’ fikri ilişkilerin geliş-
mesinde etkili olmuştu.
1990’ların sonuyla birlikte pek çok gelişme iki
ülke ilişkilerinin önemini azaltmıştı. Bu geliş-
meler daha çok Türkiye’de ve Türk dış politika-
sında yaşanmıştı. 1990’ların sonunda Abdullah
Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte Türk dış poli-
tikası güvenlik odaklı olmaktan çıkmış, Türkiye,
Suriye ile Adana Mutabakatını imzalamış ve gü-
ney komşularıyla ilişkilerinde normalleşmenin
başladığı bir sürece girmişti. Avrupa Birliği ile
İnceleme
gelişen ilişkiler Türkiye’yi ABD odaklı politika-
dan Avrupa odaklı bir eksene doğru taşımış, ge-
nel olarak Türkiye bölgesinde geliştirmeye başla-
dığı yakın ilişkilerle (Bu gelişmede İsmail Cem’in
Dışişleri Bakanlığı sırasında izlenen bölge-bazlı
dış politikanın etkisi büyüktür.) 1990’ların di-
namiklerinden kurtarmıştı. Türkiye bölgesinde
ilişkilerini geliştirdikçe İsrail ile paylaşılan or-
tak tehditler azalmaya başlamış ve bunun doğal
sonucu olarak da ilişkiler 1990’ların dinamiz-
minden uzaklaşmıştı. Bu dönemde Filistin me-
selesindeki olumsuz gelişmeler, barış sürecinin
sekteye uğraması ve al-Aksa İntifadası’nın başla-
ması da ikili ilişkileri etkilemişti.
2000’lerle birlikte ortak tehditler ortadan kal-
maya başlarken, Irak Savaşı ile birlikte çıkarların
direkt olarak çatışmaya başladığı bir süreç başla-
mıştır. Irak Savaşı sonrası İsrailli yetkililerin Ku-
zey Irak’taki faaliyetleri ve İsrail’in Kürt gruplara
destek verdiği ve eğittiği yolundaki haberler Türk
kamuoyunda büyük yankı bulmuş, bölgenin ge-
leceğine dair iki ülkenin çıkarlarının farklılaş-
tığını ve hatta çatıştığını göstermiş, ilişkilerde
gerilime neden olmuştur.1 Her ne kadar İsrailli
yetkililer İsrail’in Irak’ta Türkiye’nin siyasetine
aykırı bir şey yapılmayacağının altını çizmiş olsa-
lar da2 ilişkilerde gerilim yaşanmıştır. Bu süreçte
İsrail-Filistin barış sürecinin ortadan kalkması ve
çatışmaların başlaması Filistin meselesini Türki-
ye-İsrail ilişkilerinin bir parçası yapmış 2004 yı-
lında Başbakan Erdoğan’ın “İsrail devlet terörü
yapıyor”3 şeklindeki açıklamalarının ardından
Filistin meselesi ilişkilerde sürekli bir şekilde
gündeme gelmiş ve Türkiye’den İsrail’e yapılan
eleştirilerin temelini oluşturmuştur. 2006 yılında
yapılan Filistin seçimleri Türkiye’yi bir taraftan
meseleye çok daha angaje ederken, diğer taraftan
da ilişkileri geren bir faktör olarak ortaya çıkmış-
tır. 2006 seçimleri sonrası Halid Meşal’in Türki-
ye ziyareti İsrail’le ilişkilerde kriz yaratırken 2007
yılında Hamas’ın el-Fetih ile yaşadığı çatışmadan
sonra Gazze’ye giderek buranın hakimiyetini ka-
zanması ve bunun üzerine İsrail’in Gazze’ye ab-
luka uygulamaya başlaması Türkiye’nin Filistin
meselesinin genelinin yanında Gazze’ye özel bir
ilgi ve ayrıcalıklı pozisyon vermesini gündeme
getirmiştir. Bu durum İsrail’le ilişkilerde gerili-
min önemli bir parçası olmuş ancak çıkan kriz-
ler görüşmeler ve karşılıklı olumlu açıklamalarla
normale döndürülebilmiştir.
Siyasi alanda kriz-normalleşme-kriz sarmalı
devam ederken Türkiye’nin arabuluculuk rolü
üstlenmesi ve İsrail ve Suriye arasında dolay-
lı görüşmeleri yürütmeye başlaması ile birlikte
ilişkilerde yeni bir boyuttan bahsetmek müm-
kün olmaktadır. Bu durum Türkiye’nin bölge-
deki tüm aktörlerle konuşabilen tek ülke olması
bağlamında Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığını
arttırmıştır. 2004 yılında Beşar Esad’ın Ankara zi-
yareti sırasında ilk defa gündeme gelen olası ara-
buluculuk rolü ve Esad’ın İsrail Başbakanı’yla gö-
rüşmek istediği mesajı Türkiye tarafından İsrail’e
iletilmişti. Üç yıllık bir beklemenin ardından
2007 Mart’ından itibaren Türkiye bu rolü üstlen-
miştir. Bu süreçte pek çok İsrailli kanaat önderi,
ilişkilerdeki gerginliklere rağmen, arabuluculuk
rolünü 1990’ların Türkiye’sinin başaramayacağı
ancak 2000’lerin Türkiye’sinin bölgedeki artan
rolüyle birlikte İsrail’e sağlayabileceği önemli bir
fırsat olduğunu belirtmişlerdir.4 Bu anlamda da
Türkiye ile ilişkiler İsrail için yeni bir değer ka-
zanmıştır. Özellikle arabuluculuk konusunda de-
vam eden aktif ilişkilere rağmen 2008’in son gün-
lerine dek Türkiye ile ilişkiler İsrail gündeminde
sınırlı bir biçimde yer almaktaydı. Bu dönemde
İsrail’deki kamuoyu için en önemli mesele İran
meselesiydi ve İsrail gazeteleri ne Türkiye’nin dış
politikasıyla ne de İsrail’le olan ilişkileriyle fazla
ilgiliydi. İsrail kamuoyu tamamen İran meselesi-
ne odaklanmışken sadece Türkiye değil, İran ha-
riç neredeyse tüm bölge ülkeleri hatta Irak Sava-
şı sırasında ve sonrasında yakından izlenen Irak
siyasetiyle ilgili konular bile İran’ın gölgesinde
kalmaktaydı.
Devam eden Krizler ve İlişkilerde
Kopma dönemi – 2009-2013
Türkiye’nin Suriye-İsrail arasında yürüttüğü
arabuluculuk rolü İsrail’in Gazze’ye karşı giriş-
tiği “Dökme Kurşun Operasyonu’na” dek sürdü.
Ancak Operasyon’la birlikte sadece ilişkilerde
gerilim yaşanmaya başlamadı, aynı zamanda
ilişkilerin kopma noktasına geleceği, sadece si-
yasi ilişkilerde değil, halk düzeyinde de gerilimin
tırmanacağı yeni bir süreç başladı. Operasyonun
İnceleme
9
27 Aralık 2008’de başlamasına en sert tepki Baş-
bakan Erdoğan’dan geldi. Başbakan bir taraftan
ateşkesin sağlanması, Filistinli gruplar arasında
uzlaşmaya varılması ve Gazze’nin yeniden inşa-
sı şeklinde özetlenebilecek Türkiye’nin pozisyo-
nunu değişik platformlarda dile getirirken diğer
taraftan da İsrail’in bu operasyonunu Türkiye’ye
yapılmış bir saygısızlık olarak da değerlendirmiş,
iki ülke ilişkilerinde güvenin kalmadığını vurgu-
lamıştı. Bunun nedeni İsrail Başbakanı Olmert’in
22 Aralık günü Ankara’ya yaptığı ve Suriye ile
arabuluculuk girişiminin beşinci turunun yürü-
tüldüğü ziyaret sırasında, bu operasyonun pla-
nını bilmesine rağmen Türkiye’ye bahsetmeme-
siydi. Toplantı sonrası anlaşıldığı üzere toplan-
tılarda Hamas ve Gazze üzerine konuşulurken
Olmert bu konuyu hızlıca geçerek “Türkiye’den
Gazze’ye yapılan yardımların kesilmeyeceği” sö-
zünü vererek bu konu üzerine daha fazla konuş-
maktan çekinmişti. Bunun üzerine görüşmelerin
hemen ardından başlayan Operasyonu Erdoğan,
Türkiye’nin iyi niyetine ve arabuluculuk rolüne
büyük saygısızlık olarak yorumlamıştı. Operas-
yonun başlamasının ardından Erdoğan, İsrail’i
saldırgan ülke olarak tanımlamış, Gazze’yi “açık
hava hapishanesi” olarak niteleyerek yapılan
operasyonu barışa indirilmiş büyük bir darbe
olarak değerlendirmişti. Bu gelişme liderler ara-
sında bir güvensizliğin ortaya çıkmasında önem-
li olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın Olmert’e ve İs-
rail yönetimine olan güvensizliği ilişkilere gölge
düşürmüş, Operasyonla beraber Filistin meselesi
ikili ilişkilerin önemli bir parçası haline gelmiştir.
İlerleyen haftalarda Ortadoğu turuna çıkan Er-
doğan gelişmeler nedeniyle İsrail’e uğramamıştır.
Bu çerçevede gerginlikler devam ederken, Da-
vos Ekonomik Forumu’nda “Gazze: Ortadoğu’da
Barış Modeli” başlıklı panelde yaşananlar Türk-
İsrail ilişkilerindeki gerginliği yeni bir noktaya ta-
şıdı. Başbakan Erdoğan, panelde yanında oturan
İsrail Cumhurbaşkanı Perez’i İsrail’in Gazze’de
ölçüsüz güç kullandığını vurgulayarak eleştirdi
ve ‘one minute’ sözüyle tüm dünyada yankı bu-
lan çıkışında Perez’e hitaben “Sesin çok yüksek
çıkıyor. Benden yaşlısın biliyorum ki sesinin ben-
den çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisi-
nin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek
çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye ge-
lince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki
çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunu-
zu çok iyi biliyorum.[…]” demiştir.5 Davos’un ar-
dından gerginlik devam ederken Mayıs 2010’da
Gazze’ye yardım götürme amacıyla yola çıkmış
olan Mavi Marmara gemisine İsrail ordusu tara-
fından yapılan müdahalede dokuz Türk vatanda-
şı hayatını kaybetmiştir. Bu olay sonrasında iki
ülke arasındaki siyasi ilişkiler kopmuş ve Tür-
kiye, özür dilenmesi, ölen vatandaşların ailele-
rine tazminat ödenmesi ve Gazze’ye ablukanın
kaldırılmasını ikili ilişkilerin devamı için şart
koşmuştur. Bu döneme kadar genellikle üçüncü
milletler/meseleler (Filistin meselesi, Kuzey Irak
siyaseti) nedeniyle gerilen Türkiye-İsrail ilişkileri
Mavi Marmara sonrasında direkt olarak iki ülke
arasındaki anlaşmazlık nedeniyle, kan dökülme-
si nedeniyle, kopma noktasına gelmiştir. Bir an-
lamda, ilk defa iki ülke arasında direkt olarak bir
çatışma alanı doğmuştur.
Dökme Kurşun Operasyonu sonrasındaki sü-
reçte gerek Türkiye’de gerekse İsrail’de düşün-
cesel anlamda önemli farklılıklar oluşmuştur.
Türkiye’de İsrail karşıtı söylemin güç kazandığını
gözlemlemek mümkündür. Bu durum liderler
seviyesinde göz önüne serilmiş, halk düzeyinde
de karşılık bulmuştur. Gerek Başbakan Erdoğan
gerekse Dışişleri Bakanı Davutoğlu İsrailli muha-
taplarını sert bir şekilde eleştirmeye başlamışlar,
beraber çalışabilmelerinin zorluklarına vurgu
yapmışlardır. Türk yetkililerin İsrail tarafına kar-
şı güvensizliği artmış, ikili görüşmelerde verilen
sözlerin ve anlaşılan noktaların İsrail tarafı ülke-
lerine döndükten sonra unutulduğuna ya da vaz-
geçildiğine vurgu yapılmaya başlanmıştır. Türk
yetkililere göre bu durum Mavi Marmara son-
rası Cenevre’de yürütülen gizli görüşmeler için
de bu şekilde cereyan etmiştir. Özür ve tazminat
konusunda üzerinde anlaşıldığı düşünülen hu-
suslardan, İsrail tarafı ülkelerine döndükten ve
üst makamlarla görüştükten sonra vazgeçmişler
ve mutabık kalınan konular gerçekleşmemiştir.
Yöneticiler seviyesindeki bu güvensizlik halk dü-
zeyine de yansımış, Ayrılık gibi bazı televizyon
dizilerinde İsrail karşıtlığı ön plana çıkartılmıştır.
İsrail tarafında ise Türkiye’nin AKP yönetimi
altında gitgide İran ve Suriye’nin yörüngesine
İnceleme
oturduğu ve İsrail’in bölgesel düşmanlarıyla (Su-
riye, İran, Hizbullah ve Hamas başta olmak üze-
re) yakın ilişki kurarak İsrail’i köşeye sıkıştırmaya
çalıştığı yönünde bir kanı yerleşmeye başlamış-
tır. Örneğin Likud’lu bir siyasetçi Erdoğan’ın
Ahmedinejat ile samimiyetinin İsrail için bir so-
run olduğunu ve “İran, Irak, Suriye, Lübnan ve
Türkiye’yi içine alan yeni bir radikal kuzey cep-
henin” oluştuğunu söyleyerek endişelerini dile
getirmiştir.6 Aynı doğrultuda yapılan yorumlar-
da Türkiye’nin “neo-Osmanlıcı bir hayal içinde
İsrail’in düşmanlarıyla işbirliği yapan, terörist
ülkelerin ve grupların dostu” olarak nitelendiği
de gözlemlenmiştir.7 Başbakan Erdoğan’ın Kasım
2010 tarihindeki Lübnan ziyareti sırasında yaptı-
ğı konuşmada İsrail’den bahsederken “biz katile
katil deriz”8 demesi ilişkileri gererken İsrail’de
Türkiye’nin gitgide İsrail karşıtlığının savunucu-
su haline geldiği yönündeki iddiaları güçlendir-
miştir.
Bu bağlamda ilginç olan bir nokta, tüm bu gerili-
me rağmen, Türkiye-İsrail ekonomik ilişkilerinin
artarak devam etmesi olmuştur. İlişkilerdeki kri-
ze rağmen gerek seneler bazında, gerekse Mavi
Marmara krizi sonrasında aylar bazında incelen-
diğinde ticaret hacmi büyümeyi sürdürmüştür.9
Bu durum iki ülke arasında ekonomik ilişkilerin
siyasi gelişmelerden bağımsız olarak gelişip bü-
yüyecek düzeye ulaştığını göstermesi bakımın-
dan önemlidir. Türkiye-İsrail ekonomik ilişki-
leri Türkiye’nin diğer Ortadoğu ülkeleriyle olan
ekonomik ilişkilerine bakıldığında bu bağlamda
farklıdır. Genel olarak Türkiye’nin Arap devletle-
riyle ekonomik ilişkileri, siyasi ilişkilerin gölgesi
altındadır ve siyasi gelişmelerle birebir paralellik
gösterecek şekilde seyretmektedir -ancak siyasi
ilişkilerin gelişmesiyle birlikte ekonomik ilişkiler
gelişir ve siyasi ilişkiler zayıfladıkça ekonomik
ilişkiler de zayıflar. İsrail ile ise ekonomik ilişkile-
rin ulaştığı boyut, siyasi bağımlılıkların ötesinde
otonom hale gelmiş ve krizlerden etkilenmeden
artmayı sürdürmüştür.
İsrail’in Özür Dilemesine Giden Yol
İsrail’in özür dilemesinin ardından, Dışişleri
Bakanı Davutoğlu, “bu konuyla Suriye’nin hiç-
bir bağlantısının bulunmadığını” vurgulamış
ve “Türkiye’nin Suriye politikasının aynı İsrail
politikası gibi ilkesel olduğunu”10 belirtmiş olsa
da bölgede yaşanan gelişmelerin öneminin altı-
nı çizmekte fayda vardır. Bu çerçevede özellikle
Suriye’de yaşanan gelişmelerin önemi büyüktür.
Tunus ve Mısır’da yaşanan değişimler ve Arap
Baharı süreci Türkiye ve İsrail için farklı şeyler
ifade etmiştir. İki ülkenin bölgedeki gelişmeleri
okuma biçimleri Suriye’deki olaylara dek olduk-
ça farklıdır. Genel olarak Türkiye, Tunus ve Mı-
sır’daki gelişmeleri ve bölgedeki diktatörlüklerin
ortadan kalkmasını memnuniyetle karşılarken,
İsrail için Arap Baharı önemli dengeleri altüst
eden bir gelişme olarak ortaya çıkmıştır. Özellik-
le İsrail’in on yıllardır (1979 Camp David Anlaş-
masından bu yana) yakın işbirliği içinde olduğu
Mısır’daki değişim İsrail’in bölge politikasına
dair önemli çıkmazları göz önüne sermiştir. Hele
ki olayların İsrail’in 1994 yılında barış anlaşması
imzaladığı ve bu sayede doğu sınırını güvene al-
dığı Ürdün’e sıçraması riski hem güneyden hem
de doğudan çevrelenme riskini ortaya çıkarttığı
için İsrail’in en önemli kabusu olmuştur. Bazı
yazarlar yaşanan gelişmeleri İsrail için tam bir
deprem ya da kabus olarak nitelendirirken, bazı-
ları da bu süreçte Netanyahu hükümetini ‘başını
kuma gömmekle’ ve bölgedeki gelişmeler yerine
oturana dek bir şey yapmadan bekleme politikası
izlediği için eleştirmeye başlamışlardır.11
Yukarıda detayları verildiği gibi 1990’larda ortak
tehdit algısı ile yakınlaşmaya başlayan Türkiye ve
İsrail, 2000’ler boyunca bu algının değişmesiyle
birlikte birbirlerinden uzaklaştıkları bir sürece
girmişlerdir. 2011’de Suriye’de olayların çıkması-
nın ardından Türkiye ve İsrail’in politikaları bir
süre birbirinden12 ayrışmıştır. Türkiye özellikle
Ağustos 2011 sonrasında Suriye muhaliflerine
açıkça destek vermeye başlamışken, İsrail ise
uzun bir süre Suriye’deki gelişmeleri “sahanın
dışından” izlemeye devam etmiştir. Bu süreçte
İsrail’in Suriye politikasında ülkenin istikrarı-
nın korunması en önemli meseleyi oluşturmuş,
Esad rejiminin gitmesiyle birlikte İran’dan uzak-
laşabilecek yeni bir Suriye yönetimi arzulanırken
ülkenin radikal Sünni hareketlerin eline geç-
mesi riski ve kimyasal silahların geleceği konu-
su İsrail’i Suriye’de muhalefeti destekleyen aktif
İnceleme
bir politika izlemekten alıkoymuştur. Ancak bu
politika Suriye’deki gelişmelerin komşu ülkelere
sıçraması riskinin güçlenmesiyle değişmeye baş-
lamış, Suriye’de Esad yönetiminin yanında İranlı
Devrim muhafızlarının, ordu mensuplarının ve
Hizbullah üyelerinin aktif bir biçimde savaşmaya
başladığı haberlerinin duyulmasıyla birlikte tüm
bölge siyasetini İran odaklı okuyan ve İran’ı bir
numaralı düşmanı ilan eden İsrail’in Suriye siya-
seti muhalefeti desteklemek yolunda değişmeye
başlamıştır.
İsrail’de 22 Ocak seçimlerinden sonra
Netanyahu’nun ‘başını kuma gömmüş’ politika-
sından uzaklaşarak bölge siyasetiyle ilgili bir şey-
ler yapması gerektiği yönündeki fikir güçlenmiş-
tir. Pek çok gözlemci 22 Ocak seçimlerinin İsra-
il’deki sağ siyasetin hakimiyetine bir dur demek
olduğunu iddia ederek bu durumun iç politikada
Netanyahu’yu zorlayabileceğinden, dış politika-
ya yönelerek bazı adımlar atılabileceği fikri or-
taya çıktı. Bu bağlamda seçimlerden sonra dış
politikada iki gelişmenin gözlemlenebileceği
konuşuluyordu: Birincisi, Türkiye ile ilişkilerin
önceliğinin olacağı, Netanyahu’nun Türkiye’den
özür dilemesinin mümkün olabileceğiydi. İkin-
ci gelişme ise Filistin ile barış sürecinin yeniden
canlandırılması konusunda yaşanabilirdi. Dış
politika önceliği olan İran ile ilgili direkt bir şey
yapılamıyorsa bile bölgesel gelişmeler ve artan
güvensizlik içinde en azından Türkiye ile iliş-
kilerin geliştirilebileceği ve Filistin Otoritesi ile
barış sürecinde adımlar atılabileceği ve İsrail’in
bu şekilde ‘başını kumdan çıkartıp’ gelişmeleri
yönlendirebilecek şekilde bazı girişimlerde bu-
lunabileceği yönünde görüşler ortaya konulmaya
başlanmıştı.13 Bu görüşler ışığında Mart ayı ile
birlikte hem barış sürecinin yeniden gündeme
gelmesi hem de Türkiye’den özür dilenmesi ger-
çekleşmiştir.
İsrail Esad rejiminin gitmesini istemekle beraber, ilişkilerde aktif ve saldırgan davranacak, Golan Tepeleri’ni geri almak için
savaşabilecek yeni bir rejim konusunda hassastır.
İnceleme
Son aylarda Suriye içinde artan gerginlik ve kim-
yasal silah kullanılmasına dair iddialar da hiç kuş-
kusuz İsrail’in Türkiye ile yakınlaşmanın önemli
bir parçasını oluşturdu. Suriye’deki gelişmelerin
Lübnan’a ve Ürdün’e sıçraması riski ve bölgesel
gelişmelerin seyrine dair ve olası bir uluslararası
operasyon durumunda istihbarat paylaşımının
önemi Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesinde
İsrail için önemli bir noktaydı. ABD’li yetkilile-
rin uzun zamandır İsrail ve Türkiye’yi bir araya
getirme isteklerinde de bu durumun rolü vardır.
Mavi Marmara sonrasında her platformda ve
uluslararası organizasyonlarda İsrail’in siyasetini
eleştiren Türkiye, özellikle NATO içinde yürüt-
tüğü İsrail’i NATO bağlamında atılacak her türlü
adımın dışında tutma politikası yürütmekteydi.
Suriye’de yaşanan gelişmelere dair bilgi paylaşı-
mı, ortak hareket etme ve olası bir operasyonda
ABD’nin bölgedeki iki müttefikini aynı platform-
da bir araya getirme isteği, NATO bağlamında-
ki paylaşımların da önünü açabilecek formüller,
ABD’nin İsrail’i özür konusunda ikna etmesinde
önemli oldu.
Türkiye’den özür dilenmesi Filistin ile barış sü-
recinin yeniden canlandırılmaya çalışılmasıyla
neredeyse paralel şekilde olmuştur. Filistin me-
selesinde atılacak adımlar Türkiye ile ilişkilerin
geliştirilmesinde hiç şüphesiz kolaylaştırıcı rol
oynayacaktır, zira daha önce belirtildiği gibi Tür-
kiye-İsrail ilişkileri Filistin meselesindeki adım-
larla yakından ilişkilidir. Dışişleri Bakanı Davu-
toğlu da özür sonrasında “gelişmenin zaman-
lamasının, Filistin tarafının ağırlığını artıran ve
İsrail-Filistin meselesinde Türkiye’yi denkleme
daha çok sokan bir hamle olduğunu” belirterek
konuların ilişkisini ortaya koymuştur.14 Türkiye
ayrıca bu gelişmeyle 2000’lerde olduğu gibi ta-
raflarla konuşabilen ve ‘iyi ilişkisi’ olan tek aktör
olarak yeniden gündeme gelebilecektir.
İkili İlişkilerin Önündeki Engeller
Arap Baharı sonrası yeniden ortaya çıkan “ortak
tehdit” algısı ikili ilişkilerin özür sayesinde düzel-
mesinde önemli olmuş olsa da Türkiye-İsrail iliş-
kilerinin geçmiş dönemlerdeki (1990’lardaki) ya-
kın işbirliğine hatta 2000’lerin kriz-normalleşme
döngüsüne dönebilmesi bu noktada zor görül-
mektedir. Bunun için bazı engeller ön plana çık-
maktadır.
Bunlardan en önemlisi Türkiye ve İsrail’in ortak
tehdit algısının ne derece örtüşeceği ve kapsamlı
bir işbirliğine dönüşebileceği meselesidir. Şu an
Türkiye ve İsrail, Suriye’deki kanın durması ve
Beşar Esad’ın gitmesi konusunda fikir birliğin-
de olsalar da İsrail’in Suriye’de kurulacak yeni ve
revizyonist olabilecek bir hükümetten çekincesi
çok büyüktür. Ne de olsa İsrail Esad rejiminin
gitmesini istemekle beraber, 1973 savaşından
beri sınırından tek bir kurşun atılmamış olma-
sından memnundur. İsrail ile ilişkilerde aktif ve
saldırgan davranacak, Golan Tepeleri’ni geri al-
mak için savaşabilecek yeni bir rejim konusunda
hassastır. İsrail’in daha önce de belirtildiği gibi
önceliği İran’dır ve bölgedeki tüm girişimlerini
İran öncelikli olarak gerçekleştirecektir. Suriye
meselesi Türkiye ve İran’ın ilişkilerinde krize ne-
den olmuş olsa da İsrail’in İran’a karşı herhangi
bir müdahalesinin Türkiye tarafından ne derece
kabul göreceği tartışmalı olabilir. Bu bağlamda
T r iye’nin Suriye srail aras nda y r tt arabuluculu rol srail’in Gazze’ye ar giri ti i D me ur un Operasyonu’na de s rd Anca Operasyon’la birli te sadece ili ilerde gerilim ya anmaya ba lamad ayn zamanda ili ilerin opma no tas na gelece i sadece siyasi ili ilerde de il hal d zeyinde de gerilimin t rmanaca yeni bir s re ba lad
İnceleme
ilişkilerdeki iyileşme bu noktada konjonktürel,
Suriye/İran eksenindeki gelişmelere bağlı ola-
caktır ve bölgesel gelişmelerden bağımsız olarak
düşünülmemelidir.
Filistin meselesindeki gelişmeler de Türkiye-İs-
rail ilişkilerinin geleceğinde önemli olacaktır.
ABD hükümeti, Mart 2013’de iki devletli bir çö-
zümü merkeze koyan ve Dışişleri Bakanı Kerry
tarafından aktif bir şekilde yürütülmeye başla-
nan yeni bir girişim başlatmıştır. İsrail ve Filistin
Otoritesini yeniden ve önkoşulsuz olarak görüş-
melere başlamaya çağıran Kerry, Arap Barış İni-
siyatifini temel alarak ilerlemeye çalışmakta ve
bu sayede sonuçta İsrail’in tüm Arap dünyasıyla
ilişkilerini normalleştirebileceği bir plan üzerin-
de hareket etmektedir. Bu durum bölge barışının
sağlanması için son derece önemlidir ve 2000 yı-
lından beri yürütülen en ciddi girişimdir. Her ne
kadar taraflar önkoşulsuz olarak girişime destek
verseler de, örneğin Filistin tarafı İsrail ile görüş-
melere başlamak için uzun zamandır talep ettiği
önce yerleşimlerin inşaatının durması koşulu ol-
madan girişime olumlu bakmıştır, tarafların kısa
zamanda sonuç alabilmesi çok zor görünmekte-
dir. Pek çok kanaat önderi, Netanyahu hüküme-
tinin görüşmelerde en iyi ihtimalle uzun vadeli
bir geçiş dönemi önereceğini, bunun ötesinde bir
ilerlemenin zor göründüğünün altını çizmekte-
dirler. Filistin tarafında da özellikle Filistin dev-
letinin sınırlarının nerede olacağı, Kudüs’ün ge-
leceği ve Filistinlilerin geri dönüş hakkı ile ilgili
olarak anlaşmazlığın temelini oluşturan konular-
da önemli kaygılar devam etmektedir. Bunun ya-
nında, Filistin siyaseti açısından en önemli sorun
Filistin’in bölünmüşlüğü ve el-Fetih ve Hamas
arasındaki ayrılıktır. Bugüne dek ayrılığı gider-
mek üzere yapılan hiçbir toplantının sonuç ge-
tirmemesi ve birlik hükümetinin kurulamaması
meselenin temelindedir. Gazze’nin, bu bölgeye
yapılan resmi ziyaretlerin artmasıyla beraber,
bölgesel siyasette ayrı, meşru bir aktör olmaya
başlaması Filistin otoritesinin geleceğiyle ilgili ve
İsrail-Filistin barış görüşmeleriyle ilgili endişeyi
arttırmaktadır. Bu durum Türkiye-İsrail ilişki-
lerinin geleceğini de etkileyecektir çünkü daha
önce belirtildiği gibi Filistin meselesindeki olum-
lu adımlar ilişkilere de olumlu yansırken, aksi
yöndeki gelişmeler ilişkilerde gerilime ve krize
yol açmaktadır. Barış görüşmeleri için adımlar
atılırken, Başbakan Erdoğan’ın olası Gazze zi-
yareti bir taraftan İsrail tarafından hem Hamas’ı
daha da meşrulaştıracağı için hem de güvenlik
kaygıları bağlamında eleştirilecek, diğer taraftan
da Filistin Otoristesi’ni daha da zayıflatma riski
nedeniyle etkili olabilecektir. Böyle bir ziyaret
şüphesiz Türkiye-İsrail ilişkilerini etkileyecektir
ancak bunun ötesinde Filistin siyasetini de etki-
leme olasılığı nedeniyle barış girişimini güçlen-
dirmeye çalışan ABD tarafından da yakından
izlenmektedir.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde özür sonrası sürecin
geleceği ile ilgili düşünürken altı çizilmesi gere-
ken bir nokta da yukarıda belirtilen iki taraftaki
liderlerin beraber çalışma zorlukları ve siyasi li-
derler seviyesinde düşüncesel anlamdaki anlaş-
mazlıklar ve bunların toplumsal yansımalarıdır.
Yakın dönemde vurgulanan fikir ayrılıklarının
ve karşılıklı olumsuz düşüncelerin kısa zamanda
değişmesini beklemek de zor olacaktır.
Sonuç
Bu makale 2000’li yıllarda Türkiye-İsrail ilişkile-
rindeki kriz sarmalını ve nedenlerini ele aldıktan
sonra 2010 sonrası kopma noktasına gelen iliş-
kileri incelemiş, üç sene sonra İsrail’in özür dile-
mesinin ardındaki nedenleri ele almıştır. Makale
özür sonrası süreçte ilişkilerin kalıcı işbirliğine
dönüşebilmesi için bazı engeller olduğunu be-
lirtmiş ve şu an ilişkilerin daha çok konjonktürel
ve geçici bir ortak çıkar algısına bağlı olduğunu,
orta ve uzun vadeli bir işbirliğinden bahsetmek
için henüz erken olduğunu belirtmiştir. Bu bağ-
lamda ekonomik ve teknik işbirlikleri geliştirilse
de siyasi ve toplumsal anlamda yakınlaşma için
özellikle Filistin meselesinde atılacak adımların
yakından izlenmesi gerektiği düşünülmektedir.
O
İnceleme
1 Örneğin bakınız Seymour Hersh, “Plan B: The Kurdish Gambit”, The New Yorker, 28 Haziran 20042 İsrail’de Dış İşleri Baaknlığı yetkilileri ve gazetecilerle yapılan görüşmeler. Haziran 2005.3 “Hürriyet, 20 Mayıs 20044 İsrail’de yapılan görüşmeler, Kasım 2008.5 “Erdoğan: ‘Benim için Davos Bitti’”, Hürriyet, 30 Ocak 2009. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/10886978.asp6 İsrail’de Likud’lu bir siyasetçiyle yapılan görüşme, 13 Temmuz 20107 İsrail’de yapılan görüşmeler, Temmuz 20108 “Erdoğan’dan İsrail’e: Biz katile katil deriz”, Radikal, 25/11/2010 http://www.radikal.com.tr/dunya/erdogandan_
israile_biz_katile_katil_deriz-10301569 Bu konunun detaylı bir incelemesi için bakınız, Özlem Tür, “Economic Relations with the Middle East Under the
AKP – Trade, Business Community and Reintegration with Neighboring Zones”, Turkish Studies, Cilt 12, No.4, Aralık 2011, ss. 598-599.
10 “Davutoğlu:Tüm talepler karşılandı”, Yeni Şafak, 22 Mart 2013, http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/davutog-lutum-talepler-karsilandi-22.03.2013-502755
11 İsrailli akademisyenler ve siyasetçilerle görüşmeler, İsrail, Mayıs 2012 ve Prag, Şubat 2013.12 İsrailli akademisyenler ve siyasetçilerle görüşmeler, İsrail, Mayıs 2012 ve Prag, Şubat 201313 İsrailli akademisyenler ve siyasetçilerle görüşmeler,İsrail, Mayıs 2012 ve Prag, Şubat 2013.14 “Davutoğlu:Tüm talepler karşılandı”, Yeni Şafak, 22 Mart 2013, http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/davutog-
lutum-talepler-karsilandi-22.03.2013-502755
DİPNOTLAR
İnceleme
Meanwhile, the Middle East and North Africa (MENA) security environment and threat landscape witnessed, or have still been witnessing to
be precise, major fluctuation and destabilization times.
Future MENA Threat Landscape and Turkey’s
Defense Posture*
Geleceğin ODKA’sında Tehdit manzaraları ve Türkiye’nin Savunma Duruşu
Can KASAPOĞLU
Özet2000’li yıllarla birlikte Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA – İng.) güvenlik ortamı bir yandan stratejik silah sistemleri, diğer yandan da melez savaşlar tarafından şekillendirilmektedir. Stratejik silahlar hususunda, özellikle İran’ın agresif çabaları göz önünde bulundurulduğunda, füze sistemlerinin yayılmasının önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. MENA güvenlik ortamının diğer ucunda bulunan melez savaşlar ise evril-meye devam etmektedir. 2006 Lübnan Savaşı’nı müteakip, askeri analistler melez savaşların yükselişini “keşfetmişlerdir”; öte yandan söz konusu trendin 1990’lı yıllarda vuku bulan Birinci ve İkinci Rus – Çeçen Savaşlarının tetkik edilmesi suretiyle daha erken keşfedilmesi mümkün olabilirdi. Bir Batı demokrasisi ve NATO üyesi olan Türkiye, sözü edilen güvenlik ortamı ile karşı karşıyadır ve yüksek bir adaptasyon kapasi-tesine gereksinim duymaktadır. Şimdiye dek, AK Parti yönetimi Türk sivil-asker ilişkilerinin demokratik bir çerçeve içinde normalleştirilmesinden ve cumhuriyet tarihinin en başarılı askeri modernizasyonlarından birinin yürütülmesinden dolayı çok önemli adımlar atmaktadır.
* The op-ed version of this article was first published by Today’s Zaman daily – Through Orsam’s Lens pages on May 19th 2013, Sunday.
İnceleme
Abstract
By the 2000s, the MENA security environment is
being shaped by strategic weapon systems on one
hand, and also by hybrid warfare on the other
hand. On strategic weapon systems angle, missile
proliferation holds a crucial place and the trend
is likely to continue, especially given Iran’s aggres-
sive push. The “other extreme” in the MENA secu-
rity environment is the rise of asymmetric threats,
especially in evolving forms of hybrid warfare.
Since 2006 the Second Lebanon War experience,
military analysts have “discovered” the rise of
hybrid threats, something that they should have
anticipated due to the lessons learned from the
1st and the 2nd Ruso-Chechen wars in the 1990s.
Turkey, as a Western democracy and a NATO
nation in the Middle East, is to face this emerging
regional threat landscape that necessitates high
adaptability. So far, AK Party administration has
taken important steps in defense affairs by nor-
malizing Turkish civil – military relations in a
democratic context, and also by running one of
the most successful military modernizations and
defense policies in the republic’s history.
Keywords: MENA, Strategic Weapons, Hybrid
Wars, Turkish Defense Modernization
Introduction
Slightly more than a decade under AK Party
government, Turkey’s military trends have been
showing some distinctive characteristics that are
pretty promising for the future strategic posture
of the nation. The first and foremost develop-
ment is a drastic shift in civil-military relations
towards a democratic civilian oversight over the
armed forces that ended the country’s decades-
long fragmented decision-making system which
resulted from military guardianship over domes-
tic politics. Thereby, now Turkish Armed Forces
has been turned into a true national defense body
that is distanced from involving domestic poli-
tics. Second, in parallel with the democratization
of Turkish civil-military relations, Ankara man-
aged to run a successful military modernization
program that is promising to match Turkey’s de-
fense needs, as well as its regional assertions.
Meanwhile, the Middle East and North Africa
(MENA) security environment and threat land-
scape witnessed, or have still been witnessing to
be precise, major fluctuation and destabilization
times. Notably, the MENA military trends tend
to move towards the two extremes of “conflicts
scale”. Clearly, on one hand, we have a menacing
strategic weapons proliferation, which has been
resulting from missile environment and WMDs;
and on the other hand, we have the dramatic
rise of asymmetric threats and hybrid wars. Fur-
thermore, some game-changer weapon systems,
such as MANPADs, ballistic missiles, drones,
and WMD assets are being introduced to several
MENA battlegrounds in an intensifying fashion.
In such a complicated overall picture, in which
state-led conventional warfare threats are on de-
cline while low and high intensity ones tend to
mount, it is important to assess Turkey’s near fu-
ture defense posture with regard to the regional
military trends.
This article will firstly elaborate strategic weap-
ons trend in the MENA with a focus on Iran.
In the light of the Clause itzian approach the real ar as the Prussian theorist depicted is constrained by the very parameters of the real orld hich ma es the phenomenon of ar itself pretty un
certain and unpredictable ithout a doubt the MENA region is no e ception to this fact
İnceleme
Subsequently, hybrid warfare trends will be as-
sessed in the light of some key conflicts that
took place in the recent years. Finally, Turkey’s
defense posture in the forthcoming years will
be discussed with regard to the MENA military
trends and possible trajectory of the regional se-
curity environment. The article will conclude by
presenting key findings in the last part.
Key Trends in the Mena Security
Environment
As military historian and strategist Azar Gat
stated:
“Contrary to the Rousseauite imagination, the
evidence of historically observed hunter-gather-
ers and, more dimly but increasingly, that of pa-
laeo-archaeology shows that humans have been
fighting among themselves throughout the history
of our species and genus, during the human ‘evo-
lutionary state of nature“.1
In the light of the Clausewitzian approach, the
“real war”, as the Prussian theorist depicted, is
constrained by the very parameters of the “real
world” which makes the phenomenon of war it-
self pretty uncertain and unpredictable; without
a doubt, the MENA region is no exception to this
fact.
By the 2000s, the MENA security environment is
being shaped by strategic weapon systems, par-
ticularly missile proliferation; and also by evolv-
ing low intensity conflicts that has come into
prominence in different forms of hybrid warfare.
This complicated picture, in which conventional
military thinking is challenged to a certain ex-
tent, results from the tendency towards “quick-
fix” solutions that would compensate for aus-
terity conditions and also for an increasing gap
between the technologically and economically
superiors and inferiors. In other words, recalling
Gat’s statement referred above, human nature,
be it in the contemporary MENA or in the Medi-
eval Europe, carries on finding new and effective
ways to wage wars.
Missile Proliferation and Iranian Threat
On the strategic weapon systems angle of the
emerging MENA military balance, missile pro-
liferation holds a crucial place and the trend is
likely to continue, especially given Iran’s aggres-
sive push for both enhancing its own inventory,
as well as those of its proxies in the region.
Tehran’s menacing missile program should be
addressed regarding “going nuclear” and “re-
maining non-nuclear” scenarios at the same
time.
Even without reaching nuclear WMD capacity,
Iran’s missile proliferation trends pose a signifi-
cant threat to the GCC states, Israel, and Turkey
regarding Tehran’s efforts to improve precision
guidance and warheads.2 In case the Iranian mis-
sile capabilities reach a certain level of precision,
then we will be talking about an advanced de-
structive capacity against strategic targets such
as oil infrastructure, desalination plants, and key
military units and facilities. 3
Along with the precision and warhead improve-
ments in the Iranian missile trend, the quan-
tity, namely dramatically rising numbers in
Tehran’s strategic and tactical inventories, also
pose threat to missile defense balances in the
region. The Iranians’ numerical advantage with
respect to Shahab – 1,2,3, Fateh – 110, and Zel-
zal missiles brings about a potential “saturation”
of neighboring countries missile defenses that
could render anti-ballistic missile systems abor-
tive to a considerable extent.4 In case of an in-
tensive salvo conducted by the Iranian missile
forces against one of Tehran’s neighbors, and as-
suming a scenario in which effective warheads
could be used with low circular error probability
(CEP) assets, then it would be accurate to take
catastrophic results into consideration.
In addition to the missile proliferation, should
Tehran succeeds to go nuclear unstopped, then
it would increase its destructive capabilities from
“strategic” level to “existential”, at least for some
of its neighbors with fragile strategic depths, and
inadequate missile defenses and second strike
capabilities.
İnceleme
In a broader context, nuclear arms and a pos-
sible nuclear arms race in the Middle East has a
particular military context due to some “practi-
cal” reasons. As the Strategic Studies Institute of
the US Army stressed in its “Next Arms Race”
monograph:
“While Iran’s pursuit of nuclear weapons is a key
determinate of the looming Middle East nuclear
arms race, it is not the only one. There are five
overarching key determinants fueling the Middle
East appetite for nuclear weapons. These deter-
minants are the desire for nuclear weapons to
deter adversaries, compensate for conventional
weapons shortcomings, fight wars, garner domes-
tic political power, and win internation al politi-
cal power…”5
At this point, one should not naïvely reduce
Iran’s nuclear ambitions into “simply deterrence”
or “regime security” functions that are static in
essence. Per contra, recent trends suggest that
nuclear assets, especially tactical nuclear weap-
ons (TNW), might be used in conventional wars
indeed. For instance, Pakistani military doctrine
grants TNW option against a successful con-
ventional incursion by India due to New Delhi’s
Cold Start strategy. Likewise, the modern Rus-
sian military thought considers TNWs as means
of compensating for Moscow’s conventional
handicaps in Europe, a response to NATO’s in-
creasing ballistic missile defence capabilities,
as well as a reliable asset in a possible military
buildup vis-à-vis the Chinese; as outnumbered
Russian troops in the Far East struggle to balance
the People’s Liberation Army elements in a large
frontier area.
Notably, given the TNWs’ situation elaborated
above, one should comprehend the correlation
between Iran’s missile proliferation and its nu-
clear ambitions. Clearly, Tehran, most probably,
is working on missile technology with regard to
future delivery means for its nuclear program. In
fact, a CSIS report indicates that:
“Iran’s growing inventory of ballistic missiles and
its acquisition and indigenous production of anti-
ship cruise missiles (ASCMs) provide capabilities
to enhance its power projection. Tehran views its
conventionally armed missiles as an integral part
of its strategy to deter—and if necessary retaliate
against—forces in the region, including US forc-
es. Its ballistic missiles are inherently capable of
delivering WMD, and if so armed, would fit into
this same strategy”6
Apart from the nuclear arms, we should also
draw attention to chemical and biological weap-
ons as important WMD assets, especially in
combination with surface to surface missiles
(SSM). In this regard, Syrian Baathist dictator-
ship’s arsenal poses the first and foremost threat
trend in the MENA region. Assad’s tyranny holds
a notorious chemical weapons inventory and al-
legedly biological agents. Syrian WMDs include
sarin and tabun nerve gasses and VX, along with
mustard blister agents. Furthermore, Syria’s de-
livery capability poses a serious threat too. Along
with aerial bombs and artillery; ballistic missiles
and chemical warheads provides Assad’s forces
the ability to threaten its neighbors from deep
territory.7 The Syrian Missile Command pos-
sess three SSM brigades of which, at least one of
them, is capable of launching SCUD types and
variants short-range ballistic missiles (SRBM).
The Baathist regime’s SRBMs are capable of hit-
ting a wide area from 300kms (via SCUD B) to
700-800 kms (via SCUD C about 500-600kms,
and via SCUD D –North Korean No Dong– vari-
ant up to 700-800kms).8
The missile trends in the emerging MENA se-
curity environment are not limited to state-led
threats. In the contemporary “military reality” of
the region, SRBMs, large caliber rockets and even
some cruise missiles present asymmetric threats
to missile defense.9 Notably, in the recent years,
non-state actors like Hezbollah and Hamas have
achieved critical improvements with respect to
their missile / rocket inventories as well as their
operational records. Lessons learned from the
2006 Lebanon War showed that non-state mis-
sile / rocket threat could reach formidable levels
that can force a military machine like the Israel
Defense Forces to “failure to win”, if not a defeat.
For instance, until the UN cease-fire in August
14th, the Lebanese Hezbollah managed to launch
about 3,790 rockets into the Israeli territory and
İnceleme
9
managed to achieve some 901 hits that injured
over 4,500 and killed 42.10 More importantly, de-
spite the Israelis’ reliance on air superiority and
standoff strikes, which combined with ground
incursion in the subsequent stages of the con-
flict, Hezbollah managed to fire rockets for 34
days, namely until the last day of the war. Since
the 2nd Lebanon War, Hassan Nasrallah’s para-
military organization is believed to carry on its
significant uptrend in rocket and missile inven-
tory. Furthermore, as a result of the Syrian civil
war, now Hezbollah may have greater access to
the Baathist dictatorship’s arsenal that could
mean advanced systems such as Scud-C and
Scud-D with WMD-warhead capabilities, and
Fateh – 110 with a higher precision.
In parallel with the Hezbollah case, the most
recent military conflict between the IDF and
Hamas, namely the Operation Pillar of Defense
that took place in late 2012, once again proved
the very fact that non-state actors in proxy wars
can be well augmented by rocket capabilities,
so that they can reach formidable threat levels,
even against major military powers with limited
strategic depth. During the Operation Pillar of
Defense (OPD), within a time period slightly
more than e week to be precise, Gazan groups,
particularly Hamas, fired more than 1,500 rock-
ets and projectiles.
At this point, missile defense systems in various
altitudes come into the picture. During the OPD,
Israel’s Iron Dome system destroyed 421 incom-
ing rockets by using 500 interceptors which
means an impressive 84% interception rate along
with a 1,2 ratio between the used interceptors and
the number of engaged rockets. (152 rockets did
Apart from the nuclear arms, we should also draw attention to chemical and biological weapons as important WMD assets,
especially in combination with surface to surface missiles (SSM). In this regard, Syrian Baathist dictatorship’s
arsenal poses the first and foremost threat trend in the MENA region.
İnceleme
not reach Israel and some 875 were not engaged
due to their trajectories; so the Iron Dome system
engaged in interception of some 479, about 32%
of the total rockets fired). 11 On the other hand,
some Israeli military experts criticized the Iron
Dome system, not because of its performance,
but because its strategic outcomes that, the cri-
tiques claim, reduced the IDF’s deterrence by the
utilization of static systems instead of more ag-
gressive incursions.12
To sum up, rising missile & rocket threat at the
hands of both state and non-state actors is likely
to make the MENA security environment more
complicated in the near future. One of the most
striking results of this military trend is the dra-
matically increasing need for missile defense sys-
tems all over the region. For instance, during the
OPD Israel had to speed up its Iron Dome de-
ployments by acquiring the 5th battery; and now
is pursuing the David’s Sling system in order to
intercept medium tier threats that fall under the
gap between the lower range Iron Dome and the
higher range / altitude Arrow system. Another
example is the NATO Patriot systems deploy-
ment on Turkish soil due to the Syrian Baathist
tyranny’s chemical (and allegedly biological)-
warhead ballistic missile inventory. In addition
to the pressing need for missile defenses and
non-proliferation measures, increasing range of
the existing inventories is challenging the con-
ventional strategic depth paradigm of war stud-
ies. As a matter of fact, IISS’ recent Military
Balance annual report draws attention to the
fact that the Israeli home front might turn into
a “front line” due to the mounting missile and
rocket proliferation.13 Without a doubt, given the
Iranian missile proliferation trends, which even
succeeded to cover Turkey’s Sea of Marmara
region by the solid-propellant & multi-stage Se-
jil-2 test in 2009, a broad territory in the MENA
might soon lack “home fronts” at all.
Rise of Hybrid Wars: The Threat at Turkey’s
Doorstep
As indicated, the “other extreme” in Turkey’s
security environment is the rise of asymmetric
threats, especially in evolving forms of hybrid
warfare.
Theoretically speaking, hybrid warfare can be
defined as combination of irregular and con-
ventional capabilities within meaningful op-
erational integrity. In a broader military extent,
hybrid warfare is a “multi-modal” form of fight-
ing battles through systematic incorporation of
a wide-array of military and paramilitary con-
cepts.14 To be precise, one should not reduce the
hybrid warfare concept into a simpler “regular
and irregular forces on the same battleground”
formula. In a more complicated fashion, hybrid
warfare does not occur from the overlap of regu-
lar and irregular concepts, but integrates them
in a systematically designed strategic context for
adopting a new military paradigm.15
Since 2006 Lebanon War experience, mili-
tary analysts have discovered the rise of hybrid
threats, something that they should have antici-
pated due to the lessons learned from the 1st and
the 2nd Ruso-Chechen wars in the 1990s. In 2006,
Nasrallah’s fighters did not only act as “simply ir-
regulars as usual”, but managed to fight in mod-
erate-sized units (up to a battalion sometimes)
with standoff capabilities and disruptive assets
through MANPAD & ATGM weapons in order
to deny the IDF armor and mechanized maneu-
ver capabilities. For instance, as Matthews re-
veals in his military analysis on the Second Leba-
nese War;
“…of the 114 IDF personnel killed during the war,
30 were tank crewmen. Out of the 400 tanks in-
volved in the fighting in southern Lebanon, 48
were hit, 40 were damaged, and 20 penetrated.
It is believed that five Merkavas were completely
destroyed. Clearly, Hezbollah has mastered the
art of light infantry/ATGM tactics against heavy
mechanized forces”.16
Moreover, during the war, Hezbollah even
showed its abilities to threaten Israeli naval as-
sets through hitting INS Hanit, an advanced
Sa’ar 5 class corvette, probably by firing a C -802
missile from coastal launchers. Likewise, during
the Operation Cast Lead and the Operation Pil-
lar of Defense in 2008 and in 2012 respectively,
we saw Gazan groups altering their concepts by
adopting more of a hybrid warfare-type strategy.
İnceleme
Currently, another hybrid warfare case, the Syr-
ian Civil War, is ongoing right at Turkey’s door-
step. Furthermore, not only the armed opposi-
tion has been conducting hybrid concepts, but
also the Baathist dictatorship has shaped its vio-
lent strategy by utilizing a wide-array of means
ranging from indiscriminate shelling and air
force bombardments in combination with Shabi-
ha paramilitaries within operational integrity.17
The more non-state actors’ access to game-
changer weapons increases, the more likely it is
that hybrid conflicts will spread in Turkey’s hin-
terland. Besides, weakening state capacity in sev-
eral nations following the “Arab spring” would
possibly augment this menacing development.
In sum, the security environment and military
trends surrounding Turkey are complicated and
pose threats in different levels and strategic con-
texts. Meanwhile, Turkey is showing a promising
military profile under AK Party management of
defense affairs which will be elaborated by the
next section.
Turkey’s Defense Modernization Trajectory
and Future MENA Security Environment
As the last decade’s conflicts and military trends
in the Middle East showed, Turkey, an important
NATO nation bordering a dangerous region,
should prepare for the next decade’s MENA
threat landscape. In conjunction with the nor-
malization of civil – military relations in Turkish
domestic politics and due to the increasing dem-
ocratic civilian oversight of military affairs, AK
Party government has asserted greater control
over Turkey’s military procurement and devel-
opment projects. Undersecretariat for Defense
Industries (UDI), the top military procurement
body chaired by PM Erdogan as head of the Ex-
ecutive Committee, is primarily responsible for
shaping the country’s defense modernization.
According to the UDI’s open-source reports,
Turkish military modernization record showed a
crucial improvement, and Ankara needs to keep
up the successful momentum in order to meet
its defense needs.18 In this respect, Turkey’s anti
–ballistic missile systems procurement& co-
development project and the F-35 deal, which
is expected to increase stealth standoff capabili-
ties, would hold a central role in shaping the na-
tion’s military posture. Especially, given the stra-
tegic weapons trend in the Middle East, Turkey’s
ballistic missile defense project (LORAMIDS)
would be a key issue, and it is argued that Anka-
ra’s scope when aiming effective missile defense
capacity results from the regional leadership ob-
jective.19 As a matter of fact, in 2002 Turkey has
altered its “Turkish Armed Forces Air Concept”,
and adopted “Aerospace and Missile Defense
Concept” which commissions the air force to se-
cure overall air defense of the country.20
In that sense, integration of Turkey’s national
drone, Anka, to other weapon systems (prob-
ably in 2014) is expected to improve the network
centric warfare capacity. Besides, Ankara’s deci-
sion to arm the Anka with Cirit-type laser guid-
ed missile might be a critical move that would
augment the Turkish military’s strike capacity
against moving targets and light armor, in addi-
tion to classic surveillance functions of UAVs.21
On the strategic weapon systems angle of the emerging MENA military balance missile proliferation holds a crucial place and the trend is li ely to continue especially given Iran’s aggressive push for both enhancing its own inventory as well as those of its pro ies in the region
İnceleme
Should the Anka project be completed success-
fully, including the drone’s integration with oth-
er systems and also by accomplishing the armed-
drone upgrade, then Turkey’s capability to con-
front hybrid threats is believed to be fostered to
a certain extent.
Moreover, Turkey’s armor and close air sup-
port trends through national main battle tank
(Altay) and attack helicopter (T-129) projects,
which would be augmented with other key pro-
curements such as the CH-47 Chinook, would
significantly improve Ankara’s air-land warfare
capabilities and maneuverability. On the naval
warfare cannon, developments in the Milgem
Project, as well as in submarine inventory, and
in amphibious warfare capabilities offer a pretty
optimistic future.
More importantly, by the 2000s Turkish defense
modernization is now being undertaken through
democratically shaped civil-military relations
and also through promoting a more effective de-
fense industry. What is more, the political con-
text of Turkey’s military march is Western-mind-
ed and in favor of liberal - democratic values so
that Turkish – American partnership is essential
to Ankara’s best interests; and as Turkish – Israe-
li relations normalize, fruitful military coopera-
tion between the two Middle Eastern democra-
cies can be resumed. However, there is still room
for improvement for Ankara’s impressive up-
trend. For one, this paper argues, although Tur-
key reached an enormous competitiveness with
respect to procurements and inventory vis-à-vis
most European states, it still lacks Western style
war studies knowledge in the Turkish academia,
as well as military-scoped think-tanks such as
Center for Strategic and Budgetary Assessments
or Institute for the Study of War.
Finally, NATO’s TNW deployment in Turkey is
an important factor that would play a key role in
Turkish defense posture in the near future, es-
pecially given the strategic weapons trend in the
MENA threat landscape and the Iranian nuclear
program.
TNW existence in Turkey is a result of the Cold
War balance of power. By the mid 1980s, Wash-
ington deployed some 500 warheads in Turkey,
at four air bases. At that time, Turkish military
capabilities were designed to play active roles in
NATO nuclear missions through F-104, F-4, and
F-100 fixed-wing assets, as well as via some land
forces units. Despite the Cold War ended, Tur-
key, along with Germany, Italy, the Netherlands,
and Belgium, still continues to host B-61 type
TNWs; yet, the Turkish Air Force no longer con-
duct nuclear exercises.22 Regardless of TNWs’
practical role in NATO’s defense posture, Turk-
ish decision-makers have long seen B-61s as
strong ties to the Western security umbrella.23
However, it is ambiguous whether the North At-
lantic Alliance would keep deploying tac-nukes
or not. For instance, unlike the former two stra-
tegic concepts (1991 and 1999), the most recent
strategic concept of the North Atlantic Alliance
(2010) did not mention “sub-strategic nuclear
weapons in Europe” openly, something hap-
pened for the first time up until now.24
Conclusion
In sum, the MENA security environment is get-
ting complicated due to the rising military trends
of strategic weapon systems and hybrid warfare.
Notably, the Syrian civil war is the most recent
concrete example of this fact, as we see the
Baathist dictatorship’s WMD and missile arsenal
as a pressing threat on one hand; along with the
mounting asymmetric conflict which integrates
irregular and conventional concepts and assets
on the other hand.
At this point, Iran appears to be the most im-
portant actor of the next MENA threat land-
scape due to its defense trends which this paper
prefers to depict as “aggressive adaptation”. First,
Tehran possesses the largest ballistic missile in-
ventory in the region and this aggressive push is
likely to continue. Second, via its notorious Quds
Forces, Iran carries on prompting proxy wars all
around the region from Gaza to Syria, and Leba-
non. In this respect, Iran’s role in Assad’s violent
crackdown is meaningful. Thirdly and more im-
portantly, Tehran is integrating its high and low
intensity conflict concepts under the oversight
İnceleme
of the IRGC which controls Quds Forces and Ba-
sij militia, along with missile systems and naval
asymmetric warfare units.
Confronting multi-modal threats in a broad con-
text is one of the hardest tasks in defense issues.
For one, a country needs pretty diverse military
measures to cope with strategic weapons and
hybrid warfare at the same time. Besides, such a
military strategic posture would add additional
burden on defense budgets.
Turkey, as a Western democracy in the trouble-
some Middle East, is likely to face this emerging
regional threat landscape that necessitates high
adaptability. So far, the Turkish government has
been doing well to address the nation’s defense
needs and to democratize Ankara’s decision-
making processes. The future Turkish military
posture, if the current projects could be success-
fully completed, would be promising by the in-
tegration of modern naval, air force, UAV, mis-
sile defense, and air-land mechanized and armor
warfare assets. As a country with 10 – 15 billion
USD defense budget range, Turkey’s strategic
imperative is to reach a sustainable and effective
procurement & development level that would
meet the demands of being a regional power.
To do so, Turkey has to render strategic threats
abortive and project power simultaneously with
a very cost-effective resource allocation and
budget management. Furthermore, the geopolit-
ical imperatives of the nation necessitate diverse
military strategic capabilities. Put simply, Turkey
has to possess powerful naval and amphibious
capabilities due to its peninsula location that ad-
joins three sea basins and straits, effective mis-
sile defenses due to its neighbors’ missile prolif-
eration, mobile and elastic land forces units sup-
ported by powerful artillery assets for keeping
conventional upper hand, and a formidable air
force for different missions.
The 2nd Lebanon War, the Israelis’ endeavors in
Gaza in 2008 and 2012 respectively, the Iranian’s
drills and tests in the recent years, and finally the
Syrian civil war have been offering valuable les-
sons-learned potential for shaping Turkey’s fu-
ture defense posture with respect to the MENA
regional military balance. For instance, the re-
cent MANPAD trends should be monitored and
analyzed closely in order to keep the future flight
missions of the Anka drone and T-129 Attack
Helicopter as safest as possible; and Hezbollah’s
tactical approach against the Israeli Merkavas
could be a good lessons-learned for protecting
Altay main battle tanks against possible irregu-
lars. This check-list can, and should, be modi-
fied with regard to further perspectives that
would be raised by Turkish strategic community.
Thereby, Ankara should consolidate its success-
ful defense modernization with a broad military
thinking for promoting Western values of peace
and democracy in a region of violent tyrannies,
as surfaced in the Baathist dictatorship of Syria
example recently.
O
1 Azar, Gat. War in Human Civilization, Oxford University Press, New York, 2006, p. 663.2 Anthony, Cordesman, et al. US – Iranian Competition in the Gulf Military Balance – II: The Missile and Nuclear Di-
mensions (10th Edition), CSIS, Washington D.C., 2012. p. V.3 Ibid.4 Eddie, Boxx. “Countering the Iranian Missile Threat in the Middle East”, Policy Watch 1991, Washington Institute
for Near East Policy, October 18th 2012.5 Henry, D, Sokolski [ed.], The Next Arms Race, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania Car-
lisle Barracks, 2012. p 180.6 Anthony, Cordesman. et al. Iran’s Strategic Competition with the US and Arab States – Chemical, Biological, and
Nuclear Capabilities, CSIS, Washington D.C. 2011, p. 4
ENDNOTES
İnceleme
7 Jane’s IHS, Sentinel Security Assessment –Eastern Mediterranean– Syria Strategic Weapons Systems, 2012, pp. 3 – 5.8 IISS, Military Balance 2012 – Middle East and North Africa, Routledge, London, 2012, pp. 348 – 351.9 Rafael – Raytheon, Stunner: Terminal Missile Defense Interceptor, 2007, http://www.rafael.co.il/marketing/SIP_
STORAGE/FILES/3/1023.pdf, Accessed: May 18th 2013. 10 Matt, M, Matthews. We were Caught Unprepared: The 2006 Hezbollah – Israel War, U.S. Army Combined Arms
Center, Combat Studies Institute Press, Fort Leavenworth – Kansas, 2008, pp. 63 – 64. 11 Uzi, Rubin. “Palestinian Rockets versus Israeli Missiles in the Second Gaza War”, Policy Watch 2011, Washington
Institute for Near East Policy, December 21st 2011. 12 Avi, Kober. “Iron Dome: Has the Euphoria been Justified?”, Perspective Paper, The BESA Center, Ramat Gan, Febru-
ary 2013. 13 IISS, Military Balance 2013, Routledge, London, 2013. pp. 364 – 365.14 Frank, Hoffman. Conflict in the 21st Century: The Rise of Hybrid Wars, Potomac Institute for Policy Studies, Virginia,
2007, p 8.15 Thomas, M, Huber [ed.], Compound Warfare: That Fatal Knot, US Army Command and General Staff College Press,
Fort Leavenworth, Kansas, 2002, pp. 1 – 2.16 Matti M, Matthews, 2008, p. 64. 17 For a detailed assessment of the Syrian conflict: See Istanbul based independent think-tank EDAM’s recent
monograph, The Syrian Civil War: A Military Strategic Assessment, May 2013. 18 For a comprehensive assessment on Turkish defense modernization, see: Savunma Sanayii Müsteşarlığı 2012 –
2016 Stratejik Planı (in Turkish). 19 IISS, Military Balance 2013, Routledge, London, 2013, p. 10020 Jane’s IHS, Jane’s World Air Forces: Turkey – Air Force, July 2012, p.3 21 For a brief assessment on Cirit misilse, see: Roketsan official website http://www.roketsan.com.tr/en/urunler-
hizmetler/hassas-gudumlu-fuzeler/cirit-275-lazer-gudumlu-fuze/, Accessed on May 19th 2013.22 Mustafa, Kibaroglu. Turkey NATO & and Nuclear Sharing: Prospects after NATO’s Lisbon Summit, Nuclear Policy Pa-
per No. 5, Reducing the Role of Tactical Weapons in Europe Project, 2011. pp 2-3.23 Ibid.24 North Atlantic Treaty Organization, Strategic Concept: Active Engagement Modern Defence, 2010.
İnceleme
Nükleer silaha sahip olma niyeti olduğundan şüphe edilen İran’ı en önemli motivasyonunun İsrail’in
nükleer silah yeteneği olduğu görülmektedir.
Ortadoğu’da Kitle İmha Silahlarından
Arındırılmış Bölge (ODKİSAB) Üzerine
On Weapons of Mass Destruction Free Zone (WMDFZ) in the Middle East
Şebnem UDUM
AbstractArab states gave support to the extension of the Nuclear Nonproliferation Treaty (NPT) in 1995 on the condition to hold negotiations to create a zone free of weapons of mass destruction in the Middle East. The international community was expecting, particularly after the 2010 NPT Review Conference, the MEW-MDFZ conference to be held in December 2012 in Helsinki, but it was postponed. What precludes progress are inextricable nature of disarmament and peace processes, and the difference in priorities of key states. However, further postponement would adversely affect the international nuclear nonproliferation regime, and regional security and threat perceptions. This piece gives the background and current status of the plans to create a MEWMDFZ, presents the bottlenecks and offers recommendations based on the principles of conflict resolution.
Keywords: WMD free zone, Middle East, NPT, disarmament
İnceleme
Giriş
Ortadoğu’yu nükleer silahlardan ve daha sonra
tüm kitle imha silahlarından arındırılmış bölge
konumuna getirme önerileri 2012 yılının Aralık
ayında gerçekleşmesi beklenen Ortadoğu’da Kit-
le İmha Silahlarından Arındırılmış Bölge kon-
feransında bölgede nükleer, kimyasal, biyolojik
silahlar ve balistik füzelere sahip (ya da bunların
geliştirilmesi programlarına sahip) ülkelerin bir
araya gelmesiyle müzakere edilecekti. 2010 NPT
Gözden Geçirme Konferansı’nda ABD, Rusya ve
Birleşik Krallık, Birleşmiş Milletler Genel Sekre-
teriyle birlikte meseleyi tartışmak için bir konfe-
rans düzenlemeyi taahhüt ettiler. Finlandiya’nın
başkenti Helsinki’de gerçekleştirilmesi bekle-
nen konferans, Nükleer Silahların Yayılmasının
Önlenme Anlaşması’nın (NPT) 2015 Gözden
Geçirme Konferansının hazırlık komitesi top-
lantısının yapıldığı Nisan 2013’te de gerçekleşti-
rilememiştir. 1995’ten bu yana önemli bir mesele
olan ve 2010 yılından bu yana uluslararası top-
lumun gerçekleşmesini beklediği bu konferans,
silahsızlanma ve barış süreçlerinin iç içe geçmiş
olması ve tarafların önceliklerinin farklı olması
nedeniyle ertelenmektedir. Ancak, bu ötelemeler
hem nükleer silahların yayılmasının önlenmesi
rejimi için hem de bölgedeki güvenlik ve tehdit
algılamaları açısından olumsuz etkiler yaratmak-
tadır.
Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi reji-
minin en önemli unsuru olan NPT’nin 1995’te
süresiz olarak uzatılmasına Arap ülkelerinin ver-
diği destek, Ortadoğu’da kitle imha silahlarından
arındırılmış bölge oluşturmak için görüşmeler
yapılması şartına bağlanmıştı. Bu konferans ger-
çekleşmediği sürece bölgede nükleer silahların
yayılmasının önlenmesi normuna ve genel olarak
NPT’nin etkinliğine duyulan güven ve desteğin
azalacağı öngörülebilir. İkinci olarak, halihazırda
İsrail’in nükleer yeteneği, İran’ın nükleer progra-
mıyla ilgili tartışmalar ve Suriye’de kimyasal silah
kullanımı bölge ülkelerinin bu silahların hâlâ po-
litik ve güvenlik açısından “işe yarar” olarak al-
gılanmasına neden olabilecektir. Bundan dolayı
sadece bölgesel değil, uluslararası aktörlerin de
süreci hızlandırmak ve tarafları Helsinki’de bir
araya getirmek için çaba sarf etmeleri gerekmek-
tedir. Buradaki önemli nokta, konferansın her-
hangi bir ülkenin zafiyetlerini ya da politikasın-
daki sorunları öne çıkarmaktan kaçınarak odağı
tüm bölgenin normalleşmesi üzerinde tutmaktır.
Bu çalışmada öncelikle nükleer silahların yayıl-
masının önlenmesi rejiminin bölgesel unsurla-
rından nükleer silahlardan arındırılmış bölge
kavramı tanıtılacak, daha sonra Ortadoğu’da
Kitle İmha Silahlarından Arındırılmış Bölge
(ODKİSAB)’nin tarihçesinden bahsedilecektir.
Ortadoğu’daki 1990’ların başında gerçekleşen si-
lahsızlanma görüşmelerinde tıkanmaya yol açan
konular ele alınıp, çözüm önerileri sunulacaktır.
Nükleer silahlardan arındırılmış bölgeler:
Uluslararası rejimler, devletlerin çıkarlarının bir-
birine yaklaştığı ya da örtüştüğü kurallar, norm-
lar ve karar alma süreçleri olarak tanımlanabilir.1
Buna göre devletler uluslararası ilişkilerindeki
problemleri çözmek için savaş yerine diğer ens-
trümanlara başvurabilirler. Bunlar, sorunlara
diplomatik çözüm bulmak adına uluslararası ör-
gütler, uluslararası hukuk, uluslararası öneme sa-
En geli mi uluslararas re imlerden biri n leer silahlar n yay lmasn n nlenmesi re imidir u re imin temel unsurlar irle mi Milletler N leer Silahlar n ay lmas n nleme Anla mas (NPT) luslararas Atom Ener isi A ans (IAEA) N leer Tedari iler Grubu (NSG) N leer Denemelerin apsaml asa lanmas Anla mas (CT T)’d r
İnceleme
hip bireyler (Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri
gibi) ya da sivil toplum kuruluşları olabilir. Eğer
bu enstrümanlar uluslararası ilişkilerin belirli bir
konusunu ele alan bir özelliğe sahipse bu konuya
ait bir uluslararası rejimden söz edilebilir.
En gelişmiş uluslararası rejimlerden biri nükle-
er silahların yayılmasının önlenmesi rejimidir.
Bu rejimin temel unsurları Birleşmiş Milletler,
Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaş-
ması (NPT), Uluslararası Atom Enerjisi Ajan-
sı (IAEA), Nükleer Tedarikçiler Grubu (NSG),
Nükleer Denemelerin Kapsamlı Yasaklanması
Anlaşması (CTBT)’dır. Henüz üzerinde müzake-
reler başlanamamış olsa da, üzerinde anlaşmaya
varıldığında Fisil Maddeleri Kesme Anlaşması
(Fissile Material Cutoff Treaty) da rejimin önem-
li bir parçasını oluşturacaktır. Bu Anlaşma ile
nükleer silah yapımında kullanılan maddelerin
miktarına sınırlama getirilmesi öngörülmekte-
dir.
Uluslararası yönetişimin önemli bir unsuru da
bölgesel girişimlerdir. Bölgesel çabalar, ulusla-
rarası nükleer silahların yayılmasının önlenmesi
rejimi için de önemli bir yer teşkil etmektedir.
1945’te ABD, 1949’da Sovyetler Birliği, 1952’de
Birleşik Krallık’ın nükleer silah edinmesinden
sonra, yeni nükleer silaha sahip devletlerin or-
taya çıkmasını engellemek için 1958’de Polonya
tarafından nükleer silahlardan arındırılmış bölge
fikri ortaya atılmıştır. Polonya Dışişleri Bakanı
Adam Rapacki’nin adıyla anılan bu plan, Orta
Avrupa’da Çekoslovakya, Polonya, Demokratik
ve Federal Almanya’yı kapsayacak şekilde nükle-
er silahların bulundurulması, taşınması ya da bu
ülkelerin nükleer silahları birbirlerine karşı kul-
lanmasını yasaklayacak bir anlaşma öngörüyor-
du.2 Her ne kadar bu plan reddedilse de nükleer
silahlardan arındırılmış bölge fikri 1959’da An-
tartika Anlaşması’nda vücut bulmuştur. Ancak
nükleer silahlama yarışı devam etmiş, 1960’ta
Fransa ve 1964’te Çin nükleer silaha sahip olmuş-
lardır. 1968’de imzaya açılan ve 1970’te yürürlüğe
giren NPT, nükleer silahların yayılmasının ön-
lenmesi için 7.maddede ülkelerin, bulundukları
topraklarda nükleer silahların olmadığı bir coğ-
rafyaya yönelik bölgesel anlaşmalar yapmalarını
teşvik etmektedir.3 Daha sonra 1967’de Dış Uzay,
1971’de Deniz Yatağı ve 1979’da Ay Anlaşmaları
imzalanarak bu bölgelerde nükleer silah bulun-
durulmayacağı karara bağlanmıştır. Halihazır-
daki nükleer silahlardan arındırılmış bölgeler
ve anlaşmaları şunlardır: Latin Amerika için
1967’de Tlalelco, Güney Pasifik için 1985’te Ra-
rotonga, Güneydoğu Asya için 1995’te Bangkok,
Afrika için 1996’da Pelindaba ve Orta Asya için
2006’da Orta Asya Nükleer Silahlardan Arındı-
rılmış Bölge Anlaşması (ya da Semipalatinsk).
Nükleer silahlardan arındırılmış bölgeler bazı
temel prensipler üzerine kurulmalıdır: Bu böl-
gelere yönelik yapılacak anlaşmalar isteğe bağlı
(voluntary) ve bölge ülkelerinin tamamı tarafın-
dan kabul edilmiş olmalıdır. Bölge tüm nükleer
silahlardan arındırılmalı, girişim bölge içinden
gelmeli ve anlaşmayla uyumlu davranıldığının
tespiti için etkin bir doğrulama sistemi bulun-
malıdır. Anlaşma, nükleer teknolojinin barışçıl
amaçlarla kullanımını teşvik etmeli ve süresiz
olmalıdır.4
ODKİSAB:
NPT’ye taraf olmayan devletler, Hindistan, İsrail
ve Pakistan’dır ve nükleer silaha sahiptirler. Hin-
distan ve Pakistan 1998’de nükleer denemede
bulunmuştur. İsrail’in açıkça ifade etmemesine
rağmen nükleer silah sahibi olduğu bilinmekte-
dir. Kuzey Kore, 2003’te anlaşmadan çekilmiştir.
Nükleer silah programı bulunmaktadır ve (2006,
2009 ve 2013’te) nükleer denemeler gerçekleş-
tirmiştir. Bu ülkeleri nükleer silah sahibi olmaya
iten nedenler uluslararası ve bölgesel dinamik-
lerden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda, bu ülke-
lerin nükleer silahlardan vazgeçmeleri olasılığı
bu nedenler üzerinden incelenebilir.
Ortadoğu bölgesi için İsrail’in nükleer yetene-
ği (nükleer başlık ve bunları fırlatma vasıtaları)
bölgedeki bazı diğer ülkelerin caydırıcılık ve bir
nevi eşitliği sağlamak amaçlı olarak kimyasal ve
biyolojik silah programları başlatmalarına ve bu
silahlardan edinmelerine yol açmıştır. Bu ülkeler
Mısır, Libya, İran, Irak ve Suriye’dir. Mısır, İran,
Irak ve Libya Soğuk Savaş döneminde kimyasal
silahlarını kullanmıştır.5 Böylece bölgedeki var
olan sorunlara kitle imha silahlarının yayılması
İnceleme
sorunu da eklenmiştir. Halihazırda iç karışıklık
yaşayan Suriye’de de kimyasal silah kullanıldığı-
na dair ciddi şüpheler vardır.6 Nükleer silaha sa-
hip olma niyeti olduğundan şüphe edilen İran’ı
en önemli motivasyonunun İsrail’in nükleer si-
lah yeteneği olduğu görülmektedir. Zira İran’ın
güvenlik söyleminde dış tehditler olarak ABD ve
İsrail başı çekmektedir.
Ortadoğu’daki bu iç içe geçmiş problemler ve
tehdit algılamalarının yarattığı güvensizlik, si-
lahlanma yarışına çanak tutmakta ve istikrarsız-
lığa yol açmaktadır. Bölgede kitle imha silahla-
rından arındırılmış bölge önerilerinin geçmişi
70’li yıllara uzanmaktadır. İlk kez 1974’te İran
ve Mısır tarafından Ortadoğu’da nükleer silah-
lardan arındırılmış bölge oluşturma fikri gün-
deme getirilmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin 687 sayılı kararı da buna ihtiyaç ol-
duğunu belirtmiştir. Bu öneri 1973’teki savaştan
hemen sonra verildiği ve sadece nükleer silahlar
söz konusu edildiği için kastedilen ülke İsrail’di.
1988’de Mısır’ın teşvikiyle Birleşmiş Milletler
Genel Sekreteri nükleer silahlardan arındırılmış
Ortadoğu için bir çalışma başlattı ve güven tesis
edici önlemleri de içeren öneriler ortaya koydu.7
1989’da IAEA’nin yaptığı teknik bir çalışma da
Ortadoğu’daki nükleer tesislerde uygulanmak
üzere güvenlik denetimi usullerini ele aldı.8
1990’da Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek,
çözüme yönelik bir adım olarak, sadece nükleer
silahları değil, tüm kitle imha silahlarını kapsa-
yacak şekilde Ortadoğu Kitle İmha Silahlarından
Arındırılmış Bölge (ODKİSAB) önerisini getir-
di. 1970 yılında yürürlüğe giren ve sınırlı süre-
si olan NPT’nin, 1995’teki Gözden Geçirme ve
Uzatma Konferansı’nda Anlaşma süresiz olarak
uzatıldı. Anlaşma’daki bu değişikliğe Arap ülke-
leri Ortadoğu’da nükleer silahlardan arındırılmış
bölge için müzakereler yapılması koşuluyla onay
verdiler. Bunun için de 1995 NPT Gözden Geçir-
me Konferansı Belgesine ek olarak Ortadoğu Ka-
rarı alındı.9 Buna göre bölgedeki ülkeler, nükleer,
kimyasal, biyolojik silahlar ve bunların taşıma
vasıtalarını bulundurmamayı, edinmemeyi, test
etmemeyi, üretmemeyi ve kullanmamayı taah-
hüt edeceklerdir. Önceleri İran, Suriye, Libya ve
Yemen arasında kalan alan düşünülmüş,10 daha
sonra tüm Arap Birliği ülkeleri, İran ve İsrail de
kapsama dahil edilmiştir.11 Anlaşmayla uyumlu
davranıldığının tespiti uygulamadaki başarı açı-
sından büyük önem taşımaktadır. Bu anlamda,
1975’te alınan Birleşmiş Milletler Genel Kurul
Kararı bölgede etkin denetimler öngörmektey-
di.12 2004’te Körfez Araştırma Merkezi, Körfez
bölgesinde oluşturulacak ve Ortadoğu’yu da kap-
sayacak bir kitle imha silahlarından arındırılmış
bir bölge önermiştir.13 2008’de Akdeniz Ülkeleri
Birliği bu fikri tekrar gündeme getirmiştir.14
1995’ten sonra Mısır, Arap Birliği ülkeleriyle ve
bazı sivil toplum kuruluşlarıyla beraber bir hare-
ket planı çalışmış ve bu plan 2010 NPT Gözden
Geçirme Konferansı’nda müzakere edilmiştir.15
2010 NPT Gözden Geçirme Konferansı’nda dev-
letler ilk kez 1995 NPT Gözden Geçirme Konfe-
ransı ve Ortadoğu Kararı’nın uygulanmasına yö-
nelik adımlar atmakta uzlaşmışlardır. Bu Karar’ın
hamileri olan ABD, Rusya ve Birleşik Krallık me-
selenin tartışılması için 2012 yılında bölgesel bir
konferans düzenlemeye karar vermişlerdir. Bu
konferansın, BM Genel Sekreteri ve NPT’nin
“emanetçi” ülkeleri olan ABD, Rusya ve Birleşik
Krallık himayesinde yapılmasına karar verilmiş-
tir. Ayrıca bu konferansa ev sahipliği yapacak bir
hükümet ve müzakerelerin yapılmasını kolaylaş-
tırıcı (Facilitator)16 atanması kararlaştırılmıştır.
Bu ülke Finlandiya, tarih Aralık 2012, kolaylaştı-
rıcı da Finlandiya Dışişleri Müsteşarı Jaakko La-
ajava olarak belirlenmiştir. Ancak ABD, Kasım
2012’de konferansın ertelendiğini açıklamıştır.17
Rusya, NPT 2015 Gözden Geçirme Konferansı-
nın hazırlık komitesinin yapıldığı döneme denk
geldiği için Nisan 2013’ten önce konferansın ya-
pılması gerektiğini vurgulamıştır.18
ODKİSAB’ın Önündeki Sorunlar:
Madrid Barış Konferansı’ndan sonra 1992’de baş-
latılan Silahların Kontrolü ve Bölgesel Güvenlik
(Arms Control and Regional Security- ACRS)
görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından
sonra ve devam eden yıllarda bölgedeki gelişme-
ler ODKİSAB’ın zor bir hedef olduğunu işaret et-
mektedir. Zira meselenin özü anahtar devletlerin
güvenlik algılamaları, politikaları ve hedefleridir.
Bölge ülkelerinin atılacak adımların sıralaması
İnceleme
9
ve koşullar konusunda görüş ayrılığına düşmele-
ri bu konuda uzun süre ilerleme sağlanamama-
sına yol açmıştır. İsrail öncelikli olarak kalıcı ba-
rışın tesis edilmesini ve bölge ülkelerinin belirli
anlaşmaları imzalamalarını ve uygulamalarını
istemekte,19 Arap ülkeleri ise öncelikle İsrail’in
NPT’ye taraf olmasını istemektedirler.20
Görüşmeleri tıkayan iç içe geçmiş üç ana so-
rundan söz edilebilir: Birincisi, çeşitli silah sis-
temleri arasındaki bağlantıdır. İsrail’in nükleer
silahlarının bir amacı kimyasal ve biyolojik bir
saldırıyı caydırmaktır. İsrail’in görüşü nükleer
konular konuşulmadan önce bölge ülkelerinin
Kimyasal Silahlar Konvansiyonu (Chemical We-
apons Convention-CWC) ve Biyolojik ve Tok-
sin Silahlar Konvansiyonu (Biological and Toxin
Weapons Convention-BTWC)’nun imzalamala-
rıdır.21 Ancak Mısır ve bazı diğer Arap ülkeleri
de İsrail NPT’yi imzalamadan diğer kitle imha
silahları anlaşmalarını onaylamayı reddetmek-
tedirler.22 Zira ACRS görüşmeleri tam da bu se-
bepten devam edememiştir.23
İkinci konu da silahsızlanma ve silahların kont-
rolü için atılacak adımlar ve geniş anlamda
Arap-İsrail, Filistin-İsrail ve İran-Arap çatışma-
larını içeren bölgesel güvenlik sorunları arasın-
daki ilişkilendirmedir. İsrail, ancak bölgesel bir
barış anlaşması imzalandıktan sonra kitle imha
silahlarından arındırılmış bölgeyi tartışacağını
belirtmiştir. Nitekim İsrail’in nükleer silahlarının
amacı bölgesel barış anlaşmasının yokluğunda
devletin bekasını korumaktır. Buna karşın, Arap
Arap ülkeleri ve İran, İsrail’in nükleer silahları ve füzelerini savunma amaçlı olarak görmemekte, “saldırgan ve baskı kuran”
bir dış politikayı destekleyen araçlar olarak algılamaktadır.
İnceleme
ülkeleri ve İran, İsrail’in nükleer silahları ve füze-
lerini savunma amaçlı olarak görmemekte, “sal-
dırgan ve baskı kuran” bir dış politikayı destek-
leyen araçlar olarak algılamaktadır. Buna göre,
bu ülkeler öncelikle İsrail’in nükleer silahlarını
bırakmasını barış ve normalleşme sürecinin ön-
koşulu olarak öne sürmektedirler.24
Üçüncü problemli konu ise özellikle İran ve Su-
riye ile ilgili kitle imha silahlarının yayılmasının
önlenmesi konularındaki ilerlemenin silahsız-
lanma konusunda atılacak adımlarla ilişkilendi-
rilmesidir. İsrail, İran ve Suriye’yi en büyük gü-
venlik tehdidi olarak algılamaktadır. Tel Aviv’e
göre öncelik bölgesel silahların kontrolü ve si-
lahsızlanma için değil, İran ve Suriye’nin nükleer
programı ve kimyasal silahlarıyla ilgili mesele-
lerin çözümünde olmalıdır, yani bu devletlerin
uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmeleri
sağlanmalıdır.25
Birbiri içine geçmiş problemlere ev sahipliği ya-
pan Ortadoğu’da böyle bir silahsızlanma hamlesi
için Arap ülkeleri öncelikle Arap-İsrail sorunu-
nun çözümlenmesi gerektiğini söylemektey-
ken,26 bazıları da 2012’nin böyle bir konferans
için erken olduğunu düşünmekteydi.27 Bu so-
runun çözümlenmesi için ve silahsızlanmanın
başlaması için kilit ülkeler, İran, İsrail, Mısır ve
Suriye’dir. Hatırlanacak olursa, Arap ülkeleri-
ni 1995’te ODNSAB (Ortadoğu’da Nükleer Si-
lahlardan Arınmış Bölge) için ikna eden ülke
Mısır’dır. Aralık 2012’de Finlandiya’nın başkenti
Helsinki’de yapılması öngörülen ODKİSAB kon-
feransının gerçekleşmemesi üzerine Mısır, bu
durumu protesto ederek 2013 NPT Gözden Ge-
çirme Konferansının Hazırlık Komitesi toplantı-
sından erken ayrılmıştır.
Suriye, şu dönemde kimyasal silahları ve hükü-
metin bu silahları kullanıp kullanmadığı tartış-
malarıyla gündemdedir. Suriye’deki gelişmeler
göstermiştir ki kimyasal silah sahibi olmak ve
hatta kullanmak, ülkelere prestij kazandırma-
makta, sadece meşruiyetlerini zedelemektedir.
Suriye’deki iç çatışmalar halihazırda konferansa
katılımı ve temsili engellemektedir.
İran ve İsrail’in duruşları konferans esnasında
medya ve uluslararası dikkatin üzerlerine çekile-
ceği endişesiyle şekillenmiş28 ve konferansa katıl-
maktan vazgeçmişlerdir. Bu iki ülke, konferansa
ve fikre şüpheyle yaklaşmakta, bunu bir fırsat
değil tehdit olarak algılamaktadır.29 İsrail, güven-
liğinin garantisi olarak gördüğü nükleer silahlar-
dan bölgede tatmin edici bir denge ya da çözüm
oluşmadan vazgeçmek istememektedir. Mısır, şu
anda hazır değildir ve ABD de isteksiz görün-
mektedir.30 Bölgede ikili ilişkiler çok zayıftır ve
Arap ülkeleri ABD’yi çifte standart uygulamakla
itham etmektedirler. Özellikle Arap ülkelerin-
deki devrim süreçleri ve yeni yönetimler kurma
çabaları devam ederken, bölgesel silahsızlanma
ve barış görüşmeleri için siyasi kararlılık düşük
seviyededir.
Taraflar bir araya geldikten sonra da ODKİSAB
müzakereleri için üzerinde çalışılması gereken
pek çok siyasi ve teknik mesele bulunmakta-
dır: Bunlar arasında; müzakerelerin/anlaşma-
nın hangi silahları kapsayacağı, çift kullanımlı
maddeler ve bunlarla ilgili teknolojilerin hangi
OD SA (Ortado u itle mha Silahlar ndan Ar nd r lm lge)’ n b lge ve uluslararas g venli e yapaca at ve arpan et isi muazzam olaca t r u sebeple g r melere at l m bile o nemlidir OD SA b lgesel g venli meselelerine ve S edinmeye yol a an ulusal nedenlere bir z m getirebilir ve g venli i ilemini nleyebilir
İnceleme
kapsamda ele alınacağı; doğrulama ve uygulama
mekanizmalarının var olan IAEA ve Kimyasal Si-
lahların Yasaklanması Örgütü (Organization for
the Prohibition of Chemical Weapons-OPCW)
gibi kuruluşlarla mı yapılacağı yoksa ayrı bir böl-
gesel örgütün mü kurulacağı; CWC, BTWC ve
CTBT’ye taraf olmayan bazı ülkelerin bu anlaş-
maları imzalamaları/onaylamaları (ya da her iki-
si) için bir takvimin belirlenmesi; ara önlemler,
güven tesis edilmesi, nükleer, kimyasal ve biyo-
lojik silahların ortadan kaldırılması için üzerinde
anlaşmaya varılmış takvimler; nükleer silaha sa-
hip devletlerden bu silahları kullanmayacakları-
na dair güvenlik garantileri alınması ve genel an-
lamda bölgede kitle imha silahı kullanılmaması
ve bunların kullanılması tehdidinde bulunulma-
ması için uluslararası garantiler alınması.31
Öneriler ve Sonuç:
Kitle imha silahı edinmenin bölgedeki en önemli
sebebi güvenlik ve prestijdir. Bu yüzden, çözüm
(silahsızlanma) için önce bölgesel dinamikleri
anlamak gerekir. Bunu yapmak ve çözüm önerile-
rini ortaya çıkarmak üzere hükümetler-arası bir
konferanstan önce daha düşük seviyede katılımlı
bir çalıştay (ya da çalıştay serileri) düşünülebilir.
Çatışmaların çözümlenmesi (conflict resolution)
çalıştaylarından örnekle, özellikle genç profesyo-
neller ve akademisyenler seviyesinde gerçekleşe-
cek bu toplantılar, kilit noktaların belirlenmesi,
ortak noktaların bulunması ve tıkanıklıkların
çözüme kavuşturulması için çok değerlidir. Ayrı-
ca sorun yaşayan ülkelerin vatandaşları arasında
oluşturulacak bilgi ve fikir alışverişi ve kişisel ya-
kınlık ilerisi için de bir yatırım olacaktır.
Çatışmaların çözümlenmesi çalışmalarının kla-
sik güvenlik anlayışından en önemli farkı temel
insan ihtiyaçlarını referans alarak sorunlara yak-
laşmasıdır. Zira eğer çözüm bu yönde geliştiri-
lirse daha kalıcı olacağı varsayılmaktadır, çünkü
temel ihtiyaçları karşılanmış insanların saldırgan
davranışlarda bulunmayacağı ve var olanı düze-
ni değiştirmeye çalışmayacağı görülmektedir.32
Suriye’de kimyasal silah kullanımı uluslararası
kamuoyunun da ilgisini insani güvenliğe çekmiş
ve kitle imha silahlarının “tahrip edici gücünün”
sorgulanması sürecini başlatmıştır. Özellik-
le Ortadoğu’da çatışmaların çözümlenmesi ve
“kazan-kazan” çözümlerin peşinden gidilmesi
sadece ODKİSAB için değil, bölgedeki tüm so-
runların çözüme kavuşturulması açısından de-
nenmelidir.
Önündeki sorunlara ve bekleyen gündem mad-
delerinin zorluğuna rağmen, eğer gerçekleştiri-
lebilirse, ODKİSAB’ın, bölge ve uluslararası gü-
venliğe yapacağı katkı ve çarpan etkisi muazzam
olacaktır. Bu sebeple, görüşmelere katılım bile
çok önemlidir. ODKİSAB, bölgesel güvenlik me-
selelerine ve KİS edinmeye yol açan ulusal ne-
denlere bir çözüm getirebilir ve güvenlik ikilemi-
ni önleyebilir.
Bu konferans gerçekleşmediği sürece bölgede,
nükleer silahların yayılmasının önlenmesi nor-
muna ve genel olarak NPT’nin etkinliğine duyu-
lan güven ve destek azalacaktır. Ayrıca, İsrail’in
nükleer silahları ve NPT’ye taraf olmaması,
İran’ın nükleer programıyla ilgili tartışmalar ve
Suriye’de kimyasal silah kullanımı bölge ülkele-
rinin bu silahların hâlâ politik ve güvenlik açı-
sından “işe yarar” olarak algılanmasına neden
olabilecektir. Suriye’deki iç çatışmalarda devlet
organlarının belli noktalarda kontrolü yitirmesi
ya da yetersiz kalması sonucu kimyasal silahla-
rın çatışmalar sırasında tarafların karşıtlarına
yönelik kullanması sonucunu doğurmuştur. Bu
örnek, bölgede kontrol altında tutulamayan kit-
le imha silahlarının iç çatışmalarda kullanılması
ve hatta yetersiz sınır güvenliği nedeniyle terör
örgütlerinin eline geçme riskini de yaratmıştır.
Bundan dolayı, silahsızlanma, bölgesel ve ulus-
lararası alanda sonuçları olabilecek ve çok sayıda
can kaybıyla sonuçlanacak olaylara yol açmamak
için önemle üzerinde durulması gereken bir ko-
nudur. Bu yüzden, sadece bölgesel değil, ulusla-
rarası aktörlerin de süreci hızlandırmak ve taraf-
ları Helsinki’de bir araya getirmek için çaba sarf
etmeleri gerekmektedir. Buradaki önemli nokta,
konferansın herhangi bir ülkenin zafiyetlerini ya
da politikasındaki sorunları öne çıkarmaktan ka-
çınarak odağı tüm bölgenin normalleşmesi üze-
rinde tutmaktır.
O
İnceleme
1 Stephen Krasner, “Structural Causes and Regime Consequences: Regimes as Intervening Variables,” in Stepehen Krasner, ed. International Regimes, Ithaca, Cornell University Press, 1983, ss. 1-21.
2 Nuclear Weapon-Free Zones at a Glance,” Arms Control Association, Eylül 2012, http://www.armscontrol.org/fact-sheets/nwfz
3 Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT)”, Madde. 7, http://www.un.org/en/conf/npt/2005/npttreaty.html
4 “United Nations Report for the Disarmament Commission”, General Assembly Official records (Birleşmiş Milletler Silahsızlanma Komisyonu Raporu, Genel Kurul Resmi Kayıtları), 54th session (54. Oturum), Supplement (Ek) No. 42 (A/54/42), United Nations, New York, 6 Mayıs 1999, ss. 8-9.
5 “Weapons of Mass Destruction Capabilities in the Middle East,” James Martin Center for Nonproliferation Studies, http://cns.miis.edu/wmdme/capable.htm#32
6 “Growing Evidence of Chemical WEapons Use in Syria-UK” BBC News, 26 Nisan 2013, http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-22305444
7 Effective and Verifiable Measures which would Facilititate the Establishmnet of Nuclear-Weapon-Free Zone in the Middle East, Report of the Secretary General, UN, 1991. http://www.un.org/disarmament/HomePage/ODAPub-lications/DisarmamentStudySeries/PDF/SS-22.pdf
8 Modalities of Application of Agency Safeguards in the Middle East, IAEA, GC (33)/887, 29 Ağustos 1989, http://www.iaea.org/About/Policy/GC/GC33/GC33Documents/English/gc33-887_en.pdf
9 “Resolution on the Middle East,” NPT/CONF.1995/32 (Part I) Ek, 1995. http://www.un.org/disarmament/WMD/Nuclear/1995-NPT/pdf/Resolution_MiddleEast.pdf
10 Modalities of Application of Agency Safeguards in the Middle East.11 Effective and Verifiable Measures…12 “Comprehensive Study of the Question of Nuclear-Weapon-Free Zones in All its Aspects”, UN General Assembly
Resolution 3472 B, 11 Aralık 1975, http://www.opanal.org/Docs/UN/UNAG30res3472i.pdf13 Declaring the Gulf Region as a WMD-Free Zone, Gulf Research Center, Dubai, 15 Aralık 2004. http://www.grc.net/
data/contents/uploads/Declaring_the_Gulf_Region_as_a_WMD-Free_Zone2_En_7571.pdf14 “Barcelona Process: Union for the Mediterranean Ministerial Conference Final Declaration,” 3-4 Kasım 2008.
http://www.eu-un.europa.eu/articles/fr/article_8272_fr.htm15 “Middle East WMD Free Zone (Orta Doğu’da Kitle İmha Silahlarından Arındırılmış Bölge)”, Acronym Institute,
http://www.acronym.org.uk/core-work/middle-east-wmd-free-zone16 Kolaylaştırıcının arabulucudan farkı, tarafların alacakları karara etki etmemesidir.17 Victoria Nuland, “2012 Conference on a Middle East Zone Free of Weapons of Mass Destruction,” Basın Açıklama-
sı, Washington, D.C., 23 Kasım 2012, http://www.state.gov/r/pa/prs/ps/2012/11/200987.htm18 “Middle East WMD Free Zone Conference Should be Held Before Next April-MFA (Orta Doğu’da Kitle İmha Silah-
larından Arındırılmış Bölge Konferansı Gelecek Nisan’dan Önce Yapılmalıdır- Dışişleri Bakanlığı),” Voice of Russia, 24 Kasım, 2012, http://english.ruvr.ru/2012_11_24/Middle-East-WMD-free-zone-conference-should-be-held-before-next-April-MFA/
19 Emily B. Landau ve Shimon Stein, “Israel and the WMD-free Zone: Has Israel Closed the Door? (İsrail ve KİS’lerden Arındırılmış Bölge: İsrail Kapıyı Kapattı mı?)” The Bulletin of Atomic Scientists, 27 Eylül 2012, http://www.thebulle-tin.org/web-edition/op-eds/israel-and-the-wmd-free-zone-has-israel-closed-the-door
20 Hossam Eldeen Aly, “A Middle Eastern WMD-Free Zone: Objectives and Approaches of Arab States (Orta Doğu’da KİS’lerden Arındırılmış Bir Bölge: Arap Ülkelerinin Amaçları ve Tutumları),” Arms Control Association, Nisan 2012. http://www.armscontrol.org/act/2012_04/A_Middle_Eastern_WMD-Free_Zone_Objectives_and_Approac-hes_of_Arab_States#4
21 Ariel Levite, “Global Zero: An Israeli Vision of Realistic Idealism (Küresel Sıfır: Realistik İdealizm üzerine bir İsrail Görüşü),” Washington Quarterly, Cilt. 33, No. 2, Nisan 2010, s. 162.
22 Nabil Fahmy, “Salvaging the 2012 Conference (2012 Konferansını Kurtarmak),” Arms Control Today, Cilt. 41, No. 7, Eylül 2011, s. 15.
DİPNOTLAR
İnceleme
23 Paolo Foradori ve Martin B. Malin, “A WMD-Free Zone in the Middle East: Creating the Conditions for Sustained Progress,” Discussion Paper No: 2012-16, Cambridge: Mass.: The Project on Managing the Atom, Harvard Univer-sity, Kasım 2012, s. 14. http://belfercenter.ksg.harvard.edu/publication/22616/wmdfree_zone_in_the_midd-le_east.html
24 A.G.E.25 Shaul Chorev, statement given at the 56th General Conference of the International Atomic Energy Agency,
Vienna, Austria, September 17–22, 2012, cited in “A WMD-Free Zone in the Middle East: Creating the Conditions for Sustained Progress…”, s. 14.
26 Wael al-Assad, “Arab States are Ready for the Conference,” in Bilal Y. Saab ed., The 2012 Conference on a Weapons of Mass Destruction Free-Zone in the Middle East, CNS Special Roundtable Report, Temmuz 2012, ss. 4-5.
27 Peter Jones, “The United States Should Lead from Behind,” in The 2012 Conference on a Weapons of Mass Destruc-tion Free-Zone in the Middle East, 2012, ss. 10-11.
28 Michael Elleman, “The Zone is a Win-Win For All,” in The 2012 Conference on a Weapons of Mass Destruction Free-Zone in the Middle East, 2012, ss. 8-9.
29 Wael al-Assad, “Arab States are Ready for the Conference,” 2012.30 Chen Kane, “Bad Timing but Still Some Hope,” in The 2012 Conference on a Weapons of Mass Destruction Free-Zone
in the Middle East, 2012, ss. 12-13.31 “Middle East WMD Free Zone,” Acronym Institute32 Bkz. John Burton, Conflict Resolution and Prevention, New York: St. Martin’s Press, 1990; Morton Deutsch, Peter T.
Coleman and Eric C. Marcus, The Handbook of Conflict Resolution, Theory and Practice, San Francisco, CA: Jossey-Bass, 2006.
İnceleme
İran’ın Devlet Kapasitesi ve
Dış Politikası
The State Capacity and Foreign Policy of Iran Barış DOSTER
AbstractThis article investigates the state capacity and foreign policy of Iran. Iran, as a regional power has important
allies such as Russia and China. It tries to develop its nuclear capacity, accepts a policy against the USA and
Israel and has a respectful image in Muslim countries. The author concludes that, although the economic
situation is not good in Iran, it has a clever diplomacy, great geopolitics and strategic position. Therefore it
is very difficult for the USA and Israel to attack Iran.
Keywords: Middle East, Security, Foreign Policy, Shiite Factor
İran’a karşı 2006’da başlatılan BM yaptırımlarının kapsamı 2010’dan itibaren genişletilmiş, yaptırımların ekonomi
üzerinde yarattığı baskı ve sıkıntı gözle görülür bir hal almıştır. 2012’de ekonomi küçülmeye başlamıştır.
İnceleme
Giriş
Ortadoğu’da siyasetin önemli aktörlerinden olan
İran, 14 Haziran 2013 tarihinde gerçekleşecek
cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir kez
daha küresel ve bölgesel çapta politik ve diplo-
matik ajandalarda öne çıkmıştır. Seçimler ön-
cesinde hayli gergin günler yaşayan ülkede, çok
sayıda adayın ismi öne çıkmakla birlikte, seçimin
kesin bir favorisinin olmadığı yönünde yaygın
bir görüş egemendir. Siyasi rekabet hayli sertleş-
miştir. Yönetici seçkinler ve muhtemel adaylar
birbirlerine ağır suçlamalarla yüklenmektedirler.
Blokların kendi içinde çatlaklar, kırılmalar ya-
şanmaktadır. Yüksek işsizlik ve hayat pahalılığı,
kötüleşen ekonomi, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları,
devlet güçlerinin baskısı, basına yönelik sansür,
seçimlere hile karıştırıldığına ilişkin savlar bu se-
çimlerde daha fazla gündeme gelmektedir.
78 milyonu geçen nüfusu, 1 milyon 648 bin ki-
lometrekarelik yüzölçümü, dağlık coğrafyası,
yeraltı zenginlikleriyle öne çıkan İran, dünyada
ABD karşıtlığında da ilk sırada olan ülkelerden-
dir. Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman, bunun
da yüzde 90’ı Şii olan (kalan yüzde 1 ise Hıristi-
yan, Yahudi, Zerdüşt ve Bahaîlerden oluşur) ül-
kenin kabaca yarısı Fars, üçte biri Azeri, yüzde
8’i Kürt, yüzde 3’ü Arap, yüzde 2’si Beluci, yüz-
de 2’si Türkmen, yüzde 1’i Ermeni’dir. Farsça ve
lehçelerinin kullanım oranı yüzde 60’ı, Türkçe ve
lehçelerininki yüzde 40’ı bulur. Okuryazar oranı
yüzde 80 dolayındadır. Ülkenin en büyük şehri
olan başkent Tahran’ın nüfusu 15 milyondur. Di-
ğer önemli şehirleri ise Tebriz, Meşed, Şiraz ve
İsfahan’dır.
Dini Otorite ve Devlet Yönetimi
İran devlet yönetiminde cumhurbaşkanlığı ma-
kamı önemli ve yetkilidir. Ancak tek başına çok
güçlü bir makam değildir. Güçler bölüşülmüştür.
Sistemde velayeti fakih müessesesi çok önemli-
dir. Ruhani lidere, yani velayeti fakih müessese-
sini temsil eden kişiye veliyi fakih denir. Velayet
yönetim, otorite, fakih ise yasayı yorumlayan kişi
demektir. Velayeti fakih hem dini, hem siyasi,
hem idari otoritedir ve rejimin en üst makamı-
dır. Ülkenin genel politikalarını belirler, silahlı
kuvvetlerin genel komutandır, seçilmiş cum-
hurbaşkanını azledebilir, harcamaları Sayıştay
denetiminden muaftır, ülkeyi referanduma gö-
türebilir, vakıfların yöneticilerini ve yüksek yargı
mensuplarını atar.
Şii mezhebi, dini hiyerarşi içinde Müslümanla-
rın imamlar tarafından yönetilmesi gerektiğini
savunur. Şiilikte zekât ulemaya verildiğinden
ve dağıtımı da ulema yaptığından, ulema siyasi
olduğu kadar iktisadi olarak da güçlüdür. Dini
otoritenin çok güçlü olduğu ülkede din bilginleri
peygamberin mirasçısı olarak görüldüklerinden,
toplumu yönetmek onların hakkı, sorumluluğu,
görevi olarak algılanır. Devlet yönetiminde ay-
rıca İslami Danışma Merkezi, Anayasa Koruyu-
cular Konseyi, Maslahat Konseyi, Milli Güvenlik
Yüksek Konseyi gibi önemli kurumlar da vardır
ve bunların hepsinde velayeti fakih çok etkilidir.
İran’ın mevcudu yaklaşık 700 bin olan ordusu
ile (125 bini Pastaran denilen devrim muhafız-
larından oluşur) bölgenin en güçlü ordularından
biridir. Şii inancı, Fars kültürüyle birlikte İran
halkının ulusal kimliğinde de, devlet örgütlen-
ran’da en st n otorite olan dini lider hem dini hem siyasi yani hem ruhani hem d nyevi g ce sahiptir et ileri o geni tir Siyasi yap s hayli arma olan l ede bat l anlamda siyasi partiler yo tur Gruplar ittifa lar blo lar anatlar s z onusudur
İnceleme
mesinde de, idari hiyerarşide de belirleyicidir.1
1979 İran İslam Devrimi’nden sonra en yüksek
otorite olarak velayet-i fakih öne çıkmıştır. Ken-
disini “İslam Cumhuriyeti” olarak tanımlayan
İran’da en üstün otorite olan dini lider, hem dini
hem siyasi, yani hem ruhani hem dünyevi güce
sahiptir. Yetkileri çok geniştir. Siyasi yapısı hayli
karmaşık olan ülkede batılı anlamda siyasi par-
tiler yoktur. Gruplar, ittifaklar, bloklar, kanatlar
söz konusudur. Her blokta çeşitli alt bloklar, her
grupta çeşitli alt grupçuklar vardır. Dini liderin
yetkilerinin cumhurbaşkanına verilmesini is-
teyen ve siyasi gücü tek elde toplamaya çalışan
mevcut cumhurbaşkanı Ahmedinecad ile dini
lider Seyit Ali Hamaney arasındaki mücadele,
aday adaylarının Anayasa Koruma Konseyi’nden
onay alma aşamasından başlayarak her aşamada
öne çıkmaktadır. 14 Haziran seçimleri öncesinde
dikkati çeken gruplar şunlardır: Muhafazakârlar,
ılımlılar (yenilikçiler, liberaller veya reformcular
da denir) ve Ahmedinecad’ın çevresinde küme-
lenen dini- milliyetçi kanat.
Ekonomideki Yapısal Sorunlar
İran ekonomisi, hem ABD ve AB’nin uyguladığı
ambargo, hem ağırlıklı olarak petrol ve doğalgaz
ihracatına dayalı yapısı, hem de sanayi ve tekno-
lojideki geriliği nedeniyle zorlanmaktadır. Eko-
nomide devlet egemendir. Dini bürokratik yapı-
nın büyük ağırlığı vardır. Üretken olmayan, ve-
rimliliği gözetmeyen, dışsallık yaratmayan hantal
bir ekonomidir. Para birimi olarak İran Riyali’ni
kullanan ülkede yapısal bir sorun olan işsizlik
oranı resmi verilere göre yüzde 13’tür. Gerçekte
bu oran çok daha yüksektir, gençler arasında ise
yaklaşık iki katıdır. Bir diğer yapısal sorun olan
enflasyon oranı ise resmi açıklamalara göre yüz-
de 27,4’tür. İran’a uygulanan yaptırımlar ve İran
Riyali’nin değerinin düşüklüğü finans sistemini
ve sanayi üretimini olumsuz etkilemektedir. Yıl-
da en az 3 milyar doların da yasadışı yollardan
yurt dışına çıkarıldığı öne sürülmektedir.
Yabancı yatırımlara karşı mesafeli duran İran,
ekonomide devletçi politikaları benimsemesine
karşın, bunu sistemli, kendi içinde tutarlı biçim-
de uygulayamamaktadır. Ekonomide Devrim
Muhafızlarından başka, mollaların egemen ol-
duğu “bonyad” adlı vakıfların da ağırlığı büyük-
tür. Din adamları, yönettikleri vakıflar sayesinde
İran ekonomisinin neredeyse yarısını yönlendi-
rirler. Önemli ölçüde enerji ihracına dayalı olan
ekonomi, dalgalanan petrol fiyatlarına karşı du-
yarlıdır, kırılgandır. Ekonomi yüzde 50.60 ora-
nında hizmet sektörü ağırlıklıdır ve bu alanda
çok yüksek bir devlet denetimi vardır. Petrol, do-
ğalgaz, savunma, otomotiv, madencilik sektörle-
rinin GSYİH içindeki payı yüzde 38,40, tarımın
payı ise yüzde 11’dir.2
İran bölgede Suudi Arabistan’dan sonra ikin-
ci büyük petrol rezervine sahiptir. Dünyada ise
petrol açısından en zengin 4. ülkedir ve bilinen
petrol rezervlerinin yüzde onuna sahiptir. Do-
ğalgazda ise Rusya’nın ardından ikinci büyük
doğalgaz zenginidir. İran, deniz yoluyla taşınan
petrolün yüzde 40’ının naklini sağlayan Hürmüz
Boğazı’nı denetlemektedir ki, bu onun elindeki
önemli bir ekonomik ve stratejik kozdur. Tahran,
Batı ile ilişkilerinin gerginleştiği dönemlerde ba-
zen Hürmüz Boğazı’nı kapatabileceği yönünde
açıklamalar yapmaktadır. Ancak, böyle bir ka-
rar, ekonomik olarak İran’ın kendisini de vura-
cağından, dahası en büyük müşterileri olan Çin
ve Japonya’nın da tepkisini çekeceğinden, hayata
geçirilmesi çok zor bir karardır.
ABD ve İsrail Karşıtlığının İç Politikadaki
Önemi
İran’da dış politikanın iç siyasetteki ağırlığı ol-
dukça yüksektir. Politikacılar, iç meseleleri hal-
kın gözünde perdelemek, ikinci plana düşürmek
için dış sorunları öne çıkarmada ustadırlar. Ba-
zen yapay olarak dış politikada sorun yaratır ba-
zen de sorunları gerçekte olduğundan daha bü-
yük gösterirler. Bu yolla iç siyasette yitirilen ka-
muoyu desteğini alır, rejimin gücünü pekiştirir,
diplomatik müzakerelerde masaya daha güçlü
otururlar. Yine bu yolla iç siyasette yeni mütte-
fiklere kavuşurlar. İran, diplomaside son derece
gerçekçi, akılcı, pragmatik davranan bir ülkedir.
Dini söyleme, zamana, zemine, muhataba göre,
dozunda başvurur. Ülkenin dış politikasında, iç
siyasetteki tüm ayrım ve çelişkilere karşın, halkın
büyük desteğini alan belirgin bir çizgi söz konu-
sudur.
İnceleme
İran’ın dış politikasını şekillendirmede, geçmi-
şinde yaşadığı Rus ve İngiliz işgallerinin, Başba-
kan Musaddık’ın CIA darbesiyle devrilmesinin,
1979 İslam Devrimi’nin, aynı yılın Kasım ayında
ABD’nin Tahran Büyükelçiliği’nin basılmasıyla
başlayan ve 1981’de son bulan rehine bunalımı-
nın, 1980-1988 arasında süren, 1 milyon kişinin
ölümüne, en az 150 milyar dolarlık maddi kayba
neden olan İran-Irak Savaşı’nın etkisi büyüktür.
ABD, rehine bunalımından sonra İran’a yönelik
yaptırımları devreye sokmuş, 1981’de kaldırıp,
1984’te yeniden gündeme getirmiştir. Tahran’ın
nükleer faaliyetlerinin gelişmesine koşut olarak
da ağırlaştırmış, yaygınlaştırmış, 2012’de de en
üst düzeye çıkarmıştır. Ayrıca ABD’nin Irak’ı
işgal etmesi, İran’ı çevrelemeye, rejimini de-
ğiştirmeye çalışması ve İran’ın İsrail’le yaşadığı
gerginlik hep İran’ın dış politikasını, savunma
ve güvenlik anlayışını biçimlendiren unsurlar-
dır. İran’da ABD ve İsrail öncelikli tehdit olarak
görülürler. O nedenle güçlü devlet olma çabası,
güçlü orduya sahip olma arzusu ve nükleer silaha
sahip olma hakkı genel kabul görür.
İran’ın, ABD ve İsrail’in hedefinde olmasının en
büyük nedeni nükleer faaliyetleridir. Bu faali-
yetler tüm diğer anlaşmazlık konularının önü-
ne geçmiştir. İran’ın sık sık İsrail’in yok edilmesi
gerektiğini söylemesi, ABD’yi ise “büyük şeytan”
olarak nitelemesi, hem dış politikada ABD’yle
mesafeli ülkelerde takdirle izlenmekte (Küba’dan
Çin’e, Kuzey Kore’den Venezüella’ya kadar), hem
de iç siyasette büyük karşılık bulmaktadır. İktidar,
iç siyasette sıkıştığında ABD ve İsrail karşıtlığını
öne çıkarmaktadır. ABD ve İsrail karşıtlığı, dış
politikanın yanında devlet ideolojisinin de teme-
line oturmuş ve iç siyasette de karşılık bulmuştur.
ABD ve İsrail’in de “İran nükleer silahlara sahip
olacak” söylemiyle, hem kendi iç kamuoylarını
hem de dünyayı İran’a karşı konumlandırmak,
bu ülkeye yönelik bir saldırıyı meşrulaştırmak,
psikolojik altyapı hazırlamak amacını güttükleri
bilinmektedir. Ayrıca ABD İran’ı terörü destekle-
yen ülkeler arasında anmaktadır.
İran, bölgedeki grupları İsrail’e karşı desteklese
de, İsrail ile doğrudan bir çatışma içine girmek-
ten kaçınmaktadır. Çünkü İran ile İsrail arasında
oluşabilecek sıcak bir çatışma, ABD’nin de du-
ruma dâhil olmasını beraberinde getirebilir. İran
ise bu riski göze almak istememektedir.3 İran,
ABD’nin ve İsrail’in kendisini kışkırtan, hata
yapmaya zorlayan hamlelerine karşı soğukkanlı
davranmakta, ilk adımı atan, çatışmayı başlatan
taraf olmamaya özen göstermektedir. ABD’ye
karşı savunmacı, çekingen, ezik bir diplomasi
değil, atak, dünya ölçeğinde ittifaklara açık, sa-
dece Ortadoğu’da değil ABD’nin hemen yanında
Latin Amerika’da bile işbirliği yapabilen bir dip-
lomasi izlemektedir.
Rusya ve Çin’le Yakın İlişkiler
İran’ın SSCB ile ilişkileri Soğuk Savaş yıllarında
oldukça düşük seviyede seyretmiştir. SSCB’nin
dağılmasından sonra ise İran-Rusya ilişkileri
hızla gelişmiştir. 1992’de iki ülke nükleer reaktör
yapımına ilişkin anlaşma imzalamıştır. O günden
beri Rusya, İran’ın nükleer faaliyetlerine keskin
bir itirazda bulunmamaktadır. 1979 İslam Dev-
rimi sonrasında İran, güvenliğini sağlamak adına
Çin, Kuzey Kore ve SSCB’den silah almaya baş-
lamıştır. Devrimden sonra ABD’yle ilişkilerini
kesen, askeri anlaşmaları fesheden, ülkesindeki
ABD üslerini kapatan İran, kendisini destekle-
yen Rusya’nın eski Sovyet coğrafyasındaki üs-
tünlüğünü de kabul etmiştir. 1989’da Ayetullah
Humeyni’nin ölümünden sonra İran ve Rusya
arasında ilk geniş çaplı silah anlaşması imzalan-
mıştır. Bu da ilişkileri hızla geliştirmiştir. Rusya
ile İran arasındaki bu yakınlaşma ABD başta ol-
mak üzere birçok Batı ülkesini tedirgin etmiştir.4
Normal koşullarda, enerji konusunda Rusya’nın
önemli bir rakibi olması beklenen İran, Batı tara-
fından dışlandığı oranda Rusya’yla yakınlaşmış-
tır. Bu da Rusya’nın elini güçlendirmiştir. İran’ın
bölünmesi veya istikrarsız hale gelmesinin, Ha-
zar çevresinde, Azerbaycan’da, Türk dünyasında
ne gibi sonuçları olabileceğini öngören Rusya,
İran’ın Batı ile yaşadığı gerginlikten kazançlı çık-
mıştır.
İran’a nükleer faaliyetleri kapsamında bilgi ve
teknoloji satan Rusya, 1992’den bu yana istikrarlı
biçimde BM’de İran’ın nükleer çalışmalarıyla il-
gili oylamalarda, İran’a yönelik yaptırımlara karşı
çıkmaktadır. İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer
programını geliştirme hakkına sahip olduğunu
İnceleme
savunmaktadır. Bu bağlamda “yumuşak” yaptı-
rım kararıyla İran’ın diyaloga yanaşmasını sağ-
layabileceğini, böylece İran’ın nükleer progra-
mının askeri içerikte olmadığının anlaşılacağını
öne sürmektedir.5 ABD başta olmak üzere Batı-
nın, nükleer faaliyetleri bahane ederek, İran’da
rejim değişikliği için çalıştığını belirtmektedir.
İran’a yönelik bir askeri müdahalenin kendisine
yönelik doğrudan bir tehdit olduğunu vurgula-
maktadır. İran’ın, Rusya ve Çin’in kurucu ve li-
der üyeler olarak öne çıktıkları Şanghay İşbirliği
Örgütü’nde gözlemci üye olduğunu da unutma-
mak gerekir.
Tartışmalı nükleer programından dolayı İran’a
karşı 2006’da başlatılan BM yaptırımlarının kap-
samı 2010’dan itibaren genişletilmiş, yaptırım-
ların ekonomi üzerinde yarattığı baskı ve sıkıntı
gözle görülür bir hal almıştır. 2012’de ekonomi
küçülmeye başlamıştır.6 Batının İran’a uyguladığı
petrol ambargosunu ağırlaştırmasından (1 Tem-
muz 2012’den itibaren AB İran’dan petrol alımını
durdurmuştur) ve İran Merkez Bankası’nın mal-
varlıklarını dondurmasından sonra Çin, İran’dan
yaptığı petrol ithalatını artırmıştır. Çin ekono-
misinin üç numaralı petrol tedarikçisi İran’dır.
İki ülke petrol ticaretinde dolar yerine Çin para
birimi yuan’ı devreye sokmuşlardır. İran petrol-
lerinin Çin’den başka en büyük alıcıları Japonya,
Hindistan ve Güney Kore’dir. İran, Rusya ve Çin
ile olan yakın ilişkilerini, diplomaside önemli bir
koz olarak kullanmaktadır. Bu durum, özellikle
Almanya ile dengeli bir ilişki kurmasında önemli
bir unsurdur.
İran, Suriye’nin bölgedeki en büyük müttefiki ve destekçisidir.
Suriye üzerinden Lübnan siyasetinde etkili olmaya çalışmaktadır.
İnceleme
9
İran, Latin Amerika ve Bağlantısızlar
Hareketi
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın 2012 yılı
Ocak ayında Venezüella, Ekvator, Nikaragua ve
Küba’yı içeren Latin Amerika gezisi, İran açısın-
dan oldukça başarılı geçmiştir. İran’ın 2005’ten
itibaren bölgeye yönelik attığı diplomatik adım-
larla başlayan politika, bölgede İran lehine bir
tutum takınılmasını sağlamıştır. Bu durum, La-
tin Amerika’yı uzun yıllar “arka bahçesi” olarak
gören ABD’yi ise endişelendirmiştir.7 Fars milli-
yetçiliğini ve Şii inancını, antiemperyalist ve anti
Siyonist söylemle harman eden, ideolojisinin ve
İslam anlayışının merkezine koyan İran, ABD ile
anlaşmazlık yaşayan ülkeleri doğal müttefiki ola-
rak görmektedir. Bu politika Latin Amerika’nın
özellikle ulusal sol iktidarlarca yönetilen ülkele-
riyle yakın ilişkiler geliştirmesini sağladığı gibi,
küresel ölçekte de İran’a itibar kazandırmakta-
dır. O kadar ki, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt,
Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Sünni Arap
yönüyle öne çıkan rejimlerin halkları arasında
bile İran’a yönelik takdir hisleri gelişmektedir.
İran, kendisine yönelik yaptırım ve ambargola-
rın genişleyip, yaygınlaştığı bir dönemde, 2012
yılı Ağustos ayında 16. Bağlantısızlar Hareketi
Zirvesi’ne evsahipliği yaparak önemli bir ba-
şarı elde etmiştir. Tahran’da gerçekleşen zirve-
ye 40’a yakın cumhurbaşkanı ve başbakan, çok
sayıda bakan katılmıştır. 120 üyesi, 17’si ülke,
10’u da örgüt olmak üzere 27 gözlemci üye-
si olan, BM’nin ardından en büyük uluslararası
örgüt olarak kabul edilen Bağlantısızlar Hareke-
ti Zirvesi’ne evsahipliği yapmak İran açısından
önemli bir hamledir. Bu yolla ABD’nin kendisi-
ni tecrit etme çabalarına yanıt vermiştir. İran ile
diplomatik ilişkilerini uzun yıllardır dondurmuş
olan Mısır’ı, Cumhurbaşkanı Mursi’nin temsil
etmesi, zirveye davet edilmeyen Suudi Arabis-
tan Kralı’nın, bizzat mektup yazarak temsilcisini
göndermesi, önemli gelişmelerdir.
Dış politikasındaki dini vurgu söylemden iba-
ret olan İran, çok yönlü, çok merkezli bir dip-
lomasi izleyerek, sadece politik, ideolojik ve
stratejik açıdan değil, iktisadi açıdan da dış-
lanmışlığı, kuşatmayı yarmaya çalışmaktadır.
Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya dek geniş bir
coğrafyada kurmaya çalıştığı ittifak ilişkileriyle
etki alanını büyütmeye çabalamaktadır. Bu yol-
da belli bir mesafe de almıştır. Bu sayede İran’ın
Latin Amerika’daki en önemli ticaret ortağı olan
Brezilya, İran’ın nükleer programını onaylamak-
tadır. 2010’da BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a
yönelik yeni yaptırım paketine Türkiye ile bir-
likte “hayır” demiştir. İran, Brezilya’nın İran ile
Batı arasında arabuluculuk yapmasını kabul et-
miştir. Siyasi ilişkileri çok iyi olmasa da, İran’ın
Arjantin’le de ekonomik ilişkileri gelişmektedir.
Arjantin İran’ın Latin Amerika’daki ikinci ticaret
ortağıdır. İran Venezüella’ya konuttan otomotive
dek pek çok alanda büyük yatırımlar yapmıştır ve
iki ülkenin işbirliği, üyesi oldukları OPEC (Petrol
İhraç Eden Ülkeler Örgütü) içinde de dikkat çek-
mektedir.
İran’ın Bölgedeki Ağırlığı ve Gücünün
Sınırları
İran, Türkiye’den sonra İsrail’i tanıyan ikinci
Müslüman ülkedir. Şah döneminde, Türkiye ve
Mısır’la (Araplar arasında İsrail’i tanıyan ilk ül-
ran’ ger e te oldu undan daha g l ym gibi g steren abart l bir tehdit alg s yla yaln zla t rmaya al an A D ve srail bu sayede Tahran’ n hem i siyasette elini g lendirme te hem de b lgede ve d nyada geni bir ittifa potansiyeli elde etmesine itibar azanmasna yard mc olma tad rlar
İnceleme
kedir) birlikte ABD’nin bölgedeki en yakın müt-
tefikleri arasında öne çıkmıştır. İslam Devrimi
sonrasında ise İsrail’in haritadan silinmesini sa-
vunmaya başlamıştır. Bölgede, ekonomik, siya-
sal, toplumsal, teknolojik gücünün üstünde bir
ağırlığa sahip olmasında, bölgesel güç konumu-
na ulaşmasında kendisinin ABD ve İsrail karşıtı
söylemlerinin de, ABD ve İsrail’in İran karşıtı ve
yer yer abartılı söylemlerinin de etkisi büyüktür.
İran’ı, gerçekte olduğundan daha güçlüymüş gibi
gösteren, abartılı bir tehdit algısıyla yalnızlaştır-
maya çalışan ABD ve İsrail, bu sayede Tahran’ın
hem iç siyasette elini güçlendirmekte, hem de
bölgede ve dünyada geniş bir ittifak potansiye-
li elde etmesine, itibar kazanmasına yardımcı
olmaktadırlar. Bölgesel güç olan, ancak küresel
ölçekte adım atma, etkili olma konusunda devlet
kapasitesi, yumuşak gücü yetersiz kalan İran da,
kendisine yönelik bu abartılı ifadelerden yarar-
lanmaktadır.
İran Türkiye’yle tarihsel olarak rekabet içinde-
dir8. Özellikle son dönemde Suriye meselesi baş-
ta olmak üzere Türkiye’yle önemli sorunlar yaşa-
maktadır. Türkiye’nin batıya yakın bir diplomasi-
yi, savunma ve güvenlik politikasını tercih etme-
si, zaman zaman İslam aleminin liderliğine oyna-
dığı yönünde bir algının oluşması, Ortadoğu’da
öncü olma çabaları, topraklarına kabul ettiği
füze kalkanı ve patriotlar İran’ın tepkisini çek-
mektedir. İki ülke Irak’ta da rekabet halindedir.
İran, Başbakan Maliki hükümetini ve merkezi
yönetimi desteklerken, Türkiye, Kuzey Irak Böl-
gesel Yönetimi’ni ve Barzani’yi desteklemektedir.
Türkiye, İran’ın nükleer faaliyetlerinden de tedir-
gin olmaktadır ve bunun İran’ın bölgesel üstün-
lüğünü artıracağını düşünmektedir.
Tüm bunlara karşın gerek Türkiye gerekse İran
bölgede devlet ve millet gelenekleriyle öne çıkan
ülkelerdir. 1639 tarihli Kasrı Şirin Anlaşması’ndan
bu yana değişmeyen sınıra sahiptirler. Rekabetin
ve anlaşmazlığın büyüklüğüne karşın, sıcak ça-
tışmadan özenle ve özellikle kaçınacak bilinçte-
dirler. Nitekim 1990’larda Türkiye’de Atatürkçü,
Cumhuriyetçi fikirleriyle öne çıkan aydınlara yö-
nelik cinayetler ve İran’ın Türkiye’ye rejim ihraç
etme çabaları Türk kamuoyunda İran karşıtlığını
körüklemişse de, her iki ülke de soğukkanlı dav-
ranarak, gerilimi düşürmeye çalışmışlardır. İki
ülkenin siyasi ve ticari ilişkilerinde iniş çıkışlara
rağmen belli bir istikrar egemendir. İki ülke ara-
sındaki ticaret hacmi 2012’de 20 milyar doları
aşmıştır ve 30 milyar dolara yükselmesi hedef-
lenmektedir. Türkiye, ABD’nin uyarısı üzerine
İran’dan ithal ettiği enerjiyi azaltsa da, yakın geç-
mişte, Türkiye’nin petrol ihtiyacının yüzde 40’ını,
doğalgaz ihtiyacının ise yüzde 30’unu İran’dan
karşıladığı dönemler olmuştur.
İran, Suriye’nin bölgedeki en büyük müttefiki ve
destekçisidir. Suriye üzerinden Lübnan siyasetin-
de etkili olmaya çalışmaktadır. Filistin’de Hamas
ve Lübnan’da Hizbullah üzerinde etkisi büyük-
tür. Bu sayede etkisini Akdeniz sahillerine kadar
genişletmektedir. ABD’nin Irak’ı işgalinden en
kazançlı çıkan bölge ülkesi de yine İran olmuş,
nüfusunun yaklaşık üçte ikisi Şii olan Irak’ta
siyasi nüfuzunu, iktisadi, toplumsal, kültürel
ağırlığını artırmıştır. “Arap Baharı” olarak ad-
landırılan süreci 1979 İran İslam Devrimi’nden
esinlenen bir İslami uyanış olarak memnuniyetle
karşılayan İran, Suriye’deki gelişmelere ise büyük
tepki vermiştir.9
Sonuç
İran ekonomisi küresel ölçekte ülkenin iddiala-
rını destekleyecek güçte rekabetçi bir ekonomi
değildir. ABD’nin İran’ın petrol satışını engelle-
meye, bu yolla onu iktisadi açıdan zayıflatmaya,
rejimi halk nezdinde yıpratıp itibarsızlaştırmaya
yönelik çabaları aralıksız sürmektedir. İran, ülke-
sini ve rejimini korumak, bölgesel bir güç olarak
konumunu pekiştirmek için nükleer çalışmaları-
nı devam ettirmektedir. Aynı zamanda da İran’ı
hata yapmaya zorlayan, saldırgan taraf olarak
göstermeye çalışan ABD ve İsrail’e karşı bir “sinir
harbi” vermektedir. İran, kendisinin nükleer faa-
liyetlerini eleştirenlere ise bu çabalarının barışçıl
amaçlı olduğunu söyleyerek ve İsrail’in elindeki
nükleer silahları göstererek yanıt vermektedir.
Kaldı ki İran’da nükleer faaliyetler Şah dönemin-
de başlamıştır ve nükleer güç olmak halkın ta-
mamının desteklediği milli bir politikadır. İran’ın
nükleer silaha sahip olmasının, bölgede Mısır,
Suudi Arabistan ve Türkiye’yi de bu konuda is-
İnceleme
tekli kılacağını belirtenlerin de sayısı çoktur. Öte
yandan, pek çok ülke İran’ın nükleer çalışmala-
rının barışçıl amaçlı olduğuna inanırken, İran’ın
nükleer silah sahibi olacak kapasiteye ulaşması
için daha uzun yıllar gerektiğini savunan uz-
manlar da söz konusudur. İsrail, sürekli olarak
ABD’yi, İran’ın nükleer faaliyetlerini yaptırım-
larla, ambargolarla, ablukalarla durduramayaca-
ğı yönünde uyarsa da, ABD’nin İran’a yönelik bir
askeri müdahaleyi göze alması oldukça zordur.
Kısacası, jeopolitik konumu, doğal zenginlikleri,
nüfusu, devlet geleneği, millet bilinci, savaş de-
neyimli ordusu, nükleer faaliyetleri, diplomatik
kadrolarının yetkinliği, dağlık coğrafyasıyla öne
çıkan İran, etkili bir bölgesel güçtür. 19. ve 20.
yüzyıllarda Rusya’nın ve İngiltere’nin işgaline
uğramış olmak, ulusal bütünlük ve bağımsızlık
konusunda İran halkını oldukça duyarlı kılmıştır.
Kurduğu ittifak ilişkileri, elindeki enerji kartı ve
Hürmüz Boğazı’nı denetleyen konumu da İran’ı
bölge denkleminde öne çıkarmaktadır. Bu özel-
likleri onu çok zorlu bir hasım yaparken, İran’a
yönelik bir askeri müdahalenin çok büyük so-
nuçları olabileceğini ortaya koymaktadır.
O
1 İran’da ideoloji, devlet ve politika hakkında bkz: Doğu – Batı Yol Ayrımında İran, Ed: Barış Adıbelli, Bilim + Gönül Yayınları, İstanbul, 2012.
2 Seçkin Berber, “Yaptırımların İran Ekonomisine Etkileri”, www.bilgesam.org.tr, 26. 04. 2013, s., 2.3 Davut Turan, “Gazze Operasyonu Işığında İran’ın İsrail – Filistin Sorununa Yaklaşımı”, Ortadoğu Analiz, Şubat
2009, Cilt: 1, Sayı: 2, s: 50. 4 Merve Suna Özel, “Rusya’nın İran Kaygısı mı Beklentisi mi?”, www.21yyte.org.tr, 21. 04. 2012. 5 Özel, age, s: 2. 6 Berber, age, s: 1.7 Güneş Özyurt, “İran – Latin Amerika İlişkileri”, www.bilgesam.org.tr, 06. 02. 2012, s: 1. 8 Bu konuda bkz: Gökhan Çetinsaya, “Essential Friends and Nutural Enemies: The Historic Roots of Turkish – Irani-
an Relations”, Middle East Review of International Affairs, Vol: 7, No: 3, September 2003. 9 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: Bayram Sinkaya, “Arap Baharı Sürecinde İran’ın Suriye Politikası”, SETAV,
www.setav.org, Nisan 2012.
DİPNOTLAR
İnceleme
İran’a Ekonomik Yaptırımlar: Kırılganlaşan
Nükleer Program mı Hükümet mi?
Economic Sanctions on Iran: Is It Iran’s Nuclear Program or the Government Getting Fragile?
Özüm S. UZUN
AbstractThere is a consensus about the severe impact of the economic sanctions on the Iranian economy and the
limits of its achievement to compel Iran to stop its uranium enrichment activities. However, the probability
of the emergence of revolutionary uprisings against the regime due to the sanctions is still a debatable issue.
Therefore, this article seeks to understand the probability of transforming economic demands of Iranians to
political demands as a result of the economic sanctions. In that respect, it attempts to answer the following
question: Would economic sanctions be successful to dissuade the Iranian regime from its nuclear program
as a result of widespread discontent among Iranians in an era when the Middle Eastern and North African
regimes have been challenged by the popular uprisings? It seems that the main aim of greater economic
sanctions is to slow Iranian nuclear program, rather than to end it. Therefore, this article argues that the
possibility of transformation of economic demands of Iranians to political demands is low, since most of the
Iranians now only criticize the economy policies, not the nuclear policies, of the government.
Keywords: Iran, sanctions, nuclear program, Iranian economy
İran’a karşı uygulanan yaptırımlar, son yıllara kadar sadece ABD tarafından uygulanmış olmasından ötürü, İran ekonomisinde
bazı sıkıntılara neden olsa da İran’ı yalnızlaştıramamış ve siyasi baskı yaratabilecek düzeyde ekonomik sıkıntı yaratmamıştır.
İnceleme
Giriş
18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan halk
ayaklanması, yönetimle halk arasında derinle-
şen uçurumun bir sonucu olarak patlak verdi.
Tunus’tan sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika dev-
letlerine hızla yayılan halk ayaklanmaları, bölge-
nin siyasal açıdan yeniden yapılandırılma süreci-
ni başlatmış oldu. Bölgeyi yakından takip edenler,
yönetimlerin kırılganlaşmasında büyük payı olan
ekonomi politikalarının önemini bir kez daha
kavradı. Arap devrimleri sürecinde İran’ın rolü,
algısı ve gücü üzerine birçok çalışma yapılırken,
İran’ın mevcut rejiminin ekonomi politikaları ve
devam ettirdiği nükleer programından dolayı
maruz kaldığı ekonomik yaptırımların etkisi gö-
rece daha az çalışıldı. Elbette ki ekonomik yaptı-
rımların İran’ın nükleer programını durdurmada
başarılı olup olmayacağına dair birçok çalışma
yapıldı. Ancak İran ekonomisi incelenirken, yö-
netimlerin ekonomik nedenlerle kırılganlaşması
sonucunda devrimci çatışmalarla/hareketlen-
melerle karşı karşıya kalma olasılığı daha nadir
analiz edildi. Bu nedenle bu makale, İran’a karşı
sertleştirilerek uygulamaya devam ettirilen eko-
nomik yaptırımların, hükümet üzerinde nasıl bir
etkisi olabileceğini sorgulayacaktır. Bu amaçla,
ekonomik yaptırımlar İran’ı nükleer programdan
vazgeçirmede etkili olabilir mi? ve Ortadoğu ve
Kuzey Afrika’nın halk ayaklanmalarıyla yeniden
şekillendiği bir süreçte bu yaptırımlar İran hükü-
metini kırılganlaştırabilir mi? sorularına cevap
arayacaktır. İlk bölümde, İran’ın nükleer progra-
mına dair kısa bir bilgi verilecek ve yaptırımlara
zemin hazırlayan başarısız müzakere süreci an-
latılacaktır. İkinci bölümde ekonomik yaptırım-
ların rolü ve İran’daki etkileri incelenecektir.
Müzakerelerin Sonucu: Ekonomik
Yaptırımlar
İran’ın nükleer programı, Şah döneminde altyapı
çalışmalarının ABD yardımıyla “Barış için Atom”
programı çerçevesinde başlatılmış, 1967 senesin-
de de Tahran Nükleer Araştırma Merkezi kurul-
muştur. İran, İslam Devriminden sonra İran-Irak
savaşına kadar nükleer çalışmalarını askıya almış
olsa da, 1960’lardan bu yana dönemsel olarak
SSCB (dağılmasından sonra Rusya), ABD, Çin,
Arjantin, Pakistan, Hindistan, Polonya, Alman-
ya, Fransa, Kuzey Kore, Güney Afrika ve İtalya
gibi ülkeler İran’ın nükleer programına katkıda
bulunmuştur. İran, Nükleer Silahların Yayılma-
sının Önlenmesi Anlaşmasını (Nonproliferation
Treaty [NPT]) 1970’de onaylayarak nükleer sila-
ha sahip olmayan ülkeler listesine ismini yazdır-
mış, UAEA’nın Teminat Anlaşmasını (Safeguard
Agreement) kabul etmiştir.1 1974’te İran Atom
Enerjisi Ajansı’nın kurulmasıyla da nükleer çalış-
malar yapan İranlı bilim adamları yetiştirme sü-
reci hız kazanmıştır. 1979 İslam Devrimiyle sona
erdirilen nükleer program, 8 yıl süren İran-Irak
savaşından sonra tekrar başlatılmıştır. Bahgat’ın
da belirttiği gibi Pakistan, İsrail ve ABD’den al-
gılanan tehditle beraber, ekonomik ve siyasi di-
namikler ve nükleere atfedilen “milli gurur” fak-
törleri İran’ın nükleer programını yeniden baş-
latmasında etkili olmuştur.2 İran-Irak savaşında
Saddam Hüseyin’in İran’a karşı kimyasal silah
kullanması ve uluslararası kamuoyunun bu ko-
nuda sessiz kalması da bir diğer önemli unsur-
dur. Ancak 1980’lerde rehine kriziyle ABD-İran
arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesi, Şah
döneminde İran’ın nükleer programına destek
veren Batı dünyasının İran’a yardımının sonu
00 y l itibariyle ran ile A l s aras nda y r t len m za ereler zorlu bir d nemece girmi tir 00 senesinde i g r melerde Almanya ngiltere ve Fransa ran’a uranyum zenginle tirme faaliyetlerini durdurmas ar l nda n leer te nolo i ve ticaret alanlar nda e itli
nerilerin bulundu u bir anla ma te lif etmi tir
İnceleme
olmuştur. Yabancı şirketlerin de İran’la nükleer
işbirliğini reddetmeleri, İran’ı Rusya ve Çin da-
hil diğer devletlere yöneltmiştir. Aynı zamanda
Devrim sonrasında İran’ın nükleer programının
“milli” olmasına özen gösterdiği bir süreç başla-
mıştır.
2000’lerle birlikte İran’ın devam eden nükleer
çalışmaları ve elde edilen istihbarat bilgileriyle
İran’ın nükleer programının barışçıl amaçlı ol-
mayabileceği endişeleri doğmuştur. 14 Ağustos
2002 tarihinde muhalif İran Ulusal Direniş Kon-
seyi, yapmış olduğu basın toplantısında, gizli
tutulan Natanz’daki uranyum zenginleştirme ve
Arak’taki ağır su üretim tesisleriyle ilgili bilgi-
ler vermiştir. UAEA 2003 raporunda da, İran’ın
1991 yılında Çin’den ithal ettiği uranyumu bil-
dirmemiş olmasına; zenginleştirme programına3
ve Arak reaktöründeki ağır su programına dik-
kat çekmiştir. 18 Eylül 2004’de bir karar tasarısı
onaylayan UAEA, İran’dan uranyum zenginleş-
tirme çalışmalarını durdurmasını ve Yönetim
Kurulu’na nükleer programıyla ilgili bir değer-
lendirme raporu sunmasını istemiştir. Diğer
taraftan, İran’ın gizli bir nükleer programı ola-
bileceği kaygısı, askeri seçenekleri önleme mak-
sadıyla Avrupa ülkelerini İran’la müzakere ma-
sasına oturtmuştur. Almanya, İngiltere ve Fransa
(AB Üçlüsü) ile yürütülen müzakereler sonucun-
da 15 Kasım 2004’de bir anlaşmaya varılmıştır.
İran’daki tüm santrifüjler denetim mekanizma-
sına alınmış ve İran kendi isteğiyle geçici olarak
durdurduğu uranyum zenginleştirme faaliyetle-
rine bir süre daha başlamayacağını duyurmuştur.
Böylelikle İran, konunun Birleşmiş Milletler Gü-
venlik Konseyine sevk edilmesini engellemiştir.
2005 yılı itibariyle İran ile AB Üçlüsü arasında
yürütülen müzakereler zorlu bir dönemece gir-
miştir. 2006 senesindeki görüşmelerde Almanya,
İngiltere ve Fransa İran’a uranyum zenginleştir-
me faaliyetlerini durdurması karşılığında, nükle-
er teknoloji ve ticaret alanlarında çeşitli önerile-
rin bulunduğu bir anlaşma teklif etmiştir. Döne-
min, İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hamid Rıza
Asefi, Avrupa’nın nükleer yakıt verme önerisine
olumlu baktıklarını, ancak bunun İran’ın barışçıl
nükleer teknolojiye sahip olmasına ilişkin doğal
ve yasal haklarından vazgeçtiği anlamına gel-
mediğini söylemiştir.4 Aynı zamanda İran, 2005
senesinde Avrupa üçlüsünün Rus topraklarında
uranyum zenginleştirme önerisini reddederek
uranyum zenginleştirme programına yeniden
başlamıştır. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ah-
medijenad, 2007 senesinde Güney Horasan eya-
letinin başkenti Bircand’da halka hitaben yaptığı
konuşmada nükleer programa değinmiş, uran-
yum zenginleştirme faaliyetlerini 164 santrifüj-
den 3 bin santrifüje çıkararak devam ettirdikle-
rini açıklamıştır.5 Aynı dönemde Körfez İşbirliği
Konseyi ülkeleri bölge dışında tarafsız bir yerde
uranyum zenginleştirme önerisinde bulunmuş-
lar, ancak bu öneri İran tarafından sıcak karşılan-
mamıştır. İranlı yetkililer, hiçbir önerinin kendi
topraklarında uranyum zenginleştirmeyi engel-
leyemeyeceği yönünde açıklamalar yapmıştır.6
2008’de bir araya gelen İranlı ve Avrupalı yet-
kililerin görüşmelerinde de İran’ın uranyum
zenginleştirme faaliyetlerinden vazgeçmeye-
ceği anlaşılmıştır. 14 Haziran 2008 tarihinde
Tahran’a giden AB Ortak Dış Politika ve Güven-
lik Yüksek Temsilcisi Javier Solana başkanlığın-
daki heyet, ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve
Almanya’nın (5+1 ülkeleri) teşvik paketini sun-
muştur. İran’ın hafif su reaktörü ile sivil bir nük-
leer program geliştirmesine yardım etmeyi, yasal
olarak geçerli nükleer yakıt kaynağının garantisi-
ni, ticaret kolaylığını ve İran’ın Batı’dan sivil uçak
alabilmesini öneren bu paket de İran’ı uranyum
zenginleştirme faaliyetlerini durdurmasına ikna
edememiştir. İran’ın resmi yanıtı gelmeden Hü-
kümet Sözcüsü Gulamhüseyin İlham’ın, “Eğer
paket uranyum zenginleştirme işlemini askıya
almayı içeriyorsa hiçbir şekilde görüşülebilir bir
paket değildir” şeklindeki açıklaması, İran’ın po-
litikalarında bir değişiklik olmayacağının sinyali-
ni vermiştir.7
Temmuz 2008 tarihinde İran’ın nükleer baş mü-
zakereci Celili ve AB’nin Dış Politika Sorumlusu
Solana Cenevre’de bir araya gelmiş, görüşmelere
ABD Dışişleri Bakanlığından bir yetkili de göz-
lemci olarak katılmıştır. 5+1 ülkelerinin talep
ve teşvikleri İran tarafına bir kez daha iletilmiş,
İran ise UAEA’nın denetiminde ve uluslararası
anlaşmalarla güvence altına alınmış olan barışçıl
nükleer programının hangi gerekçeyle engellen-
İnceleme
diğini sorgulayarak uranyum zenginleştirme faa-
liyetlerini durdurmayacağını bir kez daha yinele-
miştir. Bunun üzerine İran’a karşı yaptırımların
arttırılması bir kez daha gündeme gelmiştir. An-
cak 7 Ağustos 2008 tarihinde Rusya’nın Birleş-
miş Milletler Daimi Temsilcisi Büyükelçi Vitali
Çurkin, 5+1 ülkeleri arasında, nükleer programı
nedeniyle İran’a yeni bir yaptırım uygulanması
konusunda kesin bir anlaşma olmadığını açıkla-
mıştır.8 19 Ağustos 2008 tarihinde İran ve UAEA
arasında yeni bir müzakere süreci daha başlamış,
UAEA Başkan Yardımcısı Hainunen, İran Atom
Enerjisi Kurumu tarafından Tahran’a davet edil-
miştir.9 Sonuç olarak, 15 Eylül 2008 tarihinde
UAEA tarafından hazırlanan İran raporunda,
ne İran ne de Batı’nın tezlerini teyit edici bir so-
nuca varılmıştır. Raporda, İran yönetiminin BM
Güvenlik Konseyi kararlarının gereklerini yeri-
ne getirmediği, uranyum zenginleştirme ve ağır
su reaktöründeki çalışmalara devam ettiği ifade
edilmiştir. Ancak izin verilen tesislerin denetimi
sonunda, İran’ın gizli nükleer çalışmaları oldu-
ğuna dair bir kanıtın sunulamayacağı da eklen-
miştir. UAEA, İran’ın Güvenlik Konseyi kararla-
rı gereğince nükleer programı konusunda daha
şeffaf adımlar atmaması durumunda, İran tara-
fından belirtilmemiş nükleer materyal ve aktivi-
tenin olmadığını teyit eden bir tutum sergileye-
meyeceğini belirtmiştir. Bu rapor, İran’ın askeri
amaçlı bir nükleer programı olduğunu kanıtlaya-
mamakla birlikte, BM Güvenlik Konseyi karar-
larıyla uyumlu hareket etmesi gerektiği yönünde
bir uyarı niteliğindedir.
İran’ın ısrarcı tutumu, İran’a karşı uygulanan
ekonomik yaptırımların devamına ve artmasına
neden olmuştur. BM Güvenlik Konseyi tarafın-
dan Aralık 2006 tarihinde çıkarılmış olan 1737
sayılı karar genişletilerek Mart 2007 tarihinde
1747 sayılı karar kabul edilmiş, Mart 2008’de de
1803 sayılı üçüncü yaptırım kararı onaylanmış-
tır. 1737 sayılı kararla, Tahran yönetiminin nük-
leer faaliyetlerine katkıda bulunacak her türlü
malzeme, teknoloji ve finansman sağlanmasının
yasaklanması ve nükleer programla ilişkisi oldu-
ğu saptanan 11 şirketin ve 12 kişinin malvarlık-
larının dondurulması onaylanmıştır. 1737 sayılı
karar BM Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinin ta-
mamının oyuyla kabul edilmiş olmasına rağmen,
Rusya girişimleriyle yaptırımları hafifletmeyi ba-
şarmıştır. 1803 sayılı son kararla ise önceki eko-
nomik ve ticari yaptırımlar biraz daha sertleştiri-
lerek İran’a uranyum zenginleştirme faaliyetleri-
ni durdurması için üç ay süre tanınmış; nükleer
programla bağlantısı bulunan kişi ve kurumlar
saptanmış, bunların yurt dışındaki mal varlık-
larının dondurulması kararı çıkmış, bazılarına
seyahat yasağı getirilmiş; İran’a sivil veya askeri
amaçlarla kullanılacak hassas teknolojik ürün-
lerin satışının yasaklanmasına karar verilmiş ve
İran bankalarıyla ilişkilerde dikkatli olunması
önerilmiştir.
15 Eylül 2008 tarihinde UAEA, İran’ın nükleer
programıyla ilgili başka bir rapor daha yayınla-
mıştır. Bu raporda da Güvenlik Konseyi karar-
larına rağmen İran’ın uranyum zenginleştirme
faaliyetlerinden vazgeçmediğinin ötesine geçile-
memiştir.10 Tam da bu esnada Hamaney’in 5+1
ülkelerinin ekonomi teşvik önerisini reddetme-
siyle BM Güvenlik Konseyi’nin yeni yaptırım ka-
rarları için zemin hazırlanmıştır. 27 Eylül 2008
tarihinde 1835 sayılı karar, yeni yaptırımlar içer-
mese de İran’ın daha önceki kararlara uymasını
yinelemiştir.11 Yeniden başlayan müzakere sü-
reci de başarısızla sonuçlanmış, İran uranyumu
%20 oranında zenginleştirmeye başlayacağını
UAEA’na bildirmiştir. 2010 yılında ise müzake-
re süreci tamamen çıkmaz bir yola girmiştir. BM
Güvenlik Konseyi 1929 sayılı kararla İran’a uy-
gulanacak ek yaptırımlara kapı açmıştır. Kasım
2011 tarihinde UAEA’nın İran’ın nükleer progra-
mıyla ilgili yayınlamış olduğu raporda İran’ın bil-
dirilmemiş nükleer faaliyetlerinin askeri amaçlı
olabileceğine dair kaygılarının olduğuna işaret
etmesi, İran’a karşı daha sert yaptırımların gün-
deme gelmesini hızlandırmıştır. Bu çerçevede
ABD Senatosu, İran’ın enerji, liman, nakliyat ve
gemi sanayi sektörleriyle iş yapılmasını kısıtlayan
ve bu ülkeye grafit, alüminyum ve çelik gibi, gemi
sanayi ve nükleer sektörlerle alakalı ürünler satan
veya tedarik eden bireylere cezalar öngören yap-
tırım paketini onaylamıştır.12 AB de İran’a karşı
gaz, bankacılık ve deniz taşımacılığı konusunda
yeni bir yaptırım paketi üzerinde anlaşmaya var-
mış ve 27 AB üyesinin Tahran’dan doğalgaz alı-
mını durduracağını açıklamıştır.13 Ancak İran’a
karşı uygulanan ekonomik ve ticari yaptırımlarla
İnceleme
İran’ın nükleer programından vazgeçirilmesinin
mümkün olup olmadığı hâlâ sorgulanmaktadır.
Ekonomik Yaptırımlardan Ne Bekleniyor?
1979 İslam Devriminden sonra ekonomik yap-
tırımlar, ABD-İran ilişkilerini etkileyen önemli
unsurlardan biri olmuştur. 4 Kasım 1979’da ya-
şanan rehine krizinden sonra ABD, İran’ın finans
sektörüne, petrol ve petrol dışı ürünlerine karşı
yaptırımlar uygulamaya başlamıştır. İran’ın nük-
leer silaha sahip olmak istediği ve Ortadoğu ba-
rış sürecine karşı terör gruplarına destek verdiği
iddiasıyla da ABD, İran’la olan ticari ilişkilerine
yeni kısıtlamalar getirmiştir.
1970’li yıllardan sonra ekonomik yaptırımların
etkinliği üzerine yapılan çalışmalarda, yaptırım-
ların başarı oranını etkileyen iki faktöre dikkat
çekilmiştir. Birincisi, yaptırımı uygulayan ülke
ile yaptırım uygulanan ülkenin ekonomik yapı-
larıdır. İkincisi, yaptırımların ne kadar süre ile
uygulandığıdır.14 Yaptırım uygulanan ülkenin
ekonomisi yaptırım uygulayan ülkeye bağımlı
ise ve yaptırımlar uzun süreli devam ediyorsa,
yaptırımların sonuçları da o denli hissedilir bir
hal almaktadır. Ancak bu noktada ekonomik
yaptırımların siyasi kararlar üzerindeki etkisi de-
ğişkenlik göstermektedir. İran’a karşı uygulanan
yaptırımlar, son yıllara kadar sadece ABD tara-
fından uygulanmış olmasından ötürü, İran eko-
nomisinde bazı sıkıntılara neden olsa da İran’ı
yalnızlaştıramamış ve siyasi baskı yaratabilecek
düzeyde ekonomik sıkıntı yaratmamıştır. Bu
nedenle ABD, yaptırımların son bir yılda hem
uygulayan ülkeler hem de uygulanan sektörler
bakımından genişletilmesi için çaba harcamıştır.
2000’li yıllarda İran’ın nükleer programını dur-
durması için uygulanan ekonomik yaptırımların
etkinliği ise hala gündemdedir. Bunun önemli bir
Haziran ayında gerçekleşecek olan seçimler sonrasında kurulacak yeni hükümetin ekonomi politikaları,
İranlıların ekonomik taleplerini nükleer programla ilişkilendirip ilişkilendirmeyeceğini belirleyecektir.
İnceleme
nedeni, AB’nin İran’a karşı genişletilen yaptırım-
lara daha fazla destek vermesine rağmen Rusya
ve Çin’in muhalif tutumlarıdır. Çin açısından
İran’la ilişkiler, Ortadoğu ve Avrasya bölgelerinde
siyasi ve ekonomik gücü artan ABD’ye karşı den-
geleyici bir unsur olarak algılanmaktadır. 1970’li
yıllarda başlayan İran-Çin ekonomik ilişkileri,
İran’ın yalnızlaştığı dönemlerde artarak devam
etmiştir. İki ülke arasında konvansiyonel silahlar
ve nükleer enerji alanlarında devam eden işbir-
liği, 2000’li yıllarda enerji alanında da gelişmeye
başlamış, iki ülke arasında enerji anlaşmaları im-
zalanmıştır. Aralık 2012 tarihinde Çin’in İran’dan
petrol ithalatı, bir önceki yıla göre %43 oranında
artmıştır.15 Nükleer enerji alanında İran-Rusya
işbirliği de önemlidir. Buşehr reaktörünü tesis
eden Rusya’nın eski Devlet Başkanı Putin, ge-
cikmeler olsa da projenin tamamlanacağına dair
garanti vermiştir. Dolayısıyla, ABD-İran ilişki-
lerinde önemini koruyan ekonomik yaptırımlar,
Rusya ve Çin ile İran arasındaki ekonomik ilişki-
lerden etkilenmekte, ABD’nin İran ekonomisini
zora sokarak siyasi baskı yaratma gücünü zayıf-
latmaktadır. Amerikan yönetimi de bu zayıflığın
farkında olup, İran’a karşı daha geniş katılımlı bir
koalisyon oluşturma gerekliliğini her fırsatta dile
getirmektedir.
Görünen o ki, hiç kimse İran’a karşı uygulanan
ekonomik yaptırımlar yüzünden İran hüküme-
tinin nükleer programını durduracağına dair
bir açıklama yapmasını beklememektedir. Yap-
tırımlarla elde edilmeye çalışılan, İran’ın nükle-
er programının yavaşlatılmasıdır. Beyaz Saray
Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Donilon’un da
belirttiği gibi, yaptırımlar İran’ın zenginleştirme
programı için gerekli olan ve kendisinin ürete-
mediği temel malzeme ve ekipmanları maliyetli
hale getireceğinden İran’ın nükleer programını
devam ettirmesini güçleştirecektir.16 Dolayısıyla,
yaptırımların asıl amacının nükleer programın
devam ettirilmesinin maliyetini arttırarak, hızlı
ilerlemesini engellemektir. Bu noktada iki önem-
li husus dikkat çekmektedir. Birincisi, yaptırım-
ların asıl amacı nükleer programı yavaşlatmaksa,
orta vadede askeri yöntemlerin gündeme gelme
olasılığı vardır, ki bu makalenin konusu dışın-
dadır. İkincisi, uygulanan yaptırımlar yüzünden
ciddi ekonomik sıkıntılarla baş eden İran halkı-
nın nükleer programa yönelik desteğini azaltarak
hükümet politikalarını etkileyebileceği ihtima-
linin var olup olmadığıdır. İlerleyen bölümlerde
bu ihtimal analiz edilecektir.
Ahmedinejad Hükümeti, İran Ekonomisi ve
Nükleer Program Üçgeni
İran’da 24 Haziran 2005 ve 12 Haziran 2009 ta-
rihlerinde yapılmış olan seçimlerde Cumhurbaş-
kanı seçilen Mahmud Ahmedinejad’ın yönetimi
boyunca İran’a karşı uygulanan yaptırımların
artmasıyla, İran ekonomisi zor bir döneme gir-
miş, bununla paralel İranlıların ekonomik talep-
leri artmıştır.
İran’daki muhafazakârlar kendi içlerinde gele-
neksel, ılımlı ve radikal olmak üzere üç gruba
ayrılmaktadır. Geleneksel muhafazakârlar tüc-
carlardan oluşmakta, ekonomik alanda sanayi
burjuvazisini savunmakta ve ekonomik anlam-
da uluslararası sistemle entegrasyonu destek-
lemektedir.17 Dolayısıyla, ekonomik güce sa-
ran d ndan ba ld zaman e onomide i s nt larla bo u an ranl lar n h metin n leer politi as n sorgulamas be lenebilir Anca ran’da i tart malar incelendi inde Ahmedine ad h metinin e onomi politi alar n n sorguland ve tart malara n leer politi an n ve bundan dolay uygulanan yapt r mlar n dahil edilmedi i g r lme tedir
İnceleme
hip olan geleneksel muhafazakârların, radikal
muhafazakâr grubundan olan Cumhurbaşkanı
Ahmedinejad’ın ekonomi politikasını nasıl al-
gıladığı önem kazanmaktadır. Ahmedinejad,
seçim öncesinde petrol gelirlerinin halka dağı-
tılacağı ve yeni iş imkânlarının yaratılarak işsiz-
lik oranının azaltılacağını vaat etmiştir. Ancak
Ahmedinejad’ın yönetiminde İran ekonomisi
düşüşe geçmiş, özellikle nükleer program poli-
tikasında izlediği tavizsiz tutum karşısında ABD
öncülüğünde ekonomik yaptırımlara neden ol-
muştur. Artan genç nüfusuyla işsizlik oranının
artması, halkın alım gücünde yaşanan düşüş ve
Haziran 2007 tarihi itibariyle benzinin karneye
bağlanması,18 Ahmedinejad döneminde yaşanan
ekonomik sıkıntıların bir kısmını oluşturmak-
tadır. Ekonomik ve ticari yaptırımlarla İran hal-
kının yoksullaşarak yaşam kalitesinin düştüğü
bir gerçektir. İstatistiklere göre, ülke genelinde
fakirlik seviyesi %18 ve işsizlik oranı %13,2 civa-
rındadır.19 15-24 yaş arası genç kadın nüfusta ise
işsizlik oranı, %30 civarındadır.20 Aynı zamanda
petrol zengini olan İran, yaptırımlar yüzünden
rafinerilerini yenileyememekte, dolayısıyla gün-
lük benzin ihtiyacını karşılayamadığı için benzin
ihtiyacının %40’ını ithal etmektedir.21
Daha önce de bahsedildiği gibi, ekonomik yaptı-
rımların İran ekonomisindeki kısa vadeli sonuç-
ları, İran’ın ABD’den başka ekonomik ve ticari iş-
birliği yapabileceği yeni ülkelerle bir nebze olsun
hafifletilmiştir. Ancak ekonomideki 777 milyon
$’lık yıllık toplam zararın, %82’sinin yaptırım-
lardan kaynaklandığı görülmektedir ki bu ra-
kamların yaptırımların genişletilmediği döneme
ait olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır.22
İngiltere’nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi
John Sawers da BM Güvenlik Konseyi tarafından
İran’a uygulanan yaptırımların İran ekonomisini
vurduğunu söylemiş, Avrupa ile yaptığı ticareti
etkilediğini ve uluslararası şirketlerin İran’a ya-
tırım yapma isteklerini azalttığını ifade etmiştir.
Sawers, yaptırımların siyasi etkisi olduğunu da
belirterek, yaptırımların “İran’ın içinde de nük-
leer hırslarının peşinde ne kadar bedel ödemek
istedikleri konusunda” şiddetli bir tartışma baş-
lattığını savunmuştur.23
İran dışından bakıldığı zaman, ekonomideki sı-
kıntılarla boğuşan İranlıların hükümetin nükle-
er politikasını sorgulaması beklenebilir. Ancak
İran’daki tartışmalar incelendiğinde Ahmedine-
jad hükümetinin ekonomi politikalarının sor-
gulandığı ve tartışmalara nükleer politikanın ve
bundan dolayı uygulanan yaptırımların dahil
edilmediği görülmektedir. 2007 senesinin yaz
aylarında İranlı ekonomistler Ahmedinejad hü-
kümetinin ekonomi politikalarını eleştirdikle-
ri mektubu bir toplantı düzenleyerek kamuoyu
önünde okumuşlardır. Cumhurbaşkanına sesle-
nen ekonomistler, hükümetin akademik verileri
görmezden geldiğini, petrol gelirlerini verimli
değerlendirmediğini, enflasyonun artması ve
ekonomik durumun kötüleşmesine neden olan
politikalar uyguladığını ifade etmişlerdir. Ekono-
mistlerin birçoğu, İran ekonomisinin yaptırımlar
nedeniyle içinde bulunduğu durumdan ziyade
Ahmedinejad hükümetinin kötü yönetimini so-
rumlu görmüştür.24
Artan petrol fiyatlarına rağmen İran ekonomi-
sindeki sıkıntıların devam etmesi, hükümetin
zengin enerji kaynaklarını kalkınmaya ve İran
halkının refahına dönüştüremediğini göstermek-
tedir. Artan petrol fiyatları halka yansımadığı gibi
hükümetin nükleer programından ötürü uygu-
lanan ekonomik yaptırımlara karşı elini kuvvet-
lendirmiştir. Ekonomist Dr. Masoud Nili, 1998
yılında 71 trilyon riyalden az olan devlet bütçesi-
nin, artan petrol fiyatlarıyla 2006 yılında yaklaşık
600 trilyon riyale ulaştığını söylemiştir.25 Petrol
zengini Ortadoğu ülkelerinin “rantçı” ekonomi
yapısı, ekonomik ve siyasi liberalleşmeyi engelle-
yen, dolayısıyla mevcut rejimleri sağlamlaştıran
bir etken olarak görülmektedir. Bu çerçeveden
değerlendirildiğinde, petrol gelirleri halka yansı-
mamakta, ancak mevcut rejimin devamını sağla-
maktadır. Ancak uygulanan yaptırımlarla İran’ın
petrol gelirlerinde 2012 yılından itibaren %45’lik
bir azalma yaşanmış, İran riyali de %80’den fazla
değer kaybetmiştir.26 Ekonomik verilere bakıldı-
ğında yaptırımlarla İran ekonomisi zayıflamakta,
dolayısıyla İran’ın nükleer programını yavaşlat-
makta başarı şansı yüksektir. Ancak yaptırımla-
rın nükleer programı durdurma konusunda ba-
şarılı olma ihtimali hala şüphelidir. İran halkının
eleştirisi, hükümetin ekonomi politikalarıyla il-
gili olup, henüz nükleer politikasına yönelik de-
ğildir. Dolayısıyla ekonomik yaptırımların, İran
İnceleme
9
hükümetinin nükleer programdan vazgeçmesini
sağlayacak siyasi baskı yaratması beklenmemeli-
dir.
Yaptırımlarla kötüleşen ekonomi, İranlıların
ekonomik taleplerini arttırmasına neden olabi-
lir, zaman içerisinde de ekonomik talepler yeri-
ni siyasi taleplere bırakabilir. İranlıların nükleer
politikaya karşı tutumları, Bahgat’ın işaret ettiği
“milli gurur” faktöründen kaynaklanmakta, do-
layısıyla ekonomiden bağımsız olarak değerlen-
dirilmektedir. 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimle-
rinde dönemin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ha-
mid Rıza Asefi’nin “Cumhurbaşkanı kim olursa
olsun uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin
daimi olarak ertelenmesi söz konusu değildir”
şeklindeki demeci de nükleer programın, hükü-
metlerin politikalarından ziyade devlet politikası
haline dönüştüğünü göstermektedir. Ancak gele-
cek nesillerde, nükleer programa atfedilen “milli
gurur” simgesinin asıl kökeni olan İran-Irak sa-
vaşından kaynaklanan psikolojik etkilerin, mev-
cut karar alıcı ve seçmenlerde olduğu kadar güç-
lü olmayacağı dikkate alındığında, uzun vadede
nükleer program için göğüs gerilen ekonomik
sıkıntıların daha fazla sorgulanmasına sebep ola-
rak ekonomik taleplerin yanında siyasi taleplerle
hükümete karşı hareketlenmeler söz konusu ola-
bilir. Bu ihtimalin ise İran’a karşı uygulanabilecek
askeri bir müdahaleyle yok olacağını söylemek
mümkündür.
Sonuç
İran’ın nükleer programına karşı ekonomik yap-
tırımların uygulandığı bir dönem yaşanmakta ve
yaptırımların etkinliği tartışılmaktadır. Anlaşılan
odur ki, ekonomik yaptırımlarla askeri amaçlı
nükleer faaliyetler için gerekli olan hassas nük-
leer teknoloji, madde ve bilgi akışının önlene-
rek İran’ın nükleer programının yavaşlatılması
amaçlanmaktadır. Bu nedenle, ABD İran’a karşı
uygulanan yaptırımların geniş bir koalisyonla
devam ettirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Sonuç olarak, ekonomik yaptırımlarla siyasi bir
sonuç hedeflenmemektedir.
Ekonomik yaptırımların İran ekonomisini olum-
suz etkilediği açıktır. Aynı zamanda İran hükü-
metinin yanlış ekonomi politikalarıyla birlikte
halk, sıkıntıları daha fazla hissetmektedir. An-
cak İranlıların mevcut durumda sadece hükü-
metin ekonomi politikalarını eleştirdiği dikkate
alındığında, giderek artan ekonomik sıkıntılarla
İranlıların ekonomik taleplerinin, siyasi talep-
lere dönüşerek, hükümetin nükleer programını
etkileme olasılığı düşük görülmektedir. Haziran
ayında gerçekleşecek olan seçimler sonrasında
kurulacak yeni hükümetin ekonomi politikaları,
İranlıların ekonomik taleplerini nükleer prog-
ramla ilişkilendirip ilişkilendirmeyeceğini belir-
leyecektir. Uzun vadede ise ekonomik sıkıntılarla
daha fazla karşı karşıya kalan özellikle genç nü-
fus ki bu kitlede nükleere atfedilen “milli gurur”
faktörünün yüksek hayat standartlarına sahip
olma isteminden daha az önemli olacağı düşü-
nülmektedir, nükleer program yüzünden karşı
karşıya kaldıkları ekonomik sıkıntılarla daha faz-
la yaşamak istemeyebilir. Bu ihtimalin hem uzun
vadede gündeme gelebileceği, hem de İran’a kar-
şı uygulanabilecek askeri bir operasyonla tama-
men ortadan kalkabileceği dikkate alınmalıdır.
O
1 NPT, 1 Ocak 1967 tarihinden önce nükleer silah denemesi yapmayan bir ülkeyi anlaşmaya taraf olduğu takdirde nükleer silah yapmayacağı konusunda taahhüt altına almaktadır. Bu tarihten önce nükleer deneme yapan ve anlaşmaya taraf olan ülkelerin (ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin) ise nükleer silahlara sahip olma ve yenilerini üretme hakları saklı kalmıştır. Aynı zamanda anlaşma, nükleer silaha sahip olduğu kabul edilen 5 ülkenin de bu silahlara sahip olmayan diğer ülkelere hiçbir aktarım yapmayacağını taahhüt etmektedir. Ancak anlaşmaya göre taraf ülkeler, sivil amaçlı nükleer enerji kullanımında serbesttirler ve bu teknolojiyi kullanırlar-ken 5 nükleer ülkeden teknoloji ve maddi yardım alabilirler. Anlaşma, yatay olarak nükleer silahların yayılmasını
DİPNOTLAR
İnceleme
önlemek kadar dikey yayılmayı da önlemeyi amaçlamakta, nükleer ülkelerin de zaman içerisinde nükleer silah-larından vazgeçmelerini öngörmektedir. Ancak bu maddenin zaman limitinin olmaması zaten ayrımcı olarak algılanan anlaşmanın taraf olmayan, ancak nükleer silah kapasitesine de sahip olan ülkeler tarafından reddedil-mesine yol açmaktadır. Taraf olmayan ülkeler Hindistan, Pakistan ve İsrail`dir. Kuzey Kore anlaşmadan çekilmiş, 2007 itibariyle yapılan müzakereler sonucunda nükleer programından vazgeçmiştir.
2 Gawdat Bahgat, “Nuclear Proliferation: The Islamic Republic of Iran,” Iranian Studies, vol 39 (3), September 2006.3 Denetimler sırasında bazı muhafaza kaplarında, Buşehr’deki nükleer santralde enerji için gerekenden çok daha
yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum bulunmuştur. İran, Pakistan’dan temin ettiği bazı muhafaza kapla-rında Pakistan’ın kendi nükleer programından bulaşmış aşırı zenginleştirilmiş uranyumun kalmış olabileceğini söyleyerek kendini savunmuştur. Gerçi Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NPT), yakıt zen-ginleştirmeyi yasaklamasa da zenginleştirme aşaması silah üretiminde de önemli bir basamak olduğundan kuş-ku uyandırmaktadır.
4 “Iran: Nuclear Program is Irreversible,” http://www.cnn.com/2006/WORLD/meast/04/23/iran.nuclear/, 23 Nisan 2006.
5 Anadolu Ajansı, 8 Kasım 20076 Anadolu Ajansı, 2 Kasım 20077 “Iran Defiant in Nuclear Row,” Reuters, 15 Haziran 2008, http://www.reuters.com/article/topNews/idUSDAH339
16920080615?pageNumber=3&virtualBrandChannel=08 “Rusya: İran’a Yaptırımlar Konusunda Anlaşma Yok,” Hürriyet, 7 Ağustos 2008, http://www.hurriyet.com.tr/dun-
ya/9601657.asp9 “İran ve UAEK Arasında Yeni Dönem Müzakere Süreci Başladı,” İran İslam Cumhuriyeti Haber Ajansı, 19 Ağustos
2008, http://www2.irna.ir/tr/news/view/line-120/0808197732120552.htm10 IAEA Board Report, Implementation of the NPT Safeguards Agreement and Relevant Provision of Security Co-
uncil Resolutions 1737 (2006), 1747 (2007) and 1803 (2008) in the Islamic Republic of Iran, GOV/2008/38, (15 September 2008)
11 UN Security Council, Resolution 1803, S/RES/1835, (27 September 2008)12 “ABD’den İran’a Yeni Yaptırımlar,” NTVMSNBC, 1 December 2012, http://www.ntvmsnbc.com/id/25402653/13 “AB’den İran’a Doğalgaz Yaptırımı,” NTVMSNBC, 15 October 2012, http://www.ntvmsnbc.com/id/25390330/14 Robert A. Pape, “Why Economic Sanctions Do Not Work,” International Security, Vol. 22. No. 2. (Autumn, 1997), 91.15 “Çin’in İran’dan Petrol İthalatı %43 Arttı,” IRIB, 22 Ocak 2013, http://turkish.irib.ir/haberler/iran/item/273945-çin-
in-iran-dan-petrol-ithalatı-43-arttı (Erişim tarihi 5 Mart 2013)16 Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Donilon’un Brookings Enstitüsünde yapmış olduğu konuşma, “Iran
and the International Pressure: An Assessment of Multilateral Effort to Impede Iran’s Nuclear Program,” The Bro-okings Institution, 22 November 2011, http://www.brookings.edu/~/media/events/2011/11/22%20iran%20nuclear%20program/20111122_iran_nuclear_program_keynote.pdf (Erişim tarihi 21 Nisan 2013 )
17 Arif Keskin, “Devrim İçinde Yeni Bir Devrim Arayışı: Ahmedinejad Radikalizmi,” 2023 Dergisi, 15 Şubat 2006 Ha-ziran 2007 tarihinde İran Petrol Bakanlığı tarafından benzine kota konulması kararı alınmıştır. Bu karara göre, kota uygulaması kapsamında motosikletlere aylık 30, özel araçlara 100, tam gün çalışan taksilere 300, yarım gün çalışan taksilere 600 ve devlet araçlarına da aylık 300 litre benzin verilecektir. Bu miktarların üzerinde olan benzinler, %25 zamlı olarak satılacaktır. İran’da uygulanmaya başlanan benzin kotasıyla ilgili daha fazla bilgi için bkz Frances Harrison, “İran’da Benzin Karneye Bağlandı,”27 Haziran 2007, http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/06/070627_iran_update.shtml
18 İran Ülke Profili, Mart 2012, http://birlesmismarkalar.org.tr/images/UF/file/hedef-ulke-raporlari/Iran.pdf (Erişim tarihi 21 Nisan 2013) 2006 yılında İran’daki işsizlik oranının %11 civarındaydı. Bkz: Lionel Beehner, What Sancti-ons Mean for Iran’s Economy?, 5 Mayıs 2006, http://www.cfr.org/publication/10590/
19 İran Ülke Profili, Mart 2012, http://birlesmismarkalar.org.tr/images/UF/file/hedef-ulke-raporlari/Iran.pdf (Erişim tarihi 21 Nisan 2013)
20 “Petrol Zengini İran Benzini Karneye Bağladı, Halk Sokağa Döküldü,” Referans, 28 Haziran 2007, http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=71733&KOS_KOD=7&ForArsiv=1
21 Akbar E. Torbat, “Impacts of the US Trade and Financial Sanctions on Iran,” http://som1.csudh.edu/depts/ad-junct/atorbat/Article%20Jan-2005/Torbat%20j.1467-9701.2005.00671.x.pdf, s.425
22 “BM Yaptırımları İran’ın Ekonomisini Vurdu,” Zaman, 31 Ocak 2008.23 “Iranian Economists Blame President for Economic Woes Despite Huge Oil Revenues,” International Herald Tri-
bune, 14 Temmuz 2007, http://www.iht.com/articles/ap/2007/07/14/africa/ME-GEN-Iran-Economic-Woes.php24 Massoud Nili, “Picture of Iran’s Oil-Dependent Economy”, Iran International, May 2006, No. 40 http://www.iranin-
ternationalmagazine.com/issue_40/text/picture%20of%20iran’s%20oil.htm25 “İran’ın Petrol Geliri Yarıya İndi,” Sabah, 8 Ocak 2013.26 “Ortadoğu’da Kader Seçimi,” http://www.tumgazeteler.com/?a=855242
İnceleme
Yetkililer net bir sayı vermese de geceleri sınırda nöbet tutan gönüllü askerlerin sayıları “bin’ler” ile ifade edilmektedir.
On beş yaşından yetmiş beş yaşına kadar hemen herkes sınırda göreve gitmektedir.
Gazze’de Motivasyonun Kaynağı ve
Son Gelişmelerin Gazze’ye Etkileri
The Source of Motivation in Gaza and the Effects of the Recent Events on Gaza
Abdulgani BOZKURT
AbstractThe relations between Israel and Gaza have entered a new phase with Ikhwan’s coming to the power in Egypt and apology of Israel from Turkey. The effect of this new phase on the motivation of people in Gaza is the main research of interest of this study. People have a high level motivation in Gaza which has become a symbol of resistance against Israel. Undoubtedly, resistance is the primary source of this motivation. In this study, firstly reflections of resistance on social life will be mentioned. At the same time, taking control and barriers of Ikhwan and probable effects of recent events in Egypt on Gaza will be addressed. Lastly, reflec-tions of Israel’s apology from Turkey on Gaza will be examined. The question to be answered in this regard is whether Israel’s apology is sincere or due to political calculations.
Keywords: Gaza, Hamas, Resistance, Motivation, Ikhwan, Israel
İnceleme
Giriş
Bu çalışmada ilk olarak, İsrail ve Gazze arasın-
da meydana gelen savaşların öneminden bah-
sedilecektir. Zira bu savaşlar İsrail ve özellikle
Gazze’de, ötekine karşı motivasyonun kaynağı
olmaktadır. Gazze’de savaşların öncesinde ve
sonrasındaki ruh hallerinin farklılık arz ettiğini
görmek bu tespiti desteklemektedir.
İkinci olarak, Mısır’ın bugünü ve yakın gelecek-
teki durumu üzerine birtakım tespitlerde bu-
lunularak Mısır’ın Gazze için neden önemli ol-
duğu ifade edilecektir. Üçüncü olarak, Mısır’da
İhvan’ın kontrolü ele alışının, İsrail’in Mavi
Marmara’da gerçekleştirdiği baskından dolayı
Türkiye’den özür dilemesi hususunda zorlayıcı
bir unsur olup olamayacağı tartışılacaktır. Son
olarak, sebep ne ve kim olursa olsun vuku bul-
muş olan özrün, samimi mi yahut siyasi mi oldu-
ğu değerlendirilerek özrün Gazze’ye kazandıra-
bilecekleri tahlil edilmeye çalışılacaktır.
İsrail-Gazze İlişkilerinde Savaşın
Yeri ve Önemi
Gazze dikdörtgen şeklinde bir konuma sahiptir.
Dikdörtgen şeklindeki Gazze’nin doğu uzun ke-
narı ile kuzey kısa kenarında İsrail bulunmakta-
dır. Güney kısa kenarında Mısır, batı uzun kena-
rında ise Akdeniz bulunmaktadır. Akdeniz’e pa-
ralel uzanan Gazze, yaklaşık 45 km uzunluğunda
sahile sahiptir. Akdeniz’den içeriye doğru en ge-
niş bölgesi 15 km’yi geçmeyen Gazze’de yapılar
mecburiyetten birbirine çok yakın vaziyette inşa
edilmiştir. Yaklaşık 400 km2lik bir yüzölçümüne
sahip Gazze’de 1,5 milyon civarında insan yaşa-
maktadır.
2006 yılında Hamas’ın seçimleri kazanmasıyla
birlikte İsrail tarafından Gazze’ye ağır bir şekilde
ambargo uygulanmaya başlanmıştır. Hamas’ın
seçimleri kazanmasından 2008’in Aralık ayına
kadar geçen yaklaşık üç yıllık sürede toplumun
Hamas’a karşı, ambargonun sebebi olmasından
ötürü, nefret beslemesi amaçlanmıştır. Ambar-
go sebebiyle Gazze’ye, yaşam için gerekli olan en
temel maddelerin bile girişi kontrollü olmuştur.
Özellikle savaş öncesi ve sonrasında yeni yerle-
şim birimlerinin inşası ve yıkılanların tamiratı
için gerekli olan çimento ve cam gibi maddeler
ise neredeyse hiç sokulmamıştır.
Altı yıldan fazla süren ağır ambargonun yanında,
İsrail-Gazze ilişkilerinin son yıllarına bakıldığın-
da iki önemli savaş öne çıkmaktadır. Gazzeliler
açısından iki savaşın ilkinde (2008) göreceli ola-
rak Hamas kaybetse de son savaşta (2012) kaza-
nan kesinlikle Hamas olmuştur. İfade edilen iki
önemli savaştan ilki olan Dökme Kurşun Ope-
rasyonu (Gazzeliler tarafından “Furkan Savaşı”
olarak adlandırılmaktadır), toplumun artan hu-
zursuzluğunun da yardımını umarak Hamas’ı
tamamen ortadan kaldırmak parolası ile başlatıl-
mıştır.1 27 Aralık 2008 günü başlayan ve 22 gün
süren savaş neticesinde 347’si çocuk 1393 Filis-
tinli ve 3’ü sivil 13 İsrailli öldürülmüştür.2 Savaş
neticesinde 2006’da Ortadoğu’da demokratik
ortamda yapılan ender seçimlerden biri ile başa
geçmiş olan Hamas, toplum nezdinde kısmen de
olsa güven kaybetmiştir. Hamas’ı ortadan kaldı-
ramayan İsrail’deki hükümet de aynı şekilde gü-
ven kaybına uğramıştır.
Dökme Kurşun Operasyonu’nun en önemli özel-
liklerinden biri İsrail’in deniz ve hava saldırıları-
nı, operasyonu başlattığı tarihten beş gün sonra
srail ve Filistin aras nda son y llarda meydana gelen nemli sava lardan i incisi 01 y l n n sonlar na do ru ya anm t r srail taraf ndan
ulut S tunu Gazzeliler taraf ndan ise Siccil olara adland r lan sava T r iye ve zelli le M s r’ n inisiyatif alara devreye girmesi ile sona ermi tir
İnceleme
kara harekâtı ile desteklemiş olmasıdır. Normal
savaşlarda kara harekâtı, hava ve denizden des-
teklenmektedir. Ancak bölgenin ismi Gazze
olunca operasyonların rutini hava ve denizden
olduğu için kara harekâtından destek olarak bah-
sedilebilir. İsrail, Hamas’ın iktidarını bitirmek
parolası ile başlattığı operasyonlar neticesinde
hedefine ulaşamamış ve 22. günün sonunda geri
çekilmek zorunda kalmıştır.
İsrail ve Filistin arasında son yıllarda meydana
gelen önemli savaşlardan ikincisi ise 2012 yılının
sonlarına doğru yaşanmıştır. İsrail tarafından
“Bulut Sütunu”, Gazzeliler tarafından ise “Siccil”
olarak adlandırılan savaş, Türkiye ve özellikle
Mısır’ın inisiyatif alarak devreye girmesi ile sona
ermiştir.
Her iki tarafın da savaşa verdikleri isimlerin dini
motif taşıması ilgi çekicidir. İsrail’in verdiği isim
Tevrat’ta, Hamas’ın verdiği isim ise Kur’an’da
geçmektedir. Tevrat’ta Çıkış bölümünün 21. aye-
tinde ilgili isim “ve gündüz ve geceleyin yürüsün-
ler diye, Rab onlara yol göstermek için gündüzün
bulut direğinde (sütununda) ve geceleyin onlara
ışık vermek için ateş direğinde (sütununda) ön-
lerinde gidiyordu” şeklinde geçmektedir.3 Yani
Tevrat’a göre “Bulut Sütunu” Rabbin İsrail oğul-
larına verdiği desteği ifade etmektedir. Hamas’ın
kullandığı Siccil ifadesi ise Kur’an’da 105. surede
(Fil Suresi) geçmektedir ve kelime, tarihte Fil va-
kasındaki, Yemen’den gelerek Mekke’yi kuşatan
Ebrehe’nin ordularını mağlup eden Ebabil kuşla-
rın attıkları taş anlamına gelmektedir.4
Bulut Sütunu operasyonunun maliyeti, görünür-
de Gazze için daha fazla olmuştur. Ancak görün-
meyen ve basına pek yansımayan ya da yansıtıl-
mayan yönüyle İsrail için daha fazla olmuştur
denebilir. Hamaslı yetkililere göre savaş başladı-
ğında Gazze’den 80 km menzilli çok sayıda ro-
ket fırlatılmıştır. Toplamda 1.400 rakamını geçen
saldırılardan bir tanesi İsrail Meclis binasının
150 metre yakınına düşmüştür. Durum karşısın-
da İsrailli yetkililerde meydana gelen şaşkınlık,
bomba parçaları incelendiğinde yerini endişeye
bırakmıştır. Zira bombayı inceleyenler, füzenin
üstünde Gazze’de üretilmiştir yazdığını görmüş-
lerdir. Bu roket ve füze saldırılarının önemli bir
bölümünün, İsrail tarafından saldırıları engelle-
mek üzere tesis edilen Demir Kubbeyi aşması da
İsrail halkında korku oluşturmuştur.5
Tel Aviv’i hedef alan saldırılar aslında askeri
değil siyasi bir mesaj olarak okunabilir. Hamas,
gerçekleştirdiği ataklarla Tel Aviv’i vurabilecek-
lerinin mesajını vermiştir. Yine Hamaslı yetkili-
lere göre operasyonlar süresince İsrail Savunma
Güçlerine bağlı uçaklar düşürülmüştür. Yetki-
liler, İsrail tarafından bu bilgilerin itinayla giz-
lendiğini ve dolayısıyla dünyanın bu ve benzeri
askeri başarısızlıklardan haberdar olamadığını
belirtmektedirler.6
2012 yılının sonunda İsrail’in gerçekleştirdiği
Bulut Sütunu Operasyonu’nda Hamas’ın göster-
miş olduğu direniş, Gazzelilerin Hamas’a olan
güvenlerinin ve saygılarının artmasına sebep ol-
muştur, tespiti yapılabilir. Gazze’ye düzenlenen
son büyük operasyonun sonuçlarını ve halkın
hissiyatını görebilme adına 18–21 Mart 2013
tarihleri arasında Gazze’de yapılan inceleme-
ler bu tespitin yapılmasına imkân vermektedir.
Görüşülebilen insanların genel kanaati İsrail’in
düzenlediği son operasyonların öncesine kadar,
muhtemel bir seçimde Hamas’ın seçimleri kaza-
namayacağı yönündedir. Gazze üzerinde artan
ambargolar ve İsrail’e karşı ciddi bir varlık gös-
terememesi, Hamas’ın elini zayıflatan unsurlar
olarak öne çıkmaktaydı. Ancak operasyonlar-
da Hamas’ın gösterdiği askeri başarılar, halkın
önemli bir bölümünün Hamas’a tekrar teveccüh
etmesine yardımcı olmuştur.7
Hamas’a yönelik desteğin altında yatan tek ne-
den, Bulut Sütunu Operasyonu’nda gösterdiği
varlık değildir elbette. Askeri bir mukavemet
göster(e)meyen Batı Şeria bölgesinin günden
güne Filistinliler aleyhine erimesi ve İsrailli yer-
leşim yeri haline gelmesi, direnişin ve Hamas’ın
destek bulmasına bir başka sebep olarak zikre-
dilebilir. Gazze’deki menfi ekonomik durumun
müsebbibi olarak Batı Şeria’daki yönetimin so-
rumlu tutulması ve Gazze’de devlet dairelerin-
de çalışanların maaşlarının ödenememesi de
El Fetih’in aleyhine ancak yine Hamas’ın lehine
gelişmeler olarak ifade edilebilir. Zira bu öde-
meleri yapması ve ekonomiyi iyileştirmesi Batı
Şeria’daki yönetimden beklenmektedir. Yukarıda
İnceleme
ifade edilenlere ilave olarak sosyal bir etki yapan,
İsrail hapishanesinde bulunanların yakınlarına
ve sakatlara ödenmesi gereken maaşların ödene-
memesi de motivasyona sebep olan ve Hamas’ı
güçlendiren diğer nedenler olarak sıralanabilir.
Başbakan Selam Feyyad’ın istifası da bütün bu se-
beplerin geçerliliğinin kabulü olarak okunabilir.
Nihayetinde sebep her ne olursa olsun Gazze’de
oluşan motivasyonla Gazze halkının önemli bir
bölümü, İsrail’in saldırılarından korkmadıklarını
ve direnişi asla bırakmayacaklarını her fırsatta
ifade etmektedir.8
Gazze’deki lider kadro da direniş konusundaki
kararlılıklarını net bir şekilde ifade etmektedir.
19 Mart 2013’te Gazze’de görüştüğümüz İsmail
Haniye, bugüne kadar Gazze’yi savunduklarını
ancak bundan sonra isterlerse hücum edebile-
ceklerini ve İsrail’in Filistin’i tanımak mecburiye-
tinde olduğunu ifade etmektedir.9 18 Mart 2013
günü Gazze’de görüştüğümüz Hamas’ın siyasi
liderlerinden Dışişleri eski bakanı Mahmud Al-
Zahar da Filistin’in eskisinden çok daha güçlü ol-
duğunu ve bundan sonraki süreçte İsrail’in, kar-
şısında çok daha güçlü bir Hamas bulacağını ifa-
de etmektedir.10 Bulut Sütunu Operasyonu’ndan
sonra sıkça yapılan bu ve benzeri açıklamalar,
İsrail’i etkiler mi bilinmez ancak Gazze halkında
azımsanmayacak bir destek bulmaktadır.
Gazze’de, halktaki kararlılık ve özgüveni her fır-
satta görmek mümkündür. Çocuk yaşta dene-
bilecek gençlerin bile yolda yürürlerken ayrı bir
özgüven ile yürüdüklerini görmek zor değildir.
Beş yaşındaki bir çocuk bile Yehud (Yahudi) keli-
mesini duyunca ayrı bir duruşa geçmektedir. Ço-
cukların bu duruşa sahip olmaları tesadüf î değil
belli bir eğitim sürecinin sonucudur. Çok sayıda
yetim merkezi olan Gazze’de, yetimler büyük bir
ihtimamla yetiştirilmektedir. Eğitim bittikten
sonra merkezlerden eve giden çocukların, anne-
leri yanında olmadan dışarıda tek başlarına oyun
oynamalarına bile müsaade edilmemektedir. Sıkı
bir eğitime tabi olan dört-beş yaşındaki çocuklar
bir araya geldiklerinde hep bir ağızdan özgürlük
marşları söylemektedir.
Gündüz halkta net bir şekilde gözlemlenebilen
özgüven, akşam olunca da sınır boylarında görü-
lebilmektedir. Yetkililer net bir sayı vermese de
geceleri sınırda nöbet tutan gönüllü askerlerin
sayıları “bin’ler” ile ifade edilmektedir. On beş
yaşından yetmiş beş yaşına kadar hemen herkes
sınırda göreve gitmektedir. Sabahleyin halıcılıkla
uğraşan, bakkal sahibi olan sıradan bir Gazzeli,
her ayın muayyen günlerinde geceleri sınıra gi-
derek nöbet tutmaktadır. Aynı şekilde devletin
resmi organlarında görev yapan üst düzey resmi
görevliler de gece olunca nöbete çıkmaktadır.
Gece nöbet tutup sabah üniversiteye, öğrenime
giden öğrencilerin sayısı da azımsanmayacak dü-
zeydedir.11
Gazze’de hemen herkes teyakkuz halinde bir ha-
yat sürmektedir. Şehirde, sanki ertesi gün başla-
yacak bir savaşın sükûneti ve hazırlığı hâkimdir.
Gece çok hareketli ancak bir o kadar da sessiz
geçmektedir. Sokakların arasını ve sınırdaki ha-
reketliliği gör(e)meyen biri için Gazze, gecele-
ri hayalet bir şehri andırabilir. Ana caddelerde
hareketli tek bir araç, gezen tek bir insan bile
görmek neredeyse imkânsızdır. Ancak özellikle
İsrail sınırındaki ara sokaklar dikkatle incelen-
diğinde hazır bekleyen araçları ve gönüllü di-
renişçileri görmek çok zor değildir.12 Gazze’de,
Batı Şeria’da sahip olduğu gibi bir serbestliğe sa-
hip olmasa da İsrail, gözlemleme imkânına sahip
olacak kadar Gazze’ye yakındır. Gazze ara sokak-
larında ve sınırda meydana gelen bütün hareket-
lilikten haberdardır ve bu hareketliliği sınırdaki
yüksek teknolojiye sahip cihazlarla devamlı izle-
mektedir. İsrail sınırında özellikle İsrail ordusu-
nun da görebileceği şekilde konuşlanan kalabalık
Hamaslı ve gönüllü birlikler, İsrail’in taarruzdan
ziyade savunma yapan bir ülke olmasına sebep
olmaktadır. Bu sebeptendir ki İsrail, 2008’den
bu yana Gazze’ye yönelik ikinci bir -geniş çap-
lı- kara harekâtı yapmayı göze al(a)mamıştır. Dö-
nem dönem Gazze sınırına tank ve buldozerlerle
girse de İsrail’in, Gazze gibi küçük, kalabalık ve
organize bir örgütün olduğu şehirde geniş çaplı
bir kara harekâtını uzun tutması ve başarılı kıl-
ması imkânsıza yakın görünmektedir.
Mısır’da Genel Durum ve Gazze İçin Mısır’ın
Önemi
Mısır-Gazze ilişkilerini açıklamadan önce, özel-
likle son dönemde meydana gelen ve iki ülke-
nin karşı karşıya gelmesine sebep olan önemli
İnceleme
bir olayı kısaca hatırlamakta fayda vardır. 2012
yılının Ağustos ayında Sina çölünün Mısır-İsra-
il sınırına yakın bölgesinde, 16 Mısır polisinin
kar maskeli saldırganlarca öldürülmesi olayında,
Mısır basını tarafından Hamas suçlanmış ve Mı-
sır ile Gazze karşı karşıya gelmiştir. Faili meçhul
olarak kalan saldırılar için Cumhurbaşkanı Mur-
si, suçluların en kısa zamanda cezalandırılacağı-
nı ifade etmişti. Temkinli açıklamalarda bulunan
Mursi’ye rağmen İsrail de Mısır basını gibi hızlı
bir şekilde olayların arkasında Hamas’ın olduğu-
nu ileri sürmüştü.13 Hamas ile Müslüman Kar-
deşler (İhvan) ise ölümlerden İsrail’i sorumlu
tutmuştu. Hamaslı yetkililer, Hamas’ın İhvan’dan
ayrı olmadığının; dolayısıyla İhvan’ı zora sokacak
hiçbir faaliyette bulunmayacağını ifade etmekte-
dirler. Süreç ilerledikçe olayın Hamas’la ilgisinin
olmadığının da ortaya çıkmaya başladığını be-
lirtmektedirler.14
Mısır’ın Gazze için önemini görebilmek için
öncelikle Mısır’ın Mübarek sonrasındaki duru-
munu tahlil etmek gerekmektedir. Hamas’a ve
özellikle İhvan’ın yetkililerine göre Mısır’da plan-
lanan ve uygulanan basit bir oyun vardır ve bu
oyun aslında çok nettir. Sina’da gerçekleşen olay
ise bu genel planın sadece bir uygulamasıdır.
21 Mart 2013 Perşembe günü Kahire’de konuş-
tuğumuz İhvan’ın Şura Meclisi Üyesi ve Kahire
Gazze-Mısır arasındaki Refah Sınır kapısında Mısırlı emniyet görevlileri, içeriye girmek isteyenlere kolaylık sağlamak
bir yana zorluk çıkarmaktadır. Mursi Gazze’ye ihanet ediyor mealindeki haberleri Ordu’nun ve polisin kendisini nasıl konumlandırdığı ile
okumak, tünellerin neden imha edildiğinin de anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
İnceleme
İdari Sorumlusu Muhyi Al-Zahid’e göre plan,
Mübarek sonrasında hazırlanmış ve süratle tat-
bike başlanmıştır. Bilindiği gibi Mısır’da Mü-
barek devri bitmiş ve sonrasında milletvekilliği
seçimleri yapılmıştı. Yapılan bu seçimlerden ise
genel olarak İslamcılar galip çıkmıştı. İhvan’ın,
Selefilerin ve diğer İslamcı partilerin aldıkları
oylar toplandığında, seçmenin yüzde yetmişini
geçmiştir.15
Al-Zahid, Mısır’ın genel durumuna ve ifade etti-
ği planın ne olduğuna dair kendisine yönelttiği-
miz soru üzerine şu açıklamalarda bulunmuştur:
“Eski rejim sayesinde maddi olarak varlık elde
eden ülkedeki azınlık gruplar ve birtakım çevre-
ler, İhvan’ın yönetime geçmesi ile birlikte haksız
olarak kazandıklarını kaybetmeye başlamışlar-
dır. Bu grupların başında özellikle Mübarek yan-
lıları, işadamları ve medya patronları gelmekte-
dir. Bunlara ilave olarak emniyetin ileri nokta-
larında görev alan bazı komiserler ve amirler de
sayılabilir. Bütün bu gruplar ellerinde tuttukları
serveti ve gücü bırakmak istememektedirler. İşte
bu gruplar, ülke içinde parasız gençleri organi-
ze ederek gençlerin İhvan’ın binalarına ve resmi
dairelere saldırmalarını sağlamaktadırlar. Ayrıca
bu gençlere, ismini ifade etmeyeceğim ancak si-
zin çok iyi bildiğiniz birtakım ülkeler de kaynak
aktarmak sureti ile destek sağlamaktadır. Polis
gücü neredeyse tamamen eski rejimin düşün-
ce yapısına sahiptir ve çıkan olaylara müdahale
etmemektedir. Aslında bu hareketiyle emniyet,
askere bir mesaj göndermektedir. Siyasilerin
ve emniyet güçlerinin asayişi sağlayamadıkları,
dolayısıyla askerin görevi devralması gerekliliği
mesajı verilmektedir”.16 Al-Zahid’in ifade etti-
ği bu durum karşısında Mursi ise geçici çözüm
olarak, çoğu kar maskeli göstericilerden oluşan
muhaliflerden daha kalabalık olan İhvan gençlik
teşkilatına, kesin bir talimat göndererek karşı-
lık vermemelerini bildirmektedir. Mursi’ye göre
İhvan’ın fiziki müdahale göstererek olaylara ka-
rışması, planı tertip edenlerin amacına ulaşma-
larını kolaylaştıracaktır.17
22 Mart 2013 Cuma günü, yine bir rutin haline
gelen İhvan’ı protesto gösterilerinden biri dü-
zenlenmiş ancak diğerlerinden farklı olarak bu
defa İhvan’ın Genel Merkezi kuşatılmıştır. İh-
vanlı yetkililere göre, Mukattam (İhvan’ın Kalesi
sayılmaktadır) bölgesini adeta bir savaş alanına
çevirenler Ulusal Kurtuluş Cephesi gençleri ve
bazı sol gruplardır. Aynı gruplar uzun süredir
de Tahrir Meydanı’nda sürekli oturan gruplar-
dır. Tahrir’de beklediklerini bulamayan grupla-
rın yeni hamlesi gerek resmi kurumları gerekse
İhvan’ın binalarını kuşatmak ve yakma girişim-
lerinde bulunmaktır. İhvan’dan olduğu anlaşılan
gençlerin dayak yemesine rağmen karşılık ver-
memeleri Mursi’den ve İhvan’ın yöneticilerinden
aldıkları talimattan başka bir şeyle açıklanama-
maktadır. Zira İhvan’ın gençlik teşkilatı sayıca
çok daha kalabalık olmasına rağmen yumuşak
bir direniş sergilemektedir.18
Eğitime yapılan harcamanın Gayri Safi Yurtiçi
Hâsılaya oranının %4’ü bulmadığı ve okuma yaz-
ma oranının %70’i ancak bulduğu bir ülke olarak
Mısır’da19 insanların bilgiye ulaşma kaynağı ge-
nel olarak televizyon, radyo ve gazetedir. İhvan’ın
ise ulusal bir televizyonu ve bir gazetesi bulun-
maktadır. Televizyonunun izlenme oranı ve ga-
zetesinin tirajı taraftarlarının sayısına kıyasla çok
azdır. Mısır genelinde izlenme ve okunma sırala-
El Fetih’in Gazze’de zay amas ve amas’ n g n ge ti e g lenmesi Gazze ve hvan aras nda salt ar birli inden ziyade bir dava ve inan birli inin olu mas na da sebep olma tad r u a dan Mursi deme Gazze deme aniye deme de hvan deme tir M s r’ n Gazze i in nemini biraz da bu a dan de erlendirme gere ir
İnceleme
malarında İhvan’ın televizyon ve gazetesi sonlar-
da gelmektedir.20 Halk, bilgiye televizyon, gazete
ve radyodan ulaştığı ve aktarılan herhangi bir
bilginin aslını/ardını araştırmadığı için Kahire’de
yavaş yavaş artan bir huzursuzluktan bahsedile-
bilir. Ancak Mursi, Mısır’da olup bitenlerin far-
kındalığıyla olayları izlemekte ve acele etmeden
ve çok radikal kararlar vermeden hareket etmeye
devam edecek gibi görünmektedir. 21 Mart Per-
şembe günü Kahire’de, Mısır’ın ve İhvan’ın gele-
ceği üzerine konuştuğumuz Al-Zahid, Mısır’da
son zamanlarda olanlara dair kendisine yöneltti-
ğimiz (özel) soruya (genel) şöyle cevap vermiştir:
“İçeride ve dışarıda bütün muhalifler birleşmişler
ve bize karşı çeşitli planlar hazırlıyorlar. Bunların
hepsinin farkındayız. Ancak biraz zamana ihtiya-
cımız var. Asayişi sağlamaya ayırdığımız vakti ve
enerjiyi ülkemize ayırsak Mısır kazanacak. An-
cak Mısır’ın kazanmasını istemiyorlar”.21 İhvanlı
yetkililer her ne kadar zamana ihtiyaç duyduk-
larını ifade etseler de zaman, Mısır’da İhvan’ın
aleyhine işliyor görünmektedir. Buna rağmen,
İhvanlı yetkililer acele ve radikal davranmamak
hususunda dikkatli davranmaktadırlar.
Mısır’ın bu karışık durumu göz önüne alındığın-
da şu an için Gazze konusunda hatırı sayılır bir
fayda sağlaması zor görünmektedir. Zira kendi
iç problemlerini çözüme kavuşturması kısa sa-
yılmayacak bir süreç alacak gibi görünmektedir.
Mısır-Gazze ilişkilerinde gelişebilecek herhangi
bir olay değerlendirilirken Mısır’ın iç durumu
göz önünde bulundurulursa daha sağlıklı tahlil-
ler yapılabilir. Örneğin, Gazze-Mısır sınırında,
14 km uzunluğa sahip hatta bulunan tünellerden
(binden fazla olduğu ifade edilmektedir) bazı-
larının su pompalanarak bazılarının da patlatı-
larak imha edilmesi, Mısır’daki karışık durum
göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Gazze-
Mısır arasındaki Refah Sınır kapısında Mısırlı
emniyet görevlileri, içeriye girmek isteyenlere
kolaylık sağlamak bir yana zorluk çıkarmaktadır.
Mursi Gazze’ye ihanet ediyor mealindeki haber-
leri Ordu’nun ve polisin kendisini nasıl konum-
landırdığı ile okumak, tünellerin neden imha
edildiğinin de anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Şu
an itibariyle ordu en iyi ihtimalle tarafsız, polis
ise İhvan karşıtı bir konumda kendisini konum-
landırmaktadır. Mursi’nin tünellerin kapatılması
veya imha edilmesi noktasında bir talimatı bu-
lunmamaktadır. Ancak polisin veya askeriyenin
yaptığı eylemler de nihayetinde siyasi karar mer-
cilerinden bilinmektedir.
Mursi iktidarında, Gazze’nin -teoride- kazancı-
nın artması beklenmektedir. Ancak Mısır için-
deki kuvvetler çekişmesinin Gazze’ye yansıması-
nın -en azından geçiş döneminde- eskisinden de
olumsuz olması sürpriz olmamalıdır. Şüphesiz
İhvan, Mısır’da güçlendikçe Gazze’nin daha fazla
fayda elde etmesi mümkün olacak gibi görün-
mektedir.
Gazze açısından Mısır’ın önemine ilişkin bir
diğer önemli husus ise “Arapçılık” olarak zikre-
dilebilir. Mavi Marmara operasyonunun ardın-
dan Gazzelilerin gözünde Türkiye’ye olan sevgi
kuşkusuz artmıştır. Ancak nihayetinde Türkiye,
kuruluşunu takip eden 80 yıl boyunca doğusu
ile hatırı sayılır münasebette bulunmamıştır. Bu
açıdan Filistinlilerin gözünde, Türkiye’nin Gazze
davasının sahiplenilmesinde kat etmesi gereken
uzun bir yolu vardır.
Gazzelilere, Osmanlı ve Türkiye sorulduğunda
iki döneme ait olmak üzere toplam dört liderin
isminin öne çıktığı görülmektedir. Kürt lider
Selahaddin Eyyubi’nin dillere pelesenk oldu-
ğu Gazze’de, Osmanlı padişahlarından Sultan
Mehmed ve II. Abdulhamid’in ayrı bir yeri bu-
lunmaktadır. Türkiye siyasetinden ise Necmettin
Erbakan ve Recep Tayyip Erdoğan, Gazzeliler
için farklı bir anlam ifade etmektedir. İfade edi-
len liderlerin her birinin adına ya bir mahalle, ya
bir cadde ya da bir yetim merkezi bulunmakta-
dır.22
Filistin davasını sahiplenmiş olmalarına rağmen
ismi geçen liderler Türk’tür ve Filistin, altmış yıl-
dır neredeyse tamamıyla Arapların savunmuş
olduğu bir dava olarak günümüze gelmiştir. Bu
yüzden (çok güçlü de olsa) Türkiye’nin (çok zayıf
da olsa) Mısır etmeyeceği aşikârdır. Bu sebep-
tendir ki Mısır ve Mısır’da meydana gelen olaylar
Gazze’de, Türkiye de dâhil diğer ülkelere oranla
daha yakından takip edilmektedir. Mısır’ın coğ-
rafi yakınlığı, kültürel bağları, aldığı ve alacağı
kararlarla Gazze’nin ekonomisini belirleyen bi-
rinci ülke olması, Mısır’ı Gazze için diğer ülke-
İnceleme
lerden farklı kılan diğer bazı önemli özellikler
olarak sayılabilir.
Sünni dünyanın liderliğini yapma potansiyelini
bünyesinde barındıran en önemli iki ülke olan
Mısır ve Türkiye’den hangisinin Gazze için ha-
yati önem taşıdığının daha net anlaşılması adı-
na küçük ancak önemli bir örnek yeterlidir.
Gazze’nin üç tarafı İsrail ile çevrilidir. Deniz
tarafı da birbirine dik, Gazze sahiline paralel
bir şekilde konuşlanmış onlarca İsrail gemisi ile
çevrilidir. Geriye çok küçük bir sınır kalmaktadır.
O sınır da Mısır’ladır. Türkiye, Gazze’ye milyar
dolarlık yardımda bulunmaya karar verse, (İsrail
dışında) Mısır’dan geçmek zorundadır. Başka bir
ifade ile Mısır’ın müsaadesi olmadan Türkiye’nin
Gazze’ye bir iğne yardımda bulunması bile
mümkün değildir. Dolayısıyla Gazze’nin kade-
rinin Mısır’ın kaderinden ayrı olmadığını belirt-
mek gerekir.
El-Fetih’in Gazze’de zayıflaması ve Hamas’ın gün
geçtikçe güçlenmesi Gazze ve İhvan arasında salt
çıkar birliğinden ziyade bir dava ve inanç birliği-
nin oluşmasına da sebep olmaktadır. Bu açıdan
Mursi demek Gazze demek, Haniye demek de
İhvan demektir. Mısır’ın Gazze için önemini bi-
raz da bu açıdan değerlendirmek gerekir.
İsrail’in Özrünü Farklı Okumak ve Özrün
Gazze’ye Muhtemel Etkileri
Öncelikle belirtmek gerekir ki 22 Mart 2013
günü itibariyle İsrail başbakanı Netenyahu’nun,
Mayıs 2010’da gerçekleştirilen Mavi Marmara
baskınından dolayı Türkiye’den özür dilemesi ve
baskında hayatını kaybedenler için tazminat öde-
meyi kabul etmesi Türkiye lehine diplomatik bir
başarı olarak tarih kayıtlarına geçmiştir. Ancak
gerek özür dilemesi gerekse Mavi Marmara’da
öldürülen dokuz kişi için tazminatı kabul etmesi
Direniş kültürü var ve canlı olduğu müddetçe Gazze’deki insanların motivasyonlarının eksilmesi zor görünmektedir. Zira Gazze,
her operasyondan sonra, İsrail’in karşısına daha da güçlenerek çıkan bir bölgedir.
İnceleme
9
hususunda, İsrail’in samimi mi yoksa siyasi mi
hareket ettiğinin cevabını vermek için çok erken-
dir. Özrün altında yatan en mühim tez karşılıklı
bağımlılık çerçevesinde İsrail ile Türkiye’nin bir-
birlerine bağımlı oldukları ve ihtiyaç duydukları
tezidir. Bu tezin zıddı ile birlikte İsrail’in özrünün
nedeni ve arkasında ne olabileceği hakkında dört
farklı tez ileri sürülebilir.
İlk tez, İsrail’in Türkiye’ye muhtaç olduğu tezinin
yanlışlığı olarak ileri sürülebilir. Gerek Davos’tan
gerekse Mavi Marmara’dan sonra ilişkiler nor-
male dönmediği takdirde İsrail’in rahat nefes
almasının mümkün olamayacağı vurgulanmak-
taydı. Ancak 2008’de ortaya çıkan ve etkisi uzun
süren küresel ekonomik krizden -Türkiye’nin
sırtını dönmesine rağmen- bölgede Türkiye ile
beraber en başarılı şekilde çıkan ikinci ekono-
mi İsrail ekonomisi olmuştur. Yani öngörüldüğü
gibi İsrail, Türkiyesiz mahvolmamıştır.
İkinci tez, Suriye ile ilgili ileri sürülebilir. Suri-
ye meselesi gitgide bir açmaza dönüşmektedir.
Esed sonrasında, rejimin elindeki silahların kim-
lerin eline geçeceği endişesi, İsrail’in Türkiye’ye
yakınlaşmasını mecburi kılmış olabilir. Bu özür
vesilesi ile ilerleyen süreçte İsrail’in kendi güven-
lik kaygısını öne sürerek Suriye’ye girmesi veya
müdahale etmesi durumunda, Türkiye’nin sessiz
kalması hatta örtülü destek çıkması bile sağlana-
bilir. Ancak bunun için her şeyden önce Türkiye
ile ilişkilerin iyi olması gereklidir ki İsrail, özür
dileyerek ve tazminatı kabul ederek ilk adımı at-
mıştır.
Üçüncü tez, İsrail’in bir özürle kazançlı çıkacağı
tezidir. Türkiye basınında özürle ilgili İsrail diz
çöktü, hatasını anladı mealinde başlıklar yer al-
mıştır. Her şeyden önce Türkiye’nin Gazze’ye
uygulanan abluka kalkmadan ilişkiler normale
dönmeyecek restinin ne olacağı merak konu-
sudur. Eğer abluka kalkmadan ilişkiler normale
dönerse Türkiye kaybetmiş olacaktır. İkinci ola-
rak, Mavi Marmara operasyonunun kaza olma-
dığı bilakis kasti olduğu tezini savunan Türkiye,
ilişkilerin normale dönmesi halinde bu tezinden
de vazgeçmiş olacaktır. Böylece hukuki arena-
da Türkiye’nin eli zayıflamış olacaktır. İsrail’in
özür dilemesi, gurur kırıcı olarak yorumlansa da
İsrail’in kazançlı çıkmasını sağlayabilir.
Dördüncü tez ise Mısır’da ve civarında İslamcı
hükümetlerin yönetimi ele almasıyla köşeye sı-
kışan İsrail için Türkiye’nin çıkış noktası olacağı
iddiasının yanlışlığı olarak ileri sürülebilir. Bu ba-
kış açısı ile İsrail, zorda kaldığı için Türkiye’den
özür dilemiştir. Ancak görmek gereken önemli
bir nokta, Mısır’ın, Tunus’un ve yönetimlerin de-
ğiştiği sair yerlerin İsrail’e sorun çıkarmaları bir
yana henüz kendi içlerindeki asayişi sağlama ko-
nusunda bile yeterli olmadıklarıdır. Yakın bir ge-
lecekte, İsrail’in özellikle -devamlı göreceği ifade
edilen- Mısır’dan zarar görmesi pek mümkün
görünmemektedir. Şu an için Mısır, medyasıyla,
polisiyle kısmen de askeriyle muhalefetin destek
gördüğü bir ülkedir ve İhvan’ın, Mısır’ın kalkın-
ması ve iç güvenliğin sağlanması adına kat etme-
si gereken daha çok uzun bir yolu vardır.
Peki, İsrail Gazze’deki ablukanın kalkmasına
müsaade eder mi? İsrail’in Gazze’deki abluka-
nın kaldırılması hususunda sahip olduğu kanaati
görmek için son iki büyük operasyonların tari-
hine ve isimlerine bir daha bakmak yeterlidir.
İsrail’in Gazze’ye düzenlediği son iki operasyon
(2008 ve 2012), ABD’deki seçimlerden hemen
sonra İsrail’deki seçimlerden de hemen önce
olmuştur. Bu denk geliş, rastlantı olamayacak
kadar ilginçtir. Operasyonların seçim öncesine
denk gelmesi, İsrail’in kendi iç siyasetinde mal-
zeme olarak Gazze operasyonlarını kullanıyor
olması çıkarımlarını beraberinde getirmektedir.
Aynı şekilde savaşın isminin Tevrat kaynaklı ol-
ması, İsrail’in savaşa bakış açsını ortaya koymak-
tadır. Operasyonda, Hamas’ın Bulut Sütununa
karşılık “Siccil” ifadesini kullanması, Hamas’ın
da İsrail’den farklı bir bakış açısına sahip olmadı-
ğını göstermektedir. Her iki taraf da operasyon-
ları kutsal bir savaş olarak değerlendirmektedir.
İnançlar ve hissiyatlar değişmedikçe İsrail-Gazze
arasındaki karşılıklı atakların bitmesi ve abluka-
nın kalkması zor olacaktır.
Tamamen kaldırılması imkânsıza yakın olan ab-
luka, kısmî de olsa hafifletilebilir. Abluka hafifle-
tilse bile, bundan sonraki süreçte İsrail belli be-
lirsiz aralıklarla operasyonlara devam edecektir.
Özelikle lider kadrolara yönelik nokta atışı ope-
rasyonlar devam edebilir. Son operasyonlarda
İsrail, Hamas’ın askeri kanat sorumlusu Ahmed
İnceleme
el-Cabiri’yi hedef almıştır. Ondan önceki askeri kanat lideri Salah Şehade 2002 yılında, Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmet Yasin ve ardından Abdü-laziz Rantisi 2004 yılında öldürülmüştür. Yukarı-da ifade edilen liderlerin tamamına yakınını füze ve hava saldırılarıyla öldüren İsrail, 2009 başında yine Hamas komutanı Said Siyam’ı öldürmüştür. Hatta bu politikanın Hamas liderleriyle sınırlı olmadığı da bilinmektedir. İslami Cihat Lideri Fethi Şikaki de 1995’te Malta’da öldürülmüştür.23 Özetle bundan sonraki süreçte İsrail’in benzeri hava saldırılarında bulunması sürpriz olmaya-caktır.
Önümüzdeki süreçte İsrail, (bir süreliğine) poli-tika değişikliğine de gidebilir. Enerjisini Suriye-İran konusuna harcayabilir. Bir teşbih yapmak gerekirse Gazze havuz, İran musluktur. Suri-ye’deki olayların bölgede oluşturduğu Sünni-Şii ayrışmasına rağmen Sünni Hamas’ın, Şii İran’dan destek gördüğü bilinmektedir. Dolayısıyla İsrail havuzdaki suyu boşaltmak yerine musluğu ka-patmak yoluna gidebilir. Bu ise beklenen sava-şın patlak vermesi ile mümkün olabilir. Bekle-nen İran-İsrail savaşı başladığında şüphe yok ki Lübnan’da Hizbullah tarafsız kalmayacaktır. Böyle bir durumda kuzeyinde iki cephede sava-şa girişecek olan İsrail’e, batısındaki Hamas’ın fırsattan istifade saldırması ihtimal dışı değildir. İsrail ile arası iyi olmayan Türkiye’nin, halklar bir yana yönetim olarak da İran’a yakın olması daha mümkün görünmektedir. Ancak Türkiye ile iyi ilişkilere sahip bir İsrail, olası İran ve Hizbullah savaşında Türkiye’nin en azından tarafsızlığını sağlamayı başarabilir. Zaten Suriye üzerinden girişilen mezhep kavgası ile ayrışmanın eşiğine gelen Sünniler, Şiilere karşı olası bir operasyona çok fazla ses çıkarmayacaklardır. Türkiye de böy-le bir durumda tarafsız kalabilir.
Körfez ülkeleri başta olmak üzere Sünni dün-
yada yayılmaya başlayan meşhur bir söz vardır:
“İran Ahtar Minel Yehud”. Yani İran, İsrail’den
daha tehlikelidir. Gazze’deki abluka -bir süre-
liğine- gevşetilirse olası bir Şia operasyonunda
Hamas’ın da sessiz kalması sağlanabilir. Zira Ha-
mas ve Hizbullah-İran-Suriye arasında bir inanç
birliğinden ziyade dava ve çıkar birliği vardır.
Her iki taraf da İsrail’in bölgede güçsüzleşmesi
ve ortadan kaldırılması amacıyla çalışmaktadır.
Ancak İsrail güçsüzleştikten veya ortadan kal-
dırıldıktan sonra taraflar, ne olacağı konusunda
hemfikir değillerdir. Özetle Gazze’deki abluka-
nın gevşetilmesi İsrail’in Hamas’a bakış açısının
değiştiği anlamına gelmeyecektir. Olası bir Şia-
İsrail savaşında İsrail, Gazze’nin en büyük des-
tekçilerinden birine darbe vurmuş olacaktır. Ha-
vuzu besleyen musluklar imha edildikten veya
etkisiz hale getirildikten sonra havuzdaki suyu
tahliye etmek daha kolay olacaktır. Bütün bu de-
ğerlendirmelere rağmen bundan sonra bölgede
nelerin vuku bulacağını her zaman olduğu gibi
en iyi zaman gösterecektir.
Sonuç ve Değerlendirme
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Oba-
ma, ilk başkanlık süreci başladığında Müslüman
ülkeleri ziyaret etmişti. Bu ziyaret Bush’un böl-
gede oluşturduğu olumsuz imajı tamir amaçlı
yorumlanmıştı. İkinci başkanlık dönemi başla-
dığında ise Başkan Obama, İsrail’i ziyaret etmiş-
tir. Obama’nın İsrail ziyareti, başkan olarak ger-
çekleştirdiği ilk ziyarettir. Ziyarette, her ne ka-
dar Filistin’in haklarından bahsetse de Modern
Siyonizm’in kurucusu olarak kabul edilen The-
odor Herlz’in kabrini ziyaret etmesi24 ve İsrail’in
Filistin üzerindeki tarihi haklarından bahsetme-
lgede meydana gelen b t n olaylar ia srail ve ii S nni geriliminin artt n g sterme tedir srail’in i inde olmas muhtemel bir atmada rfez l elerinin ran Suriye ve izbullah’ n u rayaca hezimete z lece i s ylenemez Geriye S nni l elerden b lgede ayda de er T r iye ve M s r alma tad r
İnceleme
si Obama’nın duruşunun anlaşılması açısından
önemlidir. Buradan verilen mesaj hem Hamas’a,
hem Hizbullah ve İran’a hem de Mısır’adır. Böl-
gede İsrail ile sorun yaşama potansiyeli olan kim
var ise mesaj açık bir dille iletilmiştir. Türkiye ise
ABD bakış açısına göre, yeniden şekillenmeye
başlayan Ortadoğu’da hem ABD hem de İsrail ile
arası iyi olması gereken bir ülkedir. Bu sebepten
İsrail’in özür dilemesi biraz da ABD sayesinde
sağlanmıştır denebilir. Özür neticesinde ortaya
çıkan sulh havası İsrail ve Türkiye ile sınırlı ka-
lacaktır. Şu an için İsrail-Filistin (Hamas), İsra-
il-İran veya İsrail-Hizbullah kutuplaşmalarında
olumlu yönde mesafe kat edilmesi zor görün-
mektedir.
Bölgede meydana gelen bütün olaylar Şia-İsrail
ve Şii-Sünni geriliminin arttığını göstermektedir.
İsrail’in içinde olması muhtemel bir çatışmada
Körfez ülkelerinin, İran, Suriye ve Hizbullah’ın
uğrayacağı hezimete üzüleceği söylenemez.
Geriye Sünni ülkelerden bölgede, kayda değer
Türkiye ve Mısır kalmaktadır. Mısır kendi iç
sorunları ile mücadele etmektedir. Türkiye’yle
ilişkiler ise özürle başlayan süreçle birlikte nor-
male dönecek gibi görünmektedir. Türkiye ile
başlayacak bir normalleşme süreci, olası Suriye
veya İran operasyonlarında Türkiye’nin -en kötü
ihtimalle- tarafsız kalmasını da sağlamayı amaç-
layacaktır. Türkiye ile İsrail ilişkilerinin olumlu
yönde ilerlemesi Gazze’ye de fayda sağlayacaktır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik operasyonları azaltma-
sı veya durdurması paradoksal bir şekilde İsrail’e
de fayda getirecektir.
Gazze’ye yapılan her operasyon, Gazze’de eks-
tra motivasyona sebep olmaktadır. Yani İsrail’in
Gazze’ye düzenlediği her operasyon neredeyse
Hamas ve direniş lehine yazılan bir operasyon
olmaktadır. Liderlere düzenlenen operasyon-
lar liderleri efsaneleştirirken, halka düzenlenen
operasyonlar da halkı İsrail’e karşı kinlendirmek-
tedir. İsrail, Gazze’ye operasyon düzenlemediği
takdirde, zamanla Hamas’ın güven ve seçimleri
kaybetme ihtimali bile mevcuttur. Aslında İsra-
il bu ihtimalin farkındadır. Ancak gerek İsrail’de
gerek Gazze’de motivasyonlar –özellikle halklar
düzeyinde- düşman algısı üzerinden oluş(turul)
maktadır.
Operasyon düzenlemediği takdirde Hamas’ın
zayıflayacağını bilmesine rağmen operasyon dü-
zenlemesi, İsrail’in iç politikası ile açıklanabilir.
İsrail seçimlerinin hemen öncesine denk gelen
operasyonlar, Gazze’nin seçim malzemesine
dönüştürüldüğünü göstermektedir. Ancak son
yıllarda, düzenlenen operasyonların bir sonuç
getirmediğini ve savunmaya harcanan paraların
işsizliğe harcanması gerektiğini ifade eden parti-
ler, seslerini İsrail içinde daha çok çıkarmaktadır.
Mutedil partilerin sesinin daha çok çıkmasının
yanında aşırı sağcı Evimiz İsrail partisinin baş-
kanı Liberman’ın dolandırıcılık ve yolsuzlukla
itham olunması ve yargılanması, Netenyahu’nun
daha az saldırgan bir dış politika izlemesine se-
bep olacak bir diğer durum olabilir.
Sonuç olarak Gazze ve İsrail arasında iki seçe-
nekten biri olmadıkça suların durulması müm-
kün görünmemektedir. İlk seçenek İsrail Dışişleri
eski bakanı Liberman’ın 2009 yılında sıradan bir
parlamenter iken ileri sürdüğü tekliftir: “Hamas’a
karşı ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya
yaptığını yapalım. Gazze’yi işgal etmek gereksiz”.
Üstü kapalı bir şekilde atom bombası atmayı ima
eden Liberman, Hamas başta olduğu müddetçe
İsrail’in huzur bulmayacağını ifade etmiştir.25 İn-
sanlık açısından korkunç bir teklif olsa da İsrail
açısından Hamas’tan kurtulmanın tek çaresi ola-
rak değerlendirmeye tabi tutulabilecek bir tek-
liftir. Liberman, bu teklifi Gazze’nin yapısını ve
Filistinlilerin direnişini iyi bildiğinden ileri sür-
müştür. Teklifin ileri sürüldüğü tarihe bakıldı-
ğında Dökme Kurşun Operasyonu’nun sonlarına
doğru olduğu görülecektir. Dolayısıyla bu açıkla-
ma, İsrail operasyonlarının sonuç vermediğinin
ilanıdır.
Direniş kültürü var ve canlı olduğu müddetçe
Gazze’deki insanların motivasyonlarının eksil-
mesi zor görünmektedir. Zira Gazze, her ope-
rasyondan sonra, İsrail’in karşısına daha da güç-
lenerek çıkan bir bölgedir. İki ülke arasındaki
çatışmayı nihayete erdirebilecek (atom bombası
dışında kalan) ikinci ve belki de son seçenek, iki
devletli çözüm için görüşmelere başlanması ve
uzlaşmaya varılmasıdır. Bu seçeneğin dışında ka-
lan diğer bütün seçeneklerin adı savaş ve yıkım
olacaktır.
O
İnceleme
1 Radikal, “İsrail’in Dökme Kurşunu Barışı Ölürdü”, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=Radikal DetayV3&ArticleID=914650, Erişim Tarihi: 01.04.2013.
2 “Çöken Gazze: Dökme Kurşun Operasyonu’nun Bir Yıl Sonrası”, http://www.amnesty.org.tr/ai/system/files /gaz-ze_mazeret%20yok_amnesty.pdf, s.9, Erişim Tarihi: 01.04.2013.
3 Kitabı Mukaddes, Çıkış: 13, Ayet: 21, s. 67, Zafer Matbaası, İstanbul, 1991.4 Feyz-ül Kur’an, Kur’an-ı Kerim Meali, Hasan Tahsin Feyizli, Sure: 105, 3. Baskı, Acar Matbaacılık, İstanbul, 2006.5 Hamaslı Yetkilerle Görüşmeler, Gazze, 18–20.03.2013.6 Hamaslı Yetkilerle Görüşmeler, Gazze, 18–20.03.2013.7 Gazze’de Yapılan Gözlemler, Gazze, 18–20.03.2013.8 Gözlemler ve Mülakatlar, Gazze, Filistin, 18.03.2013.9 İsmail Haniye ile Görüşme, Gazze, 19.03.2013.10 Filistin Dışişleri eski bakanı Mahmud Zahar ile Görüşme, Gazze, 18.03.2013.11 Hamaslı Yetkililerle Görüşmeler ve Gözlemler, 18–21.03.201312 Kişisel Gözlemler, Gazze, Filistin, 18.03.2013.13 CNN Türk, “Mısır-İsrail Sınırında Saldırı: 16 Mısır Polisi Öldürüldü”, http://www.cnnturk.com/2012/dunya/ 08/06/
misir.israil.sinirinda.saldiri.16.misir.polisi.olduruldu/671727.0/index.html, Erişim Tarihi: 17.05.2013.14 Hamaslı Yetkilerle Görüşmeler, Gazze, 18–20.03.2013.15 Yaşar, Nebahat Tanrıverdi O., “Mısır’daki Geçiş Sürecinin Aktörler Üzerinden Değerlendirilmesi”, Ortadoğu Analiz
Dergisi, s.70, Cilt:4, Sayı:44, Ağustos–2012. 16 Muhyi Al-Zahid ile Kişisel Görüşme, Müslüman Kardeşler Kahire İdari Sorumlusu & Müslüman Kardeşler Şura
Meclisi Üyesi, Kahire, 21.03.2013.17 İhvan’lı Yetkililerle Görüşmeler, Kahire, 22.03.2013.18 Kişisel Gözlemler ve Görüşmeler, Takattum, Kahire, 22.03.2013.19 CIA, The World Factbook, Egypt: “People and Society”, https://www.cia.gov/library/ publications/the-world-
factbook/geos/eg.html, Erişim Tarihi: 01.04.2012.20 İhvan’lı Yetkililerle Görüşme, Kahire, 21.03.2013.21 Muhyi Al-Zahid ile Kişisel Görüşme, Müslüman Kardeşler Kahire İdari Sorumlusu & Müslüman Kardeşler Şura
Meclisi Üyesi, Kahire, 21.03.2013.22 Gözlemler ve Mülakatlar, Gazze, Filistin, 18–21.03.2013.23 Erol Kurubaş, “Bulut Sütunu İsrail’i Korur mu?”, Ankara Strateji Enstitüsü, http://www.ankarastrateji. org/yazar/
prof-dr-erol-kurubas/-bulut-sutunu-israil-i-korur-mu/, Erişim Tarihi: 01.04.2013.24 Sabah, “En Turistik Ziyaret”, http://www.sabah.com.tr/Dunya/2013/03/19/en-turistik-ziyaret, Erişim Tarihi:
01.04.2013.25 Milliyet, Gazze’ye Atom Bombası Atalım, http://dunya.milliyet.com.tr/-gazze-ye-atom-bombasi-atalim/dunya/
dunyadetay/14.01.2009/1046926/default.htm, Erişim Tarihi: 01.04. 2013.
DİPNOTLAR
İnceleme
A general trend of the Russian foreign policy -“the reactionism”- is very much pronounced here in the South Caucasus where on many
occasions the Kremlin behavior signals bewilderedness. It is especially true on a number of issues with Georgia.
Assesing Russian Soft Power
in the South Caucasus:
Ten Reasons Why Moscow Looks Lame
Rusya’nın Güney Kafkasya’daki Yumuşak Gücünün Değerlendirilmesi: Moskova’nın Zayıf Görünmesinin 10 Nedeni
Maxim A. SUCHKOV
Özet Söz konusu makale, Rusya’nın Güney Kafkasya’da izlediği dış politikasındaki sorunu yumuşak güç bakımından ele almaktadır. Moskova’nın bölgedeki potansiyel ve deneyim açısından büyük bir kazancı olmasına rağmen, bölgede yer alan cumhuriyetler kendisini çok da cazip bir ortak olarak görmemekte-dir. Rusya bölgedeki varlığını garantilemek ve Güney Kafkasya halkları arasındaki popülerliğini arttırmak adına bazı hassas etki araçları mı kullanacak, yoksa nüfuz mücadelesi için sert güç – askeri ve boru hattı politikasına mı başvuracak? Yazar bu açıdan Rusya’nın bölgesel dış politikasını zedeleyen kilit unsurları ana hatlarıyla belirtip geleceğe yönelik beklentileri ele almaktadır.
İnceleme
Abstract
The article tackles the problem of Russian foreign
policy in the South Caucasus through the lens of
its soft power toolbox. While obtaining so much of
the potential and experience in the region, Mos-
cow is often looked at by the republics as not so
attractive of a partner. Can Russia use some ex-
quisite influence instruments to secure its pres-
ence in the region and increase its popularity rate
among the peoples of the South Caucasus or it is
bound to use the hard power - the military and
the pipeline politics to struggle for influence? The
author outlines key factors that make Russian re-
gional foreign policy in this regard weak and ex-
amines prospects for the future.
Keywords: Russia, soft power, the South Cauca-
sus, foreign policy toolbox
Introduction
The term «soft power» has been a buzz word in
discussions on international relations since it was
coined by J. Nye in the early 1990s.1 Nowadays,
it’s often regarded - mostly by default - as criteria
for how subtle a foreign policy of a state is. Es-
sentially, in the time when intellectual and infor-
mational resources acquire greater importance
in the global “battle for the hearts and minds”,
soft power tools are getting more sophisticated
and diverse. Working with the media, support-
ing political opposition, taking advantage of
NGOs, engaging ethnic lobbyists and diasporas,
influencing expert community, implementing
exchange programs are nothing new but nowa-
days, more then ever, it demands a great deal
of political will, wit, patience, expertise and re-
sources - simply because the stakes are higher.
Vladimir Putin has a reputation of a stalwart
critic of the West who is, considering his back-
ground, inclined to use rather tough foreign
policy toolbox. He is often portrayed as an iron-
fist ruler, restoring Russia’s role as world’s super-
power through conventional means - upgrading
the weaponry, reforming the army, empowering
the security ministries (the “siloviki”), suppress-
ing the dissent, and expanding the pipelines
network to the West and the East. But is this
enough in making things work for Russia in its
probably most volatile neighborhood - the South
Caucasus? The immediate damage to the Rus-
sian international image after the war in Geor-
gia in 2008 exposed Moscow’s own vulnerability
in the Caucasus2 and demonstrated its inability
to delicately use some fine political tools in the
region where it has so much of “the soft power
potential”.
A Decade of Missed Opportunities
Remarkably, Moscow seemed to learn little les-
sons from the conflict. Shortly after, it secured
its stronghold in the region through the key mili-
tary treaties. On September 15th, 2009 it signed
military agreements with Abkhazia and South
Ossetia for the 49-year term.3 Later, in 2010, it
managed to prolong the presence of the 102nd
military base in Armenian Gyumri until 2044.4
Although it can be deemed as an immediate for-
eign policy success, in the long term it strength-
ened “the stick” not “the carrot”. In fact, since the
collapse of the Soviet Union, Russia made little
effort in projecting its soft power onto its neigh-
bors in the South Caucasus. The reasons are
many and quite nuanced.
One of the common arguments both among diplomats and in the Russian expert community is that Russia still maintains healthy potential to overplay its opponents in the humanitarian area due to some historical ties common values and culture large diasporas
İnceleme
The first, and an obvious one, is that it lost its
time and an array of opportunities in the 1990-s.
Being plagued by internal concerns and external
problems Russia failed to come up with a decent
integration project. The Commonwealth of In-
dependent States (CIS), crafted to be the one,
was (and, to a great extent, is) a lame bureaucra-
cy-dragged organization unable to fully engage
former USSR republics. The stunning statistics
show that by 1997 of all the 880 treaties conclud-
ed in the framework of the CIS only 130 (15%)
were implemented.5 The republics chose their
own identity models, development patterns,
prioritized their foreign partners and formed al-
ternative organizations -such as GUAM. It was
getting even more challenging for Russia as the
two rivals- a regional (Turkey) and a global (the
United States)6 craved for the same geopolitical
space, forging political alliances, developing en-
ergy projects, clinching military deals with the
republics.
The success of the Rose Revolution in Geor-
gia was a promise for the rest of the post-sovi-
et space, including the South Caucasus. Or, at
least, they thought so in Washington. However,
similar failed attempts to unseat governments in
Azerbaijan and Armenia rose suspicions in the
ruling circles of the respective countries and as
they tried hard to remain in power it made them
more careful (or fearful) in their relations with
Western partners. This was probably Russia’s
second historical opportunity to bolster its influ-
ence in the two countries. Once again Moscow
failed to fully embrace it. Certainly, there was
visible, some would even argue sustainable, eco-
nomic activity: a strategic Russian bank “VTB”
came to own 100% of CJSC “VTB Armenia”7
and 51% of “Bank VTB in Azerbaijan”;8 in 2006
world-largest gas company Gazprom signed a
25-year strategic cooperation agreement with
Armenian government enabling the company to
control all of the natural gas-related projects in
the country; Russian cell phone operators Bee-
line, MTC and Megafon purchased large shares
in national operators in Georgia, Armenia, and
Abkhazia.
However, these were targeted moves which en-
riched Russian companies and fortified eco-
nomic presence of Russia as a state but which
did little for Russia as a country. And in time
when it could have obtained loyalty it brushed
it off. Surely, Georgia chose a path toward part-
nership with the US while Azerbaijan was rely-
ing on its own development through natural
resources, Turkish support and West-oriented
pipelines. In that sense it was hard, if ever pos-
sible, to divert their course. But Armenia which
is often referred to as “Russia’s last bastion in the
region” deserved a treatment of a partner. When
in 2006 Russia increased the gas price twice to
$110 per 1000 m³ it raised many eyebrows in Ye-
revan, so did many other economic “initiatives”.9
Armenian alliance with Russia is rather the one
born out of necessity than that of choice - that
is one thing Moscow should bear in mind and is
something the Kremlin should learn how to take
advantage of, not how to abuse.
Russia in the South Caucasus: A Problem of
the Policy-Making
This second problem, failure to secure greater
loyalty, has a lot to do with the third one - rooted
in the very making of the Russian foreign pol-
icy.10 Russia’s limited toolbox is in that it often
supports current authorities and neglects oppo-
sition forces. As a result, many of the conflicting
policies of ruling elites get associated with Mos-
cow which supports the government and not
the nation. This is especially true with Armenia
and the South Ossetia. The attitude and policy
are plain and sometimes remind of the worst
practices of the imperial time. Indeed, inserting/
supporting a loyal ruler, allocating wads of cash,
leaving it all for them to work it out is a poor
strategy in modern politics with dynamic com-
petitiveness. Even if it works it does so to a point
- until some offers more resources and/or brings
their own man in a more exquisite manner (a
color revolution may be?). The Kremlin has a
lot to learn in the art of diversifying its contacts
inside the republics making sure the relations at
least do not deteriorate when a new government
is in place. To a great extent it is what happened
to Russian-Georgian relations after Mikhail Saa-
kashvili’s rise to power.
İnceleme
Working with the opposition without irritating
the ruling elite is a gentle resource-demanding
and a time-consuming effort. However, taking
advantage of the “second track diplomacy” is
even more challenging to some degree. NGOs
and other civil groups are critical to country’s
foreign policy in the era when states delegate
more powers to non-state actors. In the Rus-
sian case it could be exactly the instrument that
would have made up for the pitfalls of the official
policies, improved country’s profile among the
population, brought an understanding that Rus-
sia is bigger than its current ruling class, but this
is exactly the absence of the tool that is the forth
problem.
The idea to project influence through non-gov-
ernmental sector would probably trigger a fair
amount of skepticism. Some Russian NGOs are
preoccupied with Russia’s own issues of democ-
racy and civil-society building; many set local
goals, and receive foreign funding for the needs
inside the country. Almost all lack resources to
operate outside of Russia and unlike their West-
ern counterparts do not position themselves as
“globally-oriented”. The bigger question would
be what kind of a constructive agenda they may
be able to bring to South Caucasus societies?
With this in mind it is still worth to note that
it is exactly the “people-to-people” platform that
other actors effectively utilize and until Russia
does not have its own fully-fledged civil society
and powerful non-governmental organizations
this vital resource will remain underdeveloped.
One of the common arguments both among dip-
lomats and in the Russian expert community is
that Russia still maintains healthy potential to
overplay its opponents in the humanitarian area
due to some historical ties, common values and
culture, large diasporas.11 This view reflects the
trend of relying on the inertia of brotherly [spe-
cial] relations with post-Soviet republics just be-
cause “we used to be one country”. While Rus-
sia does have this advantage one should bear in
mind that this resource is quickly fading away
as new generations appear who do not have this
experience of living in a “common home” and
to whom Russia is just a foreign, though neigh-
boring, country. This is Russia’s fifth miscalcula-
tion in the region. The diasporas could indeed
be a potential leverage but to a point. The latest
census showed there are 1,182,388 Armenians,
157,803 Georgians and 603,070 Azerbaijani liv-
ing in Russia.12 Although the numbers are grossly
underestimated it shows the significance of eco-
nomic and cultural ties between Russia and the
republics for their peoples. Some would justly
argue that they have little, if any, power to influ-
ence policies toward their native lands. Russia is
no the United States in that politicians running
for Parliament aren’t pressured on foreign policy
issues from their constituencies neither are there
heavy-weight ethnic lobbying groups such as the
ANCA, the AAA or the USAN. The challenge is
how to master the resource and engage the dia-
sporas in decision-making process concerning
the South Caucasus, though for now the pros-
pects for it look bleak.
A general trend of the Russian foreign policy -
“the reactionism” - is very much pronounced
here in the South Caucasus where on many
occasions the Kremlin behavior signals bewil-
deredness. It is especially true on a number of
issues with Georgia. When Tbilisi offered a vi-
sa-free travel for North Caucasus residents, and
later, for all Russian citizens Moscow looked as
it if was taken by surprise. The best it could do
was to suggest restoring diplomatic relations -
a move that was initially not only unacceptable
for Georgia without first resolving the so called
“status issues” but that also puzzled the leader-
ship in Tskhinvali and Sukhumi who for a second
thought the Kremlin was going to trade them
in.13 This can be considered as Moscow’s sixth
problem in dealing with regional challenges.
Russia watches as the United States, the Euro-
pean Union, Turkey, and other principle actors
build up their political, military, economic14 and
cultural presence in the region with ill-concealed
irritation. Frequently it is reflected in the cold
war-style rhetoric coming from the Kremlin
which also renders bad services for the Russian
image in the world and in the post-Soviet space
in particular. It feeds various phobias on its “im-
perial” ambitions and scares many in the region
İnceleme
off the Russian presence there. The whole idea
of any Russian activity in the South Caucasus as
part of its “revisionist” strategy is a tremendous
stumbling block for Russian foreign policy and
the seventh problem Russia encounters. The
phobias are partly fueled by other interested
players, partly - a product of Russia’s own actions
and wordings. In November 2008, shortly after
the war in South Ossetia, then-President Med-
vedev called the former Soviet space “a zone of
Russian privileged interests”,15 raising even more
suspicions on whether Russia is willing to restore
its regional and global status via assertive policy
toward its neighbors.
The Internal Dimension as a Diagnosis
What really concerns (at least it should) Rus-
sian policy-makers is something many analysts
talk about time and again: Russian foreign policy
in the South Caucasus is in many ways a direct
continuation of its domestic politics in the North
Caucasus.16 Since this region, in the words of
Moscow Carnegie Center expert Alexey Malash-
enko became Russia’s own “internal abroad”17
many of the problems the Kremlin encounters
in the North “spill over” to and get projected in
the South.18 So do some policy patterns. While
a number of experts and political activists argue
What really concerns (at least it should) Russian policy-makers is something many analysts talk about time and again:
Russian foreign policy in the South Caucasus is in many ways a direct continuation of its domestic politics in the North Caucasus.
İnceleme
Russia should “stop feeding the Caucasus” the
general consensus, however, recognizes Russia’s
need to have a stable South in order to have a
stable North. But sometimes there’s a feeling
that either nobody knows what exactly is to be
done or they believe it is too complicated to get
serious about it. Unfortunately for Russia, leav-
ing it up for grabs is in many cases a preferred
“solution”. The challenge of “binding the man-
agement” in the Caucasus is am eighth, probably
most daunting problem Russia faces and until it
puts its own house in order, no substantial prog-
ress in its foreign policy in the South Caucasus
should be expected.
Quite often Moscow’s failure to project more of
its political capacity is linked to Russia’s inability
to become a fully functional mediator in regional
conflicts. While this could be considered anoth-
er, ninth, problem of Russian soft power toolbox
in the region one needs to admit a great deal
of mediating efforts it took in concluding the
truces. And if “the politics is the art of the pos-
sible” it did the best it could at the initial stage
in South Ossetia, Abkhazia and Nagorno-Kara-
bakh (the Dagomys Agreements of 1992, the
Moscow agreements of 1993, and the Bishkek
Protocols of 1994 respectively). With time, how-
ever, Russia transformed from an intermediary
into a conflict party and, later, into a belligerent
in Georgian conflicts pushing the prime partici-
pants -Abkhazia and South Ossetia to the side- a
strategic miscalculation Russia cannot now and
probably won’t find a smart solution for.
In Nagorno Karabakh, however, the picture
looks different. Putin’s personal attitude toward
mediation is well known19 and since Russia un-
der Medvedev showed more mediating activity
in the Minsk Group it doesn’t look like there’s
anything more it can and wants to do - especially
after many of the efforts were labeled a failure.
Being caught between the devil and the deep
blue sea Russia will not, for its own geopolitical
sake, choose sides, thought tacitly nodding to
Yerevan. Eventually the role of a mediator is to
help settle a conflict, not guarantee its resolution
while it’s for the two parties to come to agree-
ment. If Russia decides to go beyond that it will
most likely run into another disastrous blunder
of the kind -the tenth- picking up initiatives that
are politically dead on arrival.
Conclusion
A common recommendation for raising Russia
foreign policy efficiency in the post-Soviet space
reads as “become a role-model”, “lead by ex-
ample”, and “offer a decent [political, economic,
cultural] integration project”. It could have been
a main conclusion of the paper as well and to a
large extent it is. The bitter truth for the Kremlin
is that Russia is in many ways a fairly unattractive
partner for its regional neighbors and for twenty
years since the end of the Soviet Union it did not
design any project to engage them. This is some-
thing that many seem to understand and talk
about in the Russian expert community20 and
is probably no surprise for the Russian govern-
ment.
But there is some paradox a few talk about:
while Russia displays a great number of politi-
cal “tumors” -suffocating scale of corruption,
non-transparency of governing institutions, lack
of (if any) rule of law, non-accountability of the
officials, irremovability of the elites, and basic
theatricality of the political system- many of the
same features can be observed in the republics of
the South Caucasus.21 In other words, on the one
hand they shy away from Russia for these rea-
sons, on the other - they themselves do little to
get rid of them within their countries. So wheth-
er Moscow prefers to work within this very “en-
vironment” or to change itself and its partners
to a more transparent and effective relationship
system is in some sense a decisive question. But
until Russia is able to show a positive example
of managing ethnic conflicts, religious tensions,
territorial disputes it will be perceived by many
as a part of the problem, not a part of the solu-
tion.
Russia’s opportunities in the regions are not yet
fully wasted but are evaporating at a high speed.
Russia is still a largest investor and a trading
partner for Armenia. It has military presence in
the country (about 5,000), as well as Abkhazia
İnceleme
9
and South Ossetia (up to 4,000 in each republic).
The latter two are totally dependant on Russian
aid and in a short-run will be under its tight pa-
tronage. At the same time, there is a promise of a
Russia-Georgian “reset” with a new government
in Tbilisi in place and several cooperation ave-
nues are already being worked through.22 Some
joint projects with Azerbaijan, though fall under
the fire of skepticism, are negotiated.23 Although
it is unlikely to change the main course of the
events it may open some space for Russian po-
litical maneuvering, give it some amount of time
to fill in the gaps of the past pitfalls. The main
conclusion Moscow should draw is not to try to
pin the blame for them on others, but look into
its own policy or the absence of thereof. As far
as the very soft power facet is concerned it is
important to pre-analyze how any political and
economic initiative Russia comes up with would
resonate with country’s popular image in the re-
gion.
Certainly, every state has a record of foreign
policy miscalculations. But the record shows
that making too many errors in regions of stra-
tegic importance, which the Caucasus is, can be
costly. To paraphrase the idiom - it takes a strong
state to make tender foreign policy. The question
is how tender Russian regional foreign policy re-
ally is?
O
1 Nye J. Jr., Bound to Lead: The Changing Nature of American Power, NY: Basic Books, 1991. P.314.2 See: Cornell S. “War in Georgia, Jitters All Around”, Current History, October 2008. p. 307-314; King Ch. “The
Five-Day War. Managing Moscow after the Georgia Crisis” , Foreign Affairs, November / December 2008, Volume 87,№6, p. 2-11.
3 “Russia signs military cooperation deals with Abkhazia”, S.Ossetia. RIANovosti. 2009-09-15. URL: http://en.rian.ru/military_news/20090915/156135405.html
4 “Armenia vyslushala rossijskuu otsenku karabakhskogo vorposa (Armenia listened to Russia’s assessment of the Nagorno Karabakh conflict)”. VESTI. 2010-08-20. URL: http://www.vesti.ru/doc.html?id=387102
5 Khrustalev M. “Analiz mezhdunarodnykh situatsij i politicheskaya ekspertiza: ocherki teorii I metodologii (The Analysis of International Situations and Political Expertise: Theory and Methodology)” ,Moscow, 2008. p.232.
6 For more on US foreign policy in the South Caucasus see: Nation C. Russia, the United States and the Caucasus, Washington D.C.: US Army War College, The Strategic Studies Institute, February, 2007. p.40.
7 “O Banke VTB (Armenia) (About the VTB Armenia)”, 2013-01-25. URL: http://ru.vtb.am/about/8 “Ot mezhdunarodnogo opyta k azerbajdzhanskoj praktike (From the international experience to the practice of
Azerbaijan)”, 2013-01-25. URL: http://ru.vtb.az/9 See more on this: Markedonov S. “Rossiya teryaet Armeniu (Russia loses Armenia)”, Политком.RU. 2006.05.26.
URL: http://www.politcom.ru/2788.html10 For more on the issue see: Russian foreign policy in the twenty-first century and the shadow of the past , Ed. by R.
Legvold, NY: Columbia University Press, 2007. p.534.11 Kosatchev K, “ Ne rybu a udochku: v chem sostoit osobennost’ myagkoj sily Rossii (A Fishing Rod rather than
Fish: Peculiarities of Russia’s Soft Power)” , Russia in Global Affairs, 2012.09.04.URL: http://www.globalaffairs.ru/number/Ne-rybu-a-udochku-15642
12 “Informatsionnye materialy ob okonchatel’nykh itogakh vserossijskoj perepisi naseleniya 2010 goda (Informa-tion bulletin on the final results of the 2010 Russian census)”, 2013.01.14. URL: http://www.gks.ru/free_doc/new_site/perepis2010/perepis_itogi1612.htm
13 See more: Markedonov S., “Initsiativa bez effekta (The Initiative without an Effect)” , Ekho Kavkaza. 2012.03.07. URL: http://www.ekhokavkaza.ru/content/article/24509625.html
ENDNOTES
İnceleme
9
14 While it is well-known that Turkey is Abkhazia’s second and Azerbaijan’s first trade partner, The United States too has recently pushed Russia to the 3rd place in the Caspian state becoming Baku’s second biggest foreign trade partner.
15 Medvedev vkluchil v “zonu privilgirovannykh interesov Rossii strany byvshego SSSR, Evropu i SShA (Medvedev included the former USSR states, as well as Europe and the US in the “zone of Russia’s privileged interests”). 2008.11.16. URL: http://www.newspb.ru/allnews/1084377/
16 See: Markedonov S, “ Turbulentnaya Evrasiya: mezhetnicheskie, grazhdanskie konflikty, ksenofobia v novykh nezavisimykh gosudarstvakh postsovetskogo prostranstva (The Turbulent Eurasia: interethnic, civil conflicts and xenophobia in the Newly Independent States of the post-Soviet space)”, Moscow: Moscow Bureau on Hu-man Rights, Academia, 2010, p. 260.
17 See: Malashenko A. , “The North Caucasus: Russia’s Internal Abroad?” , Carnegie Moscow Center Briefing Paper, Vol. 13. Issue 3, November 2011, p.12.
18 For more on the issue see: Kuchins A., Malarkey M., Markedonov S., “The North Caucasus: Russia’s Volatile Fron-tier”, A Report of the CSIS Russia and Eurasia Program, Washington D.C., 2011, p.28.
19 For more on the subject see: Waal Th. de., “Vladimir Putin and the South Caucasus” , National Interest, October 4, 2011, http://carnegieendowment.org/2011/10/04/vladimir-putin-and-south-caucasus/5vzy
20 See: Epifantsev A., “Rossiya v Zakavkaz’e: chto ne tak? (Russia in the South Caucasus: What Goes Wrong?”, Russia in Global Affairs, 2011.08.03.
URL: http://www.globalaffairs.ru/number/Rossiya-v-Zakavkaze-chto-ne-tak-1528721 Ryabov A., “Raspadauschayasya obshnost’ ili tselostnyj region? (The falling apart union or an integral region?)” ,
Pro et Contra, May-August 2011. ,p. 6-18.22 Silaev N., Sushentsov A., Georgia after the 2012 Elections and the Prospects for Russo-Georgian Relations, Moscow,
Moscow State Institute of International Relations, MGIMO, 2012. p. 66.23 Korchemkin M. Pochemu “Gazprom” khochet poteryat’ polmilliarda dollarov (Why Gazprom would want to lose
half a billion dollars)”, Forbes, 2010.09.13. URL:http://www.forbes.ru/svoi-biznes-column/biznes-i-vlast/56376-pochemu-gazprom-hochet-poteryat-polmilliarda-dollarov.
9
KONFERANS DEĞERLENDİRMESİ SERİSİ: 12
Bilgehan ÖZTÜRK
“Güncel Gelişmeler Işığında Türk Dış Politikası: Zorluklar ve Fırsatlar”
“Turkish Foreign Policy in the Light of Current Developments: Challenges and Opportunities”
10 Mayıs 2013, Antalya10 May 2013, Antalya
Uluslararası Antalya Üniversitesi Sosyal, Ekono-
mik ve Politik Araştırmalar Merkezi (SEPAM)
10 Mayıs 2013 tarihinde, Antalya Rixos Down-
town Otel’de “Güncel Gelişmeler Işığında Türk
Dış Politikası: Zorluklar ve Fırsatlar” temalı bir
sempozyum düzenlemiştir. Sempozyumda alan-
larında uzman isimler son zamanlarda ortaya
çıkan iç ve dış gelişmeler ışığında Türk dış politi-
kasını bekleyen zorlukları ve fırsatları değerlen-
dirmişlerdir.
Sempozyum, Uluslararası Antalya Üniversitesi
Rektörü sayın Prof. Dr. Cihat Göktepe ve SEPAM
Müdürü Prof. Dr. Tarık Oğuzlu’nun yapmış ol-
dukları açılış konuşmalarıyla başlamıştır. Sayın
Göktepe ve Sayın Oğuzlu, SEPAM’ın ve Ulus-
lararası Antalya Üniversitesi’nin yeni kurumlar
olduklarını, ancak bir misyonu ve vizyonu olan,
topluma ve akademik dünyaya yayınlarıyla katkı-
da bulunmayı, toplumun sosyal, ekonomik ve po-
litik alanlarda karşılaştığı problemlere çözümler
üretmeyi hedefleyen kurumlar olduklarını vur-
gulamışlardır. Üç oturum şeklinde düzenlenen
sempozyumun birinci oturumunda “Kürt soru-
nunun çözüm süreci ve PKK’nın silah bırakması
bağlamında Türk Dış Politikası” ele alınmıştır. Bu
oturuma Süleyman Demirel Üniversitesi Öğre-
tim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Seydi, BİLGESAM
Başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı, Koç Üniversi-
tesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Murat Somer, AK
Parti İzmir Milletvekili ve TBMM Dış İlişkiler
Komisyonu Üyesi Sayın Rıfat Sait ve Gazeteci
İlnur Çevik katılmışlardır. Oturuma başkanlık
eden Prof. Seydi, konuşmacıları kısaca tanıttık-
tan sonra kendilerine sırasıyla söz vermiştir. İlk
olarak Milletvekili Sayın Sait söz almış ve “Kürt
sorununun çözüm süreci ve Türk Dış Politikası”
başlıklı bir konuşma yapmıştır.
Sayın Sait, konuşmasına başlarken, öncelikle
‘Kürt Sorunu’ diye bir sorunun olmadığını, bu-
nun aslında bir ‘PKK Sorunu’ olduğunu, ülkede
yaşayan Kürtlerin PKK kapsamında değerlendi-
rilmesi ve dolayısıyla bir ‘sorun’ olarak algılan-
masının çözüm sürecini olumsuz etkileyecek bir
anlayış olduğunu belirtmiştir. Ülkede yaşanan bu
sorunun anlaşılmasında Balkanların incelenmesi
gerektiğini vurgulayan Sait, Balkanlarda yaşayan
Türk ve Müslüman azınlıkların, yıllardır çek-
mekte oldukları zorluklardan bahsetmiş, Türk-
lerin bugün hâlâ Batı Trakya’da, Gümülcine’de,
İskeçe’de Türkçe tabela bile asamadıklarına dik-
kat çekmiştir. Balkanlardaki Türk ve Müslüman
unsurların maruz kaldıkları baskıları yakinen
bildiğini, kendisinin de aslen Arnavut olduğunu
belirten Sait, ülkemizdeki Kürt kökenli vatan-
Konferans
9
daşlarımızın da kendi sosyal çevrelerinde ve aile
ilişkilerinde serbestçe Kürtçe konuşabilmeleri
gerektiğini ifade etmiştir. Ülkemizdeki Balkan
kökenli vatandaşlarımızın, kendi tarihi ve sosyal
şartları altında, ülkelerini terk etmek zorunda
kalmış, “elde kalan son toprak parçası” hissiya-
tıyla Anadolu’ya çok sıkı bir şekilde bağlanmış
bir insan topluluğu olduğunu belirten Sait, bu
vatandaşlarımızın doğal olarak daha milliyetçi
olduklarını, vatan, bayrak gibi konularda daha
hassas olduklarını ifade etmiştir. Sait, kesin ol-
mamakla beraber ülkede 18 Milyon civarında
Balkan göçmeninin yaşadığını ve bu vatandaş-
larımızın hassasiyetleri istismar edilerek Kürt
kökenli vatandaşlarımızla aralarında suni bir ça-
tışma ortamının yaratılmaya çalışıldığına dikkat
çekmiş, bunun mutlaka önüne geçilmesi gereken
bir durum olduğunu vurgulamıştır. Kendisinin
‘Balkan-Anadolu Projesi’ adında bir sivil toplum
faaliyetinin olduğunu, bu faaliyet çerçevesinde
Urfa’yı, Diyarbakır’ı ziyaret ettiğini, bu ziyaret-
lerin Balkan kökenli vatandaşlarla yapıldığını ve
Kürt kökenli vatandaşlarla çok sıcak temaslar-
da bulunduklarını belirtmiştir. Türkiye’nin çok
önemli enerji kaynaklarına komşu olduğunu ve
enerji nakil hatları üzerinde olduğunu vurgula-
yan Sait, Kuzey Irak’taki enerji kaynakları bağla-
mında Türkiye’nin ve bölgenin istikrara ihtiyacı
olduğunu ifade etmiştir. Sait, istikrar ve güvenin
bölgede herkesin çıkarına olacağını, çözüm süre-
ciyle beraber Güneydoğuda ekonomik faaliyetle-
rin canlandığını, önceden terörün olduğu yerler-
de şimdi insanların piknik yaptığını belirterek,
çözüm sürecine herkesin katkı yapması gerekti-
ğini vurgulamıştır.
İkinci konuşmacı BİLGESAM Başkanı Doç. Dr.
Atilla Sandıklı, “Küresel ve Bölgesel Etkileşimde
Çözüm Süreci” başlıklı bir konuşma yapmıştır.
Sandıklı, konuşmasına ‘güvenlik’ kavramının
zaman içerisinde uğradığı değişime dikkat çe-
kerek başlamıştır. Buna göre güvenlik eskiden
sadece askeri alana ait bir kavram olarak algıla-
nırken, artık sosyal, ekonomik, sosyo-kültürel ve
hatta çevre alanlarını da içine alan çok boyutlu
bir kavram haline gelmiştir. Bu çerçevede bir
ülkenin güvenliği tartışılırken sadece o ülkenin
güvenliğini ele almak mümkün değildir. Bunun
küresel güvenlik, bölgesel güvenlik, ülkesel gü-
venlik, toplumsal güvenlik ve hatta bireyin gü-
venliğiyle birlikte değerlendirilmesi, bu farklı
düzeyler arasındaki etkileşimlerin incelenmesi
gerekmektedir. Önceleri sosyo-kültürel ve eko-
nomik kısıtlamalar sebebiyle Kürt Sorunu ola-
rak tebarüz eden olgu, Kürtlerin sosyo-kültürel
ve kimlik alanlarında sorunlarının giderilmesiy-
le giderek artan bir şekilde PKK sorununa dö-
nüşmüştür. Soğuk Savaşın bitimiyle Ortadoğu,
Balkanlar ve Kafkaslar gibi daha önce sosyalist
sistemle yönetilen bölgelere bir boşluk ortaya
çıkmış, bu boşluğu bölgesel aktörler ve terörist
hareketler doldurmaya çalışmışlardır. Soğuk Sa-
vaş döneminde büyük güçlerin belli ulusları yön-
lendirme aracı olarak kullandığı terörizm, Soğuk
Savaşın bitimiyle küresel bir boyut kazanmış,
bu da uluslararası sistemin yöneticileri tarafın-
dan ortadan kaldırılması gereken bir olgu olarak
belirlenmiştir. Bu dönemde terörizmi destekle-
yen ülkeler kesin bir biçimde dışlanmış ve bas-
kı altına alınmıştır. Terörizm bir yöntem olarak
terk edilirken, geniş halk hareketleriyle ülkeleri
yönlendirmek uluslararası sistemde kabul edi-
len ve uygulanan bir yöntem haline gelmiştir.
Küreselleşmeyle beraber insan hakları, hukukun
üstünlüğü, serbest piyasa ekonomisi, demokrasi
gibi değerler dünyaya yayılırken, sosyal ve eko-
nomik olarak zeminin müsait olduğu eski Doğu
Bloku ülkelerde de halk hareketleri bu süreci hız-
landırmıştır. Türkiye de istikrarsızlık bölgesinde
yumuşak gücüyle, ekonomik başarısı ve Batılı
değerlerle İslami kimliğini barıştırmış bir figür
olarak ortaya çıkmıştır. Küresel güç değişimleri-
ne bakıldığında Çin’in Asya-Pasifikte beklenen-
den çok daha hızlı bir biçimde ekonomik alanda
yükselişi ve askeri alandaki yatırımları, Ameri-
ka Birleşik Devletleri’ni, dikkatini ve enerjisini
Ortadoğu’dan Asya-Pasifiğe kaydırması konu-
sunda ikna etmiştir. Türkiye, küresel hedeflerle
uyumlu bir şekilde ABD’den boşalan yere böl-
gesel bir oyuncu olarak girmiştir. Bölgesel bir
güç olan Türkiye’nin prangalarından kurtulması,
PKK’dan kurtulması gerekmektedir. Dikkat edil-
diğinde Çözüm Süreci, İsrail’le ilişkilerin düzel-
diği ve Maliki Hükümetinden sıcak mesajların
geldiği bir ortamda yürümektedir. PKK, küresel
ve bölgesel düzlemdeki değişimleri gözlemleyip,
Arap Baharının rüzgarını arkasına alarak strateji
değişikliğine gitmiş, mücadelesini kır savaşın-
Konferans
9
dan, halk destekli şehir savaşına dönüştürmeyi
denemiştir. Çözüm Sürecinde karşımızda olum-
lu ve olumsuz olmak üzere iki senaryo vardır, an-
cak güvenlik söz konusu olduğunda olumsuz se-
naryo göz önünde bulundurulmak ve buna göre
tedbir almak gerekmektedir. Buna göre PKK İran
ve Suriye’de etkinliğini artırabilir, Kuzey Irak’ta-
ki silahlı varlığına dayanarak serbest kalan KCK
mensupları aracılığıyla savaşı şehre taşıyabilir
ve Türkiye’de artan özgürlük ortamını istismar
edebilir. Bu çerçevede süreç sonuçlanana kadar
istihbarat faaliyetleri devam etmeli, olumsuz se-
naryoya karşı gerekli güvenlik tedbirleri alınma-
lı, PKK silah bırakana ve kendini lağvedene ka-
dar bir terör örgütü olarak muamele görmelidir.
Üçüncü konuşmacı Koç Üniversitesi Öğretim
üyesi Doç. Dr. Murat Somer, “Kürt Meselesinin
Temel İkilemleri Işığında Yeni Türk Dış Politi-
kası ve Söylemi” başlıklı bir konuşma yapmış-
tır. Somer, bölgesinde cazibe merkezi olmaya
çalışan Türkiye’nin çok önemli bir prangadan
kurtulmak istediğini ifade etmiştir. Bunun ger-
çekleşebilmesi için Türkiye’nin önünde üç aşa-
malı bir yol olduğu görülmektedir. İlk aşama,
PKK’nın sınır dışına çekilmesidir. Bu aşamada
toplumun önemli bir çoğunluğunda bir uzlaşma
mevcuttur. İkinci aşama, Türkiye’nin Kürt mese-
lesini çözebilmek için yasal ve kurumsal reform-
lar yapmasıdır. Bu aşamada Türkiye’de kimlik
meselesinin tartışılması, Kürtlerin hukuku, tüm
vatandaşların devletten eşit bir şekilde muamele
görmesi ve haklardan faydalanması gibi konuları
tartışmak gerekecektir. Toplumda bu konudaki
kavramlar konusunda çok daha alt düzeyde bir
uzlaşma olduğu görülmektedir. Bu aşamada sü-
reci sekteye uğratabilecek riskler ortaya çıkabilir.
Sorunun kimlik boyutu bakımından Anayasa ve
devlet yönetiminde bütün grupların nasıl temsil
edileceğinin belirlenmesi zor ve hassas bir nok-
tadır. Üçüncü aşamada, Türkiye’de eskiden meş-
ru olarak kabul edilmeyen PKK gibi aktörlerin
demokratik siyasette yer alma istekleri söz ko-
nusu olacaktır. 40 bin insanın hayatını kaybettiği
Konferans
9
bir sorunda bu insanların demokratik siyasete
katılmaları çok zor bir süreç olacaktır. Kürt me-
selesinin köklerine bakıldığında, bunun sadece
Türkiye’nin değil, İran’ın ve eski Osmanlı toprak-
ları olan Irak ve Suriye gibi ülkelerin de meselesi
olduğu görülmektedir. Ancak Türkiye’de, diğer
ülkelerden farklı olarak, bu meselenin kimlik
boyutu çok daha ön plana çıkmıştır. Irak’ta çok
daha kanlı olan Kürt meselesi hiçbir zaman Kürt-
lerin varlığı, onların haklarının olup olmadığı bir
tartışma konusu olmamıştır. Türkiye çok daha
demokratik bir ülke olmasına rağmen burada
kimlik tartışmaları yaşanmaktadır. Bunun kök-
leri Cumhuriyetin kuruluş yıllarına dayanmak-
tadır. Milli Misak çerçevesinde olan Kürtlerin,
Lozan’la birlikte üç farklı ülkeye bölünmesi, Pan-
Kürdist eğilimleri harekete geçirmiş, bu da yeni
kurulan Türkiye devletinde Kürtlerin bir tehdit
olarak algılanmasına sebep olmuştur. Bugün,
Kürtlerin hukukun nasıl tanınacağı tartışmaları
yapılırken bu tartışmanın Türk kimliği tartışma-
sına dönüşmesinden kaçınmak gerekmektedir.
Çünkü Kürt kimliğinin tanınması, Türk kimli-
ğinin reddini gerektiren bir durum değildir. Çö-
züm Süreci demokratikleşmeyle ve reformla aynı
anda yürütülmesi gereken bir süreçtir.
Son konuşmacı Gazeteci İlnur Çevik, “Kuzey
Irak’la Isınan İlişkiler ve Türk Dış Politikası” baş-
lıklı bir konuşma yapmıştır. Çevik, Kuzey Irak
konusunda uzmanlığı sebebiyle öncelikle bura-
nın Türkiye için ne ifade ettiğini anlatmıştır. 1)
Kuzey Irak öncelikle Türkiye’nin komşusu ve
Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli vatandaşların
akrabalarının bulunduğu yerdir. 2) PKK Kan-
dil’dedir. Türkiye’nin Barzani’yle ilişkilerin iyi
olmadığı dönemlerde PKK şehirlerdeki sağlık
hizmetlerinden yararlanmış, ulusal televizyon-
larında röportajlar vermiştir. 3) Kuzey Irak,
Türkiye’nin Irak’a açılan kapısıdır. İran-Irak
Savaşından önce Türkiye’nin Basra Körfezi’ne
inmesi ve Körfez ülkelerine olan ihracatını ar-
tırması Irak üzerinden mümkün olabilmiştir.
İran-Irak Savaşından sonra bu kapı kapanmıştır.
Konferans
9
Bu kapının tekrar açılması, bölgeyi Türkiye’nin
doğal hinterlandına dönüştürecektir. 4) Enerji
bakımından bu bölge önemlidir. Bu bölgede çok
geniş doğalgaz ve petrol kaynakları bulunmakta-
dır. Çevik, Kuzey Irak’taki temel siyasi aktörler
hakkında bilgi vermiş, Türkiye’nin Kuzey Irak’a
yönelik politikasını genel Irak politikası çerçeve-
sinde değerlendirmiştir. Türkiye Kerkük mesele-
si gibi konularda Sünni ve Şii Arap grupları bir
araya getirerek Kürtlere karşı kullanmış, enerji
meselesinde ise Maliki hükümetinin düşmanca
tavırlarına karşılık olarak Kürt bölgesini des-
teklemektedir. Türkiye Irak politikası çerçeve-
sinde, Irak merkezi hükümeti ve Kürt yönetimi
arasında ikilemde kalmış olmakla birlikte, Kuzey
Irak’la olan ilişkilerin geliştirilmesi Türkiye’nin
çıkarına olacaktır.
İkinci oturumda; “AB, ABD ve NATO ile İlişkiler
Bağlamında Türk Dış Politikası” ele alınmıştır.
Bu oturuma Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Sabri Sayarı, Bahçeşehir Üni-
versitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cengiz Aktar,
Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr.
Serhat Güvenç ve Gazi Üniversitesi Öğretim
Üyesi Doç. Dr. Mehmet Akif Okur katılmıştır.
Başkanlığını Prof. Sayarı’nın yaptığı oturumun
ilk konuşmacısı Aktar “Türkiye’nin Dolaylı Dış
Politika Ortağı AB” başlıklı bir konuşma yapmış-
tır. Aktar, AB’nin bütün üye devletlerini kapsayı-
cı şekilde ortak bir dış politikasının olmadığın-
dan ve her üye devletin kendi dış politikalarını
uyguladığından bahsetmiştir. Aktar, 2002’den bu
yana Türkiye’nin dış politikasında ve Avrupa ile
ilişkilerinde belli başlı dönüm noktalarına ve bü-
yük olaylara göndermede bulunarak, Türkiye’nin
AB’ye rağmen ve ona karşı bir dış politika geliş-
tirdiğini ifade etmiştir. Türkiye’nin Batının bir
peyki olmak yerine, Batıyla ilişkili olup başka
coğrafyalarla ilişkilerini geliştirme ve keşfet-
me yönelimi ilişkilere farklı bir boyut getirmiş-
tir. Türkiye AB’ye girecek olursa acaba “Türkiye
AB’de İslam’ın temsilcisi mi olur?” algısı ortaya
çıkmıştır. Avrupa böyle bir Türkiye’yi istediğin-
den, buna ihtiyacı olduğundan emin değildir. Ay-
rıca Avrupa devletlerinin iç dinamiklerinin de-
ğişmesi, aşırı sağ ve solun güçlenmesi, Türkiye ve
AB ilişkilerini zorlaştırıcı bir etki yapmaktadır.
Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’yle olan ya-
kınlaşması, örgütün niteliği ve Türkiye’nin temel
dış politika tercihleri arasındaki tezatlar sebebiy-
le absürt bir nitelik arz etmektedir. Bu örgütün
ortak bir biçimde radikal İslam’a karşı olan sert
tutum ve tedbirleri, Suriye konusundaki farklı
tutumları, Türkiye’nin dış politika öncelikleriyle
tam bir karşıtlık içindedir. Buna ek olarak, Türk
dış politikasında eylem ve söylem arasında cid-
di bir tutarsızlık söz konusudur. Kamuoyunda,
ABD ve AB’yle değil, kendi başına hareket eden
bir Türkiye özlemi ve temennisi vardır. Bu da
Türkiye’nin AB ile olan ilişkisini etkilemektedir.
Türkiye AB’ye üye olmak isteyen bir ülke gibi
davranmamaktadır. Türkiye’nin Kürt meselesi-
nin çözümü için attığı adımlar, yumuşak gücü-
nün en önemli unsurudur.
İkinci konuşmacı Kadir Has Üniversitesi Öğre-
tim Üyesi Doç. Dr. Serhat Güvenç “Türkiye’nin
NATO Üyeliği: Dış Politikaya katkı mı yük mü?”
başlıklı bir konuşma yapmıştır. Güvenç, Psikana-
litik bir yaklaşımla Türkiye’nin iki kimlikliliğine
vurgu yapmıştır. Buna göre Türkiye, hem kendi
başına hareket etmek isteyen, hem de sıkıştığın-
da NATO’nun yardımını talep eden bir ülke gö-
rünümündedir. Mesela yapılan kamuoyu araştır-
malarında “Türkiye dış politikada kiminle ortak
hareket etmeli?” sorusuna halk büyük bir çoğun-
lukla Türkiye’nin yalnız hareket etmesi gerektiği
cevabını vermiştir. 1990’lardan itibaren NATO,
Türkiye’nin gözünde bir değer kaybına uğra-
mıştır. Birinci Körfez Savaşı’nda ve PKK ile olan
mücadelesinde Türkiye’nin yalnız bırakılması bu
değer kaybının sebepleri olmuştur. 2003 Irak Sa-
vaşı’ndaki tutum da Türkiye’nin bu düşüncesini
doğrulayan niteliktedir. Genel olarak Türkiye ve
NATO arasında güvenlik öncelikleri farklılaşmış-
tır. Arap Baharıyla birlikte, Türkiye NATO’nun
değerini yeniden keşfetmiş görünmektedir.
Türkiye, Libya krizinde NATO içinde Fransa’yı
dengelemek suretiyle operasyonu NATO çerçe-
vesine çekmeyi başarmıştır. Şikago Zirvesi de,
Türkiye’nin faydacı bir mantıkla NATO üyeliğini
etkin bir şekilde kullanmasının güzel bir örneği
olmuştur. Türkiye Pakistan davetli olmamasına
rağmen bu devletin zirveye katılmasını sağla-
mış, İsrail’in katılmasını engellemiş ve ittifakın
sivil yeteneklerle donatılması konusunda önemli
kararlar aldırmıştır. Türkiye’nin ittifak içerisin-
Konferans
9
de Balkanlarda ve Afganistan gibi coğrafyalarda
faaliyetlerde bulunması NATO’nun Türkiye’ye
katkısı olarak algılanabilir, zira bu bölgelerde
Türkiye’nin kendi başına askeri faaliyetlerde bu-
lunması farklı endişelerde yol açabilirdi. Yine
NATO’nun Türkiye’ye bir yük olması hususu,
Türkiye’nin üçüncü ülkeler nezdindeki imajının
niteliğiyle alakalıdır.
Üçüncü konuşmacı Gazi Üniversitesi Öğretim
Üyesi Doç. Dr. Mehmet Akif Okur, “Yeni Dö-
nemde ABD-Türkiye İlişkileri: Temel İmkân ve
Sorun Alanları” başlıklı bir konuşma yapmıştır.
Okur, ABD ve Türkiye arasındaki ilişkileri an-
lamak adına bir model çizmekle sözlerine baş-
lamıştır. İki ülke arasındaki ilişkilerin tarihine
bakıldığında, zamana ve şartlara direnen belli
sabitelere yaslandığı ve ciddi kurumsal temelle-
re dayandığını söylemek mümkündür. İki ülke-
nin birbirleriyle olan ilişkileri stratejik bir eksene
oturtmak mümkün olmakla birlikte, uluslarara-
sı sistemin bir parçası olmak münasebetiyle bu
eksenle bir takım salınımlar da söz konusudur.
Obama’yla birlikte ABD dış politikasında deği-
şim sinyalleri verilmiş, Ortadoğu özelinde artık
özgürlükler pahasına istikrarın desteklenmeye-
ceği mesajı verilmiştir. Ancak bu tutum, Libya’da
ABD Büyükelçisinin öldürülmesine kadar sür-
müş, ABD yeniden Ortadoğu’da güvenlikçi ve
istikrarcı paradigmaya geri dönmüş, Türkiye
de Suriye kriziyle birlikte stratejik özerkliğinin
sınırlarını görüp eski ittifaklarına yeniden baş-
vurmuştur. Suriye kriziyle birlikte Türkiye’nin
stratejik salınımında ABD’yi rahatsız eden un-
surları Türkiye kendiliğinden düzeltmiş, İran’ın
Suriye’deki tutumu buna büyük oranda katkıda
bulunmuştur. Boston’daki saldırıların ardından
Rusya ve ABD arasındaki ortak zemin ve anlaş-
ma, Suriye’de Esed’in kalabileceği bir ihtimali
de ortaya çıkarmıştır. ABD dış politikada stra-
tejik değişikliklere giderek Çin’in güçlenmesi
karşısında Asya’ya önem vermiş ve önceliğini
Ortadoğu’dan Asya’ya kaydırmıştır. Bu durum
ise Türkiye’nin bölgede öne çıkan aktörlerden
birisi olmasına destek olmuştur. Ancak 2. Oturu-
mun kapanış değerlendirmesinde oturum başka-
nı Bahçeşehir Üniversitesi Prof. Dr. Sabri Sayarı,
İsrail’in güvenliği, petrol meselesi ve İran’ın nük-
leer programı gibi nedenlerden dolayı ABD’nin
Ortadoğu’daki önceliğinin azalacağına inanma-
dığını belirtmiştir.
Üçüncü oturumda; “İsrail’le İlişkiler, Kuzey
Irak’la yakınlaşma ve Ortadoğu’daki son geliş-
meler bağlamında Türk Dış Politikası” konusu
ele alınmıştır. Başkanlığını Uluslararası Antalya
Üniversitesi Öğretim Üyesi ve SEPAM Müdürü
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu’nun yaptığı bu oturuma,
TBMM Dış İşleri Komisyonu Üyesi ve CHP İs-
tanbul Milletvekili Osman Korutürk, TOBB
ETÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şaban Kardaş ve
ODTÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özlem Tür ka-
tılmıştır. İlk konuşmacı, T.B.M.M. Dış İşleri
Komisyonu Üyesi ve CHP İstanbul Milletvekili
Osman Korutürk, “Ortadoğu Girdabında Türk
Dış Politikası: Arap Baharı Öncesi ve Sonrası”
başlıklı bir konuşma yapmıştır. Korutürk, Tür-
kiye ve İran’ın Ortadoğu’ya bakış açıları ve dış
politika tarzlarındaki farklılıklara vurgu yapmış-
tır. Korutürk, istikrarsızlık ortamının Türkiye’yi
İran’dan çok daha fazla etkilediğini belirtmiştir.
Türkiye’nin bölgesel politikadaki başarısı büyük
oranda istikrara bağlıyken, İran istikrarsızlık or-
tamında da politika yürütmeyi başarabilmekte,
hatta bazen de istikrarsızlıktan faydalanmak-
tadır. Türkiye’nin son 10 yıllık dış politikasının
geleneksel dış politikadan farklı olduğu doğru
değildir, bu sadece son dört yıl için geçerlidir.
Buna göre Türkiye genel olarak son dört yıla
kadar geleneksel dış politikadan ayrılmamıştır.
AKP iktidarına kadar Türkiye’nin Ortadoğu’ya
yönelik olarak pasif bir politika izlediği, hiçbir
meseleye müdahil olmadığı iddiaları doğru de-
ğildir. Türkiye’nin Ortadoğu politikası bağla-
mında çok üst perdeden ifadeler kullanması,
kendisinin bölgenin lideri gibi görmesi ve ilan
etmesi yanlış hamlelerdir. Araplar kendi sorun-
larına başkalarını müdahil etmek istemezler ve
bir lider de istemezler. Davutoğlu’nun bir mec-
lis konuşmasında bölgenin “lideri, sahibi ve hiz-
metkarıyız” şeklindeki ifadesi bölge ülkeleri nez-
dinde çok olumsuz algılanmaktadır. Türkiye’nin
İsrail’le ilişkilerinin bozulması bir başka yanlıştır.
İsrail’le ilişkilerin çok kötü bir düzeyde olması,
Türkiye’nin İran’la aynı kefeye konmasına sebep
olmaktadır. Türkiye’nin Kuzey Irak ve Kürt poli-
tikasını da eleştiren Korutürk, Türkiye’nin Kuzey
Irak’la bir federasyon çatısı altında birleşmesinin
Konferans
9
kurulacak bir Kürt devletine “taşıyıcı annelik”
yapacağını ifade etmiştir.
İkinci konuşmacı, TOBB-ETÜ Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Şaban Kardaş, “Arap Baharının Türk Dış
Politikasına Etkileri” başlıklı bir konuşma yap-
mıştır. Kardaş, Türkiye’nin dış politikasında yu-
muşak güç unsurunu bir yere kadar kullandığını,
ancak şartlar sertleştiğinde yumuşak güç unsur-
ları kullanılamaz hale geldiğinde Türkiye’nin de
doğal olarak sert güç unsurları arayışına girdi-
ğini, NATO’ya yaklaşmasının da bu bağlamda
değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Stra-
tejik özerklik kavramının da çift yönlü bir şekil-
de düşünülmesi gerekmektedir. Türkiye ABD’ye
karşı özerkliğini artırmak adına İran’la ilişkilerini
geliştirirken, İran’dan gelen tehditler arttığında,
bunu ABD ile olan ilişkileriyle dengeleme çabası
stratejik özerkliğin bir sonucudur. Kardaş, bura-
da problemin Türk dış politikasının söylem ve
eylem arasındaki tutarsızlığından kaynaklandı-
ğına dikkat çekmiş, ancak bu durumun pratikte
bir esneklik getirdiğini belirtmiştir. Türkiye’nin
aldığı pozisyonları eleştirirken bu pozisyonla-
rı alırken sahip olduğu motivasyonun da göz
önünde bulundurulması gerekmektedir. Türkiye,
Arap Baharıyla birlikte demokrasi ve değerler
üzerinden kurduğu söylemi değiştirmek zorun-
da kalmıştır, zira bu uygulamada bazı çelişkileri
barındırmakta, Türkiye’nin Suudi Arabistan ve
Katar’la ilişkisini sorgulanır hale getirmektedir.
Türkiye, eylemsel anlamda “koruma sorumlulu-
ğu” olarak adlandırılabilecek olan motivasyonu
demokrasi söylemi şeklinde oturttuğu için bazı
problemler ortaya çıkmaktadır. Pragmatizmin
Türk dış politikasında artmakta olan bir özellik
olduğunu ve bunun olumlu karşılanması gerek-
tiğini belirten Kardaş, bu durumun Türkiye’nin
“stratejik özerkliği” ne katkı yaptığını ifade et-
miştir. Davutoğlu’na atfen, Türkiye’nin bölge
ülkelerine model olmaya çalışmadığını, sadece
“tecrübe paylaşımı” nda bulunduğunu belirten
Kardaş, Arap Baharının Türkiye’yi Batı’ya yak-
laştırdığını ifade etmiştir.
Son konuşmacı, Ortadoğu Teknik Üniversitesi
Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özlem Tür, “Son Geliş-
meler Işığında Türkiye-İsrail İlişkileri: Kalıcı Ba-
rış Mümkün mü?” başlıklı bir konuşma yapmış-
tır. Tür, Türkiye ve İsrail arasındaki 2009 sonrası
Konferans
9
süreçte ikili ilişkilerde yaşanan kriz dönemini
ele almıştır. Aslında 1999’dan bu yana iki ülke
arasındaki ilişkiler kötüye gitmektedir. Ecevit’in
İsrail’in soykırım yaptığına dair açıklamaları iliş-
kilerde küçük çaplı bir krize sebep olmuş, 2000’li
yıllarda da Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkile-
rinin gelişmesiyle düşük bir seviyeye gerilemiştir.
İlişkilerin genel seyrine bakıldığında, iki ülkenin
ilişkilerinin hep üçüncü ülkeler sebebiyle iyi ya
da kötü olduğu görülmektedir. Bu ilk defa Mavi
Marmara saldırısıyla değişikliğe uğramış, ilk defa
iki ülkenin birbirleriyle doğrudan olan problem-
leri sebebiyle ilişkiler kötüleşmiştir. 2000’den beri
İsrail’in İran’ı en büyük tehdit olarak algılaması,
Ahmedinecad’ın Cumhurbaşkanı olmasından bu
yana da bu ülkenin mutlak surette durdurulması
gereken bir düşman şeklinde algılanması, Türki-
ye ile olan farklı bakış açılarını ortaya koymuştur.
2003 Irak Savaşını takiben İsrail’in Kuzey Irak’ta-
ki faaliyetleri de Türkiye kamuoyunda tepkiyle
karşılanmış, bu da ilişkilere olumsuz etkileyen
bir etken olmuştur. 2008 Dökme Kurşun ope-
rasyonuyla ilişkilerin farklı bir boyut kazandığı,
Başbakan Erdoğan’ın arabuluculuk faaliyetleri-
nin de boşa çıkmasının etkisiyle İsrailli yönetici-
lere güvenilmeyeceği mesajını vermesi, ardından
Davos krizinin gelmesi ve Mavi Marmara sal-
dırısı ilişkileri kopma noktasına getirmiş, İsrail
kamuoyunda Erdoğan’ın “Abdülhamit’in torunu”
olarak anılmasına sebep olmuştur. İsrail’den öz-
rün şimdi gelmesinin farklı sebepleri vardır. Bi-
rincisi, Netanyahu Arap Baharının başlangıcın-
dan bu yana çok pasif bir dış politika izlemekle
suçlanmakta ve giderek oy kaybetmektedir. Da-
hası Netanyahu ülkeyi izole etmek, yalnızlaştır-
makla suçlanmaktadır. Bunu aşabilmek, Suri-
ye’deki krize çözüm bulabilmek, İran’a yapılacak
muhtemel bir askeri operasyon halinde Türkiye
ile kötü ilişkiler içinde olmama gereği İsrail’i özre
iten sebepler arasında gösterilebilir. Ancak İsra-
il ve Türkiye’nin, özellikle de Arap Baharından
sonra bölgeye yönelik farklı tehdit algılamaları
sebebiyle, ikili ilişkilerdeki iyileşme uzun soluklu
olmayacaktır.
Değerlendirme ve Sonuç oturumunda, Ulus-
lararası Antalya Üniversitesi Öğretim Üyesi ve
SEPAM Müdürü Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, Bahçe-
şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sabri
Sayarı ve Süleyman Demirel Üniversitesi Öğre-
tim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Seydi kendi otu-
rumlarındaki konuşmacıların sunumlarını özet-
leyerek kendi değerlendirmelerini paylaşmış ve
programı kapatmışlardır.
O
99
Hazırlayan:
Zeynep SÜTALAN
KİTAP İNCELEMESİ SERİSİ: 8
Lloyd C. Gardner, Rutgers Üniversitesi’nde (New
Jersey Devlet Üniversitesi) tarih profesörüdür.
Amerikan dış politkasi ve diplomasi tarihi konu-
sunda çok sayıda eseri bulunan Gardner, Ame-
rika Dış İlişkiler Tarih Topluluğu’nun (Society
of Historians of American Foreign Relations)
eski başkanıdır. Gardner’ın en önemli özellikle-
rinden biri de Winconsin Amerikan Diplomatik
Tarihi Ekolünün (Winconsin School of Ameri-
can Diplomatic History) ilk temsilcilerinden biri
olmasıdır.1 Revizyonist tarih yazımcılığı olarak
da bilinen Winconsin Ekolü, genel olarak, dış
politikanın iç siyasetin bir uzantısı olduğunu
söylemektedir. Bu çerçevede, Amerika’nın, ülke
içinde demokrasinin ve refahın devamlılığını
sağlayabilmek maksadıyla dışarıya açılma ve ya-
bancı piyasalara erişmeye yönelik bir dış politika
yürütmekte olduğunu iddia etmektedir. Bu ne-
denle, söz konusu ekol, Amerikan dış politikası-
nı, kökenleri, amaçları ve sonuçları bakımından
emperyalist olarak görmektedir.2 Yekpare olma-
yan ve içinde pek çok farklı görüş bulunduran
ekolün tarihe yaklaşımındaki en önemli özellik-
lerinden biri de ‘değişim’e ‘devamlılık’tan fazla
önem atfedilmesine karşı çıkmasıdır. Bu bağlam-
da, Gardner, Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlayan
halk ayaklanması ve 11 Şubat 2011’de Hüsnü
Mübarek’in istifası karşısında Amerika’nın izle-
diği politikaları incelerken Amerika-Mısır ilişki-
lerine tarihsel bir bakışın gerekliliğinden hareket
etmektedir.
Lloyd C. Gardner, Tahrir Meydanına Giden Yol:
Nasır’ın Yükselişi’nden Mübarek’in Düşüşüne
Mısır ve Amerika Birleşik Devletleri (The Road
to Tahrir Square: Egypt and the United States
from the Rise of Nasser to the Fall of Mubarak)
isimli eserinde İkinci Dünya Savaşının sona er-
The Road to Tahrir Square:
Egypt and the United States
from the Rise of Nasser to the
Fall of Mubarak, Lloyd C. Gardner, (London: Saqi, 2011),
ISBN: 978-1595587213, 240 sayfa.
Kitap İncelemesi
mesinden Mübarek rejiminin çözülmesine kadar
geçen sürede Amerika-Mısır ilişkilerini tarihi,
ekonomik, diplomatik ve askeri açılardan ele al-
maktadır. Mübarek’in devrilmesi ve Mısır Silahlı
Kuvvetleri Yüksek Konseyi’nin geçici yönetimi de
dâhil olmak üzere yakın tarihi gelişmelere ilişkin
değerlendirmeleri de içeren eser, bugüne ve hat-
ta yarına, geçmişten ışık tutmayı tercih etmek-
te ve Mısır’ın ABD için neden önemli olduğunu
anlatmaya çalışmaktadır. Yazar, eserinde, Ame-
rikan başkanlık arşivinden, diplomatik arşivlere,
dönemin önde gelen isimlerinin hatıratlarından
Wikileaks belgelerine kadar pek çok birincil ve
ikincil kaynak kullanmıştır. Kaynakların büyük
bir çoğunluğu genelde Batı, özelde Amerika Bir-
leşik Devletleri (ABD) menşelidir.
Gardner, Tahrir meydanında Mısır halkının de-
mokrasi ve özgürlük talepleriyle ayaklanmasını,
30 yıllık Mübarek döneminin baskıcı politikala-
rına bağlarken, ABD’nin, bu duruma, doğrudan
olmasa da dolaylı olarak destek vermiş olduğunu
savunmaktadır. Cemal Abdülnasır döneminin
çalkantılı ve çatışmalı ABD-Mısır ilişkileri, Enver
Sedat döneminde uzlaşmacı bir zemine oturmuş
ve Hüsnü Mübarek döneminde ise bir ittifaka
dönüşmüştür. Böylelikle Mısır, ABD’nin, İsra-
il ve Suudi Arabistan ile birlikte Ortadoğu’daki
en önemli müttefiklerinden biri haline gelmiştir.
Yazara göre, ABD’nin bu durumun devamlılığını
sağlamak adına Mısır’a yönelik yürüttüğü yük-
lü ekonomik ve askeri yardıma dayalı siyaset,
Mübarek’in iktidarını güçlendirmiş ve onun bu
iktidarı korumak amacıyla ülke içinde uyguladığı
baskıcı politikaları mümkün kılmıştır. Kitabın gi-
riş bölümünde bu konuyu yazar, şu şekilde ifade
etmektedir:
Tahrir meydanındaki olaylar, büyük bir ihti-
malle, Amerika’nın 11 Eylül 2001’den sonraki
(demokrasiyi yayma) söylemi olmasa da ger-
çekleşirdi. Ancak Tahrir meydanındaki olay-
lar, Mübarek’e Amerika tarafından yıllar boyu
cömert bir şekilde sunulmuş olan destek ol-
masa gerçekleşir miydi sorusu, daha ilginçtir.
Amerika’nın neredeyse 30 yıl süren tam des-
teği olmasa, Mübarek baskıcı politikalarını
yürütebilecek miydi? (s.ix).
Yazara göre, Tahrir’deki ayaklanmalar sırasında,
ABD’nin en temel kaygısı, Mübarek iktidarı bo-
yunca 50 milyar dolarlık yatırım yapmış olduğu
Mısır ordusuyla bağının kopması ihtimaliydi.
Burada yazarın ABD dış politikasıyla ilgili olarak
eleştirdiği nokta, ABD’nin Mübarek döneminde
ülkeyi bir diktatör gibi yönetmesi karşısında ka-
yıtsız kalmış olmasıdır (s.viii). ABD, Mübarek’e
reformlar yapması, halkın refahını artırmaya
yönelik politikalar izlemesi, baskıcı siyasetin-
den vazgeçerek daha demokratik ve özgürlükçü
bir anlayış benimsemesi konusunda telkinlerde
ve tavsiyelerde bulunmuştur; fakat Mübarek’in
reform yapmaya direnmesine, müttefikini kay-
betmemek adına göz yummuştur (s.179). Yazara
göre, ABD, Sedat döneminde Mısır ile iyi ilişki-
ler geliştirene kadar 1952’den beri birçok yanlış
adım atmıştır.
Garner’in eseri, kısa giriş bölümün dışında, altı
bölümden oluşmaktadır. Kitabın birinci bölü-
münde yazar, ABD’nin Mısır’la sürdürülebilir bir
ilişki kurmaya yönelik politika arayışının tarihi
arka planını ortaya koymaktadır. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra ABD, Ortadoğu’da savaş son-
rası dönüşümün sorunsuz sağlanabilmesinin,
bölge ülkelerinin bağımsızlıklarını garanti al-
tına alabilmelerine ve ülkeleri içinde güvenliği
ve istikrarı inşa edebilmelerine bağlı olduğunu
öngörmüştür. Bu maksatla, söz konusu ülkelere,
ekonomik ve gerekirse askeri yardım sağlama-
ya yönelik bir dış politika belirlemiştir (s.3). Bu
dönemde, ABD, bir taraftan bölgede Sovyet et-
kisinin yayılmasına engel olmaya çalışırken, di-
ğer taraftan, kendi stratejik çıkarlarını korumak
için İngiltere’yle birlikte hareket etmektedir. Bu
çerçevede, ABD ile Mısır ilişkilerinde en önemli
sorunu, İngiltere’nin Süveyş kanalındaki varlığı
teşkil etmektedir. Amerika, İngiltere ve Mısır
arasındaki bu sorunda, tıpkı Filistin-İsrail soru-
nunda, taraflardan hiçbirini karşısına almayacak
şekilde bir denge siyaseti yürütmeye çalışmıştır.
ABD, İkinci Dünya Savaşı’nda sekiz kat artmış
olan Mısır’la pamuk ticaretinin devamlılığını ve
bu ticaretin başka ürünlere ve alanlara da sirayet
etmesini arzulamıştır. Bu nedenle, Kral Faruk’a
ekonomik yardım önerisinde bulunmuştur. Fa-
kat Kral Faruk’un rejimi, Mısır halkıyla, yönetici
elitler arasında gittikçe büyüyen sosyo-ekono-
Kitap İncelemesi
mik farklara ve 1948 Arap-İsrail Savaşı yenilgisi-
ne uzun süre direnememiştir. 1952 yılında Özgür
Subaylar (Free Officers) askeri bir darbeyle kralı
devirmiş ve cumhuriyet ilan etmiştir (s.1-34.)
Kitabın ikinci bölümü, ABD’nin Nasır dönemin-
de Mısır’la ilişkilerini konu almaktadır. 1952 as-
keri darbesinden sonra, ABD, Mısır’daki yeni re-
jimle iyi ilişkiler geliştirmek istemiştir. Öte yan-
dan, yazar, ABD’nin söz konusu dönemdeki dış
politika çabalarını bir kumara benzetmekte ve
sonuç olarak, ABD’nin bu kumarda kaybettiğini
söylemektedir. Amerika’nın, Mısır’ı Sovyet nü-
fuz alanından uzak tutmak için izlediği siyaset,
nihayetinde Mısır’ı Batı dünyasından uzaklaştı-
rıp Sovyetlere yakınlaştırmıştır. Nasır, ABD’nin,
Mısır’a silah satımı konusundaki isteksizliği ve
İngiltere’nin Süveyş kanalındaki askeri varlığı-
na son vermesi taleplerine karşılık, kendisinden
yana tavır koymaması nedenleriyle hoşnutsuz
olmuştur. Akabinde Nasır, istediği silahları, Sov-
yetler Birliği (SSCB) vasıtasıyla Çekoslavakya’dan
elde etmiştir. İngilizlerle Süveyş’ten çekilmeleri
konusunda anlaşamayınca da kanalı millileştir-
miştir. Buna karşılık İngiltere-Fransa-İsrail itti-
fak halinde Mısır’a savaş açmıştır. 1956 Süveyş
Savaşında, birbiriyle rekabet halinde olan iki sü-
per güç, ABD ve SSCB, ironik bir biçimde benzer
tavır sergilemiş, İngiltere-Fransa-İsrail ittifakına
karşı cephe almış ve ittifakı geri çekilmeye zor-
lamıştır. Nasır, Süveyş krizinden sonra daha da
güçlenmiş, Arap dünyasının kahramanı haline
gelmiştir. Ayrıca 1955 Bandung Konferansı’ndan
sonra Bağlantısızlar Hareketi’ne katılmış, Tito ve
Nehru’yla birlikte hareketin en önemli üçüncü li-
deri olmuştur. Bu arada Amerika, Süveyş krizine
müdahale ederek, Mısır’ın savunucusu konumu-
na düşmüş, bölgeye Sovyet etkisinin sızmasına
engel olacağını ve Nasır’ın da bölgedeki gücünü
zayıflatacağını düşündüğü Bağdat Paktı projesi
de başarısız olmuştur (s.66-74). Sonuçta, Ame-
rika, sadece Mısır’ı kendinden uzaklaştırmakla
kalmamış, aynı zamanda bölgedeki silahlanma
yarışına da engel olamamıştır.
Kitabın üçüncü bölümünde, yazar, ABD-Mısır
ilişkileri ekseninde, Eisenhower doktrini ve 1967
Arap-İsrail Savaşını değerlendirmektedir. Eisen-
hower doktrini, Ortadoğu ülkelerine ekonomik
ve askeri yardım sağlayarak, bölgede komüniz-
min yayılmasını engellemeyi öngörüyordu (s.77-
82). Öte yandan, Gardner’a göre, Eisenhower
doktrini Ortadoğu’da Nasırcılık ideolojisini bir
güç olarak ortadan kaldırmayı hedeflemiştir
(s.80). Mısır, Süveyş Krizi’nden sonra, Akabe
Körfezi’yle Kızıldeniz’i birleştiren Tiran Boğazı’nı
İsrail gemilerine kapatmıştır. Bu durum, Mısır
ile İsrail arasında krize sebep olmuştur. Gardner,
Johnson yönetiminin, 1967 Savaşı’na neden olan
Mısır-İsrail arasındaki bu krizi önlemeye yönelik
tedbir almadığını ve hatta İsrail’in savaş planla-
rını bilmesine rağmen, İsrail’i engellemek için
bir adım atmadığını ileri sürmektedir (s.107).3
Sonuç olarak, 6 Haziran 1967’de İsrail sürpriz
bir saldırıyla sadece Mısır’ın hava kuvvetlerine
büyük bir darbe vurmamış, aynı zamanda Sina
yarımadasını, Batı Şeria’nın tamamını, Doğu
Kudüs’ü ve Golan tepelerini işgal etmiştir. Altı
Gün Savaşı ya da Haziran Savaşı olarak da bili-
nen 1967 Arap-İsrail Savaşı, Nasır ve Mısır için
büyük bir hezimetle sonuçlanmıştır. (s.109). 12
Haziran 1967’de ateşkese razı olan Nasır, bu ye-
nilgiden sonra istifa etmiş; ancak halkın ısrarı
ve desteğiyle cumhurbaşkanlığı görevine geri
dönmüştür. 1967 Savaşı, Ortadoğu tarihinde bir
dönüm noktası olmuş ve Arap-İsrail uyuşmaz-
lığının dinamiklerini tamamen değiştirmiştir.
Mısır, Suriye, Ürdün gibi toprakları işgal edilmiş
Arap ülkeleri açısından, Arap-İsrail sorunu, artık
İsrail’i yok etmekten, söz konusu ülkelerin 1967
Savaşı önceki sınırlarıyla var olma çabasına dö-
nüşmüştür (s.110).
Kitabın dördüncü bölümü, Nasır’ın 1970’de
ölümünün ardından Enver Sedat’ın Mısır Cum-
hurbaşkanı olmasından bir suikasta kurban ol-
masına kadarki dönemde, Mısır’ın Amerika’yla
ilişkilerini değerlendirmektedir. Hiç şüphesiz,
söz konusu dönemin en önemli olayı, Mısır’la
İsrail’in barış anlaşması imzalamasıdır. Böyle-
likle, ABD-Mısır ilişkileri bir iş birliği zeminine
oturmuş ve Mısır bölgede İsrail’den sonra en
çok ABD ekonomik ve askeri yardımı alan ülke
olmuştur. Sedat iktidarının ilk yıllarında ülke
içinde meşruiyetini sağlayabilmek için Sina ya-
rımadasını geri almanın yollarını aramaya baş-
lamıştır. Bunun yolunun ABD’yle yakınlaşmak-
tan geçeceğinin bilincinde olan Sedat, SSCB ile
Kitap İncelemesi
ilişkilerine bir mesafe koymaya karar vermiş ve
1972’de ülkesindeki Sovyet askeri personelinin
Mısır’ı terk etmesini istemiştir (s.122). ABD ile
ilişkilerini güçlendirmek için Nasır döneminin
sosyalist ekonomik politikalarından da vazgeçen
Sedat, diplomatik kanallar yoluyla gerek ABD’yle
ilişkilerini derinleştirmek ve gerekse ABD’nin
İsrail’i barışa zorlamasını sağlayamayınca, askeri
yönteme başvurmuş ve 1973’te İsrail’e savaş aç-
mıştır. Savaşta İsrail’i yenilgiye uğratmasının güç
olduğunu bilen Sedat, bu savaşla sınırlı bir zafer
elde ederek, hem ülke içinde, hem de ABD’nin
gözünde meşruiyetini sağlamak istemiştir. 6
Ekim 1973’te Mısır, Suriye ile birlikte İsrail’e sa-
vaş açmıştır. Mısır ordusu, Süveyş kanalını geçe-
rek Bar-Lev savunma hattının 15 kilometre do-
ğusuna kadar ilerlemeyi başarmıştır. Bu beklen-
medik saldırı karşısında İsrail ilk şaşkınlığı atlat-
tıktan sonra askeri anlamda üstünlük sağlamayı
başarmıştır. Savaşın sona ermesinden sonra ise
petrol ihraç eden Arap ülkeleri, Suudi Arabistan
önderliğinde, İsrail’i destekleyen ülkelere karşı
petrol ambargosu uygulamıştır. Ambargo, pet-
rol fiyatlarının yükselmesiyle birlikte dünya ça-
pında bir ekonomik krize sebep olmuştur. Sonuç
olarak, Enver Sedat, amacına ulaşmış, ABD’nin
dikkatini çekmeyi başarmıştır. Savaşla alamadı-
ğı Sina yarımadasını, 1979 yılında, ABD arabu-
luculuğuyla, İsrail ile imzaladığı Camp David
Barış Anlaşmasından sonra elde etmiştir. Mısır,
İsrail’le barış yapması sebebiyle Arap dünyası ta-
rafından dışlanmıştır. Ancak gerek Amerika’dan
almayı başardığı büyük miktardaki ekonomik
yardım ve gerekse barışın sağladığı avantajla ya-
bancı yatırımları ülkesine çekebilme umuduyla
iflasın eşiğindeki Mısır ekonomisini toparlama
şansını elde etmiştir. Ancak Sedat İsrail’le yaptığı
barışın bedelini hayatıyla ödemiş4, 1982 yılında
bir suikast sonucu hayatını kaybetmiştir. Sedat’ın
ölümünden sonra Mısır’ın yeni cumhurbaşkanı
Hüsnü Mübarek olmuştur (s. 112-148).
Kitabın beşinci bölümünde, yazar, Mübarek’in
cumhurbaşkanlığı döneminde iş birliğinin öte-
sinde bir karşılıklı bağımlılık haline dönüşmüş
olan Mısır-Amerika ilişkilerini incelemektedir.
(s.149). Sedat’ın ölümünün ardından cumhur-
başkanı olan Hüsnü Mübarek, ilk olarak, Sedat
suikastının faillerini yakalamış ve cezalandırmış-
tır. İslamcı hareketin rejim için büyük bir tehdit
haline geldiğini fark eden Mübarek, sert tedbir-
lerle bu hareketi baskı altında tutmaya başla-
mış ve Mısır, bir polis devleti haline gelmiştir.
Bu arada, ABD, İsrail’in güvenliğini gözeterek
Mısır’ın talep ettiği modern silahları sağlamaya
çalışmıştır (s.149). 1979 İran İslam Devriminden
sonra, ABD bir müttefik olarak İran’ı kaybedin-
ce, Mısır’ın ABD nazarında önemi daha da art-
mıştır. Özellikle ABD’nin, 11 Eylül 2001 terör
saldırılarının ardından başlattığı Küresel Terö-
rizmle Savaş ve 2003 Irak Savaşı’nda Mübarek,
istihbarat paylaşımından terör fiili zanlılarının
sorgulanmasına kadar pek çok alanda önemli
destek sağlamıştır (177-185). Ayrıca, Mısır, ül-
kesinin hava sahasını ABD’ye açmış; Süveyş ka-
nalında da ABD germilerine serbest geçiş hak-
kı ve önceliği vermiştir (s.179). ABD, Mısır’a iş
birliği ve desteği için ekonomik ve askeri yardım
yaparken, Mübarek’i ülke içinde ekonomik ve si-
yasi reformlar yapması konusunda ikna etmeye
çalışmış, ancak başarılı olamamıştır. Mübarek,
Amerika’dan aldığı yardımları ordusunu güçlen-
dirmek, ordusunun rejime sadık kalmasını ve re-
jimi için tehdit oluşturan İslamcı unsurları baskı
altına almak için kullanmıştır. Bu nedenle halkın
ekonomik refah düzeyinde herhangi bir iyileş-
me olmamış ve 2008 yılında 1977’den sonra ilk
kez Mısır’da ekmek isyanları (bread riots) vuku
bulmuştur (s. 160). ABD’nin nasıl bir ‘Mübarek
sonrası Mısır’ tahayyül ettiğini bilmek mümkün
değilse de Mübarek’in halk ayaklanmasıyla dev-
rileceğini öngörememişti.
Gardner, kitabın altınca bölümünde, Arap ba-
harı arka planında, ABD’nin Mısır dış politika-
sının bir özetini sunmaktadır. Bu bölümde yazar,
ABD’nin Mübarek’in istifasından önceki gün-
lerde Mısır ordusuyla yakın temasta olduğunu
ifade etmektedir (s.195). Mısır, ABD’nin Orta-
doğu’daki nüfuzunun devamlılığı açısından pek
çok fırsat sunmuş, hatta Soğuk Savaş yıllarında,
pek çok kez, bunu tehdit etmiş bir ülke olarak,
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itiba-
ren ABD için önemli bir ülke olmuştur (s.198).
Ancak bu süreçte, yazar, Amerikan siyaset yapı-
cılarının, ABD’nin Mısır da dâhil olmak üzere,
pek çok Ortadoğu ülkesine yaptığı ekonomik ve
askeri yardımların, bu ülkelerde siyasi gelişmeyi
Kitap İncelemesi
ve ilerlemeyi geciktirip geciktirmediği konusun-
da çok az düşündüğünü iddia etmektedir (s.199).
Bu nedenle, ABD-Mısır ilişkilerinin geleceği
açısından, ABD’nin Mısır’a ekonomik yardım-
larına devam edip etmeyeceği, devam edecekse,
bunu nasıl ve hangi amaçlarla yapacağı, üzerin-
de önemle durulması gereken sorulardır (s.202-
204) Bu çerçevede, Gardner, eserini, Mısır’daki
devrimden sonra, ABD’nin Ortadoğu’daki lider-
liğinin ve ulusal çıkarlarının yeniden tanımlan-
masının kaçılmaz olduğunu belirterek sonlan-
dırmaktadır (s.204).
Gardner, eserinde okuyucuya seçici bir tarih
okuması sunmaktadır. Yazar, tarihsel gerçeklere
eleştirel bir tavırla yaklaşırken bunu oldukça akı-
cı bir dille ve çoğu kez karar alıcıların arasında
geçen konuşmalardan, ustaca yaptığı alıntılarla,
okuyucuyu, belirli olaylar üzerinde düşündür-
mektedir. Fakat yazarın, bazı bölümlerde orta-
ya attığı iddiaları destekleyecek tarihsel verileri
sunmamasını bir zafiyet olarak değerlendirmek
mümkündür. Örneğin, Gardner, kitabında 1952
yılında Özgür Subaylar (Free Officers) tara-
fında Mısır’da gerçekleştirilen askeri darbede
CIA’in rolü olup olmadığına yönelik spekülas-
yonlara yer vermektedir. Yazara göre, İran Şa-
hının yeniden tahta çıkmasını sağlayan Kermit
Roosevelt’in (Teddy Roosevelt’in torunu) Özgür
Subaylar’la irtibat kurmakla görevlendirilmesi ve
dönemin Mısır Büyükelçisi Jefferson Caffery’nin
Özgür Subaylardan söz ederken ‘bizim çocuklar’
gibi ifadeler kullanması manidardır (s.49). Ancak
1952 darbesinde Özgür Subaylar ve CIA arasın-
daki ilişkiye yönelik herhangi bir veri olmaması
sebebiyle, yazar, bu durumun bir bilmece ola-
rak kalmış olduğunu söylemektedir. Öte yandan
bu iddiaların doğrulanması ya da yalanlanması
durumunun Amerika’nın Mısır’a yönelik politi-
kasının tarihsel incelemesine katkısına yönelik
de herhangi bir yorum yapmamaktadır. Benzer
şekilde, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın, 6
Ekim 1981 tarihinde bir suikasta kurban gitme-
sinin en önemli sebeplerinden birinin Sedat’ın,
1979 İran İslam Devrimi’nde sonra, İran’ı terk
eden İran Şahı Rıza Şah Pehlevi’yi son günlerin-
de Mısır’da ağırlaması olduğuna dikkat çekmek-
tedir (s.148). Fakat yazar, vurguladığı bağlantıyı
açıklayacak herhangi bir gerekçeden söz etme-
mektedir.
Sonuç olarak, Gardner’ın eseri, güncelliği, tarih-
selliği ve referansları sebebiyle Ortadoğu’yla ilgi-
lenen, bugün bölgede vuku bulan devrimsel ge-
lişmelerin tarihsel arka planını, ABD’nin bölge-
deki rolünün dününü ve bugününü merak eden
herkesin okuması gereken bir çalışmadır. Ancak
kitabın hacmi ve kapsadığı dönem karşılaştırıldı-
ğında bazı tarihsel olayları daha iyi anlayabilmek
için ek okumalara ihtiyaç duymak muhtemeldir.
O
1 Winconsin Ekolünün diğer tanınmış isimleri Fred Harvey Harrington, Thomas J. McCormick, Walter F. LaFaber, William Appleman Williams’tır. Yeni Sol akımıyla da birlikte anılan ekol, radikal ve ideolojik bir tarih yorumu yaptığı gerekçesiyle nesnel olmamakla eleştirilmiştir.
2 Bknz William Appleman Williams, The Tragedy of American Diplomacy, New York, London: W. W. Norton & Com-pany, 1984 , Lloyd C. Gardner, Walter F. LaFeber, and Thomas J. McCormick, Creation of the American Empire: U.S. Diplomatic History, Chicago: Rand McNally & Co., 1973.
3 Ayrıca bknz. Lloyd C. Gardner, Three Kings: The Rise of an American Empire in the Middle East After World War II, New York, London: The New Pres, 2009, s. 207-208, 215-220.
4 Enver Sedat’ın eşi Cihan Sedat, benzer bir vurgu yaparak Sedat’ın barışa verilmiş bir kurban olduğunu belirtir. Ayrıca “Enver’in Silahlı Kuvvetlere olan güveni, radikal İslamcılarla iş birliği yapamayacakları konusundaki inancı öldürdü onu…” diye yazmıştır. Bknz Cihan Sedat, Piramit Yolunda Aşkın ve Devrimin Hikâyesi, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2004, s.28.
DİPNOTLAR
Söyleşi
WWF-TÜRKİYE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK VE STRATEJİK İŞBİRLİKLERİ MÜDÜRÜ BUKET BAHAR DIVRAK İLE SÖYLEŞİ
AN INTERVIEW WITH BUKET BAHAR DIVRAK, WWF-TURKEY’S SUSTAINABILITY AND STRATEGIC ALLIANCES DIRECTOR
BUKET BAHAR DIVRAK: “TURKEY IS THE ONE OF THE COUNTRY THAT EXPERIENCES POPULATION AND SECTORAL WATER DEMAND GROWTH”
BUKET BAHAR DIVRAK: “TÜRKİYE NÜFUSU VE SEKTÖREL SU TALEPLERİ HIZLA ARTAN ÜLKELERDEN BİR TANESİDİR.”
ORSAM Su Araştırmaları Programı, WWF- Türkiye, Sürdürülebilirlik
ve Stratejik İşbirlikleri Müdürü Sayın Buket Bahar Dıvrak ile söyleşi
gerçekleştirmiştir. Söyleşide WWF Türkiye’nin ülkemizde gerçekleştirdi-
ği projeleri, son yıllarda ön çıkan “su ayakizi” kavramını ve ülkemizde
yeniden yapılanma süreci içerisinde olan su yönetimindeki gelişmeleri
değerlendirdik.
ORSAM Water Research Programme conducted an interview with Buket
Bahar Dıvrak, WWF-Turkey’s Sustainability and Strategic Alliances Di-
rector. During the interview, we assessed the projects that WWF Turkey
has carried out in our country, the term “water footprint” that has come
to the forefront in recent years, and the developments on water manage-
ment under reconstruction process in our country.
ORSAM: Kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
Buket Bahar DIVRAK: 2003 yılında su kaynak-
ları ekibine dahil olduğum WWF-Türkiye’de ha-
len Sürdürülebilirlik ve Stratejik İşbirlikleri Mü-
dürü olarak çalışıyorum. ODTÜ Şehir ve Bölge
Planlama bölümünden 2002’de mezun oldum,
yine ODTÜ’de 2005’te Kentsel Politika Planlama
ve Yerel Yönetimler ABD’da yüksek lisansımı ta-
mamladım. Şu anda Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Sosyal Çevre Bilimleri’nde
doktora çalışmalarıma devam ediyorum. Su poli-
tikaları ve yönetimi, AB su politikaları, havza öl-
çeğinde planlama, tarım-su-çevre ilişkileri, iklim
değişikliğine adaptasyon, sulak alan yönetimi,
katılımcı planlama gibi konularda on yılı aşkındır
çalışıyorum. Tuz Gölü, Eğirdir Gölü, Bafa Gölü,
Fırtına Havzası, Uluabat Gölü, Konya Havzası,
Büyük Menderes Havzası gibi ülkemizin doğa
koruma ve su yönetimi açısından önemli alanla-
rında birçok projenin uygulanmasında ve koor-
dinasyonunda çalıştım.
ORSAM Konuk
ORSAM: WWF nedir? Dünya da diğer hangi
ülkelerde ofisleri vardır? ülke seçiminde her-
hangi bir kriter var mıdır?
Buket Bahar DIVRAK: WWF, 1961 yılında
İsviçre’de kurulan ve dünyada 100’den fazla ül-
kede çalışmalar yürüten uluslararası bir doğa
koruma kuruluşudur. WWF, küresel ölçekte bir
değişim yaratmaya, yeryüzünün en değerli ya-
şam alanlarını ve canlı türlerini korumayı he-
deflemektedir. Doğa korumanın ülke sınırlarını
aşan boyutu nedeniyle WWF, biyolojik çeşitlili-
ğin korunmasına yönelik mücadelesinde ülkeler
arasında işbirliklerinin gerçekleşmesine öncü-
lük eder. WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma
Vakfı) ise 1996 yılında Doğal Hayatı Koruma
Derneği’nin öncülüğünde kurulmuş, 2001 yı-
lında WWF’nin Türkiye ulusal kuruluşu olarak
WWF-Türkiye ünvanını almıştır. WWF-Türkiye
çalışmalarını bağışlar ve kurumsal sponsorluklar
ile yürüten kâr amacı gütmeyen bağımsız bir va-
kıftır.
WWF, biyolojik çeşitlilik değerlerinin yüksek
olduğu orman alanları, nehir havzaları, deniz ve
okyanuslarda çalışmalarını odaklamaktadır. Kü-
resel düzeyde yapılan araştırmalar sonucunda
biyolojik çeşitlilik bakımından hassas ve değerli
olan 238 ekolojik bölge belirlenmiştir ve projeler
bu alanlara odaklanmaktadır. “Global 200 eco-
regions” olarak kısaca bilinen bu alanların 142
tanesi karasal, 53 tanesi tatlısu ve 43 tanesi de
denizel alanlardır. Örneğin Amazon Ormanları
ve Nehri, Himalayalar, Yangzte Havzası, Mekong
Havzası, Borneo, Akdeniz Havzası, Kafkasya
Bölgesi, Antartika WWF’in uzun yıllardır ça-
lıştığı on derece hassas ve önemli alanlarlardan
bazıları.
ORSAM: WWF Türkiye kaç ilde bulunmakta-
dır ve projeye göre mi il seçimi yapılmaktadır?
Buket Bahar DIVRAK: WWF-Türkiye’nin mer-
kez ofisi İstanbul’dadır. Ankara ve Aydın’da da
ofislerimiz mevcut. Küresel düzeydeki 238 eko-
lojik bölgeden 3 tanesi ülkemizde bulunuyor:
Orta Anadolu (Konya Havzası), Akdeniz/Ege
kıyılarımız ve Aşağı Batı Kafkasya(Doğu Kara-
deniz ve Doğu Anadolu’nun Kuzeyi) Dolayısıyla,
biz de WWF-Türkiye olarak çalışmalarımızı ço-
ğunlukla bu alanlara odaklıyoruz. Uzun soluklu
projeler çerçevesinde kimi zamanda geçici alan
ofisleri açıyoruz ve projeyi yerinden yürütme-
yi tercih ediyoruz. Geçmişte Rize’de, Antalya-
Kaş’ta, Adana-Akyatan’da alan ofislerimiz oldu.
Aydın ofisimiz de Yaşayan Nehirler, Yaşayan Ege
Projemiz kapsamında açıldı örneğin.
ORSAM: WWF’in, Türkiye’de suyla ilgili yü-
rüttüğü ve geçmişte başarı ile tamamladığı
projeler nelerdir?
Buket Bahar DIVRAK: Su kaynaklarımızın ko-
runması ve akılcı kullanımı WWF-Türkiye’nin
kurulduğu günden bu yana öncelikli çalışma
alanlarından bir tanesi olmuştur. Önceleri tür
koruma odaklı çalışmalar yürütülürken (özel-
likle çeşitli kuş türleri- dikkuyruk, pelikan gibi),
daha sonra alan korumaya ve sulak alan ölçeği-
ne geçilmiş ve özellikle ülkemizin önemli sulak
alanlarında koruma ve yönetim çalışmaları ger-
çekleştirilmiştir. Uluabat Gölü, Dilek Yarıma-
dası ve Menderes Deltası, Göksu Deltası, Tuz
Gölü WWF-Türkiye olarak geçmişte başarılı
çalışmalar yürüttüğümüz alanlardan bazıları-
dır. Sulak alanların korunmasıyla ilgili ulusla-
rarası Ramsar Sözleşmesi’ne ülkemizin taraf
olmasından sonra Sulak Alanların Korunması
Yönetmeliği’nin hazırlanmasında ve Ulusal Su-
lak Alan Komisyonu’nun kurulmasında öncülük
ettik. Birçok alanın koruma statüsüne kavuştu-
rulması ve etkin yönetimi için ilgili kurumlarla
işbirliği içerisinde çalıştık ve halen de çalışmala-
rımıza devam ediyoruz. 2000li yıllardan itibaren
de su alanındaki çalışmalarımızı daha çok havza
ölçeğine ve su politikaları düzeyine genişlettik.
Bu anlamda Konya Kapalı Havzası, Büyük Men-
deres Havzası, Doğu Karadeniz Havzası bizim
için önemli ve öncelikli alanlar.
ORSAM: “Su ayak izi” nedir? Dünya da bu ça-
lışmanın temelleri nasıl atılmıştır?
Buket Bahar DIVRAK: Su Ayak İzi, birim za-
manda harcanan (buharlaşma dâhil) ve/veya kir-
letilen su miktarıdır. Bir bireyin, toplumun veya
iş kolunun Su Ayak İzi; bireyin veya toplumun
ORSAM Konuk
tükettiği malların ve hizmetlerin üretimi için
kullanılan veya üreticinin mal ve hizmet üreti-
mi için kullandığı toplam temiz su kaynaklarının
miktarıdır. Su Ayak İzi bir birey, aile, köy, şehir
veya bir ülke için hesaplanabilir. Aynı şekilde, bir
kamu veya özel sektör kuruluşu için de hesapla-
nabilir. Su Ayak İzi, suyun sadece kullanım veya
kirlenme miktarını değil, aynı zamanda kullanım
bölgelerini ve coğrafi tanımlarını da belirtir. Aşı-
rı su kullanımı veya su kaynaklarının kirlenmesi,
suyu kullanan ve kirletenlerin gerçekleştirdikleri
faaliyetlerin toplamı olarak kabul edilir. Kullanı-
lan mal ve hizmetlerin üretiminde ne kadar su
kullanıldığı, bugüne kadar gereğince üzerinde
durulmayan bir konudur. Bu bağlamda, suyun
üretim süreçleriyle tedarik zincirlerindeki rolü
göz ardı edilmiştir. Ancak bugün gelinen nokta-
da, herhangi bir nihai tüketim malı içerisindeki
“saklı suyu” hesaplamanın ve görselleştirmenin,
tüketimin ve ticaretin su kaynakları üzerindeki
etkisini ölçmek için son derece önemli olduğu
herkesçe kabul edilmiş bir gerçektir. Küreselle-
şen ekonomiyle hız kazanan uluslararası ticare-
tin sayesinde, ürünlerle birlikte su kaynakları da
dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşınmakta-
dır. Üretim süreçlerinde su kullanımı yoğun olan
ürünlerle birlikte su kaynakları coğrafi sınırları-
nın dışına çıkmaktadır. Örneğin; Özbekistan’da
üretilen pamuk, Türkiye’ye ithal edilerek tekstil
ürününe dönüştürülmekte, buradan dünyanın
dört bir yanına ulaşmaktadır.
Su Ayak İzi kavramının yaratıcısı Twente
Üniversitesi’nden Prof. Arjen Y. Hoekstra’dır.
2002 yılında bu kavramı geliştirmiştir ve aynı
zamanda Su Ayak İzi Değerlendirmesi (Water
Footprint Assessment) adındaki disiplinlera-
rası yaklaşımı ortaya koyarak Water Footprint
Network’ü kurmuştur.
Su kullanımı ve suyun dolaşımı arasında gizli
kalmış ilişkinin ortaya çıkarılması, su yönetimi-
ne yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu anlamda,
su kaynaklarının yönetimi sadece kamu sektö-
rü veya sivil toplum kuruluşlarının meselesi ol-
maktan çıkmış, tüm insanlar ve iş dünyası için
de belirli bir öneme sahip olmuştur. Su ayak izi
kavramı bu anlamda suyun yönetimine yeni bir
bakış açısı getiren önemli bir göstergedir. Biz
de WWF-Türkiye olarak su ayak izi konusunda
2008 yılından bu yana çalışmalar yürütüyoruz.
Ve bu sene Su Yönetimi Genel Müdürlüğü ve
UNILEVER/OMO işbirliği ile Türkiye’nin Su
Ayak İzi Raporu’nu hazırlıyoruz. Yakın bir gele-
cekte çalışmanın sonuçlarını paylaşacağız.
ORSAM: Türkiye’de su kaynaklarının gelişti-
rilmesini sürdürülebilir bir model içinde ol-
duğunu düşünüyor musunuz? Türkiye’de su
kaynakları verimli kullanılıyor mu?
Buket Bahar DIVRAK: Türkiye nüfusu ve sek-
törel su talepleri hızla artan ülkelerden bir tanesi.
Ekonomik kalkınma hedefleri iddialı. Elbette bu
ölçüde de su kaynakları üzerindeki talep ve baskı-
lar artıyor. Su kaynaklarının yönetimi konusunda
1950’li yıllardan itibaren izlenen bazı politikalar
var. Sulu tarımın geliştirilmesi, enerji üretimi bu
politikaların temelinde yer alıyor. Çevresel, eko-
nomik ve sosyal açıdan sürdürülebilirlik kaygısı
ve yaklaşımı 1990’lı yıllardan itibaren ülkelerin
gündeminde yoğun bir şekilde yer alıyor. Rio zir-
vesi ve sonrasında bu üç bileşendeki sürdürüle-
bilirlik hedeflerini ülkelerin belirlemesi ve buna
uygun politika ve uygulamaların hayata geçiril-
mesi gündemde. Ancak maalesef ülkemizde su
alanındaki birçok faaliyetin çevresel açıdan do-
ğurduğu olumsuz sonuçları hep beraber yaşadık,
hala da bazı sorunları yaşamaya devam ediyoruz.
Sulak alanların kuruması, küçülmesi, suyun kali-
tesinin bozulması en sık karşımıza çıkan sorun.
Elbette sorunların şekli ve boyutu aradan geçen
60 yıl içinde farklılaştı. Geçmişte sulak alanlar
tarım arazisi elde etmek için kurutulurken bu-
gün havza bazında planlama yapılmadan hayata
geçirilen yüzlerce mikro HES tatlısu ekosistem-
lerimizi tehdit ediyor. Bütüncül politikalara olan
ihtiyaç bir kez daha çok açıkça karşımıza çıkıyor.
Geçmişte doğa koruma ve sürdürülebilirlik bir
arka plan konusuyken bugün artık artan toplum-
sal farkındalık ve küresel düzeydeki gündem sa-
yesinde çevresel kaygılar esas mesele olarak gün-
demde. Türkiye’de su kaynaklarının %70’inden
fazlasını kullanan tarım sektöründe maalesef
ciddi verimlilik sorunları var. Havzaların su, top-
rak ve iklim koşullarına göre bir tarımsal üretim
planlaması ve bununla entegre bir arazi kullanım
ve su yönetim uygulaması olmadığını görüyoruz.
ORSAM Konuk
AB uyum süreciyle birlikte artık havza yönetim
planlarımızı hazırlamamız gerekiyor ve çok cid-
di yükümlülükler bizi bekliyor. Bu noktada hem
sektörel tahsis ve verimlilik, hem de ekolojik,
ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlik sağlanmak
durumunda. Geçmişteki hatalardan ders alarak
çok daha bütüncül ve katılımcı politikalara ihti-
yacımız olduğunu düşünüyorum.
ORSAM: Türkiye’de son iki yıldır su yöneti-
minde hem yapısal hem de yönetmelik anla-
mında gelişmeler söz konusu bu gelişmeleri
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Buket Bahar DIVRAK: Suyu yönetmek çok cid-
di bir iddia diye düşünüyorum. Su kaynaklarını
geliştirmek veya tahsis etmek “yönetme”nin alt
bileşenleri. Ama su yönetimi son derece geniş,
birçok bileşeni olan temel bir konu. Su kaynakla-
rının gerek kalite gerekse miktar olarak karşı kar-
şıya kaldığı sorunların temelinde yanlış politika
ve uygulamalar ile yetersiz yönetim yaklaşımları
olduğu bugün artık dünyada bu alanda çalışan
herkesçe dile getiriliyor. Bu çerçevede, özellikle
son yirmi yıl içerisinde su kaynaklarının etkin
yönetimi ve sürdürülebilirliğinin sağlanması için
yeni yönetim yaklaşımlarına olan ihtiyaç sıkça
tartışıldı. Bu tartışmaların sonucunda su kaynak-
larının yönetiminde “havza” ölçeğinin esas alın-
dığı, hem mekansal hem de sektörler arası tah-
sis, planlama ve uygulamaların entegre edildiği
katılımcı bir yönetim yaklaşımının hayata geçi-
rilmesi gerektiği üzerinde fikir birliğine varıldı.
Bütünleşik (entegre) Havza Yönetimi olarak bili-
nen bu yeni yaklaşımın temelinde su havzalarını
sadece coğrafi alanlar değil aynı zamanda sürek-
liliği olan sistemler olarak ele alınması ve dolayı-
sıyla havza içerisinde sektörel kalkınmaya imkan
tanınırken ekosistem hizmetlerinin sürdürüle-
bilirliğinin sağlanması yatıyor. Bu çerçevede Su
Yönetimi Genel Müdürlüğü’nün kurulmasını
olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorum.
Havza bazında planlama esas alınmış durumda,
izleme ve tahsis konularında birçok yeni çalışma
yapılıyor. Ancak hala politika ve idari yapılanma,
özellikle de havza bazında yönetim modeli anla-
mında eksikliklerimiz var. Katılımcılık konusun-
da da arzu edilen seviyede değiliz. Bu alanların
iyileştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
ORSAM: Su yönetiminin yeni yapılanması
içinde STK’lara verilen görevler yeterli midir?
Buket Bahar DIVRAK: Giderek artan su talebi-
nin ve yanlış yönetim yaklaşımlarının doğurduğu
sorunların çözümü için suyu kullanan ve yöne-
ten tüm tarafların bir arada olduğu bir yönetim
yaklaşımına olan ihtiyaç dünyada ve Türkiye’de
neredeyse bütün paydaşlarca dile getiriliyor.
Paydaşları su kaynaklarının yönetimine ilişkin
karar alma ve uygulama süreçlerine dâhil ede-
rek görüşlerini almak, beklentilerini karşılamak
bugünkü demokratik toplumların daha fazla ka-
tılım, şeffaflık ve hesap verebilirlik yönündeki ta-
leplerini karşılamakta son derece kritik. Çünkü
mesele su olunca herkes birer paydaş ve söz hak-
kı doğuyor. Ancak bu katılım sürecinin ne şekil-
de ve hangi mekanizmalar aracılığı ile gerçekle-
şeceği konusunda Türkiye’de uygulamaya yöne-
lik somut adımlar atılmadı. Her ne kadar kamu
ve kamu-dışı paydaşlar “katılımcılık” konusunda
ilkesel düzeyde temel söylemlere sahip görünse
de uygulamada katılımcılığın nasıl sağlanacağına
dair bir fikir birliğinden söz edemiyoruz henüz.
ORSAM: Şu anda çalışmaları devam eden yeni
Su Kanunu hakkında düşünceleriniz nedir?
Buket Bahar DIVRAK: Uzun yıllardır eksikliği
dile getirilen bir Kanun’un hazırlanması önemli
bir adım diye düşünüyoruz. Elbette eksik gör-
düğümüz hususlar var ve bunları Su Yönetimi
Genel Müdürlüğü’ne ilettik. Kanun şuanda ne
aşamada ve ne zaman çıkacak bilemiyoruz an-
cak yayınlanan ilk taslakta hem olumlu hem de
yetersiz bulduğumuz kısımlar var. Kanun’un ge-
nelinde suyun kullanılması ve tahsisinin yanı sıra
korunmasına ilişkin düzenlemelerin yer alıyor
olması önemli. Zira bugüne kadar ki geleneksel
hidrolojik yaklaşımda suyun korunması ve sür-
dürülebilir kullanımı göz ardı edildi ve bu yakla-
şımın olumsuz sonuçları birçok alanda yaşandı.
Diğer taraftan, Kanun’un amaç maddesinde su-
yun “tek merciden yönetiminin” hedeflendiği be-
lirtilmiş olsa da, Kanun’un geri kalan maddele-
rinde bu tek elden yönetimin sağlanamadığı gö-
rülüyor, örtüşen ve çakışan yetkiler var. Kanun’da
“havza ölçeğinde su yönetimi” yaklaşımının vur-
ORSAM Konuk
gulanmış olmasını çok önemli ve pozitif değer-
lendiriyoruz. Suyun idari veya siyasi sınırlardan
bağımsız olarak kendi doğal akışıyla tanımladı-
ğı havza ölçeğinde yönetilmesi, özellikle son 10
yıldır WWF-Türkiye’nin dile getirdiği konular-
dan bir tanesi. Ancak, Kanun’da havza ölçeğin-
de planlamanın esas olduğu belirtilmiş olsa da
havza ölçeğinde yönetimden ve kararların alın-
masından sorumlu bir birim tarif edilmemiş.
Yanı sıra, Havza Yönetim Planları’ndan bağımsız
olarak Su Tahsis Planları adı altında bir plandan
bahsedilmiş ve fakat bu planlar arasındaki uyum
ve hiyerarşiye dair bir düzenleme getirilmemiş
durumda. Kanun’da ayrıca Ulusal Su Planı’nın
hazırlanacağı ifade edilmiş ve yine Havza Yöne-
tim Planları ile nasıl bir uyum ve hiyerarşi içe-
risinde olacağı netleştirilmemiştir. Dolayısıyla,
Kanun’da tanımlanan farklı planlar arasındaki
hiyerarşi ve uyum konusunda kanun tasarısında
bir boşluk olduğu görülüyor. Kanun genelinde
sağlıklı ve yeterli miktarda suya erişimin temel
bir yaşam hakkı olmasına dair herhangi bir dü-
zenleme bulunmuyor ve bu eksikliğin giderilme-
si gerekiyor.
Kanun içerisinde birkaç ayrı bölümde katılımcı-
lığa dair genel geçer ifadelere yer verildiği ancak
paydaşların karar alma ve uygulama süreçlerine
nasıl katılacağına dair somut düzenlemelerin yer
almadığını görüyoruz. Gerek taraf olduğumuz
uluslararası sözleşmelerde gerekse AB Su Çer-
çeve Direktifi’nde paydaşların aktif katılımının
sağlanması öncelikli konulardan bir tanesi. Bu
konuda ciddi beklentilerimiz var.
ORSAM: Önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin su
durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Buket Bahar DIVRAK: Su yönetiminin güç-
lendirilmesi ve yeni araçlarla, katılımcı ve etkin
bir yapının sağlanması beklentisi içerisindeyiz.
Kalite ve miktar açısından ciddi sorunlarla kar-
şı karşıyayız ve talepler giderek artıyor. İklim
değişikliğinin Akdeniz Havzası’nda bulunan ül-
kemizi olumsuz etkileyeceğini biliyoruz. İklime
koşullarına karşı hassas ve kırılgan bir coğrafya-
dayız. Ekonomi büyüyor, kentler büyüyor, tüke-
tim talepleri artıyor. 2012 yılı itibariyle 75 milyon
nüfusumuz var ve bunun %77,2’si kentsel alanda
yaşıyor. Plansız bir kentleşme olgusu maalesef
hala bir gerçek. Su havzaları, orman alanları ve
verimli tarım arazileri baskı altında. Havzalar
arası su transferleri, aynı akarsu üzerinde onlar-
ca hidroelektrik üretim tesisi, içme suyu havza-
larını etkileyecek büyük yatırımlar gibi birçok
sorunumuz var. Bütün bu fotoğrafı görüp bütün-
cül politikaları geliştirmek durumundayız. Ve
en önemlisi bu politikalarla uyumlu projeler ve
uygulamalar hayata geçirilmeli. Tüm paydaşların
katılımı da bu süreçte göz ardı edilmemesi gere-
ken temel bir konu diye düşünüyorum.
ORSAM: Bize vakit ayırdığınız için teşekkür
ederiz.
* Bu söyleşi ORSAM Su Araştırmaları Programı
Uzmanı Dr. Tuğba Evrim Maden tarafından 20
Mayıs 2013 tarihinde Ankara’da gerçekleştiril-
miştir.
O
ORSAM Konuk
9
TÜRKİYE – SURİYE SINIR HATTINDA YAŞANAN GELİŞMELERİ YAKINDAN TAKİP EDEN VE BÖLGEYİ İYİ BİLEN ŞANLIURFALI ÖĞRETMEN ABDÜLKADİR GÖK İLE SÖYLEŞİ
AN INTERVIEW WITH ABDÜLKADİR GÖK, A TEACHER FROM ŞANLIURFA WHO CLOSELY FOLLOWS THE DEVELOPMENTS ON TURKEY – SYRIA BORDERLINE AND KNOWS THE REGION VERY WELL
ABDÜLKADİR GÖK: “SYRIAN KURDS DO NOT FEEL SAFE IN THEIR OWN REGIONS. BECAUSE THEY FEEL THEMSELVES THREATENED UNDER THE ADMINISTRATION OF FREE SYRIAN ARMY WHEN ASSAD LEAVES POWER.”
ABDÜLKADİR GÖK: “SURİYE KÜRTLERİ HALA KENDİ BÖLGELERİNDE KENDİLERİNİ GÜVENDE HİSSETMİYORLAR. ÇÜNKÜ YARIN ESAD GİTTİĞİ ZAMAN, ÖZGÜR SURİYE ORDUSU’NUN YÖNETİMİNDE KENDİLERİNİ TEHDİT ALTINDA GÖRÜYORLAR.”
Türkiye – Suriye sınır hattında sosyal, ekonomik ve güven-lik anlamında inanılmaz boyutta gelişmeler yaşanıyor. Göç olgusu, ekonomik etkiler, açık kapı politikasının sonu-cu olarak güvenlik risklerinin ortaya çıkması gibi gelişme-ler yaşanıyor. Bu gelişmeler sınırın Türkiye’de tarafındaki etkilerini giderek artıyor. Söz konusu etkileri yerinde gör-mek için ORSAM olarak sınır bölgesine bir haftalık gezi gerçekleştirdik. Şanlıurfa’da bölgeyi çok iyi bilen ve yaşa-
nan gelişmeleri yakından takip eden öğretmen Abdülkadir Gök ile sınır hattının genel durumunu, sınır halkları arasındaki sosyal, kültürel etkileşim sürecini ve son olayların bu sürece etkisini ele aldık.
Incredible developments in social, economic and security terms have taken place on Turkey – Syria bor-derline. Security risks emerge as a result of migration, economic impacts and open-door policy. Those developments increase the impacts on Turkish side of the border. As ORSAM, we organized a one-week trip to the border zone to see the aforesaid impacts on site. We talked to Abdülkadir Gök, a teacher from Şanlıurfa who knows the region very well and follows the developments closely, about the general situation of the borderline; social, cultural interaction process between the communities on both sides of the border; and the impact of recent developments on the process.
Söyleşi
ORSAM: Kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
Abdülkadir GÖK: Şanlıurfa merkezde öğret-
men olarak görev yapıyorum. Sosyoloji mezu-
nuyum. 23 yıldır öğretmenlik yapıyorum. Aslen
Şanlıurfalıyım.
ORSAM: Suriye sınır bölgesinde yaşayan biri
olarak sizce Suriye’de başlayan olayların göç
bağlamında siyasal ve ekonomik anlamda ne
gibi etkileri oldu?
ORSAM Konuk
Abdülkadir GÖK: Bence bu olayın tarihi arka
planına bakmak gerekir. Sınır dediğimiz zaman
sanki birbirinden ayrı iki milletmiş gibi algılanı-
yor. 60-70 yıl önce sınırın çekilmesi, sınırla bir-
likte mayınların döşenmesi, zamanla ilişkilerin
sekteye uğraması ile birlikte bizim zihnimizde
sanki farklı bir bölgeymiş, sanki farklı insanlar-
mış gibi bir portre oluşuyor. Ancak gerçek böyle
değil. 2 köyü düşünelim. Bıçakla kesilmiş gibi bu
sınır halkı bölünmüştür. Sosyal hayata indiğimiz
zaman iki millet de aynıdır. Bu milletin içinde
Türkmenler, Kürtler, Araplar hatta Ermeni ve
Süryaniler var. Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa,
Mardin ve Şırnak illerini kapsayacak şekilde sını-
rın kendisi tahminen 877 kilometredir. I. Dünya
Savaşı’ndan önce bu bölgede insanlar ayrıma ta-
bii değildi. I. Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye
Cumhuriyeti ve Misak-ı Milli’nin belirlenmesiyle
birlikte 1921 Ankara Antlaşması ile bu hayali sı-
nır çizildi. O zamanın şartlarında da hakikaten
hayaliydi.
Sınırın diğer tarafında 1946’da Suriye Devleti ku-
ruldu. Bu tarihten itibaren yeni yeni devletleşme
başladığı için bu defa da Suriye-Türkiye arasında
geçişler, bağlantılar kesilmek istendi. Ancak bu
ilişkilerin kesilmesi mümkün değildi. Bu durum-
da farklı bir yönteme başvuruldu. Bu yöntem de
sınır hattının korunması idi. Türkiye’de 1920’den
1955’lere kadar sınırımızı demiryolu hattı belir-
liyordu. Yeni kurulmuş Suriye Devleti’yle 1955’te
Halep Antlaşması yapıldı. Özellikle mayınların
döşenmesi istendi. Suriye tarafının güçsüz ol-
ması sebebiyle Türkiye bütün mayınların dö-
şenmesini üstlendi. 1955-1958 arası mayınlar
döşenmeye devam etti. 877 kilometre boyunca
mayın alanı 500-1000 hatta 1500 metreye kadar
genişliyor. Mayınlar döşenmeden önce halkın gi-
diş gelişinde zerre kadar aksama olmazken, top-
rağı olan insanlar gelip toprağını ekip giderken,
alışverişini burada yaparken, büyüklerimizin de
anlattığı gibi öbür taraftaki bir köyün bütün in-
sanları bizim taraftaki köye gelip Cuma namazını
kılarken; mayınlar ve 20 metrede bir nöbet tutan
askerlerle birlikte yeni bir süreç başladı. Psiko-
lojik ayrım dedikleri şeyi uyguladılar. İnsanların
beyinlerinde, yaşam tarzlarında bir ayrım söz
konusu olmaya başladı. İnsanlar eski alışkanlık-
larına göre rahat rahat bu tarafa geçmek ister-
ken, karşılıklı gelinler alınırken, kardeşler sınır-
ların iki tarafında yaşarken, insanlar zihinlerinde
bu yaşamı kabullenmediler. Kabullenmeleri de
mümkün değildi zaten. Zaman zaman kaçakçı-
lık oluyordu. İnsanlar mayın tarlası arasında pa-
tika yollar hazırladılar. O esnada çeşitli ölümler,
yaralanmalar yaşandı. Binlerce insanın ayakları
koptu. 1980’li yıllarda bu kaçakçılık olayları da
hiçbir zaman durmadı. En sert, güvenliğin en
üst düzeyde olduğu bölgede dahi kaçakçılık ola-
yı seyrek olsa da oluyordu. Kaçakçılık olmasa da
girişkenlik söz konusu olurdu. Kız alıp-vermeler,
akraba görüşmeleri, yıllar boyunca yaşanan has-
ret hepsi kaçakçılığın içine girdi.
ORSAM: İki sınır bölgesi arasındaki geçiş-
kenliğin azalması, sınır boyunca yaşayan top-
lumlar arasında kültürel anlamda bir farklılık
yarattı mı?
Abdülkadir GÖK: 60-70 yıllık bir süreçten bah-
sediyoruz. Bu süreçte ayrım oluşturulmaya ça-
lışıldı. Buna rağmen bu iki toplumun sosyolojik
yapısı değişmedi. Giyim kuşamları, aşiret yapı-
lanmaları arasında bir farklılık söz konusu değil.
Bu konuyu birçok noktada irdelemek gerekir. Bu
durum birbirlerine karşı özlem duygusunu pe-
kiştirdi. Diyelim ki bizim taraftaki bir köyde iki
aşiret arasında bir kavga oldu. Karşı tarafta aynı
aşiretten olanlar aynı şekilde bu husumeti devam
ettiriyorlar. Dolayısıyla sosyal anlamda, gelenek-
sel anlamda birbirlerinden hiçbir zaman kopma-
dı bu insanlar. Şiveleri dahi hala benzer. Biz biraz
daha Türkçe eğitimin etkisinde kalırken onlar
Arapça eğitimin etkisinde kalıyor. Aradaki tek
fark bu.
ORSAM: Türkiye – Suriye ilişkilerinin geliş-
meye başladığı 1999 sonrası dönem, Türkiye
ve Suriye tarafındaki toplumların ilişkileri
açısından nasıl sonuçlar doğurdu?
Abdülkadir GÖK: Türkiye halklarıyla, Suriye
halkları arasında muazzam bir bahar yaşandı.
2004’te ben ailemle birlikte Suriye’ye gittim. Ora-
daki akrabalarımızın yanında 1 ay kaldım. Suriye
ve Türkiye Devleti arasındaki yakınlaşma halkın
ruh haline muazzam bir şekilde yansımıştı. Biz-
zat bunu gördüm. Şam’a kadar gittim. Oradaki
ORSAM Konuk
sevinci gördüm. Abdullah Gül denildiği zaman
muazzam bir insanmış gibi hemen gülümsüyor-
lardı. Tayyip Erdoğan dediğin zaman “tamam”dı.
2004-2007 yılları arasında ciddi anlamda bir se-
vinç vardı. Bu yakınlaşma iki toplum arasındaki
geçişkenliği artırdı. İnsanlar rahat bir şekilde gi-
dip gelmeye başladı. Eskiden insanlar Ankara’ya
kadar gelip vize alırlardı. Konsolosluklar bu dö-
nemde sınıra yakın bölgelerde kuruldu. Ben 40
yaşıma kadar 10-15 tane öz amca çocuğumu
daha hiç görmemiştim. Sebebi ise 2000’li yıllara
kadar uygulanan sert politika idi. Siyasal anlam-
da bir gerilim söz konusuydu. Vize alma verme
konusunda ciddi sorunlar yaşanıyordu. Bu an-
lamda 2000’li yıllarda iki sınır arasındaki halklar
arasında bir sevinç oldu. Maalesef bu sevinç kay-
nağı Arap Baharı’yla birlikte trajik duruma düş-
tü. Şu anda giriş-çıkışlar son derece doğal hale
dönüştü ama bu bütünleşme ne yazık ki trajik bir
şekilde oluyor. İnsanlar evlerini terk edip buraya
gelmeye çalışıyor.
ORSAM: Sınır bölgesinde nasıl bir süreç ya-
şanıyor, Suriye’deki olayların toplumlar arası
ilişkiler anlamında nasıl etkileri oldu?
Abdülkadir GÖK: Onların hayatı savaş nede-
niyle ciddi anlamda harap oldu. Savaşın yaşan-
ması her aile ferdine etki etmiş. Ölümler, göç
dalgaları söz konusu. Suriye’deki büyük şehirle-
re son 10-15 yılda yerleşen Kürtler de etkilendi.
Şehirler bombalanırken yüz binlerce insan ve
aile göç ediyor, geri dönüyor veya boş araziler-
de çadır kurmaya, yaşamaya çalışıyor. Bu Arap
ve Türk bölgelerinde de söz konusu. Afrin, Ko-
bani, Ceylanpınar, Kamışlı ve Haseki dediğimiz
sınır bölgesindeki şehirleşmiş yerleşim alanları-
na müthiş derecede bir akım, bir göç söz konusu.
ORSAM: Oradan buraya göç edenler nerede
ve nasıl yaşıyorlar?
Abdülkadir GÖK: Genelde medyada gördüğü-
müz kadarıyla sanki o savaştan kaçan insanlar
hep çadır kente yerleşiyormuş gibi yansıtılıyor.
Gerçekte bu böyle değildir. Bu buzdağının gö-
rünen kısmıdır. Büyük kısmı aslında gayri resmi
olarak geçiş yapıyor. Biz bunu kendi ailelerimiz-
den biliyoruz. Kampın kendisi anormal bir sü-
reçtir. Gelen insanlar bir yardım, bir iş bekliyor.
Son birkaç ayda benim tanıdığım 50-60 aile gayri
resmi olarak geldi. Biz onlara küçük bir ev, ev ol-
mazsa köy içerisinde geçici olarak bir çadır bu-
luyoruz. Onlara özellikle Şanlıurfa bölgesindeki
iş imkanlarını ayarlıyoruz ki bunlar da genelde
tarla, bağ bahçelerde günlük çalışmalar oluyor.
ORSAM: Genelde bu göç olgusunun Arap kö-
kenli Suriye vatandaşları tarafından olduğu
düşünülüyor ama anladığımız kadarıyla Kürt
bölgelerinden de Türkiye’ye yönelik göç dal-
gası yaşanıyor. Doğru mu?
Abdülkadir GÖK: Şanlıurfa sınır hattı boyunca
düşündüğümüzde Arap bölgesi biraz azdır. Ora-
da kamp olduğu için onlar direk kampa gelirler.
Ama Şanlıurfa’nın karşısındaki Kobani dediğimiz
yer büyük bir Kürt yerleşim alanıdır. O insanlar
bizim taraftaki Suruç ilçesine akın ediyorlar.
ORSAM: Bunlara devlet yardımı yapılıyor
mu?
Abdülkadir GÖK: Hayır sadece halk arasında
oluşan yardımlaşma var.
ORSAM: Peki halk bu yardımları ne kadar
daha sürdürebilecek ekonomik güce sahip?
Abdülkadir GÖK: Herkes kendi ailesine, çev-
resine gücü yettiğince yardım yapıyor. Büyük
çapta olmasa da yatak, yorgan, yastık tarzı her-
kes kendi çapında yardım ediyor. İlerde bunlar
büyük sorunlara yol açabilir. Bizim de asıl mese-
lemiz onlara iş imkanı bulmak. Sadece Şanlıurfa
bölgesinde tarımsal alanda çalışma imkanı değil,
batı illerimize mevsimlik işçi olarak gönderiyo-
ruz. Ancak işçi ücretlerinde büyük bir düşüş var.
Günlük 5-10 milyona dahi çalışan, çalışmak iste-
yenler var.
ORSAM: Savaştan sonra gayrı resmi olarak
yaşanan geçiş tahminen ne kadardır?
Abdülkadir GÖK: Resmi rakamlara göre
200.000 olduğu söyleniyor. Ama ben 500 bin ki-
şiden aşağı olduğunu düşünmüyorum. Türkiye
Devleti de sınır geçişlerine tolerans tanıdığı için
ORSAM Konuk
insanlar günlük gelip gidiyor. Hatta günlük se-
ferlere başlayan, insanları parayla taşıyan kişiler
meydana çıktı.
ORSAM: Son birkaç aydır Suriye’de savaşın
yoğunlaşması sebebiyle Şam ve Halep’te ya-
şayan Kürtler yoğun bombardıman ve çatış-
malardan kaçarak önce Kürtlerin yaşadığı
Afrin, Kobani gibi sınır illerine gelip oradan
Türkiye’ye geçmeleri söz konusu oluyor mu?
Abdülkadir GÖK: Birkaç ay önce Kürt bölge-
sinde bu kadar geçiş söz konusu değildi. Ancak
dediğiniz gibi Halep ve Şam’da yaşanan büyük
savaş insanları korkutup köylerine döndürme-
ye, göç ettirmeye başladı. Aynı zamanda geçim
sıkıntısı da yaşandı. Elektriğin, alışverişin, ben-
zinin, ekmeğin bulunmadığı, bulunsa bile insan-
ların parasının olmadığı yerden mecburen taşın-
dılar. Yani asıl amaç maddi anlamda bir geçim
kaynağı sağlamak.
ORSAM: Sizce bu geçici bir durum mu yoksa
insanlar buraya yerleşmeye mi geldi?
Abdülkadir GÖK: Bu süreç daha devam eder.
Suriye Kürtleri hala kendi bölgelerinde ken-
dilerini güvende hissetmiyorlar. Çünkü yarın
Esad gittiği zaman, Özgür Suriye Ordusu’nun
yönetiminde kendilerini tehdit altında görüyor-
lar. Sanılmasın ki Kürtler kendi bölgelerinde bir
oluşum oluşturdular, kendilerini savunabilirler.
Esad gidince kendi statüleri ne olacak onu merak
ediyorlar.
ORSAM: Türkiye tarafından şu ana kadar bu
konuda herhangi bir tedbir, herhangi bir yar-
dım kampanyası yürütülmüş durumda mı?
Abdülkadir GÖK: O çerçeveyi kurmak zor bir
olay. Gördüğüm kadarıyla Suriye’den gelen göç
ve gayrı resmi geçiş hakikaten çok büyük. Dev-
letin hepsini kuşatması, hepsine sahip çıkması
mümkün değil. O yüzden STK’ların harekete
geçmesi şart. Bazı partiler, STK’lar ufak çapta
yardımlar gönderiyor ama bunlar yeterli değil.
Türkiye tarafına geçen insanlar arasında dram
yaşanıyor. Şanlıurfa bölgesini düşünürsek şu an
çarşı pazara çıksak yüzlerce Suriyeli ile karşıla-
şabilirsiniz. Dilencilik yapanlar var. Ev bulama-
yan insanlar çoğunlukta. Kampın şartlarına razı
olmayıp şehirde çözüm arayanlar var. Bununla
birlikte insanın kişiliğinin bozulması görülüyor.
Namus mefhumunun ciddi anlamda bozulduğu-
nu görüyoruz.
ORSAM: Son olarak, bu durum karşısında
size göre nasıl tedbirler alınmalıdır?
Abdülkadir GÖK: Bunun çözümü birkaç kol-
dan sürdürülmelidir. En başta yerel olması gere-
kiyor. Yerel olmazsa insanlar kendilerini güvende
hissetmez. Yerele önem verilmesi şart. Akrabası
olan insanlara sahip çıkılmalı. Diyelim ki benim
karşı taraftaki akrabalarım geldi; iş arıyoruz, ev
bakıyoruz. Benim devlet yetkililerine “Biz bu ka-
dar aileyi koruyup kolluyoruz” dediğimde, devlet
tarafından bir destek görmem lazım. Sivil top-
lum örgütlerinin ciddi anlamda çalışması lazım.
Göç eden insanlar sadece sınır bölgesine değil iç
bölgelere de yayılıyorlar. Mesela Diyarbakır’da
muazzam derecede hırsızlık, kapkaç olayı yaşa-
nıyor. Sadece kamp bölgeleriyle yetinememek
gerekiyor. İnsanların bir kısmı o kamplarda ya-
şamayı kabul etmiyor. Çok çocuklu geniş aile-
lerin o kamplarda yaşaması mümkün değil. Bu
insanın doğasına aykırı bir durum. Küçücük bir
oda veya çadırda, 10-15 kişinin yaşama ihtimali
yok. Kampın sosyal yapısı iyi olsa da yemek ba-
rınak olsa da 20-30 bin kişiden bahsederken yet-
miyor. Birçok akrabam oraya geldi ve bana “Bizi
buradan kurtar” dedi. İnsanlar dışarıdaki rezaleti
kamplardaki hayata tercih etmekte.
ORSAM: Çok teşekkür ederiz.
* Bu söyleşi ORSAM Uzmanları Serhat Erkmen,
Oytun Orhan ve Bilgay Duman tarafından 23
Nisan 2013 tarihinde Şanlıurfa ilinde gerçekleş-
tirilmiştir.
O
Bu Sayıda Katkıda Bulunan Yazarlar
Oytun Orhan
Lisans eğitimini Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlayan Orhan, yük-
sek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde “Kimliğin Suriye’nin
Bölgesel Politikalarına Etkisi (1946-2000)” başlıklı tezi vererek tamamlamıştır. Orhan, halen Bolu
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler bölümünde doktora
eğitimine devam etmektedir. 1999 – 2009 yılları arasında Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
(ASAM)’nde Ortadoğu Araştırmaları Masası’nda çalışan Orhan, 2009 yılından bu yana Ortadoğu
Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM)’nde araştırmacı olarak görevine devam etmektedir.
Prof. Dr. Erol Kurubaş
Lisansını 1993’te Gazi Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümünde, Yüksek Lisansını 1996’da
ve doktorasını 2000’de Ankara Üniversitesi SBF Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalında tamamladı.
2005’te doçent, 2010’da profesör oldu. Halen Kırıkkale Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde
öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir. Ayrıca 2011’den beri de Ankara Strateji Enstitüsü’ne da-
nışmanlık yapmaktadır. İlgi alanları arasında azınlıklar ve etnik çatışmalar, milliyetçilik, Ortadoğu,
Türk dış politikası ve Kürt sorunu yer almaktadır. Başlıca eserleri arasında “Sevr-Lozan Sürecinden
1950’lere Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye (C.I)”, “1960’lardan 2000’lere Kürt Soru-
nunun Uluslararası Boyutu ve Türkiye (C.II)”, “Asimilasyondan Tanınmaya: Uluslararası Politikada
Azınlık Sorunları ve Avrupa Yaklaşımı”, “Yöntem, Kuram Komplo: Türk Uluslararası İlişkiler Disip-
lininde Vizyon Arayışları (E. Aydınlı ve H. Özdemir’le birlikte), “Kürt Sorununun Çözüm Mantığını
Anlamak: Zorluklar, Zorunluluklar ve İdealler” (Rapor) sayılabilir.
Doç. Dr. Özlem Tür
Dr. Tür, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. Kendisi,
Ortadoğu’nun politik ekonomisi ve Arap-İsrail ilişkileri dersleri vermekte ve Türkiye’nin Ortado-
ğu politikası, özellikle de Suriye, İsrail ve Lübnan ile ilişkileri üzerine çalışmaktadır. Son yayınları
arasında “Political Economy of Turkey’s Relations with the Middle East” (Turkish Studies, Aralık
2011), “Turkey and Israel in the 2000s - From Cooperation to Conflict” (Israel Studies, Güz 2012) ve
Raymond Hinnebusch ile birlikte editörlüğünü yaptığı Nisan 2013’de çıkacak olan Turkey and Syria
– Between Enmity and Amity (Londra: Ashgate, Nisan 2013) başlıklı kitap sayılabilir.
Dr. Can Kasapoğlu
Dr. Kasapoğlu 2008 yılında Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü’nden yüksek lisans dere-
cesini, müteakip olarak, 2011 yılı sonunda Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nden
Yazarlar
doktor unvanını kazanmıştır. 2012 yılında İsrail realist okulunun önemli temsilcilerinden Bar-Ilan
Üniversitesi bünyesinde bulunan BESA Center’da doktora sonrası akademik çalışmalarını tamamla-
yan Dr. Can Kasapoğlu, hali hazırda İstanbul merkezli bağımsız bir think-tank olan EDAM’da görev
yapmaktadır. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da askeri-politik konular, Türk-İsrail ilişkileri, İsrail Stra-
tejik Kültürü ve güvenlik bilimleriyle ilgilenen Dr. Kasapoglu’nun söz konusu sahalarda akademik
çalışmaları ve Jerusalem Post ile Today’s Zaman ORSAM dış politika sayfaları için kaleme aldığı
çeşitli analizleri bulunmaktadır.
Dr. Şebnem Udum
ODTÜ-Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden lisans derecesine (1999), Monterey Institute of Interna-
tional Studies (Monterey, Kaliforniya, ABD)’den Uluslararası Politika Çalışmaları yüksek lisans de-
recesine (2001) ve Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi (Non-proliferation) Çalışmaları
sertifikasına (2002) sahiptir. James Martin Center for Nonproliferation Studies’de Araştırmacı olarak
çalışmıştır (2002-2003). Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden yüksek lisans (2003)
ve doktora (2010) derecelerini almıştır. Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğ-
retim Görevlisi olarak çalışmaktadır.
Doç. Dr. Barış Doster
Kars’ta doğdu (1973). İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü
bitirdi (1994). İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Türk siyasal
yaşamı üzerine yazdığı tezle yüksek lisans, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda izlediği dış politikayı in-
celediği çalışmayla doktora yaptı. 2011’de siyasi tarih doçenti oldu. Halen Marmara Üniversitesi İle-
tişim Fakültesi’nde öğretim üyesidir.
Dr. Özüm S. Uzun
2012 yılında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünde “2000’li Yıllarda Türkiye-İran İlişkileri: Yakın-
laşma mı?” başlıklı doktora tez çalışmasını tamamlamıştır. Yeni Yüzyıl Üniversitesinde (İstanbul)
Uluslararası İlişkiler Bölümünde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
Abdulgani Bozkurt
1985 Bayburt doğumlu olan Abdulgani Bozkurt, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, İ.İ.B.F. Siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yapmaktadır. Lisans eği-
timini Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’nde (Uluslararası İlişkiler–2008) tamamlamıştır. Yüksek lisans
derecesini ise, Hizbullah başta olmak üzere Lübnan’daki bazı siyasi parti yetkilileriyle de görüşerek,
Hizbullah üzerine hazırladığı tezle (Uluslararası İlişkiler–2010) Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde
almıştır. Bozkurt, doktora eğitimine Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde devam etmektedir.
Dr. Maxim A. Suchkov
Pyatigorsk State Linguistic Universitesi, PSLU (Pyatigorsk, Rusya) Stratejik Çalışmalar Enstitüsü
bünyesinde araştırma görevlisidir. 2010 – 2011 döneminde Washington.D.C’de Georgetown Üni-
versitesi’ndeki Avrasya, Rusya ve Doğu Avrupa Çalışmaları Merkezi (CERES) bünyesinde Fulbright
Konuk Araştırmacı olarak görev yapmıştır. Uzmanlık alanı; Büyük Kafkasya, ABD-Rusya ilişkileri,
Yazarlar
bölgesel güvenlik, terörizm, etnik gruplararası çatışmalar gibi konuları içermektedir. Yakın zaman
önce yayınlanan “US Foreign Policy in the South Caucasus: sources, interests, tools of implementa-
tion” (ABD’nin Güney Kafkasya’daki Dış Politikası: kaynaklar, çıkarlar, uygulama araçları) adlı eserin
yazarıdır (Saarbrucken, Deutschland: LAP Lambert Academic Publishing, 2012).
Bilgehan Öztürk
Uluslararası Antalya Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma
görevlisidir. Lisans eğitimini TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler bö-
lümünde almış, yüksek lisansını da King’s College, Londra Üniversitesi Ortadoğu ve Akdeniz Çalış-
maları bölümünde tamamlamıştır. Türk Dış Politikası, Türkiye-Ortadoğu ve AB-Ortadoğu ilişkileri
konularında çalışmalar yapmaktadır.
Zeynep Sütalan
2003 yılında Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden lisans, 2006
yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Bölümünden yüksek lisans derecesi
aldı. 2004 yılında Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezinde (TASAM) çalıştı. 2005 yılında Yuna-
nistan, Bulgaristan, Türkiye Sınır Valilikleri Sınır-ötesi İşbirliği Ağı Türkiye temsilcisi olarak görev
yaptı. 2005-2011 yılları arasında Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezinde konsept uzmanı
olarak çalıştı. Küresel terörizm ve Ortadoğu siyaseti ve ekonomisi hakkında yayınları bulunmaktadır.
Şu anda Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktor adayıdır.
O
Ortadoğu Güncesi
Hazırlayan:
Seval KÖK
Günce No: 54
Ortadoğu Güncesi
21 Nisan – 20 Mayıs 2013
Ortadoğu Güncesi
21 Nisan 2013: Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Baş-
kanı Mesud Barzani, Bölgesel Yönetim Başbaka-
nı Neçirvan Barzani ve Bölgesel Yönetim Parla-
mentosu Başkanı Arsalan Bayiz, Irak hüküme-
tinde bulunan Kürt milletvekilleri ve temsilcileri
ile bir araya geldi.
21 Nisan 2013: Suriye Halkının Dostları Grubu
Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın ardından bir
konuşma yapan Dışişleri Bakanı Ahmet Davu-
toğlu, toplantıya katılan 11 ülkenin, kararlı bir
şekilde Suriye halkına destek vereceğini söyledi.
Davutoğlu, “Bu ülkelerin, katliamların durdurul-
ması yönünde gösterdiği irade önemlidir.” dedi.
21 Nisan 2013: Mısır Adalet Bakanı Ahmed
Mekki görevinden istifa etti.
21 Nisan 2013: ABD Dışişleri Bakanı John Kerry,
ölümcül olmayan yardım konusunda, “Hangi
maddelere ihtiyaç olduğunu Suriye muhalefeti-
nin askeri kanadıyla görüşerek, onlara danışarak
kararlaştıracağız.” dedi.
22 Nisan 2013: Suriye Devlet Başkanı Beşşar
Esed, aralarında Hizbullah’ın da olduğu dini ve
siyasi şahsiyetlerin oluşturduğu Lübnanlı heyeti
kabul etti. Suriye’deki krizin yanı sıra Lübnan’da-
ki durumun da ele alındığı görüşmede Esed, “te-
rörist” olarak nitelendirdiği muhaliflerle sonuna
kadar mücadele edeceklerini söyledi.
22 Nisan 2013: Kahire Ceza Mahkemesi, Mısır
eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek hakkında
verilen tahliye kararını bozdu.
22 Nisan 2013: İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Pe-
res, “Azerbaycan terör ve savaşa karşı duruşunu
devam ettirecektir. İran, dünyanın barış ve istik-
rarı için büyük bir tehlike” dedi.
23 Nisan 2013: Hamas sözcüsü Salah el-Berdevil,
İsrail›in Gazze›ye yönelik saldırı, tehditleri ve Ei-
lat kentine atılan roketlerin Gazze›den fırlatıldı-
ğına dair iddiaları, Başbakan Erdoğan’ın Gazze
ziyaretini engelleme girişimi olarak nitelendirdi.
23 Nisan 2013: Eski Suriye Başbakanı Riyad Hi-
cab, Suriye›deki devrimi yetim bir devrim olarak
niteledi.
23 Nisan 2013: Irak Bilim ve Teknoloji Baka-
nı Abdulkerim Es-Samarrai, Irak ordusunun
Havice›ye düzenlediği saldırıyı protesto için gö-
revinden istifa etti.
24 Nisan 2013: NATO Genel Sekreteri Anders
Fogh Rasmussen, Suriye’de kimyasal silahların
NATO’nun güvenliğini doğrudan etkileyebilece-
ğini söyledi.
25 Nisan 2013: Suriye Muhalefeti ve Devrimci
Güçler Milli Koalisyonu Başkanı Muaz el Hatib,
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’tan Suriye için-
deki tüm savaşçılarını çekmesini istedi. El Hatib,
Nasrallah’a bölgede mezhepsel bir çatışma olma-
ması için tüm savaşçılarını Suriye’den çek çağrı-
sında bulundu.
26 Nisan 2013: Irak’ın el-Enbar kentindeki gös-
tericilerin sözcüsü Said el-Lafi, Başbakan Nuri
el-Maliki ile taraftarlarını fitne ateşini yakmakla
suçladı.
26 Nisan 2013: İngiltere Başbakanı David Ca-
meron, Suriye rejiminin kimyasal silah kullandı-
ğına dair “sınırlı ancak artan oranda kanıt” oldu-
ğunu söyledi.
26 Nisan 2013: Avrupa Birliği, Suriye’de kimya-
sal silah kullanımının kesinlikle kabul edileme-
yeceğini vurguladı.
26 Nisan 2013: Dünya Müslüman Alimler Bir-
liği Başkanı Şeyh Yusuf el-Karadavi, Irak›ta gü-
venlik güçlerinin göstericilere yönelik kanlı mü-
dahalesiyle ilgili olarak, “Irak Başbakanı Nuri el-
Maliki Sünnileri hedef alarak İslam ümmetiyle
savaşıyor” dedi.
28 Nisan 2013: İslam Alimleri Küresel Vak-
fı Genel Sekreteri Prof. Saad El Şahrani, Suriye
krizi ile bölgede tırmanan mezhepsel gerilimin
bir çatışmaya dönüşmesinden endişe edildiğini
ifade etti. El Şehrani, “Bölgede savaş tamtamları
çalıyor.” dedi.
28 Nisan 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Yardım-
cısı Mikhail Bogdanov, Suriye›deki krize son ver-
menin tek yolunun Cenevre Anlaşması olduğu-
nu belirtti.
Ortadoğu Güncesi
29 Nisan 2013: Irak Kürt Bölgesel Yönetimi
(IKBY) Başbakanı Neçirvan Barzani, Irak hü-
kümeti ile IKBY arasındaki sorunları görüşmek
üzere Irak Başbakanı Nuri el-Maliki ile bir araya
geldi.
29 Nisan 2013: Eski İsrail Savunma Bakanı Bin-
yamin Ben-Eliezer, Batı›nın Suriye›ye müdahale
etmesi gerektiğini söyledi.
29 Nisan 2013: AK Parti Genel Başkan Yardım-
cısı Hüseyin Çelik, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi
Başkanı Mesut Barzani ile bir araya geldi.
30 Nisan 2013: Tunus’un devrik lideri Zeynel
Abidin bin Ali, göstericileri öldürmek suçundan
gıyabında bir kez daha ömür boyu hapse mah-
kum edildi.
30 Nisan 2013: Suriye yönetimi, iki gündür
Şam’da meydana gelen patlamaları Birleşmiş
Milletler’e (BM) şikayet etti.
1 Mayıs 2013: Hizbullah Genel Sekreteri Hasan
Nasrallah, Suriye’de siyasi çözümden yana oldu-
ğunu belirterek, “Beşşar Esed askeri yöntemlerle
düşmeyecek” dedi.
1 Mayıs 2013: İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber
Salihi, Suriye’de kimyasal silah kullanıldığına
ilişkin iddialara ilişkin, ülkedeki muhaliflerin so-
ruşturulması gerektiğini söyledi.
2 Mayıs 2013: ABD vatandaşları, Amerikan
askerlerinin Suriye’deki iç savaşa müdahalesi-
ni istemiyor. Reuters/Ipsos şirketleri tarafından
yapılan ankete göre Amerikalıların sadece yüz-
de 10’u ülkelerinin Suriye’deki olaylara müdaha-
le etmesini isterken, yüzde 61’i ise müdahaleye
karşı çıktı.
2 Mayıs 2013: BM Genel Sekreteri Ban Ki-
mun, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerine
Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı iddiaları ve
bunların araştırılması amacıyla kurduğu ekibin
çalışmalarına ilişkin bilgi verdi.
2 Mayıs 2013: ABD Savunma Bakanı Chuck Ha-
gel, Suriyeli muhaliflere silah temin etmek konu-
sunun yeniden düşünüldüğünü açıkladı.
3 Mayıs 2013: Irak’ın başkenti Bağdat’ta Başba-
kan Nuri Maliki’ye destek gösterisi düzenlendi.
4 Mayıs 2013: ABD Başkanı Barack Obama,
Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı iddialarına
ilişkin “Bunun üzerinde durmaya devam edece-
ğiz” dedi.
4 Mayıs 2013: Suriye eski Devlet Başkanı Hafız
Esed’in Yardımcısı Abdulhalim Haddam, ülkede-
ki savaşa duyarsız kaldıkları gerekçesiyle uluslar
arası kamuoyu ve Arap dünyasını eleştirdi. Ülke-
nin gittikçe kötüye gittiğini ifade eden Haddam,
ABD yönetimine muhaliflere askeri destek ver-
me çağrısında bulundu. Haddam ayrıca Esed’i
etnik temizlik yapmakla suçladı.
4 Mayıs 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, muhalif Özgür Suriye Ordusu Komutanı
Salim İdris dahil Suriye’de tüm muhalif temsilci-
lerle görüşmeye hazır olduklarını açıkladı.
5 Mayıs 2013: Iraklı Şii liderlerden Mukteda es-
Sadr, Suriye’nin İsrail’e karşılık vermesi gerekti-
ğini belirtti.
5 Mayıs 2013: Suriye yönetimi, İsrail’in başkent
Şam yakınlarındaki askeri bir tesisi vurmasının
“teröristlere direkt askeri destek vermek amaçlı”
olduğunu iddia etti.
6 Mayıs 2013: Suriye Muhalif ve Devrimci Ulu-
sal Güçler Koalisyonu (SMDK) İsrail’in Şam’ın
kuzeybatısındaki El-Cemraya bölgesine düzen-
lediği saldırıyı kınadı, yönetimi suçladı.
6 Mayıs 2013: Fransa Dışişleri Bakanı Laurent
Fabius, Suriye’deki krize siyasi çözüm bulunması
gerektiğini belirtti.
6 Mayıs 2013: Suriye lideri Beşşar Esed’in Rus-
ya aracılığı ile Washington’a İsrail’in saldırılarına
cevap verecekleri yönünde mektup gönderdi-
ği iddia edildi. İnterfax’ın sorularını yanıtlayan
Şam›da bulunan Rusya Büyükelçiliği yetkilileri,
ABD›ye gönderilen mektupla ilgili yorum yap-
mak istemedi.
Ortadoğu Güncesi
9
6 Mayıs 2013: Irak Başbakanı Nuri el-Maliki,
İsrail’in Suriye’ye gerçekleştirdiği hava saldırısını
kınayarak, İsrail’in saldırılarının bölgede bozul-
maya sebebiyet verdiğini belirtti.
7 Mayıs 2013: Suriye Muhalif ve Devrimci Ulu-
sal Güçler Koalisyonu (SMDK), NATO Genel
Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in, “BM’den
bir heyetinin kimyasal silah kullanıldığı iddia
edilen bölgelerde inceleme yapması gerektiği”
yönündeki açıklamasını memnuniyetle karşıladı.
7 Mayıs 2013: İran Dışişleri Bakanlığı Sözcü-
sü Ramin Mihmanperest, Suriye’deki durumun
hassas olduğunu belirterek, “bölge ülkeleri-
nin, gelişmeleri tahrik edecek hareketlerden ka-
çınmasını” istedi.
7 Mayıs 2013: Suriye Başbakan Yardımcısı ve
Dışişleri Bakanı Velid el Muallim, İsrail’in saldırı-
ları sonrası Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov
ile telefonda görüştü.
7 Mayıs 2013: İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Sa-
lihi, ülkesinin Suriye rejiminin güçlü bir müttefi-
ki olduğunu vurgulayarak, muhaliflerden Suriye
hükümetiyle müzakere masasına oturmalarını ve
geçiş hükümeti kurmalarını istediklerini söyledi.
7 Mayıs 2013: İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Sa-
lihi, ülkesinin Suriye rejiminin güçlü bir müttefi-
ki olduğunu vurgulayarak, muhaliflerden Suriye
hükümetiyle müzakere masasına oturmalarını ve
geçiş hükümeti kurmalarını istediklerini söyledi.
7 Mayıs 2013: ABD Başkanı Barack Obama,
Suriye konusunda “kolay yanıtların” olmadığını
belirterek, kararlarını algılamalara dayanarak al-
madığını söyledi.
8 Mayıs 2013: Suriye Devlet Başkanı Beşşar
Esed, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi ve
beraberindeki heyeti kabul etti.
8 Mayıs 2013: Libya Savunma Bakanı Muham-
med El-Bergasi istifasını geri çekti.
8 Mayıs 2013: ABD Dışişleri Bakanı John Kerry,
Suriye lideri Beşşar Esed’in gelecekte iktidarda
kalma ihtimalini hayal edemediğini söyledi.
9 Mayıs 2013: ABD Dışişleri Bakanı John Kerry,
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’in bir geçiş
hükümetinde yer almayacağını söyledi.
10 Mayıs 2013: ABD Dışişleri Bakanı John
Kerry, Ortadoğu Dörtlüsü Temsilcisi Tony Blair
ile görüştü.
10 Mayıs 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, Suriye’ye yeni bir silah satışının gündem-
lerinde olmadığını, eski kontratlara göre sevki-
yatların yapıldığını söyledi.
14 Mayıs 2013: Rusya, Suriye’de uçuşa kapalı
bölge ya da insani yardım koridoru oluşturul-
masının yıkıcı sonuçları olacağı, bu yönde bir
kararın da sadece Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nde alınabileceği uyarısında bulundu.
14 Mayıs 2013: Arap dünyasının tanınmış ya-
zarlarından Mısırlı düşünür Fehmi Huveydi,
Reyhanlı’daki saldırılara ilişkin “Beşşar Esed bu
saldırılarla komşusuna ‘Sizi rahatsız etmeye ka-
dirim’ mesajı vermek istiyor” dedi.
14 Mayıs 2013: ABD Dışişleri Bakanı John
Kerry, Washington ve Moskova’nın desteklediği
Suriye barış konferansının Haziran ayı başında
yapılabileceğini söyledi. Kerry, Esed rejiminin
konferansa katılmamayı planladığı iddiasının da
doğru olmadığını söyledi.
14 Mayıs 2013: Irak’ın Bakuba kentinde, göste-
rileri organize eden halk hareketi liderlerinden
Abdurrahman Ahmed el-Bedri, uğradığı sui-
kast sonucu hayatını kaybetti.
14 Mayıs 2013: Mısır Şura Meclisi, İsrail ile dip-
lomatik ilişkilerin kesilmesini talep etti.
14 Mayıs 2013: Afganistan’ın Logar kentinde
helikopterlerinin acil iniş yapması sonucu Ta-
liban tarafından kaçırılan 8 Türk vatandaşının
geri kalan 4’ü daha serbest bırakıldı.
15 Mayıs 2013: BM Genel Kurulu, Suriye’de
siyasi geçiş çağrısı yapan bağlayıcı olmayan ta-
sarıyı onayladı. Aralarında Türkiye’nin de bulun-
duğu ülkelerin verdiği taslak 12’ye karşı 107 oyla
kabul edildi.
Ortadoğu Güncesi
16 Mayıs 2013: Başbakan Recep Tayyip Erdo-
ğan, ABD Başkanı Barack Obama ile yaptıkları
görüşmede Suriye’nin bir numaralı konu olduğu-
nu söyledi.
16 Mayıs 2013: ABD Başkanı Barack Obama,
Suriye’ye tek taraflı müdahale niyetinde olmadık-
larını söyledi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la
ortak basın toplantısı düzenleyen Obama, Suri-
ye’deki kimyasal silahların komşularını ve mütte-
fik ülkeleri tehdit ettiğini dile getirdi. Bu konuda
gerek diplomatik gerekse askeri adımlar atma
seçeneğini saklı tuttuğunu dile getiren Obama,
“Ama bu ABD’nin kendi başına yapacağı bir şey
değil. Bölgede başbakan da dahil kimse ABD’nin
bu konuda tek taraflı bir adıma atacağını düşün-
mez.” diye konuştu.
16 Mayıs 2013: ABD Başkanı Barack Obama,
Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerini normalleş-
tirmesi çabasını hatırlatarak, bu sürecin her iki
ülkenin de menfaatine olduğunu söyledi.
17 Mayıs 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde meydana ge-
len ve 51 kişinin ölümüne neden olan terör sal-
dırısı ile ilgili soruşturmanın devam ettiğini ve
herhangi bir tarafı suçlamak için erken olduğunu
söyledi.
18 Mayıs 2013: Rusya Devlet Başkanı Vladimir
Putin, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri
Ban Ki-Mun’la başta Suriye krizi olmak üzere
uluslararası sorunları ele aldı. Putin ve Ban, tüm
krizlerin uluslararası hukuka uygun olarak çö-
zülmesi gerektiğini kaydetti.
18 Mayıs 2013: Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Baş-
kanı Mesud Barzani, Irak Cumhurbaşkanı Celal
Talabani›nin sağlığıyla ilgili gelişmenin kendile-
rini sevindirdiğini belirtti.
20 Mayıs 2013: Irak Bölgesel Kürt Yönetimi
Başkanı Mesud Barzani, terör örgütü PKK’nın
Suriye’deki yapılanması olan PYD’ye yönelik sert
bir açıklama yaptı. Barzani, PYD›nin karanlık
yöntemlerle silahlandığını belirterek artık muha-
tap almayacaklarını dile getirdi. Kürt muhalifle-
rin sitesi nasname.com ise PYD›nin Irak-Suriye
sınırına mevzi kazmaya başladığını duyurdu.
20 Mayıs 2013: Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin
askeri gücü Peşmerge Bakanlığı Sözcüsü Cebbar
Yaver, kendi bölgelerinde bulunan Suriye sınırını
kapattıkları yönündeki haberlerinin asılsız oldu-
ğunu söyledi. Yaver, Suriye’de yaşanan çatışma-
larla kendilerinin bir ilgisinin olmadığını ifade
etti.
O
Ortadoğu Güncesi
ORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Ra or ar
ORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORSAM Ortado rkmen eri
Ara t rma ar
93
ORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Geniflletilmifl 2. Bask›
ANKARA - 2009
ERMEN‹ SORUNU
TEMEL B‹LG‹ VE
BELGELER
Ömer Engin LÜTEM
(Der.)
������ ��
������ ����� �����������������
����������������������������������������
���
������������������
Ömer E. LÜTEM
����������������������������������� ������
!�����"������������#��$������������%�
Jean-Louis MATTEI
"��������$��� �&������������������������'�()�
*������+�#���,��-�.��(�����/0/1���������������������
Sadi ÇAYCI
2�������3�����������������)
�������#������ ��������4��� �����"���������,���3�5�(�$�$���
Bahar Senem ÇEVİK-ERSAYDI
"������������&��������6��������7�'�4�����$����,����
Derk Jan van der LINDE
����������������)���#��,����������������$
Zeynep KAYA
��������3��8���-�������9�������2-����������'-������!�
����:��
2�����������5�;�%)���������������������"������<�����������������
Doğanay ERYILMAZ
���������
���
������
�������������� ���� �����������������������������������Doç. Dr. Ali Fuat ÖRENÇ������ �������������� ������!�"���#������Yrd. Doç. Dr. Deniz ALTINBAŞ$��������������%�&�������������Dr. Mustafa Serdar PALABIYIKYrd. Doç. Dr. Yıldız Deveci BOZKUŞ���������������"�������'����%�&��������(�)�*������Dr. Erhan TÜRBEDAR
+����,���-���'(�.�/���0�����1��.��1�������������.�����0��2�����Van Regemorter MAÏTÉ
����
����
����
THE ARMENIAN QUESTION
BASIC KNOWLEDGEAND DOCUMENTATION
Ömer Engin LÜTEM (Editor)
ANKARA - 2009
ERMENİ
ARAŞTIRMALARI
Dört Aylık Tarih, Politika ve Uluslararası İlişkiler Dergisi
Olaylar ve Yorumlar
Ömer E. LÜTEM
Fransa’nın Soykırım Çelişkisi
Yaşar YAKIŞ
Milletlerarası Hukukta Soykırım Kavramı:
1915 Ermeni Olayları Açısından
William A. Schabas’ın Görüşleri
Sadi ÇAYCI
Bir Adil Bellek Sorunu ya da İfade Özgürlüğünün
Sınırları Hakkında Bir AİHM Davası
Pulat TACAR
Sahteciliğe Karşı Tarihsel Araştırma:
Aram Andonyan’ın “Naim Bey’in Hatıraları ve
“Hakikiliğini” Savunmak İçin Yapılan Çağdaş Girişimler
Maxime GAUIN
KRONOLOJİ (2010-2011)
KİTAP TAHLİLLERİ
EN SON ÇIKAN KİTAPLAR
sayı
201140
ORSAM Rapor No: 1Mart 2009
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 2Nisan 2009
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 3
(Tr - Eng)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 5
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 6
(Tr - Eng - Ar)
ORSAM Rapor No: 7
(Tr - Eng - Ar)
ORSAM Rapor No: 8
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 9
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 10
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 11
ORSAM Rapor No: 12
ORSAM Rapor No: 13
(Tr)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 15
(Tr)
ORSAM Rapor No: 16
(Tr)
ORSAM Rapor No: 17
(Tr)
ORSAM Rapor No: 18
ORSAM Rapor No: 19
(Tr)
ORSAM Rapor No: 20
(Tr)
ORSAM Rapor No: 21
(Tr)
ORSAM Rapor No: 22
ORSAM Rapor No: 23
(Tr - Eng)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 25
(Tr)
ORSAM Rapor No: 26
ORSAM Rapor No: 27
(Tr)
ORSAM Rapor No: 28
(Tr)
ORSAM Rapor No: 29
(Tr)
ORSAM Rapor No: 30
(Tr)
ORSAM Rapor No: 31
(Tr)
ORSAM Rapor No: 32
(Tr)
ORSAM Rapor No: 33
(Tr)
ORSAM Rapor No: 35
(Tr)
ORSAM Rapor No: 36
(Eng)
ORSAM Rapor No: 37
(Tr)
ORSAM Rapor No: 38
(Tr)
ORSAM Rapor No: 39
(Tr)
(Tr)
(Tr)
ORSAM RAPORLARI
(Tr)
(Tr)
(Tr)
(Tr)
(Tr)
(Tr)
(Tr)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 50
(Tr)
ORSAM Rapor No: 51
(Tr)
ORSAM Rapor No: 52
ORSAM Rapor No: 53
(Tr)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 55
(Tr)
ORSAM Rapor No: 56
ORSAM Rapor No: 57
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 58
(Tr)
ORSAM Rapor No: 59
(Tr)
ORSAM Rapor No: 60
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 61
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 62
(Tr)
ORSAM Rapor No: 63
(Tr)
ORSAM Rapor No: 65
(Tr)
ORSAM Rapor No: 66
(Tr)
ORSAM Rapor No: 67
(Tr)
ORSAM Rapor No: 68
(Tr)
ORSAM Rapor No: 69
(Tr)
ORSAM Rapor No: 70
ORSAM Rapor No: 71
(Tr)
ORSAM Rapor No: 72
(Tr)
ORSAM Rapor No: 73
(Tr-Eng)
(Eng)
ORSAM Rapor No: 75
(Tr)
ORSAM Rapor No: 76
(Tr - It)
ORSAM Rapor No: 77
(Tr)
ORSAM Rapor No: 78
(Tr)
ORSAM Rapor No: 79
(Tr)
ORSAM Rapor No: 80
(Tr)
ORSAM Rapor No: 81
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 82
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 83
(Tr)
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 85
(Tr)
ORSAM Rapor No: 86
(Tr)
ORSAM Report No: 87
(Eng)
ORSAM Rapor No: 88
(Tr)
ORSAM Rapor No: 89
(Tr)
ORSAM Rapor No: 90
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 91
(Tr)
ORSAM Rapor No: 92
(Tr)
ORSAM Report No: 93
(Eng)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 95
(Tr)
ORSAM Rapor No: 96
(Tr)
ORSAM Rapor No: 97
(Tr)
ORSAM Rapor No: 98
(Tr)
ORSAM Rapor No: 99
(Tr)
ORSAM Rapor No: 100
(Tr)
ORSAM Rapor No: 101
(Tr)
ORSAM Rapor No: 102
ORSAM Rapor No: 103
(Tr)
ORSAM Rapor No: 105
(Tr)
ORSAM Rapor No: 106
(Tr)
ORSAM Rapor No: 107
(Tr)
ORSAM Rapor No: 108
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 109
(It)
ORSAM Rapor No: 110
(Tr)
ORSAM Rapor No: 111
(Tr)
ORSAM Rapor No: 112
(Tr)
ORSAM Rapor No: 113
Mining(Eng)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 115
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 116
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 117
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 118
Analizi
ORSAM Rapor No: 119
ORSAM Rapor No: 120
(Tr)
ORSAM Rapor No: 121
(Tr - Eng - Ger)
ORSAM Rapor No: 122
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 123
(Tr)
ORSAM Rapor No: 125
(Tr)
ORSAM Rapor No: 126
(Tr)
ORSAM Rapor No: 127
(Tr)
ORSAM Rapor No: 128
ORSAM Rapor No: 129
ORSAM Rapor No: 130
(Tr - Eng)ORSAM Rapor No: 131
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 132
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 133
(Tr)
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 135
ORSAM Rapor No: 136
ORSAM Rapor No: 137
ORSAM Rapor No: 138
(Tr)
ORSAM Rapor No: 139
(Tr - Eng)
(Tr - Eng)
(Tr)
(Eng)
(Tr)
(Tr - Eng)
(Tr - Eng)
(Eng)
(Tr - Eng)
(Eng)
ORSAM Rapor No: 150
ORSAM Rapor No: 151
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 152
(Tr)
ORSAM Rapor No: 153
(Tr)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 155
(Tr) ORSAM Rapor No: 156
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 157
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 158
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 159
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 160
(Tr - Eng)
Indexed by
54
ORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Haziran 2013 Cilt 5
ORSAM ORSAM (Eng)
ORSAM WATER
RESEARCH PROGRAMME
ORSAM SU
ORSAMORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.orsam.org.tr