claude levi-strauss irk, tarih ve kultur - yasar mutlu

80
Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR UYARI: www.kitapsevenler.com Kitap sevenlerin yeni buluĢma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaĢıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuĢan "Braille Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı araçlara, uyumlu olacak Ģekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "engelli-engelsiz elele" düĢüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever arkadaĢlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e - kitaplar hiçbir Ģekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tüm yasal sorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alıĢkanlığını pekiĢtirmektir. Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaĢıldıkça pekiĢeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teĢekkür ediyorum. Bilgi paylaĢmakla çoğalır. YaĢar Mutlu ĠLGĠLĠ KANUN: 5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-ÇeĢitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileĢmiĢ veya yayımlanmıĢ yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiĢ bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kiĢi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluĢlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleĢtirilebilir."Bu nüshalar hiçbir Ģekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dıĢında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." Bu e-kitap görme engelliler için düzenlenmiĢtir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iĢtir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmıĢ ve hazırlanmıĢ bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaĢabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaĢabilmek için bir kitabınızı tarayıp, kitapsevenler@gmail.com adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düĢünebilirsiniz. Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek, lütfen bu açıklamaları silmeyiniz. Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz... TeĢekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaĢayanlara. www.kitapsevenler.com Tarayan Gökhan Aydıner Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR

Upload: tugrul-sarikaya

Post on 04-Jul-2015

310 views

Category:

Documents


7 download

TRANSCRIPT

Page 1: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR

UYARI:

www.kitapsevenler.com

Kitap sevenlerin yeni buluĢma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve

bilginin paylaĢıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine

istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuĢan "Braille

Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı araçlara, uyumlu olacak Ģekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML"

gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için,

hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "engelli-engelsiz elele" düĢüncesiyle, hiçbir

ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever

arkadaĢlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-

kitaplar hiçbir Ģekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan

doğabilecek tüm yasal sorumluluklar kullanana aittir.

Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.

www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve

kitap okuma alıĢkanlığını pekiĢtirmektir.

Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaĢıldıkça

pekiĢeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri

çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teĢekkür ediyorum.

Bilgi paylaĢmakla çoğalır.

YaĢar Mutlu

ĠLGĠLĠ KANUN:

5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-ÇeĢitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları

dahil, alenileĢmiĢ veya yayımlanmıĢ yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiĢ bir nüshası yoksa

hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kiĢi tek nüsha olarak ya da

engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluĢlar tarafından ihtiyaç kadar kaset,

CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler

alınmadan gerçekleĢtirilebilir."Bu nüshalar hiçbir Ģekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dıĢında

kullanılamaz ve kullandırılamaz.

Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi

zorunludur."

Bu e-kitap görme engelliler için düzenlenmiĢtir.

Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iĢtir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin,

düzgün taranmıĢ ve hazırlanmıĢ bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaĢabilmek tüm zahmete

değer. Sizler de bu mutluluğu paylaĢabilmek için bir kitabınızı tarayıp, [email protected] adresine

göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düĢünebilirsiniz.

Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek, lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...

TeĢekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaĢayanlara.

www.kitapsevenler.com

Tarayan Gökhan Aydıner

Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR

Page 2: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR LEVI-STRAUSS, 1908 doğumlu. 1934-37 yılları arasında Brezilya'da Sao Paulo Üniversitesinde sosyoloji profesörlüğü yaptı

ve ilk saha çalıĢmalarını da burada gerçekleĢtirdi. 1941-45 arası New York'ta New School for Social Research'te ders verdi.

"L'analyse structufale en lingu-istique et en anthropologie" (Dilbilim ve Antropolojide Yapısal Çözümleme) adlı tartıĢma

açıcı makalesini bu dönemde yayınladı (1945). 1950-79 yılları arasında Paris Üniversitesi Uygulamalı Yüksek AraĢtırmalar

Okulu'nda sosyal antropoloji çalıĢmaları yöneticisi olarak, görev aldı. Bunun yanı sıra 1959-82 yılları arasında College de

France'ta yine antropoloji kürsüsünde eğitim verdi. Brezilya'nın yanı sıra, bugünkü BangladeĢ'te de alan çalıĢmaları yapan

LeVi-Strauss, 1973'te Academie Française üyeliğine seçildi. BaĢlıca yapıtları: Les struçtures elementaires de la parente (1949); Race etHistoire (1952; ilk basımı: Irk ve Tarih, Metis

Yay., 1985); Tristes Tropigues (1955; Hüzünlü Dönenceler, Yapı ve Kredi Yay, 1994); Anthropologie structurale (I. Cilt

1958; II. Cilt 1973); La Pensee sauvage (1962, Yaban DüĢünce, Hürriyet Vakfı Yay., 1984); Mythologiaues, I. Cilt: Le Cm et

le Cuit (1964), II. Cilt: Du miel aux cendres (1967), III. Cilt: L'origine des manieres de table (1968), IV. Cilt: L'Homme nu

(1971); Le Regard eloigne (1982), La parole donnee (1984), Regarder, ecouter, lire (1993). "Önsöz"ün yazarı ve bu kitabın oluĢumunu daha fikir aĢamasından kendisine borçlu olduğumuz OLiVIER ABEL, 1980-84

yılları arasında Galatasaray Lisesi'nde felsefe öğretmenliği yapmıĢtır. Halen aynı görevi Paris'te sürdürmektedir. LeVi-

Strauss'la radyo konuĢmalarını gerçekleĢtiren GEORGES CHARBONNIER, 1949'dan beri Fransız radyosunda çalıĢan,

özellikle bilim ve sanat konularında uzmanlaĢmıĢ önde gelen bir program yapımcısıdır. Metis Yayınları Ġpek Sokak No. 9, 80060 Beyoğlu/Ġstanbul IRK, TARĠH VE KÜLTÜR Claude Levi-Strauss Özgün Adı: Race et Histoire, Unesco broĢürü, 1959; "Race et Cultu-re", Revue internationale des sciences sociales, c. XXIII, sayı

4,1971; Entretiens avec Claude Levi-Strauss, Fransız Radyo Televizyon Kurumu, 1959. © Bu çevirinin bütün yayın hakları Metis Yayınları'na aittir, 1994. © "Levi-Strauss'aĠkinci Önsöz", Olivier Abel, 1994. Birinci Basım: Nisan 1985 GeniĢletilmiĢ ikinci Basım: ġubat 1995 Üçüncü Basım: Haziran 1997 Ġlk basımdaki önsözünü güncelleĢtirmek amacıyla Olivier Abel'in "Le'vi-Strauss'a Ġkinci Önsöz"ü ve Levi-Strauss'un 1971 tarihli "Irk ve Kültür" makalesi eklenmiĢtir. Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd. Kapak ve Ġç Baskı: Yaylacık Matbaası Cilt: Örnek Mücellithanesi ISBN 975-342-61-7

Claude Levi-Strauss

IRK, TARĠH

VE

KÜLTÜR

Önsöz:

OLĠVĠER ABEL Fransızca'dan Çevirenler: Haldun Bayrı Reha Erdem Arzu Oyacıoğlu IĢık Ergüden METĠS YAYINLARI

Ġçindekiler LEVI-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ Olivier Abel 7 IRK VE TARĠH 19 Irk ve Kültür • Kültürlerin ÇeĢitliliği • Halk-Merkezcilik • Eskil Kültürler ve Ġlkel Kültürler • Ġlerleme Kavramı • Dural

Tarih, Birikimsel Tarih • Batı Uygarlığının Yeri • Rastlantı ve Uygarlık • Kültürlerin ĠĢbirliği • Ġlerlemenin Ġkili Anlamı. IRK VE KÜLTÜR 65 LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI

Page 3: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Georges Charbonnier / Claude Levi-Strauss 95 Etnolog ve Ġzleyici Kitlesi • "Ġlker'ler ve "Uygar"lar • Saatler ve Buhar Makineleri • Otantikliğin Düzeyleri • Sanat ve

Topluluk • Üç Farklılık • Doğal Sanat ve Kültürel Sanat • Göstergeler Sistemi Olarak Sanat • Kodun Gerekleri • Resim

Sanatının Geleceği • Kültür ve Dil.

LEVĠ-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ

Olivier Abel Irk ve Tarihin yeni basımının yapılmasından yararlanarak "Irk ve Kültür"ün eklenmesi, kitabın ufkunu öylesine

geniĢletip değiĢtiriyor ki, önsözü gözden geçirmekle yetinmeyip yeniden yazmanın yararsız olmayacağını

düĢündüm. "Irk ve Kültür"ün üzerinden de bir yirmi yıl geçtiğini düĢünürsek ("Irk ve Tarih" 1952'de, "Irk ve

Kültür" 1971'de yayınlanmıĢtı) Levi-Strauss'un kırk yıl evvel onca açıklıkla ortaya koyduğu sorunu yeniden

toparlamayı denemenin zamanı geldi gibi görünüyor: AlıĢveriĢlerini ve teknik akılcılığını geliĢtiren dünya ça-

pındaki tek uygarlık, belki de insan türünün oluĢturucu etkenlerinden biri olmuĢ olan kültür çeĢitliliği için bir

Ģans mıdır, bir tehdit mi; yoksa insan ekolojisi için bir zenginlik kaynağı mı? BaĢka bir deyiĢle, kuĢkusuz her kültür, hayatını alıĢveriĢlerle sürdürür ve "bir insan topluluğunu yıkıp geçebilen

ve doğasını bütünüyle gerçekleĢtirmesini engelleyen tek bela ve tek sakatlık, yalnız kalmaktır." Fakat her ne

kadar alıĢveriĢ yeni kültürel birleĢimlerin yaratılmasına olanak verir, yani farklılıkları artırırsa da, farklılıkların

beslediği bu aynı alıĢveriĢler tarafından aĢıldığında bizzat farklılıkları yok eden bir eĢik bulunmaktadır; bütün

paradoksun ya da sorunun bu noktada çıktığı kesindir: "Bütün ilerlemelerin nedeni olan bu ortak oyun, kısa ya da

uzun vadede, zorunlu olarak her oyuncunun kaynaklarının homojenleĢmesine yol açar." "Irk ve Tarih"in ortaya

koyduğu ve bugün yeniden ele almamız gereken pratik sorun budur. IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/8 Levi-Strauss ve Kültür Farklılığının Övülmesi Kitabın birinci basımındaki önsözde, LeVi-Strauss'un ikili tasarısına dikkat çekmiĢtik. Daha ziyade pratiğe

yönelik olan ilk tasarı, ırkçı ideoloji yapılarının ya da bu ideolojilerin sahte-bilimsel gerekçelerinin dağıtılmasını

konu alıyordu. Ġnsanlığın, üstün ya da uygarlaĢmıĢ ırklar ile aĢağı ya da geri kalmıĢ ırklara bölünmesinin önüne

geçmek, gerçek bir kültür diyalogunun Ģartlarını hazırlamak söz konusuydu. Bu iddiaya cevaben daha kuramsal

olan ikinci tasarı ise insanlığın nasıl tek ve bölünmez olduğunu göstermekten ibaretti: Bu tasarı, yapısal antropo-

lojiye, söz konusu kültür diyalogunun üzerinde kurulduğu değiĢmez uyuĢum kuralları arayıĢına yer veriyordu.

Birinci basımdaki o ilk önsözüm iĢte bu kuramsal ve eleĢtirel tasarıya özel bir yer verip, bunun Rousseau'daki

kökenlerini gösteriyor, yöntemini açıyor ve bazı sınırlarını tespit etmeye çalıĢıyordu. Fakat zaman değiĢti. Gezegenimiz, bazı sınırları ihlal ederken birçok yenisini ortaya çıkaran milliyetçiliklerle

dolup taĢıyor; tam da artık sınırların modasının geçtiğini, bunların aĢıldığını zannettiğimiz bir anda... Belki de

komünist dünyanın çöküĢü, dünya kapitalizmini "evrenselciliğin" tek Ģampiyonu olarak bırakıp, bütün

evrenselcilik biçimlerini kendi bozgunuyla birlikte sürükleyip götüren bir alt üst oluĢa neden oldu — Batı

tarafından araçsallaĢtırılıĢı hakkındaki soruların gitgide arttığı liberalizm de bu evrenselcilik biçimlerinden

biridir. Göründüğü kadarıyla insanlık, gelecekteki birliğini düĢlememektedir artık; geçmiĢteki çeĢitliliğini

düĢünmekte ve dehĢete kapılıp oraya kapanmak istemektedir. Ġçgüdüsel olarak daha iyi bir biçimde hayatta

kalma koĢullarını arayan türün ve hayatın bir hilesi midir bu? Levi-Strauss'un baĢka bir yerde, "Irk ve Kültür"de

ortaya attığı açıklama önerilerinden biridir bu. "Irk ve Kültür"de Le"vi-Strauss, "sahte-evrimcilik" diye adlandırdığı Ģeye bir kez daha saldırmaktadır: "Yakın

zamana kadar geçerli olan, diğer toplumlar geride kalırken sadece Batı'nın duraklamadan katetmiĢ olduğu bir yol

boyunca sürekli ilerleme fikrinin yerini, böylelikle, farklı yönler arasında seçim yapma mefhumu alır; öyle ki

herkes, kazanmak istediği alanların bedeli olarak, bir ya da birkaç alanda kaybetmeyi göze almak durumunda

kalır". Böylelikle de çizgisel bir tarih görünümünün yerini bir ağaç veya daha ziyade bir "kafes" görü- LEVI-STRA USS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OUVĠER ABEL / 9 nümü alır. Dolayısıyla burada LeVi-Strauss, insanlığın çoğulluğu kavrayıĢını öne çıkarmaktadır. Ġnsanlığın artık "bir ve bölünmez" olmadığı anlamına gelmez bu; fakat "yapısalcılığın", sadece farklılıkların

anlamlı olduğu ve sistem oluĢturduğu yolundaki büyük fikrine güç vermektedir. Burada Fransız düĢüncesinin

farklılık üzerindeki o ısrarıyla da (örneğin, Derrida ve Lyotard) yeniden karĢılaĢılır. Yeri gelmiĢken belirtirsek,

bu konu Alman düĢüncesi (özellikle Habermas) tarafından derinlemesine yanlıĢ anlaĢılmıĢtır: Ġki ayrı geleneğin

günümüzde aynı soruları benimsememesindendir bu. Habermasçı iletiĢim etiği, dinlerin ve ulusların geri dönüĢü

karĢısında, evrenselleĢtirilebilecek asgari kuralları arar. Yapı-çözüm (deconstruction) okulu'ise, iletiĢimsel

bütünlüğün kendi konsensüsünü dayatmak istediği yerde, alt edilemeyen ihtilaflara iĢaret etmektedir. Fakat

üçüncü bölümümüzün sorusu olacaktır bu. LeVi-Strauss için, sahte evrimciliğe karĢı mücadele, genetik biyolojiyle çeĢitli kültürlerin etnolojisi arasında

kolaycı bir belirlenme iliĢkisi kurmanın reddinden de geçmektedir. Daha ziyade karĢılıklı bir zenginleĢme vardır;

halklar arasındaki genetik birleĢimlerle kültürel birleĢimler karĢılıklı olarak birbirlerine destek olur: "Her kültür

genetik yetenekleri ayıklar ve bu yetenekler, karĢı etki yoluyla, öncelikle güçlenmelerine katkıda bulunmuĢ

kültür üzerinde etki ederler." Örneğin bir kabilede, yeni birleĢimleri olanaklı kılan dıĢevlilik iliĢkilerinde bir tür

Page 4: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

doz ayan, edinilen farklılıkları güçlendirmeyi de olanaklı kılan görece bir yalıtıklık vardır; biyolojik evrimi

hızlandırıp kültürel buluĢlardaki canlılığı kamçılayan da bu doz ayarı olmuĢtur. Dolayısıyla "Irk ve Tarih"le aynı

tezleri bulmuĢ oluruz, fakat bu kez, bile bile, insanlığın birliğine nazaran çoğulluğu, kurucu yükümlülüğüne

nazaran alıĢveriĢlerin zorunlu olarak sınırlanması vurgulanmaktadır. Irkçılığa karĢı mücadele ise birçok zorlukla karĢılaĢır. Birincisi, ırkçılığın saçmalığının, örneğin ırk ve kültür

"saflığı"nın imkânsız olduğunun, bilimsel olarak gösterilmesiyle kolektif nefretlerin kökünün kazınabileceği

sanılmamalıdır. Birbirine çok yakın topraklarda, gerçekten eĢit olmayan, ya da birbirlerini saygınlık anlamında

eĢit kabul etmeyen halklar, nüfus baskısıyla her bir araya geliĢlerinde, bu nefretler zincirinden boĢalmaktadır.

Pratik olarak, görece bir eĢitlik ve yeterince aralıklı bir toprak dağılımı gereklidir. Daha da kaçınılmaz olan

ikinci zorluk, "ayrımcılığın bütün biçimlerine karĢı mücadelenin, insanlığı bir dünya uygarlığına, (...) estetik ve

manevi değerleri yaratmıĢ IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/W olma onurunu elinde bulunduran eski bölgesel özellikleri yok eden bir uygarlığa götüren o aynı hareketin bir

parçası olması"dır. Irkçılığı altetmek için, bütün sınırları ve bütün engelleri yıkmak mı gerekmektedir? Le'vi-Strauss'un insanlık meselesine -moda bir terim olmadan önce- "ekolojik" bir yaklaĢımı olduğu söylenebilir.

Onun önerdiği hümanizm, "insanı doğanın efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç

ve çıkarlarını göz önünde bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, (...) ona doğada makul bir yer verir". "Irk

ve Kültür"ün sonuna doğru Ģunu da yazar: "insanın hemcinslerine karĢı duymasını dilediğimiz saygı, hayatın

bütün biçimlerine karĢı hissetmesi gereken saygının özel bir durumudur sadece". Böylelikle, insana ve topluma

ekolojik bir bakıĢın, biyolojik ve kültürel farklılıklara ayrıcalıklı bir yer verme eğiliminde ve bunları koruma

arzusunda olacağı anlaĢılır. Bireyleri o farklılıkların içine hapsetme ve oradan çıkmalarını yasaklama pahasına

mı olacaktır bu? Aslında kendimizi, "bir gün insanlar arasında, çeĢitlilikleri tehlikeye atılmadan eĢitlik ve kardeĢliğin hüküm

süreceği hayaliyle oyalıyoruz". Levi-Strauss'un bizi içine yerleĢtirdiği ikilem ve trajik durum Ģudur: Ya

birbirinden alıĢveriĢ özgürlüğünün hem olanaklı kıldığı hem engellediği evrensel eĢitlik, ya da halkların

birbirlerinden tecrit olmalarıyla hem olanaklı kılınan hem de engellenen çeĢitlilik ve farklılaĢma. Zira,

"birbirlerinden uzak partnerlerin birbirlerini teĢvik edebilmeleri için yeterli iletiĢimin olduğu; bununla birlikte,

tıpkı gruplar gibi bireyler arasında da çıkması kaçınılmaz olan engellerin azalacağı, öyle ki alıĢveriĢin kolaylığı

yüzünden çeĢitliliğin bozulup eĢitleneceği yoğunluk ve hızda bir iletiĢimin olmadığı dönemler, en yaratıcı dö-

nemler olmuĢtur". Günümüzdeki bunalım bu anlamda daha vahim, daha köktendir ve antropolojik durumu

kapitalizmle komünizm arasındaki o eski çatıĢmadan daha iyi açığa vurmaktadır. Levi-Strauss, kültürel alıĢveriĢ

için böyle bir üst eĢik tanımlarken, bugün hepimizin yüz yüze geldiği büyük sorunu açıklıkla ortaya

koymaktadır. ġimdi, durumun güncel unsurlarından yola çıkarak ve bazı yönelimler arayarak üzerinde durmak

istediğim de bu sorudur. LEVI-STRAUSS'A ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OLIVIER ABEL/11 Yeryüzü ĠletiĢimi mi, Ulusların ÇeĢitliliği mi? Devir değiĢti. Sorunun ve verdiği zararların nerelere kadar yayıldığını ölçmek için iki örneği ele alalım. Ġlki

dünya turizmidir. Turizmin hem çağdaĢı hem de faili olan iki yüzü var. Bir yandan yitik ülkeler özlemini ifade

ediyor: Bir yolculuk çoğunlukla zamanın baĢlangıcına doğru yola çıkmanın, "baĢka bir yerde-kendi evine"

dönmenin bir biçimidir; çocukluğumuz da bizi tatillerde bekler; pazarın tekbiçimliliğinin parçalamadığı baĢka

yaĢam tarzlarına duyulan özlemi ifade eder. Ama aynı zamanda, pazarı bu farklılıklarla besler, ona soluksuz

kalmaya baĢladığı bir anda iĢletilmeye açık yeni bir alıĢveriĢ alanı açar ve çoğu zaman güçlenmesine yardım

ettiği dünya eĢitsizliklerinden yana oynar. Turistlerle göçmen iĢçiler arasındaki statü farkını görmek yeterlidir.

Kaynaklara dönüĢ ve bir çocukluk ya da baĢka bir bekaret arayıĢı da bazen en çıkarcı görünümleri almaktadır.

Turizmin kültürel, toplumsal, ekolojik sonuçlarının uzun vadede ne olacağı bilinmemektedir. Ġkinci örnek ise iletiĢim toplumudur. Bu "karıĢım dini"nin her Ģeye kadir vektörleri haline gelen büyük medyalar

iki tavır arasında gidip geliyor: 1) TekbiçimlileĢtirirmiĢ ve bazı çekici, boĢ ve genelgeçer figürler etrafında

yeniden ĢahsileĢtirilmiĢ bir dünya görüĢünü dizi halinde yeniden üretmek; böylelikle azınlıklar marjinalleĢtirilir

ve "en çok iletiĢim sıfır bilgidir" (R. Debray); 2) En göz alıcı Ģekilde marjinal olan, farklılıklarına en çok

gömülmüĢ "diller"in ve yerleĢik geleneklerin reklamını yapmak; o zaman "ortak çıkar"ın laik anlamını üstlenen-

ler marjinalleĢir, çünkü skandal çıkarmamaktadırlar ve yeterince çekici değildirler. Fast-food uygarlığıyla batini

bir tarikat arasında artık bakacak hiçbir Ģey yoktur; dağılınız. Bugün dünyaya kabaca iki mantık hâkim olmuĢtur. Vektörü Pazar olan ve otoriter kalelerin karĢısına "evrensel

liberalizmi" çıkaran, fakat kültürlerin ve yaĢam biçimlerinin çeĢitliliğini ezen bir teknik tekbiçimlileĢtirme

mantığı. Diğeri ise vektörü Devlet bazen de Din olan, Pazar buldozerinin önüne ulusal sınırlarla geçen, fakat

bireyleri zorlayıcı toplulukların içine hapseden bir etnik parçalama mantığı. Bu iki mantık birçok yönden suç

ortağıdır. Önce, aĢırılıklarıyla birbirlerini güçlendirirler; her biri diğerinin yol açtığı yıkımları tamir etme id-

diasındadır. Bu karĢıtlık coğrafi olarak, kapitalist bir merkezle milli- IRK, KÜLTÜR VE TARİH /12 yetçi bir çevre arasında tamamlayıcı bir unsur gibi görünür; zira geliĢmiĢ ülkelerdeki liberalizmin, sınırları

denetlemek, kitlesel göç hareketlerini engellemek, karıĢıklıkları bastırmak vb. için çevre ülkelerdeki otoritarizme

Page 5: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

ihtiyacı vardır. Sadece emeğin ekonomik dağılımı değil, iktidarın siyasal dağılımı da dünya çapında bir sistemin

sıradan sonuçlarıdır. Batı demokrasilerinin demokratik-olmayan çevre ülkelere ihtiyacı vardır. Antropolojik terimlerle alıĢveriĢ,

"tüccar" biçimini aldığında "soylu" farklılıklarla beslenir ve ardında ham bir ekonomik eĢitsizlikten baĢka bir Ģey

bırakmaz. Le"vi-Strauss'un hatırlattığı gibi, alıĢveriĢe giren kaynaklar fazla homojenleĢtirilmiĢse, mümkün iki

çözüm kalmıĢ demektir: ya oyuna yeni oyuncular sokmak (sömürgeleĢtirmenin iĢlevlerinden biri bu olmuĢtur) ya

da eĢitsizlikler üretmek. Kısacası, yaĢam tarzlarının dünya çapında bir pazar tarafından tekbiçimlileĢtirilmesi,

ancak bu pazarın derinlemesine eĢitsiz yapısı tarafından telafi edilmektedir. Binyıllar boyunca alıĢveriĢin, ekonomik yararlılığının ötesinde, bir kimlik alanına aidiyeti (ailevi, ekonomik,

askeri, dinsel) tanımlama iĢlevi olduğunu görmemiz gerekir; bunun modeli, görece bir kendi yağıyla kavrulma,

belirli bir kendine-yeterlikti. Bugün revaçta olan alıĢveriĢ mantığı ise her,,tür kimlik edinmeyi aĢmakta ve

zorunluluğunu evrensel ve sınırsız olarak dayatmaktadır: Ġnsanlar artık birbirleriyle alıĢveriĢleri aracılığıyla

kimlik edinememektedir. Belki ekonomik yararcılığın hesabına uygundur bu; fakat emek ve yaĢam, dağılım ve

tüketim biçimi ekonomisinin barındırdığı ve taĢıdığı simgesel için, özellikle de kimliklendirme iĢlevi için aynı

durum söz konusu değildir. Bunun içindir ki kimlik ihtiyacının bütün ağırlığı, ulusal, etnik, dinsel zeminlere,

kısacası alıĢveriĢ içine girmeyen her Ģeye yönelmektedir. Kapitalizm tarafından neredeyse kabilesel bir kalıntı durumuna itilen Ulus-Devlet'in, aradığımız ikiliği içinde

taĢıdığına dikkat çekerek, Pazar'la Devlet'i karĢı karĢıya getiren tabloya ek bir nüans getirilebilir. Gerçekten de

burada, akılcılık ve evrensellik vektörü olan Devlet'i buluruz, tüccar evrenselliğinden baĢka bir "evrensel" söz

konusu olsa dahi: YurttaĢlık ülküsü biçimini ya da yönetimsel akılcılık biçimini alabilen siyasal bir evrensellik.

Ve bir aidiyet duygusunun vektörü olan Ulus'u buluruz: Bir geleneğe, bir dile, bir yaĢam tarzına, vb.'ne aidiyet.

Bu anlamda Ulus-Devlet zaten karmaĢık bir uzlaĢmaydı. Bugün aĢılmıĢ görünmektedir ve artık kapsayamadığı,

birbirine rakip ve LEVİ-STRAUSS'A İKİNCİ ÖNSÖZ- OUVIERABEL/13 birbirini tamamlayan iki mantık tarafından parça parça edilmiĢtir. Bu yetersizlik laiklik söz konusu olduğunda iyice hissedilir: Laik ulus, kimlik talebinde bulunanlar için fazla

geniĢ bir çerçeve, aĢırı bol bir elbise haline gelmiĢtir artık. Parçalanma olgusunun dinsel, dilsel ya da etnik bütün

farklılıklardan yararlanması bundandır. Çoğulcu kentsellik olarak laiklik, kafalarında sadece kendi kimlikleri

olan tek-dinli ya da tek-uluslu toplumlarda çok kırılgan bir hale gelmiĢtir. Fakat laik devlet, dünya çapında

modernliği isteyenler için fazla dar bir çerçeve, aĢırı sıkı bir elbise haline gelmiĢtir; dünya pazarı da bellekleri,

yaĢam tarzlarını, vb.'ni köksüzleĢtirmeye ve karıĢtırmaya devam edecektir. Asgari bir ortak kimlik olarak laiklik,

kafalarında sadece-kentsel bir arada yaĢamayı çatıĢmasız kılma olan ve dinsel olmayan toplumlarda kırılgandır. Günümüzde siyasetin bütün sorunu bu zor eklemlenme etrafında dönmektedir: Nasıl yeni bir evrenselcilik, yeni

bir enternasyonalizm icat etmeli? Ve nasıl yeni bir cemaatçilik, birbiriyle bağdaĢabilen memleket ve "manzara"

anlamları icat etmeli? Üstelik, söz konusu olan sadece siyasal bir sorun değildir. Tıpkı uluslarüstü evrenselleĢtir-

me iĢlevlerini artık sadece pazara bırakmamak ve siyasal denetleme mercileri icat etmek gerektiği gibi, ulusal ya

da bölgesel kimlik verme ve toplumsal paylaĢtırma iĢlevini de artık sadece devlete bırakmamak gerekir:

Ekonomik yaĢamın kademelerinde bu mikro-ölçütlerin, bu mikro-pazarların yeniden icat edilmesi zorunludur.

Aslında bütün mesele, iki mantığın kütlesel karĢıtlaĢmasından iki ölçütün dengeli bir eklemleniĢine geçmekten

ibarettir. Bu tartıĢma pek yeni değildir; Avrupa uzun zamandır Aydınlanmacılar'la Romantizm arasında "sallantıdadır",

akıl evrenselciliği ile geleneklerin yeniden kurulması arasında... Avrupa, evrenselliğin Ģampiyonu olmakla

evrenselleĢtirici mekanizma tarafından yenilip yutulmak arasında kalmıĢtır ve kendi dokusunu oluĢturan

farklılıklar ağını kaybetmektedir. Bu anlamda Avrupa, sadece adına dünyanın her tarafına sömürgeler

yerleĢtirdiği o özgürleĢtirici büyük anlatı olarak varolmaktadır; Avrupa, sömürgelerinin düĢleriyle, baĢta

Amerikan rüyasıyla varolmaktadır sadece; bu anlamda da Avrupa artık yoktur ve bir ucundan diğerine uzanan

derin farklılıklar üzerine bir kitabın eksikliğini çekmekteyiz. Fakat Avrupa, sanki bütün zamanlarda ve bütün

yerlerde geçerli tek bir demokrasi biçimi varmıĢçasına vazettiği demokratik evrensellikte de ahlakdıĢı bir

konumda kaldığını keĢfetmek- IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/14 tedir! Modeli olduğunu iddia ettiği kültürel karmaĢıklık ya da dilsel çoğullukta da ahlakdıĢıdır ve bu haliyle sıkı

sıkıya korunan bir ben-merkezcilik modeli oluĢturmaktadır. Kısacası, tartıĢma yeni değildir, ancak Ģu sıralar tıkanıp kalmıĢtır: 1) Ġnsanlığın tek olduğunu düĢünen, fakat bu tekliği, bütün toplumların aynı duruma yöneldiği bir aĢamalı

geliĢme olarak, neredeyse evrimci bir ölçüte dayandıran evrensellik savunucuları; bu açıdan, Marksizm'de

herkesin eleĢtirdiği nakaratı liberal demokrasiler devralmıĢtır. 2) Farklı kültürlerin ortak ölçüleri olmadığını ve birbirleri için anlaĢılmaz olduklarını, halkların, kendi

"ekosistemleri"ne hapsedilme pahasına birbirlerinden korunması gerektiğini düĢünen bir kültürel göreci-liğin

savunucuları. Bu alternatif aĢılıp, farklılıklara saygının baĢka biçimleri keĢfedilerek evrensellikle yeni bir iliĢki

kurulabilir mi? ġimdi, bütün sorun budur. Evrensel Nedir?

Page 6: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Tek bir evrensellik kutbunun değil, rekabet halinde bir evrenseller çokluğunun olduğu tespitinden yola çıkmak

gerekir. Kent örneğini ele alalım* Eskiden Ģehirler birkaç "tarım bölgesi"nin kavĢağında olurdu (Ģehirler

arasındaki yapısal farklılıklar bu yüzdendir) ve bu kavĢaklar, bireyin artık sadece geleneklerle özdeĢleĢmek

zorunda olmadığı kamu alanlarını oluĢtururdu: Evrensellik iĢlevini gören bir üst ilke, gelenekleri mesafeli bir

konumda tutardı. Her Ģehrin kendi hâkim "evrenseli" vardı. ÇağdaĢ kentleĢmeler birçok Ģehir kültürünün

kesiĢtiği yerlerde bulunurlar; birçok rakip Ģehri, birçok üst ilkeyi içlerinde barındırırlar: sanayi siteleri, üniversite

merkezleri, ticaret Ģehirleri, siyasal ve idari merkezler, Köln'ün, Verona'nın, Chicago'nun ya da Kahire'nin

karıĢık "kentsel ortak değerleri"yle üst üste binmiĢlerdir. Bugün her büyük Ģehirde her biri kendini

gerçekleĢtirmeye uğraĢan bir "görünmez Ģehirler" kalabalığı vardır. Bu büyük çağdaĢ kentleĢmelerde, anonim karıĢımla cemaat sıcaklığı arasındaki "geçiĢ alanı" noksanlığı, yalnız

bireyleri, içinde memleketlerin unutulduğu, öz kültürlerince aktarılan kentsel ortak değerlerin unutulduğu

"kabile"lerini aramaya yöneltir. Bu anlamda tehdit altında olan, kültürlerin özgünlüğü değil, ortak değerleridir.

Zira bir yanda dönüĢtürülmez farklılıklar, tam da çevrilemez olmalarından ötürü, LEVI-STRAUSSA ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ - OUVIER ABEL /15 ayakta kalacak ve güçlenecektir. Öte yanda, evrensel pazara, Disney-vvorld'a sokulabilen her Ģey o evrenselliğe

varacaktır. Ama evrenselliği maksat edinenler, her kültürün içinde gerçekten evrensel olan değerler... iĢte onlar

yokolmaktadır. Dillerimizin ve kültürlerimizin kendi ifadelerine özgün yaratıcılık yolları bulmak için kendilerine

özgü mitsel, estetik ya da etik kaynaklardan yararlanmaları, fakat öte yandan, bu kaynakların evrensel

kapsamlarını açığa çıkarmak için onları mümkün baĢka evrensellerle yüzleĢtirmeleri gerçeğine çok az önem

verilmektedir. Mizahın, belki de her halkın en tercüme edilmez özelliği olması, ama yine de gülüĢün, herĢeye

rağmen bulaĢıcılığı anlamında, evrensel olması gerçeğine fazla önem verilmemektedir. Betimlediğimiz tuzaktan çıkmak için, sadece kendi bağlamlarında ortak değerler olduğunu kabul etmemiz

gerekir. Evrenselliğe, ancak bu "kendi bağlamlarında ortak değerler"in daha neredeyse yeni baĢlatmıĢ oldukları

uzun bir tartıĢma içinde varabiliriz. Evrenselliğe, kentselliğe ya da laikliğe (tartıĢmanın terminolojisine göre), her

tür aidiyeti, özel bir gelenek içinde kurulmuĢ herĢeyi reddederek ya da inkâr ederek, ya da mümkün tek temelin

temel yokluğu ve kaybı olduğunu belirterek (E. Morin) varılacağını sanmak bir hatadır. Bu "temel yokluğu"nda

rahatsız edici olan Ģey, tam da her rakibe hemen uygulanabilir olan o dolaysız evrenselliğidir. Gerçekten de fazla

"tartıĢılmaz" bir temeldir bu! Ġstese de istemese de her kültür, P. Ricoeur^ün ifadesini kullanırsak, özel bir

karıĢımdan oluĢmuĢ "etiko-mitsel bir çekirdek"tir. Bu çekirdek, eleĢtirilmek yerine inkâr edildikçe, çoğu zaman

daha da etkinleĢmektedir. Bunu söylerken özellikle her kültürün dinsel boyutunu, toplumsal ve siyasal her

kapanmanın dinsel boyutunu (R. Debray) düĢünüyorum. Böylelikledir ki, hukukun dinsel arkeoloji içindeki kökleri inkâr edildikçe o hukuka daha çok mahkûm olunur ve

baĢka bir hukuku anlamakta zorluk çekilir. Bu durumda, modern ve Batılı hukuk Müslüman hukukunu

anlamakta zorluk çekmektedir. ġunu sadece yalınlıkla kayda geçmek gerekir: Evrenselliğe varma yollarımız

metaforik kalmakta, Hıristiyan, Müslüman ya da Budist vb. diller "evreni" içinde hapsolmaktadır! Laikliklerimiz

de kendi bağlamlarında laikliktirler. Burada genel varsayımım Ģudur: Farklı dinler, evrenselle iliĢkinin, bir dil ya

da bir geleneğin özellikleri içinden kök almıĢ olduğunu bilen taĢıyıcılarıdırlar; birbirini izleyen dünya çapındaki

tüm ideolojiler karĢı- IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/16 sındaki, özellikle de "demokratik" ideoloji karĢısındaki "avantajları da budur. Fransızca'daki sözcükle oynarsak;

"Culte"ler (tapınma yolları) "culture" (kültür) nüvelerinin, baĢlangıç senaryolarının hayata geçme biçimleridir.

Ve bu tapınma yolları da, bizzat evrenselliği amaçlamalarıyla, ortak değerlerimizin hâlâ bölgesel olduğunun

tanıklarıdır. Dinlerin bu avantajını telaffuz etmek, dinsel önyargılara karĢı tüm eleĢtirel yaklaĢımlardan vazgeçmek demek

değildir. Tam tersine, dinlerden, onlara vermiĢ olduğumuz ayrıcalığa ulaĢmak istiyorlarsa, sadece dil olmayı (bu

bakımdan) ve tek bir evrensel dil olmadığı gibi evrensel bir dinin de olamayacağını kabul etmelerini istemektir

bu. Herhangi bir din evrenselleĢmeyi çok iyi baĢarsa bile iç farklılaĢma ilkesi tarafından kısa zamanda parçalara

ayrılırdı. Buna ek olarak, dinlerden talep etmemiz gereken Ģeyin sadece dinsel çoğulculuk olmadığına da dikkati

çekmeliyiz: Her din, "bütün hakiki yaratılar" gibi, "diğer değerlerin çağrısı karĢısında, onların reddi, hatta

inkârına kadar gidebilecek belirli bir sağırlık içerir," ("Irk ve Kültür"); dinlerden sivil çoğulculuğu da talep

etmeliyiz, zira Ģehirlerimizde ve toplumlarımızda, artık birbirine karıĢmıĢ birçok "Tanrı dili" vardır. Bu çoğulculuk mümkündür, çünkü dinlerimiz kuramsal değil ama içsel bir bilgiyle, ortak değerlerinin metaforik

olduğunu ve evrenselliğe ancak bir dile, bir kültüre, bir tarihe, bir bağlama özgü metaforlar aracılığıyla

varılabildiğini bilirler. Ancak kültürler arasında uzun bir konuĢma, bu "kendi bağlamındaki ortak değerler"

arasındaki uyum ve sapmaları temkinlilikle saptamayı mümkün kılabilirdi. Oysa kültürlerin karĢılaĢması tam da

her birinin kendi içindeki en evrensel Ģeyler yüzünden daha da güç gerçekleĢmektedir; çünkü her zaman en zor

olan Ģey, ortak değerlerin yüz yüze gelmesidir, uzun ve karmaĢık arabuluculuklar gerektirir. Bu arabuluculuklar

yönünde etkinlik gösteren kiĢi, kendisini o ortak değerlerin üzerine bir ayağı birinin, öteki diğerinin üzerinde ve

kafası aĢkınlık yıldızlarına ermiĢ bir Ģekilde yerleĢtiremez! Kökendeki bağlamını kabul etmeli, kendini azar azar

yurtsuzlaĢtırmalı ve yurtsuzlaĢmanın aynı zamanda bir parçalanma olduğunu bilmelidir.

Page 7: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Ortak değerler arasındaki diyaloga bu Ģekilde bağlanmıĢ kiĢi için tek aĢkınlık ötekilerin bakıĢ açısıdır. Bu

aĢkınlık evrenseldir; çünkü zekâya, evrenselliğe nihaî olarak ulaĢmıĢ olma iddiasında bulunabilecek sentetik bir

bakıĢ açısında olmadan baĢka soruları, baĢka bakıĢ açıları- LEVI-STRAUSSA ĠKĠNCĠ ÖNSÖZ-OL1V1ERABEL/17 nı anlama yollarını açar. Eğer ortak değerlerin diyalogu için baĢkasını ve kendini sorgulama yeteneği bir

zorunluluksa ve bu diyalog hep aynı zorluktaysa, Disneyvvorld'ün her-yerde-geçer evrenselliğiyle yetinmek ya

da kendi dilinin en tercümeye gelmez ve köklü bölümlerine sığınmak cazipliğini koruyacaktır. Bununla birlikte

en çok eksikliğini çektiğimiz Ģey, ortak değerler arasındaki diyalogun o uzun ve güç yoludur. Daha dolaysız olan ve tuzağa düĢmeden kültür diyaloguna geçmeyi mümkün kılan bir yola iĢaret etmeden

bitirmek istemiyorum. Tekil yaratılar arasında bir hareket birlikteliği vardır. Bu hareket birlikteliği de, kuĢkusuz,

ortak değer terimleriyle açıklanamaz, fakat iletilebilir; birinden diğerine geçicidir. Bu hareket birlikteliğinin

varlığı, bizzat dinlerde bile saptanabilir: Gerçekten de inancın derinliğidir bu; o birlikteliğin en canlı ve en özgün

Ģekilde belgelendiği yer, en çok farklılık ve özgünlük ürettiği yer, ötekilerin inancında canlı ve yaratıcı plan

Ģeyle en ĢaĢırtıcı yakınlığın hissedildiği yer... ġiirsel, müzikal ya da plastik eserlerde bu yakınlık daha da açıktır.

Bir "üslûbun", diğer üslûplarla hareket birlikteliğine girme yeteneği, üslûp sezgisi diye adlandırabileceğimiz Ģeyi

açığa vurur: Yani, karĢılaĢılan özgünlükleri kendi içinde yeniden yaratabilme yeteneği. HerĢeyi yeniden

yaratamasak da, bizim için kayıp yaratılar olsa da, ve bunun böyle olması bir zorunluluk olsa da, kendimiz

yaratmaya devam etmek istiyorsak, o güzel, mümkün hayatların üzerine tükürmek yerine, yalın mevcudiyetlerini

uzaktan selamlayabiliriz.

IRK VE TARĠH

Irk ve Kültür Irkçı önyargıya karĢı mücadeleyi amaçlayan bir broĢür dizisinde, ırkların dünya uygarlığına

katkılarından söz etmek ĢaĢırtıcı olabilirdi. Bilimin bugünkü aĢamasında, bir ırkın bir diğerine göre

zihinsel üstünlüğünü veya aĢağılığını onaylatmak için hiçbir verinin bulunmadığını göstermek uğruna

harcanan çabalar ve yetenekler, insanlığı oluĢturan büyük etnik gruplanrı ortak mirasa sadece

varlıklarıyla özgül katkılarda bulunduklarını kanıtlama çabası, ırk kavramına tekrar el altından hak

vermekle sonuçlanacaksa, abes olurdu. Ama hiçbir yol, amacımıza, ırkçı öğretinin dolaylı olarak biçimlendirilmesi sonucuna varan bu

giriĢimden daha ters düĢemezdi. Biyolojik ırkları özgül psikolojik nitelikleriyle belirginleĢtirmeye

giriĢince, tanımlama biçimi olumlu ya da olumsuz olsun, bilimsel gerçekten aynı ölçüde sapılır.

Tarihin ırkçı kuramların atası durumuna getirdiği Gobineau'nun, aslında "ırkların eĢitsizliği"ni

niceliksel değil niteliksel olarak ele aldığı unutulmamalıdır. Ona göre, baĢlangıçta ilkel denmeksizin

insanlığı oluĢturan ilk büyük ırklar -beyaz, sarı, siyah- mutlak değerde, özgün yeteneklerinin farklılığı

kadar eĢitsiz değillerdi. Gobine- IRK, TARİH VE KÜLTÜR/20 au'ya göre soyların yozlaĢması, ırklara tek bir değerler skalasıyla yaklaĢıldığında her ırkın ortaya çıkan

durumuna değil, melezleĢme olgusuna bağlanıyordu; dolayısıyla bu yozlaĢma, ırk farkı gözetmeksizin

gitgide artan bir melezleĢmeye mahkûm olan tüm insanlığa yönelikti. Ancak antropolojinin ilk günahı,

salt biyolojik olan ırk kavramı (bu sınırlı alanda bile nesnellik iddiasında bulunabilen söz konusu

kavrama karĢı modern genetiğin itirazını göz önüne almak gerekir) ile kültürlerin sosyolojik ve psiko-

lojik oluĢumlarını birbirine karıĢtırmakta yatar. Bu günahı iĢlemiĢ olması bile Gobineau'nun kendini,

aslında iyi niyetin de varolduğu düĢünsel bir yanılgıdan, tüm sömürü ve ayrımcılık yöntemlerinin

istemdıĢı meĢrulaĢtınlmasına götüren ve çıkıĢı olmayan bir çemberin içine hapsolmuĢ bulmasına yetti. Bu çalıĢmada ırkların uygarlığa katkılarından söz etsek de, bu, Asya'nın, Avrupa'nın, Afrika'nın ya da

Amerika'nın kültürel katkılarının, bu kıtaların kabaca değiĢik ırksal kökenden gelen insanların

yerleĢim alanı olmasından dolayı herhangi bir özgünlük kazandıkları anlamına gelmiyor. Eğer böylesi

bir özgünlük varsa -ki varlığı Ģüphe götürmez- bu, siyah, sarı ya da beyazların fizyolojik veya

anatomik yapılarına bağlı farklı yeteneklerinden değil, sosyolojik, tarihsel ve coğrafi koĢullardan ileri

gelmektedir. Ancak bu broĢür dizisinin, olumsuz bakıĢ açısına karĢı durmaya uğraĢtığı ölçüde bile,

insanlığın geliĢme sürecinin yine çok önemli bir diğer yönünü ikinci plana atma tehlikesiyle karĢı

karĢıya kaldığını fark ettik. ġöyle ki, bu süreç bir tekbiçimli tekdüzelik (uniforme monotonie)

düzeninde değil, uygarlıkların ve , toplumların çok çeĢitlenmiĢ biçimleri arasında geliĢmektedir. Bu

zihinsel, estetik ve sosyolojik çeĢitlilik, insan topluluklarının biyolojik planda gözlemlenebilir bazı

yönleri arasındaki herhangi bir farklılığa bir neden-sonuç iliĢkisiyle bağlanmıĢ değildir: Birinci

çeĢitlilik (zihinsel, estetik, sosyolojik) ikinciye (biyolojik) ancak ayrı bir düzlemde koĢuttur. Ama aynı

zamanda ondan iki önemli özelliği ile ayrılır. Ġlk olarak, bu çeĢitlilik ayrı bir büyüklük sisteminde yer

Page 8: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

alır. Kültürlerin sayısı ırklara oranla çok daha fazladır; birisi binlerle diğeriyse yalnızca birimlerle

ölçü- IRKVETARtH/21 lür; aynı ırktan insanların yoğurduğu iki kültür, ırk olarak birbirinden uzak iki topluluğun kültürleriyle

aynı oranda, hatta daha da farklı olabilir. Ġkinci olarak, temel anlamda ırkların yeryüzündeki

dağılımları ve tarihsel kökenlerini sergileyen ırklar arası çeĢitliliğin tersine kültürler arası çeĢitlilik

ortaya birçok sorun çıkarır; bunun insanlık için yararlı mı olduğu, yoksa insanlık için bir handikap mı

oluĢturduğu sorulabilir - doğal olarak birçok yeni soruya ayrıĢan genel bir sorudur bu. Son olarak, biyolojik temellerinden ancak kopartılabilen ırkçı önyargıları, yeni bir alanda yeniden

oluĢurken görmek pahasına da olsa, öncelikle bu çeĢitliliğin nelerden oluĢtuğunu sorgulamalıyız.

Çünkü, sokaktaki adamın, deneylerle de kanıtlandığı gibi dört elle sarıldığı, "madem doğuĢtan ırksal

yetenekler yoktur, o zaman diğer renkli halkların kimisi yarı yolda, kimisi de binlerce hatta on binlerce

yıl geride kalırken, beyaz insanın kurduğu uygarlık nasıl o bilinen ilerlemeleri yapabilmiĢtir?" sorusu

karĢısında yanıtsız kaldığımıza göre, onu, kara veya beyaz derili, düz veya kıvırcık saçlı olmanın

ahlaki ve zihinsel bir anlamı olduğu yolundaki düĢüncesinden vazgeçirmeye çalıĢmak son derece an-

lamsız olur. Dolayısıyla, kültürlerin eĢitsizliği -ya da çeşitliliği— sorununa eğilmeden, ırkların

eĢitsizliği sorununun olumsuzlamayla çözüldüğü ileri sürülemez; çünkü bu iki eĢitsizlik halkın

kafasında yanlıĢ bir Ģekilde birbirine sıkıca bağlanmıĢtır. Kültürlerin Çeşitliliği Kültürlerin kendi aralarında nasıl ve hangi ölçüde farklılaĢtıklarını, bu farklılıkların geçerliliklerini

yitirip yitirmediğini veya çeliĢip çeliĢmediğini ya da uyumlu bir bütün oluĢturmaya yardımcı olup

olmadığını anlamak için, önce bu kültürlerin dökümüne giriĢmek gerekiyor. Ancak güçlükler de tam

bu noktada baĢlamaktadır; çünkü kavramamız gereken, kültürlerin kendi aralarında aynı biçimde ve

aynı düzeyde farklılaĢmadıklarıdır. ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 22 Yeryüzünde birbiriyle yan yana duran, kimi yakın kimi uzak, fakat sonuçta çağdaĢ olan toplumlarla

karĢı karĢıyayız. Ayrıca, zamansal olarak birbirini izleyen ve dolaysız deneyle ulaĢamadığımız

toplumsal yaĢam biçimlerini de göz önünde bulundurmak durumundayız. Her insan antropolog olabilir

ve ilgilendiği herhangi bir toplumun gündelik varoluĢ biçimini paylaĢmak üzere çalıĢma alanına

gidebilir; öte yandan tarihçi veya arkeolog olabilse de, yok olmuĢ bir uygarlıkla asla dolaysız iliĢkiye

giremez; iliĢki düzeyi salt bu toplum -ya da diğerleri- tarafından bırakılmıĢ yazılı belgeler ve resimli

yapıtların taĢıdığı dolaylılık içinde kalacaktır. Son olarak, "yabanlar" ya da "ilkeller" diye adlandır-

dığımız, yazıdan habersiz kimi çağdaĢ toplumların da -yöntemimizin dolaylılığı nedeniyle

öğrenemediğimiz- farklı yaĢam biçimlerini geride bırakmıĢ olduklarını unutmamamız gerekiyor.

Dürüst bir döküm, kendimizi üzerinde söz söylemeye yeterli saydığımız bölümlerin yanında, kuĢkusuz

sayısı bunların kat kat üzerinde olan bilemediğimiz bölümlerin varlığını gözardı etmemelidir. Burada

bir ilk saptama yapmak gerekiyor: Pratik olarak günümüzde, yine pratik ve kuramsal olarak geçmiĢte,

insan kültürlerinin çeĢitliliği asla öğrenemeyeceğimiz kadar zengin ve büyüktür. Ancak, bu sınırlılığın bilincinde olmamıza ve alçakgönüllülüğümüze karĢın, baĢka sorunlarla da

karĢılaĢıyoruz. Farklı kültürler sözünden ne anlaĢılmalıdır? Bazı kültürler farklı görünümü verirler,

fakat aynı kökten geliyorlarsa, geliĢmelerinin hiçbir anında iliĢkisi olmamıĢ iki toplumun

farklılığından daha değiĢik bir farklılık sunarlar. Böylece, Peru Ġnkaları'nın eski krallığı ile Afrika'daki

Dahomey'in eski krallığı,arasındaki farklılaĢma, örneğin yine farklı toplumlar olarak ele alınması

gerekmesine karĢın bugünkü Ġngiltere ve ABD arasındakine oranla daha belirgin kalmaktadır. Buna

karĢılık, gözardı edilemeyecek bir olgu da, birbirleriyle sonradan yakın iliĢkiye giren, ancak söz

konusu noktaya farklı yollardan gelen toplumların aynı uygarlık görüntüsü sunuyormuĢ gibi

olmalarıdır. Toplumlarda karĢıt yönlerde çalıĢan ve uğraĢları eĢzamanlı olan güçler vardır: Bu güçlerin

bir IRK VE TARĠH/23 bölümü yerel özelliklerin korunmasına hatta keskinleĢmesine uğraĢırken, diğer bölümü birliktelik ve

kaynaĢma yönünde çaba gösterir. Bu tür olgulara iliĢkin çarpıcı örnekleri dil konusunda bulabiliriz:

Aynı kökenden gelen diller birbirlerine bağlı olarak değiĢme eğilimi gösterirken (Rusça, Fransızca,

Ġngilizce gibi), komĢu topraklarda konuĢulan değiĢik kökenli diller de ortak özellikler geliĢtirirler:

Örneğin Rusça, dolaysız komĢuluk alanında konuĢulan Türk ve Fin-Uygur dillerine en azından bazı

sesçil hatlar bakımından yakınlaĢmak uğruna, diğer slav dillerinden belli bir ölçüde farklılaĢmıĢtır.

Page 9: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Bu tür olguları incelediğimizde (ki uygarlığın toplumsal kurumlar, sanat ve din gibi özellikleri de

benzer örnekler sağlayacaktır), toplumların, karĢılıklı iliĢkileri açısından üst sınırlarını aĢamayacakları

ve kolayca gerisinde de kalamayacakları bir çeĢitlilik optimumu'yla. tanımlanıp tanımlanamayacağı

sorusuyla karĢılaĢıyoruz. Bu optimum ancak, toplumların sayısına, nüfussal önemlerine, coğrafi

uzaklıklarına ve kullandıkları maddi ve zihinsel iletiĢim araçlarına bağlı olarak değiĢebilir. Gerçekte

çeĢitlilik sorunu, sadece karĢılıklı iliĢkileri içinde düĢünülen kültürler düzeyinde değildir; çeĢitlilik

aynı zamanda her toplumun bağrında, o toplumu oluĢturan bütün topluluklarda kendini gösterir:

Tabakalar, sınıflar, mesleki ve dinsel çevreler vb., sonradan her birinin aĢırı bir önem atfederek

sarılacağı farklılıklar geliĢtirirler. Toplum diğer iliĢkilerin etkisi altında, daha yoğun ve daha bağdaĢık

hale geldiğinde, bu iç çeĢitlenme'nin, aynı eski Hindistan'daki arî egemenliğinin kurulmasının hemen

ardından oluĢan kastlar düzeni örneğinde olduğu gibi, sürekli artma eğilimi gösterip göstermediği

düĢünülebilir. Böylelikle kültürlerin çeĢitliliği kavramının, durağan bir kavram olarak algılanmaması gerektiği

görülüyor. Söz konusu çeĢitlilik, ne cansız bir numune derlemesinin ne de kuru bir katalogun

çeĢitliliğidir. Ġnsanlar kuĢkusuz coğrafi uzaklıkları, içinde bulundukları ortamların kendine özgü

nitelikleri ve dıĢlarındaki dünyadan habersizlikleri nedeniyle-farklı kültürler yoğurmuĢlardır; fakat bu

da ancak her kültür ya da her toplumun ken- İRK, TARİH VE KÜLTÜR/24 di içine kapanıp, diğerlerinden soyutlanarak geliĢmesiyle mümkün olabilirdi. Oysa bu durum, hiçbir

zaman, belki sadece Tasmanyalılar'ınki gibi (ki burada da salt sınırlı bir süre için geçerlidir) istisnai

örnekler dıĢında gerçekleĢmemiĢtir. Toplumlar hiçbir zaman yalnız kalmamıĢlardır; en ayrık

göründükleri zamanlarda bile topluluklar ya da sürüler halinde olmuĢlardır. Bu durumda kuzey ve

güney Amerikalı kültürlerin on bin ile yirmi beĢ bin yıl arasında dıĢlarındaki dünyayla iliĢkilerinin

kopuk olduğunu varsaymak abartma olmayacaktır. Ancak bu ayrık insanlık parçası da, kendi

aralarında çok sık iliĢkileri olan, irili ufaklı birçok topluluğu barındırıyordu. Soyutlanmanın sonucu

olan farklılıkların yanı sıra, yakınlıktan ileri gelen çok önemli farklılıklar da vardır: kendini gösterme,

farklı olma, kendisi olma arzusu. Birçok gelenek, iç gereklilikten ya da birtakım elveriĢli rastlantı-

lardan değil, kendilerinin koymayı bile düĢünmedikleri kuralları baĢarıyla kullanan komĢu topluluğun

gerisinde kalmama isteğinden doğmuĢtur. O halde, kültürlerin çeĢitliliği bizi, parçalara ayırıcı ya da

parçalara ayrılmıĢ bir incelemeye çekmemelidir. Kültürlerin çeĢitliliği insan topluluklarının

birbirinden yalıtılmasından çok, onları birleĢtiren iliĢkilere bağlıdır. Halk-merkezcilik Yine de, kültürlerin çeĢitliliğinin insanlar tarafından çok ender olarak gerçek haliyle, yani toplumlar

arası dolaylı ya da dolaysız iliĢkilerin sonucu geliĢen doğal bir olay olarak algılandığı açıktır; insanlar

çeĢitliliği daha çok bir yaradılıĢ aykırılığı ya da bir skandal olarak gördüler. Bu konulardaki bilginin

ilerlemesi de, daha doğru bir bakıĢ lehine bu yanılsamayı ortadan kaldırmaktan çok, onu kabul etmek

ya da katlanmanın yolunu bulmaktan ibaret olan sonuçlar doğurdu. Beklenmeyen bir durumla karĢılaĢtığımızda hepimizde yeniden ortaya çıkma eğilimi gösteren ve

kuĢkusuz sağlam psikolo- IRK VE TARİH/ 25 jik temellere dayanan en klasik tavır, kendimizle özdeĢleĢtirdiğimiz kültürel, yani ahlaksal, dinsel,

toplumsal, estetik biçimlere uzak düĢen biçimlerin açıkça yadsınmasından ibarettir. Bize yabancı olan

yaĢam, inanıĢ ve düĢünme biçimleriyle karĢılaĢtığımızda, "yaban alıĢkanlıklar", "bu bizden değil",

"buna izin verilmemeliydi", vb. türünden ürperti ve tiksinti dile getiren kaba tepkiler gösteririz. Ġlkçağ

da Yunan kültürünün içinde yer almayan her Ģeyi "barbar" adı altında topluyordu; Batı uygarlığı daha

sonra yaban deyimini aynı anlamda kullandı. Oysa bu sıfatların ardında tek bir yargı gizlenmektedir:

"Barbar" sözcüğü kök bakımından, insan dilinin anlamlı akustik imgesine karĢı, eklemsiz kuĢ

Ģakımalarının karmaĢıklığından kaynaklanıyor olabilir; ve yine "ormana iliĢkin" anlamına gelen

"yaban" sözcüğü de insan kültürüne karĢıt hayvansı yaĢam biçimini çağrıĢtırır. Her iki Ģıkta da kültürel

çeĢitlilik olgusu yadsınır; yaĢamımızı düzenleyen normlara uymayan ne varsa kültürün dıĢına, doğaya

atılması yeğlenir. Bu naif, fakat insanların çoğunda son derece yerleĢik olan bakıĢ açısının, bu broĢür zaten bunları

çürütmek için yazıldığından, tartıĢılması gerekmiyor. Burada, bu bakıĢ açısının oldukça açık bir

paradoksu içerdiğini belirtmek yeterli olacaktır. "Yabanların (ya da böyle adlandırılan herkesin)

insanlık dıĢına atılmasına dayanak hazırlayan bu düĢünce yöntemi, aslında söz konusu yabanların en

Page 10: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

belirgin ve en ayırt edici yöntemidir. Gerçi, ırk ya da uygarlık farkı gözetmeksizin, insan türünün tüm

biçimlerini kapsayan insanlık kavramının çok geç ortaya çıktığı ve yayılmasının sınırlı olduğu

biliniyor. Bu kavramın, geliĢmesinin doruğuna ulaĢmıĢ gibi göründüğü noktada bile, karmaĢıklıklar ve

gerilemelerden etkilenmeyecek biçimde oluĢmuĢ olduğu hiç de kesin değildir - yakın tarih bunu

kanıtlamaktadır. Dahası on binlerce yıl boyunca, insan türünün büyük bir bölümü için bu tür bir

kavramın hiç söz konusu olmadığını da görüyoruz. Ġnsanlık, kabilenin, dilbirliği olan topluluğun, hatta

bazen köyün sınırlarında biter; öyle ki, ilkel diye adlandırılan büyük toplulukların çoğu, onlara göre

tümüyle "kötüler", "reziller", "yer maymunla- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 26 rı" ya da "bit yumurtalarından oluĢan diğer kabile, topluluk ve köylerin insanlığın -ya da doğanın-

erdemlerini paylaĢmadıklarını varsayarken, kendilerini "insanlar" (hatta bazen -hafifçe fısıldayalım ki-

"iyiler", "mükemmeller", "kusursuzlar") anlamına gelen bir adla tanımlamıĢlardır. ĠĢ çok kez

yabancıyı, artık en alt düzeydeki bir gerçeklikten bile yoksun bırakıp, bir "hortlak", bir "hayalet" gibi

görmeye kadar vardırılır. Böylelikle, iki tarafın birbirine çok sert karĢılıklar verdiği durumlar ortaya

çıkar. Büyük Antiller'de, Amerika'nın bulunmasından birkaç yıl sonra Ġspanyollar, yerlilerin bir ruh

taĢıyıp taĢımadıklarını anlamak için araĢtırma ekipleri yollarlarken, yerliler de beyaz tutsakların

ölülerini çürüyüp çürümediklerini anlamak için sürekli gözetim altında, suda tutuyorlardı. Tuhaf ve aynı zamanda korkunç olan bu küçük öykü (baĢka yerlerde farklı biçimler altında

bulacağımız) kültürel göreceliğin paradoksunu iyi açıklamaktadır: Kültürler ve gelenekler arası bir

ayrım getirilmeye çalıĢıldığı ölçüde, yadsınmaya kalkıĢılan söz konusu kültür ve geleneklerle tümüyle

özdeĢleĢilmektedir. Örnekleri arasında en "barbar" ya da en "yaban" gibi görünenleri insanlığa kabul

etmemek, böyle tanımlananlara ait olan en tipik tutumun yinelenmesinden baĢka bir Ģey değildir.

Barbar, her Ģeyden önce barbarlığa inanan insandır. KuĢkusuz, insanlığın büyük dinsel ve felsefi sistemleri -örneğin Budacılık, Hıristiyanlık, Ġslamiyet ya

da Stoacı, Kantçı ve Marksist öğretiler- bu sapmaya sürekli karĢı çıkmıĢlardır. Ancak tüm insanlar

arasındaki doğal eĢitliğin, onları ırk ve kültür ayrımı gözetmeksizin birleĢtirmesi gereken kardeĢliğin

bu basit beyanında, gözlemlenebilir gerçek çeĢitliliği gözardı ettiği için, aldatıcı bir yön vardır. Çünkü

bu ayrılığın meselenin özünü etkilemediğini söylemek, insanın kuram ve uygulamada bunu yok

saymasına yetmez. Nitekim UNESCO'nun ırklar sorunu üzerine ikinci bildirisinin giriĢinde, sokaktaki

adamı ırkların varlığına inandıranın, "bir Afrikalı, bir Avrupalı, bir Asyalı ve bir Amerikalı yerliyi yan

yana gördüğünde algıladığı açık kanıt" olabileceği çok yerinde bir biçimde belirtiliyor. IRK VE TARĠH/27 Büyük insan hakları bildirileri, insanın doğasını soyut bir insanlık içinde değil, en devrimci

değiĢimlerin bile hâlâ bazı parçalarını oldukları gibi sürüp gitmeye bıraktığı, zaman ve mekân içinde

kesinlikle tanımlanmıĢ bir durumun iĢlevleri olarak açıklanabilen geleneksel kültürler içinde

gerçekleĢtirdiği olgusunu çoğunlukla unutan bir ideali dile getirdikleri için, hem güçlüdürler, hem de

zayıf. Kendisine duygusal olarak ters gelen denemeleri mahkûm etme eğilimi ile zihinsel olarak

kavrayamadığı farklılıkları yadsıma eğilimi arasında kalmıĢ olan çağdaĢ insan, bu karĢıt kutuplar

arasında sonuçsuz uzlaĢma noktaları bulmak ve kültürlerin çeĢitliliğini kendisi için hoĢ olmayan ve

utanç verici yanlarından arındırarak açıklayabilmek için yüzlerce felsefi ve sosyolojik spekülasyona

giriĢti. Ancak birbirinden oldukça farklı ve hayli garip olabilmelerine karĢın aslında bütün bu spekülasyonlar,

kuĢkusuz en iyi biçimde sahte evrimcilik terimiyle tanımlanabilecek tek bir reçeteye indirgenebilir.

Nelerden oluĢmaktadır bu reçete? Söz konusu olan, tam anlamıyla, kültürlerin çeĢitliliği olgusunu

tümüyle kabul eder görünerek, onu bertaraf etme eğilimidir. Çünkü uzak ve eski toplumların içinde

bulunduğu birbirinden farklı durumlar, ortak bir noktadan hareket ederek aynı hedefe yönelmesi gere-

ken tek bir geliĢme sürecinin belirli düzey ve evreleri gibi ele alındığı takdirde, çeĢitliliğin salt

görüntüde kaldığı ortaya çıkar. Ġnsanlık tek bir kalıp olarak kendisiyle özdeĢ duruma gelmektedir; ama

bu teklik ve özdeĢlik, ancak yavaĢ yavaĢ gerçekleĢebilecektir ve kültürlerin çeĢitliliği de, derin

gerçekliği gizleyen ya da ortaya çıkıĢını geciktiren bir sürecin anlarını açıklamaktadır yalnızca. Darwinciliğin büyük fetihleri akılda olduğu sürece, bu tanım insana çok üstünkörü gelebilir. Ancak

bizi ilgilendiren bu değil; çünkü biyolojik evrimcilikle, burada konu ettiğimiz sahte evrimcilik

birbirinden çok farklı iki öğretidir. Ġlki, yoruma çok az yer verilen gözlemlere dayalı, geniĢ bir çalıĢma

varsayımı olarak ortaya çıkmıĢtır. Örneğin, atın soyağacını oluĢturan farklı cinsler, iki nedenden ötürü

tek bir evrimsel dizide sıralandırıla-

Page 11: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

J

IRK, TARİH VE KÜLTÜR /28 bilir: Birinci neden, bir atın döllenebilmesi için onu dölleyecek baĢka bir atın gerekliliğidir; ikinci

neden ise, tarihsel olarak yeniden eskiye doğru giden, üst üste binmiĢ toprak katmanlarının, aynı

Ģekilde, aldığı en yeni biçimden en eskisine kadar kademeli olarak değiĢen at iskeletleri

barındırmasıdır. Böylece, Hippari-on'un Equus caballus'ün gerçek atası olması son derece olası gö-

rünüyor. Aynı düĢünme biçimi kuĢkusuz insan türüne ve ırklarına da uygulanıyor. Ne var ki biyolojik

olgulardan kültür olgularına geçildiğinde her Ģey son derece karmaĢıklaĢır. Toprak altında maddi

nesneler bulunabilir ve jeolojik katmanların derinliğine, nesnenin üretiliĢ biçim ve tekniğine göre

aĢamalı bir geliĢme gözlenebilir Ancak bununla birlikte, bir balta, bir hayvan gibi, baĢka bir baltanın

varolmasını sağlayamaz. Bu durumda bir baltanın bir diğerine bağlı olarak evrim gösterdiğini

söylemek, sonuç olarak biyolojik olaylara uygulanan benzer söyleme bağlı olan, bilimsel kesinlikten

yoksun, eğretilemeli ve yaklaĢık bir formül oluĢturacaktır. Fiziksel olarak yeryüzünde varolan ve bi-

linen dönemlere ait nesneler için doğru olan, genel olarak geçmiĢini bilemediğimiz kurumlar, inançlar

ve zevkler için daha da doğrudur. Biyolojik evrim kavramının denk düĢtüğü varsayıma atfedilen

olasılık katsayısı, sosyal bilimler alanında karĢılaĢılabilen en yüksek değerdedir; oysa toplumsal ya da

kültürel evrim kavramı olsa olsa olguların çekici, ama tehlikeli olacak düzeyde de kolay bir sunum

yöntemini getirir. Dahası gerçek ve sahte evrimcilik arasındaki sık sık gözardı edilen bu farklılık, bunların karĢılıklı

ortaya çıkıĢ tarihleriyle açıklık kazanmaktadır. KuĢkusuz sosyolojik evrimcilik, biyolojik

evrimcilikten önemli bir itici güç sağlayabilirdi; fakat olgular düzeyinde onun öncülü olmuĢtur. Pascal

tarafından da ele alınan ve insanlığı sürekli çocukluk, ergenlik ve olgunluk dönemlerinden geçen bir

canlıya indirgeyen eski anlayıĢlara kadar uzanmaya gerek kalmadan, 18. yüzyılda, sonradan birçok

farklı kullanıma araç olacak temel taslakların geliĢtiğini görürüz: Vico'nun, Comte'un "üç durum

yasası"na kaynaklık eden "üç çağ kuramı" ve ayrıca "sarmalları", Condorcet'nin "merdiveni".

Toplumsal IRK VE TARİH/29 evrimciliğin iki kurucusu Spencer ve Tylor, öğretilerini Türlerin Kökeni'nden önce ya da onu

okumadan hazırladılar ve yayınladılar. Bilimsel bir kuram olarak biyolojik evrimciliği önceleyen

toplumsal evrimcilik, gözlem ve tümevarım yoluyla bir gün çö-zülüvereceği hiç de kesin olmayan eski

bir felsefi sorunun sahte bir bilimsellikle süslenmiĢ halinden baĢka bir Ģey değildir. Eskil Kültürler ve İlkel Kültürler Her toplum, kendi bakıĢ açısıyla kültürleri üç bölüme ayırabilir: Kendisinin çağdaĢı olan fakat

yeryüzünün baĢka bir köĢesinde bulunanlar; yaklaĢık olarak aynı bölgede, ancak zaman içinde

kendisinden daha önce yer alanlar; bir de, gerek zaman gerekse yer bakımından onun içinde

bulunduğu zaman ve bölgeye uymayanlar. Bu üç grubun tanınmasında büyük eĢitsizlikler olduğunu gördük. Sonuncunun durumunda ve hele

yazıdan ve mimariden yoksun, basit tekniklerin kullanıldığı kültürler söz konusu olduğunda (bugün

yeryüzündeki insanların yarısının ve uygarlığın baĢlangıcından beri geçen zaman içinde, bölgelere

göre, insanların % 90-99'unun durumu gibi), onlar hakkında hiçbir Ģey bilmediğimiz ve bu konuda

yapılan tüm çalıĢmaların ucuz varsayımlara dayandığı söylenebilir. Buna karĢılık, birinci grubun kültürleri arasında, zaman içindeki sıralanıĢ düzenine denk düĢecek

iliĢkiler kurmaya çalıĢmak son derece çekicidir. Elektrikten, buharlı makinadan habersiz olan bazı

günümüz toplumlarının, Batı uygarlığının kendi geliĢmesine denk düĢen evresini çağrıĢtırmamaları

mümkün müdür? Yazıyı ve madenciliği tanımayan, fakat kayalara resimler çizip, taĢ aletler yapan

yerli kabilelerle, Batı uygarlığının -Fransa ve Ġspanya'daki mağaralarda bulunan kalıntıların korkunç

benzerliği kanıtladığı- eskil biçimlerini karĢılaĢtırmamak mümkün müdür? ĠĢte sahte evrimciliğin

kendini tutamadığı yer IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /'30 de burası olmuĢtur. Bununla birlikte, her fırsatını bulduğumuzda karĢı koyulmaz bir istekle kendimizi

bıraktığımız bu hoĢ oyuri (Batılı gezgin, Doğu'da "Ortaçağ"ı, I. Dünya SavaĢı Pekini'nde "14. Louis

Page 12: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

dönemi"ni, Avustralya veya Yeni Gine yerlilerinde "TaĢ Devri"ni bulmaktan hoĢlanmaz mı?) son

derece tehlikelidir YokolmuĢ uygarlıkların sadece bazı yönlerini bilmekteyiz ve bildiğimiz bu yönler,

en eski kabul edilen uygarlık söz konusu olduğunda, orantısız derecede azdır; çünkü bu yönler salt za-

manın aĢımına karĢı ayakta kalabilmiĢ olanlarıdır. Buna bağlı olarak yöntem de, bütüne varmak için

parçayı alıp -halen varolan uygarlıklarla, yokolmuĢ olanlar bazı yönlerden benzeĢtikleri için- tüm

yönler için analoji kurmaktan ibarettir. Bu düĢünce biçimi, mantıksal olarak savunulması olanaksız

olduğu gibi, birçok kereler olgularca da yalanlanmıĢtır. Yakın sayılabilecek bir döneme kadar Tasmanyalılar ve Patagonyalılar yontma taĢtan aletlere

sahiptiler ve bu aletler Avustralya ve Amerika'nın bazı kabilelerinde halen yapılmaktadır. Fakat

bugün, bu aletlerin incelenmesi, paleolitik dönemdeki alet kullanımını anlayabilmemiz için fazla

yardımcı olamamaktadır. Ġngiltere'den Güney Afrika'ya, Fransa'dan Çin'e kadar üretiliĢ biçim ve

teknikleri yüz, iki yüz bin yıldır (kullanımları çok belirgin bir amaca yönelik olmalı ki) hiç

değiĢmeden kalmıĢ Ģu ünlü el baltalarından nasıl yararlanılmaktaydı? Maden yataklarında yüzlerce

bulunan ve hiçbir varsayımın açıklamayı baĢaramadığı üçgen ve yassı biçimli, olağanüstü parçaları ne

iĢe yarıyordu? Rengeyiği kemiğinden yapılmıĢ, sözümona "buyruk sopası" denen Ģeyler nelerdi?

Arkalarında, alabildiğince çeĢitli geometrik Ģekillerde yontulmuĢ ve insan elinin boyutlarına uymayan,

inanılmaz çoklukta küçük taĢ parçaları bırakan Tardenozyan kültürlerin teknolojisi ne olabilirdi? Tüm

bu belirsizlikler, paleolitik uygarlıklar ve bazı günümüz yerli toplumları arasında her zaman bir

benzerliğin varolduğunu göstermektedir: Hepsi de yontulmuĢ taĢ araç ve gereçten yararlandılar. Fakat

teknoloji düzeyinde bile daha ileri gitmenin olanağı yoktur: Yapım aletlerinin kullanımı, gereç

çeĢitleri ve kullanılıĢ amaçları farklıdır ve bu IRK VE TARĠH/31 yüzden de günümüzdeki yerli toplumlar bize diğerleri (tarih içindekiler) hakkında pek az ipucu

sunabilmektedirler. ġu halde bu toplumlar, dil, toplumsal kurumlar ya da dinsel inançlar konusunda

bize nasıl bilgi verebilirler? Kültürel evrimciliğe esin kaynağı olan en yaygın yorumlardan birisi, paleolitik toplumların bugüne

bıraktığı mağara resimlerini, av törenlerinin büyüsel betimlemesi olarak ele alır. Bu düĢünme

biçiminin iĢleyiĢi Ģöyledir: Günümüzdeki ilkel toplumların, bize yararsız gelen av törenleri vardır;

kayalara oyulmuĢ tarihöncesi resimler hem sayıları, hem de mağaraların derinliklerindeki yerleriyle,

bize kullanım değerinden yoksun görünürler; bunların yaratıcıları da avcılardı; o halde bu resimler av

törenlerine hizmet ediyordu. Bu örtük savı açıklamak, tutarsızlığını anlamak için yeterlidir. Zaten bu

kanıtlama biçimi özellikle uzman olmayanlar arasında geçerlidir; (kültürlerin bütünlüğü olgusu

çiğnenerek sahte bilimsel bir tür yamyamlıkla her iĢe bulaĢtırılan) o ilkel toplumlar üzerine birinci

elden bilgi sahibi olan etnograflar ise, incelenen olgular içinde, söz konusu belgeler hakkında hiçbir

Ģeyin bir varsayım oluĢturmaya elvermediği görüĢünde birleĢirler. Burada mağara resimlerinden söz

ettiğimize göre, Güney Afrika'dakilerin (ki bazılarınca, yörenin yerlileri tarafından yeni yapılmıĢ

oldukları kabul edilmektedir) dıĢındaki "ilkel" sanatların, çağdaĢ Avrupa sanatından olduğu kadar

Mag-dalenyan ve Aurignasyan sanatlardan da uzak olduğuna dikkati çekeceğiz. Zira, tarihöncesi sanat

çarpıcı bir gerçekçilik sunarken, bu sanatlar aĢırı bir Ģekilsizliğe kadar giden, biçemlemenin çok

yüksek bir derecesiyle nitelenebilirler. Bu söz konusu dönem içinde Avrupa sanatının kökenini arama

isteğine de kapılabilinir; ancak bu da yanlıĢ olacaktır, çünkü paleolitik sanat aynı topraklarda aynı

özelliği taĢımayan farklı biçimler tarafından izlenmiĢtir; kendi öncellerinin eserlerinden habersiz ya da

bunlara kayıtsız ve her biri beraberinde karĢıt inançlar, teknikler ve biçimler getiren farklı

toplulukların, aynı toprak üzerinde birbirini izlediği düĢünüldüğünde, coğrafi sürekliliğin hiçbir Ģeyi

etkilemediği görülür. IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/32 Kolomb öncesi Amerika, keĢfin hemen öncesinde barındırdığı uygarlıklarla, Avrupa'nın neolitik

dönemini hatırlatır. Ancak incelenmeye baĢlandığında böyle bir benzerliğin söz konusu olmadığı

ortaya çıkar: Amerika'da geliĢme, oldukça kuraldıĢı bir yolla, hayvancılığın hemen hemen hiç

bilinmediği (ya da çok az bilindiği) bir dönemde tarım tarafından yönlendirilirken, Avrupa'da tarım ve

hayvanların evcilleĢtirilmesi baĢabaĢ geliĢir. Amerika'da taĢ alet kullanımı, zaman olarak Avrupa'da

madenciliğin baĢlangıcına denk düĢen bir tarım ekonomisi içinde sürüp gider. Örnekleri çoğaltmak gereksiz. Çünkü, kültürlerin zenginliğini ve özgünlüğünü tanımak ve bunları Batı

uygarlığından eĢitsizce geri kalmıĢ kopyalar durumuna indirgemek için yapılan giriĢimler çok daha

farklı ve çok daha büyük bir güçlükle karĢılaĢırlar: Genellikle (daha sonra yeniden ele alacağımız

Page 13: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Amerika'nın dıĢında) tüm toplumların yaklaĢık olarak aynı büyüklük düzenine sahip bir geçmiĢleri

vardır. Bugün geri olarak nitelendirilen bazı toplumların durumunu, yine geliĢmiĢ ya da ileri diye

adlandırılan diğer toplumların daha önceden katetmiĢ oldukları bir "aĢama" olarak ele alabilmek için,

bu ikinciler birtakım aĢamalar katederken ötekilerin hiçbir Ģey yapmadıklarını -ya da çok az Ģey

yaptıklarını- varsaymak gerekirdi. Ve gerçekten de, "tarihi olmayan toplumlar"dan (bazen de bunların

daha mutlu olduklarını söylemek için) söz edilir. Oysa bu eksiltili formül, söz konusu toplumların

tarihi olmadığını değil, sadece tarihlerinin bilinmediğini ve bilinmez kalacağını gösterir. Onlarca hatta

yüzlerce bin yıl boyu, oralarda da, seven, nefret eden, acı çeken, keĢfeden, savaĢan insanlar yaĢadı.

Gerçekte, çocuk halklar yoktur; çocukluk ve ergenliklerinin günlüğünü tutmamıĢ olanlar da dahil

olmak üzere, tüm halklar yetiĢkindir. KuĢkusuz, toplumların "geçmiĢ zamanı" farklı biçimlerde kullanmıĢ oldukları (ki bazılan için bunun

kaybedilmiĢ bir zaman olduğu) ve kimileri yol boyunca oyalanırken kimilerinin de hızla yollanna

devam ettikleri söylenebilirdi. Böylece, buradan da iki tür tarih ayrımına gelinirdi: keĢif ve icatları

büyük uygar- IRK VE TARĠH/33 lıklar kurmak için biriktiren, ilerleyici ve içerici bir tarih ve yine, belki aynı derecede etkin ve beceriyi

aynı oranda yapıta dönüĢtürebilen, fakat birincinin özelliği olan sentezleyici yetenekten yoksun bir

diğer tarih. Bu tarihte her yenilik, kendinden önceki benzer yönelimle yeniliklere ekleneceği yerde,

hiçbir zaman ilkellikten kurtulmasına izin vermeyecek değiĢken bir akıĢ içinde eriyip giderdi. Bu görüĢ bize, önceki paragraflarda çürüttüğümüz kolaycı bakıĢ açılarına oranla daha esnek ve daha

ayrıntılı görünüyor. Kültürlerin çeĢitliliğini yorumlama denememizde, bunların hiçbirine haksızlık

etmeden, bu görüĢe de yer verebileceğiz. Ancak oraya gelmeden önce, birkaç sorunu incelememiz

gerekiyor. Ġlerleme Kavramı Öncelikle, bakıĢ açısı veri alınan kültürün -bu hangisi olursa olsun- tarihsel olarak kendinden önce

geldiğini düĢündüğü toplumları, yani yaptığımız ayrımda ikinci grubu oluĢturan kültürleri

incelemeliyiz. Bunların durumları, geçen örneklerde gördüklerimizden daha karmaĢıktır. Çünkü, bir

evrim varsayımının -ki yeryüzünde birbirinden uzak çağdaĢ toplumları aĢama aĢama düzenlemek

amacıyla kullanıldığında son derece belirsiz ve zayıf kalır- burada çok zor tartıĢma götürdüğü ve aynı

zamanda olgular tarafından da dolaysızca doğrulandığı görülmektedir. Arkeolojinin, prehistoryanın,

paleontolojinin tanıklıklarıyla, Avrupa kıtasında, önce çakmaktaĢından kabaca yontulmuĢ aletler

kullanan Homo cinsinin farklı türlerinin yaĢadığını; bu ilk kültürleri, taĢı daha ustaca yontan ve sonra

beraberinde cila yapıp, kemik ve fildiĢini iĢleyen kültürlerin izlediğini; daha sonra, belli evrelere

ayırabileceğimiz, madenciliğe kadar uzanan, çömlekçilik, dokumacılık, tarım ve hayvancılığın ortaya

çıktığını biliyoruz. Bu halde, birbirini izleyen bu biçimler kimileri üstün, kimileri aĢağı olmak üzere

bir evrim ve bir ilerleme doğrultusunda IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/34 sıralanmaktadırlar. Fakat, eğer bu doğruysa, acaba söz konusu ayrımlar, bizim aralarında benzer

farklılıklar sergileyen çağdaĢ biçimleri ele alma yöntemimizi, kaçınılmaz olarak etkilemezler mi? Bu

yeni dolambaçlı yolla birlikte, önceden vardığımız sonuçlar yeniden sorgulanmak durumuyla

karĢılaĢıyor. Ġnsanlığın, baĢlangıcından beri yaptığı ilerlemeler o denli belli ve o denli açıktır ki, bunları tartıĢmak

için yapılacak her giriĢim sonunda gelip bir retorik çalıĢmasına dayanacaktır. Ancak yine de, bunları

düzenli ve sürekli bir dizi içinde sıralamak sanıldığı kadar kolay değildir. Bundan yaklaĢık elli yıl

kadar önce,, bilim adamları bu ilerlemeleri kafalarında canlandırmak için son derece basit Ģemalardan

yararlanıyorlardı: Yontma TaĢ Çağı, Cilalı TaĢ Çağı, Bakır, Bronz ve Demir Çağları. Bu tümüyle basit

bir yöntemdir. Biz bugün, taĢın cilalanması ve yontulmasının kimi kez yan yana yeraldığını

düĢünüyoruz; ikinci teknik birinciyi tamamen gölgede bıraktığında, bu, bir önceki aĢamada kendili-

ğinden ortaya çıkmıĢ bir teknik ilerlemenin sonucu değil, fakat gerçekte, ayni dönemde yer almıĢ ve

kuĢkusuz daha çok "ilerlemiĢ" diğer uygarlıkların sahip oldukları metal silah ve aletleri taĢtan taklit

etme eğiliminin sonucudur. Buna karĢılık, salt "Cilalı TaĢ Çağı"na ait olduğu sanılan çömlekçilik, bazı

Kuzey Avrupa bölgelerinde Yontma TaĢ'a kadar gitmektedir. Sadece paleolitik denen Yontma TaĢ Çağı ele alındığında bile, daha birkaç yıl önce, söz konusu

yontma tekniğinin farklı biçimlerinin -sırasıyla "çekirdek", "kopuntu" ve "kesici" iĢle-yimleri

niteleyen- aĢağı paleolitik, orta paleolitik, yukarı paleolitik diye adlandırılan üç aĢamalı bir tarihsel

Page 14: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

ilerlemeye denk düĢtüğü düĢünülüyordu. Bugün, tek yönlü bir ilerlemenin aĢamalarını değil, durağan

olmayan ve çok karmaĢık, değiĢik ve dönüĢümlere bağlı bir gerçekliğin görünümlerini -ya da bizim

dediğimiz gibi yüzlerini- oluĢturan bu üç biçimin bir arada varolduğu kabul ediliyor. Gerçekten de,

daha önce sözünü ettiğimiz ve geliĢmesi M.Ö. iki yüz elli ile yetmiĢinci binyıllar arasında yer alan

Levalozyan yontma tekniğinde, iki yüz kırk beĢ ile iki yüz altmıĢ beĢ bin yıl sonra, ancak neolitik

dönemin sonla- IRK VE TARĠH/35 rında ortaya çıkması gereken ve bugün bile onu yeniden üretmekte çok zorlanacağımız bir yetkinlik

düzeyine eriĢilmiĢtir. Ġki süreç arasında karĢılıklı hiçbir bağlantı kurulamasa bile, kültürler için doğru olan her Ģey ırklar

konusunda da doğrudur: Avrupa'da Neandertal insan, Homo sapiens'in en eski biçimlerinden önce

gelmedi; tersine bunlar onların çağdaĢları, belki de öncelleriydiler. Ve Güney Afrika'nın "pigme"leri

Çin ve Endonezya'nın "dev"leri, vb. gibi insanımsıların en değiĢik tiplerinin, aynı bölgede olmasa bile

aynı zaman içinde birlikte varoldukları reddedilmemektedir. Bir kez daha tekrarlayalım ki, bütün bu söylediklerimiz insanlığın ilerleme gerçeğini yadsımıyor,

tersine bizi bu gerçekliği daha temkinli kavramaya davet ediyor. Tarihöncesi ve arkeolojik bilgilerin

geliĢimi, bizim zaman içinde art arda dizilmiĢ olarak düĢünmeye zorlandığımız uygarlık biçimlerini

alan içinde sergilemek eğilimindedir. Bu iki Ģeyi ifade eder: Öncelikle, "ilerleme" (eğer bu terim hâlâ

daha önce uyguladığımızdan çok farklı bir gerçekliği belirtmeye uygunsa) ne kaçınılmazdır, ne de

süreklidir; atlamalar, sıçramalar ya da biyologların dediği gibi mütasyonlardan kaynaklanır. Bu atlama

ve sıçramalar sadece daha ileri doğru ve sürekli aynı yönde olmazlar; yön değiĢtirerek giderler, bunu

çeĢitli yönlere hamle olanakları bulunan, ancak bunların hiçbiri aynı yönde olmayan satrançtaki ata

benzetebiliriz. Ġlerlemekte olan insanlık, her bir yeni hareketiyle onun için artık tırmanılmıĢ olan

basamaklara yeni basamaklar ekleyen, merdiven çıkmakta olan bir adama pek benzetilemez; bu ilerle-

me daha çok, zar atmakta olan ve Ģansı zarların üzerine dağılmıĢ bir oyuncuyu hatırlatır, her atıĢında,

zarların masanın üzerine farklı birleĢimlerde saçıldığını görür. Birinde kazanılan, sürekli öbüründe

kaybedilir ve tarih sadece zaman zaman birikimseldir, yani kısacası sonuçlar uygun bir birleĢim

oluĢturmak için toplanırlar. Söz konusu birikimsel tarihin, salt bir uygarlığa ya da tarihin belli bir dönemine özgü olmadığının en

inandırıcı örneği Amerika'dır. Bu uçsuz bucaksız kıta, insanın geliĢini büyük bir IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 36 olasılıkla M.Ö. yirminci binyıldan önce, kuĢkusuz son buzullar sayesinde Bering boğazını geçen

küçük göçebe topluluklarda görmüĢtür. Yirmi ile yirmi beĢinci binyılda, yeni bir doğal çevrenin

kaynaklarını tepeden tırnağa tarayarak, kendi yiyecek, zehir ve ilaçları için en çeĢitli bitki türlerini

(birçok hayvan türüyle birlikte) evcilleĢtiren ve -hâlâ çok gariptir- manyok gibi zehirli maddeleri temel

gıda maddesine veya diğerlerini uyarıcı ya da uyuĢturucuya dönüĢtüren; hayvan türleri üzerindeki

farklı etkilerine göre yine birçok zehir ve uyuĢturucuyu düzenleyen; dokumacılık, seramik ve değerli

metal iĢçiliği gibi zanaatleri doruk noktasına vardıran bu insanlar, birikimsel tarihin dünyadaki en

ĢaĢırtıcı gösterilerinden birini baĢarmıĢlardır. Bu müthiĢ eserin değerini anlamak için, Amerika'nın

Eski Dünya uygarlıklarına katkısını ölçmek yeterlidir. En baĢta, kuĢkusuz çeĢitli kullanımlarıyla Batı

kültürünün dört temel direğini oluĢturan patates, kauçuk, tütün ve koka (modern anestezinin temeli);

belki de, daha Avrupa gıda düzeninde yaygınlaĢmadan önce, Afrika ekonomisinde devrim yapan mısır

ve yerfıstığı; ve sonra kakao, vanilya, domates, ananas, biber, fasulyenin, pamuğun ve kabakgillerin

birçok türü. Ve yine, aritmetiğin ve dolaylı olarak modern matematiğin temeli olan sıfır, Hintli

bilginlerin bulmasından -ki Avrupa'ya da bunlardan Araplar aracılığıyla gelmiĢtir- en az beĢ yüz yıl

önce Mayalar tarafından biliniyor ve kullanılıyordu. Kullandıkları takvimin, aynı devirde Eski

Dünya'da kullanılandan daha doğru olması belki de bu nedenledir. Ġnkalar'ın siyasal düzeninin

toplumcu mu totaliter mi olduğu konusu üzerine çok yazılıp çizildi. ġu bir gerçek ki, Ġnka, Avrupa'nın

yaĢadığı aynı tip olayları yüzyıllarca önce yaĢıyor ve çok daha modern formüller kullanıyordu. Ok

zehiri konusuna son zamanlarda yeniden uyanan ilgi, Amerikalı yerlilerin dünyanın diğer bölgelerinde

kullanılmayan birçok bitkisel maddeye uygulanan bilimsel bilgilerinin, gerektiğinde daha hâlâ birçok

katkılar sağlayabileceğini göstermektedir. IRK VE TARĠH/37 Dural Tarih, Birikimsel Tarih Geçen bölümdeki Amerikan örneği tartıĢması bizi "dural tarih" ve "birikimsel tarih" farklılığı

Page 15: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

konusundaki düĢüncemizi geliĢtirmeye yöneltmelidir. Birikimsel tarihi Amerika'ya özgü bir Ģey olarak

kabul ediyorsak, bu onu, gerçekten de yalnızca bu kültürden aldığımız, ya da bizimkilere çok

benzeyen birtakım katkıların yaratıcısı olarak görmemizden değil midir? Peki kendine özgü değerler

geliĢtirmeye özen gösteren bir uygarlığın söz konusu özdeğerlerinin hiçbirisi, gözlemcinin kendi

uygarlığının dikkatini çekecek nitelikte olmadığında, durumumuz ne olacaktır? Bu gözlemci söz

konusu uygarlığı, "dural" diye nitelemek zorunda kalmayacak mıdır? BaĢka bir deyiĢle, iki tarih biçimi

arasındaki ayrım, bu ayrımın uygulandığı kültürlerin içsel doğasından mı kaynaklanmakta, yoksa

bizim farklı bir kültürü değerlendirirken sürekli kullandığımız halk-merkezci bakıĢ açısından mı ileri

gelmektedir? O zaman bizimkine benzer yönde geliĢen, yani geliĢimi bize göre anlam yüklü olan her

kültürü birikimsel kabul ederdik. Bunun dıĢındaki diğer kültürler de, gerçekten dural olduklarından

değil, geliĢme çizgileri bizim için bir anlam taĢımadığından, kullandığımız baĢvuru sistemlerinin

sınırları içinde ölçülebilir olmadıklarından, bize dural görünürlerdi. Durumun böyle olduğu -kendi toplumumuzdan farklı olanlan değil, onun içinde yer alan toplumları

nitelemek için- iki tarih arasındaki aynmı uyguladığımız koĢulları kısaca incelediğimizde, açıkça

ortaya çıkar. Bu sanıldığından çok daha sık görülen bir uygulamadır. YaĢlılar, gençlik yıllarını

birikimsel tarih olarak kabul ederken, yaĢlılıklarında akıp geçen tarihi dural görürler. Ġçinde etkin

olarak yer almadıkları, hiçbir rol oynamadıkları bir çağın onlar için hiçbir anlamı yoktur: Bu çağda

hiçbir Ģey olmamakta ya da olanlar gözlerine hep olumsuz Ģeyler gibi görünmektedir; oysa bu sırada,

torunları bu dönemi dedelerinin artık unutmuĢ oldukları büyük bir coĢkuyla yaĢamaktadırlar. Bir

siyasal düzenin muhalifleri varolan düzeni gönüllü olarak kabul

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/38 etmezler; onu toptan mahkûm edip, sanki yaĢanan dönem koskoca bir araymıĢ da bunun sonunda

yaĢam yeniden baĢlayacakmıĢ gibi, tarihin dıĢına atarlar. Bunun yanında, iktidardakilerin aygıtın

iĢleyiĢine daha yakından ve daha yüksek bir düzeyde katıldıkları sürece tam tersini düĢündüklerini

görürüz. Bir kültürün ya da bir kültürel sürecin tarihselliği ya da kesin konuĢursak olay zenginliği

bunların içsel özelliklerine değil; bizim onlara bağlı çıkarlarımızın çeĢitliliği ve çokluğuna,

karĢılarındaki durumumuza bağlıdır. Ġlerleyen kültürlerle dural kültürler arasındaki karĢıtlığın, öncelikle bir odaklama farkından doğduğu

görülmektedir. Odaktan belirli bir uzaklıkta "yerini alan" mikroskopV gözlemciye, odağın berisine ya

da ötesine yerleĢtirilmiĢ cisimler -uzaklık sadece milimetrenin yüzde biri olsa bile- belirsiz ve bulanık

görünebilecekleri gibi, hiç görünmeyebilirler de: Çünkü hep "oradan" bakılır. Bir baĢka karĢılaĢtırma,

aynı yanılsamayı ortaya koyma olanağı veriyor; bu, görelilik kuramının ilk nüvelerini açıklamak için

kullanılan karĢılaĢtırmadır. Cisimlerin hareketlerindeki boyut ve hızın mutlak değerler olmadığını,

tersine bunların, gözlemcinin durumuna bağlı olduklarını göstermek amacıyla trenin penceresinden

bakan bir yolcu için, diğer trenlerin hız ve uzunluklarının gitmekte oldukları yöne göre değiĢtiği

hatırlatılır. Bu hayali yolcu, içinde bulunduğu trene ne kadar bağlıysa; herhangi bir kültürün her üyesi

de kendi kültürüne, sıkı bir Ģekilde o kadar bağlıdır. Zira, doğduğumuz günden beri, bilinçli ya da

bilinçsiz binbir yolla çevremiz birtakım değer yargılarına, güdülenmelere, (verilen eğitim yoluyla

benimsediğimiz, uygarlığımızın tarihsel oluĢumunun düĢünsel bakıĢını içeren) ilgi merkezlerine

dayanan, karmaĢık bir baĢvurular sistemini, sanki bunlar olmaksızın bu uygarlık düĢünülemezmiĢ ya

da gerçek davranıĢlarla çeliĢirmiĢ gibi, zorla kafamıza sokar. Bu baĢvurular sistemine tamı tamına

uyarak hareket ederiz, kendi dıĢımızdaki kültürel gerçeklikleri ise ancak bu kültürler sistemimizin

kalıplarını bozdukları ölçüde (onları görmemizi olanaksız kılacak derecede aĢırıya kaçmadığı

durumlarda) gözlemleyebiliriz. IRK VE TARĠH/39 "Devingen kültürler" ile "durağan kültürler" arasındaki ayrım, çok geniĢ ölçüde aynen yolcumuza

hareket halindeki bir treni hareketli ya da hareketsiz gösteren, içinde bulunulan durumun farklılığı ile

açıklanır. Aynı Ģekilde, Einstein'ınkinden daha farklı ve hem fiziksel bilimlere hem de sosyal bilimlere

uygulanabilecek (ikisinde de her Ģey bakıĢık fakat ters bir Ģekilde oluyor gibidir), genelleĢtirilmiĢ bir

görelilik kuramı formüle etmeye çalıĢacağımız gün -ki Ģimdilik uzak olsa da, geleceği kesindir-önemi

bütünüyle ortaya çıkacak bir farklılığın olacağı doğrudur. Maddi dünyanın gözlemcisine durağan

görünenler, yolcu örneğinin gösterdiği gibi, kendisininkiyle aynı yönde geliĢen sistemlerken, daha

hızlı görünenler farklı yönlerde geliĢenlerdir. Kültürler için durum tam tersinedir, bize daha etkin

Page 16: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

görünen kültürler, bizimkiyle aynı yönde hareket eden kültürler, dural görünenler ise yönleri

bizimkinden ayrılanlardır. Fakat insan bilimlerinde, hız etkeninin sadece eğretilemen" bir değeri

vardır. KarĢılaĢtırmanın geçerli olabilmesi için, hız etkeninin yerini bilgi ve anlam almalıdır.

Bizimkine koĢut hareket eden ve hızı hızımıza yakın olan bir tren üzerine (yolcuların yüzlerini

incelemek, onları saymak, vb. gibi), bizi hızla geçen ya da bizim onu hızla geçtiğimiz, veya farklı

yönde hareket ettiği için daha kısa olduğunu düĢündüğümüz bir trene oranla daha çok bilgi

biriktirmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Sonuçta, o denli hızla geçmektedir ki, bize sadece hiçbir

belirtinin (hatta hızın bile) fark edilmediği, belirsiz bir izlenim kalır; bu da görüĢ alanındaki anlık bir

bulanıklıktan baĢka bir Ģey değildir, hiçbir anlam göstermemektedir artık. Bu halde, bana öyle geliyor

ki, görünür hareketin maddi kavramıyla, fiziğe, psikolojiye, sosyolojiye aynı derecede bağlı olan bir

baĢka kavram arasında bir iliĢki vardır: Bu da, karĢılıklı kültürlerinin az ya da çok, çeĢitliliklerine

bağlı olarak, kiĢiler ya da topluluklar arasında birinden ötekine "geçmeye" elveriĢli bilgi miktarıdır. Bir kültürü, devinimsiz ya da dural diye nitelemeye her giriĢtiğimizde, bu görünen hareketsizliğin söz

konusu kültürün gerçek özgünlüklerine iliĢkin (bilinçli ya da bilinçsiz) bilgisizli- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/40 ğimizden kaynaklanıp kaynaklanmadığını ve bizimkinden farklı ölçütlere sahip bu kültürün -

ilgilendiğimiz sürece- aynı yanılsamanın kurbanı olup olmadığını düĢünmeliyiz. BaĢka bir deyiĢle,

sadece ve sadece benzeĢmememizden ötürü, karĢılıklı olarak birbirimize özgünlükten yoksun

görünebiliriz. Ġki, üç yüzyıldan bu yana, Batı uygarlığı insan kullanımına gittikçe daha güçlü mekanik olanaklar

sunmaya yönelmiĢtir. Eğer bu ölçüt benimsenirse toplumların geliĢme dereceleri kiĢi baĢına düĢen

enerji miktarıyla ölçülecektir. Bu durumda da Kuzey Amerika'daki biçimiyle Batı uygarlığı baĢ sırayı

alacak, bunu Avrupalı, Sovyet ve Japon toplumları izlerken, en geride hemen belirsizleĢiverecek bir

sürü Asyalı ve Afrikalı toplum kalacaktır. Oysa, "azgeliĢmiĢ" ya da "ilkel" diye adlandırdığımız bu

yüzlerce hatta binlerce toplum, az önce örneklediğimiz Ģekilde incelendiğinde (ki bu inceleme

yöntemi, söz konusu geliĢme çizgisi bu toplumlarda bulunmadığından ya da yeri çok ikincil

olduğundan, onları nitelendirmeye yeterli değildir) belirsiz bir bütünün içinde eriyip gitmelerine

karĢın, gerçekte birbirlerinin aynısı değildirler; birbirlerinin karĢıt uçlarında yer alırlar. ġu halde

seçilen bakıĢ açısına göre farklı sınıflamalara varılacaktır. Eğer ölçüt, en zorlu coğrafi bölgelerin insan egemenliği altına alınması olsaydı, hiç Ģüphe yok ki, bir

taraftan Eskimolar, diğer taraftan Bedeviler baĢ sırayı kaparlardı. Hindistan hiçbir kültürün

eriĢemediği felsefi, dinsel bir sistem, Çin ise özgün bir yaĢam biçimi geliĢtirmiĢ, sonuçta her ikisi de

nüfussal dengesizliğin psikolojik sonuçlarını en aza indirgemeyi baĢarmıĢlardır. Bundan on üç yüzyıl

önce Ġslam, Batı dünyasının ancak çok kısa bir süre önce Marksist düĢüncenin bazı yanlarıyla ve

çağdaĢ etnolojinin doğmasıyla bulduğu, insan yaĢamının tüm yapılarının (teknik, ekonomik,

toplumsal, ruhsal) dayanıĢmasını içeren bir kuram oluĢturdu. Bu kâhince görüĢün, Araplar'a Ortaçağ

düĢünce yaĢamında ne denli üstün bir yer sağladığı biliniyor. Makinelerin efendisi Batı, en yetkin

makinenin -ki bu da insan vücududur- kaynakları ve kullanımı üstüne ancak çok basit bilgilere sa-

hiptir. Buna karĢın, Doğu ve Uzak Doğu, doğasalla ruhsal ara- IRK VE TARĠH/41 sındaki bağlantı konusunda olduğu gibi bu alanda da Batı'dan binlerce yıl öndedir; Hindistan'ın yogası,

Çinlilerin soluk alma teknikleri ya da eski Maoriler'in iç cimnastiği gibi çok büyük kuramsal ve

uygulamalı bütünlükler yaratmıĢlardır. Çok kısa bir süredir gündemde olan topraksız tarım tekniği,

dünyaya denizcilik sanatını öğretmiĢ ve düĢünülemeyecek düzeyde özgür ve verimli bir toplumsal ve

ruhsal yaĢam biçimi ortaya koyarak 18. yüzyılda dünyayı altüst etmiĢ birtakım Polinezyalı halklar

tarafından yüzyıllar boyunca uygulanmıĢtır. Ekonomik düzeyde geri kalmıĢ Avustralyalılar, aile ve toplum grupları arasındaki iliĢkilerin uyumuna

ve ailenin örgütlenmesine iliĢkin konularda insanlığın geri kalan kısmına oranla o denli ileridirler ki,

onların bilinçli ve düĢünülmüĢ bir Ģekilde özümledikleri kurallar sistemini anlamak için modern

matematiğin en ince biçimlerine baĢvurmak gerekir. Evlilik bağlarının bir kanaviçe oluĢturduğunu ve

diğer toplumsal kurumların bu kanaviçe üzerindeki iĢlemelerden baĢka bir Ģey olmadıklarını gerçekten

keĢfeden de onlardır. Çünkü ailenin oynadığı rolün sınırlanma eğiliminde olduğu modern toplumlarda

bile bu bağların yoğunluğu daha az değildir; sadece daha dar bir çerçeveyle sınırlanmıĢtır. Bu

çerçevenin ötesinde, diğer ailelerle baĢka türden iliĢkiler aile bağlarının yerini almaktadır. Ailelerin iç

evlilikler yoluyla birbirine eklemlenmesi, toplumsal yapıyı ayakta tutan ve onun esnekliğini sağlayan

Page 17: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

birer menteĢe gibi geniĢ birleĢim noktaları oluĢturur. Avustralyalılar, hayran olunacak bir bilinçlilikle

bu iĢleyiĢin kavramını oluĢturdular ve her birinin yarar ve sakıncaları ile birlikte bu iĢleyiĢi hayata

geçirecek temel yöntemlerin dökümünü yaptılar. Aynı zamanda görgül gözlemleme düzeyini de aĢarak

sistemi yöneten matematiksel yasaları öğrenmeyi baĢardılar. Onları sadece her türden genel

sosyolojinin kurucuları olarak değil, aynı zamanda sosyal bilimlere ölçüyü gerçek anlamda ilk

sokanlar olarak görmek bir abartma olmayacaktır. Malinezyalılar'ın estetik buluĢlarının zenginliği ve yılmazlığı -ruhun bilinçsiz etkinliğinin en karanlık

ürünlerini toplumsal yaĢama sokmadaki yetenekleri- insanın bu yönde ulaĢtığı en

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/42 yüksek doruklardan biridir. Afrika'nın katkısı daha karmaĢık, fakat öte yandan da daha karanlıktır.

Çünkü bu kıtanın Eski Dünya'da oynadığı rol, yani bütün etkilerin yeniden yola koyulmak ya da

yedekte çökelmek için kaynaĢtıkları, ama her durumda yeni biçimlere dönüĢtükleri kültürel bir eritme

potası özelliği, ancak yakın bir tarihte sorgulanmaya baĢlanmıĢtır. Ġnsanlık için önemi bilinen Mısır

uygarlığı, ancak Asya ve Afrika'nın ortak bir yapıtı olarak bakıldığında anlaĢılabilir. Eski Afrika'nın

büyük siyasal sistemleri, hukuksal kurumları, Batılılar'dan uzun süre saklı kalan felsefi öğretileri,

plastik sanatları ve müziği -ki her anlatım biçiminin sunduğu olanakları yöntemsel olarak araĢtırır-

olağanüstü verimli bir geçmiĢin belirtileridir. Üstelik bu geçmiĢ eski bronz ve fildiĢi iĢleme

tekniklerinin eĢsizliğiyle de (Batı'nın aynı dönemde yaptıklarını hayli aĢmıĢtır) doğrulanmaktadır.

Amerika'nın katkısından daha önce söz etmiĢtik, tekrar dönmek gereksiz. Zaten dikkatimizi yoğunlaĢtırmamız gereken Ģey bu parçalar halindeki katkılar da değildir, çünkü bu

tek tek parçalar.bizi iki bakımdan yanlıĢ olan, sanki bir Arlequin giysisi gibi [yamalardan - ç.n.]

oluĢmuĢ bir dünya uygarlığı düĢüncesine sürükleyebilir. Bütün kâĢiflerden çok söz edildi: Yazı için

Fenikeliler; kâğıt, barut, pusula için Çin; cam ve çelik için Hintliler. Bu öğeler her kültürün, onları bir

araya getirme, içinde barındırma ya da dıĢlama yönteminden daha önemsizdir. Her kültürün özgün-

lüğü, yaklaĢık tüm insanlar için aynı olan sorunları kendine özgü yöntemlerle çözmesinden,

değerlerine kendine özgü görünümler kazandırmasından kaynaklanır. Çünkü istisnasız tüm insanlar bir

dile, teknik becerilere, sanata, bilimsel türden bilgilere, dinsel inançlara, toplumsal, ekonomik ve

siyasal örgütlenmeye sahiptirler. Ancak bu değiĢik öğelerin ölçüsü her kültürde asla aynı değildir ve

çağdaĢ etnoloji birbirinden farklı özelliklerin bir dökümünü yapmak yerine, bu farklı seçimlerin gizli

kökenlerini ortaya çıkarmaya çalıĢmaktadır. IRKVETARĠH/43 Batı Uygarlığının Yeri Böylesi bir kanıtlamaya, kuramsal yapısı nedeniyle karĢı çıkılabilir. Öte yandan soyut bir mantıkla,

kendinden uzaklaĢması olanaksız olduğundan hiçbir kültürün, diğer bir kültür üzerinde doğru bir

yargıya varamayacağı ve bu yüzden de yapacağı değerlendirmenin zorunlu olarak bir göreciliğe tutsak

olacağı öne sürülebilir. Ama çevrenize bir bakın; bir yüzyıldır dünyada neler olduğuna dikkat edin, o

zaman tüm kurgularınız geçersiz kalacaktır. Kendi içine kapanıp kalmamıĢ bütün uygarlıklar, birbiri

ardınca, aralarından birinin, Batı uygarlığının üstünlüğünü kabul ediyorlar. Bütün dünyanın yavaĢ

yavaĢ onun tekniklerini, onun yaĢam biçimini, onun eğlencelerini ve hatta giysilerine kadar her Ģeyini

benimsemeye çalıĢtığını görmüyor muyuz? Diyojen'in hareketi yürürken tanıtladığı gibi, kültürlerin

yürüyüĢü de (Asya'nın geniĢ kitlelerinden, Brezilya ya da Afrika'nın balta girmemiĢ ormanlarında

kaybolmuĢ kabilelere kadar) tarihte eĢi benzeri görülmemiĢ ortak bir katılımla, bir uygarlığın diğer

bütün uygarlıklardan üstün olduğunu tanıtlamıĢtır. "AzgeliĢmiĢ" ülkelerin uluslararası oturumlarda

kınadıkları, diğer ülkelerin onları BatılılaĢtırmaları değil, tam tersine onlara BatılılaĢma olanaklarını

hemen sağlayamamıĢ olmalarıdır. Burada tartıĢmamızın en hassas noktasına değiniyoruz. Kültürlerin özgünlüklerini bizzat kendilerine

karĢı savunmayı istemek hiçbir Ģeye yaramayacaktır. Üstelik, etnologun Batı uygarlığının

evrenselleĢmesi gibi bir olaya kesin bir değerlendirme getirmesi birçok nedenden ötürü son derece

güçtür. Bu nedenlerden birincisi, böyle dünya çapında bir uygarlığın büyük bir olasılıkla tarihteki

Page 18: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

biricik olgu olmasıdır; ya da en azından dünya çapında baĢka uygarlıklar ancak hakkında hemen

hemen hiçbir Ģey bilmediğimiz uzak tarihöncesinde aranabilir. Ġkincisi ise, söz konusu olgunun

doğruluğu üzerinde büyük bir belirsizliğin hüküm sürmesidir. Batı uygarlığının yüz elli yıldır, gerek

tümüyle, gerekse sanayileĢme gibi birtakım anahtar öğeleriyle IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/44 dünyaya yayılma eğiliminde olduğu gerçektir. Ve yine gerçektir ki, diğer kültürler kendi geleneksel

miraslarından birtakım Ģeyleri korumaya çalıĢtıklarında, Batı'nın söz konusu eğilimi genel olarak

yalnızca üstyapılara, yani en dayanıksız olanlarına (ki gerçekleĢtirilen köklü dönüĢümlerle bu

kalıntıların da siliniverip gideceği düĢünülebilir) yönelik olmaktadır. Fakat olay halen sürüyor ve nasıl

sonuçlanacağını bilemiyoruz. Rus ya da Amerikan değiĢkeleriyle birlikte tam bir BatılılaĢma'yla mı

son bulacaktır bu gidiĢ? Ġslam dünyası, Hindistan ve Çin için olası göründüğü gibi bağdaĢtırıcı

biçimler mi ortaya çıkacaktır? Yoksa hareket Ģimdiden doruk noktasına varmıĢtır da kendini, varolu-

Ģunu sağlayan iç mekanizmalarıyla çeliĢik bir fiziksel yayılmaya kaptırması pek yakın olan Batı

uygarlığı, tarihöncesi yaratıklar gibi yokolup gidecek midir? Bütün bu kuĢkuları da göz önünde

bulundurarak, hepimizin gözü önünde geliĢen ve bilinçli ya da bilinçsiz görevlileri, yardımcıları ya da

kurbanları olduğumuz süreci değerlendirmeye çalıĢacağız. Batı yaĢam biçiminin (ya da onun bazı yönlerinin) benimsenmesinin kendiliğinden olmadığına (ki

Batılılar kendiliğinden olduğuna inanmak isterler) dikkati çekmekle iĢe baĢlayacağız. Bu benimseme,

özgürce verilmiĢ bir karardan çok, bir seçenek eksikliğinden ileri gelir. Batı uygarlığı, askerlerini,

ticari temsilciliklerini, tarımsal iĢletmelerini, misyonerlerini tüm dünyaya yerleĢtirmiĢtir. Dolaylı ya da

dolaysız bir biçimde, değiĢik renkli toplulukların yaĢamına müdahale etmiĢtir. Bu toplulukların ge-

leneksel yaĢam biçimlerini gerek kendininkini kabul ettirerek, gerekse yerine hiçbir Ģey koymaksızın

varolan çerçevelerin yokolmasına yol açacak koĢullar düzenleyerek, tepeden tırnağa altüst etmiĢtir.

Dolayısıyla, boyun eğdirilmiĢ ya da düzeni bozulmuĢ halkların kendilerine sunulan yeni çözümleri

kabul etmekten baĢka yapacak Ģeyleri kalmıyordu; ya da eğer buna henüz hazır değillerse, onlara, aynı

alanda savaĢmak üzere yeteri kadar yaklaĢmayı ummaktan baĢka bir Ģey yapamıyorlardı. Güçler

dengesinde böylesi eĢitsizlikler olmadığında, toplumlar öyle kolaylıkla teslim olmazlar.

Weltanschauung'lan (dünya görüĢleri) IRK VE TARĠH/45 özellikle, etnolog Curt Nimuendaju'nun kendini benimsetmeyi bildiği, Doğu Brezilya'nın yoksul

kabilelerininkine yakındır. Yerliler, Curt Nimuendaju'nun uygar yerlerde kalıp tekrar kendi aralarına

dönmesinden sonra, her seferinde, onun yaĢamaya değer tek yer olan kendi köylerinden uzaktayken

çektiği acıları düĢünüp, acıyarak ağlarlardı. Bununla birlikte, bu kuĢkuyu dile getirerek sadece sorunun yerini değiĢtirmiĢ olduk. Batı'nın üstünlüğü

gönül rızasıyla kabullenilmiĢ değilse eğer, onu oluĢturan ve bu rızayı zorla elde etmesine olanak veren,

tam da bu en büyük enerji miktarına sahip olması olgusu değil midir? Burada konunun özüne geliyo-

ruz; çünkü bu güç dengesizliği artık yukarıda sözünü ettiğimiz benimsemenin olguları gibi ortak

özellikten doğmamaktadır. Bu sadece nesnel nedenlerle açıklanabilecek nesnel bir olaydır. Burada uygarlıkların felsefesine giriĢmemiz söz konusu değil. Batı uygarlığının öğrettiği değerlerin

doğası üzerine ciltler boyu tartıĢılabilir. Fakat biz sadece, en az tartıĢılmıĢ ve en belirgin olanlarını ele

alacağız. Öyle görünüyor ki bu değerler iki ana baĢlığa indirgenmekte; Batı uygarlığı bir yandan,

Leslie White'ın deyimiyle, sürekli kiĢi baĢına düĢen enerji miktarını artırmaya, diğer yandan da insan

yaĢamını korumaya ve uzatmaya çaba harcıyor. Aslında kısacası, enerji miktarı, mutlak değerde,

bireyin varoluĢu ve katkısıyla büyüyebileceğinden, ikinci yön birincinin bir kipidir. Gereksiz bir

tartıĢmayı önlemek için hemen belirtmeliyiz ki bu temel özelliklerin yanı sıra bir tür fren iĢlevi gören

dengeleyici olgular da bulunmaktadır: Dünya savaĢlarının yol açtığı büyük katliamlara, kullanılabilir

enerjinin bireyler ve sınırlar arasında yeniden dağılımını düzenleyen eĢitsizliklere böyle bakılabilir. Bunu ortaya koyduktan hemen sonra, belki de güçsüzlüğünden kaynaklanan tekelci bir anlayıĢla

kendini söz konusu uğraĢlara veren Batı uygarlığının, bu anlamda çaba harcayan tek uygarlık

olmadığını görüyoruz. En eski çağlardan beri tüm toplumlar bu yönde hareket etmiĢlerdir. Bu alanda

en kesin ilerlemeleri sağlayanlar da bugünün "yaban" halklarıyla eĢdeğerde göreceği- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 46 miz son derece uzak ve eskil toplumlardır. Bugün uygarlık diye adlandırdığımız Ģeylerin büyük bir

bölümünü de halen bunlar oluĢturmaktadır. Neolitik devrim diye adlandırılan tarım, hayvancılık,

çömlekçilik, dokumacılık gibi büyük buluĢlara, hiç abartmasız, halen bağımlı durumdayız. Sekiz yüz

Page 19: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

ya da on bin yıldan bu yana tek yaptığımız bu "uygarlık sanatlarını" geliĢtirmektir. ġurası da bir gerçek ki, bazı kafa yapılarının, insanlığın "barbar" döneminde gerçekleĢtirdiklerini

rastlantı sonucu ya da kısacası çok az bir çabanın ürünü olarak değerlendirirken, gerçek çaba,(zekâ ve

imgelem yetilerini salt son dönemlerin buluĢlarına değer gören cansıkıcı bir eğilimleri vardır. Bu

sapma bize son derece önemli ve son derece yaygın göründüğünden ve aynı zamanda kültürler arası

iliĢkiye doğru bir bakıĢı engelleyecek bir yapıda olduğundan, söz konusu sapmanın tümüyle.dağıtılma-

sını vazgeçilmez bir gereklilik olarak görüyoruz. Rastlantı ve Uygarlık Etnoloji kitaplarında -üstelik en düzeysizlerinde de değil- insanın ateĢi rastlantısal bir yıldırım ya da

bir çalılık yangını sonucu öğrendiğini; böylesi durumlarda kazayla kızarmıĢ bir av hayvanini

bulmasıyla yiyeceklerini piĢirmeye baĢladığını; çömlekçiliği buluĢunun ocak yakınında unutulmuĢ bir

kil topağı sonucu olduğunu okuruz. Neredeyse insanın önce, buluĢların tıpkı meyve ve çiçekler gibi

toplandığı bir çeĢit teknolojik altın çağda yaĢadığı söylenecek. Bu durumda da emeğin yorgunlukları

ve üstün yeteneğin esinleri çağdaĢ insana saklanmıĢ olacak. Bu saf bakıĢ açısı, en basit tekniklerin bile ne denli karmaĢık ve çeĢitli iĢlemleri olduğunun

bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Yontma taĢtan bir alet yapabilmek için taĢa parçalayıncaya

kadar vurmanın yeterli olmadığı, tarih öncesi aletlerin bazıları yeniden yapılmak istendiğinde çok iyi

anlaĢıldı. Böy- 1RK VE TARĠH /47 lece -ve aynı zamanda bu teknikleri halen kullanmakta olan yerliler gözlemlenerek- kimi zaman,

darbeyi ve yönünü kontrol etmek için dengeli çekiçler, titreĢimin çatlamaya yol açmasını önlemek için

etkiyi yumuĢatıcı aygıtlar gibi, gerçek "yontma aletleri"nin hazırlık üretimlerine kadar varan,

kaçınılmaz bazı iĢlemlerin güçlüğü ortaya çıkarıldı. Ayrıca, yerel hammadde kaynakları, çıkarma

yöntemleri, yararlanılan aletlerin direnci ve yapısı üzerine geniĢ bir bilgi birliği, uyumlu bir bedensel

çalıĢma, "el çabukluğu", vb., kısacası tek kelimeyle metalürjinin çeĢitli bölümlerine, mutatis mutandis

denk düĢen gerçek bir "ayin bilgisi" gerekmektedir. Aynı Ģekilde, doğal yangınlar kavurabilir ya da kızartabilirler, ancak kaynatmaları ya da buharla

piĢirebilmeleri (coğrafi dağılımları sınırlı volkanik olaylar dıĢında) çok zor inanılır Ģeylerdir. Oysa bu

piĢirme yöntemleri ötekilerden daha az yaygın değildir. Dolayısıyla, birinci yöntemleri açıklamak

istediğimizde, son saydıklarımızda gerekli olan yaratıcı eylemi dıĢlamaya kesinlikle hakkımız yoktur. Çömlekçilik bu anlamda mükemmel bir örnek sunar; çünkü yaygın bir inanca göre bir kil topağını

oyup ateĢte sertleĢtirmekten daha basit bir Ģey yoktur. Hele bir deneyelim. Ġlk önce piĢmeye elveriĢli

kili bulmak gerekir; bu iĢ için birçok doğal koĢul gereklidir, ama hiçbiri tek baĢına yeterli değildir,

çünkü birtakım özel nitelikleri için seçilmiĢ olsa bile, cansız bir maddeyle karıĢmamıĢ" hiçbir kil

piĢtikten sonra kullanılabilir bir kaba dönüĢmez. "Tutmayan" esnek bir maddeyi uzun bir süre ustaca

dengede tutarak biçim verebilmeyi sağlayan taslak teknikleri hazırlamak ve nihayet bu maddeyi tüm

çatlama, ufalanma ve bozulma tehlikelerine karĢı sağlam ve su geçirmez kılmayı sağlayacak özel

yakıtı, ocağın biçimini, sıcaklık miktarını ve piĢirme süresini hazırlamak gerekir. Örnekleri daha da

çoğaltabiliriz. Bütün bu iĢlemler rastlantıyla açıklanamayacak kadar çok ve karmaĢıktır. Diğerlerinden yalıtılarak tek

baĢına ele alındığında tek bir iĢlemin hiçbir anlamı yoktur; baĢarıyı sağlayan tümünün tasarlanmıĢ,

istenmiĢ, aranmıĢ ve denenmiĢ birleĢimleridir. ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR/48 KuĢkusuz rastlantı vardır fakat tek baĢına hiçbir sonuç vermez. YaklaĢık iki bin beĢ yüz yıl boyunca

Batı dünyası -kuĢkusuz bir rastlantı sonucu bulunan- elektriğin varlığını biliyordu, fakat bu rastlantı

Ampere ve Faraday'ın varsayımlarınca yönlendirilen bilinçli çabalara kadar sonuçsuz kalmak

zorundaydı. Rastlantı, yayın, boomerangın, ağız tüfeğinin bulunuĢunda, tarımın ve hayvancılığın

doğuĢunda, penisilinin keĢfinde oynadığından daha fazla bir rol-oynamadı - ki bununla birlikte söz

konusu buluĢlarda belli bir payının olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla, günlük araĢtırma ve gözlem

sayesinde görece bir kolaylıkla oluĢan bir tekniğin kuĢaktan kuĢağa geçiĢiyle, tekniklerin her kuĢağın

kendi bağrında yaratılıĢ ve geliĢtiriliĢleri birbirinden dikkatle ayırt edilmelidir. Her kuĢağın kendi

içinde yarattığı ve geliĢtirdiği teknikler, görünürdeki özel teknik ne olursa olsun, kimi bireylerin yine

aynı imgelem gücünü ve aynı özverili çabalarını gerekli kılar. Ġlkel diye adlandırdığımız toplumlar

Pasteur'den, Palissy'den yana diğerleri kadar zengindirler.

Page 20: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Birazdan rastlantı ve olasılık, bu kez bambaĢka bir yerde ve bambaĢka bir iĢlevde olmakla birlikte

yeniden karĢımıza çıkacak. Bunlardan olup bitmiĢ buluĢların doğuĢunu tembelce açıklamak için değil,

gerçekliğin baĢka bir düzeyinde yer alan bir olayı yorumlamak için yararlanacağız: ġöyle ki, insanlık

tarihi boyunca değiĢmez kaldığını haklı olarak kabul ettiğimiz bir miktar yaratıcı çaba, buluĢ ve

imgeleme karĢın, bu birleĢim bazı dönemler ve bazı ortamlar dıĢında önemli kültürel mütasyonları

belirleyemez. Çünkü salt psikolojik etkenler bu sonuca varmak için yeterli değildirler: Yaratıcının aynı

zamanda bir halkın güvenini kazanmıĢ olması için bu etkenlerin önce benzer bir yöneliĢle yeterli

sayıda bireyde varolması gerekir; bu koĢulun kendisi de tarihsel, ekonomik ve sosyolojik özlü diğer

birçok etkenin birleĢimine bağlıdır. Dolayısıyla, uygarlıkların geliĢmelerindeki farklılıkları açıklamak

için, gerek pratik nedenlerle olsun, gerekse gözlem yöntemlerine bağlı karıĢıklıkların önüne geçilmesi

olanaksız ortaya çıkıĢları gibi kuramsal nedenlerle olsun, tanınamayacak düzeyde kesikli ve karmaĢık

neden bütünlerine baĢvur- IRK VE TARĠH/49 ma durumuna gelinir. Gerçekten de, bu denli ince ve çok iplikten oluĢmuĢ bir düğümü çözmek için en

azından incelenen toplumu (ve hatta onu çevreleyen tüm dünyayı) sürekli ve toplu bir etnografik

incelemeye tabi tutmak gerekecekti. Bu tür bir giriĢimin korkunç büyüklüğünü çağrıĢtırmayan bir

çalıĢma bile söz konusu olsa, son derece küçük ölçekli çalıĢan etnografların girdikleri topluluklarda

sadece kendi varlıklarıyla oluĢan anlatılması güç değiĢimler sonucu yine de gözlemlerinde sınırlı

kaldıklarını biliyoruz. ÇağdaĢ toplumlarda da yine biliyoruz ki, etkili bir araĢtırma aracı olan kamuoyu

yoklamaları da kullanım biçimleri ile görüĢlerin yönünü değiĢtirebilirler; çünkü halkta o ana kadar

varolmayan bir kendi üzerine düĢünme etkenini gündeme getirirler. Bu durum uzun bir süredir, örneğin termodinamik gibi, fiziğin çeĢitli kollarında varolan, olasılık

kavramının sosyal bilimlere de giriĢini doğruluyor. Buraya yeniden döneceğiz; Ģimdilik, yeni

buluĢların karmaĢıklığının, üstün yeteneğin çağdaĢlarımızda ortaya çok sık çıkmasından ya da bu

yeteneğin olağanüstü yararlanırlığından ileri gelmediğini akılda tutmak yeterlidir. Tam tersine,

yüzyıllar boyunca gördüğümüz gibi her kuĢak, ilerlemek için önceki kuĢaklarca bırakılmıĢ zenginliğe

salt sabit bir birikim eklemek gereksinimi duydu. Eğer temel buluĢların ortaya çıkıĢ tarihlerini,

uygarlığın ilk ortaya çıkıĢ tarihine göre -birisinin zevk için hesapladığı gibi- hesaplarsak, zenginliğimi-

zin onda dokuzunu ve hatta daha da fazlasını daha önceki kuĢaklara borçlu olduğumuzu görüyoruz. Bu

durumda, tarımın söz konusu sürenin % 2'sine, madenciliğin % 7'sine, alfabenin % 0.35'i-ne, Galile

fiziğinin % 0.35'ine ve Darwinciliğin % 0.009'una denk düĢen çok yeni bir evrede doğduğunu

görüyoruz.1 Batı'nın bilim ve sanayi devrimi tümüyle, insanlığın tüm yaĢamının yaklaĢık beĢ yüzde

birine eĢit bir süre içinde gerçekleĢmiĢtir. Demek ki, bilimsel devrimin insanlığın anlamını tamamen

değiĢtirdiğini öne sürmeden önce temkinli olmak gerekiyor. 1. Leslie A. WHITE, The Science ofCulture, New York, 1949, s. 196. IRK TARĠH VE KÜLTÜR / 50 Teknik buluĢlar (ve bunları olanaklı kılan bilimsel düĢünce) açısından, Batı uygarlığının diğer

uygarlıklardan daha birikimsel görünmesi (sorunumuza getirebileceğimize inandığımız kesin açıklama

budur); yine Batı uygarlığının baĢlangıçtaki neolitik birikimden yararlandıktan sonra baĢka yenilikler

(alfabe, aritmetik, geometri) getirmeyi bilmesi -ki bazılarını hemen unutmuĢtur- ve bununla birlikte

kabaca iki bin ya da iki bin beĢ yüz yıl süren (yaklaĢık M.Ö. 1000 ile 18. yüzyıl arası) bir durgunluk

döneminden sonra birdenbire geniĢliği, evrenselliği ve sonuçlarının önemiyle, vaktiyle ancak neolitik

devrimin sunmuĢ olduğuna eĢdeğer bir sanayi devriminin merkezi olarak ortaya çıkması, birbirinden

daha az doğru Ģeyler değildir. O halde insanlık, tarihinde iki kez ve yaklaĢık iki bin yıl arayla aynı doğrultuda bir sürü buluĢu

biriktirmeyi becermiĢtir. Söz konusu buluĢların bir yandan çokluğu diğer yandan sürekliliği, yüksek

teknik sentezlerin gerçekleĢebileceği yeterince kısa bir sürede yoğunlaĢmıĢtır. Ġnsanın doğayla

sürdürdüğü iliĢkilere anlamlı değiĢimler getiren ve yine diğer bir sürü değiĢimi olanaklı kılan bu

sentezlerdir. Ġnsanlık tarihinde Ģimdiye değin sadece ve sadece iki kez tekrarlanmıĢ bu süreci, katalizör

maddeler tarafından harekete geçirilmiĢ bir zincirleme tepkime imgesi ile açıklayabilmek mümkündür.

Bu süreç nasıl oluĢmuĢtur? Öncelikle, aynı birikimsel özellikleri gösteren diğer devrimlerin baĢka yerlerde ve baĢka zamanlarda

ve de farklı etkinlik alanlarında oluĢtuğu unutulmamalıdır. Daha önce, bizim sadece sanayi devrimiyle

Page 21: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

neolotik devrimi (ki sanayi devriminin öncelidir ve aynı kaygılarla hareket etmektedir) devrimden

saydığımız ve bunun, baĢvuru sistemimizin söz konusu devrimleri ancak böyle değerlendirmeye izin

vermesinden kaynaklandığını anlatmıĢtık. Varoldukları kesin olan diğer tüm değiĢiklikler ise sadece

çok bozuk ya da küçük parçalar halinde görünmektedir. Bunlar çağdaĢ Batılı insanın kafasında bir

anlam kazanamazlar (en azından tüm anlamlarını kazanamazlar); hatta bunlar Batılı'ya sanki hiç

varolmamıĢ gibi görünebilir. Ġkinci olarak, neolitik devrim örneği (çağdaĢ Batılı insanın IRK VE TARĠH/51 yeterince açık bir Ģekilde ortaya çıkarmayı baĢarabildiği tek örnek) Batılı insanda, bunu bir ırk, bir

bölge veya bir ülke yararına bir üstünlük olarak kabul etmek yerine, bir alçakgönüllülük

uyandırmalıdır. Sanayi devrimi Batı Avrupa'da doğdu; sonra ABD'de ve hemen sonra da Japonya'da

ortaya çıktı; 1917'den beri Sovyetler Birliği'nde geliĢiyor, yarın kuĢkusuz baĢka yerlerde de

beliriverecek; her elli yılda bir de, Ģu veya bu merkezlerinden birinde, az veya çok, canlı bir ateĢle

parlıyor. Bu kadar övündüğümüz Ģu öncelik sorunu bakalım konuya binyıllar çapında eğildiğimizde ne

hale geliyor? Neolitik devrim, yaklaĢık bin veya iki bin yıl önce Ege havzası, Mısır, Yakın Doğu, Ġndus vadisi ve

Çin'de aynı anda baĢladı. Arkeolojik dönemlerin belirlenmesi için radyoaktif karbonun kullanılmaya

baĢlanmasından beri de, sandığımızdan daha eski olan Amerikan neolitik devriminin Eski Dünya'dan

çok geç kalmamıĢ olması gerektiğini düĢünüyoruz. Üç, dört küçük vadinin, bu yarıĢta birkaç yüzyıllık

bir öncelik göstermiĢ olması olasıdır. Bugün bu konuda ne biliyoruz? Tam tersine, öncelik sorununun

önemi olmadığından kuĢkumuz yok, çünkü özellikle aynı (toplumsal altüst oluĢlarca yakından izlenen)

teknolojik altüst oluĢların son derece geniĢ alanlarda ve yine son derece ücra bölgelerde aynı zamanda

ortaya çıkıĢları, öncelik sorununun bir ırkın veya bir kültürün dehasına değil, insanın bilincinin dıĢında

yer alacak kadar genel olan koĢullara dayandığını gösteriyor. Kısacası bilmeliyiz ki, sanayi devrimi

Batı ya da Kuzey Avrupa'da çıkmamıĢ olsaydı, bir gün yeryüzünün baĢka bir köĢesinde kendini

gösterecekti. Ve eğer sanayi devrimi yeryüzünün bütününe yayılmak durumundaysa (ki büyük

olasılıkla böyle), her kültür buna kendine özgü katkılarda bulunacak ve gelecek binyılların tarihçisi

bir, iki yüzyıllık bir önceliğin ısrarla kime ait olduğunu bilebilmek sorununu haklı olarak anlamsız

bulacaktır. Bunu koyduktan sonra, dural tarihle birikimsel tarih arasındaki ayrımın geçerliliğine olmasa bile, en

azından kesinliğine bir sınırlama getirmeliyiz. Buna giriĢme nedenimiz ise söz konusu ayrımın sadece

çıkarlarımıza bağlı olması değil, daha önce ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR /52 de gösterdiğimiz gibi, hiçbir zaman açık ve kesin olmayı baĢaramamıĢ olmasıdır. Teknik buluĢlar

konusunda, hiçbir dönem hiçbir kültür kesinlikle dural değildir. Bütün halklar, ortamlarına egemen

olmayı sağlayan hayli karmaĢık tekniklere sahiptirler, bunları değiĢtirirler, geliĢtirirler ya da unuturlar.

Bu teknikler olmasa çoktan yok olurlardı. Dolayısıyla, farklılık hiçbir zaman birikimsel tarihle dural

tarih arasında değildir; bütün tarih derece farklılıklanyla birikimseldir. Örneğin eski Çinlilerle Eskimo-

lar'ın mekanik sanattan çok geliĢtirdiklerini biliyoruz; bu halklar, bir uygarlık biçiminden bir diğerine

geçiĢi belirleyen "zincirleme reaksiyonu" baĢlatacak noktaya çok yaklaĢmıĢlardı. Top barutu örneğini

biliyoruz: Çinliler, teknik açıdan bakarsak, kitlesel sonuçlara yönelik kullanımı dıĢında barutun bütün

inceliklerini çözmüĢlerdi. Sık sık sözü edildiği gibi, eski Meksikalılar tekerlekten habersiz değillerdi;

çocuklarına tekerlekli hayvan oyuncakları yapacak kadar iyi biliyorlardı ve bunu yük arabasında

kullanabilmek için yalnızca küçük bir adım yeterli olmuĢtu. Bu durumda, "daha birikimsel" kültürlerin "az birikimsel" kültürlere oranla (her baĢvuru sistemi için)

görece seyrekliği sorunu, olasılık hesaplarından oluĢmuĢ bilinen bir soruna dönüĢmektedir. Bu sorun

yine karmaĢık diğer birleĢimlere oranla görece olasılığını belirlemekten ibaret olan, aynı sorundur.

Örneğin rulette, birbirini izleyen iki rakamın yan yana gelmesi (örneğin 7 ve 8, 12 ve 13, 30 ve 31) sık

rastlanır bir olaydır; birbirini izleyen üç rakamın yan yana gelmesine ise hayli az rastlanır, yine

birbirini izleyen dört rakamın yan yana gelmesi ise çok daha seyrek bir olaydır. Ve rakamların doğal

sırasına uygun altı, yedi ya da sekiz rakamlık bir yan yana diziliĢi defalarca atıĢtan ancak bir tanesi

sağlayabilir. Eğer tüm dikkatimiz uzun dizilere yönelmiĢse (örneğin, beĢ art arda rakam dizisine

oynamıĢsak), daha kısa diziler bizim için düzensiz dizilerle eĢdeğerde olacaktır. Bu, söz konusu

dizilerin bizimkilerden salt bir bölümün değeriyle ayrıldıklarını ve baĢka bir açı altında belki çok

büyük düzenlilikler oluĢturacaklarını gözardı etmektir.

Page 22: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Bu karĢılaĢtırmayı daha da ileri götürebiliriz. Tüm kazançla- IRK VE TARĠH/53 ını gitgide daha uzun dizilere aktaran bir oyuncu, binlerce hatta milyonlarca atıĢtan sonra hâlâ birbirini

izleyen dokuz rakamın yan yana diziliĢini görmemesi sonucu cesaretini kaybedecek ve belki de daha

önce durması gerektiğini düĢünecektir. Oysa, aynı oyun formülünü farklı tipte diziler üzerinde

(örneğin kırmızı ve siyah veya çift ve tek arasında yinelenen bir dizemde) izleyen bir baĢka

oyuncunun, ilk oyuncuya salt düzensiz diziler olarak görünecek anlamlı birleĢimlerle karĢılaĢmasının

olanaksız olduğu söylenemez. Ve eğer herhangi bir düzlemde geliĢimi durağan, hatta geriliyor görünse

de bu, insanlığın bir baĢka bakıĢ açısından önemli dönüĢümlerin beĢiği olmadığı anlamına gelmez. 18. yüzyılın büyük Ġngiliz filozofu Hume bir gün, birçok kimsenin kafasından geçirdiği bir soruyu,

neden bütün kadınların değil de sadece bir bölümünün güzel olduğu sorusunu çözmeye giriĢti.

Sorunun tutar tarafı olmadığını göstermekte hiç zorlanmadı. Eğer bütün kadınlar en azından en

güzelleri kadar güzel olsalardı, onları sıradan bulur, niteleyici yargımızı ortak modelin dıĢında kalan

azınlığa saklardık. Aynı Ģekilde, sadece bir tip ilerlemeyle ilgilendiğimizde, bu tip ilerlemeyi en

yüksek noktasına kadar geliĢtiren kültüre değer verip diğerlerine kayıtsız kalırız. O halde ilerleme,

herkesin kendi düĢüncesine göre önceden belirlenmiĢ bir ilerleme doruğundan baĢka bir Ģey değildir. Kültürlerin İşbirliği Son olarak sorunumuza baĢka bir bakıĢ açısından yaklaĢacağız. Önceki paragraflarda sözünü ettiğimiz,

salt (hangi biçimde olursa olsun) uzun dizilere oynayan oyuncu, bu oyunda vannı yoğunu yitirecektir.

Fakat mutlak değerde aynı dizilere, ancak ayn masalarda oynayan ve dizisini tamamlamak için gerekli

olan numaraları paylaĢmakta anlaĢmıĢ bir oyuncular koalisyonu için durum aynı olmayacaktır. Çünkü,

diyelim 21 ve 22 numaraları ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR/54 çektim ve dizime devam etmek için de 23'ü bulmam gerekiyor, bu durumda 23'ün on masada çıkma

Ģansı kuĢkusuz bir masada çıkmasından çok daha olasıdır. Bu durum, en birikimsel tarih biçimlerini gerçekleĢtirmeyi baĢarmıĢ kültürlerin durumuna çok benzer.

Bu uç biçimler, hiçbir zaman tek baĢına kalmıĢ kültürlerin değil, tersine karĢılıklı iĢleyiĢlerini

isteyerek ya da istemeden birleĢtiren ve az önce sözünü ettiğimiz örnekçedekine benzer koalisyonları

çeĢitli Ģekillerde (göçler, karĢılıklı ödünç almalar, ticari alıĢveriĢler, savaĢlar) gerçekleĢtiren kültürler

olmuĢtur. Ve iĢte tam bu noktada, bir kültürü diğerlerinden üstün saymanın saçmalığına değiniyoruz.

Çünkü bir kültür tek baĢına olduğu sürece asla "üstün" olamaz; aynı tek baĢına olan rulet oyuncusunun

durumunda olduğu gibi ancak birkaç parçadan oluĢan küçük dizileri baĢarabilir ve tarihinde uzun bir

dizinin "çıkma" olasılığı (kuramsal olarak olanaksız değilse de) o denli azdır ki, bu diziyi bulabilmek

için insanlığın tüm geliĢmesinin sığdığı bütün zamandan çok daha fazlasına gereksinimi vardır. Fakat -

yukarıda belirttik- hiçbir kültür tek baĢına değildir; diğer kültürlerle sürekli koalisyon halindedir ve

birikimsel diziler kurabilmesini sağlayan da budur. Bu dizilerden birinin daha uzun görünme olasılığı

da doğal olarak yayılma alanına, süreye ve koalisyon düzeninin değiĢkenliğine bağlıdır. Bu açıklamalardan iki sonuç çıkıyor. Ġncelememiz boyunca, defalarca, insanlığın nasıl olup da

tarihinin onda dokuzunda, hatta daha da fazla bir süresi boyunca durağan kaldığını sorduk: Ġlk

uygarlıklar yaklaĢık iki yüz bin ile beĢ yüz bin yaĢındadırlar, oysa yaĢam koĢulları ancak son on bin

yılda dönüĢüme uğramıĢtır. Eğer çözümlememiz doğruysa, bu, paleolitik insanın, onun izleyicisi olan

neolitik insandan daha az akıllı ya da daha az yetenekli olmasından değil, sadece, insanlık tarihinde n

derecesinde bir birleĢimin ortaya çıkmak için t zamanlık bir süre gerektirmiĢ olmasındandır; bu

birleĢim çok daha erken ya da çok daha geç ortaya çıkabilirdi. Bu olgu, belli bir birleĢimin oluĢmasını

görmek için beklemek zorunda olan bir rulet oyuncusunun atıĢ IRK VE TARĠH / 55 sayısından daha anlamlı değildir: Bu birleĢim ilk atıĢta da gerçekleĢebilir, binincide ya da

milyonuncuda da gerçekleĢebilir, hatta hiç gerçekleĢmeyebilir de. Fakat insanlık, bütün bu sürede,

aynı oyuncu gibi, kuramlar yürütmekten vazgeçemez. Bazen istemeden ve hiç farkında olmadan

kültürel "meseleleri halleder", "uygarlık harekâtlarına" giriĢir ki, bunların her biri birbirinden farklı

sonuçlara varır. Kimi zaman baĢarıya çok yaklaĢır, kimi zaman da önceki kazanımlarını tehlikeye

sokar. Tarih öncesi toplumlann birçok yönüne iliĢkin bilgisizliğimizin neden olduğu büyük

basitleĢtirmeler bu belirsiz ve dağınık çalıĢmaya izin vermektedir, çünkü hiçbir Ģey Levallois'nın

doruğundan YontmataĢ döneminin yetersizliğine, Aurignasyan ve Solutriyan görkemden Magdalenyan

kabalığa ve sonra OrtataĢ döneminin değiĢik görünümlerinin sunduğu aĢırı karĢıtlıklara götüren bu yön

Page 23: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

değiĢtirmelerden daha çarpıcı değildir. Zaman içinde doğru olan, uzam içinde de doğrudur, ancak baĢka bir biçimde açıklanmalıdır. Bir

kültürün, uygarlık diye adlandırdığımız, tüm düzeylerdeki buluĢların bu karmaĢık bütününü elinde

bulundurma Ģansı, ortak bir strateji kurmak için -genellikle istem dıĢıdır- iĢbölümü yaptığı kültürlerin

miktarı ve çeĢitliliğine bağlıdır. Miktarı ve çeĢitliliği diyoruz. KeĢif öncesindeki Yeni Dünya ile Eski

Dünya'nın karĢılaĢtırması bu çift gerekliliği iyi dile getirir. Rönesans baĢındaki Avrupa; Yunan, Roma, Cermen ve Anglosakson gelenekleriyle, Arap ve Çin gibi

çok çeĢitli güçlerin karĢılaĢma ve kaynaĢma merkeziydi. Kolomb öncesi Amerika da nicelik olarak

bakıldığında, kuzey ve güney olmak üzere geniĢ bir yarıküre oluĢturduğundan bu tür kültürel

temaslardan yoksun değildi. Ancak, Avrupa kıtasında karĢılıklı olarak zenginleĢen kültürler on

binlerce yıllık bir farklılaĢmanın ürünleriyken, nüfusu daha yeni olan Amerika kıtası kültürlerinin

farklılaĢmak için daha az zamanları oldu. Bu anlamda, Amerika'daki kültürler görece olarak daha

türdeĢ bir tablo sunarlar. Ayrıca, keĢif döneminde Meksika ve Peru'nun kültürel düzeylerinin Av-

rupa'ya göre daha aĢağı olduğu söylenemezse de (üstelik bazı IRK, TARİH VE KÜLTÜR/56 bakımlardan tam tersine daha üstün olduklarını gördük), bu kültürlerde kültürün çeĢitli yanları

diğerlerine oranla belki daha az düzenlenmiĢti. Kolomb öncesi uygarlıklar, ĢaĢırtıcı baĢarılarının

yanında, birtakım eksiklikler ya da deyim yerindeyse "boĢluklarla" doludur. Bu kültürler,

sanıldığından daha az çeliĢik bir Ģekilde, erken geliĢmiĢ biçimlerle, oluĢmadan yok olmuĢ biçimleri bir

arada sergilerler. Örgütlenmelerinin düĢük esnekliği ve cılız çeĢitliliği, bir avuç fatih önünde hemen

dağılıp çökmelerini açıklar. Ve asıl neden, Amerika kıtasındaki kültürel "koalisyonları" oluĢturan

kültürlerin Eski Dünya'dakilere oranla birbirlerinden pek az farklı kültürler olmaları olgusunda

aranabilir. Dolayısıyla kendi baĢına ve kendiliğinden birikimsel olan toplum yoktur. Birikimsel tarih

diğerlerinden farklılaĢan birtakım ırkların ya da kültürlerin mülkiyetinde değildir. Bu doga'larından

çok davranıĢ'larından doğar. Birikimsel tarih, kültürlerin birlikte olma biçimleri'nden baĢka bir Ģey

olmayan, bir tür varoluĢ özelliklerini gösterir. Bu anlamda birikimsel tarihin, toplum kümelerinin

oluĢturduğu büyük toplumsal düzenlerin ayırt edici tarih biçiminin, dural tarihin ise -eğer gerçekten

böyle bir tarih varolmuĢsa- tek baĢına kalmıĢ toplumlara ait diğerlerinden daha aĢağı bir yaĢam

biçiminin belirtisi olduğu söylenebilir. Bir insan topluluğunu yıkıp geçebilen ve doğasını bütünüyle gerçekleĢtirmesini engelleyen tek bela ve

tek sakatlık yalnız kalmaktır. Böylece, ırkların ve kültürlerin uygarlığa katkısını doğrulamak için giriĢilen ve genellikle yeterli

görülen çabalarda bir beceriksizlik ve tatmin edici olmayan bir Ģey olduğu görülüyor. Özellikler

sıralanacak, kökene iliĢkin sorunlar ayıklanacak, ayrıcalıklar çıkarılacaktır. Ama bu çabalar ne kadar

iyi niyetli olursa olsun boĢunadır, çünkü amaçlarını üç açıdan gözden kaçırmaktadırlar. Öncelikle, Ģu

veya bu kültüre maledilen bir buluĢun gerçekte hangisine ait olduğu hiçbir zaman kesin değildir. Bir

yüzyıl boyunca, mısırın kesinlikle birtakım yabanıl türlerin karıĢtırılması yoluyla Amerikan

yerlilerince yetiĢtirildiğine inanıldı ve Amerika'ya Güneydoğu Asya'dan (ne zaman ve nasıl oldu- IRK VE TARİH/57 ğu hakkında fazla bir Ģey bilinmiyor) gelmiĢ olması olasılığı da bulunduğundan, sürekli artan bir

kuĢkuyla da olsa halen böyle kabul edilmeye devam ediliyor. Ġkinci olarak, kültürel katkılar sürekli iki gruba dağıtılırlar. Bir yandan, önemi kolay değerlendirilen ve

aynı zamanda da sınırlı bir nitelik sunan birtakım özellikler ve birbirinden kopuk edinimler vardır

elimizde. Tütünün Amerika'dan gelmiĢ olması bir olgudur; ancak bu olguya ve uluslararası kurumların

bu sonuca gösterdikleri bütün iyi niyete karĢın, her sigara içiĢimizde Amerikalı yerlilere duyduğumuz

minnettarlıktan yerlere yapıĢamayız. Tütün, diğer yararlı Ģeyler (örneğin kauçuk) gibi, yaĢama

sanatına yapılmıĢ eĢsiz bir katkıdır; bu ek zevklerimizi onlara borçluyuz. Ancak Ģu da var ki, eğer bu

buluĢlar yapılmamıĢ olsaydı uygarlığımız yerinden sarsılmayacaktı; zorunlu olarak bu tür

gereksinmeler duyduğumuzda onları biz bulacak ya da onların yerine baĢka Ģeyler koyacaktık. Bunun karĢısında (kuĢkusuz ara biçimlerin tüm bir dizisiyle) sistem özelliklerini gösteren, yani her

toplumun insani özlemler bütününü ortaya koymak ve bu özlemleri karĢılamak için seçtiği kendine

özgü yöntemine denk düĢen katkılar vardır. Bu yaĢam biçemlerinin ya da Anglosaksonların dediği gibi

pat-tern'\axm* yeri doldurulamayan özgünlükleri ve doğaları yadsınamaz; ancak bu biçemlerin o

kadar kesin tercihleri vardır ki, bir uygarlığın kendi kendisinden vazgeçmeden bir diğerinin yaĢam

Page 24: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

biçiminden yararlanmayı nasıl umduğunu anlamak güçtür. Gerçekten de uzlaĢma eğilimleri salt iki

sonuca varabilir: Ya bu topluluklardan birinin örgütsel dağılıĢı ve sistemin çöküĢü, ya da, diğer iki

sisteme indirgenemeyecek bir üçüncü sistemi ortaya çıkaran özgün bir sentez. Üstelik sorun, bir

toplumun diğerlerinin yaĢam biçiminden yararlanıp yararlanamadığını bilmek değil, onları hangi

ölçüde anlayabileceğini, hatta hangi ölçüde görebileceğini bilmektir. Bu sorunun açık hiçbir yanıtı

olmadığını gördük. : örüntü, ağ doku (ç.n.) IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 58 Sonuç olarak, yararlanma kaygusu olmadan katkı olmaz. O halde, eğer zaman ve uzam içinde yerleri

olan ve "katkıda bulundukları" ve bu iĢi sürdürdükleri söylenebilen somut kültürler varsa, tüm bu

katkılardan yararlandığı varsayılan "dünya uygarlığı" nedir? Bu, diğerlerinden ayrı ve aynı gerçeklik

katsayısından yararlanan bir uygarlık değildir. Dünya uygarlığından söz ettiğimizde bir dönemi veya

bir insan topluluğunu kastetmeyiz; hem ahlaksal, hem mantıksal bir değer verdiğimiz soyut bir kavram

kullanırız. Bu, eğer varolan toplumlar yararına bir amaç söz konusuysa ahlaksal; çözümlememizin

değiĢik kültürler arasından çıkarmaya izin verdiği ortak öğeleri aynı ad altında toplamak niyetindeysek

mantıksal olur. Her iki Ģıkta da dünya uygarlığı kavramının son derece cılız ve Ģematik olduğunu,

zihinsel ve duygusal olan içeriğinin büyük bir yoğunluğu olmadığını gö-zardı etmememiz gerekiyor.

Bin yıllık bir tarihin ağır kültürel katkılarını ve insanların düĢüncelerinin, acılarının, isteklerinin ve

bunlara yaĢam veren emeklerinin tüm önemini sadece, halen hiçbir anlamı olmayan bir dünya

uygarlığı ölçüsüne getirerek değerlendirmeyi istemek, onları tek tek yoksullaĢtırmak, içeriklerini

boĢaltmak ve kupkuru, cansız topluluklara dönüĢtürmek olacaktır. Tersine, kültürlerin gerçek katkısının, onların özel buluĢlarının listesine değil, kendi aralarında

birbirlerine sundukları ayrımsal farklılıklara bağlı olduğunu göstermeye çalıĢtık. Verili bir kültürün

her üyesinin, diğer kültürlerin üyelerine karĢı taĢıyabileceği, taĢıması gereken minnettarlık ve

alçakgönüllülük duygusu sadece tek bir Ģey üzerinde temellenebilir: Her ne kadar kendisi bu

farklılıkların derin doğasını yakalayamasa da, ya da tüm çabalarına karĢın, bu doğaya ancak çok eksik

bir biçimde nüfuz edebilse de, diğer kültürlerin kendininkinden çok çeĢitli bir biçimde farklı olduğuna

inanmak. Öte yandan, dünya uygarlığı kavramını, bir sınır kavramı ya da karmaĢık bir süreci belirtmek için bir

kısaltma iĢareti gibi kabul ettik. Çünkü, uygarlık, birbirlerine en fazla çeĢitliliği sunan kültürleri bir

arada kapsadığına ve hatta bu bir aradalıktan oluĢ- IRK VE TARĠH/59 tuğuna göre, eğer tanıtlamamız geçerliyse, mutlak değerde (ki hep bu deyim kullanılır) bir dünya

uygarlığı yoktur ve olamaz. Dünya uygarlığı, her biri kendi özgünlüğünü koruyan kültürlerin, dünya

çapında bir koalisyonundan baĢka bir Ģey değildir. İlerlemenin İkili Anlamı Bu durumda garip bir paradoksla karĢı karĢıya kalmıyor muyuz? Terimleri, onlara verdiğimiz

anlamlarıyla alarak, kültürel ilerlemenin kültürlerarası bir koalisyona bağlı olduğunu gördük. Bu

koalisyon, her kültürün kendi tarihsel geliĢmesi içinde karĢısına çıkan Ģans'ların (bilinçli ya da

bilinçsiz, istemli ya da istem dıĢı, kasıtlı ya da rastlantısal, uğraĢılarak ya da zorunlu olarak kabul

edilerek) bir araya getirilmesinden ibarettir. Ve son olarak bu koalisyonun ne denli çeĢitlenmiĢ

kültürler arasında kurulursa o denli verimli olacağını kabul ettik. Bu koyulduktan sonra, öyle

görünüyor ki, çeliĢik durumlarla karĢı karĢıya bulunuyoruz. Çünkü, her ilerlemenin ortaya çıktığı bu

ortak oyun alanı, kısa ya da uzun vadede, sonuç olarak her oyuncunun kaynaklarının türdeĢleĢmesine

yol açmalıdır. Ve eğer, çeĢitlilik bir ilk koĢul ise, oyun uzadıkça kazanma Ģansının azaldığını kabul

etmek gerekir. Öyle görünüyor ki, bu kaçınılmaz sonuca sadece iki çare bulunabilir. Birincisi, her oyuncunun,

oyununda ayrımsal farklılıklara yol açmasından ibarettir; bu mümkündür çünkü (kuramsal

örnekçemizde "oyuncu" diye geçen) her toplum dinsel, mesleksel ve ekonomik grupların -ki toplumsal

biçimleniĢ bütün bu grupların biçimleniĢine bağlıdır- bir koalisyonundan oluĢur. Toplumsal

eĢitsizlikler bu çözümün en çarpıcı örnekleridir. Büyük devrimlere örnek olarak seçtiğimiz neolitik ve

sanayi devrimleri, sadece, Spencer'ın çok iyi fark ettiği gibi toplumsal yapının bir çeĢitlenmesinle

değil, aynı zamanda gruplar arasında, özellikle ekonomik açıdan, ayrımsal statülerin kurulmasıyla bir- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 60 likte gelirler. Neolitik buluĢların, eski Doğu'da büyük kentsel yoğunlaĢmaların doğuĢu, devletlerin,

kastların ve sınıfların ortaya çıkıĢıyla beraber hemen bir toplumsal farklılaĢmaya yol açtığı uzun bir

Page 25: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

süreden beri gözlenmiĢtir. Aynı gözlem, proletaryanın ortaya çıkma koĢuluyla, emek sömürüsünün en

yeni ve en ileri biçimlerine varan sanayi devrimine de uygulanmaktadır. Bu noktaya değin, söz konusu

toplumsal dönüĢümleri, teknik dönüĢümlerin sonucu gibi ele alma ve bunların arasında bir neden-

sonuç iliĢkisi kurma eğilimi vardı. Eğer yorumumuz doğruysa, nedensellik iliĢkisi (kapsadığı zamansal

sıralanmayla birlikte), iki olay arasındaki bir iĢlevsel bağlılaĢım yararına -çağdaĢ bilimin de genel

olarak yapmaya yöneldiği gibi- terk edilmelidir Hemen Ģunu da belirtelim ki, teknolojik ilerlemenin

tarihsel bağlılaĢımının, insanın insan tarafından sömürüsü olarak geliĢtiğini bilmek bizi, teknik

ilerlemenin doğal olarak esinlediği övüncün dıĢa vurulmasında belli bir temkinliliğe zorlayabilir. Ġkinci çare, büyük ölçüde birinciye bağlıdır: Bu, "payları" baĢlangıçtaki ortaklığın nitelediğinden çok

farklı olan yeni ortakların, isteyerek ya da istemeden koalisyona dahil edilmesini içerir. Bu çözüm de

aynen denenmiĢtir ve eğer birinci yolu, kabaca kapitalizm terimiyle niteleyebilirsek, emperyalizm ya

da sömürgecilik terimleri de ikinciyi dile getirmemize yardımcı olacaklar. 19. yüzyılın sömürgeci

yayılması, sanayileĢmiĢ Avrupa'ya, devreye sömürgeleĢtirilmiĢ halklar girmemiĢ olsa, çok çabuk

tükenme tehlikesiyle karĢı karĢıya kalacak olan yeni bir hamle (ki çıkarına uygun olup olmadığı kesin

değildir) yapma olanağı verdi. Her iki Ģıkta da çarenin gerek iç çeĢitlenme yoluyla gerekse yeni ortakların katılması yoluyla olsun,

koalisyonun geniĢletilmesine bağlı olduğunu görüyoruz. Sonuç olarak bu da, sürekli oyuncuların

sayısını artırmak, yani tekrardan ilk baĢtaki durumun karmaĢıklığı ve çeĢitliliğine varmak anlamına

geliyor. Ancak bu çözümlerin de süreci yavaĢlatmaktan baĢka bir Ģey yapamayacakları görülüyor.

Sömürünün olmadığı bir koalisyon söz konusu olamaz: Biri egemen diğeri egemenlik altında olan iki IRK VE TARĠH/61 grup arasında iliĢkiler ve alıĢveriĢler üretilir. Sıraları geldiğinde, görünürde onları bir araya getiren tek

yanlı iliĢkiye karĢın, bilinçli ya da bilinçsiz olarak birikimlerini ortaklaĢtırmak zorundadırlar ve

böylece onları çatıĢtıran farklılıklar yavaĢ yavaĢ azalmaya yüz tutar. Bir yandan toplumsal geliĢmeler,

öte yandan sömürgeleĢtirilmiĢ halkların aĢama aĢama bağımsızlıklarına kavuĢmalarıyla söz konusu

olayın geliĢimine tanık oluyoruz. Her iki yönde de daha katedilecek çok yol olmasına karĢın, Ģeylerin

kaçınılmaz olarak bu doğrultuda geliĢeceğini biliyoruz. Belki de dünyada uzlaĢmaz siyasal ve

toplumsal düzenlerin ortaya çıkıĢını gerçekten üçüncü bir çözüm olarak yorumlamak gerekiyor. Bir

çeĢitlenmenin, her seferinde baĢka bir düzlemde yenilenerek, insanları sürekli ĢaĢırtan değiĢik

biçimlerle, insanlığın biyolojik ve kültürel varoluĢundan kaynaklanan bu dengesizlik durumunu

sürekli ayakta tutabileceği önceden kestirilebilir. Ne olursa olsun Ģu Ģekilde Özetlenebilecek bir süreci çeliĢkili olarak algılamak hayli güçtür: Ġnsanlar

ilerlemek için iĢbirliği yapmak zorundadırlar; bu iĢbirliği boyunca da ortaklığa sunulan Ģeylerle (ki bu

da söz konusu iĢbirliğini verimli ve gerekli kılan ilk çeĢitlilikten baĢka bir Ģey değildir) yavaĢ yavaĢ

özdeĢleĢtiklerini görürler. Ancak, bu çözülemez bir çeliĢki olsa bile, insanlığın kutsal görevi, kafalarda aynı oranda varolan her

iki yönü de korumak, birinin çıkan için bir diğerini gözardı etmemektir; insanlığın özgünlüğünü bir

ırka, bir kültüre ya da bir topluma maletmeye yönelecek kör bir ayrıcalıkçılıktan sakınmaktır; ama

bununla birlikte, insanlığın hiçbir bölümünün tüm insanlığa uygulanabilecek formüller

hazırlayamayacağını ve tek tip bir yaĢam biçimine uydurulmuĢ bir insanlığın -ki böylesi bir durum

insanlığı taĢlaĢtırırdı- akıl almaz bir Ģey olduğunu asla unutmamaktır. ĠĢte bu açıdan uluslararası kurumları koskoca bir görev beklemektedir ve her biri akıl almayacak kadar

karmaĢık ve ağır sorumluluklar yüklenmiĢlerdir. Sorumlulukları büyüktür, çünkü bir yandan birtakım

Ģeyleri ortadan kaldırmak, diğer yandan da yine birtakım Ģeyleri ortaya çıkarmak gibi ikili bir görevleri

var- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 62 dır. Öncelikle insanlığa yardımcı olmaları ve varlıklarıyla bu kokuĢmuĢ, uluslararası yapıyı sürekli

bozma tehlikesi oluĢturan, artık kalıntıya dönüĢmüĢ anlamsız iĢbirliği biçimi kırıntılarını ve yok olmuĢ

çeĢitlilikleri acısız ve tehlikesizce ortadan kaldırmaları gerekiyor. Budamaları, gerekirse kesip atmaları

ve diğer uyum biçimlerinin ortaya çıkmasını kolaylaĢtırmaları gerekiyor. Fakat aynı zamanda Ģu olguya da olağanüstü bir dikkat göstermeleri gerekiyor: Eski biçimlerle aynı

iĢlevsel değere ulaĢmak için, söz konusu eski biçimleri yeniden üretmeye kalkıĢmaları ya da bunlarla

aynı model içinde kavranmaları halinde, yeni biçimlerin giderek yavanlaĢmaları ve sonuçta iyice

güçsüzleĢen çözümlere ulaĢmaları kaçınılmazdır. Tersine insanlığın, seçenekler bakımından her biri

tek tek ortaya çıkmaya baĢladığında, herkesi ĢaĢkına çevirecek kadar zengin olduğunu ve ilerlemenin,

Page 26: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

tembelce yanaĢtığımız bu son derece rahat "düzeltilmiĢ benzerlik" imgesiyle yapılmadığını, tersine

serüvenler, kırılıp kopmalar ve skandallarla dolu bir sürecin ürünü olduğunu bilmek zorundadırlar.

Ġnsanlık sürekli, biri tek bir bütünde birleĢmeyi, diğeriyse çeĢitliliği ayakta tutmayı ya da yeniden

kurmayı amaçlayan iki çeliĢik süreçle karĢı karĢıyadır. Sistemdeki her dönemin ya da her kültürün

durumu ve kendini bağlı gördüğü yönelim öyle bir haldedir ki, ona bu iki süreçten sadece biri anlamlı

gelirken, diğeri de bu birincinin yadsıması olarak görünür. Ancak insanlığın, aynı zamanda bir yandan

kendi kendini oluĢtururken, bir yandan da bozulduğunu söylemek -ki hevesle yapılabilir bu-yine eksik

bir görüĢe yol açabilir. Çünkü iki karĢıt düzlemde ve düzeyde kendi kendini oluĢturmanın iki farklı

biçimi söz konusudur. Tekdüzeliğin ve tekbiçimliliğin tehdidi altındaki bir dünyada, kültürlerin çeĢitliliğini koruma

gerekliliği uluslararası kurumların kuĢkusuz gözünden kaçmamıĢtır. Bu amaca varmak için de, yerel

geleneklerin üzerine titremenin ve artık tamamlanıp bitmiĢ zamanlara bir soluk vermenin yeterli

olmayacağını da anlamıĢlardır. Kurtarılması gereken çeĢitlilik olgusudur; yoksa her tarihsel dönemin

ona verdiği ve hiçbirinin kendisinin ötesine IRK VE TARĠH/63 geçemediği tarihsel içerik değil. Dolayısıyla, uç veren buğdaya kulak kabartmak, gizli kalmıĢ

potansiyelleri yüreklendirmek, tarihin saklı tuttuğu tüm bir arada yaĢama eğilimlerini dürtüklemek ve

ayrıca alıĢılagelmiĢ Ģeyler sunması kaçınılmaz olan bütün bu yeni toplumsal ifade biçimlerini

ĢaĢırmaksızın, tiksin-meksizin, karĢı çıkmaksızın karĢılamaya hazır olmak gerekmektedir. HoĢgörü,

olmuĢ ya da olan her Ģeyin bağıĢlandığı hülyalı bir durum değildir. HoĢgörü, önceden görmeye,

anlamaya ve isteyeni istediği yere yükseltmeye dayanan dinamik bir tutumdur. Kültürlerin çeĢitliliği

ardımızdadır, çevremizdedir, önümüzdedir. Bu konuda talep edebileceğimiz tek Ģey, bu çeĢitliliğin,

her biçimin diğerleri için alabildiğine cömert bir katkı oluĢturacağı bir türde gerçekleĢmesidir. Bu ise

her birey için bu talebe denk düĢen yükümlülükleri gündeme getirir.

IRK VE KÜLTÜR

Irkın ne olup ne olmadığını söylemeye çalıĢmak bir etnologun iĢi değildir, çünkü bu konuyu yaklaĢık

iki yüzyıldır tartıĢan fiziksel antropoloji uzmanları bile asla hemfikir olamadıkları gibi, bu soruya

bugün verilebilecek bir cevap üzerinde anlaĢmaya daha yakın olduklarını belirten hiçbir iĢaret de

yoktur. Bir süre önce bu uzmanlar sayesinde, zaten birbirine pek benzemeyen insanımsıların ortaya

çıkıĢının üç ya da dört milyon yıl öncesine veya daha fazla bir süreye dayandığını öğrendik; bu öyle

uzak bir geçmiĢtir ki, kemikleri toplanan farklı örneklerin sadece birbirlerinin kurbanı mı olduklarına,

yoksa ırk karıĢımlarının onların arasında da mı mevcut olduğuna karar vermek için yeterince bilgiye

asla sahip olunamaz. Kimi antropologlara göre, insan türü, tarih-öncesi boyunca aralarında her çeĢit

alıĢveriĢin ve melezleĢmenin meydana geldiği farklılaĢmıĢ alt-türlerin doğmasına daha çok erken

dönemlerde yol açmıĢtır: Kimi eski özelliklerin süre-gelmesi ile yeni özelliklerin ortak yönelimi,

bugün insanlar arasında gözlenen çeĢitliliğe açıklama getirecek Ģekilde bir araya gelmiĢ olmalıdır.

Diğer antropologlar ise tersine, insan gruplarının genetik tecridinin pleistosen dönemin sonu diye

saptadıklan çok daha yakın bir tarihte ortaya çıktığı kamsındadırlar; bu durumda gözlenebilir

farklılıklar, üreme iliĢkileri bakımından tecrit edilmiĢ topluluklar içinde süresiz olarak bozulmadan

kalabilecek ve uyarlanma değerinden yoksun kimi özellikler arasında- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/66 ki rastlantısal sapmaların bir sonucu olamaz: Bunlar daha çok, ayıklanma etkenleri arasındaki yerel

farklılıklardan kaynaklanır. Bu durumda, ırk terimi ya da onun yerine konmak istenen baĢka herhangi

bir terim, kimi genlerin en az ya da en çok rastlanır olmasıyla diğerlerinden farklılaĢan bir topluluğu

ya da topluluk bütününü belirtir. Birinci varsayımda, ırk gerçekliği öyle uzak bir geçmiĢte kaybolur ki, hakkında herhangi bir Ģey

bilmeye imkân yoktur. Söz konusu olan bilimsel, yani dolaylı da olsa uzak sonuçlarıyla doğrulanabilir

bir varsayım değil, mutlak olarak ortaya konan aksiyom niteliğindeki kesin bir önermedir, çünkü bu

önerme olmadan bugünkü farklılıkları açıklamanın imkânsız olduğu düĢünülmektedir. Irkçılığın

babası sıfatı atfedilen Gobineau, ırkların gözlemlenebilir görüngüler olmadığının tamamen bilincinde

olmakla birlikte, böyle bir doktrine sahiptir; Gobineau, kültürleri yaratan toplulukların, kendileri de

baĢka karıĢımların sonucu olan insan grupları arasındaki karıĢımdan çıktığını kabul etmekle beraber,

ırkları, tarihsel kültürlerin baĢka türlü açıklanamayacağını düĢündüğü çeĢitliliğinin a priori koĢulları

olarak ileri sürüyordu. Dolayısıyla, ırksal farklılıkların kökenlerine inmeye çalıĢırsak, bu konuda bir

Ģeyler öğrenmemizi imkânsız kılmıĢ oluruz ve tartıĢmamızın konusu gerçekte ırkların değil, kültürlerin

Page 27: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

çeĢitliliği olur. Ġkinci varsayımda baĢka sorunlar ortaya çıkar. Öncelikle, sokaktaki insanın ırklardan bahsederken

baĢvurduğu değiĢken genetik doz ayarlamalarının hepsi de çok belirgin özelliklere denk düĢer: Boy,

deri rengi, kafatası biçimi, saç tipi, vs.; bu ayrımların kendi içlerinde uyumlu olduklarını kabul etsek

bile -kî bu hiç de kesin değildir- bu durum, bu ayrımların, duyular tarafından dolaysız biçimde

algılanamayan nitelikleri ilgilendiren baĢka ayrımlarla da uyum içinde olduğunu kanıtlamaz. Bununla

birlikte, gözle görülmeyen özellikler en az gözle görülür özellikler kadar gerçektir; ve gözle

görülmeyen özelliklerin coğrafi dağılımının, gözle görülür olanlardan tamamen farklı -ve kendi

aralarında da farklılaĢan- bir ya da daha fazla yolunun olması IRK VE KÜLTÜR/ 67 kesinlikle anlaĢılır bir Ģeydir; öyle ki, bastırılmıĢ niteliklere bağlı olarak, "gözle görülmeyen ırklar"ın

geleneksel ırklar içinde kendilerini gösterebilmeleri ya da kendilerine ayrılan, belirsizleĢmiĢ sınırları

yeniden belirlemeleri mümkündür. Ġkinci olarak, genetik doz ayarlamaları her durumda söz konusu

olduğundan, bunlar için saptanan sınırlar keyfidir. Gerçekten de, bu ayarlamalar ayrımına varılmayan

derecelerde yükselir ya da alçalır, ve orada burada oluĢturulan eĢikler de araĢtırmacının sınıflandırmak

için elinde bulundurmayı tercih ettiği görüngü modellerine bağlı kalmaktadır. Bunun sonucunda, bir

durumda, ırk kavramı öyle soyutlaĢır ki deney dıĢına çıkar ve belli bir akıl yürütme çizgisini izlemeyi

sağlayacak bir çeĢit mantıksal önvarsayım halini alır. Diğer durumda, ırk kavramı deneye öyle

yakından dahil olur ki neredeyse içinde erir ve neden bahsedildiği bile anlaĢılmaz. Çok sayıda

antropologun bu kavramı kullanmayı açık ve kesin olarak reddetmesinde ĢaĢırtıcı bir Ģey yoktur. Gerçekte ırk kavramının tarihi, uyarlanma değerinden yoksun özelliklerin araĢtınlmasıyla

örtüĢmektedir. Çünkü, bu özellikler bin yıllardan bu yana baĢka türlü nasıl oldukları gibi ayakta

kalabilirlerdi? Ve, iyi ya da kötü hiçbir iĢe yaramıyorlarsa, mevcudiyetleri tamamen keyfiyse, bugün,

çok uzak bir geçmiĢe nasıl tanıklık edebiliyorlar? Ve yine ırk kavramının tarihi, bu araĢtırmanın baĢına

gelen aralıksız sıkıntıların da tarihidir. Irksal farklılıkları tanımlamak için art arda sıralanan bütün

özellikler, seçim değerlerinin nedenleri kimi zaman gözümüzden kaçsa bile, uyarlanma olgularına

bağlı olduklarını ortaya koymuĢlardır. Her yerde yuvarlaklaĢma eğiliminde olduğunu bildiğimiz kafa-

tası biçiminin durumu böyledir; ılıman bölgelerde yerleĢmiĢ ilkel topluluklarda güneĢ ıĢınlarının

yetersizliğini dengelemek ve organizmanın raĢitizme karĢı kendini daha iyi korumasını sağlamak için

deri renginin ayıklanma yoluyla açılması da böyle bir durumdur. Bunun üzerine antropologlar kan

grupları üzerine eğildiler, ancak onların da uyarlanma değerinden yoksun olmayabileceğinden

kuĢkulanmaya baĢladılar: Belki beslenme unsurlarına bağlı olarak, belki de çiçek veya veba gibi

hastalıklara IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/68 karĢı taĢıyıcıların değiĢik duyarlıklarının sonucu olarak böyle bir uyarlanma değerine sahiptiler. Ve hiç

kuĢkusuz, kan serumu proteinleri için de durum böyledir. Ġnsan vücudunun en derinlerine bu iniĢ hayal kırıklığı yaratıyorsa, insan hayatının baĢlangıçlarına

uzanmayı deneyen birinin daha fazla Ģansı olacak mıdır? Antropologlar Asyalı, Afrikalı ve Beyaz ya

da Siyah kökenli Kuzey Amerikalı bebekler arasında doğuĢtan ortaya çıkabilen farklılıkları saptamak

istediler. Öyle görünüyor ki, temel davranıĢları ve huyları ilgilendiren bu tür farklılıklar mevcuttur.1

Bununla birlikte, görünüĢte ırksal farklılıkların kanıtı olmaya çok elveriĢli olan durumlarda bile

araĢtırmacılar çaresiz olduklarını itiraf ederler. Bunun iki nedeni vardır. Ġlk olarak, eğer bu farklılıklar

doğuĢtansa, tek bir gene bağlı olamayacak kadar karmaĢık görünürler ve günümüzde genetikçiler,

birçok unsurun bileĢik eylemine bağlı nitelik aktarımlarını incelemek için kesin yöntemlere sahip

değillerdir; en iyi varsayımla, bir ırkı aĢağı yukarı belli bir kesinlikle tanımlamak için yetersiz görünen

ortalamalara bile hiçbir Ģey eklemeyecek istatistik ortalamalar oluĢturmakla yetinmek zorunda kalırlar.

Ġkinci olarak ve daha önemlisi, bu farklılıkların doğuĢtan olduklarını ve hamile kadınların beslenme ve

davranıĢ biçimleri toplumlara göre değiĢtiğinden, anne karnındaki kültüre bağlı yaĢam koĢullarının

sonucu olmadıklarını kanıtlayan hiçbir Ģey yoktur. Ayrıca, çok küçük çocukların hareket

faaliyetlerindeki farklılıklar da kültüreldir; bunlar çocuğun uzun süre boyunca beĢikte tutulmasının ya

da sürekli olarak anne kucağında taĢınmasının sonucu olabilir ve bebek de böylece kendisinin değiĢik

tutuluĢ, korunuĢ ve besleniĢ biçimlerini ve hareketlerini hisseder... Afrikalı bebeklerle Kuzey

Amerikalı bebekler arasında gözlenen farklılıkların, Siyah ya da Beyaz Kuzey Amerikalı bebekler

arasında 1. "Current Directions in Anthropology", Bulletins of the American Ant-hropological Association, c. 3, no 3,1970, bölüm 2, s.

106; J. E. Kilbride, M. C. Robbins, Ph. L. Kilbride, "The Comparative Motor Development of Bağanda. American White and

Page 28: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

American Black Infants", American Anthropolo-gist içinde, c. 72, no 6,1970. IRK VE KÜLTÜR/ 69 gözlenen farklılıktan kıyaslanamaz biçimde büyük olmasının tek etkili nedeni bunlar olabilir;

gerçekten de Amerikalı bebekler, ırksal kökenleri ne olursa olsun, hemen hemen aynı biçimde ye-

tiĢtirilirler. Demek ki, ırkla kültür arasındaki iliĢkiler sorunu, bu biçimde ele alınmakla yetinilirse yanlıĢ konmuĢ

olacaktır. Gerçekten de kültürün ne olduğunu biliyoruz ama ırkın ne olduğunu bilmiyoruz ve bu

konferansın baĢlığının içerdiği soruya cevap vermeyi denemek için bunu bilmek muhtemelen zorunlu

da değildir. Gerçekten soruna belki daha karmaĢık ama bununla birlikte daha basit bir biçim vermek

yararlı olabilir. Kültürler arasında farklılıklar vardır; ve diğerlerinden, kendi aralarında farklılaĢtık-

larından daha fazla farklılaĢan -en azından yabancı ve uyarılmamıĢ bir göz için- kimi kültürler, fiziksel

görünümleriyle diğer topluluklardan ayrılan topluluklara özgüdür. Bu topluluklar kendi kültürleri

içinde farklılıkların, kendileriyle diğer toplulukların kültürleri arasındaki farklılıklardan daha az

olduğunu düĢünürler. Bu fiziksel farklılıklarla kültürel farklılıklar arasında kavranabilir bir bağ var

mıdır? Fiziksel farklılıklara baĢvurmadan kültürel farklılıkları açıklamak ve kanıtlamak mümkün

müdür? ĠĢte, cevaplamam istenen soru öz olarak budur. Oysa önceden belirttiğim nedenlerden dolayı

bu imkânsızdır; ve en belli baĢlı neden, bu ayırıcı özellikleri bir kültüre, belirli ve yerelleĢmiĢ ve bi-

limsel araĢtırmanın Ģimdiden ya da öngörülebilir bir gelecekte kavrayabileceği kalıtımsal unsurlara

bağlayabilecek çok karmaĢık davranıĢ biçimlerini anlaĢılır tarzda birbirine bağlama konusunda

genetikçilerin kendi yetersizliklerini açıklamıĢ olmalarıdır. Dolayısıyla soruyu biraz daha daraltmak

gerekmektedir; ben soruya Ģöyle bir biçim vereceğim: Etnoloji, kültürlerin çeĢitliliğini açıklamakta

kendini tek baĢına yeterli hissediyor mu? Kendi mantığından kaçan unsurlara baĢvurmadan,.dahası,

biyolojik olduğu hükmünü vermenin kendine düĢmediği nihai doğalarına dair bir önyargıya varmadan

bunu baĢarabilir mi? Gerçekten de, IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 70 kültür ile onunla aynı kategoride olmayan bu "baĢka Ģey" arasındaki muhtemel iliĢki sorunu üzerine

söyleyebileceğimiz tek Ģey -bunu ünlü bir formülü tekrarlayarak ifade edebiliriz- böyle bir varsayıma

ihtiyacımız olmadığıdır*. Gene de, bu durumda bile, olayları aĢırı basitleĢtirerek fazlasıyla kazançlı çıkmamız da mümkün.

Sorun böyle ele alındığında, kültürlerin çeĢitliliği, bu çeĢitliliğin nesnel olgusunun dıĢında bir sorun

yaratmayacaktır. Gerçekten de farklı kültürlerin bir arada var olmasını ve bu kültürler arasında,

tarihsel deneyimin farklı temellere sahip olabileceklerini kanıtladığı görece yumuĢak iliĢkilerin geçerli

olmasını hiçbir Ģey engellemez. Kimi zaman, her kültür kendini tek hakiki ve yaĢanmaya değer kültür

olarak görür; diğer kültürleri bilmezlikten gelir, hatta onların kültür olduğunu bile inkâr eder. Ġlkel

diye adlandırdığımız halkların çoğu kendilerine "doğrular", "iyiler", "mükemmeller" anlamına gelen

bir ad verirler, ya da sadece "insanlar" derler; ve diğer halklara, "yer maymunları" ya da "bit

yumurtaları" gibi onların insanlık durumlarını inkâr eden nitelemelerde bulunurlar. Hiç kuĢkusuz,

kültürler arasında düĢmanlık, hatta kimi zaman savaĢ da egemen olabilir ama söz konusu olan

özellikle haksızlardan öc almak, kurban etmek için adam kaçırmak, kadınları ya da malları çalmaktır:

Bunlar, bizim ahlakımızın mahkûm ettiği geleneklerdir, ama bu gelenekler asla, diğer kültürün

gerçekliği kabul edilmediğinden, bir kültür olarak diğer kültürü imha edecek veya köleleĢtirecek kadar

ileri gitmezler ya da böyle bir durum çok istisnaidir. Daha çok hayatını adadığı Brezilya yerlilerinin

kendisine taktığı Nimuendaju adıyla tanınan ünlü Alman etnolog Curt Unkel, uygar bir merkezde uzun

süre kaldıktan sonra yerli köyüne geri döndüğünde, köyün evsahipleri Nimuenda-ju'nun, hayatın

yaĢanır olmaya değdiği tek yer diye düĢündükleri kendi köylerinden uzakta katlanmak zorunda kaldığı

acıları düĢünerek gözyaĢı döküyorlardı. BaĢka kültürler karĢısındaki bu * Fransız astronom Pierre Simon Laplace (1799-1827), kendisine sistemi içinde Tanrı'ya nasıl bir yer verdiğini soran'

Napolyon'a Ģu yanıtı vermiĢtir: "Bu varsayıma ihtiyaç duymuyorum". IRK VE KÜLTÜR/71 derin kayıtsızlık, bu kültürler için kendi dilediklerince ve kendi bildikleri tarz içinde var olabilmenin

güvencesiydi. Ancak bu tavrın karĢıtını oluĢturmaktan çok onu tamamlayan baĢka bir tavır da bilinmektedir; bu tavra

göre yabancı, uzaksan gelmenin itibarından yararlanır ve oradaki varlığıyla toplumsal bağları

geniĢletme fırsatını temsil eder. Bir aileyi ziyaret ettiğinde yeni doğan bebeğe isim koyması için o

seçilir; evlilik birleĢmeleri de uzak gruplarla yapıldığında daha değerli olur. BaĢka bir düĢünce

düzeyinde, Kayalık Dağlar'da yaĢayan Flathead Kızılderilileri'nin, Beyazlar'la karĢılaĢmalarından çok

Page 29: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

önceleri, Beyazlar ve inançları hakkında iĢittikleri Ģeylerle fazlasıyla ilgilenip Missouri, Saint-Louis'de

oturan misyonerlerle iliĢki kurmak üzere düĢman kabilelerin iĢgali altındaki toprakları aĢarak art arda

sefere çıkmaktan çekinmedikleri bilinmektedir. Demek ki kültürler kendilerini sadece farklı görmekle

ya birbirlerini kasıtlı olarak bilmezlikten gelirler, ya da arzulanan bir diyalog amacıyla birbirlerini

taraf olarak kabul ederler. Her iki durumda da birbirlerini tehdit ederler ve kimi zaman saldırırlar, /ama

varlıklarını karĢılıklı olarak gerçekten tehlikeye atmazlar. KarĢılıklı olarak tanınan farklılık kavramı

kültürlerden birinde yerini güç iliĢkilerinin eĢitsizliği üstünde temellenen bir üstünlük duygusuna

bıraktığında ve kültürel çeĢitliliğin olumlu ya da olumsuz kabulü, yerini eĢitsizliklerinin

olumlanmasına bıraktığında durum çok değiĢir. Demek ki asıl sorun, kimi topluluklanrı kendi üstünlüklerine kanıt olarak ileri sürdükleri genetik

mirasları ile pratik baĢarıları arasında var olabilecek muhtemel bağın bilimsel düzlemde ortaya

koyduğu türden bir sorun değildir. Çünkü, fiziksel antropoloji uzmanları ve etnologlar sorunun

çözümsüzlüğü konusunda hemfikir olsalar ve birbirlerine söyleyecek Ģeyleri olmadığını saptayarak

nazikçe selamlaĢıp ayrılmadan önce hep birlikte bir yetersizlik tutanağı imzalasalar bile,2 16. yüzyıl

Ġspanyolları’nın 2. J. Benoist, "Du social au biologique: etüde de quelques interactions", L'homme, revue française d'anthropologie içinde, c.

6, no 1, 1966. IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 72 okyanus ötesine asker, at, zırh ve ateĢli silah taĢıyabilecek gemilere sahip olmaları nedeniyle

kendilerini Meksikalılardan ve Perulular'dan daha üstün gördükleri ve değerlendirdikleri gerçeği

değiĢmez; aynı akıl yürütmeye göre, buhar makinesine ve övünebileceği baĢka birkaç teknik marifete

sahip diye 19. yüzyıl Avrupalısı da kendini dünyanın geri kalanından üstün ilan etmiĢtir. Avrupalılar

bütün bu açılardan ve daha genel olarak, Batı'da doğmuĢ ve geliĢmiĢ olan bilimsel bilgi bakımından

gerçekten üstün olsalar da, yine de durum, Batı'nın köleleĢtirdiği ya da kendisini izlemek zorunda

bıraktığı halklar, az rastlanır ve değerli istisnalar hariç, Batı'nın bu üstünlüğünü kabul ettiklerinden ve

bağımsızlıklarını elde ettiklerinde ya da bağımsızlık güvencesi verildiğinde ortak geliĢme çizgisindeki

bir gecikme olarak gördükleri bu farkı kapatmayı amaç olarak benimsediklerinden, daha az tartıĢma

götürür nitelikte görünmektedir. Hayli kısa sürede onaylanan bu görece üstünlüğün var olmasından, ne bu üstünlüğün kesin olduğu

sonucuna ne de farklı temel yetenekler ortaya çıkardığı sonucuna varamayız yine de. Uygarlık tarihi,

yüzyıllar boyunca, Ģu ya da bu uygarlığın özel bir parıltıyla parıldayabildiğini göstermiĢtir. Ama

bunun, tek bir geliĢme çizgisinde ve her zaman aynı yöne doğru olması zorunlu değildir. Batı, birkaç

yıldan beri, bazı alanlardaki sınırsız kazanımlarının ağır karĢılıklar doğurduğu gerçeğini benimsemeye

hazırdır; bazı değerlerden yararlanmak için reddetmek zorunda kaldığı değerlerin daha fazla saygıyı

hak edip etmediğini kendine sorma noktasına gelmiĢtir. Yakın zamana kadar geçerli olan, diğer

toplumlar geride kalırken sadece Batı'nın duraklamadan katetmiĢ olduğu bir yol boyunca sürekli

ilerleme fikrinin yerini, böylelikle, farklı yönler arasında seçim yapma mefhumu alır; öyle ki herkes,

kazanmak istediği alanların bedeli olarak, bir ya da birkaç alanda kaybetmeyi göze almak durumunda

kalır. Tarım ve yerleĢik hayata geçiĢ besin kaynaklarını son derece geliĢtirmiĢ ve bunun sonucu olarak,

insan nüfusunun çoğalmasına imkân tanımıĢtır. Ama, nüfusun hastalık yapan mikropları geliĢ-

tiremeyecek kadar az olduğu koĢullarda yok olma eğiliminde IRK VE KÜLTÜR/73 olan bulaĢıcı hastalıklar, bu durumun sonucu olarak yaygınlaĢmıĢtır. Dolayısıyla, avcı ve toplayıcı

kalmıĢ halkların kendilerini daha iyi koruyabildikleri sakıncalara karĢılık, tarıma geçmiĢ halkların,

kuĢkusuz bilmeden, bazı üstünlükler seçmiĢ oldukları söylenebilir: Avcı vetoplayıcı kalmıĢ halkların

hayat tarzı bulaĢıcı hastalıkların insandan insana ve evcil hayvanlardan insanlara geçmesini

engelliyordu ama kuĢkusuz baĢka sakıncalar pahasına. Canlı biçimlerin tek-doğrusal evrimine duyulan inanç, toplum felsefesinde biyolojiden çok daha önce

ortaya çıktı. Ama, on dokuzuncu yüzyılda bu inancı destekleyen ve ona bilimsel statü talep etme

imkânını veren biyoloji oldu; bu inancı taĢıyanlar da böylece, kültürlerin farklılığı olgusunu kültürlerin

eĢitsizliğinin onaylanmasıyla bağdaĢtıracağını umuyordu. Ġnsan topluluklarının gözlenebilir farklı

durumları sanki tek bir geliĢmenin art arda gelen evrelerini açıklıyorlarmıĢ gibi ele alınarak, biyolojik

miras ile kültürel baĢarılar arasında nedensel bir bağ olmamasına rağmen, bu iki düzey arasında en

azından analojik bir iliĢkinin var olduğu öne sürülüyordu; bu iliĢkinin, daha büyük bir farklılaĢma ve

daha yüksek bir karmaĢıklık yönünde sürekli büyüyen canlılar dünyasını tanımlarken biyoloji

bilginlerinin dayandıkları ahlaki tahminlerin aynısını desteklediği iddia ediliyordu.

Page 30: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Bununla birlikte biyoloji bilginlerinde de önemli bir değiĢim meydana gelecekti - bir dizi değiĢimin

ilki bu yazıda ele alınacaktır. Sosyologlar, tarihin belirsiz rastlantılarının ardında bir evrimin daha

kesin ve daha anlaĢılır bir Ģemasını keĢfetmek için biyolojiye baĢvururlarken, biyoloji bilginleri de,

birkaç basit yasaya tabi kabul ettikleri evrimin gerçekte çok karmaĢık bir tarihi içerdiğini fark

ediyorlardı. Biyolojide, çeĢitli canlı biçimlerin birbiri ardına aynı yönde katetmeleri gereken "mesafe"

kavramının yerini, önce, türler arasında bir soy zinciri değilse de -zira, evrim biçimlerinin kimi zaman

ayrı, kimi zaman da ortak noktaya yöneldiği ortaya çıktıkça soy zinciri giderek daha az güvenilir bir

hal alıyordu- hısımlık bağları oluĢmasına imkân tanıyan IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 74 "ağaç" kavramı aldı ve ardından bu ağaç da "kafese" dönüĢtü; kafes figürünün çizgileri birbirlerinden

uzaklaĢtıkları sıklıkla birbirlerine kavuĢtuklarından, iç içe geçmiĢ bu yolların tarihsel tanımı, bir

zamanlar içinde ritm, yön ve etkileri bakımından farklı evrimsel yolların tek değil, çok çeĢitli biçimleri

tarafından izlenen sayısız yolun sabitlenmesinin mümkün görüldüğü o aĢırı basit diyagramların yerini

aldı. Bununla birlikte,.bizimkinden çok farklı toplumlara iliĢkin dolaysız bilgi sayesinde, o toplumlara ait

olmayan nedenlerle onları yargılamak ve mahkûm etmek yerine onların kendilerine verdikleri varlık

nedenine değer biçmemiz mümkün olduğu ölçüde, etnoloji de bizi benzer bir bakıĢ açısına çağırır.

Kendi öz değerlerini geliĢtirmeye özen gösteren bir uygarlık, kendi uygarlığı tarafından tamamen

farklı değerleri tanımaya uygun Ģekilde yetiĢtirilmiĢ bir gözlemciye, hiçbir değere sahip değilmiĢ gibi

gelecektir. O, sadece kendi kültüründe bir Ģeylerin var olduğunu, olayları süreklilik içinde birbirine

ekleyen bir tarihin imtiyazına sadece kendi uygarlığının sahip olduğunu sanır. Ona göre sadece bu

tarih bir anlam sunmaktadır; anlam kavramını ikili olarak, hem anlam taĢımak hem bir hedefe

yönelmek biçiminde ele almak koĢuluyla. Diğer toplumların hiçbirinde tarihin olduğuna inanmaz; olsa

olsa yerinde saymaktadır. Ama bu yanılsama yaĢlıların ve yeni bir rejimin düĢmanlarının kendi toplumlarının bağrında

çektiklerine benzer. YaĢları ya da politik tercihleri nedeniyle olayların dıĢında kalan bu insanlar, aktif

olarak katılmadıkları bir dönemin tarihinin akmadığı duygusunu taĢırlar; bunlar için olaylar bir

anlamda durağanlaĢırken genç insanlar ve iktidardaki militanlar bu evreyi coĢkuyla yaĢarlar. Bir

kültürün ya da evrelerinden birinin akıĢının zenginliği özdeki bir nitelik olarak var olmaz; gözlemcinin

bu zenginlik karĢısındaki konumuna, bu zenginlikteki çıkarlarının miktarına ve çeĢitliliğine bağlıdır.

BaĢka bir imgeyi kullanırsak, kültürlerin, her biri kendi yolunda, kendi yönünde ve kendi hızında

ilerleyen trenlere benzediği söylenebilir. Bizimkiyle birlikte ilerleyenler bizim için en kalıcı biçimde

var olurlar; kompartıman- 1RK VE KÜLTÜR/ 75 larımızın karĢılıklı camlarından vagon çeĢitlerini, yolcuların fizyonomi ve mimiklerini rahatlıkla

gözlemleyebiliriz. Ama, eğik ya da paralel baĢka bir yol üzerinde, ters yönde bir tren geçerse, görüĢ

alanımızda bir an karıĢıklık yaratan, olayın kendisine dair hiçbir bilgi vermeyen ve düĢlerimize fon

hizmeti gören manzaranın dingin seyrini kesintiye uğrattığı için bizi sadece sinirlendiren, pek az

tanımlanabilir, bulanık ve hızla kaybolan bir görüntü fark ederiz. Dolayısıyla, bir kültürün her bir üyesi de kendi kültürüne bu düĢsel yolcunun kendi trenine olduğu

kadar sıkı sıkıya bağlıdır. DoğuĢtan itibaren ve -biraz önce belirttim- muhtemelen daha bile önce, bizi

çevreleyen varlıklar ve nesneler, sistem oluĢturan, karmaĢık bir referanslar aygıtıyla her birimizi

donatır: Eğitimin, uygarlığımızın tarihsel geliĢimine iliĢkin bize önerdiği kendi içine bakıĢ yoluyla

sonradan teyid ettiği davranıĢlar, güdülenmeler ve örtük yargılar. Biz tam anlamıyla bu referans

sistemiyle hareket ederiz ve bunun dıĢında oluĢmuĢ kültürel bütünlükler bizim tarafımızdan ancak

kendi sistemimizin onlarda yarattığı deformasyon yoluyla algılanabilir. Hatta bu referans sistemi,

onları görmemizi imkânsız bile kılabilir. Ġlkel denen halklar ve demografilerini dolaylı ya da dolaysız olarak etkileyen gelenekleri karĢısında

genetik uzmanları arasında yakın zamanda oluĢan önemli tavır değiĢikliği yukardaki yoruma bir kanıt

getirebilir. Garip evlilik kurallarından, anne en son doğan çocuğunu emzirdiği müddetçe -kimi zaman

çocuk üç ya da dört yaĢına gelinceye kadar- eĢler arasında cinsel iliĢkiyi yasaklayan türden keyfi

yasaklamalardan, Ģeflere ya da yaĢlılara çok-eĢlilik konusunda ayrıcalık verilmesinden, ya da hatta ço-

cukların öldürülmesi gibi bizleri isyan ettiren türden âdetlerden oluĢan bu gelenekler yüzyıllar

boyunca anlam ve içerikten yoksun görülmüĢ; bunlar, insan doğasının, sorumlusu olduğunu söy-

leyecek kadar ileri gidilmese bile, muktedir olduğu acayipliklerin ve fantazilerin örnekleri olarak

Page 31: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

sıralanmaya ve betimlenmeye ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 76 layık görülmüĢtür. Saçma ya da canice diye reddedilen bütün bu geleneklerin bizim için bir anlam

kazanması ve nedenlerinin anlaĢılması için, 1950'li yıllarda topluluk genetiği adı altında yeni bir bilim

dalının ortaya çıkması gerekti. Science dergisinin son sayılarından biri, Profesör J. V. Neel ve meslektaĢlarının, tropikal Amerika'nın

kendini en iyi korumuĢ çeĢitli topluluklarıyla ilgili, uzun yıllardan beri sürdürdükleri araĢtırmaların

sonuçlarını daha geniĢ bir kitlenin bilgisine sundu. Ayrıca bu araĢtırmalar, Güney Amerika'da ve Yeni

Gine'de bağımsız olarak sürdürülen baĢka araĢtırmalar tarafından da doğrulandı.3

Bizim ırkımızdan en uzak sözde "ırklar"ı aynı zamanda en homojen ırklar olarak görme

eğilimindeyizdir; bir Beyaz için, bütün Sarılar birbirine benzer, ve tersi de muhtemelen doğrudur.

Gerçek durum çok daha karmaĢık gibidir, çünkü örneğin Avustralyalılar bütün kıtada morfolojik

olarak homojen görünseler bile,4 aynı coğrafi alanda yaĢayan birçok Güney Amerika kabilesindeki

genetik tekrarlarda önemli farklılıklar ortaya çıkabilmektedir; ve bu farklılıklar aynı kabilenin köyleri

arasında, dilleri ve kültürleri farklı kabileler arasında olduğu kadar büyüktür. Demek ki sanıldığının

tersine, kabile biyolojik bir birlik oluĢturmamaktadır. Bu durumu nasıl açıklamalı? Hiç kuĢkusuz, yeni

köylerin parçalanma ve kaynaĢma Ģeklinde, ikili bir süreç yoluyla oluĢtuğu gerçeğiyle: Önce, bir aile

kendi soyağacından ayrılır ve kendini baĢka bir yerde yeniden kurar; daha sonra, kendi aralarında

akraba olan insan grupları onlara katılır ve yeni yerleĢim yerini paylaĢırlar. Bu yolla oluĢan genetik

stoklar kendi içlerinde, rastlantısal kümelenmelerin sonucu olarak ortaya çıkabilecek 3. J. V. Neel, "Lessons from a 'primitive' people", Science, no. 170, 1970. E. Giles, "Culture and Genetics"; F. E. Johnston,

"Genetic Anthropo-logy: Some Considerations", Current Directions in Anthropology içinde, a.g.y. 4. A. A. Abbie, "The Australian Aborigine", Oceania, c. 22, 1951; "Re-cent Field-Work on the Physical Anthropology of

Australian Aborigines", Australian Journal of Science içinde, no. 23,1961. ĠRK VE KÜLTÜR/77 olandan daha fazla farklılaĢırlar. Bundan Ģu sonuç çıkar: Eğer aynı kabilenin köyleri, baĢlangıçta farklılaĢmıĢ -her birinin görece tecrit

durumunda olduğu ve yeniden üretim oranlarının eĢitsizliği nedeniyle nesnel olarak birbiriyle rekabet

halinde yaĢadığı koĢullarda- genetik oluĢumlar içeriyorlarsa, biyoloji bilginleri açısından bunlar,

hayvan türlerinde genellikle gözlemlenen evrimle karĢılaĢtırılamayacak oranda hızlı bir evrim için en

elveriĢli koĢullar bütününü meydana getirirler. Kıyaslamak olarak konuĢursak, son insanımsı fosil-

lerinden günümüz insanına gelen evrimin çok hızlı meydana geldiğini biliyoruz. Bazı ücra

topluluklarda gözlenebilir koĢulların, en azından bazı bakımlardan, insanlığın çok uzak bir geçmiĢte

içinde bulunduğu koĢulların yaklaĢık bir görüntüsünü sunduğunu kabul edersek, bugün bize çok sefil

gelen bu koĢulların Ģu anki halimizi yaratmaya en uygun koĢullar olduğunu ve aynı zamanda,

insanlığın evrimini aynı yönde tutmaya ve ritmini korumaya en elveriĢli koĢullar olarak kalmaya

devam ettiklerini kabul etmemiz gerekir; oysa genetik alıĢveriĢlerin baĢka biçimlerde meydana geldiği

dev çağdaĢ toplumlar, evrimi durdurma ya da ona baĢka yönelimler verme eğilimindeler. Bu araĢtırmalar Ģunu da kanıtlamıĢtır ki, sözümona vahĢiler arasında, çocuk ölümleri ve bulaĢıcı

hastalıktan ölüm (elbette, dıĢardan bulaĢmalardan kendini koruyabilen kabilelerle sınırlı kalırsak)

sanıldığı kadar fazla değildir. Dolayısıyla, bu iki ölüm nedeni, daha çok aĢağıda belirtilen baĢka bazı

nedenlerin sonucu olan nüfus artıĢı düĢüklüğünü açıklayamaz: Bu baĢka nedenler, emzirme süresinin

uzatılmasına ve cinsel yasaklara denk düĢen doğuma gönüllü ara verme, çocuk düĢürme ve çocuk

öldürme uygulamalarıdır; bu nedenle, üretken dönemi boyunca bir çift, ortalama her dört ya da beĢ

yılda bir çocuk yapar. Çocuk öldürme bize ne kadar iğrenç gelirse gelsin, bir doğum kontrol yöntemi

olarak "kabarık" toplumlarda bir zamanlar ve günümüzün kimi toplumlarında hâlâ yaygın olan çocuk

ölüm oranlarının yüksekliğinden, ve aĢırı kalabalık bir gezegene doğma tehlikesine maruz bırakılan

milyonlarca ya da milyarlarca insanı, erken IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 78 bir elenme sayesinde kurtuldukları bir yazgıdan daha az acıklı olmayan bir yazgıdan kurtarmak için

bizim de bugün gerekli olduğunu düĢündüğümüz gebelik önleyici yöntemlerden temelde farklı

değildir. Dünyadaki baĢka birçok kültür gibi, burada yorumlamayı sürdürdüğüm araĢtırmaların yapıldığı

kültürler de çok-eĢliliği (polygynie) toplumsal baĢarının ve uzun ömürlülüğün onayı Ģeklinde görürler.

Bunun sonucu olarak bütün kadınlar yukarıda belirtilen nedenlerle, yaklaĢık olarak aynı sayıda çocuk

yapma eğiliminde olsalar da, erkeklerdeki üreme oranı eĢlerinin sayısına göre önemli oranda değiĢir.

Page 32: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Rio Madeira havzasında yaĢayan Tupi-Kawahib Kızılderilileri arasında önceden gözlemlediğim gibi,

yaklaĢık on beĢ kiĢilik küçük bir toplulukta, grubun evlenme çağındaki ya da evlenme çağına yaklaĢan

bütün kadınları üzerinde bir tür tekel uygulayan bir Ģefin nitelikleri arasında alıĢılmamıĢ bir cinsel

potansiyel de varsa, bu oran daha da fazla değiĢecektir. Oysa bu gruplarda Ģeflik her zaman kalıtımsal değildir; kalıtımsal olduğunda bile büyük bir seçme

özgürlüğüyle olmaktadır. Otuz yıldan uzun bir zaman önce, yarı-göçebe küçük gruplarının her biri

toplu onayla belirlenmiĢ bir Ģefe sahip olan Nambikvvaralar arasında yaĢarken, Ģefin konumunun,

çok:eĢlilik imtiyazı dıĢında, üstünlükten çok görev ve sorumluluk getirdiğini görmek beni etkilemiĢti.

ġef olmayı istemek için ya da daha sıklıkla, grubun isteklerine uymak için, genelin dıĢında bir

karaktere sahip olmak gerekiyordu; sadece kazanılmıĢ fiziksel yetenekler değil, kamusal faaliyet

isteği, giriĢim ruhu ve komutanlık duygusu da gerekiyordu. Bu yeteneklere iliĢkin ne düĢünürsek

düĢünelim, hoĢumuza gitsin ya da gitmesin, Ģurası bir gerçek ki, eğer bunların dolaylı ya da dolaysız

genetik bir temeli varsa, sürüp gitmeleri çok-eĢlilik sayesinde kolaylaĢacaktır. Gerçekten de, benzer

topluluklar üzerinde sürdürülen araĢtırmalar çok-eĢli bir erkeğin diğerlerinden daha fazla çocuğu

olduğunu gösterdi; böylece, oğullarının baĢka soylardan gelen eĢler almak için onlarla değiĢ tokuĢ

edecekleri kız kardeĢlere ya da ana ayrı kız kardeĢle- IRK VE KÜLTÜR/ 79 re sahip olmasına olanak tanıdığından, çok-karılılığın çok-karılılık doğurduğu söylenebilir. Böylelikle,

doğal ayıklanmanın bazı biçimleri teĢvik edilmiĢ ve güçlendirilmiĢ olur. Sömürgeciler ya da fatihler tarafından getirilen bulaĢıcı hastalıkları bir kez daha bir yana bırakırsak -ki

bunların birkaç gün ya da birkaç hafta içinde kimi zaman bütün topluluğun ortadan kalkmasına neden

olan korkunç yıkımlar oldukları bilinmektedir-, ilkel denen halkların kendi yerleĢik hastalıklarına karĢı

dikkat çekici bir bağıĢıklığa sahip oldukları söylenebilir. Bu durum, bebeğin anne vücuduyla ve

çevredeki ortamla çok yakın iliĢki içinde olmasıyla açıklanır. Hastalık yapan her türlü mikroba bu

erken maruz kalma durumu, gebelik sırasında anneden kazanılan pasif bağıĢıklıktan, doğumdan sonra

her birey tarafından geliĢtirilen aktif bağıĢıklığa daha kolay geçilmesini sağlar. ġu ana kadar sadece demografik ve sosyolojik düzeydeki iç denge unsurlarını göz önünde

bulundurdum. Bize boĢ inançlar gibi gelebilecek ama insan topluluğunun doğal ortamla dengesini

korumasını sağlayan yaygın tören ve inanç sistemlerini de bunlara eklemek gerekir. Bir bitki

saygıdeğer bir varlık olarak kabul edilebilir ve meĢru bir nedeni olmayan hiç kimse, bitkinin ruhunu

bağıĢlarla yatıĢtırmadan onu söküp alamaz; beslenmek için avlanan hayvanlar, türlerine göre, çok fazla

hayvan avladıkları ya da diĢileri ve yavruları esirgemedikleri için amaç dıĢı davranmıĢ suçlu avcıları

cezalandıran doğaüstü efendilerin koruması altındadırlar; nihayet, insanların, hayvanların ve bitkilerin

ortak bir yaĢam zenginliğini paylaĢtıkları düĢüncesi egemendir, öyle ki herhangi bir türün zararına

olacak Ģekilde aĢırılığa kaçılması, yerli felsefesinde, kaçınılmaz olarak insanların kendi hayat

umutlarında bir azalmayla kendini gösterir. Bütün bu örnekler naif olabilir, ama insanı doğanın

efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç ve çıkarlarını göz önünde

bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, insan-merkezli olmayan ve ona doğada makul bir yer

veren bilgece tasarlanmıĢ bir hümanizmin son derece etkili belirtileridir. IRK TARĠH VE KÜLTÜR/80 Eskiden bizim tarafımızdan sadece alay konusu edilen ya da en fazla, küçümseyici bir merak

gösterdiğimiz bütün o hayat tarzlarına, âdet ve inançlara nesnel bir değer ve ahlaki bir anlam

vermemiz için bilgimizin geliĢmesi ve yeni sorunların bilincine varmamız gerekiyordu. Ama topluluk

genetiğinin antropoloji alanına giriĢiyle birlikte, teorik sonuçları belki çok daha önemli olan bir baĢka

değiĢiklik ortaya çıktı. Belirttiğim bütün olgular kültüreldir; bazı insan gruplarının bölünme ve

yeniden bir araya gelme biçimlerini, birleĢmek ve üremek için gelenek tarafından her iki cinsiyete

dayatılan Ģartları, çocuk doğurmanın ya da düĢürmenin ve onları eğitmenin saptanmıĢ tarzını, hukuku,

büyüyü, dini ve kozmolojiyi içerirler. Oysa, bu etkenlerin dolaylı ya da dolaysız biçimde doğal

ayıklanmayı biçimlendirip akıĢına yön verdiklerini gördük. Dolayısıyla, ırk ve kültür kavramları

arasındaki iliĢkilerle ilgili sorunun verileri son derece altüst olmuĢtur. Bütün 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın

ilk yarısı boyunca, ırkın kültürü etkileyip etkilemediği, etkiliyorsa ne Ģekilde etkilediği sorusu soruldu.

Sorunun bu biçimde ortaya atılıĢının çözümsüzlüğü anlaĢıldıktan sonra, olayların diğer yönde

geliĢtiğini Ģimdi Ģimdi fark etmekteyiz: Ġnsanların biyolojik evriminin ritmini ve yönelimini büyük

ölçüde belirleyen, insanların değiĢik yerlerde benimsedikleri kültürel biçimler ve geçmiĢte ya da gü-

nümüzde hâlâ geçerli oldukları halleriyle hayat tarzlarıdır. Kültür ırkın bir türevi midir, değil midir,

Page 33: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

diye sormak Ģöyle dursun, ırkın -ya da bu terimden genel olarak anlaĢılan Ģeyin- kültürün

türevlerinden biri olduğunu keĢfediyoruz. BaĢka türlü nasıl olabilirdi? Bir grubun kendisi için saptadığı ya da kabullendiği coğrafi sınırları,

komĢu halklarla sürdürdüğü dostluk ya da düĢmanlık iliĢkilerini ve bunun sonucu olarak, izin verilen,

teĢvik edilen ya da yasaklanan gruplar arası evlilikler sayesinde kendi aralarında meydana gelebilecek

genetik alıĢveriĢlerin göreli önemini belirleyen tam da o grubun kültürüdür. Bizim toplumlarımızda

bile evliliklerin tamamen tesadüfi olma- IRK VE KÜLTÜR/ 81 dığmı biliriz: Müstakbel çiftlerin ikâmetleri arasındaki mesafe, etnik kökenleri, dinleri, eğitim

düzeyleri gibi bilinçli ya da bilinçsiz etkenler belirleyici bir rol oynayabilirler. Yazısız halklar arasında

yakın tarihe kadar büyük bir genellik gösteren âdet ve geleneklerden yola çıkarak genelleme yapmak

mümkünse ve bunların çok uzun süreden beri bizim türümüzde var oldukları kabul edilirse

görülecektir ki, atalarımız, toplumsal hayatın baĢlangıcından itibaren çok katı evlilik kuralları

benimsemek ve uygulamak zorunda kalmıĢlardır. Örneğin, iki erkek kardeĢten ya da iki kız kardeĢten

doğma yakın kuzenleri gerçek erkek ya da kız kardeĢ olarak kabul ederek birleĢmelerini ensest diye

yasaklayan kurallar; her biri bir kız ve bir erkek kardeĢten doğma melez kuzenlerin birleĢmelerini ise,

tersine, yapılması istenen değilse bile, izin verilen birleĢme olarak gören kurallar; bunlar, ne kadar

uzak olursa olsun her türlü akrabalık bağının evlenmeyi engelleyici bir durum yarattığı diğer bütün

toplumlardan farklıdır. Öncekilerden daha incelikli olan ve melez akrabalara iliĢkin diğer bir kural ise

kuzinleri iki kategoriye ayırır: Babanın kız kardeĢinin kızı ve annenin erkek kardeĢinin kızı; bu

kategorilerden birine evlenme izni verilirken diğerine kesinlikle yasak konur, ama izin verilen ve

yasaklanan her zaman ve her yerde aynı kategori değildir. KuĢaklar boyunca uygulanan bu kuralların

genetik mirasın taĢınması üzerinde farklılaĢtırıcı bir etkide bulunmaması mümkün müdür? Hepsi bu kadar da değil; çünkü, her toplum tarafından uygulanagelen sağlık kuralları ve çeĢitli türden

hastalıklara ya da zayıflık durumuna yönelik tedavilerin göreli önem ve etkililiği de bazı bireylerin

hayatta kalmasına ve genetik bir malzemenin yayılmasına farklı derecelerde imkân tanır ya da önler;

bunlar olmasaydı, bu genetik malzeme çok kısa sürede yok olurdu. Bazı kalıtımsal anormallikler ve

görmüĢ olduğumuz gibi, belirli durumlarda -anormal olarak kabul edilen doğumlar, ikizler, vs.-iki

cinsiyeti de ayrımsız biçimde etkileyen veya özel olarak kızları etkileyen çocuk öldürme gibi

uygulamalar karĢısındaki kültürel tavırlar için de aynı Ģey geçerlidir. Nihayet, eĢlerin göreli IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/82 yaĢ durumları, yaĢam düzeyine ve toplumsal iĢlevlere göre değiĢen doğurganlık ve doğurtkanlık

durumları da, en azından kısmen, nihai kaynağı biyolojik değil toplumsal olan kurallara dolaylı ya da

dolaysız olarak tabi durumdadır. Irkla kültür arasındaki iliĢkiler sorununun, birkaç yıldan beri tanık olduğumuz bu tersine çevriliĢi

özellikle siklemi hastalığı ile çarpıcı bir açıklama bulmuĢtur: Hem anne hem babadan kalıtım olarak

aynı anda geçtiğinde genellikle öldürücü olan, doğuĢtan gelen alyuvar anomalisinin, çekinik kaldığı

durumda, taĢıyıcının malaryaya karĢı görece korunmasını sağladığı da sadece son yirmi yıldan beri

bilinmektedir. Demek ki söz konusu olan, baĢlangıçta uyarlanma değerinden yoksun olduğu sanılan o

özelliklerden biri, yani, topluluklar arasında var olmuĢ arkaik iliĢkilerin onarılmasına, sıklık derecesine

bağlı olarak imkân tanıyan bir çeĢit biyolojik fosildir. Siklemi geni bakımından heterozigot olan

insanların biyolojik bir avantaj elde edebildiklerinin ve dolayısıyla bir yandan aynı gen bakımından

homozigot olup biyolojik olarak mahkûm edilmiĢlerden, diğer yandan, belli bir malarya biçimine çok

fazla duyarlı olmaları nedeniyle erken yaĢta ölüme mahkûm olmuĢ taĢıyıcı olmayan insanlardan

karĢılaĢtırmalı olarak daha yüksek bir oranda üreyebildiklerinin anlaĢılmasıyla, ırkları belirlemenin

sabit ölçütünü nihayet bulmuĢ olma umutları suya düĢtü. Genetik uzmanlarının keĢfinin, neredeyse felsefi denebilecek teorik sonuçlarını F. B. Livingstone ünlü

bir makalesinde5 ortaya koymuĢtur. Batı Afrika'da malarya oranının, siklemi geninin oranının, dillerin

ve kültürlerin dağılımının karĢılaĢtırmalı incelemesi yazara biyolojik, arkeolojik, linguistik ve

etnografik verilerin birbirleriyle bağıntılı bütününü ilk kez dile getirme imkânını vermiĢtir. Bu Ģekilde

yazar, malaryanın ortaya çıkıĢının ve ardından sikleminin yayılıĢının tarımın giriĢinden kaynaklan-

dığını çok inandırıcı bir biçimde ortaya koymuĢtur: Bu bölgeler- 5. F. B. Livingstone, "Anthropological Implications of Sickle Celi Gene Distribution in West Africa", American

Anthropologist içinde, c. 60, no 3, 1958. IRK VE KÜLTÜR/83 de yaĢayan hayvan topluluğunu baĢka bölgelere sürerek ya da yok ederek toprağın yoğun biçimde tarla

Page 34: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

haline getirilmesi, hastalık bulaĢtıran sivrisineklerin üremesine elveriĢli bataklık arazilerin ve durgun

su birikintilerinin oluĢumuna neden oldu; bu böcekleri, asalak olarak yaĢayabilecekleri memelilerin en

bol bulunanı haline gelmiĢ olan insana uyum sağlamak zorunda bıraktı. Diğer etkenler de dikkate

alındığında, halklara göre değiĢen siklemi oranları bir halkın bugün bulunduğu yere yerleĢme dönemi

üzerinde, kabilelerin hareketi ve birbiriyle bağıntılı olarak tarımsal tekniklerini elde ettikleri tarihler

üzerinde makul varsayımlarda bulunmayı mümkün kılar. Böylece, genetik bir düzensizliğin çok uzak bir geçmiĢe tanıklık edemeyeceği hemen anlaĢılır (çünkü

bu genetik düzensizlik, en azından kısmen, kültürel değiĢimlerin biyolojik sonuçlarına karĢı sağlanan

korumayla doğru orantılı olarak yayılmıĢtır), ama buna karĢılık, tarımın Afrika'ya giriĢi birkaç bin

yıldan geriye gidemediğinden, genetik' düzensizlik daha yakın bir geçmiĢe önemli oranda ıĢık tutar.

Demek ki, bir yanda kaybedilen Ģey diğer yanda kazanılmaktadır. Çok geniĢ bir ölçekte incelendikle-

rinde, kültürler arasında ayırt edildiği sanılan büyük farklılıkları ırksal özelliklerle açıklamaktan artık

vazgeçiyoruz; ama bu aynı ırksal özellikler -daha hassas bir gözlem ölçeği benimsendiğinde bunlar

ırksal özellik olarak görülemeyecektir- nedeni değil sonucu oldukları kültürel görüngülerle birleĢerek

görece yakın olan dönemler üzerine çok değerli bilgiler sağlarlar; dahası, diğer tarihin tersine, bu

bilgiler arkeolojinin, linguistiğin ve etnog-rafinin verileriyle doğrulanabilir. "Kültürel makro-evrim"in

bakıĢ açısından "genetik mikro-evrim"in bakıĢ açısına geçmek koĢuluyla, ırkların ve kültürlerin

incelenmesi arasında iĢbirliği yeniden mümkün olabilir. Gerçekten de, bu yeni bakıĢ açıları ırk ve kültür incelemelerini karĢılıklı iliĢkileri içine oturtmaya

imkân tanır. Bunlar kısmen birbirine benzer, kısmen de birbirini tamamlayıcıdır. Öncelikle birbirine

benzerdir, çünkü kültürler, genel anlamda ırk olarak adlandırılan genetik özelliklerin bu düzensiz

miktarlarıyla IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/84 birçok yönde karĢılaĢtırılabilirler. [Bir kültür çok sayıda özellikten oluĢur; bunların kimileri, yakın ya

da uzak kültürlerle değiĢik derecelerde ortaktır, kimileri de o kültürü diğerlerinden az çok belirgin bir

biçimde ayırır. Bu özellikler bir sistemin bağrında dengelenirler ve bu sistem, her iki durumda da,

ayakta kalabilir olmalıdır, yoksa yayılmaya ya da çoğalmaya daha yatkın baĢka sistemler tarafından

adım adım ortadan kaldırılabilir. Farklılıkları geliĢtirmek için, bir kültürü komĢu kültürlerden ayırt et-

meye yarayan eĢiklerin yeterince belirgin olması için gerekli koĢullar, topluluklar arasında biyolojik

farklılaĢmayı kolaylaĢtıran koĢullarla aĢağı yukarı aynıdır: Uzun bir süre boyunca görece tecrit;

kültürel ya da genetik mahiyetteki sınırlı alıĢveriĢ. Kültürel engeller, hemen hemen aynı derecede,

biyolojik engellerle aynı yapıdadır; kültürel engeller biyolojik engellerin o denli daha gerçeğe uygun

biçimde önbelirtileridir ki, bütün kültürler insan gövdesinde izlerini bırakır: Kıyafet, saç ve süs

tarzlarıyla, bedensel sakatlamalarla ve el, kol, baĢ hareketleriyle, ırklar arasında var olabilecek

farklılıklarla kıyaslanabilir farklılıkları taklit ederler; bazı tipteki insanları diğerlerine tercih ederek

onlan sabit kılarlar ve hatta belki de yayılmasına katkıda bulunurlar.] Bundan yirmi yıl kadar önce UNESCO'nun isteği üzerine yazdığım ince bir kitapta,

6 tecrit edilmiĢ

kültürlerin gerçekten pek çok Ģeyi kendinde toplayan bir tarihin koĢullarını tek baĢlarına

yaratamayacaklarını açıklamak için güçbirliği kavramına baĢvurmuĢtum. Bu koĢulların oluĢması için

değiĢik kültürlerin karĢılıklı olarak getirdikleri Ģeyleri, isteyerek ya da istemeyerek karıĢtırmaları

gerektiğini ve böylece, tarihin muhteĢem oyununda, tarihin ilerlemesine imkân veren büyük baĢarılar

dizisini gerçekleĢtirme Ģansını elde edebileceklerini belirtmiĢtim. Günümüzde genetik uzmanları, bir

genomun, gerçekte, bir sistem oluĢturduğunu ve bu sistemde bazı genlerin düzenleyici rol oy-

nadıklarını, diğerlerinin de tek bir karakter üzerinde ortak tasar- 6. Irk ve Tarih ilk kez 1952'de yayınlandı, yeniden basımı Le racisme devant la selence, Paris, Unesco, 1960. IRK VE KÜLTÜR/85 lanmıĢ bir eylem gerçekleĢtirdiklerini -ya da, eğer tek bir gene birçok karakter bağlıysa bunun tersi-

gösterdiklerinde, biyolojik evrim üzerine oldukça benzer bir bakıĢ açısı önermektedirler. Bireysel

genom düzeyinde doğru olan Ģey topluluk düzeyinde de doğrudur; topluluk öyle olmalıdır ki, içinde

etkinlik gösteren -ve vaktiyle ırksal bir tip kabul edilen- birçok genetik mirasın birleĢimiyle en uygun

denge kurulabilsin ve topluluğun ayakta kalma Ģansını artırabilsin. Bu anlamda, genetik yeniden

birleĢimin toplulukların tarihinde oynadığı rolün, kültürel yeniden birleĢimin hayat tarzlarının,

tekniklerin, bilgilerin ve inançların -ki bunların paylaĢılmasıdır toplumları farklılaĢtıran- evriminde

oynadığı role benzer olduğu söylenebilir. KuĢkusuz, bu benzerlikler ihtiyat payı bırakılarak öne sürülebilir. Gerçekten de, bir yandan, kültürel

Page 35: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

miraslar genetik miraslardan çok daha hızlı evrilir: Büyük büyükbabalarımızın tanıdığı kültürle

bizimki arasında dünya kadar fark vardır, ama yine de biz onların kalıtımını sürdürüyoruz. Diğer

yandan, yeryüzünde var olan ya da birkaç yüzyıl öncesine kadar var olan kültür sayısı, en titiz

gözlemcilerin dökümünü yapmaktan hoĢlandığı ırk sayısını kıyaslanamaz biçimde aĢar: Onlarca ırka

karĢılık binlerce kültür. Kalıtımsal malzemenin son çözümlemede tarihin akıĢını belirlediğini öne

süren teorisyenlere karĢı nihai kanıtı sağlayan, karĢılıklı büyüklük düzeyleri arasındaki bu büyük

farktır; çünkü tarih kalıtımsal malzemeden çok daha hızlı ve sonsuz biçimde daha çeĢitli yollarla

değiĢir. Kalıtımın insanda belirlediği Ģey, herhangi bir kültürü edinmeye dair genel yetenektir, ama

hangi kültürün kendisine ait olacağı doğumunun ve eğitimini göreceği toplumun tesadüflerine bağlı

olacaktır. Genetik mirasları tarafından sadece özel bir kültürü edinmeye yazgılı olan bireylerin soyları

çok elveriĢsiz durumda olacaklardır, çünkü bu kuĢakların karĢılaĢacakları kültürel değiĢiklikler, bu

yeni çevrelerin gereklerine cevap olarak genetik miraslarının evrilebileceğinden ya da

çeĢitlenebileceğinden daha hızlı meydana gelecektir. Üzerinde fazla durulamayacak bir olgu vardır: Ayıklanma, IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 86 canlı türlerin doğal bir ortama uyum sağlamasına ya da bu ortamın dönüĢümlerine daha iyi

direnmesine imkân tanısa da, insan söz konusu olduğunda bu ortam öncelikle doğal olmaktan çıkar;

ortam, ayırt edici özelliklerini teknik, ekonomik, toplumsal ve zihinsel koĢullardan alır ve bu koĢullar,

kültürel faaliyet yoluyla her insan grubuna özel bir çevre yaratırlar. Bu nedenle, bir adım daha atabilir

ve organik evrimle kültürel evrim arasındaki iliĢkilerin sadece benzeĢim iliĢkileri değil, tamamlayıcılık

iliĢkileri de olduğunu düĢünebiliriz. Genetik olarak belirlenmiĢ olmayan kültürel özelliklerin organik

evrimi etkilenebileceğini söyledim ve kanıtladım. Ama etkileri, geri dönüĢlü eylemlere neden olacak

yöndedir. Bütün kültürler üyelerinden tam tamına aynı yetenekleri" istemez; ve mümkün olduğu üzere,

bazı yeteneklerin genetik temeli varsa, bunlara üst düzeyde sahip bireyler kültürleri içinde kayırılmıĢ

olacaktır. Bundan dolayı bu insanların sayıları artarsa, bunlar, kültürün kendisi üzerinde onu aynı yöne

ya da o yöne dolaylı olarak bağlı yeni yönlere daha fazla çekecek bir eylem uygulamaktan geri

kalmazlar. Ġnsanlığın baĢlangıcında biyolojik evrim dik durma, el kullanma becerisi, toplumsallık, simgesel

düĢünme, seslendirme ve iletme yeteneği gibi kültür-öncesi özellikleri seçmiĢ olabilir. Buna karĢılık,

kültür var olduğundan bu yana bu özellikleri pekiĢtiren ve yayan kültürdür; kültürler uzmanlaĢtığında,

aĢırı iklim koĢullarına isteyerek ya da zorla uyum sağlamak zorunda olan toplumlar için soğuğa ya da

sıcağa direniĢ, saldırganlık ya da düĢünceye dalma eğilimleri, teknik beceriklilik, vs. gibi baĢka

özellikleri de pekiĢtirir ve teĢvik ederler. Kültürel düzeyde kavradığımız halleriyle bu özelliklerden

hiçbiri genetik bir temele açıkça bağlanamaz, ancak kimi zaman kısmi olarak ve aracı iliĢkilerin

dolaylı etkisiyle genetik bir temele bağlı oldukları da gö-zardı edilemez. Bu durumda Ģunu söylemek

doğru olur: Her kültür genetik yetenekleri ayıklar ve bu yetenekler, karĢı etki yoluyla, öncelikle

güçlenmelerine katkıda bulunmuĢ kültür üzerinde etki ederler. IRK VE KÜLTÜR/87 Ġnsanlığın baĢlangıcını bugün milyonlarca yılla ölçülen giderek daha uzak bir geçmiĢe götüren fiziksel

antropoloji, bu baĢlangıcın belli baĢlı temellerinden birini ırkçı spekülasyonlardan kurtarmıĢtır, çünkü

böylece bilinmeyenin payı en uzak atalarımızın evrimleri boyunca izledikleri güzergâhı belirtmek için

kullanılabilecek iĢaret sayısından daha hızlı artmaktadır. Genetik uzmanları tip kavramının yerine topluluk kavramını koyduklarında ve ırk kavramını genetik

stok kavramıyla değiĢtirdiklerinde bu spekülasyonlara daha kesin darbeler indirmiĢ oldular; dahası,

kalıtımsal farklılıkların tek bir genin iĢlemine -bu farklılıklar ırksal açıdan daha az anlamlı olur, çünkü

muhtemelen her zaman bir uyarlanma değerine sahiptirler- ya da, pratik olarak saptanmalarını

imkânsız kılan, birçok genin ortak eylemine bağlı olmalarına göre bir uçurumla birbirlerinden

ayrıldıklarını gösterdiler. Ama, ırkçı ideolojinin eski iblislerinden bir kez kurtulunca, ya da en azından bu ideolojinin herhangi

bir bilimsel temel iddiasında bulunamayacağı kanıtlandıktan sonra, genetik uzmanları ile etnologlar

arasında, biyolojik ve kültürel olguların ellerindeki oyun kartlarının birbirlerini nasıl ve ne Ģekilde

anlaĢılır kıldıkları hakkında ve kalıntılarına hiçbir zaman eriĢemeyeceğimiz ırksal farklılıkların ilk

kökenlerine ulaĢma savını artık terkedip Ģimdiki zamandan yola çıkarak geleceğe bağlanabilecek ve

oradaki taslak görüntüleri ayırt etmemizi sağlayabilecek bir geçmiĢ hakkında bizi bilgilendirebilecek

ortak araĢtırmalar temelinde olumlu bir iĢbirliğinin önü açılmaktadır. GeçmiĢte ırklar sorunu olarak

Page 36: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

adlandırılan Ģey, felsefi spekülasyon alanının ve genellikle yetinilen ahlak vaazlarının dıĢına çıkar.

Hatta, etnologların, farklı ırkların pratik bilgisinden ve gözlem verilerinden esinlenen geçici cevaplar

verebilmek için, sorunu onlar sayesinde gerçekçilik düzlemine oturtmaya çalıĢtıkları ilk tahminlerin de

dıĢına çıkar. Tek kelimeyle, sorun eski fiziksel antropolojinin ve genel etnolojinin yetki alanı içinde

olmaktan çıkar. Sınırlı bağlam- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/88 lar içinde, teknik nitelikte sorular ortaya atan ve bu sorulara, bir hiyerarĢi içinde halklara farklı yerler

saptamaya hiç de elveriĢli olmayan cevaplar veren uzmanların uğraĢı olur. Organik evrimle kültürel evrim arasındaki iliĢki sorununu Auguste Comte'un metafizik diye

adlandırdığı terimlerle tartıĢtığımızı sadece son on yıldan bu yana anlamaya baĢladık. Ġnsanın evrimi,

biyolojik evrimin bir yan ürünü olmadığı gibi ondan tamamen ayrı da değildir. Biyoloji bilginlerinin

ve etnologların a priori cevaplarla ve dogmatik çözümlerle yetinmeden, karĢılıklı olarak birbirlerine

yapabilecekleri yardımın ve her biri kendi sınırlılıklarının bilincine varmaları koĢuluyla bu iki

geleneksel tavır arasındaki sentez bugün artık mümkündür. Irkçılığa karĢı ideolojik mücadelenin pratik alanda niçin bu kadar etkisiz kaldığını belki geleneksel

cevapların bu yetersizliği açıklar. Irkçı önyargıların hafiflediğini gösteren hiçbir Ģey yoktur; ve kısa

süreli yöresel yatıĢma dönemlerinin ardından baĢka yerlerde keskin bir Ģiddetle yeniden ortaya

çıktıklarını düĢündürecek birçok Ģey vardır. Unesco, bu nedenle, çıkıĢ yolu belirsiz görünse de düzenli

aralıklarla aynı mücadeleye yeniden giriĢme ihtiyacını duymuĢtur. Ancak, hoĢgörüsüzlüğün aldığı

ırkçı biçimin, temelde, Ģu ya da bu topluluğun kültürel evrimin organik evrime bağlı olduğu yolunda

beslediği yanlıĢ düĢüncelerden kaynaklandığından bu kadar emin miyiz? Bu düĢünceler, köleleĢtirme

isteği ve güç iliĢkileri üzerine kurulu daha gerçek karĢıtlıklara sadece ideolojik bir kılıf sağlamıyor

mu? GeçmiĢteki durum hiç Ģüphesiz buydu; ama bu güç iliĢkilerinin zayıfladığını varsaysak bile,

nüfus patlamasına maruz kalan bir insanlık tarafından bilinçsizce hissedilen birlikte yaĢamanın artan

güçlüğü karĢısında ırksal farklılıklar bir bahane olmaya devam etmeyecek midir? Ve tıpkı

yoğunlukları, içinde bulundukları çuvaldaki besin kaynaklarını miktar olarak aĢmadan önce

salgıladıktan toksinle birbirlerini uzaktan zehirleyen un kurtları gibi, insanlık da, her bir üyesinin boĢ

alan, temiz su, temiz hava gibi temel zenginliklerden serbestçe yararlanamayacağı kadar kalabalıklaĢ-

tığı konusunda gizli bir önseziyle uyarılarak kendinden nefret et- IRK VE KÜLTÜR/89 meye baĢlamayacak mıdır? saygınlıklannı kendi gözlerinde ve güçlü komĢularının gözlerinde

azaltacak kadar, baĢka insan grupları tarafından doğal zenginliklerin güç bela yeteceği bir duruma

düĢürülen ve çok dar bir toprak parçasında yaĢamak zorunda bırakılan insan grupları karĢısında ırkçı

önyargılar en Ģiddetli düzeye ulaĢtılar. Ama bütün olarak modern insanlık kendini mülksüzleĢtirme ve

giderek küçülen bir gezegen üzerinde, kendi temsilcilerinden kimilerinin bahtsız Amerikan ya da Ok-

yanusya kabilelerine zorla kabul-ettirdikleriyle kıyaslanabilir bir durumu kendi aleyhine yaratma

eğiliminde değil midir? Ve sonuç olarak, bazı psikolojik deneylerin öne sürdüğü gibi, herhangi bir

kökenden gelen özneleri ekiplere paylaĢtırmanın ve bu ekiplerin her birinde rakipleri karĢısında bir

tarafgirlik ve adaletsizlik duygusu geliĢsin diye onları rekabet edilebilir bir ortama yerleĢtirmenin her

zaman ve her yerde yeterli olduğu ortaya çıkarsa, ırkçı önyargılara karĢı ideolojik mücadeleye ne

olacaktır? Bugün dünyanın birçok yerinde ortaya çıktığı görülen hippiler gibi azınlık topluluklar,

nüfusun genelinden ırklarıyla değil, sadece yaĢam tarzlarıyla, ahlakları, saçları ve kıyafetleriyle ayrılır-

lar; büyük çoğunluğun onlara karĢı hissettiği iğrenme, hatta kimi zaman da düĢmanlık duygularıyla

ırkçı nefretler arasında özde bir fark var mıdır? Dolayısıyla, sadece bu nefretlerin, dar anlamda

dayandığı özel önyargıları ortadan kaldırmakla yetindiğimizde insanlık için gerçek bir ilerleme

sağlamıĢ olacak mıyız? Bütün bu varsayımlarda, ırkçılık sorununun çözümüne etnologun yapacağı

katkının hiçbir anlamı olmayacaktır; psikologlar ve eğitimciler tarafından sunulacak katkının daha

verimli olacağı da kesin değildir, çünkü, ilkel denen halkların örneğinin bize öğrettiği gibi, karĢılıklı

hoĢgörü çağdaĢ toplumların hiç olmadıkları kadar uzak bulundukları iki koĢulun gerçekleĢmesini

gerektirir: göreli bir eĢitlik ve yeterli fizik mesafe. Günümüzde, örneklerini verdiğim ve insanlığın canlı türler arasında birinci yeri elde etmesini sağlamıĢ

olan organik evrim IRK TARĠH VE KÜLTÜR / 90 ile kültürel evrim arasındaki bu olumlu etkileĢime bugünkü demografik koĢulların getirdiği riskler

hakkında genetik uzmanları kaygı dolu sorular sormaktadırlar. Topluluklar geniĢlemekte, ama sayıları

azalmaktadır. Bununla birlikte, her bir topluluğun bağrında karĢılıklı yardımlaĢmanın geliĢmesi,

Page 37: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

tıptaki ilerlemeler, insan ömrünün uzaması, grubun her bir üyesine dilediğince üremesi için giderek

daha çok tanınan özgürlük, zararlı mütasyonların sayısını artırır ve onların devam etmesine imkân

verir; aynı zamanda, küçük gruplar arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasıyla, türün yeni atılımlar

yapma Ģansını sağlamaya elveriĢli evrimci deneyimler imkânı da dıĢlanmıĢ olur. Elbette bu, insanlığın evriminin durduğu ya da duracağı anlamına gelmez; kültürel düzeydeki evrim

açıkça ortadadır ve sadece uzun vadede kanıtlanabilir olan biyolojik evrimin sürdüğüne dair dolaysız

kanıtlar bulunmasa da, insanın biyolojik evrimiyle kültürel evrimi arasındaki sıkı bağlar, eğer kültürel

evrim mevcutsa biyolojik evrimin de zorunlu olarak devam edeceğinin güvencesidir. Ama doğal

ayıklanma, bir türe üremesi için sunduğu çok büyük üstünlüklerle değerlendirilemez sadece; çünkü,

eğer bu türün çoğalması, günümüzde ekosistem diye adlandırılan ve her zaman bütünlüğü içinde

düĢünülmesi gereken Ģeyle aradaki zorunlu dengeyi bozuyorsa, o zaman, kendi baĢarısının ölçütünü ve

onaylanmasını bu çoğalmada gören özel tür için yıkıcı olabilir. Ġnsanlığın kendisini tehdit eden

tehlikelerin bilincine vardığı, onların üstesinden gelmeyi baĢardığı ve biyolojik geleceğinin efendisi

olduğu varsayılsa bile, insanlık soyunu arıtmaya yönelik sistematik uygulamaların onu çökerten

ikilemden nasıl kurtulacağı bilinmemektedir: Ya yanılgıya düĢülecek ve tasarlanandan çok farklı bir

Ģey yapılacaktır, ya da baĢarılacak ve ürünler yaratıcılarından daha üstün olduğundan, yaratıcılarının

yapmıĢ olduklarından -yani kendilerinden- farklı bir Ģey yapmaları gerektiğini kaçınılmaz olarak

keĢfedeceklerdir. Demek ki bu düĢünceler, ırkçı önyargılara karĢı mücadelenin getirdiği sorunları etnologun tek baĢına

ve sadece kendi biliminin kaynaklarıyla silahlanmıĢ olarak çözüme bağlama yetene- IRK VE KÜLTÜR/91 ğine dair hissettiği kuĢkulara bazı ek nedenler getirmektedir. YaklaĢık on beĢ yıldan bu yana, etnolog,

bu sorunların, insani ölçekte çok daha geniĢ ve çözümü daha da acil bir sorunu yansıttığının bilincine

daha da fazla varmıĢtır: Ġnsan ile diğer canlı türleri arasındaki iliĢki sorunu; ve insanın hemcinslerine

duymasını dilediğimiz saygı, hayatın bütün biçimlerine karĢı hissetmesi gereken saygının sadece özel

bir durumu olduğundan, bu sorunu diğer canlı türleri düzleminde çözmeye çalıĢmadan, insan

ölçeğinde çözmeye çalıĢmak hiçbir Ģeye hizmet etmeyecektir. Antik Çağ'ın ve Rönesans'ın mirasçısı

olan Batı hümanizmi insanı yaratılıĢın geri kalanından soyutlayarak, insanı onlardan ayıran sınırları

çok katı biçimde tanımlayarak onu koruyucu siperden yoksun bıraktı ve, 19. ve 20. yüzyılın

deneyiminin kanıtladığı gibi, insanı, yeterli savunması' olmaksızın, kendi kalesi içinde hazırlanan

saldırılara maruz bıraktı. Bu hümanizm, insanlığın gitgide güçsüzleĢen kesimlerinin, keyfi olarak

çizilen sınırların dıĢına atılmasını mümkün kılmıĢtır; insanın saygıdeğerlili-ğinin yaratılıĢın efendisi ve

tanrısı olmasından değil, öncelikle canlı varlık olmasından kaynaklandığı unutulmuĢ olduğu için,

insanlığın bir kısmına gösterilen saygı bu kesimlere o kadar kolay gösterilemeyebilmektedir. Ġnsanın

ilk önce canlı varlık olarak saygıdeğer olduğunun kabul edilmesi, insanı bütün canlı varlıklara karĢı

saygı göstermeye zorlayacaktır. Bu bakımdan Budist Uzak Asya bu temel ilkelerin emanetçisidir ve

bütün insanlığın onları örnek almasını ya da örnek almayı öğrenmesini diliyoruz. Nihayet, etnologun tereddüt etmesi için son bir neden daha vardır; bu tereddütü kuĢkusuz ırkçı

önyargılara karĢı mücadeleye iliĢkin değildir -çünkü etnologun bilimi bu mücadeleye Ģimdiden güçlü

katkılarda bulunmuĢtur, bunu sürdürmektedir ve sürdürecektir- ama insanlar arasında bilginin

yayılmasının ve iletiĢimin geliĢmesinin insanları farklılıklarını kabul ederek ve bunlara saygı

göstererek uyum içinde yaĢatmayı bir gün baĢaracağına, sık sık teĢvik edildiği üzere, inanmak

konusunda tereddütü vardır. Bu yazı boyunca, bugüne kadar coğrafi uzaklık ve IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/92 dilsel ve kültürel engellerle ayrılmıĢ olan toplulukların tedrici kaynaĢmasının, birbirlerinden kalıcı

biçimde ayrılmıĢ küçük gruplar halinde yaĢarken her biri hem biyolojik planda hem kültürel planda

farklı biçimlerde evrimlenen insanlara yüzbinlerce yıldan bu yana ait olmuĢ bir dünyanın sonunu

belirlediğinin altını defalarca çizdim. GeliĢen sanayi uygarlığının neden olduğu altüst oluĢlar, ulaĢım

ve iletiĢim araçlarının artan hızı bu engelleri yıktı. Aynı zamanda, yeni genetik bileĢimlerin ve kültürel

deneyimlerin hazırlanması ve denenmesi konusunda bu engellerin sunduğu imkânlar da kurudu. Oysa,

acil pratik gerekliliğine ve kendine yüklediği yüksek ahlaki hedeflere rağmen, ayrımcılığın bütün

biçimlerine karĢı mücadelenin, insanlığı bir dünya uygarlığına, bir daha böylelerini

yaratabileceğimizden giderek daha az emin olduğumuzu hissettiğimiz için özenle kütüphanelerde ve

müzelerde topladığımız ve hayata değer kazandıran estetik ve manevi değerleri yaratmıĢ olma onurunu

elinde bulunduran eski bölgesel özellikleri yok eden bir uygarlığa götüren aynı hareketin bir parçası

Page 38: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

olduğunu gizlemek mümkün değildir. [KuĢkusuz, kendimizi, bir gün insanlar arasında, çeĢitlilikleri tehlikeye atılmadan eĢitlik ve kardeĢliğin

hüküm süreceği hayaliyle oyalıyoruz. Ama insanlık geçmiĢte yaratabildiği değerlerin kısır tüketicisi

haline gelip sadece soysuz eserler, kaba ve çocuksu buluĢlar meydana getirmeye rıza göstermezse,

bütün hakiki yaratıların diğer değerlerin çağrısı karĢısında, onların reddi, hatta inkârına kadar

gidebilecek belirli bir sağırlık içerdiğini yeniden öğrenmesi gerekecektir. Çünkü, hem ötekinin hazzı

içinde erimek, onunla özdeĢleĢmek, hem de ondan farklı kalabilmek mümkün değildir. BaĢkasıyla

olan bütünlüklü iletiĢim tam anlamıyla baĢarıldığında, kısa ya da uzun vadede, onun ve benim ya-

ratılarımızın özgünlüğünü zedeler. Birbirlerinden uzak partnerlerin birbirlerini teĢvik edebilmeleri için

yeterli iletiĢimin olduğu; bununla birlikte, tıpkı gruplar gibi bireyler arasında da çıkması kaçınılmaz

olan engellerin azalacağı, öyle ki alıĢveriĢin kolaylığı yüzünden çeĢitliliğin bozulup eĢitleneceği

yoğunluk ve hızda bir iletiĢimin olmadığı dönemler, en yaratıcı dönemler ol- IRK VE KÜLTÜR/93 muĢtur.] Demek ki insanlık, etnologun ve biyoloji bilgininin aynı biçimde ölçtükleri çifte bir tehlikenin

tehdidiyle karĢı karĢıyadır. Bu bilim adamları, kültürel evrimle organik evrimin birbirine bağlı

olduğuna inanarak, geçmiĢe dönüĢün imkânsız olduğunu kuĢkusuz bilirler, ama insanların bugün

tutmuĢ oldukları yolun, etnik farklılıklara bahane olarak bile kullanılmayacağı, yarın inĢa edilme

tehlikesi taĢıyan Ģiddetli bir hoĢgörüsüzlük rejimi için gerilimler biriktirdiğini ve ırkçı nefretlerin böyle

bir rejimin ancak çok eksik bir görüntüsünü sunduğunu da bilmektedirler. Günümüzün ve daha

korkunç olan yakın geleceğin bu tehlikelerine karĢı koyabilmemiz için bunların nedenlerinin sadece

cahilliğe ve önyargılara bağlı olan nedenlerden çok daha derinlerde olduğuna inanmamız gerekir:

Umutlarımızı, ancak tarihin akıĢmdaki bir değiĢime bağlayabiliriz - bu, düĢüncelerin geliĢimindeki

ilerlemeden daha güç olsa bile.

LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI

Georges Charbonnier / Claude Levi-Strauss Etnolog* ve Ġzleyici Kitlesi GEORGES CHARBONNĠER: Claude Levi-Strauss, ressamla izleyici, müzisyenle dinleyici, ozanla

okuyucu ve daha genelde sanatçıyla sanatsever, koleksiyoncu, izleyici ya da sanatla ilgilenmeyenler

arasındaki kopuĢ, uzun süredir yoğun olarak tartıĢılan bir konu. Bu arada bilim adamıyla sıradan insan

arasındaki kopuĢun daha da keskin olduğunu eklemek yerinde olur sanırım. Ressamın izleyicisinden kopukluğu, bir duyarlık farkının somut anlatımından öte bir Ģey değilken,

bilim adamıyla sıradan insan arasındaki kopuĢ, bilgi ve bilgi edinebilmedeki uyuĢmazlığın bir

iĢaretidir. Günümüzde eĢitsizlik düĢüncesi en kaba ve en basit ifadesini belki de bu farklılıkta bulur.

Bilim adamı bilen ve nasıl bilineceğini bilen bir kiĢiyken, biz bilim adamı olmayanların bilgisi,

yalnızca günlük yaĢantımızdan edindiğimiz deneyimlerimizin kesin olmayan yorumuna dayalıdır.

Dahası bilim adamı giderek daha güçlü bir konumda bulur kendini. Artık politi- * Fransızca'da, okuejtazar olmayan toplumların biyolojik yönden araĢtırılmaları anthropologie sözcüğüyle (ki Ġngilizce'de bu

physical antropolog^ dir); tarihsel ve sosyolojik yönden araĢtırılmaları ise (Ġngilizce'deki social and cultural anthropology

sözcüğüne denk düĢen) ethnologie sözcüğüyle karĢılanmaktadır. Metinde, ethnologie sözcüğüne karĢılık, etnoloji kullanıl-

mıĢtır, (ç.n.) IRK, TARĠH VE KÜLTÜR / 96 kacıların değil bilim adamlarının gücüne güveniyoruz, hem de her geçen gün biraz daha fazla. Daha

önceleri politikacıların ahlaklarına iliĢkin kuĢkularımız vardı, ama bu artık bizi ilgilendirmiyor. ġimdi

kafamızı kurcalayansa, bilim adamının ahlakı. Bilim adamını, yıkıcı sonuçlar getirebilecek

araĢtırmaların peĢinde olduğu, insanlığın yıkımı demek olabilecek araĢtırmalar yaptığı, yani atom

bombasını yaratarak fiziğin geliĢmesini sağladığı için eleĢtiriyoruz. Fizikçiyi, bilgide bir sığınak,

sağlam bir özür bulduğu, bilgiyi kullanarak tıpkı hukukçuların "aklanabilir durum" dediklerine benzer

bir konum edindiği için eleĢtiriyoruz. Eğer hukukçular, yasanın kötüye kullanılmasıyla ilgili bir kuram geliĢtirdilerse bu, yasa varolduğu

sürece yasanın kötüye kullanılmasının da varolduğundan olsa gerek deriz; sonra da kendi kendimize,

acaba bilginin kötüye kullanılması bilginin kullanılmasıyla, dahası bilginin bütününün yaratılmasıyla

çakıĢmıyor olamaz mı diye sorarız. Bilim adamından, bilgisinin yol açabileceği sonuçları öngörmesini ve bunları denetlemesini istiyoruz.

Ondan, gücünü bilerek, bu gücün bilinçli uygulanmasında, tüm sorumluluğu yüklenmesini istiyoruz -

Page 39: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

istese de bunu yapamayacağını düĢünmemize rağmen. GeçmiĢteki olaylardan ötürü, atom bombası, tek baĢına endiĢe kaynağımız olmaya yetiyor: Bugün olur

mu, gelecekte olacak mı diye. Kısacası, bilginin saldırısına uğramıĢ gibiyiz ve muğlak olmasına

rağmen kutsadığımız insan kavramının tümden yok olmasından korkuyoruz. Yine de bugüne dek, sanatlarda, bilim adamlarının eriĢemediği bir sığınak bulmuĢ olduğumuza

inandık. Sanatın, bir özgürlük alanı, hiçbir yasanın konmadığı ve uygulanmadığı bir alan olduğunu

düĢündük. Estetik profesörlerine küçümsemeyle baktık. Matematiksel hesaplann ötesinde, insana,

yalnızca insana ait olmasında ısrar ettiğimiz o özel güzellik türünü yaratan sanatın alanına,

matematiğin hiçbir zaman giremeyeceğinden emindik; çünkü biz ortalama insanlar için insanı insan

yapan Ģey, matematiksel hesapların dıĢında kalanlardır. Hesaplanabilen hiçbir LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/ 97 Ģey insana özgü değildir ve matematiğin girdiği her alan insandan alınıp uzaklaĢtırılmıĢtır. Bu

demektir ki; o muğlak bilim kavrayıĢımızla, her dalda kullanılan matematik miktarıyla ters orantılı bir

değerler ölçütü yaratmıĢızdır - bilmem anlatabiliyor muyum? Bu duygusal sınıflamaya göre fizik, "insan bilimleri" diye adlandırılan bilimlerden daha büyük bir

tehdit kaynağıdır. Biz prehistorya, arkeoloji ve etnolojiden yanayız. Uzun süredir -etnologlar konuyu

açıklığa kavuĢturalı beri- onların insanı ele alıĢlarındaki Ģiirsel yaklaĢımın farkındayız. Sanatın ve

sanatçı yaklaĢımının bilimsel yöntemlerle çakıĢtığı durumları da, geleneksel düĢünce tarzımızı haklı

çıkarmak ve insan kavramımızı korumak için bir araç olarak kullanıyoruz. Ancak, etnolojinin yalnızca kesinlik aradığını ve doğruya ulaĢmak için fırsat düĢtükçe, nesneyi Ģiirsel

gerçeğe yeğlediğini Ģimdi anlıyoruz ve haklı olarak üzerinde durduğumuz zeminin kaydığını

hissediyoruz. Yine de bedeli ne olursa olsun, yeniden inandırılmak istiyoruz. Aslında çok açık olan bir Ģeyin; bilim adamının da bizim gibi biri olduğunun, günlük olaylarda kendini

duygularının akıĢına bıraktığının ve her Ģeyi mantıksallaĢtırmadığının, tanıtlanmasını istiyoruz.

Örneğin, bilim adamı ekonomi politik ve "sosyoloji" derken, biz daha yüzeysel bir terim olan

"politika"yı kullanırız. "Politik" dediğimiz eylemlerle bütünüyle ilgileniriz. Birtakım kararlar verir ya

da böyle yapmayı tasarlarız; bizim için ikisi de aynı Ģeydir aslında. Yine de, siz bilim adamlarının

politik alana eninde sonunda çekilebileceğinize inanırız - bunu inatla umarız. Acaba politik alana

giriĢinizi, bilim adamlığı mı belirler yoksa duygular mı? Yani diyelim, benim gibi biri mi olup

çıkarsınız? CLAUDE LEVI-STRAUSS: Zorlandığımı hissedebileceğim bir konuma sizi de götürmek istemem... G. C: Olabilecek en kötü konuma ben kendi kendimi getiriyorum... bilerek. C. L.-S.: Pekâlâ o zaman. Doğaldır ki, herkes gibi benim de politik inançlarım var. Toplumsal baskı ve

günlük yaĢamda karĢı- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/98 laĢılan bunca aptallık ve kötülük kiĢinin bir politik görüĢü olmamasını olanaksız kılıyor bence. Fakat

etnolog olmamdan ötürü politik tavrım tam anlamıyla oluĢamadı: Hep mesleki düĢünce tarzımın

dıĢında, hatta ona etki edemeyen bir Ģey olarak kaldı, dolayısıyla onun duygusal bir tavır olduğunu

kabul etmeliyim. Bir de, kiĢinin diğer toplulukları dıĢardan gözlemlerken ulaĢmaya çalıĢtığı nesnel

tavırla, kendini içinde buluverdiği kendi toplumunda sahip olduğu konumu arasındaki çeliĢkiyi

çözmeye çalıĢtığı noktada, bu duygusal tavır varlığını tüm somutluğuyla duyuruyor. G. C: Ayrıntıya ve tekil olaylara girmeden açıklayabilir misiniz acaba, bir bilim adamı olarak

kendinizde çeliĢkiler yakaladınız mı? "ġu tür bir Ģeyin büyük olasılıkla doğru olduğu sonucuna

vardım, oysa Ģimdi öyle değilmiĢ gibi davranıyorum" diye düĢündüğünüz olur mu hiç? C. L.-S.: Hiç kuĢkusuz; anlayıĢla ve neredeyse sevgiyle araĢtırdığım baĢka toplumlardan elde ettiğim

bilgiler ıĢığında kendi toplumumu çözümlemeye çalıĢtığımda belli çeliĢkilerle karĢı karĢıya kalıyorum:

Kendi toplumumun bazı yargıları veya davranıĢ biçimleri, öfke ve tiksinti uyandırıyor, diğer yandan

benzeri Ģeylere ilkel toplumlarda rastladığımda önyargılı davranmıyorum. Nedenleri araĢtırıyor, "belli

eylem ve davranıĢ biçimleri varsa, bunların ardında nedenleri de olmalı" varsayımıyla çalıĢıyorum. G. C: Evet, ben etnolog olmadığım halde, kitaplarınızı yani etnoloji çalıĢmalarınızı okurken bu

dikkatimi çekmiĢti. Ġncelediğiniz hangi ilkel toplumdu hatırlamıyorum ama, bu o kadar önemli değil.

Yamyamlık ve iĢkencenin bir anlamda haklı çıkarılabilir olduğu düĢüncesi seziliyordu. Nedenleri

anlaĢılınca, görüngünün kendisi de haklı çıkıyor. Onu haklı çıkardığınızı söylemek istemiyorum -bir

okur olarak demek istediğim, her görüngünün bir araĢtırma konusu olabileceği izlenimini edindiğim-

ve bana en çarpıcı gelen de, acı çekmenin değerinin ortadan kalkmıĢ olması.

Page 40: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

C. L.-S.: Aslında hiç de özenilecek Ģeyler olmamalarına rağmen, ben neredeyse "iĢte böyle olmalı"

diyecek kadar ileri gide- LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI/99. çektim. 19. yüzyılın sonuna dek ayakta kalabilmiĢ, üç ya da dört bin toplumu yakından tanıdığımızı

ileri süremeyeceğimize göre -ki bugün bu sayı azalmıĢ olmalı, çünkü birçoğu ortadan kalktı-hepimiz

az çok uzman sayılırız. Bu yüzden de seçmeye zorlanırız ve bunu pek bilimsel olmayan nedenlerle

yaparız. Bizim meslek, kiĢiyi kendini belli Ģeylere adamaya yönelttiğinden, seçimimiz ilkin

rastlantısaldır, sonra da kiĢisel beğenilerle ilgili birtakım nedenler tarafından belirlenir. YaĢamının son aylarında, ünlü Amerikalı meslektaĢım Robert Lowie'nin bana -onu örnek olarak

alıyorum, çünkü onunkilerden daha nesnel, özgün ve açık kitap yok; kitaplarını okurken onun, en ufak

bir kiĢisel etkeni devreye sokmadan, toplumları tamamen nesnel biçimde inceleyen tarafsız bir

araĢtırmacı olduğunu düĢünüyor insan- her yönüyle incelediği bazı toplumlar konusunda kendini tam

anlamıyla huzurlu hissetmediğini ve o toplumları gerçekten anladığına inanmadığını söylediğini anım-

sıyorum. Örneğin, kurak düzlüklerde yaĢayan ve baĢlarına tüyler takan Crow Kızılderilileri -yani,

bizim çocuklarımızın çok yakından tanıdığı Kızılderililer- için içten bir sevgi beslerken, haklarında

son derece iyi incelemeler kaleme aldığı, Amerika'nın güneybatı eyaletlerindeki Pueblos'a. dahil olan

Hopi Kızıl-derilileri'ne karĢı aynı duygular içinde olmadığını açıklamıĢtı. Ve nedenini sorduğumda, "gerçekten bilmiyorum; fakat bir Crow Kızılderilisi sadakatsiz karısını

burnunu keserek cezalandırdığında, tepkisini anlayabiliyorum, bana normal geliyor. Diğer yandan,

aynı durumda bir Hopi Kızılderilisi, tanrılara yağmuru esirgemeleri ve tüm topluluğu açlık içinde

kıvrandırmaları için dua ettiğinde bu, bana anlaĢılmaz, hatta tüylerimi diken diken eden canavarca bir

tavır gibi görünüyor" diye yanıtladı. Yineliyorum., her Ģeye rağmen Lowie, hem Crow hem de Hopi

Kızılderilileri arasında son derece önemli ve yetkin araĢtırmalar yapmıĢtır; fakat topluluklardan birinde

fazladan bir çaba harcaması gerektiğinden, iki topluluğa karĢı aynı duyguları besleye-miyordu. Tüm

etnologların bu tür deneyimleri vardır. Meksika Kızılderilileri'nin ya da BirleĢik Devletler'in kurak IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/100 düzlüklerinde yaĢayan Kızılderililerin bazı iĢkencelerini okuduğumda iğrendiğimi yadsıyamam. Fakat

bu duygu, hiçbir anlamda bizim toplumumuzdaki benzeri uygulamalara duyduğum sonsuz öfkeyle

karĢılaĢtırılamaz. Oysa Kızılderili toplulukları söz konusu olduğunda, öncelikle böyle uygulamaların

bulunabileceği kolektif temsil, davranıĢ ve inanç sistemini anlatmaya çalıĢı- rım. G. C: Etnologlar özellikle Ģanslı gibi geliyor bana -belki de Ģans derken bilinçli olarak alınmıĢ bir

kararı söylemek istiyorum- siz etnologların tutkularıyla olan iliĢkileri, fizikçininkiyle aynı değil bence;

duygularınızla uzlaĢmada ve onları çalıĢma yönteminizle -belki araĢtırmanızın nesnesiyle değil ama

çalıĢma yönteminizle- bütünleĢtirebilmede daha baĢarılı görünüyorsunuz. Antropolog olmak, etnolog

olmak, insan topluluklarıyla ve belli bir insan türüyle ilgilenmek, bir seçimi beraberinde getiriyor ve

hatta öngerektiriyor. C. L.-S.: Etnoloji ile, kendimizi içinde yaĢadığımız çağa uydurmakta güçlük çektiğimiz için

uğraĢtığımız sık sık söylenir -•evrensel bir doğru mudur bilmiyorum ama, bu durum çoğumuz için

büyük olasılıkla geçerlidir. G. C: Demek istediğim tam bu değil. Söylediğinizde doğruluk payı var mutlaka ve etnologun

uyumsuzluğu'nun da birtakım nedenleri olmalı, bunu gayet iyi anlıyorum. Fakat bana öyle geliyor ki,

antropolojik araĢtırma, etnologa kendi içindeki bilim adamı ve insanı kaynaĢtırma fırsatını veriyor. C. L.-S.: BaĢka bir deyiĢle (etnoloji) bize, deyim yerindeyse, "Öklidyen" sosyolojinin kavramlarını

terk etmemiz konusunda oldukça acı bir entelektüel ders veriyor, tıpkı fizikçilerin ve astronomların

bize, en küçüğünden en büyüğüne dek tüm görüngülerin bağdaĢık bir uzayda oluĢtuğu düĢüncesini

artık terk etmemiz gerektiğini öğrettikleri gibi. Farklı toplumları araĢtırdığınızda, baĢvuru sisteminizi

değiĢtirmeniz gerekebilir, bu da ancak o alandaki deneylerle edinilebilecek zorlu bir zihin cimnasti-ği

ile olabilir. Ġnanılmaz, hatta olanaksız bir Ģeydir, masa baĢı etnologu olmak. ġunu bile söyleyebilirim

ki, gerekli olan çaba LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/101 yıpratıcı bir fiziksel çabadır ve bu anlamda, belki de sözünü ettiğiniz güçlüğü çözemeyiz ama en

azından onun çözülemezliğini ve alıĢmamız ve birlikte yaĢamayı öğrenmemiz gereken çeliĢkilerin

varolduğunu anlayabiliriz. Fakat bu bizi, araĢtırması için ayrıĢtırma yaparKen belli sınırların ötesine geçemeyeceğini, bunu

Page 41: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

yaptığında gerçeğin birbirini tümleyen yönlerinden bazılarını yakalayabilmek için, diğer yönlerini

kavrayabilme Ģansını yitireceğini bilen fizikçiden pek farklı kılmaz. Etnolog da kendini benzer bir

durumda bulur. Aynı anda, hem çok farklı toplumlar, hem de yaĢadığımız toplum için zihnimizi

yoğunlaĢtıramayız. Kendi toplumumuzda, diğer toplumları eleĢtirmeye kalktığımızda terk etmek

zorunda olduğumuz bir değerler sistemi ve baĢvuru sistemi kullanırız. Ve okuyucular ya da izleyiciler:

"Ġki Ģeyi karĢılaĢtırabilmelisiniz; ikisi için de geçerli olabilecek bir baĢvuru sistemi geliĢtirebilme-

lisiniz" dedikleri zaman, belki de bir baĢvuru sistemimizin hiç olmamıĢ olması biz etnologların iĢine

yarıyor. G. C: Bana öyle geliyor ki, bir anlamda, gitmek zorunda olduğu, seçilmiĢ belli bir yere, çok uzaklara

giden etnolog, araĢtırma yöntemlerini, somutta kendi kiĢisel "Ģiir"ine denk düĢecek bir nesneye

uygulayacaktır. C. L.-S.: Evet, fakat burada yeniden geri dönüp... G. C: Fizikçinin tam anlamıyla böyle bir durumda olduğunu sanmıyorum. C. L.-S.: Neden olmasın? Ġki uzmana, niçin birinin biyolog da öbürünün matematikçi olduğunu

sorduğunuzda, biyologun kiĢisel geçmiĢinde, canlı varlıklara derin bir ilgi duyduğunu ve onları merak

ettiğini, oysa matematikçinin konusuna farklı ama aynı oranda derin bir ilgi duyduğunu

görmeyeceğinizden emin olabilir misiniz? G. C: Bunlar duygusal nedenler. C. L.-S.: Tabii ki duygusal nedenler. G. C: "Benim kiĢisel 'Ģiir'im, bir anlamda, a priori'dir ve ben onun vücuda geldiği somut biçimi

bulmak için, belli bir yöne giderim" denebilir mi?

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/102 C. L.-S.: Yanılıyor olabilirim ama, ilk bakıĢta, onlar açısından durumun, bizimkinden farklı olması

için bir neden göremiyorum. "Ġlkel"ler ve "Uygar"lar GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, bilim adamı bizimle aynı biçimde soru

sormadığından ve ondan ısrarla bizim sorularımızı yanıtlamasını istediğimizden, bizlere karĢı çok sa-

bırlı olmak zorunda. O bilgi edinmek için soru sorarken, biz, kendimiz için, tam olarak tanımlamaktan

aciz olduğumuzu bilmekle birlikte, sıkıca sarıldığımız insan kavramını korumak için sorarız. Bilgi

edinme aracı olarak Ģiirsel duyarlılığını kullanan bir bilim adamı tipi olduğu için, etnologu kendimize

yakın hissederiz. Bu yüzden, etnolog, açıkça bizden uzak ve bize yabancı olan özel bir toplumsal

malzeme üzerinde, bir astronom titizliği ile çalıĢırken, biz ondan, konusu olmadığı halde, yaĢadığımız

toplumun Ģiirsel bir yorumunu bekleriz. Bir dizi matematiksel hesap yoluyla, sosyal grupların ortalama davranıĢlarını çıkarsayabildiği ve

özgürlüğümüz adına endiĢe duymamıza neden olduğu için sosyologu bizden biri gibi görmeyiz.

Dolayısıyla her Ģeyden önce sormak istediğimiz soru etnologa yönelir: AraĢtırdığınız toplumlarla,

yaĢadığımız toplum arasında gözlemlediğiniz, en temel iĢlevsel ve yapısal farklılıklar nelerdir? CLAUDE LEVI-STRAUSS: Etnologun arada bir yanıtlamak durumunda kaldığı en zor soruyu

soruyorsunuz bana. Öyle zor ki, buna bir yanıt olabileceğini pek düĢünemiyorum. Bu soru, âdeta

bilgimizin mutlak sınırını temsil ediyor. Yanıtlamaya çalıĢmazdan önce, niçin bu kadar zor bir soru

olduğunu, kendimize sormamız yerinde olur. Bu soru ardında bir diğer soruyu, bir ilerleme kavramı

çerçevesinde tüm insan topluluklarını, kimilerini daha "ilkel" -yaygın biçimde kullanıldığından

alıĢmak duru- LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/103 munda kaldığımız bir terim- kimilerini "daha uygar" diye sıralayıp sıralayamayacağımız sorusunu,

gizliyor bence. G. C: Aslında bu, benim sormak istediğim sorulardan biriydi ve devamı da var. C. L.-S.: Evet ama, eğer bir sakıncası yoksa, bu noktadan baĢlayalım. Bence en büyük zorluk, bir

topluma içinden bakmakla, dıĢından bakmanın aynı olmamasından kaynaklanıyor. Topluma dıĢarıdan

Page 42: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

baktığımızda, olumlu veya olumsuz yargılarımız olabilir; teknik ilerlemenin derecesini, üretim

hacmini, nüfus oranını vb. saptayabiliriz ve son derece kendimizden emin, baĢka toplumlar için

yaptığımız sınıflamalarla karĢılaĢtırabileceğimiz, nesnel bir sınıflamaya sokarız bunu. Fakat içeriden bakıldığında, bu birkaç yetersiz öğe, verili toplumun üyeleri tarafından abartılır ve

dönüĢtürülür. Toplumun doğası ne olursa olsun, ister en uygar ister en ilkel, bu böyledir: Toplumu

belirleyen ince ayrıntılar vardır. Bir baĢka bağlamda örnek olarak, bir kiĢinin ölümünün "tanıĢlarını ve aile üyelerini nasıl

etkileyeceğini düĢünelim. Uzaktan, herhangi bir ölüm, sıradan bir olaydır; oysa yakınları için,

dünyalarının yıkılması anlamına gelir. Eğer aile bizimki değilse ve kaybeden biz değilsek, kaybın bir

aile için ne demek olduğunu hiçbir zaman anlayamayız. Bu tür bir güçlük, bir anlamda, fizikçilerin

sözünü ettiği tümleyiciliği anımsatıyor. Aynı anda hem parçacığın konumunu hem de yörüngeyi saptamak olanaksızdır. Benzer biçimde, belki

de bir toplumu içeriden bilip, diğer toplumlarla birlikte, dıĢarıdan sınıflandıramayız. Güçlük budur. G. C: Fakat, bu, etnoloji ve insanı konu alan tüm diğer araĢtırma yöntemlerindeki genel güçlük. C. L.-S.: Gerçekten de bu, tüm yöntemlerin karĢılaĢtığı bir güçlük; ancak ben yalnızca etnolojideki

özel durumu açıklamaya çalıĢıyorum. BaĢından beri niyetim buydu, fakat tabii yanıtlamam gereken

sorunuzdan kaçmak için değil, sürekli kendi kendimize sorduğumuz bir soru olduğu için ve diyelim

çömlekçilik, dokumacılık, çiftçilik ve evcil hayvan nedir bilmeyen Avustral- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/104 ya yerlileriyle, makinalaĢması, ısı enerjisi, elektrik enerjisi, Ģimdi de nükleer enerjisiyle bizim

toplumumuz kadar birbirlerinden farklı toplumlar arasında kıyaslamalar yapmaktan kendimizi ala-

madığımız için. Böyle toplumlar arasındaki fark apaçık ortadadır ve bunun nedenlerini anlamaya

çalıĢmamamız olanaksız bir Ģeydir. G. C: Günlük kullanımda tüm bir sözcük dağarcığı vardır, ki bunun altında yatan anlam açıklığa

kavuĢturulmalıdır; çünkü biz büyük toplumlarda yaĢayan bugünün ve bu çağın insanlarıyız, hatta

bilimsel eğitimden yoksunluğumuza rağmen, tarafsız bir konum edinmeye çalıĢırken bile, "büyük"

sözcüğünün bize bir Ģeyler anlattığını hissederiz. C. L.-S.: Nesnel olarak, çağdaĢ toplumlarla "ilkel" diye adlandırdığımız toplumlar büyüklük açısından

aynı kategoride değildir. Bu bir gözlem ve eğer bir sakıncası yoksa bunu baĢlangıç noktası almak

istiyorum. Bizim uygarlığımızı çok karmaĢık bir birleĢim olarak görebiliriz. Büyüklükteki fark, en

genelinde, birkaç bin atomun birleĢiminden oluĢan birleĢik moleküllerle, çok daha az sayıda atomdan

oluĢan basit moleküller arasındaki farka benzetilebilir. Fark iki yönlüdür: Hem büyüklük hem de birle-

Ģim karmaĢıklığıyla ilgilidir. ġimdi bizim burada ilgilendiğimiz olaydaki farklılıklar nasıl

açıklanabilir? Bir baĢlangıç varsayımı önereceğim: Hep bu tavrı sürdürmeyeceğim için, bunu yaparken Ģeytanın

avukatlığı rolünü üstlendiğimi itiraf ediyorum; fakat bence bunu bir olasılık olarak göz önünde tutarak

baĢlamamız gerek. Bir rulet meraklısının yalnızca Ģanslı numarayı yakalamaya çalıĢmadığını, on veya

yüz oyun öncesini göz önüne alan birtakım kurallarca belirlenen ve kırmızı-siyah ya da tek-çift

numaraların değiĢimiyle ilgili karmaĢık birleĢimlerle uğraĢtığını düĢünün. Oyuncumuz bu karmaĢık

birleĢimi hemen de elde edebilir, bininci ya da milyonuncu oyunda da, veya hiç elde edemez. Eğer

adam ancak yedi yüz yirmi beĢinci oyunda kazanmıĢsa bu, daha önceki bütün oyunların baĢarıya

ulaĢması için kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez. Belli bir anda baĢarmıĢtır, o an daha sonra da

gelebilirdi ama LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/105 böyle olmuĢtur, kaldı ki önceki oyunlarda baĢarısının gerekli önkoĢulu olduğunu düĢündürecek hiçbir

geliĢme yoktur. Biraz önce sorduğunuz sorunuzu yanıtlamak için analoji kurabilirim. Diyelim, en

karmaĢık birleĢimin -Batı uygarlığı- oluĢması için birkaç yüz bin yıl gerekti. Ġnsanlık bu birleĢimi daha

önce de baĢarabilirdi, çok daha sonra da; fakat gerçek, onun tam da o öznel anda baĢarıldığıdır ve

neden böyle olduğunun açıklaması yoktur, böyle olmuĢtur yalnızca. Yine de "bu pek doyurucu bir

açıklama değil" diyebilirsiniz. G. C: Hayır, bana doyurucu gelmiyor. Uzman olmayan birisi olarak zaman etkenini önemli

görüyorum. C. L.-S.: Size katılırdım ama Ģu zaman etkenini daha yakından tanımlamaya çalıĢalım. Zaman neden

oluĢur? Burada, bilgi bütünleĢmesinin ve az çok sezgisel olarak uygarlığımızın kaynağı olduğunu

hissettiğimiz, geçmiĢ deneyimlerin kullanımının önkoĢulu olan kültür mirasından söz etmemiz

Page 43: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

gerektiğine inanıyorum. Sözünü ettiğim kültürel miras, kazanım, yazıdır. Ġnsanların, önceki birikimlerden, ancak yazıyla kalıcı kılınmıĢlarsa yararlanabilecekleri açıktır. Tabii,

ilkel dediğimiz toplumlarda, insanlarda ĢaĢırtıcı bir hatırlama yetisi olduğunu biliyorum, aile

ağacındaki onlarca nesli ezberden okuyabilen Polinezyalı toplulukları da biliyoruz; fakat bu tür bir

baĢarının sınırlı olacağı açıktır. Yazı bulunmuĢ olmalı ki, her neslin bilgisi, deneyleri, acı ve tatlı

deneyimleri birikebilsin; böylelikle, bu malzeme ıĢığında, sonraki nesiller aynı Ģeylerle uğraĢmayıp,

tekniği geliĢtirmek ve ilerlemeyi sağlamak için bunlardan yararlansınlar. Bu noktada anlaĢıyor muyuz? G. C: Sanırım. Bunda tartıĢılacak bir Ģey görmüyorum. C. L.-S.: Öyleyse, zaman ve uzamda yazı bulunduğundan beri, sürekliliği sağlayacak bir Ģeyimiz var

demektir. Bunun, Doğu Akdeniz'de, Ġsa'dan önce üç ya da dört bin yıllarında ortaya çıktığını ve büyük

bir adım olduğunu biliyoruz. • G. C: Fakat, yazının bulunması gibi bir olayın belli bir zaman ve belli bir yerde ortaya çıkmasının

özel bir anlamı yok mu? Uzman olmayan birisi olarak soruyorum - neden orada? ĠRK TARĠH VE KÜLTÜR /106 C. L.-S.: Neden orada? Bir dakika önce söylediklerimle çeliĢiyor görünebilirim ama bu noktada yeni

bir görüĢ geliĢtirmemiz gerektiğini hissediyorum. Yazı, insanlık tarihinde, bizim çağımızın

baĢlangıcından üç, dört bin yıl kadar önce, insanlığın en önemli ve temel keĢiflerinin zaten yapılmıĢ

olduğu bir zamanda ortaya çıktı; "neolitik devrim" dediğimiz Ģeyden, -bugün hâlâ yaĢamımızın

temelini oluĢturan, tarım, hayvanların evcilleĢtirilmesi, çömlekçilik, dokumacılık gibi uygarlığa iliĢkin

becerilerin keĢfi- insanların, avcılık ve toplayıcılığa bağımlı olduğu paleoli-tik çağlardaki gibi günü

gününe yaĢamalarına son vermelerini sağlayan bir dizi geliĢmeden önce değil, bunun hemen ardından

bulundu. G. C: .. .yedek bir depo oluĢturmak için. C. L.-S.: Evet, tam anlamıyla, yedek depoya sahip olmak için. ġimdi, bunlar gibi can alıcı keĢiflerin

hep birden ve Ģans eseri gerçekleĢtiklerini düĢünürsek yanılırız. Örneğin tarım, etkinleĢmeden önce

birinden diğerine aktarılarak oluĢmuĢ, birçok neslin deney ve bilgi birikimini temsil eder. Evcil

hayvanların, yalnızca evcilleĢtirilmiĢ yabani hayvanlar olmadığı sık sık söylenir; onlar, tümüyle insan

tarafından dönüĢtürülmüĢ yabani yaratıklardır ve insanın, onları kullanma becerisinin önkoĢulu olan

bu dönüĢtürme, çok uzun zaman almıĢ ve dirençli, uzun ve yoğun bir denemeyi gerektirmiĢ olmalıdır.

Tüm bunlar, yazı yokken de olanaklıydı. Dolayısıyla yazı, biraz önce bize ilerlemenin önkoĢulu gibi göründüyse de, çok canalıcı belki de

insanlığın gerçekleĢtirdiği en canalıcı ilerlemelerin, insanlık tarafından, yazının yardımı olmaksızın

baĢarıldığını hiç unutmamalıyız. G. C: Ancak geliĢmenin her bir örneğiyle ilgili olarak, kendimize aynı soruyu sormadan edemeyiz.

Bilim adamı olmayan bizler, niçin belli bir tür geliĢmenin, belli bir zamanda olduğunu merak ederiz?

Tarih olarak ne kadar eskiye gidersem, bu soru o kadar sık ortaya çıkıyor. C. L.-S.: Neolitik dönem bağlamındaysa sorun aynı değil pek. LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ7107 G. C: Fakat soru hâlâ var: Herhangi bir ilerlemenin ortaya çıkıĢının koĢulları nelerdir? C. L.-S.c Evet ama, neolitik dönemin en önemli kazanımlarının, zaman içinde belli bir anda ve yerde

olduğunun hiçbir kesinliği yok. Hatta belli koĢullarda - ki bazı çalıĢmalar bunları açıklığa kavuĢturdu:

Doğal sulama olanağına sahip ve yabancı halkların istilalarından, saklı konumları sayesinde

korunabilen, dar dağ vadilerinde yaĢayan insan topluluklarının görece korunaklı olmaları durumunda -

neolitik çağ keĢiflerinin farklı bölgelerde, birbirlerinden bağımsız ortaya çıkmıĢ olması daha akla

yakın geliyor. Oysa yazıyla ilgili olarak durum çok daha açık: Uygarlığımızda yazı, en azından belli

bir bölgede ortaya çıkmıĢtır. Ve ardından kendimize, baĢka hangi görüngülerle iliĢkili olduğunu

sormalıyız. Yazının bulunduğu sırada ne oluyordu? Ona ne eĢlik etti? Onu ne koĢullamıĢ olabilir? Bu

bağlamda söylenebilecek tek bir olgu vardır: Her zaman ve dünyanın her tarafında, yalnız Doğu

Akdeniz'de değil, bilinebilen en eski çağların Çin'inde ve hatta keĢiften önce, en kaba yazı

denemelerinin bulunduğu, Amerika'daki bazı bölgelerde, yazının ortaya çıkmasıyla iliĢkili gibi

görünen tek olay, efendiler ve kölelerden oluĢan, nüfusun bir kısmının bir diğeri için çalıĢtırıldığı,

hiyerarĢik toplumların kurulmasıdır. Yazının kullanıldığı ilk iĢleri düĢündüğümüzde, yazının, en baĢta iktidarla bağıntılı olduğu açıkça

gözükür: Kayıtlar, kataloglar, sayımlar, kanunlar ve yönetmelikler için kullanılmıĢtır; her durumda,

amaç ister mülkiyetin, ister insanların kontrolü olsun, yazı, bazı insanların dünya servetleri ve diğer

Page 44: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

insanlar üzerinde uyguladıkları gücün bir kanıtıdır. G. C: Gücün toplumsal denetimi. C. L.-S.: Gücün denetimi ve bu denetimin aracı. Biraz dolambaçlı bir yol izledik; ilerleme sorunundan

baĢlayarak, onun, bilginin sermayeleĢme ya da tekelleĢmesiyle ilgili olduğunu gördük. Bu sürecin

kendisi, ancak yazının ortaya çıkmasından sonra gerçekleĢebildi ve yazının kendisinin de, insanın

insan tarafından sömürüsüne dayanan toplumlarla daima iliĢkili olduğu

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /108 belirdi. Dolayısıyla, ilerleme sorunu karmaĢık bir hal alıyor ve tek boyut yerine, iki boyut kazanıyor;

doğaya üstünlük sağlayabilmek için, insanın insana hükmetmesi ve insanlığın bir kesimine nesne gibi

davranması gerekiyorsa, ilerleme kavramının yarattığı sorulara artık açık ve basit bir yanıt veremeyiz. Saatler ve Buhar Makineleri GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, bugün sizden, ilkel toplumlarla çağdaĢ toplumları

kıyaslamanızı isteyeceğim. Son çözümlemede, bu iki tür toplumu birbirinden tümüyle farklı kılan

noktaların açılması için, son radyo konuĢmasında sorduğum soruya dönüyorum. CLAUDE LEVI-STRAUSS: Öyleyse ilk sorunuza geri döneyim: Aralarındaki temel farklılık nedir?

Sanırım ilkin, toplumsal yapıdaki bir kesimin bir diğeri tarafından sömürüldüğü toplumlar (ki sonsuz

çeĢitlilikte somut biçimlerde vücut bulabilir) ya da -bu bağlamda çok az anlam taĢıyan modern

terimleri kullandığım için özür dilerim- demokratik nitelikli olan ve ilkel diye adlandırdığımız diğer

toplumlar kavrayıĢından baĢlamalıyız. Toplumlar makineler gibidir ve bilindiği gibi esas olarak iki tip

makine vardır: mekanik makineler ve termodinamik makineler. Mekanik makineler, baĢlangıçta

sağlanan ve kuramsal olarak çok iyi yapılmaları ve ısı ile sürtünmeden korunabilmeleri koĢuluyla

sonsuza dek yetebilecek bir enerjiyle çalıĢırlar. Buhar makinesi gibi termodinamik makinelerse,

parçaları arasındaki, kazanla kondansatör arasındaki sıcaklık farkı temelinde çalıĢırlar; diğerlerinden

çok daha fazla iĢ yapabilir, ancak bu süreçte enerjilerini kullanır ve yok ederler. Diyeceğim Ģu ki, bizim büyük toplumumuzla ve diğer tüm büyük çağdaĢ toplumlarla kıyaslandığında,

etnologlar tarafından araĢtırılan toplumlar, bir anlamda "devingen" toplumlar değil "durağan"

toplumlardır ya da buhar makinesi yanında duvar saa- LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/109 ti gibidirler. Fizikçilerin "entropi" adını verdikleri düzensizlik eğilimini en az barındıran toplumlardır

onlar, sonsuza dek ilk durumlarında kalma eğilimindedirler ve bize tarihi olmayan durağan toplumlar

gibi gelmelerinin nedeni de budur. ÇağdaĢ toplumlarımız, buhar makinesinin yaygın olarak kullanıldığı toplumlar değildir yalnızca;

somut ifadesini farklı toplumsal hiyerarĢi biçimlerinde bulan bir potansiyel farkı temelinde iĢlemeleri

bakımından, buhar makinesiyle yapısal bir benzerlik de taĢırlar. Durumun dıĢına çıkıp, görünümün

tümüne baktığımızda, bunu kölelik, serflik ya da sınıf farklılığı diye adlandırmamızın hiçbir canalıcı

önemi kalmaz. Bu tür toplumlar, bir yandan daha fazla düzen -mekanize olmuĢ toplumlar- bir yandan

da insan iliĢkileri düzeyinde daha fazla düzensizlik ve entropi yaratmada kullandıkları bir tür

dengesizlik üretmeyi baĢarmıĢlardır. G. C: Hemen bir soru: Birey bu dengesizlikten nasıl etkilenir, ve çağdaĢ toplumdan farklı olarak ilkel

toplum için "eĢitsizlik" sözcüğünün gerçek anlamı nedir? C. L.-S.: Oldukça büyük bir fark var. Genelleme yapmama yanlıĢıyım, çünkü farklılıklar çok genel

kavramlarla anlatılırsa, tüm ayrıklıklar da iĢin içine girer. Doğaldır ki bizim "ilkel" dediğimiz

Page 45: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

toplumların ardında çok çeĢitli toplumsal örgütlenmeler vardır ve iki ilkel toplum arasında, bunlardan

biriyle bizim toplumumuz arasındaki fark kadar fark olabileceği gerçeğini ne kadar ısrarla vurgulasam

az. Kast sistemi olan ilkel toplumlar var. Yazısı olduğu için "ilkel" toplum olmayan Hindistan kuĢkusuz

bu türün tek örneği değil. Fakat yine de en geneldeki fark, ilkel toplumların, Batı uygarlığının

geliĢimini olanaklı kılan ya da hızlandıran topluluk üyeleri arasındaki bölünmeden bilinçli veya

bilinçsiz kaçınmalarıdır. Bence, bunun en inandırıcı kanıtı, politik örgütlenmelerde bulunabilir. Politik

örgütlenmenin, halk yönetimi veya temsili hükümet biçiminin baĢlangıçlarını görebileceğimiz birçok

ilkel toplum vardır -tümü için geçerli olduğunu savunmayacağım, ancak böyle toplumlara dünyanın

çok farklı bölgelerinde rast- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /110 lanmaktadır- burada kararlar bir araya gelerek bir heyet oluĢturan tüm topluluk tarafından, ya da klan

reisi veya dinsel liderler tarafından alınır. Böyle toplumlarda, insanlar birbirlerine danıĢırlar ve

oylarını verirler; sorunlar, ancak fikir birliğine varılmasıyla çözümlenir. Sanki Ģuna inanmıĢlardır:

Önemli bir karar alınacağı zaman, toplumun en ufak bir kesiminde bile olsa, seçimi kaybetmekten

ötürü bir kırgınlık, desteklenmemekten doğan hayal kırıklığı, kızgınlık varsa, güçlü ve büyüsel bir

etki, seçim sonuçlarını tehlikeye sokacaktır. Bu nedenle bazı toplumlarda -Güney Denizi Adaları'ndaki

örnekleri düĢünüyorum- önemli bir karar alınacağı zaman, bir iki gün öncesinden bir döğüĢ töreni

düzenlenir, böylece tüm eski kavgalar, salt taklit niteliğinde olan, ama tehlikeyi en aza indirecek

önlemler alındığı halde, çok ender olarak kaza da çıkabilen bu döğüĢlerde kapanır. Bu yolla toplum,

anlaĢmazlıkların temelini ortadan kaldırır, ve ancak bu yapıldığında yeniden canlanan, güçlenen

topluluk, kendini görüĢ farklılıklarından arındırarak, fikir birliğine dayalı kararlar alabilecek ve

dolayısıyla tüm topluluğun ortak istemini dile getirecek bir konuma gelir. G. C: BaĢka bir deyiĢle, eğer doğru anladımsa, kararın kendisinden bağımsız bir fikir birliği durumu

vardır toplumda. Fikir birliği oluĢur, ardından bu birlik, kararı oluĢturur. C. L.-S.: Doğru. Fikir birliği durumu, topluluğun topluluk olarak var olmayı sürdürebilmesi için

zorunlu görülür. Yani, biraz önce söylediğiniz Ģeyi değerlendirmeye katarsanız bu yöntem, bölünme,

topluluk içinde hiyerarĢinin filizlenmesi, dolayısıyla haklı tarafla haksız taraf arasında gedik açılması

tehlikelerine karĢı bir garantidir. Bir baĢka söyleyiĢle, hiçbir azınlık olmamalıdır; toplum,

mekanizmalarının çekirdeğinde örtük, uzlaĢmaz çeliĢkilerin -ısı kaynağıyla soğutucu arasındaki

çeliĢki- barındığı makineler gibi değil, tıpkı tüm parçaları uyum içinde çalıĢan bir saat gibi iĢler. G. C: Söylediklerinizde, Rousseau'nun düĢüncelerinden bir esinti seziyorum. C. L.-S.: Neden olmasın? LĠVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/111 G. C: Jean-Jacques Rousseau tarafından tanımlandığı biçimiyle fikir birliği, çoğunluk tarafından

alınan karara saygı duymaya iliĢkin ortak fikri kapsar. Bu fikir birliği, sizin tanımladığınıza çok

benziyor. C. L.-S.: Elbette. Ancak Rousseau benim aktardığım örnekler hakkında hiçbir Ģey bilmiyordu, çünkü

ilkel insanların politik yaĢamlarıyla ilgili sorunlar üzerine çalıĢılmaya baĢlanması yenidir. Dolayısıyla

Rousseau'nun zamanında yeterli veri yoktu. Yine de Rousseau, fikir birliğinin bir toplumun

varoluĢunda kuramsal önkoĢul olduğunu açıkça gördü; bu, oldukça aĢağı toplulukların sistemli

biçimde uyguladıkları bir ilkedir. Rousseau'nun asıl güçlüğü, tek meĢru yönetim biçimi olan fikir

birliğinden salt çoğunluk uygulamasına geçmeye çalıĢırken ortaya çıkar. G. C: Rousseau, fikir birliğini genel kabul görmüĢ bir Ģey olarak alır: Doğrusu ben, genel egemenlikte

payım olması adına kiĢisel özgürlüğümden fedakârlık ederim. C. L.-S.: Tabii ki, Rousseau'daki genel istem, özel durumlarda ifade edilen herkesin istemi ya da

nüfusun çoğunluğunun istemi değil; her bireyin, topluluğun üyesi olarak varolmak için kabullendiği,

görünmeyen ama varlığını hep sürdüren karardır. G. C: Kesinlikle öyle. Biz karar alırken değil, alınmıĢ karara uyarken fikir birliğine varıyoruz. Bu,

sizin tanımladığınız duruma oldukça yakın gibi geliyor bana. C. L.-S.: Tümüyle katılıyorum. Bence Rousseau, Toplumsal SözleĢme'de -Ģu anda aklımızdaki eseri bu

olduğundan onu örnek gösteriyorum- politik örgütlenmeyle ve hatta olası olan herhangi bir politik

örgütlenmenin kuramsal koĢullarıyla ilgili en genellenebilir -yani çok sayıda toplumda sınanabilir- ve

en derin düĢünceyi açıkça belirtmiĢtir. G. C: Gene de, bizim bildiğimiz türden toplumsal yapılardan epeyce uzaktayız. Ve sizin biraz önce

Page 46: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

söylediklerinizi, bizimki gibi ancak potansiyel farkına dayanarak çalıĢabilen toplumlara uyarlayacak

olursak, bizim sosyal devletimizde demokrasinin kesinlikle olanaksız olduğu sonucuna varmak

durumunda kalıyorum. Makinenin çalıĢması için farklılık kaçınılmazsa, IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /112 eğer toplum, yaĢayabilmek için farklılığı korumak zorundaysa, burada hangi biçimi olursa olsun

demokrasi olanaksız demektir. C. L.-S.: Beni etnoloji dıĢı bir alana çekiyorsunuz, çünkü savımı, biraz önce ilkel toplumları

benzettiğim küçük saatler üzerine değil, çağdaĢ toplumlarımıza benzeyen büyük buhar makinelerine

dayandırmamı istiyorsunuz. Bununla birlikte, tartıĢmayı son noktasına getirmeden, savı daha önce

belirtilen yönde biraz daha geniĢletebiliriz. Söylediğim Ģöylece özetlenebilir: Ġlkel dediğimiz toplumlar, bir noktaya kadar, entropinin

(düzensizliğe eğilim) bilinmediği ya da çok az olduğu ve mutlak sıfır sıcaklığında -fizikçinin anladığı

anlamda sıfır değil, "tarihsel" anlamda, yani bu toplumlara tarihsiz dediğimizde kastettiğimiz anlamda-

iĢleyen toplumlar olarak görülebilirler. Ve bunlar, kendi durumlarında istatistiksel görüngülerden daha

fazla önem taĢıyan, mekanik nitelikteki görüngülerle tanımlanır. Etnologun daha rahat benimsediği,

kandaĢlık ve evlilik kuralları, ekonomik alıĢveriĢ, ayinler, efsaneler gibi veri türlerinin, çok düzenli bir

biçimde ve döngüsel olarak çalıĢan ve hep aynı yerlerden geçerek bir döngüyü tamamlayıp yeniden

baĢlayan küçük ölçekli mekanizmalara benzemesi çok çarpıcıdır. Bizimki gibi tarihi olan toplumlar, deyim yerindeyse, daha yüksek sıcaklıkta iĢlerler, ya da daha

doğrusu, sistemiçi sıcaklıklarda toplumsal farklılaĢmalardan doğan farklar vardır. Ancak buna dayanarak, "tarihi olan toplumlar" ve "tarihi olmayan toplumlar" diye bir ayrım

yapmamalıyız. Gerçekte, her insan toplumunun bir tarihi vardır ve tüm tarih insanlığın ortaya çıkıĢıyla

baĢladığına göre, her toplum eĢit ölçüde eskiye dayanır, Fakat ilkel diye anılan toplumlar, tarih

tarafından kuĢatılmıĢ ve onun etkisine direnen bir konumdayken, çağdaĢ toplumlar, tarihi

içselleĢtirirler ve geliĢmelerinin devindirici gücü durumuna getirirler. Ve Ģimdi, baĢta sormuĢ olduğunuz soruya geri dönelim: Potansiyel farkı ne oranda kaçınılmazdır? Olgusal olarak, her toplumda Ģu iki yön içerilir: Bir toplum LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/113 aynı zamanda hem makine hem de bu makine tarafından yapılan iĢtir. Bir buhar makinesi olarak,

entropi üretir, ama mekanizma olarak baktığımızda düzen üretir. Bu ikili yön -düzen ve düzensizlik-

etnoloji dilinde, herhangi bir uygarlığa iki yönden bakmaya tekabül eder: Bir yanda kültür vardır,

diğer yanda toplum. Kültürle, verili bir uygarlığın üyelerinin dıĢ dünyayla iliĢkilerini; toplumla daha

çok insanların birbirleriyle olan iliĢkilerini anlatmak istiyoruz. Kültür örgütlenmeyi getirir: Toprağı

sürmek, ev yapmak, eĢya imal etmek gibi... G. C: Ardından, toplum dünyadan kopar. C. L.-S.: Öyle gibi, gerçi dünyayla tümleyicilik iliĢkisi sürer.

Yine de çarpıcıdır ki, Gobineau -entropinin, ilerlemeye eĢlik eden ve toplumun çok temel bir özelliği

olan düzensizliğin varlığını fark eden ilk insan- onu âdeta "çok doğal olarak" kültürden olabildiğince

uzağa, yapması gerekenden de daha uzağa yerleĢtirmeliydi; oysa onu, doğaya, ırk farklılıkları

düzeyine koydu. O zaman karĢıtlığı açıkça kavramıĢtı, fakat bunu ilk fark eden insan olduğundan

kapsamını abarttı. Hal böyleyken Ģunu söyleyebiliriz: Bir toplumsal alan -eğer topluma, toplumsal alan dersek- bir

toplum olarak entropi ya da düzensizlik üretir ve bir kültür olarak düzeni yaratır. Bence bu ters iliĢki,

ilkel ve uygar diye adlandırdıklarımız arasındaki farkı dıĢa vurur. Ġlkeller, kültürleri aracılığıyla çok az düzen üretirler. Bugün biz onlara, geliĢmemiĢ halklar diyoruz;

ama onlar, toplumlarında çok az düzensizlik üretiyorlar. Ve genelinde bu toplumlar, eĢitlikçi, tür

olarak mekanik ve biraz önce kullandığımız anlamda fikir birliğine dayalılar. Öte yandan uygar

toplumlar kültürlerinde, mekanizasyon ve uygarlığın büyük baĢarılarında görüldüğü gibi büyük ölçüde

düzen yaratırken, toplum olarak da toplumsal çeliĢkiler ve politik çatıĢmalar biçiminde entropi yaratır-

lar. Oysa gördüğümüz gibi bunlar, ilkel insanların kendilerini belki bizim düĢünebileceğimizden çok

daha sistemli ve bilinçli olarak korudukları Ģeylerin ta kendisidir. Uygarlığın en büyük sorunu böylelikle, farklılığa dayalı ya- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /114 pıyı korumak oldu. Bunun, kölecilik, sonra serflik ve en son olarak da proletaryanın yaratılmasıyla

sağlandığını bilmekteyiz. Fakat iĢçi sınıfı mücadelesi, farklılığa dayalı yapıyı yok etmeye yöneldikçe, toplumumuz farklılıkları

yeni biçimlerde kurmak için yollar aramaya koyuldu -sömürgecilik ve emperyalist politikalar örneğin-

Page 47: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

yani, hem kendi içinde, hem de ele geçirilen yerlerdeki halkların yönetiminde, yöneten ve yönetilen

farkını sürekli olarak üretmek zorundaydı; fakat bu farklılaĢmıĢ yapının eğreti bir özü vardır, tıpkı

soğutucusunun sıcaklığı artarken, ısıtıcınınkinin azalması nedeniyle durma eğilimi taĢıyan bir buhar

makinesinde olduğu gibi. Dolayısıyla farklılıklar kendilerini yok etme eğilimindedirler ve her keresinde yenilerini yaratmak

gereksinimi ortaya çıkar. Bunun çok güçleĢtiği durumlarda karmaĢık düzenler devreye girer;

sömürgeci imparatorluklar bunun bir örneği olarak anılabilir. Bana bunun kaçınılmaz ve geri dönülemez olup olmadığını soruyordunuz. ÇağdaĢ toplumlar için

ilerleme ve sosyal adaletin gerçekleĢmesi, entropinin toplumdan kültür düzeyine aktarımına bağlı

olabilir. Bu çok soyut bir açıklama olarak görünebilir, ama ben yalnızca, çağımızın sorununun

insanların yönetiminden, Ģeylerin denetimine geçiĢin nasıl baĢarılacağı sorunu olduğunu-söyleyen

Saint Simon'un cümlesini yineliyorum. "Ġnsanların yönetimi" topluma ve artan entropiye tekabül eder,

"Ģeylerin denetimi" ise kültüre ve giderek çeĢitlenen ve karmaĢıklaĢan bir düzene... Yine de, geleceğin adil toplumlarıyla, etnologların incelediği toplumlar arasında her zaman bir

farklılık, hatta neredeyse bir karĢıtlık olacaktır. Tümünün tarihsel anlamda sıfıra yakın bir sıcaklıkta

çalıĢtığı söylenebilir; fakat ilki toplum, öteki kültür düzeyinde. Endüstri uygarlığının robotlaĢtırıcı bir

etkisi vardır derken, kabaca algıladığımız ya da ifade ettiğimiz budur. LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI/115 Otantikliğin Düzeyleri GEORGES CHARBONNIER: Eğer sizi doğru anladımsa, ilkel toplumlarda nüfusun farklı öğeleri

arasında bir kopuĢ olamaz. Zenginlik açısından pekâlâ farklılık olabilir, ancak ilkel topluluklarda

varolan eĢitsizlik türü, bizim toplumumuzdakiyle aynı değil, diye düĢünüyorum. CLAUDE LEVI-STRAUSS: En azından örnek oluĢturabilecek toplumlar için, böyledir diyelim; çünkü

-yineliyorum- belli bir sınıflamaya kolayca giremeyecek toplumlar vardır. Yazıları olmadığından bir

kategoriye girebilirler, ama yine de ekonomik sömürünün kökenlerini banndırabilirler. Kanada'nın

Pasifik kıyılarındaki bazı yerli toplumları düĢünüyorum; biz onları kocaman, oymalarla bezenmiĢ

totem sınıflarıyla tanıyoruz. Bu toplumlarda kölelik uygulanmıĢtır ve bir sınıfın, bir diğeri pahasına

servet biriktirdiği de tartıĢma götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla dikkatli olmak ve karĢıtlıkları, her

toplum tipinin en uç örnekleri arasında kurmak zorundayız. G. C: Bir ilkel toplumda düĢünülmesi neredeyse olanaksız olan bir farklılaĢma türü Batı toplumlarında

olamaz mı? Topluluk içinde ekonomik düzeyde bir farklılığa veya sınıf ayrımına tekabül etmeyen

bölünmeler yok mudur? C. L.-S.: Tam olarak ne demek istiyorsunuz? G. C: BirleĢik Devletler ve Fransa gibi bazı büyük ülkelerde, tüm enerjisini üretime adayan kesim ile,

kültürün geliĢmesi için çalıĢan kesim arasında neredeyse bir uçurum olduğunu gözlüyorum. Bu

farklılaĢma toplumsal yapımızın mı bir sonucu? Yeniden bütünleĢme sağlanamaz mı? Batı

toplumlarının varolması için bu bir zorunluluk mu yoksa? Benim gördüğüm, bir uyum yoksunluğu ve

bariz bir tür düzensizlik. BirleĢik Devletler ve Fransa'yı örnek olarak gösterdim ama bu olay diğer

ülkeler için de geçerlidir. Ġlk anda bu iki ülkeyi söyledim, çünkü en tipik özellikler onlarda gibi geliyor

bana. Bilinç, diğerleri bundan yoksunken, sanki sınırlı sayıda bireyin ayrıcalığı olmuĢ gibidir - IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/116 daha açıkçası- sanki bilinç bir azınlığa sığınmıĢ, bu arada bilgi, çok karmaĢık ve yabancı bir Ģey

olduğundan bazı insanlardan kendini sakınmıĢtır - fakat belki bu, olayları çok basitleĢtiren bir bakıĢ

oluyor. C. L.-S.: Sizin söylediğiniz, hiyerarĢinin kurulmasından çok, uzmanlaĢma oluyor ve sanırım her iki

olayın örneklerini de yerli topluluklarda görebiliriz. Ama hiç kuĢkusuz onlarda, hiçbir Batı

toplumunda görülmeyen bir özellik var; o da, topluluk kültürüne çok daha kesin ve hepten bir katılım. G. C: Bizlerin bir bütün olarak kendimizi -Fransa tek örnek değil elbet, diğerlerini de düĢünebiliriz-

kültürü oluĢturan ve üretenlerle özdeĢleĢtirmediğimizi düĢünüyorum. C. L.-S.: Evet anlıyorum ve bence pratikte iki durum da olabilir. Ġlkel dediğimiz toplumlarda topluluk

yaĢamında çok önemli bir yer tutan -hatta bazen üretimle ilgili etkinliklerden daha önemli yer tutan-

Ģölenler, danslar ya da özenli, incelikli dinsel törenler biçiminde kültüre kolektif bir katılım olduğunu

gözlemleriz. Ve bilge kiĢiler, din adamları, tören baĢkanları bir yaĢam tarzının, davranıĢ biçiminin ve

evreni anlama yolunun vücuda gelmesi ve simgeleĢmesidir. Bunlar, topluluğun bir bütün olarak

paylaĢtığı özelliklerdir ve bu da, Batı toplumları için betimlediğiniz durumun tam tersidir. Ama bir de

Page 48: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

baĢka örneklere bakalım; örneğin Afrika toplumlarındaki veya meracılık yapan baĢka toplumlardaki

demirci kastı. Demirciler, hayvan ve bitkiye değil, metal -toprağın altında bulunan maden- ve ateĢe

bağlıdırlar ve toplulukça bilinenlerden nitelikçe farklı olan bilgi ve teknik becerilerin

koruyucularıdırlar. Sonuç olarak da, getirildikleri özel konumda saygı ve korku, hayranlık ve

düĢmanlık karıĢımı bir tavır görürler. Bence bu çağdaĢ toplumlardaki bazı uzmanların durumlarına

benzer ya da benzeme eğilimindedir. G. C: Bunlardan kurtulmak için genel bir istek var mı, yoksa varlıklarının gerekliliği tümüyle

benimsenmiĢ mi? C. L.-S.: Oo, duygular çok karmaĢık oluyor. ABD'de ergenlik çağındakilerin "bilgin" imgesini (ve

tabii günümüzde "bilgin" demek "atom fizikçisi" demek oluyor) anlamak için iki cin- LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/117 siyetten gençler arasında yapılan araĢtırma sonuçlarını bir gazete makalesinden okurken -özgün metni

görmedim- çok ĢaĢırmıĢtım. Bu imge ve buna tekabül eden tavırlarda korku ve yadsımayla (kızlar bir

bilim adamıyla asla evlenmeyeceklerini söylemiĢler) gizemli ve dinsel bir hayranlığın karıĢımını

gördüm. Bu tavırlar, ilkel toplumlardaki demirci kastına gösterilenlere oldukça benzerdir. G. C: Kabalığımı bağıĢlarsınız umarım, Gobineau'nun bir sözünü aktaracaktım. Kısa öykülerinden

birinde bir tipe, bir baĢkasından söz ederken Ģunu söyletmesi çok çarpıcı gelmiĢti: "Küçük, çirkin bir

bilgin suratı vardı."* Bu söz bana çok anlamlı geliyor. Gobineau "bilgin" sözcüğünü kullanır, ancak bu yalnızca "bilgin"

olarak değil, aynı zamanda "bir düĢünce tarzı üreten herkes" diye anlaĢılmalı - yani, sanatçılar,

ozanlar, yazarlar, kısaca "entelektüel" diye adlandırılan herkes. Batı toplumlarında bu insanların,

topluluğun geri kalan kesimlerinden giderek koptuğunu gözlemliyorum. Onlar kültürü geliĢtiriyor,

fakat insanlar kültürlerinin bu azınlık tarafından geliĢtirildiğini düĢünmüyorlar. Bana öyle geliyor ki,

bu azınlık, insanlar tarafından reddedilmiĢtir ve toplulukla entelektüeller arasındaki bu kopuĢ,

ekonomik temelli toplumsal sınıflar arasındakilerden çok daha önemli ve çok daha onulmazdır; çünkü,

böyle farklılıklar, kendilerini ortadan kaldırmaya bile yönelebilirler. C. L.-S.: Oldukça farklı türde bir kopuĢ olduğuna hiç kuĢku yok. G. C: Sözünü ettiğimiz özgül kopuĢ, toplumsal yapımızın bir sonucu mu? Toplumumuzun iĢlemesi

açısından zorunlu bir koĢul mu? C. L.-S.: Bu noktada özür dilemeliyim, cehaletimi bağıĢlayın: Bu soruyu yanıtlayamam, çünkü tüm

sorunlar ilkel dediğimiz toplumlarda sanatçının konumu ya da rolüyle ilgili, oysa siz daha çok

sanatçıyı düĢünüyorsunuz... * "II avait une sale petite gueule de savant" IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/118 G. C: Yo, hayır hiç değil. C. L.-S.: Fakat kabul etmelisiniz, arada büyük bir fark var; çünkü bilgin iyi bir bilginse, toplumda iyi

bir meslek edinebileceğinden emindir. G. C: Fakat sanatçı için de bu böyle. O da toplumda bir konum edinebilir. Baudelaire bile baĢardı

bunu. C. L.-S.: Tam değil, yaĢadığı sürece değil örneğin. G. C: Sanırım genelde düĢünülenden çok daha fazla sanatçı toplumda iyi bir konum edinebiliyor. C. L.-S.: Benden kıyaslama yapmamı istiyorsunuz, fakat diğer toplumlardan elde edilen gözlemler

ıĢığında, artık bizim malımız olan belli bir toplum üzerine yorum yapmaktan çekinmemiĢ olsaydım

etnolog olmazdım. Üstelik ilkel dediğimiz toplumlarda bilgin diyebileceğimiz -insanlar ya da sanatçının doğasına iliĢkin

çok az Ģey biliyoruz. Tüm bildiğimiz, tavırların olağanüstü değiĢkenliği. Biraz önce söz ettiğim

Kanada'nın Pasifik kıyılarındaki topluluklara yeniden dönelim: Onların, farklı alanlarda uzmanlaĢmıĢ,

adları bilinen, resim ve heykellerini yalnızca asillerin, mal veya köle karĢılığında, bugün ancak

Matisse ya da Picasso'nun isteyebileceği bedellerle alabildiği ünlü sanatçıları var, daha doğrusu vardı;

çünkü artık yok. Bu durumu sanatsal yaratıcılığın en büyük merkezlerinden olan bir bölgedeki baĢka

bir durumla kıyaslayalım -Yeni Gine'deki Sepik bölgesini kastediyorum. Bu bölgede hâlâ herkesin

oymacılıkla uğraĢtığı, erkeklerin boĢ zamanlarını bununla değerlendirdiği bazı topluluklar var: Herkes

eĢit ölçüde yetenekli değil elbet ama hepsi de, bizim müzelerimize koyduğumuz türden Ģeyler yapacak

denli yetenekliler. Demek ki, estetik yaratıcılık çok farklı biçimler alabiliyor. G. C: Eğer bize anlamlı görünen, ya da bizim anlam yüklediğimiz bir Ģey olan ilerlemenin

incelediğimiz toplumlar açısından bir anlam taĢımadığını eklersek...

Page 49: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

C. L.-S.: Kabul. Kesinlikle taĢımaz. Bu toplumlar için en temel ve nihai amaç, varolan biçimlerini

korumak ve ataları tarafından kurulmuĢ olanı -yalnız ve yalnız ataları böyle yapmıĢ ol- LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/119 duğu için- sürdürmektir. Daha fazla bir nedene gereksinmeleri yoktur: Belli bir âdet ya da kurumun

nedeniyle ilgili bir soru sorduğumuzda, bilgi veren kiĢiden "Biz hep böyle yaparız" yanıtını alırız.

Varolduğu gerçeği onun haklılığının biricik nedenidir. Ayakta kalabildiği için, meĢrudur. G. C: Böylece, Batı toplumlarında ilerleme, evrim, değiĢim anlamına gelir ve daha fazla bir Ģey

olmazken... C. L.-S.: Evet ama, Batı toplumları potansiyel ve içsel farklılıklara dayanıyorlar da ondan. G. C: Fakat bu durumda Batı toplumlarında ilerleme tamamen belirlenmiĢ olmuyor mu? Tamamen

insan denetiminin dıĢına çıkmıĢ ve bilginin geliĢiminin bir fonksiyonu, dolayısıyla bilginin belirlediği

bir Ģey değil mi? Bilgi ve bilginin yöntemlerinde, bizi güçsüz bırakan bir belirlemeci öz yok mu? C. L.-S.: Durum öyle gösteriyor, çünkü birisi bize bazı ilerlemelerin yanında mı yoksa karĢısında mı

olduğumuzu soracak olursa -ve asıl sorun atom enerjisinin geliĢimi konusunda çıkıyor- çoğu insan;

"Hayır, hiç olmasın, olduğumuz yerde kalalım daha iyi" diyecektir. Araba sahibi olmak kendi baĢına

bir yarar değildir; diğer birçok kiĢinin sahip olduğu bir toplumda kaçınılmaz bir savunma biçimidir;

fakat eğer seçim Ģansım olsaydı ve tüm çağdaĢlarım da arabalarından vazgeçmeye razı olsalardı, gönül

huzuru içinde kendiminkini hurdacıya atardım. G. C: Aynen. ġimdi etnolojinin iyice dıĢına çıktığımı anlıyorum, fakat sıradan bir insan, uzman

olmayan birisi olarak sormak zorunda olduğumu hissettiğim bir soru var: Hiçbir biçimde bize değil de

bilginin kendisine bağımlı gibi görünen bir sürece, insan nasıl müdahale edebilirdi? Soylulukla ilgili

addedilen tüm tavırları düĢünüyorum da, her zaman boĢ ve yararsızdırlar. Ġnsanın soylu içgüdülerince

istenen, ama hiçbir zaman bu içgüdülerin kendileri olarak ortaya çıkmayan bir Ģeyin baĢarılması, eko-

nomik ya da teknik ilerlemelerle olabilmiĢtir her zaman. Pratikte bu, bir yerde insanların istedikleri

malları alabilecekleri bir pazarın kurulmasıdır. Fakat bu pazarın kurulması için gerekli koĢullar

olmadıkça, insanlar maddi çıkarlarını insanlığın hakları IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/120 adı altında sonsuza dek savunmayı sürdürürler, hiçbir zaman onları elde edemeden. Ve bu sav, her

alana uygulanabilir. C. L.-S.: Ġnsanlıkla ilgili sorunlar karĢısında insanın bu çaresizliği, büyük oranda, çağdaĢ

toplumlardaki aĢırı nüfusun bir sonucu olabilir mi sizce? Yirmi, otuz bin ya da en fazla birkaç yüz bin

nüfuslu küçük topluluklar, koĢullarını bilerek ve onu değiĢtirmek düĢüncesiyle bilinçli kararlar alıyor

olmalılar. Bizim içinde bulunduğumuz eylemsizlik hali, insan nüfusunun büyüklüğüne bağlı gibi

görünüyor, çünkü artık ulusal topluluklar bile aĢılıp, her geçen gün biraz daha fazla, dünya

uygarlığının yaratımına yöneliyoruz; iĢte bu yeni düzen, toplumun ölçeklerindeki bu değiĢimdir,

insanlığı yönlendirilemez yapan. G. C: Evet ama, aynı zamanda, nüfusun büyümesi belli ölçülerde iktidarı da güçlendirir ve sorunların

çözümüyle yine bir azınlık uğraĢır. Sözünü ettiğiniz güçlükler her ne kadar önemli de olsalar, konuyu

etkileyen biricik Ģeyler değiller bence. C. L.-S.: Yanıt veremeyeceğim, dahası hiç kimsenin de bir yanıtı olabileceğini sanmıyorum - hele ki

bir etnologun. Onun incelediği toplumlarla diğerlerinin farkını bulma uğraĢında, yazının olup

olmaması, sonunda bir toplum için kendinin bilgisine varmanın zorunlu yolu olarak tarihin varolup

olmadığının yanı sıra... tabii ki, ilkel toplumların geçmiĢi yoktur demek istemiyorum, ancak toplum

üyelerinin bir tarih kategorisine baĢvurmaya gereksinimleri yoktur; onlar için, bir Ģey her zaman

varolmamıĢsa anlamsızdır, meĢru değildir gözlerinde, bizim için ise tersi geçerlidir. Hal böyleyken, baĢka türlü bir kategoriyi devreye sokmalıyız: Toplum düzeyinde, insanlararası

iliĢkilerin varlığını kastediyorum. Bu toplumlardaki nüfus azlığı gerçekte -en azından kuramda-

toplumun tüm üyelerinin birbirini tanıması anlamına gelir. Oysa belli bir nüfusun ötesinde bunun

olanaksızlığı çok açıktır. G. C: Bizim toplumlarda, "bilmek", "varlığını benimsemek" anlamındadır daha çok. En iyi bildiğim

Ģeylerin varlığını nasıl benimsiyorsam, diğer Ģeyleri de öyle benimseyerek, bir tür a LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/121 priori "bilgi" edinilebilir. C. L.-S.: Kasaba danıĢma meclisiyle parlamentonun çalıĢması arasında bir düzey farkı olduğunu gayet

iyi biliriz: Kasabada kararlar, yalnızca belli ideolojiler çerçevesinde değil, aynı zamanda X ya da Y'nin

düĢüncelerine ve onların aslmda nasıl insanlar olduklarına dayanarak alınır. Ġnsan davranıĢlarının

Page 50: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

çeĢitliliği üstüne genel bir görüĢ edinilebilir. Doğaldır ki, düĢünceler de devreye girer, ancak

düĢünceler küçük topluluk içindeki bireylerin geçmiĢleri bağlamında değerlendirilir -aile durumu veya

mesleği gibi- oysa belli bir nüfustan daha kalabalık toplumlarda böylesine ayrıntılı bilgiyi

değerlendirmeye katmak olanaksızdır. Bunu bir baĢka yerde otantikliğin düzeyleri sorunu diye

adlandırdım. Tabii Batı toplumlarında bile, bireylerin diğerlerine iliĢkin somut bilgilerinin olduğu,

kurumsal olan ya da olmayan topluluklar biçiminde otantiklik düzeyleri vardır. Ancak otantik olmayan

düzeyler artmaktadır: Ara kurumlar veya yönetim mekanizması ve ideolojik örüntüler gibi yeniden

üretim sistemleri kanalıyla, insanlar birbirleriyle iliĢkisiz hale getirilmiĢtir. Eğer etnolog bir reformcu

edasıyla ortaya çıkma cesaretini gösterip: "Ey bugünün insanları, iĢte binlerce toplumun dene-

yimlerinin sizler için nasıl kullanılabileceği" deseydi, hiç kuĢkusuz tüm alanlarda merkezsizleĢmeyi,

böylece de çoğu ekonomik ve toplumsal etkinliğin, bireylerin birbirlerine iliĢkin somut bilgilerinin

olduğu otantiklik düzeyinde gerçekleĢtirilmesini savunurdu. G. C: Ġnsanların birbirlerine iliĢkin somut bilgileri olması, belli oranlarda tüm insanlık için geçerli olan

ve olabilecek en otantik otantiklik biçimi'ni gerçekleĢtirebilecek bir insan mitiyle bir arada

düĢünülemez mi? C. L.-S.: Fakat bu kavramların çeliĢmesidir. Benim bakıĢımda "mit" ve "otantiklik" birbirleriyle

uyumsuz sözcükler. G. C: Evet tabii. Zaten onun için "belli oranlarda... bir arada düĢünülemez mi" dedim. C. L.-S.: Söz konusu bile değil. Mit en otantik olmayan biçimdir. Otantikliği, insanların birbirlerine

iliĢkin bilgilerinin so- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /122 mut doğası diye tanımladım; oysa öyle görünüyor ki, mitlerden daha soyut bir Ģey yok. Mitler,

çözümlemeye kalktığımızda, bizi simgesel mantığa baĢvurmaya zorlayan önermelere dayalıdır. "Mit"

ve "mistikleĢtirme" kelimelerinin benzemeleri kesinlikle nedensiz değildir - sözcüğün teknik olmayan

kullanımı bağlamında. G. C: Evet doğru. Fakat son kertede, varolan nüfusun sabit oranda arttığı göz önünde bulundurulunca,

merkezsizleĢmenin derecesi ne olursa olsun, sözünü ettiğiniz somut iliĢkilerin kurulacağını

varsaymanın hiçbir mantığı yoktur. Dolayısıyla onların yerine baĢka bir Ģey koymak gerekecek. C. L.-S.: Evet fakat bu etnologun iĢi değil. Reformcuya yardım eli uzatırken, ona bir ayrıcalık tanımıĢ

oluyorum (doğrusu bunu yazmazdım ama konuĢma içinde insan yazıya dökmeyeceği Ģeyleri

söyleyiveriyor) ancak parmaklarının ucuna dokunmaktan öte bir Ģey gelmez elimden. Olasılıkları

bilemiyorum. Kaçınılmaz olarak, koĢullar etnologları geniĢ bir sosyolojik ve felsefi deneyime -yazının

bilinmediği, giderek yok olan ve elimizden geldiğince korumamız gereken ilkel denen toplulukların

deneyimine- sahip değersiz hazineler durumuna getirdi. "Bundan ne öğrendin" diye sorarsanız, ne

olursa olsun vereceğim yanıt budur. Fakat bu dersin günümüz insanına ya da geleceğin insanına bir

yararı olur mu, olmaz mı bilemiyorum. Sanat ve Topluluk GEORGES CHARBONNIER: Etnolog ilkel dediğimiz toplumların sanatıyla, "modern" sanat değilse

de "modern çağın" sanatı arasında ne gibi bir farklılık görme eğilimindedir? CLAUDE LEVI-STRAUSS: Her Ģeyden önce, epeyce muğlak olan modern çağ kategorisi içinde bir

ayrım yapılmalı. Î.Ö. 5. yüzyıl öncesi Yunan sanatı ve hatta Ġtalyan resim sanatı -en azından Siena

okulu dönemine dek- konusunda, etnolog kendini LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/123 gayet rahat hisseder. Kendimizden daha az emin olduğumuz ve yabancılık çektiğimiz alansa, 5. yüzyıl

Yunan sanatı ve Quattro-" cento (15. yüzyıl) sonrası Ġtalyan resim sanatıdır. ĠĢte bu görece "modern"

biçimler her biri kendi tarihsel boyutu içinde ele alınarak, ilkel sanatla, daha doğrusu sanatlarla

kıyaslanmalıdır. Bu gerçekleĢtikten sonra, farklılığın oldukça değiĢik türde iki olguyla ilintili olduğunu söyleyebilirim:

Bir yanda sanatsal ürünün bireyselleĢmesi, diğer yanda giderek figüratif ya da temsili bir niteliğe

bürünmesi. Burada hemen belirteyim, sanatsal üretimin bireyselleĢmesi derken, öncelikle sanatçının

bir birey ya da bir yaratıcı olarak kiĢiliğini kastetmiyorum. Bizim bunun farkına varmamızdan çok

önce, ilkel diye nitelenen birçok toplumda da sanatçı bu özelliklere sahiptir. Afrika oymacılığıyla ilgili

son araĢtırmalar, oymacının tanınmıĢ ve kimi zaman ünü çok uzaklara dek yayılmıĢ bir sanatçı

olduğunu göstermiĢtir; öyle ki, yerliler her bir maske ya da heykel yapımcısının kiĢisel üslubunu ayırt

edebilmekteydi. Modern sanatta giderek artan biçimde bireyselleĢme eğilimi gösteren, sanatçıdan çok

Page 51: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

sanatsever kitledir. Günümüzde sanatçıdan, belirli kurallara göre oluĢturulmuĢ birtakım nesneler

sunmasını bekleyen tüm bir topluluk değil, yalnızca sanatseverler -gerçi bu terim bizimkinden çok

farklı toplumlarla kıyaslama yaptığımızda biraz tuhaf kaçıyor- ya da sanatsever topluluklardır. G. C: Günümüzde sanatın sanatseverlerin özel sığınağı olmasının çeĢitli nedenleri var. Her Ģeyden

önce, topluluk içinde kesin bir ayrıĢma söz konusu; çünkü topluluğun bir kesimi sanat yapıtlarıyla ya

hiç ilgilenmiyor ya da sanatın en bayağı biçimlerini benimsiyor. Ayrıca ekonomik sorun da var: Batı

toplumlarında sanat yapıtı son derece pahalı, dolayısıyla herkesin elde edemediği bir meta. Bu olayın

ilkel toplumlarda da görüldüğü olur mu, yoksa böyle bir Ģey hiç mi olmaz? Ġlkel toplumlarda herkes

eriĢebilir mi sanat yapıtına? C. L.-S.: Duruma göre değiĢir. ġimdi değindiğiniz toplumsal ve ekonomik olayların görüldüğü ve

sanatçıların, iyi para veren, hatta belli bir sanatçının hizmetini elde etmiĢ olmakla gurur IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /124 duyan zengin insanlar ya da topluluklar için çalıĢtığı birtakım ilkel toplumlar var. Bu olmuyor değil,

ama kabul etmek gerekir ki özel bir durum. Yine de toplumsal hiyerarĢi sorununa değinmekte

haklısınız, çünkü bence, geçen gün ilerleme ve tarihin rolü kavramını tartıĢırken karĢılaĢtığımız gibi,

bu bağlamda da karĢılaĢacağız onunla. Tarihin, tüm insan topluluklarının hep birlikte içinde

bulundukları toplumsal bir çevre değil de, katmanlı toplumların varlıklarını kavrama yolu olarak, belli

toplumlara içsel olan bir kategori olduğunu söylemiĢtik. ġimdi yine benzeri kavramlarla

karĢılaĢacağız. Fakat bu açıklamayı olduğu gibi kabul etmek istemem, çünkü hemen kabul edilirse, çapraĢık bir yol

izlenerek varılandan daha az inandırıcı buluruz onu. O halde devam ediyorum: Sanatçıdan çok

sanatseverin bakıĢ açısıyla, sanatsal ürünün bireysel-leĢmesi ve eserlerin giderek figüratif ya da temsili

bir kimlik kazanması biçiminde iki özellik sıralamıĢtım. Bana öyle geliyor ki, söz konusu insanların

henüz geliĢmemiĢ teknolojik becerilerine dayalı ilkel denen sanatlarda, sanatçının denetimindeki

teknik araçlarla, hâkim olmak zorunda olduğu maddenin direnmesi arasında sürekli bir uyuĢmazlık

vardır ve bu uyuĢmazlık sanatçıyı, niyeti farklı da olsa -ki genellikle değildir- sanat yapıtını dosdoğru

bir kopyaya dönüĢtürmekten alıkoyar. O modelini tümüyle yeniden üretemez -bunu istemez de zaten-

böylece onun gösterge değerini varsaymak durumunda kalır. Onun sanatı temsili değildir, bir

göstergeler sistemidir. Buna göre iki olayın -bir yanda sanatın bireyselleĢmesi, diğer yandaysa yapıtın

bir gösterge sistemi olarak iĢlevinin yok olması ya da zayıflaması- iĢlevsel olarak birbirlerine bağlı

olduğu açıkça görünüyor. Bunun nedeni de basit: Dilin varolabilmesi için topluluğun olması gerekir.

Çok açıktır ki dil... G. C: Temel bir öğe olarak... C. L.-S.: ...topluluğa iliĢkin bir görüngüdür, topluluğun temel bir öğesidir. Dil ancak toplulukla

varolabilir; çünkü istemle ne uyarlanabilir, ne de bozulabilir. Bugün toplumda her biri kendi dilini

konuĢan birtakım topluluklar olsa veya bir süredir güzel LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/125 sanatlarda gözlemlediğimiz türden süreli değiĢim ve devrimlerin dilde de gerçekleĢmesine göz

yumsak, birbirimizi asla anlayamayız. Demek ki dil tüm topluluğu ilgilendiren genel bir görüngüdür

ve hepsinden önemlisi çok göreli ama yine de çok sağlam olmasıdır. Biraz önce belirttiğimiz iki farklılık, aynı gerçekliğin iki ayrı yönüdür. BireyselleĢme öğesi sanata

girdikçe, ister istemez ve kendiliğinden bir biçimde yapıtın anlamsal iĢlevi yokolmaya ve gittikçe

yerini sanatçının göstermek yerine yansılamaya uğraĢtığı modele bırakmaya yüz tutar. Bu noktayı açtıktan sonra, demin değindiğiniz sosyolojik gözlemlerinize dönebilirim artık. Sanatla dil

arasında ya da en azından çeĢitli gösterge sistemleri arasında bir iliĢki kurmuĢtuk. Yazı bağlamında da

karĢılaĢtığımız bir konuydu bu. Yazının ortaya çıkıĢının baĢlıca hangi toplumsal olayla ilintili

olduğunu araĢtırırken, yazının her zaman ve her yerde kast ya da sınıf sistemlerine tekabül eden

bölünme ve ayrıĢmaların ortaya çıkıĢıyla iliĢkili olduğu konusunda sanırım anlaĢmıĢtık. Çünkü ilk

aĢamada yazı, insanları diğer insanlara bağımlı duruma getirmede, insanlara hükmetmede ve maddi

Ģeylere sahip olmada bir araç olmuĢ gibi görünüyor. O halde sanatın biraz önce belirttiğim dö-

nüĢümünün, yazısı olan toplumlarda görülmesi bir rastlantı değildir -yazı Rönesans döneminde yeni

bir olaydı demiyorum, yeni olan matbaanın bulunmasıydı, böylelikle yazı topluluğun sosyal

yaĢamında oldukça farklı bir boyut kazanmıĢtı- ve ne olursa olsun Atina ve Floransa Ģehir

devletlerinde, bu iki toplumda sınıf ayrımı ve servet farklılığı barizdi. Kısacası bunlar sanatın, bir

noktaya kadar, onu özel zevki olarak kullanan bir azınlığın malı haline geldiği toplumlardı; hem de

Page 52: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

sanatın bütün toplulukta bir iletiĢim sistemi olarak iĢlediği ilkel denen toplumların asla tanık olmadığı

boyutlarda... G. C: Gayet açık olan bir Ģey var, Batı toplumlarında sanatçılar, yapıtlarının kitlesel denebilecek

düzeyde izlenmediği konusunda fikir birliği içindeler. Ama yine de bu duygu, bir yakınmanın belli

belirsiz ifadesinden öte bir Ģey değil. IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /126 C, L.-S.: Fakat böyle olmak zorunda, çünkü geliĢimi yüzyıllar almıĢ bir tarihsel durum, genel olarak

sanatçılar -ya da herhangi bir sanatçı- değiĢmesini istiyor diye değiĢi veremez tabii. Yapabileceğimiz

tek Ģey, varolan ama değiĢtirmeye gücümüzün yetmediği durumun önemini kavramaktır. G. C: Peki ama kopuĢun nedenlerini nerede aramalıyız: Topluluğun kendi içinde mi, yoksa sanatın

iĢlevlerindeki diğer görüngülerle bağıntılı bir değiĢimde mi? C. L.-S.: Bence bunun nedenleri, bazı dönemlerdeki ilk evrelere geri dönüĢler yüzünden birden ortaya

çıkmamıĢ olan, uygarlığın genel geliĢiminde yatar. Bana kalırsa sanat, gösterge sistemi olma

iĢlevinden Yunan heykel sanatında, sonra bir de Rönesans Ġtalyan resim sanatında sıyrılmıĢtır. Fakat

bu olayın nüvelerinin bir noktaya kadar diğer toplumlarda da gözlemlenebilir olduğu ve büyük

olasılıkla -Yunan sanatı kadar olmasa da-Mısır heykel sanatı bağlamında, hatta belki Asur heykel

sanatının belli dönemlerinde ve son olarak Ģimdi sözünü ettiğim diğer toplumlarla ortaklıkları olmakla

birlikte etnologların özellikle ilgilendikleri Kolomb öncesi Meksika toplumlarında da gözlemle-

nebileceği ileri sürülebilir. Sanat üretimindeki çeĢitlilikten söz ederken, Kolomb öncesi Meksika'yı

düĢünmek zorunda olmam bir rastlantı olmasa gerek, çünkü Meksikalılar aynı zamanda yazısı olan bir

halktı. Bence yazı, sanatın figüratif olma yönünde evrimleĢmesine büyük oranda hizmet etmiĢtir;

çünkü yazı insanlara göstergelerin dıĢ dünyayı yalnızca göstermek için değil, aynı zamanda onu

yorumlamak ve ele geçirmek için kullanılabileceğini öğretmiĢtir. Tabii klasik dönem Yunan

heykelinin, insan bedeninin tam bir temsili olduğunu iddia etmeyeceğim, bu çok zayıf bir açıklama

olurdu. Onda modelde olmayan bir anlam vardır; bir Afrika heykelciği gibi -aynı derecede olmasa

bile- o da bir göstergedir. Farklılık hem bu düzeyde, hem de sanatçı ve izleyicilerin tavırlarmdadır.

Bana öyle geliyor ki, Yunan heykel sanatında ya da Rönesans Ġtalyan resim sanatında -en azından

Quattrocento sonrası- sanatçının modeline yaklaĢımı yalnızca gösterme çabası, yani ilkel denen

sanatın çarpıcı bir özelliği LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/127 olan tamamen entelektüel bir yaklaĢımla değil -paradoks içinde görünüyorsam da- aynı zamanda

büyüyle bağıntılı görünen neredeyse ihtiraslı bir tavırla tanımlanır; çünkü sanat hem varlıklarla

iletiĢim kurabilme, hem de resmetme yoluyla ona sahip olma yanılsamasına dayanır. Buna "nesneyi

sahiplenme", çok değerli ve güzel görünen bazı görüngüleri kendine mal etmenin bir yolu diyeceğim.

ĠĢte bence Batı uygarlığı sanatının en göze çarpan özelliklerinden biri, sahip olanın ya da hatta

izleyicinin zevki için nesneyi kendisine mal etmesini içeren bu haris ve doymak bilmez istektir. Üç Farklılık GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, son konuĢmada, sanatın bireyselleĢmesinden söz

ederken, "kolektif ve "bireysel" sözcüklerini birçok kez kullandınız; doğal olarak, bu iki sözcük

arasındaki ilintiyi merak ettim: Birbirlerine karĢıt mı bunlar, yoksa birbirlerini bütünlüyorlar mı?

Sosyolojik bağlamları içinde ne anlatıyorlar? Son olarak da daha farklı bir soru yönelteceğim. Sanat

yapıtlarının üretildikleri koĢullar bağlamında bir kolektif ve bireysel ayrımı, ilkel toplumlarda ve Batı

toplumlarında -kendi içinde geçerli olduğunu varsayıyoruz- eĢit ölçüde geçerli midir? CLAUDE LEVI-STRAUSS: Bizce çok açık olan kolektif-bireysel ayrımı, ilkel toplumlarda sanat

yapıtının yaratıldığı koĢullar içinde pek önemli bir ayrım değil. Ġlkel toplumlarda da özgün üslupları

olan, tanınmıĢ sanatçılar var; bunlar diğer sanatçılara yeğlenirler ve kuĢkusuz daha yüksek ücret

alırlar. Üstelik sanatçı, kiĢisel gereksinmeleri karĢılamaya çalıĢır. Örneğin, Bastar ve Orissa eyaletlerinde

bulunan ve soyları az çok karıĢık olan Moğol topluluklarından oluĢmuĢ Hint toplumlarını ele alalım.

Bu toplumlardan bazılarının, esas iĢlevi büyüsel ve dinsel olan Fresk türünde oldukça geliĢkin

resimleri vardır; IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /128 bunların yapılma amacı, hastalıkları iyileĢtirmek ve geleceğe iliĢkin öngörüde bulunmaktır. ġöyle ki,

kendini fiziksel veya zihinsel olarak kötü hisseden ve bundan kurtulmak isteyen kiĢi, aynı zamanda

ressam olan büyücüye baĢvurur, büyücü de onun evinin duvarlarını -kimi zaman temsili, kimi zaman

temsili olmayan- büyük duvar resimleriyle donatır. Dolayısıyla büyücü, yalnız bir doktor veya kâhin

Page 53: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

olarak değil, bir ressam olarak da toplumda becerisi onaylanmıĢ bir kiĢidir. MüĢterisinin evine, bir gün

önceden gider, oldukça iyi para alır, hem de müĢterisinin konuğu gibidir ve istihareye yatmak için

geceyi orada geçirir. Sonra da, gördüğü düĢün çeĢitli bölümlerini ve ayrıntılarını evin bir duvarına

resimler. Ancak yarattığı eser, onun kendi bilinçaltının derinliklerinden kaynaklanmaz, tersine son

derece katı kurallara uyar; öyle ki, bu resimlere dıĢarıdan bakan yabancı bir gözlemci, hepsinin aynı

sanatçının eseri olduğuna kolayca inanabilir. Diyelim elli yıllık bir zaman dilimi içinde hangisinin da-

ha eski olduğunu gösterecek hiçbir önemli fark yoktur. Dolayısıyla burada, sanatsal yaratının tamamen

bireysel yönüyle, sosyolojik ve kolektif yönü kaçınılmaz olarak birbirine karıĢır. Sanki bu iki yön

birbirine sıkıca bağlanmıĢtır; bilinçli ve sistemli bir biçimde, eserin yaratılması iĢi zihnin bilinçaltı

etkinliğine bırakılarak -çünkü her Ģeyden önce bu bir düĢtür- bireysel ve kolektif ayrımının yokolmaya

yüz tuttuğu bir noktaya eriĢilir. Bu durumda, ilkel denen toplumlar, estetik yaratıda bilinçaltının oyna-

dığı rolü daha nesnel biçimde kabul edebilirler ve aklın anlaĢılması güç iĢlevlerini olağanüstü bir

rahatlıkla kavrarlarken; bizler ayrımın değer ve anlamını belli bir kasti ve bilinçli etkinlik düzeyinde -

zihinsel etkinliğin daha yüzeysel bir düzeyinde- yer alan özel bir sanat türüyle sınırlamamak mı gerek

diye düĢünmeye baĢlarız. G. C: Yani sizce bu ayrım, Batı toplumlarına özgü, öyle mi? | C. L.-S.: Ayrım Batı toplumlarına iliĢkindir, oldukça farklı baĢka toplumlara değil. îĢte ilk farklılık budur: Bireysel ve kolektif yaratı ayrımının LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ /129 geçerli olup olmaması. Bir ikinci farklılık (kuĢkusuz, bu artık geçerli değil diyeceksiniz ama, buna

daha sonra değineceğim, Ģimdilik ayrım noktası üstünde duralım) her Ģeyden çok anlamlamayı

hedefleyen bir tür sanatla, biraz önce "sahiplenme" diye adlandırdığım Ģeyi hedefleyerek giderek daha

çok temsili nitelikli ve daha az gösterge sistemi olan diğer bir tür sanat arasındaki karĢıtlıktır. Son olarak üçüncü bir farklılık vardır: Estetik etkinliğin giderek daha çok kendi içine kapanmasını -

yani doğrudan nesnelerle iliĢkiye değil, sanatsal geleneğe, "büyük ustaların örneklerine", "ustaların

üslubunda boyamaya" dayanmasını- son derece bilinçli ve sistemli bir eğilim olarak görüyorum. Yine

ilkel toplumlara uymayan bir ayrım bu; orada böyle bir sorun olamaz, çünkü geleneğin sürekliliği

garanti altındadır. Bu durumda üç alan ve bunlara denk düĢen -sanatı kendi içine kapanmaya ve kendi

dünyasında yaĢamaya zorlayan- üç merkezcil eğilim tanımlayabiliriz Bireysizlik, Ģeylerin temsil

edilmesi ve deyim yerindeyse akademizm. Bana soruyordunuz, acaba modern sanata... G. C: Bu terimlerin hiçbiri uymaz mı? C. L.-S.: Uymaz ama hangi anlamda? Ġlk modern devrim -beni hakkında hiçbir Ģey bilmediğim ve

sizin uzman olduğunuz konular üzerinde konuĢmaya zorluyorsunuz ya, neyse- Ġzlenimcilikti diyebilir

miyiz? G. C: Evet, gerçek anlamda ilk açık ve dıĢa yönelik biçimiyle seyircinin karĢısına çıkan Ġzlenimcilikti. C. L.-S.: Aslında alanıma girmeyen bu konuya atılmaya hiç niyetim yok. Durumu -bir bütün olarak-

dıĢarıdan ve sosyolojik bir bakıĢla, yani resimdeki devrimleri, hem sanat yapıtlarının yapısını

dönüĢtüren, hem de topluluk içinde belli tepkiler yaratan dönüĢümler biçiminde ele alarak

çözümlemeye çalıĢıyorum ve bence Ġzlenimcilik daha çok Ģu eğilime denk düĢüyor... G. C: Kendimi bu konularda uzman olarak görmüyor ve bir etnologdan kesinlikle daha az donanımlı

hissediyorum; yine de Ġzlenimciliğin açık ve görünür bir ortaya çıkıĢ olduğu biçimindeki yorumunuza

tamamen katılıyorum. ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR /130 C. L.-S.: Ġzlenimci ressamı ele alalım: Ne yapmaya çalıĢmaktadır? Bence onun devrimi, biraz önce

betimlediğim farklılıkların üçüncüsüyle sınırlı. Gerçekte yapmaya çalıĢtığı, nesnenin akademik

yorumundan kurtulmaktır. Resmettiği nesnenin, kullandığı modelin, önceki ustalar tarafından temsil

edilen model değil, "iĢlenmemiĢ" gerçek nesne olması için hep tetiktedir. Böyle denebilir mi? G. C: Evet tam tamına. C. L.-S.: Yalnız bu iĢlenmemiĢ nesne, hâlâ temsil edilecek, yeniden üretilecek ve uyarlanacak bir

nesnedir. G. C: Her Ģeye rağmen, nesneyi bir fizikçi gibi görme savı var. C. L.-S.: Evet, tabii. G. C: Ġnsanlar Fresnel okuyup onun kuramlarını kullanmaya çalıĢıyorlar; neredeyse, resim yaparken

Page 54: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

fizik çalıĢtıklarına inanıyorlar. C. L.-S.: Öyleyse bir anlamda tepkisel bir devrim bu: Bir devrim, çünkü eski alıĢkanlıklar ortadan

kaldırılmıĢtır, ama sorunun kilit noktasını -sanat yapıtının anlamsal kimliğiyle ilgili nokta- gözden

kaçırarak. Ġzlenimcilikte iĢin "sahiplenen-temsil eden" boyutuna hiç dokunulmamıĢtır ve bizim için

önemi ne olursa olsun, Ġzlenimci devrim yüzeyseldir. Benim de sizin kadar hayranlık duyduğum

Ġzlenimci ressamların büyüklüğünü gö-zardı etmeksizin söylüyorum bunları. G. C: Her neyse. Belki de her Ģeyden önce yüzeyle ilgilendiğinden, Ġzlenimci resim derinleĢmez. Onu

ilgilendiren Ģey, nesnenin yüzeyi ve ıĢığın nesneye değdiği andaki dağılmasıdır. C. L.-S.: Doğru, fakat baĢka Ģeyler de var. Ġzlenimciliğin salt biçim açısından ele alınamayacağını ve

Ġzlenimci resmin içeriğinin de aynı ölçüde Önemli olduğunu söyleyerek savı geniĢletmek isterim. G. C: Ġzlenimciler esas olarak nesneye yönelmemiĢlerdi. C. L.-S.: Ġzninizle, sizinkinden daha yüzeysel bir yaklaĢım geliĢtireceğim. Ġzlenimcilerde bana çarpıcı

gelen, yalnızca üsluptaki değiĢim değil, aynı zamanda temadaki değiĢim: Yazgısı- LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/131 na bırakılmıĢ banliyö manzaralarının veya cazibesiz kır kasabalarının, bir tarlanın, bir sıra ağacın anlık

betimlemeleri... Ve bence bu özellikler, Poussin'in hatta Romantiklerin -dağlar, çağlayanlar, asırlık

ağaçlarla dolu, görkemli ortam olması gereken-"manzara" anlayıĢlarıyla kıyaslandığında, çok önemli

bir değiĢimi temsil ediyorlar. G. C: Evet ama, Ġzlenimcilikten tam yüzyıl sonra, yani günümüzde, tüm sanatlarda gözlenen genel bir

eğilim var: O da kahramanı dünyaya indirmek - onu alıp yaĢadığı yer olan yeraltına yerleĢtirmek. C. L.-S.: Tabii. 17. ve 18. yüzyıl, hatta 19. yüzyıl baĢlarında, sanatçıların resmetme lüksünü

tadabildikleri Doğa'nın henüz yağmalanmamıĢ dünyası, makineleĢmedeki ilerlemeler ~ köprüler,

demiryolları, kentsel geliĢim vb.- yüzünden yokolmak üzere. Dolayısıyla insanlığa, artık yitirilmiĢ

olan büyük Doğa'dan arta kalan doğa kırıntılarıyla yetinmeyi öğretmek gerek. ĠĢte Ġzlenimcilikte böyle

öğretici bir çaba ve uygarlığa önderlik etme giriĢimi vardır. G. C: Ġzlenimciler, önemini yitirmekte olanı abarttılar. C. L.-S.: Evet, daha doğrusu ellerinde avuçlarında kalan o küçücük alanı en yoğun biçimde

kullanmaya çalıĢtılar. Genel anlamda, biçimle ilgili olarak Ġzlenimci devrimin en son sözü edilen

karĢıtlıkla doğrudan iliĢkili olduğu konusunda anlaĢıyoruz sanırım: Artık ustaların gözüyle görülen

nesne olmayan, saf ve çıplak nesneye geri dönüĢ - ama esas sorunun bu olmadığını kavramaksızın.

Nesne gösteriliyor mu, yeniden mi üretiliyor, ya da en azından sanatçının kafasında bu iki düĢünceden

hangisi var -çünkü nesne gerçekte, asla yeniden üretilemez- esas sorun bunu bilmektir. Diğer yandan

Kübizm de aynı devrimi, bu kez ikinci farklılık temelinde sürdürür. Asıl tutkusu temsil etmenin yanı

sıra göstermek olduğundan, sanatın anlamsal gerçeğini yeniden keĢfetmiĢtir. Ġlk anda Ġzlenimciliğin

çıkarsadığı sonuçları kullanmasına rağmen Kübist devrim, bu anlamda, Ġzlenimci devrimden çok daha

derindir. Nesneyi aĢarak anlamlamaya ulaĢır. Yalnız Kübizmde, ilkel sanatlarla arasında bir özdeĢlik

kur- ĠRK TARĠH VE KÜLTÜR /132 mamızı engelleyen temel bir eksiklik her zaman vardır - Kübist-lerin ilkel sanatlardan esinlenmeleri ve

onlarla benzeĢmeleri rastlantısal olmadığı ve ilkel sanatların her biçimden daha çok ve daha kolay

Kübizmle yan yana varolabileceğini hissettiğimiz halde, bu böyledir. G. C: Evet, örneğin Ġzlenimci sanatla yan yana varolamazlardı; Sisley'i, Afrika heykelciğinin yanına

koyamazsınız. Bu düĢünülemez bile. C. L.-S.: Çünkü Kübistler esinlerini ilkel sanattan alırlar, bir anlamda, böyle bir sanatın onlara

öğretebileceği Ģeyi ve ondan alabilecekleri yardımı kavramıĢlardır. Yine de Kübizmin baĢa çıkamadığı

temel bir güçlük vardır - buna biraz önce değindiniz. Sanatsal ürünün koĢulları hâlâ bireyseldir ve

Kübizm, sanat yapıtının kolektif iĢlevini kendi baĢına yaratamaz. Benim üç farklılık varsayımımı

kabul edersek, geriye döndüğümüzde Ģunu görürüz: Ġzlenimcilik, üçüncü ve en yüzeysel farklılığın

üstesinden gelmeyi baĢarmıĢtır, Kübizm ise aradaki ikinci farklılığın. Ama yine bir farklılık kalmıĢtır:

O da estetik biçimler sorunundan baĢka, toplumda sanatın konumuyla ilgili olan en önemli ve derin

farklılıktır. Bu noktaya yeterince eğilinmediğini ve aslında bunun oldukça yeni ve ĢaĢırtıcı bir olayı

açıklayabileceğini düĢünüyorum - söylemek istediğim, aynı ressamın kullandığı "üslup"ların

olağanüstü bolluğu ve Picasso'nun bütün eserlerinde örneklenebilen, üsluptaki köktenci değiĢim... G. C: Günümüzde üslup değiĢimlerinin üç büyük isimle birlikte anılması giderek belirginleĢiyor... C. L.-S.: Evet.

Page 55: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

G. C: Kabaca, bu ressamlar Picasso, Masson ve Picabia; gerçekten bu ressamların üslupları sürekli

değiĢmiĢtir. C.L.-S.: Fakat.üslup değiĢtiren yalnızca ressamlar değil. Müzik dünyasıyla ilgili olarak da Stravinski

ile Picasso arasında bir analojiden söz edebiliriz. G. C: Evet. ĠC. L.-S.: Stravinski'de de sürekli bir üslup değiĢimi görülür. Demek ki görüngü bir anlamda,

sosyolojik ve bence sanatsal LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/133 ürünün bireyselleĢmesiyle doğrudan bağıntılı - ve onun doğal sonucu. Sanki Kübizm, sanatçı-izleyici

(ve daha somut olarak, "etkin" bir izleyici olan alıcıyla sanatçı) çekiĢmesi ya da karĢıtlı-ğıyla

baĢedemeyip, yalnızca bir tür akademizm yerine bir diğerini getirmiĢtir. Ġzlenimcilik öncesi

akademizm, dilbilimcilerin deyiĢiyle, gösterilenin akademizmiydi: Sanatçının yeniden üretmeye

çalıĢtığı nesneler -bir surat, çiçekler veya bir vazo- belli bir geleneğin ve alıĢılmıĢlığın bakıĢıyla

görülmekteydi. Oysa çağdaĢ yaratıcıların çalıĢmalarının belli bir döneminde ortaya çıkan üslupların

bolluğuyla birlikte, gösterilenin akademizmi ortadan kalktı ve yerini gösterenin akademizmi diye

adlandırdığım bir tür akademizme terk etti. Bu, gerçekte dilin kendi akademizmidir; çünkü insanların

bir sanatsal ifade biçimine eriĢtikten sonra herhangi bir yerde ve her yerde kullanageldikleri gösterge-

sistemlerinin tümünü tüketme saplantısını, hem Stravinski, hem Picasso'da gözleriz. Dilin

akademizmi, temanınkinin yerini alır; çünkü sanatsal üretimin koĢullarının bireysel kalmasından ve di-

lin -baĢa dönüyorum- topluluğa iliĢkin, dolayısıyla sağlam bir görüngü olmasından ötürü, ne olursa

olsun doğru bir dilin oluĢturulma olasılığı yoktur. G. C: Evet, ama bunun bir bakıma, iletiĢim ve yayıncılığın ve biraz da çevirinin sağladığı kolaylıklar

yüzünden olduğunu söyleyebiliriz. UlaĢımın geliĢmesi, salt insanın seyahat edebilmesi değil, aynı

zamanda bilgisini geniĢletebilmesi, okuma ve sanat yapıtlarının kopyalarını görme Ģansına sahip

olması demektir. Bu bağlamda yazı kadar önemli bir olay daha vardır: Fotoğrafçılık. C. L.-S.: KuĢkusuz. G. C: BireyselleĢmenin geliĢmeye baĢladığı dönemden beri herhangi bir sanatçı gibi, Kübist ressam da

kendinden önce yapılan her Ģeyi öğrenebiliyordu, Ģimdi de diğer dilleri öğrenebilir. C. L.-S.: Hayır, öğrenir... onları öğrenir diyemem, çünkü öğrenmeden çok bir yansılama sorunu. G. C: Ve nasıl iĢlediğini görme... C. L.-S.: ...tümüyle yanıltıcı değiĢik bir görünüm verme so-

IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /134 runu, çünkü sürdürülmesi gereken tek Ģey, göstergenin dıĢsal benzerliğidir, artık mesaj yoktur - mesaj

sözcüğünü metafizik anlamda değil, iletiĢim kuramındaki anlamında kullanıyorum. G. C: Her ressam bir uzman olmuĢtur. C. L.-S.: Evet ama, bunun yeterli olduğunu sanmıyorum. Ġlkel denen toplumlardaki sanatçıları

düĢünün, onlar da dıĢ dünyada olup bitenin farkındadırlar. Kendi dönemlerinden yirmi bin yıl önce

veya kendilerinden yirmi bin mil ötede ne olduğunu tabii bilmezler, fakat en yakın komĢularının -

kendi sanatlarından, Mısır sanatının Gotik ya da Baroktan farklılığı denli farklı olabilen- sanatını

bilirler. Fakat ona benzemek bir yana, onu reddetme, dıĢtalama tutumu içindedirler; çünkü ilkel

toplumların sanatı dıĢsal öğelerden hemen ve kolayca etkilense, sanatın anlamsal iĢlevi, toplum

içindeki rolü çözülüvereceğinden, (ilkel toplumlar), dillerini korumak konusunda çok duyarlıdırlar.

Dolayısıyla görüyorsunuz, birtakım çağdaĢ sanatçı veya yaratıcılardaki üslup bolluğu, yabancı

Page 56: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

ifadelerin özümsenmesinden çok, sanat dilleriyle bir tür keyfi olarak oynamaktır aslında. G. C: Kusura bakmayın ama geriye döneceğim. Bence her Ģeyden önce bunun, birkaç kiĢiye ve her

sanat türünün en büyük isimlerine özgü bir olay olduğu vurgulanmalı. Üsluptaki değiĢmeler ancak

Picasso veya Giacometti gibi büyük sanatçılarda açıkça gözlenir. C. L.-S.: Size katılıyorum, fakat günümüz resim sanatının karĢı .karĢıya kaldığı iki açmaz -böyle

denebilir herhalde- arasında temel bir fark göremiyorum: îlki Picasso'nun kendini içinde bulduğu ve

onu birbiri ardınca farklı üsluplar kullanmaya zorlayan çıkmaz: Çünkü göstergelerin, bir gösterge-

sisteminin biçimsel iĢlevinden öte bir Ģeyleri yoktur: Gerçekte ve sosyolojik olarak, söz konusu

toplulukta iletiĢim aracı olarak iĢlemezler; ikincisi, gösterge-sistemi sayısını çoğaltmayan ve her biri

kendi sistemini, bozmak ve tümden yok etmek için, dolayısıyla anlamlamanın olasılığını bile ortadan

kaldırmak yoluyla onu ne tür olursa olsun bir anlamlama iĢlevinden soyarak, çözümlemeye uğraĢan

soyut ressamların deneyleri. Bence her ikisi de sanat- LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI/135 sal etkinliğin çaresiz ve birbirini tümleyen biçimleri. G. C: Fakat ĢaĢırtıcı bir nokta var: Biraz önce söylediklerinize dönecek olursak, üç temel farklılık

ortaya koymuĢtunuz değil mi? C. L.-S.: Evet. G. C: Sonra da modern sanat -modern çağın değil, günümüzün sanatı- olayına değindiniz.

Ġzlenimciliğin, modern sanatın karĢılaĢtığı ilk güçlüğü, Kübizminse ikincisini çözümlediğini ifade

ettiniz. ġimdi bir anlamda, Ġzlenimcilikte bir miktar Kübizmin zaten varolduğunu söyleyebilir miyiz? C. L.-S.: Evet. G. C: Aynı biçimde Kübizmde de soyut sanat vardır. A pri-ori olarak soyut sanatın üçüncü güçlüğü

yenebileceği -eleĢtirel değerleri katmaksızın- düĢünülemez mi? Kaldı ki sizce en ümitsiz açmazda

olan, kesinlikle soyut sanat. C. L.-S.: Yo, soyut sanatın bunu baĢarabileceğini sanmıyorum, simetrik desenlerle çalıĢmanın

çekiciliğine rağmen... G. C: Yani bunu ummak abes olur. C. L.-S.: Evet. G. C: Yalnız, bu durumda merak ettiğim, nasıl... C. L.-S.: Fark etmez ki, üç farklılık... G. C: Tam da en umutlu olduğum anda... C. L.-S.: Evet? G. C: Bana söylenen - hayır... C. L.-S.: Fakat bu noktada, saptamanıza karĢı olarak, biraz önce sıraladığım üç karĢıtlığa bir ayrım,

hatta bir değerler ölçütü eklemek istiyorum. ÇözülmüĢ son iki güçlük, Marksistlerin üstyapı diye

adlandırdıkları alana, ilki -yani sanat yapıtının kolektif iĢlevi- ise altyapıya aittir. Saf biçimsel geliĢme,

ya da estetik yaratıya içsel olan devindirici güç, onu çözmeye yetmez. Bu karĢıtlıkla karĢılaĢtığımız

noktada sanat -deyim yerindeyse-sosyolojik gerçekliğe boyun eğer ve varolanı değiĢtirme konu-

sundaki güçsüzlüğünü gözler önüne serer. ĠĢte bilincinde olduğum açmaz, böyle bir açmazdır. G. C: Gözleminiz yalnızca resme iliĢkin değil. ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR /136 C. L.-S.: Hayır, değil. Aynı biçimde müzik için de geçerli. G. C: Peki yazında da böyle mi sizce? C. L.-S.: ġiirde evet, hatta romanda da... Niye böyle sınırladığımı bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki, -

benim dıĢımdaki insanların yaygın gözlemi olması bakımından, çarpıcı da geliyor-bir tür açmaza

vardık ve her zaman dinlediğimiz tür müziği dinlemekten, baktığımız tür resimlere bakmaktan ve hep

bildiğimiz kalıplara göre yazılmıĢ kitapları okumaktan yorulduğumuzun bilincine vardık. Tüm bunlar

sağlıksız bir gerilime yol açtı; sağlıksız diyorum, çünkü kendinin bilincindedir ve yeni Ģeyler keĢfetme

azminden ve denemelerden kaynaklanmaktadır. Öte yandan bu tür belli baĢlı atılımlar -verimli

olanları- insanların bilinçli ve sistemli olarak yeni biçimler bulmaya uğraĢtığı ve bence kesinlikle kriz

durumunun göstergesi olan bugünkülerden çok daha geri bir bilinç düzeyinde gerçekleĢir. G. C: Eğer sizi doğru anladımsa bu kriz, tüm sanat biçimlerinin tamamen ortadan kalkmasına

varabilecek kadar derin - ilk planda iĢe yaramazlıklarına iĢaret etmesi bakımından. C. L.-S.: Biliyorsunuz, tarafınızdan ikna edilerek terk etme yanılgısına düĢtüğüm etnolojik bakıĢ

açısından, etnolojik bir bakıĢla, bu hiç de o kadar korkunç ve sarsıcı değil. Her Ģeyden önce, sanat

Page 57: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

insan toplumlarında her zaman çok önemli bir rol oynamıĢtır diye bir Ģey yok; sanatsal açıdan çok

zengin toplumlar da var, çok yoksul olanlar da... G. C: KuĢkusuz öyle. Ayrıca söylediklerinizin doğru olduğunu gösteren ipuçları da var. Örneğin, tüm

alanlardaki bütün yaratıcı sanatçıların, yaĢamlarının ve yapıtlarının artık hiç çözülemeyecek mutlak

bütünleĢmesine eriĢmek için gösterdikleri azim bile yeter. Bu kesinlikle bir tür çaresizliğin

göstergesidir. Artaud ister ki Ģiiri kendisi olsun; ressam resmin, müzisyen de sesin kendisi olmasını

ister. Ancak bu yolla, gövde imge, gövde renk, gövde ses, gövde sözcük kopukluğundan kurtulunur. C. L.-S.: Evet ama, bence... G. C: Renklerin, seslerin ve imgelerin ellerinden kaydığını hissettikleri için mi bu böyle? LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/137 C. L.-S.: Temaların azalmaya baĢlaması yüzünden, sanatçıların her kestirmeye sapıverdiklerinin bir

iĢareti olabilir bu.G. C: Ama yine de bir sorun var... Tamam, bütün biçimler yokolmaya mahkûm ve

sanatın kendisi de... C. L.-S.: Tabii, gelip geçici bir yokoluĢ bu. Durumu kendi yaĢamımızın zaman ölçeğinde

değerlendiriyoruz. G. C: Evet, kabul. Fakat bu durumda da "Sanatın iĢlevi nedir?" diye soracağım. Sanatın günümüz

toplumlarındaki iĢlevi, ilkel toplumlardaki iĢlevine bakarak çıkarsanabilir mi? Ve ardından,

toplumumuzda tüm sanat biçimlerinin iĢe yaramaz oldukları ve artık, belki de sanat biçimi olmayan

bir Ģeyin ortaya çıkacağı sonucuna varılabilir mi? Yoksa sanatın zamanını doldurması, kimsenin

farkına bile varmayacağı kadar doğal bir olay mı? C. L.-S.: Geleceği görme misyonunu üstlenemem ama biraz önce değinmekle birlikte es geçtiğimiz,

bir anlamda soruyu geniĢletmemizi olanaklı kılabilecek bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Her

estetik yaratıda, sanatçının denetimindeki teknik araçlarla gerçek yaratma sürecinin direnmesi -ya da

maddenin direnmesi diyelim- arasında bir tür uyuĢmazlık olduğunu ve boyutları toplumdan topluma

değiĢse de bu uyuĢmazlığın hep varolduğunu, esas olarak da sanata anlamlama iĢlevi yüklediğini

söylemiĢtim. Sanatçı modelin aynını üretemediğinde, göstermeye razı olur/ya da bunu bilinçli olarak

seçer. Bir de Ģunu eklemek istiyorum: Sözünü ettiğim uyuĢmazlık, salt sanatçının denetimindeki

araçlardan kaynaklanmaz. Bu araçlar yetersiz olabilir; ilkel denen sanatlarda genellikle bu böyledir -

ilkel sözcüğünün en genel anlamıyla tabii, yani hem Ġtalyan ilkellerini, hem de ilkel toplum sanatlarını

kapsayacak biçimde. Öte yandan nesnelerin aĢın bolluğu diyebileceğim bir olay vardır ve bence bu,

ilkel halkların sanat ve becerilerinin çok çarpıcı bir özelliğidir. Çünkü anlamlama iĢlevinin ortaya

çıkması mutlaka teknik araçların yetersizliği yüzündendir, diyemeyiz. Becerilerini hayata geçirmede

olağanüstü teknik ustalıklara ulaĢmıĢ, ilkel diye anılan topluluklar vardır; Kolomb öncesi Peru

çömlekçiliğinin, bu sanatın en yetkin örnekleri arasında olduğunu, ayrıca o zamanın Peru do- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR/138 kumacılığının eĢsizliğini biliyorsunuzdur. Ancak ilkel denen topluluklar arasında uyuĢmazlık payını

yeniden yaratan ve (ilkel) insanların yaĢadığı dünyanın büyük oranda doğaüstü bir dünya olması

gerçeğiyle açıklanabilecek, bir nesne bolluğu vardır. Doğaüstü olan, tanımsal olarak, temsil edilemez;

çünkü ne modeli, ne de "tıpkı basımı" olabilir. Dolayısıyla model, temsilinden kâh fazla, kâh az ama

hep uzaktadır ve sanatın gereklilikleri sanatçının denetimindeki araçları hep aĢar. Bu bakımdan, bence

günümüz toplumlarının geliĢiminde sanatın geleceği açısından, nasıl demeli, endiĢe verici bir Ģey var:

Bilimsel bilgi sayesinde nesneleri büyük oranda "indirgeme"yi baĢardık. Bilimsel araĢtırma yoluyla

nesnenin doğasına iliĢkin öğrenebileceklerimizin tümü, buna denk düĢen bir estetik değer azalması ve

yitmesini temsil ediyor, oysa ilkel halklar... G. C: Çok doğru. C. L.-S.: Bilimsel bilgisi hiç olmayan veya çok az olan ilkel halklar... G. C: Sanatçının etkinlik alanı daralıyor... Bu arada, sizinle tartıĢmak istediğim konulardan biri de

buydu... C. L.-S.: Evet, aslında nesne çok daha önemli, nesneler güçlü, yoğun ve onlardan ayıkladığımız birçok

Ģeyle dolu... G. C: Sanatçının malzemesini azaltıp duruyorsunuz. C. L.-S.: "Siz" derken kimi kastediyorsunuz? G. C: Bilim adamlarını! Buna hiç kuĢkum yok, eminim. Fakat biraz önce -eğer terminolojinizi doğru

kavradımsa- anlamla-ma iĢlevi, uyuĢmazlığın varlığından kaynaklanır dediniz. Merak ettiğim Ģu:

Anlamlama iĢlevinin Ģimdilerde sağlanamaması acaba bir olanaksızlık ve sanatçının eylem alanının

Page 58: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

daraltılması gerçeğinde yatan bir Ģey yüzünden mi? Onun eylem alanını kısıtlıyorsunuz; o da,

kaçınılmaz olarak, varolmasının giderek nasıl olanaksızlaĢtığını keĢfediyor. Sanatçının yaĢadığı ve

bence yirmi yıl önce sözü edilenden çok daha ciddi olan bu umutsuzluk, (sanatçının) toplumda meĢru

bir yeri, söyleyecek bir sözü, görecek bir Ģeyi olmadığını hissetmesinden kaynaklanıyor. Tiyatrodan

bir örnek alalım; yaĢayan en ünlü oyun yazarlarından olan Samuel LEVĠ-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI /139 Beckett tam da bu söylediklerinizi dile getirmiyor mu? C. L.-S.: Tiyatro tartıĢmasına giremem, çok özür dilerim ama tiyatroya alerjim var. Elimde değil, ne

zaman tiyatroya gitsem, kulağımı döĢemeye dayayıp beni hiç mi hiç ilgilendirmeyen bir konuĢmaya

kulak misafiri oluyormuĢum gibi geliyor. Bu yüzden tiyatroyu kapsam dıĢı bırakalım olmaz mı? G. C: Fakat bu sanatçının eylem alanını büsbütün daraltmak oluyor. C. L.-S.: Sorunun bir anlamda aynı olmasına, yani tiyatronun aĢırı figüratif "tıpkı basım" yönüne

rağmen -sahnede gidip gelen kadınlar ve erkekler gerçektirler, oysa benim sanattan istediğim, beni

insan toplumundan kurtarıp bambaĢka bir topluma götürmesi- sonuç olarak burada da anlamlama

sorunuyla uğraĢıyor bulacağız kendimizi. G. C: Fakat tiyatro bir yana, sanatçının teması varlığının olanaksızlığı haline gelmedi mi? C. L.-S.: Evet, bence haklısınız. G. C: ġiir bağlamında da böyle: Artaud bu tanıma uyuyor. C. L.-S.: Evet, modern sanat varolmayana yöneliyor - tema tümüyle yokolurken sanat yalnızca bir

göstergeler sistemi olma yolunu tutuyor... G. C: Evet, tema önemini yitirdi. C. L.-S.: Aynı kanıdayım. Yalnız, bu, çağdaĢ sanata içsel olan çeliĢkiyi büyütüp kızıĢtırıyor; çünkü

gösterge-sistemi bir tek kiĢi tarafından yaratıldığından ve oldukça sık değiĢtirilmek zorunda

olduğundan, salt bir göstergeler sistemiyle, "dildıĢı bir Ģey"le kalakalırız - ki bence bu soyut

ressamların tipik bir özelliği... Doğal Sanat ve Kültürel Sanat GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, ilkel toplumlar ve çağdaĢ Batı toplumlarının

sanatlarının kıyaslamasını bitirmezden önce, konuĢmaların birinde aktardığınız bir gözlemi ha- IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /140 tırlatmak isterdim: Genelde sanatın iĢlevinden, ek bir gerçekliğin özenle yaratılmasının sanat yapıtının

asıl anlamı olduğundan ve bir sanat yapıtını, bu anlam yoluyla tanıyabileceğimizden söz ediyorduk.

Belki de cüretli bir laf ederek sanatçının iĢlevi gerçeği gizlemek midir diye sormuĢtum. Siz de bana

hemen "gerçeği gizleme" deyiminin çok basit ve muğlak olduğunu ve herhangi bir karalamanın,

eskizin ve genel olarak, herhangi bir etkinliğin -güzel olmasa bile- gerçekliğe yeni, canlı bir gerçeklik

kattığını söylediniz. Ve "yine de Gerçeküstücülerin tavrının bu anlamda rahatsız edici olduğunu kabul

etmeliyim" diye eklediniz. Bu konuyu biraz açar mısınız? CLAUDE LEVĠ-STRAUSS: Bu konuda, Andre Breton'la uzun bir yazıĢmamız olmuĢtu. Tamamen

özgün olan bir Ģey, sırf özgün olduğu için, bir sanat yapıtı sayılabilir mi, yoksa baĢka Ģeyler de gerekir

mi? Sanat yapıtı nesnenin eksiksiz bir yeniden üretimi değil, bir göstergesi olduğundan, nesnenin ilk

algılanıĢında göze çarpmayan bir Ģeyi anlatır ve bu onun yapısıdır; çünkü sanat dilinin ayırt edici

özelliği, gösterilenle gösterenin yapılan arasındaki çok derin benzeĢimdir. Oysa bu anlamda eklemli

dil, kendi seçtiği biçimde gösterebilir: Sözcükler ve bunların iliĢkili olduğu nesneler arasında

benzeĢim yoktur ya da olduğunu düĢünüyorsak, dil felsefesinin eski düĢüncelerine geri dönmemiz

gerekir, yani yarım seslilerin özellikle sıvı fazdaki fiziksel cisimlere uyduğu ve genellikle sert cisimler

için kalın seslileri kullandığımız gibi düĢüncelere. G. C: Demek ki, Gerçeküstücülerin nesneyi nesneleĢtirme-lerine ve bir sanat yapıtına

dönüĢtürmelerine katılıyorsunuz, öyle mi? Yani, iskemle iĢlevinden koparılarak nesne durumuna ge-

tirilen iskemle, nesneyle sanat yapıtının birleĢmesinin yetkin bir anlatımı oluyor. C. L.-S.: Evet, yeter ki sanat yapıtı, nesneyi gösterirken nesnenin yapısına iliĢkin bir anlamlama yapısı

yaratmayı baĢarabil-sin. G. C: O halde bu birleĢme -tanımsal olarak- nesneleĢtirme tarafından içeriliyor. LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI /141 C. L.-S.: Sözünü ettiğim nesne yapısı ilk bakıĢta algılanabilir bir Ģey olmadığından, sonuç olarak

bilgide ilerlemeyi sağlayan, sanat yapıtıdır. G. C: Bu ilerleme nesneleĢtirme yoluyla mı baĢarılır? Hemen sonuç alınıyor olsa, iĢler çok kolay

olurdu.

Page 59: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

C. L.-S.: NesneleĢtirmeyle olmayabilir, ama olur da... Örneğin, Ingres gibi çok büyük ressamları ele

alalım - bence Ing-res'in gizemi, hem bir tıpkı-basım yanılsaması yaratıp (burada onun, ince desen

ayrıntıları ve renk gölgeleriyle yeniden üretilmiĢ KeĢmir Ģallarını hatırlamak yeter) hem de bu

görünürdeki tıpkı-basımın algıdan öte hatta algı nesnesinin yapısını aĢan bir anlamlamayı

dıĢavurmasını sağlamasındadır... G. C: Bence Gerçeküstücülerin, hem bu bağlamda, hem de plastik sanatlarda "hazır yapıt" diye

adlandırdıkları Ģeyi tasarlamaları bağlamında çok büyük katkıları oldu. Örneğin, Ģu önümdeki

mikrofonu alalım. Ben onu bir model olarak düĢünebilirim, o bir "hazır yapıf'tır ve yapılmasının belli

bir amacı vardır; fakat ben onun bir sanat yapıtı olmasına karar verebilirim. C. L.-S.: Gerçi bence "hazır yapıt'ın özelliği -yanılıyorsam düzeltin- kolay kolay, tek nesneye

indirgenemez olmasında: Bir "hazır yapıt" yapmak için, en azından iki nesne olmalı. G. C: Bir tek nesne yeterli olabilir; örneğin, Marcel Duc-hamp'ın kullandığı ünlü süzgeç... C. L.-S.: Bu örnek de yetersiz, çünkü o mahzendekiyle ya da dükkân dolabındakiyle aynı süzgeç değil. G. C: Evet tabii, ben de bunu demek istiyorum. C. L.-S.: Peki. Onu, salondaki bir möblenin üstüne koyarsınız... G. C: Amacım, onu tamamen yalıtmak. C. L.-S.: ...ve o yerleĢtirildiği yeni konumda, yalnızca bir sanat yapıtı oluverir. G. C: YaklaĢık olarak... Bir de öyle olması gerektiğine karar verdiğimiz için tabii. C. L.-S.: Doğru. G. C: Ya da bana öyle geliyor ki, bu durumda tersi oluyor: IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /142 Gösterileni, gösterenden ayırıyorum. C. L.-S.: Hayır. G. C: Ġki yapıyı yan yana koymuyorum. C. L.-S.: Öyle yapıyorsunuz. G. C: Bence, bir yapıyı diğerinden ayırıyorum. C. L.-S.: Hiç katılmıyorum. Kilerdeki süzgeç, belli bir gösterilenin gösterenidir, baĢka bir deyiĢle,

ĢiĢeleri süzmek için kullanılan bir alettir. Onu salondaki Ģöminenin üstüne koyarsanız, çok doğal

olarak, gösterilen ve gösteren iliĢkisini koparmıĢ olursunuz... G. C: Çünkü çevresinde ĢiĢe yoktur artık. C. L.-S.: Böyle yaparak, anlamsal bir parçalanmaya neden oluyorsunuz. G. C: Evet, ben de bunu diyorum. C. L.-S.: Fakat, anlamsal parçalanma, bir birleĢmenin üretilmesine yardım eder; çünkü nesneyi diğer

nesnelerin yanına koyduğunuzda, zaten sahip olduğu bazı yapısal özellikleri -uyum ya da denge

özellikleri veya belki de gariplik ya da saldırganlık gibi- gün ıĢığına çıkarırsınız. Eğer bir balığın

kemiksi iskeleti gibiyse özellikler, bu örtük özellikleri görünür kılarsınız. G. C: Katılırım, fakat gösterenle gösterileni ayırarak. C. L.-S.: Ancak ayrılma, baĢka bir gösterenle baĢka bir gösterilen arasında umulmadık bir birleĢmenin

oluĢmasına hizmet eder. G. C: Bunu kabul etmeye hazırım, ama yine de onları ayırarak baĢladım. C. L.-S.: Eğer gösteriĢli bir anlatım kullanmama izin verirseniz; böylelikle gösteren ve gösterilen

iliĢkisinde farklı bir dengeye, nesnenin ilk durumunda olası olan ama açıkça ifade edilmeyen bir

dengeye varıyorsunuz. Dolayısıyla bir anlamda, insan bilgisine bir Ģey katıyorsunuz, nesnenin içinde

bulunduğu ilk koĢullar bütününde algılanabilir olmayan örtük özellikleri keĢfediyorsunuz. Ozanın

yaptığı da budur iĢte; bir sözcük ya da ifadeyi alıĢılmadık bir biçimde kullanmak. G. C: Tabii. Marcel Duchamp'ın bunu düĢündüğünde, sınır- LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/143 sız olasılıklardan söz edip etmediğini merak ediyorum. Herhangi bir nesneyi nesneleĢtirmemi, onu bir

"hazır yapıt" olarak düĢünmemi kim engelleyebilir? Her Ģeyi abartarak bir sanat nesnesi iĢlevi

kazandırmak: Bu, gerçeğe ulaĢmanın yeni bir yolu değil mi? C. L.-S.: Ama Ģunu unutmamak gerek ki; herhangi bir biçimde kullanılan herhangi bir nesne olmaz.

Çünkü nesneler, örtük özellikleri bakımından eĢit ölçüde zengin değildirler; belli bağlamlardaki belli

birtakım nesnelere gönderme yapıyoruz. G. C: Acaba bunu, düĢünülebilen herhangi bir bağlamdaki, herhangi bir nesneye kadar genelleyemez

miyiz?

Page 60: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

C. L.-S.: Tabii, ben genellenebileceğine inanıyorum ve etnolog olarak değil de birey olarak, kiĢisel

beğenim çerçevesinde, geleceğin resminin aĢırı figüratif ve anektodal olabileceğini düĢünüyorum. (Bir

yandan bu tanımlar, Poussin'in "Funerailles de Phocion"u kadar yetkin eserlere de uymuyor değil.)

Yani, her Ģeyden önce insanlar olarak bizi ilgilendiren tek dünya olan, nesnel dünyadan ne tamamen

kaçan, ne de çağdaĢ insanın kendini içinde bulduğu ve bana gerek zihinsel gerek duyumsal olarak

doyurucu gelmeyen bu dünyayla yetinen bir resim türü, en geleneksel resim türünün tüm tekniklerini

kullanarak, çevrede yaĢamakta olduğumdan daha yaĢanası bir evreni yeniden yaratmaya çalıĢacaktır

bence... G. C: Aa, siz sanat yapıtını koruyorsunuz; oysa ben, eğer o yok olursa yerini gerçekliğin kendisine

bırakacaktır diye düĢünüyorum. C. L.-S.: Yani? G. C: Son çözümlemede, sanatçının ortadan kalkmasıyla öğrenilecek Ģey belki de gerçekliğin

kendisinin bir sanat yapıtı olduğu ve hiçbir nesnenin özel bir iĢlevi olmadığı ve özel bir bağlamda

değerlendirilemeyeceğidir. C. L.-S.: Bu noktanın üstünde özellikle duruyorum, çünkü bence çok tehlikeli bir karıĢıklığın

eĢiğindeyiz: Her nesne özünde bir sanat yapıtı değildir, belli düzenlemeler, örüntüler ya da nesneler

arası iliĢkilerdir, sanat yapıtı olan. (Nesneler) bir dilin ĠRK, TARĠH VE KÜLTÜR /144 sözcükleri gibidirler; kendi baĢlarına anlamları çok belirsizdir, neredeyse bir anlamdan bile

yoksundurlar ve ancak bulundukları bağlam içinde bir anlam kazanırlar. Örneğin "çiçek" ya da "taĢ"

gibi sözcükler sınırsız sayıda belirsiz nesneye karĢılık gelirler ve kesin anlamlarını cümle içinde

alırlar. "Hazır yapıt'larda da anlamlı olan -onları bulanlar farkında olsun veya olmasınlar, ayrıca ben

farkında olduklarına inanıyorum, çünkü Gerçeküstücüler her zaman güçlü kuramcılardı- her ne kadar

kimileri tersini söylese de, tek baĢlarına nesneler değil, nesnelerle yapılan "cümle-ler"dir. "Hazır

yapıt" nesneler bağlamında bir nesnedir ve bir uygarlık, kendi teknik ve maddi evreni içinde tümüyle

tutsak olduğu en uç noktada... G. C: Bunu bir sanat yapıtı olarak mı düĢünürdü? C. L.-S.: ...bunu sonunda birkaç farklı üslup içinde sınıflandırırdı - bu üsluplardan bir veya birkaç

tanesi kullanıma yönelik ve bilimsel olurken diğerleri, gerekli olduğu için değil salt sanatsal nedenlerle

oluĢmuĢtur ve aralarındaki fark yalnızca öğelerin düzenlenmesinden kaynaklanır. Doğa Tarihi

Müzesinin bir odasındaki deniz kabuğu, bir biblo koleksiyoncusununkiyle aynı değildir. .. Benzer

biçimde, birtakım eğriler matematikçi için denklemler demek olurken, kimileri için acayip nesnelerdir. G. C: Evet, heykeltıraĢın durumunda olduğu gibi. C. L.-S.: Fakat... G. C: Fakat acaba bir kesiĢme noktasına, iki gidiĢatın kesinkes birleĢtiği bir noktaya varılamaz mı? C. L.-S.: Sanmıyorum, bir kez ok yaydan fırladı mı -ki Batı uygarlığında bu gidiĢatı çok rahat

gözlemleyebiliyoruz- onu, önceden tasarladığınız, öğelerin basit ve gerçeğe uygun bir yeniden

dağılımıyla nitelenen bir noktada tutmak ve denetlemek olanaksız. Hep bölünme ve yeniden

bütünleĢmeye doğru bir gidiĢ var, kim bilir nereye kadar? Ancak sanatçının manzaranın karĢısına

geçip, onun az çok değiĢmiĢ ve yorumlanmıĢ bir görüntüsünü elde etmesi yerine Çin resmindeki gibi

süper-peyzajlar yapmaya koyulduğu ayrıntılı figüratif resimde; nesnenin temsiliyle -ki bu uç noktalara

kayabilir- öğelerin özgür birleĢimi düzeyin- LEVl-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/145 de iĢleyen temsili olmayan biçimin bir tür sentezinde, bugün varolan çeliĢkinin çözümünü

bulabileceğimizi sanıyorum. G. C: Peki ama, her birey için nesnenin temsil edilmesiyle edilmemesinin, gerçekle bağıntılı olarak,

nasıl uyuĢacağını bilmek isterdim. C. L.-S.: Ġnsanın kendini içinde hissettiği birtakım manzaralar vardır, birkaç örnek geliyor aklıma.

Belki ĢaĢıracaksınız, çünkü pek ünlü olmayan ressamlardan söz edeceğim - gariptir, bugün zevk

alabildiğim yalnızca onların eserleri... Örneğin, Ģimdi Musee de la Marine'in büyük salonunda

sergilenmekte olan ve her zaman devingen bulduğum ender resimler arasında yer alan, Joseph

Vernet'nin 18. yüzyıl büyük Fransız liman resimlerini düĢünün. Bu resimlerde yaĢıyor gibi olurum;

öyle ki, resmedilen görüntüler, benim için, gerçek yaĢamdakilerden de gerçek olurlar. Bence onların

değeri, o zamanın deniz-kara iliĢkisini bize ulaĢtırabilmelerinde. Bu anlamda liman, jeoloji, coğrafya

ve botanikle ilgili doğal iliĢkileri bozmayıp, onları biçimlendiren ve böylece çok özel bir gerçeklik

Page 61: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

türü ve kolayca sığınabileceğimiz bir düĢ âlemi yaratan bir yerleĢimdir. G. C: Bu durumda her bakımdan haklı olduğunuzu kabul etmek zorundayım, benim çıkıĢ noktamın

yanlıĢlığını da. C. L.-S.: Ben aynı biçimde düĢündüğümüze inanıyorum, ama resmin bu yöneliminin veya yeniden

yöneliminin ulaĢabileceği nokta konusunda anlaĢamıyoruz. Ben resmin, günlük yaĢamı betimleyen

çok yalın bir anlatıma yönelebileceğini düĢünüyorum. G. C: Bense, sanatın tümüyle yokolup, gerçekliğin kendisinin, insan tarafından, bir sanat yapıtı olarak

kabul edilmesi olasılığı üzerinde duruyorum. C. L.-S.: Oo, insan bundan çok çabuk bıkar; çünkü her Ģeyden önce, sözünü ettiğimiz birleĢimler ve

nesnelerin, örtük özelliklerini ortaya çıkaracak biçimde yeniden düzenlenmesi, gayet akla uygun ama

sınırlı da; bir süre sonra tüm olasılıklar tüketile-cektir ve bence bunun en iyi kanıtı, bu tür bir Ģeyin ilk

kez olmuyor olmasındadır. "Hazır yapıt'a ilgi (yanılıyorsam düzeltin) IRK, TARĠH VE KÜLTÜR /146 anılarında, kıyı boyunca denizkabukları ve denizin biçimlendirdiği Ģeyleri toplayarak yürüyüĢünü ve

bunlardan nasıl esinlendiğini anlatan Benvenuto Cellini ile baĢladı. G. C: Evet. Bu anlamda, tarihteki diğer dönemleri düĢünebiliriz... C. L.-S.: Fransız Devrimi'ni izleyen yıllarda, bir Ģeyler toplamak çok moda olmuĢtu. Ġnsanlar maden

ya da denizkabuğu gibi Ģeyler alırlar ve biblo yerine böyle Ģeyleri hediye olarak verirlerdi. Benzeri bir

dönem yaĢıyoruz yine. G. C: Evet ama, "hazır yapıt" genellikle doğadan elde edilmiyor. Günümüzde doğal nesnelerden çok,

yapılmıĢ eĢyalar kullanıyoruz. C. L.-S.: Evet öyle, ve yapılmıĢ eĢya... G. C: Örneğin, demir filizi değil de, hurda demir yeğleniyor. C. L.-S.: Ancak böyle bakılırsa, doğa kültürden çok daha zengindir; hayvan, bitki veya madenlerin

olağanüstü çeĢitliliğine kıyasla, insan yapımı eĢyalar çok kısırdırlar. "Hazır yapıt'ın özgün yanıysa,

gerçek kaynağa dönmezden önce baĢvurulan son çareyi temsil etmesidir. G. C: Fakat Ģimdi söylediğiniz "hazır yapıt" ile biraz öncekinin aynı olmadığını unutmamak gerek. C. L.-S.: Katılıyorum. G. C: Kesinlikle aynı değiller. "Hazır yapıt'ın iĢlevinin genelleĢtirilmesi derken onu, insanların

yaptıkları eĢyalarla veya paslanma vb. hasarlar yüzünden değiĢmiĢ nesnelerle sınırlamayı hiç

düĢünmemiĢtim. C. L.-S.: Anlıyorum. G. C: Benim düĢündüğüm, doğada oluĢabilecek herhangi bir Ģeydi. C. L.-S.: Fakat sonra bir de bakarız aynı noktaya dönmüĢüz; çünkü insan, doğal sanat denebilecek

Ģeyden bile kısa sürede bıkar ve kendi sanatını aramaya baĢlar. LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/147 Göstergeler Sistemi Olarak Sanat GEORGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, daha önce sormuĢ olduğumla yakından iliĢkili bir

soru sormak istiyorum. Ne sosyologum ne de etnolog ama, doğru veya yanlıĢ, bizimki gibi çağdaĢ

toplumlarda topluluk içinde bir kopuĢ gözlemleyebiliyorum. ġunu demek istiyorum; görebildiğim

kadarıyla, topluluğun bir kesimi enerjisini, kaba deyimiyle, ekonomik iliĢkilere adarken, bir diğeri

kültürün korunmasıyla ilgileniyor. Acaba benzeri bir görüngü sizin araĢtırdığınız toplumlarda da var

mı diye merak ediyorum. Tabii bu soru bir baĢka soruyla iç içe geçiyor: Ekonomik etkinlik, kültürün

ayrılmaz bir parçası mı, değil mi? CLAUDE LEVI-STRAUSS: Sanırım yine, etnologlar tarafından araĢtırılmıĢ tüm toplumlar için

geçerli olabilecek genel bir yanıt vermek güç olacak. Bence, kültürdeki o kendine özgü anlaĢılması güç doğa, çok sayıda toplumda görülebilir. Yalnızca din

adamları kastını ve büyücüler loncasını hatırlamak bile, söylemek istediğinize analojik bir Ģey bulmak

için yeterli. Bizim toplumlarımızla ilgili olarak sözünü ettiğiniz kopuĢ, farklı etkinliklerin aynı

bireylerce yürütülmemelerinden çok, bunlar arasında iliĢki olmamasından kaynaklanıyor bence. Oysa,

ilkel bir toplumda, büyücü-doktor uzman sayılabilir, ama bununla birlikte kapı komĢumdur. BitiĢi-

ğimde yaĢar, onu tanırım, ona her gün rastlarım ve din dıĢı birçok konuda iliĢkimiz, alıĢveriĢimiz

vardır. KuĢkusuz onun büyücü-doktor olduğu ve doğaüstü bilgilere sahip bir hazine olduğu her an

hatırımdadır, ama iliĢkimizi, Batı toplumlarındaki bir Renault iĢçisinin, müzisyen ya da ressamlarla

asla bir arada olamayacağı gerçeğinde somutlaĢan yabancılaĢma belirlemez.

Page 62: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

G. C: Yanıtınızı anlıyorum ve niçin bu örneği verdiğinizi de düĢünebiliyorum. Ancak bu, benim

sormak istediğim ama pek iyi ifade edemediğim sorumu tam karĢılamıyor. Renault iĢçisi kategorisiyle,

kendilerini ekonomiye adayan tüm insanları IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/148 söylemek istiyordum. Bu insanlar ve diğerleri arasında görüyorum ben kopuĢu. C. L.-S.: Bu biraz da, farklı iĢlerdeki insanların birbirleriyle karĢılaĢmalarını olanaksız kılan çağdaĢ

toplumların büyüklüğüyle ilgili olamaz mı? G. C: Evet. Bence birbirlerini tanısalar bile güvenmeyecek-lerdir. Bu güvensizliğin, bilginin çeĢitli

alanlarında boyverdiği-ne inanıyorum - özellikle alanlarda diyorum ki, söylediklerim salt bilimsel

bilgiye iliĢkin sanılmasın. ġimdi söylediğim hem bilimsel bilgiyle hem de "sanatsal bilgi" ile ilintilidir.

Kısacası, ister bilim adamı, ister sanatçı veya entelektüel olsun, kültürü koruyan, saklayan bireyin,

Batı toplumunda genel anlamda bir çıkarı yoktur. Bu bir yana, ulusun -daha doğrusu topluluğun-geri

kalan kısmı ona güven duymaz. Acaba ilkel toplumlarda da durum böyle mi? C. L.-S.: Bir kere tanımsal olarak, bizden tamamıyla uzak ve farklı toplumlarla bir koĢutluk bulmak

olanaksız. Biz zaten bu toplumlarla, farklılıkları gözardı edemeyeceğimizi ve diğer toplumlara bize

benziyorlarmıĢ gibi davranamayacağımızı bildiğimiz için ilgileniyoruz. Olanaksız olan bir Ģey

istiyorsunuz, sorunuzdaki kavramlar neredeyse çeliĢiyor. Eğer bu toplumlarda Batı toplumlarında

bulunan biçimler varolmuĢ olsaydı... G. C: Batı toplumlarıyla aynı kategori içinde yer alırlardı. C. L.-S.: Aynen. G. C: Anlıyorum. Sizce, toplumumuzda bireyler arasında iliĢki olsaydı, söylediğim kopuĢ ortadan

kalkar mıydı? C. L.-S.: Yo, herhangi tir biçimde kopuĢun ortadan kalkacağını söylemiyorum çünkü -daha önce

söylediklerimle çeliĢkili görünebilir- birkaç bin kiĢiden oluĢan ve geçen gün otantik iliĢkiler olarak

adlandırdığım kiĢisel iliĢkilerin olduğu çok küçük toplumlarda bile, bilgi edinme bağlamında değilse

bile uzmanlaĢma bağlamında bölünmeler vardır. Fakat mükemmel bir çömlekçi olan kadının, bunu

olağanüstü güçlerle iliĢkisine ve ona miras kalan ya da bağıĢlanan büyüsel güçlere borçlu olduğu dü-

Ģünüldüğünden, bu iki Ģey arasında sınır yoktur. LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/149 G. C: Dolayısıyla, örneğin incelediğiniz toplumlarda, "sanat" olarak adlandırılan alanı düĢünelim:

Topluluk sanatı, herkes tarafından.koĢulsuz kabul edilmiĢtir. C. L.-S.: Kesinlikle. Sanat topluluk yaĢamının içindedir. Sizin sezinlediğiniz -benim de mantıksal

açıklamasının güçlüğü nedeniyle ifade etmekten kaçındığım- bu farkı Ģöyle dile getirebiliriz: Ġlkel

toplumlarda bulunmayan veya çok ender olarak bulunan Ģey, (yine genel bir kural koymaktan

kaçınıyorum) çağdaĢ sanatsal etkinlik kavramımızın temeli olan, yaratıcı izleyici -müzik söz

konusuysa dinleyici- ayrımına dayalı iliĢkidir. Sanatın iĢlevi aynı olmadığı için olsa gerek, ilkel toplumlarda bu ikilik bir istisnadır. Bu toplumlarda

sanat yapıtlarının gös-tege-rolü daha fazla önem kazanır; her durumda bu rol, bu toplumlarda sanata

yüklenen sosyolojik iĢlevi anlatır. G. C: Ve sanatın bir dil olduğu düĢüncesi yoktur. C. L.-S.: Sanatın bir dil olduğu düĢüncesi gerçek anlamda varolabilir. Yazıyla, yani dille bir sanat

yapıtı arasında yer alan çeĢitli hiyeroglif türlerini ve yapıtların özellikle simge açısından zenginliğini

hatırlayalım her Ģeyden önce - tümü için değilse de, çoğu ilkel toplum için söyleyebilirim, örneğin

Kuzey Amerikalı Kızılderililer'de ve her nesnenin, salt kullanıma yönelik olanın bile yalnızca onu

yaratan değil, kullanan herkes tarafından anlaĢılabilen bir simgeler yoğunlaĢması olduğu Sudan,

Kongo ve daha güney bölgelerdeki bazı Afrikalı topluluklarda olduğu gibi. G. C: Evet. Bizim toplumumuzdaki durumdan oldukça farklı. C. L.-S.: Çok basit bir örnek alacak olursak, bazı Afrikalı topluluklarda, kan kocanın birlikte yemek

yemesi âdetten değildir, yemek yerken konuĢmak ise daha da alıĢılmamıĢ bir Ģeydir; yiyeceğin

tüketilmesi, bizim toplumumuzdaki dıĢkı kadar özel bir konudur. Bir kadın, kocasını herhangi bir

konuda uyarmak istediğinde, iĢi kısa yoldan çözümlemek için, oymacıdan kendisine genellikle

atasözlerinden oluĢan -Afrikalı toplulukların çok atasözleri vardır- simgesel biçimlerle bezenmiĢ,

çorba kâsesi kapağı gibi bir Ģey yapmasını ister. Sonuç olarak, adamın yeme- IRK, KÜLTÜR VETARĠH/150 ğini yediği kap, tabağın kendisi, aynı zamanda adamın kendisi tarafından ya da öneri almak için

çağrılan uzman yardımıyla çözülebilen bir mesajdır.

Page 63: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

G. C: Evet, böylelikle bizim "sanat" ve "folklor" arasında yaptığımız ayrım söz konusu olmuyor. C. L.-S.: Gerçek Ģu ki, sanatsal yenilikler, çok daha hızlı, neredeyse hemen, topluluk kültürü içine

alınıyorlar. Ne olursa olsun, fark, bir tür değil, nicelik farkı. Halk sanatının, kolektif bilinçaltının

derinliklerinden doğduğuna ve kendini dıĢa vurduğu biçimlerinin çok eskilere dayandığına inanmaya

yatkınızdır. Bazı durumlarda bu böyledir, ama her zaman değil. Özellikle Brötanya ve Bask'ta basit

köylü eĢyalarında hâlâ görülen, tekerlek ya da gül kabartması motiflerinin geçmiĢi çok eskilere daya-

nır, çünkü bunlara, Avrupa'nın hatta Afrika'nın çeĢitli kıyı bölgelerinde de rastlanabilir. Diğer yandan,

en popüler ninnilerimizin veya çocuk Ģiirlerimizin, tümü değilse bile çoğunun, nesil-•den nesile

aktarılarak bize ulaĢtıkları çok uzun geçmiĢleri yoksa da; bunların kökleri, 18. yüzyıl Parisi'nde moda

olup, ardından tüm topluma ve aristokratlardan, burjuvalardan en aĢağı sınıflara doğru yayılan

Ģarkılara dek iner. "Popüler sanat" tanımımızın ardında çok karmaĢık bir Ģey yatar - aslında yüksek

sınıflara ait olan ya da öyle olduğu düĢünülen temaların bir yandan korumayı, diğer yandan da halka

hitap edebilecek biçime sokmayı içeren, iki yönü vardır. G. C: Hep aynı sonuca geliyoruz. Sanata iliĢkin hiçbir Ģey, etnologun ilgisi dıĢında değildir. C. L.-S.: Etnologun sanatı gözardı etmesi, her durumda, olanaksızdır; çünkü her Ģeyden önce sanat,

kültürün bir parçasıdır ve belki daha da önemlisi, etnologların özellikle incelediği bir görüngü türü

olan, doğanın kültür tarafından yönlendirilmesinin en üst düzeyini oluĢturur. G. C: Bu böyleyken, sanatın her zaman dil olduğunu, bir dile eĢit olduğunu söyleyebilir misiniz? C. L.-S.: KuĢkusuz. Ama herhangi bir dil değil. Belki de tüm estetik anlatımların ortak paydası olan

zanaatçılıktan ve sa- LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ /151 natçının sanatta kullandığı malzeme ve teknik süreçleri hiçbir zaman tam denetleyemediği gerçeğinden

daha önce söz etmiĢtik. Denetleyebilseydi - ve bence bu, tam da görüngünün niçin evrensel olduğunu

gösterir... G. C: Denetleyebilseydi sanat olmazdı. C. L.-S.: Denetleyebilseydi, doğanın tam bir yansılamasını

elde ederdi. Modelle sanat yapıtı aynı olurdu ve sonuç olarak sanatçı özgün bir kültürel nesne

yaratmak yerine, doğayı yeniden üretiyor olurdu. Diğer yandan, böyle bir sorun yoksa, yani yapıtla

esinlendiği kaynak arasında hiçbir iliĢki yoksa, bir sanat yapıtıyla değil, dilbilimsel bir nesneyle

uğraĢıyoruz demektir. Dilin temel özelliği -Ferdinand de Saussure'ün üzerinde durarak belirttiği gibi-

göstermeye çalıĢtığı Ģeylerle hiçbir maddi iliĢkisi olmayan bir göstergeler sistemi olmasıdır. Bence

böylelikle, her zaman dille nesne arasında yer alan bir anlamlama sistemi ya da anlamlama sistemleri

bileĢimi olarak sanat kavramına ulaĢıyoruz. G. C: Sanat eleĢtirmenlerinin, makalelerini yazarken sürekli "dil" sözcüğünü kullanmaları dikkate

değerdir. Tam sizin kullandığınız anlamda değil ama; sanat eleĢtirmenleri etnolog olmadıkları için,

böylesi doğal. Ama insan "dil" sözcüğünün an-lamsızlaĢtığını hissediyor. C. L.-S.: Evet, "dil" terimi ya da dilbilimsel terimler, çoğunlukla yanlıĢ kullanılıyor. Bence, sanat

eleĢtirmenleri veya sanatçılar "dil" derken, sanatçının kendini izleyiciye ya da dinleyiciye yönelttiğini

ima ederek "mesaj" anlamında bir Ģeyi söylemek istiyor olabilirler. Bu iliĢki... G. C: Evet, gerçekten "mesaj" kelimesinden kaçınmak için "dil"i kullanıyorlar. C. L.-S.: Evet, çünkü "mesaj" mistik bir anlam kazanabilir-ne var ki, "mesaj" terimi iletiĢim

uzmanlarınca doğru ve nesnel biçimde kullanıldığı için yanlıĢ bir yaklaĢım bu. G. C: Sanatçı için, Mesihi çağrıĢtıran renkleri vardır, bu da sanatçıların ona neden kuĢkuyla

yaklaĢtığını açıklar. C. L.-S.: Oldukça. "Dil" teriminin kullanımı, tehlikeli olma-

Page 64: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /152 sa da -tüm sanatın dil olduğunu biraz önce onayladığımız için-en azından yanlıĢ; olgusal olarak böyle

bir Ģey olmadığı halde, bir dil ya da bir mesaja ulaĢma amacı barındırıyor gibi geliyor bana. Tüm

sanatın dil olabilmesine rağmen, bilinçli düĢünce düzeyinde bu kesinlikle böyle değildir; sanatçının

denetimindeki tüm araçlar, çok sayıda göstergelerdir ve sanat yapıtının iĢlevi bir nesneyi göstermek,

nesneyle anlam ileten bir iliĢki kurmaktır, demek istiyorum. G. C: Bu saptama üzerine, sizden, sanat ve anlamlama iliĢkisini tanımlamanızı ve sanatla -terimin

dilbilimsel anlamıyla-dil arasındaki ayrımı koymanızı isteyeceğim. C. L.-S.: Biraz önce kabaca çizdiğim ayrıma dönmeliyim -yani eklemli dil, gösterdiği nesnelerle,

algılanabilir hiçbir iliĢkisi olmayan rasgele göstergelerden oluĢan bir sistemdir; oysa sanatta, nesneyle

gösterge arasında algılanabilir bir iliĢki vardır. G. C: Aynı savları Ģiir için ileri sürer misiniz? Bence, sözcükler kullandığı için dilbilimsel alanda iĢlev

görmesine rağmen, Ģiir, dilbilim alanının dıĢında da anlam taĢıdığı iddiasında bulunabilir. C. L.-S.: Haklısınız, Ģiirle ilgili olarak, tanımımızın esas anlamını değilse de, üslubunu biraz

değiĢtirmeliyiz. Sanat, dille nesne arasında bulunur demiĢtim, Ģimdi de, en genel anlamda, Ģiir, dille

sanat arasında bulunur diyeceğim. Ozanın dille iliĢkisi, ressamın nesneyle iliĢkisiyle aynıdır. Dil, onun

hammaddesidir ve bu onun, göstermek için yola çıktığı hammaddedir - tam olarak, konuĢmada

iletmeye çalıĢtığımız düĢünceler ya da kavramlar değil de, konuĢmanın bölümlerinden veya

parçalarından oluĢmuĢ daha bütünlüklü dilbilimsel nesneler. G. C: Ne yaptığı konusunda yanlıĢ yönlendirilmiĢ bile olsa, ozan, sözcüklerin kavramsal kullanımının,

ikincil ve daha değersiz bir kullanım olduğuna inanır. C. L.-S.: Ġyice abartılmıĢ bir benzetme yapacak olursam, ozan dille iliĢkisinde, hafif atomlardan daha

ağırlarını yapmaya uğraĢan bir mühendis gibi davranır. Ozanın yarattığı dilbilimsel nesneler,

düzyazıda kullanılanlardan daha yoğundur; dilbilimsel LEVI-STRA USS ĠLE RADYO KONUġMALARI /153 ifadeye yeni boyutlar katar ve geleneksel Ģiir biçimlerinde, uyak, ölçü ve tüm diğer Ģiir yazma tekniği

kurallarına olan gereksinim açıkça görülür. Ya da ozan, Rimbaud'nun yaptığı gibi parçalanma

tekniğini uygulayabilir. Böylece Ģiir çeliĢen iki yasa arasında kalır. Dilbilimsel bütünleĢmeyle,

anlamsal parçalanma arasında. G. C: Ġkisi aynı anda yürürlüktedir, değil mi? . C. L.-S.: Evet, çözülmez biçimde bağlıdırlar birbirlerine ama her ikisinde de dil nesne olarak ele alınır

ve bu nesne baĢka anlamlar eklenecek ya da çıkarılacak biçimde uyarlanır. G. C: Evet ama, tüm sanatçılar gibi ozanın da -savın en çok ozanın durumunda açık olmasına rağmen-

anlamlama ve dil alanlarının dıĢında, gösterdiğini savunması paradoksuyla... Ozan için sözcük, dilden

tümüyle kopmak ve göstermeyi bir yana bırakıp daha çok Ģey anlatmak için, dili kullanmasını sağla-

yan bir Ģeydir - ve bu, mantıksal olarak, hiçbir Ģey göstermez, ya da ben böyle anlıyorum. C. L.-S.: Hayır. Ya da tamamen, kullandığınız sözcüklere yüklediğiniz anlama bağlı. Plastik

sanatlarda, Ģiirde veya müzikte olsun, eğer herhangi bir sanatsal ifadenin bir dil ama gerçek anlamda

eklemli olmayan bir dil -aslında resim ya da müzikte hiç böyle olmadığı halde, Ģiirde eklemli dilin

kullanımı oldukça farklıdır- yaratmayı amaçladığını söylemek istiyorsanız, bence kesinlikle haklısınız.

Page 65: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Yok eğer, sanatçı için, herhangi olası veya düĢünülebilen bir dilin dıĢında, anlamlamanın

varolabileceğim ileri sürerseniz, bu kavram kargaĢasıdır derim. G. C: Kavramların çeliĢtiğinin farkındayım. Ayrıca, sanatçı ya da baĢka birisi adına konuĢtuğumu da

söylemiyordum. Ressam olsun, ozan olsun sanatçıların açıklamalarında, böyle bir niyet bildirimi

gördüğümü sanıyorum. Müzisyenlerle ilgili olarak, durum farklı olabilir. Kendini ifade ediĢi ressam ya

da ozanınki-ne benzeyen bir müzisyenle hiç karĢılaĢmadım. Müzisyenin terminolojisi farklıdır,

iddiaları da farklı görünmektedir. C. L.-S.: Evet. Ama bir ayrım yapmalıyız. Sanatçıya birtakım psikolojik ve öznel tavırlar

yakıĢtırabiliriz, fakat yine de, IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /154 önemli olan ne düĢündüğü değil, ne yaptığıdır. Böyle olmasaydı, Ģiir yazmasına, müzik veya resim

yapmasına gerek olmazdı. Yalnızca kitap yazardı. G. C: Tabii ki. C. L.-S.: Dolayısıyla, kiĢisel olarak tanıdığınız sanatçıların, isteklerini, iddialarını gerek mantıksal,

gerek felsefi olarak kabul edilemez bir tarzda dile getirdiklerini fark ederseniz, ben, bu önemsizdir,

derim... G. C: Onların açıklamalarını abarttığımı kabul ediyorum. Hiçbir zaman sanatçıların kendilerini böyle

belirgin, paradoksu böyle açıklıkla ifade ettiklerini duymadım. Fakat söylediklerini geliĢtirdiğimde,

hep bu çeliĢkiye vardığımı fark ettim. C. L.-S.: Önemli olan, ne yaptıklarını sandıkları değil, ne yaptıkl andır. G. C: Tabii. C. L.-S.: Kendilerine yakıĢtırdıkları öznel nedenlerse, daha da önemsizdir. Pek çok durumda, her tür

yaratı veya keĢifte, yaratıcının veya kâĢifin, onu kafasında ilk tasarlayıĢıyla ya da kendisine ilk ifade

ediĢiyle, gerçekte elde ettiği sonuç, birbirinden çok farklıdır. G. C: Evet, bence de sanatçı kendini, çözümleme sınırlarının ötesinde bir alan ya da bölgeye eriĢme

isteği barındıran terimlerde ifade eder. Niceliksel terimlerle ölçülemeyecek ve çözümleme konusu

olamayacak bir Ģey yaptığını düĢündüğü için, sanatçının gözünde sanatı, bilgiden ayrılır. Ve sanırım,

bu onun en güçlü dürtüĢüdür. C. L.-S.: Böyle düĢünüp düĢünmemesi, psikolog hatta özel olarak estetik yaratıyla ilgilenen psikolog

dıĢında, kimse için önemli değildir. Asıl soru Ģudur: Gerçekte ne yapıyor? Bilmeden ya da istemeden,

dili bütünleyen veya tüm diğer gösterge-sistemleriyle birlikte varolabilen bir göstergeler sistemiyle mi

çalıĢıyor, yoksa -ve bu bana çok daha tehlikeli görünüyor- aslında sahte bir kodla çalıĢtığı halde, bize

"yeni bir göstergeler sistemiyle, yeni bir kodla çalıĢıyorum" mu diyor? Bunun, soyut ya da soyut

denen resme bakarken genellikle edindiğim izlenim LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/155 olduğunu itiraf etmeliyim, çünkü onunla ilgili olarak, biraz önce dille sanat arasında koyduğum ayrımı

unutabiliriz: Soyut resim, bir göstergeler sistemi, nesneyle özellikle rasgele iliĢkisi olan bir sistem

sunabilir. Fakat bize kabul ettirilen dil, ister istemez estetik tonu olan bir dil midir, yoksa, makiniste

"yol açık", "yol kapalı", "diğer yönden bir tren geliyor", "geçiĢten önce yavaĢla" gibi Ģeyler ifade

edebilen, değiĢik renkli, dört köĢe, yuvarlak demiryolu iĢaretlerine benzer, herhangi bir göstergeler

sistemi midir? Ama rasgele bir gösterge-sistemi olduğu için... G. C: Böyle olduğu kesin mi? C. L.-S.: Ne demek istiyorsunuz? G. C: Bu gösterge-sistemlerinin rasgele olduğu kesin değil: YeĢilin "geç", kırmızının "dur" anlamında

kullanılması rastlantı olmayabilir. C. L.-S.: Beni kendimle çeliĢmeye zorluyorsunuz, çünkü bir kere, bunun gibi sistemlerin tamamen

rasgele olmadığını ileri sürdüm. Yolun kapalı olduğunu yeĢille, açık olduğunu kırmızıyla göstermek

olanaksız olduğu için değil, eğer olursa, değiĢtirme... G. C: Mutlak bir değiĢtirme olmayacağından. C. L.-S.: Mutlak bir değiĢtirme olmayacağından: Kırmızı, kırmızı olmaya, yani tümüyle rasgele

olmayan birtakım tepki türlerine bağlı, fiziksel ve fizyolojik bir uyan kaynağı olmaya devam

edeceğinden. G. C: Yine de "dur" demek için kırmızıyı seçmek paradoks gibi geliyor bana. C. L.-S.: Evet, belki de gerçekte... G. C: Daha çok geçmeye karĢı bir uyan.

Page 66: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

C. L.-S.: Isı ya da iletiĢim göstergesi olarak kırmızıyı, soğuk ve hatta zehirli bir simge olarak da yeĢili

kullanabilirdik. G. C: Demek ki, burada derin, temelli bir anlam keĢfedile-biliyor. C. L.-S.: Fakat, bu derin anlam, çok zayıf değil mi? Kullandığımız rasgele görünümlü belirtke

sistemleri, kuramda göründükleri gibi tamamen rasgele değiller kuĢkusuz. Ama, büyük o- IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/156 randa böyledir; geleneksel veya Kübist ressamlar ya da müzisyenlerin kullandığı gösterge ve

simgelerden çok daha rasgeledirler. Kodun Gerekleri GEORGES CHARBONNIER: Biraz önce diyordunuz ki, soyut ressam nesneden kopuk olduğunu

iddia eder. Evet bu doğru, fakat kuĢkusuz doğadan kopuk olduğunu iddia etmez. Tersine doğaya yakın

kaldığını ve tam da nesneden kopuĢunun ona, daha anlamlı bir anlatım sağladığını savunur. Nesne bir

engel olduğu, bir betimleme yapılması zorunluluğunu ve hemen senteze gitmenin olanaksızlığını

temsil ettiği için, soyut ressam Ģöyle der: "Tek nesne ve onun yeniden yaratımıyla kısıtlanmaktansa,

soyut resmim sayesinde daha çabuk ve daha "bütün" bir senteze ulaĢabiliyorum - tabii eğer "bütün"

sözcüğü "sentez'le bağlaĢtınlabi-lirse." CLAUDE LEVI-STRAUSS: Fakat soyut resme karĢı tavrımın... G. C: A, tavrınızı anlıyorum ve Ģunu yapmaya çalıĢıyorum... C. L.-S.: ...tamamen olumsuz olduğunu düĢümenizi istemem. Soyut resmi bazen çok çekici ve

büyüleyici buluyorum, gerek biçim gerek renk açısından son derece cazip örnekleri var. Yine de bir

soyut resme baktığımda, duvarıma asıp asmamaya ya da bir odun, bir maden parçasından da aynı

zevki alıp almayacağıma bir türlü karar veremiyorum. Acaba, diyorum, bir akik parçası veya bir bakır

plakası daha ince bir düzenlilik, hayalimi zenginleĢtirecek ve zihnimi devindirecek daha parlak ve

canlı renkler sunmaz mı bana? BaĢka bir deyiĢle, soyut resmi nesnelerin çekiciliğiyle aynı kategori

içinde değerlendirmekle birlikte sorguladığım onun çekiciliği değil, anlamı... G. C: Biraz daha açar mısınız? LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/157 C. L.-S.: Daha doğrusu gösterge niteliği -çünkü anlamlı olan budur- ressamın niyeti ve yapıldığı

dönemle kazandığı anlam. . G. C: Evet hatta Ģunu bile söyleyebilirim, insan soyut ressam ya da herhangi bir ressamla beraberken...

Ressam mutlaka tuvali boyayan kiĢi demek olmadığına göre... C. L.-S.: Evet fakat isimlerden söz etmeyelim, tartıĢmaya yol açabilir. G. C: Söyleyebileceğim yalnızca birkaç isim var. Örneğin Soulages ile Hartung bunlar arasında...

Soulages ya da Har-tung'un bir resmine baktığımda o insanı tümüyle -politik düĢüncelerine varana

kadar- tanıdığım duygusuna kapılıyorum. En uç noktalan düĢünüyorum: Bir Ġlkelin eserinden, onun

topluma bakıĢını çıkarabilmem veya çıkarmayı düĢünmem gibi. C. L.-S.: Ama benim son derece olanaklı gördüğüm buna benzer durumlarda, bu duygunun gerçek

olduğunu göz önünde bulundurmuyor musunuz, çünkü... G. O: Sanırım soyut resimde gösterge olmayan, yalnızca süsleme olarak tasarlanmıĢ noktaların

oluĢturduğu kısım kolayca ayırt edilebilir. Ara sıra kimi resimlerde baĢka bir kategoriyi

yakalayıveririz; orada insanın kendisi belirginleĢir. Örneğin, Mathieu'nün bir resmine baktığımda,

ondaki insanı keĢfede-mem, yani Mathieu'ye iliĢkin bir Ģey öğrenemem. Ama Soula-ges'ın nasıl bir

insan olduğunu hemen anlarım. Birinde, resim insanın Ģiirsel bir ifadesi olurken, diğerinde böyle bir

noktaya hiç varılmaz (tabii sanatçının bilinçli olarak bundan kaçınabileceğim kabul ediyorum.) C. L.-S.: Evet fakat ressamın, her ne kadar yöntemine sadık kaldığına inanıyorsa da, aslında ona ihanet

ettiğini, böylece deyim yerindeyse kendine rağmen, yeniden ve el altından nesneyle iliĢki, anlamlama

iliĢkisi kurduğunu düĢünmüyor musunuz? G. C: Bunun pekâlâ olabileceğini düĢünüyorum düĢünmesine de, buna ikna olmuĢ değilim. C. L.-S.: Müzikten örnek vermek istiyorum. Orada da çok benzer ama tartıĢılması daha kolay bir

durum gözlüyorum, çün- IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/158 LĞVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/159 kü benim anladığım -gerçi siz bu, konulan benden daha iyi biliyorsunuz- soyut ressamlar bir sistem,

geliĢmiĢ bir kod sunabilmiĢ değiller. Bence her ressam kendi koduyla bir çözüm yolu bulmaya, bir

resmi bitirip öbürüne baĢlayınca da onu yeniden tanımlamaya çalıĢıyor. Oysa seri müzik, geleneksel

müzik biçimi yerine yeni bir biçim getirmeyi hedefleyen, bilinçli ve sistemli bir çaba olarak çıkıyor

Page 67: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

karĢımıza. G. C: Fakat geleneksel biçimden tamamen uzakta değil. C. L.-S.: Bence yalnızca prozodi olarak iĢleyen bir biçim bu. Kuralları dilbilimsel değil Ģiirsel, çünkü

dilbilimsel kuralların temel özelliği, yani kendi baĢlarına rasgele olan sesler aracılığıyla farklı

anlamlan dıĢa vurmayı olanaklı kılan özelliği, bu seslerin bir ikili karĢıtlıklar sisteminin parçası

olmasıdır; bu olay çeĢitli anlamlan ayırt etmemizi sağlayan eklemsel değerler içinde mantıksal bir

hiyerarĢinin kurulması biçiminde de ifade edilebilir. ġimdi nasıl olup da, seri kodun böyle bir hiyerarĢik sistemi sürdürebildiğini veya yeniden

keĢfedebildiğim aklım almıyor. KarĢıtlıklar düĢüncesi aynen kalır; ancak notalar bir sistem içinde

eklemlenmemiĢtir. Bu anlamda, kod anlamsal olmaktan çok dıĢa-vurumsal bir Ģey görünümündedir.

Böyle olmakla birlikte, seri olmaktan çok dodekafonik olan Wozzeck türünden bir eseri dinle-

diğimizde, dinlediğimiz müziğin hiç de rahatsız edici olmadığını hissederiz. Fakat bu; müzisyenin tüm

niyetlerine rağmen ve neler olup bittiğini kavramasına pek fırsat kalmadan, ifadesini bir notalar

hiyerarĢisinde bulan ve iĢlevlerini sansible, gamın ilk notası ve dominant notası diye belirleyen

geleneksel müziğin anlamsal yapısının, burada da boyvermiĢ olmasından ötürü değil mi? G. C: Buna göre musique concrete'i nasıl değerlendiriyorsunuz? C. L.-S.: Bence musique concrete daha önce sözünü ettiğimiz soyut resme benziyor, her ikisi de

ressamın ya da bestecinin, herhangi bir anlamsal kuraldan bağımsız kiĢisel beğenisine göre

oluĢturduğu bir öğeler birleĢimidir. Bunda kazara bir tür anlam doğabilir; tıpkı doğadaki bir nesnede,

bir çakıl taĢında ve- ya bükülüp eğrilmiĢ bir kabukta bir anlam buluvermemiz ve bir çiçeği veya bir hayvanı ayırt

edebilmemiz gibi. (Fakat "bir anlam" derken, belirli bir Ģeye benzemeyi kastetmiyorum, bir Ģekilde bir

kök ejderhaya benzeyebilir...) G. C: Elbette. C. L.-S.: Bu basitçe, nesneyi yapı olarak Ģöyle bir görmemiz ve nesnedeki yapıyı tanımanın bizde

estetik bir duyum uyandırmasıdır - ki bu tamamen rastlantısaldır. Aynca sanatçının bilinçli hedefinden

bağımsız olarak ve böyle bir Ģey için uğraĢmasına gerek kalmadan oluĢabilir. G. C: Musique concrete bestecilerinin bunu kabul edeceklerini pek sanmıyorum. C. L.-S.: Eminim etmezler. G. C: Fakat bir kesim dinleyici de bunlan yadsıyacaktır. Musique concete türünde bir parça

dinleyebilir ve ondan etkilenebilirim. Hatta onu dinleyip, uzamda biçimlendirebilirim bile. Kendini

Beethoven'in bir senfonisinden oldukça farklı bir yolla duyurur. Bence kendini uzama çok daha

doğaçtan yansıtır. Örneğin Philipot'nun müziğini dinlediğimde, uzamda Beethoven ya da Mozart'ın

müziğiyle hiç de aynı anlamı taĢımaz. C. L.-S.: Sanatı tehdit eden tehlikenin bence iki yönü var: ĠJ-ki dil yerine, sahte dilin, bir dil

karikatürünün, bir aldatmacanın, dilde anlamlamayı baĢaramayan bir tür çocuk oyununun ortaya

çıkması, ikincisiyse kullandığı malzeme dıĢında, eklemli dile benzeyen tüm bir dil oluĢturabilmesi ve

bu durumda hiç kuĢkusuz anlamlayabilmesi, fakat gerçek estetik bir duyumu beraberinde

getirememesidir. Son sözlerinizde bana çarpıcı gelen Ģu oldu: Musique concrete ile Beethoven ya da herhangi bir klasik

veya romantik bestecinin müziği arasında aynm yaparak, dinleyene aynı deneyimi yaĢatmadıklannı,

birinde algılananın uzamda düzenlendiğini, biçimlendiğini söylemiĢtiniz. Algılananın uzamda

biçimlenmesi olayından hiç kuĢkum yok da, acaba bu estetik bir duyuma vanr mı? G. C: Eğer algıladığım biçim, bende zaten varolan özellik- IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /160 lerle buluĢabilirse, evet. Philipot'nun müziğini dinlediğimde, çok tuhaftır, sanki bana özgü olan algı

biçimlerini yeniden keĢfederim ve sanki besteci bana algı yetimin nasıl çalıĢtığını anlatmaktadır. C. L.-S.: O halde, estetik deneyimin koĢullan yerine getirilmiĢtir, çünkü bence estetik duyum

dediğimiz Ģey, anlam iletmeyen bir nesne gösteren rolüne oturtulduğunda gösterdiğimiz tepki

biçimiyle bağıntılıdır - daha doğrusu onun ta kendisidir. Aslında bu konu ilk olarak çok zaman önce

Boileau'nun "sanat yansıladığında, ne iblis ne iğrenç bir canavar kalır..." demesiyle gündeme gelmiĢti.

Gerçi Boileau'nun örneği yetersizdi ama estetik sunu veya düzenlemenin gerçek iĢlevi, iĢlenmemiĢken

bu tarz ve biçimde olmayan bir Ģeye, anlamlılık katında hayat vermektir. G. C: Sizce sanatçı dile el atan bir kiĢi mi? C. L.-S.: Dildeki nesnelere "el atan", deyim yerindeyse can katan kiĢidir o. Kendini bir nesneyle karĢı

Page 68: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

karĢıya bulur ve sanatçının nesneye bakmasıyla, nesnenin doğal özünü kültürel bir niteliğe dönüĢtüren

bir ayıklama ve ilerleme süreci baĢlar. Biraz önce söylediğim gibi antropologu ilgilendiren tipik

görüngünün, yani doğa kültür iliĢkisi ve birinden diğerine geçiĢin, özellikle sanatta çok güzel

somutlanması tam da bu anlamdadır. G. C: Evet, aslında sizin tanımladığınız, sanatçının kendisinin sürece bakıĢı değil. Tersine, sanatçı

çoğu durumda gösterenden baĢlayıp geriye veya ters yönde ilerlediğini düĢünür. Sanatçıya kalırsa, kültürden kopup doğaya yaklaĢmaktadır. Yaptığı budur demiyorum, yapmaya

çalıĢtığı budur. Sanat alanında kültür dediğimiz Ģey, kültürü terk edip doğaya geri döme-ye çabalayan

kiĢilerin yarattığı bir Ģeydir. Bu yönde ilerlemek, ozanın niyetidir - yineliyorum niyetidir. Belki de

gerçekte tuttuğu yol, onur kinci biçimde yazına doğrudur. C. L.-S.: Bir nesnenin gösterge sınıflamasında düzenlenmesi -eğer baĢanlıysa- hem gösterge hem de

nesnede ortak olan ve nesnede genellikle örtük olan, ama nesnenin plastik ya da Ģiirsel temsiliyle

birdenbire gün ıĢığına çıkan ve üstelik farklı türlerde tüm nesnelere geçiĢi olanaklı kılan bir yapıyı

ortaya çıkardığı LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/161 oranda, bu iki Ģey birbiriyle çeliĢmez. Sonuç olarak size katılıyorum. GidiĢatın iki yönü vardır:

Doğanın kültüre, yani nesnenin göstergeye ve dile doğru ilerlemesi; bir ikincisiyse, dilbilim-sel ifade

yoluyla nesnenin, aslında gizli olan ve insan zihninin çalıĢması ve yapısıyla son derece benzeĢen

özelliklerini keĢfetmemizi veya algılamamızı olanaklı kılan gidiĢattır. G. C: Bence ikinci gerçekleĢebilmiĢse, ancak o zaman, sanata ulaĢıldığını söyleyebiliriz. C. L.-S.: KuĢkusuz. G. C: Bu olmadan sanatta basan diye bir Ģey olamaz. Acaba soyut resmi sanatsal bir ifade olarak

düĢünme konusundaki isteksizliğiniz bu yüzden mi? C. L.-S.: Son derece öznel bir yanıt verebilirim. ġu tartıĢmada, ikimizin yazık ki aynı nesilden

olmadığımız'ı ve benim, sizin alıĢkın olduğunuz biçimlerden oldukça farklı modeller temelinde

bakmayı ve hissetmeyi öğrendiğimi bir an bile unutmuĢsam, kötü bir etnologum demektir. Soyut

resme duyduğum, antipati demeyeceğim de, kayıtsızlığın mantıksal bir savunmasını geliĢtirmeye

çalıĢırken, akla dayalı sağlam savlar ileri sürmek yerine, benim neslimden veya çevremden olan

birtakım insanlann gençliklerinde hiç görmedikleri bir Ģeyle karĢılaĢtıklannda gösterdikleri tarihsel

tavn haklı çıkarmaya çalıĢıyor olabilirim. G. C: Savınız benim için pek geçerli sayılmaz çünkü, soyut resimden baĢka bir Ģey görmemiĢ olacak

denli genç değilim ki ben... C. L.-S.: Ama Ģu var, çağdaĢlannıza ya da bir önceki nesile karĢı kendinizi savunma fırsatını veren,

soyut resimdir. G. C: KuĢkusuz öyle. C. L.-S.: Aynca eminim benim Kübizme delikanlı tutkunluğum, salt kendimle baktığım resim

arasındaki dosdoğru ve içten iliĢkiyle değil, aynı zamanda onun bana, büyüklerimden kopup, onlara

karĢı durmamı sağladığı gerçeğiyle açıklanabilir. G. C: Evet, insanlar bir Ģeye veya bir baĢkasına "karĢı" olmaktan söz ederler. Ben bu ifadeyi

sevmiyorum, çünkü amaçlanan, karĢıtlıktan çok daha baĢka Ģeyler, durum ne olursa olsun IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/162 karĢıtlık değil. C. L.-S.: Sanat ve dil iliĢkisinden söz ediyorduk. Bergson'un aktardığı kısa öyküyü bilirsiniz. Köylü

kadının biri, konuk olduğu ücra bir köyün kilisesine gider. Rahibin vaazı sırasında yaptığı espriye

herkes güler, bir o gülmez. Niye gülmediği sorulduğunda da "ben buralı değilim" diye yanıt verir.

Tüm dil olaylarında, iletiĢimden öte bir Ģey vardır: Belli bir topluluğa veya ne-sile veya toplumsal

çevreye özgü olan iletiĢim tarzlarını çözümleme çabası... G. C: Cotentin'in bazı köylerini biliyorum; buralarda en bildik sözcükler normal ya da kabul görmüĢ

anlamlarından farklı anlamlarda kullanılıyor. Öyle köyler var ki -adlarını veremem, belki gücenirler-

örneğin dinginlik, neĢe anlamında kullanılıyor, ayrıca sözcüklerin çoğunun kullanımı böyle;

dolayısıyla yerel dil tümüyle anlaĢılmaz bir Ģey oluyor. C. L.-S.: ĠĢte bu bize, belli bir sanatsal ifade tarzını yeğleyi-Ģimizi yorumlamaya çalıĢırken, topluluğu

niçin çözümleme dıĢı bırakamayacağımızı açıklar. G. C: Az önce ozanın, dilbilim alanında uğraĢmasına rağmen, sözcükleri özel bir biçimde kullanarak,

Page 69: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

anlamlamadan kurtulmayı hedeflediğini söylüyordum. Bir düĢünür olarak sizce bu, felsefi bir tavır mı? C. L.-S.: ġiiri ve Ģiire özgü yaratıcı yöntemleri düĢündüğümde, zihnimde felsefi ya da metafizik bir

imge veya düĢünce uyanmaz. Ben ozanı, yapay olarak büyük moleküller üretmeye çalıĢan bir kimyacı

gibi görme eğilimindeyim. O büyük dilbi-limsel yapılar, temel maddesinin doğası dilbilimsel olan

yoğun nesneler yaratmaya çalıĢır, hedefi bir tür meta-dil oluĢturmaktır - tabii buradaki "meta" önceki

metafizik anlamında değil. G. C: Bu söylediğiniz resim için de geçerli mi? Terimlerde gerekli değiĢiklikler yapıldıktan sonra,

yapının iĢleyiĢi soyut ressama da uyar hale gelebilir mi? Soyut ressam da, kendi alanında, biçimler ve

renkler dünyasında kendi büyük moleküllerini mi aramaya koyulmuĢtur? C. L.-S.: Yo, aralarında çok büyük fark var, çünkü ozanın LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/163 kullandığı malzemeler zaten anlamlanmıĢtır; anlamı olan sözcükler ya da sözcük topluluklarıdır onlar

ve ozan, onları birleĢtirerek bu anlamlan değiĢtirmeye veya zenginleĢtirmeye çalıĢır. Oysa soyut

ressamın malzemeleri, boyamaları gerçeklikle iliĢkilerini tümden yitirdikleri noktada, kendi baĢlarına

anlamlı öğeler olmaktan çıkarlar. Ama bu açıklama dile de uyuyor diyebilirsiniz, öyledir de gerçekten

çünkü, konuĢmayı oluĢturan öğelerin -ki dilbilimciler bunlara sesbirim derler... G. C: Anlamla hiçbir bağıntıları yoktur. C. L.-S.: Anlamla ilgileri yoktur. Örneğin Fransızca'da p ve t harflerinin kendi içsel anlamlan yoktur

fakat, "pas" ve "tas" sözcükleriyle anlatılan iki anlamı ayırt etmek için kullanılırlar. Aynı Ģey resimde

de geçerli diyebilirsiniz, tuvaldeki boya lekelerinin kendi içsel anlamlan yoktur ama anlamdaki ince

farklı-lıklan ayırt etmek için kullanılırlar. Bu ancak, nesneyle bir iliĢkisi, ama uzak bir iliĢkisi olan ve

boyamalann, örneğin öz ve biçimi, renk ve renk aynmlannı, ıĢık ve gölgeyi vb. ayırt etmek için

kullandığı bir resim için geçerlidir derim. Yoksa boyamalann sistemin tümünü temsil ettiği,

boyamanın kendisinden baĢka ikinci bir kodun olmadığı ve ressamın, kurallannı bir tek düzeyde

belirtmeye hakkı olduğunu düĢündüğü bir sistemde bu geçerli değildir. G. C: Fakat bu durumda soyut sanatçının tuttuğu yol, sınırsızca geliĢemez. Bir de üstelik bu,

süslemeye geri dönüp orada kalmak demektir. C. L.-S.: ĠĢte soyut resmi böyle değerlendiriyorum, yani bana cazip gelen yönleri var ama ne yapsam

süsleme olduğu gerçeğini aklımdan silemiyorum. Bence sanat yapıtının en önemli özelliği yoktur

onda: Anlamsal bir tür gerçeklik sunmak. G. C: Soyut resmi düĢündüğümde onu temelsiz bir olay olarak değerlendiremiyorum. Hatta ilk ortaya

çıkıĢını tam olarak saptayabilsem -böyle bir Ģey olabilse- bile bu, soyut resmin, resim geleneğinin bir

devamı olduğu gerçeğini değiĢtirmez. C. L.-S.: Evet, kuĢkusuz öyle. G. C: Yalnızca varolduğu gerçeğine dayanarak, onun, resim IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/164 diye adlandırdığımız bu tarihsel hareketin bir iç yasasına denk düĢtüğü düĢüncesine varırız. Bu bakımdan soyut resmi tümüyle mahkûm edemem, ayrıca onu, Raphael ve Michelangelo'nun

eserlerinin doğal bir devamı olarak değerlendirmekten yanayım. C. L.-S.: Bu konuda size katılıyorum. Fakat esas sorun Ģunu bilmektir: Acaba birkaç yüzyılın resim

sanatındaki evrim, yapıcı bir ilerlemeyi mi temsil ediyor, yoksa giderek yıkıcı bir hal mi alıyor - öyle

ki belki de son demlerini yaĢadığımız bir yıkımdır bu..; Resim Sanatının Geleceği CLAUDE LEVI-STRAUSS: ġimdi yeniden etnolog olarak konuĢabilirim: Her Ģeyden önce resim,

kültürün zorunlu bir parçası değildir; bir toplum herhangi bir resim sanatı biçimine gereksinmeden

pekâlâ varolabilir. Dolayısıyla, Ģu olmayacak bir Ģey değildir: Soyut sanatın ardından... GEORGES CHARBONNIER: Resim diye bir Ģey kalmayabilir. C. L.-S.: Evet bu, "resimsiz" bir çağın doğuĢunun habercisi olan tümden bir kopuĢ olabilir. G. C: Böyle düĢünen bazı ressamlar var, ama tabii hepsi değil; bu doğrultuda düĢünenlerin büyük

çoğunluğu genç ressamlar. Ama tam da genç olmaları nedeniyle yargılan pek kabul görmez, çünkü

görüĢleri doğaya yaklaĢımlanndaki "tembel-lik"in bir bahanesi midir, bunu bilemeyiz. C. L.-S.: Ne olursa olsun, görüĢlere dayanarak karar verilmez. Bunlar doğrulanıp doğrulanmamasına

bakılmadan korunan kolektif görüngülerdir. Resim sanatının ileride ne olacağına iliĢkin bir fikrimiz

yok ve ben bunun öngörülebileceğine inanmıyorum: Resim sanatının, tarihe karıĢmazdan önce, bir tür

çözülmeye veya dağılmaya uğraması olasılığı da vardır; Ģimdi yaĢadığı- LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/165

Page 70: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

mızın, Ortaçağ'dakine benzer biçimde hazırlanmıĢ yeni bir baĢlangıç olması olasılığı da... "Ortaçağ"

terimini kesinlikle aĢağılama olarak kullanmıyorum; soyut ressamın araĢtırma ve tasarılarının bazı

yönleriyle, kimi Ortaçağ düĢünce tarzları arasında, özellikle "gnosis"e, yani bilimi aĢabilecek bir bilgi

biçimine ya da dil-ötesi olabilecek bir dile ulaĢmaya çalıĢması noktasında, benzerlik gördüğüm için

kullanıyorum. G. C: Evet ama bu söyledikleriniz bütün sanatlara uyar. C. L.-S.: Sanat, dıĢ dünyaya karĢı -dönemine göre- az veya çok düĢmanca bir tavır içindedir. Rönesans

sanatçıları için resim, hem bir bilgi aracı, hem de bir iyelik aracıdır. Ayrıca Rönesans resim sanatıyla

uğraĢırken, bunun ancak, Floransa ve baĢka birtakım yerlerde toplanan sınırsız servetler sayesinde

gerçekleĢebildiğini ve zengin Ġtalyan tüccarların, ressamları, dünyada güzel olan ve arzulanan her Ģeye

sahip olmalarını sağlama bağlayan kiĢiler olarak gördüklerini hiç unutmamalıyız. Floransa sarayındaki

resimler, mülk sahibinin, sanatçıları sayesinde, dünyada bağlandığı tüm özellikleri olabildiğince el

altında ve gerçeğe uygun biçimde yeniden yarattığı küçük-evreni temsil etmekteydiler. G. C: Bence Max Ernst gibi birisi -ki tavrını yanlıĢ yorumladığımı sanmıyorum- günümüzde soyut

resmin çok düĢkünü olması ve bu düĢkünlerin en zengin sınıftan olmaları gerçeğini, soyut resmin

sonuca ulaĢmıyor olmasına bağlar. Max Ernst soyut resmi, gösterge niteliğine sahip olmadığı için

mahkûm eder. Ama ben sizden yanayım. C. L.-S.: Herhalde biraz önce belirttiğim doğrultuda değil. G. C: Yo, değil. C. L.-S.: Yine de benim savıma tamamen karĢı değilsiniz. G. C: Soyut resimlerin satıldığı ülkelere bakmak yeter, diyor Ernst. Bunlar, insanların kendilerini

sorgulayamadıklan, hatta iĢe yoğunlaĢma adına kendini sorgulama denen Ģeyi tümden ortadan

kaldırmayı istedikleri toplumlardır. Dolayısıyla insanlar soyut sanat alıcısı olurlar, çünkü soyut sanat

insanlara güven verir ve oturdukları yerden kalkıp etraflarına Ģöyle bir ba- IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /166 kındıklannda, herhangi bir dinsel ya da toplumsal sorunun zihinlerini bulandırmamasını sağlar.

Huzursuzluk, rahatsızlık u-yandırmadığı gibi, güven veren bir yönü vardır. Ġnsanlar soyut resme

baktıklarında, kendilerini güvenlikte, vicdanlarım da tertemiz hissederler. KiĢisel olarak kabul

edemeyeceğim -en azından tümüyle kabul edemeyeceğim- bir bakıĢ bu; böylesine kaba bir

biçimdeyken kabul etmeye olanak yok. C. L.-S.: Savın temeli bir yana, toplumda -her toplumda demeliyim, çünkü yalnız bir kerelik olmak

üzere genelleme yapacağım- sanatın rolünün, (Ģöyle diyelim) tüketiciye, duyumsal bir doyum

sağlamakla kalmadığını düĢünebiliriz. Sanat aynı zamanda bir yol gösterici, bir eğitim aracıdır; hatta

gerçekliğin bilgisine varma yoludur bile diyebilirim. Gerçi daha önce söylemiĢtim ama çok önemli

bulduğumdan yinelemekte yarar görüyorum: Ġzlenimci resim, yalnızca resim tekniğinde bir dönüĢüm

veya devrim ve yeni bir bakıĢ demek değildir, aynı zamanda resim temasında daha önce

tanımladığımız yönde gerçekleĢmiĢ bir devrimdir. Klasik ve hatta romantik ressamlar yalnız soylu ve

görkemli manzaralarla ilgilenmiĢlerdir; onlara dağlar, heybetli ağaçlar vb. gerekirken, Ġzlenimcilik çok

daha azıyla, bir tarlayla, küçük küçük evlerle, birkaç uzun ağaçla yetinmiĢtir. Ve temanın müteva-

zılığı, Ġzlenimci ressamın nesnenin anlık özelliklerine -biraz önce uzamsal bağlamda belirttiğim gelip

geçici özelliklere- duyduğu ilgiden bağımsız değildir. G. C: Evet. Ġlke olarak her tuval dizisinin amacı birdir. C. L.-S.: Öyle. Dolayısıyla Ġzlenimcilere duyduğumuz hayranlığın yanı sıra, resimlerinin son kertede,

daha önceki dönemlerde varolabilmiĢ birçok Ģeyden vazgeçmesi gerektiğini kavrayan bir toplumun

resimleri olduğunu söylememiz, onlara bir kara çalma olmayacaktır. Banliyö manzaralarının

soylulaĢtınlması ve estetik açıdan yüceltilmesi, daha önce keĢfedilmemiĢ olmalarına rağmen güzel

oldukları gerçeğiyle de açıklanabilir; fakat esas olarak 19. yüzyıl insanının Poussin'e esin veren

manzaralardan eĢit ölçüde nasibini alamaması yüzündendir. Yakında tümüyle yokolmuĢ olacaklar,

çünkü uygarlık hemen her yerde on- LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARI/167 lan yok ediyor ve insanlık daha mütevazı zevklerle yetinmeyi öğrenmek zorunda. G. C: Doğru. Kendi içlerinde güzellik barındırmayan Ģeyler, güzel kılınmalı örneğin. C. L.-S.: Evet. Dünyanın değiĢmekte olduğunun bir göstergesidir bu ve bana öyle geliyor ki,

Ġzlenimciliği daha önceki sanat biçimleriyle kıyasladığımızda onda gördüğümüz baĢkaldırıya; sınırlı

Page 71: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

banliyö manzaralarından çok (çünkü Montmartre, çoktan kasvetli binalarla dolmuĢ durumda) sanayi

ürünlerinin koĢullarıyla uyum içinde yaĢamayı öğretme misyonunu üstlenen Kübizmde bir kez daha

rastlanabilir. 20. yüzyıl insanının yaĢamak zorunda olduğu dünya, Sisley ya da Pissarro'nun çok sevdi-

ği o görece yalın kırlık bölgelere bile yer bırakmamaktadır artık. Bu, tümüyle kültür ve kültür

ürünlerinin istila ettiği bir dünyadır ve dolayısıyla baĢlıca esin kaynağını yapılmıĢ eĢyalardan alan bir

resim biçimini doğurur. G. C: Bu anlamda, soyut resim tümüyle haklı çıkarılabilir. Eğer soyut ressamın yapılmıĢ eĢyayı güzel

bulduğunu, ancak onun artık geçmiĢte kaldığını ve Ģimdi aslında her Ģeyin çirkin olduğunu

düĢündüğünü itiraf eder ve sonuç olarak, yansıtabileceğim güzelliğe değecek tek bir nesne bile

bulamadığımı kabul edersem... C. L.-S.: Fakat bu durumda, soyut resimle Bernard Buffet gibi bir sanatçının resmi arasında bir

tümleyicilik iliĢkisi olduğunu kabullenmek -ne korkunç bir Ģey- durumunda kalacaksınız. Sanki

Bernard Buffet "her Ģey çirkindir ve ben size Ģeyleri olduklarından da çirkin gösteriyorum; çünkü

çirkinlikle birlikte yaĢamayı öğrenmelisiniz, çünkü ardınızda bıraktığınız tek Ģey budur" diyormuĢ da,

soyut ressam ise "her Ģeye kararlı bir biçimde sırtımı dönüp resim yapıyorum ama acaba neyin resmi-

ni?" diyormuĢ gibi... G. C: Yalnızca, nesnelere atfetmek istediğim ama edemediğim içsel güzelliğin... C. L.-S.: Ben bu nesneleĢmemiĢ güzelliği seçilmiĢ birtakım nesnelere, örneğin deniz kabuklarına veya

çakıl taĢlarına atfet- IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /168 meyi yeğlerim. G. C: Evet anlıyorum. Kesinlikle savınıza karĢı çıkmak gibi bir niyetim yoktu. Ġzlenimciler ve

Kübistler için ileri sürdüğünüz savın, soyut resme uygulanabilir olup olmadığını anlamaya

çalıĢıyordum. C.L.-S.:Negibi? G. C: Biri "elinizdekiyle yetinin", dîğeriyse "iĢte, içinde yaĢadığınız dünya böyle bir dünya" der. C. L.-S.: Tamam, ama Ģu var ki, içinde yaĢadığımız dünya soyut resmin dünyası değildir.

"Elinizdekiyle yetinin" diyenler bir tür kaçıĢı özleyenlerdir ve bu bize Max Ernst'in biraz önce

aktardığınız sözlerini anımsatıyor. G. C: Kabul, fakat eğer bana dünyanın sunabileceğinden daha üstün bir Ģey sunduğuna inanıyorsam,

kendimi neden resimden yoksun bırakayım? C. L.-S.: Bir çözüm bu. Ama ben olası tek çözümün, bu veya buna yakın bir Ģey olduğuna

inanmıyorum. BaĢka bir yerde de söylediğim gibi, bu gidiĢin tümden değiĢmesine; esinini, dıĢsal bir

nesnenin yansılamasında değil (çünkü bunun çok kolay olduğunu biliyoruz - denetimimizdeki teknik

araçlar ve ressamlarda biriken yüzyılların deneyimi, böyle bir yansılamayı basit bir beceri sorunu

haline getirmiĢtir) büyük olasılıkla içine hiç girmeyip hayalimizde canlandırmaya çalıĢabileceğimiz

nesnel dünyanın yeniden yaratımında arayacak olan göz yanılsaması olarak, bir uzmanlık alanı olarak

resme geri dönüĢe tanık olmak üzere değil miyiz? G. C: Zihinlerini yoğunlaĢtırdıkları sürece insanlar, herhangi bir Ģeye inanabilirler. Acaba insanın,

çevresindeki dünyayı anlama biçiminin değiĢime uğradığını söyleyemez miyiz? Birkaç yüzyıl önce

yapılan manzara resimlerinin güzelliğinden, manzaradan, her biri geçmiĢte kalan doğanın ve saraylann

istenen biçimde düzenlenmesinden söz ediyordunuz, insan birdenbire baktığı Ģeyin güzel olduğuna

karar verse, baktığı o anda güzel oluverir. Poussin'in manzaralarının tipik görkeminin, Pare

Monceau'ya aktanlıvermemesi için bir neden yok. Eğer sizin de LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ /169 düĢündüğünüz gibi, birdenbire kabaca Dali'nin tanımladığı türden bir resme dönme olasılığı varsa, bu

zorunlu olmayacak mı? Çok açıktır ki, her an olaylara bakıĢımızı değiĢtimeye hazırlıklı olmalıyız. C. L.-S.: ġart değil. G. C: Görkem, güzellik ve yüceliğin farklı bir bağlama oturtulması gerekecek. Ve... C. L.-S.: Birtakım güzelliklerin özenle ve aynen temsil edilmesi görevini tam anlamıyla üstlenirken,

aynı zamanda bu güzelliklerin dünyamızda artık varolmadığını ve bulunması gerektiğini de biliriz. G. C: Garip bir Ģey fark ettim. ArkadaĢlarımla konuĢurken, Place de la Defense'da üç köĢesinin

üstünde duran geniĢ beton güneĢlik tartıĢma konusu olmuĢtu. Dikkatimi çeken, pek az insanın açıkça

"güzel" veya "çirkin" diyecek cesarete sahip olmasıydı - hatta bu cesaretin hiçbirinde bulunmadığını

bile söyleyebilirim. Yorum olarak, "olağanüstü" olduğunu söylediler. Ġnsan ĢaĢkınlıklarını sezebiliyor,

Page 72: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

hayranlıkla karıĢık bir ĢaĢkınlıktır bu. Hem istasyon giriĢine benzediği, hem de bir 18. yüzyıl evini

çağrıĢtırdığı biçiminde dile gelen eleĢtirinin hemen ardından "yine de..." diye ekleyerek hayranlıklarını

gizleyemiyorlar. Acaba bu geleceğin mimari üslubu olamaz mı diye kafa yoruyorlar, ama karar

verebilmiĢ değiller. Ġnsanlar güzel olduğuna karar verseler, bir anda güzel olurdu ve Poussin'in tüm

görkemi geniĢ beton güneĢliğe aktanlıverirdi... C. L.-S.: Her Ģeyden önce, ne güzel ne de çirkin olmayıp apayrı bir kategoriye dahil olabilir. Her Ģeyin

güzellik ya da çirkinlik içinde tanımlanması gerekmiyor. Tam olarak estetik diye

adlandıramayacağımız bir güzellik türü içinde de bulunabilir. Büyük modern Ģehirlerin, özellikle de

New York'un güzelliğine hep değer vermiĢimdir, ama New York'un güzelliği bir sanat yapıtı ya da

insan yapımı bir eĢyanınkinden çok, binlerce yılın rastlantısal ürünü olan bir manzaranın güzelliği

gibidir bence. G. C: "Bana bir manzaranın güzelliği gibi duyurur kendini" diyorsunuz. Bu New York'u kültürle değil,

doğayla birleĢtiriyor. IRK, KÜLTÜR VE TARĠH /} 70 C. L.-S.: Evet ve bununla anlatmak istediğim, Palais du Rond-Point de la Defense'ın bize bir anıt

değil, bir dağ güzelliğinde görünebileceğidir. G. C: Bu günümüz ve çağımıza özgü bir görüngü müdür? Ġnsan kültürden çok doğayla benzeĢen Ģeyler

mi üretmeye baĢlamıĢtır? Sanat yapıtında çok temel, öyle ki doğayı yansıtmak veya yeniden keĢfetmek

yerine, ona bir Ģeyler "ekleme"yi hedefleyen bir değiĢim gerçekleĢiyor olamaz mı? C. L.-S.: Tanımladığınız Ģey, günümüz insanının estetik etkinliğinden çok, bilimsel ve teknik

etkinliğine özgü bir nitelik. Modern bilimin bütün büyük yaratılan, insanı doğayla daha doğrudan bir

iliĢkiye sokar, ona uymasını sağlar ve onu büyük doğal yasalann kanıtlanmasında bir araç ya da bir

etkene dönüĢtürür. Verili doğadaki belirimleri gözlemlenebilir olmayan böyle yasalann bazılan,

varlıklannı etkinlikleri yoluyla duyurdular, nükleer gücün banĢçı veya savaĢçı amaçlar için

kullanılmasında olduğu gibi... G. C: Ġnsan, yeni yasalar eklemese de yasalann sonuçlanna bir Ģeyler ekleyerek doğayı gizler: C. L.-S.: Evet ama toplum bu yolla estetik doyuma ulaĢabilecek mi? Ya da bu doyumu farklı bir alana

aktarmayacak mı? G. C: Görüngü öylesine yeni ki, sanatçının da söyleyecek Ģeyleri olabiliyor. ĠĢte olayın özü budur. C. L.-S.: Bundan pek emin değilim doğrusu; çünkü doğa üzerindeki güçleri açısından bizden

kesinlikle farklı olan ilkel toplumlar örneğine yöneldiğimizde Ģunu görürüz: ElveriĢsiz koĢullan

nedeniyle bu toplumlar da doğayla bir anlamda doğrudan iliĢki içerisindedirler ama aĢınlık değil

yetersizlik kanalıyla kurulur bu iliĢki, çünkü belirli doğal süreçlerden bağımsızlaĢmala-nnı sağlayacak

araçlan yoktur. Yine de bu toplumlar, sanatsal ifadelerini her tür doğaüstü iliĢkilerinde

gerçekleĢtirmiĢlerdir ve sanatsal doyuma yine bu iliĢkilerde ulaĢırlar: Sanatlan büyüsel veya dinseldir.

Bu yüzden hiçbir anlamda bağıntı kurulması gerekmiyor bence, burada yine söz konusu olan uyum

tarzıdır ve biz bununla ilgili olarak öngörüde bulunacak durumda değiliz. LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/171 G. C: Bence günümüzde sanatçı, demin belirimleri önceden gözlemlenebilir olmayan yasalar hakkında

konuĢurken söylediğiniz Ģeyin zaten bilincindedir. Ġnsan varolan -açıkça belirtilmemiĢ, ancak sonradan

belirtilebileceği için potansiyel olarak tanımlanabilir olan- yasalan saptayarak, bunlara yürürlüğe

girme Ģansı vererek, kesinlikle doğaya doğa katar, âdeta oya gibi iĢler onu. Sanatçı bunu görür, hiç değilse belli belirsiz farkındadır. Her ne kadar muğlak ve karanlık da olsa, bu

bilinci araĢtırmala-nna katar. C. L.-S.: Bunun, sevebileceğim bir sanat biçimi yaratacağını hiç sanmıyorum. G. C: Acaba sanatçı için soyut resim, belirimi gözlemlenebilir olmayan yasalann varlıklannı

duyurmalannı sağlayan bir yol değil midir? Ve modern sanatın en belli baĢlı özelliği, ilk planda,

varolanın sonucunda oluĢan potansiyelleri gerçekleĢtirmek için, zaten varolan bir Ģeye bir belirleme

eklemek değil midir? Tabii bu doğa uzantısına doğaüstü bir öğe sokmak niyetinde değilim... C. L.-S.: Sanatın, kendi dünyası içinde değerlendirilmesi yerine, yalnızca dıĢ dünya ve doğayla iliĢkisi

içinde değerlendirilmesi sizce bir hata değil mi? Ben sanatçının dıĢ dünyayla iliĢkisini, kendinden önce

gelen sanatçılarla iliĢkisi kadar önemli görmüyorum. Resim sanatının bir "düzen"i, bir tür kapalı

dünyası vardır ve bence günümüz ressamının tavırlan, bugünün dünyasından çok geçmiĢin

ressamlanyla iliĢkilidir. G. C: Yani, herkesin aĢağı yukan aynı yönde ilerlediği, tüm insan hareketlerinin aĢağı yukan aynı

Page 73: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

zamanda oluĢtuğu ve birbirleriyle bağıntılı olduklan sonucuna varmamak mı gerek? C. L.-S.: Bağıntılar var kuĢkusuz. Her Ģeyin tamamen rasgele ortaya çıktığını ve uygarlığın ufak ufak

parçacıklardan oluĢtuğunu savunmuyorum. G. C: Oniki-ton müzik, Van Eyck'ın resmiyle aynı anda ortaya çıkmadı. Ve bence, kromatik gamın

kullanılmasından çok, endüstrileĢmiĢ kent toplumunun gerilimleriyle yakından ilgili IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/172 bir ollaydı. C. L.-S.: Bağlantıyı görmediğimi itiraf etmeliyim. Oniki-ton müziiği, kendinden hemen önce gelen

müzik biçimleriyle iliĢkisi içindle anlamaya çalıĢmak, bağrında oluĢtuğu tıüm bir toplumla iliĢkiisi

içinde anlamaktan daha kolay geliyor baına. G. C: Yine de -tanımlamaktan aciz bile olsam- müziğin duruımuyla, içinde oluĢtuğu toplum arasında

bir bağıntı olmalı. C. L.-S.: Tabii olmalı. G. C: Görüngülerin aynı anda belirmesi hepten "geliĢigüzel" (olamaz. Neredeyse "bir anlamı olmalı"

diyeceğim ama böyle kaıvramlan, bu bağlamda kullanmanın yanlı§ olacağım görü-yoruım. C. L.-S.: Ama her iki yönü de aklınızda ttutmalısınız. Her kategoride, gecikmeler ve hız kazanmalar

vardıır. Örneğin müziğin, (diğer sanatsal ifade biçimlerinden daha "yenilikçi" olduğunu

diüĢünmüĢümdür: Ġzlenimciliğin ortaya çıktığı dönemde yapılan müzik, müzik alanında, resimdeki

Ġzlenimciliğe oranla çok daha. cesur bir atılımdı. G. C: Duygulara yöneliminde bir benzerlik yok muydu? C. L.-S.: Olsa bile çok önemsiz bir benzerlikti bu. G. C: Ġzlenimciliğin ortaya çıktığı dönemde yapılan müzikte ve: Ġzlenimci resimde, oldukça benzer bir

"ayrıĢma" görüngüsü vaır diye düĢünüyorum. C L.-S.: Ya da Ģöyle diyelim: Biz moderni dinleyiciler için müzüğin modası geçmiĢ değildir. Kültür ve Dil GEO)RGES CHARBONNIER: Claude Levi-Strauss, bu dizinin son konuıĢmasına geldik. Kendim

etnolog olmamaklla birlikte, sizinle yani bir etnologla, bilim adamıyla konuĢmaya, tartıĢmaya çalıĢtım.

Bu yüzden de sizi etnoloji dıĢına çıkmaya zorlayacak türden sorular sordum; gerçi pek de dıĢına

çıkmıak sayılmaz bu, LEVĠ-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ /173 çünkü bence matematiğin yardımına baĢvuran etnolog, Ģiirsel kavrayıĢa dla baĢvurur. O öznesiyle,

"diğeri" ile özdeĢleĢmeyi amaç edineni tek bilim adamıdır belki de. Aynı zamanda, bilgisini

geniĢletirken, dilin Ģiirsel özelliklerini keĢfetmek zorundadır. Etnologu çalıĢma alanının dıĢına

çekmeyi tasarladığımda ya da bunu yaptığımı sandığımda, ondan Ģiirsel kavrayıĢa baĢvurmasını

istediğimin farkındayım. Fakat bilim adamına yönelttiğim sorular onun sorularıyla aynı değil ve tabii

biz sıradan insanlar, çocuksu bir siaflıkla uzmandan reçete beklediğimizden, onun kendine ne tür

sorular sorduğunu bilmek istiyoruz. Sonuçlarla ilgilendiğimiz için vardığı sonuçlan, bizle iletiĢim

kurmasını istediğimiz için mesajının ne olduğunu ve bilim adamlığının yanı sıra ozan da olan etnolog

sayesinde insan öğesinin korunacağını umduğumuz için, etnologun diğer bilim adamlarına söylemesi

gereken Ģeyleri bilmek istiyoruz. Dolayısıyla size son bir soru daha sormak istiyorum. Biz sıradan

insanlar, doğa ve kültürle ilgili düĢüncelerimizi gayet muğlak terimlerle dile getiririz. Siz bilim

adamları isıe belirli bir terminoloji kullanarak söz edersiniz doğa ve kültürden. Doğa-kültür ayrımı

nasıl yapılmalı? CLAUDE LEVI-STRAUSS: Etnolog için temel bir ayrımdır bu ve Ġngilizce'den gelen "kültür"

kavramı Fransızca'da, etnoloji bilimlerinim kuruculannea yüklenen, alıĢılagelmiĢ anlamı taĢımadığı

için, Fransız etnologlarına birtakım güçlükler çıkaran bir ayrımdır. Doğa, biyolojik kalıtım yoluyla

elde ettiklerimizin tümüdür, küütür ise dıĢsal gelenekten edindiklerimizdir. Tylor'un klasik tanımına

gönderme yapacak olursak -ezbere aktarıyorum, hiç kuĢkus.uz eksik olacak- kültür veya uygarlık,

âdetler, inançlar ve kuruımlann (sanat, hukuk, din ve maddi dünyayla uğraĢmanın tekinikleri vb.)

toplamıdır, kısacası insanın bir topluluk üyesi olarak edindiği tüm alıĢkanlık ve becerilerdir.

Dolayısıyla olgular iki ana kategoride toplanır: Bunlardan biri, doğuĢumuz ve ana-babamızdan,

atalarımızdan bize aktarılan özellikler ve bu özelliklerim biyolojik, bazen de psikolojik bir doğaya

sahip olması yüzünden, bizim olan her Ģey yoluyla, bizi hayvan soyuna bağlar; diğeri, topluluk üyeleri

sıfatıyla içinde yaĢadığımız tüm IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/174 yapay evreni kapsar. Etnoloji, ya da geniĢ anlamda antropoloji, zoolog veya botanikçinin doğa

Page 74: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

alanında baĢardığı betimleme, gözlemleme, sınıflama ve yorumlama görevinin aynısını kültür alanında

gerçekleĢtirmeye çabalar. ĠĢte etnolojinin doğa bilimi olarak nitelenebilmesi ya da kendini diğer doğa

bilimleri düzeyinde oluĢturmaya çalıĢması bu anlamdadır. G. C: Öyleyse bir anlamda, kültür doğadan kaynaklanmalıdır. C. L.-S.: Doğadaki birçok etkeni anıĢtınr, diyelim. Ġstisnasız her toplumda, insanların temel

gereksinmeleri olduğu tartıĢma götürmez bir Ģeydir: Yiyecek bulmaları, kendilerini soğuktan ko-

rumaları gereklidir, nesillerini yeniden üretmeleri gereklidir vb. G. C: Peki ama kültür nasıl oluĢur? C. L.-S.: Bu gereksinmeler bütün insanlar için geçerlidir, çünkü özlerinde temel ve doğaldırlar.

Etnologu ilgilendiren ve kültür kapsamına giren Ģey ise, tanımsal olarak her yerde ve her zaman aynı

olan temel maddeler yoluyla, çeĢitli toplumların farklı zamanlarda yaĢadıkları -deyim yerindeyse-

farklı geçiĢlerdir. G. C: Kültüre iĢaret eden en temel gösterge nedir? C. L.-S.: YapılmıĢ eĢyaların varlığı diye düĢünüldü uzun süre - bugün hâlâ böyle düĢünen birçok

etnolog olabilir. Ġnsan, ho-mo faber, alet-yapan diye betimlendi ve bu özellik kültürün en canalıcı

iĢareti olarak kabul edildi. Bu görüĢe katılmadığımı ve kültürle doğa arasındaki sının alet yapımında

değil, eklemli dilde çizmenin en temel amaçlarımdan biri olduğunu itiraf etmeliyim. Atılım, dille

gerçekleĢir; bilinmeyen gezegenlerden birinde alet yapan birtakım canlı varlıklar bulduğumuzu

farzedin, yalnızca bu olguya dayanarak, onların insan kategorisine dahil oldukları sonucunu

çıkaramayız. Aslında böyle yaratıklara gezegenimizde de rastlamaktayız, çünkü bazı hayvanlar -bir

noktaya kadar- alet veya alet benzeri nesneler yapabilmektedirler. Yine de onların, doğadan kültüre

geçiĢi tamamladıklarını düĢünmeyiz. Fakat bir de, bizimkinden farklı da olsa bizimkine çevrilebilir bir

dili olan, dolayısıyla iletiĢim kurabileceğimiz canlı varlık- LEVI-STRAUSS ĠLE RADYO KONUġMALARĠ/175 larla karĢılaĢtığımızı düĢünün... G. C: Gösterge ve sözcüklerden oluĢan bir dil -ne tür olursa olsun- öyle mi? C. L.-S.: DüĢünülebilen herhangi bir tür dil; çünkü dilin en temel özelliği çevrilebilir olmasıdır. Aksi

halde dil olmazdı, çünkü dönüĢüm sürecinden geçerek baĢka bir gösterge-sistemi-ne kesin olarak

çevrilebilen, bir göstergeler sistemi olmazdı. Karıncalar, olağanüstü karmaĢık yeraltı sarayları kurabilir

ve geliĢimlerinin belli bir evresinde -ki bu doğada kendiliğinden ortaya çıkmaz- karıncalar için uygun

bir yiyecek olan mantarı yetiĢtirecek kadar ileri tanm biçimleriyle uğraĢabilirler; yine de ne olursa

olsun hayvan soyuna dahildirler. Ama karĢılıklı mesaj gönderebilseydik, onlarla tartıĢabilseydik,

durum çok farklı olurdu; bu, doğal değil kültürel bir olay olurdu. G. C: Demek ki tüm sorunlar dille bağıntılı. C. L.-S.: Sanatla ilgili olarak da söylediğim gibi, tüm sorunların dilbilimsel olduğunu düĢünüyorum.

Birkaç nedenden ötürü dil, en baĢta gelen kültürel olaydır bence. Çünkü dil, her Ģeyden önce kültürün

bir parçasıdır ve dıĢsal gelenekten edindiğimiz beceri veya alıĢkanlıklardan biridir; ikinci olarak

topluluk kültürünü özümsemenin özel bir aracı, en temel yoludur... Çocuk, kültürünü, insanlar onunla

konuĢtuğu için öğrenir, sözcüklerle azarlanır, sözcüklerle teĢvik edilir; son ve en önemli olarak da, Ģu

veya bu biçimde sistemler kuran bütün kültürel anlatım biçimlerinin en yetkinidir ve eğer sanatı, dini,

hukuku, hatta belki de yemek piĢirmeyi veya nezaket kurallannı anlamak istiyorsak, onla-n, dilbilimsel

iletiĢimin düzenliliğince eklemlenmiĢ göstergelerden oluĢmuĢ kodlar olarak düĢünmeliyiz. G. C: Öyleyse diğer sanat biçimlerine kıyasla dille daha özel bir iliĢkisi olması bakımından, Ģiirin,

.onlardan daha önce oluĢtuğunu varsayabilir miyiz, yoksa tam tersine daha sonra mı ortaya çıkmıĢtır? C. L.-S.: Böyle bir bağlantı kurmayı gerekli görmüyorum. Dilin Ģiirde kullanımı, diğer estetik

biçimlere kıyasla daha güç ve karmaĢık bile olabilir, çünkü diğer biçimler ham malzemele- İRK, KÜLTÜR VE TARİH /176 rini dilbilimsel tarzda kullanır ve birleĢtirirler, oysa Ģiir, dilin kendisinin sağladığı malzemeyi ikinci bir

iĢlemden geçirir. G. C: O halde dil, kültürün tanımı ve en canalıcı özelliğidir. Bütün sorunlar dile iliĢkindir tamam, ama

bunlar temelde doğaya iliĢkin değil midir? C. L.-S.: Bu, kafanızdaki sorunun türüne bağlı. G. C: Her sorun, eninde sonunda, doğanın bir yönünün ir-delenmesiyle ilgili değil midir? C. L.-S.: Yine bir tanım sorunu bu. Eğer doğadan, yaĢadığımız dünyadaki tüm belirimleri anlıyorsanız,

kültürün kendisinin, doğanın bir parçası olduğuna hiç kuĢku yok. Ancak doğayla kültürü kıyaslarken,

Page 75: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

doğa terimini, insandaki biyolojik kalıtım yoluyla aktarılan özellikleri kapsayacak biçimde, daha

sınırlı bir anlamda ele alıyoruz. Bu açıdan, doğa ve kültür karĢıttırlar, çünkü kültür biyolojik

kalıtımdan değil dıĢsal gelenekten, yani eğitimden kaynaklanır. Kültürün kendisi; insanların

varoldukları, dili kullandıkları ve âdetleri, kurumlan bakımından birbirinden farklı toplumlarda

örgütlenmiĢ bulundukları olgusu, tüm bunlar, bir bakıma, doğanın parçasıdır diyebilirsiniz ve

metafizik bir varsayım da olsa, doğanın birleĢmiĢ ve bağdaĢık bir bütün olduğuna inanabilirsiniz. Ama

pratik açıdan buna gerek yoktur, çünkü en azından Ģimdilik, bilim bize doğanın "katmanlı" temsili

denebilecek bir Ģey sunar. Burada katmanlar arasında kopukluklar boyverir ve sonuç olarak doğa-

kültür kopukluğu, birçok kopukluktan yalnızca biri, uygulamada çalıĢma alanımızın sınırını

tanımlamamızı sağlayan biçim olabilir. G. C: Bu kopukluk doğadan mı kaynaklanır, dilden mi? C. L.-S.: Yöntembilimsel açıdan, dil doğaya iliĢkin bir görüngü değildir. G. C: Ama doğayı ancak dil yoluyla inceleyebilirim. C. L.-S.: Hiç kuĢkusuz ve doğayı inceleyen bilimin kendisi, kültürel bir görüngüdür. G. C: Peki, kopukluğu, keĢfettiğimde, bunun kullandığım araçta değil de doğada olduğundan nasıl

emin olabilirim? C. L.-S.: Felsefecilerin kuĢkusuz hem çok önemli hem de LEVI-STRAUSS İLE RADYO KONUŞMALARI/177 çok ilginç bulacakları felsefi sorular, çok büyük sorular soruyorsunuz. Ancak etnolog, bu tür sorunlara

kafa yoruyor olsa, felsefeci olurdu ve etnolojiyle uğraĢamazdı. Onun iĢlevi çok daha mütevazıdır; belli

bir alanın, yani tüm kültürel görüngüler kategorisinin sınırlarını çizmeyi kapsar, ve bu önceden

belirlenmiĢ alanda etnolog, botanikçinin, zoologun ya da entomoloğun yerine getirdiği görevin bir

benzerini, betimleme ve sınıflandırma görevini üstlenir... Tabii bu demek değildir ki, fırsat buldukça

böyle temel sorunları düĢünmüyoruz (düĢünmemek elimizde değil zaten) ama bunlar etnologun

çalıĢma alanının dıĢındadırlar. ' Biraz önce söylediğim doğruysa, yani kültürün kıstası dilse, ortaya

attığınız sorun, bizi dilin kökeni konusuna götürür. Biliyorsunuz, bu son derece tartıĢmalı bir konu ve

felsefeciler uzun süreden beri Ģu çeliĢkili olguyla uğraĢıyorlar: Dil her zaman varolmamıĢtır, öte

yandan nasıl ortaya çıktığını da hiç kimse bilmemektedir; çünkü ortaya çıkması için, birinin onu icat

etmesi yetmez, gönderme yapılan kiĢinin de kendisine ne söylendiğini anlaması gerekir. Dilin kökeni

konusunu çözümlediğimizde/çö-zümlersek, kültürün doğada nasıl boyverdiğini ve bir kategoriden bir

diğerine geçiĢin nasıl olabildiğini anlayacağız. Fakat etnolojinin konusu değildir bu; çünkü insandaki

ve hayvandaki entelektüel süreçler arasındaki esas farklılıkla, insan beyninin yapısı ve insana özgü bir

fonksiyonun, simge kullanımının ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Beynin yapısının ve iĢleyiĢinin kesinlikle

açıklığa kavuĢmasını gerektirdiğinden, psikolojik, hatta anatomik ve fizyolojik bir konudur. Öyle

sanıyorum ki, sibernetik ve bir bakıma beynin etkinliğine benzeyen bazı etkinlik türlerinin, nesnel

olarak tekabül edebileceği karmaĢıklık düzeyini deneysel olarak incelemeyi olanaklı kılan, elektronik

hesap makinalan sayesinde çözümüne hız verilen bir konudur ve etnoloji dıĢı bir konudur artık.

Etnologun tüm yapabileceği, diğer dallardaki meslektaĢlarına, temel konunun dil olduğunu

söylemektir. Dilin kökeni ve doğası konusu çözüldüğünde ötesini, yani kültürün ne olduğunu ve

görünümünü nasıl gerçekleĢtirdiğini, sanatın ne olduğunu ve teknolojik becerilerin, hukukun,

felsefenin ve dinin IRK, KÜLTÜR VE TARĠH/178 ne olduklannı açıklayabiliriz. Fakat bu gizi çözmek, biz etnologların harcı değildir. Bizim bütün

bildiğimiz, dünyadaki halkların, en eski ve aĢağı durumdaki tüm insanlığın eklemli dile sahip

oldukları, dilin ortaya çıkıĢıyla kültürün ortaya çıkıĢının iç içe geçtiği ve bu yüzden de çözümün

etnologlar tarafından bulunamayacağıdır. Biz dili verili öğe alıp, çıkarız yola...

Metis Yayınları SatıĢtaki Kitaplar • Haziran 97 METĠS EDEBĠYAT Ağır Roman, Metin Kaçan Ahdımvar, Hür Yumer Alice B. Toklas'ın ÖzyaĢamöyküsü, Gertrude Stein Altı Ay Bir Güz, Bilge Karasu

Page 76: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Amsterdam'ın Gülü, Sadık Yemni Asker Kaçağı, Bilimkurgu Öyküleri Derlemesi AĢk ĠĢaretleri, Latife Tekin Atuan Mezarları, Ursula K. LeGuin Ayakizlerinde Adımlar, Julio Cortâzar Balıkçıl Gözü, Ursula K. LeGuin BaĢkasının Hayatı, Murathan Mungan Bella'nın Ölümü, Georges Simenon Berci Kristin Çöp Masalları, Latife Tekin Bir Elin Sesi Var, Antony Burgess Bir Garip Orhan Veli, Murathan Mungan Bizans Sohbetleri, E. Emine Buhurumeryem, Lale Müldür Buzdan Kılıçlar, Latife Tekin Büyük Uyku, Raymond Chandler Büyük Zen Düğünü, Charles Bukowski Cam Kent, Paul Auster Cenk Hikâyeleri, Murathan Mungan Çocuğun Öyküsü, Peter Handke Dağınık Yatak, Murathan Mungan Dersaadet'te Dans, Engin Geçtan Doktor March'ın Dört Oğlu, Brigitte Aubert Don Ġsidro Parodi'ye Altı Bilmece, Bustos Domecq Dört KiĢilik Bahçe, Mıurathan Mungan Düğüne, John Berger Dünyaya Orman Denir, Ursula K. LeGuin Ekmek Arası, Charles Bukowski En Uzak Sahil, Ursula K. LeGuin Ergenlik Ayini, Alexei Panshin Eski 45'likler, Murathan Mungan Factotum, Charles Bukowski Gece, Bilge Karasu Gece Dersleri, Latife Tekin \ Geyikler Lanetler, Murathan Mungan GöçmüĢ Kediler Bahçesi, Bilge Karasu GüneĢ Bize Haram, Leo Malet Harun ile Öyküler Denizi, Salman Rushdie Hayaletler, Paul Auster Hayat Berbat, Leo Malet Ġki Dünya SavaĢıyor, Poul Anderson ikiz Yıldız, Robert A. Heinlein Kaf Dağının Önü, Murathan Mungan Karanlık Thomas, Maurice Blanchot KarmakarıĢık Öyküler Kitabı, Ertuğrul Oğuz Fırat Kasabanın En Güzel Kızı, Charles Bukovvski Katilin Temizliği, Amelie Nothomb Kaybolan Miras, Robert A. Heinlein Kılavuz, Bilge.Karasu Kırk Oda, Murathan Mungan Kısmet Büfesi, Bilge Karasu KıyıĢız, Türker Armaner Kızıl Gezegen, Robert A. Heinlein Kızıl Hasat, Dashiell Hammett Kilitli Oda, Paul Auster Korkunun Bütün Sesleri, Bilimkurgu Öyküleri Der. Kum Saati, Murathan Mungan Kuzey Defterleri, Lale Müldür Lal Masallar, Murathan Mungan Li Rojhilate DilS Min, Murathan Mungan Lucas Diye Biri, Julio Cortâzar Madrid'de Sonbahar, Juan Benet Mahmud ile Yezida, Murathan Mungan Matmazel Christina, Mircea Eliade Metal, Murathan Mungan Mevki Uygarlığı, Robert Sheckley Mırıldandıklarını, Murathan Mungan Murathan '95, Murathan Mungan

Page 77: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Muska, Sadık Yemni Mülksüzler, Ursula K. LeGuin Narla Ġncire Gazel, Bilge Karasu Ne Kitapsız, Ne Kedisiz, Bilge Karasu Oda, Poster ve ġeylerin Kederi, Murathan Mungan Omayra, Murathan Mungan Otomatik Piyano, Kurt Vonnegut Jr. Osmanlıya dair Hikâyat, Murathan Mungan Ölüm Hastalığı, Marguerite Duras Öte Yer, Sadık Yemni Paranın Cinleri, Murathan Mungan Paslanmaz Çelik Sıçan, Harry Harrison Paslanmaz Çelik Sıçanın Ġntikamı, Harry Harrison Randevu Hazırlığı, Halil ibrahim Özcan Ressamın SözleĢmesi, Murathan Mungan'ın Seçtikleri Rocannon'un Dünyası, Ursula K. LeGuin Roger Ackroyd Cinayeti, Agatha Christie Sabahın Basamaklarında, Claude Esteban Sahtiyan, Murathan Mungan Salyangoz ya da ġövalyenin Zamanı, Adnan Yalçınlar Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, Joanne Greenberg San Köpek, Georges Simenon Sebastian Knight'ın Gerçek YaĢamı, Vladimir Nabokov Sevgili Arsız Ölüm, Latife Tekin Sherlock Holmes Ölüm DöĢeğinde, Sir Arthur C. Doyle Son istanbul, Murathan Mungan Son Tiryaki, Müfit ÖzdeĢ Suçta Mutluluk, Barbey D'Aurevilly ġeyler, George Perec ġeytanın Saati, Fernando Pessoa Taziye, Murathan Mungan Tehanu, Ursula K. LeGuin Tek BaĢına Bir Adam, Christopher Ishervvood Tımarhane Yolculuğu, Kate Millett Titrek Bacanak, J. D. Salinger Trendeki Yabancılar, Patricia Highsmith Troya'da Ölüm Vardı, Bilge Karasu Tutku 2000, iskender SavaĢır Uyuyan Adam, George Perec Uzak Fırtına, Lale Müldür Uzay Tacirleri, Pohl & Kornbluth Uzun SürmüĢ Bir Günün AkĢamı, Bilge Karasu Ve Sonra Hiç Kalmadı, Eric Frank Russell Voyıcır 2, Lale Müldür, Ahmet Güntan Wittgenstein'ın Yeğeni, Thomas Bernhard Yaz Geçer, Murathan Mungan Yaz Sinemaları, Murathan Mungan Yedinci Ağıt, Emmanuel Hocquard Yer Açın! Yer Açın!, Harry Harrison Yer DeğiĢtiren

Gölge, Nurdan Gürbilek Yerdeniz Büyücüsü, Ursula K. LeGuin TARĠH TOPLUM FELSEFE Akdeniz: Ġnsanlar ve Miras, Fernand Braudel Akdeniz: Mekân ve Tarih, Fernand Braudel Akıl Tutulması, Max Horkheimer Anti-Hamlet, Zafer Aracagök Bilgi Üzerine Üç SöyleĢi, Paul Feyerabend Bir AĢk Söyleminden Parçalar, Roland Barthes Bir Levantenin Beyoğlu Anılan, G. Scognamillo Burukluk, E. M. Cioran De Ki iĢte, Oruç Aruoba DeğiĢen Tiyatro, Cevat Çapan Dönüyordu, Reha Çamuroğlu Dünyadaki Ekonomik Krizler, Melih Gürsoy Etik, Din ve Laiklik, Derleme Görme Biçimleri, John Berger Göz ve Tin, Maurice Merleau-Ponty Hani, Oruç Aruoba Hayali Cemaatler, Benedict Anderson Hayali Doğu, Thierry Hentsch

Page 78: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

Irk, Tarih ve Kültür, Claude Levi-Strauss Irk Ulus Sınıf, Etienne Balibar, Immanuel Wallerstein Ġmgenin Halleri, Orhan Koçak insan ve "Herkes", Jose' Ortega y Gasset Karanfil ve Pranga, Ahmet Oktay Korku ve Kaygı, Derleme Modern Mahrem, Nilüfer Göle Peynir ve Kurtlar, Carlo Ginzburg Picasso'nun BaĢarısı ve BaĢarısızlığı, John Berger Sabah Rüzgârı, Reha Çamuroğlu Sistem KarĢıtı Hareketler, Arrighi, Hopkins, Wallerstein Sosyal Bilimleri Açın, Gulbenkian Komisyonu Sözlü ve Yazılı Kültür, W.J. Ong Tarih, Heterodoksi ve Babailer, Reha Çamuroğlu Tarihsel Kapitalizm, Immanuel Wallerstein Tek Tannlı Dinler KarĢısında Kadın, Fatmagül Berktay Tümceler, Oruç Aruoba Ulusal Kalkınmacılığın iflası, Çağlar Keyder Uzak, Oruç Aruoba Vitrinde YaĢamak, Nurdan Gürbilek Yaralı Bilinç, Daryush Shayegan' Yaratma Cesareti, Rollo May Yasa Koyucular ile Yorumcular, Zygmunt Bauman Yazının Sıfır Derecesi, Roland Barthes Yürüme, Oruç Aruoba METĠS SEÇKĠLERĠ Açık DüĢman, Jean Genet Bu Tufandan Sonra, Ingeborg Bachmann Sanatçı: Örnek Bir ÇilekeĢ, Susan Sontag Son BakıĢta

AĢk, Walter Benjamin Tarihsel Bunalım ve Ġnsan, Ortega y Gasset Yazı ve Yorum, Roland Barthes Yeryüzünde Bir Sürgün,

Juan Goytisolo METĠS KADIN ARAġTIRMALARI Demokrasinin Cinsiyeti, Anne Phillips Hayatımı YaĢarken, Emma Goldman, Birinci Cilt Hayatımı YaĢarken, Emma Goldman, Ġkinci Cilt Kadınlara KarĢı SavaĢ, Marilyn French Kadın Dergileri Bibliyografyası Kadın Hareketinin KurumlaĢması, Derleme Kadınların Belleği, Derleme Osmanlı Kadın Hareketi, Serpil Çakır Örtülü Kimlik, Aynur Ilyasoğlu Sıcak Yuva Masalı, P.Ilkkaracan, L.Gülçür, C.Ann Tecavüz, Diana Scully SĠYAHBEYAZ • METĠS GÜNCEL Biz ve Onlar, ġengün Kılıç Dağdakiler, Kadri Gürsel Eylem Günlüğü, Sevkuthan KarakaĢ Gözaltında Kayıp, Onu Unutma!, Yıldınm Türker Ne ġeriat, Ne Demokrasi, RuĢen Çakır YAġADIĞIMIZ DÜNYA Ah Avrupa, H. M. Enzensberger Allah'ın Batısında, Gilles Kepel Ayet ve Slogan, RuĢen Çakır Biz Duvar YazıĢıyız, Gülay Kutal Biz de Duvar YazıĢıyız, Derleme Cezayir'de Kadın Olmak, Halide Mesudi Filistin Sürgünü, Fawaz Turki Ġspanya: Bir BaĢka Avrupa, Gül IĢık îĢçi Sınıfı ve Sendikalar, Yıldırım Koç Kızıldan YeĢile, RudolfBahro . Rusya'da Kapitalizm Neden Tutmadı, Boris Kagarlitski Savunma Saldırıyor, Jacques Verges Sıfır Noktasındaki Kadın, Neval el Seddavi Siyasal îslamın Ġflası, Olivier Roy ġahların ġahı, Ryszard Kapuscinski YaĢadığımız Dünya Yıllığı 92 METĠS YEġĠL KĠTAPLAR Türkiye'de Çevre ve Siyaset, Semra Somersan YeĢilbanĢın Öyküsü, M. Brown, J. May METĠS SĠNEMA Cadde-i Kebirde Sinema, G. Scognamillo Godard Godard'ı Anlatıyor, Jean-Luc Godard YeĢil Gözler,

Marguerite Duras SOSYALĠZM: TEORĠ VE TARĠH BolĢevik Devrimi -1, E. H. Carr DüĢünen Sazlık, Boris Kagarlitski Rus Devriminde

Page 79: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

AnarĢistler, Belgeler Rus Devriminde MenĢevikler, Belgeler Rusya'da Devlet Kapitalizmi, Tony Cliff ALBÜMLER • METĠS GÖRSEL Bodrum'u Hatırlıyorum, M. Sönmez, kartpostal kitap Çeviren Latif Demirci, Latif Demirci,

resim albümü ISBN 975-342-142-7; Bülent Erkmen Metis Yayınlan Ġpek Sokak 9, 80060 Beyoğlu, Ġstanbul, Tel. 212 245 46 96 Hz. Ġsa: Sır ve Muamma Peygamberi 225 anlamına da gelir. Çünkü vech (yüz) insanın en değerli uzvu olup istiare yoluyla saygınlık ve olgunluğa (kemal)

delalet eder.58

Kur'an'da, Hz. Musa'nın da vecih diye nitelendirildiği (33/Ahzâb 69) dikkate alındığında, nübüvet-risalet

göreviyle ilgili olan bu sıfatın, Allah katında saygınlık ve itibar sahibi olmayı ifade ettiği söylenebilir.

Müfessirler, söz konusu saygınlık ve itibarın mahiyetine dair birkaç ihtimal üzerinde durmuĢlardır. Buna göre

Ġsa, dualarının müstecap olması, ölüleri diriltmesi, körü ve cüzamlıyı iyileĢtirmesi sebebiyle dünyada, ümmetine

Ģefaati sebebiyle de ahirette vecîhdir. Yahut her türlü ayıp ve kusurdan uzak olduğu için dünyada, sevabının çok

ve Allah katındaki derecesinin yüksek ol-| ması sebebiyle de ahirette vecîhtir. Müminlerin gönüllerindeki yeri

itibarıyla dünyada, Allah katındaki konumu itibarıyla de ahirette I vecîhtir. Hasen el-Basrînin yorumuna göre ise

nübüvvetten dolayı dünyada, Allah katındaki yüksek makamından dolayı da ahirette vecîhtir.59

Kısaca, Ġsa,

risalet-nübüvvet göreviyle bağlantılı olan bütün bu vasıfları sebebiyle hem dünyada, hem ahirette vecîhtir. Allah'tan Bir Kelime Olması Ġsa 3/Âl-i Ġmrân 45. ayette Allah'tan bir kelime olarak tavsif edilmiĢtir. Çoğunluk ulema, 3/Âl-i Ġmrân 39-

ayetteki kelimenin mine'l-lâh tabirinde geçen 'kelime'yi de Ġsa'ya hamletmiĢtir.60

'Kelime' sözlükte, yaralamak,

tesir etmek anlamına gelen kelm kökünden türetilmiĢ bir isim olup nahiv ilminde, "bir mânâya delalet eden lafız"

Ģeklinde tanımlanmıĢtır.61

Arap dilinde isim, fiil, harf ve edat türünden tekil lafızlara kelime dendiği gibi, kaside

ve hutbeye de mecazen aynı isim verilmiĢtir.62

Kur'an'da tekil ve çoğul olarak, bazen de isim ve sıfat

tamlamalarıyla 46 yerde geçen 'kelime', muhtelif ayetlerde Allah'ın sözleri, tekvinî emirleri, uhrevi azabı,

değiĢmez hükmü, insanların iman ve küfürle imtihan edilmesi ve onlara mühlet verilmesi gibi mânâlarda

kullanılmıĢtır. Ayrıca, kelimetu'llâh (9/Tevbe 40) ve kelime-i tayyibe (14/Ġbrahim 24) gibi terkiplerde s» Râzî, Mefatîhu'l-ğayb, VII. 56. 59 Râzî, Mefâühu'1-ğayb, VII. 56-57. * Taberî, Câmi'u'l-beyân, III. 252-253. «ı Ebû'1-Bekâ el-Kefevî, el-Kulliyyât, Beyrut 1993, s. 742. « Yazır, Hak Dini, II. 1100. Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR

UYARI:

www.kitapsevenler.com

Kitap sevenlerin yeni buluĢma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve

bilginin paylaĢıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 sayılı kanun'un ilgili maddesine

istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuĢan "Braille

Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı araçlara, uyumlu olacak Ģekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML"

gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için,

hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "engelli-engelsiz elele" düĢüncesiyle, hiçbir

ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever

arkadaĢlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-

kitaplar hiçbir Ģekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan

doğabilecek tüm yasal sorumluluklar kullanana aittir.

Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.

www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve

kitap okuma alıĢkanlığını pekiĢtirmektir.

Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaĢıldıkça

pekiĢeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri

çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teĢekkür ediyorum.

Bilgi paylaĢmakla çoğalır.

YaĢar Mutlu

ĠLGĠLĠ KANUN:

5846 sayılı kanun'un "Altıncı Bölüm-ÇeĢitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları

Page 80: Claude Levi-Strauss IRK, TARIH VE KULTUR - Yasar Mutlu

dahil, alenileĢmiĢ veya yayımlanmıĢ yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiĢ bir nüshası yoksa

hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kiĢi tek nüsha olarak ya da

engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluĢlar tarafından ihtiyaç kadar kaset,

CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler

alınmadan gerçekleĢtirilebilir."Bu nüshalar hiçbir Ģekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dıĢında

kullanılamaz ve kullandırılamaz.

Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi

zorunludur."

Bu e-kitap görme engelliler için düzenlenmiĢtir.

Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iĢtir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin,

düzgün taranmıĢ ve hazırlanmıĢ bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaĢabilmek tüm zahmete

değer. Sizler de bu mutluluğu paylaĢabilmek için bir kitabınızı tarayıp, [email protected] adresine

göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düĢünebilirsiniz.

Bu kitaplar, size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek, lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...

TeĢekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaĢayanlara.

www.kitapsevenler.com

Tarayan Gökhan Aydıner

Claude Levi-Strauss IRK, TARĠH VE KÜLTÜR