dİjİtal ortamda baskici hogÖrÜnÜn Üretİmİ
TRANSCRIPT
T.C.
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
GAZETECİLİK ANABİLİM DALI
DOKTORA TEZİ
DİJİTAL ORTAMDA BASKICI HOŞGÖRÜNÜN
ÜRETİMİ
Gizem ORÇİN
2502120481
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Nurdoğan RİGEL
İstanbul, 2019
iii
ÖZ
DİJİTAL ORTAMDA BASKICI HOŞGÖRÜNÜN ÜRETİMİ
GİZEM ORÇİN
Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü adıyla kurulan Frankfurt Okulu, geçmişten
günümüze eleştirel teori mirası ve akademik bir külliyat devretmiştir. Alman
geleneksel sosyal teorisinden farklı olan bu teori, Nazi Almanyası koşullarında otantik
bir felsefi yaklaşım üretmiş ve daha sonra Nazi baskısı nedeniyle ABD’ye göç etmek
zorunda kalmıştır. Filozof, sosyal aktivist, teorisyen ve Frankfurt Okulu’nun bir üyesi
olarak Herbert Marcuse (1898–1979), Heidegger, Hegel, Weber, Marx, Lukács ve
Freud ile donatılmış sentez bir felsefeye sahipti. Marcuse, modern kültür, politika,
toplum ve teknolojinin yörüngesindeki değişimlere göre Marksist teoriyi yeniden inşa
etmeye çalışmıştır.
Bu çalışmada Marcuse’nin ‘baskıcı hoşgörü’ başlıklı çalışması esas alınmış ve
bunun güncel bir yorumlaması yapılmıştır. Marcuse, aynı zamanda erken ve geç
dönemlerinde yoğunluklu olarak teknoloji eleştirisi yapmıştır. Bu çerçevede, onun
‘baskıcı hoşgörü’ ve teknoloji yorumu bir araya getirilmiştir. Marcuse’nin eleştirel
felsefesi dijital ortamı tanımlamada, çözümlemede ve yorumlamada bir başvuru
kaynağı olarak görülmüştür. Tez çalışmasında, bu amaçla, teknolojiye dair felsefi bir
analiz yürütülmüştür. Bu anlamda, Marcuse’nin teknoloji savlarının, dijital kitleler
arasındaki hoşgörü karşılığı aranmıştır.
Anahtar Kelimeler: Frankfurt Okulu, Herbert Marcuse, Baskıcı Hoşgörü, Eleştirel
Teori, Teknoloji Felsefesi
iv
ABSTRACT
THE REPRODUCTION OF REPRESSIVE TOLERANCE IN DIGITAL
MEDIUM
GİZEM ORÇİN
The Frankfurt School, founded under the name of the Institute for Social
Research, has inherited a critical theory legacy and an academic corpus from the past
to the present. This theory which was different from German traditional social theory
has produce an authentic philosophical approach under the condition of Nazi Germany
and then, they had to emigrate to USA due to Nazi pressure. As a philosopher, social
activist and theorist, and member of the Frankfurt School Herbert Marcuse (1898–
1979) had a synthesis philosophy with Heidegger, Hegel, Weber, Marx, Lukács and
Freud. He attempt to reconstruct the Marxian theory in accordance with changes in the
trajectory of modern culture, politics, society and technology.
In this study, Marcuse's study which was name ‘repressive tolerance’ was taken
as a basis and a current interpretation of it was made. At the same time, Marcuse was
heavily critique of technology in his early and late periods. In this context, his
repressive tolerance and technology interpretation were brought together. Marcuse's
critical philosophy was seen as a reference guide in defining, analyzing and
interpreting the digital medium. In this thesis, a philosophical analysis of technology
was carried out for this purpose. In this sense, Marcuse's technology claims were
sought for tolerance between digital mobs.
Keywords: Frankfurt School, Herbert Marcuse, Repressive Tolerance, Critical
Theory, Philosophy of Technology.
v
ÖNSÖZ
Disiplinler arası bir çalışma pratiğini yansıtan Toplumsal Araştırmalar
Enstitüsü’nün (Institut für Sozialforschung: IfS) 1923 yılından günümüze kadar gelen
mirası, toplumsal meselelere odaklanmak ve bu meseleleri çözümlemek adına sosyal
bilimler disiplini için bir momentum oluşturmaktadır. Eleştirel bir teori zeminini
oluşturan IfS, aynı zamanda Frankfurt Okulu adıyla da bilinen ve günümüze dev bir
külliyat devreden bir sistemin temsilcisidir. Çalışmada ele alınacak olan IfS’nin ortaya
koyduğu eleştirel teorinin en büyük yaratıcıları Alman düşünürler Max Horkheimer,
Theodor W. Adorno ve Herbert Marcuse’dir. Kıta Avrupası’nın felsefi paradigmasını
eleştiren bu ekol, döneminin egemen sosyal bilimler anlayışına karşı bir atak
geliştirmiştir. Herbert Marcuse (1898-1979), eleştirel teorinin mimarlarından birisi
olmakla beraber, teknolojiye yönelik ilgisi ile de teori içinde özel bir yer teşkil
etmektedir. Bu anlamda, onun özgün yaklaşımı teknolojiye yönelik tezleri ile ortaya
konulmaktadır. Aynı zamanda, ilerleyen dönemde ‘baskıcı hoşgörü’ (repressive
tolerance) terimi de aynı eleştirel paradigmaya dayandırılmaktadır.
‘Dijital Ortamda Baskıcı Hoşgörünün Üretimi’ başlıklı bu tez çalışması, Herbert
Marcuse’nin felsefesi etrafında şekillenmekte ve onun yörüngesindeki temalarla
genişletilmektedir. Çalışma, Freud’un teorisinden türetilen Marcuse’nin ‘baskıcı
hoşgörü’ kavramının ve teknoloji tezlerinin yine Marcuseci bir formülasyonla
analizini amaçlamaktadır. Bu çalışmada, Frankfurt Okulu’nun ‘negatif’ aklı
çerçevesinde, iletişim disiplininin olağan hızıyla teknolojinin kirli dünyasına
eklemlendiği bugünlerde kuramsal bir analizin yeniden bir okuması yapılmaya
çalışılmıştır. Tezde, Marcuse’ye ait kavramlardan yola çıkılarak, eleştirel bir teorinin
dijital ortamda yorumlanmasına katkı sağlanmıştır. Bu çerçevede, öncelikle eleştirel
teori zemini kurulmuş, Marcuse’nin teorisi analiz edilmiş ve ardından dijital ortamın
doğası ele alınmıştır. Çalışma, kuramsal ve betimsel bir yönteme bağlı kalınarak
gerçekleştirilmiş ve teknoloji felsefesinin Marcusean bir yorumlaması ve Marcuse’nin
özgün kavramlarından oluşan bir sözlük eşliğinde sonlandırılmıştır. Tez çalışmasıyla,
iletişim disiplinin eleştirel okuma biçimine yol göstermek ve teknoloji felsefesi alanına
katkı sağlamak amaçlanmaktadır.
vi
Çalışmada ele alınan Herbert Marcuse üzerine yoğunlaşmamı sağlayan,
doktora ders döneminde bu konuya ağırlık vermemi teşvik eden ve iletişim
çalışmalarında başlı başına ekol olan danışman hocam Prof. Dr. Nurdoğan Rigel’dir.
Bu çalışmanın temel mimarı olan danışman hocama teşekkür etmek onun hakkını
teslim etmek için yetersiz kalabilir. Karşılaştığı hoşgörüsüzlükleri akademik donanımı
ve karakteri ile aşan Rigel’in öğrencisi olmak benim için gurur kaynağıdır. Akademik
maceramda rol model olan ve mücadeleci tavrından ödün vermeyen Prof. Dr. Arzu
Kihtir’e değerli zamanını ayırdığı ve akademik teşviği için, Doç. Dr. Veli Polat’a hoş
sohbeti ve yardımları için teşekkür ediyorum. Kıymetli katkıları ve dostlukları ile
Marmara Üniversitesi’ndeki değerli hocalarım Doç. Dr. Barış Doster ve Dr. Öğretim
Üyesi Serkan Kırlı’ya sonsuz teşekkürler. Sevgili arkadaşım Şenol Çarık’a tezimle
ilgili kaynaklara erişmem konusunda, Hakan Başak’a ise bu süreçteki katkıları, çeviri
yardımları için minnet borçluyum.
Mezunu olmaktan gurur duyduğum İstanbul Üniversitesi’nde üzerimde emeği
olan tüm hocalarıma, anlatımlarımı merakla dinleyen, soruları ile zorlayan
öğrencilerime de minnettarım. Bu çalışmanın tüm sürecinde yanımda olan ve her
zaman beni destekleyen aileme de teşekkür ediyorum.
İstanbul, 2019
Gizem Orçin
vii
İÇİNDEKİLER
ÖZ .......................................................................................................................... iii
ABSTRACT ........................................................................................................... iv
ÖNSÖZ .................................................................................................................... v
ŞEKİLLER LİSTESİ .............................................................................................. x
KISALTMALAR LİSTESİ ................................................................................... xi
GİRİŞ ...................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
TOPLUMSAL ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ VE TARİHÇESİ
A. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün Kuruluş Koşulları ................................ 6
1. Frankfurt Okulu: Mekânsallık ve Dönemselleştirme ................................... 10
2. Sosyal Bilimlerde Eleştirel Teori Geleneği ................................................. 14
3. Eleştirel Teorinin İdeoloji ve Akıl Eleştirisi ............................................... 19
B. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Üyeleri: Öncü İsimler ............................... 25
1. Spiritus Rector: Max Horkheimer (1895-1973) .......................................... 26
2. Kulturpessimismus:Theodor W. Adorno (1903-1969)................................. 30
3. L’ecart Absolu: Walter Benjamin (1892-1940) ........................................... 34
C. Teknik, Bilim ve Doğa Konusuna Yaklaşımlar .............................................. 41
1. Felix Culpa: Martin Heidegger (1889-1976) .............................................. 41
2. Frankfurt Okulu Üyeleri ve Heidegger’de Teknik Okuma Örnekleri .......... 49
a. Walter Benjamin: Teknik Olarak Yeniden-Üretilebilirlik Çağında Sanat
Yapıtı ..................................................................................................... 49
b. Adorno ve Horkheimer: Aydınlanmanın Diyalektiği ............................... 53
c. Martin Heidegger: Tekniğe İlişkin Soruşturma ....................................... 59
d. Jürgen Habermas: İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim ................................ 62
İKİNCİ BÖLÜM
SÜRGÜN EDİLEN FELSEFE: HERBERT MARCUSE’Yİ TANIMA
A. Marcuse’nin Yaşam Öyküsü ve Felsefi Arka Planı ........................................ 70
1. Marcuse’nin Düşünsel Zeminindeki Uğraklar ............................................ 76
2. Erken Dönem Marcuse Eğilimi: Heideggerian Marksizm ........................... 79
a. Marx, Yabancılaşma ve Eleştirel Teori ................................................... 82
viii
b. Georg (György) Lukács ve Şeyleşme ...................................................... 88
3. Marcuse’nin Ussallaştırma Kuramcısı Max Weber ..................................... 91
4. Marcuse’nin Bireyleşme Kuramcısı Sigmund Freud ................................... 95
5. Enstitü’nün Sürgün Deneyimi ve Marcuse’nin OSS Hizmeti ...................... 99
B. Akademik ve Entelektüel Serüveni ile Marcuse ........................................... 102
1. İlk Dönem Marcuse Eserleri ve Merkezi Kavramları ................................ 103
a. Us ve Devrim (1941): Hegelci Us’un Devrimci Boyutu ........................ 104
b. Eros ve Uygarlik (1955): Baskıcı Uygarlığın Özgür Bireyi ................... 107
c. Sovyet Marksizmi (1958): Sovyet Totaliterliğine Başkaldırı ................. 110
d. Tek Boyutlu İnsan (1964): Çelişkili Toplumun Mükemmel Uyumu ...... 114
2. Tarihsel Moment: Mayıs 1968 ................................................................. 120
a. Yeni Sol’un ‘Babası’ Olarak Marcuse ................................................ 121
b. Marcuse’de Özne Tahayyülü .............................................................. 126
3. Geç Dönem Marcuse Eserleri ve Merkezi Kavramları .............................. 131
a. Özgürlük Üzerine Bir Deneme (1969): Yeryüzünün Kölelerine
Özgürlük .............................................................................................. 132
b. Five Lectures (1970): İlerlemenin Katastrofu ........................................ 136
c. Karşıdevrim ve İsyan (1972): Direnmenin Senfonisi ............................. 139
d. Estetik Boyut (1977): Şeyleşmiş Sanata İtiraz ....................................... 142
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MARCUSE’NİN ‘BASKICI HOŞGÖRÜ’ KAVRAMI VE TEKNOLOJİ
TEZLERİ
A. Hoşgörü Üzerine Düşünceler ve Baskıcı Hoşgörü ........................................ 147
1. Hoşgörü Kavramının Yapısı ..................................................................... 148
a. Hoşgörü Repertuvarı: Seneca, Locke, Mill ........................................... 151
b. Hoşgörüye Güncel Yaklaşımlar ............................................................ 157
2. Eleştirel Hoşgörü Okuması ve Saf Hoşgörünün Bir Eleştirisi (1965) ........ 160
3. Marcuse’nin ‘Baskıcı Hoşgörü’ Kavramı ................................................. 165
a. Baskıcı Hoşgörüye Yönelik Değerlendirmeler ...................................... 170
b. Baskıcı Hoşgörüye İtirazlar .................................................................. 174
B. Teknik ve Teknoloji Perdesini Aralamak ..................................................... 177
1. Etimolojik Yapının Örüntüsü ................................................................... 179
ix
2. Teknoloji ve Felsefe ................................................................................. 182
3. Teknoloji Yolculuğu: Tarafsızlık Miti ve ‘Deneyim Yoksulluğu’ ............. 187
C. Dijital Ortamın Doğası: Özgürlük ve Kölelik Paradoksu .............................. 193
1. Totalitarizm, Kitlesellik ve Teknik ........................................................... 194
a. Dijitalleşen Kitle İletişimi .................................................................. 198
b. Gözetimin Muğlak Alanı .................................................................... 202
2. Marcuse’nin Teknolojiye Yönelik Tezleri ................................................ 207
3. Marcuse ve Heidegger: Techné ve Teknoloji ............................................ 219
4. Marcuse’nin Kavram Setiyle Dijital Teknoloji ......................................... 220
a. Dijital Medyada Tek-Boyutlu Hoşgörü ................................................. 223
b. Dijital Ortamın Baskılayıcı Hoşgörüsü: Bir Yorumlama Modeli.…...…229
SONUÇ ................................................................................................................ 232
KAYNAKÇA ....................................................................................................... 238
EKLER ................................................................................................................ 257
ÖZGEÇMİŞ ........................................................................................................ 263
x
ŞEKİLLER LİSTESİ
Şekil 1: Marcuse’nin Düşünsel Matrisi ................................................................... 78
Şekil 2: Marcuse’nin Teknoloji Tezlerinin Güzergâhı ........................................... 219
Şekil 3: Marcuse’nin Hoşgörü Konseptinin Dijital Evreni ..................................... 230
xi
KISALTMALAR LİSTESİ
AD Aesthetic Dimension/Estetik Boyut
AIS Advanced Industrial Society/İleri Endüstri Toplumu
Bkz. Bakınız
CP Collected Papers of Herbert Marcuse
CP25 Children of Prometheus: 25 Thesis on Technology and Society
CRR Counter-Revolution and Revolt/Karşıdevrim ve İsyan
DE The Dialectic of Enlightenment/Aydınlanmanın Diyalektiği
EC Eros and Civilization/Eros ve Uygarlık
EL An Essay on Liberation/Özgürlük Üzerine Bir Deneme
IfS Institute for Social Research/ Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü
ICMW Industrialization and Capitalism in the Work of Max Weber
Karş. Karşılaştırınız
NC Negations, Essays in Critical Theory
ODM One Dimensional Man/Tek Boyutlu İnsan
OSS Office of Strategic Services/Stratejik Hizmetler Ofisi
OT From Ontology to Technology
OWI Office of War Information/Savaş Enformasyon Ofisi
QCT Question Concerning Technology/Tekniğe İlişkin Soruşturma
PSC The Problem of Social Change in the Technological Society
RR Reason and Revolution/Us ve Devrim
RT Repressive Tolerance/Baskıcı Hoşgörü
SM Soviet Marxism/Sovyet Marksizmi
SSI Some Social Implications of Modern Technology
t.y. Basım Tarihi Yok
ZfS Zeitschrift für Sozialforschung/Toplumsal Araştırmalar Dergisi
1
GİRİŞ
Yirminci yüzyılın başlangıcında Almanya’da bir araya gelen farklı disiplinlerden
birçok ismin birlikte hareket edip, düşünsel bir sistemi oluşturma girişimi bugün halen
üzerinde çokça tartışılan bir teoriyi oluşturmuştur. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü
(Institut für Sozialforschung: IfS) adıyla kurulan bu ekol, toplumsal yapıyı analiz
ederken eleştirel teoriyi benimsemiş ve Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Walter
Benjamin gibi birçok ismi –doğrudan veya dolaylı yollarla- zihinsel bir evrende bir
araya getirmiştir. Nazi Almanyası’ndaki dehşet günlerinde Enstitü’ye dâhil olan
Herbert Marcuse (1898-1979) ise, bir dönem sosyalist harekete umut bağlamış ve bu
hareketin bastırılması ile kendisini eleştirel teori içerisinde bulmuştur. Kıta
felsefesinin en önemli isimlerinden birisi olan Martin Heidegger’in bir nevi felsefi
çıraklığını yapmış olan Marcuse, bu dönemde etkisinde kaldığı varoluşçu felsefeyi
eserlerine yansıtmış ve birçok önemli ismi sentez bir yorumlamayla ele almıştır. Aynı
zamanda, Marcuse’nin entelektüel yaşamında Hegel, Weber, Marx, Lukács ve
Freud’un ciddi bir etkisi olmuş ve beslendiği bu temel kaynaklardaki unsurları eleştirel
teori perspektifine uyarlamıştır. Böylece, toplumsal, kültürel, siyasal ve teknolojik
öğelerdeki kusurlu yapıyı, temel felsefi dizgesi yardımıyla çözümlemeye çalışmıştır.
Tez çalışmasının önemli bir bileşeni, teknik ve teknoloji soruşturmasının temellerinin
Marcuse özelinde izlerini sürmektir. Marcuse, hocası Heidegger’in tekniğe ilişkin
Grek tanımı ile sürdürdüğü soruşturmayı, daha devrimci ve dönüştürücü bir felsefi
paradigma ile teknoloji konusunda gerçekleştirmiştir.
Tezin Marcuse üzerinde temellenen önemli diğer kısmı hoşgörü konusunun
eleştirel bir okumasına dayandırılmaktadır. Hoşgörü, Antik Yunan’dan Aydınlanma
felsefesine kadar çeşitli dönemlerde ele alınan bir kavramdır. Hoşgörünün üzerinde
duran kuramcılar, genel anlamda onun çelişkili doğasını fark etmemişlerdir. Seneca,
İmparator Nero’ya bir hoşgörü erdemini hatırlatmıştır, Locke daha sınırlı anlamda, din
özgürlüğü bağlamında bir hoşgörü savunusu yapmıştır, Mill ise daha kapsamlı ve
özgürlükler boyutunda bir hoşgörü tahayyül etmiştir. Bu isimlerin özellikle üzerinde
durdukları değerler, liberal bir hoşgörü sistemini açıklamaktadır. Eleştirel teori
penceresinden Marcuse ise, hoşgörünün ikiyüzlü görünümünü ifşa etmiş ve ‘baskıcı
2
hoşgörü’ (repressive tolerance) tanımlaması ile hoşgörünün verili imalarını
yapısöküme uğratmıştır. Saf Hoşgörünün Bir Eleştirisi adlı kitapta yer alan bu
çalışmada Marcuse, hoşgörü diye ifade edilen kavramın, sahte ve düzmece yapısını
ortaya çıkarmış ve hoşgörü maskesine sığınan liberal anlatılara bir saldırı
gerçekleştirmiştir. Onun en sarsıcı ve tartışmalı eserlerinden birisi olan ‘baskıcı
hoşgörü’ çalışması, döneminin olduğu kadar bugünün dünyasını da yorumlamada
gizemli bir kilidi açma yeteneğine sahiptir.
Çalışmanın ilk bölümünde temel bir kuramsal paradigma çerçevesinde, Frankfurt
Okulu ve eleştirel teori geleneği ele alınacak ve ilk önce eleştirel teorinin yaratıcılarına
–Horkheimer, Adorno ve Benjamin’e- ardından Marcuse’nin hocası Martin
Heidegger’e yer verilecektir. Heidegger’in bir dönem hem Marcuse’nin hocası olması,
hem de tekniğe ilişkin soruşturması ile teknoloji felsefesi alanında bir başyapıt ortaya
koyması, onun ele alınması için bir gereklilik doğurmuştur. Bu isimlerin bir araya
getirilmesindeki diğer parametre, her bir ismin doğa, teknik, teknoloji ve bilim
alanlarında sıkça referans yapılan eserleri üretmiş olmalarıdır. Bu amaçla ilk bölümde,
örnek olarak seçilen eserlerden eleştirel teorinin teknoloji haritası oluşturulacaktır.
Buradan hareketle, Heidegger’in ontolojik techne soruşturması analiz edilecek ve
Marcuse’nin teknoloji yorumuna altyapı sağlanacaktır.
İkinci bölümde Marcuse ve onun özgün felsefesi eşliğinde bir felsefi deneyim
yolculuğu yapılacaktır. Nazi Almanyası’nın savaş çanlarından sürgüne giden bir isim
olarak Marcuse, bu sürgünü diğer üyeler gibi ABD’nin ‘hoşgörü timsali’
coğrafyasında geçirmiştir. Marcuse, Freiburg’da Heidegger’in yanında felsefe
çalışmakta iken, Hegel’e yönelik ilgisini ortaya koymuştur. Aynı zamanda Weber,
Marx, Lukács ve Freud’u da felsefesine dâhil eden Marcuse, zaman içerisinde kendine
özgün bir eleştirel geleneği eserlerine yansıtmıştır. ABD’deki sürgün deneyimi onun
için, bir üretim cennetine dönüşmüştür. Çeşitli yayınlarla akademik hayatına devam
eden Marcuse bu süre zarfında, Yeni Sol hareketlerin bir teorisyeni ve eylemcisine
dönüşmüş, ABD üniversitelerinde çalışmış ve ABD hükümetine bağlı stratejik
hizmetler ve savaş enformasyon ofisinde görev almıştır. Marcuse’nin harekete dair
teorik ve pratik anlamda bir idol olduğu 68 döneminin etkisi böylece onun eserlerine
sirayet etmiştir. Yeni Sol’un ‘babası’ olarak kabul edilen Marcuse’nin bu çalışma
3
açısından önemi, Marksist mirasa katkıda bulunmaya çalışması, sanayi toplumunda
bireyin konumuna vurgu yapması, devrimci özne ve işçi sınıfına duyarlı çalışmalara
imza atmasıyla ortaya çıkmıştır. 68 olaylarında öğrencilere öncülük etmiş olan ve
onların politik bir figür olarak benimsediği Marcuse, hem bir teorisyen hem de praksis
insanı olarak, okul içerisinde özgün bir konuma sahip olmuştur. İkinci bölümde bu
amaçla, Marcuse’nin akademik ve entelektüel üretiminde bir dönüm noktası olan Yeni
Sol ve onun etkisiyle geliştirdiği çalışmalara da yer verilecektir.
Son bölümde ise Marcuse’nin ‘baskıcı hoşgörü’ kavramı eşliğinde eleştirel bir
teknoloji okumasının imkânları irdelenecektir. Marcuse’nin ikili bir imayla
tanımladığı teknoloji dünyasının analiz edileceği bu bölümde, teknik ve teknolojinin
esrarlı perdesi aralanacak ve dijital teknoloji ile iletişim dünyasının bir iskeleti
oluşturulmaya çalışılacaktır. Bu bölümün kuramsal zemininde aynı zamanda, hoşgörü
kavramının Antik Yunan’dan Aydınlanma felsefesine ve günümüze kadar gelen
hikâyesine değinilecektir. Marcuse’nin ‘baskıcı hoşgörü’ diye tanımladığı kavramın
dikotomisi ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Teknik ve teknolojiye yönelik eleştirel
analizlerde olduğu gibi, hoşgörüye yönelik analizde de bir diyalektik yöntem
kullanılacaktır. Bu çerçevede, kuramsal zeminin dijital ortamların doğasındaki
baskılayıcı hoşgörüyü harmanlayan bir yorumlama modeli geliştirmede yardımcı
olacağı bir yöntem izlenecektir.
Çalışmada, eleştirel teorinin diyalektik bakış açısı ile hem hoşgörü hem de
dijitalliğin doğasının günümüz teknoloji çağındaki dönüşümü, iletişim disiplini
açısından eleştirel bir çerçevede ele alınacaktır. Marcuse, kendi özgün felsefi
antropolojisi çerçevesinde patolojik toplumdaki bireyin baskılanmışlığını ortaya
koyabilmek ve kusurlu akla sahip olan bireyi özgürleştirmek adına bir düşünsel dizge
ortaya koymuştur. Eleştirel teorinin üyeleri insan aklına olan şüpheci tavırlarını çeşitli
terimlerle ortaya koyarken, bu aklı ve ideolojiyi eleştiri çemberine almışlardır. Bu
anlamda Marcuse’nin geliştirdiği sistemin, diğer üyelerinki gibi ‘negatif’ bir
yörüngede ilerlediği ancak yine de daha iyimser, ütopik bileşenlere sahip olduğu bir
kavram dünyası karşımıza çıkmaktadır. Marcuse’nin düşünsel yörüngesindeki
kavramlar eşliğinde bir yolun izleneceği tez çalışmasında, teknolojinin felsefesine
4
yönelik altyapının sağlanması sonrasında, dijitalleşen dünyadaki bireyin hoşgörü eşiği
tartışılacaktır.
Bu tez çalışmasının temel amacı, Marcuse’nin terminolojisinde şekillenen
kavramların günümüz teknoloji evrenine uyarlanmasıdır. Marcuseci göndermelerin,
ikili anlam yapısı bu çerçevede bir çözümleme ile ortaya konulacaktır. Araştırmanın
temel problemi, Marcuse’nin baskıcı hoşgörü temasının dijital evrene uyum ve
uzlaşma noktasında ne şekilde temas ettiğidir. Marcuse hakkında ABD ve Batı
entelektüel literatüründeki sayısız kaynağın, iletişim çalışmalarına uyarlanması
oldukça güç bir girişimi temsil etmektedir. Onun hakkındaki çoğu eser, İngilizce ve
Almanca olduğundan, bu çalışmaların hakkını vererek dilimize çevirmek çalışmanın
en zorlayıcı noktalarından birisi olmuştur. Bu açıdan, İngilizce kaynakların çevrilmesi
sürecinde, Marcuse’nin özgün yaklaşımının göz önüne alınarak, temel kavramlarının
disiplinlerarası boyutu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Çalışmada ele alınan kaynaklar,
Herbert Marcuse’nin birincil kaynakları, öğrencisi Douglas Kellner’in anlatıları,
eserleri ve analizleridir. İlgili kaynakların İngilizce’den Türkçe’ye çevirileri tarafımca
yapılmış olduğundan, teknik çeviri hatalarının sorumluluğu da bana aittir.
Belirtilen çalışmalar eşliğinde bir dijital evrene yönelen tez çalışmasının, son
yorumlama modelinde ise örneklem olarak sosyal medya alanını seçtiği söylenebilir.
Çalışmaya ilişkin yöntem, kuramsal, betimsel ve analize dayalı bir yöntemdir.
Marcuse’nin temel alındığı bu yöntemle, bir yorumlama model önerisi geliştirilmeye
çalışılacaktır. Bu anlamda, iletişim çalışmalarında eksik olan eleştirel teori ve
dijitalleşen iletişim bağlantısı kurulması arzu edilmektedir. Çalışmanın temel
varsayımları, eleştirel teorinin ve Marcuse’nin düşünce dünyası itibarıyla, teknolojinin
hem özgürleştirici hem baskılayıcı unsurları barındırdığı yönündedir. Alman felsefi
geleneğini devralan ancak aynı zamanda onu eleştiren Marcuse, teknolojiye ikili bir
anlam yüklemiş ve diyalektik yöntemini canlı tutmuştur. Onun bakış açısının bu yönde
bir belirleyici, aydınlatıcı işlevi vardır. Baskıcı hoşgörü teması ise teknoloji gibi,
iktidar merkezli ve tahakkümcü bir sisteme referanstır. Dolayısıyla, ortaya konulacak
olan yorumlama model önerisinin de bireyin üzerindeki tahakkümcü vurguyu açığa
çıkarmaya çalışacağı belirtilebilir.
5
BİRİNCİ BÖLÜM
TOPLUMSAL ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ VE
ELEŞTİREL TEORİ
Almanya’da yirminci yüzyılın başlarında kurulan Frankfurt Okulu, Nazi
Almanyası’ndan günümüze entelektüel bir miras devreden bir değerler sistemini
temsil etmektedir. Öncelikle Alman akademi çevresinde gelişen ve ardından çalışma
alanlarını genişleten okul, toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmelerle felsefi temelini
güçlendirmiştir. Pozitivizm1 eleştirisi yapan okul, sosyal bilimler alanında egemen
olan bilim yapma biçimini kökten değiştirerek, yeni bir toplumsal söylem inşa etme
amacını taşımıştır. Bu toplumsal kurum, her türlü indirmeciliğe karşı, tahakkümün
olmadığı, toplumsal faillerin özgür olduğu ve ideoloji eleştirisine açık demokratik bir
toplum öngörüsüydü. Eleştiri noktasında, devletin ve sistemin dayatmasının
engellendiği modern toplumun bireylerine birer özgürlük alanı yaratmak
istenmekteydi. Okul, toplumsal, siyasal ve ekonomik dayatmaların felsefi kritiğini
yapma zemininde ortak bir amaca hizmet etmekteydi. Frankfurt Okulu, özelde
Avrupa’da baş gösteren sistemin problemli noktalarını aydınlatmaya çalışarak, sanayi
toplumunun getirdiği negatif etkileri tespit etmiş ve modern bireyi eleştirel bir
çerçevede ele almıştır. Hegel felsefesi, Kant, Marksist gelenek ve Weber düşüncesinin
bir sentezi olan ancak tam anlamıyla bu görüşlerin hiçbirine körü körüne bağlı
olmayan Okul, eleştirel bir okumayla toplumu incelemeye ve çözüm aramaya
çabalamıştır. Frankfurt Okulu geleneğini destekleyen temel konular muhakkak ki
kendi yaşadıkları dönem ve toplumsal koşullarda oluşmuştur. Ekonomik
çözümlemeler, Alman işçi sınıfı, sosyolojik temalar, aile konusu gibi birçok konu,
Nazi Almanyası’nın Yahudiler üzerinde yarattığı baskı ortamında ele alınmıştır.
Okulun temelinde Marksist gelenek daha fazla ağır basarken, gittikçe bu ekonomik
zeminden daha felsefi, sosyolojik bir düzleme ve en nihayetinde psikanaliz çalışmaları
ile toplumsal boyutun psikolojik yönüne ağırlık verilmeye başlanmıştır. Özellikle
1 Geuss, Frankfurt Okulu üyelerinin pozitivizm eleştirisini, Viyana Çevresi teorisyenleri üzerinden gerçekleştirdiklerini hatırlatmaktadır. Ayrıntılı bilgi için Bkz.: Raymond Geuss, Eleştirel Teori, 2013, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 49.
6
Enstitü’nün ikinci yöneticisi olan Max Horkheimer ile okulun çalışma alanları
çeşitlenmeye başlamış, Theodor Adorno, Erich Fromm, Herbert Marcuse’nin etkisiyle
okul sosyal bilimlerde büyük bir etki yaratmaya başlamıştır. Toplumsal Araştırma
Enstitüsü’nün tarihi ve üyelerinin fikirlerinin sentezlendiği ortam, bu açıdan analiz
edilmeyi hak etmektedir.
A. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün Kuruluş Koşulları
Resmi olarak Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü [Institut für Sozialforschung:
IfS2] adıyla kurulan ve entelektüel çevrelerce daha sonra Frankfurt Okulu olarak anılan
disiplinlerarası bu kurum, hem kendi döneminin tarihsel ve siyasal koşullarına ışık
tutma, döneminin meselelerini indirgemeci olmayan bir bilimsel yöntemle ele alma
konusunda öncü olmuş, hem de günümüze kadar uzanan devasa bir külliyatın yaratıcısı
olmuştur. Enstitü’nün kuruluşundan önce Marksist bir çalışma haftasının düzenlenmiş
olması, bu önemli kuruluşun ortaya çıkmasında öncü bir etkinlik olarak dikkat
çekmektedir. “19233 yazında Thüringen’in Ilmenau kasabasında düzenlenen, Erste
Marxistische Arbeitswoche [EMA] (Birinci Marksist Çalışma Haftası), doğru ve saf
bir Marksizme ulaşma umuduyla düzenlenen ve Enstitü’nün kurulması konusundaki
ilk girişimi temsil eden bir etkinliktir” (Jay, 2014: 42). Avrupa’da başlayan siyasal
krizlerin Marksist bir değerlendirmeyi yeniden gündeme getirdiği bu yıllarda,
Marksizmi yeniden okuma biçimleri de ortaya çıkmıştır. Bu dönemin etkisinin bu
çalışma haftasının bir tetikleyicisi olma ihtimali de yüksektir. “Ilmenau yakınlarında
Thüringen’e bağlı Geraberg kasabasında Thüringen Volkshochschule salonlarında,
katılımcıların yeni bir felsefe ve Marksizmin bilimsel temeli üzerine tartıştıkları, bir
hafta süren bir seminer düzenlendi. Thüringen’deki bu ‘Birinci Marksist Çalışma
Haftası’ iktisat ve sosyal bilimler okuyan Felix Weil tarafından finanse edilmişti”
(Schweppenhäuser, 2015: 27). Bu çalışma haftasının mali sorumluluğunu üstlenen
Felix Weil’in Enstitü’nün kuruluş tarihinde önemli bir yeri vardır. Felix Weil,
Enstitü’nün kurulması yönünde ciddi bir mali kaynakla destek olmuştur ve böylece
2 IfS kısaltması çalışma içerisinde sıklıkla kullanılacaktır. 3 Tarih Türkçe eserde 1923, İngilizce orijinalinde ise 1922 olarak verilmiştir. İfade şu şekildedir: “The first of these was the Erste Marxistische Arbeitswoche (First Marxist Work Week), which met in the summer of 1922 in Ilmenau, Thuringia”. Ayrıntılı bilgi için Karş. Martin Jay, The Dialectical Imagination, 1973, Heinemann, London, pp.5.
7
gerekli altyapının sağlanmasına katkı sağlamıştır. “Almanya doğumlu bir tahıl tüccarı
olan Herman Weil’in tek çocuğu olan ve siyaset bilimleri alanında doktora derecesini
almış olan Felix J. Weil, 1922 yılında kurumsal bir çerçevede Enstitü fikrini hayata
geçirme imkânına sahipti. Onu Marksizmle ilk tanıştıran kişi Karl Korsch olmuştur”
(Jay, 2014: 41-42). Georg Lukács’ın çağdaşı ve arkadaşı olan Karl Korsch ise,
“1920'lerin güçlü Alman Komünist Partisi'nde önde gelen bir isimdi ve Komünist
Enternasyonal'in bolşevikleştirilmesine karşı çıkan ateşli bir sol duruşa sahipti” (Kelly,
1994: 193). Felix Weil, dönemin diğer aydın ve entelektüelleri gibi, tarihsel koşulların
şekillendiği bir dönemde inisiyatif almayı tercih eden bir isim olmuştur. “Zengin bir
Yahudi işadamı olan Felix Weil, 1918 olaylarının etkisiyle devrimci düşünceleri
benimsemiş ve o tarihten itibaren solcu yazar ve sanatçılara yardım etmeye adamıştır
kendini” (Delacampagne, 2010: 155). Weil’in Enstitü’ye yönelik girişimi bu amaçla
sadece ‘mali bir destekle’ açıklanmak yerine, bütünsel bir siyasi duruşun yansıması
olarak da okunmalıdır. Enstitü’nün kurucu isimlerinin bu şekilde, Weil’le birlikte
zaman içerisinde Pollock ve Horkheimer’ı da içerecek bir çekirdek kadro ile
çalışmalarına başladığını söylemek mümkündür. “O günlerde kendi türünde benzersiz
bir kurum olan Frankfurt Okulu'nun başlıca mimarları, Felix Weil (doğ.1898),
Friedrich Pollock (1894-1970) ve sonradan Enstitü'nün yöneticisi olan Max
Horkheimer'dı. Weil zengin bir işadamı olan babası Hermann Weil ile birlikte kurumla
ilgili binaların kurulması ve ücretli personelin giderlerinin karşılanması için gerekli
fonları sağladı” (Slater, 1998: 15).
Jay’e göre, Weil, Pollock ve Horkheimer’ın Alman üniversitesinin katı
disiplini altında radikal bilim insanı olma yolunda başarılı kariyer elde
edemeyeceklerini düşünmelerinden ötürü, “Weil’in kişisel fonlarla varlığını
sürdürecek bağımsız bir Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü fikri, üniversite yaşamının
normal kabul edilen biçimlerini bertaraf etmenin en mükemmel yoluymuş gibi
görünüyordu” (Jay, 2014: 45). Dönemin entelektüel sol kanatta yer alan isimlerinin
bağımsız, klasik bilimsel yöntemlerden ayrı ve Ortodoks olmayan bir kuruma olan
ihtiyacının bu girişimle bir kurumsal çatı altında yanıt bulduğunu belirtmek
mümkündür. Katı ve keskin kurallara sahip olan Alman üniversite hayatına yönelik bir
‘başkaldırı’ olarak Enstitü’nün kurulması bu çerçevede gerçekleşmiştir.
8
Enstitü’nün kuruluşunun tarihi koşullarla ele alınarak değerlendirilmesi de,
kuruluşun arka planındaki yapıyı anlamada yardımcı olmaktadır. “Enstitü'nün
kuruluşu, Rusya'da Bolşevik devriminin zaferi ve özellikle Almanya'da olmak üzere,
merkezi Avrupa devrimlerinin yenilgisiyle ortaya çıkan özel şartlar içinde yer aldı”
(Dellaloğlu, 2007: 19). Bu bağlamda, sol siyasetin paradigmasında meydana gelen
gelişmelerin de özellikle bir eleştirel zemin içerisinde ele alınıp, tekrardan okunması
gerekliliğine bir cevap olarak Enstitü kurulmuştur. “Enstitünün resmi kuruluşu Eğitim
Bakanlığı’nın kararıyla ve Bakanlık ile Gesellschaft für Sozialforschung arasındaki
anlaşmanın ardından 3 Şubat 1923 yılında gerçekleşmişti. Enstitü, Profesör
Drevermann’ın Senckenberg Doğa Bilimleri Müzesi'nin salonlarını geçici bir mekân
olarak kullanma teklifini kabul etmiştir” (Jay, 2014: 49). Toplumsal Araştırmalar
Enstitüsü4 ve sonradan anılacağı şekliyle Frankfurt Okulu bu tarihten itibaren resmi
faaliyetine başlamış bulunmaktadır. Slater, “Frankfurt Okulu nitelemesinin, sonradan
kullanılmaya başlanan, ancak önceki dönemi de kapsayan gevşek bir terim olduğundan
bahsederek, Horkheimer’ın ekibi tarafından geliştirilen nitelemenin eleştirel toplum
teorisi” (1998: 61) olduğunu hatırlatmaktadır. “Frankfurt’taki Kafe Marx5 -Enstitü’nün
takma adı- hem entelektüel “establishment” karşısındaki hem de genel olarak
burjuvazi karşısındaki eleştirel mesafesini korur” (Spurk, 2008: 24). Spurk, burjuva
olan okul üyelerinin burjuva eleştirilerini ironik bir şekilde ele almaktadır ve onları
entelektüel seçkinci olarak tanımlamaktadır.
Gerekli teknik altyapının sağlanmasının ardından Enstitü’nün yöneticilik
pozisyonu için Alman üniversite sisteminin kriterleri çerçevesinde farklı isimler
düşünülmeye başlanmıştır. Enstitü için yöneticilik pozisyonuna uygunluk kriteri ile
belirlenen isimlerden üniversitede kadrosu olanların bu pozisyona denkliği
düşünülmüştür. “Sosyalizm, anarşizm ve Marksizm üzerine bir dizi açılış dersi
planlayan” (Rasmussen, 1994: 214) Kurt Albert Gerlach erken vefatı sebebiyle (Jay,
4 Enstitü için Institut für Marxismus (Marksizm Enstitüsü) ismi kışkırtıcılığından ötürü, Felix-Weil–Institut für Sozialforschung (Felix Weil Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü) ise, mali kurucuyu andırmasından ötürü kabul edilmemiştir. 5 Max Horkheimer’ın yöneticiliği sırasında bu isim Café Max olarak da anılmıştır. Marx’tan ‘r’nin düşürülmesini Jay, Enstitü’nün Amerika’daki dönemi boyunca radikallikten uzaklaşması olarak ele almaktadır (Jay, 2014: 436).
9
2014: 47), Gustav Mayer ise, Weil’in baskıcı tutumundan ötürü Enstitü yöneticisi
pozisyonunu elde edememiştir.
Son seçenek olarak düşünülen Carl Grünberg ise, Viyana çevresinde etkin bir
profesör olarak görev yapan ve Marksist görüşleriyle dikkat çeken bir isimdi.
“Avusturya Marksizminin babası olarak kabul edilen Carl Grünberg, Viyana
Üniversitesi'nde hukuk ve siyaset bilimleri profesörlüğü görevini yapmakta olan
Enstitü’nün ilk müdürü olarak tercih edilen isim” (Jay, 2014: 48) olmuştur. Grünberg,
“Max Adler ve Otto Bauer’in popüler kıldığı Avusturya Marksizminin
esinleyicilerinden biridir” (Spurk, 2008: 23). Grünberg’in yöneticiliği sırasında
çıkarılan derginin, teorik meselelerden ziyade, Marksizmin temel meselelerine
değinmesi o dönemki ilgi alanlarının tespitinde önemli bir kanıttır. “Grünberg-Arşivi,
sosyalist yazarların teorik çalışmalarını yayınlayan en önemli yerlerden biri haline
geldi. 1911 ile 1930 yılları arasında yayınlanan 15 ciltte Franz Mehring ve Gustav
Mayer’den Georg Lukács ve Karl Korsch’a değin birçok büyük isim bulunur” (Holz,
2012: 15). Bu arşivde, birçok ismin eleştirel teoriye katkı sağlayacak eserleri
yayınlanmıştır. Toplumsal Araştırmalar Dergisi [Zeitschrift für Sozialforschung: ZfS]
adıyla ilerleyen dönem boyunca ise, “felsefenin en temel kavramları tartışılmıştır:
hakikat ve doğruluk, rasyonalizm ve irrasyonalizm, mantığın rolü, metafizik ve
pozitivizm ve öz kavramı” (Marcuse, 1968d: 109). Bu bağlamda, dergideki tematik
konular da dönemsel bir belirlenime dayandırılmıştır. Felix Weil’in Enstitü’nün ilk
dönemlerine ilişkin yaptığı açıklama, bu dönemki temel yönelime ışık tutmaktadır.
“1929'da Weil, Enstitü'nün o zamana kadarki gelişmesini özetleyen bir memorandum
kaleme aldı. Weil’in ele aldığı bu memorandumda altı temel çalışma alanı saptanmıştı:
Tarihsel materyalizm ve Marksizmin felsefi temeli; teorik ekonomi politik; planlı
ekonominin sorunları; proleteryanın konumu; sosyoloji ve son olarak toplumsal
öğretilerin ve partilerin tarihi” (Slater, 1998: 21). Bu memorandumun gösterdiği gibi,
Enstitü’nün o dönem itibarıyla ağırlıklı olarak Marksist altyapıya ve ekonomi
meselelerine yoğunlaştığı söylenebilir.
Enstitü’nün temel ilgi alanlarının yoğunluklu olarak belirlendiği ve çeşitlendiği
asıl dönem Max Horkheimer’ın yöneticiliği sırasında gerçekleşmiştir. “1929'da, Carl
Grünberg, hastalığı nedeniyle Enstitü’nün Müdürlüğünden ayrılmaya zorlandı ve
10
1930’da o zamanlar sadece 35 yaşında olan Horkheimer, bu pozisyonu kabul etti”
(Sherman, 2003: 190). Horkheimer, Enstitü yöneticiliğini devraldıktan sonra, temel
ilgi alanlarında bazı değişimler gözlenmiştir. Yaptığı açılış konuşmasında bu
değişimin ne yönde gerçekleşebileceğini görmek mümkündür. “The State of
Contemporary Social Philosophy and the Tasks of an Institute for Social Research”
başlıklı açılış konuşmasında Horkheimer, teorik olarak Ortodoks Marksizmin aşırı
basitleştirilmiş taban-üstyapı modelini reddeder” (Sherman, 2003: 191).
Horkheimer’ın kaba Marksist belirlenime yönelik tepkisi, sonraki çalışmaların
habercisi niteliğindedir. Bu konuşma, Grünberg dönemi çalışmalarından daha felsefi,
sosyolojik bir eğilime doğru gidildiğinin de işaretini vermekteydi. Jay’in belirttiği gibi,
“Frankfurt Okulu’nun 1840’larda Sol Hegelcilerin kaygılarına bir geri dönüşü ifade
ettiği iddia edilebilir. Okulun üyeleri Hegel’in geliştirdiği diyalektik yöntemle
alakadar olmuş ve kendi selefleri gibi bu yöntemi materyalist bir yöne çevirmeye
çabalamışlardır” (2014: 94). Bu kapsamda uzun yıllar sürecek olan yöneticiliği
sırasında Horkheimer, Enstitü’nün temel paradigması olan Marksist eğilimi,
disiplinlerarası bir boyutta revizyona uğratmıştır. Bu bağlamda, Enstitü’nün
mekânsallık ve dönemselleştirme sürecine değinmek ve oluşumu daha yakından
tanıma gerekliliği doğmaktadır.
1. Frankfurt Okulu: Mekânsallık ve Dönemselleştirme
Frankfurt Okulu, mekânsal sıkışmışlıktan ziyade, evrensel, birleştirici ve
eleştirel bir düşünce geleneği yaratma arzusu taşıyan ve erozyana uğrayan geleneksel
düşünce biçimine bir alternatif oluşturma eğilimini temsil eden bir kurum olmuştur.
Bu sebeple, “Frankfurt Okulu” asla bir mabet anlamında var olmamıştır, çünkü bir
mabedin var olabilmek için donmuş bir düşünceye sahip olması gerekir” (Spurk, 2008:
213). Alman felsefi geleneğinden beslenen, bu düşünce sisteminin temsilcisi olan
ancak bu duruşa da eleştiri getiren okulun coğrafi sınırları sadece Almanya ile
belirlenmiş gibi dursa da, düşünsel sınırlarının alanı aynı sınırlı evrenle tanımlanamaz.
Mekânsal bağımlılığın olmadığı ve ‘donmuş’ düşünce kalıbına karşı gelmeye çalışan
Enstitü’nün çalkantılı siyasal koşullardaki pozisyonunu belirlemek ve Bottomore’ın
yaygın şekilde ifade edilen dönemselleştirmesine de başvurarak süreci takip etmek bu
açıdan önemlidir. Tom Bottomore, “Enstitü’nün tarihinde dört ayrı dönem olduğunu
11
belirtmektedir. İlk dönem; 1923 ve 1933 arasında Enstitü’deki araştırmanın değiştiği
ve sonraları eleştirel teoride biçimlendiği gibi tekil bir Marksist düşünce kavramı
tarafından yönlendirilmediği dönemdir” (1994: 9). İlk dönemi kapsayan yaklaşık on
yıllık süreçte daha çok Ortodoks Marksist referansın yoğunlukta olduğu, iktisadi
konulara eğilen çalışmalar yapılmıştır.
“İkinci dönem, Enstitü'nün etkinliklerini yöneten bir ilke olarak yeni-Hegelci
eleştirel teorinin ayırt edici fikirlerinin açıkça ortaya konulduğu Kuzey Amerika'daki
1933 ve 1950 arasındaki sürgün dönemiydi” (Bottomore, 1994: 9-10). Almanya’da
yükselen faşizan eğilimin, sol eğilimli ve üyelerinin çoğu Yahudi olan Enstitü için bir
tehlike çanı olarak belirmesi kaçınılmazdı. “13 Mart 1933’te Enstitü Nazi polisi
tarafından, devlete karşı “düşmanca” faaliyetlerinden ötürü kapatılır. Bu tarihte
Horkheimer çoktan Cenevre’ye çekilmiş, Fransız editör Felix Alcan ile Enstitü’nün
dergisinin Almanca olarak Paris’te çıkması için anlaşmıştır” (Delacampagne, 2010:
158). Bu dönemin tarihsel anlamdaki en büyük talihsizliğinin, ileride ortaya çıkacak
olan dev bir külliyatın yaratılmasıyla telafi edildiği belki de ‘minik bir avuntu’ olarak
yorumlanabilir. “Faşizmin yükselişinin bütün Avrupa’da barışı tehdit edeceğini sezen
Horkheimer, Nisan 1934’te ABD’ye yelken açmaya karar verir. Haziran ayında New
York’taki Columbia Üniversitesi’yle, Enstitü’yü buraya taşımak üzere antlaşmaya
varır. Yıl sona ermeden Fromm ve Marcuse’de Horkheimer’a katılır. Adorno ise
şansını önce Oxford’da dener ve Horkheimer’ın isteği üzerine daha sonra o da New
York’a yerleşir (1938)” (Delacampagne, 2010: 158). Üyelerin faşizmin yarattığı
zorunlu sebeplerle ABD’ye göç ettiği ikinci dönem, Enstitü’nün en verimli
dönemlerinden birisi olarak değerlendirilmektedir. O döneme kadar ki birçok eserden
farklı olarak, kültürel, siyasi ve toplumsal çerçevenin değişmesiyle ‘yeni bir
karşılaşma/karşılanma’ sürecine girilmiş olunur. Amerika deneyimi şüphesiz ki
Enstitü üyeleri için, Alman toplumsal ve siyasi yapısından bambaşka bir dünyaya
açılan, yeni bir pencereyi temsil etmekteydi. Amerika deneyiminin Nazi
Almanyası’nın faşizan ortamından sıyrılmış, konformist bir yaşam biçimini sunması,
şiddet tekeli yerine uyuşumcu bir uysallığı sergilemesi Enstitü üyelerinin
çalışmalarındaki temel itkiyi oluşturmuştur. Frankfurt Okulu’nun en temel eserlerinin
bu süreçte yazılmış olması bir rastlantıyı teşkil etmemektedir.
12
“1950’de Enstitü’nün Frankfurt’a dönmesiyle birlikte ‘eleştirel teorinin’ esas
fikirleri açıkça birçok temel metinde ortaya konuldu ve ‘Frankfurt Okulu’ Alman
Toplumsal Düşüncesi üzerinde önemli bir etki yaratmaya başladı. Sonraları, özellikle
1956’dan sonra, ‘Yeni Sol’un ortaya çıkışıyla Avrupa’nın büyük bir kısmında ve
Enstitü’nün birçok üyelerinin (özellikle Marcuse’nin Almanya’ya dönmeyerek)
kaldığı Amerika’da Okul’un etkisi yayılmaya başladı” (Bottomore, 1994: 10).
“Sürgünden dönüşlerinden beri, Frankfurt Okulu’nun sosyolojisinin özelliği bir tür
“konuya odaklanma”dır. Bu, faillerin toplumun bilincine varmasına ve “barbarlığın”
bir daha meydana gelmemesine yönelik kamusal faaliyetleri kapsar” (Spurk, 2008:
145). Bottomore’un tanımladığı biçimde üçüncü dönemde, üyeler arasında tarihsel bir
kopuşa gidildiğini söylemek mümkündür. Almanya’ya dönen üyelerin, ‘akademi’
sınırları içerisinde ve daha temkinli olarak mücadelesini sürdürdüğü, ABD’da kalan
üyelerin ise özellikle Marcuse örneğinde 68 olaylarında daha ‘aktif’ ve hem teori hem
de praksis anlamında bir seyir izlediği fark edilebilir. “Adorno da Horkheimer gibi
kamusal alana yazılarla, konferanslarla ve radyo konuşmalarıyla fazlasıyla müdahale
ederek, Alman sosyolojisinin diğer çalışmalarıyla karşılaştırıldığında fazlasıyla atipik
olan analizleri konusunda kamuyu ikna etmeye çalışırlar” (Spurk, 2008: 145). Üçüncü
dönemi, Enstitü’nün verimli döneminin meyvelerini alıp, kitlelerde karşılık bulduğu
dönem olarak belirlemek mümkündür. Bu dönemde, ABD’de kalmayı tercih eden
Marcuse’nin ABD kadar, Avrupa’daki öğrenci hareketlerinde de bir “idol/guru”
haline geldiği söylenebilir. Bu dönemi temsil eden diğer belirlenim ise, üyelerin artık
yol ayrımına girmiş olmasıdır. Bu süreci, yaşamsal tercihlerin ve akademik duruşun
içeriğine bağlı olarak, mekânsallığın parçalandığı bir dönem olarak özetlemek
mümkündür.
“1970’lerden başlayarak Enstitü’nün dördüncü dönemi olarak kabul
edilebilecek bir dönem başlamış, Frankfurt Okulu’nun etkisi yavaşça çökmeye yüz
tutmuş ve gerçekte Adorno’nun 1969’daki, Horkheimer’in 1973’teki ölümleriyle
birlikte artık bir okul olarak var olmaktan hükmen uzaklaşmıştır” (Bottomore: 1994:
11). Bottomore, dördüncü dönem olarak ifade edilen eğilimin Almanya’daki
temsilcilerin ölümleri ile sona erdiğini belirtirken, ilk kuşak IfS üyeleri üzerinden bir
dönemselleştirmeye atıf yapmaktadır. 1979 yılında hayata veda eden Marcuse’nin ise
13
ABD’deki çalkantılı yaşamının devam ettiğini söylemek mümkündür. Son kuşak
Frankfurt Okulu temsilcisi olan Jürgen Habermas’ın da farklı bağlamlarda Enstitü’nün
eleştirel teorisine katkı sağladığını belirtmek gerekmektedir.
Almanya’daki Nazi deneyimi, Enstitü üyelerini kitleyi daha yakından tanıma,
faşizan eğilimlerin gizil kökenlerini bulma yönünde bir arayışa sevk etmiştir. Bu
sebeple, hemen hemen tüm üyelerin uzun yıllar faşizm veya faşizan eğilimle bağlantılı
bir araştırma damarından çalışmalarını sürdürdüğünü belirtmek mümkündür.
“Avrupalıların faşizmin sona ermesinden ve Almanya’nın temizlenmesinden
öğrendikleri şey, Horkheimer’i düşündürür: -Lider olmaktansa korkak ve sempatizan
olmak iyidir. Bu şekilde, cezadan daima kaçınılır. Küçük suçlar işlenebilir, büyük
suçlar değil, çünkü bu çok tehlikelidir; -Eski Naziler cellat değil kurban olduklarını
sanmaktadırlar!” (Spurk, 2008: 142). Faşizmin kitlelerin bir sığınağına dönüşmesi
tehlikesi, uzun süre IfS üyelerinin çalışmalarının merkezindeki bir konuya
dönüşmüştür. “Adorno, Schuld und Abwehr’da (Kusur ve Baskılama) Almanların
acımasız geçmişleri ile nasıl baş ettiklerini sorgulayarak, onların bu geçmişlerini nasıl
ve niçin inkâr ettiklerini anlamaya çalışır” (Spurk, 2008: 142). Bu temel belirlenim,
eleştirel teorinin birçok metninde totalite eleştirisi olarak da görünmektedir.
Enstitü’nün ilk dönem çalışmalarını işçi sınıfı, otoriterlik, aile gibi alanlarda
sürdürdüğü gözlemlenebilir. Ailenin toplumsal yapıdaki kurucu etkisi bu anlamda
Nazizme eklemlenme üzerinden analiz edilmek istenmiştir. “Fromm tarafından
yürütülen IfS’nin ilk, önemli ve geniş çaplı ampirik araştırması, nasyonal sosyalizmin
başarısında önemi olan, demokrasi düşmanı ve otorite yanlısı eğilimleri kavramaya
yönelik adımlar atar ve işçilerin ve çalışanların politik bilinci üzerinde durmaktadır.
Bu bilimsel araştırma, aile yapısı ile otoriter düzen arasındaki bağlantılar üzerinde çok
disiplinli bir araştırma olarak sürdürülüp 1936'da Autoritat und Familie (Otorite ve
Aile) başlığı altında Paris'te yayımlanır” (Schweppenhäuser, 2015: 32). Faşizan
sistemin bu denli güçlenmesinde önemli bir faktör olarak bireyin ve ailesinin alınması
gerekmekteydi.
Enstitü’nün savaş deneyiminin etkisiyle ilk dönemlerden itibaren, totaliteye
yönelik genel bir eğilimi çözümleme gayesi bütün eserlere sirayet etmiştir. 1960’lar
ve sonrasındaki hareketler için Marx ve Marxismi yeniden tanımlama ihtiyacı ortaya
14
çıkmıştır. Marx’ın kendi tarihsel ve toplumsal koşullarındaki tanımlamalar dönemin
koşulları çerçevesinde yeniden okunmayı gerektirmiştir. Bu sebeple Harvey,
“meşruluk, teknolojik rasyonalite, devlet, bürokrasi ve doğa ile ilgili sorunları anlamak
için Frankfurt Okulu'na ihtiyaç olduğunu” (2008: 19) belirtirken oldukça haklı bir
saptama yapmaktaydı. Dönemsel kırılmaların eleştirel teorinin araştırma konularını
dönüştürmesi kaçınılmazdı. Herbert Marcuse ise Bryan Magee ile yaptığı söyleşisinde
Frankfurt Okulu’nun katkısını şu şekilde özetlemektedir:
“Frankfurt Okulu’nun katkılarından biri, Faşizmin ortaya çıkacağı zamanı önceden kestirebilmiş
olması; Faşizmin, içsel ilişkileri bakımından, Kapitalizm ile bağıntılı bir olgu olduğunu
kavrayabilmesi ve anlatabilmiş olmasıdır. İkinci katkısı ise, (Horkheimer’ın çok belirgin ve
seçkin bir karakteristik saydığı) zamanın büyük toplumsal ve siyasal sorunlarını anlamakta
disiplinler-arası bir yaklaşımı benimsemiş ve bunu uygulamış olmasıdır” (akt. Magee, 1985: 68).
Enstitü üyeleri, faşizmin içinde erimiş olan birey özgürlüğünü yüzeye çıkarmaya
çalışmış ve temel çatışma olan baskı ve özgürlüğü kendi deneyimleriyle sentezlemiştir.
Marcuse’nin ifadeleri bu anlama çabasını yansıtmaktadır: “Biz, özgürleştirici öğeler
ile baskıcı eğilimler arasındaki acıma bilmez kaynaşıklığı anlamaya ve açıklamaya
çalıştık” (akt. Magee, 1985: 68). Faşizan eğilimlerin yarattığı ortamın bu bağlamda,
toplumsal ve kültürel etkileriyle ele alınıp tartışılması ve ikiliklerin ortaya çıkarılması
IfS’nin temel amaçlarından birisine dönüşmüştür. Mekânsallık ve dönemselleştirmenin
ardından, Frankfurt Okulu’nun içine doğduğu tarihsel ve toplumsal koşullarla, ona ait
olan felsefi düşünce geleneğini de ele almak oldukça önemlidir. Okulun geleneksel
olan teorilere karşı radikal duruşu, eleştirel felsefe geleneğini yaratmıştır. Bu noktada,
üyelerin çalışmalarındaki düşünce yörüngesini anlamak için eleştirel teori konusuna
başvurmak gerekmektedir. Sosyal bilimler alanında eleştirel ve geleneksel teoriyi bu
çerçevede tanımlamak ve yorumlamak konuyu anlaşılır kılmada yardımcı olacaktır.
2. Sosyal Bilimlerde Eleştirel Teori Geleneği
IfS üyelerinin bir arada var olma koşullarından birisi, katı ve kuralcı Alman
akademik yaşantısındaki disiplin anlayışına karşı büyük redde yönelmeleridir. Bu
sınırlayıcı geleneksel algının felsefi uzantısı ise, geleneksel teoriden bir kopuşu gerekli
kılmaktaydı. Felsefi geleneğin birikimsel yapısı ile, Frankfurt Okulu materyalist bir
potada bazı değerleri ve isimleri bir araya getirerek, eleştirel teori konseptini
geliştirmeye çalışmıştır. Bu misyonu yerine getirme noktasında ise, disiplinlerarası
15
çalışmalarıyla Enstitü’ye katkı sağlayan isimler etkili olmuştur. Reitz, esasında,
eleştirel teori konseptinin üyelerin New York’taki çalışmaları süresince kullanıma
girdiğini belirtmektedir. “Terim, Frankfurt'ta hiç kullanılmamıştır ve ilk olarak
ABD’de Horkheimer ve Marcuse tarafından yazılan makalelerle türetilmiştir” (2018:
163). Marcuse’nin eleştirel teoriye katkısı 1937’de yazdığı ‘Philosophy and Critical
Theory’ başlıklı makalesi ile ortaya çıkmaktadır (Negations içinde, 1968). Üyeler,
sürgün deneyimlerinde Marksist eleştiri kalıplarına uygun olarak terimleri yeni
ifadelerle ortaya koymuştur. “Yaklaşık olarak 1920’li yılların sonundan, 1970’lerin
başına kadar, Frankfurt Okulu teorisyenlerinin ilk kuşağı içerisinde sayılabilecek olan
en etkili üyeleri -Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Walter
Benjamin, Friedrich Pollock, Siegfried Kracauer, Erich Fromm, Leo Lowenthal ve
Franz Neumann- (Sherman, 2003: 188), eleştirel teori geleneğinin gelişimindeki
önemli isimlerden bazılarıdır. Her biri farklı disiplinlerden gelen bu isimler eleştirel
teori yaklaşımına yeni ufuklar açmışlardır. “Birinci kuşak Frankfurt Okulu
teorisyenleri çeşitli disiplin arka planlarından geliyordu: Horkheimer ve Marcuse, bir
müzikolog olan Adorno gibi filozoflardı; Enstitü’nün mali işlerini idare etmekle
sorumlu olan Pollock bir ekonomistti; Lowenthal bir edebiyat kuramcısıydı; Neumann
bir avukattı ve grubun 1930'ların başında en çok bilinen üyesi olan Fromm, eğitimli
bir psikanalistti” (Sherman, 2003: 190). Frankfurt Okulunun farklı alanlardan
uzmanlara ev sahipliği yapan disiplinlerarası bir duruşa sahip olduğu belirtilebilir.
Enstitü’nün önemli bir zaman diliminde yöneticisi olan Max Horkheimer,
eleştirel teori üzerinden temel çalışma güzergâhını belirleyen isim olmuştur.
Horkheimer’ın 1937 yılında kaleme aldığı Geleneksel ve Eleştirel Teori çalışması
Enstitü’nün bu kavramı ne şekilde kullanacağının bir pusulası olarak işlev görmüştür.
“Marksçı sınıf, sömürü, artık-değer, kar, sefilleşme, çöküş kategorileri anlamının
bugünkü toplumun yeniden üretiminde değil, bu toplumun doğru toplum olarak
değiştirilmesinde aranması gereken, kavramsal bir bütünün uğraklarıdır”
(Horkheimer, 2012: 366). Bu uğraklar, eleştirel düşüncenin temel yapı taşlarını temsil
etmekle beraber, eleştirel düşünce içinde de dönüşüme uğratılarak, okul içerisinde
kullanıma girmiştir. Geçmişten gelen geleneksel değerlere eleştirisinden ötürü, tarafgir
olmamasından mütevellit bir şekilde eleştirel teori özünde ‘öznel’ görünebilir. Bu da,
16
teorinin egemen değerlere olan zıtlığını temsil etmektedir. Horkheimer’e göre, eleştirel
kuramcının görevi şu şekilde tanımlanabilir: “kendi kavrayışı ile, adına düşündüğü
ezilen insanlığın kavrayışı arasındaki gerilimi azaltmaktır; sosyolojik kuramda ise
sınıfların üzerinde olmak, entelijansiyanın ayırt edici bir özelliği, gurur duyduğu bir
tür avantajı haline gelmiştir” (2012: 369). “Frankfurt Okulu'nun manifestosu olarak
gösterilecek olan ‘eleştirel’ sözcüğünün tam olarak saf aklın idealist eleştirisi
anlamında değil, ekonomi politiğin diyalektik eleştirisindeki anlamıyla kullanıldığını”
(Slater, 1998: 62) söylemek mümkündür. Horkheimer’e göre “eleştirel teori kendisini
‘emek sürecinin bağımsız olmayan momenti’ olarak ortaya koyacaktı; yani bütünün iş
bölümü temelinde oluşturulmasının tekil momentlerinin bilinçli olarak birbirleriyle
ilişkilendirildikleri medyum olarak” (akt. Holz, 2012: 20). Eleştirel teori, gelenekle
bütünleşmiş değerleri ve yargıları sorgulamış, onların ardında yatan gizli öğeleri açığa
çıkarmaya çalışmıştır. Toplumla olan diyaloğu sağlamak için eleştirel teori farklı
disiplinlerle temas halinde olmuştur. Dellaloğlu’na göre, “eleştirel kuram, bir anlamda,
yararlanılabilecek tüm disiplinlerden yararlanarak genel bir toplumsal felsefe, kuram
oluşturma çabasıdır. Aslında Frankfurt Okulu’nun bu disiplinler üstü tavrı ve çok
yönlülüğü, kendi içinde modern toplumun dayattığı toplumsal işbölümüne ve dar
uzmanlaşmaya da ciddi bir eleştiri içermektedir” (2007: 23). Frankfurt Okulu
teorisyenlerinin diğer bilimsel alanları okuma biçimi, onların içerisindeki negatif
öğelerin bulunup, değerlendirilmesi şeklinde olmuştur. Böylece, olumsuzlamanın
özgürleştirici bir bilimsel yöntem ve kuram oluşturmasını hedeflemişlerdir.
1920’lerin Marksist yazınında önemli bir yer tutan Georg Lukács’ın ‘Tarih ve
Sınıf Bilinci’ ile Karl Korsch’un ‘Marksizm ve Felsefe’ eserleri okulun ilk
dönemlerindeki temel belirleniminde etkili olmuştur. Hem bu isimlerin yeniden ele
alınıp okunması hem de diğer öncü isimlerin değerlendirilmesi sorumluluğu eleştirel
teori geleneğinin bir misyonu haline gelmiştir. Eleştirel teori geleneği, öncü isimlerle
bir diyaloğa girerek –aynı zamanda bu isimlerin yeniden bir okumasını yaparak-
onlardan istifade etmektedir. Kellner, bu diyalog biçimini ele almaktadır:
“Georg Hegel, Karl Marx, Nietzsche, Sigmund Freud ve Max Weber’den yararlanan Eleştirel
Teori geleneğinin tamamı, bireyin tarihsel ve toplumsal yapılandırılışını ortaya atmaktadır ve bu
geleneğin mensupları, öznelliğin kültür, sosyal etkileşim ve dildeki inşasının belirli tarihsel
bağlamlar altında kuramsallaştırılmasının yollarını sağlıyor olarak okunabilir” (2014: 87-88).
17
Jay’e göre (2014), Hegelleşmiş Marksizm diye de ifade edilen Frankfurt Okulu, bu
temel isimleri Marksist çerçevede dönüştürerek, kendi özgün yorumunu
oluşturmuştur. “Frankfurt Okulu üyeleri Freud’un da Marx’la aşağı yukarı aynı
anlamda kavramsal bir devrimci olduğunu düşünür. (…) Marksizm ve psikanalizin
örneğini oluşturduğu bu yeni tür teoriye verilen genel ad ‘eleştirel teori’dir” (Geuss,
2013: 14). Freud’un Marx ile analizine dair çalışmaları en fazla yapan isim Herbert
Marcuse olmuştur. Tezin ilerleyen başlıklarında bu konu ayrıntılı bir şekilde ele
alınacaktır. Eleştirel teorinin kapsam alanı oldukça geniş olup, temel odak noktaları şu
şekilde özetlenebilir:
“Aydınlanma’nın çöküşünden kaynaklı pozitivizmin eleştirisi; hangi biçimde olursa olsun
ideolojilerin eleştirisi; son olarak da, toplumsal durumların, kavramların, teorilerin zorunlu
aşılmasını, kısacası bütün toplumsal görüngülerin aşılmasını ele alacak şekilde toplumsal
burada-varlığın eleştirisi. Bu anlamda, Eleştirel Teori olumsuzdur, negatiftir. Pozitif teoriler
ideolojiden ya da toplumsal teknolojiden başka bir şey olamaz” (Spurk, 2008: 154).
Eleştirel teorinin ‘eleştirelliğinin’ altında bu çerçevede, devrimci ve
dönüştürücü kampta yer alan isimlerin çalışmaları yer almaktadır. “Eleştirel teori,
isminin de ima ettiği gibi, diğer filozofların ve felsefi geleneklerin bir dizi eleştirisi
üzerinden ifade edilir. Bu yüzden eleştirel teorinin gelişimi, diyaloğa dayanır; yani,
eleştirel teorinin kökeni, toplumsal fenomenlere uygulama iddiasında bulunduğu
yöntemi kadar diyalektikti” (Jay, 2014: 92). Eleştirel teorinin içinde barındırdığı
imalar hem özel hem genel bir yorumlamayı içermektedir. “Eleştirel teori hem genel
hem de spesifik bir anlam taşımaktadır. Genel olarak, Kant’ın Hegel eleştirisiyle
başlayan Alman felsefesindeki eleştiri unsurunu ifade eder. Daha spesifik olarak,
Frankfurt'ta yirminci yüzyılda ifadesini bulan felsefeye yönelik belirli bir yönelimle
ilişkilidir” (Rasmussen, 1994: 210). Teorinin içinde barındırdığı imkânlar dâhilinde,
dönüştürücü görev yerine getirilmeye çalışılmaktadır. “Eleştirinin normatif olarak
temellendirilmesi ve bunun felsefi kategoriler çalışması, sosyal bilimsel yöntemler ve
güncel empirik araştırma sonuçları yardımıyla açıklanması, Eleştirel Teori kavramında
biraraya getirilir. Kavramları hem tasviri hem de normatiftir” (Schweppenhäuser,
2015: 13). Eleştirel teori, diyaloğa dayalı, tasvir eden, normatif ve diyalektik bir
metodla yola çıkan bir yönelimdir. Eleştirel tutumun, dogmatik ve katı eğilime
hapsolmuş geleneksel teoriye karşı bu şekilde bir direnç oluşturduğu belirtilebilir.
“Geleneksel teori” öncelikle pozitivizmi ve ampirizmi belirten bir kavramdır ve
18
bunlar, Horkheimer’e göre, verileri, olguları vs. toplamakla yetinirler (fact finding) ve
her türden en ufak ayrıntının incelenmesinde yitip giderler” (Spurk, 2008: 66). Verili
olanın kabulü, eleştirel teorinin paradigmasında sadece görünenin bir çerçevesine
erişmek demektir, görünenin altında yatan öze ilişkin ise büyük bir açık ortaya
çıkmaktadır. “Geleneksel kuram mevcut toplumun kendini yeniden ürettiği özel işleyiş
süreçlerine yerleşmiştir” (Therborn, 2010: 19). “Eleştirel teorinin özünde, kapalı
felsefi sistemlere karşı bir antipati yatar. Eleştirel teoriyi böylesi bir kapalı sistem
biçiminde ortaya koymak, öncelikli olarak onun açık uçlu, derinlemesine araştırmaya
dayanan ve tamamlanmamış niteliğini çarpıtmak demektir” (Jay, 2014: 92).
Geleneksel yaklaşımın olgusal eğilimi, böylece gerçeklerin sadece görünür kısmını
vurgulamaktadır. Eleştirel teori bu görüşe karşı savaş açarak, öze ilişkin bir sorgulama
yapmakta ve gizil unsurların yüzeye çıkmasını sağlamaktadır.
Görünüm ve öz arasındaki çelişkilerin kavranılmasında eleştirel teori,
kavramları ve kuramcıları yeniden okumaya girişmektedir. Toplumsal gerçekliğin
sorgulanması, istenilen bir toplum tasavvurunun kurgulanmasında zorunlu bir görev
haline gelmiştir. “Var olanın çok çeşitliliğini sistemin birliğinde yeniden üretmek ve
böylelikle olumlu teyit etmek yerine, Eleştirel teori dikkatini deneyimdeki çelişkilere,
görünüşte var olan bağlamdaki boşluklara, sistemin dürüstçe kurulmamış bağıntılarına
yönelir. Dünya, olduğu gibi değil, değiştirilebilir bir biçimde gösterilmelidir” (Holz,
2012: 22). Marksist dünya görüşü çerçevesinde, deneyimdeki çelişkilerin
aydınlatılması ve hakikatin aranması yolu tercih edilmiştir. “Eleştirel felsefenin niyeti,
‘maddi ve özgül problemler bolluğunu’ bireysel (tek tek) bilimlerin tekelinden
kurtarmaktır; eleştirel felsefe, ‘gerçekliği’ tanımlama ayrıcalığına karşı koymak
zorundadır” (Reijen, 1999: 12). “Eleştirel teori, eylemlilik ve öznellikten yoksun
mekanistik tarih teorilerine olduğu kadar tarihi insanlığın ya da öznelliğin gelişimi gibi
gören idealist kavramlara da (ör. tin, tinsellik, tanrı ve benzeri) karşı çıkarak verimsiz
ikiliklerin üstesinden gelmek ve daha sofistike ve daha dönüştürücü görüşler üretmek
için çaba sarf etmiştir” (Kellner, 2014: 99). Klasik felsefi gelenekte kök salan ayrımları
eleştiriye tabii tutan Frankfurt Okulu, eleştirel teorinin kılavuzluğunda özgürleşim ve
baskılanmışlık arasındaki bağı anlamlandırmaya çalışmış ve bu amacı
19
gerçekleştirirken, burjuva ideolojisi ve akla yönelik tepkilerini teorinin merkezine
taşımışlardır.
3. Eleştirel Teorinin İdeoloji ve Akıl Eleştirisi
Eleştirel teorinin bir tür emancipation projesi üzerinden, insanı ve insan
özgürlüğünü baskılanmışlıktan kurtarmaya çalıştığı ve bu yaklaşımın bir uzantısı
olarak ideolojik görünümlü tüm anlamlandırmalara ve akla yönelik bir soruşturma
yaptığı belirtilebilir. “Eleştirel kuram, insanın tarihin öznesi veya yaratıcısı olduğu
görüşünden hareket eder ve insan etkinliklerinin mevcut nesneleştirilmesini insanın
içsel kabiliyetleriyle karşılaştırır” (Therborn, 2010: 22). Eleştirel teorinin faili olacak
öznenin bir tür özgürleşimi hedeflenmektedir. “Özgürlük; insanın doğa
zorunluluğundan kopması, türünü sürdürme koşulları üzerinde egemenlik anlamına
geliyorsa, Eleştirel teori; tarihi, özgürlükte bilinçli ilerlemeye dönüştürmelidir.
Eleştirel teori, bilimsel gerçeğin mutlaklık iddiasını kuşkulu hale getirir” (Holz, 2012:
20). Eleştirel teori, pozitivist görüşte hâkim olan mutlak değerleri şüpheci bir tarzda
incelemekte, özgürlük gibi bazı temel kavramları devrimci bir tarzda yorumlamakta
ve geleneksel ayrımlara karşı gelmektedir. Spurk’a göre, “Horkheimer, Alman
sosyoloji geleneği yandaşlarının ikili ayrımlarının fildişi kulelerden üretildiğini
belirterek eleştiri getirmiştir (Simmel, Tönnies, Weber)” (2008: 154). Her ne kadar
Weber eleştirel teori için önemli bir referans kaynağı olsa da, katı bir disiplinin tüm
içsel çelişkilerine meydan okuma girişiminde Weber’in yorumlamaları da yeniden
incelemeye tabii tutulmuştur. İdeolojiye yönelik eleştirisi, eleştirel teorinin en radikal
eğilimlerinden birini temsil etmektedir. Geuss, Frankfurt Okulu üyelerinin
Ideologiekritik hakkında savunduğu tezleri üç başlık altında toplamıştır:
“1) Radikal toplum eleştirisi ve toplumun hâkim ideolojisinin eleştirisi (Ideologiekritik)
birbirinden ayrılamaz. 2) İdeoloji kritik yalnızca bir ‘ahlaki eleştiri’ biçimi değildir... O bilgisel
bir girişim, bir bilgi biçimidir. 3) Ideologiekritik bilgisel yapısı bakımından önemli ölçüde doğa
bilimlerinden farklıdır” (2013: 47-48).
Frankfurt Okulu hakkında önemli çalışmalara sahip olan Seyla Benhabib’de
ideoloji eleştirisi vurgusunu önemle hatırlatmaktadır. “Eleştirel teori ideolojilerin de
bir eleştirisidir, zira bireylerin ortak varoluşlarının tecrübesini yaşamaları ve
yorumlamaları kendi toplumsal mücadelelerinin vazgeçilmez bir yönüdür” (2005: 22).
Eleştirel teorinin ideoloji eleştirisi, özgürleşim misyonuyla paralel bir şekilde
20
ilerlemektedir. “Eleştirel toplum teorisini diğer toplum teorilerinden ayıran ve bu
ayrım üzerinden toplumsal felsefeyle ilişkilenmesini sağlayan iki önemli unsur vardır.
Bunlardan ilki, eleştirel teorinin ideoloji eleştirisiyle birlikte gitmesi, diğeri de -ilkinin
sonucu olarak- eleştirel teorinin benimsediği epistemolojik yönelimin toplumun
özgürleşimini amaçlamasıdır” (Gülenç, 2015: 53). İdeolojinin -özelde Nazi
ideolojisinin- tarihsel olarak kitle kıyımındaki etkisi de hatırlanırsa, Enstitü üyelerinin
ideolojik belirlenimlere karşı çıkışının haklılığı da görülebilir. Bunun yanı sıra, katı
Marksist ideolojiye de eleştiri getiren eleştirel teorinin, esasında insan özgürleşiminin
önünde duran tüm düşüncelere karşı bir atak geliştirmiş olduğu söylenebilir.
İdeolojilerin büyük bir yıkımı getirdiği bu süreçte, eleştirel teorinin eleştiri çeperine
birbirine zıt görünen tüm ideolojik yaklaşımlar dâhil edilmiştir.
Dogmalara karşı yeni bir sosyal bilim tarzı geliştirmeyi amaçlayan eleştirel
teori, “bir sistem ya da okul olarak değil, bilakis dogmatik olmayan bir felsefe yapma
geleneği olarak anlaşılır. Esasen ‘Eleştirel teorinin onların temsilcileri için hiçbir okul
bağlamı olmadığı, bilakis ‘tüm kültürel fenomenlere yönelik bir perspektif, ortak
eleştirel temel bir zihniyet’ olduğu görüşü baki kalmıştır” (Schweppenhäuser, 2015:
37). Spurk’un ifadesiyle okulun bir ‘mabet’ olmadığını hatırlayarak, eleştirel
teorisyenlerin genel ve evrensel bir düşünce silsilesine -fakat ana akımdan ayrı olan
bir düşünceye- vurguyu öncelediklerini söylemek gerekmektedir. Toplumsalı
kavramaktaki yeni eğilimi Spurk, “Sozialforschung (toplumsal araştırma)” (2008: 35)
olarak ele almaktadır. Sozialforschung, diğer baskın olan toplum bilimleri gibi bir
görüşe sahip değildir, onun temel paradigmasını materyalist ve eleştirel bir eğilim
belirlemektedir. “O zamana dek görülmemiş bir anlayış olan Sozialforschung, farklı
nesneler ve farklı soyutlama düzeyleri yardımıyla toplum teorisi ileri sürmek için
toplumu bütünlük olarak ele alan araştırmalar toplamıdır” (Spurk, 2008: 41).
Sozialforschung, eleştirel teori zemininde ilerleyen, egemen söylemlere, ideolojilere
ve akla yönelik sorgulamayı mümkün kılan bir araştırma disiplinine göndermede
bulunmaktadır. Okulun kendi rotasında belirlediği eleştirel teorinin, dönemsel olarak
yeni açılımlara da anlam kattığı ve kavramları dönüştürdüğü ifade edilebilir. “Eleştirel
bir toplum teorisinde normların dile getirilişiyle, burjuva devrimlerinin evrenselci
vaadi- adalet, eşitlik, sivil haklar, demokrasi ve kamusallık-; ütopyanın dile
21
getirilişiyle ise erken sosyalist, cemaatçi ve anarşist hareketler geleneği- ihtiyaçlar ve
dayanışma toplumunun kuruluşu, iç ve dış doğayla ilişkilerin niteliksel dönüşümü-
sürdürülür” (Benhabib, 2005: 32). Benhabib, eleştirel teori nosyonunu oldukça
kapsamlı ele almakta ve bu teorinin dönüşümcü etkisini vurgulamaktadır. Siyaset
felsefesinin ana yörüngesindeki temaların eleştirel teori çatısı altında melez bir şekilde
yorumlandığı görülebilir. “Eleştirel teori modelinin 1950'li ve 1960'lı yıllarda
geliştirilmesini karakterize eden şey; normatif temelleri demokrasi yeteneği, otonomi
ve erginlik olan, radikal, septik felsefenin ve uygulama odaklı eleştirel pedagojiye
yönelmiş araştırmanın çift yönlülüğüdür” (Schweppenhäuser, 2015: 59). Therborn ise,
eleştirel felsefe yapma geleneğinin, siyasi olarak köksüz olmasından kaynaklı bir
problemi ortaya çıkarttığını belirtmektedir. “Eleştirel kuramın siyaset anlayışı bir
paradoksla sonuçlanır. Bir yandan, kendini siyasal pratiklerin bir parçası olarak sunar;
diğer yandan, demirleyeceği hiçbir özel siyasal dayanağı bulunmamaktadır. (…)
Kuramın aşırı siyasallaşması, kuramın mantıken siyasetin yedeği -bir Ersatzpolitik-
olarak ikame edilmesine yol açar” (2010: 19). Therborn, eleştirel teorinin herhangi bir
siyasi oluşuma angajmanı olmamasından ötürü yedek bir konumda bulunma
ihtimalinden bahsetmektedir.
Eleştirel düşüncede akıl sorgulaması ise, IfS çevresindeki çalışmaların temel
belirleyicilerinden birisi olmuştur. Jay’e göre, “Frankfurt Okulu’nun Hegel’e olan
borcu akıl çalışmalarında açık bir şekilde ortaya çıkıyordu” (2014: 118). Eleştirel teori
ideoloji eleştirisi yaparken bir yandan da aklı sorgulamaktadır. “Batı düşüncesinde
olmak üzere, akıllı insanın aklı kullanışı arasında güçlü bir bağ vardır; insanlar homo
rationalis olarak karanlığı aydınlatma yetisine sahiptir” (Çiğdem, 2010: 55). İnsanın
başlangıçta sahip olduğu aklın ayrıcalığını ve ayırt edici yaradılışını, zamanını
aydınlatmak yerine onu kötü amaçlara alet etmiş olması, aklın eleştirel soruşturmasına
sebep olmuştur. Horkheimer, ilk olarak aklın din boyunduruğuna girmesi üzerinden
aklın nesnel yanının nasıl zayıfladığını tartışmaktadır. “Aklın dinden ayrılması,
sonradan Aydınlanma felsefesinde daha iyi görüleceği gibi, aklın nesnel yanının
zayıflamasında ve biçimselleşmesinde yeni ve daha ileri bir adım oldu” (2013: 62-63).
Dolayısıyla, aklın biçimselleşerek amacının dışına çıktığı ve deforme edilmiş bir hal
22
aldığı yorumuna yoğunlaşan Frankfurt Okulu teorisyenleri akıl vurgusunu tarihin
karanlık bir sürecine denk düşecek şekilde eleştirel bir çerçevede yorumlamışlardır.
‘Horkheimer ve Frankfurt Okulu’ başlıklı yazısında Orhan Koçak, Frankfurt
Okulu’nun ve özelde Horkheimer’ın tanımladığı akıl kavramının ayrıntılarına yer
vermektedir. “Horkheimer’ın, klasik Alman felsefesindeki anlak (verstand)- akıl
(vernunft6) ayrımına bağlı kaldığını hatırlatarak, öznel akıl ve nesnel akıl kavramlarını
açıklamaktadır” (Koçak, 2013: 40). “Verstand’a (anlama yetisi) göre, dünya, sadece
kendileriyle özdeş ve tamamen bütün diğer şeylere karşıt olan sınırlı varlıklardan
oluşuyordu. Bu yüzden de anlama yetisi, yüzeyin altındaki diyalektik ilişkilere hemen
nüfuz edip, onu kavramakta başarısızlığa uğruyordu. Vernunft (akıl), daha derin olan
bu gerçekliğe inerek sırf görünüş olan dünyanın ötesine geçebilen yetiydi” (Jay, 2014:
119). Koçak, “enstitü üyelerinin diyalektiği öncelikle vernunft’un (maddeci) bir
uzantısı olarak gördüklerini dile getirir” (2013: 40). “Marcuse’nin yazıları toplumsal
dünyada Vernunft’un olası gerçekleşmesinde duyulan, üstü kapalı bir inanç
barındırıyordu” (Jay, 2014: 134). Akıl ve anlama yetisi üzerindeki bu ayrışımla
beraber, Horkheimer nesnel ve öznel akla7 dair saptamalarını açıklığa
kavuşturmaktadır. Horkheimer, “bu iki akıl arasındaki ilişkinin bir karşıtlık ilişkisi
içerisinde olmadığını, ancak öznel aklın nesnel olanın hâkimiyeti altına girmesinin
uzun bir süreç sonunda gerçekleştiğini belirtmektedir” (2013: 57). Öznel aklın
özgürleşimci olmayan eğilimi yerine, üyeler özün kavranılmasında etkili olan nesnel
aklın kullanılmasından yana bir tutum geliştirmişlerdir. Horkheimer’ın Akıl
Tutulması’nda yürürlükte olan öznel aklı yorumlama biçimi şu şekildedir:
“Özerkliği kalmayan akıl bir araç haline gelmiştir. Öznel aklın pozitivizm tarafından öne
çıkarılan biçimselci cephesinde nesnel içerikle bağıntısızlığı vurgulanır; pragmatizmin öne
çıkardığı araçsal cephesinde ise, kendi dışında belirlenmiş içeriklere teslim oluşu belirginleşir”
(2013: 67).
6 Vernunft: Felsefi akıl kavramı. Aydınlanma’dan beri araçların ıslahından daha fazlasını, yani hedeflerin ve -hedeflere bağlı- değerlerin belirlenmesini isteyen toplumsal Praksis’in ana motifidir
(Schweppenhäuser, 2015: 145). 7 Horkheimer’ın nesnel ve öznel akıl ayrımının, Weber’in işlevsel ve tözsel rasyonelliklerini andırdığını hatırlatmakta fayda vardır. Bu konudaki ayrım için Bkz.: Max Horkheimer, Akıl Tutulması, 2013, İstanbul, Metis Yayınları, s.57.
23
Öznel aklın dinsel bağlamla nesnel yönünün zayıflaması, bu aklı biçimselleştirmiştir.
Mitoloji ve dine yönelik daha ciddi saldırı gerçekleştiren ise nesnel akıl olmuştur.
“Nesnel akıl, geleneksel dinin yerine yöntemsel felsefi düşünce ve kavrayışı
geçirmeye ve böylece başlı başına bir gelenek kaynağı olmaya yönelir” (Horkheimer,
2013: 61). Çiğdem’e göre, “nesnel akıl her zaman kendi üzerine düşünebilmeye
muktedir olduğundan, hizmet ettiği şeyin arkasında bulunan gücü görebilme
becerisine sahiptir…Nesnel akıl her dünyevi teşebbüsün arz etmesi gereken bir nesnel
hakikate inanır” (2010:61). Bu çerçevede klasik Alman felsefesi ışığında
Horkheimer’ın akla yönelik temel açıklamalarını bu gelenekten bazı noktalarda
ayrılacak şekilde okumak mümkündür. Horkheimer ve Adorno, akla yönelik şüpheci
ve eleştirel tutumlarını araçsal akıl kavramlarıyla da dile getirmektedirler.
Enstitü üyelerinin akıl sorgulamalarının ayrıntılı analizini ve aklın patolojik
konumlandırılmasını Axel Honneth’nin çalışması üzerinden ele almak mümkündür.
Honneth, Pathologies of Reason adlı kitabında, “Eleştirel Teori’nin kusurlu
rasyonalite fikrinin yeniden bir okumasını yaparak, bu kavramın toplumsal olarak
yarattığı deformasyonu ortadan kaldıracak bir yaklaşım geliştirmeyi amaçlamaktadır”
(2009). Honneth, “IfS’nin hem iç çeperindeki hem de periferisindeki üyelerinin,
toplumsal durumu negatif bir pozisyon olarak ele aldıklarını dile getirir” (2009: 22).
Bu yaklaşım, IfS üyelerinin çalışmalarındaki akla yönelik kuşkucu varsayımın
kanıtıdır. “IfS çevresindeki üyelerin, toplumun verili bir durumunu karakterize etmek
için kullandıkları ifadelerin tümü, "patolojik" ve "bozulmamış/patolojik olmayan"
ilişkiler arasındaki temel ayrıma dayanan bir sosyal-kuramsal kelime haznesinden
kaynaklanır” (Honneth, 2009: 22). Eleştirel teorinin temellendiği dayanaklardan birisi
de, olan ve olması gereken arasındaki ilişkinin patolojik belirlenimler üzerinden
açımlanmasıdır. Honneth, üyelerin kullandıkları kavramlarda ima ettiği şeylerin
sakatlanmış aklın yarattığı toplumsallık ve bunun doğurduğu kusurlar olduğunu
belirtmekte ve üyelerin kullanımlarındaki dikkat çeken kavramları özetlemektedir:
“İlk önce, Horkheimer, toplumun "irrasyonel örgütlenmesinden" [irrational organization] söz
eder; Adorno "yönetilen dünya"dan [administered world8] bahseder; Marcuse "tek boyutlu
8 Çiğdem, totaly administrated society (bütüncül yönlendirim altındaki toplum) kavramının yeni-eleştirel bir tez olduğunu ve endüstriyel kitle toplumunun Horkheimer ve Marcuse tarafından yapılan eleştirilere dayandığını hatırlatmaktadır (2010: 62).
24
toplum" [one-dimensional society] ve "baskıcı hoşgörü" [repressive tolerance] gibi kavramları
kullanır; ve Habermas, nihayetinde, "sosyal yaşam dünyasının sömürgeleştirilmesi"
[colonization of the social life-world] formülünü kullanır” (2009: 22).
Honneth’nin bu açıklamalarını da referans alarak, özellikle Marcuse’nin kendi özgün
terminolojisini oluştururken bu yöntemi belirlemiş olduğunu belirtmekte fayda vardır.
Marcuse’ye dair bu özel kavramsal belirlenime dair ayrıntılı açıklamalar tezin
ilerleyen bölümlerinde ele alınacağından bu bölümde sadece ‘akıl’ soruşturmasının IfS
içindeki genel eğilimi analiz edilecektir. “Düşünürlerin bu türden bir terminolojiyi
tercih etmelerinin temel sebebi, sadece moral felsefedeki sosyal adaletsizlik dili ile
kendini başarılı şekilde gerçekleştirme arzusu arasında karşıtlık olduğu olgusuna işaret
ederek açıklanamaz. Daha ziyade, bu ifadenin ayırt edici özelliği yalnızca sosyal
patoloji ile kusurlu bir akılsallık arasındaki karanlık bağlantı açıklığa
kavuşturulduğunda belirgin hale gelir” (Gülenç ve Büyüktuncay, 2014: 187-188). Bu
bağlamda, kavramların içinde barındırdığı zıtlıklar asıl olarak kusurlu aklın yansıması
olarak okunmalıdır. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya adlı eserinde eleştirel
düşüncedeki akıl kavramını şu şekilde ele almaktadır:
“Lukács’ın metodolojik yönelimi, Merleau-Ponty’nin Weber’in yazılarında bulduğu ‘tarihsel
hayal gücü’yle pek örtüşmez, bununla birlikte Frankfurt Okulu’nun Weber’in çalışmalarını
alımlamaları için belirleyici olur: Frankfurt Okulu, Weber’in çözümlediği akılsallaşma
süreçlerinin süreksiz, çelişik ve kimi zaman sonuçlanmayan yönlerinin arkasında ister meta
formu, ister özdeşlik mantığının baskınlığı, isterse araçsal akıl olsun, tek bir açıklama mantığı
arar” (2005: 238).
Yabancılaşmanın büyüdüğü ve mantığın amacından saptığını hatırlatan Tormey ise,
“Bu, bilim ve teknolojiyi kendi içlerinde bir amaç olarak gören bir mantık ya da
Marcuse’un deyişiyle, bir Akıl biçimidir. ‘Akıl’, insanlığın gereksinim ve
zorunluluklarına tabi olmak yerine, modern dünyada ‘Logos’un yani bilme isteminin
kölesi haline gelmiştir” (1992: 162) vurgusunu yapmaktadır. Dolayısıyla, Enstitü
üyelerinin akla yönelik ilgisi farklı bağlamlarda patolojik ilişkilere ve aynı zamanda
bu kusurlu akıl biçiminin bir tür köleleştirici yönde ilerlemesine odaklanmaktadır.
Aklın sonsuz güvenle ele alındığı geleneksel felsefeden bir kopuş niteliği taşıyan
eleştirel eğilim, aklın bu girdaptan kurtuluşunu amaçlamaktadır. “Eleştirel toplum
teorisi, toplumu ‘insanların güçlerini ve ihtiyaçlarını tatmin eden bir dünyaya’ götüren
toplumsal bir kurtuluş dönüşümü noktasından incelediği için, geleneksel etik ve
25
politika öğretisinin bireylerin özgürlüğü ve mutluluğunu ve ortak yaşamın adaletini
aklın yoluyla birleştirme niyetlerini paylaşır” (Benhabib, 2005: 20). Frankfurt
Okulu’nun aklı ve ideolojiyi ele alış biçimine dair derin ve kapsamlı bir analizin
gerekli olacağı su götürmez bir gerçektir. Bu bölümde, aklın sorgulanma yolu, en
temel ve çalışma için gerekli olan ayrıntılar üzerinden takip edilmiştir. Daha sonraki
bölümlerde konuya ara ara dönüleceğinden, IfS üyelerinin öncü isimleri eşliğinde
çalışmanın sürdürülmesi amaçlanmaktadır. Bu çerçevede, IfS içerisinde belirgin
konumda olan ve ilk dönem çalışmalarda etkili olan üyelerden yalnızca üç tanesi ele
alınıp incelenecektir.
B. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Üyeleri: Öncü İsimler
Frankfurt Okulu üyelerinin yaşam öyküleri, Adorno’nun eleştirdiği şekilde
‘Özgeçmiş9’ formatında aktarılamayacağı gibi, kapsamlı ve muazzam hikâyelerle dolu
olan bu tarihsel anlatıların bir çırpıda analiz edilmesi de mümkün görünmemektedir.
Aynı şekilde onların kısa özgeçmişlerinden bahsetmek, bahsedilmeyenlere saygısızlık
olacağından bu konuda arafta kalınması da muhtemeldir. Bu amaçla, yaşam
anlatılarının çalışma açısından ve özgün anlamıyla en vurucu noktaları bağlamında ele
alınacağını hatırlatmakta fayda vardır. Bu bağlamda, IfS üyelerinin entelektüel
üretimleri ve okulla temasları üzerinden bir analize gitmek gerekmektedir. Tez
çalışmasının kapsamını aşacağından, tüm Enstitü üyelerinden ziyade, belirleyici
konumda olanlardan üçü ele alınacaktır. İlk olarak, Enstitü’nün kurucu ve idari rolünü
sürdürmüş olan, tüm mali işlerle beraber, idari pozisyonlara atama ve kabul etme
konusunda sorumluluk almış olan Max Horkheimer’dan bahsedilecektir. Ardından,
Enstitü’ye sağladığı olağanüstü katkının yanı sıra, Horkheimer ile uzun süren
dostlukları ile sadık bir üye ve eleştirel teorinin en büyük kuramcısı olan Theodor W.
Adorno ele alınacaktır. Son olarak, Enstitü ile doğrudan bir teması olmasa da, üyeler
ile olan ilişkisi üzerinden, anaakım ‘Enstitü’ belirleniminin dışına çıkan ve bu duruşu
rahatsız eden, merak uyandıran bir hayata sahip ancak bu hayatı trajik bir ölümle sona
eren Walter Benjamin’e yer verilecektir. Kalıplara sığmak yerine, bu kalıpları alaşağı
9 Adorno, magnus opum’u olan Minima Moralia’da, soru formunda, cinsiyet, yaş ve mesleğin standardize edilmiş olduğu özgeçmişe dair formatı eleştirmektedir. Bu şekilde bireyin, kendi geçmişine yabancılaşıp, kişisel tarihinin de şeyleştiğini belirtmek muhtemeldir. Bkz.: Adorno, Minima Moralia, 2012, İstanbul, Metis Yayınları s.50-51.
26
etmeye teşebbüs eden bu üyelerin ürettiği sayısız eserin her biri büyük bir ilgiyi hak
etmektedir. Kıta felsefesinin muazzam bilgi ve deneyimini aktarma ve aydın
sorumluluğunu farklı biçimlerde yerine getirme konusunda bu referanslara başvurmak
bir gereksinimdir. Bu amaçla, belirtilen üç isim üzerinden IfS’nin egemen duruşunun
ayrıntıları, üyeler arasındaki benzerlik ve farklılık gibi konulara da değinilmiş
olunacaktır.
1. Spiritus Rector: Max Horkheimer (1895-1973)
Frankfurt Okulu’nun idari sorumluluğunu üstlenen Max Horkheimer, Adorno
ile dostluğu, Enstitü’nün diğer üyeleriyle ilişkisi ve mali meselelerle de bağlantısı
sebebiyle bazı yorumcular tarafından her ne kadar bir ‘şirket patronu’ olarak görülse
de, IfS içerisinde oldukça önemli bir figürdür. Horkheimer, Enstitü’nün tüm idari
atama işlemlerinden sorumlu bir isimdi, çoğu zaman üzerine çalışılması gereken konu
ve temalara da önerilerde bulunmaktaydı. “1895 yılında doğan ve uzun süre boyunca
Institut für Sozialforschung’un spiritus rector’u olmuş olan Max Horkheimer, tekstil
fabrikatörü ve Almanya’nın güneybatısında yeşermekte olan çok sayıda fabrikanın
sahibi Moses Horkheimer’ın tek oğludur” (Spurk, 2008: 19). Horkheimer’ın okul
içerisindeki diğer üyeler gibi varlıklı bir burjuva ailede dünyaya geldiğini
görmekteyiz. “Stuttgart’ta dindar ve muhafazakâr eğilimli sanayici bir ailede doğan
Max Horkheimer, aile şirketinde çalışmaya başlar. Burada işçilerin durumunu
yakından görmesi, toplumsal eleştiri hassasını geliştirir. 1919’da Münih’teyken,
devrime destek verir. Devrim bastırıldıktan sonra kısa süre tutuklu kalan Horkheimer,
daha sonra Frankfurt’a geçer ve orada felsefe çalışmaya başlar” (Delacampagne, 2010:
155).
Horkheimer’ın erken dönem siyasi belirlenimi yaşantısı üzerinde büyük bir etki
bırakmıştır. Ancak devrimin başarısızlığı diğer birçok isim gibi hayal kırıklığı
yaşamasına sebep olmuştur. “İnançlı Yahudi olan Horkheimerler “entegre olmuş
Yahudi” burjuvazisinin parçasıdırlar ve kendilerini özellikle Alman ve burjuva
hissetmekteydiler” (Spurk, 2008: 19). Horkheimer’ın burjuva ailesinin Alman
toplumuna başarıyla sentezlenmiş bir Yahudi yaşamı sürdüğü söylenebilir. Bu uyum,
Alman Yahudisi ailelerin kendi dönemlerindeki en önemli toplumsal yaşam
stratejilerinden birisine vurgu yapmaktadır. Horkheimer, “1925’te doçentlik sınavını
27
verdikten sonra Frankfurt’ta yeni-Kantçı bir profesörün asistanı olur, fakat kendi
derslerinde, gerçekten ilgisini çeken yazarlara yönelmekte gecikmez: Hegel, Marx ve
Fransız Aydınlanma filozofları” (Delacampagne, 2010: 155). Horkheimer’ın yöneldiği
bu felsefeciler, ilerleyen dönemde eleştirel teorinin de temas edeceği isimlerdir. Jay,
“akıl hocası olan Hans Cornelius’un yanında Horkheimer’ın Kant ve Schopenhauer
ilgisinin de fazlaca olduğundan” (2014) bahsetmektedir Alman felsefesinin baskın
karakteri bu şekilde Horkheimer’ın felsefi zeminini oluşturmuştur.
IfS için Alman üniversite geleneğine uygun düşecek bir yönetici aranırken,
Horkheimer’ın bunun için profesörlük tezini kabul ettirmesi gerekmekteydi.
“Horkheimer, 1926'da sunduğu profesörlük tezi kabul edildiğinde Enstitü’nün
yöneticiliğine ilişkin kurallara uygun bir konuma sahip” (Slater, 1998: 31) hale
gelmiştir. “1930’da Horkheimer’a “toplum felsefesi” kürsüsü teklif edilir. Ve bilhassa
da, üniversiteye bağlı bir laboratuvarın yöneticiliği önerilir: Toplumsal Araştırmalar
Enstitüsü (Institut für Sozialforschung)” (Delacampagne, 2010: 155). Horkheimer
profesör olduktan sonra, Enstitü’nün yeni dönemine aracılık edecek bir isim ve uzun
dönemde dikkat çeken bir yönetici olarak bu göreve başlamıştır. Enstitü’nün yönetici
arayışları bir çözüme kavuştuktan sonra, “Horkheimer, ilk Felsefe ve Toplum Felsefesi
profesörü olarak” (Slater, 1998: 31) Enstitü’nün yöneticiliği pozisyonunu bu şekilde
elde etmiştir.
Horkheimer’ın henüz 35 yaşındayken Enstitü yöneticisi olarak yaptığı
konuşmanın Enstitü’nün ilerleyen dönemlerdeki eğilimine ışık tuttuğu belirtilmişti.
“Enstitü daha kuruluşundan itibaren üniversiteye bağlıdır. 1930’dan itibaren yeni
yöneticisi Max Horkheimer’in savunduğu “disiplinlerarası materyalizm” aracılığıyla
Enstitü özgül bir teorik anlayıştan yararlanır” (Spurk, 2008: 27). Horkheimer’ın,
IfS’nin Grünberg döneminde egemen olan ekonomik temelli çalışmalardan farklı
olarak, diyalektik materyalizmin hâkim olduğu çalışma alanlarını öncelediğini
hatırlatmakta fayda vardır. Özellikle, Fromm’un psikanaliz eğilimini yavaşça
Enstitü’ye dâhil ederek, disiplinlerarası eğilime yeni bir boyut kazandırmıştır.
Marksizm ile psikanalizin yakın teması bu şekilde doğmaya başlarken, Freud analizleri
de önem kazanmaya başlamıştır. Ancak Horkheimer’ın yöneticilik pozisyonunu
uygulama biçimi eleştirilere sebep olmuştur. “Dubiel ve Wiggershaus’a göre,
28
Enstitü’nün kendisi açısından, idari olarak, ama özellikle de entelektüel olarak
konuşarak yönetme görevi müdüre düşer; tıpkı bir patron gibidir” (akt. Spurk, 2008:
24). Şüphesiz ki, bu açıklamaların daha kapsamlı ele alınması ve araştırılması
gerekmektedir, ancak Kellner’ın Marcuse hakkındaki derleme eserlerinde, Peter
Marcuse’nin Horkheimer’ın IfS içindeki dominant karakterinden bahsettiği bölümler
de, bu görüşle paralellik taşımaktadır.
Horkheimer’ın siyasi anlamda yakın olduğu eğilimlerin büyük bir şiddetle
bastırılmış olması kendisi gibi dönemin diğer aydınlarını da hüsrana uğratmıştır.
“Horkheimer, savaşın öncesindeki yıllarda çoğu burjuva çocuklarının ilgisini çeken ve
etik yanı ağır basan özgürlükçü bir sosyalizmden yanaydı” (Jay, 2001: 24). Burjuva
ailelerin özgürlükçü eğilime sahip olan çocukları, devrimin şiddetle bastırılması ile bir
tür kırılma yaşamıştır. “Horkheimer’ın aktif bir siyasal deneye en çok yaklaştığı
dönem, 1918 Alman devrimci ayaklanmasından hemen sonra başlayan karşı-devrimci
saldırı günleridir. Rosa Luxemburg'un başının taşla ezildiği bu dönemde, Horkheimer,
üniversiteden arkadaşı olan Pollock’la birlikte, Alman devrimcilerini beyaz terörün
elinden kurtarmak ve evlerde saklamak için çalışır. Bu yıllarda en çok etkilendiği
Marksist önder de Rosa Luxemburg’dur” (Koçak, 2013: 11). Horkheimer’ın politik
sürece bu denli yaklaştığı dönem, nihayetinde büyük bir şiddet olayıyla sona ermiştir.
“Bolşevik merkeziyetçiliğine eleştirilerinden dolayı, Horkheimer’ın politik açıdan ilk
sempati duyduğu kişi, Rosa Luxemburg olmuştu. 1919 yılında, Luxemburg'un
öldürülmesinden sonra, Horkheimer peşinden gidebileceği hiçbir politik lider
bulamayacaktı” (Jay, 2014: 54). Bu noktada, Marcuse’nin de Spartakusbund10
hareketinin vahşice bastırılmasının ardından, sosyal demokrat siyaseti bırakması ve
onun politik ideallerinde yarattığı hayal kırıklığı bu durumla benzerlik taşımaktadır.
“Frankfurt Okulu gibi Luxemburg da, kendiliğindenliğin ve örgütlenmenin diyalektik
kaynaşması nosyonunu işliyordu. Sadece bu kaynaşma bürokratikleşmenin önüne
geçebilirdi” (Slater, 1998: 132). Luxemburg’un siyasi çıkarımları ve yaklaşan
tehlikeye dair işaretleri bu noktada IfS için de bir kılavuz niteliğindeydi.
Luxemburg’un vahşice öldürülmesi, Frankfurt Okulu mensuplarını derinden
10 Bu ifade, Spartakusbund liderleri (Spartaküs Birliği), Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in 15 Ocak 1919 tarihinde Freikorps birlikleri tarafından vahşice öldürülmeleri konusuna gönderme yapmaktadır.
29
sarsarken, aynı zamanda sosyalist hareketin bu denli sert ve şiddetle bastırılması belki
de onların uzun dönemde sol ideolojiye bakışlarındaki parametrelerden birisini
oluşturmuştur. Bu bastırma hareketini belki de yaklaşmakta olan daha büyük bir
felaketin ayak izi olarak erken dönem bir küçük kıyım olarak görmek mümkündür.
Horkheimer, entelektüel anlamda eserlerini ise farklı tarzlarla yayınlamıştır.
“Nazilerin iktidarı ele almasından kısa bir süre sonra, “Almanya Notları” altbaşlığı ile
yayınlanan Horkheimer’in Dämmerung11 (Alacakaranlık) kitabı, edebi bir biçimde,
aforizmaların, metaforların, örneklerin, küçük hikâyelerin ve kısmi analizlerin bir tür
kolajını sunar” (Spurk, 2008: 27). 1934 yılında yayınlanan bu çalışma, Horkheimer’ın
daha iyimser bir dünya görüşüne sahip olduğu izlenimini içermektedir. “Horkheimer,
artık var olmayan bir Almanya’dan ve bir dönemden söz etmektedir. Nazilerin zaferi
hem işçi hareketinin ve onun simetriği olan militan Marksizmin yenilgisi, hem de
burjuva ve liberal dönemin çöküşü anlamına gelmektedir” (Spurk, 2008: 29). Ancak
yine de, Horkheimer zorunlu sürgün deneyiminden önce umut kırıntılarını yitirmemiş
görünmektedir. Delacampagne’e göre, “Yahudi Alman filozofların, Hitler’in iktidara
gelmesiyle, kelimenin tam manasıyla, zorlanmadan kendi başlarına sürgüne
gitmediklerini görüyoruz. Kuşkusuz içlerinden pek çoğu, gerici ve ruhban güçlerce
ezilen Kasım 1918’deki sosyalist devrimin, 1919’daki başarısızlığına üzülmüştür”
(2010: 153). Bu hareket IfS üyelerini yalnızca siyasi alandan uzaklaşma yönünde
uyarıcı bir işlevde bulunmamış, fakat aynı zamanda tarihsel süreçte erken uyarıcı bir
amaca da hizmet etmiştir. Yaklaşan Nazi felaketinin belki de erken bir uyarısı olarak
bu bastırma hareketi ele alınabilir. Horkheimer, iyi bir toplum tasavvurunu insanın
özne olarak özgürce eyleyebildiği bir yapıda ele almaktadır. Ancak verili toplumun
burjuva öğretileri, ne aklı ne de bireyi özgür kılmaktadır. Horkheimer’ın akla yönelik
eleştirilerini önceki bölümde ele aldığımızdan burada tekrara gitmemek için kısa bir
değerlendirme yapmak yeterlidir. Spurk, Horkheimer’ın burjuva değerlerin eleştirisi
noktasına eğilmektedir:
“Burjuva toplumunda hayatta kalabilmek için insanlar bencillik, ötekini dışlama ve saldırganlık
geliştirirler. Sevgi, sosyallik, konsensüs vs. kötülenir. Horkheimer, Machiavelli’de, Luther ve Calvin’de, aynı zamanda Rousseau ve öğrencisi Robespierre’de, toplumun insandan beklentisi
11 Şafak ve alacakaranlık anlamlarını içermektedir. Spurk’a göre, Horkheimer’ın tercihi şafaktır (2008: 29).
30
üzerinde temellenen aynı insan kavrayışını bulur. Bu nedenle Horkheimer burjuva ahlakını,
“gönüllü köleliğin” (La Boétie) kurulmasını sağlayan geniş bir heteronomi stratejisi olarak kabul
etmektedir” (2008: 56-57).
Horkheimer materyalist bir belirlenim çerçevesinde aklı ve bireyi özgürleşim projesi
kapsamına dâhil etmiştir ancak onun Marksist kavramlara olan yakınlığı hiçbir zaman
ortodoks bir hal almamıştır. Jay’e göre, “O, emeği hiçbir şekilde fetişleştirmemiştir,
insanın bedensel mutluluk taleplerine de önem vermiştir” (2014). Horkheimer gibi
diğer Enstitü üyelerinin de temel Marksist kavramları yeniden yorumladıkları
görülebilir. Marksist eğilimdeki emek teorisi, eleştirel teorisyenler için bir özgürsüzlük
haline gönderme yapmaktadır. Emeğin fetişleştirilmesi, kişinin bedeni ve zihninin
köleleştirilmesi anlamına gelmektedir. Enstitü’nün Marksist eğilimine yönelik açılımı
tezin ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 1933 yılında Nazilerin
iktidara gelmesiyle, Enstitü’nün Almanya’daki ofisi kapatıldıktan sonra, Horkheimer
ABD’ye gitme kararı almıştır. ABD’deki uzun ve verimli çalışma dönemindeki en
yakın arkadaşı ise şüphesiz ki Theodor W. Adorno olmuştur.
2. Kulturpessimismus: Theodor W. Adorno (1903-1969)
IfS içindeki en belirleyici karakterlerden birisi olan Adorno, Horkheimer ile
yakın arkadaşlığı dışında, diğer üyelerle olan ilişkisi, sanat, müzik, felsefe ve birçok
disipline dair ayrıntılı çalışmaları ile dikkat çeken bir isim olmuştur. “1903 doğumlu
Theodor Wiesengrund-Adorno, Frankfurt’ta Yahudi bir Alman aileden gelme zengin
bir şarap taciri olan Oscar Wiesengrund’un oğludur. Annesi Marion Cavelli-Adorno
della Piana, adından da anlaşıldığı gibi İtalyan kökenlidir ve Korsika soylusu bir
ailenin kızıdır” (Spurk, 2008: 21). “Babası bir anlamda biraz uzak bir baba idi. Ama,
Adorno'yu otuz yedi yaşındayken doğuran annesi ona, geç yaşlarda çocuk sahibi olmuş
çoğu kadınlar gibi, çok yakın bir ilgi göstermiştir” (Jay, 2001: 22). Adorno’nun ailesi
de, Horkheimer’ın ailesi gibi dönemin Alman Yahudisi aile ortamını temsil
etmekteydi. Bu aileler birçok alanda çocuklarına iyi bir eğitimin önünü açmaktaydı.
Adorno’nun babasının soyadı, Yahudiliği çağrıştırma ihtimalini taşıdığı için o
annesinin soyadını kullanmayı tercih etmiştir. “Ailesinin ve dostlarının onu çağırdığı
ismiyle Teddie, Yahudi bir şarap tüccarı olan Oscar Wiesengrund ile Cenovalı bir
aileden gelen Korsika doğumlu Maris Calvelli-Adorno'nun tek çocuğuydu. Bugün
Theodor W. Adorno adıyla tanıdığımız filozof, gerçek soyadı olan Wiesengrund
31
yerine annesinin kızlık soyadı olan Adorno'yu kullanmıştır” (Dellaloğlu, 2003: 13).
“Frankfurt’ta doğan Theodor Wiesengrund-Adorno (1903- 1969) iki soyisim
taşımaktadır: Birisi, Protestanlığa dönen ve oğlunu da Protestan kilisesinde vaftiz
ettiren Yahudi babasının soyismi, diğeri ise Korsika kökenli Katolik annesinin
soyismidir” (Delacampagne, 2010: 156-157). Teddie böylece Wiesengrund soyadını
dönemin politik ikliminden ötürü tercih etmek yerine, Adorno’yu kullanmıştır.
Adorno müzisyen bir burjuva aileden gelen ve sanatsal yetenekleri erken
yaşlardan itibaren gelişen bir çocuktu. Aile ortamından alışkın olması sebebiyle,
sanata ve özellikle de müziğe olağanüstü bir ilgi göstermiştir. “Müzikal eğitimini
öğrencisi olduğu Arnold Schönberg ve Alban Berg’e borçludur” (Spurk, 2008: 22).
“Gençliğinde Lukács’ın Roman Kuramı sayesinde estetikle, Bloch’un Ütopya Ruhu
sayesinde ise devrim fikriyle tanışır. 1921’den 1932’ye kadar kendini müzik
eleştirisine verir. Avusturya ekolünün atonal müziğiyle büyülenen Adorno, 1925’te,
Arnold Schönberg’in rehberliğinde piyanist veya besteci olmak üzere Viyana’ya gelir”
(Delacampagne, 2010: 157). Ancak Adorno sanatsal ve müzikal faaliyet alanındaki
ilgisini yeterli derecede yetkin bulmadığı için, bu alandaki kariyerini sonlandırır ve
Avrupa felsefesi için önemli bir dönüm noktası olacak kararını verir ve felsefeye
yönelir. Viyanadaki müzik eğitiminin ardından Adorno, yavaş yavaş Enstitü ile
bağlarını genişletmeye ve asıl ilgisi olan alanlara kaymaya başlamıştır.
Adorno’nun Siegfried Kracauer’le olan dostluğu onun yaşamında önemli bir
etki bırakmıştır. “On beş yaşındayken, aile dostları olan ve Adorno'dan on dört yaş
büyük Siegfried Kracauer'in öncülüğünde Alman klasik felsefesi üzerinde çalışmaya;
haftada bir gün Kant'ın birinci Critique'ini okumaya başlamıştı” (Jay, 2001: 23).
“Adorno, 1921 yılında Frankfurt'ta Kaiser Wilhelm Lisesi'ni bitirdi ve Johann
Wolfgang Goethe Üniversitesi'nde okumaya başladı. Adorno'nun tez hocası Kantçı
düşünür Hans Cornelius'tu. Adorno 1922'de Cornelius'un seminerlerinde Max
Horkheimer ile tanıştı” (Dellaloğlu, 2003: 13). Enstitü adına 1932’ye kadar doğrudan
bir eser üretmemiş olsa dahi, Adorno, Enstitü dergisi için yazdığı makaleler ile 1920
sonları itibarıyla Enstitü ile temas halinde olmuştur. “Horkheimer ile dostluğu
sayesinde, yeni kurulmuş bulunan ve o günlerde Avusturyalı Marxist işçi hareketleri
tarihçisi Carl Grünberg'in başkanlığını yaptığı IfS ile de, uzaktan da olsa, bir ilişki, bir
32
yakınlık kurmuştu. Kracauer'in aracılığı ile de, daha önceden, 1921 yılında bu
Enstitünün üyelerinden bir diğeri ile, edebiyat sosyoloğu Leo Lowenthal ile tanışmış;
onunla hayatı boyunca sürecek bir dostluğu başlatmıştı” (Jay, 2001: 27). “Horkheimer
ile arkadaşlığı sayesinde Frankfurt Okulu ile ilişki kurmaya başlayan Adorno'nun
Enstitü dergisindeki ilk yazısı 1932'de yayımlandı. Adorno ancak 1938'de Enstitü'nün
resmi üyesi oldu” (Dellaloğlu, 2003: 14). Adorno’nun uzun yıllar IfS çeperindeki
isimlerle teması, bu süreç sonrasında onu Enstitü içerisine çeken bir faktör olmuştur.
“Dodekafonik teknik” üzerine yazdığı makalenin (1929) ardından (1931’de)
‘Kierkegaard: Bir Estetiğin İnşası’ isimli tezle doktorasını alır. Tez 1933’ün hemen
başında yayımlanır. Bu arada Adorno, uzun yıllardır tanıdığı Horkheimer’a ve
Marksist materyalizme yaklaşır. Adorno, Marksist materyalizmi şahsi bir şekilde,
Bloch’unkine yakın yorumlamaktadır” (Delacampagne, 2010: 157). Adorno,
Horkheimer’dan farklı olarak ütopyacı bir Marksist yönelimi tercih etmiştir.
Savaş sonrası dönemde felsefenin yüklendiği sorumluluk bilinci Kıta
Avrupası’nda tartışılıyorken, 1927'de Martin Heidegger ‘Varlık ve Zaman’ı
yayınlamış ve bu çalkantılı atmosferde büyük bir ün kazanmıştır. Heidegger’in bu
popüler eseri, Marcuse gibi pekçok öğrenciyi onun yanına taşıma başarısını
göstermiştir. Ancak Adorno, bu dönemde Heidegger’i hedef tahtasına alarak, felsefi
bilincin bulanıklaştırıldığı yorumunu yapmıştır. “Adorno, “Varlık” gibi, tamamıyla
radikal, ama aynı zamanda, temelsiz sorunları, gündeme getirmenin tam zamanının bu
olduğuna işaret etti” (Reijen, 1999: 11). Adorno, ironik bir şekilde Heidegger
felsefesinin toplumsal meselelerden uzaklaştırıcı etkisini ele alıp, savaş sonrası
dönemde, aydınların sorumluluk bilincini bu şekilde bastırmalarının verdiği
rahatsızlığı dile getirmiştir. Bu yorum, tarihsel sefaletin ‘varlık’ ile perdelenmesinin
ağır ama belki de haklı bir eleştirisidir.
Horkheimer’ın ABD’ye göç etmesinin ardından, Adorno önce İngiltere’de
Merton College’da çalışmalarını sürdürmüş, daha sonra arkadaşının ısrarı üzerine,
ABD’ye gitmiştir. Burada uzun yıllar devam eden arkadaşlıkları ile pekçok eser
üretmişlerdir. 1947 yılında Aydınlanmanın Diyalektiği bu çalışmaların başında
gelmektedir. “Adorno’nun başyapıtlarından birisi olan, ünlü The Authoritarian
Personality ise otoritarizm, anti-semitizm ve faşizm sorunu üzerine kırklı yıllarda
33
Enstitü’nün en temel ampirik çalışmalarını ve sosyoloji için özellikle anlam taşıyan
yöntemsel düzendeki düşünmeleri bir araya getirir” (Spurk, 2008: 117). Faşizm temelli
çalışmaların en belirgin unsurlarını analiz eden bu çalışma, diğer pekçok eser gibi,
faşizmin kitle tabanındaki yansımalarını analiz etmeye, bireyin kişiliğini
çözümlemeye yoğunlaşmaktadır.
“Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar olarak önsel bir tahminle verilen ‘Minima
Moralia’ Adorno’nun eleştirel felsefesinden yansıtılan aforizmaların bir derlemesi
olarak 1951’de yayınlanmıştır. “Alacakaranlık’taki Horkheimer gibi, Adorno’da
Minima Moralia’da “iç diyaloğu” benimser ve böylelikle, “gerçek yaşam doktrini”nin
ana hatlarını belirtmek için, sürgüne mahkûm edilmiş eleştirel teorisyenin “öznel
deneyim”inden yola çıkarak düşünmelerini formüle edebilir” (Spurk, 2008: 90).
Dellaloğlu’na göre, “Minima Moralia neredeyse Benjamin’in göründüğü bir metindir”
(2012: 21). Adorno’nun klasik Alman felsefesini ters yüz edecek alıntılarından oluşan
bu eser, ‘Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz’ (2012: 43), ‘Bütün yanlıştır’12 (2012: 54)
gibi çok bilindik aforizmaları da içeren bir başyapıt niteliğini taşımaktadır. Bu açıdan,
Adorno’nun birçok düşünüre temas eden göndermelerini taşıyan bu yapıt, IfS içindeki
en vurucu imalara sahip olan eserlerin başında gelmektedir.
Horkheimer gibi Adorno da, özgürlük kavramını aklın bağımsız kılınmasına ve
burjuva değerlerin dominant etkisinin yok edilmesine bağlamaktadır. Bu şekilde
gerçek kurtuluşun elde edilebileceğine inancı olan Adorno, yine de büyük oranda
kavram dizgesini aşırı pesimist bir yaklaşımla oluşturmuştur. Adorno’ya göre,
“yalnızca bireyin özgürleşmesi toplumsal atomlaşmaya son verebilir” (Spurk, 2008:
111). Adorno, bujuva ahlak öğretisinin bireyi zoraki bir uyuma sürüklediğini ve bunun
da bir tür hayatta kalma stratejisine dönüştüğünü belirtmiştir. Onun için özgür olmanın
bir diğer bağlamı ise dile olan yaklaşımında gözlemlenebilir. Adorno için ABD’den
Almanya’ya dönmek, onun için ana dili Almanca’ya dönmeyi ifade etmekteydi.
Almanca’yı etkin şekilde kullanmayı sevdiğinden aynı şekilde, ABD’deki sürgün
yaşamında Enstitü dergisini İngilizce çıkarmamak için diretecek kadar da inatçı bir
12 Hegel’in Ruhun Fenomenolojisi’ndeki ‘doğru bütündür, bütün olandır’ görüşünün negatif formu. Benzer şekilde, Marx’ın Hegel’den alıp yepyeni bir bilimin temeli haline, ama özgün bir anlayışla getirdiği yöntemin özüdür. Bkz.: Lukács, 2014, s. 115.
34
isimdi. Adorno’nun oldukça belirli hatlardan sürdürülen yaşam öyküsünü
sonlandırmak ve onun yaşamını en çok etkileyen isimlerden birisi olan Walter
Benjamin’in öyküsüne başlama gerekliliği doğmaktadır.
3. L’ecart Absolu: Walter Benjamin (1892-1940)
Frankfurt Okulu içerisinde tam olarak bir üyeliği olmasa da, her zaman üyelerle
ilişkisi ve onlara muazzam derecedeki etkisi ile Walter Benjamin, eleştirel teori için
büyük bir figürdür. Benjamin’in Frankurt Okulu’na etkisi bakımından, gerek ilgi
alanları, gerekse Marksizm ve Yahudilik konusundaki duruşu sebebiyle, ‘aykırı’ bir
isim olduğunu söylemek mümkündür. Bu konulardaki yaklaşımları, bazı üyeler
tarafından çoğu zaman tasvip edilmese de, kendisi uzun süren ikazlarla ‘dışsal
faktörler’den korunmaya çalışılmıştır.
‘Hoşgörü’ coğrafyası olan ABD’de felsefe yapabilmek için sürgünü
deneyimlemek zorunda kalan çoğu Frankfurt Okulu üyesinin aksine, Walter Benjamin
faşizan cehennemin ilk gerçek kurbanı olmuştur. “Benjamin, 1866 doğumlu tüccar bir
ailenin oğlu olan babası Emil Benjamin ve annesi Pauline’in üç çocuğundan en büyüğü
olarak 15 Temmuz 1892 yılında Berlin’de dünyaya gelir. Nüfus kütüğünde tam ismi,
Walter Benedix Schönflies Benjamin olarak geçmektedir” (Witte, 2007: 7). Dönemin
varlıklı burjuva aileleri gibi, Benjamin’in ailesinin de bu servetini entelektüel ve
sanatsal faaliyetlere ve şehir hayatının imrendirecek cinsten toplantılara ev sahipliği
yaparak yansıttığı bilinmektedir. Benjamin, her ne kadar özel alandaki bu burjuva
manzaraya ağır eleştiriler getirse de, çocukluğuna dair anılarını ilerleyen dönemde
birçok eserine yansıtmıştır. Bu sebeple, ev ortamının çocukluktan itibaren Benjamin
üzerinde olağanüstü bir etkisi olduğu yadsınmamalıdır.
Benjamin’in yazarlığa yönelik ilgisi erken yaşlarından itibaren belirmiştir ve
Der Anfang (Başlangıç)’da ilk yazılarını yazarak, yazarlık macerasına atılmıştır.
Dönemin önemli ve etkin isimleri olan “Gerhard Scholem, Theodor W. Adorno, Hugo
von Hofmannsthal, Bertolt Brecht yakın arkadaşları” (Oskay, 2015: 14) olarak
Benjamin’in entelektüel çevresini oluşturmaya başlamıştır. Bu isimlerin onun
hayatındaki önemi ilerleyen dönemlerde daha açık şekilde ortaya çıkacak, aynı şekilde
kendisi de bu isimler üzerinde etkili olacaktır. Benjamin, herhangi bir kategoriye
35
sığamayacak kadar, geniş yelpazede donanımlı ve renkli bir isimdi. Löwy, onu şu
şekilde tanımlamaya çalışmaktadır: “Walter Benjamin, ilerleme felsefesinin devrimci
bir eleştirmeni, ‘ilerlemeciliğin’ Marksist bir hasmı, geleceği hayal eden bir geçmiş
nostaljiği, maddecilik taraftarı bir romantiktir” (2007: 2). Onun hiçbir sınıflandırmaya
girmeyen bu duruşu, birçok konuya temas etmesinin belki de en temel sebebiydi,
birçok konuya içkin olup hiçbirine körü körüne bağlanmamak.
Benjamin’in yaşantısındaki dönüm noktalarından birisi muhakkak ki Gershom
Scholem ile tanışması olmuştur. “Benjamin, entelektüel güçleri şaşırtıcı ölçüde erken
gelişmiş, kapalı ve hassas biridir. Edebiyat ve felsefeye eşit ölçüde merak duyan
Benjamin 1915’te, kendisinden beş yaş küçük genç Scholem ile tanışır”
(Delacampagne, 2010: 158-159). “Benjamin’in çekim kuvveti kaynaklarının içinde
ilki ve en uzun sürelisi, en yakın arkadaşı olan, Yahudi felsefeci ve matematikçi
Gershom Scholem’di” (Kang, 2015: 27). “Berlin’de asimile olan bir ailede dünyaya
gelen Gershom Scholem (1897-1982), yoğunluklu olarak Yahudi Kabala geleneğinin
etkisinde kalan ve henüz 26 yaşında Kudüs’e yerleşme kararı alan bir isimdir (…).
Göçün sebebi -genç filozof Scholem’in, 1 Ağustos 1916’da günlüğüne yazdığı gibi -
1914 savaşının Avrupa’nın ölümünü ve “mezara konuşunu” haber verdiği yolundaki
umutsuz tespittir” (Delacampagne, 2010: 152). Böylece Scholem’in, büyük bir sezgi
ile kendi çağının şiddet ruhunu erkenden hissettiği ve harekete geçtiği gözlemlenebilir.
Benjamin’in Scholem’i tanımasıyla başlayan, mistisizm ve Yahudilik ilgisi
zamanla gelişmiştir. “1915-16 yıllarında, sembolizme ilk kez derinden bağlandığı
sırada Benjamin, daha sonraları Yahudi tarihindeki mistisizm geleneklerinin en derin
modern yorumcusu olarak tanınacak olan Gershom Scholem’le yakın ilişki kurdu. (…)
Ernst Bloch ve Franz Rosenzweig gibi mistik felsefecileri 1919-20 yıllarında
okumanın yanı sıra, Benjamin'in entelektüel hayatında önemli bir Yahudi teolojisi
damarı gelişti” (Lunn, 2010: 260). Benjamin’in felsefi ve edebi yazınlarında sıklıkla
ortaya çıkan ve Marksizm ile sentezlediği bir Yahudilik damarı oluşmuştur. O dönem
Alman Yahudisi entelektüellerin babaları ile kendileri arasındaki farklardan birisi de
bu sentez olmuştur. Benjamin’in Marx ve Yahudilik sentezi, belki de onun siyasal
duruşu ve Büyük Reddi’nin bir yansımasıydı. Burjuva ailelerdeki ebeveynlerinin
görmezden geldiği toplumsal ve siyasal bir eğilime yönelik bir çabaydı bu duruş.
36
Scholem kendisini yaklaşan felakate karşı Kudüs’e beraber çalışmaya davet
etmiş ancak bu teklifi Benjamin kabul etmemiştir. Bu sebeple, zaman zaman
Benjamin’i yoğun dinsel baskıya maruz bıraktığı iddiasıyla karşı karşıya gelen
Scholem, Benjamin ile mektuplaşmalarının olduğu kitabın girişinde kendisine
yöneltilen eleştirilere bir cevap vermektedir. “Bana sürekli Benjamin’i
Filistin’e/İsrail’e gelmesi konusunda ‘ikna etmek’ istediğim gibi bir eleştiride
bulunuldu…Ancak hiçbir zaman böylesi bir kararı kimseye, özellikle de Benjamin gibi
karmaşık, zor birine dayatmaya çalışmadım” (Scholem, 2018: 11-12). Benjamin’in
belki de bu teklifi reddetmesinin en önemli sebeplerinden birisi de duygusal yakınlık
kurduğu Asia Lacis’tir. “Yirmili yılların sonunda Scholem, onu Kudüs’teki İbrani
Üniversitesi’ne getirtmeye çalışsa da başarılı olamaz. Kısa süreliğine Filistin’e
yerleşme fikrini çekici bulan Benjamin bu tasarıdan vazgeçer. Çünkü 1924’te tanıştığı
Asia Lacis isimli genç Rus devrimciyi terk etmeyi göze alamaz” (Delacampagne,
2010: 159). Benjamin, Tek Yön adlı kitabında takdim olarak, “Bu caddenin adı Asja
Lacis Caddesi yazarda caddeyi açan mühendisin adı” (Benjamin, 2011) ifadesiyle,
Lacis’e beslediği duyguyu kendine özgü bir tarzda dillendirmiş olur. Yönetmen olan
Asia Lacis, Benjamin’i dönemin önemli isimleriyle bir araya getirmiş, onun üzerinde
muazzam bir etki bırakmıştır. Lacis, Moskova seyahati sırasında Benjamin’i, Bertolt
Brecht ile tanıştırmış, Georg Lukács okumasını sağlamış ve tarihsel materyalizm
çizgisine yönelmesinde etkili olmuştur.
1919’da hayran olduğu Ernst Bloch’la tanışan Benjamin, onun etkisini
eserlerine yansıtmıştır. “Benjamin’in ilk metinleri, estetik ve tarihe duyduğu ilgiyi,
ilerlemeci savlara duyduğu sempatiyi, romantizm ve dışavurumculuğa duyduğu
yakınlığı, psikanalize, modern resme, halk sanatına ve okult bilimlere duyduğu merakı
yansıtır” (Delacampagne, 2010: 159). Benjamin, birçok alanda ilgi ve bilgisini
çalışmalarına aktarmış, ancak bu IfS üyelerinin tarzından uzak, edebi bir dille
gerçekleşmiştir. “Alman Tragedyasının Doğuşu adlı tez çalışması, Goethe hakkında
yazan Stefan George çevresinin önde gelen kişilerinden Friedrich Gundolf’un kitabını
ve tezlerini eleştirdiği için, hoşgörü ile karşılanmaz ve tezi reddedilir” (Oskay, 2015:
17). “Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı isimli bir doktora tezini ve
ardından Frankfurt Üniversitesi tarafından reddedilen Alman Barok Dramının Kökeni
37
isimli doçentlik tezini hazırlamasına karşın Almanya’da kendisine iş bulmayı
başaramaz” (Delacampagne, 2010: 159).
Alman akademisinde kendisine bir yer edinemeyen Benjamin, çevresindeki
isimlerle bağını geliştirerek, farklı alanlarda üretimde bulunmaya devam etmiştir. 1927
yılında tanıştığı ünlü oyun yazarı Brecht’de onu etkileyen isimlerden birisi olmuştur.
Kang’a göre, Brecht'in ‘kaba düşünme şekli’ ve didaktik Marksist yaklaşımı, ilginç
şekilde Benjamin’e çok çekici geliyordu (2015: 29). Benjamin, IfS’deki en önemli
bağlantısı olan Adorno ile 1923 yılında tanışmıştır. “Adorno kendisinden daha yaşlı
olan arkadaşının 1928'den önce yayımlanan yazılarından derin biçimde esinlenmiş ve
etkilenmiştir” (Lunn, 2010: 221). “Yorulmak bilmez seyyah, Fransız edebiyatı
tutkunu, Baudelaire'in, Proust’un, sürrealistlerin sadık okuyucusu olan Benjamin,
1933’te Paris’e yerleşmeye karar verir. Horkheimer’a kendisini öven Adorno
sayesinde, Benjamin bu tarihten itibaren sürgündeki Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü
üyeleriyle sıkı ilişkiler içinde olacaktır” (Delacampagne, 2010: 160). Benjamin’in
geniş yelpazedeki ilgi alanlarının eleştirel teoriye uyarlanması verimli bir zemini de
yaratmıştı.
Benjamin’in üzerinde etkisini yoğunlukla gösterdiği Brecht, Adorno için bir
soru işaretini oluşturmaya başlamıştı. “1930'ların ortasında Benjamin'in gerçeküstücü
eğilimleri ve daha önemlisi, Adorno'nun vulgar materyalizmin kaba bir türü olarak
gördüğü bir Brechtçi Marksizmle bağlantı kurması, Adorno'nun, arkadaşının bakış
açısında meydana gelen bu değişikliğe sert bir biçimde itiraz ettiği bir dizi mektup
yazmasına da neden oldu” (Lunn, 2010: 221). Aralarındaki bu eğilim farklılığının
kültür, sanat ve medya gibi birçok alanda da etkisi gözlemlenmiştir. “Theodor W.
Adorno, Benjamin’in kitlesel medyaya, Hollywood sineması ve popüler müziğe karşı
beslediği olumsuz görüşleri paylaşmıyor, yeni teknolojik aygıtların gelişiminde
keşfedilebilecek devrimci anlar ve olasılıkları araştırıyordu” (Kang, 2015: 28). Ancak
Dellaloğlu, bu bariz farkların dışında iki ismin pek çok çalışmada benzer bir duruşu
temsil ettiğini de hatırlatmaktadır (2012). Dolayısıyla, her ne kadar bazı açılardan göze
çarpan farklılıklar olsa da, her iki isim de birbirini olağanüstü düzeyde etkilemiş
bulunmaktadır.
38
1932 yılında Scholem’le mektuplaştığında, “o süre zarfında üzerine çalıştığı
esere, ‘Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk’ adını vereceğinden bahseder”
(Scholem, 2018: 29). “Benjamin’in Berlin’de Geçen Çocukluk’taki ayrıntılı ama bir o
kadar da eleştirel perspektiften aktardığı anılarını araştırmacılar, kişisel bilgilerin değil
yüzyıl dönümü öncesinde büyük burjuva Yahudi ortamındaki çocuk bireyin toplumsal
ruh halinin temsili olarak ele almışlardır” (Witte, 2007: 11). Bu çalışma, Benjamin’in
Berlin’deki burjuva aile yaşantısında geçen çocukluğunun izlerini, ilerleyen yaşlarında
yazıya dökme girişimini temsil etmektedir. “Mekanik nedensellik fikrini olduğu kadar
ilerlemenin kaçınılmaz olduğu inancını da reddeden Benjamin, sonraki yıllarda -
Rosenzweig, Bloch ve Scholem’e yakın bir anlayış içerisinde- “süreksiz” bir zaman
kavrayışı geliştirir. Bu kavrayış, zamanı “ütopya” için en uygun mekân haline getirir”
(Delacampagne, 2010: 160). İntiharından önce yazdığı son çalışma olan tezler, onun
tarih anlayışına ilişkin bir yorumlamaydı. “Tarih Kavramı Üzerine Tezler”
Benjamin’in yazdığı son metin olduğundan bir nevi onun vasiyetini oluşturmaktadır.
Benjamin, bu metinde Hitler-Stalin paktının yarattığı şoktan sonra, genel olarak
ilerleme düşüncesini en acımasız bir biçimde yargılamıştır (Witte, 2007: 162). 21
yaşında görmüş olduğu Paris’e hayran olan Benjamin, burayı çocukluğunun geçtiği
yer olan Berlin ile kıyaslamıştır. “Herkese başka insanların arasına karışmayı,
kalabalıkla birlikte gezinmeyi öneren; flâneur’lüğe davet eden bir kenttir Paris.
Flâneur’lük, ekonomik yaşama doğrudan katılmadan, belki aileden gelen parayla
yaşamaktır. Yürümenin ve düşünmenin gizli biçimidir flâneur’luk” (Oskay, 2015: 25).
Benjamin, kapalı, kör bir kuyu olan ve yapay bir ortamı temsil eden Berlin yerine,
yabancılara ve evsizlere açık bir mekân olan Paris’i kendisine bir tür sığınak olarak
görmüştür.
IfS üyelerinin yavaş yavaş Avrupa’yı terk edip, ABD’ye yerleşmek zorunda
kaldığı süre zarfında, Benjamin kendisine yapılan teklifi kabul etmiş ve o da ABD’ye
gitme yollarını aramaya başlamıştır. “ABD’ye kalkan bir gemi bulabilmek için
İspanya’ya geçmesi gerekir. Port-Bou (Katalanya) sınırını geçmeye çalışırken
Frankocu polis tarafından tutuklanan Benjamin’e 26 Eylül gecesini bir otelde
geçirmesi için izin verilir. Ertesi gün Fransa’da bir toplama kampına gönderileceğini
bildiğinden, 27 Eylül sabahı morfin hapları alarak hayatına son vermeyi seçer”
39
(Delacampagne, 2010: 160-161). “Benjamin’in intiharını duyan Brecht, ‘Hitler’in
Alman edebiyatına verdiği ilk ciddi kayıp’ demiştir” (akt. Oskay, 2015: 13). Benjamin,
belki de zaman kavrayışından veya ‘ütopya’ fikrinin çekiciliğinden ötürü, yaklaşmakta
olan felaketin ayak seslerini duymakta biraz gecikmiştir. Enstitü üyelerinin birçoğu
Avrupa’yı terk etmişken, Benjamin’in kıtayı terk etme konusundaki tereddüdü zaman
kaybetmesine neden olmuştur ve nihayetinde bu ‘zaman’ faktörü onun hayatına mal
olmuştur. 26 Temmuz 1932 tarihli mektubunda Benjamin, Scholem’e şunları
yazmaktadır: “Küçük zaferlerim olsa da buna mukabil yenilgilerim büyük oldu.
Hayata geçirilemeyen, hiç dokunulmamış planlarımdan söz etmek istemiyorum”
(2018: 22). Belki de bu ifadeler, Benjamin’in büyük kehanetlerinin yansımalarından
sadece birisiydi, en büyük yenilgisinin erken tespiti niteliğinde. Hayata geçiremediği
birçok planı, bu şekilde karanlık bir atmosferde yok olmuştur.
Frankfurt Okulu üyelerinin yaşantılarındaki en temel belirlenimlerden birisi de
Alman Yahudisi olarak kendilerini var etme çabalarıydı. Her ne kadar bu etki bazı
isimlerde arka planda olsa da, hemen hemen hepsini birleştiren ve ayrıştıran bir Yahudi
mensubiyetine söz konusuydu. Oskay, bu etkiyi babalar ve oğulları üzerinden yaptığı
bir analizle ele almaktadır. “Alman Yahudi entelektüellerinin babaları ile kurdukları
ilişki biçimi ayrı bir öneme sahiptir, hatta Hannah Arendt’in, ‘Freud, eğer başka bir
ülkede yaşamış olsaydı, Oedipus kompleksini bulamazdı’ deyişinde de dikkat
çekmektedir” (Oskay, 2015: 27). “Ortak amaç ve ortak kader duygusu üzerinden,
Enstitü’nün kurucu üyelerinin amacı, geleceğin kardeşçe toplumunun mikrokozmik
bir örneğini verecek, dayanışma ruhunun yaşandığı bir bilim insanları topluluğu
yaratmaktı. Ortak zorunlu sürgün deneyimi ve yabancı ülkede yeniden toplanma,
büyük ölçüde bu duyguya eklemleniyordu” (Jay, 2014: 78). “Özellikle de Yahudi
kökenli Alman filozoflar, 20. yüzyılın ilk otuz beş yılında sıradışı bir parlaklığa sahip
kalabalık bir entelektüel “aile” oluştururlar. Bu “aile” toplumla o kadar iyi
kaynaşmıştır ki, aile üyeleri yüzyıllardır vatanları olmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda
örnek bir adanmışlıkla hizmet ettikleri Almanya’da, her türlü ciddi tehlikeden uzak
olduklarından emindirler” (Delacampagne, 2010: 152). Bu mensubiyetin yaşanmadığı
örneklerde, baskın olan unsurun Alman milliyetçisi olarak toplumsal yaşantıya
katılmak olduğu gözlemlenebilir. Enstitü üyelerinin aile yaşantılarında da
40
gözlemlendiği gibi, burjuva ortamın gerçeklerden uzak aura’sı, onları sade bir Alman
vatandaşı gibi –göze batmadan- yaşamaya zorlamaktaydı.
Karl Marx, Yahudi Sorunu adlı kitabında bu içinden çıkılamaz pozisyonu kendi
dönemi üzerinden ele almış ve bazı saptamalar yapmıştır. Yahudi Sorunu kitabına,
Bruno Bauer’in Almanya’da özgürleşme isteyen Yahudiler için yaptığı bir sorgulama
üzerinden başlayan Marx, dinsel taleplerin esasında özgürleşme amacı içermediğinden
dem vurmaktadır. Marx, Bauer’in Yahudilik ile Hıristiyanlık arasındaki dinsel
karşıtlıklar hakkındaki çözümünü şu şekilde özetlemektedir: “Başkalarını
özgürleştirebilmek için, önce kendimizi özgürleştirmeliyiz” (1997: 8). Bu şekilde
Marx, politik bir kurtuluşun esasında dini baskıdan da özgürleşimi gerektirdiğini
belirtmiştir. IfS üyeleri için, Marksizm ve Yahudilik tercihi bu şekilde arafta kalınacak
bir konu haline gelmiştir. “Alman Yahudisi aydınların hem Yahudi kalmak, hem de
Alman halkı tarafından Yahudi olarak algılanmamak istemeleri” (Oskay, 2015: 29-30)
bu çelişkiyi yansıtmaktadır. Yahudi orta sınıfının realiteden tecrit edilmiş yaşamına
tepki sayılacak sözleriyle Kafka (Oskay, 2015: 31), dönemin üst-orta sınıf burjuva
Yahudi ailelerinin Yahudi sorununu yanlış değerlendirdiğinden dem vurmaktadır.
Tecrit edilmiş yaşantılar belki de, çağın karanlık atmosferini gizlemekte bir perde
görevini üstlenmişti. Babalar ve oğulları arasındaki ayrımın en temel belirleyicisi ise
Siyonizm ve Marksizm arasındaki bu yol ayrımı olmuştur. Ancak Benjamin gibi bazı
isimler bu iki eğilimi sentezlemeye girişmiştir. “O dönemde birçok Yahudi genci
komünizme taşıdığı Mesihçi karakter nedeniyle yönelmişti belki de. Tıpkı diğer
bazılarının Siyonizme yönelmesi gibi. Scholem ve Benjamin’in kuşağının Siyonizmi
de, Marksistliği de aslında aynı duruma verilen farklı tepkiler olarak
değerlendirilebilir” (Dellaloğlu, 2012: 71). Benjamin ile Scholem’i ayrı yollara sevk
eden eğilim bu noktada aydınlanmış olmaktaydı. “Benjamin, siyasal ve toplumsal bir
hareket olarak siyonizmle arasına bir mesafe koydu; çünkü bu hareketin Yahudiliğe
çağrısındaki milliyetçilik, uluslarüstü bir radikal kültür istemi ile taban tabana zıttı.
Yahudi değerlerini her yerde gören ve bu değerler için çalışan bir kültür siyonizmini
benimsedi” (Witte, 2007: 24-25). “1913 yılında, 21 yaşındayken, Siyonizmi “baba
otoritesine” ve Almanlaşmış Yahudi edebiyat çevrelerine karşı bir başkaldırı olanağı
olarak gören” (Oskay, 2015: 32) Benjamin, ailesi ile arasına mesafe koymayı tercih
41
etmiştir ve yaşam kavgası en iç çeperden dış çepere doğru genişlemiştir. Marx’ın
bahsettiği, politik özgürleşim uğruna bazı değerlerden büyük oranda feragat etmiştir.
C. Teknik, Bilim ve Doğa Konusuna Yaklaşımlar
Frankfurt Okulu üyelerinin merkezi temalarından birisi de, araçsallaşmış aklın,
insanın kendisini köleleştirmekle beraber, zamanla doğaya ve diğer yaşamsal alanlara
tahakküm kurmaya başlaması olmuştur. İnsanın içsel alanından dış alana doğru
yayılan bu patolojik aklın sirayet ettiği doğa, teknik ve bilim de aynı şekilde zehirli bir
atmosfere dönüşmektedir. IfS üyeleri, akıl ve ideoloji eleştirileri üzerinden, teknik,
doğa, bilim eleştirisini de geliştirerek, bütüncül bir teori oluşturmaya girişmişlerdir.
Bu çerçevede, Kıta felsefesinde karanlık dönemin faşist siyasetine eklemlenmesi
dolayısıyla eleştirilere maruz kalan Martin Heidegger, bu aklın farklı dolayımlarla
tekniğin özünü nasıl dönüştürdüğünü analiz eden önemli bir isimdir. Öncü bir isim
olmasının yanı sıra, çalışmada önemli bir yer teşkil edecek olan Herbert Marcuse’nin
de bir dönem hocası olması onun önemini şüphesiz artırmaktadır. Bu sebeple,
Heidegger’in yaşam öyküsünü temel hatlarıyla ele alarak, ilerleyen bölümlerde
oldukça güç anlaşılır felsefesinin nüveleri oluşturulmaya çalışılacaktır. Bu ana başlığın
Heidegger’in teknik soruşturması ile devam etmesi ve ardından Frankfurt Okulu
üyelerinin teknik, doğa, bilim değerlendirmelerine eğilen örnek eserleri ile
sürdürülmesi amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, Marcuse’nin teknoloji soruşturmasını
yapmadan önce, onun etkisinde kalmış olabileceği eserlerin bir taslağı çıkarılmaya
çalışılacaktır.
1. Felix Culpa13: Martin Heidegger (1889-1976)
Felsefe tarihinin tartışmasız en önemli isimlerinden birisi olan Martin
Heidegger, politik angajmanı sebebiyle farklı çevrelerce sert şekilde eleştirilse de,
özgün felsefi yaklaşımı, Alman diline yönelik sıradışı ve yaratıcı bakış açısı, içinden
çıkılması zor ve çetrefilli düşüncesiyle ilgi çeken bir isim olmuştur. Bu çalışma
açısından belirleyici olan Heiddeger’in techne konusuna yaklaşan öncü bir isim
olmasından dolayı, IfS üyelerine ‘örtülü’ etkisi, öğrencisi olan Herbert Marcuse’ye ise,
bir dönem açık bir dönem ‘el altından’ devam eden etkisine değinmektir. Heidegger’in
13 Latince: mutlu hata. Hristiyan literatüründe yaratılış olayını tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu gönderme, metaforik olarak Heidegger’in Nazi eğilimini vurgulama amacını taşımaktadır.
42
Marcuse’yle temasını kavramak adına Heidegger’in olağanüstü karanlık ve gizemli
yaşam öyküsüne değinmek gerekmektedir. “Heidegger Baden-Würtenberg’in Kara
Orman bölgesindeki Messkirch’de 26 Eylül 1889’da doğdu. Seksen altı yıl sonra
öldüğünde de Messkirch’deydi. Babası Katolik kilisesinde zangoçtu ve Heidegger’in
ilk yılları Katoliklikle demlenmişti. Heidegger neo-Kantgil olan Heinrich Rickert ve
modern fenomenolojinin babası Husserl’in yanında çalıştı. 1914’te doktorasını aldı,
sağlık gerekçeleriyle askerlik hizmetinden bağışlandı” (Steiner, 1996: 29). Babasının
kırsal bölgede bir din çalışanı olması üzerinde etki bırakmış, ona da aynı şekilde bir
kariyer hedefi belirlenmiştir. “Genç Martin'in keskin zekâsını ve düşünme yeteneği ve
kıvraklığını kısa sürede keşfeden ve onu katolik kilisesine yönlendirmeye karar veren
bir papazın olması” (Hühnerfeld, 1994: 24) hayatındaki önemli dönüm noktalarından
birisi olmuştur. “Heidegger'in düşüncesi teoloji tarafından şekillendirilmişti, ancak bu,
kurtarma, uzlaşma veya kurtuluş ihtimalinden yoksun bir teoloji idi. Ayrıca, her şeyi
politik veya Marksist yapmaktan çekinen güvenli bir akademik dünyaya kapanmıştı”
(Wiggershaus, 1995: 97). İlerleyen süreçte Heidegger ile çalışacak olan Marcuse,
aralarındaki uzlaşılamaz fikrin bu kökensel tohumlarını kendi iyimser duruşuyla
harmanlamaya çalışsa da, uzun vadede başarılı olamamıştır.
Heidegger’in dinsel temasını belirli hatlarla ele alan Wolin, bunları şu şekilde
özetlemektedir: “Kırsal Messkirch’teki katı Katolik yetiştirilme tarzı (babası mahalli
kilisede zangoçtu), seminer çalışmaları, 1915'teki başarısız Jesuit/Cizvit olma girişimi
(üç haftalık bir eğitimden sonra sağlık nedeniyle ayrılması istenmişti), ve nihayet
1917'de ‘[kendi] gençlik dininden’ meşakkatli kopuşu” (2012: 254). Bunlar,
Heidegger’in katolik diniyle kendisi arasındaki hesaplaşmasının izlerini taşıyan
dönüm noktalarıydı. Hugo Ott, Heidegger’in gençlik dönemi yazılarının (1910-1912)
yer aldığı muhafazakâr Katolik dergisi Der Akademiker’i incelemiş ve onun, ultra-
muhafazakâr Katolisizmin bayrağını teoloji, felsefe ve etik alanlarında taşıdığını
belirtmiştir” (akt.Wolin, 2012: 255). Cizvit olma yönündeki eğiliminden şüphe duyan
Heidegger, bu fırsatı geri çevirmiş ve asıl ilgilendiği alan olan felsefeye yaklaşmıştır.
“Genç Heidegger’in henüz Konstanz’daki cizvit kolejinde ve daha sonra naklen
geldiği Freiburg’daki lisede, felsefe ile yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlamış olması
muhtemeldir. Hatta onun Franz Brentano’nun bir kitabını okuduktan sonra teolojiden
43
felsefeye “ihtida” konusunda kesin bir karar vermiş olması da mümkündür”
(Hühnerfeld, 1994: 24-25). Heidegger gibi kendi döneminin birçok önemli ismin de,
bu tercihlerin büyük bir öneme sahip olduğunu görmekteyiz. Asıl olarak, burada katı
bir tercih yapıp, bir alana sırt çevirmek söz konusu değildir, aynı Adorno veya
Benjamin’in -müzikten veya Yahudilikten- el çekmediği gibi. Bu noktada,
Heidegger’in içinde yetiştiği aile, doğduğu bölge ve bu dini temasların nüveleri felsefi
varlığının merkezinde kendini hissettirmiştir. “Heinrich Rickert'in yanında felsefe
doktorası yapan, daha sonra Husserl’in yanında çalışan Heidegger, 1923’de Marburg’a
gitti ve Marburg Üniversitesinde protestan teolog Rudolf Bultmann'la çalıştı”
(Pöggeler, 1994: 9). Heidegger bu şekilde teoloji ve felsefe birikimini sentezleyerek,
kendi özgün yaklaşımının tohumlarını atmıştır. Heidegger doğduğu bölgeye öylesine
kök salmıştı ki, seyahat etmeyi düşünmeyen birisine dönüşmüştü. “Bazı noktalarda
kendisine emsal almış olabileceği Kant'ın hayatı gibi, bir tek yerde köklenmişliği ve
dışsal olabilirlik veya kayıtlılığı besbelli ki Şubat 1934 sonrasında neredeyse toptan
reddedişiyle Heidegger’in kariyeri bütünüyle soyut düşünceye bağlanmış, çok nadir,
gerçekteyse baş ağrıtıcı bir insani varoluşu ortaya koyar ve örnekler” (Steiner, 1996:
30). Zorunlu olmadıkça seyahat etmeyi sevmeyen Heidegger’in varlığını kendi sınırlı
çevresinde çerçevelediğini söylemek mümkündür.
Heidegger’in zamanın kırılgan bir anında felsefe yapma tecrübesi, bu koşullar
tarafından çerçevelenmiştir. Onu tanımak için şüphesiz ki bu temalara da yakınlaşmak
gerekmektedir. “Heidegger’i çerçevelemenin yollarından biri, onun kişisel
geçmişinden, özellikle de Alman kökenlerinden ve iki dünya savaşı arasındaki
dönemde Almanya’da yükselen Nasyonel Sosyalizm’in, yani Nazizm’in dalgasına
kapılmış bir akademisyen olarak Freiburg Üniversitesi’nde oynadığı rolden hareket
etmektir” (Bolt, 2013:12). Felsefenin sorumluluğunu kendince belirleyen ve bu
çerçevede unutulmuş olan varlığın özünü yüzeye çıkarmaya çalışan Heidegger’in
akademik yaklaşımında dönemin önemli profesörleri olan Rickert ve Husserl’in
etkileri mevcuttur. Felsefeyi özgürleştirme ve diğer disiplinlerin baskısından kurtarma
mücadelesinde öne çıkan Yeni Kantçı akım belirleyici bir konumdaydı ancak
Heidegger bu çabaları da bir şekilde yetersiz bulmaktaydı. “Ülkenin felsefe yoluyla
kurtarılması, artık tek başına ne Yeni Skolastikçilerle ve ne de kılı kırk yaran Yeni
44
Kantçılarla mümkün olabilirdi” (Hühnerfeld, 1994: 41). Greklere olan olağanüstü
ilgisini derslerde de ortaya koyan Heidegger, zaman içerisinde karakterindeki baskın
eğilimi ortaya koymuştur, bu iddialı savına Hühnerfeld, şu şekilde değinmektedir:
“Platon’la kendisi arasında doğru dürüst felsefe yapılmadığını söyleyen bir filozof
olacaktır. Bu, bu yüzyılda bir filozof tarafından ileri sürülmüş olan en büyük iddiadır”
(1994: 51). Belki de bu aşırı özgüveni, dönemin en parlak öğrencilerini –içlerinde
birçok Yahudi isim de olan- çevresine yaklaştıran en önemli unsur olmuştur. “Onun
Varlık hakkındaki düşünme pratiği Hannah Arendt, Hans-Georg Gadamer, Jürgen
Habermas, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty, Michel
Foucault ve Jacques Derrida gibi yirminci yüzyılın birçok Avrupalı felsefecisine
katkıda bulunmuştur” (Bolt, 2013: 15). Bunun yanı sıra, Heidegger’in Çocukları14
olarak nitelendirilenlerden de, Karl Löwith, Herbert Marcuse ve Hans Jonas’da onun
çekim alanına girmiştir.
Heidegger’in özgüveni derslerindeki özgün yönteme de yansımaktaydı.
“Derslerinde tek bir diyalog parçası alıp, tüm dönem boyunca işleyen ve adım adım
ilerleyen Heidegger’in düşünme biçimi, kendisine özgü bir sondaj niteliğine sahiptir”
(Arendt, 2016: 126). Benjamin’in denizin derinliklerindeki istiridyenin ve içindeki
incinin su yüzüne çıkarılması yönündeki yorumlamasını da bu noktada hatırlarsak,
ilginç şekilde bu düşünsel temellerin, Heidegger’de de var olduğunu görmekteyiz. “O
da “geleneğe, ama kendini geçmişe teslim etmeyip geleceği düşünen bir geleneğe
kulak verilmesi gerektiğini” söylemiştir” (Oskay, 2015: 46). Bu noktada, her ne kadar
bazı yazarlar tarafından Benjamin ve Heidegger arasında tamamıyla bir benzerlik
olduğu savunulmasa da, aradaki mevcut benzerliğin de belirtilmesi gerekmektedir.
Heidegger’in Nazizmle angajmanına dair akademik tartışmaların sayısı bir
hayli fazladır. Bu konu hakkında daha kapsamlı bir çalışmanın yapılması gerektiği
muhakkaktır. Ancak, kendi düşüncesini reddetme veya kabul etmede büyük bir faktör
olan bu yaklaşımı tek taraflı yorumlamamak gerektiği de açıktır. Badio ile Cassin’in
hatırlatması bu noktada önemlidir: “Bütün felsefe tarihinde yanlışlanabilir kesinliklere
veya şüpheli bağlanmalara (engagement) dair bir tür gaflar listesi hazırlamak zor
14 Richard Wolin’in Heidegger’s Children kitabına referanstır.
45
değil” (2011: 12). Yazarlar, felsefe tarihinde önemli olan birçok isimden örnek
vererek, felsefi etkinliğin tekil boyutuna değinmektedir. “Şeylere ya da insanlara
düşünce ya da doğrudan algılama yoluyla yaklaşmak için, onlarla aramızda bir uzaklık
olmalıdır. Heidegger, düşüncenin, “uzakta olanla yakınlık-içine-girmek” olduğunu
söyler” (Arendt, 2016: 132). Öğrencisi ve bir dönem gönül birliği kurmuş olduğu
Arendt’te makalesinde, Platon üzerinden bir örnek vererek, Heidegger’in durumunu
bir nevi haklılaştırma çabasına girişmektedir. Heidegger’in bu şekilde felsefi ve siyasi
eğiliminin birbirinden farklı yönü, onu iki biçimde tanımlayan Sheehan’ın görüşlerini
destekler niteliktedir. Sheehan, felsefeci Heidegger ve Nazi Heidegger diye ikili bir
tanımlama yapar. Bunlardan Nazi Heidegger tanımının içerisine şüphesiz ki, Führer
Rektör olan Heidegger’de girmektedir. “22 Nisan 1933’te Freiburg Üniversitesi
rektörü seçilen Heidegger, Mayıs ayı başında NSDAP’ye üye olmuştur” (Ökten, 2002:
32). Heidegger’in Nazi Partisi’ne kendisini adayan bir isim olarak, üniversite
yönetiminde yapacağı çok şey vardı. “Rektörlüğünü, Alman üniversitesinin Üçüncü
Reich'la tam bir eş-zamansallaşması ya da pekiştirilmesi için planlar tasarlamaya ve
bunları yürürlüğe koymaya adadı” (Krell, 2002: 138). Bu adanmışlık bağlamında, Nazi
değerlerini yeterince benimsemeyenleri, Yahudi üniversite hocalarını ve çevresindeki
Yahudi öğrencilerini üniversiteden uzaklaştırmak onun için artık bir yüce görevdi.
Sheehan’a göre, “Nazi Heidegger, 1933'ten 1945'e kadar NSDAP'ın aidat
ödeyen üyesi (kayıt numarası 312589, Gau Baden); Hitler’in Almanya'nın Milletler
Cemiyeti'nden ayrılması kararının kabul edilmesini teşvik etmek için ulusal radyoda
konuşma yapan biri, Hitler ve Nazi devriminin önde gelen propagandacısı”dır (2002:
10-11). Heidegger’in başarısız bir siyasete eklemlenme yönündeki bu tercihlerini de
görmezden gelmeden konuyu sürdürmekte fayda vardır. Heidegger’in tüm hayatının
üzerindeki sis perdesi ve hakkındaki spekülatif yaklaşımların etkisinden arınmış, saf
bir yaklaşımın geliştirilmesi birçok açıdan güç görünmektedir. Bu sebeple,
Heidegger’in felsefesinin Marcuse ile bağlantısına odaklanma noktasında
manipülasyona açık olmayan bir yorum geliştirilmeye çalışılmıştır.
Heidegger’in Varlık ve Zaman (Sein und Zeit) adlı kitabının 1927 yılında
yayınlanmasıyla Kıta felsefe geleneğinde bir çığır açtığı ve böylece yaratmış olduğu
muazzam derecedeki etkiyle dönemin felsefeye meraklı gençlerini çevresine çektiği
46
belirtilmişti. Marcuse’nin de kitabın etkisi ile onun yanına gitme kararı verdiğini,
yanında çalıştığı süre zarfında melez bir varoluşçu Marksizme yakınlık duyduğunu
söylenebilir. Varlık tartışmalarında yeni bir yol açan Heidegger, böylece çevresinde
yetiştirdiği öğrencilerle de doğrudan veya dolaylı olarak Avrupa felsefesine büyük bir
katkı sağlamıştır. Heidegger’in felsefesinin anlaşılma gibi bir derdi olmamakla
beraber, kendine has dili, felsefesindeki ağır ve ağdalı yapı ve kurgu zaten anlaşılır
olmaya davet eden imalar taşımamaktadır. Dolayısıyla, “anadili Almanca olanların ve
felsefe okuyanların dahi onu anlamakta güçlük çektiğini” (1996) belirten Steiner’ın
haklı bir yorumda bulunduğu söylenebilir. Bu açıdan, tez kapsamının dışına çıkmamak
kaydıyla ve öğrencisi Marcuse’nin üzerinde bıraktığı etkiyi daha iyi anlaşılır kılmada
onun özgün yaklaşımına eğilmek gerekmektedir.
Varoluşçu felsefenin magnum opus’u olarak değerlendirilen Varlık ve Zaman,
içerisinde Heidegger felsefesinin gizil öğelerini barındırmakla beraber, ilerleyen
süreçte Nazizme desteğinin nüvelerini taşımakla da itham edilmiştir. Dilinin
olağanüstü zor ve anlamların gizemli olduğu bu kitap, insan ve içinde bulunduğu
çevreyi tanımlarken, varlığın üzerindeki örtüyü ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
“Varlık ve Zaman”ın birinci cildi, ilk kez, Husserl’in yayımladığı “Felsefe ve
Fenomenolojik Araştırma Yıllığı”nın VIII. cildinde yayımlandı. Bu eserin esas
konusu, insan ve insan yaşamıdır” (Hühnerfeld, 1994: 68-69). Heidegger’in siyasal
ve felsefi arkaplanı oldukça güçlü bir dizgeyi çağrıştırmaktaydı. “Heidegger’in
Husserlci görüngübilimden, Nietzscheci ‘yeniden düşünüş’ten, Antik Yunan
terminolojisine dayalı siyasal düşünüşten ve özellikle Fichte’den etkilendiği ortadadır”
(Ökten, 2002:13). Heidegger kendisini Husserl tarafından başlatılmış olan
fenomenolojik felsefe hareketi içinde görmekteydi. Bu harekete müdahil olmasını
Pöggeler, “Marburg Üniversitesi’nde Nicolai Hartmann’ın ayrılmasıyla boşalmış olan
kadroya atanmak ve bu kadro için Varlık ve Zaman’ı yayınlamak” (1994: 18-19)
şeklinde açıklamaktadır. Ancak bu eserde Husserl15 fenomenolojisinin izleri
taşımadığını da iddia etmektedir. Bu şekilde Heidegger, bir fenomenolog olmaktan
ziyade, varoluşçu bir deneyime sürüklenmiştir.
15 Wolin, iki felsefecinin eğilim farklılıklarının radikal boyutlarına ayrıntılarıyla değinmiştir.
47
Varlık ve Zaman, Heidegger’in diğer çalışmaları gibi özgün bir terminolojiye
sahiptir. “Heidegger’e göre, zaten dünyada olduğumuz, ona fırlatılmış ve onun
ivmesiyle sürüklendiğimizden, dünyayı bu “objektif” bakış açısıyla kavramamız
mümkün değildir. Heidegger buna “fırlatılmışlığımız” (Geworfenheit) der” (Bolt,
2013:13). Felsefeyi kurtarmayı kendisine misyon edinen Heidegger, böylece varlığı
da yeni baştan tanımlamakta, onu çevresiyle ve zaman mefhumuyla yeniden
yorumlamaktadır. “Heidegger insani varlığı ‘Dasein’ (orada-varlık) -öncelikle
entelektüel özelliklerin ve alışkanlıkların değil daha ‘asli’ bir kapasiteler serisinin, yani
modların, alet kullanımının, başkaları-ile-birlikte-Varlık’ın vb. karakterize ettiği bir
bu-dünya-içinde-Varlık modu-olarak yeniden tanımlama girişiminde bulundu”
(Wolin, 2012: 247). Heidegger, varlığın üzerindeki gizemi açarken, varlığın çevreyle
olan ilişkisini de, yapıp etmeleri üzerinden belirtmiştir.
Zaman ve Varlık Üzerine kitabının Giriş yazısında Joan Stambaugh,
Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı hakkında şunları dile getirmektedir: “Varlık ve
Zaman’da Heidegger, insanın fenomenolojik hermeneutiğinden Varlığın temel
ontolojisine yönelir. Bu yapıtta doğal şeyleri (Vorhandensein), yapma şeyleri
(Zuhandensein) ve temel ilgi yapısı içinde insanın özünü analiz ederek deneyimin
tabakalarını açığa çıkarır. Bu üçü, dünya-içinde-olma’nın özgün, ayrılmaz birliğini
oluştururlar” (2001: 7-8). Heidegger, yalnızca bu kavramlarla ilgilenmemiştir, aynı
zamanda çağının pek çok sorununa temas edecek bir kavram dizgesine hayat vermeye
de çalışmıştır. “Kaygı, praksis, vicdan, korku, ölüm, tarihsellik, durum (Situation).
Heidegger tüm bunları analiz etmişti. Bunların hepsi o sıralarda bir dünya savaşından
çıkmış olan insanların kafalarını kurcalayan şeylerdi ve hepsi de Heidegger'de ve onun
felsefesinde mevcuttu” (Pöggeler, 1994: 23). 1920’li yılların Dasein’ının bir şeylere
yönelmiş olarak, dünyada var olma halini gerçekleştirdiğini belirtmekteydi. “İnsan
dünyaya atılmış (geworfen) olduğundan, zaten kendisini şu veya bu şekilde hep
‘birşeylerle heyecansal bir ilişki içinde’ (gestimmter) bulur. Onun yapıp ettiği,
düşündüğü, bildiği ne varsa, zaten hep ‘dünyada-olma’nın (in-der-Welt-sein)
damgasını baştan yemiştir. ‘Dasein-insan’ daima bir ‘çevre’ (Umwelt) içindedir”
(Hühnerfeld, 1994: 15). Heidegger’in varlığı tanımlama biçiminin en nihayetinde bir
akla saldırı halini aldığı da belirtilmelidir. Bu, çağın karanlık atmosferinin etkisinde
48
kalan akla yönelik bir kin ve şüpheyi yansıtmıştır. Akla yönelik kuşkucu va saldırgan
eğilimi, çağın nihilizmine de yakın durmaktaydı, ancak onların yapay görünümünden
uzak bir nitelik taşımaktaydı. Heidegger’in, geçmiş dönemlere ait filozoflardan dil
madenciliği yaptığı, bir çeşit sondaj yöntemiyle derslerinde ilgi çektiği ifade edilmişti.
Kendisinden sonra gelen neslin önemli temsilcileri, onun bu özgün tekniğini
geliştirmeye çalışmıştır. Sartre, Lacan ve Derrida kendi dillerinde Heidegger’i
çözümlemeye çabalamıştır. “Adorno’nun Sahicilik Jargonu ve Günter Grass’ın
Hundejahre (Dog Years) adlı çalışmaları ise Heidegger’in dili ve üslubunun birer
naziresini içermektedir...Sartre’ın Varlık ve Hiçlik kitabı ise onun büyüleyici dilsel
etkisinin Fransızca’ya aktarılmaya çalışıldığı bir izdir” (Steiner, 1996: 23).
Hühnerfeld, Heidegger’in politik felaketinin Nazizm ile benzerliklerini şu çıkarımda
bulunarak dile getirmiştir: “Aynı irrasyonalizm, aynı tehlikeli romantizm, aynı
nasyonalizm, farklı düşüncelere karşı aynı hoşgörüsüzlük” (1994: 103). Bu politik
felakate dair geç de olsa temkinli durup, inzivaya çekilen Heidegger’in felsefe için
halen tartışılır bir isim olması kaçınılmazdır.
Batı insanının çöküşüne dair Heidegger’in bulduğu yol, Greklerden sonra
Almanların büyük bir sorumluluk etiğiyle varlığın gizemini açığa çıkarmasıdır. Bu
amaçla, tüm mübah yolları deneyen Heidegger’in çok katmanlı ve mistik bir karakter
olarak ilgi çekici bir isim olduğunu belirtmek gerekmektedir. Aklı yücelten
Aydınlanma düşüncesinin izleri yavaş yavaş Avrupa’dan kayboldukça, Heidegger’in
de içinde bulunduğu bir kuşak akıl sorgulaması yapmaya başlamıştır.
Fenomenolojiden kopup, dinsel motiflere bulanmış bir ontolojiye yönelmesi,
Nazizmin barınağındaki yaşantısından sonra çevresinden kopması ve bir münzeviye
dönüşmesi, Heidegger’in yaşam öyküsünde çok fazla istasyon olduğunu kanıtlar
niteliktedir. Uzun yıllar herhangi bir açıklama yapmadan Kara Ormanlarda bir
münzevi olan Heidegger’in yaşam öyküsünü bu noktada kesmek ve doğa, teknik ve
bilim tartışmalarına dönmek gerekmektedir. Heidegger’in Tekniğe İlişkin Soruşturma
(QCT) adlı kitabı, bu alanda en fazla üzerinde durulan çalışmalardan birisi olarak
okunmaktadır. Bu bilgiler ışığında, Heidegger’in teknik analizini diğer çalışmalarla
bağlantısı üzerinden ele alma zorunluluğu doğmaktadır.
49
2. Frankfurt Okulu Üyeleri ve Heidegger’de Teknik Okuma
Örnekleri
Frankfurt Okulu üyeleri, toplumsal durumların belirlenmesinde verili sistemi
eleştirel bir yöntemle ele almakta ve bireyin aklına yönelik baskılanmışlığı ve kusurlu
yapıyı açığa çıkarmaya çalışmaktadır. Bu anlamlandırma ve eleştirme tarzının bireyin
temasta olduğu tüm alanlara doğru yayılması eleştiri çeperini de genişletmiştir. IfS
üyelerinden Adorno ve Horkheimer, çok daha eleştirel, radikal bir ses tonuyla doğa
üzerindeki tahakkümü analiz etmiştir. Aydınlanma projesinin çıkmaza girmesi,
etrafında şekillenen tüm fenomenleri de etkisi altına aldığından bir kurtuluş
mücadelesinin var olması pek muhtemel görünmemekteydi. Ancak Benjamin’in
sanatın yeniden üretimine yönelik analizinin bu kadar kötümser bir tona sahip olduğu
söylenemez. İlk başlıkta ele alınan Heidegger ise, varoluşçu felsefe zemininde
şekillendirdiği teknik okumasını, bireyin bu girdaptan kurtulması girişimiyle dile
getirmektedir. Bu başlık altındaki esas niyetin, belirlenen isimlerin doğa, bilim,
aydınlanma gibi kavramları okuma biçiminde tekniği ve teknolojiyi ne şekilde
değerlendirdiklerini ortaya koymaktır. Teknik ve teknoloji soruşturmasının
yürütülmesinde önemli duraklar olan bu eserlere yer verilmesi, Marcuse’nin ele
alınacak çalışmalarını çözümlemede bir taslak oluşturacaktır.
a. Walter Benjamin: Teknik Olarak Yeniden-Üretilebirlik
Çağında Sanat Yapıtı
Zeitschrift für Sozialforschung’de 1936 yılında orijinal olarak basılan ünlü
makalede, Benjamin sanatın otantik olana parazit bağımlılığının artık ortadan
kalktığını belirtmektedir. 1935 Aralık sonuyla 1936 Şubat başı arasında "Das
Kunstwerk im Zeitalter seiner technischen Reproduzierbarkeit" adıyla yayınlanan bu
metin, Walter Benjamin’in sanat eserlerinin ‘aura’sının tekniğin olanaklarıyla yeniden
üretilip, dolaşıma girdiğindeki kullanımına ve bu kullanımın amaçlarına dair bir
analizini barındırmaktadır. “Sanat politikasında [Kunstpolitik] devrimci taleplerin
formüle edilmesi açısından kullanışlıdır” (Benjamin, 2015: 10). Benjamin, sanatın
faşist gaye kadar, devrimci talepleri de önceleyebileceğine yönelik temel saptamasıyla,
sanattaki içkin eleştirel forma yönelik bir umut beslemektedir.
50
Eser, Frankfurt Okulu’nun merkezi teması olan sanat, kültür ve teknik
bağlantısını kurgulamaktaki önemiyle, öncül ve özgün bir çalışma olmasıyla ve
Heidegger’in temel referanslarıyla benzerlik taşıması sebebiyle analiz edilmeyi hak
etmektedir. Benjamin, öz ve biçim arasındaki farktan esinlenerek, teknik ilerleme ile
meydana gelen değişimin sanat eserinin sahicilik unsurunu zedelediğini dile
getirmektedir. Öze ilişkin olan ve esere içkin olan sahicilik, eserin biriciklik, teklik ve
aura’sını muhafaza etmektedir. Bu aynı zamanda, Benjamin’e göre, geleneği
çevreleyen ve aurayı da gerçeklik üzerinden sanat eserine hapseden bir yapıdır.
“Orijinal olanın sahicilik olduğundan hareketle Benjamin, sahicilik katmanının
tümünün, teknik -tabii ki yalnızca teknik olarak değil- yeniden-üretimden sakındığını
dile getirir” (2015: 14). Sahici olmayan eserin ise bu noktadan hareketle, şimdi ve
burada oluşu değersiz kıldığını, aurayı yok ettiğini ve kitle nosyonunu ön plana aldığı
söylenebilir. “Teknik olarak yeniden-üretilebilirlik çağında sanat yapıtında solan şey,
bizzat sanat yapıtının aura'sıdır” (Benjamin, 2015: 15). Teknik imkânın aura ve özü
yok ettiğini bu şekilde dile getiren Benjamin, özden yitik bir kitleselliğe yöneliş
olduğunu belirtmektedir. Benjamin’in “Yapıtın birden çok çoğaltılmasıyla, onun
biricik varlığının yerine kitlesel bir varlık konulur. Ve yeniden-üretimin alıcının elinin
altında olmasına müsaade edince, çoğaltılan nesne hayata sokulmuş olur” ifadesi
(2015:15), Heidegger’in el-altında duran (Bestand16) tanımlamasını anımsatmaktadır.
Heidegger, “el altında-durma anlamında yardımda bulunan her şeyin, artık nesne
(Gegenstand) olarak karşımızda durmayacağından bahseder” (1998: 59). Bu noktada,
nesnenin kitleselleşme ile beraber, karşıda duran olmaktan çıkıp, kitle bireyinin artık
elinin altında durduğundan bahisle, nesnenin kullanışlılık ve her daim hazır oluşu ile
mekânsal anlamın yitikliğine dair genel bir yorumlama yapılabilir. Benjamin, nesnede
muhafaza edilen gizil ve özgün öğenin, teknik yeniden üretilebilirlik ile ifşa olduğunu
belirtmektedir:
“Nesnenin üzerindeki örtünün kaldırılması, yani aura'nın yok edilişi, "dünyadaki her şeyin aynı
olduğuna dair bir duyuya" sahip bir algının imzasıdır; yeniden-üretim araçları sayesinde bu
algıda öyle bir artış olmuştur ki, benzersiz olanda dahi aynılığı bulup çıkarır” (2015: 19).
16 Bestand’in Gegenstand’in karşıtı olduğunu hatırlamakta fayda vardır.
51
QCT’da Heidegger, tekniğin gizemine ilişkin şu şekilde bir yapıdan bahsetmektedir:
“Gizlilikten kurtulma, bizim gizini-açma (entbergen, Entbergung) diye adlandırdığımız şeyin
içerisinde ikamet eder ve serbestçe salınır. Grekler gizini-açmanın karşılığı olarak aletheia
sözcüğünü kullanırlar. Romalılar bunu ‘veritas’ diye çevirdiler” (1998: 52).
Heidegger, aletheia kavramından yola çıkarak, “üretime dayalı her imal etmenin
imkânının, gizini-açmada yattığını da hatırlatır” (1998:52). Benjamin’in gizlilikten
kurtulma diye tabir ettiği anlam, nesnenin özsel içeriğine yönelik olup, nesnenin özden
biçime, bireysel yaratıcılıktan kitle metasına yolculuğuna vurgu yapmaktadır. Löwy,
Hannah Arendt’in Heidegger’i Benjamin ile yakınlaştırma çabasının bir kafa
karışıklığı yarattığını belirtir ve onun Heidegger taraftarı olarak sunulmasına itiraz
eder (2007: 4). Löwy’nin bu itirazını da akılda tutarak, bu iki düşünürün arasındaki
yakınlaşmanın derinlemesine bir analizi gerekli kıldığını belirtmekte fayda vardır.
Ancak her iki düşünürün tekniği ele alış biçimlerindeki yaklaşım benzerliğinin
üzerinde durma gerekliliği de söz konusudur.
Benjamin’in Marksist bir eğilimle teknik, aura ve kitle soruşturması yapması
doğal olarak kaçınılmazdı, Heidegger’in ise kendi özgün varoluşçu felsefesi temelinde
bir yaklaşıma sahip olduğu açıktı. Bu noktada, her şekilde benzer ve farklı yönlerin
olması kaçınılmaz bir gerçektir. Dikkat edilmesi gereken unsur, eserlerin yayınlanış
tarihidir. Varlık ve Zaman’ın 1927, Benjamin’in bu eserinin 1936, Heidegger’in
QCT’nın ise 1955 tarihli olmasıdır. Benjamin’in tekniğe yönelik çalışmasının daha
erken bir dönemi kapsadığını, Heidegger’in ise bundan esinlenebilme ihtimalinin daha
yüksek olduğunu söylemek mümkündür. Ancak aralarındaki etkileşimin hangi yöne
bağlı olduğu konusu tamamıyla muammadır. Heidegger esasında bu çalışmasını, yine
sanat üzerine olan bir seminer dizisinde17 paylaşıma sunmuştur.
Sanat yapıtının gelenekle olan göbek bağını ritüel bir yapıya sahip olan din ile
benzeştiren Benjamin, teknik yeniden üretimle “dünya tarihinde ilk defa, teknik olarak
yeniden-üretilebilirlik sayesinde sanat yapıtının ritüele olan parazit bağımlığından
kurtulduğunu” (2015: 21) dile getirmektedir. Sinemanın kitlesel bir sanat yapıtı olup,
teknik olanağın en yüksek olduğu bir biçime sahip olduğundan bahsetmektedir.
17 Lovitt, Heidegger’in QCT’sinin Giriş kısmında ayrıntılı açıklamalarda bulunmaktadır. Bkz.: Preface, pp.x.
52
Fotoğrafın teknik unsurunun sinemadan oldukça masum olduğunu dile getiren
Benjamin, aynı şekilde oyunculuğun sanatsal performans adı altında teknik bir ‘test
performansına’ indirgendiğini belirtmektedir. Sinema oyuncusunun aygıt karşısındaki
durumu, kitlenin görünmez gözünün üzerinde olduğunu hissetme zorunluluğunu
dayatmaktadır. “Aygıtın önünde dikilirken, nihayetinde karşısında kitlelerin
olduğunun farkındadır. Onu kontrol eden o kitlelerdir” (Benjamin, 2015: 39). Teknik
çağda egemen olan göz artık kitlelerin tekelindedir, Benjamin böylece sinema ve
fotoğrafla belirmeye başlayan kitle medyasına yönelik ilgisini ortaya koymaktadır.
Kitleselleşme konusunu ise faşizm üzerinden değerlendiren Benjamin,
“Faşizmin mantıksal sonucunun siyasal yaşamın estetize edilmesi” olduğunu
belirtmektedir (2015: 57). Siyaseti estetize etme biçiminin ise savaş ile
gerçekleşeceğini dile getiren Benjamin, savaşın teknoloji ve mülkiyet ilişkilerinde de
bir etki yaratacağından bahsetmektedir. Benjamin’in sanatla beraber, kitle iletişimini
ele alış biçimi birçok noktada eleştirel teorinin sınırlarını aşmaktadır. Kang’a göre,
“Benjamin’in eserlerinin dört farklı M'nin kesişim noktasında durduğu söylenebilir:
Mesihçilik, modernizm, metropolitanizm ve Marksizm. Bir beşincisi de, medya
eleştirisi” (2015: 30) olarak sınıflandırılabilir. Benjamin’in medyayı eleştirme biçimi
diğer üyelerin karamsar yaklaşımlarından oldukça farklıdır. Onun IfS’de baskın olan
negatif akılla sürdürülen kitle analizi yapma ve büyük kuramlar oluşturma derdi
kesinlikle yoktu. Hatta bu konudaki eğilimi, pejorative anlamlarla yüklü diğer üyelerin
çalışmalarını ister istemez yadsımaktaydı. “Özellikle Adorno, Benjamin’in yeni kitle
iletişim araçları üzerine pozitif görüşlerini ve onun Baudelaire ve Paris üzerine yaptığı
materyalist incelemede bulduğu diyalektik olmayan yaklaşımları eleştirdi.
Adorno’nun 1936 ile 1945 arasında yazdığı en önemli denemelerinin çoğu (radyo,
sinema, caz ve popüler müzik incelemeleri), Benjamin’in popüler sanatlar üzerine
yaptığı analizi çürütmeye çalıştı” (Lunn, 2010: 221). Bu çerçevede, Benjamin’in
tekniği ele alış biçiminin otantik unsurlarla yüklü, siyasi imaları da barındıran bir
tarzda olduğu ve daha iyimser bir tona yöneldiği söylenebilir. Teorisyenlerin kendi
yörüngelerindeki temel isimler, doğal olarak tüm yorumlama biçimlerini
etkilemektedir.
53
b. Adorno ve Horkheimer: Aydınlanmanın Diyalektiği
Aydınlanmanın Diyalektiği [The Dialectic of Enlightenment: DE/Dialektik
der Aufklärung] Adorno ve Horkheimer’ın 1944 yılında ABD’deki sürgün
dönemlerinde yazdığı, 1947 yılında üzerinde revizyona gittiği ve Frankfurt Okulu’nun
en büyük düşünsel yapıtlarından birisi kabul edilen bir çalışmadır. IfS içerisinde
egemen kılınmaya çalışılan akıl nosyonu -araçsal akıl- bu çalışmada somut hale
gelmekte ve eleştirel teorinin argümanları ortaya çıkarılmaktadır. “Eleştirel teorinin
olgunlaşmasının en açık seçik ifadesi olan DE, Frankfurt Okulu’nun en bilinen ve en
etkili metinlerinden biridir” (Spurk, 2008: 85). Aydınlanma ve ilerleme düşüncesine
en vurucu saldırılardan birisi olarak düşünebileceğimiz bu çalışma, içerisinde kültür
endüstrisi kavramının da şekillendiği eleştirel bir zeminde sesini yükseltmektedir.
Reijen, kitabın ana yörüngesine denk düşecek şekilde İkinci Dünya Savaşı
sonrasındaki karanlık tablonun özelliklerini şu şekilde sıralar: “İnsan aklını tamamen
aletsel bir düşünmeye indirger, kültürü ticarileştirir, Yahudi düşmanlığını körükler,
insanın çıkarlarını ekonomik öncelikler altına alır” (1999: 42). Felsefi fragmanlar
şeklinde yapılandırılan kitapta tam olarak buna uygun oluşturulmuştur, aydınlanma,
mit, kültür endüstrisi, antisemitizm gibi IfS’nin merkezi kavramlarına tekabül eden bir
ilgi söz konusudur. Aydınlanmanın nasıl olupta ters bir yönde ilerlediğini, kendisini
karanlık bir sürece teslim ettiğini analiz eden Adorno ve Horkheimer, aydınlanma
mitinin yeni bir tür barbarlık projesine dönüştüğüne vurgu yapmaktadır. Bu
yönelimdeki bir toplumda, akıl geriledikçe mit daha da önem kazanmaktadır ve bunun
sonucunda mit dogmatik bir kalıba dönüşmektedir. Aydınlanma projesi bir tür totaliter
yapıya evrilmiş, özgürlük ve ilerleme savı çıkmaza girmiştir. Adorno ve Horkheimer,
kitabın ilk kısmında aydınlanma projesinin genel tablosunu özetlemektedir:
“En geniş anlamda ilerlemeci bir düşünme olarak Aydınlanmanın öteden beri hedefi,
insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna getirmek olmuştur. Ne var ki tamamen
aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felaket alametleriyle parlıyor. Aydınlanmanın tasarısı
dünyanın büyüsünü bozmaktı18” (2010: 19).
Ancak aydınlanma içsel çelişkilerini alt üst edemediğinden, bir tür mitolojiyi, geriye
dönüş yolunu tercih etmiştir. Savaş sonrası yıkımın karanlık bir tablo şeklinde belirdiği
18 Weber’in kullandığı ifadeyle, Entzauberung der Welt.
54
dünya düzeninde ‘aydınlanma’ fikrinin yapay mutluluğa dönük bir mit olduğu görüşü
vurgulanmaktadır. Büyük bir umutla başlayan yirminci yüzyılın aklın zaferi olması
beklenirken, tam tersine insanlığın büyük bir yıkımını ve felaketini resmeden bir
yüzyıla dönüşmesi aydınlanma mitinin en büyük sebebidir. Kitlelerin başarımının ve
ilerlemenin yerini, kitle kıyımları, sefalet ve yoksulluk almıştır. Bu karanlık resmi
Sofky, modernite ve barbarlık ilişkisi üzerinden şu şekilde özetlemektedir: “Şiddet her
yerdeydi: Despot rejimlerin işkence zindanlarında, totalitarizmin kamplarında, ölüm
mangalarının kazdığı toplu mezarlarda, soykırım fabrikalarında…Dehşet ve tükenişin,
unutma ile mitleştirmenin o bitip tükenmez döngüsünde aydınlanma anları çok
nadirdir” (2009: 67-68). Aydınlanmadan beklenen mutlu ve başarılı tablo
gerçekleşememiş ve böylece aydınlanma kendi kendini tüketmiştir.
Weber’in kavramıyla, büyüsü bozulan dünyada, ilerleme adına kullanılan
rasyonalizasyon fikri rayından çıkmış ve bir tür totaliterliğe dönüşmüştür.
“Aydınlanmaya göre hesaplanabilirlik ve yararlılık ölçütüne uymayan her şey
kuşkuludur. Aydınlanma bir kez dış baskılardan kurtulup gelişme olanağı buldu mu
dur durak bilmez. Aydınlanmanın insan haklarına ilişkin fikirlerinin başına gelenler
eski tümellerin başına gelenlerden farklı değildir” (Adorno ve Horkheimer, 2010 : 22).
Modern bilim de, aydınlanma ve ilerleme mitine uygun şekilde, insanı nesneye
indirgemiş ve bilimsel amaç bir egemenlik biçimine evrilmiştir. Bilim dünyasında
insanın sadece sayısallaştırılmış bir veri olarak ele alınıp işlenmesi bilimin de yapısının
değiştiğinin göstergesidir. Aklın modernizm projesi içerisine hapsedilişi, kendi
elleriyle yarattığı değerlerin amacından saptığını da göstermektedir. “DE, kendi
uyandırdığı kuvvetlerle baş edemeyen büyücünün çırağı problemini ele alır. İnsanlık,
doğaya hükmetmek peşinde geliştirdiği rasyonalitesini, şimdi bir denetim aletine
döndürdü” (Reijen, 1999: 42). Aydınlanma projesinde aklın bilim ve rasyonaliteye
teslim edilmesi, tahakküm zincirinin kurulmasına sebep olmuştur. İnsan sadece
matematiksel bir değer olarak bilim dünyasına girebilme hakkına sahiptir ancak bu
insani varoluşun özgürleşmesi adına bir hak değildir.
“Aydınlanmanın nesnelere karşı tutumu, diktatörün insanlara karşı tutumuyla aynıdır. Diktatör
insanları güdümleyebildiği ölçüde tanır. Bilim adamı da nesneleri, onları yapabildiği ölçüde
tanır. Böylece nesneler ‘kendileri için’ var olmaktan çıkar, ‘bilim adamı için’ var olurlar”
(Adorno ve Horkheimer, 2010: 26).
55
Aydınlanmanın ilerleme adına istifade ettiği bilim güzergâhı, totaliter yapının bir
yansıması olarak işlev görmektedir. Adorno ve Horkheimer, bilimsel evreni, bir
tahakküm evreni olarak yorumlamaktadır. Böylece, araçsal akıl, performansını savaş
deneyiminde kusursuzca göstermiştir. Sofsky’e göre, “Araçsal akıl, Auschwitz ve
Hiroşima’da kendini bulmuştur” (2009: 70). Modernlik projesi ile beraber böylece
aklın özgürleştirici yönünün de savaş yıkıntısına dönüştüğü söylenebilir. “DE, modern
felsefe ve sosyal teori için bir tür kavşak olarak görülebilir. Bir yandan, akıl eleştirel
olarak işlev görebilir, fakat diğer yandan, kendisini herhangi bir perspektif içinde
kuramaz” (Rasmussen, 1994: 223). Akılla birlikte ortaya çıkan ikilem, kendisini
özgürlük alanında da göstermiştir. “Avrupa Aydınlanması’nın geleneğinde kök salmış
Eleştirel Teori’nin temsilcileri için, modern ekonomi biçimi, insanların psişik aparatı,
kültürel yaşam biçimleri ve sanat eserleri, temel bir çelişki etkisiyle şekillenir: Bir
tarafta evrensel otonomi vaadi ve herkes için özgürlük, diğer tarafta ekonomik yeniden
üretimin tikel öğesinin egemenliği vardır” (Schweppenhäuser, 2015: 30).
Aydınlanmanın zıtlığı tam olarak bu noktada belirmiştir. Marcuse’nin de
çalışmalarında vurguladığı gibi, özgürlük içinde kölelik, refah içerisinde yoksulluğu
ifade eden zıtlıkların birleşmesi. Ancak bu çelişkilerin bir noktada ortak payda bulduğu
da söylenebilir, o da egemenlerin tahakküm kurucu hegemonik güçlerinde.
Adorno ve Horkheimer’e göre, “Bir bütün olarak toplumun tüm üyelerinin erki,
kendilerine dayatılan işbölümü aracılığıyla bu bütünün tekrar tekrar
gerçekleştirilmesine yarar; toplum üyelerinin zaten bir çıkış yolu olmadığı gibi,
bütünün rasyonelliği de katlanarak artar” (2010: 41). Bütüne yapılan bu vurgu Minima
Moralia’daki “Bütün yanlıştır” (Adorno, 2012: 54) ifadesini ve Marcuse’nin
“bütünün çılgınlığı, bireylerin çılgınlığını affettirir ve böylelikle insanlığa karşı
işlenmiş suçları ussal hamlelere dönüştürür” (1968a: 87) ifadesini hatırlatmaktadır.
Eleştirel teori bu çerçevede, totaliterlik görünümünü andıracak eğilimlere karşı bir atak
geliştirmiştir. Bu karşı hamlenin ağır basan yönünü, rasyonalitenin bir tür teknik cihaz
gibi davranması açıklayabilir. “DE kırklı yılların olumsallığından kaçınılmaz olarak
etkilenir ve önceki çalışmaların izini sürer: Rasyonelleşme yoluyla faillerin topluma
bütünüyle ve genellikle totaliter entegrasyonu (toplumsallık) teorilerinin gelişimi
içinde Aufklärung’un pozitivizm yönünde aşılması, anti-entelektüellik
56
(Geistesfeindschaft)” (Spurk, 2008: 89). Rasmussen’e göre, “bu kitap
(DE)…felsefenin sonunu selamladı ve böyle yaparak, kısmen postmodernite olarak
adlandırılan çağı getirdi” (1994: 224). Adorno ve Horkheimer, aydınlanmanın bir öz-
yıkıma dönüştüğünü, aydınlanmanın yanılsamacı bir karaktere sahip olduğunu
belirtmektedir. Reijen’e göre, “Adorno ve Horkheimer DE’yi yazdıkları zaman,
siyasal açıdan kendi dönüşlerini bir reddediş hikayesi olarak, alegori olarak
deneyimlemişlerdi. Onların tüm yapabilecekleri alıcısı bilinmeyen bir mesaj
yollamaktı” (2010: 187). Aydınlanmanın kitlelerin tümden aldatılmasına dönüştüğünü
belirterek, kültür endüstrisi kavramına bağlantı kurmaktadırlar.
Max Weber’in ussallaştırma kuramından istifade eden Adorno ve
Horkheimer’ın kültür endüstrisi kavramına paralel olarak Marcuse’de teknoloji
analizinde Weberyan görüden faydalanmıştır. Ussallığın farklı katmanlarının
açılımlarını bu bağlamda eleştirel teori metinlerinin arka planında görmek
mümkündür. Kültür endüstrisindeki metalaşma ve şeyleşme bağlamı ise, Marx’ın ve
Lukács’ın kavramları ile ilintilidir. Modernleşme sürecinin başarısızlığı, toplumsal ve
kültürel tüm yapılara sirayet etmiştir. Düşünürler, kültür endüstrisinin teknik boyutu
hakkında yorum yapmaktadır: “Tekniğin toplum üzerinde kazandığı erkin zemininin
ekonomik açıdan en güçlülerin erki olduğu suskunlukla geçiştirilir. Günümüzün teknik
rasyonelliği egemenliğin rasyonelliğidir” (Adorno ve Horkheimer, 2010: 163).
Tekniğin tahakkümüne yönelik bu yorumlamanın benzerini Marcuse, Tek Boyutlu
İnsan kitabında yapmıştır. “Adorno ve Horkheimer’in, içinde kültürel malların
endüstriyel üretimi ile ilgili bölümünde bulunduğu yapıtları La Dialectique de la
raison ile Marcuse’ün Tek Boyutlu İnsan’ı arasında, nesnelerle ilgili yararcılık
anlayışının bireylerle ilgili olmaya dönüştüğü bir dünyayı eleştiren bir düşünce
okulunun derin bağlantısı görülür” (Mattelart ve Mattelart, 2010: 65). Kültür
endüstrisinin kendisi teknik bir iş olduğundan, üretim işi standartlaşma ve seri üretime
dönüşmüştür. Bu ürünlere maruz kalan kitlenin de kendi içerisinde sınıflandırıldığı ve
böylece herkese uygun bir şeylerin öngörüldüğü gözlemlenmektedir. Kültür
endüstrisinin kullanıcısı yani tüketicisi artık bir istatistik malzemesiyle temsil
edilmektedir. “Her şeyin, hatta düşünülmemiş olanın bile mekanik yeniden-
üretilebilirliğin şemasına şablon çevirisi, tüm gerçek üslupların katılığının ve
57
bağlayıcılığının ötesine geçer” (Adorno ve Horkheimer, 2010: 171). Kültür
endüstrisinin kalıbına giren unsurlar bir şekilde Benjamin’in de üzerinde durduğu gibi,
teknik yeniden üretilebilirlik sürecine dâhil edilmektedir. Benjamin’in sanat yapıtına
içkin olan aura’nın kaybı yorumu, bu konuda tüm kültürel ürünlere
uyarlanabilmektedir.
Teknik rasyonalizasyon süreci, sanatın içyapısını bozmakta, kültürel yapıları
birbirine benzetmekte ve teknik aracılığıyla bunu kitlelere yaymaktadır. “Horkheimer
ve Adorno’ya göre, kültür endüstrisinin gelişimi, modern toplumlarda artan ussallaşma
ve şeyleşme sürecinin içkin bir parçasıdır” (Thompson, 2013: 123). Weber’in
ussallaştırma kavramından hareketle yazarlar, toplumsal sürece dâhil olmak adına,
bireyin bağımsız düşünceden feragat ettiğini ve bu şekilde kendi kontrolleri dışındaki
toplumsal yapının atomize edilmiş bireyi haline geldiğini belirtmektedirler.
Thompson’a göre, “Weber’in aklileşmiş, bürokratikleşmiş eyleminin ‘demir
kafesi’nin yerini bireylerin etrafları esasen özdeş ve tamamıyla metalaşmış bir nesneler
evreniyle kuşatılmış kültür endüstrisinin ‘demir sistemi’ alır” (2013: 123). Teknik
yeniden üretimle etrafı çerçevelenen birey, hapishanede tutuklu bir bireydir. “Dış doğa
üzerindeki denetim, iç doğanın (insanın) denetimine döner. Bu bir kendini
köleleştirme durumudur, çünkü kendini insan olarak tanımlayan iki doğa kuvveti
arasındaki etkimedir” (Reijen, 1999: 42). Bu yorumlama eleştirel teori çerçevesinde
yapılırsa, hem bireyin kendisi özünü yitirmiş hem de nesnelerin aurası kaybolmuştur.
Kültür endüstrisinin kök salıp, yükseldiği liberal endüstri ülkeleri içinde barındırdığı
çelişkilerle varlığını sürdürmektedir. “Kültür endüstrisinin gücü, yarattığı
gereksinimle arasındaki basit karşıtlığa değil onunla olan birliğine dayanır; bu karşıtlık
mutlak erk ile erksizlik arasında olsa bile” (Adorno ve Horkheimer, 2010: 183).
Marcuse’nin bu yoruma benzer şekilde, ileri endüstri toplumlarındaki zıtlıkların
birliğinden bahsettiğini hatırlamakta fayda vardır. Bu birlik, toplumdaki tüm karşı
sesleri bastırmakta ve zıtlıkları bir araya getirerek sahte bir uyum yaratmaktadır.
Tüketici-birey haline gelen atomize edilmiş insanlar, sisteme sadık oldukları
ölçüde yaşamlarını güvence altında tutmaktadırlar. İçsel bağlılık en başından beri, kitle
siyasetinin faşizan eğilimlerine karşı bir savunmasızlık durumu yaratmıştır. Böylece,
kitle sadakatinin kendisi siyasi manipülasyonla denk düşecek şekilde ilerlemektedir.
58
Freud’un içgüdülerin bastırılması yönündeki yorumu üzerinden, bireyin, sindirilen
karakteri, öfke ve protesto güdüsünü de yok etmekte ve böylece zıtlıkların birleştiği
ve zamanla ortadan kalktığı bir ortam doğmaktadır. Spurk’a göre, “Adorno ve
Horkheimer bilinçli olarak bir mağluplar söylemi oluşturur, yoksa mütevekkil söylemi
değil. Onların yenilgileri acı vericidir ama umutsuz değildir. Bu, Aufklärung geleneği
içindeki Batı düşüncesinin korkunç ve akıl almaz yenilgisinin sert ve yalın
bilançosudur” (2008: 86). Batı sistemi kadar düşünürlerin sürgün döneminde
deneyimledikleri Amerikan yaşam biçiminin kendine özgü doğası, bu teorinin oluşma
zeminini etkilemiştir. Bu zeminin kültürün endüstrileşmesinin temel parametresi
olduğu kesindir.
Bookchin’e göre, “Aydınlanma’nın akla cömertçe bağlılığı -düşünce ve
eğitimin sonucu olarak insanın girişimine duyduğu büyük inanç-, neredeyse hepsi aklı
hor görme girişimlerinde yine aklı kullanan en ciddi Aydınlanma eleştirmenlerinde
bile hiçbir zaman yok olmamıştır” (2013: 377). Aklın en keskin eleştirmenleri Adorno
ve Horkheimer’ın DE ve Horkheimer’ın Akıl Tutulması adlı eserleridir ve bu
düşünürler akıldaki belirsizliği, kusurlu yönü analiz etmeye girişmişlerdir.
“Horkheimer’ın “nesnel akıl” dediği akıl biçimi, dünyanın Logos’unu açıklar ve insan
iradesinin ve çıkarlarının karşılıklı etkileşiminden ayrı olarak onun bütünlüğünü ve
geçerliliğini korur” (Bookchin, 2013: 378). Araçsal akıl, pragmatik bir tekniğe bağlı
olduğundan teknik bir sömürgeleştirme olarak ortaya çıkmaktadır. DE, tekniğin
egemen bir faktör olduğu vurgusuyla birçok çalışmaya da öncülük etmiştir. Eleştirel
teorinin en temel eserlerinden birisi olan DE, rasyonalizasyonun teknikle ne şekilde
özdeş olduğunu da aydınlatmaktadır. Eserin içerisinde temellenen eleştirel gövdenin,
Marcuse’nin eserlerine de sirayet ettiği belirtilebilir. Tekniğe ilişkin analizin devamı
niteliğinde, varoluş durumunu tekniğin özü ile ilişkilendiren Heidegger’in teknik
soruştırmasına bu noktada yer vermek gerekmektedir. Birbirlerinden temelde taban
tabana zıt görüşlere sahip olan bu isimlerin, teknik konusunu insani varoluşa uygun
olarak çerçevelemeleri onların özgün yaklaşımlarının eseridir. Dolayısıyla, eleştirel
teorinin akıl ve ideoloji üzerinde yükselen analizi, Heidegger’de insanın kurtuluş
mücadelesi ile belirmektedir. Bu çerçevede, Marcuse’nin teknoloji soruşturmasını
yürütmeden önce, bu isimlerin analizlerini yapma gerekliliği doğmaktadır.
59
c. Martin Heidegger: Tekniğe İlişkin Soruşturma
Martin Heidegger’in ilk başlıkta temel hatları ile ele alınan yaşam öyküsü ve
felsefesinin vurucu noktaları onun tekniğe ilişkin anlatımında istifade edilmesi
gereken bir kılavuz olarak yorumlanabilir. Her ne kadar, içerisinde eksiklikler ve
atlanılan noktalar yer alsa da, bu sınırlı anlatımın çalışma kapsamında onun felsefi
görüşleri ve siyasi tercihlerini kavramada bir anlam yörüngesi teşkil ettiği ifade
edilebilir. Bu bağlamda, daha önceki bölümde Benjamin’in 1936 tarihli Teknik Olarak
Yeniden-Üretilebirlik Çağında Sanat Yapıtı ile Heidegger’in bu eserinin bir
yorumlaması yapılmıştır. Şüphesiz ki, bu noktada manipülasyona yer vermeden bir
değerlendirmeye bağlı kalınmıştır. Heidegger’in 1927 tarihli Varlık ve Zaman
kitabının da, nihayetinde büyük bir şöhret kazandığı süre zarfında, Kıta Avrupa felsefe
geleneğine damga vurduğunu ve birçok öğrencisine felsefi bir patikada ‘aykırı’ bir
şekilde yürüme imkânı verdiği belirtilmişti. İlerleyen bölümde, Marcuse’nin
teknolojiye dair yaklaşımında temel bir referans kaynağı olmasından ötürü
Heidegger’in Tekniğe İlişkin Soruşturma’sı (The Question Concerning Technology:
QCT) incelenecektir. Doğan Özlem, ‘Heidegger ve Teknik’ başlıklı Giriş yazısında,
Heidegger felsefesinin meşakkatli boyutuna değinmektedir. “Heidegger açıklamaz,
yalnızca betimler ve anlatır. Onun söylemi, özellikle geç döneminde, anlatıcı
(narrativ) bir söylemdir” (1998: 10). Heidegger’in kendine özgü dili ve felsefesinin
derin boyutlarının betimleyici bir tarzda anlatıldığından bahseden Özlem, nihayetinde
onun anlamlarının gizli boyutlarının ortaya çıkarılamama ihtimali olduğunu
hatırlatmaktadır ve her çalışmanın içerebileceği bir tehlike söz konusudur. Heidegger
Almancası’nın çok katmanlı dil yapısı ve de onun kendine özgün felsefesinin örtülü
anlamları. Bu çerçevede bu değerlendirmenin bu açıklamalar ışığında okunması
gerekmektedir. “Heidegger’in teknoloji meselesi üzerine bu denemesi bugün Bilim ve
Teknoloji Tetkikleri sahasında tek başına en sık iktibas edilen denemedir” (Ruin, 2017:
58). Teknolojiye yönelik bir okuma yapma Heidegger’in bu çalışmasına eğilme
lüzumunu da doğurmaktadır. “Martin Heidegger, l Aralık 1949'da Bremen Klüp'te,
'Varolan Şeyi Kavrama' genel başlığı altında dört konferans19 verdi: 'Şey',
19 Konferansların Almanca ve İngilizce isimleri: "The Thing ["Das Ding"], "Enframing" ["Das Gestell"], "The Danger" ["Die Gefahr"], "The Turning" ["Die Kehre"].
60
'Çerçeveleme', 'Tehlike' ve 'Dönüş/Dönemeç (Kehre)'. 6 Temmuz 1950'de20 'Şey'i ve
18 Kasım 1953'de21 artık 'Tekniğe İlişkin Soruşturma' başlığı verilen 'Çerçeveleme'yi”
(Özlem, 1998: 34). Bu derslerinde teknolojiye yönelik yorumlamalarının nüvelerini
oluşturan Heidegger, ilk dersinde bu anlatımlarını genişletmiştir, Bavyera Güzel
Sanatlar Akademisine sunmadan önce. İkinci dersi, 18 Kasım 1955'te ayrıca
genişletilmiş bir versiyonda, "Teknoloji Çağında Sanat" [The Arts in the Technological
Age] başlıklı dizide "Tekniğe İlişkin Soruşturma" başlığı altında verildi” (Lövitt, 1977:
ix-x). QCT, Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı kitabında değinmediği bir konuyu
derinlemesine analiz etme fırsatı vermektedir. “Heidegger’in, Varlık ve Zaman da
dâhil ilk döneme ait yayınlanmış eserlerinde teknoloji meselesini temel bir endişe
olarak göremeyiz. Teknoloji meselesini 1950'lerin başlarına kadar kendi başına felsefi
bir tema olarak açıkça ve alenen ele almaz” (Ruin, 2017: 56). Bu açıklama ışığında,
Heidegger’in varlığın özüne yönelik soruşturması zaman içerisinde tekniğin özüne
yönelmiştir.
Teknik soruşturmasına bir soru ile başlayan Heidegger, “Tekniğin ne olduğunu
sorduğumuzda, tekniğe ilişkin soru sormuş oluruz. Herkes, sorumuzu yanıtlayan iki
ifadeyi bilir. Biri şöyle der: Teknik, amaç için araçtır. Diğeri de şöyle: Teknik, insanın
bir etkinliğidir” (1998: 44). Heidegger insani etkinlik sınıfına giren tüm faaliyetleri,
teknik olarak tanımlamakta ve tekniğin bir donanım olduğuna değinmektedir.
“Tekniğin kendisi bir donanımdır veya Latince söylendiğinde instrumentum'dur”
(1998: 44) ifadesiyle de Heidegger, etimolojik olarak tekniğin özü meselesinde,
Einrichtung (Almanca uyarlama, düzene koyma, bir amaç doğrultusunda bir araya
getirme vs) ile instrumentum kavramını eşit tutar ve tekniğin karakterinin, ‘yerine
koyma’, ‘ikame etme’, ‘düzenleme’, ‘çerçeveleme’ (Gestell), ‘nesneleri kullanılabilir,
işlenebilir stoklar olarak görme’ (Bestand) olduğunu vurgulamak istemektedir”
(Heidegger, 1998: 44-45). Grek kökenlerine yakın bir şekilde, tekniğin çok boyutlu bir
anlam tabakasına sahip olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Heidegger, tekniğin
üzerinde bir tahakküm kurulmasını ima etmektedir. Onun varoluşuna hâkim olmak
20 Tarih orijinal eserde June 6, 1950 olarak geçmektedir. Karş.:QCT, Preface, William Lovitt, pp.ıx. 21 Tarih aynı eserde November 18, 1955 olarak verilmiştir. Çalışmada orijinal eserdeki tarih baz alınacaktır. Karş.: a.g.e.
61
onu çerçevelemek, onu zaptetmektir. “Her şey, tekniği araç olarak uygun şekilde
manipüle etmeye bağımlıdır. Söylendiği gibi, tekniği 'tinsel yönden elde tutmak'
gerekir. Ona hâkim olunmalıdır. Tekniğe hâkim olma iradesi ne kadar elzem hale
gelirse, teknik de o kadar insanın denetiminden kaçıp kurtulma tehdidinde bulunur”
(Heidegger, 1998: 44). İnsan iradesinin teknik üzerindeki baskıcı tutumu bu yönüyle
tekniğin de her an bu baskıdan kurtulmasını gerekli kılmaktadır. Tekniğe ilişkin bir
soruşturma yaparken Heidegger, aletheia'ya yani tekniğin özünün gizini açma
konusuna da değinmektedir. Açığa çıkmanın gizini-açmada temellendiğini söyleyen
Heidegger, “teknik olanın yalnızca bir araç olmadığını ve tekniğin gizini açmanın bir
tarzı olduğunu belirtir” (1998: 52). Heidegger, tekniğe içerimlenen bir gizin üzerini
açmaya, onun anlamını ifşa etmeye yönelirken, tekniği yalnızca standart bir araç
olarak görmez. “Kilit altından kurtarma, dönüştürme, depolama, dağıtma ve devreye
sokma, gizini-açmanın tarzlarıdır” (Heidegger, 1998: 58). Bu tarzlar aracılığıyla,
tekniğin örtülü öğelerini yüzeye çıkarmaya çalışmaktadır.
Heidegger, tekniğin gizemini açmada insana varoluşsal bir değer atfetmektedir.
İnsanı bu süreçte etkin bir ajana benzeten Heidegger, “insan asla salt el-altında-durana
dönüşmez. İnsan, tekniği ileri doğru ittiği için, gizini-açmanın bir tarzı olarak,
düzenlemeye katılır” (1998: 61) açıklamasını yapmaktadır. Tekniğin gizini açmada
talep edilen bir özne olarak insanın bu tekniği kavramaya yönelik bir anlayışa sahip
olması gereklidir. Heidegger anlatısını şu şekilde güçlendirmektir: “İnsanın doğaya bir
araştırma nesnesi olarak yaklaşmasına meydan okuyan bir gizini-açma tarzı tarafından
insan talep edilmiştir. O halde bir düzenleyici gizini-açma olarak modern teknik hiç de
salt insan yapımı değildir” (1998: 61). Heidegger, insana yapılan saldırıların teknikten
bağımsız kılınarak özgürleştirileceğini belirtmektedir. Bu anlayışta, insan doğaya
saldıracak bir nesne olarak bakmaz. “İnsanı, kendi gizini-açanı el-altında-duran olarak
düzenlemek için oraya toplayan meydan okuyucu talebi, şimdi çerçeveleme (Ge-
stell)22 diye adlandırıyoruz” (Heidegger, 1998: 62). Ge-stell, bu süreçte tekniğin
örtüsünü açmakta bir meydan okuma talebini dile getirmektedir. Bu kavramın insana
saldıran anlatılara karşı bir tür savunma mekanizması olarak hizmet ettiği söylenebilir.
22 Ge-stell: Çerçeveleme kavramı geniş anlamda, bir çağrı, bir meydan okuma ve talepkâr bir davet olarak okunmalıdır.
62
“Çerçeveleme (Gestell), düzenleme tarzı içerisinde real-olanın gizini el-altında-duran
olarak açmak için insana saldıran, yani insana meydan okuyan bu saldırının biraraya
toplayıcısı anlamına gelir” (Heidegger, 1998: 63). Heidegger, nihai düşüncesinde
insani varoluşa yönelik tepkilerden sıyrılmayı arzu etmektedir. Gizini açma,
aletheia’nın yöntemsel aletlerini geliştirmeyi deneyen Heidegger, tekniğin salt insan
etkinliği olduğunu veya böyle bir etkinlikte salt bir araç olduğunu reddetmektedir
(1998: 64) ve bu anlayışla, çerçevelemeyi gizini açmanın bir tarzı olarak
yorumlamaktadır (1998: 67). Gizini açma yolunda insanı bu sürece bağlı kılan şey ise,
onun kaderi (Geschick)’dir ve bunu da ‘bir araya toplayan bir yollama’ terimi ile
beraber düşünmektedir. Gizini açmanın bu kadersel durumu, bir tür tehlikeye işaret
etmektedir. “Bir kader olarak çerçeveleme, insanı bir düzenleme olan gizini-açma
türüne sürgün etmektedir” (Heidegger, 1998: 72). Çerçeveleme kavramının dönüşüme
uğrayıp, kader veya tehlike içeren bir anlama dönüşmesi süreci, insanın gizini açma
sürecinden dışlanmasına sebep olmaktadır.
Heidegger, “tekniğe ilişkin sorunun, gizini-açmanın ve gizinden-çıkmanın,
hakikatin mevcudiyete-çıkmasının olageldiği takımyıldızına ilişkin soru olduğunu”
(1998: 79) belirtmektedir. Böylece, tekniğin etrafını sarmalayan sürecin de
soruşturmasını yapmaya çalışmaktadır. Greklerde techne kavramının kullanım
amacının da bir sanat biçimi olduğuna değinen Heidegger, burada gizini açma
ediminin bir hakikate erişme yönelimi olduğundan bahsetmektedir. Heidegger’in ele
aldığı anlamda techne kavramı, salt zanaat faaliyetlerini de içerimleyen, spesifik bir
anlatıya yoğunlaşmaktadır. Bu sebeple, eleştirel teorinin metinlerinden değişik bir
analiz ortaya çıkması doğaldır. Felsefi ve politik bağlamlar arasındaki farkı da göz
önüne alırsak, tekniğe ilişkin okumalar, özgün yaklaşımlar eşliğinde ilerlemektedir.
d. Jürgen Habermas: İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim
Frankfurt Okulu’nun son kuşak temsilcilerinden birisi olan ve daha çok
iletişimsel eylem, kamusal alanın yapısal dönüşümü, yaşam alanlarının
sömürgeleştirilmesi gibi çalışma konularıyla erken dönem ilgi alanlarından ayrılan
Jürgen Habermas, Herbert Marcuse’nin iki eseri üzerinden bir analize gitmiş ve
İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim’i kaleme almıştır. Tekniğin insan üzerinde kurduğu
tahakkümün yayılmacı etkisini ele alan Marcuse, birçok eserin de Max Weber’in
63
rasyonelleşme fikrini revizyona uğratarak, ileri endüstri toplumuna (AIS) uyarlamış ve
böylece teknolojik rasyonalite fikrini ortaya çıkarmıştır. İkinci bölümde ayrıntılı
olarak ele alınacak olan Tek Boyutlu İnsan (ODM) bu çabanın en bariz şekilde
görünebileceği ve yayınlandığı yıl olan 1964’ten itibaren bir dönem öğrencilerin el
kitabı haline gelmiş bir eserdir. Marcuse, teknolojik ussallık biçiminin bir şekilde
siyasi bir unsura dönüştüğünden ve böylece tahakkümün sürdürülmesinde bir araç
olduğundan bahsetmiştir. Marcuse’nin 1965 tarihli “Industrialization and Capitalism
in the Work of Max Weber (ICMW)” adlı makalesi de, Weber’in felsefi
paradigmasından tahakküm, rasyonalite ve teknik ilişkisini analiz etmektedir.
Marcuse’nin söz konusu iki çalışması [ODM ve ICMW] Habermas’ın temel
argümanlarını ele almada etkili olmuştur. “Eleştirel akımın mirasçısı Alman düşünür
Jürgen Habermas (1929 doğumlu), La technique et la science comme idéologie’de
(1968), Marcuse’e yanıt olarak, teknik ussallıkla ilgili kendi kuramını geliştirir”
(Mattelart ve Mattelart, 2010: 65). Son kuşak temsilcisi olarak Habermas, Marcuse’nin
teknolojik rasyonalite fikrinin yeniden bir okumasını yaparak, kendi düşünce sistemi
içerisinden Marcuse’nin teknoloji okumasına bir imkân bulmaya çalışmaktadır.
“İdeoloji” Olarak Teknik ve Bilim [Technik und Wissenschaft als 'Ideologie'] (1968)
kitabını Herbert Marcuse’nin 70. doğum gününe adayan (19.7.1968) Habermas,
Hegel’in Jena Çalışması ‘Tin Felsefesi’ Üzerine Notlar ile kitaba giriş yaptıktan sonra,
“İdeoloji” Olarak Teknik ve Bilim kısmında Marcuse’nin düşüncesinden kaynaklı
tutarsızlıklarını açımlamaya çalışmaktadır.
Habermas, Marcuse’nin Weber yorumlamasını rasyonelliğin ters bir okuması
ve politik bir iktidar örüntüsüne vurgu olarak değerlendirmektedir. “Marcuse, objektif
açıdan aşırı baskıyı "bireylerin yoğunlaştırılmış bir şekilde devasa üretim ve dağıtım
aygıtının boyunduruğu altına girmelerinde, boş vakitlerin özele ait olmaktan
çıkartılmasında, yapıcı ve yıkıcı toplumsal çalışmanın nerdeyse birbirlerinden
ayırdedilemeyecek kadar iç içe geçmelerinde" görmekten söz ediyor” (Habermas,
2016: 38). Habermas’a göre bu düşünce, teknik aklın iktidar kanalına
hapsedilmişliğinin bir yorumudur. Rasyonelleştirme ona göre, sadece Weber’in
kullandığı anlamda bir değişimi ifade etmez, aynı zamanda Freud’un yorumlamasını
da içermektedir. Habermas, Marcuse düşüncesindeki zorluğun, onun salt felsefi
64
yorumuna, sosyolojik bir analizi eklemleme çabasından kaynaklandığını dile
getirmektedir.
Marcuse’nin bilim ve tekniğin devrimci bir dönüşüme uğratılarak, tahakküm
zincirlerinin kırılabileceği yönündeki görüşünü, Habermas, “bu yeni bilim
düşüncesinin, musevi ve protestan mistiğinden bilinen "düşmüş doğanın yeniden
dirilişi" (2016: 40) bağlamında ele almaktadır. Marcuse bu yöndeki eğilimini bilim
metodolojisinin yeni bir açılımı olarak değerlendirmektedir. Doğanın da tekniğin de
benzer şekilde tahakküm ağının baskılayıcı doğasına maruz kaldığından
bahsetmektedir. “Marcuse'ün zihninde doğaya alternatif bir yaklaşım vardır, fakat
bundan yeni bir teknik düşüncesi kazanılamaz. Doğayı olası teknik kullanımının
nesnesi olarak ele almak yerine, onunla olası bir etkileşimin rakip'i olarak
karşılaşabiliriz. Sömürülen doğa yerine, kardeş doğayı arayabiliriz” (Habermas, 2016:
42). Habermas, bu noktada öznelerarasındalık düzlemindeki iletişim modeli
üzerinden, doğa ile yakın ve dostça bir ilişki biçiminin gerçekleşebileceğini dile
getirmektedir. Habermas’ın, doğaya yüklediği öznellik pozisyonunun bir şekilde yitik
bir doğanın canlandırılması hususuna yöneldiği söylenebilir. Nihayetinde, Marcuse
tamamıyla bağımlı ve hapsedilmiş bir doğadan bahsederken, Habermas bu zincirlerin
kırılabilme hususuna vurgu yapmaktadır.
Habermas, Marcuse’nin teknolojik rasyonalite yorumundaki içsel çelişkilerin
varlığından bahsetmektedir. Ona göre, “Marcuse'ün kendisi de bilim ve tekniğin
rasyonelliğini tek bir "tasarım"da göreceli kılmakta kuşkuya düşmüş görünüyor.
ODM'in birçok yerinde, devrimcileştirme kurumsal çerçevenin, üretici güçlerin
oldukları gibi kaldıkları bir değiştirilmesi anlamına gelir” (2016: 43). Teknik aygıtın
değiştirilip, mevcut iktidardan başka bir iktidar odağına terk edilmesinin özgürleştirici
bir eylemi içerimlediği şüphelidir. Bu noktada politik bir teknik anlayışın her türlü
ortaya çıkacağı da kesindir. Habermas, Weber’in ve Marcuse’nin tezlerine ilişkin yeni
bir yorumlama modeli önermektedir. “Weber’in rasyonelleştirme kavramını, aşağıdan
ve yukarıdan rasyonelleştirme olarak ayıran Habermas, modernleşme sürecindeki bir
toplumun altyapısının aşağıdan rasyonelleştirme olduğunu dile getirir” (2016: 52-53).
Bu durum, Habermas’ın yorumuna göre, yaşam biçiminin rasyonalizasyonudur,
bireyin alt kültürden amaç-rasyonel eyleme yönelmesini ifade etmektedir. Yukarıdan
65
gelen rasyonelleştirme süreci ise, Weber’in sekülarizasyon dediği geleneksel
dönemlerin zorlayıcı biçimde modernize edilmesi sürecidir.
Marcuse’nin Weber’e yönelik eleştirisinin merkezinde burjuva ideolojisinin
yapay görüntüsünün altındaki yapıyı çözme konusu yer almaktadır. “Marcuse,
Weber'i, Marxist görüşü dikkate almadan, kurumsal çerçevenin amaç-rasyonel
eylemin ilerleyen alt-sistemlerine uyum sağlamasının özgün sınıfsal içeriğinden söz
etmeyen, tersine onu bir kez daha örten soyut bir rasyonelleşme kavramında ısrar
etmekle eleştirir” (Habermas, 2016: 54). Marcuse, Weber’in yorumlamasını AIS’deki
ideoloji sorgulamasına uyarlama çabasındadır ve kitlelerin politikasızlaştırılmasının
teknik ve bilimin ideoloji olarak sunulmasına bağlı olduğunu iddia etmektedir.
Habermas, “ideoloji olarak teknik ve bilimin yumuşak iktidarının altında teknokratik
bilincin müphem temel kabullerinin negatif-ütopik şekli” (2016: 72) olduğunu
belirtmektedir. “Habermas’ın bilim ve teknolojinin bugün içine sürüklendikleri
durumdan kurtulabilmeleri için önerdiği yol, bilim ve teknoloji çalışmalarında
ideolojik eleştirinin yeniden başlamasını sağlamak olmaktadır. Olguculuğun
yerleştirdiği geleneğin tersi olan bir yolun, yeniden, vakit geçirmeksizin izlenmeye
başlaması olmaktadır” (Oskay, 1993: 257). Bu ideolojik eleştiri, dışsal ve içsel
boyutlara sahip olmalıdır, hem gerçek dünyadaki sorunlara hem de bilince
yönelmelidir. Oskay’a göre, Habermas bu ideolojik bilincin eleştirilmesi noktasında
aklın nasıl olupta gerçek bir misyona sahip olacağı sorusunu cevaplayamamaktadır.
Habermas, 1968 tarihli bu çalışmasının sonunda devrimci özne fikrini öğrenci
protestolarına dayandırarak, Marcuse’nin Karşıdevrim ve İsyan kitabıyla paralellikler
kurmaktadır. “Habermas, iletişimsel paradigmayı siyasal ve toplumsal unsurlara
uyarlama ve bir çözüm üretme kaygısı taşımaktaydı. Kamusal alana verdiği önem
sebebiyle de İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim’i ele alış tarzlarını kıyaslamak bu açıdan
önemlidir. ‘La technique et la science comme idéologie’yi yazdığı dönemde,
Kalifornia’daki öğrenci hareketi ile, hareketin iletişim biçimlerinin bireylerin
özerkliklerini kazanmaları açısından taşıdığı anlamla ilgilenmiştir” (Mattelart ve
Mattelart, 2010: 68). Kamusal alanın politik praksisini canlandırmada öğrenci
hareketlerinin önemine değinen Habermas, ideolojik belirlenimin bu yönde kırılma
ihtimalinin olduğundan bahsetmekte ve kitlelerin politikasızlaştırılmış kamusal
66
alanlarına ilişkin ‘devrimci özne’ belirlenimi yapmaktadır. Başlık altında ele alınan bu
örneklerin, holistik bir yaklaşımla değerlendirilmesi, konunun daha iyi anlaşılmasında
yardımcı olacaktır.
Walter Benjamin ‘Teknik Olarak Yeniden-Üretilebilirlik Çağında Sanat
Yapıtı’nda sanatın faşist amaçlar kadar, devrimci taleplere de yönelebileceğini
savunmaktadır. Marcuse’nin Estetik Boyut adlı kitabında -bu yorumu doğrudan ele
almasa da- bir itiraz geliştirdiği söylenebilir. Ancak Benjamin’in, teknik gelişimin
sanatın aura’sını ortadan kaldırma konusundaki yorumlaması eleştirel teoriye daha
yakındır. Benjamin, sanatın biçimsel olarak değişse de, özünün devrimci olmasını
iddia ederek, yine IfS üyelerinden ayrılmaktadır. Benjamin’in tekniğin ve sanatın özü
meselesindeki analizleri, ilerleyen dönemlerde Heidegger’in teknik soruşturmasına
yakın bir alımlama yaratmaktadır. Adorno ve Horkheimer’ın ‘DE’ eseri, aydınlanma
ve ilerleme kavramlarına karşı geliştirilen bir anti-tezi açıklamaktadır. Kuramcılar,
modern bilimin insanı nesnelleştirerek amacından saptığını, Nazi kamplarında araçsal
aklın hayaletinin dolaştığını, kültür endüstrisinin insanlara bir aldatma ve oyalama
amacıyla hizmet ettiklerini belirterek, eleştirel teorinin en karakteristik eserini ortaya
koymuşlardır. Aydınlanma kendi elleriyle bir canavar yaratmıştır ve bir mitsel dönem
şeklinde yaşanmaktadır. Bu eserin de, temel olarak tekniğin yapısını eleştiren bir
eğilimi vardır. Teknik, tüm bu olumsuzlukların habis huylu yaratıcısıdır. Heidegger’in
ontolojik felsefesinin teknik soruşturmasına dönüştüğü ‘QCT’ kitabı, Grek
kullanımındaki techne kavramını ele alarak, tekniğin özünü soruşturmaya
girişmektedir. Heidegger, tekniğin gizemini çözmenin, onun açığa çıkarılması
şeklinde gerçekleşeceğini iddia etmektedir ve tekniğe insani bir varoluş gibi anlam
atfetmektedir. İnsanın felsefi anlamda varoluşunu, özünü kurtarmaya girişen
Heidegger’in teknik soruşturması da insani yapım şeklinde belirlenmemiştir. Teknik,
kendinden menkul bir değer dizgesidir. Onun, Frankfurt Okulu teorisyenleri gibi
tekniğe bir olumsuzluk aşılaması söz konusu değildi. Bu sebeple, teknik anlatısı
toplumların kültürel, siyasal, ideolojik bağlamından kopuktur. Jürgen Habermas
‘İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim’ adlı eserinde, Marcuse’nin ODM ve ICMW başlıklı
iki çalışması üzerinden bir analiz yürütmektedir. Habermas, daha ılımlı bir görüşle,
‘olumsuz’ kavramları ele alıp dönüştürmek istemiştir. O, kardeş bir doğa yaratmanın
67
imkânını aramıştır. Habermas, iletişimsel kuramlarını, doğaya yönelik yorumlamış,
bireyi daha faal ve bilinçli bir şekilde ele almanın mümkün olduğunu göstermeye
çalışmıştır. Her bir kuramcı, teknik konusunu ve ilintili konuları, birbirinden farklı
şekilde yorumlamışlardır.
Eleştirel teorisyenlerin ilk kuşağını temsil eden isimler -Adorno, Horkheimer
ve Marcuse- insan aklını araçsallaşmış olarak görmekte ve doğayı, tekniği, bilimi
sorgulama biçimleri de bu bakış açısına göre ilerlemektedir. Bu bağlamda, kitle
nosyonu tamamıyla bilinçsiz, tesadüfi ve tehlikeli kalabalıktan ibarettir. Sıklıkla
referans verdikleri rasyonelleşme kavramını ise, “fabrika, ordu, bürokrasi, okul ve
kültür endüstrisi gibi kurumlar tarafından geliştirilen, daima etkili ve sonuç verici
örgütsel teknikler vasıtasıyla toplumsal yaşamın bütün alanlarına yayılan yönetsel ve
siyasal tahakküm” (Benhabib, 2010: 87) olarak ele almaktadırlar. Parçalanmış iş ve
çalışma yaşamına, birey aygıta uyum sağlayarak dâhil olmaktadır. Tekniğin kötücül
kullanımı ve parçalanmış sosyal ilişkilerin teknik bütünsel tezahürü, kitlenin bilinçsiz
aklının bir görünümünü yansıtmaktadır.
Eleştirel teorisyenlerin ilk kuşağından farklı bir yol izleyen Habermas, daha
olumlu, demokratik ve müzakereci bir eğilime sahiptir. Eserinde naif bir beklenti
içerisinde olduğu, 1968 yılının öğrenci hareketlerine bu şekilde bir umut bağladığı
söylenebilir. Heidegger ise, bambaşka bir felsefi formasyondan olduğu için, tekniğe
yönelik sorgulaması da, insanın varoluş sorgulaması gibidir. Diğer bölümde ele
alınacak olan teknik ve teknoloji soruşturması, bu bölümdeki isimlere referans
eşliğinde ilerletilecektir. Bu şekilde, tezin kuramsal altyapısında bir teknik-bağlamsal
anlatı yapısı oluşturulmaya çalışılacaktır. İlk bölümdeki eleştirel teori, ideoloji ve akıl
tartışmaları da, ilerleyen bölümlerdeki kavram dizgesini yaratma noktasında bir
başvuru kaynağı olacaktır.
68
İKİNCİ BÖLÜM
SÜRGÜN EDİLEN FELSEFE: HERBERT MARCUSE’Yİ
TANIMA
Herbert Marcuse’nin Frankfurt Okulu içerisindeki tutumunu ve dönemin siyasi,
kültürel, sanatsal, toplumsal konularına olan duyarlılığını tanımlamak amacıyla,
öncelikle onun felsefi güzergâhının ana hatlarını çizmek gerekmektedir. Bu amaçla,
bu bölüm altında Marcuse’nin düşünce coğrafyasında gezinmek ve ardından temel
eserlerine değinmek temel önceliktir. Eleştirel teorinin kök saldığı Almanya’dan
ABD’ye göç etmesi, talihsiz ve trajik bir kopuş olarak tanımlanabilir. Bu bölümün
başlığında özellikle ön plana çıkarılmaya çalışılan konu, eleştirel teorisyenlerin sürgün
deneyimlerindeki verimli zeminin büyük bir külliyat oluşturmada elde ettiği başarıdır.
Bu kopuş anı, aslında büyük bir yaratıcılığın ortaya çıkışının da öncüsüydü. Nancy,
‘kök salmanın’ pek de insani bir faaliyet olmadığını belirtirken, belki de haklı bir
yorum yapmaktaydı. “Bir kişi artık hiç gitmediği, artık alışkanlıklarını değiştirmediği,
terk etmediği zaman, duyarsızlaşır, gelişip serpilmesi durur. O artık göğe doğru boy
atmaya, duvarlara sarılıp dolanmaya devam eden bitki gibi bile değildir. İşte gitmenin
gönderimde bulunduğu durum budur” (2012: 27-28). Gitmenin kendisi acı veren bir
süreç ve giden kişi de çoğu zaman bir yabancı kalsa da, hareketin kendisinin devrimci
ve dönüştürücü bir eylem olduğu yadsınmamalıdır.
Sennett’in ifadeleriyle, Büyük Rus reformcusu Alexander Herzen’in yaşadığı her
yerde yabancı kalması gibi (2014: 10), mutlak coğrafi yokluğun içinde sürgünde kalma
deneyimini anlatabilmek bu açıdan güçtür. Frankfurt Okulu teorisyenlerinin anlatımı
sırasında da, bu güçlüğün etkisi hissedilmektedir. Üyelerin Almanya’daki çalışma
ortamından Nazi tehdidi ile ABD’ye taşınan yaşam alanlarının bir sürgünün tüm
unsurlarını taşıdığı belirtilebilir. Sürgünde olmanın en zor tarafı, zihnin en büyük
düşmanı olan mekânsal sıkışmışlık hissiyatıdır, hareketsizliktir. Bunun verimli bir
tarza dönüşmesi ise bu sıkışmışlığın inkârıyla gerçekleşebilir. Ancak Nancy’nin
itirazlarını da düşünürsek, gitmek, göç etmek ve ayrılmanın bir tür direnişe dönüşmesi
ihtimali de vardır. Bu vazgeçişin aslında yeni bir mücadelenin tohumlarını attığı
söylenebilir. Bu anlamda, Marcuse de, diğer Frankfurt Okulu üyeleri gibi Nazi
69
işgaliyle Avrupa’yı terk etmek zorunda kalmış ve IfS’nin ABD’deki faaliyetlerinin
doğrudan bir katılımcısı olmuştur. Onların sürgün deneyiminin ‘gizil’ unsuru,
dönemin Alman-Yahudisi entelektüelleri olarak, devrimci bir umudun, kardeşçe bir
dünyanın varoluşu imkânına dayanmaktaydı. Birçok kuramcı, bu devrimci ütopyanın
altında yatan faktörün Yahudilik olduğu konusunda hemfikirdir. Bu belirlenimin
indirgemeci olmayan bir yaklaşım temelinde geliştirildiğini belirtmekte fayda vardır.
Çünkü bu temel unsur Alman felsefe dünyasından üyelerin bilfiil sürgün edilmelerinin
altında yatan bir gerçekliğe göndermedir. Özellikle Benjamin’in eserlerinde bu etki
yoğunlukla gözlemlenebilir. Marcuse’nin Yahudi mistisizmine dair çalışmaları
doğrudan olmasa da, onun felsefesinin örtülü öğelerinin yer yer bu inancı
barındırdığını belirtmek gerekmektedir. Bu sebeple bu ayırt edici faktörü de akılda
tutarak, bu bölümün Marcuse’nin yaşam öyküsünün temel hatlarına ve sürgün edilmiş
felsefesine değinme önceliği taşıdığı söylenebilir. Marcuse’nin I. Dünya Savaşı
sonrasında ortaya çıkan Batı Marksizmi’ne olan yakınlığı ile Adorno ve Horkheimer’a
göre daha politik bir aktivist olması, Marksist hümanizme sadakati ile negatif
düşünceye olan bağlılığı sürse de, onlar kadar umutsuz bir teorisyen değildi. O, asla
pozitif bir çözüme erişmek için orijinal bir umudu barındıran diyalektik yönteme
inancını yitirmedi. Frankfurt Okulu’nun diğer üyelerinin distopik tarzdaki yorumlarına
itiraz etmiş olan Marcuse, umudu ultima ratio olarak kurtuluş için bir reçete olarak
sunmuştur.
Marcuse’nin yaşantısında etkili olan temel konulardan birisi, çalkantılı siyasi
süreçlerin duyarlı bir eylemcisi olarak, yaratıcı bir şekilde toplumu dönüştürme
arzusuna yönelmesidir. Yaşantısının ilerleyen dönemlerinde 1968 olaylarındaki
öğrenci hareketlerinde aldığı politik tavır, Amerika ve Avrupa’da Yeni Sol’un babası
misyonuyla ön plana çıkan bir Marcuse’yi yaratmıştır. Gençlik yıllarından itibaren
devam eden politik ilgisinin bu şekilde, öncü bir role büründüğünü belirtmek
mümkündür. Düşünce evreninin temel imalarından birisi de, tek boyutlu olan bir
düşünceden ziyade, çeşitliliğin, zenginliğin olduğu, eleştirel bir zihni ortaya çıkarma
talebidir. Bu sebeple, Marcuse’nin zihinsel gelişimine eşlik eden öncü isimlere de yer
vermek, onun felsefi altyapısını belirlemekte önemlidir. Bu bölümde, bu açıklamalar
eşliğinde, daha çok kronolojik bir ilerlemeye sadık kalınarak, Marcuse’nin praksis ile
70
teoriyi başarıyla harmanladığı ve oldukça verimli geçen yaşam öyküsünün ana
hatlarına değinilecektir. Marcuse’nin Almanya’dan ABD’ye sürgün edilen felsefesi,
akademi ve akademi dışını, içerisi ve dışarısını, eylem ve kuramı birleştirme başarısını
yadsımadan ve tarafgirlikten sıyrılan bir tarzda analiz edilecektir. Temel başlıklar
ışığında, öncelikle onun yaşam öyküsü ve felsefesi ele alınacaktır ve daha sonra,
Marcuse’nin entelektüel faaliyetlerinin bir taslağı ortaya çıkarılacaktır.
A. Marcuse’nin Yaşam Öyküsü ve Felsefi Arka Planı
Marcuse üzerine yazılan temel eserlerin hemen hemen hepsinin Amerikan ve Batı
literatüründe olması, onun hakkında kendi dilimizde eser üretilmemesi, en fazla çeviri
eserlerle yetinilmiş olması çalışmanın en zorlayıcı kısımlarından birisini teşkil
etmiştir. Marcuse’nin yaşam öyküsüne ve ilerleyen dönemki ilgilerine yönelik
okumalar, İngilizce’den Türkçe’ye çeviri suretiyle gerçekleşmiştir. Marcuse
literatürüne olan muazzam katkılarıyla bilinen öğrencisi Douglas Kellner, Marcuse’ye
dair bu görmezden gelinen tavrın uluslarası akademik camiada da uzun yıllar
sürdüğünü belirtmektedir. Ancak son yıllarda artan sayıda Marcuse çalışması bu
ilginin arttığını kanıtlar niteliktedir. Bu açıklamalardan sonra Marcuse’nin öz
yaşamının belirleyici tarihsel dönüm noktalarıyla ele alınması gerekliliği sonucu
ortaya çıkmaktadır. 1922 yılında Marcuse, Almanca doktora tezinin bir parçası olarak
istenen ‘Lebenslauf23’ (biyografi)’da hayatının ilk dönemlerini kısaca şu şekilde
özetlemektedir:
“19 Temmuz 1898 yılında işadamı Carl Marcuse ve Kreslawsky doğumlu karısı Gertrud’un oğlu
olarak Berlin’de doğdum. Mommsen Gymnasium’a katıldım ve 1911’den 1916’daki askerlik
hizmeti celbi gelene kadar Charlottenburg’daki Kaiserin-Augusta Gymnasium’a katıldım" (akt.
Kellner, 1984a: 13).
Marcuse, o dönemin diğer birçok Yahudi ailesi gibi varlıklı üst-orta sınıf bir ailenin
oğluydu ve bu aile yapısı, yaşadığı topluma herhangi bir yabancılık hissetmeyen,
Alman milli değerlerine ve entelektüel değerlere bağlı olan bir grubu temsil
etmekteydi. Diğer üyeler gibi, varlıklı Yahudi ailelerinin çocuklarını Alman ulusunun
milli ve manevi değerleri çerçevesinde yetiştirme arzusunun baskın olduğu bir
dönemden bahsedilmektedir.
23 Ayrıntılı bilgi için Bkz.: EK-2’te yer alan İngilizce ve Almanca özgeçmiş.
71
“Terhis olduktan sonra Marcuse, çalışmalarını sürdürmek için Freiburg'a gitti ve The German
Artist-Novel üzerine yazdığı bir tezle 1922'de edebiyat alanında doktora tezi aldı. Berlin'de bir
kitapçı olarak kısa süren bir kariyerin ardından, Freiburg'a döndü ve 1928'de Almanya'daki en
önemli düşünürlerden biri olan Martin Heidegger ile felsefe alanında çalışmaya başladı”
(Kellner, 2001: 2).
Alasdair MacIntyre, ‘Herbert Marcuse: An Exposition and A Polemic’ adlı kitabının
‘Biographical Note’ kısmında Marcuse’nin yaşam öyküsünü şu şekilde ele almaktadır:
“Herbert Marcuse 1898 yılında Berlin’de doğdu. Berlin Üniversitesi ve Heidegger ile çalıştığı
ve ondan Hegel’in Ontolojisi üzerine yazdığı tarih felsefesi hakkındaki doktora tezini aldığı
Freiburg Üniversitesinde öğrenciydi. Nazilerin iktidara gelmesinin ardından Almanya’dan
ayrılarak, İsviçre’ye gitmiştir ve Cenevre’de bir yıl öğrenim görmüştür. Daha sonraları Marcuse,
Frankfurt’dan Columbia Üniversitesi’ne göç eden Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’ndeki
meslektaşı Max Horkheimer ile 1934’den 1940’a kadar ABD’ye giden üyelerden biri olmuştur.
Doğu Avrupa Ülkeleri Bölümünde Başkan olarak çalıştığı yer olan ABD Dışişleri Bakanlığında
İstihbarat Araştırma Ofisinde (the Office of Intelligence Research) hizmet verdikten sonra,
Columbia’ya 10 yıl sonra döndü. Columbia’da Rus Enstitüsü ve Harvard’da Rus Araştırmaları
Merkezinde Sovyet Marksizmi’nin yazımını yaratan araştırmasını sürdürdü. 1954’ten 1967’ye
Brandeis Üniversitesi’ndeydi ve Paris’teki Ecole Pratique des Hautes Études’de bir yönetici
olarak zamanını geçirdi. 1967’den beri de24, California Üniversitesi’nde (San Diego) hocalık
yapmaktadır” (MacIntyre, 1970).
Spartakus Hareketinin bastırılması, Horkheimer’ın erken dönem politik ve eylemci
yönünde bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Aynı şekilde, askerlik hizmeti sonrasında bu
olaya tanıklık eden Marcuse’nin de yavaş yavaş Alman siyasi arenasındaki safları terk
ettiği gözlemlenebilir. Savaş deneyiminin acı tanıklığı ve Frankfurt Okulu
mensuplarında yarattığı bu hüsran, onların çalışmalarına yansıyan boyutlarıyla
ilerleyen dönemlerde açıkça ortaya çıkmaktadır. Marcuse, “1917’de Sosyal Demokrat
Parti’ye üye olur. 1918’de savaşa katılan Marcuse, Kasım devriminin başında, Berlinli
askerlerden oluşan bir “sovyet”e üye seçilir” (Delacampagne, 2010: 157). Marcuse’nin
savaşa bir asker olarak katılmasının ardından politikaya eklemlenme gayelerinin
olumlu sonuçlar verdiği söylenemez. “Savaş sırasında askerlik hizmetini
tamamladıktan sonra, Marcuse, Berlin'de Soldatenräte [Asker Konseyi] kısa bir süre
için politikaya dâhil oldu. 1919'da, iki yıl önce katıldığı Sosyal Demokrat Parti'yi
proletaryaya ihanetinden dolayı protesto ederek terk etti” (Jay, 2014: 73). “Marcuse,
denizci olarak katıldığı I. Dünya Savaşı sırasında Sosyal Demokrasi’nin en sol
(Enternasyonalist Sosyalistler) hizbine üye olmuş, 1918 devrimi sırasında asker
24 Tarihsellik üzerine bir şüphe uyandırmaması adına, Marcuse’nin 1979’da vefat ettiğini, kitabın basım tarihinin ise 1970 olduğunu belirtmekte fayda vardır.
72
konseyine seçilmiş, Sosyal Demokrasi’nin karşı devrimi desteklemesi üzerine
politikadan uzaklaşmıştır” (Koçak, 2013: 12). Marcuse’nin siyasi parti üyeliğinin
dünya savaşının etkisiyle iki yıl gibi kısa bir süre zarfında sona erdiği görülmektedir.
Sosyal demokrasi saflarını terk etmesindeki en büyük faktör şüphesiz ki, Spartakus
hareketidir. “Devrimin başarısızlığı (1919) onu partiyi terk etmeye götürür. Marcuse,
partinin yöneticilerini, Spartakist liderler Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un
katlinde işbirliği etmekle suçlar” (Delacampagne, 2010: 157). “1919 Spartakus
ayaklanmasının vahşi şekilde bastırılması –yönetimdeki Sosyal Demokrat hükümetin
izin verdiği ve desteklediği olaylardır” (Wolin, 2012: 166). Marcuse’nin
arkadaşlarının öldürülmesi, onu Sosyal Demokrat çizgiden, geri dönülmeyecek şekilde
daha kuramsal bir Marksist çizgiye geçirmiş ve hem zihinsel hem de eylem pratiği
açısından hayal kırıklığına uğrayan Marcuse, akademik çalışmalarına devam etme
kararı almıştır.
1927 yılında yayınlanan Varlık ve Zaman’ın felsefe ve akademi dünyasında
yarattığı etkiyle, Marcuse, Heidegger ile çalışmak üzere Freiburg Üniversitesi’ne
gitme kararı almıştır. Bu dönemden itibaren, erken dönem Marksist ilgilerini
Heidegger’in varoluşçu felsefesi ile sentezlediği belirtilebilir. Nitekim, Marcuse,
Frederick Olafson ile yaptığı söyleşide, “1928’de yayınlanan Contribution[s] to a
Phenomenology of Historical Materialism [Tarihsel Materyalizmin Fenomolojisine
Katkı[lar], adlı ilk makalesinde varoluşçuluğu ve Marksizmi birleştirmeye çalıştığını”
(Wolin, 2005: 167) belirtmektedir. Jay’e göre, Marcuse bu makalesinde Heidegger’in
kelime haznesindeki birçok kavramı –Sorge (kaygı), Geschichtlickeit (tarihsellik),
Entschlossenheit (kararlılık), Dasein (dünya-da-varlık)- kullanmıştır (2014: 135).
Marcuse’nin Husserl ve Heidegger etkisindeki ilk dönem eserlerinin fenomenoloji ve
varoluşçuluk ile paralel gittiğini belirtmek mümkündür. Freiburg Üniversitesi’nde
kaldığı süre zarfında bu iki felsefe otoritesinin muazzam etkisi erken dönem eserlerine
yansımıştır. Bu melez yönelime dair açıklamalar tezin ilerleyen bölümlerinde ele
alınacağından, bu noktayı kısa bir hatırlatma ile geçebiliriz.
Marcuse, doktora tezini yazdıktan sonra, şansını yayıncılık alanında aramıştır.
“Freiburg’da 1923'te Künstlerroman (sanatçıların büyük rol aldığı romanlar) üzerine
73
verdiği tezle doktorasını aldı. Gelecek altı yıl boyunca Berlin'de kitapçılık ve
yayıncılık alanında şansını denedi. 1929'da Freiburg’a geri döndü; orada Husserl ve ve
Heidegger’le birlikte çalıştı” (Jay, 2014: 73). “Berlin’e taşınan Marcuse’ye babası, bir
daire ile yayıncılık ve antika kitap işinde bir hisse verdi ve Marcuse, Marksist teori,
gestalt psikolojisi, soyut resim ve burjuva felsefesindeki güncel eğilimlerin tartışıldığı
bir çeşit solcu edebiyat salonuna sponsor oldu” (Wiggershaus, 1995: 96). Kellner ise,
Marcuse’nin doktorayı bitiriş tarihini 1922 olarak vermektedir (1984a: 13), aynı
şekilde, Marcuse hakkındaki internet sitesinde de tarih 1922’dir.25
Marcuse, Heidegger’in asistanlığını yaptığı sırada yazdığı tezle Hegel’e yönelik
eğilimini göstermiştir. “Marcuse, siyasetten yüz çevirerek edebiyat çalışmalarına
yönelir ve tezini tamamladıktan sonra Fribourg Üniversitesi’nde, Heidegger’in
yanında bir asistanlık görevi elde etti” (Delacampagne, 2010: 157). “1930 yılında
Marcuse'nin Heidegger'in danışmanlığında yazdığı habilitation çalışması (ya da ikinci
tez çalışması), “yaşam” kavramının önemli bir rol oynadığı Hegel'in Ontolojisi ve
Tarihsellik Teorisi [Hegel’s Ontology and the Theory of Historicity] olarak iki yıl
sonra yayınlandı” (Wolin, 2005: xviii). Hegelci ilk çalışması olan bu eserden sonra,
1941’de yazacağı Us ve Devrim kitabıyla da Marcuse, Hegel ilgisini devam ettirmiştir.
Hegelci eğilimini erken dönem Heideggerci ve Marksist eğilimle birleştirme ve Sol
Hegelci bir karma oluşturma gibi bir amacının olduğu görülebilir. “Hegel ve
Tarihsellik Üstüne: Marcuse” başlıklı makalesinde Robert B. Pippin, Marcuse’nin bu
çalışmasında tarihsellik kuramını ‘ontoloji’ olarak kurduğunu belirterek, çalışmanın
ayrıntılarında Heideggerci varsayımların öne çıktığını iddia etmektedir (2010: 323).
Marcuse bu süre zarfında farklı yayınlarla da akademik alanda kendisini kanıtlamaya
başlamıştı. “Maximilian Beck’in Philosophische Hefte ve Rudolf Hilferding’in Die
Gesellschaft dergilerinde bir dizi makale yayımladı. Akıl hocası Heidegger’in izlerini
taşıyan Hegels Ontologie und die Grundlegung einer Theorie der Geschichtlichkeit26
[Hegel’in Ontolojisi ve Tarihsellik Teorisinin Temeli] adlı ilk kitabı 1932’de basıldı”
25 İlgili link için Bkz.: (Çevrimiçi) https://www.marcuse.org/herbert/index.html#biography 21.04.2018 26 1932 yılında Frankfurt’ta ‘Hegels Ontologie und die Grundlegung einer Theorie der Geschichtlichkeit’ adıyla yayınlanan eser, ‘Hegel’s Ontology and the Theory of Historicity’ adıyla Seyla Benhabib tarafından İngilizce’ye çevrilmiştir.
74
(Jay, 2014: 74). Heidegger’in yanında çalıştığı süre içerisinde yazdığı bu
Habilitationsschrift, Frankfurt Okulu’nun geç dönem teorisyeni Seyla Benhabib
tarafından İngilizce’ye çevrilmiştir. Sherman’a göre, 1932 yılının sonuna kadar
Marcuse üzerinde inkâr edilemez bir şekilde Heidegger etkisi mevcuttu. “1932’nin son
dönemlerine kadar, Marcuse’nin düşüncesi Heidegger'in yörüngesinde kalmıştır,
Hegel’s Ontology and the Theory of Historicity’nin yayınlanmasıyla bu
kanıtlanmıştır” (2003: 199). 1932 yılında Marcuse, Marx’ın 1844 El Yazmalarının
önemini fark etmiş ve böylece emeğin yabancılaşması kavramını IfS çalışmalarına
katmıştır. Heidegger etkisinin dağılması kolay olmasa da, ilerleyen dönemde bu
etkinin yerini Marx’ın temalarına bıraktığı söylenebilir.
Marcuse ile Heidegger’in tarihi karşılaşmasın iki savaş arası dönemde, yoğun
felsefi tartışmaların döndüğü bir Alman akademi yaşantısında gerçekleşmiştir. 1933
sonrası süreçte, Nazilerin iktidara gelmesi, Almanya’daki durumun iyiden iyiye zora
girmesi, Alman akademisinde başlayan kıyımlar, onun sürgün edilen felsefeye dâhil
edilmesini sağlamıştır. Savaşın ağır koşullarında gelişen siyasi partizanlığa zihinsel
süreçle eklemlenmeye başlayan Heidegger, Marcuse ile olan ilişkisinde sonu baştan
belli olan bir kırılmanın yaratıcısı olmuştur. Marcuse’nin Marksist hareketten koparak,
muhafazakâr ve hatta taşralı olan Heidegger’in çeperindeki varoluş mücadelesi en
nihayetinde çelişkiliydi. Nazizmin Almanya’da, Heidegger’in üniversitede artan
orandaki tahakkümü kaçınılmaz şekilde yaklaşan felaketi haber vermekteydi.
Heidegger’in Alman Yahudisi olan başarılı öğrencilerinin çoğunun, bu süreçte
yavaş yavaş onun ‘korunaklı’ akademik şemsiyesinin altından uzaklaştığı ifade
edilebilir. Üniversite yaşamından Yahudi öğrenci ve hocaların uzaklaşmaları
yönündeki uygulamaların da etkisiyle, Heidegger gitgide yalnızlaşmaya başlamıştı.
Marcuse de diğer birçok isim gibi, ona hayatı boyunca eşlik edecek olan Heidegger’in
zihin açıcı felsefesinden değil ama onun fiziki çeperinden uzaklaşmayı ve asıl olarak
zihinsel dünyasını şekillendirecek olan eleştirel teorinin kucaklayıcı evrenine girmeyi
tercih etmiştir. Heidegger ile yaşadığı zorlayıcı deneyimin ardından, Marcuse’nin artık
Enstitü’ye katılma kararı alması zor değildi. “Frankfurt Üniversitesi Kuratör’ü Kurt
Riezler, Husserl’in ricası üzerine, Marcuse’yi Horkheimer’a önerdi. Enstitü’deki
Marksizmin mekanik anlayışından ziyade diyalektik anlayışına bağlı olan Marcuse,
75
Cenevre’deki ofise atandı” (Jay, 2014: 74). 1933 yılında zaten Heidegger Nazi
Partisi’ne katılmıştı ve Nazilerin propagandasını açık bir şekilde üniversite kürsüsünde
dillendirmeye başlamıştı. Heidegger’in Nazilerin nam-ı diğer zihinsel hocası/führer
rektör olarak yükselen popülaritesi, Marcuse’nin onun yanından uzaklaşması
konusunda bir tereddüde yer bırakmamıştır. Enstitü’nün ona verdiği pozisyonu
reddetme gibi bir tercihi asla olamazdı.
Bu çalkantılı süreçte Enstitü üyelerinin de, yaşamı tehdit altında olduğundan tedbir
alma yönünde girişimleri mevcuttu. Üyeler, Nazizmin korkutucu dehşetine karşı
Avrupa’nın belirli bölgelerinde ofisler açarak, bu noktalara mali ve fiziki kaynaklarını
aktarmışlardı. Marcuse’de “Hitler’in iktidara gelmesinden sonra, Frankfurt’tan,
Enstitü’nün Cenevre’deki ofisinde çalışma amacıyla 1933 yılında Enstitü’ye üye
olmuştur” (Kellner, 1998: 3). Bu anlamda, Marcuse’nin Frankfurt’taki Enstitü ile
değil, doğrudan Cenevre’de açılan yeni ofis bağlamında IfS’ye dâhil olduğu
söylenebilir. “Onlar (IfS üyeleri), faşist baskının öngörüsünde bulunarak Marcuse’nin
atanmış olduğu Cenevre’deki bir ofisi kurmuş olduklarından, Marcuse, gerçekte, asla
Frankfurt’ta Enstitü ile çalışmadı” (Kellner, 2001: 4). “Herbert Marcuse 1932 yılının
sonunda Enstitü’ye yeni bir üye olarak kabul edildi ve Eleştirel Teori’nin asıl
mimarlarından biri oldu” (Jay, 2014: 73). Bu şekilde, Marcuse, Alman akademisinin
belirli kalıplarla sürdürmeye çalıştığı felsefe tartışmalarını, sınırları daha geniş ve
eleştirel olan IfS ile değiştirmiş bulunmaktaydı. Kaldı ki, IfS’nin tarihçesinde
aktardığımız gibi, üniversitenin eleştiriye kapalı ve sınırlı felsefe yapma eğilimini
reddeden isimler bu yapıya ihtiyaç duymuşlardı.
Marcuse, erken dönem ilgisi olan varoluşçu ve fenomenoloji yüklü felsefesini,
böylece daha belirgin hale gelecek olan eleştirel teorinin temalarıyla sentezlemiştir.
“Marcuse’nin 1932 yılında Husserl ve Heidegger’in domine ettiği Freiburg’daki taşralı
felsefe bölümünden, neo-Marksist Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü ile işbirliğine
geçişi kariyerinde önemli bir rol oynamıştır” (Kellner, 2001: 4). IfS’nin içindeki
materyalist ve Marksist damar, zaman içerisinde, Marcuse’nin gençlik dönemi
siyasetinde elde edemediği hazzı verecekti. Kellner’a göre, “Marcuse, özcülüğü
reddeden ve öznelliği tarih içerisinde belirli sosyo-politik koşullarla etkileşim halinde
gelişmesi olarak gören Eleştirel Teori’nin tarihselci geleneğinin bir parçası” (2014:
76
88) olarak, IfS’ye dâhil olmuştu. Marcuse, eleştirel teorinin içerisindeki özgün
pozisyonunu ilerleyen dönemlerde ortaya koyacaktır. “Kapitalizmin kurnaz
yoksunluklarının keskin bir eleştirmeni ve teknoloji toplumunun genişlemeci
müdahaleciliği hakkında açıkça karamsar bir teorisyen olmasına rağmen, Marcuse’nin
çalışmaları bir umut vericiliğe sahiptir” (Cunningham, 2013: 537). “The Rationality
of Philosophy” başlıklı, “Herbert Marcuse’nin UCSD’da Şubat 1966’daki Açılış
Konuşması”nda yayınlanan ondört sayfalık daha önce basılmamış ders notundan
oluşan makalesinde, Marcuse’nin felsefeye dair açıklamalarını bulmak mümkündür.
Marcuse’nin argüman hattında bir rehber niteliğinde giriş yazısı yazan Robert Kirsh’e
göre, “Bu ders, iki bölümlü bir değerlendirme sunarak felsefenin rolüne ilişkin gerçek
dünya sorusuna değinmek için bir girişimdir: eleştirel bir felsefe yöntemi ve bu
felsefenin bir gerekçelendirilmesi” (2016: 476). Marcuse’nin felsefi yaklaşımının
Marksist paradigmanın devrimci ve umut dolu unsurlarına yoğunlaştığı belirtilebilir.
Marx ve onun eserleri Marcuse’nin çalışmalarındaki felsefi yapıtaşını oluşturmaktadır.
Marcuse’ye göre, “Özgürlüğün rasyonalitesi olarak felsefe, tanımlamaktan ziyade
yansıtır, doğru cevapları vermek yerine doğru soruları sorar. Felsefe, irrasyonel, esir
edilmiş gerçekler ve koşullardan düşüncenin bir özgürleşimini ifade eder” (2016b:
480). Felsefe bu şekilde bir özgürleşim vaadeden yaklaşımdır, Marcuse felsefeyi
soyut, kapalı ve sınırlı bir anlam içerisine hapsetmekten ziyade, onun dönüştürücü,
devrimci, umut dolu yöne sevk edilmesini sağlamaya çalışmıştır. Marcuse’nin temel
hatlarıyla belirlenen yaşam öyküsünden, onun felsefesinin asıl mimarlarına ve
temalarına geçilebilir. Bu kapsamda, ilk olarak teorisini etkileyen düşünürlere ve bu
düşünürler çerçevesinde geliştirdiği kavramlara yer verilecektir. Bu analizin
neticesinde ise Marcuse’nin düşünsel temalarının sentezlendiği bir matris
oluşturulacaktır.
1. Marcuse’nin Düşünsel Zeminindeki Uğraklar27
Herbert Marcuse’nin düşünsel zeminini oluşturan kaynakların farklı eğilimdeki
kuramcılar olduğu söylenebilir. Marcuse’nin yaşam öyküsünde farklı tarihsel olayların
varlığı, teori ve pratiği başarıyla sentezleme girişimi, yaşamında zorunlu bir göç
27 Hegelci felsefede düşüncenin önemli bir öğesi anlamına gelen teknik bir terim olan uğrak kelimesinden esinlenilmiştir. Karl Marx, 1844 El Yazmaları, s.15.
77
olgusunun var oluşu gibi sebepler onun felsefe yapma biçimini de etkilemiştir.
Şüphesiz ki, birçok kuramcı veya felsefeci bu durumlardan beslenmiştir, her ne kadar
bir dizi olumsuzluk yaşamış olsalar da. Richard Wolin, Marcuse’nin politik dünya
görüşünü belirleyen gençliğindeki olayların, savaşın travması ve 1918-1919 Alman
Devriminin başarısızlığı olduğunu (2005: xi-xii) belirtirken, bu tarihselliğe vurgu
yapmaktadır. Marcuse’nin felsefi düşüncesi, içerisinde bulunduğu eleştirel teori
noktasında da belirleyici olmuştur. Frankfurt Okulu eleştirel teorisinin merkezindeki
motifler olan eleştiri, olumsuzlama, çelişki ve teori ile pratiğin ilişkisi kategorilerine
(Kellner, 1998: 4) bu çerçevede Marcuse’de de sıklıkla rastlanılmaktadır. Ancak bu
noktada Adorno ve Horkheimer’ın paralelinde hareket eden bir düşünceden ziyade,
içerisinde yer yer umut nüveleri olan, daha ütopyacı ve praksis yönü kuvvetli olan bir
eğilim dikkat çekmektedir. Sherman’a göre, “Horkheimer ve Adorno’dan çok daha
fazla, Marcuse daima burjuva felsefesinin en temel kategorisinin, yani, rasyonel
düşüncenin, özgürleştirici gücüne inandı” (2003: 200). Bu yaklaşıma yönelik
farklılıklar çalışma içerisinde yeri geldikçe ele alınarak, üzerinde tartışma
yürütülecektir. Marcuse’nin yaşamsal çizgisi ve aldığı kararlar noktasında da, bu
isimlerden ayrıldığı söylenebilir. Özellikle Yeni Sol’a ilişkin aldığı pozisyonun en
temel farklılıklardan birisi olduğuna tanıklık edilebilir. MacIntyre, Marcuse’nin çok
yönlü felsefi çizgisinin belirlenimini şu şekilde özetlemektedir:
“Marcuse’nin 1933’ten 1938’e kadarki yıllarda yazıları, modern irrasyonalizme karşı, erken
dönem Avrupa felsefesinin rasyonel özü olması gerektiği savunusuna adanmıştır. (…) Marcuse
felsefe tarihi hakkında yazdığı dönemde, onun bakış açısı alışılmışın dışında bir Alman gibiydi.
Yunanlılar ve özellikle de Aristoteles ilgisini çekmiştir; ancak pek azını Orta Çağ oluşturuyordu.
Descartes önemliydi ve sonraları Hegel tarafından elde edilmiş olan felsefi doruk noktasına yol
açan Kant. Hegel’den sonra ve Marx’ın haricinde, ilgisini Husserl ve Heidegger’e vermiştir”
(1970: 4).
Bu başlık altında, Marcuse’nin, pek çok ilgi duyduğu ismin arasında en belirleyici
olanlara dair bir analiz yapılmaya çalışılacaktır. Özellikle onun asistanlığını yaptığı ve
teknoloji kuramında paralellikler bulunan Martin Heidegger’e önemli bir yer
ayrılacaktır. “Marcuse, modern dünyada olağanüstü önemli bir şeyin unutulmuş
olduğunu dile getirir. Öz’ü Hegel'in Ontolojisi’nde Heideggerci bir yönelim içinde
geçmişe bağlarken, Enstitü’ye katıldıktan sonraki yapıtlarında özü gelecekle de
bağlantılı olarak düşünmüştür” (Kejanlıoğlu, 2005: 243-244). Hegel’e yönelik ilgisi,
78
akademik çalışmalarının ilk döneminden itibaren başlamış ve bu ilgiyi varoluş
çeperine getirmiştir. Aynı zamanda Heidegger’in varoluşçu felsefesini de Marx ile
sentezlemeye çalışmıştır. Buradan hareketle eleştirel teorinin de çimentosunu
oluşturan Marx’ın yabancılaşma kavramı ve Georg Lukács’ın şeyleşme kavramı
üzerinde durulacaktır. Daha sonra ussallaştırma zeminini oluşturan Max Weber ve
bireyleşme kuramını temellendirdiği Sigmund Freud’a yer verilecektir. Bu isimlerin
hepsi aynı zamanda IfS içerisindeki ana akım kuramcıların birlikteliğini de temsil
etmektedir. Bu amaçla, hem eleştirel teori dizgesinin anlamlandırılması, hem de
Marcuse’nin teknolojiye giden yoldaki güzergâhlarını tanımak açısından oldukça
önemli kuramcılardır. Şekil 1’de yer alan ‘Marcuse’nin Düşünsel Matrisi’ tezin
kapsamını daha iyi analiz etmede yardımcı olacak bir dizge olarak düzenlenmiştir.
Şekil 1: Marcuse’nin Düşünsel Matrisi
Marcuse’nin düşünsel matrisinde, tüm kuramcıların ve onların özgün fikirlerinin
döngüsel bir yapıda ve birbirleriyle ilintili olacak şekilde olduğu ve böylece kendi
otantik felsefi görüşünü oluşturduğu söylenebilir. Zahn, “Marcuse’nin yazılarının kısa
ve öz biçimli bir formülasyonla ‘protesto, hâkimiyet ve akılcılık’ ile oluşturulduğunu”
(2004: 369) dile getirmektedir. Hem düşünsel mirası hem de kavram dizgesi bu
isimlerin teorilerine dayandırılmıştır. Bu amaçla, sırayla ele alınacak olan düşünürlerin
aslında tüm tez çalışması boyunca Marcuse’yi etkilemiş en önemli isimler olarak
akılda tutulması gerekmektedir. Bu formülasyonun, onun felsefesinin domino taşlarını
teşkil ettiğini ve her bir düşünürle temasında ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bu
79
çerçevede, ilk olarak Marcuse’nin erken dönem Heidegger ilgisinin, Marx ile
yorumlanma biçimine yer verilecektir.
2. Erken Dönem Marcuse Eğilimi: Heideggerian Marksizm
Marcuse’nin düşünsel haritasında erken süreçte Heidegger’in ontolojisi ve
Husserl’in fenomenolojisiyle yüklü bir felsefi belirlenim etkilidir. Freiburg’a
Heidegger’in yanına gittiği 1928’den, Aralık 1932’de onun yanından ayrılana kadar,
dikkatini çeken temalar yoğunluklu olarak bu çeperde kalmıştır. Wiggershaus,
Marcuse’nin bir tür felsefi hacca gittiğini (1995: 97), Feenberg onun kripto-
Heideggerci olmasa da Heidegger etkisinde kaldığını (2004: 73) iddia etmektedir.
İlerleyen süreçte Marx’ın eserlerine ilgisini artırdıkça varoluşçuluk ve fenomenoloji
eğilimini karma bir yapıda ele almaya başlamıştır. 1932’de Marksist eserleri dikkatle
analiz etmeye başlayan Marcuse, -özellikle 1844 El Yazmaları ile- felsefi gündemine
Marx temalarını sızdırmaya başlamış ve Sol Heideggerci bir felsefi eğilimle, melez bir
kalıp ortaya çıkarmıştır. Bu şekilde iki major disiplinle ilerlediği görülmektedir.
Bunlar: Marksizm ve varoluşçuluktur.
Hegel’e yönelik ilgisini Heidegger için hazırladığı habilitation teziyle kanıtlamıştır.
“Marcuse, ‘Ekonomideki Emek/İş Kavramının Felsefi Temeli Üzerine’ (On The
Philosophical Foundation of the Concept of Labor in Economics) makalesinde bir
Heidegger- Marx sentezi konusunda girişimde bulunmuştur” (Wolin, 2012: 193). 1933
yılında yayınlanan bu makale ile Marcuse, emek ve iş tanımlarını varoluşçu bir kavram
olarak ele alıp, harmanlamaya çalışmıştır. Böylece, Heidegger felsefesinde ihmal
edilen emek kavramına ilgisini bu dönemde ortaya koymuştur. Heidegger’le çalıştığı
yıllar boyunca, başarılı bir sentez yapma yönündeki denemeleri, Marksizme yönelik
eleştirilerine engel teşkil etmemiştir. Marcuse, Marksizmin bireyin özgürlüğü ve
mutluluğu gibi problemlerini göz ardı ettiği yönündeki eleştirilerini yükseltmeye
başlamıştır. Bu bağlamda, Freud’un Marksizm’de ihmal edilen unsurları kapatmada
güvenilir bir referans olacağının işaretlerini vermeye başlamıştı.
Marx’ın El Yazmaları’nın keşfine dalan Marcuse, Benjamin ve Heidegger’de de
rastlanılan bir çeşit sondajlama yöntemiyle, Marksist eserlerdeki öğelerin kendi
zamanına yeni bir uyarlamasını yapmaya ve yeni açılımlar gerçekleştirmeye
çabalamaktaydı. “1920'lerin sonlarından itibaren çalışmalarında Marx'ın yeni ortaya
80
çıkan elyazmalarından çok açıkça etkilendiği görülen Marcuse'ün bu elyazmalarına
karşı duyduğu heyecan ve iştiyakı Adorno'nun fazla paylaşmadığı açıktır” (Jay, 2001:
28). Jay, Adorno’nun Marcuse gibi bir sofu inancıyla Marx’a bağlı olmadığını ifade
etmektedir. “Marcuse ilk denemelerinin birçoğunda Marx'ın ilgileri ile Heidegger’in
ilgilerinin sentezini yapma girişiminde bulundu. O, Heidegger’in egzistansiyalizminin
Marksist amaçlara hizmet edilebileceğine, başka bir şeye hizmet edemeyeceğine
inanıyordu” (Wolin, 2012: 167). Marcuse, ısrarlı bir şekilde ilk dönemlerinde
varoluşçu felsefe kalıplarını, Marksizme yaklaştırma arzusunu taşımaktaydı. Wolin,
Heidegger’in Çocukları kitabındaki diğer filozofların aksine, Marcuse’nin gençliğinde
bile asla inanmış bir Heideggerci olmadığını belirtmektedir. Marcuse, Heidegger
felsefesinin varoluşçu yönlerinin Marksist teori ile birleştirilebileceğine inanmıştır
ancak 1971 tarihli mülakatında onun felsefesinin gerçeklikten kopuk, soyut bir felsefe
olduğu sonucuna vardığını dile getirmiştir. Bu şekilde Marcuse’nin de felsefesinin
mesiyanik bir ütopyacılığa gönderme yaptığı söylenebilir. Erken dönemde,
Heidegger’in düşünce sistemindeki negatif imaların bir şekilde Marksizmle
bütünleştirilebileceğine inanan Marcuse, savaş sonrası dönemde bunun imkânsız
olduğunu görmüş ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Marksist egzistansiyalist
ütopyası fiiliyatta başarısız bir proje olarak kalmıştır.
Marcuse’nin Marksist klasikleri okuma biçimi, Ortodoks28 bir damardan olmadığı
için bu duruşunu farklı şekillerde yön değişiklikleriyle dile getirmiştir. “Marcuse,
Marksçı sistemin metafizik hümanist özelliğini vurgularken tarihselci iddialarından
geri adım atar ve onun sosyalizme geçişte emekçi sınıf mücadelesinin rolüne ilişkin en
keskin savlarının bazılarından vazgeçer” (Gray, 2004: 120). Marcuse, temelde IfS’nin
yorumladığı şekliyle emancipation projesine uygun bir tutum sergilemekteydi.
“Frankfurt Okulu’nun bütün üyeleri içinde, Marksizmin temelindeki özgürleşmeci
(emancipatory) varsayımlara bağlanmadaki istekliliği ve buna duyduğu gereksinimde
en ısrarlı olanı, herhalde Marcuse’ydi” (Tormey, 1992: 157). “Marksizm dâhil başka
hiçbir çağdaş felsefe insani pratik hayatın temel sorunlarına Heidegger'in erken
28 Marcuse, Şubat 1947’de Horkheimer’e yazdığı mektupta, Enstitü dergisinin Neo-faşist ve Sovyet sistemine karşı Ortodoks Marksist doktrini savunması gerektiğini düşünmektedir. Bkz. Koçak, 1999, s.98. Ancak savaş dönemi sonrası bu tutumu zamanla dönüşüme uğramıştır.
81
varoluş felsefesinin angaje olduğu kadar düşünce yüklü bir angajmana istekli değildi”
(Wolin, 2012: 175). Wolin’in ısrarla üzerinde durmuş olduğu görüş, Marcuse’nin
varlığa dair temel sorunu, Marksizmdeki sınıfsal tanımlamayla şekillenen birey
sorununa tercih ettiği yönündedir. Marcuse ise, ara bir form olarak, yabancılaşan insan
ve araçsallaşan aklı bir kurtarma operasyonuna almıştır. Marcuse’nin Heidegger
felsefesinde öne çıkarmaya çalıştığı düşünce yapısı, insanın varoluşçu bunalımına
yönelik bir varsayıma dayanmaktaydı. Bu bunalımın Heidegger felsefesinde ele
alınışı, onun yorumlanma biçimi ilginç şekilde Marcuse’ye cezbedici gelmekteydi, her
ne kadar ilerleyen zamanda bunun yanlış bir eğilim olduğunu görse de.
Marcuse’nin IfS içindeki egemen kavramları ele alış ve bunları yorumlayış biçimi,
diğer üyelerinkinden oldukça farklı olmuştur. Marcuse, bir yandan Heidegger gibi bir
ismin örtük anlamlarla yüklü felsefesini kuramsallaştırmaya, diğer yandan da
Marksizm’in temel başucu kaynaklarını ele alıp analiz etmeye çalışmaktaydı. Alman
akademisinin birbirine zıt görüşlerini, IfS’nin eleştirel duruşunu ve gençlik dönemi
siyasi tercihlerini aynı kapta bir araya getirmeye çabalamaktaydı. Eleştirel teoriye
katkısı, onun avantajlarının bir yansımasıydı. Hem içeriden teorik bir felsefeci olarak
eser üretmekteydi, hem de dışarıdan farklı imalara maruz kalan bir felsefeci olarak
birikimlerini eleştirel teori külliyatına yansıtmaktaydı. Bu duruşunu Cunningham, şu
şekilde ele alıp, özetlemektedir:
“Frankfurt Okulu'nun bir üyesi olarak Herbert Marcuse, Heidegger ve Freud’u da içeren diğer
felsefi ve psikolojik hareketlerle Neo-Marksizmi harmanlayan zengin bir felsefi eleştiriyi
birleştiren eleştirel teorinin öncüsü olarak var olmuştur. Marcuse’nin teorisi, belki de herhangi
bir Frankfurt Okulu düşünüründen çok daha fazla, yalnızca ezoterik alanların dışına çıkmış ve
böylece eleştirel bir teoriyi daha kolay bir şekilde pratiğe dönüştürebilmeyi temsil etmiştir”
(2013: 539).
Marcuse, bu çerçevede külliyatına aldığı isimleri bireyin özgürleşimci yönünü
geliştirmek adına kullanmıştır. Özgürlüğü varoluşçu yönde tanımlama yöntemi,
Sartre’ı ele aldığı makalesinde göze çarpmaktadır. Marcuse’ye göre, “Sartre'ın
kitabının büyük bir bölümü [Varlık ve Hiçlik], Hegel'in Tinin Fenomenolojisi ile
Heidegger’in Varlık ve Zaman’ının yeniden bir ifade edilişidir” (2016a: 216). Ancak,
Marcuse Sartre’ın özgür özne tanımlamasını zincire vurulmuş kölelik biçimini
meşrulaştırdığı gerekçesiyle eleştirmektedir. “Varoluşçu önerme, böylelikle,
kaçınılmaz bir şekilde insanın zincire vurulmuşken bile özgür olduğunu söyleyen eski
82
idealist kavrayışı ya da Sartre’ın formülü ettiği haliyle, ‘celladın aletleri bile bizim
özgürlüğümüzü ortadan kaldıramaz’ sözünü yeniden olumlamaya götürür” (Marcuse,
2016a: 227). Marcuse’nin varoluşçu felsefenin ardında gizlenen nihilist dilin örtülü
imalarını Sartre üzerinden ağır bir şekilde eleştirmesi dikkat çekicidir. Sartre, devrimci
özne tanımlamasını proleteryaya doğru genişletme girişiminde bulunsa da, bu Marcuse
için yeterli olmamıştır. Bu ifadeleri, varoluşçuluğun üstü kapalı imalarını ifşa
çalışması olarak değerlendirilebilir. Marcuse, varoluşçuluk ve fenomenoloji ile dolu
felsefesini, nihayetinde Marksist temalara tercih etmemiştir. Marcuse ve IfS üyeleri
açısından Marksist eğilimi anlamlandırma adına yabancılaşma kavramına ve
Lukács’ın şeyleşme kavramına bu noktada değinme ihtiyacı doğmaktadır.
a. Marx, Yabancılaşma ve Eleştirel Teori
Marcuse, teori ile pratik arasında köprü kuracak bir felsefe geliştirme isteğiyle,
Enstitü’nün merkezi temalarından birisi olan yabancılaşma kavramını analiz etmeye
çalışmıştır. “Herbert Marcuse üzerindeki en büyük etki, 1920’ler boyunca üne kavuşan
yabancılaşma, şeyleşme ve inauthenticity kavramlarının -Georg Lukács ve Martin
Heidegger- iki büyük filozofudur” (Wiggershaus, 1995: 95). Bu sebeple, Marcuse’nin
bu temaları yorumlama biçimi çalışma açısından oldukça önemlidir. Yabancılaşma
değişik boyutları ile felsefe tarihinde birçok düşünür tarafından farklı bağlamlarda ele
alınmıştır: Plotinos, Fichte, Hegel, Feurbach ve Marx. Bu düşünürler, siyasi ve felsefi
akımların bir bölümüne inceleme konusu olan yabancılaşmayı, kendi dönemlerindeki
birey ve doğa ilişkileri, toplumsal ve dini yapıdaki yansımaları üzerinden
değerlendirmişlerdir.
Kavramın Frankfurt Okulu içerisinde gündeme alınması, ilk kez Hegel, sonra Marx,
daha sonra da Georg Lukács ile gerçekleşmiştir. Marcuse’nin Marx’ın eserlerine
ilgisinin artmasıyla yabancılaşma kavramına olan yönelişi, kavramın eleştirel teori
içerisinde yeni anlamlar kazanmasını sağlamıştır ve böylece kavram önemli bir
belirleyiciliğe sahip hale gelmiştir. Nihayetinde, Marcuse kadar, diğer üyelerin de
eserlerinde egemen olan hava, birey ve doğa arasındaki ilişkinin patolojik hale gelişi
ve her iki yapının da temelde yabancılaşmaya maruz kalması şeklindedir. Bu açıdan
83
kısa bir analizle, Marx’ın kavramı ele alış biçimine ve ardından Lukács’ın şeyleşme
kavramı ile yeni bir anlamdırma yapışına yer verilecektir.
Marksist konseptte, yabancılaşma kavramı kademeli olarak ele alınmakta ve bireyin
yaşamsal faaliyetlerinin tümünün bu olumsuz sürece yenik düşmesini ima etmektedir.
Marx’ın kendisi de kavramı öncü isimler olan Hegel’den ve Feurbach’tan alarak
yorumlamıştır. Ancak Marx, kavrama birtakım farklı unsurlar yüklemiş ve Hegel’e ait
diyalektik ve felsefeyle hesaplaşma yoluna giderek, önceki yorumlara yeni bir anlam
kazandırmıştır. Hegel’in tutucu sistemini eleştiren Marx, onun diyalektik yöntemine
olan borcunu ise dile getirmiştir. Bu şekilde, Hegel’le birlikte sistematik felsefe
dönemi kapanmış ve yeni bir dönem açılmıştır (Timur, 2013). Marx, kapitalist topluma
ilişkin olarak saldırıda bulunduğu burjuva iktisadı ve politikasının yarattığı işçinin
emeği sorununa eğilmiştir. İşçinin temelde iktisadi dolaşım içerisindeki kendi
emeğinden uzaklaşmasına vurgu yapan Marx, bunun bir tür yabancılaşmaya neden
olduğunu belirtmiştir. Marx’a göre, yabancılaşmış emek şunları
gerçekleştirmektedir: “İnsanın türsel varlığını, hem doğayı, hem de manevi türsel
özelliğini, insanın dışında bir varlığa, bireysel varoluşunun bir aracına çevirir.
Dışarıdaki doğayı ve insanın manevi özünü, insanca varlığını yabancılaştırdığı gibi,
insanı kendi bedenine de yabancılaştırır” (Marx, 2012: 82). Marx, bu tanımlamayla
insanın biyolojik yapısından hareketle bedenine, yakın çevresine ve üretimde
bulunduğu alana yabancılaşan bir mekanizmaya dönüştüğünü dile getirmektedir.
Kapitalist sistemdeki meta üretiminin artışı, paralel bir şekilde insan yaşamının
yabancılaşmasını da artırmaktadır. Marx, işçinin üretimde bulundukça, nesneye
uzaklaşma sorunuyla karşılaşacağından dem vurmaktadır. “Nesneye sahip olmak
öylesine bir yabancılaşma olmuştur ki işçi ne kadar fazla nesne üretirse kendisi o kadar
azına sahip olabilir ve kendi ürününün, sermayenin egemenliği altına o kadar girer”
(Marx, 2012: 75). Marx, işçinin kendi emeğini yabancı bir meta olarak görmeye
başlamasını, yani kendinden fedakarlık yaptıkça metanın o kadar güçlendiği sürecini,
din temasıyla benzeştirmektedir. “İnsan, Tanrı’ya ne kadar çok şey verirse, kendine o
kadar az şey kalır” (Marx, 2012: 76). Feurbach’ın din temasıyla ele aldığı
yabancılaşma kavramını Marx, bu şekilde eleştiriye tabii tutmaktadır. Marx’a göre,
dinsel yabancılaşma, insanın Tanrı’yı yaratarak kendi özünü nesneleştirmesi ve
84
kendine yabancılaşmasıdır. İnsan, Tanrı imgesinin kölesi haline geldikçe, kendisine de
yabancılaşmaya başlamaktadır. Marx’ın aynı şekilde Yahudi Sorunu kitabında yaptığı
yorumlarla da, din temasını, özgürlüğün bir tür zincire vurulması olarak ele aldığını
hatırlatmakta fayda vardır. Marx dizgesinde din kavramı kendisini bir tür
yabancılaştırıcı tema ve köleliğin bir biçimi şeklinde açığa çıkarmaktadır. Bir benlik
yitimi olarak yabancılaşma kavramı, bu şekilde, sistematik olarak insan bedeninden,
çevresine ve sonra da onun üretimine, yapıp ettiklerine doğru nüfuz etmektedir.
Kendine yabancılaşma, insanın insana yabancılaşması ve insanın kendi emeğine
yabancılaşması şeklinde bir ilerleyiş gerçekleşmektedir. “Yabancılaşmış insan bir
soyutlamadır; çünkü birey, insana özgü olan her şeyle bağını yitirmiştir” (Ollman,
2008: 214). Yabancılaşmanın bizatihi kendi benliğinin yitirilmesine yapılan vurguyla,
çok boyutlu bir benlik kaybının gerçekleşeceği aşikârdır. Marx’ın özgürleşimci
diyalektiği ve materyalist duruşu, bu sürece müdahil olan tüm formları kapsam dışında
görmektedir. Frankfurt Okulu ve Marcuse’nin bu anlamda yabancılaşmanın bu yoğun
imalarını ödünç almaları şaşırtıcı değildi. Marx’ın doğaya yönelik yorumları ise IfS
teorisyenlerini Marx’la aynı ortak paydada buluşturmayacaktı.
Marx, insanın doğa ile olan ilişkisini şu şekilde ele almıştır: “Doğa 1) dolaysız bir
yaşama aracıdır; ve 2) yaşama-etkinliğinin gereci, nesnesi ve aracıdır. Doğa, insanın
organik olmayan bedenidir -yani, insan bedeninin kendisi olmayan doğa” (2012:
80). “Marcuse, Heidegger'in etkisi altındaki ilk yapıtlarından itibaren, doğanın sadece
insan amaçlarını gerçekleştirmenin bir aracı olduğu yolundaki görüşe karşı çıkmıştır-
ki bu Marx’ın da son yapıtlarında benimsemiş gibi göründüğü ve Ortodoks
Marksizmde iyice yerleşiklik kazanmış bir görüştür” (Giddens, 2000: 238). Giddens’ın
da vurguladığı gibi, bu yaklaşımın Marcuse tarafından kabullenilmesi zor
görünmekteydi, insanın doğa üzerindeki baskıcı tahakküm kurma biçimine saldıran
Adorno ve Horkheimer’ın da benzer bir duruşa sahip olacağı tahmin edilebilir.
Marx’ın biyopolitik bir süreç olarak başlattığı yabancılaşma kavramını, ekolojik
boyutta insanın boyunduruğuna terk etmesi bu noktada eleştirel teorinin yaklaşımına
taban tabana zıttı. Marx, “Doğa, insanın kendi eseri ve kendi gerçekliği olarak görünür.
Dolayısıyla emeğin amacı, insanın türsel hayatının nesnelleştirilmesidir” (2012: 82)
yorumuyla, insanın özgür edimleriyle yarattığı uyumlu bir doğa hâkimiyetinden
85
bahsetmekteydi. İnsanın kendi iradesiyle ve yıkıcı olmayan tarzda yaratmış olduğu
doğanın, insana bir ayna gibi yansıyacağı açıktı. Ancak, savaş deneyiminin
olumsuzluğunu ve teknolojik yıkımını gören IfS üyelerinin bu görüşte barışçıl bir yön
sezmeleri mümkün değildi. Marx, Alman İdeolojisi’nde yabancılaşmanın nasıl ortadan
kaldırılacağını şu şekilde açıklamaktadır:
“Yabancılaşmanın ‘katlanılmaz’ bir güç, yani insanın ona karşı devrim yaptığı bir güç haline
gelmesi için, onun insanlığın büyük bir çoğunluğunu tamamen ‘mülkiyetten yoksun’ hale ve
aynı zamanda, gerçekten mevcut olan bir zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale getirmesi
gereklidir, öyle şeyler ki, her ikisi de üretici güçlerin büyük ölçüde artmasını, yani üretici
güçlerin gelişiminin yüksek bir evresini varsayarlar” (Marx, 2010: 101).
Marx, bu bağlamda, yabancılaşmanın aşırı boyutlarıyla yaşandığı bir toplumun
devrimi müjdeleme ihtimali olacağından bahsetmektedir. Toplumun kendi iç
çelişkileri süreç ilerledikçe kendisini bertaraf edecek ve kapitalist sistemin acı çeken
sınıfını oluşturan işçiler egemen hale gelecektir. Kapitalist toplumda olağan akışıyla
devam eden üretim sisteminde ise, işçinin kapitalist işveren boyunduruğu altındaki
yaşamı bir benlik yitimiyle sonuçlanacaktır. “Toplum gerileme durumundaysa en
büyük acıyı işçiler çeker.(…) Ama toplum ilerleme durumundaysa, işçinin yıkımı ve
yoksullaşması kendi emeğinin ve ürettiği zenginliğin ürünüdür. Dolayısıyla sefalet
şimdiki durumu ile emeğin kendi özünden doğar” (Marx, 2012: 25). İşçinin
yoksullaşma deneyimi sefalet dönemlerinde daha yıkıcı, refah dönemlerinde ise
işçinin üretiminden kaynaklı daha şiddetli bir yıkım biçimini alacaktır.
Sonuç olarak, Marx kapitalist sistemin ilerleyiş yasasının en büyük
mağdurlarının işçi sınıfı olacağından bahsetmektedir. Bu noktada, Marcuse’nin temel
referanslarından birisi olan, Freud’a göre de, uygarlık ve ilerleme fikri, nihayetinde
bireye ağır bir yük olarak yansımaktadır, bu durum Marx’ın bahsettiği yabancılaşma
kavramının katmanlı şekilde bireye sirayet etmesiyle açıklanabilir. Birey toplumsalın
içinde sancılı bir süreçten geçerek, hastalıklı bir yapıya bürünmektedir. Bu, uygarlığın
en büyük diyalektiğini temsil etmektedir. Psikozlu birey artık ilerlemenin en temel
çıktısı halini almıştır. Her iki yorumda da, bireyin uygarlaşması onu sefil ve hastalıklı
bir sona yaklaştırmaktadır. Bu düşünce, Frankfurt Okulu teorisyenlerinin ilerleme ve
aydınlanmaya yönelik en bariz vurgusu olarak yorumlanabilir. Bahro, Andre Gorz’un
Elveda Proleterya kitabındaki karikatürleştirilerek ifade edilen anlamın, IfS üyelerinin
86
imalarına yakın olduğunu hatırlatmaktadır. “Eserin adının (Elveda Proleterya)
çağrıştırdığı gibi devrime/sosyalizme, devrimci öznenin varlığına reddiye olarak değil,
tersine, kapitalizmin güncel yapısının, potansiyel olarak herkesi özne (proleter) kılan
bir nitelik kazandığı şeklinde ele almak mümkün; özellikle Frankfurt Okulu
çerçevesindeki Marksistlerin kastı da zaten bu!” (1996: 46-47). Marcuse’nin özne
tahayyülünün de Bahro’nun ifade ettiği gibi, geniş çerçevede, yalnızca belirli bir sınıfı
içermeyen bir kategoriye dayandırıldığı ifade edilebilir.
Tormey, Marcuse’nin yabancılaşma kavramına dair yorumunu şu sözleriyle
dile getirmektedir: “Marcuse, Horkheimer ve Adorno’yla benzer bir biçimde, klasik
Marksist literatürde bizi zorunluluğun bağlarından kurtaracağı varsayılan
mekanizmayı tam da modern yabancılaşmanın kökeninde yatan şey olarak görmeye
başlar. Yabancılaşma, üretimi insanlığa doğru biçimde hizmet verebilme amacından
uzaklara sürükleyen bir mantığın egemenlik kazanması nedeniyle büyür” (1992: 162).
İnsan aklının denetim dışına çıkması sonucunu doğuran bu ilerleme süreci, aklın
araçsallaşması ve doğanın felce uğratılması şeklinde kendini göstermektedir.
Kapitalist meta kuramının kılık değiştirmiş bir kölelik kuramına dönüşmesiyle,
yabancılaşan birey, hem iktisadi hem de psikolojik anlamda kusurlu bir yapıya
dönüşmektedir.
Marx, politik iktisatçının insan emeğini nasıl ucuz bir metaya indirgediğini,
verili koşulları dayattığını ve güya gerçeklik adına uydurma bir tarih öncesi zamana
gittiğinden bahsetmektedir. Çalışma adına, işçinin manevi ve fiziki yeterliliklerinden
ödün vererek fedakarlık yapması, kendi bedenini geçici süreyle kiraya bırakması, onun
benlik yitimine sebep olmaktadır. Marx’a göre, “İnsan (işçi) yalnız hayvansal
işlevlerinde (fonksiyonlarında), yani yerken, içerken, çocuk yaparken ve olsa olsa
evinde, giyiminde, vb. serbestçe etkin olabilir; insani işlevlerinde ise iyice
hayvanlaşmıştır. Hayvansı özellikleri insani, insani özellikleri hayvansı olmuştur”
(2012: 79). Bu noktada, Freud’un bahsettiği anlamda, içgüdülerini bastıran bireyin,
emek üretimi adına kendinden ve özgürlüğünden taviz vermesi durumu hatırlanabilir.
Weber’in bahsettiği şekliyle de, rasyonalizasyon ve ussallaştırma süreci, bireyi sisteme
entegre ederek, onu temelde köleleştiren bir kapitalist yasaya boyun eğer hale
getirmektedir. Marx, daha temelde ve iktisadi bir öngörüyle bireyin yaşadığı sancılı
87
süreci analiz etmektedir. Bu çerçevede sistematik olarak, Marx, Freud ve Weber
üçgeninde eleştirel teorinin uyumlu bir bütünlüğüne dönük imalar kendini göstermeye
başlamıştır.
Ollman’a göre, Marx’ın yabancılaşma kuramı “eylemde bulunan insanı
merkeze almaktadır. Marx’ın, yaşayan insanları, onların yaşam koşullarını
(etkileşimlerini kavramak için kullanılan formlar grubu) ve bu koşullar altında
sürdürdükleri yaşamı (bu formların içini dolduran içerik) anlama yöntemidir” (2008:
213). Ollman, Marx’ın organik bir bütünün parçaları üzerinde durduğunu ve faktörler
arasında içsel ilişkilerin mevcut olduğunu belirtmektedir. “Yabancılaşma kuramının
büründüğü belki de en önemli form, bugün ve gelecek arasında çizdiği içsel
ilişkidir.(…) Yabancılaşma ancak ve ancak yabancılaşmamanın yokluğu olarak
anlaşılabilir” (Ollman, 2008: 214). Marx için bu tanıma girebilecek siyasi oluşum
biçimi şüphesiz ki komünizmdir. Tarihsel bağlamı bu noktada şimdi ve gelecek
arasındaki köprü üzerinden kuran Marx’a göre, yabancılaşma, olmaması gereken bir
şey, bir hata veya bir kusurdur. Marcuse’nin yorumunda ise yabancılaşma AIS’nin
defolu bir çıktısını temsil etmektedir. Yabancılaşma bölgesinde, proletarya en çok acı
çeken sınıftır. Marx aynı şekilde, Kutsal Aile’de mülkiyet, sanayi ve dini -bu üçlüyü-
yabancılaşmış yaşam unsurları olarak adlandırmaktadır. Habermas’ın bahsettiği
şekliyle, bir tür yaşam alanlarının sömürgeleştirilmesi, yabancılaşma kavramının
izinde ilerlemektedir. Bryan Magee ile yaptığı söyleşi de Marcuse, Marx’ın
yabancılaşma konusuna şu şekilde temas etmektedir:
‘Marx'a göre “yabancılaşma” sosyo-ekonomik bir kavramdır, anlamı ise, esas olarak,
(yapacağım bu özetleme, pek kaba olacak) kapitalizmde insanların çalışmalarında kendi bireysel
insansal yeteneklerini ve gereksinimlerini gerçekleştiremedikleri; bunun kapitalist üretim
tarzının kendisi yüzünden böyle olduğu; ve çaresinin de, sadece ve sadece, bu üretim tarzının
radikal bir biçimde değiştirilmesi olduğudur. Bugün ise, yabancılaşma kavramının sınırları
Marx'daki esas anlamsal içerik yitirilecek kadar genişletilmiş; bu kavram her türlü psikolojik
sorunları bile anlatmak için kullanılmaya başlamıştır.’ (akt. Magee, 1985: 67).
Yabancılaşma kavramına dair bakış açısını Marx’ın kendisinden ödünç alarak
yorumlayan Marcuse, kavramın anlamsal içeriğinin sulandırıldığını ve yeniden eski
(Marx tarafından ileri sürüldüğü zamanki) anlamsal çerçevesine kavuşturulması
gerektiğini düşünmektedir (akt. Magee, 1985: 67). “Marcuse, insanların
yabancılaştırılmış emekçiler olarak kendi koşullarına kafa yormalarının engellenmesi
88
ve böylelikle akıldışı bir toplumsal düzenin yeniden üretilmesindeki ideolojik sahte
bilinç işlevlerine yaptığı güçlü vurguda, Marks'ın kendi otantik geleneği içindedir”
(Gray, 2004: 119). Marcuse’nin yorumu, aklın ve bireyin özgürleşiminde aranmalıdır,
kavramın varoluşunun sınırlılıkları bu çerçevede Marx’ın belirlediği kurama
uygundur. Marcuse’nin, Marxçı sınıf kategorisini yorumlama tarzı da kendine
özgüdür. 1971’de Berkeley’de yaptığı konuşmada, işçi sınıflarının bugün içerisinde
bulunduğu sosyal durumun, nesnel koşullara olan bağlılığından bahseden Marcuse,
ikincil olarak bilinç düzeylerinin sorgulanması gerektiğini dile getirmektedir (1998c:
72). Bu konuşmasında, açıkça emek fetişizmi ve devrimci özne kavramlarının
mücadele içerisinde şekilleneceğinden bahsederken, bir yönüyle de işçi sınıfının
tarihsel misyonuna göz kırpmaktadır. Bu anlamda, Marcuse’nin Marx terimlerine
yönelik ilgisi tarihsel koşulların iyi değerlendirilmesine uygun ilerlemektedir.
b. Georg (György) Lukács ve Şeyleşme
Dünya savaşının ardında bıraktığı yıkımın ve felaketin ortadan kaldırılmasında,
Marksizmin yeniden yorumlanması, onun öncü işlevi ve dönüştürücü misyonunun
zamana uyarlanması ihtiyacını ortaya koymuştur. Bu dönemde, felsefenin ve siyasete
dair umudun yeniden canlanması adına teorik tartışmalar yeni bir boyut kazanmıştır.
Frankfurt Okulu’nun da kurulmuş olduğu yıllarda, bu çabanın belirmeye başladığı
rahatlıkla görünebilir. 1920’lerin başlarından itibaren Avrupa felsefesinde Marksist
yorumlayışı ortaya koyan eserlerde bir artışa gidildiği söylenebilir. “Philosophies of
Marxism” başlıklı makalesinde Michael Kelly, Sovyet Marksizmi ve Avrupa
Marksizmi üzerinden Marksist felsefeye katkıda bulunmuş isimlere değinmektedir.
Avrupa merkezli Marksizmin şüphesiz ki en önemli isimlerinden birisi ve IfS için de
bir başvuru kaynağı olan Georg (György) Lukács’tır. Önemli isimlerden diğeri de,
Karl Korsch ve onun Marksizm ve Felsefe adlı eseridir. Georg Lukács’ın Marksist
literatüre olağanüstü bir katkı olarak sunduğu Tarih ve Sınıf Bilinci [Geschichte und
Klassenbewusstsein] adlı eser, IfS üyelerini olduğu kadar Marcuse’yi de derinden
etkilemiştir. Wolin’e göre, Georg Lukács, Hegelci Marksist yenilenmede önemli bir
adım olan Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eseri ile Marksizmin 1920'lerdeki krizine teorik
tepki ortaya koymuştur (2012: 171). Frankfurt Okulu’nun şeyleşme kavramıyla
temasını sağlayan en önemli referans kaynaklarından birisi olan Lukács, (1885–1971)
89
“Budapeşte'de varlıklı ve kültürlü bir ailede dünyaya gelen ve Almanya ve Avusturya
Macaristan İmparatorluğu üniversitelerinde eğitim almış” (Kelly, 1994: 191) olan
önemli bir isimdir. Komünist harekette olduğu kadar felsefi tartışmalarda da önemli
bir figür olan Lukács’ın en büyük eseri 1923 yılında basılan Tarih ve Sınıf Bilinci
(History and Class Consciousness) adlı çalışmasıdır.
Hegel diyalektiğinin yeniden canlandırılması talebini büyük bir sorumlulukla
yerine getirmeye çalışan Lukács, eserinde bu amacını açıklamaktadır. “Tarih ve Sınıf
Bilinci Marx'ın devrimci yanını, Hegel'in diyalektiğini ve yöntemini yenileyerek
sürdürme yoluyla bir kez daha güncelleştirmek amacıyla o zamanlar yapılan belki de
en radikal girişim rolünü oynuyordu” (Lukács, 2014: 25). “Kitabın temel itkisi, Marx'ı
Hegel geleneğine sıkı sıkıya yeniden yerleştirmekti ve Marx'ın şekil vermeye çalıştığı
Hegelci kavramları ortaya çıkarmaktı” (Kelly, 1994: 191). Lukács’ın en major
kavramı, yabancılaşma ile akraba bir kavram olan şeyleşmedir ama bu iki kavram
özdeş değildir. Kavramı, öznel ve nesnel boyutlarıyla ele alan Lukács, insanlar
arasındaki ilişkinin şeyler arasındaki ilişki biçimine dönüştüğünden bahsetmekte ve şu
ifadeleri kullanmaktadır:
“Metanın yapısındaki nitelik, kişiler arasındaki bir ilişkinin, bir bağlantının içinde bir şeysellik
karakteri taşımasına ve böylece ‘vehim veya hayalet gibi bir nesnelliği’ içermekte olmasına
dayanıyor; bu öyle bir nesnellik ki kendi içinde tamamıyla tutarlı ve akılcı görünen özgül yasaları
çerçevesinde kendi temel niteliğinden ve insanlar arası ilişkilerden gelen tüm izlerini gizleyip
örtüyor” (Lukács, 2014: 206).
Lukács, insanın özünde taşıdığı ruhun, şeyler dünyasındaki dolaşımında bir benlik
yitimine uğradığından bahisle, Marx’ın da yorumlamalarına göndermede
bulunmaktadır. Ona göre, “Meta şeklinin evrenselliği insan emeğinin hem öznellik
hem nesnellik düzleminde soyutlanmasına yol açıyor; bu emek metalarda
nesnelleşiyor” (2014: 212). Lukács, emek kavramından hareketle kapitalist yasanın
işlerliğindeki rasyonalizasyona dair anlam çerçevesini Weber’den ödünç almıştır.
Timur, Georg Lukács’ın Weber’i Batılı Marksizmle buluşturan isim olduğunu (2008:
165) dile getirmektedir. Lukács, Weber’in rasyonalizasyon kuramından faydalanarak,
bu süreci emek ve şeyleşme üzerinden okumakta ve hesaplanabilirlik kriterine uygun
olarak iş yaşamında herhangi bir boş zamanın bile önceden kestirimli olarak
planlanması sürecinden bahsetmektedir. Lukács, biçimsel rasyonelleştirme
90
yöntemiyle tüm toplumsal sistemlerin, kapitalizme hizmet etme gayesini taşıdığını dile
getirmektedir. “Yaşamın kopuk kopuk öğelerini rasyonelleştirmek -biçimsel- yasalar
yaratmakla sonuçlanıyor” (Lukács, 2014: 235). Bu şekilde, toplumsal faaliyet alanında
kapitalist yasanın yarattığı yeni biçimsel yasalar yürürlüğe girmektedir. Bunun da
işçilerin özgürlüğünü değil, köleliğini sistematize etmek ve bu şekilde emeği
rasyonelleştirmekte kullanılması sonucu doğmaktadır.
Lukács’ın, Marx ve Weber üzerinden sürdürdüğü analizin en nihayetinde başka
bir düzleme taşınabilmesi mümkündür. Frankfurt Okulu teorisyenlerinin de bu
düzlemi kendi felsefi imalarıyla yönetmeleri de olağandır. Marcuse’nin özgün
yaklaşımında, Lukács’ın da, Marx ve Weber kadar baskın olması kaçınılmaz hale
gelmiştir. Wolin’e göre, “Lukács’ı izleyen Marcuse, Marksizmi yalnızca bir başka
ideoloji ya da dünya görüşü olarak görme arzusunda değildi. Tam tersine o, Marksizmi
yanlışlanabilir bir tarihsel anlama yöntemi olarak meşrulaştırmaya çalışıyordu” (2012:
176). Lukács’ın ilerleyen dönemde özeleştirisini de yaptığı bu çalışması bir dönem
saldırılara maruz kalsa da önemini hala korumaktaydı. “İkinci Dünya Savaşı sonrası
dönemde Lukács’ın unutulan şaheseri yazarına yapılan Marksist ortodoks protestolara
rağmen demirperdenin her iki tarafındaki entelektüel karşıtlar ve öğrenci devrimciler
arasında yeni bir yaşama gücü kazandı” (Wolin, 2012: 171). Bu dönemin, Marksist
klasiklerin baş döndürücü bir etkiyle yeniden değerlendirildiği bir süreç olduğunu da
anımsamak gerekmektedir. Lukács’ın kendisi dönemsel koşulların da etkisiyle,
Marksist Ortodoksiden uzaklaşmak gerektiğini savunmaya başlamıştı. “Lukács’ın
kavramsallaştırmasının zenginliği ve Avrupa entelektüel ana akımıyla yaptığı pek çok
felsefi bağlantı, Tarih ve Sınıf Bilinci’ni, 1960'ların Batı’daki Yeni Solu ve çok istekli
bir şekilde arayışta olan Stalinist olmayan kökenleri arasında bir köprü kurdu” (Kelly,
1994: 193). Lukács’ın çalışması böylece Marcuse’nin yörüngesinde tekrar anlam
kazanmaya başlamıştı.
Marcuse’nin Marksizmi okuma biçimi, kendi döneminin içsel sıkıntılarına
daha bütünsel bir çerçeveden bakan özgürleşimci bir okuma biçimidir. Onun
felsefesinde bu açıdan entelektüel kalıpları baştan reddeden bir varsayım yer
almamaktadır. Marcuse, Heidegger’le başladığı felsefe yolculuğunu, Marx’ın ve
Lukács’ın etkisiyle sürdürmeye çalışmıştır. Bu yaklaşım, Marcuse’nin Heidegger’in
91
Varlık ve Zaman’ı üzerinden Lukács’ın şeyleşme teorisinin izlerinde, bir umut kaynağı
görme çabası olarak okunabilir. Wolin’e göre, olgun Marcuse aslında bir “Heideggerci
Marksist” olarak kalmıştır (2012: 165). Wolin, bu çerçevede Marcuse’nin her daim
Heidegger etkisinde bir varoluşçu temaya sadakati konusunda bir uyarı yapmaktadır.
Marcuse ise, Marksist literatürün merkezi temalarını en başından beri dönüştürme-
yeniden yorumlama ve anlamlandırma kaygısı taşımaktaydı. Hatta bu çabasını
ilerleyen dönemde Yeni Sol hareketlere dâhil olduğu süreçte de gündeme getirmiştir.
Ancak Heidegger’in varlığa dair temalarını da aynı işlevsellikle kullanmaya çalıştığı
söylenebilir. Baştan kabullenmeci olmayan bir çabayla bu melez felsefe yapma
biçimini sürdürmüştür. Lukács’ın da etkisinde kaldığı bir isim olan ve eleştirel teorinin
klasiklerinde büyük bir etkisi olan Max Weber, IfS’nin ve Marcuse’nin en önemli
referans kaynaklarından birisi olmuştur.
3. Marcuse’nin Ussallaştırma Kuramcısı Max Weber
Frankfurt Okulu teorisyenlerinin felsefi antropolojilerinin arka planında yer
alan en önemli kuramcılardan birisi de, Max Weber (1864-1920)’dir. Hem IfS, hem de
diğer Avrupa felsefesi içerisindeki kuramcılar, önemli bir referans kaynağı olarak
Weber’i sıklıkla ele almışlardır. Eleştirel teorinin, Weber’in rasyonelleşme,
bürokratikleşme, ussallaştırma gibi kavramlarını borç alarak, bu kavramların
anlamlarını eleştirel bir yörüngeye yerleştirdikleri söylenebilir. Weber’in ideal tip
kategorisi de eleştirel teori içerisinde ele alınıp, kavramın yeni bir yorumlaması
yapılmaya çalışılmıştır. Adorno ve Horkheimer da, kültür endüstrisi kavramlarını
Weber’in tanımlamalarından esinlenerek yaratmıştır. Benhabib’e göre, ilk kuşak
eleştirel kuramcılar Weber’in çalışmasını şu şekilde ele almaktaydı: “Onlar
modernliğin dinamiklerine yönelik teşhisine geniş ölçüde katılmakla birlikte,
Weber’in modernliğe ikircikli ve boynu bükük bağlılığını reddederler. Horkheimer,
Adorno ve Marcuse özgürlük yitimi ve anlam yitimini sosyal-tarihsel gerçekler olarak
kabul eder ve bu nedenle Weber’in böylesi süreçlerle ilgili rasyonellik iddiasını
reddederler” (2010: 84). Habermas ise, bu yorumlamayı kendi özgün felsefesi
içerisinden yeniden okuma girişiminde bulunmuştur. “Horkheimer’den Habermas’a
kadar ortaya çıkan kategorik bir çerçevede analiz edilmeye başlanan kavramlardan
birisi de şüphesiz ki Marx ve Weber’in teorik bir sentezinden oluşmaktadır” (Honneth,
92
2009: 31). Enstitü üyeleri bu çerçevede Weber’in temalarını diğer referans
noktalarının görüşleri eşliğinde birleştirmiştir. “Toplum kuramlarını tarihi maddecilik
ve emek-değer teorisi üzerine kurmaya çalışan, fakat Weber’i de görmezden
gelemeyen Frankfurt Okulu düşünürleri” (Timur, 2008: 165) bu şekilde eleştirel teori
süzgecine sadık kalarak Weber’e ait kavramları kullanmıştır.
Habermas’a göre rasyonellik, “Max Weber’in kapitalist ekonomi etkinliğinin,
burjuva özel hukuk ilişkisinin ve bürokratik iktidarın biçimini belirtebilmek için
kullandığı kavramın” (2016: 36) adıdır. Toplum ne kadar rasyonelleşiyorsa, o kadar
tekniğe bağımlı hale gelmektedir. “Weber, toplumun rasyonelleşmesiyle gelen
uzmanlaşma süreçlerinin kişisel bütünlüğün kazanılmasında ve tam olarak
başarılmasında çok zor olduğunu fark etmişti” (Turner, 1993: 22). Rasyonalize
edilmiş bir sosyal yaşam düzeni bireyi mekanik sistemde eritmektedir. Weber,
Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında bu karamsar havayı, gündelik
hayatın tüm alanlarına sirayet eden bir yönde ele almıştır. “Weber için nihayetinde
uzmanlık ve rasyonalizasyonun ‘demir kafesi’nden (iron cage) net bir kaçış yoktu”
(Turner, 1993: 23). Weberci dizge, daha erken dönemde Lukács’ın çalışmasında yer
almış ve Lukács, Weber’i Batı Marksizmine tanıtmıştır. Lukács, çalışma sürecindeki
işçinin durumunu şöyle yorumlamaktadır:
“Çalışma sürecinin (Taylor Sisteminin) modern psikolojik parçalarıyla birlikte rasyonel
mekanikleşme artık işçinin ruhuna kadar işliyor; işçinin psikolojik özellikleri onun kişilik-
bütününden kopuyor” (2014: 213-214).
Hedeflerin önceden hesaplanabilirliği ilkesi çerçevesinde Lukács, şeyleşmenin temel
ilkesinden bahsetmektedir. “Kapitalist toplum, ‘şeyleşmiş’ ilişkiler içinde, metafizik
bir dünyada, ‘sahte bütünsellik’ içinde yaşayan bir toplumdu. Weber’de rasyonelleşme
olarak sunulan süreç, Lukács’da şeyleşme (réification, Verdinglichung) şeklini
almıştı” (Timur, 2008: 166). Lukács, bu anlamda, Weber’in kavramını Marx’ın
yaklaşımı çerçevesinde değiştirip, eleştirel bir çizgiye kavuşturmuştur. Felsefi ve
antropolojik bağlamda birbirine zıt gibi görünen kavramları, -Marx’ın yabancılaşma
kavramını ve Weber’in rasyonalizasyon kavramını- Löwith’nin yeniden okumaya
davet ettiğinden bahseden Turner, “Weber’in sosyolojisinin “insanlık onuru” için bir
endişe kaynağı olarak haraket ettiğini fakat Weber’in, rasyonalizasyon süreçlerine
tamamen maruz kalmış bir toplum içerisinde insan özgürlüğünün imkânları konusunda
93
karamsar kaldığını” (1993: 7) dile getirmektedir. Weber modern devlet mekanizması
içerisinde bireyin bürokratik köleliğine dair birtakım endişeler taşımaktaydı.
Rasyonalizasyon paradigması bir tür içsel çelişkiyi de beraberinde getirmiştir: hem
artan derecede üretim, hem de ilerlemenin getirdiği büyük yıkım. “Rasyonalizasyon
kavramı, Weber’in yönteminin, araştırmalarının ve felsefesinin birliğini sağlar.
Modern dünya rasyonelleşti, cazibesini kaybetti, büyücüler, gizemciler, hatta
filozoflar ortadan kalktı” (Aron, 2017: 127). Bu çerçevede, ekonomi, din, bürokrasi,
hukuk ve nihayetinde insan davranışı rasyonel bir hal almıştır. Giddens, Weber’in
rasyonalizasyon kavramının kompleks yapısından bahsederek, kavramın “muhtelif
kereler pozitif tarafından ‘entelektüalizasyon’, negatif tarafındansa ‘dünyanın
büyüsünün giderilmesi’ (sekülerleşme) (Entzauberung)” (1992: 46) anlamına
geldiğini belirtmektedir.
Weber’in bilimle beraber, dinin de rasyonalizasyonuna değindiğini belirtmek
mümkündür. “Dünyanın rasyonalizasyonu, bilimle sınırlı değildi, aynı zamanda dini
de aynı istikamette dönüştürmekteydi. Dünyanın büyüsünün yitmesi, onu bir çıplak
olgular toplamına indirgemiş, herhangi bir dinsel, etik ve ideal anlamdan soyutlamıştı.
Artık anlamlı bir bütün (kosmos) değil, ancak yayından çıkmış bir kaostu” (Çiğdem,
2010: 40-41). Bu durumdan kurtuluş ise, bilimin kendine özgür araçları kullanmasıyla
gerçekleşebilir. Aron’a göre, Weber, “bireyin bürokratik aygıt içinde, özgürlüğün
rasyonel ekonomi içinde ve kişinin kitleler rejimi içinde yok olması korkusuyla, bizim
olan yazgıyı yoğun bir biçimde yaşar. Weber, Alman yazgısının şimdiki anında
Avrupa bilincinin bir safhasını da işaret eder” (2017: 129). Weber’in kendi
dönemindeki kaygılarının, IfS üyelerinin kaygılarıyla paralelliği bu noktada dikkat
çekicidir. Bu ortak endişe duygusu farklı eğilimdeki teorisyenlerin Weber’e ilgisinin
en büyük sebebi olmuştur.
Marcuse, teknolojinin ve tekniğin tahakküm kurucu etkisinden bahsederken,
ussallaştırmanın kuramcısı olarak Weber’e referans yapmakta ve pek çok eserinde
Weberci ilgisini açığa çıkarmaktadır. Marcuse eserlerinde, rasyonelleşme sürecinin
teknolojik tahakküm altındaki kılık değiştirmiş yapısını ifşa etmeye girişmiştir. Bu
anlamda, Weber’in kurumlar tekelinde ele aldığı rasyonelleşme kavramını,
yoğunluklu olarak AIS’nin bir tür motoru olarak işleyen teknoloji temasına uyarlamış
94
ve Weber’in rasyonelleşme ve ussallaştırma kavramlarını kendi betimlemelerinde
kullanmıştır. Habermas’a göre, “Marcuse, çağdaş bilimin rasyonelliğinin tarihsel bir
oluşum olduğu düşüncesini, Husserl'in Avrupa krizi üzerine araştırmasına olduğu
kadar, Heidegger'in Batı metafiziğinin yıkılışı düşüncesine de borçludur” (2016: 40).
Rasyonelliğin Marcuse tarafından kullanımı sentez bir düşünce yapısına gönderme
yapmaktadır. “Marcuse’nin teşhislerinin tasviri bölümü, Horkheimer ve Adorno'daki
Aydınlanma diyalektiğinin teşhisi gibi, Max Weber’den esinlenmiştir”
(Schweppenhäuser, 2015: 66). Eleştirel teorinin kendine özgün terminolojisinde
Weber’in etkileri bu anlamda yadsınmamalıdır. Marcuse, Weberci kavramları ele alıp
kullanırken, özgün yaklaşımından ödün vermemiş ve AIS’nin içinde barındırdığı iç
çelişkileri görmediği için kavramları dönüşüme uğratmıştır. “Ussallaştırma adı verilen
bu süreç, insanın deneyim ve eylemlerini maliyetler ve yararlar türünden
hesaplanabilir kılacak biçimde yapılaştırır ve toplumsal eylemi bu tür hesaplara dayalı
kararların en yüksek verimle uygulanmasını sağlayacak biçimde örgütler” (Kettler,
1981: 24-25). Bu anlamda, aklın bir tür rasyonel hale gelmesiyle, hesaplanabilir öğeler
ortaya çıkmaktadır ve bu, kapitalist sistemin ilerleyici unsuru haline dönüşmektedir.
“Max Weber, aklın tekliği ve bütünlüğü (araçsal akıl) önkabulünü ortadan kaldıracak
bir adım atmasına rağmen, kapitalizmin gelişmesini rasyonelleşme süreci olarak
yorumlayıp, araçsal-ereksel akıl dışında başka bir aklı (iletişimsel aklı) sistemine
sokmamıştır” (Timur, 2008: 164-165). Weber’in betimlediği akıl, bürokratikleşme ve
rasyonelleşmeye aracılık eden bir akıl türüdür. Aklın bu şekilde ele alınma tarzı, tam
da eleştirel teorinin saldırdığı akıl kavramını hatırlatmaktadır. “Marcuse, Weber’in
görüşünün aşırı akıl yüklü öğeleri barındırmasından ötürü, bu tür bir görüşün insanı
dünya ile teknik bir karşılaşmaya iteceğini belirtmektedir. Marcuse, Weber’i
çağdaşlığın taşıdığı iç gerilimleri yanlış anlamakla suçlar” (Kettler, 1981: 26).
Marcuse, bu çelişkiyi ortadan kaldırmaya yönelik eğilimlerle, eserlerini üretmiş ve
AIS’nin temalarını belirlerken eleştirel eğilimini de yansıtmıştır.
Tezin ilerleyen bölümünde ele alınacağı gibi, 1941 tarihli ‘Some Social
Implications of Modern Technology (SSI)’ çalışması Weberci bir görünümle ve 1968
tarihli ‘Industrialization and Capitalism in the Work of Max Weber’ (ICMW) başlıklı
makalesi, tamamıyla Weberci bir anlam örüntüsüyle analiz edilmektedir. Weber’in
95
soyut rasyonelleşme kuramını Marcuse, Marksist referanslara başvurarak
tanımlamaya girişmektedir. Dolayısıyla, “Marcuse’nin teknik ussallık savı kapitalist
çıkarların ussallaştırmanın iç mantığını çarpıttığı savı gibi Marksist referansları
içermektedir” (Kettler, 1981: 25). Marcuse’nin erken dönemlerde başlayan Weberci
ilgisinin nihayetinde ODM kitabına da sızdığını belirtmek mümkündür. ODM ve
ICMW çalışmaları, Jürgen Habermas’ın İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim çalışmasında
analiz edilmiş, hem Marcuse hem de Weber’in teorileri Habermas tarafından tekrar
yorumlanmıştır. Tezin belirli noktalarında bu anlamda Weber’e yönelik yorumlara yer
yer dönüleceğinden, Marcuse’nin birey analizinde en önemli kaynaklarından birisi
olan Sigmund Freud’a eğilme gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
4. Marcuse’nin Bireyleşme Kuramcısı Sigmund Freud
Marcuse, Sigmund Freud’a (1856-1939) ait olan birçok kavramı kendi felsefi
hattına taşıyarak, AIS’deki sancılı sürece uyarlamaya çalışmıştır. Uygarlığın içerisinde
taşıdığı hoşnutsuzluklar ve çelişkilere psikolojik boyutlarıyla değinen Freud gibi,
Marcuse de, modern kapitalist dönemdeki bireyin gerileyişi kavramına odaklanmıştır.
Toplumsal ve siyasal alandaki yorumlamasında Weber ve Marx’a başvuran Marcuse,
toplumun ve bireyin psikolojik yorumlamasında Freud’a başvurmuştur. Freud’un
argümanlarını kendisine bir tür sığınak olarak gören Marcuse, hemen hemen tüm
çalışmalarında bu etkinin izlerini yansıtmıştır. Marcuse, “dış görünüşteki bütün o
ilerlemenin arkasında, kültürün içsel, psişik ve manevi durumunun gerçekten de
dramatik bir hal aldığını Freud sayesinde anlamıştı” (Zahn, 2004: 372). Freudcu bir
Marksist olarak da nitelendirilen Marcuse, bireyin hastalıklarını tedavi etmede
Freud’un therapeutic yoluna başvurmuş, bireyin bu boyunduruktan kurtulması adına
tezler üretmiştir. Bireyi hedef noktası olarak ele alan ve bireyin kitle içerisinde
bastırılmışlığına değinen Freud, böylece Marcuse’nin bireyleşme kuramcısı olarak
ortaya çıkmıştır. “Marx, Freud and the Critique of Everyday Life” kitabında, kültürel
devrimcilerden- George Lukács ve Wilhelm Reich’tan bahseden Brown’a göre,
kültürel devrimciler geleneğine katılırken Marcuse, Freudyen psikoanaliz ışığında
şirket kapitalizmi altında insanın endüstriyel baskılanmasını açıklar” (akt. Julka, 1979:
16). Kendi çağının birey ve toplum ilişkisini analiz etmeye çalışan Marcuse, böylece
Freud terimlerinin dönüştürücü varyasyonlarını oluşturmuştur. “Marcuse, Freud’un
96
ilerleyen uygarlığın yol açtığı acılara eşlik ettiği ve bir ölçüde de ağır bastığı düşünülen
bireyleşme sürecini kavrayışını yanlış olmaktan çok kullanımını yitirmiş saymaktadır”
(Kettler, 1981: 28). Freud’un bireyleşme kuramının Marcuseci yansımaları böylece
dönüşüme uğramıştır. Freud’un uygarlık içinde rahatsızlık duyan bireyinin,
Marcuse’de bu rahatsızlığın bastırılmışlığıyla görünmez olması sonucu ortaya
çıkmıştır. İleri endüstri toplumu bu şekilde zıtlıkları yumuşatıp, kusurları görünmez
hale getirmiştir. “Marcuse, rasyonel bir toplumu sürdürmek için her zaman gerekli
olanla, baskıcı toplumsal yapıları destekleyen etkili baskıyı birbirinden ayırdı.
Böylece, zorunlu ve etkili baskı arasındaki farkla ölçülen bir ek baskı kavramına ulaşır;
ve çağdaş toplumun aşırı üretkenliği zorunlu baskıyı asgariye indirgerken, korporatif
kapitalizmin ve tüketim toplumunun yapısının etkili baskıyı büyük ölçüde artırdığını
gösterir” (Goldmann, 2010: 313). Marcuse’nin baskı tanımlaması Goldmann’a göre
tek yönlü bir belirlenime sahip değildir. Çağdaş toplumun içerisindeki unsurlar arttığı
için baskının uygulanma biçimleri ve sıklığı da artmaktadır. Ancak bu noktada en
önemli faktör, teknolojinin artan tahakkümü ve yayılmacı yönünün baskının çok yönlü
oluşundaki etkisidir.
Marcuse’nin Freud üzerinden geliştirmiş olduğu terminolojik eğilim nihayetinde
AIS’nin motor gücü haline gelen teknolojide odaklanmaktadır. Teknolojinin insan
aklını ve insanın çalışma hayatını dönüştürdüğü ve Weber’in rasyonalizasyonu ile
şekillendirdiği kuramından sonra Marcuse, Freud’un yorumlaması üzerine
düşünmüştür. Bu varsayımdan hareketle, özellikle teknolojinin baskıcı öğelerinin
yayılmacı yönünün artışıyla, bireyin durumunu analiz etmeye çalışmıştır. “Marcuse,
teknoloji ürünlerinin çağdaş kullanımındaki saldırgan öğeyi vurgular; sık sık, simgede
ve gerçekte öldürücü otomobillere, henüz dokunulmamış kişisel mekânlara gürültülü
tekrarlamalarla saldırganca girilmesine, askerileşmeye, iç ve dış düşmanlara karşı
seferberliklere ve tırmanan savaşlara dikkat çeker” (Kettler, 1981: 28). Bu ifade,
Adorno’nun da ele aldığı teknolojinin insanları bir düşüncesizlik evrenine sevk ettiği,
insan hareketlerinde bir tür nobranlığa yol açtığı yorumunu anımsatmaktadır. Böylece,
insanın içinde bastırdığı saldırgan dürtüler, teknolojik aygıtın kullanımı sırasında
ortaya çıkmaktadır. Bireyin saldırganlığı ve yıkıcılığı, AIS’nin dayatmaları, teknik
kullanım, sahte ihtiyaçlar gibi alanlarla artmaktadır. Tüketerek var olan ancak
97
içgüdüsel anlamda halen tatmin olmayan bir yeni bireysellik meydana gelmiştir.
Tormey bu durumu birey-toplum analizi üzerinden açıklamaktadır: “Marcuse
açısından modern dünyada gerçekleşen durum, bireylerin özerklik kazanmaları
imkânının ya da potansiyelinin erozyona uğramasıdır. Kolayca belirlenebilecek
çıkarları uğruna hareket eden belirli bir grubun özlem ve arzularını yansıtan bir toplum
yerine, tek mantığı teknoloji ve buna bağlı olarak üretim kapasitesinin genişletilmesi
olan bir rasyonalitenin zorunlulukları tarafından şekillenen bir toplum görürüz” (1992:
165). Toplumun aşırı derecede amaç odaklı bir hale dönüşmesi, bireyselliğin altını
oymuş, birey amaçları uğruna özgürlüğünden feragat etmiştir. Marcuse, bu durumu
erken dönem makalelerinden, geç dönem eserlerine kadar sıklıkla işlemiş ve bireyin
yanlış bilincin bu zapturaptından nasıl özgürleşebileceğinin yollarını aramıştır. Bu
amaçla, Marcuse bireyin tanımlanması, onun psikolojik evreninin çözümlenmesi için
Freud’u güvenilir bir referans olarak ele almıştır. Magee ile söyleşisinde Marcuse,
Frankfurt Okulu ve psikoloji bağlantısını şu şekilde yorumlamaktadır:
“Egemen konumdakilerin iktidar yapısının insanların sadece bilinçlerini değil, yarı-bilinçli
yaşadıkları alanları ve hatta bilinçaltlarını bile güdülemekte, yönetmekte ve denetlemekte bugün
varabildikleri nokta şaşırtıcıdır. Frankfurt Okulu’ndaki arkadaşlarımın psikolojiyi Marxist
kurama katılması gereken -onun yerini alması değil, ona katılması gereken- en önemli bilgi dalı
olduğunu ileri sürmelerinin nedeni de budur…Marxizm ile Freudçuluğun birleştirilmesinin
kolay ve iyi olacağını sanıyorum. Bunların aynı tümlüğün, aynı totalitenin iki ayrı düzeyine
ilişkin iki ayrı yorumlama biçimi olduğu düşüncesindeyim” (akt. Magee, 1985: 62-63).
Marcuse ve diğer eleştirel teorisyenler böylece kuramın oluşturulması sırasında diğer
birçok isim gibi Freud’u ve diğer psikanaliz yaklaşımlarını kullanmışlardır. Bu
çerçevede Fromm’un da eleştirel teorinin çalışmalarındaki etkisini hatırlatmakta fayda
vardır. Marcuse’nin bellek, hatırlama, hafıza ilgilerinin temelinde de Freud’un
izdüşümü hâkimdir. Geoghegan, Marcuse’yi Bloch’un ütopyacılığı üzerinden ele
alarak, onun hafıza, gerileme, sanat ve ütopya fikirlerini analiz etmektedir. Ona göre,
“Marcuse, 1950’lerden itibaren radikal Freudyenizminde yer alan fantezi kavramını
temellendirmiştir…Marcuse, yaşam içgüdüsü –Eros- teorisinin merkezinde bulunan
Freud’un çalışmasındaki devrimci özü ele almıştır” (2008: 130-131). Marcuse’nin
hafızayı ele alış biçimi, genel felsefi duruşunun olumlayıcı unsurlarını taşımaktadır.
Geoghegan, Marcuse’nin hafızanın gücü konseptinin antik bir soy ağacına sahip
olduğunu ve Freud’un hafızaya yüklediği olumsuz havanın Marcuse’de yok olduğunu
98
belirtmektedir. “Freud’un yazılarının tanısal karakterinden dolayı anıyı, en çok, acı
terimleriyle, travma terimleri ile düşünmeye itiliyoruz; oysa gerçekte belleğin bir
işlevi haz ilkesinin hizmetindedir. Marcuse ‘Hazzın anısı her düşüncenin
kökenindedir, geçmişteki hazzın yeniden ele geçirilmesi tepisi, düşünce sürecinin
gerisinde yatan gizli itici güçtür’ diyor bize” (akt. Jameson, 2006: 108). Benzer bir
ifadeyle, Geoghegan’a göre, “Marcuse için hafıza, özgürlük ve mutluluğun erken
dönem deneyimlerini hatırlatan araçlardır” (2008: 132). Marcuse’nin metinlerinin
genel havasında sine qua non hale dönüşmüş bir şey varsa, o da ütopyacı bakış açısıdır.
Marcuse’yi diğer IfS üyelerinden ayıran en belirgin öğe, onun yaklaşımındaki ilerici
ve umut dolu unsurlardır. Bu amaçla, diğer teorisyenlerde baskın hale gelen pesimist
eğilim, Marcuse’de pek görünmemektedir. “Düşüncesinin ütopyacı telosu uzlaşma,
harmoni ve çelişkilerin kaldırılmasıydı” (Jay, 1984: 223). Onun mücadeleci karakter
biçimi, eserlerinin havasına sirayet etmiş, çelişkilerle dolu bir topluma rağmen umut
ve direniş yolları aramıştır. Jameson, Marcuse’nin bu olumsuzluklara karşı tavrını
hatırlatmaktadır:
“Oidipus kompleksinin zayıflaması, sınıf savaşımının ortadan kaybolması, başkaldırının
eğlence-türünden bir değere benzeştirilmesi -bütün bunlar postendüstriyel kapitalizmin bolluk
toplumunda olumsuzun ortadan kayboluşunun aldığı biçimlerdir. Marcuse bu noktada filozofa
olumsuzlama fikrini canlandırma görevini yüklemektedir. Bu görevi de, Ütopik tepinin
canlandırılması olarak formüle etmektedir” (2006: 106).
Marcuse’nin bu teşhislerinin bir filozof tarafından çözüme kavuşturulması arzusu da
her daim akılda kalmalıdır. Bunu gerçekleştirmek için, toplumun özgürlük hedefine
erişmesinde sanata verdiği değeri de hatırlamakta fayda vardır. “Sanat, Marcuse için,
“Büyük Reddediş”i tatbik eder- mutluluk ve kaygısız yaşam imgeleri üretme
aracılığıyla bellek, fantezi ve hayal gücünün özgürleştirici içerikleri somutlaştırılır.
Marcuse’nin gözünde; fanteziler ile umutlar, arttırılmış özgürlük ve doyum için
duyulan arzu sıçramalarını somutlaştırır” (Kellner, 2014: 91). Marcuse, sanatın
dönüştürücü etkisini felsefesinin diğer unsurları ile harmanlamıştır. Estetik Boyut
çalışması özellikle bu konuyu aydınlatmaya çalıştığı bir kitaptır. Freud’un,
Marcuse’nin eserlerindeki muazzam etkisi, diğer bölümlerde de yer yer ele alınacaktır.
Birçok farklı konuda, onun kavramlarını kendi pozisyonunu güçlendirmek için
kullandığına da tanıklık edilecektir.
99
5. Enstitü’nün Sürgün Deneyimi ve Marcuse’nin OSS Hizmeti
Eleştirel teorinin Avrupa’da yükselen faşizan ortamda yaşam alanı daraldıkça,
üyeler bir yol ayrımına girmişlerdir. Bottomore’ın dönemselleştirilmesinde üçüncü
döneme denk düşen bu zaman aralığında, Enstitü’nün birçok üyesi ABD’ye göç etmek
zorunda kalmıştır. Marcuse’de öncelikle Enstitü’nün Cenevre şubesinde görev almış,
ardından ABD’ye göç etmiştir. Columbia Üniversitesi’nin tahsis ettiği bina ve diğer
hizmetlerle birlikte üyeler artık bu yeni ortamda bir çalışma şansına erişmişlerdir.
Kellner’a göre, Marcuse, “4 Temmuz 1934'te Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti
ve 1940 yılında Amerikan vatandaşı olmak için vatandaşlığa kabul belgelerini hemen
çıkardı” (1998: 3). Enstitü ABD’de mali kaynaklar konusunda sınırlı bir bütçe ile
hareket etmekteydi. Bu anlamda, dışa bağımlı bir mali politika birçok konuda onları
zor duruma sokmaktaydı, aynı zamanda ABD’nin iç ve dış siyaset yansımalarının da
Enstitü üzerinde dolaylı bir etkisi vardı ve hatta üyelerin aldığı ekonomik destek yavaş
yavaş kesintiye uğramaya başlamıştı. Kellner, bu süreci özetlemektedir:
“ABD’nin savaşa girmesi ile Pearl Harbor saldırısı ardından göçmen entelektüellerin durumu
zayıfladı, akademik destek fonları savaş dönemi boyunca kesintiye uğradı. Pollock’un kötü
yatırımlarının bir sonucu olarak kaynaklar azalınca üyelerin desteklenmesi de sekteye uğradı.
Fromm’dan sonra, 1941’de Neumann’a artık ona destek veremeyeceğini belirten Enstitü, bir süre
Neumann’ın tepkisi sonucu azaltılmış bir ücretle ona verdiği desteği devam ettirdi” (1998).
Bu mali ve siyasal problemler silsilesi, IfS’nin çalışma koşullarını muhakkak ki
zorlamaktaydı. Ancak üyeler birçok önemli eseri de bu zor koşullar altında
üretmişlerdi. Marcuse’nin bu süre zarfında Enstitü’deki yakın çalışma arkadaşı Franz
Neumann olmuştur ve beraber birçok akademik çalışma yapmışlardır. Bu dönemde
ilgiyle üzerinde durdukları konu, Almanya’da deneyimledikleri Nazi siyasetinin
toplumsal ve politik boyutları olmuştur. “Marcuse ve Neumann, sosyal değişimin
muhafazakâr ve ilerlemeci teorilerini karşılaştırdılar, daha da genel olarak, eleştirel,
materyalist ve ilerici teorileri, daha idealist ve muhafazakâr olanlarla kıyasladılar”
(Kellner, 1998: 14). Onların yapmaya çalıştıkları şey, birbirine zıt uygulamaların bir
sosyal teori eşliğinde analiz edilmesini sağlamaktı. Enstitü’nün mali kesintiler ile
ayakta kalma ihtimali gittikçe zorlaşırken, Marcuse için Horkheimer’ın baş gösteren
sağlık problemleri de yeni bir karar aşamasına gelmesine sebep olmuştur. Kellner’ın
ifadesine göre, “Horkheimer, akademik çalışmalarının değişmez ismi olan Adorno ile
100
Kasım 1941’de California’ya taşınmıştır. Marcuse ise, devam eden garantili bir
pozisyona sahip olamadığı için ve Horkheimer’ın yazım arkadaşı Adorno’nun
kendisini bastırması sebebiyle California’da kendisini güvende hissetmemekteydi”
(1998: 15). Bu şartlar altında Marcuse’nin yeni bir alternatife yönelmesi
gerekmekteydi.
Marcuse’ye ve Neumann’a29, ABD hükümeti tarafından bir görev teklif
edilmesi, onların bu konuyu düşünmesini gerekli kılmıştır. Hükümete bağlı, Office of
War Information (OWI) [Savaş Enformasyon Ofisi] ve Office of Strategic Services
(OSS) [Stratejik Hizmetler Ofisi] bir istihbarat ağı olarak çalışmaktaydı. Kellner’ın bu
meseleyi ayrıntılı aktarımları konuyu aydınlatmak açısından önem teşkil etmektedir.
Marcuse’ye öncelikle OWI’da çalışması için bir görev teklif edilmiş ve kendisi ABD
hükümetinin yapmış olduğu bu teklifi bir süre düşündükten sonra, konuyu Horkheimer
ile mektuplaşmalarına taşımıştır. OWI ile bir pazarlık aşamasında olduğunu yazan
Marcuse’yi Horkheimer bu konuda cesaretlendirmiştir. “Horkheimer, Marcuse’nin
hükümet pozisyonunda çalışmasının Enstitü projelerinin ilerlemesinde önemli
olabileceğini ve bu sebeple teklifi kabul etmesi gerektiğini yazar” (Kellner, 1998). Bu
konuda ayrıca Enstitü’nün zaten sürdürülebilir bir mali politikasının uzun vadede bir
geleceği yoktu. Böylece “Marcuse, Aralık 1942'de OWI’nın İstihbarat Bürosuna
kıdemli bir analist olarak katılmış, burada bir propaganda uzmanı olarak çalıştıktan
sonra, 1943 yılının Mart ayında, OSS’nin Orta Avrupa Araştırma ve Analiz
Departmanına [Central European Section of the Research and Analysis Branch]
savaşın sonuna kadar çalışmak üzere transfer olmuştur” (Kellner, 1998: 19).
Marcuse’nin böylece yaklaşık on yıl sürecek olan bir hükümet görevi olmuştur. Bu
dönemde, entelektüel alt yapısını bu görev için yazdığı makalelere, analizlere ve
raporlara taşımıştır. “Neuman sosyo-ekonomik konulara odaklanmışken, bir felsefe
tarihçisi olarak savaş girişimine Marcuse’nin katkısı Ideologiekritiker -bir ideoloji
eleştirisiydi-. Marcuse’nin perspektifi, Nasyonal Sosyalizmin sosyal imaları
çalışmasını içermiştir” (Müller, 2002: 137). Marcuse, entelektüel ve araştırmacı
yönünü bu konuda daha da verimli hale getirmiş, hem Enstitü dergisi için yazılar
29 IfS içerisinden Otto Kirchheimer ve Arkady Gurland ile İktisatçı Paul Sweezy ve Paul Baran’da OSS’de hizmet vermiştir. Bkz.: Koçak, 1999, s. 97.
101
yazmış, hem de hizmet ettiği ofise araştırma yazıları teslim etmiştir. Ancak asıl
ilgilendiği konu Nasyonal Sosyalist eğilimin bir analizini gerçekleştirmekti.
Marcuse’nin yeni faşist ideolojinin ve mantalitenin psikolojik bileşenlerini,
Nasyonal Sosyalizmin dili ve mantığının detaylı analizini, propagandanın farklı
formlarının nasıl çalıştığının analizini yaptığı 1942 Haziran tarihli “New German
Mentality” çalışması (Kellner, 1998), Nasyonal Sosyalizmin çağdaş anlayışına yönelik
en önemli katkıyı sağlamıştır ve bu metin psikolojik savaşın gerekliliğini göstermeye
yönelmiştir (Müller, 2002: 142). Bu şekilde Marcuse’nin bu dönem temel ilgisi
totaliterliğin yansımalarını çok boyutlu yönde analiz etmektir. Totaliter topluma içkin
olan toplumsal, psikolojik ve siyasi unsurlar onun bu dönemki çalışma alanlarının
merkezini teşkil etmekteydi. Çalışmada ele alınacak olan Some Social Implications of
Modern Technology başlıklı makalesi bu temayı anlamaya yönelik örnek bir
çalışmadır ve aynı zamanda bu totaliter unsurların erken dönem bir teknoloji okuması
olarak değerlendirilebilir. Marcuse böylece uzun süren bir hükümet görevini akademik
ve entelektüel çalışma disiplinine bağlı kalarak sürdürmeyi sağlamıştır. Ancak
OSS’deki çalışma deneyimi onun ilerleyen süreçte bir ajan olarak nitelendirilmesine
sebep olmuştur. OSS’nin CIA’in öncüsü olması bu tanımlamaların kaynağını teşkil
etmekteydi. Kellner, bu konuyu ayrıntılandırmak için bir not düşmektedir: OSS’nin
Marcuse’nin sol perspektifli görüşlerini paylaşan ve geniş yelpazede insanların
çalıştığı bir yer olduğunu, CIA’in ise başlangıçtan itibaren dar kapsamlı Soğuk Savaş
çıkarlarına hizmet ettiğini ve muhafazakârlar ve anti-komünist liberaller tarafından
domine edildiğini (1998: 25) belirtmektedir. Bu açıklamanın tatmin ediciliği bir yana,
Marcuse’nin kişisel yaşantısındaki zorlukların onun üzerinde bir baskı oluşturduğu da
muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Neumann’a üniversite kadrosunun teklif
edilmesi onu bir yandan yalnızlaştırmışken, eşi Sophie’nin kanserle mücadelesi onu
bitik düşürmüştür. Marcuse’nin hükümet görevi sona erince, Columbia ve
Harvard'daki Rus Enstitüleri’ndeki (the Russian Institutes at Columbia and Harvard)
çalışmaları başlamış ve 1958'de Sovyet Marksizmi üzerine bir kitap yayınlamıştır
(Kellner, 1998: 28). Sovyet Marksizmi kitabı, totaliter bir yönetime evrilen bir siyasal
yapının teknolojik, psikolojik ve toplumsal örüntülerinin izdüşümlerini ele
almaktaydı. Marcuse, ABD’ye yerleştikten sonra, buradaki yaşam deneyimine uyum
102
sağlama, entelektüel çevrelerce kabul edilme ve alışık olduğu Alman disiplinini bu
ortama taşıma konusundaki ‘zorlukları’ diğer üyelerle beraber paylaşmıştır. Adorno
ve Horkheimer’ın Almanya’ya dönmesinden sonra, ABD’de kalmayı tercih eden
isimler Marcuse ile birlikte Erich Fromm ve Leo Löwenthal’dı. Ritivoi’ya göre,
“Orada kalanlardan bazıları, bu yeni ülkeyle kasıtlı bir uyumsuzluktaydı. Löwenthal
bu durumu ‘birlikte ilerlememe’ (nicht mitmachen); yalnızca uyum sağlamak için yeni
çevrenin değerlerini ve inançlarını kabul etmemek olarak tanımlamıştır. Çoğu Alman
sürgün, uzlaşma olarak adaptasyonu anlamıştır” (2014: 109). Marcuse’nin ise, bu
ortama kolayca uyum sağlaması zor görünmekteydi. Onun yapmaya çalıştığı şey
temelde, ABD’deki toplumsal ve politik durumu, kökensel bağlılıkları olan Almanya
ile kıyaslamak, yeni bir teorinin yapısını oluşturmaktı. Bu açıdan, onun ABD
entelektüel çevresinde direttiği dil ısrarla Almanca olmuştur. Bu kökensel aidiyetin
benzerine Adorno’da da rastlanabilir. Birçok yorumcu bu konuda üyelerin ABD’de
İngilizce’den ziyade, Almanca’larının geliştiğini söylemesi ironiyle beraber bireysel
bir direnişi yansıtmaktaydı. Sürgün deneyiminin bu çerçevede, Marcuse için geçici bir
süreden, kalıcı bir pozisyona evrilmesi de onun diğer üyelerden farklılaşmasını
sağlamıştır. Bu anlamda, sürgün Marcuse için, kısıtlı olmayan bir zamanda varoluş
mücadelesiydi. ABD deneyimi içerisine devlet adına çalıştığı süredeki akademik
raporlar, makaleler de girmektedir. Sonuç olarak, hizmet verdiği bu ofisler için ciddi
araştırmalar yapmış, akademi ortamındaki gibi arkadaşlarıyla tartışarak çalışmalar
üretmiştir. Bu mücadelenin örüldüğü ortamda Marcuse’nin ürettiği eserler, onun
eleştirel failliğinin doğrudan bir sonucuydu. Bu denli eleştirel kimliğe sahip bir ismin
salt ajan olarak değerlendirilmesi, belki de büyük bir haksızlık olarak okunabilir.
B. Akademik ve Entelektüel Serüveni ile Marcuse
Marcuse, akademik üretim alanında oldukça verimli bir hayata sahip olup, başarılı
bir külliyatla karşımıza çıkmaktadır. Çalışmalarının içerisinde taşıdığı anlamlar,
göndermeleri ve birçok felsefeciye referans yapması, anlatımının yer yer muğlak
öğeler taşıması gibi bazı kısıtlamalara sebep olmuştur. Tez çalışması esasında
Marcuse’nin eserlerinin tanıtılmasından ziyade, bu eserlerdeki ikili anlam yapısını
çözümlemeye ve teknolojiye dair analizlerine bir altyapı sağlamaya yönelmektedir. Bu
açıdan eserlerinin bir kalemde anlatılması söz konusu değildir, anlatılma çabası
103
muhakkak ki öznel bir değerlendirmeyi taşıdığından bu çabanın da yetersiz veya sınırlı
olma ihtimali vardır. Bunun dışında temel sorunsallardan diğeri de, Marcuse’nin
eserlerinin anlatılması sırasında bir dönemselleştirmeye gerek olup olmadığıdır. Bu
tez çalışmasında, Marcuse’nin erken dönem ve geç dönem eserleri diye iki ana dönem
belirlenmiştir. Bu noktada, dönemselleştirme Marcuse’nin yaşam öyküsündeki en
önemli belirlenimlerden birisi olan Yeni Sol hareketlerin başlangıç tarihi baz alınarak
yapılmıştır. Marcuse’nin felsefi eğilimindeki temel argümanlardan en çok göze
çarpanı onun aktif bir özneye yönelik vurgusudur. Her ne kadar yer yer şüpheli bir
bakış açısını yansıtsa da, her daim ütopyacı bir çizgiyi korumuştur. Bu sebeple, Yeni
Sol hareketler, onun beklenen mesihin hayaletinin gezdiği bir dönem olarak
yorumlanabilir. Bu amaçla, bu hareketlerin fitilleyici bir görevi yerine getirmesi,
Marcuse’nin ilerleyen yaşlarında bu hareketin bir babası veya büyükbabası olarak
nitelendirilmesini de doğurmuştur.
1968 yılı Marcuse’nin de içinde bulunduğu bir kuşağı yakından ilgilendiren önemli
bir tarihsel moment olarak değerlendirilebilir. Kuramsal macerasına Heidegger’in bir
nevi felsefi çırağı olarak başlayan Marcuse, ilerleyen dönemlerde farklı isimleri
keşfedince onlara yönelik eserler üretme yoluna gitmiştir. Marcuse’nin felsefi keşisim
noktasında Heidegger’in yanı sıra, Hegel, Lukács, Marx, Weber, Freud gibi isimlerin
birarada bulunduğu melez bir yönelim mevcuttur. Marcuse, bu isimlerden devraldığı
temaları kendi devrimci iyimser duruşu ile ahenkli kılarak, yeni bir felsefenin imkânını
ortaya koymuştur. Felsefesine ütopyacı unsurlar barındırdığı yönünde bir eleştiri
getirilse de, çalışmalarının çoğunda insanlara bir kurtuluş yolu gösterme konusunda
niyetli olmuştur. Eserlere ilişkin okumalar İngilizce metinlerle paralel ilerlediğinden,
tez çalışmasının başında verilen İngilizce kısaltmalar tekrara gitmemek ve yer
tasarrufu sağlamak açısından kullanılacaktır.
1. İlk Dönem Marcuse Eserleri ve Merkezi Kavramları
Marcuse’nin ilk dönem olarak tanımlanan çalışmaları erken dönem ilgilerinin odak
noktasını temsil etmektedir. Yeni Sol hareketin başlangıcından çok öncesinde,
Hegel’le ilgili tezi Heidegger’in yanında iken yazmıştır. IfS’nin Nazi tehdidi ile karşı
karşıya kaldığı dönemde, o Enstitü’nin Cenevre şubesine geçmiş, daha sonra
104
ABD’deki uzun ve verimli yaşamına giriş yapmıştır. Bu çerçevede, ele alınacak
eserlerin hepsi Marcuse’nin ABD’de sürgün hayatında iken yazmış olduğu
çalışmalardır. Esasında sürgün, onun için gerçek bir yaşam haline dönüştüğünden,
yaşamını ilgilendiren çoğu konuya ABD’den yaklaşmış fakat eleştirel yönünü her
daim saklı tutmuştur. Sürgünün bir varoluş deneyimi olduğu Marcuse’nin yaşamındaki
bu ilk dönem eserlerinde, us, özgürlük, Eros, ileri endüstri toplumu, totalitarizm gibi
merkezi temalara yaklaştığını görmekteyiz. Marcuse, bu kavramları felsefi iskeletini
oluşturan kuramcılar üzerinden yorumlamış ve böylece ortaya kendi özgün
değerlendirmelerini koymuştur. Başlık altında Marcuse’nin dilimize çevrilen en temel
eserleri ele alınacaktır. Bu çerçevede, temel amaç Marcuse’nin her bir eserindeki
merkezi eğilimi tespit etmek ve teknoloji yorumlamalarının zeminini hazırlamaktır.
Kitapların karşısında yer alan ifadeler, bu eserlerdeki en major temayı Marcuse diliyle
ortaya çıkarma düşüncesinden türetilmiştir. Dolayısıyla, verilen kavram dizisinin
öznel bir boyutunun olduğunu belirtmekte fayda vardır.
a. Us ve Devrim (1941): Hegelci Us’un Devrimci Boyutu
Marcuse’nin Hegel’e yönelik kapsamlı bir çalışması olan 1941 tarihli Us ve
Devrim [Reason and Revolution: RR], ABD’deki sürgün döneminde yazılmış olan ilk
kitabıdır. İki ana bölümden oluşan RR kitabının ilk ana bölümde Hegel’in felsefesinin
temelleri ve ikinci ana bölümde toplumsal kuramın doğuşu ele alınmaktadır.
“Marcuse, Enstitü ile çalışırken RR adlı kitap üzerine çalışan bir felsefi uzmandı, güçlü
Hegelci ve Marksist kökenlere sahip olan, Hegel felsefesinin Alman faşizmi ile
uyumsuzluğu ve Hegel’in eleştirel ve özgürleşimci motiflerini araştırdı” (Kellner,
1998). Hegel felsefesinin us kavramına olan ilgisini, Marcuse, özgürlük kavramıyla
ilintilendirmektedir. “Us özgürlüğü öngerektirir,- gerçeğin bilgisi ile uyum içinde
davranma ve olgusallığı gizillikleri ile bir çizgide şekillendirme gücünü…Özgürlük
de, kendi payına, usu öngerektirir, çünkü yalnızca kavrayan bilgidir ki özneyi bu gücü
kazanmaya ve kullanmaya yetenekli kılmaktadır” (Marcuse, 2013a: 17). Alman
idealizminin köklerinden birisinin de Fransız Devrimi olduğunu belirten Marcuse,
Hegel düşüncesindeki us kavramının devletin olgunlaşması kavramıyla ilgisine
değinmektedir. Us kavramının nihayetinde düşüncenin bir sonucu olduğundan
bahseden Marcuse, usun Hegel düşüncesinde Fransız Devrimine bağlı olduğunu
105
belirtmektedir. Böylece us ve özgürlük arasında bir gereklilik ilişkisi ortaya çıkar ve
dünyanın bir us düzeni olması gerekli hale gelir. “Hegel’in felsefesinin odağı öyle bir
yapıdır ki kavramları,-özgürlük, özne, tin, kavram-, us düşüncesinden türer” (Marcuse,
2013a: 14). Hegel’in us kavramının bu anlamda diğer düşünsel eğilimleri meydana
getirme özelliği mevcuttur.
Hegel’in diyalektiğe yönelik yorumlamalarını Marcuse’nin kendi felsefesinde
kullandığı ifade edilebilir. Marcuse, Hegelci kavram setinin Marksist bir yorumlaması
ile diyalektiğe başvurmaktadır. “Hegel'in felsefesi gerçekten de daha sonraki tepkinin
onu adlandırdığı gibi olumsuz bir felsefedir. Kökensel güdüsü sağ duyuya gerçekliğin
olumlu ölçütü olarak görünen verili olguların özde gerçekliğin olumsuzlanması olduğu
ve böylece gerçeğin ancak onların yok edilmesi yoluyla saptanabileceği kanısıdır”
(Marcuse, 2013a: 27). Diyalektiğin bu olumsuzlayıcı gücünün, nihayetinde pozitivist
olan duruşlara da bir atak geliştirdiği söylenebilir. Pozitif bir felsefe gücünün
yansıması olan pozitivizm, kabullenmeci ve olumlayıcı bir yapıya bürünmüştür.
Hegel’in verili olana yönelik geliştirdiği saldırı biçimi ise, bir olumsuzlama temelinde
kök salmıştır. Marcuse, bu noktadan hareketle Hegel’in felsefesindeki beş temel
gelişim evresini açıklamaya girişmektedir. Hegel’in gelişim evrelerinin dinsel, siyasal
ve felsefi kökenlere bağımlı olduğu, felsefesini geliştirirken tarihsel dönüm
noktalarına uyarladığını görmek mümkündür. Diğer Frankfurt Okulu teorisyenleri de
Hegel kavramlarına sıklıkla başvuruda bulunmuştur. Özellikle Adorno’nun Hegel
felsefesinin temel saptamalarına karşı bir atak geliştirdiğini, bütünsellik anlamında
onun evrensel tanımlamalarını inkâr ettiğini hatırlayabiliriz. Onun ünlü ‘Bütün,
yanlıştır’ ifadesi bu tür bir çabanın yansımasıdır. Adorno’nun diyalektik yorumlaması
böylece negatif bir seyir almıştır.
RR’ye yönelik değerlendirmeler kitapta egemen olan Hegel’in us argümanını
Marx’a yakınlaştırma çabasıyla ele almaktadır. “Marcuse’un Akıl ve Devrim’i,
İngilizcede yayınlanan ilk Hegelci Marksist kitaptı ve yine Marx'ın 1844 El Yazmaları
konusunda [İngilizce] ilk ciddi tartışma bu kitapta yer alıyordu. Kitap Amerikan
Troçkist hareketi içinde muhalif bir azınlık grup oluşturan ve teorisyenleri tarafından
toplumsal ve siyasal alanlarda bazı yenilikçi görüşler geliştirilen, Johnson-Forest
106
Eğilimi’nin30 liderleri arasında sıcak bir kabul gördü” (Anderson, 2014: 335).
Marcuse’nin El Yazmalarını okuduktan sonra büyük oranda felsefesine Marksçı
eğilimleri sızdırdığı daha önce belirtilmişti. Bu eseri de, ABD’deki sürgün döneminin
ilk yıllarında ele almış, Marx yönelimini böylece İngilizce bir kitapta net bir şekilde
ortaya koymaya başlamıştır. Jay, Marcuse’nin Hegel’i sol tandasa çekme eğilimine
yönelik şu açıklamayı yapmaktadır: “Birçok açıdan, Marcuse'nin bir "holist" eleştiri
ile kastettiği şey, Lukács, Korsch, Gramsci ve erken dönem Horkheimer’ın Hegelci
Marksizmine yakın kalmıştır. 1941'de ortaya çıkan İngilizce yazdığı ilk kitap olan Us
ve Devrim'de, Hegel'in, Marx ve Marksizm için felsefi ilham kaynağı olarak daha iyi
anlaşıldığı konusunda ısrar ederek, onun sağ-kanat benimsenmesinden ayrı
düşünülmesini sağlamak için çok uğraştı” (1984: 221). Hegel ve Marx arasındaki
totalite fikrindeki ufak farklılığı RR’de ele alan Marcuse, böylece diğer düşünsel
idollerinde yaptığı gibi Marksizm’i temel hedef olarak görmüştür. Marx, onun temel
referans kaynağı olmuş ve ondan sapmalara müdahale ederek, bir tür dengeleme
sağlamıştır. Marcuse, böylelikle idealizmin sakıncalı duruşuna bir sınır çizmiş,
Marx’ın diyalektik belirlenimini yol gösterici bulmuştur. Julka, bu farklılıklar ve
benzerliklere dair bir yorum geliştirmektedir:
“Hegel’in yöneliminin idealist ve Marx’ın materyalist olmasına rağmen, olumlu (tez), olumsuz
(anti-tez) ve olumsuzluğun olumsuzlanması (sentez) tarafından işaret edilen üç kısımdan oluşan
gerçekliğin hareketi görüşünü beraber paylaşır. Sentez, tezin ve anti-tezin bazı unsurlarını içerir.
Böylece, tarihte daha alçak aşamadan yüksek aşamaya geçilen bir süreklilik vardır. Şimdi
geçmişi kapsar; gelecek şimdinin içerisinden doğar. Marcuse, sentez kategorisini olumsuzluğun
olumsuzlanmasını hesaba katmaz. Onun felsefi duruşu temel olarak polarize edilen kategorilere
(zıtlıklara) bağlıdır. Onun sosyolojik iması, var olan sistemin tamamıyla olumsuz olduğudur”
(1979: 15).
Marcuse’nin negatif duruşu Hegel ve Marx’ın sentezlenmesi ile geçerli hale
gelmektedir. Bu yönelimini, AIS analizinde ilerletecek, toplumun negatif nüvelerini
eleştiriye tabii tutacaktır. “Marcuse için, totalitenin Hegelci ve Marksist görüşleri
arasındaki birincil belki de tek ayrım, fikirlerin çatışmasının yerini sınıf mücadelesinin
alması, ikincinin, birincinin metafizik bakış açısını tarihselleştirmesiydi. Diğer
30 Johnson-Forest Eğilimi: Kendisine Devlet Kapitalizmi Eğilimi olarak da atıfta bulunulan bu grup, adını başlıca iki teorisyenin -Trinidad doğumlu tarihçi ve kültür eleştirmeni C. L. R. James ve Rusya doğumlu iktisatçı ve Troçki’nin eski sekreteri Raya Dunayevskaya’nın-takma yazar adlarından alıyordu. C. L. R. James, J. R. Johnsonn; Dunayevskaya ise Freddie Forest takma adlarını kullanıyorlardı. Grupta yer alan üçüncü önemli teorisyen Çinli-Amerikalı felsefeci Grace Lee (Boggs) idi. Bkz.: Anderson, 2014, s. 335.
107
taraftan, eleştirel totalite konseptini içeren diyalektik yöntem her iki düşünür
tarafından da paylaşıldı” (Jay, 1984: 222). Marcuse, bu totalite antipatisini diğer
eleştirel teorisyenlerle ortaklaşa geliştirmiştir. Onların, totalci eğilime yönelik
alerjileri, Nazi döneminin korkunç ideolojik dayatmalarına dayanmaktaydı. Bu
sebeple, her bir teorisyenin total olan kuramlara karşı bir anti-tez geliştirdiklerini
belirtmek mümkündür. Marcuse’de bu amaçla, kolektife karşı somut bireyin hakkını
savunmuş ve onun çalışmalarının temalarından birisi de bireysellik olmuştur.
b. Eros ve Uygarlık (1955): Baskıcı Uygarlığın Özgür Bireyi
Marcuse, yoğun bir şekilde etkisinde kaldığı Sigmund Freud’un uygarlığa ve
ilerlemeye ilişkin saptamalarını, Eros ve Uygarlık: Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme
(Eros and Civilization: EC) adlı kitabında ve Five Lectures adlı derleme eserinde
doğrudan merkezi bir referans kaynağı olarak ele alırken, diğer eserlerinde de dolaylı
şekilde Freud analizlerine başvurmuştur. 1955’te Brandeis Üniversitesi’nde göreve
başladığı sırada bu çalışmasını tamamlamıştır. 1966 yılındaki Politik Önsöz’de
Marcuse kitaptaki ‘bugün yaşam için kavga, Eros için kavga, politik kavgadır’
ifadeleriyle, Eros’un politik bağlamda ele alınacağının ipucunu vermekte ve
geliştirilen düşüncelerin ilk kez 1950-51’de Washington School of Psychiatry’de bir
dizi konferansta sunulduğu bilgisini aktarmaktadır. Marcuse, birey
çözümlemelerindeki temel başvuru kaynağı olan Freud üzerinden EC’de, hazzın ve
mutluluğun ilerleme ile olan ilişkisini Eros ve yaşam içgüdüsünü çağrıştıracak olan bir
kitap anıştırması ile yapmaktadır. Freud analizi üzerinden ‘İleri uygarlık, ileri
özgürsüzlük haline gelir’ savını Marcuse, bu kitabında da ileri sürmektedir:
“İşleyim uygarlığı dünyasının her yanında insanın insana egemenliğinin alan ve etkililiği
artmaktadır. (…) Toplama kampları, kitle kıyımları, dünya savaşları ve atom bombaları
‘barbarlığa geri düşüş’ değil, ama çağdaş bilimin uygulayımbilimin ve egemenliğin
başarımlarının baskısızca yaşama geçirilişidir. Ve insanın insan tarafından en etkili boyun
eğdirilişi ve yokedilişi uygarlığın doruğunda yer almaktadır” (1998a: 25).
Freud’a göre, insanın tarihi baskılanışının tarihidir ve kültür insanın içgüdüsel yapısını
da kısıtlamaktadır. Freud, haz ilkesinin olgusallık ilkesine dönüşümünü yönetici bir
değer dizgesi üzerinden tanımlamaktadır ve bu süreçte hazza dayalı, güdüsel
doyumların bir şekilde uygarlık sürecine uyarlanıp, ussal kılındıklarını dile
108
getirmektedir. Bu travmatik dönüşüm, insan için yaralayıcı bir olay olarak
tanımlanabilir. “Baskılanmışın geri dönüşü uygarlığın tabulaşmış ve yer altındaki
tarihini oluşturur. Ve bu tarihinin araştırılması yalnızca bireyin değil ama uygarlığın
gizini de açığa serer. Freud'un bireysel ruhbilimi özünün kendisinde toplumsal
ruhbilimdir. Baskı tarihsel bir fenomendir” (Marcuse, 1998a: 34). İçgüdülere boyun
eğdiriliş doğa tarafından değil, insan tarafından dayatılan bir süreçtir. Freud olgusallık
ve haz ilkesinin arasındaki bu gerilimin hiçbir şekilde sonuçlanmayacağını ve sonsuza
dek uzlaşamayacağını belirtmektedir. Freud’un kültürü sorgulama biçimi, acı ve
sefillik düzeyindedir, Marcuse’nin bu bağlamda negativite yüklü öğelerinin Freud’un
ifadelerine dayandığını belirtebiliriz. Freud, uygarlık içerisindeki çelişkili unsurları
ortaya koymaya çalışmıştır. Bunlar, birbirine en zıt öğeler olan ve uç noktalardaki Eros
ve Thanatos, yaşam ve ölüm içgüdüleridir. “İçgüdüsel yaşamın ortak doğasından iki
zıt içgüdü gelişir. Yaşam içgüdüleri (Eros) ölüm içgüdüleri üzerinde üstünlük
kazanırlar” (Marcuse, 1998a: 40). Bu içgüdülerin mücadeleleri sürekli devam
etmektedir. Haz ilkesi de bir yönüyle sürekli olarak bastırılmak zorundadır, bu
AIS’deki bireyin uygar biri olma yolundaki önemli bir adımıdır. “Olgun bireyin aşağı
yukarı bütün bir varoluşunu dolduran çalışma süresi için haz askıda ve acı
yürürlüktedir. Ve temel içgüdüler hazzın baskınlığı ve acının yokluğu için
çabaladıklarından haz ilkesi olgusallık ile bağdaşmaz ve içgüdülerin baskıcı bir
düzenleme sürecinden geçmeleri gerekir” (Marcuse, 1998a: 45). Emek sürecinde
bireyin içgüdülerini bastırması, haz ilkesini geri plana itmesi, bireyin emeğine
yabancılaşmasına da sebep olmaktadır. Birey artık kendi yaşamını yaşamaz sadece
verili olan çalışma ortamındaki koşulları yerine getirmeye çabalar. Emeğe dair büyük
bir zaman ayıran birey bu süreçte doyumu arka plana atar, haz ilkesini olumsuzlar ve
en acılı zamanını yaşar. Libidonun alanının kısıtlanması yönünde disipline edici
uygulamalar artar, bunlar topluma yayıldıkça daha ussal görünürler.
Freud uygarlığın büyük bir hastalık silsilesine ve hoşnutsuzluğa sebep olduğu
durumları özetlemektedir: “Genişlemiş bir savaşlar döngüsü, her yere yayılmış zulüm,
anti-Semitizm, soykırım, bağnazlık ve yanılsamaların dayatılması, zahmet, hastalık ve
büyüyen varsıllığın ve bilginin ortasında sefalet” (Marcuse, 1998a: 71). Bunlar
Freud’un teorisindeki kademeli bir ilerleyişi temsil etmektedir. Öncelikli olarak
109
içgüdülerin bastırılması, daha sonra kuramsal anlamda bunların uygarlık düzeyinde
uygulanma biçiminin doğrulanmasıdır. “İçgüdülerin örgütlenişi uygar iş bölümünü,
ilerlemeyi ve ‘yasa ve düzeni’ yaratır; ama o denli de Eros'un ilerleyen zayıflamasına
ve böylece saldırganlığın ve suçluluk duygusunun büyümesine götüren olaylar
zincirini başlatır” (Marcuse, 1998a: 109). Burada baskıcı bir örgütlenme düzeni söz
konusudur ama bu örgütlenmedeki savaşım her yönüyle usdışı bir nitelik taşımaktadır.
Marcuse, felsefi temalarının en önemlilerinden birisini açıklamaya girişmektedir:
“Büyük Reddediş gereksiz baskıya karşı protesto, en son özgürlük biçimi için
savaşımdır- endişesiz yaşamak için. Ama bu düşünce cezalandırılmaksızın ancak sanat
dilinde formüle edilebildi. Politik kuramın ve giderek felsefenin daha gerçekçi
bağlamında, neredeyse evrensel olarak ütopya diye karalandı” (1998a: 116).
Marcuse’nin yadsıma kuramının temelinde yer alan bu teorik zemin, sanatta en yüksek
seviyeye ulaşmaktadır. Ancak gerçek olanakların bu şekilde hızlıca ütopya olarak
belirlenmesi, Marcuse’ye göre edimleme ilkesinin bir karşılığıdır. Edimleme ilkesini
ise yaşamsal ölçüne dair alanlarda bulmak mümkündür: binek arabaları veyahut
televizyon alıcılarında.
Marcuse’nin teorisinde sıklıkla ele aldığı baskı kavramının tarihöncesi
uzantıları ve ilksel hordaya kadar uzanan bir geçmişi bulunmaktadır. Bu, aynı zamanda
babaya yönelik ilk suç işleme eğiliminin de altında yatan sebeptir. Freud, bu tezini
Musa ve Tektanrıcılık kitabında ayrıntılı olarak ele almaktadır. Kitaba yönelik Kellner,
“EC’de, Freud’un teorisine başvuran Marcuse’nin, Freud'un bireysel psikolojisinin en
temelinde sosyal psikoloji olduğunu savunarak, onun psikolojik kategorilerinin
özünde tarihsel ve politik olduğunu tekrar tekrar vurgulamakta” (2014: 89) olduğunu
belirtmektedir. Marcuse, Freud'un teorisini “toplumsallaşmanın eleştirel teorisi” diye
adlandırdığı bir teori ile geliştirir ve tüm ilerleme ideolojisini, üretkenliği, çalışma
etiğini, din ve ahlâkı sorgulanır hale getirir (akt. Kellner, 2014: 89-90). “EC, ‘Büyük
Reddediş’in barındırdığı nihilizme ve kitabın sonundaki ölenlerin acılarının
kefaretinin ödenemeyeceğine ilişkin küçük nota rağmen temelde ütopik, umutlu,
olumlayıcı bir çalışmadır’ (Kejanlıoğlu, 2005: 249-250). “Marcuse’un bakış açısı ister
toplumsal olsun ister ekonomik ya da teknolojik, baskının her türlüsünü sona erdirme
üzerineydi…Bir çeşit Cennet Bahçesi’ne dönüşü amaçlıyordu. Marcuse “Büyük
110
İsyan” görüşüyle insanların “geleneksel kültüre ait en yüce uygulamalarda, teknik
gelişimlerin ortaya koyduğu muhteşem yeniliklerde bile toplumsal baskının farkına
varabileceğinden” umutluydu. Amacı “insan ırkının, milli sınır ve çıkarların ötesinde,
yoksulluk ve sefillik için barış tesis etmek üzere dayanışmasını” sağlamaktı” (Wu,
2017: 184). Sonuç olarak, Marcuse’nin bireyleşme kuramcısı olarak ele aldığı
Freud’un uygarlık içindeki bireyi çözümleme modeli, Marcuse’de daha toplumsal-
siyasal bir anlam kazanarak yürürlüğe girmektedir. Eleştirel teorinin önemli bir
başvuru adresi olan Freud’un psikanaliz teorisi, daha devrimci bir tonda ve onun
analizinin dışında kalan kavramlar -eleştirel teoriye hasredilen birçok kavram
örüntüsü- birey analizinin detaylarıyla Marcuse tarafından analiz edilmeye
çalışılmıştır. Böylece, onun Freud ilgisi birçok kitabının ve makalesinin odak noktasını
oluşturmaktadır.
c. Sovyet Marksizmi (1958): Sovyet Totaliterliğine Başkaldırı
Marcuse’nin Soviet Marxism: A Critical Analysis [SM] adıyla 1958 yılında
yayımladığı bu eser, Sovyet toplumundaki Marksizm’in gerçek görevi ve tarihsel
yöntemini Marksizm içindeki kavramlar eşliğinde açıklamaya çalışmaktadır.
Kellner’e göre, bu eser Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisi perspektifinden Sovyetler
Birliği’ni eleştiren ilk çalışma olmuştur (1998: 33). Kitabın ana bölümlendirmesinin
ilk kısmı, Siyasal İnançlar ikinci kısmı ise Sovyet ahlak felsefesinin dayandığı Ahlaki
İnançlar şeklindedir. Marcuse, 1958'de kitabı yayınladığında, “Fakültenin en popüler
ve en etkili üyelerinden birisi haline geldiği Brandeis Üniversitesi'nde kadrolu
(tenured) bir pozisyon elde etti” (Kellner, Lewis ve Pierce, 2009: 3). Bu noktada,
kitapta akademik ve entelektüel duruşunun bir sentezini yansıtmaktadır.
Marcuse, kitabın adını da teşkil eden, başarısız bir Marksist proje olarak
değerlendirdiği SM’ni şöyle tanımlamaktadır: “SM, Lenin'in avant garde doktrini
çerçevesinde, ‘tek ülkede sosyalizm’ görüşünde, Stalinizmin Troçkizm ve eski
Bolşevikler üzerindeki yengisinde, ağır endüstriye sürekli öncelik tanınışında, baskıcı
totaliter merkeziyetçiliğin sürdürülmesinde tanımlanır” (1968b: 15). Marcuse,
Marksist proleter tanımlamasının egemen olduğu kapitalist toplumdan, parti
bürokrasisi ile baskın hale gelen Sovyet toplumuna geçişteki süreci analiz etmeye
çalışmaktadır. “İşçi devrimi yerine, işçi ve köylü devriminin SM’nin temeli olması,
111
devrimin Rusya'da başarıya ulaşmış bulunmasından değil, ileri kapitalist dünyanın
hemen her yanında endüstriyel işçi sınıfının devrimci potansiyelinde bir gerileme
olmasından dolayıdır” (Marcuse, 1968b: 37). Bu amaçla Marcuse, başlangıç noktası
olarak, Lenin’in, emperyalist dönemde proletaryanın durumu üzerindeki
çözümlemesini ele almaktadır. Bu duruşun, gerektiği anlamda Sovyet rejiminde
başarıyla değerlendirilmediğini düşünmektedir. Lenin’in dışarıdan proletaryaya sınıf
bilincini aşılama fikrinin özünde proletaryanın özne konumundan nesneye
indirgendiğini belirten Marcuse, işçi sınıfının Batı’daki analizinin Sovyetlerde
görmezden gelindiğine değinmekte ve Sovyet toplumundaki yeni ussallaştırmanın
öneminden bahsetmektedir:
“Sovyet sisteminde atlanılmış olan dönemler, ileri mutlakiyetçilik ve liberalizm, serbest rekabet
düzenine dayanan serbest teşebbüs, bireyci ve insancıl ideolojilere sahip, olgun orta sınıf kültürü
dönemleridir. İleri endüstriyel ülkelerin düzeyine yetişmek çabası, bireyci ussallık ve
liberalizmle bağdaşmayacak bir tahakküm ve kısıtlama düzeni içinde bir devasa üretim cihazının
kurulmasını ve kullanılmasını gerektirmiştir” (1968b: 94).
SM, belirli dönemlerden geçmeden ilerlediği için Marcuse, bu durumun birey
üzerindeki etkisinin de dönüştürücü olacağını belirtmektedir. Bu, yeni teknik bir
aygıtın, birey üzerinde tahakküm kurucu gücüyle gerçekleşebilirdi. Sovyet ideolojisini
yansıtan bu aygıt, toplumda yeni bir mantık düzeni de kurmuştur. Bütünün ussallığı
böylece ideolojik bir tekniğe bürünmüş, sistemin dışında usdışı olan tüm öğeler ussal
olarak değerlendirilmiştir. Sistem yeni bir anlam evreni yaratarak, kitleleri seferber
etmeye çabalamıştır: “SM, kitle toplumları çağının gerek dil ve gerekse anlatım
konusundaki çöküşünü, buhranını paylaşır. Resmi dil, bir büyüsel niteliğe
bürünür.(…) Sovyet teorisindeki büyüsel nitelikler, gerçeği koruyup kurtarmak için
kullanılacak bir araç durumuna dönüştürülür” (Marcuse, 1968b: 99-100). Böylece,
dilin ideolojik belirlenimdeki etkisini Marcuse, diğer birçok çalışmasında olduğu gibi
burada da ele almıştır. Gerçeklik olarak sunulan değerler Sovyet sisteminin pragmatik
öncüllerinden oluşan gerçek-dışı unsurlardır. Bunun tezahürleri de, kitlesel törenler,
mitsel anlatımlar ve törensel bir dilin inşasıdır. “Bir törensel kalıba indirgenmiş olan
Marksist teori, ideoloji durumuna gelir. Bu bir yanlış bilinç değil, yanlışlığın bilinci,
nesnel tarihsel çıkarın simgelediği bir yüce gerçek ortamı içinde doğrulanan
yanlışlığın bilinci demektir” (Marcuse, 1968b: 103). Marcuse, bu ifadeyle Sovyetlerin
aydınlanma ve ilerleme olarak algıladığı tarihsel süreci, bir karanlık olarak
112
resmetmektedir. Bu, DE’de Adorno ve Horkheimer’in ele aldığı tarzda aydınlanmanın
bir mite, geriye dönüşe doğru yol aldığı yorumunu hatırlatmaktadır. Aydınlanmanın
kendisi yarattığı eserin kurbanı olmuştur. Bu noktada da, Sovyet sisteminin bütünsel
bir aydınlanma kalıbına göre seferber edilmesi, toplumun mitsel göndermelere göre
uyarlanmasını sağlamıştır. Marcuse’ye göre, bu koşullarda, bağımsız düşünce
çökmektedir ve büyünün gücü artmaktadır. Toplumda baskın hale gelen akıl ise araçsal
bir akıl olup, içerisinde herhangi bir eleştirel töz barındırmamaktadır.
Sovyet sisteminde ayrıcalıklı konumda olan parti ve bürokrasi her durumda
ilerleme için kendisini kaçınılmaz bir unsur olarak göstermektedir. “Sovyet sistemi
bazı değerleri çoğulcu demokrasilerle ortak olarak paylaşmakla birlikte, aslında onun
tam karşıtı olan bir kutupta yer almaktadır. Burada, tek bir partiye dayanan, tekci
(monolithique) bir diktatörlük söz konusudur. Partinin elinde bulunan, devlet ve idare,
sosyalizmi kurmak üzere kullanılan birer araçtan ibarettir” (Duverger, 2007: 313).
Totaliter duruşu en iyi temsil edecek yapı, bu oluşumların sentezlendiği bir bütünlüğü
gerekli kılmaktadır. “Sovyet doktrininde tüm teknik-yönetimin denetlenmesinin
üstünde olarak toplumsal denetim ve uygulayan tek yapı Parti’dir” (Marcuse, 1968b:
125). Bu grupların toplumun çıkarını temsil ettiği yönündeki sav, mevcut konumun
devamı için bir gereklilik haline gelmiştir. Böylece, toplumun içerisindeki çıkarlar
konusunda bir birlik oluşturulmamış, ayrıcalıklı pozisyondakiler toplumun geri
kalanını terörize ederek, bu ayrımın ortadan kaldırılmasını engellemeye çalışmışlardır.
“Örgütlü muhalefetin ortadan kaldırılışı ve totaliter yönetimin sürdürülen başarısı ile
terör teknolojik alanda kalma eğilimi göstermektedir” (Marcuse, 1968b: 127).
Sistemdeki muhalif eğilimler, teknolojik seferberlikle terörize edilerek, sesleri
çıkmadan engellenmiş ve bu hareket toplumun çıkarını temsil eder halde sunulmuştur.
Teknolojik terör sistemde her yerde ve her zaman hazır ve nazır bir halde
bulunmaktadır.
Marcuse’ye göre, SM, diyalektik yapıyı Hegel’in veya Marx'ın Sovyet
diyalektik anlayışlarından çok farklı bir şekilde yorumlamıştır ve diyalektik süreci
tarihsel süreç olmaktan çıkarmıştır. “SM’nin ilk kapsamlı eleştirilerinden birini üreten
Marcuse, Sovyetler Birliği'nde özgürleştirici bir sosyalizm yaratmadaki başarısızlığı
eleştirdi ve klasik Marksist öğretimin bütün ödün ve deformasyonlara karşı
113
savunmasını yaptı” (Kellner, 1998: 32-33). SM’de, diyalektiği göstermek için sürekli
olarak atıfta bulunulan yetkili kaynak Engels’in “Tabiatın Diyalektiği” olmuştur
(Marcuse, 1968b: 160). Böylece tarihsel anlatılar bambaşka bir şekilde vücut
bulmaktadır. Marcuse, Sovyetlerin kapitalist yeteneklerle etken biçimde rekabet
edebilecekleri ikinci evreye geçmelerini engelleyen şeyin, katı Sovyet politikası
olduğunu, bu nedenle, atılacak ilk adımın, katı politikadaki bir esnekliğe yönelme
olması gerektiğini düşünmektedir (1968b: 190). Baskıcı totaliter yönetimin esneklik
kazanmadan ve liberal bir yapıya evrilmeden bu sürecin tamamlanmayacağını
belirtmektedir.
Kitabın ikinci kısmında Marcuse, Batı ahlakı ile Sovyet ahlakını simgeleyen
fikirleri kısaca karşılaştırma yoluna gitmektedir. “Sovyet ahlak felsefesi, herkese
özgürlük ve insanca bir yaşam getirecek tek davranış, tutum ve uygulamayı kendisinin
gösterdiğini ileri sürer” (Marcuse, 1968b: 220). Ahlak kuramsallaştırmasıyla da
Sovyet sistemi, siyasal yapılanmasını tamamlamayı amaçlamaktadır. Sovyet
toplumunun özgün, örnek alınacak bir ahlaki değerlere sahip olduğu vurgusu ön plana
çıkarılmakta ve böylece toplumsal birlik ve beraberliğin mükemmel uyumu temsil
edilmektedir. Marcuse, Sovyet ahlakını, siyasal araççılık olarak görmektedir ve
analizini şu yorumuyla genişletmektedir:
“Sovyet ahlak görüşü, bir mutlak amaca bağlı olduğu ve bu bakımdan, herhangi bir belirli
bireysel davranış ve durumun «dışında» bulunduğu için, ileri sürülen tarihsel gerekçeye aykırı
ya da engelleyici olan bütün davranış ve tutumları ahlaksızlık olarak görür. Böylelikle, insan
yaşamının Batı geleneğinde, ahlak açısından «nötr» olan pek çok alanı, ahlaki değer ölçülerine
bağlanır” (1968b: 236).
Sovyet ahlakı, Batılı düşünürlerin birçoğunu analiz dışı bırakıp, onları kolayca burjuva
bir düşünceye hapsetmekte ve kendi sisteminden dışarıya atmaktadır. Evrensel
olabilecek birçok değerin baştan hükümle hızlıca tasnif dışı hale gelmesi, Sovyet
sisteminin kapalı yönünü de derinleştirir ve kendi ahlak sisteminin evrenselleştirici
olduğu iddiasını güçlendirir. “Çalışma ve eğlence ahlakı, aşkta ve işte vatanseverlik
ahlakı, yani siyasal Püritanizmin tüm ahlak görüşleri, bireysel davranışları, mevcut
kıtlık yüzünden, topluma yararlılıklarıyla değerlendiren sosyalist döneme
uydurulmaya çalışılmıştır” (Marcuse, 1968b: 283). Sovyet ahlakının bu anlamda çok
fonksiyonel ve çok boyutlu bir seferberlik halinde topluma dayatıldığı görülebilir. Asıl
114
önemli noktalardan birisi de, bu ahlak düzeninin siyasal ve teknolojik düzenle barışçıl
uyumudur. Sovyet üretkenliğinin hem çalışma sahasında hem de aile içerisinde artışı,
siyasal ilerlemenin bir öncülü kılınmıştır. Üretimcilik öğesi, her koşulda bir Sovyet’in
en temel amaçlarından birisi haline gelmiştir. Marcuse, böylece ABD’deki en temel
eserlerinden birisi olarak Sovyetler’in iç yüzünü yansıtacak olan SM’yi yazmış ve bir
Marksist olarak belki de en vurucu yorumlarını bir araya getirmiştir.
d. Tek Boyutlu İnsan (1964): Çelişkili Toplumun Mükemmel Uyumu
Marcuse’nin eleştirel teorinin negatif aklını temsil ettiği ve bu teorinin en temel
klasiklerinden birisi haline gelen Tek Boyutlu İnsan [One Dimensional Man: ODM]
kitabı, diğer çalışmalarının arasında belki de en fazla referans verilen eserdir. Kitabın
yayınlanışı ile Marcuse’nin akademik camiadaki bilinirliği iyice artmıştır. Kaldı ki,
1968 öğrenci olaylarından önce, bu denli negatif akla sahip Marcuse’nin hareket
içerisindeki pozitif eğilime dönüşü onun her zamanki ütopyacı ruhunun da bir ifadesi
olarak değerlendirilebilir.
Tek boyutlu toplum, tek boyutlu düşünce ve alternatiflerin olasılığı başlığı ile
toplamda üç ana bölümden oluşan ODM kitabı, Marcuse’nin öğrenci olayları sırasında
sıklıkla okunan, gündem yaratmış olan ve en nihayetinde ‘en popüler’ kitabı olarak
yorumlanabilen bir başyapıttır. Genel anlamda, kitabın Marcuse’nin tüm düşünce
sisteminin bir yansıması olduğu, önceki çalışmalarına gönderme yaparak ve sonraki
çalışmalarını da önceleyerek melez bir yorumlama yapmaya çalıştığı gözlemlenebilir.
Özgürlük, dil, söylem evreni gibi kavramların yanı sıra, yoğun Freud göndermeleriyle
de, psikolojik bir anlamla yüklü olan baskıcı ifadelere siyasal ve toplumsal bir
görünüm kazandırmaktadır. Marcuse, diyalektik bir karikatürü içerimleyen ileri
endüstri toplumunun (AIS) dinamiklerini ele alarak, temel felsefi duruşunu
yansıtmaktadır. “Yeni Baskı Biçimleri” başlığı altında Marcuse özgürlükler konusuna
değinmekte ve AIS’nin demokratik bir özgürsüzlük toplumu olduğunu belirtmektedir.
“Düşünce özgürlüğü, konuşma özgürlüğü ve vicdan özgürlüğü, geliştirmeye ve
korumaya çalıştıkları serbest teşebbüs gibi, özleri itibarıyla eleştirici fikirlerdir;
amaçları, artık eskimiş maddesel ve entellektüel kültürün yerine, daha verimli ve daha
makul bir kültür getirmektir” (Marcuse, 1968a: 27-28). Bu noktada Marcuse’nin
baskıcı hoşgörü kavramının diyalektiğini yorumlamamız mümkündür. Bu kavramın
115
baskıcı AIS’nin içerisinden kök saldığı söylenebilir. Hoşgörü söyleminin ikircikli
pozisyonu bu çerçevede Marcuse’nin diyalektik anlayışına temas etmektedir.
Marcuse, özgür görünümlü özgürsüzlük ortamında insan ihtiyaçlarının da dayatma
ve zorlamayla belirlendiğinden dem vurmakta ve ihtiyaçları gerçek ve yapay olarak
ikiye ayırmaktadır: “Yapay olanlar eziyete, saldırganlığa, sefalete ve adaletsizliğe yol
açan ihtiyaçlardır ve bunlar mutsuzluk içinde esenlik yaratırlar” (Marcuse, 1968a: 32).
Bu bağlamda, baskıcı bir toplumun dayatması olan yapay ihtiyaçlar sınıfına sosyal
medyanın girip giremeyeceği de tartışılabilir. Dijital teknolojilerin yapay bir mutluluk
ve haz sağladığını Marcuse’ci negatif bir bakış açısıyla ifade edebiliriz. Marcuse’nin
AIS’deki diyalektik yapıyı çözme eğilimi zıt kavramların karşı karşıya gelmesiyle
gerçekleşmektedir:
“Efendilerin serbest seçimlerle başa gelişi ne efendileri, ne de köleleri ortadan kaldırır. Çok
çeşitli mallar ve hizmetler arasında özgür bir seçme yapmak; bu mal ve hizmetlerin sıkıntı ve
korku dolu bir yaşam üzerindeki toplum baskısını destekledikleri, yani yabancılaşmaya yol
açtıkları sürece özgürlük demek değildir” (Marcuse, 1968a: 35).
Marcuse, bolluğun bu şekilde sefalet, özgürlüğün kölelik, mutluluğun umutsuzluk
getirmesinin doğrudan bir sonuç olduğunu belirtmektedir. Ancak bu sonuçlar
toplumun çelişkili doğasında kolayca görünür halde değildir, öyle ki, bu çelişkilerin
bir arada olmasından birey ve toplum hiçbir şekilde şikayetçi değildir. Marcuse, bunu
tüketim toplumunun en büyük başarısı olarak değerlendirmektedir. Aynı tarzda, hem
patronun hem işçinin benzer tüketim malzemesini kullanması bir özgürlük değildir,
yalnızca kapitalist yasanın köleleştirici etkisinin doğal bir sonucudur. Dolayısıyla,
sınıfın kendisi ortadan kalkmamakta, sadece kılık değiştirmekte ve refah toplumu
düzeninde uygulamaya girmektedir. Marcuse’nin özgürleşim projesinin zincirlerini
AIS’nin temellerinde görmesi kaçınılmazdı. Diyalektik özgürleşim olarak yorumladığı
süreci Marcuse, diğer birçok kavramında olduğu gibi görünüm ve öz arasındaki
ilişkinin diyalektiği ile açıklamaya girişmektedir. “Refah toplumundan özgürleşimin,
yani ileri endüstri toplumundan özgürleşimin imkânlarını irdeleyen Marcuse, buradaki
sorunun yoksul bir toplumdan değil, tam tersine, materyal üretimin ve kültürel
ihtiyaçların en üst düzeyde geliştiği bir toplumdan özgürleşimin mümkün olup
olamayacağı” (2014b: 139) sorgulamasını yapmaktadır.
116
Marcuse’ye göre, “Yerleşmiş düşünce ve eylem dünyasını aşan fikirler, istekler ve
amaçlar yok edilerek ya da bu dünyanın ve bu düzenin kalıplarına indirgenerek bir tek
boyutlu düşünce ve davranış kalıbı yaratılır. Bu düşünce ve davranışlar, kurulu
düzenin ve niceliksel gelişiminin mantığı içinde yeni bir tanım ve anlam
alırlar” (1968a: 40-41). Tek boyutlu düşünce evreni, kendisini dışsal faktörlere karşı
kapatmakta ve yeni bir sistem olarak bilince işlemektedir. Bu, Sovyet Marksizmi
kitabındaki ideolojik akıl tanımlamasına benzemektedir. Düşünce ve davranış kalıbı,
tek bir dizgeye indirgenmektedir. Sınırlandırılmış bu bilinç, diğer unsurların tehlikeli
olacağı argümanını geliştirmektedir. “Endüstriyel toplumun en ileri düzeydeki
bölgelerinde şu iki özellik vardır: teknolojik varlığı en mükemmele ulaştırma eğilimi
ve bu eğilimi yerleşmiş kurumlar çerçevesi içinde sınırlama çabaları” (Marcuse,
1968a: 47). Uygarlığın kendi iç çelişkisi mantık içindeki mantık dışı unsur halinde
hayat bulmaktadır. Marcuse’nin düzen içindeki mantıksızlığın mantık kılıfına uygun
hale getirilmesi yönündeki görüşü de, Sovyet sistemindeki argümanını
hatırlatmaktadır. Sistemin kendi iç yasalarının işlemesi için bir yandan tekniğe
olağanüstü önem verilirken, diğer yandan onun kullanımının sınırlılıkları katı bir
şekilde dayatılmaktadır.
Marcuse’ye göre, eşitsizlikle kölelik teknoloji kisvesi arkasına gizlenerek yeniden
ortaya çıkmaktadır ve “gelişmiş endüstriyel uygarlığın köleleri, yüksek bir düzeye
getirilmiş kölelerdir” (1968a: 65). Bu yönüyle, kölelik sadece biçim anlamında
değişmiş, özü itibarıyla aynı kalmış ve kusursuz bir kölelik haliyle topluma sızmıştır.
Marcuse, Orwell dili üzerinden, dile yönelik analizini derinleştirmektedir. Anlamın
ortaya çıkmasını önleyen yeni bir dil evreni inşa edilmiştir. Cümlelerin kısaltıldığı,
hiçbir anlam boşluğunun kalmadığı bir düzendir bu. “Dilin fonksiyonelleşmesi, siyasal
imaya yol açacak anlamların kısaltılmasını tanımlar” (Marcuse, 1968a: 129). Başka
alternatif imaların yolu kapatılır ve özgürlük, eşitlik, demokrasi ve barış gibi kavramlar
farklı toplumlarda farklı anlamları çağrıştırmaktadır. Orwellci dilin, sistemin
sorgulanmaması adına büyük bir kazanımı ifade etmesi kaçınılmazdır. Kitle iletişim
araçları tarafından endoktrine edilen bireyin, her türlü bu sorgulamaları yapması,
herhangi bir kısaltmanın özünü soruşturması söz konusu değildir. Marcuse’nin en
tartışılır noktalarından birisi de, sıkça belirtildiği gibi Heidegger’le olan diyaloğudur.
Wolin, bu tartışmayı, Marcuse’nin kitabı üzerinden yeniden hatırlatmakta ve onun
117
ODM kitabındaki tek parça alıntısının halen hocasına bir borcu teslim ettiği şeklinde
yorumlamaktadır. Marcuse, ODM kitabındaki spekülatif iddaları güçlendirecek
şekilde Heidegger’in Holzwege kitabından bir alıntı yapmaktadır:
“Modern insan, Varoluşun tamamını, üretim hammaddesi olarak alır ve nesne-dünyanın
tamamını, üretim düzenine bağlar. (Herstellen)…makinelerin kullanılması ve yapımı, teknik
değil, sadece, tekniğin, nesnel hammaddesi içindeki temel varlığını anlamak (Einrichtung) için
yeterli bir araçtır” (Marcuse, 1968a: 206).
Richard Wolin, ‘Introduction to Herbert Marcuse and Martin Heidegger: An
Exchange of Letters’ adlı çalışmasında, “Marcuse’nin 1974 tarihinde yaptığı söyleşide,
mektuplaşmalarının ardından Heidegger ile iletişimlerinin koptuğu yönündeki
söylemini hatırlatmaktadır. Ancak ODM’deki bu alıntının, Heidegger’in QCT kitabına
göndermede bulunduğunu da belirtir” (1991: 26). Doğanın bir araç olarak ele
alınmasını Marcuse, Heidegger referansı ile güçlendirmekteyken, bu alıntı ile hocası
Heidegger’in ontolojik teknik belirlenimine bir gönderme yapmaktadır. ODM’in 1964,
QCT kitabının ise 1955 tarihli olduklarını belirtmekte fayda vardır.
Marcuse, teknolojik fetişizme karşı da bir ihtarda bulunmaktadır. Bu tür
fetişizmin son zamanlarda çağdaş endüstriyel toplumun Marksist eleştirmenleri
tarafından sık sık ortaya konulduğunu iddia etmektedir. “Teknolojik insanın gelecekte
kadiri mutlak olacağı fikri, bir ‘teknolojik Eros’ [technological Eros] fikri” gibi
fikirlerin reddedilmesi gerektiğini söylemektedir. Teknik, insanın gücünü artırdığı
kadar, güçsüzlüğünü de artırmaktadır. Kavramı yanlış bir tanımlama olarak belirleyen
Marcuse, Teknolojik Eros’un gelecekte omnipotence (her şeyi yapabilme) gücüne
erişebileceği yönündeki fütürist bakışa itiraz etmektedir. Bu anlamda, döneminin uçuk
gibi duran bu eğilimine Marcuse, bir reddetme tarzı geliştirmiştir. Belki de, insanın
halen bir kurtuluş umudu olacağı fikrinden ötürü, tekniğe koşulsuz şartsız teslim
olmayı kabul etmemiştir. Marcuse, kitabını Walter Benjamin’in sözüyle kapatmayı
tercih etmiştir: “Sadece umutsuzların hatırı için bize umut bahşedilir” (1968a:
327). Marcuse, oldukça umutsuz görünen çıkarımlarının ardından, sonuçta umuda
dair küçük nüveleri aralara serpiştirmeyi denemektedir. Onun ütopyacı ruhunun
kitabın sonunda da olsa ortaya çıkışı, felsefi imzası olarak değerlendirilebilir.
ODM kitabına yönelik değerlendirmelere geçersek, Tormey, Marcuse’nin
insanlara içinde yaşadıkları toplumla ilgili bir uyarı yapmaya çalıştığını belirtmektedir.
118
“Marcuse’nin şu anda var olan bir toplumu mu yoksa gelecekte var olacak bir toplumu
mu tartıştığı önemli değildir, çünkü bizi ilgilendiren konu, bu betimlemenin herhangi
bir toplumun karakteri hakkındaki bir çözümleme olarak uygulanabilirliğidir” (1992:
174). Marcuse’nin savlarının bu açıdan evrensel bir tez haline dönüştürülmesi sonucu
ortaya çıkmaktadır. Vleet, Marcuse’nin ifade ettiği modern insanların tek boyutlu bir
yöne geçmesi sürecini “çok yönlü, bütünleşik, diyalektik düşüncenin bireyden
uzaklaşması” (2014: 116) şeklinde yorumlamaktadır. Tek boyuta indirgenen insan aklı
da kusurlu bir hale gelmiştir. Bu belki de, Marcuse’nin hemen hemen tüm
çalışmalarındaki umut nüvelerini teşkil eden, hayal edici, yaratıcı ve eleştirel aklın da
bir girdaba girdiğine vurgu yapmaktadır.
Giddens, “İnanılmaz Guru: Marcuse’yi Yeniden Okumak” adlı çalışmasında
dikkatini daha çok ODM kitabına vermektedir. “İlk basımı 1964'te yapılan ODM,
ABD'de öğrenci hareketinin ilk yükselişiyle çakıştı ve birçok ülkede Yeni Sol’la
birlikte anılan öğrenci eylemciler için bir tür manifesto haline geldi. (…) 1969'da ne
öğrencilerin ne de daha genelde Yeni Sol’un yeni bir toplumun yaratıcıları olarak
görülebileceklerini yazmıştı; onların faaliyetleri sınırlarına ulaştığında ‘Düzen’in yeni
bir totaliter baskı düzeni kurabileceği’nden korkuyordu” (2000: 225). Bu sebeple,
Marcuse’nin bu kitabının tarihsel bir kesişim anına tanıklık ettiğini, öğrenci
hareketlerinde bir başucu kitabı haline geldiğini, kamuoyunda bir gündem teşkil ettiği
belirtilebilir. Whitfield, Marcuse’nin bu kitabıyla başlayan ve hızla yayılan etkisini
ele almaktadır:
“Marcuse’nin etkisi, radikal politikaların etki alanının çok ötesine taşınmıştır. 1969’da, Papa VI.
Paul, yaygın olarak cinsel devrim olarak bilinen ‘hayvani, barbarca ve insanlık dışı aşağılama’
ve erotizmin ‘tiksindirici ve dizginlenemeyen’ manifestosunun teşviği için Sigmund Freud ile
beraber Herbert Marcuse ismini anarak onu suçlamıştır. Marcuse’ye karşı uyanan bu düşmanlık
ideolojik olarak ekümenikti. Apartheid rejimi altındaki Güney Afrika’da, onun tüm kitaplarının
ithalatı engelleniyorken, Pravda’da, Sovyet gazeteci Yuri Zhukov onu ‘sahte peygamber’ olarak
kınamıştı” (2014: 102).
Marcuse’nin bu yorumlama biçimindeki gibi, her zaman aykırı bulunan fikirleri, genel
geçer kabullere büyük reddinin bir sembolüydü. Bu anlamda döneminin ezberini
bozmuş, sistem içindeki egemen sesin kırılmasına ve alternatif bir sesin ortaya
çıkmasına eşlik eden felsefi bir antropoloji geliştirmiştir. “ODM, ilk çıktığında
eleştirmenlerinin çoğu tarafından son derece karamsar bir kitap olarak görülmüştü,
119
çünkü kitabın yazarı çok az somut toplumsal değişim imkânı sunuyor gibiydi; tek
boyutlu toplum muhalefet olasılığını ortadan kaldırmakta işte bu kadar başarılı olmuş
gibi görünüyordu” (Giddens, 2000: 232). “1960'da bir tıp öğrencisi ve yakın zaman
önce ölen Wilhelm Reich'in ateşli bir takipçisi olan” (Kovel, 1985: 258) Joel Kovel, o
dönemin perspektifini ele aldığı makalesinde Marcuse’den de bahsetmektedir: “ODM,
o zamanlar, karşı-aydınlanma haline gelmişti. Nihayetinde, peşine düştüğüm ırkçı
formların tahakkümü ve insan deneyiminin Arşimed noktasının benim için yarattığı
arzu arasındaki yolu görebiliyordum” (1985: 261). Kovel, bu şekilde Marcuse
sayesinde Baba otoritesinden kaçınmanın yolunu keşfettiğini belirtmektedir.
Cunningham, Marcuse’nin bu kitabında Marksist terminolojiden uzaklaştığını
ve bu durumun onun felsefesini daralttığını iddia etmektedir. Ona göre: “Eleştirel
teoride kanonik bir çalışma olarak ODM’in işaret ettiği şey, tek bir iş içerisinde ve
bunları sayısız duruma kolayca uygulayabilen eleştirel çerçeve ve etkilerin bir
çeşitliliğini harmanlamaktır…Metin içerisinde yankılanan ontolojik nüanslar,
özellikle bir Amerikan varoluş kalıbını eleştirmekle kalmaz, fakat aynı zamanda eş
zamanlı olarak bireyciliğin Amerikan kültürel mirasıyla da konuşur” (2013: 539-541).
Marksist paradigmanın bu haliyle, Marcuse felsefesinde dengelenmeye çalışılmasını
Cunningham, kapitalizmin olumlu ve olumsuz yönlerinin bir arada varoluşu şeklinde
yorumlamaktadır. “Onun ‘tek boyutlu’ toplum teorisi, modern kapitalist ve komünist
devletlerdeki toplumlar üzerinde eleştirel bir perspektif sağladı ve ‘büyük ret’ [the
great refusal] kavramı, devrimci değişimin ve ‘refah toplumundan özgürleşimin’
teorisyeni olarak ona ün kazandırdı” (Kellner, t.y.: 1).
Marcuse’nin bu eserinin verimli bir tartışma ve düşünce ortamını yarattığı ve
eserin bu başarısının teknoloji çalışmaları disiplini açısından başlı başına bir devrim
niteliğinde olduğunu söylemek mümkündür. Bu çalışmanın temellendiği zeminde ise
farklı kuramlar ve çalışmaların izlerini aramak muhtemeldir. Aydınlanmanın
Diyalektiği adlı çalışmanın Kültür Endüstrisi adlı kısmındaki ideoloji analizinin ODM
kitabında daha sistematik ve doğrudan bir ifadeyle dile getirildiğini ifade eden
Bottomore, “Teknolojik rasyonelitenin gücü görüşü tam ve sistematik bir biçimde
Marcuse’nin ODM kitabında ortaya konuldu. Bu görüşün altında yatan ve Frankfurt
Okulu’nun etkili günlerinde ayırdedici bir düşünce olan kavram, doğanın bilim ve
120
teknoloji yoluyla egemenlik altına alınmasının yeni bir tahakküm biçimine yol
açtığıdır” (1994: 41). Erken dönem Frankfurt Okulu çalışmalarının teknik
örneklerinde ele alındığı gibi, Marcuse’de dolaylı olarak teknik aygıtın yıkıcı doğasını
toplum analizi ile sonuçlandırmıştır. Bilimsel ve rasyonel bir kalıba giydirilmiş olan
birey, sömürünün de merkezinde bir köle haline gelmiştir.
Marcuse’nin bu kitabının tartışılır yönlerini bulma sınırsız bir alanı işgal etme
anlamına gelmektedir. Çalışmanın hedefinden şaşmadan, onun teknolojik yorumuna
gidecek bir analiz kümesi oluşturulmaya çalışılmıştır. Aynı zamanda, tek taraflı bir
anlatı olmaması için, hakkındaki tartışma, görüş ve analizlere de kısmen yer
verilmiştir. Kitabın eleştirel teorinin en merkezi eserlerinden birisi haline gelmesi
tesadüf değildir. Sonuç olarak, Marcuse’nin çalışmasının özünde, teknolojikleşme
karşısında zayıf düşen bireyi kurtarma amacı taşıdığı söylenebilir. Onun teknoloji diye
okuduğu şey, her daim gizli bir siyasal anlamı da taşımaktaydı ve teknik aygıttan
özgürleşim, siyasi aygıttan da özgürleşim anlamına gelmekteydi. Tahakkümün
kırılması adına bir teşhis koymuş, bireyin eline bir kurtuluş reçetesi vermese de,
reçetenin mahiyeti hakkında uzunca bir anlatıma gitmiştir. Bu açıdan tasvirlerinin
oldukça güçlü oluşu, her ne kadar karamsar bir çizgide olsa da, insana bir mücadele
imkânını da hatırlatmaktadır.
2. Tarihsel Moment: Mayıs 1968
Marcuse’nin Frankfurt Okulu içerisindeki siyasi belirlenimi 1968 öğrenci
olaylarındaki tutumuna dayanmaktadır ve bu olaylarda diğer üyelerin ‘tarafsız’ veya
‘mesafeli’ kalma biçimi Enstitü içerisinde Marcuse’nin öncü bir pozisyona ulaşmasını
sağlamıştır. Hareketin Almanya’daki yansımaları Adorno ve Horkheimer tarafından
daha temkinli bir tarzla karşılanmıştır. Bu durum, üyeler arasındaki gerimli ilişkinin
bir izdüşümüydü ve belirgin bir farklılaşma sağlamaktaydı. “Adorno’nun, bu süreçteki
tek müdahalesi Frankfurt Üniversitesi’nde bir öğrencinin sivil polis tarafından
öldürülmesini estetik dersinde eleştirmesi olmuştur” (Koçak, 1999: 93). Ancak bu
öğrencileri tatmin etmemiş, öğrenciler onun söylemleri üzerinden protesto
geliştirmişlerdir. Öyle ki, bu eğilim Adorno’nun ders anlatımı sırasında kürsü işgaline,
öğrencilerin Enstitü binasına girmesinden sonra polis çağırması ile ilişkilerin daha da
121
sertleşmesine kadar gitmiştir. “Altmışlı yılların sonunda Almanya’daki toplumsal ve
politik olaylar Frankfurt Okulu’nun iki liderini ihtiyatlı kılmıştı. Öğrencilerin hareketi
hiçbir şey değiştirmemektedir, çünkü oluşumundan daha hızlı dogmatikleşmektedir”
(Spurk, 2008: 218). Diğer iki başat üyenin aksine, Habermas öğrenci buluşmalarında
yer almakta ancak radikalleşme konusundaki şüpheci tavrını korumaktaydı. Marcuse
ise hareketin ‘taraflı’ bir gözlemcisi, katılımcısı ve teorisyeni olarak göze
çarpmaktaydı. O, eleştirel teori içerisindeki Marksist pozisyonunu diğer üyelerden
daha radikal bir tarzda ortaya koyma eğiliminde olmuştur. “Eleştirel teori, toplumsal
hareket yasalarının tarihsel taşıyıcıları olarak davranan devrimci öznelerin hiçbirini
tanımlayamayacağını anlamıştır, çünkü insanlar toplumsal kavgada- Eleştirel Teori
açısından- kendi talepleri olan şeyleri çekip almaktan ya da en azından bunları dile
getirmekten vazgeçmektedirler” (Schweppenhäuser, 2015: 14). Bu yorum üzerinden
bir değerlendirme yapılırsa, eleştirel teorinin esas olarak toplumsal faillere yönelttiği
eleştirinin dozu öğrenciler için de geçerliydi. Marcuse’nin kendi kişisel yorumunda
saklı olan devrimci öznenin ütopik faaliyet alanı, diğer teorisyenlerde paylaşılan bir
unsur değildi. Magee, Frankfurt Okulu üyelerinin etkisinin 1960'larda doruğa
ulaştığını ve bunda birçok şeyin katkısı olduğunu belirtmektedir: “Bunlardan birisi,
1968 Prag Baharı ile noktalanan Doğu Avrupa Komünist ülkelerindeki Marxistler
arasındaki güçlü revizyonist hareketler olmuştur. Bu, Frankfurt Okulunu, ilk kez
Komünist Dünya içindeki gerçek-yaşam gelişmeleri ile ilgilenme durumuna
getirmiştir. Diğeri, Batı topluluklarında, özellikle iyi eğitim görmüş genç nüfus içinde
Marxizme karşı yeniden çok büyük bir ilginin uyanmış olmasıdır” (1985: 58). Bu
belirlenimler Yeni Sol hareketlerin nüvelerini oluşturmuş, Marcuse’nin teorik alandan
praksise geçişine aracılık etmiştir.
a. Yeni Sol’un ‘Babası’ Olarak Marcuse
Herbert Marcuse’nin bu çalışmadaki önemini ortaya koyan en önemli tarihsel
moment Yeni Sol hareketlerdir. Marcuse’nin öğrenci hareketlerinin ‘guru’su olarak
yer alacağı Mayıs 1968 olayları, ABD kadar Avrupa’nın iç dinamiklerini sarsmada,
kök salmış kapitalizme direnmede, yükselen tüketim toplumuna bir haykırışta
temellenmiştir. Boltanski ve Chiapello’ya göre, “Fransa’daki Mayıs krizi, öğrenci
isyanının ve işçi sınıfı isyanının ikili karakterine sahipti. Öğrenciler ve genç
122
entelektüellerin ayaklanması, aslında son zamanlarda üniversite sistemini terk eden
kadrolara veya mühendislere doğru genişletildi ve çok yaygın bir işçi sınıfı isyanını
tetikleyici olarak hizmet etti” (2005: 169). Hareketin kapitalist sistemin tüketici odaklı
bakış açısına bir isyan geliştirdiği, içerisinde farklı dinamikleri barındırdığı bir yapısı
olmuştur. Kitlesel anlamda geniş bir tabana yayılma arzusu her ne kadar bazı
konularda sınırlı olsa da, teorik zeminde çok yönlü ve yayılmacı bir alanı olmuştur.
“Yeni Sol hareket herhangi bir tutarlı ideolojiye sahip değildir. O, çeşitli düşünce
akımlarının kesişim noktasında ortaya çıkmıştır: Maoizm, varoluşçuluk, neo-
anarşizm, Sürrealist düşünce ve Freudcu psikanalizle birlikte neo-Marksizm” (Julka,
1979: 13). Hareketin dönüştürücü etkisi kuramlar üzerinden de yeni bir okuma fırsatını
doğurmuştur, yeni-tüketici olarak beliren üniversite gençliği yeni bir idol arayışına
girmiştir. Vattimo, ABD özelinde üniversite gençliğinin taleplerini dillendirmektedir:
“California Üniversitesi yerleşkesinin "çiçek çocukları" doğaya daha yakın, ekolojik
olarak dengeli, baskıcı olmayan ve aynı zamanda doğal olarak şiddet barındırmayan
bir yaşam tarzına ulaşmak için uğraştılar. Her şeyden önce, kesinlikle "sıfır büyümeyi"
seçerek, üretim söylenlerinden kurtuldular. Bütün bunlar, özde bir tür 'doğal’ duruma
zoraki geri dönüşü temsil eden "büyük felaket sonrasıcı" türde bulunan tutumlardır”
(2012: 106). İlerleme ve aydınlanmanın mitsel yansımasının sorgulanmaya başlandığı
bu dönemde, bir karşı duruş ortaya çıkmıştır. Eski dünyanın yıkıntıları arasında
yükselen bir ses olarak toplumun çeşitli kesimleri bir ortak paydada buluşmaya
çalışmıştır. Oskay, Paris Komünün’deki sınıfsal örgütlenme biçiminde eylemcilerin,
döneminin ileri tekniklerini kullanarak özgürleşme yolunu tercih ettiklerini ancak
1968 eylemcilerinin aydınca tutumla bir regressive yola başvurduklarını
belirtmektedir. Ona göre, “1968 Olaylarında Fransa’da öğrenciler toplumsal
protestoda bulunurken zamanın ileri iletişim teknolojisinden yararlanmayı düşünmek
yerine, ‘yabancılaşma öncesi’ saydıkları el ilanları ve küçük bir yer olan Odeon
Tiyatrosunda toplantı yapmayı yeğlemişlerdir” (1993: 260). Bu kıyaslama, tarihsel
koşulların gerekliliklerine olduğu kadar, eylemcilerin taleplerine de dayandırılmak
zorundadır. 68 eylemcileri, tüketim karşıtı bir çizgide teknolojiye angaje olmama
eğiliminde yüksek bir duyarlılığı temsil etmekteydi. “1950'ler, 1960'lar ve 1970'ler
boyunca Brandeis Üniversitesi ve California Üniversitesi San Diego'da bir hoca olarak
Marcuse, Yeni Sol'un gelişmesinde doğrudan bir katılımcıydı ve gerçekten de popüler
123
medya tarafından onların "guru"su olarak etiketlenmişti” (Jay, 1984: 223). IfS
içerisindeki seviyeli duruşa karşın Marcuse, daha aktif bir eğilimle haraketlerdeki
yerini almıştı. Sol eğilimli Konkret dergisi, Marcuse'yi "Eleştirel Teorinin iddialarını
gerçekleştirmek isteyenleri, yani öğrencileri, genç işçileri, metropollerdeki zulmedilen
azınlıkları ve Üçüncü Dünyanın ezilenlerini destekleyen tek 'Frankfurt Okulu'
temsilcisi" olarak alkışlamaktaydı (Koçak, 1999: 113). Marcuse zaman içerisinde
gerçekleştirdiği seminerler, konferanslar ve verdiği demeçlerle bir guru olma yolunda
ilerlemekteydi. “Yeni Sol hareketin radikal bir kuramcısı olan Herbert Marcuse,
1960'lı yıllarda ABD, Fransa ve İtalya'daki öğrenci huzursuzluğunun uyanışında ön
plana çıkmıştır. İtalya'da "3 M" (Marx-Mao-Marcuse)'den biri olarak selamlandı”
(Julka, 1979: 13). Marcuse’nin bu hareketlerdeki etkisi arttıkça, kamuoyunun ve
öğrencilerin ilgisi de artmaktaydı. Nihayetinde, ona birçok sıfat verilmiştir: guru, idol,
baba, büyükbaba…Bu nitelendirmeler, onun eleştirel teori içerisinde en renkli kişi
olduğunun da bir örneğiydi. “1960’lı yıllarda, Marcuse Amerikan genel kamuoyunda
meslektaşları Theodor W. Adorno veya Max Horkheimer’dan daha fazla biliniyordu.
Onlar gibi, Marcuse de aslında Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün sürgün
eden üyelerinden biriydi. Almanya’da 1987’de basılan bir mülakatta, grubun tanınmış
üyelerinden diğeri olan Leo Löwenthal, Marcuse’nin Amerika’da yaşayan en ünlü
Alman bilim insanı olduğunda ısrar etmiştir” (Ritivoi, 2014: 108-109). Marcuse’nin
bu hareket içerisindeki büyüyen etkisi onu sadece kitaplarından tanıyan çoğu insan
için de büyük bir hayranlık beslemesine sebep olmuştu.
Marcuse’nin kendi döneminin öne çıkan bir ismi olması, fikirlerinden ödün
vermemesi ve dirençli bir karaktere sahip olması onu etkileyici bir isim haline
getirmiştir. Erken dönem çalışmalarından, geç dönem eserlerine kadar Marx’ı temel
odak noktasına alan Marcuse’nin dönüştürücü bir figür olarak belirmesi aslında bu
açıdan şaşırtıcı değildi. “Batıda, Frankfurt Okulu'nun erken dönem bir üyesi olan ve
burjuva toplumunun ve kültürünün iğneleyici bir eleştirmeni olarak Herbert Marcuse
Yeni Sol'un gurusu oldu. Marksist terminoloji ABD, Almanya, Fransa ve İtalya'daki
öğrenciler tarafından ele geçirildi ve Marksizm ciddiye alınacak bir ideolojiye
dönüştü” (George, 1984: 12-13). Marksist klasiklerin değerinin arttığı, üniversite
gençliğinin ise alternatif bir dünya arayışına girdiği bu dönemde, bir teorisyenin
124
sahaya inmesi pek alışıldık bir durum değildi. “1960’ların sonu ve 1970’lerin başında,
Herbert Marcuse dünyanın yaşayan en önemli teorisyenlerinden biri olarak düşünüldü.
Özgürleşimci ve devrimci bir felsefeci olarak dünya çapında kabul edilen Marcuse,
Yeni Sol’u ve muhalif hareketleri derinden etkileyen, zamanının Zeitgeist’inde
(zamanının ruhunu) önemli bir figürdü” (Kellner, 1998: 13). Teorinin üniversite
içerisine hapsedilmiş yönünün bu anlamda kırıldığı bir tarihsel andan
bahsedilmektedir. Bu yalnızca sol hareketlerle sınırlı bir yapıyı yansıtmamakta, aynı
zamanda ekoloji, feminizm, siyahi hareketler gibi alternatif hareketleri de içerisine
alan kapsayıcı bir duruşu temsil etmektedir. Marcuse’nin de çeşitli eserlerinin güncel
analizleri bu dönemde büyük bir ilgiyle ele alınmıştır. Onda her daim saklı olan protest
tavır ve politik ruh halinin doğrudan bir ifadesi olarak eserleri gittikçe daha fazla
dikkat çekmeye başlamıştır. “1960'larda Marcuse, alternatif olarak Yeni Sol'un gurusu,
babası veya büyükbabası olarak vaftiz edildi. Özellikle Eros ve Uygarlık (1955) ile
ODM (1964) kitapları daha özgür, daha fazla cinsellik arzulayan ve ileri endüstri
toplumunun tahrip edici doğasından sıkılan öğrenciler için bir umut kaynağı olmuştur”
(Abromeit ve Cobb, 2004: 2). İleri endüstri toplumunun analizinde Marcuse’nin
sıklıkla ele aldığı ikiliklerin Yeni Sol hareketlerle patlak vermesi onun umut ilkesinin
canlanmasına sebep olmuştur. İsyanın bu yönüyle ortaya çıkması, Marcuse’nin en
başından beri beklediği ve tasarladığı ütopyacı alternatifin bir tezahürüydü. Hatta bu
umudunu hareketlerin etkisiyle yazdığı eserlerine de yansıtmıştır. “Protest grupların
ve toplumsal vurdumduymazlığın artmasıyla birlikte, Marcuse de toplumun
bağrındaki ‘olumsuz’ potansiyeli alkışlamaktan geri kalmıyordu. Özgürlük Üzerine
Bir Deneme ile Karşıdevrim ve Başkaldırı gibi çalışmalarında (ikisini de 1960 sonları
ve 1970 başlarında, öğrenci ve gençlik protestolarının en yoğun olduğu zamanda
yazmıştı), bu hareketleri, devrimci krizin kıvılcımını çakmaya en yakın hareketler
olarak görür” (Tormey, 1992: 159). Topluma içkin olan bu negativitenin dışavurumu,
Marx’ın teorisinin de boşa çıkmadığını gösterecekti. Kapitalist sistemin dışladığı,
ötekileştirdiği, hoşnut olmayan bireylerin büyük reddedişleri, Marcuse’nin isyandaki
direncini daha da güçlü hale getirmiştir. Marcuse, Karşıdevrim ve İsyan kitabında,
Yeni Sol’dan beklentilerini şu şekilde ifade etmektedir:
“Yeni Sol, doğanın restorasyonu için, halka açık parklarla, plajlar için, sükûnet ile güzelliğe
ayrılacak yerler için yapılacak mücadelenin önemini belirtiyorsa, yeni bir cinsel ahlak, kadınlar
125
için özgürlük talep ediyorsa kapitalist sistem tarafından dayatılan ve bu sistemi yeniden üreten
maddi koşullara karşı da savaşıyor demektir” (1991: 22).
Yeni Sol’un toplumun birçok kesimi için yükselen talepleri bir araya getirdiğini
belirten Marcuse, Bryan Magee ile olan söyleşisinde ise, 1960'lardaki ve 1970'lerin ilk
yıllarındaki öğrenci etkinliklerinin yol göstericisi olmadığını belirtmektedir (Magee,
1985: 58). Marcuse, o dönemki etkisini şu şekilde dile getirmektedir:
“Benim yaptığım, o sıralar herkesin üzerinde durduğu bazı düşünceler ve amaçlara ilişkin
konularda yazmak, düşünmek olmuştur. Hepsi budur. Eşitsizlikten yana oluşunu, adaletsizliğini,
zulme olan tutkusunu ve her konudaki yıkıcılığını her yaşanan gün ortaya koyan bir topluma
karşı protestoda bulunmaya yönelmesi için o yıllardaki etkinliklerde yer alan öğrenci kuşağının
bir baba ya da büyükbaba figürüne gereksinimi yoktu. Bunları görecek durumda idiler, kendi
yaşamlarında yaşıyorlardı bunları” (akt. Magee, 1985: 58-59).
Marcuse’nin bu sözleri, onun etkisini hafifletme amacı olarak okunmamalıdır,
nihayetinde bu isyanın çok öncesinde çelişkiler üzerinde durmuş, dönüştürücü
pozisyonlar belirlemeye çalışmıştır. Bu dönemin isyancı ruhunu felsefesinin farklı
kavramlarına da sirayet ettirdiği belirtilebilir. Richard Kearney, Marcuse ile 1976’da
San Diego’da yaptığı söyleşide, ABD ve Avrupa’daki öğrenci hareketlerinde öncü bir
konumdayken, Marcuse’nin sanat konusuna neden ve nasıl yöneldiğini soruşturmakta
ve özellikle onun sanat teorisine yönelmektedir. Marcuse’ye göre, “Sanat daha özgür
bir toplumun ve daha insani ilişkilerin ‘görüntülerini’ verebilir fakat bunun ötesine
geçemez. Bu bağlamda, estetik ve politik teorinin arasındaki fark aşılamaz olarak kalır.
Sanattan etkilenen herhangi bir özgürleşim, hem duyuların hem de aklın mevcut
kölelik biçimden bir özgürleşimini temsil eder” (akt. Kearney, 2004: 87). Marcuse, bu
söyleşisinde yalnızca sınıf temsiline dayalı proleter edebiyatın devrimci bir bilinci
geliştirmede faydalı olamayacağını belirtmektedir ve yaratıcılığı üst düzeyde olan
estetik yönü güçlü bir sanat anlayışı geliştirmeyi arzulamaktadır. Marcuse,
tahayyülündeki toplumsal oluşumu bu çerçevede sanatsal değerlerle yüklü bir yapıda
düşünmektedir. Bu sebeple, toplumsal hareketin dönüştürücü sürecinde sanatı
merkeze almaktadır. Sanatın kitlesel formatı bireyi massetmeye sebep olacağından,
estetik formu daha yüksek bir sanat anlayışını yeğleyen Marcuse, “sanat ve politika
arasındaki ilişkiyi zıtlıkların birliği, daima antagonistik kalan bir antagonistik birlik
olarak tanımlamaktadır” (akt. Kearney, 2004: 93- 94). Bu anlamda, Büyük Ret
kavramının kök saldığı kuramsal zemini sanatın belirleyici olduğu bir eğilimle
126
güçlendirmektedir. Sanata yönelik analizlerini Estetik Boyut ve Karşıdevrim ve İsyan
kitaplarındaki savlarla da analiz eden Marcuse’nin, sanatı Ortodoks Marksist sınıf
belirleniminden kurtarmaya çalıştığını söylemek mümkündür. Ancak felsefi hattındaki
diğer kavramları özellikle Marksist teoriyle sentezlemeye çalıştığını hatırlamakta
fayda vardır. Ele aldığı kuramcıların çoğunu bu sebeple Marx’a yaklaştırmış, Marx’ın
etkisini hiçbir zaman yadsımamıştır. Onun kuramındaki özne tahayyülünün de bir
şekilde teorik temelleri Marx’a dayanmaktaydı.
b. Marcuse’de Özne Tahayyülü
Marcuse, sistematik ve net bir özne tanımlaması yapmamasına rağmen,
dönüştürücü bir ajan olarak özneyi farklı bağlamlarda tanımlamaya girişmiş ve onu
AIS’nin boyunduruğundan kurtarmaya çabalamıştır. En karamsar eserlerinde bile bu
çaba rahatlıkla gözlemlenebilir. Onun devrimci özne tahayyülü bu çerçevede direnme
pratiklerinin bir sentezini temsil etmekteydi. “Marcuse’nin öğrenci hareketi, sivil
haklar hareketi ve karşı kültür hareketindeki görüşleri bile, statükoya önemli bir tehdit
oluşturan soylu yıkıcı bir dürtü tarafından canlandırıldı…Onun inanmış olduğu şey
şuydu ki, Yeni Sol işçi sınıfı üzerinde radikalleştirici bir etkiye, canavarlaştırılmış
tüketim kapitalizmi dünyasında onları köleliklerinden kurtarmaya ve onları devrimci
bir yola teşvik etme pratiğine dökme potansiyeline sahipti” (Bounds, 2011: 49). Yeni
Sola yönelik inanç, kapitalist sistemin tüm olumsuzluklarını çözündürecek gücüne
dayanmaktaydı. Bu etkiyi Marcuse, gençlik dönemindeki politik mücadelelerde de
deneyimlemişti. Ancak üniversite içerisinde bunu deneyimleme biçimi oldukça
farklıydı. Öğrencileri pek çok alanda Marcuse’nin sıra dışı bir eğitim metoduna sahip
olduğunu dile getirmekteydi. “Marcuse, derslerinde ve seminerlerinde (Siyasi
Teorinin Tarihi, Yunan Felsefesi, Savaş Devleti, Liberalizm, Kant, Hegel, Husserl,
Marksizm ve Komünizm) her zaman görünür bir şekilde soyut felsefeler ile sosyal
kurumların ve politik pratiğin gelişimi arasındaki bağlantıları göstermeye çalışmıştır”
(Leiss, Ober ve Sherover, 1968: 425). Marcuse, klasik bir eğitim yöntemi yerine,
dönüştürücü bir eğitimi tercih etmiştir. Onun öğrenci hareketlerine katılımı geleneksel
eğitim felsefesine bir itiraz ve de umut vadeden bir eğilimi yansıtmaktadır. 1968
yılında Brooklyn Koleji'nde yapılan bir konferansta Marcuse, “Kendi içsel dinamiği
127
ile eğitimin, sınıfın ötesine, üniversitenin ötesine, politik boyuta ve ahlaki, içgüdüsel
boyuta götürüleceğini” (2009: 35) dile getirmiştir.
Marcuse’nin eğitimin toplumsal dönüşümü üzerine düşünceleri, dönemin sol kanat
düşünürlerinden aykırı bir eğilimi temsil etmekteydi. Illıch’ın deschooling31
kavramının aksine, Marcuse reschooling kavramını önermiştir. Kamusal okul ve
üniversitelerin yeniden tanımlanmasını ve bu alanların terk edilmemesi gerektiğini ve
praksisi vurgulamıştır (Kellner, Lewis ve Pierce, 2009). Marcuse, üniversiteyi bir
inziva ve tecrit yeri olarak kuran Plato'nun aksine, daha pozitif, aktif ve eylemsel bir
alan olarak tanımlamıştır ve derslerinde Sokrates yöntemini kullanmayı tercih etmiştir.
“Marcuse’nin eski öğrencisi olan Angela Davis, Marcuse’nin ona, hem bir
akademisyen ve aktivist, hem de bir bilim insanı ve devrimci olmanın mümkün
olabileceğini öğrettiğini belirtmiştir. Angela Davis gibi bazı öğrenciler akademik ve
entelektüel arka plana sahip olsa da, ABD’deki çoğu öğrenci ders müfredatlarında
Soğuk Savaş dönemi boyunca Hegel ve Marx’ın yer almaması sebebiyle eksiklerdi”
(Abromeit ve Cobb, 2004: 2). Bu eksik olmanın sancısını çeken öğrencilere, bu yüzden
Marcuse’nin anlatım tarzı ilginç gelmekteydi. Bir Alman göçmeni profesör olarak
deneyimlemek zorunda kaldığı birçok konu, onun verimli bir kuram oluşturmasını
sağlamıştır. “Plato’nun mağara alegorisine yorum yaparken, Marcuse, filozofun
gündelik yaşamın inanç ve varsayımlarına meydan okumadaki ve aslında kurulu
varoluşun tüm yapısını ortadan kaldırmadaki rolüne işaret etmekteydi. Bu ortadan
kaldırma, değişken ya da keyfi bir eylem değildir, ancak insanın kendi rasyonel
yeterliliklerine göre varlığını şekillendirmesinde gerekli olan bir şeydir” (Leiss, Ober
ve Sherover, 1968: 424-425). Marcuse’nin Antik dönem ilgisinin akademik yöndeki
etkisi tartışılmayacak ölçüdedir. Ancak bu klasikleri kendi döneminin siyasal
koşullarına uyarlamış, genel kabul gören birçok kavramı yeniden analiz etmiştir.
Marksist terminolojinin tekrardan bir değerlendirmesini de yapan Marcuse, Yeni
Solun tabanındaki grupları kuramındaki özne pozisyonuna uyarlamıştır. “Ortodoks
Marksizm’in daha aşırı taleplerinin aksine, Marcuse, azınlıkların, yabancıların ve
radikal entelijensiyanın bütünleşmemiş güçlerini savundu ve ileri kapitalist toplum
31 Avusturyalı toplum eleştirmeni olan Ivan Illich’ın Descholling Society isimli kitabındaki temel argümana yönelik bir referanstır.
128
tarafından desteklenen yaşam formunun yıkıcı ve saldırgan genel bir reddini ve
eleştirel düşünceyi teşvik eden muhalif düşünce ve davranışları geliştirmeye çalıştı”
(Kellner, Lewis, Pierce, 2009: 11). İleri endüstri toplumunun içinde yaşayan ama
dışına itilen, bu toplumun yadsınmış bireyleri, Marcuse’nin teorisinde özne olarak
yeniden canlanmıştır. “Marksizmden ilham alan herhangi bir teorisyen gibi, Marcuse
yalnızca zorunlu olarak proletarya tarafından değil, aynı zamanda ABD çapında
yayılan yüz binlerce üniversite öğrencisi tarafından getirilecek olan daha iyi bir
gelecek öngörüyordu” (Cunningham, 2013: 537). Marcuse’nin Marx’a yönelik
analizinde ele alınan, işçi sınıfının artık var olan toplumda büyük bir etmen olmadığı,
yeni sınıfsal pozisyonlar arasında eridiği hatırlanabilir. Bu, eleştirel teorinin de
üzerinde sıkça durduğu, sınıf analizinin doğrudan bir yansımasıydı. Marx’ın
döneminde analiz edilen proletarya, AIS’nin içinde erimiş, sınıf niteliğini yitirmiş ve
tüketici bir kitleye indirgenmiştir. Bu sebeple, proletaryanın taşıdığı devrimci bayrak,
AIS’de farklı kesimlerin eline geçmiştir. Yeni Sol hareketlerdeki etkisiyle de işçi sınıfı
tek başına egemen bir rolde olmamıştır ve Marcuse’de üniversite içerisinden bir ses
verdiği bu eylemlerin çok katmanlı yapısını desteklemiştir. Bunun doğal sonucu
olarak, hareketin dar ve kısıtlı bir çeperde ele alınmasını istememiştir. “Marcuse
döneminde ortaya çıkan feminist, çevre, gey ve lezbiyen ve diğer muhalif toplumsal
hareketlere de müdahil oldu ve yazıları, dersleri ve politik müdahaleleri döneminin
tarihinin bir parçası haline geldi” (Kellner, 2005: 3). Kettler ise Marcuse’nin devrimci
özneyi ve praksis umudunu farklı zamanlarda farklı öznelerde bulduğunu dile
getirmektedir:
“Değişik zamanlarda Marcuse, devrimci gücü Marxist proleteryada, felsefenin ussalcı
geleneğinde, toplum dışı kişilerde, derin baskı altına alınmış erotik güdülerde, aydınlarda,
yüksek kültürün biçimlerinde ve bunların çeşitli bileşimlerinde görür. Ama hiçbiri de kendini
tatmin etmez. Marcuse için değişmeyen ve sağlam olan, verilmiş bir zamanda bir “devrimci
hareket” gibi gözüken her şeyi siyasal uygulamaya yönlendirme kararlılığıdır” (1981: 21).
Marcuse, devrimci özne tanımlamasını dar bir analizle ele almaktan ziyade, toplumsal
ve siyasal koşulların eşliğinde incelemeyi yeğlemiştir. Marcuse’nin devrimci özne
tanımı, bu koşullara göre şekillendiğinden, ona ait kuramın farklı boyutlarında yer yer
zorluklarla karşılaşılması zorluğu doğmuştur. Ancak devrimci umuda dair inancını
hiçbir zaman kaybetmeyen Marcuse’nin belki de, stratejik taktikle bu tavrını
geliştirdiğini ve devrimci tohumların her zaman yeşerme ihtimalini göz önünde
129
bulundurduğu düşünülebilir. “Marcuse, kapitalizmden sosyalizme topluma liderlik
eden devrimci görev için Marx'ın proletaryasının meşru mirasçıları olan az gelişmiş
ülkelerdeki insanlara, entelektüellere, kararlı işsizlere ve öğrencilere teorik onurdan
bahsederek umut vermiştir” (Gagern, 1984: 63). Marcuse’nin büyük reddini teslim
eden bu kesimler, onun sınıf tahayyülü ve devrimci özne konumlandırmasının da açık
mirasçılarıydılar. İçinde bulunduğu konumla da ilintili olarak öğrencilerin Marcuse
için özne pozisyonu çok daha etkiliydi. Bir felsefeci olarak, siyasal bir etki yaratma
arzusu öğrenciler üzerinde işlevsellik kazanmıştı. “Herbert Marcuse, öğrenci
popülasyonundaki güç konusunda derin bir inanca sahipti. 1960'larda öğrenciler,
karşılıklı olarak Marcuse'yi o dönem boyunca teorisyenler arasında saygın bir konuma
yükselterek, en büyük eseri olan ODM’in yıpranmış kopyalarını, gösteriler ve
protestolara taşıdılar” (Cunningham, 2013: 537). Marcuse’nin ODM kitabı, basıldığı
dönemde büyük bir ilgi toplamış, çok farklı dillere çevrilmiş ve defalarca basıma
gitmiştir. Öğrenciler bu hareketler sırasında bir çeşit manifesto olarak kitabı ellerinden
düşürmemişlerdir. Marcuse’nin devrimci özneye yüklediği ütopyacı amaç bu şekilde
teorik zeminden, pratik zemine doğru evrilmiştir. “Marcuse’nin bireysellik hakkındaki
fikirlerinin bütün imaları, nihayetinde Yeni Sol’un yükselişi ile gelişti. Mayıs
1968’deki Fransa’daki olaylarda kullanılan ‘All Power to the Imagination’ sloganı,
Marcuse’nin kaleme aldığı yazıdaki [The Individual in the Great Society yazısı]
kasvetli kehanetini çürüttü. Fransa’daki öğrenciler, Marcuse’yi, ‘Guru of the Students
in Revolt’ olarak ona ün kazandıran fotoğrafıyla tanıdılar” (Feenberg, t.y., 3). Fakat
Yeni Sol’un ivme kaybı ve Marcuse’nin bir anda yükselen popülaritesinin ters yüz
edilmesi ütopyacı anların sona erişinin bir sembolüydü.
Politik momentin düş kırıklığı, Marcuse için yıkıcı bir etki yaratmıştır. “İronik bir
şekilde, Marcuse’nin son kurumsal yuvası olan San Diego'daki University of
California, Marcuse’yi, o dönem büyük ölçüde UC’nin heyet başkanlığı ve Vali
Ronald Reagan’ın öncülüğündeki çabalarla emekliliğe ayrılmaya zorladı” (Kellner,
Lewis ve Pierce, 2009: 13). Marcuse, üniversite içerisinde ilk darbeyi bu şekilde
kurumsal yöneticilerden almıştır, onun artan şöhretinin ABD için uzun vadede
sürdürülebilirliği söz konusu değildi. Hatta bu dönemde Marcuse’nin sola yönelik
ilgisi onun politik kanattan da büyük bir darbe almasına, Abromeit ve Cobb’a göre,
130
sağ tandanslı yazarlar ve gazeteciler tarafından şeytanileştirilmesine kadar gitmiştir
(2004: 3). Sahada özgür taleplerini dillendiren gençler de, tarihsel sahnedeki yerlerini
terk etmeye başlamışlardı. “Paris'teki genç Marksistler, sahneye egemen olmaya gelen
anti-Marksistler tarafından değiştirildi. Marcuse'nin etkisi birkaç yıl sürdü ama bu etki,
sonradan önem kazandığı gibi aniden dağıldı” (George, 1984: 16). Hızlı başlayan
etkinin bir anda çözülüşü, kapitalist sistemin çelişkilerinin halen yürürlükte olduğunun
da kanıtıydı. Yeni alternatiflere dayalı bir dünya hayali, gittikçe büyüyen tüketici
sınıfın konfor alanlarına uygun düşmemiştir. Postmodern kapitalist sermayenin,
60’ların Yeni Sol’unun entelektüel sermayesi ile mutlu bir evlilik yaptığını belirten
Cunningham’a göre, “Bir zamanlar, her yerde var olan üniversite öğrencilerinin bilgi
ve enerjisi, eleştirel zihin setlerinin çok önemli bileşenleri, postmodern kapitalizmin
motorlarını ateşleyen entelektüel akaryakıtı kemikleştirdi ve sertleşirdi” (2013: 538).
Entelektüel anlamda güçlü kabul edilen kuram, kapitalist sistemin örgütlü baskısına
karşı direnememiştir. Cunningham bu durumu, öğrenci zihniyetinin yeni tüketici sınıfa
indirgenmesine ve kuramın parçalanmasına bağlamaktadır. Yeni konformist bir
yapının doğuşu, Marcuse’nin eserlerinde bahsettiği çelişkilerin canlı bir örneğini teşkil
etmekteydi. Zerzan, Yeni Sol’a dair inancın neden hüsrana uğradığını bir özeleştiri
üzerinden anlatmaktadır:
“O zamanlar, yani altmışlı yıllarda, inanılmaz bir idealizm düzeyine sahiptik, ne var ki bu
idealizm önemli ölçüde yanlış konumlanmıştı. Değişimi gerçekleştirmenin çok önemli çabalar
gerektirmediğine inanıyorduk. Kurumlara gözü kapalı bir şekilde güvenmiş ve ayrıntılar
üzerinde fazlaca kafa yormamıştık. Ayaklarımız yere basmıyordu. İşte eğer o devrimci enerji
bugün yeniden geri gelse, o zamankinden çok daha etkili olacaktır” (2013a: 277).
Yeni Sol’un büyük umutlarla başlayan öyküsünün sona ermesi, güçlenen kapitalizmin
en büyük başarılarından birisidir. Marcuse için Marx’ın hayaletinin bir tarihsel anda
canlanmış olması bile muhtemelen onun felsefesinin ütopyacı bir yansımasıydı. Belki
de kurtuluşa yaklaşma umudundan ziyade, kurtuluş için çabalamayı tercih etmesi onun
özgün yönünü temsil etmekteydi. Marcuse, bu yüzden varoluş amacını tarihsel
anlamda sürekli devinimde bulan, hiç yılmayan ve başvurduğu kaynaklara vefa
borcunu ödeyen bir isim olmuştur. Yeni Sol’un ertesinde kaleme aldığı eserlerde özne
tahayyülünü farklı kesimlerde aramıştır. Özgürlük Üzerine Bir Deneme’de, sosyalist
görüde yeğlenen çok yönlü birey [all-round individual] kalıbını eleştirmektedir. Çok
yönlü birey diye tanımlanan bireyin, her şekilde kolektif arzulara yönelmesi, ortak
131
hareket etmesi ve topluluk güdümlü oluşu Marcuse için bir ironi olarak
değerlendirilmekteydi. Buna alternatif olarak yeni duyarlık tanımlaması ve dayanışma
arzusunu öne sürmüştür. Karşıdevrim ve İsyan kitabında artık sadece eğitimli bir
öğrenci popülasyonunu değil, direnmenin tüm bileşenlerini meseleye dâhil etmiştir.
Siyahi, barış, çevre ve kadın hareketlerindeki failler de, artık muhtemel bir devrimin
aktif katılımcıları olma umudunu taşımaktadırlar. Estetik Boyut kitabında, yalnızca
devrimci bir sanatı yorumlamakla kalmamakta, şeyleşmiş sanata da itiraz etmektedir.
Sanat eserlerinde yer alan karakterlerin devrimci olma gibi bir zorunlulukları yoktur.
Aksine onlar evrensel birtakım umut ve acıları temsil eden insanlar olmalıdır. Bu
kitapta da, Marcuse’nin Marksist temalara yönelik sınıfsal karakter belirlenimini
aştığını görmekteyiz. Sanat ve estetik böylece yalnızca sınıf karakteri ile ilerlemez,
sınıfsal yükümlülükler onun görüşünde sanatı ve estetiği şeyleştirir, putlaştırır ve
yapısını bozar. Marcuse bu şekilde belirli bir sınıfa özgü bir sanat değil, anonim
öznelerin yer aldığı bir sanat tanımlamasını düşlemektedir.
3. Geç Dönem Marcuse Eserleri ve Merkezi Kavramları
Marcuse’nin eserlerinin dönemselleştirilmesini yaparken, Yeni Sol hareketlerin bir
tarihsel kırılma anı olarak ele alındığı belirtilmişti. Bu bağlamda, Marcuse erken
dönem ilgi alanları kadar, bu hareketin getirdiği rüzgarın da etkisiyle bazı kavramları
daha ayrıntılı olarak ele almıştır. Harekete olan duygudaşlığıyla, bazı kavramları
özgürleşimci, dönüştürücü ve zaman zaman daha isyankâr bir tarzda savunmuştur. Bu
temel paradigma, onun ABD’deki sürgün döneminin de bir yansıması olup, öğrenci
hareketlerinde bir ‘baba’ figürü olarak temsil edilmesiyle de ilgili olabilir.
Marcuse’nin geç dönem diye tabir edilen süreçte, özgürlük, karşıdevrim, isyan gibi
Marksist imaları içeren ve bu kavramların Freud üzerinden analizini barındıran bir
eğilim göze çarpmaktadır. “Marcuse, özellikle geç dönem yapıtlarında unutma,
şeyleşme ve doğanın tahakkümü arasındaki bağlara dikkat çekmiş, son kitabı olan
Estetik Boyut’ta belleği sanatsal biçimin merkezine yerleştirmiştir” (Kejanlıoğlu,
2005: 244). Marcuse, kendisine ait katalog düşünme biçimini böylece ilk dönemlerden
itibaren, hayatının son anına kadar eserlerine yansıtmıştır. Her bir çalışmanın oldukça
kapsamlı ve çok fazla göndermeyi barındıran içeriği düşünülürse, burada sadece
Marcuse’nin düşünsel yolculuğunu tanımaya yardımcı olacak kitaplarının merkezi
132
teması hakkında bir çözümleme yapıldığı söylenebilir. Bu amaçla, başlık altında
Marcuse’nin eserlerini yayınladığı tarihsel sıralamaya uygun olarak bir analiz
yapılacaktır. Kitapların karşılığındaki isimlerin ise ilk başlıkta belirtildiği gibi,
eserlerin vurucu imalarından esinlenerek üretildiğini ve öznel bir değerlendirme
olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.
a. Özgürlük Üzerine Bir Deneme (1969): Yeryüzünün Kölelerine Özgürlük
1969 yılında Özgürlük Üzerine Bir Deneme [An Essay on Liberation: EL]
adıyla yayımlanan Marcuse’nin bu kitabı, 68 hareketinin politik havasını solumuş,
devrimci bir tonla yazılmıştır. ‘Sosyalizm İçin Biyolojik Bir Temel?, Yeni Duyarlık,
Değişim Sürecindeki Devrimci Güçler ve Dayanışma’ alt başlıklarından oluşan kitap,
dünyanın farklı noktalarında devrimci ve yıkıcı özgürlük güdüsü ile hareketlenen
eğilimlerden bahsetmektedir. Bu şekilde, Büyük Reddediş’in farklı biçimlere
büründüğünü belirtmek mümkündür. Marcuse, bu denemede, ilk olarak “Eros ve
Uygarlık” ve “Tek-Boyutlu İnsan”da ileri sürdüğü, daha sonra “Baskıcı Hoşgörü” ve
çoğunlukla Birleşik Devletler ve Avrupa’daki öğrencilere son yıllarda verdiği
konferanslarda daha detaylıca ele aldığı bazı düşünceleri geliştirmeye çalışmaktadır.
“EL” eseri ortaya çıktığında, Marcuse bunu direnişteki Fransız ‘militanlara’,
öğrencilere ve genç işçilere adadı. Marcuse’nin EL ve bunu takip eden birkaç kitabı,
tek boyutlu toplumda ortaya çıkan muhalefetin yeni formlarını açıklama girişimiydi”
(Feenberg, t.y.: 3). Marcuse’nin devrime ilişkin ilk nüveleri attığı eserlerindeki
kuramsal taban, bu eserde yeryüzünün ezilmişlerini örgütleme çağrısı ile bir pratiğe
dönüşme çabasını göstermektedir. “Fransa’da Mayıs ve Haziran olaylarından önce
yazılan bu makalede, Marcuse’nin ütopyacı varsayımlarının, daha sonra öğrencilerin
radikal ütopik talepleri ile örtüşmesini sağladığı söylenebilir. Ancak bu gerçekten
kopuk bir ütopya tahayyülü olmaktan ziyade, tehlikeli ideolojiyi ifşa eden, devrimci
düşünceyi özgürlük boyutu ile ele alan radikal bir duruşu temsil etmektedir” (2013b:
11). Marcuse’nin en erken dönemlerden itibaren çalışmalarında dolaşıma soktuğu
ütopyacı devrim fikrinin, 68 olayları ile örtüşmüş olması onun haklılığını kanıtlar
niteliktedir.
133
Marcuse, eleştirel teorinin içerisinde özgün bir pozisyona sahip olmuş, eleştirel
teoriyi bu çerçevede sadece kuramla sınırlı, akademik kısıtlılıkları olan bir yapı olarak
değerlendirmemiştir. Her daim ütopyacı, muhalif veya devrimci bir unsuru teorisine
aşılamayı kendisine borç bilmiştir. Bu çalışmasında da, eleştirel kuramın ‘eleştirisini’
yapan Marcuse, teoriye yeni bir pencere açmaya çalışmaktadır. “Eleştirel kuram,
mevcut koşullar ve kurumlardan mantıksal çıkarım yaparak, gelişmenin daha yüksek
bir aşamasına geçişin önkoşulları olan temel kurumsal değişimleri de belirleyebilir:
kaynakların daha ussal ve adil kullanımı, yıkıcı çatışmaların azaltılması ve özgürlük
alanının genişletilmesi anlamında “daha yüksek” (Marcuse, 2013b: 13). Ancak
Marcuse bu imkânların eleştirel kuramda gündeme alınmadığını da belirtmektedir:
“Eleştirel kuram bu sınırların ötesine geçme cesaretini, bilimsel karakterini kaybetme
korkusu nedeniyle, göze alamadı” (2013b: 13). Bu şekilde, kuramın bilimsel bir
sınırlılıkla belirlenmiş olması, aslında en temelde egemen olan kuramlara yaklaşma
tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Bilimsel olma eğiliminin belirleyici olduğu bir
kuramın, toplumsal hareketlerdeki muğlak ve anonim bir ruh tarafından bertaraf
edilmesi fikri böylece asıl tehlike olarak değerlendirilmiştir. Bu, Marcuse’nin eleştirel
teori içerisinde en özgün ve aykırı yaklaşımının bir yansıması olarak okunabilir. Bu
açıdan, bu çalışma onun sol hareketlere müdahil olma tarzı dışında da, en baştan bir
devrimi özlemle bekleme arzusunun bir canlanışı olarak ele alınmalıdır.
Marcuse, ODM’de ele aldığı AIS’ye ilişkin yeni değerlendirmeler ve
kategoriler eşliğinde bir analiz ortaya koymaktadır. Bunu yaparken de, refah
toplumunun ahlaki, estetik ve politik görünümlerini sorgulamaktadır. Bunun tüketim
ayağında şüphesiz ki, kapitalist pazarın dayattığı tüketicinin sahte ihtiyaçları göze
çarpmaktadır. Ona göre, “Otomobil baskıcı değildir, televizyon baskıcı değildir, ev
aletleri baskıcı değildir, kârlı bir değişimin gereklerine göre üretilen ve insanların
kendi varoluşlarının ve kendilerini “gerçekleştirme”lerinin önemli bir parçası haline
gelen, arabadır, televizyondur, aletlerdir baskıcı olan. Bu nedenle, insanlar kendi
varoluşlarının önemli parçasını pazardan satın almak zorundadırlar; bu varoluş
sermayenin gerçekleşmesidir” (2013b: 21). Marcuse, insani varoluşun meşruluk
zemininin artık ihtiyaçların giderilmesi ile sağlanmış olduğunu, insanların kendilerini
salt tüketim öznesi olarak yaratmış olduklarını belirtmektedir. Bu insanın kendisini
134
köleleştiren bir süreçtir. Efendilerin kölelere ilişkin düzenlemiş oldukları pazar
ekonomisi de, önceden kurulmuş bir uyum dizgesine göre hareket etmektedir.
Marcuse’nin bireyin toplumdaki yeni davranış kodlarını okuma biçimi, Freud
analizine de dayanmaktadır. O, tüketici bireyin metalarla kendisini
gerçekleştirmesinin, bireylerin hazza ve doyuma erişme noktasında, saldırganca
yönelimlerine evrildiğini analiz etmeye çalışmıştır. “Örgütlü kapitalizm hayal
kırıklığını ve içgüdüsel saldırganlığı şimdiye kadar eşi görülmemiş bir ölçekte yüceltti
ve toplumsal açıdan verimli bir kullanıma dönüştürdü -şiddetin ölçüsü bakımından
değil, uzun vadeli hoşnutluk ve doyum üretme, “gönüllü köleliği” yeniden üretme
yeteneği bakımından eşi görülmemiş” (Marcuse, 2013b: 22). İnsanların içselleştirmiş
oldukları kölelik biçimi, zaten sistemin amaçladığı bir konudur. Gönüllü köle haline
gelen bireyler böylece sistemde erişemedikleri konumlar yerine, tüketim nesneleri ile
bir tatmin yoluna gitmektedirler. Ancak bu tatmin olma hali uzun erimli bir
mutluluktan ziyade, saldırganca kullanımlara ve tatminsizliğe yol açmıştır.
Marcuse, sistemin örgütlü bir şekilde dayattığı ihtiyaçların aslında bir
filtreleme yöntemi ile tercih edilmesini talep etmekteydi. ODM kitabında da analiz
ettiği sahte ve gerçek ihtiyaçlar konusu burada da geçmektedir. “Gerçek ihtiyaç,
insanın kendi hayatını şekillendirebileceği koşulların elde edilmesi, artık hayatını
kendi denetiminin ötesinde olan güçler tarafından kontrol edilen bir aygıta, kârlı
üretimin gerekliliklerine tabi kılmamaktı” (2013b: 24). İhtiyaçların yaratmış olduğu
kölelik biçimi, toplumun ayrıcalıklı kesimi ile tabandaki sınıf arasındaki uçurumu
bulanıklaştırmaya çalışmıştır. Marcuse, sayısal anlamda ağırlığa sahip olan ve
sömürünün merkezinde yer alan işçi sınıfını devrimci bir tarihsel özne olarak
tanımlamasına karşın, bu sınıfın kendisi için -özünde- bir devrimci niteliği
bulunmadığını belirtmektedir. Nesnel koşulların devrimci kıldığı sınıfın, öznel
koşullardaki karşılığının buna tekabül etmediğinden bahsetmekte ve bu yapıda
Marksist insan tipinin devrimci ruhuna yönelik de bir eleştiri getirmektedir. Marksist
terminolojideki bireyin çok yönlü eğiliminin sonuçta özgür bir bireyi ortaya
çıkaramayacağından dem vurmaktadır.
Marcuse, AIS’nin baskıcı, sanatı dışlayıcı, köleleştirici ivmesini ortadan
kaldıracak yeni bir tanımlama ortaya koymaktadır. Yeni duyarlık diye bahsettiği bu
135
terim, eski sistemin tüm düzenini olumsuzlayan, yeni toplumun kendi biçimini yaratan
bir olumlamayı içerimlemektedir. “Yaşam içgüdülerinin saldırganlık ve suçluluğun
üzerine çıkışını ifade eden yeni duyarlık, toplumsal ölçekte, adaletsizliğin ve sefaletin
yok edilmesine olan yaşamsal ihtiyacı artıracak ve ‘yaşam standart’ının ilerideki
evrimini biçimlendirecektir” (2013b: 31). Bu, eski sistemin politik ahlakının da ters
yüz edilmesini içermektedir. Eski politikanın ciddiliği, yeni alternatifler karşısında
kırılmalıdır. Marcuse, bu noktada estetik ve sanat boyutu olan yeni toplumsal bir
alternatifin çeşitlendirici yönünü ele almaktadır. Bu ‘yeni’ ifadesi, Marcuse’nin eski
düzenin tüm yapı taşlarına bir saldırısı olarak okunabilir. Tahakkümcü dizgenin bu
şekilde büyük reddediş ile çözümleneceğini düşünen Marcuse, yeni bir dil ve anlam
dünyasının da ele alınması zorunluluğundan bahsetmektedir. Bu yapının, gerçek bir
anlam dünyasına referans yapması da bir zorunluluktur. Dile yüklenen yeni ifadeler,
politik bir tahayyül ile sentezlenmelidir. “Saldırganlığın ve sömürünün sürekliliğinden
kopuş bu evrene bağımlı duyarlıkla olan ilişkisini de kesecektir” (Marcuse, 2013b:
31). Çok yönlü bir toplum hem altyapı, hem de üst yapı temelinde bir devrime
yönelecektir. Marcuse, özgürlüğün biçimsel karakterinin tüm yeryüzüne yayılması ile
geliştirilebileceğini savunmaktadır ve salt politik bir özgürleşimden ziyade, geniş
anlamdaki bir özgürlüğün bir başkaldırının gerekliliği olabileceğini dile getirmektedir.
Marcuse, toplumdaki radikal dönüşümün itici kuvveti olarak ileri kapitalist
toplumlarda endüstriyel işçi sınıfını görmektedir. İleri endüstri toplumunda işçi
sınıfının yapısının değiştiğini de belirten Marcuse’ye göre, “Bedensel emeğin azalan
oranı, beyaz yakalıların, teknisyenlerin, mühendislerin ve uzmanların giderek artan
sayısı ve önemi sınıfı ikiye bölmüştür” (2013b: 60) sözleriyle, ortaya çıkan yeni sınıfın
sisteme tam entegrasyonunun, onların herhangi bir direnişe yönelmelerinin önünü
kesmiş olduğundan bahsetmektedir. İleri endüstri toplumunun yoğun iş gücü altında
baskılanan işçi sınıfının, bilimsel eğitim almış öğrencilerle aynı çıkarı hedeflemesi de
Mayıs 68 olaylarında ortaya çıkmıştır. Öğrencilerin gelecekte potansiyel ve eğitimli
bir işçi sınıfı olabilmesinden ötürü, toplumdaki radikal dönüşümde öğrencilerin
faaliyetleri de yaşamsal bir değer taşımaktadır.
Marcuse, devrime yönelik fikrini, “devrimin sadece var olan toplum içerisinde
harekete geçen baskıcı olmayan güçler tarafından gerçekleştirildiğinde özgürleştirici
136
olabileceği önermesi üzerinde temellendirmektedir” (2013b: 73-74). Bu sebeple, AIS
içerisinde doğrudan bir devrimci özne tanımlamasının zorluğuna da işaret etmektedir.
Ancak yine de, toplumdaki dışlanan ve rahatsız bireylerin itaatsiz eylemlerinin bir tür
direnişi getireceğine yönelik bir umudu da taşımaktadır. Dayanışma ve isyan ruhunun
ise, olumsuz düşüncenin birleştirici dilinde bir araya gelme ihtimali bulunmaktadır.
Marcuse’nin bu denemesinde toplumsal zemini kategorileştirme üzerinden
okuduğunu, asıl olarak yeryüzünün lanetlileri ile gönüllü kölelerinin bir çatışmasını
açığa çıkardığını söylemek mümkündür. O, sistemin dışarıya atmış oldukları ile
sistemin içerisinde mutsuz ama tüketen bireylerle bir karşılaşma anını çözümlemeye
çalışmaktadır. Sisteme entegre edilmeyen özgür bir birey tahayyülünü tasarlamaya
girişen Marcuse, yeni dayanışma ruhunun eski sistemin dayatmacı ilkelerini yok
edeceği umudu ile makaleyi sona erdirmektedir.
b. Five Lectures (1970): İlerlemenin Katastrofu
Marcuse’nin ‘Five Lectures: Psychoanalysis, Politics, and Utopia (FL)’ kitabı,
Freud üzerinden içgüdü teorisini, özgürlük, ilerleme, insani varoluşun eskimişliği,
ütopyanın sonu ve şiddet problemi ile radikal muhalefet başlıklarını taşıyan beş
çalışmayı bir araya getirmektedir. Eser henüz dilimize çevrilmemiş olsa da, bir
derleme niteliği taşıdığından ve Freud’un analizini derinleştirdiğinden çalışma
açısından çözümlemeyi gerekli kılmıştır. “Freedom and Freud’s Theory of Instinct”
[Özgürlük ve Freud’un İçgüdüler Teorisi] başlıklı bölümde Marcuse, Freudyen
kavramlar ışığında bir sorgulama yapmakta ve Freud’un içgüdü teorisinin merkezinde
tahakküm32 kavramını görmektedir. Tahakkümün yayılmacı etkisi altında özgürlüğün
her türlü engellendiğini belirten Marcuse, psikolojik olarak -ve bu bizi burada
ilgilendiren tek şeyin - tahakküm ve özgürlük arasındaki farkın daha da küçülür hale
gelmesi (1970: 3) olduğunu belirtmektedir. “Var olan kültürde, ilerleyiş bir katastrof
olarak ve ona karşı savaşım bir zorunluluk olarak görünür, sonuçta ona doğru yönelen
kuvvetler felç olur” (Marcuse, 1970: 5). İlerlemenin yıkım ve felaket getirdiği görüşü,
bu bağlamda özellikle Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği
kitabındaki varsayımları hatırlatmaktadır. Marcuse, içgüdülerin temelde bastırılmış
32 Domination kavramı, burada tahakküm olarak çevrilmiştir. Kavramın, egemenlik, hâkimiyet
anlamları da akılda tutulmalıdır.
137
olmalarının bir özgürsüzlüğü beraberinde getirdiğini de eklemektedir. Bu amaçla,
ilerlemenin yıkıcı yönü bu bastırılmışlığın yüceltilmesini şart koşmaktadır.
İlerlemenin zorunlu kıldığı üretim ve emeğin kendisi, bireyin içgüdülerinin artık
bastırılmasını talep etmektedir. Ona göre, “Medeniyetteki özgürlük, organizmadaki
emek gücünün kazanılması ve sürdürülmesi gerekliliğinde içsel bir sınıra sahiptir -onu
hazzın özne- nesnesinden, çalışmanın özne-nesnesine dönüştürme” (1970: 5). Bu
sürecin analizini Eros ve Uygarlık kitabında da ele alan Marcuse, gerçeklik ilkesinin
haz ilkesini bastırmasını, travmatik bir dönüşüm olarak tanımlamaktadır. Böylece
insanlar vahşi ve tehlikeli doğadan, uyuşumcu ve işbirlikçi bir çevreye evrilişte,
hayatta kalma mücadelesi ile bir arada tutulmaktadırlar. İnsanı doğadan
yabancılaştıran, kendi doğasından da yabancılaştıran bu durum, travmatik bir
dönüşümü yansıtan sürece dönüşmektedir. Freud’un ele aldığı şekliyle, yaşam
içgüdüsü (Eros), yaşamı daha büyük ve kalıcı bir bütünlüğe bağlama savaşımı
verirken, ölüm içgüdüsü doğum öncesi duruma dönüş için, geri çekilmeyi
arzulamaktadır. Eros’un faaliyet alanı yayılmayı ve özgürleşimi arzularken, ölüm
içgüdüsü olağan hızıyla çevresel koşullanmayı dönüştürmektedir. Bu, baskıcı bir
okumaya sebep olacak bir çevre koşulunu yaratmaktadır. “Eros, ölüm içgüdüsü ve dış
dünya güçlerine karşılık gelen, psişik aygıtın işlevlerini belirleyen Freud'a göre üç
temel ilkedir: Haz ilkesi, Nirvana ilkesi ve gerçeklik ilkesi” (Marcuse, 1970: 7). Haz
ilkesinin bastırılması ile yaşamsal faaliyetin en önemli amacı özgürlük veya mutluluk
olamaz. Burada amaç hazzın bastırılması, çalışmanın yüceltilmesi haline gelmiştir.
Haz ilkesinin gerçeklik ilkesine dönüşümü, hayatın her alanında bir zorlama alanı
meydana getirmektedir. “Freud'a göre, uygarlığın ölümcül diyalektiği şu şekildedir:
tıpkı Eros ile ölüm içgüdüsü arasındaki mücadelenin çözümsüz olması gibi, üretkenlik
ve yıkımın da hiçbir çözümü yoktur” (Marcuse, 1970: 17). Marcuse, Freud’un ileri
sürdüğü tezde, medeniyetin geri döndürülemez bir unsuru barındırdığını dile
getirmektedir. İlerleme ile gelen yıkım muhakkak özgürlüğü de baskılayacaktır ve
böylece Freud’un psikolojik özgürlük kavramının etik ve idealist bir özgürlük
kavramına denk düştüğünü dile getirmektedir. Marcuse, tezini “Progress and Freud's
Theory of Instincts” [İlerleme ve Freud’un İçgüdüler Teorisi] başlığında
genişletmektedir. İnsani ilerlemenin alanı teknik bir ilerleme ile tanımlanır hale
gelmiştir. Yaşamın temel amacı haline gelen emek süreci ile verimlilik, bir başarım
138
ilkesine dönüşür ancak yine de ortaya çıkan şey yabancılaşmış bir emektir. Zaman
üzerindeki vurgusuyla da, ilerlemenin kendisi, rahatsız edici aktivite, kendisi için
aşkınlık, mutsuzluk ve negativite ile yüklüdür. “Freud’a göre, mutluluk, özgürlük
kadar küçük bir medeniyet ürünüdür. Mutluluk ve özgürlük uygarlık ile bağdaşmaz.
Medeniyetin evrimi, şehvetin, içgüdüsel arzuların bastırılmasına, sınırlandırılmasına
ve baskılanmasına dayandırılır ve içgüdülerin baskıcı bir değişimi olmaksızın
düşünülemez” (Marcuse, 1970: 33). Haz ilkesinin bu haliyle ilerlemenin bir motoru
olan gerçeklik ilkesi ile bastırılması, yeni bir saldırganlık biçimini doğurmaktadır.
Bireyin, kendisi dışında doğaya ve bir düşmana yönelen bu saldırganlığını Marcuse şu
şekilde açıklamaktadır: “Yararlı saldırganlık ve doğaya tahakküm, uygarlığın temel
çalışma kaynaklarından birisidir. (…) İlerleme yalnızca içgüdüsel enerjinin emeğin
toplumsal olarak yararlı enerjisine dönüşmesiyle mümkündür, yani ilerleme sadece
yüceltme (sublimation) olarak mümkündür. Bununla birlikte, yüceltme yalnızca
genişletilmiş yüceltme olarak mümkündür” (Marcuse, 1970: 36). İlerleme böylece
yararlı bir saldırganlık ile yıkıcılığı başarılı bir şekilde sentezlemektedir.
“The Obsolescence of the Freudian Concept of Man” [Freud’un İnsan Kavramının
Eskimişliği] bölümünde ise Marcuse, temel psikanalitik kavramlarda sosyal ve politik
içeriği göstermeye çalışarak, psikanalizin siyasal düşünceye katkısını özetlemektedir
(1970: 44). Sosyal ve politik bir kategori olarak psikanalitiğin, insanın değişimi ile
ileri sanayi toplumunun yeni insan modelini incelemeye aldığı ve içsel yapısının
evrildiği söylenebilir. Bu noktada, Freud’un bu alandaki çalışmaları konuya yeni bir
ışık tutmuştur. Marcuse, onun analiz biçiminin eleştirel ve yönetici, olumlu ve olumsuz
bir işlevde hareket ettiğini çünkü Freud’un sosyal ve politik kontrol mekanizması
altındaki içgüdüsel unsurları görebildiğini belirtmektedir. Ancak, Freud’un faşist
dönem öncesi Viyana’nın orta sınıf çevresindeki tespitlerinin evrenselliği tartışma
konusu yapılabilir. Marcuse bu anlamda yine de Freud’un birey analizinin belirli bir
insani varoluştan ziyade, insani varoluşun ortadan silinen bir formunu analiz ettiğini
ve ikili çatışmalara göre uyarlandığını belirtmektedir: “Freud, dinamik bir zihinsel
yapıyı betimler, Antagonistik güçler -id ve ego, ego ve süper ego, haz ilkesi ve
gerçeklik ilkesi, Eros ve Thanatos- arasındaki yaşam-ölüm mücadelesi” (1970: 45).
Freud, burada baba figürünün aile içerisindeki baskılayıcı yönünü, haz ilkesinin
139
gerçeklik ilkesine dönüşmesinin ilk formu olarak okumaktadır. Marcuse, özgürlük ve
ilerlemenin Freud teorisindeki karşılığını, siyasal bir anlamda değerlendirmeye
çalışmaktadır.
c. Karşıdevrim ve İsyan (1972): Direnmenin Senfonisi
Marcuse’nin Karşıdevrim ve İsyan [Counterrevolution and Revolt: CRR] kitabının
1968 sonrası yazılma süreci kitabın politik bağlamı hakkında bilgi vermektedir. Kitap,
karşıdevrim sürecinde sol hareket, doğa ve devrim, sanat ve devrim başlıklı
bölümlerden oluşmaktadır. Marcuse, devrim korkusuyla baş gösteren karşıdevrimin
unsurlarını analiz etmeye girişmektedir. Sosyalist bir toplum tahayyülünün ahlaki ve
estetik bir evreni de gerekli kılacağından bahseden Marcuse, teknik alanda gelişen
kapitalist toplumların bu gelişme düzeyini farklılaştırdıklarından bahsetmektedir.
“Tüketim toplumu, halkın desteğini sağlayarak ve sosyalizmin gerekçelerini itibardan
düşürerek kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliğine hizmet etmektedir” (Marcuse,
1998b: 11). Bu anlamda kapitalist toplumun motor gücü, tüketerek ilerlediğini
varsayan bireylerdir ve bu ilerlemenin yasasını teşkil etmektedir.
Marcuse, kapitalist toplumun iç dinamiğinin değişmesinin, devrim yolunun da
değişmesini gerekli kıldığından bahsetmektedir. İşçi sınıfının içerisinde karşıdevrimci
unsurlar barınmaktadır çünkü bu sınıf, artık kapitalist sisteme uyumlu hale gelmiştir.
“Kapitalizmin en yüksek aşamasında en gerekli devrim, en olanaksız devrim haline
gelmektedir” (Marcuse, 1998b: 14). Bu noktada, işçi sınıfı da en geniş haline
erişmiştir. Bireylere empoze edilmiş olan değerler, bireylerin sisteme hizmet etmesini
amaçlamaktadır. “Sermaye, bütün insan varlığını (aklını ve duygularını), sistemin
hedefleri yanında değer ve vaatlerini, ideolojik cennetini de üretmeye ve yeniden
üretmeye yarayacak bir yöneltilme nesnesine çevirirken, artık metropollerde
yaşayanların çoğunluğu için yoksullar yaratmak yerine onların maddi ihtiyaçlarının
tatminine yönelmektedir” (Marcuse, 1998b: 20). Bu, Marcuse’nin sıkça analiz ettiği,
AIS’nin içinde mevcut olan çelişkili öğeleri yansıtmaktadır. Kapitalist sistemin erken
dönemindeki işçinin toplumun gerçek bir yadsınması olmasının ötesinde, bu toplumda
işçi ve hatta bireylerin tümü açık bir yadsıma olarak göze çarpmamaktadır. Daha
ziyade, bireyler sisteme içerlenerek, tüketim hedeflerinin ana hedefi haline gelmiş ve
140
bu konu, Marcuse’nin FL’da bahsettiği, Freud’un analizini hatırlatmıştır. İçgüdülerin
bastırılmışlığı ile bireyin kendisini saldırgan tüketim faaliyetlerine adaması durumu,
bu yadsınmanın üzerini örtmektedir. Marcuse, Hitler Almanya’sındaki totaliter
yapının bir benzeri olarak, ABD’deki kapitalizmi görmektedir. Onun çoğu zaman
analizlerinin merkezinde olan totaliter sistem eleştirisi, burada da devreye girmektedir.
Örgütlenmiş bir ekonomik ve teknik kaynak akıntısı içerisinde yüksek düzeyde bir
faşizmin ortaya çıktığını iddia etmektedir. Yeni Sol’un ivme kaybını da ele alan
Marcuse, ABD’deki hareketlerin karşıdevrimin toprağında kök saldığını
belirtmektedir (1998b: 32). Bu analiz içerisinde, Marksizme dair kesin ve sert bir
eleştiri de ortaya koymaktadır: “Marksist kuramın revizyondan değil restorasyondan
geçirilmesi şarttır: kendi fetişizminden ve törenselleşmesinden, diyalektik gelişimini
engelleyen taşlaşmış belagatından kurtarılmalıdır. Yanlış bilinç, Yeni Sol'da da Eski
Sol'da da dallanıp budaklanmıştır” (Marcuse, 1998b: 33). Marcuse’nin sola dair
eleştirilerinin kuramında açıkça ortaya konulduğunu, Marksizmin tutucu yönünü
bertaraf etmeye çalıştığı söylenebilir.
Yeni Sol’a dair başlık altında da değinildiği gibi, hareketin bir anda ters yöne
girmesinde pek çok faktör vardı. Marcuse, hareketin sönümlenmesi neticesinde
analizlerini sürdürmeye devam etmiştir. “Siyasi kesimde, Yeni Sol entelektüel içeriği
yüzünden görünürde seçkinci bir karaktere bürünür; "işçilerden" çok "aydınların"
meselesi gibidir…Yeni Sol zorunlu olarak özünde entelektüel bir harekettir ve kendi
safları içinde varolan anti-entelektüel eğilim aslında Düzen'e hizmet etmektedir”
(Marcuse, 1998b: 34-35). Marcuse’nin bu çerçevede tüm felsefi dizgesinin hiçbir
zaman ortodoks bir biçim almadığı görülebilir. Esasında harekete dair eleştirilerin
temelinde de, eylemci kitlenin kapitalizmin zehirli atmosferini solumasına dayandığı
hatırlanabilir. Bu ‘kirli’ atmosferin içerisinde bireylerin idealize edilmiş değerlerinin
ütopyacı varsayımlardan öteye gitmediği zamanla anlaşılmıştır. Marcuse’nin bu
anlamda doğayı devrimci bir niyetin tezahürü olarak okumaya çalıştığı ifade edilebilir.
Ona göre, “doğanın radikal dönüşümü, toplumun radikal dönüşümünün bütünsel bir
parçası olabilir” (1998b: 56). Marcuse, doğanın özgürleştirici oluşunun teknoloji
öncesi döneme dönüş olmadığını belirtmektedir. Birey ve doğanın ortak bir
özgürleşiminin temellendirilmesinden bahseden Marcuse, ekoloji teorisini Murray
141
Bookchin’den esinlenerek oluşturmuştur. “Herbert Marcuse nihayet 1972'deki CRR
adlı kitabında ekoloji meselesinin önemini kabul etti. Bookchin'in yankısının
görüldüğü, “doğanın özgürleştirici güçlerinin keşfi”, “ve sosyal değişimde yeni bir güç
haline dönüşen özgür bir toplumun inşasındaki hayati rolü”nden bahsetmiştir. Dahası,
“kendi insani yetilerinde insanın özgürlüğü, doğanın özgürleşmesiyle bağlantılı
olduğu için” sosyal ve ekolojik değişimin el ele gitmesi gerektiğini söylemiştir”
(Biehl, 2015: 131). Doğaya ilgisinin bu boyutu Marcuse’nin yeni toplumsal hareket
oluşumundaki direnci belirli siyasi bir eğilime terk etmekten vazgeçtiğini
göstermektedir. Doğaya ilişkin ve çevre temelli hareketlerin bu anlamda toplumu
dönüştürücü bir misyona sahip olabileceği gündeme gelmeye, daha doğrusu ciddiye
alınmaya başlanmıştır.
Marcuse, karşıdevrimin açık öğelerini analiz etmekte, sisteme yedirilmiş olan
tüketim toplumundan yoğunluklu olarak bahsetmektedir. Asıl üzerinde durduğu
meselelerden birisi de, sola dair eleştiridir. Hiçbir zaman katı ve sınırlı bir politikayı
savunmayan Marcuse’nin böylece Marksizme dair eleştirilerinin bu kitapta da sürdüğü
görülmektedir. Yeni Sol konusunda, aydın ve entelijensiya konusuna da değinen
Marcuse, toplumsal harekete ilişkin bir tartışma sürdürmektedir. Toplumun
özgürleşiminde kadınların konumuna da değinen Marcuse’nin, kadın kurtuluş
hareketine dair açıklamaları, döneminin feminist hareketlerine bir selamı niteliğinde
değerlendirilebilir. Marcuse’nin estetik boyutu, şiddet içermeyen ve tahakküm edici
öğeler barındırmayan bir tanımlamadır. Bu sebeple, estetik eğilimini çok defa söz
konusu etmekte ve yeni toplum tahayyülünün merkezine taşımaktadır. Sanat bağlantılı
açıklamaları da bir sonraki çalışmasına öncülük edecek bir çerçeveyi oluşturmaktadır.
Marcuse bu şekilde, Marksizmin dar kalıplarını kırma, muhtemel bir devrimci
başkaldırıda yeni sınıf analizleri yapma amacına yönelmektedir. Tahlil ettiği
hareketlerin çeperini bu anlamda daha da genişletmiştir ve Düzen’i yıkacak bir sınıfın
varoluşu üzerine düşünmüştür. Yön belirleyici bir sınıftan ziyade yeni duyarlık ve yeni
bir akılcılık temelinde sanat, doğa ve barışın elele gittiği gerçek bir sınıf arzusunu
ortaya koymuştur.
142
d. Estetik Boyut (1977): Şeyleşmiş Sanata İtiraz
“Estetik Boyut: Sanatın Sürekliliği, Marxist Estetiğin Bir Eleştirisine Doğru”
[The Aesthetic Dimension: AD] başlıklı bu kitap, Marcuse’nin son yazdığı eserlerden
birisi olması bakımından önem taşımaktadır. Sanattaki Ortodoksluğu eleştiren
Marcuse, bu görüşünü Marksist kuramda temellendirmekte ve 18. ve 19. yüzyılının
edebiyat alanı çerçevesinde bir analize gitmektedir. Sanat yapıtının devrimci olabilme
imkânını tartışan Marcuse, “sanatın politik gizil gücünün yalnızca kendi estetik
boyutunda yatacağını savunur” (1997: 11). Sanat eseri ne denli dolaysız politik
unsurlar taşırsa o denli devrimci olma ihtimali artmaktadır. Marcuse, Marksist siyasal
belirlenime yönelik eleştirilerini, sanata içkin yoğun siyasal unsurları gündeme
taşıyarak yeni bir tartışmayı alevlendirmektedir.
Marksist estetiğin sanatı ideoloji olarak ele alması ve sanatın sınıf karakteri
üzerine yaptığı vurgu eleştirel bir yeniden gözden geçirmeyi gerekli kılmaktadır.
Marcuse’ye göre, “Marx ve Engels’in oldukça eytişimsel formülasyonları ile karşıtlık
içinde, kavram katı bir şemaya indirgenmiş ve bu şemalaştırma estetik için yıkıcı
sonuçlar getirmiştir” (1997: 16). Marksist kuram, kendisiyle savaştığı şeyleşme
kavramının karşısında mağlup olmuştur ve Marksist estetik, öznelliği
değersizleştirmiştir. “Estetik yüceltme sanatın olumlu, uzlaşmacı bileşenine katkıda
bulunur, gerçi aynı zamanda sanatın eleştirel, olumsuzlayıcı işlevi için bir taşıyıcı olsa
da” (Marcuse, 1997: 19). Sanat, estetik dönüşümle reddettiği olgusallığı yeniden
üretmektedir. Sanat yapıtı ancak içeriğin biçim olmasıyla asıl ya da gerçeklik
özelliğine sahip olabilir. “Sanatın gerçekliği olgusal olanı tanımlamak için yerleşik
olgusallığın tekelini kırma gücünde yatar…Estetik dönüşüm tanımanın ve suçlamanın
bir aracı olur” (Marcuse, 1997: 20). Ancak, sanatın dünyası, yabancılaşmanın
dünyasına dönüşmüştür. Marcuse, “Marxist estetiğin tüm sanatın her nasılsa üretim
ilişkileri, sınıf konumu, vb. tarafından koşullandırıldığını varsaydığından” (1997: 20)
bahsederek, sanatın evrensel niteliğinin nasıl olupta, hala etkin olduğunu
sorgulamaktadır. Bu noktada, Yunan trajedisinin veya ortaçağ epiğinin nasıl hala
büyük ve temel yapıtlar olarak görüldüğünü açıklamada Marxist estetiğin başarısız
olduğunu belirtmekte ve şu eleştiriyi getirmektedir: “Bir yapıtın proletaryanın ya da
burjuvazinin çıkarlarını ya da dünya görüşünü gerçekten temsil etmesi olgusu onu
143
henüz asıllık gösteren bir sanat yapıtına çevirmez” (1997: 20). Sanat tikel bir sınıfın
karakterine uydurulamaz, evrensel olma iddiası hiçbir sınıfı öncü kılmaz. Yani Marxist
sınıf savaşımının içerisinde sanat değerleri eritilemez.
Marksizm politik gizil gücün ardındaki libidinal açıyı görmezden gelmiştir.
“Sanatın kendi olumlama ve olumsuzlama boyutu, toplumsal üretim sürecine
eşgüdümlü kılınamayacak bir boyutu vardır” (Marcuse, 1997: 28). Sanatta saklanan
süreklilik içerisinde Marcuse, geçmiş yaşamın anlatılarının bulunabileceğini
söylemektedir. Sanat yapıtlarındaki aşkın karakterler belirli bir sınıfı değil tüm
insanlığı temsil etmektedirler. “Dostoyevski'nin Ezilenler’i veya Victor Hugo'nun
Sefiller’i tüm zamanların insanlık dışı doğasının acısını çekerler ve genelde insanlığı
temsil ederler” (Marcuse, 1997: 29). Bu karakterlerin kaderlerindeki evrensel unsur
sınıflı bir toplumun evrenselinin çok ötesindedir. Marcuse, Marksist estetiğin birçok
konuyu kınayan eğilimini ele almaktadır. Ona göre, “Marxist estetik toplumsal
çatışmaların kişisel yazgıya dönüşümünü, sınıf durumunun soyutlanmasını, sorunların
“elitist” ırasını, kahramanların özerklik yanılsamalarını kınar” (1997: 29). Bu tür bir
kınama Marcuse’ye göre, eleştirel gizilgücü gözden kaçırmaktadır. Sanat kendi
kökenlerinden kopamaz ve diyalektik materyalizme tanıklık eder. Marcuse, proleter
sınıfın öznesinin sanatı şekillendireceğine inanmaz ve gerçek sanatın seslendiği
kitlenin öznesinin anonim olduğunu belirtir. Brecht, halkın savaşımcı bir özne
olduğundan bahsederken, Marcuse, ileri kapitalist toplumlarda bu sınıfın azınlıkta
kaldığını belirtir. Halk diye tanımlanan sınıfa olağanüstü bir anlam atfedildiğinden
bahseden Marcuse, “Hem Marxist estetikte hem de Yeni Solun kuram ve
propagandasında proletaryadan çok ‘halk’tan söz etme yönünde güçlü bir eğilimin”
(1997: 20) olduğundan söz etmektedir. Halkın arasında yazarın kendisine bir yer
açması gerektiğini de eklemektedir.
Yapıta estetik anlamını veren sadece bütündür, yapıt bir biçeme erişerek hizmet
etmektedir ve sanat kurtuluş için verilen bir sözdür. “Tarihin bu tersine dönüşü sanatta,
daha iyi bir dünya görüşüne, yenilgide bile gerçek kalan bir görüşe sürekli (ölüme dek
sürekli) bağlılıkta düzenleyici bir düşüncedir” (Marcuse, 1997: 44). Sanat sürekli
ilerleme düşüncesine, insanlara karşı duyulan kör güvene bu şekilde karşı çıkmaktadır.
İyiler ve kötülerin savaşımında, tarih kötülerin kazanımını yazmaktadır. Sanatta
144
iyilerin sığınabileceği sadece küçük adacıklar bulunmaktadır ve asıl sanat yapıtları
kolayca verilen büyük sözlerin tutmayacağını bildiklerinden bunları
reddetmektedirler. Onlar, “yüksüz mutlu sonu yadsırlar. Onu reddetmelidirler, çünkü
özgürlük alanı mimesisin ötesinde yatar. Mutlu son sanatın ‘başkası’dır” (Marcuse,
1997: 44). Buradaki soru, mutlu son ve bitişler değildir, belirleyici olan bir bütün
olarak sanattır. Sanat gündelik olgusallığı kapsadığından çok daha fazla gerçeklik
içermektedir çünkü, gündelik olgusallıkta birtakım şeyler gizemselleştirilir. Sanat
yapıtı ise var olanı gizlememekte aksine açığa sermektedir.
Marksist estetik burjuva güzel algısını reddettiğinden, onu devrimci sanatta
aramakta ama Marcuse bunu zor bir arayış olarak yorumlamaktadır. Eros'un alanına
ait olarak güzel, haz ilkesini temsil etmektedir ve böylece, yürürlükteki egemenliğe
özgü olgusallık ilkesine başkaldırmaktadır. Belli bir anlamda güzel, yansız gibi
görünebilir ama ilerici olabileceği gibi gerici bütünlüğün de bir niteliğini taşıyabilir.
Bir dizi sanat yapıtında terör anımsanır, adıyla çağrılır ve kendine tanık olması, kendini
yadsıması sağlanır. “Mimesisin bu başarımının gücüyle, bu yapıtlar Güzellik niteliğini
belki de en yüceltilmiş biçiminde kapsarlar: politik Eros olarak” (Marcuse, 1997: 56).
Bu sanat yapıtlarında, faşizm dehşetinin baskılama ve unutturma güçlerine karşı bir
haykırış vardır. Yaşam içgüdüsü küresel sadomazoşistik evreye karşı baş
kaldırmaktadır. “Baskılanmışın geri dönüşü, sanat yapıtında başarılmış ve saklanmış
olarak, bu başkaldırıyı yeğinleştirebilir” (Marcuse, 1997: 56). Marcuse’nin ifadeleri,
sanata uyarlanabilecek bir güzellik algısının bir karşı devrimci sanata dönüşebilme
ihtimalini hatırlatmaktadır. Sanatın biçimsel güzellik anlayışı bu görünümde, olumlu
bir siyasal evrende hedeflenmeyebilir. “Duyarlık ortamı, sanatın zaman ile paradoksal
ilişkisini oluşturur -paradoksal çünkü duyarlık ortamı yoluyla yaşanan şey şimdi iken,
sanat ise şimdiyi geçmiş olarak göstermeksizin gösteremez” (Marcuse, 1997: 58).
Sanat yapıtı ölümü sürekli bir tehlike veya talihsizlik olarak yansıtmaktadır ve ölüme
bir anlam verme girişiminde değildir. Sanatın zamansallık boyutu bu anlamda
kaotiktir, varoluş gibi yok oluşu tanımlama biçimi de belirli bir ezbere dayanmaz.
“Sanatın mutluluk sözünün yanı sıra başarısızlığa uğrayan hedeflerin anısını saklaması
ölçüsünde, sanat ‘düzenleyici bir idea’ olarak dünyayı değiştirmek için umutsuz
savaşıma girebilir. Sanat tüm devrimlerin en son hedeflerini temsil eder: bireyin
145
özgürlük ve mutluluğunu” (Marcuse, 1997: 59). Her ne kadar sanat yapıtı, büyük
mutluluk vaatleri ile bireyi oyalamasa da, en nihai hedef olarak bireye bir mutlu ve
özgür tasarım sunmaya çabalamaktadır. Bu yönüyle, politik bir telos olarak sanatın bir
ideali hedeflediği gözlemlenebilir. Ancak bu politik olma durumu, belirli bir siyasi
angajman şeklinde işlerlik kazanmamalıdır. Marcuse, sanata dair düşüncelerini önceki
çalışmalarına referansla bir ahenk içerisinde çözümlemeye çalışmaktadır:
“Toplumculuk Eros’u Thanatos’tan kurtarmaz ve kurtaramaz. Devrimi elde edilen özgürlük
evresinin ötesine iten sınır buradadır: devrim olanaksız olan için savaşımdır, alanı belki gene de
küçültülebilecek olan bir yenilmezliğe karşı savaşımdır…Sanat ‘başka’ deneyim için erişilemez
olan bir boyutu, içinde insanların, doğanın ve şeylerin bundan böyle yerleşik olgusallık ilkesi
altında durmadıkları bir boyutu açar” (1997: 61).
Marcuse böylece, sanatın estetik bir boyutla gerçek bir özgürleşim sağlayacağını
düşünmektedir. Ona göre, sanat taşlaşmış dünyayı konuşturarak, ona karşı söyleterek,
ona dans ettirerek şeyleşme ile savaşmaktadır. Bireylerin yoksunlukları sanat
üzerinden temsil edilmektedir. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde yer alan ‘Tüm
şeyleşme bir unutmadır’ ifadesi üzerinden Marcuse, geçmiş acı ve geçmiş sevinci
unutmanın, baskıcı bir olgusallık ilkesi altındaki yaşamı hafifletmek olduğunu
savunmaktadır. “O, kendisini çocuk oyunlarında, hayal kurmada, sanat yapıtlarında ve
ütopyaların formülasyonunda ifade eder. Marcusean estetik ve baskıcı olmayan
medeniyetin kaynağı olan fantezinin/düşlemin bilişsel işlevini oluşturur. O, Büyük
Reddin kaynağıdır” (Julka, 1979: 18). Sanatın mücadeleci yönü bu haliyle, geçmiş
yaşamın hatıralarının bugüne taşınmasının açık bir savaşımını yansıtmaktadır.
Marcuse’nin sanat yaklaşımı, onun ütopyacı imalarını barındırmakta, özgürleştirici bir
yapının bileşenlerini teşkil etmektedir. Bu, Marksist ideolojinin yönlendirmesindeki
sanat anlayışına bir alternatif oluşturmaktadır. Sanatın buradaki işlevi hazzın
dışavurumunu, baskının yokluğunu ima etmektedir. İleri endüstri toplumundaki yıkıcı
ilerlemenin aksine, sanatla üretici bir ilerleme gerçekleştirilmesi söz konusudur. Bu
çerçevede, sanatın dönüştürücü misyonu çelişkilerin ortadan kaldırılmasında aracılık
etmektedir. Marcuse, bu şekilde geç dönem eserlerindeki özgürleştirici, dönüştürücü
işaretlerle arzuladığı toplumsal yapının ipuçlarını vermektedir.
146
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MARCUSE’NİN ‘BASKICI HOŞGÖRÜ’ KAVRAMI VE
TEKNOLOJİ TEZLERİ
Bu bölümde, Herbert Marcuse’nin kavramsal çerçevesi ışığında felsefenin
teknoloji ile nasıl yorumlanabileceği ele alınacaktır. Marcuse’nin eleştirel teori
içerisindeki kendine has pozisyonu, eylemci yönü, kelime oyunları ile yarattığı yeni
kavramlar eşliğinde dijital dönemin yoğun olduğu bu sürecin bir sentezi yapılmaya
çalışılacaktır. Marcuse’nin teknolojinin hem baskıcı doğasını hem de özgürleştirici
yönlerini ele aldığı çalışmaları, makaleleri ve özellikle ODM kitabı eleştirel teknoloji
okuma fırsatını sağlarken, aynı zamanda yeniden bir değerlendirme yapma
sorumluluğunu da vermektedir. Bir dönem birlikte çalışmış olduğu varoluşçu
felsefenin önemli bir ismi olan ‘hocası’ Martin Heidegger’in de techne
soruşturmasının eleştirel teori içerisinde ilgiye değer bulunup, tekniğin doğasının
sorgulanması gerekliliğine ön ayak olduğu bir gerçektir. Bu bağlamda, özellikle
Heidegger ve Marcuse’nin “hoca-öğrenci” ilişkisi ve felsefi yakınlığından ziyade,
teknik ve teknoloji soruşturmalarının kıyaslanması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
Teknoloji üzerine yapılan çalışmalarda yüksek oranda verili olan teknik dünyanın
kabulü ile beraber uyumcu ve pozitivist bir yorumlamanın ortaya çıktığı
gözlemlenmektedir. Özellikle iletişim çalışmalarına hâkim olan egemen eğilim,
dijitalliğin sınırları içerisinde yalnızca istenen kadar veriye erişmek ve ana akım bakış
açısının dışına çıkmamaktır. Eleştirel teorinin felsefi bir pusula işlevi gördüğü
çalışmalar da ise, bu pozitivist, kabullenmeci ve indirgemeci olan yaklaşım
kırılmaktadır.
İlk iki bölümde ele alınan kuramsal ve kavramsal altyapının, teknik ve
teknoloji dünyasıyla yorumlanması ve eleştirel bir teknoloji okumasının sağlanması
amaçlanmaktadır. Dijitale içkin olan paradoks çerçevesinde, Marcuse ve onun
etkilendiği isimlerin kavram seti eşliğinde yeni bir yorumlama ve ilişkili kavramlardan
ortaya çıkan bir sözlük oluşturulmaya çalışılacaktır. Bu noktada, ele alınacak olan
konuya kıyametvari, apocaliptic veya katastrofik bir tekno-felsefe tartışması olarak
yaklaşılmaması arzu edilmektedir. Savaş sonrası insani varoluşun tartışıldığı bir
147
felsefe dünyasında, teknolojinin özü tartışmalarına doğru bir yolculuk başlamıştır.
Savaşın estetize edici bir siyasetin yansıması olduğunu belirten Benjamin gibi,
teknolojinin savaşlarda kullanım tarzının bir eleştiriye yol açması doğal bir sonuçtu.
Bu açıdan, teknoloji ve felsefe disiplini ilişkisinde, teknolojinin deneyimlerdeki
yoksullaştırıcı etkisinin de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Benjamin’in Birinci
Dünya Savaşı sonrası yoksullaşan deneyim anlatısı, günümüz sosyal medya
dünyasında da yaşanmaktadır. Teknoloji insani varoluşun ve deneyim dünyasının
çeperini daraltmakta ve böylece yalnızca teknik, mekanik bir bireyi ortaya
çıkarmaktadır. Savaş sonrası dönemin, sanayileşme ve ileri teknolojili ölüm
makinalarıyla varlığını tazelemesi savaşın getirdiği insanlık dramının gölgede
kalmasına sebep olmuştur. Bu anlamda çok boyutlu bir çerçeveyle teknoloji konusuna
hâkim olma ve diğer bileşenleri de göz önünde bulundurma gerekliliği ortaya
çıkmaktadır. Bu bölümde, Marcuse’nin teknolojiye dair temel ilgisinin yer yer
varoluşçu bir görüyle Heidegger’in yörüngesinde ilerlediği ve aralarında benzerlikler
kadar farklılıkların da olduğu varsayımı ile yola çıkılacaktır. Marcuse’nin teknoloji
yorumlaması ve ‘baskıcı hoşgörü’ kavramının bir sentezi yapılmaya çalışılacaktır.
Günümüz dijital medyasının teknik ve kuramsal sınırlılıkları içerisinde Marcuse’nin
kavram dizgesinin bir değerlendirilmesi yapılacaktır. Bu bölüm iki ana tema üzerinden
ilerleyecektir: Marcuse’nin baskıcı hoşgörü kavramı ve teknoloji okuma yöntemi. Bu
iki yorumun aynı yolda kesiştirilmesi amacıyla, çalışma sonlandırılacaktır ve
muhtemel bir teknoloji yorumlama modeli oluşturulmaya çalışılacaktır.
A. Hoşgörü Üzerine Düşünceler ve Baskıcı Hoşgörü
Hoşgörü kavramı, farklı dillerde çok değişik anlamlar içerse ve etimolojik olarak
tolerance kavramını ifade etse de, esasında oldukça çetrefilli bir kavramdır. Kavramın
karmaşık doğasını her ne kadar farklı yazarlar farklı zeminlerde ele alsa da, özünde
ötekinin, aykırının, farklı olanın hoş olmayan davranışı, düşüncesi veya farklılığını
‘hoş görme’ olarak özetlemek mümkündür. Bu açıdan, Frankfurt Okulu üyelerinin
farklı bağlamlarda -birçoğunun Yahudi veya Marksist olmaları ile- Avrupa’nın faşizan
cehenneminin “hoşgörüsüzlük” kurbanları oldukları bu noktada hatırlanabilir.
148
Hoşgörü (tolerans) kavramı, tarihsel anlamda din savaşları ve çatışmaların olduğu
toplumlarda büyük yıkım ve kayıpların etkisiyle ortaya çıkmıştır ve ilk olarak dini
özgürlükler perspektifinde ele alınmıştır. Hoşgörüye yönelik bakış açısı tarihsellik
sebebiyle dini hoşgörüye daha fazla odaklanmaktadır. Böylece hoşgörünün kök saldığı
toplumlarda hoşgörüsüzlük ortamının da var olduğu söylenebilir. Hoşgörü kavramı
böylece toplumsal ve tarihsel zeminin mayasından beslenmektedir, gergin, çatışmalı
veya huzurlu, barışçıl bir ortama uygun olarak hareket etmektedir. Bu noktadan
hareketle, kavrama yönelik tanımlamalar bu ikiliklerin göz önünde bulundurularak
yapılmasını şart koşmaktadır. Ancak genel itibarıyla kavramın tanımlanma biçimi,
kavrama içkin olan çelişkilerin görmezden gelinmesine yöneliktir. Eleştirel teori bu
egemen yapıyı kırma amacıyla kavramın çelişkili yapısını ortaya koymaya
çalışmaktadır. Bu anlamda üyeler, burjuva ahlakına dair eleştirilerini hoşgörü
kavramına da yönlendirmişlerdir. Marcuse de, hoşgörü kavramının barındırdığı diğer
anlamları ortaya koyma çabasına girişmiş ve kendi terminolojisi içerisinden ‘baskıcı
hoşgörü’ (repressive tolerance) kavramını türetmiştir. Bu amaçla hoşgörü kavramının
ilk önce egemen okumaları ele alınacak, ardından baskıcı hoşgörüye değinilecek ve en
nihayetinde baskıcı hoşgörüye yönelik değerlendirmelere yer verilecektir.
1. Hoşgörü Kavramının Yapısı
Batı literatüründe geçtiği şekliyle, toleration ifadesinin Türkçe kullanımı genel
itibarıyla ‘hoşgörü’ olarak çevrilip kullanılmaktadır. Ancak bilindiği üzere, her çeviri
kavramda olduğu gibi bu kavramda yakın anlamıyla kullanılmaktadır. Kavramların
birebir aynı içerikle kullanılması söz konusu olmadığı gibi, farklı toplumlarda bunların
hangi koşullarda ortaya çıktığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Yürüşen, Türkçe’de
hoşgörü sözcüğünün, Fransızca tölerans (tolerance) sözcüğünün karşıtı olarak
üretildiğini belirtirken, sözcüğün etimolojik analizinin, tolerans sözcüğünün
kendiliğinden ifade ettiği katlanma/tahammül etme boyutunu içermediğinden” (1996:
18) bahsetmektedir. Yürüşen’e göre, tolerans kavramı katlanma, tahammül etme
eylemini içerdiğinden içerisinde tedirginlik yaratacak bir gerilim barındırmaktadır.
TDK ise, hoşgörü kavramını şu şekilde tanımlamaktadır: “Her şeyi anlayışla
149
karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu, müsamaha, tolerans” (TDK33). Bu
açıdan, kavramların iç içe geçmiş bu hali uzun bir etimolojik tartışmayı gerektirebilir.
Bu çalışmada hoşgörü olarak ele alıp analiz edilecek kavramın, Batı literatüründeki
felsefi anlam çerçevesine yakın bir duruşu temsil ettiği belirtilebilir. Gündelik ve
felsefi kullanımları arasındaki fark göz önüne alınırsa, tartışmanın içinden çıkılması
güç bir meseleye dönüşme ihtimali olduğundan, bu çalışmada hoşgörü ve tolerans eşit
anlamlarda ele alınacaktır.
Hoşgörünün tarihsel anlamda ortaya çıkışı, insanın ilk günahı işlemesine kadar
gitmektedir. İnsanlık tarihinin birçok anında hoşgörü ve buna bağlı olarak affetme ve
cezalandırma ilkesi yürürlüğe girmiştir. “Gerçekte hoşgörüsüzlüğün ve buna bağlı
olarak hoşgörü mücadelesinin felsefi başlangıcını Platon’un Devleti'nden sanatçıları
kovmasına, tarihsel başlangıcı ise, Âdem’in cennetten kovulmasına yol açan günahın
cezasına (Senin ve kadının, senin tohumunla onun tohumu arasına husumet
sokacağım. Yaratılış, 3.15) dayandırabiliriz” (Yürüşen, 1996: 19). Bu anlatılarda, hem
felsefi hem de tarihsel anlamda hoşgörülmesi gereken durumların bir tür cezaya
dönüştüğüne tanıklık edilebilir. Hoşgörünün Batı’da ortaya çıkması ise din ve mezhep
savaşları sebebiyle gerçekleşmiştir. Habermas, “on altıncı ve on yedinci yüzyıllardaki
olaylardan sonra, dini tolerans kavramının yasal bir konsepte dönüştüğünden” (2003:
2) bahsetmektedir. Kavramın ortaya çıkış koşulları insan haklarının eşit olarak herkese
sağlanması ve toplumsal gerilimin azaltılması amaçlarını taşımaktadır. “On sekizinci
ve on yedinci yüzyıllarda, Reformu takiben, hoşgörü ilk kez genel bir siyasi norm
olarak inşa edildiğinde, amacı farklı inanç grupları arasında barışçıl kolektif yaşam
koşullarını yaratmaktı. Hoşgörüyü savunan kişiler, çifte motivasyona sahiplerdi:
farklılıklara izin vermek ve politik topluluk koşullarını yaratmak” (Creppell, 2003: 23-
24). Toplumdaki çeşitli ve çok kültürlü yapının korunması bağlamında, hoşgörü
kavramı bir aracılık misyonu yönünde kullanılmıştır. Hoşgörü kavramının 16. ve 17.
yüzyıllardaki din savaşları üzerinden şekillendiğine değinen Michael Walzer “On
Toleration” adlı kitabında toleration kavramını şu şekilde tanımlamaktadır: “İnsanlar
33 Tanım için bkz.: (Çevrimiçi) http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5c28b0b3f17634.65007271 27.08.2018.
150
yıllar boyunca birbirlerini öldürdüler ve sonrasında merhametli bir şekilde üzerlerine
tükenmişlik çöktüğünde buna toleration [hoşgörü] adını verdiler” (1997: 10).
Kavramın bu yönüyle doğası gereği ortaya çıkış koşullarının negatif bir yapıda olduğu
ve bu toplumsal konumlandırmadaki bireye büyük tavizler sonrasında verilmiş bir
lütuf olduğu görülmektedir. Hoşgörmenin kendisinin bir anlamda yasal bir hak
olmaması, onun bir lütuf gibi sunulmasına sebep olmuştur. Bu da kavramın
doğasındaki ikircikli yapıyı ortaya çıkarmıştır. 18.yy.’da yaşamış olan Fransız
düşünürü Condorcet şöyle der: “Bir ülkede bir dinin öteki dinleri baskı altına alarak
ortadan kaldırmak olanağı yoksa egemen inanç bu olanaksızlığı hoşgörü ile
dengelemek küstahlığına sığınır. Böylece çok hoşgördüğü inançları bir yandan
kınamakta, öte yandan da bu inançlara sanki bir lütufta bulunmaktadır” (akt. Bozkurt,
2013: 270). Dolayısıyla, tolerans kavramı bir tür hiyerarşik ilişkiye, toplumda ‘öteki’
olan kişilerin yani azınlığın, her daim egemen çoğunluk tarafından kabulü konusuna
göndermede bulunmaktadır. Bu yönüyle, kavram aynı zamanda toplumdaki patolojik
bir durumun üzerinin örtülmesi meselesini hatırlatmaktadır. “Hoşgörü herhalde
başkasını kabul etmenin yeterli değil, gerekli şartıdır. Çünkü bu bir, başkasını yanlış
görmek ama cömert bir tavırla görmezlikten gelmek ve hatta üstü örtük bir aşağılama
anlamına gelebilir” (Aydın, 2011: 190). Bu amaçla kavramın ne şekilde işlerlik
kazanacağı uygulayıcının genel tavrına ve koşullara bağlı olarak değişmektedir.
Walzer, toleration kavramının kendi içinde barındırdığı bazı imkânlara yönelik bir
açıklama yapmaktadır. “Farklılığa kayıtsız kalma, yani pasif bir davranışı benimseme,
ahlaki stoacılığın bir çeşidini sürdürerek, ‘ötekiler’ hoş olmayan talepleri ve haklarını
kullansalar dahi, onların haklarını prensip olarak tanıma, diğerlerine karşı açıklık;
merak, belki de saygı duyarak, onları dinleme ve öğrenme yönünde isteklilik” (Walzer,
1997: 10-11). Walzer, hoşgörülü bir toplumun yalnızca tek bir erdeme dayanmadığını
savunarak, tarihsel olarak Batı’da hoşgörülü bir toplumun modellerine değinmektedir.
Walzer’in ele aldığı şekliyle, kavramın eşitlikçi ve demokratik bir toplumun doğasında
kök salacağı düşünülürse, bu değerler dizgesinin her toplumda işlerlik kazanabilmesi
güç görünmektedir.
Kavramın içinde barındırdığı farklı eğilimler bu şekilde değişik anlamlandırmaları
ortaya çıkarmaktadır. Ancak nihayetinde hoşgörüsüz bir ortamın doğal bir çıktısı
151
olarak ele alınacak olan hoşgörü kavramının toplumsal ve kültürel okumalara da
dayandırılması gerekmektedir. Her toplumsal yapının benzer tarzda eğilimleri
olamayacağı gibi, bazı noktalarda da büyük bir benzerlikle karşılaşılabilinir.
Kavramın kendisi, siyasi, kültürel, toplumsal ve hukuki bir yaklaşımla ele alınmayı
hak etmektedir. Aydın, kavramın bir araç olarak kullanılmasına şu yorumu
yapmaktadır: “hoşgörü ifadesinin nüvesini oluşturan “hoşa gitme”, felsefi/etiksel
anlamda alt basamaklarda bulunan bir araç-değer duygusuna dayanır. Alt
basamaklarda bulunan bir değer duygusuna dayanarak bir üst değer olarak algılamaya
çalıştığımız hoşgörünün kavranması mümkün değildir” (2011: 190-191). Hoşgörü
kavramı, bu yönüyle eşit olmayan bir değer dizgesine dönüşme tehlikesine sahiptir.
Bu sebeple, kavramın kullanım yönü, koşullar ve diğer toplumsal dizgeler oldukça
önemlidir.
a. Hoşgörü Repertuvarı: Seneca, Locke, Mill
Hoşgörünün tarihsel kökenlerine bakıldığında, kavramın eşit olmayan ve sağlıksız
bir iktidar ilişkileri ağında ortaya çıktığı görülmektedir. Antik Roma’da Stoa
felsefesinin temsilcisi olan Seneca, İmparator Nero’nun adil olmayan ve zorba
yönetiminin sonucunda bir yazı kaleme almıştır. Hitabet, felsefe ve retorikle ilgilenen
Seneca, İmparator’un vahşi, sert ve acımasız tavırlarına karşı sessizliğini bozmuş ve
‘Ad Neronem Caesarem De Clementia’ (Nero Caesar’a, Hoşgörü Üzerine) başlığıyla
bir metin yazmıştır. Seneca’nın amacı, Genç İmparatorun kötücül eylemlerine engel
olmak ve onu hoşgörüye çağırmaktır. Yönetimdeki Burrus’un da öldürülmesi onu bu
metni yazmaya iyice hazır hale getirmiştir. Seneca’nın anlatımı hoşgörü kavramının
içeriği hakkında bilgi vermektedir:
“Hoşgörü insanların içinde, bir kraldan ya da bir başkandan daha çok, kimseye yaraşmaz. Çünkü
büyük güçler, eğer yararlı bir siyasal yetkeye sahipseler, onur ve övünce de sahip olurlar; zira
zarar verecek güçte olmak bela getiren bir güce sahip olmaktır” (2015: 33).
Seneca, hoşgörü kavramı üzerinden bir hiyerarşi kurmakta, kavramı daha çok siyasi
erkin tekelinde kabul etmektedir. “Hoşgörü zihnin öç alma yetkisi üzerindeki öz-
denetimidir ya da bir ceza kararlaştırma işinde daha aşağıda olana karşı daha yukarıda
olanın incelikle davranmasıdır…bir davayı düşürmek için, daha fazlasını ortaya
koymak daha güvenlidir; böylece denebilir ki, (hoşgörü) bir cezayı tahsil etme işinde
152
zihnin yumuşamaya doğru olan eğilimidir” (Seneca, 2015: 70-71). Seneca,
İmparatorun sahip olduğu güç erkinin, hoşgörüyü de barındırdığından bahsetmektedir.
Devletin vücut bulmuş hali olarak gördüğü İmparator’a, böylece Roma’da sınırsız bir
erkin sahibi olduğu hatırlatmasını yapmaktadır. “Hoşgörü bütün insanlar için de
doğayla uyum içindedir, imparatorların arasında koruyacak daha fazla şeye sahip
olduğu ve daha büyük bir vesileyle ortaya çıktığı derecede en çok imparatorlara
yakışır. Çünkü bir bireyin acımasızlığı ne kadar az zarar verir! Ama başkanların öfkesi
savaş demektir” (Seneca, 2015: 35-36). Seneca, kendi tarihsel ve toplumsal
koşullarındaki hoşgörüsüzlük eğilimine karşı bu metni yazmıştır ve İmparator’un
dominant olduğu bir siyasi yapıda, hoşgörülmemenin neticesini pekâlâ bilmektedir.
Seneca’nın amacı sahip olduğu yetkilerin ihtişamını bir şekilde İmparator’a
hatırlatarak, onu affetmeye davet etmek ve hatta bu konuda düşünmesini sağlayarak
ona yeni bir lütuf hakkı tanımaktır. Hoşgörmenin ona vereceği tatmini de dile
getirerek, aslında yeni bir gücü onun ellerine teslim etmektedir. Seneca, hoşgörülü
olacak kişiyi ise şu şekilde tanımlamaktadır: “kendisine yönelik bir tahrikle incindiği
halde hamlede bulunmayanı, yüce ruhlu olmanın en yüksek otorite içinde bile
haksızlıklara katlanmak anlamına geldiğini ve bir başkanın zarar görmeden rencide
edilmesinden daha şanlı bir şeyin olmadığını anlamış olan kişiyi hoşgörülü olarak
adlandırmaktadır” (2015: 61). Seneca, İmparator’un şiddet eylemlerine sebep olmak
için böylece manevi bir değer olarak hoşgörüyü devreye sokmaktadır.
Liberal felsefe geleneğinin en önemli isimlerinden birisi olan İngiliz Filozof John
Locke (1632-1704)’un hoşgörü hakkındaki “A Letter Concerning Toleration (1689)”
[Epistola de Tolerantia] çalışması bu alandaki öncü eserlerden birisidir. ‘Hoşgörü
Üzerine Bir Mektup’ adıyla çevrilen eser, Locke’un liberal değer dizgesinden hoşgörü
temasını ele almakta, hak ve özgürlük temelinde bir meşrulaştırmaya gitmektedir.
Eser, John Locke’un Protestan inancına yönelik eğilimlerini barındırdığından ve
politik konuma yakınlığından ötürü döneminin eleştirilerine maruz kalmıştır. Locke,
esasında üç adet mektup yazmıştır, bu eser onun kuramsal anlamdaki en tanınmış eseri
olduğundan aynı zamanda Mektup adıyla da bilinmektedir. Locke, kendi tarihsel ve
toplumsal koşulları içerisinde baş gösteren dini çatışmalara yönelik bu eserini yazma
gereği duymuştur. Tanrı inancının baskın olduğu bir eser olduğundan merkezine
153
Tanrı’yı koyan Locke’un, “Mektup’ta, ‘kendi derin Puriten kanaatini, her insanın
ruhsal kurtuluşunun yalnızca kendisine ait olduğu şeklindeki Puriten kanaatini
sergilemekte tereddüt etmemesi’ konusu da eleştirilmiştir” (Yürüşen, 1996: 69).
Ancak Locke, toplumda farklı mezheplerin varlığının devamı niteliğinde bir hoşgörü
tanımlaması yapmakta ve asıl olarak dine yönelik günahlar, başkaldırılar ve zıtlıklara
karşı savaş açılmasını öğütlemektedir. İnançlı bir Hristiyanın bu sapkınlara karşı
mücadele etmesi, Tanrı’nın krallığını sürdürmesi için gereklidir. Bir Hristiyan kendi
adına yakışmayan haksızlık ve ahlaksızlıklara karşı düşkün hale gelmişse, onun kilise
adına konuşması ve hoşgörülmesi söz konusu değildir (Locke, 1998: 6). Locke, dinsel
gerekliliklerin tam ve katı haliyle yerine getirilmesi gerektiğini, aksi durumda bir
hoşgörü beklentisinin lüzumsuz olduğunu belirtmektedir. “İyi niyet, uysallık ve
merhametin vurgulandığı saf bir Hıristiyanlık anlayışını öne çıkaran Locke, dinsel
hoşgörüsüzlüğü, bir başka deyişle, din adına yapılan baskıları, zulüm ve işkenceleri
şiddetli bir biçimde kınar” (Yürüşen, 1996: 70-71). Locke, felsefi düşüncesinin ana
temasını dinsel sınırlarla belirlemekte ancak yine de dini belirlenimleri siyasi
koşullardan ayırt etmeyi de salık vermektedir. Locke kilise hakkında ise şu yorum
yapmaktadır: “kilise özgür ve gönüllü bir topluluktur, hiç kimse herhangi bir kilisenin
üyesi olarak dünyaya gelmez” (Locke, 1998: 10). Ona göre, herkesin herhangi bir
kiliseye gitme ve burada dini yükümlülüklerini yapma hakkı vardır.
Locke, dini çatışmaların çıkma sebebini ise, bu farklılıklara tahammül etmemekten
kaynaklı yorumlamaktadır. Locke, özgürlük tanımlamasına da dâhil edilebilecek
görüşünü, yani devlet, birey veya kilisenin herhangi birisinin üzerinde baskı kurma,
mallarına el koyma gibi haklarının olmadığından bahsetmektedir ve hoşgörü eşiğini
bazı durumlarla sınırlandırmaktadır: “sivil çıkarları ihlal edenler, onlara doğrudan
zarar veren şeyleri yapanlar, diğer ölümlüler üzerinde özel bir ayrıcalık talep edenler,
bir güç ile ilişkili olanlar ve ona hizmet edenler, ateistler ve Papaya hizmet ettikleri
gerekçesiyle Katolikler” (Yürüşen, 1996: 90-91). Locke’un hoşgörü eşiğine
takılanlara bakıldığında, onun da kendisine has bir hoşgörüsüzlük temasına yöneldiği
görülebilir. Örneğin, ateistlerin bir dine bağlı olmayıp, bir kiliseye gitmemesi, onların
hoşgörülmemesine sebep olmaktadır. Onların sözlerinin Locke’a göre bir geçerliliği
yoktur ve eylemleri de hoşgörü çerçevesine alınmayabilinir. Locke, kavramını
154
dogmatik bir dinsel temelde ilerletmekte ve kendi içerisinde tutarsız ve paradoksal bir
duruma yol açmaktadır. Hem dinsel baskı ve zorlamanın lüzumsuz olduğundan
bahseden, hem de hoşgörü eşiğine birçok farklı durumu koyan Locke’un anlayışında
hoşgörüsüzlüğün irrasyonalitesini ortaya çıkarmaktadır. Akıl vasıtasıyla erişilmiş olan
rasyonel hoşgörü ortamının doğası, bir anda hoşgörüsüzlük iklimine evrilmektedir.
Yürüşen, Locke’un dar anlamda ele aldığı hoşgörü konseptinin birçok eleştiriyi de
beraberinde getirdiğine değinmektedir: “Dinsel inancın doğasından hareketle ve kendi
akıl kavrayışının doğal sonucu olarak, dinsel hoşgörüsüzlüğün irrasyonel olduğunu
belirten Locke, bu irrasyonalitenin kurbanları hakkında, Mektup boyunca çok az şey
söyler. Hoşgörüsüzlüğün doğrudan moraliteyle olan ilişkisine değinmez, yani onu
bizatihi moral bir problem olarak ele almaz” (1996: 101-102). Bu çerçevede, Locke,
hâkim değerlere atfettiği bir hak/ayrıcalık olarak hoşgörüyü tanımlamaktadır. İktidarı
ve gücü elinde bulunduranlar üzerinden bir dizge oluşturan Locke, hoşgörüsüzlük
kurbanları hakkında bir çözüm üretmemekte ve bazı noktalarda, hoşgörülmemeyi
haklı bir gerekçe olarak sunmaktadır. Bu sebeple, kavramın kapsayıcı bir pozisyonda
değil, sınırlandırıcı ve hiyerarşik bir konumlandırışa göre tasarlandığı belirtilebilir.
Locke’un Mektup adlı eserinden yaklaşık iki yüz yıl sonra, yine bir liberal
felsefecinin hoşgörü temasını da içeren, ancak daha kapsamlı olan, özgürlükçü bir
eseri dikkat çekmiştir. John Stuart Mill (1806-1879)’in On Liberty (1859) [Özgürlük
Üstüne] adlı eseri, özgürlükçü bir toplumun içermesi gereken niteliklere değinmekte
ve yer yer Locke’un argümanlarını da anımsatmaktadır. Mill, yok etmeye çalışılan bir
düşüncenin yanlış olacağından hiçbir zaman emin olunamayacağını belirtmektedir. O
düşüncenin yanlış olduğunu bilsek dahi, onu yok etmek tamamen kötülük anlamına
gelmektedir. Mill, düşünce özgürlüğü konusuna özel bir değer atfetmekte ve şunları
dile getirmektedir: “Otorite tarafından ortadan kaldırılmaya çalışılan düşünce pekala
doğru olabilir…Ancak onların konuyu bütün insanlık adına kesip atmaya ve diğer
insanları muhakeme imkânlarından mahrum bırakmaya hiç hakları yoktur. Bir
düşüncenin dinlenmesini otorite yanlış bulduğu için reddetmek, otoritenin gözündeki
doğruyu mutlak doğruluk kabul etmek anlamına gelir” (2012: 59). Mill’in ifadelerinin
egemen bir iktidara bağlı olmayıp, özerk bir tanımlama ile bağlı olduğu görülebilir.
“Mill’in yapıtının kavramsal dokusunu oluşturan kavramlar, bireysellik
155
(individuality), özgürlük (liberty/freedom), çeşitlilik (diversity), hoşgörü
(tolerance/toleration) ve zarar (harm)’dır” (Yürüşen, 1996: 123). Bu sebeple, Mill,
çok çeşitli unsurları kendi tanımına transfer ederek, kapsayıcılık sınırını
genişletmektedir ve özgürlük üzerinden daha olumlu bir sonuca ulaşmaya
çalışmaktadır. Locke ise, bu çabanın tersi yönde hareket etmekte ve hoşgörüyü
sınırlandırıcı bir alana hapsetmektedir. Bu çerçevede, modern kuramların
göndermelerinin Mill’in pozitif felsefesine yönelik olduğu söylenebilir. Mill, başka
insanlara zarar verilmemesi koşuluyla, özgürlüğün savunuculuğunu yapmaktadır:
“Haklı bir neden olmaksızın başkalarına zarar veren eylemler, hangi türden olursa olsun, bunları
benimsemeyen diğer insanlar tarafından reddedilebilir ve fiili müdahale ile denetim altına
alınabilirler…Bununla birlikte, kişi başkalarının işlerine müdahale etmez ve sadece kendisini
ilgilendiren konularda kendi düşündüğü ve istediği gibi davranırsa; düşünce özgürlüğünü
zorunlu kılan nedenlerin, bu düşünceleri, yarar ve zararı kendisine ait olmak üzere,
engellenmeksizin hayata geçirme özgürlüğünü de gerektirdiğini kabul etmek gerekir” (2012:
60).
Mill’in argümanları özgürlük temelinde salınmakta, buradan hareketle diğer çoğulcu,
çeşitli ve kapsayıcı alanlara erişmektedir. Mill, birey özgürlüğü ve özerkliğini en
büyük hak olarak görmekte ve bireyin başkalarına benzemesi veya birşeylere
zorlanmasını tasvip etmemektedir. O, standartlaşma ve tektipleşme diyebileceğimiz
bu görüşünü Çinli kadının ayakları üzerinden tasvir etmektedir. “Karakterin ideal
olanının herhangi bir şekilde işaretlenmemiş olduğundan bahseden Mill, geleneklerin
zorbacı yönünün insani gelişimin önündeki en büyük engellerden birisi olduğuna
değinir” (2009: 117-118). Mill, böylece bireyselliğin özgün konseptine yeni bir bakış
açısı kazandırmaktadır. Marcuse’nin kendi felsefesinde de yer alan bireysellik
kavramının bu şekilde özerklik boyutu vurgulanmaktadır. “Mill’in özgürlük
savunusunun, Locke’un hoşgörü meşrulaştırmasından farklı olarak, hoşgörünün
sadece irrasyonelitesini değil, aynı zamanda immoralitesini de açıkladığıdır. Mill,
hoşgörüsüzlüğün moral kötülüğünün, yani onun kurbanları üzerinde yaptığı moral
tahribatın etkileyici bir açıklamasını verir” (Yürüşen, 1996: 141). Mill, özgürlüğü
temel bir kavram olarak ele aldığından, hoşgörüye yönelik açılımları da özgürlük gibi
tanımlamaktadır. O, kapsayıcı, genel bir kavram olarak hoşgörüyü hem rasyonalite
hem de moralite açısından değerlendirmemiz gerektiğini savunmaktadır. Locke’un ise
sınırlı bir dinsel çerçevede, bazı durumlara açılım getirdiği, iktidar ilişkilerine içkin
156
bir oluşumu onayladığı hatırlanabilir. Ancak Mill’in insan aklını bu denli rasyonel bir
çerçevede tanımlaması da eleştirilere sebep olmuştur. Yürüşen, Mill’in görüşündeki
bu tehlikeye işaret etmektedir: “Mill’in moral ilerlemeyle özgürlük, özerklik ve
çeşitlilik kavramlarını sıkı sıkıya kenetlemesi, gerek özgürlük savunusunu, gerekse bu
savunudan hareket ederek tesis edilebilecek hoşgörü meşrulaştırmasını oldukça
zedeler. Bu argümanı ciddi illiberal unsurlar içermektedir” (1996: 165). İnsanın kendi
iradesine bağlı kalarak, Mill’in basit ilkesi olan özgürlük ve mutluluğu bulacağı
görüşü, Aydınlanma filozoflarının insan iradesine yüklediği muazzam bir yüktür.
Özgürlüğün tanımlamasını Mill, zarar üzerinden ele almakta ve başkalarının söz ve
yaşam haklarını özgürlük temelinde korumak gerektiğini belirtmektedir. Mill, mutlu
ve özgür bir edimin, kişinin kendi hayatına ilişkin eylemlerle gerçekleşebileceğini
düşünmektedir ve başka insanların manipüle etmesi ile özgürlüğün zemini
sarsılacaktır. Ancak bu özgür edimlerin, tamamıyla saf bir akılla gerçekleşmesi
durumu tartışılabilir. Özgürlüğün birey özerkliği ve çeşitliliği olan bir toplumla
diyaloğu bir ikilik yaratmaktadır. Bireyin kendi arzusu ve yönelimiyle bir edimi
gerçekleştirmesi onu özgür kılamayacağı gibi, çeşitlilik adına bir toplumun çeşitli
kılınmaya zorlanması da, hoşgörüyü garantilemeyecektir. Bu şekilde, onun felsefi
açılımındaki insan iradesinin bireyselliği yüceltilirken, bunun kötüye kullanılma
ihtimali göz ardı edilmektedir. Bireyin özerk edimini fazlaca yücelten Mill, toplumsal
koşullandırmaların ne yönde ilerleyeceği üzerine yorum yapmamaktadır.
Sonuç olarak, her üç yaklaşım da hoşgörü konseptiyle bir tür iktidar ilişkisine
referansta bulunmakta ve bireyin devlet veya egemen iktidar karşısındaki zayıf
konumuna değinmektedir. Seneca, İmparator Nero’ya hoşgörüyü halkın elinde
olmayan büyük bir erdem olarak takdim etmektedir. Locke, kendi felsefi düşünüşünde
hoşgörüyü sınırlı bir çeperde -dinsel boyutuyla- ele almaktadır ve hoşgörüsüzlük eşiği
altında birçok durumu geri plana atmaktadır. Mill ise, hoşgörüyü özgürlük gibi daha
major bir kavramın içerisinde eritmekte, nihayetinde insan iradesine ve aklına verdiği
önemle Locke’tan ayrılmaktadır. Mill’in görüşü günümüz toplumlarına daha fazla
uyarlanabilecek bir zemine sahip olmasına rağmen, bu düşünürlerin hoşgörü
tanımlaması modern toplumların içerisindeki katmanları görebilme yetkisine
157
tamamıyla sahip değildir. Bu açıdan hoşgörü kavramının çok yönlü yapısının yeniden
bir okumasını yapmak kaçınılmazdır.
b. Hoşgörüye Güncel Yaklaşımlar
Tarihsel anlatımda yalnızca sınırlı örneklerle ele alınan hoşgörü kavramının
muhakkak ki daha geniş bir bakış açısıyla analiz edilmesi gerekmektedir. Tüm bu
anlatımlardan sonra hoşgörüye dair ortaya ortak bir payda çıkmaktadır: kavram, bir
iktidar ilişkileri ağına dayalı, herhangi bir öğretinin baskın olduğu, sıradan insanların
yalnızca hoşgörülen olduğu bir zincirleme modeli ve hoşgörüsüz ortamları
yansıtmaktadır. Günümüz modern toplumlarının, heterojen yapıdaki oluşumu,
kavramın modernize edilip, yeniden gündeme alınmasını gerekli kılmaktadır. İnsanın
varoluşsal olarak, geçmişten günümüze, kendisi gibi olmayanlara yönelik bir
rahatsızlığa sahip olduğu, güncel tabirle ‘öteki’ denilen kişiyi zihninde canlandırıp,
sonra da ona yönelik atağa geçtiği görülmektedir. Eco’ya göre, “hoşgörüsüzlük her tür
öğretiden önce vardır. Bu açıdan hoşgörüsüzlük biyolojik köklere sahiptir, çoğu zaman
yüzeysel duygu-heyecan tepkilerine dayanır-bizden farklı olan insanlara tahammül
edemeyiz” (2009: 90). Uzun tarihsel gelişiminden günümüze gelindiğinde, hoşgörüye
ilişkin farklı yaklaşımlar gelişmiş, kavram çok yönlü, tartışmacı bir tarzda ele
alınmıştır. Kuramcıların hoşgörüye yönelik yaklaşımları çeşitlenmiş ve kavramın
katmanlı tabakası ortaya çıkmıştır. “Liberalizmin buyurduğu merkezi ilke olarak
hoşgörü, tutarlı bir siyasi birimi sürdürmek ve bireysel özgürlük taleplerini korumak
için kalıcı bir istek göstermektedir” (Shipley, 2010). Peter P. Nicholson, ‘Toleration
as a moral ideal’ başlıklı makalesinde, tolerans kavramına ilişkin devam eden
tartışmalara yönelik iki büyük ayrıma değinmektedir. Birincisi, ahlaki olarak nötr bir
kavram olduğunu savunanlar, diğeri ise bir tür moral değer olarak onu ele alanlara
yönelik bir açılımdır. Nicholson, tolerans hakkındaki pozitif ve negatif ayrımların
hatalı olduğundan bahsederek, bu konuda iki ayrı tolerans kavramının var olduğu
görüşüne katılmadığını belirtmektedir. Ona göre, hoşgörünün bileşenleri şu şekilde
sıralanabilir: “sapkınlık, önem, onaylamama, güç, reddetmeme ve iyiliktir” (Nicholson,
1985: 160). Nicholson, toleransın ahlaki bir seçim meselesi olduğundan, bunun bizim
zevklerimiz, eğilimlerimiz gibi öznel yönlerimizle bağlantısız olduğundan
bahsetmektedir. Ancak toleransın bir tür seçim meselesi olduğuna da değinen
158
Nicholson kendi felsefi tanımlamasında toleransa olumlu bir değer atfetse de onun
olumsuz yönüne de değinmektedir; “hoşgörüsüzlüğe karşı sebeplerin ağırlığından
ötürü tolerans tercih edilebilir. Buna tolerans için negatif bir durum diyorum: bu
toleransın olumsuz yanıdır” (1985: 163). Kavrama içkin olan olumsuz durumu da
açıklayan Nicholson’un ele aldığı bileşenlerin her biri diğer yazarlar tarafından
eleştirilmiştir. Tolerans kavramına moral bir değer demek, neticede bu kavramı yine
insanın öznel deneyimlerine terk etmek, onu duygusal kullanımlara göre
şekillendirmek demektir. Nicholson, Locke’un aksine, hoşgörüye ahlaki bir değer
yüklemektedir. İnsanın duygularına güveni tesis eden hoşgörü böylece duygusal
anlamda göreceli bir yapıyı ortaya çıkarmaktadır. Goethe ise, “hoşgörü gerçekten
sadece geçici bir tutum olmalı: takdire yol açmalıdır. Hoşgörmek gücendirmektir”
(1998: 87) sözleriyle hoşgörünün zamansallığına işaret etmektedir. Hoşgörmenin
kendisi belli bir noktadan sonra gücendirmeye dönüşmekte ve sistematik bir hal
aldığında da artık anlamını yitirmektedir. Bu sebeple birçok kavramda olduğu gibi
hoşgörüde de bir suistimale dönüşme ihtimali ortaya çıkmaktadır.
Rainer Forst, “Between Domination and Justice: The Concept of Toleration”
başlıklı makalesinde, toleransın üç unsurundan bahsetmektedir: itiraz, kabul,
reddetme. Forst, bu üç bileşenin kullanma yetkisinin Avrupa merkezli monarşilerde
iktidar ve güç odağında olduğunu hatırlatmaktadır (2017). Bu iktidar biçiminde,
Goethe’nin tanımladığı şekliyle, sıradan vatandaşların iktidar karşısında zayıf ve
gücendirilmiş bir pozisyona düşmesi ise kaçınılmazdır. Buna karşın, Forst’e göre,
demokratik devrimlerin uzun tarihi boyunca, modern zamanlarda yatay bir hoşgörü
anlayışı gelişmiştir -saygı anlayışı. Hoşgörü, kimsenin kabul etmediği, ancak herkesin
eşitlik ve özgürlüklerini yansıtacak herhangi bir ilkeyi ihlal etmeyen inanç ve
uygulamaları tolere etmenin erdemidir. Forst’un makalesi üzerinden yorum yapmak
gerekirse, hoşgörü fikri dikey ilişkilerin belirgin olduğu toplumsal koşullarda daha
yaygınken, saygı kavramı ise daha demokratik toplumların tercih ettiği bir kavramdır.
Dikey ilişkide kavram ele alınırsa, hoşgörme yetkisine sahip kişi, bir tür bağışlama
hakkına da sahip olmaktadır. “Bağışlamak, cezalandırılması gerektiğine karar verdiğin
kişiyi cezalandırmamaktır; bağışlama yükümlü olunan cezanın affedilmesidir.
Hoşgörü her şeyden önce, salıverdiklerinin başka hiçbir şeye maruz kalmamaları
159
gerektiğini açıkça bildirme konusunda üstünlük gösterir; bağışlamadan daha
mükemmeldir, daha saygındır” (Seneca, 2015: 76). Seneca’nın görüşünde hoşgörü,
bağışlama ediminden daha erdemli bir harekettir ancak bu erdemli davranış yalnızca
İmparator’a ait bir özelliktir.
Derrida, bağışlama konusuna farklı bir bağlamda ve tarihsel koşullarda
değinmektedir. Avrupa’da meydana gelen Yahudi soykırımının ertesinde güncel bir
tartışmaya dönüşen bağışlama ve affetme konusuna değinen Derrida, felsefi bir
sorgulama yürütmektedir. Vladimir Jankélévitch’in Le Pardon eseri üzerinden
argümanını sürdüren Derrida, “onun düşüncesinde bağışlamanın olanaksız olduğunu,
bağışlamanın olmaması gerektiğini” (2015: 26) belirterek, bağışlamanın kimi
durumlarda kabul edilemez olduğu meselesini açımlamaktadır. Hoşgörme sert bir
uygulamanın yumuşatılması, erken bir önlem olarak görünürken, bağışlama daha
radikal, şiddet içeren bir eylemin neticesinde beklenen bir harekettir. Bağışlama, bu
açıdan bir cezalandırma gerektiren edimin bu cezadan vazgeçilmesini de
kapsamaktadır. Hoşgörü ise, yasal bir mevzuata sıkıştırılamayacağı için farklı bir
tanımlamayla karşımıza çıkmaktadır. Eco’ya göre, “yeni hoşgörülemezlik eşiği
yalnızca soykırım değil, onun kuramsallaştırılmasıdır da. Ve bu, katliamdaki en alt
kesim insanları da işin içine katıp onları da sorumlu kılmaktadır. Hoşgörülemezlik
karşısında, niyetler, iyi niyet, hata ayrımı ortadan kalkar: Yalnızca nesnel sorumluluk
söz konusudur” (2009: 98). Hoşgörü ve bağışlamanın muğlak birlikteliği soykırım
suçunda vücut bulmuş ve artık hoşgörü gibi soft bir kavramın değil, cezanın ve bedel
ödemenin gerektiği bir durum ortaya çıkmıştır. Hoşgörünün failleri toplumsal
konumlandırmadaki herhangi birisi olabilir. Hoşgörü, yasal bir prosedürden ziyade,
bireylerin insani değerlerine göre bir davranışa dönüşmektedir. “Hoşgörü yalnızca
bireyin inisiyatifinde gerçekleşemez, deyim yerindeyse bir bedene de ihtiyacı vardır.
Ancak bu bedenleşme seçkinler tarafından belirlenen, salt hukukçu tanımlanan bir
yapılanma olmamalıdır” (Aydın, 2011: 192). Tam da bu noktada, insani duygulara
göre şekillendiğinden bahisle çelişkili durumlar ortaya çıkmaktadır. Locke’un
hoşgörüsüzlüğün irrasyonalitesi, Mill’in ise hoşgörüsüzlüğün immoralitesi dediği bir
durumla karşı karşıya kalınmaktadır. Hoşgörünün tersi istikamette ilerlediği
durumların, engellenmesi ise başka bir zorluğu beraberinde getirmektedir. “En
160
tehlikeli hoşgörüsüzlük, herhangi bir öğreti var olmadığı için ortaya çıkan, ilkel itkilere
dayalı hoşgörüsüzlüktür. Bu yüzden, rasyonel argümanlarla eleştirilmesi ve frenlemesi
olanaksızdır” (Eco, 2009: 92). Hoşgörünün ikame kavramlarla ele alınarak analiz
edilmesi, bazen kavramların karışık bir yapıya dönüşmesine sebep olmaktadır. Bu
amaçla, modern toplumlardaki artan problemlerin her biri için, yeni kavram dizgeleri
ortaya çıkarken, bazen de yeni değerlendirmeler yapılmaktadır. Sonuç olarak,
hoşgörü/tolerans diye tanımlanan kavram, kendine özgü birtakım değerleri
vurgulamaktadır. Liberal felsefenin merkezinde bulunan bir değer olarak hoşgörü,
Marcuse’nin eleştirel çerçevesinde ise yeniden bir okumaya tabii kılınmış, kavramın
çelişkili doğası ortaya çıkarılmış ve baskıcı hoşgörüye dönüşmüştür.
2. Eleştirel Hoşgörü Okuması ve Saf Hoşgörünün Bir Eleştirisi (1965)
Liberal felsefede özgürlük, bireysellik, özerklik, rasyonalite gibi kavram setiyle
tanımlanan hoşgörü, bu kavramlara eklemlenmesiyle liberal aklın kendisine de teslim
edilmektedir. Eleştirel teorinin ideoloji ve akla yönelik saldırıları, hoşgörünün burjuva
belirleniminin de eleştirilmesi gerektiğini göstermektedir. Öyle ki, rasyonel ve özerk
olduğu düşünülen bireyin, amaca yönelik eylemlerinin kestirimi yapılamayacağı gibi,
patolojik bir akla sahip ve sakat bir rasyonel eyleme yönelen bireye de engel olunması
güçtür. Hoşgörünün vicdana yönelik, erdemli bir davranış olması, ahlaki ve etik bir
değerler dizgesine göre yapılandırılması en başından göreceli bir hoşgörüsüzlüğü
doğurmaktadır. Burjuva kampın soft kavramı olan hoşgörü bu yönüyle, Frankfurt
Okulu teorisyenlerinin eleştirel teorisi ışığında ağır eleştirilere maruz kalmıştır.
Hoşgörü kavramına liberal burjuva değer olarak saldıran IfS üyeleri, kavramın içinde
barındırdığı gizil doğayı açığa çıkararak, hoşgörü söyleminin ikircikli yapısını ifşa
etmeyi denemişlerdir. Adorno’ya göre “burjuvazi, hoşgörülüdür oysa: insanları
oldukları gibi sever, çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir” (2012: 27).
Adorno’nun tanımı, hoşgörünün üst bir konumdaki kişiye atfedildiği diğer yorumları
hatırlatmaktadır. Burjuvazinin egemen ve ayrıcalıklı olma pozisyonunu, bu yapay
hoşgörü kılıfına büründürdüğü belirtilebilir. Horkheimer ise kavramın ikircikli
doğasına açıklama getirmektedir:
“Dinin ilkin hizmetkârı sonra da düşmanı olan spekülatif aklın ölümü, dinin kendisi için de bir
felaket olabilir. Bu ifade, burjuva hoşgörü düşüncesinde tohum halinde vardı. Hoşgörü, ikiz
161
anlamlı bir düşüncedir: bir yandan, dogmatik otoritenin yönetiminden kurtulma anlamına gelir;
ama öte yandan, her türlü zihinsel içeriğe karşı bir yansızlık tutumuna yol açar ve böylece onları
göreceliğe teslim eder” (2013: 66).
Horkheimer, hoşgörünün çifte anlamlılığı üzerinden bir değerlendirme yapmaktadır.
Göreceli bir içerikte, hoşgörme durumunun ne yönde seyredeceği tahmin edilemez.
Hoşgörmenin, aklın kullanımının rasyonel ve özerk bir ifadesi olduğu düşünülürse,
doğal olarak aklın göreceliliği de kabul edilmiş olunur. Bununla ilintili olarak, eleştirel
teorinin negatif akıl kullanımı, burjuva teoriye ait hoşgörü söylemi zemininin kaygan
olduğunu göstermektedir. Hoşgörünün pozitif ve kabullenmeci eğilimi, ortaya çatlak
bir zemin çıkarmaktadır. Özellikle Adorno ve Horkheimer’ın eleştirel yönünün radikal
boyutları kavramı bertaraf etmektedir. Habermas ise, bu denli sert ve radikal olmayan
eğilimle, demokratik, çoğulcu ve müzakereci değerleri de analiz ederek hoşgörü
kavramına yeni bir imkân tanımaktadır. Ona göre, “Hoşgörü -herkes için eşit saygı ile
ilgili olarak- onun kendi alanını bizim tahlil etmemizi talep eden bilişsel bir
uyumsuzluğun pratik etkisini etkisiz hale getirme isteği anlamına gelmektedir” (2003:
12). Habermas, hoşgörü konseptinin zeminini demokratik değerlere içkin kılmaktadır.
“Habermas, yer yer “radikal demokrasi” olarak adlandırdığı daha özgür ve daha
hoşgörülü bir toplum paradigmasını savunmaktaydı” (akt. Timur, 2008: 166). Sonuç
olarak, eleştirel teorinin çerçevesi liberal değerleri alaşağı etmeye giriştiğinden,
hoşgörü kavramının da saldırıya uğraması doğal ve kaçınılmazdır.
‘Saf Hoşgörünün Bir Eleştirisi’ (A Critique of Pure Tolerance) (1965)
Immanuel Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi kitabına ironik bir şekilde atıfta bulunarak
Robert Paul Wolff, Barrington Moore, Jr ve Herbert Marcuse’nin evrensel bir erdem
olarak tanımlanan hoşgörü kavramına dair yazdıkları farklı makalelerden
oluşmaktadır. Kitabın özü, Türkçe ismiyle ‘Görünmeyen Diktatör’ adlı kitapta yer alan
bir derlemeye dayanmaktadır34. Robert Paul Wolff, “Herbert Marcuse: 1898-1979: A
Personal Reminiscence” başlıklı yazısında, kitabı ortaya çıkış koşullarından
bahsetmektedir. Marcuse’nin ironik bir şekilde Kantçı bir öneriyle kitaba isim bulması
34 Robert Paul Wolff ‘Hoşgörünün Ötesinde’, Herbert Marcuse ‘Baskıcı Hoşgörü’, Uwe Bergmann ‘Üniversitenin Devrimciliği’, Bern Rabehl ‘Parlamento Dışı Muhalefet’ başlıklı makaleleri kaleme almıştır. Ayrıntı için Bkz.: Görünmeyen Diktatör, Ararat Yayınevi, 1969.
162
Kantçı bir akademisyen olan Wolff için oldukça şaşırtıcıydı. Wolff bu süreci şu şekilde
aktarmaktadır:
“Bu tarz bir başlığı olan kitapta ismimin olmasının, Kantçı bir akademisyen olarak saygınlığıma
mal olacağını söyleyerek itiraz ettim. Daha çok itiraz ettikçe, Marcuse daha çok ısrar etti, Tovell
ve Moore ise orada oturdu ve güldü. Sonunda Marcuse cevaplanamayan bir argümanla tartışmayı
kazandı: Hiç kimse kitabı okumazdı, bu yüzden itibarım güvendeydi! Hatırlatmaya gerek yok,
Marcuse'nin "Repressive Tolerance" (Baskıcı Hoşgörü) denemesi, muhtemelen yazılarının tüm
külliyatında en çok okunan tek parça oldu. Liberal inançtaki yücelerin yücesine meydan
okuyarak, on binlerce okuru, politik inançlarının irdelenmemiş varsayımlarıyla yüzleşmeye
zorladı” (1980: 8).
Bu çalışmada, Wolff, Moore ve Marcuse hoşgörüyü birbirinden farklı felsefi ve
sosyolojik yaklaşımla tarihsel ve siyasi eğilimle ele alarak, verili hoşgörü kavramının
politik bir takım gizli gerçekleri göz ardı ettiğini savunmaktadır. Wolff’un
“Hoşgörünün Ötesinde”, Moore’un “Hoşgörü ve Bilimsel Bakış Açısı” ve Marcuse’nin
“Baskıcı Hoşgörü” adlı makaleleri, hoşgörü konseptini tarihselleştirme, çoğulcu
demokrasi, totaliter demokrasi ve bilimsel bakış açısından ele alan yazarların
çalışmalarını içermektedir. Bu bölümde, (1) Birbirine karşı gelen felsefi ve sosyolojik
eğilimleri temsil eden Wolff ve Moore’un hoşgörü üzerindeki düşünceleri ele alınacak,
(2) Marcuse’nin baskıcı hoşgörü kavramsallaştırmasının ayrıntılı analizi yapılacaktır.
Ortak görüş, egemen hoşgörü kavramının politik gerçekleri gizlemede ikiyüzlü bir
maskeye sahip olduğu yönündedir.
Bir Kant uzmanı olan Robert Paul Wolff’un “Hoşgörünün Ötesinde” (Beyond
Tolerance) başlıklı makalesi, Platon’un Devlet adlı eserindeki erdem konusu
üzerinden konuya giriş yaparak, erdemli insanın iyi yaşama yönelik yapması
gerekenlerden bahsetmektedir. Her siyasi oluşumun kendinden menkul bir erdeme
sahip olduğunu belirten Wolff, “Amerika’da ortaya çıkan modern çoğulcu
demokrasinin erdeminin hoşgörü” olduğunu dile getirmektedir (2014: 20).
Makalesinin Hegelci anlamda bir ‘aşma’yı temsil ettiğinden bahseden Wolff,
hoşgörüyü politik bir erdem olarak ele alıp, demokratik çoğulculuk kuramı ve
pratiğinin bu erdemi çözümlemekte gerekli bir parametre olduğunu belirtmektedir.
Amerikan siyasi sistemindeki çoğulculuğun ortaya çıkış koşullarını analiz eden yazar,
Amerikan deneyimine has özellikleri sıralamaktadır. Bu özellikler, Amerikan
sisteminin federal yapısı, toplumsal sistemlerle ilgilenen gönüllü kurumlar ve dinsel,
163
ırksal, etnik heterojenlik bilincidir. Wolff, “Tüm bu betimleyici parçaları bir araya
getirerek çoğulcu demokrasinin bir portresine sahip olunacağını savunur” (2014: 27).
Wolff’un aktarımına göre, Amerikan deneyiminin birçok faktörü barındıran çoğulcu
yapısı bu heterojen eğilimlerin neticesinde ortaya çıkmıştır. “Normatif bir kuram
olması sebebiyle çoğulculuk, bir erdem ilkesine ya da iyi toplum idealine başvurarak
savunulmalıdır” (Wolff, 2014: 20). Hoşgörünün her bir toplumun çoğulcu
politikalarında farklı bir şekilde tezahür edeceği kaçınılmazdır. Wolff, hoşgörünün her
durumda bir erdem olamayacağından bahsetmekte, bu durumlarda hoşgörünün
ölümcül olma tehlikesi taşıyan bir hastalık için ümitsiz bir tedaviye dönüştüğünü
(2014: 32) belirtmektedir. Çoğulculuk savunusunda ortaya çıkan hoşgörüsüzlük
konusuna Wolff, şu yorumu getirmektedir:
“Sosyologların jargonunda, iç-gruba bağlılığın doğal refakatçisi dış-gruba düşmanlıktır. Bir
insan ne kadar heyecanlı bir şekilde ‘biz’ diyorsa o kadar da soğuk bir şekilde ‘onlar’ diyecektir.
Her birinin kendi grubundan edindiği bireysel güç, dar görüşlü nefretin toplumsal zayıflığına,
yani hoşgörüsüz diye dönüşecektir” (2014: 32).
Wolff, John Stuart Mill’in Özgürlük Üzerine çalışmasına değinmekte ve Mill’in birey
kutsallığına verdiği değerden bahsetmektedir. Mill’in kamusal ve özel alan
ayrışmasına değinen Wolff, “Mill ve klasik liberter felsefe için hoşgörü bireyin
varoluşunun özel alanının dokunulmazlığına saygı duymaya hazır olmaktır” (2014:
36) çıkarımını yapmaktadır. Mill’in argümanı, özel alanda bireyselliğin istenildiği gibi
yaşanabilmesini, kamusal alanda ise bireyin bir dizi sorumluluklarını
hatırlatmaktadır. Böylece ortak kamusal alanda birey diğerleriyle eşit haklara sahip
ve sorumlu bir bireye dönüşmektedir. Liberal hoşgörü tasavvurunun genellikle
kozmopolit yapıdaki toplumlarda var olduğu düşüncesi, çoğulculuğun varoluş
koşullarını hatırlatmaktadır. “Liberalizm tarafından açıklandığı haliyle hoşgörü
felsefesi, kent ortamında, kültürel, dinsel, toplumsal ve politik çeşitliliğin etkin bir
şekilde teşvik edilmesine doğal olarak yol açar” (Wolff, 2014: 36). Bu sebeple,
hoşgörü iklimi her durumda çoğulculuğu gerekli kılmaktadır. Mevcut toplumsal
gruplar eğer homojenlik barındırıyorsa, hoşgörünün sağlıklı şekilde ortaya çıkması söz
konusu değildir. Liberal sistem heterojen bir yapıya dayandırılmakta ve hoşgörü
savunusu da doğal olarak ona hizmet eder hale gelmektedir. Muhafazakâr bir
liberalizme evrilen çoğulculuk amacından sapmış, siyasi içerikle dolu hale gelmiştir.
164
Zaman içerisinde çoğulculuğun bir çıkar çatışmasının aracı haline geldiğinden
bahsetmektedir. “Çoğulculuk, hem teoride hem de pratikte toplumun tamamen
yeniden örgütlenme olasılığını açıkça kabul etmez” (Wolff, 2014: 36). Politik
topluluğu sarsabilecek kötülüklere karşı ölümcül bir şekilde kör olmasından ötürü
Wolff, çoğulculuk fikrini eleştirmekte ve makalesini şu sözleriyle sonlandırmaktadır:
“Çoğulculuğun ve hoşgörünün ötesinde yeni bir toplum felsefesine ihtiyaç vardır”
(2014: 56). Wolff, Amerikan liberal değerlerinin anımsatmasını yaparak, çoğulcu
politikaların esasında hoşgörü ortamı yaratmadaki etkisini dile getirmektedir. Ancak
çoğulcuğun zaman içerisinde siyasi mekanizmanın çıkarlarının bir aracı haline
gelmesi, onu eleştirilebilir hale getirmiştir. Wolff, asıl olarak olumlu bir havayla
başladığı makalesini, gelecek beklentili olumsuz bir yorumla sona erdirmiştir. Var
olan koşullarda hem çoğulcu yapının hem de hoşgörünün altı oyulmuş olduğundan, bu
değerlerin savunusunu yapmak artık mümkün görünmemektedir. Bu sebeple,
hoşgörüyü aşan bir toplumsal yapıya olan inancını dillendirerek makalesini
sonlandırmayı tercih etmiştir.
Bir sosyolog olan Barrington Moore, J.R.’ın “Hoşgörü ve Bilimsel Bakış Açısı”
(Tolerance and The Scientific Outlook) başlıklı makalesi, bilimsel olanın herhangi bir
konuda dogmatik olana, yalnızca umut dolu varsayımlara itiraz etmek olduğunu
belirtmektedir. Moore, farklı kuramsal duruşa sahip iki tarihçinin bir savaşı
yorumlama biçiminin de doğal olarak farklılaşabileceğinden yola çıkarak, farklı dünya
görüşlerine dayanan ‘yorumlara’ karşı hoşgörünün sorunu sadece karmaşık hale
getireceğinden bahsetmektedir (2014: 63). Moore, bilimsel bakış açısının farklı
düşüncelerin sınanmasındaki önemine değinmektedir, ona göre her fikir bir şekilde
yeterliliğini sınanır hale getirebilir. Bu hemen bir düşünceyi kabul etmek anlamına
gelmez. “Hoşgörü düşünceleri sınamak için hukuk alanında gördüğümüz yargılama
sürecine benzeyen, kendine özgü bir yöntemin olduğuna işaret eder.(…) Düşünceleri
sınamak için gelişen ve değişen bir sınama süreci, bilimsel bakış açısına tabi olan
herhangi bir hoşgörü kavrayışının merkezinde yatmaktadır. Bu gerçek hoşgörüdür”
(Moore, 2014: 65). Böylece, Moore’un bilimsellik temelinde tanımladığı saf/gerçek
bir hoşgörü tanımlaması ortaya çıkmaktadır. Moore, bilimsel bakış açısının herhangi
başka bir siyasi yapıya evrilme ihtimalini düşük bulmaktadır:
165
“Bilimsel tutumun var olan düzene yönelik muhafazakâr bir hoşgörüye neden olacağı ya da
düşünürleri geçmişin ve günümüzün önemli konularına nüfuz etmelerini engelleyeceği
düşüncesi bana saçma geliyor. Böyle şeyler gerçekten oluyor, hem de geniş ölçekte ama bunlar
bilimsel bakış açısının gerekliliklerine ve ima ettiklerine ulaşmadaki bir başarısızlığı
imlemektedirler” (2014: 77).
Moore, bilimselliğin soruşturmacı ve eleştirici yönünün birçok durumda etkili
olduğunu belirterek makalesini sonlandırmaktadır: “Bilim akla karşı hoşgörülüdür;
akılsızlık ya da sahtekarlığa karşı ise acımasızca hoşgörüsüzdür” (2014: 77). Moore,
hoşgörü belirlenimini bilimsellik kriterine uygun bir tarzda ele almaktadır. Bilimin
pusula olduğu bir toplumda hoşgörünün zaten otomatikman geleceği varsayımında
bulunmaktadır. Ancak bu sözde-hoşgörünün uydurma bilimi destekleyen tarzını
içermez. Sırf zıt olduğu için iki farklı görüşün güya hoşgörü adına yan yana durması,
bir bilimselliğe referans yapmaz. Bilimsel olan sonuçta yıkıcı da olsa hakikate
erişmede bir role sahiptir. Sonuç olarak, Wolff’un saf hoşgörüye dair anlatısının
Hegelci aşma çerçevesinde yeni bir toplumsal düzeni düşlediğini, Moore’un ise
bilimsel olanın hakiki bir hoşgörü yaratmadaki vurgusunu güçlü tuttuğu yorumu
yapılabilir.
3. Marcuse’nin ‘Baskıcı Hoşgörü’ Kavramı
Tez çalışmasının merkezinde yer alan Marcuse’nin ‘baskıcı hoşgörü’ makalesi,
eleştirel teorinin yeşerdiği zeminde yükselmekte ve esasında hoşgörü konusunu ele
alan ‘aykırı’ bir çalışma olarak değerlendirilmektedir. Makale, ABD öğrenci
hareketlerinin arttığı, sivil hak çalışmalarına ve ırkçılık karşıtı eylemlere yönelen
çalışmaların sesinin yükseldiği koşullarda 1960 sonrası süreçte yazılmıştır. Marcuse,
esasında öğrenci hareketlerinin sert şekilde bastırılmasına, polis ve devlet şiddetinin
meşru kılınmasına itiraz etmekte ve öğrencilerin bir tür hoşgörüsüzlük ve şiddet
mağduru olduklarını hatırlatmaktadır. Bu sebeple, Marcuse, makalesini Brandeis
Üniversitesi’ndeki öğrencilerine adayarak, bir nevi öğrencilerle duygusal bağına
gönderme yapmakta ve Yeni Sol hareketlerdeki pozisyonunun hakkını vermektedir.
Marcuse, Freud’un baskı kavramını kendi analizinde geliştirerek, hoşgörünün nasıl
olupta baskılamaya dönüştüğünü izah etmektedir. Bu açıdan kavram, Marcuse’nin
özgün dil kullanımının mükemmel bir temsili olarak okunmalıdır.
166
Bir Hegel uzmanı olarak Marcuse’nin “Baskıcı Hoşgörü” [Reppressive Tolerance:
RT] başlıklı makalesi, onun diğer eserlerinden daha fazla okunmuş, analiz edilmiş ve
döneminin gündemini uzunca bir süre işgal etmiştir. Marcuse’nin makalesi diğer
yazarlarınkinin aksine en baştan sonucu bildirerek başlamaktadır. Belki de bu unsur
onun duruşunun kışkırtıcılığını yansıtmaktadır. Marcuse’nin üzerinde sıklıkla durduğu
AIS’deki temel çelişkiler onun hoşgörü konseptine de yansımaktadır. Marcuse,
makalesinin girizgâhında bu ikiliğe vurgu yapmaktadır:
“Hoşgörü, bugün yine kökenlerinde olduğu haliyle, modern dönemin başlangıcındaki haliyle-
partizan bir amaç, yıkıcı bir özgürleştirici düşünce ve pratik [olarak]- ortaya çıkmıştır. Diğer
taraftan, günümüzde hoşgörü olarak ifade edilen ve uygulanan şey en etkili dışavurumlarının
çoğunda baskının nedeni olarak hizmet etmektedir” (2014a: 79).
Marcuse, artık özgürleştirici bir hoşgörünün imkânsız olduğuna, ancak yine de
entelektüel sorumluluğun yeni bir alternatif yaratmadaki görevine vurgu yapmaktadır.
Hoşgörünün kendi içinde bir amaç olduğundan bahseden Marcuse, özgürleştirici bir
hoşgörünün statükonun sürdürülmesi adına frenlendiğinden bahsederek şunları
söylemektedir: “Hoşgörü, korku ve sefalet içermeyen bir varoluş yaratma şansını yok
etmese bile engellediği için, hoş görülmemesi gereken politikalara, koşullara ve
davranış biçimlerine kadar genişletilmiştir” (2014a: 80). Marcuse, hoşgörünün
konumunun değiştiğini, muhalefetten alınıp, iktidara teslim edildiğini belirtmektedir.
Hoşgörünün hiyerarşisi böylece iktidar merkezli hale gelmiştir. Mevcut iktidar
biçiminin hoşgörme yetkisiyle donatılması, Seneca ve Locke’un görüşlerini
yansıtmaktadır. “Hoşgörü etkin bir durumdan edilgin bir duruma, pratikten pratik
olmayana dönüştürüldü; yerleşik otoriteyi rahat bırakın! Yönetime karşı hoşgörü
gösteren halktır; buna karşılık olarak da yönetim, yerleşik otoritenin belirlediği
çerçeve içerisinde muhalefeti hoş görür” (2014a: 80). Marcuse, AIS’deki tüketim
odaklı uygulamaların hoşgörü mekanizması haline geldiğinden bahsetmektedir.
Bunlar sistemin devamını sağlamak için hoşgörüyü gerekli kılmaktadır. ODM
kitabındaki tüketim odaklı yaşama biçimindeki gibi örnekler veren Marcuse,
hoşgörünün bu ikilikleri yıkmada bir aracı pozisyonunda olduğunu belirtmektedir.
Marcuse, eleştirel teorinin ‘bütün’ yönelimine karşı tavrını hatırlatarak,
bütünsellik içindeki tavırların sistemin devamına hizmet sağladığını ifade etmektedir.
Eleştirel teoride bütünün yanlış bir dizgeye referans yaptığı, (Hegel’e karşıt olarak)
167
bütünün içerisinde muhalefeti sindirdiği inancı yüksekti. Buradan hareketle Marcuse,
“baskıcı bir toplum içerisinde, ilerici hareketler bile, oyunun kurallarını kabul ettikleri
ölçüde, karşıtlarına dönüşme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar” (2014a: 81) ifadesiyle,
baskıcı bir bütünselliğin mutlak anlamda hiçbir ilerleme katedemeyeceğini
söylemektedir. Böylece bütünselliğin yanlış bir saptama olduğu sonucuna
varmaktadır. “Hoşgörünün işlevi ve değeri uygulandığı toplumda egemen olan eşitliğe
dayanır” (Marcuse, 2014a: 81). Marcuse evrensel bir hoşgörü anlayışını toplumun tüm
kesimlerini kapsadığı zaman mümkün görmektedir. Bu noktadan siyasi bir kullanım
biçimine geçiş yaparak yorumunu geliştirmektedir: “Evrensel bir hoşgörü sadece,
gerçek ya da sözde düşman veya ulusal çıkarlar uğruna insanların askeri şiddet ve
yıkım içinde eğitilmeleri gerekmediği zaman olanaklıdır” (Marcuse, 2014a: 82). Bu
koşulların olmadığı bir toplumda gerçek veya saf bir hoşgörünün ortaya çıkması
beklenebilir. Diğer haliyle, siyasi anlamlarla yüklenmiş bir sahte hoşgörü ortamı
doğmaktadır. Marcuse, taraf tutmayan, partizan olmayan hoşgörü anlayışına ‘saf’
veya ‘soyut’ hoşgörü adını vermektedir (2014a: 82). Ancak Marcuse’nin ironisi şu
şekilde ilerletilebilir: bu saf ve soyut hoşgörü yalnızca güçlülerin tekelindedir,
tarafsızlık iddiası onu ayrımcı politikaların sürdürülmesinde araç hale getirmektedir.
Mill’in liberal felsefedeki hoşgörü tanımlamasının sınırlılığına da değinen Marcuse,
özgürlük ve hakikat arasındaki bağı analiz etmeye girişmektedir. Rastlantısal bir
biçimde gelişen ve ayrım yapmayan hoşgörünün sağlıksız toplumsal oluşumların
vazgeçilmezi olduğu söylenebilir. Bu noktada, hoşgörünün tarafsızlık adına bazen tersi
bir durumu yaratacağı da düşünülebilir.
Marcuse, liberal kuramdaki düşünce ve ifade özgürlüğünün önemine, mevcut
sistemde bireylerin bu özerk düşünce biçimlerinin sakat hale geldiğine ve evrensel
hoşgörünün tartışmalı bir unsura dönüştüğüne değinmektedir. “Hoşgörünün telosu
hakikattir” saptamasıyla Marcuse, tarihi olaylarda ne yönde bir hoşgörü uygulandığını
açıklamaya girişmektedir. Tarihin her şekilde hoşgörüsüzlük tarihi olduğunu, erk
sahiplerinin kâfirlik suçlamasıyla farklı sesleri susturduğunu belirtmektedir.
“Hoşgörüsüzlük ilerlemeyi ertelemiş ve masumlara uygulanan kıyım ve işkenceyi
yüzlerce yıl sürdürmüştür” (Marcuse, 2014a: 87). Marcuse, hoşgörü soruşturmasını
azınlık ve muhalefetten, resmi ve kamu alanlarına kaydırarak, hoşgörü hiyerarşisini
tersine çevirmektedir. “Otoriter bir sistemde halk hoş görmez -yerleşik politikaların
168
acısını çekerler” (2014a: 87). Yeterli derecede demokratik değerleri sindiren bir
toplumun şiddete başvurmayan hareketleri hoş görebileceğinden bahseden Marcuse,
bunun tamamıyla özgür bir topluma ulaşmada etkili olmayacağını da eklemektedir. Bu
toplumda bireyler, yalnızca belirli oranlarda serbest bırakıldıklarından, sisteme boyun
eğer hale gelmektedirler. Marcuse, refah toplumlarındaki ‘çoğulculuğun’ bir şekilde
tüm taraflara konuşma ve ifade özgürlüğü tanıdığından bahsetmektedir. Bu yapay
özgürlük alanı, tüm hakikati bulanık hale getirmeye yaramaktadır. Marcuse’ye göre;
“Kitle iletişim araçlarındaki sonu gelmez tartışmalarda aptalca bir düşünceye zekice bir
düşünceye gösterilen saygının aynısı gösterilir, bilgisiz olan bilgili olanın konuştuğu süre kadar
konuşur, propaganda ile eğitim, hakikat ile yalan yan yana gider. Anlamlı ve saçmaya dair bu
saf hoşgörü, hiç kimsenin ne grup ne de bireysel olarak, hakikatin sahibi olmadığı ve doğruyu
ve yanlışı, iyi bir kötüyü belirleyemeyeceği yönündeki demokratik akıl yürütmeyle
savunulur” (2014a: 89).
Marcuse hoşgörünün tüm taraflara adil bir şekilde dağıtılma talebinin kusurlu
olduğunu belirtmektedir: “Ekonomik ve politik gücün yoğunlaşması ve karşıtların
teknolojiyi bir tahakküm aracı olarak kullanan bir toplum içerisinde bütünleşmesiyle,
etkin muhalefet özgürce ortaya çıkacağı yerde engellenir: Düşüncenin
biçimlenmesinde, bilgi ve iletişimde, konuşma ve toplanmada” (2014a: 89-90). Siyasi
iktidarın tekelindeki kitle iletişim araçları verili bir durumu halka empoze etmektedir.
Marcuse, bunun ikna sürecinin dil aracılığıyla gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Ona
göre, “düşünme süreci başladığı yerde biter; verili şartlar ve ilişkiler içinde” (2014a:
90). Marcuse, ODM’de ele aldığı Orwellci dilin önemine, tez, antitez ve sentezin
ilişkisine ve anlamın mantığının kapanmasının hoşgörünün önünü kestiğine
değinmektedir. Sonuç şudur: “Karşıtların etkisizleştirilmesidir, hoşgörünün yapısal
sınırlandırılması ve önceden biçimlendirilmiş zihniyet içerisinde meydana gelen bir
etkisizleştirme” (2014a: 91). Toplumda var olan sahte tarafsızlık algısı böylece
düzmece bir nesnelliği ortaya çıkarmaktadır. Aldatıcı tarafsızlık insanların manipüle
edilmesinde bir işleve sahiptir. Marcuse, tüm bunlardan kurtulmayı, bireyin beyin
yıkama sürecinden çıkarılması gerekliliğine bağlamaktadır.
Her şekilde demokratik bir hoşgörünün, kurumsallaşmış bir hoşgörüsüzlükten iyi
olduğu sonucuna varan Marcuse, yine de bir alternatif sunma girişiminde
bulunmaktadır. Baskıcı refah toplumu bu süreçte bireye bazı durumları büyük oranda
hoş görme yetkisi vermektedir. Bu toplumun içinde var olan şiddet eğilimini Marcuse,
169
hoşgörü teması ile ele almaktadır. “Tarihsel işlev bakımından, devrimci ve gerici
şiddet arasında, bastırılanların ve bastıranların uyguladığı şiddet arasında bir fark
vardır” (2014a: 95). Marcuse, şiddetin her türlü kötü olduğunu eklemekte ancak bu
kötü olmanın tarihsel gerçekliği değiştirmediğini, ahlaki ölçütün her zaman işler
durumda olmadığını da belirtmektedir. Toplumdaki yanlış ve doğru hoşgörü, ilerici ve
gerici düşünce ayrımının ise “Platon’un eğitim diktatörlüğünün karşılığı özgür insanın
demokratik eğitim diktatörlüğü” (2014a: 97) vasıtasıyla gerçekleşebileceğini
savunmaktadır. Tarihsel anlamda şiddet eylemlerinin bir hoşgörü anlayışına göre
değerlendirilmediğinden bahseden Marcuse, hoşgörünün yeni bir açılımını tarif
etmektedir: “Özgürleştirici hoşgörü Sağdan gelen hareketlere hoşgörüsüzlük ve
Soldan gelen hareketlerin ise hoşgörülmesi anlamına gelebilir” (2014a: 99). Marcuse,
mücadele eden küçük azınlıklar ve güçsüz grupların bir tür savunusunu yapmaktadır.
Çünkü hoşgörünün gerçek anlamda var olduğu bir toplumun koşulları hala eksiktir:
“Hoşgörünün özgürleştirici ve insancıllaştırıcı bir güç haline yeniden gelebileceği koşullar hala
yaratılmayı bekliyor. Hoşgörü esas olarak baskıcı toplumun korunması ve muhafaza edilmesine
hizmet ediyorsa, muhalefeti etkisizleştirmeye ve insanları başka ve daha iyi yaşam biçimlerine
karşı bağışık hale getirmeye hizmet ediyorsa o zaman hoşgörü çarpıtılmış demektir” (2014a:
101).
Bu sorun, bireyin yanlış bilincini yok etmek için, onun zihninde başlatılması gereken
bir yıkım süreciyle ortadan kaldırılabilir. Toplumsal anlamda düşünme ve reddetme
için yeni bir zihinsel alan yaratılmalıdır. Marcuse, sistemle henüz bütünleşmemiş genç
zihinlerin özgürleştirici hoşgörü ile mücadele edebileceklerini belirtmekte ve sonuç
olarak, AIS’nin yıkıcı unsurlarının hoşgörüye saldırdığını, kavramın
uygulanabilirliğini yapıbozuma uğrattığını ifade etmektedir. Mevcut siyasi ve
ekonomik şartlar, hoşgörünün içini boşaltmakta ve toplumda nesnel bir çelişkinin
ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu tarz bir toplumdaki küçük azınlıklara aldatıcı
bir hoşgörü ile serbestlik alanı yaratılmaktadır. Marcuse makalesinin sonunda çok
tartışılan şu yorumu yapmaktadır: “Direnişin ezilen ve boyun eğdirilmiş azınlıkların
‘doğal bir hakkı’ olduğuna inanıyorum; bu hak, eğer yasal araçlar yetersiz kalırsa yasa
dışı araçları kullanmayı da içerir” (2014a: 105). Yasanın aslında mevcut iktidarların
yasası olduğunu söyleyen Marcuse, yasaya güvenilmez bir pozisyon tahsis etmektedir.
Yasaya dair bu şüpheci yorumu, şiddeti teşvik ettiği iddialarını güçlendirmeye
yaramıştır.
170
a. Baskıcı Hoşgörüye Yönelik Değerlendirmeler
Marcuse’nin ‘baskıcı hoşgörü’ makalesi, içerisinde azınlık, muhalif ve ayrımcılığa
uğrayan gruplara hoşgörüsüzlük hakkı tanıdığı, şiddeti onların da tekeline vermeyi
savunduğu için sıklıkla eleştirilmiştir. Siyasi iktidarın hoşgörüyü bir lütuf gibi
sunmasından ziyade, sürece görünmeyen grupların da katılmasının gerekliliğine vurgu
yapmıştır. Hoşgörünün saf ve soyut halini tarafsızlık maskesinin ardında gizlenmiş,
ideolojik bir okuma olarak değerlendirmiştir. Makalenin genel tonu siyasi bir içerime
sahiptir, aynı zamanda Marcuse’nin öğrenci hareketlerindeki pozisyonu hatırlanırsa,
makalenin onlara adanması hala bir umudun korunduğunu göstermektedir. “Marcuse
her türlü uzlaşma biçimine saldırmakla kalmıyor, bunların nasıl görünürdeki hallerine
zıt bir kılığa büründüklerini göstermeye çalışıyordu. ‘Baskıcı hoşgörü’, ‘baskıcı
yüceltme-çözülüşü’, Marcuse’nin tek boyutlu kültürün ‘iç yetersizlikleri’ hakkındaki
teşhisini ileten terimlerdi” (Giddens, 2000: 236). Marcuse, bu yetersizlikleri Freud’un
teorisi ile tanımlaya girişmektedir.
Cranston ise, bir nebze ironik bir dille makalenin yayınlandığı süreci şu şekilde
ifade etmektedir: “Marcuse’un zihinsel çalışmalarının son durumunu en güzel
yansıtan, 1966 yılında tıpkı bir dua kitabı gibi siyah ciltler içinde yayınlattığı ve belki
de öğrenci toplantılarında ayin türünden okunan ‘Başkan Mao’nun Düşünceleri’ ile
yarışma amacını güden ‘Salt Hoşgörünün Eleştirisi’ adlı kitaptır. Bu, Marcuse’un en
ünlü ve en rahatsız edici eseridir” (1972: 118). Öğrenci hareketlerinin arefesinde
kitabın bu sessiz çığlığı kamuoyunun ilgisini fazlasıyla çekmiştir. Marcuse’nin ezber
bozan bakış açısının hoşgörü kavramını da bir tür deconstruction sürecine tabii
kıldığını belirtmek mümkündür. Genel geçer bir hoşgörü iddiasının içinde barındırdığı
tehlikeler bu sebeple Marcuse’nin üzerinde durduğu konulara dönüşmüştür.
Evrenselleştirici bir hoşgörü iddiasının ise henüz tam anlamıyla gerçekleşmesi
mümkün değildir. “Repressive Tolerance”: Herbert Marcuse’s Exercise in Social
Epistemology” başlıklı makalesinde Fopp, hoşgörünün belirli bir formu ve işlevi
olarak hizmet eden bilginin yapısı ve sosyal organizasyonunu Marcuse’nin analizi
üzerinden ele almaktadır. Fopp’a göre, Marcuse’nin makalesinin temel odak noktası,
aynı zamanda hoşgörünün sosyal epistemolojiye sağladığı katkıdır ve makalenin
171
başlığı oksimoron bir tarzda karakterize edilmiştir. Fopp, makalenin temel yaklaşımını
özetlemektedir:
“Marcuse’nin bu makalesi, hoşgörünün egemen sosyal kavrayışlarını- vatandaşların devlet
politikasını tolere etmesi ve hükümetlerin tartışma ve muhalefeti teşvik etmemesini
sorunsallaştırmayı araştırıyor. Marcuse hoşgörü hakkındaki bilginin sosyal üretimini
açıklamıştır. O, ayrıca baskıcı hoşgörüye katkı sağlayan ‘nötrlük’ ve ‘objektiflik’ ve ‘tarafsızlık’
ve ‘görecelik’ tarafından uygulanan sosyal işlevi de teşhis etti” (2010: 105-106).
Marcuse’nin makalesinin genel tonu kitaptaki diğer iki yazarın makalesine kıyasla,
negatif bir eğilimi, olumsuz bir tabloyu temsil etmektedir. Marcuse’nin içinde
bulunduğu politik konumun da etkisiyle, hoşgörünün siyasi eğilimlerdeki kullanımına
yönelmesi haklı bir gerekçe olabilir. Bu sebeple onun hoşgörü tanımlaması Mill’in ele
aldığı anlamın çok ötesindedir. “Marcuse’nin baskıcı hoşgörü üzerine yazdığı makale,
Mill’in felsefesinin, tüm içeriğin değerlendirmelerine bakılmaksızın ifade
özgürlüğünün soyut hakkını koruduğu iddiasını çürütüyor” (Reitz, 2009: 214).
Marcuse, Mill’in liberal kuramdaki özgürlük boyutunun günümüzde uygulanır
olmadığını ve özgürlüğün ne şekilde, kim tarafından verileceği, nasıl elde edileceğinin
muğlaklığını ortaya koymaya çalışmaktadır. Wolff’un makalesinde ele aldığı, Mill’in
kamusal ve özel alandaki özgürlük ayrımını Marcuse, siyasal-toplumsal bir fenomen
olarak değerlendirmektedir. “Diyalektik bir analiz anlamında kamusal ve özel konuları
birbirine bağlayan Marcuse, tüm formlarıyla nefret, sömürü ve şiddete hoşgörü
göstermeye karşı toplumsal ve politik hoşgörüsüzlük çağrısında bulunur” (Shel, 2009:
117). Marcuse’nin hoşgörü tasavvurunda özgürlük temel bir belirlenimdir, ancak onun
ayrıştırılması değil, tek bir çatı altında birleştirilmesi gerekmektedir. Marcuse bu
çerçevede siyaset felsefesinin birçok kavramını yeniden okuyup, onların örtülü
anlamlarını kendi döneminin koşullarına göre ortaya çıkarmaya çalışmaktadır.
“Toplumumuzda hoşgörünün, en tehlikeli ve en yıkıcı fikirlerin ateşleme fitilinin
sökülmesi için bir yol sağlaması bakımından gerçekten engelleyici, bastırıcı olduğu
söylenebilir; sansür etmek değil, ama bir modaya, bir hevesle döndürmek, tehlikeli
olabilecek bir hareketi ya da devrimci kişiliği yok etmenin en etkili yoludur”(Jameson,
2006: 106). Jameson’un ele aldığı gibi, hoşgörünün uygulandığı toplumsal, siyasal
koşullar onun içeriğinin dönüştürülmesine de sebep olmaktadır.
172
Marcuse’nin hemen hemen tüm çalışmalarının merkezi teması olan AIS, bu
yönüyle hoşgörü kavramını da yeni bir boyuta dönüştürmektedir. “Marcuse, endüstri
toplumunda bir gerilimi açığa çıkarır. Hoşgörü, herhangi bir soylu idealde olduğu gibi,
istenmeyen sonuçlara sahiptir. Eğer hoşgörü hoşgörüsüzlüğe yol açabilirse, hoşgörüye
karşı hoşgörüsüzlük paradoksal bir gerekliliktir” (Shel, 2009: 117). Marcuse’nin
kavramların ikili doğasını ortaya çıkarma arzusu yeniden belirgin hale gelmektedir.
Toplumda her yönüyle diyalektik bir yasa işlemektedir, güç ve iktidarın tekelinde olan
her konu baskın hale gelmektedir. Bu yüzden, Marcuse, bu eşitsiz ilişkinin doğasını
kırma noktasında denge sağlamaya çalışmıştır. “Marcuse, muhafazakâr ve gericilerle
ilgili ayrımcı bir hoşgörü siyaseti uygulayarak geç kapitalist toplumun yeni
çelişkilerinden yararlandığını ve diğer muhalefet gruplarıyla ittifak yapar
göründüğünü ileri sürer” (Gray, 2004: 121). Toplumun çıkar grupları temelinde bir
araya gelerek, bu çeperden uzak olanlara yönelik baskıcı bir hoşgörü
gerçekleştirildiğini iddia etmektedir. Marcuse’nin Freud altyapısı kavramı
kurgulamaktaki başarısını yansıtmaktadır. Birey üzerinde baskın olan unsurların her
yönüyle bireyin içsel özgürlüğüne engel olacağı kesindir. Marcuse, çalışmalarının
odağına çoğunlukla baskı kavramını almış, baskıcı olan toplumların içindeki bireyin
özgürleşme ihtimalini sorgulamıştır. Salt bir özgürlük ve hoşgörü tanımlaması
doğrudan bireye ayrıcalıklar tanırken, Marcuse felsefesinde bunlar ilk önce bir
filtrelemeye tabii tutulmaktadır. Giddens’a göre, “Hem Eros ve Uygarlık’ta hem de
Tek Boyutlu İnsan’da gayet açık bir biçimde ortaya konduğu gibi Marcuse’nin hoşgörü
toplumunun en güçlü eleştiricilerinden biri olduğu kabul görmüştür” (2000: 236).
Marcuse, verili siyasi koşullardaki tüm siyasi temaların çelişkili içeriklere sahip
olduğunu düşündüğünden, hoşgörü kavramının da eleştirmeni olmuştur. Marcuse’nin
yorumlarının ardındaki gizli unsurlar olarak Freud kadar Marx etkisi de
görünmektedir. Jameson, bu durumu yorumlamaktadır:
“Marcuse, Freud'un içgüdüsel dinamikleri üzerine tartışmasının, RT ve Kurtuluş Üzerine Bir
Deneme’de dile getirdiği taktik durumlarla olduğu kadar, Marx’tan kaynaklanan toplumbilimsel
öğretisiyle de sahip olduğu ortak yan, tüketim toplumunun, bolluk toplumunun, bütün
biçimleriyle olumsuzun deneyimini yitirdiği, bireysel görüş açısından olduğu kadar kültürel
açıdan da eninde sonunda tek verimli şeyin olumsuz olduğu, gerçekten insani bir varlığa yalnızca
olumsuzlama sürecinden ulaşılabileceği düşüncesidir” (2006: 104-105).
173
Baskıcı hoşgörü kavramsallaştırması, Marcuse’nin özgün terminolojisinin bir örneğini
teşkil edecek şekilde, kendi içerisinde bir diyalektiği barındırmaktadır. Bunun dayanak
noktası ise, Marcuse’nin felsefi düşüncesine katkı sağlayan isimlerle oluşturulmuştur.
Saf hoşgörü derlemesi içerisinde Marcuse’nin en etkileyici ve vurucu makaleyi ele
almış olması, dönemi itibarıyla öğrenci hareketlerindeki pozisyonu üzerinden bir
selam gönderme şeklinde yorumlanabilir. Amerikan öğrenci hareketlerindeki etkisi
üzerinden onun bu makalesi güncel siyasi tartışmalarda halen sıcaklığını
korumaktadır. Reitz, “Amerikan kampüslerinde özgürlük mücadelesinin, özünde
Herbert Marcuse ve John Stuart Mill arasındaki mücadele” (2009: 215) olduğunu
belirtirken bu duruma değinmektedir. Mill’in liberal hoşgörü tanımlaması ile
Marcuse’nin baskıcı hoşgörüsünün karşı karşıya geldiği bir siyasi ortamda tercihin ne
yönde olacağı tartışılabilir.
Amerikan üniversite deneyiminin akademik ortamlarda ve medyada sıklıkla
gündeme geldiği de bir gerçektir. Bu deneyimi, Sculos ve Walsh’in “The
Counterrevolutionary Campus: Herbert Marcuse and the Suppression of Student
Protest Movements” başlıklı makalesi yansıtmaktadır. Yazarlar, yakın dönemdeki
Amerikalı üniversite öğrencilerinin direnme pratiği üzerinden, Herbert Marcuse’nin
felsefesine değinmektedir. Yazarlar, Condoleezza Rice’ın, 2014 yılında Rutgers
Üniversitesinde açılış konuşmasına davet edilmesi sonrasında yaşanan öğrenci
protestoları üzerinden, Rice’ın programını iptal etmesi ve medyada öğrencilerin
tutumunun ağır ve sert bir şekilde eleştirilmesine değinmektedir. Sağ/muhafazakâr
görüşler gibi güya ilerlemeci/sol görüşlerin de öğrencilerin tavrını eleştirmesi ve
öğrencilerin ifade özgürlüğüne karşı hoşgörüsüz oldukları ve diğerlerini dinlemeyi
reddettikleri ortak yorum olarak dikkat çekmektedir. Sculos ve Walsh, Marcuse'nin
“RT” adlı eserinde ileri sürdüğü hoşgörünün baskı unsuruna dönüşümünden
bahsetmektedir:
“Tolerans ilkesi, radikal solu bastırmakta gerici güçlerin bir aracı haline dönüşmüştür. Diyalektik
olarak anlaşılan, hoşgörü bayrağı adaletsiz ve sömürücü bir sisteme karşı öğrenci muhalefetini
etkisiz kılmak için bir araç olarak kullanılıyor; hoşgörü, ironik olarak bir baskı aracına
çevriliyor…Baskıcı hoşgörü, sol hareketleri engellemek için güçlü bir araçtır. Sessizlik çağrısı,
öğrencilerin sistemli eleştirisinin dışlanmasına yönelik bir çağrı, yerel reddedişleri Büyük bir
Redde dönüşmeden önce bozma çabasıdır. Diğer görüşlerin “hoşgörülmesi”, öğrencilerin
174
seslerinin susturulmasıyla ödenir. Bu, diğerine karşı hoşgörünün oldukça diyalektik bir
dönüşümüdür- daha fazla kapsayıcılık kisvesindeki, hoşgörüsüzlüğe” (2016: 517- 528).
Baskıcı hoşgörünün bir kampüs deneyimi üzerinden izdüşümü olarak
değerlendireceğimiz bu makale, öğrenci protestolarının şekillendiği ortamdaki
özgürlük soruşturmasını yapma fırsatı vermektedir. İfade özgürlüğü adı altında
yalnızca siyasilere hak tanınması, öğrencilerin ise seslerinin kısılması Marcuse’nin
hoşgörüsüzlük üzerindeki tahakküm kurucu etkisine benzemektedir. Bu örnek olayda,
ana akım Amerikan medyasının, öğrencilere uygulanan şiddete dair herhangi bir
bilgilendirmeden kaçınırken, sadece öğrencilerin ifade özgürlüğünü engellediğini
aktarması medyanın iktidarın tekeline haspedilmişliğini de göstermektedir. Sonuç
olarak, baskılayıcı hoşgörü üniversite kampüslerinde devrimci hareketleri bertaraf
ederek, eğitimde muhalif seslerin sindirilmesine katkı sağlamaktadır. İfade özgürlüğü
ve tolerans adı altında, muhalif öğrenciler sessizliğe ve uysallığa/rızaya
yönlendirilmişlerdir. Tam da Marcuse’nin bahsettiği gibi, hoşgörünün saf ve soyut hali
güç sahiplerine teslim edilmiş, zayıf konumdaki bireylere ise ‘hoşgörüsüzlüğü’
armağan etmiştir.
b. Baskıcı Hoşgörüye İtirazlar
Marcuse’nin makalesinin eleştirilme sebeplerinden en önemlisi, son bölümde dile
getirmiş olduğu şiddete yönelik açıklamalardır. Ancak bütünsellikten kopuk olarak
sadece bu bölümün okunması yanlış bir çıkarım yapılmasına sebep olabilmektedir.
“Marcuse’nin RT makalesi yayınlandığında, makale bir dizi eleştiri fırtınasına neden
oldu. Eleştirenleri, diğer şeylerin arasında, onu taraftarları için hoşgörüyü
desteklemesi ve rakiplerine karşı hoşgörüsüzlüğü savunması, anti-demokratik ve yeni
elitist bir öncülük yapacak olan bir pozisyonu savunması ve pozisyonundaki içsel
sosyal değişimleri güvende tutmak için şiddeti önermesi yönünden suçlamışlardır”
(Fopp, 2010:106). Bu argümana göre, Marcuse’nin zayıf konumdaki gruplara
hoşgörüyü bir silah olarak teslim etmesi eleştirilmektedir. Reitz’e göre, sağ-kanat
yorumculardan Kors ve Silverglate, “The Shadow University: The Betrayal of Liberty
on American Campuses’ başlıklı çalışmasında, Marcuse’nin RT kavramını eleştirerek,
kavramın tüm politik eğilimleri kucaklamadığını belirtmektedirler” (2009: 214).
Marcuse’nin RT teorisi, onların günümüz yüksek öğretiminde politik doğruluk
175
yönünde çağdaş eğilim olarak neye acınacağının entelektüel bir öncülüdür (Reitz,
2018: 170). Marcuse, Mill’deki gibi liberal çoğulcu bir özgürlük ve hoşgörü
tasavvurunu savunmadığından, onun tüm kesimlere eşit dağıtılacak bir adalet anlayışı
olmamıştır. Kendi ütopyasının her ne kadar gerçekleşmeyeceğini bilse de, evrensel bir
hoşgörü iddiasında bulunmuştur. Dolayısıyla, dönemsel ve tarihsel koşulların onun
üzerindeki etkisi göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda, eleştirmenlerinden en fazla
göze çarpan kişi, ahlak felsefesi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Alasdair
MacIntyre’dir. MacIntyre, verili toplumda, Marcuse’nin hoşgörüyü nasıl
yorumladığını ele almaktadır: “RT” başlıklı makalesinde Marcuse, ileri endüstri
demokrasilerindeki toleransı, bir aldatmaca olarak ele alır. Azınlık görüşlerinin
ifadesine onlar yalnızca etkili olamayacakları için izin verilir; aslında tek ifade biçimi
onu etkisiz hale getirebilir. Onun bütün argümanının başlıca öncülü, bir kez daha
tekrardan çoğunluğun sistem tarafından etkili bir şekilde kontrol edilmesidir ve şekil
aldıklarındandır ki, onlar radikal eleştiriyi duymaz veya anlamazlar” (1970: 102).
Mevcut siyasi koşullardaki eşit olmayan durumlar, Marcuse yorumuyla dengelenmeye
çalışılmaktadır ve o, bir eğitim devrimi ile yanlış bilince saplanmış bireylerin
özgürleştirilmelerini sağlayacak bir projeden bahsetmektedir. Ona göre, bu eşit
olmayan ilişkilerin dengelenmesi, iktidarın paylaşılması ve gerçek bir özgürlüğün ön
koşuludur. MacIntyre, Marcuse’nin bu yöndeki fikirlerini eleştiriye tabii tutmaktadır:
“İfade özgürlüğü, ağır basan iyi birşey değildir, mevcut toplumda ifade özgürlüğüne izin vermek,
hatanın yayılımına yardımcı olmaktır ve “hoşgörünün telosu hakikattir.(…) Gerçek, devrimci
azınlıklar ve Marcuse gibi onların entelektüel sözcüleri tarafından taşınır ve çoğunluğun,
rakipleri ve zararlı fikirleri bastırmakla yetkilendirilen bu azınlık tarafından gerçekliği yeniden
eğitilmiş olarak özgürleştirmeleri gerekiyor. Bu belki de Marcuse’nin doktrinlerinin en tehlikeli
olanıdır, yalnızca iddia ettiği şeyin yanlış olması değil, fakat aynı zamanda bu, onun yaygın
olarak herhangi bir rasyonel ilerleme ve özgürlük için etkin bir engel olabildiği doktrinidir”
(1970: 103).
Özgürlük, hoşgörü ve rasyonalitenin arasındaki bağlantıyı ele alan MacIntyre,
Marcuse’nin eğitim diktatörlüğünde devrimin genç zihinlerle gerçekleşebileceği
fikrini tehlikeli bulmakta ve hoşgörünün telosu söyleminin doğru olmayacağını ancak
rasyonel olabileceğini belirtmektedir. Alex Callinicos, “Repressive Toleration
Revisited: Mill, Marcuse, MacIntyre” başlıklı makalesinde, Mill, Marcuse ve
MacIntyre’nin hoşgörü yaklaşımları üzerinden yeni bir değerlendirme yapmayı
amaçlamaktadır. Callinicos makalesini üç tez üzerinden ilerletmektedir: İlki,
176
Marcuse’nin RT tezini ABD Yeni Sol hareketleri sırasında, geleneksel siyasi
eğilimlerin eleştirildiği, solun makbul olduğu bir dönemde ortaya koymasıdır. İkincisi,
MacIntyre’nin ağır eleştirilerine rağmen, Marcuse’nin tezini savunmada yetersiz
kalmasından ötürü, yazarın MacIntyre’nin görüşlerini borç almasıdır. Son olarak da,
faşizan eğilimli hareketlerin her ne kadar kamusal platformlardan çekilmesini istese
de, Marcuse’nin bu yöndeki tezini de eksik bulmasıdır.
“RT” kavramının en büyük zorluklarından biri, bu argümanın neyi ortaya
koyduğudur (1985: 55). Callinicos, herhangi bir okurun Marcuse’nin tezinde öne
sürdüğü, kitle medyasının sahte nesnelliği veya sosyal ilerlemenin gerçekleşiminde
şiddetin esas rolü gibi farklı ve çetrefilli konularla bir anda karşı karşıya kaldığını
belirtmekte ancak yine de onun tezinin, iyi ve kötü yanını ortaya koymaktadır. İyi olan
yönü, hoşgörü kavramının kendisini toplumun geniş bir alanına yayarak, eleştirel hale
getirip, tartışma konusu yapmasıdır. Kötü olan ise, Marcuse’nin formal mantık diye
bahsettiği şeyi genellikle, küçümseme ile dile getirmesidir. Callinicos, “Neyse ki,
Marcuse’nin pratiğinin onun teorisinden daha iyi olduğunu ve “RT” kavramına
değinen bir argümanı tanımlamak ve bunu bütünlüklü bir forma dönüştürmenin
mümkün olduğunu” (1985: 55) belirtmekte ve Mill’in argümanının güncelliğini
tartışmaktadır: “İnsanların rasyonel ajanlar olarak potansiyellerini gerçekleştirmeleri
engellendiği için, Mill tarafından savunulan ‘liberal hoşgörü’nün dayandığı koşullar
artık mevcut değildir” (1985: 59). Bu yönüyle Mill’in kendi döneminden, Marcuse’nin
siyasal çalkantılı dönemine kadar doğal olarak birey, toplum ve devlete dair çok şey
değişmiştir. MacIntyre’nin ‘hoşgörünün telosu hakikattir’ sözü hakkındaki
değerlendirmesini Callinicos şu şekilde ele almaktadır: “MacIntyre, hoşgörü ve
hakikat arasındaki bağlantının varlığını reddetmiyor bundan ziyade onun argümanı
hakikate erişme umudumuzun hoşgörünün varlığına bağlı olduğu yönündedir” (1985:
61). Bu yönüyle, Mill ve MacIntyre’ye değindikten sonra Marcuse’nin teorisini
eleştiren Callinicos, Marcuse’nin teorik altyapısına ilişkin birtakım kavramları yanlış
değerlendirdiğini belirtmektedir. Callinicos’a göre, Marcuse’nin umutsuzca mantığı
ve doğa bilimlerinin ampirik prosedürlerini reddetmesi (1985: 62) eleştiriyi haklı
kılmaktadır. “Marcuse'nin toleration ve tolerance terimlerini kullanmasının
bulanıklığı, onun sivil itaatsizliğin ve devrimci şiddetin meşruiyetine dair 'soyut
177
hoşgörü' tartışmalarındaki eleştirisiyle karışmaktan duyduğu sinir bozan eğilimiyle
ilgilidir” (Callinicos, 1985: 65). Callinicos, ayrımcı hoşgörünün radikal azınlığın
kullanımına verilip, onlara ayrıcalık tanınmasını ve şiddetin sistematik kullanımını
haklılaştırdığı için Marcuse’yi eleştirmektedir. Aynı zamanda, özgürlük tanımlamasını
dışsal koşullarla sınırlandırması da bir başarısızlık örneğidir. Callinicos, Marcuse’nin
kendi kuşağının yalnızlığından ötürü entelektüel inatçılığa bürünmüş tarza sahip
olabileceğini hatırlatmakta ve onun öneminin asıl estetik gibi alanlarda ortaya
çıkabileceğini de ekleyerek makalesini sonlandırmaktadır.
Hem MacIntyre, hem de Callinicos ve diğer araştırmacıların analiz ettiği RT
makalesi, Marcuse’nin en dikkat çeken eserlerinden birisi olmuştur. Bu sebeple,
makalenin her seferinde yeniden okunuşu, yeni bir yorumu ve açılımı getirmektedir.
Bunun en önemli sebeplerinden birisi, Marcuse’nin referans aldığı felsefecilerin bir
senteziyle kavramı formüle etmesi ve bunu kendi siyasi koşullarına uyarlamasıdır. RT
tanımlamasının verimli bir analiz silsilesini ortaya çıkarması doğaldır. Bu anlatımdan
referansla, Marcuse’nin baskıcı hoşgörü tanımlamasının teknoloji değerlendirmesinde
ne şekilde ele alınabileceği analiz edilecektir.
B. Teknik ve Teknoloji Perdesini Aralamak
“İnsanda ne var?
İnsana ne verilmemiştir?
İnsan neyle yaşar?35”
-Tolstoy
Teknik ve teknoloji olarak adlandırılan yapı, insani varoluşa eklemlenmekte ve
ilerleme adına yapılan vaatlerle Marcuse’nin de kullanımıyla bir tür promesse de
bonheur36 haline dönüşmektedir. Tolstoy’un ifadelerini kullanarak bir açımlama
getirebilme ihtimali olduğu düşünülürse, tekniğin ve teknolojinin her türlü insani
varoluşla olan ilişkisi bir karşılıklılık esasını barındırmaktadır. Günümüz insanının
Tolstoy’un üç sorusunu düşünme biçimi yüksek ihtimal teknoloji odaklı bir yaşama
öykünerek cevaplanacaktır. Asıl olarak bu soru, insanın doymak bilmeyen taleplerine
35 L.N. Tolstoy, İnsan Neyle Yaşar, Çev: Koray Karasulu, 2015, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 36 Mutluluk Vaadi
178
de bir gönderme olarak okunabilir. Kittler’in “Bugün yalnızca Tanrılar ve
bilgisayarlar, yarın havanın açık mı yağmurlu mu olacağını tahmin etme
pozisyonundadır” (2013: 303) yorumu da göz önüne alınırsa, teknik aygıt insani
varoluşa her türlü bir meydan okumayı ima ettiği ifade etmektedir. İnsanın kendi
elleriyle yaratmış olduğu tekniğin, onunla yaşadığı süreçteki patolojik ilişkisi açığa
çıkmaktadır. İnsani varoluşun teknik ile olan bağlılığı, kimin efendi kimin köle
durumuna düştüğünün muğlak alanında gizlidir. Bu sorgulama, insanlık tarihinin en
erken dönemlerinden beri egemenliğin başka alanlarında yürütülmüş olsa da,
teknolojinin yıkıcı ilerleyişinin varoluş için büyük bir tehdide dönüştüğü günümüz
koşulları için daha geçerli bir durumdur.
Teknik ve teknolojiye dair kavramların, anlatıların, yorumlamaların genel bir
girizgâhı eşliğinde ilerleyen bu başlık, ilk olarak erken dönem teknik belirlenim ve
ilgilerin üzerinde duracak ve bu örüntü yapısının analizine değinecektir. Tekniğe ve
teknolojiye dair anlatıların buluştuğu ortak noktanın insanın doğadan uzaklaşmaya
başladığı ve yabancılaşmanın gerçekleştiği anlarda ortaya çıktığı gözlemlenebilir.
Tarihsel olarak savaşla çerçevelenen dönemler, insanların varoluş mücadelesini
verdiği süreçler olması kadar, insani varoluştan olabildiğince uzaklaştığı ve mekanik
bir yapıya dönüştüğü anlar olarak da ön plana çıkmaktadır. Çalışma içerisinde ele
alınan IfS üyeleri ve Marcuse’nin bu dönemlere denk düşecek yaşam deneyimlerinin
ister istemez savaş etrafında şekillendiğine tanıklık edilmektedir. Savaş deneyiminin
acılarla örülü yapısı, hem insana hem de doğaya tahakküm kurucu etkiyle açığa
çıkmaktadır. Teknolojik ilerlemenin bu dönemlerde hız kazanması iktidar kurgusuna
tekniğin sindirilmesi şeklinde hizmet etmektedir. Tekniğin tarafsızlık miti bu haliyle
iktidarın baskıcı bir öğesine dönüşmektedir. Genel bir kavramsal yol haritası
oluşturulacak olan bu bölümde, son bölümde ele alınacak güncel medya
tartışmalarının zeminini hazırlama amacı taşınmaktadır. Bu sayede, teknik ve
teknolojinin doğasını tanıma suretiyle, günümüz medya teknolojilerinin arasındaki
bağın ne şekilde ilerlediğini görme imkânı edinilecektir. Günümüzde sosyal medya
olarak nitelendirilen teknolojik kullanım biçimi özünde bir teknik faaliyete angaje
olma anlamını taşımaktadır. Sosyal olmayan ama sosyalleştirdiğini varsayan bu gibi
platformların altyapısını anlamak adına, teknolojinin asıl olarak merkeze taşınması ve
179
irdelenmesi gerekmektedir. Teknolojinin başlangıç noktası olmadığı bir yorumlama
biçimi, tarafsızlık mitini yaratacağından, bu başlıkta eleştirel teori yöneliminde bir
okuma yapılması amaçlamaktadır. Felsefi bir altyapı ile teknoloji çerçevesi ele
alınacak, daha sonra tarafsızlık miti ve deneyim yoksulluğu nitelendirmeleri üzerinden
bir çözümleme yapılacaktır.
1. Etimolojik Yapının Örüntüsü
Tekniğin anlamına dair eski dönemlerden itibaren hikâyeleştirici bir anlatım
var olmuştur. Teknik, yalnızca insan faaliyetinden kopuk bir süreç değildir, aksine
insani faaliyetin merkezinde yer almaktadır. Antik Yunan’daki tanımlamalar bu
haliyle tekniğin varlıkla ilintilendirilmesine dayanmaktadır. Yunanca Techne ‘sanat,
zanaat’+ Logos ‘çalışma alanı’ kavramlarının birleşimi olan teknoloji tanımını şu
şekilde yapmak mümkündür:
“(1) Nesnelerin neyi ima ettiklerini ve sosyal gelişime nasıl katkıda bulunduklarını; (2)
İnsanların, moda objelerin ve makinelerin materyal çevreyi anlamalarını ve kontrol etmelerini
artırmayı sağlayan süreçleri tanımlar” (Danesi, 2000: 225-226).
Techné, antik dönemde modern teknik sözcüğünden daha geniş bir deneyim ve
kullanım alanını kapsamaktaydı. Aristoteles’in Nikomakhos'a Etik eserinde açıkladığı
üzere, “Her tür zanaat [techné], meydana gelişle; yani, var olmaya ya da olmamaya
muktedir olan ve kökeni, yapılan şeyde değil, onun yapıcısında bulunan bir şeyin nasıl
meydana gelebileceğini tasarlamak ve bunun üzerine düşünmekle ilgilidir” (akt.
Bookchin, 2013: 322). Sözcüğün kökenine dair anlatımlar, bu bağlamda insani üretim
faaliyetine dayandırılmaktadır.
“Bu sözcüğün kökü, dilbilimcilerin Hint-Avrupa kökü olarak teks-’e (“dokumak veya üretmek
için”) uzanan kavramı geliştirmiş olduğu Greekce techne ("sanat", "zanaat" veya "beceri")’dir.
İlk zamanlardan beri, teknik, insan eyleminin diğer biçimlerinden, şeyleri yapmanın rasyonel
adım adım yolu olan amacına yönelikliğiyle ayrılmıştır” (Winner, 1978: 12).
Teknik, içerisinde farklı edimlerin bulunduğu çok sayıda kavrama göndermede
bulunmaktaydı. “Teknik (veya techné), sosyal ve etik bir bağlamda varlık
göstermekteydi, öyle ki kişi Aristoteles’in deyimiyle söylemek gerekirse, kullanım
değerinin yalnızca “nasıl” üretildiğini değil, “niçin” üretildiğini de soruyordu. Techné,
üretim sürecinden nihai ürüne kadar, teknik faaliyetin “nasıl”ının yanı sıra “niçin”i
hakkında da metafiziksel bir yargı oluşturmaya yarayacak bir çerçeve ve etik anlayış
180
sunmaktaydı” (Bookchin, 2013: 321). Bu bağlamda, teknik erken dönemlerde bir tür
etik değer dizgesini de ima eden kapsayıcı bir kavramdır ve doğayı tahrip edici yönü
ile değil, doğayla özdeş bir sentezle tasvir edilmektedir. Teknoloji kavramının ise
teknikle ne şekilde bir bağlantısı olduğunu ele almak gerekmektedir. Raymond
Williams, teknoloji tanımını şu şekilde vermektedir: “Technology 17. yüzyıldan beri
sanatın incelenmesi ya da belli bir sanat terminolojisini anlatmak için kullanılıyordu.
Yunanca köksözcük tekhnologia ve mod. Latince technologia'dan -sistematik işleme-
geliyor” (2012: 382). Zerzan, teknoloji açıklamasında kavramın doğasına
değinmektedir:
“Tek-no-lo-ji isim. Webster's sözlüğüne göre; endüstriyel veya uygulamalı bilim. Gerçekte ise;
emekte/üretimde/endüstriyalizmde işbölümü ve bunun bizim ve doğanın üzerinde yarattığı
sonuçlar. Teknoloji bizimle doğa arasındaki dolaylamalar ve bizi birbirimizden ayıran ayrımlar
bütünüdür. Teknoloji, içinde çürümekte olduğumuz bu hiper yabancılaşma düzeyinin üretimi ve
yeniden üretimi için gerekli olan her türlü ruhsuzluğu ve zehirlenmişliği ifade eder. Teknoloji,
hiyerarşinin ve şeyleşmenin her aşamasında ortaya çıkan tahakkümün biçimi ve örgüsüdür”
(2013a: 237).
Williams teknik ve teknoloji arasındaki farka dair şu açıklamayı yapmaktadır: “Belli
bir yapım ya da yöntem olarak technique ve bu tür yol ve yöntemler sistemi olarak
technology; bu durumda technological da özgül uygulamalardan ayrı olarak, her
üretimde hayati olan sistemleri anlatır” (2012: 383). Zerzan, teknoloji kavramını
iktidar ilişkileri üzerinden bozguncu bir yapı olarak ele almaktadır. Williams da bu
denli eleştirel olmayan yorumunda teknolojiyi bir sisteme gönderme yapar biçimde
tanımlamaktadır. Özsel olarak tekniğin özgür doğası, teknoloji ile bir sistem haline
gelip, iktidara eklemlenmiş bulunmaktadır. Chatfield ise teknolojiyi, “doğamıza
uygulanan bir çeşit kuvvetlendirici, en kötü ihtimalle diğer insanları nesne seviyesine,
istediğimiz gibi açıp kapayabileceğimiz ve çok az saygı ve dürüstlük borçlu
olduğumuz birer varlığa indirgememiz tehlikesini doğuran bir olasılıklar alemi” (2013:
29) olarak tanımlamaktadır. Jacques Ellul teknik ve teknoloji kavramlarını paralel bir
anlatımla yansıtıp, tekniği Antik Yunan kullanımından kopuk bir ifade tarzı olarak ele
almaktadır. Ellul teknik kuşatılmışlık üzerinden teknik bir medeniyetten bahsetmekte
ve tekniğe negatif bir anlam yüklemektedir:
“Teknik, medeniyetin tüm unsurlarına tedricen hükmetmiştir. Bunu, insanoğlunun ekonomik ve
entelektüel faaliyetleri açısından belirtmiş bulunuyoruz. Fakat insanın kendisi teknik tarafından
fazla güçlendirilmekte, tekniğin nesnesi haline gelmektedir. İnsanı kendi nesnesi olarak alan
181
teknik, toplumun merkezine dönüşür. Bu olağanüstü olay çoğunlukla teknik medeniyet olarak
adlandırılır” (2003: 138).
Ellul’un ifade etmeye çalıştığı gibi, teknik tahakkümün artan oranda insanı baskı altına
alması, insanı nesneye dönüştürmüştür. “Tekniğin odağı özneden nesneye, üreticiden
ürüne, yaratıcıdan yaratılana kayar…Teknikte gerçekten önemli olan şeyler emek
sürecinin yoğunlaştırılması, verim ve miktardır” (Bookchin, 2013: 323). Tekniğin
merkezine yönelen tüm faaliyetlerin bu bağlamda ikincilleştirilmesi doğal hale
gelmektedir. Böylece tüm toplumsal ve kültürel alanlara yayılan bir yapıdan
bahsetmek mümkündür. “Ellul'un Ia technique (teknik) ve bizim technology
(teknoloji) kavramımız, modern kültürün merkezinde yer alan geniş, çeşitli, her yerde
var olan bir bütünlüğe (totaliteye) işaret ediyor. Her ikisi de ne yaptığımızın ve
yaptığımız şeyin önemli bir kısmını içerir” (Winner, 1978: 9). Winner, teknik ve
teknoloji konseptlerinin yayılmacı etkisine değinirken, aynı zamanda tekniğin
belirlenimci yönüne de işaret etmektedir. İnsani varoluşun tüm alanlarına sızan teknik
böylece bir çerçeveleme haline gelmektedir. “Teknik insanlar arasındaki bağ haline
gelmiştir. Dilleri, inançları veya ırkları ne olursa olsun onun kanalıyla iletişim kurarlar.
İyi ya da kötü, bizzat kendisinin doğurduğu tüm hataları ve ayrışmaları tazmin eden
evrensel dil olmuştur. Tekniğin evrensele doğru büyük ivmesinin ana nedeni
budur” (Ellul, 2003: 143). Teknik evrensel hale geldikçe kendisine içkin olan
değerlerini tüm hızıyla topluma sirayet ettirmektedir.
Tekniğe yoğun bir şekilde maruz kalan bireyin yetilerinde de bir dönüşüm
gözlemlenmektedir. “Teknik, görsel yönelimli insanları gerektirir ve teknik bir
çevrede yaşayan insanlar her şeyin görselleştirilmesine ihtiyaç duyarlar” (Ellul, 2015:
192). Ellul, imaja yönelimli bu toplumun eleştirel bakış açısının sakatlanacağını iddia
etmektedir: “İmajlar, teknolojik toplumun inşası için elzemdirler. Sözlü diyalog
aşamasında kalmışsak, kaçınılmaz şekilde eleştirel düşünmeye sürükleniriz. Fakat
imajlar eleştiriyi dışarı atarlar. Bu imaja yönelimli dünyada yaşama alışkanlığı beni
diyalektik düşünmeyi ve eleştiriyi terk etmeye sürükler” (2015: 163). Maigret ise
tekniğin varoluş ile olan bağına değinmektedir: “teknik bir olma biçimi, bir varoluş
türüdür, bu da her an önem taşımasını, aynı zamanda bir varoluş biçimi, örneğin ahlaki
ve politik varoluş üzerine kendimizi sorguladığımızda usa yatkınlık eksikliğini de
açıklar” (2012: 136-137). Tekniğin varoluşçu yapısının ussallıkla ilintisi böylece
182
ortaya çıkmaktadır. Bu noktada, tekniğin felsefi anlamlarını da ele alıp tartışma
ihtiyacı doğmaktadır. “Teknik, her türden etik, estetik veya politik sorumluluğun
aklını, bunların kullanımını sınırlı ve parçalı bağlamların içine hapsederek devre dışı
bırakır” (Morresi, 2006: 56). Morresi’nin ifade ettiği gibi, teknik aklın diğer akıl
biçimlerini sindirmesi çalışma özelinde üzerinde durulacak olan yaklaşımı
betimlemektedir. Teknik aklın eleştirel teori ve Marcuse üzerinden olumsuzlayıcı
boyutuna yönelik bir yorumlama, çalışmanın derinleştirilmesi açısından önemlidir.
2. Teknoloji ve Felsefe
Teknolojiye yönelik ilgi erken dönemlerden itibaren ortaya çıkmış ve insanların
teknikle olan bağı analiz edilmiştir. Felsefenin insanı özgürleştirmeye çalışan
pozisyonu, insanın tekniğin tahakkümüne girmesiyle farklı bir rotaya geçmiştir.
Marx’ın erken dönemlerden itibaren üzerinde durduğu, sanayileşmeyle beraber işçinin
fabrikada el emeğinin değil, teknik üretimle çıktısı alınan metanın bir yaratıcısı olduğu
fikri, tekniğin insanla olan uyumsuz beraberliğinin tartışılır hale gelmesini sağlamıştır.
“1877’de Ernst Kapp, Marx’ın çağdaşı bir filozof, “Bir teknoloji felsefi taslağı”
(Grundlinien einer Philosophie der Technik) başlıklı ilk kitabı yayınladı ve burada
insanın bir “uzuv-uzantısı” olarak araç fikrinin önünü açmış oldu” (Ruin, 2017: 55).
Marshall McLuhan’ın da ele alıp iletişim bilimlerine kazandırmış olduğu bu fikre
yönelik değerlendirme, esasında bir araç üzerinden insanın varoluşunun
sorgulanmasıdır. Tekniğe dair anlatılar, insanın teknikten kurtuluş mücadelesini
içerimlemekte, araca olan bağımlılığın insanın köleliğini yarattığına değinmektedir.
Marx’ın ele aldığı biçimde, yabancılaşan ve benliğini yitiren bireyin, araçtan/teknikten
özgürleşimi önemli bir konudur. Marx, doğanın üzerinde insan zekâsının bir
yansımasını görmekte ve insan iradesine tekniği ve doğayı teslim etmektedir.
Teknoloji felsefesine kıta (fenomenolojik veya varoluşçu metodolojiye sahip olan) ve
analitik yaklaşım (ampirik bir metodolojiye sahip olan) üzerinden eğilen Vleet’e göre,
“Yirminci yüzyılın ilk iki Kıta felsefecisi, felsefe tartışması ile teknolojiyi bir araya
getiren Martin Heidegger (QCT) ve Jacques Ellul’dür (The Technological Society)”
(2014: 79). Kıta yaklaşımı, ihtiyatlı, şüpheli ruh halinin bir yansımasını temsil
etmektedir. Frankfurt Okulu düşünürleri de teknik ve teknolojiyi merkezi temalardan
birisi olarak görmüş ancak herhangi bir ortak paydada buluşamamışlardır. Özellikle
183
Adorno ve Horkheimer, aklın araçsallaşması görüşü üzerinden insan aklına olan güven
konusunda şüphe duymuş ve insanın tahakküm kurucu yönünün doğada da
şekillendiğinden bahsetmiştir. Marcuse’nin ise insan ve teknolojiye yönelik analizinin
yer yer umut dolu, dönüşümcü, ütopik varsaymlarla dolu olduğu söylenebilir.
Bookchin, “kendimizi teknikten yoksun bırakamayacağımız gibi araçsal akıldan
da yoksun bırakamayacağımızı belirtir. İkisinin de genişletilmiş özgürlük anlayışı için
vazgeçilmez olduğunu, aslında onların özgürleştirici rolünün kapitalizmin “cimri”
doğa ve “sınırsız” ihtiyaçlar imgeleri ile ortaya çıkışından çok daha önce geldiğine
dikkat çeker” (2013: 382). Eleştirel ve bilimsel teoriler arasında farklı açılardan ayrım
yapan Frankfurt Okulu üyeleri, toplumsal failler üzerinden bir belirlenime
gitmektedirler. “Frankfurt Okulu üyeleri ilke olarak bilimsel teorilerin daima
teknolojilere dönüştürülebileceğini ve bunun da onları etkili insan eylemine rehber
yapacağını kabul etse de, faillerin verili bir bilimsel teknolojiyi benimsemesinin her
zaman ancak koşullu olarak rasyonel olduğunu düşünürler” (Geuss, 2013: 91).
Eleştirel teori perspektifinin yansıdığı görüş, insani etkinliklerin çıktısının her zaman
pozitif bir anlamı taşımadığını göstermektir. Teknolojiye dair dönemsel olarak belirli
ortak bir görüşün var olmadığı, teknoloji evreninin farklı şekillerde kuramcıları
etkilediği ifade edilebilir. Bu ortaklaşamama konusunun en büyük sebeplerinden birisi,
savaş deneyiminin yoğun baskı ve travmasını yaşayan bu kuşağın, içinde bulunduğu
tablonun muğlak doğasıdır. “Bu travmatik değişimin pek çok etkisinden biri, bilhassa
yirminci yüzyılın ilk yarısında teknolojiye yönelik yoğun bir entelektüel ve estetik
uğraşının baş göstermesiydi” (Young, 2013: 144). Savaşın kendine has dinamikleri,
aynı tarzda bir antinomi meydana getirmiştir: bir yandan insani yıkımla gelen
yoksulluk ve kıyım, diğer yandan savaş teknolojisinin yarattığı devasa teknoloji ve
aygıtların yenilenen dünyası ile yıkıcı ilerlemenin varlığı.
Birinci Dünya Savaşı, “savaş makinesinin insanların hayatının idaresini nasıl ele
almış göründüğüne ve onları efendileri yerine nasıl hizmetkârları haline getirdiğine
dair bir tecrübeydi” (Ruin, 2017: 55). Savaşla beraber Batı’da olağanüstü bir hızla
ilerleyen ancak özünde insan ruhunun yıkımına sebep olan bir ivme ortaya çıkmıştır.
İnsanın kendinden menkul efendiliği artık bir kölelik biçimine dönüşmüştür. İnsanın
özgür bir birey olarak, deneyimlediği doğa artık bambaşka bir görünüme sahip hale
184
gelmiştir. Benjamin’in estetize edilmiş siyaset olarak savaş deneyiminin teknolojik bir
okumayı da beraberinde getirdiği görüşü, insanın teknik ve teknolojiye bağımlılığının
boyutlarını ele almayı gerekli kılmıştır. Yeni yüzyılın başlangıcında savaşın yıkım ve
şiddetiyle insan aklının sorgulandığı dönemde, yeni bir ilgi alanı ortaya çıkmıştır. Her
iki savaşın da beraberinde getirdiği sonuçlar, felsefeciler tarafından çalışmaların
merkezine taşınmıştır. Savaş sonrası deneyiminin Alman kuramcılar ve felsefeciler
arasında bir değişime neden olduğunu ve yeni bir uzmanlık yarattığını belirten
Young’a göre;
“Bu uğraşı, diğer birçokları arasında Oswald Spengler’in, Ernst Jünger’in, Benjamin’in ve
Martin Heidegger’in katkıları eşliğindeki -çoğu kez politik olarak sıradışı- bir teknoloji
kuramları dizisinden ya da Technikphilosophien’den, kendi doğasına uygun olarak modern
teknolojiyi modern öncesi toplum felsefesiyle kaynaştırmaya girişen belirgin Alman sağ-kanadı
gibi yükselen ‘tepkisel modernizm’den (Herf) ve Weimar kültürünün zengin fütürist
tasvirlerinden oluşan geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır” (2013: 144).
Heidegger’in ilk bölümde açıklanan felsefesinin Batı’nın çökmüş olan felsefesini
kurtarma sorumluluğu ile hareket ettiği belirtilmişti. Heidegger, burjuva felsefesinin
ihmal etmiş olduğu varlığın özünü ortaya çıkarma misyonuyla düşüncesini geliştirmiş
ve tekniğe yönelik ilgisini, insanın varlığı ve tekniğin gizeminin açılması yönünde
oluşturmuştur. O, teknik kavramının da özünü analiz etme ihtiyacı duymuş, erken
dönem teknik yönelimiyle birçok isme ilham kaynağı olmuştur. Teknoloji felsefesi
üzerine çalışmalar, Varlık ve Zaman’ın İngilizce olarak basıldığı 1962 sonrası
dönemde hız kazanmıştır. 60 sonrası kuşağın ilgisini toplumsal ve tarihsel olaylarla
beraber teknoloji konusu çekmiştir (Ihde, 2010: 22). Heidegger, 1964 yılında İkinci
Dünya Savaşının ardından şunları dile getirmiştir: “Felsefenin sonu bilimsel-teknolojik
bir dünyanın ve bu dünyaya uygun bir sosyal düzenin manipülatif bir düzenlemesinin
zaferini kanıtlar” (akt. Kittler, 2013: 299). Heidegger, techne’den teknolojiye giden
yolun tasvirini yaparken, teknolojinin yeni dünyanın kazananı olduğundan da dem
vurmaktadır. “Felsefenin bitimi, düşünceye duyulmamış bir görev veriyordu:
başlangıçtan, Yunan techne kavramından, modern bilgisayar sistemlerine bu görevinin
tamamlanması yönünde” (Kittler, 2013: 299). Bu bağlamda, teknolojinin baş
döndürücü ilerlemesi Heidegger’in belirleniminden çok daha hızlı ve etkili bir tarzla
olmuştur. “Teknolojinin bir yaşamı olduğu fikri, hemen hemen Nazilerin onların anti-
teknolojik ideolojilerine uymadıklarını göstermelerine rağmen, geçen yüzyılın
185
muhafazakâr Alman romantizmi ve Nasyonal Sosyalist ideoloji içinde beslenen Martin
Heidegger ve Friedrich Georg Jünger'in yazılarında köklü bir biçimde kök salmış
durumdadır” (Bookchin, 1995: 29). Felsefecilerin teknolojiye yüklediği imalarının
savaş dönemlerinde nasıl uygulamaya konulduğu tartışılabilir. Ancak teknolojiye
yönelik yorumlamalar, politika yapıcılar tarafından serbestçe ve kötücül amaçlara
uygun olarak kullanılmıştır.
Teknolojinin insan yaşamındaki belirleyici gücü arttıkça, insan yaşamındaki
kolaylıklar kadar zorlukların da arttığına tanıklık edilebilir. Teknolojinin bu konuda
hayatı belirlemedeki ve yönlendirmedeki muğlak etkisi beraberinde tartışmaları da
getirmiştir. Teknolojik belirlenimci grubu temsil eden kuramcılar, teknoloji
kullanımının toplumla olan ilişkisini ele almışlardır. Lyon’a göre, “teknolojik
belirleyicilik, hem teknolojinin biçimlenmesinde sosyal etkenlerin rolünü, hem de
kullanımının üzerinden gerçekleştiği sosyal bağlamların çeşitliliğini önemsizleştirir”
(1997: 22). Bu önemsizleştirme biçimi teknolojinin altında yatan hiyerarşik ve
tahakkümcü bağı görmezden gelmeye çalışmaktadır. “Teknolojik determinizm
(technological determinism), uygulanabilir olarak üretilebilecek tüm teknolojinin arzu
edildiği ve geliştirilip kullanılabilir hale geleceği fikridir” (Anderson vd., 2006: 223).
Özerk bir yapıda şekillenen teknolojinin bir insani ihtiyaç biçimine cevap verdiği ve
iktidar kanalından dolayımsız olduğu belirtilmektedir. Teknolojiye yönelik insani
faaliyetlerin bu çerçevede akılla ve özgür iradeyle tercih edildiği varsayımı
güçlenmektedir. Toplumsal gelişmelerin -toplumsal örgütlenmedeki ve güç
dağılımındaki değişmeler de dâhil olmak üzere kendiliğinden, teknolojideki
gelişmelerden kaynaklandığını savunan teknolojik deterministlere karşı çıkan David
Dickson, “teknolojinin ekonomik ve hatta politik gelişmenin tarafsız bir gereci
olmaktan öte bir anlam taşımadığını düşünen saf ekonomik determinizm taraftarlarına
meydan okumaya yönelmiştir” (1992: 28-29). Dickson, teknolojinin politik içeriğinin
ifşa edilmesi gerektiğine vurgu yaparak, teknolojinin tarafsızlığı mitinin yıkılması
gerektiğini savunmaktadır. Teknolojik determinizm türlerinin ortak özelliğinden
bahseden Wayne ise şu yorumu yapmaktadır:
“Teknolojik determinizm, teknolojiyi, gelişimini, uygulamasını ve etkilerini parçası oldukları
toplumsal ilişkilerden çıkarmaktadır ve dolayısıyla, a) toplumsal ilişkileri marjinalleştirir veya
186
analiz dışı bırakır, ve b) teknolojiye nesnelerin doğasından kaynaklanan özellikler yerine insanlar
arası toplumsal ilişkilerden kaynaklanan güç ve nitelikler atfeder” (2009: 59).
Teknolojinin kendine özgü doğasının insani ilişkileri ve toplumsal süreci özerk bir
yapıyla değiştirme gücüne sahip olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. “Basalla’ya göre,
teknolojik belirlenimci grubun sözcülüğünü yapan Langdon Winner, özerk teknoloji
tanımıyla ‘insanlığın ihtiyaçları, talepleri ve istekleriyle değil kendi ihtiyaçları
uyarınca değişen teknolojinin toplumu yönettiğini ifade etmektedir” (2013: 316).
Winner’in teknoloji yorumunu kendi içerisinde barındırdığı imkânlar çerçevesinde ele
alıp tartışmak mümkündür. Winner’in autonomous technology (otonom teknoloji)
kavramını, doğrudan Jacques Ellul’un autonomous technique (otonom teknik)
kavramından hareketle geliştirdiği ve kavramın teknolojinin özerkliği konusuna
yöneldiği söylenebilir. Winner, otonom teknoloji fikrinin önemini şu şekilde
tanımlamaktadır: “pratikte ters gitmiş olduğunu göstererek efendilik hayalinin
maskesini düşürmeye yönelmesidir” (Winner, 1978: 25). Bu kavramı farklı
disiplinlerle bir arada ele alan Winner, “özerklik-otonominin”, özgürlük ve kontrol
düşüncelerini bir araya getiren politik ya da ahlaki bir kavramın özünde yer aldığını”
(1978: 16) düşünmektedir. Teknik aygıta kendinden menkul bir özerklik tanıyan ve
insan iradesini ve aklını da tamamıyla özgür ele alan Winner, tek taraflı, örtülü, muğlak
bir anlayış geliştirmektedir. Teknolojinin otonom kabul edilmesi, teknolojinin
tarafsızlığı mitini yaratmaktadır. Otonom/özerk bir düşüncenin yeşerdiği yapının,
‘özünde’ bağımsız ve özgür bir doğasının olması gerektiği açıktır. Winner, siyaset
biliminin merkezi konuları eşliğinde konuyu şekillendirirken, teknik tahakkümün içsel
çelişkilerini görmezden gelen bir kuram geliştirmektedir. Winner’a göre, teknolojiye
ilişkin negatif düşünce biçiminin kendisi gerçeklikten uzaktır ve başka bir teknoloji
mümkündür:
“Teknoloji hakkındaki düşüncemiz, gücün mutlak efendilik, despotizm, efendinin köle
üzerindeki tek yönlü kontrol biçimi olan tekil bir ifade kalıbına ayrılmaz bir şekilde bağlı olarak
görünür. Geleneksel düşünme biçimlerimizde, efendilik kavramı ve efendi-köle metaforu,
insanın doğa ile olan ilişkisini ve teknolojinin uygulamalarını betimlemenin baskın [dominant]
yollarıdır” (1978: 20).
Winner, bu fikre karşı birtakım bilim anlayışlarını ortaya koyarak, insanın doğayı
sömürmesinin pasif tarafını yok etmeye çalışmaktadır. Bilimin dünyayı anlama ve onu
bilme yönündeki işlevine değinerek, bilim ve teknolojinin insan aklına emanet
187
edildiğini iddia etmektedir. Ancak, iddialarının aksine, kölelik ve efendilik
konumunun teknoloji vasıtasıyla kırılabilme ihtimalinin düşük olduğu, eleştirel bir
teknoloji okuması ile ortaya konulabilir.
Feenberg’e göre, Marcuse ve Foucault, modern hegemonyaların oluşumunda
bilimsel ideolojilerin ve teknolojik determinizmin rolünün en güçlü eleştirmenleri
olarak öne çıkmaktadırlar (2001: 6). Foucault, teknolojinin tahakküm kurucu
eğilimini, benlik teknolojileri kavramı ile açıklamaya girişmektedir. Pratik aklın
içerisinde şekillenen teknolojilerin bir tür yorumlamasını yapan Foucault, üretim,
işaret sistemleri ve iktidar teknolojilerinden bahsederek, benlik teknolojileri kavramına
değinmektedir. Benlik teknolojileri, “bireylerin kendi bedenleri ve ruhları,
düşünceleri, hareket tarzları ve varoluş biçimleri üzerinde, kendi imkânları ya da
başkalarının yardımıyla bir dizi operasyon yapmalarını ve böylece belirli bir mutluluk,
arınmışlık, bilgelik, kusursuzluk ya da ölümsüzlük haline ulaşmak üzere kendilerini
dönüştürmelerini sağlayan teknolojilerdir” (Foucault, 2001: 26-27). Foucault benlik
teknolojilerini, diğer teknolojiler gibi tahakküm kurucu yapılarla bir ilişki içerisinde
betimlemektedir. Onun benlik yorumu, kendini bilmek, kendinle ilgilenmek, kendine
yönelmek gibi insani varoluşun özsel boyutuna bir gönderme yapan Antik Yunan
metinleriyle ilintilidir. Felsefi sorgulamaların insani varoluş gibi nesneler dünyasına
yönelmesi bir bağlamsallığı meydana getirmektedir. Bu sebeple tarihsel, toplumsal,
kültürel ve siyasal belirlenimler farklılaştıkça teknolojinin ele alınma biçimi de
değişmektedir. Ancak, çalışma içerisinde teknolojinin eksik olan ‘negatif’ aklının
analiz edilmesi amaçlandığından, daha çok eleştirel bir soruşturma yürütülmektedir.
Tarafsızlık mitinin yapısöküme uğratılması ve teknolojinin deneyim yoksullaştırıcı
etkisinin ifşa edilmesi, bu yönüyle eleştirel bir soruşturmayı güçlü hale getirecektir.
3. Teknoloji Yolculuğu: Tarafsızlık Miti ve ‘Deneyim Yoksulluğu’37
Teknolojiye yönelik yaklaşımlar, birçok alanda olduğu gibi farklı yorumlamalarla
çevrelenmiştir. Kültürel çalışmalar ekolünden Stuart Hall’ın okuma biçimleri
üzerinden düşünüldüğünde, teknolojiye yönelik egemen, müzakereci ve eleştirel bir
okuma türünün ortaya çıkacağı oldukça açıktır. Bir önceki başlıkta, teknolojinin
37 Walter Benjamin’in Parıltılar kitabındaki, ‘Deneyim ve Yoksulluk’ başlığından esinlenilmiştir.
188
belirlenimci yönüne ağırlık veren kuramcılardan referansla bir tartışma yürütülmüştür.
Bu alt başlıkta ise, teknolojinin eleştirel bir okumasının mümkün olup olmayacağı
tartışılacaktır. Teknolojik belirlenimciliğin yarattığı mitler üzerinden, Adorno ve
Horkheimer’ın da bahsettiği gibi, aydınlanma ihtimaline yönelik bir okuma
yapılacaktır.
Teknolojiye dair analizlerin tekniğin doğasıyla sınırlandırıldığı ve insani varoluşu
görmezden gelen bir yapıya indirgendiği yorumlar yoğunluktadır. Ancak teknolojinin
büyük bir deneyim yoksulluğuna ve varoluşun değerli yönlerine karşı bir silah gibi
işlediği de akılda tutulmalıdır. Bu çerçevede, özellikle Benjamin’in görüşleri
eşliğinde, teknolojinin tarafsızlığı mitine yönelik eğilimler analiz edilecektir.
Benjamin, deneyim ve yoksulluk arasındaki bağlantıyı, 1914-1918 arasında dünya
tarihinin en korkunç deneyimlerinden birini edinmiş olan kuşaklar üzerinden ele
almaya çalışmıştır. Cepheden gelenlerin deneyiminin daha zenginleştirici olmayıp
aksine yoksullaştırıcı olduğunu belirten Benjamin, “At arabasıyla okula gitmiş olan
bir kuşak, bulutlardan başka hiçbir şeyin değişmediği dağlarda soğuk ve rüzgâra karşı
durup bekliyor ve kahredici saldırılarla patlamaların ortasında insanın ufacık, cılız
bedeni duruyordu” (2016: 26). Bu ifadelerle, insanın varoluşunun bir tür zayıflığa
dönüştüğü, savaşın görünümünde yitik bir bedenden öteye gidemediğine tanıklık
edilebilir. Teknolojinin gelişimiyle hızlanan savaş mekanizması, insanın
deneyimlerindeki yoksullaştırıcı yönüyle Benjamin tarafından dillendirilmiştir.
Teknolojinin tarafsızlığı mitine dair yapılan eleştiriler temelde, insanın bir tür
köleye dönüştüğüne, doğanın yapısının bozulduğuna ve efendi olan tekniğin ise
dominant bir yapıda gücünü arttırdığına yoğunlaşmaktadır. “Modern zamanların en
büyük barbarlığı, teknoloji tarafından, bir diğer deyişle işbölümü tarafından dayatılan
köleliktir. Bu arada, teknolojik kalkınmaya atfedilen "tarafsızlık" ve "kaçınılmazlık",
herkesi işbölümünün boyunduruğu altına alan başlıca efsane olmaya devam ediyor”
(Zerzan, 2013a: 248). Bu mitin ilerleyişi hakkındaki en büyük referans noktası
Marx’ın kendisidir. Marx insanın (işçinin) benlik yitimine uğraması ve tekniğe teslim
olmasıyla bir tür makineye dönüştüğünden bahsetmektedir. “Çağdaş toplumun en
önemli mitlerinden biri olan teknolojinin politik tarafsızlığı miti, çoğunlukla hem
politikacılar tarafından belli bir teknolojik gelişmenin toplum üzerindeki etkilerini
189
açıklamak için hem de teknolog tarafından bu etkilerin sorumluluğu üzerinden atmak
için yardıma çağrılır” (Dickson, 1992: 216). Mitin ilerleyişinin politika yapıcıların
lehine olduğu ve böylece tüm sorumlulukların bir teknik alete yüklendiği belirtilebilir.
“Teknolojiyi hala, egemen değerlerden ve toplumsal sistemlerden bağımsız olan
"tarafsız" basit bir "araç" olarak görenler, ölüm yolculuğu kültürüne dur deme iradesini
gösteremeyecek kadar kör ve suçludur” (Zerzan, 2013a: 255). Teknik politik bir aygıt
gibi işleyince, tarafsız olma eğilimini de yitirmektedir. “Teknik yeni işlevsellikleri
beraberinde getirir ve asla nötr değildir. Bu söylem, tekniğin medyolojik
(médiologique) görünüşünün sadece yarısını içerir; o da sadece olumlu açıdan.
Tekniğin ikiz bir doğasının olduğu yani bir avantaja sıklıkla sakıncalı bir durumun
eşlik ettiği, bir yandan da çözülmüş sorunların ortaya yeni sorunlar çıkardığı gerçeğini
unutur” (Vitalis, 2016: 98-99). İnsan aklını ve tekniği kutsayan bu anlayış, totalde kör
bir bakıştır. Marcuse’nin belirttiği gibi, bu teknik evrene kapatılmanın kendisi
özgürsüzlük ortamında bir özgürlüğü vadetmektedir.
Teknolojinin tarafsızlığı miti böylece toplumsal yapıdaki çelişkilerin üzerini
kapatmada bir misyonu yerine getirmektedir. Postman, eleştirel bir duruşla çelişkilerin
ne şekilde tezahür edeceğinden bahsetmektedir: “Demokratik değerlere, görece zayıf
geleneklere sahip ve teknolojik gelişmelere karşı açık olan kültürlerde insanlar
teknolojik değişimini coşkuyla karşılama eğilimindedir. Ve bu insanlar teknolojik
gelişmenin faydalarının er geç tüm topluma eşit derecede yayılacağına inanırlar”
(2006: 22). Bu bakış açısının, teknolojinin tarafsızlığı mitiyle insanlara empoze
edildiğini söylemek mümkündür.
Teknoloji miti, gerçekleşmeyecek vaatleri topluma sunan teknoloji şirketlerinin
tekelindeki bir oyalama ve kandırma aracına dönüşmektedir. Teknolojiye dair Geuss,
“bilimsel ve teknolojik olan kullanımın eğer kişiye fayda sağlıyorsa, rasyonel
olabileceğini” (2013: 91) iddia etmektedir. Ancak bu konuda, rasyonel olacak
düşüncelerin de çoğu zaman insan iradesi tarafından belirlenmediğini belirtmekte
fayda vardır. Daha doğrusu, insanın özgür iradesiyle kendi yaşamındaki teknoloji
kullanımı ile teknolojinin toplumsal kullanımının arasında farkın olduğuna vurgu
yapılmalıdır. Basalla bu konuda toplumsal ve kültürel eğilimlerin belirlenmesindeki
190
ayrıcalıklı grubu tanımlamaktadır. Basalla’nın ayıklayıcı failler38 dediği kişiler,
“nesneler dünyasını uygun gördükleri biçimde şekillendirmek için gerekli olan
tercihleri ve değişiklikleri yapan aktif, üretken kişilerdir. Bu kişiler toplumun bütün
kesimlerini temsil etmezler elbette; ya da mutlaka toplumun refahını düşünüyor
olmaları da gerekmez. Ama buna karşın, rekabet halindeki yeniliklerden hangilerinin
çoğaltılacağına ve kültürel hayata dâhil edileceğine karar verme özgürlüğüne
sahiplerdir” (Basalla, 2013: 315). Dolayısıyla, bu belirleme görevini yerine getiren
teknik seçiciler, toplumsal yapıya birtakım ihtiyaçları dayatmaktadır. Marcuse’nin
belirttiği gibi, bu sahte ihtiyaçlar evreninde teknolojinin özgürleştirici yönde
kullanılma ihtimali söz konusu değildir. Toplumsal ajanlardan oldukça uzak
gerçekleşen bu süreç, bir müzakere süreci değil, hegemonik bir süreçtir.
Marx’ın yabancılaşma kavramı ve Lukács’ın şeyleşme kavramı üzerinden,
insanın ürettikçe hem kendisine hem de doğaya ve ürettiklerine yönelik bir benlik
yitimine uğradığı, insani ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkilere döndüğü konusu bu
noktada önemlidir. Üretim araçlarından bu trajik kopuş, doğanın kendisinden de bir
kopuşu temsil etmektedir. Ürettikçe çoğalmak yerine, ürettikçe azalan bir insani
varoluş söz konusudur. Zerzan, bu görüşe dair açıklamalarını ilerleterek, şu yorumu
dile getirmektedir: “yabancılaşmanın, kendi kişisel deneyimlerimizden uzaklaşma,
doğal varoluş biçimimizden çıkma anlamına geldiğini söylemek istiyorum. Dünya ne
kadar teknolojikleşip yapaylaşıyorsa, doğal ortam ne kadar yok oluyorsa, biz de o
kadar yabancılaşıyoruz” (2013a: 273). Aynı bağlamda Bookchin, teknik olan ve sosyal
olan arasındaki muğlaklıktan dem vurarak, “tüm tekniklerin içinde barındırılması
gereken bir sosyal matris –teknolojiye giydirilmesi gereken bir sosyal anlam- fikrinden
yoksun olduğumuzu” (2013: 343) belirtmektedir. Teknolojinin yabancılaştırıcı biçimi
bir yoksulluk ve yoksunluk yaratmaktadır ve sosyal alanı dışarıda bırakmaktadır.
Benjamin’in deneyim yoksulluğunu, kendi döneminin savaş koşullarındaki bir
yabancılaşma anı olarak okumak mümkündür:
“Deneyim yoksulluğu: Bu, insanların yeni bir deneyimin özlemini duydukları biçiminde
anlaşılmasın. Hayır, insanların özellikleri deneyimlerden kurtulmak.(…) İnsanlar, dışsal ve de
içsel de olsa kendi yoksulluklarını tertemiz ve açıkça ortaya koyarak doğru dürüst bir şeylerin
38 Kavramın orijinal kitaptaki ifade şekli ‘selectors’ olarak geçmektedir. Ayrıntılı bilgi için Bkz.: George Basalla (1998), The Evolution of Technology, Cambridge, Cambridge University Press.
191
ortaya çıkmasını sağlayacak bir çevreyi özlüyor. Hep öyle cahil ve deneyimsiz de değiller.
Genelde bunun tersini söylemek mümkün: Onlar her şeyi “yiyip yuttular” “kültür”ü ve “insanı”
(2016: 30).
Teknolojinin insan deneyimlerini, hatıralarını yutan bu yönü, merkeze alınması
gereken insanın sistemdeki bir nesne olarak görülmesine sebep olmaktadır. Tekniğin
odak noktası olduğu bu öncül, ilerleme adına insanı bağımlı bir yapıya
sürüklemektedir. “Giderek artan işbölümü veya uzmanlaşma sistemi anlamına gelen
teknoloji, yaşam-dünyasının sürekli artan teknikleştirilmesinin motoru olarak itham
ediliyor. İşbölümü, evcilleştirmeyi üretme aşamasına ulaştığında ortaya çıkan uygarlık
da artık son derece sorunsal hale geliyor” (Zerzan, 2013b: 97). İlerlemenin bir şekilde
dönüp dolaşıp tekniğin tarafsızlığı mitiyle özdeş olduğu, insanın ise bunun gölgesinde
kaldığı iddia edilebilir. “Bu mit (teknolojinin tarafsızlığı miti), teknolojiyi politik
tartışma alanının dışına çıkarmaya çalışarak teknolojinin toplumsal işlevini
meşrulaştırır. Teknolojinin kurumsallaştırılmış yapısının doğasını ve bunun tarihsel
gelişimini sorgulamayı bırakır, her ikisini de doğal, daha doğrusu kaçınılmaz kabul
eder” (Dickson, 1992: 217). Yani, teknolojiye ilişkin değerlerin toplumsal yapıdan
kopuk, kendine özgü ve doğal bir ilerleyişle belirlendiği iddia edilmektedir. Bu görüş,
kaçınılmaz olarak toplumsal sisteme içkin olan sorunları görmezden gelmeye,
tahakküm ilişkilerini gizlemeye ve özerk bir yapıda hareket etmeye eğilimlidir. İnsanın
teknikle şekillenen yaşam dünyasını bu tartışma üzerinden kavramak, doğru bir
yorumda bulunma ihtimalini artırabilir. Basalla, “insanların hareket özgürlüğü, hizmet
ettikleri teknolojik efendi tarafından kısıtlanmaktadır” (2013: 317) görüşüyle
Adorno’nun yorumunu doğrulamaktadır. Bu konuda, Adorno’nun yorumu, insanın
davranışlarının teknolojiyle ne şekilde değiştiğini anlamamıza yardımcı olabilir:
“Teknoloji, jestlerle birlikte insanların da dakikleşmesine, kesinleşmesine ve hunharlaşmasına
yol açıyor, insan hareketlerini her türlü duraksamadan, düşüncelilikten ve edepten arındırıyor.
Onları nesnelerin amansız ve denebilirse tarih dışı taleplerine bağımlı kılıyor. (…) Yeni insan
tipini anlamak istiyorsak, onu çevresindeki nesneler dünyasının sürekli etkisine maruz kalan,
sisteminin en derin noktalarında bile oradan izler taşıyan bir varlık olarak düşünmemiz gerekir”
(2012: 43).
Teknolojik ilerlemenin bir düşüncesizlik evrenine hapsettiğinden hareketle, Adorno
özne-nesne diyalektiğinin yasasını sorgulamaya girişmektedir. İnsan aklının
araçsallaştığı bir ortamda, insan davranışlarının da mekanik bir donanıma dönüştüğü
ve nesne olarak üretilen araçların, insanın nesneleşmesine sebep olduğu söylenebilir.
192
İnsani faaliyet alanlarına ve yaşamın diğer tüm alanlarına sızmış olan teknoloji, aynı
şekilde olumsuz yüzünü ekolojik yıkım yönüyle de göstermektedir. Teknolojik
ilerlemenin doğal sonucu olarak ölüm, savaş ve yıkımın ivmesi hız kazanmış,
toplumsal ve kültürel birikimler tehdit edilmiştir. Aynı zamanda ekolojinin ve doğanın
sömürüsü ile kirli bir ortam yaratılmıştır. Teknolojinin Batı tarafından kullanımının
her zaman insan ihtiyaçlarını karşılayamayacağı böylece ortaya çıkmıştır. Basalla,
“icat etme sürecinin yalnızca ihtiyaçların giderilmesinden kaynaklandığı varsayımını
eleştirerek, bu görüşün ardında gizli olan sosyo-ekonomik ve kültürel etkenlerin de
araştırılması gerektiğini” (2013: 323) belirtmektedir. Teknolojiyi, sayısal evrenin basit
bir unsuru olarak görmek onun tehlikelerini göz ardı etmektir, basite indirgenen bir
teknoloji anlatısının getireceği yıkımın da basitleştirilme ihtimali yüksektir.
“Teknolojik değişim toplama bir eklemek ya da toplamdan bir çıkarmak demek
değildir. Teknolojik değişim ekolojiktir. "Ekolojik" kavramını çevre bilimcilerin
kullandığı manada kullanıyorum” (Postman, 2006: 29). Teknoloji basit bir
matematiksel işlemdeki gibi bir eksi bir fazla biçimde değil, insanların tüm habitusunu
kökten değiştirecek bir eğilimle belirlenmektedir.
İnsan icadı teknoloji, insan ve çevresini insanın denetimi dışında değiştirip,
dönüştürmeye başlamaktadır. Postman, dünyanın geldiği bu tuhaf ve anlamsız duruma
teknopoli adını vermektedir. Teknolojinin ağır ve yıkıcı ilerleyişine dair çözümler
kuramcıların kendi felsefi yaklaşımları içerisinden dillendirilmektedir. Ekolojik krizin
toplumsal kaynaklarına ilişkin tutarlı bir bakış açısı geliştirmek ve toplumu akılcı bir
doğrultuda yeniden yapılandırmak için Bookchin, eko-anarşist bir proje sunmayı
amaçlamaktadır (2013: 19). Bu noktada, teknolojinin tahakküm kurucu etkisini
bertaraf etme konusunda, ekoloji çalışmalarından, anarşist eğilimlere kadar uzanan,
hem sağ hem de sol politikayı ilgilendiren bir ortak paydanın varlığından
bahsedilebilir. Teknolojik ilerlemenin bir mit gibi aktarılması, teknolojinin tarafsızlığı
lehine işlemektedir. Adorno ve Horkheimer’ın aydınlanmanın bir mite dönüşünü
betimlemesi gibi, teknolojinin de bir mite dönüşmesi bir sorunsala işaret etmektedir.
Teknolojik ilerlemenin bir mit gibi sunulması, insan deneyimlerindeki yoksulluğun
artışına sebep olmaktadır. Bu kapsamda tezin son ana başlığı altında dijital ortamın
muğlak yapısı çözümlenmeye çalışılacaktır. Teknik ve teknolojiye dair temel
193
altyapıdan sonra, Marcuse’nin teknoloji soruşturmasının temel örneklerine eğilme
gerekliliği doğmaktadır. Bu amaçla ilerleyen başlık altında, dijital ortamın teknik
tarafsızlık mitini de içeren çelişkili doğasının yapı söküme uğratılması için,
Marcuse’nin felsefi kavram çiftlerinden yeni bir değerlendirme ve analiz yapılacaktır.
C. Dijital Ortamın Doğası: Özgürlük ve Kölelik Paradoksu
Bu başlık altında, eleştirel teorinin paradigması ve Marcuse’nin teknoloji
yorumlamasının bir sentezini temsil edecek projeksiyon eşliğinde, gözetim,
dijitalleşme, hoşgörü kavramlarının sacayağını oluşturduğu bir yorumlama
geliştirilmeye çalışılacaktır. Adorno’nun ilerlemenin çelişkilerini Janus’un Sarayı ile
kastettiği göndermesi, bu bölümün çatısını oluşturmada destekleyici bir argüman
olarak kullanılacaktır. “Kendilerine karşı dünyayla işbirliği yapmakta ve
yabancılaşmaların en büyüğü de -her şeyin metalaşması ve kendilerinin de makinenin
eklentilerine dönüşmesi- onlara bir yakınlık serabı gibi görünmektedir” (Adorno,
2012: 154). Janus’un ikiyüzü olarak nitelendirilecek olan dijital dünyanın, özgürlük
ve kölelik ile içiçe geçen muğlak ve paradoksal dokusu, eleştirel teorinin filtresi ile
okunmaya çalışılacaktır. Bu sert ifadelerin, günümüz teknoloji çağındaki gelişmelere
uyarlanması belki de bir distopya olarak algılanabilir. Ancak, teknolojiye dair yaratılan
mitsel yasanın ‘aşılması’ ve teknik aygıtın Marcuseci anlamda siyasal, toplumsal ve
kültürel yapısı ayrıntılandırılmalıdır. Tezin temel sorunsalını teşkil eden, Marcuse’nin
‘baskıcı hoşgörü’ kavramının, dijital ortamda tezahür ediş biçimi tartışmaya
açılacaktır. Hoşgörüye dair okumaların akılda tutularak bu değerlendirmenin yapıldığı
unutulmamalıdır. Bu çerçevede, Marcuse’nin hem teknoloji hem de baskıcı hoşgörü
analizi bir araya getirilip, iletişim çalışmaları için yeni bir değerlendirme ortaya
konulması amaçlanmaktadır. Dijitalleşen iletişim dünyasının tek boyuta indirgenen
yapısı, Marcuseci bir çözümleme ile irdelenecektir. Marcuse’nin tezin en başından
itibaren ele alınan düşünsel repertuvarının teknoloji felsefesinin iskeletini oluşturması
açısından bir anahtar görevi göreceği ve bir önceki başlıkta ele alınan teknoloji
yorumlamasına dair anlatıların da bir değerlendirme için gerekli olduğu belirtilebilir.
Bu noktadan hareketle, dijital evren, gözetim toplumu ve hoşgörü temalarına bağlı
kalınarak, son başlıkta geliştirilecek olan bir yorumlama modelinin altyapısı
194
oluşturulmaya çalışılacaktır. Bu tartışma yürütülürken, içerisinde farklı kavramlara da
gönderme yaptığından belirli terimlerin tanımlamasına da başvurulacaktır.
1. Totalitarizm, Kitlesellik ve Teknik
Teknolojik gelişim ve dijitalleşme ile birey, kendisi hakkında pek fazla çözümleme
yapılmasına imkân tanıyan dijital bir adrese sahip hale gelmiştir. Dijital adresindeki
bireyler, bazı farklılıklar olsa da kitle bireyinin davranışlarını sergileme becerisini
devam ettirmektedir. Ancak dijitalleşen evrene egemen olan teknik altyapı, bireylerin
kullanımına değerler dizgesi teslim etmemektedir. Bu yapıda, ortaya toplumun hâkim
değerleri neyi içeriyorsa, dijitale de aktarılanın o olduğu basit bir korelasyon
çıkmaktadır. Bu noktada dijital evreni tanımadan önce kısaca kitle ve kitlesellik
terimlerine değinmek gerekmektedir. “Kitle (kalabalık-yığın) kelimesi, basit ve
alelade manasiyle, milliyetleri, meslekleri, cinsiyetleri ve kendilerini bir araya
toplayan tesadüf her ne olursa olsun, rastgele bir fertler topluluğunu ifade eder…Kitle
bir tek varlık durumuna gelir ve ‘kitlelerdeki zihniyetin tekleşmesi kanunu'na tabii
olur” (Le Bon, 2009: 15-16). Le Bon’un tabiriyle bu tesadüfü kalabalıkların
nihayetinde totaliter bir yapıya evrilme ihtimali oldukça yüksektir. Le Bon’un
‘kitlelerin ruhu’ nosyonunun, ‘ırkların ruhu’ nosyonundan ayrı düşünülemeyeceğini
ifade eden Mattelart’a göre, “Le Bon açısından kitlenin dönemi geleceğin şekillendiği
apokaliptik anlayış üzerine şekillenmişti” (2012: 46). Esasında Le Bon’un kitle
analizinin kökensel temeli, Fransız Devrimindeki kitlenin irrasyonelliğine
dayandırılmaktadır.
Geleneksel anlamda kitle dediğimiz tabanın, bu şekilde belirli amaçlara yönelen
ve bir arzuya erişme noktasında belirli davranışlar sergileyen bir evren olduğu
söylenebilir. Hoffer, kitle insanının bir çeşit kesin inanç insanına dönüştüğünden
bahsetmektedir: “Hayal kırıklığına uğramış bir kişi için bir kitle hareketi ya bütün
benliğin değişmesi imkânını sunar veya kendi kişiliklerinde kaynağı bulunmayan fakat
yaşamaları için gerekli olan amaç, övünme, güven, umut ve değer gibi nitelikler vaat
eder” (Hoffer, 2017: 17). Kitlenin harekete geçmesine yönelik pek fazla argüman
eşliğinde tartışma sürdürülebilir. Ancak burada üzerinde durulması gereken konu,
kitlenin çeşitli ruh durumlarına sahip bireyleri baskılama özelliğine sahip oluşudur. Le
195
Bon, kitlelerin anlayış ve mantıksal çıkarımlarda bulunma yeteneğini sınırlı
bulmaktadır: “Kitlelerin, mantıklı değerlendirme yeteneğinde olamayışı, kendilerini
eleştirebilme fikrinden, yani doğruyu yanlıştan ayırabilme ve tam hüküm verme
kabiliyetinden yoksun bırakır…Bazı fikirlerin kolaylıkla kabul edilmesi, yayılması,
insanların çoğunun kendi muhakemeleri üzerine kurulmuş bir fikre sahip olmak
imkânından yoksun bulunmalarındandır” (2009: 52-53). Kitle psikolojisine sahip
olduğumuzu belirten Tarde ise, “basın ve tüm dolaylı iletişim araçlarının kitleleri
şekillendirerek, kitle psikolojisinin korkuttuğu modern dünyanın sosyal alanı haline
geldiğini” (akt. Mattelart, 2012: 46 ) belirtmektedir. Le Bon’un kitle tanımı, totaliter
zihniyetin tezahürüne yakın bir değerlendirme olarak okunabilir. Bu çerçevede
totalitarizm teriminin tanımlamasına değinmek gerekmektedir. “Totalitarizm terimi
1950’ler ve 1960’larda halkın bilincinde kök salmış olmasına karşın, terimin sistemli
bir şekilde ilk kullanımına, 1936’da yayımlanan Troçki’nin İhanete Uğrayan
Devrim’inde ve anarşist-bolşevik Victor Serge’nin 1943’te yayımlanan Bir
Devrimcinin Anıları’nda rastlarız” (Tormey, 1992: 153). Kavramın eleştirel teori
içerisinde de, sıklıkla gündeme taşındığı bilinmektedir. Eleştirel teorinin, totalitarizme
yönelik sert ifadeleri hemen hemen tüm üyelerin eserlerinde ortaya çıkmaktadır.
Siyaset biliminin bu kavramı tanımlama biçimi ise yer yer farklılaşmaktadır. Gray’e
göre, “faşist devletlerin hiçbiri gerçek anlamda totaliter değildir” (2004: 176).
Marcuse, Sovyet Marksizmi kitabında da temel olarak Sovyetler’deki bütüncül,
totaliter yapının siyasi ve ahlaki sistemini eleştirmekteydi. “Kronoloji bakımından,
Sovyetler Birliği, modern dünyanın ilk totaliter devletiydi…Lenin sadece kitle
manipülasyonu temelli totaliter teknikleri değil diğer farklı totalitarizm kurumlarının
-toplama kampları ve hukuk dışı güçlere sahip gizli polis gibi- çoğunu da
başlattı...Sovyet tipi örnekleri totalitarizmin paradigmatik vakaları olarak
adlandırıyorum” (Gray, 2004: 176). Dahrendorf, otoriter ve totaliter rejimlerin farkına
değinmektedir: “Totaliter popülizm iktidara gelmek için geçmişte benzer yöntemleri
televizyondan çok radyoyu- mümkün olduğunca kullandı; ama bu araçları halkı
susturmak için değil, örgütlemek ve harekete geçirmek, sevinçli nidaları atarak
yürümesini sağlamak için kullandı” (Dahrendorf, 2015: 101). Belirli bir amaca sevk
edilmek istenen kitlelerin yönlendirilmesinin zemininde bu güdü yatmaktadır. Bunun
en bilinen örneği de şüphesiz kitleler üzerinde propaganda yapabilmek için, Nazi
196
Almanyası’nda radyonun kullanım biçimidir. Aron, totalitarizm tanımlamasını şu
şekilde yapmaktadır: “ya partinin tekeli, ya ekonomik hayatın devletleştirilmesi, ya da
ideolojik terör esas olarak görülebilir. Bütün bu unsurlar birleştiği ve gerekleri
tamamıyla yerine getirildiği takdirde, totaliter olay tam olur” (1976: 285). Totaliter
sistemin edebi alanda da başarıyla resmedildiği örnekler mevcuttur. George Orwell’ın
bu alanda klasikleşen eseri 1984 kitabıdır. “Orwell’in totalitarizm üzerine makaleleri
ve geniş çevrelerce tanınan romanı 1984, Orwell’in yaşadığı faşist ve Stalinist
deneyimleri ve onun korkularını yansıtıyor. Ben, totaliter egemenliğin bu yönünü,
‘Orwell’in Kâbusu’ (Orwell’s Nightmare) olarak kullanmayı tercih ediyorum”
(Kellner, 1984b: 1-2). Kellner, bu makalesinde her ne kadar Orwell’ın tezlerini
yeterince destekli bulmasa da, eserin hakkını teslim etmektedir. Böylece, totaliter
sistem anlatıları birçok alanda çeşitli tezahürlere sahip olmuş ve asıl olarak bu sistemin
yaratmayı arzuladığı birey prototipi ortaya konulmuştur. Totalitarizm tartışmalarının
çeşitli bakış açılarıyla ele alınması gibi, siyaset bilimi tartışmalarında demokrasi
kavramı da aynı şekilde güncel manada eleştirilmektedir. Her iki major kavramın da,
birçok farklı açıdan ele alınıp analiz edildiği bir tartışma yürütülebilir. Ancak burada
temel amaç, demokrasi adı verilen sistemin bile totaliterleşme tehlikesine sahip olduğu
varsayımından hareketle, eleştirel teori zemininin yorumlamasına katkı sağlamaktır.
Günümüzde demokrasi adı altında oligarşik hukuk devletlerinde yaşadığımızı
ve yeni demokrasi nefretinin ortaya çıktığını iddia eden Ranciére’ye göre, “demokrasi
sözcüğü kamusal yaşamın sorunlarını siyasetsizleştiren ve bunları ‘toplumsal olaylar’a
dönüştüren, aynı zamanda toplumu yapılandıran tahakküm biçimlerini yadsıyan bir
ideolojik operatör haline getirerek, uzlaşmacı kafa karışıklığını ikiye katlamaktadır.
Yeni demokrasi nefreti, demokrasiyi bir toplum biçimi ile özdeşleştirerek devlet
oligarşilerinin tahakkümünü perdeler” (2014: 100-101). Ranciére tezini daha da
ilerleterek, demokrasinin bir totaliter sisteme evrildiğini iddia etmektedir. Siyaset
arenasında pekçok kuramcı totaliter sistemlerin diğer siyasi sistemlere entegre
edilebilir yönü olduğundan bahsetmektedir. Geçmişte belirli dönemlerde farklı
ülkelerin bir totaliter zihniyeti kutsadığı hatırlanabilir. Marcuse ve Frankfurt Okulu
düşünürlerinin birçoğu, bu çerçevede totaliter zihniyetin örüntülerini çözümleme
girişiminde bulunmuşlardır. Marcuse’nin Sovyetler sistemini analiz ettiği
197
çalışmasında bu konuya sıklıkla değinilmektedir. İleri endüstri toplumu varsayımı ise
örtük bir şekilde kapitalist ABD sistemini hedef almaktaydı. Marcuse’nin kavramı,
teknik aygıt eşliğinde çözümleme eğilimi bu noktada yol göstericidir. Marcuse’nin ele
aldığı biçimiyle, teknolojik sistemin kendisi bu toplumu atomize etmede bir işleve
sahiptir. Totaliter sistemin nihayetinde insan özgürlüğünü kısıtlamayı amaçladığı, kitle
içerisinde bireyi massettiğini ve sürekli düşman yaratarak, tek boyutlu bir düşünceyi
empoze ettiği belirtilebilir. Bu amaçların geliştirilmesi ve uygulanmasında
teknolojinin hayati bir önemi vardır. “Bugün, tahakküm kendini teknoloji kanalıyla
değil, teknoloji olarak sürdürür ve genişletir. Teknoloji, bütün kültür alanlarını
masseden, giderek yayılan bir siyasal gücü, büyük ölçüde meşru kılar” (Marcuse,
1968a: 212). Teknoloji insan özgürsüzlüğünün rasyonalizasyonunu sağlamakta ve kişi
kendi yaşamını belirlemekte teknik olarak olanaksız bir pozisyona sürüklenmektedir
ve sonucunda birey, Marcuse’ye göre, teknik cihaza boyun eğmeye başlamaktadır.
Teknik cihaza boyun eğme, insanın kendisini nesneler dünyasına teslim etmesi
demektir. Benjamin’e göre, “Konuşma hürriyeti kaybolmakta. İnsanlar arasında
eskiden konuşmada karşıdakinin üzerine eğilme gayet tabii bir şeyken, şimdi yerini
ayakkabılarının veya şemsiyesinin fiyatını sormak alıyor. Her sohbetin içine önü
alınmaz bir şekilde, hayat şartları konusu, para konusu giriyor” (2011: 26).
Benjamin’in bu naif yorumlama biçimi, bugün için bambaşka bir evrende
yorumlanabilir.
Günümüzde, dijitalleşen bireyin, her daim teknik aygıta odaklandığı, ilgisinin
dağınık olduğu kolayca gözlemlenmektedir. Bu bireylerin bir arada sanal bir dünyada
birlikte harekete geçme biçimi, siyasal sistemin kitle tabanı hatırlatmasıyla
kıyaslanabilir. Ancak totaliter sistemin siyasi anlamından ziyade, teknolojiyi kullanma
eğilimi açısından bir benzerlik ortaya çıkarılabilir. Kuramcıların ele aldığı biçimde,
totaliter bir sistemin pekçok belirleyici bileşeni bulunmaktadır. Bu çalışmadaki ilgili
boyut, dijital bir kitlenin anlaşılır kılınması ve böylece hoşgörü eğilimine köprü
kurarken, gerekli altyapıyı sağlamasıdır. Bir yandan, dijitalleşen kitlenin nihayetinde
bireye ait özgün değerleri yitirdiği, özgürlüğünden bir şekilde taviz verdiği ve
gözlemlenebilir hale geldiği belirtilebilir. Diğer yandan ise, totaliter olan dijital
dünyanın en kötü ihtimalle bile özgür olabildiği, bireylere ifade ve söz hakkı tanıdığı,
198
çeşitli kolaylıklar sağladığı bir görüş öne sürülebilir. Bu şekilde ortaya dijitalliğin
paradoksu çıkmaktadır. Dijital dünyanın bu nahoş çelişkileri, böylece Marcuseci
ifadeyle çelişkilerin birleşmesi şeklinde her geçen gün güçlenmektedir. Dijitalliğin
çelişkili doğası, kendisini daha da güçlü kılarak, ileri endüstri toplumunun motor gücü
gibi işlemektedir. Freud’un, insanın içgüdülerinin çatışması analizindeki gibi, dijital
evrenin içerisinde de teknik hale dönüşmüş bir çatışma alanı mevcuttur. Çatışma
alanında yer alan birey, dijital kitle içerisinde görünmez kılınmakta, bastırılmakta ve
totaliterleşme evrenine katkı sağlamaktadır. Bu amaçla, dijitalleşen iletişim
dünyasındaki kitlenin ele alınması ve bu kitlenin gözetim adı altında izlenmesi süreci
çalışmanın ilerletilmesi açısından gereklidir.
a. Dijitalleşen Kitle İletişimi
Teknolojinin bir dizi patolojik durumu içerimlediği, bunun da insanın özgür
iradesine bağlı olarak kaçınılmaz bir takım gerçekleri ortaya çıkardığı ‘post-truth39’
bir dijital çağda yaşamaktayız. Bu dijital dünya ise bir tür muğlaklıklar alanıdır,
Marcuse’nin söylemiyle, özgürsüzlük içerisinde bir tür özgürlük vadeden bulanık bir
dizgeyi çağrıştırmaktadır. Teknolojinin iyi bir yaşam vaadinde bulunması, yalnızca
sahte bir mutluluk alanını yaratmaya çalışmasından kaynaklıdır. Grek kullanımındaki
techne kavramının kapsamlı bir kavram olup, etik bir değerler sistemini içerdiği
düşünülürse, teknolojinin hiçbir yönüyle bu anlamla bağdaşmayacağı açıktır. Her iki
kavramın ele alınırken bu açıdan tarihsel, toplumsal ve kültürel eğilimlerin de göz
önünde bulundurulması gerektiği aşikardır. Şüphesiz ki, yalnızca fiziksel dünyayı
kolaylaştırmayı amaçlayan teknolojik aygıtlar ve metaların bu değerlendirme dışında
bulundurulması gerekmektedir.
Çalışmada teknoloji diye tanımlanan ikili doğaya sahip terimin, daha çok
sosyolojik bir okumaya bağlı kılınarak geliştirilen, iletişimsel bir amaca yönelen ancak
bir yanıyla da insani eylemleri ve düşünce yapısını kapatan bir evrene gönderme
39 Oxford Dictionaries’in 2016 yılının kelimesi olarak seçtiği ‘post-olgusal, gerçek-ötesi veya sonrası’ anlamlarına gelebilen bir kelimedir. Kelime, Hakikat Sonrası Çağ adıyla Türkçe’ye çevrilen Ralph Keyes’in The Post-Truth Era kitabıyla yaygınlaşmıştır. Kelimenin, eleştirel teorideki nesnel aklın yitimine vurgu yaptığı ifade edilebilir.
199
yaptığı söylenebilir. Bu açıdan, dijital iletişim teriminin ve bağlantılı referansların bu
kavramla paralel okunması gerekmektedir. Jenkins, dijitalleştirme tanımını şöyle
yapmaktadır: “Görüntülerin, seslerin ve bilginin medya platformları arasında rahatça
akabileceği ve farklı ortamlarda kolaylıkla yeniden şekillendirebileceği bilgi
baytlarına dönüştürülme sürecidir…Dijital devrim de buradan hareketle “yeni medya
teknolojilerinin eski medya sistemlerinin yerini alacağına dair mit” (2016: 424)
anlamına gelmektedir. Dijitalleşen herşey esasında daha akışkan ve kolay aktarılabilir
hale gelmektedir. Bazı yorumcular bu sürecin bir devrim niteliğinde olduğunu
düşünmektedirler, bu iddia bize teknolojinin tarafsızlık mitinin pekiştirilmesini
hatırlatmaktadır. Dijk ise dijitallik kavramını şu şekilde ele almaktadır: “Dijitalleşme
tele-, veri ve kitle iletişimdeki tüm yeni medya ağlarını birbirine bağlayan yapıdır…
Dijitalleşme, tüm sinyallerin bit adı verilen ve sadece sıfır ve birlerden oluşan ufak
parçalara bölünmesi demektir. Mikro-elektronik dalındaki ilerlemelerin yardımıyla bu
bitler hızla ve karışma olmaksızın taşınabilir ve bağlanabilirler” (2016:
78). Dijitalleşme böylece veri iletişiminin en dominant unsuru olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu yeni diye tabir edilen medyanın da dijital altyapı sayesinde bu denli
genişlemesi mümkün hale gelmiştir. Teknolojik gelişmeler aracılığıyla dijitalleşen bir
toplumsal dünya ve bir iletişim biçimi ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu iletişim
yapısını ise, eleştirel bakış açısının üzerinde yükselecek bir yapı içinde ve farklı
kavram setleriyle bir arada okumak gerekmektedir. “Yaşadığımız dünyayı
biçimlendiren teknoloji, aslında bize dışsal doğayı "egemenlik altına almanın"
araçlarını sağlayan, sözcüğün geleneksel anlamında makinelerden oluşur. Ama
günümüzde teknoloji, öncelikle ve temel olarak enformasyon toplayan ve aktaran
sistemler tarafından tanımlanmaktadır” (Vattimo, 2012: 26). Bu sistemlerin temelde,
bilgi ve enformasyonu toplamak, yaymak ve bilinçlendirmek gibi görevleri vardır.
“Sibernetik, lojistik, veri işleme artık geç Yunan kültüründe olduğu gibi insanlar
tarafından gerçekleştirilen bilimler değildir, onlar daha ziyade yüksek teknolojiler
olarak uygulanmaktadırlar” (Kittler, 2013: 298). Kittler’ın ifadesi, artık bu sistemlerin
bile eskidiğini hatırlatmaktadır.
Teknolojinin her daim yenilenen dünyası, eski-yeni bağlamını da değiştirmektedir.
Dijital aletlerin çoğu gündelik kullanımda eskimeden, üreticilerinin programlamaları
200
ile eski kılınmaktadır. “Her önemli yeni medya teknolojisi, sanki ilk defa yapılıyormuş
gibi enformasyonun doğasını açıklama vaadiyle ortaya çıkar. Bu ‘doğa’, yenilik
momentinin geride kalmasıyla unutulur. Yani daha eski bir yeni medya teknolojisi
(eğer varlığını sürdürebilirse), gündelik hayatın kabul görmüş bir parçası haline gelir
ve bir teknoloji olarak (bu durumda bir enformasyon teknolojisi olarak) değeri
unutulur” (Bassett, 2013: 332). Eskimişlik, modası geçmişlik teknolojinin temel
motoru olarak işlemekte, tüketim politikası ile muhteşem bir uyumla ilerlemektedir.
Jose Ortega y Gasset, ‘Toward a Philosophy of History’ kitabının Man The Technician
bölümünde teknolojiye dair erken dönem ilgileri ortaya koyarak, teknolojinin varlığını
sorgulamaktadır. Teknolojiye dair içgüdüsel açıklamaları yetersiz bulan Gasset, insan
ihtiyaçlarının tarihsel olarak ortaya çıkışından bahsetmektedir. Zorunlu ihtiyaçlar
olarak beliren ihtiyaçların, yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesinde bir zorunluluk
olduğu ve herhangi bir dayatma içermediğini belirtmektedir (Gasset, 1941).
İkincilleştirilmiş faaliyet alanında ise insan, zamandan ve mekândan kazanmak adına
birtakım uygulamalara gereksinim duymaktadır. Marcuse’nin ele aldığı sahte ve
gerçek ihtiyaçlar tanımlamasına benzer olarak, Gasset de bir analize yönelmektedir.
Ancak yaşadığımız çağda, teknoloji olağanüstü hızla eskiden yeniye, yeniden eskiye
evrilerek, baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir. Kapitalist sistem, kitlelerin
ihitiyaçlarından ziyade kitlesel tüketim metalarını empoze etmektedir. Bunlar yalnızca
gündelik yaşamda kullanılan metalar değil, aynı zamanda bilgi, enformasyon, veri
türünden her türlü iletişimsel faaliyeti de içermektedir.
Kitlelerin sayıca çoğalması beraberinde daha erken dönemlerden itibaren
kitlesel bir iletişimi getirmiştir. “Kitle iletişimi nispeten daha büyük bir kitleye ses,
metin, görüntü ve video dağıtımı sağlayan bir iletişim türü olarak tanımlanabilir”
(Dijk, 2016: 86). Erken dönem kitle iletişimi olarak ifade edilen araçlar, günümüzde
büyük bir dönüşüm ve değişim geçirmiştir. Dijital dünyadaki kitle tanımlaması ise bazı
noktalarda farklılaşmaktadır. Terranova’ya göre, “Biz yalnızca basit bir kitleye sahip
değiliz, aynı zamanda kırılmış bir kitleye ve hatta bir mikrosegmente sahibiz. Kitle,
yalnızca Marshall McLuhan'ın savunduğu gibi, araç tarafından dolayımlanmaz, aynı
zamanda medya tarafından bölümlere ayrılır” (2004: 147). Kitleyi salt bir kütle olarak
kabul etmeyen Terranova, ona ütopyacı yüklemler atfetmektedir. Sosyal dünya ile
201
bireylerin ilişkilerinin görüntü akışında etkili olduğunu belirten Terranova, kitleleri
devrimci veya kör olarak ele almaz, onlar arasındaki anlam ve yoğunluktaki etkileşime
odaklanmayı tercih eder. Terranova’nın bu konudaki tespiti, klasik kitle tanımının bazı
yönlerden dijital alanda parçalanacağını bildirmektedir. Dolayısıyla, bu konuda
indirgemeci olmayan bir yaklaşımın geliştirilmesi gerekmektedir. Dijital dünyanın
bölümlendirme özelliği bireyleri bir araya getirme ruhundan bazı noktalarda
alıkoymaktadır. Ancak sonuçta dijital dünyada da totaliter bir evrenin yaratılması
imkânı her zaman saklıdır. Totaliter sistem denilen anlatı, geleneksel anlamından çok
daha geniş bir anlama gönderme yapmaktadır. Totaliter sistemin bireyi atomize edici
yönüne karşı, dijital evrenin çoğul bir politikayı ortaya çıkarma kabiliyetini analiz
etmek gerekmektedir. Dahrendorf, türdeş kılınan yapıların kapalı bir sistemle dışa
karşı anlayışsız bir görünüme kavuşacaklarını belirtmektedir: “Hepimiz etnik açıdan
türdeş cemaatlerde yaşasaydık bu, şüphesiz oldukça korkutucu bir dünya
olurdu…Türdeşliği hedefleyen cemaatler kaçınılmaz bir biçimde kendi içlerinde bir
hoşgörüsüzlüğe, dışa karşı ise saldırganlığa eğilim duyarlar” (2015: 30). Katılımın
sayıca fazla olmasının sonuçta sağlıklı bir tartışmanın yapıldığı anlamına gelmediği de
belirtilebilir. “Daha çok tartışma platformunun olması bir avantaj. Ama bu tartışmalar
karmaşasında, katılımcılara ve alıcılara ilişkin belirsizlikte, bu tür tartışmaların
akışının dilediğince uzatılabilmesinde olumsuz bir şeyler de var” (Dahrendorf, 2015:
75). Dahrendorf’un tam anlamıyla ayrıntısına inmediği mesele, dijital iletişim
teknolojilerinde gördüğümüz manzaraları hatırlatmaktadır. Bu ortamlarda yürütülen
herhangi bir tartışmanın sağlıklı bir sonuca varması neredeyse imkânsızdır.
“Bilgisayar-dolayımlı iletişim [computer-mediated communication (CMC)]
fenomeninin erken teorileşme dalgası, bilgisayar ağlarının "sanal toplulukların"
oluşumundaki önemine de işaret etti. Sanal topluluklar, modernitenin “hayali
topluluklarının” teknolojik varislerine benziyordu” (Terranova, 2004: 145). Bu
teknolojik varislere, teknolojinin kendisi tarafından herhangi bir etik değerler kılavuzu
verilmemektedir. Sanal bireyler böylece kendi etik ve vicdani yasalarına göre hareket
etmektedirler. Bugün, anaakım medya kanalları bile internet ortamında herhangi bir
etik sisteme sahip değildir, sahip olsa dahi buna uygun hareket etmemektedir.
Kurumsal bir etik değer dizgesi olmayan bir sistemin, bireyden etik bir davranış
beklemesi ise ironiden ibarettir. Dijitalleşen iletişim, kök saldığı topluma göre
202
şekillenmekte ve teknolojik varislerin davranışları sıradan bir bireyin davranış
modeline benzemektedir.
Marcuse’ye göre, “İleri endüstriyel toplumunun belirgin niteliği, kurtuluş
isteyen (hoşgörenden, mükafatlandırandan ve rahattan kurtuluşu da kapsar bu)
ihtiyaçların soluğunu kesmek; öte yandan da, toplumun yıkıcı gücünü ve baskı
fonksiyonunu destekleyip, hoş görmektir” (1968a: 35). Bu noktada, baskıcı hoşgörü
kavramı, ileri endüstri toplumunda olduğu gibi dijital dünyada da aldatıcı ve yapay
özgürlüklerin sürdürülmesinin temelini oluşturmaktadır. Bu tarz bir toplumda özgür
seçim yapmanın kendisi neredeyse imkânsızdır, hem sistemin dayatmaları yüzünden,
hem de bireyin sakatlanan aklı yüzünden. Aynı zamanda etik bir kodlamaya sahip
olmayan teknolojik bireylerin sınırsızca bir özgürlüğü kötüye kullanma ihtimali de
yüksektir. “Teknolojik mantık, tahakkümün güçlü aracı durumuna geldikçe, siyasal
niteliğini ortaya koyar; toplumun ve doğanın, aklın ve bedenin, sürekli olarak bu
evrenin korunması için seferber edildiği, gerçekten totaliter bir dünya yaratır”
(Marcuse, 1968a: 48). Marcuse’nin en temel savlarından birisi, teknik aygıtın bir
siyasal aygıt olduğu tezidir. Bu çerçevede, teknolojinin kendisini de doğal olarak
siyasal ve ideolojik bir belirlenime göre konumlandırmak gerekmektedir. Dijital
ortamlar, bolluk ve özgürlük kılığına girmiş bir tahakküm evreni içerisinde bireyi
mutsuz bir bilince terk eden, kitlelerin bireyi bastırması gibi, bu sefer teknik aygıtın
kendisinin görünmeyen gözlerinin bireyi baskıladığı bir biçime sahiptir. Benjamin’in
teknik üretime dair anlatısında göze çarpan şey böylece vuku bulmaktadır. Kitlelerin
gözü, kamera aracılığıyla teknik bir aygıta emanet edilmekte ve ortaya büyük bir
gözetim imparatorluğu çıkmaktadır.
b. Gözetimin Muğlak Alanı
Dijital dünyada kitlelerin hem gözlediği hem gözlemlendiği ortamda, gözetimin
önemli bir öğesi olarak baskı unsuru her daim canlı tutulmaktadır. Dijital kitlelerin
totalci eğilimleri birçok noktada egemen olan gözetim unsuruna içkindir. Dijital
iletişim teknolojilerinin bir kullanıcısı olmak tüm verili değerleri kabullenmek
anlamına gelmektedir. “İletişimin ve medyanın gücü, yalnızca bir ideolojinin
dayatılması, fikir birliğinin oluşturulması veya çoğunluğun görüşünün manipüle
203
edilmesinin gücü değildir, aynı zamanda bir biyopolitik iktidardır, yani, algıların
uyarılmasının ve hayal gücünün örgütlenmesinin, imgeler, algılar, arzular ve inançlar
arasında öznel bir iletişimin kurulmasının gücüdür” (Terranova, 2004: 152). Dijital
iletişim teknolojileri bu yöntemi başarıyla uygulamakta ve bireyin bedensel
yönetimine dahi müdahale etmektedir. İnternet üzerinden birbirine ağ üzerinden erişen
kitle, aradaki bağı ve duygusallığı tamamıyla yitirmiş durumdadır. “İnsanlarla buluşlar
arasındaki ilişkide determinist varsayım durmadan dönüp gelir: Tekniğin toplumsal
olguları açıklayıcı bir etken olacağı, tarihe rehberlik edeceği düşünülür. İnternetin
toplumsal pratiklere gerçek etkisini teknikçi ütopyalardan ayırt edebilirsek, kullanılan
aygıtları incelersek, bildirilen devrim olmadığı açıkça ortaya çıkar” (Maigret, 2012:
331). Dijital devrim mitine benzer şekilde, bir net ütopyacılığı ortaya çıkmaktadır.
Anaakım görüşü savunanların tezi, beklenen bir özgürlük arzusunu, kurtuluş hülyasını
dayatmaktadır. Buna ilişkin anti-tezlerin ise, daha karamsar bir tabloyu sunduğu ifade
edilebilir. Dijital altyapının hızlanmasıyla, internetin eskisi gibi bir lüks olmadığı
toplumlarda, internet artık olağan bir sahiplik haline gelmiştir. Teknolojik anlamda,
onun kutsanmasının artık geçerliliği söz konusu olmamalıdır. “İnternet verilerin
herkese açıklanması ve depolanması için olağanüstü bir araçtır, ancak yeni bir evrensel
düşüncenin ortaya çıkışını açıklayacak hiçbir üstün erdemi yoktur” (Maigret, 2012:
332). Evrensel bir değerin internet aracılığıyla ya da internet sayesinde ortaya
çıkacağını varsaymak birçok noktada eleştirilebilir.
Teknolojiye gereğinden fazla anlam yükleyen kuramcılar, sosyal medya devrimleri
diye bahsettiği tezlerinin ne denli çabuk sona erdiğini de deneyimlemişlerdir. İktidara
meydan okuma konusunda zihinlerin ağlar oluşturduğunu ve bir isyan hareketini
başlattığını belirten Manuel Castells’e göre, “Her şey internetteki sosyal ağlarda
başladı, çünkü bunlar tarih boyunca, iktidarlarının dayanağı olarak iletişim kanallarını
tekelleri altına almış hükümetler ve şirketlerin kontrolünün büyük ölçüde dışında kalan
özerklik alanlarıdır” (2013: 17). Castells, siberuzamdaki talepkar vatandaşların, kent
uzamındaki hareketlerinin gerçek bir isyan ve umut ağına bağlılığı temsil ettiğini
belirtirken, dünyanın farklı noktalarındaki toplumsal hareketlere değinmektedir. Ağ
toplumundaki egemen iktidar örüntüsüne alternatif bir yatay iletişim ağı önerirken ise
tekniğin tarafsızlık mitini yeniden üretmektedir. Teknoloji kavramı içinde çok sayıda
204
ima barındırmakta ve her şekilde politik bir göndermeyi de içermektedir. “Bölünmüş
bir ruhu olan teknoloji çağını hem bir özgürlükler çağı olarak nitelemek hem de insan
etkinliğinin önemsizleştiği bir makineleşme ya da otomatizm çağı olarak tanımlamak
mümkün gözükmektedir. Yani insan etkinliğiyle ‘her şeyin değiştirilebilir olduğu’ ve
‘hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği’ algıları eşanlı olarak yaşanmaktadır” (akt.Gülenç,
2015: 167). Teknolojinin bizatihi kendisinin tüm mümkünlerin kıyısında olan bir
kavram olabileceği saptamasına yönelik bu açıklama, Marcuse’nin birçok yerde
dillendirdiği teknolojinin politik kullanımına uygun çıktı üreteceği varsayımını
güçlendirmektedir. Bu bağlamda, teknoloji toplumların ne ekip, ne biçtiğine göre
şekillenmekte ve bir siyasal aygıt gibi işlemektedir. Bu siyasal aygıtın da, ekonomik
altyapısını her zaman güçlü tutmak zorunda olduğu bir modellemesi mevcuttur.
Douglas Kellner, tekno-kapitalizm [techno-capitalism] kavramıyla, günümüz
toplumlarının teknolojik bir kapitalizm içinde tutsak edildiğine değinmektedir.
“Eleştirel teorisyenlerin bir önceki nesli tarafından kullanılan kavramların (metalaşma,
üretim, değişim, şeyleşme, yabancılaşma, sermaye, sınıf vb.) bugünün radikal sosyal
teorisi için merkezi öneme sahip olmaya devam edeceğine inanan” Kellner, tüm post-
kapitalist sosyal teorilere alternatif olarak tekno-kapitalizm teorisinin bir taslağını
geliştirmeyi amaçlamaktadır (1989: 177). Teknoloji, ona göre, saf veya çıplak bir
hayatı kutsamamakta, hayatın tüm alanlarını çepeçevre sararak, insanı özgürsüzlük
içinde sahte bir özgürlük hülyasına daldırmaktadır. Tekno-kapitalizm terimi, Kellner’a
göre, “toplumsal örgütlenmenin yeni biçimlerini ve gündelik hayatı ve kültürün
biçimlerini üretmekle birlikte, kapitalizmin erken dönemlerinde insani emek gücü,
mekanizasyon ve makinelerin rolüne paralel olarak, teknik ve bilimsel bilginin,
otomasyonun, bilgisayarların ve ileri teknolojinin üretim sürecinde rol oynadığı
kapitalist toplumun bir yapılandırmasına işaret eder” (1989: 178). Böylece, tekno-
kapitalizm eleştirel teorisyenlerin erken dönemde tespit ettiği, üzerinde durduğu
analizi günümüz teknolojisine uyarlamaktadır.
Dijitalleşen ortamların en temel bileşenlerinden birisi olan gözetim konusu, tekno-
kapitalizm altında daha yaygın bir hal almaktadır. Sosyal teoride gözetim
çalışmalarının temellendiği zemin İngiliz filozof Jeremy Bentham’ın tasarladığı bir
hapishane modeline dayanmaktadır. “Gözetim altında tutmada arzulanan şey,
205
mümkün olduğunca çok nedenle, kişinin her an gözetlendiğine inanması, ya da aksine
gözetlenmediğinden emin olamaması, gözetlendiğine kendini inandırmasıdır”
(Bentham, 2008: 13). Birey, bir çeşit paranoya haline sürüklenmekte, her daim
birisinin onu gözetlediğini düşünmesi bireyi septik hale getirmektedir. “Bir gözetim-
evi, özellikle, hem güvenli bir hapis yeri olarak hem de çalışma yeri olarak tasarlanır,
her hapishane bu şekilde tasarlanabilir, en azından belli bir dereceye kadar
tasarlanmalıdır” (Bentham, 2008: 28). “Gözetimin ilk dönem analizinde en tanınmış
kişi Max Weber’dir...ona göre, gözetim bürokrasi ile sınırlıdır ve kapitalist işletmeler
bürokrasinin bir türünden başka bir şey değildir. Modern örgütler her şeyden önce
ussallıklarıyla nitelenirler; bu özellik onlara hem tutarlılık verir hem de onları önceki
örgüt biçimlerinden ayırt eder” (Lyon, 1997: 43). Weber’in rasyonelleşme ve
ussallaştırma kavramlarında ele aldığı gibi, bürokrasinin hedef yönelimli yapısı, bu
hedeflerin bir şekilde takip edilmesi gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Weber’in
kendi yaşadığı dönemde, sınırlı anlamda ürettiği bu yorum günümüzde gelişmiş
versiyonlarıyla uygulamadadır. “Gözetimin etkileme, yönetme, koruma, yönlendirme
gibi amaçlarla kişisel enformasyona dönük odaklı, sistemli ve düzenli ilgi olduğunu
söyleyebiliriz. Gözetim, en nihayetinde dikkatini bireylere verir, bireylere odaklanır.
Bu odaklanma kasıtlıdır ve belli protokollere ve tekniklere dayanır. Gözetim rutindir;
bürokratik yönetime ve belli enformasyon teknolojilerine bağlı olan bütün toplumlarda
gündelik hayatın ‘olağan’ bir parçası olarak ortaya çıkar” (Lyon, 2013: 31-32).
Gözetimin gündelik yaşamda bir rutine dönüşmesi, bireylerin çoğunun rızası dışında
gerçekleşmektedir. Sıradanlaşan gözetime ayak uydurma zorunluluğu, tercihe bağlı bir
durumdan ziyade, bir dayatma haline dönüşmektedir. Ancak dozunu aşan bir
paranoya, Lyon tarafından anlamsız bulunmaktadır. Hatta Lyon, gözetime yönelik tüm
kaygıları gereksiz bulmakta, büyük bir teslimiyetçilikle gözetimi yüceltmektedir.
Panoptik-sonrası bir dönemde yaşadığımızı iddia eden Bauman ve Lyon’a göre,
“Gözetimin yayılışını, teknolojik bir olgu veya ‘toplumsal kontrol’ ve ‘Büyük
Birader’e işaret eden bir şey olarak yorumlamak kolaydır. Ancak bu yaklaşım, bütün
vurguyu araçlar ve zorbalar üzerinde yoğunlaştırır ve gözetime hayat veren ruhu,
gözetimi geliştiren ideolojileri ve gözetime yol açan olayları atlar; gözetime itaat eden,
gözetimi sorgulayan veya onu yenemeyeceğini anlayıp oyunu kurallarına göre
206
oynamaya karar veren sıradan insanları görmezden gelir” (2013: 17). Gözetime dair
anlatılar ne kadar çeşitlense de, esasında birçok konuda olduğu gibi baskın görüşler
ortaya çıkmaktadır. Burada, ya tam teslimiyetçilik ya da temelden red yolunu seçenler
söz konusudur. Bu açıdan, gözetime dair muğlak bir durumun varoluşu, kavramın
değişik kuramlarla ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Vattimo ‘şeffaf toplum’ savıyla
neleri iddia ettiğini şu şekilde açıklamaktadır: “a) kitle iletişim araçları, postmodern
bir toplumun doğmasında belirleyici bir rol oynamaktadır; b) kitle iletişim araçları, bu
postmodern toplumu daha 'şeffaf' değil daha karmaşık, hatta kaotik hale getirmektedir
ve son olarak, c) özgürleşim umutlarımız kesinlikle bu görece 'kaos'ta yatmaktadır”
(2012: 12-13). Demokrasinin gerçekten yürürlükte olduğu sistemlerde şeffaflığın
demokrasinin büyük bir tamamlayıcısı olduğu bilinmektedir. Ancak, işin içerisine,
teknoloji dâhil edilince kaotik bir yapının ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Her ne
şekilde olursa olsun, şeffaflık ve gözetim olgusu, iktidarlar için daha az, bireyler için
daha tehlikeli bir boyuta evrilmektedir. “Teknolojik sistemler hem sosyal olarak
biçimlendirilmiştir hem de şekillendirilmelerinde amaçlanandan daha ileri giden
sosyal sonuçları vardır. Makinelerin kendileri minyatürleşebilir ya da gizlenebilirler
ve sessiz ve gizli gözetleme sıralama işlemi acımasızca ilerler. Fakat hem görünür hem
de görünmez, ayrıca bu makineleri dizayn eden, yükleyen ve işleten insanlar ve
organizasyonlarla ilişki içinde işlerler. Bu tekno-sosyal40 dünyadır” (Lyon, 2006: 54).
Kellner’ın eleştirel teori esasında ortaya koyduğu tekno-kapitalizm dünyası, Lyon’un
daha iyimser ve ılımlı yorumunda tekno-sosyal bir dünyaya evrilmektedir. Her şekilde,
tekno-hale gelmiş bir yaşam, içerisinde gözetim tezlerini barındırmaktadır. Böylece,
gözetim Freudian analizle, baskının yokluğundan, güvenliğe geçişte bir katman olarak
dikkat çekmektedir. Teknolojiye yönelik argümanlar sıklıkla bu çerçevede
meşrulaştırılmaktadır. Dijitallik ve gözetimin güncel okuması, Marcuse’nin
teknolojiye dair tezlerini anlamlandırma açısından gereklilik arz etmektedir.
40 Lyon, zaman ve mekân kavramlarının zaman-mekân’a indirgenmesi gibi, teknoloji ve toplum’un da teknososyal olarak kısaltılması gerektiğini düşünmektedir. Bu kavramın, teknolojinin sosyal ilişkilerdeki çıkarımlarını göstermekte yardımcı olacağından bahsetmektedir. 2006, s. 50.
207
2. Marcuse’nin Teknolojiye Yönelik Tezleri
Marcuse’nin teknolojiye ilişkin analizleri erken dönemden, yaşamının son
dönemine kadar güncel bir ilgi kaynağı oluşturmuş ve en çok bilinen eserlerinden Tek
Boyutlu İnsan, teknolojiye yönelik en kapsamlı çalışması olmuştur. Marcuse, yazdığı
birçok makalede de teknoloji anlatısına dair bir analiz yürütmektedir. Bu başlıkta
temsili örnek teşkil edecek Marcuse’nin farklı tarihlerde yazdığı makalelerden
teknolojiye yönelik bir çözümleme yapılacaktır. Bunlar, teknoloji eleştirisinin
nüvelerini oluşturmada ve son başlık altında yapılacak olan yorumlamada gerekli
olacak bir zemini hazırlayacaktır. Marcuse, çalışmalarında teknolojiye yönelik ilgisini
odak noktaya taşırken, teknolojiye içkin olan anlamların ortaya çıkarılması için çaba
sarf etmiştir. O, teknolojiyi tamamıyla lanetleyen ve yaşam alanından uzaklaştırılması
gereken bir tehdit olarak ele alan yorumculardan bu konuda ayrılmaktadır. Onun
teknolojiye yönelik eğiliminin analiz edilmesi ve çok yönlü bir değerlendirmeye tabii
tutulması gerekmektedir. Bu çabalardan birisini İdeoloji olarak Teknik ve Bilim
çalışmasında gerçekleştiren Habermas, rasyonalizasyon kavramının yeni bir tür
açılımını gerçekleştirme amacıyla Weber ve Marcuse’nin tanımlamasına alternatif bir
öneri getirmekteydi. Marcuse’nin teknik ve bilimi ideoloji olarak gördüğünü belirten
Habermas, iletişimsel bir anlatıya dayalı yorumlama yapmıştır. Marcuse erken
dönemlerinden itibaren teknoloji konusuna doğrudan temas eden çalışmalara imza
atmıştır. Douglas Kellner’in derlediği CP serisi içerisindeki farklı makaleler,
Marcuse’nin temel konulara eğilimini bir araya getirmektedir. Negations41 kitabı
içerisinde de onun teknoloji eğilimine ışık tutan makaleler mevcuttur. Bu konuda
düşünsel zemininde yer alan isimlere referansları yeni bir tür okuma biçimi olarak
değerlendirilebilir.
Marcuse’nin teknolojiye yönelik tezleri olarak ele alınabilecek olan örnek
makaleleri, onun genel kuramsal çerçevesini belirlemede etkili olabilir. 1941 tarihli
“Some Social Implications of Modern Technology (SSI)”, 1960 tarihli “From Ontology
to Technology (OT)”, 1961 tarihli “The Problem of Social Change in the Technological
Society (PSC)”, 1968 tarihli “Industrialization and Capitalism in the Work of Max
41 Marcuse’nin 1930-40’lar boyunca Columbia’da ilk olarak ZfS için yazdığı makalelerin 1968’de yeniden basıldığı çalışmasıdır. Bkz.: Charles Reitz, 2018, s.163.
208
Weber (ICMW)” (ilk olarak 1964 yılında yayımlanmıştır) ve 1979 tarihli “Children of
Prometheus: 25 Thesis on Technology and Society (CP25)” makaleleri teknolojiyi
anlama çabasının yansıması olarak düşünülebilir.42 Bu çalışmaların her biri kendi
içerisinde özgün bir teknoloji yorumunu barındırırken, bu alanda teknoloji kültü haline
gelen ODM kitabının ise döneminin önemli bir başvuru kaynağı haline geldiği
anımsanabilir. Bu çerçevede, Marcuse’nin teknoloji tezlerini ayrıntılı olarak
değerlendirebilmek için, kronolojik bir sisteme bağlı kalarak her bir makalesini temel
hatlarıyla ele alma gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Some Social Implications of Modern Technology (1941)
“Some Social Implications of Modern Technology (SSI)” başlıklı makale, ilk
olarak 1941’de, Enstitü’nün dergisi Studies in Philosophy and Social Science’da
basılmıştır. Marcuse, 1940-41 yılları arasında New York ve California’da İngilizce
yazdığı ilk kitabı olan Us ve Devrim’i sonuçlandırırken, bu makaleyi yazmıştır ve
teknolojiye dair fikirlerinin tohumlarını temel kavramlarla burada atmıştır. Marcuse,
makalesine teknolojinin doğasını çözümlemeye yönelik bir eğilimle başlamaktadır:
“Teknoloji, makine çağını karakterize eden aletlerin, cihazların ve araçların bir
bütünlüğü olarak, bir üretim biçimi olarak, yaygın düşünce ve davranış biçimlerinin
bir tezahürü, kontrol ve tahakküm için bir aracı, sosyal ilişkileri düzenleme ve
sürdürme (ya da değiştirme) biçimidir” (1941: 41). Marcuse, teknolojinin geniş
kapsamlı alanını teknik ve sosyal ilişkiler alanına uyarlamakta ve bu teknoloji, insani
edimlerin birçok alanında işlev gören bir yapıya göndermede bulunmaktadır.
“Teknikler kendiliğinden hem otoritaryanizmi, hem de özgürlüğü, hem kıtlığı hem de
bolluğu, hem genişlemeyi hem de zahmetin ortadan kaldırılmasını destekleyebilir”
(Marcuse, 1941: 41). Marcuse’nin bu iması da, açık bir şekilde Weber’in ikili
anlamlarını çağrıştırmaktadır. İlerleyen süreçte de, Marcuse, bu zıtlıkların diyalektiği
anlayışını birçok çalışmasına yansıtacaktır. Bu çerçevede, teknoloji onun görüsünde
negatif ve pozitif tüm imkânları içeren bir yapıya göndermedir. Marcuse, teknolojik
42 Makalelerin Kısaltmalar Listesindeki kullanımından yola çıkılarak Türkçe karşılıkları şu şekilde kullanılabilir: SSI: ‘Modern Teknolojinin Bazı Sosyal İmaları’, OT: ‘Ontolojiden Teknolojiye’, PSC: ‘Teknoloji Toplumunda Sosyal Değişim Problemi’, ICMW: ‘Max Weber Çalışmasında Endüstrileşme ve Kapitalizm’, CP25: ‘Prometheus’un Çocukları: Teknoloji ve Toplum Üzerine 25 Tez’.
209
ilerlemeye paralel olarak değişen bireysellik ve rasyonalite fikrini analiz etme
amacıyla, 16. ve 17. yüzyıldan itibaren bireysellik fikrinin dönüşümünü
incelemektedir. Toplumun amacının o zamanlar bireyin önündeki kısıtlamaları
kaldırmak olduğundan bahisle, birey özgür ve rasyonel bir bireydi. Ancak yeni
teknolojik dönem, farklı bir birey kavramını ortaya çıkarmıştır. Bireysellik ilkesi,
kişisel çıkar peşinde rasyonalize edilmiş ve birey, toplum karşısında yeniden
tanımlanmıştır. Bireysel rasyonalite için yeterli ayarlamayı ve disiplini ise liberal
toplum sağlamıştır. Aygıtların (kurumların, araçların ve endüstrinin
organizasyonlarının) teknolojik gücü ona hizmet eden tüm rasyonelliği etkilemiştir.
“Bu aygıtların etkisi altında, bireysel rasyonellik teknolojik rasyonelliğe dönüşmüştür”
(Marcuse, 1941: 44). Bireysel rasyonalite düşüncesi, yaygın düşünce formlarını,
protesto ve isyanın değişik biçimlerini bile karakterize etmiş, yargılama standartlarını
belirlemiştir. Birey performansı, kendisine dayatılan toplumsal normlarla belirlenmiş
ve verimlilik ödüllendirilmiştir.
Marcuse, mekanize edilmiş bir çevrede önceden tasarımlanmış bir yapı
içerisinde yaşadığımızı betimlemekte ve “bireyselci rasyonalitenin, araçların ve
amaçların önceden belirlenmiş sürekliliği ile etkin bir uyum içinde geliştiğine”
(Marcuse, 1941: 46) değinmektedir. Mekanik çevrenin aynı zamanda insan güdülerini
sınırlandıran, Eros’u bastıran bir işleve sahip olduğunu ODM’de de ele almaktadır. Bu
tasarlanmış sistemde, bireyden uyuşumcu bir mekanizasyon performansı ortaya
koyması beklenmekte ve bu sistemde, rasyonalite fikrinin yapısı da değişmektedir.
“İtaatkâr verimlilik fikri, teknolojik rasyonalitenin yapısını mükemmel bir şekilde
göstermektedir. Rasyonalite, eleştirel bir güçten adaptasyon ve itaate dönüştürülüyor”
(Marcuse, 1941: 49). Dolayısıyla, rasyonel olmanın asıl ima etmesi gereken özgür ve
eleştirel düşünce nosyonu, teknolojinin etkisiyle ortadan kaybolmaktadır. Eleştirel
akıl, bu yönüyle teknolojiye direnemeyen bir akıl biçimine dönüşmüştür. Teknolojik
rasyonalite, kendi hakikatini yaratarak, toplumsal yapıya doğru genişleme imkânı
bulmaktadır. Bu durum, toplumsalın içindeki bireyde yeni bir davranış modeli
yaratmakta ve standardizasyon oluşturmaktadır. Marcuse, teknolojik rasyonalitenin
çoğu gerçekliği eleştirel rasyonalite içerisinde korunduğunu veya dönüştürüldüğünü
dile getirmektedir. Eleştirelliğin teknolojik bir yapı içerisinde değişime uğraması
210
kaçınılmazdır, teknolojik rasyonalite fikri eleştirel olan unsurların yapısına bir
saldırıdır. Marcuse, bu noktadan hareketle siyasi yapıdaki eleştirel öğelerin ne şekilde
ortadan kaldırılacağını açıklamaktadır. Muhalif gruplar kitle partileri içerisinde ve
onların liderleri de bürokrasi içerisinde dönüşmektedir (1941: 53). Toplumsal yapıdaki
bireyin kendisi de kitle içerisinde massedilmektedir. Marcuse’nin bireyin kitle
içerisindeki saldırgan dürtülerine dair açıklaması Five Lectures ve Eros ve Uygarlık
kitaplarındaki Freud üzerine yaptığı analizi hatırlatmaktadır. “Bir kalabalığın üyesi
olarak, insan, vahşi kendini-korumaya ilişkin standartlaştırılmış bir konu haline
gelmiştir. Kalabalıkta, kişisel çıkarların rekabetçi arayışına toplum tarafından getirilen
sınırlama, etkisiz hale dönüşme eğilimindedir ve saldırgan dürtüler kolayca serbest
bırakılırlar” (Marcuse, 1941: 53). Kalabalıklar içerisindeki bireyin kişisel dürtüleri ve
çıkarlarının gerçekleşme eğilimi sapkın hale gelmektedir. Birey, kitle içinde pasifize
olup, buharlaşma sürecine girerken, kitle ona bireysel çıkarlarının tatmini konusunda
gerçekleşmeyecek bir vaatte bulunmaktadır. Bireyin amacı böylece yeni bir düzen
değildir, egemen düzenden bir pay alıp, bireysel (ir)rasyonalitesini sürdürmektir.
Weber’in bürokrasi ve teknokrasi yorumu üzerinden bir rasyonalite yorumunda
bulunan Marcuse’nin rasyonel olandan hareketle, aklın dönüşümünü de hesaba
katarak, bir analiz gerçekleştirdiği ifade edilebilir.
From Ontology to Technology (1960)
Marcuse’nin 1960 tarihli “From Ontology to Technology” başlıklı makalesi,
1958-1959 yıllarında Ecole Pratique des Hautes Etudes’deki dersinde geliştirdiği
fikirleri içermektedir. Marcuse, bu makalesinde özellikle ABD gibi ileri endüstri
toplumlarındaki bazı temel eğilimlerden bahsetmektedir. “Radikal eleştiri ve etkili
muhalefet (hem siyasi hem de entelektüel) şimdi statükoya dâhil edildi; insanın
varoluşu “tek boyutlu” gibi görünüyor. Bu gibi bir entegrasyon kitle kültürünün,
organizasyon insanının, gizli iknacıların, vb.’nin ortaya çıkışıyla açıklanamaz”
(Marcuse, 2011a: 132-133). Marcuse, yeni bilim anlayışının tarafsızlık formu
içerisinde, insanların büyük çoğunluğunu özgürlüklerinden yoksun bırakan bir yaşam
organizasyonundan soyutlandığını belirtmektedir. “Bu yeni bilimin aynı zamanda
kendisini somut bireyden ve “duyusal bedeninden de soyutladığını” (2011a: 133)
eklemektedir. Marcuse’nin bilimin yeni formuna yönelik öncülleri, ilerleyen süreçte
211
ele alacağı teknoloji ve doğa formülasyonuna kapı aralamaktadır. Bu makalesinde de,
insani varoluşun doğadan tasfiye edilişine değinerek, tahmin edilebilir ve
hesaplanılabilir rasyonelliğin tüm insani edimlerin bir ön koşulu olduğundan dem
vurmaktadır. Böylece, doğa ve insani gerçekliğin amaçlarının toplamı, organizasyon
adı altında projelendirilmiştir. “En temel deneyim, artık somut bir deneyim, genel
sosyal pratik değildir, daha ziyade teknoloji tarafından düzenlenen idari uygulamadır”
(2011a: 134). Marcuse, yönetimsel uygulamada etkin olan Weberci aklın
yorumlamasını temel bir analizle dillendirmektedir. Doğal dünyanın kendisinin bu
süreçte teknik bir dünyaya dönüşümü ise kaçınılmazdır. “Teknolojinin ontolojinin
yerine geçtiğini43 söylersem, bu bir kelime oyunundan daha fazlası olur. Yeni düşünce
tarzı ontolojik geleneği geçersiz kılar” (Marcuse, 2011a: 134). Hegel, Logos, Akıl
kavramı ile bu geleneğin altında yatan öze ilişkin yaklaşımı özetlemektedir. Bu, özne
ve nesnenin ortak bir paydasıdır, zıtlıkların sentezi olarak algılanmaktadır. İdealist
ontoloji özne-nesne arasındaki gerilim ve onlar arasındaki zıtlıkla anlaşılmaktadır.
Monist sistem kendisini özne-nesne içinde dağıtan bir töz fikriyle sürdürmektedir, yani
dualist ve antagonistik bir gerçeklik fikriyle. Marcuse, “doğaldan teknik gerçekliğe
modern dönüşümün bu dualizmin temelini baltaladığını” (2011a: 134) savunmaktadır.
Felsefi argümanlarında sıklıkla belirttiği ikili anlamlandırma çiftleri böylece
Marcusean düşünce kataloğunun zemininde yer almaktadır. Töze ilişkin Kartezyen
nosyon, res cogitans ve res extensa olarak belirlenmektedir. Marcuse, res extensa’nın
somut karakterini yitirdiğinden bahsetmektedir. Çünkü kavram, kendi içinde
matematiksel yapının dünyası haline dönüşmektedir. Ego, res cogitans olarak, daha da
kesin olarak gözlem ve nicel hesaplamanın konusu haline gelmiştir (2011a: 135).
Marcuse, tözden yoksun yeni bir monizmin ortaya çıktığından bahsetmektedir. “Özne
ve nesne arasındaki gerilim, gerçekliğin dualist ve antagonistik karakteri ve onlarla
birlikte insan varlığının “iki boyutluluğu”, gerçeklik içindeki insani varoluşun başka
bir tarzını öngörme kapasitesi ve onu gerçek olasılıklarına doğru aşabilme kabiliyeti
de yok olma eğilimindedir” (Marcuse, 2011a: 135). Marcuse’nin ODM ve Estetik
Boyut kitaplarında vurguladığı boyut fikri idealist felsefede kök salmaktadır. Teknoloji
öncesi medeniyette insani varoluş iki boyutluluk altında yaşamanın kurucu
43 Vurgu Marcuse’ye aittir. “Technology has replaced ontology” ifadenin kullanım biçimidir.
212
öğelerinden birisini temsil etmekteydi. Teknolojik dünyada tarihsel aşkınlığı kavrama
ve yaşama yeteneği de yozlaşmıştır. “İnsan artık iki boyutta var olamaz; o, tek boyutlu
bir insana dönüşmüştür” (Marcuse, 2011a: 135). Bu görüşler, açıkça Marcuse’nin
ODM kitabının öncül imalarını taşımaktadır. İnsan davranışları ve şeylerin etkililik,
teorik ve pratik işlemlerle tek boyutlu bir içeriğe dönüştürülmesi söz konusudur.
Teknik dünya, ikinci bir doğa haline dönüşmüştür, bilim ve tekniğe dışarıdan tarafsız
gibi görünen değerler ve araçlar atfedilmiştir. Marcuse, diğer makalelerinde de ele
aldığı bilim dünyasının tekniğe evrilmesi konusuna değinmektedir. İnsan bu sürece
emek gücü açısından ölçülebilir, hesaplanabilir soyut ve evrensel bir unsur olarak
girmiştir. “Sosyal gelişme ve bilimsel gelişme arasındaki paralel ortak bir ilkeyi
açıklamaktadır: verimlilik” (Marcuse, 2011a: 136). Bilimin teknikle bütünleşik sosyal
dünyayı dönüştürmesinden bahseden Marcuse, bilimin entelektüel ve fiziksel
araçsallığın evrenini inşa ettiğini belirtmektedir. Tekniğin tarafsızlık nosyonu
hakkında ise bu kavramın nötr ve saf bir konuya gönderme yapabileceği
varsayımından bahsetmektedir. Ancak makine veya bir araç bir bütünlük, teknik bir
totalite olarak mevcut değildir, o yalnızca technicity44’nin bir unsuru olarak vardır.
“Tekniğin bu formu insanla doğa arasında var olan bir ‘dünya hali’dir. Heidegger,
araçsal bir dünyanın “projesinin”, bu topluluğun aracı olarak hizmet veren
teknolojilerin yaratılmasından önce (ve önce gelmesi gerektiğini) vurgulamıştır”
(Marcuse, 2011a: 137). Bu noktada, teknik bütünlüğün kendisi toplumsal ihtiyaçların
maddi temelinde kök salmıştır ve bu ihtiyaçların tatmini yoluna yönelmiştir.
Saf araçsallık olarak geliştirilen teknolojinin, somut amacının bir soyutlama
haline geldiğinden bahseden Marcuse’ye göre, “teknolojinin tarafsızlığı (bilimin
tarafsızlığının salt bir tezahürü olan) politik bir konsepttir” (2011a: 137). Sanayi
toplumu, açıkça doğal karakterin altını oyan bir teknoloji konsepti geliştirmişt ir.
Tarihsel bir proje açısından teknik kendine özgü bir anlama sahip hale gelmiştir.
Bireyin emek ve endişeden serbest kılınması ve varoluşçu çatışmanın sonlandırılması
gibi nihai hedefleri söz konusudur. Marcuse, makalede tekniğin tarihsel varoluşçu
44 Makaleyi çeviren Micheline Ishay, metinde belirli bir aktiviteye, belirli bir sosyo-tarihsel yapıya referans yapan Fransızca technique kavramının aksine, teknik aygıtlar ve bilimsel bilgiyi içeren teknolojinin bütünsel sistemini ifade eden technicité kavramını kullanmayı tercih etmektedir. Kavram, Türkçe’ye teknik olarak çevrilecektir.
213
yorumuna yönelerek ve bir zamanlar hocası olan Heidegger’in ontolojik referansını
kullanarak bir analiz gerçekleştirmiştir. Tekniğin bir tahakküm aygıtına evrildiğini ve
doğaya saldırdığını belirten Marcuse, tekniğin nihai hedef yokluğunun, siyasilerin
şüphe ve çekişmeye açık hale gelen politikalarında kullanılabileceğinden
bahsetmektedir.
The Problem of Social Change in the Technological Society (1961)
1961 tarihli “The Problem of Social Change in the Technological Society”
başlıklı makale, tarihsel alternatifler açısından AIS’nin eleştirel teorisine katkıda
bulunmayı amaçlamaktadır. Marcuse, ODM kitabında ele aldığı AIS fenomenini bu
makalede analiz etmektedir. “İleri endüstri toplumunun en tekil başarısı, antagonist
grupları ve çıkarları bütünleştirme ve uzlaştırmadaki başarısıdır: iki partili politika,
ulusal amacın kabulü, bu başarıya tanıklık eden emek ve işgücünün işbirliği” (1961:
37). Bu çelişkilerin bir arada var olması toplumun en temel karakteristiğini teşkil
etmekteydi. Marcuse, sanayi devrimi ile sonraki ileri endüstri döneminin gelişim
yönünü kıyaslamaktadır. “İleri endüstri uygarlık aşamasında, ulusal veya sosyal
menfaat açısından başka, herhangi bir tanımlamaya karşı çıkacak şekilde “rasyonel”
görünmektedir” (1961: 40). Böylece rasyonel görünümünün bu toplumu sağlıklı bir
yapıdaymış gibi görünme algısı ortaya çıkmaktadır. Ancak bu yanlış bir görünümdür,
yalnızca toplumun çelişkilerinin gizlenmesine yarayan bir rasyonelliktir. Marcuse,
Marx’ın ifade ettiği ideolojik bilincin yanlış bilinç olduğu varsayımının, AIS’ye
uyarlanamayacağını belirtmektedir. Bu toplum, ideolojisini siyasi kurumlarının,
banliyö evlerinin, nükleer santrallerin, süpermarketlerin, eczanelerin ve psikiyatri
ofislerinin gerçekliğine dönüştürerek aşmıştır ve bir yanıyla ilerlemeyi ve refahın
artışını sembolize etmektedir. “Özgürlük ve köleliğin, üretici ve yıkıcı güçlerin ortak
paydasını Marcuse şu şekilde açıklamaktadır: kendisini doğal bir şekilde öne süren
ortak payda, toplumun maddi, teknik temeli olarak büyük ölçekli mekanikleşmiş
endüstridir” (1961: 42). Mekanik endüstri devasa teknik bir aygıt olarak toplumun
tüm içsel çelişkilerinin bir yansımasıdır. Marcuse, teknik ve teknolojinin bu baskın
yönünü açıklamaya girişmektedir:
“Teknik ve teknoloji, özel ve kamusal varlığın önceden uzmanlaşmamış boyutlarını organize
eden sosyal ve politik kontrol biçimleri olarak çalışır. Günümüzde toplumsal üretimin
214
merkezinde, bireysel makine yalnızca dükkânların, fabrikaların, endüstri dallarının vb.’nin bir
teknik topluluğu (ensemble) olarak işlemez fakat aynı zamanda altta yatan nüfusun boyun
eğmesini ve hizmet modelini empoze eden politik ve kültürel bir topluluk (zincir şirketler, ağlar
ve iletişim medyası, Kurum, Vakıf, Kolektif Şirket) olarak işler” (1961: 43).
Marcuse’nin analizi, teknik aygıtın tam anlamıyla hegemonik bir süreç olarak işlediği
ve böylece yayılmacı etkisini kitleler ve bireyler üzerinde gösterdiği yorumunu
hatırlatmaktadır. Aynı zamanda bilimsel gelişme, doğanın salt bir nesneye
indirgenmesinde ve biçimselleştirilmesinde bir aygıt gibi hizmet etmektedir. Ona göre,
“Matematiksel yapıların ve ilişkilerin “hakiki gerçekliğine” ulaştığı bilimin vasıtasıyla
doğanın doğallığından çıkması, toplumun değer sayısallaştırılmasına paralel gitmiştir.
Bilim ve toplum, teorik ve pratik akıl, teknoloji aracılığında buluşmuştur” (1961: 44).
Bu yönüyle teknoloji tüm yönelimleri bir araya toplama işlevine de sahip bütünleştirici
bir yapıya dönüşmüştür. Marcuse, doğanın teknolojik olumsuzlamasının, doğal bir
varlık olarak insanı içerimlediğini belirtmektedir. “Freud’un temel güdülerin baskıcı
örgütlenişi teorisi, tarihsel bir dinamik anlamına gelir: Haz İlkesinin Gerçeklik İlkesine
boyun eğmesi, yalnızca, çalışmanın evrensel, tam zamanlı ve değerin bir sosyal ölçüsü
olarak ölçülebilir olduğu uygarlık seviyesinde evrensel olarak etkili olur” (Marcuse,
1961: 46). Marcuse, mekanikleşme sürecinde bireyi çözümlemek için çoğu zaman
yaptığı gibi, Freud’u referans almaktadır. Uygarlığın hoşnutsuz bireyleri, Marcuse’nin
düşüncesinde materyal üretim süreciyle devreye girmektedir. Emek süreci, materyal
üretimiyle sınırlı değildir, aynı zamanda kültürel ve ahlaki bir boyutla da ilgilidir.
Böylece, mekanik üretim sahası tüm alanlarda insanı bir boyunduruk altına almıştır.
Marcuse’ye göre, ileri endüstri toplumu kitle üretimi ile kendini yeniden şu aşamalarda
üretmektedir: a) artan nüfus, b) mekanize edilmiş emeğin artan verimliliği ve c)
ekonomik teşebbüsün yoğunlaşması. Toplumsal olarak kârlı ihtiyaçların karşılanması
için kitlesel üretim, kitlesel dağıtım ve kitle tüketimini gerekli kılar (1961: 47-48).
Kitlesel üretimin aşamaları, nüfus, emek ve ekonomik girişimcilik kademeleri olarak
yansımakta ve bu yapı, tüketim süreciyle eş zamanlı olarak ilerlemektedir.
Marcuse’ye göre, “Modern endüstri uygarlığı, artık ekonomik, politik ve
entelektüel özgürlüklerin geleneksel bağlamında yeterli bir şekilde tanımlanamayacağı
bir “özgür toplum” aşamasına ulaşmıştır…İleri endüstri toplumundaki yeni üslup
biçimleri sadece olumsuz terimlerle ifade edilebilir çünkü onların olumlamaları hâkim
215
özgürlük biçimlerinin olumsuzlanmasıdır” (1961: 51). Marcuse’nin bu yorumu, onun
terminolojik tercihleri arasında en çok durduğu kavramlardan birisi olan özgürlük
kavramına yoğunlaşmaktadır. Yeni bir üslup ve anlatım biçimiyle özgürlük
kavramının anlamının değiştiğini belirten Marcuse, bir şeyden özgür olmanın, (from)
o şeyin öz yapısından uzaklaşma anlamını taşıdığını, ekonomik özgürlüğün, insan
faaliyetinin içinde yer alan bireyin, bu alandan uzaklaşması anlamına geldiğini
düşünmektedir. Entelektüel özgürlük ise, kitle iletişimi ve endoktrinasyona maruz
kalma şeklinde ilerler ve bu yönüyle, özgürlük yanıltıcı formları ile toplum içerisinde
işlerlik kazanmıştır. Marcuse, efendilerin özgürce seçilmelerinin köleleri veya
efendileri ortadan kaldırmayacağı savını bu makalede işlemektedir. Bu, ODM’deki
görüşlerinin özgürlük konsepti bağlamında öncü ifadelerini oluşturmaktadır. Marcuse,
“Teknolojik toplum, niteliksel farklılıktan, olumsuzlamanın dışlanmış olduğu tek
boyutlu bir evrendir. Tek boyutlu düşünce ve davranış, sistematik olarak, politika
yapıcılar ve onların bilgi tedarikçileri tarafından teşvik edilir” (Marcuse, 1961: 54-55)
ifadeleriyle de bu eğilimi doğrudan yansıtmaktadır. 1961 yılında yazmış olduğu bu
makale, 1964 yılında yazacağı ve büyük bir şöhrete kavuşacağı ODM kitabının bir
taslak çalışması mahiyetindedir. Makalenin genel eğilimi bu açıdan birçok konuda
kitapla paralellikler göstermektedir.
Industrialization and Capitalism in the Work of Max Weber (1964)
“Negations: Essays in Critical Theory” kitabı içerisinde yer alan
“Industrialization and Capitalism in the Work of Max Weber” makalesi ilk olarak Max
Weber ve Die Soziologie heute'de 1964 yılında yayınlanmıştır. Marcuse, Weber’in
çalışmasındaki kapitalizm, rasyonalite ve tahakküm arasındaki ilişkiye değinerek,
total bureaucracy olarak adlandırılan kavrama yoğunlaşmaktadır. Kapitalizmdeki
rasyonellik ve akıl kavramlarına değinen Weber’in kavramı ele alış biçimine yer veren
Marcuse, “rasyonelliğin 'sermaye muhasebesi' olan sistematik, metodik hesaplamaya
yönelmiş olan kârlılık durumu haline dönüştüğünü” (1968c: 154) belirtmektedir.
Buradan hareketle, ortaya teknik bir aygıtın çıktığından bahseden Marcuse, kapitalist
rasyonalitedeki kişinin özel bir teşebbüs, bir burjuva, ‘iç dünya asketizmi’nde
[innerworldly asceticism] temsil edilen bir ifadesini bulan burjuva bağına sahip
olduğunu iddia etmekte ve iç dünya asketizminin geç kapitalizmde artık zorlayıcı bir
216
güç olmadığından bahsetmektedir. “O, sistemin sürdürülmesine hizmet eden bir
pranga haline gelmiştir…Geç kapitalizmde emek ve sömürü ilişkisine değinen
Marcuse, “planlı eskimişlik” [planned obsolescence], metodolojik irrasyonellik,
sosyal bir zorunluluk haline gelmiştir” (1968c: 155) ifadesini kullanmaktadır.
Obsolescence ifadesi Marcuse’nin FL derlemesindeki ana başlıklar ve temaları
hatırlatmaktadır. Bu ifadeyi, Marcuse Freud’un insan tanımının eskimişliği üzerinden
ele almaktadır. Weber’in kendisini bir burjuva olarak tanımlamasını ve çalışmasının
da burjuvanın tarihsel misyonunu belirlemek olduğunu hatırlatan Marcuse, onun akıl
tanımlamasının burjuva özünden ayrılamayacağını ve kapitalist aklın Weberian
konseptinin iç gelişimini yeniden inşa etmeye çalışacağını dile getirmektedir.
“Kitlelerin muhafazakâr karakteri, egemen sınıfların emperyal eğilimleridir: Geç
kapitalizmin bu değişimlerini Max Weber öngörmüştür” (Marcuse, 1968c: 157). Aynı
zamanda, endüstrileşmeyi modern dünyanın kaderi olarak gördüğünü belirten
Marcuse, “Max Weber’in “kader” kavramı -“kader” olarak endüstrileşme, “kader”
olarak tahakküm -onun resmi analizinin maddi içeriğinde örnek tarzda görünmektedir”
(1968c: 159). Marcuse Weber’in tarihsel bağlamdaki ekonomik aklının, tahakkümün
aklına dönüştüğünü belirtmektedir. Böylece, Weber’in erken dönem kapitalizminin
gelişimine eşlik ettiği süreci, kendi analiziyle teknolojinin gelişmesi bağlamında
ilerletmeye çalışmaktadır.
Children of Prometheus: 25 Theses on Technology and Society (1979)
“Children of Prometheus: 25 Theses on Technology and Society” başlıklı makale,
Marcuse’nin Mayıs 1979’da Frankfurter Römerberg-Gespräche’da verdiği son
dersinin Charles Reitz tarafından yapılan bir çevirisi olan ve CP içerisinde yer alan bir
çalışmadır. Makale, Marcuse’nin 25 tezden oluşan, teknoloji ve toplum üzerindeki son
yorumlarını içeren bir derleme niteliğindedir. Marcuse’nin teknoloji ve toplum
hakkındaki toparlayıcı, özlü bir koleksiyonu olan çalışma, erken dönem teknoloji
eğiliminden yaşamının son dönemine kadarki süre zarfında savunduğu teknoloji
tezlerini ele almaktadır. Marcuse, temel olarak tezlerde, ilerleme kriterinden,
özgürlüğün kaybı pahasına doğaya tahakkümden ve tahakküm sisteminin nüfusun
çoğunluğunun maddi ve kültürel ihtiyaçlarının tatmini yoluyla tüketildiğinden
bahsetmektedir. Marcuse, “kapitalizmin üretim güçlerinin gelişiminin kendi iç
217
dinamikleri tarafından zorlandığını belirtir: doğanın yoğun bir şekilde sömürüsü,
genişleyen birikim ve kâr oranının baskılamaları yoluyla, emeğin üretiminin artışı”
(2011b: 223). Buradan ortaya çıkacak sonucun ise, üretken yıkım ilkesine göre, üretim
güçlerinin gelişimi olduğunu belirtmektedir. Marcuse’ye göre, “Teknik ilerleme
kapitalizm için olduğu kadar özgürleşim için de nesnel bir gerekliliktir. İkincisi
(özgürleşim), egemen “zaman ekonomisinin” devrilebileceği noktaya kadar
otomasyonun daha da gelişmesine bağlıdır: yaşam zamanı olarak özgür, yaratıcı bir
zaman” (2011b: 223). Marcuse’nin bu yorumu, teknik gelişimin zamanı özgürleşim
yönünde kullanmaya yetkin oluşuna bağlanabilir. Daha önce onun tekniğe ilişkin
alıntılarında özgürlüğe yönelik bir bağlantı pek fazla dikkat çekmemektedir. Marcuse
yorumunu şu şekilde sürdürmektedir: ancak devam eden baskıdan yalnızca bilim ve
teknolojinin yanlış kullanılmasının sorumlu olduğu sonucuna varmak belki de
yanıltıcıdır. “Belki de, teknoloji, sadece ona sebep olan silah tarafından iyileştirilebilen
bir yaradır. Teknolojinin yıkılması değil, doğa ve toplumun barıştırılması için yeniden
inşası” (Marcuse, 2011b: 224). Teknolojiye yönelik bu tezi, Marcuse’nin daha önce
sıklıkla dile getirmediği bir eğilime işaret etmektedir. Habermas, İdeoloji Olarak
Teknik ve Bilim kitabında Marcuse’yi doğa konusu üzerinden eleştirmiş ve buna
alternatif olarak kardeş doğayı araması gerektiğini ifade etmiştir. Makaledeki bu tezle
Marcuse, Habermas’ın fikrine yakın bir yorum geliştirmiştir. Doğanın barışçıl yönüyle
kullanılması görüşü, sömürülen doğa yerine kardeş doğayı aramakla ve doğa ile
sağlıklı bir iletişim kurmakla mümkündür. “Tüketimin zorunlu bir azaltılması yoluyla
baskıcı toplumun çözüleceği sonucuna varmak yanıltıcı olabilir: bu, baskıyı
yoğunlaştırarak, özgürleşim anlamına gelmektedir!” (Marcuse, 2011b: 224). Marcuse
subjektif faktörün belirleyici rolüne değinerek, tüketim toplumundan özgürleşimin
bireylerin kendileri için hayati bir ihtiyaç olması gerektiğini ve bunun da, bireylerin
derin psikolojik yapısı ve bilincinin radikal bir dönüşümü ile gerçekleşebileceğini
savunmaktadır. Bunun ön koşulu, tüketim toplumunun onun politik-ekonomik
altyapısında içsel zayıflamasıdır (Marcuse, 2011b: 224). Fakat düşüşe geçmiş bir
yaşam standardının, kurulu ihtiyaçlar sisteminin kalitesini dönüştürmeyeceğini
düşünen Marcuse, insanların daha fazla otomobil, alet ve konfora sahip olsa bile, hala
bu ürünleri arzulayacağını ve tamamlanmamış arzunun, arzu olarak kalacağını dile
getirmektedir. “Prometheus’un Çocukları cahil değillerdir: ekonomi ve siyaseti
218
yönetenler, ilerlemenin ne olduğuna karar verenler bunu sürdürmeye devam ederler.
Onlar uzun vadeli görüşlerle ilgilenmiyorlar: bu gibi bir ilerleme türüne katlanamayan
diğerleri, kendilerini kurulu siyasi partilerin ve sınıf örgütlerinin aleyhinde ve
çoğunlukla dışında, yeni tür yollarla bir muhalefeti neredeyse kendiliğinden
oluşturuyorlar” (Marcuse, 2011b: 224). Freud’a yönelik yoğun ilgisini bu makalesinde
de ortaya koyan Marcuse, sosyal olarak organize edilmiş ölüm içgüdüsüne karşı yaşam
içgüdüsünün isyanından bahsetmektedir. Bireye ve bireyler arasındaki dayanışma
fikrine önem verdiğini tekrar ederek, yeni şekillenen toplumsal hareket formlarına
değinmektedir. Makalesinde genel anlamda fikirlerinin özsel bir değerlendirmesini
yaparak, birey, toplum ve teknolojiye yönelik bir analiz yürütmektedir. Politikaya
güvensizlik konusunda, aldatıcı bir sonucun ortaya çıkacağından bahseden Marcuse,
‘iç göç’ adıyla bireyin özel yaşamının yayılmasını ele alan bir kavramdan
bahsetmektedir. Bu kavram, benliğin politikanın merkezinde kök salmasına gönderme
yapmaktadır. Otantik olan ve otantik olmayan iç dünyanın ayrım kriterinden bahseden
Marcuse, Auschwitz’in hatırlanması konusuna değinmektedir. “Auschwitz'in hala
mümkün olduğu bir dünyayı düşünmeyen bir ilerleme kavramının (en kötü anlamda)
soyut olduğunu” dile getirmektedir (2011b: 225).
Geç felsefi ve politik yazılarından birisi olan bu makaleyle Marcuse, Yunan
mitolojisindeki Prometheus üzerinden bir direniş öyküsünün yorumlamasını
yapmaktadır. İlerleme fikrinin yıkıcı üretkenliğine yönelik eleştirisi ile tezlere giriş
yapan Marcuse’nin, diğer tez başlıklarında daha umutlu olduğu belirtilebilir. Genel
anlamda ele aldığı bireyin özgürleşiminin, toplumsal yapının baskılayıcı zincirlerini
kırması yönündeki üstü kapalı göndermesi, Prometheus’un zincire vurulmuş olma
halini anımsatmaktadır. Makalenin başlığını böylece Marcuse, bireyin toplumdaki tüm
baskıcı unsurlardan özgürleşimi dolayımı ile seçmiş olabilir. Prometheus’un Tanrı
Zeus’a direnişi, belki de baskıcı toplumun zincirlerini kırmada bireye bir referans
teşkil edebilir. Prometheus’un çocuklarına, özgürleşim uğruna, hala var olabilecek bir
isyan ve umut yolunu göstermektedir.
219
3. Marcuse ve Heidegger: Techné ve Teknoloji
Marcuse’nin yazmış olduğu beş farklı makalesinin her birinde egemen olan bir
teknoloji yorumu mevcuttur. Makalelerin Marcuse’nin felsefesindeki konjonktürel
belirlenime dayalı birer örnek oluşturması bu noktada analiz edilmelerinin
arkalarındaki temel sebeptir. ODM kitabının öncülleri olabilecek olan SSI ve OT
makaleleri, teknolojinin zıtlıkların birliği olarak temsilini oluşturmaktadır. PSC ise
teknoloji toplumundaki çelişkilere odaklanan, daha pesimist tona sahip bir makaledir.
ICMW makalesi, Max Weber’in özgün bürokrasi analizinden yola çıkarak,
endüstrileşme ve kapitalizm yorumuna eğilmektedir. CP25 makalesi, teknoloji ve
toplum üzerine 25 tezden oluşan, diğer makalelere göre daha umut dolu bir tasviri
içeren çalışmasıdır.
Şekil 2: Marcuse’nin Teknoloji Tezlerinin Güzergâhı
Marcuse’nin teknolojiye yönelik tezleri, çelişkilerin birliği denklemini içerimlemekte
ve pesimist tonla başlayan yorumları son makalesiyle iyimser bir duruşla
tamamlanmaktadır. O, teknolojinin prematüre haline denk gelmiş olsa da, teknolojinin
tehlikeli boyutlarına dikkat çekmiştir. Marcuse’nin öğrencisi Andrew Feenberg,
Marcuse ve Foucault’nun teknoloji eleştirisinin ‘sol distopyacı’ bir yorumu
barındırdığını iddia etmektedir (2001: 6). Feenberg, Marcuse ile Heidegger’in teknik
ve teknoloji soruşturmasının kıyaslamasını yaptığı çalışmasında, Heidegger’in tekniğe
yönelik ilgisinin bir işaret olarak belirdiğini ifade etmektedir. “Heidegger’in öğrencisi
Herbert Marcuse, radikal bir sosyal teori çerçevesinde teknoloji felsefesini yeniden
formüle etti ve Heidegger'in belirlediği sorunlara çözüm önerileri getirdi. Marcuse
SSI: 1941
OT: 1960
PSC: 1961
ODM: 1964
ICMW: 1968
CP25: 1979
220
için, teknoloji hala evrim halindeydi; Heidegger için olduğu gibi değişmez bir kader
değildi. Bu iki filozof Aydınlanmanın felaketine ve kurtuluş imkânlarına oldukça derin
bir bakış açısı sunar” (Feenberg, 2004: 67). Heidegger, tekniğe yönelik ilgisini Grek
tanımlaması üzerinden yaparken; Marcuse, teknoloji soruşturmasını çelişkilerle dolu
ileri endüstri toplumu bağlamında yapmaktadır. Heidegger, Ernst Jünger'in Total
Mobilization (1930) ile Worker (1932) çalışmalarından etkilenmiştir. Her iki düşünür
için de, teknolojinin sorunları içinden çıkılamaz bir hal almıştır. “Jünger'in,
Heidegger'in yeryüzüne yayılan teknolojiyle ilgili düşüncesine etkisi derindir…Ancak
Heidegger, Jünger’in kültvari, esrarlı teknoloji kutsamasına ve teknofilik simgelerine
direnir” (Krell, 2002: 148). Marcuse’nin teknoloji savları daha çok ABD’yi,
Heidegger’in teknik argümanları Kıta Avrupası ve savaş dönemi sonrasını
içermektedir.
Marcuse, kendi koşullarına uygun tarzda techné’den teknolojiye yolculuğun
imkânlarını aramaktaydı. Onun Heideggerce çözüm önerisi şöyleydi: “Modern techne,
yapısında bir kez daha etik ve estetiği birleştirecek ve bir yığın hammaddeden ziyade
anlamlı bir dünya ortaya çıkaracaktır” (Feenberg, 2004: 73). Heidegger’in insani
varoluşu kurtarma amacı, tekniği mitsel bir anlamla donatmıştır. Heidegger’in tekniği
ve insanı yorumlama biçimi ontolojik bir kurtuluş mücadelesine bağlı kalsa da, kendisi
teknolojiyi tamamıyla hayatından uzaklaştırmayı tercih etmiştir. Marcuse ise, tekniğe
siyasal bir unsur enjekte etmiştir. Onun Marksist dizgeye olan hâkimiyeti, teknoloji
analizlerinde de göze çarpmaktadır. Marcuse’nin Heidegger izini taşıyan OT makalesi,
teknolojinin ontoloji yerini aldığını belirten ve teknolojinin tarafsızlık mitini eleştiren
bir çalışmadır. Son çalışması CP25 ise, tasvirleri ile ütopik bir eğilimi dillendirmekte
ve teknolojinin ilerleme için şart olduğunu, doğa ve toplumla barıştırılmasını
savunmaktadır. Marcuse’nin teknolojinin tehlikeli girdabından kurtulma
operasyonunda bireysel ve toplumsal bir mücadele zemini kurduğu belirtilebilir.
4. Marcuse’nin Kavram Setiyle Dijital Teknoloji
Tekno-kapitalizm altındaki dijital evrenin tüm zıtlıkları başarıyla sentezlediği bir
ortamda, Marcuse’nin teknolojiye ilişkin yorumlamaları üzerinden, teknolojiden
özgürleşim veya teknolojiyle özgürleşimin mümkün olup olmadığı sorgulamasını
221
yapmak oldukça önemlidir. Sosyal medyanın bir yandan, sınıf farkının ortadan
kaldırılması iddiası bir özgürleşim imkânını, diğer yandan da devlet baskıcı bir
zorunluluğu, gözetimi, ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasını getirmektedir.
Marcuse’nin tabiriyle, bu tür ortamlar zıtlıkların birliğidir. Gramsci’nin,
Machiavelli’nin Centaur adındaki yarı hayvan yarı insan ikili karakterinden feyz alarak
geliştirdiği teorisi de bir zıtlıklar kümesine gönderme yapmaktadır. “Gramsci için
bunlar, zor ile rıza, tahakküm, egemenlik ile hegemonya, şiddet ile uygarlık
düzeyleri” olarak tanımlanabilir ve her tarih dönemi için geçerli bir zıtlıklar dizisi
sunulmuş olur” (akt.Anderson, 2007: 40). Marcuse’nin teknoloji yorumlamaları da en
başından itibaren çeşitlilik göstermektedir ve o, birçok anlamda teknolojinin hem
baskıcı hem de özgürleştirici imalarını ortaya koymaktadır. Ancak yoğunlukla
üzerinde durduğu konu teknolojinin tahakküm edici yönü olmuştur:
“Teknik gelişimin bitip tükenmez dinamiği, siyasal içerikle karıştırılmış ve tekniğin Logos’u,
sürdürülen köleliğin Logos’u durumuna getirilmiştir. Teknolojinin kurtarıcı gücü, yani
nesnelerin araçlaştırılması, özgürlük için bir ayak bağına, yani insanların araçlaştırılmasına
dönüşmüştür. Sadece teknolojik ortamda, insan ve doğa, düzenin nesneleri durumuna gelirler...
Teknoloji, şeyleşmenin en yetkin ve en etkin biçimiyle şeyleşmenin aracı durumuna gelmiştir”
(Marcuse, 1968a: 213).
Teknoloji dünyası, bir şeyleşme ve metalar dünyası halinde, gözetimin nesneleri
olunan bir dijital evreni tanımlamaktadır. Marcuse, kendi döneminde teknolojinin bu
denli ciddi etkisini gözlemleyemediği için, yer yer teknolojiye ütopyacı imalar
yüklemiştir. Bu sebeple, kitleler teknolojinin diktatörlüğüne örgütlü ve bilinçli bir
şekilde rıza gösteren bir nesne olarak yorumlanabilirler. “İnsanın ne kadar efendisi
olursa insan o kadar kez daha fazla mutsuz olur” (Boétie, 2014: 18) sözleri gönüllü
kölelik tanımlaması için oldukça uygun düşmektedir. Günümüzde ise çok fazla efendi
olmasına rağmen bireyin bunu bazen çok fazla hissetmediği, bazen de direk baskılayıcı
bir unsur olarak deneyimlediği bir yapı söz konusudur. Teknolojiye içkin olan
çelişkiler evreni, hem bu dünyanın özneleri hem de nesneleri adına çeşitlilik kümesini
temsil etmektedir. Habermas, Weber’in kavram dizgelerindeki çifte anlamları tarihsel
bir sürece vurgu yaparak, geleneksel bir toplumdan modern bir topluma geçiş
bağlamında değerlendirmektedir (2016: 45). Amaç-rasyonel eylem düşüncesi
toplumsal bir geçişkenliğe uygun düşmektedir. Eski şişe yeni şarap hatırlatması gibi
bu kavram zinciri, sosyal medyanın çifte-anlamlılık bağlamında ele alınmasında bir
222
araç olabilir. Teknolojiye atfedilen tüm yorumların çifte anlamlar barındırdığı akılda
tutularak, sosyal medya üzerinden bir Marcusean analiz yapılması anlamlı olacaktır.
Sosyal medya ortamları, her geçen gün çeşitlenip, yeni bir yapıya evrilmekte ve büyük
bir kullanıcı kitlesine sahip haliyle kapsayıcılığını genişletmektedir. Statista’nın
verilerinde gösterdiği gibi, her bir uygulama muazzam sayıda bir kullanıcı
potansiyeline sahiptir.
Ekim 2018 itibarıyla dünyanın en popüler sosyal ağlarına dair aktif kullanıcı sayısını belirten veriler. (Çevrimiçi) https://www.statista.com/statistics/272014/global-social-networks-ranked-by-number-of-
users/ 28.12.2018.
Çok sayıda sosyal medya platformu aynı zamanda farklı analizleri gerektirecek imalar
taşımaktadır. Fuchs, dünyanın en gözde sosyal medya platformları olan Facebook,
Youtube, Twitter, Blogger, LinkedIn, VK, Tumblr, Pinterest, Instagram, Foursquare,
Weibo (2015: 354) üzerinden bir analiz yürüterek, bu ortamlardaki dijital emek
eğilimini ele almaktadır. Sosyal medya platformlarının, birçok avantajla beraber, bir
223
emek sömürüsüne de yol açtığını ayrıca belirtmekte fayda vardır. Fuchs’a göre,
sosyalleşme, “enformasyon ve iletişimle birleşmiş paylaşma, topluluk ve ortaklığa
odaklanmış bir sosyallik biçimini ifade etmektedir. Bütün bu platformların ortak yanı
hedefli reklamcılığa ve kullanıcıların verilerini (içerik, profiller, sosyal ağlar,
çevrimiçi davranışlar) bir metaya çevirmeye dayanan bir iş modeli kullanmalarıdır”
(2015: 356). Dolayısıyla, ele alınan platformların her biri esasında ortak bir hedefe
yönelmiş bir ticari faaliyet alanını içermektedir. Bu yapılanmaların kolektif tüketime
yönelik yapısı, sosyalleşme ihtiyacındaki bireyi de ticari meta olarak bir tüketim
nesnesine indirgemektedir. Dijital ortamda sosyalleşmenin bedelinin verili bir
kapitalist hedefe yönelmek anlamına geldiği belirtilebilir. Bu ortamları yalnızca pozitif
açıdan değerlendirmek, negatif bir yorumlama geliştirmenin önünde büyük bir engel
oluşturmaktadır. Teknolojinin tarafsızlık mitinde belirtildiği üzere, dijital
sosyalleşmenin kendisi yalnızca aygıta önem atfeden bir yorum ortaya koyan ‘pozitif’
bir eğilimi meşrulaştırmaktadır. Marcuse’nin teknolojiye yönelik tezlerinin geneli ise
‘negatif’ ancak dönüştürücü, devrimci imalar barındırmaktadır. Marcuse’nin kavram
setini oluşturması bu açıdan negatif öğeler üzerine odaklanması ile gerçekleşmektedir.
Dijital sosyal medya olarak anılan bu ortamların tek-boyutlu hoşgörüsü ise, çok
kültürlü, çoğulcu bir izlenimin bir aldatmaca olduğu açılımını içermektedir.
a. Dijital Medyada Tek-Boyutlu Hoşgörü
Günümüz dijital dünyasında, kitleler içindeki yitik bireylerin dijital evrende bir
koda indirgendiği ve bu dijital ortamların doğasından ötürü hoşgörü yeteneğinin zaten
pek çok durumda sağlıklı işlemediği ifade edilebilir. Lyon’un ılımlı gözetim anlayışı
oldukça iyimser bir çerçeveden, Kellner’ın tekno-kapitalizm yorumu ise daha eleştirel
bir pencereden bakışı temsil etmektedir. Marcuse’nin öne sürdüğü tezler ise,
yoğunlukla daha karamsar yaklaşımının ağır bastığı çalışmalardır. Eleştirel teorinin
daha baskın olduğu bu yorumlar silsilesinde Marcuse, teknolojiyi de hoşgörüyü de
tahakküm ve baskı kavramlarıyla ele almaktadır. Bu sebeple, yürütülecek olan
tartışmanın, bu bakış açısına uygun olduğu belirtilebilir. Dijitalleşen evren, totaliter
bir yapıda -Marcuse’nin analizlerindeki gibi, tekelci, tek-boyutlu ve kapalı bir sistem-
şeklinde ilerlemektedir. Böylece, dijitalleşen ülkenin bir vatandaşı olmak, vatandaşın
sahip olduğu kültürel değerlerin bir aktarım sürecini temsil etmektedir. Dijitalleşen
224
evrenin asıl olarak özgürlüğü, bağımsızlığı, çok yönlü iletişimi, bir hoşgörü dünyasını
mı temsil ettiği, yoksa tam tersine büyük kapatılmayı, gözetimi, hoşgörüsüzlüğü ve
nihayetinde totaliter bir evreni mi temsil ettiği sorusu ortaya çıkmaktadır. “Medya,
zaman ve mekânda büyük ölçekte toplumun yeniden düzenlenmesini kolaylaştıran
kurumlardır…Eski ve yeni medya, iletişimin birçok işini gerçekleştirirken değişen bir
toplumsal işbölümü içine giriyor” (Jensen, 2011: 45). Toplumun bu yeniden
düzenlenmesi, bir yandan da toplumun disipline edici bir şekle sokulmasını
gerektirmektedir. Jensen’e göre, “uygunluk, erişilebilirlik ve performativite açısından,
internet iletişimin altyapısına yeni tür bir katkı sağlamıştır: e-postalar eylemlerdir;
metroda mobil internette gezinmek, seyahat eden yolcularla iletişim kurmanın bir
yoludur. Ve İnternet -politik tartışmalar ve aktivizmden e-bankacılık ve kolektif
üretimine kadar -toplumsal olarak koordine edilen her türlü eylem ve tartışmayı
destekliyor” (Jensen, 2011: 51). Dijital medyanın bireye teknik anlamda çalışma
kolaylığı ve pratiklik sağladığı da akılda tutularak, bu yapının karanlık boyutuna da
değinme gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Morozov’un Net Delusion adını verdiği kitabında internetin karanlık yüzüne
dair ayrıntılar yer almaktadır. Ona göre, “İnternet merkezciliği (Internet-centrism) bir
inanç kümesi değildir; daha ziyade, uzun dönemli stratejilerin nasıl oluşturulduğunu
ve demokrasinin teşvikiyle ilgilenenler de dâhil olmak üzere kararların nasıl
verildiğini bilgilendiren bir eylem felsefesidir. Siber-ütopyacılık (cyber-utopianism)
yapılması gerekenleri şart koşarken, internet-merkezciliği (Internet-centrism) nasıl
yapılmasını şart koşar” (Morozov, 2011: 15-16). Demokrasiyi önemseyen kişilerin
bunların her ikisinden de kurtulması gerektiğini düşünen Morozov, siber-ütopyacılığa
veya internet merkezciliğine boyun eğmenin, gözü kapalı şekilde birşeyi kabul etmeye
benzediğini savunmaktadır. Bu bağlamda, dijital dünya sağladığı sayısız imkânın yanı
sıra, aynı zamanda büyük tavizleri de bireylerden beklemektedir. Bu gözetim adı
altında kişilerin her türlü eylemlerinin ve düşüncelerinin takip edilmesi şeklinde
ilerleyebilir. Dijital iletişim teknolojileri bir muğlaklık evreni olarak ele alınabilir.
Ancak bu muğlaklığı sağlamak için de, çoğu zaman görünmeyen baskıcı unsurlar
devreye girmektedir. Hem geleneksel hem de dijital medya, büyük bir iletişim aracı
olarak, kitlenin içerisindeki duyguları bastırma konusunda ayrı bir hegemonik güce
225
sahiptir. “Medyanın hoşgörü tutumu geliştirmesinde birkaç faktör yer alır. En güçlüsü,
izleyici kitlesinin büyüklüğüdür. Basın, eleştirilerden korunmak isteyen bazı grupların
baskısına maruz kalır. Bu baskılar da medyanın yönetim ve dağıtım yapısında
içselleştirilir” (Riesman, 2016: 225). Bu şekilde, kitlesellik büyük ve korkutucu bir
unsur olarak ele alınmaktadır. Kitlelerin sayısal anlamda fazlalığı, medya ile iktidar
arasında bir pozisyonu kurmada etkili olmaktadır ve teknolojinin kendisi tamamıyla
baskıcı bir aygıta dönüşmektedir. Marcuse’ye göre, “teknoloji baskıdan doğar; insan
varoluşunu daha az külfetli kılmak için en büyük başarılar bile doğanın gasp
edilmesinde ve insan doğasının tahribatında kendi kökenlerine tanıklık etmektedir.
Bireysel özgürlük medeniyetin ürünü değildir” (1970: 11). Burada teknolojinin baskıcı
bir unsur olması, kitle içindeki bireyi massetmesi ile açıklanabilir. Freud’un ele aldığı
şekliyle, haz ilkesinin gerçeklik ilkesi tarafından bastırıldığı bu aşamada, dijital
dünyadaki bireyin, birçok anlamda çeşitli duyguları bastırılmıştır. Ranciére’ye göre,
“arkaik fanatizmlere hizmet etmek için modern ve akılcı araçlar kullanılabilir” (2014:
99). Ranciére, bu oldukça haklı argümanı Heidegger’in tekniğin özü yorumu
üzerinden geliştirmektedir. Günümüzde de teknolojinin ne denli ilerici olursa olsun,
asıl meselenin onun neye hizmet etmek için kullanıldığı sorusunu sormak
gerekmektedir.
Dijital dünyanın efendileri arkaik amaçları için bu alanları kolaylıkla domine
edebilmektedir. Bu amaçların ifası sırasında da, şüphesiz medyanın eğlendirici ve
oyalayıcı unsurlarını devreye sokabilmektedir. “Tüketim eğitmeni olarak medyanın en
önemli stratejisi değişimleri, gelişimleri ya da geleneksel beğeni ve tarzlardan
kopuşları tanıtıp mantığa bürümek olduğundan, farklı zevk ve beğenilere hoşgörüyle
yaklaşmada önemli bir rol oynar” (Riesman, 2016: 225). Dijital ortamlar, farklılıkları
yüceltmek adına, bir yandan da hoşgörüyü ‘doğal’ bir süreç olarak dayatmaktadırlar.
Öfkenin çoğu zaman dinginleşmesini bu sanal çeşitlilik kültürü sağlamaktadır. Ancak
Marcuse’nin bu konudaki itirazını da hatırlatmak gerekmektedir: “Olumlu düşüncenin
hoşgörüsü, zorlanmış bir hoşgörüdür. Herhangi bir terör etmeni tarafından değil,
teknolojik toplumun, ezici, anonim gücü ve yeterliliği tarafından zorlanmıştır bu
hoşgörü. Bu bakımdan, genel bilince ve de eleştiricinin bilincine sızar” (Marcuse,
1968a: 289). Bu sebeple, dijital ortamın sağladığı verili hoşgörü ortamı, tam anlamıyla
226
gerçek bir hoşgörüyü oluşturamaz. Kitlesel bir ortamın dokusunun muğlak karakteri
bu hoşgörü ortamını yaratmada bir engel teşkil etmektedir. Hatta demokrasinin
kendisine yönelen nefret göz önünde bulundurulursa, güncel siyaset içerisinde bile
hoşgörünün ütopik bir söyleme dönüştüğü söylenebilir. “Demokrasi, kendi çerçevesi
içinde muhalefetin hoş görülmesi olmasına rağmen, baskılama için bir mekanizmaya
dönüşmüştür. Politik yapılar ve seçimler, baskıcı hoşgörünün araçlarıdır. Böylece,
Marcuse, Robert A Dahl ve Gabriel A. Almond gibi yazarlar tarafından yüksek oranda
karakterize edilen liberal-demokratik ve çoğulcu yapıya itiraz eder” (Julka, 1979: 17).
Dijital dünyanın da liberal ve çoğulcu görünümünün altında, baskılayıcı bir zemin
yatmaktadır. Marcuse’nin felsefi tanımlamalarında dikkat çeken bir unsur totalite
unsuruna, diğer Frankfurt Okulu mensupları gibi yaptığı vurgudur. Öyle ki, teklik,
birlik, totalite üzerinden hareketle Marcuse’nin düşünce evreninde bir ‘boyut’ teması
oluşmaktadır. Tek boyutlu insan ve estetik boyuttan da yola çıkarak, tektipleşme
yönündeki bu boyutun içerimini şüpheci ve yer yer pesimist eğilimiyle dolduran
Marcuse, hoşgörü kavramını da aynı imalarla tanımlamaktadır. Bu noktadan hareketle,
onun baskıcı hoşgörü göndermesi, tek boyutlu ve dolayısıyla hiyerarşik, asimetrik bir
iletişim biçimini tanımlamaktadır. Bu eğilim, ‘tek boyutlu hoşgörü’ diğer ifadeyle
‘baskıcı hoşgörü’ yönelimini, örtülü biçimde de tahakküm ilişkisini ima etmektedir.
Fuchs, dijital ve sosyal medyanın eleştirel teorisini Marcuse’nin teknoloji
felsefesi üzerinden çözümlemeye çalışmaktadır. “Kapitalist sınıf ilişkileri bu sosyal
medyanın sosyalliğini bireyselleştirir, enformasyonel üretimin araçları olarak sosyal
medyanın sosyalliğini sınırlandırır” (Fuchs, 2016a: 4). Marcuse’nin bilgisayarın
olumlu ve olumsuz yönlerini ayrı ayrı değerlendirdiği doğrudur. Bir yandan onu,
kontrol, tahakküm ve sömürü aracı olarak görmektedir, diğer yandan onun
özgürleştirici potansiyellerini vurgulamaktadır. Dolayısıyla, Marcuse modern
teknolojinin diyalektiğini öngörmüştür. ‘Sosyal medya’, bloglar (örn. Blogspot,
Wordpress, Tumblr), sosyal ağ siteleri (örn. Facebook, LinkedIn, VK, Renren),
kullanıcının geliştirdiği içerik paylaşım siteleri (örn. YouTube, Vimeo, Youku),
mikrobloglar (örn. Twitter, Weibo) ve wiki'ler (örn. Wikipedia) gibi İnternet tabanlı
platformlardır. Tüm medyanın belirli bir ölçüde toplumsal olduğu açıktır çünkü onlar,
toplumları karmaşık şekillerde yansıtır ve değiştirirler” (Fuchs, 2016b: 113). Fuchs’un
227
ele aldığı bu platformların birçoğu, Marcuse’nin diyalektik görüşüyle analiz edilebilir.
Ancak, buradaki temel mesele, her biri özgün ve çeşitli olan bu yapıların, sonuçta
bireyin özgürlüğünü sınırlandırmada, gözetilmesinde, kişisel verilerinin
depolanmasında bir işleve de sahip olmalarıdır. Aynı zamanda, sayıları her geçen gün
artan bu platformların, aynı hızla da ortadan kalktığı görülmektedir. Tekno-kapitalizm
çok çeşitli dijital dünyada, bireye yalnızca özgün birisi gibi davranmaktadır. Bu
şekilde, her bir platform kişiselleştirilmiş bir dili, bireyin öne çıkarılmasını arzuladığı
fikirleri yansıtacağı bir hale dönüşmüştür. Marcuse, “ileri haberleşme metodlarında
büyük rol oynayan, kişileştirilmiş dilin, yapma bir teklifsizlik havası içerisinde ortaya
çıktığı” (1968a: 134) konusunu, “sizin milletvekiliniz, sizin gazeteniz, sizin
bakkalınız, size getirildi, sizi çağırıyor gibi” örneklerle dile getirmektedir. Bireyde
özellikle ‘sizin için’ ifadesiyle bir önemsenme ve biriciklik hissiyatı yaratılmaktadır.
“Sosyal medyaya, OurTube, CollectiveSpace ve Groupbook denilmeyip, YouTube,
MySpace ve Facebook denilmesi bir tesadüf değildir. Her şey, bir kolektif olarak “biz”
hakkında değil, bir “birey” olarak “siz” hakkındadır” (Fuchs, 2016b: 122). Bu
bağlamda, Marcuse’nin AIS’de ele aldığı kişiselleştirilmiş dil yorumlaması, günümüz
dijital iletişim teknolojilerinde de uygulanmaktadır.
Bireyin dijital dünyada ‘siz’ haline gelmesi, bir kişiselleştirilmeye gidildiğini
ve böylece kapitalist tüketim mantığının işlerliğinin devam ettiğini kanıtlamaktadır.
Ancak bireye kişisel bir dille hitap eden platformların sayıca çokluğu doğrudan bir
sonuç vermemek ve doyum yaratmamaktadır. Sonuçta bu ortamların dijitallikle
sınırlandırılması, insanın duygulanım evrenini de daraltmaktadır. Marcuse’ye göre,
bireyin haz duyabileceği çevre gitgide daralmıştır ve şehvet uyarıcı evren ufalmıştır.
“İnsan etkinliği ve edilgenliğinin koskoca bir boyutu ‘de-erotize’ olmuştur” (Marcuse,
1968a: 112). Freud üzerinden analizine devam eden Marcuse, libidonun doğal çevrede
daha etkin olduğunu ancak mekanik, yapay bir çevrede engellendiğini belirtmektedir.
Doğal ortam, baskıcı olmayan bir yüceltme sürecidir. Teknolojik evrenin kendisi
libidoyu, haz dünyasını ve yüceltme alanını sınırlandırmaktadır. Bireylerin bastırılan
güdülerini, kapitalist sistemin yasası doldurmaya çalışmaktadır. Bu sebeple, dijital
dünyada egonun baskın hale geldiği, hoyratça bir ifade ve konuşma özgürlüğünün
dolaşımda olduğu belirtilebilir. Fuchs, “Kapitalist sosyal medyanın hoşgörüsünün,
228
baskıcı bir hoşgörünün formu olduğunu ve sosyal medya ideolojisinin, oyundaki güç
asimetrisinin ve sansürün baskıcı karakterini gizlemeye çalıştığını” (2016b: 136)
savunmaktadır. Burada, dijital evrende en baskın olan platformlar bireylerin ifade
özgürlüğünün sınırsızca dışavurulduğu sosyal medya alanları olduğundan, Fuchs
analizini bu konuda ilerletmiştir. “Bugün teknolojik gerçek, kişisel alanı istila etmiş
ve parçalamıştır. Toptan üretim ve toptan dağıtım, bireyin tümünü gerektirmektedir.
Endüstriyel psikoloji ise, çoktandır fabrika duvarları arasından çıkmış bulunuyor. İçe
işlemenin çok yönlü gelişimi donmuş ve adeta mekanik tepkiler biçiminde
kalıplaşmıştır” (Marcuse, 1968a: 38). Marcuse’nin ele aldığı kişisel alan günümüzde
zaten özgür irade ile teknolojinin efendilerine teslim edilmiştir. “Sosyal medyanın
direniş için sunduğu olanaklar çekici ve bazı açılardan da yararlı olabilir; fakat gittikçe
akıcılaşmakta olan bir dünyada kalıcı ilişkiler kurabilmek için gerekli koşulların
olmaması ve sosyal medya içerisindeki gözetim gücünün yerleşik ve etkili olması
nedeniyle aynı zamanda da kısıtlıdır” (Bauman ve Lyon, 2013: 15). Dijital evrendeki
kişisel alan, de-erotize edilmiş, kişiselleştirilmiş, gözetilen bir özgürsüzlük ortamında
yapay bir özgürlük, haz ve tatmin sağlamaktadır. Sosyal medya diye tabir edilen
alanlar, birçok konuda Marcuse’nin eleştirdiği unsurları barındırmaktadır. Çünkü bu
alandaki belirsiz sayıdaki efendinin tahakküm kurucu yapısı, haz ilkesinin gerçeklik
ilkesine dönüşmesiyle görünmez kılınmaktadır. Bu ortamlar, mutsuz bilincin dijital
yolculuğunun adresleri haline dönüşmektedir. Marcuse’nin Freud üzerinden
sürdürdüğü desüblimasyon tanımlamasındaki gibi, kurumsallaşmış ve baskıcı bir
yüceltme bozumu söz konusudur.
Özellikle, dijital evrenin bilgi ile dolu olduğu söylentisine rağmen, bilgi ve
deneyim arasındaki açık gitgide büyümektedir. Tekniğe kendini teslim eden bireyin,
bilgi ve deneyim gediği eski dönemlere nazaran daha da artmaktadır. Çünkü tekniğin,
makinenin kendisi deneyimi sınırlandırmaktadır. Aynı şekilde sosyallik iddiasında
bulunan platformların çoğu, sosyalliği sınırlandırmakta, insanlar arasındaki bağı yok
etmektedir. Bir sonraki başlıkta, Marcuse’nin tezlerinden hareketle geliştirilen ve
sosyal medyanın pazar ekonomisindeki bireyi hedef alan bir yorumlama modelinin
geliştirilmesi konuyu ayrıntılandırmada önemlidir.
229
b. Dijital Ortamın Baskılayıcı Hoşgörüsü: Bir Yorumlama Modeli
Marcuse’nin teknoloji okuması, ikili bir anlam çerçevesinde ele alınmaktadır:
teknoloji, hem bir özgürlük alanı hem de tahakküm kurucu bir alan olarak
yorumlanmaktadır. Marcuse’nin düşünsel matrisindeki teknoloji, çelişkilerin birliğini
temsil etmektedir. Günümüz dijital teknolojilerine yönelik bir değerlendirmede bu
sürecin nasıl işleyeceğini analiz etmek oldukça önemlidir. Bu çerçevede, Marcuse’nin
teknolojiye dair analizleri ve baskıcı hoşgörüye yönelik değerlendirmelerinin sentezini
oluşturacak bir dizge oluşturma ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Bu dizge, teknoloji ve
hoşgörü konusunun iletişim çalışmalarında ele alınırken bir temel oluşturması
açısından önem taşımaktadır. Marcuse’nin teknoloji ve hoşgörü konseptlerinin ortak
bir değerlendirmesi bu imkânı sağlayabilir.
Marcuse’nin Teknoloji ve Hoşgörü Dizgesi
I. Teknolojiye içkin olan öğeler, en baştan verilidir.
II. Teknolojinin hâlihazırda baskılamaya hedeflenen yönelimi, bir hoşgörü eğilimini
taşımamaktadır.
III. Teknolojiye yönelik uygulamaların kullanımları, toplumların tekelinde olmaktan
ziyade güç odaklarının ve iktidar sahiplerinin elindedir. Bu yönüyle, hiçbir zaman
eşit ve tarafsız değildir.
IV. Teknoloji, tarafsızlık mitini meşru kılmakta ve gücünü sabitlemektedir.
V. Teknoloji baskın bir eğilimi doğrudan gözlemlenebilir kılmaz, tekniğe ait unsurlar
bunu rasyonalize eder, sahte bir özgürsüzlük ortamında insanları özgür hissettirir.
VI. Hoşgörü, kişisel ve toplumsal boyutunda, doğrudan kendisini dışa yansıtmaktadır,
bir iletişimsel rasyonalite ve içsel bir özgürsüzlük yaratmaktadır. Hegemonik bir
güç ilişkisine referanstır.
VII. Hoşgörünün dijital ortamdaki yansıması, ekonomi-politik bir bağlama ve etik bir
düzleme dayanmaktadır.
VIII. Hem teknoloji hem de hoşgörü Marcuse felsefesinde nihayetinde uzun erimli bir
özgürsüzlük halidir. Her ikisi de mutlak bir muğlak alanı temsil etmektedir.
Ele alınan bu temel öncüller, Marcuse’nin her iki kavramın da eşitsiz, asimetrik bir
iletişime dayalı analizlerini güçlendirmektedir. Yeni medya, sosyal medya, alternatif
medya ve web tabanlı uygulamalar sonuç olarak bir dijital ortama egemen olan
230
uygulamalardır ve her biri teknolojiye yönelik analizlerin bir yansımasıdır. Teknolojik
realizasyonunun dışavurumu olan ticari sosyal medya uygulamalarının kâr odaklı,
pazarlamaya yönelik ve bireyi sayısal bir veri olarak gördüğü düşünce biçimi, hoşgörü
sorgulamasını gerekli kılmaktadır. Dijital hoşgörünün filtreleme mantığı şu şekilde
ilerlemektedir:
Şekil 3: Marcuse’nin Hoşgörü Konseptinin Dijital Evreni
Bu çerçevede ortaya kapitalist pazar-devlet-toplum üçgenine sıkışmış bireyin özgürlük
ve hoşgörü temasını nasıl sağlayacağı düşünülebilir. Sayısallaştırılmış bir model
analizinin içerisinde bireyin bastırılmışlığının dışa vurumu gözlemlenebilir.
Marcusean teknoloji ve hoşgörü diyalektiğinin çözümlenmesindeki temel
belirlenimler, hoşgörü eşiğinin takipçi sayısı, popülerlik ve toplumsal statüye bağlı
kalışı ile sınırlandırılmıştır. Bu eşiğin en çok Twitter mecrasında gerçekleştiğine
tanıklık edilebilir. Bir sınıfsal aidiyetin hoşgörü parametresi, hoşgörü eşiği olmakta ve
sistemin düzmece uyumu ile düzmece hoşgörüsünün bir araya geldiği alan dijital
ortamların muğlak alanlarıdır. Marcuse, ‘bütünün çılgınlığı bireylerin çılgınlığını
affettirir’ ifadesiyle, bir ussallaştırma sürecine gönderme yapmaktadır. Burada da,
kitlesel hoşgörüsüzlük bireyin hoşgörüsüzlüğünü ussallaştırmaktadır. Kitleye ilişkin
değerler, toplumsal hareketlerdeki gibi, dijital evrende de bir ussal hamlenin arkasına
gizlenmektedir. Kapitalist sistemin yasalarının ekonomi ve kâr odaklı yapısı, dijital
Diji
tal M
edya
da
Bir
ey(K
ulla
nıc
ı)
İçer
iği
Dijital Medya Pazarının Bireyi Hoşgörmesi
Devletin Bireyi Hoşgörmesi
Bireylerin Birbirlerini Hoşgörmesi [Toplum]
231
ortamın eşiğindeki bekçileri ve bunların bireylere empoze edeceği hoşgörü kriterlerini
belirlemektedir. Dijital ortamlar doğası itibarıyla gettolaşma eğilimine de sahiptir.
İnternet tartışmalarında ele alınan eco chamber ve filter bubble kavramları bu eğilime
yönelik analizleri içermektedir. Yeni medya ortamları, bireylerin kendi fikirlerine
benzer olan insanlarla etkileşime geçtikleri platformlar olarak dikkat çekmektedir.
Böylece sanal cemaat oluşumları, ötekine yönelik hoşgörüsüzlük kriterlerini
belirlemektedir.
Bazı söylemleriyle inadına tahayyül, hayal gücü diyen Marcuse’nin dijital
çağda aynı sözleri söyleyip söyleyemeyeceği bilinemez. Çünkü bireylerin hayal
gücünün hem negatif hem de pozitif sonuçlar doğurabileceği ortadadır. “Teknoloji ve
örgütlenme, özü sabit kalan potansiyellerimizi birkaç katına katladı sadece.
Modernitenin zekası, disiplini ve rasyonelliği insanın yapısını, fıtratını
değiştirmediler; yalnızca yıkıcı hayal gücünü tarifsiz ölçüde güçlendirdiler” (Sofsky,
2009: 71). Chatfield, “dijital çağda gelişmemiz adına bizi en zorlayan ruh halinin hem
yaratıcı iç görü, hem de kişisel sükunet ile bağlantılı olan özgürce hayal kurma” (2013:
57) olduğunu belirtirtmektedir. Hayal gücü iktidara sloganının gerçekliğinin yıkıcı bir
pozisyona sürüklenmesi dijital evrende maalesef yüksek bir ihtimaldir. Marcuse,
“Özgürleştirici sanatın ve özgürleştirici teknolojinin birleşmesi” gerekliliğini
savunmaktadır (2013b: 53). Marcuse bugün yaşasaydı, teknolojik özneler olarak
hacker’ları kurtuluşun failleri olarak ele alabilirdi. Prometheus’un çocuklarının sistem
içerisinden geliştirdiği yapıcı eleştiriler, teknolojinin olumlu kullanımlarını
güçlendirebilir. Ancak, insanların araçsal fenomenlerin peşinde sürüklendiği, aracın
kendisine sadakatin arttığı, çılgınca ‘yeni’ icatlar görme arzusu, bu icatlara hemen
adapte olma duygusu Marcuse’yi şaşırtabilirdi. Ütopyacı varsayımları her zaman
kavramların hakiki anlamlarını barındırdığından Büyük Reddedişi’nin günümüz dijital
dünyasında pek karşılık bulması beklenemez. “Tanrı’nın bizlere ‘ses ve konuşma
armağanı vermesi” (Boétie, 2014: 28), günümüz dijital teknoloji çağındaki bireylerin
bu armağanı fazlasıyla sömürüsüne yol açmıştır. Bu sömürü de en nihayetinde,
bireylerin birbirlerini hoşgörme adı altında yok saydıkları bir sürece yol açmıştır.
232
SONUÇ
Herbert Marcuse, Frankfurt Okulu içerisinde kök salan eleştirel teorinin
Horkheimer ve Adorno ile en önemli kuramcısı olarak, özgün bir felsefi dizge ortaya
koymaya çalışmış ve Alman felsefi hattında önemli kuramcılardan beslendiği kadar,
çok farklı eğilimlerdeki isimlerden de bir felsefi miras devralmıştır. Hegel, Heidegger,
Weber, Marx, Lukács, Freud gibi önemli isimlerin teorilerini toplumsal-kültürel bir
boyutta ele alan Marcuse, bu isimlerin teorilerindeki eksik unsurları tamamlamaya
veya bu teorileri yeniden yorumlamaya çalışmıştır. Bireyleşme, ussallaştırma,
şeyleştirme, baskılanmışlık, yabancılaşma kavramlarını, ortodoks olmayan Marksist
bir yaklaşımla geliştirmeye çabalamıştır. Marcuse’nin Almanya’da başlayan
mücadelesi ABD deneyimi ile bir anda değişmiş, diğer üyeler gibi, her iki dünyanın
farklılıkları arasında bir denge kurmaya çalışmıştır. Ancak bu salt uyum ve uzlaşmaya
dayalı bir denge değildi, bir -nicht mitmachen- birlikte ilerlememe dönemiydi ve ABD
sisteminin konformist, ılımlı, liberal değerlerini kökten bir reddedişi temsil
etmekteydi. Eleştirel teori geleneğinin yapıtaşları zaten pozitivist olan değerlere,
düşünce biçimlerine saldırmaktaydı ve bu, üyelerin hemen hemen hepsinin, sayısız
eseriyle ortaya konulmuştu.
Eleştirel teorinin totaliter ideolojilere yönelik korkusu onlarda bir çeşit totaliter
alerjiye dönüşmüştü. Bu konuya ilişkin olarak üyeler, Nazi ideolojisinin siyasal,
toplumsal, kültürel ve aile tabanlı analizlerini ilk dönemlerden itibaren çözümlemeye
çalışmıştır. Marcuse’de Sovyet totalitarizmini ele alarak, başarısız bir deneyim olan
Sovyet Marksizmi’ni eleştirmiştir. Benzeri bir çabayı, ODM kitabında AIS diye
bahsettiği ABD kapitalizmi ile gerçekleştirmiştir. Marcuse gibi eleştirel teorinin diğer
isimlerinin de, totaliterleşme ihtimali olan tüm ideolojik yapılara bir antipatisi vardır.
Bu durum, onların Nazi Almanyası’ndaki karanlık deneyimlerine bir kötü anımsamayı
çağrıştırmaktadır. Marcuse’nin eleştirel teorinin politik bir filozofu olarak, diğer
üyelerin imtina ettikleri 1960’lı yıllarla başlayan toplumsal meselelere müdahilliği, IfS
içerisindeki ayırt edici yönlerinden birisi haline dönüşmüştür. ABD’deki sürgün
deneyimini Marcuse, öğrencilerin eylemlerdeki ‘büyükbabası, babası’ olarak
geçirmiştir. Yeni Sol’un kutsanan bir gurusu, idolü olan Marcuse, ilerleyen yaşında
medyanın da etkisiyle, harekette büyük bir isme dönüşmüştür. Ancak aynı şekilde bu
233
hareketlerin coşkulu yönü gibi Marcuse’nin popülaritesi de, hem siyasi saldırılar hem
de medyadaki ve entelektüel alandaki saldırılarla sona ermiş ve hakkındaki karalama
kampanyaları artmıştır. Ancak bu hareketle başlayan duygudaşlığını birçok eserine
sirayet ettirmiştir.
Marcuse, Frankfurt Okulu içerisinde teknolojiye yönelik ilginin en üst noktaya
eriştiği eleştirel teorisyen olarak da, özgün bir yere sahip olmuştur. Diğer üyeler de,
şüphesiz tekniğin ve teknolojinin sömürü evrenine dönüşmesinden bahsetmişlerdir.
Ancak, teknoloji fenomenini bütünsel bir anlayış olarak eserlerinin merkezine alan
Marcuse’nin erken dönemden geç dönemlere kadar uzanan akademik, entelektüel ve
siyasi belirleniminde teknoloji önemli bir tema olarak göze çarpmaktadır. Marcuse’nin
makaleleri ve kitaplarının merkezinde teknolojik rasyonaliteye dair açıklamaları
mevcuttur ve teknolojiye ilişkin analizlerinin her biri ayrı imalar taşımaktadır. Bu
anlamda, teknoloji çalışmalarının bütün eleştirel teoriye sızması doğaldı. Marcuse’nin
tez çalışmasında ele alınan teknolojiye yönelik makaleleri dönemsel bir eğilimin
temsili niteliğindedir. ODM kitabı, onun tüm çalışmalarının arasında neredeyse başucu
kitabı olan bir teknoloji başyapıtıdır. ODM, genel anlamda Marcuse’nin pesimist
teknoloji eleştirisinin en bariz örneğini teşkil etmektedir. Bu açıdan ona yönelen
eleştiriler bu kitap kapsamında değerlendirilmektedir. Ancak ele alınan makalelerinin
içerisinde daha olumlu bir teknoloji örüntüsü de mevcuttur.
Bir dönem hocası olan Heidegger gibi teknolojiyi tamamıyla insani bir
faaliyetin dışına atmayan Marcuse, teknolojik olan şeyi, siyasi, sosyal ve kültürel bir
olgu olarak yorumlamaktadır. Heidegger, Marcuse’nin ifadesiyle kendi ‘iç göçünün’
tutsağı iken, tekniğe yönelik kavram dünyası da ayrıştırıcı bir yönde olmuştur. O,
teknik ve insani faaaliyeti politik yönü itibarıyla ele almamakta, nötr bir yorum
geliştirmektedir. Marcuse ise teknoloji temasının çerçevesini, Marx’ın yabancılaşma,
Lukács’ın şeyleşme, Weber’in rasyonalizasyon ve ussallaştırma, Freud’un baskı
kavramları ile ilerletmektedir. Heidegger’in Antik Yunan göndermeli teknik analizi
ise, Marcuse’nin teknoloji eğiliminin gizli unsurları olarak dikkat çekmektedir. ODM
kitabında tek bir alıntı ile OT makalesinde tamamıyla Heidegger’in ontolojik imalı
tanımlamalarını çağrıştırmaktadır. Varoluşun pasifizasyonundan bahsettiği PSC
makalesi, Heidegger yorumunu andırmaktadır. Marcuse’nin teknoloji tezleri, onun
234
felsefi yaşantısının yaklaşık kırk yıllık bilançosunu oluşturmaktadır. 1940’lı yıllarda
başladığı teknoloji yorumlamasını, yaşamının son yılına kadar ısrarla ve iyimser bir
duruşla sürdürmüştür. Onun teknoloji kuramının devingenliği erken dönemden
ölümüne kadar devam etmiş ve o, tarihsel, siyasal koşullar altında belirlenen bir
teknoloji kuramına sahip olmuştur.
1960’lı yılların felsefesi açısından önemine değinildiği gibi, teknoloji
kuramının oluşumunda da mühim bir dönemsel bağlamı oluşturduğu söylenebilir.
Teknoloji tezleri olarak ele alınan üç farklı makale, -SSI, OT ve PSC- 1960’lı yıllarda
yazılmıştır, aynı zamanda ODM kitabı da 1964 tarihlidir. İlerleyen dönemde yazdığı
CP25 makalesi ise, diyaloğa dayalı, barışçıl ve kardeşçe bir doğa, toplum ve teknoloji
konseptinin portresini sunmaktadır. Bu sebeple, toplumsal hareketlerle şekillenen ve
yeni alternatifler arayan Marcuse’nin dönemin etkisiyle tutarsız belirlenimlere
yöneldiği görülmektedir. Bu amaçla felsefesinin paradoksal göstergelere sahip olduğu
eleştirileri ortaya çıkmıştır. Ancak, Marcuse, tek boyutlu bir teknoloji kuramına sahip
değildir, yaklaşımı keşifsel bir yolculuğu andırmaktadır. Toplumsal atomlaşma altında
yitik hale gelen bireyin, teknik aygıtla olan diyaloğundaki semptomları ortaya
koymaya çalışmıştır. Bu teşhisleri ve tasvirlerini tanımlarken, felsefi istasyonlar
görevine sahip kuramlara başvurmuştur. Marcuse’nin teknoloji tezleri Freud’un Eros
ve Thanatos, yaşam ve ölüm içgüdüleri arasındaki düalistik yapıya dayandırılmaktadır.
Teknolojinin kullanımındaki saldırgan ve öfkeli tutumun IfS üyelerindeki dikkat çeken
boyutu da, Freud’un göndermesine dayandırılabilir. ODM kitabı oldukça bir
katastrofik atmosferde, herhangi bir özgürlük imasına sahip olmamasına rağmen, 1968
hareketinin özgürleştirici ifadeleri, Marcuse’nin teknolojinin özgürleştirme ihtimalini
hesaba katmasını sağlamış ve ortaya özgürleştirici teknoloji savunusunu yapan bir
Marcuse çıkmıştır. Marcuse, her ne kadar bütün diğer kuramcıları yaklaştırdığı isim
olan Marx’ı nihai hedef olarak belirlese de, onun katı yorumcularını ve yorumlarını
analizinde eleştireye tabii kılmakta ve teknolojinin politik boyutlarını öne
çıkarmaktadır. Marcuse, yıkıcı üretkenlikle ilerleyen baskıcı teknoloji yasasını
yeniden tanımlamaya girişmektedir. Onun betimsel analizleri felsefesindeki
hegemonik isimleri çağrıştırmaktadır. Teknolojinin kesişim noktasında bu isimleri
birleştiren Marcuse, son eserinde Habermas’ın kardeş doğa, Bookchin’in özgürleştirici
235
teknoloji teorisine yaklaşmaktadır. Teknolojinin ağır bilançosunun, devrimci, ütopik,
umut dolu bir eğilimle üstesinden gelmeye çabalamaktadır. Felsefesindeki
olumsuzlayıcı nüveler, ütopik imaların canlandırılmasıyla yok olmaktadır.
Marcuse’nin en tartışmalı eserlerinden birisi olan ‘baskıcı hoşgörü’ (repressive
tolerance) kavramı ise, döneminin bakış açısını alt üst eden, hoşgörünün ikiyüzlü
karakterini ifşa eden bir çalışmadır. Baskıcı hoşgörü tanımlaması, hoşgörü kisvesi
altında gizlenen imaların asıl amacının baskılamak olduğuna yapılan bir göndermeydi.
ABD üniversite kampüslerinde öğrencilere uygulanan şiddet üzerine Brandeis
Üniversitesi’ndeki görev süresinde Marcuse bu çalışmayı kaleme almıştır. Yeni Sol
hareketlerin öncesindeki hoşgörüsüzlük ortamının boyutları bu örneklerle teorik bir
zemin bulmaya başlamıştır. Marcuse’nin hoşgörü tanımlamasının diyalektik yapısı bu
çerçevede, liberal felsefedeki Locke ve Mill’in hoşgörü konseptine aykırı düşmektedir.
Hoşgörünün çoğulcu görünümleri de, Marcuse’nin dönemindeki siyasi konjonktüre
uygun değildir. Marcuse, Freud’un teorisi ile şekillendirdiği ‘baskıcı hoşgörü’
kavramını, bireyin pasifize edilişi ile tanımlamaktadır. Marcuse, asıl olarak
hoşgörünün tekelini iktidar sahiplerinde görmektedir. Toplumun ezilenlerine,
dışlananlarına, baskılananlarına ise hoşgörünün bir kırıntısı dahi kalmamaktadır. Bu
şekilde, ortaya hoşgörü hiyerarşisi çıkmakta ve güçlülerin hoşgörmesi, güçsüzlerin ise
hoşgörülmesi durumu bir kural olarak işlemektedir. Marcuse, bu hiyerarşik tekeli
kırma adına, toplumsal gruplara bir dizi çağrıda bulunmuş ve hoşgörmenin bu bağımlı
yönünü kırmalarını salık vermiştir. Bu sebeple, Marcuse’nin hoşgörü analizinin çok
sayıda eleştiri alması kaçınılmazdı. Çünkü onun önerdiği yöntemler pasif direniş kadar
yer yer şiddet eylemlerini de içermekteydi. Ancak Marcuse’nin yorumlarının birçok
kuramcı tarafından bilinçli olarak saptırılmaya çalışıldığı gerçeği de göz önünde
bulundurulmalıdır. Baskıcı hoşgörü, çirkin yönünü genel olarak gizlediği için, bu
yapıyı çözümlemeye kalkışan Marcuse’ye bir eleştiri furyası başlamıştır. Baskıcı
hoşgörü ifadesinin Marcuse’nin düşünce evreninde karşılığı tamamıyla baskılamaktır.
Hoşgörü kelimesinin kendisi baskılama altında geri planda kalmaktadır. Bu çerçevede,
Marcuse kendisine ait terminoloji üzerinden bir şiddet iletişimi olarak baskıcı
hoşgörüyü ele almaktadır.
236
Kavramın dijital dünyada tekabül ettiği görünümünü, Marcuse’nin
yorumlamalarıyla genişletmek mümkündür. Tez çalışmasının temel savı, Marcuse’nin
teknoloji ve baskıcı hoşgörü okumasının her ikisinin de ortaklıklar taşıdığı ve
günümüz dijital evrenine tamamıyla uygulanabilirliğidir. Bu çalışmada yürütülen
kuramsal tartışma nihayetinde bir iletişimsel model önerisi ortaya koyma arzusu
taşımıştır. Özellikle sosyal medya mecraları, hoşgörünün anlamını kapatmakta ve
hoşgörü kavramını geçersiz kılmaktadır. Dijital dünyanın çok boyutlu, çok yönlü
yapısının Marcuseci dizgede tek-boyuta indirgendiği sonucu ortaya çıkmıştır. Çok-
boyuttan, tek-boyuta inen iletişimsel dünyanın, patalojik akıl ile sürdürülen bir
hoşgörü eşiğine sahip olduğu savunulmuştur. Esasında, dijitalleşen herşeyin eleştirel
teorinin korktuğu yöne, yani totaliterliğe gittiği belirtilmiştir. Bu çalışmada, totaliter
bir dijital kanalın ise, insanın içgüdülerini bastırmakla beraber, saldırganlık ve öfke
gibi duygularını pompaladığı belirtilmiştir. Marcuse’nin dizgesinin hoşgörü ve
teknoloji bağlamında okunduğu model önerisi ise, bu tabloyu çok boyutlu olarak ele
almaktadır. Totaliterleşen kitlenin dijital adreslerinde, hoşgörü eşiğinde bekleyen
bekçiler tamamıyla tahakküm kurucu bir özelliğe sahiptir. Marcuse, hoşgörünün
baskıya dönüştüğü noktada, bir eleştirel aklı devreye sokmuştur. Ancak, günümüz
dijital dünyasında bireylerin, teknolojik oyalama ve eğlenceyle akılları zaten kusurlu
bir rasyonaliteye evrilmiştir. Horkheimer’ın ifadesiyle akıl tutulması, Honneth’nin
ifadesiyle patolojik akıl, kitlesellik içinde bir parametre haline gelmiştir.
Çalışmada, eleştirel teorinin savunduğu akıl biçimine sahip olan birey temel
alınmıştır. Dijital kitleler içinde massedilen bireyin, hoşgörü paradoksuna saplandığı
ortaya konulmuştur. Dijitalleşen ortamların anahtarı her daim, kitlelerde değil,
bunların programlayıcılarındadır. Basalla’nın tabiriyle ‘ayıklayıcı failler’, dijital
ortamların eşik bekçileri olarak işlev görmektedirler. Dijital bir koda indirgenen birey,
böylece nesneler dünyasındaki yerini almaktadır. Marcuse’nin yorumlamasını
günümüz dijital dünyasına taşımak bu yönüyle büyük bir sorumluluktur. Çünkü, onun
kapsamlı tezleri ile içerisinde durduğu net bir ideolojinin olmaması, çözümleme
sırasında bir zorluğa sebep olmuştur. Bu tez çalışması, betimsel bir çalışmadan, bir
yorumlama önerisi geliştirme amacı taşımıştır. Teknoloji çağındaki bireylerin, verili
olan, önceden tasarımlanmış birçok düşünce yapısını kolaylıkla ve sorgulamadan
237
kabul ettiği söylenebilir. Bu, Marcuse’nin tek boyutlu düşünce kategorisinin
tasarımlanmış halidir. Dijital ortamın verili yapısı, böylece bireylerin özgür hareket
etmelerini gerekli kılacak hiçbir donanıma sahip değildir. Hoşgörmenin kendisi dijital
ortamda kitlelerin arasında buharlaşmaktadır. Teknolojik barbarlığın hızla ilerlediği
bu dönemde, baskıcı hoşgörü bile naif bir kavram olarak kalmaktadır. Marcuse’nin
baskıcı hoşgörüsü, tek-boyutlu hoşgörü kavramına dönüşmüştür. Teknolojinin aklı
Weberci anlamda tahakkümün, Freud’un söylemiyle de baskılamanın aklına
evrilmiştir. Marcuse’nin totalite konsepti, dijital bir uyarlama ile totaliter bir
hoşgörüsüzlük ve baskılamanın evrenine benzemektedir. Böylece, dijital teknolojilerin
tahakkümcü, baskılayıcı ve yayılmacı etkisi bir hoşgörüyü içermemektedir.
Marcuse’nin görüşlerinin tasviri boyutu genel anlamda ikili bir anlam dizgesini
içermektedir. Dolayısıyla, onun çözüme yönelik teşhisleri doğrudan söz konusu
değildir. Teknolojinin kompleks yönüne ve çok boyutlu sorunlar yığınına tek elden ve
hızlıca bir çözüm önerisi getirebilmek oldukça güç görünmektedir. Ancak, teknoloji
ile ilgili devam eden tartışmaların sürdürülebilir, çok boyutlu ve dönüşümcü, yaşamsal
faaliyetleri destekleyici olan bir zeminde yapılması imkansız bir süreç değildir.
Marcuse’nin yeni duyarlık kavramı ve Büyük Reddinin imaları, günümüz
teknolojilerini yorumlamada bir işlev görebilir ve onun ütopyacı mesiyanik görünümlü
felsefesinin olumlu yönleri teknoloji çalışmalarında referans olabilir. Aynı zamanda,
bilgelerin, eğitimlilerin diktatörlüğüne yönelik analizi, dijital ortamlara uyarlanırsa,
teknoloji okuryazarlığının da önemi ortaya çıkmaktadır.
Marcuse’nin teknolojiye yönelik semptomlarının, hoşgörü kavramıyla analiz
edildiği bu çalışmada, onun günümüzden yıllar önce öne atmış olduğu kavramların
günümüz dijital dünyasını aydınlatmaktaki önemine değinilmiştir. Teknolojiye
yönelik çıkarımları zıtlıkların birleşmesi anlamında önemli bir tespit olarak
yorumlanmıştır. Baskıcı hoşgörü ifadesi, dijital dünyanın asimetrik iletişim boyutunu
tanımlamakta oldukça başarılıdır. Bu anlamda, tezin ileri sürdüğü savlar, Marcuse’nin
felsefi antropolojisi ışığında ele alınmış, iletişim çalışmaları dünyasına bu dizge
kazandırılmıştır. Bu çerçevede, sayısallaşan bir dijital dünyada etik kodların
yaygınlaşması ve gerçek bir hoşgörü ortamı için, toplumsal bir hoşgörünün referans
alınması gerekliliği de ortaya çıkmıştır.
238
KAYNAKÇA
ABROMEIT, J., W. M. COBB:
2004
ADORNO, W. T.- M.
HORKHEIMER: 2010
ADORNO, W. T.: 2012
ANDERSON, K. B.: 2014
ANDERSON, P.: 2007
ANDERSON, S., H.
BATEMAN, E. HARRİS, K.
MCADAM: 2006
ARENDT, H.: 2016
ARON, R.: 1976
ARON, R.: 2017
AYDIN, M.: 2011
BADIO, A., B. CASSIN: 2011
BAHRO, R.: 1996
“Introduction”, Herbert Marcuse, A
Critical Reader, New York, Routledge, pp.1-39.
Aydınlanmanın Diyalektiği, Çev: Nihat Ülker-
Elif Öztarhan Karadoğan, İstanbul, Kabalcı
Yayınevi.
Minima Moralia, Sakatlanmış Yaşamdan
Yansımalar, Çev: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan,
İstanbul, Metis Yayınları.
Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi, Çev: Ertan
Günçiner, İstanbul, Yordam Kitap.
Gramsci, Hegemonya Doğu-Batı Sorunu ve
Strateji, Çev: Tarık Günersel, İstanbul, Salyangoz
Yayınları.
Dictionary of Media Studies, London, A&C
Black.
“Martin Heidegger’in 80. Doğum Günü
Vesilesiyle”, Çev: Çetin Balanuye, Ed. Güçlü
Ateşoğlu, Çağdaş Felsefenin Macerası 1,
İstanbul, Belge Yayınları, s. 123-136.
Demokrasi ve Totalitarizm, Çev: Vahdi Hatay,
İstanbul, Milli Eğitim Basımevi.
Çağdaş Alman Sosyolojisi, Çev: Önal Sayın,
Ankara, Doğu Batı Yayınları.
“Hoşgörü”, Güncel Kültürde Temel Kavramlar,
İstanbul, Açılım Kitap, s.190-192.
Heidegger. Nazizm, Kadınlar, Felsefe, Çev:
Hayri Gökşin Özkoray, İstanbul, MonoKl
Yayınları.
Nasıl Sosyalizm?, Hangi Yeşil?, Niçin
Tinsellik?, Der. ve Çev: Tanıl Bora, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
239
BASALLA, G.: 2013
BASSETT, C.: 2013
BAUMAN, Z., D. LYON: 2013
BENHABIB, S.: 2005
BENHABIB, S.: 2010
BENJAMIN, W.: 2011
BENJAMIN, W.: 2015
BENJAMIN, W.: 2016
BENTHAM, J.: 2008
BIEHL, J.: 2015.
BOÉTIE, E.d. L.: 2014
BOLT, B.: 2013
BOLTANSKI, L., E.
CHIAPELLO: 2005
Teknolojinin Evrimi, Çev: Cem Soydemir,
Ankara, Doğu Batı Yayınları.
“Kültürel Çalışmalar ve Yeni Medya”, Yeni
Kültürel Çalışmalar. Kuramsal Serüvenler,
Der: Gary Hall ve Claire Birchall, Çev: Onur
Kartal, İstanbul, Say Yayınları, s. 323-348.
Akışkan Gözetim, Çev: Elçin Yılmaz, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
Eleştiri, Norm ve Ütopya, Eleştirel Teorinin
Temellerine Dair Bir İnceleme, Çev: İsmet
Tekerek, İstanbul, İletişim Yayınları.
“Modernlik ve Eleştirel Kuramın Çıkmazları”,
Çev: Salih Akkanat, Frankfurt Okulu, Editör: H.
Emre Bağce, Ankara, Doğu Batı Yayınları, s.83-
110.
Tek Yön, Çev: Tevfik Turan, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları.
Teknik Olarak Yeniden-Üretilebilirlik Çağında
Sanat Yapıtı, Çev: Gökhan Sarı, İstanbul, Zeplin
Kitap.
Parıltılar, Çev: Yılmaz Öner, İstanbul, Belge
Yayınları.
“Panoptikon ya da Gözetim-Evi”, Gözün İktidarı,
Çev: Zeynep Özarslan, İstanbul, Su Yayınları, s.9-
75.
Ecology or Catastrophe, The Life of Murray
Bookchin, New York, Oxford University Press.
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Çev. ve Yorum:
Mehmet Ali Ağaoğulları, Ankara, İmge Kitabevi.
Yeni Bir Bakışla, Heidegger, Çev: Murat
Özbank, İstanbul, Kolektif Kitap.
The New Spirit of Capitalism, Translated by
Gregory Elliot, New York, Verso.
240
BOOKCHIN, M.: 1995
BOLTANSKI, L., E.
CHIAPELLO: 2005
BOOKCHIN, M.: 1995
BOOKCHIN, M.: 2013
BOTTOMORE, T.: 1994
BOUNDS, P.: 2011
BOZKURT, N.: 2013
CALLINICOS, A.: 1985
CASTELLS, M.: 2013
CHATFIELD, T.: 2013
CRANSTON, M.: 1972
CREPPEL, I.: 2003
Social Anarchism or Lifestyle Anarchism: The
Unbridgeable Chasm, Scotland, AK Press.
The New Spirit of Capitalism, Translated by
Gregory Elliot, New York, Verso.
Social Anarchism or Lifestyle Anarchism: The
Unbridgeable Chasm, Scotland, AK Press.
Özgürlüğün Ekolojisi, Hiyerarşinin Ortaya
Çıkışı ve Çözülüşü, Çev: Mustafa Kemal Coşkun,
İstanbul, Sümer Yayıncılık.
Frankfurt Okulu, Çev: Ahmet Çiğdem, Ankara,
Vadi Yayınları.
“Just Say No: Herbert Marcuse and the Politics of
Negationism”, Revisiting The Frankfurt School:
Essays on Culture, Media and Theory, Edited by
David Berry, England, Ashgate Publishing, pp.49-
69.
“Hoşgörü Sevgiden Bağnazlık ise Sevgisizlikten
Doğar”, Eleştiri ve Aydınlanma: Felsefe
Araştırmaları, Ankara, Sentez Yayıncılık, s.264-
272.
“Repressive Toleration Revisited: Mill, Marcuse,
MacIntyre”, Aspects of Toleration Philosophical
Studies, Edited by John Horton&Susan Mendus,
Methuen&Co. Ltd, New York, pp. 53-74.
İsyan ve Umut Ağları, İnternet Çağında
Toplumsal Hareketler, Çev: Ebru Kılıç, İstanbul,
Koç Üniversitesi Yayınları.
Dijital Çağa Nasıl Uyum Çağlarız?, Türkçesi:
Levent Konca. İstanbul, Sel Yayıncılık.
Yeni Solun Eleştirisi, Çev: F.Sanem, İstanbul,
Milliyet Yayınları Genel Kültür Dizisi.
“Montaigne: The Embodiment of Identity As
Grounds For Toleration”, Toleration, Neutrality
And Democracy, Edited by Dario Castiglione and
Catriona McKinnon, Springer-Science+Business
Media, Netherlands, pp.23-46.
241
CUNNINGHAM, J.: 2013
ÇİĞDEM, A.: 2010
DAHRENDORF, R.: 2015
DANESI, M.: 2000
DELACAMPAGNE, C.: 2010
DELLALOĞLU, B. F.: 2003
DELLALOĞLU, B. F.: 2007
DELLALOĞLU, B. F.: 2012
DERRIDA, J.: 2015
DICKSON, D.: 1992
DIJK, J.V.: 2016
DUVERGER, M.: 2007
“Praxis Exiled: Herbert Marcuse and the One
Dimensional University”, Journal of Philosophy
of Education, Vol. 47, No.4, pp.537-547.
Bir İmkân Olarak Modernite, Weber ve
Habermas, İstanbul, İletişim Yayınları.
Demokrasinin Bunalımları-Antonio Polito ile
Bir Söyleşi, Çev: A. Emre Zeybekoğlu, İstanbul,
İthaki Yayınları.
Encyclopedia Dictionary of Semiotics, Media,
and Communications, Canada, Unıversity of
Toronto Press.
20. Yüzyıl Felsefe Tarihi, Çev: Devrim
Çetinkasap, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları.
“Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, Cogito,
Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe, Sayı: 36,
İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, s.13-36.
Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum,
İstanbul, Say Yayınları. 4.baskı, İstanbul, Say
Yayınları.
Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
Bağışlamak: Bağışlanamaz Olan ve Zaman
Aşımına Uğramayan, Çev: Murat Erşen, İstanbul,
MonoKL Yayınları.
Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin
Politik Boyutları, Çev: Nezih Erdoğan, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
Ağ Toplumu, Çev: Özlem Sakin, İstanbul, Epsilon
Yayınevi.
Siyaset Sosyolojisi, Çev: Şirin Tekeli, İstanbul,
Varlık Yayınları.
242
ECO, U.: 2009
ELLUL, J.: 2003
ELLUL, J.: 2015
FEENBERG, A. t.y.:
FEENBERG, A.: 2001
FEENBERG, A.: 2004
FOPP, R.: 2010
FORST, R.: 2017
FOUCAULT, M.: 2001
FUCHS, C.: 2015
FUCHS, C.: 2016a
Beş Ahlak Yazısı, Çev: Kemal Atakay, İstanbul,
Can Yayınları.
Teknoloji Toplumu, Türkçesi: Musa Ceylan,
İstanbul, Bakış Yayınları.
Sözün Düşüşü, Türkçesi: Hüsamettin Arslan,
İstanbul, Paradigma Yayınları.
Heidegger, Marcuse and the Philosophy of
Technology, (Çevrimiçi)
https://www.sfu.ca/~andrewf/hm.pdf Erişim
Tarihi: 11.05.2017.
Questioning Technology, London, Routledge.
“Heidegger and Marcuse: the Catastrophe and
Redemption of Technology”, Herbert Marcuse,
A Critical Reader, Edited by John Abromeit and
W. Mark Cobb, New York, Routledge, pp.67-80.
“Repressive Tolerance”: Herbert Marcuse’s
Exercise in Social Epistemology, Social
Epistemology, 24:2, pp.105-122.
“Between Domination and Justice: The Concept of
Toleration”, Series (In)tolerance, December 5,
2017, Volume10, Issue 81. (Çevrimiçi)
http://www.21global.ucsb.edu/global-e/december-
2017/between-domination-and-justice-concept-
toleration 06.06.2017.
“Benlik Teknolojileri”, Kendini Bilmek, Michel
Foucault, Huck Gutman ve Patrick H. Hutton,
Türkçesi: Gül Çağalı Güven, Om Yayınevi,
İstanbul, s. 22-75.
Dijital Emek ve Karl Marx, Çev: Tahir Emre
Kalaycı ve Senem Oğuz, Ankara, Notabene
Bilişim.
“Herbert Marcuse and Social Media”, Radical
Philosophy Review, 10 (1): pp. 113-143.
243
FUCHS, C.: 2016b
GAGERN, M.: 1984
GASSET, J. O.: 1941
GEOGHEGAN, V.: 2008
GEORGE, R. T. D.: 1984
GEUSS, R.: 2013
GIDDENS, A.: 1992
GIDDENS, A.: 2000
GOETHE, J. W.: 1998
GOLDMANN, L.: 2010
GRAY, J.: 2004
“Herbert Marcuse and Social Media”, Critical
Theory of Communication: New Readings of
Lukács, Adorno, Marcuse, Honneth and
Habermas in the Age of the Internet, London,
University of Westminster Press, pp. 111–152.
"All Powers To The Walking People." Feuerbach
As a Fourth-World Marxist, Contemporary
Marxism, Edited by James J. O'rourke, Thomas
J.Blakeley and Frıedrich J. Rapp, Holland, D.
Reidel Publishing Company, pp.55-75.
Toward a Philosophy of History, New York,
W.W.Norton&Company Inc.
“Herbert Marcuse Turns to Sigmund Freud”,
Utopianism and Marxism, Germany, Peter Lang,
pp.129-142.
“The Critique of Marxist Philosophy: 1956-1981”,
Contemporary Marxism, Edited by James J.
O'rourke, Thomas J.Blakeley and Frıedrich J.
Rapp, Holland, D. Reidel Publishing Company,
pp. 9-18.
Eleştirel Teori, Habermas ve Franfurt Okulu,
Çev: Ferda Keskin, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji,
Türkçesi: Ahmet Çiğdem, Ankara, Vadi Yayınları.
“İnanılmaz Guru: Marcuse’yi Yeniden Okumak”,
Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, İstanbul,
Metis Yayınları, s.225-241.
Maxims and Reflections, London, Penguin.
“Marcuse’yi Anlamak”, Frankfurt Okulu,
Editör: H. Emre Bağce, Çev: H. Emre Bağce,
İstanbul, Doğu Batı Yayınları, s. 305-319.
Post-Liberalizm, Siyasal Düşünce İncelemeleri,
Çev: Müfit Günay, Ankara, Dost Kitabevi
Yayınları.
244
GÜLENÇ, K., M.
BÜYÜKTUNCAY: 2014
GÜLENÇ, K.: 2015
HABERMAS, J.: 2003
HABERMAS, J.: 2016
HARVEY, D.: 2008
HEIDEGGER, M.: 1998
HOFFER, E.: 2017
HOLZ, H. H.: 2012
HONNETH, A.: 2009
HORKHEIMER, M.: 2012
HORKHEIMER, M.: 2013
HUHNERFELD, P.: 1994
“Herbert Marcuse’nin Hedonizm Soruşturması
Üzerinden Kitle ve İktidar İlişkisini Yeniden
Düşünmek”, Doğu Batı, Kitle ve İktidar, Sayı:
69, Yıl:17, Ankara, Doğu Batı Yayınları, s.183-
203.
Frankfurt Okulu, Eleştiri, Toplum ve Bilim,
İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
“Intolerance and Discrimination”, International
Journal of Constitutional Law, Volume 1, Issue
1, pp. 2–12.
İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, Çev: Mustafa
Tüzel, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
Umut Mekânları, Çev: Zeynep Gambetti,
İstanbul, Metis Yayınları.
Tekniğe İlişkin Soruşturma, Türkçesi: Doğan
Özlem, İkinci Basım, İstanbul, Paradigma
Yayınları.
Kesin İnançlılar, Kitle Hareketinin Anatomisi,
Çev: Erkil Günur, İstanbul, Tur Yayınları.
“Eleştirel Teori’nin İtkisi ve Çöküşü”, Frankfurt
Okulu Eleştirisi, Çev: Olcay Geridönmez,
İstanbul, Evrensel Basım Yayın, s.15-43.
Pathologies of Reason: On the Legacy of
Critical Theory, Translated by James Ingram and
others, New York, Columbia University Press.
Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev: Mustafa
Tüzel, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
Akıl Tutulması, Çev: Orhan Koçak, İstanbul,
Metis Yayınları.
Heidegger. Bir Filozof Bir Alman, Çev: Doğan
Özlem, Ankara, Gündoğan Yayınları.
245
IHDE, D.: 2010
JAMESON, F.: 2006
JAY, M.: 1984
JAY, M.: 2001
JAY, M.: 2014
JENKINS, H.: 2016
JENSEN, K. B.: 2011
JULKA, K. L.: 1979
KANG, J.: 2015
KEARNEY, R.: 2004
“Introduction: Situating Heidegger and the
Philosophy of Technology”, Heidegger's
Technologies: Postphenomenological
Perspectives, Edited by John D. Caputo, New
York, Fordham University Press, pp.1-27.
Marksizm ve Biçim: Yirminci Yüzyılda
Diyalektik Yazın Kuramları, Çev: Mehmet H.
Doğan, 2. Baskı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
“Anamnestic Totalization: Memory in the Thought
of Herbert Marcuse”, Marxism and Totality, The
Adventures of a Concept from Lukács to
Habermas, Los Angeles, University of California
Press, pp.220-240.
Adorno, Çev: Ünsal Oskay, İstanbul, Der
Yayınları.
Diyalektik İmgelem. Frankfurt Okulu ve Sosyal
Araştırmalar Enstitüsü Tarihi (1923-1950),
Çev: Sevgi Doğan, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Cesur Yeni Medya, Teknolojiler ve Hayran
Kültürü, Çev: Nihan Yeğengil, İstanbul, İletişim
Yayınları.
“New Media, Old Methods – Internet
Methodologies and the Online/Offline Divide”,
The Handbook of Internet Studies, Edited by
Mia Consalvo and Charles Ess, Wiley Blackwell,
pp. 43-58.
“Herbert Marcuse's Messianic Humanism: Politics
of the New Left”, Social Scientist, Vol. 7, No. 12
(Jul., 1979), pp. 13-23.
Walter Benjamin ve Medya, Modernitenin
Gösterisi, İstanbul, Epsilon Yayıncılık.
“Herbert Marcuse: The Philosophy of Art and
Politics”, Debates in Continental Philosophy,
Conversations with Contemporary Thinkers,
Edited by: Richard Kearney, New York, Fordham
University Press, pp.85-98.
246
KEJANLIOĞLU, D. B.: 2005
KELLNER, D., T. LEWIS, C.
PIERCE: 2009
KELLNER, D.: 1984a
KELLNER, D.: 1984b
KELLNER, D.: 1989
KELLNER, D.: 1998
KELLNER, D.: 2001
KELLNER, D.: 2005
KELLNER, D.: 2014
KELLNER, D.: t.y.
Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Bir Uğrağı:
İletişim ve Medya, Ankara, Bilim ve Sanat
Yayınları.
“Introduction”, Marcuse’s Challenge to
Education, Edited by Douglas Kellner, Tyson
Lewis, Clayton Pierce, and K. Daniel Cho,
Maryland, Rowman & Littlefield Publishers, pp. 1-
32.
Herbert Marcuse and The Crisis of Marxism,
LA, University of California Press.
“From 1984 to One-Dimensional Man: Critical
Reflections on Orwell and Marcuse”, American
Political Science Association Convention, pp.1-
29. (Çevrimiçi)
https://pages.gseis.ucla.edu/faculty/kellner/Illumi
na%20Folder/kell13.htm Erişim Tarihi:
19.09.2017.
Critical Theory, Marxism and Modernity,
Oxford, Polity Press.
“Technology, War and Fascism: Marcuse in the
1940s”, Technology, War and Fascism, London,
Routledge, pp.1-38.
“Introduction”: Herbert Marcuse and the
Vicissitudes of Critical Theory, Collected Papers
of Herbert Marcuse, Towards A Critical Theory
of Society, Volume Two, Edited by Douglas
Kellner, London, Routledge, pp.1-33.
“Radical Politics, Marcuse, and the New Left”,
The New Left and the 1960’s, Collected Papers
of Herbert Marcuse, Volume Three, Edited by
Douglas Kellner, New York, Routledge, pp.1-37.
“Marcuse ve Radikal Öznellik Arayışı”, Felsefe
Logos, Eleştirel Teori, Yıl 18, Sayı 53, İstanbul,
Fesatoder Yayınları, s. 87-104.
“Herbert Marcuse”, (Çevrimiçi)
https://pages.gseis.ucla.edu/faculty/kellner/Illumi
na%20Folder/kell12.htm Erişim Tarihi:
12.07.2016.
247
KELLY, M.: 1994
KETTLER, D.: 1981
KIRSCH, R.: 2016
KITTLER, F. A.: 2013
KOÇAK, O.: 1999
KOÇAK, O.: 2013
KOVEL, J.: 1985
KRELL, D. F.: 2002
LE BON, G.: 2009
LEISS, W., J. D. OBER, E.
SHEROVER: 1968
LOCKE, J.: 1998
“Philosophies of Marxism, Lenin, Lukács,
Gramsci, Althusser”, Continental Philosophy in
the Twentieth Century, Volume VIII, Edited by
Richard Kearney, Routledge History of
Philosophy, pp.184-209.
“Herbert Marcuse: Yabancılaşma ve Olumsuzluk”,
Çağdaş Siyaset Felsefecileri, Çev: Aytaç Oksal-
Buldam, Der: A. De Crespigny&K. R. Minogue,
İstanbul, Remzi Kitabevi, s. 17-58.
“Introduction: The Rationality of Philosophy”,
New Political Science, Vol.38, No.4, pp.477-478.
“Martin Heidegger, Media, and the Gods of
Greece: De-severance Heralds the Approach of the
Gods”, The Truth of the Technological World,
Stanford, Stanford University Press, pp. 290-303.
“Adorno-Marcuse Yazışmasına Giriş”, Defter,
Sayı 37, s.93-114.
“Horkheimer ve Frankfurt Okulu”, Akıl
Tutulması, İstanbul, Metis Yayınları, s. 7-52.
“From Reich to Marcuse”, The 60s Without
Apology, Edited By Sohnya Sayres et al., USA,
University of Minnesota Press, pp.258-261.
“Heidegger, Nietzsche, Nazizm”, Heidegger ve
Nazizm, Der: Ahmet Demirhan, Ankara, Vadi
Yayınları, s.137-156.
Kitleler Psikolojisi, Çev: Hasan İlhan, Ankara,
Alter Yayıncılık.
“Marcuse as Teacher”, The Critical Spirit:
Essays In Honor of Herbert Marcuse, Kurt H.
Wolff and Barrington Moore, Jr., Boston, Beacon
Press, pp.421-425.
A Letter Concerning Toleration, USA,
Pennsylvania State University Press.
248
LOVITT, W.: 1977
LÖWY, M.: 2007
LUKÁCS, G.: 2014
LUNN, E.: 2010
LYON, D.: 1997
LYON, D.: 2006
LYON, D.: 2013
MACINTYRE, A.: 1970
MAGEE, B.: 1985
MAIGRET, É.: 2012
MARCUSE, H.: 1941
“Preface”, The Question Concerning
Technology and Other Essays, Translated and
with an Introduction by William Lovitt, New York,
Garland Publishing, Inc., pp.ix-xi.
Walter Benjamin: Yangın Alarmı, Tarih
Kavramı Üzerine Tezlerin Okuması, Çev: U.
Uraz Aydın, İstanbul, Versus Yayınları.
Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev: Yılmaz Öner,
İstanbul, Belge Yayınları.
Marksizm ve Modernizm, Lukács, Brecht,
Benjamin ve Adorno, Çev: Yavuz Alogan,
Ankara, Dipnot Yayınları.
Elektronik Göz, Gözetim Toplumunun
Yükselişi, Çev: Dilek Hattatoğlu, İstanbul, Sarmal
Yayınevi.
Gözetlenen Toplum. Gündelik Hayatı Kontrol
Etmek, Çev: Gözde Soykan, İstanbul, Kalkedon
Yayıncılık.
Gözetim Çalışmaları, Çev: Ali Toprak, İstanbul,
Kalkedon Yayıncılık.
Herbert Marcuse An Exposition and A Polemic,
Edited by Frank Kermode, New York, The Vikings
Press.
“Marcuse ve Frankfurt Okulu”, Yeni Düşün
Adamları, Çağdaş Felsefeyi Yaratanlardan
Kimileriyle Söyleşiler, Çev: Ünsal Oskay,
Ankara, Birey Toplum Yayınları, s.57-74.
Medya ve İletişim Sosyolojisi, Çev: Halime
Yücel, İstanbul, İletişim Yayınları.
“Some Social Implications of Modern
Technology”, Technology, War and Fascism,
Collected Papers of Herbert Marcuse, Volume
One, Edited by Douglas Kellner, London,
Routledge, pp.41-65.
249
MARCUSE, H.: 1961
MARCUSE, H.: 1968a
MARCUSE, H.: 1968b
MARCUSE, H.: 1968c
MARCUSE, H.: 1968d
MARCUSE, H.: 1970
MARCUSE, H.: 1997
MARCUSE, H.: 1998a
MARCUSE, H.: 1998b
MARCUSE, H.: 1998c
MARCUSE, H.: 2009
“The Problem of Social Change in the
Technological Society”, Collected Papers of
Herbert Marcuse, Towards A Critical Theory of
Society, Volume Two, Edited by Douglas Kellner,
London, Routledge, pp. 37-57.
Tek Boyutlu İnsan, İleri Endüstri Toplumun
İdeolojisi Üzerinde İnceleme, Çev: Seçkin
Çağan, İstanbul, May Yayınları.
Sovyet Marksizmi, Çev: Seçkin Çağan, İstanbul,
May Yayınları.
“Industrialization and Capitalism in the Work of
Max Weber”, Negations: Essays in Critical
Theory, Translated by Jeremy J. Shapiro, London,
MayFlyBooks, pp.151-169.
“Philosophy and Critical Theory”, Negations:
Essays in Critical Theory, Translated by Jeremy
J. Shapiro, London, MayFlyBooks, pp. 99-117.
Five Lectures, Psychoanalysis, Politics, and
Utopia, USA, Beacon Press.
Estetik Boyut, Sanatın Sürekliliği: Marxist
Estetiğin Bir Eleştirisine Doğru, Çev: Aziz
Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınevi.
Eros ve Uygarlık, Freud Üzerine Felsefi Bir
İnceleme, Çev: Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea
Yayınevi.
Karşıdevrim ve İsyan, Çev: Gürol Koca-Volkan
Ersoy, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
“Yeni Baskı Döneminde Hareket: Bir
Değerlendirme”, Cogito Mayıs’ 68, Sayı:14,
Yıl:1998, s. 69-80.
“Lecture on Education, Brooklyn College 1968”,
Marcuse’s Challenge to Education, Edited by
Douglas Kellner, Tyson Lewis, Clayton Pierce,
and K. Daniel Cho, Maryland, Rowman &
Littlefield Publishers, pp. 33-39.
250
MARCUSE, H.: 2011a
MARCUSE, H.: 2011b
MARCUSE, H.: 2013a
MARCUSE, H.: 2013b
MARCUSE, H.: 2014a
MARCUSE, H.: 2014b
MARCUSE, H.: 2016a
MARCUSE, H.: 2016b
MARX, K.: 1997
MARX, K.: 2012
MATTELART, A., M.
MATTELART: 2010
“From Ontology to Technology”, Philosophy,
Psychoanalysis and Emancipation, Collected
Papers of Herbert Marcuse, Volume Five, Edited
by Douglas Kellner and Clayton Pierce, Abingdon,
Routledge, pp. 132-140.
“Children of Prometheus: 25 Theses on
Technology and Society”, Philosophy,
Psychoanalysis and Emancipation, Collected
Papers of Herbert Marcuse, Volume Five, Edited
by Douglas Kellner and Clayton Pierce, Abingdon,
Routledge, pp. 222-225.
Us ve Devrim, Hegel ve Toplumsal Kuramın
Doğuşu, Çev: Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea
Yayınevi.
Özgürlük Üzerine Bir Deneme, Çev: Soner
Soysal, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
“Baskıcı Hoşgörü”, Saf Hoşgörünün Bir
Eleştirisi, Çev: Soner Soysal, Ankara, Heretik
Yayıncılık, s. 79-105.
“Liberation from the Affluent Society”, The
Dialectics of Liberation, Edited by David Cooper,
London, Verso, pp.138-151.
“Sartre’ın Varoluşçuluğu”, Çev: Soner Soysal,
Çağdaş Felsefenin Macerası 1, Ed. Güçlü
Ateşoğlu, İstanbul, Belge Yayınları, s. 213-244.
“The Rationality of Philosophy”, New Political
Science, Vol. 38, No. 4, pp. 477-484.
Yahudi Sorunu, Ankara, Sol Yayınları.
MARX, K.: 2010 Yabancılaşma, Çev: Barışta
Erdost, Ankara, Sol Yayınları.
1844 El Yazmaları, Çev: Murat Belge, İstanbul,
İletişim Yayınları.
İletişim Kuramları Tarihi, Çev: Merih Zıllıoğlu,
İstanbul, İletişim Yayınları.
251
MATTELART, A.: 2012
MILL, J. S.: 2009
MILL, J. S.: 2012
MOORE, B. J. R.: 2014
MOROZOV, E.: 2011
MORRESI, E.: 2006
MULLER, T.: 2002
NANCY, J. L.: 2012
NICHOLSON, P. P.: 1985
OLLMAN, B.: 2008
OSKAY, Ü.: 2015
OSKAY, Ü.:1993
ÖKTEN, K. H.: 2002
Gözetimin Küreselleşmesi, Çev: Onur Gayretli-
Su Elif Karacan, İstanbul, Kalkedon Yayınları.
On Liberty, y.y., The Floating Press.
Hürriyet Üstüne, Çev: M. Osman Dostel,
Sadeleştiren: Ömer Çaha, Ankara, Liberte
Yayınları.
“Hoşgörü ve Bilimsel Bakış Açısı”, Saf
Hoşgörünün Bir Eleştirisi, Çev: Soner Soysal,
Ankara, Heretik Yayıncılık, s.57-77.
The Net Delusion. The Dark Side of Internet
Freedom, New York, Public Affairs.
Haber Etiği, Ahlaki Gazeteciliğin Kuruluşu ve
Eleştirisi, Ankara, Dost Kitabevi.
“Bearing Witness to the Liquidation of Western
Dasein: Herbert Marcuse and the Holocaust, 1941-
1948”, New German Critique, No. 85, Special
Issue on Intellectuals (Winter, 2002), pp. 133-164.
Gitmek/Yola Çıkış, Çev: Murat Erşen, İstanbul,
Monokl Yayınları.
“Toleration As a Moral Ideal”, Aspects of
Toleration Philosophical Studies, Edited by John
Horton&Susan Mendus, Methuen&Co. Ltd, New
York, pp. 158-173.
Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki
İnsan Anlayışı, Çev: Ayşegül Kars, İstanbul,
Yordam Kitap.
Estetize Edilmiş Yaşam, Sanattan Savaş ve
Siyasete Alman Faşizminin Kuramları, İstanbul,
İnkılap Kitabevi.
XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin
Kültürel İşlevleri, Kuramsal Bir Yaklaşım,
İstanbul, Der Yayınları.
Heidegger ve Üniversite, İstanbul, Everest
Yayınları.
252
ÖZLEM, D.: 1998
PIPPIN, R. B.: 2010
POSTMAN, N.: 2006
PÖGGELER, O.: 1994
RANCIÉRE, J.: 2014
RASMUSSEN, D.: 1994
REIJEN, W. V.: 1999
REIJEN, W. V.: 2010
REITZ, C.: 2009
REITZ, C.: 2018
“Giriş: Heidegger ve Teknik”, Tekniğe İlişkin
Soruşturma, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, s.9-
41.
“Hegel ve Tarihsellik Üstüne: Marcuse”, Çev: H.
Emre Bağce, Frankfurt Okulu, Editör: H. Emre
Bağce, Ankara, Doğu Batı Yayınları, s.320-354.
Teknopoli, Çev: Mustafa Emre Yılmaz, İstanbul,
Paradigma Yayıncılık.
“Heidegger, Bugün”, Heidegger Üzerine İki
Yazı, Otto Pöggeler-Beda Allemann, Türkçesi:
Doğan Özlem, Ankara, Gündoğan Yayınları, s.9-
84.
Demokrasi Nefreti, Çev: Utku Özmakas,
İstanbul, İletişim Yayınları.
“Critical Theory: Horkheimer, Adorno,
Habermas”, Continental Philosophy in the
Twentieth Century, Volume VIII, Edited by
Richard Kearney, Routledge History of
Philosophy, pp.210-239.
Adorno: Bir Giriş, Çev: Mustafa Cemal, İstanbul,
Belge Yayınları.
“Aydınlanmanın Diyalektiğini Alegori Olarak
Okumak”, Çev: H. Emre Bağce, Frankfurt
Okulu, Editör: H. Emre Bağce, Ankara, Doğu Batı
Yayınları, s.167-188.
“Herbert Marcuse and the New Culture Wars:
Campus Codes, Hate Speech, and the Critique of
Pure Tolerance”, Marcuse’s Challenge to
Education, Edited by Douglas Kellner, Tyson
Lewis, Clayton Pierce, and K. Daniel Cho,
Maryland, Rowman & Littlefield Publishers, pp.
213-227.
“Herbert Marcuse: Critical Theory as Radical
Socialism”, The Sage Handbook of Frankfurt
School Critical Theory, Volume III, Edited by
Beverley Best, Werner Bonefeld and Chris
O’Kane, UK, Sage, pp.161-178.
253
RIESMAN, D.: 2016
RITIVOI, A. D.: 2014
RUIN, H.: 2017
SCHOLEM G. G.: 2018
SCHWEPPENHÄUSER, G.:
2015
SCULOS, B.M., S. N. WALSH:
2016
SENECA: 2015
SENNETT, R.: 2014
SHEEHAN, T.: 2002
SHEL, T. A.: 2009
SHERMAN, D.: 2003
Yalnız Kalabalık, Amerikan Toplumsal
Karakterinin Değişimi Üzerine Bir İnceleme,
Çev: Yeşim Erdem, Ankara, Heretik Yayıncılık.
Intımate Strangers: Arendt, Marcuse,
Solzhenitsyn and Said in American Political
Discourse, New York, Columbia University Press.
“Heidegger’in Uzun Soluklu Meselesi: Teknoloji”,
Heidegger: Teknoloji ve İnsanlığın Geleceği,
Der. ve Çev: Ahmet Aydoğan, İstanbul, Say
Yayınları, s. 55-72.
Walter Benjamin-Gershom G. Scholem
Mektuplaşmalar 1932-1940, Çev: Saliha
Yeniyol, İstanbul, Kolektif Kitap.
Eleştirel Teoriye Giriş, Çev: Hülya Yaman.
İstanbul, Avesta Yayınları.
“The Counterrevolutionary Campus: Herbert
Marcuse and the Suppression of Student Protest
Movements”, New Political Science, Vol.38,
No.4, pp.516-532.
Hoşgörü Üzerine, Ruh Dinginliği Üzerine, Çev:
Bedia Demiriş, Ankara, Doğu Batı Yayınları.
Yabancı, Sürgün Üzerine İki Deneme, İstanbul,
Metis Yayınları.
“Heidegger ve Naziler”, Heidegger ve Nazizm,
Der: Ahmet Demirhan, Ankara, Vadi Yayınları,
s.10-38.
“The Dialectic of Tolerance and Intolerance in the
Ethics of Caring”, Marcuse’s Challenge to
Education, Edited by Edited by Douglas Kellner,
Tyson Lewis, Clayton Pierce, and K. Daniel Cho,
Maryland, Rowman & Littlefield Publishers,
pp.117-129.
“Critical Theory”, The Blackwell Guide to
Continental Philosophy, Edited by Robert C.
Solomon and David Sherman, ss. 188-218, UK,
Blackwell Publishing.
254
SHIPLEY, M.: 2010
SLATER, P.: 1998
SOFSKY, W.: 2009
SPURK, J.: 2008
STAMBAUGH, J.: 2001
STEINER, G.: 1996
TERRANOVA, T.: 2004
THERBORN, G.: 2010
THOMPSON, J. B.: 2013
TİMUR, T.: 2008
TİMUR, T.: 2013
TORMEY, S.: 1992
TURNER, B. S.: 1993
“From Tolerance to Repression and Back: Herbert
Marcuse and the (II)-Liberal Politics of Inclusion”,
Strategies of Critique, Vol 1, No 2, pp. 1-20,
(Çevrimiçi)
https://socj.journals.yorku.ca/index.php/socj/articl
e/view/30978/28416 23.06.2018.
Frankfurt Okulu, Çev: Ahmet Özden, İstanbul,
Kabalcı Yayınevi.
Dehşetli Zamanlar, Amok, Terör, Savaş, Çev:
Dilek Zaptçıoğlu, İstanbul, İletişim Yayınları.
Toplumsal Aklın Eleştirisi, Frankfurt Okulu ve
Toplum Teorisi, Çev: Işık Ergüden, İstanbul,
Versus Yayınları.
“Giriş”, Zaman ve Varlık Üzerine, Martin
Heidegger, Çev: Deniz Kanıt, Ankara, A Yayınevi,
s.7-11.
Heidegger, Çev: Süleyman Kalkan, Ankara, Vadi
Yayınları.
Network Culture, Politics for the Information
Age, London, Pluto Press.
“Frankfurt Okulu”, Çev: H. Emre Bağce,
Frankfurt Okulu, Editör: H. Emre Bağce,
Ankara, Doğu Batı Yayınları, s.19-54.
İdeoloji ve Modern Kültür, Çev: İdil Çetin,
Ankara, Dipnot Yayınları.
Habermas’ı Okumak, İstanbul, Yordam Kitap.
“Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik
Alman Felsefesinin Sonu”, Marksist Klasikleri
Okuma Kılavuzu, İstanbul, Yordam kitap, s. 365-
377.
Totalitarizm, Çev: Abdullah Yılmaz ve Osman
Akınhay, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
“Preface to the new edition of Karl Löwith’s Max
Weber and Karl Marx”, Max Weber and Karl
Marx, Karl Löwith, London, Routledge, pp.1-32.
255
VATTIMO, G.: 2012
VITALIS, A.: 2016
VLETT, J. E. V.: 2014
WALZER, M.: 1997
WAYNE, M.: 2009
WHITFIELD, S. J.: 2014
WIGGERSHAUS, R: 1995
WILLIAMS, R.: 2012
WINNER, L.: 1978
WITTE, B.: 2007
WOLFF, R. P.: 1980
WOLFF, R. P.: 2014
Şeffaf Toplum, Çev: Ümit Hüsrev Yolsal,
İstanbul, Say Yayınları.
“Jacques Ellul’ün Güncelliği: Teknisyen Bir
Toplumda İletişim”, İletişim Bilimlerinin
Unutulmuş Kökenleri, Çev: Hüseyin Köse,
İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 91-102.
Dialectical Theology and Jacques Ellul: An
Introductory Exposition, Minneapolis, Fortress
Press.
On Toleration, New York, Yale University Press.
Marksizm ve Medya Araştırmaları: Anahtar
Kavramlar, Çağdaş Eğilimler, Çev: Barış Cezar,
İstanbul, Yordam Kitap.
The Frankfurt School: Its History, Theories,
and Political Significance, Translated by Michael
Robertson, Cambridge, The MIT Press.
“Refusing Marcuse: Fifty Years After One-
Dimensional Man”, Dissent, Fall 2014, Vol.61,
Issue 4, pp. 102-107, (Çevrimiçi)
https://www.dissentmagazine.org/article/refusing-
marcuse-fifty-years-after-one-dimensional-man
Erişim Tarihi: 14.04.2016.
Anahtar Sözcükler, Kültür ve Toplumun
Sözvarlığı, Çev: Savaş Kılıç, İstanbul, İletişim
Yayınları.
Autonomous Technology, Massachusetts, MIT
Press.
Walter Benjamin, Çev: Mustafa Tüzel, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları.
“Herbert Marcuse: 1898-1979: A Personal
Reminiscence”, Political Theory, Vol. 8, No. 1
(Feb., 1980), pp. 5-8.
“Hoşgörünün Ötesinde”, Saf Hoşgörünün Bir
Eleştirisi, Çev: Soner Soysal, Ankara, Heretik
Yayıncılık, s.19-56.
256
WOLIN, R.: 1991
WOLIN, R.: 2005
WOLIN, R.: 2012
WU, T.: 2017
YOUNG, G. W.: 2013
YÜRÜŞEN, M.: 1996
ZAHN, L.: 2004
ZERZAN, J.: 2013a
ZERZAN, J.: 2013b
Statista Verileri: 2018
Ekim 2018 itibarıyla dünyanın
en popüler sosyal ağlarına dair
aktif kullanıcı sayısını belirten
veriler.
“Introduction to Herbert Marcuse and Martin
Heidegger: An Exchange of Letters”, New
German Critique, No. 53, (Spring - Summer,
1991), pp. 19-27.
Heideggerian Marxism, Edited by Richard Wolin
and John Abromeit, Lincoln, University of
Nebraska Press.
Heidegger’in Çocukları: Hannah Arendt, Karl
Löwith, Hans Jonas ve Herbert Marcuse,
Türkçesi: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma
Yayınları.
Dikkat Tacirleri. İnsan Zihnine Girmek İçin
Verilen Amansız Mücadele, Çev: Başak Karal,
The Kitap Yayınları, İstanbul.
“Kültürel Çalışmalar ve Alman Medya Kuramı”,
Yeni Kültürel Çalışmalar: Kuramsal
Serüvenler, İstanbul, Say Yayınları, s. 137-162.
Liberal Bir Değer Olarak Ahlaki ve Siyasi
Hoşgörü, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
“Herbert Marcuse: Egemen Akılcılığa İtiraz”, Çev:
Akın Kanat, 20. Yüzyıl Filozofları, Margot
Fleischer, İzmir, İlya Yayınevi, s. 367-389.
Gelecekteki İlkel, Çev. Cemal Atila, 5. Baskı,
İstanbul, Kaos Yayınları.
Makinelerin Alacakaranlığı, Çev. Rahmi G.
Öğdül, İstanbul, Kaos Yayınları.
(Çevrimiçi)
https://www.statista.com/statistics/272014/global-
social-networks-ranked-by-number-of-users/
28.12.2018.
257
ÖZGEÇMİŞ
12 Eylül 1987 yılında İstanbul’da doğan Gizem Orçin, 2004 yılında Bakırköy
Lisesi’nden, 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik
Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisansını Marmara Üniversitesi SBE Genel
Gazetecilik Anabilim dalında 2013 yılında tamamladı. Doktorasını İstanbul
Üniversitesi SBE Gazetecilik Anabilim dalında tamamladı. 2011-2015 yılları arası
Marmara Üniversitesi, 2015-2019 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde araştırma
görevlisi olarak çalışmıştır.