kutuphaneci - eskikitaplarim.com
BELLEK YAYINLARI : 1 Türkiye Belleği Dizisi : 1
Kapak:
ÖlAKINC 1, Cengiz Dil ve Din: Dünden Bugüne Türklerde/Cengiz Özakıncı.
İst.: Bellek Yay., 1994. 259 s.; 13,5 cm. (Bellek Yay.: 1, Türkiye Belleği Dizisi: 1) Bibliyografya ve dizin var. ISBN 975-7971-00-6
Fotoğraf : Cengiz ÔZAKINCI Ön kapak diası: "Nur Suresi'nde lşık-Tanrı"/C. ÔZAKINCI Kapak :zemini : Arif AŞÇI'nın Orhun Yazıtları'ndan bir diası üzerine
C. ÔZAKINCI'nın siyah-beyaz rölyef çalışması. Bibliyografya: Meral KARACA Dizgi : Nur A YSAM / 275 95 75 Kapak Baskı : Stil Matbaası İç Baskı : Avcı Ofset
Bu kitabın 50 adedi ı. hamur kağıda basılıp ı 'den SO'ye kadar numaralandınlmışlır.
ISBN 975-7971-00-6 Bu kitabın basma ve yayma haklan
l.[LUSAL BELGE BİLGİ MERKEZİ'ne aittir.
Genel Dağıtım TOPLUMSAL DAGITIM
İstiklal Cd. Mis Sokak No;6 Kat:3 Daire:6 80080 Beyoğlu-İSTANBUL/TÜRKİYE
Tel: 90 0212 2444547
DÜNDEN
. Di�DiN BUGÜNE TÜRKLERDE
Cengiz ÖZAKINCI
İÇİNDEKİLER
1- "KUTSAL SA YIL.ARININ GÜLÜNÇLEŞTİRİLMESİNİ
ÖNIBME KA YGISl"nın Arap Farsça Sözcüklerin
Türkçeye Girmesindeki Etkisi Üzerine ...................................... 9
il- "ARAP DİLİNİ KUTSALLAŞTIRMA ÇABA.I.ARl"nın
Arapça Farsça Sözcüklerin Türkçeye
Girmesindeki Etkisi Üzerine _......................................................... 21
111- "BİLGİÇLİK-SEÇKİNLİK-ÜSIÜNLÜK TASLAMA"nın
Arapça Farsça Sözcüklerin Türkçeye
Girmesindeki Etkisi Üzerine ......................................................... 31
iV- "ARAPÇA DİNSEL DEYİMl.ERİN 1ÜRKÇE
KARŞILI Öl YO.KTIJR" Gibi Dayanaksız Gerekçelerin
Arapça Farsça Sö-zcüklerin Türkçeye
Girmesindeki Etkisi Üzerine ......................................................... 41
V- Bir Dilin Yabancılaştınlmasının O Dili Konuşan Toplumun
Düşünce Üretme Yetisi Üzerindeki Olumsuz Etkileri. 75
VI- ''TÜRKLERİN ARAP YAZISINA YÖNELİŞİNİN
TÜRKLERİN DÜŞÜNSEL GELİŞİMİNDE
YOL AÇTI Öl GERİLETICİ ETKİLER" Üzerine
Bir Deneme ............................................................................................... 161
Yii- Türklerin Türkçeyi Arap Yazısıyla Yazmalarının
Gerekli-Yararlı Olduğunun Bilimsel Süsü Verilmiş
Savlarla Dayatanlar Üzerine Bir Deneme........................ 199
Sonuç ................................ ............................................................................ 218
Dipnotlar .................................................................................................... 225
Dizin .............................................................................................................. 235
Bibliyografya (Ha.zırlayan: Meral KARACA) ... .. ... ..... .... .... .. 247
"Biz Cehaletimiz yüzünden Din'i bu hale getirdik. Din de bizi bu hale getirdi"
GİRİŞ M. Akif Ersoy
Dil, kişi oğlunun en önemli organıdır. Varsayalım, bir anda yeryüzündeki tüm kişioğullannın dilleri
tutulsun. Böyle bir durumu gözünüzün önüne getirin. Bu bir karabasan olacaktır kuşkusuz. Çünkü uyurken yaşadığımız karabasanların pek çoğu da, olanca gütiimüzle bağırdığımız, ancak sesimizi kimselere duyuramadığımız ciüşlerdir. Kan ter içinde uyanır, gördüğümüzün bir düş olduğunu anlayınca, seviniriz ...
Meryem Ana'nın yaşadığı toplumda ORUÇ, (BAÇAG) yalnızca gün boyu yemekten içmekten kesilerek değil, gün boyu hiç kimse ile konuşmamak biçiminde tutuluyordu. Oruçlu kişi dilini yok sayıyordu. Deyim yerindeyse, 'dilini yutuyor'du. Meryemoğlu Isa da: "Kişiyi kirleten ağzından girenler değil, ağzından çıkanlardır," demiş. Bu da onun ağızdan çıkan sözlere, dile verdiği önemi gösteriyor. Ağızdan çıkan sözcükler, kişinin kirlenmesine neden olabiliyor.
Dil, en kaba tanımıyla, bir iletişim aracı. Duyguların, düşüncelerin başkalarına iletilmesinin aracı. Ancak, elinizdeki incelemede, bir dildeki sözcük türetiminin 'bir tür düşünce üretimi' olduğu konu edilmektedir.
Dil'in, kişioğlunun tüm düşünsel üretiminde, bilimde, dinde, tüm düşünsel etkinliklerde baş görevi üstlendiğini; dilin bulanıklaşmasının, düşünsel gerilemeye; dilin açık-seçikliğinin ise düşünsel gelişmeye yol açtığını, bu çalışma boyunca göreceğiz.
Uzun dönem süren Dil bulanıklığı, ulusumuzun düşünsel ortamının da bulanmasına neden olmuştur. Ulusumuzun dilini bulandıran etkenlerin başında ise, köklü-yerli sözcüklerin atılarak, yerlerine köksüz-yabancı sözcüklerin konulması gelir. Ulusumuzun dili, öteki ulusların dillerinden alınan çok sayıda yabancı sözcükle bulanmıştır. Bu olgu, hangi dönemde nasıl başladı, nasıl bugünlere gelindi, dilimiz nasıl bozuldu? Bu sorulara yanıt ararken, gördük
3
ki, dilimizin bulanmasında ilk büyük etki geçmişte Arapça, Farsça sözcüklerin dilimizde yaptığı bozgunculuktur. Arapça-Farsça sözcüklerin dilimize neden, niçin doluştuğunu; bunun yol açtığı sonuçları irdelediğimizde, gördük ki, dinin yararına denilerek yapılan kimi Arapça-Farsça sözcük alımları, dini anlamanın önünde engel oluşturmuştur.
Bu araştırma, DiL ile DIN'in karşılıklı etkileşimini, bir ulusun DIL'i bulandıkça, o ulusun DiNSEL yanılgılara da düşeceğini, bu nedenle, eğer dinsel bozunumlardan korunmak isteniyorsa, en başta ulusumuzun dilinin anlığının yeniden sağlanması gerektiğini göstermeye çalışacaktır.
Son yıllarda, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla başlayan ulusal öbekleşmeler, DiN-DiL sorununu sıcak bir biçimde gündeme getirmiştir. tnusallık ile dinsellik, birbirlerinin karşıtı sayılıyor. Eğer bir toplum, ulusal değerlere dayalı bir düzen kuracaksa, dine aykırı bir yola sapmış; yok eğer dinsel değerlere dayalı bir düzen kuracaksa, ulusal değerlere aykırı bir yola sapmış sayılıyor. Sanki ulusal değerlere dayalı bir düzen kurulursa, o toplum dinden çıkmış olacak; yok eğer dinsel değerlere dayalı bir düzen kurulursa, o toplum ulusal değerlerden sıyrılmış, arınmış olacak imiş gib� gerçeğe aykırı bir çarpık varsayımlar yumağı, oradan oraya savrulmaktadır. iletişim organlarından yayılan bilgilere göre, eğer bir toplum, Arap yazısını kullanmaya geçerse, o toplum, Araplar'ın, Iranlılar'ın gözünde DiNi SEÇMiŞ �-a��r�r. Sanki ARAP YAZISI ULUSALCILIGI OLANAKSIZ KILAN BUYULU BiR YAZIYMIŞ GiBi! ... Azerbaycanlı dinsel başkan, Allahaşükür Paşazade; "Latin yazısı şeytanın yazısıdır! Arap yazısı Kur'an, Allah yazısıdır. Latin yazısına geçmeyin. Arap yazısına geçin!" diye düşünceler yumurtluyor. Görüleceği üzere, yazı seçimi bile, dinsel bir zorunlulukmuş gibi, Tanrı buyruğu imiş gibi ele alınmaktadır. Arap yazısına kutsallık yükleyenler, Arapça sözcüklere de kutsallık yüklemekte, bir ulusun dilindeki köklü-yerli sözcükleri o ulusun dilinden atıp, yerlerine Arapça sözcükleri sokmayı, sanki bir Tanrı buyruğuymuş gibi göstermektedirler.
DiL-DiN ilişkilerinin gerçekte ne olduğunun bilinmesi, bugün
4
güncel bir önem taşımaktadır. Elinizdeki bu çalışma, DiN-DiL ilişkilerinin ulusumuzun geçmişinden bugününe nasıl bir çizgi izlediğini, ulusumuzun dilinin hangi dinsel kaygılarla nasıl bozulduğunu, bu bozulmanın ulusumuzun dinsel kavrayışını nasıl bulandırdığını, söz konusu etmektedir.
Araştırmalar sırasında, ulusumuzun dilinin dinsel kaygılarla bozulduğunu; bozulan dilin, dinsel kavrayışı da bozduğunu görüyoruz. "DiL, DiNDEN GITII.... DlN, DiLDEN GlTil..." sonucuna varıyoruz. Öyle ki:
BlR DiN SORUMLUSU, EGER DINI YANLIŞ ANIAMAIARDAN KORUMAK iSTiYOR iSE, DILIMIZDEN ARAPÇA-FARSÇA SÖZCÜKLERiN ATILIP, YERLERiNE ÖZ TÜRKÇELERiNiN KONULMASI lÇIN ÇALIŞMALIDIR. TüRKLERIN MÜSU.JMANLIGI YÜREKLERiNDE DUYUMSAYABILMELERININ ÖNÜNDEKi BiRiCiK ENGEL, TüRK DILl'NE SOKULAN ARAPÇA-FARSÇA SÖZCÜKLERiN TA KENDiLERiDiR. Bunun nasıl böyle olabildiğini incelememizin sonunda birlikte göreceğiz ...
Yalnızca bir giriş tadımlığı olarak, Türklerin kimi Arapça sözcüklere yanlış anlam yüklemekten dolayı din anlayışlarının da bozulduğu saptamasını, Mehmet Akif Ersoy'da da gördüğümüzü belirtelim. Mehmet Akif, ülkemizdeki tüm dini odakların dine bağlılığını onayladıkları, müslüman bir düşünür. Akif şunları söylüyor:
"Biz Müslamanlar, ben öyle görüyorum, Allah ile pek laubaliyiz! Zannediyoruz ki, Cenab-ı Hak oturduğumuz yerden isteyivermekle hatırımız için ilahi kanunlarını değiştirir... Zavallı bizler!.." Sana emeksizce yaşamak, çalışmaksızın amacına erişmek hakkıl\ı, böyle bir ümidi kim veriyor? Müslümanlık galiba!? Belki. Öyle ya, Müslümanlar Allah'ın sevgili kullandır!... "Hani Müslümanlık bir uhuvvet husule getirecekti? Nerede? Bugün Müslümanlar kadar müteferrik, müteşettit bir millet var mı? Her tarafta Müslümanlık cehalet, Müslümanlar ise sefalet içinde mahvolup gidiyor. "Müslümanlık bize dünya için bir hayat-ı tayyibe va'd ediyordu. Neye vermedi? işte hep bizim cehaletimiz yüzünden ... Müslümanların hepsi cahil; Arab'ı cahil, Türk'ü cahil, Kürd'ü cahil, Arnavud'u ca-
5
hil... Hepsi cahil. Hepimiz igvaata kapılıyoruz. (Kandınlabiliyoruz)" "Hani, müminler kardeş idi?" "0 halde nedir Müslümanların bu hali? 350 milyon mu, 400 milyon mu, Cihanda bu kadar Müslüman var, şarkta var, garpta var... Şimalde var, cenupta var ... Hepsi hir· man içinde yaşıyorlar." "Biz diyoruz ki, 'Müslümanız o halde Allah bize tevfik vermelidir' ... Demek sen Müslümanlığınla Allah'ı minnet altında bırakmak istiyorsun?! Ne kadar cüret! Ne kadar hamakat (ahmaklık)!" "Doğrusu, dünya dünya olalı, gafletin cehaletin, körlüğün, sağırlığın bu mertebesi ne görülmüş, ne işitilmiştir! Doğrusu, cehlin bu derecesi de mutlaka tahsil ile elde edilmek lazım gelecek!" "Ah, biz alık Müslümanlar!" "Nasıl olmuş da bu kadar azim bir kitlenin umumu birden kötürümler gibi, hisden, hareketten mahrum kalmış?"
Görüleceği üzere, Akif'in Müslümanlara söylediği bu sözler, öyle yenilir yutulur türden değildir. Üstelik Akif şimdiki Müslüman eleştirmenleri gibi, diyeceklerini kitaba yazıp, kendisi saklanan türden biri değildir. Yukarıdaki sözler, onun camilerde cemaatin yüzüne karşı yaptığı konuşmalardan alınmıştır. Akif, Müslümanların yüzyıllarca süren bir uyuşukluk içinde mayışıp kaldığını, Müslümanların yüzüne karşı, üstelik camide haykırmıştır. Akif, bunun neden böyle olduğunu da anlamaya çabalamıştır. Nedenlerden birini sezgileriyle yakalamış, ancak üzerine gitmemiştir. Bakın neler söylüyor:
- "(Kur'andaki) "Kanaat" (sözcüğünü), "Tevekkül" (sözcüğünü), sabır (sözcüğünü)... HEPSiNi YANLIŞ ANLADIK... "Sabır" (sözcüğünün anlamı) nedir? .. Bize göre 'Sabır', suret-i mutlakada 'katlanmak' demektir. Neye katlanmak? Her şeye!.. Daha doğrusu katlanılmayacak şeylere! Mesela zelil (aşağılık) olmaya, hakaret görmeye, döğülmeye, söğülmeye; özetle insanlık onurumuzu lekeleyecek musibetlerin hepsine!.. AMAN YARABBi! KUR'AN NE SÖYLÜYOR, BiZ NE ANLIYORUZ! SABIR KATLANMAK DEGIL, GÖGÜS GERMEK (Önlemek)TIR. Neye göğüs germek? Sonunda katlanılmayacak acılara katlanmak ıztırabına mahkum olmamak için, ÖNCEDEN HER TüRLÜ ŞEDAIDE, HER TüRLÜ MEZAHlME, MERD· CESINE, iNSANCASINA GÖGÜS GERMEK ... Hele "TEVEKKÜL"? Hiç
6
bizim anladığımız mahiyette mi? ''TEVEKKÜL", Kur'an'ın gösterdiği, Hadis'in gösterdiği "TEVEKKÜL" (sözcüğünün anlamı), bütün esbaba sarıldıktan (Tüm yollan denedikten) sonra olan tevekküldür."
BiZ CEHALETiMiZ YÜZÜNDEN DiNi BU HALE GETiRDiK. DiN DE BiZi BU HALE GETiRDi. ISLAM DiNi, BiR MiSKiNLiK (UYUŞUKLUK) DiNi OLDU!"
(Bkz: Mehmet Akirin Kur'an'ı Kerim Tefsiri-Mev'ıza ve Hutbeleri-s. 117 vd.)
Son sözler, üzerinde oldukça düşünülmesi gereken somut bir gerçeğin dile getirilişidir. "DiNi BiZLER BU HALE GETiRDiK. DiN DE BiZi BU HALE GETiRDi" diyor Akif! ..
Akif'in çığlığında, DIN'in DiL ile karşılıklı etkileşiminin yol açtığı bozunumlar, Kur'an'da geçen kimi sözcüklerin anlamının süreç içerisinde kaymaya uğramasının dini yanlış anlamaya yol açtığının vurgulanması var ... Ben ise, "DiLiMiZi DiN BiLGiÇLERi BOZDU, DiN iSE, BOZUIAN DiLiMiZ YÜZÜNDEN BOZULDU", diyorum ... Elinizdeki bu araştırma, dilimizin bozulma sürecini, bu bozulmaya yol açan etkenleri konu edecek. Sonra da dini doğru anlamanın, ·ancak dili özleştirmekle, sağlığına kavuşturmakla gerçekleşebileceğini, somut belgeleriyle ortaya serecektir.
7
"KUTSAL SAYHANIN GÜLÜNÇLEŞTİRİLMESİNİ ÖNLEME KAYGISI "NIN, ARAPÇA, FARSÇA SÖZCÜKLERİN TÜRKÇEYE GİRMESİNDEKİ
ETKİSİ ÜZERİNE
- I -
Bütün toplumların dillerinde, ilişki kurdukları toplumların dillerinden sözcükler bulunur. Sözgelimi, kimi Ingiliz denizcilik terimleri, bu dile Arapça'dan geçmiştir.1 Endülüs Emeviler dönemindeki Arap-Ingiliz ilişkileri bize bu gibi sözcük alıntılarını açıklar. Ancak, lngiliz anne-çocuk ilişkilerinde Arapça sözcüklere yer yoktur. Türkçe'de ise, Arapça, Farsça sözcükler, Türk anne-çocuk ilişkilerine değin gi miştir. Bu durum, sözcük alış-verişinin yalnızca küçük oranda kalmadığını, Araplarla ilişkileri sonucu Türklerin dilinin önemli oranda yabancılaştığını düşündürmektedir.
Kişi, durup dururken yabancı sözcükleri kendi diline doldurmaz. Tersine, kişi, yabancı dilleri önce küçümser. Kendi dili ona yeryüzünün en sevecen, en sıcak, en kolay, en doğru dili gibi gelir. Eğer çevresinde anlayamayacağı bir dille konuşulmaya başlanırsa, kişi ilk elde bunu doğaçtan yadırgar; itici, sevimsiz bulur. Tepkisini, bu yabancı konuşmaları abartılı öykünmeler yaparak gülünçleştirmek yoluyla dışavurabilir. Sözgelimi: "Fang, fing, fonglar!" der. Ya da kızar. Anlayamadığı bir dille konuşulmaya başlanıldığında, o ortamdan sıkılır. Bunun içindir ki; yabancı sözcükler bir toplumun anne-çocuk ilişkilerine kolaylıkla giremez. Anne çocuk ilişkilerinde doğaçtanlık egemendir ki, hiçbir ana yabancı sözcüklerle doğaçlama yapmaz ...
Bir toplumun anaları, kendi öz çocuklarını yabancı bir dilden almış sözcüklerle sevip okşamaya başlamışlarsa, bu durumda, ya-
9
hancı toplum ile ilişkiler, ANA DiLDE, [ANNENiN DiLiNDE) bir yabancılaşmaya yol açmış demektir. Bir Türk kadını, çocuğuna, Türkçe: "YARAMAZ!" diyeceği yerde, Arapça: "HAYLAZ" diyor ise; Türk evinde konuşulan sözcükler önemli ölçüde Arapça, Farsça ise; bu durum yalnızca uluslararası alış-verişle, ya da inanç birliği ile açıklanamaz. Çok doğru yapıp başlangıçta Müslüman olmayı Arap olmaktan ayrı sayan Türkler, Müslüman olur olmaz Araplaşmış değillerdir. Corci Zeydan, "MEDENIYET-1 ISLAMIYE TARlHl"nde: "Türkler (başlangıçta) daima Türkçe konuşurlardı. Bazan Arapça'yı öğrenirler, fakat tekebbür saikasıyla (büyüklük taslayarak) Arapça konuşmak istemezlerdi. Hatta Türkler kendi dillerini Araplara öğretmek için sözlükler bile meydana getirmişlerdi. Abbasiler Devrinde, anası Türk olan Halife Mu'tasım'ın çağrılısı olarak Bağdat'a gelen Türklerin, kısa bir zamanda erklerini artırarak egemenliği sağlamaları, Türk Dilinin sürümünü arttırmış, Araplarda, Farslarda Türklere yaranmak için Türkçe'yi öğrenmek isteği uyanmıştır."2 diyor. Gerçekten de Türklerin Araplarla ilişki kurdukları ilk dönemde, ulusal kişiliklerini korumaya özel bir önem verdikleri görülür. Dillerini koruma konusunda oldukça duyarlıdırlar. öyle ki bir Türk boyu, öteki Türk boylarının dillerinde bulunmayan yabancı bir sesi (H) kendi dilleri kattılar diye, Türk sayılmamaya başlanmıştır: "Xotanlılarla Kençekliler, kelimenin önünde bulunan "E"leri "H"ye çevirirler. Türk dilinde bulunmayan bir harfi kattıkları iÇiN, biz onları Türk saymıyoruz!" diyor Kaşgarlı Mahmud.3 Diğer Türkler "baba"ya "ATA" deken, bunlar kalkıp "HATA" demeye balamışlar! Bu nedenle, öteki Türkler bunları Türklükten atıvermiş!.. Türklerin, uzak geçmişte ulusal kişiliklerini, dillerini bu ölçüde koruyan bir toplum oldukları kesin olduğuna göre, Müslüman olduktan sonra bile uzun yıllar bu davranışlarını sürdükleri bilindiğine göre; nasıl olup da sonradan "ANAIARININ
10
DiLLERi BiLE ARAPÇA, FARSÇA EGEMENLIGINE GiRMiŞ BiR TOPLUM"a dönüştükleri, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Nasıl olup da Türk anası, kendi çocuğunu Arapça, Farsça sözcüklerle sever, okşar, oynatır, uyutur olmuştur! ..
Burada, bir dilden öteki dile olağan düzeyi aşmayan ölçüde bir sözcük karışımı değil, "ANANIN DiLiNiN YABANCILAŞMASI" gibi önemli bir dönüşümden söz ediyoruz. Bunu yalnızca "Arapların dinsel inançlarının Türklerce benimsenmiş olmasının doğal sonucu" olarak göremeyiz. Nedeni şu ki, yapılan ilk Kur'an çevirilerinde Arapça, Farsça sözcük oranı neredeyse yüzde yarımdır (250'de 1). Türkler, benimsedikleri dinin Arapça kutsal yazılarını, neredeyse bire bir oranında Türkçe'ye çevirmişlerdir. 1000 yıllarında yapıldığı uzmanlarınca saptanan bir Kur'an çevirisi, Istanbul Türk ve lslam Eserleri Müzesinde 73 numara ile korunmakta olup, Karahan Türkçesiyle bütün eksiksiz bir çeviridir. Kur'an'daki bütün Arapça dinsel terimler, deyimler, bu çeviride Türkçeleştirilmiştir.4
Bu Türkçeleştirmenin ne ölçüde başarılı olduğu değil, salt Türkçeleştirilmiş olması konumuz açısından önemlidir. Demek ki Türkler, benimsedikleri dinin Arapça Kutsal-yazılarını en başında kendi dillerine bütünüyle Türkçe sözcüklerle çevirecek denli, kendi dillerine de, benimsedikleri dini anlamaya da önem vermiş kişilerdi. iyi de, sonra neler olmuş olabilir ki Türk analarının dili bile Arapça'ya, Farsça'ya dönmüştür! ..
Bunun kaynaklarını, nasıl gerçekleştiğini anlayabilmemiz için bir ipucu olabilir düşüncesiyle, 1050 yıllarında Araplara Türkçe öğretmek için yazılan "Divan-ı Lugat-it-Türk"ten bir alıntı veriyorum: (Böyle "yüzkızartıcı" bir alıntı seçtiğim için bağışlayınız, konumuz bunu gerektiriyor.)
[SİK: Erkeklik aygıtı... Mahmud der ki: Tanrı'nın kitabına karşı saygı ve ululama olmak üzere -Türklerden bilgisiz erkek ve
1 1
kadınlar yanında -Kur'an okuyan kişi: "ve atet külle vahidetin minhünne &kiynen ... " "ma yefteh Allahü lilnasi min rahmetin fela mümSlKe leha ve mayümSlKü ... " ayetlerini okurken, sesini kısmalıdır. Çünkü, onlar bu ayetlerin anlamını bilmediklerinden, kendi dillerindeki anlama alırlar ve GÜLERLER. Bu yüzden günaha girerler. Yine bunun gibi: "in haza illa ehI114li.un" ayeti okunurken dahi sesin kısılması gerekir; çünkü Türk dilinde TİLAK kadının kadınlık aygıtıdır. Bunculayın -bilgisizOğuzlar yanında: "min el müzki Mı nahnü ... " ayeti okunurken, Arapça'da soru edatı olan :4M: kelimesi de yavaş sesle okunmalıdır. Çünkü onların dilinde �. kadınlık organıdır. Kelimenin anlamına vakıf olanlara nasıl okunursa okunsun, zararı yoktur." (1.nci cilt-s, 334)
Burada, açıkça, "KUTSAL SAYILAN"IN GÜLÜNÇLEŞTlRlLMESlNl ÖNLEME KAYGISI" görülmektedir. Kutsal ortamda kullanılan şu ya da bu sözcüğün, gülünç ya da utanç verici anlamda kullanılan başka sözcükleri çağrıştırması, yalnızca kimi Arapça sözcüklerin Türkler üzerinde yaratacağı bir etki değildir; Kur'an'da geçen kimi sözcükler, doğrudan Arapların kendilerine de kullanım amacından başka yan anlamlar çağrıştırabilir. Bu durum, bütün dillerde yaşanır. Kişi gülünçleştirmek isterse, buna nasıl engel olunabilir? Kişioğlu yeryüzünün neresinde olursa olsun, nece konuşursa konuşsun, gülünçleştirmek istediği kişinin "ağzına öykünerek" onun konuşmalarını gülüşme konusu yapabilir. Ortaoyununda sıkça yapılırdı bu. Meddahlar, konuşma biçimlerini abartarak, gülüşmeyi sağlıyorlardı. Günümüzde bile böyle yapılıyor. Demek ki bir Türk, benimsediği dinin Arapça Kutsal Yazılan okunurken duyduğu kimi Arapça sözcükler kendisine Türkçe'deki kimi gülünesi, kimi utunalası sözcükleri çağrıştırdığında; gülebilir, kutsal ortamı bozabilir; ancak bu durum, o Türk'e, bu Arapça yazıların Türkçe çevirisi oku-
1 2
nurken de ortaya çıkabilir. Bu, din görevlileri açısından olduğu ölçüde, inanırlar açısından da istenmeyen, önlenmesi gerekli sayılan bir durumdur. Son kertede doğal bir kaygıdır. Kimse, kutsalıyla dalga geçilsin istemez. Bu, yalnızca din alanında değil, başka alanlarda da böyledir. Öğretmen öğretirken; öğrenci, öğretmenin sözlerini gülünçleştirirse, öğretmen doğal olarak karşı çıkar; böylesi bir durumun oluşmaması için önlemler alır. işte, Türkler Müslümanlığı benimsedikleri ilk yıllarda, Arapça Kutsal Yazıların bütününü Türkçe'ye çevirmiş olmalarına karşın; sonraki yıllar içerisinde giderek bu çevirilerdeki Arapça, Farsça sözcük oranının artması, bir ölçüde. "KUTSAL SAYH.AN SÖZLERiN GÜLÜNÇLEŞTIRILMESINI ÖNLEME KAYGISl"nın bir ürünü oluyor. Kur'an'ın sözcük dağarcığı, (Kur'an sözlüğündeki sözcük sayısı) 2500'e yakındır. ilk Türkçeye çevirisinde bu 2500 Arapça sözcüğün 2490'ına Türkçe karşılık bulunmuşken, bu sayı, süreç içerisinde yavaş yavaş azalmış, bugün ise, Kur'an çevirilerindeki Türkçe kökenli sözcük sayısı, yüzde 20-30 lara düşmüştür. Bu durumu açıklamak üzere birçok nedenler sayılmıştır. Söz konusu ettiğimiz neden üzerinde pek durulmamıştır. Ben, bunun da bir neden olduğu düşüncesindeyim.
Bir sözcük, 'güldürücü'lerin dillerine dolanmaya görsün! O sözcük artık Erdem Öğretilerinde kutsal konularda kullanılamaz olur. işte, ilk Türkçe Kur'an çevirilerinde kullanılan pek çok Öztürkçe sözcük, Türk yaşantısının doğal akışı içerisinde, Türk 'güldürücülüğü'nün ya da Türk Sövgücülüğü'nün özel deyimleri konumuna girmiş; bu sözcükler giderek yalnızca o alanlarda kullanılır olmuş; sonuçta artık Kur'an çevirilerinde ya da 'Erdem Öğretileri'nde kullanılamaz olmuştur. Bu olguya örnek olarak, 15.nci yüzyılda yapılmış bir Kur'an çevirisinden şu alıntıyı verebiliriz:
13
"Dakı ol vakt kim YARAK eyledi anlara YARAKLARI-Y-IA .. " O yüzyılda Türkçeye çevrilmiş bir başka Dinsel Erdem Öğretisinden:
"Bes Resul Aleyhisselam çeri YARAGIN YİDİ, ashap külli YARAKLANDIIAR!6" Bir başka Dinsel Öğreti'den:
"Her kimse kim müezzin avazın işitse, ana cevap tizcek verip andan yana varmağa YARAKLANMASA .... "7
O yıllarda, camilerde namazdan önce el-yüz-ayak yıkanacak olan yerlere de NAMAZA YARAKLANMA YERİ 8 deniyordu. Demek ki bu sözcük, bin yılı aşkın bir süre boyunca - 18. yüzyıla değin-Türkler arasında en ufak bir utanç verici çağrışım dahi uyandırmıyordu. Türk, bu sözcüğü duyduğunda, başka yüz kızartıcı nesneler düşlemiyordu. Bu sözcük, TEMiZ idi, 18. yüzyıla dek de temiz kaldı. Ancak, günümüzde bu sözcük Kur'an çevirilerinde, Erdem Öğretileri'nde gündelik konuşmalarda kullanılamaz olmuştur. Çünkü, bu sözcük Türk sövgücülüğünün özel bir deyimi olup çıkmıştır. Bu nedenle eskiden bu sözcüğün kullanıldığı durumlarda, şimdi Arapça'sını kullanıyoruz: HAZIRLIK, TECHİZAT!
Bir öztürkçe sözcük, Türk sövgücülerce kapıldığı için, yerine Arapça'sı kullanılmaya başlanmış. Peki niçin Arapça'sı?.. Niçlıı onun yerine bir başka Türkçe sözcük kullanılmamış?
1000 yıl önceleri, secde etmek anlamına gelen öztürkçe "YüKÜNÇ" sözcüğü, kimi Türklerce "YüKÜNÇ ETMEK" kimi Türklerce "YÜKÜNÇ KILMAK" diye söyleniyordu. Oğuzlar KILDI demiyorlar. Çünkü KILMAK oğuzlarca kadınlarla çiftleşmek anlamına da kullanılıyor. Bu nedenle Oğuzlar, YÜKÜNÇ KILMAK (Namaz kılmak) demiyorlar, YüKÜNÇ ETMEK diyorlar. Bir Oğuz'a "YÜKÜNÇ KIL" denildiğinde, utanıyor, yüzü kızarıyor. YüKÜNÇ ET denildiğinde ise, kutsallığı bozulmuş olmuyor. Ancak, öteki Türklerde durum tersi. KILMAK sözcüğü Oğuzlardan başkalarınca kadınlarla çiftleşmek anlamına da kullanılmadığı için, öteki
14
Türkler, KILMAK sözcüğünü dinsel alanda da kullanabilmektedirler. (Bkz: Divan'ı Lugat-it Türk-Cl, s 171)
Benzer biçimde, Türkler kendi dillerindeki kimi sözcükleri Dinsel alana özgü sayıp onu başka alanlara bulaştırmamak gibi bir eğilimi, YALAVAÇ-YALAFAR örneğinde de göstermişlerdir. Arapça RESUL sözcüğü, genel anlamda ELÇi, GÖNDERILMIŞ anlamlarına geliyor. Kur'an'da RESUL sözcüğü, Tanrı'nın Elçisini adlandırdığı gibi, kişiler arasındaki elçiliği de nitelendirmek üzere kullanılmıştır. 1000 yıl önceki Türkler, kendi dillerinde kişinin kişiye gönderdiği elçi anlamına gelen "YALAVAÇ" sözcüğünü Tanrı'nın kişioğullarına gönderdiği Elçilere de ad olarak kullanmaktan çekinip, kutsal sayılan ile, kutsal sayılmayan arasındaki nitel ayrılığı dilde gösterebilmek üzere, kişiden kişiye elçiler için "Yalavaç", Tanrı'dan kişioğullanna gönderilmiş elçiler için ise "YALAFAR" sözcüğünü kullanmışlardır. Türkler YALAFAR sözcüğünü, sonradan - ancak yine kendi öz dillerinden - kutsal kavram gereksinimiyle türetmişlerdir. O yıllarda Türk dilindeki "KIRGAG" sözcüğü, Hakanların elleri altındaki görevlilere kızmasını dile getiriyordu. Türkler Tanrı'nın kullarına kızması ile, Hakan'ın çevresindekilere kızmasını birbirinden ayırdetmek üzere, Tanrı'nın kızmasını "K.ARGAK" sözcüğüyle adlandırmış, yine kutsal olan ile olmayan arasındaki ayrılığı kutsal alanda kullanılmak üzere özel yerli sözcükler türeterek, dillerine yansıtmışlardır. (Bkz: Age-c 1 1, s 288)
Demek ki Türkler, bin yıl önceleri kendi dillerinde kutsal alana özgü deyimler, kavram adları üretebiliyorlardı. Kutsal alana özgü deyimleri Arapça'dan ya da başka dillerden almak için özel bir çaba içerisinde değillerdi. Şimdi ise, kutsal alana özgü bütün sözcükleri Arapça'dan, Farsça'.dan edinmiş durumdayız. Bu ise, belli bir dönemeçten geçirildiğimizi gösterir. Dilimize tutkun-
15
luğumuzun, bir evrede, bir biçimde yıkıldığını gösterir. Gündelik alanda çok örselenen kimi sözcüklerin Kutsal alanda
kullanılmasının yakışık almadığı durumlar, bütün dillerde yaşanabilir.
Böyle bir durum Tanrı Elçisi Muhammed'in başına da gelmiştir. Kur'an'da Bakara Suresi, 104. ayetinde: "Ey iman edenler, RAİNA
, demeyin UNZURNA deyin ve dinleyin ... " buyruğu �ardır.9 Arapça RAİNA-UNZURNA sözcükleri, Türkçe'deki GÖRMEK-GÖZETMEK sözcükleri gibi yakın anlamlıdırlar. Kimi yorumculara göre, RAİNA sözcüğü "KUTSAL SAYILANI GÜLÜNÇLEŞTIRICILER"ce aykırı bir anlama çekildiği için, Kur'an'da onun yerine yakın anlamlı bir başka Arapça sözcük kullanılması buyurulmuştur. Ancak başka, (yabancı) bir dilden sözcük önerilmemiş. Öyle ise, Türkler niye aykırı anlama çekilen bir Türkçe sözcük yerine, yakın anlamlı bir başka Türkçe sözcük koymamışlar da, gidip Arapça'sını koymuşlar? Kimbilir, Arapça'sı koyulursa, bu Arapça sözcükler sövgücülerin dil kemirgenliğinden korunabilir, diye düşünmüşlerdir. Ancak, şurası kesin ki, YARAK sözcüğü yerine DONATIM ya da GEREÇ gibi Türkçe sözcükleri değil de, kalkıp Arapça HAZIRLIK, TECHİZAT sözcüklerini kullanmamızı, bize Araplar buyurmuş değildirler.
Savımızı tanıtlayan bir başka olgu, başına benzeri bir iş gelen "BAGIRSAK" sözcüğümüzdür. BAGIRSAK sözcüğü, 1000 yıllarındaki Kur'an çevirilerinde, 'Erdem Öğretileri'mizde, Arapça MERHAMET, RAHMANİYYET kavramlarının eşanlamlısı olarak, son kertede yaygın biçimde kullanılıyor, yaşıyordu. O yıllarda, biri BAGIRSAK, öteki BAGURSUK olmak üzere, söylenişleri benzer, anlamlan ayn iki sözcük vardı. BAGURSUK, bildiğimiz sindirim aygıtının adıydı.10 BAGIRSAK ise, ana karnındaki çocuğu besleyen göbek BAG"ı, yaşam BAG'ı kavramlarıyla da, göğüs, BAGIR (Bağnna basmak) olgularıyla da ilintili bir sözcüktü ki, Arapların
16
RAHM, RAHİYM sözcükleri de işte bu kavram alanını dile getirmektedir. Arapça'da RAHİM, Türkçe'deki BAGIRSAK gibi, bebeğin ana karnındaki yaşamını göbek bağı yardımıyla, güven içinde sürdürdüğü yere gönderme yapan, türev bir sözcüktür. Ayrıca "Bağrına Basmak" ile de ilintilidir. BAGIRSAK KİŞİ deyimi, "merhametli insan" anlamıyla, 1000 yıllarındaki Türk 'Erdem Öğretileri'nde çok kez kullanılmış, erdem alanına özgü kılınmış, özel bir deyimdi. (işte: Kutadgu Hilig). ilk Kur'an çevirilerimizde de bu sözcük BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİYM'in Türkçe karşılığı olarak kullanılmıştır: "OL BAGIRSAK TANGRININ ADIY-LA!. ."
Sonralan bu sözcük, Kur'an çevirilerimizden de, 'Erdem Öğretileri'mizden de yok oluvermiş! Kanımızca bunun nedeni, "BAGIRSAK" sözcüğünün, benzer tınılı BAGURSUK sözcüğünü çağrıştırması olup, bu çağrışımın da "KUTSAL SAYILANI GÜLÜNÇLEŞTIRICI" bir işleve açık olmasıdır. Bugün artık BAGURSUK sözcüğü unutulmuş, sindirim aygıtını nitelemek üzere BAGURSUK yerine BAGIRSAK sözcüğünü kullanır olmuşuz; bu yüzden bu sözcüğü bir Erdem niteleyici olarak kullanamamaktayız. Ancak, bunun yerine de başka, yakın anlamlı bir Türkçe sözcük bulmak ya da yeni bir öztürkçe sözcük türetmek yerine gidip Arapça'sını almışız! Böylece erdem alanının özel deyimlerini kapıp onları kendi alanlarına özgü kılan 'dil kemirgenleri'nden "korunmuş" bir sözcük edinmişiz: MERHAMET!..
işte, böyle böyle, Arapça, Farsça sözcükler Türk analarının bebekleriyle ilişkilerine değin sokulmuştur. Artık Türk anası, bebeğinin mamasını YARAKLAYAMAZ! Olsa olsa-Arapça bir biçimde - HAZIRLAYABİLİR. Türk çocuğu, sınavlarına - Türkçe bir biçimde - YARAKLANAMAZ! olsa olsa - Arapça bir biçimde - HAZIRLA-NABİLİR. Türk anası, öz çocuğuna karşı-Öztürkçe bir biçimde BA-
17
GIRSAK olamaz! Arapça bir biçimde MERHAMETLİ olur... Cengiz der ki: "TÜRKLER ISLAMIYET'I BENiMSEDiKTEN SONRA,
SALT lSIAMlYET'IN ETKISIYLE, SALT BU DIŞ ETKiYLE, ARAPÇA FARSÇA SÖZCÜKLER TüRKÇE'YE BOL BOL GiRMiŞTiR." gibi bir açıklama, üstünkörü, yüzeysel bir açıklamadır. Çünkü; "Nasıl?" sorusuna yanıt vermez ... "Ne oldu?" sorusu, "Nasıl oldu?" sorusuyla ardarda gelir. Nasıllık bilinmeden, olgu çözümlenmiş sayılmaz ...
Sözcüklerin de bir yaşamı vardır. Sözcüklerin de başlarına iyi ya da kötü işler gelebilir. Gençliğinde el üstünde tutulan kimi sözcükler, yaşlandıklarında itilip kakılmaya haşlanabilirler. Başlangıçta seçkinlerin dudaklarında dolaşan sözcükler sonralan yalnızca ayak takımının diline düşebilir. Nasıl 'hayatı kayan' insanlar varsa, işte öyle 'anlamı kayan' sözcükler vardır. Bir sözcük, seçkinlerin konağında yaşarken, günün birinde dilenci çetelerince kaçırılıp, eli kesilir, gözü oyulur; sonra da dilendirilebilir. Gözlerini, seçkin konağında açan bir sözcük, yaşamını Hacı Hüsrev'de ya da Sulukule'de sonlayabilir. Kendi doğdukları ülkede görklü olmayan sözcükler; yabancı bir ülkeye gittiklerinde, yıldızlan parlayabilir; yabanellerde en büyük saygıyı görebilirler!
Sözcüklerin yaşam çizgisinin değişmesinde; güldürücülerin, sövgücülerin azımsanmayacak bir etkisi vardır. Bunlar kendi amaçlarına uygun özgün sözcükler yaratmak yerine, analarının dillerinden kimi an sözcükleri aşırır; sonra da bu sözcüklere analarının ,.yüzleri kızarmaksızın kullanamayacakları başka anlamlar yükler; sonunda analarını artık bu sözcükleri kullanamaz duruma düşürürler. Onların aşırıp kirlettikleri kimi sözcüklerin yerine, başka an sözcükler bulma işi, inanın kolay değildir. Bulunan an sözcüğün yeniden kirletilmesini önleme kaygısı da vardır. işte bu kaygı, kirletilmiş Türkçe sözcükler yerine Arapçalarının alınıp konulmasında etkili olmuş olabilir.
18
Dilimize sokulan bunca Arapça-Farsça sözcüğün tümü de bu kaygı ile dilimize alınmış değildir; bunu biliyoruz. Bunun bir çok nedeni var. Ancak, bu nedenlerden biri, şimdiye dek gizli kalmışsa bunu açığa çıkarmak da görevimizdir.
19
ARAP DİLİNİ KUTSALLAŞTIRMA ÇABAIARI'NIN ARAPÇA FARSÇA SÖZCÜKLERİN
TÜRKÇEYE GİRMESİNDEKİ ETKİSİ ÜZERİNE
-il-
Ayı, yavrusunu severken, vura vura öldürürmüş! Kimi ulusçuların ulus sevgisi, ayının yavrusunu sevmesine benzer.
Bağnaz ulusçuluk, ulusların kimi üyelerinde görülen bir tutarık. (manyaklık)tır. Bu kişiler kendi uluslarını öteki uluslardan yüce, kutsal sayarlar. Böyle kişiler için, kendi uluslarının dili de, öteki ulusların dilinden yücedir. Bunu kanıtlayabilmek için didinirler. Yapay gerekçeler uydururlar. Kendi dillerinin en esk� en yetkin, en engin dil olduğunu kanıtlama çabasına düşmüş Türkler olduğu gibi, Araplar da vardır.
Aşın Arap Ulusçuları, Arapça'nın öteki dillerden yüce bir dil olduğunu kanıtlayabilmek için; "Tann'nın kişioğullarına -özellikle!Arap Dili'yle seslendiğini" öne sürerler. Bu onların "en sağlam" (?) gerekçeleridir. Öteki uluslardan çoğu Müslümanları da, bunun doğruluğuna kandırmışlardır. Doğaldır ki ancak kandırabileceklerini kandırmışlardır. Hepsini değil! Örneğin Müslüman Türk Bilgin Biruni, Arap Dili'nin, yazısının yüceliğini
· yadsımıştır. Ona göre Arap yazısı, Bilim dili olarak kullanılamaz niteliktedir. Çünkü bir matematik kesinlikten yoksundur.1 Ben, Biruni'nin bu gerekçesini doğru bulmuyorum. Arap Dili'yle bilim yapılabileceği, Arap yazısıyla bilimsel yapıtlar verilebileceği, verildiği kanısındayım. Ancak, benim açımdan önemli olan, Biruni'nin sağlam bir Müslüman olmasına, öyle sayılmasına karşın, Arap dilinin, yazısının kutsallığına inanmayışıdır; Arap Dili'nin öteki dillerden üstün, yüce oluşuna inanmayışıdır ki, ben de bu kanıdayım.
21
Gerçek şu ki; "Tanrı'nın kişioğullarına Arap Dili'yle seslendiği, bu nedenle de Arap Dili'nin kutsal bir dil olduğu" düşüncesine kapılmak için, Arap Ulusçusu olmak dahi gerekmez. Bilinç düzeyi yetersiz bütün Müslümanlar böyle bir düşünceye saplanabilirler. "Bilinç düzeyi yetersiz Müslüman" nitelemesini özellikle kullanıyorum. Çünkü, eğer bilinç düzeyleri yeterli olsaydı, bağlandıkları Kutsal-Yazı'da böyle bir niteleme bulunmadığını bilirlerdi. Müslümanlığın Kutsal Bildirgesinde (Kur'an), Tanrı'nın pek çok topluluğa, çeşitli dönemlerde, pek çok Elçi gönderdiğini; Tanrı'nın bu Elçilere özel bir dille değil, kendi uluslarının o yıllarda kullanageldikleri dille bildirimde bulunduğunu, bilirlerdi. T. E. (Tanrının Elçisi) Musa, Arapça konuşmuyordu. T. E. Isa, Arapça konuşmuyordu. T. E. Yusuf, Arapça konuşmuyordu. T. E. Nuh, Arapça konuşmuyordu. T. E. lbrahim, Arapça konuşmuyordu. T. E. Muhammet ise Arapça konuşan ilk, tek Elçi olduğuna göre, öteki Elçilerin tümünün de dilleri başka başka idi. Tanrı, T. E. Muhammed'in dışındaki bütün Elçilere, onların kendi toplumlarının konuştuğu dillerle bildirimde bulunduğuna göre; Arap Dili'nin, Arap yazısının, "Tanrı onu diğer dillerden üstün saydığı için yeğlediği bir dil" olmadığı açıktır. Dinsel bilinç düzeyi yeterli bütün Müslümanlar, bu gerçeği bilmektedirler.2 Ancak, yine de f\rap yazısının dilinin kutsal olduğu; kişioğlunun Tanrı'ya yalnızca bu dille seslenmesi gerektiği; eğe!._'.!'a�rı'ya Arapça'dan başka bir, .Q!lle seslenirse, bağışlanması olanaksız bir suç yapmış sayılacağı düşüncesi bilgisi yetersiz Müslümanlarda egemendir.
işte, Türk Dili'ne Arapça sözcüklerin girmesinin bir nedeni de bu yanlış inanış olmuştur: ARAP DiLiNi KUTSALIAŞTIRMAK!..
Bir önceki yazımızda, Türklerin öz dillerini korumaya Müslüman olduktan sonra bile özel bir önem verdiklerini Müslümanlığı benimsemelerinin üzerinden iki yüzyıl geçmesine
22
karşın, (XI. yy. da bile) dillerinin katışıksızlığını büyük ölçüde korumuş olduklarını; benimsedikleri dinin Kutsal Bildirgesini bütünüyle Türkçe'ye çevirdiklerini, belirtmiştim. Türklerin yabancı dillere karşı yadırgayıcı tutum içinde olduklarını da sergilemiştim. "Sonra ne oldu ki bugün Türklerin . .dilleri böylesine yoğun bir biçimde Arapça-Farsça sözcüklerle doldu?" sorusunun yanıtlarından biri de, Türklere Arapça'nın kutsal bir dil olduğu savının benimsetilmesidir. Bu benimsetme işinde Araplardan çok, Türk olanların etkisi büyük olmuştur. Sözgelimi Ünlü Türk Dilcisi Ali Şir Nevai, Türkleri Arap Dili'nin üstünlüğüne inandırmaya çalışmış kişilerden biridir.
Ali Şir Nevai'ye göre: "ARAP DİLİ, seçkinlik ve yüksekilik bakımından dillerin en ile
risidir. Bu nokta üzerinde hiç kimsenin aykırı düşündüğü ve aykırı bir dava güttüğü· yoktur. Çünkü Tanrı, Kur'an'ı bu dille indirmiştir; peygamberlerimizin hadisleri gene bu dil ile söylenmiştir; büyük velilerin, din ulularının ileri sürdükleri gerçek ve değimli düşünceler gene bu dil ile meydana gelmiştir."3
Ali Şir Nevai, Farsça'nın biricik yazı dili olarak benimsendiği bir dönemde tüm gücüyle Farsça'yı kötüleyip, Türkçe'yi yüceltmeye çalışmış; ancak söz Arapça'ya gelince Farsça'ya karşı dikilen boynu, Arapça önünde eğilmiştir. Arapça deyince, akan sular durmuştur. Nevai, Arap Dili'nin üstünlüğünü benimsemesine bir gerekçe olarak, Kur'an'ın bu dille yazılmış olduğunu söylemektedir. Ancak Arapların başlangıçta Kur'an ayetleri kendilerine okunduğu zaman, bu kutsal buyruklara da, T. E. Muhammed'e de, o Arap Dili ile sövdüklerini unutuvermiştir. "Peygamberimizin hadisleri bu dil ile söylemiştir." derken, dinden dönenlerin de Arapça konuşarak döndüklerini unutuvermiştir. Nevai, bir yandan Farsça'nın üstünlüğünü yadsıyıp, Türkçe'nin üstünlüğünü savunurken; öte
23
yandan Arapça'nın Türkçe'den de, bütün öteki dillerden de üstün olduğunu söylemiştir. Biruni ise, tersini düşünmektedir. O, "Arapça'nın kötülenmesini, Farsça'nın yüceltilmesine yeğ tutmaktadır."4 Arapların öteki uluslara, Arapça'nın öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları 'cahillikle'le, 'kafirlik' ile suçlandıran Ibn Kuteybe'ye karşı çıkan .Biruni, gerçekte AraP: ların daha "cahil" olup, Islam'a ayak diremede öteki uluslardan daha "şiddetli" olduklarını Kur'an'dan alıntılarla karutlamıştır.5 Biruf!i'ye göre, ulusların birbirlerine üstünlük taslamaları, boş bir davranıştır, kötüdür ...
Gelgelelim, yanlış düşünceler, bilgisiz kişileri çabuk etkiliyor. Bir toplumdaki bilgililer de, bilgisizlerden az oluyor. Bütün öteki toplumlar gibi çoğunluğu bilgisizlerden oluşan Türkler, Arap Dili 'nin kutsal olduğu gibi yanlış bir düşünceyi zamanla süreç içerisinde benimsemişlerdir. Bu yanlış düşünce onlara kimi Araplarca benimsetildiği gibi Türk olan kimi "aydınlarca" da benimsetilmiştir. Sonuçta, Türkler, pek çok Arapça sözcüğü.dillerine dolamış, bu sözcükleri kullanırken kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. KENDİ DİWRİNDE VAR OLAN KİMİ SÖZCÜKLERİ ATIP, YERİNE ARAPÇASI'NI GETİRMİŞLERDİR. Anlamını bilerek, yüreklerinde duyumsayarak kullandıkları: "Ol Bağırsak Tangrı'nın Adıyla!.." sözünün yerine; anlamını içlerinde o denli duyamadıkları, kendilerine bir tekerleme gibi gelen, salt kutsal bir anlamı olduğuna inandıkları için söylenmesinde yarar olduğunu düşündükleri: "Bismillahirrahmanirrahiym" sözünü kullanmaya başlamışlardır. Türkler, kendi dillerince; 'Y aratgan, türütgen, bağırsak Tangrı" dediklerinde; bu sözler onların anlaklannda köklü, yaşayan kavramları diriltiyordu. Tangn'nın "Bağırsak" olduğunu söyleyen Türkler; "Bağırsak" sözüyle, nesneye yaşam veren, kişioğluna da, yaşayan bütün diri varlıklara da devin-
24
me gücü veren, onların yaşaması için bütün gereksinimlerini sağlayan; tıpkı ana karnındaki bebeğe yaşamsal gereksinimlerini karşılayan göbek bağı gibi, yarattıklarını besleyen, büyüten, türeten bir Tangrı'yı düşünüyorlardı. Bu Türkçe sözlerin yerine Arapça: "Rahman, Rahiym Allah" sözlerini geçirince, Türk'ün imgelenıi�de bir boşluk oluşuyor, kökü bel�inde QUlunmadığ!_ için düşünü de kuramadığı bu Arapça sözlerin, yalnızca kutsal olduğuna güvenerek avunuyordu: Kutsal, ancak yabancı! imgelemde bir etkisi yok!... Bir Arap, "RAHIYM ALLAH" dediğinde, bu soyut sözcüklerin somut kökü onun belleğinde düşsel görüntüler olarnk var bulunduğu için anlamı anında gözünde düşleyebiliyor, gelgelelim, bu soyut Arapça sözlerin Arapça'daki somut kökleri Türk'ün belleğinde olmadığı için Rahiym Allah sözleri Tü ·k'ün imgelemini devindirmiyor, ışıldatmıyor, sisle kaplıyor; Türk, fangrı'nın Arapça Seslenişlerden sevinç duyduğuna inandırılmış olduğu için,' Arapça söylemekle 'Tangrı'ya kendini beğendirdiğini sanarak, göneniyor!..
900 yıl önce, Türkler, kendi öz dillerindeki "IDHI" sözcüğünü konuşmalarında kullandıklarında; imgelemlerinde "Eğitici", "Öğretici", "Bildirici", "Buyurucu" "Doğru Yolu Gösterici", AnaBaba'nın kendi çocukları üzerine titrediği gibi kişioğlunu kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliklere yönelten soyut bir varlık ışıldıyorken; Türkler Türkçe "IDHI" sözcüğü yerine Arapça "RAB" demelerinin Tangrı'yı sevindireceğine kandırıldıktan sonra; "ldhimiz Yarlığı!" diyecekleri yerde; "Rabbimizin fermanı" demeye başlamış. Ancak, Arapça "RAB", sözcüğünü kullandığında, Türk'ün düşünde, öz dilindeki "IDHI" sözcüğünün çağrıştırdığı anlam yüklü imge, uyanmamıştır. "RAB" sözcüğünü duyduğunda, Arap'ın imgeleminde oluşan kesin anlam; RAB sözcüğünü duyunca Türk'ün imgeleminde oluşamıyor! Çünkü Türk'ün dilinden kendi öz sözcüğü
25
olan "IDHl" koparılıp atılmış, unutturulmuş, yerine Arapça "RAB" sözcüğü konulmuş; böylece ışıltılı, yaşayan bir Türkçe kavram atılmış; yerine Türk için anlamı bulanık Arapça bir sözcük konulmuştur. Sonuçta; Türklerin Tangrı ile ilişkileri, kutsallık uğruna bulandırılmıştır.
Kişioğlunun kendisini Tangrı'nın önünde duruyor varsayarak, O'na karşı saygısını davranışlarıyla, sözleriyle göstermesi olgusuna, Arapça'da 'Es-Salat', Farsça'da "Namaz" adı verilir. Bu edime girişen kişinin, elini-yüzünü-ayaklarını yıkaması giyimini düzeltmesi, kendisine çekidüzen vermesi gerektiği denli; AGZINDAN ÇIKANI KUIAGI DUYACAK, NE DEDIGINI BiLECEK ôLÇüDE AYIK OLMASI da gerekir. Öyle ki, Kur'an'da, içkili (esrik) olanların, [ne dediklerini bilecek denli] ayılmadıkça, bu edime girişmemeleri, böyle bir davranışa kalkışmamaları buyurulmuştur.7 öyle ise, Türklerin Tanrı'ya anlamını bilmedikleri sözlerle, ne dediklerini bilmeden yakarmaları Tangn'ya sevimli gelebilir mi? Düşünmek gerek. ..
Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren, dil'dir. Bu nedenle, Türklerin dillerinden, kendi anladıkları yerli sözcüklerin atılıp, yerine anlamını gözlerinde yetkince düşleyemedikleri yabancı Arapça sözcüklerin sokulması olgusunun nedenleri, nasılları, çünküleri üzerinde duruyoruz. Türklerin Müslüman olduktan sonra iki yüzyıl boyunca dillerine sokmadıkları Arapça'yı, sonra nasıl, ne için .dillerine soktukları sorusuna yanıt arıyoruz. Bu sorunun yanıtlarından birinin de "ARAPÇANIN KUTSALLIGINA iNANDIRILMIŞ OLMALARI" olduğiınu görüyoruz.
Gerçekten de bu etken, 'Türk Dili'ne Arapça-Farsça sözcükler doluşmasında, öteki etkenlerden daha çok iş görmüş olmalıdır. Yan etkileri de ötekilerden çok olmuştur. Yan etkileri derken; "Türklerin düşünsel gelişiminin kösteklenmesi" gibi, oldukça ölümtül bir etkiden söz ediyorum. Bunu ilerideki bölümlerde
26
ayrıntısıyla göreceğiz. Şimdi, bu "Arap Dili'ni, Arap yazısını kutsallaştırma" edimi;
"Türkler anlamasalar bile, Kutsal-edimlerinde Arapça sözcükleri kullanmalıdırlar; çünkü Tangn kendisine Arapça'dan başka bir dille seslenilmesini sevmiyor; Arapça'dan başka bir dille istenirse, vermiyor!" kandırmacasıyla kişilere benimsetilmiştir. Öyle ki, Arapça sözcüklere kimi sayrılıkları iyileştirici bir etki dahi yakıştırılmıştır. işte, anlamı: "Ey büyüğü küçülten, küçüğü büyüten Allahım! Bu bendekini küçült!" diye verilen Arapça bir yakan, "SiViLCE DUASI" adıyla sunulmakta; etkisinin ise bu sözlerin Arapça söylenmesi durumunda gerçekleşeceği vurgulanmakta!...6 Kişioğlunun yıldığı sayrılıklannda, gücünün sınırsızlığına güvendiği Tann'ya yakarması, ondan yardım beklemesi çok doğaldır. Ancak, Tangn'ya yalnızca Arapça sözcüklerle seslenirse ondan yardım geleceğine inanması, Türkçe yakanrsa, Tann'nın kendisine yardım etmeyeceğini sanması doğal değildir. Kişioğlunu Tann'ya kendi öz diliyle yakarmaktan alıkoyan bu gibi çabalar, Türklerin dillerinde niçin bu denli çok Arapça-Farsça sözcük bulunduğunu bize açıklar. "BORÇTAN KURTULMA DUASI", "OKUYAN ZENGiN OLUR, DUASI", "DIŞ AGRISI iÇiN DUA", KARINCA - BEREKET DUASI" adlan verilerek Türklere Arapça söylemeleri koşullamasıyla belletilen bu yakarılar, dindarlara "Eğer Türkçe söylenirse Tanrı bu yakanları işleme koymaz. Kesin sonuç almak istiyorsanız, bu "dua"ları Arapça yazın, söyleyin" denilerek öğütlenmiştir. Oysa, bir Türk, bu yakanları Arapça'yı gereği gibi seslendirerek yapamaz. Arap Dili'nde öyle sesler vardır ki, -bunlara boğaz sesleri denir-ancak Arap olanlar söyleyebilirler. içinde böylesi Türk gırtlağına yabancı sesler olan Arapça sözcükleri bir Türk söylemeye kalkıştığında, o sesi çıkartamayacağı için, onu andıran başka bir ses çıkarır. Bu durumda, Arapça sözcüğün anlamı da değişir; öyle ki, kimi Arapça
27
sözcüklerde ses başkalaşınca, anlam sovguye bile d9nüşebilmektedir. Işte: Türkçe'deki SEVMEK ile SÖVMEK gibi... Arapçada da böylesi yakın sesli, aykırı anlamlı sözcükler vardır. Bir Arap, Türkçe konuşurken nasıl "SEV" diyeceği yerde, "SÖV'' diyebilirse; bunun gibi, bir Türk de: "FAGFlR LENA" (Bizi yarlıga, koru) diyeceği yerde, "FAKFIR LENA" (Bizimle ilişkini kes, bize boşver!) diyebilir. Çünkü, Arapça'da bulunan - G - sesi, özel bir sestir. Türk Dili'nde bu ses yoktur. Bir Türk, özel bir eğitim almadıkça, bu iki sözcüğün söylenişini birbirine karıştıracaktır.
Görüleceği üzere, Türk'ün Tangn'ya kendi diliyle değil de, seslendirmeyi beceremeyeceği Arapça sözcüklerle yakarması, her açıdan yanlıştır. Ancak Arapça'yı tüm vurgularıyla konuşabilenlerin becerebileceği bir edimi, Türklerin tümüne buyurmanın dayanağı yoktur. Türkçe sözcüklerin Tangn'yı ululamakta yetersiz olduğu savı da çürüktür. Arapça'da "Allahü Ekber!" denildiğinde kullanılan "Ekber" sözcüğü, Arap ilkokullarında gündelik toplama çıkartma işlemlerinde de kullanılmakta olup; Arapça'da 4 sayısının 3 sayısından büy:iik olduğunu belirtmek için dahi "EKBER" kullanılmaktadır. Oysa bu Arapça sözün Türkçe karşılığı olarak kullanılan "ULU" sözcüğü, Türkçede sayısal bir büyüklüğü nitelemek için kullanılamaz. Işte, biz: "4 sayısı 3 sayısından "ULUDUR" diyemiyoruz, çünkü "ULU" sözcüğü özel anlamlı (çoğu zaman tinsel) bir büyüklüğü niteler. Arap için, bir yandan: "4 sayısı 3 sayısından "EKBER"dir; öte yandan: "Allah 'EKBER"'dir! Arapçadaki EKBER sözcüğünün, Arapça'da yalnızca Yaratıcı'nın büyüklüğünü dile getiren özel bir sözcük olmadığı bilinip dururken; bu sözcük Türklere, sanki Arapça'da yalnızca Yaradan'ın büyüklüğünü dile getirmekte kullanılırmış gibi yutturulmuştur. Arap Dili üzerinde uzmanca bilgisi bulunmayan iyi niyetli Müslüman Türkler, bu gibi yanıltmacalara kanmıştır. Duyuru
28
(Ezan) Türkçe okunduğu yıllarda; "Allah Ekberdir, siz nasıl Arapça EKBER yerine Türkçe ULU diyebilirsiniz? ULU sözcüğü küçültücüdür," diye karşı konmuştur! Oysa, Türkçe "ULU" sözcüğü, Arapça "EKBER" sözcüğünden küçültücü değildir. Tersine, yücelticidir.
işte böyle böyle, Türk Dili'ne Arapça sözcükler doldurulmuştur. Türkçe'ye sokuşturulan Arapça sözcükler, Arap Dili'nde taşıdıkları anlamlan da değiştirerek Türkçe'ye sokulmuştur. Türk Dili'ne sokulan o Arapça sözcüklere de, kullanımdan uzaklaştırılıp unutturulan o Türkçe sözcüklere de, yazık edilmiştir.
Türk analarının çocuklarıyla ilişkilerine dek sızan Arapça, Farsça sözcükler durup dururken Türklerin dillerine girmiş değildir. Bundan 900 yıl önce, kimi Arap, kimi Türk olan kandırıcı kişiler, Tanrı ile Türklerin arasına dilden bir engel koydular. ---------- -Türklerin Tanrı'ya Türkçe seslenmesinin Tann'yı kızdıracağını �öyleyerek, Türkleri bu yalana inandırdılar. Türkler, Tann'nın yaln�ca Arapça sesl�nişlere ilgi gösterdiğine, kandırıldılar. Tann'nın yalnızca Arapça dilekçeleri, Arapça yakanları işleme koy-
' duğunu söyleyen bu 'tilkiler'e inanan Türkler, bin yılı aşkın bir süre ağızlarını Arapça sözcüklerle açtıklarında düşürdükleri Türkçe sözcükleri peynir gibi yitiren "kargalar" konumuna düşmüş; dilleri bozulmuş, imgelemleri bulandırılmış, anlama anlatına yetileri devingenliğini, diriliğini, türetgenliğini tüketmiş durumdadırlar.
O 'tilkiler'in torunları, şimdi de iş başında. O 'kargalar'ın torunları şimdi de kandınlrnakta ... Dilimizdeki Arapça-Farsça sözcüklerin büyük bir çoğunluğu, işte
bu delikten dilimize girmiş bulunuyor.
29
BİJ.GİÇLİK, SEÇKİNLİK-ÜSTÜNLÜK TASIAMA'NIN ARAPÇA - FARSÇA SÖZCÜKLERİN
TÜRK DİLİ'NE GİRMESİNDEKİ ETKİSİ ÜZERİNE
- III -
Kişioğlu, genellikle kendini başkalarından üstün tutmak ister. Kişiler arasında açık ya da üstü örtük, bir üstünlük yarışı vardır. Başkalarınca beğenilmek için bezenirler. Bu itki, kişioğlunun yaşamını kolaylaştıran pek çok yan ürün de vermiştir. Uluslararasında, uzaya egemen olma yarışı olmasaydı, yaşamı kolaylaştırıcı pek çok nesne, bugün üretilmiş, kullanımımıza sunulmuş olmayacaktı. Üstünlük yarışıyla gerçekten yararlı nesneler üretildiği gibi; [-yararlı nesneler üretmenin tek nedeni bu değil; bunu biliyoruz-] elinden yararlı işler yapmak gelmeyen kişioğulları da, göstermelik, yanıltıcı bir üstünlük; "yalancı-üstünlük" sağlama çabasındadırlar. Gerçekte "sıradan" olanların, kendilerini başkalarına "üstün" imiş gibi benimsetmeleri; yapmacık-bilgin, yapmacık-değer, yapmacıküstünlük olgularını doğurmuştur.
Türklere Arapça'nın tüm dillerden "üstün bir dil", Arap yazısının da tüm yazılardan "üstün, kutsal bir yazı" olduğu yanlışı, doğru imiş gibi benimsetildikten sonra; kendilerini ortalama Türklerden üstün göstermek isteyen kimi Türklerden, Arap dilini ilkokul düzeyinde bile bilmeyenler, şuradan buradan dillerine doladıkları bir kaç Arapça sözcüğü konuşmalarının arasına sıkıştırarak; bilgiçlik-üstünlük-seçkinlik taslamışlardır. Agah Sırrı Levend:
"Anadilini küçümseme, şairlerden ve bilginlerden küçük yazıcılara değin yayılmıştır. Kışlalar ve okullar gibi resmi kurumlarda iaşe defterleriyle gWılük erzak listelerinde; "Ekmek, et, un,
3 1
pirinç, dan, odun" gibi maddeler: "man-ı aziz, guşt, dakik, erz, erzen, hatab" gibi (Arapça-Farsça) kelimelerle karşılanmıştır. Bilgiç görünmek merakı, yazıcıyı da halktan ve halk dilinden ayırmıştır. Eskilerin "tasalluf'' kelimesiyle belirttikleri Bilgiç görünme merakı, bilginden yarı-aydına geçince, konuşma dili klişe haline gelmiş birçok kelimeler, tamlamalar, bileşik isimler ve sıfatlarla dolmuş, söz arasında bunları kullanmak moda haline gelmiştir." diyerek, bu durumu özetler.
Kişilerinin ezici çoğunluğu Müslümanlığı benimsemiş olan bir toplumda, Arapça bilmek, doğaldır ki çok önemlidir. öteki yabancı ·dillerden önce Arapça'yı bilmek gerekebilir. Ancak, bu dili bilmek, bu dili bilmeyen Türk çoğunluğa, bu dille yazılmış dinsel yazılarda nelerin söylendiğini en doğru biçimde Türkçe olarak bildirmek için gereklidir; yoksa, bu dili bilmeyenlere gösteriş yapmak için, bu dili bilmeyenlere bu dille seslenmek için değil! Aşağıdaki duyuru, 3.2. 199 1 'de Zaman Gazetesinde yayımlanmıştır. Bu duyuruda, üyelerinin yüzde doksanının Arapça bilmediği bir topluma, yüzde yetmiş beşi Arapça sözcüklerle seslenen şöyle bir yazı ile karşılaşıyoruz:
32
SALiH EFENDi HAZRETLERi DE UFUL Errl
Salth Efendi öyle güzellikler ma 'kesi bir
vücud-u nurani idiy ki; vtcdan-ı pak 'i her an
hamiyet, sadtıkat, vefa, mürüvvet ve celidetle bir nabız gibi atar; dimağ-ı tdrakı
enviı.r-ı hikmet, esriı.r-ı hakikat ve ezhiı.r-ı fikirle zonklar ve irfan ufkunda her lahza
miı.rifet şafakları birbirini takip ederdi.
Şimdi, Kudret-i Fatıra'nın bu eser-i
mümtazı, bu sanat-ı pür enviı.rı bizleri,
izalesi imkansız gibi görünen bir hüzn-ü elim içinde bırakıp, şu mihnet ve meşakkat yur
dundan, Hak rahmetinin nü.mayan olduğu
meydan-ı tayaran-ı erviı.ha göç edip gitti. Da
ha faz/asını yazmaya müteessir vicdanım muktedir değil .. Merhumun nam-ı celilini ke
mal-ı ihtiram ve takdis ile ttzkar ve zat-ı mübarek/erini rahmetle yad eder, evlad-u
ehibbiı.sına taziyetlerimi arz eylerim.
M. FETHULLAH GÜLEN
33
[ 3.2.91 Zaman Gazetesi. (% 76 Arapça, % 24 Türkçe) Bu M. Fethullah Gülen adlı kişi, bir süre önce, Türkçe GÜLEN soyadım, Arapçaya çevirip DAHHAK olarak da kullanmış olabilir. Çünkü "lslamcı" Sızıntı dergisinin takma adlı bir yazarının adı, M. Fethullah DAHHAK idi. Arapça DAHHAK'ın Türkçe anlamı ise GÜLEN'dir. M. Fethullah DAHHAK'ın soyadı Türkçe'ye çevrilince M. Fethullah GÜLEN oluyor. ]
Böyle bir duyuru, kişiye ister istemez �u soruyu sorduruyor: Eğer Tanrı, son Elçisini Araplar'dan değil de lngilizler'den seçseydi; son Kutsal Bildirge Arapça değil de lngilizce olsaydı, ne olacaktı? .. Bu sorunun yanıtı bellidir. Böyle olsaydı, Türk din adamları birer "lngilizce uzmanı" imiş gibi görünecekler, lngiliz Dili'ni yeryüZÜilün en üstün dili olarak yüceltecekler, böylesi duyurularını da şöyle yapacaklardı:
34
CENll/MEN SALiH EFENDi EKSELANSLARI DA DİKL4YNING ETI1 ...
Centlimen Salih öyle güzellikler riflekçın bir egzistıns ov laytmen idi}' ki: kltn konsayınsı evrl an, honorlbıl, feytful, fldıliti, muyuniflsıns en gıreytnes ile bir pals gibi atar; pörsepşın ov mayndı, layt ov sayıns, mistırlz ov rleliti en provizyıns ov aydiya ile zonklar, en horizıns ov hiz sipirlçuyıl navlıçı, her momınt, mornin tıvilayt ov telıntları birbirini fol/ov ederdi . . .
Şimdi, dı Pavır ov Kıreyçır'ın bu eksılınt vörkü, bu arts ov f ullaytsı, bizleri rlmuvingi impasibıl gibi görünen bir sadnes en peyn içinde bırakıp, şu tırabıl en liartşip yurdundan tru kompeşının apennt olduğu eriya ov fi/ayin ov sipirltse göç edip gitti.
Dı mor ov diz'ini }'azmaya ajlayktıd konsayınsım pavırful inaf değil.. . Dı disizıd'ın dı taytıl ov gıreytini, pötfekşın ov diflnn en senkçiflkeyşın ile; intelicınt en bilessıd pörsıntlitUerini, kampesşin ile rlmembınns eder; çayıld en sivithartslerine kandalınslarımı prezenteyşın eylerim . . .
P. OPJNOVGAD SIMAnING
35
Evet, gerçekten de Tanrı, son Elçisini Ingilizlerden seçip, son bildirgesini Ingilizce yapsaydı; Türklerin bu kez de Ingilizce'yi kutsallaştırmaları, Türk dincilerinin de kendilerini din bilgini olarak yutturma çabasıyla, yazılarını sözlerini bol bol Ingilizce sözcüklerle doldurmaları söz konusu olacaktı. Şimdi karşılaştığımız pek çok ad, böylesi bir durumda Ingilizce'den devşirme olacaktı. Fethullah yerine OPINOVGAD, Nureddin yerine �YTOVRILICIN, Carullah yerine NEYBUROVGAD, Necmeddin yerine STAROVRILlCIN gibi adlar verilecekti Türk çocuklarına ...
Bir başka olasılık da, Türklerin başlangıçtaki tutumlarını sürdürerek, dillerini korumuş olmaları, ancak yine Müslüman olmalarıdır. Eğer durum böyle olmuş olsaydı, o duyuru da bugün şöyle olurdu:
36
SAYGIDEGER SALİH BEYDE SÖNÜMLENİP 6İ1Tİ. ..
Salih Bey güzellikler yansıtan öyle bir ışıltılı bir varlık idi ki; onun arınmış özü, her an koruyuculuk, doğruculuk, bağlılık, erdemlilik, ululukla bir damar gibi atar; onun kavrama yetisi, yönverici ışıltılarla, gerçeğin gizleriyle, düşünsel parıltılarla zonklar; anlama yetisi çevreninde, her an, bilgi-bulgu aydınlıkları birbirini izlerdi. Şimdi'Yaradan'ın Gücü'nün bu seçkin yapıtı, bu salt ışınsal yaratı, bizleri yeri doldurulamaz giderilemez gibi görünen yoğun bir acıyla, üzüntü içinde bırakıp, şu güçlükler sıkıntılar yurdundan, Tanrı'nın koruyuculu�unun apaçık görülür olduğu, tinlerin (ruhların) uçuştuğu alana göç edip gitti. Uzun uzadıya yazmaya içimdeki üzüntü elvermiyor. Tanrı 'nın koruyuculuğuyla muştulanmış (müjdelenmiş) olan bu ölünün yüce adını, olgun, eksiksiz bir saygıyla, ulu/ayarak anar; saygıdeğer özlerini koruyarak anımsar, anımsatır; çocuklarına, sevdiklerine, yakınlarına, başsağlığı dileklerimi sunarım.
37
Şimdi okuyucu, bu duyurunun Zaman Gazetesi'nde yayımlanmış olan yoğun Arapça doldurulmuş özgün metnini yeniden okusun; dönsün o yazının şu Türkçe çevirisini yeniden bir okusun, ikisini karşılaştırıp hangisini anladığını düşünsün isterim .. . Türkler, Müslüman olduktan sonra kendi dillerini bugüne dek korumuş, işlemiş, geliştirmiş olsalardı, kanımca çok iyi ederlerdi. Böyle olabilseydi, bir yandan Türklerle Tanrı'nın öte yandan Türklerle Türkler'in arasına bir dil engeli sokulmamış olurdu. Din değiştirmenin, dil değiştirmeyi zorunlu kılmadığı kanısındayım . . .
Sözcükler, kişiler arasında duygu, düşünce alışverişi için vardır. Sözcükler bunu sağlamak amacıyla kullanılmıyorsa; amacı anlaşmak, anlatmak olmayan bir sözcük kullanımının amacı ne ola ki, diye sorarız. "Salih Efendi Hazretleri de uful etti" diye başlayan duyurunun amacı, okuyanlara duygu, düşünce aktaımak mıdır? 1 99 1 yılında, 60 milyon Türk'ün yaşadığı Türkiye'de yaklaşık 59 milyon 800 bin kişinin anlayamacağı ölçüde ağır bir Arapça ile bütün Türklere seslenmenin amacı; anlatmak, anlaşılmak olmasa gerekir! Böylesi duyurular, seçkinlik, üstünlük, bilgiçlik taslamanın yanı sıra. Müslüman yurtdaşlarımızı, "Arapça sözcükler kullanarak konuşmanın, bir müslümanı yücelteceğine" de özendirmektedir. Oysa Kur'an'da: �Kişioğullannın dillerinin, renklerinin başka başka olmasının TANRl'NIN iŞLERiNDEN olduğu; kişioğullarının birbirleripe üstünlüğünün, dillerine, renklerine bağlı olmadığı .. . " açık seçik .bildirilmiştir. (Bkz: Rum Suresi, 22. ayeti.) öyle ise, Arap Dili'ni öteki dillerden üstün sayan kimi Türk din adamları, Kur'an'ın bu bildirimini çiğniyorlar demektir.
Burada bir 'işte' olarak verdiğimiz duyuru, türünün tek örneği değildir. Böylesi pek çok örnek vardır. Bu duyuruyu yayımlayan din adamına özel bir olgu sanılmasın. Aynca, bunu da şuracıkta belirtmeliyim ki, o ağır Arapça yüklenmiş duyuruyu bugünkü
38
Türkçe'ye çevirdiğimde ortaya çıkan anlam, beni çok etkilemiştir. Ne olurdu bu duyuru böylesi bir Türkçe ile yayımlansaydı, diye üzüldüm. Çünkü, ortaya gerçekten ince bir duygu, gerçekten güzel bir anlam çıktı. Ben bu duyuruyu günümüz Türkçe'sine çevirmekle, onu çok sayıda Türk'ün anlamasını sağladığım düşüncesindeyim. Yalnızca yanlış yapan kişileri değil, yanlışın kendisini eleştiri konusu ettik. Böylece, 'BiLGiÇLiK TASIAMA ÇABALARl'mn da Türkçe'ye Arapça-Farsça sözcükler doluşmasında küçümsenmeyecek bir etkisi bulunduğunu gösterebildik . . .
Toplumumuza genellikle dinbilgiçlerince benimsetilen ArapçaFarsça sözcükler kullanarak k . . . !UŞma özentisi, geçmişte çok daha gülünesi olgular da yaşatmış. Şemsettin Sami'nin sözlüğünde BALYEMEZ sözcüğü üstüne yapılan açıklama, bunlardan biridir. Osmanlı Döneminde, Italya'dan BALLIEMEZ adıyla damgalı (Murat Bardakçı'nın açıklamasında: BALLO MESSO) savaş toplan getirtilmiş. ltalyanca BALLIEMEZ sözcüğü, Türk ağzında, söylene söylene BALYEMEZ olmuş. Oysa Italyanca BALLIEMEZ sözcüğünün Türkçe "Bal" ile, "Yemek" ile bir ilgisi yok, yalnızca Italyanca bir ad. Balyemez anlamına da gelmiyor. Italyanların BALLIEMEZ'i Türkler arasında BALYEMEZ TOPU diye ünlenince, bir bilgiç yazıcı, bu topa Türk Dili'nden bir ad verildiğini sanarak, Türkçe sözcükleri de aşağılık sayıp, Türkçeyi böylesi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadığından, Türkçe "Balyemez" sözcüğünü yansı Arapça yarısı Farsça'ya çevirerek "Asal (Bal) -nemi-hored" (yemez) yapmıştır. Bu yazıcı, o topları, o günden sonra "Balyemez" sözcüğünü yarısı Arapça yarısı Farsça olan "ASALNEMIHORED TOPLARI" diye adlandırmış, sayımlarda o toplan bu ad altında yazmıştır. Bu durum, geçmişte Arapça-Farsça'nın üstünlüğüne inanan Türklerin kendi dillerini ne denli aşağıladıklarının çarpıcı bir örneği olarak anımsanabilir. Arapça'yı, Farsça'yı tüm dillerden
39
yüce sayan dinbilgiçleri, yaydıkları bu yanlış anlayışın bu gibi utanılası gülünesi sonuçlarını gördüklerinde, biraz yüzleri varsa, kızarabilir ...
40
"ARAPÇA DİNSEL DEYİMLERİN, TÜRKÇEDE KARŞILIGI YOKTUR" GİBİ DAYANAKSIZ
GEREKÇELERİN, ARAPÇA-FARSÇA SÖZCÜKLERİN TÜRKÇEYE GİRMESİNDEKİ ETKİSİ ÜZERİNE
-iV-
Bir önceki bölümde; "Toplumların dil, renk, v.b. gibi başkalıklarının, bunlardan birini diğerine üstün kılma nedeni olmadığını", Kutsal Bildirge'mizden alıntı vererek ortaya koymuştuk. Bir Türkçe-Arapça dil yarıştırmacasına girişip, bu dillerden birini diğerine üstün tutmanın yanlışlığını biliyoruz . Bir dil, o dili konuşanlara yetiyorsa; duygularını düşüncelerini birbirlerine aktarmaya yetiyorsa; eleştiriye (ya da küçümsemeye) neden yoktur. Bence Türkçe, Türklere; Arapça, Araplara yeter. Arapçanın Türkçeye üs�nlüğü, ya da Türkçenin Arapçaya üstünlüğü savlanamaz.
Kutsal Bildirge'mizden alıntıyla, toplumların dilleri arasında bir üstünlük-aşağılık oranlamasına girişmenin yanlış olduğunu gösterdiğimizde; bu kez de bir başka sav ile karşılaşıyoruz. Deniliyor ki: "Türkçe sözcükler, Kur'an'daki Arapça sözcüklerin anlamını karşılayamaz. Kur'an'daki Arapça dinsel deyimlerin Türkçe'de karşılığı yoktur. Bu nedenle doğrudan Arapçalarını alıp kullanmak zorundayız" ...
Bütün bunlar dayanaksız atışlardır. Arapçanın Türkçeye üstün olduğu savının, üstü örtülü bir biçimde, elaltından sinsice savunulmasıdır.
Öncelikle, şunu belirtelim ki, Kutsal Bildirge'mizdeki kimi deyimlerin Türkçe'de karşılığı bulunmadığı savı, doğru değildir. 1 000 yıllarında yapılmış Türkçe Kur'an çevirisinde, bütün Arapça dinsel
41
deyimlere, Türkçe karşılıklar verme çabası belgelenmiştir. Türkler benimsedikleri dinlerin tüm öğretilerini, geçmişte hep kendi dillerine çevirerek anlamaya girişmişlerdir. lslamdan önceki yıllarda da böyle yapmışlardır. Bu konuyu ileride derinleştireceğiz. Şimdi, şunu vurgulayalım: Kur'an'da kullanılan Arapça sözcükler, Arapların Kur'an'dan önce bilip, putlara tapındıkları dönemde kullanageldikleri sözcüklerdir. Kur'an'da yer alan Arapça sözcüklerin tümü, Kur'an'dan önce KAFiR ARAPLARIN SÖZLÜGÜNDE var idi.
Arapların, putlara tapındıkları çok tanrıcı (ya da BAŞTANRICI) dönemde, put tapımının özel deyimleri olarak kullandıkları kimi sözcükler; Kur'an'da [putlara tapınmanın yanlış olduğunu göstermek üzere] kullanılmıştır. Türkler de "Müslüman"lığı benimsemeden önce, tıpkı Araplar gibi putlara (çok Tanrılara) tapınmaktaydılar (BAŞTANRICI idiler). Türklerin de -tıpkı Araplar gibi- tapıma özgü deyimleri vardı. 1000 yıllarında yapılan Kur'an çevirisinde, bu deyimler, [tıpkı Kur'an'da olduğu gibi, putlara tapınmanın yanlışlığını göstermekte] kullanılmıştır. Puta tapıcılığın özel deyimleri, putlara tapınmanın yanlışlığını göstermek amacıyla nasıl kullanılmıştır? Bunu örneklerle görelim:
Arapça "secde" sözcüğü, (somut anlamda yere kapanmak, dinsel anlamda; [saygı duyulan Tanrı önünde] yere kapanmak.) Araplar, putlara tapındıkları dönemde, putların önünde saygıyla yere eğilmekteydiler. Kur'an'da "secde" sözcüğü onun eğilmek olan anlamı değiştirilmeksizin kullanılır. Başkalık, önünde saygıyla eğilinmesi gereken varlık konusundadır. Kur'an, putların önünde değil, yalnızca bütün varlıkları yaratan Tanrı'ya SECDE edilmesini bildirir. Görüleceği üzere, bu sözcüğün anlamı değişmemiş, adı olduğu eylemin doğrultusu değişmiştir. Türkler de -Kur'an'ı benimsemeden önceki dönemde- putların önünde saygıyla eğilir; bu edime, Arapça "secde" yerine, Türkçe "Yükünmek" derlerdi.
42
Kur'an'ı benimsedikten sonra, Türkler "Yükünmek" sözcüğünü evet yine kullandılar; ancak artık putların önünde değil, bütün varlıkların yaratıcısı olan biricik Tann'ya YÜKüNDÜLER . . . "Yükünmek" sözcüğünün ad olduğu edim değişmedi. Eylemin doğrultusu değişti. Bu durumda, 1 000 yıllarında yapılan Türkçe Kur'an çevirisinde, Arapça "secde" sözcüğünün yerine Türkçe "Yükünmek" sözcüğünün konulması, bütün bakımlardan upuygundur.
SORU: Arapça "secde'' sözcüğünün Türkçe'de -"Yükünmek" gibiupuygun bir karşılığı var iken; bu karşılık Türkler müslüman olduktan sonra 3-4 yy. boyunca takır takır kullanılıp durmuş iken; sonra neden dolayı "Yükünmek" sözcüğü dilimizden atılıp, yerine Arapçası olan SecdP. sözcüğü alınmıştır? Arapça "Secde" sözcüğü Türkçe "Yükünmı k" sözcüğünden kutsal mıydı? Türkçe "Yükünmek" sözcuğü, Arapça "Secde" sözcüğünün anlamını karşılamıyor muydu?
Denilir ki; "Yükünmek" sözcüğü Türklerin puta · tapma döneminde putların önünde saygıyla eğilmelerinin adıdır, bu nedenle kirlenmiş bir sözcüktür, nasıl olup da bu kirli sözcük Tek Tann'ya tapmayı buyuran bir dinde kullanılabilir?" . . . Ben derim ki, Arapçadaki 'Secde' sözcüğü de Arapların putatapım edimlerinden birini nitelemek üzere Kur'an'dan önceki dönemde kullanılmıştır. Buna göre, eğer 'Yükünmek' sözcüğü bu nedenle 'kirlenmiş' sayılacak ise, 'secde' sözcüğü de benzer bir geçmişten çıktığına göre, bunun da 'kirlenmiş' sayılması gerekir. Kur'an'da 'secde' sözcüğü 'kirlenmiş' sayılmayarak kullanılabildiğine göre, Kur'an'ın Türkçe çevirilerinde de 'Yükünmek' sözcüğü, çekinilmeksizin kullanılabilir demektir. Niçin kullanılmasın? Kullanılabilir. Üstelik Türkler müslüman olduktan sonra, bir kaç yüzyıl boyunca kullanılmıştır da! . . Sonra birileri çıkmış, Türkleri Arapça sözcüklerin
43
kutsal, Türkçe sözcüklerin ise aşağı olduğuna inandırmış; başkaları çıkmış; "Türkçe sözcüklerin Kur'an'da geçen bu gibi Arapça sözcüklerin anlamını karşılayamayacağını" öne sürmüş; sonuçta Türk dilinde karşılıkları var olan, bilinir, kullanılır olan Arapça sözcükler, bunların Türkçede karşılığı yoktur denilerek, doğrudan Türk diline sokulmuştur. Böylece, bize kendi öz dilimizdeki 'Yükünmek'-'Yükünç' sözcükleri unutturulmuş; yerine 'kutsaldır' diyerek, Arapça 'secde' sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır.
Bir başka şaşılası dil olayı da; Arapça 'Es-Salat' sözcüğünün Türkçe'de karşılığı yok sayılarak, Farsça'sının alınıp Türkçeye sokulmasıdır: Namaz!.. Arapça 'Es-Salat' sözcüğünün Türkçede karşılığı yoksa, ne demeye doğrudan Arapçasını �okmadınız da, kalkıp Farsçasını dilimize soktunuz?!.. Yoksa, geçmişte ateşe tapmakta kullanılan Farsça sözcükler de kutsal da, bir tek Türkçe sözcükler mi aşağı! . . Arapça 'Es-salat' sözcüğünün, nasıl Jarsçada _
bir karşılığı var idiyse (Namaz), Türkçede de bir karşılığı vardır. (Yükünçl Ancak, bu Türkçe sözcük de, yerine Farsçası sokularak Türk dilinden uzaklaştırılmış, Türklere unutturulmuştur. (Ne uğruna! .. )
Yıkanmak, Arapça'da; 'Gusul' sözcüğüyle dilegetirilen bir edimdir.Jarsça'da; 'Abdest'. derler, yıkanmak edimine. Kur'an'ın özgün Arapçasında, kişioğullarının Tanrı'ya yükünmeye, Yükünç'e kalktıklarında, önce ellerini, yüzlerini, 'Gusul' etmeleri; 'Yıkamaları' buyurulmaktadır. Arapça Gusul, sözcüğünün Türkçedeki bire bir karşılığı; 'Yıkamaktır'.
Arapçadaki 'Gusul' sözcüğünün, Türkçedeki 'Yıkamak' _sözcüğünden ötede, bundan geniş, bundan derin bir anlamı yo�tur. Öyle ise, ne demeye Türkler, kendi dillerinde var bulunan, bin yıllardan bu yana kullanageldikleri 'Yıkamak' sözcüğünü bırakıp, Arapçasını, Farsçasını almışlardır? Niçin 'bütünüyle tüm gövdeyi-
44
.Yıkanma'ya Arapça olarak 'Gusul' ; Yükünç için yıkanmaya is� farsça olarak 'Abdest' demişlerdir? Cinsel birleşimden sonraki� yıkanmaya niçin Arapça Farsça ile birleştirerek, 'Gusul-Abdesti' gibi uyduruk bir ad vermişlerdir: Yıkanma yıkanması! . . Sonra Farsça 'A�dest' sözcüğünü dilde yuvarlayarak 'APTES'e dönüştürmüş, bunu da 'Kaka', 'Bok' anlamında kullanmışlardır! . . APTES ALMAK, Yükünç için yıkanmak; APTES YAPMAK, kakasını yapmak!. . Görüleceği üzere, Türkçenin Yıkanmak sözcüğü, bunun yerine Farsçası ya da Arapçası konularak dinsel terim olmaktan çıkartılmayı gerektirecek uygunsuz bir sözcük değildir. Din bilgijıi geçinen kimi Türkler, Farsça'dan yıkanmak anlamına gelen 'Abdest' sözcüğünü almış, ancak onu da kullana kullana 'bok' etmişlerdir. Türk dilinin bu gibi durumlardan 'gusul' edilmesi gerekiyor.
Burada ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Kimi kez dinsel deyim olarak, Arapça . değil de Farsça sözcüklerin Türk diline sokulması! Arapçalarının �okulması için öne sürülen 'kutsallık', 'üstünlük' gibi jerekçeler, Farsçalan için geçerli olamayacağına göre; Türkçeye so_kulan dinsel deyimlerin bir bölümünün Arapça değil de Farsça ol,masını, dinsel bir 'zorunluluğa' da bağlayamayacağımıza göre; ne ile açıklayabiliriz? Dinin direği olarak nitelendirilen, günde beş kez kılınan Yükünç, nıçın Arapça 'Es-Salat' sözcüğüyle değiştirilmemiştir de gidilip Farsça 'Namaz' sözcüğü ile değiştirilmiştir? .. _Yoksa, Farsça Namaz sözcüğü, Kur'an'da geçen 'Es-Salat' sözcüğünden üstün, kutsal mıdır? Kur'an'da 'Savın' sözcüğüyle dilegetirilen dinsel ödev, Farsça'da 'Ruze' sözcüğüyle
0
dilegetiriliyor. Kimi dilciler O�UÇ sözcüğünün Farsça RUZE sözcüğünün Türk ağzında söylene söylene değişmiş biçimi olduğunu savlıyor: Bunun öztürkçesi de var: _13A�G. Niye kullanılmasın?!
45
Bilindiği üzere, erkek çocukların cinsel organlarının ucundaki deri örtünün kesilmesi; Kutsal s_ayılan geleneklerimizdendir. (Arap
Jar, yalnızca erkek çocuklarına değil, kız çocuklarına da uygularlar bu işlemi!) Türkler, kız çocu�ları�� _uygulamayı yadsımışlardır. Bu işlemin adı, Jürklere Arapça 'Sünnet' diye belletilmiş. Ancak, Araalar bu işleme Arapça 'HiTAN' diyorlar. Osmanlı'da ise kimi H iTAN kimi SÜNNET dermiş� Burada da Arapçadan Türkçeye sözcük ak� tanrken yapılan yanlışlardan biri karşımızdadır. Evet, SÜNNET sözcüğü Arapçadır. Ancak siz bir Arab'a: 'SÜNNET OLDUN MU?' diye sorarsanız; Arap, sizin kendisine cinsel organının deri örtüsünü kestirip kestirmediğini sormakta olduğunuzu anlamaz. O'na ancak 'HiTAN OLDUN MU?' derseniz, anlar. Demek ki, Arapça'dan Türkçeye aktarılan kimi sözcükler de yanlış aktarılmıştır. Bu durum 'Arapça olsun da, ne olursa olsun' diyen birilerinin, geçmişte dilimizi bozmada çok etkili olduklarının bir kanıtıdır. Bu gibiler, Türkleri bir yandan kendi öz dillerine, öte yandan benimsedikleri dini anlamaya yabancılaştırmışlardır. Öyledir. Dili yabancılaşan; özüne, kendi kendisine de yabancılaşır. Diline yabancılaşan, dinine de. yabancılaşır. Tann'ya yönelik yakanlar, yabancı (anlaşılmayan) bir dille yapılırsa, yürekte duyumsanamaz, tekerlemeye dönüşür. Tanrı'ya Yükünmeler, övgüler, yabancı bir dille yapılırsa, anlamı yürekte duyumsanan birer gerçek saygı duruşu olmaktan çıkar; anlamsız, salt alışkanlığa dönüşmüş birer eğilme-kalkma devinimleri olarak kalır... . Bugün Türklere u11utturulmak istenen bir başka Türkçe sözcük de "Tanrı"dır.
Ar.apça "ALLAH" sözcüğü yerine, Türkçe TANRI_ sözcüğü kullanılamaz!" diye diye, Türklerin dil bilincini bulandıranlar; bu yanlış görüşlerini topluma öyle bir benimsetmiş, toplumun beynine öyle derin kazımışlardır ki; bugün, Allah yerine Tanrı diyen bir
46
Türk, neredeyse başka bir dine bağlıymış gib� neredeyse putlara tapınıyormuş gibi görülmeye başlanmıştır. Bu yanlış görüş, . Türkiye'de şu uyduruk gerekçelerle egemenlik kurmuştur: .
Sav 1- "Türkçe 'Tanrı' sözcüğü, Arapça Allah sözcüğü ile değil,, llah sözcüğüyle anlamdaştır. Arapça'da Allah'a ilah demek yanlıştır. Bu nedenle ilah anlamına gelen Tanrı sözcüğü, Allah yeri-. ne kullanılamaz."
Yanıt: Bu gerekçe Kur'an'a ay.kındır. Çünkü Kur'an'da Allah'a. ;ttah' denilmektedir. Nas/3 .te: 'İlahinnasi' (Kişioğullarının İLAHI) denilmektedir. Ankebut/46.da: 'İlahüna ve İlahüküm vahidün' (Sizin ilah'ınız da bizim ilahı'mız da tekdir, birdir.) deniliyor. Taha/ ,28.de: 'İlahükümü Allahü' (Sizin ilahınız: Allah'tır) Öyle ki: 'O'nun
• dışında ilah yoktur.' diye ekleniyor. Hac/34'te 'fe ilahüküm, ilahün vahidün . . . ' (Sizin ilahınız bir-tek ilahtır.) denilmekte . . . Demek ki, "Arapça'da Allah'a Ilah denemeyeceği" savı, Kur'an'dan kaynaklanmıyor! Tersine Kur'an'a aykırı bir sav olarak ortaya çıkıyor.
Sav 2- Putlara İlah denir. Allah'a İlah denmez. (Dolayısıyla putlara Tanrı denir. Allah'a Tanrı denmez . . . )
Yanıt: Bu gerekçe de Kur'an'a aykırıdır. Çünkü Kur'an putlara ilah diyenlere karşı çıkıyor. 'Putlara ilah demeyin! Onlara tla� denmez.' diyor. Bu durumda; ' Putlara ilah denir. Allah'a İlah den
_mez' savını önesürenler; Kur'an ile bütün bütüne aykırı düşmüş ol-. Jllaktadırlar.
Kur'an'a uygun bir anlayış; Putlara TANRI denilmesinin yanlış, Allah'a -Yalnızca Allah'a -.Tanrı denilmesinin doğru olacağıdır.
• Böylece ikinci yanlış savlarının da Kur'an'a aykın olduğu günışığına çıkınca; bu kez şu savı ortaya atmaktadırlar:
• Sav 3- Jürkçe'deki 'Tanrı' sözcüğü, Arapça'daki Allah Ş.özcüğünün anlamdaşı değildir. Türk dilinde, Arapçadaki Allah
47
._sözcüğüyle anlamdaş bir sözcük de yoktur. Bu nedenle Arapça ALJAH sözcüğü, olduğu gibi alınıp kullanılmak zorundadır."
Yanıt: Bu savın da gerçek bir dayanağı yoktur. Bu o denli dayanaksız bir atıştır ki, Türklerin (Müslüman) olduktan sonra, yüz fıllar boyunca Arapça ALLAH sözcüğünün Türkçe karşılığı olarak TANRI dedikleri gerçeğini yoksaymaktadır. On beşinci yüzyıla dek bütün Kur'an çevirilerinde ALLAH sözcüğü TANRI diye çevrilmiştir. Bu çevirileri yapanlar, Müslüman TüRK DiN BiLGiNLERiDiR! Yaşadıkları dönemlerin en üst düzeydeki din kişileridirler. Bu kişiler ALLAH'a TANRI denmeyeceğini yüzyıllar boyu düşünemediler de, bunlardan sonra yaşayanlar mı düşünebildiler? Yoksa 'ULEMA'lık bunlardan sonraki dônemlerde ayağa düştü de, bu uyduruk din bilginleri mi böyle uyduruk savlar çıkardılar? .. - Arapça ALLAH sözcüğünün anlamı ne ola ki, Türkçe'de bu anlaına gelen bir sözcük bulunmuyor olabilsin?
- ö1:1ce Arapça ALLAH sözcüğünün anlamının ne olduğunu, sonra da Türkçe TANRI sözcüğünün anlamını ortaya koyarak, bu soruyu yanıtlamaya çalışalım.
T. E. Muhammed, kırk yaşlarında, Tanrı'nın bir özel görevli (Cibril) aracılığıyla kendisine ilettiği bildirileri, kişioğullarına duyurmaya başladı. Bu Kutsal-Bildirge, yirmi yılı aşkın bir · süre boyUnca, bölüm bölüm iletilmiş, T. E. Muhammed'in ölümüne dek sürmüş; sonra, bir araya toplanmış, korunmuştur. Biz ALLAH sözcüğünün, Arapların dilinde, Kutsal-Bildirgeden (Kur'an) çok önceki yıllarda bilinir, kullanılır olduğunu; yine bu KutsalBildirge'den (Kur'an'dan) öğrenmekteyiz. (Bh : Nctrı\. 4-9 )
Öyle ise, ALLAH SÖZCÜGÜ, ARAPLARIN PUTLARA TAPINDIKLA-ızr= .... .. JU, BiR ÇOK TANRILARIN VARLIGINA iNANDIKLARI DONEMDE, DiLLERiNDE BULUNAN BiR SÖZCÜK iDi. iLK KEZ KUTSAL
.mLDIRGEDE ORTAYA ÇIKAN BiR SÖZCÜK DECILDI.
48
GERÇEK ŞUDUR Kl, ALIAH SÖZCÜGÜ; ARAP PUTA TAPICIIARININ DILlNDE, ONIARIN ILAHIARININ BIRININ (en büyüğünün) ADI IDI.
.T.E. Muhammed'in dedesi, oğullarından birinin adını "ABDULLAH" koymuş. ABDULLAH 'ALLAH' IN KULU' demektir. Buna göre 'ALLAH' sözcüğü, T. E. Muhammedin dedesinin yaşadığı çok Tanrıcı yıllarda, bir IIAH olarak biliniyor, kullanılıyordu. T. E. Muhammed'in dedesi, kendi döneminde, kendi toplumunun puta tapıcı inançlarını benimsiyor, özetle; pek çok ilahlar bulunduğunu, bu ilahların başında bir Baş-ilah bulunduğunu düşünüyor, bu Başilah'ı da ALIAH sözcüğüyle adlandırıyormuş!
(Bir çok ilahlara) tapınan Arapların dillerinde ALIAH sözcüğünün nasıl ·kullanıldığını, Kutsal-Bildirge (Kur'an) ise şöyle bildirmektedir:
:·onlara (çok-tanrıcı Araplara): "Gökleri, yeri kim yarattı; _güneşi, ayı kim boyun eğdirdi?" dersen, "ALLAH!" derler! . . " (Kur'an: 29/61 )
"(Çok-tanrıcı Araplar) Gemiye bindiklerinde, dini yalnızca ALLAH'a özgii kılarak, O'na yakarırlar; ancak sağ olarak
��� çıkartıld�l3:_ı:t�?' yine ALIAH'a �rta�_la!. _yakıştırırlar." (Kur'an: 29/65, 3 1 /32)
Biz,Kur'an'daki bu açıklamalardan öğreniyoruz ki, Çoktanrıcı _Arapların dilinde bir "ALLAH" sözcüğü vardır. Bu ALLAH sözcüğü
Kutsal-Bildirge'den (Kur'an'dan) önceki yıllarda, çok tanrıcı Araplarca bilinip kullanılagelen bir sözcüktür. (Çok tanrıcı) Araplar, bu �'ALIAH" sözcüğünü, 'en güçlü ilah' (ilahlar ilahı) anlamında kulla_na gelmekteydiler. · Öyle ki, gökleri, yeri O'nun (Allah'ın) ya-rattığına; güneşe, aya o'nun boyun eğdirdiğine inanıyorlardı. Arapların kavrayamadıkları ya da görmek istemedikleri gerçek şuydu: Pek çok ilahlar yok, yalnızca bir tek ilah var; Allah dışında
49
tapındıkları bütün öteki ilahlar, kendilerinin uydurdukları, kendilerinin ilah saydıkları, gerçekte ise ilah olmayan varlıklardır. Kutsal Bildirge (Kur'an), Allah sözcüğünün Araplarca kullanılmaya başlandığı ilk yer değildir.
Bütün bu söylediklerimiz, Kutsal-Bildirge'de yazılı, belgelidir. Putlara taptıkları dönemde, çok tanrıcı Arapların dilindeki AL
IAH sözcüğünün anlamı tüm varlıklara boyun eğdiren en güçlü varlıktır. Onların sayıltılanna göre, öteki IIAH'lar ise, yalnızca sınırlı alanlarda boyun eğdirici varlıklardı. Fırtına ilahı, gücü fırtına çıkartmaya ya da fırtınayı durdurmaya yeten bir ilahtı. Başka alanlarda borusu ötmezdi onun. 'Su ilahı' da, yalnızca su olaylarını yürütür; başka işlere · bakmazdı. Su baskını olduğunda, bunu yapan su ilahıydı. Dolayısıyla, sulan geriye döndürebilecek biricik güç yine ondaydı. Böyle durumlarda Su ilahına yalvarırlardı. Kutsal Bilairge, bunun doğru bir davranış olmadığını; böylesi ayn ayn ilahların gerçekte var olmadığını; biricik ilahın, kendisinden başka ilahlar bulunmayan ALIAH olduğunu öğretmiştir.
Eski Türklere dönüp bakacak olursak, Arapların çok tanrıcı dönemlerindeki inançlarının bir benzerini, kendi Atalarımızda buluruz. Su işleri su Tenğrisi'nden, gök işleri Gök Tenğrisi'nçlen, yer .sarsıntıları Yer Tenğrisinden sorulur, bu alanlarda bir olağanüstülük olduğunda, o alanın özel Tenğrisine yalvarılırdı. Tıpkı Çok-Tanrıcı Araplarda olduğu gibi, Eski Türklerde de bütün bu tenğrilere sözü geçen, tüm tenğrilerin boyun eğdikleri bir Tanrı da vardı. Buna TANG TENGRI ya da (YIG ÜSTÜNKI TENGRI) adını veriyorlardı. Işte Puta tapıcı Arapların dilindeki ALLAH sözcüğünün, çok tanrıcı eski Türklerin dilindeki karşılığı 'YIG ÜSTÜNKI TENGRI" (En üstün Tanrı) ya da "TANG TENGRI" (AŞKIN TANRI) sözcükleridir. Ancak Eski Türkler, Tenğri sözcüğünü, önüne
50
başka bir sözcük getirmeksizin yalın olarak kullandıklarında da, onu "en üstün Tengri" ALIAH anlamında kullanırlardı. Örneğin, su tenğrisi dememiş de yalnızca Tenğri demişler ise, bunu 'YIG ÜSTüNKI TENGRI' anlamında kullandığını gösteren kanıtlar vardır. Çok Tanrı inançlısı eski Türkler'in dinsel yazılarındaki şu dizeler bize bunu gösteriyor:
Yinçuri topin yükünür biz YİG ÜSTÜNKİ TENGRİMİZ sizinğe Yirtüçideki tınğlılar Yintem nırbanta togzunlar
Ayançağ köngü in yükünür biz Alku yirtünçüdeki tınlıglar Alp adalarıntın ozzunlar Onarılmış nırvanıg topzunlar
Öge yükünmüş buyanımız tüşinte ÜSTÜNKİ ALTINKI TENGRİLERİNİNG Öngi öngi kut vakşiklerninğ Üstelzün tenğridem küçleri
(Eski Türk Şiiri - R. R. Arat - sf 58/59)
Yaklaşık Çev: (Ey EN ÜSTÜN TANRIMIZ, sizin önünüzde saygıyla yükünür, yere kapanırız / Bu yeryüzündeki varlıklar / ileride hep Nirvana da doğsunlar.
Sizin önünüzde saygıyla eğiliriz/ Yeryüzündeki bütün canlılar / Bütün bu büyük korkulardan korunsunlar, kurtulsunlar / Nirvana'nın dinginliğine ersinler.
Överek eğilmemizin iyiliği dolayısıyla / ÜSTüN ve alt tanrıların
5 1
/ Ayn ayn bütün tinlerin / Tanrısal güçleri çoğalsın.) Görüleceği üzere, çok tanrıya inanan Türkler, (Brahma, Mani,
Buda inançları çevresinde bulunan eski Türkler) pek çok tanrının varlığı yanısıra, bütün bu tanrıların üstünde bir 'YİG ÜSTÜNKİ TENGRİ'yi de benimsiyorlar. Tanrılarını ÜSTÜNKİ TENGRİ (Tekil) · ALTINKI TENGRİLER (Çoğul) diye katman katman düşünüyorlar. Bu durum, Müslümanlık öncesi Araplarda da tıpkısıyla vardır. Müslümanlık öncesi çok tanrıcı Arapların "AL· IAH" diye ad verdikleri "EN ÜSTüN TANRl'ya Eski Türkler "YİG ÜSTÜNKİ TENGRİ" demişlerdir. (Tekil olarak TENGRI) Sonuç:
1 . Müslüman olmadan önceki çok Tanrıcı Arapların dilinde, bütün tanrılardan üstün olan "En güçlü" Tanrı, ALLAH sözcüğüyle adlandırılmıştır. Allah sözcüğü çok Tanrıcıların Tanrılarından en büyüğünün adı olarak, Kur'an'dan yüzyıllarca öncesinden biliniyordu . . .
2. Müslüman olmayan çok tanrıcı Türklerin dilinde, bütün tanrılardan üstün olan Tanrı: "YIG ÜSTüNKI TENGRI" diye adlandırılmıştır.
3. Müslüman olmadan önceki çok tanrıcı Arapların dilindeki "ALLAH" sözcüğüyle, müslüman olmadan önceki çok tanrıcı Türklerin dilindeki "YIG ÜSTüNKl TENGRI" (ya da, Yalın olarak; Tenğri) deyimleri, birbirleriyle anlamdaştır; birbirlerinin anlamını bütünüyle karşılamaktadır. Bu iki deyim, anlam bakımından bütünüyle örtüşmekte, biri diğerinden daha derin bir anlamı içermemektedir.
4. Eski Türklerin dilinde TENGRI sözcüğü tekil olarak anıldığında; bu: "YIG üSTüNKI TANGRI" (Allah) anlamına geliyordu.
5 . Kutsal Bildirge'de (Kur'an'da) çok tanrıcı Arapların "BÜTüN TANRILARIN BAŞI" anlamında kullandıkları ALLAH sözcüğü;
52
yazılışında, söylenişinde bir değişiklik yapılmaksızın, yalnızca yeniden tanımlanarak kullanılmıştır.
6. Çok Tanrıcı Arapların dilindeki ALIAH sözcüğü, Kutsal Bildirgenin (Kur'an'ın) içinde (Kendisinden başka tanrılar bulunmayan biricik Tanrı, denilerek) yeniden tanımlandığı için, Kutsal Bildirge'nin Türkçe çevirisinde, ALIAH sözcüğünün geçtiği her yere TANRI sözcüğü konulduğunda; bu TANRI sözcüğü de çeviri içinde yeniden tanımlamaya uğrayacaktır. ALIAH sözcüğü Kutsal-Bildirgenin özgün Arapçasında nasıl yeniden tanımlanmış ise, TANRI sözcüğü de Kutsal-Bildirgenin Türkçe çevirisinde işte öyle yeniden tanımlanmış olmaktadır.
7. Dolayısıyla, nasıl çok tanrıcı Araplar, müslüman olduktan sonra, Kutsal bildirgede yeniden tanımlanmış olan yeni bir ALIAH kavramına ulaştılar ise; tıpkı bunun gib� Türkler de, Kutsal bildirgede geçen ALLAH sözcüğü yerine TANRI sözcüğünü kullanmakla, işte tıpkı böyle çeviri yoluyla yeniden tanımlanmış yeni bir Tanrı kavramına ulaşmışlardır. Nasıl ki ALIAH sözcüğünü duyduğunda bir müslüman Arap artık: 'pek çok ilahların başı olan bir ilah' düşlemiyor; 'kendisinden başka ilahlar olmayan bir tek ilah' düşünüyor ise; tıpkı bunun gibi, bir müslüman Türk de, artık TANGRI sözcüğünü duyduğunda, "pek çok tanrıların başı olan bir Tanrı değil, kendisinden başka tanrılar bulunmayan, bir Tek Tanrı"yı düşünmektedir.
8. Kutsal Bildirgenin özgün Arapçasındaki ALLAH sözcüğü ne anlama geliyorsa; Kutsal Bildirgenin Türkçe çevirisindeki TANRI sözcüğü de işte o anlama gelmektedir.
9. Demek ki, "Türkçedeki TANRI sözcüğü, Arapça ALIAH sözcüğünün anlamını karşılayamaz" savı dayanaksızdır. Çünkü Müslüman Arapların dilindeki ALIAH sözcüğünün, müslüman Türklerin dilindeki TANRI sözcüğünden başka bir anlamı bulunma-
53
maktadır. Arapc;adaki ALLAH sözcüğünün sözcük olarak kökenini soru ko
nusu eden müslüman din-dilcileri, bu sözcüğün dilsel kökeni konusunda çeşitli göıiişler üretmişlerdir. Müslüman din-dilcilerinin, Kutsal-bildirge' den sonraki ikinci-yüzyılda, biri BASRA kentinde öteki KUFE kentinde olmak üzere iki öbeği bulunuyordu. Bu iki öbek, ALLAH sözcüğünün Arap dilindeki kökü üzerinde araştırmalar, incelemeler yaptılar.
Bu ilk müslüman din-dilcilerinin KUFE kentindeki öbeği; "Arapçadaki ALLAH sözcüğünün kökü: İLAH sözcüğüdür. ALLAH sözcüğü İLAH sözcüğünden TÜRETİLMİŞ'tir" görüşünü savunmuştur. Bunlar Müslümandılar; kimse de bunları bu göıiişlerinden dolayı suçlamamıştır.
BASRA'daki müslüman din-dilcileri öbeği ise; Arapçadaki ALLAH sözcüğünün Arapça LAH (yüksek-örtülü, perdeli) sözcüğünden TÜRETİLMİŞ olduğunu öne sürmüşlerdir.
Başkaları, Arapça ALLAH sözcüğünün türediği sözcük, ELEHE (Şaşmak), VILAH (Şaşırmak), LAH (Yüce) olabilir görüşlerini de ortaya atmışlar. Bütün bunlar, dilbilgisel kanıtlan ile savunulmuş. Imdi: ALLAH söuüğünün Arap dilindeki kaynağı olarak önesürülen bütün bu Arapça köklerin, Türklerin dilinde birer Türkçe karşılıkları vardır. Bilinmekte, kullanılmaktadır. Şu halde; "Türk dilinde Arapçadaki ALLAH sözcüğünün anlamını verebilecek sözcük yoktur." diyenler, dil bilimsel açıdan da bilgisiz olan kimselerdir. Arapça ALLAH sözcüğünün Arapçadaki dilsel köklerinin Türk dilinde birer karşılıkları var ise, bunlardan türetilen sözcüklerin de Türk dilinde birer karşılıkları vardır. Olmamasını gerektirecek hiç bir neden yoktur.
Evet, Araplar, müslüman din-dilcileri, Arapça ALLAH sözcüğü
54
üzerinde böylesine yoğun incelemeler yürütmüşler; ancak, Türkler Türkçe Tenğri sözcüğünün kökenini bu denli irdelememişlerdir. Şimdi burada buna girişeceğiz.
TENGRI: Bu sözcüğü ilk kez ORHON YAZITIARI 'nda, taşa kazınmış olarak görüyoruz. Şimdilik, en eski bulgu budur. (I. S. 730'lar) [Bundan binlerce yıl önce Sümer dilinde bulunan DINGIR sözcüğüyle ilişkili olup olmadığı araştırılıyor.]
Atalarımız, o yıllarda, bugün GÖKTÜRK YAZISI adını verdiğimiz bir yazı türü kullanmakta imişler. Bu yazı türü üzerinde çalışmalar yapan bir çok yerli-yabancı bilgin, çok ilginç bulgular ortaya
. çıkarttılar. Bu bulgulardan bence en önemlisi de, bu yazıdaki kimi göstergelerin, doğadaki nesnelerin biçimini yansıtıyor olmasıdır. Örneğin, bu yazıda EV diye seslendirilen gösterge, bir ev çizimidir. OK diye okunan gösterge, bir ok çizimidir. YAY diye okunan gösterge bir yay çizimidir. DAG diye okunan gösterge, bir DAG çizimidir .. .
Bu yazıdaki � göstergesi, "OK" diye okunmaktadır. Ok biçimindedir. D göstergesi, YAY diye seslendilirilmektedir. Yay biçimindedir. � göstergesi, AB diye seslendiriliyor, EV (çadır) dokusundan bir kesittir; eski Türkler EV'e o yıllarda AB demekteydiler (B sonradan V oldu.) Evlerinin (çadır) dokusu da böyleydi. Yaptıkları evler de, bu çizimdeki gibi idi. � göstergesi TA sesini gösteriyor, bu ise DAG anlamına gelen sözcüğün yazılışıdır. Dağ biçimindedir. "Y göstergesi, IÇ diye okunuyor. Bu "TESLiM OLMAK" anlamına gelmekte. Gösterge bize, teslim olan, (teslim olduğunu davranışlarıyla gösteren) bir kişi deseni sunmaktadır: "V (Eller yukarı! Teslim ol!) işte ellerini yukarıya kaldırmış teslim olan bir kişi çizgesi. . . Bu yazıda 't göstergesi ENG diye seslendiriliyor. Bu ise, (bir anlamıyla) üçüncü kişiyi gösteren, "O" anlamında bir sözcüktür ki, bunun göstergesi, eliyle
55
bize O'nu (üÇüncü kişiyi) gösteren bir kişi çizimi biçmindedir: 1 Bir bakıma bu gösterge, bugün kullandığımız "AŞIRI" an
lamındaki "EN" sözcüğünü göstermekte; EN BÜYÜK, EN YÜCE, EN ÇOK derken kullandığımız "EN" anlamında. Bu durumda yine göstergenin biçimi, bir dilsizin bu EN sözcüğünü elleriyle kollarıyla yansıtmaya çalışırken g9vdesinin, kolunun alacağı olası, en genel biçimi yansıtmaktadır. 'f Bugün de kitleleri coşturmak üzere yapılan konuşmalarda, konuşmacılar kimi sözcükleri söylerken, sözlerini davranışlarıyla pekiştirmekte, "EN BÜYÜK" derken sağ kollarını kaldırıp ellerini yukarıya çevirmektedirler. Çeşitli gösterilerde, kitleler, en güçlü olduklarını göstermek üzere ellerini yumruk yjlpıp yukarıya kaldırmaktadır. işte GÖKTüRK yazısındaki 'I göstergesi, olasılıkla bu gibi durumları da bildiren bir çizimdir. Bu yazıda, Dl(Z) anlamına gelen gösterge de "" biçimindedir. Bence dikey çizgi gövdeyi, çıkıntı ise yukarıva doğru çekilip dizini öne çıkartmış bir kişiyi göstermektedir: t Eski Türklerde DiZ, yalnızca bir eklem yerini değil, bunun ötesinde GÜÇLÜLÜGÜ belirten bir sözcüktür. ORHON YAZITIARI'nda: "Tizligig sökürtümiz, başlıgıg yüküntürtümiz" (Dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik) gibi sözler geçer. Burada da DiZ sözcüğü, açıkça GÜÇLÜ anlamında kullanılır. Bu gün bile Türkler "DiZLERiM TUTMAZ OLDU" dediklerinde, GÜCÜMÜ YiTiRDiM demiş olmaktadırlar. DlZ ile GÜÇ bugün de birbirleriyle çağrışımsal bağlantısı olan sözcüklerdir. TENGRl sözcüğünün, TENG bölümü ORHON YAZITIARI'nda şöyle yazılmaktadır:
56
Bu çizge-yazı, DiZ ile EN göstergelerinin bir bileşimi olarak da görülebilir. EN BÜYÜK deyimindeki "EN" sözcüğüyle, DIZ'GÜÇLüLüK' birleşmiş görünmektedir. Bu çizgeleri ayrıntılandırırsak, aşağıdaki gibi olur:
eng eng T
Çizge 1 : Çizge 2:
işte, Eski Türkç�deki TENGRI sözcüğünün TENG bölümü, "en güçlülük" kavramıı ın yazı, çizim yoluyla gösterilmesidir. Sanki, ayağının altına aldığı bir varlığın üzerinde dimdik duran, kolunu yukarıya kaldırarak EN GüÇLü olduğunu gösteren bir kişi çizimidir bu .. . [Çizge ( 1))
Eğer biz, yukarıya kalkık duran kolu, EN GÜÇLÜ sözündeki anlamıyla 'EN' olarak değil de, üçüncü kişi adılı olan 'O' ahlamına alırsak; bu durumda, f'\ dizini kaldırarak GÜÇLÜLÜGÜ gösteren bir çizge; 'I ise, onun yanında kolunu kaldırarak 'O' diyen ikinci bir çizge olur ki; bu iki çizgenin anlamı da: "O, GÜÇLÜ OLAN" de-
- mektir. "GÜÇLü OLAN O'DUR!" demektir. Bu iki anlam, birbirine aykırı değildir. Arapça'daki ALIAH sözcüğü ile de, anlam uyumu içerisindedir. Çünkü ALIAH, bütün varlıklara boyun eğdiren en güçlü varlıktır. Şunu uyarmalıyım ki, 'çizge-yazı'da, TENGRI, bir kişi biçiminde gösterilmiyor. Varsayınız ki, bir kişi karşımıza geçmiş, bize TENGRl'yi el, kol, ayak devinimleriyle anlatmaya çalışıyor. (Bkz: Çizge 2) TENGRI sözcüğü GÖKTüRK Yazı'sında şöyle gösterilmektidir:
57
r r eng T
Bir dilsiz, bize TENGRl'yi kendi gövdesini biçimden biçime sokarak nasıl anlatmaya çalışırsa, bu ÇiZGE-YAZI da işte bu dilsizin yapUğı devinimleri çizime dönüştürerek, gözlerimizin önüne getirmekte gibidir:
işte, GÖKTüRK yazısı süreç içinde SESÇIL-YAZI'ya dönüşmüş bir ÇiZGE-YAZI olarak düşünüldüğünde, (göstergeler kimi nesnelerin çizimlerinden türemiş olarak düşünüldüğünde), kimi göstergeler, Batıda 'PANDOMIM' adıyla bilinen 'dilsizin-anlatımı' olarak benimsenirse, - ki çocukların oynadığı 'sessiz sinema' gibi anlayabiliriz bunu - bu durumda eski Türkler TENGRI demekle, EN GÜÇLÜ VARLIGI DiLE GETiRMiŞ OLMAKTADIRIAR.
Kuşkusuz, bu çizge-yazı verileri, benim okuduğumdan başka türlü okunamazlar diye bir kural yoknır. Benim bu okumam, yapılabilecek pek çok okumadan yalnızca biri olsa gerektir. Örneğin, ENG sesini gösteren "t göstergesi, yukarıya uzatılmış bir kol olarak değil de, dikilmiş bir erkeklik organı olarak, (bunun çizgesi olarak) görülebilir. Gerçekten de, Eski Mısır yazılarında, EGEMENLiK, GÜÇLÜLÜK olgusu, ayakta duran bir erkeğin yandan görünüşünde, cinsel organı yukarıya doğru açı yapacak biçimde
58
abartılarak belirtilmiştir. Eğer 1 göstergesi, böyle ise, yine de güçlülük kavramını gösteriyor demektir ki, sonuçta ilk okumalarda verdiğimiz anlamda bir değişikliğe yol açmayacaktır.
Bilginlerin en eski Türk yazıtları üzerindeki çalışmaları çok yavaş gitmektedir. Bu yavaşlık, zorluklardan çok, ilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Ben burada giriştiğim bu anlama çabasıyla, eski Türk yazıtlarına duyduğu ilgi azalmış bulunan Türk Dil Bilginlerini de biraz kışkırtmak istedim. Din-dilcileri Arapça ALIAH sözcüğü üzerinde, bu sözcüğün kökleri üzerinde ne denli yoğun çalışmışlarsa, Türk dilcileri de Türkçe Tenğri sözcüğü üzerinde anlambilimsel açıdan o denli az çalışmışlardır.
Sanırım, bu açıklamalardan sonra, "Arapçadaki Allah sözcüğünün Türk dilinde Türkçe bir karşılığı yoktur, o nedenle doğrudan Allah sözcüğünü dilimize almak zorundayız" savı geçerliğini yitirir. Farsların islamlıktan önce tapındıkları en üst tanrının adı YEZDAN idi. Farslar, islam olduktan sonra Kur'an'da geçen Allah sözcüğünü hep YEZDAN olarak çevirmişlerdir. Farsça HÜDA sözcüğli de Arapça ALIAH anlamına kullanılabilmektedir. Peki Türkçe Tanrı sözcüğünü Arapça Allah karşılığı olarak niçin kullanmayalım? Ben, Arapça ALIAH sözcüğünün dileyen herkesçe kullanılabileceğine inanıyorum. Arapça Allah sözcüğünün Türklerce kullanılmasını engellemeye çalışmak gibi bir amacım da yok. Ancak Arapça Allah sözcüğünü kullananların, bir sürü yapay gerekçe ile Türkçe Tanrı sözcüğünün Arapça Allah anlamında kullanılmasını yasaklamak gibi bir amaçlan olduğu içindir ki, Tanrı sözcüğünün Arapça Allah sözcüğüyle anlamdaş olduğunu bir kez de ben anımsatmak durumundayım.
Bu konuda çok geniş bir araştırmayı, okuyucu, Prof. Dr. Hikmet Tanyu'nun "lslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı inancı" adlı basılmış yazılarında bulabilir. �işisoyu1 yaşam sl:ifecinde 'f e_!c _ _Ta�
59
jnancından Çok Tanrı inancına, Çok Tanrı inancından yeniden Tek tTu_ı_ı_� inancına_ E_lpalayarak, ��ere gelmiştir. _!)f!ce Ç()� ;ı;ımrıcılık vardı, sonra Tek Tanrıcılığa geçildi, gibi bir evrimsel basamak tmp.�nışının yanlış bir anlayış olduğu, Dinler a!�!!!!:l:�! bilimsel araştırmalar yapan uzmanlarca belgelenmiştir. Bu gözönünde tutulduğunda, uzak geçmişte Jipk_)'_a�!!.c�lı!l!l_�em�!lolduğu toplumlar, Tek Tanrı inancını bilmedikleri için değil, bile �i!_e yadsıdıkları için Çok T�f!f!Cl olr!!.uşlardır, diyoruz. Nasıl ki, Tek Tanrı inancını benimseyenler de Çok Tanrıcılık'ın ne olduğunu bile bile Tek Tanrı inancını benimsiyorlar ise, öyle . . . Aynca, bir toplumun tümünün de tek bir inanca bağlı olması bir koşul değildir. Bir toplumda, birden çok inanç türüne bağlanmış öbekler bulunabilir. (Şimdi olduğu gibi.) Bir toplumda, Çok Tanrıcılarla Tek Tanrıcıların aynı topraklar üzerinde komşu olarak yan yana yaşamış olabildikleri, gözden ırak tutulamaz.
Bu gibi durumlar da gözde somutlaştırılırsa, Islamlıktan önce Türklerin Tek Tanrı kavramını biliyor, buna Türkçe bir ad veriyor olmalarında, yadsınacak şaşılacak bir durum bulunmadığı anlaşılır. Önemli olan, bir dilde var olan bir kavram adının, öteki dilde de var olup olmadığıdır. Önemli olan Kur'an'da geçen pek çok Arapça dinsel kavram adının Türklerin dilinde Türkçe birer karşılıklarının var olduğudur. Çünkü Türkçeye Arapça-Farsça sözcükleri dolduranlar, gerekli dinsel deyimlerin, kavramların Türkçede bulunamayışını bir dayanak olarak öne sürmektedirler.
Türk dili, ORHON YAZITLARl'nın taşa kazındığı yıllarda (1. S. 730'larda) son derece gelişkin, kendine yeterli bir dil olarak ortaya çıkmış bulunuyordu. Bu da bize, bu dilin beş-altı yüzyıl sonra niçin Arapça-Farsça sözcüklerle bozulduğunu sorgulama yetkisini vermektedir. Ulusumuz uzayda bir yerde çoğaltılıp yeryüzüne sonradan yerleştirilmiş olmadığına göre, yeryüzündeki kişi soyundan
60
bir dal olduğuna göre, bir dal ise boşlukta duramayacağına göre, kökümüzü tanımamız gerekir. Bildiğimiz şu ki, Arapların dil ağacı ile, Türklerin dil ağacı başkadır. Ekildikleri topraklar başkadır. Konuşmaya, dillenmeye başladıkları çocukluk çağlarında, Türklerle Araplar başka başka yeryüzü bölgelerinde yaşıyorlardı. Bu nedenle, dilleri başka oldu. Bir dile bir başka dilden sözcük katılacaksa; bu, o dilde o olguyu adlandıracak yerli bir sözcük bulunmadığı, türetilmesinin de olanaksız olduğu durumlarda yapılabilir. Ancak, o dilde yaşayan bir sözcüğü atıp, onun yerine anlamı eş olan yabancı bir sözcüğü kullanıma sokmak, o dile yapılabilecek en büyük kötülüktür. O dili kullanarak dü�-:'iqen toplumun, düşünce üretme yetisini köreltici bir saldırıdır bu . . .
Türkçe 'Yükünmek' sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça 'Secde' ...
Türkçe 'Yükünç' sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Farsça 'Namaz' ...
Türkçe 'Yıkanmak' sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça 'Gusul', Farsça 'Abdest' ...
Türkçe 'Büyük' sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça 'Ekber' 'Kebir', 'Kibir' ...
Türkçe Tenğri' sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça 'Allah' ...
Türkçe 'Bağırsak' sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça 'Rahman' . . .
Türkçe 'Duyuru' sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça 'Ezan' . . . gibi sözcükleri koymak; Türklere benimsedikleri dinin anlam dolu içeriğine dalmayı yasaklamış, çoğu Türkü, anlamını bilmediği Arapça sözcüklere büyüsel işlevler yükleyen ilkel kişiler durumuna düşürmüştür.
Tanrı, kimseye anlayamayacağı bir dille bildirimde bulunmadığı
6 1
gibi, kimseden de bilmediği bir dille anlamadığı sözcüklerle kendisine seslenmesini istememiştir. Kur'an'da, Araplar anlayabilsinler diye verilmiş pek çok çeviri vardır. Pek çok uluslara o ulusların üyeleri arasından seçilen Elçiler aracılığıyla uyarılar yapıldığı, bu uyanların hep o ulusların kendi dillerinde olduğu Kur'an'da bildirildiği gibi; Yabancı uluslara Arapça olmayan dillerde yapılan bu uyarıların neler olduğu, Kur'an'da Arapçaya çevirilerek Araplara öğretilmiştir. Demek ki, Kur'an'da daha önce pek çok dille söylenmiş sözlerin Arapça çevirileri de yer almıştır. Örneğin,]!!:
h vud, Süleyman, ARAPÇA BlLMEZLERDl. Ana dilleri lbraniceydi. Ancak opların_ lbrani�� söz�_!:i,_ Kur'�n'da _!\r_<ı._pç�ya _ç�Jrilerek Arapl_a-_ ra bildirilmiştir. (Her ne ölçüde Arap dili ile lbrani dili kökdeş, benzer olsalar .da.)
Kur'an'da DlL (Konuşma Yetisi) yalnızca kişioğullanna özgü bir yetenek değildir. Kuşların, karıncaların, öteki yaratıkların DlLLERl de vardır. (Bu bilim açısından da doğrudur, örneğin bilim adamları YUNUS'larla da pek çok başka yaratıklarla da DiLSEL bir iletişim kurmayı başarmışlardır.) !!!!''al!�3.ı T� E. Siil�YI!l_<l_n��: "Ey Jişioğullan, bize KUŞ DlLl ÖGRETILDl!" dediği bildiril.i!::_ Süleyman bunu lbranice söylemiş, Kur'an bu lbranice sözleri Arapçaya çevirerek Araplara aktarmıştır. Yine Kur'an'da: "Bir dişi karınca dedi ki: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin! Süleyman ve Orduları, bilmeyerek sizleri çiğne!_llesinler!" sözleri geçer (Nemi / 1 8). T. E. Süleyman, karıncaların bu sözlerini duymuş, anlamış, gülümsemiştir. Demek ki "KUŞ DlLl", "KARINCA DILl" vardır. ÜSTELİK, KUŞ DİLİNDE, KUR'AN'DA GEÇEN PEK ÇOK ARAPÇA DİNSEL KAVRAMIN KUŞÇA KARŞILIGf DA BULUNMAKTADIR! Kuş, T. E. Süleyman'a, kendi ciklemeleriyle yaklaşık olarak şunları söylemiştir:
"Ben, senin bilmediğin bilgiler edindim. SEBE'den sana dos-
62
doğru bilgiler getirdim. Ben onları bir kadının yönettiğini gördüm. Onda bütün nesnelerden var. Çok büyük bir de egemenlik koltuğu var. Onu, toplumunu, Tanrı'yı bırakıp Güneş'e yükünür durumda buldum. Şeytan (Kötü-Başkaldıran), böyle yapmayı onlara güzel göstermiş, onları böylelikle doğru yoldan alıkoymuş, doğru yolu göremiyorlar, bu ise, göklerdeki, yerdeki tüm gizliyi bilen, açığa çıkaran, gizlenenleri de açığa vurulanları da bilen Tann'ya yükünmesinler diyedir .. . Oysa, kendisinden başka hiç bir Tanrı olmayan O Tanrı, büyük, egemenlik erkidir." (Neml/22, 23, 24, 25 , 26)
Şimdi, Kur'an'da bütün bu sözleri söyleyen bir kuştur (Hüdhüd). Bunları kendi KUŞ DiLiNCE cikleyerek söylemektedir. T. E. Süleyman, o kuşun bu ciklemelerinin lbranicedeki anlamını bilmektedir. Bu kuşun ciklemeleri, Kur'an'da Arapçaya çevrilmiştir, Araplar kuşun ne dediğini anlayabilsinler diye! . .
Kuş'un kuşça ciklemelerinin Arap dilindeki karşılıkları şunlardır: "Yakin", "Nebi", "ihata", "Vücud", "Melik", "Arş", "Azim", "Kavim" "Secde" "Şems" "Allah" "Ziynet" "Şeytan" "Amel" "Fe-' ' ' ' , ' ' sad", "Sebil", "Hidayet", "ihraç", "Sema", "Arz", "Alem", "ilim", "Rab"! .. Evet, bir kuş, cik-cik-cik'leriyle, Arapçadaki bu sözcüklerin kendi kuş dilindeki karşılıklarını söylemiştir! Bu Kur'an'da böylece bildirilmiş bulunuyor.
Öyle ise: "KUR'AN'DA GEÇEN ARAPÇA DiNSEL DEJJMLE]llN .TÜRK DiLiNDE SÖZCÜK OLARAK KARŞILIGI YOKTUR" diyenler. , utansınlar; çünkü fur'an'a göre Kur'an'da geçen Arapça dinsel de; yimlerin, KUŞLARIN DiLLERiNDE DAHi CIKLEME BiÇiMiNDE BiRER KARŞILIKLARI VARDIR. Bu kuş, T. E. Süleyman'a, Süleyman'ın dilin:,
�e (lbranice) seslenmiyorL&�sicI_asesienmJYor! _Q_y�_nJzca k�n_: di kuş dilinde şakımaktadır. Süleyman Kuşça'yı bilmiyor olsa, anlayamayacaktır. Bu kuşun dilinde Arapça "ALLAH" sözcüğünün de
63
kuşça ( cikleme olarak) bir karşılığı vardır. Demek ki Kur'an'da geçen dinsel KAVRAMLAR, bir kuşun düşüncesinde, kuşça seslerle, KAVRAM OLARAK yaşamaktadır. Öyle ise, kuşların düşüncesinde bile kavram olarak bulunan Kur'an'daki dinsel deyimlerin, Türk düşüncesinde kavram olarak karşılığı yoktur, diyenler; Türkleri kuşlardan bile geri sayıyorlar demektir. Türk dilinin uğradığı en büyük saldırı, Kur'an'da, kuşların düşüncesinde Kuşca karşılıklarının birer kavram olarak yaşadığı sergilenen kimi dinsel deyimlerin; Türklerin düşüncesinde, Türkçe birer karşılıkları yoktur, 'kandırmacası ile' Türk diline Arapça-Farsça sözcüklerin doldurulmasıdır.
Oysa, kuşkusuz ki, TÜRK DILI KUŞLARIN DiLiNDEN ENGINDIRYETKINDIR! Her kim ki; 'Kur'an'da geçen Arapça sözcüklerin Türkçede bir karşılığı yoktur; der ise, o ki Türk dilini Kuş dilinden bile aşağı saydığını söylemektedir.
Kuşkusuz ki, TÜRK BEYNI, KUŞLARIN BEYNINDEN GELiŞKiNDiR, YETKiNDiR! Ancak, her kim ki; 'Kur'an'da geçen KA VRAM'ların Türklerin düşüncesinde bir KAVRAMSAL karşılıkları yoktur,' der ise, o ki Türklerin kavrayışını, kuşların kavrayışından bile aşağı gördüğünü söylemektedir.
TüRK DiLi KUŞLARIN CIKLEMELERINDEN, TÜRKLERiN KAVRAYIŞ DÜZEYi KUŞLARIN KAVRAYIŞ DÜZEYiNDEN ENGINDIR, iLERiDiR, GELIŞKINDIR!.. Ancak, bu gerçeğin Arab'ı Rablaştıran Dinbilgiçlerince beyinleri yıkanan Türklere yeniden kanıtlanması _gerekiyor. Çünkü, Türkler, kendi dillerinin kuşların dillerinden bile yetersiz; kendi beyinlerinin kuşların beyinlerinden bile küçük olduğuna kandırılmış bulunuyor. Bu kandırma işlemi, uzun geçmiş boyunca, ağızlarından ALLAH sözcüğünü düşürmeyen, ancak TANRI'dan gerektiği gibi çekinmeyen Arab'ı Rablaştıran din adamlarınca gerçekleştirilmiştir.
64
Oysa, Kur'an'da, kuşların da, öteki yaratıkların da - kendi türlerine özgü - SALAT (Na�a_z, _yü�nç)LA!!t}ESBIH {Yüceltmeı..
J!!ula1!1a)LERljıl:l_lunduğu bildirilmektedir. (24/4 lt Yer, gökler, tüm varlıklar Tanrı'yı -kendilerine özgü biçimlerde- TESBIH ETMEKTEDiR. Tanrı'ya uzanarak O'nu Tesbih etmeyen varlık yoktur, ancak KIŞIOGULLARI ONLARIN TESBIHLERINI ANLAYAMAMAKTADIR. (l 7 /44) Kur'an böyle bildirmektedir. öyle ise, Kur'an'ın bildirdikl�rine İNANAN bir kişi; 'TANRI'YA ARAPÇADAN BAŞKA BiR DiLLE _
s:ESLENfLEMEi'-<llyelllei�fıer yaraük türü, nasıl kendi türüne özgü bir1>içimde Tanrı'ya__y�n�liYQ� �<'._t he� ki§iOl!!:ıJ>beği �e, işte_ �ıp_k_! öyle, kendi ulusuna özgü dille, Tanrı'ya yönelir. Tanrı'nın niteliklerinden biri de ALEMLERiN RABBI olmasıdır. Bunun Türk dilindeki anlamı şudur: Tanrı, bütün yaratık türlerinin, bütün kişioğlu kümelerinin, ırklarının (uluslarının) kendi varlıklarını, gelişmelerini o'na borçlu oldukları biricik varlıktır. Türler de, Uluslar da; TüR olarak TÜRLERiNi, ULUS olarak ULUSLUKLARINI, Tanrı'ya borçludurlar. GELiŞMELERiNi DE ONA BORÇLUDURLAR, BiÇiMLERiNi DE, RENKLERiNi DE, DiLLERiNi DE!.. KAVRAYIŞ YETILERINI DE! . . Tanrı, kendisinin varlığın! da, birliğini de kavrama yetisini yarattıklarına vermiştir. Üstelik bu yetiyi yalnızca kişioğullanna vermekle yetinmemiş, öteki yaratık türlerine de vermiştir. Öyle ise, şu ya da bu ulusun dilinde Kur'an'da geçen KAVRAMLAR yoktur, yalnızca Arap dilinde vardır, diyenler, Tanrı'nın Kur'an'da bildirdiklerini bilmeden konuşuyorlar.
"Arapça dinsel deyimlerin Türkçede karşılığı yoktur, bu nedenle bu Arapça · sözcükleri Türkçe'ye alıp kullanmak zorunludur." savının elle tutulacak bir yanı yoktur. Üstelik bu sav, Kur'an'da öğretilene bütünüyle aykırıdır.
Bir toplum, yaşamda ayırdına vardığı yeni durumlar için yeni sözcükler türetir. Bir toplumun dilindeki sözcüklerin sayısı ne den-
65
li çok ise; o toplum, yaşamda o denli çok olgunun ayırdına varmış demektir. Bir toplumun dilinde bulunan bir sözcüğün, başka bir toplumun dilinde karşılığı bulunmaması demek; bir toplumun ayırdına vardığı bir olgunun, öteki toplum ayırdına varamamış, demektir. Eğer Arapça bir sözcüğün, Türklerin dilinde eşdeğerli bir karşılığı yok ise, bu, Arapların ayırdına vardığı o olgunun, Türklerce ayırdına varılamadığı anlamına gelir. Diyelim ki Arapçadaki RAB sözcüğünün Türklerin dilinde bir karşılığı bulunamasın. Bu, Arapların kendi yaşam· süreçleri içerisinde ayırdına varıp RAB söicüğüyle adlandırdıkları o olgu, Türklerce yaşanmadı, bilinmiyor demektir. Eğer Türkler, böyle bir olguyu tanımadılar ise, doğal olarak bunu gösteren bir sözcükleri de olmayacaktır. Ancak, eğer Türkler gerçekten de o olguyu tanımamışlar ise, yaşamlarında bunun ayırdına varmadılar ise, bu Arapça sözcüğü duyunca mı o olgunun ayırdına varacaklardır?... Yaşamı boyunca 'boğulmak' diye bir olguyla karşılaşmayan balıklara, boğulmak sözcüğünü öğretebilir misiniz? Bir balık, boğulmak sözcüğünü seslendirmeyi öğrense bile, bu onun 'boğulmak' olgusunu kavradığı anlamına mı gelir? . .
Eğer Arapça RAB sözcüğü; 'Türklerin dilinde bunun karşılığı yoktur', denilerek Türkçeye sokulmuş ise; Türklerin diline, bilmedikleri, tanımadıkları, yaşamda ayırdına varmadıkları bir olguyu adlandıran bu Arapça sözcük girdi diye; Türkler bunun ayırdına mı varmış olacaklar? . . Arapça RAB sözcüğünün Türk yaşamında, imgeleminde, dilinde bir karşılığı yoksa, biz bu Arapça sözcüğü alıp Türk diline sokunca, anlamını kavramış mı oluruz?
Arapçadaki "RAB" sözcüğünün Eski Türk dilinde bir karşılığı vardı: "iDi" Bu sözcük yüzyıllar boyu Kur'an çevirilerinde de kullanıldı. Yüzyıllar sonra kalkıp, "Eski Türkçe " 101" sözcüğü, Arapça RAB sözcüğünün anlamını karşılamıyor", diyerek, Türkçesini atıp
66
Arapçasını soktular. Sonunda Türkler anlamını gözlerinin önüne getirebildikleri "iDi" sözcüğünü unutup, anlamını gözlerinin önüne getiremedikleri "RAB" sözcüğünü kullanır duruma sokuldular. Bunun Türklerin Kur'an'ı anlamasına bir yaran ölmadığı gibi; Türkçeye de, Türk Toplumuna da bir yararı olmamıştır. Şimdi Türkler, anlamını gözlerinin önüne getiremedikleri, kendileri için anlamı bulanık kalan bu RAB sözcüğüyle yakarıp durmaktalar. Bu yüzden kendi yakanlarına bile yabancılaşmış durumdadırlar.
Diyelim ki, Arapçadaki iMAN sözcüğünün Türk dilinde bir karşılığı, eşdeğeri bulunamıyor olsun. Bu neyin göstergesidir? Türklerin düşüncesinde böyle bir kavramın oluşmamış olduğunun, değil mi?! Öyle ya! Eğer Türklerin düşüncesinde böyle bir kavram oluşmuş bulunsa idi, Türklerin sözcük dağarcığında bu kavramı adlandıran Türkçe bir sözcüğün de bulunması gerekirdi. Eğer yok ise, Türk'ün düşüncesinde o kavram oluşmamış demektir. Böyle bir durumda ise, Türk'ün düşünde karşılığı kavram olarak bulunmayan bir yabancı sözcüğü, Türk'ün diline sokmanın, Türk'e bir yararı yoktur, olamaz.
Oysa, Türk diline sokulan Arapça dinsel deyimlerin tümünün de Türk dilinde karşılıkları var idi. kullanılıyor idi, yüzyıllarca da kullanıldı. Demek ki, Türk diline sokulan bütün bu Arapça sözcükler, hiç bir sağlam gerekçeyle, gerçek bir gereksinmenin sonucu olarak Türkçeye sokulmuş değildir.
Kişioğlunun düşüncesinde yepyeni bir kavram ışıdığında, kişioğlu bu yepyeni kavrama kendi dilindeki köklerden yeni bir sözcük türeterek ad verir. Kişioğlu, düşüncesinde ışımaya başlayan yepyeni bir kavrama, kendi dilinin köklerinden bir ad türetmeye çabalarken, onun önünü kesip, böyle yapmamasını bunun yerine, yabancı dilden bir sözcük alıp kullanmasını dayatmak, öncelikle onun sözcük türetme yetisini işlemez Konuma geriletir ki, bu da
67
ona yapılmış bir iyilik değil, kötülüktür. ELEKTRiK sözcüğü, grekçe ELEKTRON sözcüğünden
türetilmiştir. l .ö. 700 yıllarında Grekçede ELEKTRON sözcüğü, Farsça'da KEHRÜBA denilen bir nesnenin adıydı. Bu katı nesne (reçine), bir yere sürtüldükten sonra, küçük nesneleri kendine çekme özelliği gösteriyordu. Farsça'da KEH-Saman anlamına geliyor. RÜBA ise ÇEKEN anlamına geliyor. KEH-RÜBA: Saman-çeken, demektir. Grekçedeki ELEKTRON da bu nesnenin grekçedeki adı idi. ELEKTRON= Saman-çeken! . . Demek ki, bugün ELEKTRiK sözcügü, l. ö. 700 yıllarında, bir nesnenin bir yere sürtüldükten sonra saman gibi nesneleri kendisine çekmesi olgusunun gözlemlenmesi ile ilintilidir. ELEKTRiK sözcüğünün Grekçe kökü: SAMANÇEKEN anlamına gelen ELEKTRON'dur, Farslar da elektriğe yine SAMANÇEKEN anl:ı.mında Farsça KEHRÜBA adını takmışlardır. Demek ki Osmanlılar, eğer Türkçe düşünebilen kişiler olsaydı, bu olguya Türkçe bir ad verebilirlerdi. Çünkü Türkler de bu olguyu (o nesneyi) bilirler, buna kendi dillerce bir ad verirlerdi. FasçanınArapçanın yüceltimi sonucu, Osmanlılar bu olguya Farsça KEHRÜBA'dan bükerek, KEHRiBAR demişlerdir.
Şimdi, Grekçede SAMANÇEKEN anlamına gelen ELEKTRON sözcüğü bugünkü ELEKTRiK sözcüğünün kökü olabiliyor; Farsçada SAMANÇEKEN anlamına gelen KEHRÜBA, bugünkü ELEKTRiK olgusunun Farsçadaki adı, kökü olabiliyor da niçin SAMANÇEKEN o nesnenin eski Türkçedeki adı bugünkü Türkçede ELEKTRiK olgusunun Türkçe adı olmuyor? Osmanlı'nın Farsça'dan alıp KEHRiBAR (Samançeker) dediği o olguya, Yeni Türkiye, Grekçe ELEKTRON (Samançeker) demiş; bu davranışın özürü olarak da, Türk dilinde bu olguyu (Saman çekme olgusunu) niteleyecek bir sözcük bulunmadığını göstermişlerdir. Bu da kuyruklu bir yalandır, ya da aşın bilgisizliktir. Diğer bir yönüyle de, bu, Türkçe sözcüklerin Kavram-
68
lara ad olamayacak denli yetersiz, sığ kaldıkları; kavramlara ad olabilecek denli derin anlamlar içermedikleri sanısıdır. Oysa, tüm dillerde bulunan kavramlaşmış sözcükler, sözlükteki anlamlarıyla, o kavramları nitelemek için yeterli olamazlar. Bu bütün diller için geçerlidir. Ne Grekçedeki "ELEKTRON" sözcüğü, ne de Farsçadaki "KEHRÜBA" sözcüğü, sözlükteki kök anlamıyla, sonradan ad olacakları Elektrik kavramın derinliğini yansıtabilmektedirler. Bu sözcükler o kavramları, sözlükteki anlamları ile taşıyamazlar, o kavramlar bu sözcüklere sonradan yakıştırılır. Bu sözcükler doğduklarında kavram adı değildirler, sonradan kavramlaştırılmış, eşdeyişle kendilerine sonradan kavram yüklenmiş sözcüklerdir. Bütün uluslar, kendi sözcüklerine, o sözcüklerin sözlük anlamının karşılayamıyacağı ölçüde derin olan kavramları ·yükleyebiliyorlar da, Türkler niçin kendi öz dillerindeki sözcüklere kavram yüklemeyi gerçekleştiremiyorlar? ..
ÇÜNKÜ TÜRKLER, KENDi DiLLERiNiN, KENDi SÖZCÜKLERiNiN, BiR YANDAN DiNSEL DEYiMLERi YANSITAMAYACAGINA, ÖTE YANDAN DA BiLiMSEL, DÜŞÜNSEL KAVRAMLARIN ADI OLAMAYACAGINA KANDIRILMIŞLARDIR . . . .
Bu kandırma olayı Din alanında başlatılmış, bilim alanında sürdürülmüştür.
Bir örnek daha: JET denilen uçak türüne Araplar, Arapça olarak NEFAŞET demektedirler. Bilindiği üzere, JET adı verilen uçak türü, içinde yaşadığımız yüzyıldan önce bilinmiyordu. Ancak, Araplar lngilizce JET sözcüğünün kendi dillerindeki karşılığı olarak kullandıkları NEFAŞET sözcüğünü, en az 1 500 yıldan bu yana kullanıyorlar. Kutsal Bildirge'de (Kur'an) yalnızca bir kez, o da 'ÜFÜRMEK' anlamında kullanılan bu sözcük, bugün Arap dilinde
69
JET adı verilen uçak türü için ad olarak kullanılabilmektedir. Araplar kendi dillerince ÜFÜRMEK anlamına gelen sözcükten, JET Uçağı anlamına gelecek bir ad türetebiliyorlar da, Türkler niçin Türkçe ÜFÜRMEK anlamına gelen bir sözcükten JET anlamına gelecek bir ad türetememişlerdir? Sözgelimi "EM-ÜFÜR" diyebilirdik. JET'lere. Çünkü, önden emdiği yeli arkadan üfüren uçaklardır bunlar.
JET sözcüğü, lngiliz dilinde, bu ad ile anılan uçak türünün yapımından yüzyıllarca önce FIŞKIRMAK, MEME anlamlarında kullanılırdı. ('Ağızlık' anlamında da kullanılmaktadır.) Biz Türkler niçin buna kendi dil kökümüzden bir ad türetemiyoruz da, gidip yabancı dildeki adını alıyoruz? Bizim dilimizdeki sözcük kökleri bu nesneyi adlandırmaya yetmiyor da, yabancıların dillerindeki sözcük kökleri sanki pek mi yeterli geliyor? lngiliz dilinde AGIZLIK, MEME, FIŞKIRMA anlamlarına gelen sözcük, bu uçak türünü adlandırmakta kullanılabiliyor; Arap dilinde ÜFÜRMEK, TÜKÜRMEK, BALGAM, FISILDAMAK gibi anlamlara gelen N-F-Ş sözcüğü bu uçak türünü adlandırmakta kullanılabiliyor; gelgelelim Türkler kendi dillerinde bu uçak türünü adlandıracak bir sözcük bulamıyorlar! Bu son kertede utanılası durum; TÜRKLERiN KENDi DlLLERINl KÜÇÜK GÖRMESi, TÜRKLERiN KENDi DlLLERINE YABANCILAŞTIRILMASI çabalarının başarısıdır. Bu yabancılaştırma süreci, önce din alanında Araplaştırma, Farslaştırma ile başlatılmış; Türk dili geçmişte yoğun bir Araplaştırma, Farslaştırma saldırısına uğramıştır. Bugün de yoğun bir Ingilizleştirme saldırısı altındadır.
Türkler Araplarla Farslarla tanışmadan önce Farsların AYNA Arapların Mirat/Minzarü dedikleri nesneyi KÖZÜNGÜ sözcüğüyle adlandırırlardı. Araplar Minzarü sözcüğünü nasıl GÖZETLEME anlamına gelen Naziretü'den türetmişlerse, Türkler de GÖZ anlamına gelen KÖZ sözcüğünden Arapların MINZARÜ dedikleri KÖZÜNGÜ sözcüğünü türetmişlerdi. Şimdi artık Türkler, öztürkçe KÖZÜNGÜ
70
sözcüğünü çağlardır unutmuş, kullanmıyor; onun yerine, ya farsçasını; "AYNA", ya Arapçasını "MIRAT" kullanmaktalar. Niçin? Çünkü Türkler kendilerini bir an gelmiş kendi KÖZ'leriyle Türk KÖZÜNGÜ'sünde değil, Fars AYN'ı ile Fars AYNASINDA, ya da Arap Rey'i ile Arap Miratında görmeye başlamışlardır. Böyle yapmak ile, ALLAH'IN KENDILERINDEN RAZI OLACAGINA koşullandınlmışlardır. Türkler kendi dillerine yabancılaşmaya -ALLAH'IN ADI ARAÇ EDiLEREK- kandırılmışlardır. Oysa Kutsal Bildirge (Kur'an'da) _1Jyanık_ oJtµı, �LLA_H ile kandı��_yın!'.' anlamına gelen çok önemli bir uyan da vardır.�kz: Fatır/5)
Tanrı, Türklere; kendi dilinizdrlıi GÜNEŞLiK sözcüğünü atın, yerine Arapça ŞEMSIYE sözcüğünü aıın; kendi dilinizdeki Közüngü sözcüğünü atın, yerine Farsça AYNA sözcüğünü alın; kendi dilinizdeki GÜNDOGUSU sözcüğünü atın, yerine Arapça ŞARK sözcüğünü alın; kendi dilinizdeki GÜNBATISI sözcüğünü atın, yerine Arapça GARB sözcüğünü alın; kendi dilinizdeki YARGIÇ sözcüğünü atın Arapça HAKIM sözcüğünü kullanın; ne denli çok Türkçe sözcüğü atıp, ne denli çok Arapça, Farsça sözcük kullanırsanız, o denli severim sizi! . .dememiştir. . . Tanrı, Türklere: "Bana anlamını bilmediğiniz Arapça sözcüklerle seslenin!" dememiştir.
Evet, Türkler, başka yabancı dillerden önce, ARAPÇAYI çok iyi öğrenmek zorundadırlar. Bu doğrudur. Çünkü bağlandıkları dinin kutsal-bildirgesi, öğretisi (Kur'an), Arap diliyle yazılmıştır. Ancak, çok ileri düzeyde ARAPÇA bilmek, bir uzmanlık işidir. Uzmanlık bütün Türklerden beklenemez, beklense de sağlanamaz. Türklerin çok ileri düzeyde Arapça bilen dil uzmanları yetiştirmesi, öncelikle Kutsal-Bildirge'de nelerin öğretildiğinin Arapça bilmeyen Türklere Türkçe olarak söylenmesi, yazılması için gereklidir. Türkleri Araplaştırmak için değil; Müslümanlığı kavratmak için! .. Arapçayı en ileri düzeyde öğrenen Türk, Kutsal Bildirge'yi Türçeye en ileri
7 1
düzeyde · çeviren Türktür. Eğer bir Türk'ün çevirdiği Kur'an'ın yüzde 60'ı Arapça sözcüklerden oluşuyorsa, o Türk, bütün Türkleri Arapça biliyorum diye aldatmış sayılır. Çünkü Arapça sözcüklerin yüzde 60'ının Türkçe karşılığını bilmeyen bir Türk, Türkçeyi de Arapça'yı da ileri düzeyde biliyorum diyemez. Bir Türk için ARAPÇA BiLMEK, başta Arapça sözcüklerin TüRK DILINDEKI KARŞILIKIARINI BiLMEK demektir. "Arapça sözcükleri biliyorum, ancak Türkçe karşılıklarını bilmiyorum." diyen bir Türk, Arapça bilen bir Türk değil, ARAPLAŞMIŞ, TüRKÇEYI UNUTACAK DENLi ARAPLAŞMIŞ BiR TüRK demektir. Türklerin Türkçeyi unutacak
_!enli Araplaşmış Türklere değil, Türkçeyi de ��_çayı-da Çok-iyibf.
len �fIAŞMAMIŞ! ARAPÇAYI ÖGRENIRKEN KENDi DILl.Nl _UNUT_MAMIŞ_ TÜRKLERE gereksinimi vardır. Türkçeyi unutacak denli Arapça bilen Türkler ile, Türkçe bilmeyen Araplar arasında, bir işlevsel ayırım yoktur. lkiside Arapça bilmeyen bir Türk'e, Kur'an'da ne öğretildiğini Türkçe olarak anlatabilme yetisinden yoksundurlar çünkü!..
işte "ARAPÇADAKi DEYiMLERiN TüRK DiLiNDE KARŞILIGI YOKTUR. BU NEDENLE DOGRUDAN ARAPÇA SÖZCÜKLER! TÜRK DILINE SOKMAK GEREKiYOR." diyen kişi, eğer bir Türk Yurtdaşı, annesi-babası Türk olup, Türkiyede doğmuş bir kişi ise, bu kişi ya ne dediğini bilmeyecek denli üşütmüş, ya da ARAPÇA DEYiMLERiN TüRKÇEDE KARŞILIKIARININ VAR OLDUGUNU UNUTACAK DENLi ARAPLAŞMIŞTIR.
Din alanında uğraş veren bütün Türkler değil, ancak bu alanda çalışan Türklerin küçümsenmeyecek bir bölümü ya ne dediğini bilmeyecek denli üşütmüş, ya da Türk dilini unutacak denli Araplaşmış oldukları için; Türk toplumunu etkileme gücü de nasıl olduysa bunların eline geçtiği için; Osmanlının son beşyüz yılında, Türk dili, bunların etkisiyle, dinsel-bilimsel konularda özgün
72
düşünceler üretme aracı olmaktan çıkmıştır. Bunlar kendileri anadillerine yabancılaştıkları ölçüde, toplumumuzu da ana-dillerine yabancılaştırmışlardır.
· Bir somut örnek vermek gerekirse, Elmalılı Muhammed Hamdi Y azır'ın şu sözlerine bakmamız yeterli olacaktır:
"Şurası şayanı ihtiyardır ki, Arabçada "ÜZÜN" (işitme organının adı) ile "SEMi ve SEMIA'' (işitme yetisi); "AYN" (görme organının adı) ile "BASAR" (görme yetisinin adı) pek güzel temyiz ve tefrik edilmiş (sözcük olarak ayrılmış)tır. Lakin Türkçemizde hem "ÜZN"e hem "SEMIA'' ya sade "KULAK" dediğimiz gibi; "AYN" ile "BASAR"ı ayırmayarak ikisine de "GÖZ" deriz. Halbuki cismani kulak, sağırlarda da, cismani göz, bakarkörlerde de de mevcuttur. Burada ruh ve cisim tahliline ihtiyaç vardır. VE BU NOKSANI ARAPÇA İLE İKMAL ETMEYE MECBUR OLMUŞUZDUR.
(Bkz: Muhammed Hamdi Yazır. "Hak Dini Kur'an Dili- C 1-s, 2 1 4) 1. Baskı - 1 935 -
M. Hamdi Yazır, Türktür. Türkce konusunda. Türklerin gözünün i&:ine baka baka yalan söylemektedir. Türk dilinde işitme organının adı ile işitme ediminin adı tek sözcük ile (KULAK) anılmaz. Organın adı 'KULAK', yaptığı işin adı ise "IŞITMEK"tir. Türkçede "gözü olup da görmeyenin" adı "SOKURGA"dır. (Bkz: Kırgız Sözlüğü). Türkçede organ adı olan GÖZ'ün yaptığı işin adı BAKMAK'tır. Görmektir. Türkçe'de hem organa, hem yaptığı işe GÖZ denilmez. ikinci olarak, Arapça'da organın adından türetilmiş bir sözcükle o organın yaptığı işin adlandırıldığı durumlar pek çoktur. Arapça'da AYN, gözün organ olarak adıdır. Bu addan türetilmiş AENE ise GÖZLEMEK anlamına gelir. ÜZÜN, kulak anlamına gelir, bu sözcükten türetilmiş AZINE sözcüğü ise; 'dinlemek' anlamına geliyor. Türkçe'deki sözcüklerin, Arapça sözcüklerin anlamına karşılayamadığı savı, [buna bağlı olarak da Arapça sözcüklerin
73
doğrudan Türk diline alınmasının kaçınılmaz olduğu savı] görüleceği üzere burada da karşımızdadır. Bir Din-bilgiçince, bir Kur'an yorumunda, bu sav, ikide bir karşımıza dikilmektedir. Türk dilinde var olan kimi sözcükleri, Arapçalarını Türk diline sokmak amacıyla yok sayan pek çok Dinbilgiçleri, Türkçenin yoksullaştırılmasının ağır sorumlularıdır. Bunlar yalnızca Türklere karşı deği� Tann'ya karşı da sorumludurlar. Tanrı, var olana yok diyenleri, gerçeği örtenleri sevmediğini bildirmiştir. . . Altay yaradılış söylencemizde bu şöyle vurgulanır:
"VAR'a YOK demen! VAR"a YOK deyen, YOK olur!"
74
BİR DİLİN YABANCILAŞTIRILMASININ, O DİLİ KONUŞAN TOPLUMUN DÜŞÜNCE ÜRETME YETİSİ
ÜZERİNDEKİ OLUMSUZ ETKİLERİ
-V-
Buraya dek, Türk Dili'ne Arapça-Farsça sözcüklerin giriş nedenleri üzerinde durduk. Saydıklarımızdan başka nedenler de bulunabilir. Ancak, biz kendim).i "DIN-DIL" ilişkileriyle sınırlı tuttuğumuz için, yalnızca konumuzu ilgilendiren nedenler üzerinde durup, sonuçlara geçiyoruz.
Uzak geçmişte, çok sayıda Arapça-Farsça sözcükler girmes� Türkçe'nin o günkü y ıpısında ne gibi değişimlere yol açmıştır.
Öncelikle, yaban' ı sözcüklerin böylesi bir yoğunlukta girmesi, Türk Dili'nde bundan önce var olan sağlıklı kök-türev ilişkisini, olumsuz yönde etkilemiştir. Bunu anlayabilmek üzere, bir dil için kök-türev ilişkisinin ne demek olduğunu görelim öncelikle, ki bu ilişki bozulunca neler olduğunu kavrayabilelim.
Bir dildeki sözcük kökleri, birer ağaç kökü gibi düşünülebilir. Dil, bir orman; sözcük kökleri, bu ormana dikilmiş boy vermiş ağaçların kökü gövdesi; türev sözcükler de, ağaçların dallan yapraklan olarak düşünülebilir. Bir ulusun dili, çok sayıda ağaçtan oluşan bir orman gibidir. Her bir ağacın bir kökü gövdesi dalları vardır. Türk dil ormanında dolaşıyoruz. işte şurada "YAR-." kökünün ağacı; bu ağacın dallarında: "YAR MAK", "YAR ANMAK", "YAR iŞ" "YAR iM" "YAR I" "YAR AŞMAK" "YAR ILMAK" "YAR ' ' ' ' '
IK" "YAR AÇ" "YAR DIM" "YAR A" "YAR GI" "YAR ATMAK" "YAR , ' ' ' ' '
ATIK" vb. gibi sözcükler... Onun yanı başında "Er" kökünün ağacı var. Bu ağacın dallarında: "ER MEK"-"ER KEK"- "ER KEN"- "ER EN""ER TELEMEK"-"ER DEM"-"ER EK"-"ER lK"-"ER IŞMEK"-"ER iNMEK"-
75
"ER INÇ"-"ER LENMEK" vb. gibi sözcükler. . . A:l ötede bir başka kök; "TUT-." ağacı... Bu ağacın gövdesi "TUTMAK"; bu gövdeden çıkan dallar: "TUT AM"-"TUT AMAÇ"-"TUT ANAK"-"TUT AR"-"TUT ARLILIK"-"TUT KAL"-"TUT KU"-"TUT KUN"-"TUT SAK"-"TU TUKLU"-"TU TUM"-"TU TUŞMAK"-"TUT UŞTURMAK"- vb. gibi pek çok sözcük . . .
Bütün ulusların birer dil ormanı vardır. Türklerin de, Arapların da, Farsların da, Fransızların da . . .
Bir ulusun kendi dil ormanındaki bir ağacın kökü, bu ağacın kendi dallan ile bir bütündür. Dil ormanındaki bir ağaç; bir sözcük kökü ile, o sözcük kökünden çıkan dallar olarak düşünüldüğünde; sözcük kökü, topraktan (somut yaşamdan) aldığı besinleri, gövdesi aracılığıyla dallarına iletecek, böylece dallar diri kalacak, yaprak verecek; yeni yeni dallar çıkacak demektir.
Bir ağacın nasıl kendi kökü ile kendi dallan arasında yaşamsal bir ilişki var ise; bir sözcük kökünün de, kendisinden türeyen sözcükler ile yaşamsal bir ilişkisi vardır. Bu, bütün dillerde böyledir.
Arapça'da da, sözcük kökleri ile o kökten türeyen sözcükler arasında, yaşamsal bir ilişki vardır. Örnek olarak AKIL sözcüğünü düşünelim. "AKIL" sözcüğü Arapça'dır; o dildeki IKAL sözcüğüyle kökdeştir Arapçada " IKAL": "Somut olarak nesneleri birbirine bağlamak", anlamına geliyor. Bu İKAL ağacının dallarından biri olan "AKIL" sözcüğü ise, nesneler arasındaki bağlantıları somut olarak değil de, düşünce alanında kurmak, anlamına gelmekte. Görüleceği üzere, dil ormanında ne ekerseniz o türüyor. Ektiğiniz ile biçtiğiniz, bir soydandır. Elma ekip ayva bitiremezsiniz. Elma ekmişseniz, elma çıkar. Arap, kendi dil ormanına "IKAL" (BAG) sözcüğünü dikmiş; bu kökten çıkan çeşitli dallar, Arabın yaşamda karşılaştığı !KAL (BAG) çeşitlerinin adı olmuş. AKIL da, işte bu !KAL (BAGLı\NTI) türlerinden birinin adı olarak (o ağaçta
76
bir dal olarak) yerini almış. Bir Arap, devesini ağaca somut olarak bağladığında; "Deveyi
ağaca IKAL ettim" diyor. Bu Arap, olaylar arasındaki neden - sonuç, öncelik - sonralık BAGLANTIIARINI düşüncesinde kurduğunda ise; 'AKIL ettim' diyor. Demek ki IKAL de, AKIL da özünde BAGIAMAK anlamına gelir. Bu sözcük ağacının kökü olan "IKAL" "somut olarak bağlamak" demektir. Bu kökten türeyen AKIL sözcüğü; "düşünsel olarak bağlamak", eşdeyişle: "OLGULAR ARASINDAKI BAGLANTIYI, DÜŞÜNCE ALANINDA 'Düşünsel bağ' olarak KURMAK' demektir. Diyelim ki, gerçek yaşamda bir yer sarsıntısı oldu, evler yıkıldı. Bu iki olgu (yer sarsıntısı ile ev yıkılması) arasındaki bağ, deveyi ağaca bağlayan (IKAL eden) ip gibi, elle tutulur (somut) bir bağ değildir. Bu iki olgu arasındaki bağ, düşüncede kurulabilir türdendir; IKAL edilemez (iple bağlanamaz) ancak AKIL edilebilir: Eş deyişle düşüncede BAGLANABILlR. Bu iki olgu, düşünsel olarak iki biçimde birbirine bağlanabilir. Ya "EVLERiN YIKILMASI, YERIN SARSILMASINA BAGLIDIR (AKILDIR)", ya da tersi: "YERIN SARSILMASI, EVLERIN YAKILMASINA BAGLIDIR (AKILDIR)" ... Bunların ikisi de birer DÜŞÜNSEL BAG KURMA, eşdeyişle AKIL ürünüdür. 'AKIL YÜRÜTME'dir . . .
Arapça'da, olaylar arasında düşünsel açıdan BAG KURMA (AKIL) sözcüğünün, o dilde [somut bir nesneyi, ip vb. gibi somut bir araçla, somut bir yere BAGIAMAK] anlamına gelen "lKAL" kökünden türetilmesi; gerçekten de çok yerinde, çok 'AKILLICA' bir iştir. Somut BAG (IKAL) kökü ile, soyut, (düşünsel) BAG (AKIL) sözcüğünün birbirleriyle KÖK-TÜREV ilişkisi içerisinde bulunması; SOMUT BAG (IKAL)IN bu ağacın KÖKÜ, soyut BAG (AKIL)'ın da bu ağacın bir dalı olması; Arap dil ormanına dikilmiş bir ağacın, kökü ile dalları (türevleri) arasındaki doğrudan ilişkiyi, en yetkin bir biçimde gözlerimizin önüne sermektedir.
77
işte, bütün ulusların dillerindeki, dil ormanlarındaki ağaçların kökleri ile türevleri (dallan) arasında, böylesi doğrudan bir bağlantı vardır. Kökler türevlere, türevler köklere sıkı sıkıya bağlıdır.
Bir kökün somut anlamını (gösterdiği nesnel olguyu) bilmek, kişiye o kökten türeyen sözcüğün soyut anlamını bilmede büyük bir kolaylık sağlar. Anlamı soyut olan sözcüğü anlaşılmazlıktan koruyan; onun türetildiği kökün anlamının apaçık (somut) olmasıdır. Arapça AKIL sözcüğünü anlamakta güçlük çeken kişi, bu sözcüğün Arapça'da türediği kökü (IKAL'i) anladığında; AKIL'ı da anlayacaktır. Bir Arap, IKAL sözcüğünü gündelik yaşamında pek çok olguda, anlamını apaçık yaşayarak kullanmaktadır. Örneğin; devesini bir ağaca IKAL etmekte (ip ile BAGLAMAKTA); ayakkabısının iplerini IKAL etmekte (BAGLAMAKTA); evinden çıkarken, kapısının iki kanadını birbirine bir iple IKAL etmekte (BAGLAMAKTA). işte bu Arap, "düşünsel anlamda BAGKURMAK" demek olan AKIL sözcüğünü kullanırken, gözünün önünden IKAL'ler (ip, düğüm gibi nesneler) geçmektedir. Bu nedenle, sözcük kökünün somut anlamını bilmek, onun türevinin soyut anlamını kavrama işinde, kişilere çok yardımcı olmaktadır. Ancak, Arapça akıl sözcüğünü kullanan bir Türk için, böylesi bir kolaylık yoktur. Çünkü Türkün diline Arapça AKIL sözcüğü somut kökü olan IKAL'den koparılarak sokulmuştur. Türk bu AKIL sözcüğünü evet kullanıp duruyor. Gelgelelim bu AKIL sözcüğünü kullanırken, Türk'ün gözünden IKAL (ip, düğüm, eşeği sağlam kazığa bağlamak, ayakkabının iplerini bağlamak, kapının kanatlarını bağlamak, güreşçilerin güreşi bağlamaları, v.b.) görüntüler geçmiyor. AKIL sözcüğünü kullanan Türk'ün gözünde, bu soyut sözcüğün, Arapça'daki somut köküne ilişkin somut görüntüler oluşmadığı için; "AKIL nedir?" diye sorulacak olsa, size somut yaşamdan bir
78
örnek ile bunun "OLGULAR ARASINDA DÜŞüNCEDE BAG KURMAK" anlamına geldiğini söyleyemeyecek. Çünkü, Türk, soyut anlamlı AKIL sözcüğünü kullanıyor; ancak onun Arapça'daki somut anlamlı (IKAL) KÖKüNü, bilmiyor . . . Çünkü AKIL sözcüğü Türk diline Arabistan'dan köküyle birlikte gelmedi. Türk dil ormanına bir ağaç olarak köküyle dikilmedi. Yalnızca kopmuş bir dal olarak, köküsapı olmayan kırık bir dal olarak geldi. Bu nedenle, Türk; "AKIL" sözcüğünü tanımlaması istendiğinde boş boş bakıyor. Gözleri ışıldamıyor. Çünkü gözünün önünden, bu soyuta uygun somut görüntüler geçmiyor.
Bir dildeki yerli sözcüklerin kendi öz kökleriyle ilişkisi, bir çok bakımdan yaşamsal önem taşır. Bu ilişki şu ya da bu biçimde kesilir ise, neler olur? (Neler olmaz ki! ! ?)
Şu ya da bu ulusun sözlüğünde yer alan yerli sözcükler; o dildeki sözcük KÖKLERi ile, bu köklerden türetilmiş sözcüklerden oluşur. Şimdi, ŞU SAPTAMAYI BiR KAÇ KEZ OKUYUP, ANLAMINI GÖZÜNÜZÜN ÖNüNDE CANLANDIRINIZ.
Bir ulusun dilindeki şu ya da bu sözcük kökünün (Ör: YAR), kendisinden türetilen (Ör: YAR IK, YAR AÇ, vb. gibi) sözcüklerle arasındaki anlam BAGLANTISI; gerçekte, o dili yapanların, bu sözcüklerle adlandırdıkları gerçek olguları da birbirleriyle bağlantılı saydıklarını, ele vermektedir. (Elinizdeki yazmanın, sözcüklere dökülmesi bana en güç gelen özü budur.)
Eğer bir ulusun dilinde sözgelimi iki sözcük bir kökten türemiş iseler; bu durum, bu iki KÖKDEŞ sözcüğün ad olarak verildikleri iki ayn olgunun da -şu ya da bu yönden- birbirleriyle BAGLANTILI görüldüklerinin bir göstergesidir.
Bu durumu bir örnekle anlayabiliriz: Türkçemizdeki "ER DEM" sözcüğü ile "ER MIŞ" sözcüğü kökdeştirler. ikisinin de kökü birdir:
79
"ER -." Şimdi, Türk Dilinde "ER DEM" ile "ER MIŞ" sözcüklerinin "ER ·." kökünden türetilmiş KÖKDEŞ sözcükler oluşu; Türklerin bu sözcükleri ad olarak verdikleri olguları, gerçek yaşamda da birbirine bağlı olgular olarak gördüklerini göstermektedir. Sözcükler arasındaki KÖKDEŞLIK; bu sözcüklerin adı oldukları olgular arasında bir KARDEŞLiK; Kandaşlık, soy bağı, düşünüldüğünün göstergesidir. Şimdi:
1- "SOMUT, NESNEL OLGULAR ARASINDA, DÜŞÜNSEL BAGLANTIIAR KURMA ÇABASI", "DÜŞÜNCE ÜRETMEK" anlamına geliyor ise ... (Akıl Yürütmek de diyebilirsiniz.)
2- Dil alanında, bir kökten KÖKDEŞ sözcükler türetmek demek; düşünce alanında, bu kökdeş sözcüklerin ad olarak verildiği olguları da birbirleriyle bağlantılı görmek demek ise .. .
3- Bu durumda, bir ulusun dilindeki kökdeş sözcükler, o ulusun gerçek yaşamda hangi nesnel olguları birbirleriyle ne biçimde bağlantılı saydığının da bir göstergesidir, demektir.
Sonuç olarak; bir dili konuşan toplumun "SÖZCÜK TÜRETME YETISl" ile o dili konuşan toplumun "DÜŞÜNCE ÜRETME YETISl", biri ötekiyle belirlenen -BAGLANTILI- olgulardır. Birinin gerilemesi, ötekinin de gerilemesine; birinin gelişmesi, ötekinin de gelişmesine neden olacak denli yapışık kardeşlerdir bunlar.
Bir ulusun öz dilinin sözlüğü incelemeye alınır; bu sözlükteki sözcük kökleri seçilip ayrılır; bütün bu kökler, kendilerinden türetilen sözcüklerle birlikte ayn ayn öbeklenir; her bir kök kendisinden türeyen sözcüklerle ayrı bir ağaç olarak dikilir; sonra da kökdeşlikle birbirlerine bağlı olan bu sözcüklerin ad olarak verildiği gerçek olgular da bir bir ortaya çıkartılır ise; o ulusun gerçek yaşamdaki hangi olguları birbirleriyle hangi yönden bağlantılı gördüğü; dolayısıyla da, o ulusun NASIL BiR DÜŞÜNCE ÜRETME BIÇIMI olduğu, ortaya çıkartılmış olur.. . Ben buna "MASABAŞI ANT-
80
ROPOLOJISI" (OTURDUGUN YERDEN INSANBILIMCILIK) diyorum. Türk Dili, yoğun bir Arapça-Farsça sözcük yığılmasına
uğratılmadan önceki olabildiğince "katıksız" yapısıyla; kökleriyle türevleri arasında sağlıklı, işlek bağlar bulunan bir dildi. Orhon Yazıtlarındaki (I. S. 735) (Kur'an'dan 100 yıl sonraki) Türk dili; o yıllarda yaşayan Türklerin, gerçek yaşamdaki hangi olguları, hangi başka olgularla, hangi bakımdan bağlantılı olarak düşündüklerini ele verecek denli ( eşdeyişle, onların düşünce üretme biçimlerini çıkarsayabileceğimiz denli) kök-türev ilişkisi sağlam kurulmuş bir dildi. "Eski Türk Yazıtla.rı"nın sözlüğü; yerli kökler ile, bu yerli köklerden türetilmiş yerli sözcüklerden oluştuğu için, bu dili yapan-konuşan Türklerin düşünce üretme biçimini de ele verebilecek nitelikte, çok önemli bir kaynaktır.
Şimdi, artık d·ilimiz Arapça-Farsça sözcüklerle dolduğu, bu sözcükler de dilimize Arapça-Farsça kökleriyle birlikte taşınmamış oldukları için, sözlüğümüzde yer alan şu ya da bu yabancı sözcüğün bizim düşünce üretimimizdeki işlevi; tıpkı o sözcüklerin bizim dil ormanımızda oldukları denli köksüz, bulanık kalmaktadır. Sözgelimi Arapça'dan geçmiş bulunan RAHMET, MERHAMET, MERHUM sözcüklerinin irdeliyelim. RAHMET: Yağmur (Rahmet yağdı.) · MERHAMET: Acımak (Bana merhamet edin.) · MERHUM: Ölü (Merhum'u Zincirlikuyu'ya gömdük.) Arapçada KÖKDEŞ olan bu üç sözcüğün üçünün de Türk Dili'nde bir kökü yoktur ki: "Nasıl olup da ölmek, yağmur, acımak gibi üç ayn olgu bu kökdeş sözcüklerle adlandmlabilmiş?" sorusuna yanıt arayarak, Türklerin düşünce üretme biçimini anlayabilelim! Türklerin gündelik yaşamlarında kullandıkları kökü Arapça olan bu sözcükler, bunların kökü Türk Dili'nde bulunmadığı için, Türk düşüncesini (akıl yürütmesini) anlamanın bir aracı olarak da kullanılamazlar. Türk Dili'nin Arapça-Farsça sözcüklerle dolması demek; kökü Türk Di-
8 1
li'nde bulunmayan sözcüklerle, eşdeyişle Türk dil ormanında "köksüz yaşayan sözcüklerle" dolması demektir ki; bu da Türk Dili'ni köklü ağaçların yaşadığı bir orman olmaktan çıkarır; Aramstan'dan, Farsistan'dan koparılıp getirilmiş dalların, çubukların öbeklendiği bir odunluk görünümüne sokar. Sokmuştur da! . .
"Bir ulusun, Dil alanında, yerli bir kökten kökdeş sözcükler türetmesi" demek; "O ulusun, Düşünce alanında, bu kökdeş sözcükleri ad olarak verdiği olgular arasında düşünsel bir bağlantı kurmuş olması" demektir, demiştik.
Sözcükler, ayırdına varılan yeni olguları adlandırma gereksiniminden doğmaktadır. Bir ulusun belli bir andaki sözlüğü; o ulusun o ana dek ayırdına vardığı olgulara verdiği adlardan oluşur. Diyelim ki, yeni ayırdına varğıklan bir olgu ile karşılaştılar. Doğaldır !'.i bu olgunun adı konmadıkça, sözlüklerine de geçmeyecektir. Ancak, yeni ayırdına varılan bu olguya bir ad koyma işi, öyle bilinçsizce yapılmaz. Düşünceyle (akıl yürütmeyle) yapılır. "YENi AYIRDINA VARILAN BU OLGU", o ulusun geçmişte ayırdına varıp da adını eskiden koymuş bulunduğu olgulardan hangisiyle çağrışım yapıyor? "GEÇMiŞTE AYIRDINA VARILIP ADI KONMUŞ" olgulardan hangisine BENZiYOR? Hangisiyle BAGLANTISI var? işte, "YENi AYIRDINA VARILAN ADSIZ BiR OLGU", "GEÇMiŞTE AYIRDINA VARILIP DA ADI KONULMUŞ OLGULAR"dan hangisiyle BAGINTILI sayılıyor ise, "YENi AYIRDINA VARIL<\N BU OLGU", bağlantılı görüldüğü o eski olgunun adının geldiği köke bağlanır. Bu bağlama işlemi de, bu -kökten yeni bir sözcük türetip, yeni ayırdına varılan olguya ad olarak vermekle yapılmaktadır.
Eski toplumlarda, "AD KOYMA" edimi, bir "ANLAM SAPTAMA" edimi olarak gerçekleşiyordu. Örneğin, çoğu eski uluslarda görüldüğü gibi Eski Türkler, çocuklarının adlarını bile, o
82
çocukların yeteneklerine ya da bir çocuğun kişiliğini ötekilerden ayıran özelliğe göre koyarlardı. Dede Korkut öykülerinde, "AD KOYMA" ediminin, bir ANLAMLANDIRMA ÇABASI olduğu açık seçik görülür. "BOGAÇ" adı, bir boğayı bir vuruşta devirdiği için, bunu başaran gence AD olarak konulmuştur. Genç, yıllarca ADSIZ dolaşır. [Uygurlar, bugün bizim Yüzük Parmağı adını verdiğimiz parmağa, ADSIZ PARMAK diyorlar. Çünkü öteki parmakları ya işlevine, ya biçimine, ya da eldeki yerine göre adlandırabilmişler, ancak bunu ADSIL: diye adlandırmışlar. Çünkü onlar o dönemde bu parmağın AD verilmeye değer bir özelliğini bulamamışlar.] Yaşamı süresince, kendisini ötekilerden ayıracak bir özellik sergileyemediği sürece çocuklar da ADSIZ yaşarlardı. Dirse Han'ın adsız oğlu, günün birinde, bir boğayı bir vuruşta devirerek, kendisini ötekilerden ayıran bir beceri göstermiştir. işte ancak o andan sonra kendisine bir ad verilmiştir: BOGAÇ! (Boğa deviren) .. . Gencin boğayı bir vuruşta devirmesi, "YENi AYIRDINA VARILAN BiR OLGU" dur. Boğa ise, bilinen adı konmuş bir olgudur. Gencin boğayı bir vuruşta devirmesi olgusu, boğa olgusu ile BAGLANTILI görülmektedir. işte, iki olgu arasında böyle bir bağlantı düşünüldüğü içindir ki, gence konulan ad da, bağlantılı görüldüğü olgunun adından türetilmiştir. iŞTE, OLGULAR ARASINDAKi BAGLANTILAR, BU BAGLANTILARI DÜŞÜNSEL ALANDA KURAN TOPLUMUN SÖZlÜGÜNDE, KÖK-TÜREV ILlŞKISI OLARAK GÖRÜLÜR .. . BOGA sözcüğünden BOGA+Ç sözcüğünün türetilmesi, olgular arasında kurulan düşünsel bağlantının, dil alanında köktürev ilişkisi biçminde kurulmakta oluşunun somut bir örneğidir. Bu nedenle, SÖZCÜK TÜRETMEK, DÜŞÜNCE ÜRETMEKTiR. Bir ulusun dilindeki TÜRETiLMiŞ SÖZCÜKLER, o. ulusun yaşamındaki ÜRETiLMiŞ DÜŞÜNCELERdir. Bir ulusun yerli sözcüklerinden oluşan sözlüğü; [o ulusun dilindeki kök-türev ilişkisinin bir tuta-
83
nağı olarak], o ulusun ürettiği düşünceleri (Hangi olguları hangi olgularla nasıl bir bağlantı içerisinde düşündüğünü) gösterir. O ulusun ürettiği düşünceleri, (Eşdeyişle olgular arasında kurduğu düşünsel bağlantıları) saklar, korur, içerir, banndınr...
Bir ulusun, yerli sözcük köklerinden türettiği sözcükleri kullanımdan kaldırarak; bunların yerine, o ulusun dilinde kökleri bulunmayan Arapça-Farsça sözcükleri geçirmek; yalnızca o ulusun diline yapılmış bir saldırı olmakla kalmaz; o ulusun SÖZLÜGÜNE, (eşdeyişle: ÜRETiLMiŞ ÖZGÜN DÜŞÜNCELERiNi KORUDUGU YERE) de bir saldırı anlamını taşır. O ulusun çağlar boyunca ÜRETMiŞ BULUNDUGU DÜŞÜNCELERE de, DÜŞÜNCE ÜRETME YETiSiNE de bir saldın niteliğindedir. Tanrı, kimseye böyle bir dinsel görev vermemiştir. Tersine: "Dillerin, renklerin türlü türlü oiııtu, Tanrı'nın eylemlerindendir." diye bildirilmiştir Kur'an'da . . . Ele geçirdikleri ülkelerde yaşayan öteki dinlere bağlı (ya da KAFiR) dedikleri kişileri kendi dinlerinde, dillerinde, iç yönetimlerinde alabildiğince özgür bırakan Arap Müslüman'lar; nedense bu özgürlüğü başka uluslardan kendi dindaşlarına tanımamışlar, kaba güç kullanarak değil, ancak Tanrı'nın adını kullanarak kendi dindaşlarını dil alanında özgür bırakmamışlardır. (Bkz: Kuteybe!) "Müslüman'ın Müslüman'a yaptığını, gavur bile yapmaz!" atasözü dil alanında böylece doğrulanmış bulunuyor. Bunun kanıtı, Türk Dili'nin köktürev ilişkisinin Arapça-Farsça sözcükler sokularak yaralanmasıdır. Bir ulusa, o ulusun ana dilini bozmaksızın ikinci bir dil (Öm: Arapça) öğretmek başka, o ulusun ana dilini bozmak başkadır.
Türk Dili'nde iLKEL diye- bir sözcük var iken, bunun atılıp yerine Arapça iPTiDAi konulması; OLGUN diye bir sözcük varken, yerine Arapça KAMiL konulması; YALNGUK varken, atılıp yerine ADEM konulması; ÖZET varken, HULASA; YERTINÇÜ varken DÜNYA; ÖLMEK varken, VEFAT ETMEK gibi Arapça-Farsça sözcüklerin so-
84
kulmasının, Tann'nın buyruğu olmadığı, çok açık bir gerçektir. Arapça-Farsça sözcükler, Türk Dili'ne sokulduklarında, Türk dil
ormanındaki ağaçların yaşayan, yaprak veren dallan kopartılmış, atılmış; kök ağaçların dallan acımasızca kesilmiş durmuş; kesilen bu dallar çürümeye (unutulmaya) bırakılırken, Arabistan'dan kesilip getirilen dalların özenle korunması beklenmiştir. Türkler, Arabistan'dan gelen bu kopuk dallan, kendi dil ağaçlarından kopartılan yerli dalların yerine dikememişlerdir. Türk Dili'nin doğası bunu yasaklıyor. isteseler de olamazdı. Sonuçta, yazık etmişlerdir Türk dil ormanına . . .
Bir dildeki yerli sözcüklerin yerine yabancı sözcükler sokarak, o dilde kurulu bulunan kök-türev ilişkisini kesmek; tıpkı bir çocuğu anasından ayırıp öldürmek gibidir.
Kişioğullannın nasıl bir soylan varsa, sözcüklerin de soyları vardır. Bir sözcük kökü, kendisinden doğan bütün sözcüklerin soyca atasıdır. Nasıl, bir oğul babasının soyadıyla anılırsa; tıpkı bunun gibi, bir türev sözcük de, kendisinden türediği kök sözcükle birlikte anılır. Kök sözcük, kendisinden doğan bütün türev sözcüklerin yapısında bir SOYADI olarak doğrudan vardır. Örneğin GÖR kökü, kendisinden doğan GÖR ÜNTÜ, GÖR KEM, GÖR SEL, GÖR ECE, GÖR ENEK, GÖR EV, GÖR GÜ, GÖR ÜMLÜK, GÖR ÜMCE, GÖR ÜNGÜ, GÖR ÜŞ, gibi sözcüklerin atası olduğu için; bu sözcüklerin hepsinde ilk önce onun adı anılır. Tıpkı "AHMET oğlu MEHMET'' denildiği gibi, bir sözcük de: "GÖR oğlu GÖRGÜ" ya da "GÖR oğlu GÖRENEK" dercesine GÖR-GÜ ya da GÖR-ENEK diye anılır. "GÖR", bir atadır; kendisinden pek çok çocuk, torun, torunun torunu türemiştir. Siz gelip de "GÖRÜNTÜ" adını silip yerine "MANZARA" adını koyarsanız; tıpkı Bulgarların Türklerin adlarını değiştirerek, BULGAR adları kullanmalarını buyurduğu gibi; saldırgan bir eyleme girişmiş olursunuz. Bu nasıl "TÜRKLERi BULGARLAŞTIRMAK"
85
denilerek kınanmış ise, sizin yaptığınız da TÜRKLERi ARAPLAŞTIRMAK, FARSLAŞTIRMAK'tır. Kınanmanız gerekir. Siz GÖRÜNTÜ yerine, onu silip MANZARA sözcüğünü sokarak; GÖRÜNTÜ'nün kendi atası olan GÖR ile soy bağını sildiniz. Yok saydınız. Onu kendi atasından koparttınız. Araplaştırdınız. "GÖRÜŞ denmeyecek, bundan böyle REY diyeceksiniz", dediniz. "GÖRGÜ denilmeyecek, bundan sonra ADET deyin", "GÖRENEK demeyeceksiniz, bundan sonra ÖRF deyin", "GÖRECE denilmeyecek, bundan böyle iZAFi diyeceksiniz", "GÖREV denilmeyecek, bundan böyle VAZiFE diyeceksiniz", "GÖRKEM denilmeyecek, bundan böyle iHTiŞAM diyeceksiniz". Böyle böyle, GÖR kökünden doğan, türeyen bütün dil çocuklarımızın adlarını-soyadlarını değiştirdiniz. Onlara öyle birbirine benzemez Arapça-Farsça adlar verdiniz ki, artık bu olguların bizim düşüncemizde birbirlerinden doğmuş oldukları, gerçekte kandaşlık bağlan silinip gitti! .. Tanrı, size böyle mi buyurdu? Yok, Tanrı böyle yapmanızı buyurmadı ise, niçin böyle yaptınız? Niçin Türk Dili'ndeki kökler ile türevler (atalar ile çocuklar) arasındaki bağları; Türk düşüncesindeki, olgular arasında kurulmuş bağların tutanağını silmeye giriştiniz? Niçin Türk Dili'ni soyunu kurutmaya kalkıştınız? .. Niçin Türk Dili'nin bütün öteki diller gibi en doğal, en Tanrı vergisi gücü olan TÜREME YETiSiNi, çocuk yapma {türev üretme) gücünü yok etmeye giriştiniz? Bu sorulan şimdi ben soruyorum; "O GÜN" gelip çattığında, "YARGI GÜNÜ", "ÖLÇÜM GÜNÜ" geldiğinde, kişiler yaptıklarından sorgulanmaya başlandığında; bu sorulan Tanrı sormayacak mı? .. Ben, Arap Dili'nde "ALLAH", Türk dilinde "TANRI" sözcüğüyle adlandırılan, eşi bulunmayan, kendisinden başka tanrılar bulunmayan, özellikleri T. E. Muhammed aracılığıyla bütün kişioğullanna bildirilen Tann'ya inanıyorum. Kişioğullannın öldükten sonra yeniden diriltileceklerine; yeryüzündeki yaşamları
86
süresince yapıp ettiklerinden dolayı sorgulanacaklarına; yaptıklarının karşılıklarını göreceklerine inanıyorum. Bir toplumun sağlıklı dilini, bu dildeki sağlam kurulmuş kök-türev ilişkisini bozmak; dolayısıyla o dili konuşan toplumun düşünce üretme yetisini bulandırarak, anlama yeteneğini köreltmek; bağışlanması Tanrı'nın dileğine kalmış ağır bir suç olsa gerektir. Tanrı, Elçileri aracılığıyla kişioğullarına ilettiği gerçekleri anlamayı güçleştiren dil bozgunculuğunu kınamıştır. Elçiler, Tanrı'dan kendilerine, "LISANE SIDKIN" (gerçeği dosdoğru; olguları birebir, yaşandığı gibi, bozmadan yansıtabilecek bir dil) vermesini dilemişlerdir. Tanrı'nın seçkin, saygın Elçisi Musa'nın, Mısırlılar' {endi ana diliyle seslendiği bir gerçektir. Mısırlıların o yıllarda Kur'an'daki ARAPÇAYI konuşmadıkları da, belgelerle kanıtlı bir gerçektir. Musa'nın dili, konuşma özürlüdür (tutuktur); kardeşi ise düzgün, akıcı konuşabilmektedir. Bu nedenle, kardeşi, Musa'ya DIL BAKIMINDAN yardımcı kılınmıştır. Tanrı'nın bildirdikleri, Mısırlılara, APAÇIK KENDI DILLERI ile aktarılmıştır. Musa, Tanrı'ya APAÇIK kendi ana dili ile seslendiği gibi, Tanrı da Musa'ya APAÇIK ONUN ANLADIGI DIL ile bildirmiştir. Tanrı için dil engeli yoktur; o bütün dillerde bildirim yapabilir. "Kendilerine açıkça aniatsın diye her elçiyi kendi ulusunun diliyle gönderdik." (Kur'an-14/ 41 demektedir. Tanrı insanlara kendi konuştuk.lan, bildikleri dille seslenir; kişioğullan da Tann'ya kendi anadilleriyle seslenirler. Tanrı, şu ya da bu ulusun dilini ötekilere üstün saymamıştır. Ancak, bir dilde "sağlıklı sözcükler" vardır, "özürlü sözcükler" vardır. Kur'an'da ERDEMLi SÖZ - ERDEMSIZ SÖZ konusunda yapılan şu benzeti; bence dilbilimin sözcük türlerine de uygulayabileceği bir örnek ayrımdır:
" . . . . ÖZLÜ-SOYLU-SAGLAM BIR SÖZ; KÖKÜ YERLEŞiK, DALLARI GÖGERlK, ÖZLÜ-SOYLU-SAGLAM BIR AGAÇ GIBIDIR." -" YETIŞTIRICISININ BlLGISIYLE BÜTÜN DÖNEMLERDE YEMiŞiNi
VERiR." · " ÖZÜRLÜ-BOZUK-ÇÜRÜK BiR SÖZÜN BENZERi DE, ÖZÜRLÜ-BOZUK-ÇÜRÜK BiR AGAÇ GIBIDIR; TOPRAGIN ÜSTüNDEN GÖVDE EDiNiR; YOKTUR ONUN KALICI SÜREKLi BiR YUVASI! . ." (Çeviri, Benim) ( 14/24-25-26)
Bu açıklama, tilin ulusların dilbilimcilerinin de bitkibilimcileri· nin de önünde saygıyla eğilmelerini gerektiren iki gerçeği, en yetkin biçimde dile getirmektedir. Bir yandan "Sözleri" niteliklerine göre ikiye ayırırken, öte yandan "bitkileri" niteliklerine göre ikiye ayırmaktadır. Gerçekten günümüzde bitkibiliminde, bitki türleri iki ana kola ayrılmıştır. Bir kolda 'ÜSTÜN YAPILI' (SAPLI-KÖKLÜ) BiTKiLER, öteki kolda ise, bir kökleri-gövdeleri bulwımayan, TOPRAGIN ÜSTüNDEN GÖVDE EDiNEN 'TALLI BiTKiLER' bulunmaktadır. Burada sözler de KÖKLÜ-KÖKSÜZ olmak üzere ikiye ayrılarak, ana bitki türleri ile ana söz türleri bir benzerlik içerisinde anılmaktadırlar. Kur'an'da doğrudan sözcük türlerine değil de, ERDEMSIZ-ERDEMLI SÖYLEM ayrunına ilişkin olarak verilen bu örnek bence sözcük türleri ayrunını da anlatabilecek güçte bir benzetidir.
Yerin üstünden gövde edinen (TALLI) BiTKiLER, su yosunlan, likenler, mantarlardan oluşan bir öbektirler. Likenlerin bir türü "GÖÇMEN LiKEN" adını alır. Bunlar, esintilerle TOPRAGIN YüZEYINDE ordan oraya��nirler; köksüz oldukları için hiç bir yere yerleşemezler. Liken söz�ğü, Latince'de YALAMAK anlamındadır. Gerçekten de "YALAMA" bir bitkidir bu. Ormanlarda, ağaçların gövdelerine dallarına yapışırlar; kıraç bölgelerde, kayaların, duvarların yüzeyini gövde edinirler. Bunların kimi türleri ÇÖLÜN SERT KOŞULLARINDA YAŞAR (Ibranilerin 'kudret helvası' dedikleri, belki de budur.) Bu, Arapların çölden bildiği, tanıdığı bir bitkidir. Yerin üstünden gövde edinen tallı bitkilerin bir türü de mantarlardır. Bunların da kökü yoktur. Ölü nesnelerle beslenirler.
88
Bu nedenle bunlara "ÇÜRÜKÇÜL" adı verilir ki, benim ÖZÜRLÜBOZUK diye çevirdiğim Kur'an'daki HABIYS sözcüğü, Arapça'da ÇÜRÜKÇÜL anlamına da kullanılmaktadır. Bunlar da kendilerine yerin üstünden gövde edinirler. Toprak, gübre, ya da canlı varlıklar üzerinde asalak olarak yaşayan türleri vardır. (Bkz: B. Larousse)
işte, bir dildeki sözcüklerin bir bölümü, KÖKÜ YERLEŞiK, DALLARI GÖGERIK, ÖZLÜ-SOYLU-SAGLAM AGAÇLAR gibiyken; öteki bölümü de mantarlara, likenlere; "ÖZÜRLÜ-BOZUK-ÇÜRÜKÇÜL BiTKiLERE" benzemektedir. Bunların o dilde değişmez, toprağın derinlerine giden, yerleşik bir kökleri bulunmadığı gibi; oradan oraya dolaşmakta, başlarını sokacak kendilerine özgü bir yuvaları da bulunmamaktadır.
Türk Dili'nde, -kökü bin yıllardan bu yana yerleşik, dallan bin yıllardan bu yana göğerik, yetiştiricisinin bildirimiyle bin yıllardan bu yana bütün dönemlerde yemiş (türev) veren SOYLU-ÖZLÜSAGLAM-ARI sözcükler vardır. Türk Dili, Arapça-Farsça sözcüklere dolduruldu; eş deyişle, Türk Dil Ormanı, kendi öz köklerinden kopartılarak Türkler açısından köksüz duruma sokulan yabancı sözcüklerle, likenlerle, mantarlarla, çürükçül, yalama sözcüklerle kaplandı. Bu anayurtlarından koparılarak yalamalaştırılan, çürükçülleştirilen, bozulan sözcükler, bizim toprağımızda YEMiŞ (türev) VERMiYORLAR! Bunlardan yeni dönemlerde gerek duyulan yeni yemişler alınamaz. Yalnızca kendileri vardır. Size, gereksiniminizi karşılayacak yeni sözcükler türetmezler. Yeni bir olguyu nitelemek için kullanacağınız yeni bir dal vermezler. Çünkü, anayurtlarındaki köklerinden koparılmış olup, bizim yurdumuzda da kök salmamış olduklarından varlıkları kendilerini yinelemekten başka bir özellik içermemektedir. Bunların Türk Dil ormanında kendi kökleri, gövdeleri yoktur ki, size yeni bir dal verebilsinler.
89
Köklerinden kopmak ile, bozulmaya, çürümeye terkolunmuşlardır. BiR SÖZCÜGÜN KÖKÜ, BlR ULUSUN DlL ORMANINDA YOK lSE,
O SÖZCÜK SIZIN DlL ORMANINIZA "GÖÇMEN OLARAK GELMiŞ" DEMEKTiR. DOGDUGU YERDE KÖKÜ VAR iDi, ANCAK KÖKÜNÜ KENDI ANAYURDUNDA BIRAKIP KOPMUŞ BIR DAL OLARAK GELDI. DOGDUGU YERDE GÖVDESi VAR IDI, ANCAK ONU DA KENDI YURDUNDA BIRAKIP GELDi. (BIRAKTIGI KÖK, O ÜLKEDE SOY VERMEYi SÜRDÜRÜYOR; ANCAK, O YABANCI BiR ÜLKEDE KÖKÜNDEN KOPMUŞTUR) DOLAYISIYLA ARABlSTAN'DAN, FARSlSTAN'DAN TÜRK DlL ORMANINA GELEN SÖZCÜKLER, KENDI ÜLKELERiNDE YAŞARKEN KENDi KÖKLERiNE BAGLI OLDUKLARI IÇIN; ORADA ÜREME, TÜREME,YEMlŞ VERME YETlLERl VARDI; BUNLAR TÜRK DiL ORMANINA, BU YETiLERiNi KENDl ÜLKELERiNDE BIRAKARAK (KENDi KÖKLERiNDEN KOPARTILARAK) GELMiŞLERDiR. BU KÖKÜNDEN KOPMUŞ BÜTÜN YABANCI SÖZCÜKLER, TÜRK DILl AÇISINDAN ÇÜRÜKÇÜL (Ar. HABIYS) BiR NlTELlK TAŞIRLAR. ÇÜNKÜ KÖKLERiNDEN KOPMUŞ, BU NEDENLE YEMiŞ TÜRETME YETiLERi BiTMiŞ, ESlNTlLERLE ORADAN ORAYA SAVRULAN GÖÇMEN LiKENLER KONUMUNA DÜŞMÜŞLERDiR. GERÇEKTE BU SÖZCÜKLER DE, iÇiNDE BULUNDUKLARI BU KONUMDAN PEK MUTLU DEGILDIRLER. ONLARI ANAYURTLARINA GERl GÖNDERMEK, BlR YANDAN ONLARI ÇOK MUTLU EDECEK; ÖTE YANDAN TÜRK DlL ORMANINI BU -GlBI ÇÜRÜKÇÜL SÖZCÜKLERDEN KURTARACAKTIR.
Örneğin Arapça iZiN sözcüğü Türk Dili'ne kendi kökü olan AZAN sözcüğünden kopartılıp da getirilmiştir KULAGI KOPARTILMIŞTIR "lZIN" SÖZCÜGÜNÜN. Çünkü bunun Arapça kökü,
· Türkçede KULAK anlamına gelen AZAN sözcüğüdür. Buna "DUYARGA" da diyebilirsiniz. Bir Arab'ın burnuna yemek kokulan geldiğinde, Arap: "Yemeğin kokusunu A-Z-N ettim!" diyor. Kulağına
90
bir ses çalındığında, Arap: "Bu sesi A-Z-N ettim!" diyor. (KOKU AL· GISI) ile (SES ALGISI), olgu olarak benzeşirler. Çünkü ikisi de GÖZLE GÖRÜLMEZ, ELLE TUTULMAZ, DiLLE TADILMAZ (ancak ku· lağa ya da buruna giren yel ile duyulan) algılardır. !kisi de boşlukta yel ile yayılarak kulağa ya da buruna ulaşır. Ya koku ya ses BiLDiRiR. Ya koku ya ses DUYURUR. Biz Türkler de; SES DUYDUM, KOKU DUYDUM diyerek, bu iki olguyu benzer saymaktayız. Araplar benzer biçim.de SES A-Z.N ETTiM, KOKU A·Z·N ETTiM diyorlar. (Yine tıpkı bizim gibi, DUYMA işini BURUN'dan çok KULAK için kullanıyorlar.) Peki, Türkün diline sokulan iZiN sözcüğünün Türkün düşüncesinde KULAK ile BURUN ile, iŞiTME ile, KOKLAMA ile ne gibi bir ilintisi olabilir? Bugün biz Türkler, "iZiNE ÇIKTIM", diyoruz. Anlatmak istediğimiz, bir süre ÇALIŞMAYACAGIMIZ'd ,r. Ya da bir işe girişmeden önce, birinin olurunu, onayını almay:. " iZiN ALMAK" diyoruz. Bunun KULAK ile, SES ile bağlantısı nedir? .. DUYURMAK!.. "Anne, ben evleniyorum!" ·
"Babandan iZiN aldı;ı mı?" (Eş deyişle babana DUYURUP ONAYINI ALDIN MI?) (BABANIN KULAGINA BU SÖZLERi ILETTIN MI) işte Arab'ın düşünme biçimine göre; [KULAK] ile [ONAY VERME] olguları [DUYURMA] işlemiyle birbirlerine bağlanmıştır. Biz iZiN sözcüğünü, onun Arap Dili'ndeki kökünden kopartıp yalnızca bir dal olarak · kullandığımız için, Arapça iZiN sözcüğü bizim düşümüzde DUYURU YAPMAK olgusu ile çağrışımsal bir titreşim yaratmıyor. Biz Türkler Arapça'dan gelen EZAN sözcüğünün, yine Arapça'dan gelen iZiN sözcüğü ile Arapçadaki köksel bağlantısını BiLMEDEN kullanırız. Ancak Arab'ın düşüncesinde AZAN: (Kulak), EZAN: (Duyuru) iZiN: (Onay), sözcükleri tek bir kökün dallarıdırlar, Arab'ın düşünde birbirlerini çağrıştırırlar, birbirlerini anımsatırlar; birbirlerinin varlık nedenidirler; çünkü kandaş, kökdeş, soydaştırlar. Arabistan'dan gelen EZAN (Duyuru) sözcüğü
9 1
ile yine Arabistan'dan gelen iZiN sözcüğü, Türk dil ormanında -evet- yaşamaktalar; ancak bunlar kardeş olduklarını dahi bilmeden
yaşıyorlar. Babalarının bir olduğunu dahi bilmiyorlar. işte, bir dile yabancı sözcükler köklerinden koparak geldiler mi; bunlar bir yandan içine girdikleri ulusun dilini bozar, yabancılaştırır; bir yandan
da kendileri kendilerine yabancılaşır, öz kardeşlerine yabancılaşır, atalarını unuturlar. Arabistan'dan kopartılıp Türkiye'ye satılan EZAN sözcüğü, kendisi gibi Arabistan'dan çalınıp Türkiye'ye satılan
lZIN sözcüğünü yolda görse tanıyamaz; oysa bunlar Arabistan'da bir babanın, bir ananın çocuklarıydılar, kardeştiler; Türkiye'ye geldikten sonra kardeş olduklarını dahi unutmuşlardır. Kendi
köklerinden koptukları gibi; geldikleri dilde yerini aldıkları Türkçe sözcükleri de öz köklerinden etmişlerdir. Bütün bu sıkıntılar, acılar, örselenmeler, çürümeler, göçmen yaşamı niçin? Bir a\l\JÇ
kendisini bilmez, dinini yanlış bilir, topluma kendini din bilgini, bilgin diye saydırtmış kişilerin, Kur'an'daki kimi sözcükleri, Arap Dili'ndeki köklerinden koparıp Türkçe'ye getirmekle, Tann'nın
kendilerine ödül vereceğini sanmış olmaları yüzünden!. . Kimilerinin, başkaları üzerinde kendilerinin ne denli bilgili kişiler oldukları izlenimini yaratmak amacıyla, Arapça-Farsça sözcükleri söz
arasına sıkıştırmayı üstünlük göstergesi saymaları yüzünden!... Kesinlikle gerçekten böyle yapmak gerektiği için değil! Türkler iZiN, EZAN gibi sözcükler kendi dillerine sokulmadan önceki yıllarda,
DUYURU yapmazlar mıydı; yüksek sesle bağırarak toplumu toplantıya çağırmazlar mıydı; böyle bir olguyu bilmezler miydi ki, böyle bir olgunun, edimin Türk Dili'nde bir Türkçe adı olmasın?
Var idiyse ne demeye Türkçesi atıldı da Arap ellerinden EZAN sözcüğü getirildi? Türkler Arap Dili ile karşılaşmadan önceki çağlarda, bir işe girişmeden önce atalarına duyurup onaylarını al
mazlar mıydı, bir eyleme girişmeden önce büyüklerine duyurmaz-
92
lar mıydı ki, bu edimin adı olarak Arap Dili'nden iZiN sözcüğü getirildi de, Türkçe'den Türkçe bir sözcük atıldı? .. TÜRKIYE'YE yabancı ürünler geldikçe, yerli üretimin tavsadığını yüksek sesle düşünebiliyorsunuz da; Türk Dili'ne yabancı sözcükler geldikçe yerli dilin (Türk'ün düşünce üretme yetisinin) çürüdüğünü niçin, kimden gizliyorsunuz? Türkçe'yi Arapça'dan, Kur'an'dan KOPARTILMIŞ sözcüklerle doldurunca, Türklerin düşünceleri Kur'an'da bildirilen düşünceye kolayca ulaşır mı sanıyorlar? Türkçe'ye doldurulan o Arapça sözcükler bizim dilimizde KUR'AN'DAKI ANLAMIARIYIA yaşamıyor ki; örneğin Kur'an'daki S0NNET sözcüğü, "erkek _çocukların erkeklik organının derisini ucundan kesmek" anlamına gelmiyor; ancak Türk Dili'nde getirilen SÜNNET sözcüğü bu anlama ..Q.a gelmekte! Kur'an'da geçen "KÜFÜR" sözcüğü; Kur'an'da kavga.da söylenilen yüz kızartıcı sözcükler (sövgü) anlamına gelmiyor; ancak Türkçe'ye sokulan KÜFÜR sözcüğü, Türkçe'de bu anlama gelm,ekte! Kur'an'da geçen MiSKiN sözcüğü; uyuz, uyuşuk, tembel an-
.lamlarına gelmez; ancak Türkçe'de bu anlama geliyor!? Kur'an'da ,,geçen ZEVK sözcüğü, güzeli duyumsamak, eğlencelik anlamına gelmez, ö renmenin en üst aşamasını; doğrudan yaşayarak bilmeyj anlatır; başından geçmek demektir; ancak bu sözcük Tür Dili'ne " .. zel tutku, beğeni" anlamında sokulmuş; bu anlamda
_vşatılmaktadır. Kur'an'da geçen NlE'MET sözcüğü TOPLUM j)RGÜTLENME, UYGARLIK, YERLEŞiK DÜZEN, "KUT'', UYUM] anlamına gelir; yiyecek-içecek-karın doyuracak nesnelere Kur'an'da NlE'MET denmez, RIZK denir, ancak Türkler Nie'met deyince karın doyuracak nesneleri anlatmak isterler. Oysa Kur'an'da, üst yapısa�·
toplumsal barış gereksinimi: "Nl'EMET", gövdesel gereksinimler: 'RIZK' sözcüğüyle adlandırılır. Bu gibi yüzlerce sözcük, Kur'an'daki, Arapça'daki anlamlarından çok başka anlamlara sokularak, Türk Dili'ne katılmışlardır. Yine, Kur'an'da geçen GURUR sözcüğü, Aldat-
93
mak, Kandırmak, anlamlarına geliyor. Olumsuz bir anlamı var. Jürkçeye sokttlan GURUR ise, olumlu bir erdemsel değer olarak kotfanılmaktadır. GURURLU KiŞi= Değerlidir, GURURSUZ KiŞi= Değersizdir Türkçe'de! Kur'an'da ise bütünüyle tersi söz konusudur. GURURLU KiŞi= Aldatandır, GURURSUZ KiŞi= Aldatmayandır. Bu gibi sözcükler kendi köklerinden kopartıldıktan için, ESiNTiLERLE ORADAN ORAYA SÜRÜKLENEN GÖÇMEN LiKENLER konumuna düşürülmüşlerdir. Kur'an'daki sözcükleri GÖÇMEN konuma düşürenler de, çoğunlukla DiN ADAMLARIDIR! Bu ne yaman çelişki?
Bir sözcük, kendi anayurdundan öz kökünden kopartılmaya görsün! Onun başına neler gelir neler!? ..
Kur'an'da geçen Arapça sözcükleri Kur'an'dan {Arap dil ormanındaki köklerinden) kopartarak Türkçe'ye katmak, pek çok örnekle görüldüğü üzere, o sözcükleri çürükçülleştirmekte; üstelik Kur'an'daki, Arapça'daki anlamlarını da bozmaktadır. Türkçe'ye girdikten sonra bu sözcüklerin anlamlan denli Türk Dili'ndeki söylenişleri de bozulmaktadır. Çünkü Türkler bu sözcükleri gerektiği gibi seslendiremiyorlar. Bunu becerebilmek bir uzmanlık işidir. Öyle ise, Arapça'dan-Kur'an'dan sözcükler KOPARTIP Türk Dili'ne sokmanın, o sözcüklere de bir yaran olmamıştır. O sözcükler de -tıpkı Türk Dili gibi- yaralanmışlardır.
· Bir dildeki sözcükler arasındaki kök-türev (Ata-oğul-torun) ·ilişkisini kopartmanın, o dili konuşan kişilerin ANLAMA YETiSiNi DE GERILETTIGI bir gerçektir. Bunun nasıl olabildiğini görmek üzere, gelin ANL<\MA olgusunu biraz deşelim.
ANLAMAK NEDİR? Birisi bize bir sözcük söyler. Ya da bir olay anlatır. Sonra da bi
ze sorar: "AN-LA-DiN-Mi?" Biz de deriz ki: "EVET, AN-LADIM!" iyi de, bizde ne olup bitmiştir ki bu olan biteni "ANLADIM"
94
sözcüğüyle dile getiriyoruz! ANLAMIŞ OLMAK ile ANIAMAMIŞ OLMAK arasında ne gibi bir ayının vardır? Birisi bize bir olguyu anlatmak üzere konuşur. Biz de kimi durumlarda: "ANLAMADIM, YENiDEN SÖYLE!" deriz. Çünkü onun konuşmasını dinlerken, bizde olması gereken bir durum gerçekleşmemiştir; bunu da "ANLAMADIM" diye dile getiririz. Nedir o gerçekl�şmeyen ki, biz o gerçekleşmediğinde, "ANLAMADIM" diyoruz?
Şimdi, . "ANLADIM" dediğinizde sizde nasıl bir durumun oluştuğunu; "ANLAMADIM" dediğinizde de neyin oluşmadığını bir düşünürseniz; kendiniz de göreceksiniz ki, karşınızdaki kişinin konuşmalarını (ağzından çıkan sesleri) gözünüzde görüntüye ·
dönüştürebildiğiniz an; "ANLADIM" diyorsunuz. Karşınızdaki kişinin konuşmalarını gözünüzün önünde görüntüye dönüştüremediğinizde ise; "ANLAMADIM" diyorsunuz.
DEMEK Ki, KULAGIMIZA iLETiLEN KiMi SÖZCÜKLERiN ADI OLDUKLARI KiMi NESNELER VARDIR. O SÖZCÜKLER KULAGIMIZA ULAŞTIGINDA ONLARIN ADI OLDUKLARI BU NESNELERiN GÖRÜNTÜSÜNÜ GÖZÜMÜZDE DÜŞLEYEBiLiYOR iSEK, "ANLADIM" DiYORUZ. EGER KULAGIMIZA ULAŞAN SÖZCÜKLERiN ADI OLDUKLARI NESNELERi, O SÖZCÜKLERi DUYDUGUMUZ AN GÖZÜMÜZDE DÜŞLEYEMIYORSAK; "ANLAMADIM" DiYORUZ ...
Diyelim ki, biri yanınıza geldi, size: "atrodakitczinkoratılüsöxıf?" diye sordu. Siz: "NE DiYORSUN, ANLAMIYORUM!" dersiniz. Neden? Çünkü bu sesler evet kulağınızdan girmiştir, ancak gözünüzün önünde belirli bir görüntü oluşmamıştır. Kulağınızdan giren bu sesler, gözünüzde görüntüye dönüşememiştir. iŞTE, .. BiR KONUŞMAYI ANLAYAMAMAK DEMEK; O KONUŞMADA
CGEÇEN SÖZCÜKLERi DUYMAK, ANCAK GÖRÜNTÜYE DÖNÜŞTÜREMEMEK DEMEKTiR.
Çünkü: SÖZCÜKLER, DÜŞLEMDE GÖRÜNTÜLER OLUŞTURMA
95
ARAÇIARIDIRIAR. Üretilmiş bir sözcük, öncelikle, ses dalgasına dönüştürülmüş
nesnel bir görüntü demektir. Sonra da bu sesdalgası, kulak aracılığıyla alınıp göz aracılığıyla yeniden, (ancak bu kez düşsel) bir görüntüye dönüştürülür. Anlama edimi, işte böyle gerçekleşir.
"BiR �ULAGINDAN GiRDi, ÖBÜR KULAGINDAN ÇIKTI" deyimi, dilimizde yaygın olarak kullanılır: "ANLAMADI", demektir. Sözcükler ses dalgalarıyla kişinin bir kulağından girmiştir; ancak göruntüye· dönüşmeksizin, öbür kulağından çıkıp gitmiştir. ANLAMA olgusu, sözcükleri (sesleri) gözde görüntüye dönüştürme edimi olduğu için; bu gerçekleşmeyince, o sözcükler bir kulaktan girer, gözde işlem görmeksizin öbür kulaktan çıkarlar.
J. P . Sartre: "KONUŞMANIN AMACI GÖRDÜRMEKTIR." der. Bu, "sözcükler, kulağa; [gözde görüntüye dönüştürülsün diye] iletilirler," demektir. Çünkü sözcükler, görüntü yüklenmiş ses dalgalandır. Konuşmanın amacının sesleri düşte görüntüye dönüştürmek olduğu, ilk kez Sartre'nin ortaya çıkardığı bir bulgu değildir. Bu ilişki üzerinde inceleme yapmamış, ya da bu konuda öğrenim görmemiş kişiler bile, bu ilişkiyi doğaçtan bilmektedirler: "DiNLE, BAK ŞiMDi SANA NE SÖYLEYECEGIM." diyen kişi, "DiNLE, BAK!" demekle; "kulağına gelen sözcükleri görüntüye dönüştür," demek istemektedir. "SENiN DEDiKLERiNE BAKILIRSA!.." dediğimizde, anlatmak istediğimiz: "SENiN BANA ILETTIGIN SÖZCÜKLERi, TAŞIDIKIARI GÖRÜNTÜYE DÖNÜŞTüRÜP BiR BAKARSAM!.." dır . . . Kur'an'da da IŞITMEK yerine GÖRMEK diye çevrilen "REY" kullanıldığı pek çok yerler vardır. (GÖRMEDiN MI Ki ALLAH NASIL BiR ÖRNEK VERMiŞTiR) diye çevrilen uyandan sonra: (Çev: A. Bulaç) ÖZLÜ-SOYLU-SAGLAM BiR SÖZ, KÖKÜ YERLEŞiK, DALIARI GÖGERIK, ÖZLÜ-SOYLU-SAGLAM BiR AGAÇ GiBiDiR." (Çev: Ben) (Kur'an: 1 4/24) deniliyor. Burada, açıkça:
96
"SÖZÜ GÖRMEK"; "VERiLEN-SÖZCÜKLER ARACILIGIYIA ILETILENSÖZEL BiR BENZETIYI GÖZDE DÜŞLEMEK," (görüntüye çevirmek) söz konusudur.
Sözcükler, kişinin düşünde oluşturması gereken görüntülerin, sese çevrilmiş, ses dalgalarına yüklenmiş biçimi iseler; sözcükler ancak görüntüye dönüştürülerek anlaşılabiliyorsa; bir dildeki sözcüklerin kök-türev ilişkisi, anlama -sesleri görüntüye çevirmeediminde nasıl bir işlev görür?
Dalı göğe (soyuta) doğru yükselen bir sözcüğün, kökü yerde (somutta)dır. KÖKÜ YERDE, demek; elle tutulur, gözle görülür, beş duyu organıyla somut olarak algılanır, demektir. Bir dildeki sözcüklerin yerli kökleri, (kök-sözcükler) hep somut NESNELERE ad olur. Bir sözcüğün kökü, bize elle tutulur somut bir nesneyi gösterir. Türetilmiş bir sözcük, bir köke eklenmiş türetme eklerinden oluşur. Bütün türetilmiş sözcükler, kendi köklerini kendi içlerinde korur, barındırırlar. Örneğin "DÜŞ" bir köktür. Bundan türetilmiş olan "DÜŞüNCE" sözcüğü, kendi kökü olan DÜŞ'ü kendi içinde barındırır. DÜŞüNCE sözcüğünün içindekiDÜŞ kökünün anlamı, nesneldir. (izdüşüm-gibi). Kişinin gözlerine DÜŞEN görüntülere, (eğer bu görüntüler kurmaca olursa) DÜŞ-. denir. DÜŞÜNCE sözcüğü, kökü olan DÜŞ sözcüğüne, "üN" ile "CE" gibi iki türetme eki ulanarak yapılmıştır. Biz "Düşünce" sözcüğünün anlamını kavrayabilmek için; yaşantılanan-nesnel bir olgudan yola çıkmak zorundayız. işte "Düşünce" sözcüğünün kökü olan "Düş" sözcüğü; bize "Düşünce" sözcüğünün türetildiği nesnel olguyu vermektedir. Düşün: Kendi kendine düşlemek. Bir görüntüyü yeniden kendi çabasıyla kendi gözünde üretmek.
Demek ki, bir türemiş sözcüğün içinde bulunan kökün, somut, nesnel bir anlamı olması; [somut bir varlığı göstermesi] bizim o türemiş sözcüğü, GÖZÜMÜZDE DÜŞLEYEBILMEMIZl sağlamaktadır.
97
Kök-türev ilişkisinin ANIAMA EDiMi üzerindeki işlevi, gördürmeyi sağlamaktır. Bir türev sözcüğün kökünün ad olduğu nesne görülmeksizin [yada -gözde düşlenmeksizin-], o türev sözcük de anlaşılamaz.
Diyelim ki, Eski Türkçe'deki "KÖZÜNGÜ" sözcüğü ile karşılaştınız. Diyelim ki bunun anlamını bilmiyorsunuz. Yapacağınız ilk iş, bu sözcüğün k<ikünü seçip ayırmaktır: "KÖ Z" .. Kö z kökü, bir nesnenin adıdır. Eski Türkçedeki KÖZ sözcüğü, günümüz Türkçesinde GÖ Z olarak bilinen organın adıdır. KÖ ZMEK. GÖZLEMEK anlamına gelir. Eski Türkçe'de KÖZ! buyruğu, bugünkü dilimizde GÖZLE! demektir. Böylece KÖ Z ÜN GÜ sözcüğünün kökü olan KÖ Z sözcüğünü, gözümüzde düşledik. Geriye [ÜNGÜ] takısı kalıyor. Bunun ÜN kesimi, bir işin kendi kendine yapıldığını gösteren bir takıdır. "KÖZ!" buyruğu; senin başkasını görmeni buyurur. Ancak, "KÖZ.ı.JN!" buyruğu, senin kendi kendini görmeni buyurmaktadır. Tıpkı, DÖV (Başkasını döv) ile DÖVÜN (kendi kendine dövün) örneklerinde olduğu gibi, KÖZ (Başkalarını Gözle), KÖZÜN ise kendi kendini gözle, demektir. KÖZüN (kendi kendini gözle) sözcüğüne GÜ eklenerek, bu sözcüğün bir araç adı olduğu belirtiliyor. Böylece, KÖZ: ÜN: GÜ sözcüğünün, bir kendi kendini gözleme aracı, anlamına geldiğini ANLIYORUZ. (Farsçası: AYNA)
işte, biz bu KÖZÜNGÜ türev sözcüğünü, bu sözcüğün içindeki KÖZ kökünün nesnel bir olguya (GÖZE) ad olmasından yola çıkarak, önce KÖZ sözcüğünün adı olduğu nesnel olguyu (Göz denilen organı) gözümüzde düşleyerek, çıkarsadık.
Bir türev sözcüğün içinde bulunan sözcük kökünün; DOGADA YERLEŞiK, TOPRAKTA, eşdeyişle YAŞAMIN
.iÇiNDE, DUYU ORGAN
LARIYIA DUYULABiLiR BiR OLGU'nun adı olması; onun kolayca görüntüye dönüştürülebilir olması demektir. Türev sözcüğün
98
kökünün işlevi; kişinin gözünde, bu kökün ad olarak verildiği nesneyi düşlemesini sağlamaktır. Türev sözcüğün soyut anlamını kavrayabilmemiz için, önce bu sözcüğün türediği kökün ad olduğu nesneyi (-Somut olguyu-) gözümüzde düşlemeliyiz. Kökün görevi, ad olduğu somut nesneyi gördürtmek; türetme eklerinin görevi ise, kökün gösterdiği somut olguya ne için baktığımızı NASIL düşlememiz gerektiğini açıklığa kavuşturmaktır. Ya da, kökün ad olduğu somut olguyu (bu türetme eklerinin buyurduğu doğrultuda değişiklikler yaparak) gözümüzde yeniden biçimlendirmeinizi sağlamaktır. Bir sözcüğün kökü, onun ad olduğu nesnel olguyu bir belge olarak bize gösterir; bu kökün ardından gelen türetme ekleri ise, kökün gösterdiği o somut belgeyi nasıl yorumlayacağımızı nasıl düşleyeceğimizi gösterirler. Demek ki, bir Türev-Sözcük= Bir kök + Türetme ekleri = (eş deyişle: bir Belge + Yorum) = (Başka bir deyişle Bir Somut + Soyutlama) demektir. Bir kökten türetilmiş bir türev sözcük = (eş deyişle bir belgeden türetilmiş bir yorum) = (Başka bir deyişle bir somuttan ivmelenmiş bir soyut) demektir. Kök olmadan türev, belge olmadan yorum, somut olmadan soyut olamaz. Olursa çürük olur, bir yandan kendisi çürük, öte yandan iliştiği yerler çürük olur. Bir türev sözcüğün kökü, "NE?" sorusuna bir yanıttır. Buna eklenen yapını ekleri, "NASIL?" sorusuna birer yanıttır. Kökü bulunca, NE'yi (Hangi nesneyi) gözünüzde düşlemeniz gerektiğini bulursunuz. Yapım eklerine bakınca, o nesneyi nasıl bir özel durumda düşlemeniz gerektiğini bulmuş olursunuz.
Sözcükler arasındaki kök-türev ilişkisi, bilinen olgudan yola çıkarak bilinmeyen yeni olguyu öğreten bir ilişkidir. Bir tümcede bir sözcük kök olarak, yalnız başına anıldığında, kökün ad olarak verildiği nesnel olgunun bir değişime uğramadığı anlaşılmış olur. ancak köke bir yapım eki eklendiğinde, söz konusu durumda
99
kökün ad olduğu nesnel olguda bir değişim bulunduğu gösterilmek istenmektedir. KARA; yalın olarak anıldığında kömür rengini gösterir, KARAMSI denildiğinde de, artık yalın, katıksız bir kömür renginden sözedilmediği, söz konusu rengin kömür rengine yakın olmakla birlikte değişik; görece olarak açık bir kara olduğu gösterilmek istenmiştir. Bir türemiş sözcüğün kökü, bildiğimiz bir somut olguyu; türetme ekleri ise, türev sözcüğün göstermek istediği nesnenin, kök sözcüğün yalın olarak gösterdiği nesneden ne gibi bir başkalığı olduğunu gösterir. Türetme ekleri, kökten çıkan dalın nereye yöneldiğini gösterir. Bir sözcüğün kökü, türevin çıktığı yeri; köke eklenen türetme-ekleri ise, türevin nereye yöneldiğini gösterir. Türev sözcüğün içinde bulunan türetme ekleri bize, bu türev sözcüğün gösterdiği olgunun, kökün gösterdiği yalın olgudan ne gibi bir başkalığı bulunduğunu (o nesnenin hangi özel durumda düşleneceğini) gösterir. Dolayısıyla, bir sözcükteki kök, türevin kendisi ile benzerliğini; türetme ekleri ise, türevin kök ile benzer olmayan yanlarını gösterir.
Demek oluyor ki, bir sözcük türetmek, en alt düzeyde, bir benzeti yapmaktır. Olgular arasındaki benzerlikleri, başkalıkları göstermektir. Bir olguyu onu bilmeyenlere anlatabilmek için; önce bu olguya en çok benzeyen, bilinen somut bir olguyu gözler önüne serer; sonra da öğreteceğiniz yeni olgunun, bilinen bu somut olgudan ne gibi aynlıkları olduğunu sergilersiniz. işte, türev sözcük de, size böyle davranmaktadır. Önce kökü, (bilenen somut olguyu) yalın olarak gözünüzün önüne getirir; sonra da türetme ekleri aracılığı ile, anlatılan yeni olgunun, o eski-bilinen somut olgudan ne gibi bir başkalığı olduğunu gösterir. Türev sözcük, öğretenbilgedir. Bu nedenle bir dildeki köklerle türevler arasındaki ilişkiyi, araya yabancı sözcükler sokarak kesmek, o dili konuşan toplumun öGRENME, ANLAMA edimini de
100
güçleştirmek demektir. Bir türev sözcük, yapısında, 1- kendi kökünü, 2- türetme ekleri
ni barındırır. Buna şöyle de diyebiliriz: Bir türev-sözcük, yapısında: 1- Y aşamm içinden adı konmuş, bilinen nesnel bir olguyu, 2- Bu adı konmuş nesnel olgunun, türev sözcüğün ad olarak verildiği olguda neyin benzetisi sayılması gerektiğini bildiren türetme ekleri'ni barındırır. Bir ulusun, yerli köklerden yeni durumlara pygun yerli türev-sözcükler üretmesini engellemek; o ulu; sun, yeni ayırdına vardığı olguları, geçmişte ayırdına varıp ,idını koyduğu olgulara BENZETEREK; bu benzerliği, yeni olguya verdiği adda (kök-türev ilişkisi olarak) sergilemesini en,.&..ellemek demektir. Bu da, o ulusun dilinde yaşayan türetme eklerini işlevsizleştirmek, kullanımdan kaldırmak demektir.
Bunu bir örnekle anlayabiliriz. Diyelim ki Türkler, kişinin kendi kendini görmesini sağlayan yansıtıcı bir cam (Farsça: AYNA, Arapça: MIRAT- MINZARÜ) yapamadılar. Böyle bir nesnenin varlığını diyelim ki bilmiyorlar. Günün birinde bu nesne ile tanıştıklarında, buna kendi dillerinden bir ad vermeleri gerekecek. Baktıklarında kendilerini gördükleri bu nesneye, kendi dil köklerinden bir ad türetmeleri olanaksız değildir. Tersine, çok gereklidir. Araplar buna kendi dillerinde GÖR anlamına gelen Reaye sözünden Miratü diye bir ad vermişler. Türkler de buna karşılık kendi dillerinde GÖZ anlamına gelen KÖZ kökünden bir ad türetebilirler. (KÖZÜNGÜ) Karşılaştıkları bu nesneye yerli bir ad vermesi gereken Türkleri, bu nesnenin Arapça'daki adını alıp kullanmaya yöneltirseniz; bu durumda Türklerin sözcük türetme yetisini engellemiş olursunuz. Dolayısıyla "BENZETi YAPMA" yetilerini köreltirsiniz. Bir ulus düşünün ki, yeni ayırdına vardığı bir olguyu, eskiden ayırdma varıp, adını kendi dilince koyduğu başka bir olguya benzetse bile; bu benzerliği kendi dilindeki
101
kök-türev ilişkisini yürüterek üreteceği yeni adla vurgulayamayacak! Böyle bir durum, o ulusun DÜŞÜNCE ÜRETME BiÇiMi demek olan .SÖZCÜK TÜRETME BIÇIMl'ni kullandırtmamak; dolayısıyla, olgulara ad koyarken kendi düşünsel kurgusal yetilerini çalıştırmasını önlemektir. "İŞLEYEN DEMIR IŞILDAR." "iŞLEMEYEN DEMIR IŞILDAMAZ." işleyen kök-türev ilişkisi ışıldar. işlemeyen kök-türev ilişkisi ışıldamaz. Kur'an'daki deyişiyle; "YEMiŞ VERMEZ . . . KURUR .. . ÇÜRÜR .. . "
Türk Dili'nin kök-türev ilişkisinin kopartılması, Türklerin DÜŞÜNCE ÜRETME ARACl'nın bozulması demektir. Dil, eğer bir düşünme aracı ise, dilin bozulması, düşünce üretme aracının da bozulması anlamına gelir. Bozuk araçla sağlam ürün verilmez. Dili bozuk Osmanlı'nın, düşünce ürütme yetisi de bozuktur. Bu neden: le, yeni gelişen olgulara uygun yeni düşünceler üretememiş, yok olmuştur. Osmanlı'nın çöküşünde, Osmanlı Dili'nin bozukluğunun da bir etkisi olsa gerektir.
Düşünce üretimi kök türev bağlantısı dondurularak kısıtlanmış bir toplum, yeni karşılaştığı durumlara uygun yeni düşünceleri, kendi yetilerini kullanarak üretemeyen; bu gereksinimini, yabancılardan üretilmiş düşünceler alarak karşılamaya çalışan bir toplum demektir. Evet, Bir toplum yabancıların ürettiği düşünceleri de öğrenmelidir. Ancak, o toplum bu yabancı düşünceleri yetkin bir biçimde kendi öz. diline dönüştüremedikçe, onları öğrenmesi de çarpık olacaktır. . Böylece yabancı düşüncelerden yararlanması da kısıtlanmış olmaktadır. Ancak o toplum, yabancıların ürettikleri düşünceleri yetkin düzeyde kendi öz diline çevirebilirse, bunlardan yeterince yararlanması söz konusu olabilecektir. Yabancıların ürettikleri düşüncelerin belirleyici kavramlarını kendi öz dilince, uygun yerli sözcükler türeterek adlandıramayan bir toplum, o yabancı düşünceleri kendisi için yeni-
102
den üretmiş sayılamaz. Dolayısıyla 'benim'seyemez, kendine yararlı olacak biçimde dönüştüremez. Bunun sonucunda da yabancıların ürettikleri düşüncelerden yararlanması en alt düzeyde kalır. Yabancıların ürettikleri düşünceleri kendi gözünde görüntüye dönüştürerek (Düşünde yaşantılayarak) anlaması için, o düşüncelerde geçen yabancı terimleri, deyimleri; bu yabancı terimlerin o yabancı dilde bağlı oldukları somut köklerin kendi dilindeki sözcük karşılığından türeteceği adlarla anması, kesin alarak gereklidir.
Türklerin, (doğulu olsun batılı olsun) bütün yabancı ulusların düşünce ürünlerinden yararlanması, doğallıkla gereklidir. Her ulus diğer ulusların düşünsel deneyiminden yararlanmalıdır. Yabancı dille ortaya konulmuş bir düşünceyi, bir bildirimi anlayabilmek için, onu kendi ana diline çevirmenin bir ön koşul olduğu, Kur'an'da da yazılıdır. Araplara, Arap olmayanların konuştukları dillerle bildirim yapılamayacağı, bu nedenle Tanrı'nın Araplara Arapça bildirimde bulunduğu, Kur'an'da yazılıdır. Demek ki, bir Türk'e de Arapça bildirimde bulunmak saçmadır. Bir Arab'a Acemce söylenirse anlamaz da, bir Türk'e Arapça söylenirse anlar mı? Çeviri olmaksızın bu olamaz.
Kur'an'da: "Biz bunu siz Araplar anlayasınız diye Arapça yaptık." denilmektedir. Kur'an'da, Firavun dedi ki: "Erkek çocuklarınızı öldüreceğiz, kadınlarınızı sağ bırakacağız." (7 /127). Firavun'un sözleri Kur'an'da Arapça olarak yazılıdır; ancak bu sözler, Firavun'un dudaklarından · Kur'an'daki Arapça olarak çıkmamıştı, Firavun'un yaşadığı dönemde Mısırda hangi dille konuşuluyor ise, işte o djlle söylenmişti. Kur'an'da, Firavun'un kendi ana dilinde söylediği bu sözler salt Araplar anlayabilsinler diye Arap Dili'ne çevirilerek verilmektedir. Yine Kur'an'da "ZÜLKARNEYN" adlı bir Hakan'ın, ordusu ile en batıya en doğuya
1 03
gittiği, buralarda neler yaptığı bildirilir. Kimilerince ZÜLKARNEYN, �üyük lskender olarak yorumlanmıştır. Eski Yunanlıdır. Aristotales'in öğrencisidir. Savaşçı bir komutandır. Hakandır. ZÜLKARNEYN: Arapça "iki uca egemen HAKAN" demektir. Güneş kursunun doğuyu gösteren ucu da batıyı gösteren ucu da Arapça'da "KARN" adıyla bilinir. KARNEYN ise güneşin en uçtaki iki doğuş-batış yeridir. En doğuya, en batıya ulaşma çabası nedeniyle; güneşin doğduğu yerden, battığı yere dek bütün yeryüzünde bir egemenlik kurma çabası nedeniyle, Büyük Iskender, Arap Dili'nce Zülkarneyn adıyla anılmış . ... Grekler, Egemen Yöneticilerin� Af,EXANDROS derken, Arap Yarımadasında aynı anlama gelen Zülkarneyn ünüyle anılıyorlar. (Bkz: E. H. Yazır) Eğer Kur'an'da onun gerçekte ALEXANDROS olan adı bile ZüLKARNEYN denilerek Arapçalaştırılmış ise, Alexsandros (Büyük lskender'in) Yunanca konuşmaları da işte öyle Arapçalaştınlmıştır. Kur'an'da, Zülkarney'in (iki Ucun Hakan'ının):" Bu benim Rabbimden bir rahmettir! Rabbim'in va'di geldiği zaman, o, bunu dümdüz eder, Rabbim'in va'di haktır." diye konuştuğu yazılıdır. (Çev: Ali Bulaç - 18/98) Zülkarneyn, (iki Ucun Hakanı) Eğer Alexandros Ill. ise Arapça konuşmadığına göre, onun Yunanca sözleri Araplar anlasınlar diye Kur'an'da Arapçaya çevirilerek verilmiştir. Yoksa Araplar "iki Ucun Hakan'ının sözlerini anlayamazlardı. Kur'an'ı Türkçeye çevirmedikçe, bizler de onun ne dediğini anlayamayacağız. Adının anlamını bile bilemeyeceğiz. Kur'an, geçmişte Arapça olmayan başka dillerde söylenmiş pek çok sözü Araplar anlasınlar diye arapçaya çevirerek bildirmiştir. Eğer Türkler'de, Kur'an'da neler öğretildiğini bilmek isterlerse, onu bütünüyle kendi dillerine çevirmek zorundadırlar. Türkler, Kur'an'da kişi adı olarak geçen ZÜLKARNEYN sözcüğünün anlamını bile Türkçe'ye çevirmek durumundadırlar. Bunu "IKl UCUN (Tüm yeryüzünün) HAKANI" diye
104
Türkçeleştirmedikçe, kavrayamazlar. Arapça Zülkarneyn sözcüğü, c�cr anlamını bilmiyor ise, bir Türk'ün kulağına "dang-ding-dong" hcnzeri bir ses iletir; anlamı Türkçe'ye çevrilmedikçe, Arapça Zülkarneyn sözcüğü ile Dang-ding-dong sesi arasında, bir ayrım bulunmayacaktır. Öyle ki eğer anlamı dilimize çevrilmez ise, Dangding-dong sesinin, bir Türk için, Arapça Zülkarneyn sözcüğüne oranla, görece olarak daha derin bir anlamı vardır. Hiç değilse çarpışan nesneleri çağrıştırır.
Türkler, kendi öz dillerindeki kök-türev ilişkilerinin diriliğini, işlerliğini koruyarak; yaşamda karşılaştıkları olguları kendi özdil köklerinden türettikleri yerli sözcüklerle adlandırmayı bıraktıkları sürece, yabancıların üre!tikleri düşüncelerden yararlanmakta da yeni durumlara uyan yeni düşünceler üretmekte de yetersiz kalacaklardır.
Kur'an, Arapça'dır. I1emek ki, Türkler Kur'an'ı ne düzeyde kendi dillerine çevirebilirlerse, ancak o düzeyde anlayabileceklerdir. Türkler Kur'an'ı en yetkin bir düzeyde Türkçe'ye çevirmeksizin onu gereğince kavrayamacaklan gibi, onu yetkin düzeyde Türkçeleştirmeksizin, benimsemeleri olduğu denli yadsımaları da, dayanaksız olacaktır.
Türklerin kendi öz dillerindeki kök-türev ilişkisini, kopartıldığı yerlerden yeniden kurup onararak, yaşamda karşılaştıkları bütün olguları öz dil varlıklarından uygun yeni sözcükler türeterek adlandırmaya girişmeleri durumunda; Türk düşüncesi de bir yandan yeni koşulların gerektirdiği yeni düşünceleri üretebilir; öte yandan öteki ulusların ürettikleri düşünceleri kendisi için yeniden üretebilir bir yapıya kavuşacaktır. Bu sağlanmadıkça, Türkçe konuşan yığınların düşünsel düzeyi, çağcıl düşünsel gelişim düzeyine sıçrayamaz.
Türk, kendi öz-güvenini yeniden sağlamak durumundadır.
1 05
Tann'nın kuşlara bile verdiği "sözcükler, düşünceler üretme yetisi"nin kendisinde de var olduğunu yeniden kavramak durumundadır.
Türklerin büyük bir çoğunluğu, Müslüman'dırlar. Büyük bir çoğunluğu da "HANEFi" kolundadırlar. HANEFl'lik, Müslümanlığın dört ana kolundan biridir. Bu kolun kurucusu EBU HANEFi: "Kur'an'ın çevirisini okumak namazın yerine getirilmesi
jçin yeterlidir. Arapça'sını bilen için de bilmeyen için de yeterlidir." görüşünü benimsemiş; "Anlamaksızın kulluk edilemeyeceğini, anlamanın da ancak çeviriyle olacağını," savunpıuştur. Onun sonradan bu görüşten caydığını söyleyenler çıkmışsa da, caydığının belgesi yoktur. lslam'ın yeryüzü ölçeğinde ileri bir uygarlık kurduğu 800-120
.0 yıllan arasında, Islam
Dünyasında en yaygın görüş "HANEFILIK"tir. Bu yıllarda, çeşitli uluslardan Müslümanlar, kendi dillerine çevirdikleri Kur'an'ı okuyor, anlıyor, üzerinde düşünüyor; anlamadıkları sözcüklerle dinselgörev yapmıyorlardı. lslam'ın yükseliş dönemi, Müslüman ulusların kendi dillerini özgürce kullanabildikleri, Kur'an'ı kendi dillerinde okuyup anlayabildikleri bu yüzyıllara denk düşer. Sonra, 1 170'li yıllarda, bütün Müslüman ulusların kendi dillerini bırakarak, anlamını bilmedikleri Arapça sözcüklerle Kur'an'ı yalnızca seslendirmeleri, anlamını bilmedikleri Arapça sözcüklerle dinsel edimlere girişmeleri gerektiği goruşu, yayılmaya başlamıştır. iŞTE ISIAM UYGARLIGI DA, BUNDAN SONRA GERiLEMEYE BAŞLı\MIŞTIR. Dil konusundaki yaklaşımınız. düşünce üretme özgürlüğü konusundaki seçeneğinizi belirler. Bir dilin gelişiminin, kallanımınm kısıtlanması, o dili kullananların düşünce üretiminin de kısıtlanması demektir. Eski Yunan'ın "AYDINIANMASl"sı, Eski Yunan düşünürlerinin Doğu'da üretilmiş düşünceleri çeviri yoluyla özümseyip . geliştirmeleriyle başladığı
106
gibi, Müslüman Arapların "AYDINIANMA"sı da, Eski Yunanca yazılı düşünce ürünlerinin Arapçaya çevrilmesiyle başlamış, Avrupa'nın "AYDINIANMASI" ise, Arapça yazılı düşünce ürünlerinin Avrupa dillerine çevrilmesiyle gerçekleşmiştir. Düşünce ürünlerinin çeviri yoluyla kuşaktan kuşağa, ulustan ulusa, yöreden yöreye aktarılarak geliştirilmesi, "AYDINIANMA"nın en önemli yoludur. Çeviri bugüne dek tüm uluslarda Aydınlanma'nın başlatıcısı olmuştur. Ne ilginçtir ki, Batılıların Arapça yapıtları kendi dillerine çevirmeye giriştikleri 1 200 yıllarında, Arap olmayan Müslüman ulusların Arapça yazılı düşünsel ürünleri kendi anadillerine çevirmeleri çirkin görülerek, düşünsel yapıtların doğrudan "Kutsal" (!) Arap diliyle verilmesi, öteki dillerden uzaklaşılması özendirilmiştir. 1 200 yıllarında Hıristiyan bir Italyan, Arapça Kur'an'ı da, Arapça bilimsel yazılan da, Italyanca'ya çevirerek anlar iken; bir Müslüman Türk, o yıllarda Arapça Kur'an'ı çevirmeyip Arapça olarak anlamaksızın seslendirmeye bilimsel-düşünsel yapıtları da Arapça yazmaya KOŞULIANDIRILMIŞTIR! Böylece Hıristiyan Italyanlar, çeviri yoluyla aydınlanırlarken; Müslüman Türkler (Ana dili Arapça olmayan öteki Müslüman uluslarla birlikte) çeviri yoksunluğuyla karartılmışlardır. Bu yaman bir çelişkidir.
Batı'nın aydınlanmaya başladığı yıllarda, Doğu'nun kararmaya başlaması; Batı'nın aydınlamasına itki olan 'Arapça yazılan çevirme özgürlüğünün' Doğu'daki dili Arapça olmayan Müslüman uluslara çok görülmesinin bir ürünüdür. Arapça yazılmış düşünsel ürünleri kendi diline çevirerek anlama çabası, Hıristiyanlarda bulunduğu ölçüde Müslüman Türklere de yayılmış olsaydı, Müslüman Türkler de en az Hıristiyan Batılılar ölçüsünde aydınlanmış olmaz mıydı? Batı, Müslüman düşünürlerce Arapça'ya çevrilip, düşünsel katkılarla geliştirilmiş olan Aristotales'i Araplardan 400 yıl sonra; Arapça'dan yaptıkları çeviriler yoluyla
107
öğrenirken, Müslüman Türkler bunları Türkçeye çevirerek kendi aydınlanmalarını gerçekleştiremiyorlar, çünkü, Türkler o yıllarda, Arapça yazılı ürünleri Arapça olarak, anlamaksızın seslendirmeye, kendi dillerine çevirmekten uzak durmaya koşullandınlmaktaydılar. Gözünüzde düşleyin! Hıristiyan Batılılar Müslüman düşünürlerin Arapça yazılarını çevirip anlıyorlar; o yıllarda Müslaman Türkler ise kendi din kardeşlerinin Arapça yazdıkları bu düşünceleri kendi öz dillerine çevirip anlamaktan uzak tutuluyorlar! . . işte Hıristiyan - Batı'nın aydınlanmasının, Müslüman - Doğu'nun kararmasına denk düşmesinin bir nedeni de budur. DiL! . . Aydınlanma da, kararma da, dilden geçer. Çünkü düşünce ile dil, birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdırlar. Biri kararınca, öbürü de kararır; biri aydınlanınca öbürü de aydınlanır . . .
Bu bölümde biz, "BiR DiLiN YABANCILAŞTIRILMASININ, O DiLi KONUŞAN TOPLUMUN DÜŞÜNCE ÜRETME YETiSi ÜZERiNDEKi OLUMSUZ ETKILERl'ni konu ettik. Özellikle: Bir toplumun, yaşamda ayırdına vardığı yeni bir olguya, bu yeni olguyu, geçmişte ayırdına varıp da adını koymuş olduğu öteki olgulardan hangisi ile düşünsel bir bağlantı içerisinde görüyorsa, işte o olgunun adının geldiği kökten; yeni, anlamlı, (bu yeni olguyu gözde düşletecek nitelikte) bir sözcük türeterek ad vermesi işleminin; "BİR TÜR DÜŞÜNCE ÜRETİMİ" demek olduğunu saptadık. Yabancıların kendi dil köklerinden türetmiş oldukları yabancı sözcükleri, yerli dile olduğu gibi sokarak, bu dili konuşanların kendi dil köklerinden yerli sözcükler türetme yetilerinin köretilmesinin; gerçekte, bu ulusun düşünce ürütme yetisinin -üretilmiş yabancı düşünceleri yabancı deyimlerle benimsemeye itilerek- önlenmesi anlamına geldiğini kanıtladık.
108
Biz, Kur'an'a, yaşama dayandık bu saptamaları yaparken . . . Türk Dili'nin Arapça-Farsça-lngilizce-Fransızca (özetle bütün ya
bancı) sözcüklerden olabildiğince arındırılması; Türklerin kendi sözcük üretme yetilerini özgürce işletmeleri; böylece bir yandan özgün düşünceler üretebilir, öte yandan üretilmiş yabancı düşünceleri de anlayabilir, kendisi için yeniden üretebilir duruma geçmeleri; bir yandan Tanrı ile kendileri arasındaki ilişkileri sağlıklı bir yapıya kavuşturacağı gibi, öte yandan düşünsel ilişkilerini de geliştirecektir. Türklerin, benimsedikleri dini yetkin düzeyde anlamaları, uygulamaları, dildeki "özleşmeye" bağlı olduğu gibi; kendi doğusundaki batısındaki bilimleri en yetkin bir düzeyde kavramaları da buna bağlıdır. Türkler, dillerinde bulunan "TüRETIMI OLANAKSIZ", "ÇEKiLMESi OLANAKSIZ" yabancı sözcükler yerine, TüRETIMI SÜREKLi, ÇEKiLMESi OLANAKLI yerli sözcükler yapmalıdırlar ki, özgün düşünceler (kendi sorunlarına kendi çabalarıyla uygulanabilir çözümler bulabildikleri işlerine yarayacak düşünceler) üretebilsinler.
Az önce, Türk Dili'ne girmiş yabancı sözcükler için: "ÇEKİLMEZ SÖZCÜKLER", "TüRETIMI DONMUŞ SÖZCÜKLER" deyimlerini kullandık.
Türk Dili'ne sokulmuş yabancı sözcükler; sözcüğün bütün anlamlarıyla "ÇEKiLMEZ" niteliktedirler. Bir yandan Türk dil kuralları bakımından ÇEKiLMEZ, öte yandan varlığına katlanılmaz sözcükler olmaları anlamında "ÇEKILMEZ"dirler.
Tuttum, tuttun, tuttu / Tuttuk, tuttunuz, tuttular / Tutanın, tutarsın, tutar / Tutacağız, tutacaksınız, tutacaklar / Tutmuşum, tutmuşsunuz, tutmuşlar . . .
Bunlar, Türkçe bir kökün Türk Dil kurallarına göre nasıl çekilebildiklerinin örneğidirler. Şimdi eğer yapabiliyorsanız Arapça'dan Türk Dili'ne geçen şu DARB sözcüğünü böyle çekin ba-
109
kalım: Darptım, darptın, darptı / Darptık, darptınız, darptılar / Dar
panm, darparsınız, darparlar / Darpacağız, darpacaksınız, darpacaklar / Darpmışız, darpmışsınız, darpmışlar .. .
Olmuyor değil mi? Neden olmuyor? Çünkü Türk Dili'ne yabancı dilden gelen sözcükler, o dilde olsalar bile, Türk Dili'nde işbildirici (fiil) niteliği taşımazlar. Başka bir deyişle, evet Türk Dili'ne Arapça-Farsça işbildirici (fiil) sözcükler sokulmuştur; ancak Türk Dili, bu sözcüklerin işbildirici (fiil) özelliklerini yok etmeleri önkoşuluyla bunları almıştır. Yabancı dilde işbildirici (fiil) niteliğinde yaşayan sözcükler, Türk Dili'ne eylemci niteliklerini atarak, ada dönüşerek girebilmişlerdir. Bu da, bunların gerçekte Türklerce yalnızca birer konuk olarak görüldüğünün göstergesidir. Türk Dili bunlara ancak birer ad olarak yer vermiş, kendi başlarına eylem bildirmelerini yasaklamıştır. Bir yabancı eylem sözcüğü, kendi ülkesinde özgürce eylem yapabilir, ancak Türk ülkesinde, yanında bir Türkçe sözcük olmaksızın değil özgürce eylem yapmak, "HEIAYA BiLE GiDEMEZ" . . . Türkçeye 'HEIA' olarak geçen Arapça sözcük, Arapça'da bir EYLEM'dir. "BOŞAMAK", "SOYUP ÇIKARTMAK", "iÇiNDEN ÇIKARIP ATMAK" gibi eylemleri Arabistan'da yalnız başına yapardı bu sözcük. Ancak Türkiye'de, yanında öz Türkçe GiTMEK ya da GELMEK gibi yerli işbildiriciler bulunmaksızın, şuradan şuraya adım atamaz olmuştur. Türkler, Arabistan'da KADIN BOŞAYABILEN, GiYSi SOYABiLEN, KiŞiLERi AŞAGI BASAMAGA FIRIATABILEN, AGACIN YAPRAGINI DÜŞÜREBiLEN, BABANIN OGLUYLA iLiŞKiSiNi KESEBiLEN, KOMUTANLARI GÖREVDEN ATABiLEN, KUMAR OYNAYABiLEN, SOYGUN YAPABiLEN, ANTLAŞMALARI BOZABiLEN, bu HELA sözcüğüne, bütün bu işleri yapmayı yasaklamış, onu "işeme yerine" kapatmış; ona 'işeme yerinin adı' olmaktan başka bir işlev görmeyi yasaklamışlardır. Evet,
1 10
Türkler bu Arapça sözcüğü kendi dillerine aldılar, ancak 'içine ederek' aldılar. Çişlerini, kakalarını, Arabistan'da çok eylemci olan bu HEIA sözcüğünün içine yapmaktadırlar. HEIA sözcüğü Türk dil yasaları uyarınca ÇEKiLEMEZ bir konuma düştüğü gibi, sanının bu sözcük de Türkiye'de içine düştüğü bu durumu, çekilmez buluyordur. HEIA sözcüğü, Arabistan'da iken, eylem yapmadığı anlarda, hiç değilse işeme yerinin adı olarak yaşamak durumunda kalmıyordu. BOŞANMIŞ KADIN, HURMA KORUGU, SiNiK DEVE, MEŞE AGACI, ARMAGAN OIARAK VERiLEN GiYSi, KUMARCI gibi anlamlara geliyordu. Türkiye'de başına gelenler, anayurdunda gelmemişti. HEIA sözcüğü bizim açımızdan da, kendisi açısından da, çekilmez durumda! Niçin tutalım onu, bırakalım yurduna gitsin! HEIA sözcüğünü işeme yerine tıkıp, onun bütün eylem özgürlüğünü elinden almak, biz Türklere de bir onur kazandırmaz ki? .. Ancak bunun yerine "W. C" gibi bir lngiliz'i de getirmemeliyiz. Ya da TUVALET gibi bir Fransızı!. Bunların yerine, "Ayak yolu" diyebilirsiniz, ya da "ÇEKi · DÜZEN" diyebilirsiniz. Çünkü kişiler orada yalnızca işemiyor, ellerini yıkıyor, saçlarını tarıyor. W. C. yerine Ç. D. yazabilirsiniz. inanın, bu W. C. den daha kötü olmayacakdır.
Türk Dili'ne girmiş yabancı, Arapça-Farsça sözcükler (HEIA örneğinde olduğu gibi) ÇEKiLMEZ nitelikte oldukları denli, ÜREMEZ, TüREMEZ niteliktedirler de... Türkiye'ye gelen yabancı sözcükler, evlenemez, çoluk-çocuk yapamaz, kendi soylarını anayurtlarında olduğu gibi sürdüremezler. Bunlar Türkiye'de birer çöpsüz üzüm gibi, evsiz,barksız, soysuz-sopsuz, kadınsız-kocasız tek başlarına yaşamakla yükümlüdürler. Bizim toprağımızda kök salamazlar, yemiş veremezler. Bir kendileri, işte bu! Ötesi onlara yasaktır.
Örnek mi verelim? Öyle ise düşünün: Siz, dilimize yabancı dillerden girip de bizim toprağımızda doğuran soyunu sürdüren bir
1 1 1
yabancı sözcük duydunuz mu? Söz gelimi, dilimize Farsça'dan giren KEHRiBAR (Keh-Rüba'nın dilde söylene söylene bozulmuşu) sözcüğü, Türkiye'ye geldikten sonra, bizim gereksinmelerimizi karşılayacak yeni sözcükler doğurmaınıştır. Ancak, KEHRÜBA (bi-
ıı zim söyleyişimizle KEHRiBAR) sözcüğü, kendi ana yurdunda bir çok oğullar vermiştir. Elektrik mühendisi, elektriklenme, dinamo, vb . gibi. . . Bizde ise, tesbih yapılan bir taşın adı olarak kalakalmıştır. Başka ürün vermemiştir. Yine "DAKiKA" sözcüğü dilimize Arapça'dan girmiştir, ancak bizim topraklarımızda başka ürünler vermemiştir. Oysa, bu sözcük kendi anayurdunda "TEDKIK" sözcüğünü türetmiştir. (İnceleme). Kendisi de DEKKE (ince olmak, kırıntı olmak) kökünden türemiştir. DAKKAKU da Arap Dili'nde bu söz ağacının bir yemişidir (UNCU DEMEKTiR). DiKKAT de bu kökten türemiştir. (incelme edimiyle bağlantılı, zaman kırıntısı, DAKIKA'dır). Arapça'da DUKKATÜ de bu ağaçtandır. (BAHARAT yerine kullanılır) (Karabiber, Tuz, vb. gibi nesneler inceltilmiş durumda, toz biçminde oldukları için!) "DAKKAKE" ise, döverek toza çevirmek, iyice inceltmek demektir. DAKKAKETÜ yine bu kökten gelir, "tokmak" demektir. (Tokmak -inceltme- işinin aracıdır da ondan.) DAKUKU ise "Pudra (Toz) yerine kullanılan bir sözcüktür Arap Dili'nde, ince olması bakımından . . . EBU DAKIYK sözcüğü (sürümü kısa) KIRIK (yaşamı bir dakika gibi kısa) demektir, Araplar bunu kelebeğe ad olarak vermişlerdir.DAKIYKATÜ ise ATOM demektir. Biz Türkler Arap Dili'nde DEKKE kökünden oluşan ağacın bu dallarından yalnızca DAKiKA, TEDKIK, DiKKAT vb. gibi sözcükleri alınışız. Sonra bunları da ayn ayn yerlere sürgün etmişiz. Bunlar da artık kendi aralarındaki soy bağını bile unutmuşlar. Biz de bilemez olmuşuz. Önemli olan şu ki, Arapça'dan gelen bu sözcükler Türkiye'de evlenip çoluk-çocuk da doğuramıyorlar. Bunların kendi anlam alanları ile ilgili yeni olgu-
1 12
!ara, bunlardan yeni sözcükler türeterek ad koyamıyoruz. Donmuş durumdalar. Ne doğuruyorlar, ne doğurtabiliyoruz. Bunlar, istendiğinde yerlerine b�ka sözcükler konulabilecek nitelikte köksüz durumda bulunuyorlar. Bunların değiştirilmesi, dilimizde pek çok sözcüğün de yerinden oynamasına neden olmayacaktır. Çünkü, bunların dilimizdeki başka sözcüklerle kopmaz bir bağlantıları yok. Bir sözcükler yumağına bağlı değiller. Bir taşı yerinden alınca tümü birden yıkılacak niteliktf bir duvar örgüsü oluşturmuyorlar. Dolayısıyla, Türk Dili'ndeki yal,ancı bir sözcük, atılınca; yerine başka bir sözcük konulabiliyor. Kolaylıkla! . . Kurtuluş Savaşında yabancı ordular nasıl geldikleri gibi gittiler ise, Dil devrimiyle de yabancı sözcükler işte öyle geldikleri gibi giderler. Ardlarından ağlayanı bulunmaz!
Türk Dili'nin, atalarca en başından konulan yasaları, yabancı sözcüklerin Türkçe'de ancak birer konuk olarak; o da ÜREMEMEK, TÜREMEMEK, DOGURMAMAK, EYLEM YAPMAYA KALKIŞMAMAK koşuluyla; istendiğinde atılabilecek denli iğreti bir biçimde bulunmasını sağlamıştır. Bunların kök salmaları, yuva yapmaları, dal vermeleri olanaksız kılınmıştır. Bu nedenle, Türk, dilediği an, bunları yerlerine yerlilerini koyarak, geldikleri yere geri gönderebilir. Son elli yıldır da göndermektedir TEDKIK atılmış, iNCELEME; VUKUAT atılmış, OIAY; MENBA atılmış, KAYNAK; TAFSIIAT atılmış AYRINTI; ECNEBi atılmış, YABANCI; ECDAT atılmış, ATA; UMUMi atılmış, GENEL; FETVA atılmış, BUYRUK; ISTIKIAL atılmış, BAGIMSIZLIK; MUALLiM atılmış, ÖGRETMEN; KAT'I atılmış, KESiN; YEGANE atılmış, BiRiCiK; PAYiDAR atılmış, KALICI; SAY atılmış EMEK; ATI atılmış, GELECEK; MAZI atılmış GEÇMiŞ; SULH atılmış BARIŞ; MUVAFAKAT atılmış ONAY; MÜSABAKA atılmış YARIŞ; MÜSAVi atılmış DENK sözcükleri konulmuştur yerlerine . . . Bu Arapça-Farsça sözcükler Türk dil ormanından atıldı diye, "arka-
1 13
larından ne yer ağladı, ne de gök!" . . Bu topraklarda soy üretmemişlerdi ki arkalarından çoluk-çocukları ağlasın! . . O giderse biz de gideriz! diye ayaklanan başka sözcükler de çıkmadı. Çünkü Türk dil ormanında bunlara bağlı başka sözcükler bulunmuyor . . . Şimdi artık, yerlerine kök-Türkçeleri konulmuş olmasına karşın, atılan bu yabancı sözcükleri yeniden çağırarak, kök-Türkçelerin yerine getirmeye çabalayanlar; Türkçeleri varken, atılan Arapçalan-Farsçaları yeniden yaşatmaya çalışanlar;
TÜRK DİLİNİ KUŞ DİLİNDEN İLKEL, TÜRK BEYNİNİ KUŞ BEYNİNDEN KUÇUK sanmayı
sürdüren, buna yürekten inanmış olan yurtdaşlanmızdır ki; bunlar Türk toplumunun yönetimini ellerine bir geçirirlerse; Türk Dili'ni gerçekten de kuş dilinden ilkel, Türk beynini gerçekten de kuş beyninden geri bir duruma düşürmek için, ellerinden geleni ardlarına koymayacaklardır. Bu "POTUR DEVRiMCiLERi", bu "FES DEVRiMCiSi" (Fesleğenler); sözde - [yasaklanan DiNSEL INANÇLAR'ın savunucusu] imiş gibi görünerek, "yasaklanmış" (!) BiR DiNE ÖZGÜRLÜK ister- ·
lermiş gibi görünerek, TüRK DILI'NE KARŞI DEVRiM yapma özgürlüğünü (Eş deyişle: HIYARLIGINI) istiyorlar.
HIYARAT sözcüğü Arapça'dan Osmanlıca'ya geçmiş, Osmanlı döneminde ÖZGÜRLüKLER anlamına kullanılan Arapça bir sözcüktür. Bunlar özgürlüğün OSMANLICA'sını istediklerini açık açık savundukları için, bunları istediği özgürlüğe OSMANLI'DAKi HIYARAT, (=Özgürlük) HIYARLIK adını veriyorum. Öyle ya, Osmanlı'ya dönme özgürlüğü isteyenler, işe Özgürlük sözcüğünün de Osmanlıca'sını kullanarak başlamalıdırlar. Özgürlük yerine HIYARLIK denilmesi kendilerine pek yaraşır! . . Osmanlıca'dırl
Osmanlıca'daki HIYAR sözcüğü, Arapça HAYR sözcüğünden ge-
1 14
lir. Örneğin: HAYREDDiN, "DiNiN HAYIRLISI" (Seçkini) anlamına gelir. Osmanlılar, Arapça'dan bu sözcüğünün çeşitli türevlerini almışlardır. Çünkü Islam yargısında, bu sözcüğün yasalar alanında geniş bir kullanımı vardır. Örneğin: HIYAR: Bir işi yapıp yapmamakta özgür olma durumudur. HIYAR'I AYB, HIYAR'I ATAKA, HIYAR'! BÜLUG, H IYAR'I iDRAK, HIYAR'I GABN, HIYAR'I HIYANET gibi pek çok yargı deyimi vardır. Yargıç sizi tutuklamayıp salıverecek ise: "ARTIK HIYARSINIZ!" diyecektir. Siz özgür kaldığınızı anlayıp sevineceksiniz. Ya da savunucunuz, yargıca: "HIYARLIGINIZIN KISITIANMAMASINI" söyleyecek. HIYARLIGINIZI SAVUNACAK! Diyelim ki yaşınız on sekize ulaştı. Babanıza: "BEN DILEDIGIMI YAPMAKTA HIYARIM! BEN HIYAR'I iDRAK SAHiBiYiM" diyeceksiniz. Görüleceği üzere, Arapça kökenli Osmanlıca HIYAR sözcüğünün Türk Dili'nde sövgü ya da bitki anlamında kullanılan "HIYAR" (eski öz biçimiyle: KIY AR) sözcüğüyle bir ilintisi yoktur. Bütünüyle ÖZGÜRLÜK anlamına gelen çok güzel bir anlamı vardır. Şimdi, Türk Dili'nin yeniden Arapça-Farsça sözcüklerle doldurulmasına çalışan SÖZDE DiN ÖZGÜRLÜKÇÜSÜ, ÖZDE KUR'AN'A YABANCILAŞMIŞ; DiNi KULLANAN kimseler, eğer gerçekten de bunu başarmak istiyorlarsa; Arapça HIYARAT sözcüğünü özgürlük anlamıyla yeniden dilimize soksunlar, ÖZGÜRLüK sözcüğünü atıp da yerine HIYARAT sözcüğünü yeniden soksunlar da görelim!.. Bunlar,J?ugün 'inanç öz�rlüğü' demek yerine; "DiNi H IYARLIK" di-
_yebilirler mi? Diyemezler! Dememek de gerekir! Çünkü artık H_IYAR sözcüğü, dilimizde ÖZGÜRLÜK anlamına değil, sövgü ya da bir tür bitki anlamına geliyor da ondan! Artik özgürlük sözcüğü dururken "HIYARLIK" demek, gerçekten de HIYARLIK olur . . . Şimdi artık özgürlük yerine Osmanlıda olduğu gibi HIYARLIK demek. HIYARLIK oluyor da; Türkçe inceleme yerine [Tedkik] demek, Olay yerine [Vukuat] demek, Ayrıntı yerine [Tafsilat] demek,
1 15
Öğretmen yerine [Muallim] demek, Denk yerine (Müsavi] demek, niçin HIYARLIK sayılmasın? .. Kişinin kendi öz dilinde o anlamı karşılayacak yerli bir sözcük var iken, yerlisini benimsemiş kullanıp duruyor iken, kalkıp eşdeğerli yabancı bir sözcüğü geri getirerek yerlisini atmak, "HIYARLIGIN DANISKASl"dır. H IYAR'! HIYANET'tir. Tanrı, kendisine bağlananlara böyle bir hıyarlık buyurmamıştır . . . "DiLiNiZi YABANCI SÖZCÜKLERLE BOZUNUZ" diye buyurmamıştır.
Bugün "DiN ELDEN GiDiYOR" diyerek sözümona DIN'I korumaya davrananlar, ''TÜRK'ÜN DlLINI ELDEN ÇIKARMAK" yoluyla "l'ÜRK'ÜN DINlNI KURTARMAK" gibi, bağdaşmaz bir çelişki içerisindedirler. Islam Dini, Türklerin lslam'a ilk girdikleri yıllarda, yaptıkları öz Türkçe Kur'an çevirileri, yaptıkları Türkçe dinsel görevler, giriştikleri TÜRKÇE'YE ÇEViREREK ANIAMA çabalan nedeniyle, gerçekten ELLEıllNDE BULUNUYORDU. Bir kaç yüzyıl boyunca da DiN ELLERiNDE KALDI. lslam Dininin gerçek bilgisinin Türk'ün elinden gitmesi, Türkçe Dinsel sözcüklerin Türk'ün dilinden gitmesi ile başlamış bir olgudur. Bu da, 1 200 yıllarından başlayarak günümüze değin böyle gelmiştir. Gerçek lslam Dini, 1 200 yıllarından bu yana Türklerin elinde, dilinde değildir ki, şimdi "DiN ELDEN GiDiYOR! olsun! . . Şimdiki Türklerin ellerinde, dillerinde bulunan, gerçek lslam değildir. Gerçek lslam, KUR'AN'! APAÇIK-KENDi DiLiNE ÇEVIREREK-ANIAMA yoluyla elde tutulur. lslam'ın öğrettiklerini apaçık kendi dilinize çevirerek kendi anadilinizde tutmuyorsanız, onu ELiNiZDE TUTUYOR da sayılamazsınız.
Islam Dini (Doğası ANIAMA ÖZÜRLÜ OLANI) sorumlu tutmaz. ANIAMA ÖZÜRÜ de, yalnızca duyu organlarının işlemez durumda olmasından kaynaklanmaz. Siz kişilere ANLAMADIKLARI bir dilde seslenirseniz, bu durumda sizde bir anlatma öziirü, seslendiklerinizde ise bir ANIAMA ÖZÜRÜ ortaya çıkar.
1 16
Elçilerin görevi, Tann'nın kendilerine bildirdiklerini, kendi toplumlarına APAÇIK, ONLARIN ANLADIKLARI DiL iLE bildirmektedir. Demek ki, Kur'an, Türklere APAÇIK BiR TÜRKÇE'YE ÇEVRiLEREK bildirilmedikçe; Türkler Kur'an'ı anlayamadılar diye karalanamaz. Sen, bir yandan Türklerin APAÇIK TüRKÇESINI BOZ, öte
'·yandan
Kur'an'ı Türklere yüzde altmış oranında anlamadıkları ArapçaFarsça sözcüklerle çevirerek öğret, sonra da "DiN ELDEN GiDiYOR!" diye bağır!.. Yüzde altmışı Arapça-Farsça sözcükler kullanılarak çevrilmiş bir Kur'an, yüzde altmışı Türkçe'ye çevrilmemiş bir Kur'an demektir ki; Türkler böylesi çeviriler aracılığıyla Kur'an'ın ancak yüzde kırkını anlayabilirler. Size 1938 yılında yapılmış bir Kur'an çevirisi sunuyorum:
Bismillahirrahmanirrahiym. "Hamd o Rabbilalemin / O rahman, rahim / O din
gününün maliki Allah'ın / Sade sana ederiz kulluğu, ibadeti ve sade senden dileriz avni, inayeti ya Rab! / Hidayet eyle bizi doğru yola / O kendilerine İnam ettiklerin mes'utlann yoluna / Ne o gadap olunanların, ne de sapgınların!"
( 1 . Fatiha Suresi - Çev: Muhammed Hamdi Yazır.) Şimdi, görülür ki, bu [APAÇIK BiR TÜRKÇE ÇEViRi] sayılamaz.
Bu çeviriyi okuyacak Türk, eğer çeviride yer alan Rahm, Hamd, Alem, Rab, Milk, Avn, inayet, Hidayet, inam, Gadap gibi Arapça sözcüklerin anlamını biliyorsa, çeviriye ne gerek var! Eğer bunların anlamını bilmiyorsa; siz de bu anlamım bilmediği Arapça sözcükleri Türkçe'ye olduğu gibi geçiriyorsanız bu nasıl çeviri!?
Şimdi biz bu sözümona çeviride, Türkler'in anlayabileceği Türkçe sözcükleri olduğu gibi bırakıp, çeviride geçen Arapça-Farsça sözlerin yerine X koyarak okuyalım da; bu çevirinin Türklere ne anlattığım bir görelim: X X X X !
"XoX! / OX, X! / O, din X! gününün X'i X'in / X sana ederiz
1 17
kulluğu, Xi ve X senden dileriz X\ X'i ya X! .. / X eyle bizi doğru yola / O kendilerine X ettiğin Xlerin yoluna / Ne o X olunanların ne de sapgınların! ..."
Bir Türk, yukarıdaki sözlerden ne anlayabilirse, H. Yazır'ın çevirisinden de işte onu anlayabilir. Türkler, 1 938'lerde, işte böyle anlayamayacakları Arapça, Farsça sözcüklerle doldurulmuş bulunan sözde çevirileri okumaktaydılar. Bu çeviriler nasıl, ne ölçüde ANI.AŞILMAZ ise, ortalama Türklerin 1938 yıllarındaki Kuran bilgileri de, işte o ölçüde yarım-yamalaktır.
Şimdi daha yakına, 1990 yılına gelelim. 1990 yılında yayımlanan bir Kur'an çevirisinden yine bu bölümü alalım. Görelim bakalım ne değişmiş?
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla Hamd, Alemlerin Rabbi, Rahman, Rayinı ve Din gününün
Maliki olan Allah'adır. / Biz yalnızca Sana İbadet eder ve yalnızca senden yardım dileriz. / Bizi dosdoğru yola ilet; kendileri, ne nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların v_e sapıklarınkine değil." (Fatiha Suresi - Çev: Ali Bulaç)
Şimdi de bu çevirideki Arapça sözcüklerin yerine birer x koyarak ne anlaşıldığını görelim:
"X ve X olan X'in adıyla . . . X,X'lerin X'i, X, X ve din gününün X'i olan X'edir. / Biz yalnızca sana X eder ve yalnızca senden yardım dileriz. / Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine X verdiklerinin yoluna / X'e uğrayanların ve sapıklannkine değil . . . "
Görüleceği üzere, kullanılan Türkçe sözcük oranı artmış, 1938'deki çeviride 20 X geçerken, 1990'daki çeviride 1 3X'e düşmüştür. Oysa bundan 900 yıl öfü:e, bir tek X bile bulunmuyordu bu bölümün Türkçe çevirisinde!. .
Öyleyse söyleyin bana; şimdiki Türklerin ELiNDEKi DiN ile, 900 yıl önceki Türklerin elindeki din, bir midir? DiN ELDEN GiDiYOR!
1 18
GiTMEKTE! GiDECEK! değil, GiTMiŞTiR!. . Türkçe sözcükler Türk'ün Jiilinden ne oranda gitmişse; Türk'ün elindeki Islam Dini dei .Türk'ün elinden o ölçüde gitmiştir.
Bu yeni çevirilerdeki X'lerden biri, HAMD sözcüğüdür. 1938 yılında yapılan çevirinin çevirmeni, açıklamasında bu
HAMD sözcüğünü şöyle anlamlandırıyor: "HAMD: ihtiyari bir ihsana veya onun mebdei olan bir hüsne
karşı inşirah ile sahibine tazim ifade eden bir zikri cemi dir." (bkz: Hak Dini, Kur'an Dili-c-1 s, 56), Çevirmen Arapça HAMD sözcüğünün anlamını böyle açıklıyor! . . . Anlayabildiniz mi! Bu açıklamayı 19 38 yılında yaşayan Türklerden kaçı anlayabilirdi? . . Yaptığı açıklamaya göre HAMD: x bir x'e veya onun x'i olan bir x'e karşı x ile sahibine x eden bir x'i x'tir." 1938'de yaşayan bir Türk, şimdi bu HAMD sözcüğünü nasıl gözünde canlandırsın? . . 1 938 'deki bu çeviriyi yapan diyor ki: Bugünkü lisanımızda bunun (Arapça HAMD sözcüğünün) sırf Türkçe bir müradıfı yoktur." (age). Hep bu gerekçe! Eğer Arapça Hamd sözcüğünün Türk düşüncesinde Türkçe bir karşılığı yok ise, bu Arapça sözcüğü
Jürkçeleştirmeksizin doğrudan Arapçasını Türk diline sokunc� Türk düşüncesinde bir karşılığı mı oluşuyor?! . . Bu çevirmen, Süleyman'a şakıyan kuşların dilinde bile birer kuşça karşılığı bulu· nan HAMD vb. gibi Arapça sözcüklerin, Türk Dili'nde bir karşılığı olmadığını söyleyerek, kendi çeviri yeteneksizliğini gizlemektedir. Önünde topu topu 26 sözcükten oluşan Arapça bir yazı duruyor. Çevirmenimiz ise, bu 26 Arapça sözcüğün yalnızca Ben-Sen-O ve etmek-eylemek-dilemek-yol-kendi-ne-de-biz, gibi en yüzeysel en kolay olanlarını çevirebiliyor, ancak geriye kalan 20 sözcüğü, "Bunların benim dilimde bir karşılığı yok!" diyerek olduğu gibi bırakıyor! Bu nasıl çevirmen! Bu nasıl anlatıcı? Türk toplumu, elinde bulunan böylesi ANIAŞILAMAZ çevirilerle, lslam Dininin KENDi ELiNDE BU·
1 19
- LUNDUGUNU nasıl savlayabilir?lslam Dini 1 200 yılından bu yana Türklerin elinde midir ki "DiN ELDEN GiDiYOR!" diye bağırıyor bio rileri?! . . Kur'an'da geçen en yüzeysel anlamlı sözcükleri çevirip; en. derin, en önemli, en öğretici sözcükleri çevirmezseniz, Kur'an'ı anladım diyebilir misiniz? . . Bir yabancı, Arapça Kur'an'ı ne ölçüde kendi anadiline çevirebilirse, işte o ölçüde anlayabilir. Bir yandan �Kur'an'ın çevirisi Kur'an yerine konulamaz, çünkü Kur'an'ın anlamını veremez" diyen din kişileri, öte yandan "KUR'AN'! ANLAMADAN OKUMANIN KUR'AN'! OKUMAK YERiNE GEÇECEGINI" (!) söyleyen din bilgiçleri! Kur'an'ı ANLAMAMA!(
övülmüş, Kur'an'ı "ANLAŞILMAZ" diyerek "YÜCELTMEK" (?) benimsetilmiştir toplumumuza! ..
Düşünün: Kur'an'ın çevirisini okumak, Kur'an'ı okumak yerine geçmez; çünkü Türkçe Çevirisi, Arapça Kur'an'ın anlamını bütünüyle veremez; ancak, Kur'an'ın Arapça'sını, (sözlerin anlamını hiç bilmeksizin) seslendirmek, Kur'an'ı okumak yerine geçer; Kur'an'ı (anlamını bilmeksizin) seslendireni, (anlamını bilmeksizin) dinlemek bile, Kur'an'ı dinlemek yerine geçer!.." demişlerdir.
işte Batı'� Arapça yazılan çevirip anlayarak aydınlanmaya. başladığı 1 200 yıllarında, Türklere egemen olan, bu görüştür! Türkler de, öteki Arap olmayan Müslüman uluslar da, işte bu tuzağa düşürülmüşlerdir. Bu görüş, Arap olmayan Müslüman toplumların aydın olmayan yığınlarını kandırmıştır. Son 800 yıldır da etkisi altında tutmaktadır. Günümüzde de egemendir. Bugün ülkemizde dinsel yayınlarda bu görüş yayılmaktadır. Günlük satışı kimi dönemlerde bir milyonun üzerine çıkan -en çok satış yapandinci bir gazete, [-Türkiye Gazetesi-] bilindiği üzere, kendisini DiNi BÜTüN BiR YAYIN ORGANI olarak tanıtmaktadır. Çoğu Dindarlarımız da bu gazeteye yönelmektedirler. Bu gazetenin DiN
1 20
BiLGiSi köşesinde: "HERKESiN KUR'AN' I ANIAMASINI TAVSiYE ETMEK BÜYÜK SAPIKLIKTIR!" · "MUSHAFI (Kur'an'ı) HiÇ OKUMAYIP ,SIRF HAYIR VE BEREKET iÇiN EViNDE SAKLAMAK CAiZ VE SEVAP· TIR!" (age-30. 1 1 . 1990- 'Bir Bilen' köşesi) diye "öğütler" verilmektt dir. "ANLAMADAN KUR'AN OKUNMAZ DiYENLER, BÜYÜK SAPIK-. TIR!" denilmektedir. (age-ay). Bu gibi savların bir MÜSLÜMAN YAYIN ORGANINDA (!) ortaya atılması, gerçekten de çok şaşırtıcıdır. Çünkü bunlar öncelikle Kur'an'da yer alan Tanrı buyruklarına karşı gelen öğütlerdir . .._Tanrı, "KUR'AN'IN ANLAŞILMASI iÇiN ÇABA GÖSTERiLMESiNi" buyurmuştur. Öyle ki KUR'AN' I SALT SiZLER AN· LAYASANIZ DiYE KOLAYLAŞTIRDIK, OKUYUN, ANLAYIN, diye ses-
Jenmektedir. Bunlar Kur'an'da yazılıdır. Bizim kimi Müslüman Türklerimiz ise, KUR'AN'I ANLAYARAK dKUYUN diyenleri BÜYÜK SAPIKLAR diye nitelendirmekle, gerçekte Tanrı'ya "Büyük Sapık" demiş olduklarının ayırdına varamayacak denli "KUR'AN'A YABAN· CI SÖZDE MÜSLÜMAN"dırlar. KUR'AN'! ANLAYARAK OKUYUN di· yenleri sapık diye nitelendirebilmek için, Müslüman olmanıza hiç gerek yok! KUR'AN' EViNDE BULUNDUR, ANCAK ANLAMAYA ÇALIŞMA! diyebilmek için Müslüman olmaya hiç gerek yoktur! Eğer Müslümanlık bu ise, Müslümanların başka düşmanı olmasa da olur, kendileri kendilerini yok etmeye yeter de artar bile! . .
Bakınız, 1 990 Türkiyesi'nde, günlük satışı en yüksek bu Dinsel renkli Gazete, Müslüman Türklere neler öğütlemektedir:
1 . "ANLAMADAN KUR'AN OKUNMAZ' diyerek herkesin Kur'aııJ ANLAMASINI TAVSiYE ETMEK, BÜYÜK SAPIKLIKTIR." (Türkiye Ga· zetesi: 30/ 1 1/1993)
2 . "Mushafı (Kur'an'ı) HİÇ OKUMAYIP, sırf hayır ve bereket için evinde saklamak, caiz ve SEVAPTIR." (age-agy)
3 . "Kur'an'ı Kerim HiÇ BiR DiLE, HATIA ARAPÇA'Y! BİLE TERCÜME EDİLEMEZ." -"Kur'an'ı Kerim'in MANASI,
1 2 1
TERCÜMESiNDEN ANLAŞILMAZ." ·"Hangi tercüme olursa olsun HİÇ BİR TERCÜMEDEN DİN OORENİLEMEZ." · "Dinini ÖGRENMESI için bir kimsenin eline EN UYGUN TERCÜMEYİ bile vermek, okyanus ortasında bulunan insana bir tahta parçası ver· inekten kötüdür. Çünkü bu tahta parçası ile insan sahile çıkamayacağı için ölür, imanlı ise cennete gider. Fakat TERCÜME İLE DİN ÖGRENMEYE KALKIŞAN KİMSE, imanını kaybedebilir ve ebedi CEHENNEME düşebilir." ·"KUR'AN'! KERlM'i tercüme et· mek İMKANSIZDIR." · "Şu halde, KUR'AN'DAN VE HADİSTEN VE BUNLARIN TERCÜMELERİNDEN DİN ÖGRENMEK MÜMKÜN OL· MAZ." (Türkiye Gazetesi: 1 4. 1 . 1990)
4. "Kur'an tercümesi denilen kitaplardan Kur'an'ı Kerim'in MANASI ANLAŞILMAZ. Kur'an tercümesi okuyan kimse, MURAD'! lLAHlYl ÖGRENEMEZ." · "Kur'an'ı Kerim tercümesini okuyan, ama· le (dinsel uygulamalara-eh) ve ibadete (Tapım görevlerine-eh) ait bilgileri ÖGRENEMEDİGİ gibi, itikada (Dinin inanca ilişkin ilkeleri· ne-eb) ait bilgileri ise ÖGRENMESİ HİÇ MÜMKÜN OLMAZ." (Türkiye Gazetesi: 3 1 . Ekim. 1990)
5. "Bir kimse, Kur'an'ı Kerim'den ANLADIGINA UYARSA, lslam'a uymuş OLMAZ. Kur'an'ı Kerim'de her hüküm var ise de, bunları ANCAK peygamber Efendimiz doğru olarak anlamıştır." (Türkiye Gazetesi: 25. Mayıs 1990)
6. "Kur'an'ı Kerim'de bir ayetin hükmünü öğrenmek için !ur'an Tercümelerine (Kur'an Meali) denilen kitaplara bakmak, ÇOK YANLIŞ olur.· "Dinimizin bir hükmünü öğrenmek için Kur'an Tercümelerine bakmak, ÇOK YANLIŞtır." · "Hiç kimseye Kur'an Tercümelerini Tavsiye etmiyoruz." (Türkiye Gazetesi: 27 Kasım 1990)
7. Kur'an tercümelerinden, günümüzde tefsir (yorum) diye yazılan kitaplardan ve hadis kitaplarından DiNiMiZi ÖGRENMEMIZ
1 22
ASLA MÜMKÜN OLMAZ, ÜSTELiK SAPITIRIZ! .."(Türkiye Gazetesi:) - "DoGRU BİLE OLSA, Kur'an'ı Kerim'e kendi aklına ve
bilgine göre mana vermek caiz değildir." - Kur'an tercümesi okumak, fayda yerine zarar verir." - "Kur'an'ı Kerim'i kendi görüşüyle açıklayan, DOGRU OLSA DA! hata etmiştir." (Türkiye Gazetesi; 8 Kasım 1990 · 1 3 Aralık 1990 · 25 Aralık 1990)
Bütün bu düşünceler, okuyucularını dinsel sorunlar konusunda aydınlatmayı amaç edindiğini söyleyen bu gazetenin, DiN BiLGiLERi vermeye ayrılmlf köşesinde, "BiR BiLEN" başlığı altında, okuyucularından gelen somlara verilen yanıtlardır. işte Türklerin 1 200 yıllarından günümüze dek beynini yıkayan anlayış sapması da budur ... Yeri geldiğinde: "Batılılar her bilgiyi Kur'an'dan öğrendifor. Atom, telefon, televizyon, uzay aracı, uçak, denizaltl vb. gibi bütün buluşlar, Kur'an'da .Yazılıdır. Batılılar bu bilgileri Kur'an'dan ÇEVİRİYLE alarak bu gibi buluşları gerçekleştirdiler!" diyerek Kur'an çevirilerinin Batılılara yararlarını savunanlar da, başkaları değil kendileridir! . .. Demek ki, bunlara göre, Kur'an çevirileri Müslümanları sapıklığa, Batılıları buluşlara yöneltmektedir! .. Varsayalım Kur'an'da bütün bu bilgiler var. Böyle ise, Batılılar bu bilgileri KUR'AN'I KENDi DiLLERiNE ÇEVİRMEKSİZİN Mİ ÖGRENDILER?... Batılıların bu bilgileri Kur'an'dan elde edebilmeleri için, Kur'an'ı kendi dillerine çevirmiş olmaları; olmazsa olmaz bir önkoşuldur. Eh, Batılılar Kur'an'ı kendi dillerine çevirerek bütün bu büyük bilimsel buluşları ANLA· .)'ABİLİYOR, ÖGRENEBİLİYOR da siz Kur'an'ın Türkçeye ıevrilmesine ne demeye karşı çıkıyorsunuz? Kur'an, sizlerin. dediği gibi "Hiç bir dile, hatta Arapça'ya bile çevrilemez" ,ise, bu durumda Batılılar nasıl olup da Kur'an'ın 'sırlarını'(!)
123
,ıözerek bilimsel buluşları yapabilmişlerdir? . .. Çeviri yapmadılarsa, 'sırlarını' nasıl çözdüler? .. . "Kur'an'ın çevirisi imkansızdır" gibi uy-" duruk gerekçelerle, Türklerin Kur'an'ı çeviri yoluyla anlayıp öğrenmesinin önüne geçilmiştir. Oysa, lslam'da dört ana Mezhep vardır. Bu dört ana Mezhebin tümümün de çeviriyi gerekli saydığı bilinmektedir. (B. O. Keskinoğlu, Kur'an'ı Kerim Bilgileri, sf. 2 1 3). ·
Arapça bilmeyenlere çevirisinin okutulması gerektiğin� bütün Mezhep kurucuları söylemişlerdir.
Kur'an'ı anlamak isteyen, onu yapabileceğinin en üst düzeyinde kendi diline çevirmekle yükümlüdür. Ne ölçüde çevirebilirse, o ölçüde anlar. Çeviri, yabancı dildeki bir yazıyı anlamanın biricik yoludur. Yabancı dille yazılmış bir yazıyı kendi dilimize çevirmekten başka hiçbir anlama yolumuz yoktur.
Kur'an, yeryüzü ölçeğinde belki de en· çok başka dillere çevrilmiş bir yapıttır. Bu çeviriler arasında birbirini tutmazlıklar, çelişkiler gerçekten de vardır. Kişi nasıl anlıyorsa öyle çeviriyor. Diyorlar ki; "Çeviriler pek çoktur. Bunlar arasında birinin AK dediğine diğerinin KARA demesi gibi uzlaşmaz yaklaşımlar vardır. Öyle ise NASIL GÜVENEBlLIRIZ BU ÇEVIRILERE?" ... Ben de diyorum ki: '.:Çeviriler arasındaki uyumsuzluklar, mezhepler arasındaki
_jarşıtlıklardan çok değildir. Mezhepler arasında ne ölçüde çok karşıtlıklar görülüyorsa, Kur'an çevirileri arasında o ölçüde çok aykırılıklar vardır. Üstelik Kur'an çevirileri arasındaki uymazlıklar, Mezhepler arasındaki uymazhkların doğurduğu bir durumun yansımasıdır. öyle ise, eğer aralarında aykırılıklar bulunduğundan dolayı bütün çevirileri güvenilmez di-
8e niteleyip elimizin tersiyle çöpe atacaksak; aralarında aykırılıklar bulunduğundan dolayı BÜ'fÜN MEZHEPLERi NiÇiN ELiMiZiN TERSiYLE ÇÖPE YOLIAMAYALIM?!... Eğer aralarındaki aykırılıklardan dolayı Mezhepleri çöpe atmıyor isek, öyle ise ara-
124
lannda aykınlıklar var diye Kur'an çevirilerine niçin karşı ç!1calım!?
Gerçekten de, Kur'an'ı anlamada doğan ayrılıklar, mezhepleri, tarikatları, büyüklü küçüklü çok sayıda inanç öbeğini doğurmuşlardır. Bu öbeklenmelerin bir kesimi, yalnızca toplumun yönetim biçimi konusundaki ayn görüşlerden kaynaklanırsa da; bugün var olan inanç kümeleri, çoğunlukla Kur'an'ı başka başka anlamanın birer ürünüdürler. - "YETMiŞ iKi BUÇUK FIRKA"ya bölündük! diyenler; bu bölünmenin nedenini de bilmek zorundadırlar: ANIAYIŞ, YORUM ÇEŞlTLIUGl, KiŞiSEL ÇIKARIAR, ÖNDERLiK TUTKUIARI, YIKICI SlNSl EYLEMLER vb. gibi .. .
Ellerinde Kur'an'ın Arapçası bulunan, üstelik kendi ana dilleri de Arapça olan Arap müslümanlar, bin yılı aşkın bir süre önce, BU BÖLÜNMELERiN iLK GERÇEKLEŞTIRICILERlDIR. Eşdeyişle bu bölünmeler, önce birbiriyle çelişen çeviriler ortaya çıkmış da, bu nedenle çelişkili, birbirini tutmayan çevirilerden doğmuş değildir. Tersine, önce bu bölünmeler ortaya çıkmış; sonra da çevirmenler, bağlı bulundukları inanç öbeğinin anlayışını destekleyici çeviriler ortaya koymuşlardır. BU DURUM, KUR'AN'IN HİÇ ÇEVRİLEMEZ OLDUGUNU DEGİL; ÇEVİRİ İŞİNİN ÇoGUNLUKIA ÖZEL ÖBEKSEL ÇIKARIARA UYGUN OIARAK YAPILDIGINI kanıtlar
. yalnızca. Ortada Kur'an'ın yalnızca bir tek, doğru, Arapçasına upuygun çevirisi olsa bile; bir tek Islam toplumu olmayacak; çeşitli inanç öbekleri, yine varlıklarım sürdüreceklerdir. Çünkü birbirleriyle çelişen mezhepler, birbirleriyle çelişen çevirilerden çok önceleri ortaya çıkmışlardır. örneğin, Türklerin Müslümanlığı benimsedikleri yıllarda, Ana dili Arapça olan Araplar arasında en azından on mezhe , ( ol, dal) bulunu ordu. Türkler ba lan ta bunlar içerisinde HANEFILI l benimsemişlerdir. Çünkü lslam'ı benimsedikleri yıllarda, en yaygın yol buymuş. Aynca o dönemdeki
1 25
Halife bu yolun yolcusuydu .. . .}ur'an'ın başka başka anlaşılması, önce ana dili Arapça olanla!
3rasında ya da Arapça okur-yazar-düşünürler arasında başlamıştı�. ]unlar Kur' an'ı kendi ana dillerinde okuyabiliyorlardı. öyleyse n� ıtemeye ayrı ayrı öbeklere _bölündüler?... Demek ki, bir yazıyı .QaşkajJaşka ANIAMA sorunu; yalnızca çeviriden kaynaklanmayıp o _yazı sizin ana dilinizde yazılınış olsa bile vardır.
K. Marks, yazılarını Almanca yazmıştır. Ancak Almanca konuşan Marksistler bile, Almanya'da çok sayıda öbeklere (fraksiyonlara) bölünmüşlerdir. Her öbek, Marks'ın yazdıklarını en iyi kendilerinin anladığını savunmaktadır. Bu bölünmenin nedeni, çeviri değildir . . . Anlayış başkalıklandır. Çünkü her bir öbeğin önünde tek bir Almanca yazı var, bunların ana dilleri de Almanca!. .. Arada bir çeviri işlemi yok ki, 'saptırıcı' olsun? Öyleyse, bunları saptıran nedir? . . . Kişiler, bırakalım bir yazıyı, yaşamın kendisini bile başka başka anlamıyorlar mı? Önlerinde duran yalın nesneyi başka başka anlamlandırmıyorlar mı? Bu başkalıklar kişilerin, kişiliklerinin başka başka; bakış açılarının, gereksinimlerinin, isteklerinin, beğenilerinin, beklentilerinin başka başka olmasından kaynaklanır. Ortaya yarısı dolu-yansı boş bir bardak konduğunda, kimileri "Bu bardak dolu imiş, yansını boşaltmışlar" diye düşünür; "Yansı boş" der. Kimileri de "Bu bardak boş imiş, yansına dek doldurmuşlar" diye düşünür. "Yansi dolu" der. Kişiler yeryüzünün çevren çizgisine (ufuğa) yakın duran bir güneş fotoğrafı (görçeği) gördüklerinde; kimi bu fotoğrafta (görçekte) görülen güneşin batmakta, kimi de doğmakta olduğunu düşünür. Bütün bunlar, tek bir GERÇEGE BAKAN o kişilerin, o an iyimser ya da kötümser olup olmamalarına göre bile, değişebilir. Yaşamdan beklentilerinin başka başka oluşu bile, kişilerin okudukları bir yazıyı, gördükleri bir ol- . guyu anlamlandırmalarında başkalıklara neden olabilir. GERÇEK
126
KARŞISINDA TAKINIIAN TUTUMIARIN ÇOK ÇEŞiTLi OLMASI DOGALDIR. ANCAK, BU TUTUMIARIN HANGiSiNiN GERÇEGE UPUYGUN, HANGiLERiNiN GERÇEGI ÇARPITICI NiTELiKTE OLDUGUNU, ANCAK GERÇEKLE KARŞILAŞTIRMAYA GIRIŞTIGIMIZDE GÖRÜRÜZ. Kur'an çevirilerinin çokluğu, bunların arasında uzlaşmaz yaklaşımlar bulunması; lslam inanç öbeklerinin çokluğu, bunlar arasında uzlaşır, uzlaşmaz çelişkiler bulunması, bize YAL- . NIZCA BiR GERÇEGI VERiR: Gerçekten uzaklaşanların ne denli çok _ sayıda olduğunu! Çünkü gerçek birdir. Kur'an çevirilerinin çok olması, aralarında uyuşmazlıklar bulunması, bunların hiçbirinin doğru olmadığı anlamına gelmez. Bunlarda doğrular ile yanlışlar yanyanadır, içiçedir. Ancak Tanrı, kişilere SÖZÜN DOGRUSUNU YANLIŞINDAN NASIL AYIRDEDECEKLERINE iLiŞKiN GERÇEK BiR ÖLÇÜ ÖGRETMIŞTIR: EGER BİR SÖZ, KENDİ İÇİNDE KENDİSİYLE ÇELİŞEN NİTELİKTE İSE, O BOZUKTUR. TANRI'DAN DEGİLDİR. BAGLANILMAMASI GEREKEN TÜRDENDİR. Bir söz kendi içinde tutarlı ise, bu durumda o sözün somut gerçekle çelişkisi olup olmadığına bakılır. Bu ölçütü benimseyince, GERÇEK olanı, UYDURMA olandan ayırdetme yetisi kazanırsınız. Bu da, sizin DOGRU OIANI GÖREBiLMENiZ iÇiN SiZE VERiLMiŞ EN DEGERLI TANRI ARMAGANIDIR. Bu armağanın nasıl işleyeceğini örnekleyelim: Kur'an'da: "işte bunlar Allah'ın ayetleridir, bunları sana hak olmak üzere okuyoruz. Öyleyse onlar Allah'tan ve onun bu ayetlerinden sonra artık hangi HADİS'e iman edecekler?" ( 45/6) uyarısı vardır. Yine Kur'an'da. "Şimdi onlar bu HADİS'e (Kur'an'da yazılmış söze.) inanmayacak olurlarsa?" ( 18/6) denirken, Kur'an'ın kendisinin Tanrı'nın HADİS'i olduğu bildirilmektedir. Kur'an'da: "Allah, benzetili, karşıtları belirtmeceli bir kitap olarak size AHSEN-ÜL-HADİS� . indirdi." (39/23) denilerek, Kur'an'ın AHSEN-ÜL-HADİS olduğu; (eşdeyişle HADİSLERİN EN
127
GÜZELİ olduğu) bildirilmektedir. ':Şimdi siz BU HADİSİ mi hor ,&örüp küçümsüyorsunuz?" (56/81 ) "Şimdi siz bu HADİS'ten mi _şaşkınlığa düşüyorsunuz?" (53/59) "Ne oluyor ki bu toplu: luğa hiç bir �JS'!_ anlamaya çalışmıyorlar?" ( 4/78) "Artık BU HADİS'i (Kur'an'ı) yalan sayanı sen bana bırak!" (68/44) "Al-
Jah'tan daha doğru HADİS'li kim olabilir?" ( 4/87) "Artık onlar bundan sonra hangi HADİS'e inanacaklar?" (77 /50) "Onlar, Al- _
lah'dan ve onun ayetlerinden sonra hangi HADİS'e inanacaklar?;' ..115/6) gibi J'��ok ayet vardır. Bu_ ayetler, açık açık, Müs_!ii_!llanlann Tann'mn_ indir�iği, adlarından biri de Kur'an olan HADİS'ten başka HADİS'lere-gereksiıifui.ıeri olmadığını bildirmektedır. Peki Müslümanlar bu buyruklara uymuşlar mıdır? Ne gezer? T. E. Muhammed'in ölümünden sonra, kendileri on binlerce HADİS uydurarak, kendi uydurdukları bu HADİSLER ile yaşamlarını biçimlendirmeye girişmişlerdir. Oysa, Kur'an'da Tanrı'nın HADİS'ine karşı çıkıp kişilerin uydurdukları HADİSLER'e yönelenler, çok kesin bir dille kınanmaktadırlar: "insanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce ALIAH'IN YOLUNDAN SAPTIRMAK ve onu bir eğlence konusu edinmek için LEHVE-ELHADİS [eğlencelik söz] satın almaktadırlar. işte onlar için aşağılayıcı bir azab vardır." (3 1/6). Müslümanlar, Kur'an'da 'ALIAH'IN HADİSLERİ' diye nitelenen Kur'an'dan sonra, pek çok kişilerin uydurduğu HADİSLERİ önemli saymışlar; öyle ki, kişilerin uydurdukları bu HADİSLER'in kimilerinin, ALLAH'IN HADİSLERİNDEN KİMİLERİNİ geçersiz kıldığını bile savunmuşlardır! Müslümanların çoğunluğunun inancına göre, T. E. Mu--hammed'in ölümünden sonra, onun ardından uydurulmuş kimi HADİSLER, TANRl'NIN KUR'AN ADI VERİLEN HADİSLERİNDE� .........________ _ _ -- - - · - --- - . . - - - - - ----KİMİLERİNİ �çersiz kılmışt1!! . . . Janrı��!!1 �!�!��m�!_olan_ KUR_'AN'da, J�_alara aykırı kadın-erkek ilişkisinin cezası, sayısı bel-
1 28
li -öldürmeye neden olmayaca! _ölçüde-:- gövdeye_vuruş olarak bil_dirilmiştir. Müslümanlar ise, TANRI'NIN BU HADİS'ine (sözüne) boşvererek insanların uydurdukları başka bir HADİSİ uygulamaya
)oymuş, bu suçu TAŞIAYARAK ÖLDÜRME ile karşılamaya gf Jişmişlerdir. "TANRl'NIN HADİSLERİNDE HERŞEYİN AÇIKLAMASI YOK!" diyerek, kişilerin uydurdukları HADİSLERİ.ı, T ANRl'NIN HADİSLERİNİN .ı\ IKLAMASI erine koymuşlardır. ]ANRl'NIN HADİSLERİNDEN SONRA ARTIK BAŞKA HADİSLE ARAMIŞ, UYDURMUŞ,_ BUNLARA İNANMIŞLARDIR. "Bizim ur· Jiurduğumuz ·HADİSLER, Tanrı'nın buyurduğu HADİSLER!
_ı.çıklayıcıdır!" diyerek bli yaptıklarını güzel göstermeyi de. �mışlardır. Oysa Tanrı, Kur'an'ı kişiler ders alabilsinler, anlayabilsiiiıer dtye KOIAYIAŞTIRDIGINI açık açık bildirmiştir. Buyruklarını pek çok örnekler vererek AÇIKLADIGINI, kendi HADİSLERİNİN anlaşılmaz, kapalı değil, apaçık olduğunu; bildirmiştir.
Kur'an'ın yetkin bir biçimde dilimize dilbilimsel bir tutarlılıkla çevrilmesi, bütün bu [TANRI BUYRUKLARI] ile [KIŞIOGLU UYGUIA· MALARI] arasındaki çelişkileri gözler önüne sereceği için, bunun sonucunda pek çok inanç öbeğinin (Mezhebin) Kur'an'a uyma kaygısından değil, KUR'AN'! KENDi iSTEKLERiNE UYDURMA KAY· GISINDAN DOGDUGU, GÜNIŞIGINA ÇIKACAGI iÇiN, bunlar Kur'an'ın Türkçe'ye yetkin düzeyde çevrilerek, geniş Müslüman yığınların bilgisine sunulmasını iSTEMiYORLAR.. . Kur'an'ın hiçbir dile çevrilemeyeceği YALANI; Kur'an'ın çevrisinin okunmaması gerektiği, okuyanın cehennemlik olacağı uyanları; DiNSEL AYDINLAN· MAYi ÖNLEME ÇABALARINDAN BAŞKA BIR AMACA YÖNELMEMIŞTIR. Kur'an'ın son yÜzyılda yapılmış uyduruk çevirileri de: DiNSEL AYDINLANMAYI ÖNLEYiCi; KiŞiLERi ÇEViRMENiN BAGLI OLDUGU ÖBEGE KAZANDIRMAYI GÖZETEN,
129
ÇOGU BiLiNÇLi OIARAK YANLIŞ YAPILMIŞ, şurası ya da burası, şu ya da bu mezhebin görüşlerine uygun imiş gibi gösterilen çevirileridir.
Ülkemizde kaç Müslüman bölüğü varsa, işte o sayıda Kur'an _çevirisi vardır. Her bir inanç bölüğü, kendi inançlarını doğru gösteren bir çeviriye başvurmaktadır. Bu ise, bugün Kur'an'ın . ülkemizde BiLiMSEL NiTELiKTE BiR ÇEViRiDEN YOKSUN OLDUGUNU GÖSTERiR. Eldeki çevirilerin, şu ya da bu inanç öbeğinin "yorumlarını" savunmak üzere yapıldığı, gün gibi ortadadır. Çünkü BÜTÜN iNANÇ ÖBEKLERi, T. E. MUHAMMED'IN ÖLÜMÜNDEN SON� (iki yüz yıl s�nra) UYDURULAN KIŞI YAPISI HADİSLERE iNANMAKTADIRLAR. Oysa Kur'an'da KiŞi YAPISI HADİSLERE
JmJ!�I buyurulmuştur. Her biri sonradan uydurulan HADiSLERE inanan çevirmenler, Kur'an'da, Kur'an'dan sonra uydurulan HADISLER'e uyulmamasını buyuran bölümleri, çok ilginç bir yolla anlaşılmaz kılmışlardır! Kur'an'da karşılarına çıkan (Arapça) SABIR sözcüğünü, Türkçe'ye doğrudan SABIR olarak; Arapça Kur'an'da ALEM olarak geçen sözcüğü, Türkçe çeviriye, olduğu gibi: 'ALEM' olarak; Arapça Kur'an'da RAB olarak geçen sözcüğü, Türkçe çeviriye, olduğu gibi RAB olarak; Arapça Kur'an'da İMAN olarak geçen sözcüğü, Türkçe çeviriye, olduğu gibi: İMAN diyerek, Arapça Kur'an'da geçen KÜFÜR sözcüğünü, Türkçe çeviriye KÜFÜR olarak; Arapça Kur'an'daki HAMD'ı, Türkçe'ye yine HAMD olarak; bunun gibi yüzlerce Arapça sözcüğü Türkçe'ye olduğu gibi alarak çevirenler, NiÇiN ARAPÇA KUR'AN'DA GEÇEN HADİS SÖZCÜGÜNÜ, TÜRKÇE'YE OLDUGU GlBI HADİS OLARAK AKTARMADII.AR?! ! . . . Çünkü, eğer .Kur'an'ın Arapça'sında geçen HADİS
_şözcüğünü Türkçe çeviriye HADİS olarak olduğu gibi aktarırlarsa; ' bu durumda,_ bütün Müslüman inanç öbeklerinin, Tann'nın HADIS'inden sonra, kendi uydurdukları Hadislere saplandıkları,
130
TANRI'NIN BUYRUKLARINA KARŞI ÇIKTIKLARI, GÜN GIBI AÇIGA _.ÇIKACAKTIR DA ONDAN!.. . Bu çevirmenler, Kur'an'da geçen Arapça sözcüklerden işlerine geleni Türkçe'ye çevirmekte, işlerine gelmeyeni olduğu gibi Arapça olarak çevirilerine sokmaktadırlar. Bu da onların kendi bağlı bulundukları inanç öbeğinin inançlarını, yaptıkları çevirilere yamadıklarını gösteriyor. Yalnızca T. E. Muhammed'in ölümünden iki yüz yıl sonra uydurulan öykülere Arapça olarak HADİS adını yakıştırıp; j(ur'an'da geçen "ALLAH'ın HADİSLERİNDEN SONRA ARTIK HANGİ HADİSE İNANCAKIAR;;
_gibi ayetleri ALIAH'IN SÖZÜ diye çeviriyorsan, öyleyse niçin HAZ
RETİ MUHAMMED'İN HADİSİ deyimini de Türkçeleştirerek HAZ
R.ETİ MUHAMMED'İN SÖZÜ demiyorsun? Birini Türkçeleştirip öbürünü Arapça bırakarak, iki olgu arasında bağlantı kurulabilmesini olanaksız, Kur'an'ın yasağını anlaşılmaz kılan çevirmenin, vay haline!!! Salt, Kur'an'dan sonra uydurulan kişi ürünü HADİSlere inanılmasını sağlayabilmek için; �ur'an'da geçen ALIAH'DAN DAJIA DoGRU HADİSLİ KİM OLABİLİR? uyarısını, ALIAH'DAN DA; J1A DoGRU SÖZLÜ KİM OLABİLİR diye çeviren çevirmenin, vay haline! Tek bir Arapça deyimin işine geldiği yerde Türkçe'sini, işine gelmediği yerde Arapça'sını kullanarak, sanki i� _a}'.!:!_�lBudan
4öz ediliyor imiş gibi bir izlenim uyandıran çevirmenin, vay haline! Kur'an'ın Türkçe çevirilerini okumayın, sapıtırsınız! diyorlar.
-
Ben de diyorum ki, her çeviri bir inanç öbeğinin Kur'an'ı nasıl çarpık biçimde yorumladığını gösteren belgedir. Bu çevirileri, Tanrı'nın size armağanı olan 'ÇELİŞİK OLANI YADSIMA' ilkesi ışığında okuyun! Çeşitli çevirileri, birbirleriyle ARALARINDAKi ÇELIŞKlLERI SAPTAMAK AMACIYLA okuyun; bir çeviriyi alın, onun Kur'an'ın Arapça'sıyla ARASINDAKl ÇELiŞKiLERi GÖRMEK ÜZERE okuyun! Göreceksiniz ki, Tanrı'nın Arapça buyrukları (Kur'an) ÇELiŞKiDEN ARIDIR. Çevirmenler kendi kişisel, öbeksel (Mezhep)
13 1
(tarikat) çelişkilerini, yaptık.lan çeviriye yansıtmaktadırlar. Her bir Kur'an çevirisi de bir inanç öbeğinin (mezheb'in) ötekilerle çelişkisini yansıttığı için, mezheplerin, tarikatların Kur'an'ı nasıl yanlış anladıklarını, çeviri irdelemesi yoluyla göreceksiniz!...
Günümüzdeki Kur'an çeviıileri, Kur'an'ı yeterince anlamamıza yardımcı olamıyorlar. Bu doğrudur. Bu çevirilerin çok sıkı bir irdelemeyle okurıması gerekiyor. Bu da doğrudur. Bunlar pek çok yanlışlar içermektedirler, bu da doğru! Ancak, her bir çevirinin içerdiği yanlış, Müslümanların bir öbeğinin kendi inancını çeviriye sokuşturmasıyla, çeviriye yansıtmasıyla ortay� çıkmıştır. Bu da bir gerçektir. Çevirilerdeki yanlışlıklar� çeviriler arasındaki uyumsuzluklar, birbirini tutmazlıklar; bütünüyle Müslümanların çeviri öncesi oluşmuş mezheplerinin, tarikatlarının kendi içlerindeki çelişkiler ile, birbirleriyle aralarında ortaya çıkan çelişkileri yansıtmaktadır. "Bu çevirileri okumayın, sapıtırsınız", diyenler; "Bu mezheplere, tarikatlara bakmayın, sapıtırsınız! " demedikleri sürece; çevirilerin bi(birini tutmazlığını mezhepler, tarikatlar arasındaki görüş aynlıklarının ürünü değil imiş de, sanki yalnızca çeviriler arası bi,r uyumsuzluk imiş gibi gösterdikleri sürece; konuya gerçekçi bir açıdan bakmıyorlar demektir.
'BU ÇEVIRILER YANLIŞ' mı diyorsunuz? öyleyse niçin kendi gördüğünüz yanlışları düzeltmiyorsunuz?... Yanlışa tanık olan onu eliyle, diliyle düzeltmeli değil mi? Öyleyse niçin ortaya doğrusunu siz koymuyorsunuz? "Eğer yanlış ise, doğrusunu siz yapın", denildiğinde; bu yükümlülükten sıyrılabilmek için, "KUR'AN HlÇ BiR DiLE ÇEVRiLEMEZ, HATIA ARAPÇA'YA BlLE ÇEVRiLEMEZ!" diyorlar. Eğer bu doğru ise, T. E. Muhammed'in Ro-
---- - -·------
wa Egemeni Heraklius'a yolladığı Kur'an'dan ayet içeren Arapça _çağrıyı, Heraklius'un elinin tersiyle itmesi: "Bu yazı hiçbir dile
132
ievrilemez, hatta Arapça'ya bile çevrilemez!" diyerek, geri vermesi .mi gerekiyordu!? . . . Heraklius, kendisine yollanan bu Arapça çağrıyi
Jldığında: "Bunu bir tek Hz. Muhammed doğru olarak anlayabilir.;. J>en anlayamam!" diyerek geri mi göndermesi gerekiyordu?
"Kur'an hiç bir dile çevrilemez, hatta Arapça'ya bile çevrilemez!" goruşu, bütünüyle KUR'AN'IN DOGRU ANIAŞILMASININ BIRICIK YOLUNU YOK SAYAN, BIRICIK YOLUNU KAPAMAYA ÇALIŞAN bir görüştür. Bugünkü çeviriler arasındaki uyumsuzlukları, KUR'AN'IN HiÇ BIR DiLE DOGRU OLARAK ÇEVRILEMEYECEGl'nin bir kanıtı olarak sunanların, vay haline! . . . Kur'an'ın anlamaksızın okunması, anlamaksızın dinlenilmesi gerektiğini öğütleyip, "Kur'an, anlayarak okunmalıdır" diyenleri is�
_BÜYÜK SAPIKLAR olarak nitelendirenlerin, vay halin� .. Tanrı, bunlara bu davranışlarına denk düşen ödülü verecektir. Çünkü: "Biz bu Kur'an'ı anlaşılsın, erişilsin,� kolaylaştırdık!" (54/22) diyor Tanrı. 'Anlamadan seslendirin,' demiyor! Kur'an'ı anlayarak okuyun diyenleri "Büyük Sapık" diye damgalayanlar, dolaylı yoldan Tann'ya "Büyük Sapık" demiş olurlar ki; bu davranışı Tanrı nasıl yanıtlayacak, düşünün! .. . Kur'an'da: "Ne oluyor bunlara ki hiçbir Hadisi (Tanrı'nın hiç bir sözünü) ANLAMAYA �LIŞMIYORLAR!? "ayeti, 'anlamay�-- çalışma'yı buyurur; anlamaksızın seslendirmeyi değil! . . .
Kur'an'ı yanlış anlamaktansa, hiç anlamamayı öğütlüyorlar da, nedense DOGRU ANLAMAYI ÖGÜTLEMIYORLAR!?
"Kur'an'ı anlamaya girişen, yanlış anlayabilir", kaygısıyla, KUR'AN'! ANLAMAYA GIRIŞMEYI YASAKLIYORLAR! . . . "Çevirilerde pek çok yanlışlıklar vardır", diyorlar da; nedense oturup kapsamlı bir çeviri eleştirisine girişmiyorlar. Çevirilerdeki yanlışları gösterip, doğrusunu öğretmiyorlar. Pek çok Kur'an çevirisi var; ancak bir tek ÇEVİRİ ELEŞTİRİSİ bile yok!. . . Hiç bir çevirmen,
133
öteki çevirilerin yanlışlarını sergilemiyor da, oturup kendisi bir Çeviri yapıyor. Eğer çeviri yapmayıp, yapılmış çevirilerdeki _yanlışları sergileyen bir yapıt verirse, biliyor ki kendi yaptığı yanlışlar da başkalarınca sergilenecek! Böylece çevirmenler kendi aralarında bir uzlaşmaya varmış oluyorlar: Sen benim yanlışlarımı sergileme; ben de senin yanlışlarını sergilemeyeyim! Sen bana göz yum, ben de sana göz yumayım. 'Yanlış yapma özgürlüğü!' . . .
Kur'an'ın anlamını BÜTÜNÜYLE veremeyeceği için çevirisine karşı çıkanlar, Kur'an'ın anlamını HİÇ VEREMEYEN anlamaksızın seslendirme işini 'KUR'AN OKUMA iBADETi' adıyla cennetlik bir iş diye nitelendirmektedirler! Bunlara göre, Kur'an'ın çevirisini yapmak da çevirisini okumak da "GÜNAH"tır; anlamaksızın Arapça's!IE seslendirmek ise, kişileri cennete götürücek bir "lBADET"tir! Ezan'ın (Duyuru)'nun Türkçe okunmasına, salt Türkçe okunduğu için; 'DiN ELDEN GiDiYOR!' diye karşı çıkanların, TÜRK'ÜN biricik anlama, düşünme, kavrama aracı olan DILlNI ELDEN ÇIKARARAK, TÜRKÜN DiNiNi KURTARMAK gibi bağdaşmaz bir ikilem içinde oldukları apaçıktır. Bunlar, Türk Dili eğer dine girerse, dinin elden gideceği saplantısındadırlar. Oysa, Türk, kendi diline çevirmedikçe dinini anlayamaz. Din elden giderse, böyle gider. Son 800 yıldır böyle böyle GİTMİŞTİR! Çünkü Türk Toplumuna egemen olan, çoğunluğa egemen olan, bu görüştür. Azınlık uymasa da, çoğunluk bu görüşe uymaktadır. Osmanlı'nın yeryüzü ölçeğinde bir egemenlik kurmasını dine bağlayanlar yanılıyorlar. Eğer bir dinin başarısı, yeryüzü ölçeğinde egemenlik kurması ise, Çoktanrıcı ROMA egemenliği, Çoktanrıcılığın dinsel başarısı mı sayılacaktır? Bir dinin başarısı, o dinin bağlılarının bilime, düşünsel ilerlemeye, uygarlığa ne kattıkları ile ölçülür. lslam Dini, Osmanlı'dan önce bu alanda yeryüzü egemeniydi! . .. Osmanlı'nın bu alandaki varlığı ne olabildi?
134
Türk Dili hangi yıllarda Arapça-Farsça saldırısına uğradıysa; Türkler hangi yıllarda Kur'an'ı anlamaksızın seslendirmeye kandırılmışsa; Gerçek Islam Dini, işte o yıllarda Türklerin elinden gitmiştir. 1 200 yıllarından önceki Türkler ise, Gerçek Islam Dini'ni ellerinde tutma çabasındaydılar. Çünkü onlar Dinsel ödevlerini kendi öz dillerinde yapmakta, Kur'an'ı kendi öz dillerine çevirip okuyarak anlamaya çalışmaktaydılar. Türkler böyle yapmakla "Y AZMAIAR YÜKLENMiŞ EŞEKLER" durumuna düşmekten kurtulmuşlardır.
Tanrı, son Seçkin-Saygın Elçisi Muhammed aracılığıyla, ellerinde tuttukları Yazmaları okuyup anlaıarak gereğini yapmayanları, şöyle nitelendirmektedir:
"Tevrat'ı yüklenmiş, sonra da onun yükümlülüklerini yerine ge.tlrmemiş olanlar, tıpkı Yazmalar yüklenmiş eşeklere benzer:. ler!"(62/5)
Demek ki, eğer bir Türk de, Kur'an'ı yüklendim diyor, sonra da onu kendi diline çevirerek anlamaya çalışacağı yerde, anlamaksızın seslendirmeye koyuluyorsa; l>u Türk'ün de "Yazmalar �klenmiş eşeklere" benzeyeceği, çok açıktır. Çünkü Tanrı, Kur'an'ın [Tevrat ile Incil'in bir benzeri] olduğunu bildirmiştir. Tanrı, Saygın elçisi Muhammed'e, Yahudilere de Hıristiyanlara da şöyle söylemesini buyurmuştur: "Size verilmiş olanın bir benzeri (Kur'an) birine (T. E. Muhammed'e) veriliyor!" (3/73)
Şu halde, Tevrat'ı yüklenip de, sonra da onun yükümlülüklerini yerine getirmeyenler; Yazmalar yüklenmiş eşeklere benziyor ise; eğer Tevrat'ın bir benzerini (Kur'an'ı) yüklenen Türkler, bu Arapça yazmaları öncelikle kendi öz dillerine çevirme yükümlülüklerini yerine getirmezler ise; onlar da Yazmalar yüklenmiş eşeklere benzemezler mi? . . . Benzerler! . .. T. E. Muhammed, çevre ülkelerin başkanlarına, onları Tanrı'nın buyruklarını
135
benimsemeye çağıran Arapça yazılar göndermiştir. Bu yazılar da Arapça'dır. Bu Arapça çağrıyı alan Roma egemeni, bu çağrıyı kendi diline çevirip anlamadan, kendisine iletilen bu Arapça çağrının baş gereğini yerine getirmiş sayılamaz. Bir çağrı, bir kişiye anlamadığı bir dille yapıldığında, ondan bunu kendi diline çevirmesi de istenmiş demektir. Çevirme işi, çağın yapılanın kendisine yüklenmiş demektir. işte Türkler Arapça Kur'an'ı yüklenmekle, onu Türkçeye çevirme işini de kendileri yüklenmişlerdir. Onu kendi dillerine çevirmek, Türklerin BAŞ YÜKÜMLÜLÜKLERl'dir. Bunu yapmadıkça, gerçekleştirilmesi · buna bağlı olan öteki yükümlülülerini de yapamazlar.
işte Türkler, başlangıçta Kur'an'ı Arapça yüklendikten sonra, ilk iş. olarak onu kendi dillerine çevirerek anlama yükümlülüklerini yerine getirmeye giriştiler. Bu, 1200 yıllarına dek, . Kur'an'ı TÜRKÇEYE ÇEViRME, Dinsel ÖDEVLERi TÜRKÇE KULIANARAK . GERÇEKLEŞTiRME biçiminde sürdü. Bu süre boyunca da buna karşı çıkanlar oldu; ancak bunlar başlangıçta egemen değildiler. Bunların egemenliği, 1200'lerde kuruldu. Bunlar Türk Dili'ni, Türk dinsel yaşamından kovdular. Türkleri, Kur' an'ın Türkçe çevirisini· okumanın " GÜNAH", CEHENNEMLiK bir iş olduğuna; Kur'an'ı Arapça olarak anlamaksızın seslendirmenin ise, cennetlik bir iş olduğuna kandırdılar. Böylece Türkler, bir çoğu "YAZMA YÜKLÜ EŞEK"ler konumuna düşmüş bir toplum olup çıktılar. Böylece, Batı'mn Arapça yazmaları kendi dillerine çevirerek aydınlandığı o yıllarda; Türkler çeviriyle anlama işine son vererek kendi kendilerini karartmış oldular. "Bir toplum kendi kendini karatmadıkça, Tanrı onları karartmaz!"
Bir toplumun kendi öz diline yabancılaşmasının, düşünülebilecek en üst düzeyi; anlamadığı bir dildeki sözcükleri anlamaya anlamaya seslendirmeye girişmesidir ki, ya-
136
bancılaşmanın bu düzeyinde, bu toplumun elinden yalnızca dini gitmez, 'BILINCİ DE GİDER!" M. Akif Ersoy, Müslümanlardaki DiNSEL KONULU ALIKIAŞMA'yı çok iyi saptamış, ancak yaşadığı çalkantılı yıllar boyunca, DİNSEL KONULU ALIKLAŞMA'nın nedenlerine yeterince eğilememiştir.
Varsayın ki, Araplar Atatürkçülüğü benimsemiş olsunlar. Bunlar Atatürk'ün söylevlerinı Türkçe'sini seslendirerek okuyor, ancak seslendirdikleri bu Türkçe sözcüklerin anlamını bilmiyor olsunlar. Varsayalım içlerinden l..ıirisi çıkıp, . Atatürk'ün söylevini açıyor, önünde Türkçe bir ym var. Bu Türkçe yazıyı seslendirmeye başlıyor, ancak bu sözcüklerin anlamını kendisi bilmiyor. Çevresinde toplananhr da, bu seslendiricinin dudaklarından çıkan ses dalgalarını kula! farında duyuyorlar, ancak kulaklarında duyduklarından hiçbirir ı gözlerinde canlandıramıyor anlamıyorlar. Bu seslendirme işi bitince, birbirlerini kutlayıp kucaklaşarak ayrılıyorlar. Siz Söylev' de yazılı olan Türkçe sözcükleri sesdalgalarına dönüştüren kişiye yaklaşıp soruyorsunuz: "Siz niçin Söylev'i kendi dilinize çevirip anlayarak okumuyorsunuz da, anlamını çoğunuz bilmeyerek, Türkçe'sini seslendiriyorsunuz?" . . Atatürkçülüğü benimsemiş bu Arap size diyor ki:' "Söylev'in Arapça çevirisi, Söylev'in kendisinin anlamını bütünüyle yansıtamaz. Çeviri yanlış olabilir. Bu nedenle ANLAMAYA ANLAMAYA Türkçesini seslendirip ANLAMAYA ANLAMAYA Türkçesini dinliyoruz ki, bir yanlış yapmayalım! Söylev'i kendi dilimize çevirirsek, Atatürkçülük elden gider!"
Şimdi, siz bu Arab'ı ATATÜRKÇÜ olarak niteleyebilir misiniz? ATATÜRKÇÜLÜK bu Arab'ın elinde midir? Bu Arab'ın elinden giden yalnızca Atatürkçülük olsa yine iyi! Bu Arab'ın 'AKLI' da elinden gitmiştir ki, işin en kötü yanı budur!
işte 1200 yıllarından sonra Türkler tıpkı böylesi bir duruma
137
düşmüşlerdir. Günümüzde de Türklerin ezici çoğunluğunun dini ile ilişkisi, bu durumdadır. Öyle ise söyleyin bana: Tanrı'nın buyruklarını anlamaksızın seslendirmeyi dinin bir ödevi olarak belleyen Türk; dinini de, aklını da yitirmiş değil midir?
DlL ile DlN arasında, biri olmadığında öteki de olmayacak ölçüde kopmaz bir bağ vardır. Tanrı'nın buyrukları eğer sizin anadilinizde yazılmamış ise; bunları anlayabilmek için kendi anadilinize çevirmek zorundasınız. Başka yolunuz yok! Bunu ne ölçüde başarılı gerçekleştirebilirseniz; Tann'nın buyruklarını da işte o ölçüde anlayabilirsiniz. Çeviriyi ne ölçüde başarısız yaparsanız, Tann'nın buyuruklannı da o ölçüde yanlış anlarsınız. Tanrı'nın buyrukları yalnızca günde beş kez yükünç, (Namaz) yılda bir ay Oruç, yaşamda bir kez 'HAC', gelirinden yoksullara vergi vermek, değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün bunlar, 30 Arapça sözcükle yazılır; bütün dillere kolayca çevrilir, herkese uygulanır, olur biterdi! Oysa Tanrı, DÜŞÜNÜN, ARAŞTIRIN, İNCELEYİN, BULUŞLAR YAPIN diye de BUYURMAKTADIR! Bu buyruk da öteki buyruklar denli UYGULı\NMAK zorundadır. Çünkü Tanrı buyruğudur. Birini uygulayıp ötekini uygulamazsanız, olmaz. (M.Akif "Din bir bütündür"der.)
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle O'nun yaratmaya nasıl başladığını görün! (29/30)
Bu buyruk, kişilerin yöre yöre dolaşarak, gördükleri bütür. nesneleri Tanrı'nın yarattığını onaylayıp geçmesını mi önermektedir? Eğer böyle olsaydı, Kur'an'da: "Bütün nesnelere bakın. bunları' Tann'nın yarattığını olumlayın!" der geçerdi. Oysa, burcıda, somut, DUYULARIA GÖZ ILE GÖRÜLMESl BUYURULAN; nesnelerin yalnızca kendileri değil; bu nesnelerin "yoktan nasıl yaratıldıkları"dır. Ni1Sıllığın görülmesidir. Tanrı, nesnelerin yaratılışlarının NASILLIGINI inceleme, araştırma. bulgulama konusu
138
edilmesini buyurmaktadır. Ben buna TANRl'NIN, KULLARINA VERDIGI, "BiLiMSEL AMAÇLI DENEYSEL ÇALIŞMA BUYRUGU" diyorum. Tanrı, kişioğullanna "BiLiMSEL AMAÇLI DENEYSEL ÇALIŞMALAR YAPIN BUYRUGUNU" vermiştir. Bu buyruk, öteki dinsel buyruklardan önemsiz, ya da yapılmasa da olur bir nitelikte değildir. Tersine, bu yapılmazsa, dinsel buyruklardan biri yerine getirilmemiş olur. Bu buyruğu doğru anlayan ilk Müslümanlar , Nesnelerin ATOM'lardan oluştuğunu kavramış; ISLAM ATOMCULUGU oluşmuştur. Bunu da bir Türk'ün anlayabilmesi gerekir. Bunu anlayabilmesi, Kur'an'ı Türkçe ye çevirebilmesine bağlıdır. Tann'nın bu buyruklarını Arapça olarak anlamaksızın -koyun kaval dinler gibi- dinlemek; söyleneni anlayamamanın bir sonucu olarak, bu buyruğu da uygulamamak; Tanrı'nın ödüllendireceği bir davranış değildir. Kur'an'ı Arapça'sından anlamayarak seslendirip, anlamayarak dinleyenler, bunu bir lBADET sayıp Tann'nın bundan dolayı kendilerini ödüllendireceğini sanıyorlarsa; T ANRI'NIN KENDiLERiNE NASIL BiR ÖDÜL (!) VERECEGINI ER-GEÇ GÖRMEKTEDiRLER .. .
Tanrı, kişioğullanna. Kendisinin "YARATMAYA NASIL BAŞLADIGINI, BiLiMSEL AMAÇLI DENEYSEL ÇALIŞMALARLA GÖRMELERi" buyruğunu verdi gibi, "KENDi iÇiNDE BiRBiRLERiYLE ÇELiŞEN, TUTARSIZ DÜŞÜNCELER ÜRETMEYINIZ!" buyruğunu da vermiştir. Kişi, ağzından çıkan sözleri incelesin. Eğer sözlerinde birbiriyle çelişen yanlar bulunuyor ise; bu, kendilerine Tanrı'dan gelmiş gerçek değildir. Bunları kendileri uydurmuştur.
Bu buyruk, ilk Müslümanlarca dosdoğru anlaşılmıştır. öyie ki, ilk Müslümanlar, şu ya da bu konuda ürettikleri kendi düşüncelerini, yazıya geçirip çoğaltmaya giriştiklerinde, en başına şöyle bir uyan koyarlardı: "Ey okuyucu! Eline aldığın bu yazılarda, doğrular bulduğunda, bil ki, bunlar Tanrı' dan kaynaklanır.
139
Yanlışlarla karşılaştığında bil ki bunlar ya bendendir, ya Şeytandan! . .. " Müslümanlar "KENDi iÇiNDE BiRBiRLERiYLE ÇELiŞMEYEN (Tutarlı) DÜŞÜNCELERi" kişiye Tanrı'nın düşündürttüğünü; "KENDi iÇiNDE BiRBiRiYLE ÇELiŞEN (tutarsız) DÜŞÜNCELERi" ise kişiye, ya kendi kendisinin ya da Şeytan'ın düşündürttüğünü (Tanrı'nın kendilerine Kur'an aracılığıyla ilettiği bu ölçütle) kavramışlardır:
Kur'andaki : "Onlar Kur'an'ı irdelemiyorlar mı? Eğer o Tanrı'dan başkasından olaydı, kuşkusuz onun içinde bir çok ÇELiŞKiLER bulacaklardı." ( 4/82) ayetine göre: Tanrı'nın, Elçisi aracılığıyla ilettiği sözlerin (Kur'an'ın) içinde birbiriyle ÇELiŞME olamayacağı gibi; şu ya da bu kişinin kendi sözleri içinde eğer bir çelişki varsa, hının da Tanrı beğenmez. Çünkü çelişik olan, doğru değildir. Bir kişinin sözlerinde çelişki yoksa, o bunu Tanrı'dan bilmelidir. Kişi, şu ya da bu düşünce ürünü ile karşılaştığında; onu incelemelidir, -içinde çelişkisi var mı yok mu diye-. Eğer içinde ÇELiŞKi bulursa, bu düşünce Tanrı'nın olumladığı türden değildir. Benimsenemez. Eğer ÇELiŞKi barındırmıyorsa, Tanrı'nın olumladığı türdendir, benimsenebilir; (Ancak; eğer dış -somut- olgusal gerçek ile de çelişmiyor ise!)
Demek ki Tanrı, kişioğullanna HANGi DÜŞÜNCENiN DOGRU, HANGi DÜŞÜNCENiN YANLIŞ OLDUGUNU GÖRMESiNi SAGLAYACAK BiR TANRISAL ÖLÇÜT SUNMUŞTUR: 'ÇELiŞMEZLiK YASASI! ' Demek ki Tanrı, Kur'an'da DOGRU DÜŞÜNMEYi buyurmakta; DOGRULUGUN ilkesini de öğretmektedir. Tanrı buyrukları yalnızca "Namaz, Oruç, Zekat, Hac" gibi buyruklardan oluşmaz. BiLiM YAPMAYI, DOGRU DÜŞÜNMEYi de buyurur Tanrı! Bir Türk, bunları anlayabilmek üzere, Tanrı'nın bütün Arapça buyruklarını kendi anadiline çevirerek, iyice tartmakla yükümlüdür.
Sonuç olarak, ÖZ DiLiNi YiTiREN, DiNiNi DE YlTIRIR. Dilini bo-
140
zan, yalnızca dinini bozmakla kalmaz; düşünceye dayalı bütün yetilerini de bozar. Çünkü DlL, bir yandan DÜŞÜNCE ÜRETME, öte yandan ÜRETiLMiŞ DÜŞÜNCELERi ANLAMA, (eş deyişle: KENDiSi iÇiN YENiDEN ÜRETME) aracıdır. Bu aracın bozulması, -ya da kullanılmaması- bir ANIAMA öZüRü doğurur. Dilsizlik, -ya da bozuk dillilik- bir özürdür. Bu önemli özürü onarmaksızın, sağlıklı, verimli düşünsel edimlere kalkışamayız.
Bu bölümde pek çok örnekler verdim. Ortaya pek çok bulgular koydum. Kimi anlarda içimden geldiği gibi, kızdım. Kimi anlarda, güldüm. Ancak, gülerken de kızarken de içim kan ağlıyordu. Bilmenizi isterim ki, Tanrı'nın buyrukları ile, Müslümanların yaptıkları arasında gördüğüm uçurum ... .ı duruma nasıl gelindiğini araştırmaya itti beni. Bulabildiğim nedenleri sizlerle paylaşmak istedim. Yanlış mı düşünüyorum, doğru mu düşünüyorum; bunu başkalarının eleştirisini alarak öğrenebilirim diye yazıyorum. Yazdıklarımda ÇELiŞKiLER ARAYIN! Ben de bir yandan yazıyor, öte yandan yazdıklarımı okuyarak onlarda ÇELiŞKiLER ARIYORUM. Yazdıklarımda nerede bir çelişki görülürse, o ya bendendir, ya Şeytan'dan! Çelişki içermeyenler, ise Tann'nın bir armağanıdır.
Dileğim odur ki, geğirdikten sonra ESTAFURULLAH çeken ayılar gibi olmayalım. Nedir bu )rapça ESTA-G-FURULLAH sözünün anlamı ki, lahmacun yedikten sonra geğiren Türk, bu işe Allah'ın adını karıştırma gereğini duyuyor? Bir anlamlandırmaya göre bu sözün anlamı: "TANRIDAN KORUNMA DILERIM"dir. iyi de, bu sözleri diline dolayan kaç Türk, onun bu anlamını bilerek kullanıyor? Çok az! .. . Üstelik, Türk'ün dilinde ESTA-G-FURULLAH' sözünün G'si uçuyor, ESTAAFURULLAH'a dönüşüyor ki; ESTAAFURULLAH sözcüğünün Arapça'da anlamı: "TANRIDAN ŞIŞMANIAMAK DiLERiM!" oluyor. Lahmacun yedikten sonra yüksek sesle geğiren Türk, G'yi atlayarak ESTAAFURULLAH! deyince, TANRI
ŞIŞMANIATSIN! demiş olur ki, ne dediğinin ayırdında bile değildir gerçekte! . .. Alışkanlığa dönüşmüşür. Kurulu aydan fırlayan ok gibi çıkar bu sözler dudaklarımızdan. Anlamadan, bilmeden . ..
Bir de ELHAMDÜLILIAH var. Türk Dili'nde DÜRÜLÜP "ELHAMDÜRÜLIAH" olup çıkmıştır. Oysa " {dürmek} " ile " { dürülmekle} " ilgisi yoktur. Türkler bunu kısaltarak " {ELHAM} " da derler. Böylece HAMD sözcüğünün D'si düşmüş, geriye HAM kalmış olur. Kimi Türkler başındaki H "yi de yutup ELAM derler ki, bütün bunlar, Arapça sözleri Türk Dili uyumuna zorlamaktan doğan dengesizliklerdir. Çünkü, bir Arapça sözü Türk Dili uyumuna göre yuvarladığınızda, ortaya çıkan her bir sözcüğün Arap Dili'nde yine bir karşılığı vardır; ancak siz bu yuvarlamadan doğan yeni sözcüğün Arapça'da hangi anlama gildiğini bir bilseniz çoğu kez tepeniz atar! Yüzünüz kızarır.
Arapça sözcükleri 'KUTSALDIR' diyerek Türk'ün dilinde yuvarlanmaya bırakanlar, bir Türk'ün uzun yıllar dilini eğitmedikçe bu Arapça sözcükleri gerektiği gibi seslendiremeyeceğini çok çok iyi bilmektedirler. Bir nesne 'KUTSAL' diye niteleniyor ise, demek ki o bütün bozulmalardan korunması gereken bir nesnedir. Bir dil kutsal diye niteleniyorsa, yapılması gereken, o dili bütün bozulmalardan korumak değil midir? Arapça sözcükleri KUTSAL diye niteleyenler, bu sözcüklerin Türk Dili'nde yuvarlanarak bozulmasına en çok karşı çıkması gereken kişiler olmalı değil miydiler? Öyle ol- -malıydılar, ancak umurlarında bile değil! Evet, Hıristiyanlar da IATINCE'yi kendilerince KUTSAL DiL olarak nitelemişlerdir; ancak, onlar yaptıkları bu nitelemeye upuygun davranarak, IATINCE'YI SOKAGA DÜŞÜRMEMiŞLERDiR. Batı'da LATiNCE sözcükler, ancak dinsel deyimlerin ya da bilimsel, düşünsel kavramların adı olmaya yakıştırılır; sövgüde kullanılmazlar. Bir bilgin yeni bir buluş mu yaptı, bu buluşun adı LATiNCE olarak konulur. Bir düşünür, ortaya bir kavram mı atacak? Önce LATiNCE bir sözcük arar. Bu onların
142
saplantısıdır. Oysa, Türkler, kutsal diye dillerine aldıkları Arapça sözcükleri kavga alanına, sövgü alanına bile sokmuşlardır. Bu nasıl KUTSALLIK? .. iBNE-SÜLALE- ECDAT-KABIZ- vb. gibi binlerce Arapça sözcük, Türk'ün diline yüzyıllarca KUTSAL oldukları söylenerek sokulmuştur, ancak bu sözcükler sonunda sokağa düşmüşlerdir. Bu nasıl olabiliyor? 'ARAB' sözcüğü bile, Türkün dilinde olumsuz bir anlama gelir. KARA DERILI KiŞiLERE ad olmuştur nedense! (Bu anlamıyla ARAB Sözcüğü GREKÇE'de vardır. Yine Ibranice'de de AR-B, karanlık demektir.) Oysa, ARAPLAR kara derili değildirler. Türk saçma bir söz duyduğunda: ANLADIYSAM ARAP OLAYIM!" der. ARAP sözcüğünü, olumsuzlumak için kullanır.
Görülüyor ki, Arapça sözcüklerin Türk Diline sokulma amacı (kutsallık savı) ile, Arapça sözcüklerin Türk Dili'nde kullanım biçimleri birbirine uymamaktadır. Türk Dil Kurumu dilde özleştirme çabalarına başladığında kimse çıkıp da ARAPÇA'DAN DiLiMiZE GiREN SÖZCÜKLERiN KUTSAL OLDUGUNU, bu nedenle atılmaması gerektiğini savunamamıştır. Oysa dilimize sokulma gerekçeleri, bu sözcüklerin KUTSAL olmaları idi. Demek ki KUTSALLIKLARI çiğnenmiştir ki, artık Arapça sözler bu gerekçe ile savunulamaz duruma düşmüşlerdir. Şimdi ise, dilimize Arapça'dan sokulan bu sözcüklerin atılmasına karşı çıkanların gerekçesi şudur: "BUNLAR ARTIK TÜRKÇELEŞMİŞ SÖZCÜKLERDİR!" Evet, şimdi de böyle söylüyorlar! . . .
Bunlar artık ARAPÇA (yabancı) sayılmamalıdır. Bunlar Türk Dili'ne girdikten sonra öyle anlam ve ses değişikliklerine uğramışlardır ki, bunları artık Araplar bile tanıyamazlar. Öyleyse bunları ARAPÇA olarak nitelendirmek yanlıştır. Bunlar TÜRKÇELEŞMIŞ'lerdir. Bizden sayılmalıdırlar, deniliyor.
Ben bu görüşleri doğru sayarsam, kendi savımla çelişir miyim? Benim savım "TÜRK DILl'NIN YABANCILAŞTIRILDIGI" idi. Bunların
143
savı ise "YABANCI SÖZCÜKLERiN TÜRKÇELEŞTIRILDIGl"dir! . .. Bir an için, ARAPÇA SÖZCÜKLERiN TüRKÇELEŞTIRILDIGINI doğru sayalım. Bu şu demektir: Bu sözcükler Arapça'dan geldiler, ancak artık anlamlan Arapça'da taşıdıkları anlamlar değil bizlerin onlara yakıştırdığımız başka anlamlardır. ikinci olarak, bunlar Türkçe'ye Arapça'dan geldiler, ancak bunların Türkçe'de söyleniş biçimi Arapların bile duysalar tanıyamayacaklan bir biçimdedir. Evet, bunlar gerçekten de doğru saptamalardır. Öyleyse, çifte bir yabancılaşma sözkonusudur. Bunların Türk Dili'ne girmesiyle Türkçe' de bir yabancılaşma olurken, bu sözcükler de Türkçe'ye girmekle kendilerine yabancılaşmışlardır.
Öyle ise bunları TüRK sayalım, olsun bitsin! OLMAZ DA, BiTMEZ DE!... Niçin, olmaz-bitmez? Çünkü bu yabancı kökenli sözcükler, bizim öz sözcüklerimizin
yapabilecekleri işleri yapmaya girişip, bizim öz sözcüklerimizi öz yaşamımızdan kovarak, onları öldürüyorlar. Bizim öz sözcüklerimizi öldürmeden, yanyana yaşayamıyorlar. Yabancı sözcük geliyor, yerli sözcüğü öldürüp, onun yerine geçerek kendini yaşatıyor. Hangi toplum, kendi öz varlıklarını öldüren yabancıları bağrına basar?... yabancılar ancak kendi öz sözcüklerimizin yapamayacakları iŞler varsa gerekli olurlar. Türk Dili'nde, yerli sözcüklerin yapamayacağı iş yoktur! Şu ya da bu işi yerli sözcüklerimiz göremez diyenler, yalan söylemektedirler.
Türk dil ormanına yıllar önce Arabistan'dan getirilip bırakılan sözcükler, gerek seslendirme, gerek anlam bakımından BAŞKALAŞMIŞLARDIR. Bu başkalaşmayı 'TÜRKLEŞME' olarak nitelemek uygun olmaz. TÜRKLEŞMEK için Türk dil ormanında bir kök salmış, dal-budak vermiş olmak gerekir. TüRKÇE SÖZCÜKLERi TüRKÇE OIAMAYAN YABANCI SÖZCÜKLERDEN AYIRAN EN
1 44
ÖNEMLi ÖZELLiK, ÖZ-TÜRKÇE'LERIN TÜRK DILl'NDE KÖKLÜ ·
GÖVDELi - DALLI (GEREKTIGINDE YEMiŞ VEREN) NiTELiKTE OLUŞUDUR. ARAPÇA'DAN (YA DA BAŞKA DiLLERDEN) GELEN SÖZCÜKLERiN EN ÖNEMLi ÖZELLiKLERi iSE, ÜREMEZ, TÜREMEZ (GEREKTIGINDE YEMiŞ VEREMEZ) NiTELiKTE OLMALARIDIR. Türk Dili'nin kurallarına göre çekilemiyen, gerektiğinde yeni sözcükler türetilemeyen bu sözcüklere TÜRKÇELEŞMiŞ denilemez; çünkü ancak çekilebilir, türeyebilir olsalardı, TÜRKÇELEŞMiŞ sayılabilirlerdi. Biz dilimize y:ı�ancı dillerden giren sözcüklerin dişilerine oğlumuzu, oğullarına kızlarımızı vermemişiz. Onları kendi çocuklarımızla evlendirmemişiz. Bunlara nasıl TÜRKÇELEŞTILER diyebiliriz?
Türk Dili'ne Araoca'dan geçen, Türk Dili'nde yuvarlanıp söylenişleri de anlamları da değişen Arapça kökenli sözcükler, en başta DiNiMiZ AÇISINDAN BÜYÜK SAKINCALAR DOGURDUKLARI iÇiN, TÜRK DILI'NDEN ATILMALIDIRLAR! . . .
Bunu size bir örnekle göstereyim. Mehmet Akif Ersoy, bilindiği üzere, bütün Müslümanların saygı duydukları bir ozanımızdır. T.B.M.M.bu ozanı, KUR'AN'I TÜRK DILl'NE ÇEViRMEKLE görevlendirmiştir. (Yıl 1926) On yıla yakın bir süre bu iş üzerinde çalışan Ersoy, bakın ne demiştir:
"Aman Yarabbi! Kur'an ne söylüyor, biz ne anlıyoruz! (Kur'anda e en) SABIR: Katlanmak, de ·1; GÖGÜS GERMEK, demektir. Neye GÖGÜS GERMEK? Evet, sonunda atlanılamayacak acılara katlanma ızdırabına mahkum olmamak için, ÖNCEDEN hertürlü şedaide, her türlü mezalime, mertçesine, insancasına GÖGÜS GERMEK . . . Fedakarhklarıiı semtine uğramayarak, miskin miskin oturmak, sonra da hissesine düşecek rüsvayhğı "KADER BÖYLE iMiŞ! TAHAMMÜL ETMELi!" diye hazıma çalışmak, HiÇ BiR ZAMAN (Kur'aO:da
145
geçen) SABIR (Sözcüğü) iLE TELiF OLUNAMAZ" (Zaman Gazetesi - 1 1 . Temmuz. 199 1 - s.)
MA. Ersoy, Kur'an'da geçen SABIR sözcüğünün Kur'an'da taşıdığı anlam ile; dilimizde ki anlamı arasında bir uyuşmazlık saptamış. Kur'an'da geçen SABIR sözcüğü, bizim dilimize Arapça'dan geçen SABIR sözcüğü ile eş anlamlı değildir, diyor. Öyle ise, Türk çevirmen, Kur'an'da karşısına çıkan SABIR sözcüğünü, Türkçe çeviriye SABIR diye, olduğu gibi geçirirse, bu, Kur'an'da karşısına çıkan SABIR sözcüğün anlamını vermiş olmayacak; başka bir anlam vermiş olacaktır. Ben, oturup araştırdım. Son elli yıldır Türkiye'de yapılan çevirilerin bütününde, bu yanlış yapılmış bulunuyor. Çünkü çevirmenler, Kur'an'ın Arapça'sında Arapça SABIR sözcüğünü gördükleri her yere, kendi çevirilerinde bizim dilimizdeki SABIR sözcüğünü yazıp geçivermişlerdir! . . . Sanki T.E. Muhammed, SABIR sözcüğünü, bu sözcüğün Osmanlıca'da taşıdığı anlamda kullanırmış gibi!??
işte, ren Arapça'dan Türk Dili'ne girip Türkiye' de anlamı kayan bu sözcüklerin Türk Dili'nden atılması gerektiğini, bu gibi dinimizi saptırıcı sakıncalarından dolayı öneriyorum! isterseniz bu örneklere bir yenisini ekleyelim:
Kur'an'da geçen SAHİB sözcüğünün, bizim dilimizde kullanılan SAHİP sözcüğü ile bir anlam ortaklığı yoktur. Dilimizdeki SAHİP
sözcüğü, bir nesnenin kimin olduğunu gösterir. "Ben bu evin SAHİBİYİM" diyorsanız, o evin sizin olduğunu anlatmış olursunuz. Oysa, Kur'an'da geçen SAHİB sözcüğü bu anlama gelmez: ARKA-
=- 4 -------
�AŞ, YOLDAŞ, YURTTAŞ anlamlarına gelir. Şimdi bir Türk çevirmen, Kur'an'da geçen SAHİB sözcüğüyle karşılaştığında gözleri ışıyor. "Ben bu sözcüğü biliyorum" deyip çeviride olduğu gibi kullanıyor. Kur'an'da geçen "ARKADAŞINIZ DELi DEGILDIR" diye çevrilmesi gereken tümceyi, "SAHiBiNiZ DELi DEGILDIR" diye
146
çeviriveriyor. Bu gibi örnekler yüzlercedir. Bu nedenle, Arapça'dan Türkçe'ye geçip Türkün Dili'nde anlamı kaymış bulunan sözcükler, birer çevirmen tuzağı olarak, (çevirmen yanıltıcı olarak) işlev görmektedirler. Bunlardan kurtulmak, boynumuzun borcu olmuştur, eğer DINIMIZI DOGRU ANIAMAK lSTlYORSAK!. . .
T.B.M.M'nin Atatürk Döneminde Kur'an'ı Türkçe'ye çevirmekle görevlendirdiği Muhammed Hamdi Yazır 1937'de basılan "HAK DINI KUR'AN DILI" adlı 9 ciltlik çalışmasının sunum bölümünde bakınız ne diyor: "Kur'an'ı tercüme ettim veya ederim diyenler yalan söylemiş olmaz da ne olur?" Peki Muhamed Hanidi Yazır, nasıl bir çalışma yapmış? Kendisi yaptığı çalışmayı şöyle açıklıyor: "Mesela (Kur'an'da geçen) Arapça HAMD 'e {Osmanlıca} HAMD, Arapça RAHMET'e {Osmanlıca} Rahmet, { Kur'an'da geçen Arapça} HİDAYET'e {Osmanlıca} Hidayet dedim. 1Kur'an'da geçen} Arapça ZULMET'e (Türkçe olarak) "karanlık" dedimse, {Kur'an'da geçen Arapça {NUR ve ZİYA} yerine "Aydınlık ve ışık" demek için ısrar etmedim. (Olduğu gibi aldım) GÖK yerine SEMA'yı tercih ettiğim mevki {yer} oldu. Ekseriya (çoğunlukla) gökler ve yer dedimse, bazan da (bunun arapçası) "SEMAVAT-Ü ARZ" demek DA.lLı\. HOŞUMA GELDi. "Güneş ve ay" dedim, lakin (ancak) GÜNEŞi VE AYI diyemediğimden ŞEMS-Ü KAMER'i tercih ettim (yeğledim.) Bütün Halk RABBÜLALEMlN'i tanırken ALEMLERiN RABBI demekte faideden (yarar) dan ziyade zarar gördüm. (Kur'an'da geçen) "SIRATI MÜSTEKIM" yerine MÜSTEKIM SIRAT diyemedim. "DOGRU YOL" dediğim zaman da SIRAT'ın nüktesiyle lSTlKAMET'in zevkinden bir şey zayi olduğunu hissettim." (HakDini- Kur'an üili- M.H. Yazır - 1 937-38 c- 1 , Mukaddime bölümü-9-1 1 )
Bu sözlerinden AÇIKÇA anlaşılıyor ki; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Kur'an'ı Türkçe'ye
çevirmekten çok, KENDi BEGENILERINI (kendi Araplaşma
147
düzeyini) SERGiLEMENiN ARDINA DÜŞMÜŞ! Beyimizin HOŞUNA GELMEMiŞ kimi Arapça sözcüklerin Türkçe'sini kullanmak! Türkçe'de karşılığı olan, olduğu bu çevirmence de bilinen kimi Arapça sözcüklerin, Türkçe'si yerine Arapça'sını kullanmak, çevirmenin BEGENISINI okşuyor. Arapça bilmeyen kişileri aydınlatmaktan çok, ken�i beğenilerini sergileyen bu gibi çevirmenlerin, vay haline! Tanrı onlara 'HOŞIARINA GELECEK' bir 'ödül' versin! . . .
Elmalılı Hamdi Yazır, sanki çok büyük bir iş yapmış gib� Kur'an'da geçen HAMD sözcüğünü, yaptığı Türkçe çalışmaya da HAMD olarak, Kur'anda geçen RAHMET sözcüğünü, yaptığı Türkçe çalışmaya da RAHMET olarak, Kur'an'da geçen HiDAYET sözcüğünü, yaptığı Türkçe çalışmaya da HiDAYET olarak geçirdiğini bildiriyor. ôu yorumcu, Kur'
_an'daki sözcüklerin, Os
manlıca'ya geçt_!kten sonra anlamlarının değiştiğini bile bilmeyecek denli, dil bilincinden uzaktır.
Kur'an'da yer alıp da sonradan 'kutsaldır' gerekçesiyle Türk Dili'ne sokulan pek çok Arapça sözcük, Türk Dili'ne girdikten sonra Ku.r'an'daki anlamını yitirmiş, süreç içerisinde başka anlamlar yüklenmiştir. Bu çok doğal bir gelişme, değişme olayıdır. Çünkü hiç bir dilde, bir sözcük anlam başkalaşması, anlam kayması olgusundan korunmuş değildir. 1400 yıl önceki Arapların dilinde "Şu" anlama gelen bir sözcük, 1400 yıl sonraki Arapların dilinde "Bu" anlama geliyor olabilir.
Sözcüklerdeki anlam başkalaşması, yalnızca bir dile yabancı dillerden geçen sözcüklerin başına gelen bir durum değildir. Bu, bir dilin yerli sözcüklerinde de görülür. Örneğin, ÖDLEK sözcüği! bin yıl önceki Türklerin dilinde ÇAG, DÖNEM, gibi anlamlara ge-
Jirken; bugün dilimizde söylenişi başka bir sözcük ile karışmış �lup, KORKAK, ÜRKEK gibi anlamlara gelmektedir. Süreç
148
içerisinde sözcükler yeni anlamlar yüklenebilmektedirler. Bin yıl önce KUTSAL bir anlam yüklenen bir sözcük, bin yıl sonra Yüz KIZARTICI bir anlam yüklenebilir. Tersi de olabilir. ÇÜNKÜ DiL, KAYGAN BiR NESNEDiR. Eski çağlarda yazılmış yapıtların çevirisinde önemli olan, şu ya da bu sözcüğün, kullanıldığı anda hangi anlama geldiğidir. Kur'an 1 400 • yıl önce yazıya geçirildiğine göre, Kur'an'da geçen şu ya da bu sözcüğün o an ne anlam:. geldiği önemlidir. Çünkü o sözcük, Kur'an'a yazıldıktan sonra da yaşamaya -dolayısıyla aşınmaya, yaşlanmaya, bozulmaya koyulmaktadır. Bir sözcüğün anlamı, SAPTANDIGI -kullanıldığı- ANA GÖRE DEGERLENDIRILIR. Sözgelimi Kur'an'da karşılaştığımız AZA& sözcüğü ile, 1 400 yıl sonra bugün kullandığımız AZAB sözcüğü ANLAMDAŞ değildirler. Çünkü, köprünün altından çok sular akmıştır. Bugünün dilindeki AZAB sözcüğü artık Kur'an'daki anlamını korumuyor. Anlamı DARALDI, BÜZüLDü, DEGIŞTI... Bu nedenle, bir Kur'an çevirmeni, Kur'an'da yaklaşık üçyüz yetmiş kez geçen AZAB sözcüğünü, yaptığı çeviriye, olduğu gibi AZAB diye alırsa, yaptığı işin adı ÇEViRi değil "DEVIRI" olur. Günümüzde -son 60 yıl içerisinde- yapılmış olan Kur'an çevirilerinde, Kur'an'da geçen pek çok Arapça sözcük, Türkçe çevirisine olduğu gibi yazılmıştır. BU, KUR'AN'A SAYGILI DAVRANMAK GEREKÇESiYLE SAVUNULMAYA KALKIŞILSA DA, YAPILAN iŞ GERÇEKTE KUR'AN'DA GEÇEN BU SÖZCÜKLERE, KUR'AN'DAN 1400 YIL SONRA YÜKLENDiKLERi BAŞKA ANLAMLARI YAKIŞTIRMAKTIR. Örneğin, Kur'an'da geçen CAHiL sözcüğü, bugün bizim dilimizde yaşayan CAHiL sözcüğüyle anlamdaş değildir.
Kur'an'da geçen CAHiL sözcüğü, "OKUMA, YAZMA BiLMEYEN KIŞI" anlamına gelmez. Bir kişilik yapısını nitelemek üzere kullanılır, AGIR BAŞLILIGIN karşıt ANLAMLISIDIR. HOPPALIK, ANARŞi 2ibi bir anlamı vardır. Oysa, bugün bizim dilimizde CAHiL sözcüğü
149
genellikle OKUMA-YAZMA BiLMEYEN anlamında kullanılmaktadır. Demek ki, Kur'an'da geçen CAHiL sözcüğü, 1400 yıl sonra bugün bizim dilimizde artık anlamı kaymış, başkalaşmış olarak yaşamaktadır. öyleyse, bir çevirmen, Kur'an'da karşısına çıkan CAHiL sözcüğünü, bugün Türklerin kullandığı CAHiL sözcüğüyle çevirirse, CAHiLLiK ETMiŞ OLUR. Yine.Kur'an'da geçen INTEKAM
__sözcüğü. ile, bizim bugün kullandığımız iNTiKAM sözcüğü ANIAMDAŞ değildirler. Kur'an'da geçen INTEKAM sözcüğünün ÖC, KIN, gibi anlamları yoktur. YARDIM ETMEK'in karşıt anlamlısıdır.
<TÜKETMEK, BÜTÜNÜYLE ORTADAN KALDIRMAK gibi anlamlan 3ardır. YENMEK, SiLiP SÜPÜRMEK gibi anlamlan vardır. Bugünkü Türk Dili'ndeki iNTiKAM sözcüğü ise, ÖC ALMAK, KIN GÜTMEK anlamlarına gelir. Bir Türk, intikam almak için kinlendiği kişinin yüzüne de tükürebilir, evini de yakabilir. Ancak, Kur'an'da adı geçen intekam sözcüğü, tek tek bireylere karşı değil, bütün bir topluma karşıdır. TOPTAN TÜKETMEK, TOPTAN YIYIP BiTiRMEK, ARDINDA KIRINTI BIRAKMAMAK anlamına gelir. Bir yemeği silip süpüren kişi Arapça'da önüne konulan yemeği INTEKAM yapmış olur. Ancak bir Türk, tabaktaki tüm yiyecekleri bitirdiğinde, yemeğimi INTEKAM yaptım demez. Arap'çada INTEKAM sözcüğü yalnızca birbirini yemek anlamına değil, şu ya da bu yiyeceği tüketmek anlamına kullanılır. Bilindiği üzere, önüne konulan ye« meği silip süpüren kişinin o yemeğe BiR KINI, BiR ÖCÜ yoktur. Bir Arap "KURU FASULYEDEN iNTiKAM ALDIM der ise, anlatmak istediği, önüne konulan kuru fasulyeyi yeyip bitirdiğidir. Kuru fasulyeye karşı bir kini ya da öcü olduğu değil!. .. Ancak Türk Dili'ne geçen iNTiKAM sözcüğü, yalnızca kişiler arası didişmeye, kin, öfke, öc olayına özgü bir ad olup çıkmıştır. Demek ki, bir Kur'an çevirmeni, Kur'an'da karşısına çıkan INTEKAM sözcüğünü Türkçe'ye iNTiKAM diye çevirirse yanlış yapmış olur. Bu gibi
1 50
örnekler binlercedir. Bütün bunlar bize, Kur'an'da geçen sözcüklerin yüzyıllarca kullanıla kullanıla anlamlarının başkalaşıma uğradığını kanıtlar. Kur'an'da geçen bir sözcüğü çevirisinde de olduğu gibi kullanmak, bu sözcüğün bin yıl boyunca uğradığı bozunmayı yok saymak demektir. Orhon Yazıtlarında ÇAG, SÜREÇ anlamında geçen ÖDLEK sözcüğünü, bugünkü Türkçe'ye ÖDLEK diye çevirmek ne ölçüde büyük bir yanlış ise, Kur'an'da geçen şu ya da bu sözcüğü, onun bugünkü kullanımıyla özdeşleştirmek de o denli büyük bir yanlıştır.
SONUÇ OLARAK: KUR'AN'IN TÜRK DlLl'NE DOGRU ÇEVRiLEBiLMESiNiN ÖN KOŞULU, BU ÇEViRiDE TÜRKÇE'YE ARAPÇA'DAN GEÇMiŞ SÖZCÜKLERi KULLANMAMAKTIR. TÜRKÇE'YE ARAPÇADAN GEÇEN SÖZCÜKLER, BiZiM DiLiMiZDE KUR'AN'DAKI ANLAMLARIYLA YAŞAMIYOR OLDUKLARI iÇiNDiR Ki, KUR'AN'I ANLAMAMIZA YARAMIYORLAR. TERSiNE, YANLIŞ ANLAMAYA YOL AÇIYORLAR. Bu nedenle Türklerin bağlı oldukları dinin ana-bildirisini anlayabilmeleri, öncelikle Türk diline geçen ArapçaFarsça sözcüklerin yanıltıcı etkilerinden kurtulmalarıyla gerçekleşecektir. Türk Dili'nde özleşmenin baş savunucuları, Türk Din bilirleri olmalıdır.
DiN, DlLIN UCUNDADIR. Kimileri, "Allah sizin ne dediğinize bakmaz, ne yaptığınıza ba
kar!" diyorlar. EKSiKTiR. Kimileri de: "Allah sizin ne yaptığınıza değil, NiYETiNiZE bakar!" diyorlar. BU DA EKSiKTiR. Tanrı, kendisinden hiçbir biçimde gizlenilemeyecek olan biricik varlıktır. Yapılanı da, söylenileni de, düşünüleni de bilir. Ne demişseniz işitir, ne yapmışsanız görür, ne düşündüğünüzü bilir. Tanrı açısından kişilerin sözleri önemsiz değil, önemlidir. Tanrı kişileri söylediklerinden dolayı sorumlu tutacağını bildirmiştir. Tanrı,
151
sözlerin eğilip bükülmesine karşıdır. Değiştirilmesine karşıdır. Bozulmasını karşıdır. Hıristiyanları "Isa Allah'ın oğludur", Yahudileri "Üzeyir Allah'ın oğludur" DEDİKLERİNDEN DOLAYI (sözleri için) SUÇLAMAKTADIR. Kişilerin, yüreklerinde olmayanları ağızlarıyla söylemelerine karşıdır. Tanrı SÖZ'e öylesine önem vermektedir ki, SÖZCÜKLERE öylesine önem vermektedir ki, kişioğullarına en çok sözlü DIL aracılığıyla seslenmekte, öteki iletişim yollarını (görsel anlatım. vb.) görece olarak az kullanmaktadır. Sözlere o denli önem vermektedir ki, ancak ölümle korkutulan kişilerin anlık olarak inançlarına aykırı sözler söyleyebileceğini, bunu atlatır atlatmaz inandığını söylemesi gerektiğini bildirmektedir. Demek ki, kişilerin olağan koşullarda SÖZCÜKLER! KORUMASI, bunları yozlaşmalardan koruması gerekmektedir.
DiN, DILIN UCUNDADIR. DILINI KORUYAMAYAN, DiNiNi YiTiRiR.
DİN, DİLE O DENLİ BAGIMLIDIR Kİ, KİŞİLER SAKIN YANLIŞ SÖYLEMEYELİM KAYGISI İLE, ANLAMAYA ANLAMAYA ARAPÇA SÖZCÜKLER KULLANMAYA YÖNELMİŞLERDİR. Çoğu Türkler, eğer anlamadığı Arapça sözcükleri belleyip, anlamaya anlamaya bunları seslendiriyor ise, çoğu bunu kötü bir düşünceyle değil, salt YANLIŞ SÖZLER SÖYLEMEMEK AMACIYLA yapmaktadır. Demek ki, DiNiN DiLE BAGIMLILIGI, "Anlamasanız bile Kur'an'ın Arapça'sını okuyun, dinleyin!" diyenlerce de yadsınamayacak bir durumdur. Bunların yanılgısı; "ÇEViRi OLANAKSIZDIR; çeviriyle ANIAMAYA ÇALIŞANLAR SAPIKTIR," demeleridir. Çünkü, DOGRU ÇEViRi OLANAKLIDIR. ANIAMAYA ÇALIŞANLAR SAPIK DEGILDIR.
Kur'an'ın Arapça'sı, ilk biçimiyle sıkı bir biçimde korunmalıdır. Öyle ki, bütün Müslüman ülkelerin yönetimleri, Kur'an'ın Arapça ilk biçimlerini, altın kabartma. çelik dökme, gibi bütün bozucu etkilerden olabildiğince korunabilen yüzeylere geçirerek, özel
152
bölmelerde saklasalar yeridir. Tıpkı "METRE" adı verilen !JZUnluk ölçüsü biriminin de ilk örneğinin Fransa'da böyle saklandığı gibi...
Kur'an'ın Arapça'sı olabildiğince çok kişinin belleğine de kazınmalıdır. Bu da önemlidir. (Hafızlık, gereksiz değildir.)
Anadili Arapça olmayan Müslümanlar, Tanrı'ya seslenirlerken yanlış yapmamak dileğiyle, Namaz (Yükünç) sırasında, Kur'an'ın Arapça'sıni da söyleyebilirler. Buna da bir diyecek yoktur.
ANCAK, bütün bunlar, YALNIZCA Kur'an'ın Arapça ilk biçiminin korunmasından öte bir amaca yönelmernişlerdir. KİŞİLER KORUDUKLARININ ANLAMINI BİLMEDİKLERİ SÜRECE, YALNIZCA BİRER BEKÇİ OLURLAR. DİN İSE KORUDUGUNUN NE OLDUCıUNU BİLMEYEN BEKÇİLER OLMANIZI İSTEMEZ. TANRl'NIN 2LÇİLER ARACILIGIYLA BİLDİRİP YAZDIRARAK OKUNUP ANLAŞILMASINI İSTEDİGİNİ YAZMALAR, KİŞİLERİN DÜŞÜNCE ÜRETME YETİLERİNİ GELİŞTİRMEYİ AMAÇLAMAKTADIR. KUR' AN'DA, KİŞİLERİN YANLIŞ BULUNAN SAVLARI, TANRl'NIN KARŞI SAVLARI İLE DoGRULTIJLMAKTADIR. KARŞIT SAVLARIN SERGİLENDİGİ KUR'AN'I ANLAMADAN KORUMAK, KUR'AN'IN OOÜDU DEGİLDİR. KUR'AN'I KORUYUN, ANCAK ANLAMAYA ÇALIŞIN._ BU İKİSİNDEN BİRİ YAPILMAZSA, ÖDEV YERİNE GETİRİLMEMİŞ OLUR.
Tanrı, Elçisi Musa'yı Firavun'a yollarken, sözlerin Firavun'a açık 0seçik SÖYLEMESiNi, belki ANLAR, YANLIŞINDAN DÖNER diyerek, güzellikle konuşmasını buyurmuştur. Çünkü ANLAMAK dinin, direğidir. Tanrı, kendisini Tanrı olarak görüp gösteren Firavun'un bile, uyanlarını ANLAMASI'na özen gösteriyor da, Türkler'in KUR'AN'! ANLAMASI'nı niçin istemesin? Tanrı, Türkler Kur'an'ı anlamadan Arapça okusunlar, anlamadan Arapça seslendirsinler diye bir buyruk vermemiştir. ANLAMAK ise, açıkça bir DİL (ÇEViRi)
153
SORUNU'dur. Türkler DİL sorununu çözmedikçe, DİN GÖREVİ'ni de gerektiği gibi yapamazlar. Bugün, Türk Dili'nde yer alan anlamlan, söylenişleri kaymış ARAPÇA-FARSÇA sözcükler, Türklerin Kur'an'ı ANLAMASI'nın önünde bir engel oluşturmaktadır. Bu konuda örnekler verdik. Yine vereceğiz.
,!ur'an'da geçen Arapça ZULüM-ZALIM sözcükleri, bugünkü Türklerin dilinde yer alan ZULÜM-ZALiM sözcükleriyle anlamdaş değildir. Türklerin dilinde ZULÜM; kişiye gövdesel acı veren edimlerin tümüne ad olmuştur. DAYAK ATMAK, AÇ-SUSUZ BIRAKMAK, KESMEK, BiÇMEK, YARALAMAK, ÖLDÜRMEK gibi eylemlerin adıdır. Türkün dilinde ZALiM ise, bu eylemleri yapan kişinin adı olarak kullanılır. Oysa Kur'an'da geçen Arapça ZULÜM-ZALiM sözcüklerinin anlamı bu değildir: GERÇEGİN ORTAYA ÇIKMASINI ,ÖNLEMEK, GERÇEGİN ALGILANMASINI ÖNLEMEK, GERÇEGİ
ZLEMEK, ÖRTMEK; ORTAMI KARARTMAK YOLUYLA J5İŞİLERİN GERÇE İ GÖREBİLMESİNİ ENGELLEMEK, BELİRTİLERİ SİLMEK, _filş_İ�RİN DUYU ALGILARINI KÖRELTEREK, OLGULAR ARASINDAKİ AYRILIKLARI
lSEÇEBİLMELERİNİN YOLUNU TIKAMAK, KARARTMAK anlamlarına gelir. Yargı deyimi olarak kullanılan "KANITIARIN GiZLENMESi, KANITIARIN DEGIŞTIRILMESI YA DA YOK EDiLMESi", Kur'an'da geçen ZULÜM sözcüğünün anlamını verir. "DELiL KARARTMAK"tır Kur'an'da e en ZULüM sözcü .. ün anlamı! . . NUR
--������_..,_--'-'-����__...__��-- ---(Işık) sözcüğünün karşıt anlamlısıdır. NUR: Işıtır, ay ınlatır. ZULÜM, işte bunun karşıt anlamlısıdır.#aplar GECE'ye de ZULÜM
jerler. Çünkü GÖRÜŞ'ü engeller. GÖZ GÖZÜ GÖRMEZ, AK-KARA SEÇiLMEZ OLUR. SEÇiKLiK YOKTUR. işte Kur'an'da ZULÜM bu anlama gelmektedir. Kur'an'da: "Tanıklığı gizleyenden daha ZALiM kim olabilir?" (2/1 40) diye soıulmaktadır. ZALiM, karatıcı demektir. Kanıtları tç EDEN demektir.. . Öyle ise, apaçık görülüyor ki,
154
Kur'an'da geçen ZULüM-ZALIM sözcükler� Türklerin bugün kullandıkları ZULÜM-ZALiM sözcükleri ile anlamdaş değildir. Kur'an'da geçen ZULüM sözcüğünü, Türklerin kullandıkları ZULÜM sözcüğü ile karşılayan çevirmenler, ZALiMDiRLER. Çünkü kur'an'da geçen ZULÜM sözcüğünün anlamını, Türklerin kullandıkları ZULÜM sözcüğüyle birmiş gibi göstererek KARARTMAKTADIRLAR!. . .
Evet, DİN DİLİN UCUNDADIR ... Din sözkonusu olduğunda, bir sözcüğün bile yadsınamaz bir
1 •
önemi vardır. Kur'an'da bu açıkça görülür: "Ey inananlar, "RAINA!" .2_emeyin, "UNZURNAI" deyin .. . " (2/104) uyarısı, bir sözcük yerine .başka bir sözcük kullanıfmasıiiı buyurmaktadır. Demek ki, bir _şözcüğün bile önemi vardır.
DİN, DİLİN UCUNDADIR. "Tanrı, ancak Meryem Oğlu Mesih'tir" diyenler, kuşkusuz 'ka
fir' (Yadsıyıcı) oldu." (5/72) "Tanrı ancak üçün üçüncüsüdür" diyenler, kuşkuşuz 'Kafir' (Yadsıyıcı) oldu. "(5/73) "Eğer diyegeldiklerinden dönüş yapmazlarsa onlardan yadsıyıcı olanlara, acıklı bir yalım dokunacaktır." (5/73) "Onlar Tanrı'nın ışığını ağızlarıyla (Sözleriyle) söndürmek isterler." (9/32) Bu gibi binlerce söz geçer Kur'an'da. Neyin söylenmesinin yanlış, neyin söylenmesinin doğru olduğu gösterilir. Kişiler Tanrı konusunda ne dedikleri açısından öbeklere ayrılmışlardır. DİN, DİLİN UCUNDADIR. Kullandığımız sözler, bağlı buluduğumuz öbeği; gerçek karşısında takındığımız tutumu belirler. Tanrı karşısındaki tutumunuzu belirler. Tanrı karşıtı iseniz, sizin Tanrı karşıtı olduğunuz da DİLİNİZİN UCUNDADIR. Şeytan (Kötü olan, başkaldıran) da SALT DİLİYLE eylem yapmaktadır. O, yalnızca ÇAGIRMAKTA, dil ile işlemektedir. Onun çağırılarına söylediklerine uyup uymamak size bağlıdır. Siz onun sözlerine uymaz iseniz, onun elinde başkaca bir araç yoktur. Sözlerden
1 55
başka bir gücü yoktur. DİN, DİLİN UCUNDADIR: DiN, DiLLE GELiR, DiLLE GiDER. Bu nedenle "DİN ELDEN GİDİYOR!" demenin bir anlamı yoktur. Çünkü "DİN ANCAK DİLDEN GİDEBİLİR." 1 200 yılından bu yana DiN, TüRKÜN DiLiNDEN büyük ölçüde GiTMiŞTiR. Ancak Kur'an'ın dosdoğru kökü-Türkçe sözcüklerle çevrilmesi koşuluyla geri gelebilir. Yüzde altmışı Arapça Farsça kökenli sözcükler kullanılarak yapılan çeviriler, Dinin Türklerce YANLIŞ TANINMASINA neden olmaktadır. Kur'an'ın yanlış anlaşılmasının nedenletinden biridir dilimizdeki Arapça-Farsça sözcük bolluğu!..
• • Kur'an'da geçen Arapça sözcüklerin kökü-Türkçe olan upuygun . karşılıklarını bulma, türetme çabası, bir yandan dilimizi eski sağlığına kavuşturacak, öte yandan dinimizi olabildiğince dosdoğru anlamamızı sağlayacaktır. Bunu gerçekleştirmek kolay olmayabilir. Ancak olanaksız değildir. üstelik bunu gerçekleştirmeksizin, kendimizi gerçekleştirmemiz de olanaksızdır ...
Kur'an'da bildirilmiştir ki, Tanrı, kişi soyunu yaratmış, ona BEYAN'ı (iletişimi-konuşmayı) öğretmiştir. Yine Kur'an'da bildirilmiştir ki, Tann kişi soyuna yazmayı da öğretmiştir. Aynca, Tann yarattığı bütün nesneleri dillendirebilen, konuşturabilendir. Tann yalnızca Arapların ulusal Tanrısı olmadığına göre, demek ki bütün uluslara konuşmayı- yazmayı O öğretmiştir. Eğer, Türkçe diye bir dil varsa, bu dil, varlığını Tann'ya borçludur. Eğer Yunanca diye bir dil varsa, bu dil de varlığını Tanrı'ya borçludur. Latin yazısı, Arap yazısı, Çin yazısı, Japon yazısı gibi bütün yazı türleri, varlıklarını Tanrı'ya borçludurlar. Uluslar, ulus oluşlarını, Irklar ırk oluşlarını, Türler tür oluşlarını Tann'ya borçludurlar. Kişioğullannın renklerinin,dillerinin başka başka oluşu, Tann'nın işlerindendir.
156
Kur'an'ı bir kılavuz olarak belleyen kişiler, bir yazı türünü ötekine üstün tutamazlar. Bir ulusun dilini ötekine üstün tutamazlar. Bir Irkı ötekine üstün tutamazlar. Bir ulusu ötekine üstün tutamazlar. Bunlar arasındaki ayrılıklar, başkalıklar, yalnızca bir tanıma edinimin konusu olabilirler. Kişi, 'kendinden başka'sıru tanımakla, gerçekte kendini tanımış olur. Bütün varlıklar, bir örnek olsalar idi, aralarında başkalıklar bulunmasa idi; 'SEÇiKLiK', 'SEÇME' de, ayırdetme yetisi de olmazdı. Dolayısıyla kişi, kendinin de ayırdına varamazdı. BiLGi olanaksızlaşırdı. Çünkü BiLMEK, nesneler arasındaki başkalıkların ayırdına varmak, başkalıkların nasıl gerçekleştiğini BILMEK'tir. Başkalıkların, ayrılıkların nedeninin, nasılının, niçininin bilincine varmaktır. Kişi, kendi anadilinden başka bir dili incelemeye koyulursa, kendi anadilini de yeniden öğrenecektir. Kişi, kendi kullandığı yazıdan başka türde olan yazılan incelemeye girişirse, kendi yazı biçiminin de ayndedici özelliklerini kavrayacaktır. Kişi, öteki ulusların ayrılık, başkalık özelliklerini öğrenme konusu ettiğinde, kendi ulusunun ayırdedici özelliklerinin ne olduğunu da anlayacaktır. Demek ki, BAŞKA olanın niçin, nasıl, ne ölçüde başka olduğunu saptamaya girişen, KENDi BAŞKALIGININ DA BiLiNCiNE VARACAKTIR. Başkalık olgusunu abartarak, bunu BOŞ ÜSTÜNLÜK DUYGUSU'na ya da "BOŞ AŞAGILIK DUYGUSU" na dönüştürmenin biricik engeli, BAŞKA olanı ANLAYABILMEK'ten geçer.
BAŞKA OLAN'ı iyice anladığınızda, yargılarınız sağlıklı olacaktır. BOŞ ÜSTüNLüK duygusu, YA DA BOŞ AŞAGILIK sanısı, yerini GERÇEKÇi OLABILIRLIGE bırakacaktır. "OLMUŞ-OLAN"ın "OLABILECEK-OLAN"lardan yalnızca biri olduğunu kavrayan kişi, OLGUNLAŞIR. Çünkü KENDi VARLIGI'nı "sonsuz olabilirlikler içerisinden, gerçekleşmiş olan bir olasılık, " olarak anlayacaktır. Doğal yapı bakımından böyle olmayıp da şöyle olmayı kendisinin
1 57
belirlemediğini, eğer böyle olm:ımış olsaydı, 'şöyle' de olabileceğini, kavrayacaktır. "BEN, SONSUZ OLASWKLAR İÇERİSİNDEN GERÇEKLEŞMİŞ OLAN BİR olasılık'ım diyen kişi, "ÖTEKİLER DE, SONSUZ OLASILIKLAR İÇERİSİNDEN, GERÇEKLEŞMİŞ OLAN BAŞKA olasılıklardır." bilincine ulaşmış demektir.
işte, Kur'an'da geçen: "Göklerin, yerin yaratılması ile sizin dillerinizin, renklerinizin başka başka oluşu O'nun ayetlerindendir. Kuşkusuz bunda bilginler için gerçekten ayetler vardır." (30/ 22) açıklaması, "Eğer dileseydi Tanrı sizi tek bir toplum yapardı; bu çok toplumlar, sizleri denemesi, verdikleriyle sınaması içindir." (5/48) bildirisi, "Ey kişioğulları! Biz sizleri bir erkek ile bir dişiden türettik. BiRBiRiNiZLE TANIŞMANIZ, ÖGRENMENIZ lÇlN sizleri öbekler, kümeler kıldık. Kuşkusuz Tanrı açısından en üstün olanınız, ondan en çok sakınanınızdır. Kuşkusuz Tanrı bilendir, yapıp-etmelerinizi somut olarak bilendir." ( 49/1 3) sözleri, kişioğullanna açık uyarılardır.
Kur'an'ı benimsemiş bir kişi, kendi bildiği dilden başka bir dille, kendi ırkından başka bir ırkla, kendi toplumundan başka bir toplumla, kendi yazısından başka bir yazıyla karşılaştığında; BUNIARI TANRI'NIN ÜRÜNÜ olarak görecek, bir ÜSTÜNLÜK ya da AŞAGILIK duygusuna kapılmayacak; bunları tanımaya, anlamaya, öğrenmeye gireşecektir.
Daha açığını söyleyelim: Bir Müslüman Arap, Türklerin ulus olarak varlığını, dilini, yazısını ancak bir inceleme, araştırma, öğrenme, yararlanma konusu edinebilir. Türklerin ulus olarak varlığını ortadan kaldırmaya ya da eritmeye girişmesi durumunda, Tanrı katında suçlu olacaktır. Türkçe'yi at, Arapça'yı kullan ya da kendi yazım at, arap yazısını kullan DİYEMEZ! Öteki ulusları ARAPIAŞTIRMAYA yeltenemez. Eğer yel-
158
tenirse, bu giri�imi TANRl'NIN BUYRUKLARINA AYKIRI olur. Geçmişte Tanrı'nın buruklarını çiğneyen pek çok 'Müslüman' Arap, 'Müslüman' Türk çıkmıştır. Türklerin dilini ARAPIAŞTIRMAYA, yazılarını ARAPLAŞTIRMAYA girişmişlerdir. Bunu belli oranlarda başarmışladır. (Tanrı, bunları bildiği gibi yapar ... )
Biz, bundan sonraki bölümde, Türk yazısının Tanrı'nın buyruklarına aykırı olarak ARAPLAŞTIRILMASININ, Türklerin anlama yetileri üzerinde yol açtığı kemirici etkileri inceleyeceğiz.
1 59
"TÜRKLERİN ARAP YAZISINA YÖNELİŞİNİN TÜRKLERİN DÜŞÜNSEL GELİŞİMİNDE YOL AÇTIGI GERİLETİCİ ETKİLER"
ÜZERİNE BİR DENEME
-VI-
Bu bölümde, konuşmaların yazıya geçirilebilmesi için, konuşmadaki bütün seslerin kendilerine özgü birer çizge ile gösterilmesi gerektiğini; eğer konuşmada kullanılan bütün seslerin yazıda yetkinlikle gösterilmesi gerçekleşmezse o yazıda bir bulanıklık, bir karışıklık ortaya çıkacağını; Arap yazı biçiminin Türk konuşmasında bulunan pek çok sesi gösterecek yazı birimlerinden yoksun olduğunu, kanıtlarıyla işleyeceğiz.
Yazım konusuna özgü pek çok niteleme, dilimize Arapça'dan sokulmuştur. Biz bu Arapça-Farsça nitelemeler yerine, Türkçe'lerini kullanacağız.
Yazı, çok önemlidir. Bunu kavrayabilmek için, YAZI OLMASAYDI NE OLURDU diye düşünmek yeterlidir.
Yeryüzünde pek çok yazı türünün bulunması da TANRI'NIN iŞLERiNDENDiR. Çin Yazısı, Arap Yazısı, Latin Yazısı, (özetle bütün yazı biçimleri) tıpkı bütün yaratık türleri gibi, Tanrı'nın dileğine bağlı olarak, ayn ayrı biçimlenmişlerdir. Kendi bildikleri yazı türünü 'ÜSTüN', bilmedikleri yabancı yazı türlerini de 'AŞAGILIK' diye niteleyen kişiler; olgunlaşmamış sığ kişilerdir. Bunlar, kendi beğenilerini nesnel gerçeğin üstüne çıkartarak, kendi beğenilerini yüceltir, nesnel gerçeği karartırlar.
Arap Yazısını bütün öteki yazı türlerinden üstün, yüce sayanlar; öteki ulusların yazılarını sanki 'şeytan işi' imiş gibi karalamaktadırlar. Oysa bu davranış, öncelikle Kur'an'a aykırıdır. Tanrı,
161
"ALEMLERiN RABBI"dır. (Rabbelalemin) (Türkçesi: Tanrı, bütün varlık türlerinin, bütün ırkların, ulusların, öbeklerin, kümelerin eğiticisi, öğreticisi biçimlendiricisi, geliştiricisidir.) Yeryüzünde türler varsa, hiç bir tür, kendi türünü kendisi, kendi istenciyle yapmış değildir. Kuşu kuş, arıyı an, kişiyi kişi yapan Tann'dır. Kuş, havlayamaz; köpek cikleyemez; kurbağa kişneyemez; at vıraklayamaz... Bütün yaratıkların nasıl sesler çıkartacakları, yaratanın, Tann'nın belirlemesiyle gerçekleşmiştir. Öyle ise bir at, 'Niçin kişniyor da ötmüyor?" diye suçlanamaz. Bir kuş, 'Niçin anırmıyor da cikliyor?' diye suçlanamaz. Anırmayı 'çirkin', ciklemeyi 'güzel' diye niteleyen, biziz. Bunlar yalnızca bizim beğenimizi gösterir. Ancak, bizler beğendiklerimizi doğru, beğenmediklerimizi yanlış sayamayız. Eşeğin anırması bizim kulağımıza sevimsiz gelebilir; ancak, eşeğin anırması YANLIŞTIR diyemeyiz. Eşeğe, ciklemesini buyuramayız. Kargaların gaklamasını beğenmeyebiliriz, ancak kargalar GAKIAMAKLA ÇOK YANLIŞ BiR iŞ YAPMAKTADIRLAR KARGALARI EGITELIM DE GAKLAMASINI.AR, diyemeyiz. Kim bilir, kargalar da bizim sesimizi beğenmiyor olabilirler. Belki de kendileri gibi gaklamadığımız için bizleri aşağı yaratıklar olarak niteliyorlardır. Tıpkı böyle, Arapların boğaz yapısı ile, başka toplumların boğaz yapısı, yaradılıştın başka olabilir. Başka uluslar, Arapların çıkardıkları kimi sesleri çıkaramayabilirler. Çünkü boğaz yapılan yaradılıştan buna uygun biçimde gelişmemiştir. Ancak. Araplar da başka ulusların çıkardıkları kimi sesleri çıkaramayabilirler. Bunlar birer ÜSTÜNLÜK - AŞAGILIK konusu değil, yalnızca yaradılış biçimlenmesinden, TANRl'DAN KAYNAKLANAN BAŞKALIKLARDIR.
Anadili Arapça olan bir tanıdığıma, Arap yazısı ile ÇÖRÇİL yazmasını söyledim. Şftrşil yazdı. Bunu, başka bir Arab'a okuttum: ÇÖRÇİL değil de ŞURŞİL diye seslendirdi. Dönüp yazana, niçin
1 62
ÇÖRÇIL değil de ŞÜRŞlL yazdığını sordum. Çünkü dedi, bizim dilimizde �Çe' sesi yoktur. Dolayısıyla 'Çe'sesini gösterecek bir yazıbirimimiz de yoktur. Bizim dilimizde 'Ö' sesi de yoktur, buna yakın olan 'Ü' sesi .vardır. Bu nedenle ö yerine Ü;Ç yerine Ş yazdım; ÇÖRÇIL sesi bizim dilimizde, yazımızda olmadığından; bunun benzerini (ŞÜRŞlL) yazdım!. . . Bu Arap tanıdığım, Arapça'nın yeryüzünün en ÜSTüN dili, Arap yazısının da 'YAZILARIN ŞAHI' olduğunu söylüyordu. Oysa ÇÖRÇIL örneği onun söyledikleri ile nesnel gerçeğin çeliştiğini apaçık gösteriyordu. Arap Dili yeryüzüdeki bütün ulusların dillerinin USTUNDE olmadığı gibi, Arap Yazısı da bütün yazı türlerinin USTUNDE değildi. Eğer USTUNDE olsa idi, .. tekileri i erir idi. Oysa, Arap Dili'ndeki sesler öt · ;::ın-arr_
Jerindeki kimi sesleri iÇERMEDi 1 gibi, Arap Yazısındaki birimler ;le, öteki ulusların yazılarındaki kimi birimleri iÇERMiYOR. Arap Dili Araplara, Arap Yazısı da Arap Dili'ne yetebilir, yetmektedir; ancak Arap Dili öteki uluslara, Arap Yazısı öteki dillere yetmiyor, yetmemektedir.
Anadili Arapça olan bu tanıdığım, karşılık olarak benden y...ı -Ö sözcüğünü bugün Türkiye'de kullanılan yazı ile yazmamı istedi. Ben tutup ZARABA yazdım. 'Olmadı', dedi. Çünkü ağzından çıkan ilk ses gerçekten de Z'ye çok benzese de Z değildi; biraz D'yi andıran boğuk bir Z idi. ikinci kez DARABA diye yazdım. Yine 'Olmadı' dedi. Evet, gerçekten de olmamıştı. Çünkü ağzından çıkan ilk ses "D" değil, "D'ye benzer bir "Z" idi. Bu ses, yeryüzünde yalnızca Arapların dilinde bulunan, başka ulusların dillerinde bulunmayan bir ses imiş. Bu nedenle Arap Dili'ne \..re> dili de denir miş! (ZAD dili)
Sonunda ikimiz de anladık ki, jJugün Türklerin kullandığı yazı, ancak Türklerin dilindeki sesleri yazmaya yeter. Arapların kullandığı
,razı da, ancak Arapların dillerindeki sesleri göstermeye yarar.
163
Eğer, Araplardan bizim kulladığımız yazıya geçmelerini istersek, bizim kullandığımız yazı, onların çıkardıkları tüm sesleri
.
gösteremeyecektir. Tıpkı bunun gibi, bizden de Arap Yazısını kul-lanmamız istenirse, biz de ağzımızdan çıkan tüm sesleri bu yazıyla gösteremeyeceğiz.
Araplar şimdiye dek, kendi yazılarını bırakıp başka ulusların yazı türleriyle yazmaya hiç girişmediler. Ancak yeryüzünde pek çok Müslüman Türk toplumları, kendi yazılarını bırakıp Arap Yazısıyla yazdılar. Oysa Arap Yazısı bu ulusların dillerindeki sesleri göstermeye yetmiyordu. Sonuç gerçekten de son kertedt;, üzücüdür! Çünkü, bu ulusların yüzyıllar öncesinden kalan yazılı belgeleri, bugün doğru okunamayacak denli bulanıktır. Bunun. örneklerini ileride sergikyeceğiz. Ancak, şimdi, niçin bu Arap ol-. mayan Müslüman ulusların, Arap yazısını alıp kendi yazılarını. bıraktıkları üzerinde düşünelim.
Tıpkı Türk Dili'ne Arapça- Farsça sözcüklerin sokulmasındaki gibi kandırmacalar, Arap yazısını öteki müslüman uluslara benimsetme çabalarında da geçerli olmuştur. Önce, bu yazıyı bütün ötekilerden 'ÜSTüN', 'KUTSAL' diye belletmişlerdir. "Kur'an Arapça değil, Allahça'dır! " "Kur'an' Arap yazısıyla değil, Allah yazısıyla yazılmıştır!" gibi uyduruk, üstelik Kur'an'a da aykırı sözlerle; Arap olmayan Müslüman ulusların dilleri, yazılan AŞAGILANMIŞtır. Bu işi yapanlar, yüzyıllar öncesinin yanlış düşünceli (lslam'ı yanlış anlamış) kişileridir. Ancak günümüzde de bu yanlış düşünceli kişilerin artçıları vardır. Bunların arasında 'BÜYÜK' ÜNLÜ DOGU BİLİMCİLER de vardır ki, gerçekte en şaşılası olan da budur. Bu Doğu bilimcilerden kimi. ARAP YAZISINI öve öve bitiremez, ona "YAZILARIN KRALlÇESl" der. (H�lmutt Ritter- Akt: M. HamidullahHz. Peygamberin Altı Orjinal Diplomatik Mektubu- sf. 20) Kimi de Türkçe'yi öve öve bitiremez. DiLLERiN KRALI diye niteler. (B. Ata-
164
!ay, Arapça ile Türkçenin Karşılaştırılması - lst. Maarifet - Matbaası -1954- sf 25) Oysa her ikisi de atmaktadır. Yalnızca kendilerinin çok sevdiklerini, kendi beğenilerine güzel geleni, gerçeğe karşı yüceltmektedirler. Böbürlenmenin en bayağısı, karşıtlarının övgülerini gerçeğin kanıtı imiş gibi göstermektir. Dil yarıştıncılar da çoğu kez kendi dillerini üstün çıkartırken, yabancıların övgülerini kanıt diye kullanırlar. Söz gelimi Türk Dili'ni yücelten Dilbilimci Türk olmayıp yabancı olunca, övenin yabancı olması, onun gerçeği söylediğinin baş kanıtı sayılarak yerliler arasında çok etkili olmuştur. BAKIN! YABANCIIAR BiLE TÜRKÇE'NiN ÜSTONLÜGÜNÜ ANIATA ANIATA BITIREMIYORIAR! diye ortaya fırlayan kimi Türk dilcileri, Türk Dilini bütün öteki dillerden ÜSTÜN saymaya girişmişlerdir. (Ör:Besim Atalay) Tıpkı bunun gib� Arap yazısını YAZILARIN KRALiÇESi diye niteleyen kişi de bir yabancı, üstelik de bir Hıristiyan olduğu için, Arap dilcileri bu yabancının sözleriyle coşarak, kendi yazı türlerinin bütün öteki yazılardan ÜSTÜN olduğunun böylece kanıtlandığını savlamışlardır. Oysa, onlardan çoğu, bir yabancı doğubilimci bu övgüyü etmese de çağlar boyu bu ÜSTÜNLÜK savındaydılar; ancak BiR YABANCI, ÜSTELiK BiR HIRISTIYAN da bu yolda konuşunca [kendi savlarını karşıtlarının bile onaylandığını düşünerek] iyice AZGINIAŞMAKTADIRIAR. Bunlar arasından kimileri, işi en uç yana çekerek: "ARAP YAZISI, ARAP DiLi; TANRI'NIN SEÇiP, AYIRIP, TÜM INSANLIGA BiLDiRiMDE BULUNMAK iÇiN ÖZEL OIARAK ARAPLAR ARACILIGIYIA ORTAYA ÇIKARTTIGI ÖZEL BiR YAZIDIR" diyorlar. Arap Dili, Arap yazısı, Tanrı'nın bildirimi için en uygun olanı idi; öteki diller, yazılar Tanrının söylevini yazmaya uygun değil idi, diyorlar. Oysa, bütün bu savların birer yanılgıdan öte bir anlamı yoktur. Çünkü Tanrı kişioğullarına çağlar boyunca pek çok dilde seslenmiştir. Pek çok yazı ile yazdırmıştır.
1 65
Yalnızca Arapça ile değil, yalnızca Arap yazısıyla değil, onlarca, yüzlerce değişik yazıyla, dille bildirimde bulunmuştur. Tanrı tüm yaratıklara onların anlayabilecekleri bir yolla bildirir. ARIIARA DA ARIIARIN ANIAYACAGI BiÇiMDE BUYRUGUNU VERiR. Bu, Kur'an'da şöyle bildirilmiştir:
"Rabbin BAIARISINA esinledi (vahyetti:) "Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin", "Sonra meyvelerin tümünden ye! Böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver." ( 16/68-69)
Şimdi, Tanrı, balansına ARAPÇA OLARAK mı söyledi? An, Arapça mı biliyordu? Değil ise, Tanrı balansına hangi dilde seslendi? Bu sözleri arıya hangi dilde bildirdi? .. Yeryüzünde batanları bal yaparken, Adem ola ki daha yaratılmamış idi. Öyle ise balanlan bal yapmak için Adem'in konuşmayı öğrenmesini beklememiştir. Tanrı balansına bildirimde bulunduğunda, yeryüzünde ARAP ULUSU yoktu. Çünkü Arapların bir yabancı soydan ayrıldıkları yazılıdır Kur'an'da. Arapça diye bir dil de yoktu. Tanrı, hiç bir yarattığı türetmemişken, ortada anlar bile yokken, şimdi üzerinde tepindiğimiz şu yeryüzü yuvarlağı bile yokken, içinde yerin, göğün ilk ögelerinin kaynaştığı tütsü benzeri bulutsuya da bir buyruk vermiştir:
"Bulutsu durumda olan göğe yöneldi, ona ve yere " isteseniz de istemeseniz de gelin!" dedi. Onlar da "isteyerek geldik!" dediler." (Fussilet/ 1 1 ) Öyle ise Tanrı, içinde kişioğullannın, öteki etli-kanhsoluklu varlıkların bulunmadığı bu bulutsuya, kişioğlulannın dilleriyle seslenmemiştir. Bu seslenme, Arapça ya da lbranice olmadığı gibi, bugün bilinen dillerden hiç biri ile değildi. Belki bizim bugün ·
bildiğimiz anlamda bir DiL bile değildi bu. TANRI BÜTÜN NESNELERi KONUŞTURABILENDIR. (Fussilet/2 1 ) BÜTÜN DiLLERi (bizim bildiğimiz bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz bütün dilleri) KULLANIR.
166
Tanrı için iletişimde engel yoktur. Tanrı ENGEL TANIMAZ. Bu nedenle, "ARAPÇA o yıllarda (600'ler) EN YETKİN· DiL OLDUGU İÇİN TANRI KIŞIOGULARINA BİLDiRİMDE BULUNABİLMEK ÜZERE BU DILI ÖZELLİKLE SEÇMiŞTiR." gibi açıklamalar TANRI'YI GEREGİ GIBI DEGERLENDIREMEYEN kişilerin Kur'an'a aykırı uydurmalarıdır.
Arap yazısı, öteki yazılardan ne üstündür ne de aşağıdır. Arap yazısı, Arapların dili için uygun yazıdır. Arap yazısı ile
Arapların dili bir bütündür. Arap Dili'ni başka bir yazıyla yazmak çok güç olacağı gibi; Arapça'dan başka bir dili Arap yazısı ile yazmaya kalkışmak da saçmadır. Çünkü ses-yazı U)'uşmazlığı ortaya çıkar.
Yetkin bir yazının, konuşmada kullanılan bütün sesleri gösterebilmesi, baş kuraldır. Çünkü yazı, yalnızca bunun içindir. Demek ki, bir ulusun kullandığı yazı türü, o ulusun dilindeki bütün sesleri gösterebiliyor ise sorun çıkmaz. Uyum vardır. Tersi olursa, sorun çıkar. Uyum olmaz. Bir yazı türünün bir konuşma diline uygunluğu, tıpkı bir ayakkabının bir ayağa uygunluğu gibidir. Ayağına dar gelen ayakkabı ile yürüyen kişi acı çeker; ya o ayakkabıyı değiştirir, ya da ayağı sağlığını yitirir, topallar. Türk konuşma dili, Arap yazısı ile yazılmaya uygun değildir. Ancak, bin yılı aşkın bir süre, Türk Dili, Arap Yazısıyla yazılmaya çalışılmıştır. Olmamıştır. Yetmemiştir. Bu yüzden Türklerce Arap yazısına Araplarca bilinmeyen kimi eklemeler yapılmıştır. Yine olmamıştır. Yazışmalarda yanlış anlamalara yol açmaktan kurtulamamışlardır. Türk, ayağına uymayan bir ayakkabı ile dolaşmıştır bin yıl boyunca, topallamıştır. Sonunda çıkarıp atmıştır bu ayakkabıyı. Kurtulmuştur. (1928-Yazı Devrimi) Peki, niçin giymişti bu ayağını vuran ayakkabıyı bin yıl boyunca Türkler? . . Tanrı'nın beğenisini kazanmak için! ..
1 67
Oysa Tanrı; Arap olmayan Müslüman uluslar Arap yazısı kullansın, diye buyurmamıştır. Bunu kullar uydurmuştur.
Arapça Kur' an'ın Arap Yazısı ile yazılmış olması, sanki öteki Arap olmayan Müslüman uluslar da bu yazıyı kullanmak zorundaymış gibi anlaşılmıştır. Arap olan Müslümanlar doğal olarak Arap Yazısını kullanmalıydılar. Bu doğruydu. Ancak Arap olmayan Müslümanların, Arap Yazısını kullanmaları gerekli değildi, budur yanlış olan. Kendi ulusal dilini bırakıp, Arap Dili'ne geçmeyen bir ulus; Arap Yazısına niçin geçsin?
Kişioğulları, vur deyince öldürür. Birlik deyince, bütün başkalıkları yok etmeye soyunur. Sanır ki, birleşen kişiler biçim olarak birbirinin tıpkısı olmaz ise, birlik de olmaz. Ulusal özellikler ortadan kaldırılmaz ise, ulusların dinsel bir amaç çevresinde birleşemeyeceklerini sanır. Oysa, uluslar ulusal özelliklerini koruyarak da dinsel bir amaç çevresinde birleşebilirler.
Çeşitli ulusların, belli bir dinsel öğreti çevresinde birleşmesi amacının bu ULUSLARIN yazı ve dil AYRILIKIARINI ORTADAN KALDIRMAKSIZIN BAŞARIIAMAYACAGINI söyleyenler yanılmaktadırlar. Bu yanılgıyı en acı bir biçimde, Sovyetler Birliği'ndeki sosyalizm uygulaması göstermiştir. .
Sovyetler Birliği, içerisinde pek çok ulusların yaşadığı bir ülkeydi. Dilleri, dinleri, töreleri başka başka olan pek çok ulus, 19 17 yılındaki Sosyalist Devrimden sonra, tek amaç çevresinde birleştirilmeye çalışılmıştır Bu amaç: SOSYALIZM'i gerçekleştirmektir. Buna göre, süreç içerisinde ULUSAL özellikler atılmalıdır. Örneğin Rusya'daki bütün uluslar kendi dillerini bırakıp bir tek dili benimsemeli (RUSÇA), kendi dinlerini bırakıp bir tek 'DiN', (SOSYALiZM inancı) çevresinde kenetlenmeliydi. Zekeriya Sertel'in Azerbaycan anılarında, bu gerçek çok acı bir biçimde gözler önüne serilmiştir. Şimdi Sertel'in anılarından uzun-
1 68
ca bir bölümü aktaralım: "Yerli halktan biri bir Rusla Türkçe konuşmaya kalkarsa, (Rus)
onu Milliyetçi olarak suçlar. Türkler böyle bir suçlama altında kalmamak için, Rusça konuşmayı yeğ görürler. Bir gün komşumuz ve dostumuz bir Rus kadını bana şikayet etti.
- Şu Azeri Türkleri çok Milliyetçi! dedi. - Neden? dedim. - Hep Azeri Türkçesi konuşuyorlar. Ben Azeri Türkçesi bilmiyo-
rum. Benimle bile Türkçe konuşmaya kalkarlar. Evet, bu (Rus) kadın bir Azerbaycan Türk'ü ile evlidir. 1 2
yıldan beri Azerbaycan'dadır. Fakat yerli dili öğrenmemekte ısrar etmiş. ONUN BU HAREKETi MlLLIYETÇlLIK OLMUYOR DA, KENDi DlLINI KULIANDIGI IÇlN AZERi TÜRKÜ SUÇLU OLUVERiYOR! Güzel zihniyet! ! !"
"Ruslar, halklara dinlerini, milliyetlerini unutturmak için birçok yollara başvururlar. 1- Bu memleketlere, Rus gençleri, özellikle Rus kadınlan gönderirler. Bu kadınlar yerli erkeklerle evlenirler. DOGAN ÇOCUKLAR ARTIK RUS'TUR! (Bakü'de Türkler şimdiden azınlığa düşmüşlerdir. Bakünün 1 ,5 milyon nüfusu vardır. (yıl: l 970'ler) Bunun üçte biri Türk'tür. öteki ikisi, Ermeni ve Rus! Yalnız taşra köyler bu RUSLAŞTIRMAYA karşı direnmekte devam ediyorlar. Türk Cumhuriyetlerde bulunan Ruslar, asla yerli dili kullanmazlar. Etüdik bir yolla, inatla ve ısrarla Rusça konuşurlar. Gazeteler de kullanılan dil de Rusça'dır. 2- Azerbaycan'da Türk okulları azalıyor, Rus okulları çoğalıyor. Ülkede ilk ve ortaokulların yalnızca yüzde onu Türk okuludur. Geri kalanı "RUS OKULU"dur. Rus okulunda Türkçe, haftada bir saaat öğretilir. Azeri tarih ve edebiyatı hiç öğretilmez. Rus okullarında okuyan Türk çocukları kendi dillerini kendi tarihlerini ve edebiyatlarını öğrenemezler, AMA RUSÇALARI MÜKEMMELDİR. Bundan
169
başka çocuk yuvalarında öğrenciler yalnızca Rusça konuşturulur. Bundan başka çocuk yuvalarında öğrenciler yalnızca Rusça konuşturulur. Çocuklar evlerinde olmazsa Rusça'yı buralarda öğrenirler. 3- Stalin Döneminde Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan'daki Türklerin, Türkiye ile her türlü bağlantılarını kesilmiştir. DiLLERiNE UYGUN OLMADIGI HALDE BU MEMLEKETLERDE RUS HARFLERİ KABUL EDİLMİŞTİR. (abç) Biz onların yaşayışlarını okuyamayız, onların bizimkini sökerler. Zaten bu memleketlerde Türkiye'den kitap gazete ve dergi getirmek yasaktır.
Bir gün, Bakü'de deniz kenarında oturuyordum. Yanıma bir ihtiyar geldi. Beraberinde 6-7 yaşlarında torunu vardı. Torunu ile RUSÇA konuşuyordu. Şöyle bir yüzüne baktım. Anladı.
- Bağışla efendi, dedi. Bizim torun mektepte RUSÇA konuşuyor. Eve gelince bizimle de RUSÇA konuşmakta ısrar ediyor. TÜRKÇE CEVAP VERSEN KIZIYOR! Bizleri de Rusça konuşmaya zorluyor.
- Siz nerelisiniz? dedim. - Taşralıyım, dedi. Şimdiye kadar biz bu RUS DAMGASINA
karşı geliyorduk. Ama şimdi oğullarımız ve torunlarımız bizi bu yola sürüklüyorlar. Başımız dertte.
Sonra kendisini çağıran torunununa döndü, durdu ve RUSÇA cevap verdi.
(Zekeriya Sertel, bundan sonra, Sovyetler Birliğindeki Türk Cumhuriyetlerinde, TEKNiK SÖZCÜKLERi, EDEBi, FELSEFi TERiMLERi ÖGRETECEK LüGATLAR BULUNMADIGINI, BU TERiMLERiN RUSÇA'DAN ALINDIGINI anlatıyor.) "Daha şimdiden Azeri Türkçe'sinin %40'ı Rusçadır", diyor ve ekliyor. "Benim görüşüme göre, yüz yıla varmaz bu memleketlerde RUSLAŞMA hedefine varacak."
170
(Adı Rusça olan Türkler onu daima çok rahatsız ettirmiştir. Daha çarlık döneminde başlayan soyadının sonuna "OF" ekleme adetinin devam ettiğini, son zamanlarda bazı yazar ve ediplerin bundan kurtulmaya çalıştıklarını, AHMEDOF, MEHMEDOF gibi adları bırakarak Türk adlarını kullandıklarını, ancak halkın bu örneği izlemediğini anlatıyor.)
Rusların Azerbaycan'da tanıdığı bazı Türklere RUSÇA ad taktıklarını anlattıktan sonra, şu örneği veriyor:
"Bizim avluda konuşan ·�ocuklar Rusça konuşurlardı ve birbirlerini Rus adlarıyla çağırırlardı. Evde de aralarında Rusça konuşurlardı. Komşulardan birinin ALI adında bir oğlu vardı. Beni görünce koşar:
- Zekeriya Bey, Marki yest? (Pul var mı?) diye sorardı. Ben de Türkçe sö) lemedikçe pul vermeyeceğimi söylerdim.
Mahzun mahzun yüzüme bakar, uzaklaşırdı. Derken, yukardan annesinin sesi duyulurdu.
-ALEK, idi suda! (Gel buraya) Annesi Türk'tü ve çocuğunun adı ALI idi. Annesi ona ALEK Rus
adını takmıştı. Rusların kullanmakta olduğu RUSLA$TIRMA metodlarından
biri de okuldur. Küçük Cumhuriyetler kendi dillerinde okul açabilirler. Ama küçük Cumhuriyetlerin açtıkları okullar yerli halkın ihtiyacını karşılamıyor. Okulu bitirdikten sonra yükselmek, ilerlemek imkanlarından yoksun kalıyorlar. Ilerleyebilmek için RUSÇA BİLMEK, Moskova'da yüksek okullarda tahsil görmek gerekiyor. BU NEDENLE BÜTÜN AiLELER ÇOCUKLARINA DAHA KÜÇÜK YAŞTAN lTIBAREN RUSÇA ÖGRETIYORLAR. OKUL ÇAGI GELiNCE ÇOCUGU RUS OKULUNA VERiYORLAR.
Ruslar öteki halkları RUSLAŞTIRMAK için de bu durumdan yararlanıyorlar. Küçük Cumhuriyetlerde bol bol RUS OKULU
1 7 1
açıyorlar. Örneğin Bakü'de iki yüz okuldan yalnızca l 7'si Azeri Okulu'dur. Geri kalanı RUS OKULU'dur. Öteki Cumhuriyetler de durum budur.
Çocuklara RUSÇA öğretmenin yollarından bir de ÇOCUK YUVAIARIDIR. Sovyetlerde 3-6 yaş arasındaki çocuklar mutlaka çocuk yuvalarına giderler. Orada kadınlar çalıştığı için, çocukları çocuk yuvalarına verme zorunluluğu vardır. işe giden kadın, sabah erkenden çocuğunu ana yuvasına bırakır. Akşam, işten dönüşte alır. Çocuk bütün gününü çocuk yuvasında geçirir. BURADA EGİTMEN KADINIAR RUSTUR. ÇOCUKLAR KENDI ARAIARINDA RUSÇA KONUŞURIAR. Böylece çocuk daha bu yaşında Rus Okullarına hazırlanır. Ve gitmek çağı gelince, aile ister istemez RUS OKULUNU seçer çocuğa.
Sovyetler'de EN BÜYÜK SUÇ MİLLİYETÇİ OLMAKTIR. BU HAK YALNIZ RUSLARA TANINMIŞTIR! Dünya komünizmi, milliyeti eritir. Komünist olan milliyetçi olamaz. ONUN iÇiN MiLLi DAVALARINIZI ANCAK KOMüNIZM PERDESi ALTINDA YÜRÜTEBiLiRSiNiZ. DOGRUDAN DOGRUYA MiLLiYETÇi OLAMAZSINIZ. RUSIAR BUNU ÖTEKİ SOVYET HALKIARINI RUSIAŞTIRMAK İÇİN BİR ARAÇ OIARAK KULLANIRIAR. Bütün Cumhuriyetlerde YALNIZCA RUSÇA KONUŞULMASINI isterler." (Azerbaycan Anıları-Yazı dizisiMilliyet Gazetesi- 3 1 Ekim 1 991 Bölüm 5)
Bu anılan okurken bilmem ayırdına vardınız mı? Şimdiki Suudi Arabistan yönetiminin, Arap olmayan Müslüman uluslara yapmaya çalıştıklarının, geçmişteki Rusların SSCB'deki Rus olmayan uluslara yaptığından pek bir başkalığı yoktur. Geçmişte (Yanlış anlaşılmış) ISLAM ADINA! yapılanların, SSCB'de (Yanlış anlaşılmış) "SOSYALiZM ADINA" yapılanlar ile çok büyük benzerlikler gösterdiği ACI BiR GERÇEKTiR. 'Yanlış anlaşılan İslam'da da en büyük suç milliyetçi (Kavmiyetçi) olmaktır. Bu hak da yalnızca Arapla-
172
ra tanınmıştır. 'Yanlış anlaşılan İslam' ulusları eritir, "lslam olan ulusalcı (Kavmiyetçi) olamaz' derler. Bu yüzden Islam Birliği'nde ulusal amaçlarınızı ancak İslam perdesi altında yürütebilirsiniz. Doğrudan doğruya ulusçu olamazsınız. Ulusçu Araplar bunu öteki Müslüman ulusları ARAPIAŞTIRMAK için bir araç olarak kullanırlar. Bütün Müslüman ülkelerde YALNIZCA ARAPÇA KONUŞULMASINI, HIÇ DEGILSE ARAP YAZISINI KULLANILMASINI iSTERLER ... Ruslar nasıl Türkleri RUS YAZISI (Kiril) kullanmaya itmişlerse, Araplar da Türk Dili'ne uymayacağını bile bile Türklere Arap Yazısı kullanmayı dayatmışlardır. Ruslar bu işi "SOSYALiZM ADINA" (Yanlış yorumladıkları) yapmışken, Araplar bunu yanlış anladıkları "ISLAM ADINA!" gerçekleştirmişlerdir. 'Yanlış anlaşılmış İslam," Müslüman olanın Araplaşması gerektiğini sanmaktadır. Tıpkı Ruslarca yanlış anlaşılan sosyalizmde de Sosyalist olanın Ruslaşması gerektiğinin sanılması gibi! . .
Oysa Gerçek Islam öğretisi, "Uluslar (Kavimler) yok olsunlar, bütün Müslümanlar da Arap olsunlar," demez; "Uluslar (Kavimler) var olsunlar; ancak Kardeşçe yaşasınlar,"der. ..
Gerçek Islamda: "Arapça'dan başka bir dili konuşan, Arap Yazısından başka bir yazı kullanan Islam olamaz," diye bir kural yoktur. Ancak, kimi kişiler Islam'da böyle bir kural var sanmışlardır. İslam Birliği, ulusların ortadan kaldırılmasını gerektirmez. Ancak bazı kişiler; "Müslümanlar eğer birlik olacaklarsa, ulusların ortadan kalkması (bir potada erimesi) gerektiğini" sanmışlardır. Türklerin SOSY ALIZM adına RUSIAŞTIRILMASl'nın bir benzeri, Türklerin, yanlış anlaşılmış İSLAM ADINA ARAPLAŞTIRILMASI biçiminde uygulanmıştır. Türkler Müslüman olabilmek için kendi adlarını bırakıp Arap adları almanın gerektiğini sanmışlardır. Oysa, gelmiş geçmiş bütün Tanrı Elçileri Müslüman
173
idiler, ancak bunların adları Arap adı değildi. Adı Arapça olan ilk-tek Tanrı Elçisi, Muhammed'dir. Demek ki Müslüman olmanın ön koşulu, kendi adını bırakıp Arap adı almak değildir. Ancak, böyle yapmak gerektiği sanılmıştır. Tıpkı, Rusya'da yaşayan Türklerin, RUS ADIARI almaları gibi! . .
Müslüman olmak için, Arap Yazısı ile yazmak gerektiği sanılmıştır. Oysa, Tanrı'nın, Saygın Elçisi Muhammed'den önceki bütün elçileri de Müslüman idiler, ancak yazıları, Arap Yazısı değildi! Her biri kendi döneminde, kendi ulusunun kullandığı yazı ile yazmtşlardır. T.E. Musa'nın bir 'LEVHA'ya kazıdığı Tanrı Buyrukları, Müslüman buyrukları idi, ancak Arap Yazısı değildi! Tanrı, bütün Elçilerine Müslümanlığın ilkelerini yazdırmıştır. Elçisi Muhammed'den önceki Elçileri, Müslümanlığın ilkelerini Arapça'dan başka dillerde (Kendi dillerinde) (Kendi yazılarıyla) yazdırmışlardır. Demek ki Müslüman olabilmek için Arap Yazısı kullanmak da bir ön koşul değildir. Her bir Ulus, kendi dilinde konuşup, kendi yazısıyla yazarak Müslüman olabilir, OLMUŞTUR DA!. (Olduğunu Kur'an'dan okuyoruz.)
Öyle ise, niçin Arap olmayan Müslüman uluslardan Arap Yazısı kullanmaları istenmiştir? .. (Şimdi de istenmekte!) Bu bir Tanrı buyruğu değil iken, niçin böyle bir koşul öne sürülmüştür: İNANÇ BİRLİGİ ADINA!
Bütün Arap olmayan Müslüman Uluslar, Arap Yazısını kullanırlarsa, ARAIARINDA BİRLİK SAGLANIR, diye bir düş kurulmuş ise de, bütün Arap olmayan Müslüman ulusların bin yıl boyunca Arap yazısi kullanmalarına karşın, aralarında bir birliğin sağlanamadığı; tersine birbirlerini arkadan vurdukları ACI BiR GERÇEK OLARAK yakın geçmişte yaşanm�ştır. 1. Evrensel Paylaşım Savaşında, Arap Yazısı kullanan Suudi'ler, Arap Yazısının uyarlanmışını kullanan TÜRK'leri, Ingilizlerle birleşip arkadan vur-
174
muşlardır. Demek ki YAZI'da birlik, yaşamda tepişmeyi önleyemiyor.
T.E. Muhammed'in sağlığında çevresindekilerin yaklaşık hepsi de Arapça konuşur Arapça yazarken, Müslümanların kimileri 'HiCRET (GÖÇ) BUYRUGU'na uyarak Mekke'den Medine'ye göç etmiş; kimileri de bu buyruğa uymayarak göç etmemişlerdir. Eşdeyişle ikiye bölünmüşlerdir. Oysa bunların hepsi de Arapça konuşup Arap Yazısı kullanıyorlardı. Demek ki, bütün Müslümanların tek bir yazıyı (ARAP Yazısını) kullanmaları, onların davranış BİRLİGİNİ sağlayamıyor.
Tanrı'nın saygın-seçkin Elçisi Muhammed'in ölümünden çok değil bir kaç yıl sonra, hepsi de Arap yazısıyla yazan Araplar arasında çok sayıda DİNDEN DÖNME olayları yaşandı. Ebubekir'in yönetimi, bunlarla (savaşmakla) geçti. Dinden dönenler de Arap Yazısını kullanıyorlardı, dönmeyenler de!.. Demek ki Arap yazısını kullanmak, Dinsel bir birlik sağlamaya da yetmemektedir.
Ebubekir'den sonra yönetimi eline alan Ömer, çıkarlarına dokunduğu kimi Müslümanlarca öldürtüldü. (T.E. Muhammed'in ölümünden yalnızca 1 2 yıl sonra!) Ömer'i öldürenler de Arap Yazısını kullanıyorlardı koruyanlarda; ancak BiRLiK DEGIL iDiLER. Demek ki tek bir yazıyı kullanmak, kişileri tek bir amaç çevresinde birleştirmeye yetmemektedir.
Ömer'den sonra Osman, Müslümanların yönetimine geçti. Osman'ın ÖLDÜRÜLME NEDENi ARAP YAZISININ (Eğer özenle yazılmazsa) ARAPIAR iÇiN BiLE YETERLi OLMAYIŞIDIR. Osman Yönetime başladıktan altı yıl sonra, Müslümanlar arasında arka arkaya ayaklanmalar çıkmıştır. Ayaklananlar da Arap Yazısını kullanırlardı, bastıranlar da! Üstelik, hepsi de 'Müslüman'dılar! Ayaklanmalar birbirini izledi. Osman karşıtları ile Osman yandaşları pek çok kez çarpıştılar. Sonunda Osman'ın karşıtları onu Metli-
175
ne'de kuşattılar. Osman, onların isteklerini yerine getirmeyi benimsedi. Osman, Mısır yerel yöneticisinin, kuşatanların önerdikleri kişi olmasını onayladı. Bunun üzerine kuşatmacılar, Mısır'a geri dönmeye başladılar. Ancak yolda, Osman'ın Mısır'a gönderdiği bir atlı haberciyi yakaladılar. Habercinin elinde Mısır yöneticisine Osman tarafından verilen bir buyruk vardı . Kimi bilginlere göre, bu yazılı buyrukta Osman, kendisini kuşatmaktan geri dönenlerin, Mısıra döndüklerinde KABUL EDİLMELERİNİ istiyor idi. Onlar ise KATİL EDİLMELERi biçiminde okudular. Geriye dönüp Osman'ı öldürdüler. Gerçekten de Arap Yazısı beneksiz yazılırsa 'KABUL' ile 'KATIL' sözcüklerinin yazılışları birbirinin tıpkısıdır. Dileyen KABUL ET, dileyen KATIL ET biçiminde okuyabilir. Işte Osman, kimi tarihçilere göre Arap Yazısının o yıllarda çoğunlukla beneksiz yazılmasının yol açtığı bir yanlış anlama sonucu öldürülmüştür. Demek ki, hepsi de Arap Yazısıyla yazıyor olmalarına karşın, Müslümanlar arasında bir birlik oluşmayabilmektedir. Tersine, Arap Yazısı, kimi durumlarda (özenle yazılmazsa) kendisi bir anlam karışıklığı doğurabilmektedir. Osman, T.E. Muhammed'den yalnızca 24 yıl sonra öldürülmüştür. Tarihçilere göre Arap yazısının benekleriyle oynanan bir oyun sonucu! . .
Sonra Ali geçmiş yönetime . . . Hepsi de Arap Yazısı ile yazan, Arapça konuşan bu Müslümanlar, yine ikiye bölünmüşler: Ali yandaşları, Ayşe yandaşları! Bunlar onbinlerce kişilik ordular oluşturup birbirlerine saldırmışlar. Oluk gibi kanlar akmış. On beş bine yakın Müslüman ölmüş, birbirlerini doğramış. Doğrayan da Arapça yazıyı kullanır, doğranan da Arap Yazısı ile yazarmış. Yenileceğini anlayan ordunun erleri, kargılarının tepesine birer Kur'an asarak boğazlaşmayı durdurabilmişler. O Kur'an'lar da Arap Yazısı ile yazılmıştı, ancak aralarında BiRLiK SAGLAMAK lÇlN YETERLi DEGlLDI BU!. . . Ali, T.E. Muhammed'den yalnızca 29 yıl sonra bir
176
saldırıya uğradı; yaralandı, kısa süre sonra da öldü. Saldıran da Arap Yazısı kullanmış, saldırılan da!. . . Demek ki hepsinin Arap Yazısı kullanır olması, Müslümanları birleştirmeye yetmemiştir.
Bunlar olup biter iken, "Müslüman Araplar yetmiş iki buçuk fırkaya bölünmeye" başlamışlar. Her bir bölük Arapça konuşur, Arap Yazısı ile yazar imiş. Her bölüğün ayrılık ilkeleri, Arap Yazısı ile Arap Dili'yle yazılmış. Demek oluyor ki, Arap Yazısı kullanınca, salt Arap Yazısı kullandılar diye Müslümanlar birlik oluverecek değildiler. Her bir bölüğün ayrılık gerekçeleri Arap Yazısıyla yazılı olduğuna göre, Arap Yazısı, bölünmeyi önleyici bir yazı değil demektir. Öyle ise kişiler ya da uluslar arasındaki iNANÇSAL birlik, yazıda birleşme aracılığıyla sağlanamaz. SAGLANAMAMIŞTIR DA! (Irak ile Iran yakın geçmişte 8 yıl savaştılar. iki ülkede de Arap Yazısı kullanılıyordu. ikisi de Müslüman olduklarını söylüyorlardı.)
Bunlar yaşanmış gerçeklerdir. Bilim de gerçeklerle uğraşır. Düşlerden yararlanır, ancak umut beklemez. Gelgelelim, kimi Dilbilginleri, bu nesnel gerçekleri yalan saymış, "Arap Yazısının Birleştirici Bir Yazı Olduğu" yolunda palavralar sıkmışlardır. (Zeki Velidi Togan, Turgut Akpınar, vb.)
Çeşitli uluslar arasında bir iNANÇ BIRLIGI sağlayabilmek için, öncelikle YAZI + DiL BIRLIGI (Tek Dil) (Tek ".azı) sağlamak gerekmez. Bir iNANÇ, çeşitli DiLLERDE anlaşılabiliyorsa bu yeter; dilleri başka başka olsa dahi kişiler, uluslar arasında bir inanç birliği sağlanabilir demektir. Gerçekten de, Anadili başka başka, yazı türleri başka başka olan pek çok ulusa bağlı kimseler, bu gün Hıristiyanlık inancındadır. Hıristiyan Araplar vardır, Hıristiyan Hintliler, Hıristiyan Bulgarlar, Hıristiyan Almanlar, Hıristiyan Italyanlar, Hıristiyan lngilizler, Hıristiyan lspanyollar, Hıristiyan Brezilyalılar, Hıristiyan Ruslar, Hıristiyan Koreliler, Hıristiyan Afrikalılar, Çinliler, Japonlar vardır. Bunların dilleri başka başka,
177
yazılan da başka başka, ancak 'inançları Bir'dir. Demek ki, uluslar arasında bir inanç Birliği sağlanabilmesi için; dil, yazı birliği sağlanması, bir önkoşul değildir. Uluslar arasında bir inanç birliği sağlayabilmek için, uluslar bütün ulusal özelliklerini bir yana bırakmalıdırlar; ulusal özellikler yok olmaksızın, uluslar arasında inanç birliği sağlanamaz, diye bir kural da yoktur. Ulusal biçimlenme aynlıkları, çok uluslu inanç birliği oluşturmanın önünde engel değildir. Ulusal Dil ayrılıkları, uluslararası inanç birliği oluşturmanın önünde engel değildir. Tersine iNANÇ BIRLIGI OLUŞTURMANIN ÖNüNDEKI BiRiCiK ENGEL, 'iNANÇ BIRLIGINI SAGLAYABILMEK iÇiN ULUSAL ÖZELLiKLERiN bir potada eritilip YOK EDiLMESi GEREKTIGI' DÜŞÜNCESiDiR. iNANÇ BIRLIGI OLUŞTURMANIN ÖNÜNDEKi BiRiCiK ENGEL; BU BIRLIGIN ANCAK ULUSIARIN DOGAL RENKLERINJN SiLiNMESiYLE GERÇEKLEŞEBILECEGI YALANIDIR. Çünkü Ulusal renk-ler,nitelikler, ulusların mayasından, doğasından, yaradılışından kaynaklanmaktadır. Tanrı öyle istediği için, yeryüıünde ayn ayn Uluslar bulunuyor. Tanrı öyle istediği için, yeryüzünde başka başka DiLLER konuşuluyor. Tanrı öyle istediği için, yeryüzünde kullanılan yazı türleri başka başkadır. Tanrı öyle istediği için, kişioğulları ulusal öbekler, kümeler biçiminde ayrı toplumlar oluşturmuşlardır. Öyle ki; Yine Tanrı öyle istediği ıçın, bu ulusal özellik aynlıkları, inanç Birliği oluşturmanın önünde bir engel oluşturmuyor! Tanrı, uluslara başka başka diller vermiş; başka başla y;azılar öğretmiş, anlaşabilsinler diye, onlara bir de 'çeviri yeteneği' sunmuştur. Descartes: "Tanrı kişilere "doğruyu bulma" yeteneğini verdiğine göre, yanlış yapma özgürlüğünü de tanıdığı için suçlanamaz." diyor. Tıpkı bunun gibi, biz de: "Tanrı bütün uluslara 'Çeviri Yoluyla anlaşma Yeteneği" verdiğine göre, dillerin, yazıların
178
çeşitliliğinden dolayı suçlanamaz." diyeceğiz. Arap olmayan ulusların Müslüman olabilmek ıçın öncelikle
Arap Yazısını kullanmaları gerektiği koşullandırmasının bin yıl önce olduğu gibi bugün de savunucuları vardır. Zaman Gazetesi'nin 1 5 Eylül 199 1 sayısında, Muhammed Han Kayhani adlı bir köşe yazan, bakın ne diyor: (Atatürk döneminde yapılan Yazı Devrimi ile) ( eb)
"Kullanılmakta olan KUR'AN ALFEBESi bir gece içinde değiştirilerek, bu toplum cehaletin karanlığına itildi." -
"Müslümanların Alfabesi değiştirildi, onları İslam'dan şiddetle uzakfaştırdı. "-"İslam Alfabesi yasak olduğu halde, Müslüman Türk Halkı lslam'dan ayrılmadı."
Kolayca görülebileceği üzere, bu yazar okuyucusunu bir kaç yönden kandırmaktadır. Birincisi "Kur'an' Alfabesi", "Müslüman Alfabesi", "lslam Alfabesi" diye diye sokuşturmaya çalıştığı yazı, bugün Arapların kullandığı ARAP YAZISI ile bunun bozulmuş biçimi olan OSMANLI YAZISI'dır. Bu tilki, bize ARAP YAZISI ile bunun bozulmuş biçimi olan OSMANLI YAZISINI, 'KUR'ANMÜSLüMAN- ISIAM YAZISI' imiş gibi satmaya çalışıyor. Kur'an, yalnızca Kur'an'a özgü bir yazı ile yazılmamıştır ki KUR'AN ALFABESi diye bir yazı türü olsun! Kur'an'da kullanılan yazı türü, puta tapıcı Arapların T.E. Muhammed'den önce bilip kullandıkları bir yazıdır. Bu yazı türü ile Kur'an yazılabildiği gibi; yüz kızartıcı nice sövgüler de yazılabilir. Bu yazı ile yalnız Kur'an yazılmaz, başka sözler de yazılır. Bu yazı türü ile: "TANRI YOKTUR" sözleri yazılabileceği gibi; "TANRI VARDIR, BiRDiR, ONDAN BAŞKA TANRI YOKTUR" sözleri de yazılabilir. Öyle ise bu yazıya, yalnızca Kur'an'a özgü, yalnızca Müslümanlara özgü, yalnızca tslam'a özgü bir yazı imiş de başkaları bu yazıyı kullanamazlarmış gibi KUR'AN-ISIAM-MÜSLÜMAN ALFABESi adını takmak, çok yaman
179
bir tilkiliktir. Çünkü, bize eğer ARAP YAZISI'nı ya da bunun bozulmuş biçimi olan OSMANLI YAZISINI kullanmaz isek, damgayı basacaktır: KUR'AN YAZISINA KARŞI ÇIKTIN! DEMEK Kl MÜSLÜMAN DEGILSIN! Oysa Kur'an'da kullanılan Arap Yazısının eşi ile yazılmış 'Yahudi,' 'Hıristiyan', Tanrı tanımaz, ya da doğayı Tanrı olarak tanıyan pek çok yazı vardır ki; bunlar da Arap yazısı ile yazılmıştır!. . Demek ki, Kur'an'ın yazıldığı Arap Yazısını kullanmak bile yalnız başına Müslüman olmaya yetmez. Kafirler (Eşdeyişle, T.E. Muhammed'in bildirdiklerinı yadsıyip onu elçi olarak görmeyenler) de Kur'an'daki yazının tıpkısını kullanmaktaydılar. Ancak, Islam, Müslüman değildiler.
ikincisi, bugün basılan Kur'an'larda kullanılan Arap yazısı, T.E. Muhammed'in döneminde kullanılan Arap Yazısından BAŞKA'dır. Öyle ki, T.E. Muhammed bir an için dirilip, bugün basılan Kur'an'ları görse, bu Kur'anların yazıldığı Arap yazısının, kendi döneminde kullanılan Arap yazısı olduğuna inanamaz. Çünkü bu yazı evrilmiştir, DEGİŞMİŞTİR. Öylesine değişmiştir ki, efde bulunan en eski Kur'an yazmasını okuyabilmek, bugün hiç bir ImamHatip Lisesi öğrencisince başarılamaz. Bunu ilahiyat Fakültesi öğrencileri de başaramaz. Bugün Islam olup da Arapça bilen yüz milyonlarca kişi arasında, bu yazmaları okuyabilecek kişi sayısı belki elliye varmaz. Onlar da ancak bu yazı üzerinde özel araştırma yürüten uzman kişilerdir. Bugün kullanılan Arap Yazısını KUR'AN YAZISI olarak niteleyebilmek için, bugünkü Arapların ilk Kur'an'ların yazısını okuyabilmeleri gerekir. Bugünkü Araplar ise, T.E. Muhammed Döneminin Arap yazısını okuyamamaktadırlar. T.E. Muhammed'den iki yüz yıl sonra yazılmış Kur'anları bile okuyamıyorlar. Çünkü, bugün kullanılan ARAP YAZISI, o dönemde kullanılan Arap Yazısı ile eş değildir; yazı biçim değiştirmiş. Bu da çok doğaldır. Ancak çoğu kimse bu gerçeği bil-
180
miyor. Bu nedenle, bu gibi yazarlar, bugün kullanılan Arap Yazısını sanki T.E. Muhammed Döneminde kullanılan Arap Yazısının tıpkısı imiş gibi sunarak, sanki biz bugün kullanılan Arap yazısını kullanmaz isek, Müslümanlığımızın sarsılacağını söyleyebilmektedirler.
Üçünçüsü: Osmanlı Döneminde kullanılan yazının türü KUR'AN' da kullanılan ARAP YAZISI olmadığı gibi; buna, ancak 'Osmanlı Yazısı' denebilir. Çünkü Osmanlıların kullandığı yazıya Kur'an'da, Arap Yazısında bulunmayan pek çok birim sokuşturulmuştur. Osmanlı'nın kullandığı yazıyı, bir Arap doğru seslendirememektedir. Yazı Devrimiyle kaldırılan yazı, Arapların bile doğru okuyamayacağı Osmanlı Yazısıdır. Yazar ise, kalkmış, Ülkemizde Atatürk'ün Yazı Devrimiyle ortadan kaldırdığı yazının, 'KUR'AN ALFABESi' olduğunu söylemektedir. Öyleyse YALAN konuşmaktadır. Kur'an, Osmanlı Yazısıyla yazılmamıştır çünkü . . .
"Kur'an'ca" diye bir dil olmadığı gibi, "Kur'an Yazısı" diye ayn bir yazı türü de yoktur. Kur'an, 'Kur'an'ca değil 'Arapça'dır, ki bu Kur'an'ın içinde de böylece belirtilmiştir. Kur'an, 'Kuran'a özel bir yazı türü' ile yazılmamıştır. Puta tapanların bilip kullandıkları Arap Yazısıyla yazılmıştır. Bu Arap yazısına "Kur'an Alfabesi" denilemez. 'Arap ulusal Yazısı', denebilir. Kur'an da Arap Ulusal Yazısıyla yazılmıştır.
Öyle ise ne demeye ARAP YAZISI demek yerine 'KUR'AN ALFABESi', 'lSLAM ALFABESi' ya da 'MÜSLüMAN ALFABESi' diyorlar? Arap olmayan Müslümanları kandırmak için! Arap Dili'nin, Arap Yazısı'nın EGEMENLIGINI, Arap olmayan Müslümanlara benimsete-
. bilmek için! Din perdesi altında ARAP MILLIYETÇILIGI! . . Tıpkı Sovyetler Birliği'nde sosyalizm adına Rus milliyetçiliği yapılarak Rus olmayanların· sosyalizm adına Ruslaştırılmaları gibi; lslam Birliği adı altında Arap milliyetçiliği yapılarak, Arap olmayan Müslüman
1 8 1
uluslar Araplaştırılmaya çalışılmıştır, çalışılmaktadır. Atatürk Döneminde gerçekleşen Osmanlı Yazısının kullanımdan kaldırılması olayı, bu gibi [Din görüntüsü altında Arap Milliyetçiliği yapanlar] tarafından Islamiyete karşı girişilmiş bir saldın olarak gösterilmeye çalışılıyor. Oysa Atatürk, ne 'Arap Yazısı'nı ne de 'Kur'an Yazısı'nı kaldırdı. O yalnızca Arapların bile okuyamayacakları düzeyde bozulmuş bir Arap Yazısı olan Osmanlı Yazısını kaldırdı. Osmanlı Yazısı, Arap Yazısına benziyor diye, Arap Yazısından bozularak oluşturulmuştur diye, bunu bile Islam adına korumaya kalkanlar; Arap olmayan Müslüman uluslara, ellerinden gelse Arabın 'bokunu' bile 'İslam' diye yedirmeye kalkışacak utanmazlardır.
Arap olmayan Müslüman uluslar içerisinde Latin Yazısına geçen ilk ulus, Anadolu Türkleri değildir. Azerbaycan'dır. Arap Yazısından bozma yazıyı ilk bırakan Müslümanlar onlardır. Atatürk değil. Ancak, nedense Azerbaycan'ın ilk olduğu unutturulmaya çalışılır da, hep Atatürk'e yüklenilir. Bir ulus Arap yazısını bırakıp diline uygun başka bir yazı kullanmaya başlar ise, Islam adına suçlanmaya başlanır: "lslam'dan uzaklaşmaya başladı! Müslümanlara sırt çevirdi! Kur'an Alfabesini bıraktı! Islam Alfabesini, Müslüman Alfabesini bırakıp Gavur yazısına döndü! . . "
Bu yanlış düşünce, bin yılı aşkın süredir, Arap olmayan Müslüman uluslar üzerinde bir tinsel baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Müslüman olabilmek için Arap Yazısı [ya da bu yazının bozularak uyduruk biçimde Türk ağzına geçirilmeye çalışılan Osmanlı Yazısı] kullanılmazsa, Müslümanlığın biteceği yanılgısı öyle bir işlenmiştir ki, Türkiye'de Osmanlı Yazısı kaldırılınca, sanki Müslümanlık yasaklanmış gibi bir anlayış gi'nşmiştir. Yine Zaman Gazetesi'nde (4 Kasım 199İ) Hekimoğlu Ismail adlı bir yazar, bu durumu şöyle dile getiriyor:
182
"Harf inkılabı ve diğer devrimler karşısında (1928) bir kısım dindar ilim adamları, 'ARTIK BİR ŞEY YAPAMAYIZ' diye, köyüne, kentine çekildi." ( . . . ) "Şimdi ( 1991) İSLAMİ BASIN YAYIN dan söz edilebilir. 1 70 kadar kitapçı (Latih Yazısıyla) dini yayın yapmaktadır. Kitap işinde oldukça ileriyiz."
Evet, bu yazarlar kendi ağızlarıyla, yazdıkları yazılarla, gerçekte kendi yanlış düşüncelerini yine kendileri çürütmektedirler. Şimdi, eşdeyişle bugün, 1992 yılında, Türkiye'de bir İSLAMİ BASIN YAYIN vardır. Ancak bu basın yayın Arap Yazısıyla ya da Osmanlı Yazısı ile değil, Atatürk Devrimiyle benimsenen yazıyla çalışmaktadır. Demek ki, Arap ya da Osmanlı Yazısı kullanmaksızın da ISIAMI YAYIN yapılabiliyormuş! Öyle ise bu kişiler, şimdi kullandıkları bu yazı türüne nasıl olup da ISIAM DEGIL, GAVUR IŞI diye karşı çıkabileceklerdir? Bu yazı ile ISIAMI YAYIN yapılabildiğini, kendileri yaparak kanıtladıktan sonra, bu yazıya nasıl karşı çıkabilirler? Bu yazı kendilerini ISIAMIYET'ten uzaklaştırmadığına göre bütün SÖZDE ISIAMI DÜŞÜNCELERiNi bu yazı türü ile yayabildikleri bir gerçek olduğuna göreı DEMEK Ki YERYÜZÜNDEKi BÜTÜN YAZI TüRLERI iLE ISIAM DÜŞÜNCESi YAYILABlLIR. ISIAM, ·
ARAP YAZISINA TUTSAK DEGILDIR. MÜSLÜMAN OLMAK iÇiN ARAP. YAZISI YA DA - OSMANLI YAZISI KULLANMAK GEREKTIGI· DÜŞÜNCESi, YALNIZCA ISLAM'I ARAP ÇIKARLARININ BiR ARACI OLARAK KULLANMAK iSTEYEN ARAP ULUSÇULUGUNUN ORTAYA ATTIGI BiR TUZAKTIR.
işte sonradan Müslüman olan bir kişinin kendi adını değiştirip Arap adı alması, kendi kullandığı yazı türünü değiştirip, kendi dilini Arap yazısıyla yazması; üzümden ya da portakaldan bir ayrıcalığı olmamasına karşın, hurmaya bütün öteki yemişlerden ayrı bir saygı göstermesi. çoğu kişilerin ISLAM olmayı, ARAPLAŞMAK sandıklarının bir göstergesidir. Çoğu Araplar da bu yanlış
1 83
sanıyı sürdürmekten ulusal bir çıkar elde etmektedirler. Oysa Tanrı'nın bir ulusa bir elçi yollaması, o ulus açısından iki gerçeği ortaya çıkarır. Birincisi, Tanrı onlara bir değer vermiştir. ikincisi, o yıllarda yeryüzünde Tanrı'yı en çok öfkelendiren bu ulustur. Tanrı, bunları yok etmeden önce son kez uyarmaktadır! Bunu şöyle de anlayabiliriz. Bir dilenci (ya da çok yoksul bir kişi) gördüğümüzde ona yardım ederiz. Bu yardım bizim ona acıdığımızı, değer verdiğimizi gösterdiği gibi, onun da acınacak durumda olduğunu kanıtlar. Acınacak durumda olmak ise, bir yücelik değildir. Araplar, Tann'nın kendilerine bir elçi göndermesi olgusunun yalnızca bir yanını abartıp, öteki yanının unutturuyorlar. Eğer 6 1 O yıllarında kendilerine bir uyarıcı geldi ise, bu durum Tann'nın onları yok etmeden önce son bir kez uyarmak dileğinin de bir göstergesidir. Bu, Kur'an'da da böylece belirtilmiştir. Eğer T.E.Muhammed'in bildirdiği Tanrı buyruklarına uymayacak olurlarsa yok edilecekleri, yerlerine başka bir toplum getirileceği -AÇIK AÇIK- yüzlerine karşı söylenmiştir. Arap Ulusu, Tanrı onlara bir uyarıcı göndermeden önce, "CEHENNEMiN YANIBAŞINA DEK
... GELMiŞ" bir ulus idi! Bu da Kur'an'da yazılıdır. Araplar CEHENNE_ ME YUVARLANMAK ÜZERE OLDUKLARI O YILLARDA, hangi Alfabe_yi kullanıyorlardı? Hangi dili kullanıyorlardı�. . Arap Dili, Arap Yazısı, Arap Alfabesi! . . Kur'an, işte bu dili, bu yazıyı kullanmıştır. Demek ki bu yazıyı bu dili kullanarak cehenneme de gidilebilir cennete de! . . Söz, yazı, bunlar yalnızca birer araçtır. KULLANILIRLAR. iyi, doğru kullanılabildikleri gibi; kötü, yanlış da kullanılabilirler. Arap Yazısı ile, Kur'an'ı yazmakta kullanılan yazı türü ile, cennetlik düşünceler dile getirilebildiği gibi; bu yazı türü ile cehennemlik düşünceler de dile getirilebilir. Kur'an'da, cehennemlik düşüncelerin neler olduğu, Kur'an'ın yazıldığı yazıyla gösterilmiştir. Demek ki Kur'an'ın yazısı, cehennemlik düşünceleri
184
yazmak için de kullanılabiliyor. Öyle ise, ISIAMI ARAP YAZISINA BAGLI SAYMAK, gerçeğe uymaz, Kur'an'a aykırı bir düşüncedir. Kişiler bu yanlış düşünceyi bir an önce bırakmalıdırlar. Ancak, ne gezer? Bu yanlış düşünce bin yıldır işlendiği gibi, günümüzde de çok yoğun bir biçimde işlenmektedir.
Arap illusu, uluslardan bir ulustur. Ne yücedir, ne aşağıdır. Kendine özgü renkleri, özellikleri vardır; dilleri, yazılan vardır. Öteki uluslara üstünlük taslamadıkları, öteki ulusları Araplaştırmaya çalışmadıkları sürece, kardeş kardeş geçinir gideriz. Kendi yazılarını 'Arap Yazısı' olarak değil de 'Kur'an Alfabesi' diye yutturmaya kalkışıp, yakın geçmişte bu alfabe ile yazdıkları bildirileri, lngilizlerle birl'!şip Türklere saldırmak için yaydıkları gerçeğini unutmamal;.n gerekir. Birinci Büyük Paylaşım Savaşı sırasında Ingilizlerle birlik olup Osmanlı'yı arkadan vuran Araplar, bu yaptıklarım 'KUR'AN ALFABESi' diye adlandırdıkları yazıyı kullanarak yazdıkları bildirilerle, güzel göstermeye çalıştılar. Iraklılar, Arap'tır. Yazdıklarının kaçta kaçı Kur'an'a uygundur? Irak'ı yöneten BAAS P ARTISI dindışı bir düşünceyle kurulmuştur. Dindışı tüzükleri, dindışı düşünceleri Arap Yazısı ile yazılmıştır. Bunlar KUR'AN ALFABESi mi kullanmaktadırlar? Eğer kullandıkları yazıya KUR'AN ALFABESi denilecek olursa bu yazı türünün, dindışı amaçlar için kullanılabilmesini nasıl açıklayacaksınız? Suudi Arabistan kendi topraklarını Arap soydaşları Iraklılardan koruyabilmek için Amerikan Ordusunu çağırdığında, hangi ALFABE'yi kullanıyordu? 'ARAP' mı, 'KUR'AN' mı? Kadın-Erkek ilişkilerinin çifteleşme yönünü, en açık biçimde yazan, çiftleşme biçimlerini en ince ayrıntısına kadar anlatan Arap, hangi yazıyı kullanıyordu? 'ARAP yazısı' mı, 'KUR'AN ALFABESi' mi? Dilimize ITIRLI BAHÇE adıyla çevrilen bu kitabın yazan, birilerinin 'KUR'AN ALFABESİ' adını taktıkları Arap Yazısıyla şunları yazmıştır:
1 85
"Es-Sabır: Bir kadın dişilik organı türünün Arapça adıdır. Cinsel birleşim sırasında, erkeğin cinsel organının tüm davranışlarına katlanan kadın dişilik organına Arapçada Es-Sabır denilir." (BKZ: Age-s,)
Demek ki Sabır sözcüğü Kuran'da olumlu bir dinsel erdemin adı olarak kullanılabidiği_ gibi, bir Arapça cinsel bilgi yazısında, kadınlık organının türlerinden birin adı olarak da kullanılabiliyor. Öyle ise, Arap Yazısına kutsallık, üstünlük yüklemek, onu sanki yalnızca dinsel metinleri yazmakta kullanılırmışçasına Dine özel bir yazı gibi göstermek yanlıştır.
Görüleceği üzere, bu gibi yüz kızartıcı sözlerin de yazılabildiği ARAP YAZISI'na KUR'AN ALFABESi demek, KUR'AN'A SAYGISIZLIKTIR. Araplar kendi yazılarını yüceltmek isterlerken, KUR'AN'A saygısızlık ettiklerini göremiyorlar.
'Yeryüzündeki bütün MÜSlÜMAN ULUSIARIN BlR TEK YAZI KULLANMALARI GEREKTIGI' düşüncesi, belki iyi dileklerle ortaya atılmıştır. Ya da bu düşünceyi, içinde bir kötü dilek olmaksızın benimseyenler olmuştur. "EGER BÜTÜN MÜSLÜMAN ULUSIAR TEK BiR YAZI TÜRÜ KULLANIRLARSA, BU ONLAR iÇiN ÇOK iYi OLUR" diye düşünenler, gerçekten de ISLAMIN IYILIGI için bunun gerekli olduğuna kendilerini inandırmış olabilirler. Ancak, Tanrının yarattığı yaşam, kişilerin özel dileklerine uygun olmak zorunda değildir. Benim 'iyi' dileklerim, yeryüzünde hiç kötü kokulu (bok) bulunmasın; varlıklar yesinler, içsinler, ancak kıçlanndan hiç bok çıkmasın, biçiminde olabilir. Eğer benim bu 'iY.i dileğim' Tanrı korusun bir gerçekleşecek olursa, güzel kokulu yemişleri de bulamaz oluruz. Çünkü bütün çiçekler, güzel kokulu varlıklarını, kötü kokulu boklarla beslenerek oluşturuyorlar. Kötü kokulu bok olmasaydı, güzel kokulu çiçek de olamazdı. 'GÜBRE' güzel kokmaz, ancak o olmazsa. güzel kokulu pek çok bitki de yetiştirilemez. Gülün dikeni,
1 86
kişioğluna gereksiz gelebilir, ancak kişinin dikenin işlevi üzerine doyurucu bir bilgisi bulunmuyor. Bilgisi olursa, belki de onun gerekli olduğunu savunacaktır. Kişioğlu kendine çirkin geleni, yanlış sayma eğilimindedir. SARMlSAK çok kötü kokulu bir bitkidir. Kişioğullan eğer kötü kokusundan dolayı sarmısak bitkisinin soyunu kurutmuş olsalardı, kendi kendilerini çok yararlı bir bitkiden etmiş olurlardı. Köpekbalığı korkunç bir yaratıktır. Eğer kişioğullarına kalsa, köpekbalıklarını bütünüyle ortadan kaldırırlardı. Ancak bugün, köpekbalıklarının yapısında KANSER adı verilen ölümcül sayrılığın iyileştiriricisinin bulunduğu anlaşılniış bulunuyor. Eğer sevmediklerimizi yok edebilseydik, belki yeryüzünde yaşam biterdi, kendi soyumuzu da kurutmuş olurduk bilmeden.. . Bu durum GERÇEKTE YIKICI olan NESNELERJ -yıkıcılığını bilmeden SEVMEMiZ için de geçerlidir. Güzel kokmak için ürettiğimiz kimi püskürük nesneler, göğün koruyucu katmanını delmiş bulunuyor. Keçiler gibiyiz. Keçiler de bilmeden, salt · sevdikleri için çam ağaçlarının tepesindeki sürgünleri yiyerek, ·
yaşadıkları ortamdaki bitki örtüsünün yok olmasına neden olurlar. Sevdiğimizi yapmak, sonucun iyi olmasını sağlamayabilir.
işte tıpkı böyle, "YERYÜZÜNDEKi BÜTüN MÜSLÜMANLAR TEK BiR DiL-TEK BiR YAZI KULLANIRLAR iSE, BU MÜSLÜMANLIGIN YARARINA OLUR." düşüncesi de sonucun yararlı olacağını gerçekten bilen kişilerce ortaya atılmış bir gerçek değil, yalnızca kendi kurduğu düşü gerçek yerine geçirmeye çalışan kişilerin ortaya attıkları bir savdır. Tanrı, bütün BiÇiMSEL ÇEŞiTLiLiKLERiN YARATICISIDIR. ÖZSEL BAŞKALIKLARIN YARATICISIDIR. YAZI, KONUŞMA DILl'ne bağlı bir konudur. Bir düşünce, değişik dillerde, o dillere uygun yazı ile yazılabilir. Çin Yazısı ile Çince yazılabildiği gibi, Arap Yazısı ile Arapça, Kiril Yazısı ile Rusça, Latin Yazısı ile Latin-ce, özetle var olan bütün dillerde, o dillere uygun yazılarla
1 87
yazılabilir. Siz yazıların başka başka olmasını istemeyebilirsiniz. Yeryüzünde bir tek dil konuşulsun, bir tek yazı türü kullanılsın isteyebilirsiniz. Bu sizin kendi isteğinizdir. Bakalım Tanrı sizin gibi mi düşünüyor? Kur'an'da:
"Eğer gerçek onların istediklerine uyacak olsaydı, hiç kuşkusuz gökler, yer, bunların içinde olan herkes bozulmaya uğrardı." (23/71) diyor Tann . . . Bu Kur'an'da böylece yazılıdır. Bütün Müslümanların bir tek dili konuşup, bir tek yazı türü kullanmaları bir Tanrı buyruğu değil, kulların uyduruğudur. Tanrı, bütün çeşitleri-türleri yaratıyor; onun kullan ise çeşitleri istemiyor, kendi beğendikleri türü yaşatıp, bütün öteki türleri yoketmeye çabalıyor. Tanrı; Kur'an'da:
:Eğer Tanrı, kişioğullarının bir kesimini öteki kesimiyle savuşturmasa idi, 'MANASTIRLAR" KİLİSELER", "HAVRALAR" ve içinde Tanrı'nın adının sıkça anıldığı "MESCİDLER" kuşkusuz yıkılıp giderdi." (22/40) diyerek, Hıristiyanların MANASTIRIARININ, KiLiSELERiN; Yahudilerin HAVRA'larının; Müslümanlarının MESClD'lerinin yıkılmadan korunması dileğinde olduğunu bildiriyor. Ancak, çoğu Müslüman, yalnızca müslümanlann Camileri, Mescidleri ayakta kalsın; havralar, manastırlar, kiliseler yıkılsın istiyorlar. Bunun Tanrı'nın dileğine aykırı olduğunu bile bilmiyorlar üstelik. işte,. tıpkı bunun gibi; yeryüzünde, Müslümanlar arasında yalnızca Arap Dili konuşulsun, yalnızca Arap Yazısı kullanılsın, diyen Müslümanlar da, kendilerince güzel bir çabaya giriştiklerini sanıyorlar; ancak Tanrı'nın böyle bir buyruğu yoktur. Tanrı; Kur'an'da: '\ :Görmedin mi ki göklerde, yerde olanlarla, dizi dizi uçmakta
,9lan kuşlar, gerçekten Tanrı'yı yüceltmektedir. HER BiRi KENDiNE ÖZGÜ DUASINI (SESLENMESiNi) VE TESBIHlNI (YüCELTMESINl) ,PILMIŞTIR. TANRI ONIARIN NELER EYLEMEKTE OLDUKIARINI
1 88
filLENDIR." (24/4Il diyor. Eşdeyişle, siz onların seslenmelerinin anlamını bilmeyebilirsiniz, ancak Tanrı bilmektedir, diyor. Tanrı, YARATTIGI TÜRETTIGI VARLIK ÖBEKLERiNiN KENDiLERiNE ÖZGÜ birer DiLLERiNiN, kendilerine özgü SESLERiNiN, kendilerine özgü bir SESLENME BiÇiMLERiNiN, kendi öbeklerine özgü, doğalarına uygun DiNSEL TÖRENLERiNiN BULUNDUGUNU, her kesimin kendine özgü biçim� Tanrı'ya seslendiğini · SÖYLÜYOR. Tanrı, bu çeşitliliği yok edin, yeryüzünde tek bir çeşit dil, tek bir çeşit yazı, tek bir çeşit tapım biçimi kalsın, ·diye bir buyruk vermemiştir. Ancak, pek çok Müslüman, Tanrı'nın kendilerine böyle bir buyruk ·
verdiğini sanmaktadır. Bu onların kendi uydurmalarıdır. Tann-Kur'an'da: 'Biz her Ümmet'e (Topluluğa) bir tapım
�içimi kıldık, onlar bu biçimde tapınmaktadırlar. öyle ise işlemler konusunda seninle çekişmesinler." (22/67) diyor. Demek ki, Tanrı, kendisine bağıtlanan bütün topluluklar için, o toplumlara yakışacak birer tapım biçimi buyurmuştur. Bu tapım piÇirni çeşitliliğinden Tanrı kendisini sorumlu tutmakta1 kisioğullarının bu konuda birbirleriyle çekişmesini ise uygun bul-
._mamaktadır. Xeryüzünde birden çok 'Tanrı Buyruğu Kitap' (örn: lncil, Tevrat, Kur'an) bulunması da, Tanrı'nın işlerindendir. Tanrı; .:_tncil'e bağıtlananlar İncil ile, Tevrat'a bağıtlananlar Tevrat ile, Kur'an'a bağıdananlar Kur'an ile çözsünler uyuşmazlıklarını" diye buyurmuştur. (Bkz: Kur'an-Maide suresi-43,45, 47, 48.) Bu çeşitlilik de Tanrı'dandır. Ancak çoğu Müslüman'ın kendi Kutsal Yazılarında (Kur'an) neler yazdığı konusunda bigisi yoktur. Sanır ki, yeryüzündeki bütün kişiler için tek bir din-tek bir tapım biçimi olmalı, yeryüzünde bir Tanrı'ya inanan başka başka dinsel toplumlar başka başka tapım biçimleri olmamalıdır. Oysa bu kişilerin kendi tutkularıdır, Tanrı'nın buyruğu değil! Tanrı, Kur'an'da "Sizlerden herbiriniz için bir şeriat ve.
189
kir yol-yöntem yaptık. Eğer Tanrı dileseydi, sizi bir tek i!_mmet (toplum) kılardı. Ancak bu durum (çeşitlilik) size 1erdikleriyle sizleri denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Tanrı'yadır. Üstünde an; J.aşmazlığa düştüğünüz konulan, O size bildirecektir." (5/ 48) diyor. Görüleceği üzere, Tanrı, Müslümanım diyen pek çok kimsenin söylediklerinden başka türlü buyruklar �rmektedir.
Tanrı, BAGNAZ değildir. DiNiN ÖZÜ BiR, Bl iMLERi BAŞKA BAŞKA olabilir diyor. Bayramları başka olabilir, diyor. Meryemoğlu Isa: "Tanrım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için bir BAYRAM ve Senden de *bir belge olsun (5/ j 1 4)" diye yakarmış, Tanrı da bunu olumlamıştır. (5/ 1 1 5) Demek '!_i, o Hıristiyan bayramı, Kur'an'da Tanrı'nııi bile olumlafüğı bir bayramdır, ancak çoğu Müslüman bu bayramı Tanrı'nın Kur'an'da
.onayladığını bilmez, Hıristiyanların bu bayramlarını, elinden gelse _yasaklamaya kalkışır. Çünkü Tanrı'nın bildirisini gerektiği gibi okuyup anlayabilmiş değildir. Kur'an'a bağıtlanan Müslüman Kur'an'daki buyrukları yerine getirmekle yükümlüdür; ancak Yahudilik, Hıristiyanlık da kendi bağıtlarını yerine getirecektir.
Yaratıkların tür olarak çeşitliliği, Yaratıkların renk olarak çeşitliliği, Yaratıkların ses olarak çeşitliliği, Ulusların dil-yazı başkalıkları, Bir Tanrı'ya inanan, bir değil-çok sayıda (tapımları biçim olarak
başka başka) olan toplumların bulunması, Bir Tanrı'ya (Aynı bir Tanrı'ya) inanan birden çok inanç
kümesi olup, bunların gelenek-görenek, dil, tapım biçimlerinin değişik olması, Tanrı'ya aykırı gelmiyor da, çoğu Müslümanlara aykırı geliyor! (Nedense? . .. )
Tıpkı bunun gibi, "Müslüman olanlar tek dili konuşsun,
190
tek yazı türünü kullansın!" diyenler de TANRI'NIN BUYRUGUNU DEGIL KENDi DiLEKLERiNi dile getirmiş olmaktadırlar. Bunlar düşünmüyorlar ki, yeryüzünde Araplar dışında başka uluslar var ise, bu ulusların varlığı da Tanrı'nın dilemesiyle ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde Arap Dili'nden başka diller var ise, (o diller de tıpkı Arapça gibi) Tann'nın yarattığı dillerdir. Yeryüzünde Arap Yazısından başka yazılar var ise, bu yazılar da (tıpkı Arapça gibi) Tanrı'nın bildirisi · öğretisi altında gelişmişlerdir. "Bütün Müslüman uluslar tek dil-tek yazı kullanmalıdırlar" demek, "Bütün Müslümanlar aynı büyüklükte ayakkabı giymelidirler," demek gibi saçmadır. Ayak büyüklükleri başka başka olan Müslümanlar, nasıl kendi ayaklarına uyacak büyüklükte ayakkabılar giyiyorlar ise, dilleri başka başka olan Müslüman uluslar da, kendi dillerine uyan yazı türünü kullanacaklardır. Doğal olan, yaradılışa uygun olan, budur.
Yeryüzünde kullanılan yazı türleri, 'Kutsal-olanlar', 'Kutsalolmayanlar' diye ikiye ayrılamaz. Arap Yazısı kutsaldır, Latin Yazısı kutsal değildir, diyemezsiniz. Çin Yazısı kutsal, Kiril Yazısı kutsal değil, diyemezsiniz. Çünkü, böyle bir ayırımın somut bilimsel ya da dinsel bir dayanağı yoktur. Kur'an'da da dayanağı yoktur. Kutsal öğretiler, yeryüzündeki bütün dillerle, bütün yazı türleriyle ortaya konulabilir. Yolda yürürken, yerde Arap Yazısı ile yazılmış bir kağıt görünce, bunu saygı ile yerden kaldırıp yüksekçe bir yere kaldıran kişi; aynı saygılı davranışı öteki yazılar için göstermiyor ise, yanılır. 'Arap Yazısıdır' diyerek yerden kaldırıp korumaya çalıştığı o nesnede, sövgüler yazılı olabileceği gibi; Çin Yazısı diye çöpe attığı kağıtta, belki de Kur'an'sal bilgiler bulunuyor olabilir. Müslüman olup da yazıların birini ötekine üstün saymayan gerçek din bilginleri de vardır. Örneğin, Hattat Muhammed Bedrettin Yazır, bu konuda bir Müslüman Din-Erinin şu davranışını ak-
191
tarıyor: -"Merhum biraderim müfessir Hamdi Yazır'dan gençliğimde şu
hadiseyi dinlemiştim: Kendisi on üç yaşında iken 1 3 1 O Hicri (M. 1893) yılında lstanbul'a gelip Küçük Ayasofya Medresesine girmiş, Hacı Kamil Efendi adında mübarek bir zata hizmet eder, hayır duasını almaya çalışırmış. Oda kapısının eşiği yüksekçe olduğundan, Kamil Ef endi'nin rahatça girip çıkabilmesi düşüncesiyle, üzerinde ROMENCE (bugünkü dilimizde IATINCE) (eb) YAZI bulunan bir gazyağı sandığının kapağını eşik önüne yerleştirmiş. Ertesi sabah, bunu gören Kamil Efendi, biraderimin koymuş olduğunu öğrenince:
- "Ey Oğul" demiş "Ayağımızın altına öyle bir karpuz kabuğu koymuşsun ki, hiç günahımız olmasa bu yeter!" Biraderim:
-" ISIAM YAZISI değil ki!" demeye kalmamış, -"A molla! Müslüman'ın da Gavur'un da yazısı vardır (olur-eh)
ama, YAZININ MÜSLÜMAN'I GAVUR'U OLUR MU? BiRiYLE GÖRÜLEN iŞ DIGERLERIYLE DE GÖRÜLMÜYOR MU? Elverir ki kötü yerde ve batılda kullanılmamış olsun; hayra yarayan, hakka hadim olan her yazıya saygı (abç) lazım. Allah "NUN! Yel-Kelami ve ma yesteruni!" ayetinde, yazılara ve yazanlara boşuna mı kasem buyurdu sanıyorsun? Aman, dikkatli ol yavrum!" demiş ve o (ÜZERi eskiden ROMEN denilen IATIN YAZISIYIA YAZILI) tahtayı kaldırtmış. işte din ve imanı sağlam olanların işleri de böyle olur. Allah ikisine de gani gani rahmet eylesin?" (Kalem Güzeli-s64, 65)
Bu anıdan kendilerine bir öğüt düşenler vardır. Onlar bugün, kendi 'lslamcı' gazetelerini IATIN KÖKENLi TüRK YAZISIYIA TüRKÇE basıp, sonra da ' IATIN YAZISI GAVUR ŞEYTAN YAZISIDIRARAP YAZISI KUR'AN ALFABESiDiR, ISIAM YAZISIDIR." diye dindarlarımızı kışkırtan, üstelik bu yaptıklarını da sanki Tanrı öyle buyurmuş gibi gösterenlerdir. Şimdi nerede o HACI KAMiL
1 92
EFENDiLER? Hacı Kamil Efendi günümüzde yaşasaydı, bugün kendisini yazı konusundaki görüşlerinden dolayı 'Kafir' diye niteleyecek birçok 'lslamcı Köşe Yazarları' bulunurdu kuşkusuz. Oysa kimin 'Kafir', kimin ise 'Mümin' olduğunu Tanrı çok iyi bilir. Benim beynim, yüreğim, yazı konusunda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hocası Hacı Kamil Efendi'nin yanındadır. Suçlayıcılann aşağılamalarından utanarak gerçeği gizleyene, yazık olur.
Demek ki, bir yanda Müslümanların bilgisizleri, yalnızca Arap Yazısına bir kutsallık yükleyerek, öteki yazılan kutsal saymayıp aşağılarken; öte yandan Müsltimanların bilgeleri, bütün yazılara saygı göstermeyi bir erdem olarak bellemişlerdir. Doğrusu da budur. Gelgelelim, günümüzde (1992), toplumu dinsel yönden bilgilendirme çabasında olduğunu söyleyen kimi gazeteler, Arap Yazısını kutsal, öteki yazıları kirletile bilir sanıyorlar. Zaman Gazetesi, bir kaç aydır orta yaprağını 'AKADEMi' başlığı altında DiNSEL BlLGI vermeye ayırmıştır. 1 2 Kasım 1991 'de yayınlanan 6. sayıda, sağ üs] köşede şu "NOT" yayımlanmıştır:
"Hatırlatmamıza rağmen, 'Akademi'nin (Akademi adlı sayfanıneb) İslami Edebe Uygun şekilde muhafaza edilmemesi bizi vicdanen rahatsız etmiştir. Onun için, bundan böyle ayet ve hadisleri orijinal aslıyla (yani Arap yazısı ile-eh) yayınlayamayacağımızı bildirir, işin ehli okurlarımızdan (yani Müslümanlığı incelikleriyle kavramış okuyuculardan -eb) özür dileriz."
Hani "Özürü kabahatinden büyük" derler ya, işte öyle bir açıklamadır bu! . . . Arap Yazısı ile yazılan gazete sayfasının İslami edebe uygun olarak korunmadığı saptanmış. Eşdeyişle, bu gazete sayfası yerlere atılabiliyor, çöpe atılabiliyor, ancak içinde Arapça yazı var. Bunun önüne geçilemeyeceği de açık! Öyle ise, o Arapça yazılarla yazılan ayet ve hadisler bundan böyle Latin Yazısı
193
ile yazılacak! Latin Yazısı ile yazılmış ayet ve hadisler yere de atılabilir, çöpe de! işte, kimi Müslümanların anlayışı da böyle! Üstelik bunlar, kendi kendilerini 'Akademik' nitelikte görüyorlar. O ne biçim 'AKADEMi' ise artık!? .. Gerçekten de bu gazetenin bu sayılarında Arap yazısı ile verilen Kur'an ayetlerinin yerini, bu notun yayımlandığı sayıda, Latin Yazısı ile yazılmış ayetler alıyor .. örneğin: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onların da sizlerinde rızkınızı biz veririz." (En'am 1 5 1) ayeti, salt Latin Yazısıyla yazıldığı için, yere, çöpe atılabilir diye düşünülüyor. Ancak bu ayet Arap yazısı ile yazılmış olsaydı; yere, çöpe atılmasından vicdanları rahatsız olacaktı. Latin Yazısıyla yazılınca, ayetlerin yere atılmasından dolayı bunların vicdanları sızlamıyor! Bu ne biçim VICDAN ise artık!? ..
Bunlara sormak gerek: Ya Kur'an ayetlerini Latin kökenli Yazı ile Türkçe yazmak olanağı Atatürk Döneminde sizlere sunulmamış olsaydı, siz bu durumda vicdanlarınızı nasıl kurtarabilecektiniz?
Bizce, bir Kur'an ayeti ister Arap Yazısı ile Arapçası, ister Türklerin kullandığı yazı ile Türkçe çevirisi olsun, her iki durumda da korunmak gerekir. Bir basılı yayının, onu alanlarca çöpe atılması, onu basanlara bir sorumluluk yüklemez. Ancak siz, harf türlerini, yazı biçimlerini 'kutsal-olan' ya da 'kutsal-olmayan' diye ikiye ayırırsanız, bu durumda sizin yaptığınız bu yanlış, ileride kendi ayaklarınıza dolanacaktır. Öyledir. Kişiler, bugün yaptıkları, yarın kendilerini kuşatacak olan varlıklardır. Bugün doğru yaparsanız, yarın o doğru sizi kuşatacaktır. Tıpkı bir koza gibi, salgınızla sarmalanırsınız.
Bir yazı eğer Arap Yazısı ise, içinde ne anlatıyor olursa olsun korunacak; ancak bir yazı eğer Arap Yazısıyla yazılmamış ise, onda ne anlatılıyor olursa olsun, yerlere, çöplere atılabilecek!.. Günümüzde kendine 'aydın-Müslüman' diyenler bile bu eğilimde
1 94
olursa, bundan bin yıl öncekiler kim bilir nasıl bir bağnazlık içerisindeydiler, düşünmek gerek!.
işte, Türkler Müslüman olduktan sonra kendi adlarını değiştirip Arap adlan aldıkları gibi, kendi yazılarını değiştirip Arap Yazısı ile Türkçe yazmaya da başladılar. Bunun sonucu olarak da MUHAMMED adı, MEHMED, MEHMET, MEMET, MEMO, oldu süreç içerisinde!. . MEMIŞ bile oldu. Evet, bu nasıl olup da böyle olabildi? .. işte bunun yanıtı, Türklerin kendi adlarını bırakıp Arap adları almaları, kendi yazılarını bırakıp Arap Yazısı ile Türkçe yazmaya başlamalarında gizlidir. Şimdi, bunu ortaya çıkartacağız.
Türkler, Arap Yazısıyla Türkçe yazmaya giriştiklerinde, Arap yazısının Türkçe sözcükleri doğru olarak yazmada yeterli olup olmadığını uzun uzun düşünmüş değildirler. Tersine, bunu 'Müslümanlığın bir buyruğu sanmakta' idiler. Arap yazısının Türkçe sözcükleri yazmaya yetmediğini, ancak süreç içerisinde, yaşayarak gördüler.
"Muhammed" sözcüğünün nasıl olup da Mehmet'e dönüştüğünün yanıtını aradığımızda, bunun bir yazı dili uyuşmazlığının ürünü olduğunu göremeyen kimi 'Müslüman' açıklayıcıların şu görüşüyle karşılaşıyoruz:
"MEHMED: Muhammed isminin Türkçe'de meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona layık bulunan Muhammed (A.S.M) ismine hürmeten bu değişiklik adet olmuştur." (Bkz: Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lugat-s, 608)
Bu açıklama doğru değildir. Çünkü hiçbir Arap ülkesinde MEHMED adı yoktur. MEHMED adı yalnızca bizde vardır. Araplar ve öteki Müslüman uluslarda bol bol MUHAMMED adının konulduğu belgeli bir gerçek olduğuna göre, Türklerden başkaları MUHAM· MED adına saygı göstermeyip uluorta çocuklarına bu adı veriyorlar, diy�ilir miyiz? Ya da MUHAMMED adını yalnızca Tanrı'nın
1 95
Elçisine özgü kılıp, kendi çocuklarına ad olarak koymayan biricik ulus Türklerdir, diyebilir miyiz? Bu durumda, Türklerin dışındaki bütün Müslüman uluslar, Muhammed adını Tanrının Elçisine özgü saymayarak günah işlemişlerdir diyebilir miyiz?
Mehmet'in Muhammed'ten evrildiği üzerinde kimsenin aykırı düşündüğü yok. Ancak, bu BILINÇLt olarak, saygı nedeniyle mi olmuştur, yoksa olağan bir dil yuvarlaması mıdır? Bu açıkça bir dil yuvarlanmasıdır. Saygıyla ve bilinçle bir ilgisi yoktur. Son yüzyıl Türk din bilginlerinden MUHAMMED HAMDI YAZIR'ın da önadı MUHAMMED'tir. 1 942'de ölmüştür. Onun yaptığı Kur'an yorumu 1935'te yeni yazı ile basılmıştır. Bu baskıdaki adı MUHAMMED HAMDI YAZIR'dır. Kendisi kendi adını yeni yazıyla "Elmalılı Hafız Muhemmed Hamd� bah'lSı Numan, babası Muhemmed .. .'olarak yazmıştır. Demek ki dedesinin adı da Muhemmed'tir. Biz, MUHAMMED'in MEHMET'e dönüşmesini, Arap Yazısının Türk diline uymazlığının ortaya çıkardığı somut bir durum olarak niteliyoruz. Eba Yezid adı, Türklerin dilinde nasıl BAYEZiT olmuş. Türklerden başka hiçbir Arap ülkesinde BAYEZID diye bir ad yoktur. Yezid, Farsça'da Zerdüşt inancındakilerin Allah'a verdikleri addır. (Yezdan-Yezid). Fars Zerdüştler, sonradan Müslümanlığa geçince, Yezid sözcüğünü Allah'ın Farsça karşılığı olarak kullanmışlardır. Ünlü Fars tasavvufçusu Ebu Yezid Bistami'nin adı Türk dilinde söylene söylene BAYEZIT-I BISTAMI olup çıkmıştır. işte BAYEZiT sözcüğü -pek çok Türk padişahının adı olarak- buradan yuvarlanmıştır. Mehter marşlarında: "Kur'an'da zafer vaadediyor, HAZRETI YEZDAN" denilerek gümbür gümbür davular vurulur. YEZDAN kim ola ki Kur'an'da zafer vaadedebilsin? diye araştırdığımızda, mehter marşında ALIAH'ın Farsça sözcük karşılığı olan YEZID'in kullanıldığını görüyoruz. Üstelik Farsların Islamlık'tan önceki Tanrısının adıdır YEZDAN. Işte YEZiD buradan, BAYEZIT de bura-
1 96
dan geliyor. MEHMET sözcüğü de aynı biçimde MUHAMMED sözcüğünün Türk Dili'nde evrilerek aldığı bir biçim olduğu denli, ARAP YAZISININ TÜRKLERCE SESLENDIRILMESINDEKI GÜÇ1ÜGÜN ORTAYA ÇIKARDIGI UYDURUK BiR SÖZCÜKTÜR!..
Şimdi Arap Yazısının Türk Dili'ne niçin uymadığını bilimsel kanıtlarıyla ve Türk yazı dilinin geçirdiği evreleri özetleyerek görelim. Sonunda, Atatürk'ün buyruğu ile yürürlüğe konulan yazı değişikliğinin, gerçekte Din'i daha doğru anlamaya yol açtığını da göreceğiz.
197
TÜRKLERİN TÜRKÇEYİ ARAP YAZISIYIA YAZMALARININ
GEREKLİ-YARARLI OLDUGUNU [BİLİMSEL SÜSÜ VERİLMİŞ SAVIARIA]
DAYATANLAR ÜZERİNE BİR DENEME
-VII-
Türklerin Arap yazısına geçmesi için uydurulan 'ARAP YAZISININ ÖTEKiLERDEN KUTSAL OLDUGU' savı Kur'an'a dayanarak çürütülünce, bu kez de başka "bilimsel" (?) gerekçelerle savunulmuştur. Bu 'bilimsel' (?) gerekçelerden en 'güçlü' (!), en 'kandırıcı' gibi görüneni şudur:
"TüRKÇf:. SÖZCÜKLER ARAP YAZISIYIA YAZILDIGINDA, ÇEŞiTLi TüRKÇE SÖZCÜKLERiN DEGIŞIK 'LEHÇELERDE' AGIZIARDA BAŞKA BAŞKA SÖYLENiŞi YAZIDA GÖRÜLMEYECEGI iÇiN, ARAP YAZISI iLE TÜRKÇE YAZMAK, LEHÇE-AGIZ AYRILIKIARININ YAZIYA YANSIMASINI ÖNLEYECEKTiR, BU DA YAZIDA BiRLiK SAGIAYACAKTIR."
Buna 'ARAP YAZISIYIA TÜRKÇE YAZMANIN BiRLEŞTiRiCi YÖNÜ" adını veriyorlar. Turgut Akpınar, Tarih ve Toplum Dergisinde (Mart 1991 , sayı 87) bunu savunuyor ve geçmişte, Zeki Velidi Togan'ın bu savı ortaya attığını söylüyor. Zeki Velidi Togan'ın, Türkçe sözcükler Arap Yazısıyla yazıldığında: "MUHTELiF AGIZIAR, LEHÇELER ARASINDAKi FARKIAR YAZIYA GEÇMiYORDU. BÖYLECE FARKLI SÖYLENEN KELiMELER, YAZIDA MÜŞTEREK (farksız, başkalığı seçilemez) HALE GELiYORDU." dediğini söylüyor. Togan'ın bu savı, günümüzde, Azerbaycanlı Edebiyatçı Doç. Dr. Alaeddin Mehmedoğlu'nun da ağzına dolanmış bulunuyor. Mehmedoğlu'nun savı Togan'ınkinden biraz başka. Ona göre TüRK
1 99
AGIZLARI - LEHÇELERi ARASINDAKi AYRILIKIAR, YAPIIACAK BiR SÖZLÜK ile (!??) ortadan kalkacak "iMiŞ!" YAŞASIN! Sormak gerek: LEHÇE AYRILIKLARINI YENi BiR SÖZLÜK YAPARAK ORTADAN KALDIRMAK, OLANAKLI MIDIR? . . Bu nasıl bilim adamı? Yeni bir sözlük yaparsak, Karadenizli yurtdaşımız "GELDiM" yerine "CELDIM" demeyi bırakacak mıymış?
Gerek Togan'ın, gerekse izdaşlarının; LEHÇELERiN ORTADAN KALKMASI, HiÇ DEGILSE YAZIYA YANSIMAMASI' için Türkçe sözcüklerin Arap Yazısıyla yazılması gerektiği savı, dayanaksızdır. Uydurmadır. Yalandır.
Çünkü; ARAP YAZISI, ÜNSÜZLERİ YAZIDA ÖZELLiKLE GÖSTERiR. TüRK LEHÇELERiNDEKi SÖYLEYiŞ BAŞKALIKLARI DA ÖZELLiKLE ÜNSÜZLERDEDİR. Öyle ki, Türkçedeki 'lehçe'lerin bilimsel adlan bile bu gerçeği yansıtır: 'C' lehçeleri, 'Y' lehçeleri 'N' lehçeleri, vb. gibi. . . Türk lehçelerinde, sözcük başında,
d/n/y/c/ç/s/s/z'/z/j/d/ts/dz/c'/dy değişmeleri vardır. ( 1) Türkiye Türkçesindeki (Y)ASTIK
sözcüğü, öteki lehçelerde (C)ASTIK, (D)ASTIK oluyor. (Ç)ILEK sözcüğü (C)ILEK, (Y)ILEK oluyor. (Y)ILDIZ sözcüğü (C)ULDUZ, (D)ULDUZ oluyor. (Y)ÜZ sözcüğü, (C)ÜZ, (D)ÜZ oluyor. (Y)UMURTA sözcüğü, (N)IBIRTKA, (D)IMIRTKA oluyor. AYGIR sözcüğü, ayK.ır, aTır, aYır, aSK.ır, olabiliyor. Bundan başka, Türkçe'deki söyleyiş başkalıkları, sözcükteki ünsüzlerin yer değiştirmesi biçiminde de görülüyor. Örnek: toPRak-toRPak; öSKür-öKSür; köPRü-köRPü; kiPRik-kiRPik; saMıRsak saRıMsak; yaPRak-yaRPak, gibi. . . (2) Göstergeleri ünsüzlerden oluşan Arap Yazısı, özellikle ünsüzlerde olup biten bu değişimleri nasıl olup da göstermeyebilir?!
Sonuç olarak: 1-Türkçe'deki sözcüklerin değişik ağızlarda başka başka
200
söylenişi, büyük bir çoğunlukla ÜNSÜZLERDE DEGIŞMELER biçiminde görülmektedir. (Bu durum, belgelerle, bulgularla kanıtlıdır. Yaşamın kendisinde istenildiği an yeniden kanıtlanabilecek durumdadır. Demek ki bilimsel deneyle sınanabilir nitelikte bir gerçektir.)
2- Arap Yazısı ise, özellikle ünsüzleri yazıda göstermekte olan, çoğunlukla ünlülerdeki söyleniş başkalıklarını gizleyebilecek türden bir yazıdır. (Bu da bilimsel,doğruluğu istenildiği an yeniden sınanabilecek bir gerçektir.)
3-Öyle ise, ARAP YAZISI iLE YAZILDIGINDA TüRKÇE SÖZCÜKLERiN DEGIŞIK AGIZLARDA BAŞKA BAŞKA SÖYLENiŞLERiNiN YAZIDA GÖRÜLMEYECEGI SAVI, bilimsel gerçeklere aykırıdır. Böylesi gerçeğe aykırılığı apaçık olan bir savı bilim adına ortaya atabilmek için, kişinin ileri kertede ' .. .' olması gerekiyor. (okuyucu ' .. . ' boşluğunu kendisi doldursun.)
"Arap Yazısı kullanılarak yazılırsa Türkçe sözcüklerin değişik ağızlarda baş�a başka söylenmesi yazıya yansımaz, başka söyleseler de, Arap yazısı kullanırlarsa bu başkalıklar yazıda görülmez," savı öyle dayanaksızdır ki, pek çok belgeyi yok saymaksızın savunulamaz. Bu belgelerden en önemlisi, Arap Yazısı ile Türkçe yazılmış olan DIV AN-I LÜGAT IT-TüRK'tür. Bu yapıtta, Türklerin değişik boylarının belli sözcükleri nasıl başka başka söyledikleri, Arap Yazısı kullanılarak gösterilmiştir. Eğer, savlandığı gibi, Arap Yazısı bu türden söyleyiş başkalıklarını göstermiyor (gizliyor) olaydı, bu yapıtın yazan Kaşgarlı Mahmut o başkalıkları Arap Yazısı ile gösterememiş olurdu. Gösterdiğine göre, demek ki Arap Yazısı Türk ağızlarındaki bu söyleyiş başkalıklarını gösterebilen bir yazı demektir. Divan'ı Lugat-itTürk'de şöyle yazıyor:
"OGUZLAR VE KIPÇAKLAR BAŞINDA 'Y' BULUNAN iSiM VE
201
FiiLLERiN iLK HARFiNi 'E' YAHUT 'C'YE ÇEVIRIRLER. ÖBÜR TÜRKLER 'YOLCU' ANLAMINDA 'YELKIN', OGUZLAR VE KIPÇAKLAR iSE 'ELKIN' DERLER. ÖBÜRLERiNiN 'YINCÜ' DEDiKLERiNE, BUNLAR 'CINCÜ' DERLER. 'YUGDU' YERiNE 'CUGDU' DERLER . . . " (3)
Şimdi bütün bu söyleyiş başkalıkları Divan'da ARAP YAZISIYLA YAZILARAK GÖSTERiLMiŞ olduğuna göre, bir dilbilimci nasıl olup da Arap Yazısı Türkçe'deki söyleyiş başkalıklarını yazıda göstermediği için, yazıda birlik sağlıyor, diyebilir?!
Togan'ın bu savına ardçı olan Turgut Akpınar, Söz konusu yazısında, şöyle bir anı aktararak, Togan'ı desteklemeye girişiyor:
"Türk Dilcilerinden Besim Atalay ile Arap dilcilerinden Satı bey, bir ortamda karşılaşmışlar. Atalay, Satı Bey'e: 'NEYE LATiN HARFLERiNiN ARAP'ÇAYA TATBiKi iÇiN ÖNAYAK OLMUYORSUNUZ?" diye sormuş. Satı Bey de buna: "KONUŞULAN ARAP ŞiVELERi O KADAR AYRIDIR Ki, BiZ ARAPLAR KELiMELERi AYNI ŞEKiLDE YAZARIZ AMMA TÜRLÜ TÜRlÜ OKURUZ. BiZE EGER SESLi HARFLERi TATBiK EDEREK YAZACAKSINIZ DEDiNiZ MI, ORTADA MÜŞTEREK ARAPÇA DiYE BiR ŞEY KALMAZ" diye karşılık vermiş. Turgut Akpınar, bu anıyı aktardıktan sonra: " iŞTE BENZER BiR ROLÜ, ARAP HARFLERi, ORTA ASYADAKI ÇEŞiTLi AGIZ VE LEHÇELERDEKi FARKIN YAZIDA GÖRÜLMEMF.SI ŞEKLiNDE OYNAMIŞTIR." diyerek, Türklerin Arap Yazısı kullanmalarının sağlayacağı yaran (!) böylece gösteriyor.
Şimdi sağlığında yazdığı çeşitli yazılarla: "Türkçe'nin çok yüksek, Arapça'nın çok aşağı, ilkel bir dil olduğunu' kanıtlamaya soyunan B. Atalay ile, 'Arap Dili'nin bütün öteki dillerden üstün olduğunu' savlayan 'Panarabist' (Aşın Arap üstünlükçüsü) Satı Bey arasında geçtiği öne sürülen bu konuşma, eğer gerçek ise, bu konuşmadan dilbilimi açısından hiçbir sava, hiçbir dayanak çıkmaması bir yana, başka uluslara bağlı bu iki üstünlükçü
202
arasında geçen dille ilgili bir sidik yarışı olarak, yalnızca gülmece konusu olabilecek bir nitelik taşımaktadır. Arap Dili'ni bilen bir dilcinin bir Arab'a 'Niçin Latin yazısı kullanarak Arapça yazmıyorsunuz?' diye sorması gülünç olduğu denli; Arab'ın ona verdiği karşılık da o denli gülünçtür. "Arap Yazısı Arap Dilindeki söyleniş başkalıklarının yazıda görülmesini önlüyormuş da ondan bırakamıyorlarmış bu yazıyı!??"
Arap dilcisi Satı Bey, Arap Dilindeki sözcüklerin çeşitli Arap boylarının ağzında değişik değişik söylenmesi olayını, yalnızca ÜNLÜLER de ortaya çıkan değişiklikler olarak gösteriyor. Sanki Arap ağızlarındaki söyleyiş başkalıkları ÜNSÜZLERDE hiç görülmez imiş gibi! Bu savın yalan otduğunu, Lugat Bilgini Ebu-t-Tayyib'den öğreniyoruz. Bu bilgin: BAŞKA BAŞKA ARAP OYMAKLARININ TÜRLÜ TüRLÜ SÖYLEYiŞLERi VARDIR. AYNI BiR KELiMEYi KiMiSi HEMZELI, KiMiSi HEMlESIZ, KiMiSi 'SIN' HARFiYLE KiMiSi SAD HARFiYLE SÖYLER, Kl�JSI DE LAM YERiNE MA GETiRiR" diyerek ( 4), Arap ağızlarındaki başka söyleyişlerin yalnızca ünlülerde olmayıp ünsüzlerde de değişme yaptığı, dolayısıyla bu değişmelerin de Arap Yazısında gösterildiğini kanıtlamış, Arap üstündilcisi Satı Bey'in Türk Üstündilcisi Besim Atalay'a yalan söylediğini böylece ortaya koymuştur. Arap Lugat bilgini Ebu+ Tayyib'in yukarıdaki sözlerini aktaran kaynakta, bir de şöyle- bir anlatıyla karşılaşıyoruz.
"iki Arab; aS-Saknı' (çalıkuşu) sözcüğünün söylenişinde çelişkiye düşmüşler. Biri, bu sözcüğün 'SIN' ünsüzüyle, öteki bu sözcüğün '$AD' ünsüzüyle söyleneceğini tutturmuş. Sonunda karşılarına çıkacak ilk adamın hakemliğine razı olarak beklemeye koyulmuşlar. Önlerine çıkan ilk kimse de bunları dinledikten sonra: "Yalla ben bu sözcüğün ikinizin de söylediğinden başka türlü söylendiğini biliyorum. Ben onu 'aZ-Zakru' diye söylerim" de-
203
miş!. . . " (5) Bu da bize Arap ağızlarında yalnızca ÜNLÜ değişmeleri değil, pek çok ÜNSÜZ değişmeleri de görüldüğünü, bunların da Arap Yazısıyla gösterildiğini kanıtlamaktadır. Pek çok başka veriler de, Arap ağızlarında yazıya yansıyan ünsüz değişmelerinin bolluğunu kanıtlıyor.
"ARAPÇA DÜNYANIN EN ZENGIN LiSANI SAYILIYOR. KELiME ÇOK!? ANCAK LUGAT TOPLANIRKEN, MUHTELiF KABlLELERlN ŞlVE VE LEHÇELER} HEP TESBlT OLUNARAK - HATTA PELTEK SÖYLEYENLERiN TELAFFUZLARI BlLE SANKi AYRI BiR KELiME iMiŞ GiBi GÖSTERiLEREK - (abç) BUNLAR SANKi AYRI VE BAŞLIBAŞINA BiRER SÖZCÜK iMiŞLER GiBi, MADDE BAŞI YAPILMIŞLARDIR. LUGATIN HACMi iŞTE BÖYLE BÖYLE YAPAY OLARAK ŞiŞiRiLMiŞTiR.' (6)
"ARAP FILOLOGLARI DA BU HAKiKATi BELiRTiYORLAR" (7) "TEMiM KABiLESiNiN 'EN-NAS" YERiNE 'EN-NAT' DEDIGI; KAYS
KABiLESiNiN 'KITABIK' YERiNE 'KITABIŞ' DEDIGI, KUREYŞ KABiLESiNiN 'HATTA' DEDIGINE HÜZEYL KABiLESiNiN 'ATTA' DEDIGI, ARAP HARFLERiYLE YAZILMIŞ ESERLERDEN ÖGRENILMEKTEDIR."(8)
"ARAP DiLiNDEKi ÇEŞiTLi AGIZLAR ARASINDA ÜNSÜZLERiN SÖYLENiŞiNDEKi DEGIŞIKLIKLERIN NE DENLi GENiŞ VE ÇEŞiTLi OLDUGUNU BELiRTMEK iÇiN BURADA BAZI . ÖRNEKLER VERECEGlZ" (9) diye başlayan Prof. Naim Hazım Onat, yaklaşık üç yüz yaprak tutan, yaklaşık beşbin Arapça sözcüğün Arap Yazısıyla gösterilen ağız değişimlerini sergilemektedir. Bunların yansı bile doğru olsa, bu durum ARAP YAZISI ARAP DiLiNDEKi AGIZ BAŞKALIKLARININ YAZIDA GÖRÜLMESiNi ÖNLÜYOR, savını çürütmeye yeter de artar bile!
Arap ağızlarındaki söyleniş başkalıklarının nasıl yazıda görüldüğü, Divan-ı Lugat-it-Türk'de de belgelenmiştir. Bu yapıtta,
204
Kur'an'da RABBIKİ diye yazılan bir sözcüğün, kimi Arap ağızlarında RABBIŞ1 diye yazıldığı gösteriliyor. ( 1 0). Demek oluyor ki, Arap övüncü eğitimciliğine baskın gelen Satı Bey'in: "BIZ ARAPLAR KELIMELERI BAŞKA BAŞKA SÖYLESEK DE YAZIMIZ BUNLARI TEK BiÇiMDE GÖSTERiR" gibi sözleri, boş bir böbürlenmenin dayanaksız atışları oluyor.
işte Turgut Akpınar, tıpkı dayanaksız atan Satı Bey gibi, Arap Yazısına o yazının kendisinde bulunmayan bir 'üstünlük' giydirmek yoluyla 'LEHÇE BAŞKALIKLARINI YAZIDA GÖSTERMEYEN HARiKA YAZI' olarak sunarken, gerçeklere aykırı, belgelerle bulgularla çürüyen, öylesine boş bir sav ortaya atmış bulunuyor.
SONUÇ: ARAP YAZISI HEM 'fÜRK DiLiNDEKi AGIZ BAŞKALIKLARINI HEM DE ARAP DiLiNDEKi AGIZ BAŞKALIKLARINI GÖSTERMEYEN OLAGANÜS'fÜ, BiRLEŞTiRiCi BiR YAZI DEGILDIR.
Aynca, eğer yeryüzünde söyleyiş başkalıklarını gösteremeyen yazı varsa, bunun Eski Mısır, Eski Çin, biraz da Eski Türk yazısı gibi, gösterdikleri nesnenin çizimi (Hiyeroglif) türünde olduğunu biliyoruz. Bu nitelikteki biricik yazı, günümüzde Çin Yazısıdır. Bu yazı da giderek bu özelliğini yitirmeye başlamıştır.
Türkler geçmişte değişik yazılar kullanmışlardır. Ancak Atatürk Döneminde yapılan Yazı Devriminden önce kullandıkları hiçbir yazı Türk Dilini Arap Yazısı denli bulanık bir biçimde yansıtmamıştır. Bir tek Brahmi Yazısı 0-Ö-U-Ü, gibi yakın seslileri de ayn ayn göstergelerle belirttiği için, geçmişte kullanılan yabancı yazılar içinde, dilimize en uygunu olmuştur. Bunun dışındakiler, söylenişi benzer ünlülerin yazıda belirgin olarak seçilemediği, ayn göstergeyle yazılmadığı yazılardır. Örneğin "O" ile "Ö" yazıda ayrılamıyor. U ile Ü de öyle, vb . . Ancak, Türkler Arap Yazısına geçmeden önce, hiç değilse yalnızca iki ünlü yazıda birbirine karışırken, Arap Yazısına geçtikten sonra 0-Ö-U-Ü gibi
205
dört ünlü birden yazıda seçilemez olmuştur. Çünkü Arap yazılı Türkçede bu dört ünlü için bir tek gösterge kullanılmıştır. ANCAK BU BELIRSIZLlK, SAVLANDIGI GiBi 'LEHÇE BAŞALIKIARININ YAZIDA GÖSTERiLMEYiŞi" SONUCUNU DEGİL, TERSİNE TEK BİR AGIZDA (lehçede) YAPILAN KONUŞMALARDA, ARAIARINDA ANLAM VE SES KARŞITLİGI BULUNAN SÖZCÜKLERİN YAZIDA BİRBİRİNDEN SEÇİLEMEZ OLMASI SONUCUNU DOGURMUŞTUR Kİ, BU BİR DİLSEL 'KATLlAM'DIR . . .
Düşünebiliyor musunuz? Bugün, Arap yazısını çok iyi bilen dilcilerimiz, bundan yüzyıllarca önce ARAP YAZISIYLA TÜRKÇE YAZILMIŞ kimi önemli yapıtları okumaya giriştiklerinde, karşılarına çıkan kimi sözcüklerin nasıl seslendirileceğini ayırdetmekte bocalıyor şaşırıp kalıyorlar. Örneğin, ARAP YAZISI İLE TÜRKÇE YAZILMIŞ bulunan Divan'ı Lügat-it-Türk'ü inceleyen bir dilci, bu yazıda O,Ö,U,Ü seslerinin bir tek göstergeyle yazılmış olması nedeniyle (çünkü Arap Yazısında bunları ayn ayn gösterecek gösterge yok!), karşılarına çıkan bir sözcüğün ÜRÜLDÜ mü, URULDU mu, ORULDU mu, ÖRÜLDÜ mü okunacağını bilemiyor. Çünkü bu sözcüklerin ARAP YAZISIYLA YAZILIŞLARI o sözlükte BiRBİRiNiN EŞiDiR! Ancak bunların anlamlan birbirine karşıttır. Divan'da ÖRÜLDÜ: (Kabardı, şişti) ÖRÜLDÜ (örgü yapıldı); ORULDU: (kesildi biçildi); URULDU: (takıldı) gibi birbiriyle hiçbir anlam ortaklığı olmayan dört sözcük, Arap Yazısıyla yazılmış oldukları içindir ki, biri diğerinden ayrılamaz olmuştur. Şimdi soralım bakalım: ARAP YAZISIYLA YAZILINCA Türk dilindeki LEHÇE BAŞKALIKIARI MI YAZIDA GÖSTERiLEMiYOR, YOKSA ANLAM BAŞKALIKIARI MI? . . ARAP YAZISIYLA TÜRKÇE YAZMAK, BIRLlK MI SAGIAR YOKSA BULANIKLIK MI? .Bulanıkta birleşmenin Türk'e ne yaran var, Müslümanlığa ne yaran olabilir?
Kullanılan Arap Yazısının konuşulan Türkçe'deki tüm sesleri
206
gösterememesinden kaynaklanan yazı bulanıklığı, yüzyıllar boyu Türklerin başına örülmüş çorap olarak kalmıştır. Türkleri böyle Türk diline uygun olmayan bir yazıya tutsak edenler kimlerdir? . . Bunu Tanrı mı buyurmuştur yoksa kimi kullan mı uydurmuştur? . . Ben Tann'nın buyrukları arasında: "Türkler birgün Müslüman olacak olurlarsa, Arap Yazısıyla yazsınlar," diye bir buyrukla karşılaşmadım.
BUGÜN, TüRKLER ARASINDA, "ATATüRK ESKi YAZIYI KALDIRMAKLA iYi ETMEDi, GEÇMiŞiMiZDEN, ATALARIMIZIN GEÇMiŞTE ESKi YAZI iLE YAZDIGI YAZILARI OKUMAKTAN UZAKLAŞTIK. Tarihimizden, kültürümüzden koptuk! EGER ESKi YAZI KALDIRILMAMIŞ OLSA iDi, ATALARIMIZIN ESKi YAZI iLE YAZDIGI ÇOK ÖNEMLi BiLGiLERi OKUYUP ÖGRENEBILIRDIK," diyenler vardır. Bunlar bilmiyorlar ki eski yazıyı bilmekle atalarını şıp diye anlamaları olanaklı değildir! Bugün eski yazı üzerinde uzmanlık eğitimi görenler bile atalarımızın o yazıyla yazdıklarını şıp diye okuyup anlamıyorlar çünkü! . . . Okurken saçlarını başlarını yolup yine de anlayamadıkları sözcükler oluyor. Osmanlı' da toplumun ezici çoğunluğunun bile aydınların yazdıklarını şıp diye okuyup anlayamadığını, bilmeyenler ya da bilip de unutanlar var. Atatürk'ün eski yazı denilen yazıyı niçin kaldırdığını kavrayamamış olanlar çoğunlukta. Bugünkü yazıyı öğrenmek için çocukların okul çağına gelmesini bile beklemeye gerek yok Çünkü çocuk, evinde oynarken bu yazıyı öğrenmektedir. Eski yazıyı öğrenmenin ise, öğreteni de öğreneni de uzun yıllar çitilediği apaçık bir gerçektir. Bunu sınamak isteyen, doğrudan kendi kendine Osmanlı Yazısı öğrenmeye bir soyunsun da başına neler geleceğini doğrudan kendisi yaşasın.
Saygın dilcilerimizden Muharrem Ergin: "TÜRKLER TARAFINDAN ÇOK UWN ZAMAN VE GENiŞ ÖLÇÜDE KULLANILMIŞ OLMASI-
207
NA RAGMEN, ARAP HARFLERi TÜRKÇE iÇiN HiÇ DE ELVERiŞLi BiR YAZI VASITASI DEGILDI. BU ALFABEDE TÜa.KÇE iÇiN BiR YANDAN LÜZUMUNDAN FAZLA BiR ÜNSÜZ GÖSTERGE (Konsonant) KALABALIGI, ÖTE YANDAN BiR KAÇ KONSONANTI BiR TEK iŞARETLE KARŞILAMAK GiBi YETERSiZLiKLER VARDI. VOKAL (ÜNLÜ) iŞARETLERi iSE TÜRKÇE'NiN ZENGiN VOKAL SiSTEMiNi KARŞILAMAKTAN ÇOK UZAKTI. TÜRKÇE'NiN iKi VEYA DÖRT VOKALi iÇiN BiR TEK HARFi OLDUGU DÜŞÜNÜLÜRSE, BU ALFABENiN TÜRKÇE BAKIMINDAN NASIL YETERSiZ OLDUGU KOLAYCA ANLAŞILIR." - "ESKi YAZININ iMLA GELENEGI DE TÜRKÇE'YE HiÇBiR ZAMAN UYGUN OLMAMIŞTIR. TÜRKÇEYE UYGUN BiR iMLANIN KURULAMAMIŞ OLMASI DA HER HALDE ARAP HARFLi YAZININ LEHiNE KAYDEDiLECEK BiR NOKTA DEGILDlR. GEREK BU KUSURLU, SISTEMSlZ VE GELiŞi GÜZEL iMLA GEREK ARAP HARFLERiNiN (Türk Diline-eh) UYGUNSUZLUGU VE (Türk Diline-eh) YETERSIZLIGI, TÜRKÇE'YI ASIRLARDIR YARISI YAZILIP YARISI YAZILAMAYAN, YAZILAN KISIMLARI DA TAM AÇIK OLMAYAN BiR DiL HALiNDE TUTMUŞTUR. BU YÜZDEN TÜRKÇE'NiN TARiHi GELiŞME SEYRiNi TAKIB EDERKEN BÜYÜK GÜÇLÜKLERLE KARŞILAŞMAKTAYIZ." (1 1) diyor. O yazının uzmanları bile günümüzde o yazıyla yazılmış yazılan okumakta güçlüklerle karşılaşıyorlarken, tutup: "O YAZI NE iYiYDi, HiÇ DEGILSE LEHÇELER ARASINDAKi SÖYLENiŞ BAŞKALIKLARI YAZIYA GEÇMiYORDU. YAZIDA BiR BiRLiK SAGLANIYORDU! diyebilmek için yüz ister. Türklerin anlaşılırlığı bulanık bir yazıda birleşmek yerine, anlaşılırlığı belli bir yazıda birleşmeleri, çok doğru olmuştur.
Demek ki, Arap Yazısı ile Türkçe yazmak, bir Tanrı buyruğu olmadığı gibi, dilimizin dayattığı bir gereklilik de değildir. Kuts.al diye bu yazıyı almış isek; gördük ki bütün yazılar kutsaldır, yalnızca
208
�
Arap Yazısı değil... Dilimiz bunu gerektiriyor, diye bu yazıya yönelmiş isek, gördük ki dilimiz bunu gerektirmiyor. Lehçe ayrılıkları yazıda görülmüyor diyerek bu yazıyı benimsemiş isek, işte gördük ki bu yazının lehçe başkalıklarının yazıda göstermemek gibi bir niteliği de yok. Peki bu yazıyı Türklere şimdi yeniden niçin dayatmaktalar?
Iran ile Suudi Arabistan, Ortaasya'daki Türklerin Arap Yazısını, Fars Yazısını benimsemeleri için bastırıyorlar. Bu yazıyı benimserseniz basım araçlarını bile biz vereceğiz, karşılıksız olarak! diyorlar (Bkz: 1991 yılı içinde yayımlanan pek çok gazete)
Şunun anlaşılması gerek: ARAP YAZISI ARAP DlLlNE UYGUNDUR. ANCAK TÜRK DlLlNE AYKIRI OLDUGU, YAŞANAN, YAŞAMDA GÖRÜLMÜŞ BlR GERÇEKTiR. Evet, ikinci bir dil öğrenmek isteyen Türklerin Arapça öğrenmeleri çok yerinde olur. Çünkü ulusumuzun çoğunluğu Müslümandır. Ancak, Türkçe'yi Arap Yazısıyla yazmak, dinsel gereklere de bilimsel gereklere de uygun düşmemektedir. Çünkü kullanılan yazı türünün konuşulan dile uygun olması, yazı türü seçiminde biricik belirleyici etkendir.
Türkler geçmişte bin yıla yakın bir süre Arap Yazısı ile Türkçe yazdılar. Bu dönemden elimizde bulunan yazılı belgelere bakıldığında bunun ne denli yanlış olduğu açıkça görülmektedir. Divan-ı Lügat-it-Türk Arap Yazısını Türkçe için kullanmanın neden olduğu karmaşanın örnekleriyle doludur. Açın Divan'ı bakın. OR ile ÖR sözcüklerinin Arap yazısında birbirinden ayrılamadığını görürsünüz. Ancak bunlardan ÖR sözcüğünün yanına 'VAY HARFi iNCE, çekilerek okunacak' diye bir uyan yazılı. Demek ki Arap Yazısı bu Türkçe sözcüklerin nasıl okunacağını gösterememiştir. Bu sözlükteki ÜÇ-UÇ-UÇ olarak gösterilen üç ayn sözcük, aralarında anlam ayrılığı yanısıra ses başkalıkları da bulunmasına karşın, Arap Yazısı ile üçü de birbirinin eşi olarak yazılmıştır. Bu durum
209
Divan'daki OT-ÖT-ÖT maddeleri için de böyledir. Bu üçünün okunuşları birbirinden başka olmasına karşın, Arap Yazısı kulanıldığından birbirinin eşi olarak yazılmıştır. ÖT'lerden birinin yanına: ('VAV harfi yukarıdakinden daha az ince, çekilerek okunacak') diye uyarılarda bulunulmuş. Demek ki bu üç sözcük arasında söyleniş, VE ANLAM başkalıkları var, ancak bu Arap Yazısında göst(!rilemiyor. Bunlar lehçe başkalığı değil, tek bir lehçede, anlamı, söylenişi başka olan sözcüklerdir. Türkçe sözcüklerin Arap Yazısıyla yazıldığı Divan'da ÖLITII, ULITII, sözcükleri arasındaki ses başkalığı Arap Yazısında gösterilememiş. Bunlardan Ölitti, "Islattı;" Ulıttı ise "Eğdirdi" anlamına geliyor. Türk Dilindeki anlamı başka' söylenişi benzer olan sözcüklerin birbirlerinden ·
ayırdedilemediği bir yazıdır Arapça ... Arap Yazısı Arap Diline uyar, Türk Diline uymaz. Arap Yazısı ile yazıldığında, Divan'daki EKiLDi (ekildi) ile EGILDI ( egildi) sözcükleri arasındaki söyleniş, anlam başkalıkları, yazıda görülmüyor. Üfledi anlamına gelen ÖTÜRDI, kesti anlamına gelen UTURDU ve deldi anlamına gelen ÜTÜRDI sözcükleri, bugün kullandığımız yazıda birbirinden seçilebiliyor, ancak Arap Yazısıyla yazıldığında birbirinin eşidirler. Aralarındaki ses-anlam başkalıkları Arap Yazısında görülmez.
Araplara Türkçe öğretmek amacıyla Türkçe sözcüklerin Arap Yazısıyla gösterildiği Divan'ı LOgat-it-Türk'ü alıp okuyan bir Arap düşünelim. Diyelim ki bu Arap, Türkçe sözcükleri Arap Yazısıyla yazarak, bir Türke bir mektup yazmış olsun. Bu mektupta ona bir buluşma yeri bildirsin: "Samanlığı geç, sağa doğru yirmi adım yürü." Türkçe sözcüklerin Arap Yazısıyla yazıldığı böyle bir mektubu alan Türk, önce samanlığı bir güzel yakabilir, sanra da sağa doğru yirmi adım yürür. Çünkü, Divan'da 'GEÇMEK' anlamındaki ÖTII sözcüğü ile 'yaktı' anlamına gelen ÜTII (artı; 'yendi' anlanına gelen UTII) sözcüklerinin Arap Yazısıyla gösterimleri, birbirinin
2 10
eşidir. Arap Yazısı ile Türkçe yazanların o dönemde nasıl yazım bulanıklıkları içinde bocalamış olduklarını düşünmek, hiç de güç değildir.
Geçmişte kanat takıp uçmayı deneyen ilk kişinin Hezarfen Ahmet Çelebi olduğu sanılır. Oysa ondan 600 yıl önce, bir başka Türk, Sözlükçü Cevheri, I.S. 10 10 yıllarında, kanat takıp uçma denemelerinden birinde yere çakılıp ölmüştür. Cevheri'den günümüze kalan Arapça sözlük: 'TAC-ÜL-LUGA VE SIHAH ÜL ARABlYYE"dir. Bu sözlük, yüzyıllarca Türk Medreselerinde biricik kaynak olarak bellenmiş, öğrencilere bütünüyle ezberletilmiştir. Cevheri'nin sözlüğünü ezberlemeyen icazet alamamıştır. Gelgelelim Cevheri'nin ölümünden 400 yıl sonr�, bu kez bir başka sözlükçü (FIRUZABADI) çıkmış, Cevheri'nin sözlüğünün pek çok yanlışlarla dolu olduğunu söyleyerek, göstermiştir. ( 1 2) lyi de, bizim medreselerimizde, yanlışlığı 400 yıl sonra ortaya çıkan bu sözlükle üstelik DiNSEL öğrenim yapılmıştı! Şimdi ne olacaktı?
TÜRKLER, 1000 yıllarında, Arapça'yı -yanlışları ancak 1400 yıllarında ortaya çıkan- Cevheri'nin sözlüğünden öğrenmiş, dolayısıyla 400 yıl boyunca Arapça sözcüklere yanlış anlamlar vermeyi sürdürmüşlerdir.
BU NE DEMEKTiR? Bu, şu demektir: Türkler dörtyüz yıl boyunca Kur'an'daki
kimi sözcüklere yanlış anlam yüklediler. Çünkü, dayandıkları süzlük yanlışlarla dolu idi. . . Bu durum günümüze dek böyle sürmüştür.
Cevheri'nin yanlışlarında, onun çağdaşı olan Kaşgarlı Mahmud'un sözlüğündeki yazı bulanıklığının bir etkisi olabilir mi? Bilmiyoruz. Araştırdık mı? Araştırmadık. Cevheri'nin yanlış tanımladığı sözcükler hangileri? Bilmiyoruz. Firuzabadi'nin eleştirileri neler? Şimdilik bunlar üzerinde durmuyoruz. ANCAK,
21 1
MEHMET AKiF ERSOY'UN DEDIGI ÜZERE: BiZ TÜRKLER KUR'AN'DA GEÇEN PEK ÇOK ÖNEMLi KAVRAMI YANLIŞ ANLAMIŞIZ. SABIR, TEVEKKÜL, VB. GiBi SÖZCÜKLERE YANLIŞ ANLAMLAR YÜKLEMiŞiZ. PEKi BU YANLIŞLARDA, YAZILI KAYNAKLARIN ETKiSi OLMAMIŞ MIDIR? ÖRNEGIN ARAP YAZISI İLE TÜRKÇE YAZMAKTAN DOGAN YAZI BULANIKUGININ YANLIŞ ANLAMALARDA ETKİSİ OLMAMIŞ MIDIR?
Dine ilişkin kökleşmiş dilsel, anlamsal yanlışlarda, geçmişte çağlar boyu ARAP YAZISI iLE TÜRKÇE YAZMIŞ OLMAMIZIN DA ETKlSI BULUNDUGU, YADSINAMAZ BiR GERÇEKTiR. KENDi YAZISI BULANIK OLAN BiR ULUSUN BAŞKA DiLLERLE iLiŞKiSi DE BULANIK OLUR.
Kaşgarlı Mahmud'tan, Cevheri'den çok sonra bile, Arap Yazısı kullanarak Türkçe yazmaktan doğan bulanıklığın yüzyıllarca sürdüğü, belgelerde açıkca görülüyor. Zemahşeri'nin Mukaddemet ül-Edeb adlı yapıtında, Türk Dilindeki 0-Ö-U-Ü seslerinin Arap Yazısında yine birbirine karışmış olarak yazıldığını görüyoruz. Bu yanlış seslendirmeler, yanlış anlamaları doğura doğura yüzyıllarca sürdü. işte Muhammed'in Türk Dilinde MEHMED oluşu da, sanırım bu yazma-seslendirme bulanıklığının bizlere bir armağanıdır. Arapça Muhammed sözcüğü, söylene söylene mi, yoksa bulanık yazılıp-yanlış okunarak mı MEHMED'e dönüştü? Bunun nasıl oluştuğu sorununu, yazı sorunundan bağımsız düşünülemez.
Arap Yazısıyla gösterilen Türkçe sözcüklerin yazıda birbirine karışması, bunların anlamlarının da birbirine karışması sonucunu doğurmuştur. Örneğin, 'biçmek' anlamına gelen ORMAK sözcüğü ile, 'takmak' anlamına gelen URMAK sözcüğü, Arap Yazısıyla birbirinin tıpkısı olarak yazıldığı için, bunların anlamlan da süreç içerisinde birbirine karıştınlmış, gerçekte ORUN BOYNUNU! (kesin boynunu) olarak söylenmesi gereken tümce, giderek yanlış yazılıp
212
yanlış seslendirilerek: URUN BOYNUNU! olmuştur. Böylece yazı bulanıklığı pek çok anlam karışıklığına da neden olmuştur.
Arapça olan bir sözcüğün anlamını, Türklere Arap Yazısıyla Türkçe yazarak açıkladığınızda, yaptığınız bu Türkçe açıklamanın yazısı bulanık olacağından dolayı, o Arapça sözcüğün tanımı da yanlış okunmaya yanlış anlaşılmaya pek uygun olacaktır. Bunun ise özellikle DiNSEL açıdan büyük, çok büyük sakıncalar doğurduğu, yadsınamaz bir gerçektir. Bu yüzden Türkler Arap dilini -dolayısıyla da Kur' an'ı çok iyi kavramak istiyorlar ise, yaptıkları ARAPÇA-TÜRKÇE sözlüklerde, Türkçe açıklamaların kesinlikle Arap
Yazısıyla Türkçe olarak yazılmaması gerektiğini, derinden kavramalıdırlar.
Diyelim ki Türkçe'lerini Arap Yazısıyla yazarak bir 'ArapçaTürkçe Sözlük' yapıyorsunuz.
Arapça KON: karşılığında Türkçe "OL" sözcüğünü, Arap Yazısıyla ( elif-vav-lam) olarak yazdınız.
Arapça MEVT: karşılığında, Türkçe "ÖL" sözcüğünü, yine Arap Yazısıyla (OL ile eş biçimde) elif-vav-lam olarak yazacaksınız.
· · ÇÜNKÜ ARAP YAZISINDA '0' lLE 'Ö' YÜ AYIRDEDECEK AYRI AYRI GÖSTERGELER YOKTUR. GELGELELIM TÜRK DiLiNDE 'OL'
iLE 'ÖL' SÖZCÜKLERi KARŞIT ANLAMLIDIR. 'OLMAK' ile ÖLMEK gibi anlamı zıt sözcüklerin birbirinden ayırdedilemediği Arap Yazısıyla Türkçe yazmak edimi, TÜRKLERiN ARAPÇA ILE iLiŞKiLERiNi BULANDIRMIŞTIR. Türklerin ARAPÇA ile ilişkilerinin bulanıklıktan kurtulması için, öncelikle Arap Yazısıyla Türkçe yazmayı bırakmaları gerekiyordu; bırakmışlardır da. Ancak bundan sonradır ki, artık ARAPÇA-TÜRKÇE ilişkileri -Türk Dilcilerinin geçmişteki bulanıklığı giderecek uzun çalışmalar yapmalarından sonra- sağlıklı bir biçimde kurulabilecektir.
Bu ülkede, Arapça UMUM sözcüğünü iMAM diye okuyup, bu
213
yanlış okumadan dolayı yanlış fetvalar veren din görevlileri de görüldü! ( 1 3)
Bir Türk'ün Ana Belgeleri ARAPÇA olan MÜSLÜMANLIK'ı çok iyi kavrayabilmesi, Türkçe'nin Arapça ile ilişkisinin, Türkçe-Arapça Sözlüklerin bulanık olmamasına bağlıdır. işte bu açık seçiklik gereğinden dolayı, Türkün Dilinden yabancı sözcüklerin atılıp yerlerine Öztürkçeleri konmadıkça; Türk'ün sözcükleri Arap Yazısıyla değil de Türkün diline upuygun olan bugünkü yazımızla yazılmadıkça; Türkün, (bütün yazılı Belgeleri Arapça olan) Müslümanlığı olabildiğince derinden kavraması, olanaksızdır.
Atatürk öncülüğünde gerçekleştirilen Yazı Devrimiyle, Türkler kendi sözcüklerini açık-seçik yazmaya başlamış, yanlış okuma, birbirine karıştırma ortamından kurtularak Arapça yazılı dinsel belgeleri Türkçe'de anlaşılır biçimde açıklayabilme olanağına kavuşmuştur. Yine Atatürk'ün kurduğu Türk Dil Kurumunun çalışmalarıyla, dilindeki yabancı sözcüklerden de kurtulma yoluna girmiştir. Doyısıyla, artık, Türkler Arapça dinsel sözcükleri, kendi dillerine yeterince çevirebilecek, Kur'an'daki bir Arapça sözcüğü, dilimize yine Arapça'dan geçmiş olan başka bir yabancı sözcükle çevirme durumundan da kurtulacaklardır. Örneğin Kur'an'da geçen Arapça KAFiR sözcüğünü Farsça bir bir sözcük olan NANKÖR ile çevirmek, bir anlam sapmasıdır. Çünkü Arapça KAFiR sözcüğünün karşılığı Öztürkçe'de YALITICI, YADSIYICI'dır. Kur'an'da geçen KAFiR sözcüğünü 'KÜFREDEN' diye de çeviremezsiniz, çünkü Arapça'daki KÜFÜR sözcüğü, Osmanlıca'da SÖVMEK anlamına gelen KÜFÜR sozcüğü ile anlamdaş değildir. Gelgelelim, Kur'an çevirilennde, anlamlandırılmalannda, Kur'an'da geçen KAFiR sözcüğü genelHkle Farsçadan alınan 'NANKÖR' ya da Arapçadan alınıp anlamı kaydırılan 'KÜFREDEN' sözcükleriyle çevrilmiştir. işte KUR'AN ÇEViRiLERiNDE NiÇiN
214
ARAPÇA'DAN FARSÇA'DAN DILIMIZE GiREN SÖZCÜKLERiN KULL/tNILMAMASI GEREKTIGINlN BiNLERCE ÖRNEGINDEN BiRi BUDUR. Ancak Dil Devriminden sonradır ki, bizler Kur'an'da geçen KAFiR vb. sözcüklere yeniden Öztürkçe birer karşılık bulabilmekteyiz. Bu sözcüklerin anlamını ancak yeni yeni doğru olarak Türkçeleştiriyoruz.
Türkler, Osmanlı Yazısından kurtuldukları gibi, dillerindeki Arapça-Farsça sözcüklerden kurtuldukça, Kur'an'ı görece olarak daha derinden kavrayacak, dinlerini yüreklerinde, özlerinde duyumsayarak Tann'ya daha içten bağlanacaklardır. "DiNSEL GERICILIK"ten kurtulup, "DiNSEL . · 1RICILIK"e yönelerek, DÜŞÜNBILIM alanında da ilerleyeceklerdir.
Bu çalışma boyunca, DiL-DiN ilişkileri çevresinde dolandığımızdan, sanılabilir ki dilimize Batı'dan giren sözcüklere karşı değiliz. Bunu ayn bir konu olarak ikinci bir çalışmada işlemeyi uygun gördüm. Türk Aydınlarından, Batı'nın yanaşması, yardakçısı, özentisi olanlar da, bugün dilimizi Batı kökenli sözcüklerle bozmaya girişmiş bulunuyorlar. Türk Dilini 'THE TÜRKÇE"ye dönüştürme çabalan, en az Türk Dilini ALTÜRKI'ye çevirme çabalan denli bozucudur. Gerçekte "THE TÜRKÇE"cilerin, geçmişteki AL-TÜRKl'cilerden dile yaklaşım olarak bir başkalıkları yoktur. Biri ötekinin KÖZüNGÜSÜ oluyor.
Bütünüyle arınmış, bütünüyle yerli sözcüklerden oluşacak bir Türkçe'nin olanaksızlığı açıktır. Olabildiğince arınmış, olabildiğince yerli sözcüklerden oluşacak bir Türkçe ise, OLANAKLIDIR. Önerdiğimiz, DiN AÇISINDAN BiLE ÇOK GEREKLi · oLDUGUNU ÖRNEKLERLE KANITLAMAYA ÇALIŞTIGIMIZ, ikincisidir. Olanaklı olandır, olması gerekendir.
Atalarımızdan bize kalan yazılı belgelerle uğraşırken, kiminde şaşkınlıktan dilim tutuluyor. örneğin, 'ŞAFAK' sözcüğünü
2 1 5
Farsça'dan almışlar. Ancak Farsça'da GÜNBATIMI anlamına gelen ŞAf AK'a niçin GUNDOGUMU anlamını verdiklerini bır turlu arilayamıyorum! ! ! Düşünün lngilizce'den Morning (gün doğumu) sözcüğünü alıp buna Günbatımı anlamını vererek kullanıyorsunuz! BU NE DEMEKTiR? Bir lngiliz size "Good Morning" (Günaydın) di
yecek, siz ise bunu 'iyi geceler' diye anlayacaksınız. .. iyi Günbatımları!
Atalarımız Fars Dilinde olumluluk öntakısı olan Bl'yi dilimize almışlar. Sonra Araplar üzülmesin, ya da Arapların batın kalmasın' diye Arapça'da olumlu bir bağlaç olan 'Bl'yi de dilimize sokmuşlar.
Fars Dilinde BİLi.AH Allahsız demektir. BI, '. .. sız', anlamana gelir.
Arap Dilinde BİLi.AH: Allah ile demektir. BI: ile anlamına geliyor.
Atalarımız bu iki karşıt anlamlı Bl'nin ikisini birden dilimize sokmuşlar. Osmanlıca'da BiGÜNAH: Suçsuz demektir. Bİ-GÜHAH'ın Bİ'si Farsların kullandığı anlamda (olumsuzluk öntakısı olarak) kullanılmıştır. Yine Osmanlılarda BİHAKKIN: Hakkı İLE anlamına gelir. Bl-HAKKIN'daki Bİ Arapların kullandığı lLE anlamında kullanılmıştır. Atalarımız niçin kimi yerde olumlu, kimi yerde olumsuz işlev görecek BI gibi bir ön eki, üstelik birini (olumsuzunu) Farslardan, ötekini (olumlusunu) Arap'lardan alıp kendi dillerine sokma gereğini duymuşlar? Kendi dilerini bu denli bozan başkaları gelmiş midir yeryüzüne bizim atalarımızdan başka? Osmanlı'da bilim geriledi. Niçin? Bilimsel düşünce üretiminin ön koşulu olan dil seçikliği kalmadığı; dil, kendisiyle bilimsel düşünce üretilemeyecek ölçüde bozulduğu için! Osmanlı'da toplumun büyük çoğunluğu ile aydınlar arasında büyük bir dilsel uçurum vardı. Niçin? Yeryüzündeki hiçbir t�lu"!_,___�endi aydınlarının ne
216
yazdığını anlamak _if_in kendi dilinden başka yabancı iki di--li_!l_ dah�_�uı:�l!_arını öğrenmey_e _S()}'ll�az <l_a _()_nun içint Osmanlı Toplumunun çoğunluğu, Osmanlı aydınının neler yazdığını anlayabilmek için Farsça'nın-Arapça'nın-Osmanlı'canın, dolayısıyla üç dilin kurallarını öğrenmek durumunda idi.,.A.ydınlar nedense buna katlanabilmişler, ancak toplumun buna katlanmasını beklemek1
,alıklık olur. Dilimiz açıklıkla aydınlanmadıkça, ne dinimiz, ne düşünce
üretimimiz yıldızlar gibi ışıldayabilir. Dilimiz bulanıklıktan arındıkça, yazımız dilimize uygun oldukça, Türklerin yeryüzünde Islam'ın (Batı'yı bile imrendirecek) en ilerici bir örneği, olacağını; düşünce üretiminde de insanlığa büyük katkılarda bulunacağını savlıyor, bu özlemi yüreğimin derinliklerinde duyumsuyorum.
2 17
SONUÇ: 1 . Bin yıldır Türk Diline sokulan . Arapça-Farsça sözcükler,
gerçek bir gereksinmenin kaçınılmaz sonucu olarak dilimize girmiş olmayıp, uydurma gerekçelerle kişileri, toplumu kandırarak sokulmuşlardır.
2. Dilimize sokulan her bir Arapça-Farsça sözcük, dilimizde bulunan, kullanılagelen yerli bir sözcüğü kullanımdan düşürmüş, böylece onun unutulmasına yol açmıştır.
·
3. Dilimize sokulan Arapça-Farsça sözcükler; dilimizde önceleri bulunan sağlıklı kök-türev ilişkilerini kopartmış; dolayısıyla yeni durumların gerektirdiği yeni sözcükleri kendi öz sözlüğümüzden türetmemizi güçleştirmiştir.
4. Bu da öz dilimizi işleyip geliştirmemizi önlemiş, bizlerin . sözcük türetme yetimizi körelterek, düşünce üretme ya da yabancılarca üretilmiş düşünceleri kendimiz için yeniden üretme olanağımızı da kösteklemiştir.
5.Bunun sonucu olarak, ne sağlıklı düşünceler üretebilmiş ne de yabancılarca ortaya konmuş düşünceleri kendimiz için yeniden yorumlayarak bunlardan olabildiğince yararlanabilmişiz.
6. Bu durum, Kur'an'ı Kerim'i bile yeterince anlayamayıp, onu yüreğimiz ve kafamızla kavrayamama sonucunu doğurmuş.
7. En kötüsü de YANLIŞ ANLAMAIARA neden olmuş. {Özellikle DIN'de)
8. Ulusumuzun düşünsel gelişimini geriletmiş. (Dinde-Bilimde) 9. Türkçe'nin Arap Yazısıyla yazılması da, gerçek bir gereksin
menin kaçınılmaz sonucu olarak değil, bütünüyle yanlış koşullanmanın bir sonucu olarak benimsenmiştir. Bu, Tanrı buyruğu olmadığı gibi, bilimsel bir gereksinme de değildi.
1 O. Kullanılan yazı türünün bir olması, uluslar arasında inançsal ayrılıkları önlemediği gibi, eylemsel bir birliği de
218
sağlayamaz. Bunun böyle olduğu yaşam deneyimleriyle, binlerce olayda görülmüştür. 'Latin Yazısı'nın da, 'Arap Yazısı'nın da toplumların birbirlerini boğazlamasının engelleyebilmek gibi bir gücü yoktur. Birinci-ikinci Büyük Paylaşım Savaşlarında, dinleri, yazı türleri bir olan (Hıristiyan-Latin) uluslar, birbirleriyle savaşmışlardır. Dinlerinin, yazılarının bir olması, birbirleriyle savaşmalarını önleyememiştir.
Tıpkıbunun gibi, Müslüman olup tümü Arap Yazısını kullanan toplumlar da birbirleriylf. boğazlaşmaktadırlar. (Iran-Irak; Kuveyt; Irak-Suudi, vs.) Demek ofoyor ki, kullanılan yazı türünün bir olması, toplumların duygusal, düşünsel birliğini doğurmamaktadır. Arap Yazısı için de, Latin Yazısı için de bu böyledir.
1 1 . Latin Yazısını ixnimsemek, yeryüzündeki bütün Türk Toplumlarının duygu-düşi nce-eylem birliğini gerçekleştirmeye yetmez.
12 . Arap Ya:,ısını benimsemek, yeryüzündeki tüm Müslümanların duygu düşünce-eylem birliğini gerçekleştirmeye yetmez.
13 . Uluslar arasında, duygu-düşünce-eylem birliği; ulusların dilleri, dinleri, yazılan başka başka olsa da gerçekleşebilir. Örneğin Osmanlı - Alman birliği; Birinci Paylaşım Savaşında bu iki ülkenin Din, Dil,Yazı ayrılıklarına karşın gerçekleşmiŞtir. Suudi-Amerikan işbirliği, bu iki ulusun din, dil, yazı ayrılığına karşın, gerçekleşmiştir.
14. 'Yeryüzündeki bütün Türkler topluca şu ya da bu yazıyı benimserlerse birbirleriyle uyum içinde yaşarlar', düşüncesi yanlıştır. Birliği yalnızca buna bağlı sanmak, yanlıştır. Orhon Yazıtlarında taşa kazılmış gerçekler, Türklerin kimi durumlarda birbirlerini yediklerini; aralarındaki din, dil, yazı birliğine karşın, birbirleriyle savaştıklarını belgeliyor.
1 5. Seçilecek yazıda belirleyici olabilecek biricik etken, bunun
219
konuşulan dildeki bütün sesleri yeterince gösterip gösteremediğidir. Eğer şu ya da bu yazı, konuşulan dildeki bütün sesleri yetkin bir seçiklikte gösterebiliyor ise, o benimsenmeli; gösteremiyor ise o yadsınmalıdır.
16. Arap Yazısı, Türklerin dillerindeki bütün sesleri yetkin bir seçiklikle gösteremediği için onunla Türkçe yazmak yadsınmalı; ancak Türkler, dinleri Islam olduğu için, ikinci bir dil öğreniminde Arapça'ya öncelik vermelidirler. Türk Aydınlan, günümüz koşullarında, Türkçe - Arapça - Ingilizce öğrenme üzerinde yoğunlaşmalıdır. Hiç değilse kendi dilini işlemeli, geliştirmelidir.
17 . Yeryüzündeki hiçbir dil aşağılanamaz, ya da ötekilerden çok yüceltilemez. Her dil işlenmeye, gelişmeye, yetkinleşmeye açıktır. Doğası gereği aşağı olan dil ya da yazı yoktur. Geliştirilmesi unutulmuş, bırakılmış dil ya da yazı vardır. Ölmüş denilen Ibrani Dili, Ibrani Yazısı; Israil'in kurulmasıyla yeniden dirilmiş, gündelik konuşma, düşünce üretme aracı oluvermiştir.
18 . Arap Yazısı, Arap Dili için uygun, yeterlidir. Ancak, Arap Yazısı Arap Dili için uygun biricik yazı da değildir. Araplar dilerlerse kendi dillerini Ibrani, Süryani yazılarıyla da yazabilirler. Çünkü bu yazılar da Arapça sözcükleri yetkinlikle göstermektedir. Tersi de olabilir. Süryanilerle Ibraniler, dilerlerse Arap yazısını kullanabilirler, bundan dolayı bir dil-yazı uyumsuzluğu doğmayacaktır.
19 . Ancak Türkler, Arap, lbrani, Süryani yazılarını kullanamazlar. Çünkü bu yazılar, Türklerin konuşmalarındaki bütün sesleri yetkin bir seçiklikle gösteremezler. Bu yazıların doğası, Türk Dilinin doğasına uymuyor.
20. Yazı türü seçimi, dinsel bir aynın konusu değil, yalnızca dilsel bir gereksinme konusudur.
2 1 . Bir dildeki lehçe (ağız) ayrılıklarını yansıtmayan yazı türü yoktur. Yalnızca -günümüzde- Çin yazısı, bu nitelikte sayılabilir.
220
Bugün, Çin'de, lehçeler arasındaki başkalıklar, çevirmen gerektirecek ölçüde büyüktür. Ayrı lehçeleri konuşan iki Çinli, birbirleriyle ancak bir çevirmen aracılığıyla anlaşırlar. Gelgelelim Çin Yazısı bir çizge-yazı olduğundan, lehçesi ayn iki Çinli konuşarak birbirleriyle anlaşamasalar dahi, yazıştıklannda anlaşabilmektedirler. Çünkü yazdıkları, ses-göstergesi olmayıp, çizge(resim)dir. Arap . yazısı, çizge (resim) yazı olmayıp ses göstergelerinden oluştuğu için başka lehçelerin tek yazılışa indirgenmesi gibi bir sonuca yol açmıyor.
22. Bir Türk, Arap Yazısı kullanarak Türkçe yazacağına, Türkçesini koruyup, ek olarak bir de Arap Dilini öğrenirse, yurduna, ulusuna daha yararlı bir iş yapmış olur.
23 . Ana belgeleri, buyrukları Arap Dilinde Arap Yazısıyla yazılı olan Müslümanlığı yetkin düzeyde kavrayabilmek için, onları olabildiğince yetkin bir düzeyde Türkçe'ye çevirmek gerekmektedir.
24. Dilimize geçen Arapça sözcüklerin, bugün bizim dilimizde yüklenmiş oldukları anlam başka, onların 1400 yıl önce Kur'an'da yüklenmiş oldukları anlam başkadır. Dolayısıyla, Kur' an'ın (Ya da öteki Arapça yazılı dinsel belgelerin) Türkçeye çevirisinde, o Arapça belgelerde karşılaşıp da bizim bugün dahi kullandığımız sözcükler, kesinlikle yapılan çevirilerde kullanılmamalıdır. Kur'an'da geçen, örneğin 'Hamd' sözcüğünü, 'Bu nasıl olsa bizim dilimizde bugün de yaşıyor;' diyerek olduğu gibi çeviriye yazarsanız, yaptığınız çeviri, çeviri değil, deviri olur. Kur'an çevirmiş değil, çam devirmiş olursunuz. Cumhuriyet döneminde yapılan bütün Kur'an çevirileri, bu bakımdan birer "çam devirileri"dir.
25. Kur'an'ı çevirmek, ANLAMBlLIMl, (Semioloji) KALITBlLlM (Arkeoloji), DlLBlLlM, KÖKENBILlM (Etimoloji), SAMIOLOJI (Sami Dilleri bilimi), ARAPÇA, lBRANICE, ORTADOGU DlNLERl, KUZEYDOGU AFRiKA, ESKi MISIR, GÜNEY DOGU ANADOLU, BiZANS KO-
22 1
NUSUNDA UYGARLIK BiLGiLERi, INSANBILIM (Antropoloji), vb. gibi pek çok bilim dalının uzmanlarının uyum içinde (bilgi alış-verişi içinde) çalışacakları bir ortamı gereksinir: BUGÜNE DEK YAPIIAN ÇEVIRME-ANIAMIANDIRMA ÇALIŞMALARI, bu çalışmayı yapanların derme-çatma bireysel bilgileriyle, bireysel eğilimleriyle, saydığımız bilimsel alanlardaki tarihsel bulguların çoğundan yoksun olarak yapılmıştır. Kişilerin iyi dilekleri, iyi istençleri tek başına yeterli değildir.
26. En önce, şimdiye dek yapılmış çevirilerin, dil bilimsel eleştirileri yapılmalıdır. Çeviri eleştirisi, Kur'an eleştirisi değildir. Tersine, Kur'an'ın daha doğru anlaşılması için gereklidir.
27. Yapılacak çeviri eleştirilerinin (artı, eleştirilerin de eleştirilerinin) oluşturacağı bilgi birikimi, Kur'an'ın daha doğru anlaşılması için gelecekteki olası çevirilere ışık tutacaktır.
28. 'Çevirilerde yanlışlar var.' deyip de bu yanlışların neler olduğunu tek tek göstermeyen kiş� Tanrı katında sorumludur. Bir şeyin yanlış olduğunu bilen kişi, o şeyin doğrusunu da biliyor demektir. Kişi gördüğü yanlışı, ya eliyle ya diliyle düzeltir. Bildiği doğruyu ortaya koyar.
29. Kur'an çevirilerini yanlışlardan arındırma çabası, öncelikle Türk Dilcilerinin (Dincilerin değil!) en başta gelen görevleridir. Çünkü, çeviri dilsel bir olaydır. Dinsel uzmanlıktan öte, dilsel uz-manlık gerektirir. .
30. lncil'in Almanca'ya çevirisi nasıl Alman Dilini de geliştirmiş ise, kimi sözcüklere kavram yüklenmesi yoluyla, Alman Dili kavramsal bir yeterliğe kavuşmuş ise; tıpkı bunun gibi, Türk Dili de Kur'an'ın Türkçe'ye yetkin düzeyde çevrilmesi çabalarındaki tutkunun yüksekliği ölçüsünde, yabancı sözcüklerden arınacak, Türkçe sözcüklere kavram yüklenerek, dil işlenip geliştirilecektir.
3 1 . Sözde dinsel kaygılarla bozulan dilimiz, özlü dinsel
222
kaygılarla yeniden sağlığına kavuşacaktır. 32. Türk Dili arındıkça, Türkler Müslümanlığı daha aydınlık bir
bakışla kavrayacak,dini yanlış anlamaktan doğan kimi düşünceltoplumsal-bireysel geriliklerimiz, böylece onarılacaktır.
33. Tanrı, bizleri yanılgılanmızda uyaran bizlere doğru yolu gösteren, yanlışlardan arınmayı tüm benliğiyle özleyen kullarını arındıran, ışığına yöneltendir. Tanrı, Müslümanlığı 'atasından kendine kalmış bir gelenek olarak yalnızca biçimsel törenlere indirgemiş olan' tüm kullarını aydırmayı onlara sözlerinin özünü kavratmayı dilerse; buna kim engel olabilir? Tanrı dilediğini yapandır!
Çalışmamızın ortaya çıkardığı bu sonuç, bu otuz üç yargı, bir tesbihin taşlan gibi, birbirine bağlıdır. Biri diğerinin ardından gelir. Bu otuz üç taşlı tesbihin, tüm taşlan, bir damıtmanın ürünüdür. Nelerin damıtıldığı, "Yararlandığımız Kaynaklar" bölümünde görülebilir. Bu çalışmanın okunurluğunu kolaylaştırmak açısından, tüm bu kanıtlan yazının içinde tek tek göstermedim; bu demektir ki, eğer yazının içinde bir konuda yalnızca üç dört kanıt kullandıysam; bu, kanıtlarım yalnızca bunlar olup elimde başkaca bir kıımt yoktur, anlamına gelmez. Yüzlerce kanıt vardır, ancak yazının içinde bunlardan birkaçını anmakla yetinilmiştir. Okuyan bunalmasın diye .. .
Bilimsel doğruların, topluma, toplumun anlayacağı gündelik konuşma diliyle verilmesi olanaklıdır; yapılması gerekli bir edimdir. Aydını toplumundan kopartan da dilidir. Oysa aydın, kullanacağı dili özenle toplumun anlayacağı biçimde kullanılabilir. Toplum anlayışsız değildir. Yalnızca uzmanlık gerektiren sözcüklere yabancıdır. Ki, bu da suç değildir. Atatürk'ün amacı Aydın-Halk dil kopukluğunu gidermekti.
223
Yazının içinde yer yer yinelemeler var. Bu yinelemeler BiLEISTEYE yapılmıştır. Herbir yineleme, bir öncekine bir öğe katarak yürür. Kişiyi bir yerden alıp başka bir yere götürmek için yürünecek yol bunu gerektirir. Bu kendileri o yere önceden gelmiş olanlar açısından sıkıntı verici olacaktır. Ancak, ben bu yazılan uzmanlara bilmediklerini öğretmek için yazmadım ... Tersine, toplumumuzun yanlış bildiklerini düzeltmek için yazdım.
Ülkemizde, dil konusunda toplumumuzda dil bilinci uyardıncı nitelikte yayınlar yapılması, bir gerekliliktir. Özdilimizi korumak gerektiğini söylemek yetmez: NlÇIN KORUMAK GEREKTlGINl GÖSTERMEK DE BlR GEREKLILlKTlR.
224
DİPNOTIAR (BÖLÜM 1)
1- Sir Stephen Runcıman · ("Avrupa Medeniyetinin Gelişmesi Üzerindeki lslami Tesirler" - Şarkiyat Mecmuası 111-lst. 1959
2- Corci Zeydan- "Medeniyet-i lslamiye Tarihi", Zeki Magamiz çevirisi, lstanbul, ikdam Basımevi, 1 328, c 1 1 1 , s. 302 Aktaran: Agah Sırrı · Levend -"Tarih Boyunca Türk Dili"- Türk Dili Araştırmaları Yıllığı · Belleten - 1 965 - s. 1 28
3- Divan-ı Lügat-it-Türk, c.l s. 32 çev: Besim Atalay TDK: 521 4 - Bkz: Abdülkadir Erdoğan: 'Kur'an Tercümelerinin Dil
Bakımından Değerleri'- Diyanet işleri Başkanlığı Yayınlan. TTK basımevi-Ankara, 1961 . s. 47,48.
Bu Kur'an çevirisinde; Allah=İzi, Rahman=Bağırsak. Secde= Yüğünmek, Kadir=Oğan, Şeytan=Yak, Şahadet=Tanukluk, Nefs=Öpöz, Ayet=Belgü, Cennet=Uçmağ, Cehennem=Tamu, Kitab=Bitik, Dünya=Acun, Mevta=Ölük, lyman=Girtgünmek, Sadık=Cınsözlü, Nur=Yarukluk, Kariye=Kent, Kalb=GöngüL Zalim=Güçkılmak, Nebi=Yalvaç gibi Öztürkçe sözcüklerle, Kur'an'ın bütünü Türkçeleştirilmiştir. Verilen Türkçe karşılıkların, verilebilecek biricik ya da en doğru karşılıklar olup olmadığı tartışılabilirse de, önemli olan Kur'an'daki bütün Arapça sözcüklere Türkçe karşılıklar verme tutkusu ve çabasıdır. Bu da bize, Türklerin Müslüman olduktan iki yüz yıl sonra bile dillerinin katıksızlığını koruma eğiliminde olduklarını kanıtlar. lslam olmayı başka, Araplaşmayı başka saydıklarını gösterir ki, doğrusu da budur.
5· "XV. yy. Başlarında Yapılmış KUR'AN TERCÜMESi". Muhammed Bin Hamza- Hazırlayan: Dr. Ahmet Topaloğlu- Kültür Bakanlığı Yayınlan: 300 1978. c, 2 s, 635. (sure 1 2, ayet 59) -
6- lznik'li Musa bin H acı Hüseyin'in yaptığı Tefsiri Hazini"
225
çevirisi: "Enfes-ül-Cevahir". Bursa Ulu Cami Kitaplığı: (63-397, 64-398) s, 234. Aktaran: Türk Dili Tarama Sözlüğü: c, VI -s, 432 1 .
7- "Münebbih-ür-Rakidin-" Nuruosmaniye Kitaplığı No: 261 1, Aktaran: Türk Dili Tarama sözlüğü-c, VI-s, 4320
8- Türk Dili Tarama Sözlüğü-c, VI-s, 432 1 9- Bakara Suresi 104. ayetinde geçen bu uyarının nedenleri
üzerinde birçok yorumcu çeşitli açıklamalar yapmışlar. Bir kesimi, Yahudilerin dilinde RAINA sözcüğünün kötü bir anlama geldiğini, Araplar RAINA dedikçe, Yahudilerin bu sözcüğü kendi dillerindeki anlama çekerek gülüştüklerini, uyarının bu nedenle yapıldığını ileri sürmektedirler. Ancak, .RAINA sözcüğünün Arapça'da da, hayvanlarla ilgili olarak kullanıldığı zaman "GÜTMEK" anlamına geldiği, bu anlama çekilerek gülmece konusu edilebileceği gerekçesini savununlar da çıkmıştır. Burada "Bu nedenlerden doğru olan şudur", gibi bir görüş getirememekle birlikte; bir sözcüğün kutsal söyleme uygun bulunmayarak, yerine yakın anlamlı kutsal söyleme yakışan bir başka sözcüğün önerildiğini görüyoruz. Ibrani dilinde:
(R + A) = kötü, şeytanca, günahlı, pis (R + A + Y) = Otlatmak, çobanlık etmek, kılavu:zluk etmek
anlamlarına geliyor. Yazılışları, söylenişleri arasında küçük bir aynın olan bu iki sözcüğün anlamlan arasında büyük bir uçurum vardır. Dolayısıyla DiL OYUNU yapmaya çok açıktır. Demek ki sorun Ibrani Dili için de vardır. Kur'an'ın 4/46. ayeti, bu dil oyununu Yahudilerin Müslümanları aşağılamak için yaptığını göstermektedir.
Kur'an'da, Hz. Muhammed'in elçiliğini benimseyenler ile yadsıyanlar arasında karşılıklı söz atışmalarının olduğunu, bu atışmalarda, yadsıyıcılann gülünçleştiricilikle ortaya çıktığını okuyoruz. Yadsıyıcılann Kur'an'a karşı çıkarken, gülünçleştirici sözcük
226
oyunlarına başvurdukları da, Kur'an'da sıkça belirtilir. 1 O- Bkz: Divan-1 Lugat-it-Türk, C. iV -dizin- Bağırsak-Bağursuk,
sözcükleri . . . 1 1- Bkz: Kutadgu Bilig - TDK yayınlan - Dizin-Sözlük-'Bağırsak'
sözcüğü . . .
227
DlPNOTIAR (BÖLÜM il)
1- Cumhuriyet Gazetesi-Bilim Teknik Eki-Vehbi Belgi!: "Yabancı Dil Nasıl Öğrenilmez?" = Kay: Islam An
siklopedisi - "BlRUNl" maddesi. Biruni: "Arapçanın bir güçlüğü, bitişik harfleridir. ikincisi sesli
harfi olmayışıdır. Doğulu uluslarda dikkatsizlik genel bir beladır. Bu üç neden, Arapçanın ciddi ve bilimsel işlerde kullanılmasını güçleştirir. Bu dilin bu güçlüğü yüzünden, Oreibasius, Galanos, Paulus ve Discorides gibi Yunan yazarlarının yapıtlarındaki Yunanca adlar Arapçaya doğru aktarılamamıştır. Bu durum bilim açısından büyük bir eksikliktir. Eski Yunan yapıtları yanlış ve eksik aktarılmıştır. Böylece Arapça'ya çevrilen yapıtları bilip bilmemek arasında çok bir ayrım yoktur."
Biruni bu eleştirilerinde yalnız değildir. Ilhanlılann sarayında bir bilimler Akademisi kurmuş olan Reşidüddin Tabib de aynı biçimde düşünmektedir. Hamza Isfahani ise konuyu daha geniş incelemiş, Arap harfleriyle yazılmış bir sözcüğün 200 biçimde okunabileceğini, bu yüzden bilimsel kavramların ancak yaklaşık "olarak öğrenilebileceğini açıkça yazmıştır." ( age.)
Bence bu eleştirilerde abartı vardır. Eleştiriciler kendi anlama yetilerinin sınırlı kaldığı durumda, anlayamadıkları dili kötülemektedirler.
2- Müslümanlığın Kutsal-Yazı'sında (Kur'an): "Biz hiç bir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın . . . " diye anlamlandırılan sözler geçmektedir. ( 14/ 4). Demek oluyor ki, Tann'nın bildirdikleri, bütün uluslara kendi dilleriyle iletilmektedir. Bir ulusun Arapça bilen üyeleri, Arapça bilmeyen üyelerine, Tanrı'nın Arapça buyruklarını, kişilerin kendi anlayacağı ana dillerine çevirerek, onlara duyururlar. Bir Ulusun
229
din gerekçesiyle dil değiştirmesi gibi yaptırım, Tanrı buyrukları arasında yoktur. Kendilerine bilmedikleri bir dille buyruklar verilen kişilerin, o buyrukları yerine getirmemesinden dolayı sorumu tutulamayacağı, çok açıktır. Yabancı dildeki sözlerin anlaşılmasının da çeviriden başka bir yolu yoktur.
3· A. K. Boronkov: 'Özbek Yazı Dilinin Kurucusu Ali Şir Nevai' Çev: Rasime Uygun-Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten yıl, 1954. 2. baskı: 1988 s. 59-65
4- Prof. Dr. Günay Tümer- "Biruni'ye Göre Dinler ve Islam Dini" Diyanet işleri Başkanlığı Jayınları-1986. s, 35
5· Age-s. 34 6- Yusuf Tavaslı- "En Güzel Seçilmiş Dualar"· Hattat Tavaslı
Yayınları-s, 85 "Sivilce Duası" ... imam Hatiplikten Emekli Hattat Yusuf Tavaslı, bu 'dua'lann Arapça yazılı olanlarının altına nasıl seslendireceğini Latin abecesiyle yazmış. Yapılacak 'dua'lann [yazıldığı gibi] okunacağını belirtmiş. (age-s, 2) Arapça sözcüklerin nasıl okunacağını, Latin yazısıyla göstermesine karşın: ''Yeni yazı dediğimiz bugün kullanmakta olduğumuz Latin harfleriyle Kur'an'ı doğru okumak mümkün değildir. Çünkü Kur'an harflerinin bir çoğunun karşılığı yeni yazıda yoktur." diyor. Doğru! Ancak, sorun, yalnızca Arap dilindeki kimi seslerin Latin yazısıyla gösterilememesi değil, Arap Dili'ndeki seslerin Türklerin dilinde olmayışıdır. Türklerin dilinde, Arap dilindeki gibi gırtlak sesleri yoktur. Sorun budur. Türk, Arap yazısını öğrense de, doğru seslendirmesi çok yoğun bir eğitim sonucu sağlanabilir. Bu durum, Türkçe konuşmak isteyen bir Arap için de geçerlidir. Bir Arap, Latin yazısını seslendirmeyi öğrense de, Türkçe'yi bir Türk denli pürüzsüz konuşabilmesi çok özel bir eğitim işidir. Kısaca, UZMANLAŞMA işidir. Tavaslı: "Kur'an'ı ancak kendi harfleriyle doğrudüzgün okumak makbul ve kabul olacaktır. ( . . . ) En büyük
230
ve en hayırlı bir ibadet olan, hatta, insanı cehennemden konıyııp cennete götürecek olan KUR'ANI SESLENDİRME İBADETİ de ANCAK EKSİKSİZ (abc) OIAN KENDİ HARF VE MALZEMELERİYLE KABUL EDİLMEYE LAYIK BİR AMEL OLUR." diyerek (age-s, 24-25), yalnızca özel eğitim görmüş uzmanların yapabileceği bir beceriyi, bütün Türklerin göstermesini bekliyor. Türklerin Arapça olan Kur'an'ı Arapça "OKUMAK IBADETl"ni gereğince yapabilmeleri için bir ARAP denli Arapça konuşması GEREKMEKTE! Çünkü, bu ibadetin Tanrı'nın onayına erişel'>ilmesi için, Türk'ün Arapça yazılı Kur'an'ı, bir Arap denli yetkin biçimde seslendirmesi bir ön k,oşul olarak öne sürülmektedir. Bir Arap denli Araplaşmak gerelir. Yoksa, Türk, 'KUR'AN SESLENDiRME lBADETl'ni yerine getirmiş sayılmayacaktır! .. Bu 'ibadet' eksik olunca, Türk de 'cennet'e giremeyecek!..
Şimdi, elbette bir Türk bir Arap denli Arapça bilirse, bu kötü değil, iyi olurdu. Ancak, Tanrı, Elçisi Muhammed'e bile yabancı, onun bilmediği bir dille buyurmadığı gibi, T. E. Muhammed' de, Araplara onların bilmedikleri bir dille buyruk iletmemiştir. Tanrı'nın, kişioğullarına, anlamadıkları bir dildeki yazıyı, anlamadan seslendirmeyi buyurmadığı da bir gerçektir. Tanrı'ya yakarmayı bile Arapça söyleme ön koşuluna bağlamak, dayanaksızdır. Kişi, sivilcelerinden kurtulmak için Tanrı'ya Türkçe yakarırsa, Tanrı bu yakarıyı geri çevirir; kişi ancak Arapça yakarırsa, Tanrı bunu benimseyip kulunun yardımına gelir, diye diye kandırılan atalarımız, kendi dillerine, kendi sözcüklerine yabancılaştırılmıştır.
7- Nisa/43: "Ey iman edenler! Siz sarhoş olursanız, söylediğiniz sözü bilinceye kadar namaza yaklaşmayın!...'
23 1
DİPNOTLAR (BÖLÜM VII)
Arap Yazısı, sessiz harflerin söylenişinde ortaya çıkan değişimleri -özellikle- gösteren bir sistem olmakla birlikte, onun bu niteliği daha çok Arap Dili için tamdır. Arap Harfleriyle Türkçe yazıldığında, Arap Harfleri Türkçe'deki ünsüz harf değişimlerini -öncelikle- gösterir; ancak bu, tam ve açık bir gösterme değildir yine de... Doç. Dr. Ali Fehmi Karamanlıoğlu, "Gülistan Tercümesi"nde: "Ünfülerde olduğu gibi, ünsüzlerde de Türkçe'ye yabancı bir alfabede (Araf harfleri-eh), bütün sesleri tesbit edebilmek oldukça zor olmaktadır. Mesela, Türkçe'nin çok kulfanılan K ve G ünsüzlerinin tf!friki (ayırdedebilmesi), BU SESLERİ AYIRD ETMEYEN ALFABE (yani Arap harfleri -eb) yüzünden, çoğu zaman şüpheli kalmaktadır." (age-XL.X) diyerek, Arap harflerinin Türkçe yazmada kullanılması durumunda tam bir yansıtma gerçekleşmediğini belirtir.
1- Bkz: A. Dilaçar, "Türk Lehçelerinin Meydana Gelişi" - Türk Dili Araştırmaları Yıllığı - Belleten - 1 957, s, 82-93
2- Prof. Dr. A. Caferoğlu - Anadolu Ağızlarındaki Metathese Gelişmesi" -Türk Dili Araştırmaları Yıllığı - Belleten-1955 s, 1-7
3- "Divan-ı Lügat-it-Türk." Yazan: Muhammed oğlu Hüseyin, Hüseyn oğlu Mahmud . . . Nam-ı diğer: Mahmud-el-Kaşgari. Günümüz Türkçesiyle: Kaşgarlı Mahmud. (Ona "Kaşgarlı Mahmud" dersek, Iştikakçı Şinasi Tekin çok kızar. örneğin Talat Tekin, Mahmut elKasgari demiyor diye, Tarih ve Toplum Dergisinde, salt bu nedenle onu ayıplayan bir yazı yazdı.) (Olay, Hakaret Davası açma tehditlerine varacak denli büyüdü.)
4- Prof. Naim Hazım ONAT. "Arapça'nın Türk Diliyle Kuruluşu" T. D. K. (D. 20) Istanbul 1944 - Maarif Matbaası - Cilt 1-s, 96
233
5- Ebu Hayyan-Et-Teshil Şerhi. c. 1, s. 1 56, 281 -Aktaran: Prof N. H. Onat- Age-sf 96.
6- Dr. Osman Keskioğlu - "Nüzülünden Günümüze Kur'an-ı Kerim Bilgileri" - Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan - 2 . baskı - ANKARA 1989-s. 177 Dipnot 53.
7- Prof. N. H. Onat -age, s. 95 8- Dr. Osman Keskioğlu- age, s. 1 76 9- Prof. N. H. Onat -age- s. 95'ten 435'e kadar. (Sayın Onat, her ne kadar Arapça'nın Türk Dilinden
'doğduğunu', 'çıktığını', 'kaynaklandığını' savlar iken -benceyanılıyor ise de, Arap lehçe ve ağızlarındaki değişimleri güzelce belgelemiştir. Onat, bu değişimlerin yazıya nasıl da yansıdığını ozenle hazırladığı çetelelerle ortaya koymuştur. Her çalışma eleştiriyle yanlışlardan . arınır. Onat'İn bu çalışmasında da, kimi anlam değişikliğine yol açan söyleyiş değişiklikleri, sanki anlamı bir de söylenişi ağıza göre değişik imiş gibi gösterilmiştir. Ancak bu gibi yanlışlar 5000'e yakın sözcük içerisinde çokça yer tutmamaktadır. Bunlar titiz bir çalışmayla ayıklandığında, geriye kalanlar Sah Bey'in sözlerini çürütmeye yeter de artar bile .. . )
10- Divan-ı Lügat-it. Türk. Cilt 1-sf. 62,63 1 1- Muharrem Ergin - Osmanlıca Dersleri - 8. Baskı - sf. 2,3
Boğaziçi Yayınlan 12- Prof. N. H. Onat. (agy) 13- Necdet Öktem - "Hilafetin Sonu"- sf. 107 Ege Ün. Rektörlüğü
Yayın No: 1
234
DiZİN
Abbasiler: 10. Abdest: 44, 45_ Abdullah: 49.
- A -
Abdülkadir Erdoğan: 225. Ad koyma: 81, 83. Agah Sırrı Levend: 31, 225; Ağız ayrılıkları: 199. Ahmet Topaloğlu: 225. Akademi sayfası (Zaman g.): 193,
194. Akıl: 77. Akıl yürütme: 77, 80. Al-Turlô: 215. Alaeddin Mehmedov, Doç. Pr.:
199. Alem: 69, 130. Alemlerin Rabb'ı: 65, 162. Alexandros: 104. Alexandros 111: 104. Alfabe: 84. Ali (Halife): 176. Ali Bulaç: 104. 1 18. Ali İmran suresi: 135. Ali Şir Nevai: 230, 23. Allah kavramı: 46, 47, 48, 49, 53,
63, 86. Allah'ın Hadisi: 127. Allahaşükür Paşazade: 4. Alman dili: 222.
·
Altınkı Tengriler: 52. Amel: 63. Amerikan Ordusu. 185. Ananın dilinin yabancılaşması: 11 . Ankebud suresi: 47, 49, 138. Anlam bağlantısı: 79. Anlam başkalaşması: 148.
Anlam büzülmesi: 149. Anlam daralması: 149. Anlam değişmesi: 149. Anlam kayması: 148, 221 . Anlam saptama: 81. Anlam yakıştırma: 149. Anlama: 94, 95, 100, 141. Anlama edimi: 98. Anlama özürü: 1 16, 141. Anlama sorunu: 125. Anlama yetisi: 94, 159. Anlamak: 153, 154. Anlamaksızın seslendirme: 135. Anlamamış olmak: 95. Anlambilim: 221. Anlamış olmak: 95. Anlamlandırma çabası: 83. Anlatma özilrü. 1 16. Anlayabilmek: 157. Antropoloji: 222. Arab'ı Rablaştırma: 64. Araf suresi: 103. Arap dilini kutsallaştırma: 22. Arap fılologları: 204. Arap milliyetçiliği: 181, 182. Arap ulusal yazısı: 181, 182, 183. Arap üstünlükçülüğü: 202. Arap yazısı: 174, 185, 186, 199. Arap yazısına -kutsallık yüklemek:
193. Arap yazısının birleştiriciliği: 1 77,
199. Arap yazısının Türk diline uymazlı
ğı: 208. Arap yazısıyla Türkçe yazmak: 208,
211, 212. Arapça sözlükler: 204.
235
Arapça-Türkçe ilişkileri: 213, 214. Araplaşma: 10. Araplaşmak: 183. Araplaştırma: 70, 86, 158, 159, 173,
182, 185. Aristotales: 107. Arkeoloji: 221. Arş: 63. Arz. 63. Aşağılama: 158. Aşağılanmış yazı: 161. Aşınım: 149. Aşkın Tanrı: 50. Atatürk: 137, 181, 182, 197, 207,
214. Atatürk devrimi: 183. Atatürk dönemi: 205, 194, 147, 182,
179. Atatürkçülük� 137. Ateşe tapmak: 44. Atom: 139. Aydın-Halk dil kopukluğu: 223. Aydın Müslümanlar: 194.
Aydınlar: 217. Aydınlanma: 106. Ayırdetme yetisi: 157. Ayırdına varma: 81. Ayşe: 176. Azab: 149. Azerbaycanlı: 199. Azerbaycan: 169, 170, 182. Azerbaycan Anıları: 168, 172. Azeri Türkçesi: 169. Azeri Türkleri: 169. Azim: 63.
- B -Baas Partisi: 185. Baçağ: 3, 45.
Bağdat: 10.
Bağırsak: 16, 61.
Bağursuk: 16. Bakara Suresi: 154, 226. Bakü: 169, 170. Ballo messo: 39.
Balyemez topu: 39. Basra: 54. Baş ilah: 49.
Başka olan: 157, 158. Başkalaşma: 144. Başkalığın bilinci: 157. Baştanrıcılık: 42. Benzeti yapma: 100. Benzeti yapma yetisi: 101. Besim Atalay: 165, 202, 203, 225. Beyan: 156. Bayezid: 196. Bayezid'i Bistami: 196. -bi (ön takı: Arapçadan): 216. -bi (ön takı: Farsçadan): 216. Bilgiç görünme merakı: 31, 39. Bilginin olan*1tlığı: 157. Bilimsel nitelikte çeviri: 130. Bilmek: 157. Birinci Büyük Paylaşım Savaşı: 185,
219. Biruni: 21, 24', 229. Bizans: 221. Boğaç: 83. Boğaz yap�ı: 167. Boronkov: 'tJO. Boş aşağılık'.duygusu: 157.
Boş üstünlü'k duygusu: 157. Bozulma: 149.
Böbürlenme: 165. Brahma: 52. Brahmi yazısı: 205. Buda: 52.
236
Bulgar: 85. Bulgarlaştırma: 85. Bütün tanrıların başı: 52. Bütün yazılara saygı: 193. Büyük İskender: 104.
- c -Cahil: 149. Cariye: 127, 128. Cehalet: 7 Cehennem: 184. Cehennemlik düşünceler: 184. Cennet: 184. Cennetlik düşünceler: 184. Cevheri: 211, 212. Cibril: 48. Cikleme: 63, 64. Corci Zeydan: 10, 225. Cuma Suresi: 135. Cumhuriyet Dönemi Kur'an Çeviri
leri: 221.
- Ç -
Çağrıştırma: 12. Çeviri: 132, 149. Çeviri eleştirisi: 133, 222. Çeviri olanaksızlığı: 152. Çeviri yanlışları: 133. Çeviri yeteneği: 178. Çeviri yeteneksizliği: 119. Çeviri yoluyla anlama yeteneği: 178. Çeviriler arası uyumsuzluk: 124. Çeviriye güvenme sorunu: 124. Çekilmezlik: 111 . Çekilmez süzcükler: 109. Çelişik olanı yadsıma ilkesi: 131 . Çelişmezlik: 139, 140. Çifte yabancılaşma: 144. Çin dili: 221. Çin lehçeleri: 221.
Çin yazısı: 187, 205, 220, 221. Çizge yazı: 57, 58, 221. Çok tanrı: 48, 49, 50, 51, 52, 60,
134. Çürçil: 162, 163. Çürükçül: 89, 90.
- D -Davud: 62. Dede Korkut: 83. Descartes: 178. Deviri: 149. Devrimler: 183. Dikkat: 112. Dil ağacı: 76 ve devamı. Dil bilinci: 224. Dil devrimi: 215. Dil ormanı: 76. Dil oyunları: 226. Dil yabancılaşması: 46. Dilbilim: 221 . Dilin doğası: 220. Dili aşağılamak: 220. Dili yüceltmek: 220. Dillerin kralı: 164. Dilsel uçurum: 216. Din Y'dbancılaşması: 46. Dinden dönme: 175. Dingir: 55. Dini yayın: 183. Dinin dile bağımlılığı: 152. Dinsel alıklaşma: 137. Dinsel aydınlanma: 129. Dinsel bilinç: 22. Dinsel geridlik: 215. Dinsel ilericilik: 215. Discorides: 229. Divan'ı Lugat-it Türk: 201, 204,
209, 210, 225, 227.
237
Doğatanncılık: 180. Doğulu uluslarda dikkatsizlik: 229. Dua: 27, 188. Dünya Komünizmi: 172. Düşünce üretme: 80, 81, 84, 107,
141. Düşünce üretme aracı: 102. Düşünce üretme yetisi: 80, 87, 90,
153, 183. Düşünsel bağ kurma: 77, 79, 81. Düşünsel gelişim: 161.
- E -
Eba Yezid: 196. Ebu Bekr: 175. Ebu Hanefi: 106. Ebu-t-Tayyıb: 203. Ebu Yezid Bistami: 196. Elçilerin görevi: 1 17. Elektrik: 68. Elektron: 68. Elhamdülillah: 142. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır,
73, 104, 117, 147, 148, 192, 193, 196.
Em-üfür: 70. En ilstiln Tengri: 51. En'am Suresi: 194. Endülüs Emevileri: 9. Enfes-ili-cevahir: 226. Erdem öğretileri: 13. Erdemli söz: 87. Erdemsiz söz: 87. Ermeni: 169. Eski Mısır: 221. Eski Mısır yazıtları: 58, 81. Eski Türk şiiri: 51. Eski Türk yazıtları: 59. Eski yazı: 207.
Estağfurullah: 141. Evrensel Paylaşım Savaşı, 1.: 174. Ezan: 29, 61, 91, 92. Ezan'ın Türkçesi: 134.
- F
Farslaştırma: 70, 86. Fatır Suresi: 71. F:tiha Suresi: 1 17. Fesad: 63. Fırtına İlahı: 50. Firavn: 103ı 153. Firuzabadi: 221. Fussilet suresi: 166.
Galanos: 229. Gavur işi: 183.
- G -
Gavur yazısı: 182, 192. Gerçek İslam: 173. Gerçekleşmiş olan: 157, 158. Gök Tengrisi: 50. . Göktürk yazısı: 55, 57, 58. Gurur: 93, 94. Gusul: 44, 45. Gusul abdesti: 45. Gülünçleştirme: 12. Günay Tümer: 230. Güneş kursu: 104. Güneydoğu Anadolu: 221.
Habiys: 89. Hace: 138, 140.
- H -
Hace Suresi: 47, 188, 189. Hacı Kamil Efendi: 192, 193. Hacıhilsrev: 18. Hadis: 128, 130, 131 . Hafızlık: 153. Hak dini Kur'an dili: 119, 147. Halife Mu 'tasım: 10.
238
Hamd: 119, 139, 148. Hamza Isfahani: 229. Hanefilik: 106, 125. Harf inkılabı: 183. Hayr: 1 14. Hayreddin: 115. Hazreti Yezdan: 196. Hekimoğlu İsmail: 182. Helmutt Ritter: 164. Her yazıya saygı: 192. Heraklius: 132, 133. Hezarfen Ahmet Çelebi: 211. Hıyar: 1 14, 1 15. Hıyar'ı ataka: 115. Hıyar'ı ayb: 115. Hıyar'ı buluğ: 115. Hıyar'ı gabn: 115. Hıyar'ı hıyanet: 115, 1 16. Hıyar'ı idrak: 115. Hicret: 175. Hidayet: 63. Hikmet Tanyu: 59. Hitan: 46. Hiyeroglif: 205. Hua.ırat Suresi: 158. Hurma: 183. Huda: 59. Hıldhıld: 63. Hüzeyl Kabilesi: 204.
- 1 -Irak: 177, 219. Irak-İran Savaşı: 177. Iraklılar: 185. Itırlı Bahçe: 185.
- i -İbadet: 139. İbn Kuteybe. 24, 28. İbrahim: 22.
İbrahim Suresi: 87, 96, 229. İbrani dili: 220. İbrani yazısı: 220. İbranice: 62. İdhi: 25, 26, 66, 67. İhata: 63. İhraç: 63. İlah: 47, 49. İ lahiyat Fakültes� 180. İlahlar ilahı: 49. İletişim: 167. İlim: 63. İ lhanlılar: 229, İman: 67, 130. İmla: 208. İnanç: 59. İnanç birliği: 174, 177, 178. İncil: 135, 189. İncil'in Almancaya çevrilmesi: 222. İngiliz denizcilik deyimleri: 9. İngilizler: 174, 185. İngilizleştirme: 70. İnsanbilim, 222. İntikam: 150. İran: 177, 209, 219. İsa (Meryemoğlu, T.E.) 22, 152,
155, 190. İslam adına Araplaştırma: 173. İslam alfabesi: 179. İslam Ansiklopedisi: 229. İslam Atoma.ıluğu: 139. İslam birliği: 173, 181. İslam dini: 1 19. İslam eleştirmenleri: 107. İslam Eserleri Müzesi: 11. İslam uygarlığı: 106. İslam yazısı: 192. İslamcı: 192. İslamcı köşe yazarları: 193.
239
İslamı Arap yazısına bağlı sayma: 185.
İslami basın yayın: 183. İslami edeb: 193. İslamlık1an Önce Türklerde tek
Tanrı inancı: 59. İsra Suresi: 65. İsrail: 220. İznikli Musa bin Hacı Hüseyin:
225.
- J -
Jean Paul Sartre: 96. Jet: 69.
- K
Kafır: 155, 180, 193. Kafir Araplar: 42. Kafırlik: 24, 214, 215. Kalıtbilim: 221. Kalem güzeli: 192. Kalem Suresi: 128. Kamer Suresi: 133. Kanaat: 6. KarahanWar: 1 1 . Karınca dili: 62. Kari Marx: 125. Kaşgarlı Mahmut: 10, 1 1, 211, 212. Kavim: 63. Kavmiyet: 172, 173. Kavram yakıştırmak: 69. Kavram yükleme: 69. Kavramlaşmış sözcükler: 69. Kavramlaştırma: 222. Kays Kabilesi: 204. Keh: 68. Kehruba: 68, 1 12. Kehf Suresi: 104, 127. Kençekliler: 10. Kendi diline yabancılaşma: 70, 73.
Kendi dilini küçük görme: 70. Kıpçaklar: 201, 202. Kiril yazısı: 173. Komünizm; 172. Konsonant: 208. Konuşma yetisi: 62. Konuşmanın amacı: 96. Kök Türev İlişkisi: 75, 76, 77, 78,
81, 83, 85, 87, 90, 94, 97, 99, 100, 101, 102, 105, 107.
Kökbilim: 221. Kökdeş sözcükler: 79, 80, 81. Kökdeşlik: 80, 81. Köksüz: 113. Köksüz yaşayan sözcükler: 82. Köksüzlük. 81. Kökün işlevi: 99. Közüngü: 70. Kudret helvası: 88. Kufe: 54. Kur'an: 189. Kur'an alfabesi: 179, 181, 185, 186,
192. Kur'an çevirileri: 11, 120. Kur'an yazısı: 181, 182. Kur'an'a yabancılaşmış Müslüman:
121. Kur'an'ca: 181. Kur'an'ı anlamadan dinleme ibade
ti: 120. Kur'an'ı anlamadan okumak: 153. Kur'an'ı anlamadan seslendirme
ibadeti; 120, 134. Kur'an'ı seslendirme ibadeti: 231. Kur'an'ın çevrilemezliği: 125, 129,
133, 147. Kur'an'ın korunması: 152. Kureyş kabilesi: 204. Kuş dili: 62, 63.
240
Kuşça: 63, 64. Kut: 93. Kutadgu Bilig: 1.27. Kutsal dil: 142, 143. Kutsal harf: 194. Kutsal olmayan harf: 194. Kutsal olmayan yazı: 191. Kutsal süzcük: 143. Kutsal yazılar: 13, 191, 199. Kuveyt: 219. Kuzeydoğu Afrika: 1.21. Küçükayasofya: 192. Küfür: 93, 130, 214. Kültürümüzden kopmak: 207.
- L -Latin f'dZISI: 182. Lehçe ayrılıkları: 199, 200, 1.20. Lehçeleri ortadan kaldırmak: 1.20. Lisane Sıdkin: 87. Lugat hacmi: 204. Lukman Suresi: 49, 128.
- M -M. Fethullah Dahhak: 34. M. Fethullah Gülen: 33. Maide Suresi: 155, 158, 189, 190. Mani: 52. Marxistler: 125. Masabaşı antropolojisi: 180. Mehmed: 195. Mehmedof: 171. Mehmet: 195, 197.
Meryem ana: 3. Meryemoğlu İsa: 3. Meryemoğlu Mesih: 155. Metre: 153. Mezhepler: 124. Milli dava: 172. Milliyet Gazetesi: 172. Milliyetçi: 169. Miskin: 93. Moskova: 171. Muhammed (T.E.): 2, 16, 23, 48,
49, 86, 128, 130, 131, 132, 135, 174, 175, 176, 180, 181, 184, 226, 231.
Muhammed Bedreddin Yazır: 191. Muhammed bin Hamza: 225. Muhammed Hamidullah: 164. Muhammed Han Kayhani: 179. Muhammed süzcüğü: 195, 196, 197,
212. ' Muharrem Ergin: 207. Mukaddcm'Ft ül-Edeb: 212. Murat Bardakçı: 39. Musa (T.E.): 22, 87. Musa: 153, 174. Mu'tasım: 10. Mümin: 193. Mü'minun Suresi: 187. Münebbih ür-Rakidin: 226. Mürselat: 128. Müslüman alfabesi: 179. Müslümanlık: 5, 6.
Mehmet Akif Ersoy: 3, 5, 6, 7, 137, 138, 145, 146, 212.
Melik: 63. Memet: 195. Memiş: 195. Memo: 195. Merhamet: 16.
- N -Nahl Suresi: 166. Naim Hazım Onat: 204. Namaz: 26, 44, 45, 61, 65, 138, 140,
153. Nankür: 214.
24 1
en-Nas: 204. Nas Suresi: 47. en-Nat: 204. Nebi: 63. Necın Suresi: 128. Nefaşet: 69. Nimet: 93. Nisa Suresi: 128, 140, 226, 231. Nuh (T.E.): 22. Nun ve! Kalemi: 192. Nur: 154. Nur Suresi: 65, 189.
- o -'of eki: 171. Oğuzlar: 12, 201, 202. Olabilecek olan: 157. Olgunlaşma: 157. Olmuş olan: 157. Oreibasius: 229. Orhon Yazıtları: 55, 56, 60, 81, 151,
219. Ortaasya'daki Türkler: 209. Ortadoğu dinleri: 221. Oruç: 3, 45, 138, 140. Oruçlu: 3. Hz. Osman: 175, 176. Osman Keskioğlu: 124. Osmanlı: 68, 72, 102, 1 15, 134, 181,
185, 207, 216. Osmanlı-Alman birliği: 219. Osmanlı Aydını: 217. Osmanlı dili: 102. Osmanlı düzeni: 181. Osmanlı Toplumu: 217. Osmanlı yazısı: 179, 180, 181, 182,
183, 207, 215. Osmanlıca: 1 14, 1 15, 146, 214, 217. Osmanlıca-Türkçe Büyük Ansiklo-
pedik Lugat: 195. Oturduğun yerden insan bilimcilik:
81.
- Ö -
Ölçüm günü: 86. Ölü dilin, ölü yazının diriltilmesi:
220. Hz. Ömer: 175. Özdilin korunması: 224. Özleşme: 151. Özürlü sözcükler: 87.
- p -
Panarabist: 202. Pandomim: 58. Paulus: 229. Put tapımı: 42, 43, 47, 48, 49, 50,
181.
- R -Rab: 25, 26, 63, 66, 67, 104, 130,
190. Rahim: 17, 25. Rahman: 25, 61. Rahmaniyet: 16. Rahmet: 17, 148. Rasime Uygun: 230. Raşit Rahmeti Arat: 51. Reşidüddin Tabib: 229. Rızk: 93. Roma: 134. Romence: 192. Rum Suresi: 38, 158. Rus damgası: 170. Rus milliyetçiliği: 181. Rus yazısı: 173. Rusça: 168. Ruslaştırma: 169, 170, 171, 181. Ruze: 45. Rüba: 68.
242
- s -Sabır: 6, 130, 145, 146, 186, 212. Sahib: 146. as-Sakru : 203. es-Salat: 26, 44, 45, 65. Saınioloji: 221. Satı Bey: 202, 203, 205. Savın: 45. Sebe: 62. Sebil: 63. ·
Secde: 42, 43, 44, 61, 63. Seçiklik: 157. Seçme: 157. Sema: 63. Ses dalgaları: 96, 97. Ses-yazı uyumu: 167. Ses-yazı uyuşmazlığı: 167. Sescil yazı: 58. Sessiz sinema: 58. Sivilce duası: 230. Somut anlam: 78, 79. Somut kök: 25. Sonsuz olasılıklar: 157, 158. Sosyalist devrim: 168. Sosyalizm: 168, 171, 181. S.S.C.B.'de Türk Cumhuriyetleri:
121. Sovyet halklarını Ruslaştırma: 172. Sovyetler Birliği: 4, 168, 170, 172,
181. Sovyetlerde milliyetçi olmak: 172. Soyut anlam: 78, 79, 99. Soyut söi: 25. Söylev: 137. Sözcüğü görüntüye dönüştürme:
95. Sözcük kardeşliği: 80. Sözcük kökü: 79, 98. Sözcük türetme: 100, 102.
Sözcük türetme yetisi: 80, 83, 84, 90, 101, 109.
Sözcük yuvarlanması: 141, 142. Sözcükler: 95. Sözel bir benzetiyi düşlemek: 97. Sözlük: 81. Sözü görme: 97. Stalin dönemi: 170. Stephan Runciman: 225. Su ilahı: 50. Su Tengrisi: 50. Sulukule: 18. Suudi-Amerika işbirliği: 219. Suudi Arabistan: 172, 185, 209,
219. Suudiler: 174. Süleyman (T.E.): 62, 63, 119. Sünnet: 46, 93. Süryaniler: 220.
- ş -
Şafak: 215, 216. Şems: 63. Şemseddin Sami: 39. Şemsiye: 71. Şeriat: 199. Şeytan: 63. Şeytan yazısı: 192. ŞlırŞil: 162, 163.
- T -Tac-ül-Luga ve Sıhah ül-Arabiyya:·
211. Taha Suresi: 47. Tang Tengri: 50. Tanrı buyruğu kitap: 189. Tanrı kavramı: 46, 47, 48, 58, 86. Tanrıtanımaz: 180. Tarnrının elçi göndermesi: 184. Tarihimizden kopmak: 207. Tasalluf: 31.
243
Tefsiri Hazini: 225. Tek dil: 168, 1n, 190. Tek dil-tek din-tek yc1Z1: 187, 191. Tek din-tek toplum: 189. Tek tanrı: 60. Tek yazı: 177, 186, 191. Temim kabilesi: 204. Tesbih: 65, 188. Tevbe Suresi: 155. Tevekkül: 6, 7, 212. Tevrat: 135, 189. The Türkçe: 215. Tinsel baskı: 182. Turgut Akpınar: lTI, 199, 202, 205. Türetme (yapım) ekleri: 99, 100,
101. Türetme yetisi: 86. Türetimi donmuş sözcükler: 109. Türev sözcük: 98, 99, 100, �Ol. Türk Dil Kurumu: 214. Türk diline karşı devrim: 114. Türk dilinin arınması: 223. Türk dilinin doğası: 85. Türk dilinin yabancılaştırılması:
143. Türk üstüncülüğü: 202. Türkçedeki lehçeler: 200. Türkçeleşme: 143, 145. T.B.M.M.: 147. Türkiye Gazetesi: 120, 121, 122. Türkleri Araplaştırma: 71. Türklerin düşünce üretme biçimi:
81. Türkleştirme: 144. Türkmenistan: 170.
- u -Ulemalık: 48. Ulusal dil ayrılıkları: 178.
Ulusal düşünce üretme biçimi: 80, 101.
Ulusal özellikler: 168. Ulusçuluk: 21. Uydurma Hadis: 130. • Uygarlık: 93.
- Ü -Ümmet: 190. Ünlü işaretleri: 208. Ünlüler: 203, 204. Ünsüz değişmeleri: 201. Ünsüz gösterge: 208. Ünsüzler: 200, 203, 204. Üremez-türemez sözcük: 145. Üstün Dil: 163. Üstün Yazı: 161, 164. Üstünki Tengri: 52. Üstünlük: 158.
- v -Vakıa Suresi: 128. Vehbi Belgil: 229. Vokal işaretleri: 208. Vücud: 63.
- X -XotanWar: 10.
- Y -Yabancı düşüncelerden yararlan-
ma: 102. -'
Yabancı sözcüklerin Türkçeleştiril-mesi: 144.
Yabancılaşma: 9, 10, 137, 136, 144. Yabancılaşma süreci: 70. Yakarı: 27. Yakin: 163. Yalafar: 15. Yalavaç: 15. Yanlış anlama: 151. Yanlış anlaşılmış İsliim: 172, 173.
244
Yanlış anlaşılmış Sosyalizm: 172. Yaradılış biçimlenmesi: 162. Yaranma: 10. Yargı günü: 86. Yazı bulanıklığı: 42. Yazı değişikliği: 180, 197. Yazı devrimi: 167, 179, 181, 205,
214. Yazı seçimi: 219, 220. Yazı türlülüğü: 161. Yazı ve dil aynlıkları: 168. Yazıda birlik: 175, 208. Yazıların kraliçesi: 164, 165. Yazıların şahı: 163. Yazının doğası: 220. Yazının Gavuru: 192. Yazının Müslümanı: 192. Yeni yazı: 230. Yer Tengrisi: 50. Yetkin yazı: 167. Yezdan: 59, 196. Yezidi: 196. Yiğ Ostünki Tengri: 50, 51, 52. Yunanca adların Arapçaya aktarı-
245
mı: 229. Yunuslar: 62. Yusuf (T.E.): 22. Yusuf Tavaslı: 230. Yökünç: 134, 44, 61, 138, 153. Yükünmek: 42, 43, 44, 46, 61.
. z . az-Zakru: 203. Zaman gazetesi: 32, 34, 38, 146,
179, 182, 193. Zalim: 154. Zekat: 140. Zekeriya Sertel: 168. Zeki Velidi Togan: 177, 199, 200,
202 . . Zemahşeri: 212. Zerdüşt inancı: 196. Zevk: 93. Ziynet: 63. Zulm: 154. Zumer Suresi: 127. Zülkarneyn: 103, 104, 105.
BİBLİYOGRAFYA
Hanrlayan: Meral KARACA
Abdulkadiroğlu, Abdulkerim: Mehmet Akifin Kur'an-ı Kerim'i tefsiri mev'ıza ve hutbeleri/Abdülkerim Abdulkadiroğlu, Nuran Abdülkadiroğlu. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1991. 231 s.; 24 cm. (Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 281, Halk Kitapları: 85) Kaynakça, sözlük ve dizin var. ISBN 975-19-0195-2
Abdülbaki, Muhammed Fuad: el-Mücem-ül müfehres-el-lafz el-Kur'an el-Keriyrn. İstanbul: Çağrı Yay., 1990. IX, 782 s.; 24,5 cm .
Ahmet Şerif: Anadolu'da Tanin: Birinci gezi / haz. Çetin Börekçi. İstanbul: Kavram Yay., 1977. 344 s.; 19,5 cm. (Kavram Yay.: 7, Tarih-Belge-Gezi-Anı Dizisi: 1).
"Akademi". Zaman Gazetesi, 12 Kasım 1991. Akerson (Erkman), Fatma: Anlam çeviri karşılaştırma, bizim dilimizden
öteki dile-öteki dilden bizim dilimize. İstanbul: ABC Kitabevi, 1991. 149 s.: şkl.; 23,5 cm. Kaynakça var. ISBN 975-09-0194-0
Akpınar, Turgut: "Arap yazısının birleştirici yönü". Tarih ve Toplum Dergisi, Mart (1991), s. 87.
Aksan, Doğan: "Anlam alışverişi olayları ve Türkçe." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1961), s. 207-273.
Aksan, Doğan: "Kavram alanı-kelime ailesi ilişkileri ve Türk yazıdilinin eksildiği üzerine." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1971), s. 253-262.
Aksan, Doğan: 'Türk anlam bilimine giriş: Anlam değişmeleri". Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1965), s. 167-184.
Aksan, Doğan: 'Türkçe araştırmalarında yeni yollar". Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1969), s. 45-55.
Aliev, Aleaddin Mehmedoğlu: "Lehçe farkı ortadan kalkacak!". Zaman Gazetesi, 6 Eylül 1991.
"Arap Birliği Tabeladan İbaret". Zaman Gazetesi, 9 Şubat 1991. Arat, Reşit Rahmeti: Eski Türk şiiri. 2. bs. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu, 1986. XXIII, 506 s.; 24 cm. (AKDTYK Türk Tarih Kurumu Yay.: VII. Dizi, Sayı: 45a) .
247
Ateş, Ahmed: Arapça dilbilgis4 1: Alfabe, kelime, şekil bilgis4 türetme/Ahmed Ateş, Tahsin Yazıcı, Nihad M. Çetin. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültes4 1964. XII, 307 s.; 24 cm. (İ.Ü. Edebiyat Fak. Yay.: No:1064).
Ayyub4 N. Akmal: "Önemli bir Türkçe Süzlük." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1965), s. 65-101.
Azad, Mevliina ebu'I Kelam: Fatiha tefsirifçev. Orhan Bekim. İstanbul: Bir Yay., 1984. 311 s.; 19 cm .
Baines, John: Eski Mısır/John Baines, Jaromir Malek; çev. Zeynep Aruoba, Oruç Aruoba. İstanbul: İletişim Yay., 1986. 240 s.: res., şkl., hrt.; 30,5 cm . Kaynakça, dizin ve sözlük var.
Bakiler, Yavuz Bülent: "Avrupa'daki Bir Başka Yüzümüz." Zaman Gazetes4 5 Nisan 1991.
Banguoğlu, Tahsin: "Eski Türkçe üzerine." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1964), s. 77-84.
Banguoğlu, Tahsin: "Oğuz lehçesi üzerine." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, ( 1960), s. 23-48.
Banguoğlu, Tahsin: "Uygurlar ve Uygurca üzerine: Kaşgari'den notlar, 1." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, ( 1958), s. 87-113.
Barnabas İncili/çev. Mehmet Yıldız; önsüz ve notlar Ali Ünal. İstanbul: Kültür Basın Yayın Birliği, [t.y.] 371 s.; 19,5 cm. (Kültür Basın Yayın Birliği: 26; İnceleme Araştırma: 8).
Başer, Faruk: "Kur'an-ı Kerim'i herkes anlayabilir mi?". Zaman Gazetes4 8.2.1991.
Başkan, Ôzcan: "İnsan dilinin doğuşu". Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, ( 1968), s. 143-156.
Batta� Apıullah: İbnü-Mühenna liigatı: İstanbul nüshasının Türkçe bülüğünün endeksidir. 2. bs. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1988. 105, [2], 3 s.; 23,5 cm. (AKDTYK Türk Dil Kurumu Yay.: 9).
Belgesay, Mustafa Reşit: Kur'an hükümleri ve modern hukuk: Mevzuat içtihatlar tatbikat. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültes4 1963. 409 s.; 24 cm. (İstanbul Üniversitesi Yay. No: 1015; Hukuk Fakültesi No: 211) Dizin var.
248
Belgil, Vehbi: "Yabancı Dil Nasıl Öğrenilmez." Cumhuriyet Gazetesi Bilim Eki.
Boronkov, AK.: "Özbek yazı dilinin kurucusu Ali Şir Nevai"/çev. Resime Uygun, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1954), s. 59-96.
Bulaç, Ali, haz.: Kur'an-ı Kerim ve Türkçe anlamı: Meal ve sözlük. İstanbul: Girişim Yayınları, 1990. LIX, 605 s.; 17 cm.
Caferoğlu, A: "Anadolu ağızlarında içses ünsüz benzeşmesi." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1958), s. 1-11.
Caferoğlu, A: "Anadolu ağızlarındaki metathese gelişmesi." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1955), s. 1-7.
Caferoğlu, A: Eski Uygur Tü··kçesi sözlüğü. İstanbul: Türk Dil Kurumu, 1968. XV, 320 s.; 24 cm. (Türk Dil Kurumu Yay. No: 260).
el-Cahiz, Ebu Osman Amr b. Bahr: Hilafet Ordusunun menkıbeleri ve Türklerin faziletleri=Menakıb cund el-Hilafa ve fazail el-etrak/çev. Ramazan Şeşen. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., 1967. 108 s.; 24 cm. (Ne : 33, Seri: 111, sayı: AB) Kaynakça ve dizin var. ·
Cem Sultan'ın Türkçe drıanı/haz. Dr. Halil Ersoylu . İstanbul: Kervan Yay., 1981. 3 c.; 19,5 cm. (Tercüman 1001 Temel Eser: 157,158,159). Sözlük var.
Ceram, C.W.: Tanrılar, mezarlar ve bilginler: Arkeolojinin romanı/çev. Hayrullah Örs. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1986. 363, [3] s.: şkl., hrt.; 24 cm. (Büyük Fikir Kitapları Dizi: 4) Kronoloji var.
Cerrahoğlu, İsmail: "Batıda Kur'an tetkikleri." Vakıflar Dergisi, XI (1976), s. 323-342.
Cerrahoğlu, İsmail: Yahya İbn Sallam ve tefsirdeki metodu. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak., 1970. 224 s.; 24 cm. (AÜ. İlahiyat Fak. Yay.: LXXXIX) Kaynakça s. 204-211 . Dizin var.
Cevdet Paşa: Tezakir, 1-12/yay. Prof. Cavid Baysun. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1953. XXVI, 178 s.; 24 cm. (Türk Tarih Kurumu Yay. il. Seri, No: 17) Dizin var.
el-Cevziyye, ibn Kayyım: Sabredenler ve şükredenler/çev. Zeynelabidin Tatlılıoğlu. İstanbul: İnsan Yay., 1989. 342 s.; 19 cm.
el-Ceziri, Abdurrahman, Şeyh, v.d., haz.: Dört mezhebin fıkıh kitabı=Kitab'ül-fıkıh ala el-mezahibi'l-erbeati/çev. Tahsin Ege. Ankara: [y.y.] , 1971. 4 cm.; 23,5 cm.
249
Clausen, Gerard, Sir: "Eski Türkçe üzerine üç not." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, ( 1966), s.19-37.
Danby, H.-M.H. Segal: A concise English-Hebrew/Hebrew-English dictionary. 5. bs. Tel-Aviv: Dvir Publishing, 1947. 462, 260 s.; 21,5 cm.
Dauzat, Albert: Dictionnaire etyınologique de la langue Françoise. göz. geç. ve geniş. 7. bs. Paris: Librairie Larousse, 1947. XXXVII, 840 s.; 20 cm. Kronoloji var.
Dede Korkut kitabı, 1: Giriş-metin-faksirnile/[haz.] Muharrem Ergin. 2. bs. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1989. XVII, 251, 97, 154 s.: 24 cm. (AKDTYK Türk Dil Kurumu Yay. Sayı: 169).
Dilaçar, A.: "Türk lehçelerinin meydana gelişinde genel temayüllerin koyulaşması ve körlenmesi". Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1957), s. 83-93.
Doğru� Ömer Rıza: Yeryüzündeki dinler tarihi. 3. bs. İstanbul: İnkilap ve Aka Kitabevleri, 1963. 262 s.; 21 cm. Kaynakça s. 251-255 s.
Doğru� Ömer Rıza: Yer yüzündeki dinlerin tarihi. [y.y.]: Yedigün Neşriyatı, [t.y.] 119 s.; 24 cm .
Dur� A. Aziz: İlk dönem İslam tarihi: Bir önsöz/çev. Hayrettin Yücesoy. İstanbul: Endülüs Yay., 1991. 159 s.; 19,5 cm. (Endülüs Yay.: 9, İslam Medeniyet ve Tarihi Dizisi: 1) Dizin var.
Düzdağ, M. Ertuğrul: Mehmed Akif hakkında araştırmalar, 1. 2. bs. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fak. Vakfı, 1989. 254 s.; 19,5 cm.
(M. Ü. İlahiyat Fak. Vakf. Yay.: 19, Mehmed Akif Araştırmaları Merkezi Yay.: 2, Mehmet Akife Dair Eserler: 1).
Eckmann, Janos: "Doğu Türkçesinde bir Kur'an çevirisi: Rylands nüshası". Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, ( 1967), s. 51-69.
Eckmann, Janos: "Türkçede D, T ve N seslerinin türemesi". Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1955), s. 1 1-22.
el-Elrnai, Dr. Zahir b. Awad: Kur'an'da tartışma metotları/çev. Ercan Elbinsoy. İstanbul: Pınar Yay., 1984. 512 s.; 19,5 cm. Kaynakça var.
Elöve, Ali Ulvi: "Bir yazı meselesi üzerine". Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1958), s. 69-85.
Ergin, Muharrem: Orhun abideleri. 12 bs. İstanbul: Boğaziçi Yay., 1988. 191 s.: fotog., hrt.; 18 cm. (Boğaziçi Yayınları: 1) Kaynakça var.
250
Ergin, Muharrem: Osmanlıca dersleri. 9 bs. İstanbul: Boğaziçi Yay., 1987. VIII, 124, 236 s.; 23,5 cm.
Ersoy, Necmettin: Semboller ve yorumlarla görünenden görünmeyene. İstanbul: [y.y.], 1990. 422, [14) s.: res.; 19,5 cm. Kaynakça var.
Evolution of Chinese Charakters. Beijing: The People's Republik of Chine Press. [t.y.] 30 s.; 12 cm.
el-Ezraki, ebu'l-Velid Muhammed: Kabe ve Mekke tarihi/çev. Y. Vehbi Yavuz. İstanbul: Çağrı Yay., 1980. XV, 432 s.: fotog., hrt., kroki; 23,5 cm. (Çağrı Yay: 25, Tarih dizisi: 3).
von Gabain, A.: Eski Türkçenin grameri/çev. Mehmet Akalın. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1988. XXIII, 313 s.; 24 cm. (AKDTYK Türk Dil Kurumu Yay.: 532) Kaynakça s. 195-228. Dizin ve Sözlük var.
von Gabain, Annemarie: "Eski Türkçe'nin yazı dili"/çev. Sabit S. Paylı. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1959), s.311-329.
Grünberg, Teo: Mantıksal anlam kuramı: Bir giriş denemesi: Kaplamsal yorumlama/feo Grünberg, Adnan Onat. Ankara: Türk Dil Kurumu, 1980. 83 s.; 24 cm. (Türk Dil Kurumu Yay.: 466) Kaynakça, dizin ve sözlük var.
Güler, Ali: "Anlamadan Kur'an-ı Kerim okumak (Sevaptır!)". Türkiye Gazetes�
Güler, Ali: "Hadis-i Şerifler Kur'an-ı Kerim'in açıklamasıdır." Türkiye Ga-zetesi.
Güler, Ali: "İslam mı, mezhep mi?" Türkiye Gazetesi.
Güler, Ali: "Kasıtlı tartışmalar." Türkiye Gazetesi.
Güler, Ali: "Kur'an-ı Kerim tercümeleri ve hatalar." Türkiye Gazetesi.
Güler, Ali: "Kur'an-ı Kerim'e mana vermek." Türkiye Gazetesi.
Güler, Ali: "Mealen ne demektir?" Türkiye Gazetesi.
Güler, Ali: "Mezhebi bırak İslam'a uy!". Türkiye Gazetesi.
Güler, Ali: 'Tefsir ve hadis okumak caiz mi?". Türkiye Gazetesi.
Güler, Ali: 'Tercümelerdeki yanlışlar." Türkiye Gazetesi.
Güler, Ali: "Yurtdışında dağıtılan Kur'an-ı Kerim tercümesi." Türkiye Gazetesi.
25 1
Gürkan, Ahmet, haz.: Kur'an'ı nasih-mensuh ayetleri: Tarihi, mucizeleri ve ilimleri. Ankara: Yeni İlahiyat Kitabevi, 1980. 288 s.; 19,5 cm .
Halikarnas Balıkçısı: Anadolu Tanrıları/)"'dy. haz. Dr. Şadan Gökovalı. 5. bs. Ankara: Bilgi Yay., 1985. 143 s.: res.; 19 cm.
Hamidullah, Muhammed: Hz. Peygamber'in altı orjinal diplomatik mektubu ve Arap yazısının temeline giriş/çev. Mehmet Yazgan. İstanbul: Beyan Yay., 1990. 190 s.: belge; 19,5 cm. Kaynakça ve dizin var.
Hamidullah, Muhammed: İlk İslam devleti: Makaleler/çev. İhsan Süreyya Sırma. İstanbul: Beyan Yay., (t.y.] 106 s.; 19,5 cm. ISBN 975-473-044-X
Hamidullah, Muhammed: İslam Peygamberi: Hayatı, I/çev. M . Said Mutlu. İstanbul: İrfan Yay., 1966. 447 s.; 24 cm. Kaynakça s.435-444.
Hamidullah, Muhammed; İslam peygamberi: Hayatı ve faaliyeti/çev, Salih Tuğ. göz. geç. 5. bs. Istanbul: irfan Yay., 1990 2 c.; 24 cm. Kaynakça s.1149-1157. Dizin var. ISBN 975-371-017-8 (tk)
Hançerlioğlu, Orhan: İnanç sözlüğü: Dinler-mezhepler-tarikatlar-efsaneler. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1975. 861 s.; 24 cm. (Büyük Fikir Kitapları Dizisi: 23) Kaynakça ve dizin var.
Hazai, G.: "Jakab Harsanyi-Nagy'ın !atin harfleriyle yazılmış Türkçe metinleri." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1971), s.47-59.
Hekimoğlu, İsmail: "Basın-yayın ve müslümanlar." Zaman Gazetesi, 4 Ka-sım 1991.
Hekimoğlu, İsmail: "Gaflet." Zaman Gazetesi, 12 Ekim 1991.
Hekimoğlu, İsmail: "Tanrı kelimesinin tarihçesi." Zaman Gazetesi.
Hıttı, Prof. Dr. Philip: Siyasi ve kültürel İslam tarihijçev. Salih Tuğ. İstanbul: Boğaziçi Yay., 1989. 2 c.; 24 cm.
Hoodbhoy, Pervez: İslam ve bilim: Bağnazlığa karşı akılcılığın savaşımı/ çev. Eser Birey. İstanbul: Cep Kitapları, 1992. 223 s.; 19,5 cm.
Hume, David: Din üstüne: Açıklayıcı giriş yazılarıyla/çev. Mete Tunçay. İstanbul: Kaynak Yay., 1983. 264 s.; 19,5 cm.
İmrül Kays: Yedi askı/çev. Şerafeddin Yaltkaya. İstanbul: Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, 1985. 127, 67 s.; 19 cm. (Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay.: 384; Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi: 41).
İnan, Abdülkadir: "Kur'an'ın eski Türkçe ve Oğuz-Osmanlıca çevirileri üzerine notlar." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, ( 1960), s. 79-94.
252
İnan, Abdülkadir: "Şeybanlı Özbekler çağına ait bir Çağatayca Kur'an tefsiri." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1962), s. 61-66.
İnan, Yusuf Ziya: Antikçağ düşüncesinde tanrı ve varlık sorunu. İstanbul: Okan Yay., 1984. 480 s.; 19,5 cm.
Izutsu, Toshihiko: İslam düşüncesinde iman kavramı/çev. Selahaddin Ayaz. İstanbul: Pınar Yay., 1984. 299 s.; 19,5 cm.
Izutsu, Toshihiko: Kur'an'da Allah ve insan/çev. Süleyman Ateş. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1975. 231 s.; 24 cm. {AÜ. İlahiY'dt Fak.: 126) Kaynakça var.
Izuısu, Toshihiko: Kur'an'da dini ve ahlaki kavramlar/çev. selahaıtin Ayaz. İstanbul: Pınar Yay. VIII, 330 s.; 19 cm.
Kadı Burhaneıtin divanı, 1. Tıpkıbasım. İstanbul: Türk Dil Kurumu, 1943. VI, 608 s.; 24,5 cm.
Karaman, Hayreddin: Mukayeseli İslam hukuku. İstanbul: İrfan Yay., 1974. 480 s.; 1 katlı tablo; 24 cm. (İrfan Yay. No: 57). Kaynakça s. 451-460. Dizin var.
Karatay, Fehmi Edhem: İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Arapça yazmalar kataloğu, I : Kuranlar ve Kurani ilimler. İstanbul: İstanbul Üniversitesi, 1951. VIII, 136 s., 10 s. planş: planş; 24 cm. (İstanbul Üniversitesi Yay. No: 489).
el-Kaşgari, Mahmut: Divanü lügat-it-Türk/çev. Besim Atalay. Ankara: Türk Dil Kurumu, 1986. 4 c.; 24 cm. (Türk Dil Kurumu Yay., 521-524).
Kaşgarlı Mahmud: Kitab-ı divan-ı lügat-it-Türk. İstanbul: Matbaa-i Amire, 1333-1335. 3 c.; 27 cm.
Kaya, Mahmut: İslam kaynakları ışığında Aristoıeles ve felsefesi. İstanbul: Ekin Y'dy., 1983. 343 s.; 19 cm. (Ekin Yayınları Felsefe Dizisi: 1) Kaynakça s.325-332. Dizin var.
Kayhan� Muhammed Han: "Orta Asya'daki Müslüman Türk Cumhuriyetleri ve Laiklik." Zaman Gazetesi, 15 Eylül 1991.
Kerametli, Can: Türk İslam Eserleri Müzesi'nde erken İslam devrine ait kitabeler. Şarkiyat Mecmuası, VI ( 1966), s.19-22.
Kerimüddin Mahmud, Aksaraylı Mehmedoğlu: Müsameret ül-ahbar: Moğollar zamanında Türkiye Selçukluları tarihi/haz. Osman Turan. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1944. 61, 366 s.; 24,5 cm. (Türk Tarih Kurumu Yay. 111. Seri No: 1). Kaynakça var.
253
Keskioğiu, Osman: Nüzı11ünden günümüze Kur'an-ı Kerim bilgileri. 2. bs. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1989. 336 s., 23,5 cm . ISBN 975-389-000-1
Kıvami: Fetihname-i Sultan Mehmed/haz. Franz Babinger. İstanbul: Maarif Vekaleti, 1955. VIII, 322 s.; 24 cm.
Kitab-ı Dede Korkut: Ala lisan-ı taife-i Oğuzan/müstansihi Kilisli Muallim Rıfat. İstanbul: Matbaa-i Amire, 1332. 181, 2 s.; 22 cm.
Kitab-ı mukaddes yani ahd-i atik ve ahdi cedid: An asıl muharrir bulunduğu İbrani ve Kıldani ve Yunani lisanlarından bil-Terceme. İstanbul: İngiliz ve Amerikan Baybıl Şirketleri, 1885. 1422 s.; 26,5 cm.
Kocabaş, Şakir: İfadelerin gramatik ayrımı. İstanbul: Ekin Yay., 1984. 103 s.; 19 cm . Kaynakça s.98-103.
Korkmaz, Zeynep, haz.: Atatürk ve Türk dili belgeler. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1992. XXIII, 567 s.; 24 cm. Kaynakça s . . 563-567. ISBN 975-16-0493-1
Kur'an kelimelerinin anahtarı: Kur'an-ı Kerim'de geçen kelimelerin manaları ve geçtiği yerler/çev. Mahmud Çanga. İstanbul: Timaş, Basın Yay., 1986. 720 s.; 25 cm.
Kur'an'dan ayetler/çev. ve tefsir Mehmet Akif Ersoy; yay. Ömer Rıza Doğrul. İstanbul: Yüksel Yay., 1944. 375 s.; 24 cm. (Din ve Felsefe serisi: 1).
Kur'an-ı Kerim ve açıklamalı meali. Medine: Kral Fahd Kur'an-ı Kerim Baskı Kurumu, 1987. 31, [16), 603 s.; 20 cm.
İbn Kuteybe: Hadis müdafaası=Te'vilu muhtefil'il hadis/çev. Doç. Mehmed H. Kırbaşoğlu. 2. bs. İstanbul: Kayıhan Yay., 1989. 563 s.; 19,5 cm. Kaynakça ve dizin var.
Levend, Agah Sırrı: 'Tarih boyunca Türk dili". Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, (1965), s.129-147.
Lise, Giorgio: Mısır sanatını tanıyalım/çev. Eren Soley. İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1986. 64 s.: rnk. res., şkl.; 19,5 cm.
Malay, Hasan: Yunanca. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1990. 2 c.; 24 cm. Sözlük var.
Mardin, Şerif: Din ve ideoloji: Türkiye'de halk katındaki dinsel inançların siy.ısa( eylemi etkilendirmesine ilişkin bir kavramlaştırma modeli: Toplu
254
eserler, 2. 4. bs. İstanbul: İletişim Yay., 1990. 135 s.; 24 cm. Kaynakça s. 126-133. ISBN 975-470-048-6
Mazaheri, Ali: Ortaçağ'da Müslümanların yaşayışları = La vie quotidienne des Musulmans en Moyen Age/çev. Doç. Dr. Bahriye Üçok. İstanbul: Varlık Yay., 1972. 399 s.; 16,5 cm . (Varlık Yay. Sayı: 1706; Faydalı Kitaplar: 132).
Mısıroğlu, Kadir: "Bir çınarın devrilişi veyahut hilafet nasıl yıkıldı'?" - Zaman Gazetesi.
Mısıroğlu, Kadir: Doğru Türkçe rehberi, yahud bin uydurma kelimeyi boykot. İstanbul: Sebil Yay., 1993. 153 s.; 19,5 cm. Sözlük var. ISBN 975-7480-18-5
Mısıroğlu, Kadir: İslam yazısına dair. 2. bs. İstanbul: Sebil Yay., 1993. 191 s.: fotog., şkl.; 19 cm. ISBN 975-5480-20-7
Morgan, Lewis Henry: Eski toplum ya da insanlığın barbarlık döneminden geçerek yabanıllıktan uygarlığa yükselmesi üzerine araştırmalar/yay. haz. Eleanor Burke Leacock; çev. Ünsal Oskay. İstanbul: Payel Yay., 1986. 2 c.; 19,5 cm. (Payet Yay. : 75, Bilim Kitapları: 26).
Muhammed bin Hamza: XV. yüzyıl başlarında yapılmış "satır arası" Kur'an tercümesi / haz. Ahmet Topaloğlu. İstanbul: Kültür Bakanlığı, 1976-1978. 2 c.; 24 cm. (Kültür Bakanlığı Yay., 227, 300). 1. cilt: Metin, il. cilt: Sözlük.
Mustafa Kema� Gazi: Nutuk. Ankara: Türk Tayyare Cemiyeti, 1927. 543, ·
[3) s.: 1 fotog.; 28 cm.
ebu Nasr il-Farabi'nin hala üzerine makalesi/çev. Necati Luga� Aydın Sayılı. 2. bs. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu, 1985. 36, 16 s.; 23,5 cm . AKDTYK Türk Tarih Kurumu Yay. XV. Dizi Sayı: 19). Tıpkı basımı var.
Nefzavi, Şeyh: Kokulu bahçe: Arap aşk sanatı = Er rud el ater p'nizah el hater / çev. Mustafa Deniz. Istanbul: Limbo Yay., 1991. 196 s.: rnk. res.; 19,5 cm.
Olguner, Fahrettin, haz.: Üç Türk-İslam mütefekkiri İbn Sina-Fahreddin Razi-Nasreddin Tusi düşüncesinde varoluş. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1985. 136 s.; 19,5 cm. (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 593, Kültür Eserleri Dizis: 40) Kaynakça var.
"Orta Asya' da kültür savaşı kızıştı". Milliyet Gazetesi.
255
Ôklem, Necdet: Hilafetin sonu. İzmir: Ege Üniversitesi Rektörlüğü, 1981. 125 s.; 24 cm. (Ege Üniversitesi Rektörlüğü Yayın No: 1).
Practical Chinese reader, iV. Beijing: The Cornmercial Press, 1987. 381 s.: res.; 20,5 cm.
bil-Ragıb el-İsfahanı, el-Hüseyin bin Muhammed: el-müfredat fiy Arabi el-Kur'an. Kahire: [y.y., t.y.] VI, 851 s.; 24 cm.
Runcirnan, Steven, Sir: "Avrupa medeniyetinin gelişmesi üzerindeki İslami tesirler."/çev. Nuşin Asgari. Şarkiyat Mecmuası, III ( 1959), s.1-12.
San, Mevlut: el-Mevarid Arapça-Türkçe lügat. İstanbul: Bahar Yay., [t.y.] VIII, 1695 s.: res.; 24 cm. ISBN 975-450-000-2
Sefer tora neviirn veketübim/yay. haz. Norman Henry Snaith. Beyrut: The Bible Society in İsrail, 1989. 1364, 486 s.; 17 cm. Metin İbranicedir.
Serıeı Yıldız: "Zekeriya Sertel'in Azerbaycan anıları". Milliyet Gazetes4 27 Ekim - 4 Kasım 1991.
Sertkaya, Osman F.: Osmanlı şairlerinin Çağatayca şiirleri, 111: Uygur harfleriyle yazılmış bazı manzum parçalar, 1. İstanbul: [y.y.], 1972. 32 s., XXV s. levha: levha; 24 cm.
Seyf-i Sarayi: Gülistan tercümesi: Kitab Gülistan bi't-Türki/haz. Ali Fehmi Karamanlıoğlu. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1989. LXXXIII, 408, 187 s.; 24 cm. Kaynakça var. ISBN 975-16-0134-7
Su, Mükerrem K.: Türkiye Cumhuriyeti inkılap tarihi/Mükerrem K. Su, Ahmet Mumcu. İstanbul: M.E.B., 1981. XII, 311 s.: res.; 24 cm. Kaynakça, dizin ve kronoloji var.
Şardağ, Rüştü: "Yazık Türkçemize". Milliyet Gazetesi.
Şemseddin Sami: Kamus-ı Türki. İstanbul: Çağrı Yay., 1987. 1074 s.; 20 cm.
Şen, Halidun: "Dilbilirn Fakülteler4 Dilbilirn ve gerçek dilbilirncilere gereksinimimiz var". Milliyet Gazetes4 19 Ağustos 1991.
Şimşir, Bilal N.: "Asya Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye". Milliyet Gazetes4 27 Aralık 1991.
Tanyu, Hikmet: İslamlıktan Önce Türklerde tek tanrı inancı. 2. bs. İstanbul: Boğaziçi Yay., 1986. X, 233 s.; 23,5 cm. Dizin var.
256
Tarama süzlüğü: XIII. yüzyıldan beri Türkiye Türkçesiyle yazılmış kitaplardan toplanan tanıklarıyla. 2. bs. Ankara: Türk Dil Kurumu, 1988. 8 c.; 13,5 cm. (Türk Dil Kurumu Yay. Sayı: 212).
Tavaslı, Yusuf: Ayetel-kürsi ve faziletli yasin-i şerif tebareke ve amme. İstanbul: Hattat Tavaslı Yay., [t.y.] 128 s.; 1 1,5 cm.
Taylan, Necip: Gazali'nin düşünce sisteminin temelleri: Bilgi-mantık-iman. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiy-dt Fak. Vakfı, 189. 192 s.; 19,5 cm. (M.Ü. İlahiy-dt Fak. Vakfı Yay., 34; İlmi Eserler Serisi: 22). Kaynakça s. 183-189. Dizin var.
Taymas, Abdullah Battal: Kazan Türkçesinde atasüzleri ve deyimler: Açıklamalar-sözlük-örnekler-bir ek. 2. bs. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1988. 151 s.; 19,5 cm.
Tekin, Talat: Orhun yazıtları. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1988. XXIV, 200, (24) s.: 4 katlı tablo; 24 cm. Kaynakça s.193-200. ISBN 975-16-0065-0
Tekin, Talat: XI. yüzyıl Türk şiiri: Divanu lfıgati't-Türk'teki manzum parçalar. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1989. XI, 272 s.; 24 ı..ın. (AKDTYK Türk Tarih Kurumu Yay.: 541). Kaynakça var. ISBN 975-16-0131-2
Tekin, Şinasi: Eski Türklerde yazı, kağıt, kitap ve kağıt damgaları/haz. K. Tuba Çavdar. İstanbul: Eren Yay., 1993. 136 s., 1 y. hrt.: res., hrt.; 24 cm. Kaynakça s.109.-129. Dizin var. ISBN 975-7622-26-5
Temel Türkçe süzlük: Sadeleştirilmiş ve genişletilmiş Kamus-u Türki/haz. Metin Akar, v.d. İstanbul: Tercüman Gazetes� 1985. 3 c.; 25,5 cm.
Tosun, Mebrure: Sümer, Babil, Assur kanunları ve Ammi-Şaduqa fermanı/Mebrure Tosun, Kadriye Yalvaç. 2. bs. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu, 1989. X, ( 1), 327 s.: 1 fotog.; 24 cm. (AKDTYK Türk Tarih Kurumu Yay., Vll. Dizi-Sa.671). Dizin ve sözlük var. ISBN 975-16-0194-0
Et-tuhfet-üz-zekiyye fıl-lfıgat-it-Türkiyye/çev. Besim Atalay. İstanbul: Türk Dil Kurumu, 1945. XXXII, 296, 91, (2) s.; 25 cm. (T.D.K. C.11. 21).
Tuna, Osman Nedim: Sümer ve Türk dillerinin tarihi ilgisi ile Türk Dili'nin yaşı meselesi. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1990. iV, 57 s.; 19,5 cm. Kaynakça var. ISBN 975-16-024-1 (AKDTYK Türk Dil Kurumu Yay.: 561).
257
Turnagil, Ahmed Reşid: İslamiyet ve milletler hukuku. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Huı.aık Fakültesi, 1943. 173, [3] s.; 24 cm.
Tümer, Günay: Biruni'ye göre dinler ve İslam dini. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1986. 279 s.; 19 cm. (Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. No: 178). Kaynakça ve dizin var.
'Türk Dili Konferansı'na İngilizce davetiye". Milliyet Gazetes� 30 Ocak 1992.
'Türk-İslam Eserleri Müzesi No: 73'de bulunan en eski satır arası Kur'an çevirisi: Devletşah." Vakıflar Dergis� 1 ( 1938).
Türkay, Kaya: A. Dilaçar. Ankara: Türk Dil Kurumu, 1982. 266 s.: 1 fotog.; 19,5 cm . (Türk Dil Kurumu Yay., 490, Türk Diline Emek Verenler Dizisi: 19).
Uygur, Nermi: Dil yönünden fizik felsefesi. İstanbul: Remzi Kitabev� 1985. 197 s.; 19 cm. Dizin var.
Uysal, Mustafa: İslam'a sokulan bid'at ve hurafeler. Konya: Uysal Yay., 1973. 3 c.; 19,5 cm.
Uzluk, Feridun Nafiz: 'Taş yazıtlarda Türkçe vakfiyeler, Arapça yazıtlarda Türkçe söz ve şiirler." Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, ( 1963), s. 251-267.
Webster's new collegiate dictionary: Based on Webster's new international dictionary. 2. bs. Springfield: G. and C. Merriam Co., 1960. XXll, 1174 s.: res.; 24,5 cm .
Yazır, Mahmud Bedreddin: Medeniyet aleminde yazı ve İslam medeniyetinde kalem güzeli/y-dy. haz. Uğur Derman. 2. bs. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1981. XXIV, 246 s., [26) y. rnk. res.: res.; 27,5 cm.
Yazır, Muhammed Hamd� Elmalı'lı: Hak dini Kur'an dili: Yeni mealli Türkçe tefsir. İstanbul: T.C. Diyanet İşleri Reisliği, 1935-1938. 9 c.; 25 cm .
Yeğin, Abdullah, v.d., haz.: Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik büyük !Cıgat. İstanbul: Türdav A.Ş., 1987. 1081 s.; 24,5 cm.
Yetkin, Çetin: "Suudiler Ortaasya Türklerine el attı". Milliyet Gazetes� 2 Aralık 1990.
Yıldırım, Suat: Kur'an-ı Kerim ve Kur'an ilimlerine giriş. İstanbul: Ensar Neşriyat, 1983. 240 s.; 18 cm. (Temel kültür dizisi: 1). Kaynakça ve dizin var.
258
Yıldız, Sakıp: Fatih'in hocası Molla Gı'.'ırani ve tefsiri. İstanbul: Sahaflar Kitap Sarayı, [t.y.) 362 s.: 1 minyatür; 24 cm. Kaynakça s349-362.
Yuhadin, K.K.: Kırgız sözlüğü/çev. Abdullah Taymas. İstanbul: Türk Dil Kurumu, 1948. 2 c.; 24 cm .
Yusuf Has Hacıb: Kutadgu bilig/çev. Reşit Rahmeti Arat. İstanbul: Türk Dil Kurumu, 1947; Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1974. 2 c.; 24 cm.
(Türk Dil Kurumu C.II. 29-Türk Tarih Kurumu II. Seri - No:20a) 1 . cilt: Metin, il. cilt: Çeviri.
Yusuf Has Hasib: Kutadgu bilig/haz. Reşit Rahmeti Arat. Ankara: Türk Dil Kurumu; Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1942-1949. 4 c.; 24 cm .
1. cilt: Viyana nüshası, 1. cilt: Fergana nüshası, III. cilt: Mısır nüshası, iV. cilt: İndex/yay. haz. Kemal Erarslan, Osman F. Sertkaya, Nuri Yüce.
ez-Zamahşeri el-Harizmi: Mukaddimetü'l-edeb. İstanbul: Matbaa-i Amire, 1313. 3 c.; 30 cm.
ez-Zamahşari el-Hvarizmi: Mukaddimetü'l-edeb: Hvarizmi Türkçesi ile tercümeli Şuşter nüshası; Giriş, dil özellikleri, metin, indeks/fhaz.] Nuri Yüce. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu, 1988. VI, 221, (1) s.; 24 cm. (AKDTYK Türk Dil Kurumu Yay., 535).
ebu Zehra, Muhammed: İslamda fıkhi mezhepler tarihifçev. Doç. Dr. Abdülkadir Şener. İstanbul: Hisar Yay., [t.y.) 606 s.; 23 cm. Kaynakça, dizin ve sözlük var.
ebu Zehra, Muhammed: İslam'da siyasi ve iktisadi mezhepler tarihi/çev. Hasan Karakaya, Kerim Aytekin. İstanbul: Hisar Yay., 1983. 283 s.; 23 cm .
Zeydan, Corci: İslam medeniyeti tarih� !/sadeleştiren Mümin Çevik. İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1976. 352 s.; 19 cm.
259