e-mülâkât v: mezhebler, ehl-i sünnet ve mealcilik Üzerine - ebubekir sifil
TRANSCRIPT
[Buraya yazın]
Mezhebler, Ehl-i Sünnet
ve Mealcilik Üzerine
2015
EBUBEKİR SİFİL SAHN-I SEMÂN MEDYA
GÜLİSTAN DERGİSİ 168.SAYI (ARALIK 2014) MÜLÂKÂTI
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
1
İçindekiler Özet .................................................................................................................................................... 1
Tabiûn ve Tebe-i Tabiûn Dönemleri .............................................................................................. 5
Mezhebler olmasaydı ne olurdu? ................................................................................................... 9
Mezhepsizlik Nedir? ....................................................................................................................... 10
Bid’at ehli ............................................................................................................................................. 13
Çantay meali bunu pekâlâ yapıyor? ............................................................................................. 18
Özet
İnsanımız şunu anlamalı: Meal okuyarak din öğrenilmez. Öyle olsaydı, meal
olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaştığı modern zamanlara gelinceye kadar bu ümmetin
dininden-imanından habersiz yaşadığını söylememiz gerekecekti! Kur'an ve Sünnet'in
bizden ne istediğini tam anlamıyla kavrayabilmek için, öncelikle belli bir Usul'e ihtiyaç
vardır. İşte mezhep bize bu Usul'ü ve bu Usul doğrultusunda ortaya konulmuş
füruu/pratiği veren biricik sistemdir.
Anahtar Kelimeler: Mezhepler, Muhammed Avvame, Zahid Kevserî, Kader, Ehl-i
Sünnet, Ehl-i Bid’at, Nass, Mealcilik, Mustafa İslamoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, İçtihad,
Mezhepsizlik, Mezhebi olmayan, Mezhepler ne zaman ortaya çıkmıştır, Mütevatir,
Mu’tezile, Şiâ, Ma’bed el-Cüheni, Amr bin Ubeyd, Murâdullah, A.F.Yavuz Meali, Çantay
Meali, Esed Meali
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
2
Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
(Sifil, 2014)
Gülistan: Kıymetli Hocam, mezhep ne demektir? Bazı kimseler, "Kur'an ve Sünnet
elimizde olduğu halde mezhep imamlarının ve ulemasının görüşlerine niçin
ihtiyacımız olsun?" diyerek insanların kafalarını karıştırıyorlar. Hiçbir ilmi alt yapısı
olmayan insanlar yanlış telakkilere kapılarak savruluyorlar. Bu tür sorulara nasıl
cevap vermek gerekir, açıklayabilir misiniz?
Ebubekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Mezhep, kısaca hayatı vahyin
gösterdiği istikamette yaşayabilmek için, bir başka ifadeyle vahyi hakkı verilmiş bir
anlama faaliyetinin konusu yapabilmek için gerekli usul ve ilkelerin adıdır.
Bunun kolay bir iş olmadığı, dahası, masa başı ve münferit birtakım
faaliyetlerle yapılamayacağı, anlamamız gereken ilk husustur. Bu itibarla bir
kimsenin, eline aldığı bir Kur'an mealiyle yahut Hadis kitabıyla doğrudan amel etmeye
kalkışması, zücaciye dükkânına dalan filin yol açtığından farklı bir manzara
doğurmayacaktır. Zira mesele sadece okuma yazma bilmekle ve Kur'an ve Hadis
metnine vakıf olmakla sınırlandırılamayacak kadar hayatî ve hassastır.
Söz gelimi Kur'an ve Sünnet nasslarının yapısı, bu iki kaynağın birbirleriyle
ilişkisi, kaynağını bunlardan alan diğer usul umdeleri bu noktada merkezî öneme
sahip hususlardır.
Allah Teâlâ’nın ve Resulünün bizden nasıl bir hayat istediğini sahih bir şekilde
anlayabilmek için, vahyin nüzulüne ve Sünnet ‘in vüruduna kimi zaman sebep teşkil
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
3
etmiş, kimi zaman doğrudan şahit olmuş bulunan Sahabe neslinin tutumu da
behemehâl dikkate alınmak durumundadır. Daha önce de değişik vesilelerle
vurguladığım gibi, Peygamberi (s.a.v) terk-i dünya etmiş bir ümmetin, Peygamber
(s.a.v)'e arkadaşlık, yoldaşlık etmiş ilk ve tek kuşağının olaylar karşısındaki tutum ve
tavrında o Peygamber (s.a.v)'in etkisinin bulunmayacağını söylemek herhangi bir
kasıt söz konusu değilse cahillikten başka bir şeyin ifadesi olamaz!
Kısacası Kur'an ve Sünnet ‘in bizden ne istediğini tam anlamıyla kavrayabilmek
için, öncelikle belli bir Usul'e ihtiyaç vardır. İşte mezhep bize bu Usul'ü ve bu Usul
doğrultusunda ortaya konulmuş füruu/pratiği veren biricik sistemdir. Bu noktada
yaşanan bir kafa karışıklığına parmak basmanın sırasıdır: "Kur'an ve Sünnet elimizde
olduğu halde mezhep imamlarının ve ulemasının görüşlerine niçin ihtiyacımız olsun?"
derler.
Bu çerçevede gündeme gelen herhangi bir soruya, "dinî cevabı ayrı, mezhebî
cevabı ayrı" gibi bir yaklaşımla mukabelede bulunmak yahut herhangi bir ibadeti -
mesela namazı- Kur'an ve Sünnet'e göre kılınması durumunda ayrı, mezheplere göre
kılınması durumunda ayrı bir mahiyet kazanacakmış gibi takdim etmek meseleyi
çarpıtmaktan, ya da cehaleti ifşadan başka bir anlama gelmez.
Zira mezhep Din ‘in, yani Kur'an ve Sünnet ‘in "alternatifi" değildir! Meseleye
böyle bakıldığında mezhebi reddetmek dinin gereğiymiş veya mezhebi
reddetmedikçe Din ‘in özüne vakıf olunamayacakmış gibi bir düşüncenin oluşmaması
mümkün değildir.
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
4
Oysa dediğim gibi Din ‘in ve konunun kaynaklarının bizden ne istediğini
mezhep olmadan anlamak ve o anlaşılan şey doğrultusunda bir hayat yaşamak
mümkün değildir.
Gülistan: Kıymetli hocam, bazı kimselerin “Mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır?
Mezhepler niçin vardır? Ya da “Mezhepler olmasaydı ne olurdu?” sorularına
muhatap oluyoruz. Bu sorular nasıl cevaplandırılmalıdır?
Aslına bakarsanız, yaygın olarak bilinen anlamda mezhepler için ‘ortaya çıkma’
tabirini kullanmak doğru değildir. Zira biz bu tabirle, önceden mevcut olmayan bir
şeyin, belli bir dönemden sonra varlık sahnesine çıkmasını anlatırız.
Oysa Sahabe döneminden itibaren, Kur'an ve Sünnet ‘ten hüküm çıkarma
ehliyetine sahip her Âlimin bir mezhebi vardı. Efendimiz (sav)'in söz, davranış ve
fiilleri bizzat delil olduğu için O hayattayken tabii olarak O'na danışılmış, hüküm
sorulmuş, direktif alınmıştır. Dolayısıyla "Hz. Peygamber (sav)in mezhebi neydi?" gibi
bir soru, sahibinin cehaletini ortaya koymaktan başka bir anlam ifade etmez.
Hatta Hz. Mu'âz (ra)'ı Yemen'e gönderirken "Önüne bir dava geldiğinde ne ile
hükmedeceksin?" diye sorduğunda Hz. Mu'âz (ra), önce Kur'an'a bakacağını, aradığı
hükmü orada bulamazsa Sünnete itikâl edeceğini, orada da bulamazsa içtihad
edeceğini söylemiş, Efendimiz (sav)de onun bu hareket tarzını onaylamış, hatta ona
böyle bir muvaffakiyet nasip buyurduğu için Allah Teâla’ya hamd etmiştir. Bu olay
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
5
bize, Efendimiz (sav) henüz hayattayken bile Âlim Sahabîlerin kendi mezheplerinin
oluşmaya başladığını göstermektedir.
Efendimiz (sav) terk-i dünya ettikten sonra, Sahabe'nin ileri gelenleri içtihad
edip fetva vermeye devam ettiler. Sahabe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan
yedi kişi bulunduğu belirtilmiştir: Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b.
Mes'ûd, Hz. Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (Allah
hepsinden razı olsun).
Bu demek değildir ki Sahabe arasında onlardan başka müçtehid yoktu. Aksine
Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Übeyy b. Ka'b, Ebû Musa el-Eş'arî… (r.anhum) gibi Âlim
Sahabîler de içtihad edip fetva veriyordu. Ancak ilk grupta yer alanların fetvaları,
ikinci gruptakilerin fetvalarına oranla daha büyük bir yekûn oluşturmuştur.
Bir de sınırlı sayıda fetva vermiş olanlar vardır. Onların sayısı daha fazladır.
Fetvaları bize kadar intikal etmiş bulunan Sahabîlerin toplam sayısı 130 kadardır.
Bütün bunlar şunu gösteriyor: Sahabe arasında içtihad edip fetva verenler
bulunduğuna göre, onların her birinin, içtihad edip fetva verdikleri hususlarda
kendilerine ait mezhepleri vardı. Her ne kadar Usul'üyle füru’uyla müesses hale
gelmemiş olsa da, -ortada bir içtihad faaliyeti bulunduğuna göre- buradaki ‘mezhep’
vakıasını görmezden gelmek mümkün değildir.
Tabiûn ve Tebe-i Tabiûn Dönemleri
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
6
Tabiun zamanına geldiğimizde, içtihad faaliyetinin artarak devam ettiğini
görürüz. Ortaya yeni meselelerin çıkması, bilhassa Irak ekolünün benimseyip
uygulamaya koyduğu "farazî fıkıh" sistemi, hadislerin derlenmesi… gibi birtakım
faktörler sebebiyle, Tabiun dönemi, içtihad faaliyeti bakımından Sahabe dönemine
kıyasla daha bir zenginlik arz etmektedir. Medine'de ünlü "Yedi Fakih" (Saîd b. el-
Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, EbûBekr b. Abdirrahmân,
Ubeydullah b. Abdillah, Süleymân b. Yesâr, Hârice b. Zeyd b. Sâbit); Mekke'de Atâ b.
Ebî Rabâh, Mücâhid, İkrime; Basra'da el-Hasenu'l-Basrî, İbn Sîrîn, Katâde; Kûfe'de
İbrahim en-Neha'î, Alkame b. Kays, Şurayh b. el-Hâris, Mesrûk b. el-Ecda gibi her biri
Âlim Sahabîler elinde yetişmiş ünlü Fakihler,bu dönemde içtihad faaliyetini yoğun bir
şekilde devam ettirmiş, fetva verip talebe yetiştirmişlerdir.
Onlardan sonra aralarında Dört Mezhep imamının da bulunduğu kuşak gelir.
Bunlar da Tabiun'un Âlimlerinin elinde yetişmiş, Sahabe ve Tabiun'un fıkhının üzerine
kendi müktesebatlarını da ekleyerek, günümüze kadar varlığını devam ettiren
mezheplerin kurucuları olma payesine ulaşmışlardır.
İçtihad faaliyeti Sahabe kuşağından itibaren hoca-talebe ilişkisi içinde mezhep
imamlarına kadar kesintisiz biçimde sürüp geldiğine göre, "mezhepler nasıl ortaya
çıkmıştır?" sorusunu doğru kabul ettiğimizde, cevap "Sahabe döneminden itibaren"
şeklinde olmalıdır.
Ancak, Sahabe ve Tabiun fakihlerinin içtihad usulleri ve çözüme bağladıkları
fer'î meseleler, detaylarıyla kitaplarda kaydedilmek suretiyle, müesses bir şekilde
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
7
nesilden nesile aktarılma imkânı bulamadığı için ‘mezhep’ olgusu genellikle Dört
Mezhep imamı ve onların dönemi ile başlatılır. Şu halde sorunun ilk kısmını şöyle
toparlayabiliriz: ‘Mezheb’i, içtihad faaliyetinin oluşturduğu vakıası nazara alındığında,
mezhep olgusu sahabe döneminden beri mevcuttur. ‘Mezhep’ dendiğinde Usul'ü tam
anlamıyla ortaya konmuş, fer'î alanda Fıkıh bablarının tümünü ihtiva eden içtihadları
temayüz ve bize kadar intikal etmiş bir sistemi anlayacaksak, evet ‘mezhep’ hadisesi
Dört Mezhep imamı ile başlatılabilir.
Sorunun ikinci kısmına, yani "Mezhepler niçin vardır?" sorusuna gelince, buna
kısaca şöyle cevap verilebilir: Birincisi, Nass’lardan kaynaklanan sebeplerden, İkincisi
de hakkında nass (ayet ve hadis, temel alınacak delil) bulunmayan meselelerde nasıl
hareket edileceği konusundaki anlayış farkından dolayı.
Birçok nassın farklı anlaşılmaya müsait yapıda olması dolayısıyla her bir
müçtehid, ayet ve hadisten farklı bir şey anlamıştır. Burada genellikle verilen örneği
tekrar edecek olursak, Kur'an'da boşanmış kadınların beklemesi gereken iddet
süresi, "üç kur’" olarak ifade edilmiştir. (el-Bakara; 228)
Ulema, buradaki " kur’" kelimesinin hem "hayız", hem de "temizlik" dönemi
hakkında kullanılan "müşterek" bir kelime olduğunu belirtmiştir. Kelimenin
yapısındaki bu durum sebebiyle Sahabe döneminden itibaren bu ayetin ne ifade
ettiği konusunda ihtilaf vaki olmuştur. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd vb. Sahabîler
(Allah hepsinden razı olsun) bu kelimenin "hayız"ı anlattığını söylerken, Hz. Aişe
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
8
validemiz, İbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve daha başkaları da (Allah hepsinden razı olsun)
"temizlik dönemi"ni anlattığını söylemişlerdir.
Burada, sanki Yüce Allah, mü'minlerin içtihadda ihtilaf etmesini murâd
etmiştir. Zira bu ayette böyle müşterek bir kelime yer alırken, mesela aynı surede, iki
ayet yukarıda şöyle buyrulmuştur: "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için
ancak dört ay (bekleme hakkı) vardır." Dikkat edilirse burada, "ay" kelimesi
geçmektedir ve bu kelimenin neyi anlattığı konusunda Araplar arasında herhangi bir
görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah dileseydi, iki ayet sonrasında yer alan "kur’" kelimesi
yerine de "ay" kelimesi yer alabilirdi. Ancak durum görüldüğü gibidir.
Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Kimi durumlarda, aynı hadisi delil olarak
kullandıkları halde, Müçtehid İmamlar'ın, söz konusu hadisin neyi anlattığı konusunda
ihtilaf ettiklerini, yani aynı hadisten farklı sonuçlar çıkardığını görürüz. (Muhammed
Avvâme hocanın, “İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü” ismiyle dilimize
çevrilen muhtasar çalışması, konuyla ilgilenenler için güzel bir derlemedir.)
Bir de hadislerin kabul şartlarındaki görüş ayrılıklarını buraya eklememiz
gerekir. Bu bağlamda, râvilerde aranan şartların mezhepten mezhebe değişmesi de
önemli bir ihtilaf sebebidir. Yani bir imamın/mezhebin sahih kabul ettiği bir rivayeti,
bir diğerinin sahih kabul etmemesi sonucu ortaya çıkan ihtilaflar vardır. Kimsenin
herhangi bir imama "Sen niye bu şartı koydun da şu şartı koymadın?" gibi bir soru
sormaya hakkı ve haddi olmadığına göre, bu noktadan kaynaklanan ihtilaflar
bulunması da son derece tabiidir.
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
9
Dolayısıyla herhangi bir mesele hakkında ayet veya hadis bulunması, o
meselede ihtilaf edilmemesini tek başına sağlamaz. Ya da şöyle diyelim: Bir meselede
ayet ve hadis var diye o meselede içtihad farklılığı olmaz, demenin hiçbir ilmî kıymeti
ve pratik karşılığı yoktur.
Mezhebler olmasaydı ne olurdu?
Hakkında Kur'an ve Sünnet'te hüküm bulunmayan hususlarda ne şekilde
hareket edileceği konusuna gelince. Müçtehid İmamlar'ın mezheplerini birbirinden
farklı kılan önemli unsurlardan birisidir. Özellikle "tali deliller" dediğimiz; İstihsan,
İstıslah, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi', Medine Ehli'nin uygulaması gibi unsurların
bir kısmının bir kısım imamlar tarafından benimsenmemesi sonucu farklı içtihadların
ortaya çıktığını görüyoruz. Mesela İmam eş-Şâfi'î, Hanefîler ve hatta Malikîler
tarafından benimsenen "İstihsan"ı kabul etmemiş, Hanefîler, Şâfi'îler ve Hanbelîler
Medine Ehli'nin uygulamasının delil teşkil etmeyeceğini söyleyerek İmam Mâlik'ten
ayrılmışlar, Hanefîler mürsel hadisi delil kabul ederken İmam eş-Şâfi'î, Sa'îd b. el-
Müseyyeb'in müselleri hariç, diğerlerini reddetmiştir… Örnekleri uzatmak mümkün.
(Bu konu hakkında Mustafa Sa'îd el-Hınn'ın, dilimize “İslam Hukukunda Yöntem
Tartışmaları” adıyla çevrilen kapsamlı çalışması son derece aydınlatıcı ve tavsiyeye
şayandır.)
Sorunun "Mezhepler olmasaydı ne olurdu?" diyen üçüncü kısmına gelince,
bunun yanlış bir soru olduğunu söylemeliyim. Zira yukarıdan beri yapılan izahatın şu
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
10
noktayı ortaya koymuş olması gerekir: Mezheplerin varlığı eşyanın tabiatındandır.
Zira farklı anlaşılmaya müsait nasslar ve farklı anlayış biçimleri var oldukça, farklı
mezheplerin var olması kadar normal ve hatta "kaçınılmaz" bir şey olamaz. Eğer
nasslar farklı anlaşılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayışı aynı olsaydı, işte o
zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.
Burada şunu da söylemek mümkün: Evet bu zorunlu durum, Ümmet-i
Muhammed'e bir "rahmet" olarak yansımıştır; bu doğrudur. Ama unutmayalım ki, bu
bir "sonuç"tur. Yani mezhepler "Ümmet'e kolaylık olsun diye" özellikle oluşturulmuş
değildir. Onların zorunlu varlığı, Ümmet'e kolaylık ve rahmet olarak yansımıştır…
Gülistan: Mezhepsizlik fikrinin kaynağı nedir? Bir mezhebe uymak zorunlu mudur?
Aslına bakarsanız "Mezhepsizlik" diye bir şey yoktur. Mevcut mezheplerden
birisini benimsemeyenlerin dahi bir mezhepleri olmak zorundadır ki bu, ya yeni ve
müstakil bir mezheptir, ya da mevcut mezheplerin içtihadlarından meydana getirilen
karma bir oluşumdur. Zira baştaki sorunun cevabını verirken mezhep olgusunun niçin
"zorunlu" olduğunu belirtmiştik.
Mezhepsizlik Nedir?
O halde "mezhepsizlik" diye ifade edilen şey nedir? Bu sorunun en kestirme
cevabı şudur: Mevcut mezheplerden birisiyle ameli kabul etmeyip, yeni bir oluşuma
gitmek mezhepsizlik olarak ifade edilmektedir. Buradaki "yeni oluşum" eğer yeni ve
müstakil bir mezhebi anlatıyorsa, söylenecek bir şey yoktur.
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
11
Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak yetkinlikte, yani "mutlak
müçtehid" olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak
bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Zira "yeni içtihad" çağrısı yaklaşık iki buçuk
asırdır dile getiriliyor; buna rağmen ortaya yeni bir Usul-i Fıkıh konmuş değil! Usul-i
Fıkıh olmadan mezhep olur mu? Mezhep dediğiniz yapı, Usul-i Fıkıh sistemi üzerine
kurulur. Bu yoksa o da yoktur.
Dolayısıyla geriye ikinci şık kalıyor: Mevcut mezheplerin içtihadlarından elde
edilen "karma" bir mezhep. Bunun caiz olmadığını ise muhakkik âlemler açıkça
belirtmişlerdir.
Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki başlık altında
toplanabilir: 1. Doğrudan Kur'an ve Sünnet'le amel etme iddiası. 2. Mevcut
mezheplerin içtihadlarının yetersiz/eskimiş olduğu ve yeni içtihadlar yapılması
gerektiği düşüncesi.
Birinci düşünceyi benimseyenler, tamamen dinî endişelerle hareket ederler.
Onlara göre mezhep imamlarının taklit edilmesi, kişiyi şirke kadar götüren gayri
meşru bir tutumdur. Müslümanlar başkalarını taklit etmekle değil, Kur'an ve
Sünnet'le amel etmekle mükelleftir.
Ne kadar iyi niyetle dile getirilirse getirilsin, bu düşüncenin, ayakları yere basan
bir yaklaşımın ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira herkesin müçtehid
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
12
olmasını istemek, herkesin doktor ya da avukat olmasını istemek kadar, hatta ondan
daha fazla abestir, "uçuk"tur! Tarih içinde İbn Hazm, bilahare de eş-Şevkânî
tarafından dillendirilen "taklidin haramlığı" iddiası, günümü de de kendisine "Selefî"
diyen bazı kardeşlerimiz tarafından tekrar edilmektedir.
İkinci yaklaşım ise dinin modernizasyonu/reformizasyonu düşüncesini
savunanlar tarafından dile getirilmektedir. Onlara göre "Din" ile "Fıkıh" birbirinden
ayrı şeylerdir. "Din", değişmezler sahasını oluştururken "Fıkıh" çerçevesine giren
hususlar değişime tabidir; zaman ve zemine göre değişiklik gösterir.
Bu düşüncelerin her ikisi de "Fıkıh" sistemini, bilhassa Usul ve Kavaid sahalarını
tam anlamıyla kavrayamamanın ya da dikkate almamanın ürünüdür. Zira Usul ve
Kavaid'e hakkıyla işlerlik kazandırıldığında, Müslümanlar'ın çözemeyeceği, içinden
çıkamayacağı mesele yoktur.
Bu saikle hareket edenlerin genellikle, "genellikle" diyorum, çünkü hepsini
aynı kefede değerlendirmek doğru değildir, ideolojik bir zeminde, İslam'ı bir yerlere,
bir şeylere uydurma çabasıyla hareket ettiği görülüyor. Ana dilde ibadet gibi, miras
paylaşımı ve çok eşlilik gibi modern çağın değer yargılarına uymayan bütün ahkâmın
red ve ilgasını hedefleyen bu yaklaşımın temsilcileri, genellikle dinin
rasyonelleştirilmesi zemininde hareket eder; hadislerin reddi ya da en azından "hafife
alınması", Kur'an ayetlerinin yorumunda keyfîlik… gibi tavırlarla dikkat çeker.
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
13
Bid’at ehli
Burada bir noktaya dikkat çekmeden geçmek eksiklik olacaktır; Ehl-i Sünnet
bir toplumda yaşadığı halde, Ehl-i Sünnet'e aykırı itikadî bir çizgi benimseyen, fer'î
alanda da birtakım yeni içtihadlarda bulunan, ama bütün bunları "yeni içtihad
yapıyorum" ya da "Ehl-i Sünnet'i beğenmiyorum/yetersiz veya yanlış buluyorum"
demeden yapan bazı kişilerin bulunduğuna bilhassa dikkat etmelidir.
Bunlar sizinle benimle aynı ortamları paylaşan, bizlerin okuduğu
gazetelerde/dergilerde yazı yazan insanlardır. "Müslümanların mağduriyeti", "Filistin
ve Çeçenistan sorunu", "Başörtüsü meselesi" gibi birtakım hassasiyetlerimizi de
paylaşır, hatta sahiplenirler. Ama öte yandan gerek itikadî, gerek Fıkhî sahada tarih
içinde var olmuş hiçbir İslamî oluşumun söylemediği şeyler söyler, fetvalar verirler.
Ama nedense bunların varlığı kimseyi rahatsız etmez! İnsanımızın bu noktaya çok
dikkat etmesi lazım.
Hak mezheplerin dışındakiler "bid'at" oluşumlardır. Kaynakları okuma
biçimleri ve hüküm çıkartma tarzları Ehl-i Sünnet ile örtüşmez. Yani "Din tasavvurları"
farklıdır. Dolayısıyla hemen yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım kimse ve kesimler de
dâhil olmak üzere, bu tarz yönelişlerin sahip ve temsilcilerinin söylemlerine -ne kadar
süslü, cazip ve içten olursa olsun- aldanmamak durumundayız.
Gülistan: Şiiler, Bahailer, İsmaililer, Reşat Halifeciler, Vahhabiler, Hariciler,
Mutezile, Cebriye ve reformist-modernistlerin hükümleri nedir? Bunlardan küfrüne
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
14
hükmolunan mezhepler var mıdır? Varsa niçin? Küfrüne hükmedilmeyenlerin
hükmü nedir? Bir süre cehennemde yanıp sonra cennete girmeleri gibi bir şey mi
söz konusu?
"Bid'at fırka" kavramını hayata tetabuk ettirerek ele alan yaklaşımından ötürü
kutladığımı belirteyim. Zira "bid'at fırka" kavramı yaygın olarak tarih içinde olup-
bitmiş olgular ve devrini tamamlayıp tarihe mal olmuş oluşumlar için kullanılır,
günümüze tatbik edilmez ve tabii ki bu eksik bir değerlendirmedir.
Yukarıda adı aynı bağlam içinde anılan fırka ve oluşumlara gelince, bunları
mutlak surette kategorize ederek ele almak gerekir. İlke şudur: "Dinden olduğu
zaruretle sabit olan hususlar"ı inkâr etmeyenler İslâm dairesi içinde, edenlerse
dışında değerlendirilir.
Burada bir hususa dikkat çekmek gerekiyor: el-Kevserî Merhum, el-Melatî'nin
et-Tabsîr'ine yazdığı takdim yazısında, fırkalar hakkında hüküm verirken son derece
dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerektiğinin altını çizmiş ve şu hususlara dikkat çekmiştir:
Fırkalar hakkında eser veren ulemadan kimi sadece bu fırkaları ve görüşlerini
zikretmekle yetinip, görüşlerini tartışmazken, kimi de bu tartışmayı alabildiğini sert bir
şekilde yapar ve her fırkayı, kendi görüşlerinin gereği saydığı hususlarla ilzam eder. Bu
fırkalar hakkında konuşurken, onları, sadece kendi eserlerinde yer alan görüşlerle
ilzam etmek ve muarızlarının onlar hakkında yazdığı eserlerde zikrettikleri her görüşü
onlara nisbet etmekten sakınmak gerekir…
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
15
Bu değerlendirmeler ışığında gerek mezkûr fırkaları, gerekse bunların alt
dallarını birbirinden ayrı tutmak durumundayız. İslâm dairesi içinde bulunanlara
Şia'nın "gulat/aşırılar" dışındaki alt dallarını, Vehhabiler'i, ve yine Hariciler'in –Necdât
gibi– bazı kollarını örnek verebiliriz. Mu'tezile, Cebriye ve diğerleri de böyledir.
Bunların her birinin alt dalları, liderleri ve kendine mahsus görüşleri vardır. Aynı
durum Modernist/reformistler için de böyledir. Aralarında son derece aşırıya
gidenler olduğu gibi, ılımlı olanlar da vardır. Bahailer, Reşad Halifeciler… gibi "yalancı
peygamberlere inananlar"a gelince, bunların durumu tıpkı Müseylimetü'l-kezzâb'a
inananların durumu gibidir. Gerek ona, gerekse diğer yalancı peygamberlere
inananlarla yapılan savaşlara "Ridde Savaşları" dendiği malumdur. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den sonra peygamber gelmeyeceği, dinde zaruretle sabit olduğu halde bunlar,
sahte peygamberlere iman etmekle bu zarureti inkâr etmişlerdir.
Bütün bu fırkalar içinde küfrüne hükmolunanlar, yukarıda da belirttiğim gibi
"dinden olduğu zaruretle sabit olan hususlar"dan herhangi birini red/inkâr ettiği için
bu hükme muhatap olmuştur. Kur'an veya mütevatir Sünnet ile sabit olan
hususlardan herhangi birini inkâr edenlerin durumu böyledir.
Tekfir edilmeyenlere gelince, bunlar Ümmet-i Muhammed'in
günahkârlarından olarak cehennemde belli bir süre azap çekerler. Zira bid'atleri küfre
varan aşırılıkta değildir. Dolayısıyla bunlar esas olarak "mü'min"dir.
Gülistan: Mezheblere karşı olanların yâda hadisleri inkâr edenlerin "Kur'anın
özüne dönelim" şeklinde bir takım sloganvari cümleleri kendilerine kılıf edinerek
ortaya çıktıklarını görüyoruz. Kur’an’ın beyan edicisi olan Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellem, Kur’an’dan ayrı tutulmaya çalışılıyor gibi tehlikeli bir durum söz
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
16
konusu... Meal okuyarak insanların Kur’an ayetlerini anlayıp yorumlayabileceğine
kadar uzanan iddiaları da var. Bu kimseler, "İmam-ı Azam’da benim gibi bir
insandı. O bir yorum yapmışsa ben de yaparım." diyebiliyorlar. Ne diyorsunuz bu
hususta?
Modernistlerin Kur'an’a dayanmaya çalışmaları sebepsiz değil. Bir kere şu
tesbiti ortaya koyalım; zaman zaman ben "hâziruna'" şöyle bir soru soruyorum, “Bir
insan, Kur'an okuyarak sapıtır mı?" İnsanlar şaşırıyor, sonra cevabı ben veriyorum,
"Evet, sapıtabilir." Kur'an okuyan herkes sapıtır anlamına gelmiyor bu, ama Kur'an
okuyan insanlar sapıtabilir. Allah (cc), Bakara Sûresi'nin başında bir sivrisinek misali
zikrediyor, "Allah, bir sivrisineği ya da ondan daha ötesini misal vermekten çekinmez.
Kalplerinde maraz bulunanlar derler ki, Allah bu sivrisineği misal vermekle neyi
Murâd etti? Allah Teâla, bu misalle pek çoğunu dalalete sevkeder pek çoğunu da
hidayete erdirir; dalalete sevk ettikleri sadece fasıklardır." Kur'an'ın böyle bir özelliği
var yani; Mü'minler için bir şifadır Kur'an, "Kur'an, zalimlerin hüsranını artırmaktan
başka bir şey yapmıyor." buyruluyor.
Onun için Kur'an okuyan her insanın teorik olarak hidayet bulacağı anlayışı
yanlış bir kabuldür. Tarih içerisinde, Ehl-i Bid'at dediğimiz fırkalara baktığımızda,
Mu'tezile'ye baktığımızda, Şiâ'ya baktığımızda vs. bunların hepsi Kur'an'a
dayanmıştır. İstisnasız hepsinin Kur'an'dan delilleri vardır; sapmalarının nedeni ise
sünnetten sarfı nazar etmeleridir. Biz onun için Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat diyoruz.
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
17
Çünkü Allah'ımızın muradını bize sünnetten daha kâmil biçimde ulaştıran
başka bir kaynak yoktur. Allah (c.c) bizden ne Murâd etmiş? Bu sorunun
verebileceğiniz bir tek doğru cevabı var, o da sünnettir. Onun için Kur'an, kendi
beyanını açıklamasını sünnete havale etmiş, "Biz sana bu zikri indirdik ki, ne
indirdiğimizi insanlara beyan edesin." buyruluyor.
Gülistan: Kuran’a bizzat başvurmak söylemini dillendirenlerin genelde, başta
mezhep imamlarımız olmak üzere adeta âlimlerin ve ariflerin varlığını yok
saydıklarını görüyoruz. Onları sıradanlaştırmaları gibi bir durum söz konusu… Bu
çabalarını nasıl anlamalıyız? Münferid olarak sadece Meal okuyarak din öğrenilir
mi?
Ebubekir Sifil: Kur’an’a bizzat başvurmak, sadece âlimlerin, ariflerin varlığını
reddetmekle değil, bütün bir İslamî anlayış ve birikimi reddetmekle eşanlamlıdır.
Meselenin “Kur’an’ı anlama çabası” gibi masum söylemlerle perdeleniyor olması
kimseyi aldatmamalı. Zira bu tavır bir “farklılık arayışı”nın, daha doğrusu “farklı din
arayışı”nın ürünüdür. Sahabe’den bize intikal eden İslam, Kur’an’a bizzat başvurma
ihtiyacı hisseden çevreleri rahatsız ediyor. Farklı, yeni ve “çağa uygun” bir din arayışı
peşindeler. Bunu bulabilirler mi? Teorik olarak evet. Ama buldukları o şeyin “İslam”
olma şansı yok.
Herkesin kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda hüküm koyacağı “ben böyle
anlıyorum” demenin hazzını tepe tepe yaşayacağı bir ortam arayışı var. Allah
Teâla’nın muradını yakalamanın peşinde olmakla çağdaş değerlerle çatışma teşkil
etmeyen bir din peşinde olmak arasındaki fark, İslam’a teslim olmakla İslam’ı teslim
almak arasındaki fark kadardır.
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
18
Türkiye’de uzun yıllar Hasan Basri Çantay merhumun meali gibi birkaç meal
vardı sadece. Sonra bir şeyler oldu, meallerin sayısı akıl almaz bir hızla arttı. Ne oldu
da böyle oldu? İnsanlar Çantay mealinde ne bulamadı da yeni meal arayışları
gündeme geldi? Mesele Kur’an’ın muhtevasından haberdar olmak ise
Çantay meali bunu pekâlâ yapıyor?
Demek ki burada bir “farklılık arayışı” var. Bilhassa meal okumayı teşvik eden
çevrelerde önerilen mealin hangisi olduğuna da dikkat etmek lazım. Niçin Çantay
meali ya da Bilmen yahut A.F.Yavuz meali değil de Esed meali veya Y. N. Öztürk meali
yahut İslamoğlu meali?
Bu, gerçekten iyi okunması gereken bir süreç. İnsanlara “Allah kelamı” diye bir
kısım meal yazarlarının sakat din tasavvurları, yetersiz ve nahif Kur’an anlayışları ve
bozuk itikatları pazarlanıyor. Söz konusu Allah kelamı olunca da akan sular duruyor
tabii.
İnsanımız şunu anlamalı: Meal okuyarak din öğrenilmez. Öyle olsaydı, meal
olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaştığı modern zamanlara gelinceye kadar bu ümmetin
dininden-imanından habersiz yaşadığını söylememiz gerekecekti!
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
19
Elbette Kur’an’la irtibatımız daim olmalı. Elbette Rabbimizin bizden ne
istediğini bilmek durumundayız. Ama bunun yolu meal okumak değildir. Bunun yolu
“ilahî kelam”ı olabildiğince bütün yönleri ve anlam katmanlarıyla dikkatimize sunun
İslamî ilimler ve onların vücut verdiği eserlerdir. Akaid’den Fıkha, Tefsir’den Hadis’e
ve bunların usullerine kadar devasa bir dünya var önümüzde. Cihan devletlerine ve
evrensel medeniyetlere vücut vermiş bir müktesebattan bahsediyoruz. Ufkuyla,
cesaret ve cesametiyle, derinlik ve dirayetiyle büyük insanlar ve büyük toplumlar inşa
etmiş olan bu müktesebat, bugünün insancıkları ve toplumcukları söz konusu
olduğunda kifayetsiz kalıyor?
Bedbaht âna derler ki, elinde cühelanın
Kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler
Bedbaht olan biz miyiz, bize ağır gelen o sıklet mi, onu da varın siz dillendirin…
Efendimiz (s.a.v) bu dini insanlara “tebliğ” yanında “beyan” göreviyle de
muvazzaftı. Demek ki O’nu görmezden gelerek, O’nun beyanlarına ve rehberliğine
kulak tıkayarak Allah’a kul olmak mümkün değil.
Meal Müslümanlığı bize –kendisini öyle takdim etmese de– fiilen Kitabullah’ın,
Peygamber olmadan da anlaşılabileceğini telkin ediyor. Hatta bunun “en sağlam” iş
olduğunu, bir “vecibe” olduğunu söylüyor. Yahudilerin Peygamber’e (Hz. Musa -a.s-)
rağmen bir Yahudi şeriatı ortaya koymalarını ve Hz. Musa’dan sonra gelen
peygamberlerle bu şeriatı muhafaza adına mücadele etmelerini çağrıştıran bir
durumla karşı karşıyayız.
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
20
Meal olgusu bizi Hadis’ten, Tefsir’den, Fıkıh’tan, Akaid’den uzaklaştırdığı
ölçüde tehlikelidir. Çünkü meal olgusu bütün bu ilimleri dünyamızdan uzaklaştırarak
kocaman bir boşluk oluşturuyor. Bu boşluğu kim/ne doldurur? Kaygım bu sorunun
cevabının nasıl verileceği noktasında…
Bu ülkede yıllardır bir kesim, bir kesimin halkı İslâm adına sömürdüğünü,
aldattığını söyler durur. Hatta o kesim, bütün varlık sebebini bu söylem üzerine bina
etmiş durumdadır. Bütün kariyerini, şöhretini, "servetini" bu söyleme borçludur.
Vakıa bu ülkede halkı "Allah" diyerek, "Din" diyerek aldatan, sömüren, yüce
değerleri menfaat aracı olarak istismar eden bir kesim mevcuttur ve bu kesim de aynı
şekilde servetini bu söyleme borçludur. Ancak bu arıza, asla bir başka arızanın
"meşruiyet" sebebi olamaz.
Halkı "Allah" diyerek", "Din" diyerek aldatanlar bulunduğunu söyleyenler, bu
yanlışlığın "Kur'an'dan uzaklaşma"nın sonucu olduğu tespitinde birleşirler. Onlara
göre halk Kur'an'la amel etse, bu arızaların hiç birisi vücut bulamayacaktır.
Meselenin can alıcı noktası işte bu tespitte yer alıyor. Halkı Kur'an'a çağıranlar
bunu, "Kur'an'ın korunmuşluğu"na dayandırarak yapıyor: Başta Sünnet olmak üzere
diğer delillerin böyle bir koruma altına alınmamış olması (!) onlara göre yalnızca
Kur'an ile yetinme tavrının en temel gerekçesidir. Mademki İslâm'ın bu tek ve ana
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
21
kaynağı her türlü tahriften masundur; o halde problemlerimizi sadece ona götürerek
çözmekten daha makul ve gerekli bir şey yoktur. Mantık bu!
Burada Sünnet'in, Sahabe'nin, Fıkh'ın ve Fukaha’nın niçin devre dışı bırakıldığı
sorusunun cevabı elbette önemlidir. Fakat bunlardan daha öncelikli bir mesele var ki,
ona dikkat etmediğimiz zaman eninde sonunda varacağımız nokta, halkı Kur'an ile
aldatanların bulunduğu nokta olacaktır. Kastettiğim mesele şudur: Kur'an'ın
korunmuş olmasının, onların Kur'an'dan çıkardığı hükümlerin doğru olup
olmamasıyla en küçük bir ilgisi yoktur. Bir başka şekilde söylersek, Kur'an ayetlerinin
sübutunun kat'î olması, onların Kur'an ayetlerine yüklediği anlamın da kat'î olmasını
gerektirmez. Bu ikisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.
Halkı Kur'an'a çağıranlar, aslında Kur'an'dan kendi anladıkları şeye, Kur'an
ayetlerine kendilerinin yüklediği anlamı kabule davet ediyor. Bir yanlışlığa parmak
basarken, onun çaresinin kendi Kur'an tasavvurlarında, Din anlayışlarında olduğunu
söylüyorlar. Oysa söz konusu yanlışlığın "yanlışlık" olduğunu söylemek için farklı bir
Din tasavvuru inşa etme gayretkeşliğine soyunmanın gereği de yok meşruiyeti de?
Tarih içinde, uygulamada zaman zaman aksaklıklar olsa da, en azından kitabî olarak
mevcudiyetini sürdürmüş ve günümüze kadar öylece gelmiş olan sahih çizgi, hakkı
hak, batılı batıl olarak görmüş, doğruya doğru, eğriye eğri olarak hak ettiği hükmü
vermiştir.
Hal böyleyken yeni bir Din tasavvuru inşasına soyunmak, yeni bir Bid'at
mezhep inşa etmektir. Bu Bid'at oluşumun Kur'an anlayışında Sünnet ismen mevcut
olsa da cismen ve fiilen? yok. Onların Kur'an anlayışında külfet yok, "imtihan" yok,
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
22
ahiretin dünyaya öncelemesi yok? Hele Ümmet'in tarih içinde ortaya koyduğu
müktesebatın esamesi bile okunmaz. Oysa neyi kaybettiğinin farkında olmayan, neyi
arayabilir?!
Bu noktada kendilerine karşı herhangi bir itiraz vuku bulduğunda, durumu
"Kur'an'a itiraz ediliyormuş" gibi takdim ediyorlar büyük bir el çabukluğuyla.
Oysa aynı Kur'an'dan hareketle tarih içinde ortaya konan müktesebat ile
bunların davet ettiği şey arasında uçurumlar mevcut.
Bütün mesele, Sünnet'e söyletemediklerini Kur'an'a söyletme arayışıdır
aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur'an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi
Murâdullah’a yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla
belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan Bid'at
fırkaları, davalarını Kur'an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple
Efendimiz, Ümmet'in 70 küsur fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste "kurtuluşa eren
fırka"nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerinde bulunduğu yolda yürümek"
olarak tayin ve tarif buyurmuştur.
Bunun anlamı, Kur'an'ın, Murâdullah’a uygun biçimde ancak ve ancak
Sünnet'in ve Sahabe'nin rehberliğinde anlaşılabileceğidir. Kur'an ile aldatanlar bunun
farkında olduğu için Sünnet'le ve Sahabeyle başları pek hoş değildir.
Gülistan: Hocam, İslâm Tarihi boyunca ortaya çıkmış birbirinden farklı bütün
Fırkalar oluşumlar kendilerinin Fırka-i Naciyye olduğunu deklare etmektedir. Bu
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
23
bağlamda Ehl-i Sünnet'in Fırka-i Naciyye olduğunu ortaya koyan deliller nelerdir,
yani Ehl-i Sünnet'i Fırka-i Naciyye yapan özellikler nelerdir? Ehli Sünnet deyince ne
anlamalıyız?
Ehl-i Sünnet deyince, Peygamber Efendimiz’in (sav) sahabe-i kirama bu dini
tebliğ bağlamında aktardığı her ne varsa onlara olduğu gibi iman eden, sahabe-i
kiram kendilerinden sonraki kuşağa din diye ne naklettiyse ona din diye inanan, itikat
eden, itikadıyla, ameliyle, edebiyle, her şeyiyle din diye onu kabul eden, onunla
tedeyyün eden topluluklara Ehl-i Sünnet diyoruz. Neden “topluluklar” dedik,
Ehl-i Sünnet kavramı şemsiye bir kavramdır. Ehl-i Sünnet’in içinde bu ana
gövdeyi oluşturan fakat birbirlerinden tarz, tavır farklılıklarıyla -temel noktalarda
değil ama füruat diyebileceğimiz noktalarda- ayrılan gruplar var. Hicri 8. asır
âlimlerinden, Şafi mezhebine mensup Tâcüddîn Sübkî diyor ki: Ehl-i Sünnet dört
gruptan oluşur: “Maturudî ve Eşarici kelamcılar, ehl-i hadis, fukaha ve usûlcüler bir de
ehl-i tasavvuf.” Ehl-i Sünnet’i Ehl-i Sünnet yapan temel koordinatlar noktasında
herhangi bir aykırı duruşu, itirazı olmayan herkes Ehl-i Sünnet kabul edilir.
Günümüzde genellikle şöyle bir yanlış algı oluyor: Az önce birtakım mesleklerden söz
ettik; Fukaha’lar, Usûlcüler, kelamcılar, Ehl-i Hadis ve Tasavvuf ehli. Teknik tabiriyle
bunlar meslektir, mezhep olarak bunların hepsi Ehl-i Sünnet’tir. Fukaha, Usûlcüler ya
da tasavvuf diye bir mezhep yoktur, bunlar meslektir.
Bunlar Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat olma noktasında birleşmiştir, mezhepleri Ehl-i
Sünnet’tir. Fakat bu, Ehl-i Tasavvuf olan herkesin mezhebi Ehl-i Sünnet’tir veya Ehl-i
Hadis olan herkesin mezhebi Ehl-i Sünnet’tir anlamına gelmez. Meslek başka, mezhep
başkadır. Meslekleri farklı olabilir, mezhepte bir sıkıntısı yoksa Ehl-i Sünnet içinde
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
24
değerlendirilir. Görüşleri bize kadar intikal etmiş ama isimleri Ehl-i Tasavvuf diye
tanınmış pek çok insan ve fırka var ki bunlar Ehl-i Sünnet değiller…
Keza Ehl-i hadis diye tanınmış ama Ehl-i Sünnet olmayanlar da var. Kelamcılar,
Usûlcü ve fıkıhçılar için de bu böyledir. Mu’tezi’le diye bir akım var, bunlar kelamcıdır;
birçoğu fıkhî mezhep olarak Hanefiliği benimsemiştir ama İtikadî Mezheb olarak
Muteziledir, Ehl-i Bid’at’tır. Tasavvuf ehli içerisinde Kerramiye diye bildiğimiz,
Salimiye diye bildiğimiz, müşebbiheye, mücessimeye kayan fırkalar vardır.
Bunlar meslek olarak tasavvuf ehlidir ama mezhep olarak Ehl-i Bid’attır.
Dolayısıyla genel bir çerçeve çizecek olursak Kur’ân ve Sünnet algısı konusunda itikat
ve amel konusunda sahabe-i kiramdan devraldığımız her ne varsa onlara olduğu gibi
inanan, itikat eden, iman eden insanlar Ehl-i Sünnet’tir ve Ehl-i Sünnet ana gövdeyi
oluşturur. Ehl-i Sünnet bir fırka değildir, tarih içinde oluşmuş gruplardan bir grup
değildir; meselenin aslıdır, özüdür, kendisidir. Eğer bir fırkadan bir gruptan
bahsedeceksek onlar tarih içerisinde bu ana gövdeden ayrılanlardır; Şiâ’sıyla,
Mutezile’siyle, Cebriyesi’yle bu ana gövdeden ayrılıp sağa sola kayan gruplardır.
Gülistan:Günümüzdeki İslami toplulukların kendine “Ehl-i Sünnet” diyebilmesi için
hangi İslamî kriterler göz önünde bulundurulmalıdır?
Temel Amentü ilkelerinden herhangi birinde sıkıntısı varsa o insan Ehl-i Sünnet
değildir. Mesela Kader’e iman noktasında bir insanın sıkıntısı varsa Ehl-i Sünnet
değildir. Hadislerle sabit olmuş ve ulemanın mütevatir olduğunu söylediği hususlar
hakkında insanın problemi varsa bu insan Ehl-i Sünnet değildir, ehl-i bid’attır. Fıkhî
mezheplere itirazı olan ya da mevcut Ehl-i Sünnet tasavvufî ekollerinden herhangi
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
25
birine itirazı olan ya da bir kurum olarak tarikata tasavvufa karşı olan insan ya da
gruplar Ehl-i Sünnet değildir. Bunlar zaman içerisinde sonradan ortaya çıkmış
birtakım ideolojilerdir; kendilerine Ehl-i Sünnet, Ehl-i Kur’ân, Ehl-i Tevhid demeleri
hiçbir şeyi değiştirmez; bunlar Ehl-i Bid’at’tır. Tarih içerisinde ulema, Ehl-i Bid’at olan
grup ve kişilere nasıl muamele etmişse biz de öyle muamele etmek zorundayız.
Bunları farklı kılan herhangi bir unsur yok.
Bunların içinde çok samimi insanlar var, İslamî hizmet sahasında büyük
boşlukları dolduranlar var. Veya “Ben Allah yolunda cihad ediyorum.” deyip gözünü
kırpmadan ölüme gidenler var. Biz samimiyet testi yapmıyoruz, böyle bir şey yapacak
durumda değiliz, elbette herkes kendisini nasıl tarif ediyorsa öyle kabul etmek lazım.
Ama samimi olmak bir insanın müstakîm olmasını garanti etmez. Samimi bir hizmet
ehlidir ama itikadı bozuktur. Tarih içinde Bid’at fırkaların Tabakât kitaplarına
baktığınız zaman çok çarpıcı örnekler görüyoruz. Mesela Mu’tezile’nin
kurucularından Ma’bed el-Cüheni veya Amr bin Ubeyd bu tür insanlar, samimi ama
istikametleri bozuk… Dolayısıyla günümüzde de falan hizmet ehlidir, böyle
gayretlidir, şöyle heyecanlıdır, böyle hassastır deniliyor.
Tamam, bunlara bir itirazımız yok ama meselemiz zaten bu değil. Bir insanın
hizmet ehli ya da samimi olup olmadığını konuşmuyoruz, itikadını konuşuyoruz. O
zaman samimiyet ile itikadı birbirine karıştırmayalım. Çok hizmetler etmiş olabilir,
gerçekten bu ümmete çok hayırlı işler yapmış olabilir. İtikadı bozuksa ona nasıl hitap
edilmesi gerektiği, onunla nasıl muamele edilmesi gerektiği konusunda da tereddüt
yaşamamamız lazım.
e-Mülâkât V: Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine
26
Gülistan: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun. Son olarak
bize söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Teşekkür ederim. Sa’yiniz meşkûr, ameliniz makbul olsun. Müstakim
yürüyüşünüzde muvaffakiyetlerinizin devamını temenni ederim.
Kaynakça Sifil, E. (2014, Aralık 01). Mezhebler, Ehl-i Sünnet ve Mealcilik Üzerine. (G. Dergisi, Röportaj Yapan)
İstanbul: Sahn-ı Semân İslamî İlimler Eğitim ve Araştırma Merkezi. Ocak 02, 2015 tarihinde
http://www.gulistandergisi.com/dergi_oku.php?id=1677 adresinden alındı