eriha 3

100
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ HABER AJANSI DERGİSİ parmaklıklar ardında Popüler Tarihin Muhteşem Yüzyıl’ı Anadolu’nun mizah dedesi Meryem Ana spor salonu 84 55 68 YIL:3 - SAYI:3 - HAZİRAN 2011

Upload: mustafa-bostanci

Post on 30-Mar-2016

232 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

ERÜ İletişim Fakültesi Haber Ajansı Dergisi

TRANSCRIPT

Page 1: Eriha 3

ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ HABER AJANSI DERGİSİ

parmaklıklar ardında

Popüler Tarihin Muhteşem Yüzyıl’ı

Anadolu’nun mizah dedesi

Meryem Ana spor salonu

84

5568

YIL:3 - SAYI:3 - HAZİRAN 2011

Page 2: Eriha 3

E r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i S ü l e y m a n Ç e t i n s a y a İ l e t i ş i m F a k ü l t e s i U y g u l a m a G a z e t e s i

Gazete KampusGazete Kampus

34

KALE GÖLET BARAJI

BİTİRİLMEYİ BEKLİYOR

E r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i S ü l e y m a n Ç e t i n s a y a İ l e t i ş i m F a k ü l t e s i U y g u l a m a G a z e t e s i

Y ı l 5S a y ı 5 0

Gazete Kampus

Gazete Kampus

E r c i y e s

Ü n i v e r s i t e s i

İ l e t i ş i m

F a k ü l t e s i

H a b e r

A j a n s ı

NİKÂH SALONU

TİYATROCULARI AĞIRLIYOR

KAYSERİ’DEN AVRUPA’YA

MEZAR İHRACATI YAPIYOR

Tiyatro, bazen izleyicilerinin yüreklerinde

akide şekerli bir tat bırakırken bazen de onları

büyük bir acıyla yüzleştirir. İzleyicinin çoğu

zaman öksüz bıraktığı tiyatro, bazıları için

tükenmek bilmeyen bir dostluğa dönüşüyor.

Kayseri Sanat Tiyatrosu’nu ayakta tutmaya

çalışanlar bu sonsuz dostluğa nail olanlardan.

Tiyatronun kurucuları tiyatronun Kayseri’deki

serüvenini ve zorluklarını nikâh salonunda

sahneledikleri oyunlarla anlatmaya çalışıyor.

Haberi 12’de

Kayseri’nin Hacılar ilçesinde, mermer ve

taş mezar üretimiyle uğraşan Ali İhsan Özdo-

ğan, Türkiye’den Avrupa’ya mezar ihraç eden

ilk tüccar. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine me-

zar ihraç eden Özdoğan, mezar üretimini ve

çalışmalarını anlatan ilk internet sitesini de

kurdu. Firmanın sahibi ve genel müdürü olan

Ali İhsan Özdoğan: “Bu meslek bana dedem

ve babamdan miras kaldı. Bu işte 90 yıllık bir

geçmişimiz var.” dedi. Haberi 8’de

31 Ekim Taksim saldırısının kahraman polisi

Halil Keskinbıçak değişen ülke gündemiyle bir

anda unutuldu. Yetkililerin de arayıp sormadığı

Keskinbıçak, büyük üzüntü içinde.

34 SEDDÜLBAHİR SAVAŞ GALERİSİ MÜZESİ ERÜ’DE

ECZACILIK HAFTASI KUTLANDI

H a z i r a n 2 0 1 1

Küreselleşen dünyada her geçen gün önem kazanan bilgi

teknolojileri konusunda bilgi vermek amacıyla düzenlenen

kongrede bilgi teknolojilerinin önemine dikkat çekildi.

2010-2011 eğitim-öğretim yılını yoğun bir

çalışmayla geride bırakan öğrenciler 14-22

Mayıs tarihleri arasında düzenlenen bahar

şenliğinde doyasıya eğlendi.

Eczacılık Haftası kutlamalarına katılan Enerji ve Tabii

Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız sağlık alanında yaşanan

dönüşümden etkilenen eczacıların sıkıntılarını dinledi.

Çanakkale Savaşı’na ait yaklaşık 4 bin objenin yer aldığı

Çanakkale Seddülbahir Savaş Galerisi Müzesi, Erciyes

Üniversitesi ev sahipliğinde Sabancı Kültür Sitesi’ne getirildi.

Fen-Mühendislik Bilimleri Ödül Töreni

İstihdam Merkezi Bakan

Yıldız’ın katılımıyla açıldı

19 Mayıs Gençlik ve Spor

Bayramı coşkuyla kutlandıBahar şenliği 14 Mayıs Cumartesi günü saygı duruşu ve İstik-

lal Marşı’nın okunmasının ardından hazırlanan geleneksel şenlik

pilavının katılımcılara ikram edilmesiyle başladı. Trakya Yöresi

Halkoyunları gösterisi ve Kayseri Büyükşehir Belediyesi Mehter

Takımı’nın verdiği mini konserler açılışa renk kattı. Şenliklerde

gün boyu amatör öğrenci gruplarının hazırladığı gösteriler sunul-

du. Bahar şenliği kapsamında, pek çok ünlü sanatçının ve grubun

katılımıyla gerçekleşen akşam konserlerinin yanı sıra, gün içinde

yapılan aktivitelere öğrenciler büyük ilgi gösterdi. Çeşitli açılışlar

için Kayseri’de bulunan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıl-

dız da şenliğe katılarak öğrencilerin coşkusuna ortak oldu. Şenli-

ğin il gününde düzenlenen çeşitli aktivitelerle öğrenciler şenlik

coşkusuna motive olurken, sandalye kapmaca, futbol, paintball

gibi çeşitli sportif aktivitelerle düzenlenen turnuvaları da ilgiyle

takip etti. Turnuvalar kapsamında tırmanma duvarı, bilek güreşi,

ETAK Deneme Sahnesi gösterileri, Bisiklet Kulübü faaliyetleri gibi

aktivitelerle kıyasıya yarışan öğrenciler ilk günden yılın yoğun

temposunu unuttular. Haberi 6-7’de

TAKSİMİN KAHRAMAN POLİSİ

SİVEREK’TE UNUTULDU

DÜNYA MİRASININ ‘YAŞAYAN

EFSANE’Sİ HAYRİ DEV

Öğrencilerin bahar şenliği coşkusu

Erciyes Üniversitesi’nin 32. kuruluş yıl dönümü

kutlama programı çerçevesinde “Fen-Mühendislik

Bilimleri Ödül Töreni” Sabancı Kültür Sitesi’nde 21

Nisan’da gerçekleştirildi. Törende başarı-teşvik ve

AB proje yürütücüsü öğretim elemanlarına, ata-

ması gerçekleştirilen öğretim elemanları ve 20. yı-

lını dolduran akademik ve idari personele ödülleri

takdim edildi.Haberi 5’de

Erciyes Üniversitesi Mahmut Has MEDİKO-

SOSYAL tesisleri merkez binasında hizmet verecek

olan Kayseri İstihdam Merkez açıldı. Proje Koordi-

natörü Yrd. Doç. Dr. Ali İhsan Özdemir projelerinin

yüzde 90’ının AB, yüzde 10’unun Erciyes Üniversi-

tesi tarafından finanse edildiğini ve projenin top-

lam bütçesinin 111 bin 640 avro olduğu bilgisini

verdi. Özdemir merkezi kurarak ulaşmak istedikleri

hedefleri şu şekilde sıraladı “Üniversite mezunu iş-

siz gençlerle, eleman arayan işletmeleri bir araya

getirmek ve eşleştirme yapmak, girişimcilik eği-

tim seminerleri düzenleyerek genç mezunların

kendiişlerini kurmaları yönünde yardımcı olmak,

kariyer günleri düzenleyerek, iş adamları ile genç-

leri birebir temas kurabilecekleri bir ortamda bir

araya getirerek, iş adamlarımızın bilgi ve tecrübe-

lerinden yararlanarak, gençlerin iş bulmaları ko-

nusunda bilinç düzeylerini artırmak ve işadamları

ile tanıştırmak, merkezimizde birebir ve yüz yüze

kişisel gelişim ve kariyer uzmanı çalışmalarımız ile

gençlere dönük rehberlik, kariyer ve kişisel gelişim

danışmanlığı yapmak, ayrıca üniversite öğrencile-

rine staj imkânları sağlamak, hedeflerimiz arasın-

da yer almaktadır.” Haberi 3’te

19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor

Bayramı düzenlenen çeşitli etkinliklerle kutlan-

dı. Törenler Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk

anıtına çelenk konulmasıyla başladı. Cumhuriyet

Meydanı’ndaki törende Kayseri Valisi Mevlüt Bi-

lici, Garnizon Komutanı Tümgeneral Ali Demiral,

Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Öz-

haseki, kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum

örgütleri Atatürk anıtına çelenk koydu. Tören saygı

duruşu ve İstiklal Marşı’nın okunmasının ardından

son buldu. Kayseri’de düzenlenen etkinliklerin

ikinci si ve en etkilisi Kadir Has Şehir Stadı’nda

gerçekleştirildi. Stadyumdaki kutlamalara Vali

Mevlüt Bilici, 12. Hava Ulaştırma Ana Üs Komutanı

Tuğgeneral Ali Demiral, Büyükşehir Belediye Baş-

kanı Mehmet Özhaseki, daire müdürlerinin yanı

sıra çok sayıda vatandaş katıldı. Kutlamalar Vali

Mevlüt Bilici, 12. Hava Ulaştırma Ana Üs Komutanı

Tuğgeneral Ali Demiral, Büyükşehir Belediye Baş-

kanı Mehmet Özhaseki’nin vatandaşları selamla-

ması ile başladı. Kayseri genelindeki okullardan

gelen öğrenciler, polis okulu öğrencileri ve asker-

lerin geçiş töreni vatandaşlar tarafından büyük

alkış topladı. Haberi 3’te

22 ULUSAL BİLİŞİM KONGRESİ YAPILDI

Bitlis’in Norşin ilçesinde Güneydoğu

Anadolu Projesi kapsamında yapımına 19 yıl

önce başlanan Kale Gölet Barajı, 12 hükümet

15 bakan ve 8 yüklenici firmayı geride bıraktı.

Ama bir türlü tamamlanıp sulamaya açılarak

bölge halkının yüzünü güldüremedi. Önce

Bayındırlık ve İskân Bakanlığına devredilen

baraja beş yıl tek çivi çakılmadı, barajın son

iki yıldır yapım işini Devlet Su İşleri yürütüyor.

Bir türlü bitirilemeyen baraj, çevre köylüleri

canından bezdirdi. Haberi 9’da

8

10

ERKEN EVLİLİK TOPLUM SAĞLIĞINI TEHDİT EDİYOR (10 YIL SONRA SAYILARI 100 MİLYONU BULABİLİR) SAYFA 11

Çoban müziğinin usta ismi Hayri Dev, ardına

düştüğü türkülerle sazın ve sözün en büyük yareni

oldu. Bu yarenlik onu UNESCO’nun ‘Yaşayan İnsan

Hazineleri’ listesine taşıdı.

54

TUZKÖY ARTAN KANSER VAKALARIYLA ŞAŞIRTIYOR

E r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i S ü l e y m a n Ç e t i n s a y a İ l e t i ş i m F a k ü l t e s i U y g u l a m a G a z e t e s iY ı l 5 S a y ı 4 9

Gazete KampusGazete KampusE r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i İ l e t i ş i m

F a k ü l t e s i H a b e r A j a n s ı

ÇALIŞAN MAHKUMLAR HAYATA UMUTLA BAKIYOR

İLKOKULA GİDEMEDİ AMA 7 OTOMOBİL YAPTI

Çalışan mahkûmlar yasası ile mahkûmlara tanınan çalışma ve sağlık hizmetlerinden ya-rarlanma hakkı, birçok kader mahkûmunun, cezasını çekerken ailesine ve ülke ekonomi-sine yük olmadan, kendi emeğiyle kazandığı parayla geçinmesini sağlıyor. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirleri’nin İnfazı Hakkındaki Kanun’un 32. maddesine göre, mahkumlar ürettikleri üzerinden maaş alıp, sosyal haklar-dan yararlanabiliyor. Haberi 10’da

Çiftçilik yaparak hayatını kazanan yürü-me engelli İlhan Varsak, çocukluğunda yapı-lan yanlış bir iğne sonrası çocuk felci geçirerek bacaklarını kaybeder. Bugün 46 yaşında olan İlhan Varsak, çocukluğu hastanelerde geçtiği için okula gidememiş. Evde kendi başına oku-ma-yazma öğrenen İlhan evlerinin bahçesine kurduğu atölyede hurda malzemeleri birleşti-rerek bugüne kadar 7 ayrı otomobil, planör ve çeşitli tarım aletleri yaptı. Haberi 8’de

Çevresindeki insanlardan dinleyerek tanıdığı Mustafa Kemal Atatürk’ün resimlerini yaparak üne kavuşan Bedribey İçli’nin Atatürk portreleri birçok resmi kuruluşta sergileniyor.

5

4 ASYA’NIN MEDENİYET MERKEZİ DOĞU TÜRKİSTAN

BAHAR BAYRAMI NEVRUZ COŞKUYLA KUTLANDI

M A Y I S 2 0 1 1

Tomarza’nın 50. Yıl İlköğretim Okulu badminton takımı, çalışma sahaları ve yeterli spor malzemeleri olmadan elde ettiği Türkiye derecesiyle bir başarı öyküsüne imza attı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Erciyes Üniversitesi’nde hayırseverler tarafından yaptırılan birimlerin açılışını yaparak, hayırseverlere madalya verdi.

Baharın gelişini müjdeleyen Nevruz , Erciyes Üniversitesi’nde de çeşitli etkinliklerle kutlandı. Etkinlikler kapsamında ateş üzerinden atlayan davetliler, Nevruz Ormanı’na fidan dikti.

Yabancı Uyruklu öğrenciler Bürosu tarafından, “Asya ‘nın Medeniyet Merkezi Doğu Türkistan” konulu konferans, Sabancı Kültür Merkezi’nde düzenlendi.

İLDEK’19 ERÜ’de Toplandı

193. Üniversitelerarası Kurul toplantısı ERÜ’de yapıldı4. Öğrenci Belgesel Film ödülleri, sahiplerini buldu

9 Nisan Cumartesi günü Kayseri’ye gelen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 3 gün boyunca çeşitli açılışlara katılarak inceleme-lerde bulundu. İlk olarak Mimar Sinan’ın ölümünün 423. yıl dö-nümü dolayısıyla düzenlenen programa katıldı. Ardından Erciyes Dağı kayak merkezinde incelemelerde bulunan Gül, ziyaretinin son gününde Erciyes Üniversitesi’ndeydi. Erciyes Üniversitesi’ne hayırseverler tarafından kazandırılan çeşitli birimlerin açılışını yapan Gül, Nano Teknoloji Merkezinin temel atma törenine katıl-dı. Üniversitenin imarına katkıda bulunan hayırseverlere Sabancı Kültür Sitesi’nde düzenlenen törenle madalya taktı. Törende ko-nuşan Gül; “Kayseri’nin üniversite şehri olması, buranın ticaretini ve sanayisini de güçlü hale getirecektir. Buradaki üniversiteler, sadece Kayseri ve Türkiye’ye değil, bütün insanlığa hizmet ede-cektir. Erciyes Üniversitesi, Türkiye’nin bütün üniversitelerine ve bütün illerine örnek olan bir üniversitedir. Sadece devlet eliyle değil, değerli iş adamlarımız, aileler, hayırseverlerimiz eliyle, bu üniversitenin yücelmesi örnek olmuştur.” dedi. Haberi 2’de

ULU ÖNDERİ YAŞATAN HÜNERLİ ELLER TORAKÇILAR HAYATLARI PAHASINA KÖMÜR ÜRETİYOR

Cumhurbaşkanı Gül Erciyes Üniversitesi’nde

Her yıl düzenli olarak gerçekleştirilen İletişim Fakülteleri Dekanlar Toplantısı (İLDEK) bu yıl Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi ev sahipliğinde, kırk İletişim Fakültesi dekanının katılımıyla yapıldı.

19.’su düzenlenen toplantı, 7–8 Nisan’da Türkan-Tuncer Hasçalık Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu’nda gerçekleşti. Haberi 3’te

193.’sü yapılan Üniversitelerarası Kurul Toplantısı Erciyes Üniversitesi ev sahipliğinde Sabancı Kültür Sitesi’nde gerçekleşti. Toplantıya, Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) Başkanı ve Ga-ziantep Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. Yavuz Coşkun, 102 devlet, 62 vakıf, 6 KKTC üniversitesi rektörü, 68 kamu, 78 vakıf meslek yüksek okulu müdürü, Kayseri Valisi Mevlüt Bilici ve Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki katıldı. Toplantıda konuşan ÜAK Başkanı M. Yavuz Coşkun şunları söyledi: “Geleceğe ışık tutmak ve

vizyonumuzu geliştirmek amacı ile yine beraberiz. Akademik yükseltmelerle ilgili daha kalıcı değer-lere adım atacağız. Hepinize verimli bir toplantı diliyorum.” dedi. Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Erciyes Üniversitesi’nin gelecekte atacağı adımlara değinerek şunları söyledi: “Rüzgârın estiği yön belli değil. Biz Erci-yes Üniversitesi olarak rüzgârın kendisi olmalıyız. Bugün sadece akademik unsurların ve gündemin konuşulduğu bir toplantı değil, üniversitemizi ta-nıtma toplantısı da olacaktır.” dedi. Haberi 2’de

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafın-dan düzenlenen 4. Erciyes Üniversitesi Öğrenci Belgesel Film Festivali (EFF4) ödülleri, 7 Nisan’da Sabancı Kültür Sitesi’nde düzenlenen törenle sa-hiplerini buldu. Yurtiçinden ve yurt dışından top-lam 55 belgesel film yapımı arasından finale kalan 13 belgesel film, gün boyu belgesel severlerin yo-ğun katılımı ile izlendi. Ödül törenine Kayseri Valisi Mevlüt Bilici, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Kayseri Gazeteciler Cemiye-ti Başkanı Veli Altınkaya, Talas Belediye Başkanı

Rifat Yıldırım, hayırsever işadamı Süleyman Çe-tinsaya ve birçok davetli katıldı. Festivalde ön ele-meyi geçen 13 film arasından Süleyman Çetinsaya birincilik ödülünü ‘Toruk’ adlı belgeselle Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Hasan Bas-ri Özdemir, ikincilik ödülünü ‘Kayseri Ermenileri’ belgeseliyle Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Sevim Çümen, üçüncülük ödülünü Sel-çuk Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Canan Alınbulak ‘Bir avlu bir kent’ adlı belgesel filmiyle aldı. Haberi 3’te1111 TOMARZALI ÖĞRENCİLERİN AZİMLE GELEN BAŞARISI

Nevşehir’in Gülşehir İlçesine bağlı Tuz-köy, 1970’den bu yana kanser vakalarıyla dik-kat çekiyor. Yapılan araştırmalara göre, eski yapılarda kullanılan taşlardaki “erionit mad-desi”, “mezotolyama” diye adlandırılan akci-ğer zarı kanserine neden oluyor. Tuzköy’ de kanser teşhisiyle ölenlerin yüzde 70’i akciğer kanseri. 1 milyonda 1–2 görülen akciğer zarı kanseri Tuzköy’de dünya değerinden 1000 kat daha fazla. Haberi 6’da

79

BARIŞIN VE HOŞGÖRÜNÜN KOROSU (MEDENİYETLER KOROSU BARIŞ VE HUZUR İÇİN ÜRETİYOR) SAYFA 12

Ankara Kızılcahamam’da mangal kömürü üreten Torakçılar, hiçbir sosyal güvenceleri olmadan, hayatları pahasına da olsa ekmek parası çıkarıyorlar kömür ocaklarından

49

KIRGIZ YAZAR CENGİZ

AYTMATOV ANILDI

E r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i S ü l e y m a n Ç e t i n s a y a İ l e t i ş i m F a k ü l t e s i U y g u l a m a G a z e t e s i

Y ı l 5 S a y ı 4 7

Gazete Kampus

Gazete Kampus

E r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i İ l e t i ş i m F a k ü l t e s i H a b e r A j a n s ı

YAŞLI BEDENLERLE KAYBOLAN

BİR GELENEK “DAK “

SOYADINIZ TANITMIYORSA

LAKABINIZA BAŞVURUN

Birçok ilimizde olduğu gibi Kayseri’de de insanlar,

soyadlarından öte, lakaplarıyla tanınıyor ve öyle anılıyor.

Kuşaktan kuşağa geçen lakaplar, ailelerle özdeşleşip, on-

larla birlikte yaşıyor. Soyadı Kanunu öncesinde kullanıl-

maya başlanan lakaplar, soyadlarının kişileri tanımlama-

dığı yerde devreye girerek, kişilerin hangi aileye mensup

olduğunu belirlemedeki vazgeçilmezliğini günümüzde

de koruyor. Mezar taşlarına dahi yazılan lakaplar, ebedi-

yete intikal etmiş olanları bile tanımlayacak kadar geniş

bir kullanımın ürünü. Haberi 7’de

Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanının bedenini süs-

leyen Dak, bazı dini ve batıl inanışlar neticesinde vücudun

çeşitli yerlerine işlenen dövmelere yörede verilen isim.

Dak, yüzyıllardır bölgede varlığını sürdüren, kendi kül-

türünü ve alt yapısını oluşturan yöresel değerlerden biri.

Dak, bedene uyumlu bir karışım maddesinin ömür boyu

çıkmayacak biçimde derinin alt yüzeyine desenler halinde

nakşedilmesi ile belli anlamlar kazanarak, sözsüz bir ileti-

şim dili de oluşturmuş. Değişen koşullar ve anlayış biçimi

zamanla Dak üzerinde de etkili olmaktan geri kalmamış.

Haberi 12’de

Modern bir semazen:

PORTRE - SAYFA 10

SPOR - SAYFA 11

Dyamandi Keçeoğlu, Rum Ortodoks Mektebi’nde Mevlana’yı

tanıyınca Müslüman olur. Yıllarca Mesnevi dersleri alan Dya-

mandi, Mevlana’nın aşkını kuşanınca, Yaman Dede oldu.

ULUBAT’TA AĞLARI KADINLAR ÇEKİYOR (sandal, gölyazılı kadınların olmazsa olmazı) - SAYFA 6

49Son yıllarda hızla artan boşanmalar

neticesinde, dağılan ailelerin ortasında kalan

çocukların karşılaştığı sorunlar, sağlıksız bir

neslin yetişmesine neden oluyor.

İlki düzenlenen Aile Eğitim Seminerleri “Bütün

Yönleriyle İnsan Nedir” konulu seminerle başladı.

Etkinlikte insan vücudunun işleyişi ve yaradılış

gerçeği masaya yatırıldı.

AİLE EĞİTİM SEMİNERLERİ BAŞLADIBOŞANAN ÇİFTLER VE

ARAFTAKİ ÇOCUKLAR

M A R T 2 0 1 1

YAMAN DEDEÇıkrıkçıoğlu Meslek

Yüksekokulu tarafından

“Mustafa Çıkrıkçıoğlu

Özel Günü” ve “Kayseri’de

Geleneksel El Sanatlarımızı

Yaşatan Ustalar” konulu

çalıştay düzenlendi.

Çıkrıkçıoğlu Özel Günü ustaları bir araya getirdi

Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi’nde

yapılan çalıştaya; Erciyes Üniversitesi Rektörü

Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, hayırsever iş adamı

Mustafa Çıkrıkçıoğlu, Melikgazi Belediye Başkanı

Memduh Büyükkılıç, Esnaf ve Sanatkarlar Odaları

Birliği Başkanı Mustafa Alan, öğretim üyeleri ve

öğrencilerin yanı sıra birçok davetli katıldı. Çalış-

tayın açılış konuşmasını Mustafa Çıkrıkçıoğlu Mes-

lek Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Nafiz Kahraman

yaptı. Prof. Dr. Kahraman konuşmasında: “Üniver-

sitemiz Rektörlüğü, hayırseverlerle üniversitemiz

arasındaki bağların koparılmaması ve onlara olan

minnettarlığımızı gösterebilmemiz için hayırse-

verler adına günler düzenlemektedir. Biz de bu

bağlamda, Mustafa Çıkrıkçıoğlu Özel Günü etkin-

liklerinin ilkini geçen yıl düzenlemiştik. El sanatları

ve grafik tasarım programlarının öğretim eleman-

ları ve öğrencilerinin düzenlemiş olduğu sergiyle

kutlamıştık. Bu seneki kutlama programımızın

temasını kaybolmaya yüz tutan mesleklerin konu

edinildiği “Kayseri’de Geleneksel El Zanaatlarını

Yaşatan Ustalarımız Çalıştayı” oluşturdu. Çalıştayın

düzenlenmesinde verdiği her türlü destekten ötürü

başta Rektörümüz Fahrettin Keleştemur ve özellik-

le verdiği fikirlerle el zanaatlarına gösterdiği önem

sebebiyle, eşi Fazilet Keleştemur hanımefendiye,

çalıştayın oluşturulmasında emek sarf eden Öğr.

Gör. Zahide Şahin olmak üzere tüm öğretim gö-

revlisi ve personelimize teşekkür ediyorum.” dedi.

Haberi 3’te

ENGELLERİ KAR GÖZLÜKLERİYLE EŞİTLENDİ

Kayseri Görme Engelliler İlköğretim Okulu

öğrencileri kar gözlükleriyle Goalball oynarken,

çevrelerinde olup bitenlere karşı da duyarlılık

kazanıyor.

Başarımızı Kayseri’de de kutladık

22. Genç İletişimciler Yarışması’nda fakülte-

miz aldığı 18 ödülle, İstanbul’daki ödül töreninde

tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Yarışma tarihinin

rekorunu kıran fakültemiz, bu başarısını Kayseri’de

de coşkulu bir organizasyonla kutladı. Turizm

İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans

Salonu’nda 29 Aralık’ta yapılan kutlama törenine

Kayseri Valisi Mevlüt Bilici, Kayseri Büyükşehir Be-

lediye Başkanı Mehmet Özhaseki, Erciyes Üniversi-

tesi Rektörü Prof.Dr. Fahrettin Keleştemur, İletişim

Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır, Kayseri

Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Veli Altınkaya, Doğan

Haber Ajansı Bölge Müdürü Oktay Ensari, fakülte-

mizi yaptıran hayırsever işadamı Süleyman Çetin-

saya, öğretim üyeleri ve öğrenciler katıldı. Törende

konuşma yapan İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr.

Hamza Çakır şunları söyledi: “Bu gurur tablosuyla

ilgili fazla bir şey konuşmaya gerek yok, ama ba-

şarı bir yolculuktur. Biz iletişim fakültesi olarak bu

yola başladığımızda bir üçüncülük ödülü almıştık.

Şimdiyse; yedi birincilik, dört ikincilik, yedi üçün-

cülük ödülü alıp, toplam on sekiz ödülle Türkiye

birincisi ve yarışma tarihinin rekortmeni olduk. Bu

başarıda Sayın Rektörümüzün ve Sayın Süleyman

Çetinsaya’nın büyük katkıları oldu. Neticede başarı

tek başına elde edilmiyor. Tabi ki bu başarının mi-

marı, öğrencilerimizdir.” dedi. Haberi 3’te

22. Genç İletişimciler Yarışması’nda fakültemizin

gösterdiği üstün başarı,

İstanbul’daki ödül töreninin

ardından, 29 Aralık’ta

Kayseri’de de coşkulu bir

törenle kutlandı.

FOTO

ĞRAF

: TEV

F İK

I ŞIK

22İletişim Fakültesi ve Gazeteciler Cemiyeti’nce

ortaklaşa hazırlanan “Kayseri Basınından Portreler”

isimli kitap Çalışan Gazeteciler Günü hediyesi

olarak yerel basın çalışanlarına dağıtıldı.

ÇALIŞAN GAZETECİLER

GÜNÜ’NÜ KUTLADIK

2008’de aramızdan ayrılan Çağdaş Kırgız Edebiyatı’nın

usta kalemi Cengiz Aytmatov, Sabancı Kültür Sitesi’nde

15 Şubat’ta yapılan etkinlikte, Kırgız geleneklerine göre

anıldı. Anma törenine Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.

Fahrettin Keleştemur, Talas Belediye Başkanı Rifat Yıldırım

ve öğrenciler katıldı. İstiklal Marşı ve Kırgız Milli Marşı’nın

okunması ile başlayan törende, Cengiz Aytmatov’un haya-

tının anlatıldığı sinevizyon gösterildi. Etkinlikte konuşan

Keleştemur, Cengiz Aytmatov’un edebi ve entelektüel ki-

şiliğinin bir dünya mirası olduğunu söyledi. Haberi 2’de

ERKEK SIĞINMA EVLERİ

35

7

Akdeniz Üniversite’si İletişim Fakültesi’nde

düzenlenen “Toplumsal Cinsiyet ve Medya

Atölyesi” uygulamasına fakültemiz öğrencileri de

çalışmalarıyla katkıda bulundu.

Üniversitemiz Uluslararası Ofis Başkanlığı

tarafından oluşturulan, “Yabancı Uyruklu

Öğrenciler Bürosu” hizmete açılarak, öğrencilerle

tanışma yemeği düzenlendi.

ÖĞRENCİLERİMİZ, ÇALIŞAN

KADINLAR İÇİN ATÖLYEDE

YABANCI ÖĞRENCİLER

BÜROSU AÇILDI

E r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i S ü l e y m a n Ç e t i n s a y a İ l e t i ş i m F a k ü l t e s i U y g u l a m a G a z e t e s iA R A L I K 2 0 1 0

Y ı l 4 S a y ı 4 5

Gazete Kampus

Gazete Kampus

E r c i y e s

Ü n i v e r s i t e s i

İ l e t i ş i m

F a k ü l t e s i

H a b e r

A j a n s ı

Melikşah

Üniversitesi

bir yaşında

Keserciler

zamana

direniyor

Kayseri

fıkraları ve

bir derleyici

Sayfa 11’de

Sayfa 3’te

Sayfa 10’da

Sayfa 2’de

Atatürk’ü ölümünün

72. yılında saygıyla andıkÜlkemizde hâkim olan ataerkil aile yapısı, erkeklerin

üstün, korumacı ve güçlü görünmesini beraberinde getir-

miştir. Günümüzde bu yapı değişmiş ve erkekler, kadınlar

kadar olmasa da aile içi anlaşmazlık, şiddet ve benzeri so-

runlar sonucu kadınlar gibi sığınma evlerine ihtiyaç duyar

olmuştur. Önceden bu durum erkekler üzerinde toplum

baskısına yol açsa da zamanla daha anlaşılır bir hal al-

maya başladı. Bu olgu sıradanlaştıktan sonra sığınılacak

yerlere ihtiyaç daha da arttı. Erkeklerin, deyim yerindey-

se baş tacı edildiği Anadolu’da bile bu durumun normal

karşılanmaya başlandığını, Türkiye’nin ilk erkek sığınma

evinin bulunduğu Konya’da görüyoruz. Haberi 8’de

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikalinin 72. yılı tüm

ülkede olduğu gibi Erciyes Üniversitesi’nde de saygı ve özlemle anıldı.

Düzenlenen etkinlikler; Atamız’ın hayata gözlerini yumduğu 09.05’de

Erciyes Üniversitesi Rektörlük binasının önünde başladı.

Rektörlüğün önündeki Atatürk anıtında yapı-

lan etkinliğe Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcısı

Prof. Dr. M. Metin Hülagü’nün yanı sıra üniversi-

temize bağlı fakülte ve yüksek okulların öğretim

görevlileri ve birçok öğrenci katıldı. Tören 09.05’de

gerçekleştirilen saygı duruşu ve ardından Erciyes

Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölü-

mü öğrencilerinden oluşan koronun seslendirdiği

İstiklal Marşı ile başladı. Türk Bayrağı’nın göndere

çekilmesi ve Rektörlük önünde bulunan anıta çe-

lenk konulması ile sona erdi. Erciyes Üniversitesi

tarafından 10 Kasım 2010’da yapılan diğer etkinlik

ise “Atatürk’ü Anmak ve Anlamak’’adlı panel oldu.

Erciyes Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi

Bölümü Öğretim Görevlisi Okutman Hikmet Zeki

Kapçı ve Yrd. Doç. Dr. Recep Düzgün tarafından

verilen panele öğretim görevlileri ve öğrenciler

katıldı. Kapçı, konuşmasında Atatürk’ün modernleş-

me çabalarının döneminde ve günümüzde de yan-

lış anlaşıldığını söyledi. “Atatürk’ün modernleştir-

me çabaları o dönemde olduğu gibi günümüzde

de farklı ve yanlış anlaşılmıştır. Modernleşme

Batı’nın her şeyini alıp ülkemize getirmek değil,

ilmini getirmektir.’’dedi. Haberi 3’de ALİDAĞ YERALTI ŞEHRİ

ZİYARETE AÇILDI

DELİKANLILIĞIN SEMBOLÜ

ÇARŞAMBA AYAKKABILARI

Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür

Sitesi Konferans Salonu’nda gerçekleş-

tirilen tören 29 Kasım 2010 tarihinde

yapıldı. Törene Enerji ve Tabii Kaynaklar

Bakanı Taner Yıldız, Kayseri Vali Yardımcısı

Kasım Fikret Dayıoğlu, Kayseri Cumhu-

riyet Başsavcısı Mehmet Siyami Başok,

Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fah-

rettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi

Rektörü Prof. Dr. Reşit Özkanca, katıldı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül katılamadı-

ğı açılışa gönderdiği mesajla tebriklerini

belirtti. Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof.

Dr. Fahrettin Keleştemur, 2010–2011

akademik yılı açılış konuşmasında ekono-

mik ve sosyal alanda gelişim içinde olan

Türkiye’nin bilimsel alanda da son yıllarda

ciddi atılım içinde olduğunu söyledi. “ Bu

açılış töreninde hem rektör olarak hem

de akademisyen arkadaşlar adına daha

mutlu olduğumuzu belirtmek isterim.

Bunun iki önemli sebebi var. Birincisi

devletin bilime verdiği önemden kay-

naklanmaktadır. İkincisi ise üniversite-

mizin geldiği nokta bakımındandır. Daha

önceleri de belirttiğim gibi ben, son altı

yıldır Türkiye Bilimsel Teknik Araştırmalar

Kurumu’nda da görevli biriyim. Devle-

tin bilime verdiği önemi bizzat yaşayan

birisi olmam dolayısıyla bunu belirtmek

istiyorum. Türkiye bütün alanlarda büyük

bir gelişme içerisindedir.” dedi. Ayrıca

Erciyes Üniversitesi’nin Kayseri halkıyla

iç içe olduğunu vurgulayan Keleştemur,

bu birliktelik neticesinde Kayserili ha-

yırseverlerin bilimsel araştırmalar ve

üniversitenin ihtiyaçları için ellerinden

gelen desteği yaptıklarını aktardı. Erciyes

Üniversitesi’nin kişi başına düşen bilimsel

yayın açısından azımsanamayacak bir

noktaya geldiğini ve bu oranların bilimsel

çalışmalara yapılacak olan desteklerle

çok daha üst seviyelere çıkacağını söyle-

di.Haberi 2’de

Değişim düşüncede başlar, zamanla kültürel ve

toplumsal değerlerin tümünü kapsar. Değişimin toplum

üzerindeki etkisi kuşaklar arası farklılık gösterirken, bir

öneki kuşak bir sonrakinin yaşamını sorgular. Değişim

rüzgârı dalından kopmuş yaprak misali alır gider döne-

minin vazgeçilmezi kıyafetleri ve aksesuarları. İşte bilin-

meyenden esen bu rüzgârın beraberinde götürdüğü yap-

raklardan biri de bir zamanların külhanbeyleri, yani namı

değer kabadayıların heybetli görüntüsünü tamamlayan

Çarşamba Ayakkabıları üzerinde oldu. Haberi 9’da

Talas, Kayseri’nin tarihi dokusunu yakından görebil-

mek için birçok mimari yapıyı barındırır. M.Ö 1200’lerden

itibaren, Hititler, Persler, Metler, Roma İmparatorluğu,

Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu’na ev sahipliği

yapmıştır. Roma İmparatorluğu döneminde Ürgüp, Gö-

reme ve Avanos’u da içine alan bölgenin başkenti ve ilk

yerleşim yeridir Talas. Çeşmeleri, camiileri, hamamları ile

tarihi öneme sahip olan Talas, zengin olan tarihi doku-

suna bir yenisini daha ekler Alidağı Yeraltı Şehri’nin gün

yüzüne çıkmasıyla. Haberi 12’de

Kayseri’de

bulvar

basını

Erciyes Üniversitesi akademik yılı törenle açıldı

Erciyes Üniversitesi 2010-2011 Akademik Yılı Açılışı, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın katılımıyla gercekleşti. Törene; Erciyes Üniversitesi Rektörü

Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Reşit Özkanca, rektör yardımcıları, fakülte dekanları, akademisyenler ve bir çok öğrenci katıldı. İlginin

yoğun olduğu törende üniversitemize yeni birimlerin kazandırılmasına katkısı olan hayırseverlere plaketleri verilerek, yeni birimlerin açılışı yapıldı.

Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı

Gözene Köyü sakinleri birbiri ile

akraba ve bu köyde yaşayan herkesin

soyadı Dadük.

BU KÖYDE

HERKES DADÜK

5 11

ÖĞRENCİMİZ BARIŞ DUDİOĞLU’NA

HÜZÜNLÜ VEDA

E r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i S ü l e y m a n Ç e t i n s a y a İ l e t i ş i m F a k ü l t e s i U y g u l a m a G a z e t e s iY ı l 5 S a y ı 4 8Gazete KampusGazete Kampus

E r c i y e s Ü n i v e r s i t e s i

İ l e t i ş i m

F a k ü l t e s i

H a b e r A j a n s ı

TAHTACILAR AKCİĞERLERİMİZİ

YASANIN İZNİYLE KESİYOR

İŞİTME ENGELLİ ÖĞRENCİLERİN

BADMİNTON SEVGİSİ

Ülkemizde yeni yeni gelişme gösteren bir spor dalı

olan badminton, Kırıkkale Mevlüt Hiçyılmaz İşitme En-

gelliler İlköğretim Okulu’nda engelli öğrencilerin sosyal-

leşmesine katkı sağlıyor. Otuzbeş kişilik okul mevcudun-

dan seçilen takım dört erkek, üç kız öğrenciden oluşuyor.

Badminton takımının çalıştırıcılığını Kırıkkale Üniversite-

si Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği

bölümü ikinci sınıf öğrencileri Meltem Yaman ve Bayram

Cengiz üstlenmiş. Yatılı eğitim gören öğrenciler, ‘Sosyal

yaşamda biz de varız.’ diyor. Haberi 9’da

Onlar ne soyu tükenmemiş bir bilge, ne de bir kâşif.

Onlar, yüz yıllardır geçimlerini ormanlardan temin eden

tahtacılar. Ege ve Akdeniz bölgelerinin ormanlık alanla-

rında yaşayan ve geçimini ormandan sağlayan tahtacılar,

Oğuz boylarından Ağaçeriler soyundandır. Osmanlı ka-

yıtlarına 16. yüzyılda Cemaat-ı Tahtacıyan olarak geçen

tahtacıların en belirgin özelliği doğayı sevmek, doğayı

yaşamlarının kaynağı olarak görmek düşüncesinin uzun

zaman önce temelinden sarsılmış olması dolayısıyla onları

dost bildikleri doğa ile karşı karşıya getirmiştir. Bu karşı-

laşma bugün yasanın izniyle sürdürülüyor. Haberi 6’da

96. yıl dönümünde:HABER - SAYFA 3

HABER-SAYFA 7

18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin 96. yıl dönümü dolayısıyla Kayseri il genelinde düzenlenen

çeşitli etkinliklerle şehitler anıldı. Günün anlam ve önemi, etkinliklere hakim olan duygu dolu

anlarla hafızalara bir kez daha kazıldı.

‘KANLI PAZAR’ (TÜRK SPOR TARİHİNİN EN BÜYÜK FUTBOL FACİASI) - SAYFA 10

5 11İran’ın içinde bulunduğu sistemi protesto

etmek için katıldığı eylemde fotoğrafı çekilen

Mezdek Abdipour deşifre olunca, kolluk

kuvvetlerinden kurtulmak için mülteci oldu.

SEÇİMİ PROTESTO EDİNCE

MÜLTECİ OLDU

N İ S A N 2 0 1 1

ÇANAKKALE ZAFERİ

İstiklal Marşımız’ın kabul

edilişinin 90. yıldönümü

nedeniyle, “İstiklal Marşı’nın

Kabul Edildiği Gün ve

Mehmet Akif Ersoy’u Anma

Günü” konulu konferans

düzenlendi.

İstiklal Marşı’nın kabulünün 90. yılını kutladık

İstiklal Marşı’nın kabul edilişinin 90. yılı ne-

deniyle, “İstiklal Marşı’nın Kabul Edildiği Gün ve

Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü” konulu konfe-

rans Sabancı Kültür Sitesi’nde yapıldı. Erciyes Üni-

versitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü tarafından

düzenlenen etkinliğe; Prof. Dr. Nevzat Özkan, Doç.

Dr. Bayram Durbilmez, Doç. Dr. Mümtaz Sarıçiçek ve

Boydak İlköğretim Okulu öğrencileri katıldı. Konfe-

ransta söz alan Doç. Dr. Bayram Durbilmez, İstiklal

Marşı’nın her bendinin ruhunu ve anlam dünyasını

şöyle açıkladı: “İstiklal Marşı, milli bir marş olduğu

kadar Türk şiirinin mükemmel eserlerinden biridir.

Marşa başlarken, ‘Korkma’ denir. Bu kelimenin mu-

hatabı Türk milletidir. Korkma demek yürekli ol de-

mektir, yürekli ol demek sev demektir, sev demekse

vazgeçme demektir. İstiklal Marşı’nda genel itiba-

riyle Türk milletinin hürriyetini elde etmek için her

engeli aşacağı, Türk bayrağının ne olursa olsun dal-

galanacağı, Türk milletinin geleceğe güvenle baka-

bilmesi için kendisine güvenmesi gerektiği ve vata-

nın her şeyden kıymetli olduğu anlatılır. Atatürk’ün

şu sözü esas itibariyle İstiklal Marşı’nın işaret ettiği

gerçekliği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır:

“Bu marş, bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın

ruhunu anlatır. Benim Türk milletinden asla unut-

mamasını istediğim mısralardır. Hürriyet ve istiklal

aşkı bu milletin ruhudur.” dedi. Haberi 3’te

BİR İSKAN MOZAİĞİ

TAYFUR SÖKMEN

Tayfur Sökmen, yurdun değişik yerlerinden

devlet kontrolünde buraya getirilen insanların

yerleştirilmesiyle oluşmuş bir iskân köyü.

Erciyes’te Tıp Bayramı coşkusuTörenin açılış konuşmasını Erciyes Üniversitesi

Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhammet Güven

yaptı. Güven konuşmasında insan sağlığıyla il-

gilenmenin ve hastaları tedavi etmeye çalışma-

nın, insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyledi.

Güven konuşmasına şöyle devam etti: “Dünyada

Hipokrat, Türk İslam Tarihi’nde Ebu Bekir-i Razi,

Farabi, İbn-i Sina tıp alanına katkısı bulunanlar-

dan sadece bir kaçı. Tarihimizde 1205-1206 yılları

arasında Selçuklu Hükümdarı II. Kılıçarslan’ın kızı

Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi I. Gıyasettin

Keyhüsrev tarafından yaptırılmış olan ve ilimiz

sınırları içerisinde bulunan Gevher Nesibe Medre-

sesi Dünya Tıp Tarihi’ne ilk ve en iyi örnektir.” dedi.

Törende konuşan Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof.

Dr Fahrettin Keleştemur; tıp alanında iyileştirilme-

lerin ve yeni düzenlemelerin yapılması gerektiğini

söyleyerek şöyle konuştu: “Günümüzde sağlık ala-

nında tarihten süregelen birçok problemlerimizi

aşmış bulunmaktayız. Sağlık konusunda Türkiye’de

Cumhuriyetin başından beri çok köklü değişimler

oldu. Hepinizin bildiği gibi Kurtuluş Savaşı öncesi

ve sonrası bir dizi savaş Türk toplumunda çok bü-

yük yıkıntılara sebep olmuştur. Ekonomik sosyal ve

kültürel olarak toplumumuz derinden etkilenmiş-

tir. Özellikle sağlık konusunda yetişmiş olan birçok

asker kökenli hekimimizi Çanakkale Savaşı’nda,

Balkan Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşında şehit

verdik.”Haberi 2’de

Erciyes Üniversitesi’nin 32.

Kuruluş yılı kutlamaları

kapsamında gerçekleştirilen

Sağlık Bilimleri ve Tıp

Bayramı törenle kutlandı.

Törende sağlık çalışanlarına

cübbeleri giydirilip plaket

takdim edildi.

22

Fakültemiz Radyo Sinema ve Televizyon Bölümü 1. Sı-

nıf öğrencilerinden Barış Dudioğlu (19) geçirdiği kalp krizi

sonucu hayatını kaybetti. Dudioğlu’nun naaşı memleke-

tine gönderilmeden önce, anısına İletişim Fakültesi’nde

tören düzenlendi. Dudioğlu 20 Mart Cumartesi günü ar-

kadaşlarıyla yaptığı halı saha maçında kaleci olarak görev

aldı. Barış’ın koruduğu kale direğinden seken top Barış’ın

sol göğsüne çarptı. Çarpmanın etkisiyle yere yığılan Barış

ambulansla Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine

sevk edildi ancak, yolda yaşamını yitirdi. Haberi 2’de

AİLE EĞİTİM SEMİNERLERİ

DEVAM EDİYOR

Erciyes Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve

Rehberlik Merkezi’nin düzenlediğin Aile Eğitimi

Seminerleri’nin 2.’si “Çocuk Sağlığı ve Beslenmesi”

konulu konferansla gerçekleşti.

AZERİ ÖĞRENCİLER HOCALI

KATLİAMI’NI ANDI

Azerbaycan’ın Karabağ’a bağlı Hocalı kasabasında,

katledilen 613 kişi, 25 Şubat’ta Turizm İşletmeciliği

ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu’nda

Azeri öğrencilerce düzenlenen programda anıldı.

Page 3: Eriha 3

Bir yıl aradan sonra...

İletişim Fakültesi Adına İmtiyaz Sahibi

Genel Yayın Yönetmeni

ERİHA

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Editör

Görsel Yönetmen

Adres

Telefon

Faks

Elektronik Posta

Baskı

İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır

Yrd. Doç. Dr. Hakan Aydın

Öğr. Gör. Deniz Elif Yavalar

Selami Öksüz

Elif Kütükoğlu

Öğr. Gör. Mustafa Bostancı

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Talas / Kayseri

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı tarafından

hazırlanmıştır.

MGRUP Matbaacılık A.Ş.0352 321 24 11

www. mgrup.com.tr

0352 4375261

0352 4375261

[email protected]

Editör Yrd.

Haber MerkeziDemet Yalçın

Elif KütükoğluErman BalakEsra ÖzdilimHülya Kulalı

İbrahim ArslanL.Ebrar Hiçyılmaz

Maşallah ÇayırMeryem AkkurtM. Bilge Yılmaz

Mine ÇalıkÖzge Yıldız

Selami ÖksüzSercan Topçular

Sayfa TasarımBurak Somuncu

Kenan ŞilenEnder Yazıcı

Aradan geçen bir yılın sonunda, ERİHA’nın üçüncü sayısıyla yeniden birlikteyiz. Geride bı-raktığımız bu yılda, bir önceki yıldan edindiğimiz tecrübelere yenilerini ekleyerek oluşturduk yeni sayımızı. Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı ikinci yaşına basmanın heyecanını ve sorumluluğunu, bir yıl boyunca ortaya koy-duğu performans ve üretimle göstermeye çalıştı. O heyecanlı yürüyüşün ürünlerinden biri de şu an elinizde olan, habercilik anlayışıyla farkını ortaya koyan ERİHA’dır. Üretmenin vermiş oldu-ğu heyecanı ve kararlılığı, kardeş yayınımız ve tüm bu üretimlerin mutfağı, Gazete Kampus’te de yıl boyunca sürdürdük. Bu süreçte aramıza yeni katılan arkadaşlar da bir önceki yıldan beraber olduğumuz tecrübeli arkadaşlarımız-la daha iyi üretimlere imza atabilmek için ter döktü. Üretmekten çok, üretim sürecinde elde ettiğimiz kazanımlara odaklanmayı bu yıl da sürdürdük. Ekip olarak, asıl olan şeyin üretmek ve üretimi istikrara dökmek olduğunu, aramıza yeni katılan arkadaşlara da aşılamaya, bu anla-yışın en kıymetli mirasımız olduğunu öğretmeye çalıştık. Oluşturduğumuz ekip ruhunun üretime yansıması, gazetemiz ve dergimizin bir sonraki yılda da aynı öğretiyle, ama kendini geliştirerek yoluna devam edeceğine olan inancımızı pekiş-tirdi. Üretmenin ve ekip olmanın heyecanıyla geride bıraktığımız yılın sonunda, çalışmalarıyla ve duruşlarıyla bizden katkılarını esirgemeyen, mezun ettiğimiz arkadaşlarımıza da veda et-menin hüznünü yaşıyoruz. Bir önceki yıl mezun olanlardan bayrağı devralan arkadaşlar, kendi

tecrübeleriyle bilsinler ki geride kalanlar bayrağı yere düşürmeden, yeni hedeflere doğru, onların heyecanından daha büyük bir heyecanla koşa-caklar. Kayıp giden bir yıldız onuruyla aramızdan ayrılan arkadaşlara, yapacakları yeni başlangıç-larda başarılar diliyoruz.

ERİHA’nın üçüncü sayısını, muhabirlerimi-zin yurdun dört köşesinden özenle seçtiği konu-larla oluşturduk. Antalya’dan Bitlis’e, Trabzon’dan Yozgat’a, Konya’dan Kayseri’ye, Bursa’dan İzmir’e uzanan geniş bir hat üzerinde kalemini tarama ucu gibi kullandı muhabirlerimiz. ERİHA’da yer alan her haberin bölgesel bir konusu olsa da bü-tün haberler özünde yurt insanının sorunlarını dile getirmeyi hedeflemiştir. Bu uğurda elinden gelenden fazlasını yapan, adeta yüreğini ortaya koyan muhabirlerimize, ne kadar teşekkür etsek azdır. İçeriğiyle olduğu kadar görsel güzelliğiyle de kendi çizgisini oluşturan ERİHA ve Gazete Kampus, bu ürünlerin göze hitap eden fiziksel düzenini oluşturan Tasarım Ofisi’ne çok şey borç-lu. Gazete ve dergideki haberlere tasarımlarıyla vücut veren ofis çalışanlarına, gösterdikleri titiz-lik ve duyarlılık için teşekkür ediyorum. Ayrıca, Genel Yayın Yönetmenimiz Yrd. Doç. Dr. Hakan Aydın’a, dekanımız Prof. Dr. Hamza Çakır’a ve fakültemize adını veren, attığımız her adımda desteğini bizden esirgemeyen Sayın Süleyman Çetinsaya’ya da Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi olarak teşekkürü borç biliriz. Üretime verdiğimiz değerin en güzel örneklerinden biri olan ERİHA’nın, üçüncü sayısı sizlerle.

Selami Öksüz

ERİHAEditör

HAZİRAN 2011 1

Page 4: Eriha 3

ERİHA İçindekiler

2 0

4 3 3 8

4-8

13-15

16-19

24-27

28-29

30-34

35-37

M a v i B a y r a k l ı B e l d e n i n K a r a b a h t ı

K a p a t ı l a n Tr e n H a t t ı n ı n D e ğ e r i 5 8 Y ı l S o n r a A n l a ş ı l d ı

Ya b a n c ı l a r K a l k a n’d a 7 Yı l d a 1 5 0 0 M ü l k S a t ı n A l d ı

Ce z a e v i n d e A n n e O l m a k

S ı rc a n A i l e s i 8 8 Yı l d ı r D e n k l a n ş ö re B a s ı yo r

3 0 Yı l d a B i r D e f a G ö r ü ş ü l e n D a v a Z a m a n A ş ı m ı n a U ğ r a d ı

Tü r k i ye S e z a r ye n d e R e ko r a K o ş u yo r

B u K a h ve ye E r ke k l e r i n G i r m e s i Ya s a k

İ k i z l e r Ş a m p i yo n l u ğ aD o y m u yo r

M e r ye m A n a S p o rS a l o n u

G ö r m e E n g e l l i l e rd e n R e n k l i D o k u n u ş l a r

HAZİRAN 20112

8 0

8 4

8 8

Page 5: Eriha 3

HAZİRAN 2011 3

ERİHAİçindekiler

0 9

6 6

7 4

9 2

48-51

52-56

57-59

60-62

70-73

63-65

Ö ğ re t m e n D a y a ğ ı M a ğ d u r u S i n a n’ı n O k u m a A ş k ı

Ya k ı l a n K ö yC e v i z d a l ı ’n d aS o l a n İ n s a n l ı kÇ i ç e ğ i

İ h t i y a r D e l i k a n l ı l a r ı n Fo l k l o r M e ş a l e s i

Po p ü l e r Ta r i h B a ğ l a m ı n d a M u h t e ş e m Yü z y ı l

O t i z m i n Fa r k ı n d a y ı m O t i s t i k l e r i n Ya n ı n d a y ı m

A n a d o l u’n u n M i z a h D e d e s iH i k m e t A k s o y

Ta k a s, A h l a t ’d a Pa r a y aG ö z A ç t ı r m ı yo r

Page 6: Eriha 3

HAZİRAN 20114

ERİHA Haber

HAZİRAN 20114

Mav i bay rak l ı

be lden in

kara bah t ı

Page 7: Eriha 3

Mav i bay rak l ı

be lden in

kara bah t ı

HAZİRAN 2011 5HAZİRAN 2011 5

Tr a b z o n ’ u n S ü r m e n e i l ç e s i n e b a ğ l ı Ç a m b u r n u b e l d e s i , m a s m av i d e n i z i , ye ş i l i n b i n b i r r e n g i n i n h â k i m o l d u ğ u d o ğ a l b i t k i ö r t ü s ü y l e , K a r a d e n i z s a h i l i n d e U l u s l a r a r a s ı Ç e v r e Ö r g ü t ü ’n ü n ve r d i ğ i M av i B ay r a ğ ı n d a l g a l a n d ı ğ ı t e k ye r. S a r ı ç a m O r m a n ı ’n ı n d e n i z e s ı f ı r b ü y ü d ü ğ ü e n d e r ye r l e r d e n b i r i o l a n Ç a m b u r n u , s o n y ı l l a r d a d o ğ a l g ü z e l l i k l e r i y l e d e ğ i l , d e n i z s e v i ye s i n d e n y a k l a ş ı k 3 0 0 m e t r e y u k a r ı y a , S a r ı ç a m O r m a n ı ’n ı n g ö b e ğ i n e k u r u l a n ç ö p l ü k l e a n ı l ı yo r. 2 8 b e l e d i ye n i n ç ö p ü n ü n g e l i ş i g ü z e l d ö k ü l d ü ğ ü 1 2 b i n m 2 ’ l i k a l a n a k u r u l a n ç ö p l ü k , m av i b ay r a k l ı b e l d e n i n ü z e r i n e k a r a b i r l e ke ç a l d ı . Ç ö p l ü k , Ç a m b u r n u s a h i l i n d e d a l g a l a n a n M av i B ay r a ğ ı d a g ö n d e r d e n i n d i r d i .

HANİFE YILDIZ

Page 8: Eriha 3

HAZİRAN 20116

Trabzon’un Sürmene ilçesine bağlı Çambur-nu beldesi Kutlular Mahallesi’nde, 1985-1994 yılları arasında Karadeniz Maden

İşletmeciliği tarafından bakır ve pirit madenleri çıkarılır. Kutlular Mahallesi’nin yerleşime açık bir alanında çıkarılacak olan madenlere ulaşmak için bazı özel araziler istimlâk edilir. 9-10 yıl maden çıka-rılan alanda büyük bir çukur oluşur. Mahalle sakin-leri yıllarca bakır madeninin çevreye verdiği zararla mücadele etmek zorunda kalır. Sarı bir renkte akan dereler, yatağını pas rengine boyar. Derelerde doğal hayat kalmaz, yıllar yılı fabrikalardan direkt dereye boşaltılan kirli sular, denizi de kirletir. Bugün bile

beldede bulunan iki dere pas renginde akıyor. Pat-latılan dinamitler yıllarca istimlâk alanının dışında kalan yakın çevredeki evlere çeşitli şekillerde zarar verir. Bir gün madenin kapatıldığı bildirildiğinde rahat bir soluk alır belde halkı, ama henüz çileleri dolmuş değildir belde sakinlerinin. Kentleşmenin getirdiği büyük sorunlardan biri olan çöplerin yok edilmesi Çamburnu Kutlular Mahallesi sakinlerini yeniden tedirgin eder. Bu defa ki sorun daha ürkü-tücü ve pistir. Trabzon ve Rize’nin çöp sorununu çöz-mek için oluşturulan Trabzon ve Rize Katı Atık Birliği (TRAB-Rİ-KAP), Kutlular Mahallesi’ndeki eski maden ocağına çöp dökmek için 1997’de yaptırdığı fizibilite çalışmasıyla ilk adımı atmış olur. Durumu öğrenen belde halkı kendilerinin üretmediği çöpün beldele-rine getirilmesine karşı çıkar.

Halk çöplüğün kuruluşunu önleyemediBelde halkı maden ocağına bir çöp depolama tesisi kurulacağını öğrendiğinde, belediye yetkilileriyle birlikte, tesisin yıllarca maden fabrikalarının kirlet-tiği beldeye kurulmaması için kanuni mücadeleye başlar. Uzun süren bir hukuki mücadele başlar, ama bu mücadelede belde sakinleri yargının eşitlik ilkesi-nin kendileri için geçerli olmadığını görürler. 2005-2006 yılları arasında, kurulan çöp birliği yetkilileri, maden çukuruna kuracakları katı atık depolama tesisini kurmak için ön çalışmalara başlar. Öncelik-le çöpün depolanacağı eski maden çukuru 12 bin m2’lik, yaklaşık 1,5 milyon m3 kapasiteli ve 7 yıl

bölgenin çöpünün depolanabileceği bir alan haline getirilir. Kanuna göre, depolama alanının yerleşim alanlarına 1 km2 uzakta olması gerekiyor, ama Çamburnu’nda 1 km2 alan içine 250 konut giriyor. Belediye yetkilileri ve belde halkı, Trabzon Bölge İda-re Mahkemesi’nde bu gerekçeyle kararı durdurmak için dava açar, ama mahkemenin kararı çöplüğün kurulması yönünde olur. Kararı temyize götüren böl-ge halkı, Danıştay’da iptal davası açar. Danıştay’da iptal davası da reddedilince çöplüğün kurulmasının önünde hiçbir engel kalmaz.

Yönetmen Fatih Akın, Çamburnu halkına ulus-lararası destekle sahip çıktıÇöplüğün bir an önce tamamlanması için hızlan-dırılan çalışmalar, şirket yöneticilerini, belediyeleri

ve belde sakinlerini karşı karşıya getirir. Trabzon ve Rize’den Çamburnu’na çöpleri taşıyacak olan büyük kamyonların çöplüğe ulaşma yöntemi tartışmaları alevlendirir. Şirket, öncelikle Kutlular Mahallesi’nin içinden geçip çöplüğe ulaşan yolda genişleme yapa-rak bu yolu kullanmak ister şirket. Çöplüğe karşı olan mahalle sakinleri, arazilerinin en küçük bir parçasına dahi dokunmalarına müsaade etmeyeceklerini ke-sin bir dille ifade edince, şirket kendi yolunu kendi yapar. Çamburnu’nda denize sıfır büyüyen Sarıçam Ormanı içinden çöplüğe yol getirilmesi kararlaştırılır. Ormanlarının katledilmesini istemeyen halk, maki-nelerin önüne etten duvar örer, ama hazine arazisi

olan sarıçam ormanından binlerce ağaç kesilerek, yol çöplüğe ulaştırılır. Mahalle sakinlerinin haklı di-renişine, ailesi Çamburnu’ndan olan ünlü yönetmen Fatih Akın da Almanya’dan Yeşiller Partisi Eşbaşkanı ve Almanya Federal Meclisi Türk-Alman Parlamen-terler Grubu Başkan Yardımcısı Claudia Roth ile bir-likte destek verir. Dönemin Çevre ve Orman Bakanı ile de görüşen Akın, Çamburnu’na kurulacak çöplük için verilen kararın durdurulmasını ister, ama olumlu bir sonuç çıkmaz bu görüşmeden. Bunun üstüne Fa-tih Akın, Trabzon genelinde gözlemlediği çöp soru-nunu konu edinen bir belgesel çekmeye başlar. Çöpler çukura gelişi güzel boşaltılıyorKutlular Mahallesi’ndeki eski maden çukuruna Temmuz 2007’de çöp dökülmeye başlanır. Adı,

HAZİRAN 20116

Page 9: Eriha 3

HAZİRAN 2011 7HAZİRAN 2011 7

“Düzenli Çöp Depolama Tesisi” olan çöplüğe çöp dökümü başladığında, Trabzon Dikilitaş mevki-inde yapılması planlanan çöp ayrıştırma merkezi henüz kurulmamıştı bile. Çöp depolama tesisine çöplerin ayrıştırılarak, sıkıştırılmış ve paketlenmiş şekilde getirileceği taahhüt edilmesine rağmen, o tesis kurulmadan alana çöpler gelişi güzel ve ayrıştırılmadan dökülür. Ayrıştırılmayan çöplerin eski maden çukuruna boşaltılması kısa süre sonra çevreyi olumsuz etkilemeye başlar. Dönemin Be-lediye Başkanı Hüseyin Alioğlu tesise yakın yerde evleri bulunan vatandaşların mağdur edildiğini ve belediye dâhilindeki alana çöplük kurulurken veri-len sözlerin yerine getirilmediğini söylüyor. Bir za-manlar sahilinde mavi bayrağın dalgalandığı bel-deye turist çekmek için yıllardır verilen mücadele, çöplerin çukura doldurulmaya başlanmasıyla suya düşer. Mahalle sakinlerinden Seher Öksüz, evi çöp-lük çukuruna en yakın olan ailelerden biri. Çukurda maden çıkarıldığı dönemde birçok defa mağdur duruma düştüklerini belirten Seher Öksüz, çöpten gelen kokudan oldukça rahatsız olduklarını söylü-yor. Öksüz; “Çöplük kurulurken ‘Çöpler paketlenip gelecek’ dediler, ama dört yıldır kamyon kamyon çöpü, çöplüklerden aldıkları gibi buraya döküyor-lar. Çöp dökmeye başladıklarında burayı 7-8 yılda doldurup üzerini kapatıp ağaçlandıracağız demiş-lerdi. Çöpleri paketlemeye söz verip de yapmayan-ların, çöplüğün çevre düzenlemesini yapacağını hiç sanmıyorum. Burada on yıl madenden ötürü mağdur olduk, şimdi de dört yıldır çöp kokusu

çekiyoruz. Bu çilenin daha ne kadar süreceği belli değil. İki tane torunum var, onlar hasta olacaklar diye korkuyorum.” diyerek haklı endişelerini dile getiriyor. Çöplüğe evi bir hayli uzak olan Asiye Körçoban da çöplükten yayılan kokudan rahatsız olanlardan. Onun içme suyuyla ilgili de şikâyetleri var. Körçoban: “Belde merkezinde ikamet edenler olarak evimizde kullandığımız suyun geldiği yer ve depolarımız çöplüğe çok yakın. Yağmur yağdığı zaman çöp suyu içme suyumuza karışıyor. Çöpün döküldüğü çukurun altına kaplama yaptılar, çöp suyu sızıp da kaynak sularına karışmasın diye, ama çöp dökülmeye başlandıktan sonra çöpü ezen makinenin paletleri kaplamayı deldi. O delikler-den sızan çöp suları içme suyumuza karışıyor, de-relerimize de denizimize de. Suyumuz ne içilir ne de temizlik için kullanılır. Taşıma su kullanıyorum evde.” diyor.

İçme suyumuz analiz edilsinMahalle sakinlerinden İbrahim Kurban ise çöplüğü istemediklerini, bunun için ellerinden gelen mü-cadeleyi verdiklerini, ama bütün bu girişimlerden olumlu bir sonuç elde edemediklerini söylüyor. “Çöpler herhangi bir alana nasıl dökülüyorsa bura-ya da aynı şekilde dökülüyor. Paketleme tesisi ku-racaklardı hesapta, ama öyle bir girişim bile olma-dı. Halkı kandırmak için böyle bir şey attılar ortaya. Burada kanunları da kendi istedikleri gibi uygula-dılar. En azından çöplerin üzerine toprak dökülse, koku ve sinek daha az olur. Çöpün döküldüğü alan

“Ç ö p l ü k k u r u l u r ke n ç ö p l e r p a ke t l e n i p g e l e c e k d e d i l e r, a m a d ö r t y ı l d ı r k a m yo n k a m yo n ç ö p ü , ç ö p l ü k l e r d e n a l d ı k l a r ı g i b i b u r ay a d ö k ü yo r l a r. Ç ö p d ö k m e ye b a ş l a d ı k l a r ı n d a b u r ay ı 7 - 8 y ı l d a d o l d u r u p ü z e r i n i k a p a t ı p a ğ a ç l a n d ı r a c a ğ ı z d e m i ş l e r d i . Ç ö p l e r i p a ke t l e m e ye s ö z ve r i p d e y a p m ay a n l a r ı n , ç ö p l ü ğ ü n ç e v r e d ü z e n l e m e s i n i y a p a c a ğ ı n ı h i ç s a n m ı yo r u m . B u r a d a o n y ı l m a d e n d e n ö t ü r ü m a ğ d u r o l d u k , ş i m d i d e d ö r t y ı l d ı r ç ö p ko k u s u ç e k i yo r u z . B u ç i l e n i n d a h a n e k a d a r s ü r e c e ğ i b e l l i d e ğ i l . İ k i t a n e t o r u n u m v a r, o n l a r h a s t a o l a c a k l a r d i ye ko r k u yo r u m .”

Page 10: Eriha 3

HAZİRAN 20118

teknik bakımdan doğru analiz edilmemiştir. Orası eski bir maden ocağı, binlerce dinamit patlatıldı, yıl-larca bakır çıkarıldı oradan. Zeminde çatlaklar vardı, bu çatlaklar doldurulmadan ve doğru şekilde izole edilmeden çöp dökülünce, çöpün suyu çatlaklardan sızıp kaynak sularına karıştı. İçme suyumuzu sağ-layan depolar çöpün döküldüğü zeminle çok yakın. Oradan yağmur sularıyla çöp suyu da içme suyumu-za karışıyor olabilir. Tabandan sızan çöp suları, hiçbir tedbir alınmadan borulardan derelere bırakılıyor, denize gidiyor. Yetkililer de buna müsaade ediyor. Halk sağlığı açısından çok ciddi tehlikeler ortaya çı-kabilir.” diyen İbrahim Kurban, yaz mevsiminde sıca-ğın da etkisiyle çürüyen çöplerden yayılan kokunun özellikle sabah ve akşam saatlerinde dayanılmaz bir hal aldığını ve kokudan belde sakinleri olarak büyük rahatsızlık duyduklarını da sözlerine ekliyor. Ayrıca içme sularının yetkili bir kurum ya da kuruluş tara-fından analiz edilmesini de istiyor.

Arazimi elimden aldılar Kanuna göre çöp dökülecek alanın 1 km2 yakı-

nında yerleşim bulunmaması gerekiyor. Ama Çamburnu’nda belirtilen alan dâhilinde 250 konut var ve bu konutların bir kısmı çöp alanına çok ya-kın. Mahalle sakinlerinden İsmet Bodur’un eviyle çöplük arasında 100 metre mesafe ancak var. Bodur ailesi, çöplükten en çok etkilenen aileler arasında. Çöplük kurulurken Bodur ailesinin evine giden yol da kanunsuz bir şekilde çöplüğün içine dâhil edil-miş. Bu durumun önüne geçmek için gerekli yerlere başvurduğunu, dilekçe yazıp inceleme talep ettiğini söyleyen İsmet Bodur, yaşadığı sıkıntıları: “Evimizin yolunu kapattılar. Mahkemeye kaç kez başvurdum. Gerekli yerlere dilekçe yazdım, müracaat ettim, ama olumlu bir cevap alamadım. Eşkıya gibi gelip arazile-rimi elimden aldılar. Kanun da bana sahip çıkmıyor. Savcılığa gittik, sonuç alamadık. Yetkililer gelip de vatandaşın durumunu sormuyor, halimizi görmüyor. Bağı, bahçeyi bıraktık sahile indik. Bizi yerimizden yurdumuzdan ettiler. Evimize giremez olduk. Koku-dan evde duramıyoruz. Akşam oldu mu çöp kokusu dört yanı sarıyor. Buradaki mahalleler çöp kokusun-dan evlerinden dışarı çıkamıyor. İnsanlar çöp koku-

sundan dışarı çıkamıyor. Köyde yaşıyoruz, ama çöp kokusu yüzünden akşam kapımızın önünde bir bar-dak çay içemiyoruz. Eve parfüm sıkıp kapıyı pencere-yi kapatıp mahkûm gibi oturuyoruz. Akşam dağdan denize doğru esen meltem, kokuyu belde merkezine kadar indiriyor. Bunu önlemek için rüzgâr yönünde parfüm sıkıyorlar tesisten, ama pek faydası olmuyor, çöplük, sinek böcek yuvası. Bağımızda bahçemizde domatesimiz, salatalığımız, patlıcanımız biberimiz var, ama bu çöpün yanı başında yetişen ürün sağlıklı mıdır ki tüketelim? Onları da korkumuzdan yiyemi-yoruz.” diyerek dile getiriyor.Kutlular Mahallesi halkının tamamı çöpten rahat-sız ve bu tesisi istemiyor, ama belde sakinlerinin sesine kulak verecek olan kimse de yok. Mahallede görüştüğümüz herkes çöplükle ilgili şikâyetlerini dile getirdi. Kimi kokusundan, kimi çevreye verdiği zarardan, kimi içme sularını kirlettiğinden, kimi de yetiştirdiği tarım ürünlerinin gördüğü zararı ifade etti. Mahalle sakinleri şikâyetlerini sıralaya dursun, her gün onlarca kamyon dolusu çöp alana dökülme-ye devam ediyor.

Page 11: Eriha 3

ERİHAHaber

insanlık

HAZİRAN 2011 9

çiçeğiBitlis merkeze bağlı Cevizdalı köyü, 1 Ekim

1992’de kalabalık bir terörist grubu

tarafından basılarak ateşe verilir. Bu

baskında köyde yaşayan 55 kişiden

30’u ölür, 20’si de çeşitli şekillerde

yaralanır. Sağ kalan az sayıdaki

insan da göç ettirilir. 19 yıl

sonra Köye Dönüş Yasası’yla

Cevizdalı’na dönen

köylüler, kanlı günün

acısını yeniden

yaşıyor.

L.EBRAR HİÇ YILMAZ-ERMAN BALAK

Page 12: Eriha 3

HAZİRAN 201110

1990–1995 yılları arası terörle mücadele en kanlı çatışmaların yaşandığı dönem olarak geçti tarihe.Terörü köylerden uzak tutmak isteyen yetkililer, terörle mücadelede bölge halkının da desteğinden yararlanmak amacıyla, köylerden seçtiği korucula-ra silah vermişti. Silah verilen köylüler, teröristlerle mücadeleye başlayınca çatışmalar alevlenmiş, köy-lüyü silah zoruyla dağa çıkaran ya da parasını, ma-lını gasp eden terör odakları, korucuların varlığıyla bu eylemleri rahat rahat yapamaz hale gelmişti. Bunun üzerine harekete geçen terör odakları, ko-rucuların bulunduğu köyleri basıp, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden insanları öldürüp, köyleri ateşe vermişti. Terör odaklarına destek vermeyen ya da onlara karşı direnişe geçen köyler, içindeki insanlarla yakılmıştı. Bu köylerden biri de Cevizdalı köyüydü. Hala büyük katliamın izlerini taşıyan köy yaralarını sarıyor. Saldırıdan sonra göç ettirilen sağ kalan köylüler, Köye Dönüş Yasası’ndan faydala-narak Cevizdalı’na geri dönenler olur. Ama buraya gelmenin de, buradan uzak kalmak gibi bir acısı olduğunu öğreniyoruz köye dönenlerden. Çünkü, katliamın acısı hala yürekleri ve zihinleri yakıp kavurmaya devam ediyor. Her evin avlusunda, her pınarın başında ölen masum insanları hatırlatan anılar canlandıkca, geri dönenlerin katlanması gereken acı büyüyor. Kanlı katliamın içinde kalan köylüler yakınlarının yakılarak ya da kurşuna dizi-lerek can vermesine tanıklık etmişler. Yaşananları tanıklardan dinledikçe görüyoruz ki Cevizdalı’nda yaşanan dram, insanlık çiçeğini soldurmuş.

“Hoparlördeki sese güvenemezdik”Kanlı baskında eşini ve çocuğunu kaybeden Nevzat Kaptan için bir zamanlar Cevizdalı, güneşe dur-muş pirinçlerin, hasada hazır olan tarlaların, uzun uzadıya düzlüklerin rengiydi. Ama şimdi, Cevizdalı Nevzat Kaptan için akşamüstü güneş dağların ar-dına yıkılmaya durmuşken, avluda kendisini bek-leyen eşinin ve çocuklarının gölgeleşen siluetlerini hatırlamak için sığındığı bir liman. Anılan hatırala-rın, gizlice beliren sızıların, kanı hala akan yaraların cümlelerinden kurulan hikâyesini anlatırken göz-yaşlarına hâkim olamıyor Nevzat Kaptan. Baskın gününü her gün her saniyesiyle tekrar tekrar ya-şadığını söylüyor. 1992 senesinin hasat zamanında gerçekleşen kanlı katliamı şöyle anlatıyor Kaptan: “Köyün geçim kaynağı pirinç olduğu için herkes pirinç hasadıyla ilgileniyordu. Kışa hazırlık yapıyor-duk. Annem babam ve ben tarladaydık. Birden bir el silah sesi duyduk. Ardından köyün camisinin ho-parlöründen biri konuşmaya başladı. Kimseye bir şey yapmayacaklarını, sadece anlaşmak için gel-diklerini ve korkmamamız gerektiğini söylüyordu. Köyün geneli korucuydu ve köye baskının nedeni de buydu. Silahlarınızı bırakın diyorlardı.” Yapılan çağrı köylüyü ikna etmek için yetmez, bunun bir oyun olduğunu düşünen köylüler silahlarını bı-

rakmaz. Herkes bulunduğu yerde siper alır. Tarihe kara bir gün olarak geçecek olan, kanlı Cevizdalı katliamı başlar. Nevzat Kaptan, daha sonra yaşa-nan insanlık dışı olayları: “Köye çağrı yapan bu kişi, konuşmasına devam ederken aklıma ilk gelen şey eşim ve çocuğum oldu. Evdeydiler, olası bir durum-da zarar görebilirlerdi. Annemle, babam çok yaşlıy-dı. Hemen çalılıkların arasına saklanmalarını söy-ledim ve olanca hızımla mevziiye koştum. Tam o sırada silahlar patlamaya başladı Hava yavaş yavaş kararıyordu. Mermiler havada uçuşuyordu.” şeklin-de anlatıyor. Mevziiye can havliyle ulaşmaya çalı-şırken atılan her kurşun, mızrap gibi saplanır göğ-süne. Ne yapacağını şaşıran Nevzat Kaptan, bir süre öylece bekler. Artık düşündüğü tek şey, bir an önce eve ulaşıp, ailesini kurtarmaktır. Kaptan, “Kendimi mevziiye nasıl attığımı bilmiyorum. Sonra uzun uzun çatıştık. Bir ara sesler kesildi ve hoparlör-den bu sefer başka bir ses geldi. Bu kişi, onlardan birinin, bizden de birinin öldüğünü söylüyordu. Hoparlördeki ses eşit durumda olduğumuzu, bu-nun için silahları bırakmak için hala bir şansımızın olduğunu söyledi. Hoparlördeki sese güvenemez-dik. Ona ve beraberindekilere güvenebilmemiz için tutunabileceğimiz en küçük bir güvence yoktu ortada. Bu sebeple direnişe devam ettik. Bir arka-

Page 13: Eriha 3

HAZİRAN 2011 11

daşımız, teröristlerden üst düzey rütbeye sahip birini öldürünce korkunç bir patlama ve silah sesi doldurdu köyü. Acı dolu çığlıklar adeta beynimizi kemiriyordu. Elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Rütbelilerden biri öldüğü için sağı solu tarıyordular. Çoluk çocuk, kadın erkek, ihtiyar genç demeden, hayvanları bile tara-dılar, köyü ateşe verdiler.” Öğleden sonra başlayan çatışma ertesi gün öğleden sonrasına kadar devam eder. Telsizle askeri yardım çağıran köylüler, yollara kurulan pusular yüzünden bekledikleri desteğe bir türlü kavuşamazlar. Uzun süren çatışma dayanılmaz bir hal alır, cephanesi tükenen köylü, silah bırakır, ama her şey için artık çok geçtir. Aralarında çocukla-rın da bulunduğu otuz kişi vahşice katledilmiş, yirmi beş kişi de hayatlarının geri kalanını eksik yaşamaya mahkûm edilmiştir.

“Onları hatırlatacak hiçbir şey yok”Çatışma sırasında bacağından yaralanan Nevzat Kaptan, Siirt Devlet Hastanesi’nde tedavi altına alı-narak bir süre uyutulur. Gözlerini açar açmaz çevre-sindekilerden ailesini sorar. Ona ailesinin iyi olduğu-nu, merak edilecek bir durum olmadığını söylerler. Nevzat Kaptan: “Hiç bitmeyecek bir kâbusun içindey-dim. Alev alev yanan evler, çocukların, kadınların acı dolu çığlıkları hiç çıkmıyor zihnimden. Her saniyesi

belleğimde tazeliğini koruyor. Uyandığımda has-tanedeydim. Ailemin iyi olduğunu söylemişlerdi bana. Onları görmek istedim, ama çok geçmeden gerçeği öğrendim.” Ağır yaralanan eşi ve çocuğunu sonsuza dek kaybeder Nevzat Kaptan. Yıllardır hiç dinmeyen acısını bir nebze olsun azaltmak için Köye Dönüş Yasasıyla Cevizdalı’na geri gelir. Belleğinden silinmeye yüz tutan çocuğunun, annesinin ve ba-basının simalarını hatırlamak için kendini zorlasa da artık hatırlayamadığını, onları hatırlatacak hiçbir şey kalmadığını, bulanık zihninde dolaşan siluetlerin ardına düşüp Cevizdalı’na geldiğini söylüyor. Kaptan, “Olaydan sonra sağ kalanlar köyden çıkartılıp başka yerlere yerleştirildi. İstesek de köyde kalamazdık za-ten. Her yer yakılmış, viran olmuştu. Bu tür olaylar yüzünden köyler boşaltılıyordu. Bizim köyde bo-şaltıldı. 2004’te çıkarılan yasayla geri geldim, belki aileme dair güzel şeyler burada yeniden hayat bulur diye, ama kendimi avutuyorum burada.” diyerek ai-lesine olan özlemini anlatıyor.

Yavrularının toprağına hasret bir anneKanlı saldırıdan tarlada bulunduğu için yara bile almadan kurtulan insanlardan biri de eşini ve iki çocuğunu kaybeden Nazife Kaptan. Bir zamanlar çok iyi şartlarda olmasa da bir aileye sahip oldu-

ğu için parıldayan gözleri, kanlı baskında ailesini kaybedince bir daha ışımamak üzere acıya keser. Gülmeyi unutmuş gözleri deyim yerindeyse, 19 yıldır kan ağlıyor. Aradan geçen 19 yılda kaybettiği çocuklarının acısını hafifletecek hiçbir şey olmadığını söyleyen Nazife Kaptan, çektiklerini şöyle anlatıyor: “Evlatlarımın acısı yüreğimden hiç eksilmedi. Bir an olsun dinmedi acıları. Yıllardır baktığım her yer-de, her yüzde onları arıyorum. Bir gün birinin çıkıp, bak çocukların büyüdü, seni bekliyorlar demesine umut bağlıyorum.” Ölümün soğuk eli alınca, hayat arkadaşını ve evlatlarını, geriye gözü yaşlı, acı dolu bir yürek kalır Nazife Kaptan’dan. Daha 20’sinde kay-beder eşini ve iki çocuğunu, ama bunca acılı olayın üzerine bir de töre denen belayla uğraşır acılı kadın. Kocası ölünce kayınbiraderiyle evlendirilir. Acılarına bir yenisi eklenen Nazife Kaptan, düşer yollara yeni hayat arkadaşıyla. Yolları yaren bilen Nazife Kaptan

“Olaydan sonra sağ kalanlar köyden çıkartılıp başka yerlere yerleştirildi. İstesek de köyde kalamazdık zaten. Her yer yakılmış, viran olmuştu. Bu tür olaylar yüzünden köyler boşaltılıyordu. Bizim köyde boşaltıldı. 2004’te çıkarılan yasayla geri geldim, belki aileme dair güzel şeyler burada yeniden hayat bulur diye, ama kendimi avutuyorum burada.”

Page 14: Eriha 3

HAZİRAN 201112

köyden ayrıldıktan sonra gittiği Kıbrıs’tan 18 yıl sonra döner Türkiye’ye. Eşine ve çocuklarına mezar olan köyüne gelir. “O olaydan sonra köy boşaltıldı. Devlet eliyle insanlar çeşitli yerlere gönderildi. Bizde Kıbrıs’a gittik. Köye Dönüş Yasası kapsamında köye döndüm ve ilk defa yavrularımın mezarına gitme fırsatım oldu. Topraklarını öptüm doya doya, dua et-tim. Çimenlerini sulayıp kokladım. Şimdi burada misafirim. Bir hafta sonra yine Kıbrıs’a geri dönmek zorundayım. Bana o günü unuttunuz mu? diye soruyorsunuz. O gün unutulur mu? Bir saniyesini bile unutmak mümkün değil. O insanların, yardım çığlıkları yeri göğü inletiyordu desem az olur. Ortalık cehennem gibiydi. Birçok kişi acımasızca öldürüldü. Hepsine değil, ama birçoğuna tanık oldum. Ben şans eseri kurtuldum tabi böylesine bir acıdan sonra adına şans denilirse. Evde de-ğildim. Tarladaydım ve saklanabilmiştim.” Ölümü ensesinde hisseden Nazife Kaptan, acı içinde kıvranan birçok kişiyi sak-landığı yerden görür. Elinden hiçbir şey gelmez, bu zulmün bitmesini beklemekten başka. Gün ağarınca gelen destek ekiplerinin yardımıyla evine koşar, ama iki çocuğunun ve eşinin cansız bedeni ile karşılaşır. O gün yüreğine çöken acı, bugün de gözlerine yansıyor konuşurken.

Süleyman, kanlı baskından sağ çıktı Terör odaklarının bastığı köyün üzerine kurşun yağmuru yağ-maya başladığında, çırpınışlar içinde sağa sola savrulmaya başlar insanlar. Yer yarılsa içine girecek insanlar, saklanabi-lecekleri bir yer ararken kurşunların hedefi olurlar. Tam bu sı-rada 10 yaşındaki çocuğunu tandıra saklar bir anne. Evladına barınak bulma sevinciyle geriye koşar ve bir daha dönemez. Nazife Kaptan sağlık ekiplerinin tandırın içinde bulduğu çocuğun şimdi evli ve bir çocuk babası olduğunu söylüyor. “Süleyman’ı bulduğumuzda ölü sandık, ama sağlık ekipleri yaşadığını, bir travma geçirdiğini söylediler. O kadar insanın ölümünden sonra bir kişinin sağ kaldığını görmek çok mut-lu etmişti bizi. Uzun bir süre konuşamadı yavrucak. Tam bir sene boyunca kimse konuşturamadı onu. Birkaç söz duymak için çırpınanlara sadece omuz silkiyordu. Burada kimsesi kal-mayınca Manisa’ya halasının yanına gönderdiler. En son dü-ğününe gittik. Şimdi de bir erkek çocuğu olmuş. Yıllar geçti o sessizliğini hiç bozmadı.

Bugün Cevizdalı köyünde yaşayanlar, 1992’de yaşanan kanlı baskını biliyorlar, ama olayın canlı tanıklarından sadece iki kişi bulabildik köyde. Yaşadıkları acılardan sonra göç ettirilen köylü, Köye Dönüş Yasası çıkmış olsa da her yanı acı hatıralar-la dolu köye gelmek istememiş. Yakılan köylerden sadece biri olan Cevizdalı köyünde yaşananlar büyük bir utancın belgesi. Sadece Nevzat ve Nazife Kaptan’ın anlattıkları büyük ve çok kültürlü insanlık çiçeğinin terör uğrunda kaybettiği renkleri ortaya koyuyor.

“Köye Dönüş Yasası kapsamında köye döndüm ve ilk defa yavrularımın mezarına gitme fırsatım oldu. Topraklarını öptüm doya doya, dua ettim. Çimenlerini sulayıp kokladım. Şimdi burada misafirim. Bir hafta sonra yine Kıbrıs’a geri dönmek zorundayım. Hiç aklımdan çıkmıyor o gün. Bir saniyesini bile unutmak mümkün değil. O insanların, yardım çığlıkları yeri göğü inletiyordu desem az olur.’’

Page 15: Eriha 3

Yabancı lar 7 yı lda

Kalkan’da mülk

sat ın aldı

HÜLYA KULALI

AB uyum yasaları kapsamında yabancıların mülk edinimi 2003’te yeniden gündeme gelmiş, Köy Kanunu ve Tapu Kanunu’nda tekrar değişikliğe gidilmişti . 23 Haziran 2003 tarih ve 2003/5930 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ’nda açık bir şekilde yabancıların, taşınmaz mülk edinimi önündeki kısıtlamalar teker teker kaldırıldı. 2003’teki yasanın çıkmasıyla hızla ar tan toprak satışlarından, Antalya’nın Kalkan i lçesi de payını aldı. Resmi rakamlara göre 2003-2011 yıl ları arası yabancılar i lçede 1500 mülk satın almış.

ERİHAHaber

HAZİRAN 2011 13

Page 16: Eriha 3

1934’te 2644 sayılı Tapu Kanunu ile yasa-laştırılan yabancılara toprak satışı, kar-şılıklı olarak yasal sınırlamalara uymak

kaydı ile gerçekleştirilebiliyordu. 2644 sayılı Kanuna göre yabancılar miras yolu ile 30 hektara kadar mülk satın alabiliyor ve bu mülkü miras bırakabiliyordu. Askeriyeye ait araziler, güvenlik için stratejik öneme sahip bölgeler ve 442 sayılı Köy Kanunu gereği köy toprakları yabancılara satılmıyordu. Bu kanunlar çerçevesinde Türkiye’nin 88 yabancı devletle ara-sında karşılıklı antlaşma bulunuyordu. Aralarında Afganistan, Cezayir, Çek Cumhuriyeti, Hindistan, Kuveyt, Küba, Libya, Tunus, Vietnam, Yemen ve Su-udi Arabistan’ın da bulunduğu 33 ülke ile böyle bir anlaşma yapılmamıştı. Azerbaycan, Çin, Mısır, Ro-manya, Rusya, Türk Cumhuriyetleri ve Ürdün’ün de aralarında bulunduğu 25 ülke de Türkiye’de sadece konut satın alabiliyordu. Bu yasal çerçeve içerisinde olmak kaydıyla 2003’e kadar yabancılar 36 bin 648 adet taşınmaz mal edinmişti.

Avrupa Birliği Uyum Yasası kapsamında 2003’te kanun değiştiAB uyum yasaları kapsamında 19 Temmuz 2003’te yapılan bir yasal düzenleme ile yabancılara toprak satışında bazı yenilikler getirildi. Köy Kanunu ve

Tapu Kanunu’nda değişikliğe gidildi. Bu değişiklik-lerin gerekçesi 23 Haziran 2003 tarih ve 2003/5930 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nda şöyle açıklanmış-tır: “AB Müktesebatının Üstlenilmesine Dair Ulusal Program’da Sermayenin Serbest Dolaşımı başlıklı dördüncü maddesinde “Türkiye’deki bütün sek-törlerde, AB menşeli yatırımların önündeki bütün kısıtlamaların kaldırılması, AB vatandaşları ve tüzel kişilerin gayrimenkul ediniminin önündeki bütün kısıtlamaların kaldırılması” hükümlerine yer veril-miştir. 2003 yılından itibaren Köy Kanunu, Tapu Ka-nunu, Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu, Turizmi Teşvik Kanunu ve Endüstri Bölgeleri Kanunu gibi birçok yasada, yabancıların taşınmaz mal edinimi önündeki kısıtlamalar teker teker kaldırıldı. Buna göre karşılıklı olmak ve yasal sınırlara uymak kaydı ile yabancı tüzel kişilikler ve şirketlere de taşınmaz mal edinme imkânı sağlandı. Miras yolu ile mal edi-niminde karşılıklılık esası kaldırıldı. Köy toprakları üzerindeki yabancı mülk edinme yasağı da kaldırıldı. Yasada, askerî bölge, güvenlik bölgeleri ile en fazla 30 hektar mal edinilebileceğine ilişkin kurallar ise aynen korundu. Yabancılar 7 yılda 1500 mülk satın aldıTBMM’nin gündeminde de sürekli yer alan, yaban-

cılara mülk satımının en çok yapıldığı yerlerden biri de Antalya’nın Kalkan beldesi. 2003’teki yasanın çıkmasıyla hızla artan toprak satışlarından Kalkan’da payını aldı. Resmi rakamlara göre 1500 mülkün sa-hibi olan yabancıların nüfusu, giderek yerli halkın varlığını tehdit etmekte. Özellikle İngilizlerin tercih ettiği Kalkan’da, son yıllarda Almanlar ve Rusların da mülk satın alımı arttı. Neredeyse yılın altı ayını Kalkan’da geçiren İngilizlerin burayı tercih etmele-rindeki nedenlere bakıldığında, ikliminin sıcaklığı, doğa güzelliklerinin ve kültürel mirasının zengin olması gibi faktörler ön plana çıkıyor. Kalkan Beledi-ye Başkan Vekili Demet Zehra Özbaykal, Kalkan’daki yabancılara toprak satışlarını şöyle değerlendiriyor: “Yabancıların Kalkan’da mülk edinmesinin olumsuz yanları olduğu kadar olumlu yanları da var aslında. İnsanlarımız yabancıların çevreye verdiği önemi gördükçe çevreyi güzelleştirme çabasında oluyorlar. Yeni iş sahaları açılıyor aynı zamanda. Örneğin bahçe düzenleme, restorasyon, havuz tasarımı gibi. Tabi biz de istemeyiz topraklarımızın satılmasını, ama yabancılar bu toprakları sırtlayıp da götürmüyorlar. Toprak durduğu yerde duruyor.” Özbaykal, bu satışla-rın karşılıklılık ilkesine dayandığını ve bizim de dün-yanın herhangi bir yerinde mülk satın alabildiğimizi söylüyor. “Özellikle Almanya gibi Avrupa’nın birçok

HAZİRAN 201114

Page 17: Eriha 3

ülkesinde Türk nüfusunun oranı oldukça fazla, fakat orada yaşayan insanımız aldığı mülklerin vergisini verirken, Türkiye’de yabancılardan vergi alımı sekte-ye uğruyor. Bugün Kalkan’da yaşayan yabancıların büyük bölümü vergilerini tam olarak vermiyorlar. Hatta ruhsatsız turizm faaliyetlerinde bulunuyorlar. Bu da yerli halkın turizm gelirlerini etkiliyor.” dedi. Bu durumdan en çok otel sahipleri, restaurant sa-hipleri etkileniyor. Son yıllarda birçok otel sahibi, işletmelerini apart otel şekline çevirerek turizm faaliyetlerinde bulunmaya başlamış.

Yabancıların yerleşmesi dilimizi de etkiliyorTürkiye’deki toprak satışına karşı tepki oluşturanlar, dernek kuranlar var, ama bir yanda da bu satışlara destek olanlar ve bizzat satışı gerçekleştirenler var. Akbay Gayrimenkul Türkiye’de yabancılara emlak satışı yapan şirketlerden biri. Akbay Gayrimenkul Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Akbay, yaban-cılara toprak satımının bir sektör oluşturduğunu, ama bu sektörleşmenin kültürel değerler üzerinde bazı tahribatlar yaptığını söylüyor. Yabancıların giyiminin, eğlencesinin, yemeğinin ve içmesinin bütün sektörleri etkilediğini, ama bu sayede de yeni iş sahalarının oluştuğunu söylüyor. Akbay Gay-rimenkul çalışanı Bahar Karapınar: “Kendi yerimize yurdumuza yabancılar yerleşiyor, yerli halkın bir kısmı bundan rahatsız. Yabancıların giyimi, yemesi, içmesi bizim milletimize tuhaf geliyor. Aralarında uzun süre burada ikamet eden yabancılar da var, onlar bizlerden biri oldular sanki. Ama genel an-lamda küreselleşme çerçevesinde dünya ülkelerine uyum sağladığımızı düşünsek de kültürel farklılıklar kendini hissettiriyor. Dilimizde etkileniyor buradaki dönüşümden. Birçok restaurant, otel, eğlence yeri yabancı isimle anılıyor. Bu durum da Türkçenin bo-zulmasına neden oluyor. Su faturalarının bile yüzde 80’i yabancı dilde yazılıyor. Tarihimizde yabancıla-ra toprak satışını en acı biçimde ödeyen Osmanlı Devleti’nin, borçlara karşılık gösterilen ülke top-raklarının yabancılara satışının, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında ve Anadolu’nun sömürge haline getirilmesindeki rolü unutulmamalıdır” diyerek zıt-lıkları ortaya koyuyor.

“Karşılıklılık ilkesine her ülke fiilen uymuyor”Kalkan’da yaşayan ve edebiyat öğretmeni olan Ce-mil Tufan, yabancılara toprak satılmasını istemeyen vatandaşlarımızdan biri. Tufan: “Milletimiz, paranın cazibesine kapılarak ata yadigârı topraklarımızı satmaktan çekinmiyor. Sattıkları zeytinlik, araziler bugün yok olmakta. Satın alan İngilizler buraya vil-lalarını yapıyor, sonra bu villaları kiralayarak büyük paralar kazanıyor. Arazisini satan vatandaş aldığı üç kuruş parayla birkaç yıl rahat ediyor. Bir anda parayı

bulan insanımız, bunu da değerlendiremiyor. Ço-cuklarının altına son model araba alarak yanlış de-ğerlendirilen para da bir süre sonra bitiyor. Bunun sonucunda da kendi sattıkları mülklerde temizlikçi olarak çalışmaya başlıyorlar. Yabancıların yılın ya-rısı kiraya verip işlettikleri villalardan kazandıkları paraysa yurt dışına akıyor. Karşılıklılık ilkesine göre bizim de yabancı ülkelerden mülk alma hakkımız var. Fakat bu karşılıklılık ilkesine her ülke fiilen uy-muyor. Örneğin Yunanistan, kendi ülkesinde, ada-larda ve sınıra yakın topraklarda, toprak ve mülk satışını yasaklamış. Avusturya’da mülk ve toprak satışı sadece AB üyesi ülke vatandaşlarına satış izni var. İngiltere’de ise taşınmaz mülkiyeti kraliyete ait olup, taşınmazın sadece kullanım hakkı verilmek-te.” Bu nasıl karşılıklılık ilkesi anlamak güç tabi. Bu gibi durumların yetkililerce denetlenip önlenmesi gerekiyor.

Nüfus yapısı yerli halkın aleyhine bozulmakta 2007 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin yabancılara toprak satışı konusunda yaptığı çalışmaya destek verenlerden biri olan Ce-mil Tufan, Kalkan’daki toprak satışlarının nereye vardığını o araştırmada görebilmemizin mümkün olduğunu söylüyor. ODTÜ’nün bu raporu, zilyet-likle yani bir mal üzerinde fiili egemenlik kurarak

kullanma hakkından ve maldan ekonomik şekilde yararlanma yoluyla sahiplenilen hazine arazilerinin yazlık sitelere dönüşümünü rakamlarıyla ortaya ko-yuyor. Ayrıca raporda bu durumun ilerleyen yıllarda yerel halkın mülksüzleşmesine neden olacağı ve tu-

rizmde görülen hareketliliğin, kalıcı yerleşmelerin toplumsal ve kültürel yaşama katkıda bulunacak şekilde düzenlenmesinin gerektiği, nüfus yapısının giderek yerel halkın aleyhine bozuduğu da belirtili-yor. Cemil Tufan: “Rapora göre beldede bir bölümü yabancı şirket olan, çok sayıda emlak alım satımı, mimarlık proje bürosu bulunduğu tespit edildi. Mimarlık bürolarının büyük bir çoğunluğunun aynı zamanda emlak alım satımı ile de ilgilendikleri gözlemleniyor. Kent planlamasının dışında da ka-çak yapılaşma süreci de hızlanmıştır. Bunun orta ve uzun vadede beldeli turizm ekonomisini olumsuz etkilemek olacaktır.” diyor.

Kalkan’da yaşananlara gazetesinde sıkça yer veren Likya Haber Genel Yayın Yönetmeni Özer Yılmaz, “28 Ocak 2010’da yaşanan bir olayda kümes ruhsatıyla alınan arazide villa yapıp İngilizlere satıldığını öğ-reniyoruz. Köylüyü kandırıp arazisini elinden alan-lar var. Köylünün sattığı arazileri geri alabilecek mali güçte olmadığını, çünkü satılan araziler, satış-tan çok kısa süre sonra, değerinin birkaç misli fiyat-larla ağza alınıyor. Bu olayların ardında yabancılara toprak satımını kolaylaştıran yasalar var.” dedi. Kısa bir süre önce değişiklik yapılan kanunun ardında Antalya’nın Kaş ilçesine bağlı Kalkan’da yabancılara toprak satımıyla ilgili olarak yaşananları göz önün-

de tutarsak, Ülke genelinde neler yaşanmış olabi-leceği hakkında fikir edinebiliriz. Jeopolitik olarak son derece önemli bir coğrafyada yer alan Türkiye, yabancılara toprak satımı konusunda daha ihtiyatlı davranmak zorundadır.

HAZİRAN 2011 15

Page 18: Eriha 3

HAZİRAN 201116

Türkiye’de toplam 504 cezaevinde, 120 bin mahkûm bulunmakta. Bu sayının 2 bin 500’ünü kadın mahkûmlar oluşturuyor. Kadın mahkûmların birçoğu ekonomik yetersizl ik lerden dolayı cezasını çocuklarıyla bir l ikte çekiyor. Kayseri Kapal ı Cezaevi ’nde de, çocuğuyla beraber hapis yatan anneler var. Annelerinin kaderini paylaşan çocuklar,hayatla, en son tanışmaları gereken yerlerden bir i o lan, cezaevinde atıyor i lk adımlarını .

OlmakAnneCezaevinde

BİLGE YILMAZ - ESRA ÖZDİLİM

ERİHA Haber

Page 19: Eriha 3

HAZİRAN 2011 17

eza İnfaz Kurumu, Tutukevleri Yönetimi ve Cezaların İnfazına Dair Tüzük’ün ilgili mad-desinde, annesi tutuklu bulunan çocukla-rın bakımıyla ilgili kurallar belli esaslara

bağlanmıştır. Bu kurallara göre; annesi tutuklu veya hükümlü olup da dışarıda himayesine verilecek kim-seleri bulunmayan, hiçbir suretle bir himaye kuru-muna verilmesi mümkün olmayan küçük ve bakıma muhtaç çocuklar, onlara bakabilecek kuruma veya aile çevresinden birine verilinceye kadar annelerinin yanında kalırlar. Yani 0-6 yaş arası çocuklar, cezaev-lerinde, mahkûm anneleriyle birlikte yaşayabiliyor. Ancak uzmanlara göre annesinin yanında cezaevin-de büyümek zorunda kalan çocuklar bu durumdan olumsuz etkileniyor. Cezaevlerinde geçen zaman, onların gelecekte, sosyal zorluklarla karşılaşmaları-na ve toplumsal yaşama adaptasyonda sorun yaşa-malarına neden olabiliyor. Bu çocuklar cezaevinden çıktıktan sonra Çocuk Esirgeme Yurtları’nda devam ediyorlar hayatlarına çoğu zaman. Madalyonun di-ğer yüzüne baktığımızda cezaevinde anne olmanın da zorlukları var. Bulunduğu durumu anlayamayacak kadar küçük yaştaki çocuğuyla cezaevine düşen an-neler, kendilerine bahşedilmiş en kutsal görevlerden birin zor şartlar altında yerine getirmeye çalışıyor.

“Doğum gününü dört duvar arasında kutladık’’

Kayseri Kapalı Cezaevi’nde hükümlü Gülşen Demir Çiftçi, hüzünlü bir ses tonuyla anlatıyor cezaevinde anne olmanın zorluklarını. Dört yaşında bir kızı olan Gülşen: “Kızım, cezaevine girdiğimizde daha üç ya-şındaydı. Dışarıda kızıma bakacak kimsem yoktu. Mecburen kendi kaderime, kızımı da mahkûm ettim ve onu da yanımda buraya getirdim. Çok ağladı ve tarafımdan açıklanamayacak sorular sordu. Anne niçin buradayız? Anne neden bu demirler var? Ka-pıları üzerimize niye kilitliyorlar? Bu insanlar kim, niye bizimle birlikte uyuyorlar? gibi bir sürü soru sordu, hala da soruyor. Hiçbirine doğru dürüst cevap veremedim, hep geçiştirdim sorularını. Ne cevap ve-receğim ki zaten? Cezaevinde olma sebebimizi anla-tamazdım ki ona. En sonunda çareyi, kızımı babası-na göndermekte buldum. Fakat yine olmadı. Kızıma babası bakamadı. İki gün sonra geri gönderdi. Kızım dışarıya o gün bugündür çıkmadı.” Anne kokusunu özleyen küçük çocuk, iki günlük özlemlerini dindi-ren kavuşma anında çocuk yüreğiyle annesine sım-sıkı sarılmış. Kızının gelecekte paylaşacağı anıların arasında hapishane günlerinin olacağından büyük üzüntü duyan Gülşen: “Burada iki bayram geçirdik. Yavruma bayramlık bile alamadım. Aile ortamından uzak, soğuk bir bayram olmaması için elimden gele-ni yaptım. Ama en acısı, kızımın dördüncü yaşını da

parmaklıklar arasında geçirecek olması. Geçen sene-ki doğum gününü de dört duvar arasında kutladık. Kızım, bakacak kimsemiz olmadığı için benimle aynı kadere mahkûm oldu.” diyerek suçluluğunun vermiş olduğu burukluğu ve pişmanlığı anlatıyor. Şimdilik düşlerini kursa da özgürlüğüne kavuştuğu gün, kızı için her şeye yeniden başlayacağını, onun için karşı-sına çıkan bütün olumsuzluklarla mücadele edeceği-ni de ekliyor sözlerine Gülşen Demir Çiftçi.

Sıcak beşik yerine soğuk ranzalar...

Her annenin hayalidir bebeğini sıcacık beşiklerde uyutup, ona ninniler söyleyebilmek. Bu yüzden anneler bebeğinin en iyi şekilde büyütebilmek için verir onurlu mücadelesini. Ama bu süreçte atılan hatalı bir adım kurulan hayalleri suya düşürebilir. Bir bebeğe mahkûm sıfatıyla annelik eden bir kadının, çocuğu için sağlayabileceği şartlar oldukça kısıtlıdır. Bu durumun bütün zorluklarını yaşayan Fidan Pınar, 6 aylık bebeğini cezaevinde büyütmeye çalışıyor. Fidan Pınar: “Bebeğim daha çok küçük. Bazı gece-ler uyanıp ağladığında koğuştaki diğer mahkûmlar rahatsız oluyor. Sürekli şikâyet ediyorlar. Ama başka çarem yok, bebeğim mecburen yanımda kalıyor. Bebeğimi uyutabileceğim, onunla özel olarak ilgi-lenebileceğim bir alan da yok koğuşumuzda, böyle bir imkânın olmasını çok isterdim. Bu yüzden danış-manla görüştüm, ama bebeğimi sosyal hizmetlere göndermemi önerdiler.” Bebeğini henüz çok küçük olduğu için yanından ayırmak istemeyen Pınar, bu

öneriyi düşünmemiş bile. Üç çocuk annesi olan Fidan Pınar’ın iki çocuğuna büyükanneleri bakıyor. Çocuk-larının hiçbirine dilediği gibi bakamadığını belirten çaresiz anne, her hafta görüşüne gelen çocuklarını görünce yüreğinin parçalandığını söylüyor. “Diğer çocuklarımı görüş günleri görebiliyorum sadece. Ha-liyle çok özlüyorum onları.” diyor. Fidan Pınar, dışa-rıdaki hayata duyduğu özlemi, kendi kaderine ortak ettiği bebeğiyle ilgilenerek unutmaya çalışıyor.

“Kızım sürekli dışarı çıkmak istiyor”

Kayseri Kapalı Cezaevinde, sokak aralarında sak-lambaç oynayan, oradan oraya koşuşturan, cıvıltıları pencerelerden evlerin içini dolduran çocuklar, demir parmaklıkların ardında kendilerine ait olmayan bir kaderi yaşıyorlar. Burada çocuğuyla birlikte cezasını çeken hükümlülerden biri de Emine Altın. Kızının sü-rekli dışarı çıkmak istediğini belirten Altın, bu sorunu hayal gücüyle aşmaya çalışıyor. “Kızım sürekli dışarı çıkmak istiyordu. Bir süre sonra kendimce hikâyeler uydurup kızıma anlatmaya başladım. Genelde dışa-rıda askerler var, sana kızarlar, hemşire ablaya gön-derip iğne yaptırırlar diyorum ya da ‘Bak gardiyan gelirse havalandırmayı yasaklar bize’ diyorum. Ço-cuğumu, ancak bu şekilde ikna edebiliyorum. Keşke burada olmasaydım da söyleyecek başka şeylerim olsaydı.” diyor. Çocukların birbiriyle oynamak yerine kavga ettiklerinden de yakınan Altın, bunu cezae-vindeki aktivite yoksunluğuna bağlıyor. Emine Altın bu eksikliği şöyle anlatıyor: “Çocuğum çoğu zaman

Page 20: Eriha 3

ranzadan ranzaya atlayarak oyun oynuyor. Zekâ ve el becerilerini geliştirecek aktivitelerden uzak büyüyor. En fazla bebekleriyle oynayabiliyor. Ba-zen içine kapanabiliyor. Bu yüzden başka çocuk-larla sürekli kavga ediyor. Paylaşma duygusunu geliştirebilecek eylemlere ihtiyacı var hepsinin. Umarım cezaevinin bu eksikliği giderilir ve bir kreş açılır. Ben okul okumadım. Büyük hatalar yaptım. Çocuğumun da benim gibi olmasını is-temiyorum. Mutlaka okumasını ve meslek sahibi olmasını istiyorum.” Yaptığı hatanın sonucunda kendisiyle birlikte hapsedilen kızının geleceği için iyi şeyler umut etmekten başka bir umarı yok Emine Altın’ın.

‘’Anneler çocuklarına açıklama yapacak bilinçte değiller’’

Hapishanede hayatları koğuşlardan ve avludan ibaret olan anneler ve çocuk-ları, zaman zaman içinden çıkılamaz ruhsal bunalımlar yaşıyor. Çocuklar, sordukları sorulara cevap alamamanın, anneler ise bu sorulara cevap vere-memenin sıkıntısını üzerlerinden atmak için cezaevinin psikolojik yardım biriminden destek almak zorunda kalıyorlar. Cezaevi psiko-logları: “Anneler, çocuklarına açıklama yapacak bilinçte değiller. Bütün annelerin hemen hemen eğitim düzeyleri birbirine yakın. Bize geldikle-rinde verdiğimiz önerilere bile tereddütlü yakla-şıyorlar. Çocuklarını, oluşturduğumuz eğitim bi-rimlerine emanet etmekten çekiniyorlar. Devlet, çocuğuma el koyarsa düşüncesi endişelendiriyor anneleri. Bu sebeple kurumlara çocuklarını tes-lim etmeyen anneler, çocuklarının birçok şeyden mahrum yetişmelerine zemin hazırlıyor. Cezae-

HAZİRAN 201118

“Anneler, çocuklarına açık lama yapacak bi l inçte deği l ler. Bütün annelerin hemen hemen eğitim düzeyleri b irbir ine yakın. Bize geldik ler inde verdiğimiz öneri lere bi le tereddütlü yaklaşıyorlar. Çocuklarını , o luşturduğumuz eğitim bir imlerine emanet etmekten çekiniyorlar. Devlet, çocuğuma el koyarsa düşüncesi endişelendir iyor anneleri .”

Page 21: Eriha 3

HAZİRAN 2011 19

vinin içine kreş açılmasını üst makamlara önerdik. Fakat yer sıkıntımız olduğu için bunu gerçekleşti-remiyoruz. Bu sağlanabilmiş olsa, anneler gönül rahatlığı içinde çocuklarını kreşe gönderebilecek-ler.” diyor.

“Sivil topluma büyük rol düşmekte”

Cezaevlerinde toplumsal hayattan uzaklaşan an-neler, cezaları bitip özgürlüklerine kavuştuklarında toplumsal adaptasyon sorunu yaşıyorlar. Bu doğ-rultuda anneleriyle cezaevinde kalan çocukların da topluma adapte olmaları oldukça zor oluyor. Cezaevinden ayrılma zamanı geldiğinde çocuklar dışarıdaki hayattan korkuyor ve dışarı çıkmak iste-miyorlar. Çocukların yaşadığı bu korkunun, ileride çeşitli sorunlara yol açabileceğine dikkat çeken Psikolojik Danışman Gülser Erdoğan: “Biz insanlar çocuk ya da yetişkin, bilmediğimizden korkarız, kendimizi güvende hissetmediğimiz ortamlarda kalmak istemeyiz. Bu nedenle her ne şartta olursa olsun, çok kötü bile olsa içinde yaşamasını bildiği-miz yerden ayrılmak zor gelir. Bütün elemlerine rağmen orada kalmayı tercih ederiz. Bu, hele ki bir çocuksa, yaşadığı yer cezaevi dahi olsa, orası en güvenli yerdir onun için. Bu durum çocuğun ileriki yaşlarında da etkisini gösterebilir. Böyle bir yaşantı

geçirmiş bir çocuk o günlerin izlerini taşıyacaktır. Bu durumda olanlar, ‘Ben zaten böyle geldim, böyle giderim.’ çıkmazında boğulur. Bir çocuk bu kaygılı dönemi tek başına aşamayabilir. Bu yüzden sivil toplum kuruluşları maddi ve manevi olarak böyle çocuklara mutlaka el uzatmalıdır.” diyor. Bu süreçte, annesi mahkûm olan çocuğa, toplumun yaklaşımı da çok önemli. Bu durumdaki çocuklara maalesef katilin kızı, hırsızın oğlu gibi bazı etiket sıfatlar yakıştırılıyor. Bu yaklaşımlar da çocukların üzerinde oldukça olumsuz etkiler gösterebiliyor. Psikolojik Danışman Gürsel Erdoğan, bu durumda olan çocuklara yaklaşırken çok hassas davranılma-sı gerektiğine dikkat çekerek şunları söylüyor: “Bu durumdaki çocuklar adeta, annesinin günahını çekmeye maruz kalır, hor görülür. Ne acıdır ki in-sanlar çocuklarının bu çocuklarla oynamasını, ko-nuşmasını istemezler. Peki, bu çocuklar ne olacak? Toplumdan tecrit edilmeleri mi gerekiyor? Bilakis, ilk çocukluk dönemini cezaevinde geçirmiş, ama elinde tutulduğunda büyük başarılara imza atmış örnekleri var bu insanların. Onun için o çocuklara sahip çıkmak, onlara el uzatmak en güzel yol ola-caktır onları geri kazanmak için. Bu noktada her-kese görevler düşmekte. Bu sorunu aşmada Sivil Toplum Kuruluşları’nın geliştireceği eğitim prog-ramlarının çok önemli olduğunu düşünüyorum.”

Toplumun sağlığı açısından, cezaevlerinin bu gibi durumların yaşanmasını önleyecek koşullara ka-vuşturulması, toplumun daha duyarlı davranması, cezaevinde büyüyen çocukların yaşayacağı sorun-ların çözülmesine büyük katkılar sağlayacaktır.

Psikolojik Danışman Gülser Erdoğan

Page 22: Eriha 3

ERİHA Haber

kalemi kırıldı

Bitlisli tütün ekicisinin

MAŞALLAH ÇAYIR

HAZİRAN 201120

Page 23: Eriha 3

kalemi kırıldı

HAZİRAN 2011 21

Bitlislinin geçim kaynağı olarak görülen 3 kalemden 3’ü de kırıldı.

Bu kalemlerden ilki Türk Telekom’du; kapatıldı, İkincisi Yol-Su-Elektrik (YSE) Bölge Müdürlüğü’ydü; o da

Bitlis’ten taşındı, üçüncüsü Tekel’di kapatıldı. Geçiminin büyük bir kısmını

tütün üretiminden karşılayan halk, 2008 yılında değiştirilen ‘Tütün

ve Alkol Ürünleri Üretim Kanunu’ kapsamında, üreticinin yıllık tütün miktarı 500 kilo ile sınırlandırıldı.

Bu da bölgede kaçak tütün pazarını harekete geçirdi. Tütün üreticileri

için makul bir çözüm bulunmazsa; ya geçimlerini sağlayabilmek için yasa

dışı yollarla tütün üretip satacaklar ya da topraklarını terk edecekler.

Page 24: Eriha 3

HAZİRAN 201122

Bitlis halkının gelir kaynaklarının önemli bir bölümünü, tarım ürünleri oluşturu-yor. Ekilen tarım ürünleri arasında tütün, vazgeçilmez bir yere sahip. Bölge halkı-

nın da en önemli geçim kaynaklarından biri tütün, ama Bitlis’te tütün üretimi her geçen yıl biraz daha azalıyor. Bölge halkına geçimlerini sağlama yolunda önemli bir kazanç getiren tütün üretimini sınırlandı-ran 5752 sayılı kanun uyarınca, belirlenen limit üze-rinde tütün üretimi yapan çiftçiye ceza uygulanacağı belirtiliyor. 5752 sayılı ve 03.04.2008 tarihli değişik-likte belirtilen Tütün ve Tütün Mamulleri Kanunu’na göre; “Ticari amaç olmaksızın, kendi ürettiği ürünleri kullanarak 50 kilogramı aşmayan sarmalık kıyılmış tütün elde eden veya 350 TL’yi aşmayan fermente alkollü içki imal edenler haricinde, kurumdan tesis kurma ve faaliyet izni almadan; tütün işleyenler veya tütün mamulleri, etil alkol, metanol ya da alkollü içki üretmek üzere fabrika, tesis veya imalathane kuran ve işletenler bir yıldan üç yıla kadar hapis ve 5 bin gün-den 10 bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandı-rılır. Bu Kanun’un 6’ncı maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarına aykırı hareket edenler ile tesislerinde izin verilen kalemler dışında faaliyette bulunanlara da aynı ceza verilir.” 2008 yılında değişiklik yapılan Tütün ve Alkol Ürünleri Üretim Kanunu, tütün üreticisinin beklentilerini karşılamaktan oldukça uzakta. Bu du-rum, bölgede yasadışı tütün piyasasının daha da büyümesine neden oldu. Yasadışı üretimin artmasına neden olan 500 kiloluk kota uygulaması, üreticinin belini büküyor. Geçiminin büyük bir kısmını tütün üretiminden karşılayan halk; 500 kilo üretimle sınır-landırılınca değil geçimini sağlamak, 500 kilo tütünü üretmek için yaptığı masrafı bile zor karşılıyor.

Zor durumdaki tütün üreticisi dernek ve vakıf kurduBölgenin tütün üreticileri, yürürlüğe giren kanunun değişmesi için defalarca mahkemeye başvurmuş, ama olumlu bir sonuç elde edememişler. Zor durum-da kalan tütün üreticileri bir araya gelip dernek ve va-kıf kurarak, seslerini yetkililere duyurmaya çalışıyor. Bitlis Merkez Tütün Üreticileri Birliği bu derneklerin en etkilisi. Dernek başkanı Maşallah Duymaz, tütün üreticisinin 2008’de değişen yasa sonucu yaşadığı mağduriyeti şöyle anlatıyor: “Bitlis’te Tekel fabrikası kapatıldıktan sonra, tütün alımları durduruldu. Üreti-cilere bir talimat gönderildi. O talimat şöyleydi: ‘Üre-tici ektiği tütünü anlaştığı firmaya veya tüccara resmi evraklar tamamlandıktan sonra satabilir.’ deniliyordu. Buraya kadar her şey gayet güzel, ama asıl düşünül-mesi gereken şey firma veya tüccarın bizden ne kadar tütün talep edeceğiydi. Bu faktör göz önünde bile bulundurulmamıştı. Firmaların talep ettiği miktar çok az olunca Toprak Mahsulleri Ofisi, bütün üreticilerin

üreteceği bir miktar belirledi. Bu kota belirlenirken üretici yararına olan hiçbir ölçüt düşünülmedi. Bura-da her üretici en az iki dönüm araziyi ekerek geçimini sağlayabiliyordu. Kota uygulamasıyla 200 m2 alana ekilebilecek ürünle üretici nasıl geçinsin? Bu durum üreticiyi kaçak tütün üretmeye zorluyor.”

Satılan fiyatın 150 katı kadar ceza uygulanıyorEkimi tamamen çiftçinin insiyatifine bırakılmış olan tütünün, satış aşamasına gelindiğinde aksaklıkları ortaya çıkıyor. Tütün ekilmeden önce çiftçinin resmi evrakla belirttiği, alıcısı ve kilosu belirlenmiş olan her kilodan fazlasına; 800 ila 1000 TL arasında cezai işlem uygulanıyor. Tarlada ekilmesine, biçilmesine; hatta tütünün son aşaması olan kıyılmasına dahi hiçbir ses çıkarmayan denetim mekanizması, şehir içi veya şehirlerarasında taşınan tütüne hapis cezasının yanı sıra ağır para cezası uyguluyor. Eğer çiftçinin tütünü beyan ettiği kilodan fazlaysa ve deposu ektiği ilçede değilse cezaya çarptırılabiliyor. Bu şekilde cezalan-dırılan onlarca insan var. Bayramalan köyünden Faik Arslan bunlardan biri: Arslan; “Ben kaçak yapılacak bir taşımacılıkta yakalanırsam para cezası alacağımı bilmiyor muyum? Tabii ki biliyorum. Fakat yapabile-ceğim başka hiçbir şey yok. Benden yasal şekilde alı-nan tütün bu işte geçimimi sağlayamayacak kadar az. Bakmam gereken bir ailem ve maaşlarını ödemem gereken işçiler var. Bu masrafların altından, birkaç

yüz kilo tütünle kalkamam. Benim en azından dört ya da beş ton tütün satmam gerekir ki, kazanç sağlayım. Yasak olduğunu bile bile bu işi yapıyoruz. Ektiğimiz tütünleri satmak için il dışına çıkarıyoruz. İki ay önce 64 kilo tütünüm denetimde yakalandı. Tütün ham haldeydi, işlenmediği için 5 bin TL ceza verdiler. Eğer

Bitlis’in Bayramalan köyünden Faik Arslan “İki

ay önce 64 kilo tütünüm denetimde yakalandı.

Tütün ham haldeydi, işlenmediği için 5 bin TL ceza verdiler. Eğer

işlenmiş olsaydı, bu rakam söylediklerine göre 40 bin TL’yi bulabilirmiş.

Ben tütünü yasal olarak sattığımda kilosuna 6 liradan ancak alıcı

bulabiliyorum. Benden yasal şekilde alınan

tütün bu işte geçimimi sağlayamayacak kadar az.

Bakmam gereken bir ailem ve maaşlarını ödemem

gereken işçiler var.” diyor Faik Arslan.

B i t l i s M e r ke z Tü t ü n Ü r e t i c i l e r i B i r l i ğ i D e r n e k B a ş k a n ı

M a ş a l l a h D u y m a z

Page 25: Eriha 3

ERİHASöyleşiişlenmiş olsaydı, bu rakam söylediklerine göre 40 bin TL’yi bulabilirmiş. Ben tütünü yasal olarak sattığımda kilosuna 6 liradan ancak alıcı bulabiliyorum. Kaçak tütün pazarında bu fiyat ikiye, üçe katlanıyor. Zaten bu da bizim ürünümüzü yasal olmayan yollardan satmamızın en büyük nedeni. Bu fiyatlarda alıcısı olan tütüne, devlet kilo başına 800 TL ve üzeri ceza kesiyor.” diyor. Bütün çiftçiler olmasa da birçoğu, kaçak yollarla geçimini sağlıyor. Yasal şekilde bu işten yeter-li para kazanan üreticiler de var. Fakat onlar da, sayıları bir hayli fazla olan üreticilerin çok az bir bölümünü oluşturuyor. Tütünleri makul fiyata alacak birkaç firma da var, ancak bü-tün çiftçilerin ürününü alacak kadar değil.

Tütün üreticileri bölgeden göç ediyorBatman, Diyarbakır, Muş, Bitlis, Adıyaman, Van, Siirt ille-rinde, tütün ekerek geçimlerini sağlayan binlerce aile var. Bölge ekonomisinin temel taşı tütün ticareti olunca, bu uygulamadan doğrudan etkilenen insan sayısı da yarım milyonu buluyor. Tütün tarımının kazancı, tekelin özelleş-tirilmesiyle iyice azalmış durumda. Zaten tütün ekmekten başka hiçbir gelir kapısı olmayan birçok çiftçi, memleketin-den göç etmek zorunda kalıyor. Tütün Üreticileri Birliği’nin yalnızca Bitlis’te yaptığı araştırmalara göre; bu göç, son iki yılda iki katına ulaşmış durumda. Tütünle elde edilen ka-zanç az olunca yasal olmayan ticarete başvuranların sayısı da her geçen gün artıyor. Yasalar karşısında derdini açıkla-yamayan çiftçiler, yargılama başlamadan kimseye haber vermeden yerlerini yurtlarını terk ediyor. Yaşanan zorunlu göçleri Dernek Başkan Yardımcısı Abdülalim Armağan şöyle anlatıyor: “Biz yıllardır ailecek tütün ekeriz. Bizim ekebildi-ğimiz tek ürün tütündür. Benim gibi sadece tütün ekmesini becerebilen yüzlerce aile var. Biz de devlet karşısında suçlu duruma düşmek istemeyiz. Bize ‘Tütün ekmeyin.’ denilsin, ne olursa olsun ekmeyiz. Ama alternatif bir yol da göster-meleri lazım bize, yoksa hepimizin sonu kaçak ticaret ola-cak. Bize denilen ‘İstediğiniz kadar ekin, ama satamazsınız.’ Çiftçi de ektiğini satmak için kaçak yollara başvuruyor. Sa-dece benim köyümden iki aile 18 bin TL ceza yedikleri için, bir gece ansızın evlerini boşaltıp kaçmak zorunda kaldılar. Nereye gittiklerini kimse bilmiyor. Bu aileler, son çare olan kaçak tütüne başvurdukları için giden aileler. Bir de daha en başta hiç bu yola kalkışmadan, batı illerine göç eden onlarca tanıdığım aile var. Kimileri kaçıp izini kaybettirmeye çalışı-yor, kimi de çeşitli miktarda yakalattıkları tütünün cezasını taksitler halinde ödemeye çalışıyor. Biz çiftçiler olarak kaçak iş yapmak istemiyoruz. Vergimizi ödeyerek, hiçbir denetim-den korkmadan, babamızdan kalan mesleğimizi sürdürmek istiyoruz sadece.”

“Kaçak tütün piyasası büyüyecek”Tütün üreticileri sıkıntılarını üst mercilere bildirirler. Bunla-rın arasında Bitlis Valisi, Kaymakam ve bölge milletvekilleri var. Fakat, elle tutulur gözle görülür bir çözüm üretülmiş de-ğil. Şikâyetlerini Tarım Kredi Kooperatifi’ne ulaştırdıkların-daysa kurum tarafından elma, çilek, buğday gibi bazı tarım

ürünleri ekmeleri önerilir. Bu önerilerin beklemedikleri çö-zümler olduğunu ifade eden Merkez Tütün Üreticileri Birliği Başkanı Maşallah Duymaz, çözüm önerilerinin gerçekleş-mesinin zor olduğunu söylüyor. Duymaz: “Tarım Kredi Koo-peratifi, biz tütün üreticilerine demek istiyor ki ‘Ekmeğiniz yoksa pasta yiyin. Tütün ekiminden vazgeçin, elma fidanları alın toprağa onu dikin. Buna benzer birkaç tarım ürünü de yetiştirebilirsiniz.’ Bir elma ağacının ürün verebilmesi için yedi yıl beklemek, emek vermek gerekir. Bizim bunu bekle-yecek ne zamanımız var, ne de sermayemiz. Yedi yıl boyunca nasıl geçineceğimizi kimse düşünmüyor. Bir çiftçinin böyle bir işe başladığını varsayalım. Toprak ve iklimin de buna müsait olduğunu düşünelim. En azından fidanları veya to-humu devlet karşılamalı. Bu konuları kimse dile getirmiyor. Gerçekleşmesi zor çözümler düşünüleceğine, çiftçi kaçak-çılık yapmadan nasıl ayakta durabilir diye düşünülse daha makul sonuçlar ortaya çıkar. Bugün kaçak tütün piyasası milyonlarla ölçülemez durumda. Devlet bu vergi dışı sistemi denetim altına alsa, yalnızca kendisi değil çiftçisi de kazanır. Eğer bu durum göz ardı edilirse, kaçak tütün piyasası daha da büyüyecektir. Bu durumda bölge halkı kadar ekonomi de kaybetmeye mahkûm kalacaktır.” diyor. Tütün üreticileri için üreticinin daha rahat geçimini sağlayabileceği bir yol bulun-mazsa, tütün üreticileri para kazanmak için yasa dışı yollara başvurulmaya devam edilecek ya da baka şehirlere göçüp geçim kapısını değiştirecek.

HAZİRAN 2011 23

B ay r a m a l a n kö y ü n d e n Fa i k A r s l a n

Page 26: Eriha 3

HAZİRAN 201124

S ı rc a n a i l e s i n i n 8 8 y ı l ö n c e b a ş l a y a n f o t o ğ r a f ç ı l ı k s e r ü ve n i i ç i n d e b i rç o k i l k i b a r ı n d ı r ı yo r. A n a d o l u’d a k i i l k k a d ı n f o t o ğ r a f ç ı d a n , i l k re n k l i ve s i k a l ı k f o t o ğ r a f k a re s i n e u z a n a n b i r s e r ü ve n i n b a ş k a h r a m a n ı S ı rc a n a i l e s i . M e h m e t ve A k k a d ı n S ı rc a n’ l a b a ş l a y a n , o ğ u l l a r ı A b d u l l a h S ı rc a n’ l a d e v a m e d e n f o t o ğ r a f ç ı l ı k s e r ü ve n i , A b d u l l a h S ı rc a n ve e ş i n i n ç a b a l a r ı y l a g ü n ü m ü ze k a d a r u z a n ı r. A b d u l l a h ve Ay t e n S ı rc a n’ı n e l i n d e ye t i ş e n İ z ze t K a r a k a y a , a i l e m i r a s ı n ı b i r s o n r a k i k u ş a ğ a t a ş ı y a c a k .

AHMET YILMAZ

Sırcan ailesi yı ldır

88 deklanşöre basıyor

ERİHA Yaşam

Page 27: Eriha 3

HAZİRAN 2011 25

1892’de dünyaya gelen Mehmet Sırcan ilk defa, askerlik yıllarında tanışır fotoğ-raf kareleriyle. Birinci ve İkinci Dünya

Savaşları’na katılan Mehmet Sırcan, ordu fotoğraf-hanelerinde çalışır. Terhis olup askerden döndüğün-de Kayseri’de fotoğrafçılıkla uğraşan bir tanıdığının yanında iş hayatına atılır. Ancak fotoğraf konusunda yeterli donanıma sahip olmadığını düşünen Sırcan, amcasının yanına İzmir’e gider. İzmir’de de iki yıl fotoğrafçılık üzerine çalışır. Sırcan, askerde öğren-diği, İzmir’de deneyim kazanarak farklı bakış açıları geliştirdiği fotoğrafçılık üzerine kendi atölyesini kurmak amacıyla Kayseri’ye döner. 1926’da hayalini gerçekleştiren Sırcan, üçayaklı alüminyum bir maki-neyle çekimlere başlar. Mesleğe atılışının ilk yılların-da halktan pek ilgi görmeyen fotoğraf daha sonra, resmi işlemlerde kullanılmaya başlayınca Mehmet Sırcan’ın fotoğraf atölyesinin kaderi değişir.

Fotoğrafçı Teyze Akkadın Sırcan

Mehmet Sırcan’ın fotoğrafhanesine 1926 yılının Haziran ayında genç bir çift fotoğraf çektirmek için gelir. O yıllarda halk fotoğrafa ve fotoğrafçıya aşi-

na değildir. Fotoğraf çekimi için gelen genç bayanın yüzü peçeyle örtülüdür. Mehmet Sırcan’ın telkinleri-ne rağmen peçesini çıkarmak istemez. “Ben yabancı erkeklerin yanında peçemi çıkarmam, namahrem olur, yüzümü açamam.” der. Eşinin ısrarları üzerine güçlükle peçesini açmaya ikna olur olmasına, ama bu defa da Mehmet Sırcan’dan kendisine bakmadan fotoğraf çekmesini ister. Zor şartlarda da olsa fotoğ-raf çekimi tamamlanır. Yaşanan bu olay Mehmet Sırcan’ın hoşuna gitmez. O günün akşamında eve gittiğinde eşi Akkadın Sırcan’a yaşadıklarını anlatır. Bu durumdan çok utandığını ve bir şeyler yapmak istediğini belirtir. Eşi, Akkadın Sırcan’dan, evlerinin avlusunun gün ışığı alan bir duvarına perde as-

masını ve fotoğraf çektirmeye gelen bayan müşterilerin fotoğraflarını

burada çekmesini ister. Akkadın Sırcan tereddütsüz kabul eder bu teklifi. Akkadın Sırcan, müstakil olan evlerinin avlusunda bayan m ü ş t e r i l e r i n

f o t o ğ r a f l a r ı n ı çekmeye başlar.

Böylece fotoğraf çektirmek isteyen kadınlar, gönül rahatlığıyla tercih eder burayı. Akkadın Sırcan, kısa zamanda “Fotoğrafçı Teyze” diye nam salar Kayseri ve çevresinde. Evin avlusu ve çevresi evlenecek genç çiftler, diploma ve kimlik için fotoğraf çektirmek is-teyen öğrencilerle dolup taşar. Akkadın Sırcan nor-malde ayrı ayrı çektiği gelin ve damat fotoğraflarını, yan yana çekmeye de başlar. Anneler çocuklarının fotoğraflarını çektirmek için Akkadın’ın evinin önün-de sıraya girmeye başlarlar zamanla. Hatta o dönem Akkadın Sırcan eşinin fotoğraf atölyesinde kazandığı paranın daha fazlasını kazanmaya başlar.

“Öbür dünyada fotoğraflara can verebilecek misin?”

Akkadın Sırcan tam bir fotoğrafçı olmuştur artık. Kayseri ve çevre beldelerden gelen kadınlar ve er-kekler Akkadın Sırcan’ın fotoğraf stüdyosu olarak

kullandığı evine akın ederler. Kayseri’deki ka-dınlar arasında tanımayan yoktur onu. Mes-

leği gereği kadınlar arasında tanınan bir isim olur. Onun bir kadın olarak, başarılı olmasını çekemeyenler de olur. Dönemin

Page 28: Eriha 3

HAZİRAN 201126

K a r a k a y a : “ F o t o ğ r a f ç ı l ı k s a n a t ı n d a d e v a m l ı l ı ğ ı s a ğ l a m a n ı n y o l u y e n i l i k l e r e a ç ı k o l m a k t a n g e ç i y o r. F o t o ğ r a f ç ı l ı ğ ı n d ö n ü m n o k t a s ı , k a r a n l ı k o d a d a n d i j i t a l e g e ç i ş o l d u . B u s ü r e c i e n i y i ş e k i l d e a t l a t t ı k v e d i j i t a l i ö z ü m s e d i k . E n b ü y ü k s ı k ı n t ı m ı z i s e e l e m a n s o r u n u . F o t o ğ r a f ç ı l ı ğ a g ö n ü l v e r e c e k e l e m a n y e t i ş t i r e m i y o r u z n e y a z ı k k i .

bazı kadınları Akkadın Sırcan’a “Bu fotoğrafları çekiyor-sun, ama öbür dünyada bunlara can verebilecek misin?” diye tepki gösterirler. Duyduğu hiçbir kötü eleştiriye aldırış etmez Akkadın. Meslek edindiği iş doğrultusun-da kendini geliştirmeye devam eder. Havanın soğuk ve bulutlu olduğu günlerde de geliştirdiği yapay ışıklandır-ma yöntemiyle fotoğraf çekmeye devam eder. Bunları yaparken ev işlerini, çamaşırı, bulaşığı da ihmal etmez; fakat çekime daldığı zamanlarda ocakta sık sık yemek unuttuğu da olur. Fotoğrafhanede Mehmet Sırcan, evlerinin avlusunda Akkadın Sırcan, 1949 yılına kadar sürdürürler tutkuyla bağlandıkları fotoğraf çekimlerini.

İşler Abdullah Sırcan’a emanet edilir

Mehmet ve Akkadın çiftinin oğulları Abdullah Sırcan, anne ve babasının mesleğini ikisine de çıraklı ederek öğrenir. İlk fotoğraf atölyesini 1946 yılında “Foto Sırcan Mutahassıs” adıyla Kiçikapı’da açar. Abdullah Sırcan, fotoğrafı ve fotoğrafçılığın teknik kısmını babasından; fotoğrafta duruş, ışık, derinlik, gölge, estetik ve rötuş kısmını annesinden öğrenir. Kısa sürede işlerini yoluna koyan Abdullah Sırcan, 1947 yılında Gemerekli bir öğ-retmenin kızıyla evlenir. Ayten Sırcan; kız sanat ensti-tüsü mezunu, resim sanatına meraklı bir terzidir. Gelin geldiği evde sürekli sohbet konuları olan fotoğraf, rötuş, agrandizör, fotoğraf makineleri, objektif konuları onun da kısa zamanda merak konusu olur. Bu sayede Ayten Sırcan da kısa sürede fotoğraf çekiminin ve sanatının tüm inceliklerini öğrenir. Kayınvalidesi Akkadın Sırcan ile birlikte çekim yapmaya başlar. Mehmet ve Akkadın Sırcan çifti, oğulları ve gelinlerinin iyi birer fotoğrafçı olduklarını görünce işi onlara devrederler.

Anadolu’da ilk renkli portre fotoğraflar

Henüz Anadolu’da renkli çekim renkli fotoğraf çekimine başlanmadığı dönemde Ayten ve Abdullah Sırcan, port-re fotoğrafları renklendirmeleriyle ünlenirler. Şu an 84 yaşında olan Ayten Sırcan fotoğrafı renklendirme süreci-ni şöyle anlatıyor: “Eşim önce renklendirilecek fotoğrafın çekimini yapıyordu. Daha sonra da fotoğrafı sepia haline dönüştürüp büyütüyordu. Ben de büyütülen fotoğrafın elbise ve saç kısımlarını suluboya ile renklendiriyordum. Kirpiklere, göz kapaklarına, dudaklara ve burna çok kü-çük kürdanların uçlarına doladığımız pamukla hassas bir şekilde anilin ve kuru toz boya kullanarak renk ve-riyorduk. Renklendirme işleminde benim sanat okulu mezunu olmamın payı büyüktü. Renklendirme bittikten sonra, etil alkol kullanılarak boyaları sabitliyor ve en sonunda fotoğrafın sağ tarafına ‘Foto Sırcan Mutahas-sıs Ressam’ yazarak işlem tamamlıyorduk.” Abdullah ve Ayten Sırcan 1953 yılına kadar Kayseri’de fotoğrafçılığa

Page 29: Eriha 3

HAZİRAN 2011 27

devam ederler. Daha sonra İstanbul’a yerleşen aile, orada da bir fotoğrafçı dükkânı açar. Akkadın Sırcan’ın hastalanması üzerine 1958’ de Kayseri’ye geri ge-lirler. Sırcan ailesi Hisarcıklı olduğu için 1960-1980 yılları arasında birçok Hisarcıklı genci fotoğraf konu-sunda yetiştirir. 5 Ocak 1975 yılında Akkadın Sırcan, 17 Temmuz 1975 yılında da Mehmet Sırcan hayatını kaybeder.

Sırcan ailesinin varisi: İzzet Karakaya

Abdullah ve Ayten Sırcan çiftinin üç kızı olur, ancak üçü de fotoğrafa meraklı değildir. Evlenip, yuvalarını kurarak hayatta farklı bir yön çizerler. 1972 yılında İzzet Karakaya, Abdullah Sırcan’ın çırağı olur ve kısa sürede onun güvenini kazanır. İzzet Karakaya ailenin meslek sırlarını bilen, iyi bir fotoğrafçı olarak yetişti-rilir. Karakaya’yı manevi oğulları olarak gören Sırcan çifti, mesleği devam ettirecek varisleri olarak görür onu. İki fotoğrafhanenin de sahibi olan Abdullah Sırcan 1981 yılında vefat eder. Bu tarihten sonra da Ayten Sırcan ve İzzet Karakaya mesleği devam ettirir. Ayten Sırcan, İzzet Karakaya’yı manevi oğlu olarak gördüğü için aynı evde yaşamaya başlarlar. İşlerin başına geçen Karakaya manevi ailesinden gördüğü tecrübeyle fotoğraf dükkânlarını en iyi şekilde yöne-tir. Kendisine bırakılan bu mirası günümüze kadar getirir. Zamanla gelişen ve sektörde önemli yer tutan teknolojik gelişmeleri de kısa zamanda özümseyerek uygulamaya koyar. Teknolojik yeniliklere uyum sağla-manın, çağın gerekliliği olduğunu söyleyen Karakaya: “Fotoğrafçılık sanatında devamlılığı sağlamanın yolu yeniliklere açık olmaktan geçiyor. Biz günlük geliş-meleri takip ediyoruz. Fotoğrafçılığın dönüm noktası, karanlık odadan dijitale geçiş oldu. Bu süreci en iyi şekilde atlattık ve dijitali özümsedik. Her kesimden müşterilerimiz var. En büyük sıkıntı eleman sorunu, fotoğrafçılığa gönül verecek eleman yetiştiremiyoruz ne yazık ki. Fotoğraf konusunda iyi işler yapmamız ve sektördeki yenilikleri takip etmemiz varlığımız açısından son derece önemli.” diyor. Kayseri’nin en eski fotoğrafçılarından olan Sırcan ailesi, yaşadıkları olumsuzluklara rağmen günümüze kadar fotoğraf-çılık faaliyetlerini sürdürür. Zaman içinde ailede fo-toğrafa gönül verenler bir bir sonsuzluğa uğurlansa da Ayten Sırcan, aile geleneğinden kopamaz. Bugün-lerde çocukları ve torunlarıyla eski fotoğraflara bakan Ayten Sırcan, anılarını yâd ediyor. Sırcan ailesinin 88 yıllık fotoğrafçılık geleneğini devam ettirecek olan İzzet Karakaya, zamanla modernleştirdiği stüdyoda Kayseri’nin tanınmış fotoğrafçılarından biri olarak çekimlerine devam ediyor.

Page 30: Eriha 3

HAZİRAN 201128

M A Ş A L L A H Ç AY I R

30 YILDA BİR DEFAGÖRÜŞÜLEN DAVA

Tarihler 15 Eylül 1980’i gösterdiğinden bir gün sonra, sınavını kazanarak yerleştiği liseye başla-yacak olan bir genç, tarihe Moda Çatışması olarak geçen silahlı saldırı sonucu koparılır yaşamdan. O

yaz mahalledeki tek terzinin yanına çırak olarak girmiştir Ahmet Ali Özkan. Kendi elleriyle diktiği okul kıyafetini günler öncesinden hazırlamış, okulun açılacağı günü bek-liyordur heyecanla. Okullar açılacağı için işinden ayrılacak olan Ahmet Ali Özkan terzideki görevini yakın arkadaşı Bayrak Bayraktar’a bırakacaktır. Arkadaşına işleri öğret-mek amacıyla bir gün önceden sözleştikleri için dükkâna gitmek üzere çıkar evden. Sözleştikleri gibi Bayrak Bayraktar’la buluşup dükkâna gider, işe koyulurlar biraz sonra olacaklardan habersizce.

Siyasiler yanlış insanlara sıkar kurşunu1980’lerin başı siyasi görüşlerin keskin çizgilerle ayrıl-dığı, dolayısıyla karşıt görüşlü insanların bir birleriyle çatışmalarının en üst seviyeye ulaştığı dönemdir. Ahmet Ali Özkan’ın yaz boyunca çalıştığı moda terzi dükkânının sahibi siyasetle yakından ilgilidir. Dönemin çatışan iki görüşünden birini benimser. O pazar günü, her şeyden habersiz olan Ahmet Ali Özkan ve arkadaşı sözleştikleri gibi terzide buluşmuşlardı. İşleriyle ilgilenen gençler bir anda patlayan silahların sesiyle irkilirler. Otomobilleriyle terzi dükkânının önüne yanaşan karşıt düşünceli silahlı bir grup, terzi dükkânının sahibini hedef alarak dükkâna ateş açar. Neye uğradıklarını şaşıran iki delikanlı sak-lanmaya çalışırken dakikalarca süren silahlı saldırıda hayatını kaybeder. Olayda, karşıt görüşlerin hiçbirine mensup olmayan iki masum genç; Ahmet Ali Özkan ve yakın arkadaşı Bayrak Bayraktar kanlar içinde kalarak can verir. Terzi dükkânını tarayarak silahlı eylemlerini başarıya ulaştıran grupsa hiçbir iz bırakmadan kayıplara karışır. Ne olduğunu anlamak için mahşer alanına dönen dükkânın önüne gelen baba Mehmet Özkan o an ne olduğuna an-lam veremediğini söylüyor. Bir saat sonra polisleri ikna

ZAMAN AŞIMINA UĞRADI

edip, oğlunun cansız bedenine bakarak teşhis edebilir onu. Baba Mehmet Özkan hiç unutamadığı o günü şöyle anlatıyor: “Evden çıktığımda sokağın köşesinde büyük bir kalabalık fark ettim. Ahmet’in çalıştığı dükkân da köşeden dönüldüğünde ikinci dükkândı. Bir an içimde bir korku hissettim, ama o yıllarda protesto, miting çok oluyordu Bayrampaşa’da. Yine öyle bir şeydir diye düşündüm. Kala-balığın içerisine bakmaya gittiğimde orada bir çatışmanın meydana geldiğini gördüm. İnsanlar aralarında, içeride ölülerin olduğundan bahsediyorlardı. Kalabalığı yara yara polis kordonuna zor da olsa vardım. Oğlumun orda çalıştı-ğını ve içeriye bakmak istediğimi söyledim. Bana bir siyasi grubun dükkâna ateş açtığı ve dükkândan da karşılık gel-diği bilgisi verildi. Bir saat dil döktükten sonra oğlumun yüzünü gösterdiler bana.” Ne olduğunu bile anlamadan hayatlarının baharında öldürülen iki genç insanın mağdu-riyetini yazar ertesi gün gazeteler.

Yaşanan gelişmeler dönemin ilkleriydiO yıllarda bu olay, medya tarafından “Moda Çatışması” olarak adlandırılır. Haber olarak günlerce işlenen olay, ilerde boy gösterecek benzer olayların açıklanmasında da malzeme edilir. Siyasi olaylardan uzak duran Türk Talebe Birliği ilk defa Moda Çatışması’nın ardından görünür mey-danlarda. Biri öğrenci iki gencin, çatışan siyasi gruplarla hiçbir bağlantısı olmaması, iki siyasi grubu da derinden sarsar. Ahmet Ali Özkan’ın ve arkadaşı Bayram’ın ölümüne sebebiyet veren grup mensupları ve karşı siyasi görüşün mensupları, ilk defa bir cenaze töreninde aynı insanın is-mini sloganlarında kullanır. İki masum insanın ölümüne sebebiyet veren siyasi gruplar aynı yaranın acısını çekerler. İlk defa farklı siyasi gurupların katıldığı bu cenazede yo-ğun güvenlik önlemleri alınır. Anne Nazife Özkan cenaze törenini şöyle anlatıyor: “Türk Talebe Birliği o zaman siya-si bir grup olarak görülmüyordu. Sadece öğrenci hakları için oluşturulmuş bir birlikti. Onlar Ahmet’in tamamen suçsuz ve olayların dışında olduğuna inanmış olacaklar

ERİHA Söyleşi

HAZİRAN 201128

ERİHA Haber

1980 ve öncesinin hareketli siyasi ortamı farklı

görüşlerden grupları karşı karşıya getirmiş, insanlar

siyasi düşünceleri için öldürülmüştü. Çatışan

grupların arasında kalan birçok masum insan da

çıkan olaylarda hayatını kaybetmişti. Ahmet Ali

Özkan da onlardan biri . Ölümün soğuk yüzüyle 17 yaşında tanıştı ve

faili meçhul cinayetler l istesine eklenerek utanç tablosunun bir köşesine

soluk bir renk olarak düştü. Olayın üzerinden 30 yıl

sonra ailesine gönderilen mahkeme tebligatı, anne ve babanın yürek sızısını

alevlendirmekten başka bir işe yaramadı.

Page 31: Eriha 3

HAZİRAN 2011 29

ki öğrenci haklarını savunmak için İstanbul’dan ve başka illerden binlerce öğrenci gelmişti cenazeye. İki siyasi gruptan biri cenazeyi sahiplendi. Diğer grup ise yapılanın yanlış olduğuna kanaat getirmiş, özür diler gibi cenaze töreninde bulunmuşlardı. Sa-dece bu saydıklarım binleri oluşturuyordu. Kalaba-lık bu denli çok olunca asker, polis, jandarma hepsi gelmişti. Tanklar Yıldırım Mahallesi’ne sığmamıştı. Güvenlik en üst düzeydeydi. Cenazede bir olay çık-masın, iki grup taraftarı aralarında çatışmasın diye alınmıştı bunca tedbir. Oturduğumuz mahalle mah-şer alanı gibiydi.”

“Adalet yerini bulur diye bekledik”Yaşananlar sonrasında suçlular bulunamaz. Ara-dan bir yıl geçtikten sonra baba Mehmet Özkan mahkemeye çağrılır. Baba Özkan, kendisine gelen tebligatı şöyle anlatıyor: “Bir yıl boyunca sanki hiç-bir şey olmamış gibi yaşadık; ne bir mahkeme, ne de bir bildiri. Aradan belli bir süre geçmişti. Evde oturuyorduk öğlen vakti, radyodan eşimle bir ha-ber duyduk. Birkaç siyasi suç hakkında arka arkaya anonslar yapıldı. Arada ‘Moda Çatışması failleri de yakalanmıştır.’ diye bir söz geçti. O an yaptığımız tek şey, olduğumuz yerde ağlamak oldu. Sevinçten mi, üzüntüden mi ağladık o gün, hala anlamış değilim. Birkaç gün sonra mahallenin muhtarı beni çağırdı. Yanına gittim, mahkeme kâğıdını uzattı bana. Be-lirtilen tarih geldiği zaman mahkeme salonunda

hiç tanımadığım yüzlere çaresiz baktım kaldım.” Karşısına çıkarılan tutukluları teşhis etmesi için söz hakkı verildiğinde mahkeme başkanına dönüp “Bu olayı gerçekleştirenler eğer buradaysalar, ne beni tanırlar, ne de ölen oğlumu. Ben de onları tanımam, teşhis edebileceğim hiç kimse yoktur ve boş yere de kimseyi suçlayamam.” diyebilmiş sadece. Mahke-mede tutuklananlardan Moda Çatışması’yla ilgili olarak kimse tutuklanmaz ya da bir daha bu dava için mahkemeye çıkarılmaz.

Her şey bitti derken gelen mektupAilenin çağrıldığı mahkeme ilk ve son mahkeme olur. Bir daha ne bir tebligat alırlar ne de yeni bir mahkeme kurulur. Oğulları Ahmet Ali Özkan’ı öldü-renler bulunamaz, isyan ve acı yüreklere gömülür. Ancak, mahkemeden otuz yıl sonra gelen bildiri Özkan ailesini 15 Eylül Pazar gününe götürür tek-rar. 1980 yılında mahkeme tebligatını vermek için Mehmet Özkan’ı çağıran muhtarlık, otuz yıl aradan sonra gelen ikinci mahkeme tebligatını vermek için bir daha haber yollar. Muhtarlığa giden Mehmet Özkan gelen mektubu açtığında, otuz yıl önce açı-lan davanın zaman aşımına uğradığını ve davanın düştüğünü öğrenir. Yıllar sonra bir kez daha canının acımasına neden olan bu olayla ilgili baba Özkan; “Geçtiğimiz günlerde bizim muhtarın ofisinden bir telefon geldi. Muhtar da ben de bu mahallenin es-kilerindeniz. Bizzat tanır beni, aradı ‘Sana bir mah-

keme kâğıdı geldi.’ dedi. Şaşırdım ben de, aklıma hiç de Ahmet’in olayı gelmedi. Zaten kimseye de söylemedim. Muhtar beni aradığında öğlen vaktiy-di, kalkıp hemen muhtarlığa gittim. Ben de merak etmiştim mahkeme kâğıdını. Oraya gidene kadar sadece bir şaşkınlık vardı üzerimde. Mektubu açıp içini okumaya başladığımda hatırladığım bir şeyler gözümde canlandı, ilk gelen tebligat gibi başlı-yordu yazılar. Okudukça şaşkınlığım öfke ve hüzne dönüştü. Tamamını okuyunca otuz yıl önce neler yaşadıysam o gün aynısını bir daha yaşadım. Eve dinlene dinlene gittim. Niyetim bu durumu kimse-ye belli etmemekti. Ancak; evdekiler benim halimi görünce, elimdeki mektubun ne olduğunu sordular, onlara uzattım kâğıdı. Keşke o mektup gelmeseydi, dava zaman aşımından düştü demeselerdi bize de biz olanlarla yetinseydik. İnsana duyulan sevgi, öz-lem zaman aşımına uğrar mı? Acılar zamanla aşınıp, azalır mı? Bu soruların cevabını verebilecek kimse yok maalesef. Mahkeme görevini yerine getirmenin rahatlığı içinde galiba ‘Bu dava da zaman aşımından düştü diye.’ Bizim acımızı tazelemekten başka bir işe yaramadı açılan dava.” diyerek anlatıyor adaletten beklenenin bu olmadığını. Özkan ailesinin içindeki evlat acısı yıllar geçse de tazeliğini koruyor. Olaydan otuz yıl geçmesine rağmen, faillerin bulunama-ması, hatta davanın düşmesi de ayrı bir acı olarak ekleniyor anne ve babanın acı dolu yüreğine. Hiçbir alakası olmadığı halde gencecik yaşta hayatını kay-beden Ahmet Ali Özkan’ın failleri ne zaman bulunur bilinmez. Ancak bilinen bir gerçek var, ateş düştüğü yeri yakıyor. Özkan çiftinin 30 yıldır yanan yüreği bunun en güzel örneklerinden biri.

HAZİRAN 2011 29HAZİRAN 2011 29

Page 32: Eriha 3

S e z a r ye n l e d o ğ u m , d ü n y a ü l ke l e r i a r a s ı n d a k a b u l g ö r m e m e s i n e r a ğ m e n Tü r k i ye ’d e h e r g e ç e n g ü n s e z a r ye n l e d o ğ a n ç o c u k s ay ı s ı b i r a z d a h a a r t ı ş g ö s t e r i yo r. D ü n y a S a ğ l ı k Ö r g ü t ü ’n ü n ö n e r d i ğ i s e z a r ye n d o ğ u m o r a n ı , t ü m d o ğ u m l a r ı n y ü z d e 1 5 i l e 2 0 ’s i n i g e ç m i yo r. B u n a k a r ş ı l ı k Tü r k i ye ’d e k i k a m u h a s t a n e l e r i n d e k i s e z a r ye n d o ğ u m o r a n ı n ı n y ü z d e 4 0 , ö z e l h a s t a n e l e r d e k i o r a n ı n s a y ü z d e 6 0 i l e 8 0 c i v a r ı n d a o l u ş u b u ko n u d a g ö z y u m u l a n b i r i h m a l i i ş a r e t e d i yo r. S a ğ l ı k B a k a n l ı ğ ı ko n u y a ç ö z ü m a r ay a d u r s u n , d o k t o r l a r f a t u r ay a b i r ye n i s i n i e k l e m e y i , a n n e l e r s a n c ı ç e k m e d e n d o ğ u m y a p m ay ı d ü ş ü n ü r ke n , ye n i d o ğ a n u n u t u l u yo r.

B E LG İ N D U R A K

ERİHA SöyleşiERİHA Haber

HAZİRAN 201130

Page 33: Eriha 3

HAZİRAN 2011 31

rekora koşuyorSezaryendeTürkiye

Dünya Sağlık Örgütü uyarıyor, ama Türkiye’de kamu hastanelerinde ve özel hastanelerde doktorlar anne karnına neşter vurmaya devam ediyor. Sağlık

Bakanlığı normal doğumun anne ya da bebeğin sağlığı için risk teşkil ettiği durumlarda sezar-yenle doğumu öneriyor. Ancak, Sağlık Bakanlığı sezaryenle doğumun hangi durumlarda yapılması gerektiğini kesin kurallarla belirleyemiyor. Çünkü birçok farklı etken doğumun sezaryenle olması-nı gerektirebiliyor. Sezaryenle doğumun hangi durumlarda yapılması gerektiğini doktorların ka-rarına ve vicdanına bırakan Bakanlık, ülkemizde sezaryenle gerçekleşen doğumların oranının faz-lalığından şikâyetçi. Doktorların genellikle sezar-yenle doğuma karar verdiği bazı durumlar şöyle: Önceki doğumunu sezaryen ile yapmış olanlar, bebeğin duruş pozisyonu olarak ters durduğu ya da bebeğin çok iri olduğu durumlar, kalça yapısı doğum yapamayacak kadar dar olan bayanlar, gebelik sırasında gelişen şiddetli tansiyon yüksel-melerinde, bebekte gelişme geriliği olan vakalar, ameliyat geçirmişler, ikiz üçüz gebeliklerin pek çoğunda, plasentanın rahim ağzını ve dolayısıyla doğum yolunu kapadığı durumlarda, vajinada bi-linen bir mikrop veya hastalık olan bazı durumlar-da, ileri yaştaki gebeliklerde ve tüp bebek yoluyla gerçekleşen gebeliklerde. Ancak, Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın araştırmasıyla ortaya çıkan rakam-lar Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği oranın çok üstünde.

Mediko legal sorunlar sezaryenin artmasına neden oluyor

Türkiye’deki kamu hastanelerindeki sezaryen do-ğum oranı yüzde 40, özel hastanelerdeki oransa

yüzde 60 ile 80 civarında. Bu oranlarla Türkiye, sezaryenle doğumda dünya ülkeleri sıralamasın-da liste başını çekiyor. Oranların bu denli yüksek oluşunda çeşitli etkenlerin olduğunu söyleyen Er-ciyes Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Tayyar, sezaryenle gerçekleşen doğum oranlarının Türkiye’de bu denli yüksek oluşunu şöyle açıklıyor: “Günümüzde mediko legal sorunlar arttığından hekimler ileride yaşanabilecek sorunları en aza indirmek, ailelerin şikâyetleriyle yapılacak adli davalardan ve getirebileceği cezai yaptırımlardan kurtulmak amacıyla sezaryenle doğumu daha geniş tutma eğilimi içindeler. Kamu hastanele-rinde yüzde 40 olan sezaryenle doğumun özel hastanelerde yüzde 60-80 aralığında değişkenlik göstermesinin birçok nedeni var. Bu nedenler in-celendiğinde görülecektir mediko legal sorunların sonucunda ailelerin açacağı davalar önemli bir paya sahiptir bu oranlarda. Öte yandan doktor-ların anne adayları ve onların yakınlarıyla birebir ilişkilerinin üst düzeyde olması, gebenin doğum korkusuna karşı artmış duyarlılık ve yeni doğan ünitelerinin özellikle sağlık personeli, doktorlar yönünden yetersiz olması, özel hastanelerdeki sezaryenle doğumların fazla oluşunda önemli rol oynuyor.”

Doğumun şekli konusunda anne adaylarının kafası karışık

Birinci çocuğunu sezaryenle dünyaya getiren bazı anneler, ikinci ya da üçüncü çocuğunu sezaryen-le dünyaya getirmek istemediğini söylüyor. Ama öte yandan, normal doğum yaparak çocuk sahibi olan bir anne de ikinci ya da üçüncü çocuğunun kesinlikle sezaryenle dünyaya getirmek istediği-ni söylüyor. Kimine göre normal doğumun tercih

edilmesi gerekirken, kimine göre de kesinlikle sezaryen tercih edilmeli. Konuya ilişkin araştırma-larımız sürerken görüşmüş olduğumuz anneler de birbirlerinden farklı olarak yaklaşıyorlar doğum türlerine. Çocuğunu normal doğumla dünyaya getiren Meryem Şanlı, “Doğum korkusundan adeta uykularım kaçıyordu. Hissettiklerimi bir ebeyle paylaştım. Sadece, ‘Her anne adayı bunları yaşıyor, bunlar geçici şeyler.’ dedi. Söyledikleri tabi ki korkularımı azaltmadı. Doğumla ilgili bir eği-tim programı olsaydı korkularım azalacaktı belki de. Doğuma kadar yaşadım bu korkuları. Zamanı geldiğinde hastaneye gidip çocuğumu normal doğumla dünyaya getirdim. Bebeğimin ağladığı-nı duyduğumda inanamadım her şeyin bu kadar çabuk bitişine ve kolay oluşuna. Bebeğimi hemen kucağıma aldım. Doğumdan sonra insanın bebe-ğini kucağına alabilmesi mutlulukların en güzeli. Henüz yeni doğum yapmama rağmen ayağa kalkabiliyor, rahatlıkla yürüyor, oturup kalkabili-yordum. Yeniden çocuk sahibi olursam, bebeğimi yine normal doğumla dünyaya getirmek isterim. Çünkü sadece doğum anında biraz acı çektim, sonrası gayet rahattı.”

“Bütün hastalara tavsiyem sezaryen”

İlk bebeğini dünyaya getiren Birgül Gürsel, Mer-yem Şanlı’nın aksine normal doğumun sezaryen-den daha zor olduğunu söylüyor. Birgül Gürsel, sancısız bir doğum için sezaryenin tercih edilmesi gerektiği düşüncesinde. Gürsel; “O an sanki ölümü yaşadım. Çektiğim o acıyı tarif etmek mümkün değil. Normal doğum çok kolay, sezaryen gibi doğum sonrası ağrın olmuyor diyenlere kesinlik-le katılmıyorum. Bir gün geçmesine rağmen hala acım, ağrım var. Hele de o doğum anı ölümden beter. Düşünmesi bile korku veriyor insana. Bü-tün hastalara tavsiyem sezaryen.” diyor. Eda Kılı-çarslan ise çoğu hasta gibi doğum korkusundan etekleri tutuşanlardan. Tüm korkularına rağmen sezaryenin zor olacağını düşünerek bebeğini normal yollardan dünyaya getirmek ister. Ancak, bebeği ters olduğu için sezeryan doğuma karar verilir. Doktoru sezaryenle bebeği alır. Doğumun-dan 6-7 saat sonra görüştüğümüz Eda Hanım yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Doğumuma yirmi sekiz gün vardı. Ama doğum belirtileri başlamış-tı. Acilen hastaneye geldik. Muayenede hemen doğum yapmam gerektiğini, yoksa bebeğimin özürlü olabilme ihtimalinin olduğunu söylediler. Böyle bir durumda normal doğum isteme gibi bir

HAZİRAN 2011 31

Page 34: Eriha 3

şansım yoktu. Bebeğimin sağlığı her şeyden önemliy-di. Mecburen sezaryen doğum yaptım. Ancak pişman değilim. Sezaryenin bu kadar kolay ve zahmetsiz ol-duğunu bilmiyordum. Korkmadan, endişelenmeden, zahmetsiz bir doğum için mutlaka sezaryen diyorum.”

“Anneler normal doğumu tercih etmeli”

Doğumdan saatler geçmesine rağmen bebeğini hala kucağına alamadığı için depresyonda olduğunu be-lirten Demet Aynihan, “İlk bebeğimi sezaryenle do-ğurdum. Eğer doğumum sezaryen olmasaydı, ikinci bebeğimi de normal doğururdum. Sezaryene mecbur kalmazdım. İki kez ameliyat oldum. Dikiş yerlerimi hissetmiyorum. Bebeğimi hala kuca-ğıma alamadım. Onu terk etmiş gibiyim. Kendimi suçlu hissediyorum. Normal doğum yapmış olsay-dım bugün

hastaneden çıkardım. Sezaryenle doğum çok zor. Hem beden hem de ruh sağlığı için normal yollardan do-ğum yapılmalı. Bütün anne adaylarına tavsiyem, eğer bebek ya da annenin sağlığını tehlikeye sokacak bir durum yoksa normal doğum yapsınlar.” diyor. Sezaryen sonrası annelerde depresyon görülebilir diyerek uyarı-da bulunan Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Tuncay Özgün, “Annenin günlük yaşantısına dönmesi, bebeğiyle ilgilenmesi sezaryende gecikmekte. Bu du-rumda annelerde bebeğini ihmal edilmişlik hissi ola-biliyor. Bu iyi dengelenmediği zaman doğum sonrası depresyon görülebiliyor. Buna dikkat edilmeli.” diyor.

“Doğum öncesi eğitim programları düzenlenmeli”

İlk çocuğunu dünyaya getiren annelerin doğum konusundaki birbiriyle çelişen

düşünceleri, sezaryenle normal do-ğumun annelere ve anne adaylarına anlatılabileceği bir doğum öncesi eğitim programını işaret ediyor. Ko-nuyla ilgili atılmış somut bir adım yok, ama Sağlık Bakanlığının bu gö-revi üstlenmesi bekleniyor. Sezaryeni

azaltıp normal doğumu desteklemek için doğum öncesi eğitim programları-

nın düzenlenmesi gerektiğini söyleyen Er-ciyes Üniversitesi öğretim görevlisi Uzman Dr. Mehmet Serdar Kütük: “İlk doğumunu sezaryenle yapmış kadınlarda sonraki do-ğumları normal yapmak için düzenlenen

klinik uygulama protokollerinin oluşturul-ması ve evde doğum seçeneğinin değerlen-dirilmesi gerekiyor. Sezaryen oranı, Sağlık Bakanlığı’nın belirlemiş olduğu yüzdenin

üzerine çıktığında ilgili kliniğin mutlaka uya-rılması gerekiyor. Hekimin normal doğum konusunda deneyim kazanması için, normal doğum oranı fazla olan bölgelere meslek

içi eğitime göndermenin faydalı olacağı-nı düşünüyorum.” diyor. Kadınların tıbbi nedenlerden dolayı normal doğumdan korktuğunu söyleyen Dr. Serdar Kütük, “Doğum, süreç olarak ağrılıdır. Ayrıca doğuma bağlı yırtıklar, kanamalar ve or-

ganlarda oluşabilecek travmalar annenin kendisi ile ilgili başlıca kaygılarıdır. Ayrıca bu

uzun ve ağrılı sürecin bebek üzerinde yaratabi-leceği olası sorunlar da annenin kaygı düzeyini

artırmaktadır.

HAZİRAN 201132

Page 35: Eriha 3

Sezaryenle doğumun hangi durumlarda yapılması gerektiğini doktorların kararına ve vicdanına bırakan Bakanlık, ülkemizde

sezaryenle gerçekleşen doğumların oranının fazlalığından şikâyetçi.

HAZİRAN 2011 33

Page 36: Eriha 3

HAZİRAN 201134

Sezaryenin tıbbi gerekçelerle yapılması gerektiğini düşü-nüyorum. Ayrıca randevulu sezaryen azaltılmalı. Sezaryen sadece anne ve bebek açısından risk teşkil ettiği durum-larda yapılmalı.” Prof. Dr. Mehmet Tayyar ise; “Sezaryen tıbbi edikasyonları iyi konulduğunda annenin ve bebeğin normal doğumla kaybedeceklerini önlemede son derece başarılı bir operasyondur. Örneğin, plasentası erken ayrı-lan bir gebede bebeğin ve annenin ölümü bile söz konusu olabilir veya bebek oksijensiz kalarak spastik olabilir.  Za-manında yapılacak bir sezaryen bu sorunların aşılmasını sağlayacaktır. Bu gibi durumlarda sezaryen elbette önemli. Ama ne anne açısından ne de bebek açısından hiçbir hayati tehlike yoksa, sırf doğum sancısı çekmemek için doğumun sezaryenle gerçekleştirilmesi doğru değil.” diyor. Ülkemizde kamu hastanelerindeki doğumların yüzde 40’ının, özel hastanelerde ki doğumlarınsa yüzde 60 ile 80’inin sezeryanle oluşuna Bakanlık çözüm bulmaya çalışsa da, sezaryenle doğum yapan hasta sayısına her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. İlaç kullanımı, hastanın hastane-de kalış süresinin uzunluğu faturayı kabartıyor. Randevulu hastalar, gecenin üçünde beşinde doğumla uğraşmak is-temeyen doktorun işine geliyor. Durum böyleyken sezar-yen kaçınılmaz oluyor. Sağlık Bakanlığı bu üzücü duruma çözüm bulmayı, doktorlar faturaya bir yenisini eklemeyi, anneler sancı çekmeden doğum yapmayı düşünürken yeni doğan unutuluyor. Yeni doğan bebeklerin iyiliğinin her şey-den üstün tutulması gerektiğini düşünen Psikiyatr Wilheim Riche, konuya son noktayı şu sözüyle koyuyor: “Yeni doğa-nın iyiliğinin her şeyden üstün tutulmaya başlayacağı gün, medeniyet var olmaya başlayacaktır.”

E DA K I L I Ç A R S L A NP R O F. D R . M E H M E T TAY YA R

“Sezaryen tıbbi edikasyonları iyi konulduğunda annenin ve bebeğin normal doğumla kaybedeceklerini önlemede son derece başarılı bir operasyondur.”

Page 37: Eriha 3

HAZİRAN 2011 35

girmes i yasak!

Bu kahveyeerkeklerin

Z Ü B E Y D E S Ü R M E L İ

E L İ F K Ü T Ü KO Ğ LU

Son yıllarda cinsiyete göre ayrılan meslek dağılımları kadınların, erkek alanı ola-rak bilinen alanlarda da varlık göster-meye başlamasıyla beyinlere kazınan

tabular da bir bir yıkılıyor. Taksici, muhtar, bok-sör ya da tesisatçı olan kadınlar her şeyi başara-bileceklerinin mesajını veriyor artık. Bu tabloya eklenen son renklerden biri oldukça şaşırtıcı. Birkaç ay önce Konya Akşehir’de 45 yaşında evli ve iki çocuk annesi bir kadın tarafından açılan ‘Duru Kadınlar Kıraathanesi’ tamamen

erkeklerin egemen olduğu bir alana hızlı bir giriş yaptı. Kahvehanelerde bilinen o ağır havanın ye-rine Duru Kadınlar Kıraathanesi’nde fistolu masa örtüleri, süslü perdeleri, hijyen kokan havasıyla mekânda kadının varlığını yansıtıyor. Kıraatha-ne işletmecisi Zübeyde Sürmeli, ilkokul mezunu, yenilikçi bir ev kadını. Kendini geliştirmek için elinden geleni ardına koymayan Zübeyde Hanım, çevresindeki birçok insanın açacağına inanmadığı kahvehaneyi, yıllarca hayalini kurduğu bir işi mut-lu sona erdirmenin kıvancıyla hayata geçirir.

Eşinin desteğini alarak hedefine varır

Grup halinde toplanıp gün düzenleyen kadınları ev dışında bir mekanda bir araya getirmenin yolarını arayan Zübeyde Sürmeli, düşüncesini kahvehane açarak hayata geçirmeye karar verir. Uzun yıllar bu planı hayata geçirmenin isteğiyle yaşar. Ancak cesa-retini toplayıp işe başlayamaz bir türlü. İlçe sakinle-rinin, ailesinin, akrabalarının verebileceği tepki tedir-gin eder onu. Tüm ihtimalleri göze alıp kesin kararını verdiğinde, Zübeyde Hanım beklediği tepkiyle de

ERİHAYaşam

Page 38: Eriha 3

HAZİRAN 201136

karşılaşır. En başta eşi karşı çıkar kendisine. Kahvehaneyi açana kadarki yaşadıklarını şöyle anlatıyor Zübeyde Ha-nım: “Arkadaşlarla grup halinde, herhangi bir arkadaşın evinde toplanırdık. Sohbet eder, okey oynar, beraber za-man geçirirdik. Bu etkinlik sürekli tekrarlanınca kadınlara has, sadece onların girebildiği bir yer açmak geldi aklıma. Böyle bir düşüncemin olduğunu eşime söylediğimde ilk zamanlar razı gelmedi. Daha sonra, açılacak bu mekânın kadınlar için yenilik olacağını anlatarak ikna ettim kendisi-ni. Devam eden süreçte ise yer bulma aşamasından tutun da buranın bakımı, eşyaların yerleşimi dâhil her konuda eşim yanımda oldu. Hazırlık aşamasını beraber tamamla-dık. Desteğini hiç esirgemedi benden. Şimdi; ‘İyi ki burayı açmaya karar vermişsin. Böyle bir yere ihtiyaç varmış.’ di-yor. Bu da beni gerçekten mutlu ediyor. Eşimin yanımda olduğunu bilmek bana anlatılamayacak bir gurur veriyor.” Eşine kahve fikrini kabul ettiren Sürmeli, oğlunu ikna etme konusunda o kadar başarılı olamaz. Oğlunun duruma yak-laşımı daha sert ve nettir. Bunun için kolayca kırılmaz di-renci. Oğlunu ikna etmek için çeşitli planlar kuran Zübeyde Hanım çeşitli ikna yöntemleri geliştirir. Oğlunun askere gidecek olması iyi bir fırsat yaratır. O askerdeyken hayalini gerçekleştirebilecektir. Asker yolcu edildikten sonra tüm hazırlıklar yapılır ve kadınlar kıraathanesi açılır. Askerden dönen oğlunu büyük bir sürprizle karşılayan Sürmeli, her şeyi yoluna koyduğu için oğlunun da desteğini alması ko-laylaşır.

Başlangıçta pek bilinmeyenkahve şimdi oldukça revaçta

Hazırlık aşamasında Sürmeli’yi tek düşündüren kahveyi nerede açacağı sorusudur. Akşehir çarşısına yakın bir yeri tercih etmeyen Zübeyde Sürmeli: “Kadınlar kahvesinin mahalle arasında olmasını özellikle tercih ettim. Çarşıda ya da çarşı yakınlarında olup da mahalleli kadınlarımızın göz önünde olmasını istemedim. Mahalle arasında olunca daha rahat hissediyorlar kendilerini. Komşularına gider gibi eşofmanla geliyorlar. Burası evime de yakın olduğu için gelip gitmek benim için de kolay oluyor.” diyor. Kah-venin açıldığı ilk zamanlar kimse bilmediği için müşteri konusunda sıkıntı çekilir. Sürmeli’nin yardımcısı Necla Tıkı: “Zübeyde ablayla beraber başladık bu işe. Kahve açıldı-ğından beri onun yanındayım, her konuda yardımcısıyım. Kadınlar kıraathanesi ilk açıldığında kimse tarafından bi-linmiyordu. O yüzden buraya gelen kişi sayısı da oldukça azdı. Bazen öyle günler oluyordu ki sabahtan akşama ka-dar öylece oturuyorduk. Kimse uğramıyordu. Daha sonra el ilanları dağıttık, radyoya reklam verdik. Kulaktan kulağa yayıldı böyle bir yerin açıldığı. Zamanla bilinmeye ve rağ-bet görmeye başladı. Şimdi belli günleri seçip, o günlerde gelen müşterilerimiz de her gün gelen müşterilerimiz de var. Emekli öğretmenlerimiz de var, haftada en az iki gün

gelirler. Normalde akşam beş gibi kapatırız, ama dört bu-çukta gelenler bile oluyor. Yarım saat ya da bir saat oturup gidiyorlar. Gelenler seviyor burayı, farklı ve özel buluyorlar. Kendi evleri gibi rahat hareket ediyorlar, istedikleri mü-zikleri açıyorlar, bazen çaylarını bile kendileri dolduruyor.” diyerek anlatıyor yaşananları. Zübeyde Sürmeli’nin toru-nundan ismini alan ‘Duru Kadınlar Kıraathanesi’, gelenlere huzur veriyor adeta. Kadınların desteğini de yanına alan Sürmeli: “Özellikle kadınlardan fazlasıyla destek alıyo-rum. Çok iyi bir işe adım attığımı söylüyorlar. Onların bu düşünceleri beni o kadar mutlu ediyor ki doğru bir karar verdiğimi bir kez daha anlıyorum. Önceleri benden başka, kadınlar kahvesi açmak isteyen kadınlarda varmış, ama onlar da benim yaşadığım tedirginliği yaşayıp cesaret ede-memişler. İlk adımı benim atmış olmam kadınlara güven veriyor. Benden sonra kahve açmak isteyenleri de duydum. Açılsın tabi ki. Akşehir’in, özellikle kadınların böyle yerle-re ihtiyacı var. Yeni açılan mekânlar beni çok mutlu eder. Kadınlar olarak gelişmekte olduğumuzu gösterir bu giri-şimler.” diyor.

“Kadınlar için özel yerlerin açılması bizi mutlu ediyor.”

Yaklaşık dört aydır hizmette olan Duru Kadınlar Kıraathanesi’nin daimi müşterilerinden biri emekli öğ-retmen Nuriye Öztaş: “Akşehir küçük bir yer olduğu için kadınların gidebileceği pek fazla yer yok aslında. Özellikle bizim gibi emekliler için ideal bir yer burası. Zihnimizi taze tutuyoruz, sosyal kalıyoruz, vakit geçirip arkadaşlarla bir şeyler paylaşıyoruz. Şimdiye kadar hiçbir memnuniyetsiz-lik duymadım kadınlar tarafından. Kadınlar için özel yerle-rin açılması bizi mutlu ediyor. Ev gezmelerini sevmeyenler için de zaman geçirebilecekleri güzel bir mekan oldu kah-vehane. Sadece oyun onamak için değil, zaman geçirip bi-rileriyle birkaç söz etmek isteyenler de geliyorlar. Zübeyde Hanım da Necla Hanım da güler yüzlü olunca daha fazla zevk alıyoruz. Kadınların çok titiz olduğu bir konu vardır; hijyen. Öyle bir sorunumuz da yok. Gönül rahatlığıyla yiyip içebiliyoruz. Buranın tek kalması taraftarı değilim. Başka kahvelerin açılmasını da isteriz, önümüzde seçeneklerimiz olsun.” şeklinde ifade ediyor kahvehane ile ilgili fikirlerini. Zübeyde Sürmeli’nin, Nuriye Öztaş dışında pek çok müş-terisi var. Hepsiyle de iyi bir ilişkisi var; müşterilerinden oldukça memnun. Sürmeli: “Müşterilerimle aramız iyi. Dükkân sahibi-müşteri tarzında bir ilişki yok aramızda. Şaka yapabiliyoruz, sohbet edebiliyoruz, eğlenebiliyoruz, ben de oyun oynuyorum onlarla. Kahve nüfusunun kadın-lardan oluşmasından kaynaklanan rahatlık da var elbette. Bazı müşterilerim eşleriyle ettikleri sohbetleri anlatıyor-lar. ‘Eğer sen kahveye gidersen ben de giderim. Bizim de kahvemiz var artık.’ şeklinde esprili konuşmalar geçiyor-muş aralarında. Kahvedeyken telefonları çaldığı zaman

Yıllardır akılda olan bir planı hayata geçirmek amacıyla çıkılan yolda

tabuları yıkan bir kadının hikâyesi bu. İlkokul

mezunu, evli ve iki çocuk annesi Zübeyde Sürmeli,

Konya’nın Akşehir ilçesinde ‘Duru Kadınlar Kıraathanesi’ni açarak

ilçede bir ilke imza atar. Aslında kadınların yıllardır beklediği bu

ilk, kadınların evlerinin dışında da rahatlıkla

nefes alabilecekleri ikinci bir atmosfer oluşturur.

Konyalı kadınların çeşitli sebeplerle gittiği kahve

ilk açıldığında tuhaf karşılansa da zamanla kadınlar kahvesi fikrine alışanlar hanımefendiler

kahvehanenin müdavimlerinden olurlar.

Page 39: Eriha 3

HAZİRAN 2011 37

yok. Hatta evde boşlukta gibi hissediyor insan ken-dini. Ev işi yapmaktan başka uğraş alanı yok. Ancak buraya gelince bir amacımız oluyor, vakit çabuk geçi-yor. Burada üretebiliyorum, yenileniyorum, kendime güvenim geliyor.” diyor samimi bir ifadeyle. Aktif olmayı, bir şeylerle uğraşmayı seviyor Zübeyde Sürmeli. Üstelik geleceğe dair hedefleri de var. Plan-larını şöyle anlatıyor: “Kendimi geliştirmeyi, kahvemi büyütmeyi düşünüyorum. Gelişmeyi seven bir insan olarak durağan olamam. Burada bazı şeyleri siste-me oturttuktan sonra daha büyük bir yere taşınıp her faaliyet için farklı köşeler ayırmayı planlıyorum. Oyun oynamak için gelenler bir yerde olsun, sohbet etmek isteyenler ayrı bir yerde otursun. Daha rahat ve düzenli olur böylece. Ayrıca bir de kitap okumak iste-yenler için kitaplık oluşturmak istiyorum. Kitaplarım hazır, zamanla sayısını daha da artırırım. Kitaplık alıp

bu sohbetlere biz de şahit oluyoruz zaman zaman. Nerede olduklarını sorduklarında ‘Kahvedeyim.’ ceva-bını almak telefonun diğer ucundaki kişiye garip ge-liyor. Müşterilerim ‘Neden garip geldi ki biz aştık artık kendimizi.’ şeklinde yanıtlıyor konuştuğu kişiyi. Böyle sohbetler olması hoşuma gidiyor. Alışıyorlar kadınlara ait bir kahvenin var olduğuna. Müşterilerimin eşleri de memnun buradan. Hatta akşamları da ailece gelmek istiyorlar. Çoğu kadından duydum bu isteği, ama böyle bir düşüncem yok şimdilik. İlerleyen zamanlarda ne-den olmasın ki.”

“Hem kendimi hem de kahvemi geliş-tirmek istiyorum.”

Kahveye girdikten sonra kendine güven geldiğini be-lirten Sürmeli: “Evde de oturuyoruz zaten, farklı bir şey

yerleştireceğim bir tek. Bunlar dışında okey ve tav-la turnuvası düzenlemeyi düşünüyorum. Dereceye girenlere hediye vermeyi de planlıyorum ki katılım olsun. Turnuva için ilan da dağıtacağım. Böylece hem kahveyi bilen sayısı artar hem de halk için farklılık olur.” Kadının istediği zaman neleri başarabileceği-nin somut bir kanıtı aslında Zübeyde Sürmeli. Örtü-leri, perdeleri ve temizliğiyle akıllardaki kıraathane profilinden oldukça farklı bir mekân yarattı kadınlar için. Yapılamaz gibi görülen emelini şekillendirdi. Bir kadının parmaklarının ucundaki sihrin neleri değiş-tirdiğini gösteren bu başarı hikâyesi, umarız diğer kadınlarımızın da cesaretini harekete geçirir. Son günlerde sürekli şiddet olaylarıyla gündeme gelen kadınların böylesi girişimlerini görmek, gelecek günlerde kadınlarımızın her alanda varlık gösterdiği bir düzeni müjdeliyor.

Page 40: Eriha 3

ERİHA SöyleşiERİHA Haber

Her geçen gün sular ı çeki len

Beyşehir Gölükurtar ı lmayı bekl iyorBir bölümü Mill i Park olan Beyşehir Gölü, her geçen gün azalan su seviyesiyle kurumanın eşiğinde. Devlet Su İşleri ’nin, Konya Ovası’nı sulamak için kurdurduğu regülatör i le Beyşehir Gölü’nden, pek çok sulama kanalına su aktarıl ınca, gölün su seviyesi hızla azalmaya başladı. Hem belediyenin hem de ilçe halkının konuya duyarsız kalması tehlikeyi büyütüyor. Su seviyesi gün geçtikçe azalıyor, göl kirleniyor ve göldeki canlı sayısı azalıyor. Böyle devam ederse Beyşehir Gölü’nün eşsiz güzelliği, sadece sararmış fotoğraflarda anı olarak kalacak.

E S R A Ö Z D İ L İ M - M . B İ LG E Y I L M A Z

HAZİRAN 201138

Page 41: Eriha 3

Konya’nın Beyşehir ilçesi sınırlarında bulunan ve ilçeye ismini veren Bey-şehir Gölü, Türkiye’nin üçüncü bü-yük gölü. Beyşehir Gölü, güneyba-tısında Toros, doğusunda Erenler,

güneydoğu ve kuzeybatı yönünde efsanevi Anamas ve Sultan Dağları ile çevrili tektonik bir çökeltide yer alıyor. İğdeli, Akburun, Uzu-nada, Kızkulesi, Mada, Yılanlı ve Külbent gibi irili ufaklı pek çok adaya da ev sahipliği yapıyor. Türkiye’nin en büyük tatlı su kaynağı olan Beyşehir Gölü, aynı zamanda Türkiye’nin en çok turist çeken doğal alanlarından biri olarak, ülke ekonomisine önemli katkılar sağ-lıyor. Doğal güzelliği, göçmen kuşlar için iyi bir barınak olması, göl sularına dayalı su sporları-na elverişli alanları, zengin biyolojik çeşitliliği, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle Beyşehir Gölü Milli Parkı, önemli doğal güzelliklerimiz-den biri. Ancak, Konya Ovası’nı sulamak için kullanılan suyun Beyşehir Gölü’nden temin

edilmesi, her geçen gün biraz daha göldeki su oranını azaltıyor. Dolayısıyla doğal hayat-ta bundan olumsuz etkileniyor. Devlet Su İşleri’nde de örselenen Beyşehir Gölü, yakın gelecekte kuruma tehlikesiyle yüz yüze.

“Gölü kurutan DSİ’nin, yanlış sulama politikası”

Beyşehir Gölü, yapılan kanallarla doğrudan Çarşamba Suyu’nu besler. Halk arasında “Uluarık” olarak adlandırılan Beyşehir, Çar-şamba Çayı gidegeni vasıtasıyla, Güneydo-ğu doğrultusunda yaklaşık 60 km kat ede-rek Suğla Gölü’ne karışır. Son yıllarda artan kuraklıkla beraber Konya Ovası’nda yaşanan sulama sorununa çözüm getirebilmek için, Beyşehir Gölü sularını ovaya akıtacak bir re-gülatör kurulur Beyşehir’de. Açılan kanallar vasıtasıyla Beyşehir Gölü, birçok akarsuyu beslemeye başlar. Sulu tarıma kazandırılan

arazilerin üretime katkısı büyük olur, ama her geçen gün biraz daha düşen su seviye-siyle Beyşehir Gölü, kan kaybetmeye başlar. Beyşehir Birliği Göl Çevre ve Doğa Koruma Derneği Başkanı Bekir Sami Tan’a göre, DSİ’nin yıllardır uyguladığı yanlış sulama politikaları yüzünden, Beyşehir Gölü’nün sularında azalma görülüyor. Tan: “1914’ten bu yana DSİ, Türkiye’nin en büyük tatlı su kaynağının, bir gün kuraklıkla karşı karşıya kalacağını düşünmeden, Beyşehir Gölü su-larıyla Konya Ovası’nı sulamıştır. 2008’de bu derneği kurmamızın asıl amacı da DSİ’nin uyguladığı yanlış politikaya ‘dur’ demek ve konuyla ilgili bilinç oluşturmaktı. Ben, Beyşehir’in çocuğuyum, gölün gözlerimin önünde tükenmesine izin veremem. Halkı-mız bu konuda çok duyarsız maalesef. 2008 yılında, gölün kurumasına yönelik uyguladı-ğı yanlış sulama politikaları yüzünden DSİ’yi mahkemeye verdik ve kazandık.

HAZİRAN 2011 39

Page 42: Eriha 3

Hala istediğimiz su seviyesini yakalayamasak da, mahkeme ovaya su alınırken gölün su sevyesinin belirli bir düzeyin üzerinde olmasına karar verdi.” diyor.

Halk da, belediye desessizliğini koruyor

Beyşehir Birliği Göl Çevre ve Doğa Koruma Derneği’nin DSİ’ye açtığı dava sonrasında, göl-den ovaya bırakılacak suya kota uygulanması sayesinde gölün su seviyesinde belli bir artış sağlanır, ama su seviyesi hala istenilen düzeye ulaşabilmiş değil. Şimdilerde Beyşehir Gölü’nden Konya Ovası’nı sulamak için su alınabilmesi için, göl sularının belirlenen miktarın üzerinde olması gerekiyor. Bu uygulamayla, çekilen göl sularının altından ortaya çıkan bataklıklar yok edilmiş, bu sayede de bataklıklarda üreyen sivrisineklerin de önüne geçilmiş. Mahkeme kararıyla göle gelen kot 1122,41 m³. Belirlenen bu miktar da, gölün gele-ceğini güvence altına almaya yetmiyor. Çünkü, Beyşehir Gölü’nde su seviyesi ne kadar çok artarsa, DSİ’nin de Konya Ovası’nı sulamak için gölden çek-tiği su miktarı aynı oranda artış gösteriyor. Bu yüz-den de göl suları, mahkemenin belirlemiş olduğu kotun üzerine çıkamıyor. Beyşehir Birliği Göl Çevre ve Doğa Koruma Derneği Başkanı Bekir Sami Tan, bu durumun Beyşehir Gölü üzerinde uzun vadede yapacağı etkileri şöyle anlatıyor: “Suya belli bir kot koydular. Bu, göl için iyi bir uygulama, ama su se-viyesi arttığı halde kot azalmadığı için yerimizde sayıyoruz. Çünkü, gölün gideğeni çok ve göle çok az yerden su depolanıyor. Bu nedenle göl kendini yineleyemiyor. Bu durum da, gölün kirlenmesine ve su seviyesinin azalmasına yol açıyor. DSİ, ko-tanın tekabül ettiği suyun hepsini alma hakkına sahip. Devlet mecburen bu suyu almak zorunda, fakat önlemini de almalı. Bizler de tahıl ambarının kurumasını istemeyiz tabi ki, ama sulayacak bir kaynak kalmaması daha vahim bir durum.” Bey-şehir Gölü tarım alanlarını, sadece kuraklığın çok görüldüğü ve sulamaya olan ihtiyacın arttığı yaz aylarında değil, bütün yıl suluyor. Sulama kanal-larının yıl boyunca açık tutulması da gölde biriken fazla suyun akıp gitmesine neden oluyor. Hiçbir şekilde değerlendirilmeyen bu suların akıp gitme-sine akıl sır ermiyor. Beyşehir Göl Çevre ve Doğa Koruma Derneği dernek üyeleri, boşa akıp giden suyun gölde tutulmasının gölün geleceği açısın-dan son derece önemli olduğuna işaret ediyor. Dernek başkanı Tan: “Sulamada kullanılmayan bu sular, gölde kalsa gölün su seviyesi artacak, göl ve

HAZİRAN 201140

“Suya belli bir kot koydular. Bu, göl için iyi bir uygulama, ama su seviyesi arttığı halde kot azalmadığı için yerimizde sayıyoruz. Çünkü, gölün gideğeni çok ve göle çok az yerden su depolanıyor. Bu nedenle göl kendini yineleyemiyor. Bu durum da, gölün kirlenmesine ve su seviyesinin azalmasına yol açıyor.”

Page 43: Eriha 3

HAZİRAN 2011 41

R E Y H A N A K I Ş

çevresinde görülen doğal hayat daha güvenli bir ortamda sürdürebilecek yaşamını. Ancak suların akıp gitmesi ne hikmettir ki kimseyi rahatsız et-miyor. Bu durum karşısında ne belediyemizin bir tepkisi var ne de halkımızın.” diyor.

“Beyşehir Gölü Türkiye’nin can damarıdır’’

Tatlı su bakımından Türkiye’nin en önemli kaynak-larından biri olan Beyşehir Gölü, halkın içme suyu temini, sulama ihtiyaçları için kullandığı suyun tamamının karşılayabiliyor. Beyşehir Gölü’nün çok kaliteli ve temiz bir su olduğunu söyleyen Be-kir Sami Tan: “Beyşehir Gölü’nün suyu çok kaliteli bir sudur. Suyumuzda kireç yok ve bunu Sağlık Bakanlığı da onayladı. Gölün yapısı her ne ka-dar karma olsa da, Türkiye’nin en güzel tatlı suyu Beyşehir Gölü havzasındadır. Yetkililer bunu daha fazla önem verse, Beyşehir Gölü’nün suyuyla Tür-kiye sınırında su sıkıntısı kalmayacağına inancım çok büyük. Türkiye’nin tatlı su kaynağının büyük bölümünü tek başına karşılayacak kapasiteye sa-hip Beyşehir Gölü. Beyşehir Gölü, her bakımdan Türkiye’nin can damarıdır.” diyor. 2007 yılında Kon-ya Ovası Projesi’nin (KOP) temelleri atılır. Konya

Ovası’nın susuzluğunu gidereceği planlanan proje ile tahıl ambarının geleceği de kurtarılacaktır. An-cak Konya Ovası için umut ışığı olacak mavi tünel, Beyşehir Gölü’ne fayda sağlamayacak ne yazık ki. Konuyla ilgili olarak Bekir Sami Tan şu bilgileri veriyor: “KOP güzel bir iş, iyi bir yatırım. Beyşehir Gölü’nün suladığı birçok ova, artık tünellerden gelen sularla sulanacak. Fakat, yine de çevre köy-ler ve kasabalar bu projeden faydalanamayacak. Yani yakın çevreler yine göl suyunu kullanmak zorunda kalacak. Bunun için önlem alınmazsa göl su kaybetmeye devam edecek. Konya Ovası Projesi’nin Beyşehir halkına faydası olmayacak. Onlar yine arazilerini, içme sularını sağladıkları Beyşehir Gölü’nden almak zorunda kalacak.” Bey-şehir Gölü’nün Konya’ya sağladığı içme suyunun bozulmaması, göl ve çevresinde görülen doğal ha-yatın devamlılığı için göl suyunun daha doğru poli-tikalarla kullanılması son derece önemli Konya’nın ve Beyşehir Gölü’nün geleceği için.

Gölün kirliliği balık popülâsyonunu da etkiliyor

Beyşehir Gölü’nde çok sayıda sazan balığı, aynalı sazan, turna, levrek, kadife balığı bulunmaktay-

Page 44: Eriha 3

dı. Fakat, son yıllarda göldeki su seviyesinin azalmasıyla ortaya çıkan kirlilik, balık mik-tarını ve çeşitliliğini önemli ölçüde etkiledi. Ayrıca gölde avlanan balıkçıların kullandıkları ağlarda bulunan kurşunlarda gölde bakteri oluşumuna neden oldu. Yıllardır amatör ba-lıkçılık yapan Reyhan Akış: “Yıllar önce gölden farklı çeşitlerde balık çıkardık. Şimdi balıkla-rın türü de azaldı, lezzeti de. Soframıza kendi gölümüzün balığını koyamıyoruz, çünkü balık çıkmıyor. Ne göl kenarında oltaya, ne de gö-lün açıklarında ağa takılıyorlar. Artık balıkçılık geçim kaynağı olmaktan çıkıp bir hobi haline dönüştü. Gölün ekolojik özellikleri bozulduk-ça, faaliyetlerimiz de olumsuz bir biçimde etkileniyor. Göl suyu oldukça kirli, gölün temizlenmeye ihtiyacı var. Ancak bu durum, halkın da belediyenin de umurunda değil. Su seviyesi azaldıkça göl kirlenmeye devam ede-cek. Herkesin bu konuda sesini yükseltmesi gerekiyor, bu kadar ilgisiz olunmamalı.” diyor.

Su biterse medeniyet de biter

Beyşehir’de yaşayan insanların büyük bir ço-ğunluğu tarımla uğraşıyor. Gölden aldıkları su, hayat veriyor bahçelerinde ektikleri ürün-lere. Son yıllarda küresel ısınmanın etkileri-ne bağlı olarak kendini hissettiren kuraklık, tarım arazilerinin yeterince sulanamamasına bağlı olarak miktarı azalan, kalitesi düşen ve lezzet kaybına uğrayan ürününü satamayan halkın belini bükmüş durumda. Daha önce Konya’nın Akşehir ilçesinde de böyle bir sorun yaşadığını belirten Bekir Sami Tan: “Su kamu-nun malıdır. Gölden aşırı su çekilmesi, gölün ekolojik özellikleri üzerinde ardışık ve artan olumsuz etkilere neden olmaktadır. Su sevi-yesinin azalmasıyla kıyılarda kumullanma ve erozyon, sediman birikimi, sualtı bitkilerin-de artış, balıkların yumurtlama alanlarının bozulması gibi etkiler ortaya çıkarmaktadır. Halkımız Akşehir Gölü’nün dramını çok çabuk unuttu. Akşehir’de su tükendi, her şey bitti. Orada yetişen bitkilerin tadı bile yok oldu. Beyşehir Gölü’nün suyu biterse medeniyet de biter.” diyor. Temel ihtiyaçları karşılayan çiftçilerin ve balıkçıların geçim kapısı olan Beyşehir Gölü kurtarılmayı bekliyor.

1993 yıl ında Bakanlar Kurulu kararıyla

kurulan Beyşehir Gölü Mill i Park’ı 88 bin

750 hektarlık alanı kapsıyor. Ülkemizde,

“Doğa Koruma ve Mill i Parklar

Genel Müdürlüğü” bünyesinde koruma

altında bulundurulan toplam 897 bin 657

hektarlık alana sahip 40 adet mill i park bulunuyor. Bu mill i

park alanlarından en genişi ise, Beyşehir

Gölü Mill i Parkı olarak dikkat çekiyor.

Ancak, gölden aşırı su çekilmesi gölün ekolojik özellikleri üzerinde ardışık ve

artan olumsuz etkilere neden oluyor.

B E K İ R S A M İ TA NHAZİRAN 201142

Page 45: Eriha 3

anlaşıldı

hatt ınındeğer i

58yılsonra

TrenKapatılan

HAZİRAN 2011 43

ERİHAHaber

1892’de hizmete açılan 42 kilometrelik Bursa-Mudanya tren hattının değeri, hattın kapatıl ış ından 58 yıl

sonra anlaşıldı. Bursa-Mudanya demir yolu, zarar ettiği gerekçesiyle 10 Temmuz 1953’te Türkiye Büyük Millet

Meçlisi kararı i le kapatılmış, hat sökülerek raylar satılmıştı. Ama bugün Bursa-Mudanya tren hattının geçtiği

güzergaha çok yakın bir yerde hizmete açılan nostaljik tiren hattı, 1953’te kapatılan hattın büyük bir haksızlığa

kurban gittiğine işaret ediyor.

Page 46: Eriha 3

M u d a n y a - B u r s a d e m i r yo l u t a r i f e s i n d e k i f i y a t l a r, d i ğ e r m o t o r l u a r a ç l a r a g ö re d a h a a z o l s a d a u l a ş ı m s ü re s i n d e k i z a m a n k a y b ı t re n e o l a n i l g i y i a z a l t m ı ş .

1 9 2 6 y ı l ı n d a Ce m a l N a d i r ' i n y a y ı n l a d ı ğ ı b ro ş ü re g ö re , t re n d e k i b i r i n c i m e v k i f i y a t ı 1 3 5 k u r u ş , i k i n c i m e v k i 9 8 , 3 0 k u r u ş , ü ç ü n c ü m e v k i 6 0 k u r u ş , d ö r t i l e o n

y a ş ı n a k a d a r o l a n ç o c u k l a rd a n y a r ı m b i l e t f i y a t ı a l ı n ı yo r m u ş.

1926’da Cenal Nadir ’ in yayınladığı broşürde, Bursa-Mudanya arası tren bi let f iyat lar ı , b ir inci mevki 135 kuruş, ik inci mevki 98,30 kuruş, üçüncü mevki 60 kuruş ve 4-10 yaş arası çocuklarda mevkiye göre bi let f iyat ın ın yarıs ı

o larak bel ir t i lmişt ir. Bursa-Mudanya demiryolu tar i fesindeki f iyat lar diğer motor lu araçlara göre daha az bel ir lenmiş olsa da diğer motor lu araçlar la ulaşım süresi karşı laşt ır ı ld ığında yaşanan aksamalar trene olan i lg iyi g iderek azal t ınca, hat

ulaşıma kapat ı l ı r.

İ B R A H İ M A R S L A N

HAZİRAN 201144

Page 47: Eriha 3

Bursa’nın trenle tanışması 1800’lü yıl-ların ortasına denk geliyor. O dönem Avrupa’nın lokomotif devletleri tren hatlarını geliştirmede birbirleriyle ya-

rışır bu alanda birbirleriyle yarışır. Osmanlı İm-paratorluğu da bu duruma kayıtsız kalamaz ve demir yolu ulaşımı hususunda ferman hazırlatır. Yapılması planlanan ana hat, İstanbul-Bağdat tren hattıdır. Pressel'in projesi Haydarpaşa'dan başlayıp, içine Bursa-Mudanya hattını da alarak, Suriye-Bağdat demiryoluna bağlanacak şekilde tasarlanmıştır. Bursa-Mudanya demir yolu 1891 yılında Fransızlar tarafından yapılır. 17 Haziran 1892’de gerçekleştirilen açılış törenine, Bingazi Vapuru ile İstanbul’dan Mudanya’ya, buradan da trenle Bursa’ya gelen Sultan II. Abdülhamit de ka-tılır. Hat üzerine Mudanya İstasyonu, Yörükali İs-tasyonu, Koru İstasyonu, Acemler İstasyonu, Bursa Bekleme İstasyonu (Merinos) ve Bursa İstasyonu olmak üzere toplam 6 istasyon yapılır. Bursa-Mu-danya demiryolu hattı 6 lokomotif, 14 yolcu vago-nu, 50 yük vagonu ile Bursalıların hizmetindedir artık. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi Bölümü öğretim üyesi Dr. Mine Akkuş, tren hattının kapatılma-dan öncede, büyük sıkıntılar içerisinde olduğunu söylüyor. Akkuş, “Aksaklık ve sorunlarla birlikte hattın işletimine devam edildi. 3 Ocak 1917 tarihli kayıtlara göre hükümet tarafından demiryolları-nın ve rıhtımların işletilmesi kararı alınır. Ulusal Mücadele Dönemi’nde işgal altında bulunan bölgelerdeki demiryolları emperyalist devletlerin kontrolünde bulunduğu için, Yunan işgali altında bulunan Bursa’da, Bursa-Mudanya Demiryolu ve Rıhtımı da yabancıların denetimindedir. Cumhu-riyet döneminin ilk yıllarında hattın işletimi ile ilgili ilk düzenleme Temmuz 1923’te yapılır. Bu düzenlemede TBMM Hükümeti adına Nafia Vekili ile Mösyö Lahrer arasında bir anlaşma imzalana-rak, tarifeler, şirketin geliri ile ilgili düzenleme yapılır ve çalışanların Türk olması hükmü konulur bilgisini verdikten sonra, 1931’de Bursa-Mudanya demiryolu hattı yabancılardan satın alınarak ka-mulaştırıldığını söyledi.

Tren Bursalılar’ın eğlence kaynağıydıTren, hizmete girdiği günden itibaren ulaşımın yanı sıra, halkın eğlence kaynağı da olmuştur. 41 kilometre uzunluğundaki tren yolculuğu, trenin saatte 30 kilometre gitmesinden dolayı iki saat kadar sürermiş. Mudanya treninin yavaşlığı hak-kında da ilginç hikâyeler anlatılır. Lokomotifin hızı Geçit'ten sonraki Tepederbent Rampası’nı tırmanırken iyice düştüğünden çocuklar, tren

HAZİRAN 2011 45

Page 48: Eriha 3

HAZİRAN 201146

yokuş çıkmaya başladığında trenden iner, çevredeki meyvelerden toplar, sonra tekrar treni yakalarlarmış. Kapalıçarşı’dan Sütçü Ahmet adındaki şahıs ise trenle yarışırmış. Ancak, çok sürmez Bursa-Mudanya tren hattının Bursalılar’ın gönlündeki saltanatı. Motorlu araçların gündelik hayattaki kullanımı arttıkça, trene olan ilgi azalmaya başlar. Her ne kadar 1926’da Cemal Nadir'in yayınladığı bir broşürde, Mudanya-Bursa de-miryolu tarifesinin diğer motorlu araçlara göre daha ucuz olduğu duyurulsa da ulaşım süresindeki zaman kaybı trene olan ilgiyi azaltmıştır. Broşüre göre, tren-deki birinci mevki fiyatı 135 kuruş, ikinci mevki 98,30 kuruş, üçüncü mevki 60 kuruş, dört ile on yaşına ka-dar olan çocuklardan yarım bilet fiyatı alınıyormuş. Bu durum tren işletmesinin lojistik taşımacılığa yönel-mesine neden olur. Yolcu sayısındaki düşüşün açığını, lojistik taşımacılıkla dengelemeye çalışan Bursa-Mu-danya Tren Hattı İşletmesi, motorlu taşıtlar için kul-lanılan yakıtın fiyatı düşünce tekrar sıkıntı içine girer.

Tren hattı 1953’te TBMM kararıyla kaldırıldı1950 başlarında Bursa’da faaliyet göstermeye başla-yan nakliyat şirketlerinin, Mudanya treninin Merinos fabrikası için taşıdığı yükleri daha az maliyete, daha kısa zamanda taşıyabileceklerini duyurup, bu konuda uzlaşmaları fabrikanın kömürünü ve ürettiği kumaş-ların taşıma işini de elinden alır. Artık hat sadece turistlik amaç için kullanılır. Çok geçmeden hattın kapatılması konusu gündeme gelir. 1953’de zarar ediyor gerekçesiyle TBMM kararıyla tren hattı hizmet dışı bırakılır. Raylar zaman içersinde sökülerek satılır. 79 yıl hizmet veren Mudanya-Bursa demiryolunun tek yönlü olması ve diğer hatlara bağlanamaması hattın sonunu getirir. Tren hizmetten kaldırıldıktan sonra, çeşitli amaçlarla kullanılan gar binası, 1989’da hizme-te açılmak için restore edilir. Mudanya Belediyesi’nden kiralanan 160 yıllık gar binası, bugün otel olarak mi-safirlerini ağırlıyor.Bursa-Mudanya tren hattı üzerinde bulanan 6 istas-yonlardan sadece 3’ü günümüze gelebilmiş. Daha önce tren hattının geçtiği cadde hâlâ “Demiryolu Caddesi” ismini taşıyor. Günümüzde Bursa Bekleme istasyonu ve Acemler istasyonu binaları kafeterya ola-rak kullanılıyor. Merkez tren istasyonunu hazineden devralan Osmangazi Belediyesi ve Çekül Vakfı, ortak-laşa gerçekleştirdikleri projeyle tarihi istasyonu resto-re ederek, kır düğün alanı, kafeterya ve nikâh sarayı olarak hizmete sokmuş. Tarihi Merinos İstasyonu’nun restore edilmesinin ardından, senelerce hizmet veren tarihi kara tren, Bursalılar’la tekrar buluşturulur.

Bursa’ya Nostaljik Tren2011 Ocağında yapımına başlanıp, Haziran ayında

Bursa-Mudanya tren hatt ı üzer inde bulunan 6 istasyondan sadece 3 ’ü günümüze gelebi lmiş . Daha önce tren hatt ın ın geçt iğ i cadde hala ‘Demiryolu Caddesi ’ ismini taşıyor. Günümüzde, ‘Bursa Bekleme İstasyonu’ ve ‘Acemler İstasyonu’ kafeterya olarak kul lanı l ıyor. Merkez teren istasyonunu hazineden devralan Osmangazi Belediyesi ve Çekül Vakf ı , ortaklaşa gerçekleşt irdik ler i projeyle, tar ihi istasyonu restore ederek, k ır düğün alanı , kafeterya ve nikah sarayı o larak hizmete sokmuş.

Page 49: Eriha 3

HAZİRAN 2011 47

faaliyete geçen Nostaljik Tren Bursalılar’ı heyecan-landırmış görünüyor. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe Nostaljik Tren Hattı’dan ol-dukça umutlu. Nostaljik Tren’in, Bursa’nın tarihi zenginliğini turizme açacağını, şehrin vizyonunu değiştireceğini söylüyor. Altepe, “Osmangazi ilçesi sınırları içerisinde yer alan Cumhuriyet Caddesi boyunca uzayan hat üzerinde üç vagon çalışacak. Proje kapsamında bölgedeki tüm anıtsal yapılar, sokakların düzenlenmesi, sivil mimarlık örneği eserlerle ilgili çalışılıyor. Caddedeki tüm binalar elden geçirilecek ve onarılacak. Cepheleri dokuya uygun olarak düzenlenecek. Nostaljik tramvayın da katılımıyla bu bölge gece gündüz yaşayan bir merkez olacak. Yeme, içme, konaklama ve alışveriş mekânlarıyla yaşayan bir cazibe merkezi haline ge-lecek. Bu projeden bölge esnafı da faydalanacak. Nostaljik tren, Bursa ekonomisi ve Türkiye ekono-misine de katkı sağlayacak. Bölgenin kısa zaman-da UNESCO’nun dünya mirası listesine girmesini de sağlayacağız.” diyerek projenin Bursa’ya getireceği kazanımları özetliyor.

Nostaljik Tren, cadde esnafının kafasını karıştırdı30 yıldır Cumhuriyet Caddesi üzerinde esnaflık yapan Mustafa Durusu, Nostaljik Tren’in Bursa’yı canlandıracağına inanıyor. Durusu, “Caddenin tra-fiğe kapatılmasıyla beraber, insanların caddeye geliş sıklıkları yüzde elli civarında artış gösterdi. Tren faaliyete geçeli bir hafta oldu. İşlerimiz olum-lu derecede etkilendi. Tren hattının açılmasından sonra, bazı esnaflar başka alanlara yönelmek zorunda kalacaklar. En doğrusu da bu olur zaten. Cafe, restoran, ucuzluk mağazaları gibi yerlerin açılması gerekir. Tren daha şimdiden buraya nos-

taljik bir hava kattı. Şu an cadde üzerindeki binalar restore edilip, dış cepheleri uygun hale getiriliyor. Önceden cadde üzerindeki tarihi binalara çivi bile çakamazdık. Binalar çürümeye yıkılmaya yüz tutuyordu. Trenle beraber caddenin çehresi de-ğişmiş durumda. Şimdiden yoğun bir turist akını var. Özellikle Araplar oldukça ilgi gösteriyor trene.” Trenin açılışından sonra ortalığın canlandığını dü-şünen esnaf, trenin çarşıya çok yakıştığını söylüyor. Cadde üzerindeki esnafların bir bölümüyse, trenin

faaliyete geçmesine olumlu bakmıyor. Mustafa Durusu’ ya göre, bu düşünce konuya geçekçi olarak yaklaşmayanlara ait. Durusu, “30 yıldır bu çarşıda esnafım. Önceden cadde üzerinde yaya trafiği yok denecek kadar azdı. Araç trafiği, toz, egzos gazı, gürültü insanları aşırı derecede rahatsız ediyordu. Şimdi cadde trafiğe kapatıldı. Toz, duman, gürültü kalmadı. Üstüne üstlük yaya trafiğinde çok büyük bir artış yaşandı. Bundan sekiz yıl önce de alt cadde trafiğe kapatılınca da aynı böyle tepki verdilmişti.”

50 yıldır cadde üzerinde şekerlemeci dükkânı işle-ten Hamit Yazdalı, tren hattının gelişiyle müşteri-lerinde azalma olduğunu söylüyor. Yazdalı “Benim müşterilerim sağda soldaydı. Elli yıldır buraya ge-len, giden müşterilerim vardı. Cadde trafiğe kapa-tıldı, bizim işler de oldukça azaldı. Karşı dükkânda çiçekçi var mesela, o da aynı durumda. Müşteriler önceden arabasıyla gelip çiçeğini saksısını alır, giderdi. Şimdi cadde trafiğe kapatıldı. Müşteriler aldıkları malzemeyi elinde taşımak istemiyor, onun için başka yerden alışveriş ediyor. Tren hattı çok güzel oldu olmasına, ama bu tip olumsuzlukları da beraberinde getirdi.” diyor. 32 yaşındaki ayak-kabı mağazası işleten Murat Koşudağ ise, Nostaljik Trenin getirisinin ya da götürüsünün neler olabile-ceğini söylemek konusunda henüz erken olduğunu düşünüyor. Koşudağ, “Hattın yapıldığı Cumhuriyet Caddesi’ne alternatif bir güzergâh oluşturulmadı. Bu durum biraz sıkıntı yarattı. Caddenin trafiğe ka-patılması, esnaf çeşitliliğinde bir değişime neden oldu. Toptancıların yerine farklı mağazalar açıl-maya başlandı. Şu an cadde üzerindeki binaların, dükkânların değeri iki kat artmış durumda. Büyük restoranlar ve fast food firmaları burada dükkân aç-mak için birbirleriyle yarışıyor. Eğer hat biraz daha uzatılırsa, oralarda da değişim olur.” diyor. Tren hattının, Güzelyalı Feribot İskelesine bağlanması söz konusu. Böylelikle feribottan inenlerin, direkt olarak tarihi mekânların göbeğinden geçen Nostal-jik Tren Hattı’na ulaşması hedefleniyor. Oysaki Mu-danya İskelesi’nden Bursa’nın içlerine kadar giren Bursa-Mudanya tren hattı, 58 yıl önce zarar ediyor gerekçesiyle kaldırılmamış olsaydı, yapılacak ufak tefek değişikliklerle Nostaljik Tren Hattı’nın işlevini üstlenebilecekti.M

URAT

KOŞ

UDAĞ

MUS

TAFA

DUR

USU

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Al tepe Nostal j ik Tren Hatt ı ’dan oldukça umutlu. Al tepe, “Osmangazi i lçesi s ın ır lar ı içer is inde yer alan Cumhuriyet Caddesi boyunca uzayan hat üzer inde üç vagon çal ışacak. Proje kapsamında bölgedeki tüm anıtsal yapı lar, sokaklar ın düzenlenmesi , s iv i l mimarl ık örneği eser ler le i lg i l i dünyaca ünlü mimarla çal ış ı l ıyor. Bu bölge, yeme, içme, konaklama ve al ışver iş mekânlar ıyla yaşayan bir cazibe merkezi hal ine gelecek. Bölgenin kısa zamanda UNESCO’nun dünya mirası l is tesine girmesini de sağlayacağız” diyor

Page 50: Eriha 3

HAZİRAN 201148

Öğret m en Da y ağ

ı Mağdu ru

S i n a n ’ ı n

Okuma Aşkı

ERİHA Haber

HAZİRAN 201148

S E R C A N TO P Ç U L A R

Page 51: Eriha 3

HAZİRAN 2011 49

B a r ı ş S i n a n S a l t ı k , Tü r k i ye’d e

y a ş ay a n b i n l e rc e g ö r m e e n g e l l i

v a t a n d a ş t a n s a d e c e b i r i . O n u

d i ğ e r l e r i n d e n f a r k l ı k ı l a n ,

m ü c a d e l e c i r u h u ve ve rd i ğ i

m ü c a d e l e n i n s o n u n d a e l d e e t t i ğ i

s ay ı s ı z b a ş a r ı . O k u m a ve ö ğ re n m e

i s t e ğ i y l e d o l u p t a ş a n S i n a n S a l t ı k ,

2 3 N i s a n h e ye c a n ı n ı y a ş a r ke n

ö ğ re t m e n i t a r a f ı n d a n d a r p e d i l i n c e

g ö z l e r i n i k ay b e d e r, a m a a s l a

k ü s m e z h ay a t a . S i n a n , m ü c a d e l e c i

r u h u y l a e n g e l i n i a ş a r ve e l d e e t t i ğ i

b a ş a r ı l a r l a e n g e l l i o l m a n ı n e ve

k a p a n ı p, b a ş k a l a r ı n ı n y a rd ı m ı y l a

h ay a t a t u t u n m a k o l m a d ı ğ ı n ı n , e n

g ü ze l ö r n e k l e r i n d e n b i r i o l u r.

Page 52: Eriha 3

HAZİRAN 201150

Küçük yaşta başlar Barış Sinan Saltı’ın okuma tutku-su. Henüz üç buçuk yaşındayken öğrenir okuma-yaz-mayı. Okul çağı geldiğinde Ankara Ulus İlköğretim Okulu’nda eğitim-öğretim hayatına başlar. Sinan’ın hayatının kökünden değişeceği yer olur bu okul. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kut-lamasında yaşadığı talihsiz olay Sinan’ın dünyasını

karanlığa boğar, ama büyüsüne kapıldığı kitaplar-dan koparamaz onu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda yaşadığı talihsizliği şöyle anlatı-yor Sinan Saltık: “23 Nisan’a hazırlanmıştık en güzel şekilde. Ankara 19 Mayıs Stadyumu’ndaki törenlere katılmak için her şey hazırdı. Tören alanı okula yakın olduğu için bizi sıraya dizdiler, tören alanına doğru

yürümeye başladık. Yolda ilerlerken çocukluğun verdiği heyecanla hop-layıp, zıplamaya başladım ve sıradan çıktım. Ama benim yaptığım küçük disiplinsizlik öğretmenimin gözünde o kadar büyüktü ki verdiği cezanın bedeli çok ağır oldu. Benim hayatımı değiştirecek büyük bir hata yaptı, bayram heyecanından dolayı yerinde duramayan bir çocuğu döverek gözü-nü kör etti. Ulu Önder Atatürk’ün ço-cuklara bayram olarak hediye ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı bir öğretmenden yediği dayak sonrası bir gözü kör olan bir çocuk olarak geride kaldım.” Öğret-meninden yediği dayak sonrası sağ gözü kör olan Sinan Saltık’ı bekleyen başka bir tehlike daha vardır. Talihsiz çocuğun 23 Nisan heyecanı, telafisi mümkün olmayan sağlık sorunlarıyla sonuçlanır.

Hayata küsmeden verilen azimli bir mücadele Bayram heyecanıyla yerinde dura-mayan Sinan, öğretmen dayağıyla sağ gözünü kaybeder, ama Sinan’ın sol gözünün de kör olma olasılığı olduğunu söyler doktorlar. Bunu öğ-renen aile ikinci defa yıkılır, ama dik durmaktan başka bir çareleri yoktur. Çocuklarının diğer gözü de tamamen kör olmadan Sinan’ı Aydınlıkevler Körler Okulu’na yazdırırlar. Sinan’ın yaşadığı talihsiz olay onun okuma sevgisinden ve azminden hiçbir şey eksiltmez, aksine o, doktorların gö-zünü sürekli dinlendirmesi uyarısına karşı, her an, biraz daha okuma is-teğiyle dolup taşar. Neticede dok-torların söylediği olasılık gerçekleşir, 15 yaşında sol gözünü de kaybeder Sinan Saltık. Ama yılmaz azimli ço-cuk, ikinci gözünü de kaybetmesiyle hayata küseceğini sananlar çok geç-meden yanıldıklarını anlarlar. Atatürk

Orman Çifliğin’de bulduğu işe girebilmek için yaşını 3 yıl büyüttür. Fakat bu iş, Sinan’ı en büyük tutkusu olan okulundan uzaklaştırır. Liseyi bitirmeden ayrılır okuldan. Okulu bırakmak onun için yeri asla doldu-rulamayacak bir boşluk yaratır. O boşlığu doldurmak için Antalya’da hizmet veren, körler derneğinin ses-lendirdiği lise kitaplarını alarak liseyi dışarıdan bitir-me sınavlarına hazırlanır. Çok hırslıdır Saltık, Ankara Gazi Çiftlik Lisesi’ni tek dönemde bitirip mezun olur. Bu da yetmez ona, aynı yıl yapılan üniversiteye giriş sınavında da büyük bir başarı gösterir. Sınav sonuç-ları açıklandığında Türkiye derecesiyle Ankara Üni-versitesi Hukuk Fakültesi’nde yarım kalan eğitimine devam eder. Sinan Saltık, yaşadıklarını şöyle anlatı-yor: “En büyük mutluluğum okuyor olmaktı, çok se-viyorum ve hala hayatımın en önemli olgularından biri sayarım okumayı. Gözlerim görmediği için kitap-ları parayla tuttuğumuz okuyuculara okutup, teyple-re kaydettiriyorduk. Kaset ve teyp çok fazla uğraştırı-yordu bizi. Genelde okunan metinler sınavlara bir iki hafta kala elime ulaşırdı ve çoğu da son derece kötü okunmuş olurdu. Ne söylendiği ya anlaşılmazdı ya da yanlış okunmuş olurdu. Üniversitede de böyle yanlış okunan bir terim yüzünden birçok dersten kaldım. T.C.K. hukukta Türk Ceza Kanunu’nun kısaltmasıdır. Sınava girdim hoca soru soruyor ben cevaplıyorum. Sınavdan çıktım 100 alacağımı hesap ediyorum, ama notlar açıklanınca 0 aldığımı öğrendim. Hemen ho-canın yanına çıktım. Nasıl olur dedim. Hoca izah etti. Meğer okuyucu bunu, Türkiye Cumhuriyeti Kanunu diye okumuş. Bu yüzden çok dersten kaldım. Bazen de okuyucuya verdiğimiz teyp ve kaset geri gelmez-di.” Yaşanan olumsuzluklar yıldırmaz Sinan Saltık’ı. O, her şeye rağmen üç üniversite bitirmenin verdiği mutlulukla devam ediyor yoluna.

Toplumun haksız galibiyeti uzun sürmüyor... Sinan Saltık, yaşadığı çeşitli zorlukları aşmanın mutluluğuyla öğrenme ve öğretmeye olan ilgi ve becerisini, kendi gibi görme engellilerle paylaşmak ister. İyi düzeyde bilgisayar kullanabiliyor olması, bu aşamada gönül verdiği işi yapmasının önünü açar adeta. Kendi yaşadığı sıkıntıları başkaları da yaşa-masın diye elinden gelenden fazlasını koyar ortaya. “Aslında hiçbir şey engelle alakalı değil. Eğer siz iyi olursanız çevrenizdeki herkes iyi oluyor. Ben son derece sosyal bir insanım. Çevremdeki insanlarla iyi geçinirim, ancak biz görme engelliler hayata 1-0 yenik başlıyoruz, toplumun kalıplaşmış ön yargıları yüzünden. Her görmeyenin mutlaka bir artısı olmak zorunda hayatı kazanmak için. Ancak bu artıyla di-ğer insanlarla eşit olduğumuzu ortaya koyabiliyoruz. O zaman insanlar daha normal bir şey olarak görü-yor engellerimizi.” diyor. Vücudunun bir bölümünün işlevini yerine getirememesi sonucunda engelli ilan

Page 53: Eriha 3

HAZİRAN 2011 51

ettiğimiz insanlardan çok, kendi düşüncemizde ge-liştirdiğimiz engelleri yıkmamız gerektiğini söylüyor Sinan Saltık. Lisanslı satranç sporcusu olan Sinan Sal-tık kendi gibi engelli olanlar arasında kendi artısının, çok iyi derecede bilgisayar kullanabilmek ve öğrendiği şeyleri öğretebilme yeteneğinin olduğunu söylüyor. Saltık zamanını bol bol kitap okuyarak ve satranç oy-nayarak geçiriyor. O, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir salo-nunda, tahtaya hiç dokunmadan aynı anda 18 kişiyle satranç oynayıp, 17 kişiyi yeniyor, biriyle de berabere kalabilecek kadar iyi biliyor işini. Annesi Gülnaz ve ba-bası Süleyman Saltık’ın her zaman kendinini destekle-diklerini söyleyen Sinan, ailelerin engelli çocuklarına yaklaşımının çok önemli olduğuna dikkat çekiyor. “Ailem, benim ihtiyaçlarımı, onların olmadığı zaman-larda kendi başıma, kimseye bağımlı kalmadan gide-rebilmemi sağladılar, öyle yetiştirdiler beni. Neyi nasıl yapmam gerektiğini öğrenmemde ailemin çok büyük desteği vardır. Her ihtiyacımı karşılamak için seferber olmadılar, benim ihtiyaçlarımı karşılayabileceğime olan inançları, kendime güvenmemi ve çevremi daha iyi tanıyıp kendi başıma hareket edebilmemi sağladı. Mesela, babam koluma girip hiçbir zaman beni bir yere götürmedi, bir yerde bir zorlukla karşılaşsam, ör-neğin bir yol kenarında karşıya geçebilmek için bekle-sem, babam yardımcı olmamıştır bana. Takip edermiş beni, ama karşıdan karşıya kendi başıma geçmem için beklermiş. Koluma girip beni karşıya geçirebilirdi, ama o asıl bunu yapmayarak bana yardım etti. Kimseye muhtaç değilim karşıdan karşıya geçerken ya da başka bir ihtiyacımı giderirken. Annem de elinden geldiğin-ce okumama yardımcı oldu” 27 yaşındaki Sinan Saltık, kendini sürekli yeni bilgiler öğrenerek geliştiren, iyi derecede Fransızca, Almanca ve İngilizce bilen bir an-

nenin yanında büyür Sinan Saltık. Evlerine her gün 3 gazete gelir ve okunur o gazeteler satır satır. Ba-zen gazete bulmacalarını çözmek için yarışır anne oğul bir gazeteden iki tane alarak. Sinan’ın engelli olmasına karşın böylesine bağımsız hareket ede-bilmesinin ve kendini bu denli geliştirebilmesinin ardında ailesinin katkıları önemli bir yere sahip.

Öğretmenliğin tatlı telaşı Türkiye’de görme engellilere yönelik olarak verilen eğitim programlarından geçenlerin hayat mü-cadelesinde kat ettikleri yolu çevresindekilerden duyan Sinan, kendini geliştirip okuma-yazma öğrenen ve başka birçok beceri kazanan görme engellilerin başarılarına imrenir. Aynı başarıları o da göstermek ister. “On üç sene önce bilgisayarın tuşuna ilk defa bastım ve o günden sonra hemen hemen her dakikam bilgisayar başında geçmeye başladı. Bilgisayarı ilk kez kullanmaya başladı-ğımdan 6 ay sonra, Türkiye Bilişim Derneği Gör-me Engelliler Çalışma Grubu üyeliğine seçildim. Aynı dönem bilgisayar öğretmenliğine başladım. Daha sonra Türkiye Bilişim Derneği Tüm Engelli-ler Bilişim Çalışma Grubu Basın ve Halkla İlişkiler Sorumluluğu’na getirildim. Bir gün eşimle alışveriş yaparken cep telefonum çaldı. Telefondaki arkada-şım bana ‘Sinancığım askeriye, görme engelli gazi-lere bilgisayar öğretmek için öğretmen arıyormuş ben seni söyledim haberin olsun’ dedi. Arkadaşıma kullanmak başka öğretmek başka dedimse de din-letemedim. ‘Ben anlamam, numaranı verdim’ dedi ve telefonu kapattı. Ben daha üzerimdeki şaşkın-lığı atmadan telefonum çaldı. ‘Yarın gelip burada öğretmenliğe başlıyorsunuz.’ dedi telefonun diğer

ucundaki ses. Hemen eğitim bilimleriyle ilgili ki-taplar bulup okumaya başladım, ama daha 50-60 sayfa bile okuyamadan askeriyenin aracı geldi kapıma dayandı. Her şey çok hızlı oldu, çalıştığım kurumun yönetim kurulundan bile izin alınmış benim için. Bunları duyduğumda çok şaşırdım.” Öğretmenlik hayatına böylece başlar Sinan Saltık. Öğrenmek kadar öğretmekte bir tutkuya dönüşür bundan sonra. Bu tutkusu ona başka başarıları da getirir, ama onu en çok mutlu eden şey öğrendik-lerini birileriyle paylaşabilmek olur. Bu nedenle hangi kurumdan görme engeliler için yapılalan bir faaliyette görev verilmek istense, seve seve kabul eder. 2002’de Görmeyenler Kültür ve Birleşme Derneği’nin bilgisayar kurslarını da başlatır. Uzun süre halk eğitim merkezinde, daha sonra İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun düzenlediği eğitim programla-rında öğretmenlik yapar. Önceleri sadece operatör-lük kursu veren Saltık, 4 yıldır radyo spikerliği kurs-larında bilgisayar destek eğitimi, bir yıldır da web tasarım ve bilgisayar programcılığı kursu veriyor. Üç buçuk yaşında okumayı öğrenen Barış Sinan Saltık’ın karanlık dünyasındaki en büyük öğretici-si kitaplar ve ailesi olunca girdiği mücadelelerden yüz akıyla çıkar hep. Göremediği güneşe ulaşmanın gözle değil bilgi ve birikimle olduğuna inanarak inancını bir an olsun kaybetmeden çalışır. Onun bu azmi kendisi gibi görme engelli birçok arkadaşını da etkiler, onlara da umut olur Saltık. O, inanarak ve mücadele ederek büyük başarılar sığdırır ha-yatına. Azmi ve başarılarıyla fiziksel engelini aşar, engelin bedende değil, düşüncede olduğunun en güzel örneklerinden biri olur.

Page 54: Eriha 3

HAZİRAN 201152

İhtiyar Delikanlıların

FOLKLOR MEŞALESİ

ERİHA Yaşam

İ L K E R Ö N A L- V O L K A N K A L K A NS E R C A N E N G İ N

Page 55: Eriha 3

FOLKLOR MEŞALESİ

HAZİRAN 2011 53

Ev c i K ö y ü E r k e k H a l k O y u n l a r ı To p l u l u ğ u ’n u n 5 5 - 6 5 y a ş a ra l ı ğ ı n d a k i ü y e l e r i , y o k o l m a y a

y ü z t u t a n b i r h a l k k ü l t ü r ü n ü y a ş a t m a y a ç a l ı ş ı y o r. Yo z g a t A ğ ı r l a m a s ı , B o p b i l i , Te k a y a k ,

Ü ç a y a k a d l ı o y u n l a r l a t e s c i l l e n e n t o p l u l u k ; 2 0 0 4 y ı l ı n d a “ Tü r k i y e K ö y l e r A ra s ı İ h t i y a r l a r

Ya r ı ş m a s ı n d a” O t a n t i k d a l d a b i r i n c i l i k ö d ü l ü n ü , 2 0 0 7 y ı l ı n d a d a K ü l t ü r B a k a n l ı ğ ı ’n ı n

d ü z e n l e d i ğ i y a r ı ş m a d a m a n s i y o n ö d ü l ü n ü k a z a n d ı . Ye d i y ı l d ı r Yo z g a t ’ı n m a h a l l i h a l k

o y u n l a r ı n ı , u l u s l a ra ra s ı a re n a d a b a ş a r ı y l a t e m s i l e d e n e k i p, y e t k i l i l e rd e n m a d d i d e s t e k

i s t i y o r.

Page 56: Eriha 3

HAZİRAN 201154

Yozgat İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu üye-leri, ilerlemiş yaşlarına rağmen gençlere taş çıkartıyorlar adeta. Davul, zurna sesiyle

adeta gençleşen, devleşen ihtiyar delikanlılar, folk-lora gönülden bağlı. Geçimlerini, çiftçilik, terzilik, boyacılık yaparak kazanan ekip üyeleri, halktan gördüğü teveccüh kadar yöneticilerinden de destek bekliyor. Maddi imkansızlıklardan ötürü işlerine tam manasıyla odaklanamayan ihtiyar delikanlılar yetkili mercilerden uzanacak yardım eliyle derin bir nefes alacak. Bu güne kadar çeşitli başarılar elde eden ekibin dağılmaması için uzanacak yardım eli Yozgat Halk Oyunları’nın geleceğinde de belirleyecek. Bat-tal Köse, Hüseyin Güneş, Zekeriya Sarı, Hüseyin Evci, Kazım Evci ve Mehmet Köse’den oluşan ekip, yaşa-dıkları zorluklara inat; yılların eskitemediği Yozgat’ın mahalli halk oyunlarını gelecek nesillere aktarmayı hedefliyorlar.

“Bursa’daki Halk Oyunları Festivali bana ilham oldu”İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu’nun kurulmasında büyük emeği geçen Türkiye Halk Oyunları Federasyonu Yozgat il temsilcisi, emekli öğretmen Yakup Arslan, mahalli

oyunlarını gelecek kuşaklara aktarmak ve bu oyun-ların aslını bilenlerde güzel bir örnek teşkil etmek is-ter. Bu amaçla Yozgat’ın en iyi oyuncularını bir araya getirerek Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu’nu kurar. Yakup Aslan bu süreci şöyle anlatıyor: “Bursa’da okuduğum öğrencilik yıllarında Artvin Halk Oyunları Derneği’nde görev alarak, Artvin’i beş sene temsil et-tim. O dönemlerde, Bursa’da gerçekleştirilen bir fes-tivale, farklı ülkelerden yaklaşık on yedi ekip katıldı. Bizim de sahne aldığımız bu festivalde, bir ülkenin sahneye çıkan folklor ekibi, fiziki görünüş ve yaş or-talaması anlamında folklor oynayacak düzeyde de-ğildi. Sahnede kendi kendilerine zıplamaya başladı-lar. Bunların ahı gitmiş vahı kalmış diye düşündüm. Ama davulun, zurnanın ötmesiyle birlikte o hare-ketsiz insanlar gitti, sanki yerlerine vücutlarına beş bin volt elektrik verilmiş insanlar geldi. Bursa’daki bu festival bana ilham oldu. Festivalin ardından kısa bir süre sonra, köyüme geldiğimde oturdum, düşün-düm. Davullu zurnalı düğünler vardı bizim mahalli adetlerimizde. Fakat halay çeken bir tane Allah’ın kulu yoktu. Gençlerin oynadıkları oyunlar ise halay-dan başka her şeye benziyordu. Ortada halay yoktu. Ne müzik, müziğe benziyordu; ne de oyun oyuna benziyordu. Bir gün, köy kahvesinde otururken ora-

daki bir adama sordum. “Burada halay çekmeyi bilen kimse yok mu” diye. Var dediler, olmaz mı? İsimleri saymaya başladı. Onlar bir araya gelsin de, sen ha-layı gör dedi. Bir de baktım bahsi geçen kişilerin hepsi sakallı hacca gitmiş, yaşı geçkin insanlar. Bizim memleketimizde maalesef, hacca gidip gelmiş bir insanın, kalkıp halay çekmesi günahtır. Tereddütle, onlardan rica ettim. Beni kırmadılar. Onların da, be-nim gibi davul ve zurna sesi duyduğunda kalplerinin heyecanla attığını hissettim. Öyle bir halay çektiler ki, ben hayatım boyunca böyle bir halay görmedim. Aradan zaman geçti. Kültür Bakanlığı’ndan bir yetki-li geldi. Yöresel halk oyunları oynayan kim var? diye sordu. Bende Evci Köyü’ndeki bu ekipten bahsettim. Kültür Bakanlığı’ndan gelen yetkili aracılığıyla, bu ekip 2004 yılında Ankara’da yarışmaya katıldı. Tür-kiye Köyler Arası İhtiyarlar Yarışması’nda Otantik dalda birincilik ödülü aldılar. 2007 yılında ise, Kültür Bakanlığı’nın dört ilde düzenlediği yarışmaya da Evci Köyü Folklor Ekibiyle katılmaya karar verdik. Kültür Bakanlığı’nın Erzurum, Samsun, Adana ve Yozgat illerinde düzenlemiş olduğu bu yarışmaya on yedi ekip katıldı. Düzenlenen yarışmanın Yozgat ayağı-na katılarak, mansiyon ödülünü almayı başardık.” Yakup Arslan, folklorun halkın zeminine yerleş-

Page 57: Eriha 3

HAZİRAN 2011 55

mesinde, Milli Eğitim Müdürlüğü ve Halk Oyunları Federasyonu’nun işbirliğinin önemli bir rolü olduğu-nu söylüyor. Bu amaçla yetkililerin maddi ve manevi desteğine ihtiyaçları olduğunu da belirtiyor.

Ekip altı kişiden oluşuyor Yozgat Evci Köyü’nü ilerlemiş yaşlarına rağmen, uluslararası arenada başarıyla temsil eden Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu üyeleri, yılların eski-temediği Yozgat’ın mahalli halk oyunlarını gelecek nesillere aktarmayı amaç edinmiş. Ekip olarak folk-lor oynamaya başladıklarında on iki kişi olarak bu işe gönül verdiklerini anlatan ekibin 60 yaşındaki üyesi Battal Köse, şu an altı kişi kaldıklarını söylü-yor. Köse, “Ekibimizdeki arkadaşlarımızdan ölenler oldu. Hacca gidip geldikten sonra folkloru bırakanlar oldu. Kimisi de ihtiyarladı. Bastonla yürür hale geldi. Oyun oynarken dönemiyordu artık. Ekibimiz, Hüse-yin Güneş, Zekeriya Sarı, Hüseyin Evci, Kazım Evci ve Mehmet Köse isimli arkadaşlardan oluşuyor.”diyor. Yozgat’ın mahalli halk oyunları açısından zengin bir potansiyele sahip olduğuna vurgu yapan Köse, “Orta Anadolu’nun en zengin folklor merkezi olan İlimizde; on beş ayrı kadın oyunu, elliye yakın türkü, ona yakın erkek oyunu ve birçok oyun havası var. Ayrıca, bazı yörelerde semahlar da yaygındır. En yaygın olarak bilineni Bozok Semahı da denilen Kırklar Semahı oyunu oynanır. Kadın oyunları davul, zurna, cümbüş, darbuka, keman ve saz eşliğinde oynanır. En çok oy-nanan kadın oyunları; burçak tarlası, kunduralım, nalinim, Feyli Turnam, Darine Dariney, Vıy Vıy ve Madımaktır. Erkek oyunlarından en çok oynananları; Yozgat ağırlaması, Bopbili, Tekayak, Üçayak, Cemo, Yerli Gelin, Çekirge, Aynalı ve Kamalı’dır. Bunların yanı sıra, Kaşık Oyunları, Çiftetelli, Asmalarda Üzüm, Loli, Keçeci Baba, Karanfilli, Gelin, Dünür gibi oyun-lar da sergilenir.” Köse, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın düzenlediği yarışmalarda Yozgat Ağırlaması, Bopbili, Tekayak, Üçayak adlı oyunlarla birinciliğe layık gö-rüldüklerini de ekleyerek, başarılarının tescillenme-sinin haklı gururunu yaşıyor. “Bize destek vermiyorlar.”Oynadıkları güzel oyunlar ve yaşları itibariyle topladıkları beğeni Evci Köyü Erkek Halk Oyunla-rı Topluluğu’nu kısa sürede adını yurdun dört bir yanına duyurur. Farklı farklı yerlerde düzenlenen organizasyonlara davet edilen ekip gittiği her yerde en güzel şekilde temsil eder Yozgat’ı. Yakın zamanda Ankara ve Viyana’ya turneye çıkacak olan ekip bu organizasyonlar için hazırlanıyor. Yurt içinde ve yurt dışında kültürlerini ve ülkelerini temsil eden ekip üyeleri yetkililerin bu başarılarına karşı duyarsız kal-masından ötürü dertli. Gerekli yardımı göremeyen ekip kendini ikame etmekte yetersiz kalıyor. Battal

Köse ekibin beklentilerini şöyle dillendiriyor: “Biz hepimiz geliri düşük insanlarız. Kimimiz boyacı, kimimiz tüccar, kimimiz de çiftçiyiz. Folklor oy-namaya çağırıldığımız zaman, tereddüt etmeden seve seve kabul ediyoruz. Davul çalmaya başla-dığı zaman gençleşiyorum. Bu anları hiçbir şeye değişmem. Çiftçilikten milyonda kazanacağımı bilsem yine de folklor oynamaktan vazgeçmem. Ama geçimimi sağladığım, dağdaki iki yüz dok-san tane koyunumu bırakıp gidiyorum. Ben kendi işimden fedakarlık ediyorum, folklor oynayabilmek için. Folklor oynamaya giderken, işleri halletmesi için yerimize işçi tutuyorum. Kendi harcamala-rımızı kurtaracak maddi gelir sağlanmıyor. Bize Ankara’ya gidin gösteri var. İnegöl’e gidin festival var. Kayseri’ye gidin fabrika açılışı var deniyor. Ama sadece gidin diyorlar. Folklor oynarken giyeceği-miz kıyafetleri bile kendimiz dikiyoruz. Bizim bu gayretli ve özverili çalışmalarımıza rağmen yetki-liler hiçbir çabada bulunmuyor. Bize kimse destek vermiyor. Azerbaycan’dan, Kırgızistan’dan üçüncü sınıf mahalle halk oyunları ekibi buraya gösteri yapmaya geliyor. Baktığımız zaman her bir kişinin maliyeti iki yüz dolar. Biz de ise belediye, oyun oy-nayacağımız yere gitmek için, sadece araba temin ediyor. Yolda yiyeceğimiz yemeği karşılıyor. Bir de turneden dönünce 50 Türk Lira’sı para veriyor. Turne zamanları genelde yaza geldiği için kendi işlerimizi aksatıyoruz. Biz bu kültürün yok olmasını istemiyo-ruz. Gelecek nesillere öğretip onlara devretmek is-tiyoruz. Yetkililere bu konudaki isteklerimizi ilettik, ama bir ses çıkmadı o işten. Belediye’den de iste-diğimiz yardımların sonuçsuz kalması üzerine, bir senedir faaliyet gösteren Yozgat Folklor Doğaçlama ve Kültür Derneği’ni kurduk. Dernek bizi kurumsal-laşma anlamında bir nebze olsun rahatlattı. Eğer derneğimizi daha önce kurmuş olsaydık, yarışmaya da dernek adına katılacaktık. Bundan sonra düzen-leyeceğimiz organizasyonları, dernek çatısı altında haftalık program şeklinde düzenleyeceğiz.”

“Yarışma öncesinde prova yapmıyoruz”Ekibin organizasyonlara katılırken giydikleri derme yelek, renkli gömlek, püsküllü fes ve şalvarını diken, grubun 55 yaşındaki en genç üyesi Kazım Evci, eki-be dahil oluşunu tam bir şans olduğunu söylüyor. Geçimini terzilik yaparak sağlayan Evci sözlerine şöyle sürdürüyor: “Folklor grubunun bütün üyeleri benden yaşça büyüktü. Aynı zamanda da folklor oyunu olarak benden daha tecrübelilerdi. Sahne-de ağabeylerimi izlerken, sürekli bende o sahnede folklor oynamak istemişimdir. Kıyafetlerini diktiğim bu ekibin içinde ben niye yokum diye çoğu kez dü-şünmüşümdür. Folklor oyununu bilmeyişim, benim bu ekibe dâhil olmamı geciktirdi. Gruptan çeşitli

Page 58: Eriha 3

HAZİRAN 201156

sebeplerle ayrılan ağabeylerimin yerini doldur-mak için 53 yaşımdan sonra folklor öğrenmeye karar verdim. Oynadıkları oyunları takip ederek, öğrenmeye başladım. Ekibin oynadığı cd’leri evde defalarca izledim. Böylece hatalarımı düzelttim. Oynamayı öğrenince sanki dünyalar benim oldu.” Her hangi birinden ders almadığını söyleyen Kazım Evci, yarışmalarda yapacağı en küçük bir yanlışın jürinin gözünden kaçmayacağını, bunun için elin-den gelenden fazlasını yaptığının belirtiyor. Kazım Evci, “çalıştırıcı olmaması bir yönden de iyi. Çünkü o zaman her kafadan bir ses çıkar. Biz arkadaşlar arasında birbirimize, sürekli çevrenizden figürler

öğrenin diyoruz. Şu an elli yedi tane oyunumuz var. Oyunların hepsi nostaljik. Kırk beş sene önce oynanan oyunlar. Yozgat’ın her ilçesi farklı oyunlar oynuyor. Çevresindeki illerden etkileniyorlar. Ama Yozgat merkez kendine has oyunları oynuyor. Ekip başımız Yakup Arslan bize yarışmada nelere dikkat etmemiz gerektiğini söylüyor. Yarışma öncesinde hiç hazırlık yapmıyoruz. Yarışmalarda, sahneye çık-tığımızda davul sesini duyduğumuz zaman halaya duruyoruz. Hata yapanın yanındakiler, hatasını anlasın diye hata yapan kişiyi omzunu sıkarak uya-rır. Halay başı mendili salladığı zaman herkes ona uyar.” diyerek anlatıyor oyun sırasında nasıl bir yol

izlediklerini. Sahneye her çıktıklarında aynı heye-canı taşıdıklarını belirten Evci; sergiledikleri oyu-nun yapmacıksız, provasız, doğaçlama oluştuğunu da ekliyor sözlerine.

Kendine has oyunları ve kültürel mozaiğiyle kül-tür hazinelerimiz arasında kendine has biri yeri olan Yozgat’ın Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Top-luluğu vermiş olduğu var olma mücadelesiyle benzer topluluklara örnek oluyor. Umarız bu eki-bin elinden tutmak için gerekli merciler geç kal-mazlar. Yeni neslin Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu’ndan öğreneceği çok şey var.

Page 59: Eriha 3

HAZİRAN 2011 57

19231299

Y Ü Z Y I L

PoPüler tarih tartIŞMaSI BaĞlaMINDa

“ M u h t e ş e m Yü z y ı l ” d i z i s i y l e k a m u o y u n u m e ş g u l e d e n p o p ü l e r t a r i h t a r t ı ş m a s ı n ı t a r i h b a ğ l a m ı n d a d e ğ e r l e n d i r e n ve h a l k e k s e n i n d e o l ay ı n y a n s ı m a l a r ı n ı n n e l e r o l a b i l e c e ğ i n i d i z i n i n t a r i h d a n ı ş m a n l ı ğ ı n ı y a p a n k l a s i k d ö n e m O s m a n l ı Ta r i h ç i s i D o ç . D r. E r h a n A f yo n c u i l e ko n u ş t u k .

ERİHAYaşam

M E R Y E M A K K U R T - D E M E T YA LÇ I N

Page 60: Eriha 3

HAZİRAN 201158

İlkokuldan başlayıp üniversite bitene kadar ders olarak okutulan tarih, siyasi merkezde ilerleyen ve daha çok neyi kim yaptı, ne zaman yaptı, nedeni ve sonuçları nelerdir gibi ezberci bir yöntemle işlendi-ği için, son günlerde ortaya atılan, tarihin belli bir döneminde yaşamış, o tarihe mal olmuş kişilerin aktör olduğu, günün siyasi olaylarının dışında özel bir konuyu merkeze alarak onu magazinsel bir dil-le anlatan popüler tarih kavramına alışamadık. Bu kavramın gündeme gelmesine neden olan tarihi romanlar ve bazı senaryolar filme alındığında ger-

çek tarih yüzü ve popüler tarih tartışması dillere pelesenk oldu. Siyasi tarihin konusu içine girmeyen ya da sokulmayan bazı konuların ayrıntıları; kitaplar, diziler ve filmler aracılığıyla gündeme gelince dik-katleri üzerine çekti. Ancak bu kitap, dizi ve filmlerde işlenen konuların gerçekle olan bağlantısı geniş çap-lı tartışmalara neden oldu. Öyle ki siyaset kurumları bile bu tartışmalara müdâhil oldu. Popüler tarih diye adlandırılan magazinsel bir dille geçmişi gündeme getiren diziler, filmler ve kitaplar kafalarda soru işa-reti yaratarak tartışmaları da beraberinde getiriyor. Bu tartışmaların merkezinde bulunan, “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin akademik danışmanlığını yapan ve “Tarihin Arka Odası” isimli programı Murat Bardakçı

ile sunan Doç. Dr. Erhan Afyoncu ile popüler tarihi ve Muhteşem Yüzyıl’ı konuştuk. Akademik yayınlar tarih öğretiminde yetersiz ka-lıyor. Geniş kitlelere tarih öğretmek için akademik yayınların yetersiz kaldığını düşünen Erhan Afyon-cu, popüler tarihin halka tarih öğretmek açısından kullanılabilecek etkili yollardan biri olduğunu söy-lüyor. Afyoncu; “Halka nasıl öğreteceksiniz tarihi? Bu noktada popüler tarih faydalıdır tabii ki. 70 milyon insana tarihi, üniversite dergilerindeki makaleler-le öğretemezsiniz. Dünyanın her yerinde böyledir bu. Halk tarihi, popüler tarih kitaplarından, tarihi romanlardan ve filmlerden öğrenir. Hatta bunlara çizgi romanları da dahil edebiliriz. Ancak popüler

Page 61: Eriha 3

HAZİRAN 2011 59

tarihi tarihçiler yazmalıdır. Avrupa’da genelde bu tür kitapları yazanlar akademisyenlerdir. Ülkemizdeki sorun da bu. Akademisyenler popüler tarihten uzak duruyor. Popüler tarih yazanların bir iki istisna hariç, akademik alt yapıları olmadığı için, yazılan kitaplar çoğunlukla eksik ve yetersiz kalıyor. Ülkemizde po-püler tarihin kötülenmesi, özellikle üniversite cami-asında popüler tarih yazarlarının hakir görülmesi bu yüzdendir. Popüler tarih yazarları yetersiz alt yapı ile bu işi yapıyorlar. Dünyada bunu tarihçiler yapar. Akademisyenlerin de şöyle bir sorunu var. Akade-misyenin yetişme tarzıyla, popüler tarih yazarlığı yapılamıyor. Çünkü onların dili ve kullandığı jargon halkın anlayabileceği tarzda değil. Popüler tarih

yazarlığı yaptığınız zaman en düşük seviyedeki bir adamın bile anlayabileceği seviyede yazmanız ge-rekiyor. Bu hem dergilerde gazetelerde olur, hem de televizyonlarda olur. Ve böylece halkın tarihe karşı olan ilgisi daha fazla artmış olur.” diyor. Ko-nuya ilişkin açıklama yapan birçok tarihçi de po-püler tarihin tarih öğreticiliğinde uygulanabilecek yöntemlerden biri olduğuna vurgu yapıyor. Prof. Dr. İlber Ortaylı da bu görüşü savunanlar arasın-da. Ama İlber Ortaylı popüler tarih denilen alanın tarihi gerçeklerden uzaklaşmaması gerektiğini de özellikle belirtiyor.

“Benim iki türlü kimliğim var”Popüler tarih ve akademik tarih araştırmalarının tarihçileri ikiye böldüğünü söyleyen Erhan Afyon-cu, “Benim yazdığım iki türlü kitap, makale var. Bir akademisyen olarak yazdığım makaleler, kitaplar; bir de popüler kitaplar, makaleler var. Mesela, ga-zetede yazı yazdığım zaman popüler dille yazıyo-rum. Benim iki türlü kimliğim var; bir akademisyen olarak, bir de bu akademisyen kimliğimle beraber popüler olarak yazdığım yazılar var. Akademik dünyanın bir geleneği var. O gelenekte ise popüler üslupla yazı yazan fazla yoktur. Nadiren çıkmıştır. Bu yüzden akademik dünyada da çok hoş karşıla-nan bir durum değil bu tarz. Niye bununla uğra-şıyorsun, bizim yazdıklarımızı herkesin anlaması gerekmiyor, anlayacak kişilerin okuması lazım, herkesin okuması gerekmiyor düşüncesi doğru değil. Çünkü piyasadaki popüler tarihe sahip çık-mazsanız, bu sefer halk daha fazla yanlış bilgilere maruz kalır.” diyerek anlatıyor popüler tarih yazı-

cılığını ve kendi yazdıklarıyla ulaşmak istediği yeri.

Muhteşem Yüzyıl danışmanlığı…Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatının bir bölümünü konu alan ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin akademik danışmanlığını yapan Erhan Afyoncu’ya dizinin ya-yına girmesiyle başlayan tartışmaları hatırlatıyoruz. “Tarih, dizi ve filmlerle daha iyi anlaşılıyor. Bu yal-nızca Türkiye’de böyle değil, insanlar ders kitabın-daki gibi dizilerin çekilmesini istiyorlar. O tür diziler yapılınca da seyredilmiyor. Çünkü bu, dizi mantığı-na uymuyor. Dizi olabilmesi için drama mantığına uyması gerekir. Tarih kitapları gibi dizi yaparsak, bu belgesel olur. Senelerden beri bizde söylenen şu vardır, belgesel oynatalım. Ama kim seyrediyor? İn-sanlar dizi seyrediyor ve seyrettikten sonra gidiyor kitabını okuyor. Tarihi bir filmin, dizinin de seyredi-lebilmesi için hayatın içine girmesi lazım. Şu anda Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’la ilgili yazılan kitaplar var, bu kitapların sayısı daha da ar-tacak. Farklı farklı kitapların ortaya çıkması o döne-min daha iyi anlaşılmasını sağlayacak, ama elbette bu kitaplar akademik bilgi birikimine sahip insan-ların elinden çıkarsa bu böyle olur.” diyor. Popüler tarih konusunda yazılan kitaplar ve çekilen dizilere bakarken bu ürünlerin kurmaca ürünler olduğunu unutmamak gerekiyor. Onun için bu ürünlerin sun-duğu bilgilerin tamamını doğru olarak kabul etmek yanlış. İlber Ortaylı “Muhteşem Yüzyıl’da oynayan karakter Kanuni Sultan Süleyman değildir.” Ortaylı, dönemle ilgili gerçekler kadar dizide kurmacanın da yer aldığını, bunun için bu tür ürünlerin popüler tarih ürünü olarak değerlendirildiğini söylüyor.

Page 62: Eriha 3

HAZİRAN 201160

İ l e t i ş i m e k s i k l i ğ i , g ö z t e m a s ı k u r a m a m a v e k o n u ş m a y e t i s i k a y b ı o t i z m i n e n b e l i r g i n ö z e l l i k l e r i . O t i z m g e n e l l i k l e ü ç y a ş ı n d a n ö n c e o r t a y a ç ı k a n , ç o c u k l a r ı n s o s y a l i l e t i ş i m i n i , e ğ i t i m p e r f o r m a n s ı n ı o l u m s u z y ö n d e e t k i l e y e n b i r h a s t a l ı k o l a r a k t a n ı m l a n ı y o r. Ü l k e m i z d e o t i z m i n t e d a v i s i n d e y a ş a n a n e k s i k l i k l e r, ç o c u k l a r d a g e r i d ö n ü ş ü m ü m k ü n o l m a y a n e n g e l l e r e n e d e n o l u y o r. ‘ To h u m O t i z m Va k f ı ’ K u r u c u B a ş k a n Ya r d ı m c ı s ı A y l i n S e z g i n , o t i s t i k l e r i n e ğ i t i m i v e s o s y a l y a ş a m a k a z a n d ı r ı l m a s ı i ç i n t e d a v i s ü r e c i n i n ö n e m i n e d i k k a t ç e k i y o r.

ERİHA Söyleşi

Ö Z G E Y I L D I Z

Page 63: Eriha 3

HAZİRAN 2011 61

Otizm bir ruh hastalığı değil, ancak belirti-leri bazı ruh hastalıklarını çağrıştırabilen nitelikte. Otizme tam olarak nelerin sebep olduğu bilinmemekle birlikte, yapılan

araştırmalar doğrultusunda, kalıtım yoluyla geçmiş olabileceği düşünülüyor, ama uzun yıllar otizmin nedeni olarak, anne ve bebek arasındaki iletişimsiz-lik görülmüş. Otistik çocukların annelerine, çocukla duygusal ilişki kurmada yetersizliklerini anlatmak için “buzdolabı anne” yakıştırması dahi yapılmış. Ancak daha sonra aynı anne babadan doğan diğer çocuklarda benzer sorunların olmaması, bu görüşü destekleyen verilerin yetersiz olduğunu göstermiş, otizmin kalıtımsal bir bozukluk olduğu ihtimalini kuvvetlendirmiş. Otizme, çevresel faktörlerin de etki edebileceği düşünülüyor. Nörolojik bir bozuk-luk olan otizmin, erkek çocuklarda, kız çocuklardan birkaç kat daha fazla görüldüğü gözlemlenmiş. Sa-dece çocuklarda değil bütün yaş gruplarında kendi-ni gösteren otizm, zekâya bağlı olarak da değişiyor. Sanıldığının aksine, otizm tanılı bireylerin çoğunda, farklı düzeylerde zekâ geriliği görülüyor. Pek azın-da ise çok güçlü bellek, müzik, çizim yeteneği gibi üstün özelliklere rastlanıyor. Otizmin belirtilerini, sosyal ilişkiler kurmakta çekilen zorluklar, iletişim eksikliği, davranış takıntıları olarak sıralayabilmek mümkün. Tohum Otizm Vakfı Başkan Yardımcısı Ay-lin Sezgin, otistik bir çocuğun davranışlarında göz-lemlenen davranış bozukluklarını şöyle sıralıyor: “Eğer çocuğunuz, başkalarıyla göz teması kurmu-yorsa, ismini söylediğinizde bakmıyorsa, parmağıy-la istediği bir şeyi göstermiyorsa, bazı sözleri tekrar tekrar ve ilişkisiz ortamlarda söylüyorsa, sallanmak, çırpınmak gibi garip hareketleri varsa, bazı eşyaları döndürmek, sıraya dizmek gibi sıra dışı hareketler yapıyorsa otizm açısından değerlendirme yapmak gerekir.”

“Çocuğumun erken eğitim hakkı elinden alındı”Otizmin en geç fark edilen, ama en önemli belirtisi ise gelişimsel bozukluklar. Tohum Otizm Vakfı Ku-rucu Başkan Yardımcısı Aylin Sezgin, aynı zamanda otistik bir erkek çocuk annesi, bu durumu şöyle ta-nımlıyor: “1997 yılında ikizlerim doğdu. Bir tuhaflık vardı, ama bebeklerden biri gayet huzurlu, mutlu, yiyor, içiyor hatta fazla yemek istiyor. Diğeriyse huy-suz, uyumak istemiyor, hep ağlıyor, kucağıma ge-lince sakinleşmiyordu. Doktoru ‘İkiz çocuklar böyle olur, normaldir’ diyerek hiçbir şey fark etmedi. Bebeğimdeki rahatsızlığın sebebinin gaz sıkışması olduğunu söyleyip, sürekli gaz ilaçları veriyordu. Ben bebeğim daha 4–5 aylıkken bir terslik olduğu-nu hissediyordum. O tersliğin teşhisi için doktordan doktora koşturdum durdum.” Aylin Sezgin’in ikiz çocuğu olduğu için, bebeklerin birinde ortaya çıkan

davranış bozukluğunu fark etmesi kolay olmuş. Tüm bu belirtilerin dışında bebeğinin, ilk üç yılda konuş-ması gerekirken, tek bir sözcük bile söyleyememesi de durumun belki de en vahim belirtisi olarak çık-mış karşısına. Sezgin: “Bu belirtiler, toplumda genel bir yargı olarak, ‘Erkek çocuktur, geç konuşur, babası da geç konuşmuştu, gibi söylemlerle geçiştirilme-ye çalışılır. Eğer benim gibi ikiziyle karşılaştırma imkânınız yoksa ve ilk çocuğunuzsa gerçekten söy-lenenlere itibar edebilirsiniz. Fakat bu belirtiler illa da çocuğunuzun otistik olduğu anlamına gelme-meli. Ancak belirtilerden birkaçının olması duru-munda da mutlaka bir uzmana, çocuk nöroloğuna ya da çocuk psikiyatrisine başvurulmalı ve kontrol-ler ihmal edilmemeli.” diyerek göz ardı edilen, ama hastalığın teşhisi için son derece önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Erken tanının önemi burada da ken-dini gösteriyor. Çocuk nörologuna giden, ancak ora-dan da tatmin edici cevap alamayan Sezgin, tekrar psikologa gider. “İlk o telaffuz etti otizmi. Sonra çok tanınmış bir doktora gittik, o da tam teşhis koyma-dı: ‘Olabilir, siz haftada bir eğitime başlayın.’ dedi. Eğer bana deseydi ki: ‘İşi gücü bırak, sabahtan ak-şama kadar bu çocukla oyun oyna, onunla konuş ya da eğitmen tut.’ çocuğumun eğitimine daha erken başlardım. Doktorlar, otizmi bazen bir yaşına kadar fark etmiyor, bazıları da fark ediyor, ama aileler üzülmesin diye söylemiyor, terapiye yönlendiriyor. Ben o doktoru bebeğimdeki hastalığı fark ettiği halde söylemediği için hiç affetmeyeceğim. Çocu-ğumun erken eğitim hakkını elinden almış oldu.” Yaşananlar Aylin Sezgin için acı bir tecrübe olsa da otistik olma tehlikesiyle karşı karşıya olanların ve otizmle mücadele edenlerin ders çıkarması gereken bir örnek onun başından geçenler.

Dolaysız ve en direkt gerçek; otizmAylin Sezgin devam eden süreçte kırk dakikalık tera-pilere başladıklarını, ama bu terapilerin hiçbir fayda sağlamadığını söylüyor üzülerek. Türkiye’de yetersizli-ğini gördüğü tedavi sürecinin çocuğunun sağlığı için her geçen gün geri dönüşü olmayan bir çıkmazı bera-berinde getirdiğini gören Sezgin tedaviye Amerika’da devam etmeye karar verir. Sezgin; “İki çocuğum ara-sındaki fark giderek açılmaya başladı; biri konuşuyor, tuvaletini yapıyor, düzenli hayatına devam ediyor, diğeri bunların hiçbirini yapamıyordu. O zaman eşime yurt dışına gitmemiz gerektiğini söyledim. Amerika Kansas’ta bir enstitüye gittik. Testler yapıldı ve iki gün sonra bize: ‘Orta ağırlıkta otizmli bir çocuğunuz var.’ dediler. Dolaysız ve en direkt biçimiyle bu gerçekle, ilk kez o anda yüz yüze kaldık. Her dakika eğitim gerek-tiğini, eğitirsek gelişme gösterebileceğini, eğitmezsek daha kötü olacağını anlattılar. Bir ay bu merkezde ben de oğlum da eğitim aldık. İyi, orta ve zayıf otizmli ço-cuklar vardı, eğitim almazlarsa kontrolden çıkıyorlar-dı. Bu kontrolsüzlük onları bağlamaya ya da bir yere kapatmaya kadar gidebiliyordu. Türkiye’de böyle bir merkez yoktu, akıl hastaneleri de otizmli çocukları al-mıyordu. Alternatifimiz yoktu, oğlumun gelişimi için mücadele edecektik. Enstitüde orta seviyede otizm-lilerin ne kadar gelişebileceği konusunda bir fikir sa-hibi olmuştum. Oğlum orada kaldığı üç hafta içinde parmağıyla bir şeyi göstermeyi öğrenmişti. Otizmin belirtilerinden biri olan parmağıyla istediği bir şeyi işaret edememesini aşmıştık, hem de üç hafta gibi kısa bir sürede.” Otizmin bilinen tek tedavisinin yoğun özel eğitim olduğuna dikkat çeken Sezgin, otistik bir çocuğun özel eğitim almaya ne kadar erken başlarsa, o kadar hızlı gelişebileceğini söylüyor.

A y l i n S e z g i n ; “ To p l u m d a o t i z m i n y e t e r i n c e b i l i n m e m e s i n d e n d o l a y ı , s o k a ğ a ç ı k t ı ğ ı n ı z z a m a n f a r k l ı t e p k i l e r l e k a r ş ı l a ş ı y o r s u n u z . D ı ş a r ı d a t a n ı m a d ı ğ ı n ı z i n s a n l a r, d e v l e t m a k a m ı n d a n k i m s e l e r, p o l i s l e r, y a k ı n u z a k h e r k e s ç o k t e p k i l i , ‘ç o c u ğ u n a s a h i p ç ı k , e v d e n ç ı k a r m a o n u ’ g i b i t e l k i n d e b u l u n u y o r l a r. Fa k a t o n l a r ı d a s u ç l a y a c a k d e ğ i l i z , ç ü n k ü s i s t e m l e v e y a ş a m l a i l g i l i b i r d u r u m b u .”

Page 64: Eriha 3

HAZİRAN 201162

Özel eğitimin yanı sıra, bu eğitime destek olarak dil-konuşma terapisi de becerilerini geliştirmesi anlamında çok önemli. Tedavisine erken başlanan otistik çocukların büyük bölümü hastalığı yenerek, toplumun bağımsız, üretken bir bireyi olarak yaşa-ma katılabiliyor.

Bir bavul dolusu umut Otistik çocukların eğitiminde tek başına eğitim yeterli olmuyor. Tedavi sürecinde özellikle anne babaya büyük sorumluluk düşmekte. Onların da alacağı eğitim son derece önemli. Aylin Sezgin ço-cuğunun eğitimi ve tedavisi için gittiği Amerika’da çok şey öğrendiğini söylüyor. “Yurtdışında kaldı-ğım kısa sürede, Türkiye’deki eğitimlerin çok ye-tersiz olduğunu anlamama yetti. Burada oğlumu götürdüğüm terapi merkezlerindeki uzmanlara, “Cem Amerika’da üç haftada parmağıyla göster-meyi öğrendi, ama siz bir yılda hiçbir şey öğrete-mediniz, demek ki bu çocuk öğrenebiliyor, ama siz öğretemiyorsunuz” dedim. En basitinden çocuğu eğitime alıyor, ama bana göstermiyorlardı. Onlara buradaki eğitimi aynı şekilde evde de devam etti-rebilmem için, içerde ne olup bittiğini görmem ge-rektiğini söylüyordum. Tanınmış psikologlara dahi gittiğimde içeri girmek için ısrar ediyor, kamerayla izlemek istediğimi söylüyordum, ancak bu istek-lerime olumlu cevap alamadım hiçbir zaman. Bu konuda büyük eksiklikler var. Amerika’da Cem’e nasıl davranacağımı öğrendim.” Aylin Sezgin bu konuda kolejden hocası olan Fatma Torun’dan eği-tim almış. Onun vasıtasıyla karşılaştığı üniversite arkadaşı Mine Narin ile bir araya gelerek bu konu-da bir çalışma başlatmışlar. Sezgin; “Amerika’dan topladığım bir bavul dolusu doküman ve dosya ile Mine Narin’e gittim. Otizme dair neler yapılması gerektiği konusunda hayallerimi ve ülkemizdeki eksiklikleri anlattım. Kendisi de mevzuat konu-sunda eksiklik var mı, ona baktı. Hiçbir eksik yok-tu. Tabi ki kâğıt üzerinde olan haklarınız ile gerçek hayatta yaşadıklarınız arasında fark var. O farkları Mine Narin’e gösterdik; hastanelere, rehabilitas-yon merkezlerine gittik. Sonra doktorlar, psikiyat-risiler ve farklı kesimden insanlarla beyin fırtınası yaptık. Gerçekten bir eksiklik olduğunu gördü ve bu konuda ülke çapında çalışılmaya karar verdi Narin.” Güçlerini ve tecrübeleri birleştiren Aylin Sezgin, Mine Narin ve Fatma Torun böylece otistik kişilerin ve ailelerinin ellerinden tutacak bir adım atmış oldular.

Giderek yeşeren bir “tohum”Mine Narin’in 2000’de bir yakını dolayısıyla Amerika’da izlediği uğraşı terapisi eğitiminin

ülkemizdeki eksikliği üzerine, otistik bir çocuk annesi Aylin Sezgin ile yaptıkları bir konuşma sonucu başlatılan eğitim çalış-ması, otistik bireylerin dünyaya kapalı olan pencerelerini aralamak için iyi bir fırsat ya-ratmış. Sezgin; “Benim aklımda vakıf gibi bir düşünce yoktu, sadece bir okul hayal edi-yordum. Mine Narin, Türkiye içinde bir şeyler yapılması gerektiği konusunda hepimizi ikna etti. Sadece eğitim değildi derdimiz, pek çok alanda ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. En başta en-geli raporu almak başlı başına eziyetti. Raporu her yer vermiyordu, rapor alabilmek için sabahın 4’ünde sıraya girmek gerekiyordu. Ben karda, kışta arabada battaniye altında çocuğumla bekleyebiliyordum, ama oraya sırtında engelli yakınını taşıyarak gelen ve bekleyenler vardı. Bunları bizzat yaşadığım için rapor ettim ve zamanla bu aksaklıklar düzeldi.” 2006’ya kadar okul ve eğitim kadrosunu oluşturmak için uğ-raştı Aylin Sezgin ve ekibi. Başlangıçta üç-beş çocuğa eğitim verirken zamanla 24 çocuğun bire bir eğitildi-ği okula dönüştü. ‘Destek Eğitim’ ünitesinde eğitim gören yaklaşık 140 öğrencileri var. Mezun ettikleri öğrenciler yerine yeni öğrencileri duygusal anların yaşandığı kura ile alıyorlar. Tohum Otizm Vakfı’nda yürütülen yoğun özel eğitim hizmetleri, başta ABD olmak üzere pek çok ülkede 40 yılı aşkın bir süredir uygulanıyor. ABD’de yapılan bilimsel çalışmalar, ‘Uy-gulamalı Davranış Analizi’ yöntemiyle, 3 yaşından önce özel eğitim alan çocukların yarısının, ileriki yaş-larında normal gelişim gösteren akranlarıyla birlikte eğitim alabildiklerini gösteriyor. Sezgin bu yöntemin tüm Türkiye’de uygulanabilmesi için mücadele ettik-lerini de ekliyor sözlerine.

“Kendi yarattığımız karmaşık dünyaya karşı eğitim” Otizmli bireyler için gündelik yaşamdaki sesler, gö-rüntüler rahatsız edici olabilir. Bizim duyarsızlaştığı-mız bazı unsurlar, onları çileden çıkarabilir, saldırgan ve huysuz olmalarına neden olabilir. Otizm tanılı bireyler somut düşünürler, sözcükler dahi onlara ya-bancı gelebilir. Deyimler, atasözleri, kinayeler onlar için akıl karıştırıcıdır, bunları anlamlandırmaları zor olabilir. Kendi elimizle oluşturduğumuz, bu karma-şık dünya onlar için daha akıl almaz, daha rahatsız edici olabilir. İşte bu yüzden, onların özel eğitimlerle topluma kazandırılmaları gerekmekte. Özel eğitim verecek eğitmenlerin yetersiz oluşu, zihinsel engel-liler öğretmenlerini de bu alana yönlendiriyor, fakat uzmanlık gerektiren bu eğitimi zihinsel engelliler öğ-retmenleri karşılamakta yetersiz kalıyor. Öte yandan, insanların da bu konuda bilinçlendirilmesi son derece önemli. Sokakta bir çok sorunla yüz yüze gelen otis-

tikler ve aileleri insanların du-yarsızlığından şikâyetçi. Aylin Sezgin; “Toplumda otizmin yeterince bilin-memesinden dolayı, sokağa çıktığınız zaman farklı tepkilerle karşılaşıyorsunuz. Dışarıda tanımadığı-nız insanlar, devlet makamından kimseler, polisler, yakın uzak herkes çok tepkili, ‘çocuğuna sahip çık, evden çıkarma onu’ gibi telkinde bulunuyorlar. Fa-kat onları da suçlayacak değiliz, çünkü sistemle ve yaşamla ilgili bir durum bu. Belki bu durumu yadır-gayan kişiler, bu güne kadar engelli bir birey gör-mediler yada eğitim dönemlerinde onlara öğretil-medi engellilere, otistik kimselere nasıl yaklaşması gerektiği. Doğru dürüst bir bilinçlilik yok toplumda. Bu yüzden bizim de onlara kızmaya hakkımız yok.” Bu durumun değişmesi için farkındalığın artması gerekiyor. Bunun için dört yıl önce 2 Nisan günü, Birleşmiş Milletler tarafından ‘Dünya Otizm Farkın-dalık Günü’ olarak ilan edildi. Öncelikle otizmi ta-nımalı, kabullenmeli ve çevremizdekilerden de bu durumu gizlememeliyiz. Sezgin: “Aileler için olduk-ça zorlu bir süreç olduğu muhakkak, ancak ne ka-dar çabuk durumu kabullenip, çocuklarının eğitimi için girişimlerde bulunurlarsa o kadar faydalı olur. Bu zorlu süreçte boşanan eşler dahi var. Anne ve babanın dayanışması, haklarını araştırmaları gere-kiyor. En kaliteli ve nitelikli eğitim için, her şeyden önce çocuklarının avukatı olmaları gerekiyor. Bu-nunla birlikte, otizmli çocuk aileleri olarak tümüyle yalnız da değiliz. Yasal haklar devlet okullarında biz otistik çocuk ailelerine özel okullara göre daha faz-la imkân sağlıyor. Çocuğunuza otizm tanısı konul-duktan sonra bir Rehberlik Araştırma Merkezi’nden (RAM) rapor alarak yine aynı yerden resmi okullara yerleştirme kararı aldırmanız gerekiyor. Bundan sonra ise çocuğunuzun yaşına göre, önünüzde fark-lı seçenekler bulunuyor.” Elbette kolay olmayacaktır otizmi kabul etmek, ama bu yönde atılan adımların geri dönüşümü mutlaka olumlu yönde olacaktır.

Page 65: Eriha 3

Ta k a s A h l a t ’ ta pa ra y a g ö z

a ç t ı r m ı yo r

ERİHAYaşam

HAZİRAN 2011 63

M A Ş A L L A H Ç AY I R

Page 66: Eriha 3

HAZİRAN 201164

Para bu topraklarda, Anadolu’da bulundu, ama itibarını da yine bu topraklarda kaybetmek üzere. Bitlis’in Ahlât ilçesinde bağlı Seyrantepe

köyü ve komşuları arasında canlandırılan takas usulü alışveriş, paraya kaptırdığı yerini geri alma yolunda. İlçe merkezindeki her alanda para kullanılmakta, ama köylerde takas usulüyle gideriliyor ihtiyaçlar. Her köyde hayvancılık ortak geçim kaynağı, ama farklı ürünlerin yetiştirilmesi köylüler arasında ta-kasla alışveriş yapmanın temelini oluşturuyor. Sey-rantepe köyü muhtarı Ali Rıza Çağlar, günümüzde takasın hala köylüler arasında yaygın olarak tercih edilmesinin nedenini şöyle anlatıyor: “Yılda bir kez hasat edilen tarım ürünleri bazen on iki aya denk gelmeyebiliyor. Köylü hasadın bir kısmını temel ihti-yaçlarını karşılamak ve hayvanların yemlerini almak için satarken, ailesine çok az bir para ayırabiliyor. Ek-tiği ürünlerden ihtiyacını karşılayacak kadar buğday, patates gibi ürünleri kışın tüketmek üzere ambarına koyuyor. Ama bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor. Ambardaki ürünün kendisini, bir dahaki hasat zama-nına kadar götürmeyeceğini anlayan köylü, elindeki fazla ürünle bir başkasından alacağı ihtiyacı olan ürünü takas ediyor. Kışı geçirebilmek için, eğer var-sa önce kendi köyündeki komşularından eksiklerini takas usulüyle gideriyor. Köyde olmazsa civar köyler-den elindeki fazla ürünle istediği ürünü takas ediyor. Para hiç mi yok? Elbette ki var, ama köylüler ihtiyaç-larını kendi öz kaynaklarıyla gidermeye çalışıyor.

Hasattan ve satılan hayvanlardan kazanılan paradan birikim yapılacak kadar artmıyor. Bu para, tohum ve hayvan yemi için ancak yetiyor. Köyler, hem merkez ilçeye hem de birbirlerine çok uzak. Minibüs veya özel araba zaten yok. Bu yüzden köylüler ticari alış-verişini takas yöntemiyle hallediyor.”

“1 kg peynir, 1 kg zeytin eder”Alışverişte takas usulünün kullanılması Ahlât ilçesi-nin tüm köylerinde ve merkezden uzak mahallele-rinde kullanılan bir yöntem. Seyrantepe’nin iki bak-kalı da takası iyi bilen insanlar. Köyün eski bakkalı Yemen Kotaz: “Veresiye defterindeki borçlar, başka bakkallar da aybaşında alınan maaşlarla kapanırken, biz burada küçükbaş hayvanlarla ya da tenekeyle öl-çülüp verilen buğdayla kapatıyoruz. Seyrantepe ve civar köylerin farkı bu. Bazen kadınlar yaptıkları otlu peynirlerle buraya gelip alışveriş ederler. Kilosunu 5 TL’den aldığım otlu peynirle gelen köylü kadınların tenekelerinde genelde beş kilo peynir olur. Bu de-mek olur ki cüzdanlarında 25 TL var. Bu peynir karşı-lığında çamaşır suyu, çamaşır deterjanı, çay gibi gıda malzemeleri alırlar. Bir kilo peynir, bir kilo zeytin eder burada. Şekere ihtiyacı olan bana bir teneke buğday getirir, onu tartarız karşılığında da şekeri alır gider. Veresiye defterinde borcu yüksek miktarda olanlar bunu bilir. Burada bir koyun 300 ile 600 TL arası eder. Eğer borç bu fiyat kadar birikmişse köylü beni ahırına çağırır istediğim koyunu borcu karşılığında almamı

söyler. Benim tek geçim kaynağım dükkânım, eğer böyle bir alışveriş geleneğimiz olmasaydı hiçbir şey kazanamazdım. Burada topladığım buğdayı, peyniri ve yumurtayı şehir merkezinde satar bakkal için yeni malzemeler alırım.”

Çocuklara harçlık yerine yumurta veriliyorHalk dilinde “telef” adı verilen takas sisteminde yu-murtayla sakızın takası gibi büyükbaş hayvanlarla yapılan ev takasları bile var. Köyün Muhtarı Ali Rıza Çağlar takasla alışverişin çok eskilere dayandığını söylüyor. Çağlar; “Takasla alışveriş yapmak, hem bi-zim birbirimize olan güvenimizi kalıcı kılıyor hem de birlikteliğimizi pekiştiriyor. Burada bazen her takas eşit olmayabiliyor. Yani hakkımızın birbirine geçtiği çok oluyor, ama biz buna rağmen hala takası kullanı-yoruz. Bazı küçük şeyleri görmemek, göz ardı etmek köy yerinde dayanışmayı daha da arttır. Her köylünün ektiği bazen aynı olmayabiliyor. Biri pancar ekerken, diğeri buğday ekiyor, bir başkası patates veya tütün. Kışın ortasında buğdayı biten bir çuval patatesi sırt-lar, yazın buğday toplayan köylünün kapısına gider. Orada ayaküstü bazen hiç tartısız takas yapılır veya bu iş bazen başka köylerde başka köylülerle yapılır. İşte takasın bu denli canlı kalmasının nedeni bu, güven ve dayanışma.” Muhtar köyde eskiden beri var olan takas usulünün zamanla farklılaştığını, ama ruhunu asla kaybetmediğini de ekliyor sözlerine. Köy Muhtarı Ali Rıza Çağlar çocukluk yıllarında köyde

Bitlis’in Ahlât ilçesine bağlı Seyrantepe köyünde ve çevre köylerde halk ‘telef’ adını verdikleri takas usulüyle yapıyorlar

alışverişlerini. Kadınlar ürettikleri peyniri, yağı ve yoğurdu köy bakkalına getirip; yerine çay, şeker, tuz gibi temel gıda

malzemelerini alıyor. Takas usulüyle alışveriş Seyrantepeliler için bir eğlence kaynağı da olmuş. Küçük çocuklar babalarından

harçlık yerine yumurta alıyor. Bu yöntem Seyrantepe’de ve çevre köylerde yüzyıllar öncesinin alışveriş ruhunu da canlandırıyor.

Page 67: Eriha 3

HAZİRAN 2011 65

Çağlar; “Takasla alışveriş yapmak, hem bizim birbirimize olan güvenimizi kalıcı kılıyor hem de birlikteliğimizi pekiştiriyor. Burada bazen her takas eşit olmayabiliyor. Yani hakkımızın birbirine geçtiği çok oluyor, ama biz buna rağmen hala takası kullanıyoruz. Bazı küçük şeyleri görmemek, göz ardı etmek köy yerinde dayanışmayı daha da arttırır.”

uygulanan takas yöntemini şöyle anlatıyor: “Bizim çocukluğumuzda köylüde hiç para olmazdı. Baba-mız bize tütün yaprağı verirdi harçlık yerine. Biz de tütün yaprağını köye gelen arzuhalcilere verip, karşılığında oyuncak arabalar, bez bebekler alırdık. Bazen bir demet tütün yaprağı para olurken, bazen de bir yumurta paranın görevini görürdü. Takasın sınırı yoktur; insanın kullandığı, ihtiyaç duyduğu, ektiği, biçtiği, yetiştirdiği her şey takasta kullanılır. Civar köylerde, büyükbaş hayvanlarla evlerin takas edildiğini duyuyoruz.” Takas yalnızca bir alışveriş şekli değil bu köyde, aynı zamanda kendi kültürünü oluşturan alt yapısı sağlam bir dinamik. Her köyün ortalama nüfusunu, akraba aileler oluşturuyor. Bu yakın birliktelik takasta olan güveni daha da artırı-yor. Köylüler, akraba olmanın vermiş olduğu rahatlık ve güvenle, gülerek eğlenerek aralarında alışverişle-rini yapıp, ihtiyaçlarını karşılıyorlar.”

Bu köylerde yılda yalnızca üç ay para bulunurTarımla uğraşan köyün sakinlerinden Muhsin Aslan, köylerinde sadece yılın belli aylarında tüm köylünün parası olduğunu, bu paranın da daha köye girmeden tükendiğini belirtiyor. Köyde yalnızca üç ay para bu-lunduğunu söyleyen Aslan: “Ağustos, eylül ve ekim aylarında hasadı topladığımız için köylü olarak çok zenginizdir, çünkü hepimizin cebinde o yıl içerisin-de hiç olmayacak kadar paramız vardır. Fakat bu zenginliğimiz pek uzun sürmez. Merkez ilçelerde bu ürünleri, tüccarlara ve devletin satın alma büro-larına satarız. Daha köye gelmeden yine devletten aldığımız gübre ve mazot parasını oracıkta öderiz. Varsa başka birilerine borcumuz, onu da hemen veririz. Yani anlayacağınız para daha köye girmeden oracıkta biter. Buralarda kış ayları uzun olunca geri-ye kalan dokuz ayın tamamında halk takas usulüyle geçimini sağlar.” Tarım ve hayvancılık ürünleriyle gerçekleştirilen takas usulü yediden yetmişe Ahlatlı

köylülerin kendi aralarında kullandıkları bir alışveriş yöntemi. Bu yöntemi çocuklar da kendi aralarındaki küçük değiş tokuşlarla öğrenip geleceğe hazırlanı-yorlar.

Onların kümesi kumbaralarıKöylerde peynir, yumurta ve tütün yaprakları para yerine kullanılınca köylü çocuklar da kendi para-larını kendileri kazanmaya başlamış. Seyrantepe köyünde neredeyse çocukların hepsinin, besleyip büyüttüğü tavukları var. Çünkü, onların tavukları altın olmasa da para yumurtluyor. Önceleri köyde-ki küçük çocuklar bakkaldan çikolata, gofret, şeker, bisküvi almak için kümeslerden masumca yumurta yürütüyorlarmış. Daha sonraları aileler bunun önü-ne geçebilmek için çocuklara bakmaları için civciv-ler vermeye başlamışlar. Köylüler bu uygulamanın, çocuklarda sorumluluk bilinci oluşturduğunu, kazanılacak paranın ne derece önemli olduğunu anlamalarını sağladığını söylüyorlar. Onlardan biri 13 yaşındaki Serdar Kotaz. Onun iyi yumurtlayan bir tavuğu ve üç civcivi var. Gözü gibi baktığı tavuğunu şöyle anlatıyor: “Köyde en çok benim tavuğum yu-murtlar. Genellikle sabah kalktığımda yumurtlamış olur, ben de o yumurtayı alır amcamın bakkalına giderim. Yumurtanın değeri neyse onun karşılığında çikolata ya da başka bir şey alırım. Tavuklar genelde gündüz vakti kümeste değil de, dışarıda samanlıkta yumurtlar, ben nereye gittiklerini bilirim hep. Bazen biriktiriyorum yumurtaları, toplu olarak getiriyorum bakkala. O zaman daha güzel oluyor. İstediğim şeyi alabiliyorum.” Köydeki samanlıklar genelde çocukla-rın kumbaraları olmuş. Tütün yaprağı da biriktiren çocuklar, takas usulüyle bol bol çikolata yiyebiliyor. Köylünün en büyük derdi olan geçim sıkıntısını gi-dermek için gerekli olan para, takas usulüyle rafa kaldırılmış. Yeniliklere açık olan köylülerin gelecekte neleri takas edeceğiyse merak konusu şimdilik.

Page 68: Eriha 3

ERİHA Yaşam

HAZİRAN 201166

K e m e n ç e y e

Emekl i öğretmen Al i Kemal Bulut kemençenin mil l iyet i konusundan çıkan tart ışmayı yirmi yı l önce oluşturmaya başladığı kemençe koleksiyonuyla protesto ediyor. Şu anda koleksiyonunda 40 kemençe olan Al i Kemal Bulut , bu sayıyı 50’ye çıkarmayı hedef l iyor. Her kemençesini farkl ı bir ağaçtan yapan Al i Kemal Bulut , kemençeler ini ay-yı ldız iş lemesiyle süslüyor.

s a h i p ç ı k a n a k e m e n ç e l i p r o t e s t o4 0

SELAMİ ÖKSÜZ

Page 69: Eriha 3

s a h i p ç ı k a n a

Gün geçmesin ki kültürel değerlerimizden birinin milliyeti konusunda yeni bir fikir atılmasın ortaya. Bu tartışmanın içine neler girmedi ki? Karagöz-Haci-vat, baklava, türk kahvesi, kemençe gibi Türk kültür hayatında önemli bir yere sahip birçok değer tartış-ma konusu oldu. Özellikle Yunanistan Türkiye ekse-ninde dönen tartışma sürüp gidiyor. Her iki taraftan da işi belli kaynaklara dökerek tartışmaya konu olan kültürel değerlere sahip çıkanlar var. Uzun yıllardır Türk ve Yunan araştırmacıların üzerinde durdukları konuların başında geliyor kemençenin milliyeti. Bu konuda her iki tarafın araştırmacıları da kaynak-lar açıklayarak kemençeye sahip çıkmaya çalışıyor. Araştırmacılar arasında kemençe kimin tartışması süre dursun, Karadeniz’de ve Yunanistan’da insanlar kemençe çalıp horon oynamaya devam ediyor.

Kemençe Türk çalgısıdırKemençe Türk enstrümanı mıdır, yoksa Yunan ens-trümanı mıdır? Bu tartışmaya Trabzon’un Sürmene ilçesinden olan emekli öğretmen Ali Kemal Bulut, kemençenin Türk çalgısı olduğunu söyleyerek katı-lıyor. Kanıtlarını ve belgelerini Yunanlı araştırmacı-larla da tartışan Ali Kemal Bulut, gazete ve dergilere yazdığı yazılarla, üniversitede verdiği konferanslarla, katıldığı televizyon programları aracılığıyla kemen-

çenin Türk enstrümanı olduğunu halka anlatmaya çalışıyor. Bulut; “Kemençe Türk çalgısıdır. O kesin bir şey. Ama halkta bir inanış var; kemençe Rum çalgısı-dır diye. Halkın bu işi böyle bilmesinin nedeni, eski-den bir inanış vardı; müzik dinleyen ya da herhangi bir müzik aletini çalan gavur olur diye. Bu inanıştan medet umanlar halka kemençenin Rum çalgısı oldu-ğunu öğretti. Rumlar Hıristiyan olduğu için zaten ga-vur ilan edilmiş. Karadeniz’de Türkler ve Rumlar Nü-fus Mübadelesi’ne kadar uzun süre beraber yaşadığı için bu inanış yerleştirilmiş insanların bilinçaltına. Yunanistan’a kemençeyi Mübadeleyle Karadeniz’den oraya göçen Hıristiyan Ortodoks Türkler getirmiştir. Çünkü Karadeniz’de Rumlardan önce Türkler vardı. Trabzon’a Türklerin gelişini tarih kitapları 1461 ola-rak yazar, ama bundan çok daha önce Anadolu’ya Türk akınları başladığı yıllarda bu bölgeye gelip yerleşen Türk boyları var. Kumanlar, Kıpçaklar ve Peçenekler bunlardan bazılarıdır.” Orta Asya’dan göç hareketleri başladığı zaman Anadolu’ya gelen öncü grupların kemençeyi Karadeniz’e getirdiğini savu-nan Ali Kemal Bulut, tezini destekleyecek bilgi ve belgeleri de koyuyor ortaya.

Türklerin yaptığı ilk kemençe IklığBir Türk enstrümanı olan Iklığ, bazı kaynaklarda ilk

kemençe türü olarak geçiyor. Bu konuda Mahmut Ragıp Gazi Mihal, Asya ve Anadolu Kaynaklarında Iklığ adlı eserinde geniş bilgi veriyor. Mahmut Ra-gıp Gazi Mihal, bütün telli çalgıların Iklığ’dan doğ-duğunu söyler. Iklığ’ın şekli de kemençeye bir hayli benzer. Oklu anlamına gelir. Yani kemençenin yayı-nın oka benzemesinden ötürü oklu olarak da anılır. Ali Kemal Bulut Macar tarihçilerinin yaylı çalgıların Türklere ait olduğunu, Hun, Avar, Kıpçak ve Peçenek-lerle kemençenin Avrupa’ya geldiğini söylüyor. Bu-lut; “Macar kaynaklarında kemanın Oğuz Türklerin-den alındığı yazılıyor. Türklerin dört telli kemençeleri var. Keman demek ki, o kemençelerden esinlenilerek yapılmış. Ayrıca Macar Türkolog Prof. Dr. Laszlo Ra-sonyi Doğu Avrupa’da Türklük adlı eserinde Kemençe adının Türkçe olduğunu beyan ediyor. Kemençeyi Karadeniz’e getiren Kuman Türkleridir. Bizim bura-da çaldığımız kemençe Kuman tarzıdır. Bir de Çepni tarzı vardır. O ince seslidir. Kuman tarzı kalın sesli-dir. Karadeniz de yaşayan Rumlar da Kumanlardan ve Kıpçaklardan öğrenmiştir kemençeyi. Zaten o tarihler burada Rum da yok. Yorgo isminde bir Rum araştırmacı geldi buraya. Bizden iyi Türkçe konuşu-yor. Onunla tartıştık bu konuyu. Ona da bu kaynak-ları gösterdim. Adam gitti Macaristan kaynaklarını araştırmaya.

HAZİRAN 2011 67

Page 70: Eriha 3

HAZİRAN 201168

Yorgo buradan Yunanistan’a giden dedelerinin Yunanistan’a gittiğini söylüyor. Onların asıl iddi-ası kemençeyi buradan giden Rumların Türklere öğrettiği, burada kemençe çalmasını bilenlerin aslen Rum olduğu ve Türklerin onları asimile etti-ği. Bunu kanıtlamaya çalışıyorlar.” diyor. Ali Kemal

Bulut Rumların kemençeye sahip çıkmalarının kesinlikle yanlış olduğunu belirterek, Macar tarihçilerin verdiği bilgilerin onların iddiaları-nı yalanladığını söylüyor. “Macar tarihçilerin notları ortada. Bizim bir şey söylememize bile gerek kalmıyor. Zaten Macar bilginlerin söyledikleri onları durdurdu. Kaldı ki Yunan tarihçileri başta Ksenofon olmak üzere, Rumların Karadeniz’e gelip yerleştiği za-man burada değişik milletlerden insan-ların olduğunu yazıyor. O milletlerden biri de Türklerdir. Mehmet Bilgin, Doğu Karadeniz, Tarih, Kültür, İnsan adlı ça-lışmasında bu konuyu detaylarıyla in-celemiştir.” diyor. Yunanistan’da güzel kemençe çalanların olduğunu kabul eden Ali Kemal Bulut, Orta Asya Türk-lerinin bulup geliştirdiği ve bu günlere getirdiği kemençenin Rum çalgısı ol-duğunu söylemenin yanlış olduğunu ifade ediyor.

“Müzik, aklın gıdasıdır”Ali Kemal Bulut Lise çağlarında kemençe çalmaya dayısından esinlenerek başlamış. Kendi ken-dine öğrenmiş kemençe çalma-yı, ama Sürmene Halk Eğitim Merkezi’nde açılan kurslarda birçok kişiye öğretmiş. Gençlik yıllarında gönül verdiği kemen-çeyi yıllardır büyük bir ciddi-yetle çalıyor. Ona göre özel bir çaba gerektiren müzik, ruhun değil de aklın gıdasıdır. Rad-yo ve televizyon yayınlarıyla Karadeniz müziğinin tüm yurda yayılmasının çok gü-zel etkileri olduğunu söyle-yen Ali Kemal Bulut, genç kuşağın kemençeye olan merakından memnun. Ama Karadeniz müziğini bilmeden bir şeyler çalıp söylemeye kalkışanların da komik duruma düş-tüğünü söylüyor. Bulut: “Karadeniz müziğinin

r i t - mini ve ağzını bilmeyen-ler komik duruma düşüyorlar tabi.

Sadece söyleyiş değil, beste açısından da Karade-niz müziğiyle uyuşmayan eserler çıkıyor ortaya, bu da yöresel müziklerin bozulmasına, yozlaşmasına neden oluyor. Kemençeyle her türlü müzik çalına-bilir, ama Karadeniz müziği için daha uygundur. Tabi bu müzikleri çalabilecek nota bilgisi de son derece önemli. Çünkü kemençe perdesiz bir çalgı-dır, bunun için nota öğrenmesi zordur kemençede. Benim müziğe içten gelen bir yakınlığım var. Tabi bunun yanında değişik enstrümanları çalabilme kabiliyetim de. Bunun vermiş olduğu öz güven ve Karadenizli olmamızın vermiş olduğu bir yakınlık da var kemençeye.” Bu sayılanların hepsi bir yana, Ali Kemal Bulut’un kemençeyi bu denli sahiplen-mesi için bu enstrümanın kültürümüzün vazgeçil-mez parçalarından biri olması da son derece önem taşıyor.

Tartışmadan doğan kemençe koleksiyonuOrtada dolaşan kemençe Türk enstrümanı mıdır, yoksa Yunan enstrümanı mıdır? tartışmasına bel-gelerle karşı çıkıp, bu iddianın asılsız olduğunu savunan Ali Kemal Bulut, emekli olduktan sonra oluşturmaya başladığı kemençe koleksiyonuyla da tartışmaya karşı çıkıyor. Ali Kemal Bulut bu süreci ve koleksiyonun ortaya çıkışını şöyle anlatı-yor: “Kemençenin Rum çalgısı olduğunu savunan bir iddia dolaşıyordu ortalıkta. Tabi ben bunun böyle olmadığını araştırmalarımdan biliyordum. Bu konuda gazete ve dergilerde yazılar yazdım, üniversitede konferanslara katıldım. Buralarda kemençenin bir Türk çalgısı olduğunu anlattım. Bunların yanında emekli olduktan sonra bir ke-mençe koleksiyonu oluşturmaya başladım. Yirmi yıldır devam eden koleksiyonda şu an 40 ayrı ağaçtan yapılmış 40 kemençe var. Bu sayıyı 50’ye ulaştırmayı hedefliyorum. Değişik ağaç çeşitleri buldukça yeni kemençeler ekliyorum koleksiyo-na. Kemençelerin tamamını ben yapmıyorum. Kemençe yapan bir arkadaşım var, ağacı yontup kemençe şekline getirince bana veriyor. Ben ince işçiliğini yapıp, kemençeyi hazır hale getiriyorum. Bir de kemençelerin üzerine bayrağımızın sem-bolleri olan ay yıldızı ve sevginin sembolü olan çiçek figürünü kızgın demirle yakarak işliyorum. Kemençelerin hepsi bu şekilde işlenmiş, özel olarak süslenmiştir.” Ali Kemal Bulut’un kemençe koleksiyonunu istediği sayıya ulaşabilmesi zaman alacağa benziyor. Çünkü “Devlet memurluğundan emekli birinin bunun altından kalkması zordur.” diyor emekli öğretmen. Maliyeti daha az olsun diye kemençe ustası bir arkadaşına kemençeleri kabataslak yaptırıp, ince işçiliğini kendi yapıyor. Usta, arkadaşı olduğu için kemençeleri ona daha ucuza yapıyor.

Koleksiyonda yok yokKoleksiyonda erik, kiraz, incir, üzüm asması, çam, armut, gürgen, ceviz gibi 40 ayrı ağaçtan kemençe var. Bu koleksiyonun başlıca özelliği her kemen-çenin ayrı ağaçtan olması ve üzerinin işlenmiş olması. Ali Kemal Bulut yirmi yılın emeği olan kemençe koleksiyonunu şöyle anlatıyor: “Böyle bir koleksiyon hiç kimse de yok. Birinin var 10 kemençesi ama hepsi ayrı ağaçtan değil. Bu ko-leksiyondaki kemençeler gibi işlemeli de değiller. Koleksiyonda bulunan kemençelerin ebatlarında biraz farklılıklar var. Çünkü her ağaçtan istediğim ebatta bir odun elde edemiyorum. Onun için bazı kemençeler biraz küçüktür. Her ağacın ses özelliği farklı olduğu için kemençelerden çıkan sesler de birbirinden farklılık gösterebilir. Ama aşağı yukarı aynı sesi verirler. Doğru sesleri elde edebilmek için ağacın vermiş olduğu sese uygun teller takılmalı kemençeye. Genel olarak ölçülere uyarsan iyi ses elde edilebilir, ama bu rastlantıdır da. Aynı ölçü-lerde aynı ağaçtan yapılmış iki kemençeden biri daha iyi ses verebilir. İlla da şu ağaçtan, şu ölçüler-de yapılan kemençe daha iyidir diye bir şey yok.” Ali Kemal Bulur folklor derlemeleri ve Türkçe üze-rine yaptığı çalışmalarıyla da bölgesel ve yöresel değerlere sahip çıkmaya çalışıyor. Birkaç yayınlan-mış şiir kitabı olan Ali Kemal hoca, şu sıralar Kur-tuluş Savaşı’nı manzum olarak yazmak için çalışı-yor. Bitirmek üzere olduğu eserini bastırmaya da hazırlanıyor bir taraftan. Ama ekonomik olarak bu işin altından kalkamayacağını söylüyor. Ali Kemal hoca daha önce aynı sıkıntı dolayısıyla kemençe koleksiyonunu satmaya kalkışmış. Bulut: “Koleksi-yonumu bir ara satmaya kalkıştım. Çünkü yazdı-ğım kitapları bastırabilmek için paraya ihtiyacım vardı, ama satamadım. Çünkü almak isteyenler tek bir kemençe almak istiyor. Tek tek satılmaz ki. Bu bir koleksiyon ve bu kemençelerin hepsi bir arada olduğu zaman bunların bir değeri ve önemi oluyor. Ben bunu korumaya almışım. Koleksiyonu satın alan buna devam edecek, yeni kemençeler ekleyecek bu koleksiyona. Yoksa bunu satın alıp evine ya da başka bir yere koyması önemli değil ki. Bunu alacak kişi geliştirecek ki bu bizim bir de-ğerimiz olarak kalsın. Ben bu işe yılarımı verdim. Bunun emeğini düşünürsen, her kemençe benim bir haftamı alıyor. Bu kemençeler arasında 100 TL’ye kemençe de var, 500 TL’ye kemençe de var. Ama bunların asıl değeri manevi değeridir. Onun için kırk tane kemençe yaptırdım ben. Bu öylesi-ne oluşturulmuş bir koleksiyon değil, kültürel bir amacı var bunu oluşturmanın.” diyor. Ali Kemal Bulut yakında bitecek olan yeni kitabını da bastır-mak istiyor. Hocanın yıllarını vererek oluşturduğu kemençe koleksiyonu, kitabının baskı maliyetini karşılaması için müşteri bekliyor.

Page 71: Eriha 3

HAZİRAN 2011 69

“Böyle bir koleksiyon hiç kimse de yok. Birinin var 10 kemençesi, ama hepsi ayrı ağaçtan değil. Bu koleksiyondaki kemençeler gibi işlemeli de değiller. Koleksiyonda bulunan kemençelerin ebatlarında biraz farklılıklar var. Çünkü her ağaçtan istediğim ebatta bir odun elde edemiyorum. Onun için bazı kemençeler biraz küçüktür. Her ağacın ses özelliği farklı olduğu için kemençelerden çıkan sesler de birbirinden farklılık gösterebilir.”

Page 72: Eriha 3

ERİHA Söyleşi

HAZİRAN 201170

Anadolu ’nunmizah dedesi:

Hikme t AksoyTü r k i ye’n i n 6 8 i l m e r ke z i n d e y a y ı n l a n a n b a z ı g a ze t e l e re ç i zd i ğ i k a r i k a t ü r l e r l e d e s t e k o l a n H i k m e t A k s o y, d e y i m ye r i n d e y s e A n a d o l u b a s ı n ı n a m i z a h t a ş ı y a n b i r l o ko m o t i f g ö re v i ü s t l e n m i ş . A k s o y, g ü n g ü n d e m i t a k i p e d e re k ç i zd i ğ i k a r i k a t ü r l e r i m a i l yo l u y l a g a ze t e l e r l e u l a ş t ı r a r a k ye re l b a s ı n ı n ö n e m l i b i r e k s i ğ i n i g i d e r i yo r. 6 8 i l g a ze t e s i n e u l a ş t ı rd ı ğ ı ç a l ı ş m a l a r ı y l a k a r i k a t ü r ü i n s a n l a r a s e vd i r m e y i a m a ç l a y a n H i k m e t A k s o y, b i r y a n d a n d a k a r a m s a r b i r h a v a n ı n h a k i m o l d u ğ u ü l ke ko ş u l l a r ı n d a i n s a n l a r ı n y ü z ü n ü g ü l d ü re c e k , o k a r a m z a r h a v a y ı d e l e c e k b i r i k l i m o l u ş t u r m a y a ç a l ı ş ı yo r.

S E L A M İ Ö K S Ü Z

Page 73: Eriha 3

Anadolu ’nunmizah dedesi:

HAZİRAN 2011 71

Gazeteciliğe ve mizaha adanmış bir ömrün diğer adı Hikmet Aksoy. 1937’de Trabzon Vakfıkebir’de dünyaya gelen Aksoy, 60 yıldır

karikatür çiziyor. 1959’dan beri çizdiği karika-türler ulusal ve yerel gazetelerde yer alıyor. Türk mizahının büyük ustası Aziz Nesin’in; “Mizah ciddi bir iştir” sözünü kendine kılavuz edinen Hikmet Aksoy, Arthur Koestler”in; “İnsanca bir yaşam, mizahsız olmaz! Çünkü o zaman insanı insan kılan en önemli yaratıcılık kaynaklarından biri kurumuş olur. İnsanlar, akıl ve ruh sağlıkla-rını, mizah yoluyla koruyorlar. Mizah duygusu, zekânın yaratıcılığının yanı sıra; insanın içinde bulunduğu durumun, dışına çıkmasını gerek-tiriyor.” sözleriyle üreteceği mizahın işlevini ve amacını ilkelere bağlar. Bu ilke ve amaçlarla yola çıkan Hikmet Aksoy, 60 yılı aşkın bir süredir mizahın insan ruhunu okşayan havasını, çizgi-leriyle bütünleştirerek üretiyor. Yaşadığı toplu-mun dinamiklerinden beslediği mizah anlayı-şının temelinde, toplumun kendi benliğinden gelen, yaşam, görüş ve anlayış bütünlüğünün de büyük önemi var. “Ben kendi benliğimde yo-ğurduğum mizah hamurundan, mizahı karika-türle yapan, eyleme dönüştüren bir sanatçıyım.” diyerek tanımlıyor kendini. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yetmiş yaşını aşmış, gazetecilik mesleğinde elli yılını tamamlayanlara verdiği Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi de olan Hikmet Aksoy, 60 yıldır karikatür çizip mizah üretiyor.

Her sanatçı kemdi kişiliğini kazanmak zorunda

Karadeniz’in hırçın çocuğu Hikmet Aksoy, Trabzon’dan takasına yol verdiği günden bu zamana kadar sayısız limana uğramış, yalnız başına yürümenin verdiği güvenle, kapısını çaldığı büyük ustaların demli çayını içmeyi de ihmal etmemiş. Aksoy 60 yıllık mizah serüveni-ni, daha limana ilk adım attığı günlerden baş-layarak şöyle anlatıyor: “Çocukluk yıllarımda, rahmetli babamın aldığı Karagöz, Cumhuriyet, Markopaşa gibi gazetelerdeki karikatür örnek-leri hep dikkatimi çekerdi. Gazetelerdeki kari-katürleri görünce “Ben de çizerim” diye içimde bir duygu uyandı. O dönem, Turhan Selçuk Yeni İstanbul’da çiziyordu. Semih Balcıoğlu, Ratip Tahir Burak, Halim Büyükbulut, Sinan Bıçak-çı, Ferruh Doğan, Nehar Tüblek hep dikkatimi çeken sanatçılardı. Kimi karikatürleri kesip sak-lardım. Kimilerini kopya edip onlar gibi çizmeye çalışırdım. Sanatsal yaşamımda hiç bir ustadan

ders almadım, ama karikatürlerini izleyerek belli bir çizgiyi yakalamaya yalnız başıma uğ-raştım durdum. Kuşkusuz, her insan yaşama et-kilenerek başlar. Hangimiz annemiz, babamız-dan görerek yürümeyi, konuşmayı öğrenmedik. Tabii ki zaman içinde bu melekelerde, kendimi-ze özgülükler kazandık. Benim karikatür çalış-mam da böyle. Sonuçta her sanatçı, kendi çizgi özelliğini yakalamak ve ona kişilik kazandırmak durumunda değil mi? Bunun için çaba göster-dim yıllar yılı.” Çağımızın evrensel yazarı Yaşar Kemal yürüdüğü yolda; Dede Korkut, Homeros, Tolstoy, Dostoyevski, Nazım Hikmet, Sait Faik gibi birçok ustanın izinin olduğunu, bu yolda onlarla kol kola girip yürüyerek çok şey öğren-diğini söylüyor bir yazısında. Sanatın dünyayı güzelleştiren olgunluğuna erişebilmek için, her sanatçının yürüdüğü ve kendi başına bulmak zorunda olduğu değeri, bütün sanatçılar gibi Hikmet Aksoy da ustaların kapısına uğrayarak bulmuş.

“Onlar benim mizah pınarım”

Çocukluğunda büyüsüne kapıldığı, yaşam çiz-gisini belirleyen en temel unsur olan mizah denizine 60 yıl önce indirdiği takasını, hiç gaz kesmeden tam yol ileri sürüyor Hikmet Ak-soy. Yerelliğin ve evrenselliğin bir kaynaktan beslendiğini unutmadan, sanat ve sanatçının geleceği olduğu bilinciyle, toplumsal yaşamın dışına çıkıp, toplumu gözlemleyerek, ama hep kalıcı olmasına özen göstererek yaratıyor ken-di mizahını. Yıllar yılıdır, hangi sanat dalında olursa olsun, kalıcılık, yerelliğin kapısından içeri girmeyi başaranların geleceğidir gerçe-ğinden hareketle, kendi benliğine bakıyor. Önünde duran yerel tabloda; Karagöz’den İn-cili Çavuş’a, Nasrettin Hoca’dan Neyzen Tevfik’e, Hamami Zade İhsan’dan Baba Salim’e, Esat Ömer Eyubi’den Halil Nihat Boztepe’ye, Aziz Nesin’den, Rıfat Ilgaz’a, Cemil Cem’den Cemal Nadir’e daha niceleri duruyordu. O bu tabloya bakışını şöyle anlatıyor: İnsan yaşamındaki mizah olgusunu okuyarak, öğrenerek bilgilen-meye çalıştım. Dahası var, yerel kültürün diğer kaynağı atasözlerini, deyimleri, bilmeceleri öğrenmeye çalıştım. Yetmedi, Doğu ve Batı kla-siklerinin çoğunu temin edip okudum. Şimdi kitaplığımdaki 10 bine yakın kitabın önemli bir kısmı mizah kültürü ve karikatür kitaplarından oluşuyor. Onlar benim mizah pınarım. Hala da, günümün 3-5 saatini okumaya ayırıyorum.” Bu sözlerle mizahçının sorumluluğunu işaret eden Hikmet Aksoy, ana hatlarıyla kendine kılavuz

“Sanatsal yaşamımda hiç bir ustadan ders almadım, ama karikatürlerini izleyerek belli bir çizgiyi yakalamaya yalnız başıma uğraştım durdum. Sonuçta her sanatçı kendi çizgi özelliğini yakalamak ve ona kişilik kazandırmak durumunda değil mi? Bunun için çaba gösterdim yıllar yılı.”

Page 74: Eriha 3

HAZİRAN 201172

edindiği Arthur Koestler’in belirttiği sorumluluğa erişebilmenin yolu olarak bilmiş içine girdiği der-yanın tüm aktörlerini öğrenip onların pınarından su içmeyi. Bir zamanlar Trabzon’da oldukça tanı-nan ve yaratıcısının Hikmet Aksoy olduğu ‘Çokbi-lir Tahir’ gibi bilmişlik etmeden içindeki boşlukları dolduracak fikirler edinebilmek için kürek çekmiş ustaların kapısına.

“68 il gazetesine karikatür servis ediyorum”

Hikmet Aksoy 1950’de amatör bir çizer olarak başladığı karikatürü geliştirerek, 1959’da yayın-lanan ilk karikatürüyle gazetelere taşır. Bundan sonra Bir karikatürcü olarak Trabzon basınında, daha sonra İstanbul’da ve son olarak Trabzon’da sürdürüyor gazetecilik hayatını. Profesyonel bir gazeteci kimliğine sahip olan Hikmet Aksoy, çe-şitli gazete deneyimlerinden sonra Genel Yayın Yönetmeni olarak da uzun yıllar yöneticilik yapar yerel basında. İstanbul deneyimi de olan Hikmet Aksoy karikatürcü kimliği ve gazeteci kimliğiyle ülkenin değişik yerlerinden birçok yerel gazeteciyi yakından tanıyor. İşin içinde bulunması dolayısıy-la yerel gazetelerin ne denli mali çıkmazlar içinde okurla buluştuğunun en yakın şahitlerinden biri. Yerel basında karikatür ve mizahın yer almasını çok önemsediğini söyleyen Hikmet Aksoy, yerel gazetelerin yaşadığı bu eksikliği giderebilmek için yaklaşık 10 yıldır, çizdiği karikatürleri 68 deği-şik il merkezindeki gazetelerle paylaşıyor. Aksoy; “Basında 1959 yılından bu yana karikatürlerimin yer aldığını söylemiştim. Ayrıca, basına adanmış bir ömrüm var diyebilirim. Bu nedenle her zaman basın dünyasının içinde olmamdan ötürü, pek çok gazeteci dostum var. Zaman zaman buluş-malarımızda bu dostlarım, gazetelerine karikatür çizmemi isterlerdi. En çok ısrarcı olan da geçen yıl yitirdiğimiz sevgili dostum Balıkesir Yeni Haber gazetesinin sahibi Ekrem Balıbek olmuştu. Onun gazetesinde karikatürlerimi görenler de karikatür istediler. Şimdi ben 68 il gazetesi dışında kalan, 13 il merkezindeki gazetelere ulaşma çabamı sür-dürüyorum. Gazeteciler Cemiyeti’nin yayın organı olan ‘Bizim Gazete’ye çizdiğim karikatürlerimi isteyen gazetelere mail yoluyla ulaştırıyorum. Bu karikatürler Türkiye’nin sosyal, kültürel ve siyasal gündeminden olan olayları içerdiği için ilgi de görüyor. Benim amacım, bir karikatür sanatçısı olarak bu sanatı yerel basına taşımak, böylelik-le Anadolu’daki okuru karikatürle buluşturup, onlara karikatürü sevdirmektir. Bunda da her il merkezinde bir gazete olmak üzere, 68 gazeteye ulaşmakla başarılı olduğuma inanıyorum.

“Şimdi gazetelere bakıyorum, nerede bir cinayet, yaralama, gasp gibi kötü olay varsa hemen büyütülerek haber yapılıyor. O yüzden sokakta yüzü gülen insan kalmadı. Asık suratlar, birbirine kaşları çatık bakanlar. Tabii ki, bunda gazetelerin de payı var. Ben bir nebze olsun insanları güldürebilmek, bu karamsar hava içinde onlara gülümseyebilecekleri bir iklim oluşturmaya çalışıyorum karikatürlerimle.”

Page 75: Eriha 3

HAZİRAN 2011 73

Amacım ulaştığım gazete sayısını 81’e ulaştırmak-tır. Karikatür sanatını yerel basınla buluşturuyorum. Sevdirme çabamı sürdürüyorum. Şimdi gazetelere bakıyorum, nerede bir cinayet, yaralama, gasp gibi kötü olay varsa hemen büyütülerek haber yapılıyor. O yüzden, sokakta yüzü gülen insan kalmadı. Asık suratlar, birbirine kaşları çatık bakanlar. Tabii ki, bunda gazetelerin de payı var. Ben bir nebze olsun insanları güldürebilmek, bu karamsar hava içinde onlara gülümseyebilecekleri bir iklim oluşturmaya çalışıyorum karikatürlerimle.” Hikmet Aksoy her ne kadar gazetelerin mizah sevmez patronların eline düştüğünü söylese de, yerel basını güncel karika-türlerle desteklemeye çalışıyor.

Karikatür toplumsal sorunların panzehiridir

Karikatürlerini ülke gündemini oluşturan konular

“Karikatürün toplumsallığını, toplumdan yana oluşunu tartışmaya gerek yok. Bu konuda karikatüristin kendi benliğine egemen olan demokrat düşünce yapısının ürünü olan karikatürleriyle toplumsal yaralara, sorunlara neşter atıyor olması ayrıcalıklı ve önemli bir duruştur. Yani, karikatür demokrat kafaların, demokrat düşüncenin ürünüdür.”

arasından seçim yaparak çizen Hikmet Aksoy, gü-nün gelişmelerini gazeteleri okuyarak öğrendikten sonra başlıyor çizmeye. Gazetelerde eskiye oranla karikatüre ve mizah ürünlerine çok az ya da hiç yer ayrılmamasından duyduğu rahatsızlığı dile getiren Hikmet Aksoy, karikatürün toplumsal bir olgu oldu-ğuna dikkat çekmeye çalışıyor. Aksoy; “Karikatürün toplumsallığını, toplumdan yana oluşunu tartışmaya gerek yok. Bu konuda ka-rikatüristin kendi benliğine egemen olan demok-rat düşünce yapısının ürünü olan karikatürleriyle toplumsal yaralara, sorunlara neşter atıyor olması ayrıcalıklı ve önemli bir duruştur. Yani, karikatür de-mokrat kafaların, demokrat düşüncenin ürünüdür. Karikatür toplumsal sorunların panzehiridir. Ayrıca, karikatür demokrasinin en büyük savunu silahların-dan biridir. Burada karikatürü toplumdan ayırırsak, tek kanatlı bir kuşun nasıl uçacağını tarif edebilir miyiz? Çoğu gazete yöneticisi siyasal iktidarlarla çe-

kişmeye korkuyor. Toplum adına yapması gereken muhalefeti yapmıyor. Bu nedenle gazete sayfala-rında karikatür sanatı görünmüyor. Görünen varsa da o da etliye-sütlüye dokunmayan türden şeyler. Gazete yönetimleri aman başım ağrır, düşünce-siyle hareket edince karikatür sanatı da ihmal edilmiş oluyor. Bu olumsuzlukta bir de yöneticile-rin karikatüre hoşgörü ile bakmayışlarının da payı var kuşkusuz.”

Değişen koşullar ve sahiplik yapısı sadece yaygın basında değil, yerel basında da mizahı hoş gör-mez, önemsemez oldu. 1981’de Hikmet Aksoy öncülüğünde Trabzon’da yayınlanmaya başlayan ve bir gelenek haline dönüşen mizah sayfası ya-yınlamak otuz yıl sonra terk edildi. Hikmet Aksoy, yerel gazetelerin mizah sayfası uygulamasını kal-dırmasını, gazetecilik adına sınıfta kalmak olarak nitelendiriyor.

Page 76: Eriha 3

ERİHA Haber

HAZİRAN 201174

Tar ih i

değişen çehres i Kızlarağas ı Hanı’nın

ELİF KÜTÜKOĞLU - YUNUS TAN

Page 77: Eriha 3

Kızlarağas ı Hanı’nın

HAZİRAN 2011 75

İ z m i r ’d e k i h a n l a r ı n e n g ö r k e m l i s i K ı z l a r a ğ a s ı H a n ı , a m a b u g ü n l e r d e e s k i g ö r k e m l i g ü n l e r i n e h a s r e t t a r i h i h a n . 1 5 9 8 ’d e y a p t ı r ı l a n h a n d a ; y ü z y ı l l a r d ı r i p e k ç i l i k , b a k ı r c ı l ı k , h a l ı c ı l ı k g i b i m e s l e k l e r y a p ı l m ı ş k e n , g ü n ü m ü z d e b u m e s l e k l e r i n y e r i n i k a f e l e r v e h e d i y e l i k e ş y a s a t a n i ş y e r l e r i a l m ı ş . Va k ı f l a r G e n e l M ü d ü r l ü ğ ü h a n d a k i d ü k k a n l a r a k i r a i z n i ç ı k a r ı n c a k i r a l ı k d ü k k a n l a r r a n t k o n u s u o l d u . H a n ı n g e ç m i ş i n i b i l e n e s n a f v e İ z m i r h a l k ı d u r u m d a n o l d u k ç a r a h a t s ı z .

Page 78: Eriha 3

HAZİRAN 201176

Ege’nin incisi İzmir; tarihi, mimari yapıları, turistik beldeleri ve doğal güzellikleriyle ülkemizin rağbet gören şehirlerinden biridir. Hükümet Konağı, Hi-

sar Cami, Borsa Sarayı ve Efes Antik Kenti gibi yapılar İzmir’in tarihi yönünü güçlendiren tarihi unsurların ba-şında gelir. İzmir’de sokaklar deniz koktuğu kadar tarih de kokar. Şehrin tarihi yapısına güç veren Kızlarağası Hanı, Osmanlı mimarisinin önemli eserlerinden biri olarak selamlar ziyaretçileri. Mimari açıdan pek çok özelliğe ve görselliğe sahip olan Kızlarağası Hanı, eski önemini ve güzelliğini kaybeder ne yazık ki. Zamanla ticari amaç için değerlendirilen handa; bakırcılık ve ipekçilik gibi el sanatlarının yerini, kafeler, hediyelik eşya ve takı dükkanları alır. Bu durum handa yıllardır esnaflık yapanları ve ziyaretçileri rahatsız ediyor.

Geçmişten günümüze Kızlarağası Hanı

İzmir’deki hanların en büyüğü ve en görkemlisidir Kızlarağası Hanı. Anıtsal bir özelliğe sahip olduğu gibi mimari bakımdan da tek örnek olması, onu diğer Osmanlı hanlarından ayıran özelliğidir. Kızlarağası Hanı 1598 yılında Yakup Bey tarafından yaptırılır ve İzmir’in en büyük camisi olan Hisar Camii yanına inşa edilir. Vaktiyle deniz kenarına inşa edilen han, denizin doldurulmasıyla kıyıdan uzak kalır. Geniş bir alana yayılan handa; Cevahir, Bakır ve Çuha Bedesten’i bu-lunur. Kızlarağası Hanı’nın diğer Osmanlı hanlarıyla başlıca benzerliği, çarşılı ve avlulu hanlar düzeninde olmasıdır. Mimari yapısı ise hanın farkını oluşturur. Tek kattan ibaret olan ve yirmi altı dükkândan oluşan Bakır Bedesteni’nde ilk yapıldığı yıllarda bakırcılık ha-kimdir. Daha sonraki yıllarda ipekçilik de hanın ticari ürünlerinden biri olur.  Kızlarağası Hanı’nın ticari açı-dan İzmir’in liman ağzı gibi merkezi bir yere yapılmış olması, Han’a özel bir işlev katar. İzmir’in ekonomik hayatında bu derece önemli olan Han 1778 yılında ticari kapasitesinin zirvesine ulaşır ve bu tarihten 19. yüzyılın son çeyreğine kadar parlak bir döneme tanık-lık eder. Kızlarağası Hanı’na her gün ziyaretçi akını Tarihi ve mimari açıdan büyük öneme sahip olan Kızlarağası Hanı, şimdilerde ticari amaç güdüsüyle kullanılmaya başlandı. Vakıfların, buradaki dükkânları halka kiraya vermesiyle başlar Kızlarağası Hanı’nın rant mücadelesi içine girmesi. İsteyen, isteği süreyle kiralar hanı. İsterse kira süresini bile uzatabilir. Böyle olunca da tarihsel yapısı bozulur hanın. İlk kurulduğu yıllarda hem kervansaray olarak kullanılan han, daha sonra bakırcılık, ipekçilik ve halıcılık gibi el zanaatla-rının yer aldığı hana dönüştürülür. Tarihi han özellikle hafta sonları yerli ve yabancı birçok turist tarafından ziyaret ediliyor. Yaz aylarında han koridorları, yabancı

turistlerin sesiyle yankılanıyor. Handa sadece bir bakırcı ustası var. Hanın en ücra köşesinde mesleğini icra ediyor Hasan Var. Mesleğinde 32 yılı geride bırakan Hasan Var da Kızlara-ğası Hanı’nın farklılaştırılmasından hoşnut değil. Bakırcılığa verilen değerin azaldığını da belirterek şunları söylüyor: “Hanın eski önemini yitirmesinin nedeni, insanların daha fazla para kazanma isteği. İnsanlar sattıkla-rı üründen kar ettikçe, daha da bağlanıyor

Page 79: Eriha 3

HAZİRAN 2011 77

mesleğine. Bundan 7-8 yıl önce bir kişi ne iş yaparsa, diğer insanlar da aynı işi yapıyordu. Biri takı satmaya başlasın, bir bakmışsın ki herkes takı satıyor. Şimdi ise Kızlarağası Hanı kafeden geçilmiyor. Her yer kafe-lerle doldu, çoğu kişi kafe sahibi olmuş. Böyle olunca bakırcılık ve halıcılık gibi geleneksel el zanaatlarına atfedilen önem de azaldı. El zanaatlarına önem verilmediği zaman da, üretim olmuyor. İnsanlara kızamıyorsun. Herkes para kazanmak için uğraşıyor. Ancak bir gerçek var ki, para kazanacağız diye tarihi

mirasımıza zarar veriyoruz. Gelecek nesle, kalıcı ne bırakabiliriz diye kimse düşünmüyor.”

“Han, tarihi bir doku olarak gelecek nesillere aktarılmalı.”

Kızlarağası Hanı’nın zaman içerisinde değişmesin-den esnaf kadar, halk da hoşnut değil. Ege Üniversi-tesi Gazetecilik bölümü öğrencisi Elif Soysal: “İnsan-lar tarihine hiç önem vermiyorlar.

Page 80: Eriha 3

HAZİRAN 201178

Ta r i h i v e m i m a r i a ç ı d a n b ü y ü k ö n e m e s a h i p o l a n K ı z l a r a ğ a s ı H a n ı , ş i m d i l e r d e t i c a r i a m a ç g ü d ü s ü y l e k u l l a n ı l m a y a b a ş l a n d ı . Va k ı f l a r ı n , b u r a d a k i d ü k k â n l a r ı h a l k a k i r a y a v e r m e s i y l e b a ş l a r K ı z l a r a ğ a s ı H a n ı ’n ı n r a n t m ü c a d e l e s i i ç i n e g i r m e s i . İ s t e y e n , i s t e ğ i s ü r e y l e k i r a l a r h a n ı . İ s t e r s e k i r a s ü r e s i n i b i l e u z a t a b i l i r. B ö y l e o l u n c a d a t a r i h s e l y a p ı s ı b o z u l u r h a n ı n .

Page 81: Eriha 3

HAZİRAN 2011 79

Hem Kızlarağası Hanı’nda hem de diğer tarihi eser-lerde görebiliyoruz bunun etkilerini. Her yeri buram buram tarih kokan bu hanın yıprandığını görmek gerçekten çok üzücü. Burayı ziyaret eden genç in-sanların çoğu, hanın tarihi önemini bilmeden otu-ruyorlar burada. Bu da ayrıca üzüyor insanı. Özellikle gençlerin tarih konusunda bilinçlenmesi gerekiyor. Handa bakırcılık ya da ipekçilik gibi zanaatların yapıldığını göremeyiz belki. Ama yine de tarihi bir doku olarak gelecek nesillere aktarılması gerekiyor buranın.” diyor. 64 yaşındaki emekli öğretmen Hü-seyin Yücedağ ise: “Günün şartlarına yönelik normal bir ihtiyaçtır aslında handa yaşananlar. İnsanları satılan ürünler, yemek yenen mekânlar cezbediyor. Aslında güzel bir mekân Kızlarağası Hanı. Her za-man her kesimden müşteriyi çekiyor kendine. Hana yakın yerlerde çalışan insanlar da, gençler de tercih ediyor burayı. Gençler, hanın eski halini bilmedikle-ri ve burayı tarihi bir çarşı olarak görmedikleri için bugünkü şeklini değerlendiriyorlar sadece. Hem gençlere hem de turistlere yönelik bir yer burası. İzmir’e gelen turistler Kızlarağası Hanı’nı ziyaret edince burada dinleniyor, çay içiyorlar. Gelmişken de etraftaki kitabelere takılıyor gözleri. Esnafa bu kitabelerin ne olduğunu soruyorlar ve han hakkın-da bilgi almak istiyorlar. Aslında turistleri takı gibi eşyaları almaları için değil de, tarihi açıdan çekebi-liriz. Ama bu para kazandırmıyor tabi ki. Hediyelik eşyalar satmak daha cazip geliyor insanlara. Onlar da bu yolu tercih ediyorlar zaten.” diyerek farklı bir bakış açısı getiriyor.

Kızlarağası Hanı tarihteki günlerini özlüyor

İzmir’e gönül veren emekli öğretmen Hüseyin Yü-cedağ: “Günümüzde bakırcılık gibi el zanaatlarına yönelik mesleklerden bahsetmek mümkün değil. Evlerimizde bakır tabakları ya da tencereleri tercih etmiyoruz. Yeni çıkan modellerdeki halılarla döşü-yoruz aynı zamanda. El sanatını kullanan ustalar bir daha yetişmez. Ama gençler bu sanatları bilmi-yor ve hana gelince kafelere akın ediyorlar. Dövme yaptırmak, takı almak, kafelerde oturmak daha hoş geliyor onlara. Tarihi ve geleneksel sanatları bilmiyorlar çünkü. Buralarda para kazananlar da müşteriyi nasıl çekeceklerini biliyorlar. Böyle olunca da insanlar tarihe önem vermeden tüketiyorlar her şeyi.” Hala renkli ve canlı Kızlarağası Hanı. Fakat o eski günlerinden oldukça uzakta. Kâr elde etmek için değiştirilen Han, gittikçe tahrip ediliyor. Gele-cek nesillere miras olarak bırakılmama ihtimali ise han için sorun teşkil ediyor. Hanın tarihi dokusunu kaybetmemesi için geç kalınmamalı.

“ K ı z l a r a ğ a s ı H a n ı k a f e d e n g e ç i l m i y o r. H e r y e r k a f e l e r l e d o l d u , ç o ğ u k i ş i k a f e s a h i b i o l m u ş . B ö y l e o l u n c a b a k ı r c ı l ı k v e h a l ı c ı l ı k g i b i g e l e n e k s e l e l z a n a a t l a r ı n a a t f e d i l e n ö n e m d e a z a l d ı . E l z a n a a t l a r ı n a ö n e m v e r i l m e d i ğ i z a m a n d a , ü r e t i m o l m u y o r. İ n s a n l a r a k ı z a m ı y o r s u n . H e r k e s p a r a k a z a n m a k i ç i n u ğ r a ş ı y o r. A n c a k b i r g e r ç e k v a r k i , p a r a k a z a n a c a ğ ı z d i y e t a r i h i m i r a s ı m ı z a z a r a r v e r i y o r u z . G e l e c e k n e s l e , k a l ı c ı n e b ı r a k a b i l i r i z d i y e k i m s e d ü ş ü n m ü y o r.”

Page 82: Eriha 3

Tek

Yumur

ta ik

izleri

Şam

piy

on

lu

ğa

Doy

muy

or

ERİHA Spor

HAZİRAN 201180

E DA E R O L

Page 83: Eriha 3

Eda ve Seda Erol kardeşler ülkemizi uluslararası arenada Kickboks, MuayT-

hai, Wus-hu, Boks, Tekvando ve Halter branşlarında başarıyla temsil ediyor.

İkiz kardeşler 2010 yılı Wus-hu dalında Türkiye 1.’si, Kickboks Türkiye 3.’sü

2011 yılı Üniversiteler Arası Muay Thayi Şampiyonluğu’nda birinci, boks-

ta Avrupa üçüncüsü; Wus-hu’da Avrupa şampiyonu oldu. Birbirlerine aşırı

benzerlikleriyle de ilgi odağı olan tek yumurta ikizlerinin hedefi, her dalda

dünya şampiyonu olmak.

HAZİRAN 2011 81

D E M E T YA LÇ I N

S E DA E R O L

Page 84: Eriha 3

HAZİRAN 201182

Eda ve Seda’yı dinlemek, heyecanlarına ortak ol-mak ayrı bir mutluluk kaynağı. Spora dair anı-larını heyecanla anlatırken, sıcakkanlı ve güler

yüzlü yaklaşımları ortamı bir anda hoş bir sohbete çeviriyor. Seda spora nasıl başladığını anlatıyor: “Biz daha ilkokuldayken istiyorduk sporla ilgilenmeyi. Bizim bir arkadaşımız vardı; taklalar atıyor ve sıfır açıyordu. Onu görüyorduk ve spora başlamayı is-tiyorduk, ama o zaman babam izin vermemişti. 6. sınıfa geçtiğimizde babam bizi, spora göndermeye karar verdi ve spora başladık; sekiz sene oldu. Zaten bir başlayınca arkası geliyor. Başarıyı görünce insan daha sonrasında bırakamıyor.” Ailenin desteğinin ne kadar önemli olduğunun farkında Seda ve Eda. Ne yazık ki birçok genç, aileleri tarafından yönlendiril-mediği ve desteklenmediği için isteklerine, hayalle-rine ve yeteneklerine veda etmek zorunda kalıyor. Eda, “Babam bizden daha istekli spor konusunda. Antrenmanlara gitmediğimiz zaman bize hatırlatır ve gönderir. ‘Yaparsınız, başarırsınız’ diyor. Annem biraz çekiniyor dövüşlü olduğu için, bazen ‘Bırakın artık’ diyor. Ama son zamanlarda o da sporla ilgilen-memizi hoş karşılamaya başladı. Biz başarılı oldukça daha fazla seviniyorlar.” diyor.

Hedef Dünya şampiyonluğu…İkizlerin spor alanındaki hedefi; Kickboks, MuayThai, Wus-hu, Boks, Tekvando dallarında dünya şampiyo-nu olmak. “Dünya şampiyonluğu istiyoruz, olimpi-yatlarda ülkemizi temsil etmek istiyoruz. Geleceğe

yönelik hayallerimiz arasında kulüp açmak var.” diyor Eda. Hedefleri büyük ikizlerin. Spor, Seda ve Eda için birçok anlamı içinde barındırıyor. Hayatlarını spor üzerine inşa edan ikizler “Spor hayatımızda olma-saydı büyük bir eksiklik hissederdik. Spor sayesinde kendimizi farklı hissediyoruz. Birçok yönde fayda sağlıyor bize. Spor sayesinde görmediğimiz ortamlar gördük ve spor yaptığımız için saygınlığımız oluyor. İnsanlar bize saygı duyuyor. Çünkü yaşamımızın birçok yönü sporla gelişiyor.” Onlar hayatlarının en özel yerine sporu yerleştirmişler. Severek ve isteye-rek yapılan her şeyin insanı başarıya götüreceğinin bir kez daha kanıtı oluyorlar. Kavgalarımız da güzel oluyor diyerek devam ediyor Eda: “Kız gibi dövüşe-miyoruz. Ağabeyim bazen ‘Kız gibi dövüşseniz’ diyor. Anlaşmamız için gözümüze bakmamız yetiyor. Aynı anda çok konuştuğumuz da oluyor. Derste aynı anda ‘Hocam’ diyoruz. Sınıf bayağı gülüyor o zaman.” Eğlenceli ve yüzlerinden tebessüm eksik olmayan kardeşlerin renkli hayatları, etraflarında yer alan in-sanları da gülümsetiyor.

‘Erkekler sizden korksun’İki genç kız en sert sporları deniyor ve başarıdan başarıya koşuyorlar. Çevrenin yaklaşımı ise çoğu kez ilginç oluyor. Seda çevrenin ve arkadaşlarının yakla-şımını gülerek anlatıyor: “Arkadaşlarımız ilk gördük-lerinde ve söylediğimizde inanmıyorlar. ‘Yok, canım’ diyorlar. Bu sanırım biraz minyon tipli ve zayıf olma-mızdan kaynaklanıyor. Ama maçta görenler ‘Sizden

korkulur’ gibi cümleler kuruyorlar. Hatta ‘Erkekler sizden korksun’ diye espri bile yapıyorlar.” Eda araya girerek bu konuya dair bir anısını bizimle paylaşıyor: “Bir gün parkta gezerken, erkekler bize laf atmışlar-dı. Bizde tabi onları dövdük.” Eda ve Seda görünüş-lerinin yanılttığının farkındalar, ama yumruklarının sertliği erkekleri korkutacak cinsten.

İki bedende tek yürekYıllardır birçok maça birlikte çıkan ikiz kardeşler maç esnasında tek yürek oluyorlar. Seda maç esnasındaki duygularını anlatırken o günleri yeniden yaşıyor gibi heyecanlanıyor. Sanki maça iki kez çıkıyormuşuz gibi geliyor diyor ve ekliyor: “Bir şey olduğunda ikimiz de çok üzülüyoruz. Hocamız bu konuda bize çok kızıyor. Maç esnasında duramıyoruz yerimizde. Eda maç-tayken ben bağırıyorum ‘Eda böyle yap, şöyle vur’ diye. Hoca ‘Ben varım, sus beni duysun’ diyor ama susturamıyorum ki kendimi, çok heyecanlanıyo-rum. Bizi izleyenlerden biri, ben maçtayken Eda’nın fotoğraflarını çekmiş; elini birleştirmiş, nasıl heye-canlı bekliyor, el kol hareketleri, dikkatli bir şekilde izlediği belliydi. Eda maçta yenildiğinde ben, ben yenildiğimde de Eda demorolize oluyor. Hocamız en sonunda bir çözüm buldu. Kimin maçı varsa, maçı olmayanı ya soyunma odasına gönderiyor ya da ‘Sen izleme’ diyerek arkamıza döndürüyor. Birbirimizden çok etkileniyoruz. Belki de birbirimizin duygularını hissediyoruz.” Birbirlerini tamamlayan ikizler, se-vinçleri de, üzüntüleri de hep birlikte yaşıyorlar.

Page 85: Eriha 3

“Başkalarına ihtiyaç duymuyoruz”Bir insanın en büyük ihtiyaçlarından biridir güvendiği ve değer verdiği birinin yanında ol-duğunu bilmek. Seda ve Eda tek yumurta ikizi ve her an her koşulda birlikteler. Birbirlerine çok benzemelerinin yanında, birbirlerine dair sevgi-leri görülmeye değer. Seda, ikizinin olmasından çok memnun. “Çok güzel bir duygu. Hangi or-tama girersek girelim çok kolay fark ediliyoruz. Dikkat çekiyoruz ve ilgi odağı oluyoruz. Her şeyimizi birlikte yapıyoruz. İlk milliğimizi bile birlikte aldık. Bulgaristan’a birlikte gittik. Muş’taki kampa yalnız katıldım. Çok kötüydü, ilk defa Eda’dan ayrılıyordum. Babam kabarık bir telefon faturası ödedi. Çünkü biz durmadan konuşuyorduk.” Eda ise, ikiz olmalarının çoğu kez komik olaylara neden olduğunu söylüyor. “Bazen tek kişiymişiz gibi davranıyorlar. Bana çok garip geliyordu, kampta arkadaşların Seda diye çağırması. Eda-Seda ya da ikizler diye çağ-rıldığımız için tek çağırdıklarında garip oluyo-rum. Bana mı sesleniyorlar diye bir duruyorum. Birbirimizin yanında olmaya alışmışız. Bir kere-sinde komik bir olay olmuştu. Kilolarımız birbi-rine yakın olduğu için Seda benim arkamdan maça çıkacaktı. Maça çıkıyorum. Final rakibim Trabzon. Ben maçı aldım, indim ve arkamdan Seda çıktı. Onun da rakibi Trabzon ve mavi köşe. O takımın hocası Seda’ya ‘Kızım daha ne çıkı-yorsun doymadın mı’ dedi. Ben ‘O benim ikizim’ dedim. Hakeme şikâyet ediyordu. Şimdi artık tanıyorlar bizi.”

“Ödül aldığımızda gereken ilgiyi görmüyoruz”Eda ve Seda ilk başarılarını aldıklarında henüz 10 yaşındaymış. Eda ilk maçlarını şöyle anla-tıyor: “Türkiye Kupası Halter Şampiyonası’na gittiğimizde haltere başlayalı sekiz ay olmuştu. Ben birinci, Seda ikinci oldu. Seda, çok ağlamış-tı. O ağladığı için, ben de tam sevinememiştim. 10 yaşındaydık zaten daha. Takip eden süreçte, her yıl Türkiye derecemiz oldu. Bir de maçlarda birbirimizle karşılaşmamak için birimizin kilosu düşüyor. Aynı kiloda olursak birbirimizde karşı-laşabiliriz. Birbirimizle hiç karşı karşıya gelme-

dik. Sadece gösteri maçı yapıyoruz. Beş dalda spor yapıyoruz. Kickboks, MuayThai, Wus-hu, Boks, Tekvando. İkimiz de, 2010 Wus-hu Türkiye birincisi olduk. Seda Kickboks Türkiye maçında üçüncü, ben ise ikinci oldum. 2011 yılında, Üni-versiteler Arası Muay Thayi Şampiyonluğu’nda birinci oldum. Seda ise Kickboks Türkiye Şampiyonluğu’nda birinci, MauyThai dalında Türkiye şampiyonu oldu. Yine Seda, boksta Av-rupa üçüncüsü; Wus-hu’da Avrupa şampiyonu oldu.” Uluslararası arenada ülkemizi başarıyla temsil eden ikizler, yetkililerin ilgisizliğinden yakınıyor. Seda elde ettikleri başarının gere-ken etkiyi yaratmadığını dile getirerek: “Ödül aldığımızda gereken ilgiyi görmüyoruz. Devlet, aldığımız başarılarda ödül vermiyor. Sponsor-larımız yok ve bazen maçlara giderken zorluk çekiyoruz. Kendi cebimizden harcıyoruz çoğu zaman. Genelde futbol daha çok ilgi gördüğü için, bazı sporlara ne yazık ki gereken alaka gös-terilmiyor. Bu anlamda çok zorlanıyoruz.” İkizler, ilgisizlikten yakınsalar da başarıya ulaşma he-deflerinden vazgeçmeyeceklerini elde ettikleri madalyaları ile gösteriyorlar.

“Ülkemizin desteği var, ama tam değil”İkizlerin antrenörü Orhan Özaktı, Eda ve Seda’nın ikiz oldukları için antrenmanlarda çok uyumlu olduklarını dile getirerek, ikiz olmalarından kaynaklı birbirlerine aşırı düşkünlüklerinin çoğu kez sorun teşkil ettiğini anlatıyor. Özaktı: “Mü-sabakada çoğu kez zorlanıyorum. Benim işime karışıyorlar. Ben maç esnasında taktik verirken, ikisinden biri maça çıktığında kalan taktik ver-meye çalışıyor, bağırıp çağırıyor.” Özaktı ikizlerin eğitimlerinin spor kariyerlerini olumsuz şekilde etkilediğini ifade ederek devam ediyor: “Eda ve Seda‘ya dair hedefim olimpiyatlara kadar ça-lıştırmak. Fakat bazı sorunlar yaşıyoruz. Devlet burs veriyor, ama şu kadar zayıfın olursa kesilir diyor. İster istemez çocuklar da, sporu bırakıp derslerine yöneliyorlar. Derslerden, sınavlardan dolayı antrenmanların bir kısmına katılamıyor-lar.” Eda ve Seda kardeşler başarılarıyla örnek oluyorlar ve her geçen gün madalyalarına bir yenisini ekliyorlar.

Eda, “Türkiye Kupası Halter Şampiyonası’na gittiğimizde, haltere başlayalı daha sekiz ay olmuştu. Ben birinci, Seda ikinci oldu. Beş dalda spor yapıyoruz. Kickboks, MuayThai, Wus-hu, Boks, Tekvando. İkimiz de 2010 Wus-hu Türkiye birincisi olduk. Seda, Kickboks Türkiye maçında üçüncü, ben ise ikinci oldum. 2011 yılında, Üniversiteler Arası Muay Thayi Şampiyonluğu’nda birinci oldum. Seda ise Kickboks Türkiye Şampiyonluğu’nda birinci, MauyThai dalında Türkiye şampiyonu oldu. Yine Seda, boksta Avrupa üçüncüsü; Wus-hu’da Avrupa şampiyonu oldu”

HAZİRAN 2011 83

Page 86: Eriha 3

ERİHA Spor

HAZİRAN 201184

B u g ü n K a y s e r i ’d e , m i l l i s p o r c u y e t i ş t i r e n v e u z u n z a m a n d a n b e r i ç e ş i t l i f a a l i y e t l e r e h i z m e t e d e n , k u r u l u ş u n d a Tü r k O r t o d o k s l a r ı n d a y e r a l d ı ğ ı S u r p A s d v a d z a d z i n ( M e r y e m A n a ) E r m e n i K i l i s e s i ’n d e k i n e r e d e y s e b i r a s ı r d ı r d e v a m e d e n d e ğ i ş i m , k ü l t ü r e l d e ğ e r l e r e b a k ı ş a ç ı m ı z ı d a y a n s ı t m ı y o r m u b i r n e v i ?

Meryem Ana

Spor Salonu

S E R C A N TO P Ç U L A R

Page 87: Eriha 3

HAZİRAN 2011 85

üzyıllardır birbirinden farklı kül-türleri topraklarında ağırlayan Anadolu coğrafyasının halkı, hoşgörüyle bakmış kendilerinden

önce bu topraklarda var olan tüm uluslara ve onların kültürlerine. Çeşitliliğin değerli ol-duğuna ve insan emeğiyle üretilen her şeyin kutsal sayıldığına inanan halk, sadece hoşgö-rü göstererek yıllar sonrasına da aktarabilmiş kültürel zenginliklerini. Anadolu’daki kültür mirasının bekçileri olan halkın bir kısmı, çeşit-li uygarlıklara ait yapıtların, kültürel bir değer olarak kabul görmesinin ve gelecek nesillere gururla bırakılacak bir miras olarak korunma-sının dil, din, ırk, ideoloji ayrımı yapmadan farklı olana zenginlik gözüyle bakmaktan geçeceğine inanır. Halkın diğer bir bölümü

de yaşadıkları bölgenin, ilin veya ilçenin eko-nomik durumu ne kadar iyi olursa olsun, kullanılmayan ve uğrayanı olmayan tarihi eserleri diledikleri gibi kullanabileceklerinin, bu yapılara zarar verebileceklerinin bir sorun olmadığını düşünürken, aynı zamanda bu tutuma göre davranılmasının bölge ve ülke kültürünün zenginliğini zarara uğratmayaca-ğına da inanır. Kafamızı hangi yöne çevirsek tarihi yapılarla sıklıkla karşılaştığımız toprak-larda, var olan yapıtları hangi bakış açısıyla değerlendirdiğimizi düşünmek büyük önem taşır. Özellikle çok geniş coğrafyalarda hâkim olan çeşitli inançlara ait ibadethanelerin bu topraklarda var olması daha da hassas olmayı gerektirir. Etrafımızdaki bu tarihi yapıtlar kimi zaman olağanüstü hallerde insanları bir ara-

da tutmak kimi zaman da birbirinden farklı faaliyetler için kullanılır yıllardır, spor, resim, tiyatro, müzik, yabancı dil kursları verilen bir merkez olarak kullanılan Kayseri'deki Surp Asdvadzadzin Kilisesi gibi. Günümüzde tek-vando ve okçulukta milli sporcu yetiştiren ve kuruluşu Türk Ortodokslara ait olan Surp Asd-vadzadzin (Meryem Ana) Ermeni Kilisesi’nde-ki yarım asırlık değişim, kültürel değerlere olan bakış açısını gösteriyor, tarihi zenginlik-ler coğrafyasında yaşayan her vatandaşa.

Hâl, karakol ve son olarak spor salonu

Milli Mücadele Dönemi’nde miting meydan-ları ve ibadethaneler halkı bir araya getirme-de çok önemli görevler üstlenir.

Page 88: Eriha 3

HAZİRAN 201186

Sakarya Savaşı’nda Kayseri meydanlarında mitingler yapılırken, ateşli nutuklar söylenirken, iba-dethanelerde de dualar edilir. Bazı arşiv verilerine ve kilisedeki yetkililerin verdiği bilgilere göre Türk Ortodokslara ait Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Kilisesi’nde de dualar edilir. 1835 yılında inşa edilen kilise 1875–85 yıllarında onarılır. İlk yıllarda kuru-luş amacına hizmet eden tarihi yapı, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra pazarcılar için hal, belediye ve zabıta için de karakol olarak kullanılır. Bugün ise Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’ne bağlı spor, resim, tiyatro, müzik, yabancı dil kursları verilen bir mer-kez olarak hizmet vermeye devam ediyor.

“Kilise gibi tarihi bir mekân spora uygun değil”Kayseri Gençlik ve Spor İl Müdürü Yahya Şahan, kilisenin gelecekte alacağı hali şöyle açıklıyor: “Kilise gibi tarihi bir mekân, spor yapmaya uygun değil tabi, ancak uzun yıllardan beri burada spor faaliyetleri yapılıyor. Gençler, buraya ilgi gösteri-yor. Ayrıca bizim devasa statlarımız da var, Kadir Has Stadyumu örneğin, ama gençlik merkezlerimiz yok. Bu yüzden yatırım programımızda, Kadir Has Stadyumu'nun üst bölümünde, tenis kortlarının yakınında gençlik merkezi yapma planımız var. Orası tamamlandıktan sonra, gençlik merkezini de buraya taşıyacağız. Kilise bizim tapulu malımız ve ağırlıklı olarak gençlik merkezi olarak kullanılıyor. Burada daha önceleri çok daha fazla branşta spor yapılıyordu. Zaten yer olarak da merkezi bir ko-num sahip. Böylece gençler kolaylıkla ulaşabiliyor. Aslında oranın temelinde müze projesi var. Genel müdürlüğün talimatları doğrultusunda kilisenin Büyükşehir Belediyesi'ne tahsisi söz konusu. Eğer bu tahsis gerçekleşirse, belki belediye müzeye çe-virebilir. Devletin bize yüklediği bazı sorumluluklar var. Devlet her türlü vatandaşın sağlıklı bireyler olarak yetişmesi için sportif tedbirler alır. Sporcuyu korumak gerekli tedbirleri almak ve başarılı spor-cular yetiştirip ödüllendirmeyi hedefler. Bu yüzden gerekli çalışmaların yapılması gerekiyor.

Spor yapılması için ulus-lar arası mekanlar oluşturmak, işletilmesi ve güvenliği için gerekli tüm tedbirleri almak gerekiyor. Özellikle güvenlik çok önemli çünkü aileler çocuklarını bize emanet ediyor. Ben hep şu noktadan hareket ediyorum. Orası sonuçta bir ibadethane mekanı olarak hazırlanmış. Bizde eskiden Osmanlı zamanında bıraktığımız topraklarda yaşadığımız sıkıntı hep şuydu; Camilerin yıkılıp kilise olması, camilerde futbol oynanması... İnsan bu noktada elbette bazı şeylerden rahatsız oluyor. Zaten buranın asıl düşünülmüş şekli bir ofis olarak kurmak ve daha sonra merkezi buradan taşımaktı. Hala hedefimiz aynı yavaş yavaş merkezi o mekandan taşımaya çalışıyoruz.”

“Mekanlar amacına uygun olmalı”Taşıyacağımız yer de hem modern hem ulaşıma elverişli bir yer olmalı. Zaten bu tür merkezlerle ilgili en büyük sıkıntımız gençliğin problemi deyip geçmemek lazım. İlgi ve ihtiyaçları göz önünde bulundurmak lazım. Orası öğrencilerin yoğun olarak yaşadığı bir yer. Yani insanları farklı mekanlara getirmeyeceksi-niz. İnsanların olduğu yerde yaşamsal alanları içerisinde spor faaliyetleri ve gençlik hizmetleri sunacaksınız. Bizim şimdiki amacımız yavaş ya-vaş oradan çıkıp tesisi planlanılan bugünkü yeri-ne, Kadir Has Stadyumu'nun yanına taşımak. Kı-sacası orası sürekli amacının dışında kullanılmış; hal karakol vs... Mekanlar amacına uygun olmalı. Oranın tek albenisi tam merkezi bir konumda ol-ması. Kenarda köşede bir yerde olsa orası tercih edilmezdi. O alan tam hareket merkezi ve halk orada çok yoğun. Bizim çalışmalarımız sürüyor. Biz oradan çıktıktan sonra orası ibadethane mi olur başka bir şey mi olur bilemiyorum.”

Page 89: Eriha 3

HAZİRAN 2011 87

“Kilise olarak açılması mümkün değil”Bir sene önce belediyeden, kilise binasının kendilerine tahsis edilmesi için yazı geldiği-ni, ancak daha sonra bu talebin askıya alın-dığını söyleyen Şahan: ''Buranın belediyeye tahsis edilip müzeye dönüştürülüp, kilise olarak açılması da gündeme geldi. Ancak bunun mümkün olmadığı görüldü. Belediye tahsis için yeniden bir yazı yazarsa ve genel müdürlük de yazıyı olumlu bulursa, bele-diyeye tahsisi yapılır ve belediye de burayı müze olarak değerlendirir'' diyor.

“Kilisenin cemaati yok, ibadete açıl-maz”Kayseri Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Kemalettin Cengiz Tekinsoy da ko-nuyla ilgili yaptığı açıklamada: “Biz kiliseyi, tarihi anlamına uygun bir şekilde fonksi-yonlandırmayı düşünüyoruz. Kilise olarak yeniden ibadete açılması gibi bir durum yok. Oranın bir cemaati yok Kayseri'de, ama tarihi özelliklerini ön plana çıkaracak bir restoras-yondan sonra müze olarak kullanılabileceği-ni düşünüyorum.” dedi.

KAY

SERİ

GEN

ÇLİK

VE

SPOR

İL M

ÜDÜR

Ü Y

AHYA

ŞAH

AN

Page 90: Eriha 3

GÖRMEENGELLİLERDEN

DOKUNUŞLAR

ERİHA SöyleşiERİHA Söyleşi

HAZİRAN 201188

Page 91: Eriha 3

ERİHASöyleşi

HAZİRAN 2011 89

makta öğrencilik dönemi biter ve kendisini kilim dokuma hocası olarak bulur. GÖRSEM ve İş-Kur’un düzenlediği engelliler kilim dokuma kursunun ho-calığını yürütür ve 5 yıllık eğitmenlik hayatında ilk defa engelli öğrencilerle çalışır. “GÖRSEM ve İş-Kur ortaklığı ile açılan bu kursta zihinsel, işitme-ko-nuşma, görme ve bedensel engelli öğrencilerimiz var. Çok karma bir sınıf ve benim daha önceden engellilerle çalışma ya da onlara eğitim verme gibi bir deneyimim olmadı. Bu açından biraz zorlu bir yol, ama bir o kadar da zevkli. Öğrencilerimiz seçi-lirken engellerine değil, ellerinin becerisine bakıl-dı. Kilim dokumak; görmek, duymak ya da başka bir engelle bağlantılı değil. Önemli olan engelli bireylere doğru yaklaşabilmek. Sevginin gücüyle hiçbir el becerisi olmayan öğrenciler bile bir ay gibi kısa bir sürede kilim dokumayı öğreniyorlar.” diyor. “Gözlerimi kapadım ve öyle anlattım”Kilim kursunda bizi en çok şaşırtan işitme ve bedensel engellilerin dışında zihinsel ve görme engellilerin kilim dokuması oluyor. Görmeyerek

renkli kilimler dokuyan öğrenciler genel itibariyle de sınıfın en iyi öğrencileri olmayı başarırlar. Ki-lim öğretmeni Cengiz: “Göremiyorlar, ama işitme ve dokunma hisleri çok güçlü. Tezgâhın başına gittiğimizde tedirginlik yaşadık, ama bunu hep birlikte aştık. Kilimin başına birlikte oturduk. İlk olarak ipleri tanımaları önemliydi. Algılamala-rı o kadar kuvvetli ki kısa sürede çözgü ipinin ve atkı ipinin hangisi olduğunu, kilimi dokurken ön taraftaki ipten mi yoksa arka taraftaki ipten mi alacaklar hepsini hızla öğrendiler. Başlangıçta ben de biraz zorlandım. Nasıl anlatacağımı şaşırdım. Bir süre gözlerimi kapadım ve öyle dokudum. İşte o zaman onlar gibi hissettim ve nasıl daha iyi anlatabileceğimi öğrendim.” sözleri ile her engelli öğrencinin ayrı bir öğretmen olduğunu anlatıyor. Görme engelli öğrenciler, kilim dokurken ipleri sayarak çalışıyorlar. Bu sayede ipleri nasıl ve ne-reden geçirdiklerini anlayabiliyorlar. Kilimlerin renkleri ve desenleri, öğrencinin kilim dokuma ve el yatkınlık seviyesine göre ayarlanıyor. Cengiz: “Görme engellilerin maalesef renkleri tanımaları ve bir uyum oluşturmaları imkânsız. Burada ben devreye giriyorum, onlara kilimi oluşturan renk-lerini ve desenlerini ayarlıyorum. Desenlerin nasıl yapılması gerektiğini anlatıyorum, beraber ilk de-seni oluşturuyoruz daha sonra onlar öğreniyor ve dokuyorlar.” Hayatlarında belki de siyahtan başka renk göremeyenlerin, dokuduğu kilimler gökku-şağı gibi renkli.

Onlar küçük atölyelerinde, sevgi çınarları büyütüyor. Engelli birçok birey, GÖRSEM ve İş-Kur ortaklığı ile açılan kursta, sabır, emek ve sevgi karışımından boyuyorlar kilimlerine renk veren umut iplerini. Hayatı, engellerine inat engelsizce yaşamayı, sevgiyi ve mutluluğu tezgâhlarından çıkan kilimlerle gösteriyorlar insanlığa.

Eskişehir Görme Engelliler Derneği (GÖR-SEM) ve İş-Kur Müdürlüğü aracılığı ile açılır engelli öğrencilerin hayatlarına umut ışığı olmayı hedefleyen kilim kursu.

Hızla öğrenci arayışlarına başlanır. Gerekli ilan-lar ve duyurular yapılmasının ardından engelli vatandaşlarla tek tek bağlantıya geçilir. Kilim kursuna engelliler önceleri pek sıcak bakmaz-lar. Bu nedenle, kursa ilk esnada sadece üç kişi başvurur. Gerekli öğrenci sayısını bulamayan kurs, Görme Engelliler Derneği ve Rehabilitas-yon Merkezi öğrencilerinin de katılımıyla gerekli sayıya ulaşır. Kilimin ne olduğunu anlayamayan ya da hayatında kilimi hiç görememiş bireylerin önlerindeki tezgâhta kilimlere can verme öyküsü başlar artık. Boş zamanlarını değerlendirmek için Halk Eğitim kurslarına başlayan Nigar Cengiz, bu girişimin hayatını değiştiren bir adım olduğunun farkına varamaz kilim tezgâhının başına ilk otur-duğunda. Boş zaman aktivitesi olan kilim doku-mak zamanla, onun hayatında vazgeçemediği bir tutku haline dönüşür. Böylelikle kilim doku-

M İ N E Ç A L I K

Page 92: Eriha 3

HAZİRAN 201190

“Babam bana adeta bir hayvanmışım gibi davrandı”GÖRSEM öğrencilerinden Şakir Şahin üç yaşında gözüne bıçak batması ile kaybeder sağ gözünü. Ailenin eğitimsizliği, köyde yaşamanın getirdiği zorlu şartlar ve insanların engellilere olan yanlış bakış açılarından çok fazla etkilenir. Yaşadığı zor-luklar karşısında akıttığı gözyaşlarına direnemez küçük vücudu ve diğer gözü de kapanır. Bundan sonra yaşamın en sert darbeleri iner üzerine. Ha-yatı artık ‘Kör’ diye dışlanmakla geçer. Şakir Şahin: “Gözlerimi kaybettikten sonra bana adeta bir ya-ratıkmışım gibi baktılar. Sanki canlarını alacaktım. Köyde evden dışarı çıkamazdım, sanki hırsızlık yapmışım gibi utanırdım, utandırılırdım. Herkes benden kaçardı. Çocuklar oyunlarına almazlardı, oyuna katılsam bile anne babaları benimle oy-nadıkları için onlara kızardı. Hala düşünüyorum, görmüyorum diye oyun oynamaya da mı hakkım yoktu? Demek ki yokmuş.” diyor. Anne babasını kaybedince şehirde yaşayan kardeşinin yanına ge-lir Şahin. Bundan sonra da, içinde hiç öldüreme-diği okuma aşkına verir kendini. Öğrenme arzusu onu GÖRSEM’e getirir ve 57 yaşında başlar kabart-ma harflerle tanışmaya, onların tılsımını yavaş yavaş almaya. Şakir: “Bu yaşıma kadar acı ve mut-suzluktan başka bir şey yaşamadım, ama şimdi burada ailemden göremediğim sevgi ve saygıyla bir şeyler öğreniyorum. Keşke zamanında babam beni okumam için okula gönderseydi. Şimdi çok farklı yerlerde olurdum belki, en azından okumam yazmam olurdu.” diyor görmeyen insanlara imkân verilmesi halinde bir şeyleri başarabileceklerini

vurgulayarak. Babasının aşağılamalarından bah-sederken gözleri doluyor Şahin’in ve ekliyor: “Ba-bam bana adeta bir hayvanmışım gibi davrandı. ‘Sen körsün yapamazsın. Sadece yemek yersin, onu bile kendin yapamazsın.’ derdi hep. Kendi başıma yapmaya çalıştığım zaman da hep dayak yedim zaten. Yediğim dayakları, çektiğim acıları bir ben bilirim.”

‘Vay be körler de adammış’GÖRSEM’e geldiği bir gün kilim kursu açıldığını duyar Şakir Şahin ve hemen başvurur. Bu, onun hayatında farkına varmadan attığı önemli bir adım olur. Dışlandığı günleri, hatta görmediğini bile unutur burada. Bir şeyler yapabilmek, işe yaradığını anlamak, bıraktırır kederlerini bir yana. Şahin: “Kilim dokumak beni çok rahatlatıyor. Başlangıçta çok zorlandım, yapamayacağım gibi geldi. Ama hocamız yanıma oturdu ve çok gü-zel bir dille bana nasıl yapacağımı anlattı. Bir de baktım ki dokumaya başlamışım. İnsanın girdiği ortamda tatlı dil, güler yüz, anlayış bulması çok önemli. Hocam bana yapamıyorsun diye kızsay-dı şu an yapamazdım. O, bana inandı ve ben de

kilim dokumayı başardım.” sözleri ile anlatıyor as-lında, engelli insanlara daha hassas yaklaşılması gerektiğini. Şahin, kilim dokuma kursunda aslın-da kilimlerin değil kalplerin dokunduğunun en büyük ispatlarından biri. Kursu, kendi ailesinden öte görüyor. “Burada herkes benim gibi. Dışlama, ayıplama yok. Bıraksalar yirmi dört saat burada kalırım. Benim doktorum oldu kurstaki herkes, ağızlarından çıkan kelimelerse ilaçlarım.” diyor. Yüreğindeki mutluluk tohumları yeşillenirken, bir yandan da babasının yapabildiklerini görmesini istiyor. Asıl engellinin kendisi olmadığını şu söz-lerle anlatıyor: “Bir gün görme engelli bir avukatın yanına babamı götürdüm. Oturduk konuşuyor-duk, ama babam avukatın görme engelli oldu-ğuna inanmadı. Ta ki avukat bey bize çay ikram etmek için yerinden kalkıp masaya çarpana kadar. O zaman babam ‘Vay be körlerde adammış. Bak avukat olmuş’ dedi. Şimdi ben de kilim dokumayı öğreniyorum.” diyerek iç geçiriyor. Güven duyulup destek olunsaydı bir şeyler başarabileceğini, belki de evlenip herkes gibi mutlu olabileceğini anlatı-yor Şahin, insanların engelli olduğu için umutları-nın çalınmasından yakınarak.

Page 93: Eriha 3

HAZİRAN 2011 91

Minik yüreklerin umut tohumlarıYaşam mücadelesi çok zor olan zihinsel engelli öğ-renciler, kilim dokumanın hayatları kadar dikenli yollarla kaplı olmadığını ispatlıyorlar. Hayatın farkına varamayan minik yürekler tezgâhlarının başında, ne işe yaradığını bile bilmedikleri kilim-lerini dokumak için adeta birbirleri ile yarışıyor. Küçük ellerinin attığı minik umut ve mutluluk to-humları iplerin dizilişi ile konuşuyor kilimlerinde. Akıllarında bazı şeyleri tutmaları çok zor olan öğ-rencilerin kilim dokuma öyküsünü şöyle özetliyor Cengiz: “Zihinsel engelli öğrenciler tezgâhı, ipleri, renkleri görebiliyor, ama bunları algılamaları çok zor. Bir şey öğretildiğinde anlıyorlar, ama hemen unutabiliyorlar. Bu yüzden bıkmadan usanmadan onlara, tekrar tekrar anlatmak gerekiyor. Kilim dokurken onlara sayma işlemi yaptıramıyoruz. Saysalar bile hemen unutuyorlar zaten.” Sayma işlemini yapamamalarına rağmen zihinsel engelli kursiyerler de kilimlerinde desen çalışıyor. Bu ça-lışmaların taklitle yani, yapılan örneğe bakmaları ile mümkün olduğunu söyleyen Cengiz; zihinsel engelli öğrencilerin kilimlerini ikiye böldüğünü, bir tarafını kendisi dokurken diğer tarafını da

engelli öğrencinin onun dokuduklarına bakarak dokuduğunu anlatıyor. Hiçbir engellinin kiliminde yaptığı yanlışlara göz yummuyor Nigar Cengiz. Kilimi dokumakla sökmenin de aynı teknikte ol-duğunu ve sadece dokurken değil sökerken de çok şey öğrenildiğinin altını çiziyor. “Kilim dokurken öğrenciler yanlışlar yapıyor. Ben onlara nedenini söyleyip ‘Olmamış sökmelisin.’ diyorum. Sökmek istemiyorlar, çok üzülüyorlar, fakat kilimi söküp ortaya hatasız bir ürün çıktığını gördüklerinde ise mutlulukları her şeye değiyor.”

Hep beraber aşılıyor engeller

Kilim dokurken zihinsel engelli öğrencilerin ha-talarını gidermek için farklı yollar da buluyor Nigar Cengiz. Onlara farklı sorumluluklar vererek sorunların üstesinden gelmeyi başarıyor. “Zihinsel engelli öğrencilerimden Elif ’in, dokuma becerisi çok iyi. Ancak, hatası çok. Sökmekle hatalarını dü-zeltemedik. Ben de, ondan daha geride olan ar-kadaşının kilimine yardım etmesini, ona öğretici olmasını istedim. Bu sayede Elif diğer arkadaşına yardımcı olmak için uğraşırken kendi hatalarını düzeltti. Önceden on hatası varsa şimdi bir hatası oluyor ya da hiç olmuyor.” Bu yöntemle üç zihin-sel engelli öğrencisinin hatalarını en aza indirir Cengiz. GÖRSEM kilim dokuma kursunun bütün gayesi, engelli bireylerin rahatlamaları ve hayata daha sıkı tutunmaları için bir dayanışma ortamı oluşturmak. Bireyler belki de bu sayede kendile-rini, evlerinden daha mutlu ve huzurlu hissediyor. Engellerini ve sorunlarını, kendileri gibi olan diğer engellilerle paylaşarak unutuyorlar. Cengiz: “Bu-rada öğrenciler kilim dokurken psikolojik açıdan da çok rahatladı. Bunun bir örneği de Halim Bül-bül. Halim askerde sinir hastalığı geçirir ve engelli olur. GÖRSEM bünyesinde de eğitimi ve tedavisi sürüyor. Kilim kursuna ilk başladığında Halim’de odaklanma sorunu vardı. Bir yerde beş dakikadan fazla duramıyordu. Kilim tezgâhının başına otur-duğundan beri bu aralıklar azaldı. Önceden beş dakikada bir ara verirken şimdi, kırk beş dakikada bir, belki bir saatte bir mola veriyor.”

Kursta vakit geçirmek öğrencileri mutlu ediyorÖğrencilerin kilim dokumayı bir tutku haline ge-tirdiklerinden bahsederken gözlerinin içi gülüyor eğitmen Cengiz’in. Ancak bu kadar sevginin onu endişelendirdiğini de söylemeden edemiyor. “Engelli öğrencilerimizle iletişimimiz çok iyi. Sü-rekli beraber olmak istiyoruz. Çoğu öğrencimiz kurstan sonra dersi olduğunu, ders saatine kadar

burada bekleyeceklerini söylüyor. Dersinin hangi öğretmenle olduğunu soruyoruz. Bir de öğreni-yoruz ki aslında ders yok; sadece burada olmak istedikleri için bizi kandırmışlar. Bu da bizi, burada geçirdikleri zaman onların diğer derslerini etki-ler mi acaba diye düşündürüyor.” sözleri engelli bireylerin GÖRSEM’de ne kadar mutlu olduğunu gösteriyor. Attıkları her ilmikte kendilerini yaşa-tıyor kilim dokuma kursunun öğrencileri. İplerini çözgüden geçirirken mutluluk dokuyorlar aslında tezgâhlarında. Göremedikleri renkler ya da anla-yamadıkları desenlerle kilimlerini dokurken, bir yandan da yüreklerini koyuyorlar ortaya. Göremi-yorlar, anlayamıyorlar, ama kilimlerine içlerinin güzelliklerini yansıtıyorlar. Etrafındakilerin yadır-gayan gözlerine inat aşıyorlar sevginin gücüyle engellerini.

Şahin: “Kilim dokumak beni çok rahatlatıyor. Başlangıçta çok zorlandım, yapamayacağım gibi geldi. Ama hocamız yanıma oturdu ve çok güzel bir dille bana nasıl yapacağımı anlattı. Bir de baktım ki dokumaya başlamışım. İnsanın girdiği ortamda tatlı dil, güler yüz, anlayış bulması çok önemli. Hocam bana yapamıyorsun diye kızsaydı şu an yapamazdım. O, bana inandı ve ben de kilim dokumayı başardım.”

Page 94: Eriha 3

İNSANIN YAŞADIĞI HER YERDE KENDİNE AİT BİR İZ BULUYOR

ERİHA SöyleşiERİHA Söyleşi

HAZİRAN 201192

Gazeteci, uluslar arası savaş muhabiri, gezgin, maceracı, belgesel yönetmeni, yemek kitabı yazarı ve son olarak da çocuk

üniversitesindeki genç kaşiflerin vazgeçilmez akıl hocası. 55 yaşındaki Coşkun Aral, 36 yıll ık profesyonel yaşamına uçak

korsanlığından, savaş alanlarındaki tehlikeli yolculuklara kadar çok şey sığdırmış sıra dışı bir isim. Öyle bir yaşam sürmüş ki,

heybesini heyecanlı öykülerle doldurmuş.

CANSU KILIÇ

Coskun .

Page 95: Eriha 3

ERİHASöyleşi

İNSANIN YAŞADIĞI HER YERDE KENDİNE AİT BİR İZ BULUYOR

HAZİRAN 2011 93

Aral Coskun

Page 96: Eriha 3

HAZİRAN 201194

re dışında bir yere girdik, ama hiçbirimizde para kalmamıştı. Para aramak üzere yola koyuldum. Gittim yürüye yürüye Şanzelize’ye. Babamın yıllar önce borç verdiği bir terziyi aramaya başlamıştım. Adı Ahmet olan bu terzinin bana verilen adresi yanlıştı. Arayışım sırasında tek arzum bir Türk’le karşılaşmaktı ve bir adama çarptım. Şansa bak, adam, “Ahmet, benim ortağım” demesin mi? Sevinçle adama sarıldım. Beni ortağına götürdü. Ertesi gün uçağa bindik Türkiye’ye döndük.” Tesa-

düfün öyküsünü yaşayan Aral, aslında rastlantıla-ra inananlardan değil. “Hayatta her şey insan bey-ninde önceden programlanmış şekilde var. Bazı şeyler es geçebiliyor. Hayatındaki belki en korkunç an, o anı yaşamanı sağlayacak bir olgunun eksikli-ğiyle geçebiliyor. Belki de seni dünyanın en mutlu insanı yapacak bir olay pas geçebiliyor. Ama her şey daha önceden programlanmış, bu bizim ya-şam çiplerimiz de var. İkiz de olsan ikizinle aynı kadere sahip olmayabilirsin. Biyolojik benzerlik yetmiyor. Dünyanın en akıllı, IQ su en yüksek, en güzel insanı olabilirsin, ama hayattan beklentile-rin öyle sınırlıdır ki hiçbir şey yapmayı düşünmez-sin bile. Benim bir yerlere gitme arzum hep vardır. Bir şeyler yapma isteğim her zaman vardır. Bir şeyler için bedel ödeme arzum hep vardır. O yüz-den hayatımda uçak kaçırılması dâhil olmak üzere çok şeyin önceden hayalini kurdum ben. “ diyor

Sevdiği işleri kendine özgü biçimiyle yapan, belki çok para da kazanamayıp, farklı şekil-lerde bilgiyi sunan Coşkun Aral, elli beş ya-şına rağmen hala durmaksızın koşturuyor.

Önemli olanın işini özgürce yapabilmek olduğunu savunan Aral, insanın yaşadığı her alandan kendi-ne dair bir iz bulmayı hedefliyor. “Olmayacak bir işi benden nasıl istersin diye karşı çıktığım, boyun eğmediğim için hiçbir gazete benimle çalışmak istemiyor” diyor farklılığını açık yüreklilikle ortaya sererek. Siirt’te doğmuş Coşkun Aral. Anne tarafı hatırı sayılır bir Arap ailesi, Baba tarafı ise 1928’de Atatürk’ün teşvikiyle bölgenin ilk un fabrikasını ku-ran Siirt eşrafının varlıklı bir ailesi. Ortaokuldayken zatürree, raşitizm hastalıklarına yakalanınca, tedavi için İstanbul’a halasının yanına gönderilmiş. Mes-leğe başladığı yılları şöyle anlatıyor Aral, “Cumhur Kılıççıoğlu’nun Mücadele Gazetesi’nde gazetecilik mesleğine çırak olarak başladım. Bu dönemde, Siirt Mücadele Gazetesi ve Anadolu Ajansı’nın basın kar-tını bastırıp, duruşmaları izlemiştim. 17 yaşınday-dım daha. Lise bitince kuzenim Fahri, beni gazeteci Can Aksın’ın yanına gönderdi. Önce Günaydın, son-ra Gün gazetesinde muhabirliğe başladım.” 14 Ekim 1980’de Ankara’ya gitmek üzere Diyarbakır uçağına binen Coşkun Aral, bindiği uçağın kaçırılmasından kahraman fotoğrafçılığa uzanan hikayesini, ilginç bir olaya tanıklık olarak tanımlıyor. “Havalandık ama uçuş süresi çok uzamıştı. Uçağın kaçırıldığı anonsu yapılınca çıkardım makinemi, fotoğraf çek-meye başladım. Kaçıranlardan birine ‘Gazeteciyim konuşmak istiyorum’ dedim. Beni kokpite aldılar. Yolcular arasında bugünün ünlü işadamları Selim Edes ve Turgay Ciner de vardı. Bir süre sonra uçak, sözde yakıt almak üzere Diyarbakır’a indirildi. Re-hin alınmıştık. Önce kadınlar ve çocukları bıraktılar. Sonra da biz çıktık. Ancak ilk serbest bırakılanlar-dan yanımda oturan bir kadın ‘Bu adam da terörist’ diye beni ihbar etmiş. Emniyetteyken, Diyarbakır Cezaevi’ne götürüleceğimi öğrenince sakladığım filmleri Osman Arolat’a verdim. Osman Arolat da, filmleri Adana’da bir gazeteye verip yıkatmış, renkli olanlar yanlış yıkandığı için de hepsi yanmış. Bir tek kurtulan siyah-beyaz fotoğraftı. Dört gün kaldım hapishanede. Bırakılınca bir baktım ki o ana kadar fotoğraflarımı imzasız kullanan gazetede kahra-man fotoğrafçı olmuşum.”

İlk Paris YolculuğuZeki adındaki arkadaşıyla beraber ucuz öğrenci biletiyle Münih üzerinden Paris’e ulaşan Aral, bu dönem çok parasızlık çekmiş. “Paris’in 20 kilomet-

Savaş fotoğrafçılığı1988’de foto muhabiri ve aynı zamanda da ka-meraman olarak Mehmet Ali Birand’la birlikte, Abdullah Öcalan’la röportaj yapmaya giden Coşkun Aral, PKK’lıların Bekaa’daki askeri ta-limleri, ateş ederken görüntüleri ve Apo’nun meşhur futbol maçı görüntülerini kendisinin çektiği o günü şöyle anlatıyor: “Afganistan’a Şah Mesut’a gitmemi sağlayan konvoyda, ar-kasına asıldığım kamyon mayına çarptı. Ben de havaya uçtum. Tutunduğum demir ağzımın içi-ne girdi. Çenem parçalanmış ve üç gün komada kalmışım. Orada beni kurtaran doktor kadının Fransız Gizli Servisi’nden olduğunu on sene sonra öğrendim. En son 2002’de Afganistan’a gittim. Yaşadığım son gerçek savaştı. Irak’a gitmek istedim ancak masrafımı karşılayan yoktu.” Birilerinin savaşı bilmeyenlere aktarma-sı lazım. Savaşı yaşayanlar barışı çok iyi korur. Bu gün dünya da Mustafa Kemal de dâhil olmaz üzere bütün liderler, savaş alanlarında barışın ne kadar anlamlı olduğunu defalarca ifade etmişlerdi. Coşkun Aral, “Savaşlarda korkunç şeyler yaşanıyor. Savaşa giden insanlar olarak bizim amacımız, bunun ne kadar vahşice oldu-ğunu bilen, anlayan, iradesiyle silahtan çıkarı

Savaşlarda korkunç şeyler yaşanıyor. Savaşa giden insanlar olarak bizim

amacımız, bunun ne kadar vahşice olduğunu bilen,

anlayan, iradesiyle silahtan çıkarı olan insanların kamuoyunu yaratmak. Biri çektiği fotoğrafları

kitaplaştırırken, öncelikle çocukların alamayacağı kadar pahalı olmasını

isterim. Çünkü o fotoğrafları çocukların görmesini istemiyorum. Bunu 15

yaşında çocuk görmesin. Bunu bize de yapabilirler

empatisi zamanla sempatiye dönüşebilir. Bu duyarlılık bizim olgunluğumuzun

göstergesidir

Page 97: Eriha 3

ERİHASöyleşi

HAZİRAN 2011 95

olan insanların kamuoyunu yaratmak. Biri çektiği fotoğrafları kitaplaştırırken, öncelikle çocukların alamayacağı kadar pahalı olmasını isterim. Çünkü o fotoğrafları çocukların görmesini istemiyorum. Bunu 15 yaşındaki çocuk görmesin. Bunu bize de yapabilirler empatisi zamanla sempatiye dönüşe-bilir. Bu duyarlılık bizim olgunluğumuzun göster-gesidir. Çok saygın isimler de bunu yaptı yıllarca. Ben göstermedim, göstermem de. Yeri geldiğinde makinemizi bırakıp ağladığımız da oluyor, yeri geldiğinde cinnet geçirenler de oluyor. Nijerya’da on bir kişinin gözümüzün önünde kafaları kesildi-ğinde İtalyan bir gazeteci bir hafta boyunca kustu. Ben buraya geldiğimde bir gazetenin editörü “Şu kesik kafayı eline alıp bir fotoğraf çekilseydin ya “ dedi. Bunlar da var.” Coşkun Aral, Gabon, Kuzey Kore ve Kamerun’a gidememiş Kuzey Kore alma-mış, Kamerun ve Gabon’a gittiği dönemlerde girememiş, bir daha da gitmemiş. Davet gelirse ve fırsatı olursa Kore’ye gitmek istiyormuş. Aral Kore’den söz açılınca, “Ama gazetecileri çağırmı-yor, turistlere zaten kapalı. Yani dünyanın tek ko-münist diktatörlüğü orası.” diyor.

“Haberci” ile tanındımBir dönem fotoğrafçılıkla uğraştığını, bu günlerde

belgesellerle bilgi aktarmak için mücadele ettiği-nin altını çizen Aral, bu düşlediğim bir meslekti, ama bir de doktor olmayı çok isterdim diyor. “Her şey yaptım. Belki biraz beynimin normal olma-yan tarafı veya benim normal olmayan tarafım meraktan kaynaklanıyor. Zor koşullarda insanlar nasıl yaşıyor bunu merak ettiğimden de her işe elimi uzattım. Yaşam yolculuğumda, mümkün ol-duğu kadar insanın yaşadığı her alana girmek ve orada bana ait bir iz bulmak istiyorum. Keyif alı-yorum, ama aldığım keyif kadar da iz düşümünde acıyı duyuyorum. Başka insanların göremeyeceği anlar yaşadığım için, acıda duygularım daha faz-la depreşiyor. Önceden sezinleyebiliyorum bazı şeyleri. A Takımı’nda, Ruanda’daki katliama tanık oldum. Azerbaycan’a gittim. Maddi yönden hep cepten veriyorum, kameramansız gidiyorum. 1995’te “Haberci” isimli programa başladım. Bir kameramanla bölgeleri dolaşarak belgesel yaptık. Haberci ile birkaç kanal değiştirdik. Köy köy dola-şıp belgesel izlettim otobüsle. Sonradan TRT aldı programı. TRT’de hakikaten çok tanındım. Kendi standardımda para da kazandım.”

İZ TV’nin izlenme oranı iyi2006 yılında, Coşkun Aral Haberci programında

beraber çalıştığı arkadaşlarıyla birlikte İZ TV’yi kurar. “Şarküteri prodüksiyon olarak birikimle-rimizi ortaya koyup hem kendi arkadaşlarımızla ciddi prodüksiyon imkanları sağlıyoruz hem de bi-zim gibi Türkiye’de belgesel yapıp da bunu yayım-layacak mecra bulamayan insanlara kapı açıyoruz. Amacımız daha kaliteli, daha sürekli, daha çok ortak yapımlı ve teknolojinin en üst aşamasına uyumlu belgeselleri yayımlayan bir kanal olmak. İzleyici oranı, Digitürk içinde diğer belgesel kanal-larla kıyaslandığı zaman çok iyi. Türkiye’yi, gerçek üç boyutla tanıtacak belgesel hazırlıyoruz. Arka-daşlarım dünya çapında işler yapıyor. Kanal beşin-ci yılını geride bırakırken yeni projeler üretiyoruz”

Tarifleri annem verdiGastronomi, tarih, yolculuk, sosyolojik ve antropo-lojik konulara hep ilgi duymuş Coşkun Aral. Gittiği yerlerde kırmamak için tadı veya görüntüsü iğrenç de olsa sunulanı yermiş. Lezzetli yemeklerle anne-sinin mutfağında tanışmış. “Evimizde Arap, Erme-ni, Kürt, Karadeniz, Konya ve İzmir mutfağının iz-leri vardır” diyor. “Annem hastaydı ve bir ameliyat geçirdi. Ona bir hediye düşünüyordum. Annemin yapmış olduğu evimizde pişen yemekleri biraz belgeye dönüştürmek aklımda vardı. Sonra geliri

Page 98: Eriha 3

TEV’e verilmek üzere ilk yemek kitabım “ Annemin Yemekleri” ismiyle çıktı.”

Çocuk Üniversitesi ve Genç kâşiflerle Hindistan GezisiYaşlarına göre çok daha meraklı, okuyan, araştırmacı çocuklar için Doğa Koleji’nin kendi bünyesinde, İstan-bul Üniversitesi içinde faaliyet gösteren bir çocuk üni-versitesi bölümü var. Bu bölümde okuyan öğrenciler için de elinden gelen desteği esirgemez. Aral, “Mesela çocuklardan bir tanesinin ailesi çok muhafazakâr, ama çocuk Budizm’i araştırıyor 16 yaşında, bir diğeri de belgesel yapmak istiyor, sosyolog olmak istiyor. Sosyolojiyi de psikolojiyi hafızlamış ve daha 16 yaşın-da. Bunun gibi yüzlerce çocuk var Türkiye’de. Bu ço-cukların aileleri, merakları ve yaptıkları araştırmalar sonucu, bu üniversitenin varlığını keşfettiler. Gerçek

anlamda bu sınav fasilesinden çıkartıp, çocukları Türkiye veya dünyada gerçek anlamda bir üniversite kariyerine yönlendirecek bir eğitim veriliyor. Bazı ço-cuklar gerçekten kariyer için, hatta meraklı oldukları alanda daha akademik bilgi edinmek için, ilerde o donandıkları bilgileri daha iyi bir seviyeye getirmek için yapıyorlar bu işi. Yaşam ağlarını etkileyen olayları daha farklı bir algı biçimleriyle değerlendirebiliyor-lar bu sayede. Çocuk üniversitesi, daha önceden de varmış, ama ben de yeni keşfettim.” Üniversite bün-yesindeki çocukların birkaçıyla beraber Hindistan’ a gitmiş Aral. “Benim de gitmem onlardan gelen bir talepti. Gezi birikimimden faydalanıp bir yer talep et-tiler, ben de Hindistan dedim. Niye Hindistan? Çünkü dünyadaki en büyük bilgi toplumudur Hintler, mate-matiğin en çok uyarlandığı, okutulduğu, anlaşıldığı ve kavratıldığı ülkedir. Mesela lise öğrencileri geçen

sene bu zamanlarda bir uyduyu fırlattılar. Hindistan deyince safariler, yollar, inekler geliyor akla o işin gör-mek istediğiniz biçimi. Bu çocuklar hakikaten benim Türkiye’de gençliğin büyük bir çoğunluğunun olması-nı arzu ettiğim biçimde çocuklar. Onların teklifini hem onlarla beraber gezerek, hem de o geziyi bir belgesele dönüştürerek değerlendirdik. Ailelerin de bu işe yat-kın olması önemli bir husus. Çünkü çocuğun böyle bir özelliği vardır, ama ailesi destek olmaz. Ailelerin yapı-sını değiştirmesi gerekiyor. Bunun için de çok uzun bir zamana ihtiyaç var. Nasıl değişir? Avrupa topluluğu konusunda ilerleyeceğiz, Rusya’ya gideceğiz daha çok Ruslarla kaynaşacağız. Hindistan’a gideceğiz Hintli-lerle kaynaşacağız. Çocuklar farklı bakacaklar, yavaş yavaş oluyor bunlar.” O düşlediği gerçekliğin yansıma-larını gördüğü öğrencilerin ardına düşmekten mutlu. Yeni yollara, yeni belgesel ve öğretilere Coşkun Aral.

Ailelerin yapısını değiştirmesi

gerekiyor. Bunun için de çok uzun

bir zamana ihtiyaç var. Nasıl değişir? Avrupa topluluğu

konusunda ilerleyeceğiz,

Rusya’ya gideceğiz daha çok Ruslarla

kaynaşacağız. Hindistan’a gideceğiz Hintlilerle

kaynaşacağız. Çocuklar farklı

bakacaklar, yavaş yavaş oluyor

bunlar.”

HAZİRAN 201196

Page 99: Eriha 3

FAKÜLTEMİZYILIN İ L ET İ Ş İM

AYDIN DOĞAN VAKFI 22. GENÇ İLETİŞİMCİLER YARIŞMASI’NDA

FAKÜLTESİ EN

FA

ZL

L R

EK

OR

U

7 B

İRİN

CİL

İK

4 İ

KİN

CİL

İK

7 Ü

ÇÜ

NC

ÜL

ÜK

Page 100: Eriha 3

Kam

uoyu

Ara

ştırm

a

Habe

r Aja

nsı

Kam

pus T

elev

izyo

nu

Gaze

te K

ampu

s

Tasa

rım O

fisi

Erci

yes F

ilm A

töly

esi

Halk

la İl

işki

ler A

töly

esi

Foto

ğraf

Atö

lyes

i

ERÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ