erol gÜngÖr hayatı, eserleri ve fikirleri m. yavuz...
TRANSCRIPT
1
EROL GÜNGÖR∗
Hayatı, Eserleri ve Fikirleri
M. Yavuz ALPTEKİN∗∗
HAYATI:
1938 yılında Kırşehir merkezde, Kaya Şeyhi Mahallesi, Değirmen Sokağı’nda
bulunan (4) numaralı evde dünyaya geldi.1 Kendisi, adliye zabıt kâtibi Abdullah Sabri
Bey ve ev hanımı Zeliha Gülşen Hanım çiftinin, ilk üçü erkek ve sonuncusu kız olan dört
çocuğu arasında üçüncü sıradaki erkek evladıdır.2
Baba tarafı da, anne tarafı da Kırşehir’in bilinen, itibarlı ailelerindendir. Baba
tarafından dedesi olan Hafız Osman Hamdi Efendi, medrese mezunu bir cami imamıdır.
Son görev yeri Kırşehir’de Ahi Evran Camii imamlığı olmuştur. Osman Hamdi
Efendi’nin babası Hacı Hafızoğlu Hidayet Efendi dahi Kırşehir’in âlim ve abid
zatlarından biri olarak bilinmektedir. Anne tarafından dedesi olan ve 1956 yılında vefat
eden Lütfü Efendi ise bir müftüdür. Erol Güngör, Kırşehir gibi, Aşıkpaşazade’lerin ve
Ahi Evran’ların yetiştiği kültürce zengin bir Anadolu şehrinde3, kültürlü, bilgili ve
görgülü belli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, bu zenginliği fırsata
dönüştürerek, hepsi de yüksek tahsil yapmış olan kardeşleri arasında öne çıkmıştır.4
∗ Muharrir, Mütefekkir, Münevver, Sosyolog ve Sosyal Psikolog. ∗∗ Dr. Öğr. Gör. İİBF. KTÜ. 1 Ersin Özarslan, “Erol Güngör Kronolojisi”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006, s. 12. 2 1914 doğumlu olan Babası Abdullah Sabri Bey, 1988’de vefat etmiş, 1915 doğumlu annesi Zeliha Gülşen Hanım hayattadır. (Kültür Ocağı Vakfı’nın 1996 yılında İstanbul’da tertip ettiği bir Erol Güngör’ü anma toplantısına katılmış ve Erol Güngör’ün muhterem validelerini burada tanıma imkânı da bulmuştum. Aynı toplantıya, Erol Güngör’ün eşi Prof. Dr. Şeyma Güngör ve bir zamanlar Millet Parti’sinden Kırşehir milletvekili olan dayısı da iştirak etmişti). 3 Kırşehir’in ilk günlerden beri Anadolu’da Türk nüfusunun ve kültürünün en kesif olduğu yerlerden biri olması, mesela Türkçenin en eski ve en büyük kullanıcılarının buradan çıkmış olması, buna binaen Selçuklu Türkiye’sinde faal olan medreselerden sadece Kırşehir’deki Caca Bey Medresesi’nin Türkçe eğitim yapmış olması gibi bütün bu şehre özgü kültürel özelliklerin, Erol Güngör’ün yetişmesinde etkili birer amil olduğu düşünülmektedir. Bak. Ramazan Mirzaoğlu, “Erol Güngör’ün Yetişmesinde Muhitinin Önemi”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998, s.169. 4 En büyük kardeşi olan ve büyük dedesinin ismini taşıyan Hidayet Güngör, Mehmetçik Ocağına intisap etmiş ve Tümgeneralliğe kadar yükselerek, ordudan bu rütbe ile emekli olmuştur. İkinci abisi Dirayet Güngör, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi mezunu ve emekli PTT başmüfettişi, Aysel Güngör ise Türkoloji mezunu ve emekli edebiyat öğretmenidir. Hidayet Güngör 1989’da vefat etmiş olup, Dirayet ve
2
İlkokul ve ortaokul öğrenimini Kırşehir’de tamamladıktan sonra, lise tahsilini
almak üzere 1952 yılında, lise bulunan en yakın illerden biri konumundaki Sivas’a
gitmiştir. Ne var ki, ailesinden ve Kırşehir’den ilk kez ayrılmanın ve Sivas’ta tek başına
barınma mecburiyetinin getirdiği zorluk nedeniyle, eğitimine burada devam
edemeyeceğini anlamış ve kısa bir zaman içinde Kırşehir’e geri dönmüştür. Bu yılsonuna
kadar Kırşehir Karayollarında gişe memurluğu yapmıştır. Takip eden dönemde
Kırşehir’de lise açılmış ve Erol Güngör 1953 yılında başladığı lise eğitimini 1956 yılında
‘pekiyi’ derecesi ile bitirmiştir.
Liseyi bitirene kadarki öğrencilik yıllarında aile içi eğitimi de güçlü olmuştur.
Evde babası Dertli Divanı’ndan, dedesi Fuzuli Divanı’ndan şiir okurken; kendisi büyük
kardeşleriyle beraber, ‘Karadavut’ adlı kitabın Osmanlıcasını okumuşlardır. Bunun yanı
sıra Ziya Gökalp’in ve Hilmi Ziya Ülken’in eserlerini büyük bir haz alarak okumuştur.
Özellikle Hilmi Ziya Ülken’in, “Türk Tefekkürü Tarihi”, “Tarihi Maddeciliğe Reddiye”
gibi lise çağındaki bir öğrenciye ağır gelebilecek kitaplarını zevkle okumuş ve istifade
etmiştir. Lisede yabancı dil olarak Fransızca öğrenmiş ve bu dili ilerleyen yıllarda Türkçe
telif eserlerin dilini andıracak tarzda muntazam çeviriler yapacak şekilde geliştirmiştir.
Lise öğretmenlerinin hepsiyle de sıkı bir diyalog ve bilgi alış verişi içerisinde olan
Erol Güngör, okul saatleri haricinde, en çok tarih öğretmeni Nuri Orbay ile yakınlık
kurmuş, kendisi ile sıkı bir diyalog içinde olmuştur. Yine okulda öğretmen ve idareci
olan Avukat Fazıl Yalçın ile de sıcak bir yakınlık kurmuştur.5
Erol Güngör 1943 yılında başlayan ve 1956 yılında sona eren ilkokul, ortaokul ve
lise eğitimi süresince bölgenin kültürel zenginliklerinden de azami derecede istifade
etmiştir. Dedesi Hafız Osman Hamdi Efendi’nin tesiri ile Arapça ve Farça’ya aşinalık
kazanan Erol Güngör, yine onun yardımıyla Osmanlıcayı öğrenmeye başlamıştır. Erol
Güngör üzerinde babasından daha fazla tesiri bulunan dedesi Osman Hamdi Efendi, sık
sık “oğlum profesör olacak” dediği torununu, kendilerinden istifade etmek üzere,
Kırşehir’deki önemli şahsiyetlere yönlendirmiştir. Bu çerçevede Erol Güngör, aile ve
Aysel Güngör kardeşler hayattadır. Bak. Ramazan Demirsoy, “Dayısı Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, s. 54, 56. 5 Erol Güngör, Millet Partisi’nden Kırşehir Belediye başkan adayı olan Fazıl Bey’e büyük destek vermiş, hatta listelerin matbaada basılmasına müsaade edilmeyince, kız kardeşi Aysel Güngör başta olmak üzere, ailece sabahlara kadar, elle liste yazmışlardır. Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006, s.35.
3
okul eğitiminin yanı sıra Şakir Ağazade Şevki Bey’in divan sohbetlerini takip etmiş;
İrtifacı Mehmet Efendinin derslerine devam ederek, Türk astronomi aletlerinden irtifa
tahtasını ve benzeri aletlerin çalışma esaslarını öğrenmiş; yine bu yıllarda Ali Galip gibi
İttihat ve Terakki hareketi içerisinde bulunmuş kimselerle de görüşerek, onların görüş ve
tecrübelerinden istifade etmiştir.
Erol Güngör’ün, kendisinden istifade ettiği isimler arasında muhtemelen daha çok
kimseler bulunmakla beraber, Mehmet Lütfi İkiz’den özellikle bahsetmek gerekir. Erol
Güngör, lise yıllarında iken, her gün okul dönüşünden sonra evine gittiği bu şahıstan
Osmanlıca ve bir rivayete göre Arapça dersleri almıştır.6 Düşüncelerini, ideallerini ve
yaptıklarını çevresiyle çok fazla paylaşma gereği duymayan Erol Güngör, söz konusu
dersleri, ailesinin bilgisi olmadan almıştır. Annesi Zeliha Gülşen Hanım, her gün okul
dönüşünde çıkıp bir yerlere gittiğini fark ettiği oğlunu takip etmiş ve gidip girdiği evi
keşfetmiştir. Ertesi gün muhtemelen Erol Güngör okulda iken, çıkıp bu eve gitmiş ve
oğlunun bu eve neden geldiğini ve burada ne yaptığını sormuştur. Kendisini karşılayan
Mehmet Lütfi İkiz’in hamını ise, annesine Erol Güngör’den övgüyle bahsederek, eşinden
Osmanlıca dersi alan oğlunun çok güzel Osmanlıca okuduğunu ve çok kabiliyetli
olduğunu söylemiştir. Buna rağmen annesi, annelik tabii sevkiyle çocuğunu koruma
adına, Erol Güngör’e bu eve gitmemesi yönünde telkinde bulunmuşsa da, babası
Abdullah Sabri Bey’in müdahale etmemesinden de güç alan Erol Güngör, M. Lütfi
İkiz’den aldığı derslerine devam etmiştir.7
1956 yılında İstanbul’a giderek, burada İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’ne
kaydolmuştur. Ne var ki, ailesinden çok sınırlı miktarda para alabilen Erol Güngör,
muhtemelen ders kitapları da pahalı olan bu okulda henüz bir yılını bitirmişken; Fethi
Gemuhluoğlu’nun kendisini Türkiye’nin ilk Sosyal Psikoloji Profesörü Mümtaz Turhan’a
takdim etmesiyle üniversite hayatı yeni bir mecraya girmiştir. Mümtaz Turhan Hoca Erol
Güngör’e Hukuk Fakültesini bırakıp, Edebiyat Fakültesinde okumasını ve yanında asistan
kalmasını teklif etmiştir. Bu yıllarda İstanbul’da subay olarak görev yapan abisi Hidayet
6 Altan Deliorman, ‘Erken Düşen Yıldız: Erol Güngör’, Türk Edebiyatı, Aralık 2004, Sayı: 374. s. 24. 7 Kız kardeşi Aysel Güngör, Abdullah Sabri Bey’in rahat bir insan olup, çocuklarına fazla müdahale etmeyen bir baba olduğunu; Erol Güngör’ün ise, bu tür müdahalelerden hoşlanmayan ve buna imkân vermeyen onurlu ve gururlu bir çocukluk ahlakına sahip bulunduğunu aktarmaktadır. Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006, s.33.
4
Güngör’e de danışmış ve Hidayet Güngör de yakın dostu Fethi Gemuhluoğlu ile birlikte
Mümtaz Turhan Hoca’dan yana karar kılmışlardır.8 1957 yılında Edebiyat Fakültesine
geçen Erol Güngör, bir yıl sonra burada okulun bahçıvan kadrosunda memurluğa alınmış
ve maişeti sağlanmıştır. Lisansını bitirene kadar üç yıl bu kadroda kalacaktır.
Erol Güngör, Edebiyat Fakültesinde ve Mümtaz Turhan Hoca’nın yanında kendini
ifade etme imkânı bulmuştur. Gerek okuduğu felsefe bölümü, gerek Hocası Mümtaz
Turhan’ın alanı gereği Türk toplumuna yönelik psikolojik, sosyolojik çalışmalar yapıyor
olması, Erol Güngör’ün nadiren bir insanda toplanabilecek muazzam birikimini en iyi
şekilde kullanabilmesini sağlamıştır. Derslerde notlarını Osmanlıca olarak tutması,
çevresinde kendisine hayranlık duyulmasına vesile olmuştur. Hilmi Ziya Ülken’in
derslerini kaçırmaksızın takip etmiş ve bu dersin notlarını, diğer derslerde olduğu gibi,
Osmanlıca olarak muntazaman tutmuştur.9
Bu yıllarda Fransızcasını iyice geliştirmiş ve Bölümün misafir hocalarından biri
olan Profesör Haines’in derslerini, arkadaşı Doğan Cüceloğlu ile birlikte hafta aşırı olarak
Türkçeye çevirmişler ve kendisinin laboratuar asistanlığını yapmışlardır.10
Hocası Mümtaz Turhan’ın İngilizce’yie öğrenmeye ve bu dilde eserleri okumaya
teşvik etmesi üzerine, Fransızcanın yanı sıra bu dile de yoğunlaşan Erol Güngör, kısa
zamanda bu dil üzerindeki hâkimiyetini geliştirmiş ve kitap çevirecek düzeye
yükseltmiştir.11
Bu yıllarda Erol Güngör İstanbul’un, dolayısıyla Türkiye’nin en önemli kültür
adamlarıyla tanışma, konuşma ve dostluk kurmak suretiyle bilgi alışverişi içine girme
imkânı bulmuştur. Bu sürecin en önemli mekânı meşhur Marmara Kıraathanesi olmuştur.
Erol Güngör burada Nihal Atsız, Mükrimin Halil Yinanç, Asaf Halet Çelebi, Sezai
Karakoç, Fethi Gemuhluoğlu, Ekrem Hakkı Ayverdi, Nurettin Topçu, Hilmi Oflaz, Necip
8 Hidayet Güngör, “Erol Güngör’ün Hayatı, İlmi ve Fikri Şahsiyeti”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998, s.109-110. 9 Bu notlar daha sonra Hilmi Ziya Ülken tarafından genişletilerek kendisinin en önemli eserlerinden biri olan “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” isimli eserini vücuda getiren notlar olmuştur. 10 Sabri Özbaydar, “Hocam”Erol Güngör”, Erol Güngör, s.75. 11 Süleyman Hayri Bolay, bizzat Erol Güngör’ün kendisine aktardığını söylediği bilgiye göre, Erol Güngör İngilizce’yi Marmara Kraathanesi’nde birine bir buçuk sayfalık bir İngilizce metni çevirterek öğrenmiştir. Süleyman Hayri Bolay, “Erol Güngör (1938-1983)”, Erol Güngör, s. 141. Muhakkak ki, bu bir buçuk sayfalık çeviri bir başlangıç olmuş, fakat Erol Güngör’ün yüksek dil kabiliyeti sayesinde kısa zamanda gelişme imkanı bulmuştur. Öyle ki, Doğan Cüceloğlu’nun şehadetine göre, küçük bir Fransızca-İngilizce cep sözlüğü kullanarak Sosyal Psikoloji kitabını İnglizce’den Türkçe’ye tercüme etmiştir. Doğan Cüceloğlu, “Erol Güngör’ü Anarken”, Erol Güngör, s. 58.
5
Fazıl, Dündar Taşer ve Ziya Nur Aksun gibi birçok ilim ve fikir adamı ile hemen her
akşam sohbet etme imkânı bulmuştur.
Erol Güngör bu çevreyle de yetinmemiş, ara sıra İskender Paşa’ya giderek
buranın cemaatiyle konuşmuş, fırsat buldukça Yahya Efendi Dergâhında Abdullah Atay
Efendi’nin Mesnevi sohbetine iştirak etmiştir. Bir Mevlevi şeyhi olan Mithat Buhari ile
de temas kurduğu ve sohbetini dinlediği tahmin edilmektedir.12
Kendilerinden fikren ve ilmen istifade edebileceği zamanın milliyetçi ve
mütedeyyin bütün gruplarıyla temas kurmuştur. Sohbet halkası son derece geniş olmakla
beraber, “bizim neslin en iyi akademisyeni” diye nitelendirdiği Mehmet Genç’in yanı
sıra, Emin Işık, Ali İhsan Yurt ve Ayhan Songar ile hayatının sonuna kadar çok sık
görüşmüştür.13
30 Haziran 1961 yılında “Kültür Temaslarının Atitütler Üzerindeki Tesirleri”14
konulu tezinin savunmasını ‘pekiyi’ derecesi ile vermiş ve Edebiyat Fakültesinin Felsefe
Bölümünden mezun olmuştur. Aynı yıl Mümtaz Turhan’ın yanına asistan olarak
girmiştir.
Erol Güngör İstanbul’a geldiği ilk yıl Fındıklı’da bir yurtta kalmıştır. Bir yıl sonra
abisi Dirayet Güngör’ün de İstanbul Üniversitesinde okumak üzere bu şehre gelmesiyle,
Beyazıd’da Kapani Sokak’ta bulunan öğrenci evinden bir oda tutmuş ve burada birkaç yıl
kalmışlardır. Daha sonra kız kardeşleri Aysel Güngör de üniversite okumak üzere
İstanbul’a gelince, baba Abdullah Sabri Bey adliyedeki görevini İstanbul’a naklettirip,
aileyi topluca bu şehre getirmiştir. Böylece Güngör ailesi Maçka’daki bir evde bir araya
toplanmış ve buradaki ikamet 1960’dan, 1968’e kadar sürmüştür. Ardından Kırşehir’deki
12 Ali İhsan Yurt, “Arkadaşı Anlatıyor”, Erol Güngör, s. 76. 13 Ali İhsa Yurt ile gece yarısı Marmara Kıraathanesi’nden çıkar, Aksaray’a iner, o zaman Aksaray’da bulunan meşhur Balkan dondurmacısından birer dondurma yer ve vatan caddesinden Topkapı’ya kadar yürür, Millet Caddesinden geri döner veya Millet Caddesinden gidip Vatan’dan geri dönerek Yeni Kapı’ya iner, oradan geri döner Balkan dondurmacısında bir dondurma daha yer ve Marmara’ya geri gelirlermiş. Ali İhsan Yurt, bu sohbetli gezintileri, “Sabah namazında eve gittiğimiz çok olurdu” diye hülasa etmektedir. Ali İhsan Yurt, “Arkadaşı Anlatıyor”, Erol Güngör, s.79. Benzer şekilde, Ayhan Songar da, Erol Güngör ile Aksaray’da Horhor Caddesindeki evinde sabahlara kadar sohbet ettiğini aktarmaktadır. Ayhan Songar, “Erol Güngör’ü Uğurlarken”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, s. 262. 14 Lisans mezuniyet tezinin özeti “Kültür Temaslarının Atitütler Üzerindeki Tesirleri” başlığı ile Tecrübi Psikoloji Çalışmaları dergisinde (III/21-32) basılmıştır. Ersin Özarslan, “Erol Güngör Kronolojisi”, Erol Güngör, s. 16.c
6
ev satılarak Erol Güngör’ün iş yeri olan İstanbul Üniversitesi’ne yakın olduğu için
Fatih’ten bir ev satın alınmıştır. Çevirilerin birçoğu da bu evde yapılmıştır.15
1965 yılında yine Hocası Mümtaz Turhan yönetiminde hazırladığı “Kelami
(Verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon” konulu tezini vererek tecrübî psikoloji doktoru
olmuştur. Takip eden sene içerisinde doktora tezinin özeti “Kelami (Verbal) Yapılarda
Estetik Organizasyon” başlığı ile İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tecrübî
Psikoloji çalışmaları dergisinin dördüncü cildinde neşredilmiştir. Dolayısıyla lisans tezi
de, doktora tezi de Erol Güngör’ün kendi ismi ile yayımlattığı ilk iki çalışmasını temsil
eder. Bunlardan önce bilinen dört yayını daha olmuştur. Fakat bunlar kendi ismi ile değil,
müstear isim ile neşredilmiştir. Bunların da üçü lisans tezinden önce yayımlanmış olan
gazete yazıları, biri de doktora tezinden önce çıkan küçük bir kitaptır. Gazete
yazılarından ilki Kırşehir’de mahalli bir gazetede ve müstear isimle çıkmıştır. İkincisi,
1955 yılında zamanın Milliyet gazetesi yazarı Ref’i Cevad Ulunay’ın köşesinde
yayımlanan ve Osmanlıda devşirme sistemini tenkit eden bir yazıdır.16 Üçüncüsü ise,
yine aynı yıl Altan Deliorman’ın yazı işleri müdürlüğünü yaptığı ‘Ocak’ isimli haftalık
bir gazetede yayımlanmıştır.17 Müstear isimle yayımladığı son çalışması ise lisans tezinin
yayımlanmasından sonra ama doktora tezinin yayımlanmasından önce basılan
“Türkiye’de Misyoner faaliyetleri” isimli küçük bir kitaptır.18 Bunlardan sonra müstear
15 Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyr”, Erol Güngör, s. 37. Yakın dostu Emin Işık’ın anlattığına göre, Erol Güngör’ün ailesiyle birlikte kaldığı muhitlerden biri de Eminönü ilçe sınırları içerisinde Laleli semtinde Soğanağa Camii civarında bir evdir. O zamanlar Emin Işık’ın kendisi de bu camide imamlık yapmaktadır. Zira Emin Işık, zaman zaman mahalle kasabına, bakkalına gidince Erol Güngör’ün ailesinden birilerine dek geldiğini söyler. Hatta bir keresinde civardaki kasaba gidince Erol Güngör’ün annesine rasgeldiğini ve annesinin de ona “oğlum senin sözünü dinler, söylede namazını kılsın” dediğini, kendisinin de ona cevaben, “merak etme teyzeciğim, Erol’un içi bizdendir” diyerek rahat olmasını telkin ettiğini anlatır. Daha sonra Erol Güngör olaydan haberdar olunca, bir sohbet anında “Hoca, anneme onun dışı gavur ama içi Müslüman” demiş diyerek Emin Işık’a ince bir şekilde takılacaktır. Emin Işık, “İçimdeki Erol’a”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, s.272. 16 Ersin Özarslan, “Erol Güngör Kronolojisi”, Erol Güngör, s. 15. Bu yazı isimsiz olarak gönderilmiş olmasına rağmen, postanın Kırşehir’den gittiği açıktır. Bu nedenle Karşehir’de yazının kime ait olduğu hakkında günlerce konuşulmuş ama yazar bir türlü kendini belli etmemiştir. Erol Güngör, daha sonra bu yazısındaki fikirlerinin çocukça olduğunu söyleyecektir. 17 Altan Deliorman, “Erken Düşen Yıldız: Erol Güngör”, Türk Edebiyatı, Aralık 2004, Sayı: 374, s.24. Altan Deliorman, ‘A. Buğra’ müstear ismi ile kendisine gelen bu yazıyı okuyunca çok şaşırmış, yazar lise talebesi olduğunu belirtmekte olmasına rağmen, ifadelerdeki derinlik, sistem ve insicam onu hayrete düşürmüştür. Hatta yetişkin bir insan yazıp lise talebesi süsü mü vermiştir diye de şüphelenmiştir. Yazıyı yayımlayıp, kendisine bir teşekkür cevabı yazmış ve yazılarına devam etmesini rica etmiştir. Fakat kendi ifadesiyle, bu yazının ardı gelmemiştir. 18 E. Kırşehirlioğlu müstear ismi ile Bedir Yayınlarından yayımlanan kitabın ana metni 139 sahife ve eklerle beraber 176 sahifedir. Bu kitap, 1999 yılında Ötüken Yayınları tarafından Erol Güngör ismi ile
7
isimle yayımlanan bilhassa akademik bir yayına da tesadüf edilmemiştir.19 Dolayısıyla
doktora tezinin özetinin kendi ismi ile yayımlanması, Erol Güngör’ün hayatında bir taktik
olarak kullanılan müstear isimle yayın yapma sürecinin de sonu olmuştur.
1966 yılında sol cenahın ‘Yön’ isimli yayınına karşılık, sağ cenahtan yazı işleri
müdürlüğünü Tarık Buğra’nın yaptığı ve yayıncıları arasında Mümtaz Turhan’ın da
bulunduğu haftalık ‘Yol’ mecmuasında yazmaya başlamıştır. Ne var ki, buradaki yazı
faaliyeti hocasından habersiz gelişmektedir. Yine müstear isimle yazmaktadır. Hocası
durumun farkındadır, fakat şevkini kırmamak için bir müddet ses çıkarmamıştır. Zira
Mümtaz Turhan, asistanının günlük konulara değil, kendi ilmi konularına yoğunlaşmasını
istemektedir. Bu süreç uzayınca, en nihayet müdahale etmiştir. Abisi Dirayet Güngör’ün
de bulunduğu bir ortamda meseleyi açmış ve bu gidişatın iyi olmadığını söylemiştir. Erol
Güngör bu olaydan son derece müteessir olmuştur.20
Bilindiği kadarıyla, Erol Güngör hayatında iki kez yurt dışına çıkmıştır. İlki ilmi
çalışmalar için ikincisi de tedavi içindir. Colorado Üniversitesi’nden Davranış Bilimleri
Enstitüsü Başkanı Sosyal Psikolog Dr. Kenneth Hamond’un daveti ile 1966-68 yıllarında
iki buçuk yıl kadar Amerika’ya gitmiş ve bilimsel çalışmalarına burada devam etmiştir.
Burada çeşitli milletler arası komisyonların çalışmalarına iştirak etmiştir. Kendi çapında
Amerikalılara Türk kültürünü tanıtmış ve bu bağlamda oldukça ilgilerini çeken çalışma
ofisinin duvarında asılı duran tezhipli Türk hat sanatı örneklerinden bizzat Türkiye’den
getirtmek suretiyle kendilerine hediye etmiştir. Bu konuda kız kardeşi Aysel Güngör’den
de yardım istemiş ve kendisine tezhipli hat tabloları postalamasını rica etmiştir. Kız
kardeşi ise, bunların bir kısmını bularak bir kısmını da bizzat yazarak kendisine
postalamıştır. Erol Güngör, Amerikalıların bu hediyeleri almaktan çok memnun
olduklarını aktarmıştır.21
tekrar basılmıştır. Daha detaylı bilgi için bak. Harun Yıldız, “Erol Güngör’ün Hayatı ve Eserleri”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, s.24. 19 Bazı gazete yazılarından başka, belki bir durum müstesna edilebilir. Şöyle ki, Erol Güngör’ün Hocası Mümtaz Turhan çevirmekte olduğu Fert ve Cemiyet adlı kitabı bitiremeden vefat etmiş, son dört formayı Erol Güngör Hocasının yerine ve onun üslubunu aratmayacak tarzda çevirerek yayımlatmıştır. Herkes buranın da önceki kısımlar gibi Mümtaz Turhan Hocaya ait olduğunu sanır. Oysa Erol Güngör’e aittir. Bak. Ali İhsan Yurt, “Arkadaşı Anlatıyor”, Erol Güngör, s. 78. 20 Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, s. 36. 21 Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, s. 40.
8
Amerika’daki bilimsel çalışmalarını bitirip yurda döndükten sonra, yine İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bünyesindeki Tecrübî Psikoloji kürsüsünde Sosyal
Psikoloji dersleri vermeye başlamıştır.
Yurtdışından dönüşünü takip eden bir yıl içerisinde, yani 1969’da vatani görevini
yapmak üzere askere gitmiştir. Askerlik vazifesini yedek subay olarak yapacağı
kesinleşmiş ve kıta hizmetini ifa etmek üzere Karamürsel’e gönderilmiştir. Birinci Ordu
Karargâh’ında iki yabancı dil bilen bir yedek subaya ihtiyaç duyulunca, İngilizce ve
Fransızca bilen Erol Güngör, karargâh dâhilinde istihdam edilmek üzere İstanbul’da
Selimiye kışlasına alınmıştır.22 İstanbul’a gelince daha da rahatlamış ve hafta sonları
evine çıkar olmuştur.
Askerlik döneminde bir kez doçentlik imtihanına giren Erol Güngör bu sınavdan
geri döndürülmüş ama askerlik süresince olgunlaştırdığı “Şahıslar Arası İhtilaflarda
Lisanın Rolü” başlıklı tezi ile 1970 yılında Sosyal Psikoloji doçenti olmuştur. 23
Yetmişli yılların sonuna kadar Milli Eğitim Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı’nın
çeşitli komisyonlarında yayın ve danışma kurulu üyeliği gibi görevler üslenmiştir. Bu
çerçevede bir çalışma gurubu oluşturarak, Milli Eğitim Bakanlığına sekiz adet ‘Ahlak’ ve
‘Psikoloji’ ders kitabı hazırlamıştır.24 Bu kitaplarda geçen birkaç cümleden dolayı
ideolojik basının hücumuna uğramış ve kendisi de yöneltilen eleştirilere cevaplar
yazmıştır.25
22 Askerlik arkadaşlarının arasından en bildik sima Süleyman Hayri Bolay’dır. Piyade okulunun birinci bölüğünde S. Hayri Bolay ve dördüncü bölüğünde de Erol Güngör bulunmaktadır. Askerlikten önce de tanışan iki isim, Nisan 1970 yılındaki dağıtım kurasına kadar birçok ortak askerlik anısı yaşamışlardır. Geniş bilgi için bak. Süleyman Hayri Bolay, “Erol Güngör Üzerine Hatıralar”, Prof. Dr. Erol Göngör’ün Anısına Armağan, ss. 233-236. 23 İlk doçentlik imtihanından geri döndürülen Erol Güngör, piyade okuluna geldiğinde S. Hayri Bolay ve diğer arkadaşları onun adına üzüntülerini bildirmişlerdir. Oysa Erol Güngör’ün bu duruma hiç üzülmediğini fark etmeleri çok zaman almamıştır. Zira kendisine güveni tamdır. Bak. Süleyman Hayri Bolay, a.g.m. s. 233-236. 24 Emin Işık, Yaşar Erol ve Ahmet Tekin ile birlikte, ortaokul I, II, ve III. Sınıflarda okutulmak üzere ‘Ahlak’ ders kitabı, Emin Işık ile birlikte Lise I, II ve III. Sınıflarda okutulmak üzere yine ‘Ahlak’ ders kitabı; Sabri Özbaydar ve Belma Özbaydar ile birlikte Lise II. Sınıfta okutulmak üzere ‘Psikoloji’ ders kitabı ve son olarak; Sabri Özbaydar ve Ayhan Songar ile birlikte Lise III. Sınıflarda okutulmak üzere yine ‘Psikoloji’ ders kitabı yazmışlardır. Bunların hepsi 1976-1981 yılları arasında yapılmış çalışmalardır. Bunlardan başka, bir de 1976 yılında de tek başına Yaykur (Yaygın Eğitim Öğretim Kurumları)’a hazırladığı ‘Psikoloji’ ders kitabı vardır. Bak. Ersin Özarslan, “Erol Güngör Kronolojisi”, Erol Güngör, s. 21-22. Ayrıca bak. Harun Yıldız, “Erol Güngör’ün Hayatı ve Eserleri”, Prof. Dr. Erol Göngör’ün Anısına Armağan, s. 22. 25 Süleyman Hayri Bolay, “Erol Güngör Üzerine Hatıralar”, Prof. Dr. Erol Göngör’ün Anısına Armağan, s. 236.
9
Yetmişli yıllar her bakımdan Erol Güngör için en yoğun ve en zor yıllar olmuştur.
Bu yılların daha başında, 1969 yılında kendisine büyük bir saygı ve muhabbet beslediği
Hocası ve önündeki en büyük modeli Mümtaz Turhan vefat etmiştir. Bu olay Erol
Güngör’ü derinden yaralamıştır.26
1972 yılında Hocasının yerine Tecrübî Psikoloji Kürsüsünün başkanı olmuştur.
Aynı yıl en az Hocası kadar sevdiği ve saygı gösterdiği Dündar Taşer vefat etmiştir. Bu
ikinci olayla daha da sarsılan Erol Güngör, kendi ifadesiyle “uzun müddet yarı mefluç”27
bir halde gezmiştir.
1973 yılındaki bir gelişme adeta Erol Güngör’ün imdadına yetişmiştir. Annesi
başta olmak üzere, ailesinin evlenmesi yönündeki baskılarına rağmen, hiçbir zaman bu
telkinlere olumlu cevap vermemiş ve vermeyi de düşünmemiştir. Hatta evlenmeyeceğini
bizzat ifade ederek, evliliğin verimliliğini düşüreceğini, dolayısıyla buna müsaade
edemeyeceğini söylemiştir. İlerlemiş yaşını da dikkate alan ailesi bu anlamda Erol
Güngör’den her hangi bir gelişme beklemez olmuştur. Tam da böyle bir ortamda kız
kardeşi aracılığıyla ailesine evlenmek istediğini ve gelin adayını gidip istemelerini rica
etmiştir. Aile fertleri beklemedikleri bu gelişme karşısında büyük bir coşku ve sevinç
yaşamışlardır.28
Zihninde hiç evlilik yokken, Erol Güngör’ün kafasına bu fikri çivi gibi çakan kişi,
kendisini bir Türk Edebiyatı Cemiyeti Toplantısı için gittiği Topkapı Sarayında gördüğü
ve Nihat Sami Banarlı’nın yanında çalışan onun fahri asistanı, Sivaslı Taşçıoğulları
ailesinden Türkoloji öğrencisi Şeyma Taşçıoğlu’ndan başkası değildir. Erol Güngör
kendisini toplantıda görüp beğenince Muharrem Ergin, Oktay Aslanapa ve Nihat Sami
Banarlı gibi yakınlarına iletmiştir. Her biri İstanbul Üniversitesinde Hoca olan bu
kimseler kayıtları açarak Şeyma Taşçıoğlu hakkında, kimdir, nerelidir, kimlerdendir
türünden bir araştırma yapmışlar ve uygun olduğuna karar vermişlerdir. En nihayet
durumu Şeyma Taşçıoğluna açma vazifesi onun bir hocasına tevdi edilmiştir. Hocası bu
olayı, büyük bir heyecanla, korku ve ümit arasında öğrencisi Şeyma Taşçıoğlu’na
ileterek, Erol Güngör’le görüşmesini istemiştir. “Peki görüşeyim” cevabını alınca, çok 26 Okadar ki, kız kardeşi, ilk kez abisini hıçkırarak sesli bir şekilde ağlarken gördüğünü ifade etmiştir. Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, s. 36. 27 Ersin Özarslan, “Erol Güngör Kronolojisi”, Erol Güngör, s. 19. 28 Kız kardeşi Aysel Güngör, haberi duyunca sevinçten çılgına döndüğünü anlatır. Bak. Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, s. 42-43.
10
sevinmiş, rahatlamış ve adeta üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi bedeni ve ruhu
hafiflemiştir. Hatta olumlu cevabı aldıktan sonra, “bu kadar kolay kabul edeceğini
bilseydim…” diyerek sessizce söylenmiştir. Daha sonra Şeyma Taşçıoğlu, Banarlı’ya
Erol Güngör’le tanışmasını ve görüşmesini tavsiye ettiklerini, nasıl baktığını sormuş ve
kolay adam beğenmeyen Banarlı, Erol Güngör’ü Taşçıoğlu’na methederek, “Sadece
görüşmeyin Şeyma Hanım, evlenin Erol Bey’le” tavsiyesinde bulunmuştur.29 Şeyma
Taşçıoğlu da çok sevdiği ve güvendiği Hocasının bu tavsiyesine uymuş ve Erol
Güngör’ün teklifini kabul ederek, kendisiyle sözlenmiştir.
Bununla beraber, çok geçmeden, sabahlara kadar çalışarak uykusuz kalan ve çok
sigara içen Erol Güngör, henüz 34 yaşında ve hayatının en verimli çağındayken ağır bir
kalp krizi geçirmiştir. Yakın dostu Ayhan Songar, bir gece vakti Mustafa Necati
Sepetçioğlu’ndan haberi alır almaz Erol Güngör’ün kaldırıldığı Gureba Hastanesi’ne
koşmuş ve kendisini dâhiliye koridorunda sedyenin üstünde bulmuştur. Son derece etkili
bir ağrı ile muzdarip olduğu anlaşılan Erol Güngör’ü, sedyenin üstünde göğüs derisini
yırtarcasına tırmalar vaziyette görmüştür.30 Durumun ciddiyetini anlayan Ayhan Songar,
hemen kendisini Haseki Hastanesine nakletmiştir. Burada bir müddet tedavi gördükten
sonra taburcu edilmiştir.31 Bununla beraber, doktorlar evlenmesini tavsiye etmemişlerdir.
Bu durumu gören Erol Güngör’ün abisi Hidayet Güngör, Şeyma Taşçıoğlu ile konuşarak,
kararını bir kez daha düşünmesini kendisine iletmiştir. Aldığı cevap, Hidayet Güngör’ü
de, duyan herkesi de yürekten etkilemiştir: “Ben kocam olsun diye evlenmiyorum. Ben
29 Kayıtlarda, olayı Şeyma Taşçıoğlu’na ileten hocanın Nihat Sami Banarlı mı, yoksa başka bir hoca mı olduğu tam açık değildir. Her ne kadar ilgili yazılarda, söz konusu şahsın Banarlı olduğu işaret edilmekte ise de, Şeyma Taşçıoğlunun, Erol Güngör’le görüşme hususunda Banarlı’nın fikrini sorması da, bu kişinin Banarlı değil, başka bir hoca olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Doğru cevap, kendisini “bir hocam” şeklinde niteleyip, ismini vermemiş olan Şeyma Güngör’dedir. Bak. Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, s. 46-47. Altan Deliorman ise, meseleyi Şeyma Taşçıoğlu’na götüren sözcünün Prof. Dr. Muharrem Ergin olduğunu ifade etmektedir. Bak. Altan Deliorman, “Erken Düşen Yıldız: Erol Güngör” Türk Edebiyatı, Aralık 2004, Sayı: 374, s. 27. 30 Ayhan Songar, “Erol Güngör’ü Uğurlarken”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, s. 262-263. 31 Ersin Özarslan’ın hazırladığı kronolojide, Erol Güngör’ün bu krizi müteakip Türkiye’de kalp ameliyatı olduğu aktarılmakta ise de, süreci yakinen takip eden Ayhan Songar, Türkiye’de böyle bir müdahaleden bahsetmemiştir. Bak. Ahyah Songar, a.g.m, s.262-263. Eşinin ve ailesinin de böyle bir şehadeti yoktur. Bak. Murat Yılmz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, s.47. Ameliyat krizden yaklaşık üç yıl sonra 1976 yılında İngiltere’de gerçekleşmiştir. Bak. Hidayet Güngör, “Erol Güngör’ün Hayatı, İlmi ve Fikri Şahsiyeti”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, s.110.
11
bir dâhinin kalbini kazanıyorum. Bu beni mutlu etmeye yeter, kaderde ne varsa o
olsun.”32
Nihayet krizin üzerinden 5 ay geçmişti ki, 19 Temmuz 1973 günü, Erol Güngör
ve Şeyma Taşçıoğlu, Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde nikâh masasına oturmuşlar ve
Fethi Gemuhluoğlu’nun şehitliğinde evlilik akdini büyük bir mutlulukla
imzalamışlardır.33
1970’li yıllar aynı zamanda Erol Güngör’ün çocukluğundan beri edindiği
muazzam bilgilerin ürünlerini toplu olarak vermek bakımından en verimli yılları
olmuştur. Kitap olarak yaptığı çevirilerden ‘Sosyal Psikoloji (1956)’ hariç, altı müstakil
kitap halindeki diğer çeviriler; ‘Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri (1963)’ hariç, diğer
müstakil yedi telif eser, doçentlik, profesörlük tezi, yazımına iştirak ettiği ders kitapları
ve yüzlerce gazete yazısı bu yıllarda yazılmış ve neşredilmiştir. 1970 ile vefatına kadar
geçen bu 12-13 senede yazılanlar binlerce sahifelik yazıya tekabül etmektedir. Nitellikli
bilimsel çalışma anlamındaki bu faaliyet, eşine az raslanır bir berekettir.
Erol Güngör’ün Şeyma Hanım ile izdivacından 1977 yılında bir erkek çocuk
dünyaya gelmiştir. Adını Hocası Mümtaz Turhan’a istinaden ‘Turhan’ koymuştur.
Mümtaz Hoca’nın eşi Erol Güngör’e, çocuğun ismini ne koyacağını sormuş, kendisi de,
“Hocamın ismini koymak isterdim ama ola ki azarlarım diye Turhan koyacağım”
cevabını vermiştir.34
Nihayet “Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar” isimli teziyle sosyal psikoloji
profesörü olmuştur. İlmi kariyerinin bu zirve noktasına tam 1978 yılında ve 40 yaşında
ulaşmıştır. Bu hedefe ulaşmak, Erol Güngör’ü psikolojik olarak daha rahat davranmaya
sevketmiş olmalı ki, bu tarihten sora çeşitli gazetelerde yazarlık ve başyazarlık yapmaya
başlamıştır. Ama hiç şüphe yok ki, onun akademik hayatını taçlandıran gelişme Selçuk
Üniversitesi Rektörlüğü olmuştur. Kendisini bu göreve Erol Güngör’ü çok seven,
zamanın Yüksek Öğretim Kurulu başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın yakını Şükrü
Elçin Hoca tavsiye etmiştir. Doğramacı, bu teklifi önce Karadeniz Teknik Üniversitesi
Rektörlüğü olarak getirmiş fakat Erol Güngör bu teklifi sağlık sorunlarını sebep
göstererek kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Daha sonra İhsan Doğramacı Konya Selçuk
32 Hidayet Güngör, a.g.m, s. 110. 33 Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, s. 47. Ersin Özarslan, a.g.k, s.20. 34 Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, s. 37.
12
Üniversitesi Rektörlüğünü sunarak, bu teklifinde ısrar etmiştir. Belki Kırşehir’e yakın
mesafede olması da Selçuk Üniversitesi Rektörlüğünü Erol Güngör nezdinde daha cazip
bir teklif kılmış olabilir. Abisi Hidayet Güngör’ün siyasi olarak Konya’yı daha sakin
nitelemesi ise belki diğer bir sebep olarak akla gelebilir. Nihayet İhsan Doğramacıoğlu
Erol Güngör’ün tanıdıklarını araya koyarak ve bizzat annesini arayıp konuşarak, kız
kardeşinin ifadesiyle, Erol Güngör’ün “altından girip üstünden çıkarak” bu teklifi kabul
etmesini sağlamıştır. 35
Erol Güngör, 1982 yılının ağustos ayı gibi başladığı Selçuk Üniversitesi
Rektörlüğünü çok sevmiş ve bu görevini ifa ederken çok mutlu olmuştur. Üniversiteyi
yapılandırmak için bizzat Konya esnafından önemli kaynaklar tedarik etmiş, kısa sürede
okulun çehresi değişmeye başlamıştır. Memleketin dört bir yanındaki üniversitelerden
Konya’ya öğretim üyeleri transfer etmiş ve kadroyu güçlendirmiştir. Özellikle İstanbul
Üniversitesi’nden ve Atatürk Üniversitesi’nden çok sayıda öğretim üyesi gelmiştir. Bu
güçlü kadro içinde yer alan ve büyük kısmı Erol Güngör’ün daveti ile buraya ilk kez
gelen hocalardan bazıları şunlardır: Mustafa Kafalı, Bahaeddin Yediyıldız, Sadık Kemal
Tural, Mehmet Çavuşoğlu, Mertol Tulum, Şerif Başkan, Nur Vergin, Mahir Kaynak,
Kemal Eraslan, Yılmaz Özakpınar, Kemal Bıyıkoğlu, Süleyman Hayri Bolay, Mümtaz
Turgut Topbaş, Harun Tolasa, Orhan Karmış, Zahid Akman, Şerafeddin Gölcük, Önder
Göçgün ve Şahin Uçar.36 Muhtemelen bu isimler arasında burada zikredilmeyen daha
birçokları vardır.
Selçuk Üniversitesi’ne geldiğinde 10 yıllık bir üniversite olan okul, bu geçmişine
rağmen sadece 2 fakülteye sahip bulunmaktaydı. Erol Güngör Rektörlüğe gelir gelmez,
üniversiteyi her bakımdan ayağa kaldırmış ve fakülte sayısı 8’e, yüksekokul sayısı da 4’e
çıkmıştır. Bu fakültelerden biri de tıp fakültesi olmuştur. Vaktiyle Doğramacının teklifine
rahatsızlığını sebep göstererek olumlu cevap vermek istemeyen Erol Güngör’e
Doğramacı, tıp fakültesini işaret ederek, “fakülteleri emrine vereceğim” demişti.37 Oysa
ortada henüz böyle bir fakülte yoktu. Diğer birçoğu gibi, o da kurulmayı bekliyordu. Erol 35 Ersin Özarslan’ın Erol Güngör Kronolojisi’nde ilk teklifin Samsun 19 Mayıs olarak sunulduğu yazılmakta ise de, başta eşi ve büyük abisi Hidayet Güngör olmak üzere, ailesi, Rektörlüğü teklif edilen ilk üniversitenin Karadeniz Teknik Üniversitesi olduğunda hemfikirdir. Karşılaştır: Ersin Özarslan, a.g.k, s. 25, Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, s. 53. Hidayet Güngör, a.g.m, s.110-111. 36 Ahmet Şeref Ceran, “Vefatının XV. Yıldönümünde Hocam Prof. Dr. Erol Güngör”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, s. 251. 37 Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, a.g.e, s. 45
13
Güngör Konya halkının en büyük ihtiyacının bu fakülte olduğunu biliyordu. Bu nedenle
kendilerinden tıp fakültesini kurmak için istediği her yardımı Erol Güngör’e sonuna
kadar vermişlerdir. Nitekim çok gitmeden tıp fakültesi ve hastanesi açılmıştır. 500 yataklı
ve tam teşekküllü hastaneyi hizmete açmak kendisine kısmet olmuştur. Bu eseriyle
övünen Erol Güngör, özellikle kalp servisini herkese gezdirmek istemiştir. Hastane için,
“üniversitenin halka açılan penceresi” nitelemesi yapmıştır. 1983 baharında okulu yeşile
kavuşturma projesi çerçevesinde ağaçlandırma çalışması yapılmış ve 400 bin fidan
dikilmiştir. Etkinliklere katılan üst düzey bir generalin “işte üniversite budur” nitelemesi
kendisini çok duygulandırmıştır. Çalışmaları, başarıları, herkesi olduğu gibi kendisini de
çok mutlu etmiştir. Fakülte binalarının dağınık olması onu rahatsız etmiş, üniversiteyi bir
yerleşkeye toplamayı istemiştir. Bu düşünceden hareketle, Prof. İhsan Doğramacı’dan
sözünü almıştır. 1983’te temel atılacak, takip eden yıl üniversite taşınacaktı. 38
Bir taraftan üniversitenin fiziki şartlarını iyileştirmeye çalışan Hoca, diğer taraftan
da kültürel faaliyetleri dört koldan devam ettirmekteydi. İlk seri konferansların
sonuncusunu Prof. Dr. Ayhan Songar Hoca vermiştir. Salonda dikilecek yer dahi
kalmamış, bu durum Hoca’yı son derece mutlu etmiştir. Konferanslara devam edileceğini
ve bu konferansların üniversiteyi Konya halkına daha çok bağlayacağını söylemiştir.39
Rektör Erol Güngör Hoca bir taraftan da bizzat ders vermeye devam etmiştir.
Selçuk Üniversitesine geldiğinde henüz Sosyoloji Bölümü kurulu değildir. Kendisi bu
bölümü bizzat kurmuş ve özellikle lisansüstü talebelerine ders vermeye başlamıştır.
Buradaki lisansüstü talebelerinden bazıları şunlardır: Naci Bostancı, Mümtazer Türköne,
Vedat Bilgin, Ethem Çalık, Kemal Güven, Mustafa Aydın, Abldullah Topçuoğlu,
Mehmet Aydeniz, Önder Pilten ve Ahmet Şeref Ceran.40 Bu isimlerden hemen hepsi de
bugün Türkiye’nin iyi yetişmiş sosyal bilimcileri ve sosyologlarıdır. Onlara akademik
düzeyde ilk bilimsel formasyonlarını Erol Güngör vermiştir.
1982’nin Temmuzunda belli olan Selçuk Üniversitesi rektörlüğü bir ay sonra
Ağustos’ta fiilen başlamıştır. Erol Güngör evini İstanbul’dan Konya’ya nakletmiş fakat
otomobili İstanbul’da kalmıştır. Konya’ya gelişin sekizinci ayında, ilk zamanlar çok
38 Mümtaz Turgut Topbaş, “Milletle İç İçe Bir İlim Adamı”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, s. 280-281. 39 M. Turgut Topbaş, a.g.m. s. 280-281. 40 Ahmet Şeref Ceran, a.g.m, s. 251.
14
ihtiyaç duymadıkları otomobillerini getirmek üzere eşiyle İstanbul’a gitmiştir. 24 Nisan
1983 sabahı erkenden Konya’ya doğru yola çıkmak üzere hazırlıklarını yapmışlar, eşi
arkadan gelmek üzere Erol Güngör elinde birkaç eşya ile önden çıkmış arabanın yanına
varmıştır. Eşyaları koymak için bagajı açmaya çalışırken kalbine bıçak saplanır gibi
olmuş ve yorgun bedeni olduğu yere yığılmıştır. Hemen hastaneye kaldırılmış fakat acil
girişinde Erol Güngör hayata veda etmiştir.
Vefatının duyulması dostları ve tanıyanlarını acı bir yasa boğmuştur. Kimse
inanmak dahi istememiştir. Fakat haber de, ölüm de gerçektir. Konya’dan otobüsler tahsis
edilmiş ve bütün sevenleri Konya’dan İstanbul’a dökülmüşlerdir. Cenazesi bir gün sonra
yurdun dört bir yanından gelen ve Ayvaz Gökdemir’in ifadesiyle “bir cemaat-i Kübra
teşkil eden dostlarının omuzlarında”41 uzun yıllar hizmet ettiği İstanbul Üniversitesinin
bahçesinden alınarak Beyazıt Camii önüne getirilmiştir. Sevenlerinin oluşturduğu
mahşeri bir kalabalık tarafından kılınan namazdan sonra naşı Zincirlikuyu mezarlığında
hazırlanan kabrine defnedilmiştir.
ŞAHSİYETİ:
Erol Güngör dedesi Hafız Osman Hamdi Efendi’nin elinde yetişmiştir. Babası
görev icabı Kırşehir dışına çıktığı için kendisi kardeşleriyle beraber dedesinin konağında
ve dedesiyle birlikte kalmıştır. Öyle ki, kardeşlerin hepsi gibi o da dedesine “baba”,
babaannesine “anne” demiştir. Çevredeki komşular onları Hafız Osman Hamdi
Efendi’nin çocukları olarak tanımlamışlardır. Muhakkak ki bu ortamın, Kırşehir’in
manevi, kültürel ikliminin, Ahi Evran Camii’nin, Erol Güngör üzerinde büyük bir tesiri
olmuştur. Bu tesiri genel hatlarıyla onun kişiliğinde izlemek mümkündür.
Erol Güngör daha çocukluğundan itibaren sessiz ve kendi halinde bir kişiliğe
sahip olmuştur. Daha çocukken yetişkin bir insan gibi davranmıştır. Az konuşan ama çok
okuyan ve araştıran bir insandır. Konuştuğu zaman söylenebilecek en veciz ifadelerle
meramını anlatmaya çalışmış ve bunu da çok iyi yapmakla anılmıştır. Az ama öz
konuşmasından başka onun en önemli diğer bir özelliği de çok çalışmasıdır. Sabahlara
kadar çeviri yaptığı ve yazı yazdığı günlerin sayısı oldukça fazladır. Komşular gece
41 Ayvaz Gökdemir, “Erol Güngör Vatan Toprağında”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, s. 265.
15
odasının ışığından rahatsız olmasın diye siyah bir perde ile örttüğü çalışma odasında
günlerce sabahlara kadar çeviri yapmış, bilimsel çalışmalarını kaleme almıştır. Çok okur
ama yazmaya başladığında sürekli yazar ve ara vermeden bitirmeyi prensip edinen
çalışma ahlakına sahiptir.
Bu çalışmalarının eseri olarak genç yaşta çok bereketli eserlere imza atmış fakat
hayatının düzeni sarsılmıştır. Uykusuzluk onun hayatında en önemli eksikliklerden
biridir. Hayatı boyunca normal bir uyku uyumadığı ve böyle bir düzene sahip olmadığı
bilinmektedir. Hatta evlenene kadar ailesiyle kaldığı zamanlarda kardeşlerini özellikle
küçük kardeşi olan kız kardeşini de uyutmamıştır. Kendisi sesli bir şekilde kitap okumuş,
kardeşine de onu dinlemek düşmüştür. Geceler boyunca okumuş, odanın içinde
düşünceye dalarak, dolanmış durmuştur. Bu durum sürekli bir hal almıştır.
İsrafı hiç sevmemiştir. En büyük israf ise onda söz israfıdır. Çok konuşulunca,
“Kalkınmakta olan bir ülkeyiz. Her konuda azami iktisat. Ekonomik davranacaksın”
diyerek lüzumsuz konuşmalara son verilmesini sağlamak ona düşmüştür. Hatta Erol
Güngör’ün yeğeni İdil, onun evindeki bu durumdan dolayı: “Bu evde lüzumsuz bir şey
konuşulmaz” diyerek manzarayı ifade etmiştir.42
Erol Güngör taklit kabiliyeti yüksek bir insandır. Vatani görevini yaparken bu
vasfıyla da malum olmuş ve bu hali kayıtlara kadar geçmiştir.43 Daha küçük bir delikanlı
iken hemen her akşam gittiği mahalledeki yaşlılar kahvesinden dönüşünde yaşlıların
konuşma şekillerini taklit ederek konuşulanları aktardığı bilinmektedir.
Az ama çok hızlı yemek yiyen Erol Güngör, çok fazla sigara içen bir insandır.
Yemeği, sigara “altlığı” olarak nitelendirir.
Diğer yandan Erol Güngör son derece alçak gönüllü bir insandır. Bunu anılarında
bütün arkadaşları anlatır. Fakat ilmi konudaki tevazusunu burada örneklendirmek daha
kıymetli olacaktır. 1974’te Türk Edebiyatı dergisine yazdığı “Bu Ülke Bir Acayip
Ülkedir” başlıklı makalesini bakın nasıl bitiriyor: “Aziz Cemil Meriç! “Bu Ülke”yi ben
yazmak isterdim. Yazamayacağımı biliyorum, ama hiç değilse bir ilim mensubu, bir
psikolog olarak şu satırları ben yazmış olsam kendimle övünürdüm: “Hangi ilmi hakikat
bir kabile dininin naslarından daha sıcak ve daha doyurucu? İnanmayanların inananlara
42 Murat Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, a.g.e, s. 48-52. 43 M. Yılmaz, “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, a.g.e, s. 40.
16
sataşması kıskançlıklarından. Müminlerin saadetini gölgeleyen tek ızdırap,
inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalı.”44 Herkes ona imrenirken o da Cemil
Meriç’e imrenmekte ve onu kendisinden yükseklerde görecek kadar alçak gönüllü
olabilmektedir.
Hocalarına beslediği saygı, onun diğer önemli bir kişilik özelliğidir. Hocalarına
çok bağlı bir kişidir. Özellikle Mümtaz Turhan’a olan bağlığı, bir babaya olan bağlılıktan
farksızdır. Ona duyduğu saygı yine aynı nispettedir.
Erol Güngör ömrü boyunca hiç sol fikirler savunmamış fakat ‘kahrolsun’
derecesinde sol karşıtı bir yazar konumuna da düşmemiştir. Buna karşın, aynı Erol
Güngör, hayatı boyunca Türk milliyetçisi bir münevver ve mütefekkir olarak daima
milliyetçi düşünceler dile getirmiştir. Ne var ki, milliyetçilere, özellikle siyasi
milliyetçilere de tam anlamıyla yaranabildiği söylenemez. En çok temel fikirlerinde öne
çıkan bu hali dolayısıyla Erol Güngör, Cemil Meriç gibi “a-raf”taki Türk münevver ve
mütefekkirlerinden biri olmuştur.45
Son olarak Erol Güngör, Ayvaz Gökdemir’in nitelemesiyle, “ender nüsha” bir
Türk münevveridir.46
ESERLERİ
A) Telif Eserler
1-Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri: Kırşehir’de kendisinden Osmanlıca
dersleri aldığı Mehmet Lütfi İkiz’e ithaf ettiği bu eser, ilk kez 1963’te yayımlanmıştır.
Bedir Yayınevi’nin ‘naşirin eser takdimi’ başlığı altında bir sunuş koyarak bastığı bu
eserde Erol Güngör, misyonerlik faaliyetlerini dini bir propaganda olmaktan çok, kültürel
bir yayılma ve nüfuz hareketi olarak ele alır. Girişten sonra genel olarak misyonerlik
faaliyetlerinin tarihine değinir ve Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde açılan
okul ve benzeri kurumlardan bahseder. Takip eden kısımda, misyonerlikten maksat 44 Erol Güngör, “Bu Ülke Bir Acayip Ülkedir”, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Hazırlayanlar: R. Güler, E. Kılınç, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994, s. 159. 45 Aynı niteleme için bak. Ahmet Turan Alkan, Meşk Olsun, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2005, s.40-41. Aktaran; Hamdi Turşucu, “Erol Güngör: Milliyetçi-Muhafazakar Bir Kutup”, Erol Güngör, s. 203. 46 Ayvaz Gökdemir, “Erol Güngör Vatan Toprağında”, a.g.e, s. 266.
17
Hıristiyanlık kültürünün yaygınlaştırılması olduğunu vurgular. Mesele dini yayılmadan
çok, din vasıtalı kültürel yayılmadır. Kitapta ana metin günümüze ilişkin
değerlendirmelerle biter. İlk 139 sahifelik ana kısım böylece sona erer. Bundan sonraki
kısım ise, ek mahiyetinde olup, başbakanlık arşivinden alınan ve Sultan II. Abdülhamit
dönemine ait bulunan 34 belgenin latinize edilmiş halinden oluşur. Bu belgelerin arasında
konu ile ilişkili bazı fotoğraflara da yer verilmiştir. Eser bu eklerle beraber 176 sayfayı
bulur.
Yazarının iddiasız ve mütevazı sunumuna rağmen, misyonerlik faaliyetlerine
farklı bir bakış getiren bir eser olmuştur. Birinci baskısı ‘E. Kırşehirlioğlu’ müstear ismi
ile basılan eserin ikinci baskısı 1999 yılında Ötüken Yayınevinden ‘Erol Güngör’ imzası
ile çıkmıştır.
2-Türk Kültürü ve Milliyetçilik47: Makalelerden oluşan bu kitap, Erol
Güngör’ün kitap olarak basılan ikinci eseridir. Birinci eseri konumundaki “Türkiye’de
Misyoner Faaliyetleri” ile bunun arasında 12 yıllık bir zaman aralığı vardır. Erol Güngör
bu zaman diliminde çeşitli mecmualarda yazılar yazmış ve daha önemlisi, ortaya doktora
ve doçentlik tezi gibi iki önemli akademik çalışma koymuştur. Dolayısıyla Türk Kültürü
ve Milliyetçilik isimli eser, biraz da bu yıllardaki birikimin sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. İlk kez 1975 yılında basılan eser, Erol Güngör’ün hocası Mümtaz Turhan’a
ithaf edilmiştir. İsminden de anlaşılacağı üzere, Türk milli kültürünü ve bunun bir
uzantısı olan Türk Milliyetçiliğini anlatmaktadır.
Eser ‘Giriş’i takip eden beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümün başlığı,
‘Milliyetçilik ve Halkçılık’ ismini taşımaktadır. Bu bölümde Erol Güngör halkçılığın
sosyal temelleri üzerinde durmakta, Ziya Gökalp’ın bir birinden ayırdığı halk kültürü ile
münevver kültürü arasında gerçekten bir fark olup olmadığını incelemekte, bu
düşüncelerinin geçerliliğini Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti örnekleri üzerinde
sınamaktadır. Bilindiği gibi, Erol Güngör, incelemeleri sonucunda Ziya Gökalp’ın aksine
Osmanlı Toplumunda münevver ve halk kültürünün bir birinden ayırt edilemeyecek
kadar bütünleşik bir yapıya sahip olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bölümün ilerleyen
47 Kitabın elimizdeki nüshası, Ötüken Yayınlarından 1995’te çıkan 11. baskısıdır. Kitap ilk kez basıldığı 1975’ten sonra hemen hemen iki yılda bir yeni baskı yapmıştır.
18
kısımlarında, Osmanlı’nın son dönemlerinde Ömer Seyfettin gibilerin başlattığı
Türkçecilik hareketini ve bunların karşısında yer alan inkılâpçıları ele almaktadır.
Türkçecilerin faaliyetini olumlu ama inkılâpçıların hedefini yıkıcı bulmaktadır. Bölümün
son kısmında ise, yönetim biçimleri ile toplumlar arasındaki ilişkiye değinmektedir.
Yönetim sistemlerinin hemen hepsinde var olan en büyük sorunun iktidarı her zaman için
çoğunluğa karşı azınlık bir gurubun eline vermesi olduğunu tespit eder. Bununla beraber,
ne bütün halkı hiçe sayan bir diktatörlük ve ne de bütün halkı yönetim sürecine entegre
edebilen bir demokrasi uygulamasının var olduğunu bildirmektedir.
İkinci bölüm, “Milli Kültürün Dünü ve Bugünü” başlığını taşımaktadır. Bu
bölümün ilk kısmında münevverimizin48 sorunlarından bahseder. Batı karşısında Türk
münevverinin garip bir çift kutuplu tepkiye sahip olduğunu tespit etmiştir. Bir yandan
ona karşı kendini muhafaza etme adına milliyetçi bir refleks geliştirir, diğer yandan ona
benzemeye çalışır. Dolayısıyla bu tür bir garabetin ürettiği milliyetçiliğin içerikten
yoksun, sembolik bir milliyetçilik olduğunu vurgular. Takip eden kısımda milli kültür ve
halk kültürü konusu işlenir. Bu makale adeta Ziya Gökalp’ın “Halka Doğru” makalesine
cevap olarak kaleme alınmıştır. İnce ince Gökalp’ı eleştirmektedir. Kültür ve medeniyetin
tarifini onun kabul ettiği şekliyle almakta ama hemen arkasından bu tarifin birçok sorunu
beraberinde getirdiğini de belirtmektedir. Daha birçok konuda Gökalp’ın tutarsız kalan ve
artık açıklayıcı olmaktan çıkan, sorgulamalar karşısında tatminkâr cevap veremeyen
yaklaşımlarını gündeme getirir. Aynı bölümün devamında Batılılaşma karşısında Türk
kültürünü incelemiş, milliyetçilik ile medeniyetçilik arasındaki ilişkiye değinmiş, en son
olarak da, ilerleyen zaman ve değişen maddi şartlar karşısında ‘kültür değişmeleri’
kavramı yardımıyla kültürün devamlılığı konusunu tartışmıştır.
Üçüncü bölüm, “Bir İnsan ve Bir Kültür” başlığı altında, kendisinin çok sevip
saydığı Dündar Taşer’e ve onun önemli konularına ayrılmıştır. Bu bağlamda Türkler için
devletin ne denli kıymetli olduğunu anlatır. Türklerde devlet daha çok ordu devlettir ve
ordu milletle iç içedir. Bu son durum Türklerde devleti militer olmaktan kurtarıp,
demokrat ve toplumcu yapmaktadır.
48 Erol Güngör, toplumun eğitimli ve yol gösterme noktasında donanımlı üyelerini ısrarla “münevver” olarak isimlendirir. Ne “aydın” ne de “entelektüel” terimlerinin bu ihtiyacı karşılamaya uygun olmadığını vurgular. Biz de bu çalışmada, onun fikirlerini anlatırken onun terimlerine yabancı kalmama adına, daha çok “münevver” tabirini kullanacağız.
19
Dördüncü bölüm, “Millet ve Din Hayatı” başlığını taşımakta ve dinin toplumların
hayatındaki rolü incelenmektedir. Bu bağlamda modern medeniyetin Pozitivizm ile
beraber dini bir kenara koyup, onun yerine deneysel bilimi ikame etmeye çalıştığını
hatırlatır. Oysa bilimin illa da dini tasdik etmek gibi bir sebep sonuç ilişkisine sahip
olmadığını, kutsal kitapların da zorunlu bir şekilde bilimi kapsamasını beklememek
gerektiğini belirtir. Ne birincinin olumsuz bakışı dinin konumunu zayıflatır, ne de
ikincinin bilimi kapsam dışında bırakması onu gereksiz kılar. Türklerde dini hayatı,
İslam’ın rolünü son olarak Anadolu’nun Türkleşmesi ve vatanlaşmasında tasavvufun
rolünü ele almaktadır.
Beşinci bölüm, “İnsanımızın Kaynağı” başlığı altında ülkemizin eğitim
meselesine eğilmekte ve birçok kez önümüze çıkan ortak bir konu olarak, bu eğitim
sistemi içinde ve önünde münevverimizin durumunu irdelemektedir.
Erol Güngör, altıncı ve son bölümde ise “Koptuğumuz Dünya” başlığı altında,
Ortadoğu ile genç Türkiye arasındaki ilişkileri inceler. Bu “kopuş”un sadece bir coğrafi
kopuş değil, aynı zamanda bir zihinsel ve manevi kopuş olduğu acı gerçeğini dile getirir.
Türkiye başka bir coğrafyaya taşınamayacağına göre, o gerçekte Ortadoğu ile iç içedir.
Söz konusu maddi ve manevi kopuş, Batılılaşmaya çalışan genç Türkiye için, sadece
Batılı dostlarımızın elini güçlendiren çelişkili bir durumdur.
3-Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik49: Erol Güngör’ün bu eseri onun üçüncü
eseri olup, “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” isimli ikinci kitabının devamı mahiyetindedir.
Kendisinin de önsözde belirttiği üzere, bir önceki kitabı olan “Türk Kültürü ve
Milliyetçilik” isimli çalışmasının özellikle genç okuyucu tarafından ilgi ile karşılanması,
onlar üzerinde meydana getirdiği tesir nedeniyle aynı konulara daha bir itina ile devam
etme gereği hissetmiştir. Bahsi edilen gençliğe böyle bir eserle mukabelede bulunmayı
kendisine görev bilmiştir. Bu duygulardan hareketle yazdığı kitabın ilk baskısı 1980
yılında Devlet-Töre Yayınlarından çıkmıştır. Yine kitabın önsözünde belirtildiği üzere,
kültür değişmesini ve onunla gerilimli bir kavram olarak milliyetçiliği konu edinen bir
kitap yazmayı gerekli kılan sebep, “çağdaş bir Türk milli kültürü kurmanın gereği ve
49 Elimizdeki nüsha, 1994 yılında Ötüken Yayınevinden çıkmış ve bu yayınevine ait 8. baskıdır. Önceki eserine benzer şekilde, yaklaşık her iki yılda bir yeni baskı yapmıştır.
20
bunun yolları”dır. Genç Türkiye ve Türk toplumu için gelişmenin gerekliliği açık, Türk
milli kimliğinin devamı ise esastır. Erol Güngör bütün eserlerinde olduğu gibi bu
eserinde de ilgili iki konudan birincisinin topluma yansıyan sonuçlarını “kültür
değişmeleri” kavramıyla açıklarken; ikincisinin ortaya çıkardığı enerjiyi de
“milliyetçilik” kavramı çerçevesinde örgülemiştir.
Eser yedi başlık altında toplanmıştır. Dolayısıyla yedi bölümden oluştuğu
söylenebilir. İlk bölüm, “Teknoloji ve Kültür Değişmesi” başlığını taşımaktadır. Bu
başlıkta ‘teknoloji’ gelişmeyi ve ‘kültür değişmesi’ ifadesi de gelişme ve ilerleme
karşısında milli kimliğin devamlılığı konusunda bir çıkış yolunu, bir hal çaresini temsil
etmektedir. Zira Ziya Gökalp, bu ikincinin yerine ‘medeniyet değiştirme’ konusunu
ikame etmiştir. Erol Güngör, bir önceki kitabındaki konulardan biri olan Ziya Gökalp’ın
kültür ve medeniyet ayrımı ile ilgili eleştirisini bu makalede devam ettirir. Onun kültür
tarifini de medeniyet tarifini de sorunlarla iç içe bulur. Bu tanımların, hayatın ilgili her
alanı ile ilişkilendirilerek sorgulanınca, yetersiz olduğunun ortaya çıktığını belirtir. Çok
kesin hükümlerden kaçınmak şartıyla, kendisi de ilgili konularda fikirlerini ortaya
koymaktadır. Erol Güngör bu bölümde teknolojinin dünyada ve ülkemizde kültürü
taşıyıcı vasfından, kültürleri bir birine benzettiği iddia edilen tesirlerinden de
bahsetmekte, dünya ve özellikle ülkemiz bağlamında konuya kendi açıklamalarını
getirerek bölümü bitirmektedir.50
Takip eden bölüm “Bir Zihin Yapısının Tahlili” başlığını taşır ve burada
egosantrik kafaya sahip olduğu bildirilen ve ‘aydın’ diye isimlendirilen kimseleri Erol
Güngör, “entellektüalist” olarak isimlendirir ve bunların özelliklerini tespit ve tahlil eder.
Bu kimselerin sahip olduğunu söylediği egosantrik düşünceyi ise, her şeyi kendi
düşüncesi merkezinden açıklamaya çalışan, buna uymayan durumları arızalı ilan eden bir
zihin yapısı olarak açıklar.
“Küçük Şeyler” başlığını taşıyan üçüncü bölümde, her ne yapılırsa yapılsın, bir
toplumun münevverleri ile halk tabakaları arasında küçük de olsa muhakkak bir takım
tutum, davranış, algılama farklarının bulunacağı anlatılmaktadır. Bu kaçınılmaz ve bir
ölçüye kadar normaldir. Milliyetçi münevverlerin halka yakın olma düşüncesinden çok
50 Bu konuya daha ileride, Erol Güngör’ün üzerinde fikir yürüttüğü temel konuları işleyen bölümde çok daha detaylı bir şekilde yer verilecektir.
21
zaman yanlış sonuçlar çıkardıkları belirtilmektedir. Her şeye rağmen, münevver ile halk
tabakaları arasında bir farkın bulunması eşyanın tabiatı gereğidir. Biri önder diğeri
takipçidir. Biri model sunan, diğeri bunu uygulayandır. Burada iki taraf arasında bir
derece farkı bulunması son derece tabiidir.
Kitapta dördüncü bölüm, “Mili Tarih Meselesi” başlığını taşır. Bu bölümde
milliyetçiliğin temellerinden birinin milli tarih şuuruna sahip olmak olduğu bildirilmekte,
toplumun bugününden memnun olmayan ve geleceğinden bir ümidi bulunmayanlarla, iyi
bir gelecek için çalışanların başvurdukları ortak bir noktadır. Ne var ki, birinciler
özlemini çektikleri değerlerin en yüksek noktadan yaşandığı ve yaşatıldığı devir hangisi
ise, o devre bir özlem duyarken; ikinciler geleceği daha iyi inşa edebilme adına geçmişe
uzanma gereği duyarlar.
Takip eden bölüm “Örf ve Adet Kavgası” başlığını taşımaktadır. Hızla
modernleşen ve her alanda yeniliği kendine bir şiar edinen Türkiye Cumhuriyetinde örf
ve adetlerin de hızla değişmekte olduğunu söyleyerek, bu konunun üzerinde durulması
gerektiğini belirtmiştir. Örf ve adetlerle ilgili iki önemli sosyal sorunun belirdiğini
söylemektedir. İlki, Osmanlı son dönemlerinden itibaren yapılan reformlar sonucu bazı
kanunlarla örfler arasında çatışmanın ortaya çıkmış olması; ikincisi de, yine aynı sürecin
bir sonucu olarak münevver tabakada meydana gelen örfü aşağılayıcı bakış tarzıdır. Bu
ikincisinin bir sebebi de, yeni akımın pozitivist bir karaktere sahip olması ve örflerle çok
zaman çatışma halinde bulunmasıdır.
Beşinci bölümü ‘Ek’ kısmı takip etmekte ve bu kısmın iki konusu bulunmaktadır.
Birincisi “Örf ve Adetler Karşısında Anayasa Mahkemesi” başlığını, ikincisi de, “Milli
Karakter” başlığını taşımaktadır. İlki, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Üniversiteler
Kanunu’nda yer alan “…örf ve adetlerine bağlı, …milliyetçi …aydınlar… olarak
yetiştirmek” temalı üçüncü maddesinin ilgili (b) bendini Anayasa Mahkemesine
götürmesini ve mahkemenin de, bu bendi iptali ile ilgili gerekçeli kararını incelemektedir.
Bu kararla ilgili kaygılar dile getirilmektedir.
“Milli Karakter” başlığını taşıyan ikinci ek kısımda ise, her toplumun kendine
has, devamlılık arz eden bir milli davranış tarzı var mıdır, yok mudur tartışması
yapılmaktadır. Genel bir girişten sonra, Türk kültürünün en önemli üç kaynağından
ilkinin, Anadolu’ya yerleşen Türklerin buraya gelene kadar edindikleri binlerce yıllık
22
birikimi; ikincisinin, İslamiyet; ve üçüncüsünün de, Anadolu ve Rumeli’de edinilen
tecrübeler olduğu belirtilmektedir.
Kitabın sonunda ise Erol Güngör dipnot bilgisi vermiş ve bunların içinde bazı
kaynak kitapların isimlerini zikretmiştir. Bu tarz bir uygulama ne önceki kitabı “Türk
Kültürü ve Milliyetçilik”te ve ne de “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” ve “İslam
Tasavvufunun Meseleleri” isimli kitapları hariç, diğer telif kitaplarında mevcut olan bir
durumdur. Erol Güngör akademik tezlerinin dışındaki kitaplarının çoğunu birebir kaynak
ve dipnot verme ihtiyacı duymaksızın, serbest sitilde yazmıştır. Kendine ve bilgisine
güveni o derece yüksektir.
4-İslam’ın Bugünkü Meseleleri51 : Erol Güngör’ün hepsi bir birinden değerli
eserleri arasında, üzerine en fazla söz söylenen, yazı yazılan kitabıdır. Türk Yurdu dergisi
de 1995 yılında bu kitaptan esinlenerek ve aynen bu ismi taşıyan hacimli ve kıymetli bir
özel sayı yapmıştır.52 Erol Güngör “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” isimli bu kitabını
Hicretin 15. yüzyılına armağan etmiştir. Eserin önsözünde çalışmanın meseleye bakışı
hakkında bilgi verebilecek tarzda, “Biz siyasete meslek olarak yabancı olduğumuz gibi,
İslam davasının öncelikle siyasi bir dava olduğuna da inanmıyoruz” denmiştir. Yine aynı
bağlamda dile getirilen ve burada aktarılması gereken diğer bir husus İslam’da reform
meselesidir. Bu konuda “Düzelecek şey bizim bugünkü halimizdir, düzeltme modeli ise
ilk Müslümanlar devridir” diyerek, düzeltilmesi gerekenin İslam değil, Müslümanlar ve
onların İslam kavrayışı olduğu tespitinde bulunur.
Kitabın içeriğine nüfuz edebilme adına, başlıkları tek tek anıp işlenen konuya
kısaca değinmek faydalı olacaktır. İlk başlık “İslam’ın Uyanışı” şeklindedir. Bu başlık
altında, İslam dünyasının Batı ile yüzleşmesi artık sadece Batı’dan iktibaslar yapmak gibi
tek yönlü işlememekte, karşılıklı kültür alış verişi biçiminde gelişmektedir. İslam
dünyasının yenilenmesi adına bu gelişme önemli bir merhale olarak görülür. İslam
dünyasında en büyük enerji kaynağı olan petrol kartının bulunması ekonomik olarak
Batı’yı bir şekilde Müslümanlara muhtaç etmektedir. Bundan daha önemlisi, bütün bu
imkânları daha iyi kullanabilecek ve imkânsızlıkları daha iyi aşabilecek tarzda yeni
yapılanmalar mevcuttur. Aşırı gelenekçiliğin peyda ettiği tembellik halini üstünden atan
51 “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” isimli kitabın, 1981’deki ilk baskısından itibaren bütün baskıların Ötüken Yayınevinden yapılmıştır. Elimizdeki nüsha 1996 tarihli 10. baskıdır. 52 Türk Yurdu, “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” özel sayısı, Mart-Nisan 1998, S. 127-128.
23
Müslüman toplumlar, çeşitli hareketlerle yenilikçi bir vizyon edinmeye başladıkları dile
getirilmektedir. Bu başlık altındaki metnin son kısmında Erol Güngör son derece kayda
değer, uzak görüşlülüğünü ortaya koyan bir cümle yazmıştır: “Avrupa ve Amerika için
bir Sovyet tehdidi veya komünizmin yayılışı söz konusu olmasa idi, bugün İslam
dünyasındaki gelişmelere karşı Batı’nın tavrı herhalde daha negatif olacaktı.” Bu ifade,
komünizmin yıkılmasından 10 yıl önce dile getirilmiş olmakla beraber, bugün Batı’nın
İslam’ı terörle özdeşleştiren düşmanca tutumunu öngören kibar bir tespittir.
İkinci başlık “Uyku ile Uyanıklık Arasında” şeklinde belirlenmiş olup, Müslüman
toplumların uyanmakta olduğunu tespit etmenin beraberinde onların geriye doğru, bir
tarihe kadar gidecek şekilde uyumakta oldukları tespitini de zorunlu kıldığını vurgular.
Bu bağlamda İslam dünyasını bu derin uykuya gark eden iç ve dış sebepler üzerinde
durur. Haçlı Seferlerini ve Moğol yıkımını dış faktörler bağlamında zikrederken;
medresenin durumunu, tasavvufun ve tarikatların işlevini iç faktörler kapsamında dile
getirir.
Üç ve dördüncü başlıklar “Avrupa, Hıristiyanlık ve İslam” adı altında iki kere
tekrar edilmiştir. İlkinde, tam da o dönemlerde gerçekleşmiş bulunan İran Devriminin de
estirdiği rüzgârla, dünya da bir İslam alternatifinden bahsedilir olduğundan haber
verilmektedir. Batının içine düştüğü derin manevi buhran, Batının bazı aydınlarını bu
alternatif üzerinde düşünmeye ve yazmaya sevk ettiği anlatılmaktadır. İkincisinde ise,
Avrupa Ortaçağında Hıristiyanlığın sosyal olaylara müdahalesi, ekonomik hayatı taksim
etmesi, dünya ve ahireti tam manasıyla tekeli altına alması anlatılmaktadır. Romanın
zulmüne uğradığı zamanlar Sezar’ın hakkını Sezar’a bırakan Kilise, Ortaçağda dizginleri
ele alınca, Romanın kendisine uyguladığından çok daha zalimce olanını diğer din
müntesiplerine ve özellikle paganlara uyguladığını, köleliği meşrulaştırıp bizzat
kullandığını anlatan yazar, sonuç olarak, Hıristiyanlığın hiç de tutarlı ve samimi
davranmadığını belirtmiştir. Bu durum Hıristiyanların ve devlet seçkinlerinin de
gözünden kaçmamış, Avrupa’nın bugünkü manevi buhranının altında büyük oranda bu
tutarsızlığın yattığını tespit etmiştir.
Beşinci konu başlığı “İslam Felsefesinin Bakışı” şeklindedir. Konuya giriş
mahiyetinde uzunca batı medeniyetinin maddi gelişimi, akıl kaynaklı bilginin
sistemleştirilmesi ve nihayet pozitivist dünya görüşü anlatılmakta, gelinen son noktada
24
yine bizzat Batı’nın içinden bazı filozofların bu tür bir materyalizme ve akılcılığa şüphe
ile yaklaşmaya başladıkları bildirilmektedir. Bununla beraber Batı hızla materyalist
dünyasını güçlendirmekte buna karşın toplumsal ahlakı süratle dejenere etme ve insanı
insanlığından çıkarmak üzere ilerlemektedir. Yazara göre, dünyayı bekleyen en büyük
tehlike de bu dejenerasyonun evrensel bir hal almasıdır. İnsan bir madde mana
bütünüdür. Oysa Batı medeniyeti bu bütünün sadece madde kısmını görmekte ve onu
geliştirmektedir. Bu ikisi arasındaki kopuş toplumları bitirme noktasına getirmiştir. Buna
karşın hayatı bir bütün olarak kavrayan sistem ihtiyacı açıktır. Fakat bunun ne olabileceği
ve İslam’ın bu anlamdaki potansiyeli bu bölümün temel konusudur. Bu bağlamda İslam’a
düşen en önemli görev, teknolojiyi reddetmeyip, onu daha yüksek bir hakikatin ve
değerler manzumesinin emrine vermek suretiyle faydalı bir şekilde kullanma görevidir.
Müslüman toplumların meseleye yaklaşımı da bu çerçevede olmalıdır. Batı bir arayış
içerisindedir. Marksizm bu arayışın sonucudur. Ama isabet bulmamıştır. Batı hala
arayıştadır. İslam varlığın ve gerçekliğin bütününü kavrayan bir sistem olarak hala
alternatif olma vasfını korumaktadır. Zira İslam tam bir denge felsefesi geliştirmiştir.
Bir sonraki başlık “İslam Hukukunun Meseleleri” şeklinde belirlenmiştir. Önce
İslam ülkelerinde hukukun dönüşümü işlenmiştir. Dini hukukun yerine laik Batılı
hukukun ikamesi anlatılmıştır. Ardından asıl konuya gelinmiş ve İslam Hukuku denince
ne anlaşılması gerektiği, bugünkü durumu özetlenmiştir. Bu bağlamda bekleneceği üzere
içtihat kapısının kapanıp kapanmadığı konusu işlenmiştir. Ardından İslam hukukunun
maddeci değil, olaycı yani her olaya has hüküm çıkarma tarzına rağmen Osmanlı
kanunnameler oluşturmuş, en son “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye” ile önemli bir çalışmaya
imza atmıştır. Ne var ki, bu hukuki yenileşme hareketi her sahada başarılamamıştır. Diğer
bir sorun da, potansiyel olarak mevcuttur ve her zaman kendini hissettirmiştir. Bu da
İslam’da devlet kanun koyucu değil, özel ve bağımsız hukukçuların koyduğu hükmü
uygulama makamı iken; Batı’lı devlet anlayışında bu kurum aynı zamanda hukuku koyan
ve uygulayan mercidir. Batı hukukunun tamamen beşeri kaynaklı olmasının önemli bir
sorununu şöyle dile getirir: “Gerçekten, hukukun ufkunda insandan başka otorite
bulunmayınca, insanlar arasındaki iktidar mücadelesi sonunda hâkim olan gurubun
değer sistemi hukuk haline gelmektedir.”
25
Takip eden konu “Edebiyat ve Din” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde
toplumların kültürünü en sanatlı düzeyde temsil eden edebiyatçıların, istemeseler de o
toplumların din başta olmak üzere bütün manevi kıymetlerini eserlerindeki kurguya ve
içeriğe aksettirdikleri vurgulanmakta, Türk edebiyatçılarının da bu bağlamda bin yıldır
İslam ile iç içe bir edebiyat ve sanat üretmekte oldukları anlatılmaktadır. Ne var ki,
gelinen son aşamada ne tam manasıyla Batı medeniyetine girilebilmiş ve ne de İslam
medeniyeti dairesinde kalınabilmiştir. Sonuç edebiyatın ve sanatın dahi belli bir kökten
ve gelenekten yoksun sığ ürünleridir. Bunun bir sonucu olarak genç nesil kendilerini ait
hissettikleri İslam medeniyetinin ürünleri ile iç içe bulmadılar ve bu da beraberinde
istemelerine rağmen onu içlerine sindirememeyi getirdi. Bu kuşak, İslam’ı ancak tarihi
bir tecrübe olarak keşfedebilmişlerdir. Oysa bu tecrübenin yaşanarak geliştirilmesi ve
toplumsal kimliği mevcut boşluktan kurtarması gerekmektedir.
Kitaptaki sekizinci başlık “İslam, Milliyetçilik ve Sosyalizm” şeklindedir. Yazar
bu başlık altında dünya üzerinde ‘yeni devlet’ diye nitelenen ve iki dünya savaşından
sonra ortaya çıkan devletlerde meydana gelen toplumsal ve iktisadi şekillenmeyi ele
almaktadır. Bu iki önemli alandan birincisinin sonucu olarak milliyetçilik hareketleri ve
millet biçiminde örgütlenmeler ile kapitalist ve sosyalist iktisadi anlayışlar gündeme
gelmektedir. Her toplumun kendi refleksine uygun olarak rol alan ideolojiler burada da
kendini hissettirmiştir. Türkiye’de milliyetçilik sosyalizme ve komünizme bir set olurken;
Arap ülkelerinde milliyetçilikle sosyalizm dayanışma içinde beraber yürümüştür.
Müslüman ülkelerden Mısır, Cezayir ve Gana’daki söz konusu tecrübeler ayrıntılı olarak
incelemeye alınmış, İslam ile Sosyalizm arasındaki ilişki bu tecrübelerin ışığında tahlil
edilmiştir.
Takip eden konu “Çokluk İçinde Birlik” başlığını taşımakta ve bu başlık bir (I),
iki (II) şeklinde iki kez işlenmektedir. İlkinde “İttihad-ı İslam ve Hilafet” alt başlığı
altında hilafet makamının tarihsel gelişimi ve Osmanlılara intikali anlatılmaktadır. İkinci
kısımda ise, “Milliyetçilik ve Milletlerarası İslam Dünyası” başlığı altında İslam’ın
milletler halinde farklı yapılanmayı tanıdığı ve bütün Müslümanları tek bir millet yapma
gibi bir amacının olmadığı anlatılıyor, bu bağlamda Müslüman dayanışmasına engel
olmayacak bir milliyetçiliğin de İslam’ca meşru olacağı sonucu çıkarılıyordu. Bununla
beraber, Türk milliyetçiliği ile Arap milliyetçiliğinin önemli bir noktada ayrıştığından
26
bahsediliyordu. Buna göre, Türkler tamamıyla Müslüman oldukları için, Türk
Milliyetçiliği aynı zamanda İslamcılık ile de bağdaşan bir akımdı. Nitekim Osmanlının
dağılma döneminde kısa bir süre hariç, Türklerde İslamcılar milliyetçiliğe kesin bir karşı
tavır almamışlardır. İkincilerin tavrı ise daha da yakın olmuştur. Oysa Arapların hepsi
Müslüman olmadıkları için İslamcılarla Arap milliyetçileri her zaman bir birine muarız
olmuşlardır. Nitekim Mısır’da ve Suriye’de Arap milliyetçisi Abdul Nasır ve Hafız Esad
gibi idareciler tarafından İhvan-ı Müslimin taraftarlarının kitlesel kıyıma tabi tutulmaları
bunun bir göstergesidir. Aynı şekilde hem Suriye’de ve hem Irak’ta Arap milliyetçisi
Baas hareketi önderleri ile İslamcıların şiddetle birbirlerine düşman olmaları da bunun
sonucudur. Arap ülkelerinde milliyetçilik ile İslamcılık örtüşmemektedir. Erol Güngör’e
göre, eğer İslam dünyasında da Batı’da olduğu gibi güçlü devletler bulunsaydı,
Müslüman ülkeler bunları kendilerine model alacaklar ve bu modelleme rüzgârı
sonucunda Müslüman devletler arasında tabii bir birlik de oluşmuş olacaktı. Bu birliği,
İslam birliği fikri çerçevesinde dile getirenlerin taraftar bulabildiğini ama hiçbir zaman
siyasi idareler nezdinde kabul görmediğini belirtir. Bu bağlamda son derece kayda değer
bir tespit yapar: “Milliyet farklarını hesaba almayan bir İslam düşüncesi, kaynağını
İslam dininden ziyade, bazı siyasi durumlardan almaktadır” dedikten sonra, asıl çok
daha gizli bir gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koyar: “Bu manada İslamcılık şimdiye
kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik
azınlıkların ideolojisi olmuştur.”
Bir sonraki başlık “Aydınlar” ismini taşımaktadır. Önce Batı’da ve sonra da İslam
dünyasında dini aydın tabaka ile dünyevi aydın tabakanın gelişimi anlatılmaktadır. İslam
dünyasında eğitim sisteminin bozulmasının aydın tabakayı da parçaladığı
belirtilmektedir. Bu anlamda iki tür eğitim verilmektedir. İlki tamamen modern bir
topluma hizmet etmek üzere modern okullarda yetiştirilen insanlar arasından çıkan
aydınlar ve diğeri de tamamen Müslüman cemaate hizmet için yetiştirilenler arasından
çıkan aydınlardır. Bu tür bir parçalanma ikinci tip aydının birinci tip aydın yanında
aşağılık duygusuna kapılmasına sebep olmuştur. Zira asıl sistemin el üstünde tuttuğu
aydın birinci tip aydındır. Bu tür bir parçalanma İslam ülkelerinde kaliteli aydın
yetiştirme imkânını da azaltmıştır. Eğitim sisteminin nispeten daha bütünleşik bir yapı
arzettiği Hindistan ve Pakistan alt kıtasından daha iyi İslam aydınlarının çıktığı
27
belirtilmektedir. İran’da din adamlarının mali kaynakları ellerinde tutmayı başarmakla
güçlerini de muhafaza ettikleri vurgulanmaktadır. Beri taraftan Osmanlı’da din âlimleri
her zaman devlete bağımlı kalmışlardır. Bağımsız bir din âlimleri zümresi veya güçlü
mali kaynakları olan bir din âlimleri zümresi Osmanlı’da hiç olmamıştır. Bu nedenle
modern yeniliklere karşı durma anlamında bir din âlimleri irticasının, Osmanlıda II
Mahmut zamanında bile gündeme gelmediği vurgulanır.
Takip eden başlık “Eski Yeni Kavgası” şeklindedir. Bu başlık altında hepsi de
dini eğitim almış insanlar arasındaki rekabeti anlatmaktadır. İki gurup rekabet halindedir.
İlki tamamen modern eğitimden geçen, mektepliler diğeri de taşrada eğitim almış
alaylılardır. İkinciler Türkiye’yi Osmanlı toplum şartlarından alıp Türkiye toplum
şartlarına, nispeten tarım toplumundan şehir toplumuna getirmiştir. Bu önemli bir
hizmettir. Ne var ki, bu yeni toplumsal örgütlenme döneminde de hala etkili olmaya
çalışmaları sorun yaratmakta ve bir rekabete sebep olmaktadır. Mekteplilerin zamanın
şartlarını daha iyi kavramış bir zümre olarak, biraz da devletin yardımıyla, hâkim duruma
geçmeleri Türkiye’nin gelişme davasına da katkı yapabilecektir. Bu arada önemli bir
ayrım olarak, bütün mekteplilerin kusursuz ve bütün alaylıların faydasız olduğu gibi bir
düşüncenin de yanlış olacağı vurgusu yapılmaktadır.
Son başlık ise, “Gruplar, Meseleler, Tavsiyeler” şeklinde belirlenmiştir. Bu başlık
altında İslam ülkelerinde din âlimlerinin yetişmesi meselesine, bu bağlamda iki
muhafazakâr akım olarak Mısır merkezli İhvan-ı Müslimin teşkilatına ve Pakistan
merkezli Cemaati İslami hareketine değinilmekte, en nihayet, Türkiye’de veya başka bir
Müslüman ülkede, İslam davasının bir siyasi dava olmadığı, bu nedenle İslam
aydınlarının kendilerini yıpratacak olan siyasi çekişmelerden ve ihtiraslardan uzak
tutmaları gerektiği tavsiye edilmektedir.
Kitabın bundan sonraki bölümü iki önemli makalenin yer aldığı ek kısmından
oluşmaktadır. İlki Kuzey Afrikalı İslam Mütefekkiri Osman Yahya’ya ve ikincisi
Pakistanlı İslam âlim ve düşünürü Mevdudi’ye aittir. Her iki makale de yazarlarının bakış
açısından İslam davasının en önemli meselelerine açıklık getirmeye çalışmaktadır.
28
5-İslam Tasavvufunun Meseleleri53 : “İslam’ın bugünkü Meseleleri” adlı
eserinden bir yıl sonra çıkmıştır. Özellikle genç okuyucular ve talebeler, zikredilen
kitapta tasavvuf konusunun eksik olduğu üzerinde durmuşlardır. Bunun üzerine Erol
Güngör bir yıl kadar gerekli okumaları ve fikir alış verişlerini yaptıktan sonra “İslam
Tasavvufunun Meseleleri” isimli kitabını yazmıştır. Kitaba koyduğu ‘Takdim’ yazısında
metot ve içerikle ilgili genel bir malumat verdikten sonra, ‘Giriş’ kısmında İslam
tasavvufunun doğuşu ve mahiyeti hakkında çok genel bir bilgi vermiştir. Buna göre,
İslam tasavvufu, İslam mistisizminin adıdır. Bununla beraber, Batılı kavramlarla İslam
toplumlarını açıklamaya çalışmadığını da belirtme ihtiyacı hisseder. Buradaki
‘mistisizm’den maksadının belli bir tarz ve özellikle belli bir iç tecrübe olduğunu belirtir.
Bu anlamda bir Hıristiyan mistisizminden, Yahudi ve Hint mistisizminden bahsetmek
mümkün olduğu gibi, bir İslam mistisizminden bahsetmenin de mümkün olacağını söyler.
Daha sonra bu yaklaşıma uygun olarak, İslam tasavvufunun, fıkıh ekolleri gibi ‘şekilci’
sistemlerin ve mutezile gibi akılcı yaklaşımların yanı sıra İslam dininin iç tecrübeye
yönelik belli bir yorumu olduğunu belirtir. Burada tasavvufla ilgili, Kur-an ve Hadislerde
zahir mesajdan ziyade, batın olan her şeye ağırlık vermenin belirgin bir karakter olarak
öne çıktığı vurgulanmaktadır.
Kitabın ana metni, dolayısıyla giriş ve ekler hariç, toplam dokuz başlıktan
oluşmaktadır. Birinci başlık “Şark’tan Haber” şeklinde olup, daha çok Hint’teki mistik
tecrübelerden haber vermektedir. ‘Veda’larda ve Budist Hint tecrübelerinde mistik
düşünce ve uygulamanın şekline ve zihniyetine nüfuz etmeye çalışmaktadır.
İkinci başlık “Batı Rüzgârı” şeklinde seçilmiştir. Bu başlık altında Pitagoras’tan
başlamak üzere, Eflatun, bununla ikinci Eflatun diye anılan ve Yeni Eflatunculuğun
kurucusu olan Mısırlı Plotinus arasında en önemli filozof olan İskenderiye’li Filon ile
devam eden Yunan karakterli filozofların mistik faaliyetlerle ilgili görüşlerine yer
verilmiştir. Bu görüşlerin kaynağının, Batı’lı araştırmacıların da işaret ettiği üzere,
muhtemelen İskit’ler vasıtasıyla eski İran ve Hint olduğu belirtilmektedir.
Üçüncü konu “İslam Tasavvufunun Yabancı Menşe’leri” başlığını taşımaktadır.
Burada İslam tasavvufunun asıl doğuş yerinin İran ve eski Horasan olduğu, ilk
53 Kitabın ilk baskısı Ötüken Neşriyattan 1982 yılında çıkmıştır. Elimizdeki nüsha ise, yine Ötüken Neşriyat’tan çıkan 1993 tarihli 5. baskıdır.
29
mutasavvıflardan Hallacı Mansur ve İbrahim bin Ethem gibi daha birçok mutasavvıfın
Kuzey Hindistan’a seyahatler yaptıkları hatırlatılmaktadır. İslam tasavvufundaki birçok
unsurdan biri olarak ‘fena’ düşüncesinin Budizm’deki ‘nirvana’ya çok benzediği,
Massignon’un işaret ettiği üzere, Hint tesirlerini özellikle zikir metotlarında görmenin
oldukça kolay olduğu anlatılmaktadır. Bütün bu dış tesirlere rağmen, İslam mistisizminin
hariçten aldığı unsurları Kur-an ve Hadis kaynakları ışığında kendi bünyesinde erittiği ve
asimle ettiği, dolayısıyla ortaya İslam’a has ve ona özgü, kendine benzeyen bir mistisizm
yorumu olarak İslam tasavvufunun çıktığı ve bunun hala da güçlenerek yaşamaya devam
ettiği belirtilmektedir.
Takip eden başlık “İslam Tasavvufunun Tarihi Gelişmesi” ismini taşımaktadır. Bu
bölümde mutasavvıflar tarafından ilk sufiler olarak gösterilen sahabeden Ebu Zeri Gıffari
gibilerin aslında sufi değil zühd hayatı yaşayan zahidler olarak düşünülmeleri gerekeceği,
zira bunların sufilerde olduğu gibi, keşf yoluyla Kur-an’ın batınî anlamlarına vasıl olma
gibi bir iddialarının bulunmadığı belirtilir. Hasan-ı Basri’yi de bu bağlamda
değerlendirmek gerekecektir.
Rivayete göre Mekke civarında İslam’dan önce de sufiler yaşamıştır. Bu insanlar
sosyal hayattan uzak yaşıyorlar ve dünyaya kıymet vermeyecek tarzda saf yünden basit
bir elbise giyiniyorlardı. Bu kisve daha sonra onların adının da kaynağı olmuştur. İlk
sistemli sufi hareketi Irak ve Suriye’de başlamıştır. İlk zaviyeyi Suriye’de Ebu Haşim
adındaki bir sufi açmıştır. Irak bu anlamda daha ileri gitmiştir. Beyazıd Bistami, Şibli,
Cüneyd Bağdadi ve Hallac-ı Mansur hep bu merkezde yetişmişlerdir.
İlk mutasavvıflar fıkıhçılar gibi, İslam’ı aynı zamanda bir bilimsel faaliyet alanı
olacak şekilde düşünmemişlerdir. Onlara göre İslam ancak yaşandığı zaman bir anlamı
vardır. Fıkıhçıların İslam’ı bir kurallar ve kaideler biçiminde sistemleştirmelerinin gerçek
imanla ilgisi olmadığını düşünmüşler ve aynı şekilde fıkıhçıları, diğer Müslümanlara
nasihat eden ama bunları kendileri yaşamayan insanlar olarak görüyorlardı. Fıkıhçıları
şekilcilikle itham ederken, kendileri de son derece hissi davranıyorlardı. İlerleyen zaman
içerisinde bu şekil ve his ayrılığı İslam’ın zahir ve batın tarafları olarak her biri ayrı bir
sistem şeklinde yapılanmaya kadar gidecektir. Ancak İmam Gazali ile birlikte bu durum
değişmiştir. Kendisi bir fıkıh âlimi olarak yaşarken daha sonra tasavvufa girmiş, Tus’ta
inzivaya çekilerek sufilikle meşgul olmuş, bu süre içinde İhya-u Ulumiddin’ i yazmış ve
30
sonra tekrar cemiyet hayatına katılarak, Nizamiye Medeselerinde ders vermeye
başlamıştır. Kendisinden sonra fıkıh âlimi ve sufi ayrımı ortadan kalkmış ve âlim sufi ile
sufi âlim nitelemesine uyacak din büyükleri yetişmiştir. Medresede ders veren Mevlana
aynı zamanda sufilerin şeyhi olmuş, kendisi bir şeyh olan Hacı Bayram Veli medresede
ders veren müderris olmuştur.
İlerleyen kısımda Erol Güngör, İslam tasavvufunda Yeni Eflatuncu felsefenin
ağırlıklı tesirine yer vermiş, bu çerçevede, Sühreverdi’nin İşrakiye ekolünden ve İbni
Arabi’den bahsetmiştir. İbni Arabi ile ilgili şu değerlendirmeye yer vererek konuyu
bitirir: “Muhyiddin bütün parlak zekasına ve geniş bilgisine rağmen ortaya ölü bir sistem
çıkarmıştır. Bu sistemin İslamiyet’in realitesi ile pek az ilgisi vardır. Onun uğraştığı ve
anlattığı şeyler yaşayan, dinamik bir dinin dışında kalmış, İslam tefekkürünün gelişme
seyrine İslam cemaatinin ihtiyaçlarına ayak uyduramamıştır.”
Beşinci başlık “Manevi İktidar ve Maddi Teşkilatlar” şeklindedir. Bu başlık
altında yer alan metnin ilk kısmında şeriat ile tarikat arasındaki ilişki incelenmektedir.
Tarikatı Hıristiyanlık mistisizminden ayıran en önemli farklardan birinin İslam
mistisizminde rehbersiz hiçbir yere varılamayacağı prensibi ile ortaya çıktığı
vurgulanmaktadır. İlerleyen kısımlarda tarikatların, sufilerin gayelerini gerçekleştirmek
üzere kurulmuş teşkilatlar olduğu belirtilmektedir. Bu teşkilatların içinde bulundukları
toplumla ilişkili bir ısım işlevleri yerine getirdiği tespit edilmektedir. Siyasi, sosyal
istikrarsızlık dönemlerinde bu kurumların da düzensizleştikleri gözlenmiştir. Dolayısıyla
tarikatların 19.yy.daki bozulması, Müslüman toplumlardaki genel bozulma ve bozgunla
ilişkilendirilmektedir.
Altıncı konu, “Bilgi Meselesi” başlığını taşımaktadır. Şeriatta ve tarikatta bilgi
edinmenin yolları anlatılmaktadır. Şeriat zahiri esas alan bir yaklaşım olarak zahiri bilgiyi
önemsemekte, tarikat ise, batını esas alan bir yaklaşım olarak batınî bilgiyi elde etmenin
yollarını aramaktadır. Bu bağlamda Gazali’nin görüşlerine yer verilmekte, B. Russel’ın
her iki bilgiyi elde eden birçok büyük insan bulunduğunu, ama en büyüklerin bu ikisini
birleştirenlerin olduğunu söyleyen ifadesi ile bölüm bitirilmektedir.
Takip eden konu “Vecd’in Psikolojisi” başlığı altında işlenmiştir. Burada tasavvuf
ehlinin elde ettiği bilgi türü olan sezgiye ulaşma yolunda bir vasıta olarak kullanılan vecd
31
hali incelenmiştir. Birçok mutasavvıf aracılığıyla bu kavramın mahiyeti üzerinde
durulmuştur.
Sekizinci başlık “Tarihi-Sosyolojik Manzara” şeklinde belirlenmiştir. Bu başlık
altında tasavvufun gelişimi tarihsel süreç içerisinde ve toplumla iç içe olacak şekilde
açıklanmaya çalışılmıştır. Ibni Teymiye’nin sufi hareketin deccalın habercisi olduğunu,
bu türlü bir sapkınlığa ceza olarak Moğol zulmünün gönderildiğini söylemesine karşılık;
daha sonraki düşünürler sosyolojik bir açıklama ile Moğolların Ortadoğu’ya gelmeleri ile
istikrarsızlaşan siyasi idareler ve karışan toplumsal düzenlerin bir sonucu olarak sufizme
sığınma söz konusu olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla Ibni Teymiye’nin aksine ikinci
hadise olan Moğol işgali, sebeplerden bir sebep ve birinci gelişme olarak görülen sufizm
ise, sonuç olmuştur. Bu tür bir sosyolojik açıklama sufizmin ilk doğduğu yıllarda da
pekâlâ açıklayıcı olmaktadır. Şöyle ki; İslam’ın son derece sıkıntılı ve zor geçen ilk on
yıllarından sonra Müslümanlar zenginleşmeye ve Emevilerle birlikte devlette lüks hayatı
teşvik etmeye başlamıştır. İslam’ın özünde zühdün önemli bir unsur olduğunu bilen
Müslümanlar kendilerini bu tür faaliyetlerin aşırı bir şekilde yapıldığı toplum içinden
tecrit etmişler ve tenhaya çekilmişlerdir. Hem bu durumu protesto etmişler ve hem de
kendilerini bu lüks hayattan korumaya çalışmışlardır. Zühd hayatı yaşayan bu sayılı
insanların tecrübeleri daha sonra sufi geleneğe bir mesnet teşkil etmiştir. Zamanla ilk
sufiler ve mutasavvıflar olarak bu zühd hayatı yaşayan Ebu Zer ve Hasan Basri gibi
kimseler gösterilmiştir. Diğer yandan Emevilerin fethettikleri yeni ülkelerde Müslüman
olan zümreler ve toplumlar gayri Müslim vergisi vermedikleri için refah düzeyleri
gerilemeye başlayan Araplar tarafından çok iyi karşılanmıyorlardı. Buna karşın yeni
Müslüman olan zümreler İslam’a tam bir sadakat ve samimiyetle bağlanmışlardı. Emevi
Araplarının lüks içindeki hayatlarını ise hiçte kabul edilebilir görmüyorlardı. İdareci
topluma karşı bu iktisadi yaklaşımın sonucu olarak bunlar da sufizme ilgi duymuşlar ve
biraz da bu sebeple tasavvufun ilk şekillendiği yerler Irak ve İran olmuştur. Aynı tarz
üzere bir başka açıklama, 9.yy.ın başlarında halifelik yapmış olan Memun döneminde
rasyonalist bir akımın başını çeken mutezile ekolünün itibar kazanması ve devlet hayatına
yön vermeye başlaması ile ilgiliydi. Bu açıklamaya göre, rasyonalistlere karşı duyulan
tepki iç tecrübeyi ön plana alan mistisizmi besleyen bir faktör olmuştu. Sosyolojik bakış
açısıyla yapılan son açıklama ise, uzak ve halkı bilgili olmayan coğrafyalara gidildikçe
32
İslam’ın ancak derin bilgi gerektirmeyen mistik yorumu vasıtasıyla kolay kabul edilebilir
olduğu şeklinde tezahür etmektedir. Tasavvuf bu yeni Müslüman kitleler için adeta bir
halk dini, mutasavvıflar da bir çeşit ‘mistik din ulu’su halini aldılar.
Bu bölümde kayda değer başka bir husus da, İslam tarihinde tasavvufun Sünni
İslam ile uzlaştırılmasının, İslam dünyasında Şiiliğin nüfuzunu kırdığı şeklinde dile
getirilmektedir. Sünni İslam ile uzlaştırılan sufi gelenek sayesinde İslam medeniyeti iki
önemli faaliyet alanını da oldukça zenginleştire imkânı bulmuştur. Bunlardan ilki şiir ve
ikincisi de musikidir.
Sekizinci ve son başlık “Günümüz ve Tasavvuf” ismini taşımaktadır. Yazar bu
başlık altında İslam’ın günümüzdeki yükselişinden ve bu yükselişin daha çok tasavvufi
bir biçimde kendini ifade ettiğinden haber vermektedir. Özellikle genç nesilde bu tür bir
ilginin yoğun olduğunu gözlemlemektedir. Bütün dünyada yaşanan bu ilginin İslam adına
en faydalı yere kanalize edilmesi gerektiği üzerinde durur ve bu yerin mistik
kazanımların tecrübe edildiği tasavvuftan çok içtihat olduğu kanaatini izhar eder.
Yazar kitabın ekler bölümünde ise, Gazali’den iki tane olmak üzere, Eflatun,
Platinus, Bayezid Bistami ve İbni Farid’den birer risaleyi alıp kitabın sonuna koymayı
uygun bulmuştur. Son 25 sahifelik bölüm bu risalelerden oluşmaktadır.
6-Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik54 : Erol Güngör’ün bu
kitabında topladığı makaleleri, 1973 yılından, kitabın basıldığı yıl olan 1982 yılına kadar
geçen on yıl süresince çeşitli dergilerde yayımlanan makalelerinden oluşmaktadır. Bu
durum kitabın sunuşunda özellikle belirtilmektedir. Aynı sunuş metninde Erol Güngör
Batılılaşma ile ilgili müstakil bir eser yazacağını belirtmiştir. Fakat böyle bir eser hiçbir
zaman ortaya çıkmamıştır. Bir proje olarak sadece zihninde kalmıştır. Erol Güngör bu
eserinde 16 makalesini toplamıştır. Bu eser dahi gerek ismiyle, gerek içine koyulan
makalelerin konusu itibariyle, daha önceki iki eserinin yani sırasıyla, “Tarih Kültür ve
Milliyetçilik” ile “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” eserlerinin devamı mahiyetindedir.
Bu üç eseri bir birinin devamı olarak görmek yanlış olmayacaktır. Erol Güngör’ün en
önemli entelektüel gündem maddeleri bu üç kitapta ele alınmıştır.
54 Kitap ilk kez 1982 yılında Ötüken yayınevinden çıkmıştır. Elimizdeki nüsha 1995 yılına ait 7. baskıdır.
33
Makalelerden ilki “Tarih Meselesi” başlığını taşımaktadır. Bu başlık altında tarih
araştırmalarının önemine işaret etmekte, toplumun kimliğini ve benliğini bulabilmesi için
doğru tarihi gerçeklerin teşhisi ve bu gerçeklerin toplum nezdinde bir anlam ifade edecek
şekilde subjektif yorumlar olarak ortaya koyulmasının gerekliliğine vurgu yapılmaktadır.
Bu çerçevede Osmanlı arşivlerinin araştırmacıların hizmetine açılmasının gerekliliğine
değinmektedir.55
İkinci başlık “Tanzimat Üzerine Birkaç Not” şeklindedir. Tanzimat’a yöneltilen
eleştirilerin tutarlılığı üzerinde durmaktadır. Bu konuda detaylı araştırmalara ihtiyaç
duyulduğunu ve tarihçilerin de ‘kahrolsun’ ve ‘yaşasın’ gibi sloganları terk etmelerinin
gerekliliğini belirtir.
Üçüncü makale “Ufkumuzda Bir Aydınlık” başlığını taşımaktadır. Burada önce
Max Weber ile Karl Marx’ın bir birine zıt olan görüşlerine değinir ve sonra ülkemizde
Weber’in bir temsilcisi sayılabilecek sosyolog ve iktisatçılarımızdan biri olan Sabri
Ülgener’i ve eserlerini tanıtır.
Dördüncü makale “Türkiye’de Sosyal İlimler” başlığı altında sosyoloji ilminin
ülkemizdeki gelişimini anlatmaktadır. Bu çerçevede Prens Sabahattin’den, Ziya
Gökalp’ten ve kısaca Mehmet İzzet’ten bahseder. Cumhuriyet idaresi, memleketi savaşa
sokarak perişan etmekle suçladığı İttihat ve Terakki’de yönetici olan Ziya Gökalp’ı diğer
İttihatçıların aksine sahiplenmiştir. Neden mesela Prens Sabahattin değil de Ziya Gökalp
el üstünde tutulmuştur. Bu noktada Erol Güngör her ikisinin görüşlerini açıklayarak ipucu
verir. Prens Sabahattin sosyoloji ekolünde Le Play ve Demolins’e, Ziya Gökalp ise
Durkhaim’e dayanıyordu. Dolayısıyla Prens Sabahattin âdemi merkeziyetçi ve liberal bir
görüş sahibi iken; Gökalp, Durkhaim’den esinlenerek, onun kadar olmasa da kolektif
şuuru önemsiyor, bunu millet yapısı olarak tespit ediyordu. Diğer yandan Gökalp İttihatçı
olduğu zamanlarda da Türkçü idi ve Prens Sabahattin’in en azından açık olarak böyle bir
ideolojisi yoktu. Erol Güngör’ün diğer sosyolog Mehmed İzzet için söyledikleri ise son
derece kayda değer ve enteresandır: “Mehmed İzzet’in adı çok geçen Milliyet
Nazariyeleri ve Milli Hayat adlı kitabı klasik milliyet nazariyelerinin tahlil ve tenkidinden
sonra yazarın bir-iki sahifelik gayet müphem, sosyolojiden çok süslü nesir örneği
55 Erol Göngör’ün vefatından birkaç yıl sonra Başbakanlık Osmanlı Arşivleri tarihçilerin ve araştırmacıların hizmetine sunulmak üzere kamuya açık hale getirilmiştir.
34
olabilecek görüşlerinden ibarettir.” Daha sonra Hilmi Ziya Ülken’i de bir felsefeci
olmasına rağmen sosyoloji ilmine hariçten yaptığı katkıları nedeniyle hayırla yâd eder.
Son olarak belli bir ekol ve doktrin takip etmeksizin sosyoloji ilmini Türk toplumunun
sorunlarına uygulamaya çalışan ve bu uğurda epey çalışma yapan Ziyaeddin Fahri
Fındıkoğlu’ndan takdir duygularıyla bahseder. Diğer üniversitelerdeki sosyoloji
bölümlerinden ve sosyal bilimlerin durumundan bahsederek makaleyi bitirir. Sonuç
olarak Türkiye’de sosyal bilimlere gereken siyasi desteğin verilmediğinden şikâyet eder.
Beşinci makale “Düşünce ve Kültür Buhranımız ve Türk Dili” başlığı
taşımaktadır. Bu makalede dilde tasfiyeciliği konu edinmiştir. Özellikle bazı bilimsel
terimlerin yabancısı yerine Türkçesini bulmak gerekirken, tasfiyecilerin, zaten var olan
ve kullanılan tatil, şart, hürriyet, kuvvet gibi kelimeleri Türkçe kökten gelmemektedir
diye atıp bunların yerine dinlence, koşul, özgürlük ve erk gibi garip kelimeler üretmekle
meşgul olduklarından bahsedilir. Erol Güngör, kendisi gibi milliyetçi münevverlerin dil
tasfiyeciliği nedeniyle eski kültür birikimlerini yeni nesillerin okuyamaz olduğundan
şikâyetçi olduklarını belirtirken; tasfiyecilerin ise, tam da bu durumdan hoşnut
olduklarından bahseder. Zira yeni bir devlet kurulup, yeni bir medeniyete girilmekte
olduğuna göre, eski ile bağlantıyı devam ettiren her şeyin de bertaraf edilmesi gerektiği
gibi bir anlayışa sahip olunduğunu belirtir. Son olarak Erol Güngör’ün kanaatine göre,
Cumhuriyet devrindeki tasfiyecilikten itibaren gelen her yeni neslin öncekinden daha sığ
düşünce yapısı ve bilimsel birikime sahip olmasının sebebi tam da bu dilde tasfiyecilik
olayıdır. Eskilerin daha iyi olmalarının sebebi de iyi bir dili iyi bir şekilde bilmeleri ve bu
dilin köklü kültüründen istifade etmiş bulunmalarıdır.
Takip eden makale “Milli Eğitimimizde Eğitici ve Öğretici Olarak İnsan”
başlığını taşımakta ve öğretmenlerden, eğitimcilerden, medreselerden, Köy
Enstitülerinden ve Milli Eğitim Bakanlığının faaliyetlerinden bahsetmektedir. Makalenin
son cümlesi olarak belirsizliklerden şikâyetle şöyle denmektedir: “Bir ülkede milli
eğitimin esasları bir devlet politikası halinde tesbit edilmedikçe, öğretmen karanlık
orman içinde yol bulmaya çalışan bir insan olmaktan kurtulamayacaktır.”
Yedinci makale de önceki gibi Türkiye’nin eğitim meselelerini konu edinmekte
ve “Eğitim Dedikleri” başlığını taşımaktadır. O yıllarda yapılan bir Milli Eğitim
Şurasının kararları vesilesiyle kaleme alınan yazıda ilk, orta ve lise dengi okulların
35
sorunları konu edilmektedir. Bir de ironi yapılmıştır. Devletin Anadolu Lisesi dediği
liselerde genellikle üst tabakanın çocukları okumakta ve bu liselerde yabancı dille eğitim
verilmektedir. Eğitim kalitesi bakımından bunlardan sonra gelen normal devlet liseleri ise
hem daha yaygın ve hem de Türkçe eğitim vermektedir. Asıl Anadolu Lisesi denmesi
gerekenlerin bunlar olduğu belirtilmektedir.
Sekizinci makale yine eğitimle ilişkili olarak “Vicdan Hürriyeti, Kadın Hakları
Vesaire” başlığı altında üniversitelerdeki kılık kıyafet yani başörtüsü sorununu
işlemektedir. Bu anlamda bir hürriyet uygulamasının Batı’da bizden çok daha ileri
olmasını içine sindiremeyen Erol Güngör şöyle der: “Bir Türk’ün yabancı ülkelerde
gördüğü hürriyet karşısında hayrete düşmesi esef vericidir. Çünkü bizim bugün örnek
aldığımız ülkelerde vicdan hürriyeti vaktiyle Türkiye örnek alınarak yerleşmişti.
Dünyanın her tarafından, özellikle Avrupa’dan her cins ve mezhebe mensup insan
Türkiye’ye gelerek huzur bulurdu; çünkü yine onların söylediklerine göre, Türklerin
ülkesinde Allah’a ve padişaha karşı çirkin sözler söylememek şartıyla her türlü inanç ve
ibadet serbestti.” Kısaca vicdan hürriyetine de değinen Güngör: “Vicdan hürriyeti
herkesin vicdanına ait şeylerin yine vicdanında kalması demek olsaydı o zaman buna
hürriyet değil, esaret demek gerekirdi” diyerek, vicdan hürriyetinden maksadın,
başkasının haklarına zarar vermeksizin ifade ve davaranma hürriyeti olduğuna işaret
etmektedir.
Dokuzuncu makale eğitimle ilgili son makaledir ve “Din Eğitimi” başlığını
taşımaktadır. Din eğitiminin ilköğretimde verilmesini yeterli bulmayıp yüksek öğretime
doğru yaygınlaştırılması gerektiğini bildirir. Fizik, matematik, sosyoloji gibi dini bilgiyi
öğrenmenin de hemen her okulda ve bölümde gerekli olduğuna işaret eder.
Onuncu makale “Ordu ve Politika” başlığı altında Türkiye’de ordunun siyaset
üzerindeki etkilerinden bahsetmektedir. 1960 ihtilalinden itibaren Türkiye’de ordunun
fikrinin hemen her konuda önem kazandığını ama aslında siyaset üzerindeki
belirleyiciliğinin yeni olmadığı, zira Cumhuriyeti kuranların dahi bu kurum içinden
çıkmış kimseler olduklarını belirtilmektedir. Bununla beraber ordu mensuplarının da bu
milletin evlatları oldukları dile getirilmekte, hiçbir ihtilal sonrasında ordu mensupları
askeri bir idare kurmayı düşünmedikleri belirtilmekte ve son olarak millet ne
düşünüyorsa her konuda ordunun da onu düşüneceğini vurgulanmaktadır.
36
Takip eden makale “Cumhuriyet Devrinde Türkiye’de Kültür Politikası” başlığını
taşımaktadır. Erol Güngör bu dönemi birkaç kısma ayırır. Buna göre 1923 ile 1938
arasında milli kültür politikalarının iki önemli kaynağı vardır. Bunlardan biri milliyetçilik
ve diğeri de Batıcılıktır. Bu dönem kendine has trajikomik uygulamalarla doludur. Dine
karşı bir duruş vardır ve bunun kaynağı kimsenin kaynağından okuyup öğrenme gereği
duymadığı pozitivizmdir. Latin harfleri kabul edilmiş ama Atay’ın aktarmasıyla, Milli
Eğitim Bakanı Necati Bey bu harfleri ölene kadar öğrenememiştir. Türk musikisi
radyodan kaldırılmış, devlet desteği kesilmiş, daha sonra Atatürk’ün şahsi zevki gereği
radyoda yeniden Türk müziği yayını yapılmaya başlanmıştır. Yine bu dönemde Güneş
Dil Teorisi üretilmiş, Türklerin en eski medeniyetleri kuran milletlerden olduğu
iddiasıyla Hititlerin ve Sümerlerin de Türk olduğu tezi gündeme gelmiştir. Yazara göre
bu dönemden bize kalan sadece Etibank, Sümerbank ve Ankara’nın ortasındaki Hitit
Güneşi anıtı olmuştur. 1938–1946 yılları arasında kültür politikalarının Batıcılık vasfı
açık bir şekilde ön plana çıkmış, milliyetçilik bastırılmaya hatta cezalandırılmaya
başlanmıştır. Bu dönemin sonundan 1950’ye kadar milli ve manevi değerlere önem
verme anlamında ufak da olsa bir düzelme görülmüştür. 1950’den 1960 ihtilaline kadar
geçen on yılda plansız ve gelişigüzel bir şekilde olmakla birlikte kültür politikalarında
düzelme yaşandığı belirtilir. İhtilal hükümeti zamanında Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü gibi daha birkaç milli kurumun kurulmuş olmasını kültür adına çok önemli
bulur. Bununla beraber asıl gelişme 1965’ten sonra yaşanmıştır. Kültür politikaları belli
program dâhilinde, belli prensiplere bağlanmıştır. Bu dönemde başlamış ve daha sonra
her hükümetin kendi politikasına göre şekil almış da olsa, bin temel eser projesinden
önemle bahsedilir. Nihayet günümüzde Türk milliyetçiliği fikrinin artık ‘yaşasın’ ve
‘kahrolsun’ sloganları etrafında toplanan bir duygu yığını olmadığı, bunun da ümit verici
olduğu tespiti ile makaleye son verilir.
Bir sonraki makale “Elli Yılın Çocukları” başlığını taşımaktadır. Bu makale
Cumhuriyet’in kuruluşunun ellinci yıldönümüne denk gelen 1973 yılında kaleme
alınmıştır. Dünyada çocuk bayramı olan tek ülkenin Türkiye olduğu belirtilir ve her yeni
devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin de çocuklara özel bir önem verdiği anlatılır. Zira her
yeni sistemin eski düzeni unutturmak için yeni kuşaklara dayanmak zorunda olduğu
37
belirtilir. Bu anlamda Türkiye’de de çocuklara özel bir önem verilmeye çalışıldığı
belirtilmektedir.
On üçüncü makale “Taşer’in En Büyük Hizmeti” başlığını taşımaktadır. Önce
Türkiye’de gençlik hareketlerinin tarihçesine değinen Erol Güngör, derli toplu ilk gençlik
hareketinin II. Meşrutiyetle başladığını belirtir. Daha sonra 1944 milliyetçilik
hareketlerine, Demokrat Parti döneminde faaliyet gösteren ve nihayet bunlar tarafından
siyasi bir hedefe yönelir kaygısıyla kapatılan Türk Milliyetçiler Derneği’nin önemsediği
çalışmalarına ve nihayet sürgün sonrası Türkiye’ye dönen Dündar Taşer’in gençlikle
ilgili önemli çalışmalarına değinir. Bu çalışmaların çok uzun vadeli etkilerinin olacağını
düşünür ve aynı çalışmaların Türkiye için çok büyük bir hizmet olduğunu vurgular. Ona
göre Dündar Taşer, gençliği çatışma ortamından uzak tutup, birlik beraberlik içinde fikir
sahibi olmaya ve fikir üretmeye yöneltmiştir. Erol Güngör, Taşer’in gençlik arasında bir
manevi yapı kurduğunu ve bu yapının da her türlü maddi oluşumdan önemli olduğunu
tespit eder.
Sonraki makale yine Taşer üzerinedir. “Taşer’in Aydınlattığı Dünya” başlığını
taşır. Bu makalede Taşer’in gençliğe bitmez tükenmez enerjiyle bıkıp usanmadan yaptığı
sohbetlerde Türk tarihine ışık tutuğu anlatılmaktadır. Türk gençliğinin Batılılara
benzemese de, ki doğrusu budur, Türk milletinin tarihte önemli bir millet ve büyük bir
medeniyet sahibi olduğunu anlatmış ve bu gençlere milletleri hakkında özgüvene sahip
olmalarını sağlamıştır. Taşer Türk gençlerine bir Batılı gözüyle değil, bir Türk gözüyle
bakmasını öğretmiştir. Dolayısıyla birinci halin sonucu olan Türk’ün kendisiyle savaşının
yanlış bir bakış açısının sonucu olduğunu öğretmiştir. Türk gençleri onun sayesinde kendi
medeniyetlerine kendi gözleri ile bakma ufkuna kavuşmuşlardır. Türk tarihi ve Türk
medeniyeti kendi şartları içinde ve kendi ürettikleriyle başlı başına bir kıymettir.
Medeniyet, Batı tarzı bir gelişmeden ibaret değildir.
On beşinci makale “Milliyetçiler Arasında Birlik Meselesi” başlığını taşımakta ve
önce kısa bir milliyetçilik tarihi girişi yapmaktadır. Buna göre bu fikri sistemli bir şekilde
Gökalp ile başlatmakta ve zaman içerisinde ikiye ayırmaktadır. Rıza Nur öncülüğünde
Türkçü akım, Nurettin Topçu ve arkadaşlarının savunduğu Anadolucu akım. Irk esasına
dayalı bir millet tanımını kabul etmeyen ve Turancılığı öncelikli bir ideal olarak
benimsemeyen Anadolucu akımı Gökalp’a daha yakın ve daha gerçekçi bulur.
38
Milliyetçiliğin bir birlik hareketi olduğu ve birleştirici olması gerektiği vurgulanarak,
ortak noktalarda beraber hareket eden milliyetçilerin teferruatta farlı düşünmelerinin
müsamaha ile karşılanması gerektiğini belirtmiştir. Zira her konuda beraber hareket
etmek ancak küçük gurupların başarabileceği bir iştir. Milliyetçiler ise, bütün Türkiye’ye
hitabeden büyük bir camiadır.
Kitaptaki on altıncı ve son makale “Yabancı Kültür Karşısında Milli Kültür”
başlığını taşımaktadır. Erol Güngör ileride de görüleceği üzere, Kültür ve Medeniyeti
Ziya Gökalp’tan farklı tanımladığı için, yabancı kültür ve yerli kültür diye tamamen bir
birbirine uzak iki kültür bulmanın zor alacağını düşünür. Her ne kadar kültür ve
medeniyet ile ilgili çok sistemli bir tanım yapmamış da olsa, Gökalp’ın tanımını
sorgulayarak ve yer yer kendi tanımı hakkında bilgi vererek bu konuda kendi yaklaşımını
ortaya koyar. Ona göre kültür ve medeniyet Ziya Gökalp’ın anladığının tam tersi iki
konuma işaret etmektedir. Kültür, Gökalp’ın anladığının aksine manevi kıymetler değil,
tam tersi maddi kıymetler ve bunlar etrafında oluşan anlayışlar olduğu için, kültürün bir
başka kültüre tamamen yabancı kalması düşünülemez. Her ne kadar kültür bir geleneğe
ve istikrara sahip, temel karakteri süreklilik ise de, tali ve arızi özelliği de değişmedir,
bunun içinde gelişmedir. Kültür değişerek gelişir ve yoluna devam eder. “Teknoloji
kültürün temel vasıtasıdır, bu bakımdan ileri bir kültür ileri bir teknolojiden uzak
kalamaz.” Bu nedenle milli kültürün geliştirilmesi adına teknolojik olarak ileri konumda
bulunan Batı ile temasların kesilmesi değil, artırılarak devam ettirilmesi gerekir. Bu
temaslar seçici davranıldığı sürece Türk kültürünü geliştirici etki gösterecektir. Milli
kültürün yaygınlaşabilmesi onun teknolojik taşıyıcılara sahip olmasına bağlıdır.
Dolayısıyla teknolojik taşıyıcılardan istifade edemeyen bir Türk milli kültürü bu
memleketin her tarafına yayılma istidadını da kaybedecektir. Makalenin son paragrafında
yine eğitime ve insan unsuruna vurgu yapar. Kültürün en nihayetinde gelip dayanacağı
unsur, eğitilmiş nitelikli insan unsurudur. Diğer hepsi ancak bunun varlığında kültüre
daha fazlasını katabilecektir.
39
6-Sosyal Meseleler ve Aydınlar56 : Bu kitap, Erol Güngör’ün 1950’lerin
sonlarından başlamak üzere, 1983’te vefatına kadar geçen yaklaşık yirmi yıllık süre
zarfında, Ortadoğu ve Millet gazetesi hariç, Yol, Töre, Türk Yurdu, Türk Edebiyatı, Milli
Kültür, Hisar, Yeni Sözcü ve Yeni Düşünce gibi çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlattığı
yazılarının ve kendisiyle yapılan mülakatların bir araya getirilmesiyle vücut bulmuştur.
Kendisiyle yapılan ve kitaba koyulan dokuz mülakattan ayrı olarak, makaleler ilki “Milli
Kültür Meselelerimiz”, ikincisi “Edebiyata Bakış” ve üçüncüsü “Meselelerimiz ve
Aydınlar” başlıkları altında toplanmıştır. İlkinde on iki, ikincisinde yirmi ve üçüncüsünde
kırk üç olmak üzere toplam altmış beş makale ve günlük gazete yazısına yer verilmiştir.
7-Tarihte Türkler57 : Kitap Erol Güngör’ün vefatından beş yıl sonra
basılabilmiştir. Zira Erol Güngör bu kitaba bitti gözüyle bakmamıştır. Muhtemelen sosyal
tahlilleri içeren bir bölüm daha ilave edecekti. Fakat bunun için zamanı olmadı. Kitap
hali hazırda üç bölümden oluşur. İlk bölüm “İslamiyet’ten Önceki Türkler”i incelemekte,
ikinci bölüm “İslamiyet ve Türkler” başlığını taşımakta, üçüncü bölüm ise, “Devlet-i
Aliye-i Osmaniyye” başlığı altında işlenmektedir. Özellikle bu son bölüm, Mehmet Reşat
dönemine kadar yazılabilmiş, siyasi tarih niteliğindedir. Ne Cumhuriyete geçiş ne
Cumhuriyet dönemi yazılabilmiş ve ne de Osmanlı’dan itibaren bu dönemlerle ilgili
sosyal çözümlemeler yapılabilmiştir. Bununla beraber Türk tarihini bir bütün olarak ele
alıp, akıcı bir şekilde anlatan kıymetli bir eserdir. Özellikle tarih ihtisası yapmayan farklı
bölümlerden genç öğrencilere ve meraklılarına faydalı olabilecek ideal bir çalışmadır.
8-Değerler Psikolojisi : Erol Güngör’ün Profesörlük tezi olan bu çalışma kitap
olarak ilk kez 1993 yılında Amsterdam’da Hollanda Türk Akademisyenler Birliği Vakfı
Yayınları tarafından basılmıştır. Değerler Psikolojisi sahasında teorik ve uygulamalı
olmak üzere iki bölümden oluşan eser, ahlaki değerlerle ilgili teorileri ve araştırması bir
buçuk yıl süren uygulama sonuçlarını içermektedir.
56 Ötüken Yayınevi editörlüğünde oluşturulup, ilk baskısı 1993’te yapılan kitabın elimizdeki nüshası 1994’te basılan 2. baskısıdır. 57 Kitap ilk kez Ötüken Yayınevinden 1998’de çıkmıştır. Elimizdeki nüsha 1995 tarihli 6. baskıdır.
40
9-Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak : Erol Güngör’ün doçentlik yıllarına denk
gelen 1973 ve 1974 yıllarında yaptığı yayımlanmamış iki ayrı eserinin birleştirilmesinden
meydana gelmiştir. Bu eser, Erol Güngör’ün Emin Işık, Yaşar Erol, Ahmet Tekin, Sabri
Özbaydar ve Ayhan Songar ile beraber yazdıkları “Ahlak” ve “Psikoloji” lise ders
kitaplarına yaptığı katkıların geliştirilmiş hali olmalıdır. Kitap ilk kez 1995 yılında
Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanmıştır.
10-Şahıslararası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü: Erol Güngör’ün 1970
yılında doçentlik tezi olarak yaptığı bu çalışma, özet olarak o yıllarda bölüm dergisinde
yayımlanmış, eserin tamamı ise, aynı isim altında, ilk kez Ötüken Neşriyat tarafından
1998 yılında basılmıştır.
B) Tercüme Eserler
1-Sosyal Psikoloji: Nazariye ve Problemler: Erol Güngör’ün David Krech ve
Richard S. Crutchfield’den yaptığı, ilk kez 1965 yılında Baha Matbaasında basılan eser
onun ilk tercümesi olma hüviyetini taşımaktadır. Lisede yabancı dili Fransızca olan Erol
Güngör, Hocası Mümtaz Tuhan’ın yönlendirmesi ile İngilizce öğrenmeye başlamış ve on
yıl geçmeden bu dilden ilk tercümesini yapmıştır. Eser daha sonra 1970 ve 1980’de
yeniden basılmıştır.
2- Yirminci Asrın Manası: Erol Güngör’ün, Kennet Boulding’ten yaptığı bu
tercümenin ilk baskısı 1969 yılında Milli Eğitim Yayınlarından çıkmıştır. Eser dünyanın
ulaştığı teknoloji seviyesine hangi bilim ve kültür birikimi sayesinde geldiğini, bu
teknolojinin ne tür sorunlar ürettiğini, bunlara karşı çözüm yollarının neler olabileceğini
anlatır.
3-İktisadi Gelişmenin Merhaleleri: Erol Güngör’ün üçüncü tercüme eseridir. W.
Whitman Rostow’dan yaptığı bu çeviri ilk kez 1970 yılında Milli Eğitim Bakanlığı
tarafından basılmıştır. Kalem Matbaası 1980’de kitabı ikinci defa basmıştır. Eser iktisadi
41
gelişmenin merhalelerini sıralamakta, uluslar arası çatışmaların iktisadi sebeplerine
inmekte ve son olarak, Marksizmin iktisadi bir eleştirisini yapmaktadır.
4-Sanayileşmenin Kültür Temelleri: Erol Güngör’ün John U. Neff’ten yaptığı
bu tercüme eser, kendisinin dördüncü çeviri çalışmasıdır. İlk kez 1971 yılında Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından basılmıştır. İkinci baskısı 1980 yılında Kalem Matbaası
tarafından yapılmıştır. Eser, sınaî alanda dünyanın yaşadığı ilerlemelerin sırf iktisadi
yaklaşımla ortaya koyulamayacağını açıklamakta, bunun için kültürel kökenlerin de
incelenmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
5-Sınıf Mücadelesi: Raymond Aron’dan yaptığı bu tercüme ilk kez 1973 yılında
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılmıştır. İkinci baskısı ise, Dergâh Yayınevinden
çıkmıştır. Raymond Aron bu kitabında Sovyet ve Batı tipi toplumları temelde Marks ve
Tocqueville’in bakışını esas alarak inceler.
6-Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme: Paul Hazard’dan yaptığı bu tercüme
kendisinin altıncı ve aynı yıl içerisinde yayımlanan ikinci tercüme çalışmasıdır. İlk kez
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1973 yılında basılmıştır. İkinci baskısı ise, Tur
Yayınlarından tam metin olarak 1981 yılında yapılmıştır. Fransız tarihçi Paul Hazard, bu
eserinde 1680 – 1715 tarihleri arasında Avrupa’nın geçirmiş olduğu bilimsel, fikri
dönüşümü inceleyip, kilisenin toplum ve devlet nezdinde erimekte olan saygınlığını ele
alır.
7-Dünyayı Değiştiren Kitaplar: Erol Güngör’ün yedinci tercümesi olan bu
çalışma, Robert B. Downs’tan yapılmıştır. İlk baskısı 1980 yılında Tur Yayınlarından
yapılan kitap, daha sonra Ötüken Yayınlarından da tekrar basılmış bulunmaktadır. Yazar
bu kitapta, Machiavelli’in Hükümdar, Karl Marks’ın Kapital, Adolf Hitler’in Kavgam ve
Darwin’in Türlerin Kökeni gibi dünya toplumları üzerinde küresel bir etkiye sahip olmuş
kitaplardan on altı tanesini ele almakta ve incelemektedir.
Erol Güngör’ün vefatından önce Karl Manhiem’dan bir çeviri yaptığı, fakat bunu
bitiremediği bilinmektedir. Benzer şekilde, 1983 yılında Erol Güngör’ün Selçuk
42
Üniversitesinde yüksek lisans talebesi ve asistanı olan Vedat Bilgin, Hocanın,
Sorokin’den “Çağımızın Bunalımı” isimli bir kitap çevirdiğini, bunu bizzat görüp
müsveddelerinden okuduğunu söylemektedir ki, bu kitap da basılmış değildir. Başına ne
geldiğini de kimse bilmemektedir.58
C) Süreli Yayınlardaki Yazıları: Daha önce de değinildiği üzere, Erol Güngör,
1960’ların ilklerinde başlayan düzenli yazın faaliyeti çerçevesinde, çeşitli dergi, gazete ve
benzeri süreli yayınlarda yazılar yazmıştır. Bu süreli yayınların tamamı şöyle sıralanır:
Yol, Töre, Türk Yurdu, Türk Edebiyatı, Toprak, Diriliş, Düşünen Adam, Millet, Milli
Kültür, Ortadoğu, Hamle, Hisar, Yeni Sözcü, Ayrıntılı Haber, Yeni İstanbul ve Yeni
Düşünce. Bu süreli yayınlardaki yazılardan Millet ve Ortadoğu gazetesinde yayınlanan
günlük yazıları ve bulunamayan birkaç makale hariç, bütün hepsi Ötüken Neşriyatın
hazırladığı “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” isimli kitapta bir araya toplanmıştır. Erol
Güngör’ün, müstear isimle de olsa, düzenli olarak yazı verdiği ilk süreli yayın
muhtemelen Tarık Buğranın çıkardığı Yol mecmuasıdır. En uzun süre ile yazdığı ve
başyazar olduğu Ortadoğu Gazetesi’nde 5 Nisan 1974’yılında yazmaya başlamış, 17
Şubat 1977’yılında bu yazılara son vermiştir. Yaklaşık üç yıllık bu süre içerisinde hemen
her gün yazmıştır. Dolayısıyla yaklaşık bin kadar yazı da burada vardır. Haliyle bunların
bir kısmı başyazı olarak gayet kısa, yüzeysel, güncel ve siyasi mesaj içeriklidir. Ama en
az başyazı kadar da makalesi vardır. Zira Erol Güngör bazı günler gazeteye hem başyazı
yazmış hem makale koymuştur.59 Millet Gazetesinde ne kadar süre yazı yazdığı ile ilgili
kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır. Bununla beraber kısa bir zaman aralığında gerçekleştiği
kesindir.
TEMEL KONULAR ÜZERİNDEKİ FİKİRLERİ
1-Tarihe Bakışı: Erol Güngör için tarih, milleti belirleyen kültürün oluşarak
geldiği yer olduğu ve milleti geleceğe taşıyacak vasıtanın da kültür olması münasebeti
bakımından, tarih bir milletin aynı zamanda hem geçmişi ve hem de geleceğidir. Gelecek,
58 Vedat Bilgin, “Bir Düşünür Olarak Erol Güngör’ün Dünyası”, Erol Güngör, s. 131. 59 Murat Yılmaz, Erol Güngör, s.374-382.
43
ancak geçmişi olana, bunu bilene ve hissedene aittir. Tarih bir milletin geçmişi olduğu
gibi, büyük ölçüde bugünü ve geleceğidir. Dolayısıyla tarih bilgisi ve tarih şuuru Erol
Güngör için en önemli konulardan biri olmuştur. Entelektüel gündemi her zaman tarihle
iç içedir. Onun tarihe bakışı ile ilgili temel görüşleri şöyledir:
“Bugün dilimiz ve dinimiz yanında sosyal hayatımızı idare eden çok şeylerin –örf
ve adetler, merasimler, oyunlar, destanlar vs.- bize çok eskiden miras kaldığını
gösterebiliriz. Kısacası, milletin tarih ile daima objektif bir münasebet içinde bulunduğu
muhakkaktır. Başka milletlerin hayatında da, hepsi aynı derecede eski olmasa bile, hep
böyle bir geçmişi vardır. Fakat tarihin millet için asıl büyük önemi subjektif manadadır.
Bir milletin insanları çok eskilere dayanan ortak bir tarih içinden gelmiş olmasalar bile,
kendilerini ortak bir tarihe sahip görebilirler veya gerçekten eski bir tarihi birlikte
yaşamış guruplar kendilerini birbirlerinden ayrı sayabilirler. Biz bu ikinci manada millet-
tarih ilişkisine “tarih şuuru” diyoruz. Tarih şuuru, millet fertlerinin kendi tarihleri
hakkındaki düşünceleridir. Bu düşünce bazen gerçek tarihe uygun olabilir, bazen
olmayabilir. Fakat millet fertlerinin milli şuur sahibi olmaları gerçek tarih ortaklığından
daha çok bu tarih şuurunun herkeste veya büyük çoğunlukta bulunmasıdır. Bu yüzden
tarih şuuru tarih birliğinden ve eskiliğinden daha önemlidir.”60
“Objektif araştırmaların yapılması, sübjektif ideolojik tarih yorumlarını hiçbir
zaman önlemez. Her zaman için bu araştırmaların şu veya bu neticesine kendileri
açısından yorumlayacak şahıslar veya gruplar çıkacaktır. Böyle bir sübjektiflikten hiçbir
zaman kaçınamayacağız; bunun her zaman için zararlı olduğunu söylemek de belki doğru
değildir. Zira tarih objektif olayların ortaya çıkarılması şeklinde ele alındığında bizim
hiçbir işimize yaramaz; esasen objektif olgular, pek az istisnasiyle, her zaman
meydandadır. Tarihten asıl kastedilen şey bu olguların bir mana ifade edecek şekilde
yorumlanmasıdır. Bu yorumların birbirinden farklı olması kadar tabii bir şey yoktur.”61
2-Osmanlı’ya Bakışı: Erol Güngör, müslim, gayrimüslim her etnik topluluğun
Osmanlıya isyan edip, ayrılmaya çalıştığı son dönem Osmanlı münevverlerinin Türkçü
fikirlerle motive olmuş hallerinin ürünü olarak ortaya çıkan ‘yaşasın’ ve ‘kahrolsun’
60 Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994, s.79. 61 Güngör, Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995, s. 14.
44
kalıplarının içine sıkışmış Osmanlı değerlendirmelerinin ötesinde, doğru ve insaflı bir
yaklaşım sergileme gayretinin içinde olmuştur. Bu hususta belli başlı görüşleri şöyledir:
“Türk milleti bu uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini
birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları
bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Kurduğumuz
bütün devletler Beethoven’ın ilk sekiz senfonisi gibi hepsi birbirinden güzel eserler
olmuştur; fakat Dokuzuncu senfoniyi dinleyen bir insan nasıl bütün diğerlerinin müzik
tarihindeki en büyük eser için hazırlık gibi olduğu intibaını alırsa, Osmanlı
İmparatorluğunu anlayan bir insan da bizim bütün devletlerimizin bu imparatorluk
istikametinde birer ön çalışma gibi olduğunu görecektir. Teşkilatçılık, idarecilik,
hâkimiyet duygusu, adalet ve şefkat, vekar, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevi
derinlik gibi kültürümüzün bütün mümeyyiz vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar
işlenmiş ve geliştirilmiş değildir. Dünyada yazılmış bütün seyahatnamelerde bütün
milletlerin karakterleri hakkında yazılanları gözden geçirin, Osmanlı Türk’ü kadar
övülmüş bir millet bulamazsınız. Bu övgüye katılmayan tek millet Osmanlı Türk’ünün
kendisidir.”62
“Önce şu doğu medeniyeti sözünü ele alalım. İslam âlemi üzerinde Türk
medeniyetinin kurulmasıyla birlikte bu medeniyeti –İslam veya Doğu- Türkler temsil
ettikleri ve diğer İslam kavimleri ona hiçbir ciddi katkıda bulunmadıkları için ortada
sadece Türk medeniyeti ve onun en gelişmiş örneği olan Osmanlı medeniyeti mevcuttur.
İkincisi, bu medeniyetin kaynakları ile halk kültürünün kaynakları arasında bir fark
yoktur. Onyedinci yüzyılda Osmanlı ülkesini köy ve kasabalarına kadar baştanbaşa
dolaşmış olan Evliya Çelebi’de de açıkça görüleceği gibi, Türkler halkı ve münevverleri
ile birlikte mütecanis, ahenkli ve son derece yaygın bir kültür meydana getirmişlerdir.
Her şeyden önce bu kültürün temel kıymetleri hem halk hem de idareci ve münevver üst
tabaka tarafından paylaşılmaktadır. Herkes aynı Tanrıya kulluk eder, aynı peygamberin
yolunda gider, aynı devlete hizmet eder, aynı dili konuşur, aynı hayat felsefesine, aynı
ideallere sahiptir; dostları ve düşmanları aynıdır. Bu milletin ilim ve terbiye müesseseleri
olan medreseler ve tekkeler sadece İstanbul’da Osmanlı münevverini veya Anadolu’da
Türk halkını yetiştiren yerler değildir. Her iki müessese de memleketin en ücra köşelerine
62 Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995, s. 78-79.
45
kadar her yerde kurulmuş ve göçebe Türk aşiretlerinden toprağa bağlı bir millet meydana
getirmekte en büyük rolü oynamıştır. Erzincanlı demirci ile İstanbul’daki sultan aynı
tarikatın mensubudurlar; Van medresesindeki köylü çocuğu ile İstanbul’daki şeyhülislam
aynı tip tahsilden geçerler ve köylü çocuğu bir gün İstanbul’a gelip Şeyhülislam olur.
İstanbul’un taşradan farkı bu kültür müesseselerinin en kalitelilerine sahip oluşudur. Bu
yüzdendir ki taşradaki bütün parlak zekâlı ve eli kalem tutan halk çocuklarının idealinde
İstanbul’a gelmek ve oradaki üstatlardan feyz almak vardır. Müslüman Türk devletleri
arasında idarecileriyle halkı aynı dili, yani Türkçeyi konuşan ve kullanan tek devlet de
Osmanlı devleti olmuştur. Aslı Türk olmayanları bile Türkleştiren Osmanlı kültürünün
Türklere yabancı saymak kolay anlaşılır şey değildir.”63
“…İslam tarihinde Dört Halife devrinden sonra İslam’a Osmanlı sultanları kadar
bağlı hiçbir hanedan görülmüş değildir.”64
3-Batılılaşma ve Modernleşme: Erol Güngör Batılılaşma ile Modernleşmeyi
birbirinden ayrı tutar ve ayrı anlar. Görüşlerini de bu algılama bağlamında ortaya koyar.
Ona göre “Modernleşme ile Batılı olma basit bir kelime farkından ibaret değildir,
tamamen değişik dünya görüşlerini ifade eden kavramlardır.”65 Batılılaşmayı
Avrupalılaşma yani her bakımdan Avrupalılara benzeme olarak anlarken;
Modernleşmeyi, Avrupalıların geliştirdikleri ortak beşeri birikimleri kullanarak maddi
gelişmeyi sağlamak ve Müslüman Türk tipi bir gelişme ortaya koymak olarak düşünür.
Aksi halde Modernleşme düşüncesi de birincisi gibi anlaşılıp, kendi bakış açısından dahi
pekâlâ eleştirilebilir bir görüş konumuna düşebilirdi. Nihayetinde maddi gelişme olgusu
evrensel olsa da, Avrupa’nın maddi gelişmesi dahi kendi tarzındadır. Bunun anlamı,
Avrupa’nın maddi gelişmesinin arkaplanında kendi kültürel dinamiklerinin yattığı
gerçeğidir. Dolayısıyla Erol Güngör’ün taraftar olduğu gelişme anlamındaki
‘modernleşme’yi Türk tipi gelişme, yani maddi gelişmesi arkasında Türk kültür, ahlak ve
inançlarının bulunduğu bir gelişme olarak anlamak gerekir. Bu bağlamda Erol Güngör’ün
Batılılaşma ve Türk Modernleşmesi ile ilgili temel görüşleri şöyledir:
63 Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 83-84. 64 Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996, s. 134. 65 Güngör, Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik, s. 22.
46
“Türkiye’de modernleşme hareketleri Batı dünyasının inkişafında amil olan
hakiki medeni gelişmenin neticesi olan yaşama tarzlarını almak yoluna gittiği için, Türk
cemiyetinin medeniyet seviyesi ile manevi kıymetleri arasında büyük bir uzlaşmazlık
doğurmuştur.”66
“İlericilerin bize medeniyet diye gösterdikleri şeylere uymak için Türklük ve
Müslümanlıktan değil alelade insanlıktan da çıkmak gerekir; ama insanlara daha çok
huzur ve refah verecek bir yaşama seviyesine ulaşabilmek için Türk ve Müslüman
oluşumuz en büyük avantajımızı teşkil ediyor.”67
“Teknolojik gelişme kaçınılmazdır, daha doğrusu geriye döndürülemez; asıl
mesele teknolojik gelişmeye nasıl bir manevi gelişme ile istikamet verileceğidir. Batı da
bu istikameti bulmaya çalışmaktadır.”68
4-Milliyetçilik: Erol Güngör, içerisinde yaşadığı, mensubu bulunduğu Türk
kültürünün içerisinden yoğrularak geldiği tarihi süreci de çok iyi bilen bir Türk
münevveri olarak, bu kültürü aynı zamanda yaşatan ama bununla da yetinmeyip, ileri
kültürler olarak gördüğü Avrupa toplumlarından da uygun kültür ürünlerinin alınması
gerektiğini savunmaktadır. İşte hem kültürel kimliğine yüksek bir idrakle vakıf olmanın
ve hem de bu kültürü geliştirmek istemenin tabii bir sonucu olarak, gelişme arzusu ve
seçicilik adına milliyetçi tavrı son derece hayati görmektedir. Bu anlamda onun
milliyetçiliği millet hayatının gerilim noktalarının uzlaştırıldığı yüksek bir şuur halidir.
Milliyetçiliği birleştirici, bütünleştirici, sosyal bütünleşmeyi kolaylaştırıcı, sevdirici ve
nihayet medeniyetçi olgun bir milliyetçiliktir. Erol Güngör kültürde yenilikçi ve ilerici,
milliyetçilikte ise medeniyetçi ve kendine özgüven doludur. Bu konudaki temel görüşleri
şöyledir:
“Milliyetçilik bir dış mesele olarak göründüğü zaman yerli kültürün yabancı
kültüre –bütün sosyal meseleleri de dâhil olmak üzere- karşı çıkması şeklinde cereyan
etmektedir; bir iç mesele olduğu zaman ise asıl iş memlekette milli birliğe engel olacak
mahiyetteki kültürel, iktisadi ve sosyal farklılaşmaların asgariye indirilmesidir. Bu iki
66 Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s. 24. 67 Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s. 422. 68 Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s. 82.
47
problemi birleştirecek olursak diyebiliriz ki, milliyetçilik ilk hamlede bir milli birlik ve
tecanüsün (homojenlik) kazanılması davasıdır.”69
“Esasen milliyetçiliğin asıl gayesi memlekette halka dayanan bir rejim kurarak
Türkiye’yi modern bir milli devlet haline getirmektir. Milliyetçi bir siyasi hareket, halka
dayanarak, milli birlik ve kaynaşmaya mani olan her türlü zümre ve azınlık sultasına son
vermek üzere faaliyet göstermelidir.”70
“Milliyetçilik halka dayanan bir hareket olduğu için milli iradeye azami serbestlik
tanımak, yani demokratik olmak zorundadır. Fikir hürriyetine imkân vermeyen bir
milliyetçilik düşünülemez.”71
“Türk milliyetçileri inkılâpçılar gibi tasfiyeci ve ayırıcı olacak yerde birleştirici ve
bütünleştirici olmak zorundadır.”72
“Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka
dayanan bir siyasi hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddeder.”73
“…milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet davasıdır.”74
5-Kültür ve Medeniyet: Erol Güngör bu konuda da kavramlara gömülüp
kalmaktansa hedefe hizmet etmek ister. Bir nevi simgesel şiddet, onun ilim ahlakında
hiçbir zaman itibarlı bir yer edinememiştir. Bu konuda da bu ahlakını kesin bir şekilde
hissettirir. Kültür ve medeniyetin kesin bir tarifini yapmak için uğraşmaz. Bilir ki, bunlar
zamana, yere, bakışa, şarta göre değişebilecek, sonu olmayan uğraşlardır. Bu nedenle
sadece söylemek istediğini anlatmaya yetecek kadar kavramları tanımlamak, onun için
yeterli olmuştur. Kültür ve Medeniyet tanımı da bu tutumdan nasibini almıştır. Yer yer bu
iki kavram birbirinin yerine kullanılır. Zira yine onun anlattıklarından da anlaşıldığı gibi,
gerçek hayatta da bu iki kavramın ifade ettiği gerçeklik, bazen birbirinden ayırt
edilemeyecek kadar birbirine yaklaşır. Hatta bazı bilim adamları için böyle bir fark
yoktur bile. Bu ikisi arasında kesin bir ayrım yapma ihtiyacı ve ikisini ayrı ayrı tarif etme
sorunu Türkiye gibi gelişmekte olan, bu gelişmesine dışarıda bir yerleri model edinmek
69 Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri”, s. 110. 70 Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 60-61. 71 Güngör, Dünden Bugünden…, s. 141. 72 Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 104. 73 Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 110. 74 Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 113.
48
mecburiyetindeki ülkelerin sorunudur. Türkiye son birkaç yüzyılda dünyaya bilim, bilgi
ve teknoloji ihraç eden konumdan, dünyadan özellikle de Avrupa’dan bilim, bilgi ve
teknoloji talep eder konuma düşmüştür. Bu büyük değişiklik zihinsel dünyamızı alt üst
edecek kadar büyük sarsıntılara sebep olmuştur. Kültür, medeniyet ayrımının bir sebebi
sözkonusu zihinsel alabora sürecidir. Buna bağlı olarak diğeri ise, Türkiye’nin
gelişmesini sağlamak üzere Avrupa’dan alınacakların birbirinden koparılamayacağını,
bilakis, hepsinin alınması gerektiğini savunan Batıcı’ların fikri baskılarıdır. Ziya Gökalp,
Mümtaz Turhan bu Batıcı bakışa tutarlı cevaplar üretmeye çalıştıkları gibi, Erol Güngör
de bu çizgide çalışmalar yapmıştır. Kendisinin bu konulardaki temel fikirleri şöyledir:
“Batıda da meşhur antropoloji âlimi E. Sapir’in büyük bir vuzuhla işlemiş olduğu
yeni anlayışa göre kültür ve medeniyet birbirinden ayrı hadiseler değildir. Milli kültürler
bir medeniyetin çeşitli manzaralarından ibarettir. Milletler arasında alış-veriş konusu olan
ortak medeniyet unsurları her milletin kendi şartları içinde kendisine mahsus bir hüviyete
kavuşur ve böylece her millet medeniyeti kendi tarzında benimser. Bizim kültür
dediğimiz şey medeniyetin cemiyetlere intikal ediş tarzı veya onlarca benimsenmiş
şeklidir. Aynı kültüre mensup fertlerde ve gruplarda o kültürün değerleri nasıl birbirinin
tıpatıp benzeri olarak benimsenmiyorsa, aynı medeniyetin unsurları da çeşitli
cemiyetlerde birbirinden farklı şekil ve muhtevalar kazanmaktadır.”75
“Esasen Türk ve Müslüman olmak medeni olmakla eş manadadır.”76
TEMEL BİLİMSEL GÜNDEMİ: KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ
Erol Güngör’ün temel bilimsel gündemi kültür değişmeleri meselesidir. Bu konu
rasgele seçilmiş bir konu değildir. Geleneği olan bir konudur. Erol Güngör mazisi olan
bir meselenin bilimsel tartışmasını ‘kültür değişmeleri’ boyutunda devam ettirmiştir.
Mazisi olan bu mesele Osmanlı padişahlarından III. Selim ile başlayıp, Tanzimat ile
resmi bir hale gelen, Cumhuriyet ile en yüksek derecede tatbikat imkânı bulan
Türkiye’nin her anlamda gelişmesi ve tekrar en ileri ülke olması meselesidir. Bunun diğer
anlamı da Türkiye’nin Avrupa’yı yakalama ve geçmesi davasıdır. Bu süreçte kendisinden
75 Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 101. 76 Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s. 422.
49
istifade edilecek yer ise, yine Avrupa’nın kendisidir. Dolayısıyla bu mesele kendi içinde
zorlukları bulunan çelişkili bir meseledir. Türkiye hem tekrardan Avrupa’ya meydan
okuyabilecek bir hale gelmek istiyor hem de onun rehberliğinde bunu yapmaya çalışıyor.
Pratik zorluklarının yanında, bu çelişkili ilişki bir tutarlılık sorununu ve kimlik
problemini de gündeme getirmiştir.
Osmanlı Cihan Devleti, Avrupa’nın kendisini geride bıraktığını ilk kez savaş
meydanında ona mağlup olarak anlamak durumunda kaldı. Savaş meydanındaki geri
kalmışlık kesinleşince, savaş tekniğinde tekrar bir hamle yapıp ilerlemek zarureti belirdi.
Bu hedef için kendisinden istifade edilecek yer Avrupa idi. Bu istifade sürecini zihinsel
anlamda meşrulaştırıp bir an önce başlatmak gerekiyordu. Bunun için formül
bulunmuştu. Osmanlı âlimi bu konuda fetva vermekte gecikmedi: “Düşmanın silahı ile
silahlanmak caizdir”. Fakat müsaadeyi bununla da sınırlı tuttu. Daha sonra, geri kalmışlık
savaş meydanlarında utanç verici bir şekilde hissedilse de, bunun savaş teknikleri ile
sınırlı olmayıp, bunu da besleyen topyekûn bir sosyal sistemle ilgili olduğu anlaşıldı.
Fakat bu toplumsal sistem nasıl geliştirilecekti. Yine Avrupa’dan istifade edilecekse bu
süreç zihinsel olarak nasıl meşrulaştırılabilirdi? İşte bu durum temel bir zorluğu temsil
ediyor, büyük bir tutarsızlığı da beraberinde getiriyordu. Zira kendisinden istifade
edilmeye çalışılan yer Osmanlı Devleti’nin ne kültürü ile ne dini ile ve ne de medeniyeti
ile ortak paydaları olan bir yerdi. Üstelik siyasi ve askeri olarak en büyük rakibi
konumuna yükselmişti.
İlk kez Ziya Gökalp bu konuyu ciddi ve bütünlüklü bir şekilde bilimsel olarak ele
aldı. Ona göre, temel sorun teknolojik gelişme olduğuna göre, kimlik değiştirmeye elbette
gerek yoktur. Teknoloji daha çok medeniyet kavramının içini dolduran bir gerçekliktir. O
halde milli kimliğimizi teşkil eden milli kültürümüz aynen kalacak, teknik
eksikliklerimizi giderecek olan medeni istifadeleri Avrupa’dan kolayca yapabileceğiz.
Avrupa’dan alınacak olanlar bu çerçevede pekâlâ meşru zihinsel bir zemine kavuşmuş
olacaktır. Nitekim kültürler milli, medeniyet milletler arasıdır. Teknik ve fen alanındaki
eksikliklerimizi gidermek için Avrupa’dan yapacağımız iktibaslar milli kültürümüzü
değil medeniyetimizi ilgilendiren bir durumdur. Kimlikte her hangi bir sorun yoktur,
medeniyet algılamasının değiştirilmesi veya genişletilmesi suretiyle bu iktibaslar kolayca
meşrulaşmış, kimlik tutarsızlığı sorunu da aşılmış olur.
50
Gökalp kabaca böyle düşündüğü için meseleyi kısaca “Türk milletindenim, İslam
ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” şeklinde formüle etti. Geri kalmışlığı giderme
ve tekrar en büyük siyaset sahibi güç olma anlamında Avrupa’dan yapılacak iktibaslar
sürecinde kültür ve din aynen kalacak, medeniyet algılaması genişletilecek veya düpedüz
değiştirilecekti.
Mezkûr meseleyi Gökalp’tan sonra aynı ciddiyetle ve bütünlüklü bir şekilde ele
alan ikinci sosyal bilimcimiz Mümtaz Turhan olmuştur. Mümtaz Turhan konuyu
medeniyet değişikliği ile ilgili olarak fazla tartışmaksızın ‘maddi kültür-manevi kültür’,
‘maddi medeniyet-manevi medeniyet’ ayrımına taşımıştır. Kültürde de medeniyette de
manevi olanlara dokunmanın mümkün olamayacağına işaret edip, maddi kültür ve maddi
medeniyet kapsamında bulunan hemen her şeyin geri kalmışlığı giderme anlamında
almak ve adapte etmek üzere gündeme gelebileceğini düşünmüştür. Bu meseleyi kısaca
‘kültür değişmeleri’ olarak ifade etmeyi daha uygun bulmuştur.
Nihayet Erol Güngör sorunu daha kesin bir şekilde belirlemeye çalışmış ve çare
üzerinde daha fazla durmak üzere, bilimsel faaliyetlerini mesele üzerinde
yoğunlaştırmıştır. Önce bilimsel tarza da uyacak şekilde daha evvel bu konuda fikir
yürütmüş bilim adamlarından Ziya Gökalp’ı eleştirip, ardından da kendi görüşlerini
ortaya koyacaktır. Ona göre Gökalp; “Milliyetçilikle –yani Türk milli kültürünü koruma
ve geliştirme iddiası ile- Batı medeniyetçiliği arasında uzlaşmaz bir halin bulunmadığını,
her ikisinin de bir arada, hatta bir bütün halinde yaşayabileceğini göstermeye çalıştı”
diyip şöyle devam etmiştir;
“İşte kültür ve medeniyet kavramları burada çok işe yarayacaktı. Medeniyet
nedir? Bizim benimsemek istediğimiz Batı medeniyeti nelerden ibarettir? Eski
medeniyetimizin bizim milli hayatımızdaki yeri nedir? Milli hayatın yarattığı değerler –
kültür- nelerdir? Medeniyetle kültür arasında nasıl bir münasebet vardır? Doğu
medeniyetinden çıkıp Batı medeniyetine girdiğimiz takdirde kazançlarımız ve
kayıplarımız neler olacaktır?
“Bütün bu sorulara verilecek cevapların asıl can alacak noktası kültür-medeniyet
ayrımında yatıyordu. Gökalp –belki de pratik bir endişe ile- değiştirilmesi istenmeyen
bütün değerleri kültür adı altında topladı, değiştirilmesi istenenleri ise medeniyete dahil
şeyler olarak gösterdi. Birinci gruba giren değerler milletlerin öz malı olan şeylerdi;
51
bunların değişmesi değil, gelişmesi söz konusu idi. İkinci, yani medeni değerler grubuna
girenler ise, kültürün inkişafına imkân vermedikleri takdirde değiştirilmesi gereken
şeylerdi. Kendi ifadesine göre “Medeniyet usûlle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletten
diğer millete geçen mefhumların ve tekniklerin mecmuudur. Hars (kültür) ise hem usûlle
yapılamayan, hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır.
“Şu halde Gökalp medeniyet denince bundan ilmin, teknolojinin, siyasi ve idari
organizasyonun anlaşılması gerektiğini söylemektedir. Onun kültür dediği kavram esas
itibariyle sanatı, dil ve edebiyatı içine alıyor. Bununla beraber, kültür kavramını daha
geniş tuttuğu, bazen medeniyete ait gördüklerini de buraya kattığı görülmektedir. Şu tarif
yine onundur: Hars halkın ananelerinden, teamüllerinden, örflerinden, şifahi ve yazılı
edebiyatından, lisanından, musikisinden, dininden, ahlakından, bedii ve iktisadi
mahsullerinden ibarettir.” Güngör, Gökalp’ın meseleye bakışını aktardıktan sonra şöyle
bir değerlendirmede bulunur: “Gökalp’ın bu formülünde eksik bilginin sebep olduğu
yanlışlar yanında, günün ihtiyaçlarına göre reçete düşünmenin yarattığı tezatlar da
mevcuttur. Mesela din bir yerde medeniyet, bir başka yerde kültür unsuru olarak
gösterilmiştir. Din Türklerin icadı olmadığı için medeniyete dâhildir, ama Türk halkı onu
kendine göre benimsediği için kültüre girmiştir. O halde Türkler eski dinlerinden niçin
çıkıp İslamiyet’e girdiler, diye sorulabilir. Gökalp buna şöyle cevap verecektir: Çünkü
Türkler, İslam –veya Doğu- medeniyetine girdiler ve medeniyet de ancak bir bütün
olarak benimsenir. O zaman akla şu soru geliyor: Biz Batı medeniyetini de bir bütün
olarak benimseyeceksek bunun içinde Hıristiyanlık yok mudur?”77
Güngör bir başka yerde de konuyla ilgili görüşlerini ve mevcut bilgileri şöyle
aktarır: “Sosyal ilimlerde kültür denince bir topluluğun kendi hayati problemlerini
çözmek üzere denediği ve uzun yıllar içinde standart hale getirdiği usuller ve vasıtalar
anlaşılır. Şu halde bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu
hayat tarzı bütün maddi ve manevi unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir.
Medeniyetin tarifi üzerinde ilim adamları arasında kültür tarifinde olduğu kadar bir
anlaşmaya ve kesinliğe rastlamıyoruz. Bizde ilk defa Ziya Gökalp’ın ortaya attığı ve bazı
batılı âlimlerin de kabul ettikleri bir tarife göre medeniyet kültürler arasında öğrenme
yoluyla birbirine geçen ve bu suretle ortak hale gelen unsurlara denmektedir. Demek ki
77 Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, ss. 11, 12, 13.
52
medeniyet milletlerin birbirine benzer veya aynı olan taraflarını, kültür ise onları
birbirinden ayıran tarafları temsil etmektedir.” Bundan sonra Güngör, bazı Batılı bilim
adamlarının da kabul edip Gökalp’ın da paylaştığı bu kültür ve medeniyet tanımının
kendi içinde pek çok güçlükler ihtiva ettiğini fakat kendisinin de ‘münakaşa kolaylığı’
bakımından bu tarifi muvakkaten kabul edeceğini işaret eder.78
Erol Güngör’ün bütün eserleri okunduğunda görülecektir ki, bizzat ve birebir dile
getirmemiş de olsa, Gökalp’ın bu yaklaşımlarına karşılık öncelikle şu üç soruyu sormakla
işe başlar; 1-İslam Medeniyetine girerken din değiştirdiysek, Batı Medeniyetine girerken
neden din değiştirmiyoruz? 2-Batı Medeniyetine girerken din değiştirmeyeceksek, bu
medeniyete ne kadar girebilmiş olacağız? 3-İslamiyet’in konumu her iki süreçte de teorik
olarak sabit bir yere oturtulamadığına göre, sosyolojik olarak dinin yeri neresidir, kültür
mü, medeniyet mi?
Erol Güngör’ün de işaret ettiği üzere, kültür ve medeniyet ayrımı ve medeniyetin
tanımı bütün bilim adamlarında ortak olan bir ayrım ve tanım değildir. Bu genel
belirsizlikten ve Türkiye’nin ilgili sürecine özel zorluklardan dolayı kendisi de bu
meseleye teorik olarak fazla girmez. Fakat onun Türkiye’nin gelişmesi ve ilerlemesi
davası sürecini zihinlerde anlamlı bir yere koyma adına yaptığı düşünsel faaliyetlerin
odaklandığı yer kültür ve medeniyet ayrımı ve bu bağlamda medeniyet değişikliği değil,
‘kültür değişmeleri’nin ta kendisidir. Erol Güngör’ün, gerek Ziya Gökalp’ın, gerek hocası
Mümtaz Turhan’ın ilgili süreçle bağlantılı teorik meşrulaştırma sürecini, bu ikisinden
hocası Turhan’a yakın olacak tarzda ve açık bir şekilde ‘kültür değişmeleri’ kavramı
üzerine bina etmeye çalıştığı söylenmelidir. Dolayısıyla değiştirilmesi gereken medeniyet
değil, kültür ürünleridir. Saf kültür yoktur ve kültür değişmeleri son derece tabii bir
süreçtir. Bir kültürün, bir toplumun gelişebilmesi için kültür değişmelerine açık olması
gerekir. Güngör, modernliği de bu manada düşünür. Modernlik bir medeniyet iktibası
değil, kültür değişmesi ve kendimize has gelişme hamlesidir. Bu anlamda Batı’dan
alınacak olan, son derece beşeri birikimler olan bilim, teknik ve fen olacaktır. Türk
milleti bunları kendi medeniyet değerleri çerçevesinde işleyecek ve kendi özgün
gelişmesini üretecektir. Zira açık bir şekilde ifade etmemişse de, eserlerini okuyan bir
78 Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, ss. 76, 77.
53
kişi, onun kültürde otantikliği kültürün orijinal kökenlerinde değil, orijinal sonuçlarında
aradığını çok iyi farkedecektir.79
Erol Güngör’ün kültür değişmelerine açık olunması gerektiği yolundaki tavrına
karşılık, seçici davranmayı sağlayacak bir refleks olarak milliyetçiliği de son derece
önemli bir faktör olarak sürece ilave ettiği gözden kaçmamalıdır. Kültür değişmeli ama
milliyetçilik her an denetleyici olmalıdır. Adeta milliyetçi tavır olmadan ‘kültür
değişmeliri’nin olumlu sonuç vermesi imkânsızdır. Erol Güngör, bu iki gerilimli süreci
birleştirerek, en azından düşünsel planda olsun, Türkiye’nin gelişmesinin önünü açmaya
çalışmıştır. Her şeyin zihinlerde bittiği, toplumsal zihnin açık ve hedefin belli olduğu
durumlarda insanların her türlü güçlükleri aşabilecekleri gerçeği hatırlanırsa, Erol
Güngör’ün bu düşünsel faaliyetlerinin, Ziya Gökalp ile başlayıp, hocası Mümtaz Turhan
ile devam eden süreçte Türkiye’ye çok önemli kazanımlar sağladığı daha iyi takdir
edilecektir.
Bununla beraber, Erol Güngör’ün yukarda zımnen sorduğunu belirttiğimiz
soruları bizzat kendisi birebir cevaplamamıştır. Ama bu sorular, onun meseleyi hocası
Mümtaz Turhan’dan alarak çok daha ileri bir merhaleye taşıması ve olgunlaştırması,
sonraki araştırmacılara son derece müsait bir teorik çalışma sahası açmıştır. İşte bu sahayı
en iyi ve belki tek dolduran kişi, yine Mümtaz Turhan’ın talebelerinden biri ve Erol
Güngör’ün aynı bölümden arkadaşı Yılmaz Özakpınar olmuştur. Ortaya koyduğu eser ve
görüşleriyle Erol Güngör’den devraldığı bilimsel tartışmayı çok daha ileri boyutlara
taşıyacağı muhakkaktır.80
79 Erol Güngör’ün bu konudaki ayrıntılı fikirleri için bak. Türk Kültürü ve Milliyetçilik içinde; “Milli Kültür ve Halk Kültürü”, “Batılılaşma ve Türk Kültürü”, “Batılılaşma ve Milli Kültür”, “Milliyetçilik ve Medeniyetçilik”, “Kültürde Eski ve Yeni”, “Dünden Bugüne Geçiş” bölümleri. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik içinde; “Teknoloji ve Kültür Değişmesi”, “Milli Karakter” bölümleri. Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik içinde; “Cumhuriyet Devrinde Türkiye’nin Kültür Politikası”, “Yabancı Kültür Karşısında Milli Kültür” bölümleri. Sosyal Meseleler ve Aydınlar içinde; “Ziya Gökalp ve Türkçülükte Din Meselesi”, “Cemiyetimizde Kültür Değişmeleri”, “Milli Kültür Politikası”, “Medeniyet ve İslamiyet”, “Doç. Dr. Erol Güngör ile Bir Konuşma” bölümleri. 80 Yılmaz Özakpınar yeni bir ‘kültür’ ve ‘medeniyet’ perspektifi geliştirmiştir. Bu yeni yaklaşımla meselenin çok daha sağlıklı bir şekilde ifade edilebildiği kanaatindedir. Yılmaz Özakpınar’ın ilgili görüşleri için şu eserlerine bak. Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1997, ss. 25-75. İslam Medeniyeti ve Türk Kültürü, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1997, ss. 21-32, 95-120. Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler, Ötürken Neşriyat, İstanbul 1998, ss. 48-116. Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma Meselesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003, ss. 152-247. Ayrıca Türk Yurdu dergisi de bu yeni yaklaşımla ilgili olarak “Yeni Bir Medeniyet Anlayışına Doğru” isimli bir özel sayı yapmıştır. Türk Yurdu, Mart-Nisan 1998, Sayı: 127-128.
54
BİLİMSEL METODU
Her şeyden önce, Erol Güngör’ün kendisinin, üzerinde fikir yürütüp yazı yazdığı
hiçbir konuda, ortaya yeni bir tez atma iddiasında olmadığı belirtilmelidir. Kendisine
kadar gelen bütün bilim adamı ve mütefekkirlerin görüşlerine saygı göstermiş, en
beğenmediği görüşleri bile yıkıp yeniden farklı bir şey kurmaktansa, bu görüşleri
eleştiriye tabi tutmayı ve ardından da kendi görüşlerini yine bunların üzerine bina etmeyi
uygun bulmuştur. Biraz da bu bilimsel emeğe saygılı, mütevazı tutumundan hareketle,
Ahmet Turan Alkan kendisi için ‘teorisyen değil restoretor’ nitelemesini uygun
görmüştür. Sanılanın aksine, asıl büyüklüğünün de buradan kaynaklandığına işaret eder.81
Zira Erol Güngör’ün eserlerini okuyanlar göreceklerdir ki, ortaya yeni bir teori atma
iddiası yoktur ama tabulaştırılmış bulunan en klişe konularda bile son derece güçlü,
bilimsel eleştiriler ortaya koymuştur. Bu eleştiriler kendisinden sonra gelecek bilim
adamlarına çok daha rahat hareket etme imkânı sağlayacaktır. Nitekim bugün Yılmaz
Özakpınar’ın kültür ve medeniyet konusundaki yeni çalışmaları ancak Erol Güngör’ün
çalışmaları üzerine bina olabilmiştir. Eğer Erol Güngör gibi bir güçlü kalem Ziya
Gökalp’ı ve Cumhuriyet dönemi tarih, millet, milliyetçilik, medeniyet ve kültür anlayışını
yine güçlü bir şekilde tutarlı bir eleştiriye tabi tutmasaydı, Yılmaz Özakpınar’ın
zikredilen konularda yeni bir teori ortaya koyması mümkün olamazdı. Erol Güngör’süz
böyle bir teşebbüs ise, adeta bir erken doğum olurdu ki, yaşama istidadı bulunmayan, ölü
doğum olurdu. Dolayısıyla, Erol Güngör’ün bu konudaki ‘restorasyon’ hareketi, sabır ve
birikim isteyen büyük bir fikir hareketidir. Bugün yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan
söz konusu fikri, teorik gelişmelerden dolayı, Türk fikir hayatı kendisine çok şey
borçludur.
İkinci olarak, Erol Güngör’ün temel sosyolojik yaklaşımının yapısalcı olduğu
söylenebilir. Toplumsal değişmeyi, bireyin ve bireylerden oluşan sosyal grup ve
kurumların her birinin ayrı bir işlev ile ‘toplumsal’ olana katkıda bulunduğu, toplumsal
bütünün bu parçaların kalitesi nispetinde kusursuz işleyebildiği şeklinde açıklanan
yapısal fonksiyonalist bir metot ile açıklamaya çalışır. Onun toplumsal değişmeyi
açıklamaya çalışırken ne sembolik etkileşimcilik teorisine dayanarak bireyi öne çıkardığı,
81 Ahmet Turan Alkan, “Halefi Olmayan Bir İlim Adamı. Erol Güngör”, Doğu Batı, Sayı: 11, 2000, s.158.
55
ne çatışmacı kurama atıf yaparak sosyal sınıflar arasında yaşandığı varsayılan hâkimiyet
mücadelesine vurgu yaptığı ve ne de evrimci modele uygun şekilde toplumu bir doğru
boyunca ilkelden karmaşık olana doğru sürekli gelişen bir organizma gibi düşündüğü
görülür. Toplumların aralarında ve içlerinde tarih boyunca iniş çıkışlara sahip olduğu
temel önermesini benimseyen devri dalgalı modele de zaman zaman başvuran Erol
Güngör’ün karakteristik metodu yapısal fonksiyonalist yaklaşımdır.
Üçüncü ve daha temel bir konu olarak, Erol Güngör’ün eserleri okununca onun
meseleleri daima tarih bağlamı ile birlikte ele aldığı görülecektir. Özellikle Türk tarihine
son derece vakıf bir bilim adamı olarak, bilimsel konularını işlerken bu bilgilerini daima
tarihsel olanla ilişkilendirme yoluna gitmiştir. Toplumu güncelin toplamı değil, uzun
zamanların yani tarihsel sürecin sürekli yenilenen sonucu olarak gördüğü için, tarihi
perspektifi hiçbir çalışmasında ihmal etmemiştir. Dolayısıyla bilimsel metodunun tarihsel
sosyoloji ve kendisinin de bir tarihsel sosyolog olduğu belirtilmelidir. Bütün eserlerinde
tarihsel yaklaşımın ağırlığı bizzat başlıklardan da anlaşılabilecek bir durumdadır. Burada
diğerlerine misal teşkil etmek üzere tek bir örneği aktarmak faydalı olacaktır.
İslam Tasavvufunun Meseleleri isimli kitabının ‘Takdim’ kısmında konuyu ele
alırken inceleyeceği hususları ve sorgulayacağı konuları belirttikten sonra; “İşte biz bu
soruları tarihi-sosyolojik açıdan inceleyecek, akaid ve kelam ile ilgili hükmü o sahaların
mütehassısı olanlara bıkacağız”82 diyerek, kendisini de tarihi-sosyolojik bakış açısı
itibariyle ‘mütehassıs’ gördüğünü ortaya koymaktadır ki, bu ifadeler onun temel bilimsel
yaklaşımının tarihsel sosyoloji olduğunu anlatmaya yetecektir.
Bu bağlamda Erol Güngör, tarihsel sosyoloji ağırlıklı metodu gereği, Max Weber
veya Ziya Gökalp’te olduğu gibi, zihnindeki mantıksal çıkarımlara uyacak tikel bir
uygulamayı örnek göstermek gibi ‘seçili bir eğilim’ göstermeyip, olayların sıralanışını ve
ardışıklığını esas alır.
Pekiyi, “Tarihsel Sosyoloji” nedir? Bu soruya cevap vererek, Erol Güngör’ün
metodunu daha anlaşılır bir hale getirmek gerekecektir. Burada tarihsel sosyolojiye
özellikle değinilmesinin sebebi, illada Erol Güngör’ü mevcut sosyoloji akımlarından bir
kategoriye sığdırma gayreti değil, tam da Erol Güngör’ün yöntemi ile örtüşen bir
82 Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1993. s.16.
56
sosyoloji metodunu açıklamak suretiyle, onun sosyoloji perspektifine nüfuz edebilmeyi
sağlamaktır.
Türkçeye kazandırılmış bulunan “Tarihsel Sosyoloji” isimli kıymetli eserin
editörü Theda Skocpol, hakiki bir tarihsel sosyolojik incelemenin, şu temel dört
karakteristikten hepsine ya da bazılarına sahip olması gerektiğini ifade eder: “En temel
olarak, zamana ve mekâna somut bir şekilde yerleşmiş olduğu anlaşılan toplumsal yapılar
ya da süreçlerle ilgili sorular sorar. İkincisi, süreçleri zaman içinde ele aldığı gibi,
sonuçların nedenlerini açıklamada zamansal ardışıklığı da ciddiye alır. Üçüncüsü, pek
çok tarihsel çözümleme, bireysel yaşamlarda ve toplumsal dönüşümlerde niyet edilen ve
edilmeyen sonuçların açığa çıkmasından anlam çıkarmak için, önemli eylemlerin ve
yapısal bağlamların etkileşimine dikkat eder. Son olarak, tarihsel sosyolojik incelemeler,
özgül türden toplumsal yapıların ve değişim kalıplarının tikel ve değişik özelliklerini
aydınlatırlar. Zamansal süreçlerin ve bağlamların yanısıra, toplumsal ve kültürel
farklılıklarda tarihsel yönelimli sosyologların asli ilgi alanıdır.”83
Skocpol’ün bu ifadesini şöylece daha anlaşılır hale getirmek belki mümkündür:
Bir tarihsel sosyolojik inceleme ilk olarak, toplumu, toplumsal boyutlu olaylarla
anlamaya çalışır. ‘Toplumsal boyut’un ise iki uzamı vardır. Birincisi, bütün topluma
nüfuz eden ‘tesir’ boyutu ve ikincisi de, geçmişe uzanan ‘zaman’ boyutudur. Tarihsel
sosyoloji, toplumu bu iki boyuta sahip olaylarıyla inceler ve çözümler. Zira bir olayın
toplumsal olması, onun ancak sözkonusu bu iki boyutu kapsamasıyla mümkün olur.
İkinci olarak toplumsal ve kültürel farklılıkları birinci madde bağlamında incelemeyi
kendine konu ve görev edinir. Bunun dahi iki iç ayrımından söz edilebilir. Birincisinde
sözkonusu kültürel farklılık, iki veya daha çok farklı kültür arasında olup bunların
karşılaştırmalı bir çözümlemesi yapılabilir. İkincisi ise, aynı kültür dairesinde meydana
gelen kültür içi kültür değişmelerini konu edinir.
Anlatılmak istenen şeyin ne olduğunu açıkalma güçlüğünü kabul ederek, ne
olmadığına kısaca değinip amaca ulaşmak kolaylaştırılabilir. Bu anlamda bizzat tarihsel
sosyologların görüşüne yer vermek doğru olacaktır. Theda Skocpol, Sosyolojinin
Amerika’da uygulamalı-niteliksel karakterli akademik bir disiplin olarak
83 Theda Skocpol, “Sosyolojinin Tarihsel İmgelemi”, T. Skocpol, (Ed.) Tarihsel Sosyoloji, (Çev. Ahmet Fethi), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 2.
57
kurumlaşmasından sonra, tarihsel yönelim ve duyarlılıkların kısmen gölgede kaldığını
Wright Mills’den naklen şöyle ifade ediyordu: “Mills, sosyal sorunlar üzerinde yapılan
niteliksel soruşturmaların zaman ve yapı bağlamlarına aynı derecede kayıtsız
kalabileceğine işaret etmişti, ancak ampirisist karşı tarihsicilik, Mills’in anlatımında,
özgül toplumsal kalıpların niceliksel incelemeleriyle örnekleniyordu; bu toplumsal
kalıplarda, o andaki ABD gerçeklikleri, adeta kendi bağlamları dışına çıkartılarak insanın
bütün toplumsal yaşamının yerine geçiriliyordu.”84 Demekki Tarihsel Sosyoloji, bir çok
ampirik-niteliksel çalışmada yapıldığı üzere, toplumsal kalıpları kendi bağlamının dışına
çıkaran yaklaşımları tasvip etmiyor hatta buna karşı çıkıyordu. Daha açık bir ifadeyle,
uygulamalı saha araştırmaları, tarihsel sosyolojinin dokusuyla uyumlu değildi.
Aynı şekilde Erol Güngör’ün sosyal psikloji kürsüsünde yaptığı doktora,
doçentlik ve profesörlük çalışmaları hariç, sosyoloji içerikli diğer bütün eserleri saha
araştırmalarından bağımsız, tarihsel bir perspektifle hazırlanmış, seçili eğilimi değil,
olayların ardışıklığını esas alan eserlerdir.
Önemli tarihsel sosyolojik çalışmalara imza atan bir diğer tarihsel sosyolog
Eisenstandt ‘Devrim’ (Revolution) adlı eserinde, seçili eğilimin bir ürünü sayılabilecek
olan ‘ideal tip’le ilgili bu fikre, karşı bir fikir ileri sürmektedir. Eisenstandt, eylemi
dondurmayan, aksine bizzat eylemin dinamiklerini kendi içinde barındırdığını iddia ettiği
‘gerçek tip’ler lehine ideal tipleri reddeder.85 Eisenstandt’in gerçek tiplerinde tekrarlanan
konfigürasyonlar vardır ki, toplumsal olayları onların özündeki bu konfigürasyonları
ortaya koyarak çözmlemeye çalışır.
Eisenstandt’in bu yaklaşımından çıkarılabilecek fikir, Hamilton’un yorumuyla şu
şekilde ifade edilebilir: “Ampirik gerçeklik karmaşık ve çeşitlidir. Fakat yakın gözlem
bağımsız ve tekrarlanan konfigürasyonların varlığını açığa çıkarır. ...Basitçe belirtirsek,
konfigurasyonel çözümleme doğal bir şekilde gerçekleştiği varsayılan model eylemlerin
özsel niteliklerini yalıtıp betimleme çabasıdır.”86 Daha açık bir ifadeyle Eisenstandt şunu
demek ister: ideal tiplerle yapıldığı gibi toplumsal olayların akıcılığını dondurup onlardan
soyutlamalar çıkarmak yoluyla sosyal eylemin dinamizmini öldürmektense; bizzat sosyal
84 Skocpol, a.g.m, s. 3. 85 Gery G. Hamilton, “Tarihte Konfigurasyonlar: S.N. Eisenstandt’ın Tarihsel Sosyolojisi”, T. Skocpol, (Ed.) Tarihsel Sosyoloji, (Çev. Ahmet Fethi), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999 s. 96. 86 Hamilton, a.g.m, s. 97.
58
olayın dinamizmini içinde barındıran, adına ‘gerçek tipler’ denebilecek çok temel ve öz
bir kısım formüllerle bunu yapmak daha doğrudur. Bunlar temel birer varlık bileşeni
oldukları için hemen her toplumsal olayda tekrarlanan konfigürasyonlar şeklinde
belirirler ki, Eisenstandt’ın tarihsel sosyolojisinde bu konfigürasyonlar, ideal tiplerle
açıklama yöntemine bir alternatif teşkil eder.
İdeal tip metodunun eleştirilebilir başka bir yanı da, tarhsel sosyolojinin ayrı bir
vasfından kaynaklanmaktadır ki, bu eleştirilebilirlik; “...bilimsel pratikte, tarihsel tikellik
ile teorik genelleme arasında hemen her zaman var olagelen gerilim noktasında belirir.”87
‘İdeal tip’in toplumsal akışkanlığı dondurmasına karşın, tarihsel tikellik ile teorik
genelleme arasındaki bu gerilimden dolayı birçok sosyal bilimci de bilinçli olarak,
tarihsel tikelliği koruma adına teori inşa etmekten kaçınmışlardır. Bu onlara anlatımın
aleladeliği içinde kuvvetli de bir ifade gücü sağlamıştır. Somut örneklendirmenin, soyut
teoriyi kuvvetten düşürme riskine rağmen, ifade ve anlatım gücüne sahip isimlerden belki
en önemlisi olarak Fernand Broudel gösterilebilir. Sonuç itibariyle teori inşa etmek ve
genellemeler çıkarmaktan çok, odağında toplum olan tarihsel gerçekliği bizzat olay ve
olguyu inceleyerek çözümlemeye tabi tutmak, Tarihsel Sosyolojinin önemli bir diğer
karakteridir.
Tarihsel sosyolojinin araştırma inceleme metodolojisi ile ilgili olarak ise, yine
önemli tarihsel sosyologlardan Charles Tilly’den bir aktarmayla şöylece bahsetmek
mümkündür: “Tarihteki toplumsal bir olayın açıklanışının hem betimleyici hem de
analitik bileşenleri vardır. Betimleyici açıklama daha çok nasıl sorusunu sorarken;
analitik açıklama neden sorusunu sorar.”88 Analitik açıklama özellikle, karşılaştırmalı
tarihsel çözümlemede temel bir metottur.
Tarihsel Sosyolojiye bu denli önem atfedilmesine karşın, onun bir sosyoloji alt
disiplini olmadığı belirtilmelidir. Tarihsel sosyoloji üstatları bunda hemfikir, hatta
birazda hassastırlar. Theda Skocpol bunlardan biridir ve bu mevzuda: “Tarihsel sosyoloji,
sosyolojinin içinde bir alt-alan ya da kendi kendine yeten bir uzmanlık alanı değildir –
87 D. Rueschemeyer, “Reinhard Bendix’in Karşılaştırmalı Sosyolojisinde Teorik Genelleme ve Tarihsel Tikellik”, T. Skocpol, (Ed.) Tarihsel Sosyoloji, (Çev. Ahmet Fethi), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 133. 88 L. Hunt, “Charls Tilly’nin Kolektif Eylemi”, T. Skocpol, (Ed.) Tarihsel Sosyoloji, (Çev. Ahmet Fethi), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 255.
59
bana göre olmamalıdır da”89 ifadesini kullanır. Bu konuda Charls Tilly daha da titiz
davranır ve şöyle der: “Tarihsel sosyoloji denen bir şey hakkında konuşmuyorum. Bu
ifade hiç icadedilmemiş olsaydı daha mutlu olurdum. Ayrı bir inceleme alanının -
sözgelimi, siyasal sosyolojiye ya da din sosyolojisine paralel bir alanın- var olduğu
kanısını uyandırıyor. Teorik olarak tutarlı konulardan çok, tekniklerden ve
yaklaşımlardan alt disiplinler çıkarmaya itiraz ediyorum”90 Tilly’nin bu ifadesinden
dolaylı olarak tarihsel sosyolojinin diğer sosyoloji alt disiplinleri gibi kendine has bir
teorik konusunun olmadığı, buna karşın bir teknik, taktik ve yaklaşımlar bütünlüğü
olduğu sonucu çıkarılabilir. Skocpol’ün de ifade ettiği üzere: “Tarihsel sosyoloji, büyük
ölçekli yapıların ve uzun erimli değişim süreçlerinin doğası ve etkileri konusunda süren
bir araştırma geleneği olarak”91 disiplin ve alt disiplin ötesi bir uğraştır.
Bu aşamadan sonra daha somut bir ilişki sunması düşüncesiyle, tarihsel
sosyolojinin bugüne dek sıklıkla uygulandığı mevzuların neler olduğuna bakmak faydalı
olacaktır. Zira değindiğimiz meselelerin hepsi bize tarihsel sosyolojinin ana bileşenlerini
ve temasını verecek olması bakımından son derece önemlidir. Çok özlü ve vurgulu bile
olsa, bir cümleden veya paragraftan bir meselenin mahiyetine dair bir şey
anlaşılmayabilir. Bunlar kıyısından köşesinden ilgili diğer cümle ve paragraflarla
birleşince metin okuyucuya kendi bütünlüğü içerisinde genel bir çerçeve çizme imkânı
sunabilecektir. Çerçeve metinler ve etraflı anlatımlar okuyucuya zihninde bir harita
oluşturma imkânı sağlar. Bu nedenle tarihsel sosyolojinin en fazla tatbik edildiği konuları
zikretmek faydalı olacaktır.
Theda Skocpol bu meseleye şöyle değinir: “Tocquville, Marx, Durkheim ve
Weber Avrupa sınaî ve demokratik devrimlerinin toplumsal kökenleri ve sonuçlarıyla
ilgili önemli sorular sorup değişik de olsa semere veren açıklamalar sunduklarında,
tarihsel sosyolojinin ana gündemleri ilk kez tespit edilmişti.”92 Skocpol’ün bu ifadesi
tarihsel sosyolojinin ilgilendiği konuların ana çerçevesini anlamak bakımından
kaydadeğerdir.
89 T. Skocpol, “Tarihsel Sosyolojide Yeni Gündemler ve Yinelenen Stratejiler”, T. Skocpol, (Ed.) Tarihsel Sosyoloji, (Çev. Ahmet Fethi), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 360. 90 Hunt, a.g.m, s. 272. 91 Skocpol, a.g.m, s. 360. 92 Skocpol, a.g.m, s. 355.
60
Nihayet tarihsel sosyolojiyi gündeme getirme sebebimiz olan Erol Güngör’ün
eserlerine ilgili bağlamda değinerek ‘misk-i hatem’ yapmak isabetli olacaktır.
Erol Güngör’ün altı temel eserinden ‘Tarihte Türkler’, ağırlıklı olarak siyasi tarih
olduğu için kenarda kalsa bile, diğer beşi düpedüz tarihsel sosyolojinin uygulanıp,
konusunu bu yaklaşımla inceleyen birer başarılı örnektir. ‘İslam’ın Bugünkü Meseleleri’
ve ‘İslam Tasavvufunun Meseleleri’ adlı kitapların odak noktası din olmakla beraber,
Erol Güngör bu eserlerinde tarihsel süreçten, toplumsal olayların ardışıklığından, kültür
ve onun değişmelerinden asla kopmamıştır. Her iki eserde de temel konusunu bu
çerçevede tartışarak tam anlamıyla birer tarihsel sosyoloji örneği inşa etmiştir. Bu iki
kitapta ‘din’ gerçeğini meşhur dinler tarihçisi ve “Şamanizm” adlı önemli eserin yazarı
Mircea Eliade’ın; “Dünyada, tarihi, sosyo-ekonomik ve külürel çerçevesinin dışında
‘katıksız’ (pur) bir dini olay hiçbir zaman var olmamıştır”93 ifadesinde ortaya koyduğu
gibi anlamış ve ‘din’ ile ilişkili olay ve olguları bu çerçevesiyle tartışmıştır. Gerçektende
‘din’ özünde beşerüstü bir mahiyeti haiz olmakla beraber, o, insan tarafından yaşanan bir
sistem olmak itibariyle de, aynı zamanda tarihi ve toplumsal bir fenomendir. İşte Erol
Güngör, bu son derece önemli iki eserinde, bu gerçeğin idrakiyle ‘din’i tarihsel sosyolojik
bir araştırma, inceleme ve çözümlemeye tabi tutmuştur. Bu iki eser, kelimenin tam
manasıyla konusu din odaklı, bu konuya yaklaşım tarzı tarihsel sosyoloji merkezli birer
seçkin örnektir.
Erol Güngör’ün diğer üç eserine gelince, bahsedilen ilk ikisinde olduğu gibi, bu
üç kitap da kendi aralarında ortak bir değerlendirmeye tabi tutulabilirler. İsimleri;
‘Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik’; ‘Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik’ ile
‘Türk Kültürü ve Milliyetçilik’ olan bu eserlerin konusu, Erol Güngör’ün ana bilimsel ve
entellektüel gündemini ihtiva ederler. Onun yazılarının odak noktası, kitaplarının
isminden de anlaşılacağı üzere, birkaç başlıkta toplanabilir. Bununla beraber en merkezi
konuma sahil olan konu kültür değişmeleri olmuştur. Batı karşısında geri kalmışlığımızın
sebepleri, bu geri kalmışlığı ilerlemeye dönüştürme adına başvurulan yol olan
modernleşme hareketi ve bu yolda kimliğimizi koruma refleksinin bir ürünü olan
Milliyetçilik konuları hep bu merkez etrafında incelenmiştir. Bu üç kitapta yapılan, temel
93 Ünver Günay, ve Harun Güngör, Başlangıcından Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1997, s. 16.
61
olarak budur. Kültür değişmelerini tarihi süreç içerisinde, toplumsal olay ve olguların
şahitliğiyle, bu olay ve olgularda tekrar eden yapılar çerçevesinde, belli bir ardışıklık
içinde incelemek ise, tarihsel sosyolojinin karakteristiğine tekabül eder. Milli
sosyolojimizde her nekadar kültür değişmeleri medeniyetimizin gerilemeye başlama
dönemi sonrası periyotta incelense de, Erol Güngör’ün de sık sık ifade ettiği gibi,
değişme kültürün en tabii seyrinde de vardır ve ondan soyutlanması mümkün değildir.
Daha önce ifade edildiği üzere, bir bakıma istikrar (ve hatta özelde, kültürde istikrar)
değişimde tezahür eder. Çünkü değişim biçimlerin (bu arada kültürün) düzenli
davranışının bir parçasıdır. Kültür değişmeleri, çok farklı kültürlerden gelen kültür
ürünleri ile bile ilerlese, hiçbir kültür diğerinin aynısı olmaz, olamaz. Hatta her şeye
rağmen kendi özgün tarzını ve özgün kültürel ürünler üretme kabiliyetini muhafaza eter.
Bu sayede, başka kültürlerin ürünlerinin kendi bünyesinde en fazla olduğu ve onların
rengine bürünme sınırında bu süreci bozup, yeni baştan kendine benzeme ritmi geliştirir
Başka kültürlerin hâkimiyetine girmek üzereyken bunu bozma eğilimindedir. Zira
külütrlerin birbirinden farklı oluşu, birdiğerinden bağımsız gelişmiş ve bugüne gelmiş
oması değildir. Temelde her kütürün kendine has şartlarıdır. Bu ‘kendine has şartlar’ın
içinde insan topluluğunun kabiliyeti, bu topluluğun içinde bulunduğu maddi manevi
etkileyiciler bütünü vardır. Bu şartalr her külürde farklı olduğu için Erol Güngör yaşayan,
canlı bir kültürün değişimden korkmasının gereksiz olduğunu önemle vurgulama gereği
duymuştur.
Bununla beraber Erol Güngör de dâhil Türk Sosyolojisi ileri gelenleri, genel
ifadeyle münevverlerimiz, kültür değişmelerini inceleme vesilesiyle de olsa,
toplumumuzu, bütün alanlarda gerilemeye başladıktan sonra inceleme ve tanıma gereği
duymuşlardır. Bunun sırrı ise, yine Erol Güngör’ün Karl Mannheim’dan aktarmayla dile
getirdiği gibi, “İnsan, cemiyetin tarihi ve sosyal yapısı hakkında en vazıh görüşe, ya o
toplum içinde yükselirken ya da düşerken varır”94 sözünündeki acı gerçekte gizli olsa
gerektir. Türk entelektüelleri de bu toplum içinde onunla beraber düşüşe geçene kadar,
onu çok fazla tanıma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Oysa kültür değişmeleri, toplumumuz
topyekûn bir medeniyet halinde yükselirken de yaşanan bir gerçekti. Değişen sadece şu
oldu: yükseliş devirlerimizde medeniyet yaparken kültürel değişmeyi yaşıyorduk,
94 Erol Güngör, Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul 1995, s.11.
62
gerileme devirlerimizde ise, (bilim ve teknoloji anlamında) medeniyete maruz kalarak
onu tecrübe eder olduk. Bununla beraber, her iki durum için de temel dinamiğin yine
toplumun kendisi olduğu unutulmamalıdır. Eisenstadt’ın ifade ettiği gibi “Değişimler,
içinde gerçekleştikleri toplumun yapısal karakteristiklerinde ve siyasal süreçlerinde asli
olarak vardırlar ve bunun bir parçasıdırlar.”95 Toplumumuzun her iki periyodu için de bu
gerçek E. Güngör tarafından tam manasıyla idrak edildiği için, kendisi hiçbir zaman
kültürde değişmeden şikâyetçi olmamıştır. Aksine eserlerinde, kültürde değişmenin onu
tahrip eder gibi görünen yüzü ile milliyetçiliğin milli olan her şeyi muhafaza etme
eğilimli koruyucu çehresini barıştırabilmenin, bir araya getirebilmenin hep bir formülünü
araştırmıştır.
Onun bu çok önemli formülü kurgulayabilmesindeki en önemli engel ve
talihsizliği muhakkak ki ömrünün vefa etmemesi ile gerçekleşmiştir. En az bunun kadar
önemli bir diğer talihsizlik ise, onun Türkiye gibi maalesef yazın birikimi fakir olan bir
ülkede yazmak zorunda olmasından kaynaklanmıştır. Zira yazın birikimi, bilimsel
üretkenlikte istisnasız her alan için okadar önemli ve hayatidir ki, çok zeki dimağlar ve
maharetli kalemler bile bu nedenle vasat bir yazın faaliyeti sürdürmek zorunda
kalabilirler. Tersi de bu nispette mümkündür. Şöyle ki, atıf yapılan bir kitaptan veya
makaleden daha az iyi bir metin ortaya çıkarmak çok zordur. Böle bir durumda en
azından kendisine atıf yapılan eser kadar olsun iyi bir çalışma ortaya çıkabilecektir. Eğer
atıflar yani çalışmayı besleyen yazın kaliteli ise, çalışma da en az onun kadar kaliteli,
hatta genellikle daha kaliteli kitaplar, makaleler olarak ortaya çıkar ki, yazın birikimi
dediğimiz şey işte bu nicel ve nitel durumdur. Bilimsel olarak büyük idealler taşıyan Erol
Güngör’ün talihsizliği, diğer Türk mütefekkirleri gibi, alfabe değişikliğinin de üzerine tuz
biber ektiği bu fakir yazın birikimine dayanarak düşünmek ve yazmak zorunda kalması
olmuştur. Zira gösterilen hedefler büyük olunca, verilen eserler daha az büyük görünmek
paradoksu ile karşı karşıya kalmıştır.
Kültür değişmelerine karşı, kültürün özgünlüğünü koruyabilmesi anlamında, her
yerde olduğu gibi ülkemizde de taraftarları fazlasıyla mevcut otantik yerel kültürlerin
‘yabancı’ ve ‘yozlaştırıcı’ etkilerin istilasına uğradığını ileri süren geleneksel modeli
eleştiren ve kültür değişmelerinde otantikliğin, yerel kökenlerde değil, yerel sonuçlarda
95 Hamilton, a.g.m, s. 112.
63
aranması gerektği gibi alternatif bir yaklaşım öneren Daniel Miller’ın bu müthiş çözüm
önerisi,96 öyle inanıyoruz ki, Erol Güngör’ün bir gün gelip ulaşmak istediği formüldü.
Kanaatimizce onun kültür değişmeleri ile ilgili olarak kurgulamaya çalıştığı temel formül
bundan başkası değildi. Daha önce bahsettiğimiz ve Erol Göngör’ün çalışmalarında temel
problematik olan kültür değişmeleri ve milliyetçilik arasındaki gerilime uzlaştırıcı bir
açıklama getirecek formül de kanaatimize göre bu formüldür: “Kültürde otantiklik,
orijinal kökenlerde değil, orijinal sonuçlarda aranmalıdır.” Bu bağlamda Erol
Güngör’ün savunduğu serbest kültür değişmeleri, orijinal kültür ürünleri ile sonuçlandığı
müddetçe, kültürde yozlaşmaya değil aksine gelişmeye vesile olacaktır.
Erol Güngör’ün aradığı bu formüle, yazın birikiminin bizden çok çok daha iyi
olduğu İngiltere’de bile Erol Güngör’ün vefatından yaklaşık on yıl sonra 1992’de
ulaşılmıştır. En azından daha erken tarihte yazılmış bir kitapta böyle bir ifadeye tesadüf
edilmiş değildir. Bu anekdot ile Erol Güngör’ün kıymeti daha iyi anlaşılma imkanı
bulacaktır. Bu ülkeden talihsiz bir Erol Güngör’ün geçmiş olması, ironik olarak aynı
zamanda onun, takip eden kuşaklar için bir talih olduğuna da işaret eder. Çünkü
talihsizliği bir yönüyle de kendi kalitesi dolayısıyladır. Bu nedenle onun sahip olmadığı
şansa, yine onun katkısıyla ondan sonraki genç kuşak araştırmacılar, daha erken bir
zamanda sahip olmuşlardır.
Son olarak, Erol Güngör’ün Türk Sosyoloji geleneği içindeki önemine de kısaca
değinmek gerekir. Erol Güngör Türk Sosyoloji geleneği bünyesinde milliyetçi akım
içerisinde yer alır. Erol Güngör’ün hem milliyetçilik ve hem de diğer konular itibariyle
Türk Sosyolojisi içerisindeki yerini belirleyebilmek büyük oranda onun durumunu Ziya
Gökalp ile karşılaştırmayı gerektirmektedir. Bu bağlamda Erol Güngör’ün milliyetçi
düşüncenin öncüsü olan Ziya Gökalp’tan önemli farkları vardır. Erol Güngör, Gökalp
gibi milliyetçi fakat oun aksine aynı zamanda Osmanlıcıdır. Milliyetçi Türk Sosyolojisi
geleneği içerisinde Ziya Gökalp’ı ciddi eleştiriye tabi tutan ilk Türk Sosylogudur.
Özellikle Ziya Gökalp’ın Osmanlı’da kültürü, ‘hars’ dediği avam tabaka kültürü ve
‘tezhib’ dediği yüksek tabaka kültürü diye iki kategoride incelemesini, bunlardan ilkini
Türk kültürü, ikincisini ise, devşirme ve Bizans’tan esinlenme bir kültür olarak görmesini
96 David Morley, ve Kevin Robins, Kimlik Mekanları, (Çev. Emrehan Zeybekoğlu), Ayrıntı Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 1997, s. 175.
64
şiddetle tenkid eter. Bu anlamda Erol Güngör, yeni Türk devletini temsil eden Türkiye
Cumhuriyeti’ni ideolojik olarak beslemek üzere geliştirilmiş, bu halin tabii bir gereği
olarak Osmanlıyı ötekileştirip, reddeden sosyoloji geleneğinin aksine, daha kapsayıcı ve
her haliyle daha olgunlaşmış bir Türk sosyolojisine geçişi temsil eder. Siyasi programlara
ilham olan sosyolojiden, daha bir sivil Türk sosyolojisine ulaşmanın dönüm noktasında
bulunur. Ayrıca Erol Güngör, Ziya Gökalp’ın ‘Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak’
kitabını yazabildiği dönem ile ‘Türkçülüğün Esasları’ isimli kitabını kaleme aldığı ve
milliyetçiliğin din ile uyumu bakımından daha olumlu olan ilk döneme ait görüşleri Türk
sosyolojisi içinde tekrardan güçlü bir şekilde dile getirebilen kişi olmuştur. Dine karşı
sıcak bir milliyetçilik söylemi, Türk Sosyolojisi içerisinde Gökalp’ın ilk döneminden
sonra ilk kez Erol Güngör ile güçlü bir kaleme kavuşmuştur. Dolayısıyla Erol Güngör,
milliyetçilik konusunda olduğu gibi, din konusunda da Ziya Gökalp’ın özellikle ikinci
döneminin aksine bu faktörü son derece önemseyen bir sosyoloji perspektifine sahiptir.
Diğer yandan Erol Güngör, Türkiye’nin ileri medeniyet seviyesini yakalama davası
sürecinde değiştirilmesi gerekinin medeniyet değil, kültür olduğunu söylemekle de Ziya
Gökalp’tan kesin bir şekilde ayrılmıştır. Bu farklı yaklaşım ilk kez Mümtaz Turhan
tarafından dile getirilmekle beraber, güçlü bir şekilde ifadesini Erol Güngör’de
bulmuştur. Bu sayede, gelişmenin gerekliliği ve kimliğin devamı sorunu Erol Güngör ile
birlikte ilk kez daha anlamlı bir teorik zemine kavuşmuştur. Bu ve birçok konu itibariyle
Erol Güngör, Türk Sosyolojisinin sisli, puslu konularına daha bir Türk toplumuna özgü
sağlıklı açıklamalar getirebilen isim olmuştur. Özgün bir Türk Sosyolojisinin gelişimi
bakımından da o nispette önemli bir konuma sahiptir. Ziya Gökalp ile ülkemize gelen
Avrupa’lı Sosyoloji bilimi, Erol Güngör ile adeta Türk Toplumbilimi’ne dönüşmüştür.
65
KAYNAKÇA
Alkan, A. T., “Halefi Olmayan Bir İlim Adamı: Erol Güngör”, Doğu Batı, Sayı: 11, 2000. Bilgin, V., “Bir Düşünür Olarak Erol Güngör’ün Dünyası”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006. Bolay, S. H., “Erol Güngör (1938-1983)”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006. Bolay, S. H., “Erol Güngör Üzerine Hatıralar”, Prof. Dr. Erol Göngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Ceran, A. Ş., “Vefatının XV. Yıldönümünde Hocam Prof. Dr. Erol Güngör”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Cüceloğlu, D., “Erol Güngör’ü Anarken”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006. Deliorman, A., ‘Erken Düşen Yıldız: Erol Güngör’, Türk Edebiyatı, Aralık 2004, Sayı: 374. Gökdemir, A., “Erol Güngör Vatan Toprağında”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Günay, Ü., ve Güngör, H., Başlangıcından Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1997. Güngör, E., “Bu Ülke Bir Acayip Ülkedir”, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Hazırlayanlar: R. Güler, E. Kılınç, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994. Güngör, E., Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995. Güngör, E., İslamın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996. Güngör, E., İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1993. Güngör, E., Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994. Güngör,E., Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Hazırlayanlar: R. Güler, E. Kılınç, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994.
66
Güngör, E., Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995. Güngör, H., “Erol Güngör’ün Hayatı, İlmi ve Fikri Şahsiyeti”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Işık, E., “İçimdeki Erol’a”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Mirzaoğlu, R., “Erol Güngör’ün Yetişmesinde Muhitinin Önemi”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Morley, D., ve Robins, K., Kimlik Mekanları, (Çev. Emrehan Zeybekoğlu), Ayrıntı Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 1997. Özakpınar, Y., Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1997. Özakpınar, Y., İslam Medeniyeti ve Türk Kültürü, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1997. Özakpınar, Y., Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler, Ötürken Neşriyat, İstanbul 1998. Özakpınar, Y., Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma Meselesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003. Özarslan, E., “Erol Güngör Kronolojisi”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006. Özbaydar, S., “Hocam”Erol Güngör”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006. Skocpol, T., “Sosyolojinin Tarihsel İmgelemi”, T. Skocpol, (Ed.) Tarihsel Sosyoloji, (Çev. Ahmet Fethi), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999. Songar, A., “Erol Güngör’ü Uğurlarken”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Topbaş, M. T., “Milletle İç İçe Bir İlim Adamı”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Turşucu, H., “Erol Güngör: Milliyetçi-Muhafazakar Bir Kutup”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006.
67
Türk Yurdu, “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” konulu özel dosya, Mart-Nisan 1998, Sayı: 127-128. Yıldız, H., “Erol Güngör’ün Hayatı ve Eserleri”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Armağan, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Konya 1998. Yılmaz, M., “Ailesi Erol Güngör’ü Anlatıyor”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006. Yurt, A. İ., “Arkadaşı Anlatıyor”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2006.