hücrenin görevleriacikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/2898/mod_resource...hidrojen peroksit...
TRANSCRIPT
Hücrenin Görevleri
Öğr. Gör. Nurhan Bingöl
HÜCRE
I. GİRİŞ
Yaşayan tüm canlılar, milyonlarca hücrenin bir araya
gelmesiyle oluşmuştur. Bir binanın tuğlaları gibi, canlıların
vücutları da hücrelerle örülmüştür. İnsanlar, hayvanlar ve
bitkilerin yapısı buna Örnek olarak gösterilebilir.
Bakteriler ve bazı parazitlerse tek bir hücreden oluşmuş
ilkel canlılardır. Demek ki hücre, canlılığın tüm
karakteristik özelliklerini gösterebilen en küçük birimdir.
Temelde, tüm hücreler benzer özellikler gösterirler.
Varlığı ilk defa 1665 yılında Robert HOOKE tarafından
tespit edilen ve cellula (odacık=hücre) olarak adlandırılan
hücre, ancak mikroskop yardımıyla görülebilmektedir.
Organellerinin görülebilmesi için elektron mikroskobu
gereklidir: İnsan vücudunda trilyonlarca (yaklaşık olarak
75 trilyon) hücre vardır. Bu sayının yaklaşık 1/3'ünü
eritrositler oluşturur.
Hücreler, yapı ve görevleri bakımından büyük farklılıklar
gösterir. İnsan vücudunun en küçük hücreleri, 2-4 mikron
(fim) çapındaki trombositler ve mikrogliya hücreleridir.
Buna karşılık, en büyük hücreyse dışarıdan hiçbir
müdahaleye gerek kalmaksızın çıplak gözle görülebilen,
120\m çapındaki yumurta hücresidir (ovum). Hücrelerin
boyları da çapları gibi büyük farklılıklar gösterir. Bazı
hücrelerin boyları birkaç mikronken, sinir hücrelerinin
boyları, uzantılarıyla beraber 1 metreyi bulabilmektedir.
Yapılarının %70-85'i su, %10-20'si protein, geri kalan %5-
10'u da lipidler, karbonhidratlar ve elektrolitlerdir.
Hücrelerin şekilleri de farklıdır. Oluşumuna katıldıkları
doku ve organların yapısına göre yuvarlak, yassı, ipliksi,
iğsi, prizmatîk ve küp biçiminde olabilirler.
1. Şekil- Vücudumuzdaki hücrelerden bazıları
Vücudumuzdaki tüm hücreler belli bir görevde uzmanlaşmıştır. Örneğin hastalıklarla savaşmak, O2 taşımak, hareketliliği sağlamak, çeşitli biyokimyasal maddeler (protein, kimyasal madde, enzimler, hormonlar vb.) üretmek, gıda depolamak, bir araya gelerek yeni hayatlar oluşturmak ve böylece insan neslinin devamını sağlamak gibi görevler yaparlar.
HÜCRENİN YAPISI
Hücreler basitçe hücre zarı, ortasında çekirdek,
içerisinde çeşitli organeller ve bunlar arasında kalan
boşluğu dolduran sitoplâzmadan oluşur.
A. Hücre Gövdesi (Sitoplâzma)
Sitoplâzma, hücrenin en büyük ve en önemli maddesidir.
Çekirdek dışında kalan ve hücre zarıyla çevrili boşluğu
dolduran tüm oluşumlar, sitoplâzma kavramı içerisine girer
Çiğ yumurta akı kıvamında, renksiz ve saydam bir sıvıdır.
Yapısının büyük bir kısmı (%60-90, ortalama %75) su,, geri
kalan kısmıysa (% 10-40) proteinler, şekerler, yağlar
(lipid), enzimler, hormonlar, iyonlar (Na, K, Cl) ve
minerallerden oluşur. Hücredeki hayatî olayların büyük
çoğunluğu, sitoplâzmada ve sitoplâzma içerisindeki
organellerde gerçekleşir. Bu organeller, sitoplâzma
içerisinde asılı bir şekilde dururlar.
1. Organeller (Organitler)
Hücrelerin, organizmanın canlılık özelliği gösteren en küçük
birimi olduğunu biliyoruz. Sahip oldukları bu özelliği,
bünyelerinde bulunan çeşitli organeller vasıtasıyla
gösterirler. Genel olarak hücrelerde bulunan organelleri
şöyle sıralayabiliriz: Mitokondri, golgi aygıtı, endoplâzmik
retikulum, ribozom, lizozom, sentrozom, peroksizomlar,
mikroflaman ve mikrotübüller.
2. Şekil- Hücrenin yapısı ve organelleri
a. Mitokondri (Mitochondria)
Hücrede enerji üretiminin yapıldığı, etrafı çift zarla
çevrili silindirik yapılardır. Gıdalarla alınan yağ ve şeker,
mitokondrilerde son ürün CO2 ve suya (H2O) kadar
yıkılarak ATP (adenozin trifosfat) sentezlenir. Bundan
dolayı bu yapıya enerji üretim ve solunum merkezi de
denilebilir.
Mitokondride ATP sentezi aerobik glikolizis (glikozun
parçalanması), elektron transport ve oksidatif
fosforilasyon olaylarıyla meydana gelir. Bu olaylarda 1 mol
glikozun oksidasyonu sonucu 38 ATP, 1 mol palmitik asitin
yakılması sonucuysa 129 ATP sentezlenir. Sentezlenen bu
ATP molekülleri, ihtiyaç duyulduğunda kullanılmak üzere,
gerekli bölgelere (enerji ihtiyacının çok olduğu kaslar,
sinirler vb.) sevkedilirler. Bundan da anlaşıldığı gibi,
enerjiye daha fazla ihtiyaç duyan hücrelerde mitokondri
sayısı daha fazladır.
b. Golgi Aygıtı
Adını, İtalyan hekim ve bilim adamı Camillo GOLGİ'den
alır. Beyincikteki golgi hücresiyle deride ve kas
kirişlerinde bulunan golgi reseptörleriyle
karıştırılmamalıdır.
Hücre içerisinde, çekirdeğin yakınında ağ biçiminde topluca
bulunan çok sayıda kesecikten oluşmuştur. Bütün insan ve
hayvan hücrelerinde bulunur.
Özellikle sekresyon (salgılama) yapan hücrelerde (süt, ter
ve tükürük bezleri vb.) sayıları daha fazladır.
Ribozomlarda sentezlenen proteinlere gerektiğinde, golgi
aygıtı tarafından şeker ve sülfatlar eklenir.
Lipoproteinler, glikoproteinler, mukopolisakkaritler, bağ
doku maddeleri vb. golgi aygıtı tarafından sentezlenir.
Bunun dışında, yine hücre içinde sentezlenen çeşitli
hormon ve enzimler de golgi aygıtı tarafından, son şekilleri
verilip paketlenerek hücre dışına gönderilir.
c. Endoplâzmik Retîkulum (Endoplasmic reticulum, ER)
Hücre zarıyla çekirdek arasında uzanan, zar yapısındaki
kanallar sisteminden oluşmuştur. Bu sistemin bazı
bölgelerinde ribozomlar bulunur. Bu bölgelere granüllü
endoplâzmik retîkulum (GER) denir. Ribozom
bulundurmayan bölgelerineyse düz endoplâzmik retîkulum
adı verilir. GER'de protein sentezi yapılırken, Düz ER'de,
-ki bunlar steroit üreten hücrelerde daha çok bulunur çeşitli
steroit hormon ve yağların sentezi yapılır.
ç. Ribozom (Ribosome)
Hücrenin en küçük organelidir. Salgı, sinir ve karaciğer
hücrelerinde daha çok bulunur. Protein sentezinde görevli
yapılardır. Endoplâzmik retikulum üzerinde ya da
sitoplâzmada serbest hâlde bulunurlar. Ribozomlarda
sedimantasyon (çökme) kat sayısı 80 S'dir ve 60 S ve 40
S’lik iki ayrı parçaya ayrılabilir. Yapısı, RNA (ribozomal
RNA) ve proteinlerden oluşmuştur.
d. Lizozom (Lysosome)
Eritrositler dışında, canlı hücrelerin tümünde bulunur;
Özellikle makrofaj, çok çekirdekli Lökosit ve karaciğer
hücrelerinde sayıları daha fazladır. Yuvarlak ve zarla
çevrili bir yapıya sahip olup, içlerinde çeşitli enzimleri
barındırırlar. Hücrenin sindirim görevini yürütür.
Lizozomlar, hücre sindirimi için ve dışarıdan hücreye alınan
bakteri, antijen, yabancı protein vb. maddelerin etkisiz
hâle getirilmesinde ve parçalanmasında rol oynarlar.
Lizozomlar içlerinde ribonükleaz, deoksiribonükleaz, asit
fosfataz, [3 galaksidaz gibi enzimler ihtiva eder.
Lizozomlar etkilerini 2 şekilde gösterir:
Yabancı partiküllerin sindirimi,
Otophagy (otofaji): Hücrenin işe yaramayan kendi
organellerinin yine kendisi tarafından ortadan kaldırılması,
Otolysis (otolizis): Zamanla yaşlanan ya da içi partikülle
dolan lizozomların parçalanıp içeriğinin hücre içine
boşalması, bunun sonucunda da bulunduğu hücreyi
parçalaması,
Thyroglobulinden → tyroksin sentezi yapmak: Bu gibi bazı
hormonların, lizozomlar tarafından sentezlenmesi
e. Sentrozom (Centrosome)
Hücrede çekirdek yakınına yerleşmiş, içerisinde bir ya da
iki adet sentriol ihtiva eden küçük yuvarlak organellerdir.
Hücre bölünmesi esnasında, o da ikiye bölünür. Mitoz
bölünme sırasında, gelişiminin en üst noktasına ulaşır.
Sonra tekrar küçülür. Hücre bölünmesinde aktif role sahip
olan sentrioller, mikrotübüllerden yapılmıştır.
f. Peroksizomlar (Peroxysome)
Hidrojen peroksit (H2O2) metabolizmasıyla ilgili enzimleri
taşır. Lizozomlarla benzer özellikler göstermelerine
rağmen ayrı bir organel olarak kabul edilmektedir. Birçok
hücrenin (karaciğer ve böbrek hücreleri) bünyesinde
bulunur.
Endoplâzmik retikulumla (ER) aralarında sıkı bir ilişki
vardır. Peroksizomlar, sanki ER'nin genişleyip bir kese
yapmasıyla oluşmuş gibidir. Membranı, tek katlı olup ER
membranının devamı gibidir.
H202(hidrojen peroksit)'yi parçalayan katalaz enzimini
taşırlar. H2O2, hücre için toksik bir maddedir. Katalaz
enzimiyle H20'ya (su) ve 02'ye dönüştürülerek etkisiz hâle
getirilir.
Karaciğer ve böbrek peroksizomları, nükleik asitlerin
yapısında bulunan pürinlerîn (adenin, guanin)
parçalanmasında görevlidir.
g. Mikroflaman ve Mikrotübüller
Mikroflaman (microflaman)’a en iyi örnek kas hücrelerinde
bulunan aktin ve miyozindir. Aktin, miyozine göre daha
çok bulunur.
Mikrotübüller (microtubul), hücrenin iskeleti görevi
görürler. ATP enerjisi kullanarak bazı organellerin
taşınmasında (mitokondri, veziküllerin vb.) görev alırlar.
Hücrenin şeklinin korunmasında ve hücre bölünmesinde de
görevlidirler. Bugün, hücre zarı İçerisindeki proteinlerin
hareketlerinin de mikrotübüller vasıtasıyla olduğu
düşünülmektedir.
2. Cansız Maddeler
Sitoplâzma içerisindeki yapıları organeller, inklüzyonlar
ve diğer komponentler olarak sınıflandırabiliriz.
Organeller, bir zarla çevrilidir. Hücredeki metabolik
olaylara doğrudan katılırlar. Endoplâzmık retikulum, golgi
aygıtı, mitokondri ve lizozom bu yapılara örnektir.
İnklüzyonlar hücrenin geçici komponentleridir. Her
hücrede bulunmayabilirler. Bunların dış kısımları bir zarla
çevrili olabildiği gibi zarsız da olabilir. Pigmentler, lipidler,
karbonhidratlar, elektrolitler ve salgı tanecikleri bu gruba
girer.
Diğer komponentlerin etrafları bir zarla çevrili değildir.
Farklı yapı ve fonksiyonları vardır. Sentriol, mikrotübül ve
mikroflaman bu gruba girer.
Hücre içindeki bu oluşumlar içerisinde canlı olanlar
organellerdir. Cansız oluşumlarsa kofullar, su, elektrolitler
(anyon ve katyonlar), yedek besinler, atık maddeler, salgı
tanecikleri, pigment tanecikleri vb.dir.
3. Hücre İçi Sıvı
Hücrede sitoplâzma ve çekirdek içerisinde sıvı bulunur.
Her ikisi birlikte hücre içi sıvı olarak adlandırılır.
Vücuttaki toplam sıvının %60'ını hücre içi sıvı oluşturur. 70
kg ağırlığındaki bir insanda ortalama 28 litre hücre içi sıvı
vardır.
Hücre içi sıvı, yüksek yoğunlukta potasyum, düşük
yoğunlukta sodyum ve klor ihtiva etmektedir. Bu iyonlar,
hücredeki elektriksel potansiyeli dengelemekle görevlidir.
Hücredeki metabolik olaylar, tümüyle burada gerçekleşir.
Miktarı normal koşullarda değişmez. Ancak herhangi bir
nedenden dolayı azalma olursa, devamlı alış veriş hâlinde
bulunduğu interstisyel (hücreler arası sıvı=doku sıvısı)
sıvıdan bu eksiklik karşılanır.
Hücre Zarı ( Plâzmalemma )
1. Hücre Zarı ve Fonksiyonları
Sitoplâzmayı dıştan çepeçevre kuşatan, ekstrasellüleraralıktan ayıran ve hücreye şeklini veren, bir zardır. Çiftkatlı fosfolipid molekülleri arasında düzensiz bir dağılımgösteren protein moleküllerinden oluşmuştur. Bu proteinmoleküllerinin bir kısmı zarı boydan boya kat ederbiçimde (integral veya intrinsik proteinler) ya da zarın içveya dış yüzüne gömülü (periferal veya ekstrinsikproteinler) bulunur. Çift katlı fosfolipid yapıysa fosfatiçeren yağ moleküllerinden yapılmıştır.
3. Şekil- Hücre zarının yapısı
Su, polar maddeler için iyi bir çözücüdür. Polar olmayan
(apolar) maddeler örneğin yağlar, suda çözünemezler.
Böyle maddelere, hidrofobik (suyu sevmeyen) maddeler
denir. Hücre zarının yapısında bulunan fosfolipidlerde, hem
hidrofobik bir kısım (lipid) ve hem de hidrofilik (suyu
seven) bir kısım (fosfat) bulunmaktadır. Bu şekilde hem
polar hem de apolar grup taşıyan moleküllere amfipatik
maddeler adı verilir. Böyle maddeler su içerisine
konulduklarında, hidrofilik kısımlar dışta, hidrofobik
kısımlar içte olmak üzere bir araya toplanarak miçel yapısı
oluştururlar (4. Şekil).
4. Şekil- Miçel yapı ve fosfolipid molekülü
Hücre zarının fosfolipid moleküllerinden oluşan çift
katmanlı bir yapısı olduğu daha önce belirtilmişti. Bu
fosfolipid yapının, suyu seven (hidrofilik) baş kısmı, zarın
iç ve dış kenarında yerleşmişken; suyu sevmeyen
(hidrofobik) kuyruk kısmıysa zarın orta kısmında
yerleşmiştir (3. Şekil). Orta kısımda toplanan apolar ve
hidrofobik kısımlar, aralarındaki suyu dışarı iterler ve
bunun sonucunda aralarında bir çekim gücü oluşur.
Hidrofobik kuyruk kısımlarının bir arada tutunmalarını
sağlayan bu güce hidrofobik çekim gücü adı verilir.
Hücre zarı, gözenekli bir yapıda olmasına rağmen
sitoplâzmanın dışarıya sızmasına engel olur. Seçici-
geçirgen yapısıyla sadece küçük moleküllerin geçmesine
izin verir. Büyük moleküllerse ancak fagositoz ya da
pinositoz yoluyla zarı geçebilir.
Zarın kalınlığı yaklaşık olarak 7,5-10 nanometre kadardır.
Zar kütlesi ise %55 oranında protein, %42 oranında
fosfolipid, kolesterol vb. ile %3 oranında da
karbonhidratlardan oluşmuştur.
Hücre zarının görevleri
Hücreye madde giriş çıkışını kontrol etmek ve
düzenlemek,
Hücreyi dış ortamdan (ekstrasellüler aralıktan) ayırmak,
Sitoplâzmayı, dolayısıyla hücreyi korumak ve iç ortamı
düzenlemek, Hücreye belirli bir şekil kazandırmak
2. Hücre Zarından Madde Taşınma Yolları'
a. Zar Geçirgenliği (Permeabilite)
Hücre zarı, hücrenin dış kısmıyla (ekstrasellüler sıvı)
temas hâlinde bulunduğu bölgedir. Hücreye girecek ve
hücreden çıkacak, maddeler için seçici ve kuvvetli bir set
oluşturur. Besin maddeleri, ancak bu zarı geçerek hücre
içerisine girerler. Aynı şekilde hücre atıkları da ancak bu
zarı geçerek hücre dışına çıkabilirler.
Zarın geçirgenliği, hücreden hücreye ve çeşitli şartlara
göre farklılıklar gösterebilir. Hücrenin elektriksel
faaliyetlerinde de hücre zarı önemli rol oynar. Örneğin,
sinir ve kas hücrelerinin elektriksel uyarılmaları, hücre
zarının karakteristik özellikleri sayesinde olur. Dolayısıyla
hormon, ilâç vb. maddeler etkilerini ancak hücre zarı
vasıtasıyla gösterebilirler. Bundan dolayı zar, bazı
hormonların geçişine izin verirken, bazılarına izin vermez.
b. Taşıma Yolları
Hücre zarından madde taşınma yolları, değişik biçimlerde
sınıflandırılabilir. Örneğin, maddenin geçişi esnasında enerji
harcanıp harcanmaması göz önüne alınırsa, şöyle bir
sınıflandırma yapılabilir:
Enerji harcanmadan, yani molekülün kendi kinetik enerjisi
sayesinde gerçekleşen taşınma sistemi (pasif taşınma).
Örneğin; basit difüzyon, kolaylaştırılmış difüzyon ve ozmoz.
Bu yolla madde taşınması esnasında hücreler enerji
harcamazlar. Molekül ve atomlar, kendi konsantrasyonlarının
yüksek olduğu taraftan düşük olduğu tarafa, kendi kinetik
enerjileri sayesinde difüze olurlar (taşınırlar). Bu maddeleri
zarın bir tarafından diğer tarafına yönlendiren en önemli
neden, konsantrasyon farkıdır.
Maddenin hücre zarından taşınması sırasında, hücre
zarının aktif olarak rol oynadığı ve enerji harcamasının
yapıldığı taşınma yolu (hücresel enerjiye bağlı taşınma
sistemi). Örneğin aktif taşıma ve endositoz-ekzositoz.
Şimdi bu, madde taşınma yollarını teker teker inceleyelim:
1- Taşıyıcılar Aracılığıyla Taşıma
Şekerler ve amino asitler polar (kutuplu) moleküllerdir.
Bunların çapları 8 A°'dan büyük olduğu için normal
yollardan hücre zarını geçemezler. Halbuki, bu iki
maddenin de hücre zarını bolca geçmeleri gerekir. Çünkü,
hücrenin enerji üretimi ve protein sentezi yapabilmesi için
bu iki maddeye ihtiyacı vardır. Öyleyse, başka bir
mekanizmayla hücre zarını geçmeleri gerekmektedir.
Yapılan deneyler, bu maddelerin zar yüzeyinde özel yerlere
bağlandığını ve zarın dış yüzünden iç yüzüne (hücre içine)
taşındığını göstermiştir. Bu tür taşınma şekline taşıyıcılar
aracılığıyla taşınma denir. Zira, hücre zarında bulunan
taşıyıcı moleküller, taşımaya aracılık ederler. Bu yolla zarı
geçen maddeler kimyasal özgüllükleri, rekabet ve
doymuşluk yaratma özellikleriyle basit difüzyonla geçen
maddelerden ayrılırlar.
1. Tablo- Hücre zarından madde taşınma şekillerinin enerji gereksinimine göre sınıflandırılması
2. Tablo- Hücre zarından madde taşınma şekillerinin taşıyıcı gereksinimine göre sınıflandırılması
Basit difûzyon ve taşıyıcılarla taşınmayı
birbirinden ayıran özellikler:
1) Özgüllük
Taşıyıcılarla taşınmada, taşıyıcıların bazı kimyasal gruplara
özgü olması özelliğidir. Örneğin şeker taşıyan sistem,
amino asitleri taşımaz. Bazı sistemler o kadar özgüldür ki
aynı atom sayısı ve kimyasal grupları taşıyan iki molekülden
birisinin molekül biçiminde küçük bir değişiklik olsa, bunu
ayırt edebilmekte ve o molekülü taşımamaktadır.
2) Doymuşluk
Basit difüzyonda, hücre dışında bulunan ve difüzyonla
hücre içine girecek olan maddenin dıştaki yoğunluğu ne
kadar artarsa, hücreye giren madde miktarı da o kadar
artar. Taşıyıcılarla olan taşınmadaysa maddenin hücreye
girişi, dıştaki yoğunluğun artmasıyla bir yere kadar artar,
bir noktadan sonra durur. Buna göre, taşıma sisteminin bir
kapasitesi olduğu söylenebilir. Dıştaki yoğunluk, bu taşıma
kapasitesinin üzerindeyse fazlası taşınmaz. Başka bir
deyişle taşıma sistemi doymuştur. Sistemin doyması, hücre
yüzeyindeki Özgül bağlanma yerlerinin tümüyle işgal
edilmesi ve sistemin maksimum kapasiteyle çalışması
anlamına gelmektedir.
3) Rekabet
Birbirine benzer iki madde, aynı taşıyıcı sistemle
taşınıyorsa birbiriyle rekabet eder. Örneğin amino
asitlerden alanin ve glisin aynı taşıyıcıyı kullanırlar, yani
aralarında rekabet vardır.
i. Kolaylaştırılmış Difûzyon
Bu taşınma sisteminde, bir taşıyıcı molekül (hücrezarındaki protein molekülleri) vardır. Buna en güzel örnek,glikozun hücre içine ya da dışına taşınmasıdır. Taşıyıcımoleküller, taşınacak molekülleri her iki yönde detaşıyabilirler.
Bu sistem, "konsantrasyon farkı" etkisiyle çalışır. Böyleolduğundan, madde kendi kinetik enerjisiyle taşınır. Ayrıcadışarıdan artı bir enerjiye ihtiyaç yoktur. Maddeyoğunluğunun yüksek olduğu yerden, düşük olduğu yeredoğru bir taşınma söz konusudur. Hücre içi ve dışınınyoğunluğu eşitlenince, içe ve dışa madde taşınması aynıhızda olur ve hücre içinde maddenin yoğunluğu değişmez(5. Şekil).
5. Şekil- Difüzyon ve kolaylaştırılmış difüzyon
ii. Aktif Taşıma (Active Transport)
Bu sistemin çalışma mekanizması pasif taşınmanın tersinedir.
Taşınacak molekülün düşük konsantrasyondan yüksek
konsantrasyona doğru, bir taşıyıcı molekül aracılığıyla
taşınmasıdır. Yokuş yukarı taşınma diye tabir edilen bu
sistemde, enerjiye ihtiyaç duyulur. Enerji ihtiyacı, ATP
molekülünden sağlanır. Bu sistemde moleküller genellikle tek
yönde taşınır (6. Şekil).
Bazı sistemlerde, taşıyıcı molekül taşınacak maddeyi, her iki
yönde de taşıyabilir. Ancak, taşıyıcının taşınacak moleküle
karşı affinitesi (birleşme isteği, meyli) bir tarafta yüksek,
öteki taraftaysa düşüktür. Taşınmanın bir yöne doğru olması
ve yoğunluğun bir tarafta yüksek tutulabilmesi için bu şarttır.
6. Şekil- Aktif taşıma ve ozmoz
Aktif taşınmaya en önemli örnek, sodyum ve potasyum
iyonlarının hücre zarı aracılığıyla taşınmasıdır. Sodyum,
hücre dışında içerideki miktarından 10 kat fazladır.
Potasyumsa, hücre içinde dışa göre 30-35 kat daha
fazladır. Bu iyonların hücre içinde ve dışındaki yoğunluk
farkı, aktif taşınmayla muhafaza edilir.
Na K pompası, bu sistemle çalışır. Taşıyıcı molekül, hücre
içinden 3 mol sodyumu hücre dışına taşır. Arkasından da
hücre dışından 2 mol potasyumu hücre içine taşır. Tüm bu
olaylar için 1 mol ATP kullanılır.
2- Diğer Taşıma Şekilleri
i. Basit Difüzyon
Kolaylaştırılmış difüzyon gibi, madde yoğunluğunun yüksekolduğu bölgeden düşük olduğu bölgeye doğru taşınmadır.Ancak, aralarında bir fark vardır. Kolaylaştırılmış difüzyonolayı, bir taşıyıcı molekül aracılığıyla gerçekleşirken; basitdifüzyonda, böyle bir aracı maddeye gerek duyulmaz. Birpasif taşınma olan basit difüzyon olayı, maddenin daha çokyoğun olduğu taraftan, daha az yoğun olduğu tarafa,enerjiye ihtiyaç duymaksızın difüze olmasıdır. Örneğin,zarı kolayca geçebilen bir maddenin hücre içi yoğunluğu,hücre dışına göre daha düşük olsun. Bu madde hücre içinedoğru difüze olur. Bu geçiş, hücre içiyle dışının yoğunluğueşitleninceye kadar devam eder, sonra durur(Bkz.:5.Şekil).
ü. Endositoz, Ekzositoz, Pinositoz ve Fagositoz
Bir kese (vezikül) yardımıyla bir maddenin hücre içine
alınmasına endositoz (endocytose), hücre dışına
atılmasınaysa ekzositoz (exocytose) denir. Endositoz
sırasında hücre zarı, dışarıdan içeriye doğru çukurlaşarak
içeri alınacak maddenin etrafını çepeçevre sarar. Böylece
içeriye alınacak madde, bir
vezikül içine alınmış olur. Vezikül bu şekilde sitoplâzmaya
geçer. Sonra hücre zarı tekrar birleşir. Vezikül içine alınan
madde sıvıysa bu olaya pinositoz (pinocytose=hücre
içmesi); katıysa fagositoz (phagocytose=hücre yemesi)
denir.
Bu şekilde içeriye alınan maddeler kimyasal değişikliğe uğrar,
yani sindirilirler. Proteinler ve nükleik asitler gibi iri
moleküller bu yolla hücreye alınır. Lökositler ve
makröfajların fagositoz yetenekleri vardır.Bu hücreler,
bakterileri fagosite ederek parçalar.
Ekzositozla da hücre içindeki atık maddeler, endositozun
tersi bîr mekanizmayla hücre dışına gönderilir. Bütün bu
olaylar metabolik enerji (ATP) harcanarak gerçekleşir (7.
Şekil).
7. Şekii- Endositoz ve ekzositoz
iii. Ozmoz (Osmosis)
İki bölüm arasında, suya geçirgen, fakat katı maddelere
geçirgen olmayan bir zar varsa ve bölümlerden birisindeki
su yoğunluğu yüksekse su molekülleri yüksek yoğunluktan
alçak yoğunluğa doğru geçer (Bkz.: 6. Şekil). Ozmoz deyimi,
pasif taşınma kuralları çerçevesinde suyun difüzyonunu
ifade eder, Ozmoz olayında, suda çözünen maddelerin çok
önemli rolü vardır. Bir eriyikteki katı madde yoğunluğu, o
eriyiğin ozmolaritesi olarak kabul edilir. Eriyiğin
ozmolaritesi ne kadar çoksa suyun yoğunluğu o kadar azdır.
Hücreler, ozmotik bir sistem gibi davranır. Zira, hücre, zarı
daima suya karşı geçirgendir.2 Su molekülleri çok yoğundan az
yoğuna doğru hareket ettikleri için, suyun geçtiği tarafta su
miktarı (volüm) artar. Başlangıçta iki bölüm arasında geçici bir
volüm farklılığı olsa bile, son volüm iki tarafta da eşit olur.
Bir ozmol, iyonize ve dissosiye olmayan (çözünmeyen)
parçacıkların 1 mol gramına eşittir. Yani maddenin gram olarak
molekül ağırlığının o molekülün çözeltiye saldığı, serbest
hareketli taneciklerin sayısına bölünmesiyle saptanır. Buna
göre 180 gram glikoz (Bu, glikozun mol ağırlığıdır.) 1 ozmol
glikoza eşittir. Çünkü glikoz dissosiye olmaz. Böyle bir glikoz
eriyiği, litrede 1 ozmol yoğunlukta glikoz taşır.
Bununla birlikte eriyikteki bir madde iki iyona dissosiye
oluyorsa, bu maddenin 1 mol gramı 2 ozmole eşittir. Çünkü
burada parçacık sayısı 2'dir. Örneğin 1 mol NaCl eriyiği,
litrede 2 ozmol partikül taşır. Çünkü NaCl iki partiküle,
Na+ ve Cl'a iyonize olur. Böylece NaCl'nin 1 mol gramı
(58,5 g) 2 ozmole eşittir. Bunun gibi bir eriyik, 1 mol glikoz
ve 1 mol NaCl taşıyorsa bu eriyiğin ozmolaritesi, litrede 3
ozmol olur. İki ayrı eriyiğin ozmolar değeri aynıysa, su
molekül yoğunluğu da aynıdır.
Bir hücreyi, kendi ozmolar değerine eşit bir sıvı içine
(izoozmotik, izotonik sıvı) koyarsak, hücre içiyle dışı
arasında devamlı bir alış veriş vardır. Fakat hücreye giren
ve çıkan sıvı miktarı birbirine eşittir. Yani hücrenin volümü
değişmez. Eğer hücre, ozmolaritesi kendisininkinden daha
düşük bir sıvı içine (hipoozraotik, hipotonik sıvı) konulursa,
su molekülleri hücre içine girer ve hücre şişer. Eğer hücre,
ozmolaritesi kendisininkinden daha yüksek bir sıvı içine
(hiperozmotik, hipertonik sıvı) konulursa, su molekülleri
hücre dışına çıkar ve hücre küçülerek büzülür (8. Şekil).
Buna göre, bir çözeltinin ozmolaritesi (katı madde
yoğunluğu) hücreninkine eşitse, bu çözeltiye izotonik
çözelti denir. İçerdikleri su konsantrasyonu ve çözünmüş
parçacık sayısı birbirine eşittir, %0,9'luk NaCl (serum
fizyolojik), %5'lik glikoz eriyiği (dextroz) ve %1,4
sodyumbikarbonat yaklaşık olarak izotoniktir.
8. Şekil- Farklı çözeltilere konuian hücrenin ozmotik kurallar İçinde su a!tp vermesi
Eğer çözeltinin ozmolaritesi, hücreninkinden daha düşükse, bu
çözeltiye hipotonik çözelti denir. Hipotonik çözelti, hücreye
göre daha az çözünmüş parçacık sayısına, ancak daha fazla su
konsantrasyonuna sahiptir. İzotonik eriyiklerden daha düşük
konsantrasyona sahip eriyikler hipotoniktir.
Eğer çözeltinin ozmolaritesi, hücreninkinden daha yüksekse
bu çözeltiye hipertonik çözelti denir. Hipertonik çözelti,
hücreye göre daha fazla çözünmüş parçacık sayısına, ancak
daha az su konsantrasyonuna sahiptir. Dolayısıyla su
molekülleri, hipotonik çözeltilerden hipertonik çözeltilere
doğru hareket ederler. îzotonik eriyiklerden daha yüksek
konsantrasyona sahip eriyikler hipertoniktir (%10, %20, %30
Dextroz ve %3, %5 NaCl hipertonik solüsyonlara örnektir.).
Karşılaştırmalı bir Örnek verecek olursak (hücreyi yok
sayarsak), %10'luk NaCl, %20'lik NaCI'ye göre hipotonik,
%1'lik NaCI 'ye göreyse hipertoniktir (birbirlerine göre).
Ozmotik basınç
Katı maddeleri geçirmeyen ve sadece suyun geçişine izin
veren, seçici geçirgen bir membranla ayrılmış iki bölüm
düşünelim. Bu bölümlerden birincisinde sadece su,
ikincisindeyse NaCl eriyiği bulunduğunu varsayalım. Normal
şartlarda su molekülleri, birinci bölümden ikinci bölüme
doğru geçmeye başlarlar (ozmozla).
İkinci bölümden, aradaki membrana doğru (suyun geçiş
yönünün tersine) bir basınç uygulanacak olursa, ozmozun
yavaşladığı hatta bir süre sonra durduğu gözlenir. Ozmozu
tamamen durdurmak için gereken basınca, NaCl eriyiğinin
ozmotik basıncı denir.
Ozmotik basınçta partiküllerin (parçacık) Önemi
Bir eriyikteki parçacıkların yarattıkları ozmotik basınç
(iyonun ya da molekülün oluşturduğu), parçacıkların
kütlelerine değil, sıvının birim hacminde bulunan parçacık
sayısına bağlıdır. Bunun nedeni, parçacıkların kütlesi ne
olursa olsun membrana aynı miktarda basınç
uygulamalarıdır. Yani bütün parçacıklar, birbirine eşit bir
enerjiyle hareket ederler.
Kütleleri farklı olduğu halde eşit basınçla membrana
çarpmalarının nedeni, büyük kütleli parçacıkların yavaş
hareket etmeleri, küçük kütleli parçacıklarınsa daha hızlı
hareket etmeleridir.
Özetle, bir eriyiğin ozmotik basıncını, o eriyikteki
parçacıkların sayısal konsantrasyonu belirler. Parçacıkların
kütlesi önemli değildir,
Ozmolarite, eriyiğin litresinde bulunan ozmoldür. Ozmolsa
parçacıkların sayısal konsantrasyonunu ifade etmek için
"gram" yerine kullanılan bir birimdir. Basit bir deyişle
ozmol, eriyikteki parçacık sayısını, ozmolariteyse bir litre
sıvıdaki parçacık yoğunluğunu gösterir.
3- Diyaliz (Dialysis)
Bir zarın bir tarafında iki veya daha fazla eriyik hâlinde
katı madde varsa ve bu zar, bu maddelerden bazılarının
geçmesine izin veriyorsa diyaliz olayı meydana gelir. Zarın
geçmesine izin verdiği madde, bir tarafta yüksek
yoğunlukta bulunuyorsa, bu madde diğer tarafa difüze olur.
Böylece eriyikten bir kısım madde ayrılmış olur.
Suni böbrekte aynı prensiple çalışmaktadır. Hastanın kanı
(her seferinde 500 ml kadar) bir dizi diyaliz tüpünden
geçirilir. Diyaliz tüpünün dış tarafında, kanda bulunan ve
difüze olabilen maddeleri aynı yoğunlukta taşıyan bir sıvı
vardır. Ancak bu sıvıda, uzaklaştırılması istenen madde
bulundurulmaz. Böyle olunca, uzaklaştırılması istenen
maddeler (Örneğin üre), difüzyonla dış taraftaki sıvıya
geçer. Kan için lüzumlu maddelerse dıştaki eriyiğe geçmez.
Böylece, kan zararlı maddelerden temizlenmiş olur.
4- Filtrasyon
Bir zarın iki tarafı arasında basınç farkı varsa, sıvı ve
erimiş maddeler, basıncın yüksek olduğu taraftan düşük
olduğu tarafa geçer. Bu olaya filtrasyon (süzülme) adı
verilir. Burada zar, bir elek gibi iş görür ve gözeneklerinin
büyüklüğüne göre madde geçişine izin verir. Madde ya da
sıvının geçiş hızı, basıncın büyüklüğüyle doğru orantılıdır.
Kılcal damarlardan eriyiklerin damar dışına çıkışı
(ekstrasellüler sıvıya geçişi) filtrasyonla olur.
3. Hücre Zarının Dinlenim Potansiyeli
Canlı hücrelerin membranında, bir potansiyel farkı
(gerilim) vardır. Bu potansiyel fark, uygun metotlarla
ölçülebilir. Hücre zarında dinlenim potansiyeli denilen
bu olay, hücre türüne göre değişiklik gösterir. Hücrelerin
etkinlik göstermedikleri bir dönemde (örneğin kas
hücresinin kasılmadığı, salgı hücresinin salgı yapmadığı
dönem), tespit edilen potansiyel farkına dinlenim
potansiyeli denir.
Hemen hemen tüm hücrelerde hücre içi, hücre dışına göre negatif bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyel farkının sebebi, intrasellüler sıvıyla ekstrasellüler sıvı arasındaki iyonların farklı dağılışıdır. Hücre zarı seçici geçirgen olduğu için, hücre içi ve hücre dışı sıvıların içerdikleri madde konsantrasyonu da farklılık göstermektedir. Oluşan bu farkın sebebi, Na* , Cl" ve K+ iyonlarından kaynaklanır. Hücre içindeki anyonların büyük kısmı negatif yüklü proteinlerdir.
Aksiyon potansiyelinden sonra, yani hücrenin kendi özel
yapısına göre etkinlik gösterip (örneğin kas hücresinin
kasılması vb.) tekrar eski hâline dönmesinden sonra,
dinlenim potansiyeline geçiş süreci başlar. Na iyonu, aktif
taşınmayla devamlı hücre dışına; K iyonuysa hücre içine
taşınmasıyla zar dinlenim potansiyeline geçmiş olur. Bu
geçiş sonucunda hücre içindeki K* konsantrasyonu, dışarıya
göre yaklaşık olarak 50 kat artarken; Na konsantrasyonu,
yaklaşık olarak 10 kat düşer.
9. Şekil- Dinlenim potansiyelinde iyon değişimi
Dinlenim durumundaki hücre zarı, Na+ iyonları için az
geçirgendir. Onun için Na+ konsantrasyonunun düşmesi,
geriye difüzyonla tekrar yükseltilemez. Hücre zarı, K+ için
nispeten geçirgendir. Büyük konsantrasyon değişikliği
yüzünden K+ iyonları, hücre içinden dışına bir miktar
difüze olabilir. Zar, Cl ~ iyonları için de geçirgendir. Ancak
Cl~ iyonlarının, bu potansiyel değişim üzerine pek fazla
etkisi olmamaktadır (9. Şekil).
4. Aksiyon Potansiyeli
Hücrelerde İmpuls iletimi hücre zarı (membranı) ile ilgili
bir olaydır. împuls, (kablodaki elektrik akımı gibi) membran
boyunca iletilir.
Hücre membranı, hücre içi sıvıyla hücre dışı sıvıyı
birbirinden ayırır. Hücre içi ve hücre dışı sıvının iyonik
yapısı birbirinden çok farklıdır. İyonların türü ve
konsantrasyonundaki (yoğunluğundaki) farklılık nedeniyle,
içerideki ve dışarıdaki elektriksel yük de farklıdır.
Hücrenin iç (intrasellüler) ve dış ortamında
(ekstrasellüler), pozitif ve negatif elektrik yükü taşıyan
iyonlar (Na+, K+ ve (X ) bulunur. Kural olarak benzer yükler
(- ile - ve + ile +) birbirini iter, farklı yüklerse ( - ile + )
birbirini çeker. Farklı elektrik yüklerinin bir araya gelmesi
(birbirini çekmesi), elektriksel yükle olmaktadır. Elektrik
yükleri birbirinden ayrı tutulursa (ya da ayrı tutulmaya
çalışılırsa) iki ayrı nokta arasında potansiyel fark var
demektir. Bu fark yüklerinin birbirini çekmeleri,
elektriksel bir güç doğurur. Bu güç, yükün hareketine
(akımına) neden olur ki, buna da elektrik akımı denir.
Hücrelerin iç ve dış ortamında bulunan İyonlar, elektrik
yükünün taşınmasını sağlarlar. Ancak hücre membranı
lipidlerden yapıldığı için, yapısında elektrik yükü taşıyan
çok az iyon bulundurur. Bu yüzden bunlar elektrik akımı
için uygun bir ortam oluşturmaz.
Bu şekliyle hücre membranı, hücrenin içindeki
ve dışındaki elektrik yükleri arasına yerleşmiş,
tecrit edici (iki tarafı birbirinde ayıran) bir set
oluşturur. Bu set, hücre içindeki ve hücre
dışındaki farklı yükleri (+ ve - yükleri)
birbirinden ayırdığı için, içerisiyle dışarısı
arasında potansiyel fark oluşacaktır. Membran
potansiyeli denilen bu potansiyel fark (için dışa
göre ya da dışın içe göre + veya -.yüke sahip
olması), bir ucu hücre içine bir ucu hücre dışına
yerleştirilen elektrotlarla ölçülebilir.
Hücre istirahat (dinlenim) halindeyken, yani uyarılmadığı
zaman, ölçülen potansiyel farkına dinlenim potansiyeli
denir. Hücre aktifken membran potansiyeli değişir. Bu
esnada ölçülen potansiyel farkınaysa aksiyon potansiyeli
denir. Aksiyon potansiyeli, bir sinir veya kastaki etkinlik
esnasında meydana gelen elektriksel değişikliktir.
Aksiyon potansiyelinin devam süresi, sinirlerde 1 milisaniye
(saniyenin binde biri), kaslarda 4 milisaniye, kalp kasında
ise 200 milisaniye (0,2 saniye) kadardır.
Aksiyon potansiyelinin oluş mekanizması
Hücrede aksiyon ve dinlenim potansiyelinin oluşmasında,
Na* ve K* iyonları rol oynar. Bu iyonların bulundukları
yerdeki konsantrasyonları ve yer değişiklikleri,
bulundukları yerin elektriksel yükünü belirler.
Hücre dinlenim durumundayken polarize olmuş
(kutuplaşmış=bir tarafın negatif diğer tarafın pozitif
olması) durumdadır ve bir denge durumu söz konusudur.
Zira, içerisi negatif (-), dışarısı pozitif (+) yük
taşımaktadır.
Dinlenim durumundaki iyon dağılımında K+ içeride, Na+
dışarıda bulunur. Bu iyonların hücre zarını geçişleri, belli
kurallar dahilinde gerçekleşir. Hücre içi K+ konsantrasyonu
yüksek olduğu için hücre dışına doğru K+, sızdırma
kanallarından difüze olurken Na+ hücre içine girer. Fakat
sızdırma kanalları nedeniyle membranın istirahatte K+'a
olan geçirgenliği Na+'a kıyasla çok daha fazladır. Bu
nedenle K*'un pasif dışarı akışı Na+'un pasif hücre içine
akışından daha fazladır.
Membran hücre içindeki anyonların çoğuna geçirgen olmadığı için (ki bunlar negatif yüklü proteinlerdir) K+'un dışa akımı eşit oranda anyon akımıyla birlikte olmaz ve membran dışarısı içeriye göre pozitif olacak şekilde polarize bir durumda kalır. Dinlenim zar potansiyelinin oluşmasında diğer önemli faktörse Na+~K+ ATPaz pompasıdır. Bu pompayla hücre dışına 3 Na+, hücre içineyse 2 K+ aktif olarak taşınır.
10. Şekil- Aksiyon potansiyelinde iyon ve elektriksel yük değişimi
Hücre etkinlik gösterdiği sırada, yani aldığı uyarı
sonucunda aksiyon potansiyeli oluşması esnasında, hücre
membranının Na+ geçirgenliği 500 kat artar ve Na+ hızla
içeri girer. Na+‘un içeriye girmesiyle, denge durumu
bozulur ve membranın dinlenim dönemindeki potansiyeli
değişerek pozitif değere ulaşır. Na**nın içeriye girmesiyle
polarize durum bozulur. Membran potansiyelinin pozitif
değere ulaştığı bu döneme, depolarizasyon dönemi adı
verilir. Depolarizasyon döneminde iyon dağılımı değişir.
Na+ iyonlarının hücre içine girmesiyle, hücre içinde Na+ ve
K+ iyonları bulunur. Bunun sonucunda elektriksel yük
durumu da değişir ve hücre içi pozitif değere, hücre
dışıysa negatif değere ulaşır.
Depolarizasyon döneminden sonra repolarizasyon dönemi
başlar. Bu dönemde, Na* geçişi durdurulur ve K*
geçirgenliği artırılır. Sonuçta K* hücre dışına difüze olur.
İçeriye giren Na+ kadar K+ dışarıya çıkar. Bunun
sonucunda iyon dağılımı, dinlenim durumundakinin tersine
döner. Yani K* dışarıda, Na* ise içeridedir. İyon dağılımı
ters olmasına rağmen, elektriksel yük durumu dinlenim
potansiyeli değerini kazanır. Bir başka deyişle hücre içi
negatif, hücre dışı pozitif olur. Repolarizasyon dönemi
böylece tamamlanır. Buraya kadar meydana gelen olaylar
(depolarizasyon ve repolarizasyon), enerji, sarfı
gerektirmez.
Bundan sonra hücrenin eski durumuna (dinlenim
potansiyeline) dönüş süreci başlar. Na+'nın tekrar hücre
dışına çıkması ve K+,nın hücre içine girmesiyle, hem iyonik
dağılım hem de elektriksel yük dağılımı bakımından
dinlenim potansiyeline geçilmiş olur. Na* dışarıda, K*
içeride olmak üzere hücre içi negatif, hücre dışıysa,
pozitif değer taşır. Na*‘nın dışarı çıkması ve K+‘nın içeri
girmesi, sodyum-potasyum pompa sistemi sayesinde olur.
Bu sistemin çalışması için metabolik enerjiye ihtiyaç
duyulur. Hücre dinlenim durumuna geçtikten sonra, tekrar
uyarılmaya hazırdır (10. Şekil).
Görülüyor ki, yaptığımız en basit hareketlerde bile
milisaniyeler içerisinde, hücrelerde moleküler düzeyde,
birçok karmaşık fakat muazzam biyokimyasal olay cereyan
etmektedir. Farkına bile varamadığımız bu olayların
sayesinde, hayatî organlarımız çalışır ve istediğimiz
hareketleri yapabiliriz, kısacası yaşamımızı sürdürebiliriz.
C. Çekirdek (Nucleus)
Bölünme yeteneğine sahip olan hücrelerde bulunur.
Genellikle hücrenin orta kısmında yerleşmiştir. Şekli
yuvarlak, elips ya da dikdörtgen şeklinde olabilir.
Hücrelerden bazıları bir veya birden çok çekirdeğe sahip
olabilirken, bazılarında hiç çekirdek bulunmaz. Örneğin
eritrositlerin çekirdeği yoktur. Bununla birlikte normal
lökositlerde bir, karaciğer hücreleri ve kemik iliğinin
polikaryositlerindeyse birden fazla çekirdek
bulunabilmektedir.
Sitoplâzmadan çift katlı bir zarla (çekirdek zan)
ayrılmıştır. Bu zarın İç kısmını dolduran sitoplâzmaya
benzer sıvıya nükleoplâzma denir. Bazen üzerinde çok
küçük gözenekler bulunur. Endoplazmik retikuluma
bağlantılı ve sanki devamı gibidir. İçerisinde bir ya da
birden fazla çekirdekçik bulunur.
Çekirdeğin en önemli özelliği; bir kontrol merkezi gibi
görev yapmasıdır. Bünyesinde iki çeşit nükleik asit
bulundurur. Bunlardan birincisi çekirdekçiklerde bulunan
RNA' (ribonükleik asit), ikincisiyse, DNA
(deoksiribonükleik asit)'dır. DNA molekülleri, nesilden
nesile aktarılan genetik şifreyi taşır ve kromozomların
yapısını oluşturur
Çekirdekçik (Nucleolus)
Hücre çekirdeğinde bulunan küçük, yuvarlak yapılardır.
Sayıları bir ila yüz arasında olabilir. Bazen de hiç
bulunmaz. Elektron mikroskobunda kalın iplikli bir yumak
şeklinde görülür, İçlerinde DNA bulunmaz. Esas yapılarını
RNA oluşturur.
Kromozom (Chromosome)
Kalıtsal Özellikleri belirleyen genleri taşırlar. Belli
sayıda, değişik şekillerde ve uzun DNA zincirinin kendi
üzerinde düzensiz bir şekilde sarılmasıyla oluşmuş
genetik yapılardır. Kromozomlar, ancak hücre bölünmesi
sırasında (mitoz) belirlenebilir. Çünkü hücre dinlenme
halindeyken (enterfaz) açık olduklarından teker teker
belirlenemezler. Organizmada, çekirdeksiz eritrositler
dışındaki bütün hücrelerde kromozom bulunur(11.,Şekil).
11. Şekil- İnsandaki kromozomlar
Yalnız hücre bölünmesi sırasında, özellikle metafaz
evresinde tespit edilebilen kromozomların uzunlukları
5.-15 fim arasında değişir. Üzerinde, yeri kromozomdan
kromozoma değişen ve sentromer denilen bir boğum
vardır.
Kromozomların sayısı insanlarda 23 çifttir (46
adet=2N). Bunun 22 çifti bedenî (otozomal), bir çiftiyse
cinsiyet (gonozomal) kromozomudur. Cinsiyet
kromozomu (seks kromozomu), kadınlarda XX şeklinde,
erkeklerdeyse XY şeklindedir.
Cinsiyete göre beden hücrelerinde, bu cinsiyet kromozomlarının her ikisi de (XX ya da XY olarak) bulunur. Ancak, gametlerde (sperma ve ovum) yalnız bir tanesi (X ya da Y olarak) bulunur. Yani spermalardan bir kısmı X kromozomu taşırken, diğerleri Y kromozomu taşır. Bununla beraber ovum, her zaman X kromozomu taşır.
Erkek cinsiyet hücresinin (sperma hücresi) kadın cinsiyet
hücresi (ovum) ile birleşmesine döllenme denir. Çocuğun
cinsiyetinin belirlenmesinde, erkek sperma hücresinden
gelecek olan kromozom çeşidinin önemi büyüktür. Şöyle ki,
ovumda sadece X kromozomu olduğunu biliyoruz. Döllenme
esnasında bu X kromozomunun yanına, sperma hücresinden
X kromozomu gelirse, çocuğun cinsiyeti kız (XX); Y
kromozomu gelirse, çocuğun cinsiyeti erkek (XY) olur.
DNA (Deoksiribonükleik asit)
DNA molekülü uzun, ince, çift iplikçikli ve kendi etrafında
kıvrılan bir merdiven ya da spiral (sarmal) görünümündedir.
Etrafı protein yapısında bir kılıfla kaplıdır. Bu merdivenin
basamaklarıysa dört temel kimyevî maddeden (baz) oluşur.
Bunlar adenin (A), timin (T), guanin (G) ve sitozin (C)
dir. Bu harfler, DNA'da şifrenin yazılımında kullanılan
alfabeyi oluşturur. Bahsedilen bu 4 bazdan 3 tanesinin tek
iplikçik üzerinde yan yana gelmesiyle ortaya çıkan baz
üçlüsüne, triplet (kot) adı verilir. Her bir triplet, bir amino
asidi şifreler. Bu 4 bazın üçlü kombinasyonu
hesaplandığında ( 43=64 ) 64 tane kodun meydana geldiği
görülür. Bunun anlamı bu 4 bazla, 64 adet amino asit
kodlanabilecektir (12. Şekil).
Bu bazlardan adenin (A) sadece timinle (T) guaninse (G)
sadece sitozinle (C) birleşir. Bu birleşme Hidrojen (H+)
bağı yardımıyla olur. DNA'nın yapısında bunlar dışında,
pentoz şekeri (deoksiriboz şekeri) ve fosfat molekülü
(fosforik asit) de; bulunur. A=T veya C=G'nin pentoz
şekeriyle yaptıkları birleşiklere nükleosit, bir nükleosid
molekülünün fosforik asitle birleşmiş hâline nükleotit adı
verilir.
DNA'nın iki temel görevi vardır:
a) Genler içinde, anne ve babadan gelen kalıtımsal (genetik)
özellikleri saklamak, b) Kendilerinin benzer kopyalarının
üretilmesini sağlamak
12. Şekil- Kromozom ve DNA
RNA (Ribonükleik asit)
Nükleotitlerin art arda yerleşmesiyle oluşmuş, tek bir
sarmal zincirden oluşan yüksek kütleli moleküllerdir.
Nükleotit dizisinde şeker ribozdur, asitli bazlarsa adenin,
sitozin, guanin ve urasildir. DNA'daki timin'in yerini RNA'
da urasil almıştır.
RNA'nın üç çeşidi vardır:
1) Ribozomal RNA (r-RNA): Hücre sitoplâzmasında
bulunan ve protein sentezinden sorumlu olan ribozomların
yapısal ve fonksiyonel bir kısmını (RNA, türden türe
değişmekle birlikte, ribozomların % 40 ilâ 60‘ını meydana
getirir) oluşturur. Protein sentezinde rol oynar.
2) Messenger RNA (m-RNA): Haberci ya da elçi RNA
olarak da isimlendirilir. Bir genin kopya edildiği RNA
çeşididir. Yani DNA'da yazılı olan şifreyi, kendi diline
çevirerek kopyalayan RNA'dır. DNA'nın iki zincirinden
biriyle temasa geçerek kodlamayı yapar. Bu kodlamada
DNA üzerindeki her baza, RNA üzerinde onunla
eşleşebilen bir baz karşılık gelir. Böylece her adenine bir
urasil her guanine bir sitozin karşılık gelir. Bu şekilde
kodlanmış olan RNA molekülü, tıpkı bir fotoğrafın pozitifi
ve negatifi gibi kalıtım şifresinin karşı tip hâlindeki eşidir.
Bu şifre daha sonra ribozomlarda çözülecektir.
3) Transfer RNA (t-RNA):'Taşıyıcı RNA da denir. 70 ilâ
80 nükleotitli bir moleküldür. Şekli, üç yapraklı bir yoncaya
benzer. Molekülün iki ucunun oluşturduğu bir de sap kısmı
vardır. t-RNA, protein sentezi sırasında, gerekli amino
asitlerin taşınmasında rol oynar. Her bir amino asidi farklı
t-RNA taşır. Sentez esnasında, bir ucuyla taşıdığı amino
aside, diğer ucuyla da m-RNA üzerindeki kendine uygun
bölgeye bağlanır.
Gen (Gene)
Bir proteini ya da proteinin bir parçasını şifreleyen ve
böylece, bireye genetik bir özellik kazandıran DNA
parçasıdır. Bir başka deyişle özgül bir proteinin
sentezinden sorumlu olan DNA parçacığıdır. Bir gen
(=sistron) üzerinde, protein sentezi için gerekli olan bütün
bilgiler bulunur. Kromozom üzerinde bulunduğu yere lokus
adı verilir. Genlerin uzunluğu 1.000 ilâ 2.000 çift nükleotit
kadardır. Bununla birlikte mikroskopta görülmezler. Bugün
insan vücudunda yapılan incelemeler sonucunda, 300'den
fazla genin yeri tespit edilmiştir.
Protein sentezi
Protein, canlıları oluşturan hücrelerin yapı taşı olan ana
maddedir. Tabiattaki bilinen 20 civarındaki amino asidin,
çeşitli biçimlerde birbirleriyle birleşmesi sonucunda
oluşur. Amino asitlerin bir kısmı vücutta
sentezlenebilirken, bir kısmı vücutta sentezlenemez ve
mutlaka dışarıdan alınması gerekir (elzem amino
asitler).Protein sentezi kısaca yazılım (transkripsiyon),
çeviri=şifrenin okunması (translasyon) ve protein üretimi
aşamalarından oluşur. DNA'da kayıtlı olan şifreler, ancak
deşifre edildikleri zaman bir anlam ifade ederler.
Yani bir yemek tarifi gibi, uygulamaya konulmadığı zaman
bir anlam ifade etmezler. Bir yemek tarifi hiçbir zaman
yemeğin kendisi değildir. DNA'lardaki bu şifreler ancak
m-RNA'lar vasıtasıyla sitoplâzmaya çıkarılarak deşifre
edilebilirler. Bu şifrelerin, RNA yapısına aktarılmasına
transkripsiyon denir. Transkripsiyonda DNA bir şablon
vazifesi görürken, m-RNA onun negatif bir kopyasını
oluşturur. m-RNA, sonra çekirdeği terk ederek
sitoplâzmaya çıkar.
Sitoplâzmaya çıkan şifrenin protein sentezinde kullanılmasına da translasyon denir. Translasyonda m-RNA'da kayıtlı olan şifre, ribozomlar tarafından okunur. Ribozom m-RNA üzerinde ilerleyerek şifreleri okurken, okunan bu şifreye uygun amino asidi taşıyan t-RNA'ların getirdikleri amino asitleri sırayla birbirine bağlayarak protein sentezi yapılmış olur (13. Şekil).
13. Şekil- Protein sentezi
III. HÜCRELERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ
Hayatın temel yapı taşı olan hücre, bir bütün olarak
vücudun tüm
faaliyetlerini basitleştirilmiş bir şekilde taklit eder. Kendi
zarından içeriye gıda alır, enzimler arayıcılığıyla bu gıdaları
sindirir. Çalışmak ve ısınmak için enerji tüketir. Çoğu
hücreler, atıklarını boşaltma ve kendilerinin bazı küçük
yaralarını iyileştirme kabiliyetine sahiptir.Kimileri yer de
değiştirebilirler.Vücudun ihtiyacı olduğu takdirde, kendi
benzerlerini üretirler. Ayrıca bütün hücreler, canlılığın
tipik ve belirli özelliklerini ortaya koyarlar. Buna göre
hücreler;
1) Uyarılabilirler : Her bir hücre, dış etkenlerle
(hormonal, kimyasal, elektriksel, termik vb.) ve iç
etkenlerle (glikojen yapımı ve yıkımı vb.) uyarılabilirler.
2) Metabolizma ve enerji değişimi yapabilirler :
Hücreler, O2, basit moleküllü yapı taşları ve gıda
maddeleri alırlar. Bunları çeşitli işlemlerden geçirirler.
CO2, H20 ve metabolizma artıkları gibi atıkları dışarıya
verirler. Hücrelerin bu özel faaliyetleri enerji tüketimiyle
ilgilidir.
3) Hareket edebilirler: İleri derecede gelişmiş
canlılardaki bazı hücreler, yalancı ayaklar (uzantılar)
oluşturarak hareket edebilir. Bu uzantıları yardımıyla
fagositoz da yapabilirler. Bazıları amiboid hareketlerle,
bazıları da sitoplazmalarındaki dalgalanmalarla yer
değiştirebilirler. Örneğin, sperma hücreleri hareketli
kuyruklarıyla hareket ederler.
4) Gelişebilirler: Hücrelerin bölünebilmesi için, belirli bir
gelişme dönemini tamamlamaları gerekmektedir. Bu
gelişme dönemi hücreden hücreye değişiklik gösterir.
Hücrelerin ömürleri karşılaştırıldığında da büyük
farklılıklar olduğu görülür. Örneğin, bağırsak epitel
hücrelerinin canlılık süreleri 36-48 saatken eritrositlerin
(alyuvar) canlılık süreleri 4 aya kadar çıkar. Sinir
hücreleriyse çok daha uzun yıllar canlılıklarını korurlar.
Kalp kası ve sinir hücrelerinin yenilenme yetenekleri
yoktur. Buna karşılık yüzeyel deri hücreleri için, sürekli
olarak fizyolojik yenilenme (rejenerasyon) söz konusudur.
5) Çoğalabilirler: Hücreler, bölünerek çoğalırlar. Bir
canlının büyüyüp gelişmesi de onu oluşturan hücrelerin
bölünerek çoğalmasıyla olur. Bölünme, sitoplâzma ve
çekirdekte beraberce gerçekleşir. Bir hücrenin
bölünebilmesi için yeterli büyüklüğe ulaşması gerekir.
IV. HÜCRE BÖLÜNMESİ ve ÇOĞALMASI
Hücreler olgunluğa eriştiklerinde, bölünerek yeni hücreleri
oluşturur. Her dakika, insan vücudunda milyonlarca hücre
ölmektedir. Sağlıklı hücreler üreyerek, ölenlerin yerini
alacak yeni hücreler meydana getirir. Böylece insan
vücudunda yaşayan hücrelerin sayıları üç aşağı beş yukarı
sabit kalır. Hücre bölünmesi 1-2 saat içerisinde
gerçekleşen periyodik bir olaydır. Kanserli hücreler diğer
hücrelere göre daha hızlı ve kontrolsüz ürer ve tümör
oluşumuna neden olurlar.
Canlı hücrelerin, nesillerini devam ettirebilmek için
kendilerine benzer yeni hücreler meydana getirmelerine
bölünme denir. Bölünme, hücrenin hayatını devam
ettirmesinin bir gereği olmamakla birlikte, büyüme ve
gelişme için kaçınılmaz hayatî bir olaydır.
Hücre bölünmesi amitoz, mitoz ve mayoz olmak üzere üç
ayrı şekilde gerçekleşir. Şimdi bunlara teker teker göz
atalım;
a) Amitoz Bölünme (amitose): Nadir görülen en basit hücre
bölünme şeklidir. Hücrelerin doğrudan doğruya ikiye
ayrılarak, boğumlanarak ya da tomurcuklanarak
bölünmesidir. Bölünme çekirdekten başlar, sitoplâzmanın
bölünmesiyle devam eder. Ancak bu bölünmede mitoz ve
mayoz bölünmenin tersine, çok hücreli organizma ve gamet
oluşumu sağlanamaz
14. Şekil- Mayoz ve mitoz bölünmede kromozomların durumu
b) Mitoz Bölünme (mitose): Somatik hücrelerde,
genellikle büyüme ve gelişme dönemlerinde (fötal hayat ve
çocukluk dönemi) daha çok görülür. Mitoz hücre bölünmesi
4 evrede gerçekleşir.
1) Profaz
2) Metafaz
3) Anafaz
4) Telofaz
15. Şekil- Mitoz bölünme evreleri
Profaz evresinde, kromatin (chromatin) iplikleri, çubuk
biçiminde kromozomlara ayrılmak üzere toplanır. Bu sırada
çekirdek yavaş yavaş erir ve sentrozomlar eşlenerek,
ışınsal taneciklerden oluşan bir yıldızcık (aster) oluşturur.
Bu yıldızcık, iki yeni yıldızcığa bölünür. Bunlar birbirinden
uzaklaşarak, hücrenin iki karşıt kutbuna gider. Aralarında
ipliksi uzantılar oluşur. Bu uzantılar, hücrenin ortasında
birleşerek mekik biçimini alır.
Bu sırada çekirdek zarı erir ve her bir kromozom, mekiğin
bir teline tutunarak hücrenin orta bölümünde yer alır.
Küçükler ortada, büyükler kenarlarda bulunur. Şekilleri "V"
ya da çengel şeklinde kıvrılmış gibidir.
Metafaz evresinde, kromozomlar kendilerini eşleyerek
belirirler. Boylan kısalıp kalınlaşırlar. Metafazın sonunda
kromozomların her biri, iki kromatite ayrılmaya başlar ve
hücrenin orta düzlemine toplanır.
Sonra anala/ evresi başlar. Kromozomlar boylamasına iki
ince ipliğe ayrılır. Kromatit (chromatide) denilen bu
parçalar birbirinden ayrılarak, hücrenin iki kutbuna doğru,
mekik telleri boyunca ilerler; Bu evrede, ayrıca mekiğin,
dolayısıyla hücrenin de uzadığı görülmektedir.
Telofaz evresinde, aşağı yukarı profaz evresinde olanların
tersi olur. Hücrenin kutuplara ulaşan kromatitlerinin
çevresinde çekirdek zarı oluşur. Kromozomlar, yine ince
tellerden bir yumak oluşturacak biçimde toparlanır ve
çekirdek ortaya çıkar. iki ayrı çekirdek oluştuktan sonra,
sitoplâzma da ikiye bölünür. Orta yerinden boğumlanan
sitoplâzma, iki yeni kütleye ayrılır.
Mîtoz bölünmeden sonra hücre, bir ara evre olan interfaza
girer. Hücre, normal boyutlarına ve fonksiyonlarına
kavuşur. înterfaz sırasında her kromozom, telofaz
evresinde gelen kromozom teliyle özdeş yeni bir kopya
çıkarır ve kendini eşler. Böylece kalıtımsal özellikler
birinden diğerlerine aktarılmış olur (Bkz.: 14. ve 15. Şekil).
c) Mayoz Bölünme (meiose): Mayoz hücre bölünmesi birbirini
izleyen iki aşamada gerçekleşir. Bunlar şu evrelerden
oluşur:
1- Birinci mayotik bölünme (İndirgeme bölünmesi),
Birinci Profaz
Birinci Metafaz
Birinci Anafaz
Birinci Telofaz
2- İkinci mayotik bölünme (eşitleme bölünmesi),
İkinci Profaz
İkinci Metafaz
İkinci Anafaz
İkinci Telofaz
Mayoz bölünme, cinsiyet hücrelerinde görülen bir bölünme
şeklidir. Haploit hücre (türe has kromozom sayısının
yarısına sahip hücre, insanda N=23) oluşmasını sağlar. Bu
bölünme şekli, bir kromozom bölünmesini izleyen iki hücre
bölünmesinden ibarettir.
2N kromozomlu primer (birincil) ovosit
(oosit=olgunlaşmamış kadın cinsiyet hücresi) ve
spermatositlerin (erkek. cinsiyet hücresi) N kromozomlu
hücrelere dönüşmek için, geçirdikleri iki olgunlaşma
bölünmesidir. Böylece sperma hücresinin ovumu
döllemesiyle yine diploit hücre (yarısı anneden, yansı
babadan gelmek üzere türe has kromozom sayısını
gösteren hücre, insanda 2N=46) meydana gelir. Mayoz
bölünme sonunda kadınlarda, içinde sadece X kromozomu
bulunan 4 adet gamet oluşur. Ancak bu dört hücreden üçü,
yozlaşıp bozulur. Yalnızca bir hücre bütün sitoplâzma
kütlesini kendisinde alıkoyar. Erkeklerdeyse ikisi X
kromozomu, İkisi Y kromozomu taşıyan 4 adet gamet
oluşur.
Primer oosit ve spermatositler 46 kromozom taşır. Birinci
mayotik bölünme sonunda kromozom sayısı yarıya (23) iner.
Oluşan bu iki yeni hücre, ikinci mayotik bölünme evresine
girer. Bu bölünme, aynı mitozda olduğu gibidir. Her bir
hücre kromozom sayısı azalmaksızın ikiye bölünür. Böylece
ana hücreden, kromozom sayısı ana hücrenin yarısına eşit 4
yeni hücre oluşur (Kadınlarda bu dört hücreden sadece
birisi işlev görebilirken erkeklerde dördü de işlev görür).
Sonuç olarak, kadınlarda mayoz sonunda bir, erkeklerdeyse
dört yeni hücre oluşur (Bkz.: 14. Şekil).
V. HÜCRE GELİŞMESİ ve ÖLÜMÜ (YIKIMI)
Vücudun hacim ve kütlece artmasına büyüme denir. Canlıyı
meydana getiren yapıların görev ve fonksiyonları en iyi
şekilde yapabilecek erginliğe ve olgunluğa ulaşmasına da
gelişme denir.
Belli bir gelişme dönemini tamamlamış olan hücreler
bölünerek çoğalırlar. Ancak bazı hücreler bölünmez
(örneğin, sinir hücreleri). Acaba bölünmeyen bu hücreler,
bölünebilmek için gereken gelişimi tamamlayamadıkları için
mi bölünmezler? Bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün
değildir. Ancak gelişmeyle bölünme arasındaki ilişkinin
anlaşılması, bizi doğru sonuca götürebilir:
Hücreler genel olarak oval biçimde olup küreye benzerler.
Yani bir alanları, bir de hacimleri vardır; Hacim sitoplâzma
tarafından, yüzeyse (alan) hücre zarı tarafından sağlanır.
Kural olarak "Hacim-Yüzey" ilişkisi
Hücrelerin besin alma ve depo etme özelliği olduğunu
hepimiz biliyoruz. Bu durum onların büyüklüklerini artırır.
Küre biçimindeki bir hücre bu şekilde büyürken, yüzey
alanı hacmine göre daha az artar. Çünkü hücre büyüdükçe
yarıçap (r) artar. Yarıçap arttıkça, alan yarıçapın karesi
(r2), hacimse yarıçapın küpü (r3) oranında artar. İki artış
arasındaki fark, çok yüksek olduğundan belli bir değerden
sonra hücre zarı, fazla büyüyen sitoplâzmanın ihtiyaçlarını
ve hacmini karşılayamayacak duruma gelir. İşte o zaman
hücreler bölünme mesajını (emri) alarak bölünürler.
Böylece hacim küçültülmüş alan ise büyütülmüş olur.
Örneğin elimize bir balon alıp şişirmeye başlayalım.
Şişirme işlemine devam ettiğimiz sürece balonun gittikçe
büyüdüğünü görürüz. Ancak belli bir hacimden sonra,
içerisindeki havanın basıncı çok artacağından balon
patlayacaktır. Bunun nedeni balonun alanının hacmi kadar
artmamasıdır.
Bilim adamları, tek hücreli bir canlı olan amipin
sitoplazmasının bir kısmını 4 ay süreyle kesmişler ve bu
süre zarfında hiç bölünmediğini görmüşler. Ancak aynı
sürede herhangi bir müdahale yapılmayan başka bir amipin
65 defa bölündüğünü görmüşler. Diğer bir deneydeyse, bir
amip tam bölüneceği sırada sitoplazmasının bir kısmı
kesilmesine rağmen bölünmeye devam etmiş ve bölünmesini
tamamlamıştır. Çünkü kesme işlemi bölünme emri
verildikten sonra yapılmıştır.
Buna göre bölünme emri, çekirdek ve sitoplâzma arasındaki
etkileşim sonucuna göre çekirdek tarafından
verilmektedir.
Sonuç olarak, bölünme yeteneğine sahip hücrelerin
bölünebilmesi için gelişimini tamamlaması gerekmektedir.
Gelişimini tamamlayan hücreler yukarıdaki mekanizma
doğrultusunda bölünürler. Bölünmeyen hücrelerse
gelişimlerini bu şekilde (hacim-yüzey ilişkisi) değil ama
ömürleri süresince devam ettirirler. Yani gelişirler ama
bölünmezler.
Tüm canlılar gibi hücreler de belli bir ömür sürdükten
sonra ya da bir etkene bağlı olarak ölürler. Hücrelerin
Ölümü de canlıların ölümü gibi çeşitli sebeplerle olabilir.
Örneğin eritrositlerin kandaki ömürleri ortalama 120
gündür, granülosit hücresinin kandaki normal ömrüyse 12
saat kadardır. Ancak bir enfeksiyon söz konusu olduğunda
ömürleri 2-3 saate kadar düşerken, kendilerine ihtiyaç
duyulmadığı zamanlarda bu süre birkaç güne kadar da
çıkabilir.
Görülüyor ki hücrelerin yaşama süreleri hakkında kesin
rakamlar ortaya koymak mümkün değildir. Buna rağmen
vücuttaki sinir ve kas hücrelerinin Ömürlerinin insanın
ömrü kadar olduğunu söyleyebiliriz.
Hücre ölümü, geriye dönüşü olmayan bir olaydır. Canlı
organizmada bir grup hücrenin ölümüyle ortaya, çıkan
lezyona nekroz denir. Genellikle nekrozun nedeni ağır bir
zedelenmedir. Zedelenme fiziksel (travma, sıcak, soğuk,
radyasyonlar vb.), kimyasal (asitler, bazlar, ilâçlar vb.),
mikroorganizmalar vb. nedenler sonucunda olabilir.
Hücreler ölür ölmez herhangi bir lezyon görülmez. Ölümü
izleyen olaylar, hücre içi enzimlerinin kendi organellerini ve
çekirdeğini parçalayıp eritmesidir. İşte nekrozun asıl
nedeni de bu hücre içi enzimatik etkinliktir.
Hücre Ölümünden birkaç saat sonra sitoplâzma bulanık ve
vakuollü bir görünüm alır. Daha sonra rengi iyice koyulaşır.
Çekirdekse büzüşür, zarı kırışır ve rengi koyulaşır. Buna
piknozis (pyknosis) denir. Çekirdek nükleotitleri
parçalanarak görülemez hâle gelir. Parçalanan nükleotidler
küçük tanecikler hâlinde hücre içine dağılır. Bu olaya da
karyolizis (karyolysis) denir. Ölen bir hücre artık
fonksiyon göremez.