İcab-ı hâl | sayı:7

32
İcab-ı Hâl Ekim 2012 | SaYı 7 Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR Ücretsizdir, Parayla Satılmaz Provakatör grup yine olay çıkardı

Upload: icab-i-hal

Post on 09-Apr-2016

266 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

Toplumcu Hukukçular Kulübü yayını

TRANSCRIPT

Page 1: İcab-ı Hâl | Sayı:7

İcab-ı HâlEkim 2012 | SaYı 7 Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

H U K U K T a T O P L U M c U T a V ı R

Ücretsizdir, Parayla Satılmaz

Provakatör grup yine olay çıkardı

Page 2: İcab-ı Hâl | Sayı:7

“Arap Baharı” mı, “Arap Buharı” mı?

Suriye Müdahalesinde Diplomatik Kılıf: Tampon Bölge

Halk Savaş İstemiyor: Yaşasın Halkların Kardeşliği

Suriye’de Anahtar Kürtlerin Elinde

İddianame Cumhuriyetinde “Ustalık Dönemi”

Erdoğan Bu Davayı Çok Sevdi: Türban Kapıyı Kırınca

Geçmişten Geleceğe Bir Aydınlanma Öyküsü: Köy Enstitüleri

Aynı Yönetmeliğin Laciverti

Bologna Süreci: Eğitimde Piyasalaşma

Yarının Doğması Bizden Yana

Bozkırı Yeşile Boyamak

Dönüşememek

Arap Coğrafyasında Bir Garip Bahar

Ayın Kültür Sanat Programı

4

8

11

13

16

20

18

22

23

25

28

29

30

31

[email protected]/toplumcuhukukcularkulubu

Sahibi: Onur Güneş Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Cankat Aydın adres: Aksaray mah. katip muslihiddin Sok. No:9/9 Fatih istanbul

baskı: Yön matbaa Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok k:1 No:366 Zeytinburnu istanbul

İletişim:

YEREL SÜRELİ YaYıN

Page 3: İcab-ı Hâl | Sayı:7

“Üniversiteli olmak sorumluluk gerektirir.” Yola çıkarken aklımızın bir köşesinde hep bu ifade vardı. Üniversiteli olabilmenin başlı başına bireyin kendi kapasitesiyle, çalışkanlığıyla, hırsıyla açıklana-mayacağını biliyorduk. Toplumsal yaşamın değişmez tek kuralı vardır; kazandığın her mevzi, sen ve yaşadığın toplumun ortak emeğinin ürünüdür diyorduk.

 Biraz üzerine düşünürsek yüzlerce örnek verebiliriz. Lise hayatı boyunca, ders gördüğümüz sı-nıfları temizleyen okul işçileri olmasaydı, o sınıflarda 3 günden fazla duramazdık. Sabahları kahvaltı etmek için bir fırından 2 açma almamız, o fırında gecenin 3 ünden beri çalışan işçilere bağlıydı. Okula gitmemiz için bineceğimiz otobüsün durağa zamanında gelmesi, otobüsün şoförü olmasa gerçek-leşemez bir hayaldi… Bir gün boyunca yaşadıklarımızı anlatsak toplumla devamlı bir devinim içinde olduğumuz çok kolay ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla toplum hayatımızın vazgeçilmezidir. Üniversiteli olmamızda içinde yaşadığımız toplumun çok önemli bir payı vardır. Hala yaşamımızı sürdürdüğümüze göre her gün sorumluluğumuz bir parça daha artmaktadır.

 Toplumcu Hukukçular Kulübü bu sorumluluğun gereğini yerine getirmek için bir avuç üniversite-linin fikriyle kuruldu. Fakat bir avuç üniversiteli değildi sadece bizim gibi düşünen. Bunu anlamamız uzun zaman almadı. Daha 1. yılını dolduran kulübümüz, Türkiye’nin 9 üniversitesinde dönem itibariy-le faaliyet göstermeye başladı. İstanbul Üniversitesinde başlayan bu macera; bugün Marmara, Bilgi, Kültür, Kadir Has, Galatasaray, Eskişehir Anadolu, İzmir Dokuz Eylül ve Ankara Üniversitelerinin ortak çalışmasıyla büyüyerek devam etmektedir. Toplumculuğun kökünün kazınmaya çalışıldığı, kariye-rizmin üniversitelilere her fırsatta ballandırılarak pazarlandığı bir dönemde bu memleketin aydınlık geleceği olarak mücadele ediyoruz. Bizim ülkemizi ve üniversitelerimizi kimseye bırakmaya niyeti-miz yok.

Kaldığımız yerden dedik, İcab-ı Hâl 7. Sayısıyla, Türkiye’nin ve Dünya’nın gündeminde olan biteni, dili döndüğü kadar anlatmaya devam ediyor.

7. sayımızın konusu büyük oranda sınırlarımızda yaşananlar. Suriye’ye yönelik hükümet tarafın-dan başlatılan linç kampanyası, Hatay’ da yaşanan olaylar, Bölgede yaşayan kürt ve alevi nüfusun durumu, uluslararası alanda bu yaşananların yansımalarından bahsettik. Ayrıca 4+4+4 eğitim siste-mini, karşısına gerçek bir deneyim olan köy enstitülerini koyarak tartışmaya çalıştık. Son dönemin en önemli davalarından biri olan Balyoz davasını incelediğimiz bir yazı kaleme aldık. Bunların yanı sıra kültür-sanat bölümümüzde, İstanbul için ayın kültür sanat programını çıkarmaya çalıştık; Kafka’nın, Dönüşüm adlı kitabını inceleyerek eserin bugünle bağlantısını kurduk; Toprağın Çocukları filmini ve Arap Baharı Aldatmacası kitabını değerlendirdik . Son olarak örnek alabileceğimiz hukukçu profili olarak Savcı Doğan Öz’ü sizlerle buluşturmaya çalıştık.

Eline alan herkesin keyifle okuması, tavsiye etmesi, takip etmesi ve en önemlisi elinizdeki üreti-me katkı koymaya karar vermesi dileğiyle…

İCAB-I HÂL YAYIN KURULU 

Düşmesin bizimle yola:evinde ağlayanlarıngöz yaşlarınıboynunda ağır birzincirgibi taşıyanlar!Bıraksın peşimizikendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! İşte:şu güneştendüşenateştemilyonlarla kırmızı yürek yanıyor! Sen de çıkargöğsünün kafesinden yüreğini;şu güneştendüşenateşe fırlat; yüreğini yüreklerimizin yanına at!NAZIM HİKMET RAN

Page 4: İcab-ı Hâl | Sayı:7

4 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Son aylarda, medyada sürekli, 2011’de Tunus’ta bir işsiz gencin kendisi yakmasıyla başlayan ayaklanmalar, emperyalizmin “Prag Baharı”na* gön-dermelerle, “Arap Baharı” olarak adlan-dırılarak övülüyor, dezenformasyonlar yapılıyor. Öncelikle, şu Arap ayaklan-maları, gerçekten “bahar” mı, devrim mi diye sormak gerekiyor. Bunun için de BAAS’ın kuruluşunu, Arap dünyası-nın yakın tarihini özet olarak geçmek gerekiyor. Fakat merkezi önemde olan ülke Mısır olduğu için Mısır’a biraz daha ağırlık verilecektir.19. yy’da İngiltere ve Fransa arasında Ortadoğu’daki egemenlik konusunda rekabet vardı. Bu rekabetten İngiltere galip çıktı. 1798-1801 Fransa’nın Mısır’ı işgali, Mısır’ın sömürgeleşti-rilmesindeki ilk adım oldu. 1869’da Süveyş Kanalı açıldığında emperyalist-ler arasındaki çekişme arttı. 1882’de İngiltere’nin Mısır’ı işgali ile birlikte Mısır, İngiltere’nin hegemonyasına girmeye başladı. 19. yy’da Kavalalı Mehmet Ali’nin önderliğinde Mısır kapi-talistleşmeye, modernleşmeye başladı. Şeker ve pamuk fabrikaları kuruldu. Bu gelişmeler, Osmanlı’daki modernizas-yon dönemini de etkiledi. Reformlar

yapıldı. 1914-1930 arasında emper-yalizmin bölgedeki finansman gücü azaldı fakat İngiltere, Ortadoğu’daki egemenliğini 2. Dünya Savaşı sonuna kadar korudu. Savaştan sonra kurulan anti-emperyalist Arap milliyetçisi BAAS rejimleriyle beraber İngiltere bölgeden çekilmeye zorlandı. BAAS, Arapçada “yeniden doğuş” anlamına gelir. Buradan da anlaşılacağı gibi Arapların “Rönesans”ı olma hede-fiyle ilerledikleri açık. Arap milliyetçiliği ile sosyalizmin karışımını oluşturanlar, eklektik bir ideoloji olan BAAS’ı ilk formüle eden Şam Üniversitesi profe-sörleri Hıristiyan Misal Eflak ile Sünni El-Bitar’dır. Baasçılık özel mülkiyeti kabul eder fakat sınırlandırılmasını ister. BAAS, ilk çıkışını Suriye’de yaptı fakat 1949 Suriye seçimlerinde yenil-di. 1954’te Suriye’de darbeyle iktidara geldiler. Bir dönem komünistlerle işbir-liği yaptılar, komünistler iktidarı alacak kadar örgütlülüğe, güce sahiptiler. Bu tehlike, bir dönem komünistlerle işbirliği yapan fakat daha sonra komü-nistleri tasfiye eden Nasır’ın Mısır’ıyla Suriye’nin 1958’de birleşmesiyle önlendi ancak bu birliktelik üç yıl süre-bildi. 1968’de ise Irak’ta BAAS’ın sivil kanadı Saddam Hüseyin öncülüğünde iktidarı ele geçirdi. Mısır’da da 1952’de Albay Nasır öncülüğünde Hür Subay-

lar Hareketi yönetimi darbeyle ele geçirdi. 2. Dünya Savaşı’ndan büyük bir prestijle çıkan SSCB’nin de İngiliz karşıtı olan hareketleri destekleme ve tampon oluşturma politikasıyla BAAS hareketi, komünist bir hareket olmasa da, Sovyetler tarafından da destek gördü. 2. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu, egemenliği küçük bağımlı manda yönetimleriyle tesis etmeye çalışan İngiltere yerine, emperyaliz-min başat gücü olarak ortaya çıkan Amerika yerleşmeye başladı. Amerika tarafından komünizmin önündeki bir engel olarak görülen Nasır, aynı Ame-rika tarafından destek gördü. Mahmut Dikerdem, Nasır ve ekibi hakkında şöyle yazıyor: “ Nasır ve arkadaşları da kendileri düşerse, aşırı solcuların işbaşına gelmesinin kaçınılmaz olduğu kanısını Amerika hükümetinde yer-leştirmek için doğrusu iyi çalıştılar... Büyükelçi Caffery’yi baş tacı etmişler-di... Mr. Caffery de İhtilal Konseyi’ndeki subaylardan bahsederken “My Boys” (çocuklarım) demekten zevk duyuyor-du”1 Fakat aşağıda bahsedeceğim gibi, Altı Gün Savaşı’ndan sonra ABD’nin, İsrail’i kayıran politikalarıyla, ABD ve BAAS arasında çekişme başladı. Mısır’ın bağlantısızlar hareketine katılmasıyla, bağlantısızları Sovyet tarafı olarak gören ABD’nin tavrı

“ARAP BAHARI” MI, “ARAP BUHARI” MI?

EKİN KOÇ

Müslüman Kardeşler lideri Muhammed Bedi ABD Büyükelçisi’yle birlikte.

Page 5: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 5

Mısır-ABD ilişkilerinde gerilim yarattı çünkü ABD, kendi tarafında mevzilen-meyenleri düşman safında addedi-yordu. Batı yanlısı ve özel mülkiyetten yana olduğunu ancak bunları bağımsız bir Mısır’ın gerçekleştirebileceğini söyleyen Nasır’a ABD, bunun bağımsız bir tavır olmadığını, aksine bağımsızlığın komünizme hizmet edeceğini söyleyerek ateş püskürüy-ordu. Asvan Barajı’nın yapımı için ABD ve İngiltere’den destek gelmedi ve Mısır bu yardımı, Sovyetler’den aldı. 1956’de Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi sonucunda İngiltere, Fransa ve İsrail, Mısır’a saldırdılar. Arap Dünyası’nda Batı Avrupa ulus devlet örneğine en fazla yaklaşan, “Mısırlı” kimliğine dayanarak bağımsızlık hedefi güden Mısır; 1970’te iktidara gelen Enver Sedat’ın imzaladığı 1978 Camp David Antlaşması’yla beraber İsrail’i resmi olarak tanıdı, ABD ve İsrail’e teslim bayrağı çekti. Tabii bu süreçten itibaren “infitah” (serbestleştirme) politikasıyla özel sektör büyümeye başladı ve Mısır ekonomisi piyasaya açıldı. Yabancı sermaye teşvik edildi. Tunus, Suriye, Irak ve Cezayir gibi ülkelerde de bu politika değişik biçim-lerde uygulandı. Serbestleştirme yüzünden, gelirler arasındaki uçu-rum hızla büyüdü. Bununla bera-ber, Türkiye’de ve birçok Ortadoğu ülkesinde uygulanan bu ekonomi politikasının yaratacağı tahribatı önle-mek, kitlelerin tepkilerini dizginlemek, İslamcılar tarafından Sedat’ın Kudüs’e gidip İsrail işgalini meşrulaştırdığı ve İslam’ın düşmanlarıyla suç ortaklığı yaptığına ilişkin eleştirilere cevap ver-mek için Mısır’da “yukarıdan aşağıya yeniden İslamlaştırma” politikası izlendi.2 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İsrail’in kurulmasıyla Ortadoğu’da işler iyice kızıştı. 1948’de Arap- İsrail savaşlarından İsrail büyük toprak kazanımlarıyla çıktı. İsrail asıl gücünü 1967’de Altı Gün Savaşı’nda kanıtladı ve ABD için sürekli bir stratejik müttefik oldu. Annesi babası Nazi Kampları’nda esir olmuş, kendisi de komünist Yahudi olan, Yahudilerin çektiği acıları istismar eden Holokost endüstrisini sertçe eleştiren Norman Finkelstein bunun sebebi hakkında şunları yazıyor:”İsrail, bağımsızlık mücadelesi sırasında değil, 1967’de çok daha değerli olduğunu kanıtladı. İsrailli ve Amerikalı liderler, İsrail’in Arap devletleriyle yapacağı bir savaşta galip geleceğini önceden

biliyorlardı”3 “Yahudi elitlerinin 1967 Haziran’ından sonra Holokost endüs-trisine hız vermelerinin nedeni, İsrail’in sözde tecriti ve zayıflığı ya da “ikinci Holokost” korkusu değil, ABD ile olan stratejik ittifakı ve kanıtladığı gücüydü. Novick bilmeden de olsa, bu sonucu destekleyecek en iyi kanıtı bize sunuyor. Amerikan politikasının İsrail’e yaklaşımının Nazi Nihai Çözümü ile değil de güç dengeleri ile ilgisi olduğunu kanıtlamak için şöyle yazıyor: ‘Holokost’un Amerikan liderl-erinin zihinlerinde henüz taze olduğu dönemlerde -savaşın ardından gelen ilk yirmi beş yılda- ABD, İsrail’e daha az destek oluyordu. İsrail’in zayıf ve savunmasız göründüğü günlerde değil, Altı Gün Savaşı’nda gücünü göster-mesinden sonra, damla damla gelen Amerikan yardımı oluk oluk akmaya başladı.’ “4 Bu tarihten sonra İsrail, Ortadoğu’da Amerika’nın güçlü bir te-tikçisi oldu ve Ortadoğu’da sürekli bir kışkırtma, istikrarsızlaştırma politikası izledi. Peki, “Arap Baharı” nedir? “Arap Baharı”, emperyalizmin hegemonyasını tazelemek için yapılan emperyal-ist restorasyondu. Buradan devrim çıkarmak da, ilericilik çıkarmak da oldukça zordur. Devrim, kabaca özetlersek; “iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfa geçmesi”dir, ”bir toplumun, köhnemiş ve artık yetersiz kalan bir üretim biçiminden, daha ileri ve üretim güçlerinin gelişmesine daha elverişli bir üretim biçimine geçmesi-dir”5 ya da “siyasal iktidarın radikal bir şekilde değiştirilmesi”dir. Oysaki Arap Baharı’nda biz bunları göremiyoruz. Bizim gördüğümüz dezenformasyon-lar, kışkırtmalar, renkli devrim benzeri taktikler, ajanlar… Bush döneminde, ABD’nin Ortadoğu politikasını an-lamak için şu örnekler verilebilir: “Bush, 2004’te yeni gelecek paranın Ortadoğu’daki çalışmalara ayrılmasını karara bağlayarak NED’in kaynaklarını iki katına çıkardı.” Ayrıca 2006 yılında renkli devrimlerde rol oynayan Amerikan finansmanlı grupların da katıldığı, Türkiye’nin ev sahipliğinde, bu devrimlerin Ortadoğu’ya ihraç edilip edilemeyeceği tartışılan bir toplantı düzenlendi.6

Eski sosyalist coğrafyada, sosyalizmin çözülüşünden üç beş sene sonra ikti-dara gelen hükümetlere tahammülü olmayan, yeni dünya düzenine uyum sağlattırmak için, ABD finansmanlı sivil toplum kuruluşlarına, Sırbistan, Moldova,Gürcistan, Belarus gibi ül-

kelerde yaptırılan rejim değişiklikleri olan renkli devrimlerde slogan olarak kullanılan “Yeter” sözcüğünün Mısır’da da kullanıldığını anlayınca taşlar yerine oturuyor. Örneğin, “Ki-faya” diye Amerikan finansmanlı, Mübarek’in devrilmesinde rol oynayan bir örgüt mevcuttu ve bu örgütün ismi de “yeter” anlamına geliyordu. İsyanlar başladıktan sonra, tıpkı renkli devrimlerdeki gibi Gene Sharp’ın “Bir Diktatörü Devirmek” belgeseli göster-iliyor. “Renkli devrimler” hakkında araştırma yapan Mark Mckinnon, “A Force More Powerful” adlı oyunu anlatırken şunlara değiniyor: “Bu bilgi-sayar oyununun, Otpor’un mesajını ve taktiklerini, Doğu Avrupa’nın ta ötelerine ve belki de Irak Savaşı fela-keti ile kıvılcımlanan İslami tepkilere rağmen, ABD’nin demokrasi promo-syonunun yaşandığı Ortadoğu’ya karşı taşıyacağını umuyordu. Oyun Marovic’in de 2005 yılında eski Başbakan Refik Hariri’ye yapılan suikasttan sonra, kendi inisiyatifiyle Beyrut’a giderek oradaki Batı yanlısı, Suriye karşıtı ayaklanmanın başını çek-enlere danışmanlık yaptığı Lübnan’daki Cedar Devrimi’nden kısa bir süre sonra piyasaya sürülmüştü. Aynı zamanda Kifaya (aynen Gürcistan’daki Kmara gibi bu kelime de yeter anlamına geliyordu) adında Mısırlı bir grup ortaya çıkmıştı ve turuncu rengini Ukrayna’dan, sokak tiyatrosu tak-tiklerini de Otpor’dan ödünç alarak oluşturduğu kampanyasıyla 25 yıldır iktidarda bulunan Hüsnü Mübarek’in görev süresinin uzatılmasını pro-testo ediyordu”7 Mckinnon bir de dipnot eklemiş: “ Devrim modelini Ortadoğu’da uygulama eğilimindeki Amerikan çabaları anında büyük bir engelle karşılaştı. Lübnan’daki ılımlı grupların çoğu, 2006 yazında İsrail’le Hizbullah arasındaki savaşta İsrail’in bombalama eylemlerine Beyaz Saray’ın şartsız destek verme-siyle birlikte çözüldüler ve Amerikan karşıtlığı yeniden yükselmeye başladı. Mısır ve Filistin toprakları gibi diğer ül-kelerde Otpor stili rejim değişikliklerini desteklemenin çok karmaşık olduğu görüldü zira, halkı sokaklara dökebil-ecek kişilerin çoğunluğu İslamcılardan oluşuyordu. Mısır’ın abluka altındaki demokratlarının fiili lideri Ayman Nour, bir keresinde bana Kahire’de -ismini vermediği- bazı Amerikalıların kendisi için 2005 Başbakanlık Seçimi sonrasında Ukrayna stili bir devrim sahnelemeyi teklif ettiklerini

Page 6: İcab-ı Hâl | Sayı:7

6 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

söylemişti. Anlattığına göre, istedikleri parayı temin edememişti.”8 Fakat Mckinnon burada bir şeyi es geçi-yor; emperyalizmin kendi “uyumlu” İslamcılarını yaratabileceği örneğini. Muhtemelen Otpor stili değişikliklerin Ortadoğu’da uygulanamayacağını anlayan ABD, AKP’yi rol model alan Müslüman Kardeşlerin hikâyesini de 2006 yazından sonra başlatıyor. Sovyet sonrası dönemde kendine düşman arayışına giren ABD, o düşmanı 11 Eylül’den sonra buluyor; kimilerine göre ise yaratıyor. Bunlar; radikal İslamcı olarak adlandırılan, anti-Amerikancı, anti-Siyonist gruplar, yani ABD’nin adlandırmasıyla “terörizm” ve “terörizmi, teröristleri savunanlar”. Türkiye’ye ise bunu önlemek için, 30 senedir yürütülen dincileşme op-erasyonunun temelinin yattığı “ılımlı laiklik, ılımlı İslam” formülü düşüyor. Müslüman Kardeşlerin de bu formülü kabul ettiği anlaşılıyor. Peki, neden dinin belirli bir gücün kontrolü altında toplumsal alana yayılması isteniyor? Onun cevabını da Emekli Tümgeneral Mahmut Boğuşlu “Türkiye’de laiklik ve İrtica Üzerinde Psikolojik Harekât” adlı yazısında veriyor: “Bilindiği gibi din, İslamiyet, öteki dünya ile ilgili hüküm-leri dışında en azından bir disiplin, di-siplin kuralları kümesidir. Zamanın çok çeşitli ve zor şartları içerisinde toplum-da ve bilhassa aile seviyesinde disiplin ihtiyacı daha da artmaktadır. Disiplin, dünyanın en pahalı üretimidir. Disiplini kolaylıkla üreten ve de ucuza imal ede-bilen bir düzen, asker ocağı, kışlalar ve bazı eğitim kuruluşları dışında, henüz icat edilmemiştir. Türk tarihinde disiplini en ucuza mal edebilen düzen-lerden birisi ise, İslamiyet’tir”9 Burada kastedilen disiplinin de amacı, bilindiği gibi, başkaldırmayan, hak aramayan bir nesil yaratmaktır. Dolayısıyla çok karmaşık bir coğrafya olan Ortadoğu’da dinin anti-Amerikancı olmayacak şekilde toplumsal yaşama yayılması gerekiyor. Müslüman Kardeşlerin, AKP’yi rol model almasının sebebini bu şekilde okuyabiliriz. ABD’nin “Yeni Osmanlı”ya onay vermesinin sebebi ise bölgede taşeronluğunu layıkıyla ya-pacak ülkenin, kurduğu 2. Cumhuriyeti ve “uyumlu” İslamcılığı ile Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı ABD’nin jandarmalığını yapmış, ileri üssü olmuş Türkiye’nin varlığı. Bu taşeronluk için de Ortadoğu’nun katıksız bir şekilde Amerikancılaşması gerekiyor. Peki, ABD niye Mübarek gibi tam anlamıyla Amerikancı olan bir dik-

tatörü devirdi diye soracak olursak renkli devrimlerde “ zamanı gelince harekete geç” düsturunu hatırlayıp ona göre açıklama yapmak gerekiyor. Ortada 30 senelik yıpranmış, halklar nezdinde meşruiyetini kaybetmiş iktidarlar bulunuyordu (Libya’da ve Mısır’da olanları gören Suriye hariç). Dolayısıyla, ciddi bir muhalefet de mevcut. İşte tam bu muhalefetin or-taya çıktığı dönemde Kifaya ve 6 Ni-san Hareketi gibi örgütlere iş düşüyor. Buna, miadını doldurmuş, meşruiyetini kaybetmiş bir Amerikancının koltuğuna başka bir Amerikancının oturması denebilir. Tabii bu kadarı süreci özetle-mek için oldukça yetersiz kalır. Kapital-ist sistemin krize girdiği bir dönemde bu süreci emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmesi, kendiliğinden başlayan meşru halk hareketlerinden sonra dizginleri yeniden ele alması olarak görmek daha doğru. En önem-lisi, Ortadoğu’da sınıfsal çelişkilerin muazzam derecede yoğunlaştığını, yoksulluğun korkunç bir şekilde her tarafa yayıldığını, bunlara karşı halkın tepkisini de unutmamak gerekir. Ayrıca, Ortadoğu’yu dönüştürmekteki en önemli motivasyon kaynağı “küreselleşmeyle entegrasyon” projesi. Pentagon’un ideologu P.M Barnett’a göre: “Düşman, ne bir din (İslam) ne de bir yerdir (Ortadoğu) ama bir durum yani bağlantısızlıktır.” “Amerika, nihai hedef olarak, terörizmi yenmek, İslam’ı kuşatmak, petrol kaynaklarını güvenceye almak ya da İsrail’i korumak için Ortadoğu’yu dönüştürmüyor. Biz bölgeyi, dış dünyayla bağlantı kopukluğunu sona erdirmek (küreselleşmeye entegre etmek) için dönüştürmek istiyoruz”.10 ”Kuşkusuz, bahsedilen amaçlar da var fakat amaç en nihayetinde ‘küreselleşmeyle entegrasyon’, yani ‘emperyalizmle entegrasyon’. Aynı zamanda ABD, bütün Ortadoğu’yu, işbirlikçileri de ayırt etmeksizin düşman bellemişti. Stratejik körfez bölgesinin petrol üzerinde Amerika’ya vekilharçlık yapan uydu rejimleri bile gözden çıkarılmıştı. Amerikalı yetkili-lere göre, tarih dışına düşmüş arkaik yapılarıyla, despotik gericilikleriyle yolsuzluğa batmış, yönetimleriyle ve halk desteğinden yoksunluklarıyla bu rejimler artık yük olmakla kalmamış, yarattıkları istikrarsızlıkla güve-nilir olma niteliklerini de yitirmişlerdi. Üstelik bu ülkeler ’terörist’ üreten bataklıklara dönüşmüşlerdi. ABD bunların ipiyle petrol kuyusuna in-

emezdi. Vekilharç rejimler rollerini oynamışlardı ve gerekirse zor kul-lanarak değiştirilmeliydiler.”11 2006 yılında yazılan bu satırlar şimdi gerçekleşen emperyalist restorasyo-nun amacını ortaya koyuyor. Bunun için ve Ortadoğu’nun restorasyonu için ayaklanmalar fırsat olarak görüldü. Değinildiği gibi, ayaklanmalar bir tepki ürünü olsa da bu ayaklanma-lara hazırlıklı olan emperyalizm ve onun sivil toplum kuruluşları vardı ve zamanı gelince harekete geçtiler. Aslına bakarsanız ABD’nin politikası, SSCB’nin 1991’de tarih sahnesinden çekilmesi sonrası, jeostratejik olarak da önemli bir konumda olan Ortadoğu ve eski SSCB etki alanlarında mü-dahale yetisini geliştirme ve etki alanını genişletmeden geçiyor. Bu coğrafyada, etki alanını genişleterek kalıcı olma politikası güdüyor. Dolayısıyla da bölgede işinin bir kısmını yapacak bir yardımcıya ihtiyacı var. Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi 1967’de ABD’nin Ortadoğu’da müttefiki olma işini sürdüren İsrail’e ve Amerika’ya yönelik tepkinin bir şekilde söndürülmesi gerekiyor. Bu da görünüşte İsrail karşıtı, ama gerçekte ticari ilişkilerin durmasını istemeyen, sürekli silah ticareti ya-pan, arada sırada İsrail’e, ABD’ye kafa tutan ama aynı zamanda ABD’nin elini eteğini öpen bir ülkenin bölgeye örnek olmasından geçiyor. Fakat daha önceden hesaba katılmayan bir şey var; Rusya’nın ekonomisini toparlayıp, kendi içindeki sorunları halledip tekrardan eski etki alanlarında boy göstermeye başlaması. Keza, Çin’in de Ortadoğu’daki gelişmelere sessiz kalmaması söz konusu. Libya’ya, BM’de alınan müdahale kararında Rusya ve Çin’in çekimser kalmasını, Kaddafi’nin toplumunun parçalı yapısına, ittifakları doğru düzgün kuramamasına, ordu-sunun olmamasına bağlayabiliriz. Bu süreçten neoliberalizmin motor gücünü oluşturduğu küreselleşmeyle atbaşı giden, egemenlik ilişkilerini yapısallaştırıp sonsuza kadar sürdürül-mesini amaçlayan, önce şiddet yoluyla Ortadoğu’nun dönüştürülmesi planı olan ABD, sadece zor yoluyla bu bölgeye hükmedemeyeceğini, aynı zamanda halkların rızasını da alması gerektiğini anladı. Bu rıza üretim sürecinde ise öncülük Türkiye’ye düştü. Fakat ABD, Suriye’de baltayı taşa vurmuş gözüküyor. Çünkü Esad, Kaddafi’nin aksine ittifakları iyi kurdu. Sadece Esad yanlıları değil, Süryaniler

Page 7: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 7

ve Hıristiyanlar da Esad’ın yanında mevzilendiler. Çünkü nispeten daha katı olan Sünni mezhebinden olan Müslüman Kardeşlerdense, toplumsal yaşamda daha yumuşak Alevi Esad’ı tercih ettiler, bu tercih de oldukça normal. Her ne kadar tezkere çıksa, NATO Türkiye’ye destek verdiğini söylese bu, “baltayı taşa vurmak” ko-nusunda bir şeyi değiştirmiyor. Özel-likle, 1971’de SSCB’nin Tartus’ta sahip olduğu deniz üssünün şimdi Rusya’nın olduğu hatırlanırsa, Rusya’nın desteği, Suriye için, önemli bir silah pazarı oluşturan Suriye’nin korunması olsa da, Rusya için daha da bir önem kazanıyor.Türkiye burjuvazisi ise, Ortadoğu pazarlarına açılmanın hesabını yapıyor, iştahları kabarıyor; empery-alist hiyerarşide, tabi ki ABD’nin onayıyla, basamak atlamak istiyor. Yalçın Küçük 90’ların başında çıkan Emperyalist Türkiye kitabında “Amerika’nın, emperyalistleştiği dönemde içerideki sesleri, homurtuları halletmesi gerekiyordu; bu yüzden de ABD’nin tarihinde demokrasi söylemini en fazla kullandığı dö-nem, emperyalistleştiği dönemdir” demişti. O kitap yazıldığında Tur-gut Özal’ın Orta Asya Projesi vardı. Dolayısıyla da, o dönemde de Kürt açılımı projeleri gündeme gelmişti. Fakat gerçekçi değildi; Orta Asya’da ortaya çıkan oligarklar ve 1990 Eylül ayında Helsinki’de Gorbaçov’la Bush’un görüşmelerinden sonra o bölgeye göz diken Amerikan petrol şirketleri Türkiye’nin oraları yağmalamasına izin veremezdi. Nitekim Sovyet-ABD petrol antlaşmaları peş peşe imzalanıyordu.12 Şu anki durum da çok farklı değil açıkçası. Ortada, Ortadoğu’ya açılmak isteyen bir Tür-kiye var; fakat içerideki homurtuları da bir şekilde kesmek zorunda. Yıllarca milliyetçiliğin pompalandığı bu toplumda, Kürt sorununun çözümüne toplumsal onay, rıza alması için de “yeni Osmanlıcılık” adı altında bir proje ortaya atıldı. Fakat iktidar, muhatap kesime de baskılar uygulayarak, bu kesimi pasifize ederek, kendi dayattığı çözüme razı etmek istiyor. Dolayısıyla, eğer Türkiye, ABD’nin kaptanlığında Ortadoğu’ya açılmak istiyorsa, kendi iç sorunlarını halletmeden kalıcı olamaz. Öte yandan, Ortadoğu ülkelerinde Türkiye, sömürgeci bir güç olarak hatırlanıyor. Dolayısıyla, halk nezdinde pek de bir sempatisi olduğu söylene-

mez. Özellikle Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde. Hatta o kadar ki; Suriyeli muhalifler arasında bile Türkiye’nin oynayacağı rol konusunda anlaşmazlık çıktı. Bir kesim, Türkiye’nin sömürgeci Osmanlı’nın mirasçısı olduğunu, o yüz-den de Suriye’nin içişine karışmaması gerektiğini savundu. Diğer kısım ise Türkiye’nin müdahalesini gerekli gördü. Bu yüzden, “yeni Osmanlıcılık” formülasyonunun dış politikada pek de bir karşılığı yok. Bu sebeple, Türkiye Suriye’de ABD’nin emriyle daha fazla inisiyatif almış durumda. Örneğin, “Özgür Suriye Ordusu” gibi muhalifler silahlandırılıyor.Çetrefilli, çelişkisi ve karmaşası bol bir coğrafyada, gelişmeleri öngörmenin zorluğu açık. Amaçlanan ise, empery-alizmle tam uyum, sermayenin serbest dolaşımı, örgütlenme olasılıklarının bile bertaraf edilmesi, rüşeym halinde bulunan direniş eğilimlerinin İslam kisvesi altında ezilmesi. Kuşkusuz, bu konu uzmanlık gerektiren, kitap yazılması gereken bir alan. Fakat mesele emperyalizm tarafından “Arap Baharı” diye adlandırılan saçmalığın gerçek yüzüyse, bunun teşhirinin yeterince yapıldığı düşünülebilir. Ortadoğu’nun direnişlerle dolu olan tarihine bakıldığında, geleceği kimin oluşturacağını en güzel, Haluk Gerger

yazıyor: “ Geleceği, Ortadoğu’nun mazlumları, Cezayirli devrimci Franz Fanon’un deyişiyle ‘dünyanın lanetli-leri’ yazacak.”

DİPNOTLAR1. Prag Baharı: Kısaca, 1968’de Çekoslovakya’da emperyalizm güdü-münde düzenlenen karşıdevrimci ay-aklanmalara verilen isim. Haluk Gerger, ABD Ortadoğu Türkiye, Ceylan Yayınları, 3.Baskı 2006, sf 1162. Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi, İletişim Yayınları, 1.Baskı 2010, sf 1843. Norman Finkelstein, Holokost Endüstrisi, Kırmızıkedi Yayınevi, 1. Baskı 2011, sf 354. A.g.e, sf 405. Kurthan Fişek, 100 Soruda Sosyalist Devlet, Gerçek Yayınevi, 1.Baskı 1970, sf 206. Mark Mackinnon, Yeni Soğuk Savaş, Destek Yayınları, 1.Baskı 2008, sf 167. A.g.e, sf 3508. A.g.e, sf 3519. Orhan Gökdemir, Öteki İslam, Destek Yayınları, 3.Baskı 2009, sf 5810. Gerger, sf 52811. Gerger, sf 50612. Suat Parlar, Ortadoğu: Vaad Edilmiş Topraklar, Bibliotek Yayınları 1997, sf 192

Page 8: İcab-ı Hâl | Sayı:7

8 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Tampon bölge, savaşan ya da çatışma halinde bulunan iki kuvvet arasında tarafsız bir bölge oluşturmak demektir. Tampon bölge, insani koridor, uçuşa yasak bölge gibi hukuki kurumlar; Ko-sova, Irak, Libya örneklerinde olduğu gibi işgalci kuvvetlerin diğer ülkelere saldırabilmesi için vize görevi görmüş-tür. “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçte dışarıdan askeri müdahaleyi meşrulaştırma aracı olarak Libya’da BM tarafından uçuşa yasak bölge ilan edildi. Libya’da NATO bombalamasının başlaması “hukuki” olarak BMGK’nin Kaddafi Rejimi’nin “yoğun ve siste-matik saldırılarının” Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’nde öngörülen insanlığa karşı suç oluştur-duğu bu nedenle uluslararası toplu-mun insani müdahalesinin gerektiği tezi ile gerekçelendirilerek 1973 Sayılı kararına dayandırıldı. Libya’da dış destekli silahlı gruplar çatışmalar başlattı, uçuşa yasak bölge kararıyla ülkenin doğusunda bu silahlı gruplar korundu, yasadışı olmasına rağmen gizli yabancı özel harekât birimlerinin

ve hava saldırılarının desteğiyle Libya ordusu yenildi.Tampon Bölge, uluslararası hukukta koruma sorumluluğu doktrinine da-yandırılıyor. Erdoğan’ın koruma hakkı olarak bahsettiği koruma sorumluluğu doktrini, 2001 Aralığında başkan-lığını eski Kanada Başbakanı Jean Chrétien’in yaptığı Müdahale ve Devlet Egemenliği Hakkında Uluslararası Ko-misyonun Birleşmiş Milletler için hazır-ladığı raporunda ileri sürüldü. Bu rapor Ruanda’da gerçekleştirilen katliamlara BM’nin yeterince tepki vermediği eleş-tirileri üzerine BM tarafından komis-yondan istenmiştir. Koruma sorumlu-luğu doktrinine göre egemen devletler kendi yurttaşlarını katliamlar, açlık gibi önlenebilir tehlikelerden koruma sorumluluğu ile yükümlüdür; ancak bu sorumluluğu yerine getirmeye isteksiz olduklarında veya yerine getiremedik-lerinde sorumluluğu uluslararası top-lum üstlenir. Bu rapordan sonra 2005 yılında Dünya Zirvesi Sonuç Belgesinin 139. maddesi: “uluslararası toplum soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı işlenen suçlardan toplumları korumaktan BM Şartı’nın 6. ve 8. Bölümlerine uygun olarak sorum-

ludur;  eğer barışçıl çözüm yollarından so ı da beraberinde getirmektedir:1.Önlenebilir yıkımın içeriğinin ne olduğu nasıl belirlenecek?2.BM aracılığıyla askeri müdahaleyi gerçekleştirecek devletler topluluğunu kim belirleyecek?1990’ların sonunda dillendirilmeye başlanan 2001 yılında resmiyet kaza-nan doktrin, kuruluş amacı açık olan NATO’nun insani müdahale gerek-çesiyle uluslararası toplumun askeri müdahale taşeronluğunu üstlenerek Yugoslavya ve Libya’da askeri müda-halesine zemin hazırlamıştır.3.Askeri müdahale insani yardım ola-rak kabul edilebilir mi?Yugoslavya’da ve Libya’da yapılan müdahalelerle sivil halkın öldürüldüğü bilinmektedir.Tampon bölge, pratikte tarafsız bir bölge oluşturmaktan çok rejime karşı çıkanlara güvenli bir koridor yaratarak toparlanmalarını ve bölgede etkin hale gelmelerini sağlamaktadır. Libya örne-ğinde olduğu gibi “kurtarılmış bölgeler” yaratılıp “effective control” mekaniz-ması yoluyla var olan rejimin meşru-iyeti tanınmıyor ve muhalif grupların fiilen tanınması gündeme geliyor.

SURİYE MÜDAHALESİNE DİPLOMATİK KILIF

FİRDEVS ARI

TAMPON BÖLGE

Tampon bölge, pratikte tarafsız bir bölge oluşturmaktan çok rejime karşı çıkan-lara güvenli bir koridor yaratarak bölgede etkin hale gelmelerini sağlamaktadır.

Page 9: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 9

Tampon bölgeler, Irak’tan ve Yugoslavya’dan bilindiği üzere, birçok defa sonradan çizilecek resmi veya gayrı-resmi sınırların oluşmasını sağlıyor.Benzer bir senaryo şimdi AKP hükü-meti tarafından Suriye için kullanıl-maya çalışılmaktadır. Özellikle Cisr El Şuğur’daki olaylardan sonra Hatay ve çevre illerde oluşturulan kamplardaki mülteci sayısının artması halinde Suri-ye sınırları içerisinde bir tampon bölge oluşturulması talebi ilk kez 26 Haziran 2012’de yapılan NATO toplantısında dile getirildi. Ancak ABD’nin Kasım’daki seçimleri de göz önüne alarak siyase-ten desteklediği tampon bölge talebini askıya alması ve Rusya ile Çin’in olum-lu oy vermemesi nedeniyle BM’den bu yönde bir karar çıkmadı.BM’den çıkartılamayan dış müdahale-nin yerini Lazkiye yakınlarında düşürü-len Türkiye’ye ait uçaktan sonra fiilen tampon bölge oluşturulması düşün-cesi almıştır. Erdoğan uçak krizinden sonra yaptığı açıklamada Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “angajman” -mu-harebe- kurallarını değiştirdiğini ve Suriye’nin kendi sınırları içerisindeki askeri hareketlerini dahi Türkiye’nin “tehdit” algısı kapsamına aldığını söylemişti.

Müdahaleye Bir Adım Daha Yaklaşmak: Uçak Krizi22 Haziranda Türk Hava Kuvvetle-rine bağlı bir savaş uçağı Lazkiye

açıklarında düşürüldü. Olaydan sonra uzun saatler açıklama yapılmazken akşam saatlerinde Erdoğan şöyle bir konuşma yaptı: “Türkiye olarak, Suriye rejiminin sınırlarımızda oluşturduğu güvenlik risklerini hiçbir şekilde tolere etmeyecek, karşılıksız bırakmayacağız. TSK’nin “angajman” kuralları, artık bu yeni aşamaya göre değiştirilmiştir. Suriye’den Türkiye sınırına güvenlik riski ve tehlikesi oluşturacak şekilde yaklaşan her askeri unsur bir tehdit olarak değerlendirilecek, askeri hedef olarak muamele görecektir.”Burada Türkiye’nin yeni muharebe -engagement- kuralları uyarınca Suriye’nin kendi sınırları içerisindeki hareketleri de tehlike kapsamına sokulacak ve Suriye’nin egemenlik hakkı tanınmayarak çizgileri belli olmayan sınır ihlalleri yapılarak fiilli bir tampon bölge kurularak “büyük hayal” gerçekleşecekti. Ancak Batı’nın ve ABD’nin siyasal destek sözlerinden öte AKP Hükümetine destek verme-mesi nedeniyle bu konuda daha ileri gidilememiştir.Türkiye’ye ait savaş uçağı Suriye’nin egemenlik alanına girmiş ve düşürül-müştür. Uluslararası hukuk uyarınca bir ülkenin hava sahasını yabancı bir devletin sivil uçağı zararsız ve olabildi-ğince hızlı olma şartı ile kullanabilmek-tedir. Söz konusu savaş uçağı olunca egemenlik hakkının ihlali söz konusu olduğundan kurallar daha da katı hale gelmektedir; bu nedenle savaş uçakla-

rının geçişi yasaklanmıştır; ancak dev-letin izni ile geçiş yapılabilmektedir.Hava sahası ihlalleri çok sık yaşanıyor ve devletler birbirlerini uyarmakla ye-tiniyor. Bu durumda Türkiye’ye ait bir uçağın Suriye tarafından düşürülmesi meşru mudur?Bu soruyu belli bir tarihsel süreci göz önüne alarak cevaplamak vermek gerekir. Türkiye sürecin başından itiba-ren muhaliflere silah ve para yardımı yapmakla, lojistik destek sağlamakla kalmamış Özgür Suriye Ordusu’nun Türkiye topraklarında konuşlanması-na zemin hazırlamış ve askeri eğitim vermiştir. Ayrıca Lazkiye muhaliflerin yoğun olarak bulunduğu ve silah sev-kiyatının yapıldığı bölgelerden biridir. Bu nedenle Suriye’nin neden böyle bir tepki verdiği anlaşılabilir. Anlaşılama-yan ve cevaplanmayan soru Türkiye’ye ait savaş uçağının Suriye kıyısına o ka-dar yakından uçmasının nedeni nedir? Türk yetkililerden gelen açıklamalara göre; Türkiye’nin radar sistemini kont-rol etmek ve eğitim amacıyla hareket eden uçak Suriye Karasularının 1 mil açığında düşürülmüştür. Ancak uçağın enkazı Suriye karasuları içerisinde kıyıdan 8 mil uzakta bulunmuştur. Bunun yanında uçağın nasıl vurulduğu sorusu da tatmin edici şekilde yanıt-lanmamıştır. AKP hükümeti uçaksavar ile vurulduğunu söylese de uzmanlar söz konusu uzaklıktan uçaksavar ateşi ile vurulmasının mümkün olmadığını belirtiyor.

Page 10: İcab-ı Hâl | Sayı:7

10 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

AKP hükümetinin uçağın düşürülmesi ile ileri sürdüğü bütün iddialar yalan-lanmış, uçağın ne amaçla Suriye hava sahasını ihlal ettiği sorusunun cevabı muğlâk bırakılmıştır.

3. Ülkelerin ÖSO’ya Para, Silah Yardımı ve Lojistik DesteğiUluslararası hukukta devletlerin egemenliği ilkesi yabancı devletlere ve yurttaşlarına zarar vermeme yüküm-lülüğünü doğurur. Zarar vermeme yükümlülüğü devletin ülkesini yabancı devlet aleyhine kullanmama ve kullan-dırmama yükümlülüğünü kapsar. Bu durumda devlet, 3.ülkenin vatandaşla-rının gelip ülkesinde örgütlenip kendi ülkesine saldırmasına engel olmak zorundadır. Eğer engel olamıyorsa 3.devlete bunu bildirme yükümlülüğü ya da birlikte önleme yükümlülüğü do-ğar. Bildirim yapılmıyorsa devletin kötü niyetinden bahsedilir ve 3. devletin yapılan saldırılara karşı meşru müdafaa hakkı doğar.Bunun yanında AKP hükümeti ile Suriye hükümeti arasında imzalanan Adana Mutabakatı ve bu mutabakata dayandırılarak imzalanan Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması nedeniyle Suriye hüküme-tine karşı antlaşmadan kaynaklanan özel bir sorumluluğu vardır.

Adana Mutabakatı ve Ardından İmzalanan AntlaşmaAdana Mutabakatı, 20 Ekim 1998’de Suriye ile Türkiye arasında imzalanmış-tır. Adana Mutabakatı ilk kez Türkiye tarafından içindeki bazı hükümler farklı yorumlanarak tampon bölge için gündeme getirildi. Camp David Antlaş-masına benzetilen Adana Antlaşması Türkiye’ye terör örgütlerine karşı ope-rasyonda bulunurken Suriye sınırla-rından itibaren 5 km gibi bir mesafeye izin almadan geçişine izin veriyor. An-cak bu hükümler denizlerde öngörülen sıcak takip hakkına benzetilebilir. Bu tip sınır ihlalleri uluslararası hukukta zaten meşru müdafaa kapsamındadır.Adana Mutabakatı’na dayanılarak 21 Aralık 2010’da AKP hükümeti Suriye hükümetiyle bir “Terör ve Terör Örgüt-lerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması” imzaladı. Anlaşma üç yıl yürürlükte kalacak şekilde yapılıyor, tarafların herhangi birinin isteği olmadığı takdir-de bu sürenin otomatik olarak uzatıla-cağı belirtiliyordu.Anlaşmanın dördüncü maddesi iki

devletin sınırları içerisindeki güvenlik işbirliği faaliyetlerini tanımlıyor. Bu maddeye göre “hiçbir terör örgütünün” şu faaliyetlerde bulunmalarına izin verilmeyeceği belirtiliyor:“(1) Kamp, eğitim merkezi ve diğer tesisler kurmalarına,(2) Militan toplama ve silah, patlayıcı madde, lojistik destek ve terörizmin finansmanı teminine,(3) Terörizmin finansmanı kapsamında kaçakçılık ve ticaret yapmalarına,(4) Eğitim ve propaganda faaliyetlerin-de bulunmalarına,(5) Yasadışı sınır geçişi yapmalarına;(6) Diğer tarafa ve üçüncü ülkelere militan, silah ve patlayıcı madde aktar-malarına,(7) Görsel ve yazılı basın faaliyetlerin-de bulunmalarına,(8)Bu faaliyetler için kaynak ve araç bulmalarına ve uygun ortam yaratma-larına müsaade edilmeyecektir.”Antlaşmaya göre ülkelerden birinin terör örgütü saydığı bir gruba silah ve eleman toplamak, eğitim vermek, pro-paganda ve finansman faaliyetlerine izin vermek yasak ve antlaşmada bu konularda karşı tarafla işbirliği yapıla-cağı öngörülüyor. Türkiye toprakların-

da bu faaliyetlerin tamamını gerçek-leştiren Özgür Suriye Ordusu, Suriye Ulusal Konseyi gibi Suriye devleti tarafından terörist sayılan birçok örgüt mevcut. Ancak bu örgütlerin yöneticisi olduğunu iddia eden kişiler neredey-se her gün iç ve dış basına demeç verebiliyor, askeri müdahale çağrısında bulunabiliyor, silah ve destek talep edebiliyor.Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın Özgür Suriye Ordusu’na sınırlardan Müslüman Kardeşler Örgütü aracılığıy-la otomatik tüfek, tanksavar ve çeşitli silahlar verdiği; New York Times, BBC gibi gazetelerde dahi belgelendi.İngiliz ana akım medyasından Sky TV kanalı, “Kanada’da yaşadığı halde gerisinde eşi ve iki çocuğunu bırakarak ÖSO saflarına katılmaya karar veren” bir kadının hikâyesini konu edinmiş-ti. BBC de Sky TV’yi izleyerek aynı kişiyle röportaj yaptı. BBC’den Richard Galpin’e konuşan Thwaiba Kanafani isimli ÖSO mensubu kadın, Türkiye’de eğitim aldığını açıkladı.Bu durumda Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın, Katar’ın uluslararası hukukta sorumluluğu doğmuş bulun-maktadır.

Page 11: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 11

YASEMİN ALTINKUM

Ortadoğu’da Devrim Yalanı Tunus’ta başlayan, sonrasında Ortado-ğu ve Arap coğrafyasında devam eden ve ana akım medyanın “Arap Baharı” olarak lanse ettiği olaylar başta bir halk hareketi olarak ortaya çıkmış olsa da bu ülkelerde solun güçsüzlü-ğü ve olaylara müdahale edememesi sonucunda  emperyalist müdahale ve restorasyonla sonuçlandı. ABD ve diğer emperyalist ülkelerin o zamana dek iyi ilişkiler kurduğu ve işlerini yü-rüttüğü Mübarek, Kaddafi gibi liderler artık değişmeliydi ve yerine emper-yalizmin hizmetini daha iyi görecek olanlar gelmeliydi. Bu süreçte NATO ve AB karşı devrimcileri  destekledi, NATO askerleri de bu ülkelere (üstü kapalı bir şekilde) müdahale etti. “Arap Baharı” ve “devrimler”in sonucunda ne Libya’da ne Mısır’da ne de diğer ülkelerde daha özgürlükçü ve eşitlikçi rejimler ortaya çıktı, tam tersine başa gelenler Müslüman Kardeşler kökenli dinci gericiler oldu. Libya’da şeriat ilan edildi, Mısır’da da gericilik daha da yükseldi. Yaşanan bu olayların sonucunda sıra artık Suriye’ye geldi. Mart 2011’de “Halk Esad’ı İstemiyor” haberleri ortaya çıkmaya başladı, kendilerine muhalifler ve Özgür Suriye Ordusu adini veren gericiler Esad’a karşı savaşı başlattı.

Ancak Ortadoğu’da yaşananlar sonra-sında Esad ve Suriye halkı bu yalanı yutmadı, emperyalizm diğer ülkelere yaptığı gibi Suriye’ye elini kolunu sallayarak giremedi. Bunun sonucunda ABD ve ABD’nin Ortadoğu taşeronlu-gunu yapan AKP hükümeti tarafından muhaliflere daha çok para akıtıldı, silah sağlandı. Muhalifler ülkemizde Hatay’da kurulan kamplara yerleştirildi ve AKP hükümeti Suriye’ye müdahale için elinden geleni yaptı, yapmaya devam ediyor.  Hatay’da Neler Oluyor? AKP hükümeti ABD’nin ve emperyaliz-min sadık hizmetkarı olarak bölgedeki restorasyon sürecinin baş aktörle-rinden biri haline geldi. Suriye’deki gerici muhalifler desteklendi, Hatay’da kamplara alındı. Kendi vatandaşına depremde çadır vermeyen hükümet, muhalifleri, içinde her turlu imkan bu-lunan kamplarda tuttu. Bu kamplardan biri olan Apaydın Kampı’na millet-vekilleri dahi alınmadı, gazetecilerin uzaktan yakından fotoğraf çekmesi yasaklandı. Kampta kalan muhalifler gündüzleri Esad ordusuyla savaşmak için sınırı geçip Suriye’ye gidiyor, gece-leri ise tedavi olmak için Türkiye’ye dö-nüyordu. Bu süreçte Türkiye’ye sığınan kişi sayısı 90 bini aştı, AKP hükümeti tampon bölge yaratma çabasını devam ettirdi. Alevi-Sunni Çatışması Körükleniyor Suriye’de yaşananlar Alevi-Sunni

çatışmasını da beraberinde getirdi. Alevilere yönelik saldırılar yapıldı, yal-nızca Sunni islam’ı kabul eden gericiler Suriye’de yaşayan diğer etnik kökenli vatandaşlara katliamlar uyguluyor. Son olarak sırf Sebbiha oldukları için insan-lar infaz edildi. Bu durum Türkiye’de de kendini gösteriyor. Suriye’de başlayan olayların ardından AKP hükümetinin de desteğiyle gericilik ve ayrımcılık körüklendi; Malatya’da, Erzincan’da alevilerin kapılarına işaretler konuldu, evleri taşlandı. Birçok etnik kökenden insanin yaşadigi Hatay’da da huzur-suzluk sürekli olarak artıyor. Adlarının açıklanmasını istemeyen birkaç esnaf artan sığınmacı sayısıyla birlikte kent içerisinde huzurun hissedilir derecede kaçtığını ifade ederek, “Geçenlerde sakallı bir Suriyeli çocuğuna gofret alırken, esnafa ‘Sen Alevi misin?’ diye sordu. Esnafın ‘Evet, Aleviyim, bir sorun mu var?’ demesi üzerine ‘Sorun ortada. Sonunuz Suriye’deki Aleviler gibi olacak. Sıra size de gelecek”1 dediğini söyledi.Hatay’da sadece Alevilere değil tüm halka rahatsızlık verildiği ortada. Kadınlar artık korkudan akşamları tek başına sokağa çıkamıyor, istediğini giyemiyor. İnsanlar evlerinin önünde kendilerini ve çocuklarını korumak için nöbet tutmak zorunda kalıyor. AKP Savaş, Halk Barış İstiyor! Hatay’da düzenlenen “Türkiye-Suriye Kardeştir” mitinginin, valilik tarafından

HALK SAVAŞ İSTEMİYOR

YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ

Page 12: İcab-ı Hâl | Sayı:7

12 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

yasaklanmasına ve ilde resmen ola-ğanüstü hal ilan edilmesine rağmen, halkın yoğun katılım göstermesi, polisin saldırı ve müdahalesine karşın insanların dağılmaması ve karşı koy-ması Hatay halkının savaş istemediğini ve barıştan yana olduğunu gösterdi. İnsanların yaralandığı ve gözaltına alındığı mitingde kitle inatla dağılmadı, sokaklarda barikatlar kurdu ve gözal-tına alınanlar serbest bırakılana kadar nöbet tuttu. Mitingi yasaklayan vali ve hükümet ise gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koyarak halkların kardeş-liğine ve barışa düşmanlığını bir kez daha gösterdi. İlde eylemi yasaklayan Vali Celalettin Lekesiz, “kamu düzenini ciddi derecede ihlal edici gelişmelerin ortaya çıkabileceği durumuna karşın ilgili yasalar gereğince böyle bir orga-nizasyona izin verilmediğini” söyledi. Yani AKP’nin valisi, kamu düzenini barış yanlılarını copla, gazla durdurma-ya çalışarak sağladığı ilan etti. Hataylılar 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde de sokaklarda savaşa hayır dedi. Mitingde, AKP’nin Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleye taşeronluk yaptığı belirtildi ve Hatay kentinin el Kaide ve benzer dinci örgütlerin yuvası haline getirilmesine izin vermeyecekleri bir kez daha ilan edildi. ABD emperyalizmine ve onun taşeronu AKP iktidarına karşı herkes sokağa ve mücadele etmeye çağrıldı.

Suriye Halkıyla Savaşın Eşiğindeyiz Suriye’de çatışmalar sürerken 28 Eylül tarihinde Akçakale’ye havan mermisi düştü ve beş kişi hayatını kaybetti. Bu, Akçakale’de yasanan ilk ölüm değil. 23 Eylül’de de bir çocuğun aynı şekilde hayatini kaybettiği biliniyor ancak buna rağmen köy boşaltılmadı, yani AKP savaşı kışkırtmak ve bahane bul-mak için yine yoksul halkı seçti. Son-rasında gelen haberlerde Suriye’nin Türkiye tarafından vurulduğu öğrenildi ve tezkere görüşmeleri yapılmaya başlandı. 320 utanç oyuyla, AKP ve MHP’nin evetleriyle, tezkere geçti. İlhan Cihaner konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Akçakale olayı, Lusita-nia komplosu, Nazilerin Polonya’yı işgali, Goeben ve Breslau olaylarının ‘acemi’ bir kopyasıdır. Tezkere ABD’nin Vietnam’a girişinin gerekçesi olan ‘Tonkin Körfezi komplosu’ sonrası çıkarılan Johnson kararnamesidir.”2 der-ken haksız mı? Kasıtlı yapıldığı açıkça görülen bu olaylar silsilesi bizi Suriye halkı ile savaşa götürüyor. “Suriye Arap Cumhuriyeti silahlı kuvvetlerinin yürüttüğü askeri harekat kapsamında, 20 Eylül 2012 tarihinden itibaren ülkemiz topraklarına da saldır-gan eylemler yönelmiştir... Diplomatik uyarılarımıza rağmen bu eylemler devam etmiştir... Bu çerçevede hudut, şumul, miktar ve zamanı hükümetçe takdir ve tespit edilmek kaydıyla, TSK’nın yabancı

ülkelere gönderilmesi ve görevlendiril-mesiyle, bununla ilgili gerekli düzenle-menin hükümet tarafından belirlene-cek esaslara göre yapılması için 1 yıl süreyle izin verilmesini Anayasa’nın 92. maddesi uyarınca arz ederim.” Tezkere’nin çıkmasıyla birçok ilde halk “Savaşa Hayır!” demek için eylemler yaptı. Taksim’de on binler-ce kişi AKP’nin savaş politikalarını protesto etti, Ankara’da, Çanakkale’de, Eskişehir’de ve birçok ilde insanlar sokaktaydı. Bu tezkere Suriye halkıyla Türkiye halkını emperyalist çıkarlar uğruna bir-birine kırdırmak için çıkarıldı. Savaşta hep emekçilerin, yoksulların çocuk-ları ölür; savaşı çıkaranların çocukları savaşa gitmez, zarar görmez, ölmez. Savaş kapitalizmin kar için yarattığı en vahşi yoldur. Şimdi savaşa karşı “Yaşasın Halkların Kardeşliği” demenin, barış için mücadele etmenin zamanıdır. Türkiye halkı bu onursuzluğa, halk düşmanlığına gelmemelidir, gelmeye-cektir.

KAYNAKÇA1. http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/suriyeli-muhaliften-ha-tayli-alevi-yurttasa-tehdit-sira-si-ze-de-gelecek-haberi-587802. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ilhan-cihaner-akcakale-olayi-goeben-ve-breslau-komplosunun-acemi-kopyasi-haberi

Page 13: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 13

Suriye Kürtleri, ülkede yaşanan olayla-rın başından beri emperyalist müdaha-leye karşı tavır almış bulunuyorlar. Bu durumun, Esad yönetimi ile aralarında süregelen ilişkiyi düşününce bir tezat oluşturduğunu savunanlar yanılıyor. Suriye Kürtlerinin bugünkü tutumunu, Barzani gibi faktörlerle değiştirilmeye çalışılan siyasal tavrını kavrayabilmek, Suriye Kürtlerinin geçmişine bakmayı gerektiriyor. 

Beşar Esad Öncesi Kürtler1946-1970 yılları arasında Bağımsızlık ve Arap Milliyetçiliği olarak adlandırılan dönemde, Suriye iç ve dış politikası-na dini temeli olmayan mücadeleler damgasını vurdu. Bu dönemin bağım-sızlıkçı ve üçüncü yolcu karakterinin yanında, etnik ve dini azınlıklar baskı altına alındı. Kürtçe yazılmış kitaplar ve şarkılar yasaklanarak Kürt halkının kültürel kimliğini yaşaması engellen-mek istendi. Araplaştırma politikası dâhilinde Mısırlı öğretmenler Kürt böl-gelerinde görevlendirildi. 1962 yılında Haseki bölgesinde istisnai bir nüfus sa-yımı yapıldı ve 150 bin civarında Kürt vatandaşlıktan çıkarıldı. Vatandaşlıktan çıkarılan Kürtler sonrasında hiçbir hak-ka sahip olamadı ve bir Araplaştırma politikasına maruz kaldı.Türkiye ve Irak sınırları boyunca,

Cezire’nin kuzey ve kuzeydoğu bölgesindeki Kürtler,  bu bölgelerden göç ettirilerek Arapların yoğun olduğu bölgelere yerleştirildi. Bu bölgelere Arap vatandaşların yerleştirilmesi olayına  “Arap Kuşağı” uygulaması denilmiştir. Bu projeyi Suriye yönetimi 1970’li yıllardan itibaren hayata ge-çirmeye başladı. 1970 yılında Türkiye sınırı boyunca kurulan 40 köye 7.000 Arap aile yerleştirildi ve bu bölgedeki Kürtçe yer ve kişi adları Arapça karşılığı ile değiştirildi. Bu olay basit bir iskân politikasından öte doğrudan Suriye Kürtlerine asimilasyon politikası olarak algılandı.Hafız Esad iktidara geldikten sonra Kürt halkı üzerideki baskıda kısmi bir hafifleme görüldü. 1980’li yıllarda Kürt mahkûmlara af uygulandı ve Kürtlerin yaşadığı bazı bölgelere Suriye yöneti-mi alt yapı hizmetleri götürdü.

2003: Dönüm NoktasıBeşar Esad iktidarı boyunca Kürtlerle ilişkiler gerilip gevşeyen bir seyir izledi. Esad’ın 2002 yılında Haseki bölgesine yaptığı ziyarette,  1962 yılındaki Hase-ki sayımı ile ilgili durum için düzenleme yapılacağının sözünü verdi. Bu ziyaret esnasında bölgenin ileri gelen Kürt liderleriyle yaptığı toplantıda Beşar Esad’ın açıklamaları ülkede yeni bir dönem yaşanabileceğine dair ipuçları veriyordu.2003 yılında Irak’ta resmi olarak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kurulmasıyla böl-

gedeki Kürt grupları açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Irak’taki bu durum , Suriye’yi de etkilemiş ve 2003 yılıyla birlikte Iraklı ve Suriyeli Kürtler arasındaki ilişkiler gelişmeye başlamış-tır. Gelişen ilişkiler ve Iraklı Kürtlerin Suriyeli Kürtlere verdiği destek, Suri-yeli Kürt grupların etkisinin artmasına olanak sağlamıştır. Kürtlerin bugün için en örgütlü partisi durumundaki PYD’nin de kuruluşu 2003’e rastlar. Bu tarihten sonra Kürt dinamizminin yükseldiği görülür.2004 yılında ise yaşanan trajik bir olay sonrasında, Kürtlerin o güne değin giriştiği en büyük eylemlilik patlak verdi. Suriye`nin kuzeyinde Kamışlı ‘da bir futbol maçında Kürtler ile Araplar arasında çatışma çıktı ve bu karışıklık ortamında güvenlik güçlerinin Kürt kalabalığa ateş açması sonucu ölümler yaşandı. Kamışlı halkı bu olaylara karşılık, devlet araçlarını ve bazı özel araçları ateşe verdi. Bu olaylar Haseki, Amuda, Halep ve Şam’ın Kürt sokakla-rına kadar yayıldı. 2004 yılında Suriyeli Kürtlerin bu isyan girişimi “Kamışlı Olayları” , Suriye yönetimini tedirgin etti. Olaylar,  Suriye ordusunun tank-larla müdahalesi sonucu kontrol altına alındı ve sekiz gün süren çatışma sonucu 33’ü Kürt 40 kişi öldü, 400 kişi yaralandı ve 2000 civarında Kürt tutuklandı.2011 yılına gelindiğinde Kürtlerin üzerindeki baskılar azalmış da olsa devam ediyordu. Son on yıllık süreçte

SURİYE’DE ANAHTAR KÜRTLERİN ELİNDE

AYTAÇ ÖRTÜCÜ

Page 14: İcab-ı Hâl | Sayı:7

14 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

yaşananlar Suriye’nin Kürt coğrafyasın-da hem Esad’a karşı mücadeleyle iç içe bir umudu, hem de Barzani çizgisine uzak bir örgütlenmeyi biriktiriyordu.

Kürtler Dış Müdahaleye Karşı DuruyorSuriye’de olayların patlak vermesin-den bugüne tezgâhlanan emperyalist oyuna en net tepkiyi Suriye Kürtleri verdi. 18 ay boyunca çeşitli kentlerde görülen Esad aleyhtarı hareketler Kürt kentlerine sıçramadı. Kürtleri Esad kar-şıtı cepheye çekme yolundaki çabaların yoğunlaştığı sırada, 2012 Temmuz’un-da olanlar ise o güne dek yaşanan tüm gelişmelerin rengini değiştirdi.Temmuz ayında önce Kobane, Amu-de ve Afrin kentleri ardından ise, Suriye’nin en büyük Kürt kenti olan Kamışlı’da PYD öncülüğünde Kürtler yönetimleri ele geçirdi. Bu yerlerde kamu binalarına Kürt bayrağı çekilirken kentlerin güvenliği yine PYD tarafın-dan oluşturulan Halk Savunma Güçleri tarafından sağlanmaya başlandı. Ül-kenin kısıtlı ama kritik öneme sahip petrol kaynaklarının bulunduğu kuzey-doğu bölgesinde yaşayan Kürtler, Esad sonrası dönem için iyiden iyiye hazırlık yapmaya başladı ve özerk bir bölge oluşturma umuduyla polis karakolları, yerel meclisler, mahkemeler açtı.Ancak bu gelişmeler ve sonrasında yaşanacaklar yalnızca Suriye’nin iç dinamiklerine bağlı görünmemekte-dir. Gerek Türkiye gerek Irak gerekse Suriye Kürtlerinin sorunları, yalnızca bu ülkelerin ayrı ayrı iç dinamikleriyle

çözülemeyecek karmaşıklığa sahiptir. Zaten bütün başlıkların hallaç pamuğu gibi birbirine karıştığı bir coğrafyada konu Kürt sorunu olunca karmaşıklık daha da artmaktadır.Hal böyle olunca, tek tek ülke içi dina-mikler dışında son on yıl içinde bir fak-tör; Barzani faktörü tüm bölge Kürtleri üzerine etki edebiliyor. Kürtlerin ulusal özlemlerinin sembolü olarak parlatılan Barzani, bu ulusal özlemleri emperya-list projelere eklemlemede bugün için alternatifsiz gözüküyor.ABD’nin Irak işgaliyle birlikte Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı olan Barzani bu nüfuzunu başından beri dış destekli bir müdahaleye karşı net bir tavır alan Suriye Kürtleri üzerinde de kullanma teşebbüslerin-de bulundu. Müslüman Kardeşler ’in başını çektiği ÖSO’nun eşit yurttaşlık talebini karşılayamayacağını düşünen ve muhalif cephenin dinci karakteriyle yapısal olarak uyuşmazlıklar yaşayan Suriye Kürtleri, Barzani öncülüğünde bir konferansta bir araya geldi. 9-10 Temmuz’da Erbil’de gerçekleşen kon-feransta PYD’nin ve KUK’un da içinde bulunduğu birçok Kürt örgüt arasında yedi maddelik bir anlaşma imzalandı ve güç ortaklaştırma kararı alındı.Kürtlerin Esad iktidarına karşı tutumu-nu değiştirebileceği şeklinde yorumla-nan bu anlaşmanın hemen sonrasında ise Kürtler birçok yerleşim yerinin yönetimini ele geçiriyor ve böylece tüm kartlar yeniden karılmış oluyordu.Suriye nüfusunun yaklaşık yüzde onunu oluşturan Kürtlerin, Suriye’nin

en büyük Kürt kenti Kamışlı dâhil birçok kentin yönetimini eline alma-sında, ortaya çıkan iktidar boşluğunun yanı sıra, Esad’ın bilinçli bir tercihi de rol oynuyor. Bu illerden ordusunu geri çeken ve Kürt halkının pek çok örnekte kitlesel bir katılımla yönetimleri eline almasına sessiz kalan Esad, bu bölgede muhaliflerdense, çatışmaların başından beri Esad karşıtı bir tutum almayan PYD öncülüğünde Kürtlerin söz sahibi olmasını yeğliyor.

Barzani Faktörü Tutar mı?Her ne kadar Barzani faktörü devreye girmiş, Erbil’de Kürt Ulusal Konseyi gibi Kürt örgütleriyle PYD işbirliği anlaşması imzalamış, hatta kimi PYD liderlerinin ağzından “ılımlı” açıklamalar duyulmuş olsa da, Barzani’nin nüfuz alanının Suriye Kürtleri arasında sınırlı olduğunu söylemekte fayda var. PYD ise merkezi İstanbul’da olan ve Ame-rikan desteğiyle kurulan Suriye Ulusal Konseyi tarafından iddia edilenin aksine halk nezdinde büyük bir destek görüyor.Kürt Ulusal Konseyi’nde Barzanici grupların büyük bir ağırlığı bulunuyor. Demokratik Birlik Partisi (PYD) ise Barzanici bir çizginin dışında yer alıyor. Öte yandan Suriye Ulusal Konseyi gibi Batı destekli yapıların Kürtleri Esad karşıtı muhalefete katmaya çalıştığı biliniyor. Bir süre önce Suriye Ulusal Konseyi başkanlığına bir Kürt akade-misyen olan Abdülbaset Sayda’nın getirilmesi bu çabalara bir örnek olarak gösteriliyor. PYD gibi Türkiyeli Kürtlere yakınlığı bilinen gruplar ise Suriye Ulusal Konseyi’ni ABD ve Türkiye’nin kontrolünde bir oluşum olarak nitele-yerek, bu oluşumun boykot edilmesi gerektiğini savunuyor.Bunun yanında PYD’nin PKK ile yakın bir ilişkisi bulunuyor. Kimi kaynaklarda satır aralarında geçen “PKK’nin Suriye kolu” tanımlaması gerçek olmasa da, iki örgüt arasında derin bağlar bulunuyor. Hatırlanacağı üzere, Barzani’nin Suriye Kürtleri üzerinde nüfuz sağlama ça-balarıyla eş zamanlı olarak Türkiye’de de Leyla Zana önce Barzani ziyareti yapıyor, ardından Başbakan Erdoğan’la görüşerek Türkiye’de PKK çizgisi dışında bir “odak” olabileceğini ortaya koyuyordu. Barzani çizgisine yakınlı-ğıyla bilinen Leyla Zana işin geri tarafı bir yana Barzani’nin siyasal temsiliyeti-ni artırıcı bir adım atmış bulunuyordu.Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi Suriye Kürtleri üzerindeki etkisi sınırlı olan Barzani üzerinden yapılan

Page 15: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 15

müdahale yetersiz kaldı. PYD’nin Kürt illerinin yönetimini eline almasıyla birlikte daha önce Erbil’de toplanan konferansın bir benzeri yine Barzani öncülünde ama bu kez PYD’siz toplanı-yor, bu toplantıya Ahmet Davutoğlu da katılıyordu. PYD lideri Salih Müslim’in protesto ettiği bu toplantı dışında birçok kez AKP’li bakanlar Irak’a gidiyor, Barzani Batı’yı ziyaret ediyordu.Temmuz’dan bu yana geçen süre, Suriye Kürtlerinin Barzani üzerinden bölgede emperyalist restorasyona bağ-lanmasının zor olduğunu gösterdi. Bu durumu fark eden veya öngören kimi özneler de çok geçmeden alternatif “çözümler” peşinde koşmaya başla-mıştı.

AKP ve ÖSO Harekete GeçiyorAKP, Suriye’nin Kürt illerinde yazdan beri süregelen olaylar karşısında ön-celikle sessiz kaldı, ardından önemsiz vakıalar olarak gösterdi, yaşananların ciddiliği su yüzüne çıkınca da çok sert tepki verdi.  Davutoğlu da Erdoğan da Suriye’nin kuzeyinde bir bölgesel yöne-time asla izin vermeyeceklerini açık bir dille belirttiler.Bu tutumun anlaşılmayacak bir yanı yok. Batı’ya kendisini emperyalist restorasyon için en uygun araç olarak pazarlayan AKP, elbette ki iplerin elinden kaçmasına izin vermemeye çalışacaktır. Ancak bunun yanında özerk bölge girişiminin PYD’nin yakın ilişkiler içerisinde bulunduğu PKK üzerinden Türkiye Kürtlerine etkisi de AKP için can sıkıcı olacaktır. Bu ihtimal başlı başına AKP için harekete geçmeyi gerektiren bir tehlikedir.Öte yandan bu gelişmeler AKP’ye bir hareket alanı hediye etmiştir. Suri-ye’deki Kürt bölgesinin Türkiye’nin güvenliği için bir tehdit olduğu dillendi-rilmeye başlanmış, özellikle ülke içinde AKP, bu durumu toplumu Suriye müda-halesine ikna etmek için kullanmaya başlamıştır.AKP ile yakın ilişkiler içerisinde bulunan Özgür Suriye Ordusu da PYD’nin yönetimine geçen bölgeye göz yummayacaklarını dile getirmiş ve ba-şından bu yana tehditkâr bir tutum ta-kınmıştır. Esad Yönetimi’nin devrilmesi durumunda emperyalizm desteğiyle yönetimde söz sahibi olması beklenen ÖSO ve SUK bir özerk yönetime müda-hale edeceklerini beyan etmişlerdir.Geçtiğimiz günlerde ise Kamışlı’da yaşanan bir patlama sonrasında Suriye parlamentosunda konuşan bir millet-

vekili patlamadan Türkiye istihbaratını sorumlu tuttu. Suriye’de olayların patlak verdiği günden bugüne hiçbir ciddi şiddet olayının yaşanmadığı Kürt illerinde AKP ve Özgür Suriye Ordusu suları bulandırmaya ve savaşın bu bölgeye de sıçramasını sağlamaya çabalamaktadır.Esad yönetimi süresince birçok ayrımcılığa maruz kalmış ve  kısa süre önce vatandaşlığa kabul edilmiş olan Kürtlerin Esad yönetimiyle tarihsel bir husumeti olduğu bir gerçek. Buna rağ-men Suriye’de ortaya çıkan gelişmeleri başından beri doğru süzen ve emper-yalizm destekli bir müdahaleye karşı duran Kürtlerin bu tutumu önemsen-melidir. Bu tutum hem Esad yönetimi hem de bölgenin emperyalizm eliyle yeniden düzenlenmesine karşı olan herkes için hayati öneme sahiptir.Dış siyasetini bu yeniden düzenle-menin aktörü olmak üzerine kuran AKP’nin, Suriye’de gelişmeler yaşan-dıkça içinden çıkılamayacak bir duruma düştüğü açıktır. AKP’nin başından beri körüklediği olayların seyri onu geri dönüşü olmayan bir duruma sokmuş-tur. Gelinen nokta o kadar hassastır ki, önümüzdeki yıllarda Türkiye, Irak ve Suriye devletleri açısından Kürt siyaseti bu süreçte şekillenen sonuçla-ra bağlı olacaktır. Bu hassas denklemin bir yanında nüfuz alanını genişletmeye çalışan ve kongresine katılacak kadar AKP ile iyi ilişkilere sahip Barzani, bir yanında Suriye provokasyonunun boşa çıkmasının yanında bir de Kürt siyasetinde daha çok sıkışma tehlikesi

yaşayan AKP, bir yanında Batı’nın ve AKP’nin tüm desteğine rağmen hayal kırıklığından öteye gidemeyen çapulcu-lar ordusu ÖSO, bir yanında yıllardır uy-guladığı katı Kürt politikasına rağmen Kürtlere alan açmak zorunda kalan Esad, bir yanında da ulusal talepleri bir kez daha emperyalist restorasyo-na eklemlenme çabası içinde olunan ancak bugüne kadar Barzani üzerinden yürütülen müdahaleyi sonuçsuz bıra-kan Kürtler var.Tablonun amorfluğuna bakıp ana-liz edemeyenler, kendisine “taraf” seçemeyenler için ise çözüm basit. Her durumda bir toplama çizgisi çekip sonucun emperyalizm açısından daha uygun bir sonuç doğurup doğurmadı-ğına bakmak gerekmektedir.  Bu, bizi aynı zamanda bölgede emperyalist restorasyonu boşa çıkarma konusunda iddiası olanlar açısından daha uygun bir konjonktürün doğup doğmadığı sorusunun cevabına da götürür.Şüphesiz ki bu tabloda sayısız etken vardır. Bu etkenlerin en önemlilerin-den birisi de Suriye Kürtlerinin ve onun şu anda en örgütlü bulunan partisi PYD’nin siyasetindeki olası bir savrulmadır. Sağlıklı bir anti-emperya-list duruştan çok uzakta bulunan PYD, şimdiye kadar emperyalist müdahale karşıtı net bir tavır almış olabilir. Elbet-te bu tavır sadece rastlantılara veya anlık çıkarlara göre de verilmiş değildir. Ancak tersten esecek bir rüzgârın Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeleri ve kimi pozisyonları kökten değiştirmesi de ihtimal dâhilindedir.

Page 16: İcab-ı Hâl | Sayı:7

16 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Balyoz Davası BaşlıyorTaraf Gazetesi’nin 20 Ocak 2010 tarihli sayısında ‘’Fatih Camii Bomba-lanacaktı’’ başlığıyla manşete taşıdığı habere göre;  2003 tarihinde “Çarşaf” ve “Sakal” kodlu eylem planlarında, “darbe ortamı yaratmak” amacıyla Fatih ve Beyazıt camilerinin bombalan-ması hedeflenmişti. Bu planın arkasın-da, dönemin 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan vardı. “Kaos ortamı yaratarak” AKP’yi devirmek de planının ana fikrini oluşturuyordu.Bir gün sonra, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı konu hakkında inceleme başlattı. 30 Ocak’ta ise, Taraf gazete-si muhabiri Mehmet Baransu, darbe planı iddialarına ilişkin belgeleri bir bavul içerisinde Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne teslim etti.Savcıların bir aylık incelemesinden sonra, 22 Şubat 2010’da ilk olarak, aralarında emekli generaller ve muvaz-zaf subayların da bulunduğu 49 asker gözaltına alındı. Savcıların hazırladığı

iddianameyi İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, 9 Temmuz 2010’da kabul etti. Tamamı asker 196 sanık hakkında böylece dava açılmış oldu.

Delillerde SahtecilikDavanın temeli sayılan delil; 12 Aralık 2002 tarihinde oluşturulmuş ve “BALYOZHAREKATPLANI.DOC” isimli Word dosyası. İşte tam bu noktada karşılaşılan manzara hayret verici. Çünkü adı geçen Word dosyasında; cami bombalama planları, çeşitli kişi ve sivil toplum örgütlerini hedef alan planlar, tutuklanacak ve yararlanılacak gazeteciler, tutuklanacak AKP üyele-ri  ve diğer Balyoz belgelerinin ilk defa Microsoft Office 2007 ile kullanılmaya başlanan Calibri ve Cambria yazı karak-terlerine ve XML şemalarına referans taşıdığı, Arsenal Consulting ve Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından tespit edildi. Aynı zamanda 2008 yılında el değiştiren bir şirketin yeni adı, yine o yıllarda olmayan bir hastane ‘’mevcut hastaneler listesi’’nde yer alıyordu1. Bu tip örnekleri genişletmek mümkün. Emniyetin de bu gibi konuları örtbas

etmek adına, sahteciliği sabit kimi delillerde aksine işaret eden bilirkişi raporları verdi.Gölcük Donanma Komutanlığı’nda isimsiz bir ihbar mektubu üzerine yapılan araştırmalarda bulunduğu iddia edilen deliller ise, en son kaydedilme-nin 2003 yılı görünmesine rağmen, bundan sonraki tarihlerde yaşanan çok sayıda değişikliği içerir biçimde oluşturulmuştu2.

‘’Bizler de Çabalıyoruz Ama... Biraz Daha Özen Lütfen ‘’Balyoz davasında kurmaca delillere, üretilmiş kanıtlara çok sayıda örnek mevcut. İlgilenenler buyursun incele-sin3. Sahte oldukları yüzeysel bir incele-meyle bile ayan beyan ortada olan bu ‘delil’lere dair kurumlar arası çeşitli yazışmaların savcılık tarafından adli emanette saklatılması, uzun zaman davalı tarafa verilmemesi, hoşlarına gitmeyen bilirkişi raporlarının ‘kaybe-dilmesi’ de süreç içinde  karşılaştığımız gelişmelerdendi4.

CEYDA KAÇAR

İDDİANAME CUMHURİYETİ’NDE

AKP yeni rejimini yerelleştirmek

adına en ufak muhalefete dahi

tahammül edememekte, zaten

uzun süredir elinde tuttuğu

emniyet ve yargı başta olmak

üzere tüm birimlerini harekete

geçirerek ülkeyi tam boy

faşizme sürüklemektedir.

‘USTALIK DÖNEMİ’

Page 17: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 17

Hakim ve Savcılar Suç İşliyorHukukun yerle bir edilmesi yalnızca bunlarla kalmadı, açıkça CMK ve AİHS ihlal edildi. Davada bilirkişi inceleme raporları değerlendirilmedi, lehe delil toplanmadı, tanık olarak dinlenilme-si istenenler mahkeme tarafından çağrılmadı, sanık-müvekkil mahremi-yetine riayet edilmedi ve sonuç olarak davada avukatsız karar verildi5. Tüm bunlar adil yargılama hakkının, sa-vunma hakkının, özgürlük ve güvenlik haklarının ağır biçimde çiğnendiğinin kanıtını oluşturmaktadır.

Seminer Balyoza Delil mi?1. Ordu’da, 5-7 Mart 2003’de ise ordudaki mevcut planların öngörülen senaryolar şartlarındaki yeterliliğini ir-deleyen bir seminer gerçekleştirilmişti. Burada balyoz harekatıyla ilgili hiçbir ilişik bulunmamasına rağmen sahte balyoz belgelerinde seminerden ko-nuşmalar serpiştirilmiş, böylece bunlar arasında bağlantı kurulmaya çalışılmış. Esas olansa, iddianamenin seminerin kendisine direkt olarak suç atfetmiyor oluşu. Buna göre burada üstü örtülü biçimde darbe görüşülmüş. Yani bu-rada daha önceden planlanan balyoz harekatı sınanmış. Planın pek çok kurum tarafından sahteliği ispatlandı-ğına göre seminerde müzakere edilmiş olduğu savı da çürümüş olmakta.

Sona YaklaşırkenBalyozun hukuksuz seyri hükümeti bir darbeyle devirmek isteyenlerin olma-

dığını kanıtlamamakla beraber, böyle düşünenler, hatta daha da ileri giden-ler olmuş olabilir. Fakat davanın amacı darbecileri ortaya çıkartmak değildir/olmamıştır. AKP yeni rejimini yerelleş-tirmek adına en ufak muhalefete dahi tahammül edememekte, zaten uzun süredir elinde tuttuğu emniyet ve yargı başta olmak üzere tüm birimle-rini harekete geçirerek ülkeyi tam boy faşizme sürüklemektedir. Bir tarafında geleneksel cumhuriyetçilerin olduğu, diğer tarafta Kürt hareketinin durdu-ğu pek çok yargılamanın hukuki değil siyasi olduğu açık. AKP’nin birbirine karşı kullanmayı başardığı toplum-sal kesimlerin bütün halde hareket edememesi de yeni rejime geçişte siyasi iktidarın elini hayli rahatlatıyor, bir yandan da muhalefetin tasfiyesini kolaylaştırıyor. Balyoz davası hukuki

süreciyle davaların AKP Türkiyesi’nde nasıl kurgulandığını ortaya koyarken; varılan nokta da, gerekçeli kararların ve cezaların yeni rejimde rol sahibi olacağını gösteriyor.

DİPNOTLAR1, 2;http://balyozdavasivegercekler.com/category/celiskiler-ve-kanitlar/3; http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/iste-balyozun-sapir-sapir-do-kulen-delilleri-haberi-392034; Balyoz Savcıları hakkında yapılan suç duyurusu sonuçlanmadığı gibi, savcılardan iki tanesi Yargıtay’a üye olarak seçildi.5; İlgili davayı izleyenlerden İlhan Cihaner’in yorumuna şuradan ulaşa-bilirsiniz; http://www.odatv.com/n.php?n=ilhan-cihaner-balyozda-idam-cezasi-verildi--2409121200

Page 18: İcab-ı Hâl | Sayı:7

18 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

TÜRBAN KAPIYI KIRINCAERDOĞAN BU DAVAYI ÇOK SEVDİ

13 Eylül günü akşamüstü tüm gerici haber siteleri “Fotoğrafçı Profesöre Hapis” başlığıyla son dakika haberi geçtiler. On yıla yakın bir süredir, üni-versitelerde türban üzerinden verilen gericiliğe meşruiyet kazandırma müca-delesinde bir mevzi daha kazanmışlar-dı. Hemen akşamında ise Erdoğan bir televizyon programında mahkumiyet kararını selamlıyor, artık devir değişti mesajı veriyordu. Bir Tuhaf Davaİzmir 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davada Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi Bölümü eski Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Esat Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencilerin eğitim hakkını “engellediği” gerekçesiyle yar-gılandı. Yargılama süresince yaşanan-lar dava sürecine farklı birçok yoldan müdahale edildiğini ortaya koydu. Tanıklığına başvurulan türbanlı öğrencilerin tamamı, Prof. Dr. Renan Pekünlü’nün fiziksel bir engellemede bulunmadığını kabul etmek zorunda kalırken, birbiriyle çelişen bir çok iddia-da bulundu. Örneğin aynı olaya tanıklık eden öğrencilerden F.G.Y. , Renan Pekünlü’nün kendilerine yönelik bir fiziksel müdahalesinin bulunmadığını,

binanın ana girişinin sanık tarafından tutulmadığını söylerken tanıklığına başvurulan öğrencilerden F.D. , Prof. Dr. Renan Pekünlü’nün kapıyı içeriden eli ile tuttuğunu iddia ediyordu. Bahsi geçen kapının ise iki fakültenin eğitim gördüğü bir binanın ana giriş kapısı ol-duğu düşünülürse Renan Pekünlü’nün kapıyı içerden tutarak öğrencilerin girişini engellemesinin olanaksız olduğu görülür. Dahası bu haldeyken Renan Pekünlü ile öğrenciler arasında konuşmaların geçmesi diğer yandan da Renan Pekünlü’nün türbanlı öğrenci-lerin fotoğrafını çekmesinin imkansız olacağı açıktır. Duruşmalar boyunca Prof. Dr. Renan Pekünlü’nün fiziksel bir müdahalede bulunmadığı tanıklar tarafından açık-lanmak zorunda kalınırken bahsi geçen “engelleme”den neyin kastedildiği ise yine bir türbanlı öğrenci tarafından açıklığa kavuşturuldu. Tanık F.Ö. nün “sanık kapıda durduğu için bir bayan şahsın kapıdan içeri girmesi mümkün değildir.” şeklindeki ifadesi duruşma salonunda gülüşmelerle karşılandı. Engellemeden kastedilenin hukuksal olmaktan uzak bir tanım olduğu da açıklığa kavuştu. Matematik bölümünde olmamasına ve başka binalarda eğitim görmesine rağ-men, yaşanan olaylar sebebiyle müş-tekiyle çok samimi ilişkiler kurmuş ve olaylarla özel olarak ilgilenmiş türbanlı

öğrencilerin de tanık olarak dinlendiği davada konuşan öğretim üyeleri olayı tüm açıklığıyla anlattı.Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü’nde Doçent Doktor olarak görev yapan Kadri Yakut, Renan Pekünlü’nün öğrencileri uyardığını öğ-rencilerin de türbanlarını çıkarıp derse girdiklerini, bina girişinin dışarıdan tutulmasının veya öğrencilerin engel-lenmesinin söz konusu olmadığını dile getirdi. Tanıklığına başvurulan Prof. Dr. Mustafa Serdar Evren ve birçok gü-venlik görevlisi de Renan Pekünlü’nün eyleminin uyarmaktan ve tutanak tutmaktan ibaret olduğunu açıkladılar. Davanın Seyri DeğişiyorFiziksel engelleme üzerine açılmış bir dava süreci yaşanırken, davanın seyrini değiştirecek bir müdahale yaşandı. O ana kadar Prof. Dr. Renan Pekünlü’nün bir engellemede bulunmamış ve gerici basın tarafından dillendirilen fotoğ-raf çekme olayı öğrencilerin iznine başvurularak tutanağa konmak üzere gerçekleşmişken, olay tarihinde Fen Fakültesi Dekanı olarak görev yapan Nadide Kazancı, türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmesinin serbest oldu-ğuna ilişkin bir iddiada bulundu. Buna ilişkin bir hukuksal yazılı metin yokken iddiasını sadece YÖK eski başkanının sözlerine dayandırdığını söyleyen Kazancı’nın, dekan olduğu fakültede

EREN SELANİK

Page 19: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 19

olayların geçtiği sırada, rektörlük imza-sıyla türbanla girmenin yasak olduğu-nu belirten ilanlar bulunuyordu. Dava dosyası son duruşmaya kadar fi-ziksel engelleme üzerine kurulmuşken, Nadide Kazancı’nın iddiasından ve son iki duruşma arasında geçen bir haftada olup bitenlerden sonra dosya konusu birden öğrenim özgürlüğüne geldi. Son duruşmada ortaya konulan rektörlüğe ait türbanla okul binalarına girileme-yeceğine dair bir belgenin ötesinde, bu meseleye ilişkin birçok Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları bulu-nuyor 1. Bu kararlar uyarınca türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmeleri Anayasa’ya, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden olan laiklik ilkesine, diğer anayasal ilkelere ve yüksek öğre-tim mevzuatına aykırı bulunuyor. Yine mahkeme kararlarına göre, türbanlı öğ-rencilerin üniversiteye girmesine izin veren hukuksal metinler Anayasa’ya aykırıdır. AİHM kararlarına göre de, türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmelerinin yasaklanması AİHM sözleşmesine uy-gundur ve sözleşmede sayılan temel insan haklarını ihlal edici nitelikte değildir. Bu yargı kararları ve hukuksal du-rum bugün için hala geçerlidir ve Anayasa’nın 138 ve 153. maddeleri gereği tüm kamu kurumlarını, parla-mentoyu, hükümeti ve yargı organları-nı bağlar.Bu hukuksal durum gereğince açık olduğu üzere, YÖK eski başkanının söz-leri sadece, eğer dilerse, kendisini bağ-lar. Dahası esas suç teşkil eden Fen Fakültesi Dekanı Nadide Kazancı’nın bu bağlayıcı hukuksal duruma aykırı hareket edişidir.

Davacı: Cemaat Türbanla üniversiteye girilebilmesini savunanların en sık başvurdukları argümanlardan birisi, ilericilik-gericilik arasındaki bu saflaşmanın masum kimi insanları mağdur ediyor olduğu iddi-asıdır. Ancak bu dava süreci durumun hiç de böyle olmadığını kanıtlamıştır. Cemaat ilk andan itibaren konuyla “özel olarak ilgilenen” ablalarıyla, sağ-ladıkları avukatlarıyla, otobüs otobüs mahkeme kapısına yığdığı cemaatçi-lerle bu davanın tarafıydı. Bir duruş-mada mahkeme salonuna doluşan cemaatçi öğrenciler, haremlik-selamlık mı oturdular bilemiyoruz ancak hem Renan Hoca’ya hem de türbanın üni-versitelere sokulmaması mücadelesi-ne sahip çıkan ilerici öğrencilerin son-

raki oturumlarda mahkeme salonunu doldurması adliye görevlileri ve polis memurları tarafından adil bulunmadı, seçilen türbanlılar tanık sandalyelerine davet edilip duruşmayı izlediler.Karar, hukuki açıdan bir rezalet olsa da kimse için sürpriz olmadı. Karar duruş-masına kadar süregelen dosya bir anda içerik değiştirdi. O ana kadar salona hakim olan ve izleyicilerle göz teması kurmaktan çekinmeyen yargıç, fiziksel müdahale olup olmaması üzerinde durmuş, bu duruma davacı avukatlar itiraz etmişti. Yarım saat kadar süren ve rektörlüğe ait ortaya konan belgeni, davacı avukatları üzerinde merak bile uyandırmadığı duruşmada Prof. Dr. Renan Pekünlü’nün 2 yıl 6 ay hapisle cezalandırılmasına karar verildiği karar duruşmasından ise dosyanın içeriğiy-le birlikte yargıçın tutumu ve davacı avukatların tavırları toptan değişmiş bulunuyordu. Mahkeme salonunda sonucu önceden belli bir duruşmanın formaliteden yapıldığı havası vardı. Apar topar verilen karar en üst sınır-dan ve iyi halle 2 yıl 1 aya indirilerek cezanın onanması durumunda Prof. Dr. Renan Pekünlü’nün hapis yatmasını sağlayacak şekilde verildi. Ayrıca Prof. Dr. Renan Pekünlü’nün emekli olmuş olmasına rağmen kararın YÖK’e ve Ege Üniversitesi Rektörlüğü’ne iletilmesi kararlaştırıldı. Böylece fiziksel engelleme üzerine kurulan dava üniversiteye türbanla girilmesinin önünü açacak ve YÖK’ü bağlayacak şekilde sonuçlandırılmış oldu. Bu dergi basıma girecekken hala daha temyize gidilmesi için gerekçeli karar beklenirken, yaklaşık bir aydır

gerekçeli kararın açıklanmamış olması da alışılmışın dışında bir durum.Başbakan Erdoğan’ın bu davayı çok sevmesinin nedeni de, davacı tarafla bir duygudaşlık kurmasının ötesinde bu siyasi sonuçla ilgili. Son iki görüşme arasında davaya yapılan kuvvetle muh-temel bir müdahaleyi de mahkumiyet kararını Erdoğan’ın dilinden düşür-memesini de böyle okumak gerekli. Önümüzdeki anayasa görüşmelerinde gericiliğin önündeki engellerin bir bir kaldırılmaya çalışılacağı açık. Bu karar eğer Yargıtay tarafından onanırsa görüşmelerde AKP’nin elini rahatlatıcı bir araç olacağı görülüyor. DİPNOTLAR (1) Danıştay 12. Dairesi’nin 9.10.2000 gün, 1999/3006 Esas, 2000/3284 sayılı kararı, Yargutay Hukuk Genel Kurulu’nun 18.06.2008 tarih ve 2008/4-447 E., 2008/436 K. sayılı kararı, aynı kararda benzer nitelikte olması bakımından yollama yapılan Hukuk Genel Kurulu’nun 15.11.2000 gün ve 2000/4-1650 E. 2000/1690 K.;26.09.2001 gün ve 2001/4-595 E., 2001/643 K; 29.03.2006 E., 2006/111 K; 20.09.2006 gün ve 2006/4-526 E., 2006/562 K; 17.10.2007 gün, 2007/4-640E., 2007/725 K; 31.10.2007 gün, 2007/4-640 E., 2007/725 K; 31.10.2007 gün, 2007/4-800 E., 2007/797 K; 20.02.2008 gün, 2**8/4-156 E., 2008/140 K. sayılı ilamları *Yazının oluşmasında büyük yardımları dokunan Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İzge Günal’a teşekkür ederiz...

Page 20: İcab-ı Hâl | Sayı:7

20 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

4+4+4 eğitim sistemi ile beraber;  il-kokul öğrencilerine bodrumda, camide verilen derslikler, villada yapılan imam hatip dersleri, zorunlu ”seçmeli” dersler, velilerden habersizce imam hatipleştirilen okullar, öğrencileri bu okullara çekmek için başlatılan reklam çalışmaları, Suudi Arabistan’dan gelen ders kitapları ve buna benzer birçok haber… AKP hükümetinin gerici ve piyasacı eğitim politikasına karşılık biz de bu sayımızda köylerde bir devrim niteliği taşıyan köy enstitülerini anlat-ma ihtiyacı hissettik.İçinde bulundu-ğumuz bu dönemde uygulamada olan AKP’nin bilinen eğitim politikası ile Köy Enstitüleri arasındaki farkı görmekte yarar var.Öğrenim yaşına gelmiş,köylerde yaşayan genç nesil,okumak gibi bir seçeneği olmadığından çalışmak zorunda bırakılmıştır.Yaygın olarak görülen ağalık sisteminin bir parçası haline gelmiş tarlalarda çalışarak ya da meralarda hayvancılık yaparak,bu sömürünün farkında olmadan geçin-meye çalışmıştır.Köylerdeki bu durumu değiştirmek,insanları bu sistemin bir

parçası olmaktan kurtarmak adına yapılan çalışmalardan biri de köy ensti-tüleridir.Köy Enstitüleri ile ,köylerin ve köylünün gelişmesi,aynı zamanda da CHP’nin kemalist kadrolarının oluştu-rulmasını amaçlanmaktaydı.17 nisan 1940 tarihinden itibaren , zamanın cumhurbaşkanı İsmet İnönü , Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve bir eğitim bilimci, dönemin ilköğ-retim genel müdürü olan İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde başlatılan bu çalışma,köylerde ucuz iş gücü olarak kullanılan gençler için bir aydın-lanma yuvası haline gelmekteydi.Eğitimini tamamlayan öğrenciler, ya belirli bir dalda uzmanlaşmak için yüksek köy enstitülerine devam etmekte ya da öğretmen olarak diğer köylerde,kendileriyle aynı kaderi paylaşmakta olan kardeşlerine bu imkandan faydalanma olanağı sağla-maktaydı.Okullarda verilen örgün ve pratik-te uygulanan tarımsal,zirai dersler o zamana kadar köylerde sıkışıp kalmış,kendini geliştirememiş bu nesli,aydın ve nitelikli bireyler haline getirmekteydi.Verilen bilimsel dersler öğrencinin dünyaya ayak uydurma-sına imkan sağlıyor,yaşanan olayları daha kolay kavramasına ve sorgu-

lamasına yardımcı oluyordu.Behice Boran,Sabahattin Ali gibi aydınlar dersler  veriyor, Aşık Veysel ve Ruhi Su gibi halk ozanları da köy enstitülü öğ-rencilere sanatsal deneyimlerini aktarı-yordu. Peki tarımsal ve zirai eğitimler bu öğrencilere ne katıyordu? Köylerde yaşayan ve geçimini tarımdan sağla-yan ailelerin çocukları bu eğitimleri alarak artık tarımsal pratikte deneyim ve bilgi sahibi olmakta , kazandığı bu donanımı da günlük hayatta göster-mekteydi. Örneğin ; yayılmakta olan köy enstitüleri, içinde barındıracağı öğrenciler tarafından inşa edilmekte, günlük kaynaklar öğrenciler tarafından karşılanmaktaydı.Verilen eğitim sadece bunlarla sınırlı değildi. Yabancı dil dersleri veriliyor, ilgiye bağlı olarak da bir müzik aleti hakkında da güçlü bir bilgiye sahip olunuyordu. O dönemde çevrilmiş olan 500 dünya klasiği de okullarda oku-tuluyor, hatta yıl içerisinde belirli bir sayıda kitap okuma zorunluluğu getiri-liyordu. Klasik tiyatro eserleri Türkçeye çevriliyor, kurulan küçük amfilerde gösteriliyordu. Bu amfilerde tiyatronun yanında müzik,el işi,heykel,resim gibi çalışmalar da  sergilenmekteydi. Her yıl sonu yapılan etkinlikler ile sene içinde kazanılan deneyimler köy hal-

GEÇMİŞTEN GELECEĞE BİR AYDINLANMA ÖYKÜSÜ

BARIŞ KOÇ

KÖY ENSTİTÜLERİ

Page 21: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 21

kına gösteriliyordu. İnanması güç ama köylerde çalışma zorunluluğu olan bu öğrenciler artık sahnede,köy halkına karşı tiyatro gösterimi yapıyordu.Aslında dolu dolu geçen eğitim ya-şamları süresince onları geliştiren bir durum da,günümüzde hiçbir öğrenim kurumda göremeyeceğimiz özgür düşünce ortamının olmasıdır.Her sabah yapılan serbest okuma saatleri öğren-ciler için yeni bakış açıları yaratıyordu.Bunun yanında haftada bir gün tar-tışma toplantıları düzenleniyor,önceki haftaki program,okunan kitaplar,hatta memleket meseleleri de dahil olmak üzere belirlenen konular özgür bir tartışma platformu üzerinde tartışılı-yordu.Yapılan bu ilerici hamleler,dönemin toprak ağalarının,gerici siyasi parti kadrolarının ve bazı mercilerin hoşuna gitmiyor,her kafadan ayrı bir ses yükseliyor,toprak ağalarının elinden ucuz işgücünü alan,köylerin ve köy-lünün kalkınmasını sağlayan köy ens-titüleri hakkında birçok asılsız iddia ortaya atılıyordu.Eşitlik, hak ve adalet kavramları içerisinde öğrenci yetişti-ren bu kurumlar komünizm propagan-dası yapmakla suçlanıyor,milliyetçi duygular barındırmadığı, aşılanmadığı söylenerek kapatılması isteniyordu.Artık iş o dereceye gelmişti ki kız – er-kek karma olarak okuyan bu öğren-ciler hakkında son derece seviyesiz suçlamalarda bulunulmaya başlan-

mıştı.Dönem partileri oy amaçlı, kendi menfaatleri doğrultusunda yorum getiriyordu.Öte yandan, 2.Dünya Savaşında Almanya’nın yenik düşmesinden dola-yı  ABD ile ilişkilerini sıkılaştıran CHP hükümeti,Truman Doktrini ile demok-ratlaşma süreci adı altında,modelini Al-man “ Bauhaus ”  isimli projeden aldığı köy enstitülerini kapatmaya,Sovyet tarzı bir uygulama olan uzun süreli ekonomik planlamaları bitirmeye yönelik çalışmalara başlamıştır.Tabi bu kararların uygulanmasında bir başka rol de CHP’nin artık köylerden istediği desteği alamamasıdır.Tüm bunların sonucunda Köy Enstitüleri sonraki dönem iktidara gelen Demokrat Parti

hükümeti tarafından 27 ocak 1954 ‘te 6234 no’lu yasa ile tamamen kapatıl-mıştır.Hala  tartışmalara konu olan , adına filmler çekilip, kitaplar yazılan Köy Enstitüleri, geleceğe karşı sorumlu-lukları olan bizlere ışık tutan önemli bir kaynak.Günümüzde uygulanan AKP hükümetinin gerici ve piyasacı eğitim politikasına karşı verilecek reel bir cevap.Bizlerin yapması gereken; AKP’nin üniversiteler-de kurmaya çalıştığı baskıya,yeni YÖK yönetmeliklerine,akademideki tasfiyeye,diğer yandan kardeşlerimiz üzerinde uygulanan gerici eğitim sistemine ve bunun gibi birçok faaliye-te karşı sessiz kalmamak olmalıdır.

Page 22: İcab-ı Hâl | Sayı:7

22 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Üniversiteler; eğitimin bilimsel oldu-ğu, bilginin toplumsal amaçlar için üretildiği, piyasa bazlı değil toplum-sal amaçlar için mesleki becerinin kazandırıldığı kamu kurumları olması gerekirken, kapitalizmin dönüşmesi ve küresel sermayenin etkisiyle bugün bakıldığında, eğitimin piyasalaştığı, bilimsellikten uzak bir eğitim anlayışı-nın olduğu alanlara dönüşmüştür. Yani üniversiteler piyasaya bağımlı hale getirilmiştir.

Bologna Süreci Neyi İfade Ediyor?Bu bağlamda, üniversitelerin ta-mamen sermaye ile uyumlu hale getirilmesi ve Avrupa Birliği’nin hem Avrupa’da hem de Avrupa piyasasında ucuz emek gücüne olan ihtiyacı ne-deniyle, az gelişmiş ülkeleri de hedef aldığı eğitimde piyasalaşma ve küre-selleşmenin süreci olarak da adlandı-rabileceğimiz Bologna Süreci karşımı-za çıkar. Bologna Süreci ile yapılmak istenen, üniversitelerin bağımsızlığı, özerkliği, toplumsallığı, fırsat eşitliği gibi söylemlerle anlatılmak istense de aslında bu süreç, kültürel, bilimsel ve toplumsal yani her açıdan küresel bir Avrupa gereksinimi, Avrupa`nın ucuz-emek gücüne olan ihtiyacı sonucu ortaya çıkmıştır. Zaten eğitim ile ilgili bir sürece, Avrupa Sanayi ve İşverenler Konfederasyolar  Birliği’nin (ETUCE)  üye olması, Bologna süre-cinin bilimsel ve toplumsal bir eğitim için değil: yükseköğretimin piyasaya açılması, ticarileştirilmesi için ortaya çıktığını açıkça göstermektedir. Bu sebeptendir ki, sadece Avrupa ülkeleri değil az gelişmiş ülkeler de hedef

alınmıştır.YÖK ve Bologna SüreciTürkiye’ye baktığımızda 1980’li yıllar-da uygulanan neo-liberal politikalar, eğitimi de hedef almış ve YÖK’ün ku-ruluşu ile birlikte üniversitelerin mali bütçeden aldığı pay azaltılmış, eğitim piyasa ile uyumlu hale getirilmeye başlanmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne giriş için bir fırsat olarak gördüğü Bologna Süreci’ne, Kemal Gürüz’ün YÖK Başkanlığı döneminde (2001) üye olmuş ve kısa zamanda eğitim po-litikalarını bu süreçle uyumlu şekilde düzenlemiştir. Yasal olarak bu sürece dahil olmak üniversitelerin isteğine bağlı olmalı iken Türkiye’de bu sürece dahil olup olmama tercihi üniversi-telere bırakılmamış, birçok anlamda zorluk çıkartılmış ve üniversiteler mali kısıtlamalarla karşılaşmıştır.Türkiye’de bu süreci üniversitelerin özelleşmesi ve özel üniversitelerin sayısının hızla artışı izler. Asıl amaç; toplumsal meselelerle ilgilenmeyen, piyasa bazlı mesleki eğitim almış, sektörde çalışabilecek öğrenci modeli yaratmaktır. Türkiye’de işsizlik sorunu-na bakacak olursak, öğrenci mezun ol-duğunda iş bulamaması, bu sürecin ya da eğitim sisteminin değil, öğrencinin yetersizliği olarak gösterilmekte ve akademinin bu yönlü eğitimi değişme-mekte, akademi ‘’iyi öğrenci’’ yetiştir-meye devam etmektedir. Asıl hedef piyasayı güçlendirmek ve Avrupa’ya ucuz emek gücü sağlamaktır. Bu sebeple özel üniversitelerde Fen - Edebiyat fakülteleri açılması zorunlu kılınmamış ve yüksek lisans-doktora programları için kararlılık beyanı geti-rilmiştir. Çünkü öncelikli olan piyasayı güçlendirmektir ve eğitim bu sebeple ikinci plana atılabilmektedir.‘’Üniversitenin en önemli mirasçısı

olduğu insanlığın entelektüel-kültürel birikimi, AB tarafından emekçi halk için gereksiz görülmekte ve büyük ölçüde  üniversiteden tasfiye edilmek istenmektedir. Bu mirasın az sayıdaki elit üniversitede, burjuva sınıfının çocukları ile burs bulabilecek çok az sayıdaki emekçi çocuğuna kısmen ta-nıtılması yeterli görülmektedir. Halkın geneli için şirketlerin ihtiyaç duyduğu türde, bilim denmesi mümkün olma-yacak, yarım ve parçalı bilgiler yeterli görülmektedir.’’1

Eğitimin zaten yüzeyselleştirildiği ve tarihsel birikimlerin yok edildiği bu sü-reçte, eğitim bu haliyle dahi herkese tanınan bir hak değildir. Özel üniver-sitelerde akademik anlamda bir vasfı olmayan şirket CEO’larının yer aldığı mütevelli heyetleri vakıf üniversitele-rinin eğitim değil meslek öğrettiğini, şirketlere eleman yetiştirmek için var olduğunu ve en önemlisi toplumsal olaylarla ilgilenmeyen, para kazana-rak mutlu olan öğrenci tipi yaratmak istediğini açıkça ortaya koyar .Öğretim elemanlarının, akademik özgürlükle-rini kısıtlayan ve standart bir eğitim vermesini öngören, öğrencilerini ise bu eğitimle kısıtlayan Bologna Süreci, eğitimde gericileşmenin ve piyasalaş-manın bildirisi olarak kabul edilebilir. Bu süreçle, öğrenci ve akademisyenler tek tipleştirilmek istenmekte ve üni-versiteler meslek liselerinden farksız hale getirilmektedir. Yapılması gere-ken üniversitelerde örgütlü mücadele ile bilimsel eğitimin, eğitimde eşitliğin var olduğu alanlar yaratmaktır.

Dipnot:1.Hoca,Bülent ‘’ Bologna Süreci’nde retoriğin ötesine geçmek: Kapita-list gelişme bağlamında sürecin bir eleştirisi’’

BOLOGNA SÜRECİ: ‘’EĞİTİMDE PİYASALAŞMA’’

İREM DEMİR

Page 23: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 23

 AYNI YÖNETMELİĞİN LACİVERTİ

Aslında bir yazının ilk cümlesi olama-yacak kadar sert bir sonuç cümlesiyle giriş yapıyorum: 12 Eylül kafasıyla ya-zılan yeni bir öğrenci disiplin yönetme-liğiyle karşı karşıyayız. Yeni yönetmelik 18 Ağustos 2012 tarihli Resmi Gazete’ de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yandaş medya bu durumu “üniversite-lerde siyaset serbestliği” çığlıklarıyla duyurdu.

Çetinsaya’nın Vesayetle Arası İlginçYÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’nın bu konuyla ilgili başka bir mutluluğu vardı. Çetinsaya, 1985 tarihli yönetmeliğin “12 Eylül döneminin vesayetçi anla-yışını” temsil ettiğini belirterek yeni yönetmeliğin daha özgürlükçü ve ka-tılımcı olduğunu iddia etti. Anlaşıldığı kadarıyla vesayetle arası iyi olmayan YÖK’ ün işlevleri, yönetim biçimleri, yeni yapıları ve yeni dönem görevleri yine bir kanunla düzenleniyor. En son 1981’de şekillendirilen bu konular şim-di de aynı niyetle, pek az değiştirilerek AKP tarafından şekillendiriliyor. Ancak Çetinsaya’dan bu konuyla ilgili henüz bir değerlendirme yok. Yeni Yükseköğ-retim Kanunu taslağı YÖK’ün internet sitesinde yayımlandı. Taslakta yer alan

bir yenilik olarak üniversite konseyleri göze çarpıyor. Rektör ve dekan se-çimlerinden üniversite mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine ayni hak tesisi kararına kadar neredeyse her şeye bu konseyler karar verecek. 11 üyeli konseyin 5 üyesi farklı fakültelerin idari görevi olmayan öğretim üyelerinden oluşacak; 2 üye-sini Bakanlar Kurulu, başka 2’sini ise YÖK atayacak. Geriye kalan 2 üyenin birini eski mezunların, diğerini ise en çok vergi verenlerin yada bağış yapan-ların arasından, daha önce kesinleşen 9 üye seçecek. Yani ortada sadece AKP’ nin değil, temsilcisi olduğu burju-vanın ta kendisinin de doğrudan vesa-yeti olacak. Konsey kurabilme şartları arasında yer alan “son 5 yıl içinde yüksek öğretim kurumunun bütçesinin YÖK tarafından belirlenen miktarının kendi öz gelirlerinden elde edilmesi” ibaresi de ayrıca dikkat çekiyor. Patro-nuna vergi ödetmeyen muhasebecinin iyi olması gibi, üniversiteler de buna göre kurumsallaşabilmiş sayılacak. Yani Çetinsaya’nın yalakacı mutluluğu-nu anlamakta güçlük çekmiyoruz.YÖK’ ün kararlarıyla AKP’nin politikala-rının paralelliği bu vesayeti tekil tekil ortaya koyuyor: Erdoğan’ın uyarısından iki hafta sonra rektörlere yollanan alkollü içki yasağı yazısı, YÖK’ ün bir

çözüm olarak sunduğu türban tutanak-larına verilen cezalar, Suriyeli öğrenci-lerin belirli üniversitelere sadece irade beyanıyla kaydının yapılması ve okulu bitirdiklerinde diploma verilmesi …

Üniversitelerde Siyaset Serbestliği!Değinilmesi gereken diğer konu; medyanın, AKP’nin ve Çetinsaya’nın dediği gibi ortada bir siyaset serbestli-ğinin olup olmadığı. Görünüşe bakılırsa AKP; öğrencileri fazla küçümsemiş, bu tür basit oyunlarla kandırabileceğini sanıyor. AKP’nin öğrencilerin siyaset yapabilmesini hoş karşıladığını, bunun önünü açmak istediğini düşünebilenle-re; ilk olarak parasız eğitim isteyen, yu-murta atan, puşi takan(…) öğrencilerin aldığı ağır hapis cezalarını hatırlatmak, sonra okulun ilk günlerinden başlayan ÖGB ve polis terörünü göstermek ge-rek. Üniversitelerde siyaset serbestliği, Ankara ve Anadolu üniversitelerinde tanışma standı açmak isteyen öğren-cilere ÖGB ve polisin saldırıp 38 kişiyi gözaltına almasıyla başlamıştı. Şu ana kadar çeşitli üniversitelerde sol siyase-te karşı çokça saldırı gerçekleşti.Yönetmeliğin maddelerinin içeriğinde “siyaset yapma yasağı” gibi bir söz öbeğinin geçmemesi, o yönetmeliğin siyaseti yasaklamadığı anlamına gel-memektedir. Yani burada da yapıldığı

AHMET PAKET

Page 24: İcab-ı Hâl | Sayı:7

24 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

gibi siyaset araçlarının yasaklandığı bir yerde siyaset serbestliğinden söz edilemez. İzin alma gereksinimi duy-madan birkaç arkadaş olarak toplanıp bir şeyler konuşamayan, tartışama-yan, ilan, afiş ve pankart asamayan, haksız bir durumu boykot edemeyen öğrencilerin siyaset yapmaları aslında yasaklanmıştır. Üniversite kurumunun yaptığı gerici, faşist ya da piyasa-cı propagandanın siyasetle teşhir edilmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Zira “badem bıyıklı” amcaların asılma-sına izin vereceği ilan, afiş vs. ancak yine onların izniyle yapılabilecek bir toplantı, pilav sohbeti, mevlit ya da kariyerizme yönelik bir etkinlikle ilgili olabilir. İzinsiz toplantı düzenlemek gibi yine bir haftadan bir aya kadar uzaklaştırma cezasını gerektiren “yük-seköğretim kurumunda kişilerin şeref ve haysiyetini zedeleyen sözlü ya da yazılı eylemelerde bulunmak”  suçu da düşünmeye değer. Örneğin; halkı soyup soğana çeviren, ülkenin bütün malvarlığını satan bir politikacıya işportacı* ya da hırsız demek ona bir hakaret midir? Ya da yazarlığın, haberciliğin dürüstlüğünden bihaber siyasi iktidar yardakçısı gazetecilere, yazarlara yalancı, yalaka demek?

Okuldan Atılma Zorlaştı mı?Daha önceki sayılarda da AKP’nin top-lumu yandaşlar ve teröristler olarak ikiye ayırdığı belirtmiştik. Onlara göre insanlar ya AKP’li ya da terörist olarak konumlandırmalı kendini. Bu ortamı yaratmak için çok uğraştılar. Türlü ör-gütler uydurdular; kimisini yöneticisi, kimisini üyesi, kimisini sadece yardım-cısı ilan ettiler; puşiden, şemsiyeden, plastik şişeden(…) silahlar üreterek örgüt kanıtları yaratmaya çalıştılar.

AKP’nin kendinden olmayan herkesi terörist ilan ettiği bu ortamda “okuldan çıkarma” cezasını gerektiren madde 9/a’daki suç çok önemli: “Mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmak kaydıyla suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, böyle bir örgütü yönetmek veya bu amaçla kurulan örgüte üye olmak, üye olmamakla birlikte örgüt adına faali-yette bulunmak veya yardım etmek.”. AKP ye göre işçi sömürüyü kabullen-mediği için, öğrenci hakkını aradığı için, haberci ya da yazar doğruyu söylediği için, köylüler ovalarını ve nehirlerini korumak istedikleri için değil de hepsi terörist olduğu için hapiste. Öğrenci-lerin tan ağarırken evlerinden alındığı, gözaltına alınan neredeyse her öğren-cinin KCK ve Hopa gibi davalarla terör

örgütü üyeliğinden yargılandığı yeni Türkiye’de bazı “suç”ların kınama yeri-ne uyarı cezasına indirilmesi AKP için pek de önemli görünmüyor. Okuldan atılma zorlaştırıldı denilse de AKP’nin bütün muhalif öğrencileri okuldan tasfiye operasyonuna girişmesi için bu madde yeterli.

Öğrenciler Sinmemeye KararlıAncak daha önce de dediğim gibi AKP öğrencileri fazla hafife aldı. Öğrenci-ler bu aldatmacaya kanmayacaklar; AKP’yle süren 12 Eylül faşizmini asla kabullenmeyecek, bütün bu baskılara rağmen ilericiliğin siyasetini yapmaya devam edecekler.

* R. T. Erdoğan, 28Aralık2010 tari-hinde ‘Tayyip Blues’ isimli şarkılarında geçen ‘işportacı tayyip’ sözü nedeniyle Beyoğlu Kumpanya adlı tiyatro ve mü-zik topluluğuna hakaret davası açmış, kaybetmişti. Ayrıca yanında kullanılan kelimeyle işportacılığın arasında ilgi kurulmamıştır.

KAYNAKÇA1. Resmi Gazete Tarihi: 13.01.1985 Resmi Gazete Sayısı: 18634 YÜK-SEKÖĞRETİM KURUMLARI ÖĞRENCİ DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ2.  Resmi Gazete Tarihi: 18.08.2012 Resmi Gazete Sayısı: 28388 YÜK-SEKÖĞRETİM KURUMLARI ÖĞRENCİ DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ

YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya

Page 25: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 25

“Ve biz hiçbir şeyden yılmayalım. Ve biz hiçbir zaman kendimizden utan-mayalım. Hatalarımızı kolaylıkla kabul edelim. Başarılarımıza hiç korkmadan yürüyelim. Biz yeni bir tür iyi insan, iyi insan, iyi insan, yaratıcı insan olmaya yürüyelim”Doğan Özİlerici bir hukukçu olarak tanınan Doğan Öz, Köy Enstitülü bir babanın oğlu olarak 1934 yılında Bolvadin’de dünyaya geldi. 1959 yılında Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. İlk görev yeri Diyar-bakır Çermik’ti.Daha sonraki görev yeri olan Konya’da 1968’de “Mücadele Birliği” isimli gerici bir örgütün çökertilmesine neden olduğu için gericilerin tepkisini top-ladı.  Denizli’de Necmettin Erbakan’ın kardeşi Akgün Erbakan’ın yolsuzluk dosyalarını hazırladı. 1970 yılında Türk Hukuk Kurumu tarafından yılın hukukçusu seçilen Doğan Öz, aynı yıl idam cezalarının kaldırılması yönün-de bir dilekçeye imza attığı için idari soruşturmaya uğradı. İnebolu’da görevli olduğu 1973 yılında Devlet Gü-venlik Mahkemeleri’nin (DGM) Kuruluş Kanunu’na karşı adli teşkilatta imza kampanyası başlatmış, DGM’lerin doğal yargıya aykırı olduğu savını ileri sürmüş ve hukukçuları da kendisiyle birlikte karşı çıkmaya çağırmıştır. Bu çağrısı o dönem içerisinde ne yazık ki fazla destek bulamamıştır.1978 yılı geldiğinde ise olanaksızlığı yirmi yıl içinde daha iyi idrak edilen bir dava için kolları sıvamış ve çoğu kişinin adını bile anmaya korktuğu kontrgerillayı soruşturmaya başlamıştı. O; karşısına çıkan olayları, Türkiye’nin içinde bulun-duğu koşullarla birlikte değerlendirmiş ve görevi gereği yapılması gerekeni yapmıştı. Ulaştığı bilgileri iki sayfalık bir raporda topladı. Öz’ün kontrgerilla hakkındaki raporu şu ifadeleri içeriyordu:“Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç; demokrasi umudunu yok etmek, onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsur-larıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacı-nı gütmektedirler. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli

örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüş-türerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.”Savcı Doğan Öz, hazırladığı Kont-rgerilla raporuyla mafyanın ve gerici kuvvetlerin tepkisini topladı. Hak-kında altında üç bin imzanın yer aldığı bir telgrafla şikâyet yapıldı. Bu da yetmedi; Komünizmle Mücadele Derneği, Milli Mücadele Derneği, Konya İslam Enstitüsü ve Eğitim Enstitüsü öğrencileri, Konya’daki evinin önünde “izinli olarak”, “Doğan Öz’ü istemeyiz” yürüyüşü düzenledi.1978’de Ankara Ticaret ve Turizm Yük-sek Okulu öğrencisi Levent Özyörük’ün faşistlerce öldürülmesi üzerine, o gün nöbetçi savcı olan Doğan Öz, katillerin Site Öğrenci Yurduna kaçtığını öğrenip bu yurdun aranmasına karar vermiş-ti. Öz, Site Yurdu’na geldiğinde görevli polisler kendisi gelmeden önce yurdu aradıklarını ve bir şey bulamadıklarını söylediler. Savcı Öz, kendisi olmadan yapılan aramayı kabul etmeyeceğini bildirerek kendisinin de bizzat katıldığı ikinci bir arama yaptı, ilk aramada temiz çıkan öğrenci yurdunda yapılan bu ikinci aramada dolaplarda saklanmış

bir tabanca ve bir bıçak bulundu.Site Yurdu’nun aranması bazı kesimleri çok rahatsız etmişti ve olayın ertesi günü MHP Konya Milletvekili İhsan Kabadayı Meclis Kürsüsü’nden Doğan Öz’ü suçlayan bir konuşma yaptı.Savcı Öz; 6 Mart 1978 günü bu öğrencilerden 70’i hakkında Levent Özyörük’ü öldürmek, yasalara aykırı toplantı düzenlemek ve yasal olmayan yürüyüş yapmak suçlarından dava açtı. Levent Özyörük davası Doğan Öz’ün açtığı son dava oldu.24 Mart 1978 sabahı erken saatler-de Emniyet Müdürlüğü’nü arayan bir şahıs, Doğan Öz’ün oturduğu sokakta iki kişinin şüpheli hareketler yaparak dolaştığını iletmiş ancak ihbar ciddiye alınmamıştı. Doğan Öz, sabah işine gitmek üzere arabasına bindiği 24 Mart 1978 günü bu şahıslardan biri tarafından, diğerinin gözcülüğünde vurularak katledildi.Doğan Öz’ün öldürülmesi tüm yurtta ve özellikle başkent Ankara’da büyük tepkiyle karşılanmıştı. Yapılan açıklamalarda cinayet kınanırken, özellikle MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ve grup başkan vekili İhsan Kabadayı suçlandı.Doğan Öz’ü “tasarlayarak öldürmek-

YARININ DOĞMASI BİZDEN YANAARDA YALNIz

Page 26: İcab-ı Hâl | Sayı:7

26 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

ten” yargılanan İbrahim Çiftçi, Ankara Sıkıyönetim 1 No’lu Askeri Mahkemesi tarafından dört kez oybirliği ile ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak,  ilk üç seferinde Askeri Yargıtay 1. Dairesi tarafından “eksik soruşturma” baha-ne edilerek karar bozuldu. Dördüncü seferde ise idam kararı onaylandı. Ancak bu kez de ilk üç idam kararının onaylanması yönünde görüş bildiren başsavcılık tutum değiştirerek Ceza Dairesi’nin onama kararına itiraz etmiş ve dosya Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’na gönderilmişti. Kurul, 7’ye karşı 8’lik oy çokluğuyla, delil yetersiz-liğini gerekçe göstererek kararı bozdu.Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun, 7’ye karşı 8’lik son bozulma kararından sonra, Yerel Mahkeme, “zorunluluğunu” vurgulayarak şu kararı verir: “Sanık İbrahim Çiftçi’nin maktul Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabit görülmüştür. 22 Temmuz 1983 tarihli 35 sahifelik gerekçeli kararda deliller tek tek tartışılmış, ret ve kabul sebepleri uzun uzadıya izah edilmiş-tir. (...) Ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararlarına direnilemeyeceğin-den, bir oy farka da dayansa 7/8’lik oy çokluğuna dayanan Daireler Kurulu bozma ilamına sırf bu hukuki zorunlu-luk nedeniyle uyulmuş sanık Çiftçi’nin beraatına karar verilmiştir.”Son olarak Askeri Yargıtay 1. Dairesi, temyiz istemlerini reddederek 9 Ocak 1985 tarihinde beraat kararını onaylar ve kararı kesinleştirir. Böylece diğer sanıklar hakkında da beraat kararı çıkmış olur. Beraat eden İbrahim Çiftçi, 5 yıl 1 ay cezaevinde yattıktan ve

4 defa idam cezasına çarptırıldıktan sonra, söz konusu “hukuki zorunlu-luk” nedeniyle 1984 yılında tahliye olmuştur. Çiftçi, cezaevinden çıkar çıkmaz önce İLKSAN’a müdür, ardından da patron olur. Son olarak karşımıza, 1997 senesinde Devlet Bahçeli’nin karşısında MHP genel başkan adayı olarak çıkar.Doğan Öz’ün eşi, emekli yargıç Sezen Öz de, süreci tek cümleyle özetlemiş-tir: “Yaptıran ve yargılayan aynı olunca karmaşık bir tablo ortaya çıkıyor.”Günümüze gelindiğinde ise, Ergenekon Davası’na bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 1978 yılında öldürülen Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz cinayeti-ni 34 yıl sonra araştırma kararı almıştır.Kontrgerilla ve Özel Harp Dairesi’yle il-gili iddiaları araştıran mahkeme TBMM, Başbakanlık, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı’na yazı yazarak tüm belgelerin gönderilmesini istemiştir. Mahkeme’nin istediği evrak-lar arasında ise TBMM’nin hazırladığı Özel Harp Dairesi raporu ve Öz’ün öl-dürülmeden önce dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e verdiği rapor vardır.Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, hayatını gericilikle, faşizmle, kont-rgerillayla mücadeleye adamış ilerici, aydın, yurtsever bir hukukçuydu. Bu hukuk adamını önemli kılan başka bir yönü ise, yaşamına şiirle kattığı umuttur.Muzaffer İlhan Erdost onun şair yanını anlatırken, “Hepsinde ortak bir yan var: Dinmez bir özgürlük tutkusu; engin bir halk sevgisi; baskıya, ezilmişliğe, yoksulluğa başkaldırma ve hepsinin

üzerinde, sarsılmayan bir umutla dolu oluşu. Bunun kadar önemli bir yanı her an ve her yerde duyarlılıkla algıladığı doğayı, yakın çevresini, bulunduğu yöreyi, ülkenin ve insanlığın sorunlarını birbirine kaynaştırarak, bütünleştire-rek, bir kâğıt parçasına aktarması ve orada bırakması. Bu; onun duygulu, duyarlı yönünü, yaşam dolu ve o denli yalın ve gösterişsiz özünü sergiler. Ve bir “şiir” olarak ortaya çıkmayı umursa-maz bir içtenlikle de yüklüdür.” “O; gericilikle, şovenlikle, en son faşizmle savaştı ve bugün gericiliği, şovenliği ideolojilerine bayrak yapan faşistler tarafından öldürüldü. O özgür-lüğün dirençli savunucusu; o bağım-sızlığın yürekli savunucusu; o demok-rasinin kararlı savunucusu; o ilerici ve devrimci olanın yürekten savunucusu. Özgürlük düşmanları tarafından, bağımsızlık düşmanları tarafından, demokrasi düşmanları tarafından, kısacası ölmekte olanlar tarafından pusuya düşürüldü. “Dostlar biz ölmeyiz savaşta” diye yazmış usulca bir kâğıt parçacığına.’’ diyor.

KAYNAKÇA1.Orhan Tüleylioğlu “Neden Öldürüldü-ler?” kitabı2.21 Mart 1999 tarihli Cumhuri-yet  Dergisi3.Şiirin Duldasında Baş Eğmez Bir Hu-kukçu : DOĞAN ÖZ / ALİ ZİYA ÇAMUR 4.Doğan Öz ‘‘ Biz Ölmeyiz’’ kitabı 5.http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ergenekon-mahkemesi-dogan-oz-cinayetine-el-atti-haberi-57539

Page 27: İcab-ı Hâl | Sayı:7

Çini bir tabak üstündeki renkler kadar netLiman gezici marul tezgâhı Karşıyakaİzmir devingenli dorukta öğleüstününYaşamı doyumlu doyumsuz akıtmakta Hasan Tahsin’in önünden geçtim alınmadanAnıtlar yapılardan küçükse de ses büyükGenç yazı yazmış duvarlara yanlış olsa daGüçlüdür Tahsin’in vuruşu çağda da yürür Yel ıslak, damlalar seyreldiArayışın duraksaması olmuyorYeni güne girdin mi saat yarınıDeniz kendi yenilmezliğini sürdürüyorOvalar gibi değil şükür denizAllı bir at koşar gibi dağa ve yaşam doludizgin. Eylülden kasım sonuna kadar göçmenKuşların akını;Kuzeyden güneye.Bir arayış akınıBir yaşama istek çığlığıBir kaçış değil buYaşama boyutluğundaBir bilmedir çizgiyi Dostlar biz ölmeyiz savaştaYarının doğması bizden yana Koş anadolum kurtuluşaKoş yoksul uluslarla Kötülerin savaşına savaş açtıkHak bizden yana DOĞAN ÖZ

İZMİR’DEKİ ÖĞLE ÜZERİ

Page 28: İcab-ı Hâl | Sayı:7

28 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

İcab-ı Hal her sayısında sizlerin kar-şısına bir kitap veya yazar önerisiyle çıkmayı artık bir gelenek haline getirdi. Bazen kalemi kuvvetli olan fakat Türkiye’de henüz değeri pek anlaşıl-mamış yazarları sayfalarımıza taşıdık, bazen de Türkiye veya dünya edebiya-tına damga vurmuş eserleri tanıttık.Bu ay ise bir gazetecilik kitabına yer verelim istedik ve dünya gündemini işgal eden ve Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir olaya, “Arap Baharı”na dair bir kitabı ele aldık.Öncelikle okurlarımızı kitabın yazar-larına dair bilgilendirelim. Alper Birdal ve Yiğit Günay, düzenin medyasından ve onun habercilik tarzından farklı bir kulvarı temsil eden soL Haber Partalı’nda uzun yıllar emek harcamış-lar ve harcamaktadırlar. Özellikle Arap Baharı denilen sürecin başlamasıyla birlikte hızla gelişen olaylara ilişkin uluslararası medya tekellerinin yaptığı kitleleri yönlendirme amacı taşıyan haberlere karşı soL Haber Partalı’nın görünmeyeni, söylenmeyeni ortaya çıkaran bir habercilik tarzını izlediğini bilenler bilir. Kitabımızın yazarları da bu dezenformasyon sürecine karşı olayın iç yüzünü anlatmanın önemini görüp “Arap Baharı” Aldatmacası, Ortadoğu’da Emperyalist Restorasyon adlı kitabı kaleme almışlar.Kitap temel olarak Tunus’tan başlayıp Libya, Mısır ve Suriye’de yaşananları anlatıyor. Yaşananların tarihsel boyut-larına eğilip bölgedeki iktidarların geç-mişten gelen yönelimlerini ve bugünkü konumlarını irdeliyor, gelişmelerin nasıl olup da emperyalizmin hâkim olduğu

bir sürece evrildiğini anlatıyor ve bura-dan dersler çıkarıyor:“Bu kitaba Tunuslu emekçi Buazizi’nin kendini yakmasının hikâyesiyle başladık. Buazizi’nin eline benzin bidonunu neden aldığını anlamak için Tahrir Meydanı’nı dolduran yoksul-ların üzerine salınan baltalı çeteleri anlattık. Ve Mübarek’in devrilmesinden sonra iktidara yerleşen orduya karşı mücadele ederken düşen bedenleri... Bütün bunlar bir devrime dönüşme potansiyelini barındıran bu süreçlerin yenilgisinin öyküsü. Bize göre bu öykü, bir yenilginin kısa tarihidir. Yenilgi-den öğrenmek, sürecin nereye doğru seyrettiğini görmeye çalışma; yeni bir devrimci dalganın yükselişinin, gerçek halk iktidarlarının kurulabilmesinin olmazsa olmaz koşuludur. “Yazarlar kullandıkları olguların zengin-liğiyle bu tezin çevresine sıralamışlar yaşanan gelişmeleri. Kitapta egemen medyanın manipülatif haberlerine kar-şılık gerçek olgulardan hareket edilmiş ve uluslararası medyanın da emperya-list restorasyon sürecinde rolü olduğu ortaya koyulmuş. Sürecin nasıl İslamcı güçlerin inisiyatifine geçtiği ayrıntı-sıyla anlatılmış, özellikle Müslüman Kardeşler ve uluslararası ilişkileri tek tek incelenmiş.Bütün bu çözümlemelerin ve yaşa-nan gelişmelerin zenginliği içinde kitabın temel tezi: Tunus’ta başlayan ve sonra bütün Arap coğrafyasına yayılan ayaklanma süreci; emekçileri iktidara taşıyacak bir iktidar perspek-tifine sahip bir siyasal özne olmadığı ve oluşmadığı için manipüle edilebilir bir noktaya gelmiş ve emperyalizm sürece dahil olarak gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme-

ye başlamıştır.Temel tezin doğruluğunu test etmeyi okurlara, son sözü ise kitabın yazarları-na bırakalım:“Bu kitabı baştan sona okuyan bir oku-run “Ne yani, her şeyi emperyalizm mi planladı” diye sormayacağını umuyo-ruz. Emperyalizmin planlarının pek çok defa bozulduğunu anlatmaya çalıştık. Yalpaladılar, yön değiştirdiler, başarısız da oldular birçok örnekte. Ancak sonuç olarak Tunus’ta başlayıp bütün bölge-ye yayılan süreci yönetme inisiyatifi, yine emperyalizmin eline geçti.Bu, her şeyin emperyalist merkezlerin istediği doğrultuda geliştiği anlamına gelmez. Yalnızca emperyalizmin çok boyutlu çıkarları açısından daha elve-rişli bir bölge yapılanmasının ortaya çıkmakta olduğu anlamına gelir. Bize göre sürecin bütününden çıkan budur.”

ARAP COĞRAFYASINDA BİR GARİP BAHAR

CANKAT AYDIN

Page 29: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 29

Öncelikle başlık için ufak bir açıklama yapmakta fayda var, aydan kastımız derginin elinize ulaşacağı günler ve ilerisidir. İkinci bir giriş olarak da durgun yaz aylarından sonra bombar-dımanına tutulduğumuz etkinliklerde umarız fazlasıyla yer alabilirsiniz.

§  Monet’in Bahçesi Sergisi, empres-yonizmi oluşturan Fransız ressam Monet’in özellikle eserlerine ilham veren ve yaşamının son 30 senesini geçirdiği Giverny Bahçesine odaklanı-yor. 9 Ekim’den itibaren Sakıp Sabancı Müzesi’nde görebilirsiniz. (Çarşamba günleri ücretsizdir.)

§  Altın Çocuklar 16.-19. Yüzyıl Av-rupa’sından Portreler Sergisi ise; 57 çocuk portresiyle Avrupa’nın siyasi tarihini, aristokrasinin adetlerini ve inançlarını gözlemleyebileceğiniz bir sergi olacak. Bütün soyluluğun ve mü-cevherlerin altındakiler aslında küçük çocuklar… Sergiyi 13 Ekim’den itibaren Pera Müzesi’nde ziyaret edebilirsiniz. Gitmişken bu sergiyle eş zamanlı baş-layacak Flash-Back Sergisini gezmeni-zi de tavsiye ederiz.

§  Eğitim konusunun büyük tartışmalar yarattığı şu günlerde Köy Enstitü-leri ile ilgili bir de belgesel programı düzenliyor Pera Müzesi. 6 Eylül’de başlayan “Düşünen Toplum Konuşan Toprak Cumhuriyet’in Köy Enstitüleri

1940-1954” programı 23 Ekim’e kadar sürecek. Gösterim programına Pera Müze’si internet sitesinden ulaşabilirsiniz.

§  İstanbul Modern’de Derviş Zaim’in geleneksel Türk sanatları ve Türk sinemasını ele aldığı film üçlemesi için 17 Ekim’de saat 13’den sonra-sına plan yapmayın. Cenneti Bekler-ken(13.00), Nokta(17.00) ve Gölgeler ve Suretler(17.00) filmleri gösterimle-ri ücretsiz olarak izleyicilerini bekliyor.

§  Bakış-Portre Fotoğrafı’nın Değişen Yüzü sergisi, 54 sanatçının eserleriyle portre fotoğrafının tarihini aydınlatı-yor. Fotoğraf tutkunları için seçtiğimiz bu sergi 3 Ekim- 20 Ocak tarihleri ara-sında İstanbul Modern’de görülebilir.

§  Aylardır tiyatrodan mahrum kalmanın acısını çıkarmak için şehir ve devlet tiyatrolarına bilet almak-ta gecikmemenizi tavsiye ederken Dostlar Tiyatrosu’nda da üç oyun ekim ve kasım aylarında gösterimde olacak: “Ben Bertolt Brecht”, “Sivas 93” ve “İnsanlarım”.

§  Caz severler için de 3-21 Ekim ta-rihleri arasında gerçekleşecek Akbank Caz Festivali’ni hatırlatıyoruz.

§  Yazın sıcak aylarında pek uğramadı-ğımız beyazperde baharın ilk günlerine iyi bir giriş yaptı. Sizin için önerdikle-rimiz:Cennetteki Çöplük (Fatih Akın)

Araf (Yeşim Ustaoğlu)Toprağın Çocukları (Ali Adnan Özgür)Lal Gece (Reis Çelik)Yurt (Muzaffer Özdemir)Roma’ya Sevgilerle (Woody Allen) §  Kültür-sanat köşesinin temasına pek uymasa bile etkinlik takvimimizde yer alması gereken bir de bilimsel bir etkinlik var. “Türkiye Evrimle Tanışıyor: İstanbul” 3 farklı üniversite kulübünün (ODTÜ BİYOGEN, İÜ BİSAK ve İTÜ SAK) düzenlediği etkinlik 20-21 Ekim tarih-lerinde İTÜ Maslak Yerleşkesi - Kültür Sanat Birliği Büyük Salonu’nda yapıla-cak. (http://teti.evrimatolyesi.org/ )

AYIN KÜLTÜR SANAT PROGRAMIYONCA BALEKOĞLU

Page 30: İcab-ı Hâl | Sayı:7

30 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Ülkenin eğitim sistemine ‘‘4+4+4’’ün gerici, piyasacı karanlığı hâkimken Toprağın Çocukları bize, daha doğ-rusu bu ülkede yaşanan her şeyi unutmaya alışmış insanımıza ufak bir hatırlatmada bulundu; bir zamanlar Köy Enstitüleri’nin ışığı bu memleketi aydınlatabilirdi…Değerlendirmeden önce yazıya teşekkürle başlayalım. Bütün eğitim kurumlarının imam-hatipleştirildiği bu günlerde tamamıyla gönüllülük esasına dayanarak bu filmin üretim sürecinde emeği geçen herkese teşek-kürü borç biliriz. Ellerinize sağlık.Toprağın Çocukları’nın bir derdi var:  Film, özgün eğitim tarzıyla günümüzde Japonya ve Kanada’da dahi uygulama alanı bulan Köy Enstitüleri’nin yeşerdiği topraklarda 1940’ların koşullarında enstitülerin bilimin ve sanatın yanında olarak yeni bir toplumun inşası sürecinde nasıl bir araç olduğunu anlatmak ve enstitülere yapılan baskıların, saldırıların Turan-cılık ve gericilikle bağına değinmek istemiş. Fakat filmin estetik anlamda büyük bir kaygısı yok – ki zaten Erkan Can bunu, “Köy Enstitüsü filmi çekmek sanat yapmak değil, memleket mese-lesidir.” diyerek açıklamış. Biz de filmi değerlendirirken sinematografik açı-dan değil daha çok Köy Enstitüleri’nin propagandası ve üretilen bu propa-gandatif filmin nitelikleri yönünden değerlendireceğiz.Film Nazilerin beş yüz bin Çingeneyi katlettiği ve memlekette gericilik, mil-liyetçilik çığırtkanlığının had safhaya ulaştığı yıllarda geçmektedir. Ülkedeki

Turancı gençlik hareketi ve egemenle-rin Hitler Nazizmine duyduğu hayranlık Komutan Necip’in şahsında simgeleş-tirilmektedir. Filmin başlangıcında bir Çingene obasına saldırı gerçekleştirilir ve Çingeneler katledilir. Buradan biri nene biri torun iki Çingene kadını kaçmayı başarır ve enstitülü bir gencin yardımıyla Köy Enstitüsü’ne sığınırlar. Komutan Necip komünizm yuvası ola-rak gördüğü enstitüyü basar Çingene-leri bulamaz fakat halkı isyana teşvik suçundan idealist enstitü öğretmeni Kemal Hoca’yı tutuklar.Filmin kısa hikâyesi bu şekilde. Filmin Köy Enstitüleri’ni anlatma derdi ve bu bağlamda seyirciye ulaşma çabası gayet doğaldır. Bu saikte olan bir film köy köy mahalle mahalle izletilmelidir. Fakat filmde propagandanın sınırları fazla zorlanmış. Film gayet propagan-datif vasfını da koruyarak sinemamız-da daha ileri bir noktada olabilirdi.Filmin giriş sekansında Komutan Necip’in kaçan Çingeneleri gösterirken normal bir şekilde işaret parmağıyla değil de Nazi selamıyla onları göster-mesi, ilerleyen sahnelerde Necip’in, Hitler’in fotoğraflarını okşamak gibi absürt hareketler yapması kör göze parmak sokmaktan başka bir şey değil.

Bunu filmin yönetmeni Ali Adnan Öz-gür soL Gazetesi’ne verdiği röportajda şu şekilde anlatıyor: “Faşizm kötüdür söylemini biraz kör göze parmak yaptık böylece, evet. Sinemacılar çok sevmiyorlar böyle doğrudan anlatım-ları ama Anadolu halkı seviyor.” Belki yönetmen haklı ama politik bir film estetik bir kaygı taşımadan propagan-danın ötesine geçemiyor.Filmin öyküsüne yedirilmeye çalışılmış aşk hikâyesi, eğer Köy Enstitüleri’ni anlatmaksa filmin esas derdi, fazla-sıyla güdük ve iğreti durmuş. Dram yapıyorsak ve bu filmi halka ulaştır-mak gibi bir derdimiz varsa bir aşk öyküsü mutlaka olmalı saplantısından artık kurtulmalıyız. Aşk hikâyesi filmin ana öyküsünün kaymasından başka bir işe yaramayacaktır hele de politik bir film yapıyorsanız!Filmde bir anlatıcı var, dış seslendirme-yi İsmail Hakkı Tonguç’u canlandıran Bahtiyar Engin yapıyor. Yoğun bir şekilde edebi dil kullanılan bu anlatı-lar yerinde karşılanabilir; fakat filmin içerisindeki bazı diyaloglarda fazlasıy-la yoğun, günlük dilden uzak, edebi ve beylik bir dilin kullanılması filmin yakalamaya çalıştığı gerçeklikten kimi zaman uzaklaşmasına sebep oluyor.Anlayacağınız filmin eksiği gediği çok. Fakat şunu da belirtmeden geçmeme-liyim filmi izlediğinizde emin olun ki gericiliğe ve faşizme olan öfkeniz bile-necek, eşit ve özgür bir toplum hasre-tini kat be kat yoğun hissedeceksiniz. Demem o ki sadece öfkenizi artırmak için bile olsa filmi mutlaka izleyin. Çok düşük bir bütçeyle çekilmiş ve kimli-ğiyle bizim safımızda duran Toprağın Çocukları Köy Enstitüleri’nin aydınlan-macı anlayışını halka göstermek için bir başlangıç olsun. Daha iyileri için Toprağın Çocukları’nı selamlıyoruz.

MUSTAFA MURTEzAOĞLU

BOZKIRI YEŞİLE BOYAMAKYönetmen: Ali Adnan ÖzgürOyuncular: Erkan Can, Ufuk Bayraktar, Türkü Turan, Müge Boz, Bahtiyar EnginYapım yılı: 2012Vizyon tarihi: 14 Eylül 2012Senaryo: Dilşah ÖzdinçYapımcı firma: Yapımhane

Page 31: İcab-ı Hâl | Sayı:7

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 31

Bir sabah bunaltıcı düşlerimden uyandığımda, bedenimin sabahın o çiy soğuğu tarafından sarıldığını fark ettim. Uyku ile uyanıklık arasındaki o alanda uçuşan mermiler, bedenleri kanlı bandajlarla sarılı, çığlık çığlığa bağıran çocuklar, kadınlar… Ellerinde silahlarıyla ve vahşi bakışlarıyla öl-dürmeye endekslenmiş adamlar vardı. Gözlerimi yavaş yavaş araladığımda gökyüzünün kasvetli havası içimi hüzünle doldurdu. Ve yağmur dam-lalarının penceremin camını tıklatışı, yan odadan gelen televizyon sesi ile bir ahenk yakaladı. “2 kadın,3 çocuk öldü.” Yağmur hızını arttırmış, olanca şiddetiyle cama çarparken, insanı korunma güdüsüyle yorganın altında sığınmaya itiyordu. Her gün alarmın 4 ‘te çalmasıyla hazır ola geçen bede-nim bugün kendini uykunun o tatlı rehavetine kaptırmıştı demek ki. Alarmı duymamam mümkün müydü? Akrep yelkovan kaçarcasına yediye yaklaş-mıştı bile. İşe çoktan geç kalmıştım, saat 7 trenine binsem dahi patronun öfke nöbetinden nasibimi almamam mümkün değildi. İş yerini arayıp hasta-landığımı söylesem, -ki bu pek inandırı-cı bir yalan olmayacaktı ,çünkü 5 yıllık çalışma hayatım boyunca bir kere bile hastalanmamıştım- patron eve kontrol etmek amacıyla gelirdi. İşimin hiçbir çekici yanı, beni bağlayan bir tarafı yoktu. Aktarmalar yaparak geçen uzun otobüs ve tren yolculukları, düzensizce ve koşturmaca arasında hızlıca yenen yemekler, insanlarla samimiyetten uzak, salt iş ilişkisine dönük konuşma-lar… Ama hayatımın kontrolünü elime almaya, istediğim gibi yaşamaya da cesaretim yoktu. Bana uygun görülen bu alanda, düşünmeden yaşıyordum. Peki televizyondan gelen o ses… “ 2 kadın,3 çocuk öldü.” Benim için ne ifa-de ediyordu bu. “2 kadın, 3 çocuk öldü.” Öldü ama neden?Televizyonda konuşan kadının sesine odaklanmaya çalıştım. “Bugün saat 16.30 sularında Suriye’deki rejim güçlerince açılan top ateşi sonucunda, Şanlıurfa’ya bağlı Akçakale ilçemizde 5 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 9 vatandaşımız da yaralanmıştır. Bu menfur saldırıya, sınır bölgesindeki

silahlı kuvvetlerimiz tarafından angaj-man kuralları doğrultusunda anında gereken karşılık verilmiş; radarla tespit edilen Suriye’deki noktalara top atışı yapılarak hedefler vurulmuştur. Olayla ilgili olarak Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatla-rıyla Dışişleri Bakanlığımız tarafından gerekli diplomatik girişimler derhal başlatılarak, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Mun ve Birleşmiş Milletler Konseyi üyesi bazı ülkelerin dışişleri bakanları ile telefon görüş-meleri yapılmıştır. Bu çerçevede NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Ras-mussen ile de bir telefon görüşmesi yapılmış; NATO Konseyi’nin acil olarak toplanması kararlaştırılmıştır. Türkiye, angajman kuralları ve uluslararası hukuk çerçevesinde, Suriye rejiminin ulusal güvenliğimize yönelik bu tür provokasyonlarını asla karşılıksız bırakmayacaktır…” Yataktan kalkmaya yeltendim fakat, zincirlerle bağlanmış-çasına kıpırdayamıyordum. Bakışlarımı odamın kapısının aralığına çevirdiğim-de alışılmış bir tiyatro oynanıyordu yine, babam karşıdaki koltuğa uzanmış dalgın dalgın en ince detayına kadar okuduğu gazetesini eline almıştı. Emekli olduğundan beri fiziki ihtiyaç-ları dışında o koltuktan kalktığı ender görülürdü, hatta uykularının bile biricik koltuğunda gerçekleştirmeye başla-mıştı. Annem ise mutfakta yine şikayet silsilesi içinde yemek yapıyordu. Ne olacak bu devletin hali, bizim halimiz

dediğinde içeriden boğuk bir onay-lama sesi geliyordu, “haklısın hanım ama elimizden ne gelir ki” diye. Böyle gelmiş böyle gidecekti. Evin şımarık hanımını da unutmamak gerek. Yine süslenmiş püslenmiş, bilmem nerede, bilmem neyin indirimi varmış da ona gitmek için para istiyor küçük hanım. Bu tablonun içinden çıkmak istedim bir anda. Bu tablonun içinden çıkmak için savaşmak istedim. Hükümetin yaptığı savaş çağrısına hayır demek için görünmeyen zincirlerimi kırmak istedim. Masum insanlar ölmemeliydi, savaş sadece emperyalizmin mutlulu-ğunu sağlayacaktı. Gözleri kan görmek istiyordu, susuzluklarını dindirmek için, ceplerini doldurmak için... Karnını doyurmak için çalışan insanlar, onların dediklerine amade gönüllü köleleriydi. Denedim, yataktan kalkmayı denedim. Ancak zincirler daha da sıkı tutuyordu bileklerimi, yapamadım, korktum, cesa-retim kalmadı ve kulaklarımda uğultulu bir ses “tezkere geçti”.Evet, doğru tahmin ettiniz ben Gregor Samsa. Yıl 2012 değil 1915. Bir sabah bunaltıcı düşlerimden uyandığımda bedenimin sabahın o çiy soğuğu tarafından sarıldığını fark ettim. Başımı hafiften kaldırdığımda bir kubbe gibi şişmiş, kahverengi, sertleşen kısımla-rın oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnımı gördüm. Ayaklarımın yerinde çok sayıda acınası biçimde havada sallanıp duran bacak-lar vardı…

DÖNÜŞEMEMEKBEgÜM gÜLKIRAN

Page 32: İcab-ı Hâl | Sayı:7

...görünmez bir mezarlıktır zaman şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek kim duysa / korkudan ölür-tahrip gücü yüksek- saatli bir bombadır patlar an gelir Attila ölür

Saygı ve özlemle anıyoruz.15 Haziran 1925 - 11 Ekim 2005