İncir Çekirdeği dergisi sayı:8
DESCRIPTION
İncir Çekirdeği Kasım 2014 Sayısı Yayınlandı!TRANSCRIPT
Kasım 2014 Sayı: 8 dil, edebiyat, kültür, sanat
Kalemden
Perdeye!
Yazarlar ve
Hayatlarını
Anlatan
FİLMLER
Doğulu Bir
Kafka:
SÂDIK
HİDAYET
“Ferman
Padişahın,
Dağlar Bizimdir”
DADALOĞLU
YAHYA
KEMAL
130 YAŞINDA
E
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Beyza Arı
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Işık Selin Orhuntaş
Mehmet Altınova
Merve Başol
Sema Keser
Süleyman Erkut
Tuğçe Erkol
Misafirler
Doğukan Doğan
Sevil Batan
Aziz Nadir
Tasarım
Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim
facebook.com/incircekirdegidergisi
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN...
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları,
Riga'dan kucak dolusu sevgiler, saygılar... Bu benim ikinci
editör yazım. Gurbet ellerden sesleniyorum size.
Ne kadar çok büyüdük ne kadar çok geliştik ve adımızı
duyurduk! Bugün bir Litvanyalı, Çekli ya da bir Slovak'ın
ağzından İncir Çekirdeği Dergisi'nin adını duymanız
mümkün. Artık sesimiz uluslararası boyut kazanmış
durumda. Bunu başaran yalnız biz değil, dergimiz yazın
hayatına başladığından beri bir an olsun eksilmeden sürekli
artış gösteren siz sevgili okuyucularımızın başarısı aynı
zamanda.
Bu ay dosya konumuz 130. Doğum yıldönümünde Yahya
Kemal Beyatlı. Usta şairin hayatını Beyza Arı, hüzünlü
aşkını ise Ayşe Bengisu Akdağ kaleme aldı. Üstadın
şiirlerine, anılarına yer verdik. Halk ozanımız Dadaloğlu'nu
Busenur Aslan anlattı. Tuğçe Erkol ise bu sayıda da İngiliz
Tarihi'ni "Tudor Kızlarının Savaşı" adlı yazısıyla yazmaya
devam ediyor. Bendeniz "Erasmuslunun Güncesi" ile yine
sizlerleyim. Mehmet Altınova ise modern İran Edebiyatı'nın
ünlü ismi Sadık Hidayeti yazdı. Afranur Akkayalı ünlü
yazarların hayatlarını ele alan filmlerle sinema köşesinde.
Merve Başol ise "Arka Kapak" bölümünde üç güzel kitap
tanıtımıyla sizleri bekliyor. Ayrıca misafir yazarlarımız,
şiirler ve hikâyelerle yine bu ay da dopdoluyuz.
Temennimiz o ki dergimiz uzun soluklu olur ve yıllar
boyunca yazım hayatına devam eder. Biz küçük bir
balonduk, sizin nefesiniz can oldu bize ve o balon şimdi hiç
bitmeyecek bir gezintiye çıktı. Balonumuzun ipini hiç
bırakmamanız dileğiyle... Edebiyatla kalın....
Kübra Tarakçı
Editör
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Havadis
İlk ve Hakiki Klasiğimiz Yahya Kemal / Beyza Arı
Yahya Kemal’den Şiirler
Rindlerin Aşkı / A. Bengisu Akdağ
Yahya Kemal’den Mektup
Nüktelerle Yahya Kemal
Muhteva – Şiir / Süleyman Erkut
Şiirler / Doğukan Doğan
Modern İran Edebiyatının Yabancısı / Mehmet Altınova
Ruhsat – Şiir / Aziz Nadir
Sezen Aksu’nun İhaneti / Işık Selin Orhuntaş
Kum – Şiir / Ümit Yaşar Oğuzcan
Kozasından Ayrı Düşen Kelebek / Busenur Aslan
Ardından Bölüm:5 / Sırdem Kemiksiz
Âlem-i Ervah – Şiir /Süleyman Erkut
Tudor Kızlarının Savaşı / Tuğçe Erkol
Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra Tarakçı
Onların Yazı –Şiir / Hatice Türk
Şiir Olmuş Şarkılar: Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar / Işık Selin Orhuntaş
Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı
Arka Kapak / Merve Başol
Dört İşlem – Şiir / Sevil Batan
Fotoğraf / Aybige Akdağ
Kütüphanem / Filiz Öztekin
İçindekiler
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA
VÂ
DİS
AKADEMİ
EDEBİYAT
ÖDÜLLERİ
YENİDEN
BAŞLIYOR
Akademi Kitabevi, 1971
yılında Nişantaşı’nda
Hadi Olca tarafından
kurulmuş ve kısa zaman
içerisinde
edebiyatçıların,
sanatçıların ve
aydınların buluşma yeri
olmuştu. Edebiyat
camiasından ayrı
kalınan 20 yılın
ardından, kapılarını
Nisan 2013’te
Kadıköy’de açtığında
“Akademi Edebiyat
Ödülleri”nin yeniden
başlayacağı müjdesini
de vermişti. Jürisiyle,
her yıl çeşitli dallarda
verdiği ödülleriyle
akıllarda yer eden
Akademi Kitabevi, 23 yıl
aradan sonra yeniden
“Şiir”, “Öykü” ve
“Roman” dallarında
edebiyata yeni bir ses
getiren eserleri
ödüllendirmeye
hazırlanıyor.
İSTANBUL
KİTAP FUARI 8
KASIM’DA
AÇILIYOR
İstanbul Kitap Fuarı, 8
Kasım Cumartesi günü,
33. kez, TÜYAP Fuar ve
Kongre Merkezi’nde
kapılarını açmaya
hazırlanıyor.
Uluslararası İstanbul
Kitap Fuarı bu yıl 8-16
Kasım 2014 tarihleri
arasında TÜYAP Fuar ve
Kongre Merkezi-
Büyükçekmece’de
açılacak.
Türkiye ve yurtdışından
850 yayınevi ve sivil
toplum kuruluşunun
katılımıyla düzenlenen
İstanbul Kitap Fuarı’nda
söyleşi, panel, çocuk
etkinlikleri ve
dinletilerle birlikte 270
etkinlik
gerçekleştirilecek.
33. Uluslararası İstanbul
Kitap Fuarı, Türk
Sinemasının yüzüncü
yılını “Sinemamızın 100
Yılı” temasıyla
selamlıyor. Onur
yazarının Atilla Dorsay
olduğu fuar,
kitapseverleri
sinemanın uzun
yolculuğuna söyleşiler,
paneller, müzik
dinletileri ve sergilerle
tanıklık etmeye davet
ediyor.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
NECİP FAZIL
ÖDÜLLERİ
VERİLDİ
Star Gazetesi tarafından
Necip Fazıl Kısakürek'in
kültürel ve manevi
mirasını yaşatmak
amacıyla hayata
geçirdiği ve bu yıl ilki
düzenlenen Necip Fazıl
Ödülleri sahipleriye
buluştu. Jüri Heyeti;
"Necip Fazıl Saygı
Ödülü" nün eserleri ve
hizmetleri dolayısıyla
Edebiyat Dergisi'nin
kurucusu Nuri Pakdil'e
verilmesinin
kararlaştırıldığını
belirtti. Diğer ödüllerde
ise:
Şiir Ödülü: Hüseyin
Atlansoy
Hikaye Ödülü: Güray
Süngü
Fikir-Araştırma:
Prof.Gülru Necipoğlu ve
Prof.İsmail E.Erünsal
ORHAN
KEMAL’İN SES
KAYDI
YAYINLANDI
Türk edebiyatının
önemli yazarlarından
Orhan Kemal
doğumunun 100'üncü
yıl dönümü dolayısıyla
düzenlenen çeşitli
etkinlikler kapsamında
anılıyor.
Ünlü yazarın daha önce
hiç bir yerde
yayınlanmamış ses
kaydı TRT'de yayınlandı.
Yazarın oğlu Işık Öğütçü,
katıldığı programda
babası Orhan Kemal'in
1969 yılında Sovyetler
Birliği dönüşü ailesine
izlenimlerini aktardığı
ses kaydını da TRT
Radyo 1 dinleyicilerine
ile paylaştı.
TÜRK
EDEBİYATINDA
DIŞA AÇILIMA
13 MİLYON
LİRA DESTEK
Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Türk edebiyat
eserlerini yabancı dillere
tercüme ederek dünya
okurlarıyla buluşturmak
amacıyla 2005'ten
bugüne 13 milyon lira
kaynak tahsis etti. Tu rk
ku ltu r, sanat ve
edebiyatının yurt
dışında tanıtılması ve
Tu rkçe'nin yazı dili
birikiminin du nya
dillerine kazandırılması
amacıyla Ku ltu r ve
Turizm Bakanlıg ınca
TEDA Projesi
çerçevesinde
desteklenerek
yayınlanan eser sayısı
2014 yılı eylu l sonu
itibarıyla bin 251'e çıktı.
Sadece 2014'ün ilk
döneminde destek
verilen eser sayısı da
100'ü aştı.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Gelenekten modernliğe açılan bir kapı…
Geçmişi bu günde yaşatan bir tarihçi… Bir
İstanbul aşığı… Lezzetli, büyüleyici ve dolu
dolu sohbetiyle gerçek bir üstat… Duyurmak
istediği sesi yalnız şiir ile duyuran bir şair ve
sonuna kadar zirvede yaşanmış bir ömür…
2 Aralık 1884 Üsküp’te dünyaya gözlerini
açan Yahya Kemal Beyatlı, o dönemde şehrin
Belediye Başkanı olan İbrahim Naci Bey’in
oğludur. Gerçek adı Ahmet Âgah olmasına
karşın, edebiyat yaşamı boyunca Yahya Kemal
takma adını kullanmayı tercih etmiştir. Sanata
yatkın bir aileye mensup olan annesi Nakiye
Hanım, tanınmış şair Leskofçalı Mustafa Galip
Bey’in yeğenidir. Nakiye Hanım bir şair olan
oğlunun duygu ve düşünce dünyasında en
etkili rollerden biridir. Bunun yanı sıra Yahya
Kemal’in dini ve milli terbiyesinde de
annesinin etkisinin oldukça fazla olduğu
görülür.
Bu etkinin nasıl veya ne derece olduğunu
görmek açısından yazarın anlattıkları dikkat
çekicidir:
“ Lâkin benim hem dinî hem millî terbiyem
üzerinde daha şiddetle müessir olan,
annemdir. Annem çok Müslüman kadındı.
Muhammediye okur, bana Kur’an öğretirdi.
(…) Beyaz başörtüsü ile elindeki kitaba
imanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Çok
yerlerini anlamadığım halde, annemin yüksek
sesle ve makamla okuyuşundan dinlediğim
Muhammediye’nin o mısraları bana bizim öz
maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün
İlk ve
Hakiki Klasiğimiz
YAHYA
KEMAL
Beyza ARI
“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle”
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ve müphem suretle bütün milletimizin dünya
ve ahiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta
Yazıcızade Mehmet Efendi’nin Türklükle
İslamlığı yoğuran, millî, islamî harsini
benliğimde hissetmeğe başlamıştım.” İslam
tesettürünün en sıkı bir muhitinde doğduğu,
yaşadığı ve öldüğü için bir resmini bile
bırakmadan kaybolan annesinin yüzünü Yahya
Kemal zamanla unutmaya başlayacak; fakat
kendisine verdiği terbiye şairliğinin temelini
oluşturacaktır.
Bu büyük şairin duygu ve düşünce
dünyasında annesinin etkisine eşlik eden
önemli bir unsur da mekân olarak Üsküp ve
buranın dini ve milli dokusudur. Şair anılarında
bu etkiye şöyle değinir: “O yaşlarda ben,
Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini
duyarak, içim bu seslerle dolarak
yetişiyordum.” Şairimiz, beş yaşında ilk
mektep eğitimine 2. Murat devrinde yapılan
eski ancak adı Yeni olan bir mahalle
mektebinde başlar. Kente karşı bir tepede
kurulan beş asırlık bu mektepte Ahmet Âgah
henüz çocuk aklıyla şehre sinen o milli
atmosferi hisseder.
Mahalle mektebinde verilmekte olan eğitimle
bir türlü okumaya geçemeyen Beyatlı, yeni
açılmış olan ve kısmen modern eğitim sunan
Mekteb-i Edeb’de çok kısa sürede okumaya
başlar. Buradaki eğitimini 1895 yılında
tamamlar, ailesi onu Üsküp İdadisine gönderir,
Selanik’e göç mevzusu üzerine de Selanik
İdadisine yazdırır. 1897 senesi aile dramlarının
başladığı yıldır. Yahya Kemal’in oldukça hassas
olan annesi Nakiye Hanım’ın daha evliliklerinin
ilk yıllarında kocasıyla ilgili şüpheleri vardır.
İbrahim Naci Bey’in çapkın ve vefasız oluşu,
işrete ve alafrangalaşmaya meraklı yapısı
nedeniyle, genç eşin duyduğu korku gerçek
olacak ve huzursuzluklar kısa zamanda
başlayacaktır. Gerçekten de Nakiye Hanım
kocasının yaptıkları karşısında uzunca zaman
sessiz kalmış, alkol müptelası olan eşini evde
tutmak için ona sofralar bile kurmuştur. Yahya
Kemal’in “babam
ailemizde arada bir
görünürdü” dediği bu
keyfine düşkün, okuyup
yazma bilen, memleket
meseleleri hakkında
tartışmayı sevmeyen
İbrahim Naci Bey ile okuma
yazması olmayan, ancak
geleneklere sıkı sıkıya bağlı
eşi arasında ortak bir nokta
yoktur. Sık sık Selanik’e
giden ve oradaki canlı
hayata özenen İbrahim
Naci Bey, ailesini de yanına
taşımak teklifinde bulunur.
Ancak Üsküp’e manevi
olarak bağlı bulunan
Nakiye Hanım, bu teklifi
şiddetle reddeder. O sırada
patlak veren 1897 Türk-
Yunan Savaşı, İbrahim Naci
Bey’e aradığı fırsatı verir ve
güvende olmadıkları
gerekçesiyle ailesini göçe
zorlar. Çeyizinin haberi
olmadan tellallar elinde
satılmasına ve Üsküp’ten
taşınmak zorunda
kalmasına çok üzülen
Nakiye Hanım verem olur
ve yataklara düşer. 1897
yılının eylül ayında
Üsküplülerin Nakış Hanım
dediği Nakiye Hanım ölür
ve Yahya Kemal’in hayatı
bu ölümle kökten değişir.
Beyatlı ilk şiiri Hatıra’yı
1901 yılında Üsküp’te
kaleme alır ve A.Âgah
imzasıyla İstanbul’da
yayımlanmakta olan
Musavver Terakki dergisine
gönderir. Yahya Kemal,
Beyatlı, 1916
yılında Ziya
Gökalp’ın
tavsiyesi ile
Darülfünun’a
Medeniyet
Tarihi hocası
olarak girer.
Hayatının
sonuna
kadar çok
yakın dostu
olarak kalan
Ahmet Hamdi
Tanpınar ise
onun bu
okulda
öğrencisi
olur.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
anılarında şiire başlama serüvenini anlatırken
özellikle bir nokta üzerinde durur ve çok küçük
bir çocukken onu şiire sevk eden duygunun
oluşmasında etkili olan bir isimden bahseder:
“Şiire bir aşkla başladım. Üsküp’te, yerli
mahalleler ortasında, Türkkâri eski bir
konakta oturur, bey hanedanlarından birinin
kızı, kumral ve endamlı, cazibesi ve güzelliği
mâruf, bir Redife Hanım vardı… İlk şiirim olan
bir türkü güftesini, ekseriyâ Üsküp
türkülerinde gördüğüm vezinle, onunçün
karalamağa başladım. Bu ilk eserin hemen
hiçbir mısrasını şimdi hatırlayamıyorum.”
1902’de Yahya Kemal, ailenin göçleri ve
dramından dolayı tamamlayamadığı idadi
eğitimi için bu kez İstanbul’a gönderilir.
Galatasaray İdadisi ve Robert Kolej’de okuma
imkânı bulamayınca Vefa Lisesi’ne kaydolur ve
1902 kışını İstanbul’daki akrabalarının yanında
geçirir. Beyatlı’nın İstanbul’da bulunduğu yıllar
Sultan 2. Abdülhamid’in saltanat döneminin
baskı yıllarına denk gelmektedir ve başkentin
boğucu havası delikanlı için tam bir hayal
kırıklığı olur. Genç adam çok geçmeden hâkim
baskı ortamına tahammül edemeyeceğini
anlar ve 18 yaşını doldurur doldurmaz, 1903
yılı Temmuz ayında Fransa’ya doğru yol alan
bir gemiyle Osmanlı başkentini terk eder.
Paris’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydolur
ve “Jön Türkler” olarak anılan grupla ilişkiler
kurar. Yazarın Paris’teki yaşamı 9 yıl sürmüş,
bu zaman zarfında Fransızcayı mükemmel bir
şekilde öğrenme ve Batı Edebiyatı’nı tanıma
fırsatı bulmuş, yeni bir edebiyat zevki
edinmiştir.
Paris’te genç iken koyu Boudelaire-perest
idim,
Balkon’la, Yolculuk’la, Güzellik’le mest idim.
Sinmişti şi’ri ruhuma ulvî keder gibi;
Absent’e damla damla sızan bir şeker gibi
Lâkin o bahçelerde geçen devreden beri
Kalbimde solmamıştır o şi’rin çiçekleri
Yahya Kemal 1912 yılında İstanbul’a döner,
şehrin en tanınmış eğitim kurumlarından biri
olan Darüşşafaka Lisesi’nde edebiyat ve tarih
öğretmenliği yapar. Bu yıllarda Üsküp ve
Rumeli’nin Osmanlı Devleti’nin elinden çıkması
Üsküplü şairimizi derinden yaralar:
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı “Byron”u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hülyam içinde lâl,
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını…
Her yaz şimâle doğru asırlarca bir koşu,
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu…
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Beyatlı, 1916 yılında Ziya Gökalp’ın tavsiyesi
ile Darülfünun’a Medeniyet Tarihi hocası
olarak girer. Hayatının sonuna kadar çok yakın
dostu olarak kalan Ahmet Hamdi Tanpınar ise
onun bu okulda öğrencisi olur. Ateşkes
sonrasında dönemin başkentinde yayımlanan
bazı gazetelerde milli mücadeleyi destekleyen
yazılar yazar ve imzalanacak olan barış
anlaşmasının koşulları için Lozan’a giden
heyette yer alır. Bundan sonraki hayatında
birçok diplomatik görevlerde bulunur;
milletvekilliği yapar, Polonya, Pakistan gibi
ülkelere elçi olarak atanır.
Yahya Kemal’i Tanpınar’ın ifadesiyle
anlatacak olursak “O, bizim ilk ve hakiki
klasiğimizdir.” Bir tek şiiri bile okunmadan, bir
tek kitabı bile yayınlanmadan şairliğiyle
tanınmış olan bu sanatçı hakkında Tevfik Fikret
şunu söyler: “Evvelce şiirleri vardı, şairleri
bilinmez, şimdi ise şairler meşhur, vardır lakin
şiirleri bilinmiyor.” Redife Hanım adlı bir genç
kıza duyduğu ilgi neticesinde şiire başlayan
Beyatlı, Üsküp yıllarında dönemin önemli
şahsiyetlerinden özellikle Muallim Naci ve
Abdülhak Hamid etkisinde kalmıştır. Paris
yıllarında ise bir şiir tarzı arayışı içinde olan
şairimizi etkileyen en önemli isimler Albert
Sorel ve üstat kabul ettiği Jose Maria de
Heredia’dır. Şairlik hayatında önemli etmen
olan Paris’teki eğitimini, onu Ahmet Âgah’tan
Yahya Kemal’e dönüştüren dersi, sohbet ve
okumalarından edinir: “ Bir gün, bir
mecmuada, Fustel de Comlange’ın esaslı
tilmizi olan profesör ve müverrih Camilla
Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle
benim, milliyetimizin ve vatanımızın
teşekkülüne dair dağınık düşüncelerimi
birdenbire yeni bir istikamete sevk etti.
Camilla Julian’ın cümlesi şuydu: “ Fransız
milletini, bin yılda Fransız toprağı yarattı.”
Düşünmeğe başladım. Acaba bizi de
Malazgird’den, 1071’den sonraki sekiz yüz
senede Türkiye’nin toprağı yaratmamış mıydı
?...” Paris’ten, 1912 yılında “mektepten
memlekete” dönen şairimiz
için İstanbul’a alışmak zaman
alır; fakat Türk-İslam
medeniyetinin doğduğu bu
başkente aklının yanı sıra
gönlüyle de bağlanışı çok
zaman almaz. Hem deneme
ve hatıralarının hem de
şiirlerinin en geniş, en canlı
damarı, İstanbul’un aktığı
damar olur.
Edebiyatla, milli ruhla,
medeniyetle, tarih şuuruyla,
yurt sevgisiyle, İstanbul
aşkıyla dolup taşan bu
hayatın sonunda Yahya
Kemal 1957 yılında
yakalandığı bir çeşit bağırsak
iltihabı nedeniyle tedavi için
Paris’e gider. Takvimler 1
Kasım 1958’i gösterdiğinde
ise ilk ve hakiki klasiğimiz
tedavi gördüğü Cerrahpaşa
Hastanesi’nde hayatını
kaybeder. Türk edebiyatının
devlerinden biri olan Yahya
Kemal’i Hüseyin Gezer, 1968
yılında İstanbul’da Maçka
Parkı’na heykelini diktirerek
ölümsüzleştirmiştir.
“Bitmemiş
şiirler
Yahya
Kemal’in
kalbinde,
kafasında
kanayan
damarlar
gibiydi.”
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir Başka Tepeden
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.
Geçmiş Yaz
Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle
Her anını, her rengini, her şi'rini hazdan.
Halâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan
Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Rindlerin Ölümü
Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Sirâz'i hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Özleyen
Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde,
Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde!
Dağlar ağarırken konuşurduk tepelerde,
Sen nerde, o fecrin ağaran dağları nerde!
Akşam, güneş artık deniz ufkunda silindi,
Hülya gibi yalnız gezinenler köye indi
Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi,
Gönlümle, hayalet gibi, ben kaldım o yerde.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yıl 1912... Elinde bavuluyla, uzun boylu, iri yapılı, yirmili yaşlarının sonlarında gösteren; saçlarını
özenle ortadan ikiye ayırıp yatırmış, hafif kilolu bir beyefendi “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre
değer...” dediği İstanbul’una döndü. Padişahın baskılarından kurtulmak için kaçıp on yılını geçirdiği
Paris’ten sonra şehri değişmiş buldu. Ya da değişen kendisiydi. Bakışıydı belki. Nitekim Ahmet Âgâh
iken Yahya Kemal olan da kendisi değil miydi?...
O yıllarda on beş yaşlarında bir delikanlı da ilk şiirlerini yazıyordu. Annesiyle babası sonunda
boşanmaya götürecek olan şiddetli bir geçimsizlik yaşıyordu. Bahriye Mektebi’nde okuyan başarılı
oğlunun şiire, edebiyata ilgisi ve yeteneğini fark eden annesi Celile Hanım sonraları oğlunun “Mavi
Gözlü Dev” diye anılacağını bilmiyordu...
Bir gün Yahya Kemal’e bir not geldi. Öğrencisi Nazım’ın validesi kendisinden oğluna özel şiir dersleri
vermesini rica ediyordu. Bu teklif Yahya Kemal’in de hoşuna gitti ve Genç Nazım’ın şiir hocası olarak
eve gelip gitmeye başladı. Hafta sonları Nazım Hikmet’e şiir dersleri verirken; İstanbul’un en güzel
kadınlarından olan Celile Hanım’la da yakınlaştı. Nazım’a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda
Celile Hanım’la sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetler ediyordu. Tutkuyla, kıskançlıklarla,
acılarla dolu; tarihin tozlu sayfalarında gizlenen bir aşk başlıyordu...
Bir süre sonra bu birlikteliğin yankısı Nazım’ın ve Necip Fazıl’ın öğrencisi olduğu Bahriye Mektebi’nde
de duyuldu. Dedikoduların ayyuka çıkması üzerine Yahya Kemal bir süre okula gitmedi. Döndüğünde
ise pek bir şeyin değişmediğini fark etti. Ancak Yahya Kemal’in Celile Hanım’la aşkı heyecanından bir
şey kaybetmiyordu. Ta ki o güne dek...
Rindlerin AŞKI A. Bengisu AKDAĞ
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir gün yine özel ders için erkenden gittiği evde, Nazım hocası
Yahya Kemal ile annesinin yakınlığını gördü. Hiçbir şey demeden
çekip giderken, hocasının ceketinin cebine bir not bıraktı. Yahya
Kemal daha sonra cebindeki bu notu buldu:
“Öğretmenim olarak girdiğiniz bu evden babam olarak
çıkamayacaksınız!”
Bunun üzerine ünlü şair tedirgin oldu. Bir süre Celile Hanım’ın
evine gitmedi. Genç Nazım’la karşılaşmaktan çekindi. Celile
Hanım ise Yahya Kemal için kocasından boşanmış ve dedikoduları
iyice haklı çıkarır hale getirmişti. Şairin ise son olaylar üzerine ruh
dünyası da iyice karışmış ve görüşmesini azaltmıştı. Celile Hanım
evlilik teklifi beklerken Yahya Kemal dostu Yakup Kadri’ye “
Evlenmeden bu kadar dile gelmiş biriyle ben nasıl evlenirim?”
diyordu. Anılarında her ne kadar “1916 yılından 1919’a kadar bir
kadına deli gibi âşık oldum... Bu kadın yazın adada otururdu;
ben de oradaydım. Deli divane olmuştum...” dese de Celile
Hanım’a teklif etmiyordu. Belki böylesi bir güzelliğe sahip
olmaktan çekindiğinden, belki gururdan, belki özgürlükten, belki
etraftan, Nazım Hikmet’ten...
O günlerde Celile Hanım Yahya Kemal’e yazdığı mektubunda:
“Bugün Pazar, belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede
bekledim. Gelmedin... mahzun oldum... Beni niye aramadın...
Sana gücendim canımın içi... Salı’dan beri evdeyim, dikiş
dikiyorum. Evimiz için çalışıyorum...” diyordu ancak o ev hiçbir
zaman olmadı...
Teklif bekleyen Celile Hanım’a Yahya Kemal’den yalnız bir veda
mektubu geldi. Mektubun ardından ayrılığın acısı üzerine Celile
Hanım İstanbul’dan adeta kaçarken Yahya Kemal hayatındaki en
büyük aşkının Ada’dan gemiyle uzaklaşışı esnasında çaresizliğini
mısralara döktü:
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler
Bilmez ki giden sevgililer geri dönmeyecekler”
“Bugün Pazar,
belki gelirsin
diye üç
vapurunu
pencerede
bekledim.
Gelmedin...
Mahzun
oldum...
Beni niye
aramadın...
Sana gücendim
canımın içi...
Salı’dan beri
evdeyim, dikiş
dikiyorum.
Evimiz için
çalışıyorum...”
diyordu ancak o ev
hiçbir zaman
olmayacaktı...
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Paris’e gidip orada sanatıyla, resimlerle ilgilenen Celile Hanım unutmaya çalıştı yaşadıklarını.
Uzun yıllar sonra döndü İstanbul’a...
Yahya Kemal bu tarihlerde şiirleriyle Türk edebiyatının baş aktörleri arasına girmiş, “Dergâh” adında
dergi kurmuş, Mustafa Kemal ile tanışmış, 1923’te milletvekili seçilmişti. Büyükelçi olarak yurtdışına
gitmiş, 49’da yurda dönmüştü. Ancak yine de kalbi
“Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden;
Mehtap... İri güller... Ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!” diyordu...
Nazım Hikmet ise büyük bir şairdi artık ancak demir parmaklıklar ardındaydı. Celile, aşk acısından
sonra şimdi de oğlunun acısını yaşıyordu, yaşlanmıştı. Oğlunun hapislerden kurtulması için Galata
Köprüsü’nde açlık grevine başladı. Gururunu hiçe sayıp milletvekili Yahya Kemal’e gönderdiği yardım
isteği mektubu cevapsız kaldı. Bir gün Galata’da grevdeyken eski sevdiğinin yanından geçtiğini fark
etti ancak Yahya Kemal onu görmezden gelerek uzaklaştı ardına bakmadan. Celile Hanım’ın artık
darbelere duracak gücü kalmadı, görmez oldu gözleri. 1956’da Yahya Kemal ve oğlu Nazım için atan
kalbi dayanamadı daha fazla...
Aynı yıl Yahya Kemal ağır bir hastalığa yakalandı. Tedaviler için Paris’e gitti. Ne var ki bir yıl sonra
58’in soğuk bir Kasım gününde;
“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
...Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.”
mısralarının şairi hayata veda etti. Öldükten sonra evraklarının arasından kurumuş bir çiçek çıktı, bir
de not:
“ Bu zarfın içindeki hatıra aşkından vazgeçemediğim kadının, o veda
gecesi nadide göğsünden verdiği çiçektir. Koparıp verdiği bu iki yaprağı
daima muhafaza edeceğim.”...
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yahya Kemal’den Abdülhak Şinasi’ye Mektup 13 Ekim 1926 -Varşova
Sevgili Abdülhak Şinasi,
Adresinizi bugün öğrendim ve hemen yazıyorum; birkaç ay önce öğrenmiş olsaydım ne
kadar iyi olurdu. Korkarım ki bu mektuplaşma konusunda yine beni haksızlıkla
suçlandıracaksınız. Siz benim adresimi biliyordunuz, niçin iki satırlık bir şey yazmadınız
desem, çıkışmamın haklı olduğunu kabul eder misiniz?
Her ne ise… Bildiğiniz gibi, dört aydan beri Varşova’dayım. Çok sükûnlu bir hayat
geçiriyorum. Çalışma haricinde aralıksız okuyorum. Edebiyatın sağlam ve gerçek çeşidi
olarak nazarımda tarih kaldı. Şiir edebiyattan sayılmadığı için onu nadir ve müstakil bir
cevher olarak bir tarafa bırakıyorum. Dediğim gibi, bir hayli eski tarih okudum. Şimdi, bu
yaşımda, daha iyi anlıyorum. Diyebilirim ki, vatanda milli kuruluşumuzu, ilk defa iyi
anladım. Etrafımda İstanbul kütüphaneleri bulunmadığıma yanıyorum. İstanbul’da iken
vaktimi boşuna geçirdiğimi, az okumuş olduğumu anlıyorum.
Okumakta olduğu gibi, yazıda da edebiyat heveskârlığından uzağım. Ben şiirdeki birkaç
parçamdan memnunum; fakat okunacak şeyleri okumakta geciktiğime pişmanım. Henüz
vakit var mı diyeceksiniz? Onu pek zannetmiyorum. Girdiğim yaştan iniş aşağı bakmaya
başladım. Bizim nesil ihtiyarladı ve ihtiyarlığının pek farkında değildir, ben farkına vardım.
Varşova’dan ikinci bir mektubumda bahsedeceğim. Bu İlk mektubum bir giriş olsun, özlem
ve sevgiyle ellerinizi sıkarım aziz ve biricik kardeşim efendim.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nüktelerle YAHYA KEMAL LİSTE
“Yahya Kemal, öğle üstü Abdullah Efendi Lokantasında
büyük bir iştiha ile yemek listesini gözden geçiriyordu:
-Tatar böreği... İç pilav... Zeytinyağlı enginar... Kuzu
çevirme... Yoğurtlu kebap... Badem tatlısı... Kaymaklı
baklava...
Şair, ağzını şapırdatarak, her günkü sofra arkadaşlarına
listeyi gösterdi:
- İşte, Türkçede okumaya doyamadığım en leziz eser!...”
Yahya Kemal bir gün uzun
zamandır görüşmediği biri ile
karşılaşır.
O kişi Yahya Kemal’i görünce
onun kilo almış bu son hali
karşısında şaşırır ve
konuşmaya başlar:
“Ne o Yahya? Ayıya
dönmüşsün.”
Yahya Kemal duraksamadan
cevap verir:
“Ya öyle mi? O zaman ben de şu
tarafa döneyim.”
ÜSTADIN İNTİKAMI
Yahya Kemal’e yetiştirdiler:
-Dün gençlerden biri sizin şiirlerinizi okudu.
-Okusun!
-Fakat okurken şiirlerinizi mahvetti!
Üstat öfkelenmedi:
-Çok iyi etmiş!
-Sahi mi söylüyorsunuz?
-Evet, çok iyi etmiş… Zaten o şiirler beni mahvetmişti,
gençler de onları mahvetmek suretiyle benim
intikamımı almış oluyorlar!
Ratip Tahir’e göre Yahya Kemal. Karikatür dergisinin 3 Aralık
1942 tarihli sayısında çıkan bu karikatürün alt yazısı
şöyledir: “En ince şairimiz!”
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
PATAVATSIZ
Yüzsüz ve patavatsız bir adam, bir gün
Mehmet Akif ile Yahya Kemal’i sohbet
ederken buldu.
Beyatlı Akif’e hararetli bir şeyler
anlatıyordu. Pata küte lafa karıştı ve Yahya
Kemal’e takılmak istedi:
“Üstat, yine ne yalanlar atıyorsun bakalım?
Dedi.
Mehmet Akif bu densizliğe bozulmuş, yüzü
kızarmıştı. Fakat Yahya Kemal bozuntuya
vermeden adama cevap verdi:
“Üstat Akif’e seni methediyorum..!”
Hangisi Güzel?
Genç şairlerden biri Yahya
Kemal’e bütün şiirlerini
okur. Nihayet sorar:
“ İçlerinden hangilerini
beğendiniz?”
Yarım saattir hafakanlar
geçiren üstad cevap verir:
“Henüz okumadıklarınızı!...”
Yahya Kemal'e dostları sorar:
“Üstadım sabahtan akşama kadar nerelerdeydiniz?
Gözükmediniz.”
Bir tek kelimeyi bulmak için 14 yıl beklediği “Rindlerin
Ölümü” şaheserinin sahibi cevap verir...
—Tabii ki bir şiir üzerinde çalışıyordum.
“Epey yazmışsınızdır” denilince cevabı şu olur:
—Evet, çok yazdım. Sabah bir virgül koydum. Akşama
kadar düşündüm. Gelirken o virgülü de sildim.
Derleyen:
A. Bengisu AKDAĞ
Kaynak: Türk Edebiyatı
Dergisi – Aralık 1984 Sayı:
134
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Şimdi şiir zamanı gelsin ilham,
Aksın ırmaklar, dökülsün kelam.
Mücerred bir hayat içinde akan zaman
Maddeden manaya, mücerrep bir Süleyman.
Gün geceye varınca yorulur dizelerim,
Yorgunum bu saatte anca şiir demlerim.
Buralar hep çorak, hep ıssız
Terkedilmiş tarlalar hep susuz.
Nerede o eski yemyeşil yaylalar?
Nerede o güzel ak ve pak insanlar?
Nerede insanlık?
Hepsi mi ölmüş herkes mi gitmiş?
Bu vedalar hep mi acıklı,
Bu vedalar hep mi karmaşık,
Bu vedalar hep mi hüzün kokar?
Sol yanım neden hep yarım?
Çiçekli bahçelerde, hep sonbaharda
Dökülür tüm yapraklar, soldu güller,
Karardı gökyüzü karıştı birbirine yıldızlar.
Karmaşık düşünceler, ardışık yanılmalar,
Döküldü son kelam öksüz kaldı kalem.
Defter yırtıldı gitti,
Söz bitti.
Şu ölümlü dünyada insan insanı kırar mı?
Ölüm vakti gelince bin ah etsen işe yarar mı?
Hayat fani, ölüm ani, kim baki?
Söylesene dost, doldursun mu saki?
Satırlar derine inse,
Dillere şeker ezse,
Gönül meclisi dolsa da
Her yürekte bir gül açsa.
Gece çöktü, şehir karardı.
Şiir kurudu, yaprak sarardı.
Vakit doldu, güller soldu
Nefes sahibine buğz etti.
Söz bitti.
Edebiyat, ışıksız parlayan medeniyet
Şiir şairden gönül ehline mektubat.
Süleyman ERKUT
MUHTEVA Hat: “Bu da geçer ya hu”
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HÜZÜN TÖRPÜSÜ Ömür değil hüzün törpüsü olur daima benden. Hatırlıyorsan... Hüznün kırıklarını az temizlemedim yüreğinden…
Doğukan Doğan
KEŞKE Gitmeliydim… Senden, bu şehirden, gözlerinden. Sende sevdiğim her şeyinden, her zerrenden. Keşke bir dublörüm olsaydı o an, filmlerdeki gibi. Zor sahneleri ona devretseydim önceden. Ben sadece dursaydım, O da benim yerime gitseydi senden...
Doğukan Doğan
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Modern
İRAN Edebiyatının
Yabancısı
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi
yavaş yavaş ve yalnızla yiyen, kemiren yaralar.
Kimseye anlatılmaz bu dertler, çünkü herkes
bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle
bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da
yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve
kendi akıllarına göre hem saygılı hem alaycı bir
gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi
de, devası da yoktur bu dertlerin. Tek ilâç
şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve
uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte
uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da
etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok
geçmeden daha da şiddetlendirirler. Acaba
bir gün bu metafizik olguların, ruhtaki bu
kendinden geçme halinde ve uykuyla uyanıklık
arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı
anlaşılabilecek mi?
(...)
Bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara,
tutkulara, arzulara, sahip insanlar niçin
kırarlar beni? Ancak benimle eğlenmek, bana
çatmak için yaratılmış bir avuç gölgeden başka
bir şey mi bunlar? Ne hissetsem, ne görsem,
neye değer versem hepsi, baştan sona bir
vehim değil mi, gerçekten hayli büyük bir
kuruntu değil mi? Fakat ben gölgem için
yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı
gölgem için. Kendimi ona tanıtmalıyım."1
Yukarıdaki satırlar modern İrân
edebiyatının popüler temsilcisi olan Sâdık
Hidâyet'ten. Kendini bütünüyle karamsarlığa
ve iç beniyle yiyip bitirdiği, daima sorguladığı
vâroluşum problemi ona bu yukarıdaki satırları
yazdırdı.
Kalemi güçlü olan bu yazar, Batı’daki Albert
Camus, Jean Paul Sarte'nin Doğudaki
1 Bûf-i Kûr - Kör Baykuş- Sâdık Hidâyet - Çev. Behçet
Necatigil, YKY,2014
temsilcisidir. 17 Şubat 1903'te Tahran'da
doğdu. Soylu bir ailenin çocuğuydu.
Ortaöğrenimini Tahran'da tamamladıktan
sonra mühendislik okumak için Belçika'ya gitti.
Ancak edebiyata ilgi duyduğundan öğrenimini
yarıda bırakarak Paris'e gitti. Orada Fransız dili
ve edebiyatını yakından inceleme fırsatı buldu.
İlk öykülerini de burada yazdı. Tahran'a geri
döndü. 1936'da Hindistan'a geçerek orada
Sâsânî Pehlevisini ve Sanskritçe öğrendi.
Budizm'i inceledi ve Buda'nın bazı yazılarını
Farsçaya çevirdi. İran'a döndükten sonra kısa
bir süre memurluk ve mütercimlik yaptı.
1950'den sonra yine Paris'e gitti ve 9 Nisan
1951'de en şık giysileriyle elinde birkaç parça
kağıtla otel odasının bütün açık yerlerini
kapadıktan sonra havagazını açtı ve üçüncü
intihar denemesini başarıyla gerçekleştirdi.
Kendini,"Hayat hikâyemde önemli bir
şey yok, başımdan ilginç olaylar geçmedi. Ne
yüksek bir mevki sahibiyim, ne de sağlam bir
diplomam var. Okulda hiçbir zaman örnek
öğrenci olamadım, başarısızlık her yerde buldu
beni. Nerede çalışırsam çalışayım silik,
Modern İran Edebiyatının Yabancısı: Sâdık Hidayet
Mehmet Altınova
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
unutulmuş bir memudum; şefleri memnun
edemedim. İstifa ettim mi seviniyorlardı...
Bırak gitsin, yaramaz! Çevrem böyle görüyordu
beni, haklıydılar belki de." diye tanıtıyordu en
yakın arkadaşı ve kendisi gibi yazar meslektaşı
Bozorg Alevî'ye.
En tanınmış eserlerinden biri Kör
Baykuştur. Bu eserde de yine varolma
problemini anlatmıştır. Albert Camus'un
Yabancı adlı romanına benzer. Kahramanın
adından söz etmeden aslında bir bakıma
kendini anlatmaktadır. Olayların zamandan ve
mekândan ayrı olması aslında bir bakıma
bunun da göstergesidir. Yazar bize aslında,
"Zaman ve mekan değil önemli olan varolma
olayıdır.” Demek istemiştir.
Andre Rousseaux'un " Yüzyılımız edebiyat
tarihinde bir kilometre taşıdır." diye övdüğü
kitap aslında doğru bir ifadedir. Çünkü İran'ı
biz her zaman şiiriyle ön planda olan bir
toplum olarak görüyoruz. Gerek bilimsel
kongrelerde gerekse herhangi bir cemiyette
söz konuşulmadan önce Hafız-ı Şirâzi'den ,
Mevlana'dan; yakın tarihe gelecek olursak
Furuğ Ferhuzzat'tan Hûşeng-i İbrihâc-ı
Sâye'den Mahûr Ahmedî'ye kadar şiirler
okunur öyle başlandığı toplumdan Firdevsî'nin
Şehname'sinden sonra silsile halinde büyüyen
edebiyatta , Sâdık Hidâyet modern İran nesir
geleneğine önderlik etmiş kendisinden sonra
gelen yazarlara ilham kaynağı olmuştur.
Romanlarının yasaklanması onu
karamsarlığa düşürse de, o her zaman kendi
varoluşçuluk anlayışını tamamlayamasa da
gelecekte onu okuyan insanların vâr
olduğundan emindi. Yazamadığı hikâye'nin
parçalarını ölmeden önce elinde tutarken
üzerinde şunlar yazılıydı:
" Annesi" Salgı salamaz ol!" diye beddua eder
yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ
yapamayınca ölümüne kurban gider." Kim
bilirdi, hayat hikâyesiydi bu cümleler...
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
RUHSAT
Yıllarca yaşadık rahatımız kaçacak korkusuyla.
Ne kazandırdı bize susmak
Tereddütlü bekleyişlerden başka?
Gördük; gördükçe inkar ettik,
İnkar ettik, münkir olduk.
Gerçeklerden kaçmak yükseltmedi zamanın debisini.
Ezildik yalnızlık yükünün altında,
Yine sağ çıktık.
Ve ben hep seni seçtim.
Bir şeyler de eksik gibiydi lakin;
Bizi yaratıp
Seni bana bulduranın bahşettiği,
Erişemediğimiz bir şeyler...
Bu yüzdendir seni seviyorum diyemeyişim.
Gülemem gözlerine,
Görmeden içlerindeki nuru.
Beni sev diyemem sana,
Sevmeden her mümini,
Arkasından bir Fatiha okumalık.
Duasını edemem
Kavramadan yağmurdaki rahmeti.
Bir gün gelecek;
Yüreklerimiz kabaracak,
Minareler gibi aziz olmayı yeğleyeceğiz
Gökdelenler gibi yüksek olmaya,
Elhamdülillah deyip şükredeceğiz.
O vakte kadar -ki Hakk nasip etsin-
Kalbim; yorgun, yaralı, içe doğru bükümlü
Aklım; karmaşık, seni düşünmekle yükümlü.
Aziz NADİR
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sezen Aksu’nun İhaneti Müziğin içine doğdum, onun içinde
büyüdüm. Sonra edebiyat girdi hayatıma
şiiri keşfettim. Babam sayesinde de
şiirlerin pekâlâ şarkı olabileceğini… “Işığın
Yansıması” grubu Orhan Veli’nin Nazım
Hikmet’in şiirlerini alıp besteliyordu. Ben
de güzel güzel dinliyordum.
“Hürriyete Doğru” şarkısı benim en
sevdiğim şarkıydı. Orhan Veli’nin olduğunu
çok sonra öğrenecektim.
“Ezginin Günlüğü” de geldi girdi hayatıma,
kabullendim.
Yıllar geçti, şarkılardan önce şiirleri
keşfetmeye başladım. İkinci Yeni’nin Üç
büyüklerini ve Tomris aşkını mısralarda
öğreniyordum. Yeni
şiirler keşfediyordum.
Bu aşkı “Sayım” şiiriyle kelimelere dökmüş
Cemal Süreya… Öğreniyorum ki Sezen
Aksu 2011 yılında çıkardığı “Öptüm”
albümüne bu şiiri koymuş. Hakkını
yemeyeyim, güzel olmuş. Severek
dinledim bu güne kadar. Sezen Aksu’nun
şarkılarını dinlemeyi severim zaten. (“Koyu
Sezenciler”den değilim, yanlış olmasın.)
Tesadüf eseri öğrendim ki Sezen’in ilk şiir-
şarkısı bu değilmiş. “Deli Kızın Türküsü” de
bir şiirmiş. Bir kadın şairin hem de: Gülten
Akın.
Bir süre Sezen’in şarkı şiirleri dikkatimi
çekmedi taa ki Onat Kutlar’ı tanıyana
kadar.
Bir de baktım ki Onat Kutlar’ın “Tutsak”
şiirini 1991 yılında Sezen Aksu albümüne
almış. Başımdan aşağı kaynar sular
döküldü…
O şiir benimdi, ilk ben keşfetmiştim, böyle
olamazdı… Haksızlıktı bu!
Hangi şiiri sevsem altından Sezen Aksu
çıkıyor şu sıralar.
Sezen Aksu bana ihanet ediyor… !
Işık Selin ORHUNTAŞ
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KUM
Sen kum nedir bilmezsin
Deniz görmedin ki.
Yum gözlerini, zamanı düşün,
Deniz bir gözünde
Kum bir gözündedir.
Sen tas nedir bilmezsin
Dağa çıkmadın ki
Yürü ufuklara doğru,
Dağ bir ayağında
Tas bir ayağındadır .
Sen kül nedir bilmezsin
Ateş yakmadın ki,
Uzat ellerini gökyüzüne,
Ateş bir elinde
Kül bir elindedir .
Sen kan nedir bilmezsin
Ölmedin, öldürmedin ki,
Yat toprağa boylu boyunca
Ölüm bir yanında
Kan bir yanındadır .
Sen ask nedir bilmezsin
Beni sevmedin ki
Ağla, ağlayabildiğin kadar
Bütün güzellikler sende
Aşk bendedir.
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
04.11.1984
30. Ölüm Yıl
Dönümünde Usta Şairi
Saygıyla Anıyoruz...
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yaşanmışlıkların, şartların, zorunlulukların yön
verdiği insan, bir kelebek misali kısacık
ömründe, oradan oraya konar durur. Bazen,
yağmur kanatlarını ıslatır uçamaz olur insan.
Bazen dikenler yolunu keser, gidemez olur.
Rüzgar, alır onu sevdalısı olduğu yeşilden
ayırır, çöllere düşürür. Bazen de ‘’ Sen, tam
burada duracaksın. ‘’ der hayat. Kıpırdayamaz.
Balçık gibi toprağa, yapışır ayakları. Tüm
bunları bizzat yaşayan, her birini tek tek
deneyimleyen bir âşık Dadaloğlu. Hepimizin,
‘’Başkaldırı şairi ‘’ olarak bildiği, aşkı da doğayı
da sılayı da en yoğun şekilde yaşamış, anlatmış
bir âşık. Bir kelebek gibi hür, bir kelebek gibi
güçlü. Bir o kadar narin. Bir o kadar da hayata,
zorlamalara başkaldıran. Oradan oraya konup,
yerinde duramayan…
Avşar ilinden çıkmış gelmiş bir yüce gönül. Dur
durak bilmeyen, illeri, yolları arşın arşın giden
bir yiğit yürek. Ömrü yollarda geçmiş, göçebe
bir topluma mensup bir halk şairi Dadaloğlu.
Bütün yaşayışı, duyuşu, düşünüşü göçebe
toplumun köklerinden gelir. Fakat bir gün,
Padişah ferman verir. Göçebe olarak yaşamını
sürdüren boylar, bir toprak parçasına
yerleştirilmek istenir. Adeta ayaklarına
prangalar vurulacakmış gibi hissederler. Ayağı
balçıktan toprağa yapışmış bir kelebek
kolonisi… Kabul etmek istemezler bu durumu
ve kaldırırlar başlarını. Dadaloğlu da aynı
şeyleri hisseder. Âşıklığının da yardımıyla bize
bunu sözleriyle duyurur. O, vatanı saydığı
yaylalardan, dağlardan, bozkırlardan kısacası
doğadan kopmak istemez. Bunun için, en tok
ve güçlü sesiyle seslenir bize ;
Belimizde kılıncımız Kirman’i
Taşa geçer mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Kelebek, ayrıldı mı kozasından bunun acısını
yaşar gönlünde uzunca bir müddet. Ayrılık,
sılanın kalp burkan acısını döker sözlerine. Her
bir türküde her bir şiirde usul usul, ya sesli ya
sessiz anlatır bunu bize. Dadaloğlu işte bu
sızıyı işler şiirlerine. O, alıştığı hayattan
kopmak istememiştir ve bunun için cenk
etmiştir. Fakat, ayrılık kaçınılmaz son olmuştur
Kozasından Ayrı Düşen Kelebek Busenur Aslan
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
onun için. Anlayacağınız üzere onun ayrılık
acısı çekmesinin nedeni umursamaz sevgili
değildir. O alışık olduğu dağından,
toprağından, yaylasından ayrıldığı için çeker bu
acıyı. Ve bu acı kalbini bir kor gibi yakan
ateştir. Suya ihtiyacı vardır fakat su, yani
alışılagelmiş hayat artık elinden alınmıştır.
Yakın olan artık ıraktır. Bu yerleşikliğe geçişin
açmış olduğu ayrılık yarası çok büyük ve acı
doludur. İşte bütün bu incitici duyguları
anlatırken de şöyle seslenir bize;
Ölürüz de kömür gözlüm ölürüz Dost ağlasın zalim felek utansın Kıyamette kavuşmak var biliriz Dost ağlasın kahpe felek utansın Bir çıkmaza girdi bugün yolumuz Geçit vermez sağımızla solumuz Kalır gayrı bizim burda ölümüz Mert ağlasın namert olan utansın
Doğa, daima insanla birdir. Hatta öyledir ki
doğa yoksa insan da yoktur. Dadaloğlu bunu
çok iyi bilmektedir. İnsan sırtını doğaya
dayadıkça vardır. Doğa hem yoldaştır insana,
hem sırdaş, hem de bir karındaş. Göçebe
hayat yaşayan insan, hareket insanıdır.
Oturmayı, durağanlığı sevmez. Bu ona bir
huzursuzluk verir. Bu yüzden yerleşik düzen
onlara zor gelir. Başlarında taştan aşılmaz bir
çatı vardır belki, ama sırtını dayadığın bir
ağacın huzurlu gölgesi yoktur. Hepimizin aşina
olduğu sırtını dayama yani güven duyma
doğadan uzak kalındığı zaman yitirilir. Bunu
çok yoğun bir şekilde yaşamıştır Dadaloğlu.
Doğaya duyduğu güveni, onda bulduğu huzuru
bize şu şekilde aktarır;
Çınar sana arka verip oturan Pöhrenk ile sularını getiren Yoksulların işlerini bitiren Samur kürklü koca beyler nic’oldu Tavlasında arap atlar beslenir Konağına baz şahinler seslenir Duldasında nice yiğit yaslanır Boz kır atlı yüce beyler nic’oldu
Yerleşik hayata geçmek öyle kötü gelir ki
Dadaloğlu’na, ölümle eş tutar bunu. Hatta
dünya tersine dönmüş ve kıyamet kopmuştur
artık. Her şey farklıdır, bambaşkadır
alışılandan. Kalbinde bunun acısı kavrulurken
ölüm daha yavan gelir ayrılıktan. Ölmek mi
kolaydır yoksa yerleşik düzene geçmek yani
kendin olmaktan çıkıp başka bir şey olmak mı
? Tüm bu düşünceler, buhranlar da
şekillendirir onu. Bütün bu durum karşısında
bize şunu aktarır;
…Aşağıdan iskân evi geliyor
Bezirgânlar koç yiğide gülüyor Kitabın dediği günler oluyor Yoksa devir döndü âhir zaman mı? Aşağıda akça çığın ötünce Katar başı mayaların sökünce Şahtan ferman Türkmen ili göçünce Daha da hey Osmanlı’ya aman mı. Dadaloğlu’m sevdası var başımda Gündüz hayalimde gece düşümde Alışkan tüfekle dağlar başında Azrailden başkasına koman mı.
Savaşmak hayata karşı ve bir kendin olabilme
gayesi içinde olmak... Doğadan, bitkiden,
yemyeşil ovalardan ve yaylalardan ayrılığın
acısını duymak en derininde... İnsanı, hayvanı
sevmek... Kendin olamamanın buhranlarını
yaşamak... Aşık olmak, özlemek, unutulmak...
Kısacası, insan olabilmek... Bunların hepsini
bulabiliyoruz Dadaloğlu’nda. Çünkü o, bir
gönül ehli, cenk adamı, duygularını en
derininde yaşayan bir âşık. Sevgisini, ülküsünü
avaz avaz bağıran bir şair. En başta da dediğim
gibi o, hayat karşısında dimdik duran, rüzgarın
çöllere sürüklediği, yağmurun sulara
düşürdüğü inatçı ve asla yılmayan bir kelebek.
Kelebek çünkü o bir gönül adamı ve
duygusunu en uçlarda yaşamış, özlemiş, acı
çekmiş, incinmiş bir âşık.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARDINDAN
Uyandım. Sağımda kalan ahşap komedinin üstünde eski bir saat vardı.
Kafamı kaldıramıyordum. Kolumu uzatarak saati elime alıp yüzüme
tuttum.Tam on yedi saattir uyuyor olduğumu fark ettiğimde dehşete
kapıldım.Tembel bir yaşama sahip olmama rağmen geç kalkmak pek
adetim değildir.Teyzeme çok ayıp olmuştu.Kim bilir kaç saattir
kahvaltı yapmak için beni beklemiş,uyandırmaya da kıyamamıştı.Ona
destek olmaya gelmiştim.Kendime kızarak odadan bir hışımla fırladım
ve elimi yüzümü yıkadıktan sonra aşağıya indim.Teyzem ortalıkta
yoktu.Yine panik olmuştum.Teyzemi çok seviyor olmam onun bu
aniden yok oluşlarına ve gizemli hallerine kızmama tabi ki engel
değildi.Korkuyla onu evin içinde aramaya başladım.Anlamadığım bir
nokta daha var ki bu yaşta yalnız bir kadın neden bu denli büyük bir evde yaşamaya devam
ediyor?Ben bu sinir harbiyle kendi kendimle cebelleşirken açık kalan mutfak penceresinden kürek sesi
geliyordu.O an aklıma geldi ki teyzem kayboldu diye feryat figan dolanırken onun için getirdiğim
tohumlar bahçede çantamın içinde kalmıştı.Sanırım kadıncağız benden fayda olmadığını anlayınca
yine çareyi bahçesinde aramaya başlamıştı.Bu doğa aşığı kadının başına neden böyle aksilikler geliyor
diye düşünürken gözüme buzdolabının üzerindeki bir kavanoz ilişti.İçinde bir sürü ıhlamur yaprağı
vardı.Teyzem bahçesiyle ilgilenirken ben de ona en sevdiği şey olan ayvalı ıhlamur yaptım.Bir bardak
ona bir bardak kendime alıp bahçeye çıktım.Teyzem beni henüz görmemişti ki anlamadığım bir
sebepten dolayı toprakların içine çakılıverdim.Elimdekiler toprağa dökülmüş,çamur halinde beyaz
elbiseme bulaşmıştı.Ben sakarlığımla kendi kendime kavga ederken gerçekten ‘’süt dökmüş kedi’’
tanımına bizzat uygun Mırnav’ı gördüm.Düşmeme sebep olan tabi ki Mırnav’ın vazgeçmediği ayaklara
dolanma alışkanlığıydı.Ve ben bu telaşeyle benim için İzmir’in simgesi olan bu küçük hınzırın varlığını
unutmuştum.Ah benim küçük kızım,acaba hissediyor muydu zavallı teyzemin üzüntüsünü?Herkes
gitmiş,bir tek o terk etmemişti teyzemi 14 yıldır.Ben her gelişimde onun yaşlandığını düşünsem de o
hep bir çocuktu,oyuncuydu.İyi ki burada,teyzemin yanı başındaydı.
Teyzem gülerek elinde bir bezle geldi ve üzerimi temizlememe yardımcı oldu. Tabi ki kargalar
kahvaltısını etmeden, horozlar ötmeden, o güzelim kuşlar böcekler uyanmadan önce uyanmıştı.
Kendisine meşgale arıyordu. Uyuduğum saatlerde Ertan eniştem gelmişti. Teyzeme bu kadar
olumsuzluğu yaşatan birine ben de hala neden enişte diyorsam? Alışkanlık sanırım. Velhasıl teyzemi
kanlı canlı görünce pek bir mutlu oluvermiş. Adamın karısı ölüyor bizimki hala neden teyzemin
peşinde onu da anlamıyorum. Bunların hepsini bu kadar sert bir üslupla olmasa da teyzeme söyledim.
Hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Üstelik faili meçhul bir cinayet teyzemin üzerine her an
kalabilirdi. Onun bu sakin tavrı beni her defasında deli ediyordu. Hemen bir plan yapmalıydık. Teyzem
artık burada yaşayamazdı. Ona böyle bir bahçeyi vaat edemezdim ancak Mırnav’ı da alıp buralardan
gitmenin vakti artık gelmişti.
Sırdem Kemiksiz
Bölüm -5-
Devamı gelecek…
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Son dem, son satır, son anı,
Ölüm meleği verdi ilhamı.
Yaktık yıktık, parçalanıp dağıldık.
Vurduk dibe, öldük de uyandık.
Bu kadar merhamet yağdıran ilahi güç,
Bana zerre rahmet vermiyor. Niye?
Rahmet hikmette gizli yağmıyorsa yağmur,
Bulutlar ardında güneş bekleniyor diye.
Tesellimi tecellimi içimdeki elçiye,
Sorgu sual halindeki bekçiye,
Sofulara takıldık, yanıldık.
Hayyam olup dağıttık.
Fırtına kasvet üzere gizlendik.
Haşim olup karamsarlığa bezendik.
Yesevî’den dem vursak,
Her dem söz savursak.
Bilmem halim nicedir,
Halden geçmiş delidir.
Deli, veli bilmem ilim kimdedir ?
Allame olmuş Mevlânâ bendedir.
Hakkı söyledik batıl oldu,
Söz savurduk bardak doldu.
Nice kelam kalemde unutuldu,
Yazamadan an geldi kalp durdu.
Irmaklar aktı gitti,
Söz bitti.
Süleyman Erkut
ÂLEM-İ ERVAH
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
TUDOR KIZLARININ
SAVAŞI Tuğçe Erkol
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
7 Eylül 1533'te Doğan I. Elizabeth, VIII. Henry
Tudor'un ikinci resmi eşi olan Devrik kraliçe
Anne Boleyn'den olan tek evlâdıydı. Tudor
Hanedanı'ndan çıkan kral ve kraliçelerin
beşinci ve sonuncusuydu.
Yaşamı boyunca hiç evlenmeyen Kraliçe
Elizabeth bu nedenle Bâkire Kraliçe olarak
anılsa da hayatındaki erkeklerin konumu ve
durumu göz önüne alındığında Bâkire diye
anılışının ne kadar gerçek olduğu tartışılır bir
durum olduğunu gözler önüne serer.
I. Elizabeth hayata gözlerini açtığı anda
teninin fazla beyaz oluşundan dolayı "hayalet
bebek" olarak anılır ve idamına karar verilir.
Belki de annesi Anne Boleyn'in hayatı boyunca
yaptığı en iyi şey onu idamdan kurtarmaktı. I.
Elizabeth'in hayatının bağışlanmasından üç yıl
sonra Anne Boleyn ensest iddiasıyla idam
edildi. Bu idam sadece Anne Boleyn'in ölümü
demek değil aynı zamanda I.
Elizabeth'in de hayatının
değişimi demekti. Çünkü
Anne Boleyn'in idamı
sonucunda I. Elizabeth
gayrımeşru çocuk konumuna
düşürülmüştü.
Anne Boleyn ile evliliğinden
tabiri caizse kurtulan VIII.
Henry Jane Seymour ile
evlenir. Bu evliliğinden
nihayet bir oğlu olan Kral
VIII. Henry kızının onurunu
kurtarır ve Elizabeth'i kendi
kızı olarak kabul eder.
1547'de VIII. Henry ölünce
Kraliçe Catherine Parr
(İngiltere tarihinde en çok
evlilik yaşayan kraliçe ünvanını taşır.) I.
Edward'ın genç yaşına rağmen tahta çıkışını
destekler ayrıca VIII. Henry'nin ölümünün
ardından Thomas Seymour ile evlenir. Evliliği
gerçekleştikten sonra teyzesi Mary Boleyn ile
beraber yaşayan üvey kızı I. Elizabeth'i yanına
aldırır. Bu olay gerçekleştiğinde I. Elizabeth
henüz 14 yaşındadır.
I. Elizabeth dış görünüş olarak Anne Boleyn'in
özelliklerini fazlasıyla taşımaktaydı. Onun
annesinden gelen güzelliğiyle annesinin kızı
oluşu ve Thomas Seymour'un daha önceden
çapkına çıkan namı sayesinde dedikodu kazanı
kaynamaya başlar. Ve Thomas Seymour ile I.
Elizabeth'in bir ilişkisi olduğu iddiaları ortaya
dökülür. Bu iddiaların ortaya çıkması büyük
bir sansasyona neden olunca Thomas Seymour
saraydan uzaklaştırılır. Bu bir yılın sonunda
Catherine Parr kızını doğururken ölür ve bu
ölümün üzerine Thomas Seymour'un hayattaki
tek koruyucusu da ortadan kalkmış olur.
Kraliçe'nin ölümünden hemen sonra idam
edilir. I. Elizabeth ise beş defa İncil'e basarak
böyle bir ilişkinin olmadığına yeminler eder.
Catherine Parr'ın Ölümünün ardından tahta
geçen resmi varis I. Edward, 6 Temmuz
1553'de ölür. Ölümü dört gün boyunca
gizlenir. Hükümetteki
Dudley'i ailesi başta John
Dudley'i olmak üzere
gizlice Jane Grey'i tahta
geçirirler. Jane Grey VIII.
Henry'nin kız kardeşi
Frances Brandon'un kızıdır.
Dokuz gün İngiltere
kraliçeliği yapmış
olmasından dolayı The
Nine Days Queen (Dokuz
Günlük Kraliçe) adıyla
anılır.
Jane Grey'in kraliçeliğini
tehdit eden iki unsur onun
tahta geçişinden sonra
ortadan kaldırılmak istenir.
Bunun üzerine İngiliz
ordusu VIII. Henry'nin vasiyetinden habersiz
bir vaziyette yola düşerek Mary'i ve Elizabeth'i
tutuklamaya giderler. Özellikle Mary,
Edward'ın ölümü durumunda resmi kraliçe
olacağından onun infazının bir an önce
insanlar uyanmadan yapılması gerektiğini
düşünür. Sonuçta ortada VIII. Henry'nin
vasiyeti vardır. İngiliz ordusu Mary ve
I. Elizabeth hayata
gözlerini açtığı anda
teninin fazla beyaz
oluşundan dolayı
"hayalet bebek" olarak
anılır ve idamına karar
verilir. Belki de annesi
Anne Boleyn'in hayatı
boyunca yaptığı en iyi
şey onu idamdan
kurtarmaktır.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Elizabeth'i alıp Jane Grey'in huzuruna
götürmek için yola çıkar. Ancak yolda aklı
başına gelen ordu saf değiştirerek Mary'i
destekler. Mary ordularla beraber Jane Grey'e
gider ve durumdan habersiz olan Jane Grey'i
kendilerini beklerken bulur. Mary büyük bir
soğukkanlılıkla kuzeninin karşısına geçer,
gözlerini Jane Grey'in Gözlerine kilitler. Jane
ona kraliçesinin önünde diz çöküp sadakatini
sunmasını emreder. Ancak Mary hala daha
korkusuz bakışlarıyla Jane Grey'e bakmaya
devam etmektedir. Birkaç saniye gibi kısa bir
süre içinde peş peşe gerçekleşen bu olayın
sonunda Mary kollarını zerafetle iki yana açar,
Jane ise onu saygıyla selamlayacağını
düşünürken insana tepeden bakan bakışlarını,
ufak ve kibir dolu bir zafer mutluluğuyla
kıvrılan dudaklarıyla süsler; ama Mary hala
daha aynı şekilde durmaktadır. Ve Mary
birden emrini verir:
-Yakalayın!
Sadece Jane Grey değil, eş zamanlı olarak Jane
Grey'i destekleyen herkes yakalanır ve kuleye
kapatılır. Bu işin mimarı John Dudley anında
vatan hainliği ile suçlanarak idam edilir. Ama I.
Mary diğerleri için aynı kararı vermez. Hepsi
kulede kalır. Ancak aradan geçen birkaç ay
sonra Mary onların da boynunu
vurdurtmadığına pişman olacaktır.
Mary annesinin dini düşüncesi olan Katolik
inancı ülkeye geri getirmeye çalışır. Bu yolda
da hiçbir adımı atmaktan çekinmez. 1553-1559
yılları arasında hüküm sürdüğü İngiltere'de
Protestanlar'ı infaz ettirir. Canlı canlı yaktırır.
Parçalayıp sokaklara attırır. O dönemlerde
kalan güncelerde sokakların gerçek anlamda
kana bulandığı hatta Thames Nehri'nin
kıpkırmızı bir renge dönüştüğü kaydedilmiştir.
Devlet eliyle katliam yapan bir kraliçe şeklinde
de söylentileri var olan Mary, bu nedenlerle
Bloody Mary (Kanlı Mary) olarak anılmaya
başlanmıştır.
Mart'ın koyu Katolik inancından bıkmaya
başlayanlar Lord Thomas Wyatt'ın etrafında
toplanmaya başlamış ve I. Elizabeth'i kraliçe
tahtına çıkartmak için Çalışmalara başlamıştır.
Bunun için The Nine Days Queen Jane Grey'in
babası Henry Grey'in kapatıldığı kuleye giden
Thomas Wyatt bu işi durdurmak için ondan
yardım ister. Henry Grey, öncelikle kızı için bir
şans daha ister. Grey ve Wyatt iş birliği
sonucunda halk ayaklanır. Bu isyan sırasında
kızını yükseltmeye çalışan Henry Grey, onun
ölümüne yol açar. Jane Grey, I. Mary'nin
huzuruna çıkarılır ve Protestan inancından
vazgeçerse hayatının bağışlananileceği
söylenir. Ancak Jane Grey, dininden
geçmeyince başından olur. Onun ardından
kuleye kapatılan kocası ve babası da
infazedilir.
Jane Grey'in yeniden ortaya çıkışının
sorumlusu, Thomas Wyatt ile yakınlığından
dolayı I. Elizabeth gösterilir. Prenses yargılanır.
Sonuç olarak ev hapsine çarptırılır.
I. Mary artık durmuyordur. Öz kardeşinin bile
arkasından işler çeviriyor olması onu çok
kızdırır. Resmen ülkede Protestan Avı başlatır.
Bu işte o kadar ileri gitmiştir ki en
yakınındakini bile sorgulayacak paranoyaya
ulaşır.
I. Mary'nin tırmanan paranoyasının
sonucunda iki kız kardeşin arası iyice açılmış,
birbirlerinden nefret eder hale gelmişlerdir.
I. Mary hayatının tehlikede olduğunun
endişesini taşımaya başlayınca Katolik bir
veliaht bırakma endişesi taşımaya başlar ve
Devlet eliyle katliam
yapan bir kraliçe şeklinde
de söylentileri var olan
Mary, bu nedenlerle
Bloody Mary (Kanlı Mary)
olarak anılmaya
başlanmıştır.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İspanya Prensi Felipe ile evlenir. İki kez hamile
kalır. İkisinde de düşük yapar. Halk bunu fısıltı
gazetesinde yaptığı katliama bağlar.
Bu sırada I. Elizabeth ülkesini kurtarma
düşüncesiyle çırpınmaktadır. Ona Sadık
hizmetkârların aracılığıyla yandaşlarına şifreli
mektuplar gönderir. Sonunda çözümün
Felipe'den geçtiğine inanan I. Elizabeth ona
doğru adım atmaya başlar.
Annesinden gelen genlerin etkisiyle
Felipe'yi kısa sürede avcunun içine
alan I. Elizabeth artık I. Mary'i
kocasından da ayırmıştır.
Bu ayrılık resmi olmasa da saray çevresinde
dilden dile yayılmaya başlamıştır.
Ardı arkasına düşük yapıp sonunda ölü bir
prenses doğuran I. Mary kocasının da güvenini
tamamen yitirmiştir. Bunun üzerine Fransa'nın
Britanya dışındaki kolonisi Calais ile girdiği
savaştan yenik çıkması I. Mary'i yatağa
düşürür ve ölümünü hızlandırırı.
Tahtta artık resmi hak I. Elizabeth'e kalmıştır.
Kraliçe I. Elizabeth nihayet isteğine
kavuşmuştur. Katolik Düşüncenin yaptığı
katliamın yaralarını sarmaya çalışan Kraliçe I.
Elizabeth'e kardeşi I. Mart'ın kocası İspanya ve
Portekiz Kralı olan II. Felipe evlilik teklif eder. I.
Elizabeth bunu tabi ki kabul etmez çünkü onun
aklı çocukluk aşkı Robert Dudley'dedir.
Tahtının daha güvende, geleceğinin daha
korunaklı olması için evlenmesi gerektiğini
Düşünen yardımcısı William Cecile'yi sırf bu
kararından dolayı görevinden alır.
Hayatı boyunca tek bir adama aşık olan ve
adından gelen Bakire ünvanının varlığına
bakarak Robert Dudley'e onun olmasa da
sadık kalan Kraliçe I. Elizabeth önce Katolik
inancı yasaklamıştır. Açıkça yapılan her Katolik
ayinini durdurur. Ancak insanların
maneviyatında var olan dinlerini
değiştiremeyeceğini en iyi bilenlerden birisi de
kendisi olduğu için sessiz uygulamalara göz
yumar.
İngiliz tarihine damgasını vuran Tudor
sülalesi, Kraliçe I. Elizabeth'in ölümüyle son
bulur. Çocuğu olmayan I. Elizabeth ölünce
yerine, en yakın akrabası olan İskoçya ve
İrlanda Kralı VI.James, İngiltere Kralı I. James
olarak tahta geçer. Aynı zamanda I. James
İngiltere'deki Stuart Hanedanı'na mensup ilk
kralolmuştur.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tam ortasındayım Erasmusun... Saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovaladı ve iki ay bitti. Geriye dolu dolu üç ay kaldı. Umarım bu üç ayı en güzel şekilde tamamlar ve evime, yurduma, okuluma ve sevdiğim insanlara dönerim. Bu ay nasıl geçti? Bol dersli, bol ödevli ve bol sınavlı. Bu cümleyi okuyunca insan bir duraksıyor ama burada sınav dönemi Uludağ Üniversitesi'nde olduğu gibi sancılı geçmiyor. Hocalar bile o kadar rahat ki. Sınavdan bir gün önce yarın sınavın olduğunu söyleyenler mi dersiniz, sınav sonucunu beğenmediğinde sana tekrar sınav olma şansı vereni mi dersiniz. Daha neler neler... Sınav sonuçlarım çok iyi. Beklediğimden çok daha iyi hatta. Ama öyle Erasmuslusunuz diye sizi herkesten önce başlatıp herkesten sonra çıkartmıyorlar ya da sözlük kullanabilirsin filan bunlar belki Kaf Dağı'ndaki üniversitede olabilir.
Bu ayki durağımız Sigulda.
Sigulda Letonya'nın bir şehri gibi bir yer. Riga'dan yaklaşık 1 saat süren bir tren yolculuğu ile ulaşım mümkün. Gezi noktaları toplamda 5 km'den oluşuyor. Nerdeyse bir günde ancak gezebiliyorsunuz. Gün sonunda hissettiğiniz yorgunluk her şeye değer. Sigulda sonbaharda gezilmesi gereken bir yer bence. Zaten yerli halk bu dönemi Altın Sonbahar diye adlandırmış. Çünkü yeşil, sarı ve turuncunun her tonunu görmek mümkün. Ana hedef 5 km'nin sonunda bulunan kale. Ormanları, dağları, tepeleri aştık bu kale için. Sonunda karşılaştığımız ise basit bir kale. Osmanlı'nın yaptığı basit bir kale bu kaleye göre muhteşem sayılabilir.
Turaida Kalesi kırmızı taş tuğlalardan
gotik tarzda 1214 tarihinde Başpiskopos'un ricası ile yapılmış. Başpiskopos demiş ki "Buraya öyle bir yerleşim yapalım ki, şehre inmeye gerek kalmasın.” Sonunda da bu yerleşim alanı yapılmış. Kale çevresinde birçok taş heykeller bulunuyor. Güzel olan bu heykellerin, kötü yanı neyi imgelediği ya da kim tarafından ne amaçla yazıldığına dair bir bilginin bulunmaması.
BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Kübra TARAKÇI
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Heykellere bakınca mest oluyorsunuz ama neye mest olduğunuzu bilmiyorsunuz
Evet, burada sonbahar aslında Türkiye'deki kış demeliyim. Zira iliklerinize kadar soğuğu hissedebilirsiniz. Sanırım Türkiye'ye döndüğümde soğuk anlayışım değişecek. Vee ben de herkesin bir gün başına gelecek hırsızlık olayı ile karşılaştım. Şanslıyım ki arkadaşım hemen gördü ve kazasız belasız atlattım. Ama kadın o kadar
kısa sürede çantamı açmıştı ki ben hiç bir şey hissetmemiştim. Bir akşam Letonyalı arkadaşım bizi evine davet etti ve bize Fas'a özgü "Tajini" yemeğini yaptı. Denemeye değer bir tat. Bu günler böyle geçti biraz durgun. Çünkü burada havalar soğuduğunda otomatik olarak enerjiniz düşüyor ve bazı zamanlarda dışarı bile çıkmak istemiyorsunuz.
Gelecek ay gezi duraklarımız Estonya, İsveç, Finlandiya ve Fransa olacak. Takipte kalınız...
ESTONYA
İSVEÇ
FİNLANDİYA FRANSA
FRANSA
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Belki bir gün aynı sokaktan geçeriz,
Aynı evin kapısını çalarız.
Akşam ebesinde aynı çocuğu kovalar,
Mavi uçurtmayı aynı ağaca taktırırız.
Hüseyin ağabeyi çağırırız,
Gerçi tanımıyoruz kendisini.
Belki huysuzdur yardım etmez,
Belki tonton bir dededir;
İstese de yardım edemez.
Belki daha sekizinde bir çocuktur,
Çıkar ağaca kolunu kırar.
İhtimallerle dolu…
Geçip gider uçurtmalı yazlar,
İkindi vakti ötüşen çekirgeler.
Çalar saat gibi.
Bildirir sedire çıkmak gerektiğini
Kurulur asma altı sohbetleri.
Bakışmaya başlarız çardaktan çardağa o
vakitler,
Sonra ben düşünmeye koyulurum:
Üzümler mi yeşil,
Üzümü kıskandıracak gözlerin mi?
Ayten abla şuh kahkahasıyla çıkar köşeden,
Nazım abiye yanıktır kendisi.
Onların Yazı
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Gülüşündeki hüznü bilir,
Bilmezden geliriz.
Ne zaman karşılaşsalar hanımını anlatır.
Nazım abi:
—Bizimki, der
Yemek yapmış öyle güzel!
Ayten abla vakarlı:
—Bilirim hamarattır, alırız tarifini.
Akşam vakti sokak sessizleşir,
Gözlerimizin muhabbeti derinleşir.
Karşı karşıya evlerimizin avlularından
Geceye dek gülle bülbül söyleşir.
Kaç yaşındayızdır bilmiyorum.
Okula gidiyorsak bayramda
Kedi merdiveniyle süsleriz okul dolabını.
Tebeşir yutarız,
Teneffüste bir simit alırız,
Pay ederim ben
Hepsini sana veririm.
Sen sorarsın ‘’aç değil miydin?’’ diye
Gülüşünle doydum derim.
Okula gitmiyorsak ben askere giderim.
Sen pencerede her gün beni beklersin.
Askerden gelmişsem evlenmişizdir.
Aynı çardakta bir bardaktan çay içmişizdir.
Akşamları sokaktan alamayız çocukları,
Mavi uçurtma ağaca takılır.
Yine tanımadığımız Hüseyin ağabeyi çağırır
çocuklar,
Hüseyin ağabey bize bakıp güler.
-Eee ne yapalım abi, derim ben,
Çekeceğin var bizden.
Sen susarsın
Minnetle, teşekkürle, tebessümle bakarsın.
Belki Hüseyin ağabey ölmüştür çoktan.
Alamaz kimse uçurtmayı o ağaçtan.
Bilmem belki de geçmeyeceğiz aynı sokaktan,
Olmayacak mavi uçurtma,
Sokakta bir ağaç,
Kapıda oynayan çocuklar
Kedi merdiveniyle süslenmiş okul dolapları…
Belki tanışmayacak önlüklerimiz.
Karışmayacak yakaları.
Belki geçmiş zaman oldu gelecek yıllarımız,
Çıksaydın karşıma anı olurdu yaşadıklarımız.
Çıkmadın,
Şiir oldu,
Birbirimizden ayrı mırıldandıklarımız.
Birbirimizden ayrı,
Mavi uçurtmalarımız.
Hatice Türk
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bestelenmiş şiirler hep hayatımızda vardı ama
bestelenmiş şiirlerden oluşan albümler son
zamanlarda moda oldu.
Bu yazıda şiirlerin bestelenme konusu
üzerinde durmayacağım. Metin Altıok ‘un
bestelenmiş şiirlerinden, ‘Anka’ albümünden
söz edeceğim.
1940 İzmir doğumludur kendisi. Ankara
Üniversitesi D.T.C.F Felsefe Bölümü’nü bitirdi.
Bir süre Felsefe Grubu öğretmenliği yaptı. 2
Temmuz 1993 yılında Madımak Oteli’ndeki
yangından yaralı kurtuldu. 9 Temmuz’a kadar
komada kaldı. 9 Temmuz 1993 yılında yaşam
savaşını kaybetti.
Hem öğretmen hem şair Altıok. En ilginç yanı
bu değil tabii. Şiirinin etkilenim bakımından
çok çeşitli olması. 1976 tarihli ilk kitabı
Gezgin’ de Servet-i Fünun çağrışımları göze
çarpar. Özellikle Ahmet Haşim ve Ahmet
Muhip Dıranas etkileri vardır. 1950-1960
yılların söyleyiş özelliklerini şiirinde taşıması
açısından da asla eskimeyen İkinci Yeni
çeşitlenmelerin arasındadır. 60 kuşağının
romantik şairinin dili yalındır. Halk şiirinin
biçimlerini kullanır, içeriğini de bol benzetmeli
bol mecazlı hatta bazen anlaşılması çok güç
biçimde doldurur.
Yerleşik Yabancı (1978) ‘da bulunan şiirler tek
bir şiirmiş izlenimi verir.-Daha sonra Didem
Madak’da da görülür bu tarz- 1979 ‘da ise
Kendinin Avcısı’nda kendine özgü söyleyişler
bulunur. Buradaki ses romantik olduğu kadar
acılı ve bir o kadar da yalındır.
Ayrıca 2008 yılından beri Kırmızı Yayınları
tarafından adına verilen şiir ödülü vardır.2014
Şiir Ödülü Gülten Akın’a verilmiştir.
Albüm : Saygı duruşu niteliğindeki albüm 2
Temmuz 2014 tarihinde piyasaya sürüldü.
Metin Altıok’un sesinden Kor Düşseydi şiirini
dinliyoruz başlarken. ‘’Sen bana bir gurbet
sundun/ buğulu çocuk gözlerinde/ öptüm
başıma koydum/ sevginin solgun güzelliğiyle
‘’ dizelerini yıllar sonra onun sesinden duymak
ne hoş…
Fazıl Say, Grup Gündoğarken, Sezen Aksu,
Mazlum Çimen, Güneş Duru, Candan Erçetin
daha kimler kimler var bu saygı duruşunda.
Ama bazı sesler var ki şiiri yaşatıyor. Şiirin
özüne saygısızlık etmeden, dinleyiciyi
sıkmadan, sanki sizin can damarınızı bulmuş
gibi…
Candan Erçetin’in seslendirdiği Tamah şiiri
örneğin. Sesine çok yakışmış öncelikle
söylemeliyim. Yüreğinizin menzilini
kaybettiriyor, boz bulanık kuyuya atıyor.
Bir seferle yetinmeyip tekrar tekrar dinletiyor
kendini. Bir süre sonra fark ediyorsunuz ki şair
ömrünü bu kısacık şiire sığdırmış.
‘’Kırmızı gül giderayak sende kaldı tamahı /
kırmızı gül giderayak sende kaldı muradım’’
Bir diğer şiir Demet Sağıroğlu’nun sesiyle
hayat bulmuş Baharat Yollarında. Bu şiir bana
İkinci Yeni etkisini hatırlatıyor. Şiirdeki
‘’yuğrulmuş yüreğim/tuz,biber ve kimyonla’’
dizeleri düşündürüyor bunu. Halk arasındaki
deyimleri şiire sokmak Garipçilerle başladı
ama böylesine olağan bir şekilde anlatılması
bana Edip Cansever havası sezdirir. Tabii ilk üç
dizeyi de okuyunca kendine has üslubu fark
ediliyor. Baharat yollarında uzun yollar kara
gecelerde sevgi taşır Altıok. Bu garip
yolculukta çoğaldıkça çoğalır. ‘’Evvel bir
idim/şimdi milyonla’’
Diğer şiir Orhan Alkaya ile Mehtap Meral ‘ın
beraber seslendirdiği ‘’İzin Verin De.’’ ‘Bu
dünyada kuytu gövdesini saymazsak eğer
sığınacak başka bir yeri olmayan‘ Metin Altıok
Şiir Olmuş Şarkılar : Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
dizeleri önce Orhan Alkaya’nın sesinden
kulaklara ulaşıyor. Sanki bir şey açıklamak ister
gibi bir havası var Alkaya’nın,şiiri öyle
okuyor;bir yanlışı düzeltmek bir konuya açıklık
getirmek niyetinde sanki.
‘’Ben yaşama da, ölüme de inandım; /
Tamamlarlar sanırdım eksiklerimi./ Çarşıları
hep birlikte gezerdik / Biri dostumsa,
sevgilimdi öteki./ İkisinin adını yan yana
andım.’’
Meral’in sesinden dinliyoruz ardından kendine
has yorumuyla. Bu kadar güzel miydi bu şiir
yoksa bu ikili ile mi güzelleşti? Karar
veremiyorum.
Ogün Sanlısoy “Sonra Git” şiirini yorumlamış.
Şiirin kendisi güzel buna eminim ama Sanlısoy
da kendi yorumunu katınca her şey değişmiş.
Büyülüyor nedense beni.Altıok şiir de ‘’sonra
git yeni bir aşkı bulmaya’’ derken ne
hissediyordu bilmiyorum ama Ogün
Sanlısoy’un şiire yürekten inandığı kesin. Suyla
hesaplaşıyor, rüzgara yüzünü dönüyor;
cesedini yokluğun kıyısında buluyor. Bunları
yap diye tembihliyor ama kime ? Kendine
mi,size mi ? Muamma.
Havı Dökülmüş Sevincin Çiğdem Erken’in hem
vokali hem de piyanosuyla eşlik ettiği parça.
Onunla beraber Birsen Tezer ve Umay Umay’
da var. Çok sevdiğim bu üçlüyü birleştiren şiiri
önceden sevmeye şartlanmışım zaten.
Kendinin Avcısı kitabında yer alıyor bu şiir.
Metin Altıok üslubunun/şiirinin tam olarak
yerleştiği kitap. Şiirde de kendini belli ediyor.
Soğuk günlerde çok uzaklardan uzanan bir
dost eli gibi. ‘’Dilimin ucunda ismin/somunu
yitik bir vida/düştü düşecek yüreğim/biran
önce gel buraya/karpuz kavun yiyelim.’’
Umay Umay şiirin son dizelerine sesiyle hayat
veriyor. Batıp çıkıyoruz onunla beraber, iyi
yüzemesek de.
En sona sakladığım, dinlemelere
doyamadığım şiir: Hançerin Sapı. Grup Yorum
solistlerinden Hilmi Yarayıcı, Rumeli
türkülerinin sesi Yasemin Göksu sesleriyle şiiri
yaşatıyorlar. Şiirin orijinaline sadık kalınmamış
maalesef. Çoğu şiir bestelenmeye elverişli
değildir, ufak değişiklikler yapılır bu yüzden.
Müzik bana baharı anımsatıyor. Neşeli bir
melodi geliyor. Yasemin Göksu’nun sesi
doluyor kulaklara. Şiirin en güzel yeri için
hazırlık yapıyor. Tam alışmışken Hilmi Yarayıcı
o en güzel yer için giriyor şarkıya ‘’ben seni
yalansız bahar gibi sevdim/sevgi adınaydı
milis beraberliğimiz’’ diyerek başlıyor.
Albümdeki en başarılı parça bana kalırsa.- Fazıl
Say’ın Mazlum Çimen’in Vedat Sakman’ın
dışında – Yine bir şey anlatma halleri içerisinde
şarkıyı söylerken. Sizi içine çekiyor. Diyorum ki
içimden bir şiir ancak bu kadar şarkı olabilirdi…
Albümde sürpriz var. Metin Altıok’un ‘Kimliksiz
Ölüler’ adlı şiirine Mirady’nin Kürtçe ve Kardeş
Türküler’in ise Zazaca yaptığı besteler.
Albümün kapanış şiirine uygun bir sürpriz
bence.
Ataol Behramoğlu şiiri ile Zülfü Livaneli veda
ediyor,diyor ki ;
‘’Yaşamak görevdir yangın yerinde
yaşamak insan kalarak’’
Işık Selin Orhuntaş
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BEYAZ PERDE’ den
Afra Nur Akkayalı
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İncir Çekirdeği Dergisi, bu ay sizlere Dünya edebiyatına yön vermiş yazarların hayatlarını
ele alan bazı filmleri sunuyor.
CAPOTE
Capote, 2005 ABD yapımı biyografik filmdir.
Film Gerald Clarke'in biyografi kitabı
Capoteden esinlenilmiştir ve Truman Capote
ismindeki bir muhabirin hayatını
anlatmaktadır. 1959 yılında, “The New
Yorker” dergisi için muhabirlik yapan yazar
Truman Capote'nin dikkatini gazetesindeki bir
makale çeker. Yazıda, Kansas eyaletinde
işlenen bir cinayet ve aynı aile mensubu dört
kişinin öldürülmesi anlatılmaktadır. Capote,
daha önce buna benzer çok haber okumuştur
ama bu olayda onu çeken bir şey vardır.
Derginin yazı işlerini de ikna ederek, olayı
araştırmak üzere kendisi gibi dergiye yazan
çocukluk arkadaşı Harper Lee ile beraber
olayın geçtiği yere doğru yola çıkarlar. Bu
olayın, geçtiği kasaba üzerindeki etkilerinden,
görgü tanıklarına ve polis raporlarına
dayanarak yazılan öykü, katil zanlıların
yakalanması ve ölüm cezasına çarptırılması ile
Capote’nin sanıklarla yaptığı görüşmeler ve
nihayetinde onlara destek olmak istemesi ile
uzadıkça, Amerikan edebiyatının önemli
eserlerinden “In Cold Blood” (Soğukkanlılıkla)
adlı romanın da temeli oluşur.
AŞKIN SON MEVSİMİ
Aşkın Son Mevsimi (Özgün adı: The Last
Station) Alman yapımı biyografik film.
1910 yılında 82 yaşındayken bir tren
istasyonunda zatürreden can vermiştir
Tolstoy. Jay Parini'nin romanından
uyarlanan filmde, Tolstoy ile 48 yıllık karısı
Sofya arasındaki karmaşık aşkın son
yılındaki hikâyesine tanık oluyoruz. Helen
Mirren, filmdeki rolüyle En İyi Kadın
Oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilmişti.
Tolstoy rolünü ise Christopher Plummer
canlandırmıştı.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
SYLVIA
2003 İngiltere yapımı biyografik film.
Yetenekli bir şair olan Sylvia Plath,
edebiyatçı Ted Hughes'la tanışır ve
aralarında bir yakınlaşma başlar. Sylvia ile
Ted bu birlikteliklerini evliliğe taşır. Ancak
evliliğin ardından Ted'in hırs ve arzuları,
Sylvia'nın yeteneklerini ortaya çıkarmasını
zorlaştıracaktır. Ted, ününü giderek artırır
ve evliliğinde sorunlar başlar. Çift, durumu
düzeltmek için bir çocuk yapmaya karar
verir. Ama Sylvia, kendini depresyonun
içinde bulur. Bu yaşadığı sıkıntılar onu
şiirde büyük başarılara taşıyacaktır.
BECOMING JANE
(Türkçe çev.: Aşkın Kitabı) Beyaz dizi serilerinin
unutulmaz yazarı Jane Austen'in, gençliğinin
ilk baharının hikayesi... Zengin bir erkek ile bir
evlilik yapmayı kariyeri için hayati bir mesele
olarak gören Austen, fakir bir ailede yetişmiş
olmasına rağmen yazarlık konusunda
farkedilmesini sağlayacak denli etkili
yeteneklere sahiptir. Fakat bu yeteneklerin bir
kadın olarak toplumda hiçbir değeri olmadığı
düşüncesi dayatılmaktadır. Herşeye rağmen,
kendini gösterebileceği tek yolun zengin
Wisley ile evlenmesi olduğu düşüncesine karşı
çıkmak ister. Ailesinin tüm baskılarına direnen
Jane, yetenekli genç avukat Tom Lefroy ile
tanışacak ve bu kendine güvenli genç adamla
birbirlerine olan aşkları, sahip oldukları herşeyi
bir kenara iterek yeni bir hayata başlamaları
için büyük bir cesaret verecektir. Hiç
evlenmemiş ve son derece soğuk bir kadın
olarak tanınan İngiliz yazar Jane Austen’ın
olgunluk dönemi eserlerine ilham olan 20’li
yaşlarında yaşadığı tutkulu bir aşkın hikayesini
anlatan Aşkın Kitabı’nda başrollerde Anne
Hathaway ve James McAvoy gibi oyuncular yer
alıyor.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KÜÇÜK KÜLLER
Küçük Küller ( Little Ashes ) konusu : Sene
1922. Madrid geleneksel değerlerin, caz, Freud
ve yenilikçiliğin tehlikeli etkileri arasında bir
meydan okuma savaşı vermenin eşiğindedir.
Salvador Dali, büyük bir sanatçı olma
tutkusuyla 18 yaşında üniversiteye girmiş,
onun bu utangaçlığının ve coşkulu
göstermeciliğinin garip karışımı, üniversitede
sosyal tabakadan iki kişinin dikkatini çekmiştir;
Federico Garcia Lorca ve Luis Bunuel.
Salvador kısa sürede bu ikilinin arasına
çekilmiş ve ayrılmaz bir üçlü oluşturmuşlardır.
Fakat zaman geçtikçe Salvador Federico’ya
karşı güçlü bir çekim hissetmiştir.Bu sırada Luis
kendi başarısını elde etmek için Paris’e
gitmiştir.
Film üçlünün gençlik dostluklarını, farklı
yönden ilişkilerini ve kendi dallarında nasıl
başarılı olduklarını konu almaktadır.
TUTKUNUN ŞAİRLERİ
Tutkunun Şairleri İngilizce: Total
Eclipse, Agnieszka Holland'ın 1995 yapımı
biyografik filmi.
Konusu: Fransız şairler Arthur Rimbaud ile Paul
Verlaine'ın eşcinsel hayatı, Paris'te ve Brüksel
seyahetleri sırasında yaşadıkları anlatılır. Film
biyografik bir yapı içerisinde Rimbaud üzerine
yoğunlaşmıştır ve hayatından bir kesit sunar.
Verlaine Rimbaud'u silahla yaraladıktan sonra
ilişkileri kopar ve Rimbaud Etiyopya'ya
(Habeşistan) gitmeden önce sadece bir kere
Verlaine ile görüşür.
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Zübük
Yazar: Aziz Nesin
Zübük ya da tam adıyla Zübük - Kağnı
Gölgesindeki İt, Aziz Nesin'in en önemli
romanlarından biridir. 1980 yılında Kemal
Sunal'ın başrolünde oynadığı Zübük filminin
senaryosu bu kitaptan uyarlanmıştır.
Özü itibariyle, Türkiye'de siyasetin ve
siyasetçilerin yükseliş öyküleri yoğun bir
karamizah diliyle anlatılmıştır. “Zübükzâde
İbraam”'ın halkı kandırmasına rağmen önce
belediye başkanı, sonra milletvekili seçilmesi,
hiçbir vaadini tutmamasına karşın desteklenen
adam olması kitabın konusudur.
“Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane
değil, biz hepimiz birer zübüğüz.
Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa,
bizler de birer zübük olmasak, aramızdan
böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer
parça olan zübüklük birleşip işte başımıza
böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde,
bizim içimizde. Onları biz, kendi
zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi
zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini
görünce ona kızıyoruz. (...) Benim için şimdilik
tek amaç, burdan kurtulmak. Ama gerçekten
zübüklerden, kendi zübüklüğümüzden
kurtulabilecek miyiz? İşte bu soruya cevap
veremediğim için nereye gideceğimi, ne
yapacağımı bilemiyorum. Yeni gideceğim
yerden sana mektup yazar, önce kendi
zübüklüğümden kurtulup kurtulamadığımı
anlatırım.”
Notre Dame’ın Kamburu
Yazar: Victor Hugo
Notre Dame'ın Kamburu, Victor Hugo'nun
1831 yılında yayınlanan ve Fransa’da krallık
döneminin karanlık günlerinden kesitler sunan
romanıdır. Romanın tamamlanması yaklaşık 6
ay sürmüştür. Okunması gereken
evrenselleşmiş bir kitap olup dünya
klasiklerinin başyapıtlarındandır.
Notre Dame'ın Kamburu, Hugo'nun en parlak
dönemlerinden birinde yayımlandı. 1831'de
yayımlanan Notre Dame de Paris'in roman
kahramanlarından biri öylesine etkili oldu ki
Notre Dame'ın Kamburu adıyla tanındı. Victor
Hugo bu romanda insanların yaşamında
kaderin yerini ve yoksulluğun insanı
ARKA KAPAK Merve BAŞOL
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
köreltmediğini ortaya çıkarmıştır. Roman
hem yazarın ülkesinde hem de dış
ülkelerde oldukça sevilmiştir. Çoğu dillerde
çevirileri yayınlanmış, ayrıca filmi de
çekilmiştir.
19. yüzyıl başlarında Paris şehir
planlamacıları Notre Dame Katedrali'nin
bakımsızlığından ötürü katedrali yıktırmak
istemişlerdir. Ünlü Fransız yazar Victor
Hugo, halkın ilgisini buraya çekmek ve
katedralin yenilenmesini sağlamak için
Notre Dame'ın Kamburu adlı romanını
yazmıştır. Roman, Notre Dame
Katedrali'nin yenilenmesinde büyük rol
oynamıştır.
Bâbıali
Yazar: Necip Fazıl Kısakürek
Bu kitap, Necip Fazıl'ın Türk entellektüeller
muhiti Bâbıâliyi, bizzat merkezinde olarak
şahıs şahıs bir kıymet hükmüne bağladığı,
kendini ise acımasız bir nefs muhasebesine
tâbi tuttuğu otobiyografik eseridir.
"O ve Ben"le birlikte Necip Fazıl
mevzuunda anahtar olmak hususiyetiyle
de ayrı bir değer kazanan eserde, "Bâbıâli,
Tanzimat sonrası, her an oluş veya bir
türlü olamayış buhranları içinde kıvranan
Türk cemiyetinin boğaz anaforu; şahıslarsa
aynı damga altında gelip geçen ve akıp
giden dalgacıklar…" anlatılmaktadır.
O ve Ben ile Bâbıâli, Necip Fazıl'ın "hayat
hikayesi bütününün, birbirinde
tekrarlanmayan iki ayrı dilimi…"
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
DÖRT İŞLEM
Hiçbir zaman matematikle aram iyi olmadı benim .
Hesapsızdı her şeyim çıkarsızdı sevgilerim.
Sonra bir gün öğrenmeye karar verdim dört işlemi.
Değer verdim insanlara, toplama yaptım karıştım kalabalıklara.
Sonra hayatımdan çıkarmaya başladım çıkarları olanları.
Artılar eksileri götürdükçe kazandım tecrübeli yalnızlıkları.
Vazgeçtim...
Birbirine düşünce insanlar,
Her şey eşit olsun istedim.
Böldüm her şeyi dört eşit parçaya.
Bu seferde faydası olmadı payın paydaya.
Vazgeçtim...
Attığım sesiz çığlıklarda boğulurken,
Son bir defa çarpıp çoğaltmak istedim umutlarımı.
Fazla değer verme dediler hiçbir şeye.
Sıfırla çarpınca.
Ben yine vazgeçtim...
Sevil Batan
fotoğraf Aybige Akdağ
“Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç”
Turgut Uyar
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kütüphanem
Odama yeni geldi. Diğer eşyalar ve ben önceleri biraz yadırgadık ama sonradan bu munis, çilekeş,
güzellikten nasibi olmayan tahta yığınına alıştık. Hatta ben sevmeye bile başladım. Acımayla karışık bir
duygu... Epey yaşlanmış, güngörmüş bir kütüphane. Ama insanlar gibi onların da şanslıları
şanssızları var. Kimileri koskoca köşklerde parlak cilalı yüzleri, ağır renkli kitaplarıyla
başköşede durur. Kimi de rutubetli bir evin bodrum katında gençliğini, tüm güzelliğini yitirir.
İşte benimki de bunlardan biri. Rafları şişmiş, eğri büğrü vücutlarıyla dışarı fırlamak
istiyormuş gibi bir hal almış, yıllar evvel giydiği kahve renkli elbise artık solmuş, hali
kalmamış. Ortası biraz kırık. Geçende iyice yarıldı. Bir umut tekrar onardım. Şimdi iyi. İlk
günler odanın bir köşesinde sessizce, umutsuzca bekliyordu ama şimdi kitaplarımı raflarına
dizince tekrar canlandı. Çürümüş tahtaları toprakla beslenen ağaçlar gibi taptaze gencecik
oldu. Anlamadım, çünkü bu ciltleri parlak güzel kitaplarımın onu beğeneceklerini hiç
sanmıyordum ama bir gün gizliden şahit oldum. Bu zavallı ihtiyarla aralarında tatlı bir
arkadaşlık doğmuştu. Kütüphanem onlara anılarını anlatıyor benimkiler de can kulağıyla
dinliyorlardı. Hatta bu sohbete üstündeki kadife örtü, saat, çerçeve hepsi katılmışlardı.
Gözlerim doldu içimde tatlı bir mutluluk duydum. Bu yıllanmış ihtiyar kütüphane ömrünün
son birkaç yılını hiç değilse hep özlemini çektiği kitap kokularıyla mutlu geçirecekti.
Filiz Öztekin 12 Yaşındaki küçük okuyucumuzdan...
Kasım’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...