j.d. salinger- bovling toplarıyla dolu okyanus (3)
TRANSCRIPT
Bovling Toplarıyla Dolu Okyanus
J. D. Salinger
Ayakkabılarının uçları dönük! Annem babama hep Kenneth’ın ayakkabılarını büyük
aldığını söyler ya da çocuğun ayaklarının deforme olup olmadığını birilerine sormasını isterdi.
Ama bence Kenneth’ın ayakkabılarının yukarı dönmesinin nedeni sürekli birşeylere bakmak
ya da elinde evirip çevirmek için çimlerin üzerinde aniden durup 35-36 kiloluk vücuduyla öne
doğru yaylanmasıydı. Mokasenlerinin uçları bile yukarıya dönerdi.
Sola yatırıp ıslatmadan taradığı, anneminkiler gibi gıcır bir peni kızıllığında saçları
vardı. Hiçbir zaman şapka giymezdi. Uzun mesafelerden hemen seçebilirdiniz onu. Bir
öğleden sonra Helen Beebers’la kulüpte Kış Kuralları’na göre golf oynarken direği ve topu
sert toprağa yerleştirip pozisyon aldığımda arkamı dönsem Kenneth’ı orada göreceğimi
hissettim. Kendimden emin arkama döndüm. 50-55 metre ötemizdeki tel örgülerin ardında,
bisikletinin üstünde oturmuş bizi izliyordu. Öyle kızıl saçı vardı işte.
Solak beysbol eldivenlerinden kullanırdı. Eldiven parmaklarının arkasına çini
mürekkebiyle dizeler yazardı. Vurucu değilse ya da sahada ilginç bir şey olmadığı zaman
okumayı sevdiğini söylerdi. Onbir yaşına geldiğinde evdeki bütün şiirleri okumuştu. En çok
Blake ve Keats’i, biraz da Coleridge’i severdi ama bir yıl öncesine kadar –ki eldivenini
düzenli bir şekilde okurdum– en son neyi kaydettiğini bilmiyordum. Ben hâlâ Fort
Dix’teyken, o zaman henüz askerde olmayan, kardeşim Holden’dan bir mektup geldi; garajı
karıştırırken Kenneth’ın eldivenini bulduğunu söylüyordu. Eldivenin başparmağında daha
önce görmediği bir kayıt vardı. Ne olduğunu bilmediği bu alıntıyı da mektuba eklemişti. Dize
Browning’e aitti: “Ölümün gözlerimi bağlayıp beni sakınmasını, önünden sürünerek geçmemi
buyurmasını, istemem.” Kalbinde ciddi bir problem olan bir çocuk alıntıladığında pek de
neşeli gelmeyen dizelerdi bunlar.
Beysbol delisiydi. Maç ayarlayamadığı ya da ben atışlarına karşılık vermek için
ortalıkta olmadığım zamanlarda saatler boyunca garajın eğimli çatısına top atar, aşağı
yuvarlanınca da tutardı. Büyük liglerdeki bütün sporcuların vurma ve tutma ortalamalarını
bilirdi. Ama benimle birlikte maçlara gitmezdi, gitmedi. Sadece bir kere, sekiz yaşındayken
benimle maça gitti ve Lou Gehrig’in iki kere ıskaladığına şahit oldu. Bir daha hiçbir
oyuncunun ıskalayıp dışarı atılmasını görmek istemediğini söyledi.
“Ben edebiyata dönüyorum; bu şeyi kontrol altında tutamıyorum.”
Çoğunlukla kurgu olmak üzere, şiir dışında, düzyazıdan da keyif alıyordu. Günün
herhangi bir saatinde odama girip kitaplarımdan birini raftan alır, odasına ya da verandaya
çıkardı. Ne okuduğuna nadiren bakardım. O günlerde yazmaya çalışıyordum. Zor işti.
Başınızı önünüze mıhlayan türden bir iş. Ama arada bir başımı kaldırıp bakardım. Bir
keresinde onu elinde F. Scott Fitzgerald’ın ‘Buruktur Gece’ siyle dışarı çıkarken gördüm;
başka bir kere de bana Richard Hughes’un ‘MasumSeyahat’ inin ne hakkında olduğunu
sormuştu. Anlattım, o da kitabı okudu; sonra nasıl bulduğunu sorduğumda sadece depremi ve
baştaki siyahi adamı ilginç bulduğunu söyledi. Başka bir gün odamdan Henry
James’in’“Yürek Burgusu’ nu alıp okudu. Bitirdiğinde bir hafta boyunca evde kimseyle
konuşmadı.
***
İyiyim.
Temmuz ayındaki o kahpe, aşağılık Cumartesi’nin her ayrıntısını hatırlayabiliyorum
ama.
Annemle babam, “You Can’t Take It With You”yu bir matinede söylemek için yaz
tiyatrosuna gitmişlerdi. Tiyatro gruplarının yaz performanslarında oldukça asabi, aşırı tutkulu
ve telaşlı oyuncular olup çıkarlardı. Kardeşlerimle ben onları izlemeye çok nadir giderdik.
Özellikle annem çok kötüydü. Onu izlerken serin bir gece dahi olsa Kenneth koltukta büzülür,
neredeyse düşecek gibi olurdu.
O Cumartesi günü bütün sabah odamda çalışmış, hatta öğle yemeğimi de orada
yemiştim. Aşağıya inmem öğleden sonrayı bulmuştu. Saat üç buçuk gibi verandaya
çıktığımda Cape Cod’un fazla mayalanmış içkiyi andıran havası beni sersemletti. Ama bir
dakika sonra güzel bir gün gibi gelmeye başladı. Güneş çimenliğin her yerini ısıtıyordu.
Kenneth’e bakındığımda onu çatlak hasır sandalyenin üzerinde, düşmemek için bacaklarını
altına kıvırmış, gövdesini destekler halde kitap okurken buldum. Ağzı açık okuyordu;
veranda boyunca yürüyüp sandalyesinin karşısındaki korkuluğa oturduğumu duymadı.
Ayakkabımın ucuyla sandalyesine vurdum. ‘Okumayı bırak, Coni,’ dedim. ‘Kitabı bir
kenara koy ve beni eğlendir.’ Hemingway’in “Güneş de Doğar” ını okuyordu.
Ona böyle seslenince halimi anlayıp kitabı bıraktı, başını kaldırıp bana gülümsedi. O
bir centilmendi; on iki yaşında bir centilmen; hayatı boyunca bir centilmen oldu.
“Yukarıda çok yalnız hissediyorum kendimi,” dedim ona. “Berbat bir meslek
seçmişim. Eğer bir roman yazarsam koro gibi bir şeye yazılacağım, bölümler arasında
toplantılara koşacağım.”
Sormasını istediğimi bildiği şeyi sordu: “Vincent, hikâye ne hakkında?”
“Dinle Kenneth, dalga geçmiyorum. Müthiş bir şey. Gerçekten,” diyerek onu ve kendimi ikna
etmeye hazırlandım. “İsmi, ‘Bovlingci’. Karısı geceleri radyodan dövüşleri ya da hokey
maçlarını dinlemesine izin vermeyen bir adam hakkında. Spor yok. Çok gürültülü. Korkunç
bir kadın. Adamın kovboy hikâyeleri okumasına izin vermiyor. Zekâsı için kötüymüş. Bütün
kovboy dergilerini çöpe atıyor.” Bir yazar gibi, Kenneth’ın yüzünü izliyordum. “Her
Çarşamba gecesi, bu adamın bovling gecesi. Her Çarşamba, akşam yemeğinden sonra, sandık
odasından özel bovling topunu alıp özel, yuvarlak bir kanvas çanta içine yerleştirir, karısına
iyi geceler öpücüğü kondurur ve dışarı çıkar. Bu, sekiz sene boyunca devam eder. Sonunda
adam bir gün ölür. Karısı her Pazartesi mezarlığa gidip kocasının mezarına kuzgunkılıçları
bırakır. Bir seferinde, Pazartesi yerine Çarşamba gittiğinde, mezarda taze menekşeler görür.
Onları kimin koymuş olabileceğine akıl sır erdiremez. Yaşlı bekçiye sorduğunda, adam ‘Her
Çarşamba gelen hanımefendidendir, karısı herhalde,’ der.
‘Karısı mı?’ diye yaygarayı koparır kadın, ‘Onun karısı, benim!’ Ama yaşlı bekçi
oldukça yaşlı ve sağır bir adamdır, pek ilgilenmez. Kadın eve döner. Gecenin geç saatlerinde,
komşuları bir camın kırıldığını duyarlar, ama yine radyoda dinledikleri hokey maçına
dönerler. Sabah olduğunda, işe giden komşulardan biri, yandaki evin kırık camını ve ön
bahçede parlayan, çiyle kaplanmış bovling topunu görür.”
“Nasıl buldun?”
Hikâyeyi anlatırken gözlerini yüzümden ayırmamıştı.
“Şey, Vincent…”dedi. “Ya, nasıl desem…”
“Sorun ne ki? İyi bir hikâye bu.”
“Bunu çok iyi yazacağına eminim. Ama, Vincent!”
“Sana okuyacağım öykü bu, Caulfield. Nesi var ki? Tam bir şaheser. Şaheser üstüne
şaheser yazıyorum. Bir adam tarafından yazılmış bu kadar çok şaheser hiç okumadım ben,”
dedim. Dalga geçtiğimi anlamıştı ama keyfimin kaçtığını bildiği için, zoraki bir
gülümsemeyle baktı bana. Zorlama gülümsemeler istemiyordum. “Bu hikâyenin nesi var?”
dedim,”‘Seni sinir bozucu herif. Kızıl seni.”
“Böyle bir şey gerçekleşmiş olabilirdi, Vincent. Ama gerçekleştiğini bilmiyorsun,
değil mi? Yani, bunu uydurdun, değil mi?”
“Tabii ki uydurdum! Böyle şeyler olur, Kenneth.”
“Tabii, Vincent! Sana inanıyorum. Dalga geçmiyorum, inanıyorum sana,” dedi. “Ama
birşeyler uyduruyorsan, neden iyi birşeyler uydurmuyorsun? Bak, sadece iyi birşeyler
uydurmanı kastediyorum. İyi şeyler oluyor, birçok kez. Vincent, oğlum, iyi şeyler hakkında
yazabilirsin, iyi şeyler, yani iyi adamlar falan gibi şeylerden bahsediyorum. Ah, Vincent!”
Parlayan gözlerle bana baktı – evet, parlayan gözlerle. Çocuğun gözleri parlayabiliyordu.
“Kenneth,” dedim – ama yenildiğimi biliyordum; “bovling toplu adam zaten iyi bir
adam. Onunla ilgili yanlış bir şey yok. İyi olmayan onun karısı sadece.”
“Kesinlikle, biliyorum, ama – ah, Vincent! Onun için intikam falan alıyorsun. Neden
onun için intikam alıyorsun ki? Yani, Vincent, adam iyi. Kadını rahat bırak. Karısını diyorum.
O ne yaptığını bilmiyor. Radyo ve kovboy hikâyelerinden bahsediyorum, kadını rahat bırak,
oldu mu, Vincent?”
Hiçbir şey demedim.
“O kadına o şeyi pencereden attırma. O topu. Ha, Vincent? Tamam mı?”
Başımı salladım, “Peki,” dedim.
Kalkıp mutfağa gittim ve bir şişe zencefilli gazoz içtim. Beni yere yıkmıştı. Beni her
zaman yere yıkardı. Ardından odama çıktım ve hikâyeyi yırtıp attım.
Aşağıya indim, yine korkulukta oturup okumasını izledim. Ansızın başını kaldırıp
bana baktı.
“Lassiter’a gidip midye yiyelim.”
“Pekâlâ. Ceket falan giymeyecek misin?” Üzerinde sadece çizgili bir tişört vardı ve
bütün kızıllarda olduğu gibi derisi güneşte fena yanardı.
“Yok, iyiyim.” Ayağa kalkarken kitabını hasır sandalyeye düşürdü. “Öylece gidelim.
Hemen,’”dedi.
Gömleğimin kollarını kıvırarak onu çimenlik boyunca takip ettim ve bahçenin ucunda
durup arabamı garajdan geri geri çıkarmasını izledim. Garaj yoluna tamamen çıktığında
yanına yürüdüm. Ben sürücü koltuğuna yerleşirken o sağa kaydı ve penceresini aşağıya
indirdi – pencere, Helen Beebers’la bir gece önceki buluşmamdan dolayı kapalı kalmıştı:
Helen saçının uçuşmasından hoşlanmazdı. Ardından Kenneth tentenin düğmesine bastı,
başımın üstünden geriye doğru ittiğim kanvas hareket etmeye başladı ve sonunda koltuğun
ardında toplandı.
Garaj yolundan Caruck Bulvarı’na, oradan da Ocean’a doğru arabayı sürdüm.
Ocean’daki Lassiter’ın yerine on-on bir kilometrelik bir mesafe vardı. İlk birkaç kilometre
boyunca ikimizin de söyleyecek bir şeyi olmadı. Güneş harikaydı. İçleri daktilo mürekkepli,
yenmiş tırnaklarımı ve tutkal beyazı ellerimi ortaya çıkarıyordu, ama ışınlar Kenneth’ın kızıl
saçlarına da çarpıyor ve ona yakışıyorlardı; bu da benim için yeterliydi. Ona, “Torpido
gözüne uzansana, koç. Orada bir paket sigara ve bir elli bin dolarlık banknot bulacaksın.
Lassiter’ı üniversiteye yollamayı planlıyorum. Bana bir sigara ver,” dedim.
Sigarayı uzatırken, “Vincent, Helen’la evlenmelisin,” dedi. “Dalga geçmiyorum. Kız
beklemekten deliriyor. Öyle çok akıllı falan değil, ama bu iyi birşey. Çok fazla tartışmazsınız.
Ve kinayeli konuştuğun zaman da alınmaz. Onu bir süredir izliyorum. Neden bahsettiğini
hiçbir zaman anlamıyor. Ah, bu ne iyi birşey! Ve harika bacakları var!”
“Nereden çıktı şimdi bu, koçum?”
“Dalga geçmiyorum, Vincent. Onunla evlenmelisin. Bir kez dama oynadık onunla.
Damalarıyla ne yaptığını biliyor musun?’
“Ne yapıyordu damalarıyla?”
“Benim almamam için en arka sırada tutuyordu. Onları hiç kullanmak istemiyordu.
İşte bu, iyi türden bir kız, Vincent! Ve ona golfte yardımcılık yaptığım zamanı hatırlıyor
musun? Ne yaptığını biliyor musun?”
“Benim çivilerimi kullanıyor. Kendi çivilerini kullanmaz.”
“Beşinci deliği biliyor musun? Deliğin olduğu adacığa gelmeden önce tam o büyük
ağacın olduğu yeri? Benden topunu ağacın üzerinden aşırmamı istedi. O asla aşıramazmış.
Var ya, evlenmek isteyeceğin kız türü budur, Vincent. Onu kaybetmemelisin.”
“Kaybetmeyeceğim.” Sanki iki katım yaşında bir adamla konuşuyordum.
“Öykülerinin seni öldürmesine izin verirsen, kaybedeceksin. Onlar hakkında bu kadar
endişelenme. İyi olacaksın. Müthiş olacaksın.”
Yola devam ettik. Mutluydum.
“Vincent.”
“Efendim?”
“Phoebe’yi yatırdıkları beşiğe baktığın zaman onun için deliriyor musun? Hatta
kendinin o olduğunu hissetmiyor musun?”
“Evet,” dedim, onu dinleyerek. Neyi kastettiğini anlamıştım. “Evet.”
“Holden için de deli oluyor musun?”
“Tabii ki. İyi çocuk.”
“Bu kadar ketum olma.”
“Pekâlâ.”
“Birilerini sevdiğinde onlara söyle. Ne kadar sevdiğini de.”
“Pekâlâ.”
“Daha hızlı sürsene, Vincent,” dedi, “gerçekten, bassana şu gaza.”
Basabildiğim kadar bastım ve hızı yüz yirmiye çıkardım.
“Aslanım benim, işte böyle!”dedi Kenneth.
Birkaç dakika sonra Lassiter’ın mekânına varmıştık. Boş bir zamandı. Park alanında
sadece bir araba duruyordu, bir De Soto sedan. Dükkân kapalı, içerisi de sıcak gözüktü ama
biz de sıcaktan vıcık vıcık olduğumuz için çok da bunaltıcı gelmedi. Dışarıda, korumalı
verandada bir masaya oturduk. Verandanın öteki ucunda şişman, sarı polo gömlekli, kel bir
adam oturmuş istiridye yiyordu. Önünde bir tuzluğa dayadığı gazetesi vardı. Çok yalnız
gözüküyordu ve herhalde, dışarıda, güneşin altında kavrulan göz alıcı, boş sedan onundu.
Lassiter’ı yakalamak için bar yönünde uzanan sinekli koridora doğru sandalyemi biraz
yatırdığımda şişman adam konuştu.
“Hey, kızıl! O kızıl saçları nereden buldun?”
Kenneth adamı görebilmek için arkasını döndü.
“Yolda bir adam verdi.”
Adam neredeyse gülmekten kırılacaktı. Bir armut kadar keldi. “Sana yolda bir adam
verdi, ha?” dedi.”‘Bana da ayarlayabilir mi sence?”
“Tabii ki,” dedi Kenneth. “Ama ona bir mavi kart1 vermen lazım. Geçen seneden. Bu
yılınkini almıyor.”
İşte bu, adamı gülmekten öldürdü. “Mavi kart vermeliyim, ha?” dedi sallanırken.
“Aynen. Geçen seneden,” dedi Kenneth.
Şişman adam sallanarak gazetesine döndü ve ondan sonra sanki bir sandalye çekip
bize katılmış gibi, sık sık bizim masamıza baktı.
Yerimden kalkmak üzereyken, Lassiter barın köşesini döndü ve beni gördü. Selam
vermek için kalın kaşlarını kaldırıp bize yöneldi. Tehlikeli biriydi. Gece geç saatte boş bir
şişeyi barın kenarında kırdığını, kalan parçayı boynundan tutup park alanındaki arabaların
pahalı radyatör kapaklarını yürüttüğünü düşündüğü bir adamı aramak için tuzlu karanlığa
çıktığını görmüştüm. Koridordan aşağı yürürken sormak için beklemedi: ‘O uyanık, kızıl saçlı
kardeşin yok mu?’ Verandaya çıkana kadar Kenneth’ı görememişti. Başımla işaret ettim.
“Bak sen!” dedi Kenneth’a. “N’aber, ufaklık? Seni bu yaz ortalıkta göremedim.”
“Geçen hafta buradaydım. Nasılsınız, Bay Lassiter? Bu aralar birilerini dövdünüz
mü?”
Lassiter, ağzı açık kıkırdadı. “Ne istiyorsun, ufaklık? Kum midyesi? Bol tereyağı
soslu?” Biz olur deyince mutfağa yönelmişti ki bir an durdu:
“Kardeşiniz nerede? O deli olan ufaklık.”
“Holden,” diye tanımladım. “Yaz okulunda. Kendi başına ayakta kalmayı öğreniyor.”
“Öyle mi?” dedi Lassiter ilgiyle.
“O deli değil,” dedi Kenneth.
“Değil mi?” dedi Lassiter, “Deli değilse ne, o zaman?”
Kenneth ayağa kalktı. Yüzü neredeyse saçlarının rengini almıştı. “Gidelim buradan,”
dedi, “Hadi.”
“Hey, bir dakika, ufaklık,” dedi Lassiter, çabucak. “Dinle, sadece şaka yapıyorum.
Tabii, deli değil. Öyle demek istemedim. Sadece muzip biri. Hadi, iyi bir çocuk ol. Deli
olduğunu söylemedim. İyi bir çocuk ol. Size güzel kum midyesi getireyim.”
1 Mavi kart: Trafikte polis dışında kontrol yapma hakkına sahip olanların aldığı lisans
Kenneth, elleri yumruk olmuş bana bakıyordu ama bir işaret göstermeyerek kararı ona
bıraktım. Oturdu. ‘Yaşına göre davran,’ dedi Lassiter’a, ‘İnsanlara isim takma!’
“Kızıl’la münakaşa etme, Lassiter!” diye bağırdı masasından şişman adam. Lassiter
yüz vermedi – o böyle sert bir adamdı.
“Midyelerim çok iyi, ufaklık,” dedi Kenneth’a.
“Tabii ki, Bay Lassiter.”
Lassiter koridora çıkan tek basamakta gerçekten tökezledi.
***
Ayrılırken Lassiter’a kum midyelerinin harika olduğunu söyledim ama Kenneth onun
sırtına vurana dek inanmaz görünüyordu.
Arabaya döndüğümüzde Kenneth yan bölmenin kapağını indirdi ve ayağını rahatça
boşluğa yerleştirdi. İkimizin de oraya gitmek istediğini bildiğimden Reechman Point’e çıkan
sekiz kilometrelik yol boyunca arabayı sürdüm.
Oraya vardığımızda eski yere çektiğimiz arabadan çıktık ve Holden’ın, kendine ait bir
nedenle ‘Bilge Adam Kayası’ ismini taktığı yere kayaların üzerinde atlaya zıplaya gittik.
Büyük, düz bir parçaydı ve okyanustan bir koşma ve zıplama mesafesi uzaktaydı. Kenneth
önden gidiyor ve bir ip cambazı gibi kollarını açarak dengede durmaya çalışıyordu. Benimse
bacaklarım daha uzundu ve bir elim cebimde kayadan kayaya atlayabiliyordum. Ayrıca ondan
birkaç yaş da büyüktüm.
Bilge Adam Kayası’nda oturduk. Okyanus sakin ve güzel olmasına rağmen, hoşuma
gitmeyen bir şeyler vardı. Bunu fark ettiğim anda da, güneş bir bulutun arkasına saklandı.
Kenneth birşey söyledi.
“Ne?” dedim.
“Sana söylemeyi unuttum. Bugün Holden’dan bir mektup aldım. Sana okuyacağım.”
Şortunun arka cebinden mektubu çıkardı. Okyanusu izlerken onu dinledim. ‘Baştaki şeyi
dinle, başlığı," dedi ve şunların yazılı olduğu mektubu okudu:
Hödükler için Dinlenme Kampı
Cuma
Sevgili Kenneth,
Burası rezil bir yer. Hiç bu kadar sıçanı bir arada görmemiştim. Deriyden bir şeyler üretip
yürüyüşlere çıkmamız gerekiyor. Beyazlarla kırmızılar arasında bir yarışma düzenliyorlar.
Benim bir beyaz olmam gerekiyor. Ben lanet olası bir beyaz değilim. Yakında eve geliyorum,
ve sen ve Vincent’la eğleneceğim ve kum midyesi yiyeceğim. Burada sürekli cıvık yumurta
yiyorlar. İçtiğin sütü bile buzdolabına koymuyorlar.
Yemek salonunda herkesin bir şarkı söylemesi gerekiyor. Şu Bay Grover denen adam kendini
iyi bir şarkıcı sanıyor ve onla şarkı söylemeye çağırdı beni dün gece. Yapardım ama adamdan
hiç hoşlanmıyorum. Sana gülümsüyor ama eline şans geçtikçe çok acımasız oluyor. Annemin
gönderdiği 18 doları aldım ve o adam söz verdiği gibi şehre inerse trene binebileceğim ve
Cumartesi ya da Pazar evde olacağım. Bay Grover ile yemek salonunda şarkı söylemediğim
için beni afaroz ettiler. Sıçanların hiçbiri benimle konuşamıyor. Bir tanesi Tenesee’li, çok iyi
bir çocuk ve yaşı neredeyse Vincent kadar. Vincent nasıl. Onu özlediğimi söyle. Hiç
Korintliler’i okumuş mu? Korintliler İncil’de yer alıyor,çok iyi ve güzel ve Web tailer bir
kısmını bana okudu. Burada yüzmek hiç eğlenceli değil, çünkü ufak dahi olsa bir dalga yok.
Dalgalar olmadan, korkmadan ya da tepe taklak olmadan ne anlamı var ki? Sadece eş
olduğun kişiyle beraber yüzüp oradaki bir sala çıkıyorsun. Benim eşim Charles Masters. O,
sıçanlardan birisi ve yemek salonunda sürekli şarkı söylüyor.
Beyaz takımda ve takımın kaptanı. Bay Grover ve o, hatta Bayan Grover da hayatımda
gördüğüm en büyük sıçanlardan. Annen gibi olmaya çalışıyor ve sürekli tebessüm ediyor ama
Bay Grover gibi de acımasız. Kimse sandviç yapamasın diye ekmek kutusunu geceleyin
kilitliyorlar ve Jim’i kovdular ve burada her şey için 5 cent veya 10 cent vermen gerekiyor ve
Robby wilcoks’un ebeveynleri ona hiç para vermedi. Ben yakında, büyük ihtimelle Pazar evde
olacağım. Seni özledim Kenneth, Vincent’ı da, Pheobe’yi de. Phoebe’nin saçları ne renk?
Büyük ihtimalle kızıldır diye tahmin ediyorum.
Kardeşin Holden Caulfield
Kenneth mektubu ve zarfı arka cebine geri koydu. Düz, kırmızımsı bir çakıl taşını
eline aldı; simetrisinde kusur olmadığını umut edercesine elinde çevirerek inceledi. Benden
çok taşa konuştu sanki: “Taviz veremiyor.” Acıyla bana baktı: “O ufak yaşlı bir çocuk ve
taviz veremiyor. Şarkı söylediğinde herkesin onu rahat bırakacağını bilse dahi Bay Grover’ı
sevmiyorsa yemek salonunda şarkı söyleyemiyor. Ona ne olacak Vincent?”
“Sanırım taviz vermeyi öğrenmesi gerekecek,” dedim ama buna inanmıyordum ve
Kenneth da biliyordu.
Kenneth taşı şortunun saat cebine yerleştirdi ve ağzı açık okyanusa baktı.
“Biliyor musun?” dedi. “Ölsem falan ne yapardım, biliyor musun?”
Benim bir şey söylememi beklemedi.
“Oyalanırdım,” dedi, “bir süre daha ortalıkta takılırdım.”
Yüzünde muzaffer bir ifade belirdi – Kenneth’ın muzaffer ifadesi; birilerini yendiğine
ya da alt ettiğine dair bir iz taşımayan. Okyanus korkunçtu o anda. Bovling toplarıyla
doluydu. Kenneth bir şeylerden dolayı çok mutlu görünüyordu. Bilge Adam Kayası’nda
doğruldu. Kalkış şeklinden canının yüzmek istediğini anladım. O bovling topları arasında
yüzmeye gitmesini istemiyordum.
Ayakkabılarıyla çoraplarını sıyırıp çıkardı, “Hadi, girelim,” dedi.
“O şortu mu giyeceksin?” diye sordum, “Dönüşte üşürsün. Güneş battı.”
“Arabanın koltuğunun altında bir şortum daha var. Hadi, girelim.”
“Yediğin midyelerden kramp girecek.”
“Sadece üç tane yedim.”
“Hayır, yapma!” Onu durdurmaya çalıştım. Oysa gömleğini çıkarıyordu ve beni
duymamıştı.
“Ne?” diye sordu yüzü açığa çıkınca.
“Yok bir şey. Uzun kalma.”
“Sen gelmiyor musun?”
“Hayır, bonem yok.” Bunun çok komik olduğunu düşünüyordu. Benimle dalga geçti.
“Aaa, hadi, Vincent!”
“Sen devam et. Bugün okyanusa dayanamıyorum. Bovling toplarıyla dolu.”
Duymadı. Plajın düzlüğü boyunca koştu. Onu yakalayıp geri taşımak, buradan
uzaklaşmak istiyordum.
Suda oyalanmayı bıraktığında, ben daha birşey söylemeye fırsat bulamadan,
kendiliğinden, sudan çıktı. Suyun topuğa kadar geldiği yerden geçip, ayak izlerinin
seçilebildiği kuru düzlüğü hızla geçmişti ki, başının öne düştüğünü farkettim. Hala birşey
söyleyemiyordum. Sonra, plajın yumuşak kısmına henüz varmıştı ki, okyanus ona son bovling
topunu fırlattı. Avazım çıktığı kadar ismini haykırıp, çılgın gibi yanına koştum. Yüzüne bile
bakmadan kaldırıp çekiştire çekiştire arabaya götürdüm. Onu koltuğa yerleştirdim. İlk bir-iki
kilometreyi temkinli kullandım ama sonrasını tam gaz gittim.
***
Holden’ın verandada oturduğunu gördüm. Sandalyenin yanında bir bavul vardı,
burnunu karıştırıyordu. Beni görür görmez Kenneth’ın ismini haykırdı.
“Mary’ye doktoru aramasını söyle,” dedim, nefes nefese. “Numara telefonun
yanındaki şeyin üzerinde. Kırmızıyla yazılmış.”
Holden Kenneth’ın ismini bir kez daha haykırdı. Onun yumuşak elini çekiştirdi,
burnundaki kumları silkeledi.
“Çabuk, Holden, lanet olsun!” dedim, Kenneth’ı götürürken, Holden’ın Mary’yi
bulmak için evin içinde koşturduğunu duydum.
Birkaç dakika sonra, daha doktor bile gelmeden annemle babamın arabası garaj yoluna
girdi. Şovda başrolü oynayan çocuk, Gweer da onlarla birlikte gelmişti. Kenneth’ın
odasındaki pencereden anneme işaret ettim. Annem bir kız çocuğu gibi, eve koştu. Onunla bir
dakika konuştuktan sonra merdivenlerde babamın yanından geçerek aşağı indim.
Daha sonra, doktor, annem ve babam yukarıda Kenneth’ın odasındalarken, Holden ve
ben verandada bekledik. Gweer de nedense kaldı. En sonunda yavaşça, “Ben gideyim bari,”
dedi.
“Pekâlâ,” dedim hiç üstelemeden. Etrafta bir aktör istemiyordum.
“Yapabileceğim bir şey varsa—“
“Eve git, tamam mı, dostum?” dedi Holden.
Gweer buruk bir şekilde gülümseyip gitmeye hazırlandı. Ayrılmak istemiyor gibiydi.
Hizmetçi Mary’yle yaptığı ufak konuşmadan sonra merak içindeydi anlaşılan.
“Sorun ne? Kalbi mi? O daha bir çocuk, değil mi?”
“Evet.”
“Eve git. Tamam mı?”
Bir süre sonra gülmeye başladım. Holden’a okyanusun bovling toplarıyla dolu
olduğunu anlattım. Gıcık herif, onaylayıp, “Evet, Vincent,” dedi, sanki neden bahsettiğimi
biliyormuş gibi.
O gece, saat sekizi on geçe öldü.
Bütün bunları yazmak, belki de sonunda onu buradan uzaklaştıracak. İtalya’da
Holden’la, Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Almanya’nın bir kısmında da, benimleydi. Buna
dayanamıyorum. Bu günlerde ortalıkta takılmamalı.
Çeviri: Emre Karacaoğlu