kadir ÖzkÖse - somuncu baba dergisi · 2018. 10. 11. · dünyaya nizam veren muhteşem süleyman...
TRANSCRIPT
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 216 • EKİM 2018 • Fiyatı: 12 TL
216
0 0 2 1 6
Mekke’den Doğanİslâm Güneşi
İslâm Birliğinin Oluşumunda Kardeşliğin Rolü
Gönül Birliğinin Merkezi: Darende Sosyal Tesisi
Anadolu’nun Yetiştirdiği Büyük Ruh: Yûnus Emre
Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sûfî Zümrelerle İrtibatı
Kadir ÖZKÖSE
Abdullah KAHRAMAN
Resul KESENCELİ
Bilal KEMİKLİ
Ramazan ALTINTAŞ
basyazı Bekir AYDOĞAN
Muntazam Kanunlarla Âdil Bir Yönetici: Kânûnî Sultan SüleymanYüce Osmanlı Devleti’nin 10. padişahı olan Kanûnî Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim’in
1520’de vefatı üzerine, tahta çıkmıştır. Kısa zamanda güçlü bir iktidar kurarak, sağlam ve dürüst bir ida-re tesis etmiştir. Kânûni Sultan Süleyman tahta çıkmadan daha önce çeşitli yerlerde sancak beyliği gö-revlerinde bulunmuş, bu da onun devlet idaresi konusunda tecrübe edinip, başarılı olmasını sağlamıştır. Muntazam kanunlar çıkartıp, adaletli bir yönetim şekli sergilediği için “Kanûnî” olarak anılmıştır. Ayrıca bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu çok zengin ve geniş topraklara sahiptir. Karada ve denizde Osmanlı kuvvetleri büyük bir güç arz etmektedir. “Sultan”lık unvanı da bu açıdan değerlendirilebilir. Babası Yavuz Sultan Selim’in, Mısır’daki Abbasî Halifeliği’ne son verip, İslam Dünyasının liderliği anlamındaki halifeliği Osmanlı Devletine kazandırması ve Kanûnî’nin tahta çıkınca bu makama sahip bulunması da büyük bir önem taşımaktadır. Kanûnî Sultan Süleyman’ın hükümdarlığı döneminde Osmanlı Devleti, zamanın Dünya devletleri ve imparatorlukları arasında bir süper güç mevkiinde bulunmaktadır. 46 yıl süren hükümdarlığı döneminin on yıldan fazlasını sefer ve savaşlarda geçirmiş, Osmanlı İmparatorluğu’na, dolayısıyla İslâm’a büyük bir düşmanlık besleyen Hıristiyan Avrupa’nın Haçlı zihniyetine büyük darbeler indirmiş, Avrupalıla-ra hiç bir zaman göz açtırmadığını ve Türk tarihine Mohaç gibi büyük bir zafer kazandırmıştır. 0, esasen İslâm’ın ruhunda var olan, Âyet ve hadislerle sabit bulunan cihad, yani Allah’ın dinini ve nizâmını yeryü-zünde yaymak ve cihanşümul İslâm nizâmını kurmak için çaba sarf etmiştir. Kanûnî Sultan Süleyman’ın bu şerefli hayatı, yine şerefli bir şekilde 1566 tarihinde Macaristan seferi sırasında son bulmuştur. Kanûnî Sultan Süleyman, eğitim ve öğretime de çok çok önem vermiştir. Dönemindeki medreselerde dînî ilimler yanında hukuk, matematik, fen ve diğer ilimler de okutulmaktaydı.
Büyük ceddi Fatih Sultan Mehmed, Fatih Camii’nin yanında Sahn-ı Semân’ı yaptırmıştı. Kanûnî de, ken-disinin yaptırmış olduğu Süleymaniye Camii’nin civarında, Sahn-ı Süleyman adında bir üniversite yaptırmış-tır. Kanûnî Sultan Süleyman büyük bir imparatorluğun idarecisi olup, hükümdarlığının büyük bir kısmının seferler, savaşlar ve çeşitli sorunlarla geçmesine rağmen, aynı zamanda sanat ve edebiyatla da ilgilenip, Muhibbi mahlası ile Türkçe ve Farsça şiirlerden oluşan büyük bir divan meydana getirmiştir. Ahmed Fevrî tarafından kaleme alınan Ahlâk-ı Süleymânî adlı eserde Kanûnî Sultan Süleyman hakkında hulâsa olarak şu bilgiler verilmektedir: “Kanûnî’nin kendini tanımak hususunda tarikat ehli gibi düşünmekte olduğunu, ahlâken, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahlakına, sadakatte Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e adalette ise Hz. Ömer (r.a.)’e benzediği, beyitlerinden de örnekler verilerek belirtilmektedir. Şiirlerinde Allah’a olan samimî bağlılığını gösterdiğini, dünyamda yaşamaktan muradın, Allah (c.c)’ın rızası olduğunu, Ondan başkasıyla muhabbet ve sohbetten geçip, Fenâfillah’a ulaşmak ve Bekâ-billah dairesine erişmenin esas gayesi olduğunu beyit-lerinden örnekler vererek açıklamaktadır.” Kanûnî’nin savaş yerinde kahramanlığı Seyyid Battal Gâzî’ye, vuruşta Hz. Hamza’nın celadetine benzetilir. Kanûnî için harb, dîn-i mübîn’in yayılması için canın hak yo-lunda feda edilmesidir. Padişahlığının yanında tasavvuf ve dervişliğe meyyal, olan Kanûnî’nin şiirlerinde, Bâyezîd-i Bistâmî ve İbrahim-i Edhem gibi büyük sûfilerin zühd ve feragati görülür. Ayrıca, şiirlerinde nasi-hat ve vaaz kabilinden manzumelerine de rastlanır. Kanûnî Sultan Süleyman, umumiyetle gazellerinde aşk konusunu işlemektedir, işlediği aşk konuları mecazı ve hakiki aşk, yâni aşk-ı ilahî olarak da yorumlanabilir.
A Fair Leader With Systematic Laws: Kanûnî Sultan Suleiman
Being the 10th Sultan of the Ottoman Empire, Kanuni Sultan Suleiman (Also known as Suleiman the Magnificient- The Lawgiver) succeeded to the throne in 1520 after the death of his father Yavuz Sultan Selim. In a short time, he had a compelling power and established a stong and honest administration. Due to the systematic laws he enacted, he was also known as the Lawgiver- Kanuni. In his reign, the Ottoman Empire had rich and large lands. The empire was so powerful both in land and maritime. After his father’s being the Khalifa of Islam by ending the Abbasi Calpihate, he also became the Kahlife of Islamic World beside his Sultanate. ek
im/2
018
somuncubaba 1
Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Karton Kapaklı, 16x24cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa
Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa
Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ve Hamid Hamideddin Ateş Efendi
Musa TEKTAŞ
Karton Kapaklı, 14x21cm, 368 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-1
ISBN: 978-9944-774-43-7
ISBN: 978-9944-774-46-8
Önemli Bir Değer OlarakHayâ ve İffet
Ayşegül KÖSTE
Adını Tarihe YazdıranHürrem Sultan
Zühal ÇOLAK
İffet-UtanmaDuygusu
Sümeyye Büşra YILDIZ
Kız ÇocuklarınıFıtrata UygunYetiştirememek
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
ABONE İLETİŞİM HATTI
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 25 Sayı: 216 - Ekim 2018
Basım Tarihi: 01 Ekim 2018
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZâviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • [email protected]
Yapım
www.grafiturk.com.tr
Tel: 0506 876 17 17
Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK
Baskı ve ÜretimSalmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.
Tel: (0312) 341 10 24
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Kurum Abone : 180 Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.
İÇİNDEKİLER
Mekke’den Doğan İslâm Güneşi
Ramazan ALTINTAŞ
Enbiya YILDIRIM
Önce Kendimizi Düzeltmek
İslâm’ın Mekke Dönemi, itikâdî yapılanmanın önemli bir aşamasını teşkil eder. Bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) de önceliği tevhîd çağrısına vermiştir.
Başkalarının kusurlarıyla meşgul olmanın çeşitli sebepleri vardır. Ancak en önemlisi kişinin kendi hatâlarına gözlerini kapaması, nefsini âdetâ kusursuz görmesi, kibrinin kurbanı olmasıdır.
Muntazam Kanunlarla Âdil Bir Yönetici:Kânûnî Sultan Süleyman ...................................................1Bekir AYDOĞAN
Sihre Karşı Mûcize: Âsây-ı Musâ ......................................6Ali AKPINAR
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.) ..................................................10Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEK
Gel! .........................................................................................13Bekir OĞUZBAŞARAN
Mekke’den Doğan İslâm Güneşi .......................................14Ramazan ALTINTAŞ
Kanûnî-Onuncu Sultan .......................................................19Halil GÖKKAYA
Kanûnî Sultan Süleyman’ın Türbesi ................................20Mustafa BAŞ
“Gaflet” Uykusundan Uyanmak ........................................24Musa TEKTAŞ
Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sûfî Zümrelerle İrtibatı ........30Kadir ÖZKÖSE
Yâ Rabb! .................................................................................35Hanifi KARA
Önce Kendimizi Düzeltmek ...............................................36Enbiya YILDIRIM
Dünyaya Nizam Veren Muhteşem Süleyman ................40İsmail ÇOLAK
İslâm Birliğinin/Vahdetin OluşumundaKardeşliğin Rolü ..................................................................44Abdullah KAHRAMAN
Gönül Birliğinin Merkezi Darende Sosyal Tesisi ...........48Resul KESENCELİ
Şeyh Abdurrahman-ı Erzincanî’ninSosyo-Kültürel Hayata Yansımaları ..................................52Cemil GÜLSEREN
Anadolu’nun Yetiştirdiği Büyük Ruh: Yûnus Emre ........56Bilal KEMİKLİ
Muhteşem Bir Sultan, Muhteşem Bir Şair:Kanûnî Sultan Süleyman ...................................................60Mustafa ÖZÇELİK
Alçaklar Karşısında Baş Eğmeyiz .....................................64Vedat Ali TOK
Ey İnsan!.. ..............................................................................67İbrahim SAĞIR
Osmanlı’nın “Muhteşem” Devri veKanûnî Sultan Süleyman ...................................................68M. Nihat MALKOÇ
Bilim Tarihi Sohbetleri .......................................................74Yusuf HALICI
Aile ve Toplum Mahremiyeti .............................................76Mustafa KARABACAK
“Öğretmen” Örnek Bir Rehber Olmalı ............................80Ali ÖZKANLI
Mahzun Çeşmeler ...............................................................83Yusuf DURSUN
Kur’an’a Göre Doğru ve Güzel Söz ..................................84Mukadder Arif YÜKSEL
Yûnus Var! .............................................................................87Hanifi KARA
Mustafa BAŞ
İsmail ÇOLAK
Kanûnî Sultan Süleyman’ın Türbesi
Dünyaya Nizam VerenMuhteşem Süleyman
Türbe girişinin tam üstünde, Mevlevî sikkesi şeklinde kesilmiş olarak duran Hacerü’l-Esved Taşı yer alır.
Osmanlı siyasî, askerî, iktisadî sahalarda olduğu gibi kültür-medeniyet noktasında da en ideal dönemini Kanûnî zamanında yaşamıştır.
“Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Hazretleri, bir gönül sesi olarak bugün Darende’de yankılanmaktadır. 24 Ağustos 2018 Cuma günü Darende Sosyal Tesisi açılarak hizmete sunulmuştur.”
Resul KESENCELİ
Gönül Birliğinin MerkeziDarende Sosyal Tesisi
14
20
36
40
48
Dîvân-ı Hulûsî-i DârendevîEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
1. Pür-safâdır gönlümüz yârın hevâsıyla gezer
Âşinâdır ol ki yârın âşinâsıyla gezer
2. Gerçi kim aşkı anın yağmaya verdi varımız
Varına fânî vücûd anın bekâsıyla gezer
3. Devlet-i dünyâ ve mâ-fîhâ gözetmez bendeyiz
Gönlümüz ol devlet-i fakr u fenâsıyla gezer
4. Âkılın her gördüğü bir perdedir mahbûbuna
Âşıkın ‘aynı müdâm dostun likâsıyla gezer
5. Zâhidân ârzû-yı Cennet hûr u gılmân isteyü
Âşıkân seyr-i likâ zevk ü safâsıyla gezer
6. Kâ’be-i ulyâsıdır âşıkların dost eşiği
Tavf-ı kûyu Hacc-ı Ekber’dir temennâsıyla gezer
7. Ey Hulûsî âşıka her devlet ki var dost vaslıdır
Şol ne âşıkdır ki dostun mâsivâsıyla gezer
Yılan, eskiden beri insan hayatında yeri
olan bir hayvandır. Hilekâr ve öldürücü
bir sürüngen olarak bilinir. Hem karada
hem denizde yaşayan, binlerce çeşidi olan bir
hayvandır. İki bin yedi yüz kadar çeşidi olan bu
hayvanların, dört yüz kadarının zehirli olduğu
söylenmiştir.
Eşiyle beraber cennette yaşayan Hz. Âdem’i
aldatmaya kalktığında İblis’in yılan sûretinde
cennete girdiği kaynaklarda anlatılır. Şeytana
yol verdiği için de o zamanlar deve gibi iri yarı,
ayakları üstünde yürüyebilen bir hayvan olan
yılanın sürünmeye mahkûm olduğu da eklenir.1
Kur’ân’da yılan, bir ayette hayye, ikişer ayet-
te sü’bân ve cânn olarak toplamda beş yerde
geçmektedir. Elbette bu kelimelerin delâlet
ettiği mânâlarda farklılıklar vardır. Şöyle ki; dil
bilginlerine göre hayye, genel bir lafızdır. Erkek
dişi, büyük, küçük her çeşit yılan için kullanılır.
Başkalarının hayatını sonlandırdığı için yahut
ondan kurtulan varlık kendisine hayat bahşedil-
miş sayıldığından yılana bu isim verilmiştir.
Arapçada sü’bân, büyük ve korkunç yılan,
ejderhâ için kullanılır. Cânn ise sür’atli ve nârin
hareket eden anlamına gelmektedir. Aynı kök-
ten türeyen cinn kelimesinde de bu anlamlar
vardır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen yerlere baktığı-
mız zaman şöyle bir sonuç çıkmaktadır:
Her üç kelime de Hz. Mûsâ (a.s.)’a verilen
‘Asâ Mûcizesi’ ile ilgili olarak kullanılmıştır.
Hz. Mûsâ Peygamber, Medyen yurdundan aile-
siyle birlikte Mısır’a dönerken yolda kendisine
nübüvvet görevi verilir. Kutsal Tûvâ Vâdîsi’nde
bu görev verildiğinde peygamberliğine delâlet
eden bir mûcize olmak üzere elindeki âsâsını
yere atması istenir, yere atılan değnek yılana
dönüşür ve bu hayye olarak Kur’ân’da geçer.
“Allah, Ey Mûsâ! Sağ elindeki nedir? Mûsâ, ‘O
benim değneğimdir, ona dayanırım, onunla dava-
rıma yaprak silkerim, ondan daha birçok işlerde
faydalanırım.’ dedi.
Allah, ‘Ey Mûsâ at onu.’ dedi. Atınca, değnek
hemen, koşan bir yılan (hayye) oluverdi. Allah,
‘Onu al, korkma; biz onu yine eski durumuna çevi-
receğiz. Daha büyük mûcizelerimizi sana göster-
memiz için elini koltuğunun altına koy da, diğer
bir mûcize olarak, kusursuz, bembeyaz çıksın.’
dedi.”2
Burada yılan için hayye kelimesi kullanılmış-
tır. Zira burada Hz. Mûsâ’yı korkutma gibi bir
amaç yoktur. Tam aksine onu peygamberlik ko-
nusunda takviye etme vardır. Onun için burada
asanın koşan bir yılana dönüvermesi söz konu-
su edilmiştir.
İkinci olarak Fir’avun’a tevhidi anlatmak için
onun huzuruna çıkan Mûsâ Peygamber, pey-
gamberliğini ispat için ona mûcize göstermek
için asâsını yere atar ve değnek yılana dönüşür.
Bu konu anlatılırken sü’bân kelimesi kullanılır.
“Mûsâ, asasını yere atar atmaz apaçık bir yı-
lan (sü’bân) oluverdi; elini çıkardı, bakanlar bem-
beyaz olduğunu gördüler.”3
Sihre Karşı Mûcize:
Âsâ-yı Musâ
İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*
“Âsânın yılana dönüşmesindeki amaç sihirbazlara gözdağı vermek ve onların
sihirlerini yutup yok etmektir. Onun için değneği daha önce yılana/hayyeye
dönüştüğünde korkup kaçmayan Hz. Mûsâ, korkup kaçmak istemiştir.”
“Arapçada sü’bân, büyük ve korkunç yılan, ejderhâ için kullanılır. Cânn ise sür’atli ve nârin hareket eden anlamına gelmektedir. Aynı kökten türeyen cinn kelimesinde de bu anlamlar vardır.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba6 7
“Bunun üzerine Mûsâ değneğini attı, besbelli
bir yılan (sü’bân) oluverdi.”4
Burada amaç tanrılık davasında bulunan ve
Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini ve tevhîde çağ-
rısını kabul etmeyen Fir’avun’u korkutmadır.
Onun için iri yarı ve korkunç yılan/ejderhâ için
kullanılan sü’bân kelimesi kullanılmıştır.
Üçüncü olarak Fir’avun, Mûsâ Peygamber’i
susturmak için tüm sihirbazları toplar ve onların
huzurunda Mûsâ Peygamber asâsını yere atar,
onların gözleri önünde değnek hareket eden bir
yılana dönüşür ve sihirbazların insanların gözle-
rini boyayarak aldatmak için attıkları ip ve değ-
nekleri yer yutar, sihirlerini etkisiz hale getirir. Bu
hâdise anlatılırken cânn kelimesi kullanılır.
“Değneğini at! Mûsâ, değneğinin yılan (cânn)
gibi hareketler yaptığını görünce, arkasına bak-
madan dönüp kaçtı. Allah şöyle dedi: ‘Ey Mûsâ!
Korkma; Benim katımda peygamberler korkmaz;
yalnız haksızlık eden bunun dışındadır. Kötü hali
iyiliğe çeviren kimse bilsin ki ben şüphesiz ba-
ğışlarım, merhamet ederim. Elini koynuna sok,
Fir’avun ve milletine gönderilen dokuz mûcizeden
biri olarak kusursuz, bembeyaz çıksın. Gerçekten
onlar yoldan çıkmış bir millettir.”5
“Değneğini at!’ Mûsâ, değneğin yılan (cânn)
gibi hareketler yaptığını görünce, dönüp arkasına
bakmadan kaçtı. ‘Ey Mûsâ! Dön gel; korkma; şüp-
hesiz güvende olanlardansın.’ denildi.”6
Dikkat edilirse burada asânın yılana dö-
nüşmesindeki amaç sihirbazlara gözdağı ver-
mek ve onların sihirlerini yutup yok etmektir.
Onun için değneği daha önce yılana/hayyeye
dönüştüğünde korkup kaçmayan Hz. Mûsâ,
korkup kaçmak istemiştir. Aslında yılana dönü-
şen asâsından korkup kaçmak istemesi, onun
mûcize olduğunun da göstergesidir. Zira şayet
Hz. Mûsâ’nın yaptığı, sihirbazların yaptığı gibi
bir göz boyaması olsaydı korkup kaçmasına ge-
rek olmazdı. Çünkü sihirbaz, yaptığı düzmece
işin mâhiyetini kendisi bildiği için ondan korkup
kaçmaz. Memleketin dört bir yanından toplanıp
gelen sihirbazlar da değneğin gerçekten yıla-
na dönüştüğüne şahit olup imana gelmişlerdir.
Zaten sihirbazların yapmaya çalıştıkları sihir ile
Hz. Mûsâ’nın elinde gerçekleşen mûcize arasın-
daki fark da buydu. Sihirbazların hareket eden
değnek, ipleri el çabukluğu ve bir göz boyama-
dan ibaretti, gerçekliği yoktu. Hz. Mûsâ’nın attı-
ğı değneği ise gerçekten yılana dönüşüyor, va-
zifesini yerine getirdikten sonra tekrar değneğe
dönüyordu. Bu hissî mûcize sihirbazların küfür
ve inkârdan vazgeçmelerine sebep olmuştu.
Bunun için de burada asâ, hareket yapan yılana
benzetilmiştir.
Bir değneğin yılana dönüşmesi, sonra tekrar
eski haline dönmesi, insan aklının kavramak-
ta zorlanacağı bir şeydir. Ancak mûcize tam
da bu noktada kendini gösterir. Çünkü insanın
güç ve kapasitesini aşan ve onu aciz bırakan
mûcize, Yüce Allah’ın dilemesiyle gerçekleşen
hârikulâde şeydir. Aslında Yüce Allah’ın yaptığı
ve yarattığı bütün her şey olağanüstüdür. Ancak
onların pek çoğu sürekli tekrar ettiği için ve biz
onlara alışageldiğimiz için olağan gibi görün-
mektedir. Sözgelimi anne baba vesîlesiyle ana
rahminde bir çocuğun teşekkül etmesi sıradan
bir şey değil, muhteşem bir hâdisedir. Ancak
biz onu normal bir şey olarak görürüz. Yüce Al-
lah için ise bizim hârikulâde gördüğümüz şey-
le, normal gördüğümüz şey arasında kolaylık
zorluk, imkân imkânsızlık açısından herhangi
bir fark yoktur. Yüce Allah’ın ilk insan ve eşini
ana baba vesîlesi olmadan yaratması, Hz. İsa’yı
baba olmadan bir anne vâsıtasıyla dünyaya
getirmesi, diğer doğan çocukları anne baba
vesîlesiyle halk etmesi erişilmez kudreti açısın-
dan O’na kolaydır ve imkân dâhilindedir. Onların
hepsi O’nun bir yasasının tecellîsidir.
Bu anlatımda yılan gibi hareketler yapan
asâ mûcizesi, sihirbazların iman etmesine se-
bep olurken; Fir’avun’un inkâr ve küfrünü artır-
mıştır. Yılan zehrinin öldürücü özelliği yanında,
onun ölçülü ve yerinde kullanılması halinde şifâ
kaynağı olması gibi. Yılan mûcizesi hem imana,
hem de inkâra sebep olmuştur. Nitekim öte-
den beri zehri ile hatırlanan yılan, pek çok ila-
cın yapımında kullanıldığından aynı zamanda
tabâbetin de sembolü sayılmıştır.
Görüldüğü üzere Kur’ân kelimeleri özenle
seçilmiş ve hikmet dolu anlamlarla yüklüdür.
Çünkü Kur’ân, her söylediğinde ve her eyle-
diğinde sonsuz hikmet olan, hikmet kaynağı
olan Yüce Rabb’in hikmetli kitabıdır. “Hikmetli
Kur’ân’a andolsun!”7 Onun bu hikmetlerini kav-
ramak için gayret edenlere de müjdeler olsun!
“O hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmiş-
se şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan
ancak akıl sahipleri ibret alır.”8
Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. Abdullah Aydemir, İslamî Kaynaklara Göre Peygamberler, TDV. Yayınları, s, 23-25.
2. 20/Tahâ, 19-23.3. 7/A’râf, 107-108.4. 26/Şuarâ, 32.5. 27/Neml, 10-12.6. 28/Kasas, 31.7. 36/Yasîn, 2.8. 2/Bakara, 269.
“Bir değneğin yılana dönüşmesi, sonra tekrar eski haline dönmesi, insan aklının kavramakta zorlanacağı bir şeydir. Ancak mûcizedir.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba8 9
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.), 1113/1702’de Agra/Ekberabad yakınındaki Kalabadağ kasa-basında doğdu. Esasen Mazhar, onun şiirlerinde kullandığı mahlası olmasına rağmen meşhur olup isminin bir parçası hâline gelmiştir. Onun nesebi Muhammed b. Hanefiyye vasıtasıyla Hz. Ali(r.a.)’ye dayandırılmaktadır. Babası Mirza Can, Babür idaresiyle iyi ilişkiler kurmuş ve Ev-rengzib Dönemi’nde orduda görev almış bir as-kerdi. O, dönemin yönetici kesimiyle iyi ilişkileri olan Kaşgal kabilesindendi. Mazhar’ın doğduğu yıl Çiştiyye Tarikatı’na intisap ederek askerî gö-revinden ayrılıp münzevi ve fakir bir hayat yaşa-mayı tercih etti.
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.), babasından Fars-ça ve diğer dillerdeki bazı küçük risâleleri oku-du. Kırâat ve tecvîdi Abdürresûl’den, aklî ve naklî ilmleri yörenin büyük âlimlerinden tahsil etti. Babasının 1130/1718’de vefatından sonra ileri düzeyde okumalarını Muhammed Efdal’den yaptı. Abdurresûl Dihlevî’den kıraat ilmini tahsil etti. Daha sonra o, Ekberabad/Agra’dan ayrıla-rak Delhi’ye gitti. Burada orduda görev almak istediyse de başvurusu kabul edilmedi. Çiştî şeyhi Kutbüddin Bahtiyar Kakî’nin tavsiyesiyle tasavvufa yöneldi. Bu sırada bölgede meşhur olan Müceddidiyye’nin kudretli şeyhi Muham-med Nur Bedeûnî (k.s.)’ye intisap etti. Onun bu intisap aşaması Makâmât-ı Mazhariyye’de şöyle anlatılır:
“Bir zât bana Seyyid Nûr Muhammed Bedeûnî Hazretleri’nin büyüklüğünden, kemâlâtından bahsetti. Onun üstün vasıflarını işitince gayri ihtiyârî kalbim ona tutuldu. Huzuruna erişmek saadetine kavuşmak arzusu peydâ oldu. Huzu-runa gidip o hazretin marifet yağdıran mübârek yüzünü görmekle şereflendim. Dinin emirlerine riâyet eden, sünnet-i seniyyeye uyan, Allahu Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanmış bir zât olduğu-nu gördüm. Mübarek sohbeti kalbe safâ veriyor, cana can katıyordu. İyice anlamıştım ki, arayan-lar maksada onun huzurunda kavuşuyor. Ölmüş kalpler onun huzurunda dirilip itminâna eriyor. Hakk’a kavuşmak orada müyesser oluyordu.
Bana niçin geldiniz buyurdular. “İstifâde için geldim.” diye arz ettim. İstihâresiz talebe kabul etmezler, tarikatı telkin buyurmazlardı. Fakat Allahu Teâlâ’nın lütuf ve ihsânıyla hiç durakla-ma göstermeden bu fakire teveccüh buyurdu-lar. Beş latifem “Allah” ismini zikretmeye baş-ladı. Bir teveccühle beş lâtifenin Allahu Teâlâ’yı zikretmesi sâlikin tecelli-i sıfata mazhar olması, o büyüklerin husûsiyetlerindendir. Teveccühü bâtınıma öyle tesîr etti ki, kendimi aynada onun sûretinde buldum. Gönlümde ona karşı tam bir muhabbet ve derin bir bağlılık hâsıl oldu.”
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.), Bedeûnî (k.s.)’nin gözetiminde dört yıl süren seyr ü sülûktan son-ra ondan tarikatta hilafet ve irşad icazeti aldı. Muhammed Bedeûnî’nin ölümünden sonra altı yıl onun kabrini ziyaretle onun ruhaniyetinden istifade etti. O bu süreçte birçok mânevî hâli tecrübe ettiğini belirtmektedir. Bedeûnî’nin ve-fatının üzerinden bir müddet geçtikten sonra Mazhar Cân-ı Canân (k.s.), Nakşî şeyhlerinden Şah Muhammed Zübeyr, Şah Hâfız Sadullah ve Muhammed Abid Sünamî’den tasavvufî terbiye aldı. Sünamî ona Kadirî, Sühreverdî ve Çiştî Ta-rikatlerinin usûlüne göre seyr ü sülûk yaptıra-rak bu tarikatlardan hilafet icazeti verdi.
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.), şeyhi Sünamî’den aldığı tasavvufî terbiyenin kendisine çok fayda sağladığını ve bu sayede mânevî makamların yüceliklerini tecrübe ettiğini belirtmektedir. O, şeyhinin teveccühleriyle bâtın nisbetinde de-rinlik ve genişlik meydana geldiğini ifade eder. Ona göre söz konusu bu durumu keşf yoluyla anlamak ve görmek mümkün değildir. Dahası o, Sünamî’nin teveccühüyle kendisinin tecrübe ettiği tasavvufî makamlarda oluşan kuvveti ve derinliği açıklamanın övünme olacağını söyle-mektedir. Böylece o, şeyhinden çok fazla feyz aldığını vurgulayarak aralarında üst düzey bir yakınlık meydana geldiğini ve bu sayede ondaki bazı mânevî hasletlerin kendisinde zuhur ettiği-ni belirtmektedir.
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.), Delhi’de bir tekke kurarak irşad faaliyetlerini sürdürdü. Bu sayede
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.)
Hat: Emre ÖZDEMİR
ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba10 11
o, Pencap’taki karışıklıkların tekkeyi ve Nakşî-Müceddidî hareketi etkilemesinden kurtar-mış oldu. O, Muharrem 1195/Ocak 11781’de tekkesindeyken büyük ihtimalle Şiî bir grubun saldırısıyla bıçaklanarak şehid edildi. Cenazesi Delhi’de defnedildi.
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.), vahdet-i şühûdçu bir sûfîydi. Ancak o, vahdet-i vücudu da reddet-medi. Çünkü ona göre hem vahdet-i vücud hem de vahdet-i şühûd hakikat yolcuğunun makam-larıdır. Bu sebeple o, vahdet-i vücud hakkında reddedici bir tutuma yönelmemiştir. Hakikat konusundaki fikirlerini daha ileri bir düzeye taşı-yarak Hinduların Allah ve âhiret inançları oldu-ğunu, onların dünyayı fânî kabul ettiklerini ve bu hususlarda Müslümanlarla benzer düşünceye sahip olduklarını belirtmektedir. Hatta o, her iki kesim arasındaki ortak özellik arama işini daha ileriye taşıyarak sûfîlerin rabıtasıyla Hindula-rın heykeller önünde yaptıkları meditasyonları birlikte değerlendirerek onların benzerliklerine
de işaret etmektedir. Çünkü ona göre bu kişiler,
heykellerin önünde yaptıkları meditasyonlarla
Allah(c.c.)’a yakınlaşmayı arzu etmektedirler.
Yoksa onlar heykellere tapınma ve ibadet etme
niyeti taşımamaktadır. Mazhar Cân-ı Canân
(k.s.)’ın bu yorumu bir kısım Hindu’nun tasav-
vufa ilgi göstermesini sağlamasına karşın bazı
Müslümanları rahatsız etmiştir.
Mazhar Cân-ı Canân (k.s.)’ın Şiîler hakkındaki
görüşü oldukça serttir. Çünkü ona göre Şiîlerin
pek çoğu sahabîlerin büyüklerini küfürle itham
etmekte ve onları kötü sözlerle anmaktadırlar.
Nitekim onun Şiîlerin taziye ve anma törenle-
rinde yaptıklarını eleştirmesi ve onlara aşağı-
layıcı ifadeler kullanması canına kıymalarına
neden olmuştur.
Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 363-366. sayfalarından özetlenmiştir.
Eğer hizmet ehli isen atla, gel!Arı gibi ağzındaki tatla gel!
Yolundaki engelleri aşarakMeşakkatli mesâfeyi katla, gel!
Hoş gör kulu Yaradan’dan ötürüMuştucu olduğunu ispatla, gel!
Nasuh tevbesiyle günahtan arın Vesîle olan muhterem zat’la gel!
İster dağ, ister çöl, ister göl, denizİster uçak, tren, ister yat’la gel!
Karayel, poyraz, sam yeliyle değilRuh okşayan meltemle, imbatla gel!
Kerem ile Aslı, Tâhir’le ZühreMecnun’la Leylâ, Şîrin-Ferhad’la gel!
Bülbül gibi terennüm et aşkınıCırcır böceği misâli çatla, gel!
Dâvetine uy Hazret-i Monlâ’nın Koşa koşa, ısrarla, inatla gel!
Bekir OĞUZBAŞARAN
Gel!
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba12 13
Mekke’den Doğanİslâm Güneşi
“İslâm’ın Mekke Dönemi, itikâdî yapılanmanın önemli bir aşamasını teşkil eder. Bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) de önceliği tevhîd
çağrısına vermiştir.”
İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*
Kur’an-ı Kerim, levh-i mahfuzdan dünya semâsına topluca, oradan da vâkıalara uygun olarak tedrîcî bir sûrette mîlâdî
610 yılının Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi Cebrail (a.s.) vâsıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e indirilmeye başlanmıştır. Bir dâvânın ortaya çı-kabilmesi için bir kitleye, tabana ve kamuoyu oluşturmaya ihtiyacı vardır. Bu sebeple İslâm’ın ilk yıllarında Rasûlullah (s.a.v.) dâvet vazifesini yüklenen kimselerden bir “çekirdek kadro” oluş-turduktan sonra kitleye açılmada yöntem ola-rak halka modelini tercih etmiştir. Çünkü İslâm bir hayat nizâmı olduğu için mutlaka cemâat olmaya büyük önem verir.
İslâm’ın Yayılışında Gizli Dâvet Dönemi
Bütün peygamberlerin dâvetlerinin ilk mer-halesi, gizli bir yapılanma taşır. Meselâ Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh (a.s.) diliyle, “Onları gizliden gizliye dâvet ettim.”1 buyrulur. İşte bunun gibi gizli dâvet merhalesi, Peygamberimiz’in Hira Mağarası’nda risâletin kendisine verilmesiyle birlikte başlamış, peygamberlikten üç yıl sonra, “En yakın akrabâlarını uyar.”2 ve, “Emrolundu-ğun şeyi açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir.”3 âyetlerinin inişine kadar devam etmiştir. İslâm’da nitelikli azınlık, niteliksiz çoğunluktan evlâdır. Bu sebeple kadro, bir işin yürütülmesi için özel niteliklere sahip kişilerden meydana getirilen çekirdek topluluk demektir. Bundan do-layı Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke Dönemi’nde nitelikli bir kadro oluşturmaya ağırlık vermiştir. İnsanlığa her yönüyle numûne olacak örnek bir neslin yetişmesine ihtiyaç vardır. İnsanlar, soyut düşüncelerden ziyâde somut örnekliklerin pe-şinden giderler. Mekke’de İslâm’ın ilk günlerine baktığımız zaman Hz. Peygamber (s.a.v.), hemen hemen bütün toplum kesimlerini temsil eden bir kadro ile işe başlamıştır. İslâm’ın ilk çekirde-ğini oluşturan fedakâr şahsiyetler arasında: Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Zeyd b. Hârise gibi zevâtın yer alması bunun en açık örnekleridir. Mekke’de yaşayan Müslüman toplumun ¼’ü ka-dınlardan oluşuyordu. Evli olan gençlerden ço-ğunun eşi de Müslüman oluyordu. Hz. Ömer’in
eniştesi Said ve kız kardeşi gibi. Habeşistan’a hicret eden Müslümanların kâhir ekseriyeti hanımlarıyla birlikte Müslüman olmuşlardı. İş-kence altında şehit düşen Hz. Sümeyye bunlar arasındadır. Gökteki yıldızlar konumunda olan sahâbeler, zor zamanda söz Müslümanlığından ziyâde söz Müslümanlığı ile birlikte harmanla-nan hâl Müslümanlığını görünür kılmışlardır. Onların Müslümanlığının içini; ilim, amel, ihlas, hasbîlik, samimiyet ve güzel ahlâk gibi hasletler doldurmuştur.
İslâm’ın Mekke Dönemi, itikâdî yapılanma-nın önemli bir aşamasını teşkil eder. Bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) de önceliği tevhîd çağrısına vermiştir. Mekkî sûre ve âyetlerin muhtevâsında; iman, tevhîd, şirk ve küfür gibi itikatla ilgili konular üzerinde du-rulmuştur. Çünkü itikad, bir binânın su basmanı gibidir. Ameller de onun çatısını oluşturur. Güç-lü bir iman olmadan sıkıntılara göğüs germek zordur. İmandan sonra, namaz gelir. Namaz İslâmî hareketin başıdır, sonu değil. Beş vakit namaz farz kılınmadan önce, Mekke dönemin-de Müslümanlar sabah ve yatsı vakitlerinde ikişer rekât namaz kılarlardı. Ayrıca Rasûlullah kuşluk namazı da kılardı. Bu namazlar bazen Kâbe’de, ama çoğu zaman Mekke vâdîlerinde ve kayaların arasında gizli olarak kılınırdı. Bu durum Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in Müslüman oluşuna kadar devam etmiştir. Ayrıca her dö-nemde olduğu gibi özellikle Mekke Dönemi’nde Kur’an’ın okunmasına, anlaşılmasına ve ya-şanmasına büyük önem verilmiştir. Örnek bir Kur’an nesli yetiştirmek için buna ihtiyaç vardır. Allah’ın vahyiyle olan günlük buluşmalar, insa-nı değiştirir. Müzzemmil ve Müddessir Sûreleri okunduğunda dâvetçilerin ne denli Kur’an’la
“Yakın akrabâların İslâm’a dâvet edilmesinden sonra ikinci aşama, uzak akrabâların İslâm’a dâvet edilmesiydi.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba14 15
içli dışlı olmalarının zarûreti anlaşılacaktır. Her gün Allah’ın âyetlerinden belli bir mikdârı okumak, Müslüman’ın günlük virdi olmalı-dır. Mânevî yönümüzün inkişafı gelişmesi ve mânevî kanallarımızın açılması için buna ihti-yaç vardır. Zira Mekkî sûre ve âyetlerde rûhî ve fikrî arınmaya dayalı mânevî eğitim üzerinde durulmuştur. İnananların imanlarını güçlü tut-maları ve çoşkusal bir İslâm anlayışına sahip olmaları, ancak böyle bir eğitimle sağlanabilir.
Zorlukların üstesinden gelmek ancak böyle bir mâneviyatla aşılabilirdi. Gece Kur’an okumak, Allah’ı tesbîh, namaz ve zikir, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şahsında bütün ümmete tavsiye edil-miştir: “Ey örtünüp bürünen Muhammed! Gece-nin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku. Doğrusu biz, sana, taşıması ağır bir söz vahye-deceğiz. Şüphesiz gece kalkışı daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz, seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır.”4 Bununla birlikte elbette düzenli yapılan sohbetler ilim ve irfan hayatını kuvvetlendirdiği gibi, dâvetçilerin kendilerine olan güvenlerini artırır, azim ve çabalarını daha çok kuvvetlendirir. Bu sebeple Mekke döneminde sahabeden Erkâm b. Erkâm (r.a.)’ın evi, karargâh olarak seçilmişti. Bu evde; hem iman ve ibadetlerin tâlimi yapılmış ve hem de İslâm’ın yayılış stratejisi çizilmiştir. Sağlam bir çekirdek kadro oluşturulduktan sonra dâvet açığa vurulmuştur.
İslâm’ın Yayılışında Merkezden Muhîte Açılma Dönemi
Hz. Peygamber (s.a.v.), üç sene gizli dâvetten sonra, Yüce Allah’ın emriyle dâvet, alenî hale dönüştürüldü. O bunu, iki aşamada gerçekleş-tirdi. İslâm’a dâvet halkasının ilkini aile ve yakın akrabâlar oluşturur. Bir dâvâ adamı sahip oldu-ğu yüz elli metre karelik toprak parçası üzerin-de aile fertlerine söz geçiremezse, milyonlarca kilometre karelik yüz ölçümüne sahip bir toprak parçası üzerinde nasıl söz sahibi olacak? Bu se-beple Mekke’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’e: “En ya-kın akrabâlarını uyar.”5 âyetinin inişiyle birlikte İslâm kitleleşmeden kadrolaşmaya adım atmış oldu. Çünkü yakın akrabâ, dış çevre ile irtibatı kolaylaştıran bir dâvet halkasıdır. Bir kimsenin fikrini, zikrini, yaşantı ve alışkanlıklarını yakın akrabâ daha iyi bilir. Onlara karşı inandırıcı ol-mak daha kolaydır. Hz. Peygamber (s.a.v.), Yüce Allah’ın emriyle Hâşim ve Abdülmenâf Oğulları olan akrabâlarından otuz ya da kırk beş kadarını verdiği bir ziyâfetle evinde topladı. Onlara inzâr ve tebşîrde bulundu. ‘Lâ ilâhe illa’llah’ deyin
kurtulun, dedi. Burada Ebû Leheb’in büyük tep-kisiyle karşılaştı. Ama buna rağmen o yılmadı, kitlelere ulaşmaya çalıştı.
Yakın akrabâların İslâm’a dâvet edilmesin-den sonra ikinci aşama, uzak akrabâların İslâm’a dâvet edilmesiydi: “Emrolunduğun şeyi açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir.”6 âyetiyle birlikte artık İslâm ve ilk Müslüman kadro top-luma açılıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.), Kâbe’ye en yakın tepe olan Safâ Tepesi’ne çıkarak: “Ya Sabâhâh!” diye seslendi. Bütün Mekke hal-kı onun akrabâsıydı. Etrâfına toplanan Mekke halkına soy soy, isim isim hitap ederek tebliğ-de bulundu. Artık Rasûlullah’ın çağrısı bütün Mekke evlerinde yankılanıyordu. Gittikçe dâvet halkası genişliyordu. Mekke’de İslâm’ın konu-şulmadığı ev kalmamıştı. Artık sıra, yakın ve uzak akrabâların İslâm’a dâvet edilmesinden sonra kabîlelerin dâvet edilmesine gelmişti. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, dâvet çalışmalarında hiçbir ayırım yapmadan herkese ulaşıyordu. Müslüman bulunduğu ortamı ve fırsatları iyi değerlendiren, zamanı ve mekânı İslâm’ın lehi-ne dönüştürme çabasına giren kimsedir. Tarih boyunca Mekke; ekonomik ve dinî merkez olma vasfını korumuştur. Mekke özellikle hac mevsi-minde çeşitli yerlerden gelen Arap kabîleleriyle dolup taşardı. Allah Rasûlü (s.a.v.) bunu fırsata çevirirdi. Hac günlerinde kurulan Ukâz, Mecen-ne ve Zü’l-Mecâz gibi panayırlardan da istifade ederek alenî dâvet emrini yerine getirirdi. Gücü nisbetinde herkese İslâm’ı duyurmaya çalışırdı.
İslâm Alenî Bir Dindir ve Açıkça Temsil Edilmelidir
İslâm, bütün insanlık için gelmiş evrensel bir dindir. Bu din toplumdan koparak ıssız dağ başlarında değil, rasyonel anlamda bir top-lum içinde yaşanacaktır. Mekkî bir sûrede Hz. Peygamber (s.a.v.)’e “hicret” emredilmektedir: “Putperestlerin söylediklerine sabret. Onların yanlarından güzellikle ayrılır.”7 Bu âyette geçen “hicret”; inancınla, ibadetinle, giyim-kuşamınla, aile hayatınla, yeme-içmenle, oturup-kalkman-la, komşuluk ve uluslararası ilişkilerinle farklılaş
demektir. Elbette İslâm’ın görünür kılınmasının artıları ve eksileri olacaktır. İnsanların bir kısmı, görünür Müslümanlık uygulamaları sebebiyle ihtidâ edecek, bir kısmı da inançlarıyla çatışa-cağı için karşıt bir mücâdele başlatacaktır. Nite-kim böyle de oldu. Mekke müşriklerinin baskıları sebebiyle ihtidâ edenler az olurken, Müslüman-lara karşı işkence ve baskı politikası şiddetlen-dirildi. İslâm’ın toplumda taban oluşturmaması için elden gelen yapıldı. Rasûl-i Ekrem’i karala-ma cihetine gidildi. Ona “sihirbaz, kâhin, şâir” gibi etiketler yapıştırıldı. Müşrikler bununla da yetinmedi, âlemlere rahmet olarak gönderi-len elçiyi alaya aldılar, hakâret ettiler, yollarına dikenler döktüler. Hatta Mekke’nin ileri gelen yöneticileri, halkı Müslümanlara karşı kışkırt-tılar: “Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin. Sizden istenen şüphesiz budur.”8 dediler. Dahası, ayrımcılık yaparak nefret suçu işlediler. Müslü-manları Şîb-i Ebî Tâlib mahallesinde muhasara altına aldılar. Her türlü sosyal, ekonomik ilişkiyi
“İslâm, bütün insanlık için gelmiş evrensel bir dindir. Bu din toplumdan koparak ıssız dağ başlarında değil, rasyonel anlamda bir toplum içinde yaşanacaktır.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba16 17
Beş asırdır cihad meşâlesini,Yakıyor Kanûnî Sultan Süleyman Zigetvar’da gördüm, son gölgesini,Bakıyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Sıhhat demiş dünyânın her kahrında,Örselenmiş Viyana’nın zehrinde,Destân olup seferlerin nehrinde,Akıyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Belgrad üstünde kelebek gibi,Tuna’da, Sava’da bir çiçek gibi,Kadir gecesinde bir şimşek gibi,Çakıyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Estergon’da altın haçın toz hâli,Camiye çevirir Muhteşem eli!Katedralin tepesine hilâli,Takıyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Haçlı ordusuna vermiyor ara,İki saat yeter, yüzler kap kara!Mohaç’ta Macar’ı bataklıklara,Döküyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Preveze yenik düştü restine,Cerbe’de haçlıyı gömdü postuna!Barbaros’la düşmanların üstüne,Çöküyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Zembilli Ali’yle Rodos’u açın,Yahya Efendi’yle dergâha geçin,Zehirli otları, Adalet için,Söküyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Süleymaniye der dileklerini,Piri Reis çizer emeklerini!Düşmanın bükülmez bileklerini,Büküyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Ebusuud eler söz kumlarını,Sinan’ı bilmeyen, bilmez kârını!Kırk altı yıl sevgi tohumlarını,Ekiyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Celil coştu, nasıl sığsın bendine,Dalıp gitmiş Osmanlı’nın fendine,Muhibbî aşk ile bizi kendine,Çekiyor Kanûnî Sultan Süleyman...
Halil GÖKKAYA
Kanûnî-Onuncu Sultan
Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞFaydalanılan Eserler:
Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Konya, 2016, ss. 157-191.
Münir Muhammed Gadban, Nebevî Hareket Metodu, Çev. Tarık Akarsu, İstanbul, 1998, ss. 27-191.
1. 71/Nûh, 9.2. 26/Şuarâ, 214. 3. 15/Hicr, 94.4. 73/Müzzemmil, 1-7.5. 26/Şuarâ, 214. 6. 15/Hicr, 94. 7. 73/Müzzemmil, 10. 8. 38/Sâd, 6.
kestiler. Müslümanların çocukları açlıktan öldü.
Nihâyetinde bu zulüm üç yıl sürdü. Bütün bunla-
ra rağmen Allah Rasûlü ve inananlar yılmadılar,
aksine, fırsat buldukça var güçleriyle dâvet ça-
lışmalarına devam ettiler.
İslâm’a Dâvete Hâricî Üsler Arama: “Mekke’nin Dışına Açılma”
Hz. Peygamber (s.a.v.), hayatı boyunca ken-
disini himâye eden yakın destek gösteren baş-
ta sevgili eşi Hz. Hatice Vâlidemiz olmak üzere
amcası Ebû Tâlib’in vefatlarıyla birlikte derin bir
üzüntü yaşadı. İslâm tarihinde bu yıla “Hüzün
Yılı” denilir. Ama o, Mekke’de İslâm’ın boğulma
girişimlerine rağmen, yeni üsler aramak ama-
cıyla dışa açıldı. İslâm’da ümitsizlik ve yılgınlık
yoktur. Cenab-ı Hak, bir kapıyı kapatırsa, başka
kapılar açar. Kendi yolunda gayret gösteren kul-
larına yollarını kolaylaştırarak gösterir. İşte Hz.
Peygamber (s.a.v.), hem Mekke’nin sisli ve pus-
lu havasından kurtulmak ve hem de yeni dâvet
üsleri aramak maksadıyla Tâif’e gitti. Orada
ayak takımı tarafından taşlanmasına rağmen,
İslâm’ın halkasına Utbe ve Şeybe b. Rabîa gibi yeni Müslümanlar katıldı. Dirâyetli ve ferâsetli yöneticilerin ana vazifesi, yönetilenleri tehlike-lerden korumaktır. Bundan dolayı yöneticilerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.) de şirkin elinin uzanamayacağı, güvenli bir yer arayışı içine girdi. Hem Müslümanları korumak ve hem de İslâm’ı dış dünyaya açmak için ilk hicreti Habeşistan’a yapmalarını sağladı. Oraya gönderdiği Müslü-manlara, orada âdil ve özgürlükten yana görüş-leriyle tanınan bir hükümdar olduğunu söyledi. Çünkü hicret, bir kaçış değil, çevreden merkezi kuşatma hareketiydi. Bu sebeple Habeşistan’a birinci ve ikinci hicret gerçekleşti. Bu hicretten de birçok hayırlar doğdu. İslâm Câfer-i Tayyâr kanalıyla hem Habeşistan’ın üst yönetimine ve hem de gayr-i Müslimlere anlatıldı. Nihâyetinde Kral Necâşî’nin Müslüman olması sağlandı. Ay-rıca Hz. Peygamber (s.a.v.)’in en sıkıntılı günle-rinde gerçekleştirilen İsrâ ve Mi’raç Mu’cizesi, bir tesellî ve dâvâ yolunda bir şevklendirme oldu. Mekke’de Fahr-i Kâinât Efendimiz boş dur-madı. Bir taraftan da yeni bir üs olarak Medîne görülmüştü. Mus’ab b. Umeyr oraya öğretmen olarak gönderildi. Medîne hicrete hazırlanıyor-du. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in her yıl hac mev-siminde Arap kabîlelerine İslâm’ı anlatması Medînelilerin kalbinin de İslâm’a açılmasına se-bep olmuştu. Bu yüzden I. ve II. Akabe Biatları gerçekleşecek ve Medîne’de İslâmî bir ortam meydana gelecekti. Artık İslâm Medîne aşama-sıyla birlikte dış dünyaya açılacak, Medîne’nin barış ortamında İslâm devletleşecek ve bütün bir cihana yayılacaktı.
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba18 19
Kanûnî Sultan Süleyman’ın türbesi, Sü-
leymaniye Külliyesi içinde yer alır.
Kanûnî’nin ölümünden sonra Mimar Si-
nan tarafından inşa ettirilmiştir. Kanûnî Sultan
Süleyman 1566 Zigetvar Savaşı’nda şehit düş-
müş, Sokullu Mehmet Paşa, orduda karışıklık
çıkmaması amacıyla Kanûnî’nin vefatını giz-
lemiştir. Bu bağlamda Kanûnî’nin iç organları
öldüğü yere gömülmüş, cesedi mumyalanarak
İstanbul’a getirilmiştir.
Kanûnî’nin iç organlarının gömülü oluğu
yere, tahta çıkan oğlu II. Selim’in, emri ile Bu-
din Valisi Sokullu Mustafa Paşa tarafından bir
türbe yaptırılmıştır. Sonraki yıllarda IV. Meh-
met bu türbeyi onartmıştır. Osmanlıların
Macaristan’dan çekilmesinden sonra bu türbe
yıktırılmış, türbenin olduğu yere bir kilise inşa
edilmiş, kilisenin adına da “Süleyman’ın kalbinin
gömülü olduğu türbe” anlamına gelen “Turbek”
denmiştir.
Kanûnî Sultan Süleyman’ın Türbesi
KÜLTÜR Mustafa BAŞ
“Türbe girişinin tam üstünde, Mevlevî sikkesi şeklinde kesilmiş olarak duran Hacerü’l-Esved Taşı yer alır.”
Foto: Orhan Dinç
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba20 21
Bugün Macaristan’da, Kanûnî’nin mezarı
olarak bilinen yer, 1994 yılında Zigetvar’ın gi-
rişinde açılan, Türk-Macar Dostluk Parkı’ndaki
temsilî bir mezardır.
Süleymaniye Külliyesi içinde yer alan 1566
tarihli Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi, kes-
me taştan sekizgen planlıdır ve köşeleri hafifçe
pahlanmıştır. Gövdenin alt kısmını çepeçevre
saran, geniş saçaklı, sivri kemerli revak uygula-
ması çok farklı olup, daha sonra başka bir yapı-
da uygulanmamıştır. Revak, her cephede renkli
beş sütunla taşınmaktadır ve sütunlar arasına
Bursa kemerli korkuluklar yerleştirilmiştir. Re-
vakın her bir kemer açıklığına denk gelecek
şekilde türbe gövdesine, dikdörtgen çerçeveli,
mermer söveli pencereler açılmış; pencerele-
rin iki renkli sivri kemerli alınlıkları mermer ile
kaplanmıştır.
Türbenin her cephesinde üst sırada yer alan
pencereler, iki renkli mermerlerle örülmüş ge-
niş bir sivri kemer içerisinde üçlü pencere gu-
rupları şeklindedir. Bunlardan ortadaki pence-
reler yanlardakinden daha geniş ve daha yüksek
tutulmuştur. Pencere kemerleri sivri formlu ve
iki renk mermer örgülüdür. Türbenin cephesi,
mukarnaslı bir friz ve palmetli bir tepelik son
bulur. Yapının üst örtüsü, iç içe iki kubbe şeklin-
de olup, kubbesi kasnaksızdır.
Türbenin 5 açıklıklı giriş revakının kemerle-
ri, yandakilere göre daha sivri ve daha yüksek
tutulmuş, kemerler mukarnas başlıklı sütunlar
üzerine oturtulmuştur. Bu bölüm dıştan geniş
bir çatı ile örtülmüştür. Türbe girişinin tam üs-
tünde, Mevlevî sikkesi şeklinde kesilmiş olarak
duran Hacerü’l-Esved Taşı yer alır. Kapı kanat-
ları kabartmalı ve fildişi kakmalıdır. Birinde;
“Lailahe illallah” diğerinde ise “Muhammedü’r-
Rasûlullah” yazılıdır. Kapının iki yanında, 16.
yy.’a ait, bitkisel kompozisyonların egemen ol-
duğu çini panolar bulunmaktadır.
Sekizgen planlı türbenin üzerini örten kub-
be, sekiz sütunun taşıdığı geniş pandantifler
üzerine oturtulmuştur. Pandantiflerin yüzeyle-
rine “Allah”, “Muhammed”, “Ebu Bekir”, “Ömer”,
“Osman”, “Ali”, “Hasan”, “Hüseyin” isimleri ya-
zılıdır. Yapının içi, XVI. yüzyılın çinileri, kalem iş-
leri ve ağaç işçiliğinin örnekleri ile bezenmiştir.
Abanoz kapı kanatları sedef ve fildişi kakmalarla
bezenmiş; bunların üzerine kelime-i tevhit ya-
zılmış ve geometrik süslerle de bezenmiştir. İç
mekân duvarları, beyaz zemin üzerine lacivert,
firuze ve kırmızı renklerin ağırlıklı olduğu bitki-
sel kompozisyonlu çinilerle kaplanmıştır. Kubbe
kalem işleriyle tezyin edilmiştir. Türbenin içinde
yer alan abanozdan yapılmış, fildişi kakmalı iki
dolabın ahşap kapakları, devrin en güzel ahşap
işçiliğinin örneklerindendir.
Türbede, Kanûnî Sultan Süleyman, Sultan II.
Süleyman, Sultan II. Ahmet, Mihrimah Sultan,
Saliha Dilaşûp Valide Sultan, Asiye Sultan ve
Rabia Sultan’a ait toplam yedi sanduka bulun-
maktadır.
“Sekizgen planlı türbenin üzerini örten kubbe, sekiz sütunun taşıdığı geniş pandantifler üzerine oturtulmuştur.”
Kaynakça
http://www.degisti.com/index.php/archives/4621. (Erişim Tari-hi: 07.09.2018)
Foto: Cemil ŞAHİN
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba22 23
Tasavvufun ilk dönemlerinde, dinin hü-
kümlerine büyük bir dikkatle riayet eden-
lere “âbid” ve “zâhid” denilmiş; zamanla
ortaya çıkan bidatlere karşı ehl-i sünnet seç-
kinleri her an Allah ile birlikte olma ve gaflet-
ten sakınma gayretleri gütmüşlerdir. Tasavvufî
terbiye, müridin kötü huy ve vasıflarını yok edip
onların yerine iyi hasletler kazanmasını; ceha-
letin yerine ilmin, gafletin yerine zikrin, zulmün
yerine adaletin, nankörlüğün yerine şükrün,
günahın yerine ibadetin geçmesini öncelemiş-
tir. Tasavvufun başı tevfik ve gaflet uykusundan
uyanmak, nefsin alışkanlık ve arzularını bırak-
mak, salih amel işleyen kâmil velilerin izlerini
takip etmektir. Eğer nefsi bu konuda kendisine
itaat edip şerlerden kurtuldu ise bu kez salik
kalbini düzeltmeye çalışır. Ne zaman ki kalp ve
nefis tam yola gelirler, işte o zaman ikisini de
Allah’a teslim eder. Gafletten kurtulmak için
ayetlere, hadislere ve tasavvuf büyüklerinin
nasihatlerine uyar, insan-ı kâmilin sohbetinde
gönlünü olgunlaştırmaya çalışır.1
Ahlâk ve tasavvuf terimi olarak gaflet; “Bir
şeyin gerekliliği ortada iken bunun idrak edile-
memesi, nefsin kendi arzusuna uyması, zama-
nın boş geçirilmesi, yeterince uyanık ve dikkat-
li davranılmadığı için insana arız olan yanılgı
hali” şeklinde tarif edilmiştir. Zâhid ve sûfîler
gaflet konusu üzerinde önemle durmuşlardır.
İbn Ebü’l-Havârî, gafleti “en büyük musibet ve
kasvet” olarak tanımlar. Ona göre en derin uyku
gaflet uykusudur. Gaflet uykusundan uyanma-
yan gönül, gül için ağlayıp sızlamayan bülbül
gibi kıymetini, hakikatini bilemez:
Hâb-ı gafletden uyanmaz nice bir dil olası
Güle zâr eylemeye yâ nice bülbül olası2
Gaflet olmasaydı insan nefsinin arzularına
kul olmazdı. Cüneyd-i Bağdadî, Allah’tan ga-
fil olmanın ateşe girmekten daha zor olduğu-
nu söyler. Ebû Ca’fer Sinan’a göre, bir insanın
işlediği günahtan tövbe etmesi gerektiğinden
gafil olması o günahı işlemesinden daha kötü-
dür. Kalbin gaflet içinde bulunmamasını isteyen
Dârânî’ye göre gafleti kalpten kovmanın tek
yolu Allah korkusudur. İbn Mesrûk ise gafletle
cehalet arasında bir ilgi kurarak cehaletin gaf-
lete yol açtığını söyler. Ebû Bekir eş-Şiblî’nin
gaflete düşmemek için zaman zaman vücudunu
kırbaçladığı rivayet edilir.3
Ehl-i irfan tasavvuftan ve ilahî aşktan nasi-
bini alamayanları gaflet içerisinde gördüklerin-
den onları uyarmak ihtiyacı duymuşlardır. Onun
için Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri
bir beytinde şöyle buyurur:
Yatarsın gaflet içre ey gönül bir gün sana derler
Uyan ey gâfil uyan gör ki vakt-i irtihâl oldu4
Yine Hulûsi Efendi Hazretleri, Hutbeler adlı
eserinde bu hususta şu hatırlatmalarda bulunur:
“Gaflet”Uykusundan Uyanmak
“Yatarsın gaflet içre ey gönül bir gün sana derler Uyan ey gâfil uyan gör ki vakt-i irtihâl oldu”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
EDEBİYAT Musa TEKTAŞ
“Ehl-i irfan tasavvuftan ve ilahî aşktan nasibini alamayanları gaflet içerisinde gördüklerinden onları uyarmak ihtiyacı duymuşlardır.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba24 25
Sâlih insanlardan gönüllere huzûr ve ferahlık
aksettiği gibi, gâfil kimselerden de huzursuzluk
ve kasvet akseder. Bu bakımdan gönül erbâbı,
hallerini muhafaza için mümkün olduğu kadar
gâfillerden uzak durmalı; sâlih, mâneviyatlı
kimselerle ülfet etmeli ve onların meclislerinde
bulunmalıdır.
Hz. Dâvûd (a.s.), Cenâb-ı Hakk’a zaman za-
man şöyle ilticâ eder:
“Allah’ım, beni gâfillerin meclisine yönelmiş
görürsen, daha oraya varmadan ayaklarımı kır
ki onların yanına gidemeyeyim. Böyle yapman,
benim için büyük bir lütuf olur.”
Gaflet hâlinin eşyaya bile sirayet ettiğini
gösteren şu olay ne kadar ibretlidir:
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün, içinde
bir huzursuzluk hâli hisseder ve bir türlü kendi-
sini bu halden kurtaramaz. Meclisinde bulunan-
lara:
- Hele bir bakın, aramızda yabancı biri var
mı, der.
Araştırırlar, kimseyi bulamazlar. Fakat
Bâyezîd-i Bistâmî ısrar eder:
- Hele iyi araştırın! Asâların olduğu yere de
bakın, der.
Tekrar araştırırlar ve gâfil birinin asâsını bu-
lurlar. O asâyı dışarı çıkarırlar; Bâyezîd-i Bistâmî
Hazretleri’nin gönül huzuru da yerine gelir.
Gaflet, Hak ehli için büyük bir felâket sebebi
olup mânevî bir hastalıktır. Allah dostları; gâfil
kimseleri, kurtarılmayı bekleyen birer hasta
olarak telakkî etmişlerdir. Bâyezîd-i Bistâmî
(k.s.) şöyle buyurur:
“İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne ol-
duğunu bilmek istedim. Bunun gaflet olduğunu
anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, cehen-
nem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî, bizleri gaflet uy-
kusundan uyandır! Lütuf ve kereminle bu duayı
kabul eyle!”9
“Ey Gaflet Uykusunda Uyuyanlar, İyi Biliniz ki Sizi Yaratan Uyumuyor.”
En büyük gaflet, insanın Allah’tan gafil kal-
ması, O’nun emir ve yasaklarından habersiz
olmasıdır. Gafletten daha kötü bir şey yoktur.
Allah’ı unutturan her şey, sahibi için dünya ve
ahirette uğursuzluktur. Nitekim büyük veli Ebû
Abdullah en-Nibâcî (k.s.) şöyle demiştir:
“Allahu Teâlâ’yı unutmak, O’ndan gafil olmak,
cehenneme girmekten daha şiddetli bir haldir.
Allahu Teâlâ’dan başka şeyleri anmak, onlardan
bahsetmek kalpte kasvete, katılığa sebep olur.”
Biri Zünnün-ı Mısrî’yi (k.s.) rüyasında görür
ve:
“Allahu Teâlâ sana nasıl davrandı?” diye so-
rar. Zünnûn şöyle cevaplar:
“Allah beni huzurunda durdurdu ve;
“İnsan garib bir mahlûktur, daldığı gaflet uy-
kusundan uyanması, icab eden yüzlerce mukni,
hakimane hitabeler kulağına mütemadiyen çar-
par durur da insan yine uyanmaz.
Kâinata hayat veren binlerce rahmet çeş-
meleri, ale’d-devam cereyan eder de insan yine
susuzluktan kurtulamaz. Gözleri önünde birçok
hidâyet çırağı parlar durur da insan yine yolu-
nu gaib etmekten halâs olamaz. İşte bu hâle
tarih-i âlem şehâdet etmektedir. İlk babamız
olan Hazret-i Âdem (a.s.)’dan itibaren, insanlara
vakit vakit, birçok Peygamberler gönderilmiştir.
Hâlbuki insanlara doğru yoldan çıkmak, nefis-
lerinin hevasına uyarak pek korkunç vadilere
sapmışlardır.”5
Dünya hayatı, insan ruhunun ebedî hayatın-
da geçici bir aşamadır. Gaybî olan can, maddeye
katıldıktan sonra ona alışır, onunla meşgul olur
ve semavî aslını unutursa bu dünya onun için
bir zindana dönecek, kemali aramaya, yetenek
ve becerilerini sergilemeye mecali kalmayacak-
tır. Şu halde ayaklarından maddî şeylere olan
bağını koparıp, kendini bu kendi yaptığı zin-
dandan kurtarmaktan başka çıkış yolu yoktur.
Mevlâna’nın şiirlerinde yerilen dünya, cismanî
lezzet tuzağına dalmış olmaktan kaynaklanan
gaflettir. Dünyaya kanmak; Allah’tan gafil ol-
maktır. Dünyanın eksikliği, çirkinliği, geçiciliği,
darlığı, kötülüğü, aldatıcılığı; kemal, güzellik,
ebedilik, genişlik, iyilik ve hakikatle karşılaştırıl-
dığında anlaşılır.6
Bu hususla ilgili Üçüncü Murad’ın bir ilahîsini
hatırlamadan geçmeyelim. Padişah 3. Murad
âdeta nefsi ile mücadelesinin macerasını ve Al-
lahu Teâlâ’ya tazarrusunu dile getirdiği şiirine
şu mısralarla başlıyor.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Nefsine uyup nice günah işleyenler; yaptık-
ları ibadetlerden, kıldıkları namazlardan, infak
ettikleri sadakalardan zevk alamamış, ihlâs ko-
kusunu hissedememişlerdir. Gaflet içerisinde
ibadet eden bu kişilerde namazın dönüştürücü
bir tesiri olmadığı için namazı şeklen kılarlar,
ondan zevk almazlar. Günahları da kolaylıkla
işledikleri için Allah, onları namaz zevkinden
mahrum bırakarak cezalandırmaktadır. Böy-
le kişilerin ibadetlerini içi boş cevize benzeten
Mevlâna, cevizlerin çok ama içlerinin boş olduk-
larını söyler. “İçi boş olan ceviz nasıl ki ağaç ola-
mazsa ihlâssız namaz da âhirette altında gölge-
lenecek bir ağaç olmaz.” der.7
Allah’ı Zikretmekten Gâfil Olanlar
İnsan yaratılışı gereği zaman zaman gaflete
düşebilen bir varlıktır. Bu sebeple insanın gaf-
lete düşüp yanılmaması için her zaman ve her
yerde uyanık ve tedbirli olması gerekir. Gaflet
içinde yaşayan insan, sonunda pişmanlık duyar
ve kendisini suçlu bulur. Öyleyse insan, gaflete
düşmemek için, uyanık, tedbirli, iyi ve doğru ol-
malıdır. İnsanın gaflete düşmesini ve bu sebep-
le de yanlış yapmasını önleyebilecek bir başka
yol da kâmil bir mürşid ile istişare etmektir.8
Gafletten kurtulmanın tek çaresi, Allahu
Teâlâ’yı gönülden anmaktır. Bu sayede kalb,
gafletten uyanır ve iman nûru ile dolar. Allah’ı
zikretmekten gâfil olanlara ise şeytan musallat
olur.
Kalbî huzurun muhafazası için, gâfil ve
fâsıklarla ünsiyetten şiddetle sakınmalıdır.
“Allahu Teâlâ’yı unutmak, O’ndan gafil olmak, cehenneme girmekten daha şiddetli bir haldir.”
“İnsanın gaflete düşüp yanılmaması için her zaman ve her yerde uyanık ve tedbirli olması gerekir.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba26 27
leyse, içinizde ölüm için gerekli hazırlığı yapan
ayağa kalksın.’ dense kimse ayağa kalkmaz. Bu
hal büyük bir gaflettir, bundan kurtulmaya ça-
lışmalıdır.”
Hulûsi Efendi Hazretleri; gaflet ateşi bu dün-
yada insanı yakarsa, ömrünün geçtiğini bilmez
de bekâ âleminde cehennem ateşine maruz
kalacağını ifade der. Aynı zamanda aldanan
insanın, yaslandığı, gururlandığı geçici dünya
varlığının bir gün son bulacağını şu mısralarda
hatırlatır:
Ey gaflet oduna yanan
Gâfil ömür geçdi gider
Bu yokluğu bâkî sanan
Gâfil ömür geçdi gider
Aldanıp vara yandığın
Mağrûr olup dayandığın
Bâkî kalacak sandığın
Gâfil ömür geçdi gider11
Her ne kadar dünya, insanı meşgul etse ve
ölümü bize unuttursa da bizim ölümden asla
gafil olmamamız gerekir. Çünkü insanlar, sa-
dece bu dünya için yaratılmamışlardır. Yaratı-
lışlarının asıl gayesi, kendisinden sonra fena ve
ölümün bulunmadığı, bâki olan ahiret yurduna
hazırlanmaktır.
Mevlânâ, ölümü anlatırken onu güz mevsi-
mine benzetir. Nasıl güz mevsiminde bütün bit-
kiler tazeliklerini ve güzelliklerini kaybederse,
ölümle birlikte insan da solar ve canını teslim
eder. İnsanın ölüm esnasında aklı başına gelir,
olayları ve gerçekleri fark eder ama iş işten
geçmiştir. O zamana dek ölüm kendini hissettir-
mek için her şeyi yapmıştır. Ama insan gafletin-
den dolayı bî haber kalmıştır.12
Hulûsi Efendi Hazretleri gönlü uyanık olma-
ya çağırarak, bu fani dünyadan ebedî âleme se-
fer edeceğini hatırlamamanın gaflet olduğunu
beyan buyurur:
Eyâ gâfil gönül dâim yatarsın hâb-ı gaflette
Bu vîrânhâneden hâtırına nâgâh sefer gelmez13
İnsanlar genelde ölümle hiç beklemedikleri
bir anda, hiç beklemedikleri bir yerde karşıla-
şırlar. Gerçekten, kişinin nefsini ölülerden sa-
yıp kendisini mezarlardaki insanlar arasında
görmesi gerekir. Çünkü gelmekte olan her şey
yakındır; uzakta olan ise hiç gelmeyecek olan-
dır. Bir şeye hazırlanmanın en kolay şekli, onu
kalben devamlı anmak ve ondan gafil olma-
maktır. İrtihal vakti gelip çatmadan, can boğaza
düğümlenmeden gafletten uyanıp, ârif olmak
gerekir. Uyanık bir gönül sahibi olmak gerekir.
Yazımızı Hulûsi Efendi Hazretleri’nin kelamıyla
bağlayalım:
“Bir gönül ki mânâ nurundan, mâneviyat
ziyasından aydın değildir. Ona gönül deme, o
taştır, demirdir. Bu gönül gaflet üzerinden pas
tutmuş olur, Öyle bir gönülden taşlar, demirler
bile utanır. Hâsılı insana gaflet yakışmaz, artık
uyanmalı, artık güzel amellerde bulunmaya ça-
lışmalıdır. Gayret bizden tevfik Allah’tandır!”14
‘Ey iddiacı, ey yalancı! Beni sevdiğini iddia et-
tin, sonra benden gafil oldun!’ dedi.”
Arifler de bu vb. uyarıları dikkate alarak gaf-
letten uzak kalmanın gayreti içinde olmuşlar,
her anını Allah’ı zikretmekle geçirmişlerdir.
Hulûsi Efendi (k.s.) bu gönül zikrini şöyle dillen-
dirir:
Dilde dem-i feryâdımız
Her lahza cânda yâdımız
Sensin gamımız şâdımız
Evrâdımız ezkârımız10
Bilâl b. Sad (r.a.) şöyle der: “İnsanlar acaba
cehennem azabına inanmıyorlar mı? İnanıyor-
larsa niye hazırlanmıyorlar? Bu nasıl gaflettir?”
Ahmed Yesevî (k.s.) şöyle diyordu: “Ey gaflet
uykusunda uyuyanlar, iyi biliniz ki sizi yaratan
uyumuyor.”
Şeyh Sadi Şirazî şöyle der:
“İş görmeden ücret istemek ne mümkün!
Gaflet uykusuna yatanları kendi hallerine bırak-
ma ki yarın yaptıklarından pişman olmasınlar.
Onlar, tandır kızgın ateşteyken ekmeklerini pi-
şiremeyenlere benzerler. Ekinler harman vak-
ti ürün verir. İş, işten geçtikten sonra çürüyen
ekinlerin kime, ne faydası olur! İşte gaflette bu-
lunup gevşeklik gösterenler, çürüyen bu ekinler
gibidir.”
Şâh-ı Nakşbend Hazretleri çoğu zaman ye-
mek pişirme ve sofra hizmetinde bizzat çalışır,
yemek yerken uyanık olmak ve kalp huzurunu
sağlayabilmek için dervişlere devamlı tavsiye-
lerde bulunur.
Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, on-
lardan biri bir lokmayı ağzına gafletle götürse,
derhâl onu yumuşak bir lisanla ikaz eder ve bir
lokmayı bile gafletle yemelerine gönlü râzı ol-
maz. Şayet bir yemek öfkeyle, gönülsüz olarak
ve zorla pişirilmişse, onu yemediği gibi talebe-
lerinden birinin yemesine de râzı olmaz:
“Bu yemekte zulümât (karanlıklar) var, bizim
ondan yememiz münâsip değildir!” buyurur.
Bir gün, Gadîvet bölgesine giderler. Bir der-
viş önlerine yemek getirir. Hâce Hazretleri:
“Bizim bu yemeği yememiz münâsip değil-
dir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten
geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliy-
miş!” buyurur.
Eğer bir kepçeyi öfkeyle ve gönülsüz olarak
bir çömleğe soksalar, Nakşbend Hazretleri o ye-
meği de yemez, şöyle buyurur:
“Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan
bir işte hayır ve bereket yoktur. Zira o işe nefsin
hevâsı ve şeytan karışmıştır.”
Ölümden Gafil Olmak
Süfyân-ı Sevrî (k.s) şöyle diyor:
“Büyük bir kalabalık bir yere toplansa ve iç-
lerinden biri, ‘İçinizden akşama kadar kim ya-
şayacak, bilsin.’ dese, kimse bilemez, işin şaşı-
lacak tarafı şurasıdır ki eğer o kimselere, ‘Öy-
Dipnot
1. Ebu Abdurrahman Sülemi, Sülemi’nin Risaleleri ( Tasavvu-fun Ana İlkeleri),Çev. Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981, s. 7.
2. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Anka-ra, 2013, s. 412.
3. Süleyman Uludağ, “Gaflet” Mad., - TDV İslâm Ansiklopedi-si, Cilt: 13; Sayfa: 284
4. Ateş, Divan, s. 293.5. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Şeyh Hamid-i Veli Minbe-
rinden Hutbler, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Ankara, 2013, s. 27.
6. ”Rahman Moshtagh Mehr, Mevlânâ’ya Göre Varlık ve İnsan Hayatı Kavramı II, (Çev. Kadir Turgut), İ.Ü. Şarkiyat Mecmuası Sayı 20 (2012-1) 173-195, s. 173
7. Mevlana, Mesnevi, Cilt: II:, s.3365-97.8. Mehmet Akgün, “Kutadgu Bilig’te İnsan ve Kamil İnsan”,
Paü. Eğitim Fak. Dergisi. 1997, Sayı:3, s.59. Evliyâlar Ansiklopedisi, c.3, s.386. 10. Ateş, Divan, s. 102.11. Ateş, Divan, s. 72.12. Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Mesnevî, (Ter. Veled İzbudak),
MEB Yay, İstanbul 1995, C.I, s. 64.13. Ateş, Divan, s. 106.14. Ateş, Hutbeler, s. 285.
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba28 29
Y avuz Sultan Selim’in kısa süren saltana-
tından sonra Osmanlı Devleti’nin başına
geçen oğlu Kanûnî Sultan Süleyman da
babası ve dedeleri gibi tasavvufa meyilli bir padi-
şahtı. Hatta o tasavvufa meyli bakımından selef-
lerinden daha özellikli bir konuma sahipti. O biz-
zat kendisini, “Bende-i Hudâ, Süleymân-ı bî-riyâ”
diye vasıflandırmakta ve aşk yolundan haberdar
olduğu için Allah’a şükretmektedir.1 Kanûnî Sul-
tan Süleyman yaşadığı mânevî aşk duygusunu
şiirlerinde şu şekilde dile getirmiştir:
Ger muhabbet sırrını sorsan bana şerh eyleyem
Hamdülillah kim tarîk-i aşkdan âgâhıyam.
Cennete kılmaz heves ol hûr u gılmân istemez
Âşık-ı sâdık olan dîdârun eyler ârzû.
Eyledüm ızhâr aşkun gerçi ben Mansûr-vâr
Dostum zülfünden özge bu gönül dâr istemez.
Sırr-ı aşkı âşikâr etdim ser-i zülfin görüp
Aşk Mansûr’u olup geldim benim dâr isteyen.
Padişah şemâillerinin yazıldığı ‘Kıyâfet-i
İnsâniyye’ kayıtlarında Kanûnî Sultan
Süleyman’dan “mütevâzı, derviş ruhlu, aktâb
derecesinde bir sultan” gibi ifadeler kullanıl-
makta, gayb erenleriyle arkadaş olduğundan
söz edilmektedir.2 Kanûnî’nin derviş ruhluluğu
ve mütevâzı kişiliği şiirlerinde açıkça görülmek-
tedir:
Zâhirâ baksan eğerçi berr ü bahrun şâhıyamBir ulu dergâhun ammâ ben gubâr-ı râhıyâm
Fahr-ı âlem bakmadı dünyâya fakr itdi kabûlOl mübârek cismine bak gör ki şâl üstündedür.
Kim ki dünyâda müsâhip oldu ehl-i hâl ile Atlas u dîbâyı bir görmek gerek ol şâl ile.
Ey Muhibbî sen sen ol bakma sakın âyîneye
Yüz karasın göresin korkum bu ola rû-be-rû.
Kendisi hakkında “Zâhirde ve bâtında anın
hükmü revândır.” tanımlaması kullanılmış,
Abdülvahhâb-ı Şa’rânî ona, “Kutbü’z-zâhir” un-
vanını, Nakşbendiyye ricâlinden Abdurrahman
Gubârî (ö.974/1566-67) ise, “Mazhar-ı envâr-ı
sultan-ı rusül” gibi dinî ve tasavvufî açıdan çok
önemli bir vasfı lâyık görmüştür.
Tasavvufa yatkın, derviş ruhlu bir şahsiyete
sahip olan Kanûnî’nin muhtelif tarîkat şeyhle-
rinin telkin ettiği evrâd u ezkârı uygulayarak
mânevî dereceler elde etmeye çalıştığı anla-
şılmaktadır. Kaynakların verdiği bu bilgileri,
padişahın gönül dünyasını yansıtan şiirleri de
teyit etmektedir. Nitekim o, bazı şiirlerinde ne-
fis mücâdelesinden, benliğinden soyulmaktan,
gözyaşı dökerek istiğfâr ve tevhîd zikrine de-
vamdan söz etmektedir:
Bilmedim ahvâlimi ne hal üstündedirŞol kadar bildim ki nefs ile cidâl üstündedir
Giydim ihrâmı harîm-i kûyına vardum bugünYerk edip varlık libâsın külli uryân olmışâm
Giceler tâ subha dek ney gibi efgân eylerüzBu ümîde ne getirir görelüm takdîrümüz
Günâhın an Muhibbî eyle zârîOla ki cürmünü afv ide Rahmân
Giceler tevhîdi elden koma her dem zâkir olRûz-i mahşer derdine oldur devâ eden hemîn
Zikr u tevhîd ile gel kalbini mesrûr eyle
Kalmasın dilde keder zulmetini dûr eyle.3
SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*
“Tasavvufa yatkın, derviş ruhlu bir şahsiyete sahip olan Kanûnî’nin muhtelif tarîkat şeyhlerinin telkin ettiği evrâd u ezkârı uygulayarak mânevî dereceler elde etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır.”
Kanûnî Sultan Süleyman’ın
Sûfî Zümrelerle İrtibatı
“Padişah şemâillerinin yazıldığı ‘Kıyâfet-i İnsâniyye’ kayıtlarında Kanûnî Sultan Süleyman’dan ‘mütevâzı, derviş ruhlu, aktâb derecesinde bir sultan’
gibi ifadeler kullanılmakta, gayb erenleriyle arkadaş olduğundan söz edilmektedir.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba30 31
Büyük bir devlet adamı olan Kanûnî Sultan
Süleyman aynı zamanda ünlü bir şairdi. Meşhur
şiirlerinden birisi şudur:
Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri bir cihân kavgâsıdır,
Olmaya baht ü saâdet dünyâda vahdet gibi.
Kanûnî Sultan Süleyman ömrü boyunca
meşâyıha hürmette kusur etmemiş, şeyhle-
re ait hâtıralara saygı duymuş; Hak dostlarına
yakın olmayı tercih etmiştir. Bu özelliğinin bir
göstergesi olarak Geyikli Baba’nın türbe ve
zâviyesini ziyâreti sırasında, ona ait kılıcın üçte
birini kırdırarak bu parçayı saray hazînesinde
Hz. Peygamber (s.a.v.)’le halîfelerinin ve onların
büyük serdarlarının silahları yanına koydurmuş-
tur. Tarîkat şeyhlerine olan ilgisine dikkat çeken
Atâî onun hakkında; “Kanûnî Sultan Süleyman
hâtır-nüvâz-ı âyân-ı tarîkat ü hakîkat (tarîkat ve
hakikat erbâbının gönlünü hoş eden), padişah-ı
âlî-himmet idi.” tanımlamasında bulunmakta-
dır.4
Bizzat kendi ifadesiyle Kanûnî Sultan Süley-
man yüzden fazla şeyhle görüşmüş, Mevleviyye,
Nakşbendiyye, Halvetiyye ve Bayramiyye’den
zikir almıştır. Kanûnî Sultan Süleyman döne-
minde tarîkatlara ve şeyhlere önceki dönem-
lere nazaran daha fazla imkânlar sağlamıştır.
Şeyhlere berât verilmiş, şeyhlerin adına tekke-
ler kurulmuş, meşâyıha vakıf tahsis edilmiş ve
meşâyıh vergiden muaf tutulmuştur. Bu dönem-
de bir kısım şeyhlere maaş bağlanmış, genel-
de ulemâya verilen kimi görevler bu dönemde
şeyhlere de verilmeye başlanmıştır. Kanûnî Sul-
tan Süleyman döneminde şer’î ölçülere riâyet
eden Sünnî tarîkatlar devlet desteğini elde et-
miş, hızla gelişip yayılma fırsatı edinmiştir.5
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin türbesini
ziyâreti esnasında sandukasının saçaklarını
öpen Kanûnî Sultan Süleyman, ziyâretten son-
ra Mesnevî-i Şerîf okumuş, semâ eden derviş-
lerin meclisine iştirâk etmiş ve hayatı boyunca
Mevlevî zümrelere yakınlık göstermiştir. 1539-
1542 yılları arasında Şeyhülislâmlık görevini
yürüten Şeyhülislâm Çivizâde Muhyiddin Meh-
med Efendi, Mevlânâ’nın kâfir olduğuna dair bir
fetvâ yazıp kendisine gönderdiğinde, bu fetvaya
çok üzülmüş ve:
Âşığa ta’n eylemezdi müftî-i bisyâr-fen,
Fenn-i sırr-ı aşktan bilseydi bir mikdâr fen,
Şeyhulislâmım diyen, bir tıfl-ı ebcedhân olur,
Mekteb-i aşkında ol yâr, edicek izhâr-fen.
dörtlüğünü yazarak Çivizâde’yi tenkit etmiş,
daha sonra da onu şeyhülislâmlıktan azletmiştir.
Kanûnî’nin Mevleviyye yanında irtibat içeri-
sinde olduğu ikinci önemli tarîkat Nakşbendiyye
idi. Babası Yavuz Sultan Selim’in çok güvenip
sevdiği hocası Nakşbendiyye’den Halim Çelebi
(ö. 922/1516), aynı zamanda Kanûnî’nin eğiti-
mini de üstlenmiştir. Nakşî şeyhlerinden Şeyh
Mahdûmî’den zikir telkini almıştır. Nakşbendiy-
ye ricâliyle gençliğinde başlayan ilişkisini, tahta
geçtikten sonra da devam ettirmiştir. İlk seferi
olan Belgrad seferi sırasında (927/1521) aske-
rin mâneviyâtını yükseltmede çok mühim yardı-
mını gördüğü, Nakşbendiyye’den Yorgancı Emir
Efendi’ye (ö.977/1569) sefer sonrası günlük
50 akçe maaş bağlamak istediğinde şeyh bunu
reddetmiştir.6 Kendisini sık sık saraya davet
ederek tesirli sohbetlerinden saray erkânının
da istifade etmesini sağlamıştır. Yorgancı Emir
Efendi doğru bildiğini söylemekten çekinme-
yen bir karaktere sahipti. Etkili konuşmalarıyla
dinleyenlerin kalbini âdetâ muma çevirirdi. Bu
özelliğinden dolayı Kanûnî Sultan Süleyman
kendisine ayrı bir önem verirdi.
Kanûnî Sultan Süleyman’ın hürmet edip
irtibat kurduğu bir diğer şeyh, Bayramiyye
meşâyıhınden Mehmed Üftâde (ö.988/1580)
olmuştur. Menkabeye göre Şeyh Üftade bir ara
üç dört dervişiyle birlikte padişahı ziyâret etmiş,
sohbet sırasında Kanûnî, şeyhın Bursa’daki tek-
kesi için birkaç köy vakfetmek istediğini belirtip
kendisinin de oğulluğa (müridlik) kabul edilme-
sini istemiştir. Şeyh Üftade de vakıfları nazikçe
reddetmiş, ancak padişahın oğulluk talebini ka-
bul etmiştir.7
Kanûnî’nin irtibat kurduğu bir diğer Bayra-
miyye şeyhi, Bayramiyye-yi Melâmiyye’den Ali
Alâaddin Aksarayî’dir (ö. 944/1537-38). Birinci
İran Seferi’ne giderken Konya’da ziyâret eden
Kanûnî, Ali Aksarayî’yi dönüşte de ziyâret et-
miş, kendisine emlak ve tarlalar vermek iste-
diğini söylemiş, fakat Aksarâyî bu bağışları ka-
bul etmemiştir. Benzer bir şekilde üçüncü İran
Seferi’ne (1553-55) hazırlanırken, 1000 altın
gönderip sefere katılmasını istediği Amasyalı
Şeyh Nuh (ö. 977/1569), “Bu parayı tâlibi olan-
lara versinler. Maksat duâ ise, biz vazifemizi bi-
liriz.” diyerek padişahın ihsanına karşı müstağnî
davranmıştır.8
Bayramiyye meşâyıhınden Bahâeddinzâde
(ö.952/1545), Kanûnî’nin sadrazamı İbrahim
Paşa zamanında yapılan bazı yanlış işleri ko-
nuşmuş, rahatsızlığını dile getirmiştir. Sevenleri
şeyhi doğruları doğrudan ve net bir şekilde ko-
nuşmasının başına iş açacağından, sadrazamın
kendisine zarar vermesinden korkmaya başla-
mıştı. Sevenlerinin bu korkularına karşılık Şeyh
Bahâeddinzâde şu sözleriyle âdetâ sadrazama
meydan okumuştur: “Gerçekleri açıklıyorum
diye bana nasıl bir cezâ verecek? Öldürecek
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba32 33
olsa, bu bizim için şehâdet rütbesine ermektir.
Hapsedecek olsa, bu yolumuz olan uzlet ve hal-
vettir. Sürgüne gönderse, bu da hicrettir. Her üç
halde de Allah’tan sevap umarım.”9
Kanûnî Sultan Süleyman, padişahlığının ilk
yıllarında bazı iç isyanlarla uğraştı. Mısır’ın fet-
hinden sonra Yavuz Sultan Selim’in Şam Valisi
olarak atadığı Canbirdi Gazeli’nin çıkardığı isyan
bunlardan ilkidir. Amacı Memlük devletini yeni-
den kurmak olan Canbirdi Gazeli, 1521 yılının
Ocak ayında Dulkadiroğullarından Şehsuvaroğ-
lu Ali Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetleri ta-
rafından bozguna uğratılarak yakalandı ve idam
edildi.
Kanûnî Sultan Süleyman, sonraki yıllarda
yine Mısır’da sadrazamlık hakkının kendisin-
de olması gerektiğini savunan Ahmet Paşa,
Anadolu’da Safevîlerin desteğiyle ortaya çıkan
Kalender Çelebi ve vergi sistemini bahane ede-
rek ayaklanan Baba Zünnûn (1527) isyanlarıyla
uğraştı. Çıkan bütün bu isyanlar Osmanlı kuv-
vetleri tarafından başarıyla bastırıldı.
Safevî Hânedânı’nın Şîîliğe dayalı anlayış ve
propagandaları, II. Bâyezîd ve Yavuz dönemle-
rinde olduğu gibi, Kanûnî devrinde de zaman
zaman devam etti. Muhtelif zamanlarda İran ile
yaptığı değişik çatışmalar neticesinde, Şîîliğe
karşı dikkatli siyaset izleyen Kanûnî de, selef-
lerinin yaptığı gibi, Şîî akâidi ile mücâdele için,
tarîkat erbâbını bu yola tevcih etmeye ayrı bir
önem vermiştir. “Şer’î esaslara aykırı tarîkat
anlayışını sapıklık”10 telakkî eden ve bulundukla-
rı her yerde Şîî akîdesine karşı olan ve Sünnîliği
ile temâyüz eden Nakşbendîler ile diğer Sünnî
tarîkat sâliklerini himâye ederek Anadolu’nun
vahdetini temine gayret sarfetmiştir.11
Bâtinî ve Şîî faaliyetlerine karşı Nakşbendiy-
ye meşâyıhından istifâde etmek isteyen Kanûnî
Sultan Süleyman, Kalenderîleri tenkilden sonra,
Seydi Gâzî Zâviyesi’ne, Nakşî şeyhlerinden Şeyh
Enverî (ö.973/1565)’yi tayin etmekle, bu fikri
gerçekleştirmeye çalışmıştır.12
Sultan Süleyman zamanında, Hacı Bektaş
neslinden geldiğini iddia eden bir Kalenderînin,
etrafına topladığı dervişlerle kıyâm etmesi,
devletin başına bir gâile açmış ve isyan İbrahim
Paşa tarafından bastırılabilmiştir.13
Düşürme bizleri elden ayağaÎmansız, Kur’an’sız, yaşatma yâ Rabb! Âzâ noksanlığı verme bizlereÎmansız, Kur’an’sız, yaşatma yâ Rabb!
İyilikte yarış, geride kalmaSakın gönül kuşun yâd ele salmaCanımı almadan aklımı almaÎmansız, Kur’an’sız, yaşatma yâ Rabb!
Islah eyle, düşman olan nefsimiBoş geçirme gençlik denen mevsimiİslâm’dan ayırma n’olur neslimiÎmansız, Kur’an’sız, yaşatma yâ Rabb!
Yük ağırdır, taşıyamaz dizleriKalpten yüze vurmuş günah izleriSen affedicisin affet bizleri Îmansız, Kur’an’sız, yaşatma yâ Rabb!
Dilinden düşürme unutma O’nuİnşallah hayrolur Kara’nın sonuAcıtma alırken bedenden canıÎmansız, Kur’an’sız, yaşatma yâ Rabb..!
Hanifi KARA
Yâ Rabb!
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
1. Reşat Nuri Öngören, (2000), Osmanlılarda Tasavvuf, İz Yayıncılık, İstanbul, s. 263.
2. Öngören, (2000), Osmanlılarda Tasavvuf, s. 263.3. Öngören, (2000), Osmanlılarda Tasavvuf, s. 250-255.4. Öngören, (2000), Osmanlılarda Tasavvuf, s. 263.5. Tabakoğlu, (2016), Nureddinzade, s. 31-32.6. Öngören, (2000), Osmanlılarda Tasavvuf, s. 242.7. Öngören, (2000), Osmanlılarda Tasavvuf, s. 243, 254.8. Öngören, (2000), Osmanlılarda Tasavvuf, s. 242.9. Öngören, (2000), Osmanlılarda Tasavvuf, s. 243-244.10. İmam-ı Rabbani, (1986), Mektubat, I/136.11. Kufralı, (1949), “Molla İlâhî ve Kendisinden Sonraki Nakş-
bendiyye Muhiti”, III/145.12. Kufralı, (1949), “Molla İlâhî”, III/145;Gündüz, (1983), Os-
manlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, s. 65.13. Gündüz, (1983), Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetle-
ri, s. 65.
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba34 35
En sevdiğimiz arkadaşımızın kim olduğunu
zihnimize getirelim. Sonra önümüze bir
kağıt alalım ve onun ne kadar eksiği, ku-
suru, yanlışı, sevilmeyen yönleri varsa, hepsini
tek tek tesbit etmeye çalışıp yazmaya koyula-
lım. Yaza yaza sayfanın bir yüzünü kısa sürede
doldururuz. Bir de bakmışız ki, arka sayfadan
devam ediyoruz. Aramızın pekiyi olmadığı bir
insan için benzeri bir işi yapacak olsak, herhal-
de birkaç kâğıt gerekir. Lakin göz ardı ettiğimiz
bir husus var. O da şudur: Hatâlarını kağıda
döktüğümüz yakın arkadaşımızdan bizim yaptı-
ğımız şey istenecek olsa, yani ona bizim kusur-
larımızı bir kağıda dökmesi istense acaba sonuç
ne olurdu? Kağıt yine arkalı önlü dolardı değil
mi? Belki de doldurmak için ikinci bir kağıda
bile ihtiyaç duyardı. Zaten biz bile vicdanımız-
la baş başa kalsak ve kusurlarımızı sıralamaya
çalışsak, yazdıklarımız arkadaşımızın bize dair
yazdıklarından az olmaz tam tersine fazla olur.
Demek oluyor ki, bir insanı ne kadar seversek
sevelim veya biz birileri tarafından ne kadar çok
sevilirsek sevilelim, bunlar göz önüne getirilme-
ye çalışıldığında görülecektir ki, hepimizin pek
çok kusuru var. Velhasıl, hatâ aradıktan sonra,
herkese takılacak birkaç kulp bulmak ve bazı
yönleri nedeniyle suçlamak hiç zor değildir. İn-
san yeter ki kusur aramaya koyulsun… Hâlbuki
hatâdan masûn, yani korunmuş olan sadece
Allah’tır Allah.
Başkalarının kusurlarıyla meşgul olmanın
çeşitli sebepleri vardır. Ancak en önemlisi kişi-
nin kendi hatâlarına gözlerini kapaması, nefsi-
ni âdetâ kusursuz görmesi, başka bir ifadeyle
kibrinin kurbanı olmasıdır. Çünkü etrafındaki-
lerin yapıp ettiklerinde kusur aramak, burun
kıvırmak, sürekli olumsuzluklara odaklanmak,
kendisini olgun ve hatâsız bir insan görmenin,
daha doğrusu nefsinde var olduğunu bildiği
kusurları görmezlikten gelmesinin, başka bir
ifadeyle kendisini putlaştırmasının sonucudur.
Böylesi güven vermeyen, gözleri fıldır fıldır olan
ve şeytânî bir bakışa sahip olan bir insan için
civarındaki herkes kusurludur, yaptıkları işlerin
hiçbiri doğru düzgün değildir, bir tek kendisi
hatâsızdır. Dünyanın merkezinde âdetâ o vardır.
Doğruluğun ve yanlışlığın ölçütü kendisidir. Tam
anlamıyla iblise ait bir vasıf! Zira iblis, Allah’tan
affını dilemek yerine, diklenmeyi sürdürerek
huzurdan kovuldu ve başkalarıyla uğraşmaya
başladı. Onun yolunu takip edenin varacağı son
nokta da haliyle hayırlı olmayacaktır. Böylesi bir
insanda gerçekten de âhiret korkusu olduğunu
söylemek mümkün değildir. Burada bahsettiği-
miz durumu özellikle dünyalık elde etmiş bazı
zenginlerde, hak etmeden bazı makamlara gel-
miş kişilerde görmemiz mümkündür.
Kibir yanında, başkalarıyla uğraşmanın te-
mel sebeplerinden birisi de hasettir. Çekeme-
yen kişi etrafındakilerin başarılarından ve mut-
luluklarından keyif almaz. Onların ayaklarının
sürçerek tökezlemelerinden haz alır. Çevresinde
küçültmek için de diğerlerinin eksiklerini sürekli
diline dolar. Amacı çevresindekilerin kazandığı
itibarı törpülemektir. Bunu başarabildiği takdir-
de, kendisi bir faydasını görmeyecektir, ancak
kötülediği kimselerin küçük düşmesinden büyük
keyif alacaktır. Nitekim kitaplarımızda hasede
dair şöyle bir kıssa anlatılır ve çekemeyen kim-
senin durumunu çok güzel yansıtır:
Allahu Teâlâ’nın görevlendirdiği bir melek
bir adama gözükmüş. Ona bir kereliğine isteme
hakkı olduğunu, ancak her ne isterse iki katının
komşusu için geçerli olacağını söylemiş. Adam
“Başkalarının kusurlarıyla meşgul olmanın çeşitli sebepleri vardır. Ancak en önemlisi kişinin kendi hatâlarına gözlerini kapaması, nefsini âdetâ kusursuz
görmesi, başka bir ifadeyle kibrinin kurbanı olmasıdır.”
Önce Kendimizi Düzeltmek
KÜLTÜR Enbiya YILDIRIM*
“Kibir yanında, başkalarıyla uğraşmanın temel sebeplerinden birisi de hasettir. Çekemeyen kişi etrafındakilerin başarılarından ve mutluluklarından keyif almaz.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba36 37
larını takip etmekten nefsini kurtaramaz. Bazen
pişmanlıklar içine düşerek, nefsini ıslah etme-
ye gayret etse bile, bir müddet sonra eski hale
dönüverir. İstikrarlı bir duruş sergileyemez. Hz.
Peygamber’in buyruğu bunu ne güzel ifade et-
mektedir: “Cennet zorluklarla, cehennem ise
nefsânî arzularla çevrilmiştir.”1
Böylesi bir insanın temel sorunu tevbeyi ve
pişmanlığı kalbine hâkim kılamamasıdır. Oysa
kat etmesi gereken büyük bir yol vardır. Sürekli
ileri gitmesi gerekmektedir. Bu sebeple, yürü-
yüşünü kemâlâta doğru devam ettirmek yerine
birileriyle meşgul olarak geldiği yerde sayması
veya geri geri gitmesi mâkûl bir davranış de-
ğildir.
Hepimizin gördüğü üzere, günümüz Müslü-
manlarının en büyük sorunu, kendi günahlarına
ağlayarak hayatlarına çeki düzen veremeyişler-
dir. Belki de bunu başarmanın tek yolu, ruhlarını
doğru bir istikâmet üzerinde tutacak olan iyi or-
tamlarda bulunmalarıdır. Yoksa sabahtan akşa-
ma kadar haramlara bakarak, televizyonlarda
her türlü menfi görüntüleri seyrederek, etrafta
bir tek doğru söz konuşulmaksızın akşamı ede-
rek kalbi düzeltmek ve bütün bu hengâme içinde
sadece kendine yönelmek oldukça zordur. Çün-
kü yoğun bombardıman altında insanın nefsine
sahip olması, halini düzeltmesi tam anlamıyla
bir yiğitlik ister. Oysa insan kendisini yaslayaca-
ğı güzel bir muhit bulamazsa, çevre onu ken-
disine çok çabuk benzetir. Unutmayalım ki, biz
etrafımızı etkileyip onları peşimizden hayırlara
sürükleyecek kadar Müslümanlığı kuvvetli in-
sanlar değiliz. Şeytan ve nefsimizin bizi alt edip
kendi boyunduruklarına almaları çok kolaydır.
Bu yüzden, bizi bir arada tutan ve imanımızın
güzelliğe doğru yücelmesine yardımcı olan top-
luluklarımızdan kopmamalıyız. Her türlü fırsatı
değerlendirerek bir arada olmaya çabalamalı-
yız. Aksi takdirde, kendi başımıza kaldığımızda,
değerlerimizden fire vermeye başlamamız ve
güzelliklerimizi yavaş yavaş yitirmeye başlama-
mız an meselesidir.
Rabb’imiz “O, hanginizin daha güzel amel
yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yara-
tandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayan-
dır.” buyurmaktadır.2 Bu demektir ki, öldükten
sonra geri dönüş yok. Dünyada ne yaptıysak o.
Bütün sermayemizi beraberimizde götürece-
ğiz: “İnsanlar, ‘İnandık.’ demekle imtihan edilme-
den bırakılacaklarını mı zannederler? Andolsun,
biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah
doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da
mutlaka bilir.”3
Sonuç olarak, başkalarıyla ilgilenmek yeri-
ne nefsimize bir bakalım, kendi günahlarımıza
ağlayıp tevbe edelim. Başkaları hakkında dü-
şündüğümüz fenalıklar ve haset yüzünden yeni
günahlar yüklenmeyelim. Allah bizleri sevdikle-
rinden ve sevdiği yoldan ayırmasın.
düşünmüş ve demiş ki: “Benim bir gözümü kör
et.” Başkaları hakkında fesat düşünmenin zirve-
si böyledir işte.
Acınacak durumdaki bu insan, hayatını ken-
disine odaklı yaşamak yerine başkalarına ba-
karak yaşadığı için esasında zavallıdır. Ömür
sermayesini yanlış yollarda zaman harcayarak
heder etmektedir, “âhiret yevmiye defterine”
güzel bir şey yazılmamaktadır. Bu insanın duru-
mu esasında şuna benzer:
Adam bir iş yerinde çalışmaktadır. Ailesi-
nin maişetini temin etmekle mükelleftir, ancak
sabah işe geldikten sonra görevini hakkıyla
yapmak yerine savsaklamaktadır. Müşterileri
seyretmekle, onlar hakkında fikir yürütmekle
ve zamanı boşa geçirmekle meşguldür. Bunun
sonucu ne olur? İlk olarak iş yeri sahibi bu du-
ruma tahammül edemez. Bu sebeple ona gere-
ken şey, üstlendiği işi hakkını vererek yapmaya
gayret etmesidir. Kulluk da bunun gibidir. Kendi
işini yapmayı bir yana bırakıp başkalarını takip
ederek ömürlerini tüketenler, yaşadıkları ha-
yattan manevî kâr sağlamayanlardır. Kıyamette
“manevî aylık” beklentileri boşa çıkacak, tam
tersine cezâ yiyeceklerdir. Hiç şüphe yok ki, def-
terlerin soldan verilmesinin sebeplerinden bi-
risi de budur.
Bu şekilde nefsinin günahlarına ağlamayı bı-
rakarak başkalarıyla meşgul olan insan, kendi
kalbinin de düşmanıdır. Etrafındakilere odak-
lanması sebebiyle yüreğine çöken kasâvet ve
haset sebebiyle kalbini strese sokar, kalp san-
cıları çeker. Başkalarını takip sebebiyle, görüp
duyduğu pek çok şey kendisini üzer. Bu sebeple
her an huzursuzdur, manevî mutluluğu bulama-
mış biridir. Yığınla derdi varken, başkalarını da
özel dertleri arasına katmıştır. Bu da pek akıllı
biri olmadığını gösterir. Doğrusu bir kişi kendi-
sine ancak bu kadar düşman olabilir.
İşin en kötü tarafı ise, kişinin, içine düşmüş
olduğu bu durumun son derece günah olduğu-
nun farkında olmasıdır. Başkaları yerine kendi
nefsine yönelmesi gerektiğinin bilincindedir.
Buna rağmen kapıldığı kötü gidişten ve başka-
Dipnot
* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
1. Müslim, 2822.2. 67/Mülk, 2.3. 29/Ankebût, 2.
“Başkalarıyla ilgilenmek yerine nefsimize bir bakalım, kendi günahlarımıza ağlayıp tevbe edelim.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba38 39
Kanûnî Sultan Süleyman sadece Türk ya da Osmanlı tarihine değil, adını insanlık ta-rihine yazdırmış büyük bir hükümdardır.
Padişahlık kudreti, cihangirliği, fütuhatçılığı, idarî ve hukukî alanlardaki başarılı düzenlemeleri ile beşeriyet tarihinde silinmez izler bırakmıştır.
Osmanlı siyasî, askerî, iktisadî sahalarda ol-duğu gibi kültür-medeniyet noktasında da en ideal dönemini Kanûnî zamanında yaşamıştır. Osmanlı’yı dünyanın en süper devleti mevkiine Kanûnî getirmiştir. Fatih zamanında başlayan Osmanlı Rönesans’ı, Kanûnî devrinde zirveye ulaşmış ve müteakip asra da damgasını vur-muştur.
Süleyman Asrı’ndan Dünyanın Zirvesine
Yılmaz Öztuna’nın deyimiyle 16. asır, Osman-lı tarihinin doruk noktasıdır; Sultan Süleyman da bunun en büyük mimarıdır: “Kanûnî devrin-de Türkiye öyle bir güç derecesine erişti ki, dün-yanın geri kalan bütün devletlerinin güçlerinin toplamı, Osmanlı Devletininkinden daha aşağı-da kalıyordu.” İlber Ortaylı da aynı kanaattedir: “Kanûnî Sultan Süleyman devri, Osmanlı’nın hatta bütün Türk tarihinin zirvedeki, en parıltılı zamanı olarak bilinir.”
Bu yüzden, bazı Avrupalı tarihçiler bile 16. asra “Türk-Osmanlı Asrı” ya da “Süleyman Asrı/Çağı” demişlerdir. Öyle ki, nihai sınırlarına ulaş-tığı dönemde Osmanlı, yüzölçümünü 24 milyon km²ye ulaştırmış ve tesiri altındaki coğrafyalar-la birlikte dünya genelinin %37,8’ini (nüfus ola-rak da %40,1’ini) idaresinde bulunduruyordu. Başka bir ifadeyle, devletin sınırları “Osmanlı Dünyası” ya da “Osmanlı Kıtası” tabirini hak edecek bir evsaf ve azamete erişmişti.
Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 16. yüzyıl itibariyle Osmanlı’nın, eriştiği devlet ve toplum yapısı ile kültür ve medeniyet seviye-sini şu tespitlerle takdir etmiştir:
“Osmanlı Devleti 16. asrın ortalarına doğru idarî, hukukî ve iktisadî teşkilatı, ilmî ve içtimaî müesseseleriyle yüksek bir İslâm Medeniyeti’nin
bütün vasıflarını haiz olarak görülmektedir... (Kanûnî) Yarım asra yakın süren hükümdarlığı zamanında Türkiye, fütuhat, siyaset, ilim, irfan ve sanat itibariyle en parlak devrini yaşadığı gibi hukuk ve yeniden vazedilen kanunlar ile de medenî bir devlet olduğunu göstermiştir.”
Solakzade’nin ifadesiyle Kanûnî; “devranın hükümdarı, cihan mülkünün maliki ve zamanın Süleyman’ı” unvanlarını hak edecek parlak bir saltanata kavuşmuştur. Padişahlığı zamanında Osmanlı, dünyaya hükmetti, süper güç haline geldi ve kurduğu düzeni, tesiri altındaki devlet ve topluluklara kabul ettirdi. Osmanlı’nın rızası ve tasdiki olmadan dünya siyasetinde ve denge-lerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz oldu.
Kanûnî dönemini idrak eden Şair-Yazar Latifî’nin 1546’da padişaha sunduğu eserinde geçen şu sözler, Osmanlı’nın yakaladığı gücün çarpıcı ifadelerindendir: “Bir sultan-ı azimü’ş-şandır ki, her hıttada (ülkede) hutbesi yürür ve bin bir kal’ada (kalede) nevbeti vurulur.”
Batı’nın “Yenilmez Türk’ü” Takibi
Kanûnî’nin, Balkanlar, Avrupa, Asya, Afrika, Akdeniz, Karadeniz ve Hint Okyanusu’na ger-çekleştirdiği seferler, dünya ticaret yollarını ele geçirme mücadeleleri ve Avrupa’daki ilerleyişi-ni engellemeye çalışan Kutsal İttifakı dağıtmak için yaptığı siyasî, askerî ve ticarî manevralar, Osmanlı’nın cihan çapında bir güce eriştiğinin müşahhas delilleridir.
Bu anlamda, Osmanlı’nın, Kanûnî zamanın-da Almanya ve Papalığın başını çektiği Katolik Hıristiyan cepheyi parçalamak için Fransa, Ve-nedik, Lehistan, İsveç gibi ülkeleri çeşitli siyasî
Dünyaya Nizam Veren
Muhteşem Süleyman
TARİH İsmail ÇOLAK
“Osmanlı siyasî, askerî, iktisadî sahalarda olduğu gibi kültür-medeniyet noktasında da en ideal dönemini Kanûnî zamanında yaşamıştır.”
“Fatih zamanında başlayan Osmanlı Rönesans’ı, Kanûnî devrinde zirveye ulaşmış ve müteakip asra da damgasını vurmuştur.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba40 41
ve ticarî anlaşmalarla yanına çekmesi, hatta Protestanlığın öncüsü Martin Luther’i siyaseten desteklemesi, Avrupa özelinde cihanşümul öl-çekte siyaset yapıcı ve düzen kurucu vasfa sahip olduğunun bariz göstergelerindendir.
1796’da İsveç’in Osmanlı büyükelçisi olan Mouradgea D’Ohson da bunu teyit etmektedir: “Almanya, Rusya, Polonya ve Venedik gibi dört büyük devletten yıllık vergi alan Sultan Süley-man, Fransa’yı da himayesine aldı.”
Bu dönemde Osmanlı’nın eriştiği muazzam gücün etkisine kapılan İngiltere, “Yenilmez/Bü-yük Türk” olarak vasıflandırdığı Osmanlıların, nasıl bir devlet yapısına sahip olduğunu ve ida-resi altındaki farklı millet ve dinleri/kültürleri nasıl bir arada tuttuğunun sırrını çözebilmek için daha o zamandan ilmî araştırmalar yaptır-mış, Osmanlı coğrafyasına seyahatler düzen-letmiş ve 1581’den itibaren İstanbul’da daimî elçi, birçok şehirde de konsolos bulundurmaya başlamıştır. Bu ilginin kendini en fazla belli etti-ği dönemlerin başında Kraliçe I. Elizabeth devri (1558-1603) gelmiştir.
Kraliçe Elizabeth, III. Murad’a gönderdiği mektupta, Kanûnî devrinde idrak edilen Os-manlı ihtişamının hâlâ devam ettiğinin delili olabilecek şekilde, devrin Osmanlı hükümdarını “Doğu’nun en büyük, en ihtişamlı ve yenilmez padişahı” hitabıyla methetmiştir.
Fransa’yı Kurtaran Kanûnî
1525 yılındaki Pavia Savaşı’nda Fran-sa, Almanya’ya yenilmiş ve Kral I. Fransuva (François),V. Şarlken’e esir düşmüştür. Ülkesi de esaret altına girmek üzereyken mektup yazarak cihan sultanı Kanûnî’nin yardımına sığınmıştır.
Kanûnî’nin verdiği cevap; Osmanlı’nın azametli zamanlarının muhteşem bir hatırası olduğu kadar, cihan çapındaki gücünün de göstergelerindendir:
“Hükümdarların sığındığı kapımın eşiğine uzattığın mektuptan malumum oldu ki, memle-ketinin toprakları düşman tarafından zapt olunup sen dâhi şu anda onlar elinde esir bulunmaktasın. Kurtulmaklığın için bizden yardım dilemektesin. Yüreğiniz teselli bulsun. Ümidinizi kesmeyin. Yüce seleflerimiz, Allah onların kabirlerini nur içinde tutsun, düşmanlarını kahretmek ve sayısız fetih-lere ermek maksadıyla her vakit cihat için kılıç çekmek fırsatını kaçırmayıp, ben dâhi onların aç-tığı çığırda harekete geçip, her gün zorlu kaleler ve girilmesinde engeller bulunan şehirler fethet-miş bulunmaktayım. O sebepten gece ve gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Hak Subhanehu ve Teâlâ hayırlar müyesser eyleyip, ne dilerse öyle olacaktır.”
Kanûnî’nin ihsanı ve merhamet eli sayesinde 1526’da kazanılan Mohaç Zaferi’nin bir neticesi olarak Fransuva esaretten kurtarıldığı gibi dev-leti de yıkılmaktan kurtarılmıştır. Öyle ki Fransu-va, selamet bulduktan sonra; “Hastalığım olma-sa, bizzat gelip, padişahın ayaklarını öpeceğim!” diyerek minnet ve şükranını ifade etmiştir.
Fransa’ya Dansı Yasaklattı
Fransa üzerinde kurduğu otoriteyi yeri gel-diğinde kullanmasını da bilmiştir. Hammer’in
Kaynakça
Feridun M. Emecen, “Sultan Süleyman Çağı ve Cihan Devleti”, Türkler Ansiklopedisi, c.9, Ankara, 2002.
Yılmaz Öztuna, Kanûnî Sultan Süleyman, İstanbul, 2006.
İlber Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2007.
Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, c. 1, İstan-bul, 1980.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1988.
Solakzâde Mehmed, Solakzâde Tarihi, Hazırlayan: Vahid Çubuk, c.1, Ankara, 1989.
Gerald MacLean, Doğu’ya Bakış: 1800 Öncesi Dönem İngiliz Yaz-maları ve Osmanlı İmparatorluğu, Ankara, 2009.
Seyfi Kenan, “Sosyal ve Kültürel Farkındalığın Sınırlarında Os-manlılar ve Avrupa”, Osmanlılar ve Avrupa, İSAM, İstanbul, 2010.
Hamit Dereli, Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve İngilizler, İs-tanbul, 1951.
Netice Yıldız, “İngiliz Yaşamında Türk İmgesi ve Etkileri”, Türkler, c. 11, Ankara, 2002.
Kemal Beydilli, “Avrupa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedi-si, c.4, İstanbul, 1991.
N. Ahmet Asrar, Kanûnî Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı Devleti’nin Dinî Siyaseti ve İslam Âlemi, İstanbul, 1972.
meşhur Osmanlı Tarihi’nde (10. Cilt) nakletti-ğine göre Fransa’da dans icat edildiği zaman, Osmanlı elçisi durumu Kanûnî’ye bildirmiş; o da Fransa’yı titreten muhteşem bir mektup yaz-mıştır: “Ben ki, 48 krallığın İmparatoru Kanûnî Sultan Süleyman’ım. Elçimden aldığım mek-tupta, memleketinizde dans adı altında, kadın erkek birbirine sarılarak, açıkça halk önünde oynadığını işittim. Sınır olmamız dolayısıyla bu rezaletin memleketime bulaşması ihtimali doğrultusunda, mektubum elinize ulaştığından itibaren, bu rezalete son verilmediği takdirde, ordumla bizzat gelip, bu rezaleti ortadan kal-dırmaya gücüm var!” Mektup o kadar etkili ol-muştur ki, Fransa’nın geri adım atmaktan başka şansı kalmamıştır. Hatta Fransa’da dans, tam yüz yıl yasaklanmıştır.
Batı’ya Açılması ve Luther’i Desteklemesi
Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip eden Kanûnî, Osmanlı’nın Batı’ya doğru açılmasını sağlamak maksadıyla fırsatlardan ve mevcut dengelerden istifade etmeyi merkeze alan aktif bir siyaset gütmüştür. Reform Hareketleri sıra-sında Avrupa’daki karışıklıklardan faydalanarak Protestanlık Mezhebi’nin lideri Martin Luther’i desteklemesi bu siyasete verilebilecek çarpıcı misallerdendir.
Protestanlığın ortaya çıkışı Kanûnî’ye Arna-vutluk sahillerinde yer alan Draç Sancağı’ndaki Mehmet isimli subaşı tarafından 1517’de şöyle rapor edilmiştir: “Hazret-i Sultanım! İki ay mik-tarı vardır ki, Alaman taraflarından Fıra Martin Lutru nam bir bey kendinden bir din peyda edip İspanya melûnunâyin-i batılasına muhalefet edip otuz bin miktarı asker cem’ edip...”
Luther taraftarları bir dış desteğe ihtiyaç duymuşlar ve o sırada Şarlken’e cephe alan Kanûnî’den yardım istemeyi uygun bulmuş-lardır. Kanûnî’nin, Muharrem adında biri ara-cılığıyla gönderdiği cevabî mektupta geçen şu sözler, padişahın Luther taraftarlarının yardım talebine olumlu yaklaştığını ortaya koymakta-dır: “İspanya memleketlerinde Lüteran mez-
hebi üzere olan beyler ve beyzadeler ve sair Lüteran mezhebi âyânı... Siz, Papalığa kılıç çekip merhamet-i şahanemiz sizin tarafınıza masrûf olup kara ve deryadan her hâl ile size muavenet-i husrevânemiz zuhura gelmek ve ol zalim-i bî-din elinden sizi halâs ve hak dine sevk etmek lâzım gelmiştir; imdi size olan dostluk ve muhabbetimizin îlâmı hayliden beri maksûd-ı hümâyunumuz olmuştur...”
Aslında bu durum, Şarlken öncülüğünde-ki Batı Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın kendi toprakları üzerindeki ilerleyişini engelleme po-litikasına karşı geliştirdiğialternatif bir siyasî manevradan ibarettir. Bu meyanda Kenneth M. Setton’un yorumu dikkat çekicidir: “Sıkça tek-rarlanan bir husustur ki, Protestanlık Türkleri desteklemiştir. Aynı şekilde Türkler (Kanûnî) de Protestanlığın oluşumuna yardım etmişlerdir.”
Georges W. Forell’in “Luther ve Türklere Yö-nelik Savaş” isimli makalesi de kayda değerdir: “Osmanlı’nın Avrupa’ya girişi, (Katolik olan) İmparator’un Luther hareketine karşı sert ve acımasız tedbirler almasına engel olmuştur. Zira Türklerle olan savaşında İmparator, Evan-jelik prenslerin yardımına ihtiyaç duymuş ve Luther’in hareketini yok etme planını ertele-miştir. Bu itibarla
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba42 43
İslâmî birliğin oluşumunda kardeşliğin
merkezî bir rolünün olduğu mâlumdur. İslâm
gelmeden önce onun ilk muhâtabı olan Arap
toplumunu bir arada tutan birtakım değerler
elbette vardı. Ancak İslâm geldikten sonra o
toplumda insanlar iki temel kategoriye ayrıldı-
lar: Mü’minler ve müşrikler.
İslâm’ın geldiği Arap toplumu, İslâm gelme-
den önce, tarih boyunca ciddî bir devlet oluştu-
ramamıştır, kanun yapamamış ve iç huzuru bir
türlü sağlayamamıştır. Tarihçilerin kaydettiğine
göre; Arap toplumu kabîleler halinde, kavmiyet-
çilik taassubu içerisinde ve puta taparak hayat-
larını sürdürmekte idiler. O günün Araplarının
en büyük özellikleri arasında çapulculuk, yağ-
macılık, sudan bahânelerle kan dökme, kabîle
değerlerini her şeyden üstün tutma gibi şeyler
sayılabilir.
Buradan anlaşılmaktadır ki, İslâm öncesinde
Arapları bir araya getiren en önemli iki faktör
kabîlecilik ve puta tapıcılıktır. Diğer bir ifade ile
Araplar iki şeyde birleşiyorlardı. Bunlardan biri-
si kabîle menfaati ve kabîlecilik duygusu, ikinci-
si ise putlara tapma hususundaki fikir ve eylem
birliği idi. Ancak bu iki faktörün toplumu gerçek-
ten bir arada tutmaya ve insanlar arası vahdeti
sağlamaya elverişli olmadığı tarihen sabittir.
1. Kabîlecilik: Her şeyden önce bu faktör
sadece aynı kabîleden olan insanları birbirine
yaklaştırabildiğinden oldukça bölgesel ve etki
sahası dar gözükmektedir. Ayrıca bir kabîlenin
kabîlecilik sâikiyle kendi kabîlesine sahip çık-
ması diğer kabîlelerle haklı ya da haksız olarak
kavga etmesine yol açmakta idi. Çünkü Araplar
kendi kabîlelerinden olana gösterdikleri iyi dav-
ranışları başka kabîleden olana göstermemekte
idiler. Arapların, “Kardeşin zâlim de olsa maz-
lum da olsa ona yardım et.” sözünden anlaşılan
da budur. Öyleyse putperest olmakta ortak olan
insanların karşılıklı menfaatlerde kabîle kabîle
ayrılıp, davranış birliği göstermemeleri söz ko-
nusu ise, bu, kabîleciliğin vahdete/birliğe engel
olduğunu ve birliği sağlamaya yeterli olmadığı-
nı göstermektedir.
2. Puta Tapıcılık: İslâm öncesi Araplarında
özellikle Amr b. Luhayy isimli şahsın Suriye’den
değişik put modellerini getirmesinden sonra
yoğun bir puta tapıcılığın baş gösterdiği bilin-
mektedir. İlk etapta Araplar puta tapmakla san-
ki bir gaye etrafında birleşmiş ve birlik sağlamış
görülebilirler. Ancak her kabîlenin değişik bir
putu olduğu ve Kâbe’de 360 tane putun bulun-
duğu hatırlanırsa Arapların İlah birliği de ya-
pamadıkları, yani putların da birliği sağlamaya
yetmediği rahatlıkla anlaşılabilir.
Şimdi esas konuya geçelim ve vahdetin olu-
şumunda İslâm kardeşliğinin rolüne bakalım.
Tarihte bir türlü toplumsal birliği sağlaya-
mayan Araplara gönderilen son peygamber Hz.
Muhammed (s.a.v.)’ın temel hedeflerinden biri
toplumsal birliği sağlamak idi. Bu konuda ge-
len âyetler de bütün toplum kesimlerine hitap
ederek hep birlikte Allah’ın ipine sarılmalarını
emrediyordu. Çünkü daha önce kabîlecilik ve
İslâm BirliğininVahdetin Oluşumunda
KardeşliğinRolü
FIKIH Abdullah KAHRAMAN*
“Medîne’de yapılan anlaşmada kardeşlerin birinin sırtından geçinme ve onu sömürme anlayışı içerisinde olmadıklarını görmekteyiz.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba44 45
bakımından yeterli ipucunu vermektedir. Hatta
bu ilk antlaşmada Muhâcirlerden bir Müslüman
Ensârlardan birine kardeş yapılıyor ve Ensârın
malı kendisi ile Muhâcirden olan kardeşi arasın-
da yarı yarıya pay ediliyordu. Dahası bu antlaş-
manın imzalandığı ilk günlerde bu antlaşmaya
dâhil olan kardeşler birbirine vâris bile olabi-
liyorlardı. Ancak daha sonra Ahzâb Sûresi’nde
yer alan bir âyetle bu hüküm değiştirilmiştir.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki,
Medîne’de yapılan anlaşmada kardeşlerin biri-
nin sırtından geçinme ve onu sömürme anla-
yışı içerisinde olmadıklarını görmekteyiz. Yani
Muhâcirler, “Nasıl olsa kardeşim bana malının
yarısını verdi öyle ise ben de sadece bunu işletip
yiyeyim.” demiyorlardı. Kendi el emeği ile çalışıp
geçimini temine çalışıyordu. Meselâ Abdurrah-
man b. Avf ile kardeş olan zat Abdurrahman’a,
“Kardeşim al malımın yarısı senin istediğin gibi
tasarruf edebilirsin.” dediği zaman Abdurrah-
man (r.a.) ona, “Bana pazarın yolunu göster,
bir şeyler alıp satayım.” diyor, pazara gidip bir
şeyler alıp satarak iktisâdî durumunu düzeltiyor
ve kendine bütün samimiyetiyle bağrını açan
kardeşine yük olmak istemiyordu. Allah (c.c.)
da Kur’an’da bu ilk örnek İslâm kardeşlerini
şöyle bize anlatıyor: “Ve onlardan önce o yurda
(Medîne’ye) yerleşen, imana sarılanlar (Ensâr)
kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara
verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğili-
mi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi,
(göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih
ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte
onlar umduklarına erenlerdir.”5
İşte bu esaslara bağlı olan İslâm kardeşliği
birliğinin ilk meyvesini Bedir Savaşı’nda gös-
teriyordu öyle ki, kardeş öz kardeşine, baba
oğluna ve kabîle kabîlesine karşı savaşıyor ve
böylece kardeşliğin dünyada misli görülmemiş
numûnesini veriyorlardı. Baba ile oğlu, kardeş
ile kardeşi karşı karşıya getiren bu savaş İslâm
kardeşliğinin nesep kardeşliğine tercih edildiği-
ni göstermektedir.
Kardeşin kardeşe düşman olduğu -dün ol-
duğu gibi- bugün de insanların makam ve mev-
kilerine, siyâsî nufüz ve maddî güçlerine göre
değer kazandıkları, güçlünün zayıfı ezdiği, zâlim
güçlerin mazlumları inim inim inlettiği, Müslü-
manların çeşitli hiziplere ayrılarak birbirlerine
düşman kesildiği ve birliğin bozulduğu bu çağ-
da insanları gerçek mutluluğa erdirecek, Müs-
lümanlar arasında vahdeti tesis edecek ve on-
ları küfre karşı tek yumruk haline getirecek ve
“Zafer inananlarındır.”, “İnanıyorsanız en üstün
sizsiniz.” sırrına erdirecek yegâne faktör İslâm
kardeşliğidir. İslâmî birliği sağlayacak en etkin
araç budur. Zira Allah bunu emretmiş, Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) bu prensibi uygulamış ve tarih
buna şâhit olmuştur. Bu kardeşlik rûhu olma-
dıktan sonra Müslüman milletler dünyayı ve
insanlığı sömüren güçlerin oyuncağı olmaya
mahkûmdurlar.
puta tapıcılığın sağladığı kısmî birlik, iyi hedef-
lere hizmet etmiyordu. İslâm’ın kuracağı birlik
ve vahdet ise insanlığın hayrını ve kurtuluşunu
hedefliyordu. Zira her şeyden önce bütün insan-
lığın, özellikle iki türlü birliğe ihtiyaçları vardı.
Bunlar da İnanç birliği ve toplumsal birlik idi.
Acaba İslâm bu iki birliği nasıl sağladı? Bu soru-
yu kısaca şöyle cevaplayabiliriz:
1. İnanç Birliği: Kur’an-ı Kerim, Arap top-
luluğuna geldiğinde onların tapmakta olduğu
bütün sahte ilahlarını reddetti. Onların sahte
tanrılar olduklarını, insanlara fayda ve zarar
vermeyeceklerini kendine mahsus ilâhî üslu-
buyla açıkladı ve insanlara gerçek ilâhı yani
Allah’ı şöyle tanıttı: “Sizin ilâhınız ancak bir
olan ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur o Rahmân
ve Rahîm’dir.”1, “De ki; ‘Allah birdir.”2 , “Allah’tan
başka ilâh çağırmayın, Allah’tan başka ilâh yok-
tur. O’nun zâtı müstesnâ her şey yok olacaktır.
Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.”3 Bu
ve bunlara benzer Kur’an âyetlerin insanların
yönelmesi, bağlanması ve ibadet etmesi gere-
ken Allah’ın Bir olduğunu ve insanların ancak bu
Allah’a kulluk etrafında birleşebileceklerini ilan
etmiştir. Böylece Allah yerine konulan bütün
sahte ilâhlar reddedilmiş ve insanlara gerçek
ilâhları tanıtılmıştır.
2. Toplumsal Birlik: İslâm insanlar, özellik-
le de Müslümanlar arası birliği sağlamak için,
değişik yollar ortaya koymuştur. Bunlardan
en önemlisi şüphesiz kardeşliktir. İnsanların
kabîlelerine makam, mevki ve nüfüzlarına göre
değer kazandıkları ve hürmet gördükleri bir
dünyada insanlara bütün ırkî bağlardan, renk
ve dil farklılıklarından, zengin ve fakir ayrımın-
dan kurtararak gerçek birliğe götüren ve bu
birliği sağlayan çok kuvvetli bir faktör elbette
gerekliydi. İşte İslâm bunu sağlamak için yuka-
rıdaki farklılıkları tamâmen ortadan kaldıran
“İslâm kardeşliği” esasını getirdi. Zira derileri-
nin renkleri, dilleri, kabîleleri, kültür ve gelenek-
leri, makam ve mevkileri tamamen farklı olan
insanları bir tek çatı altında toplayabilecek,
onların birliğini sağlayacak yegâne faktör “din
kardeşliği”dir. İslâm bunu, “Ancak mü’minler
kardeştir/Mü’minler ancak kardeştir.”4 esası ve
emr-i ilâhîsiyle ilan etmiş ve yerleştirmiştir.
Âyet-i kerîmenin mü’minleri kardeş ilan eder-
ken nesep kardeşliğini dikkate almadığı dikkat
çekicidir. Nesep kardeşliği inkâr edilmemek-
le birlikte burada farklı, özellikli ve gerçek bir
kardeşliğe dikkat çekilmektedir ki, o da “inanç/
din kardeşliği”dir. Yine âyete göre din kardeşli-
ğinin nesep kardeşliğinden üstün olduğu da an-
laşılmaktadır. İslâm birlik için kardeşliğe büyük
önem verdiğinden dolayıdır ki, Medîne’ye hicret
edildiğinde Hz. Peygamber (s.a.v.) mü’minler
arasında muâhat/kardeşlik anlaşmasını yap-
mıştır. Daha başka faktörler ve anlaşmalar
varken Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kardeşlik ant-
laşmasına başvurması bunun önemini anlama
“İslâm kardeşliği birliğinin ilk meyvesini Bedir savaşında gösteriyordu öyle ki, kardeş öz kardeşine, baba oğluna ve kabîle kabîlesine karşı savaşıyordu.”
DipnotProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN
1. 2/Bakara, 163.2. 112/İhlâs, 1.3. 28/Kasas, 88. 4. 49/Hucurât, 10.5. 59/Haşr, 9.
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba46 47
Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Hazretleri,
bir gönül sesi olarak bugün Darende’de
yankılanmaktadır. 24 Ağustos 2018
Cuma günü Darende Sosyal Tesisi açılarak hiz-
mete sunulmuştur. Vakfımız tarafından yap-
tırılıp açılışı gerçekleştirilen Sosyal Tesis vesi-
lesiyle çifte bayramı birlikte kutladık, bu güzel
açılışımızla tarihe şahitlik ettik.
Es-Seyyid O. Hulûsi Efendi (k.s.) Divan-ı Şeri-
finde şöyle buyurmaktadır:
Gönülden sürer gamı bayram olur her demi
Yârın olup mahremi kalmaz özge kâr-ı aşk
Darende Sosyal Tesisi İnşaatının Teknik Bilgileri
Darende Sosyal Tesisi’nin arsa alanı 9552
m2 olup toplam inşaat alanı 7021 m2’dir. Dik-
dörtgen planlı olan yapıda binanın oturum alanı
999 m2’dir. Sosyal Tesis’te Cenab-ı Allah’ı se-
venler Allah için bir araya gelirler. Burası birlik
ve gönül merkezidir. Bunun nişanesi olarak Sos-
yal Tesis’imize Altın Silsile’den pirlerimizin ism-i
şerifleri çok güzel bir hat yazısı ile yazılmış lev-
ha olarak asılmıştır. Hanımlar bölümüne de bü-
yüklerimizin valide ve eşlerinin isimleri hüsn-i
hat levhası olarak asılmıştır. Tasavvuf büyükle-
rimizin isimlerinin tuğra olarak yazılması tarik-i
aliyyenin ve Nakşî-Halidî-Hakî-Darendevî kolu-
nun âdeta mührü olmuştur.
Nakşî dergâhlarında avlunun bulunması bir
gelenek olarak görülmektedir. Yapılan Sosyal
Tesis’imizde ise bir hanımlar için ve bir erkek-
ler için olmak üzere iki ayrı avlunun bulunması
ve her avlunun 1000 kişilik kapasitede olması
bu kapının, yolun büyüklüğünü göstermektedir.
Nakşî geleneğinde dergâhların genel olarak tek
kattan oluştuğu görülmektedir. Ancak büyük
veliler ve zamanın Kutbu’l-Azamları iki ve daha
fazla kattan oluşan dergâhlar inşa etmişlerdir.
Bunun en güzel örneği ise Darende’de inşa edil-
miş olan Sosyal Tesis’imizdir.
TARİH Resul KESENCELİ
“Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Hazretleri, bir gönül sesi olarak bugün Darende’de yankılanmaktadır. 24 Ağustos 2018 Cuma günü
Darende Sosyal Tesisi açılarak hizmete sunulmuştur.”
Gönül Birliğinin Merkezi Darende Sosyal Tesisi
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba48 49
Gelenek ve Modern Mimarî Bir Arada
Modern mimarî olarak her şey düşünülmüş, tesise giden alanlarda yeni yollar açılarak ula-şım en güzel şekliyle sağlanmıştır. Otoparklar yapılmış, tüm ihtiyaçlar tamamlanmıştır.Taş işlemeciliği, ahşap işlemeciliği en güzel hâliyle yapılmış, mermer kullanımına ayrı bir özen gös-terilmiştir. Modern mimarî tarzda aydınlanma, havalandırma, ses sistemleri kurulmuş, temizlik adabına uygun abdesthaneler en güzel şekliy-le yapılmıştır.Sosyal Tesis başta olmak üzere bugüne kadar, Vakfımıza ve yaptığımız bütün hizmetlere, maddî-manevî desteklerini esirge-meyen tüm emeği geçen ve fedakârca hizmet eden gönül dostlarımıza,Vakfımız adına teşek-kürlerimizi sunuyoruz. Bu tesise yaptıkları kat-kılardan dolayı bazı arkadaşlara plaket verilmek suretiyle taltif edilmişlerdir. Gönül birlikteliğimi-zin sonsuza kadar devam edeceği inancıyla...
Sosyal Tesis’imizdeki erkek ve ve hanımlara
mahsus büyük sohbet salonları için iki ayrı gi-
riş bulunmaktadır. Bu ise kadın ve erkek giriş
ve çıkışlarını düzenli hâle getirmektedir. Bu iki
girişte bulunan 8 köşeli Selçuklu yıldızının her
bir köşesi bir erdemi simgelemektedir ki, bu
erdemler İslâm’ın temel direkleri olarak kabul
edilirler. Bunlar; merhamet, sabır, doğruluk, sır
tutmak, sadakat, mütevazılık, cömertlik, şük-
retmek olarak sıralanır. Sosyal Tesis’imizde 42
adet çini, 16 adet taş olmak üzeretoplamda 58
adet motif kullanılmıştır. Bu rakam tesisin bani-
si olan Efendi Hazretleri’nin yaşını simgelemek-
tedir. Cenab-ı Hak ömrünü uzun, hizmetlerini
âlî, yolunu bakî eylesin.
“Sosyal Tesis başta olmak üzere bugüne kadar, Vakfımıza ve yaptığımız bütün hizmetlere, maddî-manevî desteklerini esirgemeyen tüm emeği geçen ve fedakârca hizmet eden gönül dostlarımıza, Vakfımız adına teşekkürlerimizi sunuyoruz.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba50 51
Şeyh Abdurrahman-ı Erzincanî’nin Sosyo-Kültürel Hayata Yansımaları
KÜLTÜR Cemil GÜLSEREN
“Susuz topraklara can suyu olan Tohma misali bu gönül insanları, bu Allah dostları da bu yörenin insanının manevî gözeleri olmuşlardır.”
Abdurrahman Erzincanî Hazretleri Bir ruh
mimarı, bir gönül sultanıdır. Soyu Orta
Asya’dan gelerek Erzincan’a yerleşmiştir.
Evlad-ı Rasûlden olup Yıldırım Bâyezîd devri
meşâyihindendir.1
Bilindiği üzere Timur’un Anadolu’yu istilasın-
dan ve Moğol baskılarından rahatsız olan Ab-
durrahman Erzincanî Amasya’ya giderek o yö-
redeki dağların tepesinde yaşamakla halk arsın-
da ün yapmıştır. Şeyh Abdurrahman Erzincanî
Hazretleri Amasya’dan sonra Tokat’a, Çankırı’ya
ve Kastamonu’ya da gitmiştir. Kastamonu’da
bazı insanların onu rahatsız etmesi sebebiyle,
sakin bir yer aramış ve nihayet Darende’nin o
zamanki adıyla Gerimter beldesine gelip yerleş-
miştir. Neydi onu bu beldeyi vatan edinmeye ka-
rar kılan? Kerpiç evler mi, topraktan damlar mı,
çarpıdan ağaran duvarlar mı, yeşile bürünmüş
vadisi mi? Yoksa bizim bilmediğimiz başka ilâhî
ilham mı? Somuncu Baba da aynı sebeplerle
Darende Zaviye mahallesini mekân tutmamış
mıydı? Bu şehirde tabiatla tarihin tatlı bir ahen-
gini, kültürle inancın tutku haline gelişini biz bi-
liyoruz. Susuz topraklara can suyu olan Tohma
misali bu gönül insanları, bu Allah dostları da bu
yörenin insanının manevî gözeleri olmuşlardır.
Battal Gazi’nin güzergâhı Darende, Hasan
Gazi’nin istirahatgâhı Darende, Abdurrahman
Erzincanî’nin uzletgâhı Balaban, Şeyh Hamid-i
Veli’nin halvetgâhı Darende, Seyyid Hulûsi
Efendi (k.s.)’nin tahtgâhı Darende. Bunca veli-
yullahın kadem bastığı bu topraklarda haram
yok, haram yemek vallahi de haram, billahi de
haram. Bu Allah dostlarına nasıl bakarız yoksa?
Ne yüzle huzura çıkarız? Onlardır buralara ne-
fes veren. Manevîyatları burada. Manevîyat de-
nilince hâlâ halk arasında söylenen menkıbeleri
de aynen aktarıyorum:
Moğol Askerleri-Geyik Menâkıbı
Şeyh Abdurrahman Erzincanî Hazretleri, mü-
ritleriyle Sarıçiçek Yaylası’nda iken çadırına bir
grup Moğol askeri gelir. İçlerinde Cengiz Han’ın
bir de kumandanı vardır. Askerlerinin karnını
doyurmasını ister. Hanımı: “Efendi, ikram edile-
cek hiçbir şey yoktur.” der. Hiç endişelenmeyen
Erzincanî Hazretleri; “Allah kerimdir hatun.” deyip
konuklarının yanına gelir. Öteden bir geyik sürüsü
görünür. Moğol askerleri ok ve yaylarına davra-
nırlar. Şeyh onlara engel olur ve o sırada uzaktan
geçmekte olan geyik sürüsüne seslenir: “İçinizde
misafirlerime fedâ-yı can olmak isteyen var mı?”
Sürüden uzun ve çatal boynuzlu semiz bir geyik
gelerek çadırdan içeriye girer. Hâl diliyle: “Beni ke-
sip konuklarına etimi ikram edersin.” der gibi haz-
retin elini, yüzünü koklamaya başlar. Oradakiler
yabanî bir geyiğin bu halini hayret ve şaşkınlıkla
izlerler. Şeyh Moğol komutanına : “İçinizde bu ge-
yiği kesip parçalayacak birisi var mı?” diye sorar.
Onlardan cevap alamayınca Cenâb-ı Allah, bunu
bize rızık diye gönderdi. Geyik gelip kendi lisanıyla
bunu bana bildirdi. Hayvan boğazlanmaya hazır-
dır.” Kesilen bu geyik etiyle sekiz yüz asker doyar.
Bu kerametten etkilenen askerlerin şeyhin elini
öperek Müslüman oldukları söylenir.2
Bu menkıbe Âşık Beyanî ile Âşık Musa Tektaş’ın
‘Karşılaşması’nda şöyle geçer.
Soru Tektaş:
Kimdi Erdebil’de seyran eyleyen
Geyiği gönlüyle kurban eyleyen
Büyük bir orduya ikram eyleyen
Peygamber otağı şifredir Âşık.
Cevap Beyanî:
Erdebil’de dakikayı ay eden
Geyiği gönlünde besleyip güden
Erzincanî idi kesip pay eden
Orduya açılmış sofradır Tektaş
“Bir beldenin kişi ve yer adları boy-soy-oymak-cemaat adları ile birlikte, iç içe yaşamakta bir milletin ‘tapu kayıtları’nı oluşturmaktadır.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba52 53
Bu yüce gönül sultanları, Allah dostları da
çevrelerindeki insanların kalplerine şifalar sun-
muştur. Ruhları şad olsun. Onların gönülleri-
nin güzelliği bütün beldeye sirayet etmiş ki bu
memleketin insanı gönlü güzel, yüreği yufka,
yüzleri nurlu, elleri nasırlı, rızkının peşinde, he-
lalden şaşmayan, haramı aşırmayan, sıcakkanlı,
sempatik insanlardır. Riya, kibir, hased gibi bü-
tün kötülüklerden temizlenen ruh, takva, huşû,
merhamet, sabır, şükür, tevâzu, kanaat ve ka-
dirşinaslıkla hemhal olmaktadır. Boşuna deme-
miş şair Mehmet Gözükara:
Çirkini methetmem kötüyü övmem
Meyvesiz ağacın dalını eğmem
Dalkavuk, yalaka şak-şakı sevmem
Akıl kıymet katar başa Balaban
Ateşten deryada yüzer mi gemi
Âşığı ağlatan aşkının demi
Bülbüle hoş gelir gülün sitemi
Goncalar dayanmaz kışa Balaban3
Yeri gelmişken bir hususa dikkatinizi çekmek
istiyorum. Kırk yıldır memleketimin dışındayım.
Gelip gidiyorum. Diyeceğim o ki dışarıdan Da-
rendeli şöyle anılır ve bilinir: Dürüsttür, ilkelidir,
ticarette prensipli ve güvenlidir. Yalana uzak,
tembelliğe karşı. Hele bir tespit var ki özdeyiş
gibi: Bir Darendeli çift elle çalışıp Tekel’e ver-
mez. Yani içki-sigaradır kast edilen. Âşık Hökkeş
Yanık da der ki:
Muhabbet gönülde emsalsiz duygu
Dileriz olmasın gam keder kaygı
Gönüle yerleşmiş sevgiyle saygı,
Olmaz kavga cidal, şer Darende’de
Yüzyılların neticesidir bu hayat tarzı. Bu mi-
rası hoyratça harcamamak gerekir. Onlara, on-
ların adlarına yaraşır yaşamak zorundayız.
Adlarımız
Bir beldenin kişi ve yer adları boy-soy-
oymak-cemaat adları ile birlikte, iç içe yaşa-
makta bir milletin ‘tapu kayıtları’nı oluşturmak-
tadır. Dilcilerin, halk bilimcilerin ve tarihçilerin
ilgi alanına giren kişi adlarının kaynaklarını biz
şöyle sıralayabiliriz:
1. Mezar taşları, 2. Nüfus kütükleri, 3. Kadı
(Şeriyye Sicilleri), 4. Vakfıyeler; Modern çağda
ise 5. Telefon rehberleri, 6. Okul kayıt defterle-
ri,7. Evlilik kayıt defterleri, 8. Doğum evi kayıt
defterleri, 9. Ölüm kayıt defterleri. Şeyh Abdur-
rahman Erzincanî Hazretleri’nin ismi yüzlerce
yıldır Balaban’ı bırakın Darende ve çevre köyler-
de de yoğun olarak kullanılmaktadır. Darende
Merkez, Yenice, A. Ulupınar, Y. Ulupınar ve Toh-
ma boyu köylerinde sıklıkla rastladığımız isim-
ler: Abdurrahman, Şeyh Abdurrahman, Şeyih,
Şeyih Ağa, Şıhlı, Apo Hacemmi, Abdo, Şeyho. Bu
adlara hemen her ailede rastlanır. Darende’de
aynı şekilde Hamid, Hamideddin, Hulûsi, Hasan,
Hasan Gazi, Taceddin, İsmail Hakkı, Turan Gazi,
Battal, Türkmen, Balaban, soyadı olarak da yine
Balaban, Akbalaban, Kösebalaban, Gerimter
(Uşak’a göçmüş bir Balabanlı ailenin soyadı
idi.) gibi ilim irfan ve hak dostlarının adlarının
yaşatılması hem Darende hem de Balaban için
geçerlidir. Yer adlarında da sadece Balaban’dan
birkaç örnek vererek konunun genç akademis-
yenlere tez çalışması olabileceğini de buradan
hatırlatmak isterim: Şeyihli mahallesi, Şeyh Pı-
narı (kaynak suyu). Kısaca büyüklerin hatırasına
hürmeten yüzyıllardır bu adlar yaşatılmaktadır.
Şeyh Abdurrahman Erzincanî Hazretleri yüz-
lerce yıl manevîyatıyla, hatırasıyla Balabanlıyı
ve çevresini birbirine bağlamış, yakınlaştırmış;
insanî, uhrevî değerlerle bezemiş kısaca adı bile
yaşatılarak bugünlere yetişmiş.
Adıyla Ünlenen Cami
Gerimter nahiyesinde vefat eden Abdurrah-
man Erzincanî’nin kabrine ait eski türbe horasan
harcı ile kare planlı, ahşap piramit örtülü olarak
1960 yılına kadar mevcuttu. Bu kârgir türbeye ait
olduğu kabul edilen halen mevcut taş kitabede:
Hâza’l makamü’l müslim ber tamam
El-hayrat Şeyh el-hac Ebubekir b. Hasan bin
Abdirrahim tarih sene 1000
Buna göre miladi 1591 yılında ilk türbe ya-
pılmıştır. Balaban beylerinden Balaban b. Bekir
b. Mehmet b. Halil H. 463/M. 1701 tarihinde
türbeye bitişik cami yaptırır. Daha sonra (M.
1866) yılında camii genişletilerek onarılmıştır.
1961 yılında Es Seyyid Osman Hulûsi
Efendi’nin Mimar Yücel Sarı ve Mimar Şerif Ali
Akkurt Beylere yaptırdığı durum tespitine göre
camii, kerpiç duvarlı, ardıç direk üzeri, ahşap
düz, örtü ve toprak damdır. Minaresi mevcut de-
ğildi. Yeni bir camii inşa etmek gayesi ile 1961
yılında kurulan cami yaptırma derneği Şerif Ali
Akkurt’un proje teklifini kabul eder. (1962). Bir
yıl sonra da proje başlatılır. Bu derneğin başka-
nı Osman Hulûsi Ateş’tir. Derneğin muhasipleri
ise Mehmet Gülseren, Yakup Durmaz ile vezne-
darı Abdurrahman Gülseren’dir.4 1975 yılında
ibadete açılır. Lakin genişletme, iyileştirme ça-
lışmaları o günden bugüne hep sürdürülmekte-
dir. 1994 yılında Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
Vakfı tarafından caminin çatısı bakırla kaplatıl-
mış, iç dekorasyon ve dökülen alçı kaplamalar
onarılmıştır. Yenilemeler ve bakım onarım hiz-
metleri hâlen bu vakıf tarafından sürdürülmek-
tedir. Bu durumu şair Ali Aygün şöyle dizelere
dökmüş:
Abdurrahman Erzincanî Camii’ni
Beraberinde kütüphanesini
Şeyh Hamid-i Veli’nin çeşmesini
Yapmaya üstünde duranlardandır.
Cami iki katlıdır. Tamamen beyaz taştan ya-
pılmıştır. Caminin üzerinden kuş bakışı bakıl-
dığında kıbleye doğru uçan bir jet uçağı görü-
nümünü vermektedir.5 Giriş katta kütüphane,
Kur’an Kursu ve çalışma odaları bulunmakta-
dır. Yan tarafından taş merdivenle çıkılan ve
genişçe bir sahanlıktan girilen ikinci katta ise
beşgen biçiminde namaz kılınan mekân, son
cemaat yeri; arka bölümde ise Hazret’in ve aile
efradının bulunduğu sandukalar, daha arkada
ise derslik biçiminde kurs salonu bulunmak-
tadır. Cami-minare-türbe-kütüphane-şadırvan
ve çalışma odaları ile adeta küçük bir külliye
görünümündedir.6 Uzay mekiğini andıran, beşli
bir betonarme omurga ve dönel bir merdive-
ni olan minare kırk basamaklı, otuz beş metre
yüksekliktedir. Ana mekân beş köşelidir. Se-
mavi Eyice, İslâm Ansiklopedisi ‘Cami’ madde-
sinde şöyle yazmıştır: “Darende yakınlarında
Abdurrahman Erzincanî Türbesi yanına inşa
edilen cami, türbe, kütüphane ve meşrutadan
meydana gelen küçük külliye, çadır şeklindeki
mescidi, mızrak ucu şeklindeki minaresi ve di-
ğer yapılarıyla modern mimari anlayışta inşa
edilmiş bir başka eserdir.”7 Halk şairlerinin di-
zelerinde minareyi anlatan iki dörtlük ile yazı-
mızı tamamlayalım:
Şeyh Abdurrahman Erzincanî Camii
Yoktur dünyada eşi benzeri
Minaresi andırır sanki bir füzeyi
Sen bir cennetsin güzel Balabanım.8
Erzincanî Camii minare bize
Göreni etkiler sanırlar füze
Çadırına atfen Efendimiz’e
Göreni çağırır gel oldu şimdi.9
Dipnot
*Dr. Cemil GÜLSEREN
1. Sicill-i Osmani, C.3,s.309.
2. Bknz. Malatya Mutasavvıfları, Mehmet Gülseren vd.,. Ma-latya, 1996.s.5-7.
3. Elbistanın Sesi, 27 Eylül 2016.
4. Naci Toprak, Şeyh Abdurrahman Erzincani Camii, Somun-cu Baba, S.4, s.29-33.
5. Ahmet Şentürk, Mehmet Gülseren, Ali Helvacı, Malatya Ca-mileri, Malatya, 1992, s.101.
6. Ahmet Akgündüz, Sait Öztürk, Yaşar Baş, Darende Tari-hi, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Yay., İst., 2002.
7. Semavi Eyice, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi “Cami” Maddesi, 7. Cilt s.87.
8. M. Erol Akbalaban.
9. Bayram Eke
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba54 55
Anadolu’nun Yetiştirdiği Büyük Ruh:
Yûnus Emre
KÜLTÜR Bilal KEMİKLİ*
“Yûnus Emre, tefekkürün engin zirvesine çıkmış bir düşünce adamıdır. O bilgiyi içselleştirmiş, kâinatı içindeki küreden seyrederek ilm-i ledün
sırrına vakıf olmuş, büyük bir okyanustur.”
Bu toprakları maddî ve mânevî anlamda
işleyip bizlere kazandıran aziz ve büyük
ruhların huzurunda sizleri selamlıyorum.
Bir düşünürümüz diyor ki; “Büyük mezarların
üstünde büyük vatanlar vardır.” Sonra ekliyor;
“Büyük ölüleri olmayan milletler ebedî olamaz-
lar.” Bu düşünürümüz ilhamını bu büyük vata-
nın tarihinden alıyor. Tarihin en eski ve en köklü
medeniyetlerinden birine sahip olan Türkler,
tarihin her döneminde büyük mezarlara, büyük
ruhlara sahip olmuşlardır.
Yüce gayeye selam,
Yüce ümide selam,
Yüce ülküye selam…
Zira “Üzerinde büyük ruhların sevildiği top-
raklarda ebedî hayat ağacı yeşeriyor; gerçek ha-
yat, gerçek saâdet tadılıyor. Onlarsız yeryüzünde
yetim yaşıyoruz. Yaşadığımız bu yeryüzünde top-
rağın rûhu yoksa bizde de hayat olamıyor.”
Çünkü toprağı vatan yapan, ana yapan ve bu
vatanda devlet ve millet olmayı öğreten bu bü-
yük ruhlardır.
Şunu açıkça ifade etmek isterim ki; bizim
arşivlerimizdeki tarihi vesîkalarımız, maddî ve
mânevî kültür varlıklarımız bu denli zengin ol-
masaydı bile, bir Yûnus deyişi, Yûnus sözü kal-
saydı; bu bile bizim millet olarak büyüklüğümü-
ze ve dilimizin zenginliğine delil olarak yeterdi.
Niçin? Çünkü Yûnus Emre, demek; zengin ve
geniş anlamlarıyla, sanat, edebiyat ve bilim dili
demektir; Türkçe demektir. Çünkü Yûnus Emre
demek, sabır ve metanetle, tesâmüh ve özve-
riyle çalışıp çabalayarak bu büyük coğrafyaya
hayat vermek demektir.
Ara sıra kendi kendime şu soruyu sorarım;
Yûnus Emre kimdir? Şimdi de soruyorum, sizle-
re soruyorum; Kimdir Yûnus?
Bir kısmınız diyeceksiniz ki, Yûnus Emre
büyük bir şairdir. Doğru. Yûnus şiirin zirvesine
çıkmış bir şairdir. Sanat kaygısı gütmeden, için-
den geldiği gibi söyler; ama bu onu bayağılığa
götürmez. Aksine estetik ve duyarlılığın zirve-
sindedir.
Bir kısmınız da diyeceksiniz ki, Yûnus Emre
büyük bir velîdir, yüce bir sûfîdir. Bu da doğru…
Yûnus Emre, velâyetin en üst katında: bir aşk
adamı. Terk ve farka ulaşmış, sabır ve sebâtla
olgunlaşmış, idrâkini ve muhayyilesini latif duy-
gularla doyurmuş, akıl ve kalp ikilemini aşmış,
kendisiyle, hem cinsleriyle ve tabiatla barışık
bir derviş... İçindeki öz beni keşfetmiş bir sûfî.
Tevhîd ateşiyle pişmiş bir mümin.
Sonra bir kısmınız, “Yûnus kimdir?” soru-
suna, “O büyük bir düşünürdür.” diyeceksiniz.
Elhak doğrudur. Yûnus Emre, tefekkürün engin
zirvesine çıkmış bir düşünce adamıdır. O bilgi-
yi içselleştirmiş, kâinâtı içindeki küreden sey-
rederek ilm-i ledün sırrına vâkıf olmuş, büyük
bir okyanustur. O, gönül aynasını tasfiye etmiş,
müşâhede ve murâkabe ile derin düşünceleri,
herkesin anlayacağı seviyede ele alan büyük bir
düşünürdür.
Soruları ve cevapları çoğaltabiliriz. Ama
son günlerde, “Yûnus kimdir?” sorusuna ben,
“Elementleri bileştirerek yeni bir madde elde
eden bir kimyâgerdir.” diye cevap veriyorum.
Evet, Yûnus bir kimyâgerdir. O bütün bir tabi-
atı laboratuar olarak algılamış, dağ demeden,
taş demeden, uzak, yakın kaygısı gütmeden
Anadolu’yu karış karış gezerek insanların yü-
reğine barış, sevinç ve huzur üflemiş büyük bir
“Yûnus, gönül aynasını tasfiye etmiş, müşahede ve murakabe ile derin düşünceleri, herkesin anlayacağı seviyede ele alan büyük bir düşünürdür.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba56 57
kimyâgerdir. Niçin? Çünkü Yûnus, sözüyle ve
düşünceleriyle, hem döneminin o zor siyâsî ve
sosyal şartları içerisinde insanların sığınacağı
liman olmuş, hem de acımasız zaman değirme-
ninin dişlilerine direnip bu günlere gelerek pa-
ramparça olan ruhlara hayat iksirini sunmuştur.
Bu bakımdan Yûnus’tan yola çıkarak bir büyük
medeniyetin tahlili yapılabilir.
Gerçekten de Yûnus’un tarihsel hayatına
baktığımızda, her şeyden önce yaşadığı dönem,
siyâsî, sosyal ve kültürel anlamda bir kaos…
Gerçi Anadolu’da Selçuklu’nun siyâsî bir gelene-
ği var; büyük bir medeniyetin devamı niteliğin-
de olan bu gelenek, her ne kadar Anadolu için
sulh ve sükûn getirmiş ise de; bu sükûn ve huzur
ortamı devam edememiştir. Selçuklu, bilindiği
gibi, Anadolu’yu bir uçtan öbür
uca, medrese, kervansaray, cami
ve çeşme gibi medeniyetin temel
unsurları olan yapılar ve kurum-
larla örmüştür. Ama bir yandan
Haçlı saldırıları, öte yandan Mo-
ğol baskıları, bu sükûn ve huzur
ortamını bozmuştur. Dışardan
gelen bu baskıya paralel olarak
içerde de sosyal ve kültürel çatış-
ma baş gösteriyor; bir yandan et-
nik ve cemâat çatışması öte yan-
dan beylerin iktidar mücâdelesi
bu kaosu üretiyor. İnsanlar tedir-
gin. Ekonomik yönden iflâs etmiş
durumdalar. Can ve mal güvenliği
yok. Hayat, şairimizin benzetme-
siyle, âdetâ bir “ağulu aş”tır. Bu
sebepten diyor ki;
Ben bir aceb ile geldüm kimse
hâlim bilmez benim
Ben söylerem ben dinlerem
kimse dilim bilmez benim
“Bir aceb ile geldim.” diyor.
Bu “aceb il”, şairin, sözünün an-
laşılmadığı ve dilinin bilinmediği
bir ülkedir. Biz biliyoruz ki, Yûnus,
Anadolu’nun belli başlı merkez-
lerini gezdi. Yani onun sözünün
anlaşılmadığı, dilinin bilinmediği
ülke, bu gezip dolaştığı diyarlar-
dan başka bir yer değildir.
Bu demektir ki; Yûnus’un yaşadığı dönem,
öylesine kaos içinde, öylesine dağınık bir dö-
nemdi ki… İnsanlar, bu kaos ortamında bildikleri
dili unutmuşlar, söylenen sözü anlayamaz ol-
muşlar! Öte yandan dil, gelenek içerisinde tevri-
yeli olarak iki anlamda kullanılır; lisan ve gönül.
Her bakımdan pırıl pırıl ve sağduyulu bir hayatı,
tesâmüh ve saygıyı esas alan Selçuklu dirlik ve
düzeni, yerini kaosa bırakınca, insanların gönül-
leri paramparça oldu. Gönül aynası yere düştü;
param parça, tuz buz oldu.
Bir ülkede dirlik ve düzen yok ise, sosyal ve
ekonomik çöküntü baş göstermişse, siyâsî ve
kültürel anlamda değerler çözülmüş ise; o ül-
kede ne dil ne de anlayış kalır. Yûnus bunu gö-
rüyor. Bu paramparça olmuş hayatlara, bu bö-
lünmüş zihinlere ve bu yokluğa mahkûm olmuş
hayallere “yeni bir ruh” üflüyor. İşte Yûnus’un
kimyâsı bu… Bu yeni ruh.
Bu öyle bir ruh ki, âdetâ İsa Peygamber’in ölü
ruhlara üflediği nefes gibi, insana hayat bahşe-
diyor. Huzur ve sükûn veriyor. Kanaat ve şükür
hazînelerini sunuyor. Ânı anlamlandırıp, yarına
mâkûl ve mantıklı bakmayı öğretiyor. Umut ve-
riyor. Kaybolan hayalleri yeniden canlandırıyor.
Nedir bu yeni ruh? Bu yeni ruh, kurak top-
raklara düşen yağmur tanesi gibi, uğradığı yere
yeşilin bütün tonlarını taşıyan bir iksirdir. Bu ruh,
aşktır. Evet, günümüzde televole mantığı içe-
risinde tükettiğimiz, içini boşaltarak anlamsız
kıldığımız bir kavramdan bahsediyorum ve di-
yorum ki, Yûnus’un kimyâsı aşktır! Aşk, sıradan
insanı ölümsüzleştiren iksirdir. Ne diyor Yûnus?
Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez
Aşk, büyük bir tecellîdir. Nereye ve kime uğ-
rarsa, orayı Tur Dağı gibi raksa getirip parçala-
yan bir kudrettir. Ancak bu parçalanma, olum-
suz anlamda yok etme değil, yokluk ve terkle
yeniden var etmedir. Dikkati ve hayali teke in-
dirme ameliyesidir.
Aşk öyle bir kimyâdır ki; toprağı altın yapar.
Zindanı güllük gülistanlık bir bahçeye tebdil
eder. İnsanı meleklerin de ulaşamayacağı bir
yüce makama ulaştırır.
İşidin ey yârenler kıymetlü nesnedir aşk
Degmelere bitimez hürmetlü nesnedir aşk
Hem cefâdur hem safâ Hamza’yı atdı Kâf’a
Aşk iledir Mustafâ devletlü nesnedir aşk
Dağa düşer yel eyler gönüllere yol eyler
Sultanları kul eyler cür’etlü nesnedir aşk
Kime kim aşk urdu ok gussayıla kaygu yok
Feryad-ıla âhı çok firkatlü nesnedir aşk
Denizleri kaynadır mevce gelir oynadır
Kayaları oynadur kuvvetlü nesnedir aşk
Akılleri şaşırır deryâlara düşürür
Nice ciğer pişirir key odlu nesnedir aşk
Miskin Yûnus neylesin derdin kime söylesin
Varsın dostı toylasın lezzetlü nesnedir aşk
İşte Yûnus’un üflediği ruh bu… Bu ruh, insana
yaşama sevinci veriyor. Hayatı anlamlandırma-
sına, varlığın mâhiyetini anlamasına, olayları ve
karşılaşılan halleri mâkûl çerçevede değerlen-
dirmesine ve belki bunlardan daha da önem-
lisi insanın kendisini tanımasına ve kendisiyle
barışmasına imkân veriyor. Aşk ateşi, öyle bir
yakıcı unsurdur ki, İbrahim peygamberin içine
atıldığı ateş gibidir; içine düşenin fazlalıklarını
ve malayani taraflarını yakar, geride özünden
oluşan bir bahçe sunar. Bu bahçe, arınmış gö-
nüldür; saflaştırılmış, temizlenmiş ve arıtılmış
gönüldür.
Dipnot
* Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Bu metin, Gönen Kaymakamlığı’nın 26.06.2004 tarihinde dü-zenlediği XIII. Yûnus Emre ve Aşure Şenlikleri dolayısıyla konferans olarak sunulmuştur.
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba58 59
Muhteşem Bir Sultan, Muhteşem Bir Şair:
Kanûnî Sultan Süleyman
Asıl adı Süleyman… “Muhteşem Süleyman”
yahut “Süleyman-ı evvel” olarak da bilinir.
Muhteşemliği üstün yönetici şahsiyetin-
den ve devrinde Osmanlı’nın en muhteşem gün-
lerini yaşamasından gelir. Devlet yönetimi, askerî
başarıları Osmanlı tarihi için tam bir yüz akı olan
olaylardır. Bunu anlamak için 46 yıl süren salta-
natının (1520-1566) ilk yıllarında Batı’ya seferler
düzenlediğini, Belgrat (1521) ve Mohaç (1526)
zaferlerinden sonra Safevilere karşı Irakeyn,
Tebriz ve Nahcivan seferlerini düzenleyerek Bağ-
dat, Tebriz, Doğu Anadolu, Azerbaycan ve Irak-ı
Acem’i Osmanlı topraklarına kattığını söylemek
yeterli olacaktır. Bununla da kalmamış, fetih ve
zaferlerle süslenen yönetim tarzı, mimariden şi-
ire kadar hemen her alanda Osmanlı’nın en gör-
kemli zamanını oluşturmuştur. Öyle ki etrafı ilim
ve sanatkârlarla dolu olup her biri eserleriyle bu
muhteşem devri daha da taçlandırmışlardır. Yüz-
yılın en önemli şairlerinden Bakî bu devri anlatır-
ken şöyle der: “Her yâneden ayağına altun akup
gelür/Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan.” Bu
anlatım her şeyi özetlemeye yeter, fakat bunları
uzun uzun anlatmak tarihî içerikli bir yazının ko-
nusu olacağından bunu bir yana bırakıp biz onun
şairliğine bakacağız.
Edebî Yönü ve Şairliği
Kanûnî, büyük dedesi Fatih, dedesi II. Bâyezîd
ve babası Yavuz gibi şiir sanatıyla yakından ilgi-
lenmiş bir isimdir. Öyle ki Osmanlı edebiyatının
padişah şairleri ve diğer Divan şairleri arasında
en çok şiir yazanlar içerisinde üç bin civarındaki
şiiriyle ilk sırada yer alma başarısını göstermiş-
tir. Mesele elbette şiirlerinin sayısal çokluğu de-
ğildir. Bu şiirlerin gerek kendi devrinde gerekse
sonraki zamanlarda büyük bir beğeni ile karşı-
lanmış olmasıdır. Yazdığı aşk, heyecan, kahra-
manlık ve tefekkür şiirleri zamanında ve sonraki
asırlarda büyük bir beğeni ile karşılanmıştır.
Bu, elbette şiire verilen ciddi bir emeğin ne-
ticesidir. O, ilk zamanlarında dil, duygu ve içerik
açısından henüz olgunlaşmamış örnekler orta-
ya koysa bile daha sonra çevresinde bulunan
önemli şairlerle yakınlığı, onlarla yaptığı şiir
sohbetleri ve tartışmaları neticesinde büyük bir
şair olmanın imkânlarına da kavuşmuştur.
Kanûnî şiiri, gelişmiş Osmanlı Divan şiirinin
bütün özelliklerini taşır. Her şeyden önce bu
metinler, duygu ve fikir dünyasının zenginlikleri
bakımından dikkate değer metinler olarak kar-
şımıza çıkar. Onda da temel duygu aşktır. Ama
yazan bir sultan olunca bu temayı kahramanlık,
iyi yetişmiş bir kişim olduğu için de bilgelik ve
duygulu yüreğinden dolayı heyecan öne çıkan
vasıflar olmuştur. Hatta bunlar arasında atasö-
zü gibi dilden dile dolaşan şiirler de vardır. Me-
sela; “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet
gibi/Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
EDEBİYAT Mustafa ÖZÇELİK
“Şiirlerinde Muhibbî bazen de Muhib, I. Süleyman, Meftunî, Âcizî mahlaslarını kullanan Kanûnî, önceden de söylediğimiz gibi Divan edebiyatında en fazla gazel yazan şairdir.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba60 61
beytiyle başlayan muhteşem gazeli buna örnek
olarak gösterilebilir ki bu ve benzeri gazelleri
zamanı aşarak günümüze kadar aynı ilgi ve be-
ğeni ile okunan metinler olmuştur.
Eserleri
Şiirlerinde Muhibbî bazen de Muhib, I. Sü-
leyman, Meftunî, Âcizî mahlaslarını kullanan
Kanûnî, önceden de söylediğimiz gibi Divan
edebiyatında en fazla gazel yazan şairdir. Bu
şiirleri bir Divan’da toplanmış ve Divan ilk defa
Âdile Sultan tarafından bastırılmıştır (İstanbul
1308). Çeşitli kütüphanelerde pek çok yazma
nüshası mevcuttur. Muhibbî’nin biri Farsça ol-
mak üzere dört divançesi vardır.
Bugün de Sevilerek Okunan Bir Gazeli
Muhibbî’nin aşağıdaki gazelinin matla beyti
Türk şiirinde çok ilgi görmüş, her zaman sev-
giyle karşılanmış ve bu beyit Türk halkı arasın-
da dilden dile dolaşarak bir atasözü değeri ka-
zanmıştır. Sadece bu gazel bile Muhibbî’nin ne
kadar güçlü bir şair olduğunun ispatı olmuştur.
“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi/
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” bey-
tiyle başlayan bu gazelin bu girizgâhı “sağlık”
konusunu öne çıkarır. Ona göre sağlıklı yaşa-
mak, devlet kademesinde itibarlı bir mevkide
olmaktan daha iyidir. “Saltanat didükleri ancak
cihan gavgasıdur/Olmaya baht u saadet âlem-i
vahdet gibi” beytinde ise saltanatın gelip ge-
çiciliğine vurgu yapar. Kişi, ona göre böyle bir
kavganın insanı olmak yerine kişinin kendi kö-
şesine çekilerek kendi kendinin efendisi olmak
işin en doğrusudur. “Ko bu ayş u işreti çünkim
fenadur akıbet/Yâr-i baki ister isen olmaya tâat
gibi” beytinde ise dünyavileşmeye bir itiraz gö-
rülür. Buna göre kişi eğlenceyi, yeme içmeyi bı-
rakmalı, yok olmayan baki bir sevgiliye ibadet
etmelidir. “Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd
ü aded/Gelmeye bu şişe-i çarh içre bir saat gibi”
beyti de ömrün faniliğinden söz eder. Bu yüz-
den ömre kıymet verilmemelidir. Son beyit olan
“Ger huzur itmek dilesen ey Muhibbî fâriğ ol/Ol-
maya vahdet cihanda kuşe-i uzlet gibi” beyti de
öncekilere bağlı olarak huzur kaçıran her şeyin
terk edilmesini öğütler. Burada aynı zamanda
“Vahdet, birlik olma düşüncesinin peşinde ol” de-
nilerek vahdet-i vücut anlayışına göndermede
bulunur.
Diğer İki Önemli Şiiri
Bunlardan ilki onun ne kadar duygulu bir yü-
rek olduğunu gösteren şiirleridir. Bunlar, büyük bir
aşkla bağlı olduğu Hürrem Sultan’a yazılmış me-
tinlerdir. Bunlar arasında en meşhur olanı “Celîs-i
halvetim varım habîbim mâh-ı tâbânım/Enîsim
mahremim varım güzeller şâhı sultânım” beytiy-
le başlayan ve “Kapında çünki meddâhım seni
medh ederim dâim/Yürek pür-gam gözüm pür-nem
Muhibbî’yim hoş hâlim” beytiyle biten gazelidir.
Sözünü edeceğimiz diğer şiiri ise oğlu şehza-
de Bâyezîd’le ilgili olanıdır. Şehzade, annesinin
ölümünün ardından yalnız ve korumasız kalmış,
bu esnada kardeşi Şehzade Selim ile girişti-
ği taht kavgaları ve mücadeleleri sonucunda
mağlup olarak babasından af dilemiş fakat bu
özür kabul görmeyerek asi olduğu gerekçe-
siyle babasının emriyle 23 Temmuz 1562’de
boğdurularak öldürülmüştür. İşte bu olayın ön-
cesinde aralarındaki manzum yazışmalar da
bir hayli trajik metinlerdir. Bir fikir vermesi açı-
sından Bâyezîd’in af dilediği şiirin ilk bölümüyle
Kanûnî’nin ona verdiği cevabi şiirin ilk bölümü-
nü buraya alıyoruz. Şehzade Bâyezîd, “Ey sera-
ser âleme Sultan Süleyman’ım baba/Tende Ca-
nım, Canımın içinde cananım baba/Bayezîd’ine
kıyar mısın benim canım baba” derken babası
da ona şöyle demiştir: “Ey demâdem mazhar-ı
tuğyan ü isyanım oğul/Takmayan boynuna hergiz
tavk-ı fermanım oğul/Ben kıyar mıydım sana ey
Bâyezîd Han’ım oğul/Bîgünahım dime bari tevbe
kıl canım oğul/.”
Sonuç Olarak
Kanûnî Sultan Süleyman, iyi yetişmiş bir
şehzade, başarılı bir sultan ve yine iyi bir şair
olarak müspet özellikleriyle anılması gereken
bir padişahtır. Fakat evlatlarıyla yaşadığı ha-
diseler, dün de bugün de sorgulanmaktadır.
Oğlu Mustafa’nın idamından sekiz sene sonra,
1561’de bir başka oğlunu, Şehzade Bâyezîd’i
beş çocuğu ile beraber boğdurması izahı müm-
kün olmayan bir trajik durumdur zira. Bu du-
rum, Osmanlı tarihinde Cem Sultan hadisesin-
den sonra yaşanan en hüzünlü hadiselerden biri
olarak kayda geçmiştir. Ama bizim asıl konu-
muz şairliği olduğu için sözü şöyle bağlayalım.
Yaptığı fetihleri, adına açılan Süleymaniye Med-
reseleri ve devrinde yaptığı kültürel gelişmeleri
kendisinin de oldukça başarılı sayılabilecek şi-
irleri ile süsleyen Kanûnî, divan sahibi Osmanlı
sultanlarının en önemlilerinden biri olarak ede-
biyat tarihimizde de anılması gereken önemli
bir isimdir. Sözü Ahdî’nin Kanûnî’nin şairliği ile
ilgili şu sözü ile bitirelim: “Türkî dilinde eş’âr-ı bî-
nihâyesi hûb ve zebân-ı risîde-güftâr-ı bî-gâyesi
mergûbdur.”
Kaynakça
Coşkun Ak, “Süleyman I (Edebî Yönü)”, Türkiye Diyanet Vakfı İs-lam Ansiklopedisi, İstanbul, C. 38, s. 74-75. İstanbul, 2010
Kemal YAVUZ, Orhan YAVUZ, Muhibbî Dîvânı (Bütün Şiirleri), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul, 2016.
Reşad Ekrem KOÇU, Âşık ve Şair Padişahlar, Doğan Kitap, İs-tanbul, 2016
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba62 63
EDEBİYAT Vedat Ali TOK
“Baş eğmeziz edanîye dünyâ-yı dûn için Allah’adır tevekkülümüz îtimâdımız.”
Bâkî
Alçaklar Karşısında
Baş Eğmeyiz
(Aşağılık/fani dünya menfaatleri için aşağılık olan kimselere baş eğmeyiz; çünkü biz sadece Allah’a tevekkül ederiz, yalnız O’na itimat ede-riz.)
İnsan eşref-i mahlûkat olarak yaratılmıştır. Yaratılmışların en şereflisi olma payesine layık olmak için birtakım şartlar gerekiyor. Bunla-rın en başında da kul olmak, yalnız ve sadece Allah’a, kendini şerefli yaratan Allah’a, kul olmak gerekiyor. Allah’a layıkıyla kul olan insan haya-tında O’ndan gayri ne varsa hiçbirini Yaratıcısı-nın önüne geçiremez. Masivaya, yani Allah’tan gayrisine, tapmaz.
Bizi yaratan, bizim neler düşünebileceğimi-zi iyi bildiği için Zümer Sûresi’nin 38. ayetinde şöyle buyuruyor:
“And olsun, eğer onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan elbette, ‘Allah!’, derler. De ki: ‘Peki söyleyin bakalım, Allah’ı bırakıp da iba-det ettikleriniz var ya; eğer Allah bana herhangi bir zarar dokundurmak isterse, onlar Allah’ın do-kundurduğu zararı kaldırabilirler mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilese, onlar onun rahmetini en-gelleyebilirler mi?’ De ki: ‘Allah bana yeter. Tevek-kül edenler ancak O’na tevekkül ederler.”
Kul karşısında eğilip bükülenlerin çoğunda rızık endişesi görülür. Rızkın da kuldan geldiği-ne inananlar için Peygamber Efendimiz’in şöyle bir uyarısı var: “Sizler, Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, (sabahleyin) aç olarak gidip (akşam) tok olarak dönen kuşu rızıklandırdığı gibi, elbette sizi de rızıklandırırdı.”
İnsanı yüce kılan en temel değerlerden biri onurlu duruşudur. Kendini bilen insan, dünya ni-metleri için başkasına baş eğmez. Hiç kimsenin önünde bir makam, bir mevki için izzet-i nefsi ayaklar altına alan davranışlar sergilemez.
Elbette insan bulunduğu konumdan daha iyi mevkilere gelmek için çaba sarf edecektir. Bu, herkes için olması gereken fıtrî bir davranıştır. Çalışmak çabalamak ve daha iyi noktalara gel-mek için mücadele etmek gerekiyor. İki günü
birbirine eşit olan ziyandadır, hükmü yarını bu-günden her bakımdan farklı olmayı da daha iyi ve üst makamlara gelmeyi de ihtiva eder. Yalnız bunun şartı da vardır: Çalışıp bütün tedbirleri aldıktan sonra işin sonunu Allah’ın takdirine bı-rakmak, yani tevekkül etmek…
Sosyal hayatın sağlıklı bir şekilde yürümesi için saygı ve sevgi kurallarına dikkat etmek ge-rekir. Nitekim milletimizin köklü geleneğinde bu
kavramlar bir terbiye şeklinde çocukluktan itiba-ren öğretilen ders niteliğindedir. Büyüklere say-gı, küçüklere sevgi güzel bir töredir. Aynı şekilde memurun amirine gösterdiği saygı da bir kurum-daki işlerin disiplinli yürümesi için gereken kural-lardandır. Ancak saygı ile dalkavukluğu birbirine karıştırmamak gerekiyor. Mesela, bir memurun, amirinin odasına girerken amirinin kapısını vur-ması, amirinin karşısında laubali hareketlerden kaçınması, konuşma esnasında ciddi bir tavır al-ması, saygı ifade eden sözlerin dışına çıkmaması normal bir davranıştır. Ancak amirinden farklı bir muamele görmek adına onun karşısında iki bük-lüm olması, hatta itibar görmek ve bir menfaat elde etmek için arkadaşlarının sözlerini taşıması, dedikodu yapması saygı kavramı ile izah edile-mez. Bugün falan amirine böyle davranan, yarın durum değiştiğinde filan amirine de yaranmak için belki önceki inancının tam tersine davranış sergileyecektir.
“Kul karşısında eğilip bükülenlerin çoğunda rızık endişesi görülür. Rızkın da kuldan geldiğine inananlar için Peygamber Efendimiz’in şöyle bir uyarısı var: “Sizler, Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, (sabahleyin) aç olarak gidip (akşam) tok olarak dönen kuşu rızıklandırdığı gibi, elbette sizi de rızıklandırırdı.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba64 65
Davranışlarda tabii olmak gerekiyor. Bu dün-ya hayatının kısalığını ifade etmek için “üç gün-lük dünya” tabiri kullanılır. Hakikaten öyledir. Ebedî bir âlem için bir bakıma imtihan merkezi olan dünyada kimin kulu olduğunu unutarak in-sanlara yaranmaya çalışan, rızık endişesinden kurtulmak için insana sarılan, hele hele menfa-at için saygıya layık olmayan kimselere müdara eden, onlardan imdat ve şefaat bekleyen insan ne büyük bir gaflet içindedir. Zaten önemli mev-kilerdeki bilge kişiler böylelerini yanına bile yak-laştırmaktan imtina ederler.
İnsana rızık veren de makam, mevki veren de Allah’tır. Çalışıp çabaladıktan sonra sonucu Rabbinden isteyen mütevekkil insan olmak ne kadar güzel bir makamdır. Tanzimat döneminin bilge şairi Ziya Paşa tevekkül hususunda güzel bir beyit söyler:
Allah’a tevekkül edenin yaveri Hak’tır
Nâşâd gönül bir gün olur şâd olacaktır
(Allah’a tevekkül edenin yardımcısı yine Allah’tır; (tevekkül sahibi olan) üzüntülü bir in-san gün gelir sevinçlere gark olur.)
Herhangi bir işin olumlu ya da olumsuz so-nuçlanması asla insan iradesi ile açıklanamaz; çünkü her gün yaşadığımız olaylara şöyle bir baktığımızda görürüz ki netice bütün tedbirleri almamıza rağmen istediğimiz, beklediğimiz şe-
yin aksine çıkabilmektedir. Zaten böyle olmasa güçlü olan her zaman kazanır, zayıf olan her zaman kaybederdi. Fakat bakıyoruz ki Allah’ın iradesi ve adaleti basit bir mantıkla yürümüyor. Bu durum bize insanın ilah olmadığını, nereye kadar yükselirse yükselsin sonuçta kul olduğu gerçeğini ispatlıyor ve Rabb’imiz bizden şöyle dua ve bu dua ile iman etmemizi istiyor ki insan fıtratına da yakışan budur: “(Allah’ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dile-riz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıkla-rınkine değil.” (1/Fatiha, 5-7)
16. yüzyılın şairler sultanı Bâkî, ebedî dün-yanın yanında esamisi bile okunamayacak ka-dar kısa ve fani bir dünyada mutlu olma adına aşağılık kimselere boyun eğmenin aşağılık kim-selere yakışacağına dikkat çektiği beytinde, en sağlam kapının Allah’ın kapısı olduğunu ve yal-nız O’na inanmanın, yalnız O’ndan yardım dile-menin gerektiğini ifade ediyor.
“Marifetname” ismiyle meşhur eserin müel-lifi Erzurumlu İbrahim Hakkı ile sözümüzü bağ-layalım:
Sen Hakk’a tevekkül kıl Teslîm ol da rahat bul Her işine râzı ol Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler
Ömürler geçerken fark edilmeden,İç içe saklanır sevinç ve keder,Fırsatlar gelir gider bilmeden,Halden hale koyar insanı kader.
Zamanla bakarsın söner arzular,Sevgiler o eski sevgiler değil.Bölünür bin türlü dertle uykular,Belirir duvarda binlerce şekil.
Duygular değişir mantığa inat,Yaşanmış anılar sisler ardında.Sırlara aşina yaşlı kainat,Manalar gizlenir sesler ardında.
Avutmaz insanı kalabalıklar,Yalnızlık gülümser gelir de bir anBozulur gün olur başta sağlıklar,Dost gözüyle bakar ölüme insan
Bir ezeli göçtür sürer muttasıl,Kimse bilmez sıra kimin,yol kimin.Karışınca ten toprağa velhasıl,Belli olmaz ayak kimin,kol kimin.
Durmaz avcunda akar su ömür,Varlığın et,kemik,birkaç damla kan,Bir mermi hızıyla geçer bu ömür,Ey hırsına esir zavallı insan.
İbrahim SAĞIR
Ey İnsan!
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba66 67
KÜLTÜR M. Nihat MALKOÇ
Osmanlı padişahlarının onuncusu, 89.
İslâm halifesi olan ve “Muhteşem Sü-
leyman” olarak anılan Kanûnî Sultan
Süleyman 1494 (bir rivayete göre ise 1495)’te,
babası Yavuz Sultan Selim’in sancakbeyi (vali)
olarak bulunduğu Trabzon’da dünyaya gelmiş-
tir. Babası I. Selim (Yavuz), annesi ise Ayşe Hafsa
Valide Sultan’dır. O aynı zamanda II. Bâyezîd’in
torunudur. Kanûnî Sultan Süleyman’ın eşleri
başta Hürrem Sultan olmak üzere Fülane Ha-
tun, Mahidevran Sultan ve Gülfem Hatun’dur.
Fakat onun hayatında Hürrem Sultan’ın ayrı bir
yeri vardır. O, Hürrem Sultan’la hem büyük bir
aşk yaşamış hem de çalkantılı bir dönem geçir-
miştir. Kanûnî’nin çocukları arasındaki taht kav-
galarında Hürrem başrol oynamıştır.
Kanûnî’nin çocukluğu babasının sancak
beyi olarak görev yaptığı Trabzon’da geçmiş-
tir. Şehzâde Süleyman, diğer şehzâdeler gibi,
en üst düzeyde eğitim görmüştür. İlk eğitimini
Trabzon sarayında kendisine tahsis edilen hoca-
lardan almıştır. Rivayetlere göre ilk hocası Hay-
reddin Efendi’dir. Trabzon’da iken sütkardeşi,
Kadı Ömer Efendi’nin oğlu Yahya ile (Beşiktaşlı
Yahya Efendi) birlikte bir Rum’dan kuyumculuk
öğrenmiştir. 1509’da 14 yaşında iken, babası-
nın Trabzon Sancağı’na yakın Şebinkarahisar
(Karahisâr-ı Şarkî) sancak beyliğine gönderil-
miştir. Daha sonra 1509’da Sultan Bâyezîd, to-
runu Şehzâde Süleyman’ı, Kırım’da Kefe Sancak
Beyliğine tayin etmiştir. Şehzâde, Kefe’de üç
yıla yakın valilik yapmıştır. Yavuz’un tahta geç-
mesiyle tek oğlu olan Şehzâde Süleyman veli-
aht olmuştur. Henüz 17 yaşındayken Saruhan
(Manisa) sancak beyliğine tayin edilmiştir. An-
nesiyle Manisa’ya gitmiş, Manisa’daki bu göre-
vini, babasının saltanatı boyunca sürdürmüştür.
Yavuz Sultan Selim üçüncü seferine çık-
mak üzereyken, ordusunun içinde, otağ-ı
hümâyûnunda elli yaşında, Edirne yakınlarında
ölünce Osmanlı tahtı Kanûnî Sultan Süleyman’a
kalmıştır. Sultan Süleyman, yaklaşık 2.373.000
km2 topraklar üzerinde uzanan bir imparator-
luğu devralıp, 8 yıl içinde bunu 2,5 misline ve
yaklaşık 6.557.000 km2’ye çıkaran babası Yavuz
Sultan Selim’in devletini teslim almıştır. Kanûnî
Sultan Süleyman Han 46 yıl süren saltanatı
döneminde devletin yüzölçümünü 14.983.000
km2’ye çıkarmıştır.
Yavuz Sultan Selim’in tek oğlu Şehzade Sü-
leyman olduğu için taht kavgaları olmamıştır.
Bu açıdan bakıldığında sancılı bir süreç yaşan-
mamıştır. Fakat Kanûnî’nin çocukları sayıca faz-
la oldukları için babaları kadar şanslı değillerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının
en geniş olduğu dönem III. Murad dönemi sonu
olsa da Osmanlı’nın siyasî açıdan en muktedir
dönemi Kanûnî Sultan Süleyman (I. Süleyman)
zamanıdır. Onun içindir ki XVI. yüzyılda dünya
devletleri içerisinde en güçlü sultandı kendisi.
Adalet ve siyaset alanındaki başarıları nedeniy-
le Doğu milletleri tarafından kendisine “Kanûnî”
denmiştir. Batı’daki namı da “Muhteşem/The
Magnificent”dir.
Kanûnî Sultan Süleyman dindarlık, şefkat,
fazilet, hamiyet ve adalet gibi insanî özellikle-
riyle de temayüz eylemiş seçkin bir şahsiyettir.
Onun büyüklüğü sadece fetihleriyle değil, insanî
vasıflarının üstünlüğüyle açıklanabilir. Cihangir-
lik onu hiçbir zaman şımartmamıştır. Bütün hâl
ve hareketlerinde Müslümanlığı ölçü edinmiştir.
Onun bu üstün özelliklerini yerli ve yabancı bü-
tün insaflı tarihçiler ağız birliği edercesine tes-
lim etmiştir.
“Muhteşem Kanûnî sanata ve sanatçıya kıymet veren, sanat ve edebiyat dostu bir padişahtı.”Osmanlı’nın “Muhteşem” Devri ve
Kanûnî Sultan Süleyman
“Kanûnî Sultan Süleyman dindarlık, şefkat, fazilet, hamiyet ve adalet gibi insanî özellikleriyle de temayüz eylemiş seçkin bir şahsiyettir. Onun büyüklüğü sadece fetihleriyle değil, insanî vasıflarının üstünlüğüyle açıklanabilir.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba68 69
Muhteşem Kanûnî sanata ve sanatçıya kıy-
met veren, sanat ve edebiyat dostu bir padişah-
tı. Onun ömrünün önemli bir kısmı seferlerde
geçse de o aynı zamanda 16. yüzyılın en büyük
Divan şairlerinden biridir. Şiirlerini “Muhibbî”
mahlasıyla kaleme alan Kanûnî Sultan
Süleyman’ın Divan’ında 2799 gazel, 1 elifnâme,
1 tercî-i bend, 18 muhammes, 30 murabba, 5
nazım, 51 kıt’a ve 217 beyit bulunmaktadır. Bu
rakamlar onun diğer şair padişahlardan çok
daha fazla şiir yazdığını göstermektedir. Hat-
ta Kanûnî, Zâtî’den sonra en çok gazel yazan
yegâne şairimizdir. Kendisinin Türkçe ve Farsça
iki dîvanı vardır. Sir William Stirling Maxwell’in
de dediği gibi “Birinci Süleyman 16. asrın en
büyük hükümdarlarından biriydi.” Bu büyüklük
sadece savaşçılığıyla ilgili değil, ahlâkı ve haya-
ta bakışıyla da ilgiliydi.
Babası Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine
25 yaşında tahta çıkan Kanûnî Sultan Süleyman
46 yıllık uzun saltanatı süresince, tabir caizse
yerinde durmamış, 13 büyük sefere çıkmıştır.
Tek gayesi İslâm’ın hükmünü ve merhametini
dünyaya yaymaktı. O, padişahlığının on yılı aşkın
zamanını at üzerinde kılıcı elinde olduğu halde
seferlerde geçirdi. İlk sekiz seferini Batı’ya, di-
ğer beş seferini Doğu’ya yaptı.
Tahtta kaldığı süre içerisinde seferden se-
fere koşan Kanûnî 1553’ten sonra uzun süre
sefere çıkmadı. Avusturya ile ilişkilerin bozul-
ması ve halkın aleyhindeki dedikoduları üzeri-
ne, hastalığına bakmadan 1566’da sefere çıktı.
Sefere çıkılırken asıl niyet Eğri Kalesi’nin fethiy-
ken, serhatlerden gelen bilgiler üzerine seferin
yönü Zigetvar oldu. 7 Ağustos 1566’da Zigetvar
muhasarası başladı. Zigetvar tamamen düşmek
üzereyken 6-7 Eylül gecesi “Büyük Türk”, “Muh-
teşem Süleyman” öldü. Zigetvar kuşatmasında
sona gelinmişti. Böyle bir durumda padişahın
ölümünün asker arasında duyulması bir aylık
çabayı boşa çıkarabilirdi. Veziriazam Sokollu
Mehmed Paşa padişahın ölümünü sakladı. 7
Eylül’de Zigetvar fethedildi.Muhteşem Kanûnî Sultan Süleyman 1566’da
Macaristan’da, Avusturya sınırında, Zigetvar’da,
yeni bir seferdeyken savaşan ordusunun içinde-
ki otağında öldü. İç organları oraya gömüldü.
Cenazesi İstanbul’a getirilip, yaptırdığı camiin
içindeki türbesine gömüldü. Sultânü’ş-Şuarâ
Bâkî, Kanûnî Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine
yazdığı mersiyesinde şu duygulara yer vermiş-
tir: “Gün doğdu, Şâh-ı Âlem uyanmaz mı hâbdan/
Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun-tın âbdan//
Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber/Hâk-î
cenâb-ı südde-i devlet-meâbdan//Tîgın içirdi
düşmene zahm-î ziyanları/Bahsetmez oldu kimse
kesildi zebanları//Şemşîr gibi rûy-i zemîne taraf
taraf/Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları.”
Kanûnî devri her açıdan muhteşemlikleri
içinde barındıran müstesnabir dönemdir. Bu
devirde devlet yönetiminde büyük maharet
sahibi olan Sokollu Mehmet Paşa “sadrazam”,
dinî ilimler sahasında parlayan yıldız hükmünde
olan Ebusuud Efendi “şeyhülislâm”, denizlerin
hâkimi büyük komutan Barbaros Hayreddin
Paşa “kaptan-ı derya”, taşları konuşturarak
yüzlerce esere hayat veren “Koca Sinan” olarak
bilinen Mimar Sinan “mimarbaşı” olarak görev
yapmıştır. Gönüller Sultanı (Kanûnî’nin sütkar-
deşi) Yahya Efendi, Divan edebiyatının zirve
şahsiyetleri Fuzûlî ve Bâkî, Amerika’yı gösteren
ilk dünya haritası ve Kitab-ı Bahriye isimli kitabı
ile tanınan Türk denizci ve kartograf Piri Reis,
tarihçi Hoca Sadeddin Efendi bu devrin parla-
yan ve alanlarında parmakla gösterilen müm-
taz şahsiyetleridir.
Kanûnî’nin Hayratı ve Mimarîde Zirve Mabet: Süleymaniye Camii
Ecdadımızın hayır ve hasenata meyilli oluşu
hepimizin malumudur. Hayırda yarışan padişah-
larımızdan biri de Kanûnî Sultan Süleyman’dır.
Kanûnî Sultan Süleyman uzun saltanatı döne-
minde hayırseverliği, vakıfları ve hayratıyla da
Foto: Orhan Dinç
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba70 71
yaşadıktan sonra Zigetvar’da bir sefer sırasın-
da, yeni ve yüce hayaller peşinde koşarken her
fâni gibi Rabbine rücû etti. O son nefesine kadar
canından aziz bildiği milletini ve memleketini
düşündü. İslâm’ın hayırda muzaffer olması için
bir ömür harcadı.
Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın naaşı, misk,
amber ve ezfer ile mumyalandı, iç organları ise
Zigetvar’da gömüldü. Otağ-ı Hümayun’un al-
tına bir mezar kazıldı ve mumyalanmış naaşı,
toprağa gömüldü. Kırk iki gün sonra naaşı bura-
dan alınarak, İstanbul’a getirildi. Kanûnî Sultan
Süleyman Han’ın, Zigetvar’daki vefat ettiği yere
sonradan bir türbe inşa edilmiştir. Osmanlı ida-
resi zamanında, ziyaretgâh olan bu türbe son-
raları bakımsızlıktan harap olmuş ve 17. yüzyıl-
da da kilise hâline gelmiştir. Bugün söz konusu
türbe mevcut değil.
Cihan padişahı Kanûnî’nin türbesi, Mimar
Sinan’a yaptırdığı muhteşem bir sanat eseri
olan İstanbul’daki Süleymaniye Camii bahçe-
sindedir. Yani o büyük padişah, günde beş vakit
ezanların okunduğu görkemli minarelerin göl-
gesinde sonsuzluk uykusunu uyumaktadır.
Kanûnî Türbesi, Süleymaniye Külliyesi içinde
heybetli görüntüsüyle dikkatleri çeker. 1566 yı-
lında tamamlanan, Mimar Sinan’ın çok değişik
bir anlayışla meydana getirdiği, sekizgen planlı,
kesme taştan inşa edilmiş türbe, etrafını çepe-
çevre dolanan revakı ve içte sekiz sütuna otu-
ran iç kubbesiyle o vakte kadar yapılmış olan
türbelerden çok farklı olup, daha sonra da hiç
tekrarlanmamıştır. Revak her cephede renkli
beş sütunla taşınır.
Türbenin girişinin tam üstünde, Mevlevî sik-
kesi şeklinde kesilmiş olarak duran “Hacerü’l-
Esved Taşı” yer almaktadır. Kapı kanatları ka-
bartmalı ve fildişi kakmalıdır. Birinde; “Lailahe İl-
lallah” diğerinde ise “Muhammedu’r-Rasûlullah”
yazılıdır. Kapının iki yanında, 16. yüzyıla ait çini
panolar yer almaktadır. Türbenin iç mekânı, yine
16.yüzyıla ait İznik çini panolarla kaplanmıştır.
Bu panonun üzerinde yer alan çini yazı kuşa-
ğında, Besmele ile başlayan Bakara Suresi’nden
Ayet-el Kürsi’yi ihtiva eden 255. ve 256. ayetleri
yazılmıştır. Kubbe pandantiflerinde ise; “Allah”,
“Muhammed”, “Ebu Bekir”, “Ömer”, “Osman”,
“Ali”, “Hasan”, “Hüseyin” isimleri okunur. Kubbe,
kalem işleri ile süslüdür. Türbenin içinde yer alan
abanozdan yapılmış ve fildişi kakmalı iki dolabın
ahşap kapakları, devrin en güzel ahşap işçiliği-
nin örneklerindendir. Türbede; Kanûnî Sultan
Süleyman Han’a, Sultan II. Süleyman’a, Sultan II.
Ahmed’e, Mihrimah Sultan’a, Saliha Dilaşup Vali-
de Sultan’a, Asiye Sultan’a ve Rabia Sultan’a ait
olmak üzere toplam yedi sanduka vardır. Allah
hepsine rahmet eylesin.
diğer padişahlardan bir adım önde yer almış-
tır. Zamanında devrin en mahir mimarı Mimar
Sinan’a pek çok abidevî eser yaptırmıştır. Bun-
ların başında cami ve külliyeler gelmektedir. Bu
eserler Bizans’tan aldığımız İstanbul’un (o za-
manki adıyla Konstantinopolis) İslâmbol olma
sürecinde çok önemli bir yer teşkil etmiştir. Bu
eserlerin başında şüphesiz ki Süleymaniye Ca-
mii gelmektedir.
Kanûnî Sultan Süleyman, İstanbul’un imarı
için büyük bir gayret sarf etmiştir. Eski adıyla
Konstantinopolis’in Müslüman-Türk İstanbul ol-
ması için gecesini gündüzüne katmıştır. Kanûnî,
bu çerçevede babası Yavuz Sultan Selim’in baş-
lattığı Yavuz Sultan Selim Camii’ni de tamamla-
mıştır. Onun vakıf eserlerine oğulları Mehmed
ve Cihangir için yaptırdığı camileri de eklemek
gerekir. Bunların yanında Mihrimah Sultan’ın
Edirnekapı ve Üsküdar camileri, eşi Hürrem
Sultan adına inşa ettirdiği Haseki Sultan Camii
ve Külliyesi, Kanûnî’nin milletimize hediyesidir.
Onun, bunun gibi daha nice eseri bugün de in-
sanlığa hizmet vermektedir.
Kanûnî Sultan Süleyman sadece mabet
yapmamıştır. Bunun dışında insanlara hizmet
eden başka faydalı eserler de inşa ettirmiştir.
İstanbul’un Kırkçeşme denilen suyolları onun
eseridir. Muhteşem Sultan’ın Mimar Sinan’a
yaptırdığı Büyükçekmece Köprüsü bir mimarî
şaheser olarak bugün de dikkat çekmektedir. O,
bunun yanında Anadolu’da da, Anadolu’nun dı-
şında da imar faaliyetlerini büyük bir azimle ve
gayretle sürdürmüştür. Bağdat’ta İmam-ı Âzam
Türbesi ve yanına inşa ettirdiği cami-imaret,
yine burada Abdülkadir-i Geylani Türbesi ve Ca-
mii, Konya Mevlâna Türbesi yanında iki minareli
cami, semahane ve imaret; Seyyidgazi’de büyük
tekke ve cami; Şam’da büyük bir cami ve imaret
bu çerçevede sayılabilir. Öte yandan fethedilen
şehirlerdeki pek çok kilise onun adına camiye
çevrilmiştir. Yine Kudüs’te Müslümanların ilk
kıblesi Mescid-i Aksa ile Kubbetü’s-Sahra’yı ve
Kâbe’yi o tamir ettirmiştir. Medine ve Mekke’de
önemli imar faaliyetlerinde bulunmuştur.
Süleymaniye’nin Gölgesinde Uyunan Sonsuzluk Uykusu Yahut Kanûnî Türbesi
Onuncu Osmanlı padişahı, 89. İslâm halifesi
olan Kanûnî Sultan Süleyman 72 yıllık bir hayat
Foto: Orhan D
inç
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba72 73
Türkler geçmişini unutup bugün kendini Batı karşısında aciz hissettiğini ve bunu değiştirmek gerektiğini şu cümlelerle ifade ediyor: “Müze gelişiyor, açılırsa, istediğim şekilde kurulursa ki, öncelikle Türkler, mensubu bulundukları mede-niyetin ne kadar yüksek olduğunu görecekler; benim ilk hedefim bu. Sonra birçok Müslüman, Arap bunu görecek. Tahmin ediyorum birkaç milyon turist bunu görecek. Müslümanlarda bir aşağılık duygusu var, Avrupa medeniyetini yan-lış tanıma var, oradaki yerini bilmeme var. Bu durumu tasfiye etmiş olacağız.”
Fuat Sezgin’e göre bilimsel gelişme tüm me-deniyetlerin ortak çabası ile ortaya çıktığını, onu yalnızca Batı’ya mâl etmenin büyük bir yanlışlık ve tarafgirlik olacağını şu şekilde açıklıyor: “Bi-lim insanlığın ortak mirasıdır. Rönesans’ı doğ-rudan doğruya Antik Çağ’a bağlayan düşünce yanlıştır. Hiçbir ülkenin ya da toplumun tekelin-de değildir. Onda herkesin katkısı vardır.
Ben medeniyet tarihini bir bütün olarak kabul ediyorum. Bu, bütün insanlığın müşte-rek malıdır. Eğer Kongo’daki insanların bugün o medeniyetin gelişmesine katkıları yoksa da, onlar bizim Afrika’nın ücra bir köşesinde kalan kardeşlerimizdir. Bizler, Yunanlılar ve bugünkü modern Avrupalılar modern teknolojiyi geliştir-mişlerse, o başka bölgelerde yaşayan insanların da bu süreçte katkısı vardır. Ben bilimler tarihi-ne böyle bakıyorum. Bilimler tarihinin gelişmiş safhalarında, insanlığın büyük ve müşterek tari-hinden öğrendiğimize göre Babillileri, Çinlileri, Hintlileri, Mısırlıları da buluyoruz. Yunanlıları da… Bu böylece gelişiyor.
Biz, İslâm kültür çevresinin yaratıcı bilginle-rinin, bir alma ve özümleme döneminin ardın-dan 900-1600 yılları arasında gösterdikleri ba-şarılarını ortaya koymak istiyoruz. Bu başarılar 16. yüzyılın ikinci yarısından bu yana Avrupa’da-ki yaratıcılığın zeminini oluşturdular.”
KİTAPLIK
Türklerin TarihiYazar: İlber OrtaylıTimaş YayınlarıTel: 0 212 511 24 24
Tasavvuf TarihiYazar: Hayrani AltıntaşAkçağ KitabeviTel: 0 (312) 432 17 98
İslamda Ahlak ve Ahlak EkolleriYazar: Süleyman Uludağ Sufi Kitap Yayınları Tel: 0212 511 24 24
Osman Yüksel SerdengeçtiYazar: Abdurrahim Balcıoğlu Mihrabad Yayınları Tel: 0 212 514 28 28
Sünnete Göre Günlük HayatYazar: Mehmed Paksu Nesil Yayınları Tel: 0 212 551 32 25Bilim Tarihi Sohbet-
leri, dünyaca ünlü âlimlerden Fuat
Sezgin’le yapılan röpor-
tajların derlendiği bir ça-
lışma. Bu kitabı hazırlayan
Sefer Turan’ı da bu vesi-
leyle tebrik etmek gerekir.
Biz bu röportajları okurken
Fuat Sezgin’in ne kadar
büyük bir ilim adamı ol-
duğunu ve onun bilimler
tarihi üzerine düşünceleri-
ni görüyoruz. Fuat Sezgin
İslâm bilimleri tarihi hak-
kında, ülkemiz hakkında ve
hayatı hakkında etkileyici
ve yararlı ayrıntıları paylaşıyor bu sohbetlerde.
Fuat Sezgin Hoca “Bilimler Tarihçisi Fuat
Sezgin” kitabında derlenen konuşmalarında
günde 17 saat çalıştığını ve Arapçayı 6 ayda
öğrendiğinden şu şekilde söz ediyor: “Evimizde
babamdan kalma 30 ciltlik bir Taberî Tefsiri var-
dı. Onu okumaya başladım. Başlangıçta anlamı-
yordum. Türkçe tefsirlerle karşılaştırarak, ya-
vaş yavaş tefsirin içine girmeye çalıştım. Günde
aşağı yukarı 17 saat çalışıyordum. Erken kal-
kıyordum, gece geç yatıyordum, evden hemen
hemen hiç çıkmıyordum. 6 ay sonra Taberî Tefsiri’nin 30 cildini bitirmiş oldum. Başlangıçta hemen hemen hiç anlayamadığım bu tef-siri 6 ayın sonunda gazete gibi okuyordum. O hızla, yani 17 saatlik bir tempoy-la çalışırsanız bunu siz de başarırsınız, bundan emi-nim.”
Fuat Sezgin Hoca’nın kurduğu İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nde Müslümanlar tarafından geliştirilmiş 800’den fazla
çalışma sergilenmektedir. Bu konuda Fuat Hoca şunları söylemekte: “Ben başlangıçta bunları maket halinde, model halinde ortaya koymaya başladım. Acaba 30 aleti bir araya getirebilir miyim? Bir müze olmasa bile, bir odayı doldu-rabilir miyim diye düşünüyordum, çok mütevazı bir şekilde başladım. Gittikçe iş ilerledi. Bugün aşağı yukarı enstitümüzde yapmış olduğumuz aletlerin sayısı 800’ü geçti.”
Müzeyi kuruşunun nedenlerinden birisinin de Türklerde ortaya çıkan aşağılık duygusunu yok etmek olduğunu belirten Fuat Sezgin Hoca,
Bilim Tarihi Sohbetleri
KİTAP Yusuf HALICI
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba74 75
Mahrem kelimesi Arapça “haram”
kelimesinden gelmektedir. “Mahrum”,
“hürmet”, “muharrem”, “tahrim”
gibi kelimeler de aynı köktendir. Sözlükte
“helâl olmayan, yasaklanan şey” manasındaki
mahrem kelimesi, fıkıh terimi olarak kendileriyle
evlenilmesi dinen yasaklanmış bulunan belli
derecelerdeki akrabayı ifade eder. Farsça bir
terkip olan “nâmahrem” ise “aralarında evlenme
yasağı bulunmayan kişiler” demektir. Aynı kökten
gelen mahremiyet ise, gizlilik, bir şeyin (mahrem)
gizli hali ve gizlilik durumu, demektir. Bir anlamda
buna insanın dokunulmazlığı da denebilir.
Mahrem ve mahremiyet kavramlarının
insanın, hemcinsiyle ve karşı cinsiyle olan
ilişkilerinde önemli bir yeri vardır. Mahremiyeti
belirlemede kültürün önemli bir etkisi olmakla
birlikte esas sınırlarını çizen dindir. Bu anlamda
da İslâm dini fert, aile ve toplum mahremiyet
ölçülerini belirlemiştir. Bunu birkaç başlık
altında işlemek mümkündür.
1. Aile Mahremiyeti
Öncelikle mahremiyet denince aile
mahremiyeti akla gelmektedir. Aile kendi içinde
özel sırları barındıran toplumun en küçük
birimidir. Ailenin bazı sırları toplumun diğer
kesimlerine ve fertlere kapalıdır. Başkalarının
bu sırlara muttali olmaması için evlere izin
almadan girilmesi âyette yasaklanmıştır. “Ey
iman edenler! Kendi evinizden başka evlere,
geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına selâm
vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir;
herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız. Orada hiçbir
kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar
oraya girmeyin. Eğer size, “Geri dönün!” denilirse,
hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha nezih bir
davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir.”1
Müslümanlar, Allah Rasûlü’nün evine de vakitli
vakitsiz girme ve orada gereğinden fazla kalma
konusunda uyarılmışlardır: “Ey iman edenler!
Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini
beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in
evlerine girmeyin, davet edildiğiniz vakit girin.
Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete
dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i
üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten)
utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten
çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey
istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu,
hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için
daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Rasûlü’nü
üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını
nikâhlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah
katında büyük bir günahtır.”2
Allah Rasûlü, başkasının evine girmede izin
isteme anında kapının neresinde durulacağını
dâhi belirtmiştir: “Sizden biri başkasının evine
girmeye izin istemek için geldiğinde (kapı açık ise)
kapının tam karşısında değil; sağında veya solunda
dursun. Ev halkına da ‘es-Selâmüaleyküm, es-
Selâmüaleyküm’ diye de seslensin.”3 Bu durumda
girmek için izin alınacağında kapı kapalı ise
kamera veya dürbünden görünmek için kapının
veya kameranın önünde durmak hadise daha
muvâfıktır. İzin istemede çok ısrarcı olunmamasını
Allah Rasûlü şöyle belirtmektedir: “İzin istemek üç
defadır. Şayet izin verilirse ne âlâ yoksa geri dön!”4
Başkasının evine izinsiz girmek yasaklandığı
gibi uzaktan evi gözetlemek de yasaklanmıştır.
Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır: “Hiç kimsenin
izinsiz olarak bir başkasının evinin içine bakması
helal değildir. Eğer bakarsa izinsiz eve girmiş
demektir.”5 Hatta bu konuda bazı hadisler çok
daha tehditkârdır: “Bir kimse izinleri olmaksızın
bir kavmin evine bakarsa, gözünü çıkarmaları
onlara helâl olur.”6 Enes b. Mâlik de şöyle bir
olay anlatmaktadır: “Bir adam Allah Rasûlü’nün
hücrelerinden birine baktı. Allah Rasûlü de
yayla yahut yaylarla ona doğru ayağa kalktı.
Ben Rasûlullah’ın yaralamak için onu kolladığını
hâlâ görür gibiyim.”7
Aile ve ToplumMahremiyeti
KÜLTÜR Mustafa KARABACAK*
“Ailede eşlerin mahremiyetinin ayrı
bir önemi vardır. Kur’an, eşleri
birbirlerinin sırlarını ve kusurlarını
örten birer elbise/örtü mesâbesinde
olduğunu belirtmektedir.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba76 77
Ailede eşlerin mahremiyetinin ayrı bir
önemi vardır. Kur’an, eşleri birbirlerinin
sırlarını ve kusurlarını örten birer elbise/örtü
mesâbesinde olduğunu belirtmektedir: “…Onlar
sizin için elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz.”8
Allah Rasûlü, birbirlerini örten eşlerin özellikle
ilişkilerini üçüncü bir şahsa anlatmalarını en
büyük ihanetlerden biri olarak nitelenmiştir:
“Kıyamet günü Allah katında (hesabı sorulacak)
en büyük ihânetlerden biri, kişinin eşiyle birlikte
olduktan sonra onun sırrını ifşa etmesidir.”9
İslâm, eşler arasındaki mahremiyete o
kadar önem vermiştir ki, aile fertlerinden olan
çocukların anne balarının odalarına girerken izin
almaları gerektiği belirtilmiştir: “Çocuklarınız
ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden
öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi onlar da
izin istesinler. İşte Allah, âyetlerini size böyle
açıklar. Allah alîmdir, hakîmdir.”10 Âyette izin
almanın hangi vakitlerde olması gerektiği de
belirtilmiştir: “Ey müminler! Ellerinizin altında
bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden
henüz ergenlik çağına girmemiş olanlar, sabah
namazından önce, öğleyin (öğle uykusu için)
soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından
sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa
izin istesinler. Bunlar, mahrem (kapanmamış)
halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin
dışında ne sizin için ne de onlar için bir mahzur
yoktur. Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz. İşte
Allah âyetleri size böyle açıklar. Allah, (her şeyi)
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”11
2. Kişi Mahremiyeti
Kişi mahremiyeti derken, kişinin başkalarının
bilmesini istemediği özel durumları
anlaşılmaktadır. Bu anlamda İslâm’da başkasının
özel hallerinin araştırılması yasaklanmıştır.
Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Allah
Rasûlü şöyle buyurdu. “Zandan sakının! Çünkü
zan yalanın kendisidir. Birbirinizin konuştuğuna
kulak kabartmayın, birbirinizin özel hallerini
araştırmayın, birbirinizle üstünlük yarışına
girmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize
kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey
Allah’ın kulları kardeş olun!”12 Allah Rasûlü,
Müslümanların gizli hallerini araştıranları Allah
Teâlâ’nın peşin peşin bu dünyada rezil edeceğini
bildirmektedir: “Ey diliyle iman edip, kalbine iman
girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini
yapmayın ve onların gizli hallerini araştırmayın.
Çünkü her kim onların gizli hallerini araştırırsa
Allah da onun gizli hâlini araştırır. Allah kimin gizli
halini araştırırsa onu evinde bile (gizlice yaptıklarını
ortaya çıkararak) rezil eder.”13 Başka bir hadiste
de Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “İnsanların
açıklarını, ayıplarını araştırırsan ya aralarına fesat
sokmuş olursun ya da aralarında fesat çıkmasının
yolunu açmış olursun.”14 Abdullah b. Mesud’a
“Falan kişinin sakalından içki damlıyor.” denilince
“Bizim, insanların kusurunu araştırmamız
yasaklandı. Fakat bir suça açıkça muttali olursak
onu cezalandırırız.” cevabını vermiştir.15
Allah Rasûlü, Müslümanın gizli halini
araştıranların âhiretteki azabını Abdullah b.
Abbâs’ın rivayetine göre şöyle tarif etmektedir:
“…Kim hoşlanmadıkları ya da kendisinden
uzaklaştıkları halde bir grubun konuşmalarına
kulak kabartırsa, kıyamet günü kulağına kurşun
dökülür.”16
Hadislerde, başkalarının gizli hallerini açıklayanları tehditkâr ifadelerin yanında ayıplarını örten kişiler ise büyük mükâfat olduğu belirtilmiştir. Ukbe b. Âmir’in bildirdiğine göre Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “(Bir Müslümana ait) herhangi bir kusuru görüp de onu saklayan kimse diri diri mezara gömülen bir kız çocuğunu mezardan çıkararak hayata kavuşturan kimse gibidir.”17
3. Toplum Mahremiyeti
Her kişi ve ailenin başkalarının bilmesini istemedikleri sırları olduğu gibi toplumların da sırları vardır. İnsanlar yaşadığı toplumun sırlarını başka toplumdaki kişilerle paylaşmaması gerektiği gibi onları dost da edinmemelidir. “Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edivermenizi istemektedirler. Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler. Çünkü Allah aranızı ayırır. Allah, yaptıklarınızı görendir.”18
Bu âyetlerin inmesine sebep olarak şu olay anlatılmaktadır: Sahabenin ileri gelenlerinden İbn Ebû Beltea (ö. 30/650) diye bilinen Hâtıb, Mekke’nin fethi için yapılan hazırlıkları görünce orada bulunan akrabalarının hayatından endişe duyar. Kureyş’in bazı ileri gelenlerine olayı haber verirse onların bundan memnun kalıp yakınlarını himaye edeceklerini düşünür. Allah Rasûlü ise yaptığı hazırlıkları karşı tarafın bilmesini istemiyordu. Rasûl-i Ekrem’in asıl maksadını kendilerine açtığı birkaç sahâbîden biri olan Hâtıb, Kureyş’in ileri gelenlerine hitaben bir mektup yazar ve
o sırada Medine’ye gelen bir kadına verdiği
mektubunda ‘Allah Rasûlü’nün güçlü bir ordu
ile üzerlerine gelmek üzere olduğunu ve
Rasûlullah tek başına da kalsa Allah’ın onu
muzaffer kılacağını, zira bunun Allah’ın ona bir
vaadi olduğunu yeminle bildirir. Olayı vahiyle
öğrenen Rasûl-i Ekrem Hz. Ali, Zübeyr b. Avvâm
ve Mikdâd b. Amr’ı, kadını yakalayıp getirmekle
görevlendirir ve onu bulabilecekleri yeri de
haber verir.19 Görevlendirilen sahâbîler Mekke-
Medine yolunda kadını yakalayıp mektubu
ortaya çıkarırlar ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
getirirler. Rasûl-i Ekrem Hâtıb’ı çağırtarak
mektubu gösterir ve niçin böyle davrandığını
sorar. Hâtıb, Allah Rasûlü’nden acele karar
vermemesini isteyerek aralarında bir
anlaşma bulunan Kureyş’e samimiyetle bağlı
olmadığını, muhacirlerin Mekke’deki mallarını
ve ailelerini koruyacak yakınları olduğu halde
kendi yakınlarını himaye edecek kimsesi
bulunmadığını, bu sebeple Mekkelileri kendisine
minnettar bırakmak suretiyle akrabalarını
korumak istediğini belirtir. Hatasından dolayı
özür diler ve Allah Rasûlü de Bedir ashabından
olması dolayısıyla kendisini affeder.20
Müslüman olarak; ferdî, ailevî ve toplumsal
mahremiyete azami derecede dikkat etmemiz
gerekir.
1. 24/Nûr, 27-28.2. 33/Ahzâb, 53.3. EbûDâvûd, Edeb, 127, 128.4. Buhârî, İsti’zân, 13;
Müsim, Âdâb, 33, 34, 35, 37; EbûDâvûd, 127, 130; Tirmizî, İsti’zân, 3; İbnMâce, Edeb, 17.
5. Tirmizî, Salât, 148; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 280.
6. Müslim, Âdâb 43; EbûDâvûd, Edeb, 126, 127.
7. Buhârî, İsti’zân, 11; Müs-lim, Âdâb 42; EbûDâvûd, Edeb, 126, 127.
8. 2/Bakara, 187.
9. Müslim, Nikâh, 124;
EbûDâvûd, Edeb, 32.
10. 24/Nûr, 59.
11. 24/Nûr, 58.
12. Buhârî, Edeb, 57; Müslim,
Birr ve Sıla, 28-31.
13. EbûDâvûd, Edeb, 35.
14. EbûDâvûd, Edeb, 38.
15. EbûDâvûd, Edeb, 37.
16. Buhârî, Ta’bîr, 45.
17. Ebû Dâvûd, Edeb, 38.
18. 60/Mümtehıne, 1-3.
19. Buhârî, “Meġāzî”, 46.
20. Buhârî, Cihâd ve Siyer, 195,
Dipnot*Dr. Mustafa KARABACAK
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba78 79
Öğretmenlerin öğrenciler üzerinde ge-
rek söz gerekse davranışları açısından
olumlu veya olumsuz etkileri olduğu
muhakkaktır. Öğretmen dersi sevdirmek için
öncelikle kendini sevdirmeli. Öğretmeni seven
öğrenci, dersi de sever. İyi bir rehber öğretme-
nin öğrencilerle olan ilişkileri son derece iyi ol-
malı, öğrenciyi dinleyen, ona değer veren, so-
runlarıyla ilgilenen bir özelliğe sahip olmalıdır.
Öğretmenlik, sadece derse girip çıkmak de-
ğildir. Çocuklar bizlere verilen bir emanettir.
Emanete ihanet etmemek en başta öğretmen-
lerin görevidir. Öğretmenler gerek söz gerekse
de davranışları ile öğrencilerine örnek olmak
zorundadır. Hayırlı insanların yaptıklarının gü-
zelliklerle anılacağı muhakkaktır. İyilik yap, in-
sanlar seni ansın; kötülük yap, insanlar senden
kaçsın.
Değerli okuyucularım; şimdi size üzerimde
çok emeği olan Allah’ın rahmetine kavuşan Zeki
Soyak Hoca’mdan ve onun altın değerindeki
sözlerinden bahsetmek istiyorum. Rahmetli ho-
cam kırmadan yumuşak bir dille gönüllere hi-
tap ederdi. Zorlaştırmayıp kolaylaştıran, nefret
ettirmeyip sevdiren bir metodu uygulardı. Öğ-
renciye değer veren, onu dinleyen ve anlayan,
yardımcı olan, öğrencinin kalbini kazanabilen,
Öğrencilerle ilişkilerini çok iyi tutan, diyalogla-
rında kırıcı olmayıp yapıcı olan, öğrenciye okulu
ve dersleri sevdiren, öğrenciyi bir rakip olarak
değil öğrenci olarak gören, notunu silah gibi
kullanmayan gerçek bir muallimdi.
Hocam, gerek konuşması gerek eserleriyle
insanların akıl ve ruh dünyalarına en güzel bir
şekilde hitap ederdi. Kardeşler, diye yumuşak
bir dille konuşarak insanları etkilerdi. Eğitim
konusuna büyük önem verir, gençlerin eğitim-
leriyle yakından ilgilenirdi.
Gerçek eğitimcilerde bulunması gerekli hu-
susları dikkatlere sunar, eğitimde takip edilecek
metotları birer birer izah ederdi. Eğitimde en
önemli unsurlardan birinin öğretmenler oldu-
ğunu söyler, öğretmenlere çok büyük görevler
düştüğünün altını defalarca çizerdi. Öğretmen-
lerin üretici olmasını, zamanlarını en iyi ve ve-
rimli bir şekilde geçirmesi gerektiğini belirtirdi.
Kendisi yıllarca eğitimin içinde öğretmen ve yö-
netici olarak bulunmuştu. Kendi yaşadığı tecrü-
beleri bizlere anlatır, yol gösterir, önümüze ışık
tutardı.
Öğretmen, garipliğin acısını yüreğimizde
dindirir, çorak mevsimi, çöl iklimini bir vahaya
çevirir, sayısız çiçekler yetiştirirdi. Hocamızı
hüzün dolu duygularla ebedi âleme yolcu ettik.
Kendi güzel, gönlü güzel insandı. Onun gönül
dünyası manevi âlemin güzellikleri ile doldurul-
muştu. Gönül ve fikir dünyasını her kesimden
insana açar, onların dertleriyle dertlenir, se-
vinçleriyle mutlu olurdu. Elinde yetişen sayısız
öğrencinin elinden tutmuş, onların şahsiyet ve
karakter kazanmaları için uğraşmış, onlara etki
etmiş yol göstermiştir. Kendini yetiştirmiş bir
âlim, hayatı anlayan bir fikir sahibi, bildiğini ya-
şayan bir gönül adamıydı.
Eğitimcilerin yüksek idealleri olması ge-
rektiğini söylerdi. Bunun için boşa harcayacak
zamanımızın olmadığını belirtir, bizzat kendi-
si yapar bizlere de örnek olurdu. Yaptığı işler-
de hiçbir dünyevî menfaat beklemez, sadece
Allah’ın rızasını kazanmayı arzulardı. Yaptıkla-
rının hesabını yapmaz, bunları dile getirmezdi.
“Fedakârlıklarının hesabını yapanlar bu davayı
yürütemezler. Bir insanı kazanmak zor, ama
kaybetmek kolaydır. Hizmet heyecanını kaybe-
den insanlar; damarlarındaki kanı kuruyan in-
sanlar gibidir. Bir işi yaparken sevdan ve sancın
varsa o zaman çileler zevke dönüşür,” derdi.
Rabbim rahmetiyle muamele eylesin. Ruhu şâd
mekânı cennet olsun. Âmin...
Değerli okuyucularım; öğrencilerimizde
gözlemlediğimiz olumsuz davranışlar ve ben-
zeri problemler karşısında hemen onlara ceza
“Öğretmen”Örnek Bir Rehber Olmalı
EĞİTİM Ali ÖZKANLI
“Öğretmenlik, sadece derse girip çıkmak değildir.Çocuklar bizlere verilen bir emanettir. Emanete ihanet
etmemek en başta öğretmenlerin görevidir.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba80 81
vermek, azarlamak, terslemek yerine en uygun
bir zamanı seçerek “Seninle mutlaka konuşma-
lıyım.” dememiz ve uygun zaman gelince de
mutlaka konuşmamız gerekir. Öğrencilerimizle
konuşurken veya onları dinlerken çok önem-
li bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. O
an kendinizi konuşmaya veya dinlemeye hazır
hissetmiyorsanız, zoraki dinleme yapmayınız.
Yardımcı olayım derken zarar verebileceğimizi
unutmayalım. Zaten isteksiz olarak dinlediğimi-
zi öğrencimiz fark edecektir. Amaç öğrencinin
fark edip etmemesi değil ona yararlı olup ola-
madığımızdır.
“Dayağın eğitimde savunulacak bir tara-
fı yoktur. Çocuk eğitiminde kaba kuvvetin yeri
olamaz. Ceza yerine ödül daha etkili olur. Çocuk
takdir edilip övüldüğünde olumlu yönde etki-
lenmektedir. Çocuğumuz bizden anlaşılmak ve
keşfedilmek istiyor. Değer verilmeyi, kendisiyle
ilgilenilmesini, başarısında taltif edilmeyi bekli-
yor. Çocuğu anlayarak onun ruhunu keşfetme-
miz gerekir. Adam yerine konan çocuğun kişiliği
gelişir, kendine güveni artar.”
“Eğitimciler; emreden, dikte eden eğitim
metotlarından vazgeçmek ve çocukla iletişim
kurmak zorundadır. Çocuğu anlamak, ona ha-
yatı anlatmak, problemler karşısında çözüm
üretmesini ve sorumluluk yüklenmesini sağ-
lamamız gerekir, Eğitimciler daha fazla sabırlı
olmalı, pedagojik metotlarla donanmalı, çocuk-
lara her zamankinden daha fazla önem vererek
yanlışlar yapmamalıdır.”
Çocuklarımıza karşı sevgi ve şefkat dilimizi,
güler yüzümüzü göstererek, onları çok sevdiği-
mizi belli ederek onun başarılı yönlerini bulup
onu överek cesaretlendirmeliyiz. Çocuklarımız
bulunduğu her ortamda sevgi, şefkat ve güven
içinde yaşamanın zevkini doyasıya çıkarmalıdır.
Sevgi ve şefkat eksikliğinden dolayı maale-
sef çok üzücü acı olaylar yaşanmaktadır. Şöyle
topluma bir baktığımızda evinden kaçan, uyuş-
turucu vb. kötü huy ve alışkanlıklar edinen ba-
taklığa saplanan gençleri her gün görmekteyiz.
Bu gençleri dinlediğimiz zaman genelde teşhis
aynı. Sevgisizlik, iletişimsizlik karşımıza çıkıyor.
25 yıllık meslek hayatımda karşılaştığım bu tip-
te veya buna benzer olaylarda çocuklar şunu
söylüyor: “Annem-babam beni sevmiyor, beni
anlamıyor.”
Meslek hayatımda tespit edebildiğim kada-
rıyla problemli ve başarısız çocukların genelde
dağılmış ailelerin çocukları olduğunu söyleye-
bilirim. Aile huzursuzluklarının ileri boyutunda
evdeki şiddet, baskı ve dayak, sorunun kayna-
ğını oluşturmaktadır. Ailede görülen basit bir
huzursuzluk, aile bireylerinin hastalığı bile ço-
cuğun başarısını etkilemektedir. Bir öğrencinin
ifadelerini ibretle okuyalım:
“…Evde beni hiçbir Allah’ın kulu sevmiyordu.
Hiç mutlu değildim. Kimse beni anlamıyor, din-
lemiyordu. Her gün kavga, her gün dayak. Da-
yanamayıp en sonunda evden kaçtım. Günlerce
sokaklarda kaldım ve sonunda uyuşturucu kul-
lananlarla arkadaş oldum. Bir müddet sonra da
kullanmaya başladım.”
Sular çiçek açtı gönül bağında,Her adım başına kondu çeşmeler.Şırıl şırıl akıp yaz sıcağında,Susayana bir can sundu çeşmeler.
Güvercinler muhabbete alıştı,Su başında yavuklular buluştu,Bir tas suyu iki âşık bölüştü,Bu devran sürecek sandı çeşmeler.
Billur gözelerdi kaynağı suyun,Şavkını taşırdı güneşin, ayın; Yolunu gözledi bir kuru çayın,Derin bir hüzünle dondu çeşmeler.
Yüzüne yansımış taşın çilesi,Duaya durmuştur kırık lülesi,Bu sessiz çığlığı kimler bilesi? Âh ile tutuştu, yandı çeşmeler.
Boynu bükük kitabesi bir yanda,Mahzun tuğrasının acısı canda…Perişan hâlini gördüğüm anda,Gözlerimde yaşa döndü çeşmeler.
Yusuf DURSUN
Mahzun Çeşmeler
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba82 83
Kur’an-ı Kerim, kendisine iman eden bir
mü’min için yine Kur’an’ın kendi ifade-
siyle bir öğüt, gönüllerde olana şifa,1 hak,
rahmet, nur, nimet ve yol gösterici rehberdir.2
Sözün en güzelinin rehberliğinde eğitilen ve
aydınlanan insanın özü Kur’an’a mutabık, sözü
de özüne muvafık olacaktır. Demek ki sözün en
güzeli ya Kur’an’ın kendisidir, ya Kur’an’ın bir
âyetidir ya da yaşayan Kur’an haline gelen in-
sanın sözüdür.
Allahu Teâlâ, sözlerin en doğrusunu ve en
güzelini söylediğini şöyle beyan eder: “Allah,
kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. And ol-
sun, sizi kıyamet gününde mutlaka bir araya top-
layacaktır. Bunda asla şüphe yoktur. Kimdir sözü
Allah’ınkinden daha doğru olan?”3
Kur’an-ı Kerim, bizim inancımıza göre bir Al-
lah kelâmı olarak sözün en doğrusu ve güzelidir.
Kur’an’a göre sözlerin en temiz ve güzel olanı
imandır.4 Yani Allah’ın birliğini, yüceliğini, Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in O’nun kulu ve elçisi oldu-
ğunu ikrar etmektir. Allah, güzel sözü şöyle bir
benzetme ile açıklar:
“Allah’ın, güzel-doğru bir söz için nasıl bir mi-
sal verdiğini görmüyor musun(uz)? (Güzel söz),
kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir
ağaç gibidir. (O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman
yemişini verir. Çirkin bir sözün durumu ise, kökü
toprağın üzerine çıkarılmış, bütünüyle kararsız,
dayanıksız, çürük bir ağaç gibidir.”5
Söz (kelime), kavramsal alanı itibarı ile fikir,
vaad ve önerme/kaziye anlamlarına gelir. Buna
göre, güzel ve doğru bir söz, öz itibarıyla doğru,
ahlaki ölçülere uygunluğu ve yararlılığı itibarı
ile de güzel olan fikir ve önermeyi tanımlar. Bu
bağlamda, doğru, ahlâkî ve yararlı olan sözler,
Allah’ın mesajına ya da razı olacağı durumlara
işaret eder. Çirkin söz de, ilâhî mesajın zıddını,
gayr-i ahlâkî durumları, manevî alanda yıkıma
götüren inanç, düşünce ve öğretileri ifade eder.6
Sözün güzeli ya da güzel sözlülerin kimler ol-
duğu ise şu âyette meâlen şöyle beyan ediliyor:
“(İnsanları) Allah’a çağıran, salih amel (işi doğ-
ru ve güzel yapmak) işleyen ve ben Müslümanlar-
danım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”7
Âyette bahsi geçen üç güzel sözlüden ilki-
nin hakkı söyleme, insanları İslâm’a davet etme
hususiyetine, ikincisinin, işini doğru ve güzel
yapışına8 üçüncüsünün ise şahsiyetli duruşuna
vurgu yapılmaktadır. Doğru konuşmayanlara ve
sözün güzelini söylemeyenlere Allah’ın uyarısı
şöyledir: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söy-
lesinler. Sonra şeytan aralarını bozar.”9
Sözün güzelini söylemek ve sözün en gü-
zeline uymak ilâhî bir emirdir. Bu durumda
mü’minlere düşen bu emre itaat etmektir. Ni-
tekim Allah’ın salih kullarının bu emre tabi ol-
dukları yine Yüce Yaratıcı tarafından teyit edil-
mektedir:
“Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar
var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kim-
EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL
Kur’an’a GöreDoğru ve Güzel Söz
“Sözün güzelini söylemek ve sözün en güzeline uymak ilâhî bir emirdir. Bu durumda mü’minlere düşen bu emre itaat etmektir.”
“Kur’an-ı Kerim, bizim inancımıza göre bir Allah kelâmı olarak sözün en doğrusu ve güzelidir. Kur’an’a göre sözlerin en temiz ve güzel olanı imandır.”
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba84 85
Foto: Ayhan İŞCEN
Burcu burcu kokan gonca güllerde,Dostluğa uzanan sıcak ellerde,Sevgiyi anlatan bütün dillerde,Aşk ile söylenen sözde Yûnus var.
Barışın rehberi olan illerde,Ahengi sağlayan ince tellerde,Benlikten arınmış saf gönüllerde,Aşk ile girilen özde Yûnus var.
Semada çınlayan ezan sesinde,Güneşle kaybolan sabah sisinde,Canlının aldığı her nefesinde,Aşk ile gidilen düzde Yûnus var.
Yağmur ile esen serin yellerde,Nehirlere koşan coşkun sellerde,İçten alev alev yanan çöllerde,Aşk ile sönmeyen közde Yûnus var.
Dillerden düşmeyen şiir ezgide,Nefreti kökünden silen çizgide,Hakk’a ulaşılan yüce sezgide,Aşk ile görülen gözde Yûnus var.
Göklere el açan karlı dağlarda,Ruhlara yön veren güçlü bağlarda,Destanlar yazılan nice çağlarda,Aşk ile nurlanan yüzde Yûnus var.
Yeşil yaprak dolan kuru dallarda,İşi kolay kılan gerçek kullarda,Birlikte yürünen mutlu yollarda,Aşk ile sürülen izde Yûnus var.
Bilgide, teknikte, ilim irfanda,Gelin tanış olun diyen mekanda,Nedimi’nin yari; iki cihanda,Aşk ile bilinen gizde Yûnus var.
Hoşgörü isteyen her merhamette,İnsanlık erdemi iyi niyette,Dostluk meclisinde içli sohbette,Aşk ile çalınan sazda Yûnus var.
Mevsimi gelince eriyen karda,Pınarda kaynayan duru sularda,Sonbahardan sonra kışta, bahardaAşk ile beklenen yazda Yûnus var.
Kainatı saran sonsuz ummanda,Kardeşlik hasreti çeken zamanda,İman duygusuyla giden kervanda,Aşk ile alınan hızda Yûnus var.
Damla damla yaşlar döken bulutta,Sevgi yılındaki sabır sebatta,Kalbimizde açan binbir umutta,Aşk ile büyüyen hazda Yûnus var.
Dr. Nedim UÇAR
Yûnus Var!selerdir.”10 Kurtubî (ö.671/1272), bu âyetin tef-
sirinde, sözün en güzelini dinleyenlerin kimler
olduğu ve neleri dinledikleri hakkında şunları
nakletmiştir:
1- Onlar güzel ve çirkin sözü dinlerler, güzel
olanı konuşurlar, çirkin olandan uzak durur-
lar ve onu konuşmazlar.
2- Onlar, Kur’an’ı ve başka sözleri dinlerler ama
Kur’an’a tabi olurlar
3- Onlar, Kur’an ve sünneti dinlerler, onların
en muhkem olanına uyarlar ve onunla amel
ederler.
4- Onlar, ruhsat ve azimeti duyarlar fakat azi-
meti tercih ederler.
5- Onlar, kendi lehlerine olan cezayı uygulamak
yerine affı tercih ederler.11
Hac Sûresi’nin 24. âyetinde geçen “sözün
en güzeli” anlamına gelen “et- tayyibmine’l-
kavl” tabiri ile Zümer Sûresi’nin 23. âyetindeki
“Ahsene’l-hadis/En güzel söz: Kur’an” tabiri an-
lamca birbirine yakın görünmektedir. Süddi (ö.
127/745), “et- tayyibmine’l-kavl”den maksadın
Kur’an olduğunu söylemiştir.12 Sabunî de bu ta-
biri, cennetliklere güzel ve faydalı söz söyleme
melekesi verilmesi anlamında tefsir etmiştir.13
Allah’ın, Peygamberimiz’e telkin ettiği çeşitli
davet metotlarından biri de “güzel öğüt”tür.14
Güzel öğüt, gerçekleri güzel takdim etmek, mu-
hatabı ikna etmede yapıcı, onure edici, umut ve-
rici bir üslup kullanmak, muhatap ikna olmasa
bile en azından davete saygısını temin edecek
bir diyalog kurmaktır. Yani Peygamberimiz’in,
“Siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı
olarak değil.”15 ikazına uygun bir üslup kullan-
maktır. Bu tavsiye, sözün güzelleşmesinde de
belirleyici bir öneme sahiptir.
Buna göre, en doğru, en güzel söz Allah’ın
kelamı olan Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerdir.
Ayet-i kerimelere mutabık ve muvafık olan be-
şer sözüne de doğru ve güzel güzel söz demek
mümkündür. Doğru ve güzel beşeri söz; içinde
yalan, yanlış, suizan, küfür, itham, ilzam, mala-
yani olmayan sadece iyiye, hayra delalet eden
sözlerdir.
Dipnot
1. 10/Yûnus, 57.2. 2/Bakara, 2.3. 4/Nisa,87.4. Bkz. 14/İbrahim, 27.5. 14/İbrahim,24-26.6. Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, Terc. C. Koytak-A. Ertürk,
İşaret yay. İstanbul, 1996, s. II, 506.7. 41/Fussilet, 33.8. Not: Salih amel, en sade ifadesiyle bir işi içten, doğru ve usu-
lüne uygun bir şekilde yapmak demektir.9. 17/İsra, 53.10. 39/Zümer, 18.11. Kurtubî, el-CamiuliAhkami’l-Kur’an, XV, 159.12. Razî, Fahreddin, Mefatihu’l-Ğayb, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1990,
XXIII, 23.13. Sabunî, M. Ali, es-Safvetü’t-Tefasir, II, 287.14. 16/Nahl, 125.15. Tirmizi, Taharet, 112.
ekim
/201
8
somuncubaba somuncubaba86 87
Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Visan İktisadi İşletmesiZâviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79
[email protected] www.somuncubaba.net
2018 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
140
2018 Yılı
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi: Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi: İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Türkiye : 140
(0422) 615 15 54444 36 61
ABONE İLETİŞİM HATTI
(0546) 544 60 44
Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Karton Kapaklı, 16x24cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa
Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa
Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ve Hamid Hamideddin Ateş Efendi
Musa TEKTAŞ
Karton Kapaklı, 14x21cm, 368 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-1
ISBN: 978-9944-774-43-7
ISBN: 978-9944-774-46-8
Önemli Bir Değer OlarakHayâ ve İffet
Ayşegül KÖSTE
Adını Tarihe YazdıranHürrem Sultan
Zühal ÇOLAK
İffet-UtanmaDuygusu
Sümeyye Büşra YILDIZ
Kız ÇocuklarınıFıtrata UygunYetiştirememek
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
somuncubaba90
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 216 • EKİM 2018 • Fiyatı: 12 TL
216
0 0 2 1 6
Mekke’den Doğanİslâm Güneşi
İslâm Birliğinin Oluşumunda Kardeşliğin Rolü
Gönül Birliğinin Merkezi: Darende Sosyal Tesisi
Anadolu’nun Yetiştirdiği Büyük Ruh: Yûnus Emre
Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sûfî Zümrelerle İrtibatı
Kadir ÖZKÖSE
Abdullah KAHRAMAN
Resul KESENCELİ
Bilal KEMİKLİ
Ramazan ALTINTAŞ