kam bÜlten’den - bisav
TRANSCRIPT
1
Küresel Araflt›rmalar
MerkeziKAM
BÜLTEN
Ocak-Nisan 2007
Y›l 18 Say› 63
Yay›n Kurulu Ali Pulcu, Faruk Deniz,Mustafa Demiray, Salih Pulcu, F. Samime ‹nceo¤lu, Nermin Tenekeci
Bask› Elma Bas›m
Bask› Tarihi May›s 2007
Vefa Cad. No. 35 34134 Vefa ‹stanbulTel: 0212. 528 22 22 pbxFaks 0212. 513 32 20e-posta [email protected]
www.bisav.org.trÜcretsizdir. Dört ayda bir yay›nlan›r. Kaynak gösterilerek al›nt› yap›labilir. Yay›nlanan yaz›lar›n sorumlulu¤u yazar›na aittir.
‹ Ç ‹ N D E K ‹ L E R
BSV HAVAD‹S 2K A M Küresel Araflt›rmalar Merkezi 6MOLA Vakit Var Daha / Cemal Süreya 12M A M Medeniyet Araflt›rmalar› Merkezi 13MOLA Vakit Var Daha / Cemal Süreya 28S A M Sanat Araflt›rmalar› Merkezi 29TA M Türkiye Araflt›rmalar› Merkezi 58SEYRÜSEFER Tuna’n›n ‹ncisi Budapeflte II
/ Muzaffer fienel 67MESNEV‹ Efle¤in sahibini de eflek diye götürürler mi? 73Bilim ve Sanat Vakf› XVIII. Ö¤renci Sempozyumu 74
MECMUA
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek: Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi / Hatice Kübra Yücedo¤ru 78
BÜLTEN’DEN
Bilim ve Sanat Vakf› Bülten’in 63. say›s› ile karfl›n›zday›z. Bu say›,Ocak-Nisan aylar› aras›nda gerçeklefltirdi¤imiz faaliyetlerin birhas›las›. Bülten ile daha çok bu has›lan›n bir muhasebesini yapma-ya çal›fl›yoruz. Gerek yurtiçinden, gerekse yurtd›fl›ndan birçokönemli ismi konuk ettik. Bunun yan› s›ra genç akademisyenleri dea¤›rlamaya devam ettik.
Kal›c› ifller yapmaya çabal›yoruz. Bu meyanda, Vakf›m›z›n TürkiyeAraflt›rmalar› Merkezi taraf›ndan haz›rlanan ve Klasik Yay›nlar›taraf›ndan yay›nlanan K›nal›zâde Ali’nin Ahlâk-› Alâî kitab›n› zik-retmek gerek. Nihayet bu baflyap›t yeni Türkçede ilk defa tam birmetin olarak neflredildi. Siyaseti adalet dairesinin tesisi ve sürek-lili¤i için bir araç olarak gören K›nal›zâde Ali, eserinde 16. yüzy›lOsmanl› dünyas›n›n zenginliklerini ve siyaset etme biçiminin ince-liklerini ortaya koyuyor. Bireyin kendisi, ailesi ve yaflad›¤› toplumve devlet ile nas›l s›hhatli bir iliflki kurabilece¤ini gösteriyor. Öteyandan, Medeniyet Araflt›rmalar› Merkezimiz de bir süreden beriÇa¤dafl Siyasal Kuramc›lar bafll›¤› alt›nda bir dizi toplant› düzen-liyor. fiu ana de¤in, özellikle 20. yüzy›lda siyasetin do¤as›na iliflkinönemli görüflleri ile önce ç›kan pek çok bat›l› siyaset felsefecisi tar-t›flmalara konu edildi.
Her iki çal›flmadan ö¤rendi¤imiz, anlamak için biraz geriye ve flim-diye daha iyi bir nazarla bakmam›z gerekti¤i. Çünkü “insan anla-maya mahkumdur!” Baflka bir ç›k›fl yolumuz da yok!
Hay›rda kal›n!
Vakfımız Kütüphanesi,
bağış ve satın alma yoluy-
la koleksiyonunu her ge-
çen gün biraz daha büyü-
tüyor. Seyfettin Manisalı-
gil, Mehmet Serhan Tayşi,
Ahmet Davutoğlu kitap-
lıklarına son olarak Halil
İbrahim Şener Kitaplığı
eklenmişti. Geçtiğimiz ay-
larda da Arslan Pulatha-
neli Kitaplığı kütüphane-
mize kazandırıldı.
Arslan Pulathaneli 1919
yılında Trabzon’da doğdu.
Trabzon Lisesi’nden me-
zun oldu (1937). İstanbul
Yüksek Ticaret Mekte-
bi’nde öğrenim gördü.
Trabzon’da ticaretle uğraş-
tı. Özellikle şiir kitaplarına
karşı özel ilgisi bulunan
Pulathaneli, yerli-yabancı;
büyük kentlerde ve Ana-
dolu’nun en ücra köşele-
rindeki ilçelerde yayınlan-
mış kitapları toplayarak
zengin bir kütüphane kur-
du. Bu kitapları elde et-
mek için şair ve yazarlara
binlerce mektup yazdı.
Trabzon (Ankara), Karşı,
Kıyı ve Mavi Nokta dergi-
lerinde; Kuzey Haber ve
Karadeniz gazetelerinde
Trabzon’un kültür yaşamı,
kitap, yayın ve sinema ko-
nularında yazılar yazdı.
Trabzon’da “Kitap Cum-
huriyeti’nin Cumhurbaş-
kanı” olarak anılan Pulat-
haneli 13 Mayıs 1996 yı-
lında Trabzon’da hayatını
kaybetti. 12 bin cilt kitap
ve 5 bin süreli yayının ol-
duğu tahmin edilen Pu-
lathaneli Kitaplığı’nın tas-
nifine Temmuz ayında
başlanacak.
2
BSVHAVAD‹S
K›fl program›nda Mehmet Akif’i and›k
Vefatının 70. yılı münasebetiyle, Mehmet Akif’i 19-23
Şubat 2007 tarihleri arasında düzenlediğimiz Kış semi-
nerinde andık. Konuşmacılar Ertuğrul Düzdağ, Ali Gün-
var, Beşir Ayvazoğlu, Suat Mertoğlu ve Hayrettin Orha-
noğlu’nun şair ve düşünürü farklı veçheleriyle ele aldığı
program, Sanat Araştırmaları Merkezi’nin Akif’e ayırdı-
ğı Şiir Akşamı’yla sona erdi.
Kütüphanemiz büyümeye devam ediyor
TAL‹D’in 8. say›s› ç›kt›Türkiye Araştırmaları Merke-
zi’nin çıkardığı Türkiye Araştır-
maları Literatür Dergisi’nin
(TALİD) 7. sayısı, Batılılaşma
sürecinin bir ürünü olarak orta-
ya çıkan Yeni Türk Edebiyatını
konu almıştı. “Yeni Türk Edebi-
yatı Tarihi-II” başlığıyla çıkan 8.
sayıda ise aynı konuya devam
ediliyor. Edebiyat tarihleri, ro-
man, tiyatro, eleştiri, deneme,
karşılaştırmalı edebiyat, tercü-
me, antoloji, edebiyat sosyoloji-
si, edebî röportaj, tarihî roman-
lar; kişi, kitap ve dergi tanıtım-
larının yer aldığı bu sayının söy-
leşi konuğu ise, bu alandaki ça-
lışmalar hakkında bilgiler veren
Abdullah Uçman. Derginin 9.
sayısı ise Eski Türk Edebiyatı ta-
rihini mesele edinecek.
Arslan Pulathaneli
3
BSVHAVAD‹S
Dîvân 21 ç›kt›!
Dîvân İlmî Araştırmalar
dergisinin 21. sayısı,
ağırlıklı olarak, vefatı-
nın 600. yılını idrak etti-
ğimiz İbn Haldun’a ay-
rıldı. Büyük mütefekkir,
görüşleriyle Osmanlı ta-
rihçileri, toplum ve si-
yaset düşünürleri ara-
sında da pek çok takipçi
bulmuş, Mukaddime’si
Osmanlı klasik döne-
minden itibaren ilim ve
siyaset dünyasında çok-
ça okunmuştu. Bu konu
dışında da, özgün ma-
kaleler, araştırma notla-
rı ve bu sayıda ilk defa
yer verilen “Değerlen-
dirme Makalesi” bölü-
mü okurların istifadesi-
ne sunuluyor. Kitap de-
ğerlendirmesi kısmın-
da, İbn Haldun’la ilgili
sayısı oldukça sınırlı
olan Türkçe çalışmalar
tanıtılıyor. Derginin son
bölümünde ise, üç sem-
pozyum değerlendir-
mesi ile, derginin geçen
yirmi bir sayısında ya-
yınlanmış yazıların ma-
kale ve yazar adlarına
göre düzenlenen bibli-
yografyası yer alıyor.
Hikmet Anne belgeselinin Galas› yap›ld›
24 Şubat Cumartesi, Vefa salonunda Hikmet Öğüt
Belgeseli’nin gala programını gerçekleştirdik. İkra-
mın ardından, Hayal Perdesi Sinema Toplulu-
ğu’nun hazırladığı “Su Damlası-Bir İstanbul Hanı-
mefendisi: Hikmet Anne” belgeselinin açılış konuş-
masını yapan Mustafa Özel, insanın unutan ve ha-
tırlayan yönüne dikkat çekerek, seçkin insanları an-
dıkça ana kaynağa yöneleceğimizi belirtti. Hikmet
Öğüt’ün defterinden dökülen satırlar ise, su gibi
akıp giden insanın gurbetteki yolculuğuna tutulan
bir fener gibiydi:
“(…) Kaynağından her gün bir parça daha uzakla-
şan su gibiyiz. O su nasıl geçtiği topraklarda damla
damla dağılarak, eriyerek gidiyorsa, biz de kalbimi-
zin kaynağından böylece her an biraz daha uzakla-
şarak, her zaman bir parça daha azalarak bilmedi-
ğimiz bir diyara akıyoruz.”
2007 Bahar seminerleri sonaerdi
23 Mart-12 Mayıs
tarihleri arasında,
toplam sekiz hafta
süren Bahar semi-
nerleri, Genel Giriş,
Giriş, Temel ve Özel
olmak üzere 4 grup-
ta ve 51 başlık altın-
da gerçekleşti.
4
BSVHAVAD‹S
18. Ö¤renci sempozyumu yap›ld›
Vakfımızın geleneksel Öğrenci sempozyumlarının 18.’si
10-11 Mart 2007 tarihinde düzenlendi. Farklı başlıklar-
da 8 oturum süren sempozyumda toplam 30 tebliğ su-
nuldu. Dr. Mustafa Özel’in açılış konuşmasıyla başla-
yan sempozyum, Ahmet Okumuş’un kapanış değerlen-
dirmesiyle sona erdi.
Notlar 5-6 ç›kt›
Türkiye Araştırmaları
Merkezi’nin, Tanzi-
mat çağında Osmanlı
hukuku çerçevesinde
düzenlediği toplantı-
lar Notlar-5 olarak ki-
taplaştı. Prof. Dr. Hu-
ricihan İslamoğlu,
Doç. Dr. Macit Kena-
noğlu ve Prof. Dr. Engin Deniz Akarlı’nın konuk olarak
katıldıkları toplantılarda, Osmanlı hukuk sistemi, bu sis-
temin belirlediği iktisadî dönüşüm ve modern devlet ya-
pılarının ortaya çıkış süreci tartışılmıştı.
TAM’ın, kütüphanelerimizin dünü bugünü, imkânları ve
sorunlarını tartıştığı toplantılar da Notlar-6 olarak kitap-
laştı. Millet Kütüphanesi eski müdürü M. Serhan Tayşi,
Süleymaniye Kütüphanesi eski müdürü Nevzat Kaya, Dr.
Tarık Özçelik, Beyazıt Devlet Kütüphanesi müdürü Şera-
fettin Kocaman, teknik ressam Adnan Alpay ve Atatürk
Kütüphanesi Nadir Eserler bölümünde görevli Hüseyin
Türkmen toplantılara konuşmacı olarak katılmıştı.TAM’da yeni okumu grubu:Osmanl›lar›n 19. yüzy›l›
Ebubekir Ceylan ve Zahit Atçıl’ın yürüttüğü 19. yüzyıl
Okuma Grubu’nda, bu dönem üzerine yazılmış yeni ve
klasik metinler (kitap, makale vb.) tartışılacak. Hem
temel bilgi eksikliklerinin giderilmesi hem de Türkiye
tarihinin 19. yüzyılının dünya tarihindeki yeri ve genel
Türk tarihindeki konumunun değerlendirileceği pro-
gramda, 19. yüzyılın siyasî, toplumsal ve iktisadî
gelişmeleri hakkındaki bilgiler yeniden gözden geçirile-
cek. Aynı zamanda, 17. ve 18. yüzyıl ile ilgili daha sonra
yapılacak okumalar için de bir birikim sağlanacak.
TAM’da yeni okumu grubu:Osmanl› tasavvuf tarihi
Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği “Osmanlı
Tasavvuf Tarihi Okumaları” başlıklı ihtisas çalışmasını
Doç. Dr. Reşat Öngören yürütüyor. Osmanlı tasavvuf tari-
hinin dönem dönem ele alınacağı programda,
yayımlanmış ilgili akademik çalışmalar (kitap, makale vs.)
üzerinden genel bir çerçeve çizildikten sonra kaynak
niteliğindeki eserlerin okunmasına geçilecek.
5
BSVHAVAD‹S
Osmanl›ca seminerleri bafllad›Türkiye Araştırmaları
Merkezi, Osmanlı tarihi
ve medeniyeti üzerine
gerek merkez bünyesin-
de düzenlenen, gerekse
diğer kademelerdeki
atölye ve okuma grupla-
rının ihtiyacına binaen
çeşitli seviyelerde Os-
manlıca Seminerleri
vermeye başladı.
Sözlü Tarih çal›flmalar› için gönüllü aran›yorTürkiye Araştırmaları
Merkezi tarafından yürü-
tülen Sözlü Tarih çalış-
malarında yer almak is-
teyen gönüllü arkadaşlar,
hem ‘gün görmüş’ bir ki-
şinin yaşamındaki tecrü-
belerini ilk ağızdan duy-
ma fırsatı bulabilecek
hem de Vakfımızın sözlü
tarih projesine katkı sağ-
layacaklar.
Çocuk edebiyat› paneline ev sahipli¤i yapt›kSanat Araştırmaları Merkezi 7 Nisan 2007 tarihinde “Ço-
cuğu Anlayan Edebiyat” başlıklı bir panel düzenledi. Ço-
cuk edebiyatı kavramının, bu başlık altında sunulan
ürünlerle birlikte tartışmaya açıldığı panelin oturum
başkanlığını Erhan Erken yürüttü. Erdem Yayınları genel
yayın yönetmeni Melike Günyüz, illüstratör Osman Tur-
han, Birdirbir dergisi editörü Hatice Işılak ve yazar Mev-
lâna İdris ise panele konuşmacı olarak katıldı.
MAM’da yeni okuma grubu: DüflüncebilimGerçeklik’in derin yapısının idraki için, tarih boyuncageliştirilen yöntemlerden birisi olan ilm-i mantık’ın ka-dim felsefe-bilim mirasının anlaşılabilmesi için bilinme-si gereken elzem bir bilim dalı olmasından hareketleoluşturulan Düşüncebilim okuma grubu Mayıs ayındafaaliyetlerine başlayacak. İki aşamalı çalışmada ilkin Esi-rüddin Ebherî’nin İsagucî’si temel metin olarak dikkatealınacak, eksik konular Ahmed Cevdet Paşa’nın Miyar-iSedad’ından tamamlanacak. Devam dikkati ile sınav so-nucunun beraberce değerlendirileceği elemeden sonrabelirlenen katılımcılarla devam edecek 2. aşamada ise,Necmeddin Kazvinî’nin Şemsiye’si, Kutbuddin Razî’ninŞerh’inden istimdad ile okunacak. 10 haftalık programındanışmanlığını İhsan Fazlıoğlu yürütüyor.
Dervifl Zaim’i konuk ettikİlk filmi Tabutta Rövaşata ile sinemada ismini du-
yuran, senaryosunu yazıp yönettiği filmlerle yurtiçi
ve yurtdışında çeşitli ödüller kazanan yönetmen
Derviş Zaim, son filmi Cenneti Beklerken (2006)’i
konuşmak üzere Sanat Araştırmaları Merkezi Kır-
kambar toplantılarının konuğu oldu. İlgili sayfalar-
da bu söyleşiden bir bölümü okuyabilirsiniz.
KAM Tezat
Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı:
1945-1954
Barış Görgüç
8 fiubat 2007De¤erlendirme: K a d i r T e m i z
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merke-
zi’nin düzenlediği Tezat toplantılarının Şubat ayı ko-
nuğu Barış Görgüç’tü. Barış Görgüç’ün Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi
ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 2006 yılında ta-
mamladığı “Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı” adlı
yüksek lisans tezi Kıbrıs sorununun başlangıcı ola-
rak kabul edilebilecek bir tarihe odaklanarak, alanı
itibari ile özgün bir üslupla dile getirildi.
Görgüç’ün ifade ettiği üzere, tezin en belirgin özelli-
ği dokuz yıllık gazete arşivlerine ulaşılmış olmasıdır.
Daha önce Kıbrıs ile ilgili yapılan araştırmaların bir-
çoğunda yabancı kaynakların kısıtlı olarak kullanıl-
dığını dile getiren Görgüç kendi çalışmasının aynı
zamanda bu açığı da kapatmaya çalıştığını dile ge-
tirdi. Örneğin, özellikle 1945-1954 yılları arasındaki
gelişmelerin incelenmesinde yabancı kaynaklara
fazla başvurulmamıştır. Tezin temel iddialarının
oluştuğu 1945-54 arasındaki dönemin başlangıç ve
bitişi hakkında açıklamalar yapan Görgüç, 1954 tari-
hini Kıbrıs sorununun uluslararası gündeme taşın-
ma tarihi olarak önemli görmektedir.
Kıbrıs sorununu Osmanlı Devleti’ni bir kenara koya-
rak ele alamayacağımızı vurgulayan Görgüç tarihi
6
Küresel Araflt›rmalarMerkeziKAM
KAM Yuvarlak Masa Toplantıları
TEZAT K›br›s Sorununun Ortaya Ç›k›fl›: 1945-1954 Bar›fl Görgüç
8 fiubat 2007 Bir Hükümet Mentalitesi Olarak Türkiye’de Güvenlik Tuncay Kardafl
22 fiubat 2007 Kamusaldaki Müslüman Kad›nlar: Yap›sökümsel Bir Okuma Ali Arvas
15 Mart 2007 ÖZEL ETK‹NL‹K Current Issues in Turkish Foreign Policy and Prospects for Future Philip Robins
31 Mart 2007
Görgüç’e göre, Türkiye’de çok partili hayata
geçiflle birlikte K›br›s hem bir iç politika
malzemesi hem de ulusal güvenlik sorunu
olarak alg›lanmaya baflland›.
süreklilik bağlamında 19. yüzyıldan özellikle 1945’e
kadar geçen süreci sorunun ilk tartışmalarının orta-
ya çıkış süreci olarak tanımlamaktadır. 1833, 1841 ve
1845 tarihlerinde adanın egemenliği için Osman-
lı’nın teklif edilmesini ve 1878 yılında İngiltere ile ki-
ralama anlaşmasının yapılmasını, adanın yeni sta-
tüsünün tartışılmaya başlandığı ilk yıllar olarak ala-
biliriz, diyen Görgüç, adanın İngiltere’ye devrini de
tamamlanmış veya bitmiş bir süreç olarak düşün-
memektedir. Nitekim kiralama anlaşmasının bir bö-
lümünde adanın Osmanlı Devleti’ne iadesi vardır.
İki savaş arası dönemi büyük güçlerin iç hesaplaş-
maları ve kurulamayan uluslararası denge süreci
olarak tanımlarsak, Görgüç’ün önemle üzerinde
durduğu İkinci Dünya Savaşı sonrası adanın statüsü
ile ilgili tartışmaları daha iyi anlayabiliriz. Bu hesap-
laşma veya denge arayışları döneminde Kıbrıs soru-
nu Lozan’a atıfla çözülmeye çalışılmış ve Lozan ile
birlikte Kıbrıs’taki birtakım haklardan feragat edil-
miş, 16. madde ile birlikte de adanın bundan sonra-
ki statüsünü taraflar arasındaki müzakerelerin belir-
leyeceği belirtilmiştir. Bu açıklamadan sonra, ancak
1945’ten sonra birtakım gelişmelerle birlikte Kıbrıs
hakkında Yunanistan’ın da içinde bulunduğu çok ta-
raflı tartışmalar başlamıştır. Yunanistan’ın 1951 tari-
hine kadar ada ile ilgili bir talebi olmadığını dile ge-
tiren Görgüç bu tarihle birlikte adanın statüsü tartış-
malarının da muhteva bakımından değiştiğini dile
getirmiştir.
Bu dönemin aynı zamanda Türkiye’de çok partili ha-
yata geçiş dönemi olarak nitelendirilmesine de deği-
nen Görgüç’e göre, Türkiye için Kıbrıs artık hem bir
iç politika malzemesi hem de ulusal güvenlik sorunu
olarak algılanmaya başlanmıştır. Aynı zamanda bazı
kavramsal sorunların hâlâ giderilemediğini savunan
Görgüç, “Kıbrıslı Rumlar ve Yunanlılar ayrı ele alını-
yor, aslında ayrı olup olmadıkları da tartışmalı bir
konudur” ifadesi ile bu yanlışlıklara bir örnekle açık-
lama getirmiştir.
Genel hatları ile tezin muhtevasına yönelik açıkla-
malardan sonra soru-cevap bölümünde konu daha
derinlemesine tartışılmıştır. Dinleyicilerden gelen ve
tarihî olarak tezin dışında da olsa 6-7 Eylül olayları
ile ilgili bir soru üzerine Görgüç, Kıbrıs ile ilgili tartış-
maların birçok boyutu olabileceğini vurgulayarak, 6-
7 Eylül olaylarının Türkiye’de milliyetçi bir söylemin
gelişmesinin sosyolojik ve siyasî yönleri ile dış poli-
tika anlamında etkilerinin ayrıca tartışılabileceğini
belirtti.
Bir Hükümet Mentalitesi Olara kTürkiye’de Güvenlik
Tuncay Kardaş
22 fiubat 2007De¤erlendirme: M e s u t Ö z c a n
Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölü-
mü’nde görev yapan Yard. Doç. Dr. Tuncay Kardaş,
İngiltere’de University of Wales’de savunduğu dokto-
ra tezini, Tezat toplantıları çerçevesinde bizlerle
paylaştı. Eleştirel güvenlik çalışmalarında önde ge-
len bir okul olan University of Wales, Aberswyth’i
“Security Governmentality in Turkey” (Bir Hükümet
Mentalitesi Olarak Türkiye’de Güvenlik) başlıklı tezi-
ni çalışmak için en uygun yer olduğu için tercih etti-
ğini söyleyerek konuşmasına başlayan Kardaş, 28
Şubat sürecinde Türkiye’de yaşanan gelişmeleri Fo-
ucault’nun governmentality (hükümet mentalitesi)
7
Küresel Araflt›rmalar
MerkeziKAM
Kardafl, elitler taraf›ndan üretilen gü-
venlik söyleminin, iktidar arac›
olarak nas›l kullan›ld›¤›n›n de-
tayl› örneklerini s›ralad›.
kavramsallaştırması çerçevesinde tartıştı. Osman-lı’dan beri ülkede yönetimi kontrol etmek amacıylabir güvenlik söylemi üretildiğini ve bunun son dö-nemde de benzer bir söylem çerçevesinde toplu-mun kontrol ve disipline edilmek istendiğini belir-ten Kardaş, 28 Şubat döneminde üretilen söyleminbaşörtüsü ve eğitim üzerinden bir eleştirisini yaptı.Uygulanan bu stratejinin büyük ölçüde başarılı ol-duğunu iddia etti. Sunumun ilk kısmında detaylı bir şekilde govern-mentality kavramsallaştırmasını anlatan Kardaş, da-ha sonra bunu kendi tezine nasıl uyguladığını anlat-tı. Elitler tarafından üretilen söylemin, nasıl bir ikti-dar aracı olarak kullanıldığının detaylı örneklerinisıraladı. Sunumun ardından gerçekleşen tartışmabölümünde ise Kardaş’a yöneltilen sorular arasındaalternatif kavramsallaştırma önerileri dikkat çekti.Ele alınan konunun açıklanmasında Foucault’un go-vernmentality kavramsallaştırması yerine Grams-ci’nin hegemonya kavramsallaştırmasının daha uy-gun olacağı; yine Kardaş’ın tezinde iddia ettiğininaksine, 90’ların ikinci yarısında üretilmeye çalışılangüvenlik söyleminin başarılı olamadığı düşüncesikatılımcılar tarafından dile getirildi ve AB süreci ileyaşananlar ve 2002 seçimlerinde gerçekleşen tasfiyebuna örnek olarak gösterildi. Siyaset Biliminde çokça kullanılan bir kavramın Tür-kiye siyasetinin bir dönemine uygulanmasının elealındığı bu Tezat toplantısı teori ile pratiğin beraber-ce tartışıldığı ve uluslararası ilişkiler teorisi ile siya-set felsefesinin kesiştiği bir düzlemde gerçekleşmesiyönüyle de oldukça verimli oldu.
Kamusaldaki Müslüman Kadınlar:Yapısökümsel Bir Okuma
Ali Arvas
15 Mart 2007De¤erlendirme: ‹ s m a i l Y a y l a c ›
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin Tezat toplantıları-
nın Mart ayı programında, Boğaziçi Üniversitesi Si-
yaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde
doktora çalışmalarına devam eden Ali Arvas’ın
2005 yılında Essex Üniversitesi’nde tamamladığı
“Kamusaldaki Müslüman Kadınlar: Yapısökümsel
Bir Okuma” (Muslim Women in Public Sphere: A
Deconstructive Reading) başlıklı tezi ele alındı. Te-
zinin içeriğini anlattığı ilk bölümde Arvas, Müslü-
man kadın yazarların eserlerini merkez alarak,
Müslüman kadın kimliğinin söylemsel bir analizini
yaptığını ifade etti. Başörtüleri sebebiyle “fiziksel
kamusal alandan sürgün edilen” Müslüman kadın-
ların bu metinlerini bir kamusallık zemini olarak
ele aldığını belirten Arvas, Laclau ve Mouffe tara-
fından geliştirilen post-yapısalcı söylem analizinin
teorik varsayımlarını ve yapısöküm (deconstructi-
on) metodunu kullanarak Kemalizm, İslâmcılık ve
feminizm tarafından çizilmiş siyasî haritada Müs-
lüman kadınların söylemsel konumunun ne oldu-
ğunu araştırdığını ifade etti. Arvas tezinde Müslü-
man kadın kimliğinin “laisist hegemonya”ya karşı
geliştirilen direnç cephesinde teşekkül ettiğini ve
başörtüsü meselesi örneğinde, Müslüman kadınla-
rın radikal-demokratik bir şekilde, kendilerinin ve
diğer kadınların eşit kabul edileceği alternatif bir
özgürleştirici söylem geliştirdiğini savunuyor. Hi-
8
Küresel Araflt›rmalar
MerkeziKAM
potezini kanıtlayabilmek için de Müslüman kadın-
ların kendi metinlerinde “antagonistik öteki”lerini
nasıl tanımladıklarını Derrida ve Kriesteva’nın sağ-
ladığı analitik çerçeve ile yapıyor.
Sunumunun başında kendisinin de ifade ettiği üze-
re, Arvas’ın ortaya koyduğu şekildeki kuşatıcı bir id-
dia aslında çok daha geniş bir çalışmayı ve ürünü ge-
rekli kılıyor. Fakat İngiltere’de yazılan yüksek lisans
tezlerinin yapısal olarak on bin kelimeyle sınırlandı-
rılmış olması Arvas’ı bu genişlikte bir çalışmanın
ürünlerini ortaya koymaktan alıkoymuş. Dolayısıyla
tez incelendiğinde bu iddia daha zengin bir malze-
meyle işlenmeli şeklinde bir izlenim sadır olsa da,
bunun tezin kendisinden değil formel bir sınırlama-
dan kaynaklandığını da belirtelim.
Arvas tartışmayı Kemalizm’in modernlik, laiklik ve
kadın anlayışı çerçevesinde yürüttü. Göle’ye atıfla
Kemalizm’in kadın projesinden bahsederken laiklik-
le modernleşmenin eşanlamlılığına dayalı bir pers-
pektifle kadının merkeze alındığını, fakat özellikle
1970’lerle birlikte Kemalizm’in bir kimlik krizine du-
çar olduğunu söyledi. Bu krizin alâmetlerinden en
önemlilerinden biri Kemalizm’in çizdiği kadın pro-
totipinin dışında, İslâm’a atıfla kimliğini tanımlayan
Müslüman kadınların kamusal alanda varlık göster-
meleriydi. Arvas bu çerçevede başörtüsünü hem bir
ibadet pratiği, hem bir kimlik ve hak, hem de siyasî
bir simge olarak değerlendiriyor. Arvas bu kimlik in-
şası süreçlerini anlamada en önemli metodun yapı-
söküm olduğuna vurgu yaparak Müslüman kadınla-
rın İslâm’ın özünü (ahkam) nasıl tekrarladığına (re-
iterate) baktığını, bunu Derrida’nın differance ve mi-
nimum artık (minimum remainder) kavramlarıyla
yaptığını belirtti.
Hegemonyanın antagonizmalarla, karşıtlıklarla iler-
leyen bir siyasal eylem kuramı olduğunu ifade eden
Arvas, Laclau ve Mouffe’dan aldığı bir tabirle, Müslü-
man kadınların kimlik inşası süreçlerini Kemalizm
ile yaşanan “hegemonik mücadele” bağlamında de-
ğerlendirdi. Müslüman kadınların kamusal alanda
isbat-ı vücut etmelerinin Kemalizm’in seküler ve
milliyetçi bir ulus yaratma projesini nasıl sarstığı-
nı/istikrarsızlaştırdığını tartıştı.
Arvas’ın sunumunun ardından soru cevap bölümü-
ne geçildi. Türkiye’nin mevcut gündemini de ilgilen-
diren bu sıcak konuda oldukça etraflı tartışmalar ya-
pıldı. Katılımcılar hem tezin mutfağı hem de savun-
duğu kanıtları değerlendirerek başörtüsü meselesi
ekseninde Müslüman kadın kimliği üzerine verimli
bir tartışma yürüttüler.
KAM Özel Etkinlik
Current Issues in Turkish ForeignPolicy and Prospects for Future
Philips Robins
31 Mart 2007De¤erlendirme: B i l a l ‹ l h a n
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merke-zi’nin düzenlediği toplantının konuğu Oxford Üni-versitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğ-retim Görevlisi ve aynı zamanda Ortadoğu Araştır-maları Merkezi Üyesi Dr. Philip Robins idi. Son dö-nem Türk Dış Politikası hakkında ABD’de düzenle-nen ve kendisinin de gözlemci olarak katıldığı top-lantılarda edindiği çıkarımlarla kendi düşüncelerini
9
Küresel Araflt›rmalar
MerkeziKAM
Arvas’›n ortaya koydu¤u flekildeki
kuflat›c› bir iddia asl›nda çok
daha genifl bir çal›flmay› ve
ürünü gerekli k›l›yor.
de belirten Robins, konuşmasını genel hatlarıyla üç
ana başlık altında gerçekleştirdi.
İlk olarak Türkiye’nin son dönem dış politikasında
ABD ve AB ile ilişkilerini değerlendiren Robins,
ABD’de katıldığı toplantılardan hareketle bu ilişkile-
rin kötü olduğu yönündeki genel kanaati paylaşmı-
yor. Şu ana kadar ABD ile Türkiye arasında var oldu-
ğu söylenen mükemmel ilişkilerin aslında mitten
öte olmadığını, bu ilişkinin tarihine bakıldığında Ni-
xon döneminde patlak veren haşhaş krizi, Türki-
ye’nin Kıbrıs Çıkartması sonucunda ABD’nin uygu-
ladığı silah ambargosu, I. Körfez Savaşı sonrası Tür-
kiye’nin uğradığı maddî kayıpların tazmini gibi so-
runlardan ötürü zaten var olan gelgitli sürecin aslın-
da son dönemde de devam ettiğini vurguluyor.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde özellikle 1980’li döne-
mi kayıp yıllar olarak nitelendiren Robins, 1996’da
gerçekleştirilen Gümrük Birliği Anlaşması ve
1999’daki Helsinki Zirvesi ile Türkiye-AB arasındaki
ilişkilerin pozitif yönde bir ivme kazandığını belirti-
yor. Avrupa Komisyonu’nun en büyük temsilinin
Türkiye Cumhuriyeti tarafından gerçekleştirildiğini
belirten Robins, Türkiye’nin Ankara’da gerçekleştire-
ceği proje için tam 500 milyon euroluk bir bütçeyi
bu komisyondan aldığını vurguluyor. Türkiye’nin AB
ile bütünleşmesi sürecinin, özellikle ekonomik açı-
dan Türkiye adına birçok kazanımlar sağlayacağını
belirten Robins’e göre, genel hatlarıyla Türkiye’nin
AB ve ABD ile ilişkilerinin sağlıklı değerlendirilmesi
için, bu güçlerin sahip olduğu kurumlarla (NATO,
Avrupa Konseyi vs.) olan ilişkilerin tek tek analiz
edilmesi gerekiyor.
Türkiye’nin son dönem itibariyle Ortadoğu politika-
sında daha aktif bir rol oynadığı kanaatine katılma-
dığını belirten Robins, özellikle Irak konusunda et-
kin bir tavırdan ziyade defansif mobilizasyon olarak
nitelenebilecek bir yönelimin varlığından söz edi-
yor. Son dönemde özellikle İran’ın nükleer faaliyet-
leri sonucu patlak veren krizin sadece Türkiye’yi ilgi-
lendirmediğini, bölge itibariyle İsrail’i ve küresel
manada özellikle ABD’yi daha fazla tedirgin ettiğini
ve bu sebeple İran ile ilişkilerde krizden söz etmenin
doğru olmadığını belirten Robins, 1979’da İran’da
gerçekleştirilen İslâm Devrimi sonrasında da Türki-
ye’nin İran ile ilişkilerinin normal bir seyir izlediğini,
son dönem itibariyle aslında bu seyirde herhangi bir
sapmanın yaşanmadığını vurguladı. PKK meselesin-
den ötürü Suriye ile olan gergin ilişkilerin 1998 yılı-
nın sonbaharında gerçekleştirilen Adana Antlaşması
ile normale döndüğünü ve özellikle son dönemde
karşılıklı olarak devlet başkanlarının ülke ziyaretleri,
iyi niyet bildirimleri ve ticarî faaliyetlerle bu ilişkinin
pozitif yönde ilerlediğini belirtiyor. Son olarak Ro-
bins, Lübnan Krizi’nde Türkiye’nin gösterdiği yakla-
şım ile iyi bir AB üyesi olabileceğini kanıtladığının
altını çiziyor.
Üçüncü ana başlığı genel olarak kamuoyunun tep-
kileri üzerine ayıran Robins, kamuoyunun özellikle
ABD’nin Irak’a müdahalesi ve Kıbrıs meselesinde
AB’nin sergilediği tavırlar karşısındaki reflekslerini
ve bu reflekslerin etkinliğini sorguluyor. Robins,
ABD’nin Irak’a müdahalesi sonucunda Türk kamu-
oyunda olumsuz bir havanın varlığından söz edile-
bilmesine ve özellikle Kıbrıs meselesinde AB’nin
yaklaşımının tepkiyle karşılanmasına rağmen -ki
bu durum zaman zaman kırılmalara dahi sebebiyet
verecek gerginliklere sahne olmuştur- kamuoyu-
nun yavaş yavaş normale döndüğünü, konjonktüre
10
Küresel Araflt›rmalar
MerkeziKAM
Oxford Üniversitesi Siyaset ve Uluslararas›
‹liflkiler Bölümü’nden Dr. Philip Robins,
son dönem Türk D›fl Politikas› hakk›nda
gözlem ve kanaatlerini aktard›.
11
Küresel Araflt›rmalar
MerkeziKAM
göre bazen gerginleşmesinin ise olağan sayılacağı-
nı belirtiyor.
Sonuç itibariyle Türkiye’de hükümet ile devlet (as-
ker, bürokrasi vs.) arasındaki birliktelik ve ayrılıkla-
rın baş gösterdiği ana konulara değinen Robins, bu
konuyu dört farklı alt başlık altında inceliyor. İlk ola-
rak AB ile ilişkiler, ABD’yi Irak politikasında destek-
lememe ve Suriye’yi İsrail ve ABD ile yaşadığı prob-
lemlerde yalnız bırakmama gibi konularda hükümet
ile devlet arasında uzlaşma sağlandığını vurgulayan
Robins, AB sürecinde yaşanan Kıbrıs meselesi ve Fi-
listin’in İsrail ile yaşadığı gerginlik karşısında TC Hü-
kümetinin yaklaşımı ile devlet arasında bir uyum-
suzluk olduğunu ancak bunun yönetilebildiğini be-
lirtti. İslâm Konferansı Örgütü’nde hükümetin izle-
diği aktiflik ve bunun neticesinde İKÖ genel sekrete-
rinin bir Türk olması konusunda devletin herhangi
bir yaklaşımının bulunmadığını vurgulayan Robins,
ayrıca hükümetin Afrika açılımı ve Latin Amerika ile
başlattığı temasların da devlet tarafından önemsen-
mediğini ilave etti.
Küresel Araştırmalar
2007 Bahar Seminerleri
G‹R‹fi SEM‹NERLER‹
‹ktisad›n Temel Kavramlar› M. ‹brahim Turhan
Uluslararas› ‹liflkilerin Temel Kavramlar› Mesut Özcan
TEMEL SEM‹NERLER
Türkiye Ekonomi Politi¤i Sad›k Ünay
Türkiye’de Siyaset ve Strateji Muzaffer fienel
Uluslararas› Finansal Sistem Lokman Gündüz
Uluslararas› Hukukun Temelleri Berdal Aral
Uluslararas› ‹liflkiler Teorileri II ‹smail Yaylac›
Yönetim Düflüncesi Mustafa Özel
ÖZEL SEM‹NERLER
Demokratikleflme ve Uluslararas› ‹liflkiler Ali Resul Usul
‹nsan Kaynaklar› Yönetimi Bahattin Ayd›n
Say›sal Bilginin Mülkiyeti Çetin Kaya Koç
Stratejik Yönetim ve Planlama Haluk Dortluo¤lu
Uzakdo¤u Asya Ekonomi-Politi¤i Süleyman Beflli
12
Vak
it V
ar D
aha
Cem
al S
üre
ya
Elif
Lam
Mim
.Yir
mi
üç
haz
iran
dok
uz
yüz
altm
›fl y
edi
Bu
lan
›k a
tmos
feri
n i
çin
de
gözl
erim
s›m
s›ca
k;
Yeld
e¤ir
men
i’nd
en d
eniz
e sa
rpa
sara
rak
inen
bir
sok
akta
.
Vak
it t
amam
d›r
diy
oru
m.V
e so
ka¤
›n s
esi
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
Bir
kil
ise
tad
› ta
fl›yo
r D
olm
abah
çe c
amii
nin
pen
cere
leri
Uza
ktan
bak
mak
flar
t›yl
a ve
ayd
›nl›
k ol
uflu
nu
say
maz
sak;
Ve
den
izin
gifl
esin
de
otu
ran
k›s
a b
oylu
saa
t k
ule
si
Yak
as›n
›n i
çin
e k
ayd
›rm
›fl h
afif
çe b
as›n
ç-öl
çeri
ni
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
Mer
mer
in m
emel
erin
den
haf
ifçe
haf
ifçe
dam
l›yo
r m
avi
‹lk
mav
i,d
o¤ru
mav
i,ça
y›r
çim
en b
ilgi
si
Cü
cük
len
iyor
ord
a h
emen
›l›
k m
enek
flesi
fiem
s’in
Çal
g›c›
s›n
› d
a ya
n›n
da
gezd
irir
di
Kon
ya’d
a fi
ems
ki
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
MOL
A
Bir
kok
u d
uru
rdu
par
ma¤
› yü
zü¤ü
nü
n i
çin
de
Ger
ind
ikçe
bü
tün
Do¤
uya
yay
ard
› b
eden
ini,
Sa¤
l›¤›
nd
an ç
erçe
vele
r ya
rat›
r K
elim
e H
atu
n
Uzu
n u
zun
du
yard
› gö
zler
ine
çek
ilm
ifl m
ili
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
Evle
rden
çad
›rla
rdan
top
lan
anla
r b
ini
bu
ldu
kça
Pad
iflah
›n ö
nü
nd
e tö
ren
le u
çuru
ldu
kel
lele
ri.
Gec
eyi
bir
der
t gi
bi
geri
de
b›r
akan
Yah
ud
iye
Gü
nd
üz
de
t›rn
akl›
hay
van
lar›
n e
ti h
aram
ed
ild
i
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
Dev
am›
sayf
a 28
’de
MAM Ça¤dafl Kuramc›lar
Pierre Bourdieu: PratiklerinMantığı, Habitus ve Alan Teorisi
Güney Çeğin
23 Ocak 2007
De¤erlendirme: K e m a l C a n
Çağdaş Kuramcılar başlıklı toplantılar dizimizinüçüncüsünü Ocak ayında Denizli Pamukkale Üni-versitesi Sosyoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Gü-ney Çeğin ile birlikte Fransız sosyolog Pierre Bourdi-eu üzerine gerçekleştirdik. Toplantı Güney Çeğin’inüç meslektaşı ile birlikte hazırladığı Ocak ve Zanaat:Pierre Bourdieu Derlemesi (İletişim, 2007) başlıklı ki-tap çerçevesinde Bourdieu’nün pratiklerin mantığı,habitus ve alan teorisi etrafında gerçekleşti.
Çeğin, sunumunu iki aşamalı olarak gerçekleştirdi.Önce Bourdieu’nün eserlerinin gelişimini daha son-ra ise epistemolojisini tanıttı. Çeğin’in teferruatıylatanıttığı birinci bölümü özetlersek; 1930 yılında Gü-neybatı Fransa’nın kırsalında Béarn kasabasında do-ğan Pierre Bourdieu, 1950’li yıllarda Fransa’nın enönemli eğitim kurumu olan Ecole Normale Supéri-eure’da eğitimini tamamladı. Lisansını felsefede ta-mamlayan Bourdieu 1950’lerin ortalarında askerli-ğini yaptığı Cezayir’de Fransız sömürgeciliğinin yıkı-cılığını gördü. Cezayir yılları onu felsefeden kopara-rak sosyolojiye eğildi ve kendini Durkheim sonrasıanavatanında sönümlenen sosyolojinin yenidencanlandırılmasına adadı. İlk eserleri Cezayirliler, Ce-zayir’de Emek ve İşçiler, Köksüzleşme: Cezayir’de Ge-leneksel Tarımın Krizi’nde, bağımsız bir Cezayir’in
acılı doğuşunu aydınlatmak ve ona yardımcı olmak
amacıyla, yerli toplumun organizasyonu ve kültürü
ve onun ücretli emek, kentleşme ve Fransız ordusu-
nun sözde barış politikası altında sert bir biçimde yı-
kılmasının tarihi masaya yatırılır. 1960’ların başla-
rında Cezayir’den, Ecole des Hautes Etudes en Scien-
ces Social’de araştırma müdürlüğünün yanı sıra, kur-
duğu Avrupa Sosyoloji Merkezi’nin direktörlüğünü
yapacağı Paris’e döndü. Burada Kayblialarda ritüel,
akrabalık ve toplumsal değişmeyle ilgili etnolojik ça-
lışmalar yaptı –bu araştırmaların sonuçları Bir Pra-
tik Teori İçin Taslak (1972)’da yer aldı. Bourdieu,
13
Medeniyet Araflt›rmalar›MerkeziMAM
MAM Yuvarlak Masa Toplantıları
ÇA⁄DAfi KURAMCILAR
Pierre Bourdieu: Pratiklerin Mant›¤›, Habitus ve Alan Teorisi Güney Çe¤in
23 Ocak 2007
Anthony Giddens ve Yap›laflma Teorisi Ümit Tatl›can
13 fiubat 2007
John Rawls ve Siyasal Liberalizm M. Fevzi Bilgin
20 Mart 2007
Charles Taylor: Anlam, Ahlâk, Modernlik Ahmet Okumufl
17 Nisan 2007
TEZGÂHTAK‹LER
Mezheplerin Teflekkül Sürecinde Fukahan›n Amel Telakkileri Halit Özkan
16 Ocak 2007
Yap›sökümün ‹slâm Düflüncesine Söyleyecek Neyi Var? Recep Alpya¤›l
27 fiubat 2007
Gazzâlî ve ‹bn Rüfld’de Te’vil Zeynep Gemuhluo¤lu
27 Mart 2007
Seyyid fierif Cürcânî’nin Te’vil Anlay›fl›: Yorumun Metafizik, Mant›kî ve Dilbilimsel Temelleri Ömer Türker
24 Nisan 2007
14
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
okullaşma, sanat, entellektüeller ve siyaset sosyolo-jisine ilgi duymaya başladı. Bu alanların onu cezbet-mesinin nedeni, Batı’nın savaş sonrası zengin top-lumlarında, ‘kültürel sermaye’nin –eğitsel yeterlilik-ler ve burjuva kültürünü tanımanın– hayat fırsatları-nın temel bir belirleyicisi olmaya başladığını ve eşit-siz kültürel sermaye dağılımının bireysel yetenek veakademik meritokrasi kisvesi altında toplumsal hi-yerarşiyi korumaya yardımcı olduğunu düşünme-siydi. Bourdieu bu düşüncesini Mirasçılar (1964) veEğitim Kültür ve Toplumda Yeniden-Üretim (1970)adlı iki kitapta ortaya koydu.
Bourdieu 1970’lerde kültür, sınıf ve gücün örtüştüğügeniş bir konu yelpazesini araştırmayı, Ecole’de eği-tim vermeyi ve editörlüğünü yaptığı Actes de la rec-herche en sciences sociales isimli dergide bir araştır-ma ekibini yönetmeyi sürdürdü. Temel çalışmalarıDistinction (1979) ve Logic of Practise’in (1980) ya-yınlanması 1981’de ona dünya çapında ünlü Durkhe-im’ın kurduğu Collegé de France’da sosyoloji kürsüsübaşkanlığını kazandırdı. 1980’de, yirmi yıldır sürdü-rülen Language and Symbolic Power (1990), HomoAcademicus (1984/1988), State Nobility (1989) ve Ru-les of Art (1992) gibi büyük beğeni toplayan meşak-katli araştırmalar meyvelerini vermeye başladı.
Sunumun ikinci kısmında Bourdieu sosyolojisi veBourdieu’nün içinde yetiştiği Fransız tarihi episte-moloji okulunun epistemolojisine de değinildi.Özellikle Bachelard ve Canguilhem gibi filozoflarıneserleriyle temsil edilen bu gelenek Foucault’nunyanı sıra Bourdieu’nün de en önemli ilham kayna-ğıydı. Bourdieu, sosyolojideki absürd karşıtlıklar ola-rak tanımladığı ve alan ve habitus kavramlarıyla aş-maya çalıştığı birey-toplum, yapı-eylem, makro-mikro gibi dikotomileri doğurgan yapısalcı bilim gö-rüşüyle çürütmeye girişir. Ona haklı bir ün getiren
bu tartışmalarının temelinde Bachelard’ın akılcılı-ğıyla Cassirer’in ilişkisel epistemolojisinin sofistikebir sentezi vardır. Bu sentez ona, Levi-Strauss’un ya-pısalcılığının (bireylerin yapıların otomatları olma-dığı ve ‘nesnel kısıtlayıcılar’ın bireylerin pratik anla-yışına dayanarak eleştirisinin), Parsons’ın sistemdüşüncesinin (gösterişçi kuramcılığın çürük temel-lerinin), sembolik etkileşim ve fenomenolojik sosyo-lojinin (yapısal düzeyin sistematik reddinin doğur-duğu ciddi sorunların), metodolojik bireyciliğin (bi-rey-toplum sahte karşıtlığının) kapsamlı bir eleştiri-sine imkân tanımıştır.
Bourdieu’nün kavramları olan habitus, alan ve ser-mayeye gelince: Habitus, pratiği belirleyen bir katıkurallar topluluğundan ziyade, bireylerin stratejilergeliştirmelerini, yeni durumlara ayak uydurmalarınıve yeni pratikler geliştirmelerini mümkün kılan gev-şek bir kılavuzlar topluluğudur. Bourdieu, habitusunbireyin özel bir yaratısı olmadığını vurgulayarak ide-alizmden uzak durur. Habitus hem toplumsal yapı-nın ürünüdür, hem de toplumsal yapıları yeniden-üreten üretici toplumsal pratikler yapısıdır; o hemözneldir (yorumlama şemalarından oluşur) hem denesneldir (toplumsal yapının etkisini taşır); hemmikrodur (bireysel ve kişiler arası düzeylerde işler)hem de makrodur (toplumsal yapıların bir ürünü veüreticidir). Ancak, habitus her zaman ‘alanlar’ ve‘sermaye’ ile ilişki içinde işler.
Alan ve sermaye ise şöyle tanımlanabilir: Bourdieubir bireyler toplamı olarak veya organik birlikler ya-hut sosyal sistemler olarak toplum anlayışını redde-der. O ‘sosyal alanlar’dan söz eder. Bu düşünce We-ber’in, her biri kendi nispeten özerk gerçekliğine sa-hip (din, hukuk, ekonomi, siyaset gibi) toplumsalalanlardan oluşan toplum tasavvurunu anımsatır.Alanlar farklı kaynaklara (farklı sermaye tiplerine) sa-
Çe¤in, önce Bourdieu’nün eserlerinin
geliflimini daha sonra ise
epistemolojisini tan›tt›.
hip ve prestij, zenginlik ve güç mücadeleleri içindekibireylerin içinde yaşadığı sosyal uzaylardan oluşur.Örneğin, akademik alanda üniversiteler, disiplinlerve fakültelerin oluşturduğu nesnel toplumsal ilişki-lerle bağlantı içinde konumlanan ve mevcut kaynak-ları (sözgelimi, toplumsal bağlar ve bilgileri) kullana-rak otorite, güç, prestij için rekabet eden bireyler var-dır. Bourdieu, farklı alanların farklı sermaye ve kay-nak tiplerine değer verdiklerini, örneğin, kültürelsermaye ve bilginin, diplomalar ve sertifikaların da-ha fazla değerli olduğunu ve onların ekonomiden zi-yade akademik alanda egemenlik mücadelesindeanahtar bir kaynak olduklarını ısrarla vurgular. Ser-maye, bireysel veya toplumsal bir konuma ait, top-lumsal etki veya geçerliliğe sahip kaynaklar veya ni-telikleri anlatır. Birçok sermaye biçimi vardır: ekono-mik sermaye (servet), kültürel sermaye (diploma ve-ya sertifikalar, bilgiler), sembolik sermaye (onur veprestij) ve sosyal sermaye (toplumsal bağlar, itimat).
Yaklaşık iki buçuk saat süren toplantı, uzun ve zevk-li bir müzakere ile neticelendi.
Anthony Giddens ve Yapılaşma Teorisi
Ümit Tatlıcan
13 fiubat 2007
De¤erlendirme: ‹ b r a h i m Z a r i f
Çağdaş Kuramcılar başlıklı toplantılar dizimizin dör-düncüsünü Şubat ayında Aydın Adnan MenderesÜniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ümit Tatlıcan ile birlikte İngiliz sosyolog Anthony
Giddens üzerine gerçekleştirdik. Doç. Dr. Ümit Tatlı-can, Giddens’tan Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları(Bekir Balkız’la birlikte), Tarihî Materyalizmin Çağ-daş Eleştirisi, Sosyal Teoride Merkezi Problemler, Ka-pitalizm ve Modern Sosyal Teori adlı eserleri Türkçe-ye kazandırdı.
Ümit Tatlıcan, Giddens’ın kuramının üç başlık altın-da tasnif edilebileceğini belirterek sözlerine başladı:Yapılaşma Teorisi, Modernleşme Teorisi ve Siyaset Te-orisi (Üçüncü Yol). Kendisinin Yapılaşma Teori-si’nden bahsedeceğini ve diğer iki konuya değineme-yeceğini belirtti. Tatlıcan, Giddens’ın sosyolojik te-orinin en önemli sorunu olarak gördüğü yapı-eylemdüalizmini aşmak için bir dizi kavramlaştırma ve tar-tışma aracılığıyla yapılaşma teorisini inşa ettiğini be-lirtti. 1970’li yıllarda birçok sosyoloğun araştırmagündemini işgal eden bu sorunu çözebilmek içinGiddens öncelikle sosyolojinin klasik birikimini çağ-daş dünyanın sorunları karşısında yeniden ele alır.Bu çalışmalarından Kapitalizm ve Modern Sosyal Te-ori, Marx, Durkheim ve Weber arasında kapsamlı birsentez girişiminin ilk önemli adımı olarak karşımızaçıkar. Giddens bu kitabının kapanış cümlesini şöylebir tespitle bitirir: “Modern sosyolojinin temel görev-lerinden birinin kurucuları uğraştıran bazı sorunlaradönmek olduğunu öne sürmek tamamen geri biradımı önermek değildir: paradoksal olarak, onlarıntemel düzeyde ilgilendikleri problemleri yeniden elealırken, nihayetinde günümüzü bu problemlerin ge-liştirildiği fikirlerin ağır baskısından kurtarmayıumut edebiliriz.” Bu düşünce, Giddens’ı sosyolojikyöntemi ve epistemolojiyi yeniden kurma teşebbü-süne doğru yönlendirmiş ve yapılaşma teorisinin te-mellerinin atıldığı iki eseri yazmaya itmiştir. “Başkatürlü yapabilmek” mümkün önermesi Giddens’ın te-mel çıkış noktasıdır. Sosyolojik Yöntemin Yeni Kural-
15
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
ları (1976) Sosyal Teoride Merkezi Problemler (1979)ve Toplumun İnşası (1984) kitaplarında bu girişiminitemel bir çerçeveye kavuşturur. Giddens bu teşebbü-sünü temellendirebilmek için bir dizi tartışma yap-mıştır.
Öncelikle ‘eylem’e ilişkin düşüncelerin kristalleştiğisosyal teori okulları olan Schutz’un fenomenolojiksosyolojisini, Wittgenstein sonrası felsefenin önemliismi Winch’in “‘anlam’a sahip olmanın zorunlu ola-rak ‘kural’a bağlı olduğu” düşüncesini alır ve yapısal-cı açıklamanın eksikliklerini gidermek için etraflıcatartışır. Ayrıca Apel, Habermas ve Gadamer’in birey-lerin eylemlerini yorumlama etkinlikleriyle ilgili dü-şüncelerinin eleştirisini yaptıktan sonra, yapılaşmadüşüncesi için kullanışlı yönleri olan eylemin niyet-selliği ve iletişimsel boyutu üzerinde durur. Faillik veeylemle ilgili bu kritiklerin ardından toplumsal haya-tın üretim ve yeniden-üretim ilkelerini tespit edebil-mek için düzen, güç ve çatışma kavramlarını Durkhe-im ve Parsons üzerinden tartışır. Ahlâki etkileşim dü-zenlerini açıklayabilmek için işlevselciliğin kavram-larının yetersizliklerinin altını çizer ve terk edilmesi-ni önerir. Giddens daha sonra Toplumun İnşası’ndabu düzencelerini daha detaylı olarak temellendirir.Tatlıcan’a göre, Giddens’ın yapılaşma teorisi özetiniMarx’ın bir sözünde bulur: “İnsanlar tarihlerini ya-parlar fakat kendi seçmedikleri koşullar altında.” Budüşünceden hareketle yapı ve eylemi yapılaşma dü-şüncesinde birleştirmeyi dener. Giddens’a göre, “1-Sosyoloji, önceden-verili bir nesneler evreniyle değil,aksine öznelerin aktif eylemleriyle inşa edilen veyaüretilen bir evrenle ilgilenir. 2- Toplumun üretimi veyeniden üretimi, bu yüzden, bir dizi mekanik süreçolarak değil, aksine üyelerinin beceri gerektiren biricrası olarak alınmalıdır. 3- İnsanî faillik alanı sınırlı-dır. İnsanlar toplumu üretirler, ancak bu üretimi ta-
rihsel olarak konumlanmış aktörler olarak ve kendiseçmedikleri koşullar altında gerçekleştirirler. 4- Ya-pı, sadece insan eylemine kısıtlamalar getiren bir şeyolarak değil, ona imkân sağlayan bir faktör olarak dakavramsallaştırılmalıdır. Yapının ikiliği olarak adlan-dırdığım şey tam da bunu ifade eder…”
Giddens yapılaşma teorisinin temel ilkelerini, özel-likle dil çalışmalarındaki “sözel bilinç”le “pratik bi-linç” arasındaki ayrımı kullanarak; ayrıca Erik Erik-son (ahlâkî benliğin gelişimi, temel güvene karşı-gü-vensizlik, özerkliğe karşı utanç-kuşku ve inisiyatifekarşı güvensizlik analizlerini), Erwin Goffman (gün-lük hayatta benliğin sunuluşu, gündelik hayatın ah-lâkî düzeni, karşılaşmalar ve rutinlerin gündelik ha-yattaki düzenleyici önemleri analizlerini), Levi-Stra-uss (kabile toplumları), Marx ve Weber (sınıflara bö-lünmüş toplumlar ile sınıflı toplumlar analizlerini)ile R. D. Laing’in (ontolojik güvensizlik) çözümleme-lerinden yararlanarak kurar.
Tatlıcan ayrıca Giddens’ın çağdaş Batı Avrupa ve İn-giltere toplumunun üzerinde çalışarak kuramını inşaettiğini ve Batı-dışı toplumların analizinde yenidendeğerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Onun moderndünyada yaşamayı bir “cehennem kamyonu”na ben-zettiğini ve dünyanın içerdiği tehlikelerden kurtula-bilmek için “kontrolün diyalektiğini” sağlayan sosyo-lojiyi kullandığımızı da belirtti. Özellikle modernleş-me analizinin bu temel riskin anlaşılması üzerindetemellendiğinin altını çizdi. Ümit Tatlıcan’ın yaklaşıkiki buçuk saatlik sunumu zevkli, uzun ve tartışmalımüzakerelerle neticelendi.
16
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
Tatl›can, Giddens’›n ça¤dafl Bat› Avrupa ve
‹ngiltere toplumu üzerinde çal›flarak
kuram›n› infla etti¤ini ve Bat›-d›fl›
toplumlar› analizinin yeniden de¤er-
lendirilmesi gerekti¤ini belirtti.
John Rawls ve Siyasal Liberalizm
Mehmet Fevzi Bilgin
20 Mart 2007
De¤erlendirme: H a s a n C ö m e r t
Çağdaş Kuramcılar başlıklı toplantılar dizimizin be-şincisini Mart ayında Sakarya Üniversitesi İİBF Ka-mu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr.Mehmet Fevzi Bilgin ile birlikte ABD’li ünlü siyasetfelsefecisi John Rawls üzerine gerçekleştirdik. M. Fevzi Bilgin, Rawls’un 2007 yılında Bilgi Üniversi-tesi Yayınları arasından çıkan Siyasal Liberalizm baş-lıklı eserini tercüme etti.
M. Fevzi Bilgin konuşmasına Rawls’un 1971’de yaz-dığı A Theory of Justice (Bir Adalet Kuramı) adlı kita-bının, sosyal ve siyasal bilimler alanında büyük tar-tışmaların ortaya çıkmasına vesile olan bir düşünürolduğunu belirterek başladı. Öyle ki, bu eser üzerinebinlerce makale ve yüzlerce kitabın kaleme alındığı-nı, müspet ve menfi tenkitlerin adalet teorileri ala-nında büyük bir külliyat oluşturduğunu söyledi.Rawls bu çalışmasında herkes için kabul edilebilirbir adalet teorisinin genel hatlarını belirlemek içinbazı aksiyomlardan hareketle bir adalet teorisi vaz’etmişti. Siyasal Liberalizm adlı çalışması bu eser-de ortaya koyduğu düşüncelerin bir yeniden gözdengeçirilmesi olarak da okunabilir. Bilgin’e göre, Siya-sal Liberalizm’de Rawls 20. asırda siyasal liberal dü-şüncenin en yetkin örneğini ortaya koymuştur.
Bu eserinde Rawls, insanların farklı ahlâk anlayışla-rına ve iyi hayat düşüncelerine sahip olmalarına rağ-men, hep birlikte onaylayabilecekleri bir siyasal ah-lâkî kavram öne sürmüştür. Rawls önerdiği bu ideal-le, herhangi ahlâkî görüşü veya ideali desteklemez.
Bu ideal ona göre, herhangi bir siyasal ideal ve ahlâ-kî tutumun üzerinde duran bir içeriğe sahiptir. Rawlsburada bir adım daha atarak bu idealin muhatapla-rını belirler: Benimsemiş oldukları makul doktrin-lerle birbirlerinden farklılaşmış eşit ve özgür yurttaş-lar arasında sosyal düzenin adil ve istikrarlı bir daya-nışma sistemine sahip olması için ona göre üç şartyeterli bir çerçeve oluşturur. Bilgin, bu şartları şöyle-ce belirtti: Şartlardan birincisine göre, toplumun te-mel yapıları siyasî bir adalet kavramıyla düzenlen-melidir. İkincisine göre, “bu siyasî kavram makulkapsamlı doktrinler arasında örtüşen bir görüş birli-ğine” sahip olmalıdır. Üçüncü olarak ise, “anayasalesaslar ve temel adalet sorunları mevzubahis oldu-ğunda kamusal tartışmalar bu siyasî adalet kavramı-na uygun olarak” yapılmalıdır. Rawls’un bu üç ilkeyivaz’etmesinin nedeni, birbirinden farklı ve uyuşmazolan dünya görüşleri arasında bir uzlaşma temelisağlayabilmektir. Çağdaş toplumların yüksek düzey-de farklılaşmış ve çeşitlenmiş olması Rawls’un çöz-meye çalıştığı sorunun ana sebebidir. Modern de-mokratik toplumların özelliği Rawls’a göre, ahlakî vesiyasî olarak birbirleriyle uyuşmuyor ve çatışıyor ol-salar da rejimin istikrarını devam ettirebilmek içinmâkul doktrinlere sahip olan farklı dinî ve din-dışıiyi hayat anlayışlarının bir arada bulunabilmesidir.Rawls’a göre bu farklı anlayışların birlikte yaşayabil-melerini sağlayacak siyasal liberal ilkelerden birisibu doktrinlerin mâkuliyet sahibi olmalarıdır. Birbi-riyle uyuşmayan fakat makul kapsamlı doktrinleresahip olan farklı dünya görüşlerinin çoğulculuğu,makul yurttaşların varlığı ve katılımı neticede makulbir siyasal adalet görüşünün ortaya çıkmasını sağlar.Mâkuliyet ilkesi bu anlamda iki tarafın varlığını ge-rektiren bir niteliğe sahip olduğu için, özgür ve eşityurttaşların baskıdan uzak ve ahlakî olarak değer ta-şıyan bir ilişki biçimine de işaret eder. Mâkul birey-
17
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
Mâkul bireyler, mâkul ö¤retiler, mâkul
ço¤ulluk gibi kavramlar Rawls’un
modelinde hayatî bir yer tutar;
çünkü bu mâkullük Rawls’un te-
orisinin do¤rulu¤u için
‘varsayd›¤›’ bir fleydir.
ler, mâkul öğretiler, mâkul çoğulluk gibi kavramlarRawls’un modelinde hayatî bir yer tutar; çünkü bumâkullük Rawls’un teorisinin doğruluğu için ‘var-saydığı’ bir şeydir. Rawls’a göre, farklı dinî yahut din-dışı görüşleri hem adil olan hem de istikrarlı bir sos-yal düzen içinde bir arada tutabilmek için bazı sos-yolojik ön gerekliliklere ihtiyaç vardır. BuradaRawls’un aklında modern Batılı demokrasiler oldu-ğu söylenebilir. Fakat Bilgin, Rawls’un çizdiği bu çer-çevenin gelişmekte olan demokrasiler için de çokanlamlara sahip olduğunu belirtti. En azından sos-yolojik olarak böyle bir teorinin sosyolojik ön gerek-liliği için mâkul çoğulculuk etrafında oluşmuş birsosyal sistem varsayılmaktadır. İkinci olarak ise, mâ-kul çoğulculuk olgusu etrafında siyasî birliğe ilişkinbir normatif öğe vazedilir. Bu anlamda siyasal libe-ralizm örtüşen görüş birliğine sahip farklı dünya gö-rüşlerinin istikrarlı ve adil bir siyasal ve sosyal düzeniçin sınırlarını “makul çoğulculuk” ilkesi ile vaz’edenbir muhtevaya sahiptir. Yurttaşların görüşü ne olur-sa olsun mâkuliyet ilkesi gereğince ötekini tanımakve ahlâkî özerkliğine başta belirtilen üç ilke çerçeve-sinde saygılı olmak zorunluluğu vardır.
Katılımcıların güncel örneklerden hareketle sorduk-ları sorular önemli tartışmalar açtı ve yaklaşık iki sa-atlik toplantı tatmin edici olmayan bir duyguyla sonbuldu: Makul olduğu varsayılan dünya görüşlerihem mâkuliyetlerine halel getirmeden ve kurucuönermelerinden taviz vermeden nasıl makul olabi-lirler ve aynı zamanda hem de nasıl kendileri olarakkalabilirler?
Charles Taylor:Anlam, Ahlâk, Modernlik
Ahmet Okumuş
17 Nisan 2007De¤erlendirme: E m r a h G a r i p o ¤ l u
Çağdaş Kuramcılar başlıklı toplantılar dizimizin al-
tıncısını Nisan ayında Sabancı Üniversitesi Sanat ve
Sosyal Bilimler Fakültesi’nde doktora çalışmalarını
sürdürmekte olan Ahmet Okumuş ile birlikte Kana-
dalı siyaset ve ahlâk felsefecisi Charles Taylor üzeri-
ne gerçekleştirdik.
Ahmet Okumuş konuşmasına Taylor’ın Türkiye’de
çok tanınan bir düşünür olmadığını belirterek başla-
dı. Taylor’ın Rawls tipi liberalizm ve liberal modern-
lik düşüncesinin en ısrarlı tenkitçilerinden birisi ol-
duğunu; dil felsefesinden felsefî psikolojiye, yapay
zekâ tartışmalarından eylem felsefesine son zaman-
larda ise din felsefesinden sekülerizm tartışmaları-
na, siyaset felsefesinden güncel politik yazılara ka-
dar birçok alanda eserler verdiğini sözlerine ekledi.
Bu anlamda yazma alanının genişliği nedeniyle Ha-
bermas’a benzetebileceğini söyledi. Hocası Isaiah
Berlin’in Taylor’u, Kirpiler ve Tilkiler adlı düşünce
tarihi çalışmasında düşünürleri ironik bir yaklaşım-
la belirli konulara odaklanan ve bir konu üzerinde
derinleşen düşünürlerle (kirpiler), pek çok konuya
bir tilki gibi dalan ve araştıran ve onlar üzerine ya-
zanlar olarak gördüğü tilkilere benzettiğini belirtti.
Okumuş, bu kadar farklı konuda yazan bir düşünü-
rü, anlam-ahlâk ve ahlâk ve modernlik çerçevesinde
ele alacağını sözlerine ekledi.
18
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
19
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
1931’de Quebec’te doğan Taylor’ın iki dilli (İngilizce-Fransızca) bir yer olan Quebec’in düşüncelerinin şe-killenmesini etkilediğini belirtti. Okumuş örneğinQuebec’te Fransızcanın bir yaşam tarzı, bir var oluşbiçimi olarak, İngilizcenin ise araçsal bir dil tasavvu-ru ile algılandığını, bu iki algının ve iki dilli olmanınTaylor’ın dil tasavvurunun ne kadar farklılaşacağınıgörmesini sağladığını; ileri yaşlarındaki çalışmala-rında “expresive” ve “araçsal” dil anlayışı ayrımınakaynaklık ettiğini; ayrıca oradaki Katolik çevrenin deayrıca filozofun kimliğinin oluşumunda etkili oldu-ğunu ekledi. Taylor’ın akademik hayatı hakkında ay-rıntılı bilgiler veren Okumuş, 1952’de McGill’de tarihbitirdiğini daha sonra 1956’da Oxford’da Isaiah Ber-lin yanında doktora çalışmalarına başladığını, ayrıcaE. Anscombe gibi düşünürlerin öğrenciliğini yaptığı-nı 1961’de Berlin danışmanlığında doktorasını ta-mamlayarak Kanada’ya döndüğünü belirtti. Oku-muş, Taylor’ın Kanada’ya dönüşünde 1962’de aktifsiyasete girdiğini daha sonra 1964’de doktora teziniExplanation of Behavior adıyla yayınladığını; bueserde, analitik felsefe dünyasında çok erken bir dö-nemde Merleau-Ponty’yi ele aldığını ve davranışsal-cılığa önemli tenkitler getirdiğini söyledi. Taylor,1979’da Oxford’a dönerek prestijli bir konum olanIsaiah Berlin’in yerini alıyor; Sosyal ve Siyasal Teorikürsüsünü. 2007 yılında ise bilimle din arasında an-lamlı bir diyalog kurduğu için dünyada bir kişiye ve-rilen en yüksek ödül olan Templeton ödülünü (ilkkez bir filozofa verildi) kazandı. 20. yüzyılın enönemli Hegel şerhlerinden birisi olan kapsamlı He-gel kitabını 1975’te yazan Taylor’ın çalışmalarına ge-nel bir isim vermek gerekirse “felsefî antropoloji” de-nebilir. Taylor akademik hayatı boyunca epistemolo-ji tenkitleri, faillik sorunu, insan felsefesi gibi konu-larla ilgilenmiştir. Taylor’ın başyapıtı ise Sources ofthe Self’dir. Burada, bir fail, ahlâki bir özne olmanın
ontolojik ve tarihî çerçevesini çizmeye çalışmıştır.Son dönemde ise, “modern bir Katoliklik” değil de“bir Katolik modernliği mümkün müdür?” sorusunusorduğunu ve A Catholic Modernity adlı eserinde se-küler büyük anlatıları ve benzer sorunları tartıştığınıbelirtti.
Okumuş, konuşmasının ikinci bölümüne Merleau-Ponty’nin “İnsan anlama mahkûmdur” sözünü zik-rederek başladı. Dünyası olan tek varlık insandır,çünkü taşın bir dünyası yoktur, bir konumu vardır.Hayvanların dünyası kısıtlı bir dünyadır; bir ufuk,anlamlar ve semantik bir uzaya sahip tek varlık in-sandır. İnsan, diğer hayvanlara göre “yetersiz ihtisas-laşmış” bir varlıktır. Her hayvan yırtıcılık, uçma vs.gibi hususlarda ihtisaslaşmış iken, insan yetersiz ih-tisaslaşma nedeniyle dünyayla ilişkisi semantik biruzay tavassutuyla olur. Bu çıkarımlardan hareketleTaylor, modernite kritiğine girer. Modern epistemo-lojik model, insanı refleksif, angaje olmamış bir gö-rüşle algılar. Taylor’a göre bu model yanlıştır. Kat-manlar olarak bakılırsa bu yaklaşım bilme kipimizinancak son aşamasıdır. İnsanın dünyayla ilişkisi çokdaha zengin anlamlara gömülüdür. Bilme kiplerimizsadece düşünümsel değildir, insanları anlamlarladolu olarak ve pratik ustalıklarla biliriz. Refleksif bil-memiz bir önplandır fakat bu önplan her zaman birarkaplan ile doludur. Fail olma ona göre angajedir,bedenlenmiş (Merleau-Ponty) ve yönelimseldir (fe-nomenolojik gelenek). Bilme biçimlerimiz episte-molojik modelin öngördüğünden çok daha katman-lı ve zengindir. Fakat bu arkaplan asla ise tamamenönplan haline getirilemez. Bu tespitler ahlâk felsefe-si açısından sonuçlara sahiptir.
Taylor’a göre bir iyi tasavvurumuz olmadan ahlâkîözneler olamayız. Onun iyi kavramı Aristocu gelene-ğe dayanır. Bu düşüncesi aracılığıyla ahlâkî öznenin
Okumufl’a göre, Taylor, Kantç› formalizmi
ve ahlâkî tutumlar›m›z› tek bir
önermeye indirgeyen epistemolojik
modeli elefltirir ve “Do¤ru hayat
nedir?” sorusuna aç›l›r.
tanımlanmasına, Kant’ın kategorik buyruklara daya-nan ahlâkî özne fikrini (formalizm) ve faydacıların çı-kar etiğini kritik eder. Taylor, Kantçı formalizmi ve ah-lâkî tutumlarımızı tek bir önermeye indirgeyen epis-temolojik modeli eleştirir ve “Doğru hayat nedir?” so-rusuna açılır. Taylor, “benliğin ontolojik yapılarını”ortaya çıkararak iyi tasavvurlar arasındaki farklılıklarıtespit eder: yüksek iyiler, inşa edici iyiler gibi değişikiyi tasavvurlarımız vardır. Ahlâkî ve modern benlikkaçınılmaz sorular ufkunda yaşar. Bunun sosyal pra-tiklere işlemiş ve yaşamsallaşmış formları vardır. Ör-neğin kimlikle benlik arasında bu iyi tasavvuru vardır.Taylor bu noktada, modern benliğin ne tür iyi tasav-vurları üzerinde yükseldiğini araştırır. Burada karşı-mıza angaje olmamış bir fert, gündelik hayatın olum-lanması ve rasyonel bir biçimde kendisine hâkim ol-ma gibi unsurlar çıkar. Sıradan/günlük hayat pre-mo-dern dönemde iyi hayat için bir altyapıdır. Bizatihikendisi iyi değildir. Modern dönemde sıradan hayatbizatihi kendisi iyi olarak görülür. Sıradan hayatınolumlanması modern dönemde teistik perspektiftenkoparılmıştır. Bunları söylerken Taylor’ın yöntemi“kökenleri berraklaştırma”dır. Sürekli olarak tarihî te-mellerini araştırarak önermelerini öne sürer. Taylor’agöre, kendi-olma ahlâkı hakiki bir idealdir. Uygun ah-lâkî yapılardan koptuğu için modern benlik yanlıştopraklarda büyümüştür.
Taylor’a göre ahlâk düşüncesinde günümüzde üç ra-kip perspektif vardır: Birincisi dışlayıcı hümanizm(epistemolojik model-hayatın pratik olumlanışı,benliği ahlâkın kaynağı olarak görür), ikincisi anti-hümanizm (Nietzscheci ve anti- Nietzscheci pers-pektifler-hayatın pratik olumlanışı), üçüncüsü iseteistik perspektif (antropo-sentrik olmayan hayatınpratik olumlanışı). Modern dönemde “sabitelerimi-zin kırılgan olduğu perspektifte yaşıyor” olmanın bi-
linci bütün perspektifler için geçerlidir. Taylor buperspektifleri kesen bir sorun olan öznelciliği ise,muhteva öznelciliği ile üslup öznelciliği olarak ikiyeayırır.
Okumuş’un ayrıntılı ve kapsamlı sunuşu uzun birsoru-cevap faslıyla son buldu.
MAM Tezgâhtakiler
Mezheplerin Teşekkül SürecindeFukahanın Amel Telakkileri
Halit Özkan
16 Ocak 2007
De¤erlendirme: Ö z g ü r K a v a k
MAM Tezgâhtakiler toplantısında, konuğumuz Dr.Halit Özkan, MÜ SBE Temel İslâm Bilimleri Hadis bi-lim dalında tamamladığı “Hicri İlk İki Asırda FarklıŞehirlerde Amel Telâkkisi Oluşumunda Sünnet veHadisin Yeri” (İstanbul 2006) başlıklı tezini sundu.
İslâmî ilimlerin teşekkülüne dair modern tartışma-lara bir katkı özelliğini taşıyan bu çalışma bir yönüy-le tarih araştırmaları kapsamında değerlendirilebi-lirken, fıkıh ve hadis usulü ilimlerinin önemli birkavramına değinmesi itibariyle de usul çalışması ni-teliğindedir. Bu sebeple müellif sunumuna tezininmodern literatür içerisindeki yerini ve anlamını elealarak başladı. Buna göre her şeyden önce İslâmi-yet’in ilk iki asrını incelemenin zorlukları bu çalışmaiçin de söz konusu olmuştur. Kaynakların nispî ek-sikliğinin başat bir problem olduğu bu döneme dairsöz söylemek her şeyden önce büyük bir risk taşı-
20
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
maktadır. Buna mukabil alanın bakir olması bu riskigöze alma cesareti vermektedir. Zira konuyla ilgilimodern literatürde dile getirilen onlarca iddia yeter-li mesnetten yoksundur.
Çalışmanın bir dizi temel kavramı bulunmaktadır.Tezin ana çerçevesini de belirleyen bu kavramlararasında sahabe göçü, emsâr, fukaha (ehl-i ilim,âlim), fukahaü’l-emsâr ve amel kavramları önemli-dir. Özkan, İslâmî ilimlerin teşekkül devresine ait or-yantalist iddiaların merkezinde yeni dinin temelmetin veya ilkelerinin belirleyiciliğinden çok coğraf-ya başta olmak üzere tali unsurların öne çıkarılması-nın bir yanılgıya sebebiyet verdiğini düşünmektedir.Ona göre Hz. Peygamber’in arkadaşlarının değişikşehirlere göç etmesi amel kavramının ortaya çıkışın-da merkezî role sahiptir. Zira sahabe beraberindeHz. Peygamber’den aldığı bilgiyi götürmüş ve bu şe-hirlerdeki hayatın mezkûr bilgiye göre şekil almasınısağlamıştır. Tezin ana kavramlarından olan emsârise hususî bir iradeyle kurulan ya da farklı bir mahi-yete büründürülen şehirleri ifade etmektedir. Buçerçevede tezin ilgi sahasına giren bu büyük ilmî vesiyasî merkezler Mekke, Medine, Kufe, Basra veŞam’dır. Fukaha kavramının bu dönemde ortaya çık-ması ise İslâm medeniyeti içerisinde bir ilim gelene-ğinin varlığını gösteren önemli emarelerden biridir.Aynı şekilde fukahâü’l-emsar kavramı şehirlerdehalkalanan ve temsil kabiliyeti bulunan ulemayaatıfta bulunmaktadır. Tezin asıl kavramı olan ameliçin ise efradını cami ağyarını mani bir tanımlama-nın kolay olmadığını vurgulayan Özkan’a göre yinede ameli “herhangi bir ilmî çevreye mensup fakihle-rin belirli bir furu [fıkıh] meselesinde takip ettikleriuygulamalar ve özellikle bu uygulamaların ortayaçıktığı süreç” olarak tanımlamak mümkündür. Butanımın aslında Kitap, sünnet, icma gibi temel delil-
leri de kapsadığının farkında olan müellif, tezindeameli daha ziyade fukahanın riayet ettiği “yazısız ku-rallar bütünü” anlamında kullandığını belirtti.
Sunumun kavram tanımlarına yönelik genel bir çer-çeve çizen ilk kısmının ardından amel kavramınadair fikir beyan eden klasik ve modern dönemde ka-leme alınan eserlerin tenkitli bir değerlendirmesiyapıldı. Amelin bu eserlerde icma başlığı altındaalınması ve bağlayıcılığıyla ilgili olarak söylenenle-rin yanında bu konudaki esas problem, amelin sade-ce Maliki mezhebine ait bir kavram olarak görülme-sinde yatmaktadır. Özkan’ın çalışmasının önemlevurguladığı hususlardan biri, Medine dışındaki İs-lâm şehirlerinde de, “meşhur sünnet” veya “sünnet-i maziye” gibi tabirlerle ifade edilse de muhteva ola-rak amelle örtüşen bir kabulün varlığıdır. Üsteliktüm şehirlerde görülen bu benzer anlayışın kaynağısünnete dayanmaktadır.
Bu tespitlerin ardından Özkan amel kavramınınmeşruiyet temelleri üzerinde durarak tabiin nesli ta-rafından amelin hangi şartlarla muteber kabul edil-diği konusuna değindi. Buna göre başta Hz. Ömer veHz. Ali olmak üzere bazı büyük sahabilerin ameli ter-viç eden sözleri ilk nesil üzerinde amel konusundabelli bir anlayışı oluşturmaktadır. Bu anlayış tabiinnesli tarafından müsellem kabul edilmiş ve dahagüçlü ve muteber bir delilin olmadığı durumlardaamel aynıyla tatbik edilmiştir. Ancak burada belirtil-mesi gereken önemli bir husus amelin tüm şehirler-de ve hatta aynı şehir içerisinde dahi yeknesak olma-dığıdır. Amelin kaynağını sahabiler oluşturduğun-dan, sahabilerin de sünnet bilgisi birbirleriyle farklıolduğundan, onların oluşumuna katkıda bulunduğuamel de yeknesaklık arz etmemektedir. Fukaha geliş-tirdiği birtakım kıstaslar ışığında hangi ameli ne gibişartlarda kabul edeceğine karar vermektedir.
21
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
Özkan’›n tezinin ana kavramlar›ndan olan
emsâr, hususî bir iradeyle kurulan ya
da farkl› bir mahiyete büründürülen
flehirleri ifade etmektedir.
Sunumun son kısmında İmam Malik’in amel anlayı-şına değinildi. Bu çerçevede modern dönemde fazla-sıyla söze konu olan Muvatta adlı eseri merkeze ala-rak Malik’in amel hakkındaki kanaatleri belirlenme-ye çalışıldı. Buna göre İmam Malik amelin Hz. Pey-gamber’den kaynaklandığı kanaatindedir ve amelimütevatir değerinde görmektedir. Dolayısıyla amel,hadis rivayeti için bir kıstastır. Bu kıstasa uymayanhadisler reddedilir veya hiçbir şekilde gündeme ta-şınmaz. Amelin muteberliği sadece Medine’ye mihastır, yoksa diğer bölgelerdeki ameller de mutebermidir? Bu soruya Muvatta’dan hareketle cevap ver-mek zordur. Birbiriyle çelişen tarihî rivayetler de bukonuda bir kanaat belirlemeyi zorlaştırmaktadır. Dr.Özkan kendi kanaatini İmam Malik’in diğer beldele-rin amelini kabul ettiği yönünde belirlemektedir.
Sunumda ayrıca Medine dışında amel anlayışına sa-
hip olan şehirler ve buralardaki ulemanın yaklaşım-
larına temas edildi. Hicri ikinci asırdaki amel tartış-
malarına değinildikten sonra amel anlayışının Me-
dine ile sınırlı olmadığı vurgulanarak tüm İslâm şe-
hirlerinin aynı süreçten geçtiği, ilim geleneğinin olu-
şumu ve devamı açısından şehirler arasında bir far-
kın bulunmadığı, ancak üçüncü asırla birlikte ilim
anlayışının yazılı bir geleneğe dönüşmesinin söz ko-
nusu olmasıyla ameldeki muğlâklığın merfu hadis-
lere itibar etme anlayışının öncelenerek aşılmaya
çabalandığı vurgulandı.
Sunumun soru ve katkılar kısmında İslâm şehirle-
rinde amel anlayışının oluşmasında belirleyici krite-
rin coğrafya ve halkın örf ve adetlerinin etkisinden
ne oranda bağımsız olduğu konusu ile ameli muha-
faza eden ve sonraki nesillere aktaran amel ehlinin
kimliği tartışıldı. Bu çerçevede modernist İslâm hu-
kuk literatüründe gündeme taşınan “yaşayan gele-
nek” olgusuyla amel kavramının örtüşen ve ayrılan
yönleri belirlenmeye çalışıldı. Dr. Özkan amel anla-
yışının esas itibariyle sahabenin ilmine dayandığı ve
bu ilmin kaynağının Hz. Peygamber olduğu hususu-
nu vurgulayarak sözlerine son verdi.
Alanındaki dikkate değer çalışmalardan biri olma
özelliğini taşıyan bu çalışma başta fıkıh ve hadis gibi
İslâmî ilimlerle ilgili çalışmalarda ufuk açıcı özelliği-
nin yanında bir İslâm şehrinin teşekkülünde başat
unsur olarak Hz. Peygamber’in otoritesinin önemi-
ne olan vurgusuyla da şehir ve medeniyet tarihi
araştırmacıları için önemli açılımlar sunmaktadır.
Zira Hz. Muhammed ve arkadaşlarının görüş ve uy-
gulamalarının ulemanın eliyle yoğrularak birçoğu
yeni kurulan büyük İslâm şehirlerinin inşasında ba-
şat bir mevkide olduğu düşüncesi şehri ve medeni-
yeti kuran diğer unsurlarla birlikte değerlendirildi-
ğinde önemli açılımlara imkân sağlayabilir.
Yapısökümün İslâm DüşüncesineSöyleyecek Neyi Var?
Recep Alpyağıl
27 fiubat 2007De¤erlendirme: A r i f B i l i r
Derrida ve yapısöküm (dekonstrüksiyon) düşünce-
sinin Türkiye’de henüz İslâmî ilimler ve din bilimleri
sahasına sirayet etmediği dikkate alındığında “Yapı-
sökümün İslâm Düşüncesine Söyleyecek Neyi Var?”
başlıklı bir sunumun ne kadar ilgi çekici olabileceği
takdir edilebilir. Dr. Recep Alpyağıl da muhtemelen
22
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
aynı düşünceden hareketle, 2006 yılında İÜ SBE Fel-
sefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı’nda tamamladı-
ğı “Din Felsefesinde Dekonstrüksiyon” başlıklı dok-
tora tezini, MAM’ın aylık Tezgâhtakiler toplantıları-
nın Şubat oturumunda “Yapısökümün İslâm Dü-
şüncesine Söyleyecek Neyi Var?” başlığı altında din-
leyicilerle paylaştı.
Yazı ile konuşma arasında ifade ettikleri anlam ve
muhataptaki etkisi açısından yaptığı ayırımla su-
numuna başlayan Alpyağıl, sunumunun ilk kısmın-
da genel olarak Derrida’nın düşüncesinin ana um-
delerini ortaya koymaya çalışarak yapısökümün
olumlu bir süreç olduğunu, bu anlamda da dinle
arasında müspet bir alâkanın kurulabileceğini ifa-
de etti. Klasik metafizik düşüncenin bir “huzur me-
tafiziği” olduğunu ifade eden Alpyağıl, bu “huzur
metafiziği”nin bir yandan hakikati açıklama iddi-
asında bulunduğunu, ancak aslında açıkladıkların-
dan daha çoğunu örtbas ettiğini, dolayısıyla yapı-
sökümün bu huzur haline karşılık bir tür huzursuz-
luk ve tedirginlik halini önplana çıkartarak sürekli
tetikte olan bir eleştirel tavır takınmaya çağırdığını
belirtti. Zaten Alpyağıl’a göre yapısökümle olumlu
bir din felsefesine ulaşmanın imkânı da onun “eleş-
tirel akılcı” perspektifinin her zaman akılda tutul-
masına bağlıdır.
Yapısökümün postmodernizmle özdeşleştirileme-
yeceğini özellikle vurgulayan Alpyağıl, Derrida’nın
düşüncelerinin daha çok modernizm ve postmoder-
nizm arasında ya da onların ötesinde yer aldığını be-
lirtti. Ona göre yapısöküm, postmodernizmin rölati-
vist ve nihilist imaları düşünüldüğünde onunla mu-
kayese edilemeyecek kadar olumlayıcı bir nitelik ta-
şımaktadır. Alpyağıl, yapısöküme yüklediği anlamla-
rı şu şekilde sıraladı: (i) Yapısöküm, yeni sorular gün-
deme getirmek, zaten sorulmuş olanlar için de yeni
olanaklar ve açılımlar üretebilmek anlamına gel-
mektedir ve bu anlamıyla yapısöküm bir sonuç de-
ğil, yeni bir başlangıçtır. (ii) Yapısöküm, geleneğe
yaslanarak, gelenek içinde kalarak yeni şeyler üret-
me, onu yeniden yeni bir biçimle canlandırma anla-
mı taşır. (iii) Yapısöküm, tek yanlı tutumlardan kay-
naklanan ikici alternatifler arasında sıkışıp kalma-
yan, her iki alternatifi de dikkate alarak yeni pers-
pektifler oluşturmak anlamına gelmektedir.
Alpyağıl’a göre yapısökümü, din felsefesi alanında
onto-teoloji eleştirisi ve Mesihlik vurgusu ile değer-
lendirmek daha avantajlı ve tutarlı bir yoldur ve Türk
düşünce hayatına katkısı da bu iki unsurun başlan-
gıç noktası olarak ele alınmasına bağlıdır. Yapısökü-
mün İslâm düşüncesiyle diyalogundan verimli so-
nuçlar alınacağı ümidinde olan Alpyağıl, bu amaçla
sunuşunun ikinci kısmında ağırlıklı olarak sufî dü-
şünce ile yapısöküm arasındaki benzerlikler üzerin-
de durdu. Ona göre sufîlerin hayret makamı olarak
adlandırdıkları hâl, yapısökümün hedefini de
önemli ölçüde karşılamaktadır. Hayret, sufînin yol-
culuğunda nihaî hedef değildir ve bu süreç düşünsel
bir türbülansla değil, sükûnetle neticelenir. Bir mis-
tiğin seyr ü sülûkunda metafizik hayret önemli bir
makamdır, ama mistik bu hayret (yani yapısöküm)
içinde sonsuza dek kalamaz. Hayret, şaşkınlığa ve
şaşırmışlığa dönmemelidir. Bu hâl, gerçek hakikate
yakınlığın önemli bir evresidir, ama aşılması gereken
bir evredir.
Bilhassa din felsefesi açısından yapısökümün “nega-tif teoloji” vurgusunun, İslâm düşüncesindeki karşı-lıklarıyla ilişkisine de dikkat çeken Alpyağıl, hem ta-
23
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
Yap›sökümün ‹slâm düflüncesiyle diyalogundan
verimli sonuçlar al›naca¤› ümidinde olan
Alpya¤›l, sufî düflünce ile yap›söküm
aras›ndaki benzerlikler üzerinde de durdu.
savvufî hem de felsefî gelenekte buna tekabül edenunsurların bulunduğunu ve bunun verimli bir alış-verişe de imkân tanıyacağını belirtti.
Alpyağıl’ın sunumunun ardından yapısökümün İs-lâm düşüncesi için ifade ettiği anlama yönelik dinle-yicilerin soruları çerçevesinde gelişen verimli birtartışmayla toplantı sona erdi.
Gazzâlî ve İbn Rüşd’de Te’vil
Zeynep Gemuhluoğlu
27 Mart 2007De¤erlendirme: Y u n u s Y › l d › z
Geçen on yıl zarfında İslâm düşüncesinin hermenötik
yöntem bağlamında yeniden yorumlanmasına yöne-
lik çabalar ve tartışmalar, te’vil meselesinin klasik dö-
nemdeki anlam ve konumunu yeniden ele alma ge-
rekliliğini gündeme getirdi. İslâm düşüncesinin her üç
alanında da (kelam, felsefe ve tasavvuf) zengin açılım-
ları bulunan te’vil kavramı, Tezgâhtakiler toplantıları
çerçevesinde Dr. Zeynep Gemuhluoğlu tarafından bu
geleneğin iki mühim siması, Gazzâlî ve İbn Rüşd, bağ-
lamında tartışmaya açıldı.
Te’vili öncelikle Kur’an olmak üzere dinî ifadelerin an-
laşılması ve yorumlanması için geliştirilmiş, ancak za-
manla felsefî, teolojik, mezhebî ve siyasî açılımlar ka-
zanmış bir yöntem olarak tanımlayan Gemuhluoğlu,
aslı itibariyle ilahî kelamın ve metnin anlaşılması ve
yorumlanması için bir imkân olan te’vilin, Hz. Pey-
gamber’in vefatından sonra bu kelamı/metni yorum-
layacak nihaî bir otorite bulunmaması sebebiyle sos-
yal, hukukî ve siyasî anlamda bir probleme dönüştü-ğünü vurguladı.
Bu noktada Gemuhluoğlu’na göre dinî ifadelerin yo-rumlanmasıyla ilgili iki ana eğilimden bahsedilebilir:İlk grubun bir ucunda, ifadelerin bilinen zahirî an-lamları dışında her türlü dilsel delaletleri reddedenSelefiler bulunurken, diğer ucunda zahirî anlamlarınötesinde mecazî delaletlerin bulunduğunu ve bazı ifa-delerin mutlaka bu mecazî anlamlarla te’vil edilmesigerektiğini savunan Mu‘tezilîler, bu hattın ortasındaise mecazî delaletleri kabul etmekle beraber, bu türyorumların yapılmasını “mutlaklık” seviyesinde gör-meyen Eş‘arî kelamcılar bulunmaktadır. İkinci grubunise bir ucunda ifadelerin her türlü dilsel delaletlerinireddeden İsmailî-Bâtınîler yer alırken diğer ucunu isegerçek mananın dilsel delaletlerden hareketle eldeedilemeyeceğini kabul eden ancak ifadelerin zahirînide ilahî kelamın tezahürlerinden biri olarak gören su-fîler teşkil etmektedir. Filozofların te’vil konusundakitutumu ise duruma göre bu iki uç noktanın arasındayer alan bir nitelik arz etmektedir.
Gazzâlî ve İbn Rüşd’ün te’vil konusundaki görüşlerini“Tehafütler tartışması” yerine düşünürlerin kendi sis-temlerini bir bütün olarak ele alarak değerlendirmeyitercih eden Gemuhluoğlu, Gazzâlî’nin te’vil teorisi-nin, onun ilahî kelam-metin, anlama ve yorum ara-sında kurduğu ilişkilerin özel bir biçimi olduğuna dik-kat çekti. Gemuhluoğlu’nun tespitlerine göre Gazzâ-lî’nin tanımladığı biçimiyle yorum, ister “kabuk-öz”ilişkisinde kabuktan öze, isterse zahir-bâtın ilişkisindezahirden bâtına geçişin adı olsun, artık dilsel delaletdüzeyinin çok ötesinde, varoluşsal bir mana kazan-maktadır. Zira bu tür bir yorum gerçekleştiğinde, artıkbir “metni” anlamaktan ve açıklamaktan değil, bizzatonu tecrübe etmekten ve onun bizi “dönüştürmesin-
24
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
Gemuhluo¤lu’na göre, Gazzâlî ve
‹bn Rüfld’ün te’vil konusundaki
görüfllerini “Tehafütler tart›flmas›”
yerine düflünürlerin kendi sistemlerini
bir bütün olarak de¤erlendirmeyi
tercih etmek gerekir.
den” söz ediyoruz demektir. Te’vil incelemesine Gaz-zâlî’nin varlıktan başlanmasının nedeni, mutlaklık se-viyesinde düşünce ve dildeki bütün oluşların kaynağı-nın varlık olması ve varlıktan sonra gelen her şeyinonunla anlam kazanmasıdır. Te’ville ilgili tartışmaları-nın dil eksenli olmasının nedeni, -özellikle Gazzâlî sözkonusu olduğunda- anlamın kaynağının dil olmasıdeğil, dilin varlığa gidişte vasıta ve duyular ile zihninsüzgecinden geçen varlığın aynası olmasıdır. Bu ne-denle öncelikle varlıktan başlayarak dile ve hatta dilsonrasına uzanıp yeni biçimlere giren varlığın izinisürmek en doğru yol olarak görünmektedir. Buna gö-re te’vil, mutlak anlamda, varlık, dil ve düşünce ara-sındaki bağın nasıl kurulduğunun araştırılması anla-mına gelmektedir.
Sonuç olarak, Gemuhluoğlu’na göre Gazzâlî’nin te’vilteorisi ve yorumları, onun ontolojisi ve kozmolojisi ileiç içedir. Nitekim ontolojiyle bu şekilde ilişkilendirilente’vil eylemi, Allah’ın zatı ve sıfatlarının anlaşılmasıiçin geliştirilen basit dilsel bir metot olmaktan çıka-rak, sonsuz bir ilahî bilgiden neşet eden bir bilgiylemuhatap olan fani insanların bu bilgiyi anlama veonunla ilgili sorumluluk alma aracına dönüşmüştür.Te’vil ve yorum böylece ilahî kelamın, varlığın farklımertebelerindeki tahakkukunu anlamlandırma ma-nasına gelmektedir.
Sunumunda ağırlıklı olarak Gazzâlî’nin te’vil teorisiüzerinde duran Gemuhluoğlu, bu yaklaşımının Gaz-zâlî’nin düşüncesine karşı beslediği şahsî ilgi ve sevgi-den kaynaklandığını belirterek te’vil meselesine dairgörüşlerini ele aldığı diğer düşünür olan İbn Rüşd’ünte’vil anlayışına dair görüşlerini nispeten kısa bir şe-kilde dinleyicilerle paylaştı. İbn Rüşd’ün te’vil teorisiile ilgili olarak ortaya çıkan sonuçlar, onun düşünce-sinde “anlama” ve “yorumlamanın” iki ayrı faaliyet ol-
duğunu göstermektedir. Bu durum, filozofa göre, an-
lamaya konu olan her şey gibi ilahî metin için de ge-
çerlidir. Filozofa göre, insanların idrak mertebelerine
göre farklı tasdikler oluşmakta ve bu farklı tasdikler,
aslında aynı hakikatin farklı anlam düzeylerine, ken-
dilerine uygun metotlarla işaret etmektedir. Hatta bu
metotlar, bizzat ilahî metnin kullandığı “anlatım” me-
totlarıdır. Ancak, ilahî metindeki gerçek niyetini anla-
mayı hedefleyen bir Kur’an araştırması, bu farklı me-
totların en üstünde yer alan “burhanî” seviyedeki bir
tasdiki de “ilimde derinleşen” filozoflar için zorunlu
kılmaktadır. Bu tasdik ise, yine Kur’an’ın işaret ettiği
bir yolla, “te’vil” ile gerçekleşecektir. O halde te’vil, an-
lamanın ötesinde, metinde bir tasarrufta bulunmayı
gerektirir ki bu da belli şartlarla gerçekleşecek bir yo-
rumlama faaliyeti olacaktır.
Bu çerçevede İbn Rüşd’ün te’vil teorisiyle din-felsefe
uzlaştırmasına dair düşüncelerini de gündeme geti-
ren Gemuhluoğlu, her iki düşünürün de, Kur’an’ın yo-
rumlanmasında, kelamcılar, sufîler, filozoflar ve batı-
nîler tarafından geliştirilen metotların çıkardığı kar-
maşa ve tehlikeli sonuçları bertaraf etmek üzere hal-
kın çoğunluğunu gözetici te’vil teorileri geliştirdikleri-
ni vurguladı. Her ikisi düşünür de, Kur’anla ilişkilerin-
de, avamı, -herhangi bir yöntemi taklit etmeleri yerine
hiç değilse anlamları dilsel uzlaşıma dayanan- zahire
tutunmaya sevk etmekte birleşmektedirler. Ancak İbn
Rüşd teorisini, bu yöntemle sınırlandırırken Gazzâlî,
yeni ve üst bir yorum alanına kapı açmakta ve te’vile,
teolojiye biçtiği “koruyucu” rol dışında bir önem izafe
etmemektedir.
25
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
Seyyid Şerif Cürcânî’nin Te’vilAnlayışı: Yorumun Metafizik,Mantıkî ve Dilbilimsel Temelleri
Ömer Türker
24 Nisan 2007De¤erlendirme: A b d u l l a h Y o r m a z
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin Tezgâhtakiler
toplantılarının Nisan ayı konuğu TDV İslâm Araştır-
maları Merkezi’nde görev yapan Dr. Ömer Türker idi.
2006 yılında tamamladığı doktora tezini dinleyicilerle
paylaşan Türker, konuşmasının başında tezini özetle-
mek yerine tezinin amacı ve tezde vurgulamaya çalış-
tığı konular üzerinde durmak istediğini ifade etti. “Gi-
riş ve Dış Varlık”, “Bir Varlık Alanı Olarak Düşünce”,
“Bir Varlık Alanı Olarak Dil” ve “Kur’an’ın Anlaşılma-
sı” başlıklı dört bölümden oluşan tezin asıl amacı,
Türker’in ifadesiyle, müteahhirîn düşünce geleneği-
nin ana unsurlarının neler olduğunu ortaya koymak
ve bu unsurların tefsir anlayışındaki yansımalarını
görmektir. Türker, Zemahşerî’nin el-Keşşaf an hakâ-
iki’t-Tenzîl adlı eserine yazdığı Haşiye’si dışında müs-
takil tefsir çalışması bulunmayan Seyyid Şerif’i tez
konusu olarak seçmesinin asıl sebebinin ise müteah-
hirîn döneminde her alanda eser vermesinin yanında
bu dönemin ilim anlayışındaki kuşatıcılığı olduğunu
belirtti.
Seyyid Şerif’in bütün eserlerinden hareketle te’vil kav-
ramına yeni bir tanım getiren Türker, te’vili “bir sözün
dile getirdiği anlamın ait olduğu hakikat mertebesini
ve bu mertebede nasıl bir oluşa sahip olduğunu keşif
veya tayin etmek” şeklinde tanımlamaktadır. Klasik
te’vil tanımından farklı bir tanım getiren Türker, bu ta-
nımla tefsirde bütün faaliyeti kapsayıcı üst bir kavram
elde etmeyi amaçladığını ısrarla vurgulamaktadır. Te-
orisini “Varlık-Düşünce-Dil” adını verdiği üç ana baş-
lığa dayandıran Türker, tezinde de her başlığı ayrı bir
bölümde ele almıştır. Varlık kavramının ele alındığı bi-
rinci bölümde Seyyid Şerif’in varlık felsefesini incele-
yen ve umûr-ı amme konuları üzerinden “mutlak var-
lık” kavramını açıklamaya çalıştığını belirten Türker,
tanımlar ve içerdiği sorunlar üzerinde de durduğunu
ifade etti. İkinci bölümü oluşturan “düşünce” konu-
sunda ise vahye muhatap olması bakımından ‘insan’ı
ele aldığını belirterek insandaki mutlaklığın düşünen
varlık olmasından kaynaklandığını, bu bölümde natık
nefs’in bilgi edinme süreçleri üzerinde durularak Sey-
yid Şerif’in nefs anlayışının incelediğini vurguladı.
Ömer Türker, tezin üçüncü bölümünde ise teorisinin
üçüncü ana başlığı olan “dil”i incelediğini belirterek
dildeki mutlaklık sorunu üzerinde durduğunu, ‘dil’in
metafizik temeli olan vaz‘ teorisi ile müfred ve mürek-
kep kavramlar konusuna değindi.
Yaptığı çalışmanın daha anlaşılır olması için Seyyid
Şerif’in İslâm düşünce geleneği içindeki yerinin bilin-
mesinin gerekliliği üzerinde duran Türker, müteahhi-
rîn dönemin temsilcisi olarak Seyyid Şerif’in düşünce
dünyasını Eş‘arî-Meşşaî çizginin ortaya koyduğu
problem ve terminolojinin oluşturduğunu, bu çizgi-
den beslenmenin yanında dolaylı da olsa Mu‘tezile et-
kisinin var olduğunu belirtti. Mütekaddimîn dönemi-
ne mensup ulemanın düşünce sistemlerinin temelin-
de mantıktaki beş tümelin bulunmadığını ve bunun
onların felsefe konusundaki cehaletlerinden değil, bu
konudaki bilinçli tercihlerinden kaynaklandıklarını
vurgulayan Türker, Gazzâlî sonrası dönemde özellikle
26
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
Türker, Cürcani’den hareketle te’vili “bir
sözün dile getirdi¤i anlam›n ait oldu¤u
hakikat mertebesini ve bu mertebede
nas›l bir olufla sahip oldu¤unu keflif veya
tayin etmek” fleklinde tan›mlamaktad›r.
27
MedeniyetAraflt›rmalar›
MerkeziMAM
Fahreddin Râzî’nin etkisiyle düşünce sisteminin beş
tümel üzerinde oluştuğu ifade etti. Mütekaddimîn dö-
neminde mütekellimûn daha çok usûl-i fıkıhtaki
“umum-husus” kavramsallaştırmasını kullanırken
müteahhirîn döneminde “küllî-cüzî” ayırımı kullanıl-
mış, bunun neticesi olarak da mahiyet kavramı kabul
edilmiştir. Gazzâlî ile birlikte kelam konuları aynı kal-
makla birlikte kelamcıların düşünme biçimleri de de-
ğişmiş, Râzî ise kelamın bütün konularını kategorilere
göre yeniden tasnif etmiştir. Seyyid Şerif de tefsir ala-
nında varlık, düşünce ve dil mertebesinde tümelleri
tespit etmeye çalışmıştır. Bu anlamda Seyyid Şerif’te
te’vil, tümellerin tespit edilerek ayetlerin medlullerine
eşit düzeyde yüklenmesini araştırma faaliyetinin adı
olmaktadır.
Seyyid Şerif’in müteahhirîn dönemindeki yerine ve
önemine işaret ederek sözlerini tamamlayan Türker,
aklî varlığı kabul etmesi ve yaratma anlayışını mahiye-
te varlık giydirme şeklinde ortaya koyan Seyyid Şe-
rif’in bu görüşlerinden dolayı mütekellim olma vasfı-
nı kaybetmeyeceğini, mahiyete varlık giydirmekten
Tanrı’nın istediği vakitte mahiyete varlık tahsis etme-
sinin kast edildiğini belirtti.
Medeniyet Araştırmaları
2007 Bahar Seminerleri
G‹R‹fi SEM‹NERLER‹
Ça¤dafl ‹slam Düflüncesi: Cumhuriyet Dönemi ‹smail Kara
Yirminci Yüzy›l Sosyal Bilim Düflüncesi Fahrettin Altun
TEMEL SEM‹NERLER
Ahlâk Felsefesi Burhan Köro¤lu
Ça¤dafl Do¤a Felsefesine Girifl ‹shak Arslan
Descartes’ten Bugüne Psikopatoloji Ekolleri:
Modern Psikiyatri/Psikoloji Tarihi Medaim Yan›k
Matematik Mant›¤›na Girifl Faz›l Önder Sönmez
Toplum Felsefesi Alparslan Aç›kgenç
ÖZEL SEM‹NERLER
‹letiflim Psikolojisi ‹brahim Zeyd Gerçik
‹liflkisel Sosyolojiye Girifl:
Pierre Bourdieu ve Norbert Elias Alim Arl›
Nörobilime Göre Zihnimizi Yaratan Cihaz Olarak Beyin Lütfü Hano¤lu
Siyasi Liberalizm Mehmet Fevzi Bilgin
Tarihi ve Teolojik Boyutlar›yla ‹mamiyye fiias› ‹lyas Üzüm
Yahudi Hukukuna Girifl Mahmut Saliho¤lu
28
MOL
AV
akit
Var
Dah
aC
emal
Sü
reya
Gen
ç O
sman
ann
esin
in r
ahm
ini
çek
ip ü
stü
ne
Ad
› b
urg
açla
ra y
az›l
s›n
diy
e b
ekle
di.
Ve
Sin
an d
üd
enle
rde
olsu
n d
iye
ölü
mü
Ku
rdu
¤u h
er y
ap›n
›n t
emel
ini
suya
in
dir
di
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
Dü
flman
›na
iler
lerk
en t
uh
afça
gü
lerd
i
Kör
o¤lu
’nu
n s
›rt›
nd
a ü
st ü
ste
dok
uz
dom
bay
der
isi.
Ve
kaç
arke
n y
›lan
sok
mu
fl or
man
per
isi
Göz
leri
yle
izle
di
sess
izce
erk
e¤in
i
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
Dev
e,d
even
in ü
stü
nd
e ta
bu
t,b
ir i
çek
iyor
dev
eyi
Üçü
de
Ali
: d
eve,
dev
eyi
çeke
n v
e ta
bu
tun
içi
nd
eki,
Ǜl
g›n
gib
i k
oflu
yoru
m k
öyle
rden
fleh
irle
re
Bafl
›n›
kay
alar
a vu
ra v
ura
ile
rley
en b
ir i
nsa
n s
eli
Diy
or d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
Haf
if k
anl›
ch
evro
let’
ler,
h›r
sl›
pon
tiac
’lar,
k›ra
nta
bu
ick’
ler
Gü
rült
üyl
e ak
›p g
idiy
or G
ener
al M
otor
s’u
n e
nik
leri
;
Ve
a¤›r
kݍ
l›,g
enifl
çen
eli,
solu
k a
rab
alar
› Fo
rd’u
n;
Ve
a¤aç
lar
görü
yor,
gözl
ük
lü,i
ri k
›y›m
Ch
rysl
er a
iles
ini
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
Sok
ak l
amb
alar
› ye
reb
atan
lar
yük
kam
yon
lar›
Alm
adan
ed
emey
ece¤
imiz
bir
sel
am g
ibi
S›r
tlar
ark
alar
tal
vek
ler
du
ldal
ar ö
te y
üzl
er
Ve
ku
yuya
sar
k›t
›lm
›fl b
ir t
esti
nin
dib
i
Diy
or k
i d
e¤il
dah
a
Vak
it v
ar d
aha
29
SAM K›rkambar
Cenneti Beklerken Üzerine
Derviş Zaim
11 Ocak 2007De¤erlendirme: E s m a A c a r
Türk sinemasının önemli isimlerinden Derviş Zaimson filmini değerlendirmek üzere Sanat Araştırma-ları Merkezi’nin konuğu oldu. Bu filmiyle Osmanlıtarihinin belli bir periyoduna gittiğini o periyodunfonksiyonundan geçerek ahlâkî meseleleri tartışma-ya çalıştığını bunu yaparken de o tarih ve kültür ik-liminden gelen plastik estetik bir motifi de filme en-tegre etmeye çalıştığını belirtti. Bu coğrafyayı, kül-türü ve bu kültürün tarihini bir zenginlik olarakgördüğünü bunlardan kaynaklanan yeni bir esteti-ğin bizler için başka açılımlar getireceğini belirtenZaim, filminin de bunun bir tezahürü olarak değer-lendirilebileceğini söyledi. Doğu sanatı olan minya-türle Batı sanatı olan portreyi bir arada kullanan yö-netmen, Velazquez’in Las Meninas resmiyle NakkaşOsman’ın minyatürünü yan yana getirdiğinde oy-nak zaman, oynak mekân çerçevesinde bir ortaklıkkurabildiğini belirtti. Bu ortaklığın halka nasıl teza-hür edebildiği sorusuna ise, filmin kendi dünyasıiçersinde bunu ele almadığı, kendi seçtiği tarz, dokuve perspektif nedeniyle bu alanlara girmek isteme-diği, keyif içerisinde izlenmesi gereken bir film ol-duğu yanıtını verdi. Geleneksel sanatlarımızı mo-dern bir sanat olan sinema ile birleştirmeyi dert edi-nip edinmediği konusunda, sinema tarihinin bugü-ne kadar getirdiği anlatım biçimleri ve denemeleri-
nin farkında olup bunları uygulamak zorunda oldu-ğumuzu ama bu külliyata ne eklersek daha zengin-leştirebiliriz gibi bir meselemizin de olması gerekti-ğini söyledi.
Filmde Eflatun ve Leyla karakterlerindeki zayıflıküzerine, korkak, nispeten kapalı olmaya çalışan biradamla özdeşlik kurmak güçtür. Eflatun karakteri çı-rağını satmaya hazır korkak bir adamdır. Ama Efla-tun’un hikâyesi bir değişim hikâyesidir. Böyleliklebizim saygımızı daha fazla kazanan bir adam ola-caktır. Bir gelişme, tomurcuklanma, çiçek açma hi-kâyesi yapmaya çalıştıklarını ve belli karakterlerindaha ön planda olduğu 2. derece karakterler tarafın-dan o meselesinin aydınlığa kavuşturulduğu bir çer-çevede olmasını istediklerini ifade etti. Türk seyirci-si için minyatür gibi uzak bir meseleyi kullanarakOsmanlının 17. yüzyılındaki meselelerin ne olduğu-na dair bir çerçeve çizmenin zorluğundan bahsede-rek, olaylar örgüsünde karakter derinleşmesini fil-min başardığını, bu anlamda kendisini memnuneden bir proje olduğunu söyledi.
Sanat Araflt›rmalar›MerkeziSAM
Önemli yönetmenlerimizden Dervifl Zaim, son filmini
de¤erlendirmek üzere Sanat Araflt›rmalar›
Merkezi’nin konu¤u oldu.
SAM K›rkambar -Söylefli
Derviş Zaim:
“Dürüst bir film yapmak istedim”
Daha ilk filmiyle Türk sinemasının önemli isimlerin-den biri olan Derviş Zaim, 1964 Kıbrıs doğumlu. Bo-ğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdiktensonra, Warwick Üniversitesi’nde Kültürel Çalışmalardalında eğitim gördü. TV’de metin yazarlığı yaptı.1995 yılında yayınlanan ilk romanı Ares HarikalarDiyarında ile Yunus Nadi Roman Ödülünü aldı. İlkfilmi Tabutta Rövaşata (1996) ile 16. İstanbul FilmFestivali Jüri Özel Ödülü, 33. Antalya Film Şenliği Enİyi Senaryo ödüllerini alan yönetmen, yine senaryo-su kendisine ait olan diğer filmleriyle de [Filler ve Çi-men (2000), Çamur (2002)] yurtiçi ve yurtdışında çe-şitli ödüller kazandı.
Derviş Zaim’i, son filmi Cenneti Beklerken (2006)’ikonuşmak üzere Sanat Araştırmaları Merkezi Kır-kambar toplantılarında konuk ettik. Aşağıda bu söy-leşiden bir bölüm yayınlıyoruz:
Filmde minyatürden gerçeğe, gerçekten minyatüregeçişler çok güzel. Aynanın kullanımı, teknik geçiş-ler, metaforlar harika. Fakat bunların üstüne, se-naryo ve filmin işleyişi biraz problemli gidiyor. Me-selâ amatör bir film izleyicisi ve meraklısı olarakbende oluşan intiba şuydu: Herhâlde yönetmen,minyatürü bir filmde geçişlere uygun kullansam,aynayı da hiç denenmemiş biçimde kullansam de-di. Sonra da buna bir senaryo buldu. Bu doğru ol-mayabilir ama bir izleyici kanaati. Bir söyleşinizde,film, yapanın olduğu kadar izleyenin de demişsiniz.
Bir insanın film yapma nedenleri arasında plâstik ne-denler olabilir. Bu legal bir motivasyondur; örneklerivardır sinema tarihinde. Ancak Cenneti Beklerken’inmotivasyonları arasında sadece plâstik motivasyon-lar yok. Estetiğin önemli olduğuna inanırım ama es-tetiğin daha öncesinde, belki de onlarla baş başa git-mesi gereken bir şey var: etik motivasyon; ahlâka da-yalı motivasyonlar. Filmin motivasyonları arasındaahlâkî birtakım motivasyonları da saymam gerekir.Bunlarla hesaplaşırken, bunları somut olarak sinemadilinde ifade ederken, Osmanlı tarihinin belli bir pe-riyoduna gittim. O periyodun fonksiyonundan geçe-rek ahlâkî meseleleri tartışmaya çalıştım. Bunu ya-parken de, estetik-plâstik bir motifi, o tarihten, o kül-tür ikliminden alarak filme entegre etmeye çalıştım.Galiba bana göre filmin önemli özelliklerinden bir ta-nesi bu: biçim ve içerik dengesini iyi oturtmuş olma-sı. Çünkü eğer sinemada biçim kendi başına var ol-maya başlarsa ortada bir terslik var demektir. Bununtersi de doğru; eğer içerik kendi başına ayakta dur-maya kalkışırsa, bunlar birbiriyle örtüşmezse ortadabir problem var demektir. Filmin bu anlamda, birnakkaşın, bir sanatçının, bir artistin hikâyesini ele al-dığı düşünüldüğü zaman içeriği ve biçimi organik birbiçimde bir araya getirmeyi başarabildiği söylenebi-lir. Ben öyle algılıyorum ama film benden çıktı; be-ğendiğim ya da beğenmediğim farklı okumalar olabi-lir. Bunlardan biri de sizin kanaatiniz. Olumlu ya daolumsuz, beğeneyim ya da beğenmeyeyim, bunlarbenden bağımsız şeyler. Bunları düzeltmeye kalkış-mamak gerektiğini biliyorum. Yaptığım üç film banabunları öğretti. Dolayısıyla teşekkür ediyorum.
Yeni Şafak’taki röportajınızda İslâm kültüründekisuret algısıyla Batı’daki portre benim için aynıönemdedir, farklı açılardan değerlidir diyorsunuz.İkisi de, yani Batı’nın algılayışlarıyla Doğu’nun al-
30
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
“Bu co¤rafyay›, bu kültürü ve bu kültürün tarihini
bir zenginlik olarak görüyorum. Bunlardan
kaynaklanan yeni bir esteti¤in de bizler için
baflka aç›l›mlar getirece¤ini düflünüyorum.”
gılayışları sizin için aynı değerde mi? Bir sanatçıolarak ben tamamen nötr bir yerde duruyorum, heryere aynı mesafedeyim mi diyorsunuz; yoksa benşurada duruyorum, ama buralarda da gidiş gelişle-rim var mı diyorsunuz?
2007’de yaşıyoruz, meseleyi zenginlik açısından elealmak gerektiğini düşünüyorum. XVII. yüzyılda ge-çen hikâyeyi o dönemde yaşayan insanların bakışaçısıyla ele almak çok doğru gelmedi bana. 2007’deyaşayan bir insanın, yaşadığı çevrenin problemleri-ni bir şekilde tartışması gerektiği düzlemden ele al-dım. Çevremize bakarsak, şu anda Batı’yla, AvrupaBirliği’yle, Arap ülkeleriyle vs. belli diyalogları olaninsanlarız. Dolayısıyla filmi bunların bir alegorisiolarak görmek pekâlâ mümkün. O yerlere ilişkinolarak ben ne düşündüm? Kabaca bir genelleme ya-parak şunları söyleyebilirim: Bu coğrafyayı, bu kül-türü ve bu kültürün tarihini bir zenginlik olarak gö-rüyorum. Bunlardan kaynaklanan yeni bir estetiğinde bizler için başka açılımlar getireceğini düşünü-yorum. Filmim de bunun bir tezahürü olarak değer-lendirilebilir.
Özgürlük ve kader konusunda, bir de sanat-siyasetilişkisinde neleri görebiliriz?
Ben sübjektif olarak bu filmi yapmaya kalkıştığımdadürüst bir film yapmak istedim. Hareme, oralaraburalara girerek, oryantalistlerin gözde temalarınıele alarak bir film yapsaydım çok daha kolay pazar-layabilirdim. Osmanlı ile ilgili bir film yaptığınızda,belli kodları, oryantalistlerin belli temalarını elealırsanız yurtdışında bazı yerlere gelmeniz çok ko-lay olabilir; bunlara girmedim. Osmanlı ile ilgili birtemsilden bahsediyoruz. Filmim Osmanlı’yı, bir dö-nemi temsil ediyor. Orada bir isyandan bahsediyo-ruz, Anadolu’yu kasıp kavuruyor. Bunun bir parçasıolarak da ceset göstermek gerekmektedir; bu me-
yanda söyleyeceğim şeylerden bir tanesi bu. Çağı-mızın şiddeti algılama derecesi, o çağın şiddete ba-kış açısıyla faklıdır. Şu anda biz sokakta kelle dolaş-tıramayız, ama o dönemde bunlar makul, normal vemantıklı şeyler.
Peki siyaset ve sinema bağlantısını nasıl kuruyor-sunuz?
Bunun çayın içinde şeker gibi olması gerektiğini dü-şünürüm; insanın gözüne batmaması, slogan atma-ması gerekir. Politika vardır, siyaset vardır, siyasî birbakış vardır; ama bunu görünmez hâle getirmek ge-rekmektedir. İnsanlara, siz şimdi şeker içiyorsunuzdedirtmemek lâzım. İnsanlar bardağı ağızlarına gö-türüp çayı yudumladıkları zaman onun içinde şekerolduğunu anlayacaklardır; bu formda ele alınmasıgerektiğini düşünürüm politikanın. Politik bir duruşda vardır filmimde, evet.
Filmde Mehdi’nin yerine yapıştırılan imge, aslındaİslâm-Osmanlı sanatında Hz. Muhammed için kul-lanılan imgedir. 1595 yılında III. Murat’a sunulaneserde Hz. Muhammed böyle tasvir edilir. Diğerpeygamberler daha çok yüzleri açık bir şekilde res-medilmişken başında hâle ile bizde Hz. Muham-med için özel olan bir ikonu neden Mehdi üzerindekullandınız?
Bu konuda araştırma yapmaya çalıştık: Mehdi nasılyapılmış, nasıl nakşedilmiş? Fakat bununla ilgili birşey olmadığını gördük. Dolayısıyla tarihe dair meto-dolojiyi de şöyle aktarabilirim sizlere: objektiflik diyebir şeyin olduğuna inanmıyorum. Tarihe ilişkin veyahayata ilişkin bir film ortaya çıktığı zaman, o sübjek-tif bir bakış açısı ile yapılmıştır. Tarihe dair yaklaşı-mımı anlatmaya çalışıyorum: Bir, objektiflik yoktur,sübjektiflik vardır. İki, tarihin ana hatlarını, o döne-min havasını, dokusunu mümkün olduğu kadar fil-
31
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Zaim’e göre, bir film,
yapan›n oldu¤u kadar izleyenin de.
me yedirmeye çalışmak gibi bir niyetim her zamanolmuştur dürüstlük anlamında. Üç, tarihte veriyle il-gili eksiklikler olduğu zaman -Mehdi’nin yüzününnasıl nakşedildiği gibi- onu, o dönemin ruhunun neolduğunu düşünmeye çalışarak yeniden inşa etmeyeçalışıyoruz.
Mehdi’nin Danyal’a zuhur etmesiyle beraber cen-netin aslında bu dünyada yaratılabileceği inanışıy-la Şeyh Bedreddinvarî toplumsal kalkınmanın birresmi gibi bu film. Ben bu çerçevede sizi ve Zeki De-mirkubuz’u zaman zaman post-Yılmaz Güney birçizgide görüyorum.
Ahmet Yaşar Ocak’ın yazdıklarından haberdardımfilmin senaryosunu yazarken. Ama filmi bir Bedred-din hikâyesine dönüştürmemem gerektiğinin de far-kındaydım. Filmin bir kurmaca olduğunun da tabiîki farkındaydım. Bunlardan yararlandım mümkünolduğunca. Bunlar gibi çok derin meseleler, büyükmeseleler üzerine tek bir film değil, birkaç film yapıl-ması gerektiğinin de farkındayım. Dolayısıyla Şehza-de Danyal karakterini yaratırken bu konulara da dik-kat etmeye çalıştım.
SAM K›rkambar
Sinema Düşüncesi Üzerine
Semih Kaplanoğlu
21 fiubat 2007De¤erlendirme: M u s t a f a E m i n B ü y ü k c o fl k u n
Herkes Kendi Evinde, Meleğin Düşüşü ve üzerinde ha-len çalıştığı Yusuf Üçlemesi projesinin henüz vizyona
girmeyen Yumurta adlı ilk filmiyle tanıdığımız yönet-men Semih Kaplanoğlu, Hayal Perdesi Sinema Toplu-luğu’nun misafiri olarak, sinema düşüncesi ve filmle-ri üzerine bir söyleşi gerçekleştirmek üzere Bilim veSanat Vakfı’ndaydı. Söyleşisine Ahmet Haşim’in“Müslüman Saati” adlı makalesini okuyarak başlayanyönetmen, zamanı sinemanın hammaddesi ve anadüşüncesi olarak gördüğünü ve meselesinin, tecrübeettiğimiz, hissettiğimiz zamanı sinemasal zamanlabuluşturmak olduğunu söyledi. Zamanın hareketleolan ilişkisini Aristoteles’in zamanı “hareketin sayı-mı” olarak tanımlamasıyla ilintilendiren Kaplanoğlu,sinemada hareket duygusunu yaratanın kesme oldu-ğunu ve parçalı anlatım yapılarının seyirciyi tek birnoktaya yoğunlaştırmak gibi bir işlevinin bulundu-ğunu belirtti. Zaman olgusuna ilahî bir boyuttan ba-kıldığında, “emanet” olarak alınan bir zamanın doğ-rudan seyircinin kalbine geçebileceğini söyleyen yö-netmen, zamanın hayy ile yani hayat ile olan ilişkisi-nin bizleri hakikati açığa çıkartan zahirî bir sinemaevrenine götüreceğini anlattı. Mevcut gerçekliği ifşaeden sinemanın batınî özelliğine de değinen Kapla-noğlu, fıtrî sinema dilinin arayışında olduğunu vur-guladı: “Başka bir zamana inandığımdan, seküler si-nema anlayışı içerisinde bize dayatılan zaman algısı-nı, ilahî boyutu olan öteki zamana çevirme çabamvar” diyen Kaplanoğlu, dini, sanatın merkezinde ko-numlandırıyor. Ticarî sinemanın izlenilir ve anlaşılır-lığının fıtrî sinemanın popülaritesinden niyet nokta-sında ayrıldığını dile getiren yönetmen, son dönem-de Türk sinemasının dine olan eğiliminin sinema-mızda yeni bir alan açabileceğini düşündüğünü açık-ladı. İzleyicilerin sinemanın yapım öncesi, yapım veyapım sonrası aşamalarına dair teknik sorularını dacevaplayan Semih Kaplanoğlu, henüz tamamladığıYumurta adlı son filminden ve Yusuf Üçlemesi’ndende bahsederek söyleşisini tamamladı.
32
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Semih Kaplano¤lu, zaman› sineman›n hammad-
desi ve ana düflüncesi olarak gördü¤ünü
ve meselesinin, tecrübe etti¤imiz,
hissetti¤imiz zaman› sinemasal zamanla
buluflturmak oldu¤unu söyledi.
Onun Arabası Yok:Chef Kitabı Üzerine Söyleşi
Mustafa Kutlu
17 Mart 2007De¤erlendirme: N e s l i h a n D e m i r c i
Sanat Araştırmaları Merkezi’nin Mart ayındaki ko-nuğu, Mustafa Kutlu’ydu. Kutlu daha yeni kitaplaryayınladığı hâlde gündemimizde Chef vardı; çünkühikâye, üzerinde konuşmaya değer meselelerle örül-müştü. Sohbet şef kelimesinin gelişim seyri ve imlâ-sıyla başladı. Güç ve iktidar hüviyeti gösteren şef ke-limesi, geçmişte itibarlı meslekleri ve -siyasî anlam-da- liderliği tanımlamak için kullanılıyordu; zaman-la anlamı daraldı.
Kitabın ana karakteri Hüsnü Şen, “şef kelimesi gibiörselenmiş bir adam”, bir banka şefi. İngilizce bilme-diği için müdür olamamış, yükselme hırsı içinde uk-de kalmış. Bilhassa otomobil sahibi olamamak ondamarazi bir saplantıya dönüşmüş. Kitabın tamamınayayılan otomobil metaforu, hem güç ve statü sahibiolmayı, hem de çağın esas tutkuları “haz ve hız”ıtemsil ediyor.
Kitabın adı kastı mahsusla Chef olmuş. İnsanoğlu-nun güç ihtirası, yaşama savaşında ayakta kalması-nı, dahası güvenliğini sağlamaya yönelik bir arzu.Dolayısıyla kelime ancak orijinal imlâsıyla yazıldı-ğında güce gönderme yapıyor. Hayatımızı sürdüre-cek -fikir, bilim, teknoloji, sanat dahil- hiçbir şeyikendi kendimize üretemediğimiz için, gücü de, gücetekabül eden kavramları da Batı’dan ithal ediyoruz.Düşünce tarzının, beraberinde hayat tarzını da ge-tirdiği aşikâr. Hikâyedeki şefin de İngilizce bilmediği
33
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM SAM Yuvarlak
Masa Toplantıları
KIRKAMBARCenneti Beklerken Üzerine Dervifl Zaim 11 Ocak 2007Takva Filmi Üzerine ‹hsan Kabil 19 Ocak 2007 Sinema Düflüncesi Üzerine Semih Kaplano¤lu 21 fiubat 2007Chef Kitab› Üzerine Mustafa Kutlu 17 Mart 2007Senaryo Fikri Üzerine A. Bora Kahyao¤lu 11 Nisan 2007Seyr-i Seyrengiz Cem Yavuz 26 Nisan 2007
Ç a r fl a m b a P r o g r a m l a r ›AYIN F‹LM‹Eflk›ya (1996, Türkiye, 121’), Yön: Yavuz Turgul Konuflmac›: Ali PulcuYa¤murdan Önce (1994, Mak.-‹ng.-Fr. 113’), Yön: Milcho Manchevski Konuflmac›: Alim Arl›
fi‹‹R AKfiAMLARIHaz›rlayan: SAM fiiir AtölyesiTurgut Uyar 24 Ocak 2007Mehmet Akif 20 fiubat 2007Behçet Necatigil 31 Mart 2007
ÖZEL ETK‹NL‹KBelgesel GALA: Su Damlas› 23 fiubat 2007Mecid Mecidi’nin Kat›l›m›yla Mavi Filminin Gösterimi 13 Mart 2007Panel: Çocu¤u Anlayan Edebiyat 7 Nisan 2007
DOSYA: ADA ATÖLYES‹Ada Atölyesinin Birinci Senesi Betül Özel Çiçek - Cihat Ar›nç
Selim Karl›tekin - Sümeyye Par›ldar
H A Y A L P E R D E S ‹
OcakEkmek ve Gül (1996, ‹ran-Fransa, 78’), Yön: Muhsin MahmelbafHiç Eksiksiz (1999, Çin, 99’), Yön: Zimou ZhangSar› Köpe¤in Yuvas› (2005, Mo¤olistan-Almanya, 93’) Arjantin Hikâyeleri (2002, ‹spanya-Arjantin, 87’), Yön: Carlos Sorin
fiubatLumiere Kardefller’in K›sa Filmleri, (Fransa, 55’), Yön. Lumiere KardefllerDr. Caligari’nin Muayenehanesi, (1920, Almanya, 70’), Yön: Robert WieneKorkunç ‹van, (1944, S.S.C.B., 95’), Yön: S.M. EisensteinDemir Çar›k Demir Asa, (2006, Türkiye, 95’), Yön: Kâmil Koç
MartKorkunç ‹van: II. Bölüm, (1958, S.S.C.B., 90’), Yön: S.M. Eisenstein Chaplin’den K›sa Filmler (ABD, 50’)Yön. Charles ChaplinDr. Caligari’nin Muayenehanesi, (1920, Almanya, 70’), Yön. Robert Wiene Vaat Edilen Cennet (1995, Fil.-Fr.-Alm.-Hol., 90’), Yön. Hani Ebu Esad
NisanKüçük Buda (1993, Lich.-‹ng.-Fr., 140’), Yön: Bernardo BertolucciMouchette (1967, Fransa, 78’), Yön: Robert Bresson
için yükselememesi -ve kendini adamdan sayma-ması- güçlülüğün Batı’ya endeksli olmasının ironikbir örneği.
Kitabın zemini belirgin bir dönemi yansıtıyor aslın-da. 1980 sonrasında dışa bağımlı hâle gelen Türkiye,Kutlu’nun ifadesiyle “ayağını yorgandan dışarı fenahâlde çıkardı” ve faizler, ekonomik krizler, yolsuz-lukların getirdiği bunalım atmosferi, ülke genelindesalgın gibi yayılan ahlâkî çöküşü doğurdu. Kapitaliz-min tetiklediği tüketim çarkının çivisi çıktı, toplumüretmeden tüketir hâle geldi. Neticede eğlenerek tü-ketmeye ve her şeyden keyif almaya kodlandık.
Hikâyede sahne alan aile de kısıtlı geliriyle bir parça-sı olduğu tüketim toplumunun hızına ayak uydura-mayışın çatışmasını yaşayan bireylerden oluşuyor.Bu türden aileler -dikkate almasak da- çevremizdegeniş bir yer tutuyor. Hüsnü Şen, önüne çıkan fırsat-ta “Light Raskolnikov”a dönüşüveriyor; çalıştığıbankayı soyma teklifiyle karşılaştığında hemen red-detmiyor, tereddüde düşüyor. Niçin? Çünkü herke-sin bir yerleri soyduğunun farkında.
Hikâyenin kadın karakteri Arzu, başka bir hayat kur-mak için evinden ayrılıyor. Eşine nispetle aklıselimsahibi, ailesine karşı daha duyarlı bir karakter. Gitsede evini büsbütün terk etmediği, bıraktığı mektup-tan ve kaygılarından belli. Burada bir parantez aça-lım: Kutlu’ya göre Türkiye’de kadınlar daha akıllıdır,ailenin bütün yükünü taşırlar. Ataerkil toplum ezbe-rini bozmak gerekir; çünkü erkekler meydandadır,esas kararı verenlerse kadınlardır.
Hikâyenin en ilginç tiplerinden biri de liberal karak-teri temsil eden evin oğlu Özgür. 80 sonrasında ha-yata damgasını vuran “iş yapalım abi” düsturunu şi-ar edinmiş, “Bu memlekette diploman olsa ne ola-cak?” ana fikrinden yola çıkmış, kestirme yollara sı-vanmış bir uyanık. “Beni ne doktorlar, mühendisler
istedi…” cümlesiyle sembolleşen devlet kapısınınsağlamlığı, 80’lerin ertesinde değer kaybetmiş, yeri-ni finans sektöründen gelecek damat adaylarına bı-rakmıştır. Böylelikle “atılım” yaptığı söylenen Türki-ye’deki “işadamı” profiline bakıldığında görünenmanzara pek de iç açıcı sayılmaz: Bir kesim süreklisemirirken öte tarafta korkunç boyutlara varan biryoksulluk. Çünkü “Haksız kazancın olduğu yerdeyoksulluk da vardır.” Mustafa Kutlu yoksulluğu dertedinmekten usanmayan bir yazar.
Kitaptaki üç karakter de tereddüdün eşiğinde bırakı-lıyor. Mustafa Kutlu bu açık uçluluğu bilhassa hedef-lemiş; toplumda cereyan eden hadiselere doğru teş-his koyulmasını istiyor. “Hepimiz bir gemideyiz. Kar-şımıza fırsat çıktığında kendimizi bir yolsuzluğa im-za atarken bulabiliriz.” Okurdan beklediği, bu empa-tiyi kurması ve bir gün varsıllığa doğru saf değiştire-ceğini hissederse, rotasını nereye bükeceğini kendi-sine içtenlikle sormasıdır.
Kırk yıldır toplumdaki değişmeyi merceğe alan Kut-lu, handiyse bütün hikâyelerinde “Biz kimiz?” soru-sunu vurgulamaya çabalar. Kimlik kırılması ve gele-nekle ilişkimizin farklılaşması Mustafa Kutlu’nun sık-ça altını çizdiği meseleler: “Geleneği aynen taklit et-me imkânı ortadan kalkmıştır. Zaten aynen taklitedilen şey kurur, müzelik olur. Gelenek sürekli yeni-lenmek suretiyle yaşatılır. Bütün azametiyle geçmişiyıktıktan sonra yerine yeni bir şey koyamadık. Kendi-mize ait bir hayat tarzı çizemedik; bize ait bir ahlâk,hukuk, iktisat, siyaset, sanat sistemleri kuramadık.”
Kutlu’nun son yıllarda yazdığı uzun hikâyeler, ro-man türünün habercisi mi? Mustafa Kutlu, eserinboyutunun türü belirlemeye yetmeyeceğini, gele-neksel köklerinden dolayı her zaman hikâye yazdığı-nı kaydetti. İlk hikâyelerini tasavvufu esas alan, sözü
34
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
K›rk y›ld›r toplumdaki de¤iflmeyi merce¤e
alan Mustafa Kutlu, handiyse bütün
hikâyelerinde “Biz kimiz?”
sorusunu vurgulamaya çabalar.
en aza indirerek anlamı yoğunlaştıran ve sözlü anla-tıma dayanan şark hikâyesi türüne dahil ediyor. Da-ima bir halk hikâyesini modern okura anlatıyormuştarzını benimsiyor, okuyanların sanki dinliyormuşhissini duymalarını hedefliyor. Karmaşıktan basitegiden, kristalleşen anlatımın daha zor kotarıldığınıekledi. Mustafa Kutlu hikâye türündeki ısrarının,yerli olmak kaygısıyla da yakından ilişkili olduğunusöyledi.
Hikâyelerinin doğma sürecine ilişkin olarak kısa hi-kâyelerini taslak hazırlamadan bir oturuşta yazdığı-nı, bir daha üstünden geçmediğini, metne dair söy-lenenlere de pek kulak asmadığını belirtti; çünkümüdahalelerle metnin büyüsü bozuluyordu. Genel-likle anlık duygulanmalar, en çok da adalet duygusuyazarda yeni bir hikâye ilham ediyordu.
Mustafa Kutlu söze başlarken “kitapta yeri olanlar”ındışına çıkılmaması şeklinde çerçeveyi çizmişti. Bu-nun bir istisnası olabilirdi: Fenerbahçe’den bahset-mek caizdi. Biz de ricasını kırmadık; pergelin birayağı Chef’te, bütün dünyayı dolaştık. Nasılsa kâ-inattaki bütün konular edebiyatın şemsiyesi altındadeğil mi?
Senaryo Fikri Üzerine
Aybars Bora Kahyaoğlu
11 Nisan 2007De¤erlendirme: N e r m i n T e n e k e c i
Heveslisi için, İyi Aşçılığın 10 Kuralı veya BaşarınınSırları başlıklı kitaplar gibi, piyasada kolayca hazırreçeteler bulabileceğimiz bir saha senaryo yazarlığı.
Ancak çoğunlukla ABD’den ‘copy paste’ edilen bukuramlar-kurallar yığını bizde ‘işlemiyor’.
En son, senaryosunu yazdığı Pars-Kiraz Operasyonubaşlıklı filmiyle gündeme gelen Aybars Bora Kahya-oğlu, 1997 yılında Columbia College Chicago FilmBölümü’nden mezun oldu. Çeşitli prodüksiyon şir-ketleri ve televizyon kanallarında yönetmenlik, ka-meramanlık, hikâye-senaryo yazımı, haber editörlü-ğü ve proje geliştirmeyle ilgili çalışmalarda bulundu.ABD ile bizdeki uygulamalar; hikâye kurgulama,tretman, senaryo yazımı, telif hakları vb. konularda-ki tespitlerini keyifle dinlediğimiz Kahyaoğlu ile yap-tığımız söyleşiyi dilimiz döndüğünce özetlemeye ça-lıştık:
Sinema mı Televizyon mu?
Bizdeki eğitim, Sinema-TV Bölümü adı altında tekbir çatı altında toplanabiliyorken, ABD’de bu ikisibirbirine uğramıyor bile. Ayrıca sinema içinde deçok dallı bir bölünme var: yönetmen, yapımcı, bel-gesel, kurgu, makyaj… bölümleri.
Senarist mi romancı mı?
Türk sinemasının en büyük sorunu senaryo eksikli-ği; çünkü hâlâ bir roman kültürü hâkim. Bunda se-naryo yazarlarının çoğunun edebiyat dünyasındangelmelerinin payı büyük. Bir senarist, bir romancıgibi karakterlerin iç dünyasına dilediğince inebilmelüksüne sahip değildir; aksi takdirde o iç sesi nasılverecektir? Bir senarist, bir romancı gibi tek başınayazma lüksüne de sahip değildir; yapımcısı, yönet-meni, mekân seçicisi, oyuncusu vb. ile bir ekip işinesıvanmıştır. Romancının dışarıdan dokunulamayankendine özgü dünyasının tersine, senaryo yazarı dı-şarıya açılmak, her türlü insanla konuşmak duru-mundadır.
35
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
ABD mi Fransa (Avrupa) mı?
(Kabaca iki ekole ayırırsak) Sanılanın aksine, bizdekiişleyiş Fransa (Avrupa)’dan yana. Bu ekolün en bü-yük özelliği, senaryonun hazır bir formülünün bu-lunmayışı. Karakterlerin psikolojisine odaklanan,yönetmenin istediği ritme göre işleyen, seyirci kay-gısı taşımayan ve kendine alan olarak festivalleri se-çen bir senaryo-sinema düşüncesi kısaca. Nuri BilgeCeylan ile Zeki Demirkubuz bu tercihle iş gören ikiyönetmen.
Tiyatrodan gelen ve operadaki üç perdelik klasik ya-pıyı kullanan ABD ekolünde ise formülasyon diz bo-yu! Bu durumda, bu işte karar kılanların en baştakendilerine şu soruyu sorması gerekiyor: Profesyo-nel sektöre mi yoksa festival filmlerine yönelik mi işyapacağım?
Ekip var, ekip var
ABD’de TV dizisi mi dediniz? Ekibinizi hazırlayın: Di-zinin formatını belirleyen uygulayıcı-yapımcı çekir-dek ekip, bölüm hikâyeleri ekibi, sahneleri açan tret-man ekibi, senaryo ekibi ve konuşmaları cilalayandiyalog ekibi… Bu denli geniş kadroyla çalışılmayansinemada ise kısaca iki senaryo örneğinden bahse-dilebilir: (Yürüyen sistem) sipariş senaryolar ile si-pariş olmayan senaryolar.
Bizde bu ebatta değilse de, televizyon dizilerinde birsenaryo ekibinden söz etmek mümkün. Ancak hu-kukî düzenlemeler ve telif hakları tam bir keşmekeş!Öyle ki, yapımcının “Bize yaramaz abi!” dediği se-naryonuzu bir yıl sonra vizyonda görebilirsiniz!
Bana kahramanını söyle, sana kim olduğunu söyle-yeyim
Tema, temayı simgeleyen bir metafor, metaforu işle-yeceğiniz bir hikâye… Okulda öğretileni buysa da
her zaman farklı metotlar, çeşitli yollar bulunabilir.Yolda gördüğünüz bir kişi ya da bir gazete haberi depekala çıkış noktasıdır. İster temadan ister hikâye-den yola çıksın, iyi bir senaryo yazarı “Ben bu tema-yı-hikâyeyi nasıl kuracağım?” sorusuyla işe başlar.Cevap peşi sıra gelen sorularda açıklığa kavuşur:Kahramanım kim? Ne istiyor? Başına neler gelecek?Engelleri nasıl aşacak?
Senaryo yazarı, hemen her türlü karakteri çalışabil-meli, steril tipler çizmemeli, hikâye süresince kahra-mandaki değişimi seyirciye yansıtabilmelidir. Bun-dan gayrısı da kahramanın sorunların üstesindennasıl geldiğini gösteren sahnelere bakar.
Bizdeki en büyük eksikliklerden biri de budur: kah-ramanın başına neler geldiği bir türlü söylenmez.Seyircinin, kahramanla özdeşleşmek isteyeceği gözardı edilir.
Dehanın % 99’u terlemektir
Araştırma yapmak, hikâyenin bir paragraflık özeti,karakter profilleri, 3-5 sayfalık sinopsis, sahnelerinaçılması… Senaryonuz yazılmaya hazırdır artık. Fil-min süresine göre bazen yüzlerce sayfayı bulabilir.
Bu da sırtınızdaki teri atmaya bakar!
ABD’de, bir sayfa bir dakikalık ekran görüntüsüneeşitse de bu hesap bizde asla tutmaz; bir sayfa yakla-şık bir buçuk dakikalık görüntüye karşılık gelir. Bi-rinci nedeni, ABD’deki A-4 kâğıdı buradakinden da-ha kısadır. İkincisi, oyuncularımız daha ağır tempoy-la hareket eder. Diyalogları yayarlar. Montajımız vekurgumuz da hakeza yavaştır.
Kelimelerin resmi olsa da gösterse!
Lâfa değil görüntüye yazabiliyor musunuz? Kelime-leriniz resim veriyor mu? Anlatmayı değil gösterme-
36
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
37
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
yi becerebiliyor musunuz? Bu sorulara cevabınızevet ise hedefe yaklaştınız demektir.
“Parayı al ve kaç!”
Senaryonuz, yazdığınız haliyle kalmaz elbette; aşa-ma aşama yönetmenin, yapımcının, prodüksiyonamirinin, oyuncuların süzgecinden geçer. İşin ahlâ-kı gereği, durduğu müddetçe sürekli değişir. Bu ne-denle, senaryo yazarının “Parayı al ve kaç!” nüktesi-ne sığınmasında fayda vardır!
Sanat mı zanaat mı?
Başarılı bir banka yöneticisinin, “Faizler olmalı mı,olmamalı mı?” tartışmasına girmesi bir mana taşırmı? Bankacılık başlı başına bu sistem üzerinden iş-ler. Hakeza sinema da sanatsal özelliklerinin yanı sı-ra bir zanaattır, endüstridir, iş koludur. En basit büt-çeyle bile film çekmek para gerektirir. Bu nedenle,sinemacının sanatçı olduğunu iddia etmesi oldukçaciddi bir iştir. Sinema toplamda zanaatkârların oluş-turduğu bir bütündür; kameramanın gözü, sanat yö-netmeninin dekoru, oyuncunun nefesi-bakışı, edi-törün montajdaki katkısı, seçilen müzik vs. hikâye-nizi anlatmak için seferber olur. Bu yüzden, bizlerzanaatçıyız, Picasso değil!
Elbette içinde sanatsal öğeler barındırır. Bu noktadasanat ve zanaat arasında bir tercihten bahsedilebilir:Sinemayla bir meslek kolu olarak mı ilgileneceğim,hobi olarak mı?
Yönetmen filmin sahibi (mi)dir
Fransız Yeni Akımı’nın kurucuları arasında sayılanGodard’ın “Yönetmen filmin sahibidir” düşüncesibizde oldukça tutsa da, sonrası irdelenmez. Yönet-men 1980’lerde verdiği bir demecinde özetle şu gö-rüşü dillendirir: “Biz Amerikan sineması karşısında
eziliyorduk. Dikkat çekmek istedik ve bu teoriyi orta-ya attık.”
Ben ‘kirleniyorum’; peki sen hangi bedeli ödüyor-sun?
Alternatif bir sinema üretilebilir mi, yeni bir sistemkurulabilir mi? Profesyonel sinema camiasında yeralmadan asla! Her şeyden önce, kaybolan araştırmageleneğimizi canlandırmak ve kendimize “Ben baş-kalarının yapamadığı neyi yapabilirim?” sorusunuyöneltmek gerekir. ABD’de 1960’larda canlanan ba-ğımsız sinema da, stüdyo sisteminde uzun yıllar ça-lışan sinemacılar tarafından kurulmuştur. Sektördeçalışan birini, sistemin bütün hatalarını kendisineyükleyerek yargılamak çok kolaydır. Fakat bununkarşılığında size sorar: “Kabul, ben ‘kirleniyorum’.Peki sen hangi bedeli ödüyorsun?”
Patlama mı curcuna mı?
Artık her sene belli sayıda Türk filminden bahset-mek mümkün; ancak kaynağındaki iki nedeni kulakarkası etmeyerek: Birincisi, yapımcılar artık Avru-pa’daki ve Türkiye’deki birtakım fonları kullanmayıöğrendi. İkincisi, film dağıtımcıları ABD’deki stüdyosistemine benzer şekilde kendi filmlerini üretmeyebaşladı. Kalitesizliğe gelince, film dağıtımcısı filmdağıtmayı bilir, çekmeyi değil!
Ne hikâye, ne senaryo! Paldır küldür çekilen filmler,profesyonellerle çalışmanın zorluğunu göze alama-yan yapımcılar, film çekmeyi bilmeyen dağıtımcılar,senaryo yazarlığında yaşanan kıtlık… Bu da işin cur-cunası!
Issız bir adaya düşseydiniz yanınıza hangi senarist-leri alırdınız?
(Birkaçı): Paul Schrader (Taxi Driver), Quentin Ta-rantino, Bo Goldman (Scent of a Woman)
Senaryosunu yazd›¤› Pars-Kiraz Operasyonu
filmiyle gündeme gelen Aybars Bora
Kahyao¤lu’nun, hikâye kurgulama,
tretman, senaryo yaz›m›, telif haklar› vb.
konulardaki tespitlerini keyifle dinledik.
38
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Son söz olarak, söyleşimizde Kahyaoğlu’nun festivalfilmlerini değil, profesyonel sinema piyasasını mer-keze alarak tespitlerde bulunduğunu hatırlatalım.Festival filmleri deyince işin içine başka kriterler gir-diğinin elbette farkında.
SAM Özel Etkinlik
Mecid Mecidi’nin KatılımıylaMavi Filminin Gösterimi
13 Mart 2007De¤erlendirme: E s r a T i c e
Yedi aylık bir aranın ardından Mart ayında İranlı yö-netmen Mecid Mecidi yeniden Sanat AraştırmalarıMerkezi’nin konuğu oldu. Yoğun programı sebebiylebir gün gibi kısa bir vakit ile sınırlı olan ziyaret, buduruma rağmen çok verimli geçen iki oturumla nok-talandı.
Sabah saatlerinde başlayan ilk oturumun öncesindeHayal Perdesi Sinema Topluluğu’nun gerçekleştirdi-ği Kardeşim adlı kısa film çalışmasının gösterimi ya-pıldı. Oturuma geçildiğinde ise öncelikli olarak, Ha-ziran sonu itibariyle Hayal Perdesi Sinema Toplulu-ğu ile gerçekleştirdiği atölye çalışmasının ardındangelen yedi aylık süreçte grup olarak neler yaptığımı-za dair bilgiler alan usta yönetmen, gruba bazı tavsi-yelerde bulundu. Ardından Kardeşim adlı kısa filmüzerinden değerlendirmeler yaptı. Filmle ilgili tavsi-yelerde bulunan yönetmen, bu bağlamda sinemasanatında önem verilmesi gereken oyuncu seçimi,diyalog kullanımı vb. birkaç hususun üzerinde titiz-
likle çalışılması gerektiğini vurguladı ve sinemasalbakış üzerinden bazı tespitlerini dile getirdi. Sine-manın ayrıntılarda gizli olduğu, gücünü görüntüdenaldığı, sanatçınınsa görünenin ardındakini tespit et-medeki başarısıyla yoluna doğru bir şekilde devamedebileceği bu tespitlerden birkaçıydı. Bu anlamdaçok faydalı geçen oturum, bir kez daha yönetmenMecidi’nin engin sinema bilgisinden yararlanmamı-zı sağladı. Üç saati bulan oturumun sonuna doğrukendi çalışmalarına dair yönelttiğimiz soruları dacevaplayan Mecidi, ön hazırlıklarını bitirdiği veİran’a döner dönmez çekimlerine başlayacağı, amaöyküsü hakkında bilgi vermediği yeni film çalışma-sından bahsetti.
Bu verimli oturumun ardından akşam saatlerindesoru cevap şeklinde geçen diğer bir oturuma geçildi.Oturum, Haziran ayı sonunda Hayal Perdesi SinemaTopluluğu’nun, Mecid Mecidi’nin değerli katkılarıy-la gerçekleştirdiği atölye çalışmasının ürünü olanMavi adlı kısa filmin gösterimiyle başladı. Filmingösteriminin ardından, “Bize Kalan” adlı o günküheyecanı tekrardan yaşatan, titizlikle hazırlanmış,usta yönetmenin sinema adına engin değerlendiril-meleriyle bezeli belgesel tadında Mavi kısa filmininkamera arkası görüntüleri izlendi. Yönetmen içinsürpriz olan bu gösterimin ardından oturum başla-dı. Öncelikli olarak katılımcıların Mavi adlı kısa filmüzerinden yönelttikleri soruları yanıtlayan Mecidi,ilerleyen vakitlerde İran sineması ve sinema anlayışıçerçevesinde yöneltilen soruları da yanıtladı. Buoturumların ardından en kısa zamanda tekrardangörüşme sözü vererek aramızdan ayrıldı.
Mecidi, sineman›n ayr›nt›larda gizli oldu¤unu,
gücünü görüntüden ald›¤›n›, sanatç›n›n
ise görünenin ard›ndakini tespit etme-
deki baflar›s›yla yoluna do¤ru bir
flekilde devam edebilece¤ini belirtti.
SAM Panel
Çocuğu Anlayan Edebiyat
7 Nisan 2007De¤erlendirme: N e s l i h a n D e m i r c i
Oturum Başkanı: Erhan Erken
• Mevlâna İdris, Yazar Masallar Gerçekler Çocuklar
• Melike Günyüz, Erdem Yay., Genel Yayın Yön. Çocuk Kitaplarındaki Öğreticilik ve Çocuk Ruhu
• Osman Turhan, İllüstratör Çocuğun Hayal Dünyasını Resimlemek
• Hatice Işılak, Birdirbir Dergisi Editörü Çocuk Dergiciliği ve Din Eğitimi
Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi geç-tiğimiz ay içeriğiyle farklı bir toplantıya ev sahipliğiyaptı. “Çocuğu Anlayan Edebiyat” başlıklı panel, ço-cuklar için yazılan-çizilenlerin çocuk oyuncağı ko-laylığında olmadığı fikrinden yola çıkarak çocukedebiyatı kavramının gündeme getirilmesi ve bualandaki verimlerin niteliğine dair sorunların irde-lenmesi için ilk adımdı.
Çocuk edebiyatı deyince hem edebiyat zevkini du-yuran, hem çocuğu merkezine alan, ötelemeyen; ço-cuğa bir şeyler anlatmayı değil, çocuğu anlamayı il-ke edinen edebiyatı kast ediyoruz. Çocuklar için yaz-manın çetrefilli tarafı da burada: Büyüdükçe uzak-laştığımız bu dünyanın kendi dilini ve mantığınıkavrayabiliyor muyuz? Küçük Prens’in “büyük in-sanları” olarak bizler, “onlar için” yazdığımızı iddiaettiğimiz metinlerde, onların zengin hayal dünyası-na ne kadar hitap edebiliyoruz?
Erhan Erken’in oturum başkanlığını üstlendiği pa-nelde, bir yanda geçmişten bugüne gözle görülür bi-çimde artan yayın çeşitliliği, öte yanda tüketim me-kanizmasının en cazip hedef kitlesine yönelik ürün-lerin niteliği ve okuma kültüründen uzaklaşmayaeğilimli sanal dünyanın çocuklarına neyin, nasıl su-nulacağı gibi sorunlar tartışıldı.
Kitaplar çocukların eğitmeni mi?
Panelin ilk konuşmacısı Melike Günyüz, on üç yıldırprofesyonel olarak icra ettiği yayıncılık mesleğinintoplumda yerini yeni bulduğunu söyleyerek sözebaşladı. Melike Hanım’ın konuşması iki temel soru-na dayanıyordu: Anadili eğitimi açısından çocukedebiyatının önemi ve çocukla kitabın yollarını bir-leştirmek konusunda yetişkinlerin payına düşenler.
Çocuk kitapları öğretici mi olmalıdır? Bu soru, bircevaptan ziyade çocuk kitaplarında kaçınılmaz bi-çimde öğretici unsurların yer alacağı gerçeğiyle kar-şılanıyor. Yazarın kendine ait düşünce dünyası isteristemez satır aralarına siner. Bu hususta Melike Ha-nım, “Metinler mutlak değildir; sözcüklerden oluşur.Metinlerin anlam kazandığı yer bizim zihnimizdir.”cümleleriyle, metinleri zararlı/zararsız, eğitici/sa-kıncalı şeklinde tasniflemek yerine, çocuğa eleştirelokuma alışkanlığının kazandırılması gerektiğinin al-tını çizdi.
Kitap seçimi konusunda ebeveynlerin zihni karışık;çocuklarla yetişkinler arasında bir çatışma süregel-mekte. Melike Günyüz’e göre en yerinde çözüm, ter-cihi çocuklara bırakmak. Çünkü çocuklar sevmedik-leri metinleri zaten okumazlar; çocukların seçimle-rine güvenmek gerekiyor. Yayın dünyasına ait veriler,çocukların üç tür kitaptan zevk aldıklarını gösteri-yor: Bunlar, polisiye-macera türündeki kitaplar, ko-mik içerikli metinler ve çocuğun kendisini kahrama-nıyla özdeşleştirdiği kurgular.
39
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
“Çocu¤u Anlayan Edebiyat” bafll›kl› panel,
çocuklar için yaz›lan-çizilenlerin çocuk
oyunca¤› kolayl›¤›nda olmad›¤› fikrinden yola ç›kt›.
Modern dünyanın kabulleriyle beraber toplum yapı-mız da hızla değişiyor; bu değişim sürecinin bütünhandikaplarından nasibini alıyor. Değişen yalnızcahayat tarzımız değil elbette. Yeni neslin gerçekliği al-gılayışı kadar bilgiye ulaşma tarzları da kabuk değiş-tiriyor; öyle ki çocukla yetişkin arasındaki bilgi farkıgünden güne ortadan kalkıyor. Artık her şey edebi-yatın sınırları içinde. Bu noktada çocukların nasıl birmalzemeyle karşılaştığı önemli. Hem bugünün ço-cuklarını kuşatacak, hem de kendimize ait kültürelkodlarla beslenmiş eserlere ihtiyacımız var.
Sonuç olarak kitaplardan ebeveynin yerini tutması-nı, çocukları eğitmesini beklemek, çocukla kitaparasına kendi ellerimizle derin bir uçurum koymakdemek. Çocuklara duyurmak istediğimiz mesajlarıdoğrudan vermek yerine, metnin alt katmanlarınayerleştirmek gerekiyor. Bu konuda “Esasen bir dil veedebiyat ürünü olan kitaba, eğitim işlevi yüklemek,mesajı hangi dozda, hangi içerikte ve hangi üsluptasunduğumuza bağlıdır. Kitap, bir yaşından itibarençocuğun elindeki en sevdiği oyuncağa dönüşmedik-çe çocuklarda kitap sevgisi yeşermez.”diyen MelikeGünyüz, güzel bir hikâyenin içine eğitici öğelerinnasıl yedirileceğini örneklemek üzere pop şarkıcısıMadonna’nın yazdığı, özenli bir çeviri ve titiz birbaskıyla yayınlanan Bay Peabody’nin Elmaları adlıkitabı okudu.
Gerçekliğin iç yakıcılığı karşısında masallar
“Çocuklar için edebiyat”ın temsilcilerinden Mevlânaİdris, sözlerine “Edebiyatın içinden değil, arkasındanbir konuşma olacak.” diye başladı. Çünkü her geçengün dozu artan kaos ortamında edebiyatın nerededurduğunun sorgulanması gerekiyordu. “Gerçekliğiniç yakıcılığı karşısında masallar nereye kadar ulaşabi-lir?” Cevapsız kalan sorularla yalnızca edebiyata yük-lenmek haksızlığına da sıvanmadığını belirterek bir
insan teki olarak kendine yönelttiği soruları da bizeaktardı: “Neye bakıyorum? Edebiyatın penceresin-den çocuğa bakıyorum. Niçin bakıyorum? Hoşumagittiği için bakıyorum. Nasıl bakıyorum? Kendi ço-cukluğum ve üzerine eklenen dünyanın bende bırak-tığı benle bakıyorum. Ne ile bakıyorum? Edebiyatla,masalla, şiirle, denemeyle bakıyorum.”
Mevlâna İdris konuşmasını, yargılar ve değerlendir-meler yerine çoğunlukla sorularla örmüştü. Sanatürünlerinin uzayda bir atık tabakası oluşturma ihti-malinden; okuma-yazma bilmeyen, kitapla, filmleyüz yüze gelmeyen kabilelerde yaşayanların mede-niyetin kucağındaki bizlere zavallı gözüyle bakmaihtimalinden dem vurdu. Bir kez olsun sormalıydık:“Bunca yapıp ettiklerimiz hakikati görmemizi, his-setmemizi, ona dokunmamızı kolaylaştırıyor değilde zorlaştırıyor olabilir miydi?”
Bugün çocukların vaktini dolduran her şey bu sorgu-dan nasibini almalıydı: “Çocuk gerçekten bizim ver-meyi amaçladığımız şeyi istiyor olabilir mi? Bir evde,annenin çocuğuna sarılmasından daha büyük birduyguyu harflerin, renklerin ya da her türlü oyunca-ğın verebileceğine gerçekten inanmalı mıyız? Dur-madan hoplayıp zıplayan ve akıl almaz görüntülerleçocuğu kuşatan bir çizgi film karakteri gerçekten deçocuğun bir arkadaşı ile yaşayacağı anların yerinidoldurabilir mi? Yoksa daha ötesi mi?”
“Demek ki sanat ve onun bütün birimleri de içindeolmak üzere, kendimizin bile bize yetmediği anlarvar. Demek ki aslında kendimiz ve çocuklar için ge-ride bırakmamız, parçalamamız gereken bir dünyavar.” Bu cümlelerle Mevlâna İdris çocuk ve edebiyatüzerine dinleyicileri çıkardığı felsefî yolculuğun se-bebi hikmetini de fısıldıyordu.
Yazar konuşmasının ardından, kendisine bunca so-
40
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Çocuklar›m›z›n zihin dünyalar›na
iliflkin sorular›m›zd› bizi bir
araya toplayan. O akflam
salondan ayr›l›rken
kazançl›yd›k: Yepyeni
sorular›m›z vard› art›k.
Cevaplara yönelik yeni
ad›mlarda buluflmay› diledik.
ruyu sorduran duyarlılığıyla kaleme aldığı “ÇocukKırmızı” adlı masalını dinleyicilerle paylaştı.
Her çocuk ressam doğar
Zaman Gazetesi’ndeki çizimleriyle tanınan OsmanTurhan, farklı cenahlarındaki fikir birliğine rağmennitelikten yoksun kitapların piyasada arzı endam et-mesinin bir paradoks olduğunu dile getirerek sözle-rine başladı. Her şeyden önce çocuğu anlayan yazar,yayıncı, çizer, anne-baba ve öğretmene ihtiyaç oldu-ğunu, aksi takdirde bu yolda “çocuğu anlayan edebi-yat” kavramının ortaya çıkmayacağını ekledi.
Turhan’ın konuşması boyunca en fazla vurguladığıhusus, çocuğun hayal dünyasını canlı tutmaktı. Çi-zer, çocuğun saf, önyargısız, tamamen duygularınıyansıttığı resimlerin önemsenmesi gerektiğini, ço-cuğun hayal dünyasının özellikle okul öncesi dö-nemde çizilen resimlerde gizlendiğini dile getirdi.Okula başladıktan sonra ise resimlerin donuk, vasatve birbirine benzeyen çizgilere dönüştüğü gözleni-yor. Bu konuda bir aforizması bile var: “Her çocukressam doğar, yavaş yavaş körelir, sıradan insanadönüşür.” Mevcut eğitim sistemi başta olmak üzere,sosyal hayatın kuralları, bilgisayar oyunları ve med-ya ürünleri gibi pek çok etken çocuğun hayal gücü-nü daraltıyor. Bu yüzden çocuğun, hayatı oynaya-rak, resmederek, okuyarak keşfetmesine fırsat ver-mek, bu keşif sürecine fazla müdahale etmemek ge-rekiyor.
Modern hayatın dayatmaları karşısında hayal gücü-müz kısırlaşıyor. Osman Turhan’ın ifadesiyle, “İnsanbüyüdükçe hayalleri küçülüyor.” Öte yandan, ço-cuklar kitaplardaki resimleri -bazen çizerinin bilehayal sınırlarının ötesinde- okuma, yorumlama ye-teneğine sahip. “Çocukların saf hayal dünyasını ko-ruduğumuz sürece onları anlayacağız ve onlar içinnitelikli kitaplar üretebileceğiz.” diyen Turhan bir
tehlikeye dikkat çekti: İyi bir metin, iyi bir resimle-meyle ve kaliteli bir kitap tasarımıyla buluşmadığın-da, ortaya çıkan uyuşmazlık bununla sınırlı kalmı-yor. Noktalar çoğalıyor, bu tip kitaplarla muhatapolan çocuk estetik anlayış düzeyi aşağıya çekiliyor.
Çocuk dergiciliği, nasıl?
Birdirbir dergisi editörü Hatice Işılak konuşmasındahem Türkiye’deki çocuk dergiciliği faaliyetlerine,hem de çocuklara yönelik dinî yayıncılığa değindi.Çocuk dergilerini üç grupta ele aldı: Batı kaynaklıdergiler, Batılı dergilerin yerli versiyonları ve dinîkültürü esas alan dergiler. İlk iki gruptaki dergiler,çocuklara mensubu olmadıkları kültür kodlarınıuyarlamaya çalışarak taklit kültürünü körüklüyor.Son grupta yer alan, belirli hassasiyetler gözetendergiler ise belirli güçlüklere göğüs germeyi gözealarak yola çıkıyor: İlkin kökleri geçmişe dayanandergiler gibi bir arkaplana sahip değiller, yollarını elyordamıyla çizmeye çalışıyorlar. Ayrıca reklâm, bas-kı, dağıtım gibi ticarî açıdan pastanın şanslı dilimle-rini kucaklayan dergilerin sahip olduğu medya des-teğinden de mahrum olarak yola çıkıyorlar. Enönemlisi, bir misyonları var; bu misyonu gerçekleş-tirmek için etkili bir dil, içerik ve format oluşturmakzorundalar.
Hatice Hanım, bütün bu zorlukları sıralarken hiçbi-rinin başarısızlık için gerekçe gösterilemeyeceğineinanıyor. Bu engelleri aşmak için hangi kaynaklar-dan medet umulacağının bilincinde. Öncelikle mu-hataplar esas alındığında, kendine has terminolojiyesahip din diliyle, çocuk dilini bağdaştırmak gereki-yor. Burada da ortak akıl devreye giriyor. Zaten dergikelimesinin dermekten gelen kökeni de, eski kulla-nımıyla mecmua kelimesinin cem’ etmekten gelenkökeni de işin sırrını ele veriyor: Ortak aklı ortaya çı-karmak. Farklı renkleri temsil eden kalem sahipleri
41
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Osman Turhan
ve danışılacak kişiler -bu ekipte çocukların bulun-ması da elzem- ortaya çıkacak ürünü farklı uçların-dan omuzlayacaklar. Ayrıca bu farklı renklerin okur-da bir ahenk duygusu uyandırması gerekiyor. Dergi-nin süreli oluşu, her geçen sayının eleştirisiyle yenisayının bir adım daha geliştirilmesini sağlıyor. Hati-ce Işılak, “Dostunuzu severseniz, dilinden anlamayabaşlarsınız.” derken, çocuklarla aynı frekansı yakala-manın önemini işaret etti.
Işılak, dinî yayınlarda nicelik ve nitelik açısından gö-rünen boşluğu doldurma gayretiyle çalakalem kota-rılan kitaplar yerine acelecilikten kaçınarak dahafazla emek sarf edilen ürünlere duyulan ihtiyacın al-tını çizerek sözlerini noktaladı.
“Çocuğu Anlayan Edebiyat” sloganıyla yola çıkan,konuşmacılarımızın birbirinden farklı tarzlarıylazenginleştirdikleri panelde konukların soruları dagündemin gelişmesine katkı sağladı.
Çocuklarımızın zihin dünyalarına ilişkin soruları-mızdı bizi bir araya toplayan. O akşam salondan ay-rılırken kazançlıydık: Yepyeni sorularımız vardı. Ce-vaplara yönelik yeni adımlarda buluşmak dileğiyle…
“…
Yürüyordu sokakta. Kırmızıydı.
Pilotlar yerlerine oturdular. Başlarını sola çevirip ne-ye baktılarsa baktılar. Grileştiler, havalandılar, uçak-lar arasındaki koordinatları gözeterek hedefe doğruuçmaya başladılar.
İlk bomba düşmeden önce.
Vardı bir şehir, vardı bir şeyler.
Çocuğun vardı bir annesi. Annenin de vardı bir ço-cuğu. Vardı bir kedileri. Bir okul, bir bahçe, içinedoğdukları bir ev, evin önünde bir sokak. Köşede bir
fırın. Ekmekte bir buğu. Akşam eve sevinçle dönüpçocuklarına sarılmak isteyen bir baba. Okulda dün-yanın yarıçapını, bir sayının karekökünü, bir üçge-nin iç açılarını, bir oyunun terlerine ekleyen çocuk-lar vardı. Bir dilbilgisi kuralını dalgınlıkla laboratuar-daki bir deney tüpünün içine boşaltan kara gözlüçocuklar. Bir şiir dizesinden Akdeniz’e usulca girençocuklar. Onlara bakarken kendi çocukluğuna, ço-cukluğundaki bir ayakkabının altı parçalanmış za-manına dönen bir öğretmen... İlk bomba düşmedenönce. Daha uçaklar gelmeden önce.
Kırmızı çocuk, daha her zamanki hızıyla yürürken,sokaklarda akarken, dünyaya her zamanki gibi ba-karken...
…”
Mevlâna İDRİS (Çocuk Kırmızı)
42
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Melike Günyüz
Mevlana ‹dris
SAM fiiir Akflamlar›
Turgut Uyar 24 Ocak 2007
Mehmet Akif 20 Şubat 2007
Behçet Necatigil 31 Mart 2007
De¤erlendirme: V a h i d e U l u s o y
Güz Döneminden Bahara Şiir Akşamları
Şiir Akşamları, Cemal Süreya ile başladığı 2007 Güzdönemine Turgut Uyar, Mehmet Akif ve Behçet Ne-catigil ile devam etti.
Ocak ayında Tuğba Turan’ın hazırladığı Şiir Akşam-ları Turgut Uyar’ı ağırladı. Garip ile yazmaya başla-yan şair, kent yaşamına geçişinden sonra şiirini tek-nolojisi, yalnızlığı, her yandan kuşatılmış ve bunal-mış insanıyla yeniden oluşturmuştur. Artık gerçeklikalgısı değişmiş ve bu değişiklik insan ruhunu derin-den etkilemiştir. Programda bu yönleriyle modernşiirin en önemli şairleri arasında sayılmayı hak edenUyar’ın katkılarından söz edildi.
Mehmet Akif Ersoy’u anmak için düzenlenen kış se-minerlerinde, diliyle Türkçenin en önemli şairleriarasında olan, ayrıca tarihsel duruşu ve anlamıyla şi-irimize farklı bir boyut getiren ve modernizmin he-nüz yerleşmediği hayatımız ve şiirimizde bize yeniolanaklar sunan Akif’i bu kez şair Ali Günvar’dandinledik.
Mart ayı programındaki konuğumuz, “Öğretmenkimliği şairlikle birleşince nasıl bir şiir çıkar karşımı-za?” sorusunu irdelediğimiz, hem şiiri hem de poeti-kası hakkında konuştuğumuz Behçet Necatigil’di.Programı hazırlayan Samet Yalçın, Necatigil’in haya-tı ve şiiri arasındaki örtüşmeyi ev-aile-yakın çevreüçgeninde bizlerle paylaştı.
43
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Turgut Uyar
Mehmet Akif Ersoy
Behçet Necatigil
SAM Dosya
Ada Atölyesinin Bir Senesi
De¤erlendirme: B e t ü l Ö z e l Ç i ç e k
“Sinema ve Edebiyat İncelemeleri Atölyesi: Ada Ko-nulu Romanlar ve Film Uyarlamaları” yani kısacaAda Atölyesi bundan bir sene önce, 2006’nın Martayında çalışmalarına başladı. Ada Atölyesinin yolaçıkış amacı bir soruya cevap aramaktı. Bunun içinedebiyatı saha olarak belirledik kendimize, Ada’yıise mekân. Sorumuz, kabaca, üstünden tüm giysile-rini attığında “insan”dan geriye ne kalacağıydı. Me-kânımız Ada oldu, çünkü Ada her düşenin kendin-den soyunmak zorunda kalırken kendini bulduğubir metafordu edebiyatta. Saha olarak edebiyatı seç-memizin nedenine gelince... “Tüm gizleri aydınlatıl-mış ve her yönü açığa çıkartılmış, kana kana yaşan-mış tek hayat, edebiyattır” der Proust. Yazarın sarfettiği cümlede hakikat payı varsa eğer, edebiyatı ha-yatın kendisinden daha gerçek, daha yaşanmış kılannedir? İngiliz, Prostestan, alt-orta sınıf, kılıktan kılı-ğa, fikirden fikre giren bir casusun yarı-biyografik ro-manını; Fransız, medyayı reddederek medyanın te-pesine oturtulmuş, felsefenin okuluna gitmeyi red-dederek felsefenin âlâsını yapan asi bir yazarın tüminsanlık tarihini üç yüz küsur sayfada anlatıverendeli kızın çeyizi romanını; II. Dünya Savaşı gazisi birlise öğretmeninin hakikatleri kör gözüne parmağımmisali sokan dehşetengiz romanını; Belçikalı, sö-mürgeci, denizci, “Tanrı ile güreşircesine” yazan birmaceracının tarihin sonuna noktayı koyacakkenayakları ünleme takılıp uçurumdan yuvarlanıveren-leri anlatan acı romanını; kadın olmadığı halde ka-dın, zenci olmadığı halde zenci, Nobel ödüllü bir Af-
rikalının eprimiş bir tarihe anlam verme çabasındanmütevellit kısacık romanını bir araya getirerek oku-mamıza sebep olan ihtiyaç nedir? Yani, Terry Eagle-ton’ın kafasını duvarlara vurmasına neden olan osoruyu sorarsak, neden edebiyat? Bir zamanların sı-kı devrimcisi Perulu yazar Mario Vargas Llosa bu so-runun cevabını şöyle veriyor: “(Çünkü) bugününtekno-dünyasında, insana ait böylesine derleyici vecanlı bilgi sadece edebiyatta bulunabilir.”
Edebiyatçıların, hele de mevzu edebiyatsa kendileri-ni edebiyat yapmaktan alamadıkları malumdur. Buyüzden şatafatlı laflarını üstünü şöyle bir silkeleyipdinlemekte, ama yine de dinlemekte fayda var. Var-gas Llosa’ya göre, bilimde mütehassıslaşmanın kan-ser gibi yayıldığı, herkesin gün geçtikçe kendi ihtisasalanlarında gettolaşarak “uzmanlık adacıkları”naçekildiği, neredeyse sadece kendilerinin anlayabile-ceği bir jargonla konuştuğu bu çağda edebiyat, etnikve kültürel farklılıklarımızın insanlık mirasının birzenginliği olduğunu ve bu farklılıklara insanlığın çoksatıhlı yaratıcılığının bir manifestosu olarak kıymetvermemiz gerektiğini öğretecek paydadır. “Hiçbirşey,” der Llosa, “insanı önyargının ahmaklığından,ırkçılıktan, dinî yahut politik bölücülükten, dışlayıcımilliyetçilikten iyi edebiyat ile ortaya çıkan şu ger-çek kadar iyi koruyamaz: bütün insanlar özde eşittirve aralarına ayrımcılığın, korkunun ve istismarın to-humlarını sadece zulüm serper.” Edebiyatın, insanbilincinin dehlizlerindeki hakikati açığa çıkarma hu-susunda öyle bir özel gücü vardır ki yazarın amacıbunun tam tersi bile olsa, hakikat kendini kelimele-rin arasından ayan eder.
Bu minval üzere ve altı aylık bir ön çalışmanın ardın-dan başlayan Ada Atölyesi, tek-başına-insanı inceler-ken, sorularının cevabını beş oturumda bulmayıamaçladı. Oturumların ilki olan “Robinson ve Robin-son”da hedef tek-başına-insanın tek başınalığına ne-
44
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
yin üzerinden ve nasıl bir değer biçtiğini ölçmekti.Bu oturumun kitabı Daniel Defoe’nun Robinson Cru-soesu’ydu. Oturumumuza, Defoe’nun yaşadığı asır-daki teknik ve sosyal gelişmelerin, bir nesil önce or-taya çıkmış orta-sınıfın karşı karşıya kaldığı sorunla-rın ve dünya coğrafyasının Batılı insan tarafındanadım adım keşfi ile şekillenen benlik anlayışının tari-he yansımalarının roman üstünden yorumlanmasıile başlandı. Bu oturumun ikinci toplantısında de-ğerli hocamız Mustafa Özel, bize Protestan iş ahlâkı-nın nasıl ortaya çıktığını ve günümüz dünyasını şe-killendiren değerlerin temelini atmadaki rolünü an-lattı. Bir sonraki toplantımızda ise, Robinson Crusoeüstüne ayrı tarihlerde çekilmiş iki filmi izledik. LuisBuñuel’in filmi Robinson Crusoe’nun Maceraları(1952) ile Rod Hardy ve George Miller filmi RobinsonCrusoe’yu (1996) art arda izlemek hakim söyleminesasta değilse de satıhta nasıl bir değişime uğradığı-nı görmek açısından anlamlıydı. Üçüncü filmimizRobert Zemeckis’in Yeni Hayat’ı (2000) ise Defoe’nunikircikli ütopyamsının aksine gerçek hayatta, gerçekbir insanın nasıl davranacağını gösteriyordu.
“Robinson ve Cuma” isimli ikinci oturumumuzda,tek-başına-insanın insanla karşılaştığında bunu var-lık anlayışının neresine oturtacağı sorusuna MichelTournier’in 1967’de Cuma romanıyla verdiği cevabıinceledik. Tournier, Fransa’daki Cezayirli Cumalar’aselam çaktığı romanında aman vermez bir üsluplaRobinson’un adadaki gelişimini felsefe tarihi ile ne-redeyse birebir özdeşleştirerek anlatır. Aynı şekilde,Jack Gold’un Cuma (Man Friday) isimli filminde de(1975), Robinson’un yani beyaz, Protestan, Anglo-Sakson adamın sembolize ettiklerine karşı neşeteden yoğun eleştirinin nerelerden kaynak alarak şe-killendiği gördük. Filmde de kitapta da Cuma birvahşiden ziyade bir bilge konumuna yükseltilirken,Cuma’nın bilgeliğinin hedonist boyutuna yapılan
vurgu, bu eserlerin ortaya konduğu yıllardaki top-lumsal şartları da göz önünde bulundurduğumuzdaözellikle dikkat çekici idi. Oturumumuzun son top-lantısına gelen post-kolonyal edebiyat hocası Mu-hammed Bakari, Robinsonların ve Cumaların halenvarlıklarını sürdürdüklerini, kılık değiştirerek kendi-ni saklayan Robinsonların keçi derisinden şemsiyesive tüfeği ile Speranza’nın sahilinde dolaşan Robin-son Cruseo’dan daha tehlikeli olduklarını belirtti.
Üçüncü oturumumuz “Robinson ve Medeniyet”teise tek-başına-insanın tek başınalığında medeniyetkavramı ile nasıl baş ettiğini, tek başına kalan insanınüstünden tüm giysilerini sıyırmaya başladığında onuşekillendiren medeniyetinin hangi katmanlarının gi-dip hangilerinin kaldığını, ait olunan medeniyetininsan davranışlarına velev ki o insan ıssız bir adadabir başına olsun, etkilerinin neler olabileceğini sor-duk. Bu sorulara cevap bulmak için elimizde üç ro-man vardı. İlk romanımız, Robinson Crusoe’dan yüzelli sene sonra, 1857’de Robert Michael Ballantyne’inyazdığı bir çocuk romanıydı: Mercan Adası. MercanAdası’nda İngiliz üst, orta ve işçi sınıfından üç gencin
45
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Alt› ayl›k bir ön çal›flman›n ard›ndan bafllayan
Ada Atölyesi, sorular›n›n cevab›n› ilkin
“Robinson ve Robinson” oturumunda,
tek-bafl›na-insan›n tek bafl›nal›¤›na
neyin üzerinden ve nas›l bir de¤er
biçti¤ini ölçme¤e çal›flt›.
Robinson dedelerinin mirasını nasıl yediklerini gör-dük. Torunlarından yüz elli sene önce ıssız bir adayadüşmüş Robinson ne kadar endüstriyel başarı vemaddî zenginlik peşindeyse, torunları da o kadar bil-ginin ışığında aydınlanmanın peşindeydiler. Roma-na göre, bilginin nuru bu üç gencin de hayattaki yer-lerini, diğer insanları ve doğaya bakışlarını öyle birkonuma yükseltmişti ki diğer insanlara ve canlılarakarşı tutumları her zaman onurlu, öğretici ve hoşgö-rülüydü. Bilgiye itaat etmek onları sadece “Sahip” vekibar İngiliz centilmenleri yapmakla kalmıyor, etraf-larındaki insanların da vahşi olsun, korsan olsun ha-yatlarını “müspet” etkilemelerine vesile oluyordu.İkinci oturumdaki ikinci kitabımız ise William Gol-ding’in tam yüzyıl sonra, 1954’te, Mercan Adası’nacevap olarak yazdığı Sineklerin Tanrısı romanıydı.Baş kahramanların isimlerinin Mercan Adası’ndaki-lerle aynı olduğu bu romanda, iki dünya savaşını gör-müş Golding, farazi bir dünya savaşı sırasında biryerden bir yere gönderilen bir grup yatılı okul çocu-ğunun düştükleri adada başlarından geçenleri anla-tıyordu. Robinson Cruseo ne kadar nev-zuhur birumudun bir idealle karışarak kelimeye dökülmüş ha-li ise ve Mercan Adası ne kadar üretim gayreti veumudun üstüne kurulmuş bilgi hegemonyasının in-sanlık için sözümona iyileştirici etkisinden bahsedi-yorsa, Sineklerin Tanrısı da o kadar “disillusion-ment”ın, gerçeklere aymanın, bilginin de, endüstri-nin de, teknolojinin de, insanlığını yitirdiğinde insa-na karşı iyileştirici bir etkisinin olmadığının göster-gesidir. Romanda medeniyetin sembolü deniz kabu-ğu, vahşileşen çocuklar tarafından adanın egemenli-ğini ilk sağladıkları anda parçalanmışken, bilgininsembolü gözlük medeniyete geri dönmek gibi biramaç için değil, et pişirmek gibi bir ihtiyaç için yinevahşi çocuklarca adanın akl-ı selime en yakın çocu-ğunun gözünden çalınmıştır. Roman boyu Golding,
adaya düşen kimi çocukların dönmek için ısrar ettik-leri “medeniyet”in de adada oluşan vahşi hayattançok da farklı olmadığını alttan alta vurgular. Bu otu-rumun son romanı, Joseph Conrad’ın 1899’da yayın-ladığı Karanlığın Yüreği isimli eseriydi. KaranlığınYüreği, Ballantyne’in şekerle kaplayarak pespembebir ambalajda ve parlak, sarışın, akıllı İngiliz çocukla-rının elinden Viktoryen okurlarına sunduğu sömür-geciliğin, içyüzünü, sadece sömürülen için değil sö-müren için de ne büyük azap olduğunu gösterir. Buromanın başarılı film uyarlaması, Francis Coppa-la’nın 1979’da çektiği Kıyamet’in Vietnam Savaşı üze-rine olması ise bu bakımdan hassaten manidardır.
“Robinson ve Medeniyet” oturumunu bitirdiktensonra geçeceğimiz Ada Atölyesinin dördüncü oturu-mu “Robinson ve Kadın” yaygın temayülün aksinekadın kimliğinin “tek-başına-insan” tarafından nasılyorumlandığından ziyade değişen kadın kimliğininRobinson’u nasıl algıladığı üstüne olacak. Bununiçin iki yeniden yazım romanımız var: Nobel Edebi-yat Ödülü sahibi, Güney Afrikalı beyaz derili zenciyazar J. M. Coetzee’nin Düşman isimli eseri ve Yahu-di iken Roma Katoliği olmuş, edebî kariyerinin pe-şinde koşmak için bebeğini terk etmiş bir romancı-nın, Muriel Spark’ın Robinson’u. Her iki yeniden ya-zımda da göze çarpan temel nokta, bildiğimiz hikâ-yeye kadın unsuru eklendiğinde ortaya çıkan farklı-lıklar. Bu oturumun filmi, 1932’de A. Edward Suther-land tarafından çekilmiş Bay Robinson Crusoe.
Ada Atölyesinin beşinci ve son oturumu “Robinsonve Post-modernizm”. “Robinson ve Post-moder-nizm”de bir film ve bir roman var. Terry Sunbord’ın2004’te yazdığı Robinson Crusoe 1,000,000 AD gele-ceğin bugünle birbirine girdiği, kahramanın uygar-lıktan uzak bir adada değil, milyonlarca yıl önce in-sanlardan arınmış bir dünyada tek başına uyandığıbir kıyamet kehaneti. Byron Haskin’in 1964’te çekti-
46
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Robinson Crusoe, Bat›’da bafllayan
“do¤al hukuk” ve “do¤al din”
tart›flmalar›n›n hemen akabinde,
yani 1719’da Daniel Defoe
taraf›ndan kaleme al›n›yor.
ği Robinson Crusoe Mars’ta filmi ise Mars’ta mahsurkalan bir astronot ile Marslı Cuma’nın hikâyesini an-latıyor.
Doğa Durumu ve Tek-Başına-İnsan
De¤erlendirme: C i h a t A r › n ç
Sanat bazen var-olanın veciz bir ifadesi yahut yansı-ması iken, bazen de var olana karşı ortaya konulaneleştirel bir tepkidir. Sinema ve Edebiyat İnceleme-leri Atölyesinin kuruluşu, sanatın bu iki işlevini (ifa-de edicilik ve dönüştürücü eleştirellik) teorik bir çer-çeve içerisinde derinlikli bir şekilde kavramayıamaçlıyor. Ada konulu romanlar ve film uyarlamala-rından kurulu bu ilk oturumlar dizisi ise bilhassa in-sanın kendisi ile olan ilişkisi (psikanaliz) ve diğeri ileolan ilişkisi (siyaset felsefesi) üzerine beliren temelsoru ve sorunların, sanatın duyarlılığı içerisinde na-sıl tartışıldığını anlamak isteğinden doğdu. Atölye-nin edebiyat ayağını Betül Özel Çiçek değerlendirdi-ği için, ele aldığımız soru(n)ların felsefe literatürüiçerisindeki yeri ve bu felsefece tartışmaların ro-manların oluşumundaki etkisi üzerine birkaç şeysöylemek istiyorum.
Tek-başına-insan nedir? Hobbes’un deyişiyle, herke-se karşı savaşan bir “vahşi” mi, yoksa Aydınlan-ma’nın “yüce” hedeflerine saldıran huysuz çocukRousseau’nun “özgür birey”i mi? İnsanın diğerleriile olan ilişkisini belirleyen temel saikler nelerdir?Hıristiyanlık başta olmak üzere, Tanrı’nın buyrukla-rından oluşan vahye dayalı dinler mi, yoksa doğaldin mi; ilâhî nomos/canon mu, yoksa doğal hukuk
mu? Bu sorular, köken itibarıyla tarihte ilk defa XVII.yüzyılda ortaya çıkmış değildir. Fakat bu sorulara ve-rilen cevaplar, sayıca XVII. yüzyılda artış göstermiş-tir. Bunlar, ilk olarak XII. yüzyıl dolaylarında Endü-lüslü filozoflar, İbn Bâcce ve İbn Tufeyl tarafındansorulmuş sorulardır. Bu soruların doğurduğu ilk ro-man karakteri Robinson Crusoe değil, fakat Hayyİbn Yakzan’dır. İnsan ne ile “tedbir” eder (yönetir)?Kendi aklıyla mı, yoksa ilâhî Logos ile mi? İlâhî Lo-gos’a ulaşmak için –ister Platon’un mağarasındankurtulduktan sonra başkalarını da kurtarmak içingeri dönen Filozof olsun, ister Tanrı’nın inayetiyleinananları kurtarmak için yeryüzüne inen Hz. İsa ol-sun– bir mürşid (yol gösterici) şart mıdır? Descar-tes’ın cogito’sundan çok önce bu soruyla yüzleşenİbn Bâcce, tedbîrü’l-mütevahhid (bireyin kendi ken-dini yönetmesi) terimiyle, tekil-insanın Tanrı vergisiaklı ile kendisini tedbir edebilecek bir özne olduğu-nu vurgulamıştı.
Robinson Crusoe, Batı’da başlayan “doğal hukuk” ve“doğal din” tartışmalarının hemen akabinde, yani1719’da Daniel Defoe tarafından kaleme alınıyor.Robinson, son derece sakin, sistemli, rasyonel, amaaynı zamanda Tanrı’ya bir ölçüde bağlı, içine düştü-ğü doğa şartlarına kendi medeniyetinin sistemini ta-şıyabilen bir karakter. Marx’a göre, Crusoe “kapita-lizm öncesi homo economicus’un tümel bir örneği-dir” ve dahası “aşırı karmaşıklaşan hayata bir tepkive yanlış anlaşılan doğal hayata bir geri dönüş değil,fakat daha ziyade ‘sivil toplum’un bir öngörüsüdür.”Romanda Robinson’un “kendine” –benliğinin ka-ranlık noktalarına– dair soruları yok. Adada nasıl ya-şayabileceğini ve adayı kendisi için nasıl daha yaşa-nılabilir bir yer hâline getirebileceğini soruşturan,hesap ilmine dayalı rasyonel bir düzen kuran (ki bupratik yönüyle Rousseau’nun övgüsüne mazharolur), kayık yapmak vb. girişimlerinden anladığımız
47
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
kadarıyla bir dereceye kadar adadan kurtulmaya ça-balasa da her şeye rağmen orada yaşadığının farkın-da olan bir birey. Köle-efendi diyalektiğinin negatiftarafında duran Cuma geldikten sonra işleri epeyhafifleyen ve kendi elleriyle kurduğu adanın gerçekEfendi’si olan biri Robinson. Bu açıdan Batılı özne-nin kendi dışındakilere bakışını yüzeysel bir şekildeyansıtan bir kitap Robinson Crusoe. Kendisindensonra kaleme alınan yeniden-yazma denemeleri sa-yesinde Robinsonad türünün doğduğunu biliyoruz.Bunlardan önemli bir tanesi, Michel Tournier’in Cu-ma ya da Pasifik Arafı adlı romanı. İnsanın mahiyetiüzerine yoğunlaşan bu roman, bilincin flûlaşan sı-nırlarında dolaşıyor ve okuruna derin bir psikolojiktahlil sunuyor. Bunları yaparken sadece karakterin içdünyasındaki değişimleri psikanalitik bir perspektif-ten aktarmakla yetinmiyor, buna bağlı olarak onundoğa ile olan ilişkisindeki değişmeleri de felsefî ant-ropoloji çerçevesinde gösteriyor okurlarına. Bu yö-nüyle altmetni ve metinlerarası göndergeleri kuvvet-li bir roman. Tournier’in Robinson’u, Defoe’nunkin-den farklı. O, ilkin yalnızlığın çürüttüğü ve dönüştür-düğü (âdeta insanlıktan çıkarttığı), fakat sonra yücebir “kurtarıcı” edasıyla adaya gelen Cuma sayesindeyeniden “ışığı” keşfeden biri. Tournier’in “tek-başı-na-insan nedir?” sorusuna verdiği cevap, insanınkendisiyle ve çevresiyle olan bilinçaltı ilişkisinin öneçıktığı son derece karamsar bir cevap.
İnsanın diğerleri ile olan ilişkisine gelince, bu soruMercan Adası ve Sineklerin Tanrısı romanlarında da-ha da öne çıkıyor. Robert Michael Ballantyne’in1857’de kaleme aldığı Mercan Adası, insanların doğadurumunda iken rasyonalitelerini korumayı sürdü-recekleri kabulüne dayanarak Locke’çu bir yaklaşımıbenimsiyor. Locke’a göre doğa durumu siyaset top-lumundan önce gelen, özgürlük ve eşitliğin olduğubir durumdur. Bununla birlikte o, sınırsız bir ruhsa-
tın olduğu bir durum değildir, çünkü tabiatın kanu-nu akıldır. İki dünya savaşının ardından 1954 sene-sinde William Golding tarafından yazılan ve MercanAdası’nın yaklaşımını olumsuzlayan Sineklerin Tan-rısı ise, daha kötücül ve Hobbesçu bir tablo çizer. Is-sız bir adaya düşen eğitimli İngiliz çocuklarının, bu-rada kaldıkları süre içerisinde medeniyetin kaza-nımlarından nasıl geriye düştüklerini, asaletin yerinihayatta kalma ve haris iktidar mücadelelerinin aldı-ğını resmeden roman, aklın değil ilkelliğin ve vahşe-tin hâkim olduğu bir doğa durumunu gözler önüneserer. Ralph ve Jack arasındaki “güç isteği”ne dayalıgerilim, giderek canice sonuçlar doğurmaya başlar.Sağduyuyu ve adaleti simgeleyen “denizkabuğu”nunkırılmasıyla beraber adalet ve hakkaniyet de heptenortadan kalkar. İngiliz filozof Thomas Hobbes’un de-yişiyle, doğa durumunda “adalet ile adaletsizliği, iyiile kötüyü birbirinden ayıracak hiçbir ilke yoktur;doğa durumu, herkesin herkese karşı savaş içindeolduğu (bellum omnium contra omnes) çok vahşî,berbat, hayvanî ve yabanî bir hâldir.”
Kanalizasyondan Notlar ya daTrajedi Olamamak Trajedisi
De¤erlendirme: S e l i m K a r l › t e k i n
‘Ada’ düşünmek için şarttır. Öteki olarak değil ama‘ben’imizi ikame ettiğimiz zaman/mekân aralığıdır,tefekkürün tecelli mahallidir. Bu bağlamda coğrafîolmayan bir sahayı işaret ediyoruz. Akıl, muhayyileyoluyla ânın ötesine dair tasarımlarda bulunur vebunlar zihin adasında inşa olunurlar. Meselemizşeylerin düzeninin bilgisine tarihin belirli bir dili-
48
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
minde bir zihniyetin; modern dönem Avrupa mer-kezinin verdiği cevabı tetkiktir. Bunun tetkikatını bi-zim için meşgale kılan soru; şeylerin düzenlenişin-den, bir yasalılık arz etmesinden neşet eden eylemeşeklinin (estetik) nasıl bir hüviyet’i (ethos) doğurdu-ğudur. Soru derdi olana mahsus, bu okumaların der-di kendi hüviyetimizi apaçıklaştırmak, ‘ben’in bu ta-sarıma ne kadar müdahil olduğunu bilmek, hüviye-timiz dediğimiz sırrı bedahate kavuşturmak… An-cak bu şekilde ‘ben’ benimin faili olduğum iddiasın-da bulunulabilirim. Ne yaptığımızı, nasıl eylediğimi-zi bilebilmek için “ne”liğimizi ışığa çıkarmamız gere-kiyordu, bu da ancak bize ne olduğumuzu söyleye-nin kim olduğunu bilmekten geçiyor, çünkü tasa-rımlar ‘ben’in üzerinden yapılır ve biz de ötekininbeninin meşruiyeti için inşa ettiği uzaylardayız. Ga-yemiz toprağa basmak.
Modernite, Avrupa’da merkez ve muhit olarak teza-hür ediyor. Merkezde İngiltere ve Fransa var. Tasarı-mın failleri olarak, modernite burada tabii olarakvar. Muhitte ise Almanya ve Rusya, modernitenineşiğinde ama hep eşikte ve bu tecrübe romantizmle-ri ve nihilizmi, Hölderlin’i ve Dostoyevski’yi doğuru-yor. Merkezin bilinçsizce işledikleri, muhitin vicda-nında deprem oluyor. Modern tarih muhitte vicda-nın delirmesi, merkezde ‘ben’in erimesinin tarihi.
Muhitin ‘ada’ya dair tasarımı yoktur. O varolan adala-rın istemsiz faili olarak bunun hesaplaşmasını yapar,eylediğine yabancıdır. Çalışmamızda ele aldığımızmetinler zaruri olarak merkezden. Okumaları beşbaşlık altında topladık ve ilk üç başlık tamama erdi.
1. Robinson ve Robinson: Daniel Defoe – RobinsonCruose [1719] : bu babta Robinson’un doğuşu masa-ya yatırılmıştır. Ahmet Davutoğlu Batı’da epistemo-lojinin ontolojiyi belirlediğini söylüyor. Descartes’la
birlikte Avrupa, yasa (nomos) sorusuna; insanın yasakoyucu olacağını söyleyerek cevap veriyor. Robinsonilk moderndir. (Mode’u kendi ve kendinden söyler.)Ada o âna dek (zihin) ormanın kanununa tâbi idi.Robinson fenomen dünyasını zihnindeki tasarımagöre inşa etmeye başlar. Adada küçük bir İngilterebina eder. Artık ada refaha kavuşmuştur. Şeyler (fe-nomen dünyası) Robinson’un zihnine göre düzen-lenmiştir. Cuma da dekorasyonun insan suretindetecessüm etmiş halidir. Mekânın ehlileştirilmesiyleatbaşı olarak da Cuma düzene kavuşur.
2. Robinson ve Cuma: Michel Tournier – Cuma ya daPasifik Arafı [1967] : Tournier’in kitabının yazılış tari-hi; Wallerstein’in 1789’la mutlak hale gelen Avrupahegemonyasının sona erdiği dediği bir döneme teka-bül eder. Post-modern’in eşiğindeki merkez, eriyerekyok olan bir persona’nın ardından zihnin melekele-rinin birbirine girdiği bir hummayı bağırıyor. Robin-son nihayetinde Robinson kalamıyor, geriye hiçlikkalıyor, anlamsız bir et yığını. Cuma, efendi oluyor,Robinson’un tasarımı kendi üstüne kapaklanıyor.
49
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Descartes’la birlikte Avrupa, yasa (nomos)
sorusuna; insan›n yasa koyucu olaca¤›n›
söyleyerek cevap verir. Robinson, ilk
moderndir; mode’u kendi ve kendinden
söyler, fenomen dünyas›n› zihnindeki
tasar›ma göre infla etmeye bafllar.
3. Robinson ve Medeniyet: Robert Michael Ballanty-ne – Mercan Adası [1857]: Robinson adaya düştü-ğünde yetişkindi. Ballantyne’in Viktoryen ahlâklabezenmiş üstün nesli, çocuk yaşta adayı fethedipdüzeni sağlayabiliyor. Düzen vermek modern varlı-ğın doğasında içkin bir meleke oluyor.
William Golding – Sineklerin Tanrısı [1954]: Golding,Ballantyne’a cevap veriyor. Takribi yüz sene sonrayazılan bu eserde, savaş sırasında nakledildikleriuçak düşen bir grup çocuğun macerası anlatılıyor.İngiltere’nin bu üstün çocukları, medeniliklerini ve-ren yapay ortamdan koparılınca, medeniyet kisve-sinden sıyrılmaya başlıyor. Kitap, Avrupalı bireyinmedeniyet veren olmak bakımından kısırlaştığını,verecek bir şeyi kalmadığını söylüyor.
Joseph Conrad – Karanlığın Yüreği [1889]: Sonsuzhuzursuzluğun, Düşünülemez, Söylenemez olanınkitabı. Kitap, Golding’i haber veriyor. Albay Kurtz,Kant’la birlikte Avrupa’da ikinci zirve: biri Tanrılığınve âlemin yasasını diğeri Karanlığın Yüreği’nin (İn-cil’de şeytan) yasasını kelam ediyor. Kurtz, Kant’tankelam ettiğini ‘ol’mak için kendini feda etmesiylefarklı; Mephisto ile hem vücut olmayı deniyor.
Trajedide, insan ötekiyle birlikte olabilmek için, do-ğanın ötesine geçebilmek için yasa koymak zorunda,velâkin bütünün bilgisine sahip olmaması bu yasayıgayrimeşru yapıyor (anomos); nihayetinde de küçükkıyamet gerçekleşiyor. Trajik kahraman, derdi olan-dır, yazılmamış olanla (tanrıların yasası), insanın ya-sası arasındaki çatışmanın mefulüdür ve cevap içindelicesine hakikat peşine düşer [até], tereddütsüz-dür, gerçek apaçık kalana dek gider. Sonunda kıya-metini yaşayacak olsa da.
Modern insanın kendinden-şey olduğuna (hybris =tekebbür) olan imanı, hakikat kendini ona açacakolduğunda tereddüde, bu tanrılaşmayı sürdürmesi
için adadan çıkmamaya, ‘mağara’da kalmaya zorlar.Yüzleşme dionizyakla bilincin dışına atılır, kendinekilitlenen birey kendine cehennem olur. Büzülerek,küçülerek, yeraltına kaçarak hiçliğini tekâmül edi-yor. Ada batıyor.
“Medeniyetini yitirmiş aydınlar yâd uygarlıklarıntaklit cehenneminde kavrulup dururken, bir dirilişesintisiyle aralarından sıyrılacak olanlar, bu satırlar-da, belli belirsiz, yeni bir mayalanmanın ilk çizgileri-ni sezer gibi olurlarsa, görevin yapılmış olması mut-luluğundan bir serinlik ilk sabah çiğlerini düşürmüşolacaktır gecede alev alev yanan ruhumuza kuşku-suz. ” (Sezai Karakoç, Yitik Cennet, 7. baskı s.102.)
Ada Atölyesine Dair Öznel Bir Değerlendirme
De¤erlendirme: S ü m e y y e P a r › l d a r
Ada Atölyesi, benim için ayakları yere basmaksızınancak hangi hava ve kara sahasında dolaşıldığı bili-nerek konuşmanın adı oldu: Ayakları yere basmaksı-zın, zira konuşma kalıpları ile sınırlanmıyorsunuz;nerelerde dolaştığınızı biliyorsunuz, zira metninizesadık kalmak (mecazınızı metinden aldığınız karine-ler üzerine kurmak) ve felsefe, antropoloji, edebiyatve hatta siyasetten, farklı teorisyenlerden beslenerekciddiyetle hazırlanmış okuma listesini takip etmekdurumundasınız. Bu eş zamanlı genişlik ve zorunlu-luklar, oturumlar sırasında zihinde kalıcı sunumla-rın ortaya çıkmasına da vesile oldu: Ayşe Pay’ın Mer-can Adası’na getirdiği üçlü formül; Yaylagül Ceran’ınSineklerin Tanrısı romanında antropolojik açılımla-rı, Selim Karlıtekin’in coşkulu ve derinlikli Karanlı-ğın Yüreği sunumu; Betül Özel Çiçek’in Batı edebiya-
50
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Conrad’›n Karanl›¤›n Yüre¤i
kitab›, sonsuz huzursuzlu¤u,
düflünülemez, söylenemez
olan› anlat›yor. Coppola’n›n
baflyap›t› K›yamet filmi bu
roman›n bir uyarlamas›d›r.
tı ve tarihine dair zihnimizdeki düğüm düğüm ol-muş soruları bir çırpıda çözüverişi! Zaman zaman,pek titiz koordinatörlerimize “Bunu nasıl temellen-dirdiniz?” dedirtecek aşırı yorumlar da yapmadıkdeğil; herhalde Sineklerin Tanrısı’nda Hz. İsa’yabenzetilen Simon’un, Nietzsche’nin üst insanı ola-rak değerlendirilmesi bunlardan biri olsa gerek.
Kendi adıma pratik ile teorik arasındaki gerilimin enaza indiği alanlardan biri oldu Ada: Ada’da edebiyatmı idi alanımız felsefe mi idi yoksa? Batılı’nın kendiiçin kararttığı ve önündeki yolları kapatarak adalaş-tırdığı dünyasında sorduğu sorular ne kadar bizimsorularımızdı? Bir insanın var oluşuna dair arayışla-rı ne kadar bizim sorularımız olmayabilirdi? Batı-lı’nın zihnindeki en karanlık sorular karşımıza geldiAda’da, bir kısmı bize de dönük olan, bir kısmı biz-den değil ve fakat cevapları ile çevresini ve bizi deyakan... Zihinde kalan pek soru oldu Ada’dan; metin-ler, kavramlar ve yardımcı metinlerin iç içe işlendiğide oldu bazen.
Mesela, Tournier’in Cuma romanını JenniferChurch’un Freud’da içselleştirmeyi anlattığı metinlesentezlenmesi bir örnek olabilir (2. Oturum/ Sü-meyye Parıldar): “Jennifer Church’un makalesindeözetle, öznenin başkası ile irtibatının, içselleştirme-nin ben’in içinde bir tür proto-toplum oluşturma,bir iç kontrol mekanizmasının oluşması olduğunuve bunun da hem toplum hem de ahlâkın oluşu-munda temel teşkil ettiği anlatılmıştı. Yani öteki, as-lında toplum ve ahlâkın oluşumunun teminatı ola-rak sunulmuştu. Bu bağlamda Michel Tournier’inromanı incelendiğinde, Cuma’nın Robinson’un sü-per-egosunun çözülüm sürecini sunduğu düşünüle-bilir. Bu itibar ile kuşku ve yalnızlık, çözülme süreci-ni besleyen unsurlardan en temel ikisini oluştura-caktır. Tournier, kuşku ile çözülüm sürecinin nihaye-tinde gerçekleşecek olanlara okuyucuyu (ve Robin-
son’u) hazırlarken, yalnızlık, Robinson’un süper-egosunun kendisinden besleneceği ötekilerin çekil-mesinde- yani çözülümün imkân ve hızlanmasındakullanılmıştır. Özet olarak, kuşku ve yalnızlık süper-egonun çözülüm sürecini besleyen iki unsur olarakkullanılmışlardır. Romanın başlangıcında, yalnızlığısebebiyle halüsinasyonlar gören ve hakikatle gerçeğizaman zaman birbirine karıştıran, aklını kaçırmak-tan korkan Robinson, medeniyetin öğretilerini kay-betmeyi aklını kaybetmekle bir tutuyorken; romanınsonunda medeniyetin kendisine miras bıraktıkların-dan, kültürün kendisine öğrettiği her şeyden endişeduyar hale gelmiştir.”
Ada Atölyesinin Birinci Senesinde Neler Yapıldı?
1. Oturum “Robinson ve Robinson”
Roman
Daniel Defoe, Robinson Crusoe, 1719.
Film
Robinson Crusoe’nun Maceraları, yön. Luis Buñuel,1952.
Robinson Crusoe, yön. Rod Hardy ve George Miller,1996.
Yeni Hayat, yön. Robert Zemeckis, 2000.
Yardımcı Metinler
David Dabydeen, “From Daniel Defoe’s RobinsonCrusoe (1719)”
Peter Hulme, “From Robinson Crusoe and Friday”
Manuel Schonhorn, “The Politics of Robinson Cru-soe”
51
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Kavramlar
Kölelik, düzenli bir dünyanın yaratılması/ütopyacıtoplum, beden ve ruhun gelişimi, yalnızlık, ıssızada, orta sınıf, püritanizm/kapitalizm/bireycilik/protestan iş ahlâkı, fatalizm (kadercilik), ölçme vehesaplama.
2. Oturum “Robinson ve Cuma”
Roman
Michel Tournier, Cuma ya da Pasifik Arafı, 1967.
Film
Vahşî Adam, yön. Caleb Deschanel, 1989.
Cuma, yön. Jack Gold, 1975.
Yardımcı Metinler
Brenda K. Marshall, “Critique of Subjectivity andMichel Tournier’s Friday”
Jennifer Church, “Morality and the Internalized Ot-her”
Sigmund Freud, “Selections”
Edward Said, “Giriş”, Şarkiyatçılık içinde
Kavramlar
Düzen, dostluk, korku, şiddet, yalnızlık, zaman, sus-kunluk/sessizlik, dikizlenmek/dikizlemek, tabiat,canavar, teknoloji, savaş, dil, yamyamlık, mağara,ölüm, sapkınlık, kuşku, özgür irade-belirlenmişlik,iktidar, vertigo.
3. Oturum “Robinson ve Medeniyet”
Roman
Robert Michael Ballantyne, Mercan Adası, 1857.
William Golding, Sineklerin Tanrısı, 1954.
Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, 1899.
Film
Sineklerin Tanrısı, yön. Peter Brook, 1963.
Sineklerin Tanrısı, yön. Harry Hook, 1990.
Karanlığın Yüreği, yön. Nicolas Roeg, 1994.
Kıyamet, yön. Francis Ford Coppola, 1979.
Yardımcı Metinler
• David Dabydeen, Patrick Brandlinger, “FromKurtz’s ‘Darkness’ and Heart of Darkness”
• Robert Hampson, “Heart of Darkness and ‘TheSpeech that Cannot be Silenced’”
• Mike Wilmington, “Worth the Wait: ApocalypseNow”
• Robert LaBrasca, “Two Visions of ‘The horror!’”
• William M. Hagen, “Heart of Darkness and the Pro-cess of Apocalypse Now”
• E.N. Dorall, “Conrad and Coppola: Different Cent-res of Darkness”
• Margot Norris, “A Choice of Nightmares: Reading‘Heart of Darkness’ through Apocalypse Now”
• Mark Osteen, “Luminous Spaces: Teaching ‘Heartof Darkness’ through Film”
• Stuart Sim ve David Walker, “Hobbes: Absolutismand the State of Nature”
• Stuart Sim ve David Walker, “Locke, Sidney, and theWhig State of Nature”
• Stuart Sim ve David Walker, “Calvinism and the Sta-te of Nature: Robinson Crusoe”
• Thomas Hobbes, “From Leviathan”
• Jean-Jacques Rousseau, “A Discourse on the Originof Inequality”
• Sir James George Frazer, “From The Golden Bough”
• Sigmund Freud, “From Totem and Taboo”
52
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
• C. G. Jung, “From On the Nature of the Psyche”
• Joseph Campbell, “From The Hero with a Tho-usand Faces”
• Joseph Campbell, “From The Masks of God: Primi-tive Mythology”
• Larry Arnhart, “Power Politics: Machiavelli’s ThePrince and Discourses”
• Larry Arnhart, “Individual Rights and Absolute Go-vernment: Hobbes’ Leviathan”
• Larry Arnhart, “Individual Rights and Limited Go-vernment: Locke’s Second Treatise of Government”
• Larry Arnhart, “Participatory Democracy: Rousse-au’s First and Second Discourses and Social Cont-ract”
• Larry Arnhart, “The Death of God and the Will toPower: Nietzsche’s The Birth of Tragedy; Human,All Too Human; Thus Spoke Zarathustra; and Be-yond Good and Evil”
Kavramlar
Mercan Adası
Medeniyet, Hıristiyanlık, Hıristiyan ahlâkı, misyo-nerlik, tabiata tahakküm etme, öteki algısı, özgüven,çalışkanlık, Viktoryen üstünlüğü ve refahı.
Sineklerin Tanrısı
İnsanın (günahkâr) tabiatı, kötülük sorunu, anarşive düzen ihtiyacı, yasa, deniz kabuğu, şiddet, iktidar,güç iradesi, korku, korkunun etkisi, bilinmeyen kor-kusu, gözlük, yüz boyamak, ateş ve duman, ada, pa-raşütçü, medenî-vahşi, masumiyetin yitirilişi, yılan,tekinsizlik, karanlık korkusu, şiddet ve haz ilişkisi,haset, şiddetin ritüelleşmesi, kurban sunma, cana-var, şeytan
Karanlığın Yüreği
Dehşet, kolonyalizm, nehir, kafatasları, tabiat, or-man, canavar, kendini keşfetme, kendini kandırma,yamyamlar, ırkçılık, karamsarlık, zıtlıklar (karamsar-lık/iyimserlik, siyah/beyaz, karanlık/ışık, kötü/iyi,vahşî/medenî, öteki/ben), yılan, yalnızlık, intihar,sessizlik, dikizlenmek, gizli/bilinmeyen güç, karan-lık, ölüm, zaman, iktidar, kadın.
53
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Sanat Araştırmaları
2007 Bahar Seminerleri
G‹R‹fi SEM‹NERLER‹Görsel Sanatlara Girifl ‹hsan KabilSanat Tarihinin Temel Kavramlar› II Nicole (Nur) Kançal
TEMEL SEM‹NERLERFilm Okumalar› Ali Pulcu
Müzik Düflüncesi ve Tarihi Yalç›n Çetinkaya
Osmanl› Edebiyat›n›n ‹ncelikleri Ömer Zülfe
fiiir Sanat› M. Lütfi fien
ÖZEL SEM‹NERLERBizans Sanat› ve Mimarisi H. Fehmi Y›lmazMesnevi Okumalar› ‹smail GüleçModern Türkiye fiiirinde Geleneksel fiiirle Köprü Kurma Çabalar› Ali GünvarTürk Resminin Bat›l›laflma Süreci A. Albayrak-S. PulcuXV. ve XVI. As›rlarda Osmanl› Sanat›n›n Arfliv Kaynaklar› Hilal Kazan
54
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Ad
a’d
aN
erm
in T
enek
eci
Du
md
ut›
st›s
t›ss
du
rim
du
rid
a
Ad
ad
a o
n a
lt› b
in d
ört
yü
z d
ok
san
befl
inci
gü
nü
m…
46 y
›l› 365 ile
ça
rpt›
¤›m
da
ya
kla
fl›k
ra
ka
mb
u.
Bu
ray
› b
en s
eçm
edim
; b
ura
s› d
a b
eni.
Al›
nya
z›la
r›n
›n b
irle
fltir
di¤
i ik
i ta
raf›
z sa
dec
e.
Yap
›lac
ak p
ek b
ir fl
ey y
ok.B
ekli
yoru
m…
Gü
n g
eliy
or t
avan
ara
s›n
dak
i od
amd
a,b
ir ç
ivi
gib
i,b
iriz
e-iz
le¤e
tak
›l›
kal
›yor
göz
leri
m.
O i
zler
in-i
zlek
leri
n p
eflin
de
bir
k›p
›rt›
ar›
yoru
m k
i d
uld
as›n
ak
›vr›
lay›
m.
Can
›ma
k›v
r›la
y›m
.G
ün
gel
iyor
›fl›
kta
uyu
may
› d
eniy
oru
m.Y
ük
sek
ses
li m
üzi
kte
mes
ela.
Bir
fil
m s
eyre
der
ek.B
al›k
kok
usu
nu
yok
,lim
on k
olon
yas›
n›
var
saya
rak
.Çar
flafl
ar›
de-
¤iflt
irm
eli,
diy
oru
m.S
onra
bu
seh
pa
bu
rad
a te
rs,b
u k
ap›n
›n a
ral›
¤›n
dan
s›z
an s
o¤u
k in
san
› ç›l
-d
›rt›
yor.
Sar
mafl
›¤›n
yap
rak
lar›
n› s
ay›y
or,b
ir y
apra
k d
aha
açt›
,diy
oru
m.B
ir y
apra
k a
çt›¤
›nd
a b
irya
pra
k d
ökü
yor.
Ken
din
ce b
ir d
enge
si v
ar v
e n
e öl
ü,
ne
dir
i d
uru
p d
uru
yor
top
ra¤›
nd
a (b
ana
ben
ziyo
r).K
ans›
z,se
ssiz
bel
iriy
or k
adim
bir
an
› b
azen
.Bir
den
izin
aya
kla
r›m
›n a
lt›n
dan
çek
il-
mes
ine,
da¤
lar›
n y
erin
den
oyn
amas
›na
ben
ziyo
r yi
tip
git
mes
i; e
ski
bir
dos
tu k
ayb
etm
eye.
Nef
tî b
ir l
eke
gib
i ya
p›fl
t›¤›
m k
anep
ede
rasg
ele
çek
ti¤i
m b
ir fl
iir
kit
ab›n
›n s
ayfa
lar›
n›
kar
›flt›
r-d
›m.
“Bir
ru
hu
n s
o¤u
mas
›” c
üm
lesi
nin
alt
›n›
çizd
im.
Ner
edey
se k
end
isin
e ya
s tu
taca
k b
iris
iiç
in d
aha
tan
›mla
y›c›
bir
m›s
ra v
ar m
›yd
›? B
ir r
uh
un
so¤
um
as›y
d›
ken
din
e so
¤um
ak.
Bir
bu
zd
uva
r›n
a to
slam
ak k
i,b
eber
uh
i ta
raf›
m›
bir
an
bu
day
›p,ç
ekip
gid
ece¤
im d
iyeb
ilse
m m
esel
a ta
ci¤e
rden
; h
afif
lets
em u
yuflm
ay›.
Bal
sü
reb
ilse
m d
ud
akla
r›m
›n i
ki
ken
ar›n
dak
i d
erin
çu
ku
ra k
ica
md
a si
nek
ölü
sü g
ün
ler
geçs
e.Pu
l p
ul
dök
sem
yü
züm
ün
çi¤
mav
isin
i.B
ak›r
ren
gi ç
ad›r
lar
ku
rsam
gök
del
enle
r ü
lkes
ine.
Ote
l od
as› k
adar
yab
anc›
-yab
ans›
kal
sam
bu
yer
e; h
atta
dü
flman
:si
lah
l›,s
ald
›rga
n.
(‹n
tern
ette
n b
an
ka
hes
ab›m
› k
on
tro
l et
tim
; k
ira
lar
yatm
›fl.
Kre
di
ka
rt›
bo
rçla
r›m
› ö
ded
ikte
nso
nra
bir
so
nra
ki
ay›n
hes
ab›n
a ü
ç D
VD
sat
›n a
ld›m
.)
Ad
ad
a o
n y
edi
bin
üç
yü
z y
irm
i b
irin
ci g
ün
üm
… K
›rk
sek
izin
ci y
›l.
Bir
az
vak
it g
eçir
mek
,bir
az
da
tü
m b
edb
inli
¤im
e ra
¤men
hâ
lâ i
çim
de
ç›rp
›n›p
du
ran
bir
ik
i is
-te
¤i b
ir ik
i ›fl›
lt›y
la p
erçi
nle
mek
için
–b
aze
n b
iri,
ba
zen
di¤
eri a
¤›r
ba
s›yo
r- h
ayat
hik
âye
mi y
az-
may
a k
ara
r ve
rdim
.Fa
kat
ben
im d
iye
ba
flla
d›¤
›m b
u h
ikâ
ye,b
itti
¤in
de
emin
im k
i a
nn
e-b
aba
-m
›n,
idea
list
bir
ö¤r
etm
en i
le ö
lüsü
nü
bil
e d
eniz
e b
a¤›
flla
m›fl
kü
skü
n b
ir a
da
m›n
hik
âye
sin
ed
ön
üfle
cek
; M
üb
erra
ve
Ta
r›k
Gü
rsoy
’un
.Bir
i k
ök
leri
yle
to
pra
¤a n
e k
ad
ar
tutu
nd
uy
sa d
i¤er
i o
ka
da
r k
açt
› ve
ben
i ta
m a
rad
a b
ir y
erd
e b
›ra
kt›
lar;
yo
l ay
r›m
›n›n
efli
¤in
de.
An
nem
,öm
rün
ü V
a-
tan
da
fll›k
Bil
gisi
der
sin
e; d
ersi
ni
-de¤
il m
i k
i in
san
to
plu
m i
çin
de
yafla
ma
k m
ecb
uri
yeti
nd
eo
lan
bir
va
rl›k
- te
mel
ha
k v
e ö
dev
lere
,cu
mh
uri
yeti
n t
emel
nit
elik
leri
ne
ve y
erel
yö
net
imle
re
H‹KÂ
YE
55
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
ad
aya
n b
ir id
eali
stti
.Bab
am
sa,b
ir s
aba
h –
flid
det
li b
ir m
ün
ak
afla
n›n
ard
›nd
an
- a
ns›
z›n
bir
ad
a-
ya,B
urg
az’
a ç
ekip
gid
en,d
ört
y›l
boy
un
ca s
ad
ece
ka
rtp
ost
all
ar›
yla
avu
nab
ild
i¤im
bir
ç›l
g›n
.Ne
an
nem
in g
it d
eyifl
ini
ba
¤›fll
ad
›,n
e d
e k
end
isin
i a
da
da
n k
op
ara
bil
di.
Ces
edin
i b
ile
ka
raya
ço
kgö
rdü
.Yin
e d
e,ik
isin
in g
ölg
esin
de
bir
k›r
›nt›
ola
rak
ka
lsa
da
,tu
tku
lar›
ile
–ve
hat
ta b
eden
i il
e-ifl
i b
iten
bir
inin
,b
ir y
urt
suzu
n,
Ku
bil
ay’›
n,
yan
i b
enim
ya
z›y
la h
esa
pla
flma
m b
u.Y
ok
sa k
eli-
mel
erle
mi
dem
eli?
Eve
t,b
eden
imle
ifli
m b
itti
art
›k…
Kes
if b
ir k
üf
ko
ku
sun
un
a¤›
r a
¤›r
yak
-la
flt›¤
›n›
his
sed
iyo
rum
.fi
idd
eti,
ha
fif
esen
bir
rü
zgâ
r›n
yu
mu
flak
do
ku
nu
flla
rla
tü
l gi
bi
da
lga
-la
nd
›rd
›¤›
bir
gö
lün
k›p
›rt›
s›n
a a
nca
k e
rifle
bil
en k
›rk
sek
iz y
›l›n
so
nu
nd
a,
ka
dif
e p
erd
eler
ina
ras›
nd
an
in
ce b
ir ›
fl›¤›
n s
üzü
ldü
¤ü l
ofl
od
am
da
,s›
cak
,y
um
ufla
k v
e d
erin
yat
a¤›
md
a ö
mrü
-m
ün
so
na
erm
esin
i b
ekli
yoru
m.B
aba
m›n
çek
ip g
ider
ken
b›r
ak
t›¤›
,ben
im y
›lla
r y
›l›
çek
mec
e-le
rde
kil
it a
lt›n
da
tu
ttu
¤um
fo
to¤r
afl
ar,
ha
rita
lar,
gaze
te k
up
ürl
eri,
say
fala
r› a
fl›n
m›fl
def
terl
er,
mek
tup
lar
ve h
atta
sav
afl
tuta
na
kla
r› e
fllik
ed
iyo
r b
an
a;
zen
gin
ko
lek
siyo
nu
.
Bek
liyo
rum
… O
rma
n›n
dib
ind
e p
usu
ya y
ata
rak
,tü
fe¤i
ni
do
¤ru
lttu
¤u y
erd
en s
u i
çmey
e in
enb
ir c
eyla
n›n
aya
k t
›p›r
t›s›
n›
bek
leye
n b
ir a
vc›
gib
i p
ürd
ikk
at.
Ne,
ülk
üle
riy
le y
afla
yan
,ü
lkü
le-
riy
le ö
len
an
nem
gib
i h
uzu
r b
ula
ca¤›
m;
ne
de
ruh
un
u fl
öva
lyel
i¤in
tu
tuflt
urd
u¤u
bab
am
gib
im
ace
ra a
raya
ca¤›
m.H
em b
u k
öh
ne
yere
s›¤
am
aya
cak
,hem
bu
yer
den
ka
çam
aya
ca¤›
m.B
ir e
nu
ca,
bir
en
dib
e va
raca
¤›m
… S
ad
ece
tak
vim
lerd
en d
üfle
ce¤i
m.
Gö
¤sü
mü
n y
erli
yer
siz
t›k
an
-m
as›
nd
an
an
l›yo
rum
bu
nu
.So
lu¤u
mu
n d
erin
yat
a¤›
nd
a in
lem
esin
den
.Ne
ka
da
r ço
k v
e n
e k
a-
da
r ge
rek
siz
tefe
rru
atta
n.
(Po
sta
c› s
u v
e el
ektr
ik f
atu
rala
r›n
› get
ird
i bu
gün
.Geç
en a
yd
an
da
ha
ürk
ün
ç b
ulm
al›
ki b
eni k
o-
flar
ad
›m b
ah
çed
en ç
›kt›
.)
Ad
ad
a o
n y
edi
bin
befl
yü
z y
irm
inci
gü
nü
m;
K›r
k s
ekiz
bu
çuk
y›l
.
Ka
n›m
ger
ide
ya¤l
› b
ir u
yu
fluk
luk
b›r
ak
ara
k d
am
arl
ar›
md
an
a¤›
r a
¤›r
çek
iliy
orm
ufl,
ya d
a k
o-
lum
a s
eru
m b
a¤l
an
m›fl
,ya
hu
t n
ark
ozl
a u
yu
fltu
rulm
ufl
gib
i,te
mb
el t
emb
el y
ata
rak
,ö
¤le
ye-
me¤
i iç
in b
ile
ka
lka
ma
da
n g
eçir
dim
pa
zar›
.Ka
ld›
ki
bir
mes
lek
te k
ara
r k
›lm
ak
yer
ine
kir
a g
e-li
riy
le a
vun
an
bir
i iç
in p
aza
r›n
di¤
er g
ün
lerd
en b
ir f
ark
› yo
ktu
.Yat
ak
ta d
ön
dü
m d
urd
um
; uy
u-
du
m u
yan
d›m
,uy
ud
um
uya
nd
›m.U
yk
u i
le u
yan
›kl›
k a
ras›
nd
a,y
att›
¤›m
yer
den
tel
eviz
yon
iz-
led
im.T
elev
izyo
nu
n s
esi
bo
fl b
ir t
enek
e m
isa
li o
da
da
ya
nk
›la
n›p
du
rdu
.B
ir r
itm
im y
ok
tu;
veri
tim
sizl
ik k
ad
ar
kö
tü b
ir fl
ey.
Bö
yle
sü
rece
k.Ç
izgi
nin
üze
rin
de
du
rdu
¤um
yer
i k
an
›ksa
d›m
: y
ön
üm
ü,ö
nü
mü
ve
t›rn
ak
izl
e-ri
mi
geçi
rdi¤
im y
erle
ri d
ah
as›
.Ata
rda
ma
rla
r›m
›n a
tt›¤
› ve
atm
ad
›¤›
an
lar
var.
Att
›¤›n
da
bu
ge-
nifl
lik
dem
ek,a
tma
d›¤
›nd
a ö
lü z
am
an
lar›
n ç
o¤a
lma
s›.A
yak
sü
rçm
eler
i,d
il s
ürç
mel
eri
hep
bu
atm
aya
n-a
km
aya
n a
nla
ra m
ah
sus.
Bil
miy
oru
m h
an
gi k
›v›l
c›m
,b
end
eki
der
in b
uzu
l su
lar›
erit
mey
e ye
ter?
(Bü
feci
bü
fesi
ni
ka
pat
t›.E
n y
ak
›n m
ark
et b
ir k
ilo
met
re ö
ted
e.M
utf
ak
tak
iler
le ü
ç gü
n i
da
re e
t-ti
m.B
ira
z d
ah
a d
aya
nab
ilir
im s
an
›r›m
.)
H‹KÂ
YE
56
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Ad
ad
a o
n y
edi
bin
do
ku
z y
üz
sek
sen
befl
inci
gü
nü
m;
k›r
k d
ok
uz
bu
çuk
y›l
.
D›fl
ar›
da
geç
ird
i¤im
lod
osl
u b
ir g
ün
ün
ard
›nd
an
eve
va
rd›¤
›md
a,n
iced
ir z
inci
rin
den
bo
flan
m›fl
fak
at y
ine
de
üst
ten
üst
e b
ast
›r›p
du
rdu
¤um
盤
l›¤›
m k
oyn
um
da
n f
›rla
d›.
Y›l
lard
›r k
end
i k
a-
n›m
la b
esle
nen
ve
sem
ird
ikçe
sem
iren
ko
rku
nç
a¤z
›yla
gü
nü
n k
›r›n
t›la
r›n
› to
pla
d›.
Kir
li b
irsu
yla
do
lu k
›r›k
bir
ça
na
k t
utt
u y
üzü
me,
ba
k v
e n
e gö
rdü
¤ün
ü s
öy
le,d
edi.
Ben
o s
ud
a y
azg
›-m
› gö
rdü
m.Y
üzü
mü
n y
›k›k
,ha
rab
e d
uva
rla
ra ç
arp
›p d
urd
u¤u
nu
ses
imin
; bir
gö
rkem
e,b
ir s
e-ri
nli
¤e t
utu
na
ma
d›¤
›n›.
Bu
yü
zden
ken
dim
e d
ifl b
iled
im.B
ݍa
k s
›rt›
gib
iyd
im k
end
ime.
De¤
er-
li b
ir e
flya
pa
rça
lan
d›¤
›nd
a,
en i
lkin
du
yu
lan
,b
ir a
n i
çim
izi
kav
uru
p g
eçen
o y
al›
m a
tefli
nin
,b
ir ö
mre
yay
›la
n i
sin
i ta
fl›yo
rum
içi
md
e k
›r›l
an
fley
ler
ka
rfl›s
›nd
a.B
u y
üzd
en,o
pis
su
yla
do
luça
na
kta
bir
kö
pü
¤e v
ara
ma
sa d
a k
aba
rc›k
lar
ara
d›m
ve
ko
rka
r›m
bir
ça
rfla
f si
luet
iyd
i ba
na
gö
-zü
ken
.
(En
esk
i kir
ac›
m z
am
m› ç
ok
bu
lup
dep
oyu
bo
flalt
t›,y
eni b
iris
i içi
n e
mla
kç›
y› a
rad
›m.S
ilen
t H
ill
ve A
ge o
f E
mp
ires
oy
un
lar›
yla
ep
eyce
va
kit
geç
ird
im.)
Ad
ad
a o
n s
ekiz
bin
befl
yü
z o
n d
örd
ün
cü g
ün
üm
; el
li b
ir y
›l.
Hu
ku
k f
ak
ült
esin
in s
on
s›n
›f›n
day
d›m
ve
tecr
üb
e k
aza
nm
ak
içi
n b
ir h
uk
uk
bü
rosu
nd
a ç
al›
-fl›
yord
um
ya
r›m
gü
n.
‹hb
arn
am
eler
e,ta
ah
hü
tna
mel
ere,
dav
a d
ilek
çele
rin
e,m
ah
kem
e tu
ta-
na
kla
r›n
a d
e¤ip
geç
iyo
rdu
pa
rma
kla
r›m
.D
osy
al›
yor,
do
sya
lar›
nd
an
ç›k
art
›yo
r so
nra
tek
rar
yerl
erin
e ye
rlefl
tiri
yord
um
.S
ayfa
lara
i¤r
eti
tutt
uru
lmu
fl,k
›sa
c›k
bir
an
gö
rüfl
ala
n›n
a g
iren
yü
zler
i,o
nla
ra b
ir ö
mü
r b
içm
eden
üst
üst
e is
tifl
iyo
rdu
m.B
elk
i d
e y
irm
i y
›l u
ma
rs›z
ca b
u i
fled
eva
m e
deb
ilir
dim
.Ney
i ner
eye
koy
aca
¤›n
› bil
mey
e b
ak
›yo
rdu
net
iced
e.A
nca
k b
ir s
aba
h,t
oz-
lu m
u t
ozl
u b
ir r
esim
bu
yü
rüye
n ç
ark
›n d
iflin
e ta
k›l
d›
ve h
ala
t h
›zla
ger
i sa
rd›;
ta
en
ba
fla:
“Hiz
aya
gel
! D
üz
s›ra
ol!
”
Hiz
aya
gel
! D
üz
s›ra
ol!
Bir
ma
rato
nd
u b
u,
olu
k o
luk
in
san
.Z
ihn
imiz
i ze
hri
miz
i k
usa
rd›k
te-
nef
füsl
erd
e.B
end
en b
ild
i¤im
,ben
im b
ild
i¤im
bir
tes
kin
sizl
ik s
a¤l
am
ca k
uru
ldu
ota
¤›n
a.‹
fla
ho
lma
z,k
aç›
n›l
ma
z b
ir s
on
du
bu
ve
her
fley
su
stu
.‹y
i gü
nle
r d
ilem
edi
Dem
irb
an
k.
Ben
tö
ren
ala
y›n
day
d›m
hen
üz
盤l
›¤›m
da
n h
aber
siz.
So
l el
im g
ök
yü
zün
e d
o¤r
u fl
ah
a k
alk
m›fl
t› fl
iiri
nik
inci
diz
esin
de.
Ba
fl›n
› d
ik t
ut,
ba
k›fl
lar›
n›
yu
ka
r› k
ald
›r d
emifl
ti M
üb
erra
ö¤r
etm
en.
Mü
ber
raö
¤ret
men
,-o
ku
lda
an
nen
de¤
il,ö
¤ret
men
inim
diy
ord
u s
üre
kli
- p
arl
ak
oje
li,p
arl
ak
çiz
mel
i,k
a-
dif
e ce
ket
li,
uzu
n k
oca
ma
n e
lli
bir
gü
ldü
asf
alt
ba
hçe
de.
Asf
alt
a y
ap
›flm
›flt›
çiz
mel
erin
in b
iril
eri,
iki
geri
içi
miz
i ti
tret
en r
itm
i.
Ba
fl›m
› d
ik t
utu
yord
um
bir
ku
ma
nd
an
gib
i.D
erk
en s
aly
a s
üm
ük
bir
a¤l
am
ak
üçü
ncü
diz
esin
-d
e fli
irin
.Aln
›md
an
öp
tü m
üd
ür
Tev
fik
Gü
lmez
: Ya
fla,b
ravo
! K
›rm
›z› k
urd
elel
i b
ir d
olm
ak
ale
mk
utu
su t
utu
fltu
rdu
eli
me.
Evl
erd
en,
yü
zler
den
,so
ka
kla
rda
n g
eçti
kçe
tes
kin
sizl
i¤im
bü
yü
yor-
du
ben
imle
ve
art
›k h
›r›l
d›y
ord
u i
çim
de,
ulu
yord
u.
(Bü
tün
gü
n f
ilm
mü
zik
leri
din
led
im b
ugü
n.C
lin
t M
an
sell
’in
Cle
anin
g A
par
tmen
tp
arç
as›
n› d
e-fa
larc
a ç
ald
›m.)
H‹KÂ
YE
57
Sanat Araflt›rmalar›
MerkeziSAM
Ad
ad
a o
n d
ok
uz
bin
on
dö
rdü
ncü
gü
nü
m;
elli
ik
i b
uçu
k y
›l.
Hay
at h
ikâ
yem
de,
bab
am
› a
nla
taca
¤›m
say
fala
ra g
eld
im;
fak
at n
as›
l ve
ner
eden
ba
fllay
aca
¤›-
ma
hâ
lâ k
ara
r ve
rem
edim
.Git
ti¤i
nd
e ye
di
yafl›
nd
ayd
›m.Y
edi
yafl›
nd
a b
ir ç
ocu
k b
aba
s›y
la i
lgi-
li n
e k
ad
ar
iz s
üre
bil
ir?
Sa
dec
e b
ir s
ilu
et; b
irk
aç
ka
ralt
›,sö
nm
ek ü
zere
ola
n b
ir i
ki
›fl›k
hu
zme-
si,
bir
ik
i k
›r›k
sö
zcü
k.
Oy
sa n
e b
üy
ük
bir
bo
fllu
ktu
yo
klu
¤u!
Parm
ak
ta i
nce
in
ce k
an
aya
n b
irk
esik
gib
iyd
i.Ö
ldü
rmey
en a
ma
ac›
ta
d›
uzu
n s
üre
sö
kü
p a
t›la
may
an
bir
kes
ik.Y
a d
a k
›rd
a b
a-
y›r
da
ars
›zca
bit
en,e
tra
fla
r›n
da
do
lan
d›k
ça d
iken
leri
ko
lla
ra v
e b
aca
kla
ra i
nce
k›r
m›z
› fle
ritl
era
çan
ça
l›la
r gi
bi.
K›s
a s
ap
lar›
üze
rin
dek
i k
üçü
k,
ova
l ya
pra
kla
r›n
› a
rala
y›p
min
ik,
turu
ncu
çi-
çek
leri
ne
uza
nd
›kça
t›r
t›k
l›,i
nce
,k›r
m›z
› çi
zgil
er s
uy
u ç
ekil
mifl
bir
bat
ak
l›¤a
çev
irir
ko
l ve
ba
-ca
kla
r›.
Her
yen
i çi
zgi,
bir
sin
ek ›
s›r›
¤› g
ibi
ön
ce b
ir a
n k
esk
in b
ir a
c›y
› so
nra
da
bu
bir
an
l›k
ac›
n›n
,sa
niy
enin
on
da
bir
ind
e sa
ld›¤
› zeh
irle
yu
mu
flak
bir
uy
uflm
ay› d
avet
ed
er.B
aba
m b
u a
c›ta
d›n
ta
ken
dis
iyd
i.Y
ok
tu v
e yo
klu
¤u v
arl
›¤›n
› b
üy
ütü
yord
u.A
v k
öp
ekle
ri n
as›
l b
uru
n d
elik
le-
rin
in
kü
çük
tü
yle
rin
i ti
tret
erek
k
ilo
met
rele
rce
öte
dek
i b
ir
av›n
k
ok
usu
nu
h
emen
ceci
ka
l›ve
rirs
e ev
imiz
e a
d›m
ata
n h
erk
es d
e,b
irk
aç
ba
sit
tah
rild
en i
ba
ret
ha
liy
le b
ile,
bab
as›
zl›¤
›nb
u e
vin
ka
p›l
ar›
n›
sara
n k
at›
bo
fllu
¤un
u h
isse
deb
ilir
di.
Çok
son
rala
r› a
nla
yab
ild
im,
çek
mec
eler
i gü
nb
egü
n ç
o¤al
›p k
eflif
leri
art
t›k
ça,
evle
ara
s›n
dak
iik
irci
kli
ba¤
›n›
dah
a d
a k
örel
tti¤
ini.
An
nem
le a
yn›
evd
e ay
r› a
yr›
yafla
yan
ik
i k
ifliy
dil
er n
ihay
e-ti
nd
e.D
ervi
fller
in,
öbü
r d
ün
yan
›n m
anev
iyat
›na
s›¤›
nm
alar
› gi
bi,
güçl
ü,
sayd
am d
ü¤ü
mle
rle
ken
dis
ini
bir
bafl
ka
yafla
nt›
ya a
dam
›flt›
.Nic
edir
od
as›
mab
ediy
di;
çek
mec
eler
ind
en d
ökü
len
ler-
se k
uts
al m
etin
ler.
Mab
edin
i b
ir b
aflk
a ye
re t
afl›m
as›
an m
esel
esiy
di
ve h
iç fl
afl›r
tmad
› an
nem
i.
(Ad
res
sorm
ak
içi
n i
ki
yab
an
c› g
eld
i k
ap
›ya
.Yen
i a
ç›la
n b
ir a
l›flv
erifl
mer
kez
iym
ifl.H
içb
ir f
ikri
-m
in o
lma
d›¤
› sö
yle
dim
.Bir
azd
an
200
1: A
Sp
ace
Od
ysse
y’i
izle
yece
¤im
befl
inci
def
a.K
ub
rick
’eh
ayra
n›m
.)
Ad
ad
a o
n d
ok
uz
bin
on
dö
rdü
nc…
Day
›m›n
ya
r›m
ka
lan
ro
ma
n›
bu
rad
a,
da
ha
üçü
ncü
say
fad
a b
itiy
or.
Bel
li k
i b
ir a
da
ro
ma
n›n
as›
van
m›fl
,fle
hir
li b
ir R
ob
inso
n’u
n,
ka
lab
al›
kla
r iç
ind
e b
ir y
aln
›z›n
hik
âye
sin
i ya
zma
k i
stem
ifl;
dö
rt t
ara
f› d
erin
izl
er-i
zlek
lerl
e çe
vril
i b
ir a
da
m i
çin
bir
fleh
ir b
ir a
da
da
n b
aflk
a n
edir
? A
nca
kh
epi
top
u ü
ç sa
yfa
sü
rük
leye
bil
mifl
,fle
hri
ad
as›
,k
ulü
bes
i o
da
s› o
lan
ka
hra
ma
n›n
›! K
ar›
s›n
›n,
emek
li o
ldu
ola
l› g
ün
boy
u o
da
s›n
da
n ç
›km
›yo
r,se
rzen
iflle
rin
e gö
re y
üzl
erce
say
fay
› b
ulm
as›
gere
kir
di
oysa
.G
örü
nen
o k
i,ta
ma
mla
yam
am
as›
n›n
seb
ebi
öm
rün
ün
vef
a e
tmey
ifli
de¤
il,
fle-
hir
de
t›k
an
›p k
alm
›fll›
¤›y
d›.
K›z
ark
ad
afl›
m,b
elk
i sen
dev
am
ed
ersi
n,d
iyo
r.D
ud
ak
k›v
›r›y
oru
m:
“Ben
im k
elim
eler
im r
esim
ver
mel
i.B
ir s
ena
rist
le b
ir r
om
an
c›n
›n e
n b
üy
ük
fa
rk›.”
Hem
ad
a d
edi¤
in n
e k
i,d
ört
ta
raf›
den
izle
rle
çevr
ili
ka
ra p
arç
as›
.
Do
kto
ram
› ba
flar›
yla
sav
un
du
m.F
ener
ba
hçe
sez
on
fla
mp
iyo
nu
.Ko
nse
re ik
i bil
et b
uld
um
; dü
n-
yaca
ün
lü r
itim
gru
bu
Sto
mp
’a:
Du
md
ut›
st›s
t›ss
du
rim
du
rid
a.
H‹KÂ
YE
TAM Bir Kitap / Bir Yazar
Osmanlı’nın Gezginleri
Mahmut Ak
13 Ocak 2007De¤erlendirme: B i l g e Ö z e l
Türkiye Araştırmaları Merkezi’nce aylık olarak dü-zenlenen ve bir eseri -oluşum süreci ve arkaplanıylabirlikte- yazarının ağzından dinlememize imkân ve-ren Bir Kitap/Bir Yazar etkinliğinin Şubat ayı konuğuMahmut Ak idi. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölü-mü’nde doçent olan Ak, Ekim 2006’da 3F Yayınevi ta-rafından yayınlanan Osmanlı’nın Gezginleri isimlikitabını anlattı.
Kitabın ismi Osmanlı’nın Gezginleri olmakla birlikteasıl konusu Osmanlı coğrafyacıları ve bunların orta-ya koyduğu eserlerdir. İslâm ve Osmanlı dünyası sözkonusu olduğunda seyyahlarla coğrafyacıların kesinhatlarla birbirinden ayrılamayacağına dikkat çekenyazar, seyahat ve hatıra metinlerinin “coğrafya ilmisınırları içerisinde özel bir alan” oluşturduğunu be-lirtmektedir (s.7).
Osmanlı teriminin, imparatorluğun geniş bir coğraf-yaya yayılmış olması ve farklı din ve etnisiteden in-sanları bünyesinde barındırmasıyla bağlantılı olarakgeniş bir kapsamı olduğuna değinen Ak, kitabınınmevcut haliyle bu geniş yelpazeyi tam anlamıylayansıtmadığının altını çizdi. Konuyla ilgili daha kap-samlı çalışmakta olduğunu, ancak kitabın hazırlanı-şında gözetilen süre, sayfa sayısı gibi kaygıların çalış-manın formatını belirlemede etkin olduğunu dilegetirdi. Örneğin kimi gayrimüslim seyyah/coğrafya-cıların, değinilen sebeplerden ötürü kitapta yer ala-
58
TAM Yuvarlak Masa Toplantıları
TEZ / MAKALE SUNUMLARI
Büyük Selçuklu Devletinde Hanedan Evlilikleri Bülent Kaç›n
27 Ocak 2007
‹slâm’›n Kritik Ça¤›nda Bir Devlet ve Bir Melik: Eyyûbîler ve Melik Eflref (1200-1237) Önder Kaya
26 fiubat 2007
‹mparatorlu¤u Kurtarmak: Modernleflme, Pozitivizm ve Jön-Türk Siyasî Kültürünün Oluflumu (1895-1908) Enes Kabakç›
26 Mart 2007
XVIII. Yüzy›l Osmanl›s›’nda Kredi ‹liflkilerinin Hukukî ve ‹ktisadî Boyutu Süleyman Kaya
14 Nisan 2007
B‹R K‹TAP / B‹R YAZAR
Osmanl›’n›n Gezginleri Mahmut Ak
13 Ocak 2007
Osmanl›’n›n Dili Hayati Develi
19 Mart 2007
‹Z BIRAKANLAR
‹hsan Fazl›o¤lu, Nefle Vona 20 Ocak 200724 fiubat 200710 Mart 200721 Nisan 2007
Türkiye Araflt›rmalar›MerkeziTAM
madığını belirtti. Bu çalışmadaki amacının, bu zen-gin malzemenin tümüyle kapsanması değil, konuyugenel hatlarıyla ortaya koymak olduğunu belirtti.
Giriş bölümünde İslâm ve Osmanlı coğrafyacılığın-dan kısaca bahseden yazar, Müslüman coğrafyacıla-rın bu alanla farklı ekoller oluşturacak denli ilgilen-diklerini, X. yüzyıldan itibaren dünyayı iklimlere gö-re sınıflandıran haritalar çizildiğini; Osmanlı coğraf-yacılarının da zengin İslâm coğrafyacılığı geleneğin-den beslendiğini, ancak Osmanlı’nın, erken dönem-lerinden itibaren “özgün eserler verecek bir zihnihazırlık” içinde olduğunu belirtmektedir.
“Osmanlı Coğrafyacı/Seyyahları” başlıklı bölümdeyazar XIV. yüzyılın ikinci yarısından XVIII. yüzyıl so-nuna kadarki zaman diliminde yaşamış on dört Os-manlı seyyah ve coğrafyacısını -hayat hikâyesi, ilmîkimliği, kimlere intisab ettiği, ortaya koyduğueser/lerinin içeriğine değinerek- incelemektedir.Eserlerin farklı nüshaları varsa bunların hangi kü-tüphanelerde olduğu, dili, kim tarafından hangi tipyazıyla istinsah edildiği, konu hakkında çalışan be-lirli araştırmacılarının hangi nüshayı kullandığı gibidetaylar verilmekte; eserin orijinalliğine ve beslen-diği kaynaklara da değinilmektedir. Bununla birlikte,sadece coğrafî eserler ya da seyahatnameler değil il-gili kişinin varsa diğer sahalarda verdiği eserler detanıtılıyor. Coğrafyacıların çizdikleri haritalar sözkonusu olduğunda ise ebadı, malzemesi, kullanılanboyalar gibi teknik bilgilerin yanı sıra kapsamı, nere-leri gösterdiği ve hangi haritaları kullandığı da veril-mekte. Ayrıca her seyyah/coğrafyacıya ilişkin mev-cut ikinci literatür Kaynakça adı altında verilmekte-dir. Bu da kitabı araştırmacılar için daha önemli kıl-maktadır.
Bu bölüm, Osmanlı coğrafyacılığının zaman içinde-ki gelişim seyrini de gözler önüne sermekte, her dö-
nemin seyahat ve coğrafya yazınının o döneminkonjonktürünü yansıttığına işaret edilmektedir. Baş-langıçta (XIV. yüzyıl 2. yarısı) gündem, İslâm coğraf-yacılarının tanınmasıdır. Bu dönemde Acâyib adı ve-rilen ve örnekleri XIII. yüzyıl ikinci yarısından itiba-ren takip edilebilen eserler verilmiştir. Doğu sınırı-nın önem kazandığı XVI. yüzyılda, Uzak Doğu hak-kında bilgiler içeren Hitainame adlı eserin YavuzSultan Selim’e sunulmuş olması tesadüfi değildir.Donanma kaptanı olan önemli coğrafyacıların eser-leri ise, Akdeniz’deki deniz faaliyetlerinde kullanıl-mak gibi işlevsel bir amaca da matuftur.
Kitapta Piri Reis, Seydi Ali Reis, Katip Çelebi ve Evli-ya Çelebi gibi önde gelen Osmanlı coğrafyacı ve sey-yahlarının yanı sıra Aşık Mehmed gibi fazla tanınma-yanlara da rastlamaktayız. Aşık Mehmed Anadolu,Rumeli, Kırım, Kafkasya, Ege Denizi adaları, Kıbrıs,Mısır, Beyrut ve Şam’ı kapsayan ve yaklaşık yirmi beşyıl süren seyahatlerinin mahsulünü Menazırü’l-ava-lim adlı eserinde ortaya koymuştur. Aşık Mehmed’inbu çok fazla bilinmeyen eserinin, “klasik İslâm coğ-rafyacılarının standart eserlerini kullanarak bilinencoğrafî bilgileri bir araya toplayıp” Katip Çelebi veEvliya Çelebi gibi XVII. yüzyıl ikinci yarısının önemlicoğrafyacı ve seyyahlarına zemin hazırladığını belir-ten Ak, bu eserin günümüz şehir tarihi çalışmaların-da da önemli bir kaynak olacağını vurguladı.
XVIII. yüzyıl itibariyle, İslâm coğrafyasının temeleserlerinin tercüme ve şerhlerinin yapıldığını ve or-taya konan eserlerle bu sahada hayli mesafe alındı-ğını belirten Ak, bu yüzyılda ise çoğunlukla Batılıeserlerin Türkçeye tercüme edildiğini belirtiyor.“XIX. Yüzyıl Seyahatnameleri” başlıklı bölümde, XIX.yüzyılda siyasî arenada yaşanan değişim ve bağlıolarak komşu ülkelerde elçiliklerin açılmasıyla sey-yaliyetin arttığı ve ortaya konan eserlerin çoğaldığı
59
TürkiyeAraflt›rmalar›
MerkeziTAM
Mahmut Ak’›n kitab›n›n ismi Osmanl›’n›n
Gezginleri olmakla birlikte as›l konusu
Osmanl› co¤rafyac›lar› ve bunlar›n
ortaya koydu¤u eserlerdir.
belirtilmektedir. “Seyahat Bilgileri İçeren Kaynak Se-rileri” başlıklı bölümde ise yazar, sefer ruznameleri,menzilnameler, fetihnameler, gazavatnameler, sefa-retnameler, hac seyahatnameleri ve esaret hatıraları-na değinmektedir. Kitabın sonunda, Avrupa Risalesiolarak adlandırılan bir XIX. yüzyıl seyahat metni ta-nıtılmakta ve metin hem Osmanlıca hem de günü-müz Türkçesiyle verilmektedir. Ekler bölümünde iseAşık Mehmed’in seyahatnamesinden hareketle sey-yahın kişilik özellikleri ortaya konmaya çalışılmış(Ek 1), Ek 2’de Aşık Mehmed Hanefi’nin seyahat hi-kâyesi orijinal metinden verilmiştir. Ek 3 ise harita-lardan müteşekkildir.
Osmanlı’nın Dili
Hayati Develi
19 Mart 2007De¤erlendirme: B a r a n B a h ç › v a n
Bir Kitap/Bir Yazar toplantılarının Mart ayındaki ko-nuğu, 2006 yılının Ekim ayında, 3F Yayınevi tarafın-dan yayımlanan Osmanlı’nın Dili isimli kitabıyla İs-tanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bö-lümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hayati Develi idi.Develi’nin Osmanlı’nın Dili isimli kitabı, Osmanlıkimdir, Osmanlı’nın dilleri nelerdir ve Osmanlı Türk-çesi nedir gibi sorulara verdiği cevapların yanı sıra,Osmanlı’da çok dillilik, dilde standartlaşma, konuş-ma dili ile yazı dili arasındaki ayrım ve Osmanlı dip-lomatik dili gibi konulara da değinmektedir.
Kitabı ile ilgili sunuşuna eserin telif sürecine dairvermiş olduğu bilgilerle başlayan Hayati Develi, bir
yayın projesinin parçası olarak kaleme aldığı eseri-nin, Osmanlı diline ilişkin temel bilgilere okuyucu-ların kolaylıkla ulaşabilmesi amacına matuf olduğu-nu ifade etti. Bu çerçevede özellikle Osmanlı aidiye-tine dikkat çekerek, Osmanlı kimliğinin doğru tanı-mının yapılmasının, ‘Osmanlı dili’nin tanımındabüyük bir kolaylaştırıcı etken olacağı fikrini benim-seyen Develi, bu nedenle eserini, “Osmanlı kimdir”ve “Osmanlı’nın dilleri” şeklinde iki bölüm üzerinebina etmiştir.
Develi, eserinin söz konusu bölümlerinde Osmanlıtoplumunun bir etnik ve dinî unsur tarafından oluş-turulmasıyla beraber devletin bu farklı unsurlarınınbir arada yaşadığı bölgelerde -ya da kendi tabiriyle“kamusal alan”da- geçerli olan dilin Türkçe olduğu-na dikkat çekmektedir. Develi’ye göre Türkçe, Os-manlı dil tarihine ilişkin incelemelerde göz ardı edil-memesi gereken ana unsurlardandır. Burada ikidilli-lik/çokdillilik mevzuuna da değinerek, Osmanlı İm-paratorluğunun tıpkı kendisinden önceki ve çağdaşıimparatorluklar gibi çokdilli olduğunu vurgulayanDeveli, bununla birlikte “lingua franca”nın -yani or-tak dilin- Türkçe olması hususunun ve çevreninmerkeze yaklaşırken Türkçe ile olan ilişkisinin zo-runlu bir hal almasının altını çizmektedir. Bu nokta-da, XVII. yüzyılda Evliya Çelebi tarafından kalemealınan Seyahatname’nin eşsiz bir kaynak olarak te-barüz ettiğini ve imparatorluğun dilsel dağılımı ileilgili oldukça zengin ve kıymetli bilgiler verdiğini be-lirten Develi, ayrıca Batılı seyyahlardan yapmış ol-duğu alıntılarla XIX. yüzyılda Osmanlı ülkesinin dil-sel durumuna dair bilgiler de verdi.
Ardından Türkiye Türkçesinin oluşum sürecine de-ğinen Develi, sunumun bu kısmında Anadolu’daTürkçenin konuşulmaya başlaması ve zamanla dildestandartlaşmanın oluşumundan bahsetti. Özellikle
60
TürkiyeAraflt›rmalar›
MerkeziTAM
Osmanl› ‹mparatorlu¤u’nun t›pk› kendisinden
önceki ve ça¤dafl› imparatorluklar gibi
çokdilli oldu¤unu vurgulayan Develi,
bununla birlikte “lingua franca”n›n
Türkçe oldu¤unun alt›n› çizmektedir.
halkın konuştuğu dille edebî dil; başka bir deyişlekonuşma dili ile yazı dili arasındaki ayırım ve farklı-lıklara yaptığı vurgularla Osmanlı dilinin ve Osman-lıcanın anlaşılması noktasında oldukça kıymetli de-taylar sunarak, kapsamlı tarifler yaptı. Bu anlamdadiplomatik dil hususunu da gündeme getiren Deve-li’nin, Osmanlı dilinin anlaşılması hususunda dilingeçirdiği tüm bu evrelere ve dilin farklı veçhelerinekapsamlı bir bakış yapılamadan Osmanlıcanın tamolarak anlaşılamayacağı yönündeki tespiti oldukçayerindeydi.
Hayati Develi’nin oldukça verimli geçen bu sunumudinleyiciler tarafından yapılan katkı ve sorulan soru-larla nihayete erdi.
TAM Tez / Makale Sunumlar›
Büyük Selçuklu DevletindeHanedan Evlilikleri
Bülent Kaçın
27 Ocak 2007De¤erlendirme: C u m h u r E r s i n A d › g ü z e l
Türkiye Araştırmaları Merkezi tarafından düzenle-nen Tez/Makale toplantılarının Ocak ayı konuğu,Marmara Üniversitesi’nde 2004 yılında hazırladığı“Büyük Selçuklu Devletinde Hanedan Evlilikleri”başlıklı teziyle Bülent Kaçın idi.
Selçuklu tarihi araştırmacılarının üzerinde pek fazladurmadıkları bir konu olarak hanedan evlilikleri, ça-lışmasında Selçuklu hanedanlarının yapmış olduk-
ları evlilikleri inceleyen Kaçın’a göre Selçuklu Devle-ti’nin devletlerarası ilişkilerini açıklamada çokönemli bir veri durumundadır. Bu kanaatini Selçuk-luların yaptığı evlilikleri siyasî şartları göz önüne ala-rak açıklayan Kaçın, tezinde temel olarak, yapılanevliliklerin asıl gayelerinin neler olduğu sorusunacevap aramaya çalışmıştır.
Selçukluların Horasan bölgesinde varlık göstermeyebaşladıkları on birinci asrın ilk yarısının başların-dan, devletin yıkıldığı tarih olarak kabul edilen 1157senesine kadarki süreçte Abbasiler ile Karahanlı veGazneli Devletleri bölgedeki en güçlü devletler ola-rak kabul edilmektedir. Selçukluların siyasî açıdankonumlarını güçlendirmek amacıyla, ilk dönemle-rinde isimleri yukarıda geçen hanedanlıklar ile evli-lik yolu ile ilişkilerini geliştirmek istedikleri görül-mektedir. Fakat bunlar arasında İslâm âleminin ma-nevî temsilcisi konumundaki Abbasiler ile yapılanevlilikler, Selçuklular için özel bir öneme sahiptir.
Kaçın’ın çalışmasında dikkat çektiği önemli nokta-lardan bir diğeri, ilk dönemlerde özellikle Karahanlı-lar ve Gazneliler ile evlilik yoluyla yakınlık kurmayıisteyen taraf Selçuklular iken, siyasî açıdan güçlü birkonuma geldikleri yaklaşık bir asır sonraki dönemdekendileriyle evlilik yapılmak istenen taraf haline gel-dikleridir. Bu durum, Kaçın’ın çalışmasında savun-duğu evliliklerin siyasî kazanımlar elde etme gayesitaşıyarak gerçekleştirildiği görüşünü destekler ma-hiyettedir.
Selçukluların siyasî güç bakımından kendilerindendaha zayıf durumda olan Ukaylîler gibi civardakimahalli hanedanlar ile de evlilik yaptıkları vakidir.Fakat bu evliliklerde daha çok kendileriyle evlilik ya-pılan tarafın Selçuklu hanedanına bağlılıklarının de-vamını sağlamayı hedefledikleri anlaşılmaktadır.
61
TürkiyeAraflt›rmalar›
MerkeziTAM
Selçuklular›n yapt›klar› evliliklerin her zaman
siyasî konumlar›n› güçlendirme gayesi
tafl›mad›¤›n› belirten Kaç›n, Selçuklu
hükümdarlar›n›n cariyeler ile yapt›klar›
evlilikleri buna örnek olarak gösterdi.
Selçukluların yaptıkları evliliklerin her zaman siyasîkonumlarını güçlendirme gayesi taşımadığını belir-ten Kaçın, az sayıda olmakla beraber siyasî açıdandestek kazanma gayesi olmaksızın yaptıkları evlilik-lerin de var olduğuna işaret etti ve Selçuklu hüküm-darlarının cariyeler ile yaptıkları evlilikleri buna ör-nek olarak gösterdi.
Tezde evlilik ile doğrudan ilgisi bulunan evlenilecekkişinin görülmesi, mehir, nikah, düğün, boşanma veölüm gibi meselelere de temas edilerek Selçuklu ha-nedanının evliliklerinden bu meselelere dair bazı ör-nekler verilmiştir.
Özet olarak Selçuklu hanedanının yaptıkları evlilik-lerde büyük çoğunlukla devletin çıkarları gözetilerekhareket edildiği ve bu amacın da büyük ölçüde ger-çekleştirildiği söylenebilir.
Kaçın’ın ilgiyle dinlenen sunumu, katılımcıların so-ru ve katkılarıyla sona erdi.
İslâm’ın Kritik Çağında Bir Devletve Bir Melik: Eyyûbîler ve Melik Eşref (1200-1237)
Önder Kaya
26 fiubat 2007De¤erlendirme: R e y h a n S a r › k a y a
Türkiye Araştırmaları Merkezi, Tez/Makale sunum-ları başlığı çerçevesinde gerçekleştirdiği toplantıları-nın kırk sekizincisinde Önder Kaya’yı konuk etti. Ka-ya Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Ens-titüsü’nde hazırladığı “Eyyûbî Devleti Meliklerinden
I. el-Eşref Muzaffereddin Musa Döneminin SiyasîTarihi (597/1200-635/1237)” başlıklı yüksek lisan te-zini bizlerle paylaştı.
Eyyûbî Devleti, VI/XII. yüzyılın son çeyreğindenVII/XIII. yüzyılın ortalarına kadar geçen yaklaşık birasırlık zaman diliminde Ortadoğu tarihine damgası-nı vurmuş bir devlettir. Bu devlet Haçlılarla olan mü-nasebetleri, doğuda beliren Moğol tehdidi karşısın-daki tavırları, kuzeydeki en ciddi rakibi olan Anado-lu Selçukluları ile ilişkileri ve kendi içindeki feodalyapı itibariyle çeşitli alanlarda araştırma yapılmasınımümkün kılan bir konuma sahiptir. Ancak dünyadave ülkemizde Eyyûbî tarihi ile ilgili pek çok husushâlâ karanlıktadır. Konuğumuza göre bu durum, Ey-yûbî tarihçiliğinin bünyesinde barındırdığı şu prob-lemlerden kaynaklanmaktadır:
1. Öncelikle Eyyûbî tarihçiliğinin popülaritesini kay-betmiş bir alan olması. Daha çok Selahaddin dönemiçalışılmakla beraber, daha sonraki dönemler gerekenilgiyi pek görmemiştir. XIX. yüzyıl sonraları ve XX.yüzyıl başlarında özellikle Mısır, Suriye ve Güneydo-ğu Anadolu’daki Eyyûbî eserleri üzerinde çalışmalaryapılmış, geçen yüzyılın ortalarından itibaren ise buçalışmalar Claude Cahen, H. L. Gottschalk, F. J. Dahl-manns, R. S. Humphreys gibi araştırmacılar sayesin-de siyasî ve kültürel tarih alanına da yönlendirilmiş-tir. Ayrıca Holywood’un Cennetin Krallığı gibi filmle-ri beyaz perdeye yansıtması, Batı’da oryantalistlerinboşalttığı bu alanı senaristlerin doldurduğunu gös-termektedir. Ülkemizde ise Eyyûbî tarihi üzerineyaptığı araştırmalar ile tanınan Prof. Dr. RamazanŞeşen Eyyûbî tarihçiliğinin öncülüğünü yapmıştır.
2. Bu sahada Arapçaya vakıf olanların tarihçilik for-masyonunun yeterli olamayışı ya da tarihçilik for-masyonuna sahip kişilerin dil problemiyle karşılaş-maları.
62
TürkiyeAraflt›rmalar›
MerkeziTAM
Kaya’ya göre, tezin konusunu teflkil eden
Melik Eflref Musa, Eyyûbî melikleri
içerisinde biyografisi en ilginç olan›d›r.
3. Yeni yetişen tarihçiler açısından bu sahayı çalış-manın, XIX. ya da XX. yüzyılı çalışmaya nazaran de-zavantajlı oluşu.
4. Ayrıca Eyyûbîlerin, İsrail, Lübnan, Suriye, Filistin,Türkiye gibi bölgelere dağılmış federatif bir yapıyasahip olmaları.
5. Son olarak da bu sahayı çalışma alanı olarak seçenkişilerin, öncelikli olarak karizmatik bir kişiliğe sahipolması dolayısıyla Selahaddin Eyyûbî dönemini ter-cih etmeleridir.
Önder Kaya’nın, tezinde bir Eyyûbî meliki olan Me-lik el-Eşref dönemini ele alma nedenleri arasında;Melik el-Eşref’in Urfa, Harran, Ahlat, Malazgirt gibiçok önemli merkezlere sahip olması, Selçuklularıngüneye doğru inmesinde etkili oluşu, 1230 yılındabeş bin kişilik kuvvetiyle katılmış olduğu Yassıçemensavaşının gidişatında önemli rol oynaması ve Suri-ye’de sekiz yıl hüküm sürmesi yer almaktadır.
Kaya’ya göre tezin konusunu teşkil eden Melik EşrefMusa ise, Eyyûbî melikleri içerisinde biyografisi enilginç olanıdır. Selahaddin Eyyûbî’nin kardeşi MelikÂdil’in oğlu olan el-Eşref 1180/82 tarihinde doğmuş-tur. Siyasî hayatının ilk yıllarında Harran ve Urfa’yısonrasında da Ahlat ve civarını ele geçirmiş, son ola-rak da 1228’de Dımaşk’ı alarak ölüm tarihi olan 1237yılına kadar Suriye’nin en güçlü Eyyûbî meliki ol-muştur.
Dört bölümden oluşan tezin giriş bölümünde Eyyû-bî Devleti ve komşuları hakkında genel bir bilgi, ilkbölümünde Melik Eşref’in hayatının ilk yılları ve ye-tiştiği ortam, ikinci bölümünde Doğu Anadolu ve el-Cezire’deki hakimiyeti, üçüncü bölümünde Dımaşk’ıele geçirerek Suriye’nin en güçlü meliki oluşu ve ölü-mü, dördüncü bölümde ise onun zamanında yapı-lan imar faaliyetleri incelenmektedir.
Türkiye tarihçiliğinin problemlerini merkeze alansorular ve cevap arayışları çerçevesinde sunumunadevam eden Kaya konuşmasında, Melik Eşref döne-minin siyasî olaylarının özet bir kronolojisine de yerverdi.
İmparatorluğu Kurtarmak:Modernleşme, Pozitivizm ve Jön-Türk Siyasî KültürününOluşumu (1895-1908)
Enes Kabakçı
26 Mart 2007De¤erlendirme: F . S a m i m e ‹ n c e o ¤ l u
Modern Avrupa’nın, kadim kültürleri ve medeniyet-leri parçalayıcı ve nihayetinde yok edici meydanokumasına karşı “İmparatorluğu kurtarmak” için ve-rilen mücadelenin adıdır Osmanlı Devleti’nde mo-dernleşme. Osmanlı eliti siyasî, iktisadî, sosyal vekültürel Batılı meydan okumaya karşı yine onun ku-rumlarını, yöntemlerini ve yaklaşımlarını devşir-mekte bulmuştur çareyi. Oyunu Batı’nın kurallarıylaoynayacaktır artık. Sorun bu ‘model transferi’nin sü-reci, sorunları ve sonuçları çerçevesinde dönüp do-laşmaktadır.
Mart ayında Tez/Makale sunumları çerçevesindekonuk ettiğimiz Enes Kabakçı, Paris Sorbonne Üni-versitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde hazırladığı “Sa-uver l’Empire. Modernisation, positivisme et forma-tion de la culture politique des Jeunes-Turcs (1895-1908)/İmparatorluğu Kurtarmak. Modernleşme, Po-zitivizm ve Jön-Türk Siyasî Kültürünün Oluşumu
63
TürkiyeAraflt›rmalar›
MerkeziTAM
(1895-1908)” başlıklı tezinde Türk modernleşmesiolgusunu pozitivizm ve Jön-Türk siyasî kültürününoluşumu bağlamında ele almaktadır. Üç kısım, yedibölümden oluşan tezde öncelikle “Kuraldan İstisna-ya Türk Modernleşmesi”ni inceleyen Kabakçı birincikısımda “Türk Modernleşmesinin Tarihsel Sosyoloji-si”ni, ikinci kısımda “Abdülhamid Rejimi AltındaJön-Türkler”i ve üçüncü kısımda ise modernleştiricibir felsefe olarak “pozitivizmi” konu edinmektedir.
Enes Kabakçı, genel olarak tezin sorunsalını belirt-tikten sonra sunumunda tezin ilk el kaynakları ara-sında bulunan Fransa Dışişleri Bakanlığı ve Konso-losluk raporları, Polis raporları, Cemiyet arşivleri veOsmanlı Devlet arşivlerini zikredip değerlendirdi.Jön Türklerin yoğun olarak yaşayıp neşvünema bul-dukları Paris’deki arşivlerin kullanılması şüphesiz te-zin, literatüre özgün bir katkısı sayılmalıdır.
Kabakçı teziyle ilgili şu özeti yapmaktadır: “Bu tez,XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanandüşünsel ve kurumsal dönüşümle ilgili çalışmalarabir katkı sağlamayı hedeflemektedir. Bu amaçla ön-celikle, ‘modernleşme’ ve ‘siyasal gelişme’ kuramlarıile bu kuramlar temelinde ‘Osmanlı-Türk modern-leşmesi’ üzerine yapılan araştırmalar eleştirel bir ba-kış açısıyla gözden geçirilmektedir. 1950’li yıllardanitibaren özellikle ABD’de gelişen ve kaynağını klasiksosyolojiden alan bu ilk çalışmalar, çizgisel bir tarihanlayışı doğrultusunda, modernleşme veya batılı-laşmayı evrensel ve tektip bir toplumsal dönüşümolarak kurgulamışlardır. Bu yaklaşım, 1970’lerdenitibaren etkisini yitirmiş ve yerini antropolojidenbeslenen tekilci (singulariste) yaklaşımlara bırak-mıştır. Birincinin tersine, bu ikinci yaklaşım toplum-sal değişim sürecinin toplumdan topluma değişken-lik arzettiğini savunmakta ve farklılıklara aşırı vurguyaparak kültüralizme kapı aralamaktadır.
‘Siyasal gelişme’ yaklaşımının kültürel ve tarihsel ko-şulları yok sayan genelleştirici tutumuna ve ‘kültüra-lizm’in farklılıkları öne çıkaran tekilleştirici tavrınaaynı mesafede duran tarihsel sosyoloji yaklaşımı butezin metodolojik ve kuramsal temelini teşkil etmek-tedir. Disiplinlerarası bir bakış açısıyla, siyaset bili-mi, sosyoloji ve antropoloji alanlarında geliştirilmişolan ‘kurumsal mimetizm’, ‘kültürel transfer’, ‘modelithali’ ve ‘akültürasyon’ gibi kuramlardan hareketleyeniden yorumlama (réinterprétation) ve tercümekavramları önplana çıkarılmaktadır.
Bu kuramsal tartışmalar bağlamında, Osmanlı elitle-rinin XIX. yüzyılda Batı’dan ithal edilen kavramlararacılığıyla İslâm kültür ve geleneğini sorgulamaları,Jön Türk hareketinin düşünsel temelleri ve II. Abdül-hamid yönetimine karşı sürdürdüğü siyasî mücade-lenin niteliği ele alınmaktadır. İmparatorluğun sondöneminde Abdülhamid’in tesis ettiği otokratik re-jim ve uygulamaya koyduğu geleneksel ‘modernleş-me’ projesi ile Jön Türkler’in ‘muhafazakâr aktivizm’iarasındaki gerilim tezin önemli bir bölümünü oluş-turmaktadır.
Tezin son bölümü, Jön Türk siyasî kültüründeönemli bir yer tutan pozitivizmin Osmanlı elitleri ta-rafından algılanma biçimine ve ithal edilme koşulla-rına ayrılmıştır. Bu bağlamda, Jön Türklerin Avru-pa’daki örgütlenme ve faaliyetleri, siyasi ve entelek-tüel çevreler, özellikle de Pozitivistler ile olan ilişkile-ri üzerinde durulmaktadır.
İmparatorluk için kurtarıcı bir ‘reçete’ olarak poziti-vizmi ithal etmeyi amaçlayan dönemim tıbbiyelileri,Ahmet Rıza, Beşir Fuad gibi elitleri, iki yönde işleyenbir ‘yeniden yorumlama’ süreci içinde olmuşlardır.Bir yandan, Türk-Osmanlı-İslâm geleneğinin poziti-vist bir okumasını yaparken diğer yandan da poziti-
64
TürkiyeAraflt›rmalar›
MerkeziTAM
Kabakç›’ya göre, imparatorluk için
kurtar›c› bir ‘reçete’ olarak
pozitivizmi ithal etmeyi amaçlayan
dönemim t›bbiyelileri, Ahmet R›za,
Beflir Fuad gibi elitleri, iki yönde
iflleyen bir ‘yeniden yorumlama’
süreci içinde olmufllard›r.
65
TürkiyeAraflt›rmalar›
MerkeziTAM
vist kavramları Osmanlı toplumu için anlaşılır kıla-bilmek için yeniden yorumlamaya, bunları kendikültürlerine ait kavramlarla eşleştirmeye çabalamış-lardır. Bu noktada en çarpıcı örnek şüphesiz, Os-manlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başkanlığınıyapan ve 1908 sonrasında Meclis-i Mebusan ve Mec-lis-i Ayan reisliğinde bulunan Ahmed Rıza Bey’dir.Auguste Comte’un kurduğu ‘Beşeriyet Dini’ne ‘iman’eden, Société positiviste’in en aktif üyelerinden veOsmanlıcılık düşüncesinin önde gelen temsilcilerin-den biri olan Ahmed Rıza’nın siyasi ve entelektüelfaaliyetleri tezde ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir.”
Pozitivizmin Osmanlı’ya girişini genel modernleşme
süreci içinde değerlendiren Kabakçı’ya göre, bu gi-
riş, İslâm kültürünün ve pozitivizmin kavramlarının
yeniden yorumlanması şeklinde iki yönlüdür. Ancak
burada saf bir batılılaşma değil, daha çok adaptas-
yon söz konusudur. Yeniden yorumlamada, tercüme
ve benzeri çabalar taktik ve stratejik bir şey değildir.
Kendini anlama ve yorumlama çabasıdır. Tecrübeler
farklılaştıkça tercümeler de farklılaşmaktadır.
Pozitivizme girişin kimlikle, varlığını korumayla ilgi-
li pragmatik nedenleri vardır. Osmanlı aydınlarının
iletişim içinde olduğu dönemin, Comte, Dr. Robine,
P. Laffite gibi pozitivist aydınlarının İslâm’a karşı
olumlu tutumları -ki bu aydınlar İslâm lehine neşri-
yat da yapmışlardır- ve her iki tarafın da vurgu yap-
tığı ‘düzen’ fikri Osmanlı aydınlarını pozitivist aydın-
lara yaklaştıran gerekçeler olmuştur. Osmanlı aydın-
ları bu süreçte kendilerine pek de yabancı olmayan
hem düzen ve ilerleme fikrini hem de pragmatizmi
benimsemişlerdir. Muhafazakâr ve tutucu yaklaşı-
mına rağmen pozitivizmin yeni devrimleri ortaya çı-
kartması ise bir paradoks olarak karşımıza çıkmak-
tadır. Zira, 1908 pozitivist bir devrimdir.
TAM ‹z B›rakanlar
Her ay düzenlenen bu programda, Osmanlı coğraf-yasında medfun bilim ve düşünce hayatımıza katkı-da bulunan şahıslar, ölüm yıldönümlerine göre anıl-makta; bu vesile ile tarihe “iz bırakanlar”ın hatırlan-ması hedeflenmektedir. Ağustos ayından itibaren ta-rihte iz bırakan olaylar da programa dahil edilerekprogramın çerçevesi genişletilmiştir. Ocak ve Nisanayları arasında düzenlenen programlar sırasındazikredilen şahısların, ölüm tarihleri ile medfun ol-dukları yerler ve tarihte iz bırakan ayın olayları aşa-ğıda verilmektedir. Söz konusu ay içerisinde vefat et-miş bazı bilim ve düşünce adamlarımız ile ayınönemli olaylarının fotoğraflarından oluşan resimsergisi de Meryem Üke ve Reyhan Sarıkaya’nın katkı-larıyla devam etmektedir.
OCAK 2007
‹z B›rakan Kifliler
1. Akşemseddin (1459): Bolu, Göynük
2. Şeyh Galib (3 Ocak 1799): Galata Mevlevihanesi Hazi-resi
3. Ahmed Eflakî Dede (1876): İstanbul
4. Halide Edip Adıvar (9 Ocak 1964): Merkezefendi Mezar-lığı
‹z B›rakan Olaylar
1. Sultan Mahmut’un Bağdat’a gelmesi (Ocak 1127)
2. Karlofça Antlaşması (26 Ocak 1699)
3. Misak-ı Milli’nin kabulü (28 Ocak 1920)
(Ayın Olayı: Misak-ı Milli’nin kabulü)
fiUBAT 2007
‹z B›rakan Kifliler
1. Davud Kayseri (1350): İznik, Çamdibi
2. Takiyüddin Rasıd (18 Şubat 1585): Beşiktaş, YahyaEfendi Dergahı Haziresi
Karlofça Antlaşması
3. Abdülbaki Nâsır Dede (23 Şubat 1821): Yenikapı Mev-levihanesi Haziresi
‹z B›rakan Olaylar
1. Rey Savaşı ve Tutuş’un öldürülmesi (26 Şubat 1095)
2. Nizam-ı Cedid’in kurulması (24 Şubat 1793)
3. Darü’l-Muallimat’ın açılışı (8 Şubat 1870)
(Ayın Olayı: Darü’l-Muallimat’ın açılışı)
MART 2007
‹z B›rakan Kifliler
1. Fazıl Ali Bey (1608): Eyüp Türbesi Haziresi
2. Ahmet Avni Konuk (19 Mart 1938): Merkezefendi Me-zarlığı
‹z B›rakan Olaylar
1. Urfa Haçlı Kontluğu’nun kurulması (10 Mart 1098)
2. Meclis-i Mebusan’ın açılması (19 Mart 1877)
3. Çanakkale Zaferi (18 Mart 1915)
(Ayın Olayı: Çanakkale Zaferi)
N‹SAN 2007
‹z B›rakan Kifliler
1. Taşköprülüzade Ahmed Efendi (15 Nisan 1561): SeyyidVelayet Türbesi civarı
2. Kadızade Musa (1440’tan sonra): Semerkand
‹z B›rakan Olaylar
1. Haçlıların İstanbul’da Latin İmparatorluğu kurmaları(Nisan 1204)
2. 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909)
3. TBMM’nin Açılışı (23 Nisan 1920)
(Ayın Olayı: TBMM’nin Açılışı)
66
TürkiyeAraflt›rmalar›
MerkeziTAM
Türkiye Araştırmaları
2007 Bahar Seminerleri
G‹R‹fi SEM‹NERLER‹Türk Düflünce Tarihi II ‹hsan Fazl›o¤luTürk Siyasî Tarihi Gökhan Çetinsaya
TEMEL SEM‹NERLERCumhuriyet Dönemi Siyasî Düflüncesi H. Emre Ba¤ce
Osmanl› Siyaset Düflüncesi: Metinler ve Yazarlar Mehmet ‹pflirli
Osmanl› Tarihi II Tufan Buzp›nar
Tasavvuf Kültürü ve Osmanl›’da Tasavvuf Mustafa Kara
Türkiye Tarihçili¤i Mehmet Genç
Türkiye’de Sosyoloji II Yücel Bulut
ÖZEL SEM‹NERLERII. Meflrutiyet Sonras›nda Fikir ve Edebiyat Hareketleri Abdullah Uçman
‹mgeler Üzerinden Kad›nlar›n Tarihi Nazife fiiflman
Osmanl› Balkan Co¤rafyas› Fatma Sel Turhan
Osmanl› Co¤rafyac›l›¤› ve Haritac›l›¤› Mahmut Ak
Türkiye’nin ‹ktisadî ve Toplumsal Meseleleri Yücel Bulut
Darü’l-Muallimat’ın açılışı (Bursa Kız Okulu) TMBB’nin açılışı
Çanakkale Zaferi
67
Tun
a’n
›n ‹
nci
si B
ud
apefl
te I
IM
uza
ffer
fien
el
Peflt
e h
ayat
›n h
arek
etli
ak
t›¤›
c›v
›l c
›v›l
bir
fleh
ir
Peflt
e ta
raf›
na
Mos
zkva
Mey
dan
›’nd
an 4
vey
a 6
no’
lu t
ram
vaya
bin
erek
Mar
git
Köp
rüsü
’nd
enge
çere
k se
kizg
en a
nla
m›n
a ge
len
Okt
ogon
du
ra¤›
nd
an b
u t
araf
taki
gez
imiz
e ba
fllay
abil
iriz
.O
ktog
on B
ud
apefl
te’n
in B
a¤d
at C
add
esi o
lara
k ad
lan
d›r
abil
ece¤
imiz
Dü
nya
Kü
ltü
r M
iras
› lis
-te
sin
dek
i ün
lü A
nd
rass
y U
t (B
ulv
ar)’u
tam
ort
adan
ikiy
e bö
len
bir
nok
ta.1
870’
lerd
e in
fla e
di-
len
ih
tifla
ml›
tar
ihî
bin
alar
›n y
er a
ld›¤
› An
dra
ssy
Bu
lvar
›,Er
zseb
et M
eyd
an›
ile
Kah
ram
anla
rM
eyd
an›’n
› bi
rbir
ine
ba¤l
ar.
An
dra
ssy
Bu
lvar
›’n›n
ku
zey
ucu
nd
aki
Kah
ram
anla
r M
eyd
an›
(Hös
ök T
ere)
ve
hem
en a
rkas
›nd
a ye
r al
an b
üyü
k bi
r e¤
len
ce p
ark›
ola
n C
ity
Park
gör
ülm
e-ye
de¤
erd
ir.C
ity
Park
’tak
i su
ni
göld
e ka
y›k
gezi
nti
si e
¤er
küre
kçin
iz v
arsa
gü
n i
çin
dek
i yo
r-gu
nlu
¤un
uzu
ala
ca¤›
na
emin
im.G
üze
l Sa
nat
lar
Mü
zesi
,Zir
aat
Mü
zesi
,hay
van
at v
e bo
tan
ikba
hçe
si (
All
at-e
s N
öven
kert
),E¤
len
ce P
ark›
(V
idam
Par
k) V
ajd
ahu
nya
d K
ales
i,A
vru
pa’
n›n
en
büyü
k sa
¤l›k
ve
kap
l›ca
mer
kezl
erin
den
bir
i ol
an S
zech
enyi
Fü
rdö
ham
am k
üll
iyes
i ve
tre
nve
top
lu t
afl›m
ac›l
›k m
üze
si o
lara
k bi
lin
en K
ozle
ked
esi
Mü
zesi
ziy
aret
ed
ileb
ilir
.
Kah
ram
anla
r M
eyd
an›’n
›n A
nd
rass
y B
ulv
ar›’n
a gi
rifl
yap
t›¤›
n›z
da
sol k
öfled
e S›
rbis
tan
Bü
yü-
kelç
ili¤
i’ni v
e h
emen
yan
›nd
a d
a T
ürk
Bü
yüke
lçil
ik b
inal
ar›n
› geç
ip O
ktog
on’a
gel
med
en s
a¤ta
raft
a Te
rör
Evi (
Terr
or H
aza/
Hou
se o
f Ter
ror)
mü
zesi
ni z
iyar
et e
deb
ilir
isin
iz.H
emen
hem
entü
m A
vru
pa
fleh
irle
rin
de
göre
bile
ce¤i
niz
iflk
ence
mü
zele
rin
den
bir
i ol
an T
erro
r H
aza
kom
ü-
nis
t d
önem
de
Mac
ar G
izli
Ser
visi
AV
O (
All
am V
edel
my
Osz
taly
)’nu
n m
erke
z bi
nas
› ol
arak
hiz
met
ver
mifl
.19
90’la
r bo
yun
ca a
ç›l›
p a
ç›lm
amas
› bü
yük
tart
›flm
alar
la g
eçen
Ter
ör E
vi20
02’d
e aç
›lm
›fl.N
azi v
e ko
mü
nis
t d
önem
leri
nd
e ya
p›l
an ifl
ken
cele
rin
ve
kötü
mu
amel
eler
inm
erke
zi o
lara
k ta
sarl
anan
bin
ada
her
fley
asl
›na
uyg
un
ola
rak
tasa
rlan
m›fl
ols
a d
a,in
san
SEYR
ÜSEF
ER
68
SEYR
ÜSEF
ER
mü
zeyi
gez
erke
n a
nl›
yor
ki b
u m
üze
bafl
l› b
afl›n
a M
acar
lar›
n 1
990
son
ras›
yafl
ad›¤
› ki
mli
kkr
izin
e ve
dön
üflü
mü
ne
en g
üze
l ör
nek
.Yap
›lan
tü
m i
nsa
nl›
k d
›fl›
suçl
ar›n
Mac
arla
rca
de¤
ilN
azi
ve k
omü
nis
tler
ce y
ap›l
d›¤
› ve
sor
um
lulu
¤un
on
lara
yü
klen
mey
e ça
l›fl›
ld›¤
› iz
len
imin
ive
ren
bu
gri
bin
an›n
saç
akla
r›n
dan
sar
kan
ter
ör y
az›s
› bi
le ü
rkü
tücü
.
Okt
ogon
’dan
fleh
ir m
erke
zin
e d
o¤ru
in
erke
n L
iszt
Fer
enc
Ter
veya
Nag
ymez
e ca
dd
eler
ind
e-ki
kaf
eler
e u
¤ray
abil
ir v
e so
nra
120
0 ki
flili
k d
evas
a sa
lon
u o
lan
ün
lü O
per
a bi
nas
›n›
ziya
ret
edeb
ilir
sin
iz.
An
dra
ssy
Bu
lvar
›’n›n
gü
ney
ucu
nd
a bu
lun
an E
rzse
bet
Mey
dan
› Ey
lül
ay›n
da
bite
n d
üze
nle
me
çal›
flmal
ar›n
dan
son
ra ç
ok g
üze
l bir
par
k h
alin
e ge
ldi.
Mey
dan
›n o
rtas
›nd
abu
lun
an 4
0x40
kar
e bi
çim
li a
lt› c
am h
avu
zun
ken
ar› y
az s
›ca¤
›nd
an b
un
alan
kifl
iler
in a
yak-
lar›
n›
seri
nle
tmek
içi
n u
¤rad
›kla
r› b
ir y
er.H
avu
zun
alt
›nd
a bu
lun
an G
ödöl
(çu
kur)
Kaf
e ya
zay
lar›
nd
a çe
flitl
i m
üzi
k fe
stiv
alle
rin
in y
ap›l
d›¤
› bi
r ye
r.
Erzs
ebet
Mey
dan
›’n›n
bat
› yak
as›n
da
Bu
dap
eflte
’nin
di¤
er b
ir s
embo
lü S
t.Is
tvan
(Ste
fan
) Ba-
zili
kas›
Mac
arla
r iç
in k
uts
al b
ir m
ekân
.B
azil
ika,
H›r
isti
yan
l›¤›
kab
ul
eden
ve
20 A
¤ust
os10
00 y
›l›n
da
Pap
a ta
raf›
nd
an g
önd
eril
en K
uts
al T
aç i
le ö
dü
llen
dir
ilm
esi
üze
rin
e (in
an›fl
a gö
-re
) Mac
ar ü
lkes
ini H
z.M
erye
m’e
hed
iye
eden
ilk
Mac
ar K
ral›
Ist
van
vey
a St
eph
an a
d›n
a ya
p-
t›r›
lm›fl
.‹h
tifla
ml›
bir
bin
a ol
an B
azil
ikan
›n k
ule
leri
nd
en fl
ehri
n p
anor
amas
›n› s
eyre
tmey
e ç›
-ka
nla
r ka
rfl›l
ar›n
a ç›
kan
çat
› man
zara
s› k
arfl›
s›n
da
küçü
k bi
r fla
flk›n
l›k
yafla
mak
tala
r.M
erd
i-ve
nle
rin
de
gün
içi
nd
e si
ze g
elen
ekse
l M
acar
hal
k d
ansl
ar›
göst
eris
ine
bile
t sa
tmay
a ça
l›fla
nik
i ki
fli v
ard
›r;
ama
›sra
rc›
olm
ad›k
lar›
n›
beli
rtey
im.B
azil
ika
önü
nd
eki
gen
ifl m
eyd
and
a h
ery›
l May
›s a
y›n
dan
Eyl
ül a
y›n
a ka
dar
öze
llik
le h
afta
son
lar›
kla
sik
mü
zik
kon
serl
eri v
eril
mek
-te
dir
.B
azil
ikan
›n b
ir s
okak
alt
›nd
a bu
lun
an ü
nlü
bor
sa s
pek
üla
törü
Geo
rge
Soro
s d
este
kli
Cen
tral
Eu
rop
ean
Un
iver
sity
ve
Op
en S
ocie
ty I
nst
itu
te b
inas
› old
ukç
a il
gin
ç.C
add
eden
bin
a-ya
bak
t›¤›
n›z
da
sad
ece
5 ka
tl›
bir
bin
a gö
rürs
ün
üz.
Faka
t ü
niv
ersi
te b
inas
›n›n
içi
ne
gird
i¤i-
niz
de
bir
and
a ke
nd
iniz
i 10
katl
› bir
ap
artm
and
a bu
lurs
un
uz.
D›fl
ar›d
an a
sla
ama
asla
gör
e-m
eyec
e¤in
iz b
u 1
0 ka
tl›
bin
a fle
hri
n t
arih
î d
oku
su g
özet
iler
ek 5
kat
l› a
na
tari
hî
bin
an›n
av-
lusu
na
infla
ed
ilm
ifl a
ma
kull
an›l
an m
imar
î te
knik
say
esin
de
d›fl
bin
alar
›n ö
yle
bir
kam
uf-
laj y
apm
as› s
a¤la
nm
›fl.B
u n
eden
le n
e ka
dar
den
erse
niz
den
eyin
d›fl
ar›d
an b
akt›
¤›n
›zd
a iç
er-
dek
i bu
10
katl
› bi
nay
› gö
rmen
iz m
üm
kün
olm
uyo
r.B
azil
ikad
an b
at›y
a d
o¤ru
gid
en c
add
eyi
geçi
p S
zaba
dsa
g M
eyd
an›’n
a va
r›yo
rsu
nu
z.Ö
zgü
rlü
k/ba
¤›m
s›zl
›k a
nla
m›n
dak
i bu
mey
dan
-d
a A
BD
bü
yüke
lçil
i¤in
in o
lmas
› il
gin
ç bi
r te
sad
üf
olm
asa
gere
k! M
acar
Mer
kez
Ban
kas›
ve
Mac
ar T
elev
izyo
n b
inas
› bu
mey
dan
da
olan
di¤
er ö
nem
li b
inal
ar.
Mey
dan
› Pa
rlam
ento
’nu
nbu
lun
du
¤u K
ossu
th L
ajos
Ter
’e b
a¤la
yan
geç
itte
,195
6 D
evri
mi’n
de
öld
ürü
len
Mac
ar B
aflba
-ka
n›
Nag
y Im
re’n
in a
n›t
› h
üzü
nle
mey
dan
a ba
kmak
tad
›r.
1880
-90’
lard
a d
üz
bir
ova
üze
rin
e in
fla e
dil
en P
eflte
hay
at›n
har
eket
li a
kt›¤
› ca
nl›
c›v
›l c
›v›l
bir
fleh
ir.
Öze
llik
le V
.B
ölge
de
yo¤u
nla
flan
bu
dön
eme
ait
tari
hî
bin
alar
›n e
n g
üze
li h
iç fl
üp
-
69
hes
iz 2
65 m
etre
boy
un
ca T
un
a k›
y›s›
nd
a u
zan
an G
otik
mim
arî fl
ahes
eri 1
902’
de
tam
amla
nan
Mac
ar P
arla
men
to B
inas
›d›r
.B
u m
uaz
zam
bin
an›n
bu
lun
du
¤u K
ossu
th L
ajos
Mey
dan
›’›n
da
1956
Dev
rim
i’nd
e p
olis
in a
çt›¤
› at
efl s
onu
cu ö
len
Mac
arla
r an
›s›n
a ya
p›l
an k
üçü
k an
›tta
“ka
-ti
ller
ara
m›z
da”
ifa
del
eri
hem
en g
öze
çarp
›yor
.
Parl
amen
to B
inas
›nd
a M
acar
Dev
leti
’nin
sim
gesi
ola
rak
kabu
l ed
ilen
100
0 y›
l›n
da
H›r
isti
yan
-l›
¤› k
abu
l et
ti¤i
nd
e Pa
pa
tara
f›n
dan
Mac
ar K
ral›
Ist
zvan
’a g
önd
erd
i¤i
Ku
tsal
Taç
ve
Kra
liye
tM
üce
vher
leri
nin
bu
lun
du
¤u k
ubb
eli a
lan
Par
lam
ento
Bin
as›n
›n e
n ö
nem
li y
erid
ir.A
lan
üze
r-le
rin
de
Mac
arla
r› 9
.yü
zy›l
da
Ura
l d
a¤la
r›n
dan
al›
p,ba
t›ya
,bu
gün
kü M
acar
ista
n o
vas›
na
ge-
tire
n M
acar
lid
eri
Arp
ad’d
an b
ugü
ne
kad
arki
en
ön
emli
16
kral
vey
a li
der
leri
n h
eyke
ller
inin
tari
h s
›ras
›na
göre
sa¤
dan
sol
a s›
rala
nd
›¤› 1
6 sü
tun
la ç
evre
len
mifl
tir.
Arp
ad h
ariç
tü
m k
ral v
eli
der
ler
Kra
l Is
tzva
n’a
bak
arke
n,I
stzv
an,K
uts
al T
aç’a
bak
mak
tad
›r.P
arla
men
to B
inas
›n›n
di-
¤er
bölü
mle
rin
i ge
zdik
ten
son
ra T
un
a bo
yun
ca S
zech
enyi
Rak
par
t’ta
n d
o¤u
ya d
o¤ru
yü
rüye
-re
k D
un
a C
orsa
’ya
ula
fl›r›
z.Tu
na
Neh
ri ü
zeri
nd
e bu
lun
an g
emi
rest
oran
lard
a bi
r ke
yif
çay›
yud
um
laya
bili
rsin
iz.T
ürk
çay
› bu
laca
¤›n
›z› d
üflü
nm
eyin
.E¤e
r fla
nsl
›ysa
n›z
,can
l› m
üzi
k d
in-
lerk
en “
Kât
ibim
” fla
rk›s
›n›n
Mac
arca
ver
siyo
nu
ku
la¤›
n›z
a ça
rpab
ilir
.“K
âtib
im”i
n M
acar
ge-
len
ekse
l hal
k fla
rk›s
› old
u¤u
nu
du
yars
an›z
hiç
flafl
›rm
ay›n
.Zir
a B
alka
nla
rdak
i hem
en h
emen
her
mil
let
bu fl
ark›
n›n
ken
di
hal
k fla
rk›s
› ol
du
¤un
u i
dd
ia e
tmek
ted
ir.
Du
na
Cor
sa’y
a p
aral
elu
zan
an B
ud
apefl
te’n
in ‹
stik
lal
Cad
des
i d
iyeb
ilec
e¤im
iz V
aci
Utc
a fle
hri
n k
albi
gib
idir
.Dü
nya
kup
as›
maç
lar›
n›
izle
mek
içi
n d
ev e
kran
lard
an b
irin
in k
uru
ldu
¤u V
örös
mar
ty M
eyd
an›’n
dan
bafll
ayan
Vac
i U
tca’
n›n
di¤
er u
cun
da
Föva
m T
er i
le e
skid
en t
ren
ist
asyo
nu
ola
n a
ma
flim
di
kap
al›
hal
k p
azar
›,be
des
ten
ifll
evi
göre
n t
arih
î bi
r bi
na
olan
Vas
arcs
arn
ok v
e h
emen
on
un
yan
›nd
a es
ki a
d›
Kar
l M
arx
ola
n M
atya
s C
orvi
nu
s Ü
niv
ersi
tesi
bin
alar
› va
rd›r
.Yak
lafl›
k 1
kmu
zun
lu¤u
nd
aki
Bu
dap
eflte
’nin
can
dam
ar› V
aci
Utc
a ke
yifl
i bi
r yü
rüyü
fl iç
in i
dea
ldir
.Esk
i so
-ka
k ka
hve
leri
ve
onla
r›n
yen
i ve
rsiy
onla
r›n
›n b
ir a
rad
a ol
du
¤u g
öste
rifll
i ve
pah
al›
rest
oran
-la
r›n
bu
lun
du
¤u,s
okak
sat
›c›l
ar›n
›n,ç
alg›
c›la
r›n
,dil
enci
leri
n v
e so
kak
ress
amla
r›n
›n d
olafl
t›-
¤›,s
a¤l›
sol
lu s
ize
eflli
k ed
en z
arif
tar
ihî
bin
alar
›n a
lt›n
dak
i h
ediy
elik
efly
a d
ükk
ânla
r›n
›n k
a-p
›lar
›na
as›l
m›fl
Mac
aris
tan
’a ö
zgü
tafl
oyu
nca
k be
bekl
er v
e h
emen
hem
en t
üm
ele
ktri
k d
i-re
kler
ind
en s
arka
n b
eyaz
ve
lila
ren
kli
ren
gâre
nk
çiçe
kler
cad
dey
e ay
r› b
ir g
üze
llik
kat
mak
-ta
.Hed
iyel
ik e
flya
için
al›
flver
ifl y
apac
aksa
n›z
siz
i cad
den
in u
cun
da
bulu
nan
bed
este
ne
dav
eted
erim
.‹k
i ka
tl›
bin
an›n
ilk
kat
›nd
a d
aha
çok
man
avla
r va
rken
iki
nci
kat
tam
amen
hed
iye-
lik
eflya
dü
kkân
lar›
ile
dol
u.
‹kin
ci k
atta
ki b
ir k
öfley
i is
e ay
akü
stü
bir
fley
ler
at›fl
t›ra
bile
ce¤i
-n
iz M
acar
usu
lü f
astf
ood
cula
r ka
pla
m›fl
.Bed
este
nd
en fl
ehir
mer
kezi
ne
do¤
ru i
ner
ken
ilk
du
-ra
¤›m
›z K
alvi
n M
eyd
an›’d
›r.
Mey
dan
ad
›n›
orad
a bu
lun
an k
üçü
k am
a fli
rin
Kal
vin
Kil
ise-
si’n
den
alm
akta
.Mey
dan
dan
,Ast
oria
’ya
do¤
ru u
zan
an M
uze
um
Kör
üt’
te b
ulu
nan
Mac
aris
-ta
n M
illi
Mü
zesi
dev
asa
bir
tari
h m
üze
sid
ir.B
ütü
n m
üze
yi g
ezm
ek i
çin
bir
gü
nü
n y
eter
li o
l-
SEYR
ÜSEF
ER
70
du
¤un
u d
üflü
nm
üyo
rum
.Am
a ta
rih
le f
azla
ilg
ilen
miy
orsa
n›z
3-4
saa
tte
h›z
l› b
ir t
ur
yap
abi-
lirs
iniz
.Ast
oria
,Jew
ish
Qu
arte
r ol
arak
ad
lan
d›r
›lan
Yah
ud
i bö
lges
inin
bafl
lan
gݍ
yeri
den
ebi-
lir.
Zir
a A
vru
pa’
n›n
en
bü
yük
sin
agog
u o
lan
Doh
any/
Nag
y Si
nag
ogu
bu
rad
ad›r
.Bü
yük
ve g
ör-
kem
li o
lan
sin
agog
sad
ece
Mac
aris
tan
’da
yafla
yan
Yah
ud
iler
içi
n d
e¤il
,tü
m o
rta
Avr
up
a Y
a-h
ud
iler
i içi
n ö
nem
li k
abu
l ed
iliy
or.B
ud
apefl
te y
akla
fl›k
100-
120
bin
kifl
ilik
Yah
ud
i nü
fusu
yla,
New
Yor
k’ta
n s
onra
‹sr
ail
d›fl
›nd
aki
en b
üyü
k Y
ahu
di
nü
fusu
nu
bar
›nd
›r›y
or.Y
ahu
dil
er fl
eh-
rin
eko
nom
isin
in b
el k
emi¤
ini
olu
fltu
ruyo
r.A
lt›n
,döv
iz v
e d
e¤er
li t
afl t
icar
etin
i el
leri
nd
e tu
-ta
n M
acar
Yah
ud
iler
i ü
lke
siya
seti
nd
e d
e ön
emli
bir
etk
iye
sah
ip.
Hal
ihaz
›rd
a aç
›k b
ir A
nti
-Se
mit
izm
old
u¤u
nu
da
söyl
emek
zor
.Yah
ud
iler
in M
acar
eko
nom
isin
dek
i ro
ller
ind
en d
uyu
-la
n b
ir r
ahat
s›zl
›k s
öz k
onu
su.
Çin
gen
eler
den
son
ra e
n b
üyü
k a
z›n
l›k
Çin
lile
r
Mac
aris
tan
’dak
i en
bü
yük
az›n
l›k
Çin
gen
eler
.Bu
dap
eflte
’nin
su
ç m
erke
zi o
lara
k bi
lin
en ö
n-
cele
ri C
hic
ago
olar
ak a
dla
nd
›r›l
an 8
.böl
ged
e ya
flaya
n Ç
inge
nel
er a
ras›
nd
a su
ç or
an› ç
ok y
ük-
sek.
Çin
gen
eler
öze
llik
le e
¤len
ce s
ektö
rün
de
çal›
fl›yo
r.So
n d
önem
lerd
e ok
ull
aflm
a or
an›
gi-
der
ek a
rtan
Çin
gen
eler
in e
kon
omik
ve
siya
sal
hay
ata
kat›
lmal
ar›
yön
ün
de
her
han
gi b
ir y
a-sa
l en
gel o
lmas
a d
a n
egat
if a
yr›m
c›l›
kla
yüz
yüze
old
ukl
ar› d
ille
nd
iril
en b
ir g
erçe
k.Ç
inge
ne-
lerd
en s
onra
en
bü
yük
az›n
l›k
gru
bu is
e Ç
inli
ler.
1988
ser
best
viz
e an
laflm
as› s
onra
s›n
da
Ma-
cari
stan
’a a
k›n
ed
en y
akla
fl›k
40 b
in Ç
inli
tü
m M
acar
fleh
irle
rin
i ist
ila
etm
ifl d
uru
md
a.A
çt›k
-la
r› d
ükk
ânla
rda
ucu
z Ç
in m
alla
r› s
atar
ak b
u fl
ehir
lerd
e bu
lun
an k
üçü
k ve
ort
a öl
çekl
i M
a-ca
r es
naf
›n i
flas
›na
yol
açan
Çin
lile
rin
bu
gün
nü
fusl
ar›n
›n 6
0 bi
ne
ula
flt›¤
› ta
hm
in e
dil
iyor
.B
ud
apefl
te’d
e h
emen
her
sok
akta
bir
Çin
lok
anta
s›n
a ra
stla
mak
mü
mkü
n.
Peflt
e’n
in k
uze
-yi
nd
e O
rczy
Ter
yak
›n›n
da
bulu
nan
yak
lafl›
k on
befl
bin
ku
lübe
ve
pav
illo
nd
an o
lufla
n Ç
in p
a-za
r›,
Mac
aris
tan
’›n t
ekst
il i
hti
yac›
n›
karfl
›l›y
or.
Çin
paz
ar›n
a fle
hir
mer
kezi
nd
e D
eak
Ter’
den
9 n
o’lu
oto
büs
ile
13-1
5 d
akik
al›k
bir
yol
culu
kla
ula
flabi
lirs
iniz
.Çin
lile
rden
son
ra e
n ç
ok T
ürk
pav
illo
nu
nu
n b
ulu
nd
u¤u
Kad
›köy
’ün
ün
lü S
al› p
azar
› gör
ün
üm
lü b
u Ç
in p
azar
› her
gü
n b
in-
lerc
e ki
fli t
araf
›nd
an z
iyar
et e
dil
mek
te.
SEYR
ÜSEF
ER
71
Bu
dap
eflte
’de
yafla
yan
Tü
rkle
r ya
tek
stil
ya
da
loka
nta
c›l›
kla
u¤r
afl›y
or.B
u n
eden
le T
ürk
leri
nyo
¤un
ola
rak
gitt
ikle
ri m
esci
tler
den
bir
i bu
paz
ar›n
tam
kar
fl›s›
nd
ad›r
.Bu
dap
eflte
’dek
i nü
fus-
lar›
yak
lafl›
k bi
n o
lan
Tü
rkle
rin
fleh
rin
mer
kezi
ni
çevr
eley
en a
na
cad
del
er (
körü
t) ü
zeri
nd
eh
emen
hem
en h
er 1
00 m
etre
de
bir
loka
nta
ya s
ahip
olm
as›n
›n y
arat
t›¤›
in
tiba
ned
eniy
le B
u-
dap
eflte
’de
yafla
yan
Mac
arla
ra g
öre,
ülk
ede
en a
z 5
bin
in ü
zeri
nd
e T
ürk
var
d›r
.Tü
rk l
okan
ta-
lar›
nd
an e
n ü
nlü
sü v
e en
bü
yü¤ü
Mar
git
Köp
rüsü
’nü
n P
eflte
tar
af›n
da
St I
stzv
an K
örü
t ü
ze-
rin
dek
i Sa
ray
Loka
nta
s›’d
›r.
Üçk
ard
eflle
r,Pa
fla,
‹sta
nbu
l ve
Ku
dre
tlo
kan
tala
r› d
a d
i¤er
Tü
rklo
kan
tala
r› a
ras›
nd
a ye
r al
›r.
Mac
ar m
utf
a¤›n
›n e
n ü
nlü
yem
e¤i:
Gu
lafl
Osm
anl›
mu
tfa¤
›n›n
bir
uza
nt›
s› o
lara
k gö
rebi
lece
¤im
iz M
acar
mu
tfa¤
›n›n
en
ün
lü y
eme¤
iG
ula
fl’t›
r.G
ula
fl’a,
etli
tü
rlü
nü
n ç
orba
ver
siyo
nu
diy
ebil
iriz
.G
ula
fl’›n
tad
›na
bakm
ak i
ster
se-
niz
gar
son
a m
utl
aka
kull
an›l
an e
tin
dom
uz
eti
olu
p o
lmad
›¤›n
› so
run
.D
um
anla
nm
›fl k
eçi
pey
nir
i ve
çefli
tli t
ürl
erd
eki p
eyn
ir k
›zar
tmal
ar› d
a ta
d›l
abil
ir.B
ahar
atl›
yem
ekle
r D
o¤u
ve
Gü
-n
eyd
o¤u
An
adol
u y
emek
leri
ni h
at›r
lat›
yor.
Ço¤
u y
emek
te k
ull
an›l
an s
ar›m
sak
ve p
apri
ka d
e-n
en b
iber
ler
Mac
ar m
utf
a¤›n
a ay
r› b
ir le
zzet
kat
›yor
.Yem
ekle
rde
kull
an›l
an e
tler
in h
emen
he-
men
tam
am›n
›n v
e ü
nlü
Mac
ar s
alam
›n›n
da
dom
uz
eti
old
u¤u
nu
bel
irte
lim
.B
al›k
çor
bas›
,la
han
a d
olm
as›,
bizd
e ba
z› y
örel
erd
e ak
›tm
a ol
arak
bil
inen
hor
toba
gyi,
pat
l›ca
n y
emek
leri
ile
Pala
çin
ka t
atl›
lar›
tip
ik M
acar
yem
ekle
rid
ir.G
elen
ekse
l M
acar
lar,
paz
ar s
abah
lar›
sal
aml›
ek-
mek
vey
a sa
lata
l› k
epek
ekm
e¤i
ile
pat
ates
,h
avu
ç ve
mak
arn
a p
arça
lar›
n›n
bu
lun
du
¤u ç
oksu
lu t
avu
k bu
lyon
lu b
ir ç
orba
içe
r.M
acar
ista
n’d
a is
ted
i¤in
iz ç
eflit
ve
türd
e ek
mek
bu
labi
lirs
i-n
iz.Ç
ok l
eziz
ola
n T
rabz
on e
kme¤
ine
ben
zeye
n M
acar
köy
ekm
e¤i
yan
›nd
a,ke
pek
li,y
ula
fl›,
sebz
eli,
cevi
zli,
f›n
d›k
l› v
b.ek
mek
leri
ni
kat›
ks›z
dah
i yi
yebi
lirs
iniz
.
Tari
hî
bin
alar
dak
i as
ansö
rler
e d
ikk
at!
Eski
Pefl
te’d
e ap
artm
anla
r ge
nel
de
befl
veya
alt
› kat
l› v
e h
emen
her
ap
artm
and
a d
aire
leri
n ç
o-¤u
ort
ada
bulu
nan
avl
uya
bak
mak
ta.‹
çe k
apal
› bu
ap
artm
an m
odel
leri
nd
e ge
nel
de
her
kat
-ta
en
az
5-6
dai
re b
ulu
nm
akta
d›r
.Bir
inci
kat
ile
ikin
ci k
at a
ras›
nd
a bi
r as
ma
kat
vard
›r v
e n
or-
mal
kat
say
›lm
amak
tad
›r.
Ap
artm
and
a as
ansö
r ku
llan
acak
san
›z d
ikka
t! T
arih
î bi
nal
ard
aki
asan
sörl
er e
n a
z bi
nan
›n k
end
isi k
adar
esk
i,ya
ni f
i tar
ihin
den
kal
ma.
Hem
en h
emen
tü
m O
r-ta
ve
Do¤
u A
vru
pa
ülk
eler
ind
e bu
lun
an b
u a
san
sörl
er,ö
zell
i¤i
gere
¤i d
›fl v
e iç
kap
›y›
tam
ka-
pat
mad
an h
arek
et e
tmiy
or.
Har
eket
ett
i¤in
de
de
ç›ka
rd›¤
› se
sten
dol
ay›
hem
en d
ura
cakm
›flve
ya d
üfle
cekm
ifl i
zlen
imi
uya
nd
›r›y
or.B
öyle
bir
asa
nsö
re i
lk k
ez b
ind
i¤in
izd
e bi
ldi¤
iniz
tü
md
ual
ar›
ne
kad
ar k
›sa
süre
de
oku
yabi
lece
¤in
izi
görü
yors
un
uz!
SEYR
ÜSEF
ER
72
fieh
ri k
uts
ayan
hey
kel
ler
Bu
dap
eflte
’nin
di¤
er b
ir ö
zell
i¤i,
fleh
rin
bü
yük
cad
del
erin
in k
esifl
ti¤i
her
köfl
ede
o kö
fleyi
bek
-le
yen
ve
yerl
i h
alk›
n d
eyim
iyle
ku
tsay
an e
serl
er;
Dea
k Fe
ren
c,Li
szt
Fere
nc,
Tele
ki L
azsl
o gi
-bi
Mac
ar t
arih
inin
ön
emli
flah
siye
tler
inin
bü
stle
ri y
a d
a on
lar›
ça¤
r›flt
›ran
an
›t v
eya
hey
kell
e-ri
n b
ulu
nm
as›.
Hey
kel
dem
iflke
n M
arx
,En
gel,
Len
in g
ibi
kom
ün
ist
lid
erle
rin
dev
asa
hey
kel-
leri
nin
bu
lun
du
¤u S
tatu
e Pa
rk’›
un
utt
u¤u
mu
far
k et
tim
.fieh
rin
bir
az d
›fl›n
dak
i bu
par
ka g
it-
mek
içi
n fl
ehir
mer
kezi
nd
en d
üze
nle
nen
tu
rlar
a ka
t›la
bili
rsin
iz.
Tren
ler
en u
ygu
n g
ezi
arac
›
Mac
aris
tan
’›n d
i¤er
böl
gele
rin
e gi
tmek
ist
iyor
san
›z s
ize
tavs
iyem
tre
nd
ir.H
er n
e ka
dar
tre
n-
leri
çok
yen
i ol
mas
a d
a,h
em u
cuz
hem
de
taflr
ay›
dah
a ra
hat
gör
ebil
iyor
sun
uz.
Mac
ar D
e-m
iryo
llar
›n›n
ww
w.e
lvir
a.h
u a
dre
sin
den
tre
nle
rin
har
eket
saa
ti v
e ü
cret
i gi
bi d
etay
lar›
ö¤r
e-n
ebil
irsi
niz
.Bu
dap
eflte
’de
üç
tren
ista
syon
u v
ar.B
ud
a ta
raf›
nd
a bu
lun
an G
ün
ey T
ren
‹st
asyo
-n
u D
eli
Paly
audv
ar,
Bat
› Tr
en ‹
stas
yon
u N
yuga
ti P
alya
udv
ar v
e D
o¤u
Tre
n ‹
stas
yon
u K
elet
iPa
lyau
dvar
Pefl
te’d
e.B
at› T
ren
‹st
asyo
nu
ön
emli
bir
yer
.Nyu
gati
,Mac
arca
bat
› d
emek
ve
do-
¤ud
an g
elen
tre
nle
r bu
rad
a d
uru
yor.
Hem
en y
an›n
da
Wes
ten
d (
bat›
n›n
son
u)
adl›
al›
flver
iflm
erke
zi v
ar.B
ild
i¤in
iz g
ibi M
acar
ista
n A
vru
pa’
n›n
ort
as›n
da
bir
ülk
e.B
ud
apefl
te b
aflke
nt
ola-
rak
her
ne
kad
ar M
acar
ista
n’›n
tam
ort
as›n
da
yer
alm
asa
da
sim
gese
l ol
arak
bu
nu
ku
llan
›-yo
rlar
.Bat
› A
vru
pa’
n›n
en
son
nok
tas›
Nyu
gati
.Kel
eti
ise
Do¤
u A
vru
pa’
n›n
bafl
lan
gݍ
nok
ta-
s›.B
at›d
an g
elen
tre
nle
r K
elet
i Pal
yau
dvar
’da
du
ruyo
r.G
ün
ey is
tasy
onu
Del
i Pal
yau
dvar
dah
aço
k iç
hat
lar
ve n
adir
en A
kden
iz’e
in
en t
ren
hat
lar›
içi
n k
ull
an›l
›yor
.Ku
zeyd
eki
tren
ist
asyo
-n
u m
üze
(K
ozle
ked
esi
Mü
zesi
) ol
arak
ku
llan
›l›y
or.N
e d
e ol
sa k
uze
yden
gel
en t
ehli
ke m
üze
-li
k ol
du
!
Ort
a ve
Do¤
u A
vru
pa
fleh
irle
rin
i zi
yare
t iç
in e
n u
ygu
n t
akvi
m: M
ay›s
-Eyl
ül
Ort
a ve
Do¤
u A
vru
pa
fleh
irle
rin
e gi
tmey
i d
üflü
nen
ler
için
en
uyg
un
tak
vim
May
›s-E
ylü
l d
ö-n
emid
ir.B
u d
önem
de
hem
hav
alar
gü
zel
hem
de
ya¤a
n y
a¤m
url
ar k
›sa
süre
li.S
is v
e p
us
ne-
red
eyse
hiç
yok
.Eki
mle
ber
aber
Ort
a ve
Do¤
u A
vru
pa
fleh
irle
rin
in ü
zeri
ne
çöke
n s
is v
e p
usu
her
ne
kad
ar fl
ehir
lere
ayr
› bi
r gü
zell
ik k
atsa
da
kasv
etli
bir
hal
etir
uh
iye
için
e d
üflm
eniz
i en
-ge
lley
emiy
or.B
u fl
ehir
lerd
e ço
¤u z
aman
gü
nefl
o k
adar
k›s
a za
man
ara
l›¤›
nd
a yü
zün
ü g
öste
-ri
yor
ki (
ya d
a ba
zen
hiç
gös
term
iyor
) h
ep g
ri b
ir h
ava
ile
yüz
yüze
kal
›yor
sun
uz.
Bu
ned
en-
le h
er n
e ka
dar
Bu
dap
eflte
her
mev
sim
de
güze
l gö
züks
e d
e si
ze t
avsi
yem
May
›s-E
ylü
l d
öne-
min
de
gitm
eniz
dir
.
SEYR
ÜSEF
ER
73
Efle¤
in s
ahib
ini
de
eflek
diy
e gö
türü
rler
mi?
Bir
isi
ka
ç›p
bir
eve
s›¤
›nd
›.K
ork
ud
an
ben
zi u
çmu
fl,sa
psa
r› k
esil
mifl
,du
da
kla
r› g
öve
rmifl
ti.
Ev
sah
ibi,
pek
i d
edi,
A a
mca
s›n
›n c
an
›,n
e o
ldu
,ned
en k
açt
›n?
Ned
en b
öy
le b
enzi
n a
tt›?
Ad
am
ded
i k
i: Z
ali
m p
ad
ifla
h›
e¤le
nd
irm
ek i
çin
bu
gün
so
ka
kta
ne
ka
da
r efl
ek v
ars
a y
ak
a-
l›yo
rla
r.
Ev
sah
ibi,
pek
i d
edi,
A a
mca
s›n
›n c
an
›,efl
ekle
ri y
ak
al›
yorl
ar.
Sen
efle
k d
e¤il
sin
ya
,b
un
da
nn
e ta
san
va
r se
nin
?
Ad
am
ded
i k
i: B
u i
fle ö
yle
bir
gir
iflm
iflle
r,ö
yle
k›z
›flm
›flla
r k
i b
eni
bil
e efl
ek d
iye
yak
ala
rla
r-sa
fla
fl›lm
az.
Efle
k y
ak
ala
may
a e
l at
m›fl
lar,
hiç
bir
fley
fa
rk e
tmiy
or
art
›k!
Bir
fley
i fa
rk e
tmey
en k
iflil
er,b
afl›
m›z
a g
eçer
lers
e efl
e¤in
sa
hib
ini d
e efl
ek d
iye
götü
rürl
er m
igö
türü
rler
!
Fak
at b
izim
fleh
rim
izin
pa
difl
ah
›,ab
es i
fl ya
pm
az.
On
un
tem
yiz
ha
ssa
s› v
ard
›r.
O h
er fl
eyi
du
yar,
her
fley
i gö
rür.
Ad
am
ol
da
efle
k t
uta
nla
rda
n k
ork
ma
.Ey
za
ma
nen
in ‹
sa’s
›,efl
ek d
e¤il
sin
sen
ürk
me.
Dö
rdü
ncü
kat
gö
k s
enin
nu
run
la d
olu
.Ha
fla s
enin
du
ra¤›
n a
h›r
de¤
ild
ir.S
en b
ir ifl
için
ah
›r-
da
s›n
am
a g
ök
yü
zün
den
de
yü
cesi
n s
en,y
›ld
›zla
rda
n d
a.
‹mra
ho
r b
aflk
ad
›r,e
flek
ba
flka
.Her
ah
›ra
gid
en e
flek
de¤
ild
ir.N
eden
bö
yle
efle
¤in
ku
yru
¤u-
na
ya
p›fl
t›k
,a
rd›n
a d
üflt
ük
? G
ül
ba
hçe
sin
den
,gü
ller
den
ba
hse
t.N
ar›
,tu
run
cu,el
ma
da
l›n
›sö
yle
.fia
rab
› ve
say
›s›z
gü
zell
eri
an
lat.
Ya
hu
t d
alg
as›
in
ci o
lan
,in
cisi
sö
yle
yen
,gö
ren
den
izi.
Ya
hu
t gü
l d
evfli
ren
,y
um
urt
ala
r› a
l-t›
nd
an
,gü
mü
flten
ola
n k
ufll
ar›
sö
yle
.Ya
hu
t d
a c
eyla
nla
r› b
esle
yen
,h
em s
›rtü
stü
,h
em y
ü-
zük
oyu
n u
çan
do
¤an
ku
flla
r›n
da
n b
ah
set.
Âle
md
e gi
zli
mer
div
enle
r va
rd›r
,ba
sam
ak
ba
sam
ak
da
gö
¤e k
ad
ar.
Her
bu
lutu
n b
aflk
a b
ir m
erd
iven
i va
rd›r
,her
gid
iflin
ba
flka
bir
gö
¤ü.H
er b
iri
öb
ürü
nü
n h
a-
lin
den
bih
aber
dir
.Gen
ifl b
ir ü
lked
ir,n
e b
afl›
va
r,n
e so
nu
!
Bu
,o n
eden
bö
yle
ho
fl d
iye
flaflm
ak
tad
›r;
o,b
u n
eden
bö
yle
fla
fl›yo
r d
iye
hay
rett
e.
Yer
yü
zü s
ah
as›
gen
iflti
r.O
rad
a h
er a
¤aç,
yerd
en b
afl
verm
ifl,b
oy a
tm›fl
t›r.
A¤a
çla
rda
ki
yap
-ra
kla
rla
da
lla
r,n
e d
e gü
zel
ülk
e,n
e d
e ge
nifl
sa
ha
diy
e flü
kre
der
ler.
Bü
lbü
ller
,yed
i¤in
fley
den
biz
e d
e ve
r d
iye
k›v
r›m
k›v
r›m
çiç
ekle
rin
çev
rele
rin
de
uçu
flur,
ötü
-flü
rler
.
Bu
sö
zün
so
nu
yo
ktu
r.S
en y
ine
o t
ilk
inin
,asl
an
›n,o
ill
etin
ve
açl
›¤›n
hik
âye
sin
e d
ön
!
MESN
EVÎ’D
EN
74
Bilim ve Sanat Vakf›XVIII. Ö¤renci Sempozyumu
10-11 Mart 2007
10 Mart 2007 Cumartesi
I . O T U R U M
Fetih, Diplomasi Ve DüzenOturum Baflkan›: Ahmet Okumufl
Stratejik Zihniyetin Dönüflümü: Osmanl› Diplomasisinin Geliflimi ve Sefaretnameler / Ahmet fiefik Hatipo¤lu
Rumeli-i fiahanenin Balkanlaflmas› / Salih AltundereOsmanl› Devleti’nde Nizam-› Âlem Düflüncesi / Bilal Y›ld›r›m
Emeviler Döneminde D›maflk (fiam): Fetih Neyi De¤ifltirdi? / Zeynep Arslantafl
I I . O T U R U M
Jön Türkler, Siyaset Ve UlemaOturum Baflkan›: Dr. Suat Merto¤lu
1908 Devrimi Öncesi Jön Türklerin Siyasî Fikirlerinin Teflekkülü / Hatice Çolak YentürkII. Meflrutiyet Döneminde Jön Türklerin Siyasî Fikirlerinde
Meydana Gelen Dönüflümler / Emine Kaval1912 Seçimleri ve Konya Ulemas› / Serhat Aslaner
Bir Osmanl› Ulema Ailesi: Arabzâdeler / Arzu Güldöflüren
I I I . O T U R U M
Toplum, Devlet ve AdaletOturum Baflkan›: Dr. Sami Erdem
‹bn Haldun’un Bak›fl Aç›s›yla Toplum ve Devlet / Emel ÖncelWeber’in Kad› Adaleti Kavram› / Osman Safa Bursal›
Osmanl›’n›n Kapsay›c›l›¤›n› Anlamak: Makyavel’in Prensi ve K›nal›zade’nin Ahlak-› Alai’si / Ramazan Özdemir
Ötekini Mahkum Eden Bir Düflman Söylemi: Oryantalizm / Seçkin Koç
75
I V . O T U R U M
Din SosyolojisiOturum Baflkan›: Dr. Fahrettin Altun
Din Ve Dayan›flmac› Modelleme Türleri / Esat Alt›ntaflTemel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:
Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi / Hatice Kübra Yücedo¤ruEvrim Fikrinin Dünü Bugünü / fieyma TuranHerakleitos’da Logos Kavram› / Sümeyye Sel
11 Mart 2007 Pazar
V . O T U R U M
E¤itimin DönüflümüOturum Baflkan›: Dr. Ebubekir Ceylan
Türkiye’de E¤itim Problemleri Çerçevesinde ‹deal E¤itim / Esra ErenÜniversitelerin Yap›sal Dönüflümü / Fatma Y›ld›r›mBursa Medreselerinde Islah Çal›flmas› / Betül Ayd›n
V I . O T U R U M
Savafl, ‹fade Özgürlü¤ü Ve Sürgün Politikas›Oturum Baflkan›: Dr. Yücel Bulut
Bosna Savafl›n›n ‹deolojik Arkaplan› / Hatice Bayraktar‹fade Özgürlü¤ü Ve Aihm / Taha Ayhan
Sovyetler Birli¤i’nin Sürgün Politikas›nda Ah›ska Türkleri Örne¤i / Yahya Abdulov‹slam Dünyas›nda ‹flbirli¤i Hareketleri Ve Türkiye: D8 Örne¤i / Harun Küçükalada¤l›
V I I . O T U R U M
‹mparatorluktan Sonra AidiyetOturum Baflkan›: ‹shak Arslan
Milli Kimli¤in ‹nfla Sürecinde Türk-Arap ‹liflkilerinin Seyri / M. Talha Çiçek“Çerkez’im, Ama Suriye’nin Çocu¤uyum!”:
Suriye Çerkezleri Üzerine Bir Sözlü Tarih Çal›flmas› / Zeynep Özcanfieyh Said ‹syan› Ve D›fl Güçlerle Ba¤lant›s› / Fatma Cebe
Savafl Sonras› Ekonominin Yeniden ‹nflas›: Türkiye Örne¤i (1923-1929) / Veysel Maden
76
V I I I . O T U R U M
Osmanl› Ve Japonya’da ‹ktisadî SüreçlerOturum Baflkan›: Dr. fievket Kamil Akar
Model Davran›fl Kültürü Olarak Ahîlik Teflkilat› / Esma Betül BoztepeOsmanl›’da Para Vak›flar›: Faizli Dindarl›k M›, Faizsiz Dünyevilik Mi? / Ali BengüYabanc›lara Toprak Sat›fl›: Osmanl› Ve Türkiye Örnekleri / Emine Beyza Satoglu
Japonya’n›n Kapitalistleflme Süreci / Hatice Sürün
Bilim ve Sanat Vakf› 2007 K›fl Program›“Mehmed Akif”19-23 fiubat 2007
19 fiubat Pazartesi “M. Akif: Hayat›, Eserleri, Fikirleri” / Ertu¤rul DÜZDA⁄
20 fiubat Sal› “M. Akif ‘in Poetikas›” / Ali GÜNVAR
21 fiubat Çarflamba “1924: Bir Foto¤raf›n Uzun Hikayesi” Beflir / AYVAZO⁄LU
22 fiubat Perflembe “M. Akif ve Kur’an” / Suat MERTO⁄LU
23 fiubat Cuma“Hayata Dair Cevaplar› Olan fiairlerin Sonuncusu: M. Akif” / Hayrettin ORHANO⁄LU
77
Küresel Araflt›rmalar
MerkeziKAM
MECMUA
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek: Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi
Hatice Kübra Yücedo¤ru 78
78
Temel Akideleri Efsanelere Dönüştürmek:Dinî Çoğulculuk Teorilerinin Bir Eleştirisi *
Hatice Kübra Yücedoğru
A. Arka Plan
Problemin Ortaya Çıkışı
Oldukça eski bir fenomen olmasına rağmen dinîçoğulculuk kavramının modern bir problem olarakgündeme getirilişi yakın bir zamanda vukû bul-muştur. Yirminci yüzyılın ilk yarısına gelinceye ka-dar dinler arası ilişkiler, çoğulculuk meselesini or-taya çıkaracak kadar geniş bir etki alanına sahip ol-madı. Bunun nedeni, dinlerarası ilişkilerin içeriği-ne uygun olarak zikredilen dinî çoğulculuk proble-minin ortaya çıkışının sadece dinlerin birbirleriyleolan münasebetleriyle sınırlı olmamasından kay-naklanmaktadır. 1 Bu nedenle dinî çoğulculukun bir“problem” olarak lanse edilmesi ile çokkültürlü or-tamın varlığının, ilk bakışta dolaysız bir neden-so-nuç ağı içerisinde ifadelendirilmesi, yalnızca basitgözlemlerin bertaraf edebileceği bir yanılsamadır.
Asimilasyoncu idealin karşıtı olarak çokkültürlüortam, farklı kültürlerin yaşam tehdidi hissetmek-sizin birarada varlıklarını iletişim içerisinde devamettirebilmesi anlamında kullanıldığı takdirde,2 sözkonusu ortamın sadece günümüz ABD ve Avrupatoplumlarına ait olmadığı aşikârdır. Erken dönemırk/etnisite temelli oluşumlar içerisinde çokkültür-lülükten söz etmek için yeterli delilimiz yok ise debunun için yirminci yüzyılı bekleme zorunluluğu-muz da yoktur. Örneğin, Oğuz zihniyetinin bir te-şekkülü olarak Anadolu Selçuklu dönemi şehir ha-yatı içerisinde Müslim-gayrimüslim unsurlarınbirarada yaşayabilirlikleri, ticarî ve sosyal ilişkileri-
nin varlığı,3 çokkültürlü ortamdan on ikinci yüzyılgibi günümüze nazaran erken bir dönemde debahsedebileceğimizi gösterir. Ancak, dinî çoğulcu-luk kavramı ile bu kavramın problem haline getiri-lişi farklı saiklere sahiptir. Bu nedenle dinî çoğulcu-lukla paralel bir biçimde çokkültürlü ortamın ka-dim varlığına rağmen, dinî çoğulculuk problemiyeni bir oluşumdur.
Ortaya çıkan yeni bir akımı, otantik dinî gelenekle-re atfen, pseudo kökenlere bağlayarak meşrulaştır-ma hatasına düşmeden, kavramın problem halinegetirilişi sürecinde geçirdiği seyri, medeniyet pers-pektifleri bağlamında ifade etmek gerekmektedir.
Değer-bağımlı bir karakter arz eden İslâm medeni-yeti, karşılaştığı sosyal olguları, değer sistemine uy-gunluğu bağlamında meşru görmektedir. Bununlabirlikte, Modern-Batı medeniyetinin en önemliözelliği mekanizma-bağımlılığıdır ki; İslâm mede-niyetinden farklı olarak, sosyal olgular ve davranışbiçimleri Modern-Batı medeniyeti için mekaniz-manın iç işleyişine uygun düştüğü ölçüde meşru-dur. Çoğulculuk meselesi de, bu farklılık/zıtlık içe-risinde düşünülmelidir. İslâm medeniyeti için din,bir değer olarak telakki edilmiş, farklı dinler farklıdeğerler olarak muamele görmüş ve dinî çoğulcu-luk olgusu, mezkûr medeniyet için tarih içindekendine özgü bir biçimde gelişen “dinî-kültürel ço-ğulculuk” bağlamında ele alınmıştır. Batı medeni-yeti için ise dinî çoğulculuk, sosyo-kültürel bir ob-je olarak ele alınmış, farklılık ‘mekanizma’ya uy-gunluk sınırı içerisinde serbestiyet kazanmıştır.Mekanizmaya uygunluk zorunluluğu, farklılığı mo-nistik/tekilci bir karaktere devşirmiştir.4 Üst pers-pektifler bazındaki bu ayrışma, dinî çoğulculuğunproblemleşmesi süreci için önemli bir veridir.
Mekanizma-bağımlı modern Batı düşüncesi içeri-sinde dinî çoğulculuğun problem haline gelmesi1960’lı yıllara rastlamaktadır. Bu tarihlerde ortayaçıkan ana mesele, kültürlerin ve halkların karşılaş-masıyla neticelenen kültürel globalizm ile savaş
79
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
sonrası yaşanan genel psikolojinin etkisiyle halkla-rın birbirine yakınlaşmasıdır. Bununla birlikte, alt-mışlı yıllar Asya ve Afrika gibi istihdam sorunu ya-şayan coğrafyalardan Batı’ya işgücü maksadıylagerçekleştirilen göçlere sahne olmuş ve Batı coğ-rafyası için birarada yaşama zorunluluğu ortayaçıkmıştır.
Dinî çoğulculuğun bir problem olarak ortaya çık-masında dahili bir sebep olarak zikredilebilecek birbaşka durum ise, kilisenin iç yapısıdır.5 Bu dönemoryantalizm çalışmaları, ürettiği sonuçlar itibariylekilisenin iç yapısını etkilemiş, savaş sonrası dö-nemde merkeziliği bir sorunsal haline dönen Batı,kaba oryantalist bilgilerin biraz daha incelmesi(objektif hale gelmesi) ile birlikte diğer dinlere kar-şı yeni bir bakış açısı geliştirmek zorunda kalmıştır.Zira bu dönem oryantalizm çalışmaları, İslâm’ı“yaşayan bir cemaat” ve “değişen bir gerçeklik”6
olarak sunmakta, bu durum ise, kilisenin sabit İs-lâm telakkisini geçersiz kılmakta, farklı dinlere kar-şı yeni bir bakış açısı ihtiyacını doğurmaktaydı.
Bu temel maddi şartlar altında problemleşen dinîçoğulculuk kavramı, birçok çoğulculuk ifadesiylebirlikte günümüz dünyasında, ‘kutsal’la ilişkili ola-rak kendi inanç ve uygulamalarını temsil eden pekçok dinsel geleneğin varlığına vurgu yapar. Eski birfenomen olarak yeni içeriğinin biraz da politizeedilerek inşa edildiği mezkur kavramın yaşadığıanlamsal kırılma, Batı düşüncesinin hakikat algı-sındaki değişim sürecinin ifadesiyle vuzuha kavu-şabilir.
Entelektüel Köken
18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesi, Batı-Hıristiyandüşüncesinin “mutlak hakikat” algısını tümüyleyok etti. Hakikat algısı merkeziliğinde şekillenenbu yeni epistemolojik paradigma, pratik sonuçla-rıyla birlikte, mutlaklık yerine görecelik/izafi-lik/parçalanmışlık’ı sunmaktaydı. Statik, ezelî, mo-nolitik ve dışlayıcı bir karakter arz eden hakikat te-lakkisi, dinamik, diyolojik ve tarihî olarak algılanır
hale gelmiş; hakikat, onu kavrayan kişinin idrakinebağlanmıştı. Bu nedenle, mutlak hakikati elindebulundurduğunu ifade eden her görüş reddedil-meliydi.
Batı-Hıristiyan düşüncesinin mutlak hakikat anla-yışı, Aristo felsefesinin “bir şey aynı zamanda hemdoğru hem de yanlış olamaz” şeklinde ifade edilenzıtlık prensibine dayanmaktaydı. Batı düşüncesin-de hakikatin bu minvalden çıkartılıp, izafileştiril-mesi Leonard Swindler’e göre altı temel etmenedayanmaktadır. Bunlar:
- Tarihsellik (Historicism)
- Niyetsellik (Intentionality)
- Bilgi Sosyolojisi (The Sociology of Knowledge)
- Dilin Sınırları (The Limitations of Language)
- Hermenötik
- Diyalog
Bu altı etmen ele alındığında varılacak sonuç, haki-katin mutlak bir anlamının olmadığıdır.
Zira hakikat hakkında ayrılmış, izole edilmiş, şartave konjonktüre bağlı olmayan mutlak ifadelermevcut değildir. Hakikat izafidir ve pek çok faktö-rün etkilediği bir bilgi ağıyla ilintilidir. Bu nedenleo, her şeyin ötesinde onu idrak ve ifade edene bağ-lıdır. Netice itibariyle hakikat mutlak olmayıp anla-yışımızın tarihî şartlarına, anlama eylemimizin al-tında yatan niyetimize, bakış açımıza, dilimize, yo-rumumuza ve diğer hakikat telakkileriyle olan di-yaloğumuza bağlıdır.7
Dinî çoğulculuk meselesinin problemleşmesi veproblemin arka planını oluşturan entelektüel kök-lerle birlikte, tartışmalarda göz ardı edilen boyutise, genelde çoğulculuğun özelde ise dinî çoğulcu-luğun taşıdığı siyasal- sosyal işlevlerdir. Hiçbir sos-yal meselenin varoluşsal olarak fonksiyona indir-generek izah edilmesi yeterli olamayacağı gibi, di-nî çoğulculuk sorununun mekanizma-bağımlı zih-niyet açısından sahip olduğu işlev de göz ardı edil-memelidir.
80
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
Siyasal-Sosyal İşlev
Postmodern düşüncenin en temel tezlerinden biri,bilimin/sosyal bilimlerin bir dil oyunu olduğu vediğer dil oyunlarına nazaran epistemik-bilişsel açı-dan bir üstünlüğünün bulunmadığıdır. Bir şeyindil oyunu olması, o faaliyeti düzenleyen birtakımkurallar ya da uzlaşımlar olması ve atılan herhangibir adımın uygun olup olmadığının bu kural ya dauzlaşım kümesi tarafından belirlenmesi demektir.Aynı şekilde yerel bir kültürün inanç ve pratiklerbütünü de bir dil oyunu olarak görülebilir. Bu du-rumda inanç ve pratikler başka inanç ve pratiklerintabi olduğu kurallarla değerlendirilemez.8
Bu temelden hareketle, Aydınlanma düşüncesinin“erginleşmiş akıl”a ulaşma sloganıyla oluşturduğumonistik/tekilci evrensellik, Aydınlanma sonrasıdönemde yerini rölativizme bırakmış, ‘farklı’ ola-nın üstünlüğü ve yargılanamazlığı dogma kırıcı birdogma haline gelmiştir. Bununla birlikte övgü ob-jesinin evrensellikten, rölativizme dönüşümü bu-rada ifade edilemeyecek büyüklükte bir mahiyetesahiptir.
Nesnel doğru, ortak akıl idealini yadsıyarak, çoğul-culuk fikrinin kuvvetlendirilmesi, aslında mevcutiktidarın otoritesini daha da meşrulaştırır. Eğer ev-rensel, kültürlerüstü ya da ortak doğrular yoksa,zayıflar güçlüleri eleştirmek için önemli ve güçlübir silahtan mahrum kalacaklar demektir.9 Seküler-leşme teorilerini tekrar sorgulatır bir biçimde din,sosyal hayattaki varlığı korumakta ve siyasî çatış-malarda etkin varlığını sürdürmekte iken, hâkimolanın dini ile hâkim olamayanın dininin nihaikertede eşitliği, hakim olanın meşruiyetini sağla-maktan öte bir anlam taşımayacaktır. Güçlüler; “si-ze göre sizin açınızdan öyle, bize göre değil” diye-bilecekler, böylece zayıf olanın sahip olduğu tek si-lah elinden alınmış olacaktır.
Dinî çoğulculuk problemi bağlamında göz ardıedilmemesi gereken bir nokta kavramın/proble-min politize edilebilirliğidir. Ölçütlerin yadsınma-
sıyla gerçekleştirilen politizasyon, argümanın, tar-tışmanın ve dolayısıyla da sözün ve iletişimin yad-sınmasıyla son bulabilir. Bu yadsıma süreci ise ka-os ve muğlaklığın hakimiyetine yol açacaktır.
Dinî çoğulculuk kavramı, günümüzde kendisinealternatif olarak sunulan iki farklı yaklaşım ile bir-likte zikredilmektedir. Kapsayıcılık ve dışlayıcılıkolarak izah edeceğimiz bu yaklaşımlar, dinî çeşitli-lik olgusunun kurtuluş/necat fikri esas alınarak ya-pılan tasnifi dahilindedir. Pratik yönü ağır basanbir problem olarak dinî çoğulculuk meselesi üçbaşlık altında incelenmektedir.
B. Dinî Çoğulculuk Teorileri
Kapsayıcılık / Inclusivism
Kurtuluşun diğer dinler aracılığıyla da mümkünolmakla birlikte, O’na ulaştıran asıl yolun tek birdinden geçtiğini iddia eden paradigmadır. Mezkûrparadigmanın Hıristiyan kaynaklı olması nedeniy-le, onun sistemli haline yine Hıristiyanlık eksenliyaklaşımlarda rastlanabilmektedir. Kapsayıcılıkdiğer dinleri değersiz ve yanlış görmek yerine, on-ları kesin ve doğru olan dinin bazı yönlerini yansı-tan veya ona doğru bir yönelim oluşturan yapılarolarak görmektedir. Bu anlamda kapsayıcılar, biryandan kurtuluşun elde edilebilmesi (hak) bir din-de belirtilen şartların yerine getirilmesiyle müm-kündür diyerek dışlayıcı paradigmaya yaklaşırlar-ken, diğer yandan çoğulculara katılarak muhtelifdinler aracılığıyla Tanrı’ya ulaşılabileceğini ifadeederler. Kısacası hususî kurtuluş, ontolojik olarakkurtuluş için zorunludur; ancak epistemolojik ola-rak değildir.
Kapsayıcılığın önemli temsilcilerinden Karl Rah-ner (1904-1984), “Diğer ilahi din mensupları, far-kında olmasalar da Hıristiyan’dır ve bundan dolayıTanrı’nın rahmetinden pay alacakları ümit edilir”içeriğine sahip olan anonim Hıristiyanlık kavramı-nı dillendirmiştir. Bu görüşe göre:
81
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
- Hıristiyanlık, bütün insanlığa hitap eden mutlakbir dindir; diğer dinler onunla aynı derecede veeşit kabul edilemez.
- Hıristiyanlık teolojik açıdan herkesin kurtulması-nı amaçlayan Tanrı iradesinin eseridir ve iradekendini Mesih’le ifade etmiş, tarihî olarak da İsra-il dinlerinde gerçekleşmiştir.
- Bir Hıristiyan başka bir dine mensup kişiyle karşı-laşırsa, onu Tanrı’nın kurtarıcı rahmetinden mah-rum ve günahkâr biri olarak telakki etmemelidir.
- Kilise mensuplarının kendilerini seçilmiş ve kur-tulmuş, başka din mensuplarını ise günahkâr za-vallılar olarak görmeleri doğru değildir.10
Kapsayıcı paradigmanın farklı şekilleri olmakla bir-likte, K. Rahner’in savunduğu form en yaygın ola-nıdır. Gavin D’Costa, John Farquhar, Paul Tillich,John Robinson, John Cobb gibi isimler; farklı dinle-rin farklı derecelerdeki hakikati müşahhaslaştırdık-ları için farklı derecelerde meşruiyet sahibi olduk-ları düşüncesinin önemli savunucuları olarak zik-redilmektedir.11 Dünya Kiliseler Birliği’nin de ken-disine vizyon olarak seçtiği kapsayıcılık paradig-masının, her dine belirli oranda meşruiyet atfı, odinin kendi sınırları içerisinde kalmakta, herhangibir dine diğer dinler nezdinde yaşam hakkı tanıma-nın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir.
Kapsayıcılığın Eleştirisi
Tüm dinlerin eşit oranda hakikatten pay alabilirifadesini dillendiren kapsayıcı paradigma, dinî dö-nüşüm/tebliğ/misyonerlik fiillerini anlamsızlaştır-ması ve bunu net bir biçimde delillendirememesinoktasında eleştirilmektedir. Buna göre temel so-ru, “Belirli bir dinî gelenekten gelen kişileri başkabir dinî geleneğe niçin dönüştürelim yahut kişileriinandıkları din/dinler üzerinde yaşamaya niçinteşvik etmeyelim?”dir.
Hıristiyanlığın yegâne din olduğu ve diğer dinlerlehiçbir zaman eşit görülemeyeceğini iddia eden K.Rahner’in tezi bağlamında, Hıristiyanların, kendi
dinlerini yüceltmek maksadıyla öne sürdükleri Hı-ristiyanlığa münhasır özelliklerin benzerlerini, di-ğer din mensupları da kendi dinlerine ait farklıözelliklerle öne sürerek yegânelik iddiasında bulu-nabilirler. Anonim Hıristiyanlık ifadesi, aynı teorikiddianın farklı bir şekli olarak “anonim Müslüman-lık” yahut “anonim” herhangi bir din ifadesinin tü-retilmesine mani olamamaktadır. Yine bir dininkurtuluşa ulaştıran özelliklerinin neye göre tespitedileceği, yani anonim kavramının içeriğinin han-gi şartları kapsayacağı, kapsayıcılığın cevaplamasıgereken sorunlarıdır.12
Dışlayıcılık / Exclusivism
Dışlayıcı paradigmaya göre, kurtuluş, özgürleşme,insanın kemale ermesi ya da dinin nihai amacı ola-rak kabul edilen şey sadece hususî bir dinde bulu-nur ve onun aracılığıyla elde edilir. Her ne kadar di-ğer dinler de hakikati ihtiva etseler, kurtuluş veyaözgürleşme yolunu sağlamada yalnızca bir din tekbaşına etkindir. Diğer din mensupları dinlerindesamimi olsalar ve ahlâken dürüst olsalar da kendidinleri aracılığıyla kuruluşa eremezler. Kurtulmakiçin biricik yoldan haberdar olmaları ve onu kabuletmeleri zorunludur. Bu din tarafından tayin edi-len yegâne kurtuluş planı hem ontolojik hem deepistemolojik olarak zorunludur.13
Dışlayıcılık, “bir dinin öğretilerinin doğru, diğerle-rinin doğru olanlarla çatıştığından dolayı yanlış ol-duğunu savunan” öğretisel dışlayıcılık, “tek dininkurtuluş ve özgürlüğü sağladığını ve ona götürdü-ğünü savunan” soteriolojik/kurtuluşçu dışlayıcılıkve “bir dinin tecrübelerinin gerçeğe bağlı olduğu-nu iddia eden” tecrübeye dayalı dışlayıcılık şeklin-de üç kısma ayrılmıştır.14
Sadece bir tek dinî hakikate sahip olduğunu vurgu-layan, bununla uyuşmayan diğerlerinin ise yanlışolduğunu savunan ve mutlak hakikati içerisindebarındıran dinin mensuplarının nihai kurtuluşları-nı sağlayacağını ileri süren söz konusu paradigma,
82
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
geleneksel dinlerin mensuplarının çoğunluğu tara-fından benimsenmekle birlikte, Hıristiyanlık kenditarihi boyunca dışlayıcı paradigmayı savunmuştur.Katolik kilisesinin “extra eccelesiam nulla salus”(Katolik kilisesi dışında kurtuluş yoktur) sloganikifadesi ve Protestanlığın kurucusu Martin Lut-her’in aşağıdaki sözleri dışlayıcı görüşün dışavuru-mu olarak addedilebilir:
“Hıristiyanlığın dışında kalanlar ister sapıklar, Tük-ler, Yahudiler, Katolikler olsun, tek ve gerçek Tan-rı’ya inansalar dahi yine de Rabbin gazabı ve ce-hennem azabına düçar olacaklardır.”15
Dışlayıcı perspektifin önemli bir temsilcisi olarakProtestan Teolog Karl Barth (1886-1968), dini vevahyi birbirinden ayırarak, Hıristiyanlığın, İsa Me-sih’in yegâneliği nedeniyle kurtuluşun biricik yoluolduğunu ifade eder. Ona göre vahiy hakiki dini ya-ratır ve Hıristiyanlık hakiki dinin mahallidir.16
Globalleşmenin ortaya çıkarttığı bir durum olarakçokkültürlü ortam, modern dönem geleneksel dinsöylemlerini tavize zorlamış ve paradigma içerisin-de kırılmalara neden olmuştur. Söz konusu kırıl-malar II. Vatikan Konsili deklarasyonunda açıkçagörülmektedir.
Dışlayıcı paradigmanın son dönemlerdeki enönemli temsilcisi, Hıristiyanlığın gayri Hıristiyandünyaya mesajı kitabının yazarı Hollandalı misyo-ner Hendrick Kreamer’dir. Biblical Realizm (Kitab-ı Mukaddes realizmi) kavramını ortaya atan veStephen Neill, Lesslie Newbigin, Norman Ander-son, Paul Hacker gibi isimlerin de kendisini des-teklediği Kreamer’in, dışlayıcılığın iddiaları genelolarak da üç maddede özetlenebilir:
- Hıristiyanlığın diğer dinlere nispetle çok özel biryeri vardır. Tanrı kendini bu Mesih yoluyla ve budinle vahyetmiştir.
- Dinler aslı itibariyle insanî değil ilahidir. Dolayı-sıyla onlar hakkında hüküm vermek insan düş-mez.
- Bu dünyada cezayı hak eden insanlar daima ola-caktır ve herkesi kurtarmak endişesi ile hakikattahrip edilmemelidir.17
Dışlayıcılığın Eleştirisi
Dışlayıcı paradigmanın iddialarına getirilen enönemli eleştiri, ilahî adalet sorunu etrafında ko-nuşlanmıştır. Buna göre, kurtuluş için gerekli olanıhiç duymamış veya onu anlamaktan aciz birinimahkum etmek Tanrı için adaletsizcedir. Eleştirişu safhalarda yol almaktadır: Mutlak merhamet veadalet sahibi Yüce yaratıcı bütün insanlığın kurtu-luşa ulaşmasını arzu ettiği halde, insanların ço-ğunluğu, içerisinde yetiştikleri kültürde etkin olandini benimser. Tek bir dinin kurtuluşa götürdüğü-nü kabul edersek, vahyini belirli bir zamanla, yol-la, kişiyle, cemaatle ve kültürle sınırlayan Tanrı bu‘belirli’liğin dışarısındakiler nezdinde, mutlakmerhamet ve adalet sahibi olmaklığı açısından çe-lişkili durmaktadır.
Paradigma savunucularının bir kısmı, bu eleştirile-re “ölüm sonrası Hıristiyanlaştırma” iddiasıyla ce-vap verir. Bu iddiaya göre Tanrı, hayatta iken ‘hakdin’le karşılaşma fırsat ve imkânını bulamayanlara,ölümden sonra bu fırsat ve imkânı verecek ve buşekilde herkes kurtuluş için eşit hakka sahip olabi-lecektir. Kurtuluş mesajın ulaşım sürecindeki un-surlara değil, yalnızca onun bilinçli kabulüne bağ-lıdır. Ancak bu fırsat tanındıktan sonra Tanrı hük-münü gerçekleştirecektir. 18
Dinî çoğulculuk
Kapsayıcılık ve dışlayıcılık gibi geniş halk kitleleri-ne yayılmaktan ziyade, entelektüel seviyesi yüksekzümreler tarafından tartışılan ve savunulan biryaklaşım olarak dinî çoğulculuk, fenomenolojikolarak, dinler tarihinin, geleneklerin ve bunlarınher birinde farklılıkların çeşitliliğini gösterdiğine;felsefî olarak ise, geleneklerin farklı ve birbirleriylerekabet eden iddialarıyla birlikte, bunlar arasında-ki ilişkiyle ilgili belirli bir teoriye işaret eder.19
83
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
Dinî çoğulculuk yaklaşımına göre, mutlak ve ilahîbir hakikat vardır ve dinler bu ‘mutlak’a ulaşan veonu eşit derecede temsil eden farklı yollardır. Bubağlamda, büyük dünya dinleri, beşerî melekeleri-mizin ötesindeki aynı nihai ‘mutlak’a ilişkin farklıyollar, cevaplardır.
Her ne kadar, 15. yüzyıl düşünürü Nicholas CugaDe Pace Fidei isimli eseriyle, bütün dinlerin aslın-da bir mantığa, akla dayandığını bu nedenle hepsi-nin insanları aynı kurtuluşa götüreceğini ifade et-mişse de20 bu yaklaşımın ilk önemli temsilcisi 1923yılında yayımladığı “The Place of ChristianityAmong the World Religion” başlıklı makalesiyle Al-man liberal Proteston teologu Ernst Troeltsch’dur.Troeltsch’u, Re-thinking Missions, isimli eseriyleWilliam Hocking ve faşizm ve komunizm tehdidinibertaraf etmek adına çoğulculuğu savunan İngiliztarihçi Arnold Toynbee takip etmektedir.21 Ancakdinî çoğulculuğun problematik bir biçimde ortayakonulması John Hick ile gerçeklemiştir. JohnHick’in dinî çoğulculuk hakkındaki yaklaşımını or-taya koymadan evvel bu konuda farklılık arz edenve John Hick’e ilham veren iki görüşten bahsetmekgerekmektedir.
İlk olarak, dinler tarihçisi kimliğiyle Wilfred Cant-well Smith, din kavramının yerine dinî gelenek kav-ramının kullanılmasını önererek dinî çoğulculukmeselesine farklı bir bakış açısı getirmiştir. Her birdinin bir fenomen olmakla birlikte birer değer ol-duğunu ifade eden Smith’e göre dinler, kendi kül-türel değerleri içerisinde tanımlanmalı, nominalbirimler olarak idrak edilmeye çalışılmalıdır.
İman (faith) ve birikimsel gelenek (cumulative tra-dition) olmak üzere her dinin iki boyutunun oldu-ğunu ifade eden Smith, bu boyutları birbirine bağ-layanın ise fert olduğunu ifade eder. Bu anlamdaiman, ferdin iç dinî tecrübesi, Aşkın Varlık’a olanilişkisi, algısı olarak tanımlanırken, tarihî süreç içe-risinde bir nesilden diğerine aktarılabilen, toplu-
mun biriken kültürel değerlerini ifadeye ise büyü-yen gelenek kavramı karşılık gelmektedir.
Hindu, Müslüman, Hıristiyan... fertlerin dinleriylealâkaları bakımından birbirlerinden farklı oldukla-rını söyleyen Smith, her bir ferdin de kendi büyü-yen geleneğinin oluşumunda bir katkısının oldu-ğunu belirtir. Bu farklılık, tarihsel bağlamda değer-lendirilmekle birlikte, ferdin kendi dinî geleneğinimutlak olanla özdeşleştirmesi aşkın ve mutlakolanın tek bir olguya hapsedilmesi bakımından birnevi putperestliktir. Ayrıca, fertlerin dinî doktrinle-ri hakkındaki mutlaklık inançları yahut bildirimle-ri, Tanrı adına konuşmak eylemiyle özdeşleştiril-mesi dolayısıyla şirk addedilebilir. 22
Bir din felsefecisinden ziyade dinler tarihçisi kimli-ğiyle, Hegelvari bir biçimde tarihi mutlakla özdeş-leştiren Cantwell Smith, dinî çoğulculuk teorisindevahiy kökenli dinleri dışarıda bırakmıştır denilebi-lir. Zira vahiy kökenli bir din açısından şeâir, vah-yin bitişiyle noktalanmakta, din tarihin her nokta-sında büyüyen gelenek ifadesine sığmamaktadır.Smith’in yaklaşımında eksik kalan diğer bir noktaise, farklı dinlerin farklı hakikat telakkilerinin doğ-ruluk bazında nasıl değerlendirilebileceğine ilişkincevabıdır. O, dinî doktrinin tarihi aşan bir obje ol-madığını belirtmiş, bu nedenle de farklılığın, dinle-rin tarih ötesi/aşkın bir iddiaları olamayacağı ge-rekçesiyle sorunsallığını yok etmiştir. Bu durum,dinlerin hakikat iddialarını kabul etmeyerek üretil-miş bir çözümdür ki, çoğulculuk telakkisinin daya-nak noktalarından biri olan perspektivizmi23 yadsı-yarak problemi yok saymış ve problemsizliği çö-züm olarak sunmuştur.
Rene Guenon, Frithjof Schuon, Titus Burckardt,Huston Smith ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi düşü-nürlerin temsil ettiği diğer bir dinî çoğulculuk yak-laşımı ise, tradisyonel/geleneksel ekol olarak isim-lendirilmektedir. Hâlidî/perennial felsefenin dinanlayışı bağlamında kalan bu ekole göre haki-kat/mutlak; tektir, değişmez ve süreklidir. Farklı
84
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
dinler ise, aynı hakikatin farklı kültürler içerisinde-ki formlarıdır. Formsuz şekliyle bize ulaşmayanMutlak, kullandığı formlar itibariyle görünüşte çe-şitliliğe sahip olmaktadır. Bu ontolojik olarak zo-runludur, zira form, kavram olarak dahi bizatihiçokluğu içinde barındırır. Farklı formların özdebirliği, zâhirde değil bâtında gerçekleşen ve ancakbâtınî yönde vukufiyeti olan, üst perspektife sahipkişilerce idrak edilebilen bir birliktir.24
“Bütün yollar aynı zirveye ulaşır” ifadesinin slogan-laştırdığı bu yaklaşım, farklı formlara bürünmüşdinlerin herkes tarafından kavranılamayacak ve dekavranılmaması gereken özde birliğini Güneş meta-foruyla izah etmeye çalışır. Seyyid Hüseyin Nasr’ınifadesiyle, “İnsanoğlu bir güneş sistemi içerisindeyaşamak ve onun kanunlarına uymak mecburiye-tinde olmasına rağmen, diğer güneş sistemlerininvarlığının, harmonisinin farkına varabilir. Ancak,bir gezegen içerisinde yaşayan için kendi gezegenitek ve yegânedir. Buradaki gezegen sistemini bir di-nî gelenek olarak algılarsak, insan elbette kendi sis-teminin güneşi ile aydınlanacaktır. Buna rağmen,manevi yetkinliğinin gücü ile, orada olmadan vesezgisiyle bilebilir ki, her gezegen sisteminin birgüneşi vardır ve bu hem o gezegen sisteminin gü-neşi hem de bütün güneş sisteminin güneşidir.”
Nasr, inandığı din ile diğer dinleri güneş metafo-ruyla tek bir potada eşitledikten sonra, din mensu-bunun inanç objesini diğer objelere nazaran en üstpozisyonda görme arzusuyla şunu ifade eder: “Hersabah şafakla yükselen ve dünyamızı aydınlatanGüneş neden yegâne Güneş olmasın?”25
Tradisyonalistlerin, İslâm’ın tevhid doktrinin men-supları olduklarından hareketle, klasik tasavvufibir üslupla İbn Arabi ve Mevlana Celaleddin Rumigibi mutasavvıflardan etkilenmeleri, yaklaşımları-nı idrak etmede önemli bir etmendir. “Lâ mevcûdeillallâh” ifadesiyle özetlenebilecek vahdetü’l-vucud(varlığın birliği) doktrini Mutlakın varlıkla uzlaştı-rılması gibi farklı bir epistemolojiyi öngörür. Bu
nedenle geleneksel ekol mensupları, din felsefesi-nin kullandığı modern epistemoloji ve dilin ifadeettiklerini kapsayabilecek bir muhtevaya sahip ola-mayacağını belirtir, elitist bir yaklaşımla ancak be-lirli bir grubun idrak edebileceği bu içeriğe, uygunbir bağlam türetilmesi gerekliliğini savunurlar.
Geleneksel ekol mensuplarının en ciddi problemi,farklı din ve gelenekleri kendi bütünlüğü içerisindekabul edip, aralarındaki farklılık ve çelişkileri izahetmemesidir. Dinler arasındaki ayrışmalarda çeliş-kiden çok farklılık ifadesini kullanan ekol mensup-ları, bu kavramsallaştırmayla problemi asgarî sevi-yeye indirmekte, aynı görüş üzerindeki ayrışmala-rın dahi bir çeşitlilik gibi yeni bir epistemolojiyleizah edilebilirliğini savunmaktadır. Örneğin, Hz.İsa’nın Hıristiyanlar ve Müslümanlar açısından ko-numu gibi bir konu, farklılıktan ziyade açık bir çe-lişkidir ve farklı bir epistemoloji dahi dindarlarınbu konudaki hakikat algılarını bütünüyle tevil et-mediği müddetçe kabul edilebilir değildir. Hakikattelakkilerinin bütünüyle tevil edilerek farklı bir for-ma büründürülmesi ise, üzerinde konuşuluyorolanı değiştirmek, dolayısıyla objenin formunu bo-zarak bu farklı forma yönelik bir çözüm bulmakanlamına gelecektir.
Mezkur ekolün ikinci problemi ise, bilgi ediminde-ki elitizasyonudur. Dinlerin aşkın birliği, sadecebelirli şahıslar tarafından idrak edilebilirdir ve me-seleye yönelik herhangi bir idraksizlik ise bizatihianlamaya çalışan kişinin söz konusu elit dahilindeolamamasından kaynaklanmaktadır.26 Ekolünönemli bir temsilcisi olarak Seyyid Hüseyin Nasr,farklı dinlerin kurtuluş vaatlerinin eşitliğini ifadeederken, güneş metaforuna benzer bir metafor da-ha kullanır ki buna göre, dünya hem saniyede bin-lerce mil hızla dönen hem de bize duruyor gibi gö-rünendir. Ancak dünyanın binlerce mil hızla hava-da dönüyor olduğuna şuurlu ve müşahhas bir bi-çimde inanmamız mümkün değildir. Hatta bu, ba-sit seviyedeki bir astronomi bilgisiyle dahi elde edi-
85
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
lebilecek bir bilgi değildir; ancak birkaç astronomböyle bir dünyada yaşadığına inanır.27 Bu mealdekiifadelerden hareketle, tradisyonalistlerin, doktrin-lerini elitist bir yapıya büründürmelerinin, fikirleri-ni tenkitten kaçırıcı bir işleve sahip olduğu da belir-tilmelidir.
Dinî çoğulculuk kavramının günümüzde problemolarak sistematik bir biçimde sunulması, büyükoranda ardında John Hick’in çabalarının bir sonu-dur. “Faith and Knowledge”28 isimli doktora tezindeHick, her ne kadar farklı dinlerin, ilahî gerçekliğeverilen farklı cevapları izhar etse de, onlardan herbirinin kurtuluşa ve kemale ermeye başarıyla götü-rebileceği görüşünü savunur.
Dinî çoğulculuk tezini ortaya koyarken John Hick’ebirçok entelektüel unsur yardım etmekle beraber,yaşamıyla ilgili pratik detaylar önemli bir rol oyna-maktadır. Hick, görev yaptığı New Jersey Presbiter-yan Kilisesi’nden, İsa’nın bakire anneden doğduğu-nu inkâr ettiği gerekçesiyle uzaklaştırılır. Din adam-lığı hayatında mensubu bulunduğu kurum ve çevreile tam bir uzlaşma sağlayamaması, Hick’i resmi Hı-ristiyanlık anlayışından uzaklaştırmıştır. Çoğulcu-luk telakkisini savunma noktasındaki iştiyakınınmenşei olarak Birmingham’daki yaşamı dikkatealınması gereken Hick, burada birçok din mensu-buyla samimi ilişkiler kurmuş, farklı dinlere ait iba-dethane ve meclislere iştirak ederek mensubu bu-lunduğu dinî gelenek dışında da dinî tecrübeleresahip olmuştur. Nitekim kendisi de, bir filozof ola-rak yeni fikirler değil, bu yeni tecrübelerin kendisinidinî çoğulculuk meselesine çektiğini söylemiştir. 29
İnsanlığın yaşadığı dinî süreci lineer/ilerlemeci birtarzda iki kısma ayıran Hick, ilk dönemin insan ha-yatının doğal şartı yani “vahiysiz din”i dönemi ol-duğunu ve bu dönemin bir kabilenin kolektif kişili-ğine ya da tabiat unsurlarına ibadet maksadı içer-diğini ifade eder. İkinci dönem ise, ilk dönemin ka-tı sınırlarının aşıldığı ve dinin “altın çağı” olarak
isimlendirilebilecek yeni bir atılımın yaşandığı,içinde bulunduğumuz süreçtir.30
Dinî çoğulculuk tezini ortaya koyarken Hick’in,Ludwig Wittgenstein’ın ortak gramer (aile benzer-likleri) kavramından esinlendiği aşikârdır. “Bütündilleri dil yapan ortak bir şey vardır ve diller birbir-lerinden tamamen farklı olmalarına rağmen hepsi-nin sahip olduğu, özne-yüklem-tümleç gibi ortakgramatik unsurlar vardır” ifadesinden hareketle,“bütün dinleri din yapan ortak birtakım unsurlarvardır ve bu unsurlar da Tanrı-Mutlak-bizatihi ger-çek... diye isimlendirilen şeylerdir” yargısına ulaşı-lır. Burada Hick’in dinler için öne sürdüğü aile ben-zerlikleri şöyledir;
- Bütün dinî tecrübelerin mutlak kaynağı olan, birGerçek, bir ilahi realite vardır.
- Hiçbir dinî gelenek Gerçek’i doğrudan kavrayışasahip değildir.
- Tanrı’yı kavrama ve tecrübe etme konusunda herbir din kendince otantik bir metot ortaya koyar.
- Gerçek, bütün tanımlamaları aşar.31
Dinî tecrübe ve fıtrat kavramları Hick’in çoğulculuktezinin temel taşlarıdır.32 Doğuştan getirdiğimiz di-nî temayüller olarak fıtrat kavramı, dinin evrenselve tabii bir fenomen olduğunu vurgularken, dinîtecrübe kavramı William James’ten mülhem bir ka-rakter arz eder. Bilgi teorisi bağlamında empiristbir yaklaşıma sahip olan James, bilginin duyu algı-sının akılda işlenmesi sonucu ortaya çıktığı kana-atinden hareketle, tecrübenin saf bilgiyi oluşturdu-ğunu, dolayısıyla da dinî tecrübenin din olgusununmenşei olduğunu ifade eder.33
William James’in empirist bakış açısını, dinî çoğul-culuk yaklaşımına uyarlayan Hick, dinlerin ilahî il-hamlara açık kişilerin tecrübeleri sonunda oluşmuşözgün insanî sistemler olduğu kanaatindedir. Bunagöre, İslâm, Hıristiyanlık, Budizm, Yahudilik ve öte-kiler “dinî tecrübenin ırmaklarıdır” ve insan kültü-rünün birer yaratmaları olarak tarihsel sonuçlar
86
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
arasında ortaya çıkmışlardır. Ancak burada dinî tec-rübeye yapılan vurgu, dinin insanların tamamen zi-hinlerinde ürettikleri bir olgu olduğu kanaatini do-ğurmamalıdır. Zira Hick, aşkın bir Hakikat/Ger-çek’in varlığına ve O’nun müstesna insanlara dinîtecrübe anlarında tesir ettiğine inanmaktadır.34
Hick, bazı dinlerin Gerçek/Hakikat telakkilerininkökten farklı ve birbiriyle bağdaşmaz olduklarını,ancak Tanrı’nın bütün bu farklı tasavvurlarınındoğru olamayacağını vurgular. Ona göre dinin anla-mı bu noktada teolojik öğretide değil, bireyi dönüş-türmede saklıdır. Birey, ben-merkezcilikten, realite-merkezciliğe yönelmeli ve dinin anlamını kavraya-bilmelidir.35
Ben-merkezcilikten, realite-merkezciliğe yönelmehususu Immanuel Kant’ın numen-fenomen ayrımı-na dayanmaktadır. Bizatihi gerçek olan numen ileinsanî ve kültürel olarak algılanan gerçek fenomenarasında bir fark söz konusudur. Dolayısıyla bizimbildiğimiz şeyler numenler, şeylerin kendileri değilfenomenleri yani görünüşleridir.36 Bizim dinî alandaduyu algılarımızın yönelimleri olarak ‘gerçek’ adıylakarşılaştıklarımız ise, bizatihi gerçek olmayıp, biza-tihi gerçeğin fenomenleri, görünüşleridir. Bizatihigerçek olanlar numenal alan dahilinde olup duyum-lanamayan ve dolayısıyla da tanımlanamayandır.Tanımlanamayan alanın birer yorumu olarak feno-menler, yorum olmaları hasebiyle çelişkiye varanfarklılığa neden olmaktadırlar. Bu nedenle gerçeklikçeşitli yollarla tasvir edilebilmektedir.
Hick, numen-fenomen ikiliğine dayanan, mutlakgerçek ile onun farklı tasvirlerini fil metaforuyla an-latır: “Daha önce hiç böyle bir hayvan görmemiş birgrup kör adamın önüne bir fil getirildi. Bir tanesibacağına dokundu ve filin büyük bir canlı sütün ol-duğunu söyledi. Başka birisi hortumuna dokunduve filin büyük bir yılan olduğunu söyledi. Başka bi-risi filin dişine dokundu ve filin keskin bir saban de-miri gibi olduğunu söyledi.. tabi ki hepsi doğru söy-lemişlerdi, fakat her birisi bütün gerçekliğin sadece
bir cihetine atıfta bulunmuştu ve hepsi de eksik kı-yaslamalarla anlatmıştı.’37
Gerçeği anlamada, din mensupları kendi çevreleri-nin bireysel ve kültürel tuzaklarına düşerek körleş-mekte bu nedenle de söz konusu ‘kör’lerin yaşadık-ları dinlerini tek ve mutlak olarak lanse etmeleri ge-çersizleşmektedir. Dinler değerlendirilirken doğruya da yanlış olarak değil, bir hayat formu olarak ka-bul edilmelidir. Dinin esas amacı olan bireyi ben-merkezcilikten realite-merkezciliğe dönüştürmeeylemi de ancak onun bir hayat formu olarak kabu-lünden geçmektedir. Fenomenal alanın ötesine ge-çerek numenal olandaki tanımlanamazlığı idrak vedolayısıyla realite-merkezli bir düşünüşe geçişi ko-laylıkla başarabilenler ise mistik karaktere sahipolanlardır.38
Dinî çoğulculuk meselesini, her dinin kendi gelene-ği içerisinde bir bakış açısı geliştirmesi ve diğer din-leri bu kıstasa göre yargılaması nedeniyle dinî gele-neklerin anlam dünyaları içerisinde çözmenin zor-luğunun idrakinde olan Hick, çözümü felsefî üst birbakış açısında izah etmiştir. Kant’ın numen-feno-men ayrımına dayalı bu felsefi izah, dinlerin kendigelenekleri içerisinde rasyonalize edilemeyeceğikanaatiyle eşit olduklarını savunur. Sağlam bir fel-sefî temele dayalı görünen Hick’in tezi birçok açı-dan eleştirilmektedir.
İlk olarak, dinlerin önerdiği tanrılar söz konusu tezuyarıca fenomenal unsurlar olarak kalmakta ve butanrılar, bizatihi Gerçek olan ile bir dualite yarat-maktadır. Bu durumda ‘tanrı’ ifadesi dualiteden na-sibini alacak şekilde muğlak sınırlar dahilinde kal-makta ve ‘tanrı’nın idraki için ona atfedilen sıfatlarınbizatihi Gerçek olana mı yoksa dinî geleneklerin üre-timi olan tanrılara mı ait sorusu cevapsız kalmakta-dır. Ayrıca bu soru; ‘tanrı’ya atfen zikredilen sıfatlarbirer insan üretimi ise, din ile mitoloji arasındaki far-kın ne olduğu sorusuna da neden olmaktadır.
Bizatihi Gerçek, Hick’in yaklaşımında onun tanım-lanamazlığı gereği, vasıflandırılamayacak ölçüde
87
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
soyut bir varlıktır. Bu denli soyut bir varlık, dinintanrı/larını ibadet edilemez bir konuma getirmek-tedir ki, bu durum, bir dinin en temel özelliklerin-den biri olan ibadeti ortadan kaldırmış durumda-dır. Ayrıca bizatihi Gerçek’in aziz, veli gibi mistikkarakterli kişiler tarafından idrak edilebilmesi vebu seviyeye gelmenin manevi yetkinliği arttırmak-la mümkün olması ile dinî çoğulculuk yaklaşımı-nın rasyonel bir izaha sahipliği çelişki arz etmekte-dir. Zira, bizatihi Gerçek’e iman, dinlerin maneviözelliklerinin kaybolmasına ve mistik karakterlerinoluşmasına mani olmaktadır.39
Netice itibariyle, John Hick’in dinî çoğulculuk yak-laşımı, temel akideleri efsanelere dönüştürerek,inananların en değerli dinî bağlılıklarını/inançları-nı geçersiz kılmaktadır: Müslümanlardan Kur’ân’ınAllah’ın amaçları için merkezi öneme sahip oldu-ğunu, Yahudilerden Musa’nın Tanrı ile kesin olarakkonuştuğunu, Hıristiyanlardan İsa’nın Tanrı’nıntarih içerisinde bedenlenmesi olduğunu inkâr et-melerini ister. Bu görüşlerin kabulü, yüksek birşüphecilik bedeli ve inananların yaptıkları ve dü-şündüklerini hiçe saymayı gerektirir.40
C. Sonuç ve Değerlendirme
Dinî çoğulculuk yaklaşımlarının ortaya koymayaçalıştığımız tutarsızlık noktaları menşeini ReneDescartes’in kartezyen meditasyonundan almakta-dır diyebiliriz. Zihin olarak kendi varoluşunu kanıt-lamaya yönelik metodik şüphesiyle Descartes, va-roluşuna dair duyduğu şüpheyle başlattığı akıl yü-rütme sonucu, cogito ergo sum olarak sloganlaşanşu yargıya varmıştır: “Her şeyden şüphe edebilirim,ama şüphe ediyor olduğumdan şüphe duyamam;ne var ki şüphe etmek düşünmektir ve öyleyse şukesindir: düşünüyorum o halde varım/benim.”
Burada Descartes, varoluşsal olarak birliğe sahipolan ben’ini, şüphe eden ben’i ile, şüphe eden be-ninden yola çıkarak yargıda bulunan ben’i olmak
üzere iki kısma ayırmaktadır. Yani aynı ben bir yan-dan eylemde bulunabilirken, diğer yandan eylem-de bulunmaklığını tanrısal bir tavırla değerlendire-bilmektedir. Bu durum bir dualite oluşturmaktanöte, ‘ben’in parçalanışıdır ve ontolojik bir imkân-sızlık ifade eder.
Dinî çoğulculuk yaklaşımlarında, bir dine mensupolunduğu halde bireyin kendini bu mensubiyettenuzaklaştırarak, adeta kendi üzerinde tanrılaşarak odine mensubiyetini yargılayabilmesi ve buradanhareketle farklı dinlerle mensubu bulunduğu dini,dinler üstü bir tavırla değerlendirebilmesi, Descar-tes’in uyguladığı şekliyle tek ben’in parçalanışı veontolojik olarak muhal bir tavırdır.
Ben’in tevhidî yapısını deforme etmeden, bir dinmensubunun diğer din mensuplarına yönelik an-lama eyleminin nasıllığına Hans George Gada-mer’in önyargı kavramı ile cevap verilebilir. Bireyinkendisini hiçbir zaman koparamayacağı etkin ta-rihsel bir bilinç içerisinde olduğu ve anlama eyle-minin ancak bu tarihsel bilinç içerisinde önanlamave önyargılarla döngüsel bir biçimde gerçekleşebi-leceğini ifade eden Gadamer, önyargı kavramınapozitif bir anlam yüklemektedir. Buna göre önyar-gı, sanıldığının aksine anlamanın önündeki en bü-yük engel değil, anlamayı olanaklı kılan unsurdur.Bu nedenle, kültürümüzün üretimi olarak önyargı-larımıza yönelik eleştirelliğimizden uzaklaşmamızıöneren Gadamer, kendisi hiçbir yer olan önyargısızbir konumda, anlamamızın da gerçekleşmesininmümkün olamayacağını ileri sürer. Yapılması gere-ken, anlamamızı koşullandıran olumsuz önyargı-lara ilişkin farkındalığımızı artırmaktır.41
Dinî çoğulculuk yaklaşımları bağlamında da birey,dinlerüstü bir perspektife sahip olma imkânsızlığı-nın idrakinde olarak, diğer dinlere yönelik anlamave davranışta bulunmasını etkileyen önyargılarınıyok saymak yerine, mevcut durumuna yönelik far-kındalığını artırma çabası içerisinde olmalıdır.
88
Temel Akideleri Efsanelere Dönüfltürmek:Dinî Ço¤ulculuk Teorilerinin Bir Elefltirisi Hatice Kübra Yücedo¤ru
Onun dinî bağlamda anlamasını etkileyen unsur-lara yönelik farkındalığı, diğer dinlere yönelik anla-yışını mümkün kılmakla beraber, aksi durumda,bireyin muhayyel bir konumdan yaptığı çıkarımlarepistemolojik tutarsızlıklara neden olacaktır.
Dinî çoğulculuk olgusunun mekanizma-bağımlıbir karaktere sahip Batı zihniyeti içerisinde prob-lemleştirildiği akılda tutularak, konunun felsefîizahlarıyla birlikte yüklendiği siyasal-sosyal işlevle-rin göz önünde bulundurulması tartışmanın ufku-nu genişletecektir.
Dipnotlar* Bu çalışma, 10-11 Mart 2007 tarihinde düzenlenen Bilim ve
Sanat Vakfı XVIII. Öğrenci Sempozyumu’nda tebliğ olaraksunulmuştur.
1 Kürşat Demirci, Yahudilik ve Dinî Çoğulculuk, Ayışığı Yayın-ları, İstanbul 2000, s. 11.
2 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınhay,Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2003, s.126.
3 Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, AkçağYayınları, Ankara 2003, s. 87.
4 Ahmet Davudoğlu , “İslâm ve Batı Medeniyetlerinde Meşru-iyet ve Çoğulculuk Meselelerinin Değer Boyutu”, DündenBugüne İslam Dünyasında Zihniyet Değişiklikleri ve Çağdaş-laşma Problemleri Sempozyumu (Bursa 16-17 Haziran1990), Ensar Vakfı Yayınları, Bursa 1990, s. 41.
5 Demirci, a.g.e., s. 12.
6 Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi, Küre Yayınları, İstan-bul 2004, s. 124.
7 John Hick, İnançların Gökkuşağı, çev. Mahmut Aydın, Anka-ra Okulu Yayınları, Ankara 2002, s. 8-17.
8 Gürol Irzık, Bilimler Savaşı, Türkiye Bilimler Akademisi Yayı-nevi, Ankara 2005, s. 9.
9 Irzık, a.g.e., s. 18.
10 Ruhattin Yazoğlu, Hüsnü Aydeniz, Dinî Çoğulculuk:JohnHick’in Düşünceleri Üzerine Tartışmalar, İz Yayınevi, İstan-bul 2006, s. 10.
11 Adnan Aslan, “Batı Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi”,İslam Araştırmaları Dergisi, s. 2 (1998/1), s. 152.
12 Yazoğlu, a.g.e., s. 9.
13 Michael Peterson v.dğr., Akıl ve İnanç-Din Felsefesine Giriş,çev. Rahim Acar, Küre Yayınları, İstanbul 2006, s. 383.
14 Yazoğlu, a.g.e., s. 9.
15 Aslan, a.g.m., s. 149.
16 Peterson, a.g.e., s. 384.
17 Aslan, a.g.m., s. 149.
18 Peterson, a.g.e., s. 385.
19 Yazoğlu, a.g.e., s. 11.
20 Demirci, a.g.e., s. 18.
21 Aslan, a.g.m., s. 154.
22 Wilfred Cantwell Smith, “Belief: A Reply to a Response”, Nu-men, vol. 27 (December 1990), http://www.jstor.org/view/00027189 /ap050018/05a00020/0 , s. 247-255.
23 Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi: Çokkültürlü BirYaklaşım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001, s. 105-111.
24 İlhan Kutluer, Mahmut Erol Kılıç, Adnan Aslan, Notlar 1: Sey-yid Hüseyin Nasr’da Gelenek, Tasavvuf ve Dini Çoğulculuk,Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul 2004, s 28-30.
25 Seyyid Hüseyin Nasr , İnsan ve Tabiat, Ağaç Yayınları, İstan-bul 1991, s. 112. ; Seyyid Hüseyin Nasr, Bilgi ve Kutsal, İz Ya-yınları, İstanbul 1999, s. 253.
26 Kutluer, Kılıç, Aslan, a.g.e., s. 35.
27 Adnan Aslan, “Dinler ve Mutlak Hakikat Kavramı,John Hickve Seyyid Hüseyin Nasr’la Bir Mülakat”, İslâm AraştırmalarıDergisi, sy. 1 (1997/1) s. 184.
28 John Hick, Faith and Knowledge, Macmillan Pres, London1998, s. 113.
29 Aslan, “Batı Perspektifinde Dinî Çoğulculuk Meselesi”, s. 156.
30 John Hick, God Has Many Names, The Westminister Press,Philadelphia 1982, s. 134-36.
31 Mevlüt Albayrak, “Dinî Çoğulculuk Hipotezi”, Tabula Rasa,sy. 7 (2003/1), s. 79.
32 John Hick, Problems of Religious Pluralism, St. Martin’s Press,New York 1994, s. 123-130.
33 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul2002, s. 577.
34 Aslan,“Batı Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi”, s. 157.
35 Timothy R. Stinnett, “John Hick’s Pluralistic Theory of Religi-on”, The Journal of Religion, vol. 70 (October 1990),http://www.jstor.org/view/00224189/ap040293/04a00050/0,s. 569-588.
36 Cevizci, a.g.e., s. 586.
37 Peterson, a.g.e., s. 389.
38 Albayrak, a.g.m., s. 86., Acar, a.g.e., s. 391.
39 Aslan, “Batı Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi”, s. 162.
40 Peterson, a.g.e., s. 395.
41 Hans Georg Gadamer, Truth and Method, çev. Donald G.Marshall, Continuum Publishing, Newyork 1993, s. 155-164.