mÂİde sÛresİ nuzul 108 / mushaf 5 surenin adı: “(gök) sofrası” … · 2018. 4. 10. · 1...

69
1 MÂİDE SÛRESİ Nuzul 108 / Mushaf 5 Surenin Adı: Mâide “(Gök) sofrası” anlamına gelir. 112-114. âyetler arasında nakledilen Havarilerin Hz. İsa huzurunda dile getirdikleri arzu, sûreye isim olmuştur. Rivayetlere bakılırsa bu ismi daha sahabe zamanında almış görünmektedir (İbn Hanbel). ‘Ukûd ve Munkıze adıyla da anılmıştır. Surenin Nuzul Yeri ve Zamanı: Sûre Medine döneminde Hudeybiye anlaşmasından sonra nâzil olmuştur. MEDİNE

Upload: others

Post on 29-Jan-2021

4 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • 1

    MÂİDE SÛRESİ

    Nuzul 108 / Mushaf 5 Surenin Adı:

    Mâide “(Gök) sofrası” anlamına gelir. 112-114. âyetler arasında nakledilen Havarilerin Hz. İsa huzurunda dile

    getirdikleri arzu, sûreye isim olmuştur.

    Rivayetlere bakılırsa bu ismi daha sahabe zamanında almış görünmektedir (İbn Hanbel). ‘Ukûd ve Munkıze

    adıyla da anılmıştır.

    Surenin Nuzul Yeri ve Zamanı:

    Sûre Medine döneminde Hudeybiye anlaşmasından sonra nâzil olmuştur.

    MEDİNE

  • 2

    MEDİNE

  • 3

    Nüzûl yılı veya yılları tartışmalıdır. Hz. Osman ve İbn Abbas tertiplerinde sonlarda yer alır.

    Fakat sûrenin Yahudilerle ilgili bölümleri (42-71) özellikle de 42-50 arası pasajlar çok yoğun bir Müslüman-

    Yahudi ilişkisinin varlığını gerektirir. 10. yılda böyle bir ilişkiden söz edilemez.

    Aynı şey Münafıklar ve onlarla ilgili âyetler için de geçerlidir. Bu yüzden Cabir b. Zeyd tertibindeki (Ahzab-

    Mumtehane) yeri daha isabetlidir (İbn Aşur). 42-71 arasındaki pasajlar ile Mü’minlerle Yahudiler arasında

    Hicret’in ardından akdedilen Medine Vesikası arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

    Eğer bu veriyi esas alırsak, sûreyi hicretin ardına yerleştirmek gerekir. Fakat bu duruma, çok daha sonraki yılları

    işaret eden sûrenin diğer pasajları mani teşkil eder. Sûrenin bütününün tek celsede inmediği kesin. Girişte

    uyguladığımız kriterler de bunu teyit eder.

    Hz. Aişe ve İbn Ömer’e nisbet edilen rivayete göre son sûredir. Rebi’ b. Enes’e göre Veda Haccı’nda inmiştir.

    Esma bt. Yezid Mina’da indiğini söyler. Mücâhid’e göre 3. âyetin son yarısı Mekke’nin fethinde, daha

    başkalarına göre ise Veda Haccı’nda inmiştir. Aynı âyetin son indirilen âyet olduğu yaygın bir kabul görmüştür.

    Surenin Konusu:

    Mâide sûresi kurallar ve sınırlar sûresidir.

    Kurtubî, yalnızca bu sûrede geçen 19 farz tesbit ettiğini söyler.

    Surenin maksadı, insana kontrollü ve kurallı yaşama disiplini kazandırmaktır. Zira, bir sınır yoksa hiç sınır

    yoktur. Sûre;

    Allah-kul arasındaki sözleşmelere sadâkat gösterme talimatıyla başlar.

    Helâl ve haram gıdanın sınırları çizilir. Zira, insan yedikleridir.

    Haccın sembolleri hatırlatılır.

    İçki, kumar, fal okları gibi cahiliyye kalıntıları temizlenir.

    Abdest, gusül ve teyemmüm ile temizlik ilâhî talimatın konusu olur.

    Kısas,

    Şahitlik,

    Yemin,

    Kefaret gibi hususlarda konulan kuralların tümü de tek bir hususu hedefler: Adâlet.

    Yahudi, Hıristiyan ve münafıklardan söz eden âyetlerin hepsi de tevhide daveti amaçlar.

    Sûrenin zirvesi şu âyettir: “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım ve

    (Allah’a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak benimsedim” (3).

    Allah’ın ahdine sadâkatle başlayan sûre, Allah’ın azametiyle son bulur.

  • 4

    ٖحيمِ ِن الرَّ ْحمه ِ الرَّه RAHMÂN RAHÎM ALLAH’IN ADIYLA ِبْسِم ّللٰا

    َمُنوا اَْوفُوا ِباْلُعقُوِد اُِحلَّْت لَُكْم َبهٖ َها الَّٖذيَن اه َ َيْحُكُم َما ُيٖريَيا اَيُّهْيِد َواَْنُتْم ُحُرٌم ِانَّ ّللٰا ى َعلَْيُكْم َغْيَر ُمِحلِّى الصَّ ُد يَمُة اْْلَْنَعاِم ِاْلَّ َما ُيْتله

    ﴿١ ﴾

    1 SİZ ey iman edenler!

    Sözleşmelere sadakat gösterin!(1)

    Size belirtilenler dışında, sığır cinsi hayvanlar size helal kılındı;

    Ne ki ihramlıyken avlanmanız helal değildir.

    Şüphesiz Allah razı olduğu şeyleri emreder.(2)

    (1) Bu sözleşmelerin kapsamına,

    İnsanın Allah ile akdini temsil eden iman,

    İnsanın kendisiyle akdini temsil eden selim fıtrat ve vicdan,

    İnsanın yakın ve uzak çevresiyle yaptığı her tür sözleşme girer.

    Sınırlar, özünde irade sınavının bir gereğidir.

    (2) Lafzen: “Allah dilediği şekilde hükmeder”.

    ْهَر اْلَحَراَم َوَْل اْلهَ ِ َوَْل الشَّهَمُنوا َْل ُتِحلُّوا َشَعاِئَر ّللٰا َها الَّٖذيَن اه يَن اْلَبْيَت اْلَحَراَم َيْبَتُغوَن َفْضَلا ِمْن َيا اَيُّ ٰمٖ ْدَى َوَْل اْلَقََلِئَد َوَْل اه

    وُكْم َعِن اْلَمْسِجدِ ُن َقْوٍم اَْن َصدُّ ُكْم َشَناه ا َوِاَذا َحلَْلُتْم َفاْصَطاُدوا َوَْل َيْجِرَمنَّ ِهْم َوِرْضَوانا ى اْلِبرِّ اْلَحَراِم اَْن َتْعَتُدوا َوَتَعاَوُنوا َعلَ َربَِّ َشٖديُد اْلِعَقاِب ﴿

    هَ ِانَّ ّللٰا

    هقُوا ّللٰا ى َوَْل َتَعاَوُنوا َعلَى اْْلِْثِم َواْلُعْدَواِن َواتَّ ْقوه ﴾ ٢َوالتَّ

    2 Siz ey iman edenler!

    Allah’ın sembollerine, kutsal aya, gerdanları süslenmiş kurbanlıklara ve Rablerinin ihsan ve rızasını isteyerek Beytu’l-Haram’a koşanlara karşı saygısızlık etmeyin!

    Ancak, hac ile ilgili sorumlulukları yerine getirdiğiniz zaman avlanın!

    Sizi Mescid-i Haram’dan alıkoyanlara olan hıncınız, onlara saldırganlık yapmanıza yol açmasın;(3)

    erdem ve takvada(4) birbirinizle dayanışma içinde olun,

    günahkarca kötülük ve düşmanlıkta değil;

    artık Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: Çünkü Allah’ın cezası pek çetindir.

    (3) Zımnen: Zulme uğramayı zulmetmenin gerekçesi yapmayın!

    (4) Birr fıtrata karşı sorumluluğun gereği olan sorumlu davranış, takva Allah’a karşı sorumluluk bilincidir.

    ِ ِبٖه َواْلُمْنَخِنَقُة َواْلمَ هُم َولَْحُم اْلِخْنٖزيِر َوَما اُِهلَّ لَِغْيِر ّللٰا َمْت َعلَْيُكُم اْلَمْيَتُة َوالدَّ َيُة َوالنَّٖطيحَ ُحرِّ ُبُع ِاْلَّ ْوقُوَذُُ َواْلُمَتَردِّ ُة َوَما اََكَل السَّ

    لُِكْم ِفْسٌق اَْلَيْوَم َيِئَس الَّٖذينَ ْيُتْم َوَما ُذِبَح َعلَى النُُّصِب َواَْن َتْسَتْقِسُموا ِباْْلَْزَْلِم ذه َكَفُروا ِمْن ٖديِنُكْم َفََل َتْخَشْوُهْم َواْخَشْوِن َما َذكَّا َفَمِن اْضُطرَّ ٖفى َمْخَمَصٍة َغْيَر ُمَتَجاِنٍف ِْلِْثمٍ اَْلَيْوَم اَْكَمْلُت لَُكْم ٖديَنُكْم َواَ َ ْتَمْمُت َعلَْيُكْم ِنْعَمٖتى َوَرٖضيُت لَُكُم اْْلِْسََلَم ٖدينا

    هَفِانَّ ّللٰا

    ﴾ ٣َغفُوٌر َرٖحيٌم ﴿

    3

    ÖLÜ HAYVAN,

    kan,

    domuz eti,

    Allah’tan başkası adına kesilenler;(5)

    bir de boğulan,

  • 5

    dövülerek öldürülen,

    düşerek ölen,

    boynuzlanarak öldürülen(6)

    ya da henüz canlıyken kestikleriniz hariç vahşi bir hayvan tarafından parçalanan hayvanlar ve

    putperestçe semboller(7) üzerine kesilenler,

    ayrıca attığınız zarla geleceğe ilişkin kehanette bulunmak(8) size haram kılınmıştır.(9)

    Bütün bunlar birer sapmadır. Bugün, inkâra saplananlar, dininiz(i terk edeceğiniz)den umutlarını tamamen

    kesmişlerdir:

    O hâlde, onları gözünüzde büyütüp de saygınlaştırmayın!

    Yalnız Beni tazim edip, Bana saygı duyun!(10)

    Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım;(11) ve (Allah’a) teslimiyeti sizin

    için hayat tarzı olarak benimsedim.(12)

    Günaha gönüllü koşmaksızın kim hayatî bir zaruretten dolayı zorda kalırsa, iyi bilsin ki Allah tarifsiz bir

    bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.

    (5) Hayvan bile olsa can değerlidir ve hayatın sahibi el-Hayy olan Allah’tır.

    (6) en-Natiha: “Boynuzlanarak ölen hayvan”. Basralılara göre mef’ul olan bir isim fail yapılacaksa, sonuna

    “isimleştirme te’si” getirilir (mentuh: natîh/a) gibi. Sıfat tamlamalarının, mevsufun hazfi ile gelmesi durumunda

    da bu kural geçerlidir: lihyetun dehîn/ e (yağlı sakal) ve aynun kehîl/e (sürmeli göz) anlamını mevsufu

    hazfederek ve bir te ekleyerek elde edebiliriz. Kûfelilere göre, Arap’lar feîle kalıbına uygun kelimeleri bir isme

    sıfat yaptıkları zaman “te”leri düşürürler: aynen kehîlen. Fakat eğer mevsuf hazfedilirse onlar da te’yi şart

    görürler (Taberî).

    Râzî: en-natîha, elmevkuze, el-mütereddiye kelimelerinin sonundaki te’yi koyunu niteleyen sıfat olarak tarif

    eder. Ona göre te dişillik alametidir. Burada galibiyet kuralı geçerlidir. Araplar genelde boynuzlanmış koyunu

    yerlerdi.

    (7) Nusub (t. nâsıbeh), müşrik Mekke toplumunun üzerinde hayvanları boğazladıkları sunaklar (Râğıb). Bu

    yalnızca kurban kesmek biçiminde değil, oraya izafe edilen sahte kutsallıktan yararlanmak için hayvan kesimi

    yapmak biçiminde de gerçekleşiyordu.

    (8) Lafzen: “çektiğiniz fal oklarıyla kısmet tesbiti yapmak”. Açıktır ki, bu tür bâtıl anlayışlar, insanın irade ve

    gayretini yok edici bir işlev taşırlar. Aslında yasaklanan geleceğe ilişkin kehanette bulunmaktır.

    (9) Haram kılınanlarla ilgili âyet için bkz. En’âm: 165; ayrıca 90. âyetin ilgili notlarına bkz.

    (10) Sûrenin muhtevasına, sahih rivayetlere ve yaygın görüşe göre Kur’an’dan son inen âyet budur (Buhârî,

    Îman 33; Müslim, Tefsir 3-5).

    (11)

    İtmam, bir şeyin aslının (cevherinin) tamamlanmasıdır.

    İkmal, asıl tam olmakla birlikte noksan olan detayının (arazının) tamamlanmasıdır.

    İnsanlığın değişmez değerlerinin tümü olan İslâm son mesajla hem nitelik hem nicelik olarak kemale ulaşmıştır.

    Nimet ise, asıl olarak kemale ulaşmış fakat fer olarak çatısı kurulup “siz kemale taşıyın” denilmiştir. Bu da

    tamamlanmış olan asıldan yola çıkılarak yapılacaktır. Kelâle ve faizle ilgili âyetlerin bu âyetten sonra indiği

    görüşünü kabul edersek, dinin ikmaliyle dinin esaslarının kastedildiğini düşünmemiz şart olur.

    (12) Meşhur rivayete göre bu âyet, Nebi’nin vefatından 81 gün önce kurban bayramı arefesinde nâzil olmuştur.

  • 6

    َباُت َوَما َعلَّْمُتْم ِمَن اْلَجَواِرِح ُمَكلِّٖبيَن ُتَعلِّ يِّ ا اَْمَسْكَن َيْسَپلُوَنَك َماَذا اُِحلَّ لَُهْم قُْل اُِحلَّ لَُكُم الطَّ ُ َفُكلُوا ِممَّها َعلََّمُكُم ّللٰا ُموَنُهنَّ ِممَّ

    ِهَ َسٖريُع اْلِحَساِب ﴿ َعلَْيُكْم َواْذُكُروا اْسَم ّللٰا

    هَ ِانَّ ّللٰا

    ه﴾ ٤َعلَْيِه َواتَّقُوا ّللٰا

    4 Kendileri için neyin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki:

    Temiz ve güzel olan her şey size helâl kılındı.”(13)

    Allah’ın size öğrettiği bilgi sayesinde eğittiğiniz avcı hayvanlara gelince: onların sizin için avladığı her şeyi yiyin,

    Ama üzerlerine Allah’ın adını da anın ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun;

    hiç şüphe yok ki Allah’ın hesap görüşü çok dakiktir.

    (13) Tayyibât yalnızca hijyen anlamında tertemiz olanı değil, manen de pak olanı ifade eder. Bir şeyin helâl

    hükmünü alması için bu iki özelliği taşıması gerekir.

    َباُت َوَطَعاُم الَّٖذيَن اُوُتوا اْلِكَتاَب ِحلٌّ لَُكْم َوَطَعاُمُكْم ِحلٌّ لَُهْم َواْلمُ يِّ ْْ اَْلَيْوَم اُِحلَّ لَُكُم الطَّ ِمَناِت َواْلُمْحَصَناُت ِمَن ْحَصَناُت ِمَن اْلُمَتْيُتُموُهنَّ اُُجوَرُهنَّ ُمْحِصٖنيَن َغْيَر ُمَساِفٖحيَن َوَْل ُمتَّخِ يَماِن َفَقْد َحِبَط الَّٖذيَن اُوُتوا اْلِكَتاَب ِمْن َقْبلُِكْم ِاَذا اه ٖذى اَْخَداٍن َوَمْن َيْكفُْر ِباْْلٖ

    ُِ ِمَن اْلخَ ِخَر ﴾ ٥اِسٖريَن ﴿َعَملُُه َوُهَو ِفى اْْله

    5 Bugün,

    temiz ve güzel olan her şey size helâl kılınmıştır.

    Üstelik, kendilerine daha önce vahiy gönderilmiş olanların yiyecekleri de size helâldir ve sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.

    Ve (son vahye) inanan iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine vahiy verilenlerin iffetli kadınları –kendilerine mali güvence vermeniz, onları meşru olmayan yolla ya da gizli dost tutma yöntemiyle değil de

    meşru bir akitle nikahlamanız da (size helâldir).(14)

    Kim imanı inkâr ederse işte onun ameli boşa gitmiştir;(15) üstelik o âhirette zarara uğrayanlar arasında yer

    alacaktır.

    (14) Âyette kitap ehline ilişkin iki husustan söz edilmektedir.

    Birincisi yiyecekler,

    İkincisi hanımlar.

    Ancak bir fark vardır:

    Yiyeceklerde karşılıklı helâl kılınma açıkça ifade edilirken, nikahlama konusunda sadece “onların kadınları”nın

    helâl kılındığı söylenmiştir.

    Müslüman erkeğin kitap ehli hanımla nikahlanmasının cevazını ifade eden ibaredeki tek yönlülük dikkat

    çekicidir.

    Sonuç olarak âyet bir müslüman ile kitap ehlinin yiyeceklerini karşılıklı olarak serbest kılarken, bir müslüman

    erkeğin ehli kitap bir kadın almasını serbest kılmış, tersi bir duruma dair birşey söylememiştir. Atâ, ehl-i kitabın

    kadınlarıyla evlenmeye izin veren âyetin ruhsat olduğunu, zira o zaman müslüman hanımların az olduğunu,

    kendi zamanında ise buna ihtiyaç kalmadığını söyler ve “ruhsat zail olmuştur” der (Râzî).

    Nihai hükmü elbette İmam Atâ’nın vardığı sonuç değil âyet koymuştur. Fakat Atâ’nın bu yaklaşımı, vahyi

    maksat ve ruhunu gözeterek okuma konusunda ilk nesillerin yaklaşımına ışık tutucudur ve önemlidir.

    (15) Zımnen: Kim problemli de olsa imanı mutlak inkârla bir tutarsa, onun ameli boşa gitmiştir.

    Bunu şu rivayet destekler: “İnsanlardan bazıları, bize, Müslümanların (o zaman) şöyle dediğini aktardılar: Biz

    kitap ehlinin kadınlarıyla nasıl evlilik yapalım, onlar bizim dinimize mensup değil ki? Bunun üzerine Allah bu

    âyeti indirdi” (Taberî). Bu ibare metinde olmayan bir “Allah” ismi takdir edilerek “kim Allah’ı inkâr ederse”

    şeklinde de okunmuştur. Taberî bu ikisini telif etmeye çalışır, fakat çok da ikna edici olamaz.

  • 7

    ُِ َفاْغِسلُوا ُوُجوَهُكْم َواَْيِدَيُكْم ِالَى اْلَمَراِفِق َوا و له َمُنوا ِاَذا قُْمُتْم ِالَى الصَّ َها الَّٖذيَن اه ِسُكْم َواَرْ َيا اَيُّ ُْ ُجلَُكْم ِالَى اْلَكْعَبْيِن َوِاْن ْمَسُحوا ِبُرمَ ى َسَفٍر اَْو َجاَء اََحٌد ِمْنُكْم ِمَن اْلَغاِئِط اَْو له ى اَْو َعله هَُّروا َوِاْن ُكْنُتْم َمْرضه ا َفاطَّ ُموا ُكْنُتْم ُجُنبا َساَء َفلَْم َتِجُدوا َماءا َفَتَيمَّ ْسُتُم النِّ

    ا َفاْمَسُحوا ِبُوُجوِهكُ با ا َطيِّ َرُكْم َولُِيِتمَّ نِ َصٖعيدا ـِكْن ُيٖريُد لُِيَطهِّ ُ لَِيْجَعَل َعلَْيُكْم ِمْن َحَرٍج َولههْعَمَتُه َعلَْيُكْم ْم َواَْيٖديُكْم ِمْنُه َما ُيٖريُد ّللٰا

    ﴾ ٦لََعلَُّكْم َتْشُكُروَن ﴿

    6 SİZ ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman;

    yüzünüzü,

    ellerinizi ve

    dirseklere kadar kollarınızı yıkayın ve

    (ıslak) ellerinizle başınızı meshedin ve

    bileklere kadar ayaklarınızı da (yıkayın ve/veya meshedin).(16)

    Eğer cünüp olmuşsanız baştan ayağa temizlenin!

    Fakat eğer hastaysanız, ya da yolcuysanız, yahut doğal ihtiyacınızı gidermişseniz veya kadınlarla birlikte olmuşsanız ve su da bulamıyorsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelerek(17) onunla yüzlerinizi ve

    kollarınızı meshedin.(18)

    Allah sizi zora sokmak istemez; fakat sizi pırıl pırıl yapmak ve nimetlerinin tamamını size bahşetmek ister ki

    şükredenlerden olasınız.

    (16) Kıraat imamlarından Nâfi, İbn Âmir, Hafs, Kisâî ve Yakub’un okuyuşuna göre âyet ayakların yıkanmasını,

    geri kalanının okuyuşlarına göre ayaklara meshedilmesini emreder.

    Ebubekir er-Râzî, her ikisini de “meşhur kıraat” olarak verir (Garibu’l-Kur’an, rc- l md).

    Ehl-i Sünnet okuluna mensup alimlerin çoğunluğu birincisini, Ehl-i Beyt okulu mensupları ikincisini tercih

    ederler.

    Taberî ise her iki okuyuşu da sahih bulur. Süyûtî, İsferâyîni’den bu âyetin iki farklı okunuşu bağlamında şunu

    nakleder: “Bir cümle ifade ettiği mânalardan birine izafe ediliyorsa bunda bir çelişki söz konusu değildir” (İtkân

    III, 89).

    Üçüncü ve şaz bir okuyuş da Hasan Basri’den gelen erculukum okuyuşudur. Açılımı ve mağsulu erculikum ile’l-

    ka’beyn (ayaklarınızın yıkanılan yeri topuklara kadardır) olur.

    (17) Teyemmemû: “yönelin, niyetlenin, hedefleyin”. Kelimenin anlamı, maksadı tasavvurda oluşturmaktır. Bu

    nedenle “niyet” teyemmümün esası sayılmıştır.

    (18) “Abdest âyeti” diye bilinen bu âyet, aslında guslü farz kılar. Zira abdest namazla yaşıttır. Teyemmüm

    hükmünün özünde namazın her durumda vazgeçilemezliği yatar.

    ِ َعلَْيُكْم َوٖميَثاَقُه الَّٖذى َواَثَقُكْم ِبٖه ِاْذ قُْلُتْم َسِمْعَنا َواََطعْ هُدوِر ﴿َواْذُكُروا ِنْعَمَة ّللٰا َ َعٖليٌم ِبَذاِت الصُّ

    هَ ِانَّ ّللٰا

    هقُوا ّللٰا ﴾ ٧َنا َواتَّ

    7 Ve hatırlayın Allah’ın size olan nimetini ve

    “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman Allah’a karşı kendinizi bağladığınız taahhüdü;

    Allah’a karşı da sorumluluğunuzun bilincinde olun: Kuşku yok ki Allah kalplerin içini bilir.

  • 8

    ى ُن َقْوٍم َعله ُكْم َشَناه ِ ُشَهَداَء ِباْلِقْسِط َوَْل َيْجِرَمنَّاٖميَن لِِلٰه َمُنوا ُكوُنوا َقوَّ َها الَّٖذيَن اه قُوا َيا اَيُّ ى َواتَّ ْقوه اَْلَّ َتْعِدلُوا ِاْعِدلُوا ُهَو اَْقَرُب لِلتَّ

    َ اِ هَ َخٖبيٌر ِبَما َتْعَملُوَن ﴿ّللٰا

    ه﴾ ٨نَّ ّللٰا

    8 SİZ ey iman edenler!

    Allah için, hakkı ayağa kaldırarak adâletin timsali olun ve

    birilerine olan nefretiniz sizi adâletten sapmaya sevk etmesin!

    Âdil olun, bu Allah’ın denetimi altına girmenin en kestirme yoludur:

    Artık Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! şüphe yok ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

    الَِحاِت لَُهْم َمْغِفَرٌُ َواَْجٌر َعٖظيٌم ﴿ َمُنوا َوَعِملُوا الصَّ ُ الَّٖذيَن اهه﴾ ٩َوَعَد ّللٰا

    9 Allah,

    inanan ve ıslah edici iyi işler yapanlara günahlarının affedileceğini ve

    muhteşem bir ödüle kavuşacaklarını vaad etmiştir.

    ـِئَك اَْصَحاُب اْلَجٖحيِم ﴿ َياِتَنا اُوله ُبوا ِباه ﴾ ١١َوالَّٖذيَن َكَفُروا َوَكذَّ

    10 İnkâra saplanan ve mesajlarımızı yalanlayanlara gelince: işte onlardır cehennemlik olanlar.

  • 9

    َمُنوا اْذُكُرو َها الَّٖذيَن اه قُ َيا اَيُّ ِ َعلَْيُكْم ِاْذ َهمَّ َقْوٌم اَْن َيْبُسُطوا ِالَْيُكْم اَْيِدَيُهْم َفَكفَّ اَْيِدَيُهْم َعْنُكْم َواتَّهِل ا ِنْعَمَت ّللٰا ِ َفْلَيَتَوكَّ

    هَ َوَعلَى ّللٰا

    هوا ّللٰا

    ِمُنوَن ﴿ ْْ ﴾ ١١اْلُم

    11 Siz ey iman edenler! Hatırlayın Allah’ın üzerinizdeki nimetini! Hani size bir toplum el uzatmaya kalkışmıştı

    da, onların elinden sizi kurtarmıştı? şu hâlde Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Ve mü’minler

    artık yalnızca Allah’a güvensinler.

    َل َوَبَعْثَنا ُ ٖميَثاَق َبٖنى ِاْسَراي ٖهَمنْ َولََقْد اََخَذ ّللٰا َُ َواه و كه َتْيُتُم الزَّ َُ َواه و له ى َمَعُكْم لَِئْن اََقْمُتُم الصَّ ُ ِاٰنٖ

    ها َوَقاَل ّللٰا ُتْم ِمْنُهُم اْثَنْى َعَشَر َنٖقيبا

    كُ َپاِتُكْم َوَْلُْدِخلَنَّ ا َْلَُكفَِّرنَّ َعْنُكْم َسيِّ ا َحَسنا َ َقْرضاهْرُتُموُهْم َواَْقَرْضُتُم ّللٰا اٍت َتْجٖرى ِمْن َتْحِتَها ْْلَْنَهاُر َفَمْن َكَفَر ِبُرُسٖلى َوَعزَّ ْم َجنَّ

    ٖبيِل ﴿ لَِك ِمْنُكْم َفَقْد َضلَّ َسَواَء السَّ ﴾ ١٢َبْعَد ذه

    12 İŞTE onlar arasından her deliğe girecek on iki kişiyi(19) gönderdiğimiz zaman, Allah İsrâiloğulları’ndan da

    kesin taahhüd almış ve buyurmuştu ki:

    Kuşkusuz Ben sizinleyim:

    Eğer salât’ı doğru-dürüst eda eder,(20)

    arınmak için karşılıksız yardımda bulunur,

    düşmanlarını engelleyerek elçilerimi desteklerseniz;(21)

    Allah’a da (güveninizi isbat etmek için) gönüllü olarak borç verirseniz,

    kesinlikle kötülüklerinizi örterim ve sizi zemininden ırmaklar çağlayan cennetlere koyarım.

    İçinizden her kim de bundan sonra inkâr ederse, kesinlikle o doğru yoldan sapmış olur.

    (19) Çevirimiz nakîb’in kök anlamına dayanmaktadır (Bahr ve Müfredât).

    (20) Salât, bu ve daha başka âyetlerde bir ritüel olmanın ötesinde;

    Allah’a, peygamberlerine, dinine verilen desteği ve

    Arka çıkmayı da içine alacak bir biçimde,

    Tüm hayatı kuşatan bir bilinçlilik hâli olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Krş. “O, sizi üzerinize indirdiği vahiyle destekleyip ayakta tutar (salât eder)...” (Ahzab: 43);

    “Şanımın yücelmesi için tüm destek ve çabanı seferber et” (Tâhâ: 14);

    “Şüphesiz Allah ve Melekler Peygamber’e salât ederler (desteklerler); ey iman edenler, siz de Peygamber’e salât edin (destekleyin)” (Ahzab: 56);

    “Kitab’dan sana vahyedileni ilet ve salâtı ikame et (ona destek vererek ayağa kaldır)” (Ankebût: 45).

    Örnek âyetlerin notlarına, ayrıca Bakara 45 ve Mâide 58’in ilgili notlarına bkz.

    (21) Ta‘azzur, Kur’an’da A’râf sûresi 156. âyette “yardım etme” fiiliyle birlikte, Fetih sûresi 9. âyette ise

    “yüceltmek, el üstünde tutmak” fiiliyle birlikte kullanıldığına göre, bunların dışında bir anlama sahip olmalıdır.

    Kelimenin aslı “engelleme”dir. Tercihimizin gerekçesi budur.

    (Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 45 Aşağıdadır.)

    ُِ َوِانََّها لََكٖبيَرٌُ اِْلَّ َعلَى اْلَخاِشٖعيَن ﴿ و له ْبِر َوالصَّ ﴾ ٤٥َواْسَتٖعيُنوا بِالصَّ 45 Direnerek ve dik durarak yardım isteyin!(83) Ancak bu huşû duyanlardan başkasına ağır gelir.

    (83) Lafzen: “Sabır ve salât ile yardım isteyin!” Sabır “insanın nefsini dizginlemesi”, yani direniştir (bkz. İlk geçtiği ‘Asr: 3). Yılgınlık, korkaklık, çöküntü ve dert yanmanın zıddıdır (Râğıb). Salât’la üç şey de kastedilmiş olabilir:

    şer’î mânası olan “namaz”,

    sözlük mânası olan “dua”,

    kök mânası olan “dik duruş”.

    Namaz duanın canlanmasıdır, dua kulun Allah’a dayanmasıdır. Salât’ın türetildiği es-salâ “bir şeyi dik tutan şey”dir. Otururken ve ayaktayken insanı dik tutan kemiklere de denir (bkz. A’la: 15).

  • 10

    (Nuzul 108 / Mushaf 5: Maide 58 Aşağıdadır.)

    ٰلوِة َوِاَذا َناَدْيُتْم ِالَى لَِك بِاَنَُّهْم َقْوٌم َْل َيْعقِلُوَن ﴿الصَّ ا ذه ا َولَِعبا ﴾ ٥٨اتََّخُذوَها ُهُزوا

    58 Onları salât’a çağırdığınız zaman, onu hafife alırlar ve oyun ederler. (70) Bu, onların kafalarını kullanmayan bir topluluk olduğunu

    göstermektedir.

    (70) “Onlar”dan kasıt, birlikte düşünülmesi gereken bir önceki âyette geçen Hıristiyanlar, Yahudiler ve müşrikler ise, onların namaza nasıl

    çağrıldıkları meraka değer. Eğer ibareyi böyle anlarsak şu soruyu sormak mukadder olur:

    Kur’an namaz çağrısının Müslüman olmayanları da kapsadığını mı söylüyor?

    Evet dersek, bu namazın müstesna konumuna ve kişinin dinini belirleyecek ‘sütun’ işlevine bir vurgu olur. Fakat böyle bir anlama müslüman olmayanı namazla mükellef kılma anlamına gelir ki, bu sorunludur.

    Hayır dersek, o zaman buradaki salât’ın “namaz” dışında bir anlama geldiğini kabul etmemiz gerekecektir. Öyle görünüyor ki, buradaki salât en genel anlamıyla “Allah’a destek ve kulluk” mânasına gelmektedir.

    Bir önceki âyetle birlikte düşünüldüğünde, namazı hafife almanın dini hafife almak demeye geldiği sonucuna varılabilir (bkz. A’lâ: 15, not

    15; A’râf: 170, not 8 ve Bakara: 3, not 6).

    (Nuzul 56/ Mushaf 07 : A’raf 156 Aşağıdadır.)

    ُِ ِانَّا ُهْدَنـا ِالَْيَك َقاَل َعَذاٖبى اُٖصيُب بِٖه َمْن اََشاُء َواْكتُ ِخَر ْنَيا َحَسَنةا َوفِى اْْله ـِذِه الدُّ َياتَِنا ْب لََنا ٖفى هه َُ َوالَّٖذيَن ُهْم بِاه و كه ُتوَن الزَّ ْْ قُوَن َوُي مِ َوَرْحَمٖتى َوِسَعْت ُكلَّ َشْیٍء َفَساَْكُتُبَها لِلَّٖذيَن َيتَّ ْْ ُنوَن ُي﴿١٥٦ ﴾

    156

    Bizim için bu dünyada da güzellikler yaz, âhirette de;

    Ki biz pişmanlık içinde Sana sığındık!”

    (Allah) buyurdu ki:

    Dilediğim kimseyi azabıma hedef kılabilirim,

    Fakat rahmetim her şeyi kuşatmıştır.

    En sonunda sorumlu davranan ve arınıp yücelmek için ödenmesi gereken bedeli ödeyen kimselere, (115) -ki onlar âyetlerimize inanan kişilerdir- onu paylaştıracağım;

    (115) İniş zamanı tartışmalı olan Müzzemmil 20’yi görmezden gelirsek, Kur’an’ın iniş sürecinde muhtemelen zekât’ın ilk geçtiği yer

    burasıdır.

    Zekâ kökü, “çoğalan, üreyen, artma potansiyeline sahip olan” anlamına gelir.

    Zekât’ın lügat mânası ‘ekonomik’ değil ‘ahlâkî’dir: Salah (kurtuluş, yetkin olmak). Zaten özgül ağırlığa sahip somut bir varlık olmadığı

    hâlde insanın akletme kapasitesine verilen “zeka” ismi, kelimenin bu özelliğini ele vermektedir.

    Aynı kelimenin türevi olan tezkiye “övgüye değer kılmak, saflaştırarak yüceltmek” anlamına gelir (Lisân).

    Şer’i anlamıyla zekât, bu âyetlerin indiği Mekke yıllarında henüz kavramlaşmamıştı. Burada değil ama, hepsi de Mekkî sûrelerde yer alan

    Müzzemmil: 20; Meryem: 31; Neml: 3 ve Lokman: 4 gibi zekât’ın namazla birlikte anıldığı âyetler de bu gerçeği değiştirmez.

    Esasen zekât kavramının vahiy sürecindeki anlam seyri, sadece kazancı paylaşarak artıp arınmayı değil, aynı zamanda hak edilmemiş olan ve

    emeğe saygıyı yok eden bazı gelir kalemlerinden daha baştan vazgeçmeyi de ifade eder.

    Mamafih zekât terimi, sonradan kazandığı şer’i anlamda olduğu gibi doğrudan “muhtaç kimseler yararına karşılıksız mal çıkarmayı” değil,

    bu araç-eylemle kazanılması umulan nihaî amaca işaret etmektedir.

    “İçten gelerek vermek” anlamındaki îtâ ile birlikte Kur’an icazının bir boyutu olan eksiltili dilin muhteşem bir örneğiyle karşı karşıya

    olduğumuz anlaşılmaktadır. Çevirimiz, icaz gereği sıkıştırılmış olan bu ifadenin açılımıdır (Îtâ için bkz. Leyl: 18).

    (Nuzul 110 / Mushaf 48 : Fetih 9 Aşağıdadır.)

    ُا َواَٖص ُروهُ َوُتَوقُِّروهُ َوتَُسبُِّحوهُ ُبْكَر ِ َوَرُسولِٖه َوُتَعزِّهِمُنوا بِالِٰل ْْ ﴾ ٩يَلا ﴿لُِت

    9 Şu nedenle ki (ey insanlar); Allah’a ve Elçisine inanasınız, O’nu(n dâvâsını) destekleyip(12) O’na saygıda kusur etmeyesiniz ve sabah akşam O’nun yüceliğini dillendiresiniz.

  • 11

    (12) Veya kelimenin iki kök anlamından diğerine nisbetle: “O’nu yüceltesiniz” (Mekâyîs). Krş. “Siz Allah’ı(n dâvâsını) desteklerseniz Allah da sizi destekler” (Muhammed: 7). Bu ve bir sonraki zamirin Allah Rasulü’nü gösteriyor olması da mümkündür. Bu durumda, “Allah ve

    O’nun melekleri Peygamber’i desteklerler; ey iman edenler, siz de onu destekleyin ve tam bir teslimiyetle (onun örnekliğine) teslim olun!” (Ahzab: 56) emriyle bu emir arasında bağ kurulabilir. Tercihimiz âyetin iç bütünlüğüne dayanmaktadır.

    اُهْم َوَجَعْلَنا قُلُوَبهُ ى َفِبَما َنْقِضِهْم ٖميَثاَقُهْم لََعنَّ لُِع َعله ُروا ِبٖه َوَْل َتَزاُل َتطَّ ا ُذكِّ ا ِممَّ فُوَن اْلَكلَِم َعْن َمَواِضِعٖه َوَنُسوا َحٰظا ْم َقاِسَيةا ُيَحرَِّ ُيِحبُّ اْلُمْحِسٖنيَن ﴿

    ه﴾ ١٣َخاِئَنٍة ِمْنُهْم ِاْلَّ َقٖليَلا ِمْنُهْم َفاْعُف َعْنُهْم َواْصَفْح ِانَّ ّللٰا

    13 Daha sonra, bu kesin taahhütlerini bozdukları için onları rahmetimizden dışladık ve kalplerini katılaştırdık;

    (şimdi onlar) kelimeleri bağlamlarından kopararak çarpıtıyorlar; üstelik kendilerine hatırlatılan hakikatlerden bir

    kısmını da unutmuş durumdalar.

    Çok azı dışında hep onların ihanetine uğrayacaksın.

    Onları bağışla ve hoş gör!

    İyi bil ki Allah güzel davrananları sever.

    ُروا ِبٖه َفاَْغَرْيَنا َبْيَنُهمُ ا ُذكِّ ا ِممَّ ى اََخْذَنا ٖميَثاَقُهْم َفَنُسوا َحٰظا ا َنَصاره َُ وَ َوِمَن الَّٖذيَن َقالُوا ِانَّ َمِة َوَسْوَف اْلَعَداَو ى َيْوِم اْلِقيه اْلَبْغَضاَء ِالهُ ِبَما َكاُنوا َيْصَنُعوَن ﴿

    هُئُهُم ّللٰا ﴾ ١٤ُيَنبِّ

    14 “Biz Nasara’yız” diyenlerden de kesin bir taahhüt almıştık;(22) onların (takipçileri) de uyarıldıkları şeyden

    hisse kapmayı unuttular.(23) Bu yüzden onları, aralarında Kıyamet Günü’ne kadar sürecek düşmanlık ve nefrete

    mahkûm ettik. (24) Zamanı gelince, Allah kendilerine yaptıkları her şeyi bir bir haber verecektir.

    (22) Bunlar Hıristiyanlaşmadan önceki İsevilerdir. Allah söz aldığında Hz. İsa onların arasındaydı ve o yaşarken

    Teslisçi Pavlus Hıristiyanlığı ve kilise yoktu (bkz. 82. âyet, 3 ve 4. notlar).

    (23) Yahudiler gibi dinlerini parçalamamaları konusunda uyarılmıştılar. Fakat Nasârâ Hıristiyanlaşınca daha

    fazla parçalandı, kendi içlerinde din savaşları yaşandı, üç binden fazla İncil, yüzlerce mezhep çıktı.

    (24) Ağrayna, elsaknâ anlamına yakındır; “bir şeyi bir şeye tutturmak”, “mecbur ve mahkûm etmek” vurgusu

    taşır.

    ا ا ِممَّ ُن لَُكْم َكٖثيرا ِ ُنوٌر َوِكَتاٌب َيا اَْهَل اْلِكَتاِب َقْد َجاَءُكْم َرُسولَُنا ُيَبيِّهُكْنُتْم ُتْخفُوَن ِمَن اْلِكَتاِب َوَيْعفُوا َعْن َكٖثيٍر َقْد َجاَءُكْم ِمَن ّللٰا

    ﴾ ١٥ُمٖبيٌن ﴿

    15 EY önceki vahyin mensupları (olan Yahudiler)! Kitaptan gizlediğiniz bir çok hakikati size açıklamak ve

    (zaten bilinen) bir kısmından da geçmek üzere elçimiz gelmiştir. Artık size Allah’tan bir ışık ve net bir mesaj

    ulaşmıştır.

    لَُماِت ِالَى النُّوِر ِبِاْذِنٖه وَ ََلِم َوُيْخِرُجُهْم ِمَن الظُّ َبَع ِرْضَواَنُه ُسُبَل السَّ ُ َمِن اتَّهى ِصَراٍط ُمْسَتقٖ َيْهٖدى ِبِه ّللٰا ﴾ ١٦يٍم ﴿َيْهٖديِهْم ِاله

    16 Allah,

    kendi rehberliğinde rızasını gözetenleri ebedi kurtuluş yollarına ulaştırır;

    rahmetiyle(25) onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru bir yola yönlendirir.

    (25) Lafzen: “İzniyle..” Bu bağlamda Allah’ın izni “hidayete ermenin yasaları” vurgusunu taşır.

    Zımnen: Vermeyi dilemese, dilemeyi vermezdi; insan için hidayeti dilemese, iradeyi vermezdi. İradeyi verdiğine

    göre, insanın hidayetini dilemiştir ve bu O’nun izni anlamına gelir.

    Sonuçta bütün bunlar O’nun insana olan rahmetinin bir ifadesidir.

  • 12

    ا ِاْن اَ ِ َشْيپاهَ ُهَو اْلَمٖسيُح اْبُن َمْرَيَم قُْل َفَمْن َيْملُِك ِمَن ّللٰا

    هُه َوَمْن ِفى لََقْد َكَفَر الَّٖذيَن َقالُوا ِانَّ ّللٰا َراَد اَْن ُيْهلَِك اْلَمٖسيَح اْبَن َمْرَيَم َواُمَّ

    ِ ُمْلُك ا َولِِلٰه ى ُكلِّ َشْیٍء َقٖديٌر ﴿اْْلَْرِض َجٖميعا ُ َعله

    هَواِت َواْْلَْرِض َوَما َبْيَنُهَما َيْخلُُق َما َيَشاُء َوّللٰا مه ﴾ ١٧السَّ

    17 “Allah Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle küfre sapmışlardır.

    De ki:

    “Eğer Meryem oğlu Mesih’i ve onun annesini ve yeryüzünde yaşayan herkesi helâk etmek isteseydi, kim Allah’a

    engel olabilirdi?

    Zira göklerin, yerin ve onlar arasındakilerin otoritesi dilediğini yaratan Allah’a aittir: ve Allah’ın gücü her şeye

    yeter!

    ِ َواَحِ هى َنْحُن اَْبَناُء ّللٰا ُب َمنْ َوَقالَِت اْلَيُهوُد َوالنََّصاره ْن َخلََق َيْغِفُر لَِمْن َيَشاُء َوُيَعذِّ ُبُكْم ِبُذُنوِبُكْم َبْل اَْنُتْم َبَشٌر ِممَّ هُ قُْل َفلَِم ُيَعذِّ ُْ ا بَّ

    َواِت َواْْلَْرِض َوَما َبْيَنُهَما َوِالَْيِه اْلَمٖصيُر ﴿ مه ِ ُمْلُك السَّ﴾ ١٨َيَشاُء َولِِلٰه

    18 Yahudiler ve Hıristiyanlar ;

    Bizler Allah’ın çocukları ve can dostlarıyız!” dediler.

    De ki: “Öyleyse neden günahlarınız yüzünden sizi cezalandırıyor?

    Aksine siz O’nun yarattığı insanlardan sadece bir kısmısınız. O müstahak olanın bağışlanmasını diler, (cezayı)

    dileyeni de cezalandırmayı diler; (26)

    zira göklerde, yerde ve her ikisi arasındaki şeylerin tümü üzerinde hükümranlık Allah’a aittir ve dönüş O’nadır.

    (26) Lâm’ın istihkak mânasıyla. Cümlenin ikinci yarısının lâm’sız gelmesi dikkat çekicidir. Yeşa’ fiilinin çift

    özneyi gören konumuna dayanan çevirimiz için bkz. Yûnus: 25; Nûr: 21; Muhammed: 17, ilgili notlar.

  • 13

    (Nuzul 69 / Mushaf 10 : Yunus 25 Aşağıdadır.)

    ى ِصَراٍط ُمْسَتٖقيٍم ﴿ ََلِم َوَيْهٖدى َمْن َيَشاُء اِله ى َداِر السَّ ُ َيْدُعوا ِالهه﴾ ٢٥َوّللٰا

    25 Böylelikle Allah (insanı) mutluluk ve güvenlik zeminine çağırmakta(43) ve isteyeni dosdoğru bir yola yöneltmeyi dilemektedir.(44)

    (43) Bir üstteki âyetten de anlaşılacağı gibi, bizim “zemin” ile karşıladığımız dâr, sadece öte dünyada değil bu dünyada da insanın ,

    Kendisiyle,

    Çevresiyle ve

    Rabbiyle barışık yaşadığı bir ortamın oluşturulması çağrısıdır.

    (44) Çevirimizin gerekçesi için Ra‘d 27 ve notuna bkz. “Hidayet” ya da “dalalet”, birinci çoğul şahıs kipiyle (biz) neşâ’ formunda gelen 19 âyetten sadece birinde kullanılır (Şûrâ: 52).

    Onda da mücerret olarak “biz doğru yola yöneltiriz” şeklinde değil, bir mef’ûlü bih ile “Onun için bir ışık yaratırız, dilediğimizi o ışık sayesinde doğru yola iletiriz” şeklinde gelir.

    Bu da hedâ ve dalâl ile kullanılan yeşa’ fiilinin, mutlak irade sahibi Allah ile mukayyet irade sahibi insan arasında mülazemet olduğunu destekler niteliktedir. (Ayrıca iniş sürecinde ilk kullanıldığı yer olan Müddessir 31’in ilgili notuna bkz.)

    Bu âyetin zımni açılımı şudur: Allah herkesi ebedi saadete çağırıyor; ne var ki herkes içerisinden bu çağrıyı kabul edenleri ebedi saadetin

    kutlu yoluna yöneltiyor.

    (Nuzul 97 / Mushaf 24 : Nur 21 Aşağıdadır.)

    َمُنوا َْل َتتَّبُِعوا ُخُطَواِت الشَّْيَطاِن َوَمْن َيتَّبِْع ُخُطوَ ی مِ َيا اَيَُّها الَّٖذيَن اه ِ َعلَْيُكْم َوَرْحَمُتُه َما َزكههى َمْن َيَشاُء اِت الشَّْيَطاِن َفِانَُّه َياُْمُر بِاْلَفْحَشاِء َواْلُمْنَكِر َولَْوَْل َفْضلُ ّللٰا َ ُيَزٰكٖ

    هِكنَّ ّللٰا ا َوله ْنُكْم ِمْن اََحٍد اََبدا

    ُ َسٖميٌع َعٖليٌم ﴿ه﴾ ٢١َوّللٰا

    21 SİZ ey iman edenler! şeytanın adımlarını izlemeyin! Kim şeytanın adımlarını izlerse, iyi bilsin ki (şeytan) sadece hayasızlığı ve akl-ı selime aykırı olanı emreder. Ve eğer Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti bulunmamış olsaydı, sizden hiç kimse ebediyen (günahtan)

    arınamazdı. Lakin Allah (arınmak) isteyen kimseyi arındırmayı diler;(25) zira Allah (arınmak isteyen herkesi) çok iyi işitir ve çok iyi bilir.

    (25) İbare, gerek yeşâ’ fiilinin iki özneyi de gören konumu dolayısıyla, gerek hidayet ve dalalet üzerine genel bir okuma yoluyla olsun (krş.

    Kehf: 29; Müzzemmil: 19; İnsan: 29; Tekvir: 28) bu şekildeki bir çeviriye izin vermektedir (Benzer bir kullanım için bkz. Yûnus: 25 not 9 ve

    Ra’d: 27 not 9).

    Nihayet, âyetin sonunda yer alan Allah’ın işitme ve bilmesine ilişkin cümle, işitilecek ve bilinecek bir durumun varlığına delalet eder.

    İşte bu, gerçek günaha bulaşanlar arasından “arınmak isteyen” kimselere ve onların arınma iradesine yönelik bir atıftır. Parantez içi açıklama

    bu mülahazalara dayanır.

    (Nuzul 92 / Mushaf 47 : Muhammed 17 Aşağıdadır.)

    يُهْم ﴿ يُهْم َتْقوه ته ى َواه ﴾ ١٧َوالَّٖذيَن اْهَتَدْوا َزاَدُهْم ُهدا 17 O doğru yola yönelenlerin hidayetini artırır(21) ve onlara korunma gücü bahşeder.

    (21) Yani: “O yolda yürüme kapasitesini”. Krş. “O yaratıkların kapasitesinde, dilediği artışı gerçekleştirir” (Fâtır 1). Kur’an’daki tüm “Allah dileyeni/dilediğini doğru yola yöneltir” formundaki âyetler bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.

    ٍُ ِمَن الرُّ ى َفْتَر ُن لَُكْم َعله ُسِل اَْن َتقُولُوا َما َجاَءَنا ِمْن َبٖشيٍر َوَْل َنٖذيٍر َفَقْد َجاَءُكْم َبٖشيٌر َيا اَْهَل اْلِكَتاِب َقْد َجاَءُكْم َرُسولَُنا ُيَبيِّى ُكلِّ َشْیٍء َقٖديٌر ﴿ ُ َعله

    ه﴾ ١٩َوَنٖذيٌر َوّللٰا

    19 Ey önceki vahyin takipçileri! Peygambersiz geçen uzun bir fetretin ardından(27)

    “Bize asla ne müjdecilerden biri geldi, ne de uyarıcılardan biri”

    dersiniz diye, uyaran ve müjdeleyen Elçimiz, (hakikati) açıklamak üzere işte size de geldi; zira Allah’ın gücü her

    şeye yeter.

  • 14

    (27) Bu döneme “fetret dönemi”, bu dönemde yaşayanlara da “fetret ehli” denilir. Bu husus Nahl sûresinin 36.

    âyeti ve En’âm sûresinin 19. âyeti ışığında anlaşılmalıdır.

    (Nuzul 74 / Mushaf 16 : Nahl 36 Aşağıdadır.)

    ُهاُغوَت َفِمْنُهْم َمْن َهَدى ّللٰا َ َواْجَتنُِبوا الطَّ

    هٍة َرُسوْلا اَِن اْعبُُدوا ّللٰا ٖبيَن ﴿َوِمنْ َولََقْد َبَعْثَنا ٖفى ُكلِّ اُمَّ ََللَُة َفٖسيُروا فِى اْْلَْرِض َفاْنُظُروا َكْيَف َكاَن َعاقَِبُة اْلُمَكذِّ ﴾ ٣٦ُهْم َمْن َحقَّْت َعلَْيِه الضَّ

    36 Doğrusu Biz, (geçmiş) her uygarlığın içinden(40) “Allah’a kulluk edin, ilâhlaştırılan şer otoriteden uzak durun!” diyen bir elçi

    çıkarmışızdır. Bunun ardından onlardan kimileri Allah’ın gösterdiği doğru yola uydu, kimileri de (ısrarlı tercihleri sonucu) sapıklığa mâhkum olmayı hak etti. İsterseniz yeryüzünde dolaşın ve yalanlayanların sonu nasıl olurmuş görün!

    (40) Bu ibare “her çağda” anlamına da gelebilir. Çünkü ümmet kavramı, Kur’an’da “çağ, dönem, asır” anlamında da kullanılmıştır. Son tahlilde hem bir uygarlığı, hem de o uygarlığı oluşturanların bütününü ifade eder.

    (Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 19 Aşağıdadır.)

    ُن ِْلُْنِذَرُكْم بِٖه َومَ قُْل اَىُّ َشیْ ـَذا اْلقُْراه ُ َشٖهيٌد َبْيٖنى َوَبْيَنُكْم َواُوِحَى ِالَیَّ هههُا قُِل ّللٰا ـٌه َواِحٌد ٍء اَْكَبُر َشَهاَد ى قُْل َْل اَْشَهُد قُْل ِانََّما ُهَو ِاله لَِهةا اُْخره ِ اه

    ها َوِانَّ ْن َبلََغ اَئِنَُّكْم لََتْشَهُدوَن اَنَّ َمَع ّللٰا ٖنى َبٖریٌء ِممَّ

    ﴾ ١٩ُتْشِرُكوَن ﴿ 19 Sor onlara;

    En büyük şahit kimdir?”

    Cevap ver:

    Benimle sizin aranızda Allah şahittir; ve bu Kur’an bana kendisiyle sizi ve onun ulaştığı kimseleri(14) uyarayım diye vahyedildi.

    Size de (ulaştığına göre şimdi söyleyin bakalım):

    Allah’la birlikte başka ilâhların olduğuna gerçekten şahitlik eder misiniz? De ki:

    “Ben buna şahitlik etmem.”

    Ve ekle:

    “Tek ilâh ancak O’dur; ve benim Allah dışında ilâhlık yakıştırdıklarınızla hiçbir bağım yoktur.” (14) “..sizi ve onun ulaştığı kimseleri” ifadesi,

    “Kur’an mesajının kendisine ulaşmadığı kimseler bu mesajdan sorumlu tutulacaklar mıdır?” sorusunun cevabı niteliğindedir.

    Bu âyet dolaylı olarak bu soruya “hayır” der.

    Elbette onlar fıtrat, selim akıl, iradelerinin gereğinden hesap vereceklerdir. Belki Kur’an’ı ulaştırma sorumluluğu olup da ulaştırmayanlar

    sorumlu tutulacaklardır.

    ِ َعلَْيُكْم ِاْذ َجَعَل ٖفيُكْم اَْنِبَياَء َوَجَعَلُكْم هى لَِقْوِمٖه َيا َقْوِم اْذُكُروا ِنْعَمَة ّللٰا ا ِمَن اْلَعالَٖميَن مُ َوِاْذ َقاَل ُموسه ِت اََحدا ْْ يُكْم َما لَْم ُي ته ا َواه لُوكا

    ﴿٢١ ﴾

    17 BİR zamanlar Musa halkına,

    “Ey Halkım! Allah’ın size lutfettiği nimeti hatırlayın ki, O aranızdan peygamberler çıkarmış, sizi kendi kendinizin efendisi kılmış(28) ve başka hiçbir topluma vermediğini size vermişti.

    (28) Yani: “sizi özgürleştirmiş”. Süddi’nin tercihine uygun olarak (nkl. Râzî). Eski Ahid’de de benzer bir ibare

    vardır (Sayılar 13).

  • 15

    ُ لَُكْم َوَْل َترْ هَسَة الَّٖتى َكَتَب ّللٰا ى اَْدَباِرُكْم َفَتْنَقلُِبوا َخاِسٖريَن ﴿َيا َقْوِم اْدُخلُوا اْْلَْرَض اْلُمَقدَّ وا َعله ﴾ ٢١َتدُّ

    21 Ey Halkım! Allah’ın size vaad ettiği kutsal topraklara girin, fakat sakın geri adım atmayın, yoksa

    kaybedenlerden olursunuz!”

    ا لَ اٖريَن َوِانَّ ا َجبَّ ى ِانَّ ٖفيَها َقْوما ا َداِخلُوَن ﴿َقالُوا َيا ُموسه ى َيْخُرُجوا ِمْنَها َفِاْن َيْخُرُجوا ِمْنَها َفِانَّ ﴾ ٢٢ْن َنْدُخلََها َحٰته

    22 Onlar, “Ey Musa!” dediler; “Unutma ki orada zorba bir halk var. Onlar oradan uzaklaşmadıkça biz kesinlikle

    oraya girmeyeceğiz; ama eğer uzaklaşırlarsa işte o zaman gireriz.”

    ُ َعلَْيِهَما اْدُخلُوا َعلَْيِهُم اْلَباَب َفِاَذا َدَخْلُتُموهُ فَ هلُوا ِاْن ُكْنُتْم َقاَل َرُجََلِن ِمَن الَّٖذيَن َيَخافُوَن اَْنَعَم ّللٰا ِ َفَتَوكَّ

    هُكْم َغالُِبوَن َوَعلَى ّللٰا ِانَّ

    ِمٖنيَن ﴿ ْْ ﴾ ٢٣ُم

    23 Allah’ın lutfuna mazhar olan ve O’ndan korkanlar arasından iki kişi, “Onların üzerine (mertçe) kapıdan

    gidin!” dediler; “zira unutmayın, siz oraya girerseniz galip geleceksiniz. Eğer gerçek mü’minlerseniz, artık

    yalnızca Allah’a dayanmak zorundasınız.”

    ا لَ ى ِانَّ ُهَنا َقاِعُدوَن ﴿َقالُوا َيا ُموسه ا هه َك َفَقاِتََل ِانَّ ا َما َداُموا ٖفيَها َفاْذَهْب اَْنَت َوَربُّ ﴾ ٢٤ْن َنْدُخلََها اََبدا

    24 Berikiler (ise) “Ey Musa!” dediler, “onlar orada bulundukça, biz asla oraya girmeyeceğiz. O hâlde sen ve

    Rabbin gidip savaşın, biz işte şuracıkta oturuyoruz!”

    ى َْل اَْملُِك ِاْلَّ َنْفٖسى َواَٖخى َفاْفُرْق َبْيَنَنا َوَبْيَن اْلَقْوِم اْلَفاِسٖقيَن ﴿ ﴾ ٢٥َقاَل َربِّ ِاٰنٖ

    25 (Musa) “Rabbim! Sözüm kendimden ve kardeşimden başkasına geçmiyor. O hâlde, bizimle şu sapkın halk

    arasındaki farkı gözet!” diye yalvardı.

    َمٌة َعلَْيِهْم اَْرَبٖعيَن َسَنةا َيٖتيُهوَن ِفى اْْلَْرِض َفََل َتاَْس َعلَى اْلَقْوِم اْلَفاِسٖقينَ َها ُمَحرَّ ﴾ ٢٦ ﴿َقاَل َفِانَّ

    26 Allah şöyle icâbet etti: “O hâlde, onlar o topraklardan kırk yıl mahrum yaşayacak ve şaşkın şaşkın malum

    arazide dolaşmaya mahkûm olacaklar: Artık bu sapkın halk için kendini üzme!”(29)

    (29) Bu pasajda samimi iman ile pazarlıkçı iman arasındaki fark ortaya konuyor. Mevcut nesil umut vermeyince,

    Hz. Musa 40 yılda çöl mektebinde yepyeni bir nesil inşa edecektir.

  • 16

    Hz Musa ve Harun’un Mısır’dan Çıkışı

  • 17

    ْل َل ِمْن اََحِدِهَما َولَْم ُيَتَقبَّ ا َفُتقُبِّ َبا قُْرَبانا َدَم ِباْلَحقِّ ِاْذ َقرَّ َخِر َقاَل َْلَْقُتلَنََّك َقاَل َواْتُل َعلَْيِهْم َنَباَ اْبَنْی اه ُ ِمَن ِمَن اْْلههُل ّللٰا َما َيَتَقبَّ ِانَّٖقيَن ﴿ ﴾ ٢٧اْلُمتَّ

    27 VE ONLARA Âdem’in iki oğlunun kıssasını gerçek bir amaca matuf olarak(30) anlat:

    Hani, ikisi de birer kurban sunmuşlardı ve birinden kabul edildiği hâlde diğerinden kabul edilmemişti!

    (Bunun üzerine) O (diğerine) demişti ki:

    “Çaresi yok, seni öldüreceğim!”

    (Öteki) cevap vermişti:

    “Allah, yalnızca sorumlu davrananların kurbanını kabul eder!(31)

    (30) Bu amaç “hasedin kınanması”dır (Zemahşerî ve Râzî). Bi’lhakk’ı çevirimiz için bkz. Kehf: 13 ve

    İbrahim: 19

    (31) Bu âyetlerle Kurban ibadetinin amacını veren Hac sûresinin 36. âyeti arasında doğrudan bir bağ vardır.

    (Nuzul 62 / Mushaf 18 : Kehf 13 Aşağıdadır.)

    َمُنوا بَِربِّهِ ى ﴿َنْحُن َنقُصُّ َعلَْيَك َنَباَُهْم بِاْلَحقِّ ِانَُّهْم فِْتَيٌة اه ﴾ ١٣ْم َوِزْدَناُهْم ُهدا 13 Sana onların haberini, sahih bir amaca uygun olarak (15) Biz aktaracağız:(16) şu bir gerçek ki, onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi;(17)

    ve Biz de onların doğru yolda olma bilincini artırmış

    (15) Veya: “mutlak hakikate atıfla” (Tercihimiz için bkz. Keşşaf; bi’l-ğaradı’s-sahih, Mâide: 27’nin tefsirinde).

    Bi’l-hak, yalınkat anlamda “bütün gerçeğiyle” ya da “aslına uygun olarak” veya “gerçekleşmiş haliyle”.

    Bir çoğu muhatapları tarafından efsaneleşmiş haliyle de olsa bilinen bu kıssa ve mesellere vahyin katkısı, onlar hakkındaki tarihsel malumatı

    düzeltmeye indirgenemez. Vahyin asıl katkısı, bu kıssa ve mesellerin hangi ebedi gerçeğe ve değişmez hakikate atıf olduğunu, yani kıssadan alınacak “hisse”yi göstermektir.

    Bu sûretle Kur’an’ın bütün kıssa ve meselleri anlatmaktaki asıl amacının tarihi bilgi vermekten çok öte, ahlâkî ders çıkarmak ve ibret almak olduğu açıktır.

    Başta bu kıssa olmak üzere, Âdem, Habil ve Kabil, Yusuf, Musa ve Harun, Süleyman ve Belkıs, Hârût ve Mârût gibi bir çok kıssa, Yahudi

    dinî metinlerinde de ele alınır. Fakat bu kıssaları Kur’an’ın ele alış tarzıyla söz konusu metinlerin ele alış tarzı arasında öze ilişkin dikkat

    çekici bir fark vardır (bkz. Yusuf sûresinin girişi). Bu fark, Kur’an’ın bu kıssaları ebedi hakikate bir atıf olarak nakledip, onları kimi zaman

    kendisinden ahlâkî dersler çıkarılması gereken birer ‘ibret vesikası’, kimi zaman da ‘örneklik simgesi’ olarak takdim etmesidir (krş. A’râf:

    176; Yusuf: 111 ve Hûd: 120).

    (16) Kıssa’ya verdiğimiz “aktarma” anlamı için bkz. Yusuf: 3

    (17) Fityetun, “genç, delikanlı” anlamına gelen fetâ kökünden türetilir. Gurubun azlığını (cemi kıllet) belirtmek için kullanılır. Buradan da anlaşılıyor ki bunlar az sayıda bir gurup gençti.

    (Nuzul 65 / Mushaf 14 : İbrahim 19 Aşağıdadır.)

    َواِت َواْْلَْرَض بِاْلَحقِّ ِاْن َيَشاْ ُيْذِهْبُكْم َوَياِْت بَِخْلٍق َجٖديٍد ﴿ مه َ َخلََق السَّه﴾ ١٩اَلَْم َتَر اَنَّ ّللٰا

    19 GÖRMEZ misin ki Allah, gökleri ve yeri mutlak hakikate (bir atıf olsun diye) amaçlı ve anlamlı olarak (20) yarattı. (Dolayısıyla) eğer

    dilerse sizi topyekûn ortadan kaldırır, yerinize yepyeni bir varlık türü (21) getirir:

    (20) Lafzen: “hakikatle”. Bi’l-hakk, Kur’an’da ilâhî eylemi niteleyen olarak geldiği bir çok yerde;

    Hem eylemin (burada “yaratma”) mükemmelliğini,

    Hem öznenin (Allah) mutlaklığını,

    Hem de nesnenin (gökler ve yer) amaçlılığını ve anlamlılığını ifade eder. Çünkü O, hiçbir şeyi amaçsız yaratmamıştır (Âl-i İmran: 191).

  • 18

    Zıddı bâtıl’dır ve bâtıl “anlamsızlık ve amaçsızlığa” delalet eder (bkz. Enbiya: 18 ve Tûr: 35). Kelimenin başındaki bâ edatı hem “gerekçe”, hem “bağlantı ve atıf”, hem de “aracılık” ifade eder. Parantez içi açıklamamız, edatın bu muhtevasını çeviriye yansıtmak içindir. Gökleri ve

    yeri birer âyet olarak niteleyen sayısız âyet, onların Mutlak Varlık’a atıf yapan birer gösterge oluşlarına dikkat çekmektedir. Göstergenin gösterdiği hakikati görebilmek, ancak varlığa amaçlılık penceresinden bakmakla mümkündür.

    İşbu nedenle Zemahşerî “hakikatle” ifadesini “hikmetle, doğru bir amaç ve muhteşem bir iş için… O onları amaçsız ve keyfi olarak yaratmadı” şeklinde açıklar.

    (21) Ya da: “yepyeni bir toplum” (krş. Fâtır: 16-17).

    Halk, “insan nesli, insanlık” manasına geldiği gibi “var etme ve varlık” manasına da gelir.

    Her iki anlamıyla da bu ilâhî uyarı, tüm insan soyunun bir başka varlıkla takasına yönelik gibi gözükmektedir. Hitabın insan soyunun tümünü

    kapsadığı, âyetin girişinden anlaşılmaktadır.

    Ayrıca, aynı tür içerisinden daha küçük ölçekli bir değiş-tokuşun kastedildiği Mâide: 54’te halk değil kavm kullanılmaktadır (Ayrıca krş.

    Nisâ: 133).

    İbarenin yapısı, silinen toplumun kökünün kazınmasını değil, üzerinin çizilip onların yerine başkalarının getirilmesini ifade eder. Bu ceza her

    iki toplumun da eş zamanlı olarak mevcudiyetine mani değildir. Zira fiil bâ ile geçişli yapılmıştır (Furûk, s. 28).

    (Nuzul 91 / Mushaf 22 : Hac 36 Aşağıdadır.)

    ِ َعلَْيَها َصَوافَّ فَ هِ لَُكْم ٖفيَها َخْيٌر َفاْذُكُروا اْسَم ّللٰا

    هْرَناَها لَُكْم لََعلَُّكْم تَ َواْلُبْدَن َجَعْلَناَها لَُكْم ِمْن َشَعائِِر ّللٰا لَِك َسخَّ ﴾ ٣٦ْشُكُروَن ﴿ِاَذا َوَجَبْت ُجُنوُبَها َفُكلُوا ِمْنَها َواَْطِعُموا اْلَقانَِع َواْلُمْعَترَّ َكذه

    36 Malum kurbana gelince: (54) Biz onu sizin için içerisinde nice hayırlar barındıran Allah’ın simgelerinden biri olarak (ibadet) kıldık: o halde, (ön ayaklarından biri bağlanıp) sıra sıra diz çöktürülen hayvanları kurban ederken (55) Allah’ın ismini anın; nihayet onların yanı yere

    gelince(56) artık ondan siz de yiyin, ihtiyacını belli eden ya da etmeyen(57) herkese de yedirin: Bu böyledir; zira Biz onları sizin yararınıza

    âmâde kılmışızdır; umulur ki şükredersiniz.

    (54) Kavramsal farklılık, bu pasajda sanki iki ayrı kurban türünden söz edildiği sonucunu vermektedir. Birincisi 28 ve 34. âyetlerde

    behîmeti’l-en‘âm olarak geçen kurbanlar, ikincisi 36. âyette savâffe olarak geçen kurbanlar.

    (55) Savâffe, “sıraya girmiş, saf saf dizilmiş” anlamına. İbn Abbas bu kelimeyle devenin diğer hayvanlardan farklı olan kurban ediliş

    şeklinin kastedildiğini söyler. Nahr adı verilen bu kesim şekline göre devenin ön ayaklarından biri bağlanarak diz çöktürülür, başı havada kesilirdi (Taberî). Hemen sonra gelen “sırtı yere tamamen yapışınca” ibâresi, bu anlamı doğrulamaktadır.

    (56) Develer oturur şekilde kesildiği için (a‘kara) “yanı yere gelince” kinâi ifadesi “devrilip de öldüğü kesinleşince” anlamına gelir.

    (57) 28. âyetteki “ihtiyaç sahiplerine de” ibâresinin açılımı.

    َهى اََخاُف ّللٰا ﴾ ٢٨ َربَّ اْلَعالَٖميَن ﴿لَِئْن َبَسْطَت ِالَیَّ َيَدَك لَِتْقُتلَٖنى َما اََنا ِبَباِسٍط َيِدَى ِالَْيَك َْلَْقُتلََك ِاٰنٖ

    28 Beni öldürmek için el kaldırsan bile, ben seni öldürmek için elimi oynatmayacağım; çünkü ben âlemlerin

    Rabbi Allah’tan korkarım.

    اِر َوذه ى اُٖريُد اَْن َتُبواَ ِبِاْثٖمى َوِاْثِمَك َفَتُكوَن ِمْن اَْصَحاِب النَّ الِٖميَن ﴿ِاٰنٖ ُٶا الظَّ ﴾ ٢٩لَِك َجزه

    29 Dilerim, hem benim günahımı hem de (benden dolayı) kazandığın günahı yüklenir ve böylece cehennemin

    yolunu tutarsın: Zaten zalimlerin cezası da budur.”

    َعْت لَُه َنْفُسُه َقْتَل اَٖخيِه َفَقَتلَُه َفاَْصَبَح مِ ﴾ ٣١َن اْلَخاِسٖريَن ﴿َفَطوَّ

    30 Fakat diğerinin benlik dâvâsı, onu kardeşini öldürmeye sevk etti; sonunda onu öldürdü, böylece

    kaybedenlerden oldu. (32)

    (32) Allah’ın gösterdiği yerden bakanın göreceği gerçek şu: Ölen değil öldüren kaybetti.

  • 19

    ُهی اََعَجْزُت اَْن اَُكوَن مِ َفَبَعَث ّللٰا َُ اَٖخيِه َقاَل َيا َوْيلَته ا َيْبَحُث ِفى اْْلَْرِض لُِيِرَيُه َكْيَف ُيَواٖرى َسْواَ ـَذا اْلُغَراِب َفاَُواِرَى ُغَرابا ْثَل هه

    اِدٖميَن ﴿ َُ اَٖخى َفاَْصَبَح ِمَن النَّ ﴾ ٣١َسْواَ

    31 Bunun üzerine Allah, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstersin diye toprağı eşeleyen bir karga

    gönderdi.(33)

    “Eyvah, yazıklar olsun bana!” dedi,

    “ben bu karganın yaptığını yapamayacak, kardeşimin cesedini örtemeyecek kadar aciz biri miyim?”

    En sonunda pişman olmuştu.

    (33) Hayat okul, varlık kitap, insan öğrencidir. İnsanın cehaletine sunacağı geçerli bir mazeret yoktur.

    ا ِبَغْيِر َنْفٍس اَْو َفَساٍد ِفى اْْلَْرِض ُه َمْن َقَتَل َنْفسا َل اَنَّ ى َبٖنى ِاْسَراي ٖلَِك َكَتْبَنا َعله ا وَ ِمْن اَْجِل ذه َما َقَتَل النَّاَس َجٖميعا َمْن اَْحَياَها َفَكاَنَّ

    لِ ا ِمْنُهْم َبْعَد ذه َناِت ُثمَّ ِانَّ َكٖثيرا ا َولََقْد َجاَءْتُهْم ُرُسلَُنا ِبالَبيِّ َما اَْحَيا النَّاَس َجٖميعا ﴾ ٣٢َك ِفى اْْلَْرِض لَُمْسِرفُوَن ﴿َفَكاَنَّ

    32 Bundan dolayı Biz İsrâiloğullarına şöyle vahyetmiştik:

    Cinayet işleyen veya yeryüzünde fesat çıkaran hariç, kim bir cana kıyarsa bütün insanlığı öldürmüş gibi olur.

    Dahası kim de bir hayat kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.(34)

    Elçilerimiz onlara hakikatin tüm delilleriyle gelmiştiler; fakat daha sonra onların çoğu yeryüzünde her tür

    taşkınlığı irtikap ettiler.

    (34) İslâm’ın bütün bir insanlığın tüm zamanlar ve zeminlerde değişmez değerleri olduğunun ifadesi.

    ا اَنْ َ َوَرُسولَُه َوَيْسَعْوَن ِفى اْْلَْرِض َفَساداهُٶا الَّٖذيَن ُيَحاِرُبوَن ّللٰا َما َجزه َع اَْيٖديِهْم َواَْرُجلُُهْم ِمْن ِخََلٍف ِانَّ لُوا اَْو ُيَصلَُّبوا اَْو ُتَقطَّ ُيَقتَّ

    ُِ َعَذاٌب َعٖظيٌم ﴿ ِخَر ْنَيا َولَُهْم ِفى اْْله لَِك لَُهْم ِخْزٌى ِفى الدُّ ﴾ ٣٣اَْو ُيْنَفْوا ِمَن اْْلَْرِض ذه

    33 Allah’a ve Rasulü’ne karşı savaş açanların(35) ve yeryüzünde bozgunculuğu yaymaya çalışanların,

    öldürülmeleri ya da

    asılmaları veya

    muhalefetlerinden dolayı ellerinin ve ayaklarının kesilmesi,

    yahut bulundukları yerden sürülmeleri, sadece (âdil) bir karşılıktan ibarettir.(36)

    Bu, onların dünyada uğradıkları zillettir; âhirette ise onları korkunç bir azap beklemektedir;

    (35) Allah’a savaş açmak şeytan’ın bile yapmadığı bir şeydir.

    (36) “Muhalefetlerinden dolayı” diye çevirdiğimiz min hılafin için muhtemelen nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer

    olan A’râf 124’ün ilgili notuna bakınız. Bu cümle bir ‘inşa’ cümlesi değil bir ‘ihbar’ cümlesidir ve dolayısıyla

    Kur’an el ve ayakların çaprazlama kesilmesi gibi bir cezayı emretmemekte, sadece nakletmektedir. Bundan öte,

    Allah Rasulü’nün hiçbir muhalife böylesi bir ceza uygulamadığı da tarihi bir gerçektir.

    َ َغفُوٌر َرٖحيٌم ﴿ه﴾ ٣٤ِاْلَّ الَّٖذيَن َتاُبوا ِمْن َقْبِل اَْن َتْقِدُروا َعلَْيِهْم َفاْعلَُموا اَنَّ ّللٰا

    34 Ancak siz onlara hakim olmadan önce tevbe edenler hariç: Zira iyi bilin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz

    bir merhamet kaynağıdır.

  • 20

    َ َواْبَتُغوا ِالَْيِه اْلَوٖسيلََة َوَجاِهُدوا ٖفى َسٖبيلِٖه لََعلَُّكْم ُتفْ هقُوا ّللٰا َمُنوا اتَّ َها الَّٖذيَن اه ﴾ ٣٥لُِحوَن ﴿َيا اَيُّ

    35 SİZ ey iman edenler!

    Allah’a karşı saygılı olun(37) ve

    O’na yaklaşma çabası içinde bulunun(38) ve

    O’nun yolunda tüm gayretinizi harcayın ki kurtuluşa erebilesiniz.

    (37) Zımnen: Yaratana saygılı olan, yaratılana da saygılı olur.

    (38) Vesile’nin ilk anlamı “yaklaşma, ilgi kurma”dır (Ebu Ubeyde ve Râğıb). Âyette ba edatıyla kullanılmamış

    olması, bu doğrudan anlamı öncelememizi daha da güçlendirir.

    ا َوِمْثلَُه َمَعُه لَِيْفَتُدوا ِبٖه ِمْن َعَذاِب َيْومِ َل ِمْنُهْم َولَُهْم ِانَّ الَّٖذيَن َكَفُروا لَْو اَنَّ لَُهْم َما ِفى اْْلَْرِض َجٖميعا َمِة َما ُتقُبِّ َعَذاٌب اَٖليٌم اْلِقيه﴿٣٦ ﴾

    36 Kuşkusuz inkârda direnenler, eğer yeryüzündeki her şeyi, hatta onun iki katını Kıyamet Günü’nün azabından

    kurtulmak için fidye olarak verseler asla kabul ettiremezler. Can yakıcı bir azap onları bekler.

    اِر َوَما ُهْم ِبَخاِرٖجيَن ِمْنَها َولَُهْم َعَذاٌب ُمٖقيٌم ﴿ُيٖريُدوَن اَْن َيْخُرجُ ﴾ ٣٧وا ِمَن النَّ

    37 Ateşten çıkmak isterler; fakat asla oradan çıkacak değiller; ve sürekli bir azaba mahkûm edilirler.(39)

    (39) Bu âyet, günahkar mü’minin cehennemden çıkıp çıkamayacağıyla değil, 36. âyette açıkça belirtildiği gibi

    kâfirin çıkamayacağıyla ilgilidir. şatıbî cehennemin tevhid ehlinden olup da oraya girenlerin secde mahallerini

    ve imanın bulunduğu kalbi yakmayacağını söyler (el-Muvâfakât II, 31-32). Secde sûresinin 20. âyetinde geçen

    benzer bir ifade, 18. âyetteki “fâsıklar” ile kâfirlerin kastedildiği göz ardı edildiği için yanlış anlaşılmıştır.

    ُ َعٖزيٌز َحٖكيٌم ﴿هِ َوّللٰا

    هاِرَقُة َفاْقَطُعوا اَْيِدَيُهَما َجَزاءا ِبَما َكَسَبا َنَكاْلا ِمَن ّللٰا اِرُق َوالسَّ ﴾ ٣٨َوالسَّ

    38 İmdi, işledikleri suça karşılık Allah’tan ibret-i âlem bir müeyyide olarak hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık

    yapan kadının ellerini kesin.(40) Zira Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet sahibidir.

    (40) Lafzen: “iki elini..” Hırsızlık yapanın elini kesme uygulaması Kur’an’ın ihdas ettiği bir ceza değil,

    Kureyş’in uyguladığı ve Kur’an’ın önünde bulduğu bir ceza geleneğidir.

    İlk kez Kâbe’nin hazinesini soyan birine uygulanmıştır (İbn Kesir). Rasulullah bu geleneksel cezayı

    olabildiğince sınırlandırmıştır.

    Mesela Rasulullah seferde bu cezanın uygulanmayacağını buyurmuştur (Ebu Davud, Hudud, 19). Bir başka

    kaynakta “sefer” yerine “gaza” geçer ki bu ikisi ayrı durumlar olarak da anlaşılabilir (Tirmizî, Hudud 20).

    Bu nebevî talimatı hilafeti döneminde Hz. Ömer’in, ayrıca ordu komutanı Huzeyfe b. el-Yeman’in titizlikle

    uyguladığını görüyoruz.

    Allah Rasulü’nün bu haddi uygulama konusundaki hassasiyetini şu olay ışığında anlamak gerekir: Abbad b.

    Serahbil anlatıyor: “Buğday tarlasına girdim, biraz başak kopardım, onların tanelerini ayırmaya başladım. Bu

    esnada tarlanın sahibi geldi. Beni dövdü ve elbiselerimi sırtımdan soyup aldı. Ben Peygamber’e gittim onu

    şikayet ettim. Onu çağırttı ve kızarak şöyle dedi: ‘O açtı onu doyurmadın, o cahildi ona öğretmedin!’

    Elbiselerimi geri verdirtti ve bana da bir ölçek buğday verdi” (Ahmed b. Hanbel).

    Hz. Ömer’in şu uygulaması da Allah Rasulü’nün uygulamasının izdüşümüdür: Yahyâ b. Abdurrahman b.

    Hatib’ten: Hatib’in köleleri Müzeyne’den bir adamın develerini çalıp kestiler. Olay ortaya çıkınca yakalandılar

    ve suçlarını itiraf ettiler. Halife Ömer kölelere hırsızlık cezası verecekti ki son anda bundan vazgeçti.

  • 21

    Hatib’ı çağırdı ve onları aç bıraktığını düşünüyorum dedi. Deve sahibine dedi ki; develeri satsan kaça verirdin. O

    da 400 altın verseler eyvallah demezdim.

    Hz. Ömer 800 altını Hatib’ten alarak adama verdi ve Hatib’e eğer bir daha aç bırakırsa kendisine hırsızlık cezası

    vereceğini söyledi (Muvatta).

    Vahiy, suçları cezalandırmada suçluyu değil suçu mahkûm etmeyi ve caydırıcılığı öne çıkarır.

    Tüm Kur’ani cezalar üç vicdanı teskin etmeyi hedefler:

    1) Mağdurun vicdanı.

    2) Kamunun vicdanı.

    3) Suçlunun vicdanı.

    Suçlunun vicdanını teskin etmek için önce suçluda bir vicdan inşa etmek gerekir.

    Şu örnek olay, İslâm’ın mensuplarında nasıl bir vicdan inşa ettiğinin destani bir göstergesidir: Ebu Mihcen bir

    türlü içkiyi bırakamayan biriydi. İçtiği her seferinde cezasına razıdır. Bir seferinde Hz. Ömer’den de içki cezası

    yemiştir (el-Kamil II, 340). Kadisiye savaşı sırasında yine aynı suçtan (veya içkiyi öven şiir söylediği için)

    cezalandırılmak üzere tutuklanır. Ordu komutanı Sa’d b. Ebi Vakkas (ö. 55/675), taarruz öncesinde cezayı infaz

    etmek istemeyip taarruz sonrasına bırakır. Savaş çok çetin geçer. Bir ara İslâm ordusu bozulur gibi olur. İşte bu

    hengamede Ebu Mihcen ordu komutanının eşi Selma’ya kendisini salması için rica eder ve sağ kalırsa kendi

    ayağıyla gelip cezasını çekeceğine söz verir. Bozulmaya yüz tutan ordu akşam karanlığında atını mahmuzlayan

    Ebu Mihcen’in tekbirlerle son sürat gelip düşman saflarını yarması üzerine şam’dan takviye kuvvet geldiğini

    düşünür. Hatta aralarında meleklerin veya Hızır’ın yardıma geldiğini sananlar bile vardır. İslâm ordusu bunun

    üzerine toparlanır ve savaşı alır. Zaferin ardından Ebu Mihcen sözünü tutar ve kendi ayağıyla gelerek teslim

    olur. Ordu komutanı Sa’d b. Ebi Vakkas durumu ayrıntılarıyla öğrenince ceza tatbik etmeye eli varmaz ve

    yenilmek üzere olan ordunun zafer kazanmasına sebep olan Ebu Mihcen’i bırakır. Fakat Ebu Mihcen cezada

    ısrar eder. Muhtemelen Allah Rasulü’nün “İslâmî cezalar keffarettir” müjdesi onu böyle yapmaya sevk eder.

    Israrlarına rağmen ordu komutanı cezalandırmayınca o da bir daha içki içmeyeceğine söz verir (İbnu’l-Esir, el-

    Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut, 1406, II, 330-331; Taberî, Tarih, Kahire, 1987, III, 548-549).

    َ َغفُوٌر َرٖحيٌم ﴿هَ َيُتوُب َعلَْيِه ِانَّ ّللٰا

    ه﴾ ٣٩َفَمْن َتاَب ِمْن َبْعِد ُظْلِمٖه َواَْصلََح َفِانَّ ّللٰا

    39 Bu zulmü işledikten sonra kim tevbe eder ve kendini düzeltirse, elbet Allah da onun tevbesini kabul eder; zira

    Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.

    ُهُب َمْن َيَشاُء َوَيْغِفُر لَِمْن َيَشاُء َوّللٰا َواِت َواْْلَْرِض ُيَعذِّ مه َ لَُه ُمْلُك السَّ

    هى ُكلِّ اَلَْم َتْعلَْم اَنَّ ّللٰا ﴾ ٤١َشْیٍء َقٖديٌر ﴿ َعله

    40 Bilmez misin ki göklerin ve yerin otoritesi Allah’a aittir; O dileyeni cezalandırmayı, dileyeni de bağışlamayı

    diler: tabii ki Allah’ın gücü her şeye yeter.

    ُسوُل َْل َيْحُزْنَك الَّٖذيَن ُيَساِرُعوَن ِفى اْلكُ َها الرَّ ِمْن قُلُوُبُهْم َوِمَن الَّٖذيَن َهاُدوا َيا اَيُّ ْْ ا ِباَْفَواِهِهْم َولَْم ُت َمنَّ ْفِر ِمَن الَّٖذيَن َقالُوا اهفُوَن اْلَكلَِم ِمْن َبْعِد َمَواِضِعٖه َيقُولُونَ َخٖريَن لَْم َياُْتوَك ُيَحرِّ اُعوَن لَِقْوٍم اه اُعوَن لِْلَكِذِب َسمَّ ـَذا َسمَّ َتْوهُ ِاْن اُوٖتيُتْم هه ْْ َفُخُذوهُ َوِاْن لَْم ُت

    ُهـِئَك الَّٖذيَن لَْم ُيِرِد ّللٰا ا اُوله ِ َشْيپا

    هُ ِفْتَنَتُه َفلَْن َتْملَِك لَُه ِمَن ّللٰا

    هْنَيا ِخْزٌى َولَُهْم ِفى َفاْحَذُروا َوَمْن ُيِرِد ّللٰا َر قُلُوَبُهْم لَُهْم فِى الدُّ اَْن ُيَطهِّ

    ُِ َعَذاٌب َعٖظيمٌ ِخَر ﴾ ٤١﴿ اْْله

    41 EY PEYGAMBER!

    Yürekten iman etmedikleri hâlde ağızlarıyla “iman ettik” diyen kimseler arasından inkârda birbirleriyle yarışanlar seni üzmesin;

    Yahudileşenler(41) arasından yalanı can kulağıyla dinleyen ve sana başvurmak yerine başka insanların laflarına kulak kesilenler de..

    Onlar, sözleri asıl bağlamlarından kopararak mânalarını çarpıtırlar,(42)

    “Eğer size şu tür bir öğreti verilirse hemen alın; yok verilmezse sakın yaklaşmayın!” derler.

  • 22

    Allah birini fitneye(43) sokmayı dilemişse, Allah’ın onun hakkındaki iradesine hiçbir şekilde engel olamazsın.

    İşte onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir; onları dünyada zillet, âhirette korkunç bir azap

    bekler.

    (41) Çevirimizin gerekçesi için bkz. Bakara: 62 ve En’âm: 146, notlar.

    (42) Bkz. Nisâ: 46; En’âm: 13. Krş. Bakara: 104.

    (Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 62 Aşağıdadır.)

    ِخِر َوَعمِ ِ َواْلَيْوِم اْْلههَمَن بِالِٰل ابِٖپيَن َمْن اه ى َوالصَّ َمُنوا َوالَّٖذيَن َهاُدوا َوالنََّصاره ا َفلَُهْم اَْجُرُهمْ ِانَّ الَّٖذيَن اه ﴾ ٦٢ِعْنَد َربِِّهْم َوَْل َخْوٌف َعلَْيِهْم َوَْل ُهْم َيْحَزُنوَن ﴿ َل َصالِحا

    62 Hiç kuşkusuz bu kitaba inanan kimselerden, Yahudileşen kimselerden,(113) Hıristiyanlardan ve Sabiîlerden(114) her kim Allah’a ve

    âhiret gününe inanır, ıslah edici iyilik işlerse, işte onlar için Rableri katında yaptıklarının karşılığı vardır.(115) Onlar gelecekten endişe

    etmeyecek, geçmişten dolayı da üzüntü duymayacaklar.(116)

    (113) Ellezîne hâdû formuyla gelen ibareleri, el-Yehûd ya da Yehûdiyyen ile eşitleyip “Yahudiler” şeklinde çevirmek gramatik açıdan

    isabetli değildir. Nisâ 46, Mâide 41, 44, 69, En’âm 146, Nahl 118 ve daha başka âyetler buradaki formun aynısıyla gelir.

    Müfessirler şu notu düşerler: Ellezîne hâdû demek “yahudileşenler” (tehevvedû) demektir (Râzî, Mefatîh XXX, 7).

    Lügatler tehevvedû fiilini sâra yehûdiyyen (yani: sonradan Yahûdî olanlar) şeklinde açıklar (Muhtaru’s-Sıhah). Bunun en doğru tercümesi

    “yahudileşti” dir. Ünlü “Her çocuk fıtrat üzere doğar, onu anne-babası yahudileştirir” hadisinde kullanılan fiil yuhevvidanihi’dir (Buhârî, Cenaiz 29:91; Müslim, Kader 6).

    Ellezine hâdû formu, önceden Müslüman olan İsrailoğulları’nın “yahudileştiklerini” vurgulama amacı taşır. Çevirimizin gerekçesi budur (bkz. En’âm: 146).

    (114) Sabiîler için bkz. Mâide: 69 ve Hac: 17. Bunların tümü de Medine’de inen âyetlerdir.

    Müşriklerin Hz. Peygamber’e ve mü’minlere “dönek” anlamına “sâbiî” dedikleri hadis kaynaklarında kayıtlıdır (Buhârî, Menakıb 3).

    Gerçekte Sâbiî Arapça değil, bu dine mensup olanların konuştuğu ve Aramca’nın bir diyalekti olan Mandence’dir. “Suya dalmak”, “vaftiz olmak” ya da “boy abdesti almak” anlamına gelen sabaa’dan türetilmiş bir isimdir ve Sabiîler’e komşuları tarafından verilmiştir. Burada

    kastedilen Harran ve Mezopotamya kökenli gnostiklerdir. Peygambere ihtiyaç olmadığını düşünüyorlar, yıldızlara akıl ve irade

    atfediyorlardı.

    (115) Lehum ecruhum’daki zamirler çoğul değil de âmene fiilindeki tekil özneye uyarak lehu ecruhu şeklinde tekil gelmesi gerekmez miydi?

    Bu sorunun cevabı bellidir: men, ism-i mübhem olarak hepsi için de kullanılır.

    (116) Bu âyet benzeri olan Mâide 69. âyetle birlikte, 136. âyet ışığında anlaşılmalıdır. Bakara’da Hıristiyanların Sabiîlerden öne alınması,

    inanç açısından Hıristiyanlığın Sabiîlikten daha öncelikli olmasıyla, Hac ve Mâide’de Sabiîliğin önce gelmesi ise, zaman açısından Hıristiyanlıktan önce oluşuyla açıklanmıştır. (Besâir I, 144)

    Kur’an hiçbir inancı ve mensuplarını sırf mensubiyetten dolayı ne toptan mahkûm eder ne de aklar (bkz. Âl-i İmran: 112; Mâide: 66- 68; A’râf: 159, 169,170,181; Hadîd: 28).

    Kitap ehline mensup oldukları hâlde doğrudan kâfir olan zümreleri açıkça vurgular (Nisâ: 150; Mâide: 71; Mâide: 73). Kur’an’a göre Allah’a iman O’nun indirdiği ilâhî mesajların tümüne ve o mesajları gönderdiği Peygamberlerin tümüne iman etmeyi içerir (bkz. Bakara: 136).

    Bu içeriğiyle Allah’a iman eden, âhirete iman eden ve sâlih amel işleyen (bkz. Bakara: 25) herkes kurtuluşa erecektir.

    (Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 146 Aşağıdadır.)

    ْمَنا َعلَْيِهْم شُُحوَمُهَما ِاْلَّ َما َحَملَْت ُظُهوُرُهَما اَِو َحرَّ الَّٖذيَن َهاُدوا َوَعلَى لَِك َجَزْيَناُهْم بَِبْغيِِهْم َوِانَّا لََصاِدقُوَن ﴿ْمَنا ُكلَّ ٖذى ُظفٍُر َوِمَن اْلَبَقِر َواْلَغَنِم َحرَّ ﴾ ١٤٦اْلَحَواَيا اَْو َما اْخَتلََط بَِعْظٍم ذه

    146 Yahudileşenlere(126) tırnaklı her tür hayvanı haram kıldık; ve onlara ineğin ve koyunun sırt, bağırsak ve kemik yağları dışında kalan

    içyağlarını da haram kıldık: Onları, değer yıkıcılıkları yüzünden işte bu şekilde cezalandırdık: çünkü Biz, kesinlikle sözümüze sahibiz.(127)

    (126) Ellezine hâdû formunu “Yahudiler” ya da “Yahudi olanlar” yerine “Yahudileşenler” şeklinde çevirmek, dil, âyetin bağlamı, Kur’an’ın

    düşünce sistematiği ve tarihsel gerçeklik açılarından isabetli ve hatta zorunludur.

    1) Dil açısından: Bazı alimler bu formu tehevvedû (Yahudileşenler) ile karşılar (Râzî, Cuma: 6’nın tefsiri) Zebîdî bu kelimeye keynûnet değil

    sayrûret anlamı vererek ey sâra yahudiyyen (sonradan yahudileşen) anlamı verir (Muhtaru’s-Sıhah). Ayrıca Hz. Peygamber’in “Her çocuk fıtrat üzere doğar, onu ebeveyni Yahudileştirir” (Buhârî ve Müslim) hadisindeki yuhevvidânihi ibaresi de “yahudileştirir” anlamına gelir.

    2) Âyetin bağlamı, müslüman İsrâiloğullarının Yahudileşmesinden söz ediyor ve bu âyette sayılan yasakların gerekçesi aynı âyetin sonunda açıkça yer alıyor: “İşte onları, değer yıkıcılıkları yüzünden bu şekilde cezalandırdık.” Bunun anlamı, “Müslüman olan İsrâiloğulları

    Yahudileştiği için” demektir.

  • 23

    3) Kur’an’a göre tüm peygamberler islâmın peygamberi, tüm vahiyler islâmın vahyi, tüm vahiy mensupları da müslümandırlar. Dolayısıyla islâm ve müslüman dışındaki tüm isimlendirmeler sonradan tedarik edilmiştir.

    4) Yahudilik, Babil dönüşüne tekabül eden MÖ. 6. yüzyıldan itibaren icat edilmiş kurmaca bir kimliktir. Dinî olmaktan çok siyasî ve

    sosyaldir. Hz. Musa ve İbranilerle ilişkisi de kurmaca ve yapaydır.

    (Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 46 Aşağıdadır.)

    فُوَن اْلَكلَِم َعْن َمَواِضِعٖه َوَيقُولُوَن َسِمْعَنا َوَعَصْيَنا َواْسَمْع َغْيَر ُمْسَمٍع وَ يِن َولَْو اَنَُّهْم َقالُوا َسِمْعَنا َواََطْعَنا َواْسَمْع َواْنُظْرَنا لََكاَن خَ َراِعَنا لَ ِمَن الَّٖذيَن َهاُدوا يَُحرِّ ا فِى الٰدٖ ا بِاَْلِسَنتِِهْم َوَطْعنا ا لَهُْم ٰيا ْيراِمُنوَن اِْلَّ َقٖليَلا ﴿ ْْ ُ بُِكْفِرِهْم َفََل ُي

    هـِكْن لََعَنُهُم ّللٰا ﴾ ٤٦َواَْقَوَم َوله

    46 Yahudileşenlerden kimileri sözleri bağlamlarından kopararak çarpıtırlar; “işittik ve sarıldık/reddettik”,(71) “dinle dinlenilmeyesi” ve

    “ra‘inâ” derler, dillerini eğip bükerek ve dine hakaret kastıyla.(72) Eğer onlar “işittik ve itaat ettik”, “dinle” ve “unzurnâ”(73) deselerdi, bu kendileri için daha yararlı ve daha dürüstçe bir davranış olurdu. Ne ki, hakikati inkâr ettikleri için Allah onları rahmetinden dışladı; gerçekten

    de onlar, çok azı müstesna, inanmıyorlar.

    (71) ‘Asâ, İbn Fâris’in de vurguladığı gibi birbirine zıt iki anlamı içeren bir kelimedir: Toplanmak veya ayrılmak, emre sarılmak veya isyan

    etmek. Bu yüzden “toplanmaya” da “dağılmaya” da ‘asâ denilir (Mekâyîs ve Tâc). ‘Asayna diyenler, bu kelimeyi tevriyeye elverişli olduğu

    için seçmiş olmalıdırlar ki, Kur’an dil oyununa müsait bu kelimenin yerine eta‘nâ’yı (itaat ettik) önerir (krş. Bakara: 93).

    (72) Öyle görünüyor ki, burada sözleri bağlamlarından koparmaya “işittik ve reddettik”, “dinle dinlenilmeyesi” örnekleri, dillerini eğip

    bükme ve dine hakaret kastına da “bize bak” anlamına gelen râ‘inâ’yı, dili eğerek “çobanımız” anlamına gelen ra‘înâ ya da “ahmaklık” anlamına gelen ra‘ûnet köküne dayama örnekleri verilmektedir.

    (73) Yukarda râ‘inâ’yı, burada onun yerine kullanılması önerilen unzurnâ’yı kelimeler üzerinden örnek verildiği için çevirmek yerine olduğu gibi bırakmayı tercih ettik.

    (Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 13 Aşağıdadır.)

    ٖميُع اْلَعٖليُم ﴿ ﴾ ١٣َولَُه َما َسَكَن فِى الَّْيِل َوالنََّهاِر َوُهَو السَّ

    13 Oysa ki, gecenin ve gündüzün koynunda yatan her şey O’na aittir; ve yalnızca O’dur duyulmayanı duyan, varlığın sırrını bilen.(12)

    (12) Duyma ve bilmenin zirvesini ifade eden belirlilik tercümeye böyle yansımıştır.

    (Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 104 Aşağıdadır.)

    َمُنوا َْل تَ ﴾ ١١٤قُولُوا َراِعَنا َوقُولُوا اْنُظْرَنا َواْسَمُعوا َولِْلَكافِٖريَن َعَذاٌب اَٖليمٌ ﴿َيا اَيَُّها الَّٖذيَن اه

    104 SİZ ey iman edenler! “Sen bize uy” demeyin, “Bizi görüp gözet” deyin(189) ve dinleyin; zira inkâr edenleri acıklı bir azap beklemektedir.(190)

    (189) Bu âyet Nisâ 46 ışığında anlaşılmalıdır. Medine Yahudilerinin kelimelerle oynamak gibi bir hastalığı olduğunu, daha başka rivayetlerden de öğreniyoruz (krş. 93. âyet, 8. not).

    (190) Bu âyet aslında kelimenin söylenişine yönelik bir yasak olmaktan daha çok, bu kelimeyle dile getirilen tavra yönelik bir yasaktır. Bu,

    dinlemekten çok konuşmayı tercih eden, fakat konuştuğu şeyler hep mitolojik ve hurafeye dayalı, dinlemekten kaçındığı şeyler ise kaynağı

    berrak bir hakikat olan kişinin tavrıdır. Bu tavır 101 ve 102. âyetin başında vurgulanan marazi tavırdır. Bunda, Hz. Peygamber’e karşı bir saygısızlığın da bulunduğu açıktır.

    َك َفاْحُكْم َبْيَنُهْم اَْو اَْعِرْض َعْنُهْم َوِاْن ُتْعِرْض َعنْ ُْ ْحِت َفِاْن َجا الُوَن لِلسُّ اُعوَن لِْلَكِذِب اَكَّ وكَ َسمَّ ا َوِاْن َحَكْمَت ُهْم َفلَْن َيُضرُّ َشْيپاَ ُيِحبُّ اْلُمْقِسٖطيَن ﴿

    ه﴾ ٤٢َفاْحُكْم َبْيَنُهْم ِباْلِقْسِط ِانَّ ّللٰا

    42 Onlar ,

    yalana kulak kesilir,

    haram(44) adına ne varsa ona yumulurlar.(45)

    İmdi eğer sana başvururlarsa; ister aralarında hüküm ver, ister onları kendi hâllerine bırak.(46) Zira eğer onları

    kendi hâllerine bırakacak olursan, sana hiçbir zarar veremezler. Ama eğer hüküm verecek olursan aralarında

    adâletle hükmet: çünkü Allah âdil olanları sever.

  • 24

    (43) Fitne, Kur’an’da çokanlamlı bir kelime olarak, farklı bağlamlarda farklı anlamlara gelir (bkz. Tevbe: 49).

    Burada kastedilen, sonucunu bildiği hâlde Allah’ın bir insanı imtihan etmesidir.

    Kur’ani söylemde tevhidin bir gereği olarak her eylem makro planda Allah’a izafe edilse de, burada olduğu gibi

    süreç insanın kendi eyleminden bağımsız işlememektedir. Aksine Allah’ın iradesi, tamamen insanın tercihi

    üzerine tecelli etmektedir.

    (44) es-Suht, yiyenin iflah olmadığı haram mal.

    (45) Bu âyet, kişinin yedikleriyle söylemleri arasındaki doğrudan ilişkiyi dile getirir. Yalan söylemekle haram

    yemek arasında irtibat kurar.

    (46) Bu, çok hukukluğa izin veren bir ifadedir. Hz. Ali Mısır valisine, zina eden Hıristiyanların kendi dinlerine

    göre kendi mahkemelerinde yargılanmasını emrederken bu âyete dayanmıştır (Muhasibî, el-Akl, İstanbul, 2003,

    s. 373).

    (Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 49 Aşağıdadır.)

    ى اََْل فِى َم لَُمٖحيَطٌة بِاْلَكافِٖريَن ﴿ اْلفِْتَنةِ َوِمْنُهْم َمْن َيقُولُ اْئَذْن ٖلى َوَْل َتْفتِٰنٖ ﴾ ٤٩َسَقُطوا َوِانَّ َجَهنَّ 49 Onlardan kimileri de “İzin ver bana, beni günaha sokma!” (64) der. Şu işe bakın ki, baştan ayağa günaha gömüldüler: Üstelik, nankörlükte

    ısrar edenler bir de cehennem tarafından kuşatılacaktır.

    (64) Veya: “beni fitneye düşürme”. Çok anlamlılığın en çarpıcı örneklerinden biri olan fitne (kök anlamı için bkz. Bakara: 102,191, not 2)

    Kur’an’da türevleriyle birlikte 60 yerde kullanılır ve;

    Deneme,

    Sınav,

    Mazeret,

    Musibet,

    Skandal,

    Cinnet,

    Anarşi ve kargaşa,

    Kışkırtma,

    Ayartma,

    Terör,

    İşkence ve baskı,

    İç savaş,

    Savaş,

    Öldürme,

    Günah,

    Saptırma,

    Nifak,

    Küfür,

    Şirk gibi anlamlarda kullanılır. Bu anlamlar tasnife tabi tutulacak olursa, kavramın;

    Bireysel ve toplumsal,

    Maddî ve mânevî,

    Ahlâkî ve akidevî tüm alanlarda kullanıldığı görülür.

    Bu bağlamda fitne’nin en makul karşılığı “günah” olsa gerektir.

    ـئِ لَِك َوَما اُوله ِ ُثمَّ َيَتَولَّْوَن ِمْن َبْعِد ذههيُة ٖفيَها ُحْكُم ّللٰا ُموَنَك َوِعْنَدُهُم التَّْوره ِمٖنيَن ﴿َوَكْيَف ُيَحكِّ ْْ ﴾ ٤٣َك ِباْلُم

    43 Yanlarında Tevrat ve onda da Allah’ın hükmü bulunduğu hâlde seni nasıl hakem tutuyorlar ve daha sonra da

    o hükümden yüz çeviriyorlar? İşte böyleleri, gerçek mü’min de değildirler.(47)

    (47) Kendi inançlarına karşı dâhi ikiyüzlü davranan Yahudilerin bu tutumunu deşifre ediyor.

  • 25

    Zımnen: Kendi kitaplarına karşı böylesine laubali olan bir toplumun Kur’an’ın mesajına karşı gösterdiği

    olumsuz tavırda garipsenecek ne var?

    ِبيُّوَن الَّٖذيَن اَْسلَُموا لِلَّٖذيَن َهاُدوا َوا ى َوُنوٌر َيْحُكُم ِبَها النَّ يَة ٖفيَها ُهدا ا اَْنَزْلَنا التَّْوره اِنيُّوَن َوْْلَ ِانَّ بَّ ْحَباُر ِبَما اْسُتْحِفُظوا ِمْن ِكَتاِب لرَّا َقٖليَلا َوَمنْ َياٖتى َثَمنا ِ َوَكاُنوا َعلَْيِه ُشَهَداَء َفََل َتْخَشُوا النَّاَس َواْخَشْوِن َوَْل َتْشَتُروا ِباه

    هِئ