mukaddesât fanzin sayı 1 2013

52

Upload: fatih-ciftci

Post on 25-Mar-2016

252 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

40'lar Kulübü Bülteni, Fanzin Dergi Çalışması

TRANSCRIPT

Page 1: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013
Page 2: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

40’lar KULÜBÜ BÜLTENİ MUKADDESÂT

Sayı 1 2013

Yunus Coşkun

Yayın Kurulu

Yunus Coşkun

Ayşegül Gök

Reklam ve Halkla İlişkiler

Ayşegül Gök

Editör ( Dergi )

Fatih Çiftçi

Tasarım

MUKADDESÂT

İletişim:

40lar.com/

twitter.com/40lar40

facebook.com/40larKulubu

0542 576 18 56

Yunus Coşkun

Page 3: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Editörden Fatih Çiftçi

[email protected]

Değerli Okuyucularımız!

Yaz biterken, kışlıkların bir bir üzerimize çadır kurduğu mevsimdeyiz artık. Gözlerine mürekkep çekmiş fikirlerin buluştuğu, yitik bir kentin zelzelesine maruz kalmış, hayallerde Edebiyat sancısı çekmiş, dün bugün yarın yazgısına üçlük çektirmiş ses yığınlarından bahsediyorum. Bu mevsimde sonbahar ilkbahara, kış yaza, yazdan kalma esintiler bir harman akşamında evlerimize misafir olduğu bir mevsim. Sözcüklerin tükendiği yerde gözyaşlarının bayrağı devraldığı, mühründe ise uzak diyarların özlemi ile birbirine selamlar gönderilip, busesi hep bir elveda olan merhabaların mevsimindeyiz artık. Evet, burası 40'lar Kulübü. 1 Kelamda 40 Kalemin tarifçesi. Burası, birbirine 40 mektup gönderenlerin hikâyesi. 40 yıllık kahvenin hatırına 40 yıllık mesafeleri aşmış, ülkenin farklı şehirlerinde aynı sokak lambasının yalnızlığını çekerek içlerine yürümüş ıslanmış, yürümüş ıslanmış...

Yunus Coşkun tarafından harekete geçtiğinden bugüne birey olarak büyümeye, proje ve fikir olarak kendini yenilemeye devam eden 40'lar Kulübünün ilk Dergi projesine adım atmış bulunmaktayız.

MUKADDESÂT dergisi çalışmalarında emeği geçen tüm yazarlarımıza teşekkür ederken, Türkiye'nin dört bir yanında yüreği olan 40'lar Kulübü ailesinin bir üyesi olarak Kulüp adına siz değerli okuyucularımıza sevgi saygı ve şükranlarımı sunuyorum.

Selâm, sinelerimizde "yâd-ı cemil" olarak kalıp giden dostlara!

Selâm, mukaddes emaneti uğrunda dünyayı ve hayatı fakir görebilen sancılara!

Selâm, milletin inanç ve düşünce uhuvveti istikametinde, Cehennem'in gayyalarında “küll” olmaya rıza gösterebilen zirve ruhlara!

Selâm olsun, iradelerinin davası uğruna alnının terini kurutmaya utanan mücadele ahlakına sahip insanlara!

Selâm olsun, milletin bekâsı uğruna şuurunu kaybetmiş kurşunlar karşısında hakikati savunan çileli yalnızlıklara!

Page 4: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

YEŞİL “ O ki size yeşil ağaçtan bir ateş çıkarmasını sağladı da, Şimdi siz ondan tutuşturup duruyorsunuz “ ~ Yasin suresi, 80.ayet ~ Fadime Vural Yeşil, doğanın, baharın, uyumun, huzurun ve İslam’ın rengidir. Yeşil, cennet olarak hayal edilen mekânın rengi, yaşamın rengidir. Öyle ki Rabb-ül âlemin yeşilin içinden çıkarmış yaşam kaynağı ateşini ve suyu, yani tek ab-ı çaresini. Kuru topraktan yeşili,yeşilden yanınca kızıl ateşi çıkaran safi O'dur. Herkes bilir ki yeşil, doğanın rengidir ve en çok bulunan renktir. İnsanlar üzerindeki etkisi göz ardı edilemez. Yaratıcılığı körükler. Ayrıca huzuru ve üretkenliği özümser. Yeşil renk enerjimizi arttırır ilaveten yeşil, iyileştirici, huzurlu ve sakindir. Sarı ve mavinin buluşmasıyla oluşan bir renktir. Kırmızının tersidir. Turuncu ve mor ile birlikte ara renkler grubundadır. Önceleri 'yeşil' kelimesi 'yaşıl' olarak anılıyordu. Dolayısıyla 'yeşermek' ve 'yaşarmak' kelimelerinin de özündedir. En çok tonu olan ve gözü az yoran bir renktir. Kuranda yeşil ile alakalı tahmini 7 ayet geçer.

Yeşil insanı dinlemeyi bilendir. Kendini yenileyendir. Kendini bilmeyi öğrenendir. 'Olmaya' çalışmaz da, özün kendisi olamaya çalışır. Yeşil... Kanıtlanmaya gerek görülmeyen yalnız olarak bir huzurdur.

Yeşil, bu bilgilerle sınırlı kalmayıp halk içinde dolanan bir hikâyesi de vardır;

Page 5: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

“Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu. - Gel seni camiye götüreyim, dedim. Bugün Cuma biliyorsun. - Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun. - Biliyorum ama sebebini de gerçekten merak ediyorum? dedim. - Ne bileyim olmuyor işte, dedi. Belki çevrenin de tesiri var. Hem pantolonumun ütüsü bozulur diye endişe ediyorum. Gayri ihtiyari gülmeye başladım. - Herhalde şaka yapıyorsun, dedim. Bunun için cami terk edilir mi? - Ciddi söylüyorum. Giyimime, özellikle yeşile çok düşkün olduğumu bilirsin. Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiselerini, mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı. - Peki, dedim. Hayatında hiç camiye gitmedin mi? - Çocukken dedemle birkaç kez gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum. Söyledikleri beni son derece şaşırtmış, bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan iki ay sonra kendisinin camide olduğunu

söylediler. Hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı… Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle: - Hani, dedim. Camiye gelmeyecektin… Hiç sesini çıkaramadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu”

Söz bazen biter; Allah der, nokta koyarsın.

[email protected]

Fotoğraflar: Fadime Vural Hikâye: Hayatın İçinden, Cüneyd Suavi

Page 6: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme SİZ ‘’DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ’’NÜ HAPSEDEBİLİR MİSİNİZ? Çağrı KANDEMİR Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine düşünen adam heykeli koymak oldukça akıllıca bir tutum olmalı. Çünkü tabelasın da akıl hastalıkları yazıyor. Yani bu hastane için gayet uygun bir sembol

olmuş. Düşünmeye olan genel bakış açımızı yansıtması bakımından hiç tezat düşmemiş. Estetik olarak da batı tarzını çok güzel yansıtıyor. Batı tarzı dediğime bakmayın öyle olsa da tam bizlik bir heykel. Hatta heykelin çıplaklığının da ‘’modern’’ insanımızın cesur dekolte anlayışıyla paralel olduğunu düşünüyorum. Düşünen heykelin manasına ve koyulduğu yere baktığımızda da; halkımızın ‘’bu kadar düşünürsen kafayı yersin’’cümlesi ile düşünmeye olan bakış açısını anlıya biliyor olmalıyız. Ki bu söz kulaklarımıza hiçte yabancı değildir sanıyorum. Nede olsa heykellerle ve manalarıyla sıcak ilişkilerimiz var. Mesela dünyaya gözümüzü açışımızın yedinci senesinde okullarda da heykellerle karşılaşırız. Onları öper, okşar, gördükçe temsil ettiği soyut düşünceyle bilinçaltımızdan hasbıhal ederiz. O çocuk yaşta şöyle bir dikkatli bakınca heykellerin konumları gayet yerli yerinde oluyor. Bir bakıma manaya madde sadık kalıyor. İçinde bulunduğu toplumun geldiği/getirildiği noktayı gözler önüne seriyor… Düşünen adam heykeli de haliyle hak ettiği yerde oluyor çünkü düşünürsen, konuşursun, konuşursan etkilersin, etkilersen düşündürürsün ve bu sonu gelmez “devirdayimin”. Tabir caizse dağı yerinden oynatacak etkileri olur. Ee durum böyle olunca birilerinin de rahatı bozulur o yüzden ne yapmak gerek? Ağacı yaş iken eğip düşüncelerini hapsetmek gerek…

Peki, siz soyut kavramları padişah yapabilir misiniz veya mahkûm? Aslında kolaydır, bakın tarif edeyim; önce soyut kavramı somut, sanatsal, estetik tabaklara koyarsınız ne bileyim işte resim gibi, heykel gibi, sonra onu güzel sözlerle süslersiniz oda işte; modernize gibi, medeniyet gibi… Sonra halka sunarsınız çokta harikaymış gibi… Böylelikle soyut somut olur, sonra o somutu ne isterseniz onu yaparsınız bazı somut sanatların karşısında insanları hazır ol’a geçirir yaklaşık on iki-on üç sene iltifat ettirirsiniz, bazısını da ‘’deli hapishanesi’’ olarak bilinen akıl hastanesine kapatırsınız… İşte bu kadar kolaydır düşüncelerin somut olarak hapsedilmesi. Ve işte bu kadar kolaydır aslında hiç üzerine düşünmediğiniz şeyleri kendi mutlak doğrularınız sanmanız Düşünmek; Geleceği, geçmişi, önü, arkayı, sağı, solu, varı, yoğu bırak bunları kavrama çabasını, önce düşünmeyi düşünmek gerek…

Page 7: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Hikâye

Yanan ÇerÇeve Yüsra Uludağ

O sabah çok daha farklıydı gökyüzü. Güneş her zamankinden daha neşeli doğuyordu sanki. Sırf çocuklar gökkuşağının altından geçebilmek umuduyla koşuşsunlar diye, yağmur üşenmemiş, gelip yağmıştı. Bulutlar birbirinin arkasına saklanıyor, güneş kalplere bir tutam daha fazla saadet dağıtabilsin diye adeta gizleniyorlardı. Rüzgâr heybesine umutları, heyecanları doldurmuş birer birer dağıtıp, büyük küçük demeden, insanların saçlarını okşuyordu. Toprak bile tebessüm ediyordu yemyeşil çimenleri, rengârenk çiçekleriyle. Tam olarak baharın göz kırpışını o pazar hissedebilmiştim. İkinci sınıfa gidiyordum ve okuma-yazmayı henüz önceki hafta sökebilmiştim. Arkadaşlarım, öğretmenim ve babam dâhil çevremdeki herkes bir aptal olduğumu düşünüyordu. Buldukları her fırsatta alaycı sözlerle kalbimin kırılmasına aldırmadan beni aşağılıyor ve böylece eğlendiklerini sanıyorlardı. Yanımda olan ve her zaman beni destekleyen ve hiçbir zaman olumsuz düşünmeyense yalnızca annemdi. Ve bu da bana fazlasıyla yetiyordu. Anneme olan sevgimin tarifi yoktu.

Her şeyimle o ilgileniyordu. Okumayı da zaten annem öğretmişti bana. Benden umudu kesen sınıf öğretmenimin de artık bana okuma-yazma öğretmek gibi bir gayesi kalmamıştı. Geçen seneki çabalarını ve benim kayıtsızlığımı göz önünde bulundurduğumda ona da hak veriyordum. Ben de en arka sırada oturmayı yeğler ve hiç konuşmadan sınıftakileri izlerdim. Hiç biri beni görmezdi, ya da hepsi görmezden gelirdi. Bundan tam emin değilim ama ben de bu duruma alışmıştım. Halimden memnun olduğum pek söylenemezdi. Ben de istiyordum diğerleri gibi o rengârenk kitapları okumayı, Ali-Ayşe yazmayı fakat henüz okumaya bile geçememiştim. Ben de onlar o kitapları okurken resimlere bakar ve aklımdan masallar uydururdum. Annem beni çalıştırırken okumamı istediğinde sanki okumaya çalışıyormuş gibi yavaş yavaş konuşarak düşümdeki hikâyeleri anlatırdım. Annemde hiç sıkılmadan dinlerdi. Hikâyem bittiğinde ise yüzüme hayranlıkla bakar, saçlarımı okşardı. Bu da bana cesaret verdiği için vazgeçmezdim o hikâyeleri uydurmaktan. Evet, sınıftaki halimden hiç memnun değildim ama annemin bu ilgisi ve sevgisi çok hoşuma gidiyordu. Onu yorduğumu çok iyi biliyordum. Benim dışımda bakması gereken 3 çocuğu daha vardı. Üstelik biri henüz 2 yaşındaydı. İstekleri bitmek bilmeyen babam da çabasıydı. Ama annem tüm bunlara rağmen benim

Page 8: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

isteklerimi ve ihtiyaçlarımı hiçbir zaman ertelemez, göz ardı etmezdi. Ben de o gün bu güzel havada dışarı da oynamak istiyordum. Koşarak annemin odasına gittim. Gözlerininkinden biraz daha koyu renkli mavi başörtüsüyle, Kur’an-ı Kerim elinde, büyük camlı, kahverengi dolabın yanındaki küçük koltukta oturuyordu. Onu ne zaman böyle görsem biraz daha âşık olurdum ona. Hayatıma giren ilk kadın olmuştu. Yahut beni hayatına kabul ederek bana en güzel hediyeyi veren kadındı.

Ben onun güzelliğini seyre dalmışken o sayfasını bitirip bana dönmüştü. İkimiz de birbirimize bakıp gülümsüyorduk. Oraya neden gittiğimi unutmuşken annemin ‘ne oldu?’ anlamındaki işaretiyle kendime geldim. İşaret parmağımı kaldırıp bir dakika beklemesini rica ettim. Odama koşup yeni aldığımız kırmızı kapaklı defteri ve iki günde ucunu aça aça bitirdiğim kurşun kalemimi elime alıp hızlı adımlarla annemin yanına tekrar döndüm. Annem, okumaya geçtiğim günden beri konuşmamıza izin vermiyor, yazışarak anlaşmamız istiyordu. Ben de onun istediğini yapıyordum. Böyle çok da eğleniyordum. Yanına yaklaştım. Sağa sola simetrik bir şekilde uzanan renkli çizgili halının üzerine, annemin karşısına oturup defteri açtım. Çok heyecanlanmıştım. Annemin yüzündeki gülümsemenin kaybolmasını istemiyordum.

Yazmaya başladım. Harfler gerçekten çok komik oluyordu ama annem ne yazdığımı anlamakta ustalaşmıştı: -Bahar gelmiş! Bu iki kelimeyi yazmak birkaç dakikamı almıştı. Ama annem sabırla başımda bekleyip yazdığım her harften sonra yanağıma bir buse kondurmuştu. Bitirdiğimde ise defteri eline alıp, tekrar tekrar okuyup gülümsedi. Okumam için bir cümle de o yazdı: -İstersen, dışarı çıkabiliriz! Defteri elime alıp birkaç dakika sonra okumayı bitirdiğimde mutluluktan uçuyordum. Ayağa kalkıp ağzımı oynatarak ses çıkarmadan ‘yaşasın’ diyerek zıplamaya başladım. Annem de bu sırada sayfaya kahvaltıdan sonra gideceğimizi yazmış ve bir de gülen surat çizmişti. Defteri elime verip mutfağa geçti. Bu sefer diğerlerine nispeten daha hızlı okumuştum. “Keşke, annem de görseydi” diye geçirdim içimden. Eminim, görseydi, çok mutlu olurdu. Onun mutlu olması benim mutlu olmam demekti. Ben de bunu ona yazarak söylemeye karar verdim. Ve yine daha hızlı bir şekilde 'bu sefer daha hızlı okudum' yazarak annemin yanına koştum. Heyecandan a'yı ve e'yi karıştırdığımı ise ancak annemin kahkahasından sonra yazımı tekrar okuyunca fark ettim. Yanlış yazdığım için utanmıştım, yanaklarım kızarmıştı. Fakat annemin gülüşü devam etsin diye bende kahkaha atmaya başladım. O güldükçe dışarıdakinden daha güzel bir bahar gelirdi içime. Gülüşü bana cenneti

Page 9: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

verirdi adeta. Yuvarlak, minik burnu ve hafif çıkık elmacık kemikleri onun o masum bakışlarına çok yakışıyordu. Ahsen-i mahlûkât, benim gözümde annemdi. Ama dün geceden uykusuz olduğu gözlerinden belliydi. Anlaşılan kardeşim gece boyu mızmızlanmıştı. Henüz gülüşmelerimiz bitmemişken, içeriye girmek için kapıyı itmeye çalışan biri olduğunu fark ettim. Kardeşim olabileceğini düşünüp koştum. Bana bakıp gülen elâ gözlerini görünce hemen kucakladım. O da bize eşlik ediyordu bu sefer. Bu kadar küçük bir şeyden dolayı o kadar çok gülüşümüzü hiç unutmam. Sanırım o günden sonra hiç gülmekten ağrımadı yanaklarım. Annemin o güzel, mütebessim yüzü ise hala aklımdadır. O huzurlu ifade ile kardeşime dönüp: - Dün gece uyutmadı, şimdi de nasıl keyifli. Hanımefendiye bak sen, diyerek gülümsemesini bastırdı ve devam etti:

- Bak dışarı, bahar gelmiş. Güneş açmış, gülümsemiş. Çiçekler hep rengârenkler. Çıkmak, gezmek gerekmiş.

O anda uydurduğu şiiri, kadife sesiyle okuyan annemi biz de alkışlarımızla övüyorduk. Bu sırada evin diğer fertleri de mutfağa girmiş ve acıktıklarını söyleyip mızmızlanıyorlardı. Annem çabucak hazırlayabilsin diye kardeşimin elinden tuttum ve onu iki katlı evimizin, evin boyutuna zıt bir

şekilde küçücük olan balkonuna çıkardım. Dışarıyı seyretmeye başladık. Alt katımızda oturan yaşlı çift bahçenin sahibiydi. Ve ne zaman görsem bana o sabahı hatırlatan, bütün ihtişamıyla pembeli beyazlı çiçeklerinin rüzgârlarla oyununu seyrettiğimiz, o güzel bâdem ağacının altında oturuyorlardı. Başlaşaydılar. Yalnızdılar ben onları bildim bileli. Komşular konuşurken duyduğum kadarıyla yaşlı çiftin beş çocuğu varmış. Yılda bir yahut iki kez bayramlarda ya gelir ya gelmezlermiş. Anne babalarını yalnızlığa terk etmişler yıllar önce. Bunu duyduğumda çok hayret etmiştim. Kendimi çocukların, annemi ve babamı da o yaşlı çiftin yerine koyduğumda gözlerim doldu. Annemin yokluğunun acısını hissettim, yüreğimde çok derinde bir yerlerde. Ben kıyamazdım anneme. Dayanamazdım ki onu görmemeye. Bir yıl ne demek, bir gün bile çok gelirdi bana onsuz. Küçük ellerimi açıp dua etmeye başladım o anda. Öğrenmeye meraklı kardeşim de ben ne yapıyorsam aynısını yapmaya başladı. İkimiz beraber dua ediyorduk: - Güzel Allah’ım! Büyük Allah’ım, ben bu yaşlı teyzeye ve amcaya çok üzüldüm. Yalnızlar, kimsesizler, terk edilmişler. Ama onlardan çok, onların o acımasız çocukları için üzüldüm. Yazık. Onlar kıymetini bilememişler. Sen beni ve kardeşlerimi o çocuklar gibi yapma. Annemi ve babamı da bu teyze ve amca gibi yapma. Âmin. Ellerimi

Page 10: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

yüzüme sürdüm. Kardeşimin o pamuk gibi, minik ellerini öptüm daha sonra. Biraz oyun oynadıktan sonra anneciğimin elleriyle hazırladığı enfes kahvaltı sofrasına oturduk beraberce. En eski, en yıpranmış, en kötü çerçeveyle bile kaplansa, tartışılmaz olarak en güzel tabloydu o benim gözümde. Bütün ailem yanımdaydı. Teker teker hepsi benimleydi. Bu yüzden pazarları çok severdim. Hiçbirimiz okula gitmezdik. Sabah namazından sonra annem Kur'an'ını okur, hemen mutfağa girer yavruları için mükellef bir sofra hazırlardı. Babam da, belki beraber olmak için belki de annemin ellerinden çıkan o kahvaltıyı kaçırmamak için bilinmez, işe her zamankinden daha geç giderdi. Ben babamı da çok severdim. Beni anlamaya çalışmasa da çok severdim. Bir fiske bile vurduğunu hatırlamam. Ama bir kez olsun sarıldığını da. Hep içinden severdi o, bilirim. Ablama ve abime de öyleydi. Uzaktan uzaktan, hissettirmeden, kendi kendine... Fakat şimdi çok pişmanlığını duyuyorum gidip de o sevgiyi dışarı çıkaramamanın. Gidip de yanaklarını sıkabilirdim yoktan yere, göbeğini gıdıklayabilir, sakallarını, saçlarını çekiştirebilirdim. Kulağından hafifçe ısırıp muziplik yapsam ne kaybederdim sanki? Aksine... Üzerime yüklenen bu hasrete su serperdi bunlar belki. Oysa ben bunların hiçbirini yapmaya cesaret edememiştim. Hep korkmuştum babamdan lüzumsuz

yere. Hâlbuki çok gereksizmiş korkum, şimdi baktığımda. Annem babama 'Çocukları gezmeye götürüyorum, bey.' demişti ve babamın cevabı sadece 'Geç kalmayın.' olmuştu. Biz de hazırlanıp çıktık. Annemin bir elini minik parmaklarıyla kardeşim, bir elini de ben tutuyordum. Badem ağacının altında oturan yaşlı çifte el sallayıp iki sokak ilerideki ağaç ve salıncaklarla dolu parkımıza doğru yürümeye başladık. Havanın güzelliği içimize işlemişti. Sokağımızın kedileri yerlerinde durmuyordu. Panayır gibiydi etraf. Neşe doluydu her taraf. Pazar gününü fırsat bilen herkes dışarıdaydı. Birkaç yıllık evli çift Cihangir Abi ve eşi de gezmeye çıkmışlardı. Onlarla selamlaştık. Çok severlerdi bizi. Arada bir ziyaretimize gelip minik kardeşimle oynarlardı. Çok hevesliydiler ama henüz bir çocuk nasip olmamıştı onlara. Annem de bunu bildiği için birden: - Cihangir, ben cüzdanımı evde unutmuşum ablacığım. Şimdi bu ufaklıklar bakkala gitmek isteyecekler. Sen bunları al, parka doğru git. Bende cüzdanımı alıp geleyim. Gözleri parlayan eşinin mutluluğunu görünce, Cihangir Abi'nin de yüzü güldü: - Tabii ki ablacığım. Neden olmasın. Bizdeler. Merak etme. Gözün arkada kalmasın, dedi. Hiç memnun olmamıştım bu durumdan. Onlarla gitmek değil, annemsiz gitmekti beni üzen. Kızgın bakışlarla anneme döndüm. Ama onun ilk önce

Page 11: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

kaşlarını çatışından akıllı durmam gerektiğini daha sonra gülümsemesinden ise çabuk olmaya çalışacağını anladım. 'Size emanet yavrularım.' deyip arkasını döndü. Cihangir Abi, kardeşim Zeynep'i kucağına aldı. Eşi Nermin Abla ile birlikte Zeynep'i konuşturmaya çalışıyorlardı. Benimse gözlerim hala annemdeydi. Onun arkasını dönüşüyle birlikte bütün o bahar havası gitmiş, gökyüzünü kapkara bulutlar kaplamıştı. Elimden bırakmadığım defterimin kenarını buruşturmuş, kalemimi sıkıyordum. Ben annemin gidişiyle dertlenirken, Nermin Abla birden: - Hadi bakalım! Gidiyoruz. Cihangir Abi’n beklemez.' diye bağırdı. Onlara doğru döndüğümde, epey uzaklaştıklarını fark ettim. Kardeşimi yalnız bırakmamak için koşarak yanlarına gittim. Biraz daha yürüyüp parka vardık. Zeynep'i kucağına alıp salıncaklardan birine oturdu Nermin Abla. Cihangir Abi de onları sallıyordu. Kendi çocuklarını oynatır gibi mutluydular. Ben de gidip ağaçların altındaki gölgeye oturup defterimi açtım. Annem aklımdan çıkmıyordu. 'Seni çok özledim anneciğim.' yazdım en güzel yazımla. Anneme gösterecektim o gelince. Gözümde sokağın başındaydı. Geleceği anı bekliyordum heyecanla. Ama gelmiyordu annem. Bana zaman geçmek bilmiyordu. Parka bizimle aynı anda gelen çocuklar oynamaktan sıkılıp gitmişlerdi bile ama annem hala gelememişti.

Gökyüzünü bu kez gerçekten bir duman kaplamıştı. Birden, bir siren sesiyle irkildim. Oldum olası çok korkardım bu sesten. Geçen aylarda arka sokağımızdaki bir evde çıkan yangını söndürmeye gelen itfâiyenin sesiydi bu. Ne kadar çabuk gelmişse de bizim mahallenin ahşap evlerinin hemen tutuşup birbirine yayılan yangınını söndürmeye muvaffak olamamıştı. Yaklaşık on ev içinde ne var ne yoksa bütünüyle küle dönmüştü. Ayağa kalktım. Çok korkmuştum. Gökyüzünü kaplayan dumanların kızıllaştığını fark ettim. Dizlerim çözüldü. Ellerimi eve doğru uzatmış, kıpırtısız bir şekilde duruyordum. Zeynep’in güvende olduğu hissiyle defterimi kalemimi sıkı sıkı kavrayarak eve doğru koşmaya muvaffak oldu bacaklarım. O iki sokağı kaç saniyede koştum bilemiyorum. Ama bana çok uzun gelmişti. O yangının bizim evde çıkmış olabilme ihtimalini düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum. Bizim ev de o ahşap evlerle dolu sokaklardan birindeydi. Başka bir evde çıksa bile bizim eve yayılma ihtimali çok yüksekti. Sokağın başına geldiğimde bağırıp çağrışan kalabalığı gördüm. Gözlerim annemi, babamı, ablamı ve abimi aradı. Ama hiçbiri onların arasında değildi. Bir an alt komşumuz olan yaşlı çifti gördüm. Panik içinde eve bakıyorlardı. Yaşlı teyze ağlıyor ve eşine sarılıyordu. Evin kapısına koştum. Arkamdan koşan Cihangir Abi’yi de ancak beni

Page 12: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

alevlerin arasından içeriye gireceğim anda tutmasıyla fark ettim. Kolumdan çekti ve ‘Ne yaptığını zannediyorsun?’ diye bağırdı bana. Tek söyleyebildiğim şey ise ‘Annem evde!’ olmuştu. Beni sırtına aldı, bağırıp çağırmama, tekmelerime rağmen oradan uzaklaştırdı. Nermin Abla Zeynep’i evlerine götürmüştü. Cihangir Abi de beni gözyaşlarıma aldırmadan evlerine götürdü. Eve girdiğimizde ben hala ağlıyordum. Bağırıp çağırıp annemin adını söylüyordum. Zeynep, yanıma gelip ne olduğunu sordu o küçücük dudaklarıyla. İşte o anda sustum. Ve sadece sarılabildim ona.

O günden sonra ne annemi görebildim ne babamı. Ablam ve Abim bile yoktu artık. Sabah kahvaltı masasındaki o mükemmel çerçeve, bu yangınla beraber kül olmuştu. Koskoca evden geriye sadece ben kardeşim, defterim ve kalemim kalmıştık. O günden sonra üçünü de yanımdan ayırmadım. Cihangir Abi de bizi bırakmadı. Çünkü annemden duyduğumuz en son cümle ‘Yavrularım size emanet.’ olmuştu. Şimdiyse Cihangir Abi yok. Yangından olduğu gibi O’nun ölümünün üzerinden de yıllar geçti. Çocukları da yok. Hiç olmadı. Zeynep’i ve beni evlatları kabul

ettiler. Onlarla büyüdük. Nermin Abla şimdi çok hastaydı. Zeynep onun yanından ayrılmıyor. Eşi ve çocuklarıyla beraber, şimdi saçlarında aklaşmamış tek tel bulunmayan o merhametli kadının destekçisi. Bende ise yaş otuz beş. Yolun yarısı mı eder bilmiyorum ama Rabbimin çizdiği yolda gidiyorum. Annemin desteğini ise her gün üzerimde hissediyorum. Çünkü şu anda bu kadar tanınan, bu kadar beğenilen bir yazar olmama vesile annemdir. Yazmayı bana öğreten kadın. Okumayı bana sevdiren kadın. Keşke daha çok vakit geçirebilseydik annem. Keşke hiç olmasaydı unutacağın bir cüzdanın. Paramız bile olmasaydı keşke ama sen olsaydın yanımda. Çok özledim seni annem. Bak işte burada yazıyor. O ilk defterimizde. ‘Seni çok özledim anneciğim’. Okuyacaktın bu satırı be annem. Bak üstte de senin yazın. Gülücüğün de burada. Hep o mütebessim yüzünle hatırlıyorum seni annem. Ben seni hiç unutmuyorum. Beni mutlu ettiğin o sabah vakti, her sayfa Kur’an’dan sonra ve günün her anında dualarımdasın annem. Hakkını helal et annem. Seni çok özledim annem. Seni çok özledim.

Page 13: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Şiir 'Ayrılık Yâdıma Hiç Bu Kadar Hisli Düşmemişti' Kübra Çiftçi

Ne zaman sen düşse zihnimin dikenli bahçelerine, Bir bıçak darbesiyle koşuyorum elimdeki tırpanla Hüzünlerimi temizlemek için... Sen, güneş gibi doğarken âlemime; Ben, nasıl atarım seni dikenli bahçelere? Sen, cemre olup düşerken gönlümün kurak ovalarına Bahar da hevese gelip yağmurlarını boşaltıyor üzerime Bir nisan ikliminde. Sonra; Gökkuşağı tablosu karşılıyor seni, Zihnim ve yüreğim arasında köprü niyetiyle. Sen, diye haykırırken seni el değmemiş tarlalara, Başaklar boyun büküyor. Su, yüksekçe bir tepeden intihar ediyor kayalıklar arasına. Sen, ürperiyor içimde adeta. Gece düşüyor ayaklarımın yere basmayan kıyısına. Titriyor bacaklarım. Ellerim tutmuyor. Gözlerim, görmez oluyor. Ve aklım, Sonra kalbim, Pili bitmiş saat gibi duruyor huzurunda. Eriyor yavaş yavaş hayalini kurduğum resmin pasteli. Her şey siyah-beyaz olurken, Sen gökyüzü rengiyle Denizin ismiyle En maviliğinle Bir veda merasiminde uğurluyorsun beni. Sen, yetmişinde dahi çiçeklerin tomurcuk olup açmaya niyet ettiği bahar iken; Ben, on beşlik yaşın, sonbahara yenik düşen maktulü oluyorum.

Page 14: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

AH-I AYRILIK

Ayşe ŞEN

Can, kendi ruhundan bir nefes kılmış ruhlarımızı ve “Kün” buyuruvermiş. Böylelikle yokluk âleminden sıyrılıp varlık rütbesine ermişiz. ElestBezmi’nde Can’dan ayrılıp, dünya dediğimiz gurbet mahalline varmışız. Bu cihetle; ilk hissiyatımız, ilk ayrılığımıza dair bir acı olsa gerek.

Bu meseleyi hatırlamayışımız, bize bir nimet ferahlığındasunulmuş. Zira hatırımızda kalsaydı o en kadim ayrılık anı, dünyanın elemlerini hiçe sayacak bir keder ilişirdi yüreğimize. Vuslat haricinde ne zikrimiz ne fikrimiz olabilirdi. Divane kesilirdik O’nun aşkından, virane olurdu zatımız hasretinin cefasından. Akıl kâfi olmadıkça imtihana tabi olmazdı âdem. Hem akıl zayi olmasaydı da hatırımızda kalsaydı “beli” deyişimiz, kullukta verdiği sözün gereği kimse cehennemin muhatabı olmazdı kâfir sıfatıyla. Bu sebeple unutuş; acıları hafifleten, bu âlemi çekilir kılan bir rahmet.

Mademki; ayrılıkla rastlaşmamız KalüBela’ya varıyor, bize en tanıdık kavram odur. Lakin ayrılığı bilmek yetmemiştir ona alışmaya, tanıdıklığı oranında yabancılık çekeriz hala. Ayrılık fiilinin tüm zamanlarda her şahıs için çekimine şahit oluruz dünyada. Ruhlar âleminde bir iken, buralarda türlü türlü çoğalmıştır ayrılık.

Page 15: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Hayat, her gün birilerinin yakasını bırakıyor. Sevdikleri ardında kalıyor gidenlerin. Biz buna kısa, soğuk bir isim bulmuşuz; “ölüm”. Her ölüm, bir ayrılık ve bir vuslata denktir. Ebedi meclisimize kavuşurken, fani hayatımıza bıraktığımız bir vedadan ibaret. Ölüm, dünyada kalan keder sahiplerinin gözünde acı bir film, başrolde ayrılık. Kalan ahali seyretmekte bir gidişi daha. Yüreklerde kaybetmenin yükü, ruhlarda derin bir boşluk, dudaklarda söylenmemiş sözler, dillerde öznesi eksik cümleler ve vicdanlarda pişmanlıklar,“keşke”ler…

Bazen de hayatın elleri hala yakamızdayken, biz hala yaşamak telaşındayken, bırakır gideriz birilerini. Yahut biz olduğumuz yerdeyizdir de bırakılıvermişizdir başka canlarca. Ayrılığın bu terk etme/edilme yüzü de acıdır. Kâh kalmak daha zordur, kâh gitmek. Bir kalanın nazarından zülf-i yâre dokunduralım kalemi. Mutlu olmanıza sadece varlığı yeten artık yoktur. Siz her sabah ona uyanmaya alışmışsınızdır; o, “günaydın”ları yetim bırakmıştır ardında. Siz onu şiirlerinize sığdıramamışsınızdır, diliniz biçare kalmıştır hislerinizi kelimeleştirmeye. Oysa o, yıldızları da peşine takıp gitmiştir, yüreğini bulamıştır ayrılığın terk haline. Size ışığı sahte bir aydır kalan. Ne ısınmanıza kâfi gelir ay, ne yönünüzü bulmanıza. Salt bir yolu vardır bu beladan kurtulmanın. Ruhunuzun ilk verdiği sözü hatırlamak, sizi hiç terk etmeyecek olana sığınmak. Dualarınız sizi şifa limanına ulaştıracaktır, tabi önce alışma durağına uğrayacaksınız zamanın dostane refakati ile.

Hepimiz düşeriz adına “ayrılık” dediğimiz o karanlık kuyuya. Bir gün siz karanlıkta kalırsınız; başka bir gün birine bir karanlık bırakırsınız. Bu iki durum da mühim değil kanaatimce. Mesele, o karanlık kuyudan Yusuf olup çıkabilmekte.

Ayrılığın ilk zuhur edişi dünya maceramızdan evveldir. Ayrılık acısının dünyadaki hiçbir acıya benzememesi, belki de bu âleme ait olmayışındandır. Nihayetinde bu acının her türlüsü ağırdır; can yakar, gönül yıkar, ümit kırar. Ölüm hariç, her terk edişin gölgesi “ah”tır. Kimi ahını beddualarında dillendirir, kimi şiirine saklar, kimi ahirete erteler. Esasen; kim ki ah aldıysa yanına kalmaz, vardır elbet bir alacağı ah sahibinin; tahsil etmek nerde nasip olur bilinmez. Ah muhatabı olmamanın yolu; merhamet şiirinde, gayret mısrası olabilmekten geçer.

[email protected]

Page 16: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Hikâye

Yalnız ve Kurt S. Sinan Özer

İki yanı ağaçlık yoldan ilerliyordu. Tekerlekli

sandalyenin ezdiği kuru yaprakların çıtırtısı, yaz mevsimine bir ağıttı.

Doğanın ruhunun sergilendiği böyle yerler ona hep cazip gelmişti. Buralar sessizliğin sesini, ferahlığı, zaman zaman da kötülüğün kötülüğünü aşina kılardı.

Kuru dallar arasında yaza veda edilirken bir ihtiyarın vakarı ve hüznü sarardı ortalığı. Gençliğin bir nefeslik heyecanı çoktan gerilerde kalmıştı. Şimdi daha durgun ve ayakları yerdeydi. Taş ve toprağın hemhâl olduğu zeminde usul usul ilerledi.

Birden ürperdi. Kanı bedeninden çekiliyordu. Rüzgârdandır, diye düşündü. Yüzünün sol tarafını yalayan rüzgâr onu doğruladı. Ama bu, onun hafta sonu gezmesini yarıda bıraktırmayacaktı. Etrafına bakındı. Gördükleri, ruhundaki yaraya bir merhemdi. Az ilerde, tahta köprüyü görene kadar yola devam etmekle geri dönmek arasında gidip geldi.

Köprüden kimlerin gelip geçtiğini ve korkuluklara hangi ellerin dokunduğunu düşününce ürpertinin yerini merak aldı.

Köprünün altından akan su onun için eşsiz bir manzaraydı. “Acaba balık var mıdır?” diye geçirdi içinden. Karnının acıktığını hissetti. Nehrin soğuk suyu ile birleşen hava daha da soğudu.” Hava mı suyu; su mu havayı soğutuyordu.” Bir an kestiremedi.

Yaşlı, tahta köprünün çıkardığı sesler ile onu ta eskilere götürdü. Dedesinin kağnısındaydı şimdi. ”İnsanın hayal gücü böyle çalışıyor demek ki” diye düşündü. Gerçekle hayal arası bir yerlerdeydi. Gerçekten çok rüya içindeydi.

Köprünün ortasına geldiğinde hafifçe sallandığını fark etti. Aslında elli metrelik köprü sonsuza yolcuydu. İlerledi, ilerledi… Finale ilk varan olarak bitirdi koca köprüyü

Köprü gıcırtısının yerini bu kez ezilen toprak aldı. Sandalyesini yokladı. Dengesinden iyice emin oldu. Etrafı seyre koyuldu. Gördüklerine inanması dakikalar aldı. Nasıl olabilirdi böyle bir şey. Toprak, topraktı, ya bu farkı veren kimdi?

Geldiği yerdeki tüm bitkiler ölümü tatmışken bu tarafta ilkbahar cilveleniyordu. Evet, doğru hatırlıyordu sonbaharın son günlerini yaşayan dünya, karşıya geçtiği köprü, hiç olmamışçasına kayboldu. Zerrelerine dek ulaşan korkuydu… Ruhunu yudum yudum esir alıyordu. Korku; “Ya bir daha geri dönemezsem?” anaforuna dönüştü. Oysa ormanda gezmek için ne çok dil dökmüştü ailesine. Sadece yarım saatlik bir gezi yapacaktı, o kadar.

Şu merak! Onu duygu krizlerine sokan, daha önce hiç görmediği renkleri taşıyan bir kelebek oldu. Başında birkaç tur attıktan sonra en yakın ağaca kondu. Bir an, her şeyi unutuverdi. Ne karşı tarafa nasıl geçeceği telaşı; ne de yalnızlığın verdiği korkudan eser kalmıştı. Bütün buhranlar kelebeğin kanat darbeleriyle yok olmuştu. Olan olmuştu artık. Geri dönüşün tek yolu bu köprü değildi. Mutlaka ileride bir yerde ikinci, üçüncü hatta dördüncü bir yol vardı, olmalıydı. Sandalyenin hızını artırdı. Önündeki renk cümbüşüne aldırmıyordu artık. Giderek genişleyen bir yoldaydı. Tedirgindi. Önünde uzanıp giden yol genişledikçe arkasındaki daralıyordu. Geldiği yerle kıyasladı. Burası cennetti. Bedeni cennette, ruhu cehennemdeydi. Yalnızdı, biçareydi.

Belgesellerde gördüğü vahşi doğanın tam ortasındaydı. “Allah’tan vahşi hayvanlar yok burada.” düşüncesi geçtiği anda bir çığlıkla irkildi. Sesin geldiği yöne döndü. İri, şeffaf bir bakış gözlerinden girdi, bedenini dondurdu. Kapkara vücudunda gözleri birer cam parçasıydı. Güneş, kurdun simsiyah tüylerini daha da parlatıyordu.

Az önce ki çığlık onundu. Beyaz, iri dişleri hırıltıyı daha bir güçlendiriyordu. Tavşanın kanı toprağa damlıyordu. Tavşankanı çay hatırına düştü. Bundan sonra çay içebilecek miydi? Bilemiyordu. Şu andan itibaren yaşayabileceği de muammaydı. Kurt, ağzında avı ile ona yaklaşıyordu. Ne kadar da iri ve alaycıydı. Donuk bakışları, soğukkanlı katilleri aratmıyordu. Zihninin çalıştırmalı ve kurtuluş planı yapmalıydı.

Page 17: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Toprağa bıraktığı derin, pençe izleri bile rakibini korkutmaya yeterdi. Tavşanın debelenmesini kurda hafif geldi, cüssesinden beklenmeyen bir kibarlıkla tavşanı salıverdi.

Yeni avının etrafında daireler çizmeye başladı. Sandalyede oturan, her dönüşte çemberin daraldığını anlıyordu. Bedeni kaskatı kesilmişti. Çok güvendiği zekâsı da işe yaramıyordu. “Acaba ayaklarım tutsaydı kaçabilir miydi?” Bunu düşünmek için çok geçti.

Güneş batıya doğru hızını biraz daha artırdı. Oyundan sıkılan çocuk misali, daire çizmeyi bırakan hayvan, avının birkaç metre önünde fırlamaya hazır bir ok gibi gergin duruyordu. Arada bir aldığı derin nefeslerde olmasa bir heykel sanılabilirdi. İki çift gözün birbirine kusursuzca odaklandı.

Zamanın sahibi onu dondurmuştu. Titreyerek geçen kelebek olmasa bu bakışma sonsuza dek sürebilirdi. O, minik titreyiş her ikisinin de irkilmesine neden oldu. Sihir bozuldu. İki rakip birbirini tekrar hatırladı.

Kurdun hırıltısı kulaklarından girip kalbini mengene gibi sıkıyordu. Avuçlarının hiç bu kadar terlememişti. Ölümün nefesini tüm gücüyle hissediyordu. Pençelerini toprağın üzerine sermiş öylece duran hayvanın acelesi yoktu. Avının çaresizliği hoşuna gidiyordu. Bir müddet daha böyle bekledi. Sonra usul usul öne doğru geldi. Kurt yaklaştıkça hırıltıları daha belirginleşiyordu. Aralarında bir metrelik mesafe kalmıştı. Katilinin gözleri yaşlıydı. “Kurtlar da ağlar mıydı?” Kurdun göz pınarlarından aşağıya süzülen damlalar salyalarına karıştı.

Önce kaybolan köprü şimdi de ağlayan bir kurt… Havsalasının almayacağı anlar yaşamıştı. Biraz önce ki yırtıcı bakışlar, şimdi yalvarıyordu. Çok tanıdık olduğu çaresizlik kurdun bakışlarındaydı. “Neydi bu hayvanın derdi? Düşmanına mı acıyordu?’’ Evet, acıyordu. İçgüdüsüne galebe çalsa başını bile okşayabilirdi. Acımanın yerini tekrar korkuya bırakması uzun sürmedi. Biraz daha yaklaştı kurt. Burnunu hafifçe uzatsa dizlerine değecekti. Bacaklarını geriye çekmeyi düşündü fakat nafileydi. Onlar, duran iki değnekten farksızdı. Kurdun nefesiyle dizlerinin ısındığını fark etti.

Birden kurt ulumaya. Ağlamayla meydan okuma arasıydı... Üçüncü ulumanın sonunda gerisin geriye koşmaya başladı. Olanları tüm gücüyle anlamaya çalıştı. Doludizgin koşan hayvanın ardından öylece bakakaldı. Rahatlar gibi oldu. Fakat kurdun çakmak çakmak gözlerini tekrar hissetti. Şimdi birbirlerini daha uzaktan seyrediyorlardı.

Kurt başını göğe doğrulttu, son kez uludu. Bu defa aç bir kurdun dehşeti vardı. Avının üzerine olanca hızıyla koştu, koştukça adındaki yerler karanlığa gömülüyordu. Ne güneşinden ne de tabiattan eser kaldı.

Kalbinin duracağını sandı. Ölüm adım adım yaklaşıyordu. Sadece çaresizce seyrediyordu. Kulaklarında yankılanan ses bir anda her şeyi sise buladı. Ortada ne ağaç ne toprak ne de canını alacak şey vardı. Kulağında yankılanan ses iyice berraklaştı. Elinde alışveriş poşetlerini taşıyan kadın, camekâna dalmış gence kim bilir kaçıncı defa sesleniyordu.

Page 18: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

DUALARIMIZIN KUDÜS'Ü

Saliha Güngör

Suskunluğunda korkusuzca ısrar edip, gücünü sükûtunda bulanlar halkasında yer almanın verdiği boğuk muzdaripliğin esiriyiz şimdilerde. Bir anne feryadının tüm seslere gölge düşürdüğü gerçeğine mahcubuz. Bizler? Hangi halkanın susturulmuş nesli, hangi çağrının dönülmez kavşağındayız? Meftûn olduğumuz mânidar bir duadır sabah seherinde. Ya da müstağni(!) olunan bir yığın dünya.

''Her âdem bir âlemdir'' Kimimiz duayla aydınlanan ellerin kan ile arş-ı âlâya yükselmesine şahit olurken, kimimiz ise çaresiz intizarın ortasında kalmış buluruz kendimizi. Sabrın idrâkini sindire sindire...

''Önce yüreklerimizdeki Kudüs'ü işgal ettiler'' Her günümüz 'dün' kavramının muzdaripliğiyle kıvranır durur. 'Son' kavramının aslını göz ardı ederek belki de. Varsayalım ki beş yaşında bir çocuk. Elinde uçurtma, rengârenk, umut dolu, kötülükten ve kötülerden bîhaber. Çoğu zaman korkar o rengârenk uçurtmasının kurşun rengine bürünmesinden. Belki de öğrenmek istememektedir kötülüğü ve kötüleri. Çekinir umudunun diğer yarısını 'Bay Yabancılara' çaldırmaktan. Nice çocuğun renkli günlerini kurşuna boyayan âdem, âlemin neresindedir? Âlem olmak insanlığı, çocukları, sakin başlayan bir günün ardından gelen feryatları kana boyamaksa, 'dışarıda her şey beyhûde!' Beyhûdeliğin anlamsızlığı bozmalıydı suskunluğumuzu. Gölge kadar yakın olmalıydık bir bebeğin secdeye uzanan ellerine. Sevinci dualar kadar derin olan nice şükredenlerden gayrı olmamalıydık.

''Bize gayret yaraşır, merhamet Allah'ındır'' İlmek ilmek düğümlenirken çaresizlik, yaldızlı sabahların güneşini kaybetmeye başladık. Lakin kötüleri tanımayan, muştusu dua olan o şanslı yürekler... Bir sabah yok(!) oldular. Daim olmak adına umutları gülümsedi kanlı sabahlara...

''Tarih sussa hakikat susmayacak'' Her birimiz aynaya baktığımız kadar vicdanımızı ziyaret edebilsek keşke. Kulağında kulaklıkla gezip hakikate boyun eğemeyecek, bir anne feryadını hazmedemeyecek zihniyetlerin var olduğu bir imtihan...

''Derdim bana derman imiş'' İmtihanlarımızın getirdiği bir ağlama vesilesinin derman arama boyutundayız. Olması gerektiği gibi, korku ile ümit arasında, kötülerin akıttıkları kanda boğulacakları inancındayız. Mısır'a Musa olan dualarımızın arkasında, yüreklerimizdeki işgal edilen Kudüs'ün aydınlığındayız. Bir ayna arayışında, aynı kitaba baş eğenler zümresiyiz.

''Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen.'' Asıl özgürlük; dua yüklü ellerimizin arş-ı âlâya yükselip, kenetlenmiş vicdanların kilidini çözmeye yöneliktir. Oymak oymak büyüyen umutların adıdır dua. Âlemin gözbebeği olmak, korkuların kalkanını bulmaktır dua. Sırtımızda yüklü olan koca bir Kafdağı’nın vicdanî adı, farkındalığın en naif unsurudur dua.

Biz yabancıyız Bay kötülere. Nice günlerin aydınlığını kurşun rengine boyayan âdem, âlemin neresindedir?

Page 19: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Şiir

ŞAM'IN KUYTULARI

Sümeyye Tunç

Sen de duyuyor musun Esma

Şam’ın kahredici beddualarını

Kim bilir kaç yetimin sessizliği karışmıştır buna

Kim bilir kaç mahzun ana yüreği

Gece uykuları bölen

Kurşun gibi delici o bomba sesleri

Hiç bir kefenin örtemeyeceği

Alçak utançlar kaldı geriye onlardan bize

Bir bir uğurladı melekler

Tertemiz yıkayıp minik bedenleri

Belki peygamber karşıladı cennette

Daha aklı ermeden şahadete erenleri

Şimdi Esma şimdi sen bu son mu sanıyorsun

Onlar gitti biz kalacağız mı sanıyorsun

Bunu aklına bile getirme Esma

Umutsuzluğu cehenneme göm ve sadece bekle

Şahadeti beklediğin gibi bizi de bekle

Rabbine kavuştuğun gibi bizimde kavuşacağımız günü gözle

Cennetten bizim için bakışlar biriktir.

Ve peygambere aciz ümmetinden selamımızı ilet.

Page 20: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

AŞK-I

NERGİS Hilâl Semiz

Gururun resmidir 'nergis'. Kendini beğenenlerin değil, kendini beğenen Narkissos'un ta kendisidir. En sevdiğim çiçek olmasının ötesinde, en sevdiğim mevsim nergise çalınca; an'lık mutluluklara sebebiyet vermektir. Kokusunun yanında kibar görünümüne aşığım ben. Beyaz gelinlik içinde, altından sırmalarla bezenmiş sarılarına. Hem öyle

diğer çiçekler gibi kalabalığına lüzum yok. Küçük bir demeti bile kokusuyla dünyamı doldurup mevsimin soğukluğunu ılıtmakta. Ahh bir de keskin kokusuyla uyanmak var ki Mordoğan'da! Pencereyi açıp önünde uzanan beyaz ve sarı desenli tablo karşısında, nergis kokulu dizelerle günaydın demektir sabaha. Bir an dalar gözlerim uzağa, zihnim yolculuk eder Batı’ya. Ekho'nun ahını alan Narsis çıkıp gelecekmiş gibi ırmağın kenarına, tüm Narsisliğiyle ırmağı bile gözlerinden kendi suretine hayran bırakırcasına. Sonra Doğu’ya akar efsane gül ile nergis arasında yaşanan tutkulu Aşk'a. Akabinde kıyamete kadar hicran ve intizar çekmeye mahkûm edilen göz şekline bürünmüş nergisle, sevgilisinin yolunu gözleyip; bir ayak sesi duymayı bekleyen kulak şekline bürünmüş gül karmış ortaya. Baki de bu Aşk'a şahitlik yaparcasına, “Gül hasretinle yollara tutsun kulağını, Nergis gibi kıyamete dek çeksin intizarını.” diyerek, akıtıyor ağlayan kalemin gözyaşlarını kağıda. Süregelen zamanda 'sevgilinin gözleri' sembolüyle anılır edebiyatta. İnce bir sap üzerinde, eğri boynuyla taç yaprakları daima açıktır yollara. Hani bir umutla bekleyiştir sevgiliyi. Gözler ufukta, kalp yangında. Kalem sona yaklaşırken gözünden bir damla yaş düşer, Mesihi'nin Hilâl değen nergis kokulu dizeleri sonuna. “Çeşmün ile kâmetünkaşuntururken ey sanem, Nergis ü serv ü hilâle bakmağa ar eyleyem”

Page 21: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

HAYATIMIZDAKİ ENGELLER NERELERDE?

Beyza Eymen Kahveci

Engelli…! Engelli olmak acaba biz insanlara göre bütün olan insan uzuvlarının bir veya bir kaçının işlevini kaybetmiş olması mı, yoksa o bebek masumiyetindeki saf bakışlarıyla hayata bakmaları mı? Yahut kalbi, vicdanı katılaşmış, insanlara zulüm etmenin dehşetinin idrakine varamayan zihniyetler mi yada kalp kırıklarına aldırmadan hayata bakan lakin göremeyen o gözler midir?

Bu konu hep aklıma takılmıştır, eminim birçoğunuzun aklına da bu hayatta karşılaştığı bazı insanlar sayesinde ikileme düşmüşsünüzdür. Bana göre bütün uzuvları tam olsa da zihninde tıbben bir sorun olmasa da hayattaki bu insanlar azımsanamayacak kadar çok ve tehlikeli… Bizler ise bu insanları yaşamımızın kaliteli kalması, iş dünyasının ahlaklı olabilmesi ve huzurlu bir hayatta yaşayabilmek uğruna hayatımızın bir kenarına itmemiz gerekirken onları yaşamımızın tam da merkezine yerleştirmişiz.

Türkiye de azımsanamayacak bir çoğunluğa sahip ülkenin 8 milyon insanını içine alan engelli diye vasıflandırdığımız bireyleri, vatandaşlarımızı hayatımızdan bil fiil olmasa dahi önlerine engeller koyarak uzaklaştırmış her birini sanki bir kenara atıp görmezden gelmişiz.

Ve ne zaman bir toplumda hususen de medyada engelli vatandaşlarımızla ilgili bir konu geçse ilk ajitasyonlareyting hesapları

düşünülüyor ardından sanki farklı bir şey (aslında yapılması gayet normal olan şeyleri) yapmış gibi böbürlenip gururlanılıyor.

Onlar sorumlulardan diğer uzuvları tam olan insanlardan farklı bir muamele istemiyorlar. Her kesin her bireyin istediği ve sahip olduğu hakları istiyorlar.

Mesela; bir kaldırımda yürüyebilmek, iki ayağa sahip insanların yaptığı bu fiili sırf tekerlekli sandalyede diye mahrum ettirmek hiç de akıl karı değil. Peki, bir düşünelim, yeni anne olmuş bayanlar dahi bebek arabalarıyla böyle bir yürüyüşü yapmakta zorlanırken bu vatandaşımızın tekerlekli sandalyesiyle özgürce ilerlemesi beklenemez. Bu durum bizim düşüncesizliğimizle koyduğumuz bir engeldir. Hayatta insanların yararına bir iş yapılırken tüm insanlar düşünülmez mi? Peki neden mimarlar, mühendisler, iş adamları, devlet adamları bu insanlarımızı da düşünüp onlara haklarını vermiyorlar. Yaşamlarında bir engel teşkil ettiriyorlar. Bir de meselenin bir diğer tarafını ele alalım. Bir şehirde belediye üst geçit yapıyor. Ama teknolojinin her türlüsü düşünülerek yapılıyor. Merdivenler, basamak çıkmak istemeyenler için yürüyen merdivenler. Bir tarafında da engelli olan yahut yaşlı olup çıkamayan ihtiyarlarımız için olan asansörler. Peki, dışarıdan iyi hoş,sorumlu olan insanlar vazifelerini yerine getirmiş. İkinci planda devreye onu muhafaza etmek diğer vatandaşlara düşüyor.

O asansörlerin içine bir insan girip de yukarıya asla çıkamaz. Neden mi? Çünkü bazı saygısız ve daha toplumda yaşamayı öğrenememiş bireyler o asansörleri girilmez hale getirmişlerdir. Nasıl bir zihniyet asansörün ışıklarına zarar verebilir. Ya da nasıl bir insan o mekânı kullanılmayacak kadar pis hale getirebilir. Bir de o asansörle sanki insanların iç dökme yeriymiş gibi duvarlarına yazılar,

Page 22: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

küfürler vs. kelamlar karalanmış. Zaten çok geçmeden de asansörü nasıl bir başarı ve beceriyse işlevsiz hale getirebiliyorlar.

Ve ilk defa belki o asansörle yukarıya çıkmak isteyen engelli vatandaşımız yine saygısız kişilerin engeline takılmış bulunur.

Bu sadece bir örnekti… İnanın eğer etrafımıza sadece bakmakla yetinmeyip at gözlüklerimizi çıkarıp görmeye çalışsak daha nice koyduğumuz engelleri fark edeceğiz ve bu gidişata bir dur diyebileceğiz.

8 milyon Türk vatandaşımız istedikleri bir ayrıcalık değil onlar her kes gibi kendi sahip oldukları hakları istiyorlar. Okumak gibi mesela mezun olduktan sonra çalışabilmek gibi, toplumda saygı gösterilmesi ve rahatsız bakışların odak noktası olmamak gibi vs…

Bu toplumda bazı insanlar tıbben çok iyi duyabildikleri, algılayabildikleri ve konuşabildikleri halde bu işlevlerini kullanmayan ve ona söylenenleri duymayan nice insan varken onu garipsemeyip de tıbben duyma ve konuşma işlevini kaybetmiş lakin diğer algılarıyla harika olan bir insanı garipsemek nasıl bir çelişki ve muammadır.

Bu şekilde davranışlar yeni yetişen çocuk ve gençlerimize de kötü örnek teşkil etmektedir. Büyüklerin bu tutumu bu garipsemeleri, küçüklerin daha duyarsız daha saygısız davranmalarına sebep olur.

Değilmi ki; şimdinin küçükleri yarının büyükleridir. Peki, böyle saygısız ve insanların eksik bir takım hallerini dalga ve eğlence meselesi haline getiren bu çocuklardan gelecek de nasıl bir toplum ve ülke inşa etmesi beklenebilir.

Mesela; İki aile ve her ikisinin de tek evlatları var… Biri duyabiliyor ve konuşabiliyor diğerinin ise bu işlevleri kayıp dünyaya gözlerini açıyor. Bu iki insanın bir şekilde hayatları kesişiyor. Öyle bir hal alıyor ve zaman geliyor ki; birbirlerinin dillerini çözebilir, konuşabilir, birbirleriyle anlaşabilir hale geliyorlar ve hayatlarını birleştirmek adına karar alıyorlar. Lakin toplumdaki ön yargılar ikisini de kenara sıkıştırıyor. Sanki onların hayatlarında mutlu olabilmeleri için ikisinin de konuşabilmesi ve duyabilmesi şart, sanki böyle olan çiftlerin hepsi mutlu bir kendileri mutsuz olacaklar diye her kes karşı çıkıyor. Etrafın tepkilerine aldırış etmiyorlar. Lakin iki tarafın aileleri de tedirgin oluyorlar ve ileride birbirlerini üzecekler diye birleşmelerine karşı. Ama öyle bir zaman geliyor ki; onlar birbirini duyabilen ama dinlemeyen, birbirleriyle konuşabilen ama sevgisiz saygısız kavga eden insanlardan daha uyumlu ve mutlu olduklarını tüm engelleri ve ön yargıları aşarak ispatlıyorlar.

Bu ön yargılar asıl engelleri koyandır ve insanları toplumdan soyutlaştıran mutsuzlaştırandır. Ön yargıları aşmalı ve hayata öyle bakmalıyız. Ve unutmayalım ki; engelli olmak doğuştan olan bir şey değildir. Kendini sağlıklı hisseden her insan nefes aldığı müddetçe engelli olmaya adaydır.

Gelin bu vatandaşlarımıza hak ettikleri saygıyı, sevgiyi verelim. Daha duyarlı yaşayalım ve empati yaparak hareket edelim. Onların yaşama haklarını engeller koyarak ellerinden almayalım…

[email protected]

Page 23: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

“Bir Var’mış, Bir Yok’muş” Sümeyra Parmaksız

Her insanın bir hikâyesi olmalı. Öyle afili yaşanmışlıklardan bahsetmiyorum. Hayatın med cezirleri karşısında, teslimiyetin konforuna tutunup, yaşanılası bir hikâyesi olmalı. Şöyle bir varmış'ı bir yokmuş'a hapseden cinsten. Varlık nedir? Sahibi kim? Hangi vazife üzerine var edildim? Bu gibi sorulara esaslı ve tatminkâr cevaplar almak için çabalamak bir ihtiyaç, manevi bir açlık halinde olmalıdır. İslam dini bu soruların hepsine mükemmel bir cevaptır. Nitekim Rasulüllah (s.a.v.) efendimiz 23 senelik nübüvvet hayatı boyunca her meçhulü aydınlatan bir hidayet rehberi olmuştur. İnsan, tasavvufi boyutta incelenecek olursa eğer, kökünden türediği nisyan kelimesinin sembolik bir ifadesi olarak bu ismi almıştır. Nisyan; unutmak demektir. Her insan kendi tarihinin ilk unutma hadisesini ElestBezminde Rabbiyle yaptığı "Bela" sözleşmesini unutarak gerçekleştirmiştir. İşte yüce Rabbimiz bu nasipsiz unutkanlığın mukabilinde kişiyi bekleyen hazin sona dair uyarıyı, sarsıcı bir şekilde bize A'raf suresi 172-173. ayet-i kerimesinde bildirmiştir; “(Ey Rasûlüm) Onlara o vakti hatırlat, hani Rabbin, Âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendi nefislerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi Onlar da: ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin’ dediler (Onlarla birlikte Biz ve meleklerimiz buna) şahitlik ettik ki, kıyamet günü: ‘Biz bundan gafildik, haberimiz yoktu’ demeyesiniz Yahut ‘bizden önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik; onların izinden gittik Batıla dalanların yüzünden bizi helak mi edeceksin’ şeklinde küfrünüze mazeret ileri sürmeyesiniz diye böyle yaptık” Şüphesiz ki kalp, hayır ve şer ne ile ünsiyet ederse onun istikametine girer."Kalp bukalemun gibidir, bulunduğu ortamın rengine bürünür." der ehl-i irfan. Nisyan nefse mağlup olmak, kulluğunun gereklerini ve rububiyet şuurunun unutulması demektir. Kul bu unutkanlık neticesinde, hayatı boyunca ten esareti altında, turâbî bedenini ebedi sanarak ve hayat denilen hikâyenin başrol kahramanı olduğunun aldatmacasıyla, sayısız benlik çukurunda ruhunu çürütmeye mahkûmdur. Oysaki insan, ruhu itibariyle de Allah'a mensuptur. Dolayısıyla ruhu kemiren ve muhteviyatını zedeleyen manevi hastalıların tedavisi yine ruhun hakiki ve yegâne sahibi olan Allah Azze ve Celle'yi çokça zikretmekten geçer. Yüce Rabbimiz bu ilahi mesajı bize nakil sadedinde el-Haşr suresi 19. ayeti kerimesinde buyurur; "Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir."

Page 24: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Dostluk; Sevenin sevilende kendi özelliklerini görebilmesi, birbirine sirayet eden haller ile bir muhabbet akışını müşâhede etmektir. Hakiki muhabbet ise, cefalara sefa bakışı, zahmetlere rahmet yaklaşımıyla mümkündür. Hayat kimi zaman bir yürüyen merdiven edasıyla çıkar karşımıza. Kiminin basamak sayısı fazla kiminin azdır fakat kaçınılmaz varış noktası tektir. Nasip sırlı bir hadise. Dostluğun merkezi, bir ve tek olan Allah-u Teâlâ’ya aittir. Bu dostluğun boyutu ve samimiyeti nispetinde kulda meydana gelecek rıza hali, hayatın çeşitli ağır imtihanları karşısında ruha tebessüm etmeyi öğretecek yegâne haslettir. Nasip gölge gibidir. Ne kadar renkli giyinirsen giyin, gölgen hep aynı renktir. Fakat ruh, rıza halinin kazandırdığı manevi inkişaflar sonucunda her imtihanı rengârenk bir gönül penceresinden adeta asude manzaralar izlermiş gibi izleyecek ve tefekkürün her boyutunun lezzetine varacaktır. Hazret-i Mevlana ne güzel ifade eder;

“Bir dosta, dostun cefâsı nasıl ağır gelir ki? Cefâ ve ızdırap bir şeyin içi gibidir. Dostluk onun kabuğuna benzer. Dostluğun belirtisi belâlardan, âfetlerden, mihnetlerden hoşlanmak değil midir? Dostluk, (her ahvâlde karakteri değişmeyen bir) altın gibidir. Belâ ise ateşe benzer. Hâlis altın, ateş içinde saf bir hâle gelir.” Sevilen kimseye karşı muhabbeti canlı tutmak, bu muhabbetten kaynaklanan bağlılık, yakınlık ve alakayı muhafaza etmek ancak "İhsan" duygusuyla hemhal olmuş ve daimi rabıta halinde bir gönül ile mümkündür. Kul istidadı ve kabiliyeti nispetinde, kâmil bir mümin olabilmenin derdinde olmalı ve daima Rab ile bağlantısını rabıta vasıtasıyla diri tutmalıdır. Bu da ihsan duygusunu kemale erdirmek ve iç âlemini tezkiye, terbiye ve ıslah etmekle mümkündür. Nefs, muhakkak ki sulhû mümkün olmayan cihadlarla terbiye edilmesi zaruri bir düşmandır. Zira Rasulüllah (s.a.v.) "Zorlu Zafer" şeklinde adlandırılan TebükGazvesi'nin ardından bu hakikati "Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz." şeklinde ifade etmiştir. Kulun insan-ı kâmil olma yolunda atacağı ilk adım nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesidir. Bedenin zahiri hastalıları olduğu gibi ruhun da manevi hastalıları mevcuttur ve elbette bu manevi hastalıların manevi tedavi metotları vardır. Nefsi kendi hodkâmlığından kurtarmak, kalbi dünyevi hasletlerden arındırıp, zerreden küreye her varlığa şefkat nazarıyla bakabilen bir iklime sokmak kâmil bir mümin olabilmenin şartıdır. Bu iklime girebilmenin yolu muhakkak ki Allah Resulü’nün (s.a.v.) ve O'nun birer numune şahsiyet olan Ashabının yaşadığı takva hayatıdır. Rasulüllah (s.a.v) efendimizin sahabe efendilerimize uyguladığı terbiye metotlarını hayatımıza geçirmek ve onların manada nasıl zirveleştiğini kavrayıp, insan-ı kâmil vasfının tecellilerini kalbe inkişaf ettirmenin gayretinde olunmalıdır. Kul kendisini Mevla’dan uzaklaştıracak her şeyi ferâsetle bilip, disiplinli bir arınma programına girmelidir. Aksi Allah ile arasına öreceği kalın duvarlar ardında, kendi benliğinin esfelessafilin çukurunda, mana ve yakınlıktan uzak bir ruhun infilakına şahit olmaktır...

[email protected]

Page 25: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Hikâye

DÜŞ VAKTİ DEĞİL Tuba Nur Isli

Uzakta bir şıngırtı geliyordu. Sanki bir koyun sürüsü geçer gibi bir şıngırtı.Merak etti çocuk o sarıya dönük kahve saçlarını savurarak baktı kapıdan.Koyunlar birbirini takip ediyordu, sonra kazları gördü onlarda öyleydi sonra kendini düşündü o da öyleydi.Demek ki yaratılmışın doğasında vardı takip,taklit ve peşisıralık, sonra biraz durdu çocuk. Biraz ilerde bir derenin başında leğende sakız gibi çamaşırlar vardı. Şimdi onları doyasıya çamura batırmak vardı diye düşündü,batırıp üstünde zıplamak zıplamak defalarca…Hayallerine öyle kapılmış olmalıydı ki, bakır tencereyi görmedi şeytan sobasının üstünde ve birden çarpar gibi oldu ve kendine geldi ateş ne kadarda kudretliydi toprak gibi.Toprak canını yakmasa da leke bırakırdı ama ateş canını yakarak daha derin izler bırakırdı hatta yok edebilirdi o an.Aynı insan ile şeytan arasında ki fark gibi.

Çok düşündü çocuk,çok hatta çok fazla.

Kenarı hafif yırtık terliklerini sararmış otların üzerinde dans ettirir gibi yaptı eli cebinde başı aşağıda utangaç ve mağrur, düşünür fakat üzgün bir şekilde. Toprakta dövdüğü çamaşırları düşündü tekrar ne kadar zevk alıyordu yanlış olan bir davranıştan ve o sırada ateş kendini hatırlatmıştı fark ettirmeden. Nasıldı dünyada cehennemi hatırlamak? Ve sustu çocuk. Hayallerini susturdu aslında mana âleminden gelindiğini düşündü. İnsanında, hayvanında, bitkininde hatta eşyalarında. Allah’ı hatırlamada birer mihenk taşı olmasını düşündü biri eksik diğerleri hiçti. Ya hepsi var olmalı ya da hiç olmamalıydı. Çocuk haklıydı. Tekrar koştu o sarı saman saçlarını savurarak ve güneş o anda batıyordu. Birazdan her yer kabir siyahına bürünecekti. Ve o an çocuk yine düşündü ‘düşünmesi gereken ne çok şey vardı’ ve sustu artık akşama hesap vaktiydi. Babası gelecek bütün gün ne yaptığını soracaktı. Bahçeyle ve hayvanlarla ilgilendi mi yoksa sadece oyuncaklarıyla gönül mü eğlendirmişti? Baktı olmayacak sustu çocuk sustu ve o ateş gözünün önünde parladı biran. Baba sustu, çocuk sustu ve ikisi düşündüler…

İnsanların kalpleri gözleri gibi olmalıydı, dünyaları ise birer düş değil düşünüş olmalıydı.

[email protected]

Page 26: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Makale

KERBELA BIR CİNAYET ÖYKUSU DEĞİLDİR

Erna Yeni ‘ŞÜPHESİZ SANA KEVSERİ İNDİRDİK ÖYLEYSE RABBİN İÇİN NAMAZ KIL VE KURBAN KES ASIL İZİ SİLİNECEK OLAN SANA KIN BESLEYENDİR.’

Gözlerim kapandı önüm sıra her biri tek basına topluluk olmuş insanlar belirdi. Vakurdu halleri, geçmişten geleceğe karanlıktan aydınlığa yürüyorlardı. ‘nereye gidiyor bunlar ‘ dedim ‘Kerbela ‘ dedi bir ses ‘şevk ile ardına düşmek istedim ‘

O ses ‘iyi düşün bunun bedeli ağır ‘ dedi korktum! Aynı ses ‘Kûfe’liler de korkmuştu unutma! Korkanlar dostlarını terk ederler ‘ utandım! O ses ‘ne kork ne de utan anlamaya bak gidenler kazandı ‘ ‘Yezid…’ dedim merakla ‘o kazandı mı? Hüseyin ve yoldaşlarının kanını döküp tahtına daha güvenle kurulmadı mı? ‘ ‘yanlış biliyorsun aç bir daha oku ve düşün kazanan Yezid mi yoksa imam Hüseyin mi ?’ ‘ merak ettim bu kez neyi nasıl okuyacaktım ‘ ‘Kerbelayı cinayet öyküsü olarak bilme ondan bir sayfa var ana sütü kadar ak ve pak olan orada kahramanlar kâh Ali oğlu Hüseyin’dir kâh Fatma kızı Zeynep ‘ ‘amenna biliriz ki Kerbela hak aramanın ve özgürlüğün destanıdır sabrın teslimiyetin ve adanmışlığın azametidir.’ O ses ‘ hala bazı hakikatleri anlayamamışsın Kerbelayı.Uzaklarda arama bu hikâyenin Yezidi sana her dem kötülükler emreden ve yeryüzünde nifak çıkartıp kan döken nefsindir. Zoru görünce dostlarını yarı yolda koyan Kûfeliler, aslında maslahat gözeten aklındır arına paklana yücelene ve Allahın yeryüzünde ki halifesi olan Hüseyin Allah katında sana üflenen ruhtur unutma! Seni yaratan Yezidi de Kûfelileride imam Hüseyin’ide var edendir ‘

O an anladım ki Habibullah’ın oğlum dediği; Hüseyin adına asırlardır lanet okunan Yezid içimdeydi. Ve ben Kûfelilere benziyordum ‘OKUYACAĞIM KERBELAYI OKUYACAĞIM EN BAŞTAN OKUYACAĞIM VE OKUTACAĞIM ‘ dedim

ALLAHIN SALÂT VE SELAMI RESÜLÜN VE AL-İ BEYTİNİN ÜZERİNE OLSUN’

Hicrî takvimle 10 Muharrem 61, miladi takvimle 10 Ekim 680 yılında cereyan eden Kerbela'yı andığımız hafta, Zaman'dan Nuriye Akman, Doç. Dr. İlyas Üzüm'le bu trajik olayın Sünni ve Alevilerce nasıl değerlendirildiğini ve Ritüellerindeki farklılığı konuştu.

Şiiliğe değinme fırsatımız olmadı. Merak ettiğim başka hususlar vardı. Mesela neden peygamberimizin sevgili torunlarını biri 44, diğeri 54 yaşında kaybettiğimiz halde zihinlerimizde bir türlü büyütemez, onları hep dedelerinin sırtında hayal ederdik. Hz. Ali ve Hz Hasan da şehit edildiği halde neden sadece Hz. Hüseyin'e ağıt yakardık? İki kardeşin arasında nasıl bir ilişki vardı? Ve daha pek çok soru... Onları hatırlamanın tam zamanı...

Page 27: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Kerbela olayı Sünniler ve Aleviler arasında hangi açılardan farklı algılanıyor?

Sünniler olayı temel İslam tarihi kaynaklarının yansıttığı ya da yansıttığına yakın biçimde anlarken Aleviler Şii etkiye bağlı olarak belli ölçüde mitolojik unsurlar katarak tasavvur etmişlerdir. Mesela Alevilere göre Hz. Hüseyin ağabeyinin tavsiyesini hatırlayarak aşureden bir gün önce kızıyla, ağabeyinin oğlu Kasım'ı evlendirmiştir. Sünnilere göre olayın baş sorumlusu Yezid'dir. Olayı biraz daha detaylı inceleyenlere göre ise aynı zamanda Yezid'in emrini uygulayan Kûfe valisi İbnZiyâd ve Hz. Hüseyin'in üzerine yürüyen askeri birliğin komutanı Ömer b. Sa'd'dır. Alevilere göre ise Yezid'i veliaht tayin ettiği için olayın kökü Muaviye'ye kadar uzanır. Olayın yorumu da farklıdır. Sünnilere göre olay Yezid'in siyasi rakip olarak gördüğü Hz. Hüseyin'i biat’a zorlaması ve saf dışı bırakması iken Alevilere göre olay Yezid'in İslam'ı yok etme planı, Hz. Hüseyin'in şahadeti de buna kanıyla dur demesidir. Olayın "yâd" edilmesiyle ilgili farklılıklara gelince bu herkesçe görülmektedir. Sünniler ferdi planda Hz. Hüseyin'e üzüntü duyarken Aleviler kolektif olarak ve kurumsal biçimde yas tutmaktadırlar.

Sünni kaynakların anlatısı tamamen doğru ve eksiksiz kabul edilebilir mi?

Olay çok dramatik, dramı yaşayan da Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin olduğu için tarih kaynaklarına değişik oranlarda "duygu" katılmıştır. Her hangi bir mezhebi kimliğin söz konusu olmadığı temel İslam kroniklerinde bile karşılıklı uzun konuşmalara yer verilir. Bunların gerçekten o gün yapılan konuşmalar mı olduğu, yoksa sonradan mı düzenlendiği ihtimali gelir insanın aklına, bunları okuyunca. Ama bazı toplum kesimlerinde sıklıkla okunan Kumru, Hadikatü's-süedâ gibi eserlerde uydurmalar oldukça çoktur.

Anma Ritüellerinde de bariz farklılıklar var sanırım.

Esasında Sünnilerde genel anlamda "Kerbelayı anma" Ritüelinden bahsetmek zordur. Sınırlı olarak bazı tasavvufi çevreler olaya ilgili özel programlar yapar, Hz. Hüseyin için mersiyeler okurlar. Söz gelimi Ehl-i beyt ve Hz Ali sevgisi keskin olan sûfî çevrelerde Muharremde dokunaklı mersiyeler okunur, İmam Hüseyin için göz yaşı akıtılır. Fakat bu Sünnilerin Kerbela Olayına ilgisiz kaldıkları biçiminde de yorumlanmamalıdır. Tarih boyunca birçok Sünni edip, şair Kerbela üzerine yazılar yazmış yahut mersiyeler kaleme almıştır. Ve Kerbela olayı anlatıldığı veya hatırlandığı zaman her Sünni samimi olarak Hüseyin'in yanında yer almıştır. Ama Sünnilere göre İslam'da kolektif matem olmadığı için Hz. Hüseyin'e olan acı duyma ferdi planda kalmıştır.

Alevilerde Kerbelayı anmak daha özel bir anlam taşıyor. Evet. İnsanlar o günlerde Hz. Hüseyin ile bütünleşir. Onun acısını iliklerine kadar hisseder, gözyaşı döker. Bu, günlük hayata da yansır. Söz gelimi, ele bıçak ve keskin alet alınmaz. Su içilmez, tatlı yenilmez, eğlenilmez. Hatta erkekler traş olmaz. Düğün yapılmaz. Müzik dinlenilmez. Gülünmez. Mümkün olduğunca üzüntü dolu bir hal içinde bulunulur. Diğer taraftan Aleviler Muharremin on iki günü "matem orucu" adı verilen oruç tutar. On üçüncü günü aşure kaynatarak İmam Zeynelabidin'in kurtuluş sevincini paylaşırlar.

Page 28: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Bu nasıl bir oruçtur? Bizim ramazan orucuna benzemez sanırım.

Bu çok özel bir oruçtur. Dediğiniz gibi Ramazan orucundan farklıdır. Yöreler ve ocaklar arasında değişik uygulamalar bulunmaktadır. Sahur ve iftar gibi kelimeler kullanılmaz. Sahur yerine "ağız mühürleme", iftar yerine de "oruç açma" deyimlerine yer verilir. Ağız mühürleme gece en geç 12 civarında tamamlanmalıdır. Oruç açma ise gün batımıyla gerçekleşir. Her oruçta Hz. Hüseyin'in acısı hatırlanır. Söz gelimi niyet şöyle yapılır:

"Bism-i şah... Allah Allah... Hak-Muhammed-Ali aşkına... İmam Hüseyin'in susuzluk orucu niyetine... Ehl-i beyt'in şefaati hakkına... On İki İmam aşkına oruç tutmaya niyet eyledim. Hak dergâhında kabul etsin..." Sünnilerin aşurede tuttukları iki veya üç günlük orucun ise Kerbela olayı ile ilgisi yoktur.

Neyle ilgisi vardır peki?

Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde, aşure günü Yahudilerin Musa'nın kurtuluşu dolayısıyla oruç tuttuklarını öğrenmiş, "Biz Musa'nın sünnetini yerine getirmeye Yahudilerden daha layığız" demiş, hem kendisi hem de ashap oruç tutmuştur. Ancak Yahudilere muhalefet olmak üzere bir gün öncesi veya sonrasıyla iki gün yahut aşureyi ortalayarak üç gün oruç tutulmasını emretmiştir. Ramazan orucunun farz kılınmasıyla, bu oruç sünnet yahut müstehap sayılarak tutula gelmiştir.

Biraz evvel İslam da kolektif matem geleneği yok demiştiniz. Yas tutmak dinen haram mıdır?

Üzülmek insanî bir duygudur. Hz. Peygamber küçük oğlu İbrahim vefat ettiği zaman ağlamış, kendisini yadırgayanları yadırgayarak, gözden yaş akıtmanın normal olduğunu fakat Allah'ın takdirini de tenkit etmediğini beyan etmiştir. Ancak İslam "yaka paça yırtarak ağlamak, dövünmek, saçları yolarak yahut yüze toprak saçarak ağlamak" gibi uygulamaları yasaklamış, Hz. Peygamber hadislerinde çok açık bir şekilde bunların "cahiliye adetleri" olduğunu ifade etmiştir. Sahabe Hz. Ömer şehit edildiğinde yas tutmamıştır. Hz. Ali şehit edildiğinde çocukları yas tutmamıştır. Geçmişte Zekeriya peygamber Yahya peygamber gibi peygamberler çok ağır işkencelere maruz kalarak şehit edilmiş fakat bunlara yas tutulmamıştır.

Bu tavır, acıya karşı olgunluğu mu duyarsızlığı mı gösterir?

Sünnilere göre, genel anlamda söylersek, Hz. Hüseyin'in yasını tutmamak ona yapılanı kabul etmek ya da ona üzülmemek anlamına gelmez. Tarihte Hz. Hüseyin'e yapılanı reva gören hiçbir Sünni’den söz edilemez. Nice Sünni âlimler vardır ki aşurede gözleri sel olup akmıştır. Hatta bir âlimin şöyle söylediğini işittim: "Ben Hz. Hüseyin için o kadar gözyaşı dökmüşümdür ki hiçbir cem evinde o kadar gözyaşı dökülmemiştir."

Page 29: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in hayat hikâyeleri ne ölçüde doğru biliniyor?

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in hayat hikâyeleri çok bilinmez, doğru. Haklarında yazılan eserlerin ne kadar sağlıklı olduğu da başka bir konudur. Daha açık söylemek gerekirse İslam tarihi kaynaklarında Hz. Hasan ve Hüseyin'in hayatları hakkında bilgiler sınırlıdır; bu iki güzide insanı çok öne çıkaran kesimlerin yazdıkları ise, yine tarihçilere göre güvenilir olmaktan uzaktır. Vakıa bu.

Hz Hasan ve Hz. Hüseyin hakkındaki bilgiler neden sınırlı? Onları yeterince önemsememişiz mi?

Onları önemsemediğimizi söyleyemeyiz. Sünni, Şii, Alevi-Bektaşi vb. bütün Müslümanlar Hz. Hasan Ve Hz. Hüseyin'i içtenlikle sevmiş, onların isimlerini çocuklarına koymuş, dualarında onların isimlerini anmış, kültürel hayatlarına onlardan güzellikler katmıştır. Fakat onların hayat hikayeleri çokça anlatılır ve bilinir olmamıştır. Çünkü sahabe Peygamber'in söz ve uygulamalarına dikkat kesildiği ve onları aktardığı için mesela Peygamber'in kızı Fatıma ile ilgili olarak da bilgiler sınırlı kalmıştır. Belki başka bir sebep de Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in birtakım siyasi mücadelelerde istismara konu edilmeleridir. Öyle ki bu çeşit kargaşalarda doğru ile yanlışlar birbirine girmiştir. Ama Hz. Peygamber'in onları mübarek sırtında gezdirmesi ve onlar hakkındaki müjdeli sözler hep hatırlanmıştır.

Bu yüzden mi Müslümanlar Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i dedelerinin sırtında gezen çocuklar olarak hayal ederler de, zihinlerinde onları bir türlü büyütemezler?

Aynen öyle. Çünkü büyüdükleri zaman nasıl yaşadıkları ve ne yaptıklarına ilişkin çelişkili bilgiler çok. Şurası kesin ki Resulullah'ın yanında yetişmiş, onun ve ümmetinin dualarına nail olmuş kimseler olarak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in iman, takva, ihlâs ve ahlakta zirve şahsiyetler olduğunda hiçbir şüphe yoktur.

Aralarında kaç yaş vardı? Öldüklerinde kaç yaşlarındaydılar?

Aralarında bir yaş kadar fark var. Hz. Hasan Ocak 625 yılında, Hüseyin de Ocak 626 yılında doğdu. Hz. Hasan 44 yaşında, Hz. Hüseyin 54 veya 55 yaşlarında idi, şehit edildiklerinde.

Kerbela da katledilen Hüseyin'den çokça söz edilip, eşi tarafından öldürülen Hz. Hasan hakkında fazla söz edilmemesi, fazla anılmamasının nedeni? Neden Hz. Hüseyin yürek dağlar da, Hz. Hasan için aynı hüzün hissedilmez?

Bence bu doğru bir soru. Şu da sorulabilir: Neden Hz. Hüseyin için ağlanır da şehit edilen babası Hz. Ali için ağlanmaz? Sanıyorum, önce şunu teslim etmek gerekir. Hz. Hüseyin'in dramında insanî duygulara dokunan boyutlar daha fazla. Söz gelimi, Hz. Hüseyin susuz bırakılmıştır. Hz. Hüseyin'in mübarek boğazı kesilmiştir. Hz. Hüseyin'in bedeni orada bırakılmış, baş önce Küfe’ye, sonra Şam'a, sonra başka yere götürülmüştür. Hz. Hüseyin bir anda değil, gün gün ölüme sürüklenmiştir. Hz. Hüseyin gözleri önünde kardeşlerinin, oğullarının, ağabeyinin oğullarının ve öteki yakınlarının şahadetini izlemiştir. Nihayet Hz. Hüseyin başta kız kardeşi, eşi olmak üzere diğer yakınlarının çoluk-çocukları yanında şehit edilmiştir. Hunharca, acımasızca, zalimce. Onun kesik başını hayal edebiliyor musunuz? Üstelik tamamen suçsuz yere? Bu yürek dağlamaz mı? Vah ki vah...

Page 30: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Hz. Hasan binlerce Müslüman’ın hayatını kurtardı Ama bu kadar vahşi unsur içermese de Hz. Hasan'ın hikâyesi de az yürek burkucu değil...

Haklısınız. Zehirlenerek şehit edilmek de az trajik değildir. Ama Hüseyin'in şahadetinde çok güçlü siyasi motifler var. Kûfeliler hem onu davet etti, hem de yalnız bırakıp şehit edilmesine sebep oldular. Hüseyin için ilk toplu ağıtı da onlar yaptılar. Hz. Hasan'ın hanımı tarafından öldürülmesi daha sessiz bir şekilde olupbitti... Onun için de elbette vah ki vah...

Karısı onu niye öldürdü?

Tarih kaynaklarına göre karısı Ca'de, Yezid b. Muaviye ile evlendirilmek vadiyle kandırıldı. O da yemeğine zehir koyarak onun şahadetine sebep oldu. Entrika içinde entrika.

İslam tarihi açısından Hz. Hasan’ın yeri nedir?

İslam tarihi açısından Hz. Hasan'ın çok özel yeri vardır. Sahih hadis kaynaklarında Hz. Peygamber'in onun hakkında şöyle söylediği ifade olunur: "Allah bu oğlumun eliyle iki toplumun arasını ıslah edecektir." Gerçekten de böyle olmuştur. Babası Hz. Ali yaralandığında şahadetinden önce, "Oğlun Hasan'a biat edelim mi" diye sorulmuş, tarih kaynaklarına göre, o, "Bu konuda evet de demiyorum, hayır da" mealinde cevap vermiştir. Bununla birlikte, insanlar Hz. Ali'den sonra ona biat etmiş, o da altı ay kadar hilafette kalmıştır. Daha sonra ilk iki halife ve üçüncü halifenin ilk altı yılından itibaren fetihlerin durduğunu, Müslümanların birbirleriyle uğraştığını düşünmüş, ordusundaki yorgunluk ve isteksizliği de yakından müşahede etmiş, yaptığı görüşmelerden sonra belli şartlar dâhilinde anlaşma imzalayarak Muaviye lehine hilafetten çekilmekte büyük fayda görmüştür. Böyle de yapmıştır. Bu büyük bir hayra vesile olmuş, Müslümanlar birbirinin kanını akıtmaktan kurtulmuş, yeniden fetih faaliyetleri başlayarak İslam gönüllerde ve coğrafyalarda yayılmaya devam etmiştir.

Peygamber efendimiz torunları hakkında ne gibi değerlendirmelerde bulunmuş?

İkisini de candan sevmiş, ikisini de öpüp koklamış, ikisi hakkında da övücü, müjdeli sözler söylemiştir. Söz gelimi, "Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kokladığım iki çiçeğimdir" buyurmuştur. Başka bir sözünde ise "Allah'ım! Ben, bunları seviyorum. Sen de bunları sev" demiştir. Yine her ikisi için "Bunlar cennet gençlerinin efendisidir" buyurmuştur. Bununla birlikte, Hz. Hasan hakkında, Allah'ın onun vasıtasıyla iki toplumu ıslah edeceğini bildirmiştir.

İki toplumdan kasıt, Muaviye ve kendi yandaşları ise, sonraki hadiselere bakarak ıslah oldukları söylenebilir mi?

Hz. Peygamber'in bu hadisi ile işaret ettiği ıslah "barış"tır. Gerçekten o zaman Müslümanlar Şam ordusu ve Küfe ordusu diye ikiye ayrılmıştı ve Hz. Hasan'ın fevkalade sağlıklı tutumuyla iki Müslüman grup aralarında sulhu gerçekleştirdiler. Sonraki hadiseleri kendi bağlam ve şartlarında ele almak gerekiyor. Hz. Peygamber'in torunları hakkındaki değerlendirmelerine devam edersek, yine O, hadis tekniği bakımından daha düşük sıhhatteki bir beyanında, Cebrail'in kendisine gelerek, ümmetinden bir topluluğun Hz. Hüseyin'i şehit edeceğini haber verdiğini ifade etmiştir.

Page 31: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

İslam âlimleri Hz. Peygamber'in torunlarına olan bu sıcak ilgisini dede-torun ilişkisine bağlamamış, olayın onun peygamberlik görevi ile ilgili boyutunun bulunduğunu belirtmişlerdir. Onlara göre bu, Hz. Peygamber'in onlara dua etmesi, bu vesileyle onların ve onların soyundan gelecek temiz insanların İslam'a yapacakları hizmettir. Gerçekten tarih boyunca Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in soyundan gelen pâk insanlar İslam'ın yayılması ve gelişmesine büyük katkı yapmışlardır. Dünyanın dört bir tarafındaki seyyitler, şerifler bunun delilidir.

Peygamberimizin soyu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in hangi evlatlarından bugünlere geliyor?

Hz. Hasan, bilindiği kadarıyla çok evlenmiş, çok sayıda çocuğu olmuştur. Hz. Hüseyin'in ise soyu oğlu Zeynelabidin'den devam etmiştir. İnsanlar soylarının Peygamber soyu ile ilişkili olması için Peygamber soyundan gelenlerle evlenmeye can atmış, böylece nesl-i pâktan gelenler hızla artmıştır. Çok geçmeden Hz. Hasan'ın soyundan gelen şerifler ile Hz. Hüseyin soyundan gelen seyyitler Yemen'den Horasan'a, Kuzey Afrika'dan Anadolu'ya kadar hemen her bölgeye dağılmıştır. Bunların ferdi olarak İslam'a gönülden bağlanmış, ama aynı zamanda soy bakımından İslam peygamberinin soyundan geldikleri için bu bağlılıkları daha güçlü ve daha içtenlikli olmuştur.

Hasan ile Hüseyin, iki kardeş arasında nasıl bir ilişki vardı? Aralarında siyasi bir çatışma oldu mu? Tarih kaynaklarının bize intikal ettirdiği bilgiler göre iki kardeş arasında olumsuz gelişmeler meydana gelmemiştir. Hz. Hüseyin babasının vefatından sonra ağabeyine tabi olmuştur. Fakat, sanıyorum iki kardeşin tabiatı farklı idi. Hz. Hasan daha rasyonel Hz. Hüseyin yanı sıra duygusal idi. Söz gelimi, Hz. Hasan Muaviye lehine hilafetten çekildiğinde Hz. Hüseyin bunu doğru bulmadı. Ama ağabeyine karşı sesini de çıkarmadı. Hz. Hasan'ın biyografisini yazanlar onun zeki, cömert ve riske girmekten kaçınan bir kişiliğe sahip olduğunu, Hz. Hüseyin'in ise zekâsı, takvası, tevazuu yanında risk almaktan kaçınmayan bir yaratılışta olduğunu ifade ederler.

Page 32: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

Yanıyorsa Elleriniz…

Fatma Nur Kayıkçı Çocuk yapmak için evleniyorlardı… Belki de amaç yalnızca kirli çamaşırlarını yıkatmaktı… Aşk olsun size… Kör olmuş gözlerinizle, aşkın körlüğüne dalınız. Kalbiniz yanıyordur bir tencere sapının ocakta yanışı gibi. Öyle bir ölün ki yanmaktan beter olan ciğerleriniz sigara ile sonsuza dek terk etme oyunu oynasın. Seviyordunuz yanmayı… Üstelik aşkın yakıcı cazibesi benziyordu, size. Ölüm gibiydi evlilikler de. Kadın, ölmeyi beceremiyordu bir tek.

Ölünüz öldüremediğiniz bir kadın kadar. Bir sigaranın, teni üzerinde söndürülüşü, evlat acısı gibiydi. İyi biliyordunuz yakmayı. Dibi tutan yemeklerin ağzınızda bıraktığı o öfke dolu küfürlerle beraber. Küf kokan peynir gibi, sizin adınız da bu olmalı. Öyleyse küflü bir kaldırımda ölünüz.

Dedem de aşksızlıktan ölmüş…

Bir dede gibi merhametli kadının kollarında ölemezsiniz! Bir çocuk, anne kucağında gibi… Sessizliğe gömüldüğünüz bir an varsa eğer; Gidiniz, karanlık ve kahkahalarınızdan bir anlığına kaçabileceğiniz bir yer varsa. Kendinizi dövünüz ve sessizce ölünüz, lütfen! İllaki birini dövmek istiyorsanız…

Şimdi, dövemediğiniz bir kadın kadar çırpındığınız her saniye, denizin kenarındaki ölü balıklar gibi yalnız ve kokmuş bir sonunuz olacağını tahayyül ederek bir aynaya bakıp yüzünüze bir tokat indiriniz. Yoksa gün gelecek adaletin tokadına engel olmak bir yana, görme fırsatını dahi bulamayacaksınız! Adil olmadığınız her gün için. Çığlıklarla inlettiğiniz her bir oda için… Ve sessizce ölünüz, yaşamayı bilmediğiniz her an için…

Ölmeyi de becerebilirseniz tabii, bir kadını yaşatmayı başardığınız an kadar…

[email protected]

Page 33: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

Eğip, itmekle olmuyor!

Ömer Faruk ZORLU

Eğ-itim, eğmek, eğlemek kelimesi, çok sığ bir kelime... Bizim dava şuurumuzu, bütün efradıyla ifade etmiyor. Eğer biz, hareket ve hamle sahasında, hakikaten kendimizi yetiştirmek arzusundaysak, her kuvveti hazır tutarak, bütün his ve fikir dünyamızı doğru yöne doğru kanalize etmek mecburiye-tindeyiz. Böylece bütün arzumuzu, olma, yetme, verme, isteme, feda etme ilh. Bütün vechiyle, kuvveden fiile çıkarabiliriz.

Bizim kelimemiz,

İlahi emre sadık olan kişinin, hayatiyet mefkûresindeki o ince işçiliğin, dinamik mihengi terbiye… Bu kelime sadece, an’ane olarak bir görgü kuralları manzumesini ihtiva etmiyor. Kelime kökü Rabb’den geliyor. İşte esas itibariyle terbiye, hududullah ile mutabık bir hayatın olması gerektiği gibi, bir iplik yumağının, tel tel bütün dokusuna şamil.

Hakkı ve hakikati kendine şiar edinmiş birinin evvela mefhumları doğru yerde kullanmasını arz ettikten sonra, okul dışındaki eğitim’e gelelim.

Şunu sorgulamak gerekiyor. Okullarımız gerçekten eğitim ve öğretim yuvası mıdır? Okullarımızda az da olsa, eksik de olsa, yanlış da olsa bir öğretim var. Fakat eğitim var mı? Bana kalırsa yok. Bir ahlak dersini, vermeden veya veremeden nasıl olur da eğitimden bahsedebiliriz.

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi, sadece dinin kültürünün ve ahlakının bilinmesi gerektiğini öğretiyor. Yetmeyen, sığ bir dille ve meselesiz, malzemesiz, haftada birkaç saat ile öğrenci eğitimi olur mu? Olmaz. Zira terbiye eden manasındaki, öğretmen kelimesinden daha fazla fikir, his, hamle ihtiva eden, yine bizim kelimemizle mürebbi, ne kadar teçhizatlı ve neye memur? Aydan aya, belli günlerde para saymaya mı, yoksa ‘’Benim olmadığım yerde kimse yoktur!’’ prensibince, bir dava adamı şuuruyla, ümmetin bütün dertlerini omzuna yüklenmiş olarak insan yetiştirmeye mi?

Okul bir ekole mi hizmetkâr yoksa Allah’ın nizamına adanmış olarak insana mı hizmetkâr? İşte burada devreye okul dışında eğitim olarak, su soru giriyor. Nerede duralım? Okulun içi bu haldeyken, vaz mı geçelim?

Hayır, asla! Yukarıda da belirttiğimiz gibi, her kuvveti hazır tutmaya muktedir olmalıyız.

Peki, nereye gidelim?

Okuldan, bizim mefkûremiz için muhtaç olduğumuz lâzımenin, alabildiğimiz kadarını aldıktan sonra, hareket sahasında, kendimize ve kardeşlerimize yetmemiz, olmamız, yapmamız için gerçek

Page 34: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

mürebbilere gitmeliyiz. Hakikat üstü, hayallerin ötesi mükemmellik, müteâl olan Allah, Rabbdır. Dolayısıyla kitapların efendisi Kur’an-ı Kerim hakiki mürebbidir.1

Kur’an-ı Kerim, ‘…Sadıklarla beraber olun...’2diyor. Muvazene, hakikat. Peki, timsalimiz nerede? İşte orada! Kur’an ve sünnet. Numune-i imtisal olan Peygamber Efendimizin (s.a.v.) iki emaneti…

‘…Üsvetünhasenetün…’3olan peygamber, rehberimiz. Müjdeleyicimiz ve kurtarıcımız. Peki, nasıl istifade edelim? İşte burada o ilahi emir, ‘Oku!’... Okuyacağız, öğreneceğiz, bileceğiz. Bildikçe de yapacağız ve yaşatacağız. Bildiklerimizi yaptıktan sonra, bilmediklerimizi öğretecek olan Allah’dır. Çok okumak için değil, yaşamak ve yaşatmak için tekrar tekrar okuyacağız.

Mürebbi ihtiyacında tevhid şuurunu benimsedikten sonra, kitapları ve sizin aranızda muhakkak doğruyu ve yanlışı söyleyenler ve anlatanlar var4, ihbarınca o kişileri bulup, mürşid edinmeliyiz. Muvazenemiz,’…seni kılıcımızla düzeltiriz!’ diyen sahabe efendimizdir. (r.a.e.)

Yalnız, hakiki mürşid olarak, bir fetret devri yaşıyoruz. Hakiki mürşid, ilimdir. Fakat ilmi kifayetsizlik içindeyiz. Ne yapalım? Evvela, tevhid şuuruna mutabık bir müessese inşası ve bilahare talebe olmak gerekir. Konumuz minvalinde, bize düşen talip olmak, talep etmek, talebe olmaktır. Böylece, talebenin galebesi olarak muvaffak olabiliriz.

Üstad Necip Fazıl’ın piyeslerinin bir kısmında işlediği o müthiş düstur, ya olmak, ya ölmek. Durmayacağız, oyalanmayacağız, eğlenmeyeceğiz. Ya olacağız, ya öleceğiz.

Bir tavsiye: Ayda en az dört kitap okunmalı, iki dergi takip edilmeli ve en az bir vakıf, dernek vb. yerlerde hizmette bulunulmalıdır.

[email protected]

1Âl-i İmran Suresi 103. 2Tevbe Suresi, 119. 3Ahzâb Suresi, 21. 4Âl-i İmran Suresi 114.

Page 35: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Gezi Yazısı Deneme

AZİZİYE TABYALARI Zahide Aydoğdu

Erzurum da Aziziye Tabyalarındayız. Buralar da yürümek bile bir garip azizim! Yıllar önce şehitlerimizin oradan oraya ter içinde koştuğu yerde, şehit edildikleri yerde, sakince ve usulca yol almak… Birden adımlarım kilitleniyor. Ürkek vücudumu sakinleştirmek için yakın bir banka atıyorum kendimi, son birkaç adımımla. Hemen yan bankta giyinişlerinden rehber olduğu kanaatine vardığım bir kadın ve erkek vardı. Adam konuşmaya başlayınca kulaklarım misafir oldu onun ağzından çıkanlara. Öyle hak veriyordum ki ona utanmasam her seferinde dönüp “haklısın bey amca” diyecektim. Hiç sesimi çıkarmadım ve biraz daha kulaklarımın misafir kalmasını yeğledim:

“Buralar 16-17 bilemedin 18 yaşlarındaki körpe ve yürekleri vatan sevgisi ile dolup taşan erlerin kanları ile dolu görüyor musun hanım? (hanım değince rehber olmadığını anlamdım) Aslında oturmamız bile yanlış kalk hanım kalk da şu mübareklere ayakta selam verelim. Daha şuracıkta eliyle girişte sağ taraftaki duvarın bir bölümünü göstererek- şu duvarda duruyor kanları. Kadınlar, evlenecek yaşa gelmiş kızlar, gençler ve yaşlılar… Yaş, cins gözetmeksizin bu mekânda son nefeslerine kadar savaşmışlar. Bak hanım iyi bak buralara!

Şehitlerimiz şimdi bizim yavaş yavaş çıktığımız merdivenlerden Allah bilir ne zorluklar ile çıkmışlardır. Belki de en fazla bir iki basamak ve sonra da şahadet merdivenine geçiş… Gidelim hanım bir Fatiha armağan edelim mübarek ruhlarına mekânları cennet ola dedi ve ayrıldı güzel mekândan.

Adam dediklerine bakılırsa çok haklı idi. Kalkıyorum mıhlandığım banktan ve yöneliyorum adamın gösterdiği kanlı duvara. Görünce birkaç şehitten kalan izleri tutamıyorum gözyaşlarımı. Devam

ediyorum temaşa etmeye. İçeriye girdikçe köhne parmaklıklar cennetlik erlerin muştusunu fısıldıyordu kulağıma. Daha fazla duramadım ve dışarıya çıktım. Gözyaşlarım daha bir şiddetlendi o an ve beynime kaynar sular döküldü tabiri caizse. Mezarlıklara gözüm çarpmıştı beni şiddetle ağlatan mezarlıkların 4 tane olması değildi.4 mezarın isimleri idi:

1.Askerler

2.Gençler

3. kızlar

4.İhtiyarlar idi.

Varın gerisi siz düşünün! Zira kalemim bu tabloyu yazmakta çok aciz. Ağlayarak toprağını suladığım mezarlar… Dile gelseniz ya siz de! Hoş benim ki de laf. Dirilsen kaç imansız sokarsın mezara be şehidim! Şikâyet mi? Asla! Bilirim şu an en rahat yer senindir. Senin birçok sıkıntı ile cephe aldığın yerde şu an gönül rahatlığı ile ve gözyaşlarımla suluyorum toprağını şehidim!

Selam vererek uzaklaşıyorum şehitlerimden, tabyalardan. Tam çıkışa doğru yöneliyordum ki bir grup genci fotoğraf çektirirken gördüm. Yaşları 17 ila 18 olan bu gençleri belli ki buralar hakkında pek bilgileri ve ilgileri yok.”Doğru ya Zahide moda olmuştu tarihi yerlerde grupça fotoğraf çektirmek kınama(!) “dedim kendi kendime. Lisan-ı halleriyle anlatıyorlardı buraların hikâyelerinden bihaber olduklarını. Ne üzücü değil mi dostlar? Güllelerin karşında savaşan eski erlerin akranları şimdi o gülleler karşısında nasıl da rahat garip garip pozlar veriyorlardı. Heyhat be güzel kardeşim bir bilsen orda yatan akranının geride neler bıraktığını. Ah bir bilsen!

Allah’a ısmarladık Tabyalar…

16.04.2012/Gezi Yazısı

Page 36: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Dip Not

Zaman Tüneli

Fatma Zehra Dağdelen

“Geçmişini bilmeyen geleceğine yön veremez.”diye başlarız ya tarih derslerimize. Tarih önemlidir ya güya! Önemli olan başka bir şey daha var aslında; bir milletin tarihinin savaşlardan, antlaşmalardan, zaferlerden ibaret olmadığı...

Tarih bizlere tüm bunların yanı sıra bir yaşam bicimi, bir değerler bütünü, bir kültür mirası devreder. Tarihini bilmek demek aynı zamanda bunları da bilmek olmalıdır.

“Nerde o eski sevdalar!”, “Nerde o eski bayramlar!”, “Nerde o eski dostluklar!” sorularının etrafımızda kol gezmesinin sebebi de budur, mantık hatalarıyla donatılmış yeşil çam filmlerini hala yüzünüzde şapşal bir gülümsemeyle izlememizin sebebi de…

“Geri Kafalı” sözünün bir hakaret sayılmasıyla başladı yozlaşma. Değerlerine bağlı kalmak demode, anne-babadan öğrenilenler(!) kulak ardı oluverdi. Bir ömürlük tecrübeyle süslenmiş büyüklerin öğütleri sıkıntı kaynağı olup çıkmıştı bir anda bizler için. Evden kurtulmak için can atan çocuklar, akrabalarını tanımayan gençler, saflığı aptallıktan ayırt edemeyen nesiller türedi.

Sevdiğinin gözlerinin içine bakmayı edepsizlik sayan, kapısının önünden geçerken görmüş olmayı tarif edilemez bir hediye gibi tüm gün, tüm gece kıpır kıpır yürekçiğinde taşıyan delikanlılarımız, genç kızlarımız gitti, şehveti aşk sanan, yozlaşmış kültürlerine medeniyet diyen insanlar beliriverdi.

“Bir kere sevilir.”sözü manasız, artık moda “kimse vazgeçilmez değildir.”

Üniversite kantinlerinde son okuduğu kitapları tartışan, ülkenin geleceği için elinden geleni yapmaktan geri durmayacak insanlar gitti, eline kitap almamış, düşünmeye hiç zahmet etmemiş, konferanslar yerine boş lakırdıları her zaman tercih etmiş, fakat her şeyden haberdar ve her şey hakkında fikri olan filozoflar önce düşünmeyi, sonra geleceğe dair umutları katletti.

Kim demiş evrim diye bir şeyin olmadığını. Darvin’in söylediği gibi olmasa da bir evrim muhakkak var, olmalı. Aksi takdirde bu denli kötüye gidişin, bu denli rahat kabul edilebilirliğinin başka bir açıklaması olamaz.

Son olarak;

“Ne zaman tüneliymiş be!”…

Page 37: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

Uhuvvet

Hatice Arıkçı & Betül Gültekin

Kâinatın kaynağı olan uhuvvet hepimizin bir arada olmasının temelidir. Uhuvvet, gönülleri birbirine bağlayan paslanmaz zincir gibidir. Uhuvvet, kardeşini iyi kötü her şeyi ile sevmektir. Birbirinizden çok uzaklarda farklı âlemlerde bile olsanız kalplerin bir oluşudur. Zifiri karanlıkta dualarıyla ışık tutmaktır. Peki, uhuvvet olmasaydı ne mi olurdu? O kadarı düşünmekle sınırlı. Her şeyin çok ötesinde okuduğum bir kitapta şöyle yazıyordu: Birçok ortak yönünüz varken vatanımız, dinimiz, kıblemiz, birken neden birbirimize uhuvvetle yaklaşmayalım ki? Ya da kardeşimizin bir menfi yönü ile diğer müspet taraflarını görmeyip onu sevmemek en büyük haksızlıktır. Neden ehemmiyetsiz boş şeyler için birbirimize düşman kesilelim? Evet, şu geçici dünyayı birbirimize zindan etmeyelim. Birbirimizi Allah için sevelim.

Çünkü o zaman hiçbir menfaat gözetilmez. Karşılıksızdır. Hani derler ya gözden ırak olan gönülden ırak olur diye. Bu prensibi çürütmektir uhuvvet. Çünkü gözden ırak olan gönüle daha yakın olur. Mesafeler engel değildir muhabbetimize. Ömre bedeldir. Hayatın sırrıdır uhuvvet. Maneviyatta bütünlüktür. Birlik beraberliğin anlamıdır. Birbirinize küs bile olsanız göz göze geldiğinizde gülmemek için kendini zor tutmaktır. İyi kötü her şeyini paylaşmaktır. Yalnızlık nedir bilmemektir. Aynı yolda cümbür cemaat yürümektir. Uhuvvet güvendir. Sırdaşlıktır. Bıkmadan usanmadan tekrar tekrar dinlemektir. Yıllar geçsede unutmamaktır. Hasrettir, davadır uhuvvet. Kaderin ortaklığıdır. Gönlünün iki cihan kadar geniş olmasıdır. Ayrılırken gözünün içine bakıp elveda diyememektir.

Uhuvvet nedir? Uhuvvet sözün başladığı, bakışların sustuğu yerdir.

Ve beklenen tek şey o şimdi

Tatlı, mayhoş bir tadı var

Kardeşlikten de öte canı var

Başka muhabbet Can yakar

Uhuvvet ise cana Can katar

Kalbimin neşe yuvası

Gözler görüyorsa Allah’ı

Uhuvvet tamamdır kardeş!

Bize artık kaldı sefası

Page 38: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

BİR KÜÇÜK BAYRAM HEDİYESİ

Ayşe Esra Doğan

İnsanlar aynı yaradılışa sahip olsalar da; ayrı yaşamlar sürmektedirler, ayrı coğrafyalarda. Kimse bir diğeriyle aynı koşula sahip değil. Fakat herkesin yaşamı kendi gücü nispetinde kolaydır. Zorluk olduğu görüşünde olan; yok değil. Bu da sadece!- yanlış bakış açısından kaynaklanıyor. Zira Yaradan el-Adlism-i celili ile herkese adil davranır. Kimilerinin buna münâfi düşünmesi; bu gerçeği değiştirmez.

Bir bayram sabahı bayramlaşma vakti. Tatlı telaşlar. Hızlı atan çocuk kalpleri; daha da hızlı atmaya başlıyor. İşte çeşitli coğrafyalardan; çeşitli bayramlaşma merasimleri.

Klasiktir; öpülen eller ceplere gider, mendiller ortaya çıkar, çocuk gözleri daha da ışıldar. Minik eller, heyecanla mendili açar ve mendilin içinden şeker çıkar. Minicik bir şeker. Küçücük bir şey. İşte; bununla mutlu olunur. Mutlu olmak karmaşık bir durum değildir; bu kadar yalın ve basit! Bu çocuklar yerinde saymadı; elbette ki büyüdüler. Torunlarının hediye anlayışı kendilerininkinden oldukça farklı! Bu torunlar; mendilin içindeki şekerle ilgilenmiyorlar. O şekerin üretildiği fabrika; tek dertleri. Ancak onun hisse senetleriyle mutlu oldular ve hala kimileri o şekerle mutlu olmayı becerirken. Ne gariptir ki; kiminin o mendilin içine koyacağı bir şekeri dahi yoktu, kiminin bir mendili. Kimininse; sevgisinden başka verebileceği başka bir şey yoktu.

Bir başka coğrafyada bayram sabahı ve hediyesi; Filistin. Filistin’deki bir çocuğun bayram hediyesi; bayramda elini öpecek bir ailesinin olmasıydı.

Şöyle bir Gazze’ye doğru uzansak ve baksak, göreceğiz ki bir çocuğun bayram hediyesi; ellerini öpemeyecek de olsa, nerede olduklarını bilmese de; yaşadıklarını bildiği bir ailesinin olmasıydı.

Başka uzak diyarlardan bir çocuğa kulak versek, bize diyecek ki: Başında dua edebileceğim bir mezar olsa.

Bayram hediyesi; evinin orta yerine bomba düşmemesiydi.

Bayram hediyesi; artık silah seslerini duymamaktı.

Bayram hediyesi; kucağında sevdiklerinin cenazesini görmemekti, onlardan önce -ölmek!-ti.

Asr-ı Saadet… Bir başkaydı bayramlar.. Bambaşkaydı. Bu dünyadaki en güzel bayramlar; o zaman yaşanmıştır. Bayram; Muhammed(s.a.v.) ile bayram olur, hediye düşünülmez o vakit.

Bayram ve hediyesi ifadeleri farklı coğrafyalarda, faklı zaman dilimlerinde, aynaya farklı şekillerde aks etse de; bizim asıl bayramımız; Allah(c.c.)’ın cemalini gördüğümüz ve Hz. Muhammed(s.a.v.)’e komşu olduğumuz zaman olacaktır ki artık hediye kelimesi unutulur.

[email protected]

Page 39: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Deneme

Yes diyen Feraceli Büşra Zorci

Yobaz, geri kafalı, cahil... Kime göre? Kim belirlemiş cahilliğin sınırını günümüzde? Beethoven’in 9. senfoniyi sağırlık döneminde yazdığını bilmek cahil olmamaya yetmiyormuş mesela ya da zira kelimesinin çünkü kelimesiyle eş anlamlı olduğunu bilmek de cahilliği almıyormuş. Okumak yetmiyormuş efendim, üniversite okumak, akademisyen olmak yetmiyormuş. Kitap okumak mesela, 3 Silahşorlar adlı kitapta dört kahramanın olduğunu bilmek ya da Leonardo Da Vinci'nin ikinci milenyum adamı seçildiğini bilmek de yetmiyor bu arada Da Vinci "İtalyan Hezârfen" diye de anılır evet bunları bilmek de yetmiyor. Kaç kişi şimdilerde çok revaçta olan vosvosu diğer ismiyle tosbağayı tasarlayanın Adolf Hitler olduğunu biliyordur ki? Endişelenmeyin bunu bilmek de cahilliği almıyormuş. Mehmet Akif Ersoy'un "Asım Nesli" derken kastettiği Asım'ın, Asım Bin Sabit olduğunu bilenler kimler? Ama bu da yetmezmiş.

Tüm bunları ve daha fazlasını biliyorum, İngilizce de biliyorum mesela çünkü imam hatip İngilizcenin olmadığı değil İngilizceyle beraber Arapçanın da olduğu bir yer ama siyah giydiğim için cahil diyen çok oysa jet sosyete siyahı hep elegant bulmuştur ve lüks gece davetlerinin vazgeçilmezidir siyah. Herkes siyah giyebilir ama ben siyah giyince mesele büyük çünkü siyahın üstüne birde başörtüsü takıyorum. Asıl

mesele bulundu, başörtüsü. Çoğu insan başımı örten eşarbın beynimi de örttüğünü düşünüyor olacak ki, tanımadan, tahsilimi, mesleğimi bilmeden bana cahil diyebiliyor. Bir de, ferace giyince irticacı oluyorum. Ancak buna lafım yok, "geri kafalı" söylemi beni çok da rahatsız etmiyor. Çünkü bir nebze de olsa doğruluk payı var, aklımız çok gerilerde Asr-ı Saadette, yobaz kelimesine gelince bu biraz farklı, kelimenin anlamı bağnazca, bir dine inanan kimse demek oysa bir Müslüman dinine bağnazca değil bilinçli olarak bağlıdır. Cahil kelimesi ise asla kabul edilemez zira bizim iman ettiğimiz din öncelikle bize okumayı araştırmayı emreder.

Allah, bize ayetlerini düşünelim diye göndermiştir. Bakara suresi 179. ayetinde de bize "Ey akıl sahipleri, kısas da sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz." diye hitap eder yani İslam’ın muhatabı akıl sahipleridir ayrıca Allah ayetinde "kısas da sizin için hayır vardır" dediği halde şeriatı istemeyen Müslüman’ın aklından da şüphe ederim açıkçası. Bakara 242. ayette de "Düşünesiniz diye Allah size ayetlerini böyle açıklamaktadır" der. Velhasıl İslam cahillerin değil âlimlerin dinidir. Şimdi bütün bunları bilmediği için beni cahil olmakla suçlayan insana Üstad Necip Fazıl'ın şu sözünü ithaf ediyorum; ''Bu ülkede biri size yobaz, çağ dışı, gerici, eski kafalı, deli diyorsa, bilin ki doğru yoldasınız.''

Page 40: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Ses! Ses Bir İki Deneme

SELAM

Gülay Alpağut Ötekileştirmek içimizde yaşadığımız hep bir şeyleri itelemek, yok saymak maalesef ki biz insanların en büyük sorunu... Öyle bir haldeki Müslümanlar aynı cemaatten olmayanın selamını dahi almaz haldeler. Bir toplumda Müslümanlar karşılaşıldığında görmezden gelinir oldu. Selam vermek ve almak küçüklük, o selamı almamaksa büyüklük ve gurur belirtisi olur hale geldi... Oysaki selam ne bir cemaate ne de şahsın kendine aittir. Verilen selam Allahın selamıdır ve selam vermek sünnet almak farzdır. Maalesef ki günümüzde selam verilir ve karşı taraf kibrinden dolayı o selamı dahi almaz, Unutmamamız gereken şudur ki verilen selamın değerini, hükmünü ve sevabını iyice idrak edelim aynı davada aynı yolda olduğumuz kardeşlerimize hatta tüm insanlara sevgi muhabbet ve hoş görüyle yaklaşalım. Selamı aramızda yaymamız her dostluğun değerini bilmemiz temennisiyle.

FACEBOOK OLMADAN Ayşe Bal

Eskiden mahalleler vardı. Evet, ESKİDEN komşular konuşurlardı. Evlerin önü dar sokak, ama geniş yürekli insanlar vardı. Bahçe kapısından ''hu komşu evde misin'' sesiyle çay yanı bisküvili evlere şenlik muhabbeti demli sohbetler vardı. Çocuklar; körebe, saklambaç, sek sek oynardı. Çocuklar; sokaklarda gülerdi... Çocuklar; düşer, kalkar ağlar ama yine unutur oyuna dalardı. Şimdi çocuklar oynamıyor, Artık çocuklar, gülmüyor... Gülüşleri bile soluk. Artık çocuklar, ya bilgisayar başında ya da dizüstü bilgisayar, televizyon başında saatler harcıyor. Şimdiki çocuklar uyuyor, ayaküstü uyanık geçinen bir nesil büyüyor. Çizgi filmler daha şirinceydi mi ne? Aileler öyle değil mi? Hani eğitim ailede başlar idi! Duygudan yoksun, muhabbetten bî haber ebeveyn gelen neslinden ne beklersin ki? Okumuş ama kâğıt üstü fobi'lasyonlar. Neredeyse kaşın üstünde ben'i görmeyecek modda. Şimdilerde bir Facebook gidiyor. Büyük, küçük eli telefon tutan tutmayan Face'ten yazışıyor haber alıyor. ''Komşu, hu” devri bitti. Facebook'tan çay'a geleceğiz çay paylaşım beğen yapmayan arkadaş listemden çıkacak. Beğen, paylaşım birde WhatsApp aman arkadaşı eklemezsen mesajlara bitti ömrübillah konuşmayacak. Olmazsa olmazlar!

Page 41: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

''Duydum ki, iki arkadaş “faceleşiyormuşş” sevgili olmuşlar. Vee evlenmeye karar vermişler.'' Evlilikten birkaç ay sonrasında''laf aramızda sevdim ayları geçince'' anlaşamadıklarını görmüşler. Düşünmüşler taşınmışlar -''Biz Facebook'ta iyi anlaşıyorduk; napsak acaba? demişler. Ve karar vermişler bizim kafadarlar: Aynı evde WhatsApp'danyazışmaya.''Düşünsenize bu çifttin çocuklarını''hayali bile çok korkunç. Anne karnında Facebook! Evet, muhabbetler, aile saadeti Facebook'a emanet. Ne âlem şu insanoğlu. Her fert bir âlem, âlem içinde kayıtsız bir matem. Sahte duygularla beslenen, sahte dünyanın

çaresiz kapıkulları. Ruh kayboluyor... ?? Bir söz var hani:''Dünyasına,Dünyasına Aldanma Dün'yasına. Dünya Benim Diyenin Gittik Dün'yasına!...'' Facebook dün'yası işte..! 'Doyumsuz bir ''İNSANLIK''Sahte bir dün'ya içinde Serap misali, kaybolan''İNSANLIK'' ''Nedir bu hırs'' ''YALNIZLIK''.Twittermı? Orası CADI kazanı, habire kaynayan, kaynadıkça fokurdayan. Yalnızlığın, İçe kapanmanın eseri bu gidişat. Anladık:'Siyaset, Edebiyat, Yazarlar oradalar da davulcular, çapulcular ipini koparan orda... Kaynar kazan, kaynıyor, Kaynar Kazan'a atmalı Twitterda Edebiyat yapmayan İNSAN'ıspamlamalı. Sonuç mu sordunuz? -''Ben içinden çıkamadım, çıkan varsa anlatsın dinleyelim. Başında söylemiştikya ''ESKİDEN''di, şimdilerde Facebook birde Twitter konuşuyor. Biz mi? ''DİNLİYORUZ'' #

“Ne âlem şu İnsanoğlu. Her fert bir âlem, âlem içinde kayıtsız bir matem. Sahte duygularla beslenen, sahte dünyanın çaresiz kapıkulları”

Page 42: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Hikâye

KAYBOLAN ‘BİZ’ Nesibe Şeyma Maraşlıgil

Daha yaklaşırken hızlanmıştı kalbimin atışları,

Artmıştı gözümün yaşları,

Kimsecikler görmesin diye o yaşları,

Eğmiştim iyice başımı.

İşte orda öylece duruyordu; sanki onu hiç terk etmemişim gibi mağrur ve havalı... Sanki yıllar daha da bir asalet katmıştı kendine ve daha da güçlenmişti artık. Hem hiç bir şey umurunda değilmiş gibi hem de her şey ölesiye umurundaymış gibi duruyordu. Eski neşeli sesi kalmamıştı, öyle derin bir sessizliğe gömülmüştü ki ölüm sessizliği onun yanında çok sesli bir sessizlik olurdu. Ah benim dünyanın bütün gezilesi beldelerinden çok daha güzel olan sokağım! Sokağımın iki yanını saran o çınar ağaçları şarap misali daha da güzelleşmişti yıllar geçtikçe. Asil çınar ağaçları sanki koca bir asrı deviren evleri koruyorlardı her geçen sene daha da güçlenen halleriyle. Ömrümün en güzel senelerini geçirdiğim o yaşanılası sokağım da mağrur edasıyla çınar ağaçlarının varlığına daha da güzellik katıyordu şüphesiz. O evler… Kim bilir nelere şahit olmuş sokağımdan çok daha fazla güzele ve çirkine şahit olmuşlardı. Her evin hikâyesi diğerinden daha heyecanlı ve sürükleyiciydi eminim. Eminim diyorum çünkü dostlarımdı o evlerin sahipleri ve ben dostunun acısına tatlısına şahit olan biri olarak biliyordum çoğu evin hikâyesini.

Anılar daha sokağıma girmeden gözümün önünde canlanmaya başlamıştı zaten. Bir adım attım sokağa doğru. İşte orada 'Semra teyze'; çamaşır asıyor yine gökte parıldayan güneşe bakarak. Bir adım daha… İşte elinde poşetleriyle Hayrettin amca; emektar bakkalımızdan yaptığı alışverişlerine bir yenisini daha eklemiş belli ki. Bir adım daha… İşte emektar bakkalımız tonton Nuri amca, koymuş sandalyesini bakkalın önüne ve bakıyor gelene geçene. Para da istemez üstelik bu yaptığı bekçiliğe. Her adımda güzel bir insan daha… İşte gül yüzlü, gülen gözlü Hatice abla; yine gülerek biriyle konuşuyor binanın kapısında. İşte mahallenin ayaklı gazetesi, sokağımızın baş tacı geveze Necla abla… İşte nur yüzlü Ali amcanın gözünün nuru, biricik torunu minik Feyza… Elinde kitaplarla gelen ve öğrettiğinden çok daha fazlasını bilen Ayşe öğretmen… Her adımda gözümde daha da beliren ve sanki hala oradalarrmış gibi duran onca güzel insan ve özlenen anılar…

Ah! İşte sen ve ben... Artık 'biz' diyemiyorum ne kadar acısa da içim, sen ve ben diye ayırmak zorundayım ikimizden bahsederken. Attığım her adım başka bir yaşanmışlık getiriyor gözlerimin önüne. Daha sokağın başında, bir film misali gözümün önünden geçmeye başlamıştı yaşanmışlıklarımız. O küçük yokuşu çıktıktan sonra sola dönüp de sokağa girişimiz... Bazen sessiz, bazen neler neler konuşarak bazen yanımızda başkalarıyla… Kâh koşarak kâh gülerek... 'İşte geldik evimiz sokağın sonunda' diyerek. Girişteki pembe, küçük binanın önünden geçerken 'Neden bunun pembe panjurları yok?' deyişimiz. Bir adım daha atıyorum bir başka anıya doğru. İşte biz; birlikte bisiklete biniyoruz ve yine birlikte gülüyoruz.

Page 43: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Seninleyken güldüğüm anlar daha fazla zaten,

Senden sonra böyle içten güldüğüm ne var zaten?

İşte güzel bir bahar sabahı sokağın sonuna doğru hızlı adımlarla gidiyoruz neşeyle hazırladığımız kahvaltıya ekmek almak için. Kahvaltı bitmiş belli ki koşturuyoruz derse geç kalmamak için elimizden hiç düşmeyen ve herkesin nasıl taşıdığımıza şaşırdığı ağır kitaplarımızla. Her adım günün başka bir anını getiriyor gözlerimin önüne ansızın. Gecenin bir vakti sigaramız bitti diye karşı büfeye gidiyoruz hızlıca, o hiç bitmeyen enerjimizle. İşte sokağın ortasında durup sağımıza ve solumuza çınarları alıp bitmek bilmeyen pozlar veriyoruz sabırla güzel bir poz yakalamaya çalışan arkadaşımıza. Ah şu sokağın tam ortasındaki beyaz evin önündeyim şimdi de! ''Burada kiralık ev var mı acaba?'' sorgulamalarımızın ardından katıla katıla gülüşümüz geliyor gözümün önüne ve kendi sorumuza cevap verişimiz: ''Zaten kiralık ev olsa bile bizim gücümüz yetmez ki! Kafa yorduğumuz şeye de bak!'' Nasıl da hızlı yürürdük seninle burada; herkesin beş dakikada gittiği yol bizim için bir dakika olurdu da şaşırmazdık.

Ayaklarımdaki takat tükeniyor evimize yaklaştıkça,

Nefes alıp vermelerim tükeniyor her mesafe azalışında.

Şimdi tam önündeyim işte. Kahverengi kapısı hiç değişmemiş. Hani defalarca birlikte açıp kapattığımız o bina kapısı. Kapıyı açtıktan sonra nasıl da hızlı adımlarla çıkardık merdivenleri. Anahtarı bulup da kapıyı açışımız çok daha kısa sürerdi. Akşama kadar ne kadar yorulursak

yorulalım uykusunu almış ve dinlenmiş gibi girerdik evimizin kapısından içeri. Bizi evde bekleyen onca iş değildi umurumuzda olan, içeri girdiğimizde bizi karşılayan gülen yüzlerdi. Yorulma nedir bilmek bilmeyen biz günün koşturmacısının ardından evin koşturmacasına başlardık. Topluca yenen akşam yemekleri yemek yemekten daha fazlasıydı bizim için. O gün nereleri gezmişiz, ne kadar yoğunmuşuz hiç etkilemezdi neşemizi ve canlılığımızı. Akşama kadar işimiz olsa da gecenin bir vakti yaptığımız temizlik bile yormazdı bizi. Kışın bile battaniyelerimize sarılıp da zaman geçirmeyi eksik etmediğimiz balkonumuza ilişiyor gözüm. Bitmek bilmeyen pazar kahvaltılarımız, akşam çaylarımız ve birlikteyken hiç eksik etmediğimiz kahkahalarımız…

Orda öylece ne kadar durdum, anılarımla yani bizimle ne kadar baş başa kaldım bilmiyorum. Gözümden hiç durmamacasına akan yaşlar zaten az olan gücümü iyice bitirmişti sanki. Olduğum yerde yığılıp kalmamam için artık bu sokağı aslında daha doğrusu anılarımızı ve seni terk etmemin zamanı gelmişti belli ki, tıpkı senin bir zamanlar beni terk edişin gibi. Beni terk edişin… Yaşadığım en büyük acı… Seninleyken hiç gelmeyeceğini sandığım o ayrılık…

Oysa ben sanmıştım ki her türlü ayrılığı birlikte yaşarız ama biz hiç ayrılmayız. Yani ben sanmıştım ki sen beni bırakamazsın ve bir ömür benimle olursun. Kısacası sanmıştım ki ben nasıl sensiz olamazsam sen de bensiz olamazsın. Aslında ben sensizliği hiç düşünmemiştim çünkü sen buna hiç müsaade etmemiştin. Beni bir an olsun bırakmamıştın ki böyle bir şeyi getireyim aklıma! İtiraf ediyorum

Page 44: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

kıymetini bilmediğim çok zaman da oldu bu amansız güvenim yüzünden. Kızdırdım, gücendirdim, yıprattım seni. Suç senin de diyemiyorum!

Meğer biz’ken ne kadar da mutluymuşum sen gidince daha da iyi anladım. Beni tamamen terk ettiğinde senin ne kadar kıymetli olduğunu anladım yoldaşım. Birlikte başladığımız bu yolda senin hep benimle olmayacağını etrafımda gördüğüm ayrılıklardan anlamam gerekiyordu aslında ama ben senin hep bende kalacağını sandım.

Öyle hazırlıksız bir anımda terk ettin ki beni de diyemiyorum çünkü son zamanlarda gidişinin sinyallerini giderek artan bir hızda vermeye başlamıştın. Önce şen şakrak hallerimizde bir azalma başlamıştı, kahkahalarımız gün geçtikçe azalıyordu. Neşemizin yerini ansızın gelen hüzünler ve eskiye özlemler almaya başlamıştı. Artık birlikte daha az zaman geçirir olmuştuk. Çok az uğrayan yorgunluklar sık sık uğramaya başlamış ve sonunda senin yerini almışlardı. Seninleyken geçirdiğim her hastalıktan sonra daha dirençli kalkan ben artık her hastalık sonrası daha da uzaklaşıyordum

sağlığımdan. Daha önce yaptığım nice yorucu işin yarısını bile yapsam takatim kalmıyordu. Merdivenleri çıkışım, yolarda gidişim eskisi kadar hızlı değildi. Taşıyabildiğim eşyaların ağırlığı bile azalmıştı. Gözlerim eskisi gibi iyi görmüyordu. Aynalar her geçen zaman biraz daha alıyordu seni benden ve ben senin her uzaklaşmanla aynalara daha az bakmaya başlamıştım. Dostum aynalar düşmanım olmaya başlamıştı. Birden bitseydi hepsi belki ‘Hayır! Nereye? Gitme!’’ der ve bir şeyler yapardım ama bu sinsi gidişin nasıl başladığını ve seni benden tamamen aldığını anladığımda ne yazık ki artık çok geçti. Hoş! Geç olmasa ne değişecekti ki? Engel olabilecek miydim sanki bu kaçarı olmayan ayrılığa?

Uzun bir zamandır sensizim ve geçen onca zamana rağmen hala sensizliğe alışamadım. Bu ayrılık acısı zamanla azalacağına zaman’la beslendi ve daha da arttı. Kıymetini bilmediğim her an için ölesiye pişmanım ve seni çok özlüyorum. Ömürlük olamasan da sen bana verilen en güzel hediyeydin benim gelip geçen gençliğim.

[email protected]

Page 45: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Makale Camii, Kilise,

Sinagog tamam da Cem evi kimin?

Mustafa Engin

Ey ehl-i hak(doğru yolda) olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin(Peygamber Efendimizin ailesinin) muhabbetini meslek ittihaz(edinen) eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı(anlaşmazlık, çekişme) aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındık’a(dinsizlik) cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal(kullanacak) edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid(Allah’ın birliğine inanan kişiler) olduğunuzdan, uhuvveti(kardeşliği) ve ittihadı(birlikteliği, dayanışmayı) emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye(mukaddes bağ) mâbeyninizde(içinizde) varken, iftirakı(ayrılığı) iktiza eden (gerektiren) cüz’î(küçük) meseleleri bırakmak elzemdir (gereklidir).

“Bediüzzaman Said Nursi – Lemalar”

Benim de hatırlatmak istediğim şeyler var;

“Birisinin hatası ile başkası mes’ul olmaz.”(En’am,164)

Yıllarca bu yüzden değil mi ki alevi ve Sünniler birbirinden daha da ayrılmıştır. Bediüzzaman hayatta iken bu soruya yönelik talebelerinden birçok sual aldı. Cevaplarken ise dikkat ettiği şey, Alevilerin bütün hazinelerinin içinde saklı olduğu anahtar kelimelerini kullanmaktı. İncitmeden, kırmadan bir şekilde aktardı aktarmak istediklerini. Bu sayede Bediüzzaman hayatta iken birçok alevi Risale-i Nurları okumaya başlamıştı.

Şimdi konumuz Alevilik iken

Aleviliğin de sınırları çizilmeli. Bu yüzden “alevi” kelimesini açıklayarak söze başlamak istiyorum. “Alevi” kelimesi Hz Ali’ye intisabı(bağlılığı) olan kişi demektir. Said Nursi’ye göre Alevilik ise; Hz Ali muhabbetinin nebevi (Peygamberler Efendimiz ile ilgili) ile ilahi sevgiye ulaştırması demektir, diyor. Fakat şu da bir gerçek ki zamanla değişen Aleviliğe karşı Üstad “salâbetli(sağlam, kuvvetli) Alevilik, nihayet Rafızîliğe(reddetmek, terk etmek) dayandı” diyerek aldığı şekli özetlemektedir. Bunun yansıması olarak Hz Ali ve Al-i Beyt ile hiç ilgisi olmayan Alevilik çeşitleri türemiştir. Bu da Aleviliği farklı söylemlere bırakmıştır. İnsanlar Alevilik hakkında konuşurlarken dahi ne hakkında konuştuklarını bilmeden konuşur hale büründürülmüştür.

Talebelerinin “Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” ayetinin açıklaması bağlamında sordukları bir sual üzerine, bu ayetin Alevilere teşmil edilemeyeceği(o kapsama alınmayacağını), Alevilerin Ehl-i kıble olduklarını, yani İslam dairesi içinde yer aldıklarını söylemiştir.

Bediüzzaman ile Hz Ali arasında da bir bağ vardır zaten. Bediüzzaman Said Nursi (ks),Zeynelabidin (ra) ve Hz Hasan (ra) ve Hz Hüseyin (ra) vasıtasıyla Hz Ali’nin (ra) dersini tâlim(öğretmek) etmiştir. Bu açıdan bakıldığında Risale-i Nur talebeleri Hz Ali’nin, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ve Said Nursi’nin (ks) bu asırdaki talebeleri değil midir?

Üstada göre Alevilerin risaleleri dinlemeleri sunilere göre daha çok gereklidir. Çünkü Celcelutiye’nin şahâdetiyle nur talebelerinin en büyük hocası Hz Ali olduğuna göre onun muhabbetini dava eden Aleviler, sunilerden ziyade Risale-i Nurları dinlemelidirler.

Alevilerin önem verdikleri bir kavramda; Al-i Beyt muhabbetidir. Hz Peygamber (sav) evine mensup olanları ifade eden bu kavram günümüzde birçok farklı anlama çekilmekte ve anlamının bozulması

Page 46: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

sağlanmak istenmektedir. Al-i Beyt’i Hz Ali ve yolundan gidenler diye adlandıranlar Ali Beyt gibi şekle bürüyenler söylediğim örneğin içine giren cahillerdir!

Kur’an’ın mutlak surette öngördüğü bu sevgi Sünnilerde de aşırı miktarda vardır zaten. Bediüzzaman, Peygamber Efendimiz (sav) in sözünü şöyle aktarıyor; “Dedi ki, vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir” (Şura, 23) Ayrıca Efendimiz (sav) “Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük(sıkı sıkıya sarılsanız) etseniz, necat(kurtuluş) bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Al-i Beytim” buyurarak bunun önemini vurgulamıştır.

Bu meseleyi daha da iyi anlamak için bir örnek daha vermek gerekirse Bediüzzaman, Resul-ü Ekrem (sav)in Hz Ali’ye söylediği: “Sende, Hz İsa gibi bir kısım insan helakete gider. Birisi, ifrat-ı muhabbet(aşırı derecede sevgi besleme), diğeri ifrat-ı adavetle(aşırı derecede düşmanlık besleme ile). Hz İsa’ya Nasranî(Hristiyanlık) muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile (Helal daireden çıkarak) hâşâ İbnullah (Allah’ın oğlu) dediler, Yahudi adavetinden(düşmanlığından) çok tecavüz ettiler, nübüvvetini(peygamberliğini) ve kemalini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden halekete gidecektir.” Hadisi muhabbetin nasıl olması gerektiği açıkça söylüyordur. Yani, Hz Ali, Allah ve Hz Peygamber’e izafeten sevilmelidir. Ayrıca Al-i Beyt’e de “vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranisi” (nurani bağı) olarak bakmak gerekir. Yoksa Hz Ali’nin, Allah ve Resulullah’a olan bağlılığını düşünmeden, şahsi kahramanlıkları ve üstünlüklerini düşünerek sevilmesi doğru değildir. Tıpkı Hz İsa’ya olduğu gibi akla sığmayacak şekilde Allah’ın oğlu diye bir başka kutsallık ve saçmalık da yüklenmemelidir. En nihayetine Efendimiz öldüğünde gözyaşları içinde;“Muhammed öldü diyenin kellesini

kılıcımla keserim” diyen Hz Ömer’e karşılık; Muhammet öldü! Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed toprak oldu, kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki Allah ölümsüzdür. Hayy’dır, Kayyum’dur… diyen Hz Ebubekir olayı özetlemektedir.

( Not: Üstad, Vehhabilik konusunda

öğrencilerini ikaz eder. Hz Ali ve Al-i Beyt düşmanlığı ile bilinen Vehhabilere Risale-i Nur’da hiçbir şekilde sıcak bakılmamıştır. )

Hülasa ve sonuç; Bir tartışmadır ülkemizde almış başını gidiyor. Camii-Cemevi almış başını gidiyor diye. Üstadın belirttiği ve din kardeşimiz, sevgi kardeşimiz, Al-i beyt muhabbeti bağı olan kardeşimiz olan Aleviler zaten Allah’ı, Resulünü, kitabını, meleklerini, kaza ve kaderini kabul edip Hz Ali’ye bunlar haricinden sınırları aşmadan aşırı bir sevgi ve muhabbet besleyen kardeşlerimiz bizler gibi namaz kılarlar ve namazlarını camilerde ya da mescitlerde ifâ ederler. Zamanla değişime uğrayan ve başkalaşan, Al-i Beyt sözünü dahi değiştirip sevginin yönünü ve uygunluğunu değiştirip bozanlar ise kendi ürettikleri Cem evi adını verdikleri yerde sazlı-sözlü ibadet (!) ederler ya da adına her ne diyorlarsa. Tövbe hâşâ ama Hz İsa’ya “İbnullah” (Allah’ın oğlu) deme yanlışlığının bir benzerini gösterirler. Maalesef ki Efendimiz’in apaçık belirttiği ve helakete gidecek olanlar bunlardır…

Şimdi soruyorum size; Camii Müslüman’ın, Kilise Hristiyan’ın, Sinagog Yahudi’nin, Cem evi kimin?

Page 47: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Kültür Sanat

Deneme

KÜLTÜR SANAT HAYATIMIZ Ayşegül Gök

Kültür sanat bahsi geçince ne anlıyoruz bu kavramlardan. Aklımıza ilk gelen kitap okumak mı oluyor genelde, kaldı ki ne kadar okuyan bir toplum olduğumuz da ortadayken.

Resim, Müzik, Mimari, Heykel, Tiyatro, Sinema ve Edebiyat hepsi sanatın birer kolları değil mi? Bizim bildiğimiz sadece Edebiyat belki biraz Müzik ve Belki de biraz Sinema.

En son hangi kitabı okuduk, en son hangi filmi izledik sinemada, en son hangi tiyatro oyununu seyrettik. Heykel ile Mimari asasındaki farktan ne kadar haberdarız. Mimar Sinan’ı biliriz belki ama eserlerinden kaçını sayabiliriz. Resim dersek, Minyatürlerin; çok ince işlenmiş ve küçük boyutlu resimlere ve bu tür resim sanatına verilen ad olduğunu bilmeyiz mesela.

Belki kültür sanata ayıracak yeterli vaktimiz yoktur, belki ilgimizi çekmiyordur ve belki de bilgimiz dâhilinde değildir. Aslında bugün birçok kültür sanat programı kelimenin tam anlamıyla ayağımıza geliyor. Yanlış anlaşılma olmasın adına televizyon denilen bir kara kutudan bahsetmiyoruz. Hayat onu kapatınca başlıyor asıl ve dışarıda akıp giden, sürekli devinim içerisinde, hareket halinde olan bir kavram hayat, yoksa değil saatlerce bir hipnotik algının karşısında köle misali oturmak.

Evet, bugün birçok kamu kurumu, özel yada devletin çeşitli eğitim kurumları, sağlık kuruluşları vb. birbirinden çok farklı kurumların düzenlediği sayısız kültür etkinliği var. İçlerinden en basit ve kolay ulaşabileceğimiz bize en yakın belediye kurumları. Son yıllarda özellikle İstanbul’da ve Türkiye’nin birçok il ve ilçelerinde sinema, tiyatro, konser, panel, resim, orta oyunu, Hacivat karagöz vb. aklımıza gelen birçok etkinlikler yapılmakta. Bazı yerlerde bu faaliyetler sadece Ramazan ayıyla sınırlı kalsa da, sezon başı sayılan Eylül ayı ve sezon sonu Mayıs ayı içerinde her ay düzenli olarak programlar yapılmaktadır.

Bizlere düşen ise imkânlarımız dâhilinde, birçok etkinlik ücretsiz olması hasebiyle, nakit değil de vakit ayırabilirsek, bir ya da birkaç Kültür Programını düzenli takip edebilmek. Burada üzerinde durulması gereken nokta istikrarlı ve düzenli bir şekilde devam edebilmektir. Mesela; ayda bir Tiyatro, bir sinema filmi, bir kitap, bir Konferans şeklinde. Bunların hepsini bir arada yapamasak bile en azından içlerinden en az bir tanesinde düzenli olarak takip etmenin aylar sonrasında bize katkısı gözle görülür şekilde olacaktır.

Edebiyatsız, Müziksiz, Sinemasız, Tiyatrosuz bir hayat nasıl olur ki…

Ve Ez Cümle: “ Her Ruh sanatçıdır. “

[email protected]

Page 48: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Kültür Sanat

Kitap

LEYLÂ BURADAN TAŞINDI

Zeyneb Yüksel

Şâir kimliğini 2010 yılında “Üsküdar’da Akşam Oluyor” kitabıyla ele veren Barış Cem Kaya, geçtiğimiz kasım ayı itibariyle de “Leylâ Buradan Taşındı” ile çıktı karşımıza.

Hani sormuşlar hem Leylâ’ya hem de Mecnun’a; “Kim, kimi çok seviyor diye daha.” Her ikisi de, “Ben!” demiş ya sonra. Aslolan cevabın kendisi işte bu kitapta. Âşkın ete-kemiğe bürünmüş hali değil sadece o, âşktan fazlası var muhtevasında.

Âşkın sınırsız sınırlarıyla ilgili, sonucu her defasında bir Güzel’e bağlayan kitapta hakikat şu ki aslında; Leylâ buradan taşındı yani zamanın şimdisinden. Peki ya Mecnun? Bütün isimleri Leylâ ismi altında toplayan Mecnun n’oldu? Geçmişte mi kaldı, geleceğe mi aktı, şimdi de mi yandı?

“Leylâ Buradan Taşındı”, içinde bi Mecnun taşıyan herkesin hikâyesi.

“Ve hiçbir hikâye ıstıraptan nasibini almadan masala dönüşmez. Bilenler bilir; hikâyeler hep yaralı, masallar mutlu sonla biter."

Haydi, buyurun; biraz da buradan yara/r/lanalım. [email protected]

Page 49: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Kültür Sanat

Makale

MAHREM SANAT Fatma Nur Kayıkçı Ahlakçılar, bazı sanatsal uğraşların, insanın doğasında mündemiç bulunan kötü ruhu galeyana getirip, iyi olana galebe çalmasına neden olacağından karşı çıkarlar.Psikanalizcilerin söylemine göre de, insanın içinde bulunan birtakım duygular, toplumsal baskı ve ahlaki kaygılardan ötürü bastırılmaktadır. Buna rağmen bu baskılar, iç salgılara engel olamamaktadır. İşte sanatın şehvete aracılık ettiği iddiası bu gerçekliğe dayanır.

(Freud: Toplum konusundaki araştırmaları, baskılardan sıyrılmanın mahremiyeti zedelemeye yol açtığı fikirler yumağı… Hâlbuki bu fikirlerin oluşması birebir onun suçu değildir. O sadece fikir özgürlüğünü savunmuştur, fikir çatısında soyunmayı değil…)

Oysa sanat alanına kadının ten gösterimi girdiği anda sanat, zevkin tatmini olmuştur. Zevk tatmini insanların en zayıf olduğu nokta; cinsellik ile sağlanmaya çalışıldı.

İslam’da hükümler her zaman kesindir. ‘’Gözlerinizi haramdan sakının!’’Sanat dalı dahi olsa cinsel dürtüyü harekete geçiren her türlü obje sakıncalı görülür. Hâlbuki sanat, ahlaki hazları besleyen bir araç da sayılabilir…

Nitekim İslam’da hüküm ne kadar net olursa olsun, ikna edici olmayacağına inanarak, sanatta ahlakın bozuluş sürecine değinmek istiyorum…

Bu bağlamda önce sanatın müstehcenliğe açılan kapısında tarihi sürece kısaca göz atmakta fayda var. Bu akımların yuvasına, elbette, Avrupa’ya bakıyoruz. Başrolde yine kadınlara yapılan haksızlıkları görmek bizi şaşırtmamalı. Zaten müstehcenliğe açılan kapının kilidi kadındır.

Katolik mezhebine göre kadın ile erkek kutsal evlilik bağıyla bağlandığında, bir daha boşanmaları mümkün değildi. Savaş zamanlarında ise erkekler kadınlarına bekâret bağı takarak savaşa giderlerdi. Bu ortamda her iki cinste katı evlilik kurallarıyla dolu hayatlarında nefes almaya çalışıyordu. Üstelik kadın, her zamankinden daha çok insandan aşağı görülerek, tamamen değersiz sayılıyordu.

Bu ortam düşünür ve araştırmacıları rahatsız etmektedir. Freud da bu dönemde rüya alanında çalışmalara başlamıştır. İsterik kadınlar üzerinde yaptığı çalışmalar onun asıl ilgi odağının bastırılmış cinsel duygular olmasına neden olmuştur. Freud bu konuyu işlerken herkesin cinsellik konusunda istediği gibi davranmasına dikkat çekmek istemez.

Page 50: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

O daha çok Avrupa’da görülen yasaklı cinselliğe, insan doğasına aykırı olarak meşru olanın dahi kerih örülmesine karşı çıkar. Cinselliğe dair doğal olmayan ahlaki ilkelere karşıdır. Bunun için cinsel aydınlanma iyi bir hareket olacaktır.(Hughes,1985:132) Avrupa’da bir dönem cinselliğin meşru olanı dahi kötü görülmekteydi. Bu durum üzerinde çalışan Freud’un fikirleri çığırından çıkmıştır ne yazık ki. Yanlış mı anlaşılmıştır, yoksa elde edilen fikirler abartılmıştır…

Ortam değişmeye ve insanlar özgürleşmeye başlar. Abartı kanımızda olduğundan ipin ucu kaçabilir. Ressamlar girer sahneye, kadınların resimleri çizilmeye başlanır. Bu kadınlar cinsel özellikleri ön planda olan objelerdir. Kadın insanlık mertebesine yükselişi cinselliği sayesinde olur!

Bir önceki durumda da, bu yeni konumda da mahremiyeti aramak mümkün değil. Olmayan mahremiyetin sınırının aşılması olağan mıdır? Olmayan mahremiyet dediğimiz şey, değer verilmeyen bir varlığın değervari bir şekilde ifşasına başlanmasıdır. Bu şekilde değeri kazanır.

Hz. Meryem’in bu akımlardan önceki tasvirlerinde ona masum ve uhrevi bir çehre verilirdi. Hatta güzel kadınlara benzetilmemeye çalışılmıştır. Sonraki dönemde ise güzellik önem kazanmış ve bundan Hz. Meryem tasvirleri de nasibini almıştır. Üstelik Meryem anlamına gelen Madonna tasvirleri de yüzden çok vücut ön plana çıkartılarak, Meryem tasvirlerinde devir atlatılmıştır.

Aynı zamanda fiziki güzelliği her şeyin önüne geçiren bu tür faaliyetler, asıl güzellik alanı olan iç güzelliği ikinci plana itilmektedir.(Ki önceki dönemlerde içgüzellik algısı yok iken.)Fiziki güzellik için belirlenen normlara uymayan kadınların da kendilerini ikinci sınıf olarak görmelerine neden olan bu durum, güzelliği kadın tenin bir fetiş haline getirmektedir. Bu ise açlığı doyurmaktan çok tatmin edilemeyen duyguların egemen olmasına neden olmaktadır.

Bu akımlar romanlar ve öykülere de sıçramıştır. Asıl klasik olarak okuduğumuz Dostoyevski, Tolstoy, Balzac kütüphanelerimize üstün erdem içeren kitaplar hediye etmişti. Oysa bunun yanında o bazı yazarlar akıma uyarak zevkleri tatmin etme amacı güderek, yasak ilişki, kadının teni, cinsellik üzerine cinsellik, ahlaki çürümeler konularıyla karşımıza çıkmıştır. Günümüzde bu akımı hala taşıyan yazarlarımız var. Bu konuları kutsal olarak algılayıp aynı zamanda özgürlük olarak önümüze getiriyorlar. Mümkün mertebe eleştiri aldıklarından dolayı değer kazandıklarını söylemek mümkün. Ahlakı savunanlar ise birer korkak.(!)

Sinemanın bir sanat dalı olup olmadığı konusu tartışmalı da olsa, sanatın ahlaktan kopuş aşamasının son demlerinde en etkileyici silah olmuştur. Toplumun etkilendiği en önemli araçlardan biridir üstelik. Diğer sanat dalları kutsal ve ulaşılamaz iken sinema hepimize erişmektedir…

Sanatın geçirdiği süreci göz önüne getirdiğimizde, sanatın hala bize ait olduğunu hissediyoruz. Özgür düşünce adı altında ahlaksızlık empozesini kabul etmediğimiz gerçekliğine dayanarak, Müslümanları sanatın aslıyla yoğrulmaya davet ediyorum. Kendi sanatlarımızı koruduğumuz kadar evrensel olanlara da sahip çıkalım…

“Koyu renkli yazılar: Modern bilinç ve Mahremiyet / Mazhar Bağlı”

[email protected]

Page 51: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013

Dip Not

Kalanların Hikâyesi

Tuba Çıngı

Gitmeler acıtmaz her zaman canı, çoğu zaman size birçok şey öğretir...

Gidenler gözleriyle usulca size bekle der, sabret der belki de en güzel sevmeler sabredilerek gelendir...

Gidenler her zaman severek gitmese de kalanlar hep severek beklesin, sevgisine sevgi katarak beklesin çünkü sevgiye hiçbir zaman yakışmadı ihanet...

Usulca giderler, sessizce ama siz haykırarak bekleyin sevginizi dünyaya duyurarak bekleyin, bekleyin ki gitmeler utansın yollar artık ayrılığa çıkmasın, sevmeler gitmeler acıtmasın canı ve korkmasın kimse gitmelerden sonra siz öyle sevin ki gitmeler pişmanlığı en derinden hissetsin...

Birde sonsuzluğa doğru gidenler var...

Kalanların payına yine acı düşen gitmelerden, artık en büyük tesellinin henüz üzerinden kokusu gitmemiş bir gömlek, bir kazak verir ve uzun uzun anlatılan nasihatlerden daha etkilidir. İçten içe dualar edilir kokusu gitmesin hep kalsın diye çaresizlik değildir bu tam da sevginin anlam bulduğu derinliktir aslında...

Bizde böyle kalanların hikâyesi...

Gidenler mi?

Aslında çok zor onları anlatmak, hep kalan biri için...

[email protected]

Page 52: Mukaddesât fanzin sayı 1 2013