ne zaman var ol lmin g b · çölünde bizim çocuktan bir farkımız yok. Çocuk ne kadar...
TRANSCRIPT
1
VARLIK VE BİLİNÇ VEYA
MUSA KISSASININ ÖZETİ1
Bundan iki sene önce o bizim Yümni Çarşısı’nın köhne salonunda güzel bir ders yapmıştık.
Benim o zamandan beri, aslında yirmi senedir “ Varlık nedir, ne değildir? Niye biz varlığı tanımıyoruz?
Ne zaman var olacağız, yokluk korkusunu yeneceğiz? ” gibi sürekli endişelerim ve kaygılarım vardı. İşte o
tefekkür ve diğer araştırmalarımdan iki sene önce “ Gerçek varlık, ilimdir ” diye buldum. Ve o
zaman o ilkel konuşma biçimimle “ Gerçek varlık ilimdir, İlmin Gerçeği ” diye iki tane konferans verdim.
Yetmedi “ Ebedî Bilinç ” olarak bir ek dahi yazdık. Kehf Suresi’nin kabaca bir tefsirini yazdık. Fakat
bakıyorum yine biz varlığı tam tanımamışız. İşte notlarımı tuttum, sizinle paylaşacağım, inşaallah başarılı
oluruz. Allah’a güzel bir ayna oluruz, Allah’ın sonsuzluğunu, daha doğrusu Varlığın sonsuzluğunu
yansıtırız.
Konuya girmeden önce kısa bir not var burada. Bediüzzaman diyor ki: “ İnsan ölünceye kadar
çocuktur. ” Bu büyük bir tespit; ilmî bir tespit... Diğer hayvanlar bir-iki ay veya en fazla altı ayda
bebeklik dönemini atlatırken, insanlar doksan sene çocuk gibi yaşıyor. Yani bu kâinat sahrasında, kâinat
çölünde bizim çocuktan bir farkımız yok. Çocuk ne kadar âcizdir, çâresizdir, bilgisizdir; biz de öyleyiz.
Neyiz yani, niye geldik? Nedir bu varlık? Bu deveran, bu olaylar, bu şerler, bu musibetler, bu kanserler
nedir? Yani biraz yorum kıtlığı var bizde. Özellikle kâfirlerde tam karanlık var. Şimdi çocuk psikolojisi
deyince –doktorlar daha iyi bilir– anlıyorum ki, biz de çocukmuşuz, Bediüzzaman’ın ifadesine göre.
Mesela herkesin bildiği bir şey var: “ Babam her şeyi bilir, babam herkesin babasını döver. ” Çocuk
psikolojisi budur, yani ilk temel dayanak budur. Eğer babası her şeyi bilmiyorsa, babası herkesin babasını
dövemiyorsa, o zaman babasına güvenemiyor çocuk. O, babası varsa da yetimdir. Şimdi biz çocuğuz,
Allah her şeyi bilir, Allah herkesi yener, diye inanıyoruz –Müslüman olarak veya dindar olarak fark
etmez.– Fakat o konuda biraz sıkıntılar var herkesin kalbinde, benim de kalbimde, belki de sizin de
kalbinizde. Acaba gerçekten Allah bütün atomlara gücünü geçirebiliyor mu? Herkesin babasını
dövebiliyor mu? Veya babamın her şeyi biliyor olması doğru mu? Bunu sağladığımız zaman tam güven
elde ederiz. Çocuk psikolojisini güvene bağlarız. Yoksa biz yetim sayılırız. Risale-i Nur’da ve tasavvufta
var, insan kâinat çölünde bir yetimmiş. İstediğin kadar babaların, paraların olsun, sen bir yetimsin.
Katrilyonların da olsa, Amerika kıtası senin de olsa, bu kâinat çölünde Amerika ve dünya bir kum tanesi
gibi; sen yine yetimsin.
Nedir bu varlık? Ben niye varım? “ Ben ” her şeyden daha değerliymiş. Bütün dünyayı sana
verseler sen, ben’ini vermiyorsun. “ Ben ” daha değerlidir. Ama niye bu “ ben ” yetimdir? Niye bir yere
dayanamıyorum, ebedîlik yok, sonsuzluk yok. ( Problem üstüne problem. ) Fakat bilsen ki bir himâyetkâr
Rabbin var, yani manevi baban var, herkesi döver, her şeyi bilir; o zaman rahat ediyorsun. Çocuk on iki
yaşına kadar bu psikolojiyle yaşıyor. “ Babam her şeyi bilir, babam herkesin babasını döver. ” Onun
için yetimle, babalı çocukların farkı bundan doğuyor; psikolojide bu var. Evet, insan ölünceye kadar
çocuktur. Çünkü insan diğer hayvanlardan farklı. Diğer hayvanlar kâinat sisteminde beden itibariyle
fonksiyoneldirler. İnsan ise bedeniyle değil, çünkü bedeni topraktır, kıymetsiz bir şeydir. Herkesin bedeni
topraktır. İnsanlar, herkes âdemdir, kadınıyla erkeğiyle ve herkes topraktır. İnsanın değeri âdemiyetledir,
dinle, bilgiyledir. O da eğer mesela, imana, bilgiye, dine geliyorsa... Bu âdemiyet demektir. İnsan, âciz bir
mikroba yenilebilen, her an ölümle yüz yüze olan varlık demektir. Bu ihtimal dâhilinde kuvvetli bir
ihtimaldir. Ölümle yüz yüze olan, gariban, çölde yetişmiş bir çocuk gibi.
Ve insan kâinat ağacının çiçeğidir. Ağacın en nazik yeri neresi? Çiçeğidir. Güzel bir çiçekmişiz,
Risale-i Nur’da var bu, İslam tasavvuf kitaplarında var. İnsan kâinat çiçeğidir, ibadetler de onun meyvesi.
Maneviyat, bilim, işte teknoloji, işte medeniyet bunlar da meyvesi. Biz çiçeğiz yalnız. Bir ağaç var işte,
yirmi milyar sene yaşamış. Bizim çiçeğin bir meyvesi olması lazım. Meyve de işte imandır, ibadettir,
teknolojidir, medeniyettir, sanayidir ila âhir gidiyor. Evet, işte bu asır bir açıdan bedbaht bir asır, bir
açıdan da bahtlı bir asır. Çünkü şimdiye kadar insanlık tarihinde gözü açılmış, Rabbini bilmeyen, manevi
babasını bilmeyen hiçbir nesil bizim kadar perişan olmamış, babadan kopukluğu yaşamamış, sıkıntıyı,
yetimliği yaşamamış. Bir açıdan da şanslıyız, çünkü bu asır bilimi gösterdi ki, gerçekten kâinatta öyle bir
1 Bu kısım bir konferansın metnidir. Üslubuna ve eksiklerine hoşgörü ile bakmanızı umarım.
2
kuvvet var ki her şeyi her şeyin imdadına yetiştirebiliyor. Zaten Risale-i Nur, Yirminci Mektup’ta
Allah’ın birliğini anlatırken onu tarif ediyor. “ Benim Rabbim, diyor, öyle bir şey olması lazım ki, benim
ihtiyacım için bütün kâinattaki bütün nesneleri, bütün hareketleri seferber edebilsin. ” Mesela vücut öyle
çalışıyor. Bir hücreye iltihap girdiği zaman beyin bir kıyamet koparıyor, diyor: “ Burada bir vatandaş
iltihaplanmış, ölmek üzeredir. Ey beden kanınla, ifrazatlarınla, guddelerinle, sinir sisteminle,
kemiklerinle, iliklerinle herkes seferber olsun, o iltihabı kurutalım. ” Kurutmaya çalışıyor, kurutursa
oradaki iltihap atılır, kurutulmazsa hastalığa devam ediyoruz. Vücut öyle çalışıyor. Bütün hücreler —ki
altmış trilyona yakındır— bir hücre için seferber oluyor. Ve bütün organlar bir organ için seferber oluyor.
Aslında kâinat da öyledir. Şimdi kâinattaki denge öyle bir şey ki insan zor durumda kalsa hava değişir,
atmosfer değişir, bulutlar değişir, denizler değişir. Yine allem eder, kullem eder dengeyi bulur ve insan
neslini devam ettirir. Eğer irade varsa!
Hulasa bugün bilim fizik bazında gördü ki bir atomun, atom olarak yaşayabilmesi için kâinattaki
bütün atomların onu desteklemesi, frekans ile alışverişte bulunması lazım. Yani burada bir atom diyelim
ki uranyum olacaksa, radyoaktif hale gelirse veya kara madde olursa, fizik kurallarını tersine çevirirse
bütün kâinat yıkılıyor. Her atom bütün kâinatla paslaşarak çalışıyor. Bugün fizik bunu gördü. Diyelim ki
biz fizik olarak bunu görmeyebiliriz, ama biyolojik olarak, yani ekolojik denge olarak görebiliriz. Evet
bütün türler birbiriyle paslaşıyor. Bütün türlerin bireyleri de paslaşıyor. Onun için biliyorlar “ Bu dağın
arkasında su var, biz oraya gidip su içmeliyiz ” veya “ Bir fırtına gelecek, biz mağaraya girmeliyiz. ” Bu,
emir âlemi... Öyle bir emir var ki, her şeyi her şeyin imdadına koşturuyor. İşte insan iradesi, imtihan
dairesi olduğu için bazen isyan ediyor veya yanlış yapıyor, ceza görüyor. Onun da yeri vardır, o da
rastgele değildir.
Hulasa buraya kadar giriş idi; konumuzun özeti şudur: “ İman. ” İman, kendini güvene atmaktır.
Ne zaman güvenir insan? Hani çocuktuk? Babam her şeyi bilir, babam herkesin babasını döver inancı
varsa, ben güvende olurum. Eğer babam öyle değilse ben sürekli korkarım. “ Birisi gelir kapımızı kırar,
beni döver, babam yok. ” Birinci adım imandır. ( güven ) Bu imanı nasıl elde ederiz? Ehl-i
tasavvuf diyor ki; “ Marifet lazım, Varlığı tanıman lazım. ” Marifet, tanımak demek Türkçede. Sonra ne
olur? İman marifete götürür, marifet muhabbete... Muhabbet öyle cinsellik falan değil, maalesef Türkçede
o da bozulmuş. Muhabbet sisteme entegre olduğun zaman, sisteme âşık olduğun zaman, kendini sisteme
bağladığın zaman işte “ muhabbet ” odur. Aşk şiddetli bağ demek, muhabbet özlü eylem demek, özlü şey
demek. Katı, kaba şey değil de, özlü şey demek. Özlü olduğun zaman sisteme entegre oluyorsun, sistem
seni artık ebedî yaşatır. Artık senin baban herkesin babasını döver ve her şeyi bilmiş oluyor. İşte bu
imanı, marifeti ve muhabbeti sağlamak için kâinattan öğrendiğim bazı ( iptidai mi diyelim, ilerlemiş mi
diyelim siz takdir edin ) bilgilerimi sizinle paylaşacağım. Başlığımız, “ Bilinç ve Varlık. ” Nedir bilinç?
Ve Varlık nedir? Kaç parçadır? Bir tane midir? Çok tane midir? Bu işin mekanizması bilim bazında, dinî
bazda nedir bu bilinç ve varlık? Hemen özetleyelim: Varlık bir tanedir. Bunu Kur’ândan öğreniyorum ve
ilimden öğreniyorum. Kâinatta varlık diyebileceğimiz, vücut diyebileceğimiz bir tanedir. Kur’ân-ı Kerim
“ varlıklar ” kelimesini kullanmıyor, “ yokluk ” kelimesini de kullanmıyor. “ Var etti, yok etti ”
kelimesini kullanmıyor. Bak, biz Kur’ân talebesiysek Kur’ânın diline dikkat etmemiz lazım. Varlık bir
tanedir, vardır, ebedîdir, sonsuzdur. Ne var ediliyor, ne yok ediliyor. Sadece şekiller, dosyalar, yazılımlar
oluyor. Varlık bir tanedir ve sonsuzdur; boşluk ve yokluk yoktur. Çirkinlik, mutlak mânâda yoktur.
Çünkü zaten varlığın bir çiçeği var. Varlık mutlak hayırdır. Eskiden beri mutasavvıflar başta Ahmed-i
Hani bunu bilmiş. Risale-i Nur’da da geçiyor, “ Varlık mutlak hayırdır. ” Bilgi bazında, para bazında,
rızık bazında, hayır bazında ne olursa olsun eğer bir şey var diyorsak, o hayırdır, onun kötülüğü olmaz.
Yani fazla paranın, fazla bilginin, fazla şifanın, fazla rahatın zararı yok. Varlıktır çünkü!
Bir gün Ahmed-i Hani’nin türbesini ziyarete gitmiştim, ( Ağrı Doğu Beyazıt’ta ) dedim, “ Bu
memleket bu kadar perişan, fakir, böyle dâhi bir insan gelmiş, bir şey yapamamış memlekete. Gitmiş
Osmanlı sarayında kâtiplik yapmış. ” Öyle kalbimde itiraz ederken hiç tanımadığım bir adam “ Gel sana
bir şey okutayım ” dedi. ( O beni tanımıyor, ben de onu tanımıyorum. ) Götürdü beni türbenin o yıkılmış
duvarlarına; bir kapısı kalmış. Kapının üst eşiğinde yazıyordu. Kürtçe olarak yazıyor, ben mânâsını
vereyim: “ Saf hayır olarak bir şey yaratmak benim elimden gelmiyordu. Çok istedim bir şeyler
başarayım fakat yüce padişah olan Allah bana vermedi başarıyı. Yaratmak elimde değil, saf hayırdır
3
yaratmak. O da Allah’a mahsustur. Çok projelerim vardı ama başarılı kılmadı ne yapayım, padişah olan
Allah beni muvaffak etmedi. ” Risale-i Nur’a da dikkat ettim “ Vücut saf hayırdır, bütün günahlar, bütün
yokluklar cehennemîdir, ademîdir ” diyor.
Kabaca sonsuzluk, manevi güç, bilinç; devlet gibidir. Mesela devlet bir bilinçtir. İşte yetmiş
milyon insanın yirmi dört bakanlığının, bir sürü personelin, bir sürü milletvekilinin, bir sürü dairelerin,
okulların, polis karakollarının oluşturduğu bir bilinç, bir yasa etrafında organize olmalarıdır. Ve
sonsuzdur devlet. Nerededir? Hem her yerdedir, hem hiçbir yerde değildir. Ben eskiden bunu
anlamıyordum: “ Allah hem her yerdedir, hem hiçbir yerde değil ” İşte devlet örneği öyle. Hem her
yerdedir, hem hiçbir yerde değil. Madde değil ki mekâna girsin. Devlet örneği, bakanlıklar örneği, Cenâb-
ı Hakkın icraatı için iyi bir örnektir. Devlet, yani somutu yok mu yani hep soyut mu? Hayır, somutlaşıyor
da. İstediği noktada somutlaşıyor. Hatta gerekirse bir askerini kurtarmak için sekiz yüz bin askeri seferber
ediyor. İşte teröristler bir asker kaçırmış deseler bütün ordu gider o askeri kurtarmak için. Bak, bütün
orduyu, bütün memurları, bütün bakanlıkları bir asker için seferber ediyor. Devlet somuttur, her karakol
bir devlettir, her okul bir devlettir, her daire bir devlettir, her bakan bir devlettir, bak başbakan büyükçe
bir devlettir. Somutu da var. İşte devletin bu somut şekillerine biz esma diyoruz, devletin isimleri diyoruz.
( Milli eğitim bakanı, işte dâhiliye bakanı –içişleri- , işte savunma bakanı. ) Bak, nokta somutlaşınca isim
koyuyoruz. Daha önce ismi yok devletin. Nedir devlet? Rusya’da da devlet var, Çin’de de. Peki, bizim
aramızda ne fark var? O da devlet, bu da devlet. Hayır, soyuta isim koyamıyorsun. Somutlaştığı zaman
isim koyuyorsun: Türkiye Cumhuriyeti veya Milli Eğitim Bakanı, Savunma Bakanı gibi... Ve müracaatın
da o esmaya oluyor. İşte onun için Bediüzzaman ve diğer mutasavvıflar “ Esma birer asansördür, birer
merdivendir. Kim bir isme binerse, onu takip ederse başarır ” diyor. Mesela diyelim ki, sen Kadîr ismini
istiyorsun, Ganiyy ismini istiyorsun, zenginleşmeye çalışıyorsun, onun gereklerini yapıyorsun. Yani Milli
Eğitim’e başvurduğun zaman diploman, kariyerin, okuma-yazman olması lazım. Veya Milli Savunma
Bakanlığı’na başvurmuşsan, işte silahın, gücün, cephede savaşacak yeteneğin olması lazım. Veya
isteyebilirsin ondan, “ Ben asker olmak istiyorum, ben öğretmen olmak istiyorum ” diye başvuracaksın. O,
yalnız senin enerjini değerlendirir veya malzemeleri sana verir.
Allah da sonsuz ve soyut bir ilim ve bilinçtir. Ama nokta olarak icraatı olur. İşte Cenâb-ı Hakk
sonsuzdur, sonsuz olarak görünmez ama nokta olarak icraat yapar. Esma, noktadır. Hatta Arapçası “
kabarmış şey ”, “ yükselmiş şey ” demek. Devlet mesela sonsuz, kabarmamış; ama Milli Eğitim olarak
kabarıyor, görünüyor o zaman. Sen ona isim koyuyorsun, bir de müracaat ediyorsun. Merkezler ve
noktalar olarak tecelli ediyor. Nokta nedir? Eşittir varlık ama somut şekli. Aynı zamanda soyut şekli.
Hem nokta, hem de aynı zamanda sonsuzluk. Yani diyemezsin “ Ben bir okula başvurdum, bir karakola
başvurdum. Karakolun neresi sonsuz? İşte Cenâb-ı Hakk rızk veriyor baharda, bu rızkın neresi sonsuz? ”
Hayır, Allah isterse bütün kâinattaki bütün atomları o bahar mevsimindeki rızık için seferber ediyor.
Devlet isterse o okulda öğrenimin devam etmesi için bütün orduyu oraya yığabilir. Dolayısıyla nokta aynı
zamanda sonsuzluktur.
Noktanın iki boyutu var: Bir; noktanın maddi olarak yansıması var, atomlar bunun tipik örneğidir.
Atomlarda sonsuz bir enerji, bir plan, bir bilim var. Ayrıca nokta sembolik olarak ilmin sembolüdür. Yani
devletin okul yapması, karakol olması, esma olarak icraata girişmesi için sonsuz ilim lazım. Sonsuz bilgi
olmazsa o karakol, o okul olmuyor. İşte İmam-ı Ali bunu bildiği için “ Bütün Kur’ân Fatiha’da, Fatiha
Besmele’de, Besmele de ‘ ب ’ ( Be ) nin noktasında ” demiş. Yani nokta sonsuz ya; bütün Kur’ân
sonsuzluk kokuyor, sonsuzluğu anlatıyor. O da noktada. Nokta eşittir bütün varlık, soyut olarak. Nokta
eşittir atom, o da bütün kâinat demek. Bir atom bütün kâinat kadar önemlidir sistem içinde ve yapısı da
öyledir. Aynı güneş sistemi gibi çalışıyor.
Biz âciziz, yani yemeğe muhtaç, uykuya muhtaç, evlenmeye muhtaç, şifaya, ilaca muhtacız. Biz
nasıl şu sonsuzluğu elde ederiz, Babamızla arkadaş oluruz, rahat ederiz? İşte o zaman Kur’an diyor; “
Senin entegrasyona geçmen lazım. ” Nefsanî somut dünyanda büyümeyi bırak. Git devlete başvur, devlet
kadar büyürsün. Onun için Küçük Sözler de Bediüzzaman hep böyle örnek veriyor. Birisi tek başına
cepheye gider. İstediği kadar pehlivan olsun, gücü kadar gücü var, diyor. Diğeri zayıftır, âcizdir; devlete
başvurur, devlete entegre olur. Devlet kadar büyümüş olur. ( Bir nevi sonsuz oluyor. )
4
Din, işte budur. Din böyle hurâfe murâfe değil. Din, insanı kâinattaki İlâhî sisteme entegrasyona
geçirir. Ve seni sonsuz yapıyor. Din budur. Mesele hurafe yanlış bilgiler, yanlış icraatlar değil. Maalesef
o şekle sokmuşlar. Günahı, dinin değil. Günahı, bugünkü insanın cahilliğidir. Pisagor 2500 sene önce bize
yarayacak bir bilgi vermiş. Ve bugünkü bilgisayar teknolojisi o 2500 sene önceki bilgi üzere kurulmuş.
Demiş ki; “ Varlık sonsuzdur ve varlık sayılardan ibarettir. ” Bu Pisagor’un tezidir. Bunun için de epey
bir dayak yemiş, 2500 sene önce söylediği için. Nasıl sayılar varlık olur? “ Her şey sayıdır ” demiş.
Gerçekten sayılar hem somuttur, hem soyuttur. Mesela iki dediğim zaman iki kalem aklıma geliyor. Ama
kâinatın bütün santimetre karesinde, iki var yani, sürekli ikilerle karşılaşıyorsun. Ve bugün 1965’ten
sonra bilgisayar keşfedilince; işte kâinat negatif–pozitif elektrikle, negatif-pozitif yapılarla, olaylarla,
çiplerle veya biyolojik varlıklarla veya sistemlerle sürekli 0–1 sistemiyle bir bilgisayar gibiymiş. Bir atom
dahi fazla olsa mail’in gitmiyor, o kâinatta duan kabul olmuyor. Onun için dikkatli ibadet etmemiz lazım.
Mail nasıl bir nokta yanlış yazarsan gitmiyorsa, o dua gitmiyor o zaman. Pisagor haklı çıkmış, bilgisayar
bulunduktan sonra. Kâinat gerçekten sayılardan ibaretmiş. Bu sayılar somuta dönüşüyor ve varlıkları
soyuttur. Varlığın aslı soyuttur, ilimdir. Maddi varlığı ve olayları da aynı bilgisayar diline çevirebiliriz.
Veya soyut hareketleri de çevirebiliriz. Kâinatta asıl varlık bilinçtir. Çünkü kâinat geçmiş ve gelecekle
beraber kâinattır. Derinliği ile beraber kâinattır. Sadece madde değil, madde işin kabuğudur, ambalajıdır.
Bediüzzaman’ın tabiriyle “ Tenteneli bir perdedir. ” Ama bilgisayar işimizi çok kolaylaştırdı. Yani
bilgisayarı örnek aldığın zaman kâinatı bir bilgisayar gibi düşündüğün zaman; işte sonsuzluk, ilmin
gerçeği, somut varlığın kıymeti, soyut varlığın kıymeti hepsini böyle çok basit bir şekilde izah
edebiliyorsun.
Yani diyebilirsin ki “ İbn-i Sinalar, büyük zatlar bu konuda hep yolda kalmış. ” Evet biz asrın
çocuğuyuz. Bu asırda da bilgisayar teknolojisi bulundu. Bize örnektir ve gerçeği gösteriyor. Biz bu asırda
dedik ya hem çok şanslıyız hem çok şanssızız. Şanslıyız çünkü bilgisayar teknolojisi ve bilim çok gelişti,
bize gerçeği gösteriyor. Şanssızız çünkü bu asırda sonsuz denilebilecek bir enerji, materyalizme,
dinsizliğe entegre oldu. Yani iman oldu bir hurafe, bir çağdışı olay, çağdışı bir eylem; bu asırda yeri
olmayan bir sistem, bir davranış gibi kaldı. Zaten Allah âdildir. Daima zıtları eşitleştiriyor. Yani bugünkü
bilgisayar diliyle, dinin anlattığı kader diliyle veya yaşattırdığı terbiye diliyle eşitleştiriyor. Zaten insan
eşittir eğitim... Yani okumuş insan, insandır. Okumamış insan, eğitim görmemiş insan, insan değildir,
sıradan bir hayvandır. Bütün bu veriler, bilgisayardan tut, ta eğitime kadar, dinî verilere kadar, yazılım,
kader bize gösteriyor ki gerçek varlık bilgidir. ( İlmin Gerçeği konferansımızda bunu anlatmıştık. ) Yani
ilim varsa sen her şeysin. İlmin yoksa sen bir leş parçasısın. İnsan bu noktaya geldi. Hatta Âhirzamanda
bütün kuvvet ilme geçecek. Bugün Amerika, Avrupa insan gücüyle bizi yenmiyorlar, bilgi gücüyle bizi
yeniyorlar. Bilgilerini teknolojiye çeviriyorlar veya paraya çeviriyorlar. Yani bu asırda oraya doğru
gidiyoruz veya gelmişiz belki.
Gerçek varlık bilgidir. Bilgi; bilinç demektir —aynı kavram.— Nasıl olur? Somut olmadan, kuru
bilgi bir işe yaramıyor. Sen aç olduktan sonra istediğin kadar bil yani bir şeye yaramıyor. Hayır, gerçek
bilgi iradeyi de içeriyor, kudreti de içeriyor. Daha doğrusu irade; gerçek bilgiyi kudretle, maddeyle,
parayla entegre ettiriyor. O zaman sonsuz bilgin sonsuza benzer bir madde, bir para değerine geçiyor.
Kâinatta en güçlü sen oluyorsun Allah’tan sonra. Yani sistem öyle çalışır. Asıl varlık somutlaşmadan
önce vardı ve bilgiydi. Bu bilgi irade ile somutlaştı kudret oldu. Atom dediğimiz şey nedir biliyor musun?
Sonsuz parçacıkların bilim ile yoğunlaşıp proton, nötron, elektron olmasıdır. Ama sonsuz ilim lazım onun
için. Bir de irade lazım. Yani o bilgiyi enerji ile özdeşleştirecek, kaynaştıracak, somutlaştıracak bir irade
lazım. Yalnız bu, süreç istiyor, ilmi kudrete entegre etmek için süreç gerekir; pat, diye olmuyor. İşte o
sürece de biz evrim diyoruz. Yani irade süre istiyor. Hiçbir işinizde acele etmeyin. Yani işler daima irade
ister; irade demek, süre demek. Yani evrim, tekâmül, gelişme istiyor. Hiçbir program pat diye olmuyor.
Mesela bir dosya gönderdiğin zaman, milyon kere milyon bilgi işlem hacmine sahiptir o dosya, işte yarım
dakika da olsa, bir dakika da olsa bir süre istiyor. Mesela biz 60 senede adam oluyoruz. Veya diyelim ki
filler doksan sene neyse… Bir süre lazım, ilmin kudretle entegrasyonu için süre lazım. O süre iradeyle
olur. O irade eşittir evrim, tekâmül, gelişme. İşte Rubûbiyet odur. Yani Allah diyor ki “ Sizin ilmî
varlığınız var, ben bu ilmî varlığı sizin için somutlaştıracağım, paraya çevireceğim. ” Bunun için terbiye
5
lazım, terbiye için de süre lazım. Niye biz okul okuduk on sene, yirmi sene? Süre lazım, işler öyle bir
günde olmuyor.
Onun için İbn-i Arabi diyor ki; “ Allah’ın en büyük İsm-i A’zamı, el-Alîm’dir. ” Yani Allah sonsuz
ilimdir. Ebu Hanife de diyor ki; “ Allah’ın en büyük İsm-i A’zamı el-Adl’dir. ” Yani Allah soyutla somutu,
pozitifle negatifi, kadınla erkeği, fakirle zengini, dünya ile güneş sistemini, ne kadar zıtlar varsa bunları
entegre ederek dengeliyor. Dolayısıyla Allah’ın gerçek varlığı ancak soyutla somutun beraber
olmasındadır, dengesindedir. Zâlimle mazlumun dengesindedir, hakla batılın dengesindedir. Bak, batıl hiç
olmayacak demiyor, dengesindedir diyorum. Şeytanla meleğin dengesindedir. Bu sibernetik sistemi
hukukta ilk olarak O keşfetmiş. Mesela demiyor bu âyet var, bu hadis var, ben böyle içtihad yapayım.
Yani Kur’ânı, hadisi bir kefeye koyuyor, toplumu da bir kefeye koyuyor. Bu topluma hangi âyet, hangi
hadis lazımdır onu fetva olarak veriyor. Efendim Kur’ânda bunlar var, toplum bunu mutlaka yapması
lazımdır, demiyor. Sibernetik sistemi uyguluyor hukukta. Bu toplum ne kadar bunu kaldırabilir? Ne
kadarı muhtaçtır bu emre, bu âyete? Bak, ilk olarak dünya hukuk tarihinde sibernetik hukuk sistemini Ebu
Hanife getirmiş. Ve biz onu bilmiyoruz. Onun için böyle garibanız, perişanız.
Bediüzzaman; “ İsm-i A’zam, el-Hayy’dır ” diyor. Bediüzzaman epey gerçeğe yaklaşmış. Çünkü
hayat bir açıdan ilimdir. Yani hücrede diyelim altmış kentrilyon atom varsa onlar ilimle düzene girer. Her
gen, bir ilimdir yani bir tecrübedir, bir kazanımdır. Kazanım bilgi demek. Bilgi deyince böyle hayalî bir
şey hatırınıza gelmesin. Her şey bir bilgidir. Mesela sandalye dediğimiz zaman, bak burada bilgi kokuyor.
Adam düşünmüş, taşınmış, neresi oturulacak, neresi yumuşak, neresi sert, neresi dayanak. Sandalye
tahtadan ziyade bilginin somutlaşmasıdır. Hayat işte odur. Mesela genlerde, insanın DNA’sında işte bir
milyar sene önceki bütün geçmişimiz yazılı. Belki bir milyar sene sonraya göre de ne lazım olacak o da
yazılı. Bak, bilgi orada atomlarla yazılmış yalnız.
— Form kazandığı için mi hocam?
Form, manevi. Yani burada bilgi olmasa tahta bir şeye yaramaz. Tahtanın bir kıymeti yok. Mesela
biz bir bilgiyiz, kişiliğimiz, ben’imiz bir bilgidir, bir yazılımdır. Ama Bediüzzaman mesela soyutla
somutu böyle güzel bir şekilde özetlemiş “ hayat ” demiş. Allah’ın en büyük İsm-i A’zamı, hayattır.
Zaten varlığı var kılan hayat sistemi, sibernetik sistemdir. Hayat sibernetiktir. Beynimizin, bugün
bilgisayar gibi çalıştığını ilim zaten görüyor. Vücudumuz sibernetik çalışıyor. Şeker yükseldi mi insülin
artıyor, insülin arttı mı şeker azalıyor. Sonra dengeleniyor, daima dengede. Ama o dengenin somut şekli
el-Hayy’dır. Yani Bediüzzaman, İbn-i Arabî ve Ebu Hanife’yi çağdaş bir şekilde el-Hayy’da birleştirmiş.
Hayat nedir, eskiden beri çok kişi tarif etmiş. Hayat nedir? Bediüzzaman bir cümleyle özetliyor: “
Hayat, tecelli-i vahdettir. ” Birlik yansımasıdır. Ama bu birlik yansıması, sibernetik sistem olarak
yansıyor. Yoksa sibernetik sistem olmadan hayat yansımıyor. Yani hayat şudur: “ Biz burada yirmi
kişiyiz. Bir araya geldiğimiz zaman aramızda manevi bir bağ oluyor, bir kişilik oluyor. İşte odur hayat.
Şahs-ı manevi, kollektif bilinç... ” Bunun somutlaşması için de sibernetik sistem lazım. Sibernetik sistem
olmalı! Yani benim sana ihtiyacım, senin bana ihtiyacın, benim sana menfaatim, senin bana menfaatin
olacak, birbirimizi dengeleye dengeleye arkadaşça yürüyeceğiz. Sistem öyle çalışıyor. Bediüzzaman bu
şekilde sibernetik sistem daha bulunmadan önce bunu keşfetmiş. ( O’nun vefatından önce yoktu bu
sistem. ) “ Hayat, el-Adl’in tecellisidir, el-Alîm’in tecellisidir, somut şeklidir ” diyor. Yani ilim, irade,
kudret birleşiyor oluyor atom. İlim, irade, kudret birleşiyor oluyor hücre. İlim, irade, kudret birleşiyor
oluyor Yılmaz. Her şeyi biz bu nitelikte birleştirebiliriz. Yani şirket bazında anlatayım; proje artı idare –
irade, idare aynı mânâya gelir– artı sermaye bir araya geldiği zaman senin şirketini tutacak hiçbir kuvvet
kalmaz. İşte Allah bu dille bize diyor ki; “ Eğer zengin olmak istiyorsanız, eğer âdem olmak istiyorsanız
ilim, irade, kudreti bir araya getirin. Getirdiğiniz zaman icap gibi yani zorunlu bir başarı elde edersiniz,
illa başarırsınız. ”
— Sebepler bir araya mı gelmiş oluyor hocam?
6
Evet, bu üç sıfat bütün sebepleri içeriyor. Yani proje artı yönetim artı sermaye. Bizler, yazılım artı
beden artı terbiyeyiz. Bak, insan doğar doğmaz enerjisi var. Kafasında yazılım olarak da ben’i, ruhu yazılı
ama terbiye de lazım, işletme. Bizde kudretin karşılığı beden ve beslenmedir. İlmin karşılığı beynimizdeki,
bütün kâinat kadar geniş bilgi ya da yazılım, ruh ve ben’dir. İrade de din ve insani prensiplerdir onlar,
bizi yönetiyor. Dine göre sen kendini yönetirsen, sisteme entegre edersin ve sonsuz bir başarı ve varlık
elde edersin. Geçenlerde İşletme fakültesinde okuyan bir çocuğa sordum. —İşletme 3’te okuyordu— “
Oğlum dedim, şirket işte bu üç şeyden —proje artı yönetim artı sermaye—bir araya gelir. Sence hangisi
en önemlidir? ” “ Para... Para olursa her şeyi yaparsın ” dedi. Hâlbuki gerçek öyle değil. Bizi biz yapan
beynimizdeki ilimdir, yazılımdır. Ona göre bir beden her zaman bulunur. Yani eğer proje varsa kendini
yönetecek kadro da kurarsın, sermaye de krediyle, borçla morçla mutlaka bulursun. Önemli olan ilimmiş.
Yani İbn-i Arabî daha derin. İsmail ağabey bir ara bana bir şey söyledi. Bir şeyhle tanışmış. Şeyh demiş
ki; “ Biz varlığın birliğini değil de, varlığın künhünü dile getiriyoruz. ” Yani varlık nedir?
Bak, bugünkü konumuz bu. Yani bu konuşmalarımı ben döndürüp döndürüp hep oraya gelmek
istiyorum. Nedir bu varlık? Yani biz neyiz? Babamız ne kadar beceriyor? Ne kadar biliyoruz bu varlığı,
bu sistemi, bu anamızı? Daima ilmi seçsek —ki bu asırda bazı insanlar, bazı sistemler, bazı dertliler
maddeyi elden kaçırmışlar— madde elimize geçmiyor. Ama bilgi, yazılım her zaman elimizdedir ve her
yerde vardır. Mesela diyelim ki barajımız yok. Nükleer santral yaparsın, her zaman elektrik elde edebilir.
Bediüzzaman Birinci Şua’da elektrikle ilgili öyle diyor. Elektrik de, hava da herkesin malıdır, istediğin
zaman üretebilirsin. Çünkü hiçbir yerden gelmiyor. Ne doğudan ne batıdan gelmiyor. İşte din de öyle.
Kimsenin babasının malı değil. Ezelden beri var, ebede kadar devam edecek. Din de böyle sonsuz bir
nurdur. Onunla entegre olduğun zaman her şeyi başarırsın. Mesela savaşlar içinde en tehlikelisi, en
başarılısı biyolojik savaşlardır. O nükleer mükleer bombaları patlatamıyorlar. Çünkü patlatsa kendisine de
zarar verir.
Hulasa konumuz varlık. Varlık da 0–1 sistemi yani celal–cemal, negatif-pozitif, dünya ve âhiret,
görünen âlem görünmeyen âlem, fizik ve metafiziktir. Biz bunlar üzerine biraz yoğunlaşacağız. Yani
kudret; şehadet âlemi; ilim, gayb âlemi. İlim görünmüyor, gaybîdir. Kudretle ilmi kim birleştiriyor? İrade.
İrade neydi? Din. Sen dindar olursan, projeyle sermayeyi birleştirirsin, dünyayla âhireti birleştirirsin,
ruhla bedeni bir yaparsın. Dolayısıyla din her şeyimizdir. İrade yani... İrade çok önemlidir. Yani cahil
insanla bilgili insan arasındaki fark nedir bilir misin? O cahil insanın da bilgi var beyninde, az çok
düşünüyor ama irade edip icraata geçiremiyor. Yani ilimle kudreti bir yapamıyor, entegre edemiyor.
Sermaye var, proje var ama ikisini bir araya getiremiyor.
Türler de birer yazılımdır. Yani bizim varlığı tanımamız için biraz evrime de gönderme yapmamız
lazım. Seyyid Hüseyin Nasr şöyle söylüyor: “ Biz evrime inanmıyoruz. Her türün bir arketipi vardır, bir
metafizik boyutu. ” Evet, her tür bir yazılımdır. Mesela kedilik bir kavramdır, aslanlık bir kavramdır,
ceylanlık bir kavramdır, insanlık bir kavramdır. Bunların kavram olması, arketipi olması, metafizik
boyutu olması evrimle olmasına engel değil. Yani bilgisayarın vardır. O bilgisayar içinde ön bilgiler
vardır. Bazı altyapı bilgiler vardır. O bilgilerden istediğin şekli elde edebiliyorsun. Ve hepsini bir
şekilden, 0–1 sisteminden çıkartıyorsun. İşte hayat da böyledir. Bilgi birikimidir hayat. Bilginin
somutlaşmasıdır. Dolayısıyla mevcut bilgilerden Allah böyle bir komutla, bir emirle bir bakıyorsun,
karınca türüne bilgi biriktirdi biriktirdi biriktirdi başka bir karınca türüne döndürdü. Bak, birden olmuyor.
İçinde bilgi birikiyor birikiyor birikiyor ( pat! ) diye patlıyor, ayrılıyor. Yani insan doğarken babasından
ayrılamıyor. Ama yirmi yaşına gelinceye kadar yavaş yavaş sürekli babadan kaçmak istiyor. Yirmi yaşına
gelince de pat diye bir ev kuruyor, ayrı bir şirket kuruyor babasından ayrılıyor. Ama birikimle elde
ediyor, birden olmuyor o.
Türlerin birbirinden ayrılması da öyledir. Yani Cenâb-ı Hakk ekolojik çevre diliyle sürekli bilgi
biriktiriyor o türde. O tür, o tür olmakla beraber bir bakıyorsun onun bir kolu başka bir türe döndü. Ara
tür de yok. Çünkü hazırlık yapılmış ( pat! ) diye patlıyor, yeni bir tür oluyor. Yani 2 x 2 = 4 formülü bir
bakıyorsun 3 x 3 = 9 olmuş. ( Bilgi birikti ya. ) Ama 9 oluncaya kadar da o, 2 x 2 = 4 tür, yani ara tür yok.
2,5 x 2,5 değil yani. Bilgiyi biriktiriyor ( pat! ) diye 3 x 3 = 9 oluyor. Atomlar da böyle. Hatta onun için
ilk atomlar hidrojendir. Hidrojen, bir proton, bir elektrondur değil mi? İlk saf madde, odur. Hidrojen zaten
7
sıvı mânâsına gelir. İşte zamanla hidrojen olmuş helyum. Sonra demir olmuş, sonra bir sürü elemente
dönüşmüş. Ama asıl madde hidrojendir. Hidrojen bilgi alıyor alıyor alıyor başka bir madde oluyor; o da
ısınıyor ısınıyor başka bir maddeye dönüşüyor. Yani o da evrim geçiriyor. Ve her atom bir semboldür.
Sezgin ağabey sen rüyanda, karbonla silisyumun farkını, şöyle canlı bir şekilde görmüştün. Öyle
bir rüyan vardı; kum dağına, kum tepelerine gidiyordun. Biz o zaman dedik, bugün beynimiz, imanımız,
bilgimiz karbon ve oksijen sayesinde oluşuyor. Karbon, imanın sembolü. Rüya tabirlerine bakın karbon,
maneviyat sembolü, elmas sembolü. Risale-i Nur’da sürekli diyor: “ Zengin Yahudiler ve maddeye tapan
insanlar cam parçasını elmas şeklinde görüyorlar. ” Bu, Risale-i Nur’da belki kırk kere geçmiş. Nedir bu
sembolizm? Bak, Bediüzzaman bunu bilir. Silisyum, materyalizmin, mânâsızlığın, tatsızlığın sembolü.
Karbon nedir? Elmasın, beynin gıdasıdır. İmandır, marifettir, yağdır. Beyin deyince hatırınıza böyle bir
bilgisayar gibi gelmesin. Beyin bir yağ kütlesidir. Hatta Arapçada beyin ismi yokmuş, dimağ sonra
bulunmuş. Beynin Arapçası zihindir. Zihin ise eğer noktayı atarsan “ dühn ” olur, ki yağ demektir. Beyni
ilk olarak bir yağ kütlesi olarak görmüşler Araplar. O yağ kütlesi içinde sonsuz yollar açılabiliyor, yazılım
sistemleri kurulabiliyor. Hem zaten var da, işletilebiliyor daha doğrusu. İşte varlık budur. Dolayısıyla
türlerin birer sembol olması, atomların birer sembol olması ( Seyyid Hüseyin Nasr’ın dediği gibi )
evrimin realitesini bozmuyor. Evrim de var ama Allah bilinçli bir şekilde terbiye ve irade ile bilgiyi
biriktiriyor biriktiriyor biriktiriyor ve hidrojenin bir kısmı hidrojen kalmakla beraber diğer bir kısmı,
karbon veya oksijen oluyor. Veya başka bir element oluyor. Bir tür, o tür olarak devam etmekle beraber
ekolojik sistem içinde ( pat! ) diye başka bir tür olabilir. Sen babanın oğlu olarak devam etmekle beraber
bir noktadan sonra ayrılıyorsun, ayrı bir baba oluyorsun. Onun gibi…
Fakat dedik ya başta, Allah isterse bir şeyi her şey yapar, her şeyi bir şey yapar. Bir şeyin
imdadına her şeyi koşturabilir. Yani bugün konumuz varlığı tanımak, dolayısıyla bilinci tanımak ve
ebedîliği elde etmek... Genel olarak kategoriler var. Genellikle hayvan hayvandır, insan âdemdir, işte
melek ayrı bir türdür. Mesela bazı insanlar melekleşebilir. Bazı melekler gelmiş, insanlaşmışlar. Melek
nedir? Melek de kollektif kişilik. Dedik ya yirmi kişi bir araya gelirse bir mânâ, bir kişilik, bir ortak
cemaat olur, cemaate isim koyarız. İnsanlığın ismi Âdem’dir. İşte dinin organizasyonunun ismi Nuh’tur,
İsa’dır. Şeriatın ismi ise Musa’dır, Musa demek ana yol ve ana nehir demektir. Yani her organizasyonun
bir meleği vardır. O meleğe, o kavrama, o hakikate sen bir isim takıyorsun. Dolayısıyla Kur’ân kıssaları
varlık olarak tarihî bilgileri reddetmemekle beraber hep gelecek ve sonsuz kavramları dile getiriyor. Ve o
kavram da gerçektir. Mesela eskiden medeniyet hayırlıymış, faydalıymış. Medeniyete müekkel melek de
güzel bir melekmiş. Sonra medeniyet kötüye kullanılmış, küfre kullanılmış, şehvete kullanılmış, maddi
lezzetlere kullanılmış. O zaman diyor: “ Biz Harut’la Marut’u indirdik. Yeryüzüne indi o melekler. Onları
da kuyuda hapsettik. ” Yani kuyu, materyalizm demektir. Sekizinci Söz’de bedeni, Bediüzzaman, kuyuya
benzetmiş. Bak, ruhumuz kuyuda hapsedilmiş. Medeniyet eskiden sonsuz bir ilim, bir inanç içerirken bu
asırda materyalizm ve şehvet ve lezzet kuyusunda hapsedilmiş. Dolayısıyla medeniyete müekkel melek,
Harut-Marut olarak gözüküyor. Yani kara kedi, karayılan. ( Bak, varlığın kategorileri. ) Mesela fizik, işte
madde sembolü. Madde nedir? Madde tenteneli bir perdedir; Risale-i Nur’da geçiyor. Yani madde
varlığın kabuğudur; kabukta da böyle çatlaklar var, tentenelidir. Asıl öz içeride. Mesela hiç kimse
derisinin kabarmasına pek üzülmez. Ama içeride bir kabarma olduğu zaman kanser midir, nedir diye
şüpheleniyoruz.
İşte fizik sembolü madde dedik, metafizik sembolü ise zamandır, süredir, ilimdir, yazılımdır.
Mesela Kitab-ı Mübin kâinatın maddesine bakan bir defterdir, İlâhî bir defterdir. İmam-ı Mübin kâinatın
ilmî boyutuna bakıyor. Yani çekirdekler ve meyveler İmam-ı Mübin. Kitab-ı Mübin ise kâinat ağacının o
andaki enerji taksimatıyla ilgili bir defter, bir yazılım. Fakat biz bu ayırımı yaparken —dedik ya beden de
lazım, ilimde lazım, biri birisiz olmaz bunlar— eğer tercih yapmak zorunda kalırsak, ruhumuzu seçeriz.
Ruhumuz çünkü sonsuzdur. Yani benim 2 x 2 = 4 formülüm benim elimde olsun bugün 4 kalemim
elimden gitse de yarın başka yerde 4 kalem bulurum. İşte din, özellikle İslam, bize diyor ki: “ İkisini bir
tut. Dengeli git, varlığı somut ve soyut olarak yaşa, sonsuza geç. ” Ama tercih yapmak zorunda kalırsak,
biz ilmi seçeriz, biz ruhu seçeriz, biz âhireti seçeriz. Kâfirler ise dünyayı seçer, maddeyi seçer, somutu
seçer. Aramızdaki tek fark da budur. Çok kişinin hatırına geliyor; “ Kâfirler benim gibi insandır niye
onlar cehenneme gidiyor ben cennete gidiyorum? ” ( İnsanın hatırına gelebilir. )
8
Kur’ân-ı Kerim başta Besmeleyle şimdiye kadar anlattığımız sistemi ifade etmiş. “ Bismillah
” diyor; yani, sonsuz bir Allah’ın somutlaşmış ismiyle. Allah soyutu ifade ediyor, çünkü sonsuzluk ifade
ediyor. Sonsuz da soyuttur. Somut, sonsuz olmaz. Ama hemen arkasında “ er-Rahman ” geliyor. Rahman,
somut. Nasıl somut sonsuz olabilir? İsra sûresi diyor ki; “ İkisi birdir. ” Yani somutta, beden eşittir ruh,
ruh eşittir beden. Ahmed-i Cezerî'nin dediği gibi; “ Bu beden nasıl ebedî olabilir, ilim olabilir? ” Evet, bu
beden âciz bir et parçasıdır, et yığınıdır ama öyle bir örnekleri var ki 60 trilyon hücreye dönüşmüş; öyle
bir yazılım, öyle bir gücü var ki ebedileşebilir. Yani Allah, Rahman olarak somuttur. Fakat Rahman
tecellisi için o kadar çok örnek var ki, o da sonsuza çıkıyor. Onun için Kur’ân diyor; “ İster Rahman
deyin, ister Allah deyin ikisi de birdir. ” Soyut somutu bir tutuyor İslam. Ama diğer dinler bazen soyutu
seçer, bazen somutu seçer. O, zaman ve zeminin ihtiyacına göredir. Ehadiyet cilvesi ve Vâhidiyet cilvesi
olarak... Bediüzzaman bunu Risale-i Nur’da izah ediyor. Yani ehadiyet nokta tecelli... Mesela hep
hatırımıza gelebilir, “ Peygamberler nasıl vahiy aldılar? ” Allah sonsuzdur, saf ilimdir. Ama Allah işte
nokta olarak tecelli ediyor. Nokta olarak da tecelli ettiği zaman ehadiyet oluyor, peygamber ondan vahiy
alıyor. Onun için bazen melekten vahiy alıyor gibi oluyorlar, bazen insandan bilgi alıyor gibi müşahede
ediyorlar. Bazen kalplerinde bir gelişme oluyor, onu yazıyorlar. Hatta Eski Kitaplar için Bediüzzaman,
Âyet-ül Kübrâ’da “ vahy-i meşhud ” diyor. Yani derin keşifler açılmış, onlar o hakikatleri görerek
yazmışlar.
Yani sonsuza ulaşmak mümkün değil, devleti avuçlamak mümkün değil ama devleti bir okulda,
bir karakolda yakalayabilirsin, ondan bilgi alabilirsin, ihtiyaçlarını temin edebilirsin. Hulasa Allah’ın
sisteminde nokta da bir nevi sonsuz oluyor, sonsuz da bir nevi nokta oluyor. Öyle. Sonsuzda her şey
mümkündür. Şer ki, şerdir; bir bakıyorsun hayır olabilmiş. Sonsuzda her şey tersine dönebilir. Arabada
şaft böyle döner, soldan sağa; tekerlek, ayrı bir hareket. Yani bilye sayesinde oluyor, o hareket. Bilye de
sonsuzluk sembolü; yuvarlak ya. Kâinatta onun için dört köşeli bir varlık yokmuş. Çünkü kâinatta madde
de olsa, somut da olsa dört köşeli değil. Mânâ egemen, sonsuzluk egemen. Madde sadece görünmek
içindir. Atom o yüzden yuvarlaktır, güneş yuvarlaktır, dünya yuvarlaktır, kafamız yuvarlaktır. Ama
materyalize olan ilimler dört köşelidir. Mesela onun için profesör kelimesi maddi ilim uzmanı demek.
Onların şapkası dört köşedir. Mezuniyet kepi dört köşedir. Dört köşeli yani maddi ilimler. Hatta bizim
ilahiyatlara da o fonksiyonu vermişler. Yani “ Sen dindar olmayacaksın. Sadece bu İslamiyet dediğimiz
realitenin adını koyacaksın. Pozitif ilmini yapacaksın. Ben sana ilahiyatı okutuyorum diye dindar olasın,
gerici olasın diye değil ” diyor. “ Git, bu bilgiyi bana getir, bakalım nedir din? ”
Geçenlerde, Nokta Dergisi’ndeki arkadaş Birol Biçer geldi. Diyor ki: “ Şahs-ı manevi, şahs-ı
manevi diyorsunuz. Gerçek kişilik, gerçek mehdi şahs-ı manevidir, gerçek varlık şahs-ı manevidir. Nedir
bu şahsı–manevi? Bu, sanal bir şeydir. ” Dedim, “ Sen de sanalsın. ” “ Nasıl olur, ben sanal mıyım? ”
dedi. “ Vallahi sen sanalsın. Her hücrede, 60 trilyon atom var vücudunda. 60 trilyon hücrenin bir araya
gelmesinden ibaretsin. Beyninde de 10 milyar hücrenin birbiriyle çarpımından, bilgi-işleminden
ibaretsin. Sen kendini böyle put gibi somut bir madde olarak görme! Sen, sanalsın ” dedim. Ama sanal
şudur: “ Yani gerçek varlık bilgidir. O da iki nesnenin arasındaki sinyal alışverişidir. Yani farklı
datalar bilgi değildir. ”
Farklı datalar nedir? Bir plastik parçasıdır, bir demir parçasıdır veya bir elektrik sinyalidir. Onların
özgün bir varlığı, sonsuz bir varlığı yok. Fakat bilgi–işlem gerçek varlıktır ve gerçek varlık sonsuzdur.
Yani mesela diyelim ki beynimizde 10 milyar hücre var. Bunu madde olarak ele alırsan sayabilirsin, 10
milyar tane. Fakat bilgi olarak ele aldığın zaman sonsuz oluyor. ( 10 milyar x 10 milyar x 10 milyar öyle
10 milyara kadar gidersin. ) Kâinattaki bütün atomlardan fazla. Bilgi olarak gerçek varlık bilgidir. O
datalar da, nokta yani kudret tecellisidir ki bilgiye hizmet etsin. Yani bilgisayardaki o kablolar, o demir
parçaları, plastik parçaları iletişimi sağlasın diye. Asıl varlık beynimizdeki bu bir buçuk kilo yağ değil.
Asıl varlık ilimdir, o da beynimizde icraata geçiyor. Beden bir ambalajdır; asıl varlık ilimdir, ölümsüzdür,
sonsuzdur. Ve ilmi elde eden için hem ölüm kavramı hayra dönüşüyor, hem hastalık kavramı hayra
dönüşüyor. Ve mesela Bediüzzaman bu siyasi sistemler için de “ Eskiden devlet somuttu. Bir
padişah gelir, bir devlet kurar; padişah öldü mü, o devlet de yıkılırdı. Fakat şimdiki devletler, bilime
dayandıkları için ebedî ömürle müjdelenmişler ” diyor. Çünkü adam öyle bir sistem kurmuş ki
9
yıkılmıyor. Mesela, muhtelif datalar arasındaki bilgi alışverişinin toplamından ibaret Amerikan devleti, o
sistem kaldığı müddetçe de dört senede bir başkanlar değiştiriyor ama adamlar hiç de yıkılmıyor, gittikçe
de güçleniyorlar. Yeni bilgi geliyor çünkü tecrübe geliyor, o yeni bilgi oluyor. Onun için gerçek varlık
melektir. Yani bizim varlığımız âdemdir. O da bir nevi melektir, şahs–ı manevidir.
Âdem nedir? İşte 6 milyar insanın geçmişiyle geleceğiyle beraber onun özgün şahsiyetidir, manevi
bilgisidir, birikimidir. Yani kimse demesin ben her şeyi biliyorum. Hayır, sen geçmişten gelecekten miras
alıyorsun, yiyorsun. Değil mi? Yani ben bir gün dedim, miras yedilik kötü bir şeydir. Bir mühendis
arkadaşım dedi: “ Sen ne konuşuyorsun. Sen zaten miras yiyorsun. Şu televizyon mirastır, yedi bin senelik
bilginin birikimidir. Şu telefon bir mirastır, şu ev bir mirastır. Biz böyle ( pat! ) diye proje yapmayı
bilmiyorduk ki. ” Varlık bilgidir, o bilgi manevidir, soyuttur. Somut noktalarda boğulmamak lazım.
Somutun değeri vardır; soyuta hizmet ettiği müddetçe. Bedenin değeri vardır, ruha, ebediyete hizmet
ettiği müddetçe. Câminin değeri vardır, okulun değeri vardır; ilme hizmet ettiği müddetçe. Yoksa
somutun bir değeri yok. Yani dört kalem işte yanar, kırılır gider. Ama 2 x 2 = 4 sonsuz bir ilimdir, ebedî
bir hazinedir. Hatta 2 x 2 = 4 formülünün telifi Cem Abi’ye verilse, Cem dünyanın en zengini olur. Bütün
bilgisayarcılar ona gelir, başvurur. “ Yahu bize de bunun telifini sat, biz de bilgisayar yapacağız ” diye.
Hulasa insanlık âdem olduktan sonra bilimin kıymetini anladı. Yaklaşık 10 bin senedir bilgi,
insanlıkta var. Daha önceki insanlar hayvan gibidir, melek gibidirler, masumdurlar, günahsızdırlar, çocuk
gibidirler, ehl–i fetrettirler; cehennemlik değiller. Cennete gidiyorlardı. Fakat o gün o kollektif bilgi
içinde onların data olarak yerleri vardı. Şimdi biz âdem olduk, data olmaktan kurtulduk. Bilgi-işlem
hacmimizle bir soyut kavram olduk, bir maneviyat eri olduk, sonsuz bir mânâ üreten bir fabrika olduk.
Artık biz bir data değiliz, sadece yeryüzü halifesiyiz, idarecisiyiz. Onun için melekler bunu anlamadı.
Çünkü melekler kâinat sistemi içinde birer datadır. Biz ise datayı, Kur’ânı işleten, yöneten, kıran-bozan,
öldüren, o bilinci yırtan veya bazen tamir eden bir halife olduk. Bak, varlığı tanımaya doğru gidiyoruz.
Kâinat neydi? Atom neydi? Sistem nasıl çalışıyor? İnsan nedir? Bizim bugün en büyük sıkıntımız budur.
Yani yük fazla, âdemiyet bilgisi fazla bugünkü vücut onu tartamıyor. Onun için Bediüzzaman ve benzeri
mutasavvıflar daima demişler ki: “ Yük altında ezilirsen entegrasyona geç. ” Tek başına iş yapamıyorsan
cemaat olarak yaşa. Diğer insanlarla beraber yap, devletle beraber yap, sistemle beraber yap. Sistemle
beraber, devletle beraber, cemaatle beraber yaptığın her işte başarıyı elde ediyorsun.
Konumuz varlık olduğu için varlığın psikolojiyle –başta da değindiğim gibi– çok ilişkisi var.
Psikoloji dediğimiz şey nedir? Psikolojim zayıftır veya bozuktur, neden? Çünkü benim terbiyemde bazı
eksikler kalmış, o psikolojik olarak önüme geliyor. Bunu tedavi etmek lazım, beslemek lazım, düzeltmek
lazım. Mesela hastalara ilk olarak ne verilir? Gıda verilir. Mesela vücut yıkılmış, bilgi-işlem hacmini
kaybetmiş, hastalanmış. Ona gıda ve vitaminler verilir. Sağlıklı bir gıda, sağlıklı vitaminler nedir? O data
oluyor, gidiyor, beyinde bilgiye dönüşüyor. O bilgi seni mutlu ediyor, sonsuz yapıyor, rahatlatıyor; sen de
mutlu oluyorsun. Ama daima sonsuzlukla mutlu oluyorsun. Sonsuz olmayan bir şey kalbi doyurmuyor.
Geçici olarak sarhoş edebilir, kandırabilir ama mutlu etmiyor. Bundan sonra beslenmek için ışık iyi gelir.
Mesela bulutlu bir günde herkes sıkılır. Çünkü ışık yok. Işık bile sonsuzluk sembolü, gıda da bir
sonsuzluk sembolüdür. Yani o muzun, o narın, o baharatın, o meyvelerin, o buğdayın yaratılması için
bilmem kaç milyar sene varlık gelişmiş, oraya gelmiş. Zaten hazır bilgi var; sen sadece besliyorsun, bir
nevi sistemi onarıyorsun, o sistem sonsuz bilgi üretiyor. O zaman sen rahatlıyorsun.
Mesela evliliği niye öyle çok arzuluyor insanlar? Çünkü insanlar –bir nevi yanılgı da olsa–
evlilikle sonsuz oluyor. İşte sen evleniyorsun, senin çocukların oluyor 10 tane. Onların da çocukları
oluyor 100 tane. Onlarında torunları oluyor 2000 tane. Bak, bir âdem oldun, şahs-ı manevi oldun. Zaten
şeytan âdemi öyle kandırdı. Dedi; “ Allah bu yasak ağacı size yasak etmiş ki melek olmayasınız. ” Bak,
melekleşiyor insan evlendiği zaman. Çocukları oluyor, torunları oluyor, torunların torunları oldu mu sen
oluyorsun bir âdem, bir kollektif kişilik, bir manevi lider, bir manevi cemaat oluyorsun. İşte ona da bir
melek müekkel oluyor. O melek ebedî... Melek ölümsüzdür, melek ruhânîdir, ilimdir. “ Melek
olmayasınız veya ebedileşmeyesiniz diye size yasak etti. Yerseniz hem melek olursunuz, hem
ebedileşirsiniz. ” İşte şeytan hepimizi kandırıyor. Güya biz ebedileşecekmişiz. Aslında tasavvuf bunun
farkına varmış. Tasavvuf diyor ki, “ Hayır, biyolojik olarak ebedileşirsin ama manevi olarak
10
ebedîleşmiyorsun, kendini kandırma! Ey âdem kendini kandırma, sen ruhen ebedîleş ” diyor. O
beynindeki maneviyatla, kalple; ruhundaki sonsuzlukla, ilimle ebedileşirsin. O melek ise sana sevap
kazandırır, senin beynindeki o ruha, ben’e zenginlik kazandırır, ebedîlik kazandırır. Ama beynindeki ben
ve ruha eğer zarar gelirse o torunların, şahs-ı manevinin sonsuz oluşu sana bir faydası dokunmaz;
yanılgıdır bu.
Para da öyledir. Sevap yapmak için, hizmet yapmak için, ilim üretmek için, çocuk yapmak için,
onları da büyütüp âlim yapmak için para güzeldir. Ama para bu yolda olmadı mı, yani enerji ilim yolunda
harcanmadığı zaman, o enerji radyoaktiftir, parçalayıcıdır. Dedik ya başta her atomun bir sembolizmi var.
Mesela Uranyum sembolü de anarşizmdir. Uranyum radyoaktif ışın veriyor ya. Hatta Japonya’ya atom
bombası atıldığı zaman Bediüzzaman bir sûreden çıkartıyor, diyor ki: “ İnsanlık ruhuna anarşizm
tohumları ekildi, bu bomba sayesinde. ” Bak, Bediüzzaman sembolizmi okuyor. Yani radyoaktif madde,
uranyum, anarşizmin sembolü. Hiç düzene uymuyor, sürekli radyasyon yayıyor, diğer atomları da
bozuyor. Hücreyi bozuyor, hayatı bozuyor, çevreyi bozuyor, baharı bozuyor. Ve ben Bediüzzaman’ı bu
dersi hazırlarken anladım. Atom bombası Hiroşima’ya atılınca aynı tarihi 1945’te çıkartmış Rumuzat-ı
Semâniyede; “ O bomba sayesinde insanlık ruhuna anarşizm tohumu atıldı ” diyor. Ve ben sosyolojik
olarak da baktım o tarihten sonra komünizm, anarşizme dönüşmüş. Rusya egemen oldu, dünyada. Ondan
sonra Rusya komünizm hareketi anarşizme dönüştü. Hulasa madde ve mânâ dengesini çok iyi kurmamız
lazım. Varlığı tanımak için, yaşamak için. Madde nedir? Araçtır, perdedir, ambalajdır. Onların da yeri
vardır. İslam olarak bizim, onların da hakkını vermemiz lazım. Fakat daima kıblemiz, hedefimiz mânâ
olmalı, ilim olmalı, soyut değerler olmalı.
İşte İslam bunu Kâbe ile özetlemiş. O da varlığın bir parçası; Kâbe, ibadet. Kâbe dört köşeli, bak,
“ Maddeyi ihmal etme! ” diyor. Kâbe olmadan sen tavaf yapamazsın. “ Paran olmadan, gücün olmadan,
beyninde gıda olmadan, evinde kap-kacak veya perde, döşek olmadan sen ibadetini yapamazsın ” diyor.
Bu da lazım, Kâbe. Fakat “ Asıl amacın Kâbe’nin duvarı, taşı değil. Sen orada sonsuzluğu yakala, tavaf
yap ” diyor. Tavaf sonsuzluk, yuvarlaklık sembolü. Madde, Risale-i Nur’un tabiriyle, tenteneli perdedir.
Perde lazım ama perde insanı yaşatmıyor. Ve Ankebût sûresinde, “ Örümcek ağı ” diyor. Yani bir
tuzaktır; bilimi avlamak için, mânâyı avlamak için, ebediyeti avlamak için bir tuzaktır. Sen bir
örümceksin, tuzak kurmuşsun, maddeyle dükkân açmışsın, tezgâh açmışsın; bu bir tuzaktır. Sen burada
mânâyı avla. Gelen gıdaları, etleri iç et, bilgiye dönüştür, mânâya dönüştür, diyor. Ve kâfirlere “ Örümcek
ağına yakalanmışlar ” diyor. Onların sistemi örümcek ağı gibidir. Ama biz tür olarak, melek olarak,
ebediyet olarak, ilim olarak devam ettiğimiz için biz inşallah örümcek ağına veya madde perdesine
takılmayacağız; mânâyı, ebediliği kazanacağız. Çok ilginç belki bu asırda anlaşılabilir, belki Asr-ı
Saadete de faydası vardı. Bu örümcek ağını anlatan âyetin hemen sonrasında namaz var ve Ehl-i Kitapla
iyi geçinme emri var. Ne ilişkisi var? Bu asırda eğer madde perdesini aşmak istiyorsak, tenteneli perdeye
yakalanmak istemiyorsak, ilmi, ruhu ebediyeti, sonsuzluğu, gerçek varlığı kazanmak istiyorsak örümcek
ağına yakalanmamak için çare; namaz. Çünkü namaz, seni sonsuzluğa entegre eden bir durumdur ve telafi
sistemidir. Namaz ebedî, abdest de öyleymiş. Mesela bazı ehl-i keşif var ki senin abdestli olup olmadığını
anlıyorlar. “ Sen abdestsizsin ” diye organları bir ışın yayıyorlar, onlar da namaz kılıp kılmadığını
anlıyorlar. Çünkü namaz nurdur, sonsuzlukla seni entegre ediyor.
Ekmek kadar, namaz ve abdest de insana lazım. Çünkü sen, günlük tezgâhta bazen boğuluyorsun,
örümcek ağına takılıyorsun. Namaz diyor ki; “ Ağı bırak, sonsuzluğa açıl, unutma sonsuzluğu, ilmi.
Burası geçici olarak var. Ağını da iyi kur ama buraya takılma. Burası asıl varlık değil, bir üfürükle
yıkılabilir, bir perdedir. ” Ehl-i Kitap niye bu bahsin içine girdi? Ehl-i Kitapla iyi geçindiğim zaman,
onların dinî varlığını da, kitaplarını anladığım zaman ben entegrasyona geçiyorum. Bencillikten,
milliyetçilikten kurtuluyorum. Yoksa ben “ İslam en büyük dindir, Türk milleti en büyük millettir ”
derim somutlaştırırım, sınırlandırırım işi, küçültüyorum onu ve daima o ağa yem oluyorum. Milliyet,
bencillik, işte maddîdir, dardır, dar noktada boğulmaktır.
Bizim mânâyı elde etmemiz için sonsuzluğa çıkmamız lazım. Bunun için ne lazım? Ara sıra
namaz, ibadet ( günde beş vakit; daima değil. ) O sürekli seni sonsuzluğa entegre ediyor. Bir de
bencilliğini atlaman lazım. İşte komşunu kendin gibi seveceksin. Hz. İsa biraz daha ileri gitmiş, “
11
Düşmanını da kendin gibi sev ” diyor, sonsuzluğu yakalattırıyor. Ama en büyük şey “ Benim dinim de bir
dinmiş, Allah’tan gelen bir dinmiş. Ama diğer dinler de hakmış. Benim milliyetim bir millettir, güzel bir
millet. Ama diğer milletlerin de güzel tarafları vardır. Onlara da entegre olmam lazım. Onunla beraber
çalışmam lazım ” demektir. Bak Kur’ânın mucizeliklerine; âyetler hep birbiriyle alakalı. Yeni
öğreniyorum bu bahis içinde Ehl-i Kitab’ın ne ilişkisi var. O örümcek bahsi içinde, namaz bahsi içinde bir
âyet hemen diyor, “ Ehl-i Kitapla iyi geçin. ” İyi geçinmedin mi milliyetçi olursun, ya ırk milliyetçisi
veya din milliyetçisi. O zaman sonsuzluğu, ebedîliği ve Allah’ı tanımamış olursun. Bencilce bir din olur,
bencilce bir milliyet olur, bencilce bir sanayi olur. Ve bencillik insanın başına daima bela olur. ( İşte
Almanya’da olduğu gibi, Japonya’da olduğu gibi. )
Bir de Kur’ân-ı Kerim, çoğu insanın maddede boğulmaması için, o örümcek ağında boğulmaması
için, entropiye yenilmemesi için “ geçmiş ve geleceğinize dikkat edin ” diyor. Kur’ânın tabiriyle “ Mâ
beyne eydiyhim we mâ halfehum ” ( Önlerindeki ve arkalarındaki ) Önümüz, arkamız nedir? Risale-i
Nur bunu açıyor. İnsanın arkası geçmiştir, önü de gelecektir. Buna Kur’ân “ âhiret ” diyor. Âhiret böyle
uzaklarda bir yer değil. Gerçek varlık “ geçmiş ve gelecek ” imiş. Yani bugün eğer Bahaeddin, Sezgin
bir bilinçli biyolojik varlıksa o bir milyar yaşındaki bilgi birikimi sayesindedir. Bak, geçmiş çok önemli.
Eğer biz varsak, inanıyorsak, ilmi esas alıyorsak kendimizi 1 milyar, belki 10 milyar sene sonraya göre
yaşatmamız lazım. Kâfirle farkımız buymuş. Kâfir örümcek ağına, tenteneli perdeye takılan bir sinek
gibidir. Sen ise ufukları gören, denizleri gören, ebediyeti gören bir bakış açısı. Perde sana engel değil;
perde sadece başkası sana bakmasın, namusuna zarar vermesin diye bir araçtır veya bir tezgâhtır; para
kazanıp onu ilme dönüştürüyorsun, imana dönüştürüyorsun. Çocuk yetiştiriyorsun, onu âlim yapıyorsun;
yani bir araçtır. Kâfirle farkımız budur. Onlar da ticaret yapıyor, onlar da evleniyor, onlar da yaşıyor,
onların da kendilerine göre kuralları var ama kâfirle mümin arasındaki fark budur. Biri somuta bağlı;
geçmişle geleceği bilmiyor. Sen ise somutu da kabul etmekle beraber geçmiş ve geleceği bir bütün olarak
görüyorsun, sisteme entegre oluyorsun, ebediyeti kazanıyorsun. O ise, ebediyeti hiçbir zaman elde
edemiyor.
İşte onların tek dayanağı tabiat ana. Bak, Allah konuşturuyor onları, tabiat, annedir. Bir güç başka
yerden dölleyecek, tohumlayacak ki o anne bir şey yetiştirsin. Ve Bediüzzaman, 30. Söz’de, bir de Fatiha
tefsirinde “ Onların tabiatı, sağır tabiattır ” diyor. Doğar doğmaz çocuk ağlıyor ya, aslında o feryat
ediyor. Çocuk: “ Ben hangi sisteme geldim, kimse yok mu sesimi dinleyen? ” demek istiyor. Ama hiç
kimse dinlemiyor. Bir annesi var şefkat edecek. Ama tabiat şefkat de etmiyor. Tam tersi eğer tabiat
Cenâb-ı Hakkın bir sanatı, bir kitabı değilse bir fırtına gönderir, bir rüzgâr gönderir, soğuk gönderir, açlık
gönderir, mikrop gönderir, virüs gönderir her taraftan saldırır. Sağırdır, feryadını da işitmiyor, istediğin
kadar bağır. Çölde bağırırsan daha çok kum gelir ağzına girer, aynen öyle oluyor. Tabiat, kâfirlerin
nazarında sağır bir sistemdir, bize göre bilinçli bir sistemdir, Allah’ın avucudur. Allah, avucuyla bizi
okşuyor, besliyor; farklı sistemler var. Tabiat onlarda da annedir, bizde de annedir. Hatta bir hadis var “
Ben cennette Meryem’le evleneceğim. ” Meryem, tabiatın sembolü; kadın, tabiatın sembolü. Erkek de;
Allah’ın, âdemin, maneviyatın sembolü. Cennet nedir? Sonsuz maneviyat ile maddiyat bir araya gelirse
işte cennet olur. Onun için Peygamberimiz ( ASM ) öyle demiş: “ Cennette ben Meryem’le
evleneceğim. ” Dokuz tane haremi var, Meryem’i ne yapacak? Ama orada bizim bildiğimiz evlilik değil.
Yani Peygamber, peygamber olarak, Hz. Muhammed olarak dini, imanı, babalığı, âdemiyeti, maneviyatı
temsil ediyor. Meryem’de tabiatı, maddeyi, edilgenliği, döllenmiş durumu temsil ediyor. İkisi bir araya
geldi mi işte sistem tamam oluyor. Cennet oluyor.
O gün İslam medeniyeti hep böyleymiş. Bu Avrupa egemenliği olmadan önce İslam az veya çok,
bilgiyle kendine göre bir sistem kurmuştu. Abbasî de, Osmanlı da, Selçuklu da madde ile mânâyı
evlendirmişlerdi. Kim devlet kurmak istiyorsa, kim siyaset yapmak istiyorsa evrensel bazda işte Abbasî
ve Osmanlı’yı örnek alsın, Asr-ı Saadeti örnek alsın, döllendirsin, evlendirsin bunları. O zaman düğün
olur, gelin olur, ev olur, bark olur, medeniyet olur. Asr-ı Saadette insanların çoğu açtır, Cem ağabey. Niye
buna rağmen biz Asr-ı Saadet diyoruz? Çünkü bu evliliği gerçekleştirdi Hz. Peygamber. Sıfır seviyedeki
fakir Arapları devlet sahibi yaptı, doyurdu, besledi, ev sahibi yaptı. Bu birinci nokta, fakirlik ve zenginliği
bu şekilde evlendirdi; bir nokta da, madde ile mânâyı evlendirdi, ruhla bedeni evlendirdi, dünya ile âhireti
evlendirdi, Hz. Muhammed. Hatta kimsenin düşünmediği bir nokta daha var. Hıristiyanlıkla Yahudiliği
12
birleştirdi. İşte İslam odur. Yahudilikte, madde ön planda. Hıristiyanlıkta —Kilise’de görüyorsunuz—
ruhânîlik ön planda. Hz. Muhammed Haniflik dinini getirdi, madde ile mânâyı birleştirdi. İşte onun için
Asr-ı Saadet oluyor. Yoksa insanların çoğu açtır veya fakirdir. Madde ile mânâ birleşince Rahmâniyet
oluyor. Yani sonsuz mânâ, sonsuz ilim somutlaşmış oluyor. Ve sürekli tekrar ediliyor.
Radikal Müslümanlar var illa da İslam devleti istiyorlar. ( Bizim konumuz bugün varlık ya varlıkta
onların da yeri var. ) İşte Radikal Müslümanlar buraya dikkat etmiyorlar; çoğu namaz kılmıyor. Bir;
sonsuzluğu anlamıyorlar. Sınırlı bir devlet yapısı, somut bir devlet yapısı olarak dini, maneviyatı,
ezeliyeti, ebediyeti somutlaştırıp noktaya indiriyorlar. İkincisi, bencildirler bu Radikal Müslümanlar. İşte
Hıristiyanlar cehenneme, Yahudiler cehenneme... Hâlbuki Kur’ân diyor ki; onlarla iyi geçin, ki bencil
olmayasın. Yani biz biraz yeşil müşrik olmuş oluyoruz bu radikalizm sayesinde. Çünkü sonsuzluğu, ilmi,
ebediyeti, ruhu maddeye, bedene indiriyoruz. Yani kalbimizden ne kaybettik diye düşünmüyor,
ilmimizden ne kaybettik diye düşünmüyor. Ne kadar paramız var, ne kadar devletimiz var diye
düşünüyor. Hatta çok ilginç Kur’anda dün baktım; “ Karun, Musa kavmindendir ” diyor. Müslümanlar
zengin olunca çoğu Karun oluyor, Firavun tarafına geçiyor. Maalesef bugün Müslümanların çoğu
zenginlikten dolayı dinini bırakmış. “ Karun, dindardı, Musa’nın kavmindendi. Ama Firavundan yana
oldu ” diyor. Bediüzzaman diyor ki; “ Zenginlik bize, şimdi bu asırda lazım değil. ” Çünkü bu asır öyle
bir elek olmuş ki, hemen zenginleri kâfirlere yem yapıyor. Allah bizi korusun, sonsuzluktan koparmasın,
ebediyetten, ilimden koparmasın.
Evet, tabiat güzeldir, tabiat en büyük sahnedir, en büyük tablodur, en büyük nimettir, en büyük
kaderdir, en büyük yazılımdır ama bir şartla; tabiat sınırlıdır, annedir, maddedir, edilgendir. Ona bir
tohum lazım, bir baba lazım, bir ilim lazım, bir ebediyet lazım. Yoksa ben tabiatı dışlamıyorum. Bir yerde
Bediüzzaman tabiatı çok seviyor ve “ Kâfirler madde aşığıdır, tabiat aşığıdır ” diyor, kınıyor. Demek ki
onlar, tabiatın maddesine bağlı; tabiattaki sanatı, ruhu, maneviyatı, yazılımı, gen birikimini göremiyorlar.
Amerika “ genom ” u çıkarttı, ne yaptı? Maddi kısmını çözebilmiş, manevi yazılımı bilmiyorlar. İnsanın
ebediyetle, sonsuzlukla ancak beslenebileceğini, savunma mekanizmasının sonsuzluğa entegre olduğunu;
yazılımı, beyni ve kalbi sonsuzla beslenebileceğini bilmiyor. Onun derdi, ölümü, musibeti, kanseri ve
felaketi, açlığı, savaşı yenmek. Fakat sonsuzluk ilacıyla bunların tedavi edebileceğini maalesef Amerika
da bilmiyor. Geçen Kemal’le öyle tartıştık. Dedim Amerika maddeyi ön plana getirmiş, maddi saadet
öngörüyor. Komünizm sisteminin beceremediği maddi saadeti bugün Amerika sistemi beceriyor. Ama
Amerika sisteminde de sonsuzluk yok, maneviyat yok, ebedîlik yok, ilmin gerçekliği yok. Adamlar ilim
deyince, mideye yarayan ilmi düşünüyor, gıdaya yarayan ilmi düşünüyor, kafaya ne lazım, kafa ne ile
beslenir, kalp ne ile beslenir, ruh ne ile beslenir adamın öyle bir projesi yok.
Bizim bir doçent gitti, İncil’i araştırmak için. Devletten burs alıyor, gidiyor oraya. ( Güya
İncil’i araştıracak! ) İncil’i nasıl araştırmış biliyor musun? Oradaki profesörler de İncil’i okutmamışlar o
doçente; sadece ansiklopedide İncil maddelerine bakmış. “ Sen, İncil’i kendinde okumalıydın ” dedim. “
Sen onun için devletten para aldın, gittin, bir sene orada vakit geçirdin. ” Yok, ansiklopedileri taramış,
oradaki profesörler de dememiş senin İncil’i anlaman lazım, okuman lazım. Ansiklopedileri vermişler
adama, o da, o maddeleri taramış, özetini çıkartmış, gelmiş. Bak maddi bilim; sonsuzluk yok, maneviyat
yok. Ama işte onların nazarıyla tabiat sağırdır. Çünkü onların nazarında tabiat maddedir, madde de
sağırdır, istediğin kadar bağır, ses gelmiyor. Kur’ânın tabiriyle, Bakara sûresinde; “ Ancak ses yansıtır ”
diyor. Bediüzzaman da “ Sağırdır ” diyor. Kur’an biraz daha ileride, “ Ses yansıtır ” diyor. Kayaya
bağırdığın zaman, kaya da aynı sesi, mağarada aynı sesi yansıtır ama, anlamıyor nedir. Onlar hayvan gibi,
kendileri de sağırdır çünkü. Ama bizim nazarımızda tabiat el-Adl isminin, el-Hayy isminin, el–Alîm
isminin özetidir, yani ekolojik denge. Diyelim ki insanlık on sene sonra falan molekülü kaybetti veya
falan gıdayı kaybetti, kanında. Kâinat bu durumda biraz fire verebilir, bazıları o musibetle şehit olabilir,
kendini sisteme feda eder, şehit olur, ama sistem öyle bir dengeye gelir ki, işte o kanındaki eksik maddeyi
tamamlayacak bir ekolojik denge yeniden oluşur. Bugün diyelim ki, hava durumları çok sıcak geçiyor
ama bu devam etmez. Eninde sonunda el-Adl tecelli edecek. Belki bazı insanlar kuraklıktan,
yağmursuzluktan ölecek ama şehit olacak manen. Eninde sonunda dünya kendini dengeler, eğer kıyamete
izin yoksa. Kıyamet varsa zaten o sistem değişiyor. Ona biz karışamayız.
13
Evet, kâfirlerin tabiatı kördür, kâfirlerin varlığı enerjidir. Bizim tabiatımız, bilimdir. Tabiat eşittir
ilim; onun için bazıları ona tanrılık veriyor. Bakıyor, tabiat içinde sonsuz bir bilgi var, sonsuz birikim var,
sonsuzluğa açılacak bir birikim var; o zaman tanrı nazarıyla bakıyor, o da yanlış. Put sınırlıdır ( maddi
itibariyle ), mânâyı da zaten o göremiyor ve kör kuvvet diyor. Onların sembolü enerjidir, bizim
sembolümüz ışıktır sembol olarak. Enerji kördür, nereye gideceğini bilmiyor; enerjiyi ortaya bıraktığın
zaman her yere gidebiliyor. Ama hayat, basîrdir, hayat bilinçlidir; hayat, gören ve işitendir. Bak, bütün
canlılar aşağı yukarı görüyor ve işitiyor. Bediüzzaman “ Hayat, görüyor ve işitiyor ” diyor. Bak, onlarda
hayat değil, enerji esas. Sen nesin? İşte enerjinin bir sürü moleküle dönüşmüş şeklisin. Bak, enerji
entropiye mahkûmdur; sen eninde sonunda sıfır olacaksın, diyor. Hayır, hayat bir ilim özetidir, ilmin
somutlaşmış şeklidir, hayat gören ve işitendir. Daima gelen sinyali alıyor ve gereğini yapıyor, görerek
yapıyor. Ve —doktorlar daha iyi bilir— vücudumuzda milyarlarca hatta trilyonlarca böyle bilinçli iş var.
Her şey birbirini görüyor ve işitiyor, ona göre davranıyor.
Fizik ilminde de bunu atomlar birbirine paslaşarak yapıyor. Bize göre kâinat ve madde dahi gören
ve işitendir. Sen feryat ettiğin zaman eğer hiçbir sebep yoksa, çaren yoksa Allah belki bulutu imdadına
getirir, başka bir adamı imdadına koşturur, seni kurtarır. ( Eğer ecelin gelmemişse! ) Bize göre tabiat,
işitendir ve görendir. Onlara göre tabiat bir maddedir, enerjidir, sağırdır ve kördür. Ben bu konu için
böyle eskiden beri avâmî bir şekilde “ Zenginlerin mekânı ve maddesi var. Fakirlerin ise
zamanı ve manası var ” diyordum. Bak, bugün bütün zenginleri araştırın en çok değer verdikleri şey ev,
bark ve para. Madde yani; para, maddenin sembolü. Bizde de madde önemli ama madde ruh değil, madde
mideye bakar. Mesela pislik sembolüdür para. Rüyada değil de, sembol olarak kirli para oradan geliyor.
Kirli pislikle beslendiğimiz gibi biz, aynı zamanda kirli parayla besleniyoruz. O mideyi besler ama beyni;
ruh, ebedîlik, ilim besler, maneviyat besler. Onun için zenginler kâfir yaşamına benzer bir yaşam
izliyorlar. Onların mekânı ve maddesi var. Buna mukabil Allah nasıl dengeliyor? Fakirlerin de mânâsı ve
zamanı var.
René Guénon araştırmış. Yörükler çok iyi sanat yapıyormuş, çok iyi, mânâlı, maneviyat ehli
oluyorlarmış. Mesela şehir, doğal değil. Yahudiler Hz. Musa’dan bir sürü nimet isteyince dedi: “ Bir
şehre gidin, orada her şey var. Fakat siz, çölü bırakıp şehre giderseniz, iyiyi bırakıp kötüye gitmiş
olursunuz. ” Bak, çöl hayatı bile insanın maneviyatı, ruhu, ebediliği için şehir hayatından daha önemli.
Çünkü şehir betondur, maddedir. İnsanı maddede, kuyuda hapsediyor. Ama çöl, maneviyattır, ufuktur,
sonsuzluktur, ilimdir, tecrübedir, müziktir, sanattır. Bedevi deyip geçmeyin, onlar doğal bir sanat icra
ediyorlar. Hatta Muaviye bir bedeviye soruyor: “ Sizde belagat nedir? ” “ İçimizde bir şeyler
kımıldanıyor, biz de konuşuyoruz. İşte ona belagat diyoruz. ” O da Muaviye’ye soruyor: “ Sizde belagat
nedir? ” “ Biz, kurallı konuşuyoruz ” diyor. Kendini hapsetmiş; bedevi kendini hapsetmiyor. İçinden
nasıl geliyorsa öyle konuşuyor. Ve içinden düzenli ses geliyor, doğal ses geliyor. Akıcı ses geliyor ve
akıcı bir üslupla konuşuyor. Muaviye’den daha güzel konuşuyor. Zaten Muaviye İslam dengesini
bozduğu için Roma krallarını esas aldı; maneviyatı, Ali’yi ihmal etti, dövdü hatta savaştı. Onun için biz
bugün biraz kırık döküğüz. Zenginlerin maddesi ve mekânı var; fakirlerin de mânâsı ve zamanı var.
Bunun daima bize slogan olması lazım!
Biraz da ikili oynayalım. ( Biraz çocuğuz dedik ya başta. ) Hep birlikten bahsettik biraz da ikililere
döneyim. Çocuk yaşta insan ister istemez ikili oynar, hatta çoklu oynar. Mesela müşrikler çok tanrılı veya
iki tanrılı. Mesela İran müşrikliği iki tanrılı. ( İyi-kötü, dünya-âhiret, beden-ruh, kadın-erkek, hep ikili. )
Çünkü İran biraz gelişmiş bir seviyeydi. Fakat Mekke müşrikleri çok tanrılı. İşte bu put, şu put, sandalye
bir put, kadın bir put, para bir put, tarih bir put, yağmur bir put, karanlık bir put; çok tanrılı. ( politeist
diyorlar modern tabirle. ) Ama İran müşrikliği dualite şirkiydi. Bugünkü insanlar da istedikleri kadar
medeni ve fen ehli olsunlar bir kısmı politeisttir, bir kısmı dualisttir. Mesela dindarları bile dualisttir.
Mesela Kelam literatürü maalesef tam İslâmî değil. Allah bir tanedir, varlık bir tanedir, sonsuzdur; o da
Allah’tır, sonsuz bir dosyadır. Biz de o sonsuz dosya içinde küçük bir dosyaymışız, diye bakmıyor
Kelam. Allah, Vâcibü’l-Vücûd’dur, ilerdedir, uzaklardadır; kâinat da bir nesnedir, mahlûktur, ayrı bir
varlıktır. ( Al sana ikililik. )
14
Onun için İbn-i Arabî gibi büyük mütefekkirler “ İkililik şirktir ” diyor. Şirk, putperestlik demek.
İkililik yokmuş, birlik varmış. Yani 0–1 sistemi var ama bu 0–1 aslında birdir, birbirini tamamlıyor. Bir,
somut şeklidir. 0, soyut şeklidir. Yani 0 ( sıfır ), 1 ( bir ) sayılır. O da bir rakamdır, o da bir değerdir, o da
bir datadır. Zaten, asıl varlık sıfırdır. Sonsuzdur, soyuttur. Sıfır, işte onun sembolü. 1 nedir? Bir, o sonsuz
sıfırın somut bir şeklidir, birbirini tamamlıyor; Allah ve Rahman. Bizim inancımız böyle olmalı. Varlık
bir tanedir, kader bir tanedir. Biz de o kader içinde irademizle bir devamıyız, bir tecellisiyiz. Ayrı bir
varlık değiliz, ayrı bir tanrı değiliz, Allah’ın ortağı değiliz; Allah’a entegre olmuş küçük bir dosyayız.
Onun malıyız ayrıca, o dosya da bizim değil. Sadece bize özerklik vermiş, işte biraz bilinç vermiş,
ayrıştırmış, serbestiyet vermiş. Yoksa biz ondan koptuk mu yok oluyoruz. Sistem bir tanedir, varlık bir
tanedir; yokluk da yoktur, ölüm de yoktur, fakirlik de yoktur.
Bu entegrasyonu gerçekleştiren sofiler; bütün kâinat onların olmuş, mutasarrıf olmuşlar, Allah
namına. Adam bir dua ediyor Amerika batıyor, öbürü çıkıyor falan. O seviyeye geliyor insan, entegrasyon
sayesinde. Fakat maalesef bugün dindarı dinsizi, Hıristiyan’ı, Yahudi’si, Müslüman’ı ikilidir. En
gelişmişi ikili düşünür, İran gibi. İşte kâinat da var, Allah da var. Sen kâinata işte vücud diyorsun, Allah
icat etti diyorsun. Bunlar hep yanlış, bunlar mecâzen kullanılabilir; görecelidir. İcat olsa, dosya icat
ediyor. Sonsuz bir yazılım vardı, o sonsuz yazılımı da Allah somut bir yazılım yaptı, Bahaeddin oldu.
Yoksa, bedenim de emanet, yazılımım da emanet, kanım da emanet, kemiğim de emanet. Benim varlığım
değil. Ben bunları yaratmadım ki, ben atomu yaratmadım ki, ben havayı yaratmadım ki, ben suyu
yaratmadım ki, hiçbir şey benim değil. Ben malik değilmişim, ben köleymişim. Ve kölelikte en büyük
özellik; köle efendisi kadar rahat yaşar, efendi kadar güven içinde yaşar. Fakat hiçbir zaman malik
olmuyor. Bu malikliği göreceli olarak Allah bize vermiş ki, bu dünyayı Onun nâmına imar edelim. Yoksa
biz gerçek malik değiliz. Onun için elimizden alındığı zaman da içimiz kanıyor. Yanlış duygu; sahte
duygu zaten insanı tahrip ediyor.
Evet, insanlar ikili, çünkü daha çocuk yaşında. Mesela ilkel kabileler politeisttir; dağ, taş, tepe,
dere her şey bir tanrı onlarda. Ama Yunan gibi, İran gibi gelişmiş felsefelerde dualite var. İşte bugün
dinsiz insanlar politeisttir. Aslında maddeye, gıdaya, enerjiye, suya, her şeye Tanrı nazarıyla bakıyor,
Tanrı kadar da değer veriyor. Ama bizim gibi dindarlar yani Kelam sayesinde biraz inanmış, Allah’a
inanmış, âhirete inanmış insanlar, biz ikili oynuyoruz. Dualistiz, işte Allah ayrı, kâinat ayrı, beden ayrı,
ruh ayrı, dünya ayrı, âhiret ayrı. Hayır! Bu, kâinatı bilmemektir, imanın gerçeği bu değil. Bu sistem
insana güven vermiyor. Madem Allah uzaklardadır, benimle ilgilenir mi? Ya bir fırtına gelirse beni
boğarsa? Ya mikrop gelse beni boğarsa? Ya bir virüs ciğerime giderse, ölürsem? Bak, iman odur ki
sonsuzluk koksun. Başta dedik; babam her şeyi biliyor, babam herkesi yener, her şey babamın devamıdır,
onun eli-koludur; budur iman, yani güven vermeli. Eğer bir iman sana güven vermiyorsa o iman, iman
değil ve sen sistemi tanımamışsın. Bilgisayarın içini açmışsın, işte bunlar 0, bunlar da 1. Burası da 10
tane 0, 11 tane 1, bir araya gelmiş. Bu, bilgi değil ki! İstediğin kadar bilgisayarın içini böyle deş, analizi
yap, kimyevî, fizikî, elektronik, elektrik izahlarını getir. Hiçbir zaman sen bilgisayarın mantığını, ruhunu,
gerçek varlığını anlamış olmuyorsun. Sürekli müşrik oluyorsun, ya dualite müşriki veya politeizm
müşriki.
Bugün mesela biz putperestliği çok kınıyoruz. Evet, sonsuzluğu anlaması gereken bugünkü insan,
ebediyeti, ruhu, ilmi, sonsuzu yaşaması gereken insan, halen nesnelerde, parada, sekste, şurada burada
boğuluyorsa, o kötü. İlk asırlardaki insanlar böyleydi derseniz onlar çocuktu, onlar masumdu. Onlar
cennete gider ben cehenneme giderim. ( Eğer putperestçe yaşamaya devam edersem. ) Maalesef bu asrın
insanlarının çoğu putperesttir, dindarı dinsizi. Dinsizi politeisttir, dindarların bir kısmı politeisttir, bir
kısmı da dualisttir. Mesela Çetin Altan bile “ Ben monistim, ben dualist değilim, her şey birdir ” dedi. (
Ben onu kâfir biliyordum. ) Onun Müslümanlığa karşı uzak durmasının sebebi, mevcut Müslümanları
beğenmiyormuş, haklı olarak. Evet, bu mevcut İslâmî anlayış —Kur’ânî anlayış demiyorum— mevcut
yaşanılan İslam, câmi İslam’ı, bugün İslam’ı yansıtmıyor; Kelam literatürünü yansıtıyor, Ortaçağ
hukukunu yansıtıyor. Bir sürü eksiğimiz var, bugün yüzüm tutmuyor bir dinsize “ Gel, Müslüman ol ”
diyeyim. İşte bilim ehli olalım, bilimde her şeyi, maneviyatı, ebediliği yakalayalım, diyorum. Yüzüm
tutmuyor, nereyi göstereyim, göstereceğim kimse yok. Bunları örnek al diyeceğim kimse yok. Evet,
gerçek varlık bir tanedir, sonsuzdur, soyut ve somutu birleştiriyor, içine alıyor. Soyut ve somutun farkı
15
görecelidir. Yani mesela bugün buraya gelmeniz biraz soyut bir harekettir, bir inançtır, bir ilme değer
vermektir. Bak, biz buraya bir geldik somutlaştı. Ama aslında gerçek varlık o niyetinizdir, ilme değer
vermenizdir ve bugünkü ilmi müzakere edişimizdir. Yoksa burada bir arada pasta yememizin bir mânâsı
yoktur.
Bediüzzaman, Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin’i Risale-i Nur’da izah ediyor. Kitab-ı Mübin, kâinat
ağacının mevcut enerji durumunu yansıtır, somut ve âlem-i şehadettir. İmam-ı Mübin, âlem-i gaybdır,
yani çekirdek ve kökü gösteriyor. Meyve Risalesi’nde diyor, “ İnsan da bir ağaçtır, bahar da bir ağaçtır,
dünya da bir ağaçtır, kâinat da bir ağaçtır. Her şeyin diyor bir başı, bir sonu vardır. Başı çekirdek sonu
yine çekirdek. Mevcut durum da düzenlidir, kitap gibidir, Kitab-ı Mübindir. ” Sistem değişti,
Bediüzzaman yeni bir anlayış getirdi. Mevcut durum Kitab-ı Mübin, mukadderat ise başka; onun için
Kur’an diyor, “ Biz ölüleri İmam-ı Mübin’de saymışız. ” ( Yasîn Suresi, 12 ) Ölülerin hayatını, ruhunu ve
yaptıklarını... Bak, Kitab-ı Mübin’de ölüler yok. Bizim şimdiki yaşantımız beden, enerji, yemek, icraat,
evlilik, somut, âlem-i şehadet, imtihan dünyasındaki yaşamımızı Kitab-ı Mübin planlıyor. Din, Kitab-ı
Mübin’dir İsmail ağabey, ama İmam-ı Mübin kısmı da var. Bizim bu yaşantımız DNA’ya dayanıyor, bir
bilgi birikimine dayanıyor. Ve sonra bir DNA’ya emanet edilecek. Onlar da, İmam-ı Mübin. Her şey
kaydediliyor; dağ, taş, tepe her şey bir İmam-ı Mübinmiş, aynı zamanda kayıt sistemi. Ölüler “ İmam-ı
Mübin ” de, Kur’ân kıssaları “ Kitab-ı Mübin ” de. Bak, peygamberlerin yaşantısına, “ Kitab-ı Mübin ”
diyor. Onlar şehadet âleminde icraat olarak yaşadılar, somut olarak. Ama “ Her şeyi İmam-ı Mübin’de
kaydetmişiz ” diyor.
Hulasa Kitab-ı Mübin beden, İmam-ı Mübin genetik yapı. Cenâb-ı Hak böyle birdir, varlık bir
tanedir, sonsuzdur, soyuttur fakat bu varlığı daima iki el gibi —mesela beynimiz bir tanedir ama
beynimizde göreceli de olsa 0–1 sistemi var— soyut-somut, pozitif-negatif, sağ-sol, kadın-erkek, yaz-kış,
fizik-metafizik, cennet-cehennem sürekli iki zıt olarak somutlaştırarak mana üretiyor. Bazı mutasavvıflar
cennet, cehennemi bir görmüş. Fakat Kur’ân diyor ki; “ Cennet ehli ile, cehennem ehli bir değil. ” Aslında
birliği, ebedîliği, sonsuzluğu anlayan için cennetle cehennem birdir, fakirlikle zenginlik birdir, hastalıkla
sağlıklı olmak birdir. Çünkü sonsuzda her şey aynı şey oluyor, bir şey oluyor. Ama imtihan dünyasında
Allah bir sistem kurmuş ( celal-cemal, negatif-pozitif, küfür-iman ), bu sistemin gereği olarak “ İmtihanı
verenlerle vermeyenler bir değildir ” diyor. Evet, onlar da yok olmuyor, cehenneme gidiyor, öbürleri
cennete gidiyor ama bir değiller diyor. Bak, Kur’ân orada da yine mucize. “ Cennet cehennem bir değildir
” demiyor. “ Cehennemdekilerle cennettekiler bir değildir ” diyor. Devlet için hapishaneyle okulun farkı
yok. Hapishaneyi de eğitim için açmış, okulu da eğitim için açmış; ama hapse gitmekle okula gitmek
farklı. Bize göre farklı, devlet için ikisi birdir. Onun için mutasavvıflar “ ikisi birdir ” derken Allah
boyutuyla demişler. Fakat bize göre, biz imtihan edildiğimiz için, işte mutlu olmakla acı çekmek farkı
var, onun için bir değildir, diyor.
Cennet sistemi sürekli ışık veren, sürekli verici olan, sürekli gelişen bir sistemdir. Bunun tipik
örnekleri Quasarlar var kâinatta. Böyle hiç bilinmiyorlar nedir, sürekli sonsuz bir güç dağıtıyor, ışık
dağıtıyor. Cehennemin örneği de Kur’ânın tabir ettiği gibi Kara delikler var, her şeyi yutuyor. Şimdi bak
cennette sürekli vericilik olduğu için sen mutlusun, senin ne eksiğin varsa o tamamlıyor. Verici, onun için
İslam “ Verici olun, bencil olmayın, kıskanç olmayın, cimri olmayın; hep verici olun, cennet gibi ” diyor.
Zaten dünyada da o zaman cenneti yaşıyorsun. Ama cehennem çektiği için, benden enerji çekiyor, et
çekiyor, bilgi çekiyor sürekli azaltıyor beni. Bendeki her azalma da acıya dönüşüyor; o acı sayesinde ben
dua ediyorum. O dua yine varlık oluyor. Yani sistem öyle işliyor o zaman. Fakat eğer cennet ve
cehennemi inkâr eden bir insan olursa o zaman ben derim ki; bak kâinatta her şey zıddıyla vardır. Bugün
cennet, verici, aydın, ışık bir sistemdir ve böyle noktalar varsa, ki dünyada da vardır böyle noktalar.
Mesela diyelim ki gıdan mükemmel, evin mükemmel, gelirin, bilgin mükemmel. Bak, eksik bir tarafın
yok ve sen sürekli vericiliğe başlamışsın. Al sana trilyoner, katrilyoner bilge bir adam. Artık sonsuzluğu
anlamış, hiçbir eksiği kalmamış ve mutlu bir insan. Ama paran yok, ilmin yok, sağlığın yok, kaloriferin
yok, yok babam yok. O zaman o yokluklar cehennem oluyor; senden bu sefer et kaçırır, enerji kaçırır,
bilgi kaçırır, eksilt babam eksilt. Her eksiltmenin de faturası, acı olarak önüne gelir. O acı da sonra duaya
dönüşüyor. Allah işte o eksikleri duayla kapatıyor. Sistem, öyle çalışıyor.
16
Fizik, Latin dilinde görünen şey demek, görünen şeye fizik diyoruz. Ama bugün nasıl madde varsa
nasıl mânâ da var, kadın varsa erkek de var, pozitif varsa negatif de var. Aynen öyle de eğer somut bir
görüntü varsa, görünmeyen bir kısım da vardır. Yani ağacın görünen kısmı Kitab-ı Mübin; bu gösteriyor
ki eğer Kitab-ı Mübin düzenliyse bu mutlaka bir DNA üzerine planlanmış, bir İmam-ı Mübin, ilim kısmı
da var. Metafiziğin sembolü sudur, ilimdir, gayb âlemidir. Fiziğin sembolü maddedir, atomdur. Gerçi saf
fizik yokmuş, saf metafizik de yokmuş, saf ruh yok, saf beden de yok. Onun için bazı mutasavvıflar
demişler “ Beden eşittir ruhun somut şekli. ” Okul eşittir devlet, karakol eşittir devlet. Yani saf bir şey
yok mutlaka iç içe geçmiş; saf celal yok. Diyelim ki bir savaş koptu 60 milyon insan öldü —İkinci
Dünya Savaşı gibi.— Evet, ama o İkinci Dünya Savaşı olmasaydı bugünkü insanlık bu kadar beslenmeyi,
teknolojiyi, ilmi bulamazdı. Daima ateş içinde rahmet var, rahmet içinde biraz ateş de var. Bugün Allah
dini göndermiş, peygamberi de göndermiş bir rahmettir, aynı zamanda ateştir. ( Ayıkla pirincin taşını. )
Bu sistem içindeki materyalizm zirve olmuş, maneviyat hiç yok. Efendim gel de İslamı yaşa. Nasıl
yaşayayım? Madde ile mânâyı eşitle.
Bak, onun için Peygamber Efendimiz ( ASM ) “ Âhirzamanda, imanı kalpte tutmak, kor ateşi elde
tutmak gibi zor olacak. Kim tutsa eli yanacak ” diyor. Hani iki el eşit olması lazımken —ki denge olsun—
yok, sağ el hiç yok, sırf sol el var. Maneviyat, ilim hiç yok. Sırf materyalizm var, dinsizlik var, nefsanîlik
var. Hiç kimse soyut değerlere değer vermiyor. Herkes somutu put yapmış. İşte böyle bir sistemde
İslamiyeti yaşamak Asr-ı Saadetten daha önemliymiş. Onun için Peygamber Efendimiz ( ASM )
Sahabelere diyor: “ Siz sahabemsiniz, Âhirzamanda benim kardeşlerim gelecek. ” Hz. Muhammed
Mekke’de kalktı sıfırdan bir İslam getirdi. Hiç denge yoktu, tek başınaydı. Daha Kur’ânın da hepsi nüzul
olmamış. Çalıştı, çalıştı, çalıştı sistemi dengeledi. Mekke fethinden sonra sistem dengelendi. Yani
inananlarla, soyutu, maneviyatı elde edenlerle etmeyenler eşit oldu. İşte bunun ismi “ fetih ” tir. İslam
“ Ben küfrü bitireceğim, materyalizmi bitireceğim, dinsizliği bitireceğim, maddî anlayışı bitireceğim diye
gelmedim, dengelemek için geldim ” diye geldi. İslam, dengelemek zaten. Onun için bu denge olduğu
zaman işte sistem mükemmel oluyor. Kâfirlerle Müslümanlar dengede, madde ile mânâ dengede. Gerçek
varlık o dengede. Ebu Hanife onu savunuyor; hayat o dengeden ibaret. Dengenin olduğu yerde sen
canlısın. Ben bugün depresifim. Ne demek depresyon biliyor musun? Beynindeki kimyevi dengeler eşit
değil demek. ( Tek kelimeyle izahı budur. ) Onlar dengelendiği saatte ben sağlıklı oluyorum.
Dengelenmediği saatte işte ya hastayım, ya yatıyorum veya yere yıkılmışım. Bir şeyler oluyor, hayat
bitiyor.
Somut lazım; zaten saf soyut, saf somut yok. Daima, soyut somuta hemen dönüşüyor. Hem de çok
örnekleriyle. Evet, anarşizm ve atom sembolünden bahsetmiştik. Şimdi de simya ilminden bahsedeceğiz
—varlığı konuşuyoruz ya bugün.— Simya ilmi, eskiden bazı cahiller uğraşıyordu, demiri altın yapmak
için. Sonra Jung’dan öğrendim ki simya ilmi o değilmiş. Simya ilmi şuymuş, bir sembolizmmiş, bir
eğitim metoduymuş, bir terbiye metoduymuş. Yani adamlar allem edip kullem edip demiri altına
dönüştürüyormuş şeklen, tam değil. Atomu bozmak mümkün değil. Ancak yüksek reaktörler lazım–ki o
da uranyum için geçerlidir. Altın, demir gibi şeyler için geçerli değil. Demirin bozulabilmesi için bilmem
5 milyar kilowatt ısı lazım ki, bulunamıyor o şimdi. Simya ilmi sembol yapıyor, her atomu, her insan
tipini bir sembol yapıyor. Özet olarak söylüyorum: İşte demiri altın yapma veya çinkoyu kurşun yapma, o
bir eğitim, sembolizm imiş. Fakat ister inanın ister inanmayın bunu o bilimciler, o terbiyeciler sembol
olarak yapmışlar, insan eğitiminde kullanmışlar o sembolizmi. Ben mesela Yılmaz’ı alıp nasıl altına
dönüştürebilirim? O atom üzerinde yaptıkları sembolik deneyimleri, icraatları, insan eğitiminde kullanıp,
Yılmaz demir iken, o eğitim, altın yapıyor Yılmaz’ı.
Ama İslam mutasavvıflarından kuvvetli çağdaş bir veliden işitmişim ki, adamlar bunu gerçekten
maneviyat gücüyle beceriyorlarmış. Bu olağanüstü! Mesela Seyda diye Cizre’de bir şeyh var, büyük bir
şeyh. Bir gün işte doğuda kaçakçılıkla —hala da kaçakçılıkla geçiniyorlar ya— tütün geliyor Suriye’den.
Gariban bir adam, bir yük tütün getirmiş ve yakalanmış oradaki askeriyeye, polise. Orada yanında da o
Seyda var. İşte O, allem edip kullem edip manevi gücünü kullanıyor. “ Onun yükü tütün değil, samandır ”
diyor. Polisler, askerler bakıyor gerçekten çuvallarda saman var. Hekimoğlu İsmail de buna benzer bir
hadise anlattı, “ Biz, Bediüzzaman’ın elini öptük. O avucunun içinde şeker torbası tuttu —ben
17
şaşırdım— dedi: ‘ Keçeli demiş elimi öp, şekeri öpme ’. Baktım şekeri öpüyorum. ” Yani bu nedir? Veli
işte odur. İnsanda sonsuz güç var; maddeyi, somutu, nefsi aştığın zaman o sonsuz gücü kullanabiliyorsun.
Fizik bunu bilmiyor; fizik sadece fizik dünyayla ilgileniyor, metafiziği bilmez. Ama ben şahsen o
Big-Bang Teorisi’ne tam inanmıyorum. Ben çok Big-Banglere inanırım. Yani kâinat sonsuz bir uzaydır.
O sonsuz uzayda sonsuz ilim, irade, kudret, enerji varmış. Mesela eskiden inanılıyordu ki uzay boş bir
alandır. Hayır, boşluk yokmuş; kara enerji, beyaz enerji, yeşil enerji, kırk bin çeşit enerji varmış ve
dopdolu bir varlıkmış. O enerjiler yoğunlaşıyor, nasıl oluyorsa işte o sihirbaz gibi. Zaten Allah, icraatını
sihre benzetiyor; “ Ol ” diyor, oluyor. İşte bir nevi sihir; şapkadan tavşan çıkartıyor, tavşandan şapkayı
çıkartıyor. Bizde de öyle oluyor, biyolojik yaradılış öyle. Bir nevi şapkadan tavşan çıkartmak, tavşandan
şapka çıkartmak gibi bir şeydir. Bu olağanüstü icraata eğer biz de tam entegre olursak, nefsimizi
yenebilirsek, varlığın ebedîliğini, ilmiliğini, sonsuzluğunu, dinî boyutunu yaşarsak bu velilerin yaptığı
gibi biz de yaparız. Fakat bu veliler, peygamberler bununla beraber yani, o gücü elde ettikleri halde,
daima bir prensip olarak biliyorlar ki kâinat determinedir. Yani sünnetullah yasaları geçerlidir. Allah bu
yasaları koymakla bize emrediyor ki; “ Mümkün mertebe bu yasalara uyun. Olağanüstülüğü istemeyin
sıkışmadıkça. ”
Eskiden Avrupa’da, o sanayi devriminin kirli döneminde insanlar çok kanser oluyormuş. Çok
inançlı insanlar da gemiye binip —üç ayda gemi Amerika’ya gidiyormuş— bari üç ay denizde yaşayalım
falan diyorlarmış. Artık vazgeçiyorlar, o gürültüden, o kirli havadan, o dünyanın dert gailesinden. Ve
çoğu iyileşiyormuş yolda, sonra anlaşılmış bu. Bak, olağanüstü bir hava esiyor denizde o kanserlerin çoğu
iyileşiyormuş. Çünkü, mesela birini kanser yapan nedir? Strestir, sıkıntıdır, maddî düşüncedir, kötü
gıdadır, kötü havadır. Sen oradan kendini bıraktığın zaman, bedenini bıraktığın zaman, kendini yokluğa,
ebediyete bıraktığın zaman o sistem, “ Bunun biraz daha yaşaması lazım ” diyor. Mesela çocuk doğar
doğmaz süt gelir. Bak, sistem sonsuzdur. Mesela dünya 23 derece niye eğik kalmış? İşte gıda olması için.
23 derece eğik olmasa mevsimler olmayacak, mevsimler olmadı mı gıda da olmaz. Sistem sonsuzdur ama
daima bir sünnetullahın içinde kalmak zorundayız. Ama sünnetullah bitti mi Onun eli görünür hale gelir.
Mesela ben hayatımda —mucizevî şekilde değil de— biliyorum yani bir el var beni yönlendirmiş, öyle
inanıyorum. Sıfır imkân, sıfır bilgiyle, sıfır parayla ben dağdan gelmişim, Siirt’ten. Oradan İstanbul’a,
oradan Suriye’ye, oradan mayın tarlasını geçtim saat 3, gece karanlığında, Allah korumuş beni!
Sistem sonsuzdur, sen yeter ki entegre ol sonsuzluğa, maneviyata. Ama pist bitmeden uçak uçmaz
Cem ağabey. Pist, sünnetullahtır, Allah’ın yasalarıdır. Bahaeddin’in her sabah saat 9, akşam 7 arasında
dükkânı açması lazım, çalışması lazım, borçlanması lazım. Ödedi mi, ödemedi mi? Eksik kaldı mı?
Bugün git, yarın gel yapması lazım. Bu işlerin raconu böyledir. Bugün çekim yok yarın ödeyeyim, der.
Bu işin sünnetullah çerçevesi budur. Peygamber Efendimizde, Allah’ın en sevgili kulu olduğu halde,
sıkışmadıkça mucize olmamış. Aç kalmış, fakir kalmış, iftiraya uğramış, kızmış, hakaret yemiş, işkembe
torbası başına atılmış; hep Allah’tan bilmiş. Sistemin sonsuzluğunu anlamış, sabretmiş. Ama çok sıkıştığı
zaman kâfirlere karşı Allah olağanüstü bir durum gösteriyor. Sünnetullah için de ben 13. sûreyi tefsir
ettim. ( Rad sûresi ) Kâinatta ne kadar yasa var, ne kadar mucize olur? Şimdi oran olarak âlem-i şehadette
yüzde bir veya milyonda birdir olağanüstüler. Genelde sünnetullahtır. Ama biraz gerçekçi bir şekilde
araştırdığın zaman Kur’ânın nazarıyla kâinata baktığın zaman fifty/fiftydir. Yani yüzde elli sünnetullah,
yüzde elli mucize. O şöyle olur: Mucizevî olayların da bir yasası var, bir sünnetullahı var. Veya
sünnetullahın yasal durumunda mucizevî bir yön var. İşte kâinatı ancak bu şekilde anlarız.
Evet kadın, kadındır, dişidir, edilgendir, maddedir ama kadının başka bir boyutu var onu biz
göremiyoruz: Âdemdir, ibadet ehlidir, maneviyat ehlidir, ilim ehlidir, halife-i rûy-i zemindir. Bak o kısmı.
Erkek de âdemdir, babadır, dölleyicidir; ama bedeni havvadır, kırılgandır, dişidir, edilgendir. Bir virüs
gelse ölür gider. Bak, bedene takılmamak lazım. Onun için dindarlar bunu yanlış anlatmış. Yani kadını
küçümsemişler, erkeği göğe çıkarmışlar. Orada yanlış var. İslam kadın-erkek dengesini de öyle kuruyor,
“ Ey Sezgin, sen bedenin itibariyle edilgensin, kırılgansın, dişisin, pasifsin, öleceksin ama ruhun itibariyle
âdemsin, ebedîsin, ilimsin, sonsuzsun. Kadın da burada seninle ortak. ” Zaten Kur’ân “ Ey Âdem ”, “ Ey
insan ” diye hitap ederken kadın-erkek ayırımı yapmıyor. Gramere göre de erkeklere hitap eden bütün
18
kipler kadına da şamildir. Yani zekâtla, namazla, ibadetle, sorumluluklarla ilgili bütün âyetler kadını da
içeriyor. Orada ayırım yok.
Maalesef işte bu ontolojik bilgi eksikliğidir —ki bu akşam onu kapatmaya çalışıyorum.—
Ontolojik bilgi, eşittir marifet, bu da eşittir muhabbet ve iman. Yani bir yandan sana güven verir, sen
kâinatı tanımış oluyorsun, bir yandan sisteme muhabbet besliyorsun, entegre oluyorsun, ebediyet
kazanıyorsun. Bunun ismi, ontoloji ilmi yani varlık ilmi. Bu da marifet demek tasavvuf dilinde. Bu akşam
bunu karınca kararınca kapatmaya çalışıyoruz. İşte 13. sûre, 13. cüz Kur’anda bu dengeyi anlatıyor. (
Bunların izahı yazıldı Rad sûresiyle ilgili. ) Ve ilginçtir mesela Bediüzzaman şeytana 13. Söz, 13. Lem’a,
13. Mektub’u ayırmış. Ne demek? Bediüzzaman biliyor meseleyi, diyor, “ Bak, kâinatta sünnetullah
gereği, imtihan gereği, madde gereği şeytan da lazım, şer de lazım. ” Bunlar 13’lü, Yahudilerin tarihinde
de 13’ler çok var. Çünkü Yahudiler tarih boyunca adeta şeytanın avukatlığını yapmışlar, hep vesvese, hep
madde, hep menfaat, hep bencillik, biraz şeytan gibi. Aslında onlar Beni İsrail’di. Dünya tarihi putperest
iken, politeist iken Yahudiler Beni İsrail’di. Dünyada Arz-ı Mev’ud’u kurdular, şeriatı yaşattılar. Allah’ın
erkânının en ufak sünnetine kadar yaşattırdılar ve yaşadılar. Fakat maalesef her kaliteli şey bozulabildiği
gibi veya tersine dönüşebildiği gibi Yahudilik de o Beni İsrail kavramından “ kavm-i Musa ” ya döndüler,
Yahudi oldular. Yani dini öldüren, materyalist, şeytan avukatlığı yapan bir sistem oldular. Ben onlara
şunu diyorum: “ Gene Beni İsrail olun, Arz-ı Mev’ud sadece Filistin değil. Sizin şeriatı, Allah’ın
emirlerini uyguladığınız her yer, Uganda, Polonya her yer Arz-ı Mev’uddur.” Adamlar inandı, “
Gerçekten doğrusu buymuş. Biz şimdiye kadar materyalistmişiz, sen bize dini anlattın ” dediler,
samimiydiler adamlar, “ Evet, çaresizlikten biz böyle düşünmüşüz ” diyorlar.
13. Sûre, 13. Söz, 13. Lem’a, 13. Mektup hep şeytanlarla ilgilidir. Çok ilginç bu risale tertibi.
Mucize kısmı yok mu? Mucizeler de var. 19. Söz, 19. Mektup, 19. Lem’a. 19. Lem’anın bağlantısını
bulamayabilirsiniz. 19. Lem’a, iktisadı emrediyor. Hz. Muhammed’in ahlakının denge olduğunu ve o
denge en büyük mucize olduğunu dile getiriyor. Bak, Bediüzzaman, sadece numara veriyor. “ İşte bu,
ahlak-ı Muhammedî’dir ” diyor. Peygamberin en büyük mucizesidir. Ben sırf bu iş için bütün Kur’ânı
taradım, Peygamber Efendimizin en büyük mucizesi o dengeymiş. Ne çok cimri, ne çok dağıtıcı, ne tam
maddi, ne tam uhrevi. Daima sırat-ı müstakim, daima denge. Ve Kur’ânda diğer mucizelere atıf yok ama
bu mucizesine daima atıf var. Kur’ân da zaten sistem olarak daima celalle cemal, cennetle cehennemi
beraber anlatıyor. Kur’ân o dengeyi kurmuş, Hz. Muhammed hayatıyla yaşamış. Ve Hz. Muhammed gibi
yaşayan işte mutlu olur, Asr-ı Saadeti getirir.
İslam tarihi de saltanat, hilafet, seçim meçim bir yana ama daima bu dengeyi tutturmuş.
Osmanlı’ya bakarsan bir melek sistemi. Gayr-i müslime zulüm yok, diğer milletlere zulüm yok. Osmanlı
niye batmış biliyor musunuz? Dualiteyi sağlayamamış. Hz. Muhammed’in sistemini kaybetmiş. Başta
varmış âlim-âlim olmayan, zengin-zengin olmayan, toprak sahibi-işçiler. Fakat sonra öyle bir sistem
gelişmiş ki Osmanlı’da, aç yok. Adam isterse çalışır, isterse çalışmaz. Çalışma realitesi isteğe bağlı
bırakılırsa o zaman kapitalist Avrupa’ya yenildin işte. Avrupa çünkü 18 saat işçiyi çalıştırıyordu. Bütün
sermayeyi tekel ellerde biriktirdi, adam zıtları çatıştırdı. İşte zıtları çatıştırdığın zaman ses çıkıyor,
çatıştırmadığın zaman ölü oluyorsun. Ses çıkmayan bir Bahaeddin oluyor. Osmanlı bir ekonomi de o
dualiteyi yakalayamadı —iyi niyetinden, hayırseverliğinden— Gerçi tarihin başında Hıristiyan-Müslüman
çatışması olarak o dualiteyi sağlıyor. Allah’ın iki eli, Müslüman-Hıristiyan olarak çatışıyor, gelişme
oluyor. Çatışma daima gelişme demektir. Fakat son dönemlerde bu çatışma kalktı, bir de ilim diyalektiği
kalktı. Medreseler pozitif ilimden ayrıldı, pozitif ilimler medrese ilimlerini bıraktı. Dinsizlikle inanç
çatışmadı. Çatışma olmayan yerde hareket yok, hareket olmayan yerde bereket de yok; ölüm var onu
bilin. Bediüzzaman, Hz Muhammed gibi yaşamak için, o sistemi yakalamak için 19. Söz, 19. Mektup, 19.
Lem’ayı yazdı.
Özetlersek varlığı bilmek; İbn-i Arabî ve diğer bazı mutasavvıflar gibi her şey bir bütün olarak
Allah’tır. Soyut-somut şeklinde ayrıştırılmış olarak değil. Ayrışırsa sakıncalar doğuyor. Kimisi ruhçu
oluyor, kimisi maddeci oluyor, dengesizlik oluyor. Halbuki varlık dengeden ibaret. Allah’ın en büyük
ismi Ebu Hanife’ye göre el-Adl’dir. İbn-i Arabî’ye göre de el-Alîm’dir. Çünkü ilim denge gerektirir.
Denge getirmeyen bir ilim, ilim değil. Veya dengeli olmayan bir hayat, hayat değil. Sürekli aksak, dökük
19
gider, dengesiz gider, sağlıksız gider. İsmail Ağabey’in dediği gibi künh-ü vücudu bilmemiz lazım. Yani
varlığın özünü tanımamız lazım. Aşırı maddeci, madde de eşittir Allah değil. Evet, Onun kudretidir ama,
O, değil. Yani karakol devlettir ama devlet değil. Havuzla okyanusu karıştırmamak lazım, bazı sofiler
gibi. Havuz havuzdur, evet o da sudur, okyanus da sudur; ama havuz havuzdur, okyanus da okyanustur.
Yani biz marifeti, künh-ü vücudu, varlık sistemini, varlığı tanımakla elde edebiliriz. Bu marifeti elde
ettiğimiz zaman —ki, iki kanatlı bir şeydir bu marifet; bir kanadı güven, bir kanadı muhabbet— sen
güven duyarsın, sağlıklı olursun, babam her şeyi bilir, babam her şeyi bana getirir, parası sonsuzdur,
diyebilirsin. Bir de muhabbet edersin babana. Çocuklar başta anne-babasına âşıktır; doğrudur o
psikolojide. Ama böyle seksî mânâda değil, Freud’un anlattığı gibi. Varlık aşkı, ebedîlik aşkı; seks aşkı
değil. Seks aşkı, o sonsuzluk aşkından sadece bir vesiledir; her şey değil, seks. Yani çocuk olur ya seks
sayesinde, bir nevi sen ebedileşiyorsun. Ondan dolayı insanlar böyle sekse çok önem veriyor. Onu da
sahte olarak kullanıyorlar.
Evet, varlığı bilmek iman demektir, güven demektir, huzur demektir. Vücud bir tanedir ve
sonsuzdur. İcat, yani sonradan var etme yoktur. Sadece şekiller, dosyalar, yazılımlar sonradan var olur.
Bilgisayarındaki bilgi, enerji, elektrik sabittir Sezgin ağabey. Sadece o mevcut enerjiyi, bilgiyi, şekilleri
sürekli değiştirerek üretim yapıyorsun. Mânâ üretimi, dosya üretimi, varlık üretimi. İşte biz birer
dosyayız, bir mânâyız. Kur’ân-ı Kerim buna hak diyor. Yani her dosya bir haktır, bir ilimdir, bir
gerçektir. O da haktır, realitedir. Böyle ellediğin zaman görebilirsin, hissedebilirsin. Bu da ne ile elde
edilir? Kalp ve niyetle. Yani sonsuzluk, her şey sonsuzluk kokar. Yalnız, kalp insanı sonsuz yapar; akıl,
sınırlı düşünür. Mesela, niyet sonsuzdur. Evet ben Allah’ı gereği gibi tanımayabilirim, gereği gibi ibadet
etmeyebilirim, gereği gibi Onun yolunda çalışmamış olabilirim; fakat bir niyet ederim bütün kâinat benim
olur, bütün kâinat sistemine entegre olurum, onu Allah’a takdim ederim, Onun yolunda çalışmış olurum.
İşte kâinat kadar sonsuz bir varlığım olur; o da ebedilik demek, o da güven demek, o da huzur demek.
Bak, ümmet bazı konularda çok hassas ve çok bilinçli. Rivâyette var ki 1400 senedir sabah ve
akşam namazında La yestevi'yi ( Haşr sûresinin son âyetleri ) okumak sünnetmiş. Veya onu okuyan
cenneti hak ediyor. Allah’ım ne var bu sûrede?! Ben 25 senedir, 30 senedir kafamda bu soru. Dün gece
tam açıldı. La yestevi’yi niye sabah ve akşam okumak lazım? Sabah, çünkü geceden çıkıyorsun gündüze
gidiyorsun, akşam da gündüzden çıkıp geceye gidiyorsun. Bir dualite değişikliği var. Ve bu La yestevi
sürekli bu dualiteyi anlatıyor, baştan sona kadar. Kelime kelime dualiteyi anlatır. Bak, Kur’ân diyor ki; “
Cennet ehli ile, cehennem ehli bir değil. ” Bak “ Cennet, cehennem bir değil ” demiyor. Onlar birdir,
onların sonsuz varlık içinde yerleri bir. Fakat biz imtihan ve dualite dünyasında hak edip etmeme, mümin-
kâfir olarak değiştiğimiz için, kazançlı-kazançsız olarak, eksik ve pozitif olarak yetiştiğimiz için bu
imtihan dünyasında biz bir olmayız. Yani okul okuyanla okumayan bir değil. Kur’ânın tabiriyle “ Âlimle
cahil bir değil ” ( Fâtır sûresinde geçiyor. )
Peki, ne farkı var? Ashab-ı cennet ( cennet ehli ) neden daha kazançlıdırlar? Kazanç nedir? Sabaha
kadar Türkiye’nin çıkarttığı para sabittir, nedir? Sistemde para sabittir. Cehennem de sabit, cennet de
sabit. Fark şu: “ Sahip olma var. ” Mesela ticaretten örnek vereyim: Devletin çıkarttığı emisyon parası
aynıdır. Yani arz ettiği para sabittir. Sen nasıl zengin olursun devletin parası sabitse? Efendim işte kazanç
yapıyorsun, o kazançtan başkalarına az hisse gidiyor sana çok geliyor. Çünkü o az çalıştı, sen çok çalıştın.
Bak, mesele sadece kazançtır. Hâsılat, devr-i daimden daha çok pay almaktır. Yoksa para sabittir, enerji
sabittir. Bu ne ile elde edilir? Fazla bilgili olmakla. Fazla projelerin varsa piyasadaki emilmiş parayı
emisyona verilmiş parayı sen çekersin. İşte kazanç budur! Burada varlık olarak kazanç, maneviyat olarak
kazanç, sonsuzluk, ışık olarak kazanç. ( Cennet sembolü bunlar. )
Ve âyetin devamı çok ilginç. Bak, âyetler birbirinden kopmuyor. “ Eğer biz Kur’ânı bir dağa
indirseydik, o dağ böyle korkudan yerle bir olurdu. ” Yani sıfır olurdu veya parçalanırdı, Allah’ın
haşyetinden. İşte burada hem kazancın sisteminden bahsediyor hem de cennet ehlinin sonsuz saadetini,
cehennemdekilerin sonsuz şekavetini ( mutsuzluğunu ) anlatıyor. Mesela dağ, şekil demekmiş. Dünyanın
şekli yok, dünya yuvarlaktır. Dünya içinde bir toprak böyle dışarı çıkıyor şekil alıyor. “ Kur’ânı dağa
indirseydik, dağ yerle bir olurdu, düzelirdi veya parça parça olurdu ” diyor. Şimdi Kur’ân sonsuz ilim
demektir. Allah’ın sonsuz ilmi demek, sonsuz kelamı demek. Sonsuz bir şeyi sınırlı bir şekle yüklediğin
20
zaman işte o dağ dayanamıyor. Yani insan, ilmiyle sonsuz; kalbiyle, ruhuyla sonsuz. Beden olarak sana
dünyanın yükü yüklendiği zaman, işte benim gibi, yıkılır ezilirsin. Vücut dayanamıyor ama ilim
dayanıyor. Bilgi olarak bütün dünyanın ihtiyaçlarını karşılayabilirsin. Maneviyat ehilleri var böyle
kutuplar, gavslar. Onlar bütün dünyanın maneviyatını karşılıyor. Fakat beden olarak, şekil olarak
dünyanın bütün yükünü değil, bir insanın yükünü bile taşıyamıyorsun. ( Bir çocuğumun yükünü bile
taşıyamıyorum, evin ihtiyaçlarını bile taşıyamıyorum, maddi olarak. ) Madde, sonsuza göre sıfırdır.
Çünkü maddenin şekli var, somutun şekli var. Kur’ân sonsuzmuş, sonsuz ilim içeriyormuş. Bu Kur’ânı
dağa indirseydi dağ, ya sıfır olurdu yada parçalanırdı, şeklini kaybederdi.
“ We tilke’l-emsâlü nadribûha li’n-nâsi leallehum yetefekkerûn ” ( Bu misalleri Biz insanlar
için kullanıyoruz. Umulur ki, düşünürler. ) Niye bu dağ misalini verdi? Bak misaldir, diyor. Dağa falan
indirilecek bir şey yok. Bu bir temsildir, diyor; biz bunu insanlar için sunuyoruz, belki düşünürler.
Düşünce sınırlıdan, somuttan, sonsuza açılmadır. Temel basamaklardan meyve basamaklara, zirveye
çıkmaktır. Peki, nasıl düşüneceğiz? Ben düşündüm, düşündüm Allah’ı bulamadım. Bak, Kur’ân ne kadar
güzel bize Allah’ı, sonsuzluğu anlatıyor. Nedir diyor, Allah, sonsuzluk?
“ Hüwe ” ( O ), diyor. Sadece O’dur, O her şeydir; her şey birdir ve O’dur. Her şey Odur değil.
Her şey birdir ve O’dur. Havuzla okyanusu karıştırmayalım. Sofiler biraz burada karışıklık yapmışlar, her
şey O’dur demek eksik. Her şey birdir ve O’dur. “ Hüwe ” diyor, O, sonsuzdur, O’nun ismi yoktur,
sadece O. Bak, onun için “ Yehova ” diyor Yahudiler, sadece O. Sonsuzun ismi olmaz, nokta olarak
tecelli ederse vardır. O nedir? Allah’tır. Yani böyle sonsuzdur da tapılıyor. Allah hem tapılan demektir,
hem sonsuz demektir.
“ Lâ ilâhe illâ hu ” ( Ondan başka tapılmaya değer bir şey yoktur. ) Ne dağ, ne tepe, ne para, ne
kadın, ne çocuk hiçbir şeye tapmayacaksın. Çünkü her şey sınırlıdır, her şey fânidir, her şey geçicidir.
Tapılmaya değer sadece sonsuzluk olabilir. Bunu yakaladığın zaman, tapmayı sonsuza entegre ettiğin
zaman işte varlığı yakalamışsın. İşte o zaman Kur’ân sana inebilir, artık sen dağ değilsin, bir Sezgin, bir
Bahaeddin olarak şekil değilsin. O zaman Kur’ânı yüklenebilirsin, Kur’ân sana inebilir. Hazret-i
Peygamber’e indi. Hazret-i Peygamber, sonsuzluğu yakalamıştı, ama bu anlayışta yakalamıştı. Peki, her
şey birse ve O ise, nedir bu görünen-görünmeyen, gece-gündüz, negatif-pozitif, kadın-erkek, işçi-patron;
bu diyalektik nedir?
O, diyor; “ Âlimü’l-ğaybi we’ş-şehadeh ” ( O, gayb ve şehadeti bilendir. ) Gayb ve şehadetin
özüdür. Gayb ve şehadetin özü ilimdir. Devam ediyor hemen “ Hüwe’r-rahmânu’r-rahîm ” ( O, Rahman
ve Rahimdir. ) O, somut olarak Rahman’dır, soyut olarak Rahîm’dir. Gayb âleminden sürekli seni
destekliyor; annenden, babandan daha fazla sana şefkat ediyor. Ama Rahman’dır, kâfiri de besliyor, kâfiri
de zengin ediyor, kâfire de kuvvet veriyor ki, imtihan tahakkuk etsin. Dünyada bunun için Müslümanlar
bazen yenik oluyor, bazen saf tutuyorlar, bazen mağlup oluyorlar, Rahmâniyet gereği, diyor. Ama
Rahîmiyet gereği olağanüstü yardım edici. Risale-i Nur, Rahim isminin tecellisidir. Yani hiç bir çare
yoktu, imkân yoktu, Allah bu bilgileri verdi. Bak, Kur’ân Allah’ı ne kadar güzel tarif etmiş. Kur’ân
sonsuz, Allah sonsuz ama Allah’ı üç cümlede tarif etti. “ Hüwe ” ( O ), yani her yerde O. Allah, sonsuz,
tapılmaya değer. “ Lâ ilâhe illâ hu ” ( Ondan başka tapılacak yoktur. ) Ondan başka, sonsuzdan başka,
tapılmaya değer hiç kimse yoktur. O şehadet ve gaybın âlimidir, özüdür. O, Rahman’dır ve Rahim’dir.
Yani dünya itibariyle, somut itibariyle, maddi itibariyle, Rahman’dır. Onun için, ben dedim ya, her şey
O’dur, her şey birdir ve O’dur, görüntüler faklıdır.
Kadın-erkek farkı yokmuş, ikisi bir elmanın yarısıymış. Görüntüler faklı, görevler farklı. Devam
edecek biraz daha tafsilat veriyor, “ Hüwallâhullezî ” ( O, öyle bir Allah ki ) O, O’dur, sonsuzdur. O’nun
ismi yoktur, O, sonsuzdur. Ancak Allah koyabilirsin, tapılmaya değer bir varlık diyebilirsin. “ Lâ ilâhe
illâ hu ”( Ondan başka tapılacak yoktur. ) Tapılmaya değer başka bir nesne yok, kalbinizi sınırlı maddi
şeylere bağlamayın. Peki, bu kâinattaki dualite, geçmiş-gelecek, ölüm-yokluk nedir? Devam ediyor; el-
Melik’tir. O, mülkiyet, bir devlet kurmuş, bir saltanat kurmuş, diyor. Bu devletin gereği olarak kâfirler de
olmalı, müminler de olmalı, kazananlar da olmalı, kaybedenler de olmalı, âlimler de olmalı, cahiller de
olmalı. Ama bu şehadet itibariyle meliktir, kraldır, devlet sahibidir; ama gayb itibariyle metafiziktir,
21
kuddûstür. Ölüm de yokmuş, kanser de yokmuş, fakirlik de yokmuş, cehalet de yokmuş, her şey sonsuz
bir saadetmiş. Kuddûs, kirlilik, çirkinlik yok gayb itibariyle, sonsuzluk itibariyle. Nasıl bunları
dengeliyor? Yani işte kanseri yok sayıyor, ölümü yok ediyor. Nasıl beceriyor bunu? Es-Selam’dır,
barıştırıyor, maddeyle mânâyı, kadınla erkeği, gayb ile şehadeti, fizikle metafiziği sürekli barıştırıyor,
diyor, Kur’ân. Bak ne kadar güzel dizmiş kelimeleri!
Es-Selam’dan sonra devam ediyor bu tariflere; el-Mü’min’dir. O, diyor metafizik âlemde kâinatı
sürekli düzenliyor, güven veriyor, huzur veriyor, akıntı sağlıyor. Bu dünya âlemi işte maddedir, madde
başını alıp gidiyor, kanserdir, ölümdür, fakirliktir, kıtlıktır, soğuktur. Bunlar nereden geldi? Hayır, âlem-i
şehadet imtihandır, mucizeyi beklemeyin. Allah başında duruyor; el-Müheymin’dir kolluyor, —
Müheymin, kollayan.— Gayb itibariyle o Mü’min’dir, sürekli güven ve salt huzuru sağlıyor, şehadette
böyle bazı zıtlıklar olsa da, Allah başında duruyor, kolluyor, kollayandır. El-Aziz’dir, çünkü gücü
sonsuzdur, gayb itibariyle. Ama madde itibariyle sınırlı gözüküyor. İşte yıldız belli, güneş belli, galaksi
belli, dünya belli, para belli, gelir belli, gider belli, beden belli. Bunlar bak, gayb itibariyle Aziz’dir,
sonsuz kuvvet sahibi, ama madde itibariyle, şehadet, dünya itibariyle Cebbar’dır. İşte fizikçilere ders
veriyor diyor ki: “ Sanmayın bu madde kırılacak, dökülecek, ayrışacak, bedeniniz dökülecek. Cebrediyor,
birleştiriyor, yapıştırıyor ” diyor. Aslında bilimciler burada sıkıntıya giriyorlar. Bu atom niye dağılmıyor?
Bu galaksiler niye dağılmıyor? Bu güneş sistemi niye bozulmuyor? Bu hücre niye kanser olmuyor? Yani
her an her şey olma ihtimali sonsuzdur. Buna rağmen Allah, Cebbar’dır, diyor. Hücreleri birbirine
yapıştırıyor, beyinde on milyar hücreyi yapıştırmış, seni somutlaştırmış. Bugün parayı ekonomi
piyasasına O yapıştırıyorsa, bir üfürükle bütün piyasa sallanabilir. Birisi bir üfürse hepsi sallanır, ama bu
cebir başka. Kanseri, ölümü, her şeyi başka bir şeyle yapıştırıyor, kurtarıyor. El-Mütekebbir yani sonsuz
güç sahibidir, yücelik sahibidir. İşte bu yücelikle beraber sonsuz kudretiyle, sınırlı maddi görüntüyü
birleştirip yapıştırıcı gibi yapıştırıyor. Yani Cebbar yapıştırıcı demek, hatta Cebrail oradan gelir. Cebrail
iletişimi sağlıyor; o iletişim sayesinde galaksilerin, yıldızların, bitkilerin, türlerin, bireylerin, beyin
hücrelerinin, peygamberlerin, velilerin hepsini birbiriyle entegre ediyor Cebrail. Madem metafizikte de O,
fizikte de O, madde de mânâda da O, o zaman “ Onların Allah’a eş koştuklarından O, çok kutsaldır ”
diyor. Eş koştuğun zaman ne koşabilirsin eş? Ya enerjiyi eş koşarsın, ya yıldızı, ya ayı, ya güneşi, ya
devleti, ya parayı, ya bedeni, ya kadını, ya erkeği, mutlaka sınırlı bir şeyi koşarsın. Hâlbuki sınırlı bir şeyi
sonsuza eş koşmak en büyük yanlıştır. Allah böyle bir yanlıştan çok yücedir, diyor.
“ Hüwallah ” tır, O, bir tanedir, sonsuzdur, tapılmaya değerdir, diyor. Peki, bu kâinat nedir her
şey O, ise? O, diyor Hâlık’tır, kâinata şekil vermiş. O’nun şekli yok, O, madde değil. Bu, madde ve şekilli
bir şey. Aradaki fark budur, görecelidir. Soyut-somut farkı, kadın-erkek farkı görecelidir. Hâlık’tır yani
böyle şekil veriyor. Sonra evrim sürecini de devam ettiriyor. ( Varlığın bir devamıydı ya evrim ) El-
Bâri, yani gittikçe o şekli güzelleştirir. Mesela başta atomların bu kadar zengin çeşidi yokmuş. Kaba bir
madde varmış, o madde işte hidrojen olmuş. Hidrojenden 114 tane element çıkmış. Bak, gittikçe
güzelleştiriyor. Başta hücre bir taneymiş, virüs gibi bir şeymiş. Sonra o hücreyi geliştire geliştire
güzelleştirmiş bugünkü âdemiyet ortaya çıkmış. El-Musavvir; böyle işi sanat haline getiriyor bu sefer. Bir
sandalye yaparsın, güzel bir sandalye ama sanat olmaz; sanat şeklinde onu tasvir ediyor, özene bezene
yapıyor.
“ Lehü’l-esmâü’l-hüsnâ ” ( En güzel isimler O’nundur. ) Bu sistem şeklinde O, sonsuz güç sahibi
iken, nokta olarak tecelli ediyor; bütün tecelliler güzeldir. Ölüm de, kanser de olsa sistemde yeri vardır.
Okulun bazı eğri büğrü tarafları varsa, onu devlet bilerek yapmıştır. Sana göre eğri büğrü vardır. Ateş
varsa, sana göre ateştir, sisteme göre ateş diye bir şey yok. Ateş kâinatın en temel varlığıdır. Ölüm varsa
kâinatın en temel varlığıdır, sana göre ölümdür. Bir nevi ölüm nefse göre; nefis ruhun somut şeklidir.
Nefsin için ölüm vardır, ruhun için ölüm yoktur. Sonsuzda ölüm yoktur, sonsuzda kanser, fakirlik yoktur.
Çünkü bütün nokta tecelliler güzeldir, diyor ama sonsuzda güzelliği görünüyor.
“ Yüsebbihu lehu mâ fi’s-semâwâti we’l-ardi ” ( Göklerdeki ve yerdeki her şey O'nu tesbih eder. )
Göklerdeki ve yerdeki her şey onu takdis ediyor; çirkinlik yok. İşte Mustafa İslamoğlu Allah’ın güzel
isimlerini kadın güzelliği gibi anlatıyor. Ben dedim: Öyle değil, kadın güzelliği gibi değil. Yani Allah ne
iş yaparsa yerinde yapar, güzel yapar, eğri büğrü iş yok. O mânâda güzeldir. Göklerdeki ve yerdeki; bak “
22
gök ve yer ” demiyor burada. Çünkü gök bir uzaydır, semâvât, yani onun şekli yok. Yerin de şekli yok,
yer de yuvarlaktır, bütün küreler yuvarlaktır. Fakat yerdeki olaylar, nesneler, her şey Allah’ı takdis eder.
Yeter ki, sisteme entegre olup adını koyabilesin. Marifet elde edip onu tanıyabilesin.
“ We hüwe’l-azîzü’l-hakîm ”. O, hem Aziz’dir, hem Hakîm’dir. Yani Aziz’dir, sonsuz kudret
sahibidir. Niye bana sonsuz para vermiyor? Ebedî cennetini vermiyor? Beni bu dar imtihanda pişirip işte
böyle işler çeviriyor? Hikmeti icabı. Hikmet sınırlılık istiyor, somutluluğu istiyor, maddeyi istiyor, ilmi
istiyor. Yoksa izzet itibarıyla her şeyi yapabilir. Ama hikmet diyor ki: Din biraz kapalı kalsın, bilgi biraz
kapalı kalsın; tam vermiyor. Hikmet sınırlılık istiyor, somutluk istiyor, fakirlik istiyor, açlık istiyor,
çalıştırmak istiyor, sistemi. Dualite vardır, ama sınırlıdır ve bir realitesi vardır.
Hikmet perde istiyor diyebilir miyiz?
Evet, somutluk da bir perdedir, beden bir perdedir. Bedeni deş, ruhu bulursun; beyni deş, ruhu
bulursun; atomu deş, içinden saf ilim çıkar, sonsuzluk kokar. Ama sınırlılık hikmet gereğidir. Ben bu
notlarımı bitirdikten sonra bir sayfa daha ilave oldu. Onu da kısaca anlatacağım.
Bugün konumuz varlıktı, varlığı tanıdığımız zaman dinin tabiriyle marifet oluyor. Bu marifetin iki
kanadı var dedik. Bir; güven, iman veriyor, bir sonsuz varlığa, Allah’a inanıyorsun, o inanç sana güven
olarak yansıyor. Bir de muhabbet besliyorsun. Muhabbete değer, sevilmeye değer sadece sonsuzluk,
sonsuz varlık imiş; sınırlı şeyler göreceli olarak sevilir veya sonsuza seni götürecek diye sevilir. Ben
kalemimi seviyorsam kalemim bana sonsuz bir kitap yazdırdığı için seviyorum. Yoksa kalem bir plastik
parçası, hiç de bana bir katkısı yok. Konumuz buydu, bununla ilgili işte La yestevi’yi deşifre ettik. Ki, her
kelimesi dengeyi, sonsuzla sonluyu çok güzel bir şekilde, mucizevî bir şekilde ifade etti. Sonra hatırıma
şu geldi; biz dinden biliyoruz ki bütün peygamberler nokta tecelli olarak, ehadiyet tecellisi olarak sonsuz
varlığı görmüşler, Allah’ı görmüşler, Ondan vahiy almışlar. Ama bununla beraber dinî literatürde diyor
ki; “ Allah’ı gören sadece Musa’dır, Allah’la konuşan sadece Musa’dır. Diğerleri aracıyla konuşmuş,
direkt Allah’la görüşmemiş. ” Peygamber Efendimiz miraçta Allah’ı, sonsuz varlığın sonsuzluğunu
gördü.
Bediüzzaman diyor, “ Hz. Muhammed, ( ASM ) da ehadiyet cilvesi ile yine nokta tecelli olarak
Allah’ı zat olarak gördü. ” Hz. Musa’nın Allah’ı görmesi, Allah’la konuşması şu mânâda bana açıldı:
Dünyada Allah’ı gören, sonsuz değerleri, sonsuz sistemi, sonsuz varlığı sadece Musa görmüştür. Kur’ân
bunu söylüyor, dinde de bu bilgi var. Musa nedir? Musa, dinî sistem, sonsuz sistem, şeriat demek. Bugün
istedikleri kadar anayasa olsun, babayasa olsun, ev yönetimi olsun, iş yönetimi olsun, tüzükler olsun,
kanunlar olsun hiçbirinde sonsuzluk kokmuyor. Hep lokal, hep maddi, hep bedene hitap eden şeylerdir.
Ama dinin sistemi yani Musa yani şeriat, işte bedene de, ruha da; somuta da, soyuta da; sınırlıya da,
sınırsıza da entegre bir sistemdir. Yani sen günlük dinini yaşadığın zaman bir yandan evinin geçimini elde
ediyorsun, bir yandan bedenini yönetiyorsun, bir yandan o aile içinde sonsuz bir neslin çekirdeklerini
atıyorsun, bir yandan da ruhanî ebedî bir âleme entegre oluyorsun. İşte Musa’dır, Allah’ı yansıtan. Diğer
sistemlerin hepsi sınırlıdır, maddidir. ( İstedikleri kadar anayasa, babayasa olsunlar. ) İnsanı sonsuzluğa
entegre eden, ruha, maneviyata entegre eden tek düzen Musa’dır. Yani dindir, şeriattır. İsa değil; İsa
logostur, kâinatın mantığıdır. Kâinatın mantığı vahiydir, yani kâinatta manevi bir mantık var. O mantık
gitti mi kâinat delirir, diyor Bediüzzaman. Ve Hıristiyanlıkta da bu var: “ İsa logostur, kâinatın
mantığıdır. ” Fakat bu logosun sosyal hayattaki icraatı işte Musa’dır. Musa, şeriat demek. Bütün
Kur’ân’da, Tevrat’ta taradım hepsinde şeriat demek çıkıyor. Şeriat işte odur yani, böyle hurafe, ilkel
şeyler değil. Şeriat seni sonsuzluğa entegre eden bir sistem demek. Somutla soyutu beraber çalıştıran bir
sistem demek, ruhla bedeni çalıştıran bir sistem demek. Bu beraberlik, bu sonsuzluğa entegrasyon içinde
Allah’ı görüyorsun, ebediyeti görüyorsun, ruhu görüyorsun, ilmi görüyorsun, maddeyi aşıyorsun,
maddeyi bir basamak yapabiliyorsun. Ötesi işte hiç kimse Allah’la görüşmemiş deniliyor. Çok ilginç bir
bilgi. Hâlbuki biz biliyoruz ki nice evliyalar, nice peygamberler Allah’la görüşmüş. Bak, dinin bu bilgisi
bu mânâdaymış.
23
Bununla beraber çok ilginç Musa ile ilgili bir kaç kıssa var. Hatta Yahudiler, “ Ey Muhammed,
senin anlattığın Musa bizim Musa değil mi? Bu ne oluyor? Ne anlatıyorsun? ” Tabiî ki o gün onların
anlayış seviyesi bu sonsuzluğu anlayacak seviyede değildi. İki tane daha var; çok kıssa var da Musa ile
ilgili üç tanesi çok önemli. Birincisi, sadece o Allah’ı gördü, hiç kimse görmedi diyor. Oysa diğer
peygamberler de gördü. Tevrat’ta bile İbrahim Allah’ı gördü, diyor. Ama sonsuz sistemi kuran,
entegrasyonu sağlayan, sonsuz bir aile olan sadece Musa’dır. Yani dinî yaşam biçimi. Dinî yaşam
biçiminde ilimle madde, somutla soyut, ruhla beden eşitleşiyor sonsuzluğa entegre oluyorsun. İşte ikisi
beraber Allah’la Rahman olarak yansıdığı zaman Allah görünüyor. Saf soyut olarak da görünmüyor, saf
somut olarak da O, değil. İkisi bir bütün olarak ve farkı gözetmeksizin, Aziz’le Hakîm’i bir göreceksin.
Hikmette sonsuzluk var; hikmet sınırlılık ister ama o hikmette yine sonsuzluk var. İzzette hikmeti
göreceksin, hikmette izzeti göreceksin.
Ayrı bir yerde Araf Suresinde Kur’an diyor, Musa Allah’ı görmek istedi, bu sefer peygamber
olarak. Beni İsrail’in peygamberi olarak ayrı bir Musa. Birinci Musa, şeriat demek. Bu Musa ise Yahudi
peygamberi. Allah ona dedi ki; “ Sen, Beni göremezsin, Ben görünmezim. Ben sonsuzum, sen sonsuzu
göremezsin, çünkü senin gözün, kalbin sınırlıdır. ” Musa, “ Ben görmek istiyorum Allah’ım. Yahudiler
benden istiyor, biz Onu görmedik, görmedikçe inanmayacağız diyorlar ” dedi. Halen de bazı
materyalistler diyor “ Biz Allah’ı görmedik, dolayısıyla inanmıyoruz. ” O Yahudi meşreplikten,
materyalizm meşreplikten geliyor. Bu sefer Allah dedi; “ Dağa bak, eğer dağ dayanırsa sen de Beni
görürsün. Çünkü dağ bir şekildir, sınırlıdır. Dağ, Benim sonsuzluğuma dayanırsa sen de dayanırsın.
Çünkü sen de bir şekilsin. ” 60 trilyon hücreden bir araya gelmiş bir şeysin yani, sen de şekilsin. Dağ daha
kuvvetli bir şekil, dağ dayanırsa, sen de dayanırsın. Allah dağa tecelli etti, dağ yerle bir oldu, paramparça
oldu, dağ dayanamadı; Musa da bayıldı. Bayılma nedir biliyor musun? Sembol ilminde bayılma, sen yere
yıkılıyorsun, şeklin bitmiş oluyor. Şeklin bittiği gün yani öldüğün gün, yani nefsi, somutu terk ettiğin gün,
bedeni aştığın gün işte sonsuzluğu görüyorsun o zaman. Bayılma odur, yere yıkılıyorsun, bilinç şekli o
küçücük dosyan yok oluyor, sonsuza entegre oluyorsun. Bizim en büyük sorunumuz, kâfirlerin de en
büyük sorunu “ Benim dosyam var ya benim dosyamda sonsuz bilgi var. ” Kardeşim yanıltma bizi. Senin
dosyanda bir parmak kadar bir benlik var. Küçük bir yazılımdır ben’in. Sen tanrı olamazsın. Bu et kemik
de emanettir, sen Tanrı değilsin, sen bir yazılımsın. Nimet olarak Allah sana vermiş. Sen sonsuzu
taşıyamazsın. Ne zaman taşırsın? Yıkılırsan, ayakların baş, başın ayak olursa işte o zaman olur.
Bayılmamakta direniyor muyuz?
Evet, bayılmamakta direniyoruz. İlla “ Biz de varız, efendim biz de varız, param da var,
çocuklarım da var, eşim de var, çevrem de var, üniversitede okudum, şu da var, bu da var, var, var, var. ”
Hep kendimizi yanıltıyoruz. Sürekli sonsuza entegrasyon için engeller koyuyoruz. İşte o zaman
bayılıncaya kadar sen Allah’ı göremezsin. Bak, bayılma orada bizim bildiğimiz bayılma değil. Yani bilinç
dosyacığın bitti, sonsuz dosyaya entegre oldun. Bayılma odur, bilinç dosyası bitti.
Fakat bununla beraber —bak dinî bilgiler nereden nereye— biz yine Tevrat’ta ve Kur’ânda
görüyoruz, bir yerde diyor ki: “ Sen, Beni göremezsin. Ben dağa tecelli edeceğim, dağ dayanamayacak,
sen de dayanamazsın. ” Musa dedi; “ Allah’ım ben vazgeçtim artık seni görmekten. ” Çünkü bu şekil
olarak, bu 60 kilo et olarak biz Allah’ı göremeyiz, ancak gıyâben inanırız. Fakat gene Kur’ânda başka
yerde ve Tevrat’ta görüyoruz ki, Tûr-u Sîna’da iki, üç kere hatta çok kere gidip Allah’la görüşüyor,
arkadaş gibi. Ondan, Tevrat alıyor yazılı şekilde falan. Şu Tûr-u Sîna nedir? Ben haritada, televizyonda
gördüm küçücük bir tepe, İsrail’de. Bu Allah’la ayna olması boyutu nedir? Tûr-u Sîna kelimesini,
Kur’ânın kullanma şekliyle Tevrat’ın kullanma şekli bir değil. Kelimeyle biraz Arapça’da değişiklik
olmuş. Tûr-u Sîna ( tefsirlerde zaten var, ben uydurmuyorum ): Tûr, hani bizim bu yuvarlak tur aklıma
geliyor. O mânâya da gelir, tur kelimesi Arapça’dan geliyor. Tur, Arapça bir kelimedir. Sîna da, “
Sinin ” çoğuludur, diyorlar. Yani senelerin devralması... Sen baharda Allah’ı göremezsin, kışta
göremezsin, yazda göremezsin; ama bahar, yaz, kış hepsini beraber görürsen, yuvarlak bir çizgide
çizersen, bir de seneleri de katman yaparsan işte 60 sene Sezgin, 1 milyar sene geçmişi var, 1 milyar sene
sonraya da entegre olmuş; bütün bu seneleri bir paket olarak, bir ayna olarak görürsen, onların o tur
atışlarındaki olaylarını da değerlendirirsen sonsuz bir ayna olur. O aynada Musa Allah’ı görüyor, Tûr-u
Sîna’da Allah’ı görüyor.
24
Şimdi din budur. Din sistemi seni bir milyar sene önceye göre eğitiyor, yetiştiriyor. O temellere
göre senin kalbini, ruhunu, beynini, hafızanı geliştiriyor. Seni ebediyete, varlığa âşık yapıyor. Hiçbir
NLP’ye de ( Sinir Dili Programlaması ) gerek kalmıyor. Sen işine gücüne, hedefine âşık olduktan sonra
hiçbir NLP’ye gerek kalmıyor. Hafıza sistemini de geliştirmene gerek kalmıyor. Âşık insan, hiçbir zaman
maşukunu unutmaz. O kadar basit. NLP’nin hepsi bu kadarmış. Susamış adam, çölde hiçbir zaman suyu
unutmaz. Hafıza geliştirmeye gerek yok. Su ebediyettir; ebediyet için, işini de sağlam yaparsın, okulunu
da sağlam yaparsın. Ama geçmiş ve gelecek, o Tûr-u Sîna’yı, o senelerin turlarını ve bütün seneleri bir
ayna yaparsan, içinde Musa’yı da oturtursun, Şeriatı da.. O zaman; Allah, ilk hücreyi ileride insanı
doğuracak şekilde yaratmış, benim gen’imi, benim imtihanıma uygun bir kader olarak yazmış, geleceğimi
ona göre planlamış, ona göre bana çocuk vermiş, ona göre iş güç vermiş, işte ilimde gelişmem için parayı
kısmış. Düşmanı yenmem için bana para vermiş gibi birçok hikmeti görürsün. Fakat geçmiş ve gelecek ve
senelerin ilkbahar, yaz, sonbahar, kışını da beraber düşüneceksin.
Bir de Tûr-u Sîna ( yine tefsirlerde var ) başka bir anlama daha geliyor. ( Bunları ben
uydurmuyorum. ) Sîna, parlaklık, devlet demek. Tûr da, aynı zamanda İbranice’de, dağ demektir ve dağ
da devlettir. Devlette, Allah görünebilir. Çünkü devlet, geçmiş ve gelecekle beraber, fakiriyle, zenginiyle,
maddesiyle, mânâsıyla, kalbiyle, ruhuyla, bütün insanların ihtiyacına göre dizayn edilirse, işte o devlette
Allah görünür. Parlak bir devlet olur. O dağda Allah görünebilir. Dağ, devlet demek. İncil’de de gördük,
Tevrat’ta da gördük, Kur’ânda da görüyoruz. Devletin biraz şekli var yani, Türkiye Cumhuriyeti, Rusya
gibi... Ne de olsa biraz şekildir, manevi bir ayna da olsa şekildir. O şekilde, Allah görünebilir. Onun için
işte Musa ikide bir Tûr-u Sîna’ya gidip Allah’ı görüyor. Yani sen Allah’ı görmek istiyorsan, sonsuz bir
devlet sistemine entegre olup onun gereğini yapman gerek. Bak, şeriat ancak devletle olur. İşte “ Ben
şeriatı uyguladım adam öldürdüm, adamın elini kestim ” dersen derim ki “ Sen devlet değilsin ki. Caiz
değil zaten birinin icraat yapması. ” Devlet varsa hukuk vardır, devlet yoksa hukuk diye bir şey yok.
Sadece ibadet ve dua vardır, o kadar. Senin icraat yapmana kimse sana yetki vermiyor, para basmana
kimse sana yetki vermiyor.
Değiştirme sorumluluğu var mı?
( O ayrı, işte eğer devlet kirlenmişse, oraya geliyorum. Sonra daha Musa kıssası bitmedi. Daha
açıklayacağımız, öğreneceğimiz çok şey var. ) Birde Kehf sûresinde Musa kıssası var. Hızır, geçmiş ve
geleceği, gizli ve açığı, her şeyi biliyor, Musa bilmiyor. Orada şeriat demektir; şeriat zâhire göre amel
eder. Yani Sezgin sakatsa sakattır; istediği kadar beyninde gizli bilgiler olsun, devlet onu görmedikçe ona
görev veremez. Senin kolun sakattır, der –zâhiren– şahitler geldiği zaman mahkemede şahitlere göre
hâkim karar verir. ( Hâkim, veli de olsa, bilse ki o suçludur, değildir yine zâhirî delil olmadıkça karar
veremez. ) Şeriat, geçmiş ve geleceği hukukta görmez. Hukuk, zâhire bakar, hukuk belgeye bakar, bilgiye
bakmaz. Ama dinin Harun kısmı da var, o bilgiye dayanır.
Fakat Hz Musa yine başka bir yerde gitti, Allah’ı gördü. Hanımıyla —yani alt yapısıyla,
maddesiyle— Mısır’a giderken —medeniyete, materyalizme, bilime giderken— yolda baktı bir ağaç
yanıyor. “ Üşüdük, siz burada bekleyin. Ben gidip, yol öğrenirim. Bu ışık nedir? Kimlerdir bunlar? Veya
bir şey getiririm, ısınırız ” dedi. Ağaç; Risale-i Nur onu tefsir ediyor, Meyve Risalesi’nde, “ Kâinat bir
ağaçtır, dünya bir ağaçtır, her insan bir ağaçtır, her sene bir ağaçtır. Ağacın başı ve sonu olduğu gibi
senin de başın ve sonun var. Dünyanın da başı ve sonu var. İnsanın da başı ve sonu var. ” Dolayısıyla
ağaç deyince sadece bu bahar ağaçlarını anlamayalım. Musa gitti baktı bir ağaçtır, tutuşuyor ama bir türlü
bitmiyor. ( Böyle alev alev yanıyor. ) İşte biyolojik olarak, botanik olarak biz ağaçta Allah’ı
görebiliriz, biyoloji ağacında Allah’ı görebiliriz. Neslimizin geçmiş ve geleceğinde Allah’ı görebiliriz.
Fakat bu ağaçta iki şey var: Hidâyet, Musa zaten güzel tarif etti. “ O ateşten ya yol gösterici bir belge
getiririm veya ısınabilecek bir şey getiririm. ” Şimdi kâinat iki işe yarıyor. Bir yanıyla bize rızktır,
enerjidir, ateştir, kor ateştir, bizi ısındırıyor. Bir yandan bize yol gösteriyor, ebediyeti gösteriyor,
sonsuzluğu gösteriyor. İşte kâfirler o kor kısmını görüyor, aydınlığı görmüyor. Enerjiyi görüyor, kâinat
ağacındaki enerjiyi görüyor, ama yol gösterme yönünü görmüyor. Mesela kollektif şeyler hep bir ağaçtır.
Medeniyet ağaçtır, senin neslin bir ağaçtır, ataların bir ağaçtır, hepsinde Allah’ı görebilirsin. Ve bu görme
iki şekildedir: Bir kısmıyla, mesela diyelim ki çocuklarınla besleniyorsun, kor ateştir veya insanlık bir
25
ateştir, insanlarla ticaret yapıyorsun, besleniyorsun. Aynı zamanda insanlık olayları içinde Allah’ın
sonsuzluğunu görüp hidâyet de bulabilirsin. Bizde enerji sadece enerji değil, kör, karanlık enerji değil.
Enerji de var, kor ateş de var; ışık yönü de var, alev kısmı da var, bilim yönü de var, hidâyet yönü de var.
Kâinat geçmiş ve geleceğiyle en büyük ağaçtır. Asıl Allah’ı görmek o ağaçta olur. Dinsizler de
kâinatı biliyor ama kor bir enerji nazarıyla bakıyor, kor ateş olarak. Sonra alev olarak da görseler,
alevleri sınırlıdır yani maddi bilimleri sınırlıdır. Bizde alev hidâyet sembolüdür; bilim, değer sembolüdür,
sonsuzluk sembolüdür; onlarda entropi olan, dağılıp yok olan bir sistemdir. Onların bilgisi bu kadar, alev
gibi söner. Bizde alev, alev değil. Alev yol göstericidir, meşaledir bizde. Arada bir fark var. Kor ateşle biz
bedeni besleriz, çocuklarımızı besleriz, dünyayı besleriz, bir altyapı, bir sistem kurarız. O sistemi de
sonsuz bir ayna yaparız, yine Allah görülür. Onlarda kor ateş sadece nefsini beslemek, başkasının rızkını
yemek. ( Öyle farklı algılayışlar var. ) Bizde bilgi nurdur, onlarda ateştir. Bu farkı iyi hatırlatalım.
Musa ağacı görünce, o bilgiyi görünce, o alevi görünce, o ağaç içinde Allah’la konuştu. İlk önce
şaşırdı, ağaç var, yanıyor yanıyor bir türlü tütmüyor. “ Bu Allah ” dedi anladı, konuştu, dertleşti Onunla.
Yani anladı, bu hem ısı veriyor, hem besliyor, hem de aydınlık veriyor. Ama ne yapacağını bilemedi
Musa. “ Sen, Kendini bana ateş olarak gösterdin. Ne yapmam lazım? ” Allah orada çok ilginç iki emir
verdi. Ona dedi: “ Elini cebinden çıkart. ” Ben cebi tefsirlerde, mealde bile hep “ Elini koltuğundan çıkart
” diye çevirmişim. Hâlbuki koltuk değilmiş, cepmiş. Cep kelimesi Arapçadan geliyor. Risale-i Nur’da
gördüm, cep, hafıza demek. Hafızacığın küçük bir ceptir, bütün bilgileri Allah oraya saklıyor, diyor. “
Elini hafızana koy, oradan sonsuzluk gelecek, sonsuz bilgi gelecek, ebediyet gelecek. Elin parlayacak ”
diyor. El bir imkândır, bir maddedir, bir çaredir. İşte bu hafıza ile beraber el sonsuz oluyor. El beyin
değil, sınırlı bir şey, bir et parçası ama bu madde, imkân, el, beyindeki hafıza bilgileri ile –ki, bütün
kâinatı içeriyor; tıp buna şahittir– o zaman elin parlıyor. O maddi el parlamış bir ışık oluyor, hidâyet
oluyor.
Allah Musa’ya dedi, “ Nedir bu asân? ” Asâyı biz baston olarak anlıyorduk, meğer nefismiş. Yani
Allah bize iki imkân vermiş, dünyada yaşamak için. Bir; hafıza imkanı, bak eğer biz geçmişimizi
bilmezsek, eşimizi, dostumuzu, çocuğumuzu, işimizi, parayı tanımazsak yani hafıza sistemi kaybolsa sen
dalâlettesin, karanlıkta kalırsın yani hiçbir aydınlık yok, hiçbir iş beceremezsin, bilgi sıfır olur. Bir de bir
sistem daha var, sırf bilgi yetmiyor. Somut da lazım, kor ateş de lazım, nefis de lazım. Nefis insanın
asasıymış. Ruh, nefis asâsına dayanıp somutlaşarak kalıyor. Musa’ya sordu “ Nedir bu asâ? Ne işe
yarıyor? Hani ruhun sonsuzluğu ebediydi. Nedir bu somut nefis, bu pislik, bağırsaklarla dolu falan. ”
Musa dedi: “ Ben ona dayanıyorum. Bu yok olursa, ben de yok olurum. ” Bakın çok güzel cevap; “ Ben
ona dayanıyorum ” diyor. “ Başka ne işe yarıyor? ” Dedi: “ Ağaca vururum, koyunlarıma yaprak dökerim
onunla. ” Mesela nefis sadece iki şeye dayanırmış: Somut olarak ruhun o soyut kısmını yüklüyor, bilgi
yönünü yüklüyor; yani ruh ve bilgi, nefsin somutluğuna, bu yeme-içmeye dayanıyor, bu bedene
dayanıyor. Bir de bu bedenin iki boyutu var: Bir, beka-yı şahsî işte ruh ona dayanıyor, bir de beka-yı
nev’î. ( Orada koyunlar, çoluk çocuktur. Rüyada koyun görmek, keçi, oğlak görmek çoluk çocukmuş. )
Ben işte gidip dükkân açıyorum, o sopamı sallıyorum –nefsimi, gücümü– onunla da biraz para geliyor, o
parayı da çocuklarıma yediriyorum. ( Ağaç yaprakları gibi. )
Yani iki işe yarıyor nefis: Bir; nesli devam ettiriyor, bir de ruhun somutlaşması için, somut icraat
yapması için bir araçtır. Ama Allah dedi ki: “ Nefsi sadece bu iş için kullanma. Nefsi at, o yılan olacak;
Firavunun bütün yılanlarını yutacak. ” İşte bugün bazı evliyaların keşif, kerâmet yapması odur. Adamlar
nefse dayanmaktan vazgeçmiş, çoluk çocuk da yapmaktan vazgeçmişler, nefislerini arındırmışlar; nefis
oluyor yılan. Zaten nefis, gayb âleminde yılandır; biyolojik seviyede de yılandır. Yani evrimleşmemiş
seviyesi. O, oluyor büyük bir yılan, mucizeler gösteriyor, kerâmetler gösteriyor, maneviyat gösteriyor, bir
ruh oluyor. Nefis asâyken, odun gibi soyut-somut bir parçayken, katı bir şeyken, oluyor bir ruh, oluyor bir
yılan. O Firavunun bilimden, materyalizmden kaynaklanan bütün imkânlarını yutuyor.
Ben tek başıma Kur’ân namına yemin ediyorum bütün küfür dünyasına meydan okuyabilirim.
Bunu neyle kazandım? Nefsimle kazandım. Benim hiçbir imkânım yok, sadece nefsim çelişki yarattı
bende. Doğru mu, yanlış mı? Var mı, yok mu? İslam hak mı, değil mi? Hıristiyanlık hak mı, değil mi? (
Ayıkla babam ayıkla, 30.000 tane soru. ) Bak bunlar nefiste var; ruhta böyle vesveseler yok. Ruh salt
bilgidir, salt nurdur, ezeliyete bakıyor, sonsuza bakıyor. Ama nefis maddedir, somuttur, çatışma
ortamıdır. Ben ilim olarak —madde olarak değil— bütün küfür dünyasına meydan okuyabilirim. ( Aynı
Asâ-yı Musa. ) Ben Kur’ândan öğrendim, bu benim bilgim değil, meziyetim, üstünlüğüm değil. O, Hz.
Musa’nın yolunu bilerek, Kur’ândan o bilgileri elde etmesidir. Bu, nefsin vesveseleri sayesinde oldu.
26
Firavunun bütün vesveselerini, bütün felsefelerini susturabilirim. Nefis, kuru bir odunken, bir pislik
bağırsakları iken, beyinde alt ilkel bir bilinç iken, bugün her işe yarıyor nefis. Bediüzzaman büyük bir
kitabına Asâ-yı Musa ismini koymuş. O Asâ-yı Musa’da iki şey var: Maddi ilimlerle Allah’ı ispat etmiş,
âhireti ispat etmiş. Yani maddi ilimler nefistir, somuttur. Bir de Bediüzzaman geçmiş ve geleceğinden —
o elini cebine koyuyor— bilgi alıyor. Asa-yı Musa iki şeydir. O Risale-i Nur’daki Asâ-yı Musa eşittir
Bediüzzaman’ın hafızasındaki bütün geçmiş bilgiler, hatta bildiği bilmediği deşifre olan hatıralar da var,
yazılım olarak. O bilgileri maddi bilgilerle somutlaştırmış, cepten parlak el çıkartmış; bir de nefse
yüklemiş, materyalize olan biyolojiye, kimyaya, elektrik ilmine, fizik ilmine yüklemiş, o Batı
felsefecilerinin o sonsuz kör anlayışını tarumar etmiş. Al sana bir Musa. Eğer tarihe inanmıyorsanız,
asrımızda da Musalar var.
Hulasa Allah somutta da gözüküyor, soyutta da gözüküyor. Önemli olan bizim sonsuzluğa entegre
olup, sonsuzu anlamamızdır. İslam gibi dengeyi sağlamamızdır. Yani tek taraflı değil. Ama tercih
zorunda kalırsak, biz daima asayı değil de, kendimizi kurtarırız. Musa kaçtı çünkü. O —asâ— yılan
olunca “ Ne oluyor ” dedi. Allah, “ Korkma, kaçma! O seni yutmaz ” dedi. Nefis, Allah yolunda değilse
bazen yutabilir. Yılan oluyor, seni yutuyor. ( Birinci Lem’ayı hatırlayın. ) Sen ondan sonra Hz. Yunus
gibi kıyamete kadar balığın karnında kalırsın, diyor. Hz Yunus’un kıssası kıyamete kadar orada kalırdı,
diyor. Sonunda eğer tesbih etmeseydi, kıyamete kadar ne Yunus var, ne balık var. Bu ne demek? Yani
ruhun eğer nefsine yem olursa, nefis de soyutlaşır, ruhlaşır, ruhun da nefisleşir. Onlar birbirlerini yutmuş
olarak kıyamete kadar sen o işkenceyi çekersin. Sürekli yılanın ve balığın deniliyor. Nefis balık olarak da
görünüyor, çünkü ilkeldir. Biyolojisi ilkeldir, bağırsaktır işte. Kimse ayıplamasın biz bağırsakla
besleniyoruz, pislikle besleniyoruz. Bugün para da bir pisliktir. Zaten rüyada pislik, para olarak
gözüküyor. Ama para gözüktüğü zaman, o para, duadır. Çünkü asıl sermayemiz duadır. Dua deyince
sadece elini açmak değil; manevi değerler, sonsuz değerler demek. Para bir değer demektir. Ama bizim
bugün ticarette, pazarda, çarşıda kullandığımız para bağırsağımızdaki pislik gibidir. Yani sadece bizi
besliyor, bir değer olmaktan çıkmış. Onun için kalpazanlar çok çıkıyor. Manevi değeri olsa, çok olmazdı.
Dersimizi bitiriyoruz, özür dilerim hepinizden, çok uzadı. Ama Allah’ı görmek gibi bir şey oldu,
biz de Musa gibi olduk inşaallah. Cenâb-ı Hakk hepimize sonsuzluk, ebediyet ve hidâyet nasip etsin.
Bahaeddin SAĞLAM