osmanli’dan cumhurİyet’e seÇkİnler yapisi ve seÇkİncİ...

147
T. C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI SOSYOLOJİ BİLİM DALI OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E SEÇKİNLER YAPISI VE SEÇKİNCİ DÖNÜŞÜM Danışman Doç. Dr. Mustafa AYDIN YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Adem KAHRİMAN KONYA – 2009

Upload: others

Post on 08-Feb-2020

14 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

T. C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI

SOSYOLOJİ BİLİM DALI

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E SEÇKİNLER YAPISI VE SEÇKİNCİ DÖNÜŞÜM

Danışman

Doç. Dr. Mustafa AYDIN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan

Adem KAHRİMAN

KONYA – 2009

ii

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel

etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik

davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez

yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden

yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Adem KAHRİMAN

iii

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

Adem KAHRİMAN tarafından hazırlanan “OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E SEÇKİNLER YAPISI VE SEÇKİNCİ DÖNÜŞÜM başlıklı bu çalışma 19/11/2009 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

Doç.Dr. Mustafa AYDIN Başkan İmza

Prof.Dr. Abdullah TOPÇUOĞLU Üye İmza

Doç.Dr. Ramazan YELKEN Üye İmza

iv

ÖNSÖZ

Bu çalışma, Osmanlı Devleti’nden günümüz Cumhuriyet Türkiye’sine kadar

devlet-toplum ilişkisini, bunun kurumsal ve politik ilişkiler sürecini, seçkinler

paralelinde izlemeye dönük mütevazı bir değerlendirmedir. Çalışma sırasında elde

ettiğim tecrübe, akademik hayatım için önemli bir yer teşkil etmektedir. Sosyal

yapılar canlıdır ve değişir-dönüşür ilkesinden hareketle, toplumsal dinamiklerin

temelinde yatan seçkinler yapısı gerçeğini, sosyal yapı analizleri yaparak bilimsel bir

çerçevede inceleme gayretine girdik.

Çalışma boyunca beni yalnız bırakmayan ve tezimin her aşamasında fikir

pratiği yaptığım canım ağabeylerim Murat ve Kamil’e, sevgili kardeşlerim Serkan

Yaman, Eyyüb Özcan, Raşit Çolak ve Ertan Gül’e, teknik anlamda yol ve yöntem

oluşturmamda desteklerini esirgemeyen hocalarım, Mahmut H. Akın ve Mehmet Ali

Aydemir’e, kaynak taramamda hep yanımda olan değerli dostlarım Mustafa Süha

Öztürk, İsmail Yılmaz ve Çağlar Antürk’e, sonsuz teşekkür ederim. Ayrıca Selçuk

Üniversitesi Sosyoloji bölümündeki diğer hocalarıma da eğitimim süresince

sosyolojik bakış açıları ve akademik kimlikleri ile bana örnek oldukları için sonsuz

saygılar sunarım. Beni her daim teşvik eden canım anneme ve sevgili Nurşen’e,

özellikle tüm çalışmalarımda benden hiçbir konuda yardımlarını esirgemeyen, bana

bir cümlesi ile engin ufuklar sunan, çok sevgili ve son derece saygıdeğer hocam,

Doç. Dr. Mustafa Aydın’a sonsuz ve içten bir teşekkürü borç biliyorum.

Adem KAHRİMAN

KONYA – 2009

v

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Adem KAHRİMAN Numarası: 064205001008 Ana Bilim / Bilim Dalı Sosyoloji

Öğr

enci

nin

Danışmanı Doç. Dr. Mustafa AYDIN

Tezin Adı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Seçkinler Yapısı ve Seçkinci Dönüşüm

ÖZET

Bu tezde, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Seçkinler Yapısı ve Seçkinci Dönüşüm

konusu işlenmiştir. Bu çalışma, genel olarak seçkinler ve seçkinciliği açıklayarak,

Türkiye’deki siyasal, sosyal ve ekonomik alanlardaki değişimi, Türkiye’deki seçkin

sınıfların uzun tarihsel arka planını da dikkate alarak değerlendirmeye çalışmaktadır.

Bunun içinde öncelikle Osmanlı’nın kuruluş, yükseliş dönemlerini ve sonrasında,

Osmanlı’da başlayan modernleşme süreciyle seçkinlerin devlet ile olan ilişkisini

irdelemektedir. Ayrıca tarihsel bir süreklilik içinde Osmanlı son döneminden

başlayarak Cumhuriyet ile varlığını devam ettiren seçkinlerin, seçkinci bir yapıya

dönüşmeleriyle toplumsal ve siyasal alanda oynadıkları rollere ilişkin geniş

değerlendirmeler de içermektedir. Daha sonra günümüz Türkiye'sinde siyasal, sosyal

ve ekonomik alanda önemli konumlara yükselen yeni seçkinlerin sosyolojik ve

siyasal kökenleri üzerinde durulmaktadır. Teorik olarak hazırladığımız tezimizde,

kaynak taraması ve teorik anlatım yöntemi kullanılmıştır. Kitaplar, makaleler, tezler,

dergiler, yapılan araştırmalar, gazete yazıları ve internet siteleri ile kullanılan

kaynaklar çerçevesinde Türkiye’deki seçkinci yapının tarihsel gelişimi konusunda

düşünsel bir çerçeve oluşturulmaya çalışılmıştır.

vi

Genel olarak bu çalışma Türkiye'de siyasal iktidarın nasıl şekillendiği,

ürettiği politikaların arka planındaki sınıfsal kaygıların, seçkinci çatışmaların ve

seçkinci yapıdaki çıkarların ne derece belirleyici olduğunu ortaya koymaya

çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadronun amacı, en azından

dönemin aydınları tarafından dile getirildiği şekliyle sınıfsız ve imtiyazsız toplumsal

yapı oluşturarak bir devlet kurmaktı; ancak bu seçkinci yapının siyasal ve toplumsal

olarak uyguladığı politikalar, korporatist bir toplum tasarımını mümkün kılmayacak

kadar seçkinciliğe dönüştü. Bu tez tam da bu seçkinciliğin somutlaştığı noktada

değişen, dönüşen aktörleri ve kurumları, tarihsel bağlam içinde ele alan bir çalışma

niteliği taşımaktadır.

Anahtar Kavramlar: Seçkinler, Seçkincilik, Cumhuriyet, İktidar, Değişim,

Dönüşüm, Sosyal Sınıf, Siyasal Seçkinler, Sivil Bürokratik Seçkinler, Devletçi

Seçkinler, Askeri Seçkinler, Modernleşme.

vii

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Adem KAHRİMAN Numarası: 064205001008 Ana Bilim / Bilim Dalı Sosyoloji

Öğr

enci

nin

Danışmanı Doç. Dr. Mustafa AYDIN

Tezin İngilizce Adı Sutructure of the Elite and elite alternation from The Otoman to Repuclic was made Thesis subject

SUMMARY

In this post graduate thesis Sutructure of the Elite and elite alternation from

The Otoman to Repuclic was studied. This study, by explaining elite and being elitist

tries to evaluate alternation in political social and economical fields within

considering long historical background of the elite in Turkey. For this reason it deals

with Ottoman’s construction, rising and after that the relation of the elite with state.

It also ıncludes a large evaluation about transformation of the elite beginning from

the last period of Otoman Empire to republic and social and political roles they take.

After that it points out sociological and political origins of the new elite which have

promoted to important posts in political, social and economical fields. In our

theoretically prepared thesis source research and theoretic method is usedIn the

thesis an ideal frame about the historical development was tried to form under the

frame of books essays, thesis, made researchs, paper writings and websites.

Generally the thesis tries to state how political government was structured in

Turkey, how produced class anxieties were defining in the elitist struggleand benefits

of the elit structure. The aim of the staff constructed Turkish Republic was to

viii

establish a state by classless society at least according to the speech of intellectuals

of the period however political and social policies that this structure applied have

become elite that disables corporatist society. The thesis takes the qualificaiton that

studies actors and institutes which elitism has made concrete from historical

perspective.

Key Words: The Elite, Elitism, Republic, Government, Alternation,

Transformation, Social Class, Political Elite, Civil Bureaucratic Elite, State Elite,

Military Elite, Modernization.

ix

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI.................................................................................. ii

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ........................................................ iii

ÖNSÖZ ...................................................................................................................iv

ÖZET .......................................................................................................................v

SUMMARY .......................................................................................................... vii

İÇİNDEKİLER ......................................................................................................ix

GİRİŞ.......................................................................................................................1

BİRİNCİ BÖLÜM

GENEL OLARAK SEÇKİNLER VE SEÇKİNCİLİK

1.1. Genel Olarak Seçkinler .................................................................................. 3

1.2. Seçkinler Kavramının Karmaşıklığı ............................................................. 12

1.3. Sosyolojik Olarak Seçkinlerin Tanımı.......................................................... 14

1.4. Seçkinler ve Seçkincilik............................................................................... 15

İKİNCİ BÖLÜM

OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E SEÇKİNLER YAPISI

2.1. Osmanlı’nın Toplumsal ve Siyasal Tarihine Bir Bakış ................................. 18

2.2. Osmanlı Seçkinler Yapısı............................................................................. 20

2.3. Osmanlı Kuruluş Dönemi Seçkinler Yapısının Tarihsel Gelişimi ................. 25

2.4. Osmanlı Yükseliş Dönemi Seçkinler Yapısı................................................. 27

2.5. Batılılaşma Sürecinde Seçkinler Yapısının Dönüşümü ................................. 28

2.5.1. Tanzimant Fermanı ve Tanzimat Dönemi.............................................. 28

2.5.2. Jön Türkler............................................................................................ 31

2.5.3. İttihat ve Terakki................................................................................... 34

x

2.5.4. I.Meşrutiyet .......................................................................................... 37

2.5.5. II. Meşrutiyet ........................................................................................ 40

2.6. Osmanlı’nın Son Döneminde Seçkinler Dönüşümüne Modernleşmenin Etkisi.... 46

2.7. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modernleşen Bürokrasi ve Seçkinler................. 52

2.8. Ara Dönem Bürokratik Yapısında Seçkinler ................................................ 61

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

CUMHURİYET DÖNEMİ SEÇKİNCİ YAPILANMA

3.1. Cumhuriyet Dönemi Seçkinlerden Seçkincilere ........................................... 64

3.2. Cumhuriyet Dönemi Siyasal Gelişmeler ve Modern Bürokrasi..................... 71

3.3. Yeni Cumhuriyet Türkiye’sinde Siyasal Seçkinci Yapılanma....................... 71

3.4. Türkiye Cumhuriyeti’nde Siyasal Seçkinlerin Dönüşümü ............................ 75

3.5. Yeni Cumhuriyet Türkiye’sinde Bürokratik Seçkinci Yapılanma ................. 77

3.6. Türkiye'de Bürokrasi ve Siyaset Arasındaki İlişkinin Kökeni....................... 80

3.7. Cumhuriyet Dönemi Seçkinci Yapılanma İle Dönüşen Türk Kamu Yönetimi..... 83

3.8. Tek Parti Yönetimi ve Devletçi Seçkinci Yapılanma.................................... 86

3.9. Çok Partili Dönem ve Demokrat Parti.......................................................... 90

3.10. Askeri Seçkinci Yapılanmanın Siyasete Müdalalesi ................................... 96

3.11. Sivil Bürokrat ve Askeri Seçkinlerin Siyasal Yapıyı Dönüştürmeleri ....... 107

3.12. Turgut Özal ve Yeni Siyasal Seçkinler ..................................................... 114

3.13. Türkiye'de Seçkinciliğin Arka Planı ve Toplumsal Yaşama Etkileri..........117

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ........................................................121

KAYNAKÇA.......................................................................................................125

ÖZGEÇMİŞ.........................................................................................................135

1

GİRİŞ

Sosyal düzenin açılımlarından olan siyasetin en önemli aktörlerinden biri

niteliğini taşıyan seçkinler yapısının, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Türk siyasal

yaşamı içindeki rolünün ne olduğu, seçkinler yapısının ne gibi dönüşümler yaşadığı

ve bunun toplumsal yapıya nasıl yansıdığı sosyolojik olarak ele alınmaktadır.

Türkiye, Osmanlıdan günümüze kadar seçkinler paralelinde seçkin sınıfların,

zümrelerin ya da grupların oldukça belirleyici olduğu, siyasal tarihinin aynı zamanda

sosyal tarihini de oluşturduğu bir ülke özelliği taşımaktadır. Böyle olunca seçkin

sınıflar ekseninden hareketle Türkiye'nin uzun tarihsel süreç içindeki siyasal, sosyal

ve ekonomik düzenine ilişkin genel bir fikre ulaşmak mümkün hale gelmektedir. Bu

tezde böyle bir iddiadan hareketle Türkiye'nin uzun soluklu tarihini ana hatlarıyla,

seçkinler ekseninde bir değerlendirme çalışmasıdır.

Üç bölüm olarak tasarlanan tezin ilk bölümü, "Genel olarak Seçkinler ve

Seçkincilik" başlığı altında, seçkin kavramını teorik bir zeminde tartışmaya

dönüktür. Sosyoloji literatüründe seçkin kavramına ilişkin temel yaklaşımlar ve bu

yaklaşımlarla ilgili tartışmalara kısa bir şekilde değinilmekte; seçkin kavramının

karmaşıklığı, sosyolojik olarak seçkinlerin tanımı, seçkinlerin dolaşımı ve bir

seçkinler türü olarak seçkincilik konuları alt başlıklar altında değerlendirilmeye

çalışılmaktadır.

İkinci bölümde, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Seçkinler Yapısı”, tarihsel süreç

içerisinde daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmektedir. Bu kısımda özellikle

seçkinlerden veya seçkin sınıflardan hareketle bir değerlendirme yapmaktan ziyade

daha çok Osmanlı tarihinde önemli dönüm noktalarını oluşturan süreçler ekseninde

seçkinlerin nasıl bir durum içinde olduklarına ilişkin durumsal analiz yapılmaya

çalışılmaktadır. Ayrıca seçkinlerin devlet ile olan ilişkisi, devletin seçkin sınıflara

yaklaşımı gibi konular, ana temayı oluşturmaktadır.

Üçüncü bölümde ise “Cumhuriyet Dönemi Seçkinci Yapılanma”, başlığı

altında Cumhuriyet Türkiye'sinde ki seçkinler üzerinde durulmaktadır. Bu bölümde,

Osmanlıdan Miras olarak geçen bürokratik yapının ve siyasal felsefenin dönüşerek

2

yeniden yapılanması ve bu dönüşümle seçkinlerden seçkinci bir yapıya uzanan

Cumhuriyet dönemi seçkinleri ayrı ayrı değerlendirilmektedir.

Bu seçkinci yapılanmanın Türkiye’de ki siyasal alan üzerindeki etkisi,

seçkinlerin siyasi birer aktör olarak Türkiye'nin iç ve dış politikasında ki belirleyici

durumları irdelenmeye çalışılmaktadır. İşte bu çalışma Türkiye’deki seçkinler

yapısının dönüşümünü konu edinmektedir.

3

BİRİNCİ BÖLÜM

GENEL OLARAK SEÇKİNLER VE SEÇKİNCİLİK

1.1. Genel Olarak Seçkinler

Toplum bireylerden oluşmaktadır. Bireylerin farklılıklarına rağmen bir arada

yaşamaları zamanla kültürel zenginlik oluşturmakta ve bireylerden doğan

farklılıklardan genel bir toplumsal yapı oluşmaktadır. Bu yapı, kuşkusuz tarihsel bir

yapıdır. Tarihsel bir yapı olan toplum, dinamik bir mahiyet taşıdığı gibi sürekli

değişen bir durum ortaya koymaktadır. Ancak bu süregelen değişim içerisinde

bireylerin konumunu etkileyen, kaynağını değişik nedenlerden alan, değişim hızının

yavaş ve uzun süreli olduğu bir tabakalaşma sistemi her toplumda mevcuttur.

Siyasetin alt yapısını toplum oluşturur. Siyasal sistem toplumsal yapının bir parçası-

dır. Savunma, ihtiyaçların temini gibi zorunluluklar insanları birlikte yaşamaya

zorlar, bu birliktelik bir düzen getirir ki buna toplumsal yapı denir. Bunun kamu

alanı olarak nitelenen kısmında düzenleyici olarak bir kurumsallaşma devreye girer

ki buna siyasal iktidar denir. “Kimler yönetmelidir” sorusu yüz yıllardır siyasal

felsefenin konusu olmuştur. Bu soru aynı zamanda siyaset biliminin ana konusudur.

Klasik siyasal kuramlar her iki soruyu da yanıtlamaya çalışmışlardır. Günümüz

siyasal bilimcileri de her iki soruyla ilgilenmektedir. “Kimler yönetiyor” sorusuna bu

güne kadar verilen yanıtlarlar yetersiz kalmıştır. Seçkinlerin davranışlarını ve

tutumlarını öngörebilmek için yapılan bilimsel çalışmalar yeni başlamış sayılabilir.

Sosyal hayatın en önemli yasalarından birisi şüphesiz bireyler arasında bir

eşitsizlik ilkesinin hakim olması ve buna dayalı olarak da bir merkezileşmenin, bir

tabakalı yapının oluşmasıdır. Sosyolojide buna statüleşme adı verilmektedir.

Gerçekten de insanlar, biyolojik, psişik ve kültürel farklı konumlarda değişik güç

düzeylerinde bulunmakta, karşılıklı etkileşimle herkes içinde bulunduğu güce göre

farklı dereceler almaktadırlar. Toplumu meydana getiren aktörler en küçüğünden en

büyüğüne kadar sosyal kişi, grup ve örgütler, ana gövdenin yatay ve dikey

bölmelerinde altlı üstlü bir duruş meydana getirmektedirler. İşte statü, bu dikey

ilişkiler düzeninin adıdır ve yapılanmanın en önemli öğelerinden birisidir. Esasen

4

sosyal yapı, eşitliğin bozulup kademeli bir konumun ortaya çıktığı, birilerinin

merkezi hale geldiği sosyal olgular için kullanılan bir terimdir (Armağan, 1983: 10–

35).

Sosyolojide bir sosyal yapı içindeki bu ortak statüleri birleştiren bu sosyal

basamaklara tabaka, bu oluşuma da tabakalaşma adı verilir. Toplumda bu

basamaklar, pek çok insanı içine alan ortak özellikleri taşıyan kategori ve gruplar

oluşturur. Siyasetin en temel esprisinin “yukarıda yöneten bir azınlık, aşağıda bir

yönetilen çoğunluk” denklemi üzerine oturduğu göz önüne alınırsa seçkinler denen

yönetici azınlığa giden bu yolda söz konusu edilen tabakalaşmanın önemi anlaşılmış

olur. Bu bakımdan tabakalaşma üzerinde biraz durmakta yarar vardır. Gerçekten de

toplu halde yaşayan insanlar sadece bir arada yanyana bulunmazlar, aynı zamanda

altlı üstlü hiyerarşik bir yapı da oluştururlar, Yukarıya doğru daralan bir piramidin

değişik basamaklarında yer alırlar (Aydın, 2006: 39–42). Toplumlarda sosyolojik

olarak dünden bugüne fertlerin yerlerini belirleyen değişik ölçekler varolmuştur ki

bunların en önemlileri: Soy, servet, meslek, eğitim/bilgi, din, yaş, cinsiyet, güçlülük

ve güzellik vb. gibi biyolojik etkenlerdir. İyi dikkat edilince görülür ki bunlardan

meslek, bilgi/eğitim, dini inanç gibi bir kısmı insanların iradi çabalarıyla sonradan

kazandıkları statülerdir, ama buna karşılık soy ve biyolojik etkenler, “verilmiş”

statülerdir, elde edilmeleri insanların çabalarına bağlı değildir. Meselâ buna göre

zenci olmak verilmiş, ama bir aydın olmak kazanılmış bir statüdür (Duverger, 1995:

132–161). Söz konusu statünün meydana getirdiği en önemli olgu sosyal

tabakalaşmadır. Tabakalaşma aynı statüyü birleştiren ortak katların bir ifadesidir.

Meselâ bilginlik bir statüdür, ama bilgililerin oluşturduğu ortak yapıya “aydınlar” de-

nir ki bu bir sosyal tabakadır. Sosyal tabakalaşmanın en önemli görünümleri ise

zümreler, sınıflar ve kastlardır. Genel olarak zümre, belli inanış düşünüş, yaşayış gibi

daha çok kültürel eğilimleri ifade eden, sırf ekonomiye dayalı olmayan, belirgin

ortak bir bilinç taşımayan, yavaş da olsa değişime açık sosyal tabakalardır. Meselâ

buna göre esnaf, aydınlar birer zümredirler. Kast ise ekonomik, dini farklı nedenlere

bağlı olarak ortaya çıkan ama değişkenliği olmayan sosyal tabakalardır, Hindistan

örneğinde olduğu gibi. Burada toplum, yukarıdan aşağıya doğru Brahman, Ksatria,

Vaişya, Şudra, katlarından oluşmaktadır. Hatta bunun yanında en alt kattaki Şudra’ya

5

bile giremeyen dolayısıyla insan sayılmayan bir “Parya” da vardır. Ölüm ve

sonrasında yeniden dünyaya gelmenin (reenkarnasyonun) dışında hiç kimse bir

kasttan diğerine geçemez (Aydın, 2006: 43–46).

Sınıf ise daha çok ekonomik nedenlere göre oluşmuş sosyal politik ve

ekonomik yapılardır. Olgu olarak çok eskiyse de onu sosyal bilim literatüründe eksen

bir kavram haline getiren Marx olmuştur. Tam bir tanım veremese de Marx’a göre

sınıf, mülkiyet ekseninde doğan ve birbirleriyle çatışma halinde bulunan, üretilene

sahip olma veya olamama esasına dayalı, sonuç olarak da bir sınıf bilinci taşıyan ikili

sosyal yapılardır. Sınıfın zümreden farkı açık politik bir bilinç taşıması, kasttan farkı

ise her şeye rağmen fertlerin bir sınıftan bir başka sınıfa geçebilmesidir. Marx’a göre

bütün toplumlarda iki sınıf vardır ve bunlar gittikçe derinleşen bir kutuplaşmayla

çatışmaya doğru giderler. Kapitalist toplumlarda bu sınıflar proletarya (işçi sınıfı) ve

burjuva (zengin, komprador) sınıflarıdır. Bu çatışmada hâkim sınıf olan burjuva;

hukuk, din, aile, gibi üst yapı adını verdiği bütün kurumları kullandığı gibi devleti de

bu etkinliği için kullanır. Şüphesiz bu analiz ekonomik güç ile siyaset arasında bir

ilişki kurma bakımından anlamlıdır. Ancak siyasal güç her haliyle ekonomik güce

indirgenemez, dolayısıyla bu ilişkinin tersi de düşünülebilir (Kışlalı, 1999: 267–278).

Marksizm'in tüm sosyal statüyü sınıf olgusuna indirgeme eğilimine karşılık

Weber bunların farklı şeyler olduğunu belirtir ve basit bir ölçek de verir: Sınıf,

paramızın nereden geldiğine; statü, ise bu gelen paranın nereye gittiğine bağlıdır

(Weber, 1986: 101). Bir de statü, örgüt gerektirmezken sınıf, siyasal bir

örgütlenmeyi gerektirir. Bizim burada sınıfla ilgilenmemizin nedeni de siyasetle olan

bağlantısıdır. Bu bağlantının da seçkinlerin siyasete olan etkileri ile bağlantısı

önemlidir. Ne var ki sınıf kavramı onun üzerinde duran Marksist teori de dâhil ciddi

belirsizliklere sahiptir. Mesela köylülerin; beyaz yakalıların, memurların vb. nerede

bulundukları hep tartışılagelmiştir. Ancak Marksizm’in açıkça gösterebildiği şey,

onun siyasal ile olan ilişkisidir: Genelde sınıf bilinci ve üst yapının bir ifadesi olan

ideoloji, siyasal muhtevalıdır ve hâkim sınıfın iktidarını işaretler. Ama partiler,

hükümet, bürokrasi, vb. bazı durumlarda sınıfla bağlantılı olsalar bile, doğrudan

sınıfsal değildirler. Kaldı ki kapital ve emek arasında doğan hizmet sektörü,

6

teknokratik yapılar klasik sınıf yapısını büyük çapta değişikliğe uğrattığı gibi

siyasetle olan bağlantılarında da yeni konumlar ortaya çıkarmıştır.

Siyaset sosyolojisi açısından statüleşmenin en genel ifadesi, yukarıda bir

“yönetenlerin” aşağıda ise çoğunlukta olan bir “yönetilenlerin” bulunmuş olmasıdır.

Kendi aralarında da derecelere sahip bulunan, yani “yönetim” ile ilişkileri farklı olan

“yönetilenler” toplumsal bir olgudur. Seçkinler yönetenler olarak

değerlendirileceklerdir. Yöneten azınlık-yönetilen çoğunluk denklemi de “seçkin”

kuramların en önemli tartışma noktasını oluşturacaktır. Aslında seçkinler farklı an-

lamlarda kullanılmaktadır: İktidar seçkinleri, Yönetici seçkinler, statü seçkinleri vb.

gibi. Önünde tanımlayıcı bir deyim kullanılmadığı zaman İktidar Seçkinleri, Siyasal

Seçkin olarak anlaşılmalıdır (Runciman, 1986, 136).

Gerçekten de, “seçkinler kuramı” modern siyaset sosyolojisinin önemli

sorunlarından birisidir ve konu üzerinde pek çok düşünür görüş ileri sürmüştür.

Bunların en tanınmışları Gaetano Mosca, Vilfredo Pareto, C. W. Mills, Roberto

Michels ve George Sorel’dir. Şüphesiz bu düşünürlerin söylediklerinde ortak

noktalar vardır; seçkinlerin mahiyeti, işlevi ve işlerliği ve hatta adlandırılmasında

benzerlikler söz konusudur. Mesela aynı olguya Mosca “yönetici sınıf” derken,

Pareto “yönetici seçkinler”, Michels “Oligarşi” adını vermektedir. Yine tüm siyasal

sistemlerin sonuç itibariyle bir grup yönetimi (oligarşi) niteliği taşıdığını savunmakla

demokrasinin de en özgün eleştiricileri olarak gözükmektedirler (Runciman, 1986:

49–50). Her şeye rağmen değişken bir seçkinler anlayışıyla da, Marksizm’in istikrarlı

sınıf olgusuna açık olmasa bile bir polemik oluşturmaktadırlar.

Seçkinci kuramcılar, ortak yönlerine rağmen farklı çizgilere de

değinmektedirler. Bu bakımdan çok kısa da olsa Seçkin Kuramcılara, Mosca, Pareto,

Michels, Wright Mills, Pluralistler ve Marksistlerin seçkinler anlayışlarını

incelemekte yarar görüyorum. Amacımız bu düşünürlerin düşüncelerini enine boyuna

yansıtmak degil. Biz bu düşünürlerin kuramlarında “seçkin” kavramına hangi

nitelikleri yüklediklerini tezimiz açısından açıklayıcı anlam taşıması adına

inceleyerek, daha sınırlı bir girişimde bulunacagız.

7

Mosca 1939 yılında ingilizceye çevrilen ana yapıtında seçkinlerle ilgili yöneten

ve yönetilen ilişkisini açıklarken, şöyle yazıyordu: Tüm siyasal organizmalarda

bulunabilecek değişmez gerçekler ve eğilimler arasında biri o kadar açıktır ki, en

gelişi güzel bir bakışla bile bu gerçek hemen görülebilir. Tüm toplumlarda çok az

gelişmiş ve uygarlığın şafağına ancak ulaşabilmiş toplumlardan, en çok gelişmiş ve

en güçlü toplumlara kadar iki sınıf insan ortaya çıkar: “Yöneten sınıf” ve “yönetilen

sınıf. Daha az sayıda üyesi olan ilk sınıf tüm siyasal işlevleri yerine getirir, iktidarı

tekeline alır ve iktidarın getirdiği üstünlüklerden yararlanır, ikicisi, daha kalabalık

olan sınıf ise, ilk sınıf tarafından bazen az çok hukuki, bazen az çok keyfi ve sert bir

biçimde yönetilir ve denetlenir ve öncekine en azından, görünürde varlığını

sürdürmek için gerekli maddesel olanakları ve siyasal organizmanın yaşamı için

zorunlu olan araçları sağlar (Mosca, 1939: 50). Mosca seçkin deyimini

kullanmamasına karşın seçkin ve kitle ayrımını ilk defa sistemleştiren siyasal bilimci

sayılır. O1uşturduğu kuram ve ana yapıtının başlığı “Yönetici Sınıf” adını taşır.

Mosca “Yönetici Sınıf” karşılığında, bazen “Siyasal Sınıf” deyimini de

kullanmaktadir (Mosca, 1939: 53; Kapani, 1978: 86).

Mosca, toplumun dogasi hakkmda iki temel önerme sunmaktadır: ilk önermesi

tek bir düşünceyle hareket eden örgütlenmiş. Bir azınlığın, örgütlenmemiş bir

çoğunluğu egemenliği altına almasının kaçınılmaz olduğudur. İkincisi ise, degişik

zamanlarda ve degişik yerlerdeki yönetici sınıflar arasındaki ayrılıkları gösterebilmek

için geliştirmiştir. Bu “siyasal formül” olarak adlandırılır; yönetici sınıfların toplum

üzerindeki iktidarlarini haklı göstermek için ileri sürdükleri degişik ideolojiler ve

değerleri içerir. Siyasal bilim bu degişik ve çeşitli yönetici sınıfların ve formüllerin

incelenmesinden başka bir şey degildir. Mosca’ya göre yönetici azınlığa dahil olan

kişiler genellikle bazı üstün yeteneklere sahip olan ya da görünüşte sahip oldukları

bazı yetenekleri dolayısıyla toplumda saygınlık ve etkinlik kazanmış kişilerdir

(Zannoni, 1978: 7–13). Seçkin ve seçkinler sözcüğü akla hemen Pareto adını getirir.

Gerçekten de bu deyimi siyasal bilimlere ilk sokan, seçkinlerle ilgili ilk tam ve

organik bir kuram oluşturan da O’dur. Pareto’nun insan anlayışı temel olarak

eşitsizlik ilkesine dayanır (Zannoni, 1978: 16).

8

Pareto'nun bu söylediklerinden seçkinlerin içinde yer almak için üstün yete-

neğin gerekli olduğu; fakat bunun yönetici seçkinlerin bir parçası olmak için

yetmediği sonucunu çıkarabiliriz. Pareto yönetici ve yönetici olmayan seçkini iki

“değişken”e göre ayırmaktadır. Yönetici seçkindeki değişiklik, güç dengesindeki

değişiklikten ve bu iki seçkin türü arasındaki denge yapısının değişmesinden

doğmaktadır (Pareto, 2005: 2–9). Kısaca açıklarsak eğer, Pareto’nun kuramında

toplumda en başarılı olanlar seçkinleri oluştururlar. En başarılı bilim adamlarından

tutunda en başarılı siyasetçilere bunların hepsi seçkinler grubu içinde yer alırlar. Her

toplum kesiminin en başarılıları kendi içlerinde bir yapı oluştururlar. Bu aristokrat

yapı içinde en büyük çelişki, seçkin azınlık ile seçkin olmayan çoğunluk arasındadır.

Pareto’ya göre üstün özellik taşıyan kişilerdir. Ama onların nesilleri aynı üstün

nitelikleri taşımayabilirler. Aile ve soyun yanı sıra varlıklı, akıllı, yetenekli ve

sağlam ahlaklı olmakta seçkinlik ölçütleri arasında yer alır. (Pareto, 2005: 7–17).

Seçkinlerin nitelik olarak zayıflamaları yada sayıca azalmaları, seçkinlerin

yerini başka seçkinlerin alması için ortam hazırlar. Eğer seçkinler, toplumun alt

tabakalarından ortaya çıkan en başarılıları aralarına alabilirlerse seçkinlerin dolaşımı

gerçekleşmiş olur. (Bottomore,1990:51-55). Özellikle yönetici seçkinlerin yönetici

seçkin niteliği taşıyan ve alttan gelen seçkinlere hayat hakkı tanımaması, tüm yolları

ve kapıları kapatması sonucu iktidar kavgası sertleşir ve seçkinlerin toptan değişimi

olayı ile karşılaşılır. Bu durum Pareto’ya göre devrimdir. (Bottomore,1990:86-89).

Pareto’nun kuramı çoğu bilim adamı tarafından hayranlıkla incelendi. Metron ve

Parsons’un kuramlarının çıkış basamaklarıdır seçkinlerin dolaşımı. Sosyal yapının

analiz edilmesinde ve seçkinlerin yer değiştirmesinde kültürün ve içinde yaşanılan

toplumun etkisi de göz ardı edilmemeli.

Ostrogovsky ve Michels’in seçkin anlayışı, Mosca ve Pareto’dan seçkin

sözcüğünün kapsadığı alan bakımından ayrılır. Mosca ve Pareto’da seçkin

sözcüğünün alanı bütün toplum olduğu halde, Ostrogovsky ve Michels karmaşık

örgütlerde seçkinlerin oluşması ve nitelikleri ile ilgilenirler. Mosca ve Paıeto’nun

tersine, Michels seçkin-seçkin olmayan ayranının ölçütünü bazı kişiliksel üstünlüklere

bağlamaz. Seçkin olmada belirleyici etken, kişilerin örgütlerde ellerinde tuttukları

yerler ve o mevkide bulunmanın sağladığı iktidarın kullanımıdır. İktidar kullanımı

9

mevkiyle doğrudan doğruya ilgilidir. Michels’e göre, seçkinlerin tanıtıcı özelliği salt

büyük örgütlerin az sayıda insan tarafından yönetilmesi değil, bu yönetici azınlığın

zaman içinde değişmemesidir (Turhan, 1991: 29–36). Michels'in liderliğin oligarşik

niteliğine ilişkin bu gözlemleri “Oligarşinin Demir Yasası” diye anılır. Michels

siyasal partilerdeki oligarşi eğilimini esas olarak üç nedene bağlamaktadır: Teknik

etken, yığınların kendilerini doğrudan doğruya yönetmelerini olanaksızlaştırır, çünkü

tüm büyük örgütler kaçınılmaz olarak teknik uzmanlaşmayı ve uzman liderliği gerekli

kılar. Entellektüel etkenler olarak Michels büyük ve karmaşık bir örgütte

uzmanlaşmış, yönettikleri yığınlardan daha yüksek bir kültür düzeyine erişmiş ve bu

nedenle yönetilenler için “kolay kolay vazgeçilemiyecek” niteliklere bürünmüş

kişiler olduklarını belirtir. Bu çevresel niteliklere ek olarak, Michels yığınların güçlü

ve istikrarlı liderlik gereksinmesinden sözetmektedir. Bu psikolojik gereksinme,

liderlerin yığınlar gözünde yüceltilmelerini ve "üstün insan" olduklarına inanılması

sonucunu doğurur. Liderlerin böyle algılanmaları ise onların örgütteki iktidarlarını

güçlendirir (Özbudun, 1977: 8–9).

Wright Mills’in seçkin anlayışı hem dağınık hem de karışıktır; Mills'in seçkin

kavramının iki "değişken"e bağlı olduğu söylenebilir: Toplumda egemen kurumları

elde bulundurmak ve toplumun üst katmanlarından birine üye olmak. Her

endüstrileşmiş toplumda üç egemen kurum vardır: Askeri, ticari ve siyasi. Bu

kurumlardaki hiyerarşinin en üst kesimlerinde bulunan gruplara Mills, “İktidar

Seçkinleri” adını verir (Mills, 1974: 2–12). İktidar seçkinlerini egemen sınıf

oluşturmamakla birlikte, çıkarları, toplumsal kökenleri ve dünya görüşleri açısından

aralarında sıkı bir bağ ve dayanışma olan kişilerden oluşur. Toplumda tüm iktidar

gitgide bu üçlü azınlık elinde toplanmakla ve yığınların siyasal kararlara katılmaları

olanaksızlaşmaya başlamaktadır (Turhan, 1991: 35). Çağdaş seçkin kavramları içinde

pluralistlerin seçkin anlayışı siyasal bilimde hayli yankı uyandırmıştır. Pluralistler

seçkinler sorunuyla çok yakından ilgilidirler. Gerçekte pluralizm, belirli bir

demokrasi kuramıdır. Demokrasi, azınlığın değil, çoğunluğun yönetimini gerektirir.

Bu nedenden de pluralizmin seçkinler kuramıyla bağdaşması olanaksız gibi

görünmektedir. Ancak çoğunluk yönetimini, “halkın doğrudan doğruya yönetimi”

10

biçiminde değil, çoğunluğun kendisini yönetecek seçkinleri seçmesi olarak ele

alırsak o zaman seçkinlerin varlığı demokrasi ile bağdaşabilir.

Lasswell yıllarca önce yönetimin her zaman bir azınlığın elinde olduğunu;

temel sorunun ise liderleri uygulamalarından dolayı sorumlu tutabilmeye bağlı

olduğunu belirtmişti (Lasswell, 1965; 3–19). Joseph Schumpeter demokrasinin açık

bir yarışma sonucunda halkın güvenini kazanan siyasal kadronun toplumu

yönetmesini öngören bir yöntem olduğunu söylemektedir. Raymond Aron’a göre, iki

ideal tip toplum ayırt edilebilir: Seçkinlerin tek bir grup olarak birleştiği ve çeşitli

seçkin gruplarının birbirleriyle az veya çok açık bir yarışma içinde bulunduğu

toplumlar (Aron, 1973: 133).

Robert Dahl, pluralist seçkin anlayışını siyasal güç kaynaklarının eşitsiz

dağılımına dayandırmaktadır. Dağıtılmış eşitsizlikler sistemi, şimdiye kadar yapmış

olduğumuz seçkin-seçkin olmayan ayrımını yıkmaktadır. Hiç kimse kaynakların

tümüne sahip olamayacağından, bir grubun da tüm iktidarı tekeline alması söz

konusu olamaz. Toplumda tek bir seçkin değil, çeşitli kaynaklara dayanan ve

birbiriyle yarışma içinde çok sayıda seçkinler bulunur. Bu çok sayıdaki seçkinlerden

her birinin nitelendirilmesi, özel bir siyasal kaynağa daha fazla sahip olması

açısından sistemin koşuludur. Sartori demokrasiyi açık, birbirleriyle yarışan

azınlıkları sürekli olarak yaratan ve bu azınlıkların, seçmenlerin gelecek seçimlerde

nasıl tepki gösterecekleri tahminleri ile yönlendirildiği bir sistem olarak

tanımlamaktadır (Sartori, 1978: 79). Şimdiye kadar geliştirilmiş toplum kuramları

içinde en kapsayıcı olanı Marx’ın kuramı da seçkin sorunuyla yakından ilgilidir.

Marksizmde seçkin kavramını anlamak için bu kuramdaki sınıf kuramından söz etmek

gerekir. Biz burada Marx’ın sınıf kavramına yalnızca seçkin kavramını ilgilendirdiği

ölçüde değineceğiz. Karl Marx da toplumu Üretim araçlarına sahip olanlar ve üretim

araçlarına sahip olmayan işçi sınıfı olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Marx’a göre,

tarihin tüm aşamalarında görülen toplum tiplerinde, bir sınıf ötekine göre daha

üstündür. Marx bu sınıfa egemen sınıf diyor. Kapitalist toplumda bu sınıf

burjuvazidir. Burjuvazi üretim araçlarının sahibi olarak önce ekonomik bakımdan

topluma egemendir. Ekonomik üstünlük ise siyasal üstünlüğü sağlar. Marx’a göre

siyasal iktidar her zaman egemen sınıfın elinde olmuştur. Uygar toplumun özeti,

11

Marx ve Engels’e göre, yalnızca egemen sınıfların devleti olan ve her zaman ezilen

sınıfı bağımlılık içinde tutmaya yarayan bir devlettir. Marx'ın sınıf kavramı temel

olarak ekonomiktir. Sınıf, gruplarının üretim araçlarıyla olan mülkiyet ilişkilerine

göre tanımlanmıştır. Nispeten gelişmiş bir iş bölümü sınıfların var olması için

gereklidir. Marx esas olarak iki sınıfın olduğunu söylemektedir. Bu iki sınıf, üretim

araçlarının sahibi olan bir azınlık ile üretim aracı sahibi olmayan halkın

çoğunluğundan oluşur (Kışlalı, 1999: 69–74). Bu azınlık ile çoğunluk arasındaki

ilişki azınlığın bu durumunu çoğunluğu sömürmek için kullanması biçiminde ortaya

çıkar. Sonuç olarak, sınıf olgusunun ortaya çıkabilmesi bakımından zorunlu olan

artı-ürünün oluşturulabilmesi için toplumda nispeten gelişmiş bir iş bölümünün

gerektiğini söyler. Sınıf tümüyle ekonomik bir kavram olduğu halde seçkin, siyasal

bir kavramdır. Ekonomiyle siyaset arasında ilişkinin kurulması çözülmesi güç

sorunlar yaratmaktadır. Marx ekonomik ve siyasal iktidar arasındaki ilişkiye çok az

değinmiştir. Marx’da en çok dikkat edilmesi gereken sorunlardan biri, siyasetin

ekonomiye bağımlı tutulmasıdır. Marx’ın yazılarında aradaki ilişki açık değildir.

Ekonomik iktidarı, siyasal iktidara ve üretim araçlarına sahip olan azınlığı yönetici

sınıfa, dönüştüren etmen devlettir. Marx’a göre devlet ekonomik yapının ortaya

çıkardığı sınıf ilişkilerinin siyasal görünümünden başka bir şey değildir. Devlet

aracılığıyla, ekonomik iktidar siyasal iktidar olmakta ve azınlığın çoğunluk

üzerindeki ekonomik sömürüsü, siyasal üstünlüğünü sağlamasına dönüşmektedir.

Öyleyse, Marksist düşüncede siyasal seçkinlerin devlet kurumu aracılığıyla siyasal

iktidarı kullanan üretim araçları sahibi sınıf olarak tanımlayabiliriz (Zannoni, 1978:

15).

Bütün bu kuramlar üstüne denebilir ki bir toplumda seçkinler doğaldır ve bu

olgu kaçınılmazdır. Sıradan bir sosyal faaliyetin başarılı biçimde yürütülebilmesi için

gereklidir. Yüz yüze ilişkilerde bulunabilen grup ve örgütlerde bile bir yürütme biri-

mi olur, mesele 300 personel çalıştıran bir özel eğitim kurumunda, 4 kişilik seçilmiş

bir yönetim kurulu bulunur. Bunların toplanıp karar vermeleri kolaydır. Kaldı ki bu

beş kişinin düşünce potansiyeli, kendi çıkarlarına indirgememek kaydıyla kurum

çalışanlarının potansiyeline yakındır. Basitçe ifade etmek gerekirse sorumlu kılmak

ve denetlemek, hesap sormak ve hesap vermek işlemleri içinde herkesin yönetici

12

olmasından daha verimli bir sonuç elde edilebilir. Kaldı ki yüz yüze ilişki imkânı ol-

mayan insan birlikteliklerinde seçkinler daha bir zorunluluk haline gelir. Demek ki

burada sorun seçkinlerin varlığı değil, çoğunlukla ilişkisi, varlık sebebini kendisine

indirgeyip indirgememesidir.

1.2. Seçkinler Kavramının Karmaşıklığı

Bir kavramı ya da olguyu açıklayarak kavramı yararlı ve kullanışlı yapan,

içerdiği anlamlar ve açıkladığı öğelerdir. Bir kavramın karmaşık olmasının ilk

nedeni, kavramı ifade eden sözcükle anlamı arasında açık ve kesin olmayan ilişkiden

doğan kavramın bulanıklığıdır. İkincisi ise, kelimenin anlamıyla, anlamın içerdiği

öğeler arasındaki ilişkinin iyi tanımlanamamasından ortaya çıkan kavramın

belirsizliğidir. Bir kavram iki nedenden dolayi bulanık bir görünüm alır. Bunlar ayrı

deyimlerin aynı anlamlarda, ya da aynı sözcüğün değişik anlamlarda kullanılmasıdır.

“Seçkin kavramı” değişik yüzyıllarda, değişik kültürel ve entellektüel çevrelerde,

degişik insanlar tarafından tümüyle farklı olguları veya aynı olguların çeşitli

niteliklerini göstermek için kullanılmıştır (Zannoni, 1978: 4). Mosca. Pareto,

Michels, Mills, Pluralistler ve Marksisder seçkinler deyimini birbirinden çok değişik

anlamlarda kullanmışlardır. Bu kullanmalardaki farklılığı belirlemek için üç temel

öğeye başvurulabilir: seçkin deyiminin anlamının alanı, seçkin-seçkin olmayan

ayrımını sağlayan ölçütler ve seçkin iktidarının kaynakları. Seçkin sözcüğünün çeşitli

anlaşılma biçimleri bu üç öğe açısından gözden geçirildiğinde birbirinden çok farklı

anlamlar içerdiği görülmekledir. Bu nedenle seçkin kavramının çok “bulanık” oldugu

söylenebilirse de, bizce anlamsız olarak da nitelendirilemez; çünkü seçkin

kavramının çeşitli anlaşılma biçimlerinde benzerliklerin varolduğunu belirtmek

gerekir. Bu benzerlikler, Zannoni'ye göre, şu biçimde özetlenebilir: Üstünlük

(“seçkin bireyler” düşüncesi), sayı (“seçkin bireylerin” azlığı), seçkin-seçkin

olmayan ayrımının ölçütleri (seçmenin kıstasları) ve seçkinlerin iktidarının

kaynakları (azınlığın siyasal üstünlük durumunun kaynaklan). Seçkin kavramının

çeşitli anlaşılış biçimleri yalnızca bu boyutların alt dizileridir (Zannoni, 1978: 20).

Bulanıklığın ikinci nedeni, ayrı kelimelerin aynı anlamlarda kullanılması ise

daha karmaşıktır ve dil biliminde bu soruna eş anlamlılık denir. Siyasal bilim

13

literatüründe yönetici sınıf, siyasal sınıf, aristokrasi ve oligarşi seçkin deyimiyle

eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Bir kavramın gerçekten eşanlamlı olabilmesi için iki

koşulun gerçekleşmesi gerekir: İki değişik sözcüğün anlamlarındaki temel öğelerin

aynı olması ve bu iki değişik sözcüğün kullanımının aynı olması. Seçkinle eşanlamlı

kullanılan deyimler bu iki öğe açısından incelendiğinde eşanlamlı olmadıkları ortaya

çıkar. Bu nedenle kullanacağımız deyimi seçerken dikkatli olmamız gerekir.

Örneğin, oligarşi deyimi sözlük anlamı olarak azınlığın yönetimi demektir; fakat bu

deyim bunun dışında kötü ahlaksal niteliklerle ilgili bir çağrışım da yapmaktadır.

Bunun nedeni, Aristo’nun hükümet biçimleri sınıflandırmasında oligarşiyi,

aristokrasinin bozulmuş bir biçimi olarak göstermesi ve Michels’in de bu deyimi

demokrasinin karşıtı olarak kullanmasıdır. Böylece oligarşi deyimini iyi olmayan

çağrışımlar kurmak istediğimiz zaman ve ancak o zaman kullanmalıyız (Aron, 2000:

364–366).

Seçkin deyiminin karmaşık bir kavram olmasının ikinci nedeni, kavramın

anlamının kendi öğelerini açıklıkla belirlememesidir. Belirsizlik öncelikle, deyimin

öğelerini ayırmak için kavramın anlamı yeterli niteliklerden yoksunsa doğar. Bir de

kavramın nitelikleri, kenarda olan nesneleri kavramın öğeleri olarak kapsayıp

kapsamamada yeter derecede açık olmadığı zaman ortaya çıkar. Eğer seçkin kavramı

ilk nedenden dolayı belirsizse, önemli boyutlardan yoksunsa, seçkinleri bazı özel

niteliklere sahip kendine özgü bir toplumsal grup olarak diğer gruplardan

ayıramıyoruz demektir. İkinci nedenden dolayı belirsizlik varsa, seçkinleri diğer

gruplardan ayıran belirli nitelikler hangi grubun seçkin sayılacağını belirlemiyor

demektir (Swingewood, 1998: 321–329). Seçkin kavramının değişik anlamlarının

bulunduğu ve bu değişik anlamların bazı ortak benzerliklerinin de (üstünlük, sayı,

ayrımın ölçütleri ve iktidarın kaynakları) olduğunu seçkinler kuramcılarında

yukarıda ifade etmiştik. Bu nedenle seçkin kavramının önemli boyutlardan yoksun

olduğu söylenemez. Fakat benzerlikler yoluyla bir kavramın anlamının belirlenmesi

o kavramın sınırlarını bulanıklaştınr. Seçkinlik, azınlık, seçkin-seçkin olmayan

ayrımındaki ölçütler ve azınlığın siyasal üstünlüğünün kaynakları, seçkin kavramının

önemli boyutlarıdır. Bu nitelikler seçkinleri diğer gruplardan ayırmak için son derece

14

yararlıdır; fakat bu niteliklerin hiçbirisi kenardaki öğelerin kavramın içine girip

girmediğini gösterecek açıklıkta değildir (Zannoni, 1978: 21–25).

Seçkin kavramı hem bulanık hem de belirsiz bir kavram görünümündedir.

Seçkin kavramının saptanmasında önemli olan bulanıklığın derecesidir. Seçkin

kavramına verilen her değişik anlam, değişik biçimlerde de olsa; azınlık, üstünlük,

seçkin-seçkin olmayan ayrımının ölçütleri ve seçkinlerin iktidarının kaynakları

sorunlarıyla ilgilenmektedir.

1.3. Sosyolojik Olarak Seçkinlerin Tanımı

Çeşitli düşünürler, çeşitli çağlarda, çeşitli ideolojik çerçeveler içinde seçkinler

sorunuyla ilgilenmişlerdir. Bu çeşitlilik belki de bir ölçüde, seçkinler kavramının

nitelikleri üzerinde kavramsal anlamda bir ortak tanımın oluşmasını engellemiştir.

Seçkin kavramı toplumbilimler literatüründe, “Çoğunluk üzerinde azınlık

yönetimini” tanımlamak için kullanılır. Seçkin sözcüğü Latince eligre'den

gelmektedir. Eligre, “seçme” electa, “seçilmiş olan parça” demektir. İngilizce,

İspanyolca, İtalyanca, Fransızca ve Almanca gibi birçok dilde Seçkin, “seçilmiş olan

parça”, “en iyisi” anlamına gelmektedir. Siyasal bilimler literatüründe bu deyime

birçok değişik özel anlam yüklenmiştir.

Günümüz sosyal ve siyasal bilimlerinde önemli bir kavram olan “seçkin

kavramı”, İngilizce Oxford sözlüğüne göre, toplumsal ve siyasal literatürde yaygın

bir şekilde kullanımı ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren başlar; Amerika ve

İngiltere’de ise Pareto’nun metinleri sayesinde 1930’larda başlar (Bottomore, 1990:

8). Siyasal bilimlerde yönetici seçkinler, mevcut rejimi ve bu rejimin işleyişinde

anahtar bir öğe olarak üzerinde durulmakta. Sosyal bilimlerde ise seçkinler, iktisadın,

kültürün, siyasetin kısacası diğer tüm toplumsal kurumların şekillenmesinde, bu

kurumların işleyişinde başat öğelerden biri olarak varlığı kabul edilmektedir.

Bottomore ise seçkin tanımını şöyle yapıyor: Mosca’nın deyimi olan “siyasal

sınıfı”, siyasal liderlik savaşımına doğrudan doğruya katılan, siyasal iktidar ve etki

sahibi tüm gruplar için kullanmıştır. Siyasal sınıf içinde, toplumda belirli bir zamanda

siyasal iktidarı edimsel olarak kullanan kişileri içeren daha küçük bir grubu, siyasal

15

seçkinleri, ise ayırmıştır. Böylece siyasal seçkinin sınırlarını belirlemek nispeten

kolaylaşmıştır: Siyasal seçkinler, hükümet üyelerini, devlet yönetiminin

doruklarındaki kişileri, askeri liderleri bazı durumlarda kral ailesinin ve aristokrasinin

üyelerini ve güçlü ekonomik girişimlerin liderlerini kapsar. Siyasal sınıfın sınırlarını

çizmek bu denli kolay değildir. Siyasal sınıf, şüphesiz, siyasal seçkinleri kapsar; fakat

iktidardan düşen siyasal partilerin liderlerini ve işadamları gruplarıyla, siyasette etkin

olan entelektüelleri olduğu gibi yeni toplumsal çıkarların temsilcilerini (örneğin, işçi

sendikaları liderlerini) de kapsayabilir. Siyasal sınıf bu nedenden dolayı, birbirleriyle

işbirliği, yarışma veya çekişme içinde bulunabilecek olan değişik gruplardan oluşur

(Turhan, 1991: 40–41). Sosyal bilimlerin ve Siyaset biliminin konusu olan

seçkinlerin, tanımlanmasında ki zorluklar kuramcı düşünürlerin bu kavrama

yükledikleri anlamlarla açıklanmaya çalışıldı. Her bir seçkin kuramcısı tarafından

farklı şekillerde anlamlandırılan bu kavram, temelde iktidar, yöneten ve yönetilen

arasındaki meşruiyeti ile ortak paydada buluşuyor.

1.4. Seçkinler ve Seçkincilik

Seçkinler hemen her toplumda varolan toplumsal bir olgu iken seçkincilikte

bunun bir türedisi veya seçkinlerin seçkin konumlarını tarihsellikten ziyade verili bir

hak olarak telakki etmelerinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Konumlarını verili

olarak kabul eden ve bunu en doğal hak olarak telakki eden seçkinler bu konumlarını

kurumaya dönük bir ideolojik-politik düzen oluşturmaya çalışırlar. Kendilerinin

yerine geçmesi muhtemel toplumsal kesimleri engeller, kendi seçkincilik

konumlarını daha sonraki kuşaklarına devredebilecek mekanizmaları kurarlar.

Genel olarak seçkinler başlıklı ilk bölümde seçkinlerden seçkin kuramlardan

bahsettik. Seçkinler yapısı, toplumlarda genel olarak kaçınılmaz bir olguyu anlatır.

Bilgi ve tecrübeleri ile örgütlenmiş ve kurumsallaşmış halleriyle toplumsal dö-

nüşümde önemli role sahip bir sosyal kesimi ifade ediyor. Seçkincilik ise genelde

seçkinler yapısının aşırı boyutlara götürülmüş ve özel olarak altı çizilmiş bir

biçimidir. Bir başka deyişle seçkincilik, “ortaya” bir siyasal olgu olmaktan çok,

ideolojik bir oluşumdur ve her ideoloji gibi tarafsız değildir, toplumun bir kesitini

16

ifade eder. Esasen kelime yapısıyla seçkincilik, Batı dillerindeki elitizmin karşılığıdır

ve bu bağlamda devletçilik, laikçilik, güvenlikçilik, siyasetçilik gibi özel bir vurguyu

ifade eder Genel olarak seçkincilik, kendisini toplumsal değişim ve dönüşümün

dışında sayan, siyasal sistemi tekelinde, toplumu vesayetinde gören bir seçkinler ya-

pısıdır. Buna göre seçkinci türde ki seçkinler, yukarıda bir yerde durmakta ve her

şeyi gözetlemekte, her an yanılmaya namzet, bilgisiz cahil halk katlarına yol

göstermek, yanlışlarına müdahale etmek üzere beklemektedirler. Toplumu denetleme

ve dizayn etmeyi en temel hakları olarak görmektedirler. Seçkincilik, modern ulus

yapılarının genel bir özelliğidir denebilir. Çünkü burada siyasal seçkinler, farklı

unsurlardan bir ulus oluşturmak, onu yeniden inşa etmek, bütün kurum ve

kuruluşlarını (eğitimden ekonomiye, aileden dine kadar) dizayn etme yetkisinde

görmektedir. Ancak bunun derecesi toplumlara göre değişik düzeylerde olmaktadır.

Modern ulus yapılarında bu seçkinci yapı aslında, kendine özgülüklerde yeniden

oluşmuş bir zümrenin, kişisel olmanın ötesinde grupça iktidar olma ve bunu sürekli

kılma güdüsüne dayanmaktadır. Burada önemli sorun da meşruiyet alanında kendini

göstermektedir. Yani genelin üstünde bu siyasi nüfuzun halk tarafından kabul

edilebilir bir gerekçesi olması gerekmektedir. Batı dışı toplumlarda bu da genellikle

“Çağdaşlaştırıcılık”la ve “Modernleştiricilik”le özetlenebilir. Sade bir ifadeyle,

“mutlak seçkinler meşrudur, çünkü sıradan insanların bilemeyeceği, yapamayacağı

çağdaşlaştırma gibi önemli bir görevi yerine getirmektedir”. Tabii ki topluma

müdahalenin en önemli gerekçelerinin başında da ona yan çizen unsurlar ve

gelişmelerin bulunduğu sayıltısıdır. Hâlbuki bu anlayışta, tutunulan çağdaş değerler

“orada” bir yerlerde, buna karşılık toplumsal gerçekler “burada bir yerde”

kalmaktadır (Aydın, 2006: 54–55).

Seçkinci yapılar, bir halk-seçkin ikilemi üstüne kuruldukları ve bir gerilim

yaşadıkları için sağlıklı bir çağdaşlaşma gerçekleşmemekte, çağdaş toplumların

temel özellikleri sayılan sosyal ve öncelikle siyasal değerler, norm ve kurumlar bir

türlü yerlerine oturmamaktadır. Çünkü seçkincilik sosyal ve siyasal yapıya müdahale

etmekte, tüm kurumların dayandığı sosyal süreç bir türlü kurulamamakta, halk

tarafından içselleştirilememektedir. Seçkinci yapılarda her şeyin görünen ve

görünmeyen iki kesiti vardır. Karar veren ve değişen seçkinlerin gerisinde duran ve

17

“istikrar sağlayıcı” olan bir ikinci yapı vardır. Yine bir görünen hukuk vardır, bir de

görünmeyen hukuk vardır. Seçkincilikte mevcut yasaların içi gerektiğinde yeniden

doldurulur, cezalar kişilere yer ve zamana, ihtiyaca göre ayarlanır. Seçkinciliğin

koruduğu çoğu zaman devletin yüksek menfaatleridir. Seçkinci yapılarda doğal

olarak atananlar seçilenlerin üzerindedir. Çünkü devletin asıl sahibi onlardır, ötekiler

gelip geçicidirler ve her an yanlış yapabilirler; halk ile içice olmaları, onları temsil

etmeleri, bu muhtemel yanlışlığın alt yapısını oluşturur. Çünkü halk yönetilmek için

vardır, görüşü alınmak için değil (Aydın, 2004: 151). Yine buna bağlı olarak devlet

yapısındaki üst bürokratik birimler, önemli mevkilerde görev yapacak kişilerin

atanmaları halka ve onu temsil eden meclise bırakılmaz Belli görevlerin, açık

bürokratik kuralların ötesinde belli yerlerden gelmesi gerektiği kabul edilir. Seçkinci

yapının bir diğer önemli özelliği ise, kendini vurgulayacak, işlevselliğini gösterecek

noktaların altını çizmiş olmasıdır ki bunların başında güvenlik sistemi gelmektedir

(Aydın, 2006: 56). İnsanlar tüm zamanlardan daha fazla modern dönemlerde

toplumları kendi isteklerine göre biçimlendirme olanağını elde etmiştir. Bu durum

beraberinde egemen insanların hırslarının daha da pekişmesine ve acımasızlaşmasına

neden olmaktadır. Özellikle 20. yüzyılda hemen hemen tüm toplumlarda dile

getirilen sınıfsız toplum fikri sadece bir mitten öteye geçmedi; sınıfsız toplum fikrini

somutlaştırmaya çalışan tüm iktidarlar ya mevcut sınıfı daha da seçkinleştirdiler veya

yeni sınıfların ortaya çıkmasına neden oldular. Demokrasi, insan hakları, eşitlik,

özgürlük gibi kavramlar sadece soyut düzeyde kaldı (Bottomore, 1987: 88–95).

Bottomore'nin belirttiği gibi; (1990:110–111) “birçok gelişmekte olan ülkede

bağımsızlık hareketini başarıyla yönetmiş tek bir partinin kendisini egemen seçkinler

olarak kabul ettirmiş olduğunu ve iktidarın, gerek geçmiş eylemleriyle, gerekse de

gelecekte modern bir ulus oluşturma vaadiyle meşrulaştırdığını görmek hiç de

şaşırtıcı değildir”. Gelenek ve modernizm arasında kalmış bu toplumların,

modernleştirme misyonuyla hareket eden aydınları, bürokratları gibi seçkinler sınıfı

bu misyon dolayısıyla seçkinci bir tutum içine girmişlerdir.

18

İKİNCİ BÖLÜM

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E SEÇKİNLER YAPISI

2.1. Osmanlı’nın Toplumsal ve Siyasal Tarihine Bir Bakış

Tarihçiler ve toplumbilimciler, Osmanlı devletinin gerek siyasal gerekse

toplumsal sisteminin batı feodal sisteminden temelde ayrıldığı görüşündedir. Bu

görüş tüm Ortadoğu toplumları için de geçerlidir. Osmanlı devlet sistemi

patrimonyalizm veya patrimoyalizmin bir türü olarak düşünülebilinir. Osmanlı

kuruluş dönemine baktığımızda kuruluşun toplumsal ve siyasal alt yapının temelleri

açıklanabilir.

Osmanlının kuruluşunda Osman Beyin kayın pederi Şeyh Edebali’nin dinsel

formasyonunun kurulan yeni devletin sosyal ve siyasal karakterine etkisi tartışılmaz

ve bu kültürel arka plan Osmanlıda kültürel olarak uzunca bir dönem çok etkin bir

nitelik taşımaktadır.(Timur, 1994: 25–28). Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey

cesur, lider tabiatlı bir kişilikti ama âlim değildi. Ama iki büyük danışmanı vardı.

Biri o günün en büyük fıkıh bilgini Dursun Fakih, diğeri mutasavvıf Şeyh Edebali

idi. Osman bey Dursun Fakih’in ilminden, Şeyh Edebali’nin irfanından faydalandı.

Osmanlı devletinin kurulduğu temel: Oğlum Orhan, bizim davamız kuru bir

cihangirlik davası değildir. Tebana adaletle hükmet. Şeriattan ayrılma. İlim ve hilm

koru. İla-yı kelimetullah uğrunda cihat et (Köse, 1983: 15).

Tüm bunlar Osmanlı da medreseleri Osmanlının düşünce merkezi ve beyni

haline getirdi. Medrese ilm-i muhtariyete sahipti. Osmanlı devletinde birçok vezir ve

baş vezir idam edildiği halde ulemadan tek bir kişi bile idam edilmemiştir. Ulemaya

verilen en büyük ceza sürgün idi. Osmanlı’nın, devletin bekasını sadece kılıcın

ucunda görmediği açıktır. Yönetimi ilmiye, seyfiye ve kalemiye gibi sınıflara

ayırarak, sağlam iş bölümü gerçekleştirmiştir. Medreselerin önderliğinde, köylü köy

odalarında, esnaf ve sanatkâr, ahi evlerinde ve loncalarda, bütün halk tekke, zaviye

ve dergâhlarda İslami ölçüler içinde eğitilmiş, dini, ilmi ve askeri üniteler halinde

teşkilatlandırılmıştı (Köse, 1983: 25–26). Bu sosyal yapının temellerinin siyasal

yapının oluşmasında ne kadar etkili olduğunu ifade ediyor.

19

Bu süreç zamanla Osmanlı Devletinde dönüştü. Yapıcı ve kurucu bir nitelik

taşıyan din ve ulema, Osmanlının son dönemlerinde etkililiğini ve saflığını yitirdi.

Devletle işbirliği yapan ilmiyenin yüksek tabakası doğru ya da yanlış reformları İslami

açıdan meşrulaştıran ve dolgun maaşlar alan, genellikle düşük rütbeli ve devlet

desteğinden yoksun olan orta tabaka ise cemaatle ve onun yüksek emeller peşinde

koşan liderleri olan eşrafla işbirliği yapma eğilimine girdi.

Osmanlı Devlet yönrtim sistemde en üst yerde padişah bulunmaktadır.

Padişahın görevi, toplumu İslamın emredici kurallarına göre yönetmek, değişik

toplumsal grupların düzen içinde beraber yaşamalarını sağlamaktı. Kuvvetlerin

ayrılmadığı bütün güçlerin padişahta toplandığı bu sistemde din ve devlet birimini

tamamlıyordu. Toplumsal düzenin ilahi kökenli olmasına bağlı olarak “İslam”,

Osmanlı devlet idaresinin özünü oluşturuyordu. Osmanlı siyasal yapısı, Heper’in de

belirttiği gibi (1977: 124), sürekli olarak patrimonyal özellik taşımıştır. Osmanlı

siyasal yapısının patrimonyal özelliğinin günümüz Türkiye’sinde de çok önemli

etkileri vardır. Örneğin günümüzde karşılaşılan birçok sorunun kökeni daha önceki

dönemlere dayanmaktadır. Ayrıca bugünkü siyasal kültürümüzün temel nitelikleri

daha önceki olaylara ve deneyimlere dayanmaktadır. Bu nedenle Türk siyasal

seçkinlerinin Osmanlı yönetici gruplardan ayrılıp ayrılmadığı, eğer ayrılıyorsa ne

ölçüde ayrıldığı sorusunun çok önemli olduğuna ve bunu anlayabilmek için de

Türkiye’nin geçmişine bakmak gerekiyor.

İnalcık Osmanlı yöneticisinin mutlak iktidarını açıklarken, “Osmanlı

yöneticileri, ilk kez bu kuramsal mutlakiyetçiliği iktidarı kendilerinde toplayacak

biçimde bir idare biçimi kurarak gerçeğe aktardılar. Yönetim işlevlerini sarayda

eğitilen kölelere (kul) vererek ulemayı da hizmetlerine almakla fethettikleri

topraklardaki aristokratların her türünü gözle görülecek bir biçimde ortadan

kaldırabilmeyi başardılar. Sultan’ın köleleri yürütme iktidarıyla ve Ulemada, tüm

hukuksal ve mali sorunları da içermek üzere, kanunların uygulanmasıyla

görevlendirildi. İdarenin bu iki dalı da birbirinden bağımsız olmak üzere merkezi

hükümete bağlandı. Sultanca atanmış bulunan yerel yargıca (kadı) valinin komutlar

verme yetkisi yoktu. Eğer bu dallar arasında uyuşmazlık çıkarsa, doğrudan merkezi

hükümete başvurulurdu. Aynı yargıçlar hem şeriatı hem de doğrudan sultanca

20

çıkarılan mevzuatı ve ikincil kanunları uygulanırdı. Diğer yandan şeriatı ilgilendiren

konularda düşüncelerin biçimlendirilmesinde en yüksek otoriteye sahip olan

şeyhülislamın hükümete veya hukukun uygulanmasına doğrudan karışma hakkı

yoktu. Bir kez, Şeyhülislam Ali Cemali hükümete gelip şeriata aykırı olduğunu

düşündüğü I. Sultan Selim'in (1512–1520) bir kararını protesto ettiğinde Sultan

kendisini devlet işlerine karışmakla suçlamıştı (Turhan,1991: 85–86).

Şerif Mardin’in sözleriyle “Osmanlı İmparatorluğu, feodal lordlardan daha çok,

merkezce denetlenen bir ordu ve patrimonyal bir bürokrasi kurmada başarılı olmuştu;

fakat Osmanlı toplumu bu çerçeve içinde kolayca denetlenemiyordu”

(Mardin, 1975: 9). İmparatorluğun kurulmasından önceki soylular, dini tarikatlar ve

çeşitli dini gruplar bu çerçeveyi zorlayan unsurlardı. Bu tür bir siyasal yapıda doğal

olarak iktidarı kullananlar birinci sınıf vatandaş sayılmış ve ticaretle uğraşanlara bu

denli değer verilmemiştir. Devletin ekonomi üzerinde egemenlik kurabilmesi de bu tür

bir siyasal yapının ürünü sayılabilir.

Geleneksel Osmanlı bürokrasisi, üyelerinin seçimi ve yetiştirilmeleri açısından

batı örneklerinden büyük ölçüde ayrılmakta, çok daha devletle özdeşleşmiş bir

görünüm göstermektedir. Osmanlı seçkinleri devletin yetiştirdiği Devşirmeler ile

yönetimde söz sahibi olmuşlar ve siyasal olarak bürokratik yapılanmanın temel taşı

niteliğini taşımışlardır. Bu konuyu Osmanlı Seçkinler Yapısı başlıklı bölümde

açıklamaya çalışalım.

2.2. Osmanlı Seçkinler Yapısı

Osmanlı İmparatorluğu’nda Mardin’e göre seçkinleri üç ana başlık altında

inceleyebiliriz. Askeri seçkinler (Yeniçeriler), İlmi ve Hukuki seçkinleri ifade eden

Ulema (İlmiye Sınıfı) ve padişahla temasta olan idareciler organizasyonu. Şerif

Mardin bu üç seçkin grubun arasından ulemanın yani ilmiye sınıfının Osmanlının son

döneminde batılılaşma çabalarının kurumsal bir görünüme büründüğünü Tanzimat

dönemi boyunca ne gibi etki ve rollerin olduğunu seçkin kuramlarla ifade etmenin

sadece şekli olacağını ifade etmiştir (Mardin, 1992: 263–268). Çağdaş batı tarihinin

siyasal bünyelerini oluşturan birimler, kökenleri bakımından ya siyasal ya da ırkla

21

ilgili iken Doğu tarihinde siyasal bünyenin temeli genel olarak ideolojiktir (Mardin,

1993: 70). Bu açıklamayla Türk moderlenmesinde gerçekleşen olayların bağlı olduğu

olgular tarihsel bir gelişim çerçevesinde ideolojik niteliğini öncellemesede gerçekte

çok önemli bir faktördür.

Tüm bunların ışığında Osmanlı da seçkinci yapıyı ve Osmanlı’dan

Cumhuriyet’e seçkinci yapının dönüşümünü temelde, Fatih Sultan Mehmet Han’ın

İstanbul’u fethederek ardından sadrazamlık makamına Türk asıllı Çandarlı Halil

paşanın yerine, devşirme Zaganos Paşayı getirmesinde bulabiliriz. Bu şekilde

Osmanlı’da her alanda olduğu gibi Osmanlı seçkinler yapısında da yeni bir dönem

başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğunda Devşirme Sisteminin, yöneten-yönetilen

ilişkisi açısından ve iktidarı yönlendirenler olarak değerlendirilmesi son derece

önemlidir. Yakın geçmişe gelinceye değin, Türk toplumunun tarihsel değişimi içinde

en etkili en uzun ömürlü seçkin grubunu, kuşkusuz bir bürokrat seçkinler grubu

oluşturuyordu. Yüzyıllar boyu yaşayan, sınırları çok geniş bir imparatorluğun,

yetkileri ne ölçüde sultanda toplanmış olursa olsun, çok güçlü bir bürokrasi

oluşturması kaçınılmazdı. Devlet örgütüne egemen olan bürokrat seçkinler, Osmanlı

dönemindeki önemli değişimlerde oynadıkları rolü, Cumhuriyet Türkiye’sinde de

uzun süre sürdürdüler (Çaylak, 1998: 21–98).

Osmanlı Devşirme Sistemi ve Bu Sistemin Osmanlı Seçkinler Yapısında

Önemi: Osmanlı Devletinin yönetim yapısını ellerinde bulunduran unsurlar hristiyan

azınlıkların çocuklarından oluşmaktaydı. Çocukluk yaşlarında ailelerinden alınanlar,

bir süre Türk ailelerde bulundurulduktan sonra, bürokrasinin özel olarak kurduğu

okullarda eğitiliyorlar, sonra da başarılarıyla orantılı olmak üzere devletin çeşitli

kademelerine getiriliyorlardı. Bu kişilerin batılı örneklerinden daha büyük ölçüde

sadık bir bürokrasi oluşturmalarının nedeni, toplumsal ve kültürel kökenlerinden

tamamen koparılmaları ve varlıklarının tümüyle devletin varlığına bağlanmasıdır.

Yetiştirilmeleri, çalışma koşulları bu bürokrasisinin devlet karşısında özerk bir

aristokrasiye dönüşmesine olanak vermemiştir. Tüm bu güçsüzlüğüne karşın, bu

bürokratlar Osmanlı devletini işleten seçkin kişilerdi. Gördükleri işlevler açısından

da, diğer devletlerin bürokrasilerinde karşılaşılamayan genişlikte önemli görevlerle

donatılmış bulunuyorlardı. Kısaca Devşirme Sistemini açıklayacak olursak;

22

Türk-İslâm devletlerinde görülen, savaş esirlerinden asker yetiştirme ve ordu

kurma işini, Osmanlı Devleti’nde de görmekteyiz. Bu usul, Osmanlı Devleti’nde

“Pencik” adını almıştır. Ancak Osmanlı’daki sistem diğer devletlerdekinden

farklılıklar arz etmiştir. Zira Osmanlı pencik sisteminde esirler, Türk ailelerin

yanında uzun zaman eğitime tâbi tutuluyordu. Bu sistem bir süre yaşadıktan sonra

yerini, daha teşkilatlı ve köklü bir ordu kurma imkânı veren “Devşirme Sistemi”ne

bırakmıştır (Uzunçarşılı, 1989a: 13–53). Devşirme: Saray hizmetleriyle Yeniçeri

Ocağı'nda istihdam edilmek üzere toplanan Hıristiyan çocuklar hakkında kullanılan

bir tabirdir. Bu hizmetler, daha evvel savaş esirlerine gördürülüyordu. Esirler, I.

Murad zamanında kurulan “Yeniçeri Ocağı” denilen ocakta yetiştirildikleri gibi,

sayıları fazla olduğu zamanlarda Türkçeyi ve Türk-İslam geleneklerini öğrenmek

üzere Anadolu’daki ailelerin yanına da verilir, sonra alınarak muhtelif işlerde

istihdam edilirdi. Osmanlı sınırlarının Balkanlar’a ulaşmasıyla birlikte, devletin artan

asker ihtiyacını karşılamak için yeni imkânlar aranmıştır. Böylece, “Osmanlı

topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerin” küçük yaşta olanlarının beşte biri

alınmaya ve Acemi Ocağı’na kaydedilmeye başlanmasıyla, “Acemi Oğlanı”

toplamak suretiyle “Devşirme” sistemi oluşmuştur. Devşirme Sistemi, Yeniçeri

Ocağı’nın I. Murad zamanında kurulmasından başlayarak I. Çelebi Mehmed

zamanında gelmiş, II. Murad zamanından itibaren de bir sistem olarak yürütülmüştür.

Bu sistem, 17. asra kadar fonksiyonunu devam etmiştir.

Devşirme sistemi, sadece belli bölgelerde ihtiyaca binaen değişmekle birlikte

belli zamanlarda ve hassasiyetle tatbik edilmiştir. Devlet bu sisteme büyük

ehemmiyet vermiştir. Devşirmeler, padişah tarafından tayin edilen memurlar ve

sancak beyi, sadrazam, kadı, beylerbeyi gibi önemli devlet erkânı ile Yeniçeri

Ocağı’ndan ilgili kişilerden oluşan heyet tarafından toplanmıştır. Devşirmelerde

devletin istifade edebileceği bir takım hususiyetler aranmıştır. Vazifeli devlet erkânı

tarafından genellikle 8, 10 ve 15 yaş arasında bulunan Hıristiyan erkekler seçilmiştir.

Bu iş gelişigüzel yapılmamış, tam aksine belirli nizamlar dâhilînde yürütülmüştür.

Devşirilen bu çocuklar, büyük güvenlik tedbirleri içinde İstanbul’a getirilirdi. Çünkü

bazı aileler, kendi çocuklarının da devlet merkezine giderek iyi bir eğitim görmesi ve

devlet kademelerinde iktidar seçkini olarak yer almasını sağlamak gayesiyle,

23

devşirme kervanına sokmak için evrakları veya çocukları değiştirmek gibi

yolsuzluklara başvurabiliyorlardı. Bu sebeple, devşirmelere büyük hassasiyet

gösterilmiştir (Uzunçarşılı, 1989a: 54–101). Devşirmeler hiçbir zaman “köle” gibi

kabul edilmemiştir. Devşirmelere yeniçeri olduktan sonra verilen “Kapıkulu” adı,

padişahın büyük sıfatından kaynaklanmaktadır. Bazı Devşirme kökenli Osmanlı

devlet seçkinleri, Köprülü Mehmed Paşa, Kırım fatihi Gedik Ahmed Paşa, Yemen

fatihi Sinan Paşa, Şehid Ali Paşa, Sokullulu Mehmed Paşa devşirme olarak alınıp,

Saray okulu olan “Enderun’da” yetiştirilerek devlet mekanizmasında istihdam edilen

büyük devlet adamlarındandır (Uzunçarşılı, 1989b: 16–17). Osmanlılar, Türk-İslâm

gelenek ve güzelliklerini, yine İslâm'ın sevgi ve hoşgörü denizi içinde, devşirme

usulü ile alınan gayr-i Müslimlere öğreterek, onlara yepyeni bir dünya

kazandırmışlardır. Büyük itina ile seçilen devşirmelerin bir kısmı Anadolu’ya çeşitli

ailelerin yanına gönderilmiştir. Devşirmelerin yetiştirilmesini “Saray Okulu” denen

“Enderun” yapmıştır. Enderun’a alınanlar daha ziyade, devlet mekanizmasına

girebilecek zeki ve kabiliyetli devşirmelerdir. Bununla birlikte sarayda bulunan

“Küçük Oda, Büyük Oda” gibi yerler, devşirmelerin ilk etapta eğitim gördükleri

yerlerdir. Bu yerlerde ve Enderun’da devşirmelere, görgü kurallarından dini ve

müspet ilimlere varıncaya kadar kendilerine lâzım olan her konuda eğitim ve öğretim

verilmiştir. Buralardan yetişen devşirmeler, kaptan-ı derya, vezir, sancak beyi, vezir-i

âzam gibi büyük devlet adamları olarak yetişmişlerdir. Bu durum ise, gayr-i

müslimler için oldukça büyük bir imkân doğurmuş ve bu şekilde gayr-i müslimler,

devlet yönetimine etkili olarak katılabilmişlerdir.

Devlet ise, çok önemli ve zengin bir millî potansiyeli teşkil eden bu

insanlardan istifade etmiştir. Bununla birlikte “müslim-gayr-i müslim halk” ile

“devlet-gayr-i müslim yakınlaşması, kaynaşması ve birlikteliği” sağlanarak; “devlet

ve millet olarak içtimai bütünlük” elde edilmiştir. Bu nokta bize; “çok millet”li bir

mozaiğe sahip olan Osmanlı Devleti’nin, bu yapısıyla uzun süre yaşayabilmesinin

önemli bir sırrını da vermektedir (Pakalın, 1983: 31). Bu sistem vasıtasıyla Osmanlı

Devleti, ezmeyerek ve unutmayarak gayri Müslimlerin devlet seçkini olmaları için

imkân sunmuş ve onların dünya siyaset ve medeniyet tarihinde önemli bir rol

oynamalarına geniş bir kapı açmıştır. Osmanlı Devleti, devşirme sistemini kendine

24

has yorumuyla tatbik etti. Hem kendisi, hem de gayr-i müslim-müslim halk çok

şeyler kazandı. Aslında devşirme sistemi Osmanlı tarihinin itinalı bir yerinde

durmakla birlikte, bugünkü bazı metodlara da ilham kaynağı olmuştur.

Osmanlı Devletinin eğitim öğretim hususundaki temel müesseselerinden biri

olan Enderun Mektebi, devletin en üst düzeyde siyasî, idarî, bürokratik, askerî, ilmî

ve sanatsal personelinin yetişmesini sağlamıştır. “Osmanlı’dan geriye ne kaldı?” diye

sorduğumuzda aklımıza camiler, kervansaraylar, türlü mimari harikalar, muhteşem

çiniler ve gözümüzü ışıldatan hatlar ve ebrular; gök kubbeyi kaplayan bir hoş seda,

bir musiki; binlerce sayfalık bir edebiyat ve nağmeler gelir. Evet, ama bundan başka

dünya eğitim tarihinde bir çığır açmış, birçok noktada öncü olmuş Enderun Mektebi

de gelmelidir. Zira Enderun Mektebi, çok yönlü amaçları olan bir eğitim ve devlet

felsefesi, bir siyasî ve idarî nizam, bir dünya görüşüdür. Osmanlı kendi iktidar

seçkinlerini bu muazzam sistem ile yetiştirmiş ve uzun yıllar adil yönetimini mizanda

tutmuştur. Enderun Mektebi’nin ve bu mektebin kuruluş amacının, programları,

çalışma sistemi ve teşkilatlanmasıyla, eğitim ve öğretimin değerlendirildiği,

öğrencilerin daha kaliteli yetiştirilmesi düşüncesinin bütün toplumlar tarafından

kabul edildiği, iyi bir gelecek için entelektüel insan unsurunun öne çıkmaya başladığı

asrımızda, bölgesinde asırlarca kavga çıkartmadan birçok etnik unsuru, yüzyıllarca

barış ve huzur içinde başarıyla yönetmiş bir devlet olarak Osmanlı seçkin kadrolarını

oluşturmada bu sistemi etkili kullanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda bürokrasi, askeri ve sivil işlevler birlikte

yürütmekteydi. Savaşların sürekliliği, özellikle, bürokrasinin askeri işlevlerinin

önemini çoğaltıyordu. Ayrıca sivil görevleri de doğal olarak yine bu bürokrasi

görüyordu. Yine imparatorluğun ekonomik yapısı savaş ganimetleri ve tarıma

dayandığından ve toprağın mülkiyeti de devlete ait olduğundan iktisadi işlevlerin

büyük bir bölümünün de Enderun mekteplerinde yetişen devşirme bürokrat seçkinleri

tarafından yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Bu bürokrat yapı Osmanlı’da seçkinler

yapısının yönetsel sürecini teşkil ediyordu. Bu bürokratik yapının Osmanlı’da nasıl

ortaya çıktığını Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerinde bulabiliriz.

25

2.3. Osmanlı Kuruluş Dönemi Seçkinler Yapısının Tarihsel Gelişimi

Osmanlı’nın on üçüncü yüzyılın sonu ve on dördüncü yüzyılın başındaki

görkemli yükselişinin kaynağı, ikinci derecedeki beylerin, göçebe aşiret liderlerinin

ve mahalli aile reislerinin askeri liderlerden oluşan bir yönetici sınıf haline

dönüşmesiydi. Osmanlı topraklarının doğusunda çok sayıda küçük ama gelişmiş

feodal Türk Devleti vardı ve bunlar önce Selçuklulara daha sonra da daha doğuda ve

Orta Asya’da bulunan Türk-Moğol hükümdarlara bağlı olarak yaşıyorlardı.

Osmanlı’nın batısında bulunan Bizans güçten düşmüştü ve hızlı bir şekilde

zayıflıyordu. Osmanlı ailesinin liderliğinde yeni kurulmuş olan Osmanlı Beyliği

büyük ölçüde yukarıda sayılan guruplara dayanmaktaydı. Batıdaki toprakların

fethedilmesi ve yönetilmesi görevini üzerlerine alan liderler uç beyi olarak

biliniyordu. Erken Osmanlı Devleti aslında dönemin diğer birçok Türk Devleti gibi

sadece bir uç beyliği idi. Ahiler, Osmanlı Devletinin kuruluşun da önemli rol

oynamışlardır (Ayverdi, 1975: 17–125). Osmanlı hanedanında somutlaşan merkezi

otoritenin temel rolü, askeri işbirliğini sağlamak, sorumlulukları dağıtmak ve uç

beyleri arasındaki sorunlarda en yüksek hakem olarak hareket etmekti.

Araştırıldığında erken Osmanlı sosyo-politik sisteminin belkemiğini oluşturan birçok

aile ile karşılaşmaktayız. Osmanlı’nın ilk dönemlerinin seçkinci yapısı bu aile

soylarından oluşmaktadır diyebiliriz. 14. yüzyılın sonlarında devletin topraklarının

ana kısmını oluşturan Balkanlar ve Anadolu’daki geniş toprakları denetimi altında

bulunduran bu aileler özel tipte bir “soylular” topluluğu oluşturmaktadır (Findley,

1994: 57–81).

Fethedilen topraklarda çalışan köylüler beylerin denetiminde olmakla birlikte

genellikle devlete bağlı idiler. Buda nispi bir özgürlüğe sahip olmalarını

gerektiriyordu. Beyler genellikle kendi bölgelerinde bir ordu beslemek ve savaş

sırasında merkezi otoritenin, yani tahtın emirleri doğrultusunda bu orduya komuta

etmekle yükümlüydü. Sultan teorik olarak en yüksek rütbeli bey olarak nihai karar

mercii olmasına karşın, askeri ve idari fonksiyonlarını yerine getirmek için beylerin

işbirliğine ihtiyaç duymaktaydı. (Ortaylı, 1983: 23–28). Bu iş birliği beyin toprak

üzerindeki haklarını ve tahtın ise siyasal iktidarını güvence altına almaktaydı.

26

Bu aşamada beyler temel seçkinci grup olarak belirdiler ve on dördüncü

yüzyılda merkezi Osmanlı devletinin büyük bir düzenli orduya ve geniş bir

bürokratik örgüte sahip olmayıp, büyük ölçüde beylerin işbirliğine dayandığı ifade

edilmelidir. Devşirme sistemi, bürokrasideki Türk unsurunun yerini, genellikle başka

bir dinden İslam’a dönmüş olup sultana kişisel olarak bağlı hareket eden yüksek

devlet görevlilerinin almasına sebep oldu. Böylelikle seçkin ailelerin yerini seçkin

devlet görevlileri niteliğini taşıyan Osmanlı bürokrat seçkinleri yavaş yavaş almaya

başladı. Mülkiyeti devlete ait olan ve padişah tarafından atanmış görevliler tarafından

idare edilen tımar arazileri başlı başına bir ekonomik sistem haline geldi (Wittek,

1938: 18–39). Buna karşılık yargı sistemi kaynağını İslam hukuku ile yerel

geleneklerden alan ve heterojen nitelikli topluma uygulanabilir nitelikte bir dizi genel

ama esnek kurallar getirmeye çalıştı.

Tarımsal topraklar toplumun temeli ve beylerin iktidarının kaynağı idi. Böylece

bir tarafta kendi otoritesini arttıran merkezi devlet, diğer tarafta da özerkliklerini

korumak isteyen uç beylerinden oluşan bir yapı ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu seçkinci

yapı saray tarafından tehdit olarak algılanmaya başladı. Aynı şekildi beyler içinde

her an otoritelerini ve özerkliklerini kaybetme korkusu sosyal ve ekonomik

gerçekliğin arkasında bir fikri gerçeklikte oluşturmaya başladı. Neyse ki batıdan

gelen bir tehdit bu fikri sürecin ve sarayın, beyleri seçkin olarak gördüğü ve tehdit

olarak algılamaya başladığı sürecin bir süre daha düşünülmesini engelledi ve bir

süreliğine bu kaygı ve korkuları her iki taraf içinde, hem beyler açısından hem de

padişah açısından gündem dışı bıraktı. Haçlı saldırılarının etkisi, merkezi otorite ve

beyler arasında git gide yükselen gerilimi kısmen sınırladı. Niğbolu’da kesin zafer

kazanan padişah Yıldırım Bayezid imparatorluk ordusunu genişletmek ve merkezi

kurumların otoritesini arttırmak amacıyla uç beylerinin güçlerini sınırlandırmaya

karar verdi (Wittek, 1938: 22–72). Ne var ki, 1402 Ankara savaşında uç beyleri ve

onların komuta ettiği ordular Timur’a karşı kendisine destek vermediler. Bunun

sonucunda Bayezid yenildi ve esir düştü. Osmanlı’da seçkin bir gurubun çok

sistematik ve organize olmasa da merkezi yönetime tepki göstermesi savaş alanında

Osmanlı’nın yanında yer almaması sonucunda nerdeyse Osmanlı devletinin

sonunun gelmesine sebep olacaktı.

27

2.4. Osmanlı Yükseliş Dönemi Seçkinler Yapısı

II. Murat ve özellikle II. Mehmet (Fatih Sultan Mehmet) dönemlerinde,

Osmanlı imparatorluğu ciddi bir bürokratik yapılaşma sürecine girdi. Sınırları çok

genişleyen Osmanlı imparatorluğu, yönetsel ve siyasal idari yapısında da köklü bir

değişime gitti. Osmanlı seçkin yapısında idari seçkin olan sadrazamlar artık Türk

soylulardan atanmamaya başlanacak ve devşirmeler sadrazam olacaklardı (Kışlalı,

1999: 209–211). Fatih Sultan Mehmet tarafından kanunname adı verilen bir dizi

kanun yürürlüğe sokuldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari yapısının temellerini

oluşturan bu düzenlemeler, 19. yüzyıla kadar varlığını sürdürecekti. Bu kanunların en

önemli niteliği, beyler, merkezi otorite ve toprak sistemi arasında ilişkileri

düzenlemek için getirilmiş olmasıydı.

Sultanın yürürlüğe soktuğu bu kanunlar, beyleri bürokrasi içine dâhil etmenin

ve toprağı katı kurallara tabi hale getirmenin aracı oldu. Sonuçta yarı özerk olan uç

beylerin yerine, taşradaki bürokratik yapının omurgasını oluşturan geniş bir

memurlar kadrosunu getirmek bu sayede mümkün oldu. Bürokrasinin esasını

oluşturan kısım, devşirme sistemi aracılığıyla oluştu ve uç beylerinden çok daha

yüksek bir seçkinci niteliğe büründü ve ayrıcalıklı nitelik kazandı (Wittek, 1968: 40–

88). Çoğunluğu beylerden oluşan erken Osmanlı soyluları, genellikle Türk-

Müslüman kökenli idiler. Bu seçkinci yapı dönüşerek Osmanlı bürokrat seçkinci

yapısına dönüştü ve on beşinci yüzyılda eski siyasal güçlerini yitirdiler. Ancak

topraklarını ve kırsal kesimdeki toplumsal konumlarını korudular. Siyasal güçlerini

saraya bağlı bürokrat seçkinlerine kaptıran eski seçkin uç beyleri niteliksel olarak

dönüşerek sivil bürokrat seçkinler diyebileceğimiz ayanlara dönüştüler; ancak tahta

sağdık geniş bir bürokratlar kadrosu seçkin yapılarıyla, onların karar alma

pozisyonlarına doğrudan katılmalarını engellediler. Bu süreç 19. yüzyılda yeniden

nitelik olarak yapısal bir dönüşüm yaşayacak ve sosyal, siyasal ve kültürel süreçlerde

etkileri artacaktır. Merkezi otorite imparatorluk ordusunu genişleterek üstünlüğünü

sağladı. Fatih Sultan Mehmet bürokrasinin desteğiyle asker seçkinleri yeni çerilerin

sayısını, maaşlarını ve bunun yanı sıra eğitimlerini ayrıca disiplinlerini de arttırdı.

Her vilayete merkezi hükümetin temsilcilerine arka çıkacak yeniçeri birlikleri

28

yerleştirdi. Heyetlerden oluşan sistem aracılığıyla faaliyet gösteren, hiyerarşik bir

bürokratik yapı kurdu (Wittek, 1968: 40–88). Böylece Osmanlı devleti yüz elli yıl

içinde temel yapısını oluşturdu. Padişahın başında olduğu bir askeri-bürokratik

seçkinci grup iktidarı elinde tuttu. Âlimlerin ve tüccarların sosyal yapı içindeki

konumları da belirlendi. Ulemaya ayrı bir değer verildi. Ulema aydın bir dini

seçkinci yapı oluşturdu bu dönemde ve şeyhül İslam makamı devlet yönetiminde

etkin bir idari seçkinci rol üstlendi. Tüccarların yani mesleki yapı unsuru olan ahilik

korporatist bir nitelik taşıyarak Osmanlının sosyal yapısında hayati bir organ olma

özelliği gösterdi (Parla, 2005: 7–17). Ayrıca Fatih Sultan Mehmet, belli başlı tüm

dini gurupların dini liderlerine dinlerinin seçimlerine ve dini-kültürel ilişkilerine

özerk olarak düzenlemelerine imkân sağlayan millet sistemini de kurdu ve Osmanlı

devletini bir Osmanlı milleti haline getirdi (Karpat, 2009: 47–48). Bu ifade bize

Türk siyasal yaşamının ne kadar değiştiğini ifade ediyor aslında. Osmanlı’nın bir

millet haline gelme süreci milliyetçilik akımlarının ortaya çıkmasıyla en zor

günlerini yaşamıştır. Ancak çöküşle birlikte, yeni bir millet olgusu kurtuluşla

doğmuştur.

2.5. Batılılaşma Sürecinde Seçkinler Yapısının Dönüşümü

2.5.1. Tanzimant Fermanı ve Tanzimat Dönemi

Osmanlı ıslahat çalışmaları uzun bir döneme yayılmıştır. İlk dönemlerde ıslahat

çalışmaları mevcut yapıyı bozmadan yapılan ıslahat çalışmaları iken daha sonraki

dönemde özellikle II. Mahmut ile birlikte ıslahat çalışmalarının mevcut yapıyı

değiştirici daha sistematik bir şekilde ve nitelikte olduğu görülmektedir. Islahat

çalışmaları içerisinde radikal dönemin başlangıcı Tanzimat dönemidir. Tanzimat

dönemi Osmanlı modernleşme süreci için keskin bir virajı ifade etmektedir, yüzyılı

yakın süren modernleşme süreci ve sancısı Tanzimat’la birlikte daha radikal bir

evreye girmiş ve özellikle Osmanlı bürokratik sınıfının modernleşmeyi/batılılaşmayı

bir misyon addederek doğrudan müdahaleyi yasallaştırdığı bir sürecin başlangıcı

olmuştur. Osmanlı bürokrat sınıfının padişahı aşan bir yetki ile hazırladığı ve

padişahın da ses çıkarmadığı, çıkarmak zorunda olmadığı zorunda kalmadığı

29

Tanzimat fermanı, siyasal, iktisadi ve sosyal yapıyı yeniden tasarımlama girişimidir.

Ancak bu tasarımlama girişiminde sadece bürokratik sınıfın özerk alan değil aynı

zamanda Avrupalı devletlerin ve Avrupalı tüccar sınıfının ve bu sınıfla ticari

ortaklıkları olan Osmanlı bürokratlarının ve tüccar kesiminin müdahilliği de söz

konusudur.

Osmanlı İmparatorluğu'nda siyaset ile bürokratik işler iç içeydi. Dolayısıyla

bürokrasi sınıfı aynı zamanda siyasetle uğraşan sınıftı. Bürokrasinin özellikle

politikleştiği dönem Osmanlının zayıfladığı son dönemlerdir. Bu dönemde, bu sınıf,

imparatorluğu eski gücüne ve itibarına kavuşturma misyonunu yüklemiş, böylece

ideolojik motivasyonu olan bir sınıfa dönüşmüştür. Bu bürokratik sınıf elindeki

yetkiler dolayısıyla, Ortaylı (1999: 89) tarafından “Babıâli diktatörleri” olarak

nitelendirilmiştir. Bürokrasi, toplumsal bir temele ve desteğe dayanmadığından

gerçekleştirdiği yenilikleri devlet desteği ile yapmaya çalıştı. Devleti siyasal,

toplumsal, iktisadi ve kültürel alanların hepsinde etkin kılacak bir yapılanma işine

giriştiler. Bu dönemde etkin olan sınıf bürokratik sınıftaki seçkinler olsa da, bu

durum diğer sınıfların özellikle tüccar sınıfının seçkinlerinin pasifleştiği anlamına da

gelmiyor. Çünkü bürokratik sınıf Osmanlı toplumunun en zengin sınıflarından

biriydi. Bu sınıf, ayrıca bürokratik işlerinin dışında ticari hayatla oldukça içli dışlı bir

sınıftı. Dolayısıyla tüccar sınıfıyla her zaman dirsek teması içerisinde olmuştur. Ve

yapılan yapısal değişimler tüccar sınıfının çıkarları doğrultusunda olması dolaylı

olarak kendi çıkarları anlamına da gelecektir.

3 Kasım 1839 yılında Sultan Abdülmecit döneminde, Gülhane'de toplanan

yerli ve yabancı devlet adamlarıyla halk topluluğunun önünde devrin Sadrazamı

Mustafa Reşit Paşa tarafından Tanzimat fermanı okundu. Okunan fermanın Osmanlı

tarihi içerisinde ki en önemli yeri, halk ile devlet arasındaki ilişkilere yeni boyutlar

getiren ve devlet ile halk arasındaki ilişkileri hukuki açıdan teminat altına alan bir

ferman olmasıdır. Ferman, Osmanlı devlet ve toplumunun içinde bulunduğu

durumun vahim ve kabullenilemez olduğunu, Osmanlı'nın bu halden kurtulabilmesi

için gerekli düzenlemelerin yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. Öncelikle can,

mal ve namusun kıymetliliği belirtilmekte ve bunların korunması gerektiğini; ancak

30

bunların güvencede olduğunu bilen kişinin devletine ve milletine faydalı olacağı

üzerinde durmaktadır.

Tanzimat dönemi bürokratlarının iktisada ciddi anlamda önem verdikleri

görülmektedir. Bu dönemden itibaren Osmanlı’nın ekonomik olarak çöküşünün

nedeni yerli bir burjuva sınıfının yokluğundan kaynaklandığı düşüncesi yeşermeye

başlamıştı. “Osmanlı toplum ve ekonomisinin kapitalist gelişmenin dışında olmasının

en önemli göstergelerinden biri de yerli bir burjuva sınıfının olmayışı, büyük özel

servetlerin engellenişi idi. Tanzimat mal güvenliği gerekçesiyle böyle bir sosyal

zümrenin doğuşunu desteklemiştir” (Tabakoğlu, 2000: 13). Dolayısıyla bürokratlar

tarafından kaleme alınan Tanzimat Fermanı liberal bir iktisadi anlayışın ve buna

bağlı olarak yeni bir yönetim modelinin gerçekleştirilmesi istemine dayanmaktadır

(Ortaylı, 1999: 99). Ayrıca bu yeni yönetim modeli daha önceki dinsel ayrıcalıkları

mümkün mertebe ortadan kaldıran, laik bir devlet oluşumunu hazırlayan bir nitelik

taşımaktadır.

Tanzimat fermanı sonrası dönemde çıkarılan muhtelif kanunlarla özel

mülkiyete ilişkin düzenlemeler yapıldı. 1858 tarihli arazi kanunun da miri toprakların

durumu özel mülkiyete yaklaştırılarak, toprak mülkiyetinin kayda geçirilmesi ve

böylece mülkiyetin hukuksal güvence kazanması sağlandı. Daha sonra 1861, 1862 ve

1870 yıllarında yapılan düzenlemelerle miri (kamuya ait) toprağın satışı

kolalaştırıldı. 1880’de hazine ye kamu topraklarını özel çiftliklere dönüştürdükten

sonra satma yetkisi verildi (İnsel, 1996: 67–68). Görüldüğü gibi yerli bir burjuvanın

oluşturulması için devlet radikal değişikliklerde bulunmuş ancak bu değişiklikler

daha çok yerli sanayiciye değil de, Avrupalı sanayici ve tüccarlara yaramıştır.

Tanzimat dönemi Osmanlı iktisadi hayatında belirleyici olan kesimler Avrupalı

tüccarlardı. Yeni pazarlar ve hammadde kaynakları onların denetimindeydi ve

Tanzimat fermanı, onu takip eden ıslahat fermanı ve daha sonra yapılan diğer

düzenlemeler, Osmanlı bürokrasisinin bütün iyi niyetliliğine ve devleti kurtarma

gayretlerine rağmen Avrupalı tüccarın Osmanlı pazarındaki etkinliğini ve güvenliğini

sağlamaya dönük oldu.

Özel mülkiyetin oluşturulması ve yerli bir burjuva sınıfını oluşturma politikası

ülkenin değişik yerlerinde zaten var olan köylü sömürüsünü daha da arttırdı.

31

Toprağın özel mülkiyet haline gelmesiyle toprak sahibi taşradaki beylerin köylü

üzerindeki baskısı arttı. Özellikle köylü üzerinde artan sömürü ve bunun neden

olduğu köylü firarları, köylüyü toprağa bağlamak için toprak sahiplerince alınan

önlemler ve toprakta özel mülkiyetin kurumsallaşması gibi durumlar bu dönemdeki

sınıflar arası mücadelenin birer göstergesidir (Wallerstein vd., 1983: 49).

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı devlet yapısı Avrupa

mali sermayesinin imparatorluğa sızmasına izin verecek bir yapıya dönüştürüldü.

Özellikle bu dönemde yapılan demiryolu yapım antlaşmaları, devletlerarası

antlaşmalar temelinde gerçekleşiyordu. Bu yatırımlar ilk doğrudan yabancı sermaye

yatırımlarını oluşturmaktadır (Wallerstein vd., 1983: 48). Böylece Osmanlı

ekonomisi kapitalist dünya ekonomisinin bir uydusu haline gelmiş bulunmaktaydı.

Tanzimat fermanından bir sene önce imzalan Osmanlı-İngiliz antlaşması olan Balta

Limanı Antlaşması Osmanlı Devleti’ni periferileştiren bir antlaşama olarak ta kabul

edilmektedir. Gerçi Osmanlı ekonomisi İngiliz ticaretine 1838 antlaşması öncesinde

açılmıştı. Ekim 1801’deki Ticaret-i Dâhiliye, 1809’daki Kale-i Sultaniye

Antlaşmaları ülke içinde İngiliz tüccarlara yeterli güvenceyi veriyordu. Osmanlı

1802’den beri ingiliz tüccardan %3 gümrük vergisi alarak yerli tüccar muamelesi

yapıyordu. Dolayısıyla 1838 antlaşması yeni bir sömürü kapısını açmak yerine zaten

başlamış olan ve devam eden sömürüyü Ortaylı'nın ifadesiyle kâğıda döküyordu.

Ancak bu antlaşmadaki yerli tüccarı olumsuz etkileyen yenilik, ticaret ve sanayi

üzerindeki tekelin yabancılar lehine kaldırılmış olmasıdır (Ortaylı, 1999: 107–108).

Üretilmeye çalışılan Osmanlı liberal seçkinlerinin varlığı Avrupa’lı tüccarların

sosyo-ekonomik işlerine yaramıştı. Tüm bu süreçler halk arasında ayrışmalara sebep

olmuş ve ideolojik ayrışmaları Fransız Devrimininde etkileri ile kolaylaştırmıştır.

2.5.2. Jön Türkler

Jön Türkler On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti’nde, batı

tarzı idare ve fikirlerin gelişip yayılması için çalışanlara verilen bir isimdi. “Yeni

Osmanlılar” veya “Genç Türkler” de denilen bu grup mensupları, Avrupalıların

verdikleri Fransızca “Jeunnes Turcs” adıyla meşhur olmuşlardır. Bu tabir, umumî

32

olarak, o yıllarda Avrupa’da politika, fikir ve edebiyatta aşırılık taraftarı gençlere

veriliyordu.

Yeni Osmanlılar için ise, ilk defa Mustafa Fazıl Paşanın yayınladığı bir

mektupta, “Yeni Osmanlılar” karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık

Kemal ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun

süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar

tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur (Zürcher, 2007:

88–96). Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız İhtilâlinden sonra Avrupa’da süren

1830 ve 1848 ihtilâllerine ve bunların neticesinde ortaya çıkan fikir hareketlerine

heveslenenler tarafından, 1865’te, gizli bir teşkilât olarak, İstanbul’da kuruldu. Yine

bu tarihte, Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek, kardeşi

Mustafa Fazıl Paşayı bütün haklarından mahrum etti. İkbal küskünü olan bu paşa,

Abdülaziz Han'a ve üst kademe devlet adamlarına düşman kesildi. İntikam için, Jön

Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek, onları bilhassa maddî yönden büyük

çapta destekledi (Keyder, 1989: 73–79).

Mustafa Fazıl Paşanın, Abdülaziz Hana hitaben, Paris’te yazdığı ve küstahça

ifadelerin yer aldığı mektup, 1867’de Türkçe'ye tercüme edilerek, Tasvir-i Efkâr

Gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı ülkesinde binlerce adet bastırılıp dağıtıldı.

Mektup, Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin, kalemleri ile dile getirdikleri fikirleri,

“Osmanlı Devletine meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupai

tarzda hak, hürriyet verilmesi” şeklinde özetlenebilir (Mardin, 1991: 97–98). Bunların

sağlanması için, aralarında birlik kuramadılar. Çoğu, ihtilâl ve kanlı mücadele istedi,

bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı gözüktü. Abdülaziz Hanın Fransa ve İngiltere

ziyaretleri esnasında, Padişahtan af diledikten sonra kendisine nazırlık verilen

Mustafa Fazıl Paşa, maksadına kavuşup aralarından ayrıldı. Padişahın bu ziyaretinden

sonra, Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz

hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular. Hiçbir devletten destek göremeyen Jön

Türkler, bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştılar. Bir kısmı İstanbul’a dönüp

Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldılar. Bazıları da yayıncılık

faaliyetlerine devam ettiler. Birinci Meşrutiyetin ilanı ile canlanan Jön Türkler (Yeni

Osmanlılar Cemiyeti), zararlı faaliyetleri görülünce, İkinci Abdülhamid Han

33

tarafından kapatılarak ortadan kayboldu. Böylece, Jön Türklerin birinci devre faaliyeti

sona erdi. Fikirleri ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devletine ve

bazı devlet ricaline karşı ağır ifadeler ihtiva ediyordu. Bu mektubun akabinde,

Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle,

Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri

açılıyor ve sayıları çoğalıyordu. Jön Türkler, bu yayınlarından, mükemmel bir fikir

sisteminin ifadesi ve izahından ziyade, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve

hep aynı şeyleri tekrarladılar (Akşin, 1998: 114–128).

Bundan sonra, yurt içinde ve dışında kurdukları birçok dernek ve yayınladıkları,

sayıları yüze varan dergi ve gazete ile İkinci Abdülhamid Hanın şahsında devlete

karşı kesif bir propagandaya girişen Jön Türkler, sıkı bir işbirliği içinde oldukları

Fransız ve İngiliz hükümet çevrelerinden destek gördüler. Nitekim 4 Şubat 1902’de

Paris’te toplanan Birinci Jön Türk Kongresi, Fransız Senatosu üyesi Lafeuvre

Contalis’in evinde yapıldı. Bu kongreye, Osmanlı Devletinin hâkim olduğu hemen

her bölgeden çağrılan delegeler katıldı. Bunlar arasında bulunan her din ve milliyetten

insanın ortak vasfı, Osmanlı Devletine karşı olmaktan ibaretti. Bunun dışında,

aralarında hiçbir bağ ve fikrî birlik bulunmayan bu insanlar, aralarındaki sen-ben

çekişmesi sebebiyle, kongreyi başarısız bir şekilde sona erdirdiler. Delegeler, Osmanlı

Devletinin yıkılması hariç, başka hiçbir noktada birlik olamadılar (Ubicini, 1998: 89).

27–29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan İkinci Jön Türk Kongresine; İttihat

ve Terakki, Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet cemiyetleri

yanında, Ermeni Taşnaksutyun Komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik

olmamasından yakınılan bu kongrede; Osmanlı Devleti aleyhine en ağır ithamlar

yapıldıktan sonra, İran Mebusan Meclisine dostluk telgrafı çekilmesine,

Makedonya’daki Rum, Bulgar vs. çetelerinin, devlete karşı olan isyanlarının

desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek, ihtilâlci yayınlar yapılmasına

karar verildi. Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde, ön planda

meşrutiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da, her grup ve şahsın ayrı ayrı maksatları

vardı. Azınlıklar istiklâl, hiç değilse muhtariyet kapmak, şahıslar ise şahsî hırs ve

arzularını tatmin etmek peşindeydiler. Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak

isteyenler tarafından methedilen Jön Türklerin faaliyetleri ise, devletin yıkılışını

34

hızlandıran belli başlı sebeplerden olmuştur (Ubicini, 1998: 95–97). Batı dünyası

karşısındaki tavırlarının taklitten öteye geçememesi, devlet kademelerinde yer almak,

meşhur olmak, hattâ Mithat Paşa'da olduğu gibi, kendi ailelerini hanedan yapmak için

azınlıklarla, eşkıyalarla, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği

yapmaktan çekinmemeleri, bu faaliyetlerin en acı tarafı olmuştur.

Netice olarak, Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak

veren ihtilaller, isyanlar, hükümet darbeleri ve savaşlarla yok etmişler, çıkarılan

idaresizlik, kargaşa ve savaşlar ortamı içinde, Osmanlı’nın sonunu hazırlamışlardır.

2.5.3. İttihat ve Terakki

İttihat ve Terakki örgütü, Abdülhamit’e karşı kurulmuş en güçlü politik

yapılanmaydı. Amaçları 1876 anayasasını yeniden yürürlüğe koyarak böylece

imparatorluğu yıkılıştan kurtarmaktı. İttihat ve terakki üyelerinden Enver Paşa gibi

subaylar askerleriyle ayaklanarak meclisin açılmasını ve meşrutiyetin kabul

edilmesini talep ettiler. Abdülhamit, bu talepler karşısında meclisi açmak ve

Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. Bundan sonra yönetim İttihat ve Terakki’nin

eline geçti. 1909’da Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle padişahın yetkileri

sınırlandırılmış ve padişah artık sadece bir sembol haline gelmiştir. Bundan sonra

Osmanlı yıkılana kadar İttihat ve Terakki kadrolarınca yönetilecekti. İttihat ve

Terakki iktidarına yönelik iki ciddi muhalefet ortaya çıktı. Bunlardan biri Ahrar

Fırkası'nın muhalefetiydi. Bu fırkanın muhalefetiyle basında mevcut hükümete

yönelik şiddetli bir muhalefet kampanyası başlatıldı. Bu basın kampanyası sonucu 6

Nisan’da İttihatçı aleyhtarı bir gazetenin başyazarı olan Hasan Fehmi İttihatçı bir

fanatik tarafından öldürüldü. Hasan Fehmi’nin cenaze töreni İttihatçıların aleyhine

bir cenaze törenine dönüştü. Bir diğer muhalefet ise içinde alt tabakadaki bir kısım

ulema ve tarikat şeyhlerinin de bulunduğu ve halkın bir kısmını yanına alabilmiş olan

çevreden geliyordu. İttihat-i Muhammedi Cemiyeti etrafında örgütlenen bu çevre Jön

Türklerin laik düzenlemelerine ve yaklaşımlarına karşı geniş çaplı propaganda

düzenliyorlardı. Bu muhalefet çevrelerinin tetiklemesiyle tarihe 31 Mart ayaklanması

olarak geçen bir isyan başlatıldı. Bu isyanı bastırmak için İttihat ve Terakkinin

35

emrinde bulunan Mahmut Şevket Paşa komutasındaki 3. Ordu Makedonya'dan

İstanbul'a gelerek isyanı bastırdı (Ahmad ve Rustow, 1976: 245–284).

Kuşkusuz 1908 hareketinin gerek Osmanlı ve Türk modernleşmesi bağlamında

gerekse Osmanlının dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmesi bağlamında bir çok

problematiği ve spekülatif önermeyi içermektedir. O dönemde ayaklanmaya katılan

ve ayaklanmaya destek verenlerin sınıfsal durumu iyice irdelenmeden ve İttihat ve

Terakki döneminde değişen siyasi yapının hangi sınıfların çıkarı doğrultusunda

yapıldığı verilerle desteklemeden herhangi bir değerlendirmede bulunmak zor. Bu

konuda özellikle yapılmış iki çalışma bize bu konu hakkında bir fikir

vermektedir.Feroz Ahmad (1971) ve Aykut Kansu (2006) 1908’deki devrimi siyasal

ve toplumsal yönleriyle irdeleyerek bu olayın Osmanlı tarihindeki ve sonrasındaki

önemi üzerinde durmaktadırlar. Aykut Kansu bu darbenin bir burjuva devrimi

olduğunu, İttihat ve Terakki’nin taşra önderlerinin eşraf kesiminden geldiğini,

ekonomik çıkarları için halkı ayaklandırdıklarını ve bunun sonucunda açılan meclise

vekil olarak girdiklerini vurgular. Hareket hem Rumeli’de hem de Anadolu’da

çıkardığı isyanlarla ve son olarak Makedonya'da silahlı isyan başlatarak

Abdülhamit’in geri adım atmasını sağlamıştır. Hem toplumsal bir desteğe

dayandığından hem de bu isyanı sürdürenlerin Rumeli ve Anadolu eşrafından

olmalarından dolayı Kansu, bunu bir burjuva devrimi olarak nitelendirir (Kansu,

2006: 48–65). Ahmad ise Abdülhamit’in getirdiği yeni vergiler yüzünden halkın

ekonomik olarak sıkıntı içerisine girdiğini, bu sıkıntılardan bunalan halkın eyalet

valilerini protesto ettiğini ittihat ve terakki’nin de bu protestoları örgütlediğini ve bu

tepkilerin yayılması ve etkili olmasında İttihat ve Terakki'nin payı olduğu üzerinde

durmaktadır. Ahmad, bu sürecin Kansu'nun aksine bir siyasi süreç olduğunu

vurgular. İttihat ve Terakki döneminin sınıfsal analiz açısından en önemli özelliği

öteden beri Osmanlı bürokratları tarafından dile getirilen ve arzulanan yerli bir

burjuvazi düşüncesini kurumsal düzeyde oluşturma noktasında ürettikleri

politikalardır (Ahmad, 1971: 55–57 ). Nitekim daha sonraki cumhuriyet dönemine de

miras kalacak olan bu politikalar, kendi başına burjuvazi çıkartma istidadı taşımayan

toplumun, devlet müdahalesiyle ve yardımıyla burjuva sınıfını oluşturma çabası

şeklinde politik hamlelerde bulunulmuştur

36

Darbeden sonra Genç Türkler, iktisadi kurtuluşun yolunun milli bir iktisadi

oluşturmaktan geçtiğini düşünen kadro bundan dolayı yerli teşebbüsü harekete

geçirmek için politikalar üretti. İthal mal yerine yerli malı tüketimi için kampanyalar

başlatıldı. 1917 yılında yerli bir banka olan İtibar-ı Milli Bankası kuruldu. Yerli

müteşebbisler tarafından iki sigorta şirketi kuruldu. Ancak bu tip milli iktisadi

hamleler İttihat ve Terakki kadrosunun I. Dünya savaşı sonrasında dağılmasıyla sona

erdi (Lewis, 1984: 453–454).

Balkan savaşları ve Birinci Dünya savaşı Osmanlı'da yeni bir toplumsal

katmanın ve farklı bir zihniyetin oluşmasına ortam hazırladı. Osmanlı

İmparatorluğu'nda toplumun geniş bir kesimi savaşlar sonucu mülksüz duruma düştü

ve fakirleşti. Buna karşılık pazara dönük üretim de bulunan taşra tüccarı ve ittihat ve

terakki ile yakın ilişkileri bulunan esnaf servet biriktirme imkânını bularak savaştan

zengin bir şekilde çıktılar (Toprak, 1995: 160). Zaten milli bir burjuvazi oluşturma

düşüncesi taşıyan İttihat ve Terakki iktidarı, böylece savaş zenginlerinin durumlarını

meşrulaştırmak için kullanacakları milliyetçilik ideolojisini de önceden oluşturmuştu.

Dünya ekonomisi içerisinde bu durumu değerlendirdiğimizde periferileşmenin

tamamlanabilmesi için devlet aygıtının dünya kapitalist ekonominin taleplerine göre

dönüşmesi gerekiyordu “Devlet aygıtının bu yönde dönüşümünün tamamlanabilmesi

için, bölgede bulunan ekonomik güçlerin gereksinimlerini tümüyle karşılayan siyasal

bir yapıya izin verecek son bir değişimin olması gerekmekteydi. Bu görevi yirminci

yüzyıl başlarında Jön Türk rejimi üstlendi” (Wallerstein vd., 1983: 50-51). Bütün bu

gelişmelerin sonucunda, cumhuriyet öncesi dönemde Osmanlı'da devlet himayesi

altında oluşmuş genelde spekülatif yollardan veya savaş tüccarlığı ile zengin olan bir

burjuva sınıfı oluştu.

İttihatçıların fikirleri genelde ve temelde, milletin “uyandınlmasıyla” ilgilidir.

Burada, Avrupa'da o sıralarda rağbet bulan kitleleri harekete geçirme, eyleme sokma

zaruretini ileri süren fikirlerin yankılarını görmek gerekir. Cumhuriyet devrindeki

fikirler bu vurguyu devam ettirmiştir. Cumhuriyetin de ana siyasal kuramı devleti

parçalanmaktan kurtarmak ve kalkınmak olmuştur.

37

2.5.4. I.Meşrutiyet

Osmanlı İmparatorluğu’nu iyiden iyiye sömürge durumuna getirmeye kararlı

bulunan Batılı devletlerin Meşrutiyetin ilânındaki rollerini küçümsemeden, bu olayda

bürokrasinin modernleşen, siyasallaşan ve karşı seçkine dönüşen grupların

eylemlerini de gözönüne almak gerekir. Genç Osmanlılar diye adlandırılan bu karşıt

seçkin yapı, siyasal sistemin yapısında değişiklikler yapmak ve mutlak iktidarın

meşruti iktidara dönüşmesi için anayasa, meclis, seçimler ve özgürlükler istemleriyle

harekete geçmiştir. Genç Osmanlılar düşüncelerinin gerçekleşmesi için, fikirlerini

paylaşan bir veliahtı iktidara getirmenin yeterli olacağını düşünüyorlardı. Devereux'un

belirttiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda “krizler birbirini izledikçe liberaller

İmparatorluğun, güvenliğinin hatalı devlet yapısının radikal bir biçimde yeniden

değişmesiyle” sağlanacağına inandılar (Devreux, 1963: 28). Anlaşmalı bir biçimde

iktidara geçen II. Abdülhamit sözünü tutarak 23 Aralık 1876’da ilk Türk Anayasasını

İlân etti.

Yukarda da değindiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu 600 yıldır mutlak bir

otokrasi olarak yönetilmiştir. Yani, tüm iktidar hukukî olarak Sultanın elinde

toplanmaktaydı. Gerçekte ise, Kanuni Sultan Süleyman'dan beri hiçbir Padişah

devletin tüm işleriyle ilgilenmemişti. Babıâli ve saraydaki görevliler Padişahın yerine

devletin işlerini görmekteydiler. Padişah tüm otoritenin kaynağını oluşturuyordu.

Sultan neyi tasdik ederse o yasa sayılırdı. Onaylamadığı herşey ise yasaya aykırıydı.

Sultanın tüm bu işlemleri yaparken yalnızca çok açık bir biçimde Şeriatı

çiğnememesi gerekiyordu. Padişahın tebaasının ister Müslüman, ister Hristiyan

olsun, isterse önemli bir devlet görevlisi veya basit bir köylü olsun tek bir görevi

vardı: Tanrı’nın gölgesinde tüm emirlerine sorgu sual etmeden itaat etmek (Turhan,

1991: 97–101). Kanun-u Esasisinin ilanıyla tüm bu durum değişmiş ve imparatorluk

bir gece içersinde meşruti monarşiye dönüşmüştür. Bu nedenden ötürü bu döneme

tarihçiler ilk Meşrutiyet Devri adını vermişlerdir. 1293 Anayasasına göre, egemenlik

hâlâ Sultanın kişiliğinde bulunmasına karşın bundan böyle kişilerin de bazı hakları ve

sınırlı da olsa devlet yönetimine katılmaları hukuken kabul edilmiş oldu. Aslında,

değişiklik daha çok görünüşledir. Osmanlı devleti yalnızca kuramda değişmişti,

gerçekte durum hiç de böyle değildi.

38

1923 Kanun-u Esasisi “Meclis-i Umumî” adını taşıyan iki meclisli bir

parlamento kurmuştur. Bunlardan “Heyet-i Ayan”ın üyeleri padişah tarafından ve

ömür boyunca bu görevde kalmak üzere atanmaktaydılar. “Heyet-i Mebusan”ın

üyeleri ise, iki dereceli seçimle halk tarafından seçilecekti. Bu anayasada padişah

parlamentoyu toplantıya çağırıp dağıtmak, meclislerde görüşülecek yasa önerilerini

önceden görüp onaylamak yetkilerine sahipti Meşrutiyetin ilânı üzerine, Mebuslar

Meclisi’nin kurulması, bunun için de seçimlerin yapılması gerekiyordu. Hükümet 28

Ekim 1876 (10 Şevval 1293) tarihli geçici bir “Talimat” ile İstanbul ve civan için 1

Ocak 1877 (16 Zilhicce 1293) "Beyannâme"sini yayınladı. Ayan üyeleri padişahça

atandığı için seçim sorunu milletvekilleriyle ilgiliydi. Taşradaki milletvekilleri

“Talimat-ı Muvakkate”nin 2'nci maddesine göre vilayet, liva ve kazaların İdare

Meclisleri üyelerince seçileceklerdi. Görüldüğü gibi taşrada idare meclislerinin

üyeleri ikinci seçmen olarak kabul edilmiş ve milletvekillerini bunlar seçmiştir.

İstanbul ve civarında ise ikinci seçmenler halk tarafından seçilmişlerdir. Daha sonra,

bu ikinci seçmenler de milletvekillerini seçmişlerdir (Armağan, 1978: 153–157).

Gerçekte ise, karışık seçim talimatı yalnızca valilerin elindeydi. İdare Meclisleri'nde

hükümet memurları çoğunluktaydı ve dolayısıyla da hükümetin seçimler üzerinde

büyük etkisi vardı. Genellikle, vilayetlerde valiler kendi adamlarını milletvekili

olarak İstanbul'a yolladılar. Fakat genel bir seçim yapılsaydı bile yine aynı gruptan

kişiler mebus seçilirlerdi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk siyasal parti 1859 da

kurulmuş olmasına karşın (Tunaya, 1952: 374 de 3 no.lu dipnotu) bu dönemde

etkinliği olan hiçbir parti bulunmamaktaydı. Ayrıca bir seçim geleneği de yoktu

(Ortaylı, 1974: 82).

Osmanlı Mebusan Meclisi ancak iki oturum toplanmıştı. İlk oturum 19 Mart

1877 günü toplanmış ve 28 Haziran 1877 de son bulmuştur. İkinci oturum ise 13

Aralık 1877 tarihinde açılmış ve 14 Şubat 1878’de Padişah tarafından kapatılmıştır.

Bu her iki yıl için ayn ayrı yapılan seçimler aynı "Geçici Talimat" ile yapılmıştır

(Armağan, 1978: 153-157). Bu dönemde milletvekilliği yapanları incelemek çok

zordur. Bu konuda gerekli çalışmaların yapılmamış olması ve elde kullanılabilecek

belgelerin çok az olması bugün anladığımız anlamda bir seçkin incelemesi

yapmamıza engel olmaktadır.

39

1876 Anayasasının 65’inci maddesinde “Heyet-i Mebusan mikdar-ı âzası

tebaa-i Osmaniyyeden her elli bir nüfus zükûrda bir nefer olmak itibariyle tertip

olunur” demektedir. Buna karşın Talimat’ın sonuna eklenen Cetvel’den anlaşılacağı

gibi 80 müslim ve 50’si gayri-müslim olmak üzere mebus sayısı 130 olarak

saptanmıştır (Armağan, 1978: 157–158). 130 milletvekilinin âdil bir biçimde

dağılımı için 113, 460 erkek nüfusa bir milletvekilinin seçilmesi gerekmekteydi. Bu

ise çok az ilde gerçekleşebilmiştir. 113, 460 erkek nüfusa bir milletvekili formülüne

göre, ilk oturumda 32 ilden 12'si daha çok, 10 ise daha az temsil edilmiştir. İkinci

oturumda ise, 11’i fazla, 9’u ise az temsil edilmiştir (Devereux, 1963: 139).

Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa'da parlamentolar çağı olmuştur. Avrupa’daki

parlamentolar bu dönemde siyasal katılmanın çoğalmasıyla bülikte sınıfsal bir

görünüm de kazanmaya başlamıştır. Çok uluslu imparatorluklar da ise durum

farklıydı. Bu tür imparatorlukların parlamentolarına etnik gruplar temsilcilerini

göndermek için büyük bir uğraş vermekteydiler. Avrupa’da Avusturya-Macaristan

monarşisinin durumu 19. yy.’da böyleydi.

İlk Osmanlı parlamentosuna baktığımızda en ilginç özellik olarak

imparatorlukta egemen unsur olan Müslümanların yanında gayri Müslimlerin de

hayli yüksek oranda temsil edildiği görülür. Bu durumun ilginç olmasının nedeni

Avrupa’da olduğu halde, Avusturya-Macaristan monarşisinde bile Çek, Hırvat,

Sloven, Slovak gibi azınlıkların haksızlık derecesinde düşük olmasına karşın tüm

yönetsel iktidarın padişahta toplandığı iddalarının aksine Osmanlı İmparatorluğu'nda

bunun tersinin olmasıdır (Ortaylı, 1978: 171–172). Osmanlı parlamentosunun sınıfsal

bir nitelikten çok etnik bir görünümde olması onu çağdaş parlamentolardan ayıran en

önemli yanıdır. Bu durum önemli bir çatışmaya ve ulusal isteklerin ileri sürülmesine

neden olmamıştır. Çünkü o dönemde kitle hareketleri yoktu ve ulusçuluk akanları

yeni yeni başlamaktaydı. Tartışmalar ve yapılan eleştiriler çoğunlukla yerel sorunlarla

ilgiliydi. Ortaylının söylediği gibi “ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı azınlıkların en

geniş şekilde temsil edildiği, fakat milliyetçilik sorununun da en az görüşüldüğü bir

parlamento idi” (Ortaylı, 1978: 176).

40

2.5.5. II. Meşrutiyet

Bilindiği gibi, uzun yıllar Padişah iktidarı ile yönetilen Osmanlı Devleti’nde,

1875’lere gelindiğinde alınan dış borçların artık ödenemez hale gelmesi ile yaşanan

ekonomik çöküşün de tetiklemesi ile 1876’da I.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Söz

konusu meşrutiyet yönetimi, anayasalı ve parlamentolu bir siyasal rejim öngörmekte

idi. Ancak gerek 1877–1878 Osmanlı - Rus Harbinin yol açtığı gelişmeler, gerekse

halk tarafından denetlenir bir devleti yönetmenin zorluğuna katlanmak istemeyen

saray yönetimi, ilk meşruti yönetimin kısa ömürlü olmasına neden olmuştur.

Bunun üzerine meşruti yönetimi tekrar geri getirebilmek için, yasadışı değişik

örgütlenmelere gidilmiştir. Bunlardan en etkili ve en güçlüsü, yukarıda da

belirttiğimiz gibi, Fransız İhtilali’nin yüzüncü yılında kurulan İttihat ve Terakki

Cemiyeti olmuştur. Ayrıca İttihat ve Terakki kadar başarılı olmamakla birlikte Prens

Sabahattin’in önderliğinde “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet” adıyla kurulan

ve bilahare Ahrar Fırkası adını alan örgüt de, bu dönemin bir diğer dikkat çeken

örgütüdür. II. Meşrutiyetin ilanı ise, 1908 yılı Temmuz ayında Rumeli'deki askeri

birliklerin isyanı ile mümkün olmuştur. Bu nedenle Alkan II. Meşrutiyetin ilanını bir

halk hareketi olarak değil, askeri bir ihtilal olarak görür. Aslında bu harekete

katılanlar ordunun tamamı olmayıp, sadece Rumeli’de bulunan kısmı olan Üçüncü

Ordudur. Bu bağlamda öne çıkan isimler, Önyüzbaşı Resneli Niyazi ve Kurmay

Binbaşı Enver olmuşlardır (Aydemir, 1986: 14–17). Söz konusu kişilerin birlikleri ile

beraber Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıkmaları ve Meşrutiyeti ilan ettiklerini

payitahta bildirmeleri, Padişah II. Abdülhamit’in 32 yıl aradan sonra tekrar meşruti

yönetimi ilanına neden olmuştur. Bu ise Kanun-u Esasi'nin yeniden uygulanmaya

başlaması ve Meclis-i Mebusan’ın toplanacağı anlamına gelmekteydi. Öyle de olmuş

ve Meclis-i Mebusan yapılan seçimler sonucunda 17 Aralık 1908’de padişah II.

Abdülhamit’in de katılımıyla yeniden açılmıştır.

Meşrutiyetin ikinci kez ilanı sonrası, İttihat ve Terakki’nin yönetime tümüyle

hemen egemen olamadığı görülmektedir. Zira İttihat ve Terakki’ye mensup olan

subaylar ve diğer memurlar, küçük rütbeli subaylar ve kıdemsiz memurlar

konumunda idi. Bu nedenle cemiyetin iktidarı tümüyle ele alması zaman almıştır.

İşte iktidarın tam olarak kullanılmaya başlandığı 1913 Babıâli Baskınına kadar geçen

41

bu süreye “İttihat ve Terakki’nin Denetleme İktidarı” dönemi demektedir (Akşin,

1998: 112–123). Diğer bir deyişle, İttihat ve Terakki meşrutiyeti ilan ettirmiş, fakat

iktidarı doğrudan kullanacak gücü kendinde görememiştir.

Burada söz konusu iktidar döneminin dikkat çekici konuları; 31 Mart Vakası,

hükümet istikrarsızlıkları, dönem içerisinde yapılan seçimler, hukuk alanında yapılan

çalışmalar ve Babıâli Baskını gibi konulardır. II Meşrutiyetin ilanı sonrası padişah II.

Abdülhamit tahtta kalmaya devam etmiş, ancak siyasal tarihimizde “31 Mart Vakası”

olarak bilinen olay sonrası tahttan indirilmiş ve Selanik’e sürgüne gönderilmiş,

yerine ise “Beşinci Mehmet” ünvanıyla Reşat Efendi getirilmiştir.

Tüm yaşanan bu süreçler ve herşeye rağmen, Türkiye tarihinde çoğulcu siyasal

yaşam ilk kez İkinci Meşrutiyet dönemiyle başlamıştır. 1908–1918 yıllan arasında 25

siyasal niteliği olan parti veya demek kurulmuştur (Tunaya, 1952: 774).

II. Meşrutiyetin çok partili siyasal yaşamı İttihat ve Terakki egemenliği altında

geçmiştir. Tüm öteki partiler bu dönem boyunca muhalefet olarak kalmışlardır. II.

Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki 1912 deki “sopalı seçimler” ve 23 Ocak

1913’de, tarihte, “Babıâli Baskını” olarak anılan olaydan sonra iktidarı kesin olarak

ele geçirmiştir (Teziç, 1976: 208).

1876 Kanunu-u Esasisinin kurduğu iki Meclisten Meclis-i Mebusan Meşrutiyet

siyasal yaşamının ana odağı olmuştur. İkinci Meşrutiyet parlamentosu 4 yasama

dönemini kapsar. Her dönem fesihle sonuçlanmıştır. İlk Meclis Aralık 1908 de

toplandı, Ocak 1912’de dağıldı. İkinci Meclis 1912’de toplanıp, aynı yılın Ağustos

ayında dağılmıştır. Balkan Savaşı’nın başlaması nedeniyle yapılması gereken

seçimler için bir tarih saptanmamıştır. Bundan dolayı da Üçüncü Meclis Mayıs 1914

tarihinde toplandı. Bu meclis de Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı’nda

yenilmesiyle 1918 yılında dağıldı. 1920 de toplanan son Osmanlı Mebusanı’nın

Müdafaa-i Hukuk doğrultusunda çalıştığını söyleyebiliriz.

1908–1918 İkinci Meşrutiyet süresi içinde Osmanlı İmparatorluğu ancak dört

buçuk yıl kadar süren bir parlamento yaşamına sahip olabilmiştir. O dönemde

Osmanlı Devleti kitle iletişim araçlarından ve kitle örgütlerinden yoksun olduğundan

Meclis-i Mebusan, her türlü sorunun, özellikle 1. ve 2. dönemlerde, özgürce dile

42

getirildiği bir yer olmuştur. Bu dönemde Ayan Meclisi'nin siyasal özelliklerine

baktığımızda 1913’e dek önemli bir gelişme göremiyoruz. 1911 ve 1912 Mebusan

Meclisi’nin fesihlerini bu Meclis kolaylıkla onamıştır. 1914 den sonra, İttihat ve

Terakki’ye karşı gerçek muhalefet burada barınmıştır. Ahmet Rıza Bey ve Damat

Ferit Paşa gibi iki üç kişilik küçük gruplar İttihat ve Terakki’yi yermiştir. 1920

döneminde ise Müdafaa-i Hukuk hareketine karşı bir tutum almıştır. Meşrutiyet

Ayanı, Tunaya'nın sözleriyle, “bir çeşit, çoğu emekli, devlet büyükleri müzesi idi”

(Tunaya, 1976: 82). İttihat ve Terakki dönemini inceleyen yazarların büyük

çoğunluğu yalnızca ilk Meclisin milletvekillerinin hangi toplulukları temsil ettiklerini

vermektedirler (Tunaya, 1952: 165; Bayur, 1954: 296). Yine Ahmet ve Rustow

dışında, hiç bir yazar bu “Jön Türk” meclislerindeki milletvekillerinin toplumsal

kökenleriyle ilgili başkaca bir boyutla ilgilenmemiştir.

İttihat ve Terakki’nin temel amaçlarından biri çeşitli etnik grupları arasında

varolan ayrılık duygusunu yoketmekti. Bunu sağlamak için de, Osmanlıcılık politikası

esas alınmıştı. İttihatçılar Mecliste her milletvekilinin kendi ırk veya din toplumunu

değil “Osmanlı Milletini” temsil ettiğini savunuyorlardı. 1908 Meclisinde etnik

gruplar yaklaşık olarak nüfusları oranlarında temsiledilmişlerdir. Rumlar dışında, her

topluluk da bu durumdan hoşnut olmuştur (Ahmad, 1971: 229). Milletvekillerinin

seçiminde oturduğu yere ait herhangi bir koşul aranmadığından bir Türk çoğunluğu

Türk olmayan bölgelerden de seçilebiliyordu. Özellikle, Müslüman bir milletvekilinin

etnik kökeni hiçbir zaman önemsenmemiştir. Bu nedenle Üç Meclisteki Kürt

miletvekillerinin sayısı yalnızca ondur (Ahmad ve Rustow, 1976: 248). Güneydoğu

Türkiye ve Kuzey Irak’taki yoğun Kürt nüfusunun bulunduğu düşünülürse bu sayının

az olduğu anlaşılır. İmparatorluğa çok uluslu bir nitelik kazandıran Rumeli’ndeki

topraklardı. 1908’in Osmanlı İmparatorluğu, 1911’de İtalya’nın Libya’yı ve 1912’de

Balkan devletlerinin Edirne ve İstanbul arasında uzanan yerler dışında tüm Avrupa

topraklarını işgal etmeleriyle birlikte tanınmaz bir duruma gelmiştir. Bu korkunç

yenilgilerden sonra Osmanlıcılık politikasının yerini İslamcılık ve Türk ulusçuluğu

almıştır. Türkler sayıca imparatorluğun en önemli unsuru olduklarından Türk

ulusçuluğuna daha fazla yer verilmesi gereği duyulmuştur. Henüz Arap toprakları

kaybedilmediğinden de İslamcılık başvurulabilecek önemli bir araçtı. Ayrıca, bu

43

dönemde Türkler dinlerine çok bağlıydılar. İslamcılığa en önemli darbe Arnavutların

İmparatorluktan ayrılması olmuştur. Bu ise Türkçülük akımının güçlenmesine neden

oldu. Bu Türkçülük, Turancılık biçiminde kenMini gösterdi. Turancılık bir yayılma

ideolojisi olduğundan İttahatçıların psikolojik durumlarına çok uygundu. Böylece,

Arnavutların, Slavların ve Rumların gönlünü almak gereği de ortadan kalkmış oldu.

Mecliste İttihatçı düşmanlığı yapan toplulukların başında Arnavutlarla Rumlar

vardı. Bu nedenle bu toplulukların temsilcilik sayıları 1912’de oldukça azaltıldı. 1908

devrimini en çok destekleyenler Yahudilerdi. İttihad ve Terakki Cemiyeti’nde en etkin

kişilerinden biri olan Emanuel Karasu bir Yahudi idi. Yahudilerin bu tutumu

Meclislerde sayılarının aynı kalmasıyla ödüllendirilirdi. Ermeni ve Slav

milletvekillerinin sayılarında büyük bir değişiklik göze çarpmamaktadır. Her iki

topluluğunda ittihatçı aleyhtarı milletvekilleri yerlerini daha ılımlılara bırakmak

zorunda kalmışlardır. 1914 seçimlerinde en göze batan değişiklik Arap

temsilcilerinin sayılarının çoğalmasıdır. 1908’de Mecliste 60 Arap milletvekili

varken, bu sayı 1912’de 68, 1914’de 84’e yükselmiştir (Ahmad, 1971: 230). Tüm bu

değişikliğin nedeni Araplardan gelebilecek muhalefeti yatıştırmak ve onlara

İslamcılık politikasını benimsetmek içindi. Ahmad ve Rustow’un belirttiği gibi

İttihatçılar, Meclisi Osmanlı toplumundaki çeşitli toplulukları ve çıkarları denetimleri

altına almak için bir araç olarak kullanmışlardır (Ahmad ve Rustow,1976: 257). Jön

Türkler gereğinde Türk olmayan toplumlara geniş temsilcilik vererek ve aralarından

Osmanlıcılık akımını benimseyenleri destekleyerek onları hoşnut etmeye

çalışıyorlardı. Gereğinde de, kendilerine ters düşen topluluklara az temsilcilik

vererek cezalandırılıyorlardı. Ayan Meclisini de ittihatçılar aynı amaçlarla

kullanmışlardır. Meclis, Jön Türkler açısından etkin bir sübap rolü görmekteydi.

Herhalde Meclisin kapatılmasında bu sübap niteliğinin önemli bir rolü olmuştur.

Osmanlı Meclislerindeki milletvekillerini iki seçkin yapıya ayırarak inceleye-

biliriz. Bunlardan ilki, idareci, meslek sahibi ve işadamlarından oluşan kentli

seçkinler. İkincisi ise büyük veya küçük toprak sahibi ile ulemadan oluşan eşrafı ve

taşrayı temsil eden seçkinler. Meclisin % 50’sini oluşturan kentli seçkinler toplumsal

değişmeden yana ve toplumsal ve siyasal kurumlarda reform yapılmasını isteyen

kişilerden oluşmuştu. Buna karşın, toprak sahipleri ve ulemadan oluşan ikinci grup

44

seçkinler geleneklerine bağlı tutucu ve her türlü reforma düşman kişilerden meydana

geliyordu. İttihat ve Terakki özünde kentlilerden oluşmuştu. Fakat ittihatçıların

köylerdeki yerel kolları tutucu olan toprak sahipleri ve ulemalarca denetlenmekteydi.

1908 seçimlerinde, İttihat ve Terakki Saraya karşı gerçekleştirilen bir devlimin

saygınlığına dayanarak büyük bir basan kazandı. İmparatorluğun birçok sorunu

konusunda İttihatçıların belirsiz bir tutum takınmaları, Türk olmayan toplulukların

bile Osmanlılık ve reforma dayanan İttihatçı programı desteklemelerine neden

olmuştur. İttihatçılara karşı ilk muhalefet Eylül 1908 de Osmanlı Ahrar (serbest

olanlar) Fırkası ile başladı. Gene bir gizli cemiyetten partiye dönüşen bu liberaller

(Ahrar Fırkası) ilk kuruluşlarında tutucu değillerdi. Kısa bir zamanda geniş gerici

çevreler İttihat ve Terakki’ye karşı mücadelelerinde Ahrar Partisi kapatıldı. Ahrar

partisinin boş bıraktığı yeri, Hürriyet ve İtilaf (anlaşma) Fırkası kurularak doldurdu.

Hürriyet ve İtilaf Fırkası Ulusal Kurtuluş Savaşına karşı düşmanca bir tutum

takınmış ve Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte tarihe karışmıştır. İttihatçılar

Osmancılık düşüncesini merkezileşmiş bir devlet yapısı içinde yaymak istiyorlardı.

Liberaller ise bu görüşe karşıydılar ve azınlık gruplarına özerklik sağlayacak âdemi

merkeziyet yanlışıydılar. Ekonomi alanında ise, İttihatçılardan daha çok laissez-faire

ideolojisine yatkın idiler (Alkan, 1992: 68–71).

Bu siyasal kutuplaşmanın altında yatan gerçek ise çok daha başka idi.

İttihatçılar toplumsal yapıda güç kazanmaya başlayan yeni sınıflarca destekleniyordu.

Liberaller ise, merkezde veya taşrada eskiden beri yönetici olan seçkin katmanlardan

gelen kişilerce yönetiliyordu. Bu nedenle liberaller, devrimi siyasal devrim

aşamasında tutarak zamanla sarayın egemenliğinde olan gücün kendi ellerine

geçeceğini umuyorlardı. Bu her iki grubun özünü de Türkler oluşturmakla birlikte,

Türk olmayanlarda kendi içlerinde bölünmüş olduğundan, siyasal bağları Türklerinkini

andırıyordu. Fakat çok geçmeden Türk olmayan milletvekilleri İttihat ve Terakkiyi

desteklemekten vazgeçip, çıkarlarına daha uygun düşen Liberalleri desteklemeye

başladılar. Genç Türk dönemi, Rustow'un belirttiği gibi, yalnızca ulusçuluğun ortaya

çıktığı bir dönem değildir. Aynı zamanda bu dönemde, siyasette o güne dek

bilinmeyen yöntemlerde kullanılmaya başlandı. Bunlar arasında; hükümetin

yasamaya karşı sorumlu olması, periyodik parlamento seçimlerinin yapılması,

45

günlük gazeteciliğin gelişmesi, taşrada siyasal derneklerin kurulması ve ordunun

siyasete müdahalesi sayılabilir (Ahmed ve Rustow, 1976: 252).

Siyasal parti merdivenlerinde yürüyerek ilerlemek ve bu yolla siyasal seçkinler

içine girmek yine bu dönemde ortaya çıktı. Siyasal parti yoluyla yükselmeye örnek

olarak, İttihat ve Terakki Cemiyetinde etkili bir kişiliği olan Talat Paşa’nın yaşamını

verebiliriz. Mehmet Talat (1874–1921) basit bir aliledendir, orta eğitimini yaptıktan

sonra Hukuk Mektebine devam etmişse de bitirememiştir. Edirne’de Yahudi

Mektebinde Türkçe öğretmenliği yapmış, daha sonra postahanede sıradan bir memur

olarak çalışmıştır. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin kurucu üyesidir. Devrimden sonra,

her üç Mecliste milletvekilliği yapmıştır. Çeşitli kabinelerde Dâhiliye Nazırlığı

yapmış ve 1917 de Sadrazamlığa kadar yükselmiştir (Ahmad, 1971: 262). Hüseyin

Cahit'in yazdığı gibi “O İttihat ve Terakki’yi vücuda getirmekte, kuvvetlendirmekte

ve icraata sevk etmekte büyük bir hizmet ifa etti. İttihat ve Terakki de Talat Paşa’yı

ymeydana getirdi” (Yalçın, 1943: 38). Bu dönemde birçok yeni toplumsal unsurlar

yönetici seçkinler içine girdi ve yeni toplumsal bir sınıf olarak Müslüman-Türk

burjuva sınıfı oluşmaya başladı.

19.yy. sonları ve 20. yy. başlarındaki Jön Türk hareketi, o döneme göre ilerici

güçlerin gerçekleştirdikleri, ilk Türk siyasal devrimidir. Bağımsız Türkiye

Cumhuriyeti’nin kurulmasını gerçekleştiren 1918–1923 Ulusal Türk Devrimi ve

sonrasında ülkeyi yöneten toplumsal güçler, İttihat ve Terakki yıllarında doğup

gelişmeye başlamıştır.

46

2.6. Osmanlı’nın Son Döneminde Seçkinler Dönüşümüne Modernleşmenin

Etkisi

Avrupalılar karşısındaki iki yüz yıllık gerileyiş boyunca sürüp giden askerî

yenilgiler ve toprak kayıpları, Osmanlıları modernleşme sürecine girmeye zorlamış,

bir dizi reformlar dönemini başlatmıştır. Osmanlı’da, modernleşme her zaman bir

bakıma Batılılaşma anlamını taşımıştı, çünkü Osmanlı güçlüye direnebilmek için

kendini onunla özdeşleştiriyordu.

İlk modernleşme girişimleri III. Selim ile (1718–1839), Batı’nın askerî

teknikleri, silahları, eğitimi ve örgütlenmesini uyarlamaya yönelmişti. İkinci bir

aşamadaysa (1839–1876) yönetim ve eğitim alanlarında yine Batı modellerine

dayanan kapsamlı reformlar yapılmıştı. Sonuçsuz bir parlamentarizm (1876–1878)

denemesinden sonra, modernleşme çabaları II. Abdülhamid’in despotizmi (1878–

1908) altında ve İkinci Meşrutiyet (1908–1918) boyunca da sürdürüldü. 18. yüzyılda

Batı’dan alınan esinin başlıca kaynağı Fransa’ydı. 19. yüzyılın ikinci yarısından

başlayarak buna İngiliz etkileri de eklendi. 1890’lardaysa I. Dünya Savaşı sonrasına

kadar sürecek olan Alman etkileri ortaya çıktı. Batı’ya yönelen tüm modernleşme

çabaları, yalnızca Osmanlı toplumunun geleneksel kesimlerinin tepkisine ve zaman

zaman ayaklanmalarına yol açmakla kalmadı, modernleşmeyi yürütenlerin

kendilerini de, sancılı düşünsel ikilemler karşısında bıraktı. Batı’nın kavramlarını ve

pratiklerini geleneksel İslâm ve ardından da Türk değerleriyle uzlaştırmak kolay bir

girişim değildi. Sonuç her defasında, ya sığ bir seçmecilik ya da kendi içinde çelişen

bileşimler oluyordu (Alkan, 1992: 81–192).

Modernleşme reformlarının ikinci aşaması olarak nitelendirdiğim Tanzimat

(1839–1876), Osmanlı tarihinin çok tartışmalı bir bölümüdür, ama Osmanlı-Türk

toplumu üzerinde geniş kapsamlı ve kalıcı etkileri olmuştur. Özellikle III. Selim

(1789–1807) ve II. Mahmud (1808–1839) saltanatları sırasındaki başlangıçlara

dayanılarak gerçekleştirilen Tanzimat, modern Türkiye’nin geri döndürülemez bir

süreçle Tanzimat’ın birçok yönden zorlu bir eleştirisini yapan bazı fikir adamlarının

ifadesiyle, Batı’nın “Medeniyet Dairesi’ne girişini simgeliyordu”. Tarihçi Shaw’ında

da doğru olarak gözlemlediği gibi Tanzimat, “eski kurumların korunması ve

47

onarılmasına yönelik geleneksel Osmanlı reform kavramı yerine, bu kurumların,

bazıları Batı’dan ithal edilmek üzere, yenileriyle değiştirilmesini öngören modern re-

form kavramını getirmiştir.” Aynı zamanda, “Tanzimat hareketinin başarıları kadar

başarısızlıkları da, reformların daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde bugüne dek

alacağı yönü, birçok bakımdan doğrudan belirlemiştir” (Shaw, 1977: 55–56).

Tanzimat, bir dizi önemli gelişmeyi izlemiştir. Bunlardan ilki, 1808’de sarayla

ayanlar arasında imzalanan ve merkezî yönetimin otoritesini sağlamlaştırma

amacıyla getirilen yeni örgütlenme ilkeleri ve önlemleri üzerinde görüş birliği sağla-

maya yönelik bir çaba olan Sened-i İttifak’tır. Esas olarak, yerel güç odaklarının da

içinde yer alacağı daha geniş temelli bir yönetim sistemini kayda bağlamıştır. Ama

Sened-i İttifak, ölü doğmuş bir girişim olmuştur. İstanbul, Sultan’ın, dolayısıyla

merkezî otoritenin rakipleri olarak görülen yerel önderlerle işbirliği yapmaya istekli

değildi. Nitekim II. Mahmud döneminde (1808–1830) ayanları tasfiye etmeye ve

orduyu merkezileştirerek Sultan’ın otoritesini taşrada egemen kılmaya yönelik giri-

şimler olmuştur. Ancak, II. Mahmud’un bu amaca yönelik sert önlemleri, onu

Mısır’ın güçlü valisi Mehmed Ali’yle çatışmak zorunda bıraktı. Mücadelenin ilk

evresinde (1832–1833) Mehmed Ali, II. Mahmud’un orduları karşısında ezici

zaferler kazandı. İkinci evredeyse (1839–1841), Mehmed Ali yalnızca bir vasal

olarak, tam anlamıyla Mısır’a geri gönderildi; ama bu, ancak İngiltere’nin muazzam

askeri ve diplomatik desteğiyle mümkün oldu. Bu desteği sağlayabilmek için

İstanbul, büyük bir cömertlikle İngilizlere 1838 Ticaret Antlaşması’nı (Balta Limanı)

önerdi. Bu antlaşmayla, varolan ticarî sınırlamalar ve gümrük duvarları kaldırılıyor,

Osmanlı toprakları dev bir pazar halinde İngiliz mamullerine açılıyordu. Böylece

İstanbul, yerel güç odaklarını ortadan kaldırma mücadelesini, oldukça yüksek bir

bedel karşılığında kazanmış oluyordu (Karpat, 2009: 324). II. Mahmud 1839’da

öldü. Onun ardından reform ve yeni düzenleme girişimlerinin öncülüğünü, 16

yaşındaki oğlu Abdülmecid (1839–1861) değil, İngilizlerle görüşmeleri yürütmüş

olan Hariciye Nazırı Reşid Paşa üstlendi. Reşid Paşa, Tanzimat’ın başlıca mimarı

olmuştur. Tanzimat’ın başlangıcını haber veren resmi belge olan Gülhane Hatt-ı

Hümayunu 1838 Ticaret Antlaşması’nın hemen ardından, 1839’da ilan edildi.

Gülhane’yle vergi ve zorunlu askerlik uygulamalarında reform öngörülüyor, inanç ve

48

dinlerinden bağımsız olarak tüm Osmanlı uyruklarının yaşam, onur, mülkiyet ve

miras hakları güvence altına alınıyordu. Gülhane, gerek metindeki vurgu dengeleri

bakımından, gerekse uygulamada, liberal ilkelerin evrensel bir onaylanması

olmaktan çok, Avrupa’nın ticarî çıkarlarıyla yakın bir bağlantı içinde bulunan ve bu

çıkarlar gereğince korunmakta olan Müslüman ve Türk olmayan ticaret çevrelerine

hukukî güvenceler getirmiştir. Reşid Paşa tarafından kaleme alınmışsa da,

İngilizlerin baskısıyla ortaya çıkmış ve onların onayından geçmişti; bu da, yerel

etkilerle Batı etkilerinin Tanzimat’a özgü Batılılaşma sürecinde görülecek tipik

dengesini haber veren bir durumdu. 1856’da, Gülhane’yi teyit etmek üzere

yayımlanan Islahat Fermanı ise, Reşid Paşa’nın himaye ettiği ve Tanzimat’ın ikinci

aşamasının önderleri olan Ali Paşa ve Fuad Paşa’nın yansıra, doğrudan doğruya üç

Avrupalı büyükelçi tarafından kaleme alınmıştı (Eldem, 1970: 67). Tanzimat’ın

belirgin özelliği, Batı eğilimli sadrazamların (Reşid, Âli ve Fuad) yönetimde egemen

oluşuydu. Bu sadrazamlar, merkezî yönetimin yeniden güçlendirilmiş olduğu

Osmanlı Devleti’nde, Saray’ın iktidarı yerine Bâb-ı Âli’nin iktidarını başlatmışlardı.

Bu seçkinler yapısı Tazimatla, bakanlıkları, devlet dairelerini, yasama

organlarını, adalet örgütünü ve belediye yönetimlerini yeniden düzenleyerek,

merkezileştirme sürecini daha da derinleştirdi. Ayrıca, Batılılaşmış bürokratların eği-

timi için yeni bir okul sistemi getirerek, modern Türkiye’nin uzun laikleşme-

çağdaşlaşma sürecini kurumsallaştırdı. Genel halk eğitimi düzeyinde de bir

laikleştirme girişimi içermemekle birlikte bu gelişmeler, hem geleneksel dinî okul

sisteminin “medreseler” daha sonra ortadan kaldırılışının, hem de din adamlarının

(ulema) siyasî etkilerinin azaltılmasının ilk habercileri sayılmak gerekir. Ancak, bazı

tarihçilerin yeterince vurgulamadığı bir özellik, çoğunlukla Avrupalı güçlerle ilişki

içinde bulunan Batılılaşmış yüksek bürokratlarca yürütülen Tanzimat reformlarının,

J. C. Hurevvitz’in “kapalı devre içinde modernleşme” olarak adlandırdığı bir süreçte

gerçekleşmiş olmasıdır (Ertuğrul, 2008: 21–29). Söz-konusu reformlar askeri,

yönetsel, yasal ve kurumsal alanlara inhisar ediyordu; sosyal ve ekonomik alanlarda

bunlara eşlik eden bir modernleşme olmamıştı. Bunun, belki aslında neden sayılması

gereken, sonuçları da, Avrupa sermayesine ve siyasetine giderek artan bir ekonomik

ve siyasal bağımlılaşma ve en sonunda da malî iflas olmuştur. İlk Tanzimat

49

reformlarının sonucu olarak ortaya çıkan yeni bir bürokrat aydın sınıfı artık paşaları

İslâmî değerler ve millî çıkarlar aleyhine fazla Batıcı “hayran çelebi” buldukları gibi,

onların siyaset ve yönetim anlayışını da otokratik ve oligarşik sayıyorlardı. Bu

hareket 1865’te Genç Osmanlılar örgütüne dönüştü, ama 1872’de dağıtıldı. Namık

Kemal ve Ziya Paşa’nın önderliğindeki Genç Osmanlıların başlıca talepleri siyasî

özgürlük, Saray ve Bâb-ı Âli bürokrasisi üzerinde anayasal denetim, parlamentarizm

ve Batıcılıkla gelenekçilik arasında daha iyi bir dengeydi (Mardin, 1962: 61).

1876’da ve daha sonra da 1908’de oluşturulan Anayasa ve Parlamento, Genç

Osmanlıların çabalarının doğrudan sonuçlarıdır. Ama bunların, Genç Osmanlılarca

şiddetle eleştirilmiş olan Tanzimat’ın dava adamlarının yaptığı reformlar olmadan

gerçekleştirilmesinin aslında mümkün olmadığı da unutulmamalıdır (Shaw, 1977:

133). Üstelik Osmanlı yönetiminin temel kurumlarındaki değişimlere, Osmanlı

toplumsal yapısındaki bazı önemli yenilikler de eşlik etmiştir. Eski Osmanlı Yönetici

Sınıfı”nın yerini yeni bir bürokratlar sınıfı, memurlar almıştır. Sultan’ın köleleri

sayılmalarının yol açtığı güvenliksiz ortamı da, yerini, laik bir bürokratik hiyerarşi

içinde yasalarca korunmanın sağladığı yeni bir güvenceye bırakmış, böylece Eski

Düzen’de çok sık görülebilen ani konum ve servet kayıplarının da önüne geçilmiştir.

Avrupa sermayesinin nüfuzu ve bunun sonucu olarak aracı işlevi gören ticarî

etkinliklerin gelişmesi, Tanzimat’ın özel mülkiyete sağladığı hukuki güvenceyle

birlikte, tacirlerden oluşan yeni bir orta sınıfın da doğmasına yol açmıştır.

“Memurların Osmanlı yönetimi ve toplumu üzerindeki egemenliği, 19. yüzyılın

ikinci yarısında önemli bir siyasî etmen durumuna gelmeye başlayan yeni orta sınıf

tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Geleneksel Osmanlı toplumunda en büyük

zenginlik kaynağı olan toprak ve topraktan sağlanan gelirler, Sultan’ın ve onun

kulları olan Yönetici Sınıfın mülkü sayıldığından, uyrukların elinde sermaye

birikimi, ancak ticaret ve sanayi yoluyla mümkündü. Bununla birlikte, 18. ve

özellikle 19. yüzyıllarda yeni siyasî ve ekonomik etmenler, yerel güç sahiplerinin

hem ticari servet hem de özel topraklar edinmelerine olanak sağlamıştı. Bunlardan

en güçlü olanları (ayanlar), servetlerini siyasî amaçlar için de kullanmaya, hatta çoğu

kez güçlerini sürdürebilmek için kendi yerel ordularını kurmaya başlamışlardı

(Çaylak, 1998: 26–37). Ama II. Mahmud’un bunları ezme ve imparatorlukta var olan

50

tüm maddî baskı araçlarını merkezileştirme çabaları sonunda başarıya ulaşınca, bun-

lardan yalnızca servetlerini sermaye olarak kullanıp ekonomik ve ticari girişimlerini

geliştirmeye yönelenlerin yaşama şansı kaldı. Tanzimat ise, artık eşraf olarak

adlandırılması gereken bu yeni sınıfı yerel yönetim kurumlarına katmış, böylece

onlara taşra yönetiminde belli bir yetki tanımıştır. Ama Tanzimat ortamında

Avrupa’yla yoğunlaşan ticari ilişkilerden en kazançlı çıkanlar, imparatorluktaki

Hıristiyan öğeler olmuştur. Avrupalılar hemen her zaman, Osmanlı topraklarındaki

ticarî etkinliklerini, yerel Hıristiyan tacirler aracılığıyla sürdürmeyi yeğlemişlerdir.

Avrupalıların 1838 Ticaret Antlaşmasıyla artan ve daha sonraki benzer anlaşmalarla

süren ekonomik ve hukukî ayrıcalıkları, bu yerel aracı ve temsilcilere de tanınmıştır.

Müslümanların ağırlıkta olduğu bölgelerde bile Hıristiyan meslektaşlarına bağımlı

kalan Müslüman tacirlerse, Avrupa’yla yapılan bu kârlı ticarette daha çok pay sahibi

olmayı istiyorlardı. Öte yandan, ağırlıkla Hıristiyan olan Balkan topraklarında da,

Hıristiyan köylülerle Müslüman toprak sahipleri arasında benzer bir çatışma söz

konusuydu. Yönetim, Hıristiyan köylülerin Tanzimat ilkelerine uygun olarak daha

adil bir muamele görme taleplerini dikkatli ama sert bir tutumla bastırmaya çalış-

mıştır ama Hıristiyanlar arasında, zenginleşen orta sınıfların önderlik ettiği ve

çoğunlukla bir Avrupa devletinden destek gören milliyetçi özgürlük ve bağımsızlık

hareketlerinin güçlenmesini engelleyememiştir. Genç Osmanlı hareketi ve onun yol

açtığı kısa ömürlü Birinci Meşrutiyet (1876–1878), bu bağlamda değerlendiril-

melidir. 1876 Anayasası’na dayanılarak, İstanbul’da iki meclisli bir parlamento

toplanmıştı. Taşra temsilcilerinin yer aldığı, çeşitli etnik ve dinî grupları bir araya

getiren alt meclis, memurlara karşı var olan yaygın tepkilerin dile getirilmesi için

elverişli bir platform oluşturuyordu (Ertuğrul, 2008: 25–40). Mebusların çoğu yeni

orta sınıfların çıkarlarını temsil ediyordu; merkezî yönetimle işbirliği yapmaya da

istekliydi, ama Osmanlı devlet yönetiminin merkeziyetçi, seçkinci ve yetkeci

(otoriter) gelenekleri, bu tür bir eleştirelliği kaldıramayacak nitelikteydi (Çaylak,

1998: 99–129). Üstelik mebuslar arasındaki etnik ve dini düşmanlık çekişmeler, tam

da Osmanlılar tarihlerinin en ağır yenilgilerinden birini (1877–78 Osmanlı-Rus

Savaşı) aldığı sırada, iyice sertleşmişti.

51

Yönetimse, onur kırıcı nitelikteki barış görüşmeleriyle, iflas etmiş bir

maliyeyle, muazzam bir dış borçla, yeni ayrılıkçı girişim ve taleplerle, yitirilen

topraklardan İstanbul’a akın eden Müslüman göçmenlerle ve Batı’nın derinleşen

nüfuzu karşısında Müslümanlar arasında oluşan şiddetli tepkilerle uğraşmak

zorundaydı (Karpat, 2009: 185–191). II. Abdülhamid (1876–1909) anayasal

haklarına dayanarak, önde gelen devlet adamlarının da desteğiyle, alt meclisin

çalışmalarını durdurdu ve yönetimi kendi şahsı etrafında merkezileştirmeye girişti.

İzleyen despotizm dönemi, iktidarın Bâb-ı Ali bürokrasisinden İslamcı sultana

geçişini temsil etmektedir. II. Abdülhamid bir paşalar ittifak yaparak ve Müslüman

eşrafla dinî önderlerin desteğini almayı ustalıkla başararak, siyasî özgürleşme

ortamına son verdi. Yönetim aygıtını modernleştirme, nitelikli bürokratlar yetiştirme

ve ekonomik altyapıyı geliştirme çabaları kesintiye uğratılmadan sürdürüldü (İnalcık,

1995: 62–71). Sultan, Müslüman uyruklarının bu yeniliklerden daha fazla

yararlanabilmesini istiyordu. Bunu da bir ölçüde başardı. Ama İslamcı politikası

Avrupa devletlerinin büyük baskılarına neden oldu ve Hıristiyanlar arasında ayrılıkçı

milliyetçi hareketlerin daha da şiddetlenmesine yol açtı. Aynı zamanda, uyguladığı

baskı önlemlerini de, Sultan’ın politikasını devletin bütünlüğüne bir tehdit olarak

görmeye başlayan genç aydınlan, bürokratları ve subayları gizli muhalefet hareketleri

oluşturmaya yöneltti.

1889’da askeri öğrenciler tarafından kurulmuş gizli bir örgüt olan İttihat ve

Terakki Cemiyeti; kısa zamanda küçük rütbeli sivil ve askeri bürokratlar, Avrupa’da

sürgünde bulunan muhalif aydınlar ve gelişmekte olan orta sınıfın Türk ve

Müslüman kesimleri arasında yandaşlar buldu. Bu sonuncular, Jön Türker’in

embriyonik (dönemsel) milliyetçiliğini, tüccar azınlık grupların yerini alabilmek için

uygun bir ideoloji olarak görüyorlardı. 1908 Jön Türk “Devrimi”, 1876 Anayasası ve

parlamentoya Abdülhamid tarafından yeniden işlerlik kazandırılması sonucunu

doğurdu. 1909’da da, toplumdaki gerici öğelerin bir karşı-devrim girişiminde

sorumlu tutulan Abdülhamid tahttan indirildi (Günal, 2009: 23–44). Ancak, 1914’te

yeni yönetim, Enver Talat ve Cemal Paşaların önderliğinde yetkeci bir tek-parti

yönetimine dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak katılan

bu paşalar, 1918’de savaş bittiğinde derhal Almanya’ya kaçtılar. Mondros

52

Mütarekesi (1918) ve Sevres Antlaşması (1920), Osmanlı İmparatorluğu’nun

dağıldığını resmen ilan ediyordu. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetleri

Türkiye’nin çeşitli bölgelerini işgal etmece başladılar. İttihat ve Terakki önderleri

Malta’ya sürüldüler. Bu koşullar altında Anadolu’da biçimlenen milliyetçi direnişler,

kısa sürede Mustafa Kemal’in önderliğinde birleşti. 1920’de Ankara’da Büyük Millet

Meclisini toplandı ve İstanbul’da Müttefiklerin denetimindeki Osmanlı Hükümeti’ne

karşı bir “TBMM Hükümeti” kuruldu. 1921 de yeni, cumhuriyetçi bir anayasa

oluşturuldu (Günal, 2009: 50–93). 1922’de TBMM’nin padişahlığa son verildiğini

ilan etmesiyle, İstanbul hükümetinin hukukî temeli tümüyle ortadan kaldırıldı. Aynı

yıl, İstiklal Savaşı’nın başarıya ulaşmasının ardından, 1923’te Cumhuriyet resmen

ilan edildi. 1923–1945 yıllan arasında, Kemalist Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)

nin tek-parti yönetimi sürdü. Bu uzun soluklu mücadele yeni bir Anadolu doğurdu.

2.7. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modernleşen Bürokrasi ve Seçkinler

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen siyasal gelişme

konusunda çalışan bütün bilim adamları, pratikte, bu aşamayı istisnasız

modernleşmenin başlangıcı olarak gördüler. Başka bir deyişle, zımni olarak, siyasal

gelişmenin daha karmaşık bir farklılaşma aşamasına geçtiğini ve kendisine “modern”

özellikler kazandıran yeni nitelikler edindiğini kabul ettiler. Ancak bütün

“modernleşme” sürecinin bu aşamada başladığı görüşü kabul edilemez. Çünkü

“modernleşme” aşaması önceki yapısal değişimlerin bir sonucudur. “Modernleşme”

olarak adlandırılan bu gelişme aşamasının ayırt edici özelliği, merkezileşmiş ve çok

fonksiyonlu hale gelmiş bir devlet yapısının doğuşu ve bunun sonucunda bir dizi

yeni sosyal grubun ortaya çıkışıdır. Bu aşamada, siyasal sistem gitgide en etkili

değişim faktörü haline gelir, yani bağımsız değişken olur. Ayrıca modern devlet ve

ulusa geçiş süreci de bu aşamada başlar. III. Selim (1789–1807) içeride ayanların, dı-

şarıda Rusya ve Avusturya’nın ortaya çıkardığı sorunları çözmek için, temelinde

modern bir ordu kurulması girişiminin yer aldığı bir merkezileşme hamlesi

gerçekleştirilmiştir. III. Selim’in girişimi başarısızlığa uğradı, ancak II. Mahmut

(1809–39) modern bir ordu kurmayı başardı, daha sonra ayanlara boyun eğdirdi ve

acımasızca mallarına el koydu (Karpat, 2006: 7–71).

53

Buna karşın ayanların ortaya çıkmasına yol açan süreç bu tedbirlerden

etkilenmeden olduğu gibi devam etti. 1826’da Yeniçerilerin, 1831’de tımarların

kaldırılması ve vakıfların devlet denetimine alınması genişlemelere sahip bir orta

sınıfın doğmasına imkân hazırladı. Eğitim, tarım, sosyal hizmetler gibi alanlarda daha

önce bir kısmı çeşitli şekillerde ve farklı düzeylerde gönüllü kurumlar tarafından

üstlenilen, bir kısmı hiç var olmayan, şimdiyse devletin yerine getirdiği çeşitli fonk-

siyonlar özel eğitim görmüş personel için yeni istihdam alanları açmaktaydı. Bu

girişimler çeşitli çalışmalarda “modernleşme” adımları olarak övüldü. Bunlara göre,

söz konusu tedbirler, devleti ayakta tutmak için devrin en gelişmiş medeniyeti olan

Batıdan çeşitli görüş ve kurumları ödünç almak zorunda olduğunu nihayet anlayan

aydınlanmış bir sultan tarafından atılan adımlardı. Oysa aynı süreç, bu reformlarda

somutlaşan özel fonksiyonlar açısından incelendiğinde, bu adımların, gelişmiş bir

medeniyetin körü körüne taklit edilmesinden ibaret olmayıp hem sultanın etkili bir

merkezi otorite ihtiyacına hem de yeni düzenlemeler isteyen ticari ve tarımsal

grupların taleplerine cevap verdiği fark edilecektir (Ocak, 2002: 44–50).

Öteden beri imparatorluğun modernleşme sürecinde bir dönüm noktası olarak

alkışlanan 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, gerçekte devletin insanların yaşam ve

mülkiyet hakkına saygı duyacağını ilan eden bir taahhüttü. Sonuçta bu fermanla

imparatorluğun en güçlü ekonomik gruplarına olduğu kadar Balkan köylülerine de

ekonomik ve kişisel güvenliklerine dokunulmayacağına dair söz veriliyordu.

Görünüşte ferman yeni padişah Abdülmecid’in bir hukuk rejimi kurmak üzere

yayınladığı bir deklarasyon gibiydi. Oysa olup biten, bir önceki yüzyılda gerçekleşen

çeşitli yapısal gelişmelerin kurumsallaşmasıydı. Bu arada yapısal gelişme kendi

seyrine devam etti. Batı mallarının hızla Anadolu pazarına girişi, yabancı bankaların

artan etkisi ve Batıyla ticaretin daha da gelişmesi, ekonomik faaliyetleri canlandırdı.

Anadolu’daki kentleşme oranı hızla arttı. Gelişme gösteren kıyı şehirleri kendine

özgü Batılı özellikler kazanarak ithalat ve ihracat merkezleri haline geldi, iç

kesimlerdeki kasabalar ise esasen tarımsal bir niteliğe sahip olmaya devam etti ve ge-

leneksel görünümünü korudu. Tarımın temel kaynağı olan toprak hâlâ devlete aitti ve

normal ticari işlemlerin dışında bırakılmaktaydı. Bu yüzden de, Batılı danışmanların

54

ve yerel tüccarların sürekli tekrarladığı gibi, liberal ekonominin gereklerine cevap

veremiyordu (Karpat, 2005: 20–50).

Devlet arazilerinin el değiştirmesini kolaylaştırma, buralardaki üretimi geliştir-

me ve böylece parasal değerlerini arttırma fikri 1858’de bir toprak kanunu

çıkartılmasına sebep oldu. İmparatorluk tarihinde bir dönüm noktası olarak görülen

bu kanun, prensipte (büyük kısmı eski tımar ve vakıf arazilerinden oluşan) miri

topraklar üzerindeki devlet mülkiyetini korumakla beraber kiracıların haklarını bü-

yük ölçüde liberalleştiriyordu. Kanun belli değişiklikler geçirdikten sonra o hale

geldi ki kiracılar neredeyse özel toprak mülkiyetinin satış ve devrine ilişkin kurallara

tabi oldular. Aslında bu devlet mülkiyetinden özel ekonomiye geçişi sağlayan temel

bir dönüşümdü (Karpat, 2005: 78-80). Bu değişimlerin uzun vadeli sonuçları oldu.

Irak’ta ve toprağın aşiret geleneklerine göre ortak kullanıldığı diğer yerlerde, şeyh

veya aşiret reisi toprağı kendi adına kaydettirdi ve bir toprak sahibi haline geldi.

Başka yerlerdeyse toprak, üreticilerin ihtiyaçlarına ve piyasa ekonomisinin arz-talep

mantığına göre ipotek edildi, satın alındı veya satışa çıkarıldı. Bu nedenle kırsal

kesimde toprak biçimindeki sermaye büyük ölçüde Müslüman-Türk tarımsal kasaba

Seçkinlerinin elinde toplandı. Buna karşılık Anadolu’nun ve Doğu Akdeniz’in sahil

şehirlerinde ticaret ve ithalat-ihracat işleri esasen gayrimüslimlerin elinde kaldı.

Çoğunlukla Müslümanlar ve Türklerden oluşan aydınların ve bürokrasinin siyasal

rolleri ve ideolojisi, ancak yukarıda açıklanan sosyal ve ekonomik arka plan

çerçevesinde doğru bir şekilde anlaşılabilir. Bu grup, büyük ölçüde, devletin teknik

eğitim almış personel ihtiyacından doğdu ve gitgide siyasal dönüşümü başlatan

seçkin haline geldi. Üst düzey bürokrasinin esasen eski bürokrat ailelerin

çocuklarından oluştuğu doğruydu, buna karşılık bürokrasinin alt kademeleri ve

bilhassa yeni devlet hizmetleri tarımsal kasaba seçkinleri ve daha alt seviyedeki kentli

grupların çocuklarıyla doldu (Divitçioğlu, 1999: 28–64). Çoğu Müslüman ve Türk

olan bu yeni bürokrasinin, gitgide genişleyen piyasa ekonomisinin ihtiyaçlarına göre,

düzenleyici hizmetleri yerine getirmesi bekleniyordu.

Piyasa ekonomisinin üst tabakasını Hıristiyan tüccarlar grubu oluşturuyordu,

çoğu tarımsal faaliyetlerle uğraşan Müslümanlar ise alt tabakaya mensuptu. Bu

nedenle Batılılar, gayet anlaşılır sebeplerle, imparatorluktaki Müslüman-Türk unsuru

55

tanımlarken, onu ya siyasal bir kodaman ya da mütevazı bir köylü olarak görmüşler-

dir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında, özellikle de 1856 Paris Anlaşması’ndan

sonra Anadolu ve Ortadoğu’da yaşanan yapısal dönüşüm, bir yüzyıl önce

Balkanlarda yaşanan (siyasal değil ama) sosyal değişikliklerle çarpıcı benzerlikler

gösterir. Balkan devletleri kendi siyasal sistemlerini ulusal devletler biçiminde

oluşturmuşlardı. Osmanlı egemenliği altındaki diğer bölgelerdeyse, tahta tabi olmaya

devam eden yönetim yapısı ile sosyal tabakalar ideolojik ve kültürel olarak

birbirinden ayrıştı. Yine bu dönemde bürokrasiye memur yetiştirmenin başlıca aracı

olan “modern” eğitim sistemi ortaya çıktı (Lewis, 1984: 20–56). 1839’dan sonra

kurulan ve 1869’dan sonra epey yaygınlaşan eğitim sistemi, pratik görevleri

yürütmek için gereken becerilerin kazanıldığı bir yer olmaktan çok belli bir sosyal

konum ve statü elde etmenin yolu olarak görünüyordu. Süreci dışarıdan

gözlemleyenler yeni aydın sınıfın davranış ve felsefi anlayışlarını “modern” veya

“Batılı” olarak tanımladığında, bu değerlendirmeye temel oluşturan ölçüt, onların

profesyonel niteliklerinin gerçekçi bir gözle takdir edilmesi değil; kendi ulusal

kültürlerine ne ölçüde yabancılaştıkları ve (başta giyim kuşam olmak üzere) Batılı

yaşam tarzını ne ölçüde benimsedikleriydi. Modern eğitim yabancılaşmaya yol açtı ve

bu yüzden farklı gerekçelerle muhafazakârların ve milliyetçilerin öfkesini üzerine

çekti. Bürokratik aydınların “Bir Seçkin” olarak konumu gerek geleneksel Osmanlı

İmparatorluğu gerekse Avrupa açısından yeni bir durumdu (Lewis, 1984: 45–67).

Gerçekten de faaliyet gösterdikleri sosyal ve ekonomik çevrenin yanı sıra bu çevreden

kaynaklanan felsefi görüşleri de gerek kendi geleneksel geçmişlerinden gerekse

Avrupa’nın sosyal ve kültürel muhitinden farklıydı. Bu grup, aslında bugünkü

Üçüncü Dünya seçkinlerinin habercisiydi. Ama deneyim açısından onların

avantajlarına sahip değildi. Devlet kurumları, seçkinlerin felsefesi ve sosyal

tabakaların arzu ve ihtiyaçları arasında işlevsel bir uyum sağlanamadığı için, ay-

dınların kitlelerden kopuşu daha da belirginleşti. Sanayileşme ve tarımı

modernleştirme çabaları başarısız oldu.

Oysa bu yolla temel bir yapısal değişim gerçekleştirilebilirdi. Bu başarısızlık

kısmen Avrupa devletlerinin kurnazca müdahalelerine; kısmen de bürokrasinin

ticaret, kentleşme ve özel toprak mülkiyetinin genişlemesinden kaynaklanan

56

problemleri işlevsel hükümet fikriyle ilişkilendirmeyi başaramamasına bağlanabilir.

Bütün bunlar imparatorluğun ekonomik ve askeri olarak zayıflamasına yol açtı

(Çavdar, 2004: 96–120). Yeni bir birleştirici fikir geliştirilememesi, durumu daha da

kötüleştirdi. Osmanlı İmparatorluğu bir ulus devlet değildi. Çeşitli etnik, dinsel ve

toplumsal grupların bir arada ve karşılıklı denge içinde yaşadığı çok uluslu bir

devletti. Parçalanma korkusundan dolayı milliyetçiliği ve liberalizmi benimseyemedi.

Etnisiteye, sınıf farklılıklarına ve ekonomik dürtülere dayanan bu fikirler Fransız

Devrimi ve dine dayanan bir milliyetçilik benimseyen Ruslar tarafından geliştirilmiş

ve Hıristiyan aydınlar tarafından başarılı bir şekilde ithal edilmişti. Liberal görüşlere

sahip bir bürokrat-aydın grubunu temsil eden Genç Osmanlıların, (1865–1876) siyasal

ve kültürel birliğin temsili kurumlar aracılığıyla ve toplumun kültürel ve sosyal

özelliklerini yansıtan bir Osmanlı-Müslüman milliyetçiliğinin benimsenmesi yoluyla

sağlanmasını savunduğu doğrudur. Bu grup ayrıca görüşlerini yaymak ve halk desteği

sağlamak için gazeteyi ve 1860’tan sonra geliştirilen modern edebiyatı kullanmıştır

(Karatepe, 1993: 16–39). Ne var ki bu zayıf siyasal sosyalizasyon çabaları, bürokrasi

ve aydınlar ile tarım ve ticaretle uğraşan gruplar arasında gitgide açılan yarığı

kapatmaya yetmedi. Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki uçurumun

derinleşmesi, durumu daha da kötüleştirdi. Uzun ömürlü olmayan bir meşrutiyet

deneyiminin sonucunda ortaya çıkan parlamentoda 1876–78 yılları arasında yaşanan

tartışmalar, bürokrasi ile taşra eşrafı ve kasabalardaki mesleki grupların temsilcileri

arasındaki farklılıkları göstermekteydi. İkinci grup örgütlü bir kitle desteğine ve bir

siyasal eylem programına sahip olmamasına karşın yasamanın yürütme üzerindeki

denetimi konusunda ısrar etti. Bu parlamento 1878’de feshedildi. Yapısal değişim bu

sırada daha da hızlandı ve sonunda bizzat aydınları da etkiledi. Sadece tarım ve

ticaretle uğraşan gruplar değil, aydınlar sınıfı da hızla genişledi (Parla, 2005: 7–37).

1869’da Sultan Abdülaziz (1861–1876) döneminde yürürlüğe sokulan Maarif-i

Umumiye Nizamnamesi hem eğitimli grupların saflarını genişletti hem de

profesyonelleşmeyi ön plana çıkartarak bürokrasi ile aydınlar arasında küçük bir

farklılaşma yarattı.

Aşağı yukarı 1885 yılında çeşitli aydın grupları gerek kırsal kesimin kültürel ve

siyasal görüşlerini gerekse bazı kentli grupların isteklerini dillendirmeye başladı.

57

Gerçekte bu, diğer birçok ülkede olduğu gibi, biçimsel anlamda bir dil-edebiyat

hareketi olarak doğan Türk milliyetçiliğinin başlangıcıydı. Bu milliyetçilik hem Batı

ve Hıristiyan karşıtı unsurlara hem de liberal unsurlara sahipti. Türk milliyetçiliğinin

negatif yönlerinin kaynağı; Batılı güçlerin imparatorluğun içişlerine karışması,

Batının baskısı nedeniyle Hıristiyan ticaret çevrelerine tam özel ayrıcalıklar ve

bunların kazandığı üstün konum, son olarak da Osmanlı yönetimi altındaki Hıristiyan

etnik grupların bağımsızlık hareketleridir. Türk milliyetçiliğinin liberal özellikleriyse

aydınların parlamentoyu ve 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koyup bir hürriyet

rejimi kurmak istemelerinden kaynaklanır. Selanik ve Manastır’daki subaylar ve

eşraf tarafından sultana karşı sahneye konan 1908 Jön Türk Devrimi bu yapısal-

ideolojik gelişmelerin sonucuydu. Bu, imparatorluğun yaşadığı modern tipte ilk

devrimdi.

Devrimden sonra Jön Türklerin gizli örgütü İttihat ve Terakki, hükümet

üzerinde denetim sağladı ve 1909’da II. Abdülhamid’i devirerek yerine daha uyumlu

bir sultan getirdi. İttihat ve Terakki 1913’te resmen bir siyasal parti haline geldi ve

karşısına çok sayıda muhalefet partisi çıkmasına karşın, modernist, milliyetçi

aydınların ve imparatorluğun tarımsal kasabalarında yerel parti örgütleri kurarak

kırsal kesime hâkim olan grupların baş temsilcisi olarak kaldı. İmparatorluğun Birinci

Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından parti dağıldı ve yerine Müdafaa-i Hukuk

Cemiyetleri kuruldu. Başlangıçta eşrafın, 1918-1919’da ordunun terhis edilmesinden

sonra da subayların, öğretmenlerin ve mahalli aydınların liderlik ettiği bu cemiyetler,

Mustafa Kemal’in başında bulunduğu Ulusal Kurtuluş Savaşı’na halk desteği

sağlamanın temel aracı haline geldi. Yunan, Fransız ve İngilizlere karşı yürütülen

Ulusal Kurtuluş Savaşı (1919–1922), Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemlerin-

den beri ilk kez, eşrafı, aydınları, bürokrasinin ve ordunun alt kesimlerini ve halkı bir

araya getirdi. Osmanlı-Türkiye tarihindeki ilk eşitlikçi, katılımcı siyasal hareket

buydu ve Cumhuriyet bu hareketten doğdu. Türk modern ulus devletinin özellikleri

bu travmatik dönüşüm aşamasında şekillendi. Nihayet 1922-23’te Müdafaa-i Hukuk

Cemiyetleri bir siyasal partiye dönüştü. 1945’e kadar Türkiye’yi yöneten Cumhuriyet

Halk Partisi, hâlâ kasaba eşrafı ile kentli bürokrat ve aydınların koalisyonuna

dayanıyordu. Aslında bu, daha sonraki on yıllarda çeşitli gruplara bölünecek olan bir

58

Türk ulusal orta sınıfıydı (Tunçay, 1978: 14–32). 1923’te kurulan Cumhuriyet

yüzlerce yıllık saltanata son verdi ve yeni Türk ulus devletini sağlamlaştırmak için

tasarlanmış görünen bir dizi kültürel reformu yürürlüğe soktu. Coğrafi bölgeler,

merkezi bir ulusal Türk hükümeti tarafından birleştirildi, laik ve ulusal bir siyasal

kimlik ve aidiyet anlayışı diğer bütün bağlılıkların üzerine çıkartıldı.

Ulusal ve uluslararası hedefler yeni ihtiyaçlara göre tanımlandı. 1923–1945

yılları arasında, CHF/CHP’yi kendi örgütsel temelleri olarak kullanan bürokrasi ve

aydınlar, kapsamlı ve yoğun bir siyasal sosyalizasyon kampanyası aracılığıyla

seçkinci güçlerini kullanarak, çeşitli kentli ve kırsal grupları modern ulus devletin

siyasal kültürüne dâhil etti (Heper, 1985: 18–24). Bunun sonucunda siyasal sistem

gerilimlere dayanıklı hale gelip en azından teorik olarak siyaset üstü bir profesyonel

bürokrasi yarattı ve ileri bir kurumsallaşma düzeyine ulaştı (Heper, 1973: 21–25).

Yeni seçkinci dönüşümün aynada ki yansıyan yüzüydü bu bürokratik aydınlar.

1920–1930 döneminde Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmeleri izlenimci bir

gözle değerlendiren biri, bunları anıtsal gelişmeler olarak görecektir. Gelişmenin

düzeyi siyasal kurumlardaki değişime göre değerlendirilirse bunlar gerçekten de

anıtsaldır. Ancak yapısal farklılaşma ve sosyal grupların eylemi açısından bir de-

ğerlendirme yapıldığında, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve 1908–1930 dönemi,

yeni bir gelişme aşamasından çok III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde başlayan

gelişme sürecinin bir sonucu olarak görünecektir. 1800’den 1945’e kadar yaşanan

bütün sürece damgasını vuran şey, önce bir “modern” bürokrasinin ve aydın sınıfın

doğuşu, sonra seçkinler arasına katılımın, eğitimin ve siyasetin tabanının genişlemesi

sonucunda her ikisinin de bir dönüşüm geçirmesiydi. Kentli grupların, eşrafın ve

yüksek tabakadan köylülerin çocukları, daha önce bahsedildiği gibi, bu dönemde

eğitim aracılığıyla seçkinler arasına katıldı. Dikey hareketliliğin yoğunlaşmasına

karşın, bu durum seçkinlerin kitlelerle ilişkisini değiştirmedi. Daha önce de söz

ettiğimiz gibi, seçkinlerle kitleler arasındaki farklılık daha da keskinleşti ve

aydınların benimsediği değerler, içinden çıktıkları sosyal grup tarafından değil, dâhil

oldukları yönetici seçkinler tarafından belirlendiği için yabancılaşma duygusu arttı.

Aydınların konumu grup ideolojisi açısından değerlendirildiğinde durum çok daha

iyi kavranabilir. Gerçekten de on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından 1940’lara

59

kadar aydınların seçkinler felsefesi, önceleri Hıristiyanlardan, 1923’ten sonra da

esasen Türk-Müslüman gruplardan oluşan orta sınıfların pragmatist, faydacı, yarı

liberal ideolojisiyle rekabet halinde oldu. Siyasal iktidarı, yönetici mevkileri ve kitle

iletişim araçlarını tek başına ellerinde tutan aydınlar kendi görüşlerini yaydılar. Sık

kullandıkları halkçılık fikri demokratik çağrışımlar taşısa da dış düşmana ve nihayet

imparatorluk bürokrasisine karşı halkı seferber etmeyi amaçlıyordu, ekonomik

seçkinlere karşı değil. Halkçılık daha sonra kitle desteğini ve ulusal bütünlüğü

sağlamanın aracı olarak kullanıldı. Bir avuç girişimin dışında siyasal katılım ve sosyal

eşitlik, halkçılığın parçası haline gelemedi. Gerçekleşen bütün bu gelişmeler

Türkiye’deki muazzam siyasal değişimin tam anlamıyla yeni bir gelişme aşamasını

temsil etmediği yönündeki fikrimizi zayıflatmaz. Cumhuriyet döneminde

gerçekleştirilen reformların çoğu daha on dokuzuncu yüzyılın sonunda teklif edilmiş,

1908–1918 döneminde geliştirilmiş ve kısmen uygulamaya konmuştu. Cumhuriyet

dönemindeki hukuk reformlarının bir kısmı, ekonomik grupların 1840’larda

dillendirdikleri taleplere cevap vermekteydi. İsviçre Medeni Kanunu’nun mülkiyet ve

mirasla ilgili hükümleri ve bilhassa daha önceki ticari kanunların izinden giden 1926

tarihli Borçlar Kanunu, ticari işlemlere temel oluşturacak açık ve net bir mevzuat

sağladı ve özel mülkiyetin kazanılması, korunması ve transferi için tek tip ve

öngörülebilir kurallar getirdi. Bu arada söz konusu kanun 1858 tarihli Toprak

Kanunu’nun da yürürlükten kaldırılmış olduğunu özel bir maddeyle ilan etmekteydi

(Selek, 1963: 35). Özel mülkiyete dayanan Avrupai bir sistemin kurulması ve ticari

faaliyetlerin serbest teşebbüs ilkesine göre düzenlenmesi, yüz yılı aşkın zamandır

yürürlükte olan ve ekonomik güce dayanan sosyal tabakalaşma kalıplarını hukuken

tasdik etti ve pekiştirdi. Sonunda bu özel mülkiyet sistemi, Cumhuriyet döneminde

yeni ekonomik faaliyetin, grup çıkarı ve bilincinin ve siyasal eylemin doğuşunu

belirledi. Buna karşın yönetici seçkinler kendi iktidarını ve hayata geçirdiği

reformları, bir sosyal ve ekonomik doktrin temelinde değil, Batının temsil ettiği bir

çağdaş uygarlık modeline göre meşrulaştırıyordu. Üstelik bunların pek azı Batının

gerçekte ne anlama geldiğini biliyordu. Atatürk’ün bir model olarak başvurduğu Batı

ile takipçilerinin Batısı arasında ince bir fark vardır. Atatürk çağdaş uygarlık

seviyesine yükselmekten bahsediyor ve Batıyı çağdaş uygarlığın en gelişmiş örneği

olarak görüyordu. Onun ölümünden sonra ise Batı, şartlar dikkate alınmaksızın taklit

60

edilecek bir model olarak görülmeye başlandı. Cumhuriyet’in hukuk sistemi, yüz elli

yıl önce başlamış olan sosyal farklılaşma ve tabakalaşma sürecine adapte edilmiş bir

normatif düzenleyici mekanizma olarak ortaya çıktı (Selek, 1963: 43–71). Ayrıca bir

yapısal farklılaşmanın önünü açarak kendine has kafa yapılarına sahip yeni grupların

gelişmesini sağlayan faktörlerden biri oldu.

Avukat, yargıç ve memur yetiştirmek için, İstanbul’daki Hukuk Fakültesi

genişletildi ve Ankara’da bir yenisi kuruldu. Eğitimli personel ihtiyacı mevcut

kalifiye işgücünü hızla tükettiği için 1930’dan sonra ticaret ve ziraat okulları gibi

mesleki eğitim kurumlan süratle yayıldı. Yine de bu gelişmeler, öncekilerle karşı-

laştırıldığında ne kadar etkileyici gözükse de, nispeten bir kördüğümle sonuçlandı.

1930’a gelindiğinde, önceki on yılın dinamizm ve yaratıcılığının yerini yöneticilerin

hallerinden memnun rahatlığı ve kayıtsızlığı almıştı. Artık kendilerini sadece yeni

sosyal sistemi koruma ve sağlamlaştırmaya adamaktaydılar. Gelişme sürecinin çev-

rimi doruğuna ulaşmıştı. Toplumu yeni bir dönüşüm aşamasına sokabilecek yeni

yapısal dürtüler ortaya çıkmadığı sürece daha fazla ilerleme beklenemezdi. Bu

yapısal dürtüden bahsetmeden önce 1908–1930 döneminde yaşanan gelişmelerin ve

bunların temelinde yer alan laik felsefenin, taleplerin özelliklerini belirlemede ve

yeni bir gelişme aşamasına geçiş koşullarını hazırlamada temel bir rol oynadığını

kaydetmek gerekir (Findley, 1994: 39–99). Söz konusu talepler maddi refahın artma-

sı ve daha yüksek mesleki performans istekleri biçiminde ortaya çıkıyordu. Öbür

dünyada kazanılacak ödülün peşinde koşmak şeklindeki kadim mistik eğilimin yerini

bu dünyada sağlanacak maddi tatminin daha tercih edilebilir ve mümkün olduğu

inancı almaya başlamış gibiydi.

İktidarın hükümetin elinde yoğunlaşması ve laik-pozitivist felsefe ve eğitim

sistemine hâkim olan ampirik ve laik anlayış nedeniyle- sistemin bütün maddi

talepleri tatmin edebilecek imkân ve kudrete sahip olduğu inancı en yüksek noktaya

ulaşmış görünmekteydi. Ayrıca bana öyle geliyor ki, yerli kültürün içinde bulunan ve

iş yaşamında yeni bir “Protestan ahlak” yaratma potansiyeline sahip olan çok sayıda

unsur, büyük ölçüde laikliğin “kutsallığı bozan” etkisi ve basan odaklı, maddi refahı

hedefleyen çıkar anlayışı sayesinde yüzeye çıkmıştı. Sonuçta, nasıl olursa olsun,

61

herkeste bir gelişme aşamasının sona erip bir diğerinin başlamak üzere olduğu

beklentisi oluşmuştu.

2.8. Ara Dönem Bürokratik Yapısında Seçkinler

18. yüzyıla kadar siyasal düzlemde belirleyici bir güç olan Osmanlı Devleti bu

tarihten itibaren başlayan çözülme dönemi ile beraber bürokraside Batı’yla yepyeni

bir şekilde karşı karşıya gelmiştir. Bu karşı karşıya geliş, geçmiş dönemlerden farklı

olarak, Batı’nın ya da düşmanın üstünlüğü biçiminde gerçekleşiyordu. Avrupa’ya

gönderilen bürokratlar batılı denklerinin karşısında kendilerini geri kalmış olarak

kabul etmiyorlardı. Bürokratik yapı olarak Osmanlı’nın Batı’ya kıyasla müthiş bir

kültürünün olduğunu düşünüyorlardı; ancak Batı’nın üstünlüğüne bakış açısı,

“askeri-teknik” alanda ortaya çıkıyordu. Çünkü Batı’yla temas, fethedilen Batı

toprakları dışında genellikle askeriydi. Böylece Osmanlı’daki ilk yenileşme

hareketleri daha çok askeri alana yönelik oldu (Lewis, 1984: 27–31). Modern bir ordu

donanımı ile başlayan yenileşme hareketleri, Batı’nın diğer kurumlarını da almak

gerektiği düşüncesini zaman içerisinde geçerli kılmıştır. Kaldı ki, yalnız başına

modernleştirilen ordu diğer modern kurumlara da ihtiyaç duyacaktı.

Öncelikle askeri alanda başlayan reform çalışmaları, daha çok Batılı kurumların

alınması biçiminde gerçekleşti. Bu biçimiyle ele alınan modernleşme aslında

“savunmacı modernleşme” sürecinin de başlamasına yol açtı (Parla, 1989: 13).

Osmanlı modernleşmesini, “varlığını ve kaderini öteden beri Avrupa devleti olmaya

bağlayan bir devletin, kendi geleneklerinden kopmadan değişmeye çabalaması” olarak

değerlendirmek mümkündür (Türköne, 1995: 22). İlk askeri reformlarla beraber,

modern bir ordunun modern bir sivil bürokrasi ile desteklenmesi gerçeği ve etkin bir

bürokrasi ihtiyacı Batılı sivil kurumların transfer edilmesiyle, Batılılaşma (aslında

düşmandan geri kalmama da denebilir) sürecini tamamlamak gerektiği düşüncesini

hâkim kılmıştır.

Osmanlı’daki Batılılaşma 19. yüzyıl boyunca esas itibariyle, “patrimonyal bir

siyasal sistemin bürokratik kolunun modernleştirilmesi olarak” ortaya çıkmıştır

(Heper, 1977: 82). Tarihi Bürokratik İmparatorluk geleneğine sahip olan Osmanlı,

62

yönetim sisteminde “devletin ekonomik ve mali alandaki düzenlemeleri toplumdaki

çeşitli grupların istemleri yahut “objektif gereksinmelerinden ziyade siyasal-

bürokratik seçkinlerin tercihlerinden oluşmaktadır” (Heper,1973:32). Özellikle

Tanzimat sonrası dönem içerisinde “hükümet memuru” olmak genelde her Osmanlı

aydının ideali olmuştur. Bunun sebebi Osmanlı toplumunda memurların en faal ve

münevver bir unsur olarak yapı içerisinde önemli bir yere sahip olmalarıdır. Güçlü

bir merkezi örgüte sahip olan Osmanlı Devleti’nde 16. yüzyılın sonuna kadar askerî

bürokrasinin etkin olduğu söylenebilir.

Bu dönemlerde “sivil bürokrasi” ikinci planda olmakla birlikte Padişahlık

kurumu ile arasında patrimonyal bir ilişki mevcuttur (Heper, 1983: 295). Genelde

ise, gelenekçi ve kuralcı bir yönetim sistemine sahip olan Osmanlı Devleti’nde 19.

yüzyıla kadar kişisel olmayan hukuk kuralları gelişmemiş ve idarecinin günlük

faaliyetleri rasyonel hukuk kuralları ile çerçevelenmemiştir (Tutum, 1979: 15).

Geleneksel kurallar, memurları kıyafetine kadar her alanda düzenlemiş olmasına

rağmen onlara hiçbir takdir yetkisi tanımamıştır.

İdarecilerin görevleri resmi belgelerin hazırlanma sürecinde işgal ettikleri yere

göre belirleniyordu ve inisiyatiften yoksundular (Heper, 1977: 61). Vurgulamak

gerekirse, “İmparatorluğun güçlü dönemlerinde, resmi mesleklerde yükselme liyakat

esası içerisinde gerçekleşmiş” ama resmi koruyuculuk “çöküş döneminde önem

kazanmıştır” (Mardin, 1986: 112–113). Görevi, düzeni korumak olan sivil, askeri ve

dinî bürokrasi, patrimonyal özellikler taşımaktadır; Geleneksel otorite, katı merkez-

çevre karşıtlığı ve merkezde liderin (Padişahın) ülkenin maliki olmasıdır (Heper,

1977: 55). 19. yüzyılla birlikte Osmanlı sefirleri, sürgünleri ve öğrencilerinin

ziyaretleri ile gelişen askeri nitelik taşımayan Batı ilişkileri varlığını iyice

hissettirmeye başlamıştır.

Batı ile başlayan bu ‘sivil-kültürel’ etkileşimler, Osmanlının üstünlüğünün

düşünce olarak değişmesine yol açmıştır. Önceleri, pragmatik bir yaklaşımla Batı’yla

ilişki kuran Osmanlı, gelişimini istediği şekilde sürdüremedi (Ortaylı, 1979: 137).

Ödünç alınacak Batı kurumlan ile çözüm arayışına giren Osmanlı yönetiminin,

“kâfirin silahını kullanarak kâfiri yenmekte Şeriata aykırılık yoktur” gerekçesiyle

başlattığı (askerî) reformlar etkin bir bürokrasiye ihtiyaç olduğu gerçeğini ortaya

63

çıkarmış oldu (Heper, 1977: 82; Ramsaur, 1982: 21). Bu dönemde bürokratlar da

reform çabaları içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptirler (Weiker, 1973: 101;

Heper, 1977: 65). Bu çabalara rağmen, patrimonyal devlet geleneği varlığını

korumuş ve hatta onyedinci ve onsekizinci yüzyıllara göre çok daha merkeziyetçi bir

yapı oluşturmuştur.

Devlet geleneği, örnek alınan her türlü kurumsal yapının yeni sisteme

aktarılması dönemine olumlu ya da olumsuz etki eder. Osmanlı’nın devlet geleneği

de örnek alınan Batı tarzı bürokratik kurumları kabul ederken sistem olumsuz bazı

sonuçların doğmasına sebep olmuştur. Yeni bürokratik yapının inşası o kadar da

kolay olmayacaktı çünkü dünya belli bazı güçlerin otoritesinde hasta adam olarak

nitelendirdikleri Osmanlı Devletini önce yıkıp, sonra sömürmek istiyordu. Bu

şartlarda Osmanlı devlet adamlarının yenilik hareketlerine her izin verişleri aslında

devletin bekası amacı taşırken çoğu halk katmanları tarafından hainlik olarak

görülebiliyordu. Bu süreç kurtuluş döneminde ve yeni kurulan Türkiye

Cumhuriyetinde seçkin yöneten kadroların iktidarı ellerinde tutmak ve hayalini

kurdukları geleceği kurmak adına dönüştürdükleri moderneşme olgusunun bir

etkenidir. Osmanlı Devleti’nin moderneşme çabaları ile ortaya çıkan yeni kültürel

yapı yöneten ve yönetilen ilişkisinde yapısal değişimlerin ortaya çıkmasına sebep

oldu. Osmanlı Devleti tarafından Avrupa’nın bazı şehirlerine eğitim almaları

amacıyla gönderilen öğrenciler ve yöneticiler, oluşturdukları farklı dünya görüşlerini

ve etkilendikleri Avrupa siyasal kamu yönetim sistemini Osmanlı topraklarına

döndüklerinde bir kurtuluş modeli olarak gördüler ve padişaha rağmen uygulamaya

koydular. İlk bakışta başarılı gibi gözüksede Osmanlı Devletinin dünya savaşını

kaybederek yıkılması açısından düşünüldüğünde başarısız oldular. Bu yıkılışı yeni

bir yapılanma ve yeni bir devletin kuruluşu olarak düşünürsek avrupada eğitim alan

yetişmiş kadroların yeni kurulan ülkenin yönetim sürecini ellerine almaları yeni

ülkenin kaderini net olmasada sınırları bakımından şekillendiriyordu. Osmanlıda

yetişen bu yönetici seçkinlerin, cumhuriyet dönemiyle nasıl seçkinci bir niteliğe

dönüştüklerini üçüncü bölümde analiz etmeye çalışacağız.

64

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

CUMHURİYET DÖNEMİ SEÇKİNCİ YAPILANMA

3.1. Cumhuriyet Dönemi Seçkinlerden Seçkincilere

Sultan III. Selim döneminde başlatılan askeri reformların ardından, Osmanlının

reformcu Sultan’nı II. Mahmud döneminde Osmanlı bürokrasisinin biçimsel yapısı

tamamen değişmiştir: Başbakanlık, Bakanlıklar, memuriyet kademeleri, kıdem

esasları gibi konularda reformlar yapılmış ve bürokrat yetiştirmek amacıyla yeni

okullar açılmıştır (Heper, 1973: 19; Lewis, 1984: 77). 1833’te kurulan Tercüme

Odası’nı II. Mahmud’un ve ondan sonrakilerin “devlet adamı” yetiştirmek için

açtıkları okullar izledi. Bu okulların açılmasındaki en büyük amaç, sivil bürokratik

eğitimi sağlamak ve “dinî olmayan (teknik) kriterlere göre karar verecek” bürokrat

yetiştirmekti. Mekteb-i Maarif-i Adliye (1838), Daarülmaarif (1849), Mekteb-i

Fünun-u Mülkiye (1859) ve Mekteb-i Osmanî (Paris’te) bunlardan bir kısmıdır.

Tabii, Fransız eğitim biçiminin egemen olduğu Galatasaray Lisesi de dönemin önde

gelen okullarındandır (Lewis,1984:122). Bu okulların açılmasından ve eğitime

başlamasından sonra Osmanlı bürokrasisini diğer toplumsal gruplardan ayıran kriter,

eğitim olmaya başlamıştır. Bu değişimde gelişim olarak ifade edilebilir bizim

açımızdan.

Osmanlı hükümetine ve personeline Batı’daki benzerlerinin adlarını ve

görünümlerini vermek suretiyle Osmanlı’da modernliğin yerleşmesi istendi ve bu

amaçla Bakanlık sisteminin temelleri atılarak fonksiyon ayrımına gidilmesi sağlandı.

“Nezaret”ler kurulmasının yanı sıra, II. Mahmud, Meşveret (Danışma) sistemini

geliştirerek çeşitli organlar oluşturdu; Askerlik İşleri Kurulu, Adalet ve Hukuk İşleri

Yüksek Kurulu bunlar arasında sayılabilir (Sencer, 1986: 65–66). Bu dönemde ku-

rulan yeni bakanlıklar ve “şura”lar, “yapısal-işlevsel farklılaşmanın örnekleri olarak

görülebilir (Heper, 1973: 30). Sadrazam ve çalışma arkadaşlarına “nazır” adı verildi.

Ayrıca sınırlı bir kıyafet devrimiyle memurlara; redingotlar, pelerinler,

pantolonlar ve siyah derili potinler giydirildi. Hatta sakallar bile “kırpıldı.” Cübbe ve

sarık yalnız ulemaya müsaade edildi. Bu değişikliğe ilk olarak Sultan örnek oldu ve

65

saraydan paşalara, onlardan da değişik memur tabakalarına yayıldı. Bunlarla beraber

Avrupa toplumsal adetleri de benimsendi. Artık Sultan, yabancı diplomatları

“Avrupa protokolüne” göre kabul ediyor ve Sultan’ın portreleri devlet dairelerinin

duvarlarında yerini alıyordu (Lewis, 1984: 102–103). Bu dönemde bürokrasiyle ilgili

birçok hukukî düzenlemeler de yapıldı. II. Mahmud döneminde, atama ve terfilerde

ayrıcalığı kaldırabilmek ve idarî mevkilere çöreklenmiş kişileri yerlerinden

atabilmek için bir seri yönetmelik çıkarılmış ve böylece yeni görev isimleri, rütbeler

oluşturulmuştur. Bu da kişilere değil dairelere verilmiştir (Heper, 1977: 94). Ayrıca

yazışmalarda, biçime verilen önem işlerin yavaş yürümesine sebep oluyordu. Bunun

üzerine II. Mahmud bir ferman yayınlayarak, “Resmi yazışmaların kafiyeli olarak

bitmesi” gibi konulara son verilmesini ister (Heper, 1977: 62). Bürokrasi bir bütün

olarak düşünüldüğünde, dönemi, hukuki-patrimonyal olarak nitelendirmek yanlış

olmayacaktır (Heper, 1977: 91). Kurulan Dâr-ı Şuray-ı Bab-ı âli (Bakanlıklar

Kurulu) ve Meclis-i Vâlâ Ahkâm-ı Adliye gibi kurullardaki üyeler sivil bürokratlardı

ve hayırlı düzenlemeler (Tanzimat-ı Hayriye) yapmak üzere bulunuyorlardı (Heper,

1974: 59). Bürokraside meydana gelen değişiklikler, Osmanlı bürokrasisinin

“kuvvetli patrimonyal özelliklerine” rağmen yasal-ussal özelliklerinde ilk

kurumlaşma aşamasında olduğunu ortaya koymaktadır.

Tanzimat Fermanı’nda “devlet kurumlarının bozukluğunun” yüz elli yıldır

devam ettiği ve bu durumun giderilmesi için yeni kurallar konması gerektiği üzerinde

ısrarla durulmuştur. Aynı zamanda, “taşrada merkezi otoriteyi artırmak” yeni

düzenlemelerle istenen bir hedefti (Ortaylı, 1979: 267). Ancak bunun gerçekleştiğini

söylemek oldukça güç gözüküyor. Tanzimat’la birlikte başlayan hukuktan

kaynaklanan temellere dayalı bir yönetim biçimi oluşturma çabalan çerçevesinde;

görev yapanlara, memur statüsüne ulaşmak veya bürokratlaşma imkânı doğmuş

bulunmaktadır (Kalaycıoğlu ve Sarıbay, 1986: 13). Tanzimat bürokrasisi, özellikle

üst kademelerde kişisel bir yönetim biçimi benimsemiş ve bu yönetim biçimi

“bürokratik rasyonalite” anlayışı ile çatışmıştır (Heper, 1977: 67).

Yönetimde “hukukiliği” artırmak için kişisellik en alt düzeye indirilmeye

çalışılmıştır. Burada Mardin’in bir tesbitini vermek yerinde olacaktır: “Tanzimat’ın

en genel anlamda Osmanlı idaresine getirdiği yenilik, Weber’in şemasına benzer bir

66

yapıyı yerleştirmek olmuştu” diyerek; “hukukilik vasfına verilen önemi”, “idaredeki

farklılaşma”, “yönetmelik veya ona muadil düzenleyici dökümanlardaki artış” ve

“memuriyetin ‘şahsilik’ unsurunu azaltma çabalarını” bu yapının özellikleri olarak

belirtmektedir (Mardin, 1975: 56). Tanzimatla birlikte başlatılan idarî reformlar,

bürokraside “yasal-ussal” özelliklerin yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Bütün bunları

sağlamak amacıyla personel rejiminde bir takım değişikliklere gidilmiştir. Devlet

memurlarının aylıklarının yeterli bir düzeye çıkarılması gerektiği ve böylece “rüşvet”

in engelleneceği ifade edilmiştir. Görevine uygun bir eğitim ve maaş sistemine

kavuşan memurlar, Padişahta toplanan devlet gücünü paylaşmaya başlamıştır (Sencer,

1986: 73–74). Gülhane Hattı Hümayunu’nda yer alan “can, şeref ve mal güvenliği”

garantisi, keyfî cezaların ve müsadere uygulamalarının kaldırılmasını imâ ettiğinden,

memurlar için oldukça önemliydi. Bu durum sivil bürokratların statülerini ve

güvenliklerini geliştirmiş oldu (Findley, 1985: 260). Bu güvenlik, aynı zamanda bü-

rokratik zümrenin “büyük servetleri” için de geçerlilik arz edecekti (Küçükömer,

1969: 62). Reform çabalarını, bürokrasinin “bütünleşmenin başlıca aracısı olma

imkânını kendisine tanıyarak sınıfsal ayrıcalığını gözeten bir reformizm biçimini

benimsemek” olarak değerlendiren görüşler de vardır (Keyder, 1989: 29). Hatta

Ferman’ın hedeflediği “Hukuk Devleti” idealine “yaslanacak olan bürokrasinin “hu-

kuku yaşatarak hükümranlığını sürdüreceğinden” söz eden Türköne, hukuk devleti

idealinin aynı zamanda “bürokrasinin yönetimine bir meşruiyet sağlayacağına” vurgu

yapmaktadır: Nitekim bu dönemde çıkartılan ilk kanunun “memur hukukunu ihtiva

eden ceza kanunnamesi olması, bürokrasinin meşruiyet arayışının bir göstergesi

olarak görülebilir” (Türköne, 1995: 18). Bunların yanı sıra “memuriyetlerin

devamlılığı ve düzenli maaş” verilmesi de “ilke” olarak kabul edilmiş ve

benimsenmiştir. Tanzimat’ın ilanıyla birlikte ortaya çıkan “reformları” başaracak

nitelikte yetişkin kadroların sıkıntısı hemen kendini göstermiştir. Adli, mali ve mülki

ıslahat için yeterli eleman”ın olmayışı (Ortaylı, 1979: 269) reformları başarmak üzere

Eski Osmanlılara devreye sokmuş oldu.

1839 yılından itibaren sivil bürokrasinin ön plana çıkmasıyla birlikte, bu sürece

katkıda bulunacak kadrolara olan ihtiyaç Eski Osmanlıları sahneye çıkarmıştır. Eski

Osmanlıların dönem içerisindeki etkinlikleri şu faktörlere bağlanabilir (Heper, 1974:

67

67–68). Bir kere çoğu Tercüme Odası ve dışarıdaki Osmanlı elçiliklerinde siyasal

eğitimlerini tamamlamışlardı; böyle bir eğitimden geçen Eski Osmanlılar, diplomasi

ve devlet maliyesi sahalarında uzmandılar, ikinci olarak, her önemli Paşanın

İstanbul’daki “büyük devletlerin” elçileri arasında dostları vardı. Üçüncü olarak,

kendilerine sempati besleyen Abdülmecit tahtta bulunmaktaydı. Son olarak da,

eğitim, yargı ve güvenlik işlerinin sivil bürokrasi tarafından üstlenildiğini

görmekteyiz. Mardin’in yaşadıkları dönem içerisinde “orta sınıf olarak nitelendirdiği

Eski Osmanlılar “hâli vakti yerinde” ailelerden gelmekteydiler (Mardin, 1957a: 11;

Heper, 1974: 69). Kendilerini Devletin hizmetlisi şeklinde gören Eski Osmanlılar,

yine kendileri tarafından geliştirilen siyasetin kamu yararına olacağını düşünmüşler

ve bürokratik yönetim geleneğinin devamlılığını sağlamak için, kurumların

yöneticilerden daha önemli olduğu düşüncesini geliştirmeye çalışmışlardır.

Mustafa Reşit Paşa’ya göre, yönetimde “tutarlılık ve seviye”, kurumların

kurulması ve bir yönetim geleneği ile teçhiz edilmesi suretiyle sağlanabilirdi. Reşit

Paşa’nın ileri sürdüğü bu görüş, Sarı Mehmet Paşa’nın görüşlerine tamamen aykırı

idi. On sekizinci yüzyılda Devlet’in nasıl kurtulabileceği yolunda görüşlerini

açıklamış olan Sarı Mehmet Paşa, “yetenekli Padişahlara sahip, olarak Devletin

kurtulacağını” belirtmiştir (Mardin, 1957b: 8). Eski Osmanlılar kanunlaştırma

hareketleriyle, Batıdan aktarılan lâik düşünceleri kurumlaştırmak ve bu kanunların

Şeriat’ın yanında yerlerini almaları için oldukça yoğun çaba sarf etmişlerdir. Eski

Osmanlıların bürokrasinin siyasal bağımsızlığını sağlayabilmek ve kendi programlarını

gerçekleştirebilmek için “otoriter bir devlet sistemi” kurmaya çalıştıklarını söylemek

mümkündür. Söz konusu siyasal bağımsızlığın sağlanabilmesi ölçüsünde, “sivil

bürokrasi siyaset uygulayıcısından çok siyaset yapma özelliği ağır basan bir kurum”

olmuştur (Heper, 1974: 71–74). Otoriter bir devlet idaresi geliştirmeye; çalışan Eski

Osmanlılara tepki gelmekte gecikmemiştir. İlk muhalefet “Genç Osmanlılardan

gelmiştir. İktidardaki Tanzimatçıları tenkit eden yeni grubun “daha hürriyetçi bir

görünüşleri” olduğu söylenebilir (Küçükömer, 1969: 75). Genç Osmanlılar, devlet

otoritesine karşı çıkan ilk entellektüel gruptur. Bunlar daha çok Ali ve Fuat Paşaların

otoriter idarelerine karşı çıkmışlardır (Lewis, 1984: 149–172). Hükümet faaliyetlerinin

açık bir eleştirisini ilk kez 1860’larda Şinasi ve Namık Kemal ile arkadaşlarının

68

çevresinde görmekteyiz. Bir grup oluşturma çabalarıyla birlikte hükümeti

eleştirmeye devam eden Genç Osmanlılar, Sadrazam Ali Paşa tarafından İstanbul

dışındaki (taşrada) memuriyetlere atandılar. Örneğin, Ali Suavi 1867’de

Kastamonu’ya sürgün edilir (Lewis, 1984: 151–52). Daha sonraki tarihlerde Paris’te

bir araya gelen Genç Osmanlılar, burada yayın faaliyetlerine giriştiler. 1870 yılında

İstanbul’a dönen Namık Kemal’in arkasından, (Ali Paşa’nın ölümünden sonra)

diğerleri de yurda geri döndüler. 1876 yılında kısa bir süre tahta çıkan V. Murat,

Genç Osmanlılarca temasa geçmiş ve bunların bir kısmını memuriyete geri almıştır:

Namık Kemal, Padişahın “özel sekreteri” oldu. Genç Osmanlıların en önemli

talepleri, politik katılımın geniş bir şekilde sağlanmasıydı; politik katılımın

sağlanması rolünü de sivil bürokrasinin üstlenmesi gerektiği fikrini savunuyorlardı

(Findley, 1985: 262). 19. yüzyılla birlikte oldukça önemli siyasî ve idarî sorunların

yaşandığı Osmanlı Devleti’nde, ileri sürülen çözümlerin yeterli olmadığını gören bazı

Osmanlı aydınları umutsuzluğa düşmüşlerdir. Tanzimat’la başlayan Osmanlı

Devleti’ndeki modernleşme çabaları daha çok Batı toplumsal ve kültürel modelinin

yansımaları şeklinde kendini göstermiştir. Bu olgunun diğer doğu toplumlarında da

bir tür iktidarsızlaşmaya yol açtığını, kendi tarihlerini ve konumlarını Batı modeline

göre belirlemek zorunda kaldıklarından söz edilebilir (Göle, 1991a: 13).

II. Abdülhamid döneminde memuriyete devam eden Genç Osmanlılardan bir

kısmı fikirlerini terk etti. Hükümetle barışıp sürgünden dönen Ali Suavi’ye

Galatasaray Lisesi’nin müdürlüğü gibi çok önemli bir memuriyet verildi (Lewis,

1984: 173). Sultan Abdülhamid, 1890’da ‘Ne Yapmalı’ diye sorduğunda, kendisine

verilen iki projeden İzzet Beyin İslâm Birliği projesini kabul etmişti (Küçükömer,

1969: 76). Böylece, Tanzimat döneminin Batıcı bürokrat grubu ile Padişah

beraberliği de bozuluyordu. II. Abdülhamid döneminde bürokrasiyle ilgili “hukukî”

düzenlemelerin yapılmasının yanı sıra birçok konuda olduğu gibi, Sultan önemli

bürokratik atamaları kendi elinde tutmuştur. 1876 Anayasası’nın bürokratik örgüt ve

prosedüre ilişkin bir takım düzenlemelere yol açtığına işaret eden Findley, 1877’de

personel sicillerinin tutulması için bir sistem geliştirildiğini belirtmektedir. 1879’da

çıkarılan “Memurin-i Mülkiye Terakki ve Tekaüd Kararnamesi” ile memur

adaylarının seçimi, ataması ve terfii işlemleri de bir düzene kavuşturulmaya

69

çalışılmıştır. Ayrıca memur adaylarında aranacak nitelikler, resmi görevlerde nasıl

davranılacağı, disiplin cezaları ve Tekaüd Sandığı Kurumu gibi konularda

düzenlemeye gidilmiştir. Daha sonra ise, memur atamaları için özel komisyonlar

kurulmuş ve personel işlerine bakan Personel Dairesi (Memurin-i Mülkiye

Komisyonu) oluşturulmuştur (Findley, 1994: 187–245). II. Abdülhamid döneminde

daha liyakatli bürokrasi oluşturma çabaları görülmektedir. 1883’de çıkarılan bir

kanunla memuriyet adaylarında aranacak nitelikler konusunda kesin ölçütler

koyularak işe almanın sınavla yapılacağı ilke olarak benimsenmiştir.

19. yüzyılın başından itibaren bürokrasinin orta ve alt kademelerine çok az

otonomi ve takdir yetkisi tanınmıştır (Heper, 1974: 90–93). Böylece alt ve orta ka-

demeler kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Ayrıca yetki devrine gidilememesinin

bir diğer sebebi de, “güvensizlikten” kaynaklanmaktadır. Bunu bürokratik kurallara

oldukça önem veren Ali Paşa açıkça ifade etmiştir (Mardin, 1955: 10). II.

Abdülhamid merkeziyetçi bir yönetim anlayışını sürdürmek istediğinden dolayı,

valilere de geniş yetki vermekten yana değildir. Valiler şeklen Dâhiliye Nezaretine

bağlı olmakla beraber tayinleri saray kâtipleriyle Padişah tarafından yapılmaktaydı.

Ancak bu dönemde, memurların atamaları, ilerlemeleri, emeklilik hakkının

tanınması, görevden alınmalarının belirli kurallara bağlanarak bürokraside önemli

hukukî düzenlemeler sağlanmıştır (Çadırcı, 1985: 226). Dönemin sivil bürokrasisi,

“bürokratik yönetim geleneğini devam ettirmenin” yanı sıra “lâik eğitim” sırasında

aldıkları “bürokratik bir kariyer felsefesinin” de savunucusu olmuştur (Heper, 1974:

78–80).

Bu dönemin bir diğer özelliği, “hem Eski Osmanlıların seküler siyasal

davranışlarının, hem de Genç Osmanlıların liberal siyasal özlemlerinin geçerlilik arz

etmemiş aksine reddedilmiş olmasıdır. Özetle bu dönemde, bürokratik yönetim

geleneği devam etmekle beraber, bu yaklaşıma sahip sivil bürokratlar “kr it ik

noktalarda bulundurulmamıştır.” Bu yaklaşımı benimseyen bürokratlar, Abdülhamit

rejiminin kontrolü altında çalışmışlardır. Batılılaşma ve sekülerizasyon çabalan ise

1890’lı yıllarla birlikte “askerî bürokrasi tarafından” yürütülmüştür (Heper, 1985:

251–53). Şunu da belirtelim ki, dönem içerisinde sivil bürokraside önemli bir

büyüme olur. Memur sayısının yüz bini aştığı bilinmektedir (Findley, 1985: 262).

70

II. Abdülhamid’in “ ‘Batıcılığı’ Batı’nın tekniğini, idari sistemini ve bilhassa askerî

teşkilatını ve eğitimini alma şeklinde” anladığından bahseden Mardin, eğitim

aracılığıyla, “Batı’yı, Batı’da geliştirilen müsbet bilimle bir tutan bir kuşağın”

yetiştiğini de vurgular (Mardin, 1991: 17–18). Bu da Abdülhamid’in politikası

gereği, siyasetle ilgilenenleri kontrol altına almak için başvurduğu bir yöntem gibi

görünmektedir. Bürokrasinin büyütülmesi ve güçlendirilmesi biçiminde işleyen bu

süreç bir yerde Devlet içerisindeki Padişahlık kurumunun sonunu da hazırlıyordu. Bu

dönemde Padişahın kendisinin Batı’yı bir bakıma “model” olarak aldığından söz

edilebilir.

Osmanlı’da 1826 yılına kadar Âdem-i Merkeziyet biçiminin varlığını devam

ettirdiği ve bundan sonra çok katı bir merkeziyetçiliğin hâkim olduğu görülmektedir.

Bunun yanı sıra dönem içerisinde, en yüksek yönetim ve hükümet görevlerine,

yetenekli olmaktan çok Sultana bağlı olmakla tanınan kimseler getiriliyordu (Mardin,

1986: 121). Ayrıca Osmanlı Devleti’nde bürokrasi (asker-sivil-dini) önceleri Sadra-

zam’ın iradesini paylaşma mücadelesi verirken, Tazimat’la birlikte ağırlık, Sultan’ın

iradesini paylaşma noktasına varmıştır (Özbudun, 1995: 5). 19. yüzyıl Osmanlı

tarihi, bir anlamda, “reformcu ve muhafazakâr kanatlar arasındaki” mücadelenin yani

Pareto’nun “seçkinler dolaşımı” teorisini andıran “seçkinler-içi bir mücadelenin”

tarihi olarak görülebilir. Cumhuriyet Türkiye’sine devredilen ise bu seçkinler-içi

mücadelenin devamı ile kendisini, Devletin hizmetlisi olarak gören askeri ve sivil

bürokrasinin birlikte meydana getirdiği “Seçkinci bürokratik yönetim geleneği”

olmuştur. Kurma psikolojisinin etkisiyle her şeyin sahibi benim ve en iyi şekilde

korumalıyım diyenbir yönetici kadronun ortaya çıkmaya başlaması milletin

demokratik bir sosyal ve siyasal yaşama geçişini son derece yavaşlatmıştır. 1900 ve

2000’li yıllar dünyada demokrasinin anlaşılması ve hayata entekre edilebilmesi için

nelerin değiştirilmesi gerektiğinin araştırıldığı ve üzerine uzunca araştırmaların

yapıldığı çok zarif bir konudur. Cumhuriyet’i kuran kadrolar ile onu 2000’li yıllara

taşıyan gelenek belli temellerde benzeşirken çok önemli kilit noktalarda siyasal

anlamda ayrışmaktadır. İleriki bölümlerde yukarıda yazılanlar analiz edilmeye

çalışılacaktır.

71

3.2. Cumhuriyet Dönemi Siyasal Gelişmeler ve Modern Bürokrasi

Yeni dönem bürokrasinin gücü iki taraflıdır: Birincisi, “milli kurtuluş

savaşındaki öncülüğü ve daha sonra iktidara el koyması olgusu”; ikincisi ise,

“toplumda yüksek statüye sahip ve modernleştirme etkeni olan lâik, batılı eğitim

görmüş kişilerin başka iş alanı olmaması nedeni ile bürokrat olmaları olgusudur

(Şaylan, 1974: 74–75). Diğer bir deyişle Osmanlı Dönemi toplum yapısından

bürokrasi dışında eğitimli, kurumsal, örgütlü ve varlıklı bir başka güç ortaya

çıkamamıştır.

Cumhuriyet dönemi ile birlikte Türkiye, geldiği yol ayrımında tavrını

koymuştur: Artık, Türkiye tüm kurumları ile toptan Batılılaşacaktır; kamu

bürokrasimizde aynı çizgide değişecektir (Tunaya, 1960: 151–152). Öte yandan

Osmanlı döneminde bürokrasiyle sınırlı yapılan ılımlı ‘devrimler’ halka da yayıla-

caktır. Modernleşmeyi daha çok Batılılaşma anlamında ele alan “Kemalist medeniyet

projesi” ya da “Türk modernleşmesi, farklılaşma ve çoğulculuk üzerinde yükselen

sivil toplumun girişimci ve yaratıcı gücü üzerinde yükselmemiş, asker ve sivil

bürokrasinin gücü üzerinde yükselmiştir (Göle, 1991a: 130). Özbudun bu olguyu

açıklarken, “modernleştirici devlet görevlileri” kavramının işlevsel olabileceğine

vurgu yapmaktadır (Özbudun, 1995: 9). Böyle bir anlam kazanmasıyla da “Kemalist

Devlet, seçkinlerinin değerler sistemi ve merkeziyetçi yapısı itibariyle jakoben diye

nitelendirilebilir” (Kazancıgil, 1986: 184).

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden en önemli mirasın, sivil-asker

bürokraside ortaya çıkan ve zamanla kurumlaşan siyasal iktidarı ele geçirme temayülü

ve bundan kaynaklanan “seçkinler politikasının egemenliği” olduğu söylenebilir

Zaten bilim adamlarının birleştiği nokta, “Kemalist devrimi yapan grubun asker ve

sivil bürokrasiden oluştuğudur.”

3.3. Yeni Cumhuriyet Türkiye’sinde Siyasal Seçkinci Yapılanma

Cumhuriyet Türkiyesi veya bir başka ifadeyle Kemalist devlet yapısal olarak

Osmanlı Devleti’nden oldukça farklıdır. Kemalizm’in felsefî kökenleri, Osmanlı-

İslâm geleneklerinden çok, Fransız devrimine ve pozitivizme uzanmaktadır

72

(Kazancıgil, 1986: 171). Bir yazarın deyişiyle, 1923 Ankara’sında, Fransız Devrimi

ruhunun dalgalandığını söylemek mümkündür (Toynbee, 1971: 154). Bunda en

büyük etken kuşkusuz Mustafa Kemal’in oluşturmak istediği toplum modeli ve

Cumhuriyet öncesiyle sonrası arasına çekmek istediği çizgi olmaktadır (Heper, 1986:

228). Atatürk’ün başlattığı, Türklerin kendi kendilerini Batılılaştırmaları, yönündeki

bir stratejiydi. Bu politika bir ölçüde laikleşmesinin gereği olarak savunuluyordu

(Mazrui, 1983: 579). Mustafa Kemal Cumhuriyet ilkelerini benimsemiş yeni bir

devlet yapısı kurarak demokrasinin yerleşebileceğine inanıyordu; ancak bunun için

öncü bir kadroya ihtiyaç olduğunu düşünüyordu. Bu amaçla 9 Eylül 1923 tarihinde

Cumhuriyet Halk Fırkası’nı (CHF) kurdu. (Fırka daha sonra, 1931 yılında

Cumhuriyet Halk Partisi adını alacaktır). CHF çeşitli Müdafa-i Hukuk

Cemiyetleri’nin bir araya getirilmesinden oluşan bir teşekküldür. Daha çok asker ve

sivil bürokratlardan oluşan Fırka (parti), Türk siyasal hayatında oldukça önemli bir

konuma sahip olmuştur (Bilâ, 1979: 71–90; Kili, 1976: 55).

Cumhuriyetin düşünsel temelleri Batılılaşmadan yana Genç Türklerin pozitivist

kanadının ideolojik çizgilerini taşımaktaydı (Kazancıgil, 1986: 183; Mardin, 1975:

61). En önemli ilkeler olarak da Halkçılık, Devletçilik ve Milliyetçilik kendisini

göstermekteydi. Cumhuriyet’in ilk yılları itibariyle “halkçılık” ilkesinin

kavranmasında bazı farklılıklar göze çarpmaktadır: Önceleri “hâkimiyet bilâ kayd-ü

şart milletindir” ve “halkın kendi mukeddaratına bizzat ve bilfiil sahip olması”

şeklinde ifade edilen halkçılık bu çerçevede “doğrudan demokrasi ile temsili

demokrasi kavramlarınca belirlenen bir platformda” yerini almıştır. İkinci aşamada,

yani 1930’larla birlikte “halk için halka rağmen” biçiminde ifade edilen halkçılık

anlayışının egemenliği söz konusudur. Siyasal hayata katılım açısından TBMM’nin

varlığı yeterli görülmemiş; her ne engelse biçimsel olarak varlığı sürdürülen Meclis’te

halkın dilek ve özlemlerinin özgürce yansımasına izin verilmemiştir. Böyle bir

anlayışın egemenliği sonucunda, Terakkiperver ve Serbest Fırka deneyimlerinin

kurulu iktidarı tehdit eder boyutlar kazanması görüldüğünde ise halkın yeni rejimi

benimsemesi için daha bir süre hazırlanması gerektiği düşünülmüştür (Köker, 1990:

73; Mardin, 1986: 130). Zaten CHP’nin halkçılık siyasetlerine, sıradan insanlar da

hiçbir biçimde inanmadılar.

73

Osmanlı döneminde, millet kavramı dinî bir nitelik arz etmektedir. Ancak

Cumhuriyet’le birlikte bu kavram da dinî özelliklerinden arındırılarak, daha çok “dil,

kültür ve ülkü birliği terimleriyle” anlaşılır ve anlatılır olmuştur. Buradaki amaç

“Kemalist ideolojinin milliyetçiliğini, İslâm dininden ayrı bir değerler sistemi olarak

ortaya koymaktır.” Zaten Kemalist ideolojide, devlet ile millet aynı şeydir, özdeştir.

Halkçılık ideolojisinin ortaya koyduğu, toplumsal sınıfların yokluğu düşüncesine

paralel olarak, milliyetçilik ilkesinde siyasal hukuki eşitlik fikri geliştirilmiştir.

Böylece halkın siyasal hayata ve dolayısıyla, yönetime katılması için tüm halkı

bünyesine alan tek bir siyasal örgüt (CHP) yeterli görülmüştür. Aslında bu tek-parti

rejiminin meşrulaştırılma çabasıdır. Kemalist ideoloji, soyut millet kavramının

geliştirilmesi ve soyut varlığın iradesinin, toplumdaki en üstün güç olarak devlette

somutlaşmasını; devletin ise, fiilen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de teşkilâtlanmış ol-

masını; Türkiye Büyük Millet Meclisi’n de ki fiili durum ise Meclis’in CHP elinde

olmasını; CHP’nin de fiilen başta M. Kemal Atatürk olmak üzere partinin yönetici

kadrolarının güdümünde olmasını prensip olarak ortaya koymaktadır. Bu durumda, millî

devletin ana özelliği millet-devlet-parti özdeşliğiyle özetlenebilmektedir. Dönem

içerisinde demokratiklikten ziyade önem verilen konu millî birlik ve bütünlüğün,

huzur ve güvenin ve böylece de bağımsızlığın korunmasıdır (Köker, 1990: 79-84).

Bu anlayışın günümüzde de sürdürülüyor olmasının toplumsal bazda oluşturduğu et-

kileri göz önüne alarak şunu söylemek mümkün; paranoyak bir toplum olmadan,

bundan nasıl kurtuluruzun yolları araştırılmalıdır.

Dinî olmayan özelliklerle tanımlanan millet ve milliyetçilik kavramlarıyla, din

ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini vurgulayan laiklik ilkesi arasında

bir paralellik olduğu söylenebilir. Türk toplumunun yüzyıllardır değerler sistemini

oluşturan İslâm dininin “din ve dünya” işlerini birbirinden ayırmaması, laiklik ilkesi

açısından önemli bir handikaptı. Onun içindir ki, Kemalist laiklik ilkesi, din ve

devletin ayrılmasına değil, dinin devlet tarafından denetlenmesine öncelik vermiştir.

Laikliğin eğitim yoluyla millet üzerinde egemen kılınma isteğinin en önemli amacı,

değerler dönüşümünü sağlamak ve Comte’un anlayışı çerçevesinde “pozitif evre”de

bilimi hayata “egemen bir inanç sistemi” olarak yerleştirmektir. Nitekim, “hayatta en

hakiki mürşit ilimdir” şiarı, bu anlayışı özetleyen bir ifade biçimi olmuştur (Köker,

74

1990: 85–89). Döneme damgasını vuran Atatürk’ün de bilim’i bir “uygar din” olarak

gördüğünü, yani “Atatürk’ün dini toplumsal bir olgu saydığını ve bilimi, dinin bu

toplumsal işlevinin yerine koymak istediğini” söyleyebiliriz (Mardin, 1983: 42).

Cumhuriyet dönemine özgü din anlayışında İslam ile toplum arasındaki ilişkiler

bilimin yedeğinde ve Türklük doğrultusunda düzenlenen bir İslamlaşma ile sınırlıdır.

Aynı zamanda modernleşme de Türk devriminin önemli içeriklerinden birisidir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren modernleşmenin daha çok Batılılaşma-

Muasırlaşma-anlamında anlaşıldığını belirtmek gerekir (Sarıbay, 1986: 189). Bu

bağlamda, Kemalizm Halkçılık ilkesi uyarınca Türkiye toplumunu her biri diğerinin

lâzım ve melzumu olan, aralarında çatışma değil dayanışma bulunan meslek

zümrelerinden oluşmuş bir toplum biçiminde kavramaktadır (Köker, 1992: 197). Bu

anlamıyla da “dayanışmacı-korporatist“ bir ideoloji olma özelliği ağır basan

Kemalizm, Türk toplumunda çatışan sınıfların olmadığı tam aksine, “zümre

farklılıkları ve zümreler arasında da toplumu güçlendirici bir dayanışma”nın

varlığına dikkat çeker.

Nitekim Mardin de Halkçılık ilkesinin, kendisini dayanışmacılıkta bir başka

ifadeyle “meslek-i içtimaî” de bulduğundan söz eder (Mardin, 1983: 45).

Dayanışmanın neticesinde çatışan sınıflar da olmadığına göre, “Türkiye’de birden

fazla siyasal partiye de gerek yoktur” gibi anlayışların yerleşmesi; yani kendilerine

hayat-hakkı bulmaları söz konusu olmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu

seçkini böyle bir anlayışa sahip ve diğer rakip toplumsal sınıflar güçsüz olunca, doğal

olarak, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki Türk modernleşmesinin “yukarıdan aşağı

modernleşme modeli” biçiminde tezahür etmesi kaçınılmaz olmuştur (Göle, 1991b:

17). Ayrıca yine Göle’ye göre, Türk modernleşmecisi toplumu kolaylıkla devletin

iradesiyle özdeşleştirebilmiş ve “demokrasi ilkesinden ödün” vermenin

Cumhuriyet tarihi boyunca sık sık gündeme gelmesine yol açmıştır (Göle, 1986: 9).

Kemalist ideolojiyi demokrasi bağlamında değerlendiren Köker, bu ideolojinin

“öncelik-sonralık” anlayışını göz ardı etmemek gerektiğini vurgular. Kemalist

ideolojide “öncelik sanayileşme ve toplumun kültürünün modernleştirilmesine

verilirken, halkın siyasal katılımı anlamında demokrasi, gerektiğinde ve toplumun

75

hazırlık düzeyine bağlı olarak izin verilebilecek, sınırlı bir hedef olarak

algılanmaktaydı” demektedir (Köker, 1990: 116).

Cumhuriyet Türkiyesi’nde siyasetin alt yapısını Ertuğrul beyden, Osman beye

ordan da Jön Türklerden, Prens Sabahattin’e kadar indirebiliriz. Devlet kültürü çok

yüksek olan Cumhuriyet Türkiye’si, Osmanlı devleti gibi çok önemli bir geçmişe

sahip bir devlet örgütünün mirasçısı olarak onun çöküşü sonucunda yapılanmıştır.

Halkın bir millet olması unsuru Osmanlı’da din ile sağlanırken yeni kurulan devlet

bunu milli birlik ve bütünlük temeline bağlıyordu. Buda kuruluşun ne denli zor ve

sancılı olduğunun yegane göstergesidir. Bir üst kimlik kurma çalışmaları Kemalist

yapıdan liberal yapıya geçişte dahi hala tam anlamı ile kalıbını bulamamıştır. Etnik

farklılıkların çokluğu dış güçlerin içte kargaşa çıkarmak istediklerinde kullandıkları

en kolay bölücü unsur niteliği taşımaktadır.

3.4. Türkiye Cumhuriyeti’nde Siyasal Seçkinlerin Dönüşümü

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan devraldığı bürokratik yönetim geleneğini

özellikle 1923-1950 dönemi boyunca sıkı bir şekilde korumuştur. Mustafa Kemal’in

yeni bir devlet yapısının kurulması aşamasında, Cumhuriyet ilkelerini benimsemiş

öncü bir kadro ihtiyacının farkında olduğundan bahsetmiştik. Yine aynı çerçeveden

hareketle Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (daha sonra CHP) kurulduğunu ve bu

Fırka’nın, daha çok asker ve sivil bürokratlardan oluştuğunun altını çizmiştik. Zaten

Mustafa Kemal’in yakın çevresi de genellikle İttihat ve Terakki döneminin sorumlu

mevkilerinde bulunan askerî bürokrasiden gelmektedir. Diğer taraftan İstanbul işgal

edilince kaçıp Ankara’ya gelen dönemin politikacıları ve bürokratları da Cumhuriyet

için önemli bir kaynak oluşturmuştur (Heper, 1974: 96). Ayrıcalıklı mevkilerde yer

alan bürokratlar (Tuncay, 1978: 68–73) siyasal hayattaki egemenliklerini CHP’nin

çoğunlukla orta ve yukarı lider kadrosunu oluşturarak sağlamışlardır. Dolayısıyla

CHP Türk toplumunda “bürokrasinin partisi” olarak nitelenmiştir (Şaylan, 1974: 76).

Diğer yandan, bürokrasi dışında yeni bir grubun ortaya çıkışı ve gelişimi

Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet tarafından desteklenmiştir. Bu girişimci sınıfa

olan ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Böylece, girişimci sınıfın etkinliğinin artışı, çok

76

partili hayata geçişle birlikte görülen bürokrat olmayan siyaset-yapıcılar ile son

dönemlerde ortaya çıkan uzman-profesyoneller gibi olgular, bürokrasinin siyasi

iktidarı tek başına kullanmasını zaman zaman engellemeye başlamıştır (Şaylan,

1974: 86–87). Bürokrasi zaman içerisinde iktidarı, giderek yeni gruplarla paylaşma

eğilimine -zorunlu da olsa- girmiştir. Bilindiği gibi, siyasal parti modern siyasetin -

demokratik olsun olmasın- ayırt edici bir kurumudur. Çünkü katılma genişledikçe bu

katılmayı örgütlendirmek üzere siyasal partiler ortaya çıkar. Böylece siyasal partiler

katılımın genişlemesini de sağlamış olurlar. Oysa modernleşme halindeki birçok

toplumda muhafazakâr, bürokratik hatta reformcu gruplar, siyasal partilere kuşkuyla

bakmakta ve partisiz rejimleri” yeğlemektedirler (Huntington-Dominguez, 1985: 65).

Bu olguyu Türkiye özeline indirgediğimizde, Şaylan’ın yetmişli yıllarda yaptığı araş-

tırmanın aynı görüşler doğrultusunda sonuçlar verdiğini görmekteyiz: Araştırma

neticelerine göre, bürokrasinin yarısına yakın bir kısmı çok partili parlamenter

sisteme karşı çıkmakta; “siyasi partisiz bir düzenin Türkiye için ideal olduğunu”

savunmaktadır (Şaylan, 1974: 177). Hatta bürokrasi, “seçilmiş konseylerden oluşan

yapılan sivil veya askerî olması önemli değildir” partilere alternatif olarak ileri

sürebilmektedir (Huntington-Dominguez, 1985: 66).

Türkiye’de Tek-Parti dönemi boyunca, parlamenter seçkinin seçiminde göz

önüne alınan kriterler olarak; entelektüel statü, resmi mesleksel statü, yöresel olarak

güçlü bir durumda bulunmak gibi unsurlar baskın olmuştur. Ancak iktidarın daha çok

ilk iki unsura önem verdiği de araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Yöresel

bağların güçlü olması ilkesi hep ikincil kalmıştır (Frey, 1965: 54). Bu nedenle CHP

asker ve sivil bürokrat ittifakına dayanan seçkinler örgütü konumunu sürdürmüştür.

1946 yılında kurulan Demokrat Parti öncelikle halktan gelen bir kuvvet yaratarak

hükümeti ve idareyi denetim altına almayı vaat ediyordu. Bürokrasinin önderliğini

yaptığı CHP’ne karşı Demokrat Parti’nin Türk siyasal hayatına getirdiği değişim

sandıktan çıktık zihniyetinin önderliğini yapmak durumunda kalan ve Cumhuriyet

bürokrasinin oluşturduğu yeni toplumsal güçlerin tüccarlar, orta ve büyük ölçekli

tarım işletmeleri sahipleri ve yeni palazlanan orta sınıf-egemenliğidir, denilebilir.

Demokrat Parti’yle birlikte Frey’in ileri sürdüğü yöreselliğin büyük oranda etkili

olduğu gözlemlenmektedir. Çünkü çok-partili dönemle birlikte seçmen desteğine

77

olan ihtiyaç da artmıştır. Hatta 1950–60 arası dönemde, kırsal kesimin siyasal

katılıma olan ilgisinin arttığından da söz edilebilir. Bu dönemin bir diğer özelliği,

siyasal seçkinliğe giden yolun artık partilerden geçmekte olduğu gerçeğidir. Böylece

siyasal sistem gittikçe diğer sistemlerden bağımsızlaşmakta ve siyasal seçkinler de

“profesyonel ve uzman” kimliğini üstlenmektedir (Turhan, 1991: 168–173).

1950’li yıllarla birlikte ve özellikle 1970 ve 1980’li yıllarda, siyasal seçkinin

meslekî dağılımında, bürokratların sayısında düşüşler meydana gelirken; işadamları,

tüccarlar, girişimciler ve serbest meslek sahibi gurubunda önemli artışlar olmuştur.

3.5. Yeni Cumhuriyet Türkiye’sinde Bürokratik Seçkinci Yapılanma

Cumhuriyet dönemiyle ilgili çalışmalarda dikkat edilmesi gereken husus,

Cumhuriyetin devraldığı mirasın göz önüne alınmasıdır. Çünkü daha önce de

belirtildiği gibi, bugünkü Türkiye’de bile geçmiş yüzyılların değerlerinin izleri hâlâ

süregelmektedir (Mardin, 1983: 24). Bu nedenle Cumhuriyet kurulduğunda

kendiliğinden oluşmuş bir bürokrasi aramak yerine, Cumhuriyet’in devraldığı ve

yeniden oluşturmak istediği bir bürokrasi düşüncesi gündeme getirilmelidir. Mustafa

Kemal 20 Eylül 1917’de devrin Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya yazdığı özel raporda,

yetkililerin rüşvet aldığından ve her türlü yolsuzlukları yapabilecek durumda

olduklarından söz eder (Heper, 1974: 101). Bürokrasiye büyük önem veren Mustafa

Kemal, küçümsediği Osmanlı bürokrasisinden gelme bir kısım görevlilere karşı

temizlik hareketine girmeyi zorunlu saymıştır. Bu cümleden olmak üzere, Cumhu-

riyet’in ilânından sonra Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin Heyet-i Mahsusaları

incelenerek, Türkiye sınırları dışında kalanlar ve Milli Mücadele aleyhinde

çalışanların ayıklanması anlam kazanmaktadır. Diğer taraftan ise “çekirdek kadro”

savaş yıllarında kendileriyle olan bir kısım bürokratların “ayrıcalıklı” mevkilerde yer

almasını sağlamıştır (Tuncay, 1978: 307–330). Heyet-i Mahsusaların incelemesi

sonucunda, geriye kalan ve aralarında “mükemmel idarecilerin” de bulunduğu Os-

manlı memurlar kadrosu, yeni devletin oldukça faydalandığı bir grup olmuştur. Çoğu

orta sınıfın aşağı katlarından gelme devlet memurları ve askerlerden oluşan Mustafa

Kemal ve grubu iktidar mücadelesinde galip gelmiştir (Karpat, 1967: 47–51).

78

Çekirdek kadronun galip gelmesiyle birlikte, Türk toplumu için öngörülen “muasır

medeniyet seviyesine” ulaşmak üzere alınması gereken radikal kararlar daha kolay

alınmış ve uygulanmıştır.

Nitekim 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin sosyal

kökenleri açısından incelenmesi göstermiştir ki, l. Meclis’te üyelerin 128’i memur ve

öğretmen, 115’i asker ve 113’ü hukuk kökenlidir (Soysal, 1969: 39). Ayrıca,

Rustovv’un da belirttiği gibi “Harbiye mezunu Osmanlı subaylarının 193’ü ve

Mülkiye mezunu Osmanlı memurlarının 185’i Cumhuriyet döneminde görev

almışlardır.” Bu olgu bürokratik devamlılığı ya da devlet seçkinlerinin devam

edegelen egemenliğinin sürekliliğini ortaya koyması açısından önemlidir

(Kazancıgil, 1986: 182; Özbudun, 1995: 7). Böylece bürokrasinin yeni devletin

merkezinde, yeniden bir bürokratik yapı oluşturduğundan söz edebiliriz (Mardin,

1983: 41). Böyle bir tespit sonrasında, subaylar, memurlar, hukukçular ve

gazetecilerin yeni Türkiye’nin özellikle kuruluş aşamasında oldukça önemli bir rol

oynadıklarını söylemek mümkündür (Lewis, 1984: 455). Cumhuriyet’in daha ilk

yıllarından başlayarak devlet kadrosu, milliyetçi genç memurların yanı sıra, Babıâli

bürokratlarını da barındıran ikili bir karakter taşımıştır. Milliyetçi bürokratlar reform

hareketleri sırasında, genellikle, Babıâli bürokratlarını karşılarında bulmuşlardır. Bu

sebeple başlatılan “temizlik” hareketlerinden sonra Batılılaşma programını

yürütecek yeni bir bürokratik kuşağın yetiştirilmesi kararlaştırılmıştır (Heper, 1974:

104). Bu anlamıyla da yeni devlet, zaten, bürokratik bir devlet olacaktı. Böylece

yeni kuşak bürokratlarını geliştirmek üzere resmi kuruluşlarca yürütülen eğitime

ağırlık verilmiştir. Bu kurumlar vasıtasıyla bir yandan “pozitivist espri” Türk

bürokrasisine sistemli bir şekilde aşılanmak istenmiş (Timur, 1968: 116), diğer

yandan da yüksek eğitim kurumlan, “devrimci ilkeleri somutlaştıracak bir hukuki

çerçevenin geliştirilmesine” yönelmişlerdir (Heper, 1977: 107). Söz konusu okulların

kendilerine biçilen misyonu büyük ölçüde yerine getirdikleri söylenebilir. Mezunları,

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının düşüncelerinin yanında yer almışlardır. Genç

bürokratlar dinî değerlerden çok devrimci değerleri benimsemişlerdir (Heper, 1974:

106). Bu değerlerin benimsetilmesinde, dönemin siyasal liderleri de kişisel olarak

aktif bir rol almışlardır. O yıllarda CHP Genel Sekreteri olan Recep Peker, İstanbul

79

Üniversitesi’nde verdiği bir dizi konferansta; inkılâp, hürriyet, sınıf inkılâbının

geçersizliği, siyasal partiler ve çeşitleri gibi konularda düşüncelerini anlatmıştır.

Bürokratik seçkini bu tür ideolojik etkilenmeleri ve dolayısıyla ideolojik bir

siyasal tutum içine girmeleri, İsmet İnönü’nün siyasal hayatta daha etkin hale

gelmesi ile” iyice hızlanmıştır (Heper, 1974: 108). İsmet İnönü kişi olarak her

konuda ağırlığını koyma eğiliminde idi. Önceleri inkılâpçı bir davranış biçimine

sahip olan İnönü zamanla bir “hükümet adamı” olarak belirmiştir (Aydemir, 1984:

21). Kendi damgasını otoriter bir biçimde bürokrasiye de vurmuştur (Karaosmanoğlu,

1984: 166). Belirtmek gerekir ki, aynı zamanda bir bürokrat olan İnönü’nün, Türk

siyasal hayatı içerisinde bütün devlet mekanizmasını da bürokratlaştırdığı

söylenebilir. Bunun yanı sıra İnönü döneminde, işe almada siyasal bağlılık, yeterlik

kriterinden daha fazla ağırlık kazanmıştır. Böylece dönemin bürokratik seçkinini

siyasal seçkinlerden ayırmak gittikçe güçleşmiştir. Hatta Türk siyasal bilimler

terminolojisinde bazen, bürokratik ve siyasal seçkinlere yalnızca “bürokratik

seçkinler” denilmektedir (Heper, 1974: 108–110). Heper, bir başka çalışmasında, bu

dönem bürokratının birincil amacının, “kamu çıkarını kendi bildiği yolda ve

toplumun yararına olacağına inandığı biçimde” tayin ettiğinden bahsetmektedir

(Heper, 1980: 75–76). Böylece bürokrasi Osmanlı döneminde kalma Weberyen

teknik-mekanik model arayışını iyiden iyiye terk edip teknik düzeyde verim konusunu

ikinci plana atarak; duygusal yönelimlerle birer siyasal norm olan milliyetçilik,

halkçılık ve lâiklik ilkelerine fazlaca önem vermiş ve siyaset yapıcı olma özelliğini

pekiştirmiştir. Hatta Ahmad’a göre, Cumhuriyet Türkiye’sinde artık iki kültür vardı:

Zayıf ama etkin bir azınlığın bürokrasiyle birlikte anılan, batılılaşmış, laik kültürü,

diğer yanda geniş halk kitlelerinin İslâm’la birlikte anılan yerli kültürü (Ahmad,

1995: 133). Bürokratların siyasal düzenlemeler ve değişikliklerle ilgili görüşlerini

açıklamaktaki utangaç iştahlarının temellerini buradan aldıklarını Söylemek yanlış

olmayacaktır. Hatta “müdahil” olma isteklerinin kökenleri, Cumhuriyet’in ilk

yıllarından itibaren “müdahil” olmalarından kaynaklanmaktadır. Bürokrasi deyince

“kamu yönetim birimleri” içerisinde yer alan bütün görevlileri kastetmediğimizi, daha

çok, “kamu politikasını tayin eden ve yöneten kısmını” anladığımızı daha önce ifade

etmiştik. Böyle bir ayrıcalığa sahip olan bürokrasiyi kontrol altına almak düşüncesi

80

çok eskilere dayanan bir görüştür. Örneğin, Birinci TBMM’nde “memurların seçimle

gelmeleri ve yine seçmenler tarafından azledilmeleri” düşüncesi savunulmuştur. Bu

düşünce, Timur’a göre, 1921 Anayasası görüşmeleri sırasında ortaya atılan görüşler

ve mesleki temsil fikri, Anadolu eşrafı ve bir kısım liberal aydın tarafından memur

otokrasisine karşı bir silah olarak düşünülmüştür (Timur, 1971: 41–42).

Ancak bu görüşü savunanlar, tavrını Batılılaşmadan yana koymuş sivil-asker

bürokrasisi karşısında başarılı olamamıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde bu tavrın

şekli değişmiştir. Bunun temelinde de 1960 darbesinin bir bürokrat seçkin meydana

getirmesidir diyebiliriz.

3.6. Türkiye’de Bürokrasi ve Siyaset Arasındaki İlişkinin Kökeni

Osmanlı'dan Cumhuriyete geçişte, İmparatorluk bürokrasisinin biçimsel yönü

ile birlikte, yönetim gelenekleri ve siyasi kültürü de intikal etmiştir. Son dönem

Osmanlı bürokrasisinin yapı ve işleyişle ilgili unsurları, esas itibariyle 1839 yılında

ilan edilen Gülhane Hattı hümayunu ile birlikte yeniden biçimlenmiştir. II. Mahmut

döneminin son yılları ve Tanzimat dönemi, tüm Osmanlı kurumlarının yeniden

yapılanması çalışmalarıyla geçmiştir. Bugünkü anlamda bakanlıkların kurulmaya

başlanılması, Yeniçerilerin ortadan kaldırılması, rüşvet ve yolsuzluklarla mücadele,

memurlara nakdi olarak maaş bağlanması, şeyhülislamın bakanlar kuruluna katılması

ve dolayısıyla siyasi bir sorumluluk üstlenmesi, vakıfların devletin yakın denetimine

alınması, hep II. Mahmut döneminde gerçekleştirilmiştir.

Eyaletten, Fransız usulü il yönetimine geçiş, belediyelerin, il özel idarelerinin,

Sayıştay ve Danıştay gibi temel kurumların oluşturulması, memurların padişahın

otoritesi karşısında mal, can ve onur bakımından güvence altına alınması gibi

bürokrasinin modernize edilmesi ve güçlendirilmesi çalışmaları, Tanzimat döneminin

ürünüdür. Sivil ve askeri bürokrasiye eleman yetiştiren okulların hemen hemen tümü

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde açılmıştır. Özellikle II. Abdülhamit döneminin,

eğitimin her düzeyinde önemli gelişmelerin gerçekleştirildiği yıllar olarak

değerlendirilmesi gerekir. 1859 yılında açılan Mekteb-i mülkiye, üst düzey yönetici

ve bürokrat kadrosunun yetiştirilmesine ve dolayısıyla kamu bürokrasisinin

güçlendirilmesine kaynaklık etmiştir. Tanzimat'ta mali ve mülki yönetim alanındaki

81

merkeziyetçilik artmıştır. Tanzimat'ın mimarları, ülkenin kurtuluşunu güçlü ve

merkeziyetçi bir idarede görüyorlardı (Eryılmaz, 2002: 132–135). Tanzimat'la

birlikte bürokratlar ve bürokrat kökenli devlet adamları, siyaset sahnesinde hâkim bir

unsur olarak ortaya çıktılar. Kalemiye'ye mensup, az çok Avrupa'yı görmüş ve kısmen

yabancı dil bilen bürokratlar, devlet yönetiminde ulemanın önüne geçtiler. Çünkü

Tanzimat, kalemiyeye mensup bürokratların eseriydi. Ülkede egemen otorite,

Saray'dan Babıâli’ye intikal etti. Ülkedeki yönetim yetkisi, bir taraftan Sultan'dan bü-

rokratlara aktarılırken, diğer yandan da geleneksel ulemanın rolü ikinci plana itilmek

suretiyle, kalemlerden ya da mekteplerden yetişen yeni bir yönetici kadronun devlet

yönetiminde liderlik konumuna yükseldiğini görmekteyiz. Heper'e göre, Tanzimat

dönemi bürokratları, devlet yönetiminde Hegelci bir rol üstlenmeye çalışmışlardır.

Ancak kendilerine yakıştırmak istedikleri rol, Hegel'in bürokratlarının sahip

olduğundan daha aktif bir roldür. Bu rolü sağlama bağlamak için yasal yönü ağır basan

bir örgütlenmeye gitmek istemişlerdir (Heper, 1983: 296).

Osmanlı devletinin çeşitli etnik ve dini gruplardan oluşan kozmopolit yapısı,

yönetimde âdem-i merkeziyetçiliğe karşı bazı devlet adamlarında hep kuşku ile

bakılması sonucunu doğurmuştur. Dış çevrelerin baskısıyla ortaya çıkan 1861 tarihli

Lübnan Nizamnamesi, 1865 yılında Bosna halkına tanınan statü ve 1867'de Girit'e

verilen özerklik ve buralardaki uygulamalar, Osmanlı Devlet adamlarını hep

endişelendirmiş ve yerel yönetimlere geniş haklar verilmemesi yönünde uyarıcı etki

yapmıştır. Tanzimat reformları çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan yerel yönetimler,

Batıda gelişen eşitlikçi ve katılımcı yönetim anlayışını bütünüyle hayata geçirmek

değil, daha çok temsili yönetim görüntüsü altında Osmanlı halklarını devlet

yönetimiyle irtibatlandırmak ve devlet düzenini devam ettirmek esasına göre

biçimlendirilmişlerdir. Avrupa Devletlerinin baskısı altında 1861 yılında Lübnan'a

verilmek zorunda kalınan özerk ve katılımcı statü, bu alanda başka gelişmelerin de

habercisi niteliğindeydi. Bunun, diğer Osmanlı vilayetleri açısından da bir örnek

oluşturabileceği endişesinin etkisini bir ölçüde bertaraf etmek için ortaya konulan

1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi, bölünme ve merkezin zayıflatılması kuşkularının

gölgesi altında hazırlanmıştır. Osmanlı taşra yönetiminin tümünü yeniden

düzenlemeyi esas alan bu nizamnamenin hazırlanması sırasında iki farklı görüş ortaya

82

çıkmıştı. Nizamnameyi hazırlayan ekipte yer alan Keçecizade M. Fuat Paşa (1815–

1869), sınırları genişletilmiş vilayet ve livalara idari ve mali yetkiler verilmesini

savunurken, A. Cevdet Paşa (1823–1895) ise, bu adem-i merkeziyetçi yaklaşımı,

Osmanlının çok kozmopolit yapısı nedeniyle sakıncalı görüyordu. Bu nedenle 1864

Vilayet Nizamnamesi, merkeziyetçilikle âdem-i merkeziyetçiliği bir denge içinde-

tutmayı amaçlamıştır. Ancak 1871 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi,

bu yapıyı merkeziyetçilik lehine bozmuştur (Mardin, 1993:365).

Birinci Meşrutiyette II. Abdülhamit'in kişisel özellikleri ve yönetim anlayışı

sebebiyle Saray, büyük ölçüde Babıâli’ye geçen siyasi ve idari otoriteyi tekrar ele

geçirmiştir. Abdülhamit, kendisine bağlı bir sivil bürokrat kadro oluşturmayı

başarmıştır. Gazeteci aydınların II. Abdülhamit'e karşı muhalefetlerinde bu iktidar

kaymasının da önemli etkisi olmuştur.

19. yüzyılın sonunda İttihat ve Terakki ile birlikte ordu, siyaset sahnesine etkili

bir unsur olarak katıldı. 20. yüzyılın başında hâkim otorite, ne Babıâli bürokratlarının

ne de hükümdarındı; siyasi bir cemiyet olan İttihat ve Terakkinin elindeydi. Bürokrasi,

İttihat ve Terakkinin ortaya çıkması ve güçlenmesiyle birlikte siyasallaştığı, teknik-

uzmanlık niteliği yerine, siyasi yakınlık faktörünün öne çıktığı bir görünüm

sergilemiştir. Kurtuluş Savaşının yönetici kadroları, büyük ölçüde İttihat ve Terakki

içinde yetişmiş veya en azından o gelenekten etkilenmiş kişilerdi. İttihat ve Terakkinin

lider kadrosunda, yönetim ve siyaset anlayışı konusunda Tanzimat reformları

esnasında beliren iki farklı çizgi ya da yaklaşım, siyasi nitelik kazanarak daha sonraki

uygulamaları etkilemiş ve günümüze de yansımıştır. İttihat ve Terakkinin liderlerinden

Ahmet Rıza, Osmanlı devletinin sorunlarının ancak güçlü, merkeziyetçi, devletçi ve

otoriter bir yönetim anlayışıyla çözülebileceğini düşünmekteydi. Karşıt grubun

temsilcisi olan Prens Sabahattin (1878–1948) ise, "âdem-i merkeziyetçi" (yerinden

yönetim) ve "teşebbüs-ü şahsi" (özel girişim-liberal) esasına dayalı bir idare

anlayışını savunuyordu. Prens Sabahattin’in hareket noktası, Osmanlı Devletinin bir

"memurlar" devleti olması ve iktisadi gücün devlet tarafından kontrol ediliyor

olmasıydı. Osmanlı toplumunda geçerli olan değer, kollektiflikti. Oysa Batıda hâkim

olan anlayış, kollektiflik değil, ferdiyetçilikti. Prens Sabahattin'e göre, bütüncü,

kamucu, her şeyi devletten bekleyen ve kaderine razı Osmanlı toplumunun

83

gelişebilmesi için ferdiyetçi bir yapıya geçmesi gerekiyordu. Âdem-i merkeziyetçilik

ilkesi de, bu ferdiyetçi yapıya ve uygulamalara geçilirken, devlet yönetiminin yeniden

yapılandırılmasında temel ilke olacaktı. Âdem-i merkeziyetçilik konusunda İngiliz ve

Amerika örneği, uygun bir model olabilirdi (Mardin, 1993: 366).

Prens Sabahattin'in bu âdem-i merkeziyetçi görüşü, devleti bölünmeye

götürecek bir yaklaşım olarak değerlendirilerek Jön Türklerin çoğu tarafından

tepkiyle karşılanmıştır. İttihat ve Terakki içinde Ahmet Rıza'nın anlayışını

benimseyen kadro egemen olduğu için, merkeziyetçi, seçkinci ve otoriter eğilimler,

devletin resmi politikası haline geldi ve kamu bürokrasisi de, bu bakış açısına göre

biçimlendirildi (Eryılmaz, 2002: 136).

Bürokrasinin Tanzimat sonrasındaki işlevini etkileyen önemli faktörlerden

biride, toplum sorunlarının hangi yöntemle çözüleceği sorunu oldu. Bu konuda

egemen görüş ve politika, "toplum sorunları, tepeden, bürokrasi vasıtasıyla yasalarla

çözülür" biçiminde ortaya çıktı. Bu politikanın uygulanması, merkezi bürokrasiyi

modernize ederek ve ona toplum karşısında önemli yetkiler vererek güçlendirmek

suretiyle yürütüldü. Toplum sorunlarının çözümüne ilişkin bu yaklaşım, Cumhuriyet

bürokrasisinin yapı ve işlevlerini etkileyen temel faktörler arasında yer almıştır.

Seçkinci yapılanma ile iş başına gelen bürokratlar ve devletin memurları türk kamu

yönetimini dönüştürerek Türkiye Cumhuriyet’ini Tek Parti yönetimine

taşıyacaklardı. Bu süreçte dönüşen Türk Kamu Yönetiminin niteliğini incelemek

konunun daha iyi anlaşılşmasını sağlayacaktır.

3.7. Cumhuriyet Dönemi Seçkinci Yapılanma İle Dönüşen Türk Kamu

Yönetimi

Türkiye’de Cumhuriyet’e geçiş dönemiyle birlikte seküler dünya görüşünün ön

plana çıktığını söylemek mümkündür. Kuşkusuz bunu sağlamak için lâiklik ve

çağdaşlaşmaya dönük bir kadroya ihtiyaç vardı. Mardin’e göre, Türkiye’nin

kurumlarını oluşturacak ve koruyacak bu kadro, ancak “bürokratik bir orta sınıf

kurarak oluşturulabilirdi. Bu orta sınıf yeni devletin temel felsefesini yaşatacak ve

yayacak bir fonksiyona sahip kılınacaktı (Mardin, 1957a: 11). Yani bir başka

84

ifadeyle, “devrim misyonerliği” yapacaktı. Meclis’teki bürokratların çoğunluğu Tek-

Parti dönemi boyunca da devam etmiş ve bürokrasi siyasette etkin bir rol üstlenmiştir.

Frey’in tespitlerine göre 1923–50 yılları arası TBMM yapısal olarak analiz

edildiğinde, bürokratlar sayısal olarak “seçilmişler” arasında önemli bir orana

sahiptirler. Nitekim bu dönemde bürokratik seçkinle siyasal seçkinin kaynaştığını

görmekteyiz. Burada bürokrasiye bünyesinde geniş ölçüde yer veren ve halkın

gözünde bürokrasi ile özdeşleşen CHP’nin rolü unutulmamalıdır.

Batılılaşma çizgisindeki kesin kararları, tam sekülerleşmeyi benimseyen ve

benimsetmek isteyen yasallaştırma faaliyetleri takip etmiştir. Padişahlık ve halifelik

kurumları kaldırıldıktan sonra, dinî bürokrasi baskı altına alınarak bu bürokrasiye ait

işlevler ve görevlerin bir kısmı diğer kısmı ise halk arasında sivil organizasyonlar

olarak sürdürülmeye çalışılmıştır sivil bürokrasiye aktarılmıştır. Bütün din adamları ve

hukuk görevlileriyle birlikte öğretmenler de devlet memuru haline getirilmişlerdir

(Heper, 1974: 92). Dinin Türk toplumundaki genel etkilerini azaltmak yani dinin

somut izlerini ortadan kaldırmak için bir dizi önlemler alınmıştır. Örneğin, kişileri

“değişiklik” fikrine alıştırmak için Şapka Kanunu çıkartılarak “fes giymek”

yasaklanmıştır (Sencer, 1968: 129–140). Bu örnekten yola çıkarak şunu söylemek

mümkün gözükmektedir: “Kemalist medeniyet projesi” sadece devletin yapısını

değiştirmekle kalmamış, onun yanı sıra insanların yaşam biçimlerine, davranış

biçimlerine, gündelik alışkanlıklarına kadar her alanda müdafii olma ve nüfuz etme

isteğini taşımıştır (Göle, 1991a: 48–77). Yine Göle, bir başka çalışmasında,

Cumhuriyet dönemindeki bir dizi reform çabalarının (özellikle kıyafet reformu gibi)

Türkiye ile Batı arasındaki senkronizasyonu hedeflediğini söylemenin güç

olmayacağını ifade etmektedir (Göle, 1986: 63).

Bu dönem içerisinde, özellikle, belirli kilit noktalardaki bürokratlar kanunların

uygulanmasında yetkili oldukları gibi, kanunların hazırlanmasında da etkili

olmuşlardır. Bu durum, Weber’in çizdiği “yasal-ussal bürokrasi” tipine aykırı

düşmektedir. Ama bürokrasinin kanunların hazırlanması sırasındaki etkinliği veya bir

başka ifadeyle siyasal kararlara etkisi “gelişmekte olan ülkelerde” sıkça görülen ve

belki de kaçınılmaz bir olgudur. Eisenstadt’ın belirttiği gibi, bu bürokrasi tipi açık bir

şekilde siyasetle uğraşır: Böylece parti bürokrasileri ortaya çıkar. Parti bürokrasileri

85

etkin bir kamu hizmetini yerine getirmekten çok, halkı belirlenmiş ve benimsenmiş

siyasal ideolojilere bağlamaya çalışır. Bizde de Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Tek-

Parti döneminde bu görevi CHP üstlenmiştir: Tıpkı Hindistan’daki Kongre Partisi,

Tunus’taki Yeni Düstur Partisi örneklerinde olduğu gibi. Cumhuriyet’in ilk

yıllarındaki bürokrat seçkinleri-siyasal seçkinler özdeşliğinin temellerinin Osmanlı

toplum yapısına kadar uzandığını daha önceki bölümlerde belirtmiştik. Bunun bir

diğer sebebi, yeni kurulan bir devlet ve kendinden önceki toplumsal yapının temel

değerlerini, devleti ebed-müddet kılmakta yetersiz görerek; bunları geçersiz kılmaya

yönelik yeni bir toplumsal yapı kurma isteğidir. Kuşkusuz, yeni bir toplumsal yapı

oluşturulurken Batılılaşma temel hedef alınmıştır. Bu hedefe ulaşmada en önemli

görev, Osmanlı’dan devralınan ama ıslah edilmesinin gerekliliği üzerinde de durulan;

devlet yönetme geleneği olan bürokrasiye düşmektedir. Bu seçkinci yapının altın

yıllarında bürokrasinin egemenliğini göstermesi açısından, dönemin Ankara Valisi

Nevzat Tandoğan’a atfedilen “Memlekete komünizm gerekirse onu da biz getiririz”

sözünü hatırlamak gerekir (Küçükömer, 1969: 91). Dönemin bürokratik seçkin

davranışını ve tutumunu apaçık gösteren ve gücünün boyutu hakkında bilgi veren bu

söz, bürokrasinin siyaset anlayışı konusunda da bünyesinde önemli ipuçları

taşımaktadır.

Aslında, Mardin’in de vurgu yaptığı gibi, Mustafa Kemal’in Cumhuriyet

Türkiye’sine getirdiği yeniliklerin en başında kişisel ilişkiler dünyasının ortadan

kaldırılıp yerine gayr-ı şahsî mekanizmaları yerleştirme özlemi gelir. Ancak, Bütün

yenilikler, eskilere bağlı olduğundan bunun tümüyle gerçekleştiğini söylemek

oldukça güç gözüküyor (Mardin, 1983: 39). Bu seçkinci yapılanmanın Türkiye

tarihine damgasını vuran Tek Parti Döneminin, kişisel ilişkilerden kurtarılmak

istenen yeni devletin, modern bir devlet olarak egemen devlet anlayışını hâkim

kılmasının aksine tam tersi bir yönetim anlayışı ile toplumunu ve bireylerini

yönlendiren ve yakından denetleyen bir egemen ve totaliter bir devlet anlayışını

baskın kılmışlardır.

86

3.8. Tek Parti Yönetimi ve Devletçi Seçkinci Yapılanma

Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı devletinden sadece güçlü bürokratik yapı ve

gelenek değil, aynı zamanda bu yapıyı, kendi olanaklarını geliştirmek için çalışan ve

iktidar aracı olarak kullanan memur anlayışını da devralmıştır. Bununla beraber,

Cumhuriyetin kuruluşu, Osmanlı Devletinin yapı ve işlevinden ya da misyonundan

sistematik bir değişimi de ifade eder. Bu değişim, siyasi rejim ve medeniyet

anlayışında kendini gösterir. Tanzimat'ın ilanıyla başlayan batılılaşma programı ve

bunun uygulamaları, Cumhuriyetin lider kadrosu tarafından yetersiz görülmekteydi.

Bu nedenle Cumhuriyetin tercihi, Tanzimat’ın açtığı yoldan daha da ileriye giderek,

radikal bir batılılaşma programını uygulamak olmuştur. Atatürk’ün temel politikası,

toplumu modernleştirmek ve ülkeyi sanayileştirerek kalkındırmaktı.

Bu bakımdan Cumhuriyet dönemi bürokrasisinin iki temel misyonu

bulunmaktaydı. Birincisi, reformları geliştirerek devam ettirmek, yerleştirmek;

ikincisi ise, ekonomik kalkınmada kamu bürokrasisinin öncülüğünü sağlamaktı.

Reformları halka benimsetmekte temel misyon, kamu bürokrasisine verildi. Bu

konuda Cumhuriyet Halk Fırkasından da (CHF) yararlanıldı. CHF, asker-sivil

bürokratların hâkimiyetindeydi. 1935 yılında ‘parti’ adını alan söz konusu fırka,

toplumca “bürokrasinin partisi” olarak da nitelendirildi.

Siyasal, kültürel ve ekonomik programların uygulanması, en azından bu

programları bir ölçüde benimseyen bir bürokratik mekanizmaya ihtiyaç hissettirir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında bu amaçla askeri bürokrasiden yararlanılmıştır. Hatta sivil

bürokrasi, bir süre askeri bürokrasinin otoritesi altına sokulmuştur. Özellikle sınıra

yakın bölgelerdeki tümen ve kolordu komutanları, aynı zamanda valilik görevi

yapmışlardır. Askeri bürokrasi, mülki yönetim görevleri yürütmedikleri durumlarda

bile, hükümet ile sivil bürokrasi arasında bir aracı rolü oynamıştır (Heper, 1974: 101–

102).

Atatürk ve arkadaşları, başlangıçta askeri bürokrasiden destek görmüşler ve bu

bürokrasiden yararlanmışlarsa da, daha sonra askeri bürokrasinin siyasal hayattaki

rolünü azaltmayı tercih etmişlerdir. Askeri bürokrasinin, siyasal hayat üzerindeki rolü

birden değil, kademeli olarak azaltılma yoluna gidilmiş, bu konuda Atatürk'ün kişisel

87

karizmasının önemli rolü olmuştur. 1924 yılında kabul edilen bir kanunla, Genel

Kurmay Başkanı, kabineden ayrılmış, buna karşılık Meclisin askeri bürokrasiyi

doğrudan doğruya denetleyemeyeceği kuralı kabul edilmiştir (Rustow, 1964: 381).

Cumhuriyetin ilk yıllarında bürokrasinin yapısı ve işlevleri, fazla gelişmiş değildi. Henüz

kapsamlı toplumsal ve ekonomik devlet görevleri oluşmadığı için, İçişleri, Dışişleri,

Maliye, Adalet ve Savunma gibi, daha çok klasik devlet hizmetlerini yerine getirmekle

görevli bakanlıklar dikkati çekmekteydi. Bayındırlık, Sağlık, Eğitim, Tarım ve Ticaret

gibi bakanlıkların örgütsel yapısı oldukça küçüktü. Ancak devletin modernleşme ve

ekonomik gelişmeye yönelik politikaları, kamu bürokrasisinin kısa zamanda büyümesini

sağladı.

Tek parti döneminde, planlanan reformların uygulamaya aktarılmasında, büyük

ölçüde İçişleri Bakanlığı bürokrasisinden yararlanılmıştır. İçişleri Bakanlığı, bu

dönemde güçlü bir konuma yükselmiştir. Söz konusu bakanlığın itibar grafiği, Dışişleri,

Maliye ve Milli Savunma Bakanlıklarının üzerindeydi. 1935 yılında toplanan parti

kongresinde, devlet-parti özdeşliği resmen kuruldu. İçişleri Bakanı, Cumhuriyet Halk

Partisinin resmen genel sekreteri ve valiler de partinin il başkanı oldular. Bölge mü-

fettişleri, hem parti, hem de hükümet işlerini denetlemekle görevlendirildiler ve bütün

millet, CHP'nin üyesi sayıldı (Tunaya, 1960: 572). Mülki yöneticiler, idari

görevlerinin yanında siyasi işlerle de uğraşmaya başladılar. Böylece devlet yönetimin-

de “idare” ile “siyaset” iç içe girdi ve bürokrasi ile siyaset kurumu arasında

fonksiyonel bir ayırım yapılmadı. Siyasi makamlara aday olacak olanlar, parti

örgütünün ve yöneticilerinin onayını almak zorunda oldukları için, mülki yöneticiler

parti başkanı olmaları nedeniyle siyaseten güçlü kişiler haline geldiler. 2 Mayıs 1935

tarihinde toplanan CHP IV. Kurultayı’nda alınan kararlar Cumhuriyet tarihi açısından

önemli bir yer işgal eder. Bu tarihte başlatılan ve çok partili hayata geçişe kadar

sürdürülen parti-devlet birleştirilmesi anlamlı bir olgudur. Bu kongrede; “Parti, kendi

bağrından doğan hükümet teşkilatı ile parti teşkilatını, birbirini tamamlayan bir birlik

tanır”. Aynı kongrede bir konuşma yapan Parti Genel Sekreteri Recep Peker’in slogan

iki cümlesi oldukça dikkat çekicidir: “Parti prensipleri devlet varlığının da ana

prensipleridir” ve “Parti varlığı, Devlet varlığı ile beraberdir” (Kili, 1976: 62–64).

Kongrenin kapanış konuşmasını yapan İsmet İnönü ise esas çerçeveyi şu şekilde

88

çiziyordu: “Gerek devrim prensiplerinde, gerek devlet idaresinde bütün ulusu

kucaklayan bir partinin temel programının egemen olması... esas şarttır”. İşte bu

anlayışla çıkarılan 18 Haziran 1936 günlü ve CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü

imzalı genelgede şu esaslara yer verilmiştir.

“Bundan sonra parti faaliyetleriyle hükümet idaresi arasında daha sıkı bir

yakınlık ve daha amelî bir beraberlik sağlanmasına karar verilmiştir. Bu amaçla; l.

İçişleri Bakanına partinin genel sekreterlik görevi verilmiştir. 2. Bütün illerde, il parti

başkanlığına ilin valisi memur kılınmıştır. 3. Genel müfettişler, ...bütün devlet

işlerinin olduğu gibi, parti faaliyet ve örgütünün de yüksek murakıp ve

müfettişidirler...” (Bilâ, 1979: 116). Böylece politik otorite, devlet ve hükümet

kavramlarında toplanmış oldu. Bir tür “kuvvetler oligarşisi” olarak nitelemek

mümkündür. Aslında bu kararlar, özel bir örnekle Memurlar Kanununa da aykırı idi:

Çünkü memurların politik dernek ve kulüplere girmelerini yasaklayan hüküm vardı.

Bu maddenin değiştirilmesini isteyenlere Atatürk şu karşılığı vermiştir: “Ben bu

maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların politik

derneklere girmemesindeki amaç, onların benim partimden başka bir partiye

girmemesi demektir” (Goloğlu, 1974: 192).

Böylece parti ile devlet aynı olmaya başlamıştır. Zaten IV. Kurultay Tüzüğünün

3. maddesi de iktidarın tek elde toplanmasını öngörüyordu: “Türk ulusunun yönetim

şekli kuvvet birliği esasına dayanır...” IV. Kurultay’da benimsenmiş olan Tüzüğün

ikinci bölümündeki “CHP’nin Ana Vasıfları”, 18 Şubat 1937 gün ve 3115 sayılı yasa

uyarınca yapılan Anayasa değişikliği ile Anayasa’nın ikinci maddesi olarak kabul

edilmiştir. Bu “ana vasıflar”, CHP’de “altı ok” olarak anlatımını bulan niteliklerdir.

Yasayla yeni bir değişiklik daha yapıldı. “Siyasî müsteşarları, Başvekil, Meclis Azası

arasından seçerek Reisicumhur’un tasdikine arz eder.” Başka bir yasaylada, siyasî

müsteşarlar, vekâletin TBMM’ndeki işlerini vekiller adına izlemek ve

sonuçlandırmak, vekilin bizzat yapacağı işlerde ona yardımcı olmak, yönetimi

kendisine verilen belli vekâlet hizmetleri hakkında kararlar almak gibi görevlere

sahiptirler. Siyasî müsteşarlık, kişiler açısından, siyasî ve idarî anlamda bir “yetişme”

makamı olarak da düşünülmüştür. Fakat “bir tecrübe olarak kurulan bu teşkilat”,

Bayar hükümetinin güvenoyu almasından sonra kanunla kaldırılmıştır. Buraya kadar

89

anlatmaya çalıştığımızı özetleyici bir konuşma İsmet İnönü tarafından 6 Mart 1939

tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere yapılmıştır: “Cumhuriyet Halk Partisi,

memleketin bütün menfaatlerini ve bütün evlâtlarını kucaklayan bir siyasî aile haline

gelmiştir”. Ancak 1939 yılındaki CHP V.Kurultayı ile dar bir ölçüde liberalizasyon

başladı. İlk defa Hikmet Bayur tarafından tenkit edilen; İçişleri Bakanlığı ile Parti

sekreterliğinin ve valilik ile parti il başkanlığının aynı şahısta birleşmesine son verildi.

Ayrıca 1939 Kurultayı, “Devlet” ile “Parti”yi birbirinden ayırmaya çalıştı (Karpat,

1967: 335). Bu karar Genel Başkanlık divanınca uygulamaya konulmakla beraber,

valilerle partinin işbirliğinin sona erdiğini söylemek zordur.

Kurultay sonrası, CHP Genel Sekreterliğince gönderilen genelgede; “esasen parti

ve hükümetimin yüksek bir memuru bulunan vali arkadaşlarımın şimdiye kadar olduğu gibi

bundan sonra da teşkilatımıza azami yardım ve himayede bulunmalarını tabii buluyorum.”

deniyordu (Yetkin, 1983: 178). Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, dönem içerisinde

CHP, hükümetten ve devlet bürokrasisinden bağımsız bir parti olamamıştır (Koçak,

1986: 392). Bir başka ifadeyle, hükümet-devlet ve parti öylesine özdeşleşmiştir ki,

yöneltilen tenkitleri birbirinden ayırmak oldukça güçleşmiştir.

Parti ile bürokrasinin birleşmesi nedeniyle, dönem içerisinde, liyakat

prensibine titizlikle uyulduğu söylenemez. Heper’in de belirttiği gibi, genelde

Cumhuriyet devri, özelde ise Tek-Parti dönemi kamu bürokrasisi “patrimonyal”

özellikleri ağır basan bir bürokrasi niteliğindedir (Heper, 1977: 76). Buna en güzel

örnek de, bayramlarda kullanılan slogandır: “Tek-Parti, Tek Millet, Tek Şef”

(Karpat, 1967: 334). Belki de Monarşiyi aşma düşüncesi ve iradesi henüz

tamamlanmamıştı. Yeni bir düzen kurulmuştu ama bu düzenin temel kaideleri ne

olacaktı. Kurtuluş döçneminde bunun adı, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”

‘di; ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra yepyeni bir dönem başlamış ve sorunlar

değişmişti, çözümlerde farklı olacaktı.

Heper’e göre, kökleri Tanzimat’a kadar uzanan sivil bürokratik yönetim

geleneği, Cumhuriyetin ilanından 1950’e kadar uzanan dönemde altın yıllarına

ulaşmıştır (Heper, 1974: 89). Söz konusu dönemde halk, memurlara, giyinişini, sosyal

değerlerini ve mali olanaklarını dikkate alarak başka dünyalara mensup kişiler

gözüyle, biraz gıpta, biraz da hasetle bakmaktaydı. O dönemde memurluk, toplumsal

90

statüsü en yüksek mesleklerin başında geliyordu. Özel sektör fazla gelişmediği için,

modern eğitim kurumlarında yetişen kişilerin en çok rağbet ettikleri iş, kamu

görevliliği idi. Bürokrasinin yüksek toplumsal statüsü, gelir dağılımında doğal olarak

bürokratların ayrıcalıklı bir kesim olmasını sağladı. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı

sürecinde gıda ve diğer temel ihtiyaç maddelerinin dağıtımı ile fiyat politikalarının

uygulanması konusunda, memurlara önemli yetkiler ve ayrıcalıklar tanınmıştı. Halk

günlük hayatında, memurların yönettiği veya denetlediği temel mal ve hizmetlerden

yararlanmak zorundaydı, çünkü yaşamı için onlara bağımlıydı. Memurlara tanınan

yetkiler ve olanaklar, onların toplum üzerindeki otoritesini ve baskısını artırdığı gibi,

toplumun da doğal olarak, memurlar karşısında öteden beri mevcut antipatisinin

büyümesine neden olmuştur.

1930’lu yılların sonlarına doğru, yavaş yavaş özel sektörün gelişmesi ve yeni

meslek gruplarının ortaya çıkması ile birlikte memurların gelir dağılımındaki

paylarında bir azalma süreci başlamıştır. Siyasi iktidarlar, memurların mali kayıplarına

karşı birtakım iyileştirici önlemler alsalar da, bu gerileme sürecini tersine

çeviremediler. Bu gerileme süreci, özel sektörün gelişmesine bağlı olarak sürüp

gitmiş ve kamudan özel sektöre doğru yönetici transferi başlamıştır. Bu ekonomik

gelişim süreci ülkede liberal ticari anlayışın ortaya çıkmasına ve buda siyasal süreçte

etkisini göstererek çok partili hayata doğru geçişin sinyallerini vermektedir.

3.9. Çok Partili Dönem ve Demokrat Parti

1946 yılında Türk siyasal sisteminde önemli bir değişme yaşanmıştır. Siyasal

sistem, kendini halkın katılımına açma kararı vermiş ve Demokrat Partinin kurulması

ile birlikte Türkiye resmen çok partili siyasal hayata geçmiştir. Demokrat Partinin

kurulması, bir bakıma “merkezin, kenarın” siyasete katılmasına izin vermesi demekti.

Politikada çok partili siyasal hayat başlayınca, modernleştirici bürokratik seçkinlerin

eski gücünün azalmaya başlaması kaçınılmazdı.

Demokrat Parti, 1950'deki seçimlerden önce, program çalışmaları esnasında

bürokrasiyi karşısına almamaya özen gösteren bir siyaset izlemiş; seçim ça-

lışmalarında eleştirilerini, bürokrasi yerine CHP üzerinde yoğunlaştırmıştır.

91

Bürokrasiye, geçmişte yaptığı işlerden dolayı soruşturmaya tabi tutulmayacağı

konusunda güvence verilmiştir. DP, bürokrasinin tarafsızlığını sağlamadan seçim

kazanmanın zorluğunu bilmekteydi. Tarihi olarak güçlü bir devlet ve bürokrasi

geleneğine sahip toplumda, resmi makamların etkisi hep büyük olmuştur (Ahmad,

1995: 155).

1950 ve 1960 arası dönemde çağdaş Türk Siyasal sisteminin önemli bir özelliği

ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı siyasal sisteminde ve belirli bir ölçüde tek parti

döneminde yöneticiler farklılaşmış değildi. Mesela bürokrasi çok işlevli bir konuma

sahipti. Çok partili döneme geçişle birlikte yöneticilerin farklılaştığını ve

uzmanlaşmaya başladıklarını görmekteyiz. Siyasal seçkinler bu dönemden sonra

artık profesyonelleşmişler ve uzmanlaşmışlerdır. Siyasal seçkinlerin gittikçe güçlenip

bağımsızlaşmasında en önemli rolü, profesyonel politikacıların yetişmesi ve

partilerin ülke çapında yaygın örgütler kurmaları oynamıştır. Ayrıca hukuk, yönetim,

ekonomi ve askeri sistemlerin de gittikçe bağımsızlaşması olayına yine bu

üniversiteler için de söyleyebiliriz. Üniversiteler de gereğinde iktidara karşı

gelebilmekte ve bağımsız bir siyaset izleyebilmektedir. Böylece üniversitelerin de

siyasal sistem içinde önemli bir güç kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.

Demokrat Parti kuruluş tarihinden iktidara geçtiği 14 Mayıs 1950 tarihine dek

dört buçuk yıla yakın bir süre muhalefet partisi olarak çalışmıştır. Parti kurulduğu

tarihten hemen hemen altı ay sonra 1946 genel seçimine girmiş ve Tunaya’nın

sözleriyle Meşrutiyet intihaplarını hatırlatan bir hava içinde ve açık oy, gizli ayrım

usulüne uygun olarak yapılan seçim sonunda parti 61 milletvekilliği kazanmıştır. Bu

yıllarda muhalefetin en önemli faaliyetini seçimlerin meşru olmadığı ve

yolsuzlukların yapıldığını iddia etmek olmuştur. Bu nedenle Demokrat Parti 1948 ara

seçimlerine katılmamış ve bu usullerle seçimler yapıldığı süre hiçbir seçime

katılmayacağını açıklamıştır. Bunun üzerine Günaltay hükümeti yeni bir seçim yasası

hazırlamıştır. Böylece, 16 Şubat 1950 tarihli “Milletvekilleri Seçimi Kanunu” ortaya

çıkmış oldu. Bu yasaya dayanılarak yapılan seçimler sonunda 14 Mayıs 1950'de

Demokrat Parti iktidara gelmiştir (Tunaya, 1952: 657).

Türkiye, 1950’den önce devletçi bürokratik seçkinlerin tabaka tarafından

yönetilmiştir. Demokrat Partinin 1950'de iktidara gelmesi, tek parti döneminde ülkeyi

92

yöneten devletçi bürokratik seçkinlerin iktidardan düşmesiyle sonuçlanmış, Heper’in

ifadesiyle, devlet merkezli siyasetin yerini, parti merkezli siyaset almaya başlamıştır

(Heper, 1990: 609). 1950–1960 dönemi, bürokrasi açısından büyük bir gerilemenin,

itibar ve güç kaybının yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyaset ve siyasetçiler

öne çıkmış; bürokrasi ikinci plana itilmiş ve “kamusal hizmet aracı” olarak görülmeye

başlanmıştır. Toplum, devlet iktidarı karşısında özerk alanlar meydana getirmek için

siyasete ağırlığını koymuştur.

Demokrat Parti, 1950’de TBMM’ye sunduğu programda, devletin ekonomiye

müdahalesini asgari düzeye indirmeyi, kamu sektörünün ekonomideki payının

azaltılmasını, özel sektörün teşvik edilmesini, temel bazı kamu iktisadi teşebbüsleri

hariç diğerlerinin özelleştirilmesini, kısacası' ekonomide liberal bir politika izlemeyi

öngörüyordu. Liberalizasyon, siyasi güvenlik getirdiği gibi, bireye saygı

gösterilmesine, bürokratik baskıya son verilmesine ve özellikle bireylerin devlet

işlerine bizzat katılabilmelerine yol açmıştır (Karpat, 1996: 351). Demokrat Partinin

iktidar yıllarında, özel sektör teşvik edilmiş, hamle yapmış, partinin programı ve

yetkililerin söylemine rağmen devletçi politikalar ölmemiş, aksine geliştirilmiştir. Dev-

let bir taraftan altyapıya yönelik büyük yatırımlara girişirken, diğer taraftan da KİT’ler,

sayısal ve nitelik itibariyle hızlı bir gelişme göstermiştir (Şaylan, 1983: 303). Nitekim

1951–1960 yılları arasında on üç yeni kamu iktisadi teşebbüsü kurulmuş, öncekiler

geliştirilmiştir. Klasik işlevli bürokrasi ile ekonomik işlevli bürokrasi arasında

farklılıklar artmaya başlamıştır. Ekonomik işlevli bürokrasi, bölgesel düzeyde

örgütlenerek klasik bürokrasinin denetim alanı dışında bölge yönetimlerini

oluşturmuş, yetkilerini ve gücünü giderek artırmıştır.

Siyasal sistemde, iktidarın değişmesi ve farklı siyasal-ekonomik programların

uygulamaya konulması, şüphesiz bürokrasiyi de etkiler. Yeni iktidarın yönetici

kadrosu ve programı ile bürokratların değer yargıları, siyaset ve yönetim anlayışları

arasında bir benzerlik yoksa ayrıca siyasi liderler kendi rollerini genişletmek

istiyorlarsa, bürokrasinin gücü kırılmaya çalışılır. Demokrat Parti, bürokrasiyi, önceki

iktidarın bir ortağı olarak gördüğünden onun gücünü kırmak için çalıştı. Liberal

ekonomi politikaları, özel sektörün gelişmesine yönelik olduğu için, bürokrasi, siyasal

iktidarın emrinde, teknik yeteneğini ona sunmakla yükümlü bir hizmet aracı olarak

93

görülmek isteniyordu. Karpat’a göre, asırlardan beri, halktan zihniyet ve adetler

bakımından kopmuş ve 1923’en 1945’e kadar tek parti sistemi tarafından bu eğilimi

daha da güçlenmiş olan bürokrasi, bizatihi bağımsız bir sınıf teşkil ediyor ve kendisini

devletin temsilcisi sayıyordu. Bu tutum ve düşünüş, yavaş yavaş yerini bir devlet

memurunun asıl işlevinin halka günlük ihtiyaç ve işlerinin görülmesinde yardım etmek

olduğu görüşüne terk etti. Memurların görevleri sırasında işledikleri suçlardan dolayı

yargılanmaları kolaylaştırıldı. Resmi bir dairede iyi muamele görmemeleri durumunda

üst makamlara başvurmaları için bizzat hükümet halkı teşvik ediyordu. Okul

kitaplarında bazı değişiklikler yapılarak tek parti yönetimini ve devlet otoritesini öven

bölümler çıkarıldı, fakat devlet başkanını öven bölümler ve sözler Demokratlar

tarafından yeniden kitaplara konuldu (Karpat, 1967: 274–275).

Akademik özgürlüklerin kısıtlanmasına ve istenmeyen bürokratların işten

uzaklaştırılabilmesine olanak sağlayan düzenlemeler yapıldı (Heper, 1974: 135–137).

Ancak bürokrasinin değişen siyaset ve çevre faktörlerine karşı uyumu ve kendini

buna göre değiştirmesi pek kolay olmadı. Çünkü bürokrasinin, siyaset, yönetim ve

dolayısıyla kamu yararı felsefesi ile DP’nin kamu yararı görüşü arasında büyük

farklılık vardı. Önceki konumunu terk etmek istemeyen bürokrasi ile onu kendi siyaset

anlayışına yaklaştırmak isteyen siyasi iktidar arasında bir mücadele yaşandı. DP, yerel

çıkarlara ve taleplere daha duyarlı davranmaya çalıştı; buna karşılık bürokratik

seçkinlerin görüşlerine fazla önem vermedi. Bürokrasi, siyasal iktidarın piyasa

ekonomisine dayalı politikalarına ve Atatürk devrimleri konusundaki esnek tutumuna

karşı tepki gösterdi. DP’nin önceki iktidardan en önemli farkı, yönetim anlayışı ile

ekonomi ve kültür politikaları alanında kendini gösteriyordu. Türkiye, kenarın ya da

kırsal kesimin siyasete katılması ile birlikte bürokratik seçkinlerle siyasal iktidar

arasında çekişme yaşayan ilginç ülkelerden biridir.

CHP’liler, başlangıçta, esas itibariyle devlete metafizik bir nitelik ve dolayısıyla

mutlak bir üstünlük tanıyor, bireylere ise devlete mutlak itaat görevi yüklüyorlardı.

Demokratlar ise devlete, insanlar tarafından birey ve toplum yararı için kurulmuş bir

teşekkül olarak bakıyor, bireyin ihtiyaçları, düşünceleri ve hakları karşısında devletin

yetkilerinin kısılmasından yana bir tutum sergiliyorlardı. Halkçıların, insan haklarının

devletten çıktığını kabul etmelerine karşılık, daha pragmatik olan Demokratlar, doğal

94

haklar teorisini benimsiyorlardı (Karpat, 1967: 328). Her iki partinin bürokrasi, birey

ve toplum konularındaki davranışlarını, büyük ölçüde bu yaklaşımlar belirlemiştir.

Çok partili siyasal hayat, hiyerarşik otoritenin gücünü gevşetti. İktidar partisi

milletvekilleri, yoğun bir seçmen talebi ve yakınmalarıyla karşı karşıya kaldılar;

bunun üzerine bürokrasi ile halk arasındaki ilişkilerde arabulucu rolünü yürüttüler;

bunda bir ölçüde etkili olarak seçkinci bürokratlar üzerinde baskı kurmaya çalıştılar.

1950 genel seçimleri ile birlikte bürokrat kökenli milletvekillerinin oranı düştü;

onun yerine profesyonellerin (avukat, doktor ve mühendis gibi) ve iş adamlarının

oranında artış oldu. CHP, parti olarak bürokratlara dayanırken; DP, profesyonellere,

iş adamlarına, eşraf ve kırsal kesime dayalı bir politika yürüttü. Tek parti döneminde,

bürokratik seçkinler değerli iken, Demokrat Partinin iktidarında, siyasal partiler önem

kazandı ve toplum siyasal partiler vasıtasıyla değişim sürecine ağırlığını koydu; her

alanda hızlı bir değişim süreci yaşandı. DP’nin iktidar döneminde, her ne kadar

bürokratik yönetim geleneği bir değişime uğramış ve zayıflatılmışsa da, 1950’nin

sonunda sivil bürokrasi, yalnızca siyasal kararları uygulayan bir kurum durumuna

indirgenememiştir (Heper, 1974: 140).

Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisinin milletvekillerinin toplumsal

kökenlerine baktığımızda her iki grup arasında önemli farklar olduğunu görüyoruz.

Demokrat Parti’nin milletvekilleri daha genç (D.P. ortalama yaş 48 C.H.P.’de 53)

yasama deneyimine daha az sahip (D.P. de %83 daha önce milletvekilliği

yapmamışken, C.H.P. de bu oran %35), daha çok Ege-Marmara bölgesinde doğmuş

(D.P. de %45, C.H.P.’nde %36), daha yerel (D.P.’de %67, C.H.P. nde %56), daha az

yüksek öğrenim görmüş (D.P. de %69, C.H.P.’nde %74) kişilerden oluşmuştur.

Ayrıca, Demokrat Parti’nin yüksek öğrenim görmüş milletvekillerinin çoğu hukuk

eğitimi yapmış kişilerden oluşurken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekillerinin

çoğu Mülkiye ve Harbiye’de eğitim görmüş kişilerden gelmektedir. Her iki partiyi

mesleksel açıdan incelersek, Demokratların Halkçılara oranla daha çok serbest

meslek ya da girişimcilerden oluştuğunu görmekteyiz. Demokrat Parti grubunun

%33’u avukat iken bu oran Halk Partisi’nde %18’dir. CHP’nde grubunun %13’ü 10

asker ve %15’i sivil bürokrat olmasına karşın bu iki önemli meslek grubundan

D.P.’de hiç yoktur. Demokrat Parti’den milletvekili seçilen dört sivil bürokrat

95

(Ahmet Oğuz, Enis Akaygen, Ahmet Tahtakılıç ve Suphi Batur) ve bir asker (Sadık

Aldoğan) bu partiden ayrılıp Millet Partisi’ne geçmişlerdir (Frey, 1965: 351–352).

C.H.P. 1943 yasama dönemiyle karşılaştırıldığında her açıdan D.P.’yi

andırmasına karşın 1946 yasama döneminde yine de D.P.’den bu derece farklılık

göstermesi ilginçtir. 1946 seçimlerinden sonra Recep Peker hükümetine karşı çoğu

genç milletvekillerinden oluşan otuz beş kişilik bir grubun muhalefetidir. Recep Peker

parti içinde uyandırdığı hoşnutsuzluk ve basının hücumu karşısında istifa etmek

zorunda kalmıştır. Yerine Hasan Saka ve Şemseddin Günaltay kabineleri geçmiş ve bu

kabinelerde otuz beşlerden birçoğu önemli bakanlıklara atanmıştır (Tunaya, 1952:

563–564). Recep Peker’in anti-liberal ve katı siyasetine muhalefet eden bu grubun

Halk Partisi'nin diğer milletvekillerine oranla daha genç olmaları dışında en önemli

niteliklerinin yarısına yakınının eğitimle ilgili mesleklerden geldikleri ve bunun da

%30’unun üniversite öğretim üyesi kişiler olduklarını söyleyebiliriz (Frey, 1965: 355).

Yani, bu dönemde tek parti rejimine muhalefet yalnız serbest meslek ve

girişimcilerden gelmemekte aynı zamanda güçlü entellektüel muhalefetin varlığını da

unutmamak gerekmektedir. Millet Partisi’nin kurulmasıdır siyasal anlamda önemli bir

süreçtir. Demokrat Parti’nin temsil ettiği geniş kütle içinde çeşitli nedenlerle bu

dönemde kopmalar olmuştur. Bu ayrılmalar Millet Partisi’nin doğumuna neden

olmuştur. Demokrat Parti'nin ikinci büyük kongresinden önce Temmuz 1948’de

kurulan Millet Partisi, Demokrat Parti’nin Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı yeter

derecede sert ve şiddetli muhalefet yapmadığını söylemiştir. Bu partiye meclisteki

“Müstakil Demokratlar Grubu” ve Afyonkarahisar’da kurulmuş olan Öz Demokratlar

Partisi katılmıştır. Kurucularının çoğunu milletvekilleri oluşturmuştur. 1946 yasama

döneminde on dokuz milletvekiliyle temsil edilmelerine karşın. 1950’de yalnızca bir

milletvekilliği kazanabilmiştir. Bu partinin gerek C.H.P. gerek DP.’den fazla bir

farklılığı yoktur. Milletvekillerinin toplumsal kökenlerine bakıldığında da C.H.P.’den

çok D.P.’yi andırdığını söyleyebiliriz. 1950–1960 yılları arasındaki on yıllık

dönemde Türkiye Kore Savaşı’na katılmış, NATO’ya girmiş, Ordu dış dünyaya

açılmıştır (Ahmad, 1977: 35-147). Türk subayı zengin Batılı subayların ne denli

saygın ve ekonomik olarak rahat durumda olduğunu görmüş, ister istemez kendi

96

durumuyla döneminde, çoğunluğu asker ve sivil bürokratlardan oluşan aydın

seçkinler, DP’de aradıklarını bulamadıkları için düş kırıklığına uğramıştır.

1950 ve 1954 seçimlerinde özellikle ve 1957’de de kısmen Demokratların

seçimleri kazanamadıkları yerler yalnızca Doğu Anadolu’dadır. Bu nedenle

C.H.P.’nin milletvekilleri daha önceki milletvekillerinden toplumsal nitelikleri

açısından farklılık göstermektedir. Gerçi, 1954 seçimlerinde C.H.P. durumunu biraz

düzeltmiş gibi görünmesine karşın yine de “artık” olma özelliğini korumaktadır.

Onbirinci yasama döneminde ise, yine partinin parlamento grubu azınlıktadır ama

oldukça da durumu düzelmiştir (Frey, 1965: 356).

Tanzimatlan beri iktidar yapısının en etkin parçası olan aydınlar yani asker ve

sivil bürokrasi, 1946'dan sonra hem toplum içindeki gücünü hem de iktidarını, eşraf,

taşra kanat önderleri ve burjuvaziden kurulu bir üçlüye kaptırmışlardır. İktidara gelen

bu toplumsal güçler asker ve sivil bürokratların yüzyıllık uğraşları sonunda çizdiği

“şema”nın oldukça tersine davranmışlardır. Bu nedenle bürokratlar çok geçmeden bu

iktidar değişikliğinden hoşnut olmamışlar ve 27 Mayıs 1960 tepkisi ile de bunu açığa

vurmuşlardır. 27 Mayıs’tan sonra kurulan Meclis özellikle bu seçkinci bürokrat ve

asker seçkin kişilerden seçilmiştir ve bunların hazırladığı Anayasa da doğal olarak

"tepkisel" nitelikte olmuştur.

3.10. Askeri Seçkinci Yapılanmanın Siyasete Müdahalesi

Türkiye Cumhuriyeti on yılda bir karşılaştığı askeri müdahaleleri aşarak, siyasal

kültürünü ekonomideki gelişmelerle sosyal hayata aktarmış, gelişen bir ülke olma

yolunda hızla ilerleme kaydetmiş dünya ülkelerinden biri olma niteliğini kazanmıştır.

Dünya haritasında bulunduğu yerle, jeopolitik anlamda çok önemli bir yere sahip olan

ülkemiz her alanda güçlü olmak durumundadır. Bu alanlardan en önemlilerinden biride

siyasi istikrardır. Asker seçkinlerin, 27 Mayıs ile başlayan siyasete müdahalesi süreci,

ülkede iktidar anlamında bir değişimin olduğunu, bunun da belli başlı alanlarda az ya da

çok dönüşümün ortaya çıkmasına neden olduğunu söyleyebiliriz.

27 Mayıs; Türk siyasal yaşamında ki dönüşümleri yakından izleyen D.A. Rustow,

1955 sonrası gelişmeleri ve ordunun siyasete müdahalesi ile ilgili şunları

97

söylemektedir: “Otuz yılı aşkın bir sivil yönetimden sonra orduyu yeniden siyasete

iten Menderes hükümetinin kendisidir” (Rustow, 1964: 366). Gencay Şaylan,

Demokrat Parti’yi deviren genç subayları darbe yapmaya iten süreci üç ana başlık

altında toplamaktadır (Şaylan, 1978: 404–405).

Bunlardan ilki, Tüm bürokratlar gibi askerlerin de 1950’den sonra grup olarak

karşı karşıya kaldıkları gelir yetersizliği, yani maddi yoksunluk; ikincisi ise, askerlerin

toplumsal statülerini yitirmeleri demek olan azalan toplumsal statü ve sonuncusu ise,

Demokrat Parti iktidarının ordunun otonomisini yok ederek denetim altına almaya

çalışmasıdır.

1960'lara gelinirken Demokrat Parti’nin ekonomi politikası iflas etmiş,

muhalefetin sertleşmesi nedeniyle iktidar sert önlemler almaya ve muhalefeti yok-

etmeye çalışmıştı. Şunu da belirtmekte yarar var ki, 1950–1960 arası dönemde

Türkiye’de ekonomi hızlı bir gelişme göstermiş, bu dönemin gayri safı gelişme hızı

%6.7, net gelişme hızı ise%3.9 olmuştur (Gürkan, 1979: 142). Endüstrileşmenin en

önemli göstergelerinden olan şehirleşme 1950'de % 18.5 iken bu oran 1960’da

%25.2’ye varmıştır (Keleş, 1972: 44). Bu büyük ekonomik patlama, devleti de

etkilemiş ve devlet büyük alt yapı yatırımlarına kalkışmıştır. Karayolları ve barajların

yapımlarında çok önemli gelişmeler gerçekleşmiştir. Bununla beraber, Şaylan’ın

belirttiği gibi (Şaylan, 1978: 401) bu kapitalist gelişme 19’uncu yüzyılda Avrupa’da

ortaya çıkan gelişmeden büyük farklılıklar göstermektedir. Temel farklılık Avrupa

gelişmesini bağımsız olarak gerçekleştirmesine karşın, Türk ekonomisi Batının

gelişmiş kapitalist ekonomileriyle sıkı bir bütünleşme içinde bulunmasıdır. Bunun

sonucu ise, tarım ve ticaret kesimleri önemli ölçüde gelişmiş; fakat ağır sanayi bu

denli gelişememiştir.

İzlenen enflasyonist siyasetten zarar gören kentli sabit gelirli kesimler, asker ve

sivil bürokratlar gittikçe çoğalan bir oranda D.P.’ye karşı tepki göstermeye

başlamıştır. Menderes’in siyasetinden sürekli olarak hoşnut olan tek grup, toprak

sahipleri olmuştur. Demokrat Parti’nin bu gruba karşı siyaseti hiç değişmemiş ve

kırsal kesimin oylan seçimlerdeki başarısının nedeni olmuştur, iş adamları 1950’lerin

ortasına dek Menderes’in siyasetini onaylamışlar fakat Menderes laissez-faire

siyasetini yeniden ele alıp ekonomiyi istikrara kavuşturmak için denetlemeye

98

başlamıştır (Ahmad, 1977: 98). 1950–1960 arası dönemin en önemli sonuçlarından biri

de, kırsal kesimin siyasal katılımının sağlanması olmuştur. Az gelişmiş ülkelerde

siyasal katılmanın genişlemesi çoğunlukla siyasal seçkinlerinin tek amacı değildir.

Siyasal katılma bu tür toplumlarda ya başka amaçları gerçekleştirmek için

başvurulan bir yol olmakta, ya da islenilen amaçların başarılması sonucunda ortaya

çıkmaktadır. Siyasal seçkinler, siyasal katılmayı ya iktidarlarını daha da

sağlamlaştırmak için ya da diğer hedefleri, örneğin ulusal bağımsızlığı veya sosyo-

ekonomik eşitliği, gerçekleştirmek için genişletirler. Nasıl ki, normal olarak

iktidardaki siyasal seçkinlerler iktidarlarını koruyabilmek için, siyasal katılmayı

sınırlarlarsa ya da yeni sınıfları ve grupları kendi yararlarına mobilize ederlerse, aynı

biçimde muhalefetteki siyasal seçkinlerde siyasal katılmanın genişlemesini ve yeni

katılma biçimlerinin oluşması için çalışırlar. Bazen muhalefetteki siyasal seçkinler

iktidara gelmeden yeni seçmenleri kendi yanlarına çekerler ve bu mobilizasyon

sonunda iktidara gelirler. Bu tek parti rejimlerinden çok partiye geçişte çoğunlukla

çok rizikolu bir yoldur. Çünkü yerleşik seçkine bu yolla doğrudan doğruya meydan

okunmaktadır. Yerleşik seçkinler bu durumda muhalefeti bastırabilir. Yeni seçmenler

oluşturabilmenin daha başarılı yolu iktidara, kabul edilmiş seçmenlerin desteğiyle

gelip iktidar mekanizmasını ele geçirdikten sonra yeni sınıfları ve grupları mobilize

edip, siyasal katılmanın alanını genişletmektir. Menderes iktidara C.H.P.’ne var

olan kentli muhalefetin desteğinin sonucunda gelmiş, bundan sonra ise tarım sektörü

lehine bir siyaset izleyerek köylüleri siyasete mobilize etmiş ve böylece her üç

seçimi de büyük bir rahatlıkla kazanabilmiştir (Turhan, 1991: 185–187). Önemli

olan Türkiye'de ilk kez olarak siyasal katılmanın genişlemiş olmasıdır.

Ulman ve Tachau’nun (1965: 161–163) belirttiği gibi 27 Mayıs 1960 darbesinin

önemini ne Türkiye’ye getirdiği hukuki standartlarıyla ne de ortaya koyduğu

ilkelerine bakarak anlayabiliriz. 27 Mayıs 1960 darbesinin gerçek önemi çağdaş Türk

politikasının toplumsal ve ekonomik temelinde aranmalıdır. Tükiye’deki çağdaş

politikanın temeli ise Tanzimat’a dek gider. Tanzimat’tan beri iktidarın önemli bir

parçası olan askeri ve sivil bürokrasi, 1946’dan sonra çok partili dönemde iktidarını

eşraftan ve yeni burjuvaziden kurulu bir “ittifak”a kaptırdı. İktidarın yeni sahipleri ise,

aydın dediğimiz bürokratik çevrelerin özlemlerinin tersine toplumu yönetmeye

99

kalktılar. Ve bürokrasi iktidarı kapmışının sonuçlarından hoşnut olmadığını 27 Mayıs

tepkisiyle ortaya koydu. 27 Mayıs’ın hemen ardından ortaya konan görüşler

incelendiğinde devletin yönetiminin tümüyle bürokratik kadrolara geri verme eğilimi

açıkça görülür. Bu nedenle, bu darbenin yeni yeni ortaya çıkan sosyo-ekonomik

grupları önlemeye çalıştığını söyleyebiliriz. Daha açık bir dille ifade etmek gerekirse,

Tanzimat’tan beri topluma öncülük etmeye çalışan bürokratik kadro, İkinci Dünya

Savaşı'ndan sonra yeni burjuvazinin önderliğinde ağırlığını ortaya koyan derebeylik

kalınt ılarının ve eşrafın iktidarına sınır koymak istemiştir (Soysal, 1969: 289).

Türkiye’de orduyla ilgili yapılabilecek ilk gözlem subayların ekonomik ve toplumsal

bakımdan sivil idareyle birlikte 1950’den sonra izlenen ekonomik politikalardan

olumsuz bir biçimde etkilenmiştir. Bu yıllarda bir kişinin subay olabilmesi için

normal lise eğitiminden sonra üç yıllık Harp Okulu’nu bitirmesi gerektiğinden bu

grubun entellektüel seçkinlere de benzer yanları vardır. Subaylarda Atatürk’e karşı

saygının önemli bir yer tuttuğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Atatürk’ün subaylar

üzerindeki etkisinin çok yoğun olması Mustafa Kemal’in ilk başarılarını askeri alanda

kazanması nedenine bağlanabilir. Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet İnönü de bir

askerdi. Demokrat Parti ise muhalefetin lideri olan İsmet İnönü’ye karşı düşmanca

hareket ediyordu. Gerçekle ise, Menderes rejimi subaylarca, askerlere yer vermediği

için ordu tarafından şüpheyle izleniyordu. 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni gerçekleştiren

Milli Birlik Komitesi 38 kişiden oluşmaktaydı. Bu 38 kişinin 5’i general

rütbesindeydi. 5 Generalin 2’si Orgeneral, 2’si Tümgeneral ve l’i Tuğgeneral idi.

Ayrıca 10 Albay, 6 Yarbay, II Binbaşı ve 6 Yüzbaşı vardı. Milli Bir lik Komitesi’nin

en yaşlı kişisi 65 yaşında Cemal Gürsel ve en genci ise 27 yaşında Muzaffer Özdağ

idi. Bu grubun yaş ortalaması 41’dir. 6 Yarbayın 5’i kurmaydır. 11 binbaşının 7’si

kurmay. 2’si Harp Akademisi öğrencisidir. 6 yüzbaşının ise l’i kurmay ve 2’si de Harp

Akademisi öğrencisiydi. Ayrıca M.B. K.’sinin 38 üyesinin yalnızca %l’i İstanbul,

Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerde doğmuştur. Milli Birlik Komitesi üyesi 38

kişinin biri dışında hepsi 18 ile 22 yaşları arasında Harp Okulunu bitirmiştir. Yirmi

dokuz subaydan 22’si çeşitli nedenlere yurt dışına çıktığını söylemiş yalnızca 7

subay yurt dışına çıkmadığını belirtmiştir. Komite üyelerinden en az beş kişinin

Kore Savaşı’na katıldığını biliyoruz. Ayrıca 20’si yabancı dil bildiğini de söylemiştir

(Weiker, 1963: 118).

100

Subaylar ele alındığında toplumsal kökenlerinin siyasal görüşlerini doğrudan

etkileyeceği söylenemezse de, özellikle doğu toplumları açısından toplumsal kökenin

subayın siyasal düşüncesinin oluşumunda önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz. Bu

nedenle bizce, ordu açısından da toplumsal köken araştırmaları önemlidir. 1920–1957

yılları arasında örnek olarak alınan 32 asker kökenli milletvekillerinin babalarının

meslekleri incelendiğinde. Tek parti döneminde milletvekilliği yapmış 32 asker kökenli

milletvekilinin babalarının mesleklerinin yüzdelerinin dağılımı şöyle: %47 subay,

%28 ticaret ve tarım, %13 sivil idare, %3 hukukçu, %3’din adamı ve %6 diğer

meslekler (Frey, 1965: 141). Ordunun ilk devşirdiği kişiler subay çocukları

olmaktadır. İkinci önemli devşirme grubu ise sivil idaredir. Sivil idareden de

çoğunlukla ufak memurların çocukları subay olmayı yeğlemektedir. Üçüncü büyük

grup ise, ticaret ve tarımla uğraşanların çocuklarıdır. Bu grupta da taşradaki tüccar ve

az topraklı kişilerin çocukları bu mesleği seçmektedir. Gerek M.B.K. gerek tek parti

dönemi asker kökenli milletvekilleri incelendiğinde serbest meslek sahibi kişilerin

çocuklarının askerlik mesleğine karşı bir istek göstermediğini görüyoruz.

1971 Muhtırası; Milli Birlik dönemi herkesin kabul edeceği gibi, olağanüstü

bir durumdur. 27 Mayıs 1960’dan 25 Ekim 196l’e dek ülkemiz Milli Birlik

Komitesi’nce yönetilmiştir. Bu komite 27 Mayıs 1960'dan 6 Ocak 1961’de Kurucu

Meclis açılıncaya dek yasama ve hükümeti denetleme yetkilerini tek başına

kullanmıştır. Kurucu Meclis’ten sonra ise bu meclisin bir organı durumuna gelmiş;

fakat hükümeti denetleme yetkisini elinde tutmuştur. Milli Birlik Komitesi’nin amacı

demokratik rejime geçmekti. Fakat ne kendisi, ne kuruluşu ve ne de işleyişi

bakımından demokratik idi. Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasa 9 Temmuz

1961’deki halk oylaması ile kabul olunmuştur ve böylece de 15 Eylül 1961’de yeni

parlamento seçimi yapılmış ve Milli Birlik yönetimi sona ermiştir. 12 Mart 1971

olayına dek 1961 Anayasası bir iki değişiklik dışında büyük bir değişiklik olmadan

uygulandı. 12 Mart 1971’den sonra ise 1961 Anayasası büyük değişikliklere uğradı. 12

Mart 1971’de Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Kumandanları Milli Güvenlik Kurulu

üyeliği sıfatlarını da belirterek Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Senatosu ve Millet

Meclisi Başkanlarına ortak imzalı bir “muhtıra” verdiler. “Muhtıra” metni özet olarak

şöyleydi: Parlamento ve hükümet süregelen tutum ve icraatı nedeniyle yurdumuzu

101

anarşi, kardeş kavgası, toplumsal ve ekonomik huzursuzluk içine sokmuştur. Türkiye

Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içindedir. Türk Silahlı Kuvvetleri bu durumda

partiler üstü bir anlayışla çalışacak ve Anayasanın öngördüğü reformları

gerçekleştirebilecek güçlü bir hükümeti demokratik kurallar içinde gerekli

görmektedir. Bu konu hızla gerçekleştirilmezse, Türk Silahlı Kuvvetleri Türkiye

Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek yönetimi üzerine

alacaktır. 27 Mayıs 1960 darbesini izleyen dönem Türkiye'de burjuvazinin geliştiği

bir dönemdir. Bu dönemde endüstrinin gelişme hızı %9 dur. Burjuvazi geliştikçe bu

sınıfın kendi içindeki iç çelişkileri de çoğaldı. Bu çelişkilerden en önemlisi ufak

sermaye ile tekelci sermaye arasındaki çelişkidir. Bu yıllarda Ticaret Odaları Birliği

ufak sermayeyi temsil ediyordu. Ve küçük sermaye İstanbul’daki tekelci sermaye ile

yarışma içinde idi. Örneğin, 1960’larda tekelci sermaye esas olarak iç tüketim malları

ürettiğinden ücret artışlarından yakınmıyordu. Buna karşın, özellikle tekstil üreten ve

ihracata dönük sermaye ile küçük sermaye ücret artışları istememekteydi. Burjuvazi

içindeki bu bölünme, bu grubun en önemli temsilcisi olan Adalet Partisi içinde de

görünmeye başladı. Adalet Partisi, Demokrat Parti’nin aksine, tekelci sermaye ile

işbirliği yapmayı daha uygun buldu. Türkiye’deki yönetici sınıflar içindeki bu tür bir

hizipleşme 12 Mart Muhtırası’nın en önemli nedenlerinden biridir. Bu nedenle Feroz

Ahmad’in belirttiği gibi (1977: 299) 12 Mart’tan sonra kurulan partiler üstü

hükümetlerden Nihat Erim’in hükümet programı iş çevrelerinden yalnızca tekelci

sermayeyi yani büyük müteşebbisleri ve endüstricileri memnun etti. Bu nedenle

Türkiye Odalar Birliği Başkanı Raif Önger bu programı özel sektörün varlığına bir

tehlike olarak niteledi. Böylece iş çevrelerinin büyük bir bölümünün tekelci

sermayeden çekindiğini söyleyebiliriz. Toprak sahipleri de Erim hükümetinin toprak

reformu ve toprağın vergilendirilmesiyle ilgili yönlerini beğenmiyorlardı. Böylece ufak

işadamlarıyla toprak sahipleri 12 Mart rejimine karşı muhalefetin temelini

oluşturdular. Bürokrasinin 12 Mart Muhtırasına karşı olan tutumu ise, bizce önemli

değildir. Bürokrasi Türkiye’de 1950’den sonra özel sektörce güçsüz bir duruma

getirildi. Bürokrasi 27 Mayıs 1960 darbesiyle tek parti rejimindeki gücünü

kazanmaya çalıştıysa da, pek başarılı olduğu söylenemez. Örneğin 1960’dan sonra

kurulan Devlet Planlama Teşkilatı kısa bir sürede özel sektörün bir aracı durumuna

düştü. Bu duruma şaşırmamak gerek; çünkü Türkiye’de 1930’larda uygulanan

102

devletçi politikalar da kapitalist düzenin yaratılması amacına dönüktü ve tek parti

rejiminde güçlenen bürokrasi çok partili düzene geçişle eski gücünü bir daha

kazanmamak üzere yitirdi. Bu anlamda toplumsal, ekonomik ve fiziksel çevre

seçkinlere kullanılabilecleri bir dizi olanaklar sunmaktadır (Ulman ve Tachau, 1965:

304). İşte bu fırsatların seçkinlerce iyi değerlendirilememesi de askeri müdahalelerin

ayrı bir nedeni olmaktadır. Son olarak, Türkiye Cumhuriyet’i Devleti’nin fiilen

yaşadığı askeri müdahale 1980 yılında gerçekleşmiştir. Bu süreç Turgut Özal’ın Türk

Siyasetine girişini hızlandırmıştır.

12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi, ansızın yapılmış bir harekât değildir.

Türkiye’deki hemen her askeri müdahalede olduğu gibi, sivillerin de etkisi ile

gelmiştir. Zira 1979 yılının son günlerinde Genelkurmay Başkanınca

Cumhurbaşkanına verilen açık “uyarı mektubu”, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinden

herhangi bir sonuç çıkmamış olması, başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere üst

düzey komutanların süreç içerisindeki açıklamaları ve 19 ilde uygulanmakta olan

sıkıyönetime karşın gittikçe yaygınlaşan terör olayları, askeri müdahale çanlarının

çalmakta olduğunu gösteriyordu.

Aslında müdahale için süreç 27 Aralık 1979 tarihinde verilen uyarı mektubu ile

başlatılmış ve bugünden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale için en uygun

zeminin arayışına girmiştir (Günal, 2009: 279). Bunu müdahalenin lideri Org. Evren

anılarında şöyle anlatmaktadır: 24 Nisan tarihli not defterime şunları yazmışım:

“Durum hiç de iyi değil. Hiçbir şeyin halledildiği yok. Galiba sonunda bu işe

müdahale etmek zorunda kalacağız. Kuvvet Komutanları ile yaptığımız görüşmede

önümüzdeki haftayı da beklemenin uygun olacağı neticesine vardık. Eğer durum

böyle devam eder ve partiler bu anlayışsızlık içerisinde olurlarsa bir müdahaleden

başka çıkar yol kalmıyor”. İşte ilk müdahale fikri bu tarihte kafamıza yerleşmeye

başlıyordu. Gerçi her an bir müdahale zorunluluğu ile karşı karşıya kalabileceğimiz

ihtimalini aklımızdan çıkarmıyor ve hazırlıklarımızı ona göre yapıyorduk. Ancak,

mecbur olmadıkça da bu yola başvurmamaya ben şahsen kararlıydım. Zira bundan

evvel yapılan 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 12 Mart 1971 müdahalesinin yurdumuza

ve özellikle Silahlı Kuvvetlerimize verdiği maddi ve manevi zararları görmüş ve

içinde yaşamıştım. Tekrar böyle bir durumla karşı karşıya kalmamamızı gönülden

103

temenni ediyordum. Derhal bir müdahalenin gerekli olduğuna inanan çevrelerin beni

korkaklık, pısırıklıkla itham ettiklerini tahmin ediyordum. Bu yönde mektuplar da

alıyordum. Fakat ne derlerse desinler, en son dakikaya kadar, meşhur tabirle, ‘bıçak

kemiğe dayanıncaya kadar’ sabretmeye kararlı idim. İstiyordum ki; eğer

mücadeleden başka bir yol kalmadığından dolayı müdahale gerçekleştirilecek olursa,

millet de buna inanmalı ve kabul etmeliydi. Çünkü bu sefer gerçekleştirilecek bir

mücadeleyi 27 Mayıs’ta olduğu gibi bir partiye dayanarak, ondan güç alarak değil,

milleti arkamıza alarak, onun desteğini sağlayarak yapmamız gerekliydi” (Evren,

1990: 428).

Genelkurmay Başkanı, Mayıs 1980’de her an bir müdahalede bulunulabilecek

şekilde hazırlıkların tamamlanmasını Genelkurmay Karargâhından istemiştir. Org.

Evren bu hususta da şunları yazmaktadır: “5 Mayıs 1980 günü Başbakan Demirel ile

konuşmamız bitmek üzere iken, ben Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunu açtım. Bir

an evvel bu meselenin halledilmesi gerektiğini söylemek zorunda kaldım. Bunun

üzerine, ‘Evet iş o noktaya geldi. Yugoslavya’ya Cumhurbaşkanı Mareşal Tito’nun

cenaze töreni için Belgrad’a gideceğim. Orada Ecevit’le buluşacağız. Kendisiyle bu

konuyu konuşacağım’ dedi. Sanki Türkiye’de konuşmak mümkün değilmiş gibi,

Yugoslavya’da cenaze töreninde buluşacak ve bu kadar mühim bir konuyu ayaküzeri

konuşacak. Belli ki bizi oyalıyor, zaman kazanmak istiyordu. Bu görüşmemizden

sonra iyice kanaat getirdim ki, Başbakan bizi yanlış yollara sevk etmek istiyor,

oyalama taktiği kullanıyordu. Başbakanın yanından Genelkurmay’a döndüm. İkinci

Başkana durumu anlattım ve şu emri verdim: “7 Mayıs günü Askeri tatbikata

gideceğim. Dönünceye kadar bütün hazırlıklar tamamlansın. Radyo ve televizyona

verilecek tebliğiler, beyanatlar da hazırlansın. Bu partilerin memleketi felakete

sürüklemelerine daha fazla seyirci kalamayız. Brüksel’den dönüşte bu işi halledelim.

Bu fikrimi Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Ersin’e de söyledim.” (Evren,

1990: 432).

Bu arada sıkıyönetim uygulamasına karşın terör olayları artmaya devam etmiş

ve dikkat çekici siyasi cinayetler de işlenmeye başlanmıştır. Bunun en tipik örneği,

MHP’li eski Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak’ın 27 Mayıs 1980 günü

öldürülmesidir. Bu ülke çapında gerginliğe yol açmıştır. Buna bağlı olarak Çorum’da

104

çok ciddi olaylar çıkmış ve 33 vatandaş hayatını kaybetmiştir. Ayrıca Devrimci İşçi

Sendikaları Konfederasyonu’un kurucusu ve ilk Genel Başkanı Kemal Türkler de

Temmuz 1980 içerisinde öldürülmüştür (Kongar, 1998: 201–218). Bunun yanı sıra

müdahale takvimi de işlemeye devam etmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri 11 ya da 12

Temmuz 1980’de yönetime el koymayı kararlaştırmış ve buna ilişkin emirleri de ilgili

birliklerine göndermiştir.

Bunun gerekçelerini Org. Evren şöyle anlatmaktadır: “1 Temmuz 1980 günü

Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve İkinci Başkan ile odamda yeniden

toplandık. Harekâtın başlangıç gününün 11 veya 12 Temmuz 1980 olmasını uygun

bulduk. Zira Cumhuriyet Halk Partisi, hükümeti düşürmek için gensoru önergesi

vereceğini ve bunu Milli Selamet Partisinin de destekleyeceğine dair olan haberlere

daha evvel değinmiştim. Bu tahakkuk ederse bizim işimiz daha da kolaylaşacaktı.

Ayrıca devlet borçlarının üç sene ertelenmesi için Paris’te yapılacak toplantının

tarihleri de 8.9.10 Temmuz tarihleri idi. Bundan evvel yapılacak bir müdahale bu

ertelemeyi bıraktırabilir ve dolayısıyla borç ödemede bir sıkıntı ile karşı karşıya

kalınabilirdi. Bunları da düşünmek zorundaydık (Evren, 1990: 457). Ancak söz konusu

güven oylamasında AP Hükümeti'nin güvenoyu alması, müdahalenin ertelenmesine

neden olmuştur. Bunu da Evren, tutarlı bir mantık örgüsü içinde, “CHP'nin

düşüremediği hükümeti askerler düşürmüş olacaktı ki, Demirel'in zaman zaman

diline doladığı Cumhuriyet Halk Partisi+Ordu=İktidar sözlerine haklılık

kazandıracaktı” sözleri ile açıklamaktadır” (Evren, 1990: 460).

Evren, 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesine gidilen süreçte son uyarıyı da 30

Ağustos Mesajı ile yapmış ve bu konuşmasında; özellikle terörden kaynaklanan

mevcut duruma dikkat çekmiş ve sıkıyönetim komutanlarının yetkilerinin

arttırılmasına yönelik taleplerine parlamento tarafından itibar gösterilmediğine vurgu

yapmıştır. Böylece, bir yerde “günah bizden gitti” demek istemiştir. Netice itibariyle,

12 Eylül 1980 günü de müdahaleye yönelik harekât başlatılmış ve kısa sürede Türk

Silahlı Kuvvetleri ülkede yönetime el koymuştur. 03.00’te başlayan harekât

sonrasında 04.00’te radyolardan Milli Güvenlik Konseyi’nin ilk bildirisi yayınlanmaya

başlamıştır. Kenan Evren konuşmasında da belirttiği gibi daha sonra kendisi TRT Te-

levizyonundan halka hitap etmiş ve müdahalenin gerekçesini ve sonraki süreç

105

hakkında bilgi vermiştir. Böylece Türkiye'de demokrasi bir kez daha askıya alınmış ve

demokratik siyaset tatile gönderilmiştir. Diğer bir deyişle, 1960’dan başlayan yirmi

yıllık süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine üçüncü kez müdahil olmuştur.

Türkiye’deki siyasal seçkinler Avrupa’nın başarısını kapitalizme bağlıyorlardı.

Öyleyse önemli olan Türkiye’de kapitalizmi kurmaktı. Türkiye’de askerler siyasete

çok partili rejime geçtikten sonra hemen hemen her on yılda bir müdahale

etmektedirler. Genellikle askerlerin siyasete müdahalesinin az gelişmiş ülkelere özgü

bir durum olduğu sık sık belirtilmektedir. Azgelişmiş ülkelerin yapılarında toplumsal

güçsüzlüğün egemen olması ve bu ortamda en iyi örgütlenmiş ve en etkili gücün

orduda bulunması müdahalenin nedeni olarak gösterilmektedir. Ayrıca askerlerin

müdahalesi incelenirken siyasal seçkinleri sürekli olarak bağımlı değişken olarak ele

almak da yanıltıcıdır. Toplumsal değişme büyük ölçüde seçkinlerin akıllılığına ve

becerikliliklerine bağlıdır.

Sonuç olarak genel anlamda değerlendirdiğimizde, bütün tedbirlere,

düzenlemelere ve “anayasal kurumlar” aracılığıyla gerçekleştirdikleri müdahalelere

rağmen işlerin istedikleri gibi gitmediğini gören "devletçi seçkinlerin" asker kanadı,

siyasete ve topluma müdahale ettiği zaman takvimler 12 Mart’ı göstermektedir. Bu

müdahale ile 1960’lı yıllarda siyaseti dizayn etme çabalarının bazı yanlışlıkları

giderilir, eksiklikler tamamlanır ve sonuçta siyaset meydanı "siyasetin seçkinleri"

için son derece daraltılmış bir hale getirilir.

1971 müdahalesi sonrasında, 1961 Anayasası'na göre kurulmuş ve dolayısıyla

tamamen yasal olan partilerin, sendikaların ve siyasi derneklerin üyeleri

mahkemelere çıkarılır, mahkûm edilir ve vatandaşlara ait özgürlüklerin sınırları

yeniden tanımlar. 1970’li yıllar, güçsüz bırakılmış, siyaset alanı iyice daraltılmış

“hükümetler” dönemini oluştur. On yıl içinde, ortalama sürelerin bir yılı dahi

bulmayan on iki hükümet kurulur. "Devletçi seçkinlerin" daralttığı ve hükümetleri

kıpırdayamaz hale getirdiği ortamda ülke terör ve karmaşa ortamına sürüklenir.

“İktidar” kendi inşa ettiği sürecin varıp dayandığı durumdan şikâyetçi olur ve 12

Eylül sabahı “yürüttüğü oyunu” tekrar durdurur. 12 Eylül darbesi sonrasında, darbe

liderleri, siyasi iktidarın güçlendirilmesi gerektiğinden ve bu yönde düzenlemeler

yapılacağından bahsederlerken, aynı zamanda “iktidar” olarak bir itirafta da

106

bulunmuş olurlar. Bu itirafla, birçok toplumsal kurum ve siyasal alanı siyasi iradenin

sorumluluk alanının dışına taşımakla “hükümetleri” ne kadar çaresiz bıraktığını dile

getirmiş olurlar. 12 Eylül sonrasında hazırlanan 1982 Anayasası’nda, bu eksiklik

tamamlanarak siyasi iktidar geçmişe oranla kısmen güçlendirilir. Çünkü neredeyse

hiçbir şekilde iradesi olmayan hükümetlerin sorun doğurduğu anlaşılmıştır. 12 Eylül

anlayışına göre, hükümetin kısmen iradesi olmalıdır. Sınırlı olan iradenin “iktidar”

aleyhine sürüklenmesini önlemek için de gerekli tedbirler alınır ve yürütmenin

Cumhurbaşkanlığı kanadı yeni ve önemli yetkilerle donatılır.

Elbette ki, siyasetin yapısal gerçekleriyle örtüşmeyen ve yapay bir şekilde inşa

edilen iktidar-hükümet ayrımı, sorunsuz bir şekilde işlemez. Türkiye'nin son otuz yılı

iktidar-hükümet ayrımının getirdiği gerilimlere göre şekillenir. Türkiye bu süreçte

hep dünü özler konumda sorunlar bataklığında debelenen ve debelendikçe batan bir

ülke görünümü sergiler. “İktidar”, yaşanan sorunların kendisiyle ilişkilendirildiğini

ve bunun zararını göreceğini fark ettikçe, kısa süreli de olsa topluma hoş görünme

çabası taşır; topluma gülen yüzünü gösterir. Bu anlamda, 12 Eylül darbesinin

getirdiği bazı düzenlemeler özel bir öneme sahiptir. 12 Eylül döneminde, iktidar

kadrosunun tepesindeki Kenan Evren, önce darbe lideri sonra da Cumhurbaşkanı

sıfatıyla topluma sıcak mesajlar verir, toplumun gönlünü kazanmayı önceliyor

görünen bir tavır sergiler. Türkiye, ilk defa Kenan Evren'in şahsında, bir

Cumhurbaşkanının toplumun hassasiyetlerini ve beklentilerini dikkate alan bir yakla-

şımına şahit olunur. O güne kadar “devletçi seçkinlerin” en önemli ideolojik

referansı olan “laiklik” anlayışında bile bazı değişikliklere gidilir. Din ve dinin

birçok sembolü, gelenekselleşmiş “irtica” söylemini depreşmesine neden olmaz;

Kenan Evren miting alanlarında ayetler okur ve itaatten bahseder. 1982 Anayasası’na

din derslerini zorunlu hale getiren bir maddenin eklenmesiyle birlikte Cumhuriyet

tarihinde, yine ilk kez olmak üzere, bir Anayasa maddesi ile din dersi okutulmaya

başlanır. Türk-İslam sentezinin kullanılarak Türkiye’nin bütünlük ve istikrarının

korunmasının hedeflenmesi de bu dönem politikalarının özellikleri arasında yer alır.

Devlet radyo ve televizyonundan, Mevlevilik gibi tarikatların söylemleri yer

bulmaya başlar. Toplumun hassasiyet ve beklentilerini dikkate almadan hiçbir zaman

siyaset sahnesine çıkamayacağını, sahne önüne çıkınca da toplumu dikkate aldığını

107

göstermek zorunda olduğunu anlayan “devletçi seçkinler”, 12 Eylül ile daha önceki

tutum ve tavırlarından son derece farklı ve hatta tüm onlara ters bir görünüm

sergilerler. Fakat “devletçi seçkinlerin” asker kanadı, her ne yaparlarsa yapsınlar,

silahla çıktıkları siyaset sahnesini “seçilmişlere” bırakmak zorunda olduklarını,

sergiledikleri görünümün sahnede uzun süre kalmalarına imkân sağlamadığını

bilmektedirler; çünkü “meşruiyetin” önemli bir aracı olan “seçim sandığından"

çıkmamışlardır. Bu nedenle, sahneyi “sandıktan çıkanlara” bırakarak giderlerken,

siyaset sahnesini ve aktörlerin rollerini dönemin şartlarına göre yeniden dizayn

ederler. Bunu yaparken de, 1970’lerin iradesiz hükümetlerinin neden olduğu olumsuz

şartların bir daha yaşanmaması için, görece güçlü hükümetlerin teşkil etmesini

isterler; siyasiler için siyaset alanını biraz genişletirler. Tercih ettikleri bu yöntemin,

ya kendi aleyhlerine işleyeceğini düşünemezler, ya da çok daha sofistike bir

yaklaşımla siyasete ve topluma en radikal şekilde bir sonraki müdahalenin gerekçe-

sini oluşturmak için böylesi bir süreci kabulleniyor görünürler. Kendi elleriyle

hazırladıkları süreçte yaşanan her günle birlikte, ayrıcalıklı konumlarının tehlikeye

girdiğini ve sınırsız sayılabilecek imkânlarının kısıtlandığını görürler. “Siyasilere”

verilen “imkânların” Turgut Özal tarafından sonuna kadar kullanılması, “devletçi

seçkinlerin” temel sorunu haline gelir.

3.11. Sivil Bürokrat ve Askeri Seçkinlerin Siyasal Yapıyı Dönüştürmeleri

Cumhuriyet’in kurulmasında etkin olan kadrodan oluşan bürokratik yapı

1930’lu yıllara gelindiğinde Cumhuriyet’e bağlı bir kadro hareketi olarak; kendini

toplumu homojenleştirmekle görevli sayan bir biçimde yeniden dizayn etmiş ve

Tanzimat’la gelişen bürokratik yönetim geleneğini devam ettirmiştir. Bu dönemde,

sivil bürokrasi bakımından, “devrim ilkelerinin” korunması ve yayılması,

bürokrasinin verimli ve etkin bir araç kurum olması işlevinden çok daha önemlidir

(Heper, 1983: 296–297). Bu realiteyi demokrasi açısından irdeleyen Karpat da,

“bürokrat zihniyetli” grubun iktidarı “ele geçirdiğinden” bahsetmektedir (Karpat,

1967: 125). Oysa “rasyonalite” boyutunun, “bürokratik” boyuta ağır basması teorik

olarak geçerlilik arz eden bir olgudur. Hemen belirtmek gerekir ki, böyle bir sonu-

108

cun doğmasına sebep olarak iki etken söylenebilir: Osmanlı Devletinden devralınan

bürokrat grubunu kesin kontrol altında tutma amacı ve aksamadan çalışan dakik,

dikkatli bir bürokrasi isteyen girişimci ekonomik grupların henüz yeni olması ve

etkinliğinin yeter derecede görülmemesidir (Heper, 1977: 98–101).

Yine bu dönemde CHP’nin il teşkilatlarını büyük ölçüde o bölgede görev yapan

memurlar örgütlemiştir. Bürokratların yanı sıra, yerel çıkar gruplarının da CHP’yi

temsil etmesi ayrı bir önem taşımaktadır (Aydemir, 1984: 394). Devletin

güçlendirilmesini her şeyden önemli tutan düşünce, partiyi “merkez” güç olarak

“çevre”ye karşı bürokratların desteğiyle koruyabileceğine inanıyordu (Mardin, 1986:

123–125). Meclisteki üstünlüğü açıkça görülen bürokrasi bu dönemde yoğun olarak

yasaların yapılmasında rol oynamıştır. Sivil bürokrasi yasaların yapılmasında etkin

olunca, alınan yeni kararlarla siyasal üstünlük takviye edilmiştir. Sivil bürokrasi bir

kariyer haline getirilmiş, iç işleyişini düzenleyen özel kanun ve tüzükler çıkarılarak,

siyasal iktidarın keyfi müdahalesi önlenmek de istenmiştir. Ayrıca, sivil bürokrasi

kıdeme dayalı bir yapıya kavuşturularak, hizmetin dışındaki atamalar engellenmeye

çalışılmıştır. Böylece, “Kapalı bir sistem” görünümü verilen sivil bürokrasi, ayrı bir

üstünlüğe de kavuşmuş oluyordu (Heper, 1974: 112–116). Demokrat Parti dönemine

kadar (1950), toplumun temel kararlarını yalnız başına devlet, bir başka ifadeyle

bürokratik iktidar alıyordu. Demokrat Parti iktidarıyla birlikte Türk siyasi hayatına

ilk on yılların ürünü yeni toplumun istekleri daha ağırlıklı olarak girmeye başlamıştı.

Böylece statükoyu zorlayan bir unsur olarak toplumsal baskı, “devlet aleyhine”

genişleme temayülü gösterdi. Ama bürokratik iktidar, lehine olan statükonun kısmen

de olsa aleyhine değiştirilmesine razı olamıyordu. Demokrat Parti daha muhalefette

iken bile, bazı partililer (özellikle Celal Bayar ve Fuat Köprülü) “memurlara verilen

kanuni salahiyetlerin keyfi olarak” ve “teminatsız kişiler” tarafından kullanıldığından

sıkça söz etmişlerdir. Celal Bayar bir konuşmasında, idarî baskılardan ve görevlilerin

görevlerini kötüye kullanmalarından yakınarak, bundan kurtulmanın yolu olarak

“Memurun Muhakematı Kanunu”nun kaldırılması gerektiğini ifade eder. Ona göre

kanun kalktığı zaman “Bazı gafil idare amirlerinin köylülere mesela, dayak atması ve

gene mevkiini idrak etmeyen kimselerin vatandaşlara kötü muamelede bulunması

meselesi de, kökten halledilecektir” (Tutum, 1972: 82). Ancak Demokratlar, devlet

109

bürokrasisine yaptıkları bu saldırıların “zinde kuvvetleri” rahatsız edebileceğini

düşünerek, bu stratejilerinden zaman zaman vazgeçip, parti ile devlet arasındaki

farklılıkları vurguladılar. Bürokrasinin sempatisi olmasa da tarafsızlığı

sağlanmadıkça, Demokrat Parti’nin seçim kazanması zor olacaktı. Bürokrasi

öncelikle tarafsızlaştırıldı ve ardından geçmiş dönemlerde yaptığı işlerden ötürü

kovuşturulmayacağı ve cezalandırılmayacağı konusunda temin edildi (Ahmad, 1995:

155). Zaten tarihsel olarak güçlü bir devletin hâkim olduğu Türk toplumunda resmi

makamların nüfuzu her zaman büyük olmuştu.

Böyle bir bakış açısına sahip olan Demokrat-Parti iktidara geldikten sonra,

bakanlık emrine alma, resen emekliye sevketme, hükümetin işlerine karşı yargı

yolunu kapatma şeklinde yapılan bazı mevzuat düzenlemeleriyle, CHP ile

bütünleşmiş üst seviyedeki bürokratların otonomisini kırmak istemiştir (Şaylan,

1983: 305). Bütün bunlar iktidar emrinde memur anlayışının yerine kanun emrinde

ve milletin hizmetinde memur anlayışını yerleştirmek için yapılmıştır. Ancak mevzuat

sürekli engel olarak görülmüştür (Tutum, 1972: 84).

Tek-Parti dönemi boyunca bir anlamda “sosyal değişme ajanı” olarak da görev

yapan bürokrasi, çok-partili dönemle birlikte hem yasama organı tarafından

denetlenen hem de yürütme organının bir kolu gibi çalışan “organizasyon” olarak

görülmek istenmiştir. Bu nedenle dönem içerisinde bürokrasinin rolünün

azaltıldığından söz etmek de mümkündür (Özbudun, 1995: 16–30). Devletçi ittifakın

düzeni korumak çerçevesinde zaman zaman yönetime “el koyması”, kendi

durumunun etkinliğini yitirmesine göz yummayacağının da bir göstergesidir: 1960

İhtilali, 1971 Muhtırası ve 1980 Müdahalesi’ni bu açıdan değerlendirmek mümkün

gözükmektedir. Demokrat Parti iktidarı döneminin bürokrasinin rolünün azaltılması

bağlamında değerlendirilebileceğini ifade eden Özbudun, 1960 darbesinin, asker ve

sivil seçkinlerin “Türk toplumundaki iktidar, statü ve itibarlarının gerileyişine karşı

bir tepkisi olarak” görülebileceğinden söz eder (Özbudun, 1995: 18). Benzer bir

görüş ileri süren Göle de, 1960 darbesini yapanların “ekonomik ve dini alanlarda

yürütülen liberal politikaya tepki duyan ve devletçi ve laik geleneğe sahip bürokrat

ve aydınlara” dayandığını ifadelendirir (Göle, 1986: 80). Asker ve sivil bürokrasinin

tepkisi olarak değerlendirilen 1960 askeri müdahalesi sonrasında; yeni Anayasada

110

yasama organının egemenliği kullanan tek kurum olmasının son buluşu, Anayasa

Mahkemesi ve Danıştay gibi örgütlerin yürütme organı üzerinde etkin bir yasal denetim

kurması gibi olgular bu tepkiye haklı gerekçeler oluşturmuştur.

Yine de, bu dönemle birlikte “bürokrasinin eski otonomisine” kavuştuğunu

söylemek oldukça güçtür: Bir farkla, bu durum daha çok sivil bürokrasi için söz

konusudur. Askeri bürokrasi eski döneme göre, çeşitli yasalarla maaş ve diğer

olanaklar yönünden (“OYAK”-Ordu Yardımlaşma Kurumu’un kurulması”1961” gibi)

sivil bürokrasiden farklı bir konuma gelmiştir. Ayrıca askeri bürokrasinin siyasal

iktidara karşı etkin bir otonomiye sahip olmasından da bahsedilebilir. Döneme ilişkin

olarak bir diğer önemli gelişme de, özellikle generallerin veya emekli subayların,

bürokrasinin, özel ya da kamu kuruluşlarının yüksek kademelerinde veya yurt

dışında elçi olarak görevlendirilmeleridir. Bu durum subayların Türk toplumu içinde

ayrıcalıklı bir grup haline gelmelerini yeniden sağlıyordu (Ahmad, 1995: 173–205).

Sivil bürokraside ise değişim daha çok olumsuzluklarla yüklüdür: Ekonomik

bunalım sonucunda ortaya çıkan işsizliğin giderilmesinde devlet memurluğunun bir

tür sübap işlevi görmesi gerektiği anlayışının egemen olması; böylece kamu

hizmetlerinin genişleyip yaygınlaşmasından daha hızlı bir biçimde devlet memurluğu

sayısında meydana gelen artış (Şaylan’ın tespitlerine göre, 1963’teki memur sayısını

100 olarak alacak olur isek, 1980’de bu rakam 311 olmuştur); neticede liyakatin

çöküşü ve partizanlaşmanın artış göstermesi, devlet memuriyetindeki olumsuz

gelişmeler olarak sıralanabilir. Özellikle 1974–80 arası devlet hizmetlerinde

çalışanların ve hatta hizmetin kendisinin partizanca kullanılmasına sahne olmuştur.

Ayrıca özel sermaye birikimi için, bürokrasiyi rant sağlama işlevi görme biçimine

dönüştüren anlayış, bürokraside liyakatin çöküşüne sebep olmuştur denilebilir. Bu

dönem Türkiye toplumunun bütün şiddetiyle yaşadığı “toplumsal bunalım”ın, tüm

kesimleri siyasallaştırırken bürokrasiyi de “partizan”laştırmasıyla sonuçlanmıştır

(Şaylan, 1983: 27–29). 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’nin siyasal hayatında önemli

değişiklikler olduğu söylenebilir. Özellikle dönemin iktidar partisinin (ANAP-

Anavatan Partisi) iktisadî anlamda liberalizmi benimsemiş olması, ferdiyetçiliği ön

plana çıkarması (ama bu görüş felsefi-siyasal bir düzey taşımaktan çok iktisadî bir

önceliğe sahipti), “kutsal devlet” anlayışı yerine “insanlar için devlet” anlayışını

111

gündeme sokması gibi önemli ve önemli olduğu kadar dönemin yeni yüzünü ortaya

koyan görüşleri, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Özal öncesi sivil bürokratik

seçkinci yapı, Özal iktidarı ve politikaları ile yeni bir niteliğe bürünmüş ve

dönüşmüştür.

Toplumu biçimlendiren devlet yerine, birey’in devlet’e önceliğinin

vurgulanmasının yanı sıra, “seçilenler”in “atanmışlar”a göre önceliği tezi bürokratik

iktidar geleneğine ters düşen bir düşüncenin ürünüdür. Türkiye’de 1980–90

dönemine damgasını vurduğunu söyleyebileceğimiz Turgut Özal’ın, klasik devletçi ve

bürokratik anlayışın aksine liberal politikalar ve davranışlar sergilemesi, yeni

düşüncelerin zemin bulmasına da yardımcı olmuştur. Özal’ın, bu görüşlerine

meşruiyet aramak için 1924 Anayasası’na kadar “geri” gitmesi de, kastettiğimiz

anlamda bürokratik gelenekle ters düşmemek için gösterilen ortak bir düşünsel temel

çabası olarak görülebilir. Bunun yanısıra ve belki daha önemlisi, tıpkı Demokrat

Partinin ‘tarafsızlaştırma’ çabalarının benzerlerini Özal da uygulamıştır: Bütün

liberal söylemine karşın en ‘modern’, lüks ve devasa kamu binaları onun döneminde

inşa edilmiş, Bürokrasi içindeki güç ve ağırlıklarına orantılı olarak belli kuruluşlara

özel “Fon”lar sağlanmıştır. Kuşkusuz bunların en önemlisi Savunma Sanayi

Fonu’dur. Örneğin; seçilenlerin etkin olması gerektiği düşüncesini sağlayabilmek

için hemen hemen konuyla ilgili bütün konuşmalarında. 1924 Anayasası’na

gönderme yapmaktadır. Özellikle 1924 Anayasası’nın 3. ve 4. maddeleri “Egemenlik

kayıtsız şartsız milletindir” ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin tek ve gerçek

temsilcisi olup, millet adına egemenlik hakkını kullanır”. Özal’ın öncelediği

metinlerdi. Hatta dönem içerisinde sivrilen kadroların, “tabuların yıkılması gerek”

veya “statükonun mevcut durumuna son vermek lazım” şeklinde özetlenebilecek

görüşleri transformasyon kavramıyla açıklanıyordu (Barlas, 1994: 21–74).

Bu görüşlerin altında toplumun devlet’e egemen olması gerektiği fikrinin

varolduğunu söylemek zorlama olmasa gerek. Hatta Özal’ın birey ile devlet

arasındaki ilişkilerde güvenin esas olması gerektiğine dair düşünceleri, eski

dönemlerden beri varolagelen kuşkuculuk anlayışının yıkılması için bazı temel

esasları sağlamak açısından yararlı da olmuştur; Dönemin, vatandaşa ya da çevre’ye

potansiyel suçlu gözüyle bakan bürokratik anlayışını değiştirmeye yönelik bir çaba

112

olarak da değerlendirilebilir. Özal’ın bu anlayışın gereği olarak yapmaya çalıştığı

kırtasiyeyi önleme ya da azaltma çabaları, doğal olarak, Bürokrasi tarafından

güçsüzleştirilme ve işlevsizleştirilme olarak algılanmış ve Özal istediğinin tam

tersiyle ‘idare etmek’ durumunda kalmıştır. Bu idare etme durumunu aşmanın bir

yöntemi olarak, geleneksel bürokratik yapıyla hiçbir temasları olmamış, ‘ithal-

uzman-profesyonel bürokratlar’ yaratmaya çalışmıştır. Bir anlamda Özal söylemi,

devleti kendi içinde bir değer olarak görmekten vazgeçip, onu müteşebbis bireylerin

denetimi altına alınması gereken teknik bir aygıt olarak kavranılması gerektiğine

işaret etmektedir (Köker, 1995: 80). Bütün bu görüşlerin önerilen iktisadî liberalizm

için gerek şartlar diye nitelendirilmesi, Özal kadrolarının demokrasiye bakış açılarını

da ortaya koymaktadır.

Bu dönem içerisinde teknolojik bir modernleşmenin yaşandığını ve bu sürecin

devam etmekte olduğunu da ifade edelim. Oysa modernleşmeyi demokratikleşme

bağlamında ele alacak olursak -bazı toplumsal sınıflar lehine’ yararlı sonuçlarla

karşılaşacağımız açıktır. 1980 sonrası dönemle ilgili olarak özetle şunu söylemek

mümkündür: 80 sonrası gelişmeler neticesinde “devlet bürokrasisini kamu yararının

tek koruyucusu olarak görme eğilimi daha önceki dönemlere oranla çok daha az

belirgindir (Özbudun, 1977: 265–310). Yine bu dönemde, “seçilmiş politikacılarla,

maddi değil yönetsel anlamda bir akılcılığa ve araçsal bir tutuma sahip, istikrarlı ve

yetenekli bir bürokrasi arasında açıkça belirlenmiş bir roller farklılaşmasından” söz

edilemez (Özbudun, 1995: 33). Tarihsel bir geçmişe sahip olan bürokrasinin

(bürokratik yönetim geleneğinin) devlet adına siyasal toplumu “çekip-çevirmesi”,

toplumsallığa egemen olması; Türk modernleşme teşebbüslerinin hem güdük hem de

talepleri açısından sınırlı kalmaya mahkûm olmasına sebep olmuştur. Ancak,

1950’lere kadar hâkim olan “yukarıdan aşağı” modernleşme modelinin, bu yıllardan

itibaren ve özellikle 1983 sonrası, toplumsal alanın özerklik ve egemenlik

kazanmasıyla yer değiştirme arayışına girdiğini söylemek mümkündür. Birinci

dönemde “devlet-aydın-halk üçgeni”, ikinci dönemde “hükümet-siyasi partiler-

toplum üçgeni” görece bir önemlilik göstermiştir. Bu dönemde siyasi partiler de

halkı eğitmekten çok, “toplumu temsil etme işlevini” yüklenmişlerdir (Göle, 1991b;

17). Türkiye’de belki ilk defa bir basın organı da dönemin jargonuna uygun olarak

113

amaçlarının sadece “Para kazanmak” olduğunu ilan etmiştir. Sosyo-ekonomik ve

teknolojik gelişme anlamında modernleşme, kamu hizmetlerinin işlevlerini gitgide

daha spesifik bir yapı şekline dönüştürecek ve yönetim sorununun bir siyasal sorun

olduğu noktasındaki yoğunlaşmalarla birlikte bir zamanlar kendisinin ‘eskinin ürünü

bir eski’ olarak ürettiği yeni toplumsal güçlerin baskısı bürokrasiyi daha “fonksiyonel”

olmaya itecektir ki, son dönemler Türkiye’sinde bu olgu, gözle görülür bir biçimde

oluşmaktadır. Böylece bürokrasi kendiliğinden ya da Paretocu bir mücadele

sonucunda dönüşüme girecek ya da tasfiye olacak ve kendisi ya da yerine gelenler

için daha az “siyasal”, daha çok “idari” olma zorunluluğu da kendisini

hissettirecektir. Doğal olarak böyle bir durumla karşı karşıya kalan bürokrasinin

“bürokratik yönetim geleneğinin sağladığı iktidardan” vazgeçmesi, önemli bir sorun

olarak, Türkiye gündemini meşgul edecektir.

Türkiye’de geçerliliğini, bazı kırılmalara rağmen, sürdüren bürokratik yönetim

geleneğinin en baskın özelliği hâlâ siyasal kararlara katılma isteği ve bu isteğini

gerçekleştirmek için de çeşitli yöntemler oluşturmasıdır. Zaten siyasal seçkinler

tarafından yürütülen politika tayini ile bürokratik seçkinlerin “yürütme eylemini

birbirinden ayırmak gerçekte çok zordur. Yani bürokratik otoritenin kullanılış şekli

siyasal süreçten soyutlanamamaktadır (Şaylan, 1974: 32). Weber, son tahlilde,

bürokrasinin bilgisi zayıf dolayısıyla güçsüz bir parlamentoyu, daima, kendi çıkarları

için desteklediğini ifade etmektedir (Weber, 1986: 210). Türkiye’deki yönetime

müdahale geleneği, bir anlamda, siyasal seçkinlerin “atanmışlar”a karşı zayıf bir

yönünü göstermesi açısından Weberyen teoriyi destekler mahiyettedir. Türk kamu

bürokrasisi Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren patrimonyalist bir ilişkiler

bütününe sahip olarak, merkeziliğini güçlendirmiştir. İlk günden itibaren tavrını

Batılılaşmadan yana koyan asker-sivil bürokrasi, modernleşmeyi, Batılı kurumları

almak biçiminde Osmanlı’dan farklı bir yol izlememiştir. Siyasal düzlemde de

egemen olan bu seçkinler, gerekli hukukî çerçeveyi düzenlemede “zorluklarla”

karşılaşmamıştır (Mardin, 1986: 123). Çok daha yüzeysel düzeyde sürdürülen

modernleşme, özellikle demokratikleşme bağlamı ihmal edilen bir çabalar bütünü

olmuştur. Hatta halkın siyasal tercihler konusunda sağlıklı davranmadığını ve çok-

partili rejimlerin çok da gerekli olmadığına inanan bürokrasi “sert” bir yapı arz

114

etmiştir. Merkezi bir karaktere sahip olan Türk kamu bürokrasisinin, “çevre”ye

potansiyel bir muhalefet gözüyle bakması sebebiyle; yetki tek bir yerde toplanarak

olması muhtemel bir takım olumsuz gelişmeleri önceden önleme çabası oldukça

gelişkin kılınmıştır.

Gelinen noktada Turgut Özal’ın iç ve dış siyasi politikaları siyasal ve

bürokratik seçkinlerin işlevsel niteliklerinde bazı değişikliklerin olmasına sebep

olmuştur.

3.12. Turgut Özal ve Yeni Siyasal Seçkinler

1983 genel seçimlerini Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi’nin kazan-

masıyla, 12 Eylül'ün geleneksel devletçi politikalarla çatışan uygulamaları devam

eder. Yaşanan her gün “devletçi seçkinlerin bir diğer değişle de Devlet

Seçkincilerinin” hareket alanlarını daraltırken, “seçilmişlerin” harekât alanını

genişletir; sınırlı oranda muktedir olması planlanmış hükümet, muktedir iktidara

birçok konuda kafa tutar hale gelir.

1983–89 döneminde “seçilmişlerin”, “devletçi seçkinler” karşısında

güçlenmesinin ve harekât alanlarının genişlemesinin araçlarından birisi Kanun

Hükmündeki Kararnameler olur. Kanun Hükmündeki Kararnameler, devletçi

seçkinleri devre dışı bırakmanın yanı sıra, yasama faali-yederinde devletçi

seçkinlerin devlet aygıtındaki eli olan bürokrasiye bağımlılığı azaltırken, kanunların

bürokrasinin çarkları arasında sürüncemede kalmasını engeller ve yasamayı

hızlandırır. Ayrıca, devletçi seçkinlere güç sağlayan bütçe ve planlama denetiminden

kurtulmak için bütçe dışı fonlar teşkil edilir. Siyasal seçkin olan seçilmişler, bütçe

dışı fonlar aracılığıyla, icraatlarında devletçi seçkinlerin devlet mekanizmasındaki

uzantısı olan bürokrasinin denetiminden bağımsız kalma imkânına kavuşurlar. Tüm

bunlar nedeniyle siyasal seçkinler 1980’li yıllarda oldukça geniş bir siyasal alana

kavuşurlar (Ertunç, 2004: 471).

115

28 Şubat’ın önemli bir nedeni olarak, 1983–89 döneminde devletçi seçkinlerle

seçilmişlerin ilişkilerinde gerçekleşen oluşumlar son derece önemlidir. Bu dönemde

askeri bürokrasi, Cumhuriyet tarihi boyunca belki de ilk defa, siviller tarafından

kısmen de olsa kontrol edilmeye başlar; askeri bürokrasi seçilmişlerin iradesine

boyun eğmek zorunda kalır. Özal, gerek başbakanlığı, gerekse cumhurbaşkanlığı

dönemlerinde orduyu tartışmaya açmanın yanı sıra, geleneksel hiyerarşisini sarsacak

şekilde ordu içindeki atamalara da müdahale eder. Yine bu dönemde ilk defa bir

Genel Kurmay Başkanı iradesini siyasilere kabul ettirememesi nedeniyle istifa etmek

zorunda kalır. Cumhurbaşkanı Özal’ın askeri bir kıtayı şortla denetlemesi ve

askerleri bu kıyafetle selamlaması ise seçilmişlerin askerin değerlerini isterlerse

dikkate alacaklarının mesajını verirken, iradenin seçilmişlerde olduğunu gösterir. Bu

yıllarda askeri iradenin özelde siyasiler, genelde siviller karşısındaki bu gerileyişinin

yanı sıra, askerin siviller karşısında teknik ve bilimsel açıdan da bir gerileyişi söz

konusu olur. Nitekim 28 Şubat 1997 tarihinde başlayan süreçte askerin siyasi yaşama

dolaylı ama etkin biçimde katılmasına rağmen doğrudan darbe yapamamasının

önemli nedenlerinden birisini, Özal döneminden sonra askerin bilimsel ve teknik

açıdan sivillerin çok gerisinde kalmasında aramak gerektiği bir görüş olarak ileri

sürülmüştür (Barlas, 1994: 68–74). Özal’ın partisinin hükümet olduğu yıllarda,

devletçi seçkinlerin fiili harekât alanlarının daraltılmasıyla kalınmaz, aynı zamanda

devlete yönelik önemli bir tartışma ortamı da oluşturulur. O dönem Anavatan

Partisi’nin propagandalarında ve uygulamalarında “devletin millet için varolduğu ve

onun hizmetinde bulunması gerektiği” düşüncesi sıklıkla gündeme getirilir. Devletin

insanlar için varolan bir cihaz, bir araç olduğu teması işlenir. Devletin görevinin esas

itibariyle, “bireylerin önündeki engelleri kaldırmaktan”, “bireylerin önünü

açmaktan” ibaret olduğu savunulur. Devletin, kendi içinde bir değer olarak

görülmeyip, müteşebbis bireylerin denetimi altına alınması gereken “teknik bir aygıt

olarak” kavranması gerektiği dillendirilir. Türkiye'nin gelenekselleşmiş anlayışına

aykırı bir şekilde seçilenlerin, atanmışlara öncelenmesi gerektiği savunulur.

Özal, “seçilmişlerin etkin olması” gerektiği düşüncesini sağlayabilmek için,

hemen hemen konuyla ilgili bütün konuşmalarında, 1924 Anayasası’na gönderme

yapar. 1924 Anayasanın “Egemenlik kayıtsız şartsız milletidir” ve “Türkiye Büyük

116

Millet Meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup, millet adına egemenlik hakkını

kullanır” maddeleri, Özal’ın öncelediği metinler olur. Esasen, sistemin

cumhurbaşkanına biçtiği rol, sıfatın çağrıştırdığı gibi “cumhur”un sözcüsü olması

değil, devletin bekçisi olmasıdır. Sistem cumhurbaşkanlarından "halkın adamları"

olmalarını değil “Devletin adamı” olmalarını istemiştir. Anayasa'nın

cumhurbaşkanları için öngördüğü “tarafsızlık” da bu çerçevede olmak üzere

devletten yana olmak demektir. Ancak, uzun yıllar demokrasi mücadelesi vermiş,

miting meydanlarında geniş halk kitlelerine hitap etmiş, tüm Türkiye'yi en küçük

yerleşim birimine varıncaya kadar dolaşmış, toplumun nabzını, ihtiyaçlarını ve

beklentilerini yakalamış bir siyasetçi olan Özal, cumhurbaşkanlığı makamına

devletçi değil siyasetçi kimliğini taşır; “devletin adamı” değil, “halkın adam”

olmayı tercih eder (Alkan, 1997: 97–99). Yaklaşım ve uygulamalarıyla

Cumhurbaşkanlığı'nı ciddi biçimde “halk”lılaştırır. Çankaya Köşkü haftada bir gün

halka açılır ve bu köşkün bahçesinde kimliğine bakmaksızın her tür vatandaşın

sorunlarıyla ilgilenilir. Özal’la birlikte, toplumun bazı dini hassasiyetlerini dikkate

alan ve uygulamalarına katılan birisi Çankaya’da ikamet etmeye başlar. Çankaya,

tarihinde ilk defa, sadece sivil birisini değil, aynı zamanda namaz kılan, oruç tutan

sivil birisini ağırlar. Hükümetlerin, konumları gereği toplumu dikkate almak zorunda

kalmalarının yanı sıra, hükümetleri kontrol etmek için güçlendirilmiş 12 Eylül

dönemi Cumhurbaşkanlığı'nın da Özal’ın şahsında toplumun hassasiyetlerini dikkate

alır hale gelmesi, “devletçi seçkinler” tarafından daha önce öngörülmemiş bir sorun

olarak algılanır. Bu sorun gittikçe büyür. Devletin her kademesinde “çarıklıların”

çocukları boy göstermeye başlar. Bakanlıklar, Üniversite yönetimleri, mülki

amirlikler, daire başkanlıkları… “çarıklıların” çocuklarını ağırlar hale gelir. Hâkim

psikoloji “çarıklılardan” yana olur. “Devletçi seçkinler” bile birçok durumda

konuşmalarına “Aslında ben de Müslümanım” cümlesiyle başlamak zorunluluğu

hissederler. Onlar bu sözleriyle “toplum benim seçkinci görünümüme bakmasın, ben

de toplumun değerlerini, hassasiyetlerini dikkate alan birisiyim” mesajını vermek

isterler. Bunların yanı sıra ekonomik güçte de önemli bir merkez kayması yaşanır.

“Anadolu kaplanları” “iktidarın ekonomik” gücünü zorlamaya, ekonomik kaynak-

larına ortak olmaya başlar (Ertunç, 2004: 472–474 ).

117

1990’ların ilk yıllarında gelinen nokta itibarıyla psikolojik üstünlük toplumdadır;

toplumun temsilcileri olan seçilmişlerdedir. Devletçi seçkinler önemli düzeyde itibar

kaybına uğramışlar; geniş imkânlarla ve sorumsuzlukla donanmış konumlarını

sürdürmede ciddi kaygılar yaşar hale gelmiş durumdadırlar. Bir süredir, toplumun

iradesini temsil eden kartopu gittikçe büyümekte, önüne çıkan engelleri bir bir

aşmaktadır. Kısacası; “devlet seçkincilerinin”, “devleti” ciddi sarsıntı yaşamaktadır.

3.13. Türkiye’de Seçkinciliğin Arka Planı ve Toplumsal Yaşama Etkileri

Batı siyasal düşüncesinin Osmanlı İmparatorluğu’na girişi de başlangıçta

Batı’nın büyük siyasal düşünürleri ile değil, batıda fizyokratlar olarak bilinen bir

kamu idaresi kuramcılarının ortaya attığı uzantı olan kameralizim yoluyla olmuştur.

Kameralizm, Batı’da Aydın despotizmi olarak da adlandırılan siyasal görüşün siyasal

teorisini oluşturuyordu (Mardin, 1991: 83). Osmanlı devletini yönetenler ıslahat

çalışmaları ile bir şeyin farkında idiler. Batının yalnızca askeri kuruluşları sayesinde

yükselmediği, bunları ayakta tutan milli kaynakların ve vergi toplama sistemlerinin

yenilenmesinin çok önemli olduğunu anlamışlardı. Batı’ya görevli olarak gönderilen

Osmanlı aydınları Batı’nın bir özelliğini keşfettiler, Avrupa’da bazı krallar, teb’anın

verimliliğini arttıracak bir koruyucu tedbirler bütününü devletin olağan bir politikası

haline getirmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat olarak bilinen 1839

Gülhane-i Hatt-ı Hümayunu’nun ilanıyla başladığı kabul edilen yenilik hareketi,

büyük çapta “kameralizm”den etkilenmiştir. Sadık Rıfat paşa ve Murat Reşit Paşa

Kameralizmin Osmanlı’da en önemli temsilcileridir. Kameralizmin bu devlet

adamlarına en cazip gelen tarafı, Osmanlı İmparatorluğu gibi dağınık bir ülkeyi

birleştirici bir görüntü getirmesiydi (Mardin, 1991: 12).

Osmanlı devlet adamları milli çapta, idari, hukuki ve iktisadi tedbirlerle

Osmanlı’da yüksek sayıda yer alan kültür birimlerini eritebileceklerini ve bir

Osmanlılık şuuru oluşturabileceklerini düşünüyorlardı; ancak uzun vadede bu

amaçları gerçekleşmedi fakat Batı milletlerinin modernleşen devlet yapısının birçok

kurumu çoğu zaman özünü yitirmiş olarak imparatorluğa yerleşmişti maalesef.

118

Kameralizm, modern ulus/devlet anlayışlarında seçkinci yapıların izlediği ve

merkeziyetçi siyasete dayanan, devletin, dinden aileye, eğitimden ekonomiye kadar

hayatın tüm alanlarını etkileyen kurumlarını yukardan planlayıp kurmaya dayanan

bir siyaset mantığıdır. 19. yüzyılda, fizyokratlar da denen bir grup toplum

teknisyeninin görüşlerine de dayanarak Kameralizm adı verilen, tamamıyla pratik bir

yeni seçkinci proje üretildi. Bu projenin temel amacı, artık kendi ayakları üzerinde

durma noktasına gelmiş bulunan ve daha sonraları modern devlet diye nitelenecek

olan merkezi otoriter devletlerin yaptırımlarına dayalı bir kalkınma modeli olmasıdır.

Bu projenin kurgulayıcıları da uygulayıcıları da yönetici kadrolardı. Ortada sadece

fizyokratların basit denebilecek tavsiyeleri vardı. Burada devlet gücü, toplumun

üstünde icra ediliyor, yönetici aydınların gücüne güç ekliyordu. Bir diğer ifade ile

aydın despotizmi süreci başlıyordu. Siyasi yapıda ve toplum nezdinde de planlı

kalkınma ve benzeri kavramlarla mantıki meşrulaştırma imkanı buluyordu. Esasen

güç ellerinde olduğuna göre itiraz edenin tepesine vurmak zor değildi. Kaldı ki

toplumun hatırı sayılabilecek bir kesimine bu merkezi despotizmin önemi iyi

anlatılmıştı: Kişisel hak ve özgürlüklerimizi kısıtlasa da bu gelişme toplum için iyi

bir şeydi, dolayısıyla katlanılmalıydı. Ne var ki kameralizm denen bu siyasal felsefe

uygulandığı her yerde genel olarak toplumu, merkez - seçkinci yapı veya çevre - halk

olarak iki sınıfa böldü. Merkez devletin sahibiydi ve her şeyin en iyisini bilmekteydi,

yönetim bakımından cahil halk katlarına fazlaca bir prim vermenin anlamı yoktu

(Aydın, 2006: 19–21). Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, insanı ve toplumu

yeniden inşa etme gayreti ve ulus kurmanın önem arz ettiği bir dönemin izleri ile

ciddi bir siyasal eylem halini alan kameralizm, milliyetçilik akımlarının dünyayı

kasıp kavurduğu bir dönemde Osmanlı aydınları için kullanılabilecek iyi bir

yöntemdi belki. Bu siyasal felsefe şu ana kadar genelde modern ulus yapılarının ana

düşüncesini oluşturdu; ancak insan hayatına ve dünya toplumlarına pek fazla değer

katmadı. Günümüzde de söz konusu kameralist mantık kendisi pratikte tarihe karışsa

da faşizm diye bildiğimiz sistemce belirlenmiş ilkelerle takviye edilerek

sürdürülegelmiştir.

Türkiye bu bahsedilen Avrupa kökenli kameralist siyasal düşüncenin arka

planına bakıldığında, uygulamada karşılığını seçkinci bir yapılanmayla

119

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çoğu yönüyle yaşadığı açıktır. Cumhuriyet’in ilk dönem

kurucu kadrolarının işlettikleri kameralist siyasal felsefe kökenli yönetsel model ve

bu model ile ürettikleri süreçler Cumhuriyet tarihinin sosyo-kültürel basamaklarını

inşa etmiştir. Dünyada yaşan çeşitli alanlardaki köklü değişimler sanayi,

enformasyon, teknoloji gibi etkenler, türk milletinin sosyal yapısında da çeşitli

değişimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu sosyal değişim, siyasal yapıyıda

ekonomik ve kültürel bazı etkenlerle birleşerek dönüştürmüştür. Değişim ve

dönüşüm kaçınılmazdır, önemli olan insan için en iyi olan yaşam sıtandartlarını

oluşturmak adına demokratik iktidarların meşrulaştırılmasıdır.

Günümüz Türkiye’sinin toplumsal ve ekonomik yapısını anlayabilmek için

1923’lerden günümüze kadar uygulanmakta olan ekonomi politikalarını ve bunun

toplumsal yaşama yansımalarını çok iyi bilmek gerekmektedir. 1923–1950 yılları

arasındaki tek pari dönemi üniter bir devlet yapısının inşası ve ulusal bir girişimci

sınıfın oluşturulmaya çalışılması sürecini ifade etmektedir. 1950’li yıllar ile birlikte

Türkiye önemli bir dönemece girmiştir. Bir taraftan çok partili hayatın getirdiği

çeşitlilik, diğer taraftan uygulanmaya çalışılan liberal ekonomik politikalar ve batı

dünyası ile bütünleşme çabaları Türkiye’nin günümüze kadar ki gelişim

dinamiklerini derinden etkilemiştir. Yine 1950’li yıllar tarımda makinalaşmanın ve

tarımsal üretimin büyük bir gelişme gösterdiği yıllar olmuştur. Kırdan kente göç ve

gecekondulaşma ve varoşlaşma olgusu Türkiye’nin 1950’li yıllar ile tanışmaya

başladığı önemli toplumsal gelişmelerdir. 1960’lı ve 1970’li yıllar Türkiye’nin ağır

sanayi hamlesini gerçekleştirebilmesi için ithal ikameci sanayileşme politikalarını

uygulamaya koyduğu yıllar olmuştur. Bu yıllarda yerli sanayi dış rekabetten önemli

ölçüde korunmuş, daha önce yurt dışından ithal edilen tüketim malları yerli

sanayiciler tarafından üretilmeye başlanmış, devlet planlı ekonomik kalkınma

modelini benimsemiş ve sanayi sektörünün ekonomideki payı giderek artmaya

başlamıştır. Yine bu dönem işçi sınıfının önemli bir toplumsal kesim olarak ortaya

çıktığı yıllar olmuştur. 1950’lerden başlayan kırdan kente doğru göç dalgası 1960-

1970’li yıllarda hızını kesmemiş ve gecekondular kente göç eden nüfusun barındığı

mekânlar haline gelmiştir. 1980 yılı ve sonrasındaki gelişmeler 1923’den günümüze

kadar yaşanan dönüşümlerin (1950 yılındaki dönüşümde olduğu gibi) en kapsamlı

120

olanlarından biridir. Bu dönemde Türkiye ekonomisi dış pazara açılmaya başlanmış,

ihracat teşvik edilmiş, sendikaların gücü zayıflatılmış ve çalışan kesimin milli

gelirden aldığı pay düşmeye başlamıştır. 1980’li ve 1990’lı yıllar ile birlikte liberal

ekonomik politikalar uygulanmış ve bu çerçevede özelleştirme tüm hükümetlerin en

önemli hedeflerinden biri haline gelmiştir. Bu dönemde tüketim hem hızla artmış ve

hemde çeşitlenmeye başlamıştır. 1980 sonrasında kırdan kentte doğru olan göç

1990’lı yıllarda hızla devam etmiştir.

Türkiye, Cumhuriyet tarihine damgasını vuran ekonomik ve siyasal

yapılanması ile sosyal yapı dokusunda toplumsal anlamda derin değişimlere yol

açarken, demokratik içselleştirme politikaları ile vatandaşlık bilincinin önemine

vurgu yapma noktasına ulaşmıştır. Küreselleşen dünyada ekonomik anlamda refah

içinde olan dünya devletlerinin en önemli hedeflerinden birisi olan dünya hakimiyeti

ideali, aktörlerini seçkinlerden oluşturan bir küresel kadroyla fiilen dünya sahnesinde

oyunlarını icra etme gayretindedirler. Demokratik politikalar üretme gayreti

anlamında zirvede olduğu bir dönemde Türkiye, kurgulanan siyasal politikaları çok

iyi analiz etmeli ve Atatürk’ün kurduğu ve genç nesile emanet ettiği Cumhuriyeti

dünya devletlerinin ve muasır medeniyetlerin üstüne çıkartabilmeyi başarabilmelidir.

121

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Seçkinler hemen her toplumda varolan toplumsal bir olgu iken seçkincilikte

bunun bir türedisi veya seçkinlerin seçkin konumlarını tarihsellikten ziyade verili bir

hak olarak telakki etmelerinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Seçkinler yapısı,

toplumlarda genel olarak kaçınılmaz bir olguyu anlatır. Bilgi ve tecrübeleri ile

örgütlenmiş ve kurumsallaşmış halleriyle toplumsal dönüşümde önemli role sahip bir

sosyal kesimi ifade eder. Seçkincilik ise genelde seçkinler yapısının aşırı boyutlara

götürülmüş ve özel olarak altı çizilmiş bir biçimidir. Bir başka deyişle seçkincilik,

ortaya bir siyasal ya da toplumsal olgu olmaktan çok, ideolojik bir oluşum olarak

çıkar. Her ideoloji gibi tarafsız değildir, toplumun bir kesitini ifade eder.

Modernleşen toplumların en belirgin nitelikleri demokrasi ve cumhuriyettir.

Demokratik yönetim, seçkinlerin iktidarına karşı bir yönetim tarzı öngörüyorken

demokrasinin bu derece kurumsallaştığı modern toplumlarda iktidarın seçkinlerin

eliyle halkların modernleşmesi için bir süreç olarak kullanılması ilk bakışta bir

çelişki olarak gözüksede bu çelişki demokrasiden değil İktidarın doğasından

kaynaklanıyor. İktidar zaten paylaşılmaktan ziyade sahip olmakla ilgili bir durumdur.

Yaygın ama indirgemeci bir kabulle çoğu kere demokrasi tek kişinin yönetimi olarak

algılanan monarşinin ve bir grup azınlığın yönetimi demek olan oligarşinin karşısına

yerleştirilmiştir. Ama kabaca bakıldığında bile ne monarşi tek kişinin yönetimidir, ne

de demokrasi bütün bir topluluğun yönetimidir. İşin gerçeği her yönetim, topluluğun

belli bir grubunca yürütülen bir iştir, fark eden şey, bu grubun çıkışı, çoğunlukla olan

irtibatı en önemliside meşruiyetidir. Böyle olunca iktidarın kendi seçkinlerini

oluşturması ya da seçkinlerin kendi iktidarlarını meşru kılmak ve yerlerini

sağlamlaştırmak için seçkinci bir yapıya dönüşmeleri sosyolojik olarak mümkündür.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye'nin uzun tarihine göz atıldığında iktidarın

seçkinlerin etrafında döndüğüne ilişkin net tarihsel veriler bulmak mümkündür.

Çalışma boyunca bu verilerle seçkin sınıfların konumlarını, iktidarlarını ve sosyo-

ekonomik rollerini yorumlamaya çalıştık. Osmanlının ilk döneminde seçkinler bizzat

122

devletin kendi varlığını devam ettirmek için oluşturduğu saray çevresi seçkinleridir.

Bu seçkinler, devletle özdeşleşmişlerdir. Bunun dışında saray çevresinden uzak,

merkezi otoritenin çok güçlü olmadığı yerlerde taşralarda dini kanat önderleri iltizam

sahiplari denilebilecek seçkinlerde Osmanlı siyasal ve ekonomik yapısında önemli

roller oynamışlardır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarihsel süreç içerisinde kurumsal yapıların

birhayli dönüştüğünü görüyoruz. Osmanlı ilk döneminde bu değişimin ve seçkin

dönüşümünün biraz daha iç dinamiksel olduğunu söyleyebiliriz. Son dönem

Osmanlı’da ise bu sürecin dış dinamiksel olduğunu söylemek mümkündür. Bu dış

dinamiksel sürecin diğer adı modernleşmedir. Osmanlı'dan Cumhuriyet’e geçiş

noktasında son yüzyılını modernleşme sancıları ile geçiren bir toplumu, yeni kurulan

Cumhuriyet devralmıştır. Cumhuriyet kurulduğunda, ilk anda gerekli olan yönetim

örgütleri, eğitim sistemi, mali sistem vs. Osmanlı Devletinden Cumhuriyet seçkinleri

tarafından alınmıştır. I. ve II. Meşrutiyetten kalan parlamenter sistemin getirdiği

tecrübe, siyasi parti ve çeşitli siyasi kurumlar Osmanlı’dan miras kalmış,

Cumhuriyet’in aydın ve yetişmiş insan kadroları da yine Osmanlı’dan intikal

etmiştir. Osmanlı döneminde yaşanan modernleşme süreci, daha çok, bir “tecrübe”

olarak Cumhuriyet’e aktarılmıştır. Cumhuriyet’e geçişte bu tecrube dönüşerek, bir

seçkinci yapılanma olarak kendini göstermiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu seçkincilik, kendisini toplumsal değişim ve

dönüşümün dışında sayan, siyasal sistemi tekelinde, toplumu vesayetinde gören bir

seçkinler yapısı olarak tanımlamıştır. Tek Parti iktidarıyla tezahür eden bu süreç

kendisini askeri müdahalelerle Türk siyasal arenasında göstermiştir. Buna göre

seçkinci türde ki seçkinler, yukarıda bir yerde durmakta ve her şeyi gözetlemekte,

her an yanılmaya namzet, bilgisiz cahil halk katlarına yol göstermek, yanlışlarına

müdahale etmek üzere beklemektedirler. Toplumu denetleme ve dizaynetmeyi en

temel hakları olarak görmektedirler. Seçkincilik, modern ulus yapılarının genel bir

özelliğidir denebilir. Çünkü burada asker kökenli Devletçi Seçkinler kendilerini,

farklı unsurlardan bir ulus oluşturmak, onu yeniden inşa etmek, bütün kurum ve

kuruluşlarını, eğitimden ekonomiye, aileden dine kadar dizaynetme yetkisinde

123

görmektedir. Ancak bunun derecesi toplumlara göre değişik düzeylerde olmaktadır.

Modern ulus yapılarında bu seçkinci yapı aslında, kendine özgülüklerde yeniden

oluşmuş bir yapının, kişisel olmanın ötesinde grupça iktidar olma ve bunu sürekli

kılma güdüsüne dayanmaktadır. Burada önemli sorun da meşruiyet alanında kendini

göstermektedir. Yani genelin üstünde bu siyasi nüfuzun halk tarafından kabul

edilebilir bir gerekçesi olması gerekmektedir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e seçkinlerin dönüşümünde en önemli rolü yine

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Devletçi Seçkinlerin mahiyetini oluşturan, Asker ve

bürokrat seçkinler oynamıştır. Demokrat Parti’nin iktidarına son veren ve 1971

muhtırasını ilan eden ve son olarakta 12 Eylül 1980 yılında siyasete el koyan yine

devletçi seçkinler ve asker seçkinler olmuştur. Osmanlıdan Cumhuriyet’e intikal

eden, belki de en önemli “alışkanlık" her ikisinde de değişmenin devlet eliyle ve kısa

sürelerde gerçekleştirileceği kültürünün varlığıdır. Bu alışkanlık, günümüzde de

belli ölçülerde devam etmektedir. Diğer yandan, çok uluslu İmparatorluğun

kurumları, tek uluslu Cumhuriyet’e geçişte, kendiliğinden geçersiz hale gelmiş, yeni

düzenlemelerin yapılması gereği hâsıl olmuştur. Daha çok, siyasi rejim, devlet

idaresi ve kurumlar düzeyinde gerçekleştirilen düzenlemeler, değişme olarak

değerlendirilmelidir. Kültürel sahada, günlük hayatı ilgilendiren konularda

değişmeler yaşanırken, zihniyet, halk kültürü v.s. gibi konularda süreklilik hâkim

olmuştur. Sonuç olarak, Cumhuriyet’in kurucu seçkinleri, Osmanlı’dan devralınan

toprak, nüfus ve kültür üzerinde yeni ve modern bir devlet/millet inşaa etmek

gayesiyle siyasi rejim, hukuk ve kültürün çeşitli sahalarında geniş çaplı ve köklü

değişimler yapmışlardır. Toplumsal düzeyde değişimler yapılırken, bu seçkin

kadrolar seçkinci bir yapılanma ile dönüşerek, devlet yönetiminde merkez–çevre

sendromunun meydana gelmesine sebep olmuştur. Seçkinci yapılar, bir merkez

“seçkin”- çevre “halk ikilemi üstüne kuruldukları ve bir gerilim yaşadıkları için

sağlıklı bir çağdaşlaşma gerçekleşmemekte, çağdaş toplumların temel özellikleri

sayılan sosyal ve öncelikle siyasal değerler, norm ve kurumlar bir türlü yerlerine

oturmamaktadır. Çünkü seçkincilik sosyal ve siyasal yapıya müdahale etmekte, tüm

kurumların dayandığı sosyal süreç bir türlü kurulamamakta, halk tarafından

içselleştirilememektedir. Tarihsel olarak kısa dönemde bakıldığında “radikal” olarak

124

nitelendirilen bu değişimlerin, uzun dönemde bakıldığında, Osmanlı’nın son

dönemlerinde başlayan yenileşme, modernleşme ve demokratikleşme çabalarının,

Cumhuriyet döneminde güçlenerek devam eden uzantıları olduğu görülmektedir.

Osmanlının son dönemine ve Cumhuriyetin ilk yıllarına bakıldığında o günün dünya

konjenktörü göz önünde bulundurularak bu seçkinci yapılanma belki anlaşılabilir.

Yeniden yapılanan dünyada Dünya savaşlarının etkileri, yıkılan-yeni kurulan nice

devlet ve dünya demokrasi kültürü; ayrıca bu demokratik kültürün yeni kurulan

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne etkileri, seçkinlerin dönüşümünde önemli bir yer

tutar. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu seçkinci yapılar halkın henüz demokratik bir

kültüre sahip olmayışından dolayı kendi iktidarlarının meşruiyetlerini korumuşlardır.

Genel olarak kısaca özetlediğimizde, 1950 ve 1980 yılları arasında yaşanan

teknolojik gelişmeler, sosyal-ekonomik ve siyasal olaylar, değişim olgusuna bağlı

olarak Türkiye Cumhuriyet’inde özellikle Turgut Özal döneminden sonra

demokrasinin gelişmesini, siyasal bilincin, hukuksal hakların bireyler tarafından

eskiye oranla içselleştirilmesini sağlamıştır. Merkezin değil çevrenin reisi Cumhuru

olan Özal Türk Siyasal hayatında ve Türk Kamu Yönetiminde yeniliklerin önünü

açmış ve Türkiye’nin diğer dünya ülkeleri ile küresel anlamda etkileşime girmesini

doğruları ve yanlışları ile sağlamıştır. Tüm bu tarihsel süreçler, 1990’lı yıllara

gelindiğinde bu seçkinci yapıların meşruiyetlerini yitirmelerine sebep olmuştur.

Türkiye'de 2000’li yıllardan itibaren, sosyo-ekonomik ve siyasal alanlarda meydana

gelen köklü değişimler, seçkin sınıfları da doğrudan etkilemiş, seçkinlerin yapısal

dönüşümler yaşamasına sebep olmuştur. Sosyal yapı içinde seçkinler, işlevlerini ve

misyonlarını farklı toplumlarda farklı biçimlerde devam ettirmektedirler.

125

KAYNAKÇA

AHMAD, Feroz (1971). İttihat ve Terakki 1908–1914. İstanbul: Sander Yayınları.

AHMAD, Feroz (1977). The Turkish Experiance in Democracy 1950–1975. London:

C.Hurst Company.

AHMAD, Feroz (1995). Modern Türkiye’nin Oluşumu. (Çeviren:Yavuz Alogon).

İstanbul: Sarmal Yayınevi.

AHMAD, Feroz ve D. A. Rustow (1976). “II. Meşrutiyet Döneminde Meclisler

1908-1918”. Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, (Sayı: 4-5), 245-

284.

AKŞİN, Sina (1998). Jön Türkler ve İttihat-Terakki (İkinci Baskı). Ankara:

ALKAN, Ahmet, Turan (1992). II. Meşrutiyet Devrinde, Ordu ve Siyaset. Ankara:

ALKAN, Türker (1997). Aydınlar Ve Siyaset. Ankara: ODTÜ Yayınları.

ARMAĞAN, İbrahim (1983). Bilimsel Araştırma Yöntemleri. İzmir: Dokuz Eylül

Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayınları.

ARMAĞAN, Servet (1978). “Memleketinizde İlk Parlamento Seçimleri”. Armağan,

Kanun-i Esasi’nin 100. Yılı, Ankara: Ank Üniv. SBF, 149-168.

ARON, Raymond (1973). Sınıf Mücadelesi, Sanayi Cemiyeti Üzerine Yeni Dersler.

(Çeviren: Erol Güngör). İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

ARON, Raymond (2000). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. (Çeviren: Korkmaz

Alemdar). İstanbul: Bilgi Yayınları.

AYDEMİR, Ş, S. (1984). İkinci Adam. (Cilt:1-2), İstanbul: Remzi Yayınları.

AYDEMİR, Ş, S. (1986). Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa. İstanbul: Remzi

Kitabevi Yayınları.

AYDIN, Mustafa (2004). Bilgi Sosyolojisi. İstanbul: Açılımkitap Yayınları.

AYDIN, Mustafa (2006). Siyasetin Sosyolojisi Bir Sosyal Kurum Olarak Siyaset.

İstanbul: Pınar Yayınları.

126

AYVERDİ, Samiha (1975). Türk Tarihinde Osmanlı Asırları. (1.Cilt). İstanbul:

Damla Yayınevi.

BARLAS, Mehmet (1994). Turgut Özal’ın Anıları. İstanbul: Sabah Kitapları.

BAYUR, H. K. (1954). Sadrazam Kamil Paşa. Ankara:

BİLA, Hikmet (1979). CHP Tarihi (1919-1979). Ankara: (Yayın evi yok).

BOTTOMORE, Tom, B. (1987). Siyaset Sosyolojisi. (Çeviren: Erol Mutlu). Ankara:

Teori Yayınları.

BOTTOMORE, Tom, B. (1990). Seçkinler ve Toplum. (Çeviren: Erol Mutlu).

Ankara: Gündoğan Yayınları.

ÇADIRCI, Musa (1985). “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ülke Yönetimi”,

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (Cilt-1), İstanbul:

İletişim Yayınları.

ÇAVDAR, Tevfik (2004). Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (3. Baskı). Ankara.

ÇAYLAK, Adem (1998). Osmanlı’da Yöneten ve Yönetilen (1. Baskı). Ankara: Vadi

Yayınları.

DEVEREUX, Robert (1963). The First Otoman Constitutional Period..Baltimore:

The Johns Hopkins Press.

DİVİTÇİOĞLU, S. (1999). Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu-Marksist Üretim

Tarzı Kavramı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

DUVERGER, Maurice (1995). Siyaset Sosyolojisi. (Çeviren: Şirin Tekeli). İstanbul:

Varlık Yayınları.

ELDEM, Vedat (1970). Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir

Tetkik. Ankara: İş Bankası Yayınları.

ERTUĞRUL, N., İlter (2008). Cumhuriyet Tarihi El Kitabı (1. Baskı). Ankara:

ODTÜ Yayınları.

ERTUNÇ, Ahmet Cemil (2004). Cumhuriyet’in Tarihi (Birinci Baskı). İstanbul:

Pınar Yayınları.

127

ERYILMAZ, Bilal (2002). Bürokrasi ve Siyaset-Bürokratik Devletten Etkin

Yönetime (1.Baskı). İstanbul: Alfa Yayınları.

EVREN, Kenan (1990). Kenan Evren’in Anıları. (Cilt-2). İstanbul:

FİNDLEY, Carter V. (1985). “19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Bürokratik

Gelişme”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (Cilt-1),

İstanbul: İletişim Yayınları.

FİNDLEY, Carter V. (1994). Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform Babıali (1789-

1922). (Çevirenler: Latif Boyacı- İzzet Akyol). İstanbul: İz Yayıncılık.

FREY, Frederick W. (1965). The Turkish Political Elite, Cambridge: The Mıt Press.

GOLOĞLU, Mahmut (1974). Tek Partili Cumhuriyet (1931-1938). Ankara: Goloğlu

Yayınları.

GÖLE, Nilüfer (1986). Mühendisler ve İdeoloji-Öncü Devrimcilerden Yenilikçi

Seçkinlere. İstanbul: İletişim Yayıncılık.

GÖLE, Nilüfer (1991a). Modern Mahrem. İstanbul: Metis Yayınları.

GÖLE, Nilüfer (1991b). “Türk Toplumu ve Pozitivist Elit’in Etkinliği”. (Sadettin

Elibol), Sosyoloji Konuşmaları, Ankara: Ecem Yayıncılık.

GÜNAL, Erdoğan (2009). Türkiye’de Demokrasinin 100 Yıllık Serüveni (1. Baskı).

İstanbul: Karakutu Yayınları.

GÜRKAN, Aydın (1979). Ekonomik Gelişme ve Sorunları. Ankara: Ankara İktisadi

ve Ticari İlimler Akademisi.

HEPER, Metin (1973). Modernleşme ve Bürokrasi. Ankara: Sosyal Bilimler Derneği

Yayınları.

HEPER, Metin (1974). Bürokratik Yönetim Geleneği. Ankara: ODTÜ Yayınları.

HEPER, Metin (1977). Türk Kamu Bürokrasisinde Gelenekçilik ve Modernleşme.

İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.

HEPER, Metin (1980). “Ekonomik ve Sosyal Gelişme Sürecinde Bürokrasi-Bir

Tipoloji ve Bazı Düşünceler”. Amme İdaresi Dergisi, (Haziran-1980).

128

HEPER, Metin (1983). “Bürokrasi”. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,

(Cilt-2), İletişim Yayınları.

HEPER, Metin (1985). “19.Yüzyılda Osmanlı Bürokrasisi”. Tanzimat’tan

Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, (Cilt-1), İstanbul: İletişim Yayınları.

HEPER, Metin (1986). “Atatürk’te Devlet Düşüncesi”. (Editör: E. Kalaycıoğlu-

A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal Hayatının Gelişimi. İstanbul: Beta Yayınları.

HEPER, Metin (1990). “Osmanlı’da Devlet Geleneği”. Türkiye Günlüğü Dergisi,

(13.Sayı), 143.

HUNTINGTON, S.P. ve DOMINGUEZ, J.I. (1985). Siyasal Gelişme. (Çeviren:

Ergun Özbudun). Ankara: Siyasi İlimler Derneği Yayınları.

İNSEL, Ahmet (1996). Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye. (Çeviren: Ayşegül

Sönmezsoy). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

KALAYCIOĞLU, E. ve SARIBAY A.Y. (1986). “Tanzimat, Modernleşme Arayışı

ve Siyasal Değişme”. (Editör: E.Kalaycıoğlu ve A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal

Hayatının Gelişimi. İstanbul: Beta Yayınları.

KANSU, Aykut (2006). 1908 Devrimi. İstanbul: İletişim Yayınları.

KAPANİ, Münci (1978). Politika Bilimine Giriş. Ankara: Ankara Üniversitesi

Hukuk Fakültesi Yayınları.

KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (1984). Politikada 45 Yıl. İstanbul: İletişim

Yayınları.

KARATEPE, Şükrü (1993). “Türkiye’de Modernleşme ve Hukuk”. Bilgi ve Hikmet

Dergisi. (Sayı:1).

KARPAT, Kemal H. (1967). Türk Demokrasi Tarihi. İstanbul: (Yayın evi yok).

KARPAT, Kemal H. (2005). Osmanlı’nın Geçmişi ve Bugünün Türkiyesi. (Çeviren:

Sönmez Taner). İstanbul: Bilgi Ünv. Yayınları.

KARPAT, Kemal H. (2006). Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma.

(Çeviren: Dilek Özdemir). İstanbul: İmge Kitabevi.

129

KARPAT, Kemal H. (2009). Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din (1. Baskı).

İstanbul: Timaş Yayınları.

KAZANCIGİL, Ali (1986). “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”.

(Editör: E.Kalaycıoğlu ve A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal Hayatının Gelişimi.

İstanbul: Beta Yayınları.

KELEŞ, Ruşen (1972). 100 Soruda Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu.

İstanbul: Gerçek Yayınları.

KEYDER, Çağlar (1989). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. (Çeviren: Sabri Tekay).

İstanbul: İletişim Yayınları.

KIŞLALI, Taner, A. (1999). Siyaset Bilimi (5.Baskı). Ankara: Anadolu Ünv.

Yayınları.

KİLİ, Suna (1976). Cumhuriyet Halk Partisi’nde Gelişmeler. İstanbul: Boğaziçi

Üniversitesi Yayınları.

KOÇAK, Cemil (1986). Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945). Ankara: Yurt

Yayınları.

KONGAR, Emre (1998). 21. Yüzyılda Türkiye (İkinci Baskı). İstanbul:

KÖKER, Levent (1990). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi. İstanbul: İletişim

Yayınları.

KÖKER, Levent (1992). Demokrasi Üzerine Yazılar. Ankara: İmge Kitabevi

Yayınları.

KÖKER, Levent (1995). “Kimlik, Meşruluk ve Demokrasi: Türkiye’de Yeni

Muhafazakar Kültür Politikasının Eleştirisi”. Türkiye’de Demokratik

Siyasal Kültür İçinde. Ankara: Türk Demokrasi Vakfı Yayınları.

KÖSE, Metin (1983). Yeni Nesil Yeni Toplum (Birinci Baskı). Konya.

KÜÇÜKÖMER, İdris (1969). Düzenin Yabancılaşması, Batılaşma. İstanbul: Ant

Yayınları.

LASWELL, Harold D. (1965). World Revolutionary Elites: Studies in Coercive

Ideological Movements. Cambridge: The MIT Press.

130

LEWİS, Bernard (1984). Modern Türkiye’nin Doğuşu . (Çeviren: Metin Kıratlı).

Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

MARDİN, Şerif (1955). “Ali Paşa ve Hürriyet”. Forum, (Kasım-1955).

MARDİN, Şerif (1957a). “Türkiye’de Orta Sınıfların Üç Devri”. Forum, (1 Şubat

1957).

MARDİN, Şerif (1957b). “Tanzimat Fermanı’nın Manası: Yeni Bir İzah Denemesi”.

Forum, (15 Kasım 1957).

MARDİN, Şerif (1962). Türkiye’de İktisadi Düşüncenin Gelişmesi. Ankara: Ankara

Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları.

MARDİN, Şerif (1975). “Atatürk, Bürokrasi ve Rasyonellik”. Atatürk Devrimleri ve

I. Milletler arası Sempozyumu Bildirileri (10-14 Aralık 1973), İstanbul.

MARDİN, Şerif (1983). “Yenileşme Dinamiğinin Temelleri”. Çağdaş Düşüncenin

Işığında Atatürk. İstanbul: Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları.

MARDİN, Şerif (1986). “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-

Çevre İlişkisi”. (Çeviren: Şeniz Gönen). (Editör: E.Kalaycıoğlu ve

A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal Hayatının Gelişimi. İstanbul: Beta Yayınları.

MARDİN, Şerif (1991). Türk Modernleşmesi Makaleler-4. (Derleyen: M.Türköne ve

T.Önder). İstanbul: İletişim Yayınları.

MARDİN, Şerif (1992). Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar, Merkez Çevre

İlişkileri, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleleri-1 (Üçüncü Baskı).

İstanbul: İletişim Yayınları.

MARDİN, Şerif (1993). Tanzimat ve Aydınlar, Türkiye’de Toplum ve Siyaset

Makaleleri-3 (Üçüncü Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

MAZRUİ, ALİ A. (1983). “Osmanlı İmparatorluğu ve Atatürk Mirası Açısından

Afrika-Siyasal Kültürde Yerellik ve Evrensellik”. Çağdaş Düşüncenin

Işığında Atatürk. İstanbul: Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları.

MİLLS, Wright C. (1974). İktidar Seçkinleri.(Çeviren: Ünsal Oskay). Ankara: Bilgi

Yayınevi.

131

MOSCA, Gaetano (1939). The Rulling Class (Elementidi Scinta Politice). (Çeviren:

Hannah D. Kahn). New York: McGroow Hill Book.

OCAK, Ahmet, Yaşar (2002). Türkler, Türkiye ve İslam. İstanbul: İletişim

Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1974). Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler 1840–1878. Ankara:

Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1978). “İlk Osmanlı Parlamentosu ve Osmanlı Milletinin Temsili”.

Armağan, Kanun-i Esasi’nin 100. Yılı, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal

Bilimler Fakültesi, 169-182.

ORTAYLI, İlber (1979). Türkiye İdare Tarihi. Ankara: Todei Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1983). Osmanlı İmparatorluğu’nun En Uzun Yılı. İstanbul: Hil

Yayınları.

ORTAYLI, İlber (1999). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. İstanbul: İletişim

Yayınları.

ÖZBUDUN, Ergun (1977). “1973 Türk Seçimleri Üzerine Bir İnceleme”. Bülent

Nuri Esen’e Armağan. Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakultesi

Yayınları

ÖZBUDUN, Ergun (1995). Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür. Ankara: Türk

Demokrasi Vakfı Yayınları.

PAKALIN, M. Zeki (1983). “Pericik” maddesi, Osmanlı Tarih Deyimleri ve

Terimleri Sözlüğü, M. E. B. (Cilt-1), İstanbul: 31.

PARETO, Vilfredo (2005). Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü-Kuramsal Bir Sosyoloji

Uygulaması.(Çev: Merve Zeynep Doğan). Ankara: Doğu Batı Yayınları.

PARLA, Taha (1989). Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizim. (Yayına

Hazırlayanlar: Füsun Üstel ve Sabri Yücesoy). İstanbul: İletişim Yayınları.

PARLA, Taha (2005). Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm (5.Baskı).

İstanbul: İletişim Yayınları.

132

RAMSAUR, E.E. (1982). Jön Türkler ve 1908 İhtilali. (Çeviren: Nuran Yavuz).

İstanbul: Sander Yayınları.

RUNCİMAN, W. G (1986). Toplumsal Bilim ve Siyaset Kuramı. (Çeviren: Erol

Mutlu). Ankara: Teori Yayınları.

RUSTOW, D.A (1964). “MilitaryTurkey Political Modernization in Japan and

Turkey. (Ed., R.E. Ward and D.A. Rustow), New Jersey: Princeton

Universitiy Press.

SARIBAY, Ali Yaşar (1986). “Kemalist İdeolojide Modernleşmenin Anlamı: Sosyo-

Ekonomik Bir Yaklaşım Denemesi”. (Editör: E.Kalaycıoğlu ve

A.Y.Sarıbay). Türk Siyasal Hayatının Gelişimi. İstanbul: Beta Yayınları.

SARTORİ, Giovanni (1978). “Anti-Elitism Revisited”. Governement and

Opposition, (13 Winter), 58-80.

SELEK, Sabahattin (1963). Anadolu İhtilali. İstanbul: Cem Yayınları.

SENCER, Muzaffer (1968). Dinin Türk Toplumuna Etkileri. İstanbul.

SENCER, Muzaffer (1986). Türkiye’nin Yönetim Yapısı. İstanbul: Alan Yayınları.

SHAW, Stanford, J. and SHAW, E.K. (1977). History of the Ottoman Empire and

Modern Turkey. (2. Cilt). Cambridge University Press.

SOSYAL, Mümtaz (1969). 100 Soruda Anayasanın Anlamı. İstanbul: Gerçek

Yayınları.

SWİNGEWOOD, Alan (1998). Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi. (Çeviren: Osman

Akınhan). Ankara: Bilim Sanat Yayınları.

ŞAYLAN, Gencay (1974). Türkiye’de Kapitalizim, Bürokrasi ve Siyasal İdeoloji.

Ankara: Todaie Yayınları.

ŞAYLAN, Gencay (1978). “Ordu ve Siyaset”. Kanun-i Esasi’nin 100. Yılı, Ankara:

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları, 387-418.

ŞAYLAN, Gencay (1983). “Cumhuriyet Bürokrasisi”. Cumhuriyet Dönemi Türkiye

Ansiklopedisi, (Cilt-2), İletişim Yayınları.

133

TABAKOĞLU, Ahmet (2000). “Osmanl İktisadi Yapısının Ana Hatları”. Yeni

Türkiye Dergisi, Osmanlı Özel Sayısı II, Mart-Nisan Dönemi, (Sayı-62).

TEZİÇ, Erdoğan ( 1976). 100 Soruda Siyasi Partiler. İstanbul: Gerçek Yayınları.

TİMUR, Taner (1968). Türk Devrimi. Tarihi Anlama ve Felsefi Temeli. Ankara: A.Ü.

SBF Yayınları.

TİMUR, Taner (1971). Türk Devrimi ve Sonrası (1919-1946). Ankara: Doğan

Yayınları.

TİMUR, Taner (1994). Osmanlı Toplumsal Düzeni. Ankara: İmge Kitabevi.

TOPRAK, Zafer (1995). İttihat-Terakki ve Devletçilik. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt

Yayınları.

TOYNBEE, Arnold (1971). Türkiye: Bir Devletin Yeniden Doğuşu. (Çeviren:

K.Yargıcı). İstanbul: Milliyet Yayınları.

TUNAYA, Tarık Z. (1952). Türkiye’de Siyasi Partiler. İstanbul: Doğan Kardeş

Yayınları.

TUNAYA, Tarık Z. (1960). Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri.

İstanbul: Yedigün Matbaası.

TUNAYA, Tarık Z. (1976). “Meşrutiyetin Siyasal Yaşamımızdaki Yeri”, Türk

Parlamentoculuğunun İlk Yüzyılı. Siyasi İlimler Türk Dergisi, (Haziran 6),

75-132.

TUNÇAY, Mete (1978). “Heyet-i Mahsusalar (1923-1938)”. Kanun-i Esasi’nin 100

Yılı Armağanı. Ankara: A.Ü. SBF Yayınları.

TURHAN, Mehmet (1991). Siyasal Elitler. Ankara: Gündoğan Yayınları.

TUTUM, Cahit (1972). Türkiye’de Memur Güvenliği. Ankara: Todaie Yayınları.

TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1995). Osmanlı Modernleşmesinin Kökleri. İstanbul: Yeni

Şafak Kitaplığı.

UBİCİNİ, M. A (1998). Osmanlı’da Modernleşme Sancısı. (Çeviren: Cemal Aydın).

İstanbul: Timaş Yayınları.

134

ULMAN, Haluk A. ve Franz Tachau (1965). “Turkish Politics: The Attempt To

Reconcile Rapid Modernization With Democracy”, The Middle East

Journal Spring, 153–168.

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı (1989a). Osmanlı Devlet Teşkilatı, Ankara: TTK

Yayınları.

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı (1989b). Osmanlı Devletinde Kapıkulu Ocakları. (Cilt-1),

Ankara: TTK Yayınları.

WALLARSTEİN, Imanuel, Hale Decteli ve Reşat Kasaba (1983). “Osmanlı

İmparatorluğu’nun Dünya Ekonomisi İle Bütünleşme Süreci”. Toplum ve

Bilim Dergisi, (Sayı–23), Güz Dönemi.

WEBER, Max (1986). Sosyoloji Yazıları. (Çeviren: Taha Parla). İstanbul: Hürriyet

Vakfı Yayınları.

WEIKER, Walter F. (1963). The Turkish Revolution 1960–61. Washington: The

Brookings Insttitution.

WEIKER, Walter F. (1973). “Osmanlı Bürokrasisi: Modernleşme ve Reform”.

(Çeviren: Ş.Büyükdavras ve E.Oyal). Amme İdaresi Dergisi,(Mart–1973).

WİTTEK, Paul (1968). Osmanlılardan Önce Anadolu. (Çeviren: Erol Üyepazarcı).

İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

WİTTEK, Paul, (1938). Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu. (Çeviren: Fatmagül

Berktay). İstanbul: Pencere Yayınları.

YALÇIN, Hüseyin Cahit (1943). Talat Paşa. İstanbul: Yedigün Neşriyatı.

YETKİN, Çetin (1983). Türkiye’de Tek Parti Yönetimi (1930-1945). İstanbul: Altın

Kitaplar Yayınevi Yayınları.

ZANNONİ, Paolo (1978). “The Concept Of Elite”. European Journal Of Political

Research, 6 March, 1-30.

ZÜRCHER, J. Erik (2007). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. (Çeviren: Yasemin

Saner Gönen). İstanbul: İletişim Yayınları.

135

T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

ÖZGEÇMİŞ

Adı Soyadı: Adem KAHRİMAN Doğum Yeri: Almanya/Köln-Frechen Doğum Tarihi: 28.03.1979 Medeni Durumu: Bekar Öğrenim Durumu Derece Okulun Adı Program Yer Yıl İlköğretim YİBO Samsun/Vezirköprü 1985-1990 Ortaöğretim 25 Mayıs Okulu Samsun/Havza 1991-1993 Lise Havza Lisesi SosyalBilimler Samsun/Havza 1994-1997 Lisans Selçuk Ünv. Sosyoloji Konya 2002-2005 Yüksek Lisans Becerileri: Muhakeme ve Analiz. İletişim. İkna. İlgi Alanları: Teknoloji, Sanat, Tarih, Eğitim, İnsan ve Toplum

İş Deneyimi:

Uluslar arası bir firmada orta düzey yöneticilik. Felsefe Grubu Öğretmenliği, Ölçme-Değerlendirme Uzmanlığı, Rehber Öğretmenlik, Özel Bir Eğitim Kurumunda Strateji ve Ar-Ge Merkezi Lideriği, İnsan Kaynakları Yöneticiliği, Kalite Liderliği görevimi sürdürmekteyim.

Aldığı Ödüller:

Hakkımda bilgi almak için önerebileceğim şahıslar:

Doç. Dr. Mustafa AYDIN (Selç. Ünv. Sosyoloji Bölümü Öğrt. Gör.) Caner YILDIZ : 0505 402 83 69 (Cumhuriyet Savcısı) Mustafa Süha ÖZTÜRK : 0505 226 92 61 (Müd.Yard.) Serkan YAMAN : 0554. 751 27 25 (Üniversite Öğrencisi) Ömer ŞEN : 0533 581 60 44 (Sanayici ve İş Adamı)

Tel: 0505 873 45 66 – 0543 291 47 05 E-Posta: [email protected][email protected]

Adres: Yazır Mah. Elmalılı Hamdi Hoca Cad. Tören Sok. Yıldırım Apt.-1 Kat:2 Daire:9 Selçuklu/KONYA