parrhesia e-dergi / sayı 1 / temmuz 2012

32

Upload: uestuengel-ari

Post on 19-Mar-2016

240 views

Category:

Documents


1 download

DESCRIPTION

Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

TRANSCRIPT

Page 1: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012
Page 2: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

2

İçindekilerÜstüngel ARIBiz Kimiz?..............................................................3

YAYIN KURULUParrhesia Yayın İlkeleri ve Amaçları ......................4

Onurcan YILMAZEleştirel Bir Bakış Açısıyla Bilimsel Araştırmanın Özellikleri ..........................5

Üstüngel ARINesnel Bir Tarih Mümkün Mü?............................10

Hande ONAVLIKİdeolojik Araç Olarak Çeviri:Değişen Türkiye’nin Değişen Dili .......................16

Ferit ENDERMekanik Tasarım ve Eylem Gerekliliği ...............19

SapphİnannaBirinci Yeni ve Orhanlı Velilikler .........................20

Levent Kaan GÜNDOĞDU / RöportajHayatlara Dokunabilen Dürümcü: Haluk Abi ......24

İ. Taylan DURDU / ÖyküAynadaki Adam ....................................................27

Yazım ve Yayın Kuralları .....................................30

Parrhesia E-dergiGenel Yayın Yönetmeni

Üstüngel ArıKocaeli Üniversitesi Arkeoloji / Felsefe –öğ[email protected]

Yayın Kurulu / Editörler

Onurcan YılmazPsikolog [email protected]

Levent Kaan Gündoğduİstanbul Üniversitesi Hukuk – Öğ[email protected]

Eren ÖztürkAnkara Üniversitesi Halkla İlişkiler [email protected]

Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarakyayınlanan (yayınlanması planlanan) bir e-dergidir.

Dergimize gönderilen yazıların sorumluluğuyazarlarına aittir. (Bkz. Yazım ve YayınKuralları)

Web: http://www.parrhesiadergi.net/

E-mail: [email protected]

Facebook Grubumuz:http://www.facebook.com/groups/452084778141082/

Çıkış tarihi: 08.07.2012

Page 3: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

3

Biz Kimiz? Dergimizin ilk sayısından hepinize merhaba diyerek başlamak istiyorum sayın okurlar. Önce-

likle şunu belirtmek isterim ki, şuan bu yazıyı dergimizi yayınlamadan birkaç saat önce yazıyorum vebundan dolayı da diğer yayın kurulu üyeleri de tıpkı sizler gibi ilk kez okuyacaklar/okuyorlar. Haliyleaşağıda, belki de onlar tarafından onaylanmayacak şeyler yazabilecek olmam dolayısıyla belirtmekistiyorum ki, bu sayfada anlatılacak olan “biz”, topluca yayın kurulunu anlatan ve hepsinin onayladığıbir “biz” değil, -kendi adıma- benim gözümden bir “biz”dir.

Efendim hiç kuşkusuz ki hepimiz her zaman ve her yerde birçok konu hakkında birçok şeysöylüyoruz, birçok şeyi eleştiriyor, birçok şey hakkında yorumlar yapabiliyoruz. Ama iş kendinhakkında konuşmaya, yani kendini tanıtmaya geldiğinde, sanmıyorum ki hiç bir duraksama yaşamadanrahatlıkla direkt olarak “ben bu bu bu”yum diyebilelim. Benim de kendi adıma şuan yaşadığım hissiyatbudur. Çünkü hakikaten; kimiz yani biz, neyiz? İnsanın bir durup düşünmesi gerekiyor bu soruyu ce-vaplayabilmek için. (Yazar o sırada durur ve düşünür) Efendim biz, -yani Parrhesia E-dergi ekibi-öncelikle genç adamlarız. Yaşları 22-24 arasında değişen dört kişilik çekirdek bir ekibiz. Biz okuyangençleriz, yazan gençleriz. Ama öncelikle, soran gençleriz. Soruyoruz, “biz kimiz?” diyoruz.

Biz –diğer arkadaşlarım katılacaklar mıdır bilmiyorum ama kendi adıma- mutsuz adamlarız.Mutsuz insanlarız. Çünkü sorunlarımız var. Sistemle, düzenle, hayatlarımız ve geleceklerimizle ilgilisorunlarımız var. Başarı nosyonuyla ilgili sorunlarımız var; insanların başarı ve “bir şeyler yapmak”algısıyla ilgili sorunlarımız… Biz işte tam da bu algılara karşı, bu algılara rağmen “bir şeyler”yapıyoruz. Şuan da “bir şey” yaptık. Önümde hazır şekilde duran 30 sayfalık “bir şey” var. Ve eminolun, şuan okuduğunuz bu yazı kadar kötü olmayan bir 30 sayfa var önünüzde. Nitelikli, içerikli “birşey” var. Ama asıl soru şu; “neden var?” Biz yazmasak yazılmayacak mıydı bunlar? Biz düşünmesekdüşünülmeyecek miydi? Elbette yazılacaktı ve düşünülecekti. Peki -gördüğünüz gibi hala soruya cevapverebilmiş değilim- öyleyse neden yapıyoruz bunu, neden biz yapıyoruz, “kimiz biz?”

Yanılmıyorsam bundan 6-7 yıl kadar önceydi. Lise 2’deydim ve yine bir grup arkadaşduramadık yerimizde. Dedik, bir şeyler yapmak lazım. Ne yapalım? Dergi yapalım. Tamam. Yaptık.Hem de basılıydı. Yani bir sürü para gerektiren kağıt, baskı, matbaa işleri... Ama yaptık. 500 adetbasıyorduk. Parasını harçlıklarımızdan denkleştiriyor ve sırf okunsun diye bedavaya dağıtıyorduk,ama inanın, okunmuyordu. Belki çocukça bulunuyor, belki de anlaşılmıyordu. Ama okunmuyordu. 4ay dayanabildik ve battık. Ama yaptık. “Bir şeyler” yaptık. Cızırtı’ydı adı. Alt başlık; Yaşamın TümAykırı Sesleri... (Uzattım biliyorum ama toparlayacağım) Şuan tozlu rafların altından çıkarttım veelimde tutuyorum Cızırtı’nın ilk sayısını. Çıkış sayımızda şunları söylemişiz: “Karanlık günler geçiriy-oruz. Karanlığın aydınlatılması için ise ne silah ne de kan gerekir. Bizleri aydınlatacak olan tek veyegane ihtiyaç, bilgidir. Biz bu dergiyi; insanların göz kapaklarını kaldırmak, etrafa kocaman kocamanbakmalarını sağlamak ve bir nebze olsun bilgilendirmek için çıkartıyoruz. Çünkü paylaşıyoruz.Paylaştıkça çoğalacağına inanıyoruz. Çoğaldıkça gelişeceğine, geliştikçe düzeleceğine, düzeltikçe se-viye atlayacağımıza..”

Şimdi bugün aradan geçen 6-7 yılın ardından tekrar bu dergiyi elime alınca fark ettim ki, aslındabugün de bir e-dergi olarak bu platformda yapmaya çalıştıklarımız çok da farklı şeyler değil. Bizlerdeğiştik. İlgilerimiz, eğilimlerimiz, düşüncelerimiz, fikirlerimiz.. Hepsi değişti. Ama aslında “hiçbirşey” değişmedi. Ne o karanlık günler ne de açmaya çalıştığımız göz kapakları...

Etrafa kocaman kocaman bakmanız dileğiyle sayın okur...

Üstüngel Arı

Page 4: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

4

Dergimiz, akademik kariyerpeşinde koşan “sektör kafasın-daki” insanlardan ziyade, etikbir duruşu olan, hakikaten bir“derdi” olan ve bunu ifade etmezorunluluğu hisseden herkeseaçıktır. Yani temel amacımız,kendi hayatına dair geniş birbakış açısı geliştirmek isteyeninsanlara hitap etmek ve bubağlamda bir “derdi” olan insan-lara, kendilerini yazınsal düz-lemde ifade edebilmelerineolanak tanıyacak bir platformoluşturabilmektir. Bilgi kirlili-ğinin ve bilginin metalaştı-rılmasının söz konusu olduğu birdönemde, var olan bu durumunaksine -olabildiğince- akademikbir tarz benimseyerek ve yenibilgi üretimini savunarak bu işegiriyoruz. Bu süreç elbette ki buoluşumun sahiplenilmesi iledoğru orantılı bir şekilde iler-leyecektir. Akademik geçmişi,bilim insanı olmanın bir göster-gesi olarak kabul etmeyen bizler,akademinin hiyerarşik yapılan-masına karşı, sıfatsız-unvansızinsanların bilgi üretme ve arayı-

şına cevap vermek ve dolayı-sıyla düşüncenin kabul görme-sine yönelik olmaktan ziyadekarşılıklı tartışma zeminisağlayarak gelişimi hızlandıranaktif ve interaktif bir yayın ola-bilme amacı gütmekteyiz. Bubağlamda aslında dergimiz,yukarıdaki düşünceleribenimsemiş ve ileriye yönelik -akademik olsun ya da olmasın-bir amaç belirlemiş, bir şeylerekarşı “derdi olan”, bir şeylerikendine “dert edinmiş” fakatbuna karşın kalıplaşmışdüşünceler ve bakış açıları ilesınırlandırılmış olmalarıdolayısıyla seslerini duyuraraketkin bir paylaşım içinegirememiş olan insanların yayınalanında kendilerinigeliştirebilmeleri vepişebilmelerini sağlamak amaçlıbir ön-hazırlık / ön-deneyimplatformudur. Umarız ki Parrhe-sia E-dergi platformu, buamaçlar paralelinde bir nebzeolsun işlevselleşebilsin.

Parrhesia Yayınİlkeleri ve Amaçları

Yayın Kurulu

Akademik geçmişi, bi-lim insanı olmanın birgöstergesi olarak ka-bul etmeyen bizler,

akademininhiyerarşik

yapılanmasına karşı,sıfatsız-unvansız in-sanların bilgi üretmeve arayışına cevap

vermek ve dolayısıyladüşüncenin kabul

görmesine yönelik ol-maktan ziyade

karşılıklı tatışma ze-mini sağlayarak

gelişimi hızlandıranaktif ve interaktif biryayın olabilme amacı

gütmekteyiz.

Dergimiz, ileriye yönelik -akademik olsun ya da olmasın- bir amaçbelirlemiş, bir şeylere karşı “derdi olan”, bir şeyleri kendine “dertedinmiş” fakat buna karşın kalıplaşmış düşünceler ve bakış açıları ilesınırlandırılmış olmaları dolayısıyla seslerini duyurarak etkin birpaylaşım içine girememiş olan insanların, yayın alanında kendilerinigeliştirebilmeleri ve pişebilmelerini sağlamak amaçlı bir ön-hazırlık/ ön-deneyim platformudur.

Page 5: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Bilimsel Araştırmanın Özellikleri

"Bütün bilgi deneyle kontrol edilir. Deney, bilimseldoğrunun tek yargıcıdır” [1]

Feynmann bu sözlerle kuşkusuz bilimindeneyle başlayıp deneyle bittiğini ima etmektedir.Ancak öncelikle şunu belirtmek isterim ki bilim;içinde yaşadığımız doğayı ve evreni, somut venesnel bir şekilde anlamayı amaçlar. Bunları ise -en genel anlamda- gözlem, deney, açıklama, tümevarım ve tümdengelim aracılığıyla yapar. Bunlar-dan hangisinin bilimin asıl yöntemi olduğu ise buyazıda tartışılacak konulardan birisidir.

İlk olarak bilimin ne olduğuyla başlamakistiyorum. Bilim kelimesi, bilinen şey (scienta) yada bilgi anlamına gelen scire (bilmek) kökündentüremiştir. Kelimenin sözlük anlamı ise; sezgi ve

inançlar dışında kalabilme durumu olaraktanımlanmaktadır.[2] Başka bir tanım ise; bilim,geçerliliği kabul edilmiş sistemli bilgilerbütünüdür.[3] Görüldüğü üzere bilimin tanımıçeşitli kaynaklarda değişik şekillerde verilmekte-dir. Ancak bir filozof var ki, bu işe oldukça kesinve basit bir çözüm bulmuştur. Felsefe kavram,sanat duygulanım ve bilim ise fonksiyonlaryaratma işidir demiştir.[4] Sanatı bir kenarabırakacak olursak[5]; bilim ve felsefenin amacı dadoğru bilgiye ulaşmaktır. Biri mantıksalçıkarımlarla kavramlar yaratırken, öbürü deney vegözlem aracılığıyla fonksiyonlar üretir. Ancakşunu da unutmamalıyız ki bilim dediğimiz şeyfelsefenin içinden doğup olgunlaşmıştır. Yani ilkfilozoflar -aslında- ilk bilim adamlarıydılar. Thalesmatematikçiydi, Archimedes fizikçiydi ve Aris-toteles de doğa bilimcisiydi. Fakat daha sonra,

Eleştirel Bir Bakış Açısıyla Bilimsel Araştırmanın Özellikleri

Onurcan [email protected]

ABSTRACT

Curiosity and collecting knowledge go back before earliest human. They collected knowledge andused it in some practical things. Thus, an applied science began with this process. But a theoreticalform of thinking emerged with the Ancient Greek. Along with the scientific revolution of 17th century,unification of terrestrial and celestial world and geometrization of space became reality. Furthermore,one of the permanently intriguing questions regarding scientific inquiry is the relation between phi-losophy and science. But we know that after the Newtonian revolution, science declared exactly itsown independence to the philosophy, and now it has a mind of its own. In scientific world view, theworld is understandable. That is, knowledge gained from studying one part of the universe is applicableto the other parts. Secondly, scientific ideas are subject to change, that is to say, science is a processof producing knowledge. Change is inevitable because new findings may challenge valid theories.Moreover, scientific knowledge is durable although scientists reject the knowing of ‘thing in itself’.In other words, science cannot provide complete answers to all questions. It can be said that there aremany issues that cannot be examined in a scientific way. Science draws a line to our knowledge. Thethings which cannot be tested and falsified are not inside of the scientific investigation, that is, theyare not subject to the scientific world view. Finally, there are some ways of investigating scientificknowledge; observing, thinking, experimenting and validating. These ways represent an essential viewof the nature of science and reflect how science tends to differ from other types of interest. In this con-text, this paper aimed at critically investigating the philosophy of science from Popper to Feyerabend.

5

Page 6: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

bilim kendi yöntemini ve kendisine özgü konularıbelirledikten sonra bağımsızlığını kazanmayıbaşarabilmiştir. Bu noktada Kant’tan bahsetmemgerektiğini hissediyorum. 20. yüzyılın başlarındamantıkçı pozitivistlerin ortaya çıkışıyla olanaklıbilgiye sınır çizme mefhumu başlamıştır. Bubağlamda mantıkçı pozitivistler için asıl önemliolan şey, bir önermenin anlamlı ya da anlamsızoluşudur. Onlar tüm doğrulanabilen önermelerinanlamlı, doğrulanamayanların ise anlamsızolduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu doğrulamayan ön-ermeler ise -mantıkçı pozitivistlere göre-metafiziksel önermelerdir. Ve böylelikle olanaklıbilgiye bir sınır çizilmiş oldu.[6]

Wittgenstein’ a göre ise, ancak dünyadilselleştiği zaman bizonun hakkındakonuşabiliriz, çünkü budünya kendini ancak dildegösterir. Yani dilin üzeriniörtmediği bir dünya bizimiçin bilinebilir bir dünyadeğildir. Bununlabağlantılı olarak Kant bizegösterdi ki; varlığınkendine ait olan özellikleriaslında düşüncenin özel-likleridir. Çünkü ötedenberi, düşünmenin kendiniobjelere göre ayarladığı,yani nasıl düşünmesigerektiğini özneye, ob-jelerin dikte ettiği ilerisürülüyordu. Bu bağlamdaKant, bu oranı tersine çe-virerek ve objelerin bizimöznemize ayak uydurmakzorunda kaldıklarına vurguyaparak, düşünmeniniçinde kapanıp kalmayan, tersine dışarıya çıkıpdeneyim dünyasına da el uzatan bir mantıkgeliştirdi. Bunun adı ‘Transandantal Mantık’tı.Ancak bu ‘Transandantal Mantık’ mümkün olantecrübe çerçevesinde durup kalan ve bunun öte-sine geçerek ‘nesnenin kendisine’, ‘kendindeşey’e kadar uzanmaya çalışmayan bir mantıktı.Çünkü ‘kendinde şey’, deneyimin konusu değildirve bu bağlamda aşkın olana ilişkin bir hakikatinvarlığından da söz edemeyiz. Çünkü söz

ettiğimizde bu yine insanın tesis ettiği bir hakikatolacaktır (Kant’ın terminolojisiyle bu biryanılsama (schein) olacaktır). Bu durumda ilksınır çizen kişi olarak rahatlıkla Kant’ın isminivermekle birlikte, diğer sınır çizicileri ancakKant’a verilen dipnotlar olaraktanımlayabiliriz.[7] Wittgenstein zaten kendisikitabın amacını şöyle belirtiyor: “Tractatus’unamacı düşüncelerin ifade edilmesine bir sınırçizmektir”.[8]

Bunları anlatmamın sebebi ise bilimin de tıpkıtransandantal felsefede olduğu gibi sınır çizici biryanının olduğuna vurgu yapmak istememdir.Öncelikle bilimin dünyası anlaşılır ve kavranabilirbir dünya olmak zorundadır. Sistematik bir şekilde

araştırıldığında bulunanbulgular her yerde aynısonucu vermelidir, eşdeyişle; elmanın yeredüşmesindeki hareketyasalarıyla Ay’ınDünya’nın çevresinde dön-mesindeki hareket yasalarıaynıdır. Bilimsel bilgininiçerdiği bir diğer konu isebilimsel bulguların kalıcıve değişmez olduğuna dairinançtır. Bir örnek verecekolursak; Einstein aslındaNewton’ın hareketyasalarını çürütmemiştir,yalnızca o artıkgeçerliliğini yitirmiştir.Popper buna biryanlışlama diyecek veEinstein’ın Newton’ınmutlak uzay ve zamankavramlarını çürüttüğünüsöyleyecektir.[9] Oysa

Kuhn buna daha farklı bir bakış açısından bakacakve buna bir paradigma değişmesi diyecektir. (Bunoktada hatırlatmakta yarar var ki; uçakları ya-parken ve uyduların yörüngelerini hesaplarkenhala Newton mekaniğini kullanıyoruz.) Fakatfenomonolojik bir süreçten sonra, bilinçdışı gibibir mekanizmanın varlığından emin olabiliyoriken, bunun gündelik yaşamdaki yansımalarınıgörürken, test edemediğimizden dolayı çöpeatmamız hiç rasyonel bir şey olarak gözükmüyor

Kant bize gösterdi ki; varlığınkendine ait olan özellikleri

aslında düşüncenin özellikleridir.Çünkü öteden beri, düşünmeninkendini objelere göre ayarladığı,yani nasıl düşünmesi gerektiğiniözneye, objelerin dikte ettiği ilerisürülüyordu. Bu bağlamda Kant,bu oranı tersine çevirerek ve ob-jelerin bizim öznemize ayak uy-durmak zorunda kaldıklarına

vurgu yaparak, düşünmenin içindekapanıp kalmayan, tersine

dışarıya çıkıp deneyim dünyasınada el uzatan bir mantık geliştirdi.

Bunun adı ‘TransandantalMantık’tı.

6

Page 7: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

bana. Bunun yanında Feyerabend bilimle astrolo-jinin, sanatın hatta dinin bile farklı olmadığını vebilimin bunlara karşı üstün bir yanının olmadığınısöylemiştir. Hatta birbirleriyle dekarşılaştırılmaması gerektiğini belirtir. Bu görüş –hiç kuşkusuz – Kuhn’nun görüşüdür; farklıparadigmaları aynı zemine oturtmak mümkündeğildir (eş-ölçülemezlik).[11] Kuhn bu meseleyibilim içi farklı teorilerin eş-ölçülemezliğibağlamında kullanırken, Feyerabend daha ilerigiderek, bu görüşü alıp farklı bilgi kaynaklarınınbirbirleriyle olan ilişkisi üzerine oturtmuştur. Bu-rada göstermek istediğim şey ise şudur: Popper’inkarşılaştırdığı Einstein’ın görelilik kuramını veFreud’un psikanalizini alacak olursak, ikisinin debirbiriyle eş değer sayılabilecek bilim dallarıolmadığını açıklıkla görebiliriz. Doğa bilimlerindegözlem ve deney kavramlarını hayata geçire-bilmek, yaptığın deneyi manipule edebilmek -görece- daha basitken, Freud’un psikanalizinde buiş daha zorlaşır. Bunun öncelikli nedeni psikolojibiliminin insanla uğraşıyor olmasıdır. Dolayısıylainsanla uğraştığınız zaman göz önüne alınması vesabitlenmesi gereken onlarca değişken ortayaçıkmaktadır (yaş, cinsiyet, eğitim durumu, kültür,sosyoekonomik durumu, vs.). Ancak doğa bilim-lerinde araştırma yaptığınızda bunların hiçbiriaraştırmanız üzerinde bozucu (confounding) biretkiye neden olmuyor. Çünkü karşınızdadeğişmediğini varsaydığımız bir doğa var. Bundandolayı doğa bilimleriyle insan bilimlerini aynı ter-

azide ölçmenin bir takım sakıncaları olduğunudüşünüyorum. Başka bir deyişle, doğa bilimi sabitbir nesneyi kontrollü olarak araştırırken, psikolojikendi öznel deneyiminden başkasının özneldeneyimini kontrol edip araştırmaya çalışıyor.Dolayısıyla metodolojileri de farklı olmakzorundadır. Doğa bilimi deneye elverişliyken,kültüre sahip olan insanın araştırıldığı bir bilimdalı doğa bilimlerinden çok antropolojiye ve sosy-olojiye yakın olmak durumundadır. Yani psikolo-jinin yapması gereken şey doğa bilimineyaklaşmaya çalışmak yerine, ait olduğu yer olansosyal bilimlere yaklaşmaya çalışmak olarakdeğişmelidir.

Ek olarak, Popper’in dediği şey- özetle-“bilim, çürütülebilen olan şeydir”. Başka birdeyişle, bilim insanları bütün materyalleri asla tamolarak test edebilme şansına sahip değildir.Dolayısıyla tümevarım yöntemi bilimin gerçekyöntemi değildir. Popper’in –kuşkusuz- dehası buhassas noktayı görebilmiş ve yapılması gerekenşeyin karşı bir örnek bularak yanlışlama olduğunusöylemiştir. Ancak bu yanlışlamanın kesin olarakolacağını bilemeyeceğimizi, buna kararverebileceğimizi söylemiştir. Bu kararı verecekolan ise bilimsel topluluktur. Bu nokta bizi Kuhn’agiden yolu da açmış bulunmaktadır. Kuhn busoruya “neden?” sorusuyla karşılık verecek vebuna cevap olarak da “paradigma kavramı”nı or-taya atacaktır. Yani bilimsel topluluk tarafındanteori sınanacak ve yanlışlayıcı bir temel önerme-

7

Page 8: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

nin gerçekten yanlışlayıcıbir temel önerme olupolmadığına karar verile-cektir. Çünkü bu paradig-madan dolayıdır. Buparadigma dediğimiz şeyiise inanç/değer sistemiolarak tanımlarsam had-dimi aşmış sayılmamsanırım[12]. Bu inanç sis-temi-yani paradigma- bizenasıl sorular soracağımızınve nasıl sorulars o r a m a y a c a ğ ı m ı z ı nsınırını belirler. Biliminsanları genellikle buparadigmanın içindeçalışarak zamanlarınıgeçirirler, yani normalbilim yaparak. BuradaPopper’e olaneleştirilerinin güçlü bir boyut kazandığınıdüşünüyorum. Çünkü Kuhn normal bilimzamanlarında teorilerin değil bilim insanlarınınsınandığını ve bulguların teoriyi yanlışlamayadeğil tam tersine teorinin içine yamanmayaçalışıldığını söylemektedir. Ancak bazen öyle za-manlar gelir ki; Copernicus, Newton, Darwin veEinstein gibileri bilimsel devrimleri tetikleyenyeni inanç/değer sistemleri geliştirirler ve onlarınbuldukları sistemler bizim bakış açımızı yenidenşekillendirmeye başlar yani tüm bakışımızıyeniden yapılandırırlar. Örneğin, artık evreninmerkezinde Dünya değil Güneş vardır (Coperni-cus); Ayaltı Dünya’yla Ayüstü Dünya arasındaherhangi bir fark kalmamıştır (Newton), Tanrıtarafından yaratılan bir Dünya’dan tüm teleolojikdüşüncelerden arındırılmış amaçsız bir Dünyaanlayışına geçilmiştir (Darwin) -ve son olarak-kesin ve devamlı süre giden bir zaman anlayışınasahip fizikten, zamanın daha esnek olduğu vedeneyi yapanla gözlemleyenin göreceli hızınagöre değişiklik gösteren bir fiziğe geçilmiştir (Ein-stein).Yani şunu söylemek istiyorum ki pratikte,çoğu bilim insanı yapılan deneyleri tekrarlamak-tan ve daha önce bulunan sonuçların aynısını bul-maktan mutluluk duyarlar. Yapmaya çalıştıklarışey paradigmaya karşı çıkmak değil, kendibulgularını bu paradigmaya uyduracak şekilde

tasarlayıp anlamlı (signifi-cant) hale getirmektir.Psikoloji biliminden birörnek vermem gerekirse;bulgular eğer istatistikselolarak anlamlı değilse,bunu bir bilimsel dergideyayınlayabilmeniz içinkabarık bir bilimselgeçmişe sahip olmanızgerekir. Aksi taktirde sizeverecekleri cevap dahafazla data toplayıparaştırmanızı anlamlı halegetirmeye çalışmanızşeklinde olacaktır.Dolayısıyla sadece biliminsanlarının değil, bilimseltoplulukların daçoğunlukla elde edilensonuçları teyit etmekten ve

bilim insanlarını sınamaktan yana olduklarınısöyleyebilirim. Fakat bir azınlık vardır ki, onlaraynı zamanda kendilerini yeni bir kurama, yeni birdeğerler sistemine getirecek soruları sorma cesare-tine ulaşabilirler. Hiç kuşkusuz CERN’de BüyükHadron Çarpıştırıcısı’nın ilk çalışmalarınıbekleyen bilim insanları bunlardan birileridir.[13]Onlar orada yapılan deneylerde eski yolları teyitetmek yerine -sanıyorum ki- yeni yollar açacak veyeni bir fizik bulma konusunda muhtemelenbüyük adımlar atacaklardır.

Kuhn normal bilim zamanlarındateorilerin değil bilim insanlarınınsınandığını ve bulguların teoriyiyanlışlamaya değil tam tersine

teorinin içine yamanmayaçalışıldığını söylemektedir. Ancak

bazen öyle zamanlar gelir ki;Copernicus, Newton, Darwin veEinstein gibileri bilimsel devrim-leri tetikleyen yeni inanç/değer

sistemleri geliştirirler ve onlarınbuldukları sistemler bizim bakışaçımızı yeniden şekillendirmeye

başlar

8

Page 9: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Sonuç olarak söylemem gerekir ki, bilimyalnızca mantıkla ilerlemez. Bilim, deneyselsonuçlara, gözlemlere, sınırlılıklara, nesnelliğe,doğruluk ve tekrarlanabilirliğe ve yaptığın deney-deki değişkenleri manipule edebilmene dayanmakzorunda olan materyal bir gerçekliktir. Bu yanıylabizim bakış açımızı oluşturan şey artık böylesinemateryal bir gerçeklik anlayışıdır. Öyle ki, gecebir karartı gördüğümüzde bunu metafizik birnesne olarak adlandırmak yerine, yalnızca birkarartı olarak adlandırırız. Ya da daha farklı birşekilde düşünüp, beynimizin dopamin oranınınbozulduğunu ve bunun da halüsinatif şeylereneden olduğu şeklinde bir çıkarım yapabiliriz.Ancak yapacağımız her çıkarım bizi bilimsel birbakış açısının ya da materyal bir gerçekliğin dışınaçıkaracak şekilde olmaz. Hep doğaya içkin birşekilde düşünürüz ve 21. yüzyılda yaşayan ‘homosapiens sapiens’ olarak - yani “düşündüğünüdüşünebilen insan” olarak- bu bilimsel dünyagörüşü günlük yaşantımız dahil hayatımızınhemen her bölümünde bize eşlik etmektedir.[14]

Notlar[1] Bu alıntı için bkz; Feynman, R. P. (2002). AltıKolay Parça. Evrim Yayınevi, Çev. Celal Kapkın.İstanbul. s.32[2] Türkbal, A. (2003). Bilimsel Araştırma Yön-temleri ve Yazma Teknikleri, Aktif Yayınevi. İs-tanbul[3] Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma Yön-temleri, Nobel Yayın Dağıtım, 21. Basım. İstan-bul[4] Deleuze, G. & Guattari, F. (2006). FelsefeNedir?, Yapı Kredi Yayınları, Çev. Turhan Ilgaz.İstanbul[5] Gerçi Hegel sanatın bile ‘doğru’sununolduğunu söylüyor fakat burada ona girmeye vakitolmadığını düşünüyorum.[6] Buradaki argümanı hiç kuşkusuz Kant’ıntransandantal felsefesiyle bire bir ilişkilendirmegibi bir çabam yok fakat şunu göstermeyeçalışıyorum ki Kant Popper’e ve Wittgenstein’agiden yolda –bilgiye sınır çizme mefhumunda-mantıkçı pozitivistleri de bir şekilde etkilemeyibaşarmıştır. Ancak –bana göre- asıl Kant’ın etkisi

Popper’de ve Wittgenstein’da görülecektir.[7] Bunu, ne Wittgenstein’ın ne Popper’in ne deFreud’un yaptığı işleri gölgelemek için söylemiy-orum, hiç kuşkusuz her biri müthiş şeyleryapmıştır ancak hepsinin bir şekilde Kant’ıntransandantal felsefesinden etkilendiğini belirtmekistiyorum.[8] Wittgenstein, L. (2008). Tractatus Logico-Philosophicus. Metis Yayınları. Çev. Oruç Aruoba.İstanbul.[9] Einstein özel relativitede uzay ve zamanın –Newton’ın düşüncesinde olduğu gibi- farklıboyutlar olmadığını, birbirine bağlı boyutlarolduğunu ileri sürdü.[10] Ancak Popper’deki ayırma(demarcation)mantıkçı pozitivistlerde olduğu gibi bir anlamayırması değildir. Popper için metafizik anlamsızdeğildir tıpkı Kant’ta olduğu gibi. Kant’ta yalnızcageleneksel metafizik anlamsızdır.[11] Aynı terazide tartılamaz olma (incommensu-rability).[12] Aslında paradigma değişimine narsisistikkırılma da diyebiliriz. Freud Copernicus devriminiDünya’yla Güneş’in yerini değiştirdiği için ilknarsisist kırılma olarak adlandırır. Darwin’i,insanlığın hayvanları denetim altına alarak onlarınefendisi olduğu, daha sonra onlarla arasına uçu-rum koyduğu ve kendine ise sonsuz bir hayatbiçtiği görüşünü yıkarak, insanın Dünya’dayaşayan tüm canlılarla aynı güce sahip olduğunugöstermesinden dolayı ikinci narsisist kırılmaolarak anlandırır. Son olarak da kendi kuramını-psikanalizi- davranışlarımızın kökenini rasyonelolandan irrasyonel olana taşıdığı için üçüncü nar-sisist kırılma olarak adlandırır. Hiç kuşkusuz bun-lar narsisist kırılmalar olmakla birlikte, aynızamanda paradigma değişimleridir.[13] Çarpıştırıcı temel bir parçacık olan ünlüHiggs bozonunun (Tanrı parçacığı) varlığını tespitetmek için kullanılmaktadır.[14] ‘Hemen her bölümünde’ demem bir rastlantıdeğildir. Çünkü her ne kadar bu konuların böyleolduğunu düşünsem de insan, hayatının bellidönemlerinde ‘imkansızın tecrübesini’ aramaktankendini alıkoyamıyor.

9

Page 10: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Öncelikle belirtmek isterim ki, kendi adımatarihle –profesyonel ya da amatörce- ilgilenenherkesin kendisine öncelikli olarak sormasıgereken temel sorunun şu olduğuna inanıyorum:Tarihsel sürecin bir öznesi olarak ben, tarihinneresindeyim? Bu temel soruya mantıksal bir sis-tematiklik içinde cevap verebilmemiz için de ilkolarak “tarih nedir?” sorusunu kendimizesormamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hakvereceksinizdir ki, ne olduğunu bilmediğimiz birşeyin, neresinde olduğumuzu da bilemeyiz. Fakatbu noktada da belirtmek isterim ki; kendini bilgiüretme sürecinden ziyade bilgi edinme sürecindegören bir lisans öğrencisi olarak bu soruları nederece cevaplayabilirim bilmiyorum, ancak bakışaçılarında farklılıklar ve yenilikler yaratmak vevar olan yaklaşımlara çeşitli alternatifler sun-abilmek için, soru sormanın cevap vermektendaha önemli ve işlevsel bir amaca hizmet ettiğineinanıyorum. Dolayısıyla benim bu metindeki öde-vim, kendimi de içinde konumlandırmayaçalıştığım ve bilgi üretme sürecinin bir öncekiaşaması olarak gördüğüm sorgulama sürecinin birgetirisi olarak; doğru kabul edilen düşünceleridesteklemekten ziyade sorgulamak ve “tarih” üz-erine düşünen, kafa yoran okurlarla, bir fikiralışverişini olanaklı kılmaktır.

Tarih nedir?Mutlak ve herkes için tatmin edici

geçerlilikte bir cevap bulunamamış –ve aslındabulunamayacak- olsa da, “tarihin neliği üzerinedüşünmek”in tarihi, aslında yüzyıllar öncesinekadar götürülebilir. Bunun en erken örneğiniHerodotos’ta görebiliriz. Öyle ki onun, her nekadar soru bazında kendine bunu sormamış olsabile, yazdıklarından belirli bir tarih anlayışıolduğu rahatlıkla, daha 9 ciltlik eserinin ilk cüm-lesinin okunması ile bile anlaşılabilir.

İnsanoğlunun yaptıklarının zamanlaunutulmaması(1) şeklinde bir amaç doğrultusundaşekillenmiş olan Herodotos tarihi (ve aslında tar-ihin neliği üzerine düşünme işi), tarihin 19.yüzyılda profesyonel bir disiplin olarak ortayaçıkmasından bu yana gittikçe artan bir ölçüdesorgulanmaktadır.(2) Bu sorgulama sürecinin detemel noktaları, bilimsel bir disiplin olarak tarihte(tarih yazımında) “nesnelliğin mümkün olupolamayacağı” ve “tarih yazıcısının (tarihçinin)tarih üzerindeki öznel etkileri” olarak göster-ilebilir. Öyleyse bu noktada, “nesnellik nedir?” ve“tarihçinin yazılan tarih üzerinde nasıl bir belir-leyici etkisi olabilir?” soruları önemkazanmaktadır.

Nesnellik nedir?“Yadsınmaz ve kuşku duyulmayan bir

olayı araştırmak, bilimde genel olarak kabul görenve doğal bilinen bir zorunluluktur” der Mısırlı tar-ihçi Karam Khella.(3) Peki, –özellikle de tarih gibibir disiplinde- gerçekten de yadsınmayacak vekuşku duyulmayacak bir olay var mıdır? “Nesne-lik sözcüğünün en üst yorumlanışında bile biryanılsama yok mudur?”der Nietzsche ve ekler;“Çünkü bu sözcükten, tarihçinin bir olaya tümgüdüleri ve sonuçlarıyla, kendi öznesi üzerindehiçbir etkide bulunmayacak kadar saf bir biçimdebaktığı bir durum içinde olması anlaşılıyor.(4)Peki, gerçekten de tarihi olaylara böylesine saf birbakış mümkün müdür? Bu soruyu BertrandRussell’ın görünüş ve gerçeğe dair yaptığı birörnek ile ilişkilendirerek cevaplamayaçalışacağım:

“(Masanın) göze görünüşü dikdörtgen, kahverengive parlaktır, dokunduğunda pürtüksüz, soğuk veserttir; tıklattığında tahta sesi verir. Masayı gören,duyan ve işiten herkes bu betimlemeye katılır,

Nesnel Bir TarihMümkün Mü?Üstüngel [email protected]/ustungelari

10

Page 11: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

öyle ki, bir güçlükçıkmayacakmış gibigörünür; fakat daha kesinolmaya girişir girişmezsıkıntılar da başlar.Masanın ‘gerçekten’tümüyle aynı renkteolduğuna inanmış olmamakarşın, ışığı yansıtanbölümler ötekilerden dahaparlak, kimi bölümlerseyansıyan ışık yüzünden akgörünür. Bilirim ki her yerdeğiştirdiğimde ışığıyansıtan bölümlerdeğişecek ve masa üz-erindeki renk dağılımıbaşka türlü olacak. Bunagöre, birkaç kişi aynı andamasaya baktıklarında,bunların herhangi ikisi,büsbütün aynı olan bir renkdağılımı göremeyecek,çünkü herhangi iki kişimasayı aynı bakışaçısından göremez ve bakış açısındaki herdeğişme ışığın yansıma biçiminde de değişmeyapar… Ayrı bakış açılarına göre ayrı renklergörülür ve bu renklerden kimilerinin ötekilerinegöre masanın daha gerçek rengi olduğunu kabuletmek için bir sebep yoktur… Bu renk masanındoğasında bulunan bir şey değil, masaya, onabakana, masa üzerine düşen ışığa bağlı birşeydir… Peki bunlardan hangisi ‘gerçek’masadır?” (5)

Biraz uzunca bir alıntı olduğununfarkındayım ancak anlatmak istediklerimi“masaya ve tarihe bakış” ve “masanın görünüşüve tarihin görünüşü” ile ilişkilendirebilmek içinuzun tutularak anlaşılır olmasının faydalıolacağını düşünüyorum. Öyle ki, aslında masaya(yahut herhangi bir nesneye) bakmak ile tarihselbir olaya bakmak, temel mantık açısından fazlacabenzerdir. Çünkü netice itibariyle duyumsal biredim olarak bakmak ve görmek işinde kendisinebakılan nesne ile ona bakan göz arasında birmesafe vardır ve -çevremizdeki nesneler bizlereyakın olduğu için bu zamansal sürecialgılayamıyor ya da fark etmiyor olsak da- kendi-

sine bakılan nesne iletarafından bakılan gözarasındaki mesafe arttıkçagörme edimi aslında za-mansal uzantılı bir şekildeanlam kazanmaktadır.(Keza, bir nesne olarakgök cisimlerinebaktığımızda, -örneğinyıldızlara- biliriz ki,baktığımızda bize görünenyıldızın aslında o ankihalini değil belki de yıllarönceki halini görüyoruz-dur.)Şimdi, burada Russell’ınörneğindeki masayı, tarih-sel bir olay, -örneğin birsavaş- olarak ele alalım.Öyle ki, bu durumda,savaşı gören, duyan, işitenyahut savaşa dair elindebir veri bulunan herhangibir kişi burada bir savaşınvarlığından bahsettiğinde

bunun kabulünde çok da fazla bir zorlukçıkmayacakmış gibi görünür. Fakat bunu araştırantarihçi, daha adaletli olmak adına, daha kesinsonuçlar elde etmeyi amaç edinir. Fakat işte tamda bu anda şimdi’nin bir öznesi olarakaraştırmacının kendi kişisel eğilimleri (kendiöznelliği) devreye girmektedir. Bu bağlamda, tamda masa örneğindeki gibi, “aynı” tarihsel olayabakan (onu araştıran) herhangi iki araştırmacı, buolayı aynı bakış açısından göremez ve dolayısıylaher iki araştırmacı da, bir şekilde elde ettikleri ver-ilerden yola çıkarak bazı sonuçlara varmışolmalarına rağmen, her ikisi de pek de haklı birbiçimde “gerçek” yaşanmışlığın, kendi ulaştığısonuç olduğunu iddia edebilmektedir. Bu noktadada tarih okuyucusu –ya da okuduklarından yolaçıkarak geleceğin tarihçisi/araştırmacısı olacakolan kişi- çok da haklı bir biçimde, “peki bunlar-dan hangisi ‘gerçek’ olay?” şeklinde bir sorusoracaktır.“Gerçek”liğin bu biçimde birsorgulanışının da, -Karam Khella’nın da belirttiğigibi(6)- araştırmacıyı adeta bir nihilizme (hiçliğe,yokluğa) götürecek olması muhtemeldir. (GeorgeOrwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünde

Öyle ki, aslında masaya (yahutherhangi bir nesneye) bakmak iletarihsel bir olaya bakmak, temelmantık açısından fazlaca benz-erdir. Çünkü netice itibariyle

duyusal bir edim olarak bakmakve görmek işinde kendisine

bakılan nesne ile ona bakan gözarasında bir mesafe vardır ve -çevremizdeki nesneler bizlereyakın olduğu için bu zamansalsüreci algılayamıyor ya da fark

etmiyor olsak da- kendisinebakılan nesne ile tarafından

bakılan göz arasındaki mesafearttıkça görme edimi aslında za-mansal uzantılı bir şekilde anlam

kazanmaktadır.

11

Page 12: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Winston’ın benzer sorunakarşı gösterdiği reaksiyon,düşünüm ve sorgulamabiçimlerini anımsayın.)Fakat elbette ki asıl olangerçekliğe, nesnelliğeolabildiğince yakınlaşmaçabası tarihçinin görev-lerinden birisi olmakla be-raber, mutlak bir nesnellikiddiası ve amacı, kendigününün koşullarına göreşekillenmiş olan tarihçiiçin söz konusu değildir.

Yukarıda dadeğinildiği gibi, tarihtenesnellik arayışı, temelmantık açısından bir adilolma çabası ile karıştırılmaktadır. Çünkü insanagöre mutlak şekilde nesnel olan, aynı zamandatarafsız ve dolayısıyla da adaletli/adil de olacaktır.Ancak Nietzsche’nin de belirttiği gibi, nesnelliğinve adaletin birbiriyle ilişkisi yoktur.(7) Bu –sözde-adil olma çabası da bizleri adeta tarihte bir “özdekarama”, yahut adeta tarihin “kendinde şey”ineulaşma eğilimine sürükler. Peki tarihsel olaylarda,-Deleuze’ün deyişi ile- “sadece düşünülen şey ol-maktan başka bir şey olmayan” (8) bir kendindeşey’i, yahut bir nevi özdek’i yahut daha anlaşılırbir biçimde sormak gerekirse; görünenin ötesindebir gerçek olgunun varlığı ve eğer var ise bununbilinebilirliği ne derece mümkündür? Aslına bakılırsa, görünene (bu ister bir nesneolsun ister tarihsel bir olay yahut belge/veri), bizegöründüğünün ötesinde bir anlam yükleyerek,görüntüsünün altında başka bir gerçekliğinolduğuna dair bir iddia, ancak bir varsayımdan (yada bir ön-kabulden / ön yargıdan) ibarettir. Çünkügörünen, bize görünürlülüğünün dışında birgörünüm ile görünmeyecektir hiçbir zaman. Böylebir beklentiyi şizofren bir söyleme benzetenRoland Barthes(9), yine aynı beklentiyi bir mi-toloji, hatta kötü bir mitoloji olarak değerlendirenNietzsche ile de bu bağlamda bir benzerlik göster-mektedir. (10)

Tarihçinin eğilimleri ile belirlenen tarih“Kuram”ı, iyi ya da kötü olabilen bir “danışman”ya da “denetçi” olarak nitelendiren ve yetkin bir

kuramın öncülüğü ol-madan araştırma ve in-celeme yapılamayacakolduğunu dile getirenKhella(11) da benzersorunlar üzerine eğilmiştir:Acaba madde (tarih mad-desi), özne olarak tarihçiile nesne olarak tariharasında bölüşülür mü?Öyleyse hangi ölçüiçerisinde tarih nesne ola-bilir? Doğru olan, tarihçimi araştırma ve sunuşuylaaracılık ederek, gerçeğideğiştiriyor, yoksa gerçekmi tarihçiyi? (13) Tarihçianalizlerinde öznel mi,

nesnel midir?(12)“Yazılı tarih yengilerin (zaferlerin) tarihidir, nadirolarak yenilgilerin.” demektedir Khella.(14) Pekiama neden? Ya da neden sorusundan önce şunusormak gerekir ki, tek başına bu gerçek bile tari-hçinin, tarihe bir keyfilik ile baktığının göstergesideğil midir? Benzer sorun ile ilgili Nietzscheşöyle söylemektedir: “Diyelim ki birisi Demokri-tos’la ilgileniyor; hep şu soru gelir dilimin ucuna:neden Herakleitos değil? Ya da Philo değil? Ya daBacon? Ya da Descartes değil? Ve isimler böyleböyle uzayıp gider. Sonra: neden ille de bir filo-zof? Neden bir şair, bir hatip değil? Ayrıca: nedenbir Yunanlı da, bir İngiliz, bir Türk değil? Geçmiş,orada bir şey bulabilmek için, böyle gülünç birkeyfilikle davranmamızı gerektirmeyecek kadarbüyük değil mi?”(15)

Dolayısıyla verilen örnekte de görüldüğügibi, bizler, ancak kendi değer yargılarımızı da işiniçine katarak araştırma alanımızı seçebilir ve buparalelde tarihi değerlendirebiliriz. Yani Niet-zsche’nin örneği üzerinden konuşmak gerekirsediyebiliriz ki; eğer birisi Herakleitos ile (ya da birbaşkası ile) ilgilenmek yerine Demokritos’useçtiyse kendisine, bunun nedeni, kendi kişiseleğilimlerini ancak ve ancak yapacağı araştırmaüzerinden şekillendirerek oluşturulacak birdüşünsel süreç içinde anlamlandırabilmesidir. “Biranlatı olarak tarih, tarihçinin yazınsal bir düzenekoyduğu birçok öyküden oluşur. Belli bir öykününanlatının merkezini oluşturması, tarihsel olayların

Tarihte nesnellik arayışı,temel mantık açısından bir

adil olma çabası ilekarıştırılmaktadır. Çünkü in-

sana göre mutlak şekildenesnel olan, aynı zamandatarafsız ve dolayısıyla daadaletli/adil de olacaktır.Ancak Nietzsche’nin de

belirttiği gibi, nesnelliğin veadaletin birbiriyle ilişkisi

yoktur.(7)

12

Page 13: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

özünde değil, tarihçinin seçiminde ortaya çıkar.Geçmiş olayları izlenir ve anlaşılabilir kılmak içintarih yazarı belli öyküleri bir bütünlük içinde sun-maya çalışır. Böylece ortaya çıkan süreklilik tari-hin sürekliliğini değil anlatının yazınsalsürekliliğini göstermektedir.”(16)Bu noktada, “aynı” olay karşısında, araştırmacınıneğilimleri doğrultusunda yine “aynı” olayın farklışekilde değerlendirilebilmesine bir örnek de Pop-per’dan vermek isterim:

“Örneğin bir yanda boğmak amacıyla bir çocuğusuya iten biri var; öteki yanda tam tersine çocuğukurtarmak için boğulmayı göze alan bir başkasıvar. Birbirine zıt düşen bu iki davranışı hemFreud’un hem de Adler’in teorisine dayanarakaçıklamak olanaklı. Freud’a göre, adamlardan ilkiOedipus kompleksinin bir öğesi olan “represiyon-dan” muzdariptir; ikinci adam ise “sublimasyon”aerişmiştir. Adler’e göre ise, her iki adam daaşağılık kompleksinin etkisinde davranmıştır; şufarkla ki, biri cinayet işleyebileceğini, diğeri yücebir eyleme yetenekli olduğunu kendine ispatlamakgereksinmesi duymuştur.” (17)

Yani, (yine Popper’ın söylediği gibi)isteğimiz, bir teoriyi doğrulamaksa, doğrulayıcıkanıtlar bulmakta bir güçlük yoktur.(18) Bu bakışaçısı tarihçinin elindeki veriyi değerlendirirken(bilinçli ya da bilinçsizce) kullandığı, şimdi’ninöznel bakış açısı ile şekillenmiş düşüncesi/yön-temi ile de paralellik göstermektedir. Bu noktadada aslında görüldüğü gibi, “bilinen bilgiyi değil,bilgi bilineni belirler”(19) önermesi oldukçaanlam kazanmaktadır. Tıpkı; teknolojilerine veeğilimlerine bağlı olarak, karşılaşılan bir nehrin,bir toplum tarafından engel olarak görülürken, birdiğer toplum tarafından bir yol olarakgörülebilir(20) olması gibi. Örnekteki nehir, yine“aynı nehir” iken, her iki grup da kendi kültürleri,teknolojileri, eğilimleri, bilgileri ve aslında kendişimdi’leri doğrultusunda o nehrin ne olduğu bil-gisine “karar” verdikten sonra (yani bunu birveriye çevirdikten sonra) ancak bunun üzerine neyapacaklarına karar verebilirler. Çünkü nesne;“yalnızca özne için, öznenin tasarımı olarak varolur.”(21)

Bu bağlamda da –yukarıda değinildiğiüzere- Nietzsche’nin “keyfilik” olarak bahsettiğidurum, aslında kişinin (araştırmacının) kendini

haklı çıkarması, kendine bir “dayanak” araması vetarihsel olaylara referans göstererek kendidüşüncesi ve eğilimlerini meşrulaştırması (ya dameşrulaştırmaya çalışması) şeklinde tercümeedilebilir. Yani tarihçi, kendi araştırmasınındayanaklarını, geçmişte de yaşanmış benzer birolaya dayandırarak anlamlandırdığını ve geçmişteyaşanmış olaya dayandırması doğrultusunda danesnelliğe ulaştığını düşünmektedir. Fakat kendiiçinde bu şekildeki bir “olay seçimi”nin varlığıbile, tarihçinin tarih yazımındaki öznelliğini or-taya koyar niteliktedir. “Olayların seçimi kuramsalbir sorundur, ama aynı zamanda siyasal biryargıdır” der Khella ve ekler; “Pozitivizm,değerlendirmede tarafsızlıktan yana olduğunusöylerken, kendi kendini kandırmaktadır.Olayların seçimi, çağdaş yazıcı, yani olayıkayıtlayıcı ile gelecekteki araştırıcının bilincinebağlıdır.”(22)

Şimdi’nin öznelliğiYukarıda da değinilmiş olan, “tarihçinin gününşartları tarafından belirlenmiş olan kişiseleğilimleri” aslında onun, tarihsel bir özne değil,tam tersine şimdi’nin bir öznesi olduğunu göster-mektedir. Yani şimdi’nin bir öznesi olarak tarihçi,ancak ve ancak gününün koşulları ve gün’ütarafından belirlenmiş/şekillenmiş eğilimleridoğrultusunda tarihsel bir bakışa sahip olabilir.“Ancak bugünün en üstün gücüyle yorumlaya-bilirsiniz geçmişi” der Nietzsche(23). Keza benzersöylemler “Biz geçmişi ancak günümüz açısındaninceleyebilir, geçmişi anlayışımızı bugünün göz-leriyle oluşturabiliriz. Tarihçi çağının insanıdır veçağına insan varoluşunun koşulları ilebağlıdır”(24) diyen E.H. Carr ve “Tarihingeçmişle ilişkili ve geçmişi anlatan bir şeyolduğuna inanmak korkunç derecede yanlıştır. Bizgeçmişi ve geleceği değil, şimdiyiyaşamaktayız”(25) diyen Khella’da dagörülebilmektedir. Bu bağlamdan değerlendirirsekaslında diyebiliriz ki; geçmişin yorumlanması,şimdinin algılanış biçimi ile belirlenmektedir veher an bir önceki an’a göre farklılaşan birşimdi’nin varlığı, aslında tarihe karşı olan “nes-nellik çabası”nı (ya da “tarihte mutlak bir nesnel-lik arayışını” demek daha doğru olabilir) dakökünden sarsar niteliktedir.

13

Page 14: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Bu bağlamda da tarihçinin kendi bulunduğuşimdi’sinin etkilerinden hiçbir şekildekurtulamayacağını kabul etmek, aslında tarih disi-plininde bilimsel bir özgürlüğümüzün (hürirademizin) olmadığını söylemek şeklinde biralgılamaya/algılanışa yol açabilir. Fakat -Fou-cault’ya göre- özgürlük; “davranış ve eylembiçimlerimiz önünde engel oluşturan ya daoluşturabilecek etmenlerin yokluğu değil; bu en-gelleri aşmak için sahip olduğumuz güçlerinkullanılmasıdır”(26). Dolayısıyla sorun, tarihselçıkarımlarda bireysel ve bilgisel anlamda birözgürlüğümüzün var olup olmadığı sorunu değil,olabildiğince özgürleşmek adına, bakış açımızıolabildiğince farklı perspektiflerle ne kadardestekleyebildiğimiz (sahip olduğumuz güçleri nekadar kullanabildiğimiz) sorunudur. Bu bağlamda da aslında temel sorun tarihçilerin,geçmişi incelerken, kendilerini şimdi’lerininsınırlarından (sınırlandırmalarından) bağımsızözneler olarak değerlendirmeye çabalamalarındankaynaklanmaktadır. “Bugünkü hedef belki de neolduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyireddetmektir.”(27) der Foucault. Dolayısıyla banakalırsa aslında tarihçilerin temel görevi,“şimdi’den bağımsızlık” inanışını reddederek,kendi şimdi’leri tarafından belirlenen öznelerolduklarını kabul edip, yeni bir tarihsel bakış açısıparalelinden olayları değerlendirmek olmalıdır.Dolayısıyla bana göre hedefimiz; ne öznelliktenkurtulmayı amaçlamak ne de zaten, ancak veancak kendi öznelliğimizle bakılabilir vearaştırılabilir olan tarihte, “mutlak” bir nesnellikarayışında olmamızdır. Hedefimiz; kendişimdi’mizi sorunsallaştırarak, kendimize yeniöznellik biçimleri aramak olmalıdır. Çünkü ancakbu şekilde, ait olduğumuz şimdi ile kendimizi onagöre konumlandırdığımız geçmiş arasındakibağları, var olan şeklinden daha sağlam bir halegetirebiliriz.

Sonuç Yerine

Tüm bu metinde, tarihin -ya da tarih yazımının-neden nesnel bir anlatım, sunuş ve araştırmabiçimine sahip olamayacağını, farklı kaynaklardanyararlanarak genel hatlarıyla aktarmaya çalıştım.Yazının başında belirttiğim ödevimi ne derece yer-ine getirdim bilemiyorum, ancak elbette ki, tarihte

nesnellik sorununu bu kadar kısa bir tartışma ileçözümlenebileceği düşüncesinde de değilim.Fakat son olarak -yine Nietzsche’den- bir alıntıyaparak metni bitirmek istiyorum: “Neyin tarihinbir parçası olabileceğini söylemenin yolu yoktur.Belki de geçmiş, hiçbir zaman doğrukeşfedilemez.”(27)

Dipnotlar

(1) Herodotos 2009: 5(2) Iggers 2007: 1(3) Khella 2005 : 47(4)Nietzsche 2006: 53,54(5) Russell 2000: 10,11(6) Khella 2005 : 10(7) Nietzsche 2006: 54(8) Deleuze 2007: 26(9) Oppermann 2006: 6(10) Nietzsche 2006: 54(11) Khella 2005: 13(12) Khella 2005: 30(13) Khella 2005: 17(14) Khella 2005: 30(15) Nietzsche 2006: 47(16) Oppermann 2006: 12(17) Yıldırım 2000: 188(18) Yıldırım 2000: 189(19) Deleuze 2007: 10(20) Burke 2007: 24(21) Schopenhauer 2009: 13(22) Khella 2005 : 49(23) Nietzsche 2006: 58(24) Carr 2011: 76(25) Khella 2005: 18(26) Keskin 2011: 22(27) Foucault 2011: 68(28) Nietzsche 2010: 44

Kaynakça

Burke 2007: Peter Burke, Modern Avrupa’nın İlkDönemlerinde Toplum ve Ekonomi’ye Giriş (çev.Fatma Tümen), Tarih ve Tarihçi Annales Okuluİzinde (der. Ali Boratav), Kırmızı Yayınları, İstan-bul, 2007. 19-32

14

Page 15: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Carr 2011: Edward Hallet Carr, Tarih Nedir?(çev. MisketGizem Gürtürk), İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.

Deleuze 2007: Gilles Deleuze, Kant Üzerine Dört Ders(çev. Ulus Baker), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007.

Foucault 2011: Michel Foucault, Özne ve İktidar (çev.Osman Akınhay), Özne ve İktidar Seçme Yazılar 2 (der-leme), Ayrıntı Yayınları , İstanbul, 2011, 57-82.

Herodotos 2009: Herodotos, Tarih (çev. MüntekimÖkmen), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,2009.

Iggers 2007: George G. Iggers, Yirminci YüzyıldaTarihyazımı Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme (çev.Gül Çağalı Güven), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,2007.

Keskin 2011: Ferda Keskin, Özne ve İktidar, Özne ve İk-tidar Seçme Yazılar 2 (derleme), Ayrıntı Yayınları , İstan-bul, 2011, 11-24.

Khella 2005: Karam Khella, Üniversalist Tarih AvrupaMerkezci Tarihsel Bilincin Yıkımı Tarihin Yeniden Keşfi(çev. İsmail Kaygusuz), Su Yayınevi, İstanbul, 2005.

Nietzsche 2006: Friedrich Nietzsche, Tarihin Yaşam İçinYararı ve Sakıncası Zamana Aykırı Bakışlar 2 (çev.Mustafa Tüzel), İthaki Yayınları, İstanbul, 2006.

Nietzsche 2010: Friedrich Nietzsche, Şen Bilim La GayaScienza Ana Metin I (çev. Hasan İlhan), Alter Yayıncılık,Ankara, 2010.

Oppermann 2006: Serpil Oppermann, Postmodern TarihKuramı Tarihyazımı, Yeni Tarihselcilik ve Roman,Phoenix Yayınevi, Ankara, 2006.

Russell 2000: Bertrand Russell, Felsefe Sorunları (çev.Vehbi Hacıkadiroğlu), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000.

Schopenhauer 2009: Arthur Schopenhauer, İsteme veTasarım Olarak Dünya (çev. Levent Özşar), BiblosKitabevi Yayınları, İstanbul, 2009

Yıldırım 2000: Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, RemziKitabevi, İstanbul, 2000.

PARRHESIA E-DERGİ

http://parrhesiadergi.net

15

Page 16: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

İdeolojik Araç Olarak Çeviri:Değişen Türkiye’nin Değişen DiliHande [email protected]

Çeviri, iki dili araç olarak kullanarakkültürler arası köprü kuran dilsel bir eylemdir.Ancak birçok kritere uygun, doğru ve bilinçliyapılması gerekir. Çeviri yaparken iki kültürü deincelemek ve çözümlemek, buna göre bir ürün or-taya koyabilmek çok önemlidir. Fakat çevirmeninde bir birey olduğu ve kendini tamamen yoksayamayacağı da bir gerçektir. Kuşkusuz ki eser-leri yazan ve çeviren kişi ve kurumların kendiler-ine özgü ideoloji ve politikaları mevcuttur. Çağdaşçevirmenlerimizden Prof. Dr. Alev Bulut bukonudaki görüşünü şöyle belirtmiştir: “Dilkullanımı başka herhangi bir ideolojik görüş veamaçla yönlendirilmediğinde bile yeterince ide-olojik bir davranıştır. Dilin nerede, ne amaçla,kiminle, kime karşı ya da kimin için kullanıldığınıincelemeden nerede, nasıl bir etki yarattığınıanlamamız zordur.”(1). Ancak sırf ideolojiyiyansıtmak gerekçesiyle kaynak metinleriamaçlarından saptıracak kadar müdahale etmekdoğru mudur?

Son on yıldır bir kültür yangınıçerçevesinde sıkışıp kalan ülkemizde çeviri, kendinötrlüğünü büyük ölçüde aşarak taraflar ve ide-olojik amaçlar altında kalmıştır. Bundaki enönemli pay, toplumu kitle iletişim araçlarını kul-lanarak belli değer yargılarına göre yönlendirmeyeve manipule etmeye çalışan medyaya aittir. Bazengörüp üzerinde durmadığımız yabancı film isim-lerinin çevirilerinde bile finansal ilişkilerin vemedyanın çıkarlarının etkisi yadsınamayacakkadar çoktur. Nitekim bu konuda fikirlerini beyaneden birçok kişiden biri olan Cezayirli düşünürLouis Althusser de kitle iletişim araçlarını devletinideolojik aygıtları olarak kabul etmektedir. Öy-leyse bu tür manipulasyonların ve kültürplanlamalarının halka kitle iletişim araçlarıyla em-poze edilmeye çalışılması bahsettiğimiz çıkarlargöz önüne alındığında son derece etkilidir.

Bu durum konusunda ülkemizde en somutörnekler son yıllarda sosyal bir sınıf olarak ken-dini ayırt eden ve medyada “muhafazakar” olarakadlandırılan kesimden çıkmaktadır. Bunun sebebikitap, televizyon gibi kitle iletişim araçlarınınkendi inanç ve prensipleriyle donanması için çe-viride değişiklik ve uyum farklılığına gitmeleridir.Peki bu kişisel bir tercih olarak görülebilse de,toplumun farklı olan her bir kesimi bu olaylarauzak mıdır? Tam tersine politik ve ideolojik ele-mentler dahil olsun olmasın elimize aldığımız hergazete, okuduğumuz her kitap ve izlediğimiz herprogramda bunların örneklerine rastlayabiliriz. Bumakalede somut örnekler vermek üzere, çeviridebu değişim ve uyum farklılığı sağlama çabalarınıele alacağız.

Söz konusu muhafazakar kesim, ideoloji-lerini topluma yerleştirmeye çalışırken ilk olarakçok büyük kitlelere ulaşabilme yetisi olan tele-vizyon aracılığıyla, çocukları hedef almaktadır.Çünkü çocukların o yaşlardaki berrak beyinleri, orenkli dünyada gördükleri her olguya sorgusuz birşekilde açıktır. Hepimiz artık bu tür kanallardançıkmış ve popüler kültüre mal olmuş olan Cumanamazına giden Şirin Baba’yı, “Yüce Yaradanınrızasıyla, güç bende artık!” diye bağıran He-Man’iya da bir Japon animasyonu olan Pokemon’da“Haydi bakalım Pikachu, seni seçtim cenk etm-eye… Unutma ki Cihad’da şehit olursan cennetlikolursun. Haydi helal olsun, Allah utandırmasın…” gibi diyalogların en azından birini duymuşuzdur.Hatta son günlerde küçük çocukların ilgisiniçeken, yeni bir yapım olan Caillou çizgi filmindeminik karakterin korkusunu gidermek içinoynadıkları sayı sayma oyununun “dua etme”olarak çevrilmesi ve çizgi film boyunca sürekli“maaşallah, inşaallah” gibi laflar geçmesi de butür dilsel manipulasyonların devam ettiğine dairbir örnektir.

16

Page 17: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Bu örneklerin arkasında yatansebep, daha sık gördüğümüzve yetişkin insanların kendiistekleriyle seçtiği,benimsenmiş, ideolojik çeviriile hazırlanmış programlar-dan daha derindir. Kişisel ter-cih yerine burada çocuklarabelirli kesimin kültürel özel-liklerini, dünya görüşünütanıtmak ve alıştırmak içinsözü edilen kesime özgü birjargon oluşturma eylemigörülür. Bu çocuk odaklıyapımların orijinallerinderepliklerin böyle olmadığıçok açıktır. Çocuklar bunları,bu tür televizyonkanallarından periyodikolarak takip edince, bir süresonra burada konuşulan dilive üslubu iyiden iyiyeözümsemektedirler. Böyleceçizgi filmlerin aslında vermekistedikleri mesajlar ve hayalgüçlerinin sonsuzluğu yok ol-makta, adeta programlar, yapımcılarının haberleriolmaksızın amaçlarından saptırılmaktadır.

Televizyonda görülen örnekler ne yazık kiyalnızca çizgi filmlerle sınırlı değildir. Bunlarınyanı sıra eğitimsel içerikli belgesel ve benzeri pro-gramlar da bu çevirilere kurban gitmektedir. Bukanallar kesinlikle çok kaliteli ve ünlü belgeselleriseçip yayın akışlarına dahil etmekte, ancak belge-sellerin çevirileri tamamen kendi dünyagörüşlerine göre yorumlanmaktadır. En basitinden“yağmurun” bile bu çevirilerde “rahmet yağması”olarak tanımlanması, cümlelerin daima “Allah’ınizniyle, Allah’ın verdiği kudretle, Allah’ınyarattığı eşsiz varlık…” gibi söz gruplarıylabaşlaması bir izleyici olarak benim de tanıkolduğum bazı durumlar arasındadır. Bu konudakitartışmaları internet üzerindeki paylaşımplatformlarından ve forumlardan okurken dikka-timi çeken bir başka çarpıcı örnek ise BBC’ninyapımcılığını üstlendiği, ışık ve renklerinoluşumuyla ilgili bir belgeselin isminin “Allah’ınRenk Sanatı” olarak çevrilmiş olmasıydı. Aslınabakılırsa minimum seviyedeki televizyon izleyi-

cileri bile bu tür çeviri örnek-lerini, ideolojisinin bu yöndeolduğu herkesçe bilinenbirçok kanaldan kolayca tespitedebilir. Ancak belgesellerinçok ciddi bilimsel deneyleredayandırılarak çekildiğidüşünülürse, bu denli bilimodaklı programları insanlarailahi sebeplere dayandırarakyansıtmak ve böyleceufuklarını genişletmelerini en-gellemek ülkemiz açısındanson derece büyük bir kayıptır.

En büyük manipulatif ve ide-olojik çeviri örneklerinikuşkusuz en yaygın kitleiletişim aracımız olan tele-vizyonda görsek de, ülkem-izde daha az yaygın olan kitapçevirilerinde de bu durumözellikle son yıllarda artışgöstermiştir. Artık adeta şirkethaline gelmiş olan butoplulukların televizyonkanallarından, yayınevlerine,

radyo istasyonlarından, ticari satış noktalarınakadar pek çok alanda kolları bulunmaktadır.Dolayısıyla televizyonda özellikle cahil kesime buçevirileri ve söylemleri dayatan kanallar, aynı ide-olojiyi yayınevleri aracılığıyla da ülkenin dört biryanına yaymayı başarmaktadırlar. Buradaki ilkhedefin de yine çocuklar olduğu, özellikle son za-manlarda çok fazla duyduğumuz “100 TemelEser” tartışmalarından anlaşılmaktadır.

100 Temel Eser, Milli Eğitim Bakanlığı’nınilk ve orta öğretim öğrencilerine zorunlu okutul-mak üzere, %60’ını Türk, %40’ını yabancı klasik-lerden derlediği bir seçkidir. Yıllardır bunlarlailgili süren tartışma ise bu yabancı klasiklerin çe-virilerinde birtakım müdahalelerde bulunulup ori-jinal metinlerin bu yolla saptırıldığı gerçeğidir. Bukonuda araştırma yapan pek çok akademisyen veçevirmenin de ulaştıkları sonuçlar bu gerçeğidestekler niteliktedir. İÜ Edebiyat Fakültesi Çe-viribilim Bölümü öğretim üyelerinden Yrd.Doç.Dr. Necdet Neydim bu konudaki tespitlerini şöyledile getirmiştir: “Bu çeviriler çoğunlukla çeviri ol-mayan çevirilerdir. Çevirmeni belli olmayan,

Bu kanallar kesinlikle çokkaliteli ve ünlü belgeselleriseçip yayın akışlarına dahiletmekte, ancak belgesellerin

çevirileri tamamen kendidünya görüşlerine göre

yorumlanmaktadır. En ba-sitinden “yağmurun” bile bu

çevirilerde “rahmetyağması” olarak

tanımlanması, cümlelerindaima “Allah’ın izniyle,Allah’ın verdiği kudretle,Allah’ın yarattığı eşsiz

varlık…” gibi sözgruplarıyla başlaması bir iz-leyici olarak benim de tanık

olduğum bazı durumlararasındadır.

17

Page 18: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

sadece hazırlayanı yazan metinler, var olan çevir-ilerden yola çıkarak ideolojik ya da dinsel amaçlardoğrultusunda yeniden oluşturulan metinlerdir veçoğunun kaynak metinle ilişkisi çok azdır. Bazımetinlerde çevirmen yer almış ancak önsözde çe-virinin hangi amaçla yapıldığı ayrıntılı olarakvurgulanmıştır.”(2) Yine aynı fakültenin yaptığıbir araştırma da bunun örneklerini gözler önünesermiştir. Bir çocuk klasiği olan Pinokyo’nun butür yayınevlerinden çıkan versiyonunda “peruk”sözcüğünün “takke” olarak çevrilmesi; aynı es-erde ana karakterin “Allah sizden razı olsunefendim.” şeklinde konuşması; Sefiller’in ön-sözünde Fransız yazar Victor Hugo için “O daçoğu Fransız gençleri gibi, dinsiz yetişti.” şeklindebilgilerin yer alması ve dahası Johanna Spyri’ninHeidi, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe adlıromanlarına Allah’a şükretme ve ahiret inancı gibiimgeler eklenirken, aynı eserden “Müslümanbıyığı” tamlamasının çıkarılması bu araştırmanınortaya koyduğu örneklerin başlıcalarıdır. Buyayınevlerinin en çok müdahalede bulunduğu birbaşka nokta ise, metinlerdeki “Tanrı” sözcüğünüsürekli “Allah” olarak değiştirmeleridir. Bu nokta,bu yayınevlerinden çıkan ürünlerin satışasunulduğu bir kitapçıda yaptığım bireyselaraştırmamda benim de dikkatimi özellikle Tol-stoy kitaplarının çevirilerinde çekmişti.

Sonuç olarak, ülkemizde muhafazakar kes-imin birçok bakımdan çok fazla güçlendiği ve bugüç sayesinde basın-yayın organlarımıza yatırımyaparak, medya aracılığıyla halkı manipule etm-eye çalıştığı kaçınılmaz bir gerçektir. Çocukprogramlarından belgesellere, kitaplara kadarhissedilen bu etki ülkemizin kültürel birliğiaçısından çok olumsuz bir durumdur. Dünya gün-deminde ve edebiyatında yer alan geliştirici ve bil-gilendirici elementlerin çarpıtılarak yok edilmesi,gelişmekte olan ülkemizi şüphesiz geriye götüren

bir faktördür. Ulusumuzun geleceği olançocukların bilinçsizce bu dilsel kullanımlara vekapalı ideolojilere maruz bırakılması ise yeni neslidar kalıplar arasına itecek ve onların hayal güç-lerini öldürerek yaratıcı fikirlere imza ata-bilmelerini engelleyecektir. Ancak bu kadartartışmaya rağmen metinlerin dokunulmazlığınısavunan kanalların, yayınevlerinin ve çevirmen-lerin bu ideoloji karşısında etkisiz kalıyor olmalarıda maalesef Türkiye’nin bugün içinde bulunduğudurumunun bir özetidir.

KAYNAKÇA• (1) Bulut 2008: Alev Bulut, BasındanÖrneklerle Çeviride İdeoloji-İdeolojik Çeviri,Multilingual Yayınları, İstanbul, 2008.

• (2) Neydim 2006: Necdet Neydim, “Ma-sumiyetini Tamamen Kaybeden Seçki: 100Temel Eser.” Web.<http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=197202>

• Karadağ 2006: Ayşe Banu Karadağ, “100Temel Eser ve Çevirinin İdeolojik Doğası Üzer-ine”. Çeviribilim. Web.<http://ceviribilim.com/?p=330>.

• Ed. “Ve Çeviribilimciler 100 TemelEser’e El Koydu”. Çeviribilim. Web.25.08.2006.<http://ceviribilim.com/?p=304>.

• Çetinkaya 2004: Yalçın Çetinkaya, “BirManipulasyon Aracı Olarak Medya ve Gençlik”,Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi157.5. Web.<http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi57/cetinkaya.htm>

18

Page 19: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Mekanik Tasarım veEylem Gerekliliği

Ferit [email protected]

Mekanik Tasarım(MT) kavramınıbirleştirici bir olgu olarak görüyoruz. Üstyapıolarak adlandıracağımız tüm kurumsal organlarıbirbirine iliştiren ve aynı zamanda bu kurumsalorganların tüm niteliklerini kitle eylemine kay-naklayan MT; üretim ilişkilerinin ve bu ilişkilerinbarındırdığı diyalektiğin bir sonucudur. Temel itk-isi değişim olmasına karşın, asli amacı “mutlak il-erleme” olarak belirlenmiştir. Mutlak ilerlemeninsağlıklı gerçekleştirilebilmesi için; MT’nin yapısıve içinde bulundurduğu kurumsal organlar tarihselsüreklilik içinde çokça değişime uğrar; MT’nindiyalektikten ödünç aldığı birinci eylem yasasıbudur. İkincisi ise, MT’nin unsurlarının belirlen-mesinde ortaya çıkar. Bu aşamada da en mühimve açıklanması gereken en kendine özgü yeri,MT’nin sahip olduğu değişkenlerdir. Öyleysesöyleyebiliriz ki; bizim “Mekanik Tasarım”kavramımız; mühendisin teknik bilgisiyleyoğurduğu herhangi bir makine teçhizatındanfarksız değildir. O teçhizatı alıp, yaşam ve tariheoturtmaktan başka yaptığımız bir şey de yoktur.

Bir analiz sürecinde fonksiyonel biçimdeinceleme yapmak şaşalı bir felsefi yöntem olarakönümüze konulabilir ancak, belirlenen fonksiyonve değişkenlerinin analizin sonucundan kopukolmaması ve analiz sürecince incelediğimiz sosyalyapıyı yansıtması, süreç boyunca dikkatle vekuşkuyla yaklaşılması gereken bir noktadır. Sabitve değişime kapalı düşünce yapısı da, sıklıklaeleştirel olarak yöneltilen kanının aksine,tanımlamasını yukarıdaki cümlelerden almaklabirlikte kendisini eleştiren bir dizi yeni “bilimsel”teorinin yöneliminden farklı bir hareketlilik deizlememektedir. 19.yüzyılın keşiflerinin ve yeniekonomi-politiğinin dayattığı düşünme süreci,tıpkı o zaman nasıl bir ana akım bilimsel yaklaşımyarattıysa ve bu yaklaşım zamanının ilericisiolarak adlandırıldıysa ,haklı olarak , 21.yüzyılın

yeni “keşifleri” de yeni bir ekonomi-politik ortayakoymamakla birlikte, yeni bir düşünme süreci veyeni bir eylemsel tavır dayatmasının sonucundafarklı bir “ilerici” yaklaşım ortaya çıkarmıştır.Endüstriyel üretimin olmadığı ve makinearacılığıyla üretimin yerine elle üretimin ve fab-rika dışı üretim, yani tarımsal üretimin doruktaolduğu zamanlarda tek ve asli üretici gücün toprakolduğu söylendiğinde, bu yaklaşım salt güçsağlama ve zenginliği artırma amacıyla kılıçbileyenlerin pek hoşuna gitmemişti ve o devasakalelerinde ve zenginliğin ortasında gericiliksıfatıyla yaşayan bir kitleye dönüşmüşlerdi bukılıç bileyenler. İşte bu “tarım” fikrinin ortasınageldiğimizde de, hikayemizdeki kılıç bileyenlerinWerther gibi imkansız bir aşkın peşindensürüklendiğini görmek pek de zor olmasa gerek,sonu acı bir sonla biten Werther gibi. Wertherduygularına yenik düşmüştü, peki yabahsettiğimiz Mekanik Tasarım, burada duygularayer yoktu, “mutlak ilerleme” vardı. MT diyetanımladığımız kavram gerekliliklerini ortayakoydu öyleyse. Marş marş, gidilecek ve görülecekdaha çok “bilimsel” teori var. Ayak bağı olanlar“gericidir”, daha özgür olanlarsa ilerici, yoksadaha mı güçlü olanlar demeliydik?

Tasvir ettiğimiz ve gözümüzün önünegelen MT şekli, tam biçimine yaklaşmışbulunmaktadır diyebiliriz. Kendini tam olarak or-taya koyamayışımızın nedeni ise eylem gerekliliğigibi önemli bir tavır alma şeklini MekanikTasarım için daha biçimlendirmediğimizdendir.Düşünce tek başına var olamaz ve yer edinemez.Ya bir matematikçi tarafından maddeden çekilipalınır ya da “İnançlı” bir filozofun elindeyoğurulması ve geliştirilmesi gerekir. Filozofunsabu geliştirme aşamasında maddeye başvurmasıgerekir. İşte büyük bir tartışma! Daha da büyüte-lim tartışmayı, filozofun düşünceyi geliştirirken,

19

Page 20: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

, özellikle bizim MT’mize göre, ekonomi-politiğebaşvurması gerekir. Çünkü madde politiktir veekonomiktir. Madde ki güneş ve su da dahil olmaküzere piyasadadır. Bundan ötürü filozofunekonomi-politikten güç alması gerekir. Daha dabüyütmek gerekir tartışmayı! Filozof elindebulundurduğu araçları dolayısıyla sahip olmaiçgüdüsünü yaşatır içinde, ve vergi keserdüşüncelerden, aynı zamanda da “aptaldır”.Ekonomi-politik ise kendisini kullanana “zeka”bahşeder ve onu eninde sonunda “sosyal insana”sürükler, ta ki sürükleyeceği kişi filozof olana dek,o vakit filozofun sahip olma içgüdüsü maddeninharmanlanmasıyla bir gericilik yaratır. Bu gerici-lik kendini “mutlak düşünce” olarak ortaya koyar.

“Mutlak düşüncenin”, ilk ortaya çıktığından buzamana, kaldıramadığı ve tahammül edemediğitek bir gerçek vardır, o da sınırlandırılmasıdır.Düşünce, maddeye erişmek ister, çünkü madde-den kopuk olduğu sürece bayat bir ekmek gibidir,sert ve hiçbir dişin kesmeyeceği ve hiçbir karnıdoyurmayan. Eylem gerekliliği ise burada ortayaçıkar. Akışkanlığı o sağlar. Düşünceyi maddeyeancak eylem yaklaştırır. İşte şimdi diyebiliriz ki,baylar, haydi sofraya: İşte çağımızın devasakütlesi, işte analizlerimiz yegane temsilcisi, iştetüm o politik zırvaların ekonomi-politikten gelenkaynağı, işte sanat, kültürel yaklaşımlar ve özgür-lük safsataların en temel noktası; bu, en baştansöylediğimiz Mekanik Tasarım, evet, ta kendisi.

Birinci Yeni veOrhanlı VeliliklerSapphİ[email protected]

Doğduğu andan öldüğü güne kadar bilme-den, fark etmeden bir yük gibi taşımış garipliği.Çocukluğu, aşkları, edebiyat yaşantısı, İstanbuldüşkünlüğü ve tabi ölümü… İçinde yoksulluğunkol gezdiği ama asla yoksun olunamayacak kadardeğerli bir gariplik. Aslında ortaya attıkları şiirakımına Orhan Veli “Tahattur”{ ki hepimizVeskalı Yarim kısmını tastamam biliriz bu şiirin}adlı şiirinden kaynaklı bu ismi vermek istese dedostlarıyla sohbetlerinde şiirlerinin hem toplumuniçinden süzüldüğü hem de garip karşılandığı ifadeedilince, “Garip” bir şiir yüzü olan “Birinci Yeni”böylece edebiyat perdesine inmiş oldu.

Birkaç yerde nükteli anlatımıylaçocukluğunu ve ilk gençliğini anlatır. Okuyuphemen yazmıştır ki dokuz yaşında okumaya, onyaşında yazmaya başlama serüvenini anlatıverirböylece, araya elbette Melih Cevdet’le OktayRifat’ı da katarak. Serüvenlerinde de hayatısıkıştırarak yaşamış biridir Orhan Veli.

Genelde yaşam öyküleri duygusal birdamar tutularak anlatılır: ” Efendim şöyle insandıböyle iyiydi”. Ben Orhan Veli’nin yaşantısına bir

edebiyat tarihçisi gözünden çok “Şu adamcağızabir de fen bilimci gibi yaklaşalım” deyivererekbakıyorum.

Şairlerimize şöyle bir göz gezdirince yaçok göbeklilere rastlıyoruz yahut zapzayıflara .Orhan Veli’nin fotoğraflarından ve yakınçevresinin anlatımlarından, fiziksel yapısının dabir “garip” olduğunu tespit ediyorum tabi bununda kendisinin özgün sanat kimliği açısındanyaraşır olduğunu da.Evvela otuz sekiz numaragömlek giyiyor, ceket giymekten dehoşlanıyor.Sevmediği şeyler de var elbet: zeytini,soğanı, sarımsak ve ciğeri, sütü,çiğ yumurtayı -ama çok pişmişine de doyamazdı, sucuklapastırmaya da-.Pek tabi şarap çok sever, çaylakahveyi; balık yemeyi, sütten yapılmış tatlıları,tütünü…

Salah Birsel Orhan Veli’yi ilk gördüğündeyadırgar; boyu uzuvlarına göre uzun gelir, ağırlığıda hafif. Ama sonradan zekasının ağırlığının hep-sinin önüne geçtiğini düşünür. Hatta NurullahAtaç, dargınlıkları sebebiyle Orhan Veli’nin er-genlik döneminden kalma sivilce izlerini tiye

20

Page 21: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

alarak biraz da uzun boylu ve kambur oluşundansebep “Şakuli Solucan” { Laf aramızda Orhan Velide az değildir, adamcağızın kapanmaz gönülmeselesinden faydalanıp onu bir güzel işletir, birevi tarif eder sevdiğinin evi diye, her sarhoşolduğunda soluğu bu kapıda alan Ataç sonra evinyanlış olduğunu anlayınca Orhan’a darılır.} adınıtakmıştır. Orhan Veli ise modern hiciv şiirlerindeşöyle hicveder:

“Nurullah Ata Tirink GalataSoğan salata”

Orhan Veli’nin yüzü demişken Yusuf ZiyaOrtaç’ın, Orhan Veli’yi kastederek “Sizi buahlaksızların yüzüne tükürmeye davet ediyorum”demesi kanımca çok ayıptır. Şiire kutsal birdeğnek muamelesi yapanlar daima şiiri eski şiircianlayışımızdan kalma “övücü araç” olarakkanıksama şiirin normalleşmesini, sivilleşmesinisindirememiştir. Birinci Yeni, İkinci Yeni’ninkarşısında daha az sivil ve mahalli kalsa da, yeni-likçi- özgün- esprili bir yönü vardır. Birinci Yenişiirin milli egemenlik bayramlarından sıyrılışınınortaya çıkışıdır. Hatta bir yönüyle de cumhuriyetkazanımlarının tamamlayıcısıdır. Zıtlık ve be-raberlik bir aradadır. “Süleyman Efendi” denbahsettiği şiiri Süleyman Ağaların, SüleymanBeylerin değil büyük kentlerin naif ve garipinsanlarının yani Süleyman Efendileri’nin

nasırıyla ilgilidir { laf aramızda SüleymanEfendi’nin bedduası mıdır, Orhan Veli’de de nasırçıkmaz mı? }. Birinci Yeni’nin meselesi işte tamda burada ortaya çıkıyor, mesele nasırdan evvel“sıradan” meselesidir. Silik, izbe, gösterişsiz,ışıltısız ama önemli, değerli, yok sayılsa da varolmuş sokak insanlarının, mahalle teyzelerinin,hoşsohbet ağabeylerin, çapkın ve bıçkın erkek-lerin; cilveli, hafif meşrep ama yürekli kadınlarınisimsiz-benzerli ama çok farklı hikayelerininşiirleşmesidir. İlk çağ sözlü edebiyat kalıntılarıkalemşörleri bu hususa içerlemiş, günlerce, ay-larca Birinci Yeni’yi hakir görerek,aşağılamışlardır. Ama Birinci Yeni çokbenimsenmiş, ardından sivilleşmenin veyüzleşmenin gerçek silueti olan İkinci Yeni’ye defarkında olmadan ortam hazırlamıştır.

Bir de rakı şişesinde balık olsam

Orhan Veli ‘Süleyman Efendi’ ile alır yürür.İnsanların diline pelesenk olur bu dizeler, hatta ozamanın ecza laboratuarından biri piyasaya yenisürecekleri bir nasır ilacı için çok para teklif ed-erler. Orhan Veli kabul etmez tabi. Bu şiirin batıedebiyatı külliyatına gireceği aşikardır ki o da öyledüşünüverir.

1947’de Sait Faik’in ‘Yedigün’ dergisi için yaptığıröportajda iş gelip “Rakı şişesinde balık olsam” atakılır. Çeşitli kaynaklardan ve gerekli araştırma-

21

Page 22: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

lardan sonra bu meselenin önündeki tüm perdeyiaralayan üstatları sevgiyle anarak aynenaktarıyorum:

“Orhan Veli'nin verdiği yanıt şudur: ‘Osırada yoksulluklar içinde yaşayan bir adamınhayatını anlatır o şiir. Böyle bir insan birçok şeyister. Esvap ister, yemek içmek ister. Bu arada rakıiçmek ister. Bu istek mübalağalı bir şekildeanlatılmıştır.’”Bir başka röportajda, Kemal Dayan'ın "Balık sizişiirlerinizde dahi alakalandıran bir şey olduğunagöre..." lafını bitirmesine şans tanımadan konuşurOrhan Veli: "Durun. Onun size bir tarifiniyapayım: Balık, rakı şişesinde yaşayan birmahluktur."

Belli ki sıkılmış şairimiz bu sorudan, çünküher yerde karşılaşıyor ama verdiği en önemli yanıtarkadaşlarından Muvaffak Sami Onat'ın10.12.1950 tarihli Zafer Gazetesi'ndekiyazısındadır:

"Bir gün kendisine 'bir de rakı şişesinde balıkolsam'ı hakikaten şiir diye inanarak mı yazdığınısormuştum. 'Hayır tabii!' dedi. 'Ama ne yapayımgörüyorsunuz Yazık Oldu Süleyman Efendiye'yiyazmasaydım asıl şiirlerim okunmayacak,kendimi anlatamayacaktım. Garip'i o malum vemeşhur dize okuttu. Vazgeçemediğim'in okunmasıiçin kitabın sonuna o deli saçmasını koymayamecbur oldum. Baksanıza Destan Gibi okunuyormu? Bilseydim ona da böyle acayip bir mısra ek-lerdim.' Bu hareketi ve sözleriyle Orhan Veli,sakal bırakışındaki manayı da anlatmış oluyordu.Alay edilmek, delilikle, züppelikle itham olunmakriskini göze alarak kendisini okutmayı bildi."

Aynen aktardığım bu alıntıya hiç dokun-mak istemedim, üzerine ekleme yapmak istesemde yapamadım çünkü bu alıntı Orhan Veli ağzıylayapılmış bir alıntı. Tüm bu muzipliğin hafifmahzun bir şekilde yansıtıldığı bir alıntıdır, bunuda belirtmek gerekir.

Orhan Veli’nin en sevdiğim yönlerindenbiri sessiz sedasız yaptığı hicivleridir. Çoğu kezatışma olarak da literatüre geçmiş bir kavram olsada şiirimsi bir eylem sayılabilir “atışma”. Ancakhiciv başka bir penceredir, başka bir tavan arasıdır.Ahmet Haşim’le olan sessiz ve karşılıklıkarşılıksız meselesi işte tam da modern hicvinin

yansımasıdır Orhan Veli’nin. Aslında derdi AhmetHaşim’le de değildir, eski şiire olan garipeleştirilerinin seslenişidir.

Ahmet Haşim’in Arzu adlı şirindeki “Göllerdebu dem bir kamış olsam” dizesine karşı 'Bir derakı şişesinde balık olsam' dizesi ortaya çıkmıştır. Yine Ahmet Haşim’in Havuz şiirinde“Canan ki gündüzleri gelmezAkşam görünür havz üzerinde.” dizeleri üzerine1951 “Canan” adlı şiirinde

“Canan ki Degüstasyon'a gelmez,Balıkpazarı'na hiç gelmez.” Böyle bir göndermedebulunur.

Fikrimce eski şiiri anlayış ve içerik açısından ensert hicvettiği dizeleri ise Ahmet Haşim’in birbaşka şiirindeki şu dizelerine ;

“Yarin dudağından getirilmişBir katre alevdir bu karanfilRuhum acısından bunu bildi.Düştükçe vurulmuş gibi yer yerKızgın kokusundan kelebeklerGönlüm ona pervane kesildi.”

şöyle karşılık verdiğidir:

“Hakkınız var, güzel değildir ihtimalMübalağa sanatı kadarVarşova'da ölmesi on bin kişininVe benzememesi Bir motörlü kıtanın bir karanfile,Yarin dudağından getirilmiş.”

22

Page 23: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Bu hicviyle Garip akımını küçümseyici bulan,faydasız ilan eden, serseri söylemleri olarak görenzihniyete aslında derin bir politik bakış açısıylatoplumsal hatta evrensel bir takım mesajlarlakarşılık verir.

İnsanların tasalarını, dertlerini, mübalağaetmeden, yaşamın yaşanan tüm taraflarıyla ses-sizce, eğmeden bükmeden, dosdoğru anlatır; buyüzden de direkt anlaşılır Garip akımı. Eskianlayışın kaygı dolu karşı çıkışı da bundankaynaklanmaktadır.

Orhan Veli ve Birinci Yeni akımını, OrhanVeli’nin kişiliği ve şiirlerinin karakteristik örün-tüleriyle hem sosyolojik hem toplumsal hem deedebi açıdan tekrar ışık tutmak gereğini duydum.

Şairin aşklarıyla ilgili şiirsel yaklaşımınagirmeyeceğim, yazıyı burada bu analizsel haliylesonlandırırken Orhan Veli’nin naif ve delikanlıyönlerini şu dizeleriyle sizlere sunarak, hepimizinOrhan Veliliklerimizi iyi muhafaza etmemizidiliyorum. Rakı şişenizdeki balıklara iyi bakınızefendim.

“Sevdiğim insanlara Kızabilirdim,Eğer sevmek banaMahzun durmayı Öğretmeseydi.”

Kaynakça ve Notlar

-Yusuf Ziya Ortaç, Akbaba Dergisi'de sert bireleştiri yazısı yayınladı. Derginin 28 Mart 1940tarihinde çıkan yazısında "Vezin gitti, kafiye gitti,manâ gitti... Türk şiirinin berceste mısraı diye"Yazık oldu Süleyman Efendi'ye!" rezaletinialkışladılar... Göğüslerinde cehennemler yanansanat cücelerinin kınalar yakıp, ziller takıp şıkırşıkır oynadıklarını gördük! Sanatın darülâceze-siyle timarhanesi el ele verdi, birkaç mecmuanınsahifesinde saltanat kurdular! (...) Ey Türkgençliği! Sizi bu hayasızlığın suratına tükürmeyedevam ediyorum." diye yazdı.

-Ahmet Haşim'in ilgili dizesi Piyale isimlikitabında yer alan Bir Günün Son Arzusuşiirindedir. Bu şiirin son dörtlüğü şu şekildedir:"Akşam, yine akşam, yine akşam / Bir sırma ke-

merdir suya baksam / Akşam, yine akşam, yineakşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam!".Divan şairi Nedim'in ise Ahmet Haşim'e esinkaynağı olan "Destide kadehte doyamam görmeyebârî/Ey gevher-i şeffaf senin mahzenin olsam"dizelerini yazdığı bilinmektedir.

- Özsoy, M. Şerif (2002), Kanık'sadığım BiriOrhan Veli, Ayna Yayınları, {Özsoy, Orhan Veli’nin bilinmeyen tüm yönlerinive saklı kalan tüm ayrıntıları büyük bir özveri vedikkatle irdeleyerek yeni kuşaklara ve geleceğesunduğu için en özel teşekkürü haketmektedir}

-Kanık, Adnan Veli (1953), Orhan Veli İçin,Yeditepe Yayınları- Bezirci, Asım (1991), Orhan Veli: Yaşamı,Kişiliği, Sanatı, Eserleri, Altın Kitaplar Yayınevi- Uyguner, Muzaffer (1967), Orhan Veli Kanık :hayatı, sanatı, eserleri, Varlık Yayınları

23

Page 24: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Hayatlara Dokunabilen Dürümcü :Haluk AbiRöportaj: Levent Kaan Gündoğ[email protected]

Bir insanın ortalama 70 yıllık ömrü, dünyanın geçmiş ömrünenazaran sadece 8.2 saniyeye tekabül etmektedir. Bu da bir yaprağındalından kopup yere düşünceye kadar ki geçen zaman kadardır.

İstanbul/Mecidiyeköy’de Profilo AlışverişMerkezinin 100 metre kadar yakınında küçük , 4masalı bir dürümcü dükkanı; Dürümcü Haluk Abi.İçeri girip masadaki yerinizi aldığınızda gözünüzeçarpacak ilk gariplik; rafları turşu kavanozları yer-ine kitapların işgal ediyor olması.Yerine bir kitapbırakmak şartıyla istediğiniz kitabı alabileceğinizbir kütüphane. Ama bu sadece bir başlangıç.

Dürümcü Haluk Abi, İstanbul Üniversitesiİktisat Fakültesi ’77 mezun olduktan sonra İn-giltere’de yüksek lisans yapmış; yıllarcauluslararası ticaretle,gümrük müşavirliğiyle ,sanayicilikle uğraşmış ve en sonunda işi-gücübırakıp yukarıda bahsettiğim dükkanı açmış biri.Bu yol hikayesinin dönüp dolaşıp ( cidden dönüpdolaşıp-Haluk Abi, yaşanan 5 kıtada da yaşamışşanslı insanlardan olduğunu anlatır) küçük bir

dürümcü dükkanına bağlanması, biz Türk insanınanlamakta güçlük çekeceği bir durum.3 aya yakınbir süre önce tanıştık Haluk Abi’yle ve ben o gün-den beri bu işin nedeni-nasılını sorguluyorum,haftanın üç gecesi iskemleyi çekip Haluk Abi’yidinliyorum.İşte bu yazıda o sohbetlerden parçalarbulacak, insanların hayatlarına dokunmayıbaşarabilen bir dürümcüyü benden dinleye-ceksiniz.

“Abi,” diyorum, “neden buradasın?”.Koşup içerden bir servis kağıdı getiriyor. Üzerinde, tarihten önemli kişilerin sarfettiği ya daanonim sözler var; kulağa küpe edilmesigereken.Konfüçyüs’e ait söze gidiyor parmağı;“Bir insan sevdiği işi yapıyorsa,ömür boyuçalışmıyor demektir.”

24

Page 25: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

“98 yılında tekstil sektöründe faaliyet gösteren birfabrikatördüm, ama mutlu değildim.”O sırada,eline geçen bir kitaptaki şu satırlar hayatınınkararını vermesine sebep olur: "Bir insanın orta-lama 70 yıllık ömrü, dünyanın geçmiş ömrünenazaran sadece 8.2 saniyeye tekabül etmektedir.Bu da bir yaprağın dalından kopup yeredüşünceye kadar ki geçen zaman kadardır" Ve bende tası tarağı sattım, ailemle vakit geçir-meyekarar verdim.Ama çalışmamaya ancak 2 aydayanabildim.Sonra en çok sevdiğim işi yapmayakarar verdim; mangal yapmaktan ve sohbet et-mekten keyif alıyordum.”

Buraya kadar güzel. Ama ben dayanamayıp,okurken sizin de şüphe edeceğiniz şeyi sordum:LKG: Abi iyi diyorsun güzel diyorsun da,fabrikayı sattığın zaman işler yolunda mıydı?

H: Yolundaydı tabi. 5 Avrupa ülkesine ihracatyapıyordum.Ama yeri gelmişken sana bir anekdotanlatayım. Çocuklarıma hep “kavak ağacıolmayın” diye öğüt veririm. Peki ne anlamalıyızbundan? Kavak ağacı, evlat; kimse sulamadankimse gübrelemeden, kendi kendine büyür. Onukimse fark etmez, ta ki boyu uzayıp onabakanların kafasındaki şapkayı düşürene kadar.

Fark edildiğinde birileri gider ve ona sormadankavak ağacını budar. O zamanlar “ben kavak ağacıolmayacağım!” dedim ve olmadım.Gerisini senanla.

LKG: Peki Abi , ya çocukların? Ailen nasıl tepkiverdi?

H: Aldığım hiçbir karar , yaptığım hiçbir iş içinkimseye hesap vermedim; ailem dışında.Yine on-lara durumu izah etmeliydim sadece. Çocuklarımıkarşıma aldım; “bugüne kadar fabrikatör birbabamız var dediniz, bundan sonra bizim babamızdürümcü diyebilecek misiniz?” diye sordum.Aldığım cevap “biz senin mesleğinle değil seninlegurur duyuyoruz baba”ydı.

Biz sohbet ederken yoldan geçenlerin de selamıeksik olmuyor. “Herkes mi bu adamı tanıyor?”diye düşünmeden edemiyorsunuz.

H: Mecidiyeköy’ün göbeğindeki şu dükkandaküçük bir kasabanın bakkalıymışım gibi hissedi-yorum. Onlar belki sadece selam verip geçtiklerinidüşünüyorlar. Sadece selam değil, aynı zamandayaşama sevinci, enerjisi de veriyorlar banaaslında.

25

Page 26: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Dürümcü Haluk Abi’nin bir de mercimek çorbasıvar meşhur. Ama çorba değil, ‘antibiotik’ deniyorona burada. Raflarında turşu kavanozu değildünya klasikleri olan bu dükkanda bilginizkarşılığında ‘antibiotik’i para vermeden içebili-yorsunuz. Haluk Abi dükkanın camına yaklaşık 6yıldır her gün farklı bir soru yazıyor. Cevabı bi-lene çorbası ikram. İşte o sorulardan bazıları:• Çanakkale boğazının mitolojik ismi?• Yeditepe’nin 3 tanesinin ismi?• Sultanahmet’in mimarı kimdir?• Altın Oran kaçtır?• Avustralya’nın başkenti neresidir?• Galata Kulesi’ni kimler inşa etmiştir?

Bugüne kadar sorduğu en ilginç soru neydi acaba?

H:Sorduğum gün cevabını kimsenin veremediğiiki soru oldu. Biri “Atatürk’ün nüfusa kayıtlıolduğu il?”di. Cevap alamadım. İkincisini çokkonuşulan bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisininardından sordum: “Futbol topunun ağırlığı kaçgramdır?” Uğruna canlarımızı bile kaybettiğimizsporun adı “ayak topu”, ama bizim topun ken-disinden haberimiz yok.

Dükkanda iki tane pano var. Biri talepköşesi: kütüphanede bulamadığınız bir kitabıHaluk Abi’nin diğer müdavimlerine soruyor-sunuz. Sonuca ulaşan talep sayısı oldukça fazla.Diğer panoda ise Haluk Abi’nin müşterilerininnotları var. Kimisi yemekler hakkındadüşüncelerini yazıyor kimisi Cemal Süreya’dan

bir iki dize. Aşkına not bırakan da var, AvrupaŞampiyonası’ndaki favori takımını yazan da. Not-lar belirli aralıklarla arşive kalkıyor. HalukAbi’nin hayallerinden biri; yıllardır biriken bunotları bir gün kitap haline getirmek. Adını dakoymuş şimdiden, Nazım Hikmet’ten esinlenerek:“Dürümcüden İnsan Manzaraları”

Dürümcü Haluk Abi sosyal bir fenomenbana göre.Ne zaman vedalaşsanız size “kendinizifark edin” demesi de bunu gösteriyor aslında. Onagöre, sosyal etkileşim içinde etkin bir rol üstlen-mek “fark etmek”ten geçiyor. Haluk Abi’nin “farkedin ki fark edilir olun” sözü de yine aynı kapıyaçıkartıyor bizi. Kendinizi fark etmek üzere biryolculuğa çıkmışsanız (sadece manevi olarakdeğil profesyonel anlamda da) gidin HalukAbi’nin bir dürümünü yiyin. Dilediğiniz soruyusorun ve bir dürümcünün hayat deneyimlerinisizinle paylaşmasını dinleyin. Burada öğretmekyok, belletmek yok, göstermek yok; paylaşmakvar. Antibiotik ödüllü sorunun bile cevabını ver-memesi, sizin öğrenmenizi beklemesi;yürüdüğünüz yolun ve seçimlerinizin size aitolduğunun kabulünden.

“Nasılsın?” sorusuna her “iyiyim” cevabınıaldığında “yaşasın” diye bağıran , öğrendiklerini,yaşadıklarını paylaşmaktan başka derdi olmayanfilozof bir dürümcüyü anlattım size; belki bir günantibiotik’in tadına bakarken hayatı paylaşırsınızbu küçük dükkanda. Son olarak röportajı da yineHaluk Abi’den bir sözle noktalayalım: “Hayatıdert edineceğinize, ders edinin.”

Hayatı dert edineceğinize, ders edinin.

26

Page 27: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

Aynadaki Adamİ.Taylan Durdu

Usulca yataktan kalkmış ağır hareketlerlepijamalarını çıkartmıştı.Uyandığında omuzlarınaçökmüş olan isteksizliği bir türlü üzerindenatamıyordu. Neye karşı isteksizdi? Bunu kendikendine cevaplayamıyordu. Geceleri çok zoruyuyordu. Son günlerde uyumayı gereksiz gör-meye başlamıştı.Uyanmakta da güçlük çekiyorduve anlamsız bulduğu bir güne uyanmaktan nefretediyordu. Dışarı çıkmak için üzerini değiştiriyor,çay içip ağzına sadece ekmek atıyordu.Uykusersemliğini üstünden attığında ağır harektleriyerini otobüse yetişme telaşına bıraktı.Ama butelaş her gün olduğu gibi bugün de aynayayöneliyordu.Tam ayakkabılarını giyerken kendiniengellemek istemesine rağmen aynaya bakmadanedemedi.Aynanın karşısına geçti, kendisini farklıgörüyordu. Oradaki yansımasına saygı duyuyorgibiydi ama bakışlarından ona kin duyduğuanlaşılıyordu. Aynadaki adamla konuşmayabaşladı. Ona öylesine bir şeyler sormak istedi.Obaşlamadan aynadaki adam başladı ve küçümsey-erek; “Umarım dün yaptığın aptallığı bir dahayapmazsın dizimin üstü hala sızlıyor, çay kahvefalan içme bugün.”dedi. Aynadaki adam hatalarakarşı sert uyarılar yapıyordu, işine geleniyaptırmak için de anında yumuşuyordu.Sürekliöğütler veriyordu.Suratı asla asık değildi, yorgun-luk belirtisi yoktu, hatta hep uykusunu almış gibibakıyordu.Yanakları aynaya bakan adamdan dahapembeydi ,gözleri capcanlıydı.Kimden geldiğinebile bakmadan tüm emirlere uymaya hazır gibiydi.Yalnızca gerçekteki yansımasından emiralmıyordu. Aynadaki adam olması gerektiğineinandığı şeyleri sonuna kadar savunuyordu. Ay-naya bakan adam ise aynadaki adamındüşüncelerinden çok farklı düşüncelere sahiptiama kendine güvenmiyordu. Hep yanıldığı duy-gusu içinde yaşıyordu. Kafası hep karışıktı, nasıldavranması gerektiğini kestiremiyordu. Bazı gün-ler insanlar ondaki değişimi gördüğündeşaşırıyordu. O günlerde sanki başkası oluyordu.Aynaya bakan adam aynadaki adama asık suratla;“Bugün üstüme hiçbir şey dökmeyeceğim

söz.Ama sen de çocuk azarlar gibi azarlamayıbırak artık.”dedi. Aynadaki adam gerçektekiyansımasının nerdeyse hiçbir söylediğini yerinegetiremediğini biliyordu.O yüzden uyarılarınadevam etmekten vazgeçmiyordu.Önem verdiğikonularda daha sakin ve etkileyici konuşuyor,gerçekteki yansımasına istediğini yaptırıyordu.Aynadaki adam,“Davranışlarına dikkat etmelisinsağda solda çalışma, arkadaşların varken özelliklede karşı cinslerin varken daha dikkatli olmalısınyoksa rezil olursun. Güzel kadınlara rezil olmakistemezsin öyle değil mi? Ben senin iyiliğin içinkonuşuyorum.”diyordu. Aynaya bakan adam kim-senin başkasının iyiliğini düşündüğüne inan-mıyordu artık.Onu dinlediğinde başına bir şeygelmediği doğruydu ama onun dediklerini yapmakistemiyordu.“İyiliğimi düşünüyorsun ama benihapsetmeye çalışıyorsun.Geçen hafta eyleme git-meme bile laf ettin.”dedi. Aynadaki adamonaylamıyormuşçasına bir ifade takındı.Aynayabakan adam yumuşak bir sesle, “Sonuçta sendikaile beraber gittik korkulacak bir şey yoktu.” dedi.Aynadaki adam sinirle kafasını sağa sola salla-yarak, “Bunu bilemezsin. Elinde taşlarla sopalarlagezen gruplar da vardı. Ne olacağını asla bile-mezsin.”dedi. Aynaya bakan adam bu laflarkarşısında daha da yürekleniyordu; güvenle, “Bukadar korkak olmana gerek yok. Her konuda sakinkalmamalıyım.”diyordu. Aynadaki adamı azar-larcasına, “Bazı şeyler yapılmalı bazı eylemleregidilmeli, illa sokağa çıkmak da gerekemez bazensadece bir şeyler okuyarak bir şeyler yazarak bileolabilir; ben bunları yapmaya çalışıyorum.”dedi.Aynadaki adam alaycı bir biçimde, “Okuyaraköyle mi?”dedi. “Bak okuyarak geldin buraya.O-yalanmak için uyduruk bir şeyler okuyorsun,kendince yalandan yazılar yazıyorsun doğru. Amabunlar sana hiçbir şey katmamış gibi. Seninle aynıyıl mezun olanlar on kere terfi etmişlerdir. Bakbir kendine, bak şu an neredesin?”Aynaya bakanadam gittikçe güçsüzleşiyor gibiydi. Sesi her sa-niye daha da alçalıyordu, “Söylemeye çalıştığımokul okumak değildi ayrıca gayet iyi durumda-

27

Page 28: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

yım” dedi. Aynadaki adam sinirleniyordu, “Hiçmutlu değilsin, seni mutsuz eden şey ne? Öyleceçekip gitmek istiyorsun ,işi bırakmak istiyorsun.Aslında senin niyetin ölmek bunu biliyorum. Eğeröyleyse açık açık söyle bana. Ben sana bunun içinyardım ediyorum. Ölmek kolaya kaçmaktır. Birşeyi reddedebildiğini mi sanıyorsun? Müdürlerinehakaret ettiğin için işten atılıyordun be! Yataktanbile kalkamıyorsun sen.” Bu son söz aynayabakan adamın suçluluk duymasına sebep oldu.Neden böyle bir duyguya kapıldığını bilmiyordu.Suçluluk duysa da bir şey değişmeyecekti amayine de bu hissettikleri ona geri adım attırıyordu,“Belki yaptığım şeyleri yapmamam için benimiyiliğimi düşündüğüne inanabilirim tamam. Ha-karet etme kimseye dersen anlarım tamam.Olmangerektiğin yerde ol, yapman gerekeni yap fazlakurcalama dersen anlarım ama sen evdeokuduğum kitaba , söylemeye çalıştığım söze bilelaf ediyorsun, burada bir iyi niyet yok. Bu kada-rına da katlanamıyorum artık.” “Bak anlamıyor-sun düşüncelerin, okudukların, söylemeyeçalıştıkların bunlar zırva şeyler. Hiçbirinin gerçekdünyada bir önemi yok sen kendi gerçekliğinde,kendine bir dünya yaratmışsın ama senin dünyanburası gibi değil” “Sen bir aynanın içindesin bensedışında.” “Gerçekleri hangimizin gördüğü önemli.Bak bana, gözlerime bak! Bu dünyada var olabil-mek için böyle davranmalısın. Hoşuna gitmese debirilerine incelikli laflar etmelisin, hoş sözlersöylemelisin, istenenleri yapmalısın. İlişkileriniancak böyle yolunda götürebilirsin ve ancak buşekilde karnını doyurabilirsin.” “Yalakalık yap,ikiyüzlü ol, adiliklere göz yum diyorsun yani. Benbaşka türlü var olmak isterim.” Aynadaki adamgerçekteki yansıması için üzülüyordu.“Hayır.”dedi. “Herkesin benzer şeyleri yaptığıyerde kimse sana böyle sıfatlar takmayacaktır. Senkafan karışık olduğu için kendine bu sıfatlarıyakıştırıyorsun.Adiliklere göz yumsan ne olur ki;adilik onların adiliği sen bir şey yapmadın, suçlu-luk duymana gerek yok.Suçluluk duyarsan esas ozaman ezilirsin. Bana izin ver ,söylediklerimidinle. Daha önce birçok kez dinledin ve hiç zararlıçıkmadın öyle değil mi?” “Bilmiyorum. Yapmakistediklerim, söylemek istediklerim ne olacak?”“Ne söyleyeceksin? Saçma fikirlerini ancaksendikadaki arkadaşların dinlemeye değer bulur.”“Aslında siyasete önem verdiğim yok, ya da gün-

cel siyasete.” “Ben de siyaseti kastetmedim. Tümşeyler işte.Yaşamın, işin, istediğin dünya, istediğinsen. Seni çok iyi tanıyorum. Eylem günü o kadarhızlı çıkmıştın ki evden, fırsat bile vermedin banaseninle konuşmam için. Gitmeyi kafana koymuş-tun. Kararın kesindi ve kararının doğruluğundanşüphen yoktu.Şu an ise dışarıda nasıl davranmangerektiğini kestiremiyorsun.Durup beni dinliyor-sun, söyleyeceklerimi merak ediyorsun.Çünkükafan karışık ve ne yapacağını bilemiyorsun.”“Sen, istediğim ben değilsin; bunu biliyorum.”“Ama ben olduğun günler oluyor .İşte o zamandoğru yolu buluyorsun bence.Neden her gün buyolu kullanmıyorsun?Anlayamadığım tek şey bu.”Aynaya bakan adam kendisini solgun hissediy-ordu.Bu soru onunda kafasını kurcalıyordu.Tümsöyleyeceklerinden pişmanlık duyacakmış gibisesi titriyordu.Aynadaki adamı ikna etmektenvazgeçmişti artık.Sadece bir şeyleri anlamayaçalışıyordu. Aynaya bakan adamın ağzındansözcükler öylece dökülüverdi, “Düşündüğün gibikafam karışık falan değil, ölmek istediğim de yok.Hatta elimden bir şey gelmediği için sadeceölmemeye bakıyorum, ölmemek için buriyakarlığıma katlanıyorum işte. Her şeyi boşveripsana sığınıyorum. Neden böyleyim bilmiyorum.Eyleme gittiğim gün her gün gibi değildi, bir inançvardı içimde bir işe yaradığım inancı, hiçbir işeyaramamış olsa bile içimde bir şey vardı. Derin-lerde bir yerlerde bir his oluştu oradayken. İlk kezkalabalıkların içinde benliğim anlam kazanıyorgibiydi, kalabalıklar arttıkça anlamı artan bir histibu. Diğer zamanların aksine bu kez kalabalığısevmeye onlarla bütünleşmeye başlamıştım.Sıradan günlerde o kalabalıkların içindekibenliğim anlamsızlaşıyor, tek tek bireylerkalabalıkta kayboluyor. Ama o gün farklıydı işte.Bir amacım vardı. Bilmiyorum. Bugünse diğer hergün gibi. Tüm anlamsızlıklar aynı. Otobüsünkalabalığı, bilet fiyatının pahallılığı, iğrenç trafik,sağda solda içimi sıkan çirkin yapılar, şehir-leşmenin berbatlığı diğer tüm günlerde olduğugibi üzerime üzerime geliyor.Yalnızca otobüsle işegiderken bile bunlar geçiyor aklımdan.Gün boyuise neler neler. Bir saatlik otobüs yolculuğu bilebeni mutsuz etmeye , tüm günü zehir etmeyeyetiyor. Aynaya bakan adam sanki yıllardırsakladığı düşünceleri bir çırpıda açıklamış gibibir hisse kapıldı. Söylediği tüm sözler ona çok

28

Page 29: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

derin bir acı veriyordu. Korkusu yoktu, umuduyoktu, sadece mutsuzluğu vardı. Gözleri dol-muştu. Sadece kendi duyabileceği bir ses tonuylasöze devam etti, “Bunlara katlanabileceğimisanmıyorum. Bir tek şey yapabilsem.Değiştirebilmek için herhangi bir şey…” Ay-nadaki adam gerçekteki yansıması için bir anendişelendi.Onun aklını yitirmesinden kendisinezarar vermesinden çekiniyordu.Daha önce de onuböyle görmüştü, bu defa biraz daha kırılgan gözü-küyordu. Yine de bir şey olacağına inanmıyordu.Korkusu, yerini onu iyileştirme isteğine bıraktı.Onun bu kadar yalnız olduğunu hiç anlayamamış-tı. Sert konuşmaktan kaçınıp onu daha fazlahırpalamak istemiyordu, bu konuşma sonlansın is-tiyordu artık ama ona doğru yolu göstermesigerektiğine olan inancı söyleyeceklerini durdur-madı. Onu umutsuzluğa sürükleyerek bu halindentümüyle kurtulmasını istiyordu.Yüksek bir seslekonuşmaya başladı, “Neyi değiştireceksin?Hangibirine gücün yeter sanıyorsun? Yapmaya çalışa-cağın aklından geçen her neyse hiçbir işe yaramaz.Yaramayacak.Tek başına da olsan kalabalıklariçinde de olsan bu böyle.Bir işe kalkıştığındasağda solda arkadaşlarınla somut sorunlarla ilgilikonuştuğunda bir şeyi değiştirebildiğine miinanıyorsun? -ki seni konuşmaman ve göze bat-maman konusunda o kadar uyarmama rağmen-”“Arkadaşlarımla konuştuğum sorunlar genelliklesiyasetle ilgili.Neden siyasete bu kadar takmışdurumdasın bu en önemsiz olanı. Beni anlamıyor-sun hatta dinlemiyorsun bile.Gerçekten tükenmeküzereyim, beni ayakta tutan tek şey yalanlarım.Sığınabildiğim tek şey dışarıya çıkarken

dönüştüğüm o adam, yani sen. Benim esas derdimiçimde, söyleyemediklerimde. Söyleyebildiklerimyalnızca yüzeyde olanlar.” Aynadaki adam artıkbu konuşmayı bitirmek istiyordu. Gerçektekiyansımasının tükendiğini anlamıştı. Karşısındagözleri yaşlı,acınası bir adam duruyordu. İç hesap-laşmalarından dolayı yok olmak üzereydi. Ay-nadaki adam bu duruma son vermeye kararlıydı,şu an gerçekteki yansımasını tamamen iyileşti-rememişti ama bu isteğine bir adım dahayaklaşmıştı. Gerçeklerde kaybolmuş yansımasınadüşüncelerinin geçersizliğini ve yanlışlığınıkanıtlamıştı. Böyle devam ederse bir yere varama-yacağı hissini onun içine sokmuştu.Çoğu zamanolduğu gibi bugün de zafer kazanmak üzereydi.Umursamaz tavrıyla ikna edici sözlere ihtiyacıvardı.Böylece bugün de ipleri eline alacaktı, “Esassıkıntılarının içinde olduğunu biliyorum amaonları söyleyemediğin için zaten bir önemiyok.Bana bir zararı dokunmuyor.Kim olacağınıseçmek zorundasın.Nasıl gözüktüğünü bilmengerek. Bugün de kafan karışık belli.Bugünü debana bırak ben üstesinden gelebilirim.Boşuna ken-dini yoruyorsun. Her gün yaptığımız bu konuş-madan ve aynı şeyleri tekrar etmekten sıkıldımama sen dinlemekten sıkılmadın.” “Tamam yetersıkıldım tüm bu söylediklerinden tüm bu saçma-lıklarından. Yoruldum artık zaten yataktan kalk-mak bile istemiyordum ben. Şimdi gidipyatıyorum sende ne yaparsan yap.” Aynaya bakanadam tüm silikliği ve içinden atamadığımutsuzluğuyla yatağa döndü aynadaki adam iseayakkabılarını bağlayıp dışarı çıktı.

29

Page 30: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

1. Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarakyayınlanan (yayınlanması planlanan) bir e-dergidir. Dergimiz hem online olarak hem de bil-gisayara indirilerek (pdf) okumaya müsait şekildehazırlanacaktır.

2. Yazarlara, yazılar için telif ücreti ödenmez veyazarlar kendi yazılarından sorumludurlar.

3. Yazılar iletişim mailimize word dosyasışeklinde gönderilmelidir. Gönderilen yazılarınelimize geçmesinin ardından, yazının elimizegeçtiğine dair yazara yazılı bir bildirimde (e-mail)bulunulur. Bunun ardından yayın kurulutarafından inceleme aşamasına alınan yazıların,olumlu-olumsuz sonucu yazara bildirilir. Olumlubir değerlendirme ile sonuçlandığı taktirdeyayınlanır. Aksi durumda yazardan yazısı tekrardeğerlendirilmesi istenir yahut nedenler gösteril-erek neden yayınlanamayacağı hakkında kendi-sine bilgi verilir.İletişim maili: ([email protected])

4. Yazıların daha önce başka bir yerdeyayınlanmamış olması gerekmektedir. Ancak bazıözel/istisnai durumlarda “bu durum belirtilmekkoşuluyla” kabul edilebilir.

Makale ve bilimsel çalışmagönderim hususları

5. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde,metinlerin daha önce başka bir yerdeyayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır.

6. Dergimizde, tarih, ekonomi-iktisat, sosyoloji,psikoloji, felsefe, siyaset bilimleri, edebiyat,iletişim-medya bilimleri vb. disiplinler ile ilgilibilimsel-derleme makaleler, kitap tanıtım yazılarıvb. çalışmalara yer verilmektedir.

7. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerindedipnot ve kaynakça kullanımı esastır. Makaleyahut bilimsel çalışma adı altında gönderilen fakatkaynakça ve dipnot kullanımı olmayan metinlerdeğerlendirmeye alınmayacaktır.

(Bkz. Dipnot ve kaynakça kullanım hususları)

Edebiyat çalışmaları gönderim hususları

8. Tıpkı makale ve bilimsel çalışma metinlerindeolduğu gibi edebiyat çalışmalarında da biralıntılama söz konusu ise, dipnot ve kaynakçakullanılmalıdır.

9. Edebiyat çalışmaları gönderimlerinde,metinlerin daha önce başka bir yerdeyayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır.

10. Dergimizde ağırlıklı olarak edebiyat bilimi,akımları ve ürünleri üzerine deneme ve eleştiriyazılarına yer verilecektir. Burada önemli olanyazarların/şairlerin uğraştıkları alan üzerine birdüşünceye sahip ve bunları aktarabiliyorolmalarıdır.

11. Öykü ve şiirler, bir amaç çerçevesinde, üzerinekurulu oldukları düşünüm biçimini yansıttığıölçüde yayınlanmaya değer bulunacaktır.

Dipnot ve Kaynakça Kullanım Hususları

13. Dipnotlar sayfa altlarında yahut yazının so-nunda verilebilir. Kaynakça yazının sonundaolmalıdır.

Dipnot Kullanımı:Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın Yılı :Alıntılanan sayfa ya da sayfa aralığı

Dipnot Örneği:Childe 2007: 15

Kaynakça Kullanımı:Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın yılı : Yazarıntam adı, Kitabın adı (yabancı bir eserse paranteziçinde çevirenin adı), Yayın evi, Yeri, Yılı.

Kaynakça Örneği: Childe 2007: Gordon Childe,Tarihte Neler Oldu? (çev. Alaeddin Şenel – MeteTunçay), Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007

Yazım ve Yayın Kuralları

30

Page 31: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012

BU ALANA REKLAM

ALMIYORUZ!

31

Page 32: Parrhesia e-dergi / Sayı 1 / Temmuz 2012