(ramazan yazÇİÇek) - tevhidvedusunceokulu.com filedînin kültürleúmesine bir anlamda...
TRANSCRIPT
1
Dînin Kültürleşmesi ya da Kültürün Dînleşmesi Üzerine 1
(Ramazan YAZÇİÇEK)
Dînin kültürleşmesi ya da kültürün dîn haline getirilmesi de
diyebileceğimiz bir süreç yaşanmaktadır. Zaman içerisinde etkisi
farklı tonlarda seyretmekle birlikte bu durumun yeni bir şey
olmadığını da biliyoruz. Senkretizm diye de adlandırılan; farklı inanç
sistemlerinin etkileşime girerek karışması sonucunda ortaya çıkan
yeni inançların varlığı da söz konusudur. Bugün, 'İslâm'ın
Kültürleşmesi' veya 'Kültür oluşumuyla İslâm'ın' etkileşimini
değerlendirmek istiyoruz. Böyle bir risk var mıdır varsa konuya dair
neler söyleyebiliriz?
Rabbimizin adıyla ve selamların en güzeliyle başlarım.
Gündeme taşıdığınız 'dînin kültürleşmesi' sorunu çok temel bir meseledir.
Yoğun gündem tartışmaları arasında asıl meseleler çoğu kez
silikleşmektedir. İnsana, hayata anlam kazandıran temel meseleler doğru
anlaşılmadığı taktirde gündemi de doğru okumak mümkün değildir. O
durumda kirli bilginin zebunu; rüzgarın sürüklediği yöne giden nesne
olursunuz. Ki bu durum, Müslümanca bir duruş olmadığı gibi tehlikelidir
de.
İslâm, müslümanlar açısından dînlerin en iyisi değil, kendisinden başka
hak dîn olmayan bir inançtır. Bu yönüyle ed-dîn olan İslâm, "yaşam
tarzı"dır. Yaşam tarzının temel parametrelerini belirleyen ise vahiydir.
Vahyin hedefi, yaşamın sadece sınırlı alanlarına müdahale etmek olmadığı
gibi, ahiret, öbür dünya ve ölümden sonraki hayat ile ilgili belli konularda
inançlar vaaz eden anlamında dînler arasında bir dîn de değildir. İlgili
muharref kanaatin esiri bir anlayış, gelenekselleşmiş dîn anlayışıdır. Bu
anlayışın dîni, vahye dayalı değil kültüre dayalıdır.
Kur'ân, İslâm'ın, insanların toplam yaşantılarına söyleyecek sözü olan,
zaman ve mekânın sınırlarına mahkum olmayıp bütün boyutlarına dair
emir ve yasaklar cihetiyle prensipler vaaz eden bir dîn olduğunu bildirir.
Yine Kur'ân, İslâm'ın, her devirde ve bütün insanlar için fıtrî, gerçek, tek
1 Ramazan Yazçiçek ile "Dînin Kültürleşmesi ya da Kültürün Dînleşmesi Üzerine", Röportaj: Fatih
Bütün, Nida, Malatya 2014, s. 28-38, s: 163.
2
hak dîn olduğunu haber verir. Kur'ân'da İslâm, bireysel ve toplumsal
talepleriyle birlikte her dönemde toplumu yeniden dizayn edecek
potansiyele sahip, Allah tarafından kabul olunacak tek hak dîn olarak
tanıtılır. Dînin hayat tarzı olması da bu anlamdadır. Bu dînin kaynağı
vahye dayalıdır ve değerlerinin belirleyicisi Allah'tır.
Tarihte farklı dînî geleneklerin bir arada yaşamasını sağlayan çokça
sosyolojik neden olmuştur. Her karşılaşma etkileşimi her etkileşim de bir
ölçüde değişim ve dönüşümü kaçınılmaz kılmıştır. Bu gerçeklik zamanla
yeni dînî yorumları ve mezhepleri doğurduğu gibi dînî senkretizmin
yaşanmasının ve farklı değerlerin bir araya gelmesi suretiyle oluşan yeni
inanç sistemlerinin oluşmasının da sebebidir. Farklı inanç sistemlerini ve
ibadet unsurlarını taşıyan karma dînsel gelenekler, senkretik dînler olarak
tanımlanmaktadır.
Bu genel değerlendirmeden sonra bahsi özele indirgeyecek olursak,
İslâm’ın gelenekselleşmesi (gelenekçi/atalar yolu) geleneğin de dînleşmesi
diyebileceğimiz süreç tarih boyunca "tahrif" ekseninde yaşanmıştır. Yani
ed-dîn olan İslâm, Allah'ın dîni olmaktan uzaklaştığı her dönemde tahrife
senkretik bir harmanlamayla maruz kalmıştır. Bu durumda İslâm'ın yerine
ikame edilenin neliği, hiç mi hiç önemli değildir. Keza her tahrif öğesi
heva-hevesin ilah edilmesinden südûr etmiştir. Hakkın karşısında yer alan
batılın isminin ve ritüellerinin farklılığı önemsizdir, çünkü öz aynıdır. Her
şeyden bir parça taşıyan dînî senkretizm, İslâm'dan da unsurlar taşımış
olabilir. Bu, onu İslâm kılmadığı gibi onun şirk ile malul cahilî dînlerden
bir dîn olduğu gerçeğini de değiştirmez. Zira "Allah nezdînde hak dîn
İslâm'dır." (Ali İmran, 3/19.) "Kim, İslâm'dan başka bir dîn ararsa, bilsin
ki kendisinden (böyle bir dîn) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan
edenlerden olacaktır." (Ali İmran, 3/85.)
Farklı kavimlerle anılan kültürün, 'İslâm kültürü' olarak da kullanımı
söz konusudur. Kültür dendiğinde anlaşılandan hareketle, dînin
kültürleşmesi serüvenine dair neler söyleyebiliriz?
Kavramlar söz konusu olduğunda çok ihtiyatlı olma gereğine inanıyorum.
Zira zikredilen kavramdan daha önemli olan, tarafların o kavramdan ne
anladığı hususudur. Nitekim dilin de dili vardır. Ve dahi dilin ruhu vardır.
Dili kendi anadilinden koparırsanız bir anlamda ruhsuzlaştırmış olursunuz.
Dilin dili, içinde doğduğu kültürel yaşanmışlıktır. Dilin ruhu, fıtrata
yaratılış gerçeğine muvafık olmasıdır.
3
Her kavram kendi felsefesinin çocuğu olup kastını taşımak ister. Siz ona
kastına rağmen farklı anlamlar yüklediğinizde anlam güdükleşir ve
hafifmeşrep bir duruma malzeme olmaya başlar. 'Kavimlerin kültürleri'yle
"İslâm kültürü" terkibi de öyledir.
Dînin kültürleşmesine bir anlamda 'dînin tahrif tarihi' de diyebiliriz. Bu
durum hiçbir dönemde inkıtaa uğramamıştır. Bilmiyoruz! Bu husus belki
de imtihanın tabiî neticesidir. Şu farkla ki, her tahrifin ardından İslâm
mesajı peygamberler aracılığıyla yeniden gelirken, Resulullah (as) ile
birlikte (Hatemu'n-Nebiyyin) bu mesaj son kez gelmiştir. Vahiy,
Rabbimizin dileyeceği zamana kadar da beşer müdahalesinden korunmuş
olarak muhafaza olacaktır. Önceki peygamberlerin gönderilmesine konu
sapma mahiyet itibariyle ne idiyse Resulullah'ın gönderilişi dönemindeki
sapmalar da aynıydı. Ve hatta sonradan oluşan sapmaların dahi mahiyet
itibariyle farkı yoktur. Allah'tan başka hak İlah'ın olmadığı hususu, İslâm
davetinin aslıdır. Dîni Allah'a has kılmaya çağrı, dînin kültürleşmesine
reddiye çağrısıdır aslında.
Resulullah (as)'dan sonra dînin kültürleşmesi serüveni son derce dramatik
öğeler taşır. Bu süreçte yaşanan değişimin parametreleri doğru okunmalı
ve bunlardan ders çıkartılmalıdır. Süreç içerisinde baş gösteren siyasî
ihtilaflar, fıkhî, kelamî ihtilafları beraberinde getirmiş; husûle gelen fitne,
bozulmaları tetiklemiştir. Diğer taraftan kalabalık kitleler, fetihler
neticesinde genişlemeye devam eden İslâm coğrafyasına Kur'ân mesajını
sindirmeden katılmışlardır. Tercüme faaliyetlerinin filtre edilmeyişi,
muharref dîn mensuplarının ihtida ederken bilerek bilmeyerek yeni
girdikleri İslâm dînine taşıdıkları hurafe kültürü, farklı toplum ve dînlerin
felsefesinin hadis, fıkıh gibi dîni literatüre girmesi, dînin kültürleşmesi
sürecinin önemli sebeplerindendir.
Müslümanların iktidarı ele almasıyla, kaybettikleri nüfuz ve iktidarlarının
bekasını örtük biçimde içten çökertme çabasıyla perdeleyenler, kendi inanç
ve geleneklerinin atıklarını yeni girdikleri dîne taşımışlardır.
Yahudileşmeye mukabil ruhbanîleşme serüveninin bir benzeri Resulullah
(as) sonrası Müslüman toplumda yaşanmıştır. Bir tarafta refah, saltanat ve
çılgınca harcama kültürü buna mukabil diğer tarafta mistik duygularla
ruhbanîleşme temayülü… Her iki eğilimin de dînin gelenekselleşmesi
sürecine önemli katkıları olmuştur.
4
Burada şu husus merak konusu: Bozulmayı; dînin kültürleşmesini
fark edenler müdahale edenler olmadı mı?
Tabii ki olmuştur ve hiçbir dönemde bu eksik olmamıştır. Tarih boyunca
da böyledir. Peygamberimiz (as), "Ümmetimden bir cemaat, Allah'ın emri
tahakkuk edinceye kadar, bâtıla galebe çalarak hak üzere devam edecek ve
onları yardımcısız bırakanlar onlara zarar veremiyeceklerdir." buyuruyor.
Buhârî ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadiste işaret edilen husus, ümmetin
öncelikli vasfının hak üzere devam etmesi, yardımcısız bırakılmalarına
rağmen bâtıla galebe çalmasıdır. Allah dîninin yardımcıları, insanlar için
çıkarılmış en hayırlı ümmet olarak tarif edilir. Bâtıla galebe çalacak
olanların en büyük davaları; önce ve sonra "La İlahe illallah" davasıdır. Bu
ceht ve gayret ister bizatihi tahrife isterse farklı tonlamalarla bid'at ve
hurafelere karşı olsun sürekli olagelmiştir. Buradaki hak üzere oluş, bildik
manada cemaat, gurup, bölge ve hatta zamanla mukayyet olmayıp, dîni,
bütünüyle Allah'a has kılanların mevcudiyetidir.
Örneğin Hz. Ömer'in ta o dönemde ortaya koyduğu kaygıları dikkat
çekicidir: "Siz Kur'an'a uyun; Kur'an'ı kendinize uydurmayın. Kim Kur'an-ı
Kerim'i kendisine uydurursa Kur'an onu cehenneme kadar sürükler, fakat
kim Kur'an'a tâbi olursa, Kur'an onu Firdevs cennetlerine götürür." Bu
uyarı, bozulmalar karşısında temel kaynağa dikkat çekmedir.
Yaşanan fitne ve sıkıntılara rağmen şu yaklaşımdaki duyarlılığa bakın: Re-
sulullah (as), müşrikler arasında bulunan şecaat ehli; güçlü kuvvetli ve halk
arasında itibarlı iki Ömer'den birinin Müslüman olması için Allah'a duada
bulunuyor ve şöyle niyaz ediyordu: "Allah'ım! İslâm'ı Ebû Cehil bin Hişam
veya Ömer bin Hattab'la kuvvetlendir!" Ne gariptir ki, iki Ömer'den biri
olan Ömer bin Hişam, diğer namıyla Ebû Cehil, Resulullah'ı öldürecek
olana 100 deve vaat ederken, Ömer bin Hattab da bu teklifi kabul edip
Resulullah'ı öldürmek üzere yola çıkan kişidir. Ve neticede Allah Ömer bin
Hattab'a hidayet verir. Kendisiyle Müslümanların güçlenmesi arzulanan
Hz. Ömer'in sonraki bir dönemde ortaya koyduğu tavrı oldukça
manidardır. Fars ülkesi fethedilip Şah'ın ailesiyle birlikte hazineleri birçok
Fars'lıyla Medine'ye getirildiğinde Hz. Ömer'in, "Allah'ım bu Celula
esirlerinin kadınlarından olacak çocukların şerrinden sana sığınırım."
dediği rivayet olunur. Tarihçilerin bildirdiğine göre Hz. Ömer'i korkutan
Celula esirlerinin çocukları Sıffîn Savaşı'nda karşılıklı saflarda yer alırlar.
(Bkz.: Celaleddin Vatandaş, Vahiyden Kültüre, Pınar Yayınları, İstanbul
2004.)
5
Sünnî-Şiî ayrımının da oluşmasına büyük katkıda bulunan Sıffın Savaşı,
bilindiği üzere İslâm toplumunun Halifesi Hz. Ali ile İslâm Devleti'nin
Suriye valisi Muaviye bin Ebu Süfyan arasında yapılmıştır. Müslümanların
kendisiyle güçlenmesi niyazında bulunulan Hz. Ömer, Müslüman
toplumun kitleler halinde katılımla çoğalmasından endişe duyuyor! İşte bu
kaygı, mesajı sindirmeden teslim olanların inancı kültürleştirmesine
duyulan kaygıdır. Bu, feraset ve basirettir. Kuşkusuz bozulmayla birlikte
izleyen dönemlerde de ihya hareketleri; tecdit çabaları kesintisiz devam
etmiştir. Mâlûmunuz imha ve tahrif tarihi müstakil bir konu olduğu gibi
ihya ve tecdit tarihi de bu sohbetin sınırlarını aşan müstakil bir konudur.
Ancak şu gerçek unutulmamalıdır: Kültürler savaşlar kadar hızlı ikame
olmadıkları gibi etkileri de savaşlar kadar hızlı kaybolmaz. Dolayısıyla
gelenek, kültür denilen medeniyet akşamdan sabaha oluşmadığı gibi
etkisinin de akşamdan sabaha kaybolması beklenmemelidir. İkamesi de
izalesi de uzun zaman alır. İhya ve inşa ehli bu gerçeği bilerek ceht ve
gayretini sabırla sürekli kılmalıdır.
Var olan bir şey midir kültür; icad edilmiş, oluşturulmuş bir şey mi?
Kültür felsefesine girecek olursak sanırım bu röportajda sadra şifa bir
noktaya gelemeyiz. Kültür için farklı disiplinler farklı tanımlar yapmışlar.
Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin
bütünü denildiği gibi tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde oluşan bütün
maddi ve manevi değerler ile bunları oluşturmada, sonraki nesillere
iletmede kullanılan araçların bütünü; hars, ekin de denilmiştir. Toplumların
ortak değeri, kültürün bir üst ifadesi için medeniyet uygarlık diyenler de
olmuştur. Kültür, taşıdığı unsurlar keşfedilen değerler gibi farklı tecrübeler
ilgi ve istidat neticesinde üretilen değerlerdir de.
Bunların içinde bir anlamda insanlığın ortak mirası; maruf, örf, urf
diyebileceğimiz muteber değerler vardır. Bunlar, fıtrata, vicdana muvafık;
işitildiğinde insanda olumsuz bir his oluşturmayan faydalı ve süreklilik arz
eden değerlerdir. Yine bunlar, fıtrat ile uyumu cihetiyle İslâm'a ters
değillerdir. İnsanın yaratılış hakikatine; fıtrat ve vicdana muhalif; heva-
heves ürünü; yaratanı yok sayan veya yetkilerini gasp eden inanışlara ve bu
zeminde üretilenlere gelince bunlar İslâm tarafından tasvip edilmezler. İşte
sorun da buradadır ve bununla yüzleşilmelidir. Dînin kültürleşmesi veya
kültürün dîn gibi sorgulanmaz kılınmasıdır burada mesele. Nitekim
sorunun varlığı ve boyutu ezber bozan mesaj olarak vahyin gelmesinin de
sebebidir. Gelenekle yaşamı çepeçevre kuşatan bozulmalar evvelemirde
6
vahyin konusu olmuştur. Marufla geleneği, marufla kültürü tefrik eden
ayraç, vahye muhalif olup olmama hususudur.
Sorunla yüzleşmeyi biraz daha açar mısınız?
Bugün Müslümanları öncelikle ilgilendiren mesele vahyî hakikatlerin
geleneksel kültürün bir parçası haline getirilmiş olmasıdır. Tersinden
okuma da aynı vahameti ortaya koymaktadır. Geleneksel kültürlerin dîn
haline getirilmiş olması, geleneğin vahiy gibi kabul edilip sorgulanmaz
kılınmasıdır. Burada çözüme, muharref dîndarlığın vahiy dîndarlığı
olmadığının kabul edilmesi; vahyin, üretilmiş değerlerden tefrik edilmesi
ile ulaşılabilir. Körü körüne atalar yolu takipçiliği reddedilmeli, tecdit
bilinci ihya edilerek Kur'ânî zeminde problemlerle yüzleşmekten imtina
edilmemelidir.
Müslüman toplumların geri kalmasının ve bugün yaşanan birçok sorunun
ardında tecdit bilincinin ertelenmiş olması yatmaktadır. İçtihat ertelenmiş,
yeri, tabiatı ve kaynağı itibariyle farklı olan mitsel ya da usçu yaklaşımlar
tarafından doldurulmuştur. Taklit taassubunun zihinleri dumura uğrattığı,
tecdit bilincinin köreldiği, beşerî mülahazaların mutlaklaştırıldığı, ortaya
çıkan yeni sorunlara Kur'ânî çözümler üretme zorunluluğunun ertelendiği
bir gerçeklik zemininde, Müslümanların yeniden uyanış ve Kur'ân'la diriliş
zorunluluğu vardır. Müslüman için esas olan, değişim gerçeğiyle
yüzleşirken Kur'ânî çözümler üretebilmektir.
'İslâm kültürü' dendiğinde ne kastediyoruz? Daha açık bir şekilde
İslâm'ın bir kültürü var mıdır?
"İslâm kültürü" terkibinin kullanıldığı yer itibariyle yanlış hatta fasid
olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda 'İslâm kültürü' olmaz ancak
Müslümanların kültürü olur. Müslümanların kültürünün içinde doğrularla
birlikte yanlışlar da vardır kuşkusuz. Bu tespit, kültürün doğası gereğidir.
Müslümanların kültürü hatta doğrusu Müslümanlara (!) nispet edilen kültür
sorgulandığında İslâm sorgulanmış olmaz. Keza sorgulanan üretilmiş
değerlerdir. Velev ki doğrulama, övgü dahi bu terkip üzerinden yapılırsa
yine hatalı olduğu kanaatindeyim. Nitekim bugün doğru denilenin yarın
yanlış olduğu tespit edildiğinde hatalı olanın İslâm değil kendisine nispet
edilen Müslümanların kültürü olduğu bilinmiş olunur. Yaşadığımız
coğrafyaya bir bakalım! Müslümanların kültürü sahip oldukları gelenekleri
üzerinden İslâm tanınabilir mi? Müslümanların carî durumu üzerinden
İslâm tanınmaya kalkılırsa ne kadar güven verici bir durum, kabule şayan
7
bir görüntü söz konusudur? Davet, Müslümanların kültürüne midir yoksa
İslâm'a mıdır? Tabi ki İslâm’adır. Dolayısıyla İslâm'a bir sıfat veya eklenti
yapmaya gerek yoktur. Zira İslâm, pür hakikattir. Ve bütün doğruları
mahfuz hak inançtır.
Farklı terkipler için de bunu söyleyebiliriz. Örneğin "İslâm tarihi" netameli
bir ifadedir. Zira kastedilen Âdem (as) ile birlikte vahyin; tevhidin seyri ise
ne ala. Değil, günahı sevabıyla Müslümanların ortaya koydukları tarihleri
ise buna İslâm'ın tarihi denmez, Müslümanların tarihi denilmelidir.
Müslümanların tarihi övgüyü gerektiren şaheserlere sahip olduğu gibi
hatalarla malul zafiyetlere de sahiptir. Ve yine ahlak... "İslâm ahlakı"
ifadesi vahye müstenit her bir dengeli, fıtrî duruşu; kavimler ötesi,
gelenekler ötesi bir safiyeti temsil eder. Böyle bir durum ancak Kur'ân ve
Sünnet demektir. Peki, Müslüman ahlakı dediğimizde bu safiyeti
görebiliyor muyuz? Hayır. Birincisi ideal iken ikincisi hatalar ile malul fiili
durumdur. Burada Müslüman ahlakı yerine İslâm ahlakı derseniz doğru ile
birlikte hataları da İslâm'a mal etmiş olursunuz! Kaldı ki İslâm, zaman ve
mekânla mukayyet değildir. Âdem (as) ile gelen bütün peygamberlerin
ortak mesajıdır.
"Kültür" ve "İslâm kültürü" kavramları da bu hassasiyetle okunmalıdır.
Kavmine ve kimliğine bakılmaksızın beşer tarafından üretilmiş bir değer
olarak kültür, yaratılış hakikatinin keşfi zemininde insanlığın yitiğidir.
Müslüman olmayan birey veya toplumlardan gelmesi, keşfedilmesi
reddedilmesi için sebep olmamalıdır. Evrensel beşerî ahlakta İslâmî
esaslarla mezc olduğu sürece zenginliktir. Müslüman toplumlarda İslâm'ın
gerekleri yaşanmadığı ancak başka toplumlarda fıtrî zeminde marufa dair
değerler üretildiği takdirde, bu değerler İslâm'a muhalif değil muvafık
demektir. Bunlar reddedilmemeli bilakis yitik olarak alınmalıdır.
Senkretizm, kültürleşmenin 'dîn' anlayışındaki karşılığı nedir?
Müstakil bir konu olmakla birlikte dînin kültürleşmesi denildiğinde akla ilk
gelen kavramlardan biri senkretizmdir. Senkretizm, farklı yaklaşım, inanış
ve öğretileri kaynaştırıp uzlaştırma mantığına sahip felsefî bir düşünme
biçimdir. Senkretizm, yer yer mistik kayıtsızlığı esas alan; siyasal talepleri
olan ve fakat ötekisinden siyasaldan soyutlanmış bir dîn talebinde bulunan
pragmatist bir yaklaşımdır. Felsefî ve teolojik karakteriyle senkretik
(bağdaştırmacı) inançların günümüz gerçekliğinde politik talepler
üzerinden yürütüldüğü görülür. Bu yönüyle de senkretizm farklı anlam
dünyalarına sahip birçok kavramla iç içelik göstermektedir.
8
Kültürlerin senkretik bir harmanlamayla nasıl dîn haline getirildiğine;
ardından tartışmasız kılınarak iman konusu yapıldığına farklı
çalışmalarımızda değindik. Özellikle Türk Müslümanlığı kitabımızda
Ümeyyecilikle başlayan süreç ve ardından senkretik karakterle oluşan tepki
akımları; yaşadığımız coğrafyadaki kültürlerin bilhassa tasavvuf
havzasında dînleşmesi serüvenini anlattık. Orada, gnostik karakterli
düşünce ekollerinden beslenen dîn anlayışının İslâm dışılığını, senkretizm
eleştirisi üzerinden yaptık.
Peygamberi sevme, onun mesajını anma ve hatırlama hassasiyeti,
kandiller, mevlid gibi seremoniler ortaya çıkardı. Dînî bir hassasiyetin
ürünüdür denebilir mi bu ürünlere?
Vahyin son kez geldiği cahiliye toplumu dînsiz bir toplum değildi. Bu
vurgu doğru anlaşılmalıdır. Ve hatta o toplum teşeddü ehli bir toplumdu.
Dîndarlıkta şiddetli; dînde kuvvet ve dayanıklı bir toplum... Hemen hiçbir
işleri ve inanışları yoktu ki kendilerini üzerinde buldukları atalarının dîni
dikkate alınmadan yapılsın. Üretilen kandiller, mevlidler, kutlu doğum
haftaları ve şimdilerde Hz. Peygamberi haşa uçup-kaçan bir mitsel figüre
dönüştürme gayretleri hep dîndarlık hamasetiyle yapılmaktadır. Bunların
bir kısmı süflî amaçlara malzeme yapılmak istenirken ekseriyetinin
dîndarlık hamasetiyle yapıldığına inanıyorum. Ancak asıl samimiyet
Allah'ın emir ve yasaklarına uymaktadır. Muteberlik Allah'ın dîninin
dîndarlığındadır! Aksi takdirde insan sayısınca dîn ortaya çıkar. Vahye,
Resulullah'ın sünnetine muhalif yönelimler samimi olabilir mi? Hep aynı
muharref dîn anlayışı ile üretilen bid'at ve hurafelerdir bunlar. Dîne rağmen
dîn. Birincisi Allah'ın dîni diğeri beşer uydurması dînler. Allah (cc),
"Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona
karşı sen mi vekil olacaksın?" (Furkan, 25/43) diye uyarmaktadır. Hurafeci
mantığı harekete geçiren saik, Allah'ın dîni İslâm; Kur'ân ve Sünnet
değildir. Harekete geçiren saik, ilah edilen heva-hevestir. Heva-hevesin
ilah edilmesi de aslında bir tür dîndarlıktır. Ancak bu dînin dîndarlarına
vekil olabilecek yoktur diye buyuruyor Allah (cc).
İlginçtir muharref toplumlarda iman ve İslâm'dan önce takva ve ihsan
konuşulur. Oldukça masumane duran sinsi bir sapmayı besleyen nüanstır
bu. Takva ve ihsan sahibi oldukları düşünülen; üzerinde takva ve ihsan
alametlerinin (!) gözüktüğü öyle insanlar vardır ki, imanlarını zayi eden
inanış ve eylem içindedirler. Unutulmamalıdır takva ve ihsan nakıs bir
iman üzerine inşa edilemez. Bu alametler, iman ve İslâm'ı teyid edici
olmalı iman ve İslâm tarafından tekzip edici olmamalıdır. Kaldı ki iman ve
9
İslâm'a rağmen takva ve ihsan da olmaz. Nitekim bu tutum zaman
içerisinde iman mevhumunu anlamsız içi boş bir heyulaya; mürcie
inancına dönüştürmüştür. İrcaî düşüncenin vardığı modern algı da bu
zemindedir. Yapılanlar dîndarlık adına yapılmaktadır, oysa sonuç ihyaya
değil imhaya varmıştır. Ve hatta bu tür dîndarlık seremonilerine katılmayıp
tasvip etmeyenler kınanır, ehl-i sünnet dışılıkla itham edilirler. Yani
Sünnete ittibaya çağıranlar sünnet dışı ithamına maruz kalırlar. Çok
gariptir, Resulullah'a dahi sabiî diyorlardı. Hz. Ömer Müslüman olduğunda
ona da demişlerdi. Ne demek biliyor musunuz? "Dînden çıktı."
Suphanallah! Dîne çağırana dînden çıktı diyorlar. Şairin, "körler
memleketinde görmek, bir hastalık sayılır." mısraı ne kadar da tasvir
edicidir. Hâsılı o toplum dînsiz değildi, bir dîn üzereydi. İşte o dîn gelenek
dîniydi. Dînin kültürleşmesi tam da budur. Hangi dönemde hangi toplumda
yaşanırsa yaşansın fark etmez.
Toplumlar kendilerine, vahyedilenle tarihsel süreçte bir takım
ritüeller, seremoniler üretiyorlar. Toplumların bu seremoni ve
ritüelleri vahyedilen İslâm ile karşılaştırıldığında nasıl bir durumla
karşı karşıyayız?
Resulullah (as)'ın vefatından sonraki süreçte farklı kültürlerle karşılaşmalar
etkileşimi ve dolayısıyla değişim ve dönüşümü kaçınılmaz kılmıştır.
Toplumlar fevç fevç İslâm'a girdikleri gibi farkındalık dinamiğinin
zayıflamasıyla orantılı bir şekilde Müslüman toplum da başkalarından
etkilenmiştir. Müslümanların sahabe döneminden uzaklaştıkça Kur'ânî
peygamber kavrayışının zayıfladığı vakıadır. Peygambere sevginin O'na
itaat ile gösterileceği hakikati, O'nu, "kul-nebi" olarak görme gereği, yer
yer Ulûhiyet vasıflarına sahip efsanelerle dürülü mitolojik-peygamber
algısına dönüştü.
Bu algıyı besleyen ister peygamber sevgisi, isterse dîndarlık hamaseti
olsun fark etmez. Gelinen noktada inanılanlar, İslâm dışı kültürlerden
devşirme hurafeler yığınıdır. Kur'ân, indiği toplumun öncelikle tanrı
tasavvurunu düzeltiyor ve doğru bir Allah inancı inşa ediyor. Zamanla
tekrar tasavvurlara varıncaya dek bir bozulma söz konusu oluyor. Şu anki
durum da budur. Duygusal bir muhayyile efsanevî, esrarengiz tutum,
neredeyse beşerî hüviyetinden tecrit edilmiş adeta melekleştirilmiş bir
peygamber anlayışı söz konusudur. Bunun rivayet kültürüyle
desteklenmesi işin vahametini artırmıştır. Menkıbe, keramet ve faziletleri
anlatma adına oluşan peygamber inancı, beşerî özellikleri göz ardı edilen
beşer üstü kutsal bir varlık tasavvuruna dönüşmüştür.
10
Tarihsel ve kültürel birikime karşı dînin müdahalesi nedir?
Vahiy, ezber bozan bir mesajdır ve insanlığın gidişatına ilahî müdahaledir.
Her uyarı ile insanlık bir kez daha doğru Allah inancına ve dolayısıyla
doğru bir Peygamber tasavvuruna kavuşmuştur. Sahabe kuşağı cahilî tanrı
telakkisinden arınmış, vahiy, peygamber, melek, cin, hayat, kadın-erkek
hülasa dîn ve dîndarlık tasavvurları yeniden inşa edilmiştir.
Nitekim bütün peygamberlerin ortak mesajı, "Allah'tan başka İlah
olmadığına inanmak ve kulluğu sadece Allah'a has kılmaktır."
Evvelemirde İlahî mesaj ile dînin müdahalesi bu yönde olmuştur.
Somut bir kavram üzerinden gitmek istiyoruz; 'sivilleşme', 'sivil
toplum'. Peygamber Hılfu'l-fudul'a üyeydi ve bazı rivayetlere göre
elçilik geldikten sonra da 'üye olurdum' ikrarı var. Bugünkü şartlarda
'yardımlaşma', 'ezilenlerin hakkını koruma' gibi İslâmî hassasiyetler
'sivil toplum', 'insanî hak dernekleri' gibi bir pratiğe sarılmamızı
gerekli kıldı. Ne dersiniz, sizce bu İslâmî bir hissiyat ve hassasiyetin
aks-u lameli olarak değerlendirilemez mi?
Modern toplumların problemlerine yönelik olarak ortaya çıkan sorunlara
çözüm arayışları çoğu kez ya felsefî bir öneri ya da yeni bir teolojik
tanımlama üzerinden yapılmıştır. Geliştirilen teolojik tanımlamalar
kuşkusuz içine doğduğu konjonktür göz ardı edilerek değerlendirilemez.
Oluşan yaklaşımda kullanılan dînsel argümanların epistemik zemini iç
tutarlılık açısından önemlidir. Keza bu, çözüm önerilerinin oturduğu zemin
açısından aslî unsurdur. Ve yine bu açılımları, "ideal toplum önerileri"nden
hatta cari yönetimlerden ayrı düşünmek de olası değildir.
'Sivilleşme', 'sivil toplum' önerilerinin ne epistemik zemini ne
parametreleri ne de teoriden pratiğe giderken oluşan hareketi cihetiyle
İslâmî hissiyat ve hassasiyetle alakası vardır. Keza İslâm'ın bütüncül
yapısı, parçacı, pragmatik ve beşerî üretmelere şerh düşmeye müsait
değildir. Modern toplumların problemlerine dair çözüm önerilerinde
İslâm'dan da unsurların olması başka, bu unsurları taşıyan paradigmaların
'İslâmî' kabul edilmesi ve/veya oradan hareketle 'İslâmî olanın
oluşturulması' daha başkadır.
Müstakil olarak bu konuyu değerlendirdiğimiz bir çalışmada, mustaz'af,
hilfu'l-fudûl ve maslahat kavramlarını ıstılahî yönüyle ele almış modern bir
paradigma olarak Latin Amerika'da geliştirilen Kurtuluş Teolojisinin
11
İslâmîliği imkanı üzerinden değerlendirme yapmıştık. (Ramazan Yazçiçek,
"Kurtuluş Teolojisi'nden Hareketle 'İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi' İmkânı",
Tezkire, Ankara, s: 40, ’04, s. 68-91.)
Hilfu'l-Fudûl'a gelince öncelikle şu noktanın tespiti gereklidir: Esas
itibariyle Hilfu'l-Fudûl'un amacının İslâm'da sağlanmış olması itibariyle
İslâm'dan sonra Hilfu'l-Fudûl yoktur. Çünkü İslâm, bizatihi fazilettir; yani
çözümün özü; tümü itibariyle şerrin her çeşidini bertaraf etme imkânıdır.
Aslında Hilfu'l-Fudûl İslâmî yönelimlerin son dönemde gündeminden
düşmeyen bir yöntem arayışıdır. Bu arayışı tecdidi bir çaba olarak
önemsiyorum; ancak bunun, şer'î şerife rağmen, faydacılıkla sığınılacak bir
fetva olmadığının özellikle altını çiziyorum.
Hilfu'l-Fudûl'da esas amaç, hak ve adalet için erdemlilerle işbirliğidir.
Bunun öncülü, ittifak edilen konuda şer'î şerife muhalif bir durumun
olmamasıdır. Bu, amaç için her yolu meşru görmeme; amaç-araç uyumu
demektir. Kötünün kötüyü devirmesinden iyi doğmaz. Reddedilen kadar
yerine ikame edilen de önemlidir. Risâletten sonra belki fıkhı oluşmamış
günümüz ortamında bir yöntem olarak görülebilecek Hilfu'l-Fudûl'un
hümaniter her bir yaklaşımın sığınağı olmadığı bilinmelidir.
Hz. Peygamberin de iştirak ettiği "hilf" (anlaşma) mala, servete, güce karşı
koyuş gerekçeli değildir. Amaç, başkasının malına haksızca el koymaya,
zalimin kaba kuvvetle ve zulümle gasp ettiği malı hak sahibine iadesini
temin etmeye ve zalimin mazlumu ezmesine engel olmaktı. Nitekim malı
ilk alınarak iade edilenin Yemen'li bir tüccar olduğu gerçeği vurgumuzu
teyid etmektedir. Hilfu'l-Fudûl başı ve sonu hayır olan bir birlikteliktir. Bu
iç dinamik dikkatten uzak tutulmamalıdır. Müslümanlar kötülüğün izalesi
iyiliğin ikamesi noktasında faziletlilerle birlikte hareket edebilir. Hilfu'l-
Fudûl ile ilgili önemli bir nokta da zulme karşı Müslüman olmayanlarla
ortak bir çabanın içinde olunurken alternatif çözüm noktasında İslâm'ın
tercih ve tavrını ortaya koyabilmektir. Müslümanların reddetmekle
emroldukları halde yanlışın meşruiyetine sebep olabilecek birlikteliklerden
kaçınmaları gerekir; keza böyle bir ilişki ıstılahî olarak Hilfu'l-Fudûl'u
karşılamaz. Nitekim konuya maslahat açısından baktığımızda da
kanaatimizi karşılayacak yeterince delil vardır:
İslâm hukukçuları maslahatın muteber olduğunu ittifakla kabul eder.
Onlara göre nefsî arzunun mahsulü olmayan ve nass'lara aykırı düşmeyen
maslahatla amel etmek gerekir. Aynı zamanda maslahatın şer'î bir delile
aykırı olmaması, kat'î ve küllî (umûmî) olması da şart koşulmuştur. İslâm
12
hukukçuları, bilgi elde etmenin ilk yolunun haber-i sâdık olduğunu
söylemektedirler. Keza Allahü Teâlâ'nın emirleri maslahat'ı kavramamızda
ilk yoldur. O'nun nehiyleri de mefsedet'i gösterir. Gazalî: "Maslahattan
maksat, şer'î şerifin gayelerini korumak ve gerçekleştirmektir" der. İlâhî
teklife muhatap olan her insan, emrin en yüksek derecesi olan 'tevhid
akidesini' muhafaza etmek, en şiddetli nehiy olan 'tağut'a kulluktan' da
kaçınmak durumundadır. Zira küfür, mefsedet hükmündedir. Mefsedetin
izalesi imkân olduğunda her Müslümanın üzerine vaciptir. Tağutî güçlerle
savaşmak maslahatın en üst derecesidir. İbn-i Abidîn: "Dînin muhafazası,
maslahatların en üstünüdür" hükmünü zikreder." Demek maslahat, keyfi
olarak arzu ve heveslerle belirlenemez. "Eğer hak, onların kötü arzu ve
isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur
giderdi" (Mü’minun, 23/ 71).
İslâm, tarih boyunca sosyal yaşama müdahale etmeyi hedeflemiştir.
Günümüzde yeni tehlike, "Lâ İlâhe İllâllah"ın profan veya metafizik
yönelimlere eklemlenmesindedir. Bu sebeple İslâm, beşerî paradigmalara
eklemlenmeden kendi inanç ve yöntem gerçekliği içerisinde
sahiplenilmelidir. Sosyal-siyasal hayata müdahaleyi imanın zorunlu gereği
gören İslâm, her sapmada vahye rücû edişi telkin eder. Bu ahenk ve
bütünlük, İslâm'ın bütüncül özelliğindendir.
Anadolu'nun İslâmlaşmasında(!) tasavvufî düşünce üzerine tarikatlar
bina ediliyor. Yani, yeniden bir yapılanma süreci… Türk dînî kimliği
şekilleniyor… Bu sürecin, 'Anadolu'nun İslâmlaşması' bağlamında
kısa bir tahlilini nasıl yapabiliriz?
Hz. Ömer dönemine geri dönmek istiyorum. Askerî yönden mağlup edilen
Fars ülkesi kültürel yönden mağlup edilememişti. Zerdüşt dîninin ve
Yunan felsefesine alternatif olan Cundişapur Okulu birikimine sahip Fars
kültürünün olanca cürufu Müslüman topluma inanç umdeleri diye
aktarılmıştı. Bu zeminde ihtida edenlerden kendilerini İslâm'a değil İslâm'ı
kendilerine uyduranlar vardı. Hak dîne değil galip dîne teslim olanların
faturası ağır, şekli, ismi değişip özü değişmeyenlerin geleneksel dîn
anlayışının oluşumunda etkileri büyük olmuştu.
Yahudiler gibi kendilerinin dünyanın efendileri olarak yaratıldıkları
düşünen Farisîlerin Araplarla mukayeseyi dahi içlerine sindirmezken, ezici
bir savaşla onların egemenlikleri altına girmeyi kolay kabullenecekleri
durum değildi. Ve öyle de oldu. Bu kez İslâm'ı kendilerine benzetmeyi
politika haline getirdiler.
13
Emevîlerin zulmüne karşı oluşan her türlü tepki, niteliğine bakılmaksızın
karşı cephede yer almakta gecikmemişti. Bu cephe, Şu'ûbiyye akımıdır.
Heterodoks (cemaat dışı) akımlar için uygun siyasal bir zemin temelinin
daha ilk dönemde Şu'ûbiyye ile atıldığı kanaatindeyiz. Türk heterodoks dîn
anlayışı da bunun dışında değildir. Ümeyyecilik muhalifliği, İran, Hint,
Orta Asya İslâm öncesi dînlerinin farklı formlarda ve fakat kitabî olan
dışında devamlılığını sağlama fırsatını doğurmuştu.
Bu hareket zamanla Şu'ûbiyye'nin de ötesine geçmiş, İslâm dışı unsurların
farklı isim ve ekoller olarak yapılanma ve devamını sağlamıştı. Sonraki
dönemlerde oluşan senkretik ve heterodoks zümrelerin oluşmasının fırsatı
daha o dönemde Şu'ûbiyye hareketiyle yakalanmıştır. Çakışan meşruiyet
talepleri sınır tanımamış, geçmiş kavimlerin sapmaları benzeri bozulmalar
İslâm toplumunda da meydana gelmiştir. Sosyal ve siyasal bir zemine
oturan bu sapmaların önemli bir kısmı zamanla akideye taşınmış ve
maalesef ihtilaf alanları genişlemiştir.
Türk toplumunun İslâm anlayışı, bu anlayışın tarihsel kökleri ve teşekkülü
sürecinde kendisiyle temasa geçilen toplumlar hakkında doğru bilgilenmek
gerekir. Bunu elde etmenin bizce iki yolu vardır: Bunlardan ilki, Türklerin
İslâm'la tanışma serüvenini incelemek ve süreci doğru okumak iken bir
diğeri, günümüz Türk dîn anlayışını Kur'an ile test etmek ve ortaya çıkan
farklılıkları tespit etmektir. Şu noktanın öncelikle vurgulanmasında fayda
mülahaza ediyorum: Aslında her bir etnik, bölgesel veya sosyal gurubun
İslâm anlayışı hakkında doğru kanaate varmanın yolu bu değerlendirme
yöntemini uygulamaktır.
Hiçbir tasavvuf cereyanı İslâmiyet'in beşiği olan Arabistan'da doğmamış
ve yerleşip gelişmemiştir. Bu tespit tasavvufun yapısı itibariyle İslâmiyet'i
eski kültürleri dâhilinde algılayan Mevâlî orta tabakasının kitabî ve nasçı
İslâm anlayışını temsil eden hâkim Arap Müslüman sınıfına karşı
geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olmasının açık bir delilidir (Bkz.:
Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderîler, TTKY, Ankara 1999). Türkler
İslâmiyet'i büyük ölçüde tasavvuf kanalıyla almışlardır. Bunun da esas
itibariyle kitabî bir İslâm anlayışına muhalif mistik hareket olduğu tekrarla
zikre değerdir. Binaenaleyh bu anlayış doğru okunmadığı sürece günümüz
varislerinin ellerinde bulunan bakiyenin niteliği doğru anlaşılamayacaktır.
Sonlara yaklaşıyorken şunu sormak istiyoruz; hem toplumsal hem de
dîn anlamında Osmanlı'nın kozmopolit yapısı, uzlaştırmayı hedefleyen
bir taraftan da yeni dînî argümanlar, seremoniler üreten bir yapı.
14
Osmanlı'da, 'İslâm'ın kültürel havzası'nın oluşumuna dair neler
söyleyebiliriz?
Anadolu'daki bugünkü İslâm ahalisinin dînî hayatını doğru anlamak için
Türkmenlerden mürekkep kavmî unsurların Anadolu'ya nasıl, hangi
mahiyette ve hangi itikâta sahip olarak geldiklerini bilmek zorunluluğu
vardır. Bu anlamda İslâm Medeniyeti dairesine girmiş olan
Maverâünnehir ve İran sahalarına gelmeden önce Oğuz Türkmenlerinin
hangi dîn ve an'anelere sahip olduklarını bilmekte fayda vardır. Şurası
muhakkaktır ki, hariçten gelme itikat sistemlerinin kuvvetine rağmen yeni
İslâmî şekiller altında Türkmenlerin eski an'anelerinin sonradan kabul
ettikleri dînlerden daha etkin olduğu ortadadır. Türkmenler, İslâmî şekiller
altında eski kavmî an'anelerinin izlerini takip ediyorlardı. Örneğin halk
velîleri olan 'Türkmen Babaları'nda eski 'Türk Kam-Ozan'larının
İslâmlaşmış şeklini görmekteyiz.
Tarihte bir çok kez yaşanan saltanat kavgası, Türk kültürü müdavimleri ile
İran kültürü temsilcileri arasında ve fakat tasavvuf ortak paydasında
yapılmıştır. Bu kavgada dîn adına ileri sürülen görüşler çoğu kez muharref
inanışlara dayanan görüşlerdir (Yazçiçek, Türk Müslümanlığı). Osmanlı'da,
'kozmopolit yapı' tasvirinizi teyid eder şekilde kitabî bir inanç üzere
olanların yanında, tasavvufî ve an'anevî kodların sosyal hayatının ve dîn
anlayışının kılcallarına değin sirayet ettiği zümreleri görmek de
mümkündür.
Belli zamanlarda yapılan, tekrarlanan törenler dîne/ kutsala yönelişin
bir göstergesi midir?
Kültür dîndarlığının artması ve gösterişçi dîndarlık, dîne yönelişin
göstergesi olamaz. İçi boşaltılan kavramlar üzerinden dîndarlık tanımı
yanıltıcıdır. Bu, tabir caizse 'dırar' gibi bir durumdur. İman-küfr
mücadelesinde özellikle şu nokta göz ardı edilmemelidir: Allah'ın arzının
hemen her yerinde olduğu gibi, üzerinde yaşadığımız coğrafyada da İslâmî
düşünceye yöneliş hızlanmış, şeklen de olsa artık İslâmî söylem ve
motiflerin yer yer daha bir ağırlık kazandığı görülmektedir. Bir zamanlar
söylenilen, "Biz Kur'ân'ı anlayamayız" v.s. sözlerinin yerini, şimdilerde,
"Kur'ân'daki İslâm", "Kur'ân İslâm'ı", "Kur'ân ve Sünnet ölçüdür" gibi
ifadeler almıştır. Kur'ân vurgusunun ön plana çıktığı bu aşama, kuşkusuz
sevindirici, düne göre önemli ve de olumlu bir evrilmedir. Ancak burada,
"Kur'ân ölçüdür" denildiği halde, fırka, indî görüş ile Kur'ân'a gelindiği
gibi yine saptıran elebaşlarla arınmadan Kur'ân'dan çıkılıyorsa, o zaman,
15
"Kur'ân ölçüdür" söylenmesinin faydadan öte zararı olacaktır. İşte dırar
tasvirimiz bundan ötürüdür. Zira Kur'ân'a dönüş ne kadar gerekli ve de
değerli ise Kur'ân'a yönelişten ne anlaşıldığı da bir o kadar önemlidir.
Keza, "Kur'ân'daki İslâm"dan kitleleri şeytanizme râm etme, âyetlere batınî
manalar verenleri kutsama, Allah'a ağız dolusu küfreden mistik hezeyanları
"hak ve aşk şehidi" ilan etme, reddetmekle emrolunan tağutu tasdik ve
tasvip etme anlaşılıyorsa şayet, öncelikle bu inanç, Kur'ân'ın öngördüğü
inanç değildir.
Bid'at ve hurafelerin dîn diye yaşandığı günümüzde, "Kur'ân" vurgusu
olumlu karşılık bulmuştur. Zaten olması gereken de "Kur'ân"ın esas
alınmasıdır. Her müslümanın talep ve çabası bu noktada yoğunlaşmalıdır.
Toplumun kokuşmuş dîn algılayışı, bid'at ve hurafelerle dürülü dîn
telakkisi, doğruları Kur'ânî olan bu söylemin ilgi ile izlenmesine sebep
olmuştur. Ancak "Kur'ân" vurgusu, insana, Allah'tan başka edinilen
ilâhların, rableştirilen şahısların reddîni, tağutun bütün çeşitleriyle inkarını
ve de fitne kalmayıncaya; dîn bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar Allah
yolunda mücadeleyi emretmektedir. Burada, birileri "geleneksel dîn
anlayışı"nın reddi ile elde ettikleri primi, şeytanizme, profan sistemlere
meşruiyet tanımakta kullanmaktadırlar. Oysa kof kültür dîninin iflası,
Kur'ân'ın bütün boyutlarıyla hayata ikamesini zorunlu kılmaktadır. Haklı
bir noktadan hareket, varılan yanlış noktayı meşrulaştırmaz. Çıkış
noktasının doğruluğu, alternatif çözümün de doğruluğuyla bir anlam ifade
eder. Neticede Kur'ân'a yöneliş bize Kur'ân dışı hezeyanları; batınî, hurufî
yaklaşımları tereddütsüz reddetmeyi emreder.
Kutsala yönelişin gerçekçi göstergesi nedir?
Günümüz insanının tasavvuru büyük ölçüde modern aklın tahrifatına uğramıştır.
Bakın "kutsal" diyorsunuz. Sizi kınamıyorum! Ancak "kutsal"ın nemenem bir
şey olduğunu bilmiyorum(!) Kutsalın, dîn ve hele ed-dîn olmadığını ise
biliyorum. Ve hatta kutsal'ın, hayat tarzı ve Allah nezdinde kabul olunacak tek
hak dîn olan İslâm demek olmadığını ise çok iyi biliyorum. Maalesef bu sıkıntı
çoğumuzun lisanına sirayet etmiştir. Etik diyoruz ahlak yerine. Aşkın diyoruz
Allah yerine. Kuşkusuz kutsal, etik, aşkın gibi modern terminolojinin (!)
kullanılacağı kendi anlam dünyaları vardır. Ancak bu İslâmî ıstılahlara (!)
mukabil değildir. Kavramların aslî mecrasına rücû ettirilmesi lazım. Bu sebepten
tahrip olmuş tasavvurlar, yeniden ve her an vahyin inşasına muhtaçtır diyorum.
Keza doğru bir tedaviye ancak tasavvurdan başlayan isabetli bir süreçle
varılabilir.
16
Kur'ân'da dine yönelişin nasıl olacağı bildirildiği gibi nasıl olmayacağı da
bildirilmektedir. Allah, münafıkların imanını yalanlamakta, "İnanacaksanız
müslümanlar gibi inanın" (Bkz.: Bakara, 2/13.) diye buyurmaktadır."Nitekim
biz, (Kur'an'ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur'an'ı bölüp
ayıranlardır. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı
sorguya çekeceğiz. Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir!"
(Hicr, 15/90-94.) Kur'ân, Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık kılınmış, öğüt
almak için kolaylaştırılmıştır. (Kamer, 54/17, 22, 32, 40; Duhan, 44/2; En'am,
6/98, 114, 157; Yusuf, 12/1; Şuara, 26/2; Nur, 24/1, 34, 46.) O, en doğruya
ileten, rehber, yol gösterici (Casiye, 45/11; Bakara, 2/2; İsra, 17/9.) zikirdir. O,
diri olanların uyarılması (Yasin, 36/70; Bkz.: 27/80; 30/52; 35/22.) için
gönderilmiştir. Kur'ân'ın rehber oluşu her ihtilafta yol göstericiliğidir.
Müslümanın bir anı dahi Kur'ân'dan kopuk olamaz. Kur'ân dışı beslenenler
problemlerinin çözüm kaynağını başka zeminlerde ararlar. İman edenler
ise,"İleride ondan sorumlu tutulacaksınız." (Zuhruf, 43/44.) diye işaret edilen
kitapta çözümü ararlar. Dolayısıyla Allah'a yönelişin gerçekçi göstergesi, gereği
üzere bir hayattır.
Sözlerimi izninizle şu noktayı hatırlatarak tamamlamak istiyorum: Madem, dîni
hayat; hayatı da dîn kılmak gerekiyor, o halde dünyanın geçici metaına
aldanılmamalı ebedi âlemin gereği unutmamalıdır. Gelenek dîndarlığından,
kültür dîndarlığından vahiy Müslümanlığına niyet etmeliyiz. Bir de burada
kültürü daha ziyade gelenek yönüyle konuştuk. Modernitenin diğer cehennem
olduğu da unutulmamalıdır. Bu tarafta da modern mitoslar çağdaş hurafeler,
dînleştirilen ideolojiler var. Bilimin dînleştirilmesi, aklın dînleştirilmesi tehlikesi
vardır. Bid'at ve hurafe derken aklımıza ilk gelen kabir putçuluğu, nazar
boncuğu, ağaçlara çaput bağlamadır. Artık taştan, ağaçtan put yapılmadığı
izahtan varestedir. Günümüzde insandan, düşüncelerden, ideolojilerden putlar
vardır. Nice yüzleri kâbeye dönük olanlar var ki, maalesef kalplerinin kâbeleri
farklı farklıdır. Daha az tehlikeli olmayan bu husus unutulmamalıdır. Salt
geleneği hedef tahtasına oturturken dînin moderleşmesi veya modern taleplerin
dînleşmesi göz ardı edilmemelidir.
Netice itibariyle, Kur'ân'ı uyan olmaktan çıkartır, hayat tarzımızda ona uyar onu,
uyulan kılarsak o zaman "Kur'ân müslümanı" oluruz. "İman edenlerin Allah'ı
anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha
gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı." (Hadîd, 57/16.)
Dînin kültürleşmesinin bariyeri, dînin Allah'a has kılınmasıdır. Kültür
İslâm'ından vahiy İslâm'ına geçişin yolu da hakikatin ta kendisi olan Kur'ân'a
yönelmedir.