sabahanin all asım bezirci - turuz · 2018. 12. 10. · sabahattin ali 25 Şubat 1907'de...
TRANSCRIPT
Sabahanin All Asım Bezirci
Doga Basın Yayın Tic. Ltd. Şti. Dagıtım Ticaret Limited Şirketi Tarlabaşı Bulvan Kamerharun Malı. Alhatun Sk. Emek Apt. No: 2511 Beyoglu 1 İstanbul Tel: 0212 361 09 07 (pbx) Faks: 0212 361 09 04 web: www.evrenselbasim.com e.posta: bilgi®evrenselbasim.com
Evrensel Basım Yayın-22
SABAHATTIN ALl
-yaşamı, kişiligi, sanatı, hikayeleri, romanları-
Asım Bezİrcİ
Genel Kapak Tasarım Savaş Çekiç
Kapak Uygulama Bahar Eroglu, Fırat Çaralan
Birinci Basım: Agustos 1997 İkinci Basım: Şubat 2007
ISBN 975-7837-63-6
©Evrensel Basım Yayın, 1994
Baskı Ezgi Matbaası (Emıntaş Kazımdinçal Sit. No: 81/229 Davutpaşa-Topkapı 0212 501 93 75)
Sabahanin Ali yaşamı, kişiliği, sanatı, hlkaveıerı, romanıarı
As1m Bezirci
evrensel kültür kitaplığı
ASlM BEZİRCİ Asım Bezirci 1927'de Erzincan'da doğdu. İlkokulu Erzincan'da, orta ve liseyi parasız yatılı olarak Erzurum'da okudu. 1950'de istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Aynı yıl Gerçek gazetesinde yazarlığa başladı. Gazetede fıkraların yanı sıra çeviriler ve edebiyat üstüne denemeler yayımladı. Fikret Anel takma adıyla 1955'te Forum ve 1956'da Yeni Ufuklar dergisinde birkaç eleştirisi basıldı. 1957'de Ankara'da yedek subaylığını yaparken Halis Acan takma adıyla Seçilmiş Hikayeler dergisi ile Pazar Postası gazetesinde sürekli yazmaya koyuldu. 1960'tan sonra asıl adıyla birçok dergide göründü. Nurullah Ataç'ın özneVizlenimsel eleştiri anlayışına karşı nesnel/bilimsel eleştiri çığırının açılmasına, yerleşip gelişmesine uğraştı. Ayrıca, edebiyatımızın değişik dönemlerini, sorunlarını, olaylarını, şair ve yazarlarını ele alan deneme, eleştiri, araştırma, inceleme örnekleri verdi. Tevfık Fikret'in, Ahmet Haşim'in Nazım Hikmet'in, Cahit Sıtkı Tarancı'nın, İlhami Bekir'in, Sabahattin Ali'nin, Orhan Veli'nin "bütün şiirleri"ni derleyip hasıma hazırladı. l963'te Otağ dergisinin, l968'de Yeni Dergi'nin okurlarınca yaşayan eleştirmenlerin en beğenileni seçildi. "Rıfat Ilgaz", adlı monografısiyle 1989 Ferit Oğuz BayırKültür ve Sanat Ödülü'nü kazandı. 1954'ten Sivas'ta yakılarak katiedildiği 2 Temmuz 1993'e kadar yazdığı, çevirdiği, derleyip düzenlediği kitaplannın sayısı 70'i aşmıştır.
TEŞEKKÜR
Bu incelerneyi hazırlarken Sabahattin �li'nin ailesinden, arkadaşlanndan, tanıdıklanndan ve hemşehrilerinden bazı kişiler verdikleri sözlü ve yazılı bilgilerle bana değerli yardımlarda bulundular. Bunlar arasında özellikle Sayın Aliye Ali, Filiz Ali, Ünsal Akpak, Talip Apaydın, Azarnet Arsever, İsmail Hakkı Balamir, Pertev Naili Boratav, Hasan İzzettin Dinamo, Nacj Erçevik, Mustafa Göksu, Orhan Şaik Gökyay, Rıfat Ilgaz, Cevdet Kudret, Muvaffak Şeref, Mustafa Niyazi, Nahit Hanım (Fırath), Yaşar Nabi Nayır, Rasih Nuri İleri, Aziz Nesin, Naşim Nezihi Okay, Mehmet Özgüçlü, Mehmet Faruk Toprak'ın adlannı anmayı ve kendilerine teşekkür etmeyi borç bilirim.
asım bezirci
ASlM BEZiRCi' NiN BÜTÜN ESERLERiNi YAYINLARKEN ...
Edebiyat tarihçisi, eleştinnen, çevinnen ve yazar Asım Bezirci, yetmişi aşkın kitaba imza atmıştır. Bir kannca çalışkanlığı ile ve ince bir sabırla ortaya çıkardığı eserler, devrimci kültür dünyarmza yapılmış büyük katkının ifadesidir. Ancak onun katkısını, eserleriyle sınırlı görmek yanılgı olur. Bezirci, eserleri ve çevirilerinin yanı sıra, büyük bir emek vererek başta Nazım Hikmet olmak üzere, birçok önemli şair ve edebiyatçının eserlerini derleyip basırna hazırlamıştır. Bezirci 'nin imza attığı eserler, sahip olduklan zengin içerikleriyle olduğu kadar, Bezirci'nin savunduğu ve geliştinneye çalıştığı araştırma ve eleştiri yönteminin uygulanmasının örnekleri olmalan bakımından da dikkatle değerlendirilecek niteliktedir.
Bezirci'nin katkısını, araştırma ve eleştiri yöntemini kitlelere tanıtmayı devrimci bir kültür görevi olarak benimseyen Evrensel Basım Yayın, Asım Bezirci 'nin çeviri ve telif bütün eserlerini yayınlıyor.
EVRENSEL BASlM YAYlN'DA YAYlNLANANLAR Eserleri
Orhan Kemal (1977,4. basım 1994) Bilimden Yana (1963, 4. basım 1995) Sosyalizme Do�ru (1975, 3. basım 1996) Orhan Veli (1967, 9. basım 1995) Pir Sultan (1986, 4. basım 1 995) NAzım Hikmet (1975, 4. basım 1996) İkinci Yeni Olayı (1974, 4. basım 1996) Halkımızın Diliyle Barış (1986, 3. basım 1996) Seçme Hikayeler ( 1981, 4. Basım 1 997) Seçme Romanlar ( 1973, 5. Basım 1 997) Sabahattin Ali (197 4)
Çevirileri Felsefe, Bilim ve Din, M. Cachin·R. Maublanc ( 1 992) Diderot, Andre Cresson (1994) Halkın Ekme�i (A. Kadir'le birlikte, 1 995)
6
YAŞAMI
KA YAN BİR YILDIZ GİBİ
ANA-BABA Sabahattin Ali 25 Şubat 1907'de (Rumi 12 Şubat 1323) Bulgaris
tan'da, Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere (şimdiki adıyla Ardino) ilçesinde doğdu.
Ayvalık nüfus kütüğüne kayıtlı olan Sabahattin Ali'nin soyadı "Alı"dır.O>
Babası piyade yüzbaşısı Cihangirli Ali Salahattin, annesi Hüsniye'dir.
Ali Salahattİn 1876'da İstanbul'da doğmuştur. Bahriye alay emini Oflu Salih'in oğludur. Annesi Çerkes soyundan Kafkasya asıllı Saniye'dir. Harbiye'yi bitirince, 1903'te piyade subayı olarak Kütahya'ya, ardından Rumeli'nde Eğridere'ye atanır. 1906'da, otuz yaşında iken, Gümülcine'deki subay arkadaşlanndan Mehmet Ali'nin on dört yaşındaki kızı Hüsniye ile evlenir. 1907'de ilk çocuğu dünyaya gelir. Adını Sabahattin koyar. Çünkü bu ad, dostu Prens Sabahattin'in de adıdır. İkinci oğluna da şair Pikret'in adını verir. Bundan anlaşılacağı gibi, Ali Salahattİn edebiyatı seven özgür düşünüşlü bir kişidir. Nitekim, Jön Türkleri tutarmış, o günün deyimiyle "Hürriyetçi" imiş. Tevfik Pikret'le arkadaşmış, şiirlerini coşkuyla okunnuş. "Sis"i ezbere bilirrniş. Serveti Pünun, Şahbal, içtihad dergilerini izlenniş. Duygulu, alıngan, ince bir adammış. Mandolin ve flüt çalarmış. Eriere çok iyi davranırmış, ama askerlikle başı hoş değilmiş. Sabahattin birkaç aylıkken, Salahattİn Bey 1908'de Edirne'ye yollanmış. Daha sonra Balkan ve Trablusgarp savaşO) Fakat Sabahattin Ali, bunun yerine babasının adı olan "Ali"yi kullanır. Üstelik, "Ali"yi "Ali" diye yazanlara da kızar. Kızı Filiz'in açıkladığına göre, babasının anası ve kardeşleri "Şen yuva" soyadını almışlar, fakat Sabahanin Ali sonradan bu soyadını sildimıiş. "Ali"yi soyadı almak istemiş. Nüfustaki memurun, özadın soyadı olamayacağını bil�irnıesi üzerine, "Ali" yerine "Alı"yı seçmiş, ama hiç kullanmaıruş. (Bak:Filiz Ali-AtillA Özkınmlı, Sabahattin Ali, 1 986, S. 59-60).
9
ları ile Arnavutluk isyanında bulunmuş. Balkan Savaşı (1911-1912) sırasında yaralanmış, ordudan istifa etmiş. Gelip Edremit' e yerleşmiş. Müslüman Mahallesi'nde (şimdiki adıyla Bayram Yeri'nde) ufak bir bakkal dükkanı açmış. 1914 Birinci Dünya Savaşı başlayınca yeniden askere alınmış. Bir süre Divan-ı Harb-i Örfiye reisi olmuş. Ardından Çanakkale'ye gönderilmiş. Orada şube reisliği yapmış. 1918'de emekliye aynlmış ...
Sabahattin Ali'nin annesi Hüsniye Hanım Edremit nüfus kütüğüne kayıtlıdır. Alaydan yetişme mülazım (teğmen) Mehmet Ali'nin kızıdır. Mehmet Ali'nin babası Yenice ilçesinin Avunya (Pazarköy) bucağından ve Kazdağı Yörüklerinden Dağlı Mehmet'tir, annesi Gönen'in Yortan (Bostancı) köyünden Hacı Mehmet'in kızı Asiye'dir. Hacı Mehmet, Gönen müftülüğü de yapmış, karısına Arap Asiye de denirmiş. Hüsniye Hanım'ın annesi ise soyadı Haktanır olan Hatice Hanım'dır, Bulgaristan'ın Lofça ilinin Borma ilçesinden Türkiye'ye gelmiştir.<ıı
Hüsniye Hanım ilkokulu bitirmiş. Roman okumayı severmiş. Biraz da hafızlığı varmış. Oldukça güzel bir kadınmış. Süse, giyim kuşama düşkünmüş. Aynca, soyundan gelme histeri rahatsızlığı varmış. Melankoliye yatkınmış. Bu yüzden kocasıyla sık sık atışırmış. İkide bir intihara kalkışırmış. Birkaç kez hastanede tedavi görmüş. Oğullarından Fikret'i çok sever, şımartır, Sabahattin' e ise pek yüz vermezmiş. 1969'da, eşinden 43 yıl sonra ölmüş ...
ÇOCUKLUK
Sabahattin Ali yedi yaşına basınca, önce İstanbul'da Üsküdar'da Doğancılar'daki Füyuzat-ı Osmaniye Mektebi'ne gönderildi. Sonra, ailesi Çanakkale'ye gidince, oradan Çanakkale İptidat Mektebi'ne girdi. Fakat Birinci Dünya Savaşı yüzünden okul öğretmensiz kalarak kapandı. Neyse ki, babasının çabası ve öbür subayların da yardımıyla yeniden açıldı. Böylece, Sabahattin Ali öğrenimini sürdürebildL Türkçe dersini Salahattİn Bey veriyordu.
Savaş boyunca Çanakkale'de geçirdiği korkulu günleri Sabahattin Ali, 1928 Ağustosu'nda yazıp, arkadaşı Mehpare Taşduman'a gönderdiği anı defterinde şöyle anlatır:
(2) M. Reşit Ertüzün, Sabahattin Ali Olayının Gerçegi, 1 985, S. 46
lO
"Burada dört sene kaldık. Düşman hemen her zaman şehri bombardıman ediyordu ve biz bu esnada bin korku ile civar köylere kaçıyor, on gün kadar kaldıktan sonra, bombardıman biraz sükunet buluyor, biz de dönüyorduk. Bazen yalımızda otururken karşımızda duran gemilere bombardıman başlıyor, vapurlar kaçmak istederken etraflarına düşen mermiler beyaz birer minare gibi su sütunları yükseltiyordu. Bazen bu merrnilerden biri vapura gelir, o zaman canını kurtarmak için çırpınan, eline geçen şeylere sarılan bir insan kalabalığı suların üstünde görülürdü. Bazı geceler halkona çıktığımız zaman karşı sahilden top, el bombası, mitralyöz, tüfek sesleri, garip uğultular gecenin sessizliği içinde kulaklanmıza getirdi. Bazen zırhlılar şehire iki üç ( ... ) kadar sokulurlar, o zaman herkesi bir heyecan, bir tel§ş sarar, yaylı arabaları dört nala koşan beygirlerle zabit ailelerini şehirden kaçınr, istihkfunlar birer yumruk gibi uzanan toplarıyla bu siyah ölüm şehirlerini boğazdan içeri koymamak, İstanbul'a salıvermemek için çalışırdı. Bazen mehtaplı gecelerde rahat yatağımızda uyurken meş'um bir uğultu veya kulakları parçalayan bir tarraka ile uyanırdık. Tayyareler gelmiş ve bomba atmaya başlamıştı. O zam� biz çıplak vücutlarımıza giyebiirliğimiz şeylerle şehrin dışındaki babçelere kaçar, asker hattaniyeterine sarınarak kardeşirole bekler dururduk."<3l
Salahattİn Bey, ailesini 1918 sonlarına doğru Çanakkale' den İzmir' e götürür: "Dört sene sonra babam istifa ederek aynidığı zaman, annem de zaten büyükbabası tarafından irsen mahmut olduğundan histeri başlamış, babama kalp hastalığı gelmiş, erkek kardeşimin dili kekeme olmuştu. İçlerinde en sağlam bendim. Babam elindeki bir miktar para ile İzmir'e geldi. İş yapmak istedi. Bir tiyatro isticar etti. Karşıyaka'da gazino işletti. Hülasa işleri iyice idi. Fakat Yunan'ın gelmesi hepsini altüst etti ve hepimiz on parasız olarak Edremit' e, annemin babasının ve annesinin yanına geldik. Burada da Yunan vardı ve babamın tekaüt maaşları bile çıkmıyordu. ( ... )Bu esnada annemin Çanakkale'de başlayan histesirisi gayr-ı kabil-i tahammül bir hal aldı. Zaten İzmir'de bir kere bileklerini kesmek, bir kere de Edremit' e gelirken denize atlamak üzere yaptığı intihar teşebbüsleri burada da tekerrür etmişti. Her akşam yorgun argın eve gelen babamla muhakkak bir bahane bularak bir kavga çıkarı-
(3) Bak: Asım Bezirci, "Sabahattiıı Ali '11i11 Çocukluk Am/arı", Gelecek dergisi, ı. ı O. ı 97 ı
ll
yor, o adama yediğini içtiğini zehir ediyordu. Her akşam muhakkak bir şey tuttururdu. Ya annesiyle babasıyla yahut da kocasıyla yani babamla bir gürültü çıkarmazsa yüreği rahat etmiyordu. Belki bunlar hastalıktandı, fakat yüzde daksanı da aldığı terbiyenin noksanlığındandı. Evvelce İstanbul'da, filan babam kendisini ailesiyle çok görüştürrnüyor, kendi büyüdüğü aristokrat muhitte bulunduruyordu. O zamanlar annem civarına uymak mecburiyetindeydi, fakat burada, bu adi ve popüler muhitte bütün basitliği, aleHideliği, hatta görgüsüzlüğü ile açılmıştı. Zaten hastalığı da babama karşı ( ... ) şeklinde tecelli ediyordu. Bir zamanlar 'sen benim hem kocam, hem babamsın' ( ... )çünkü babam annemden on altı yaş kadar büyüktü. Zavallı adamın her şeyine, ailesine dil uzatıyordu. Müddet-i ömründe kimseden ağır bir söz bile duymaya alışmamış bir adam olan babam bütün bunlara sırf bizim için, çocukları için tahammül etmekte idi. Bu esnada bir de kız kardeşim dünyaya geldi. para yoktu. Kamımızı doyurabiirnek için çalışmak lazımdı. Babam da Çanakkale'de iken bizim emir erimiz olan bir Edremitli dükkancıdan otuz liralık kadar eşya aldı, tabii veresiye olarak. Bunlar çorap, mendil, fanila, makara, kuka iplik gibi tuhafiye şeyleri idi. Kurban Bayramı yaklaşıyordu. Babam çarşı yerinde bir sergi açtı, orada bunları satmaya başladı. Bayramdan sonra elinde birkaç kuruş parası vardı, tekrar başladı. Bu sefer ben de boynuma bir işporta taktım, içerisini öteberi doldurdum. Bizim iyi günlerimizi bilen Türklere görünmemek için bunları Rum mahallelerinde 'makaradis kovarikos' diye satmaya başladım. Akşamları babam benim boynurndan işportayı çıkarır, yaşaran gözlerini göstermernek isteyerek yanaklarımdan öper ve hesap görürdü. Bir müddet sonra bir dükkan açtı. Fakat geçinebilmek için yine Edremit'in civarındaki kasabalara gitmek, oralarda sergi açmak icap ediyordu. ( ... )Bu esnada ben iptidaiyi bitirdim."
Beyaz teni, ela gözleri ve dalgalı saçlarıyla Sabahattin Ali güzel bir çocuktu. Evinin bulunduğu Müslüman Mahallesi'ndeki komşulan ona "Sabah Yıldızı" adını takrruşlardı. Sokakta çok dolaşmaz, çocukIann oyunlanna pek kanşmazdı. Çekingendi. Şerif Ağa'nın oğlu Ali (Demirel) ile arkadaşlık ederdi. Ali bir konuşmasında o günleri şöyle anlatıyor:
"Sabahattin çocukluk arkadaşımdı. Mahallede ve okulda her zaman
1 2
birlikte olmamız sebebiyle samimiyetimiz çoktu. Kendisinden iki yaş küçük olmama rağmen, vücutça ondan daha iri bir yapıya sahip olmam sebebiyle, bana bir ağabey gözüyle bakardı. Ben de onu mahalledeki ve okuldaki arkadaşların kötü, rahatsız edici davranışlarından korurdum. Gerek okulda. gerek mahallede arkadaşlarla oynadığımız oyunlara hiç katılmazdı. Ya bizi kıyıdan izler, ya da eve girip kitap okur, resim yapardı. Bazen de bana, mahalle oyunlarımızda kullandığımız tahtadan ok, yay gibi oyuncaklar yapardı. Aramıza sokulmadığı için öbür arkadaşlar onu dövmekle tehdit ederlerdi. Bu gibi durumlarda iri yapıma güvenerek onu korurdum. O da, buna karşılık ya bana oyuncaklar yapar ya da derslerime yardım ederdi. Okulun en çalışkan öğrencisi o idi.( ... ) Güzel, yakışıklı ve sessiz bir çocuktu. Bu özelliklerinden dolayı, bir gün arkadaşlanmızdan Şakir' in saldınsına uğradı. Ve bir tesadüf eseri, olayı görmem ve müdahale etmem bu saldırıyı sonuçsuz bıraktı."<4>
Annesi sinirli bir kadındı. Sabahattin Ali'den çok, kekeme oğlu Pikret' e (Şenyuva) yakınlık gösterirdi. Arada bir Sabahattin Ali'yi azarlar, hatta döverdi. Bu ayncalıklı davranış Sabahattin Ali'yi derinden yaralamıştı. Bundan dolayı, annesinin, hatta kimsenin kendisini sevmediğine ve sevemeyeceğine inanmış, babasına daha bir bağlanmıştı. Ailenin geçimini sağlamak için onun çektiği sıkıntılan üzülerek izliyordu. Salahattin Bey ile Hüsniye Hanım arasındaki tartışmalar ve kavgalar da benliğini sarsıyordu.
Sabahattin Ali Edremit İdadisi'nin (şimdiki Gazi İlkokulu) başarılı bir öğrencisiydi. Gerçi sessizdi, sokulgan değildi, içine kapanıktı ama. çok zeki ve çalışkandı. Bu yüzden, öğretmenin gelmediği zamanlar, dersleri arkadaşlarına o anlatıyordu. Öğretmeni, babasının Gümülcine'den tanıdığı aile dostu Mehmet Şah Bey'di. Sabahattin Ali'yi beğeniyor ve seviyordu. Aynca, dayısı Nazmi (Aybek) Bey de onu sevenler arasındaydı. "Göreceksiniz, bu oğlan bir gün paşa olacak!" diyordu. Sık sık yeğenini görmeye geliyor, ona güzel kitaplar getiriyordu. Sabahattin Ali onlan ya evde, ya da babası Havran, Burhaniye, Ayvalık pazarlannda sergi açıp öteberi satmaya gittiği günler dülekanda tutkuyla okuyor, işini ihmal ediyordu. Gerçi babası da okumasını istiyordu, ama çalışma sırasında Salahattİn Bey'in yanında da okumaya başlayınca sopayı yiyordu.<sı
(4) Bak: Ünsal Akpak. Sabahattin Ali O stüne Anılar, Yeni Ortam, 23. 1 . 1 975 (5) Ünsal Akpak, Sabah Yıldızı. Yansıma dergisi, Mart 1973
13
Berber Hüseyin Efendi' nin dükkanı da Sabahattin Ali' nin kitap okuduğu yerdi. Nazmi Bey ile bakkal Refik (Molvalı) Bey'in verdiği roman, hikaye, masal kitaplarını götürür, orada sesli olarak okurdu. Hüseyin Efendi medreseden çıkma, sevecen, bilgili, kalender bir adamdı. Sabahattin Ali'yi ilgiyle dinler, anlayamadığı parçalan açıklar, okuyamadığı yerde ona yardım ederdi.
(Yıllarca sonra, Sabahattin Ali'nin "Candarma Bekir" hikayesini gazetede okumuş, pek sevinmişti. Çevresindekilere "Bakın, bizim Sabahattin neler yazmış!" diye övünmüştü. Bir gün Sabahattin Ali'yle Edremit'te karşılaşınca, hemen boynuna sarılmış, gözlerinden öperek onu yürekten kutlamıştı).
Sabahattin Ali'nin hiUyeciliğe başlayışında ve yazış biçiminde babasının uyarıcı etkileri olmuş. Bunu, sonradan, arkadaşı Sevgi Sanh ile Vedat Günyol'a açıklamış.
Sevgi Sanlı'ya anlattığına göre, ilk hikAyelerinden birinin yazdışı şöyle olmuş:
Subaylıktan emekli olan babası, dünyalığı doğrultmak için Edremit'de çerçilik yaparmış. Sabahattin'i daha ufacıkken yanına alıp pazar pazar gezdirirmiş. "Pazarda kadınlar tombul yanaklarından makas, önümdeki sepetten ibrişim yumakları alırlardı. Babam pazarda gördüklerimi yazmaını isterdi. Bir kez yazıya şöyle başlarnıştım: 'Sabahın erken saatinde perlerimin latif sesiyle uyandım.' Babam öfkelenmiş 'Haydi ordan, yalancı kerata. Sabahın köründe seni zorla yatağından kaldınyorum. Babanın latif sesiymiş! Sesim sana latif gelir mi hiç! İçinden geldiği gibi yaz', demişti.'>(6>
ÖÖRENClLlK
Edremit lptidal Mektebi'ni 1921'de bitirince, Sabahattin Ali, İstanbul'a büyük dayısı Sait Bey'in yanına gitti. Fakat bir yere girerneyerek geri döndü. Bir yıl sonra Balıkesir Dar-ül-Muallimin'e (Öğretmen Okulu) girdi. İkinci sınıfta yazdıklarını ucun ucun yayımlamaya başladı. Bunun için 1924 Şubatı'nda okulda arkadaşlarıyla bir gazetecik çıkardı. Şapoğrafla basılan gazetede şiir, hikaye ve yazılanyla göründü. öme-
(6) Sevgi Sanlı, Aydınlık Bir Baş: Sabaluıtıin Ali (Bak: Filiz Ali l..asb'AtillA Özlwımlı, Sabahanin Ali, 1979, S. 120).
14
ğin, 22 Şubat 1340 (1924) tarihli güneesinde belirttiğine göre, gazetede Sabahattin imzasıyla "Astiyag'ın Torunu", Gültekin imzasıyla "Kırmızı Külahlılar" başlıklı ürünleri yayımlandı. 15 Mart günlü sayıda ise "Kamer-i Mestür" ve "Saçlarımın Türküsü" adlı iki şiiri çıku.
Okul gazetesi dışında Yeni Yol dergisine de yazı yolluyor, anı defteri tutuyor, roman okuyor, fırsat buldukça tiyatroya, sinemaya gidiyordu. Hatta, bunun için cezalandınlmayı bile göze alarak okuldan kaçıyordu. Güneesinde yazıyor:
"6 Mart 1340 (1925) Bugün yine mektepte mahpus kaldık. Akşam sinemaya kaçum.
Sami, Mustafa, Atıf, Halit de vardı. Akşam yakalandık. Bir şey çıkmadı, bakalım ...
10 Mart 1340 Bugün bize birer tekdir cezası verdiler. Nusret'ten roman aldım,
okumak için. Bir lira depozito verdim.''m Bu dönemde öğretmenlerden birine büyük bir eğilim duymaya baş
lamışu. On yıl sonra, arkadaşlarından Ayşe Sıtkı'ya yazdığı 15 Nisan 1935 tarihli mektubunda bunu açığa vuracakur:
"Ben Balıkesir' de okurken Kız Muallim Mektibi hocalarından birine aşık olmuştum. ( 16 yaşındaydım, fakat bende aşıklık ll yaşımdan beri devam eder.) Yolunu bekler, bu benden 10 yaş büyük hanıma laf atardım. O da dehşetli kızmış görünürdü, gel zaman git zaman benim bir imtihana mümeyyiz geldi. Ve fevkalade yardım etti, bu imtihanda ahbap olduk. O kadar ki, kendisi İstanbul'da Validebağ Dar-ül-eytamı'na muavin olarak geldiği zaman ben de İstanbul'da idim ve her Cuma onu görmeye giderdim, beraber Validebağ korularında dolaşırdık."<8>
Sabahattin Ali'nin okulda en yakın arkadaşı Naci (Erçevik) idi. O yıllara ilişkin anılarını bana şöyle özetledi:
"Edremit İptidai Mektebi'nin son iki sınıfını Sabahattin'le birlikte okuduk. 1921 'de Mekteb'i bitirdik. İkimizin de babaları subaydı. Biz de orduya katılmak, parasız yatılı okumak istiyorduk. Dilekçelerimizi verdik. Gelen cevapta Halife'nin emriyle o,yıl askeri okullara öğrenci alınmayacağı bildirilmişti. Bunun üzerine, Balıkesir Dar-ülMuallimin'ine başvurduk. Sabahattin 26, ben 27 numara ile 1922'nin
(7) Filiz Ali Laslo/ AtillA ÖZkınmlı, Sabahattin Ali, 1 979, S. 306 (8) Ayşe Sılkı-Doğan Akın, Sabahattin Ali'nin Ozel Mektupları, 1 991 , S. 239
15
Aralığı'nda okula yazıldık. Sınıfta yan yana oturuyorduk. Mert, zeki, dürüst, ince, onurlu bir arkadaştı. Derslere pek çalışmaz, öğretmenleri dinlemekle yetinirdi. Öyleyken sınavlardan hep pekiyi notlar alırdı. Roman okumayı çok severdi. Mütalaa saatlerinde arka sıralaca çekilir, kabak çekirdeği yiyerek Pardayanlar'ı, Sefiller'i, Devri Alem Seyahati'ni yutarcasına okurdu. İkinci sınıfta iken yazmaya da başladı. İlk ürünü bir hikaye idi: 'Horoz Mehmet'. Edebiyat öğretmenimiz Gazali Bey hikayeyi beğenmişti. Sabahattin'i övdü, yüreklendirdi. Hikayeyi şiirler izledi.
Sabahattin okulu ve öğretmenliği seviyordu. Aklımda kalan şu iki mısra bunu göstermeye yeter:
( .. .) Erkek Muallim Mektebi layık uM hürmete Kız Muallim M ekıebi gibi dalmaz gajlete ( . . . )
Yazık ki bir olaydan sonra bu okuldan soğudu: Dar-ül-Muallimat' ın (Kız Öğretmen Okulu) gizlice bir müsameresine gitti. Bunun için başına bir örtü, sırtına bir yeldirme geçirerek 1924 Martı'nda bir akşam okuldan kaçtı. Fakat kendisini çekerneyen çalışkan öğrencilerden Abdülkadir idareye bildirdi. Müdür Bey Sabahattin'i çağırdı. 'Paranı harcama, seni babana göndereceğim', dedi. Sabahattin inzibat meclisine verildi. Çok korkuyordu, okuldan atılacağını sanıyordu. Bir akşam bana bir zarf bıraku. Sonra açmaını söyledi. Baktım, beline ip sarmış. Kuşkulandım. Gizlice zarfı açtım. İçinden bir şiir çıktı. Şöyle diyordu:
Kardeşim Naci beni Kovacaklar mektepten Ya kovsalardı seni Ne yapardın acep sen ( .. .) Işte ben karar verdim Bu gece öleceğim Ozülme sen çünkü ben Göklerde gezeceğim. ( ... )
1 6
Şiiri okuyunca durumu anladım: Sabahattin kendini asacaktı. Hemen nöbetçi öğretmene koştum. Bahçede bir çam ağacının altında onu yakaladık. Türkçe Öğretmeni Harndi Bey ona okuldan atılmayacağın'ı açıkladı."
Sabahattin Ali, 9 Mart tarihli güneesinde olayı şöyle özetledi: "Bugün akşam üzeri Müdür Bey bana: 'Sen paranı harcama. Seni
babana göndereceğim.' dedi. Ben buna karşı bir intihar blöfü yaptım. Fakat o kadar müteessir oldum ki bu blöf adeta hakikat oluyordu. Neyse, Harndi Bey affettirecek. Fakat hürriyetimin yarısı gidecek."<9>
Gerçi Sabahattin Ali'nin korktuğu başına gelmedi. Naci Erçevik'in de söylediği gibi, "Olay geçiştirildi, ama Sabahattin'in hevesi kırılmış, okuldan soğumuştu. Üstelik, Abdülkadir ile birkaç arkadaşı kendisini tedirgin ediyorlardı. Artık dayanamıyordu. İstanbul'a nakledip öğrenimini orada tamamlamak istiyordu. Dileğini müdür yardımcısı Esat Bey' e açtı. Anlayışla karşılandı, çünkü seçkin, yetenekli bir öğrenciydi. Onun da yardımıyla l926'da İstanbul'a gitti!"
İstanbul'da İbrahim Alaaddin'in (Gövsa) aracılığıyla Muallim Mektebi'ne gfrdi. Burası Cağaloğlu'nda eskiden Bezm-i alem Valide Sultanisi'nin bulunduğu binadır. Sabahattin Ali son sınıfı orada okudu. Malik Aksel'in anlattığına göre, "sınıfın en çalışkan, en zeki öğrencisidir. Üstelik okul müsamerelerinde bulunduğu gibi, dergilere de yazılar göndermektedir."00> Şair ve yazar Ali Canip (Yöntem) de o sıra edebiyat öğretmenidir. Sabahattin Ali fırsat buldukça okuldaki havuzun başında onunla konuşur. Bir gün:
- Hocam, güzel yazı nasıl ya3ılır? diye sorar. Ali Canip gülümseyerek: - Çok okumak gerek, çok okumak ... diye cevap verir. Bir hafta
sonra da Hayat dergisinde "Edebiyat Meraklısı Bir Gence Mektup" başlıklı yazıyı yayımlar.
Sabahattin Ali hayatının bu dönemini yüreği burkularak anar: " ... Bu esnada babam da Pelitköylü Mehmet Bey isminde bir ada
mın Ayvalık'taki vekil-i umfirluğunu almış, oraya gitmişti. Vaziyeti çok iyi idi, çok kazanıyordu. Büyük bir evde oturuyordu. Mini mini kardeşim büyümeye başlamıştı. Öteki kardeşim mektepte okuyordu. Fakat
(9) Filiz Ali/Atilld Özkınınlı, Sabahattin Ali, 1986, S. 342 (10) Malik Aksel, istanbul'un Ortası, 1977, S. 250
17
annem yine eskisi gibi idi. Yine her şeyden bir münazaa çıkarıyor, hayatımızı zehir ediyordu. Babam bizi hep beraber bir sandala bindirip dünya kadar masraf ederek motor tutar, gezmeye götürür, eğlendirir, fakat annem muhakkak bir kulpunu bularak, bu gezintiyi de bize yansında zehir etmeye başlardı. ( ... ) Ben Dar-ül-Muallimin'in beşinci sınıfına terfi ettiğim zamanki tatilde annem büsbütün fenalaştı. Nihayet babam kendisini İstanbul'a getirerek Fransız Hastanesi'ne yatırdı. Altı ay kadar yattıktan sonra çıktı, fakat tamarniyle iyi olmamıştı. Babam yevmiye altı lira hastane parası veremeyecek bir vaziyete gelmişti. Ankara' da bulunan annemin kardeşi iltimas ederek Zeynep Kamil Hastanesi'ne meccani olarak yatırdı. Erkek kardeşim mektebi bitjrememişti. ( ... ) Artık o da babam için yeni bir dert membaı olmuştu. Halbuki babam küçük kardeşim Süheyla'ya da aynı zamanda annelik yapıyordu. O mini miniye de ana yokluğunu hissettirmemek istiyordu. Fakat nihayet o da insandı, bilhassa kalbinden arızası olan yarım bir insan ... Bu kadar şeye dayanamazdı. On beş dakikalık bir hamle neticesinde nasıl öldüğünü sana anlatmıştım. ( ... ) Zavallı babacığım, tam sekiz sene bizim için, yalnız bizim için evliyalann bile sabredemeyecekleri şeylere tahammül ettiği halde, bütün bunların sebebi olan kansının iyileşmiş halini görerneden öldü ... "0 J>
Güz sonuna doğru çok sevdiği, saydığı babasının Ayvalık'ta ölmesi Sabahattin Ali'yi adamakıllı sarstı. Bunun üzerine, 12 Kasım 1926'da "Babam İçin" başlıklı şiirini yazdı. Şiir, 15 Ocak 1927'de Orhan Seyfi'nin yönettiği Güneş dergisinde basıldı:
Allahım! .. Işte bugün, Şu zavallı ömrümün En matem/i bir günü
Elim böğrümde kaldım, Ben bugün haber aldım; Babamın öldüğünü.
Bitti hayatın tadı, Bu haber bırakmadı Dudağımda tebessüm. Kalbirn oyuldu yer yer,
------(11) Bak: Asım Bezirci, Sabahattin Ali'nin Çocukluk Anı/arı, Gelecek, 1.10.1971
1 8
Aman yarabbi, me ğer Ne acıklı imiş ölüm.
Daha birkaç gün evvel, Yüzümü okşayan el, Şimdi toprak oluyor.
Kendi vücudum kadar, Bana yakın olanlar, Birden uzak oluyor.
Ah baba! .. Daha düne Kadarsenin göğsüne Saklıyordum başımı.
/nan babacığım, inan, Bu ateş membaından Kuruttu gözyaşımı . . .
Gelgelelim bu, Sabahattin Ali'nin ilk basılan şiiri değildi. Daha önce de birkaç şiir ve hikaye yazmıştı. Örneğin, 1925'te "Şarkı" ve 1926'da "Aşk Başlangıcı", "Gazel Naziresi", "İlk Beyaz Saç" başlıklı şiirleri Balıkesir' de çıkan Çağlayan dergisinde yayımlanmıştı. Çağlayan'ı Orhan Şaik yönetiyor; Esat Adil, Mansur Tekin, Arif Nihat, Hüseyin A vni, Kazım Nami, Refik Ahmet destekliyordu.
Sabahattin Ali yalnızca Çağlayan'a değil, Servet-i Fünun dergisine de şiirler, hikayeler gönderiyordu. Nitekim 1926'da "Gecenin Kemanı", "Kümeste Sabah", "Acaba", "Köprünün Çocukları", "Buruşuklar", "Muallim" ile 1927'de "Köprünün Geceleri", "Dere", "Ne kazandık", "Kalbimde Aşkınız" ve 1928'de "Bedbin", "Bir Macera" şiirleri bu dergide çıkmıştı. 1926'da Akbaba dergisinde "Yangın", "Bekar Kiracı", "Telefonu Olsaydı" başlıklı mizah hikayeleri basılmıştı. 1927-1928 döneminde adına hem Servet-i Fünun'da, hem de Güneş, Hayat, Meşale ve lrmak'ta rastlanıyordu. Nitekim, şiirlerinden "Babam İçin", "Çakır" 1927'de Güneş'te; "Serserinin Ölümü", "Öksüz Kız Masalı" 1927'de "Beşik" 1928'de Hayat'ta; "Köprüde Sabah" 1928'de Meşale'de, "Hayat/Mefkureci" 1928'de ırmak'ta yayımlanrnıştı.
19
Hikayelerinden "O Arkadaşım" 1928'de Irrnak-ta, "Viyolonsel" l928'de Meşale'de çıknuştı.
AŞK VE ÖGRETMENLİK
Sabahattin Ali 21 Ağus-tos 1927'de İstanbul Muallim Mektebi'ni bitirdi. Görev almak üzere Ankara'ya gitti. Dayısı Doktor Rıfat Ertüzün de oradaydi. l920'den beri Numune Hastanesi' nde çalışıyordu. 1927 yazının sonuna doğru Yozgat Devlet Hastanesi Başhekimliği'ne atanmıştı. Yakın dostu Cevat Dursunoğlu'nun yardımıyla yeğeninin 1 Ekim 1927' de Yozgat Cumhuriyet Mektebi 'ne atanmasını sağladı.
. Yozgat' a birlikte gittiler. Büyük Cami'nin bulunduğu alana bakan bir eve yerleştiler.<ııı
Sabahattin Ali, aşağı yukarı, bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yaptı. Arkadaşlarından Nahit Harum'a gönderdiği 24 Kasım 1927 tarihli mektubunda Yozgat'taki yaşamını şöyle anlatıyordu:
" ... Burası beni muhakkak çıldırtacak. Ne basit muhit Yarabbi ... Düşün kardeşim, konuşulacak bir insan bile yok ... Hepsi alalacte, hepsi dümdüz... Memleketin civarı hep bozkır, gözünün alabildiği kadar çıplak dağlar uzanıyor ... Yalnız Yozgat'ın tam karşısında bir çam ormanı· var... Ama o da dümdüz araziye yakışmıyor. .. Adeta kirli bir bakkal önlüğüne yamanmış yeşil bir kadifeye benziyor. Buraların dağları bile
(12) Reşit M. Ertüzün, Sabahattin Ali Olayım n Gerçeği, 1985, S. 13
20
münasebetsiz. Üstlerinde bir ağaç, bir iri kaya bile yok ... Yalnız toprak mı? Hayır, o da değil... Çakıltaşı gibi en büyüğü yumruk kadar taşlarla örtülü ( ... ) Ahali fesat, dedikoducu. Kendimi yalnız okumaya verdim. Kitap, gazete, mektup okumakla vakit geçiriyorum ... "
Sabahattin Ali'nin 1927'de yazdığı "Bir Siyah Fanila İçin" adlı hikayesinde de Yozgat'taki bunaltılı yaşarnından izler vardı:
" ... Birkaç hafta zarfında şehri ve civarını gezdim. Ahalisini gözden geçirdim. Hayatımda bu kadar inkisara uğrayacağımı tasavvur edemezdİm.
Mefuleketin bende bıraktığı yegane intiba basitlik oldu. Burada tabiat basit, muhit basit, halk basit, hulasa her şey basitti ... ( .. . )
Konuşacak, dert yanacak bir adam!.. diye kendi kendime haykırdım .. .
Yoktu... MaJOmat sahibi, derin, mu�lak bir kimseye rastgelmek mümkün değildi.
Müthiş bir surette yalnız kaldı�ımı hissettim. Ah... Bilhassa bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor Y arabbi!
İstanbul hasreti fena halde beni sardı. Evleri, sokakları, denizleri, insanları gözümden gitmiyordu ... "
Bu özlernde aşk da vardı: Sabahattin Ali, İstanbul'daki kız arkadaşlarından Nahit'i seviyordu. Öğretmen olmak için açılan kursta tanışmıştı onunla, pek hoşlanmıştı. Hiç yanından aynlmıyor, fakat bir türlü de içini açamıyordu. Herkes aşık olduğunu öğrenmişti. Nahit ise Sabahattin Ali'yi ancak bir arkadaş olarak seviyor, kendisini izlemesinden tedirgin oluyordu. Sabahattin Ali bunu sezmekte gecikmedi. Yozgat' a gidince kendini yalnız ve mutsuz duyması biraz da bundandı. Sözü geçen mektubunda da bunu itiraf ediyordu:
" ... Ah Nahit, yalnızlık asıl böyle kalabalık yerlerde belli oluyor. Halbuki insan ıstıraplarını, tahassüslerini söylemek için mutlaka birisine muhtaç ... Ne yalan söyleyeyim, beni senin kadar aniayacak kimse aklıma gelmiyor ... Oradan gelirken aramız biraz şeker renkti ... Fakat burı,ıya gelince hissettim, anladım ki -hiçbir başka düşünce ve arzu olmamak şartıyla- seni kardeşim kadar seviyormuşum ... Ah ayın on dördü Sultan, ne olurdu benim de seniri gibi bir kardeşim olaydı. .. "
Sabahattin Ali bu açıklamasına karşın, mektubuna bir cevap alama-
21
dı. Artık umutsuzluğa kapılmışu. Öyleyken aşkı sürüyor, özlemi ve acısı artıyordu. Nitekim, 2 Şubat 1928'de Servet-i Fünun'da çıkan "Bir Macera" şiirinde bunu dışavuruyordu:
Neticesiz bir aşka verdim gençliğimi, Ne ufak bir temayül, ne bir iltifat gördüm . . . Önünde yalvararak söylerken sevdiğimi, Gözlerinde yüzüme inen bir tokat gördüm . . .
Bu bir taraflı aşkta hiç durmadan, Al/ahım; O mitsizlik sararken beynimi bir ağ gibi; Ben yine seviyorum onu . . . Aman Al/ahım! .. Bir macera görmedim ben bu macera gibi . . .
Sabahattin Ali, sevgisinin tek yanlı kalacağını kesinlikle anlayınca, Nahit Hanım'a 20 Şubat 1928'de bir mektup yazdı. Bundan böyle, ona aşık gibi değil, bir dost gibi daveanacağını -buruk ve saygılı bir anlaumla- bildirdi:
" ... Cevap vermediğini, vermeyeceğini bildiğim halde yine sana yazıyorum. ( ... ) Seni tasavvur edemeyeceğin kadar çok sevdim Nahit. ( ... )
Seni çok kızdırdım, çok sükut-ı hayale uğratum, beni de herkes gibi gördün ... Bütün kabahaderin bende olduğunu itiraf ederim. Sana bir kafa arkadaşı gözünden başka gözle baktım, münasebetimizi arkadaşlık hududunun haricine çıkarmak istedim ... O zaman ... O zaman seni kaybettim ... Senin yokluğunun ne müthiş olduğunu seni kaybedince anladım ...
Sana yalvarıyorum Nahit... Ve açıkça, terbiyesizce söylüyorum: Ben senden vücutlanmızın değil, kafalarımızın birleşmesini istiyorum ... "
Sabahattin Ali, Yozgat'ta özlem, yalnızlık ve sıkınu dolu günler geçiriyordu. "Yat ve Uyu", "Metkfireci", "Bedbin" başlıklı şiirlerinde bu günlerin getirdiği duygulan yansıuyordu. Örneğin, 3 Mart 1928'de yazdığı birinci şiirde şöyle diyordu:
Bu karanlık bu uzun kış gecelerinde . . . Soğuk, buzdan bir perdeyle süslerken camı, Dolaşırken birçok siyah gölge adamı, Damarımda kurşun/aşıp dotanırken kanım,
22
Yine seni düşünmekle geçer zamanım . . . Bu kimsesiz . . . Bu mahzun kış geeele rinde . . . ( . . .)
Bu üzünçlü dizelere karşın, Sabahattin Ali'nin günlük yaşarnında sevinçli anlar da yok değildi. O sıra on yaşında bulunan yeğeni Reşit Mazhar anılannda buna da değiniyor: "Sabahattin Ali Yozgat gibi küçük bir il merkezindeki tekdüze hayatın verdiği iç sıkıntısından kurtulmak için akşam üzerieri arkadaşlan ile birkaç kadeh atıp eve gelince, içki kokusunu duyacak olan dayısının sert bakışlarıyla karşılaşmamak için ağzına bir iki Sensen atmayı adet edinmişti.
Yozgat'ta uzun ve soğuk kış gecelerinde haftanın belirli günlerinde o zamanki deyimiyle 'vilayet erkanı'nın evlerinde, bu arada bizim evde, şimdi hala zevkle hatırladığım toplantılar yapılırdı. Sabahattin bu toplantıların neşe kaynağı idi. Daha o günlerde Sabahattin'in girginliğini, hiç yabancılık çekmeden herkesle ahbaplığı samirniyet derecesinde ilerietivermesini biraz da şaşkınlıkla gözlemişimdir. ( ... ) Toplantılann başlıca eğlencesi fincan oyunu idi. Kaldınlan ilk fincanın altında yüzük bulunmazsa, yüzüğün hangi fincanın altında olabileceği tam bir psikoloji sorunu halini alır, bu arada heyecanlı dakikalar yaşanır, espriler yapılırdı. İşte Sabahattin bu oyunlar sırasında yaptığı taklitler ve herkesin mizacına göre söylediği nüktelerle ortalığı gülrnekten kırar geçirirdi. Bu yüzden, onun herhangi bir sebeple katılmadığı toplantılar, başkalannı bilmem ama, benim için renksiz ve anlamsız geçerdi."03ı
Sabahattin Ali, sözkonusu toplantılann yapılmadığı günlerde, akşam eve gelince, masanın başına oturuyor, yazmaya çalışıyordu. "Bir Cinayetin Sebebi" ile "Bir Siyah Fanila İçin" başlıklı hikayeler bu çalışmanın ürünleriydi. Aynca Tokat adlı bir de romana başlamıştı.
ALMANYA'DA
1928 yaz tatilinde Sabahattin Ali İstanbul' a geldi. Yozgat' ta daha fazla durarnarnıştı. Erenköy'deki akrabalannın yanında kalıyor, bazı günler Yüksek Muallim Mektebi'nde arkadaşlarını görmeye gidiyor, öğrencilerden boşalmış yataklardan birine yatıyordu. Maarif Vekaleti yabancı dil öğretmenleri yetiştirmek için o sıralar Avrupa'ya öğrenci gön(13) Reşit M. Ertüzün, Sabahailin Ali Olayının Gerçegi, 1 985, S. 1 5 - 1 7
23
deriyordu. Açılan sınava girdi. Kazandı. Çok sevinçliydi. Şair Faruk Nafiz de kendisiyle ilgileniyordu. Maarif Vekilieti hesabına okumak üzere Kasım sonlarına doğru Türkiye'den ayrıldı, Almanya'ya gitti. Orada dört yıl kalacak, Alman dil ve edebiyatını öğrenecek, dönüşte liselerde çalışacaktı. Hayrollah Örs, Nurullah Taşkıran, Zahide Nail de o sıralar Almanya' da öğrenim görüyorlardı.
Sabahattin Ali trende Melahat Togar'la tanıştı. Sınavı kazanan beş kişiden (Osman Faruk, Ömer Lütfü vb.) biri de oydu.
Sabahattin Ali 300 liralık yoUuğunun büyük bir bölümünü Sirkeci'den trene binmeden harcamıştı. Bu yüzden üçüncü mevkiye binmişti. Arkadaşlarını görmek için birinci mevkiye geliyor, kondüktör görünce gizlice yerine gidiyordu. Sonunda biletçi bavulunu alıp getirdi. Arkadaşları da bilet farkını ödediler. Böylece, bir daha onların yanından aynlmadı. 04>
Sabahattin Ali istasyonlardan birinde gazeteciden Upton Sindair'in Petrolium'unu aldı. Romanı okuyup bitirdiğinde -yıllar sonra arkadaşı Rasih Nuri İleri'ye söylediğine göre- sosyalizme yakınlık duymaya başlamıştı.
Tren Edirne, Sofya, Belgrat, Budapeşte, Prag, Dresden üzerinden Berlin'e ulaştı. Sabahattin Ali arkadaşlarıyla on beş gün kadar burada kaldı. Yollukları tükendiğinden Elçiliğin yardımıyla Potsdam'a varabildiler.
Sabahattin Ali dil öğrenmek için bir kadının evine pansiyoner girdi. Aynca, Almancasını ilerietmek amacıyla bir özel okulda (Deutches lnstitut Für Auslander) kurslara devam etti. Meliihat Hanım ise Hermanns Werder'deki bir yatılı okula yerleşmişti. Burası Have) ırmağı üzerinde güzel bir yarımada idi. Sabahattin Ali cumartesileri Meliihat Hanımı görmeye geliyordu. Koltuğunun altında kitapları vardı. Uzun uzun konuşup dertleşiyorlardı. Nahit Hanıma duyduğu sevgiyi, çektiği acıları anlatıyordu. Bir gün Melahat Hanıma: "Sen Nahit'e benziyorsun. Yoksa sana da mı tutulacağım?" demişti. Fakat Meliihat Hanım, Mesut İzzet (Tolgar) ile sözlüydü. Bu yüzden hareketleri, ölçülü ve çekingendi. Öyleyken, Sabahattin Ali İstanbul'da yazmaya başlayıp Potsdam'da tamamladığı "Terkib-i Bend"in bir örneğini ona sunmuştu.
( 1 4) Malik Akse1, fstmıbu/'un Ortası, 1 977, S. 25 1
24
''Terkib-i Bend'de arkadaşlanndan Mehpare, Nahit, Sadiye, Belkis, Münevver ve Ulviye hatunlar ile Pertev Naili, Hüseyin Nihai, Orhan Şaik, Ekrem Reşit, Tahsin Mirza ve Münir efendiler için özel bölümler vardı. Örneğin, "Nahit Hatun Bendi"nde şöyle deniyordu:
(. .. ) Müşkil olacak zatını vasfetmesi gerçek Ol müşkili yapmakta bile başkaca tad var
Mirrih misil duhter-i hurşid sıfat kim Rahmetmesi yok aşıka lutfetmesi azar
Yalnız onu bir gün görerek şöylece tenha Açsam ona kalbirnde duran ukdeyi tekrar
Kürk Mantolu Madonna romanında Sabahattin Ali'nin o günlere ilişkin anılanndan bazı izler vardır:
"Lisan öğrenmeden bir işe başlanmayacağını düşünerek, Umumi Harp'te Türkiye'de bulunmuş ve biraz Türkçe öğrenmiş bir eski zabitten ders almaya başladım. Pansiyon sahibi madam da boş zamanlarını benimle gevezeliğe hasrediyor ve yardımda bulunuyordu .
... Gündüzleri müzelerdeki ve yeni açılan galerilerdeki tablolan seyrediyor ve pansiyona daha yüz adım uzakta iken burnumda lahana kokutan hissediyordum. Fakat ilk aylar geçince eskisi kadar canım sıkılmamaya başladı. Yavaş yavaş kitap okumaya çalışıyor ve bu işten zamanla daha çok zevk duyuyordum. Bir müddet sonra bu adeta bir iptila halini aldı. Yatağın üzerine yüzükoyun yatarak kitabı önüme açar, yanı başıma eski ve kalın lfigat kitabını kor, saatlerce kalırdım. Çok kere lfigat aramaya bile tahammül edemez, cümlelere karine ile mana vererek geçerdim. Gözümün önünde yepyeni bir dünya açılır gibiydi. Bu sefer okuduklanm, çocukluğurnun ve ilk gençliğimin tercüme veya telif kitapları gibi sadece kahramanlardan, fevkalade insanlardan ve görülmemiş maceralardan bahsetmiyorlardı. Hemen hemen hepsinde kendimden, etrafımdan, gördüklerim ve duyduklarımdan birer parça buluyordum. Evvelce içinde yaşadığım halde anlamadığım, görmediğim şeyleri birdenbire hatırlıyor, onlara şimdiki hakiki manalannı verdiğimi zannediyordum. Üzerimde en çok tesir yapanlar Rus muharrirleriydi. Turgen-
25
yefin koskocaman hikayelerini bir defada sonuna kadar okuduğum oluyordu."
Sabahattin Ali yalnızca Turgenyer i değil, öbür Rus yazarlarını da (özellikle Maksim Gorki'yi) okuyordu. Onların dışında, Heinrich Von Kleist, Teodor Storm, Yako Vaserman, A. E. A. Hoffman, Knut Hamsun ve Thomas Mann en sevdiği yazarlar arasındaydı.
Sabahattin Ali 28 Aralık 1 928'de Potsdam'da "Daüssıla" şiirini yazmıştı. Şiirde Almanya'da duyduğu yalnızlığı, yabancılığı ve yurt özlemini dile getiriyordu:
Bugün de Potsdam 'dan süzerken Potsdam 'ı, Yaktı yine içimi kimsesizliğin gamı. Gözlerim inhinasız uzayan caddelerde, Dedim: Bu soğuk şehir nerde, Istanbul nerde ? Ve istedim birazcık size de dert yanmayı, Hayalen menılekere doğru bir uzanmayı . . . (. . .)
Bu özlem o denli büyüktü ki, Yozgat'ta geçen uzun, soğuk ve sıkıcı kış gecelerini bile aynı şiirde alay lı bir sevecenlikle anlatıyordu:
Içim büsbütün sızlar hatır/arsam Yozgat 'ı: Damağımdadır içki alemlerinin tadı . . . Soğuk yüzümü yakar, kar dizboyu olurdu; Yine gözümde tüten imamsuyu olurdu . . . Sürüklerdim yanıpiri sokaklarda mesleri; Meyhanede okurdum yazdığım nefes/eri . . . lstemezdim odamda oturup sıkılnıayı, Adet ettim her gece sokakta yıkılmayı, -Bu cesareti yalnız insana rakı verir.Kendini sıcak, kara şöyle bırakıverir, Kar üstümü örterken ben orda gecelerdim, Ne de ılık bu akşam yattığını yatak derdim. (. . . )
Sabahattin Ali Potsdam'da başka şiirler de yazmıştı. Bunları öteki şiirleriyle ve Kurbağanın Seranadı adıyla bir defterde topladı. Defterin
26
başında "Nahit'e, Yılbaşı Hediyesi" diye bir şiir yer alıyordu:
(. .. ) Ben de şimdi maziyi zihnimden atıyorum; Işte, mahcubiyetle sana uzatıyorum: Ilk üç şiirden bir Yılbaşı hediyesi . . .
Potsdam, 1. 1. 1 929 Sabahattin Ali Kurbağanın Serenadı'nı kısa bir mektupla Nahit
Hanım' a gönderdi. Fakat yine bir cevap alamadı. .. Potsdam'dan sonra Berlin'e geçti. Yatılı okula girdi. Burası çoğun
lukla Alman aristokratlarının ve subay çocuklarının gittiği bir okuldu. Prusya geleneğine uyan sıkı, disiplinli, kışlamsı bir yerdi. Şovenist bir havası vardı. Konuşkan, şakacı, neşeli, özgür yaradılışlı bir genç olan Sabahattin Ali burada bunalıyordu. Sonunda, bir olay okuldan kurtulmasına yardım etti. Öğrenimini tamamlayamadan 1 930 yılı baharında Türkiye'ye dönmek zorunda kaldı. Bunun nedenini arkadaşı Nihai Atsız'a şöyle anlatmış:
"Okuduğu mektepte bir gün Alman talebelennden biri Bu parazit Türkleri buradan kovmalı' demiş. Sabahattin Ali hemen yerinden fırlamış: 'Biz sizin hükümetinize hükümetimiz tarafından verilen para ile okuyoruz. Parazit değiliz. Sözünü geri al' demiş. Talebe sözünü geri almayınca tokadı indirmiş. Alman hükümeti de böyle talebe istemediğini söyleyerek onu geri yollamış."< ısı
Sabahattin Ali yurda dönünce, bir süre, İstanbul'da Yüksek Muallim Mektebi'nde yatıp kalktı. O sıra Nihai (Atsız), Orhan Şaik, Nihai Sami, Pertev Naili de aynı yatakhanede idiler. Mektebin müdürü Harnit Bey'in (Ongunsu) yardımıyla Sabahattin Ali, Orhaneli'nde (Bursa) ilkokul öğretmenliğine atandı. Bu atanma onun için yararlı oldu: Yazın tatil aylıklarını alarak sıkıntıdan kurtuldu. Bu arada Gazi Terbeyi Enstitüsü'nde açılan yabancı dil sınaviarına katıldı, üstün başarı göstererek yeterlik belgesi aldı. 1 930/193 1 ders yılı başında Aydın Orta Mektebi'ne Almanca öğretmenliğine verildi.
( 1 5) Nihai Atsız, Içimizdeki Şeytan/ar. 1940, S. 5
27
DERGİLERDE
Aynı yıl "Bir Orman Hikayesi" ile "Bir Gemicinin Hikayesi" adlı ilk toplumsal gerçekçi denemelerini yazdı ve Resimli Ay dergisinde yayımladı (Eylül 1930, Ekim 1930).
Nazım Hikmet o sırada Resimli Ay'da düzeltici ve sekreter olarak çalışıyordu. Sözü geçen hikayelerden birincisinin yayımlanışını şöyle anlauyor:
"Bir gün dergi idarehanesine kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikayeler yazdığım ve isminin Sabahattin Ali olduğunu söyledi. Hikayelerinden birini bıraktı, çıktı. Bu hikaye, orman sanayiinde çalışan işçilerin hayatına aitti. Alman romantizminin tesiri alunda yazılmış olmasına rağmen, konu ve muhteva bakımından Türk edebiyaUnda bir yenilik teşkil ediyordu. Genç adamın istidatlı bir yazar olduğu daha ilk satırlardan hissediliyordu. Hikaye basıldı. ( ... )
Sabahattin'in ilk hikayesini Resimli Ay dergisinde, o devirdeki Resimli Ay' da yayınlaması, yazarın o zamanki edebiyat, dolayısıyla politika cereyanlan arasında belirli bir safta yer alması demekti. İlk yazısını bize getirişi Sabahattin'in antiemperyalist, demokratik temayülünü gösteriyordu. Gerek dostluğumuz, gerek Resimli Ay'ın o zamanki çevresine girişi, gerekse sonralan Sinop Cezaevi'nde parti üyelerinden bazılanyla tanışması Sabahattin Ali'nin sosyalist idealleri benimsernesinde tesirli oldu."06>
Gerçi Sıibahattin Ali Almanya'da öğrenci iken solcu hareketleri yakından görmüş, herhalde bazı yayınlan da izlemişti, ama -arkadaşlarının (Hayrullah Örs, Pertev Naili Boratav, Muvaffak Şeref) söylediklerine göre- henüz sosyalizmi tam benimsememişti. Ancak Türkiye'ye döndükten, Resimli Ay çevresindeki ilerici aydıntarla tanıştıktan sonra iyice sosyalizme yöneldi. Sabiha Sertel'e göre, "Sabahattin Ali, Almanya'da ilerici edebiyada temas etmiş, sosyalist eğilimleri olan bir gençti. Fakat kafasında sosyalizm henüz belirli bir şekil almamışu. Nazım, onu yalnız realist sanata değil, sosyalizme de çekmeye çalışıyordu. Sabahattin'i roman yazmaya teşvik eden Nazım oldu."07>
Zekeriya Sertel de eşinin bu açıklamasını pekiştiriyor:
(16) Niizım Hikmet, Sabahattin Ali Üsıüne, Sanat Emeği dergisi, Nisan 1 978 ( 17) Sabiha Sertel, Roman Gibi. 1969, S. 1 33
28
" 1 930 yıllarında Almanya'dan öğrenimden yeni dönmüştü. İstanbul 'a gelir gelmez ilk işi Resimli Ay' a gelip bizlerle tanışmak olmuştu. Kısa boylu, sanşın, sevimli bir gençti. ( . . . ) Az zamanda hepimizin sevgisini kazanmıştı. Çok zeki, çok canlı, kabına sığmayan cıva gibi bir adamdı. Onu tanıyıp da sevmemek olanaksızdı. Matbaaya daima elinde bir kitapla gelirdi. O zaman en çok sevdiği adam, büyük Alman şairi Goethe ve Alman romancısı Thomas Mann 'dı. Onların yapıtları elinden düşmezdi. Nazım Hikmet, bu gençte yeni ve büyük bir cevher görmüştü, onu bir yandan kazanmaya, öte yandan da sanat hayatında yetiştirmeye başlamıştı."08'
1 93 1 yılında Sabahattin Ali, çoğu eskiden yazılmış, romantik örnekler yayımladı. Sözgelimi, "Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi" ile "Rüzgar", "Nefes" adlı şiirleri Atsız Mecmua'da çıktı. Yazın, tatil dolayısıyla İstanbul' a geldi. Fakat, biraz sonra, gerisin geri dönmek zorunda kaldı, hem de tutuklu olarak: Aydın Erkek Sanat Mektebi'nde öğrencilerin dolaplannda gizli Türkiye Komünist Partisi'nin Kızıl İstanbul adlı gazetesi bulunmuştu. Aynca, bazı öğrenciler Sabahattin Ali'nin yıkıcı propaganda yaptığını ihbar etmişlerdi. Öğretmenlerden Baba, öğrencilerden İzzet ile eski mezunlardan Musa Oğuz, Bulgaryalı işçi Hüseyin, makinist Ali Cevat tutuklanmıştı.09'
Sanıklar Mayıs sonunda İstanbul 'a getirildiler. Fakat suç yeri Aydın olduğundan, Temmuz başlannda oraya gönderildiler. Neyse ki ihbarın asılsızlığı çabuk anlaşıldı. Sabahattin Ali'nin adı geçen gazeteyle de, partiyle de bir ilişiği görülmediğinden yargılama aklanmayla (beraatle) sonuçlandı.
Sabahattin Ali üç ay kadar tutuklu kaldığı hapishanede boş durmadı. Çevresini dikkatle gözden geçirdi. Anadolu'nun insanlarıyla, halktan kişilerle ilişkiler kurdu. Bu arada Kuyucaklı Yusufla ve Jandarma Bekir'i öldüren Halil Efe'yle tanıştı. Hapisten çıkınca -aklandığı içinders yılı başında, 30 Eylül 1 93 l 'de Konya'ya atandı. Altınçeşme İlkokulu yanında bir ev tutup annesiyle kız kardeşini de yanına çağırdı. Bir yandan Almanca öğretmenliği yapıyor, bir yandan da şiirler, hikayeler kaleme alıyor, bazılarını dergilere, gazetelere gönderiyordu. Örneğin, 1 93 1 Eylülü ile 1932 Eylülü arasında Atsız Mecmua'da basılan "Dağ-
( 18) Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım. 1977 . S. 276 (1 9) Vakit, 27.5. 1931
29
lar", "Karayazı", "Unutamadım" şiirleri ve "Kurtarılamayan Şaheser" bunlardandır. "Bir !skandal" hikayesi de 1932'de Yeni Anadolu gazetesinde "Bir Kadın Dalaveresi" başlığıyla çıkmıştır. Aynı gazetede Yefim Sosulya'nın "Bir idealist ve Beşeriyer' hikayesi ile Fritz Sternberg'in "Marksizm ve İhtibas, Marks ve Freud" incelemesinin çevirileri yayımlanmıştır.
Yalnızca arkadaş kalmaya söz verdiği Nahit Hanım'ı için için hala sevmektedir. 1931 yılının sonuna doğru yazıp, 1 3 Şubat 1932'de Boratav'a yo11adığı "Eskisi Gibi" şiirinde -ad vermeksizin- bunu içi burkularak itiraf eder:
( ... ) Başkalarına gülsem de, Senden uzak kalsam da, Sevmediğini bilsem de, Ben sana gene vurgunum ( ... )
Öğrencilerinden Mehmet Baba, Sabahattin Ali'nin Konya'daki durumunu şöyle anlatıyor:
"Sabahattin Ali Bey Konya Karma Ortaokulu'nda öğretmenimizdi ama, Konya'daki bütün öğrenciler onun hayranıydı. ( ... ) Almanca öğretmenimiz olmasına rağmen bütün öteki derslerimizle de yakından ilgilenirdi. Kendisine başvurduğumuzda elinden geldiğince yardım etmeye çalışırdı bize. Tatil günleri, gece yarısı, sokak ortası demez, öğrencilerinin ya da halktan birinin sorduğu soruları yanıtlamaya çalışırdı. Konya halkı bu nedenle onu çok iyi bir insan ve öğretmen olarak tanımıştı. Çocukları ile arası çok iyi olduğu için veliler de çok severierdi kendisini. Öğretmen arkadaşlarıyla da çok olumlu ilişkileri vardı.'-<20>
Öğrencilerinden Melahat Muhtar'Ja ilişkisi önemliydi. Bu, on beş yaşında, "kahverengi bereli, beyaz tenli, dalgalı kumral saçlı, ince, narin ve nazlı" bir genç kızdı.<ııı Sabahattin Ali kısa zamanda ona tutulmuştu. Nahit Hanım'a olan eski, umutsuz aşkının yerini yeni, umutlu bir sevgi almaya başlamıştı. Karşılık gören bir sevgiydi bu. Sabahattin Ali sevinç ve mutluluktan uçuyordu. 1932 Haziranı'nda İstanbul'da Bo-
(20) Bak: Celil Çoker, Sabahattin Ali, Politika, 18.2.1976 (21) Reşit M. Ertüzün, Sabahattin Ali Olayının Gerçegi, 1985, S. 39
30
ratav'a postaladığı bir mektupla bunu coşkuyla açığa vuruyordu: "Ben burada yine şiddetle ftşıkım. SevgiJim geçen Perşembe İstan
bul' a gitti. Adresini gönderince ben de sana yazarım. Namıma ziyaret eder, telziz-i envar eylersin. Bir de şiir gönderiyorum. SevgiJim daha on beş yaşında bir çocuk olduğu için şiirdeki çocukları filan hoşgör. Herhalde Enver size bu kızın hüsn-ü cemalinden bahsetmiştir. Bu aşkın hususiyeti mütekabil oluşudur; hayatımda böyle bir şey ilk defa vaki oluyor."<ııı
Bu mektupta sözü geçen şiir, "Çocuklar Gibi" başlığını taşımaktadır, 1 0 Aralık 193l 'de yazılmışur.(23> Bir örneği Reşit Ertüzün'e de gönderilen şiirde Sabahattin Ali eski aşklarını "iki günlük iptidalar" diye nitelemekte, artık "yorulup durulduğunu" belirtmekte ve "başkasını sevmenin delilik" olduğunu söylemektedir:
(. . . ) Hissedince sana vuruldugumu, Anladım ne kadar yoruldugumu, Sakinleştigimi, duruldugumu Denize dökülen pınar gibi.
(. . . ) Sözün şiirlerin mükemmelidir, Senden başkasını seven delidir, Yüzün çiçeklerin en güzelidir, Gözlerin bilinmez diyar gibi.
Başını göğsüme sakla sevgi/im, Güzel saçlarında dolaşsın elim. Bir gün aglayalım, bir gün gü/elim, Sevişen yaramaz çocuklar gibi.
Mutlu aşkın ve çevreyle olumlu ilişkilerin sağladığı elverişli ortam, Sabahattin Ali'nin verimliliğini arurdı . Nitekim, yukarda adları anılan ürünleri bu ortamda gerçekleştirdi.
Kuşkusuz, bunların en önemlisi Kuyucak/ı Yusuf tur. Kuyucak/ı Yusuf, Konya'da Cemal (Kutay)'ın Yeni Anadolu gazete-
(22) Filiz Laslo/Atill§ Özkınmlı, Sabahattin Ali, 1 979, S. 296-297 (23) Reşit M. Ertüzün, Sabahattin Ali Olayının Gerçegi, 1 985, S. 39-43
31
sinde on beş sayı kadar tefrika edildi. Roman okurlarca sevilmiş, gazetenin satışı yükselmişti . Yazık ki, romancının ücreti ödenmeyince, tefrika yarım kaldı. Gazete sahibi buna pek içerledi. Bir komplo düzenledi: Altı yedi ay önce, Sabahattin Ali'nin bir mecliste 'Memleketten Haber" adlı, güya Atatürk' ü taşlayan bir şiir okuduğunu -Mustafa adlı bir öğretmenin aracılığıyla- jumal etti. Akrabalarından Remzi ve ilköğretim müfettişi Mehmet Emin (Soysal)'in de tanıklığını sağladı. Oysa şiir Almanya' da yazılmış olup Sivas'taki bir Bektaşi hareketiyle ilgiliydi, bazı yerleri değiştirilmişti, üstelik, içinde Atatürk'ün adı da geçmiyordu:
Hey anavatandan ayrılmayanlar Bulanık dereler duru/muş mudur? Dinmiş mi olukla akan kanlar? Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hiilô. hakka tapanı ? Me b us yaparlar mı her şaklabanı ? Köylünün elinde var mı sabanı ? Sıska öküzleri dirilmiş midir?
( . . . ) Cümlesi beli der enelhak dese Hô.lô. taparlar mı koca terese fsmet girmedi mi hiilô. kodese Kel Ali 'nin boynu vurulmuş mudur (. . . )
Bir gün okuldan dönerken yolda annesi ve kız kardeşiyle karşılaştı. Birlikte eve kadıtr geldiler, ama o içeri girmedi. Kapıda onlara:
- Bu akşam beni yemeğe beklemeyin, dedi. Biraz geç geleceğim, savcılıktan çağırmışlar da . . .
Yazık ki bir daha eve gelemedi. Hüsniye Hanım' la Süheyla boşuna beklediler. Sonra, içieri kan ağlayarak, eşyalarını topladılar. Edremit'e dönmeden hapishaneyi ziyaret ettiler. Konya'dan ayrılırken Pertev Naili onları uğurladı . . .
Mahkeme salonu, öğrenciler ve dinleyicilerle hıncahınç dolmuştu. 7 Ocak 1933 günkü duruşmada Sabahattin Ali kendisini çok iyi savundu.
32
O kadar ki, İstanbul'dan gelen avukat aynca savunma yapmaya gerek görmedi. Öyleyken, Asliye Ceza Mahkemesi'ndeki yargılama, Sabahattin Ali' nin Cumhurbaşkanı'na "ima yoluyla hakaretten" bir yıla hüküm giymesiyle sonuçlandı. Öğrencileri gözyaşlarını tutamadılar.
Sabahattin Ali okul arkadaşı Ayşe Sıtkı' ya 1 933 Nisanı'nda gönderdiği tarihsiz bir mektupta uğradığı iftirayı ve haksızlığı şöyle açıklar:
"Benim mesele senin zannettiğin gibi fıyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Ararnın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdiler. Geçen sene Mayısında falanca yerde Gazi'yi ima ve telmihen tahriki tazammun eden bir şiiri falan yerde okumuştu dediler. Adli safahat lehimde olduğu halde müddei umumi yaranmak için mahkOmiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkOm etti. Temyiz davayı aleyhimde naksetti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkOmum ve aşağı yukan üç ayını yattım. I I ayım kaldı demektir. Elbet biz de çıkanz. Başka kombinezonlar bulup çıkma ümidi çok kuvvetlidir. Şimdilik bekliyoruz. Harcadığım bu seneden ben de memnun değilim. Fakat bu sefer kendimi kabahatli bulacak bir sebep yoktur. Bu meselede düşmantarım bile bana hak verdiler.''<24ı
CEZAEVINDE
Sabahattin Ali, 22 (26?) Aralık 1 932'de başlayan hapisliğinin aşağı yukarı dört ayını Konya'da geçirir. Karşılaştığı sorunlan ve göğüstediği güçlükleri 8 Ocak 1933 günlü mektubunda dile getirir:
"Dün Asliye Ceza Mahkemesi' nde tam bir seneye mahkOm edildim. Dansı dostlar başına kolay hazmedilir şeylerden değil, hele Konya Hapishanesi tahammül edilir gibi değil. Tam 800 mevcut. Benim vaziyetim ve gördüğüm muamele çok istisnai olduğu halde yine üzülüyorum. Bereket Pertev (Boratav) vesair birkaç arkadaş beni bırakmıyorlar. Hele Pertev bugünlerde dehşetli masraflara girdi ve giriyor. Hükmü temyiz edeceğim, netice ne olacak bilemem. Manen ne halde olduğumu tasavvur edebilirsin, tam bir sene, tam 365 gün hapishanede yaşamak, arkadaşiann yardımıyla karnını doyurmak ve çıktıktan sonra ne olacağını bilmemek ... İşin asıl feci tarafı, annem ile kız kardeşimi buraya getirtmiştim, dört gün kadar bir otelde beraber kaldık ve beşinci günü ben
(24) Ayşe Sıtla-Doğan Akın, Sabahattin Ali 'nin Özel Mektupları, ı 99 ı, S. 55-56
33
tevkif edildim. Onları şimdi tekrar Edremit'e, geldikleri yere gönderiyorlar. Dün yanıma geldiler, ikisi de ağlarlar . . . Beni bile ağlattılar, hele kardeşim daha on yaşında olduğu halde her şeyi anlıyor, 'beni gönderme, ben senin yanında kalayım, isterse hapishane olsun, ben senden aynlmam ! ' diye tutturdu, susturoneaya kadar çektiğiınİ Allah bilir.
Mamafıh ben kendime göre bir hayat felsefesine sahip olduğum için vaziyetime alışacağımı zannediyorum, fakat onlar o zavallılar ne yapacaklar, bu cihet beni oldukça müteessir ediyor."ıısı
Sabahattin Ali cezaevinde yaşadıklarını, görüp duyduklarını bazı şiir ve hikayelerinde işledi: "Kafa Kağıdı", "Katil Osman", "Duvar", "Bir Şaka", "Çaydanhk" buna örnektir.
Bu hikayelerde yer yer kendinden de söz açar. Söz gelişi, 1935'te yazılan "Bir Şaka"da Konya Cezaevi' ne girişini şöyle anlatır:
"Konya hapishanesine ilk girdiğim gün Cavit Bey'le tanıştım. Beni ihtilattan menederek başgardiyanın yattığı odaya kapamışlardı. Gece olunca nöbetçi gardiyan kapımı açarak beni 'yüze gelen mahpuslar' koğuşuna götürdü.
Gaz lambalarının asılı durduğu duvarların kenarlarındaki mindere oturarak yavaş yavaş konuşan, manganarı karıştıran, fasulya ayıklayan, Kur'an okuyan mahpusların arasından geçerken hepsi sür'atle yerlerinden kalkıyorlar, 'geçmiş olsun beyim! ' diye mırıldanıyorlardı."
Hapishanede iken küme küme öğrencileri Sabahattin Ali'yi görmeye geliyor, hal ve hatırını soruyor, üzüntülerini dile getiriyorlardı. Sakal bırakmıştı. Kimi öğrencileri onu Namık Kemal' e benzetiyorlardı.
Hapishanede bazı akşamlar saz alemleri oluyordu. Mahpuslardan kimi saz, kimi ud çalıyor, kimi de yanık sesle türkü söylüyordu. Sabahattin Ali onları ilgi ve sevgiyle dinliyordu.
Bu tatlı olaycıklara karşın, cezası yargıtayca onaylandıktan sonra, hapislik gitgide ona dokunınaya ve gelecek kaygısı içini kemirmeye başlamıştı. Çıktıktan sonra ne yapacaktı, ne iş tutacaktı?
Mayıs başında Konya'dan Sinop'a götürülür. Bu olayı "Bir Şaka" hikayesinde şu satırlarla belirtir:
"Ertesi gün akşama doğru jandarmalar nizarniye kapısına geldiler. Ben kitap sandığıını evvelce yollamıştım. Kolurodaki paltomla bahçede-
(25) Ayşe Sıtkı-Doğan Akın, Sabahattin Ali 'nin Özel Mektupları, 1 99 1 , S. 48
34
ki mahpusların arasından · geçtim. Fakirler yavaşça yanıma sokularak beş on kuruş istiyorlardı. Hepsine biraz bir şey uzattım. Ancak tahliye edilenlerin yaptıkları bu cömertlik bana onlarınkine benzer tatlı bir zevk veriyordu. En sonra Cavit Bey'i gördüm. Tekrar elimi sıktı ve ben ona da iki lira verdim . .. Tahliye edilen makhumların birçoğu gibi...
Fakat ben tahliye edilmiyordum. Ve trene bindikten sonra jandarmanın elindeki sevk kağıdına bakınca gördüm ki, İstanbul müddeiumumiliğine, Sinop hapishanesine gönderilmek üzere teslim edilecektim. Bunu okuyunca çöker gibi oldum. Bir deniz kenarında yapayalnız duran bir hapishane gözlerimde caniandı ve içinde bir tek bile tanıdığım olmayan o yalı şehri ni düşündüm ... Gurbet hapishanesi ! dedim ...
Zorlukları, azapları aniatmakla tükenmeyecek bir yolculuktan sonra Sinop'a geldim ... "
Sinop'a varınca, yörenin jandarma komutanı, çavuşu çağınr: - Bir manga al, der, bugün vapurla azılı biri getiriliyor. Adı Saba
hattin Ali. Aman gözünü dört aç ... Çavuş, "Peki" deyip vapura gider. içerden gözlüklü, efendiden,
ufak tefek biri çıkar. Elleri kelepçeli. Çavuş şaşırır. Yanındaki eriere buyruk verir:
- Çözün ellerini. Siz gidin, cezaevine ben götüreceğim ... Sabahattin Ali'yi götürüp ilgililere teslim eder. Sonra onunla dost
olur.<26> Sinop'a varışından bir gün sonra Sabahattin Ali, arkadaşı Ayşe
Sıtkı'ya yazdığı mektupta ilk izienim ve duyuşiarını aynntılarıyla yansıtır:
"Bugün hava yağmurlu. Yerler ıslak, tıpkı geçen sene bugün gibi. Ayşe, ben tam bugün, 12 Mayıs gecesi saat birde Sinop'a çıkmıştım ... Bir gece evvelsi gibi her şeyi, en ufak teferruatıyla hatırlıyorum: Bir gece evvel sana vapurdan uzun bir mektup yazmıştım, gece yanlarına kadar uyumamıştım, ertesi gece biraz uyudum. Candarmalar bir müddet sonra uyandırdılar, Sinop'a geldiğimizi söylediler, bir motora binerek şehre çıktık. Bu gece o zamandan beri hiç hayalimde canlanmamıştı, bugün nedense akşamın alacakaranlığında birdenbire bir sinema gibi gözümün önüne geliverdi. Bir müddet evvelki yağmurun ıslaklığını taşı-
(26) Bu olayı çavuşun oğlu, Mustafa Ekmekçi'ye anlatmıştır. Bak: Mustafa Ekmekçi, Ankara Notları, Cumhuriyet, 2.4. 1979
35
yan sokaklan görür gibi oldum. Gece yansından sonra çıkuğırnız bu küçük şehirde kimseler yoktu. Yalnız büyük surlar, ahşap evler, tahta kepenkli alçak düllinlar vardı. Sağ tarafımızdan parkın nhtımına vuran denizin hafif ve mınlulı sesi geliyordu. Ve ben, yanımda iki candarına, elierirnde bavuluro ve çantam, kalbirnde dizlerimi bükecek kadar büyük bir ağırlıkla bu bilmediğim şehrin karanlığının içinde ilerliyordum. Nefes aldıkça içime rutubetli bir hava doluyordu. Bu havayı bu kadar nemli yapan şeyin madde haline giren karanlık olduğunu zannediyordum. Hafif kumlu bir yolda, bahçe gibi bir şeyin içinde yürüyordum. Burasının park olduğunu söyledilerdi. Etrafa bakıyor, hiçbir şey göremiyordum. Ağaçlar siyah gecenin üzerine siyah kalemle çizilevermiş resimler gibiydi. Ayaklanmızın kurnda çıkardığı sesler, hafif fakat iniltili akisler yapıyordu. Kalbirn göğsüme sığmayacak kadar büyüyor ve ağırlaşıyordu. Ah yarabbi, o akşam ne kadar ıstırap çekiyordum? Ne kadar kederli idim! . . İstanbul'da ve Konya'da, hatta yolda geçirdiğim çok daha fena günler benim içimdeki mukavemet damarlannı harekete getirmişlerdi, çektiklerimi istihfaf edebiliyordum, dudaklanmı ısınyor, hatta gütmeye çahşıyordum. Fakat bu gece, bu ıslak hava, bu hafif kumlu yol, bu tanımadığım, bir gece yansı içine girdiğim garip şehir, bu bir tarafında yıldızlara kanşan gri sular, bu elierirnde ağırlaşan çantalar birdenbire beni yumuşatmışular, içimde bir ağlamak ihtiyacı vardı. O gece, yalnız o gece, istediğim gibi ağiayabilmek için hür olmağı istemiştim, ama ne kadar şiddetli istemiştim; yalnız o gece istediğim gibi hür olabilmek için ertesi gün ölmeği kabul edebilirdim. Dudaklanm titriyordu. O gece annemi çok istemiştim, o yanımda olsa, benimle beraber yürüse, candannalar beni candarına dairesine sokarken o boynuma santıp öpse ve yann tekrar görmeye geleceğini söylese bu kadar yüreğim ağırlaşmazdı, diyordum. Sonra seni de çok düşünmüştüm. Şerif, Halide ve sen vapura gelmiştiniz. Üçünüzün de hayali, bilhassa seninki hep gözümün önündeydi. Seni adliyede yanıma geldiğin zamanki gibi de hatırlıyordum. Şimdi burada olsa muhakkak daha hafif olurdum, hiç olmazsa ona zayıf görünmemek için kendimi bu kadar koyuvermezdİm diyordum. O zaman dünyada hiç kimsenin beni annem kadar sevemeyeceğini ve hiç kimsenin beni senin kadar anlamayacağını düşünüyordum. Elimde ağır çantalar, başım yıldızlara doğru kalkmış, kafamda bunlar dolaşı-
36
yordu. Cebimde sana vapurdan yazdığım mektup vardı. Y arabbi, bu akşam o bir sene evvelki akşamdan ne kadar uzağı m,
ne kadar başkayım: Tam bir sene geçti o günden beri, halbuki ben ne kadar çok ihtiyarlamışım! Bir sene evvelki Sabahattin'e bir çocuğa bakar gibi bakıyordum:·m>
Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi'nde Karadağ denilen üçüncü kısmın ikinci katında, denize bakan küçük bir koğuşa yerleştirilir. Aynı koğuşta kalanlardan Hüseyin Kuşüzümü, Sabahattin Ali'nin gelişini, yıllarca sonra, şöyle anlatır:
" . . . Koğuşumuzdaki on beş kişinin hepsi de Sinoplu idi. Suçlan da adam öldürmek, yaralamak gibi suçlar. O zaman ranza yoktu, yataklarımızı yere seriyorduk. Aydınlatma lamba ile oluyordu. Cezaevi Müdürü Cevdet Bey' di. İstanbullu, efendi bir zat. Rivayete göre Abdülhamit zamanında sarayda çalışmış. ( . . . ) Yanında efendiden, gözlüklü bir zatla geldi. Mustafa Ağabeyimi çağırdı :
- Sabahattin Bey sana emanet, sizin koğuşta kalacak, dedi. Sonradan adının Sabahattin Ali olduğunu öğrendik. ( . . . ) Hemen ko
ğuşa ısındı, arkadaş, dost olduk. Koğuştakiler hep hemşehri olduğumuz için yemekleri birlikte yiyorduk. Yemekleri ben yapardım. Ay sonunda yapılan masraflan adam başına taksim eder, paralan toplardım. İçimizden pek okuma yazınayla ilgilenen kimse yoktu. Onun için Sabahattin Ali gece geç vakte kadar lambanın ışığında kitap okurdu. Yanında çok kitap getirmişti. Her tarafı kitap doluydu. Almanca kitaplardı. Gündüzleri bir sandığın üstünde yazardı. ( . . . ) Kendiliğinden bizimle siyasetten falan konuşmazdı, sorunca konuşurdu, bir defasında Ankara'daki mebuslann, büyük memurların yolsuzluklanndan bahsetmişti. Mustafa ağabeyim de ona:
- Bak sana hükümet bu kadar para sarf etmiş, okutmuş adam etmiş, ayıp değil mi böyle fikirlere kapılmışsın, hükümetle uğraşırsın, deyince o da:
- Bana solcu diyorlar ama işte yaşayışımı görüyorsun, ya sana ne demeli Mustafa efendi, koğuşta içki içersin, kumar oynarsın, on kuruş yevmiye ile fakir fukarayı çalıştınp oturduğun yerde dışanya mal satıp para kazanırsın, diye cevap vermişti. ( . . . )
(27) Ayşe Sıtkı-Doğan Akın, Sabahattin Ali 'ni11 Ozel Mektupları. 1991 , S. 1 73- 1 74
37
Sabahattin Ali cezaevine geldiğinde bekardı. Dışardan pek geleni olmazdı. Sinop'tan bir ilkokul öğretmeni ziyaret ederdi: Bolulu Fatma Hoca. Müdür Cevdet Bey'in odasında ve Müdür beyin yanında görüşürlerdi. Posta ile kitap, mecmua gelirdi. Gelen parası ancak yemek parasına yetişirdi. ( . . . )
Bizim koğuşta hikayeden, şiirden anlayan yoktu. Sinop'un yeriisi dört beş kişiydik, diğerleri köydendi. Biz içki içer, kumar oynardık. O yatağa çekilir, kitap okurdu. Yalnız türküyü beraber söylerdik."<28>
Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi'nde duyduğu yalnızlık ve tutsaklık acısını "Duvar" hikayesinde ayrıntılarıyla açıklar:
"Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran sulann sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak suların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklam hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.
Bir malıpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarına gözlerini dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyelede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır?"
Dağlar ve Rüzgar adıyla 1 934 yılında yayımlanan kitabında yer alan "Hapishane Şarkısı" başlıklı beş şiirinde de aynı tutsaklık duygusunu ve özgürlük özlemini dile getirir. Bu şiirlerden birincisini Aydın Hapishanesi 'nden çıktıktan sonra 5 Eylül l 932'de Konya'da yazar. Geri kalanlardan üçünü Konya Hapishanesi'nde, sonuncusunu ise Sinop hapishanesinde kaleme alır, arkadaşı Boratav ile yeğeni Ertüzün'e gönderir. 7 Şubat 1 933 tarihli ve II sayılı şiirde dışardaki uçan ve mutlu günleri düşünür, bağrı yanarak sevgilisini anar:
Ey gönül kuşa benzerdin, Kafesler sana dar gelir; Bir yerde durmaz gezerdin, Hapislik sana zor gelir.
-------(28) Bak: Benin Taşan, Sabalıattin Ali Sinop'ra, Soyut, Ocak 1 976
38
Ey gönül, acayip huyun, Boğazından geçmez tayın, Acır testindeki suyun; Aklına nazlı yar gelir. (. . . )
Burada sözü edilen "yar" Sabahattin Ali'nin hala unutamadığı genç sevgilisi Meliihat Muhtar'dır.<29>
26 Şubat günlü ve III sayılı içerde bir türlü geçmeyen zamandan ve gittikçe artan yalnızlıktan yakınır. Doğadan uzak kalışın acısını buruk bir duyarlılıkla yansıur:
Burda çiçekler açmıyor, Kuşlar s üzülüp uçmuyor, Yıldızlar ışık saçmıyor, Geçmiyor günler, geçmiyor. ( . . .)
Konya Hapishanesi'nde Nisan ayında yazılan, ama altına günü be-lirtilmeyen IV sayılı şiir de Meliihat Muhtar' la ilgili olsa gerekir:
Ey yar bu acı demlerde Sen koru benim aklımı . . . Karardım kaldım damlarda, AydınZat benim yolumu . . .
Sinop Cezaevi'nde yazılan birinci "Hapishane Şarkısı"nın son dörtlüğünde sözü edilen sevgili de Meliihat Muhtar olmalıdır:
(. . . ) Ellere sormnadığım Doyunca saramadığım Görnıesem duramadığını Nazlı yarimden ayrıldım.
23 Mayıs'ta yazdığı "Hapishane Şarkısı"nın beşincisinde Sabahattin Ali gizlice ağladığını belirtmekte, cezasının bir gün biteceğini düşünerek dayanmaya çalışmaktadır:
39
Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül, aldırma; Ağladığın duyulmasın, Aldırma gönül, aldırma . . .
Dışarda deli dalgalar Gelip duvarlan yalar; Seni bu sesler oya/ar, Aldırma gönül, aldırma . . .
Görmesen bile denizi, Yukarıya çevir gözü: Deniz gibidir gökyüzü; Aldırma gönül, aldırma . . . ( . . . )
Yine Sinop'ta 3 Temmuz'da yazdığı "Gurbet Hapishanesi"nden çıkacağı günlerin yaklaştığını söyleyerek avunmakta, sevgilisinden kendisini unutmamasını dilemektedir:
( . . . ) Geniş ol, göklere bakın, Çıkacağı günler yakın . . . Yt2r, beni unutma sakın Gurbet Juıpishanesinde.
Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi' nde bir yandan okur, bir yandan şiirler, hikayeler yazar, Esirler adlı oyununu tamamlar ve Jack London'un Demir Ökçesi'ni çevirirken bir yandan da koğuş arkadaşlarına el sanatlarını geliştinnelen için yardım eder. Dışardan modeller getirerek hükümlülerin cevizden yaptıklan tavla, sigaralık, tepsi, kotra gibi eşyalann güzelleşmesine katlada bulunur.
Bu uğraşlar onu biraz oyalar, acısını biraz azaltır, ama aydan aya artan iç sıkıntısını, özgürlük özlemini bastıramaz:
"Bu posta senden mektup çıkacağını ümit ediyordum. Canım çok sıkılıyor. Gerçi beni canı sıkılmasın, keyiftensin diye hapse atmadılar, fakat ne de olsa can sıkıntısı hoş bir şey değil. Şimdiye kadar hapishanedeki hayattan, hapishanede oluşumdan şikayetçiydim, bugünlerde dı-
40
şardan uzak oluşum ve dışansını çok özleyişim beni üzüyor. Birçok tanıdık çehreler, gülerek veya ciddi gözümün önünden geçiyor, birçok yerler, birçok güzel ve benim üzerimde tesir icra etmiş mevkiler hayalimde canlanıyor. Dünyayı, bir zamanlar içerisinde alabildiğine başıboş dolaştığım dünyayı içim sıziayarak görüyorum. Bütün bunları bir daha göremeyecekmişim, dostlarıma ve dünyaya artık kavuşamayacakmışım gibi bir his var içimde ... Bir zamanlar birçok yerlerde birçok insanla münasebette bulunan Sabahattin Ali'yi adeta tanımıyorum, o bana başka birisi gibi geliyor ve ben zannediyorum ki bugün mevcut olan Sabahattin Ali, hapishanede doğmuş ve büyümüştür. Kendisinin hapishane haricinde de bir hayatı olabilmesi imkansız ve acayiptir."<30>
Bu olanaksızlık sanısına karşın, Sabahattin Ali yaşama isteğini köreltmez. Hapisliğin geçici bir dönem olduğunu unutmaz:
"Ben de hayatı çok severim, ben de ölünceye kadar hep gülsem yine gülrnekten bıkmayacak adamım, şimdi muvakkat bir zaman için de olsa, istemediğim şeylere katlanmak zorundayım. ( ... ) Hayat barikulade bir şeydir, yaşamak kıymeti takdir edilemeyecek kadar büyük bir nimettir."<3 ı ı
Yaşamaya verdiği bu değer dolayısıyla Sabahattin Ali, öngörüldüğü söylenen Af Kanunu'nu umutla bekler. Geleceğe yönelik tasarılar kurar:
"Aff-ı umumi olursa cezayı neticeleriyle birlikte kaldıracağından derhal bir memuriyet alının zannediyorum. Çıkar çıkmaz Ankara'ya gitmek niyetindeyim. Ondan sonra da İstanbul' a."<32>
OORETMENLIGE DÖNÜŞ
Sabahattin Ali, 29 Ekim l933'te Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde çıkarılan Af Kanunu ile salıverildi. İstanbul'a geldi. Çok kalmadan Ankara'ya gitti. Dayısı Doktor Rıfat Ertüzün' ün evine konuk oldu. Ev, Çocuk Esirgeme Kurumu'nun bulunduğu binanın üst katındaydı. Bir odası ona aynlmıştı. "Odadaki kütüphaneli divanda yatıyordu. Kitaplannı divanın arkasındaki çifte kütüphaneye yerleştirip tasnif etmiş, numaralamış, bir de demirbaş defteri yapmıştı. Kitapların üstüne titriyor-
(30) Ayşe Sııkı-Doğan Akın, Sabahartin Ali 'nin Oze/ Mektupları, 199 1 , S. 1 12 (3 1 ) Age. S. 88 (32) Age. S. 1 1 3
4 1
du. Pek çoğu Almanca olan kitaplannın, o vaktin tekniğine göre çok güzel ciltleri vardı. Bunlardan Volga Hazer Denizine Dökülür isimli Almanca kitabın nefis baskısı insanda hayranlık uyandınyordu.<33l
Yeğeni Reşit Ertüzün'ün anlatuğına göre, Sabahattin Ali " 1 933-1 934 kışında, on aylık hapishane yaşamının acısını çıkarırcasına neşeli bir hayat sürüyor, her akşam yapılan aile toplantılannda espriler saçıyor, arkadaşlanyla geziyor, hiçbir baloyu kaçırmıyordu."<34ı
Gerçi rahatı yerindeydi, ama işsizlikten sıkılıyordu. Bir an önce öğretmenliğe dönmek istiyordu. Gelgelelim, mahkumiyeti dolayısıyla, 29 Nisan 1 933 tarih ve 1 249 sayılı kararla memurluk kaydı silinmişti. Yeniden göreve alınması için dilekçe verdi. Müsteşar Yardımcısı Rıdvan Nafiz onunla ilgilendi. Kalem-i Mahsus Müdürü Nihat Adil'in aracılığıyla Sabahattin Ali, Maarif Vekili Hikmet Baybur'la görüştü. Vekil, Müdürler Encümeni'nin vereceği karara göre davaranacağını bildirdi. Encümen, Sabahattin Ali'nin çalıştınlması gerektiğini belirtti. Öyleyken Vekil, "Eski zihniyet ve ruhi haletini değiştirdiği sabit olmadıkça istihdamı caiz değildir" diye diretti. Sabahattin Ali bunu "nasıl ispatlayacağını" sordu. Vekil "yazınız" dedi. Bunun üzerine Sabahattin Ali Varlık dergisinin 1 5 Ocak 1 934 tarihli sayısında Atatürk'e sevgisini belirten "Benim Aşkım" başlıklı şiiri yayımlamak zorunda kaldı :
( . . . ) Sensin, kalhim değildir, böyle göğsümde vuran, Sensin "ülkü " adıyla beynimde dimdik duran, Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran, Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir diziye? Hisler kambur oluyor döküldükçe yazıya. Kısacası: Gönlümü verdim Ulu Gazi 'ye, Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
Hikmet Baybur, "Gazi Hazretleri' den de müsaade istihsal edildiği için" Sabahattin Ali'nin dilekçesine "muvafıktır'' anianiında "M" koyup imzaladı. Zaten daha önce Maarif Vekilieti Müdürler Encümeni
(33) Reşit M. Ertüzün, Sabahattin Ali 0/aymm Gerçeifi, I 985, S. 70 (34) Age. S. 7 1
42
-Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde bağışlandığı gerekçesiyle- göreve alınması yolunda karar vermiş, Hukuk İşleri Müşaviri Harnit İnce bu kararı desteklemiş, Ortatedrisat Müdürü Hasan Ali de ilgisini esirgememişti. Öyleyken, atanma işlemi bir türlü gerçekleşmiyordu. Söylendiğine göre, "maaş faslında para kalmamıştı. Ancak Martta Meclis'te münakale yapılabilecekti."<Jsı Bu yüzden Sabahattin Ali askere gitmeyi düşünüyordu.
I 934 yazında Sabahattin Ali' nin dayısı Ankara Sı h hat Yurdu adlı özel kliniğini kapatınış, evini Yenişehir'de Demirtepe semtindeki Keresteci Fahri Bey'in yeni yapılan apartmanma taşımıştı. Bu değişiklik ailede sevinç uyandırmıştı. İlk şiir kitabının, Dağlar ve Rüzgar' ın basılışı dolayısıyla Sabahattin Ali'nin de keyfi yerindeydi. Yeniden işe alınacağından umutluydu.
Yeğeni Reşit Ertüzün'ün anlattığına göre, "Hemen hemen her akşam üzeri eş ve dosttarla birlikte Gazi Çiftliği'ne gidiliyor, Merkez Lokantası'nın bugün hala yerinde duran bahçesinde yemek yeniliyor, Darvaş' ın müziği dinleniyordu. Yahut, şimdiki Maltepe Havagazı Fabrikası'nın yerinde bulunan Bomonti Bira Bahçesi'ne gidiliyor, fıçı biraları içiliyor, dans orkestrası ile dans edenler seyrediliyor, eğleniliyordu. Sabahattin, neşe dolu bu akşam saatlerinin kahkaha kaynağı idi. Tanıdıkların taklitlerini yaparak konuşuyor, çeşitli şakalarla özellikle kadınları gülrnekten kırıp geçiriyordu."<36l
Sabahattin Ali, Maarif Vekili Abidin Özmen zamanında ilkin Neşriyat Müdürlüğü Büro Şefliğine atandı. Ardından, 30 Eylül 1 934'te, 25 lira aylıkla Talim ve Terbiye Dairesi ikinci sınıf mümeyyizliğine verildi. Eylül başında dayısı Rize Devlet Hastanesi Başhekimliğine atanmış ve Ankara'dan ayrılmıştı. Sabahattin Ali Ankara'da aynı evde yalnız kalmıştı. Artık evlenmeyi dü�ünüyordu. Nahit Hanım Ankara'da Halil Fıratlı ile evlenmişti. Bir ara Sabahattin Ali ile karşılaşmışlar, fakat her ikisi de eski günleri anmaktan özenle kaçınmışlardı. Bundan sonraki ilişkileri de arkadaşlık sınırlarını aşmadan sürüp gitmişti.
Sabahattin Ali hala unutamadığı Melahat Muhtar'la evlenıneye yeltenmiş, ama kızın ailesinin soğuk tutumu yüzünden başanya ulaşamamıştı. Bunda sevgilisinin gevşekliği de rol oynamıştı. Kız daha sonra bir doktorla evlenip İzmir'e gitmişti. Bu vefasızca davranış Sabahattin Ali 'yi derinden yaralamıştı: (35) Ayşe Sıtkı-Doğan Akın, Sabahattin Ali 'nin Ozel Mektupları. 199 1 , S. 1 54 (36) Reşit M. Ertüzün, Sabahattin Ali Olayının Gerçegi. 1985, S. 76
43
Sevip sevip yarı ele kaptırmak Kara bahtın bana eski işidir. Ömrümdeki yıllar kadar yar sevdim Her biri bir başkasının eşidir.
Bunun üzerine, mektuplaştığı ve beğendiği arkadaşlarından tarih öğretmeni Ayşe Sıtkı (Erince) Hanım'a evlenme teklifinde bulundu. Fakat 22 Şubat 1934 günlü bir mektupla ondan şu cevabı aldı:
"Deli Sabahattin, Anladım artık, sen katiyen uslanmayacaksın ... Hapisten çıktın ... O
kadar eziyetler çektin ... Hala da çekiyorsun ... Şöyle bir işe yerleşip rahatına bakacağın zaman da başına koca bir bela çıkarmaya niyet ediyorsun. Yazdıklarını daha çok şaka diye alıyorum, ama eğer bunları bir an için olsun ciddi düşündünse büyük bir çocukluk yapmışsın ...
Öyle ya, artık yapacak şey kalmadı. Her işi tarnamladın. Rahat da duramazsın, bunun imkanı yok ... Dümdüz hayat seni deli eder çünkü ... Dur, hiç olmazsa evleneyim bari dedin. İşe girer girmez bazı kimselere talepname göndereceğini söylüyordun zaten ... Oturdun ve bir tane bana irsal eyledin ... Fakat ben, Akile müdire hanım, sana uymuyorum ... Aklımdan böyle şeylerin geçmediği sıralarda beni fesatlığa teşvik etme, anlıyor musun ... Yoksa senin o Grek bumunu koparırım .. :•m>
Sabahattin Ali Ağustos başında Konya'ya yolculuğa çıktı. Orada eski tanıdıklarla görüştü, cezaevine gidip koğuş arkadaşlarıyla konuştu. Anılarını tazeledi. Fakat Ankara'da iken başlayan kırgınlık ve ateşi arttı. Başı ağrıdı, burnu kanadı. Tifo tanısıyla yirmi gün Memleket Hastanesi'nde yattı. On dokuz yaşındaki Fahriye adında bir hemşirenin özenli bakımı altında iyileşti. Beyşehir'e arkadaşı Pertev Naili'yi görmeye gitti. Onunla söyleşti, çevreyi gezdi. 1 2 Eylül'de oradan Konya'ya geçti, 18 Eylül'de Ankara'ya döndü.
EVLENME
Evlenme önerisini Ayşe Sıtkı'nın olumsuz karşılamasından sonra
(37) Bak: Filiz Laslo/Atillli Özkınmlı, Sabahattin Ali. I 979, S. 149
44
Sabahattin Ali başka adaylar aramaya koyuldu. 1932 yazında amcası Salih Bey'in evinde karşılaştığı<38> Aliye Hanım'da karar kıldı. 1935 Ocağı'nda niyetini yengesi Müfide Hanım'a açtı. Aynca, Salih Beylere de kızı istemeleri için ricada bulundu. Onlar da bir mektupla durumu Aliye'nin ailesine bildirdiler. Mektuba olumlu cevap geldi. Sabahattin Ali buna çok sevindi.
5 Martta Ayşe Sıtkı'ya yazdığı mektupta nişanlısını şöyle tanıtıyordu:
"Mühim bir havadisim var: Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal.
Nişanlım şu 'masume' ler sınıfına dahil, ne yazık ki . . . Erenköy'de oturuyor. Babası bir proleter. Kendisi sekizinci sınıfta Erenköy'ü bırakmış .. . Amcaının evi ile komşu . . . Kendisini pek iyi tanınm. Avrupa'dan geldiğim sene beraber denize falan girerdik. (Bu sözüm üzerine masumeliğinden şüphe etme o zaman ufaktı ve yengem, teyzem ve diğer komşularla beraber, şimdi Suadiye Plajı'nın olduğu yerde, yıkanırdık. Orası o zaman boş bir tarla idi.) Altın gibi san saçlı, fevkalede güzel lacivert gözlü, beyaz tenli gözlerinin etrafında yazın beliren seyrek çilli ve uzunca boylu bir kızcağızdır (Uzunca boylu dediğim 1 .60 boyunda kadınlara göre uzun. Ben l .62'yim . . . ) Gayet sessiz okumağa ve düşünrneğe meraklı; kendi halinde bir mahlfik . . . Yaşı tam 20 . . . İsmi de Aliye . . .
Birisi sorsa: Niçin evleniyorsun? dese, vereceğim cevap şudur: Çalışabiirnek için . . . Ben kendi kendimi her hususta idare edemiyorum. Halbuki muhakkak muntazam ve ölçülü bir hayata muhtacım ve ancak bu şekilde faydalı işler çıkarabilirim."<39l
Sabahattin Ali o sıra Ankara' da, Aliye Hanımsa İstanbul' daydı. Bir süre mektuplaştılar. 20 Nisan'da Sabahattin Ali nişanlısına şunlan yazıyordu:
"Çok sevgili Aliye'ciğim, Ben de senin mektubunu alınca sevincimden yerimden sıçrayacak
tım. Demek artık birleşmemiz bir gün meselesi oldu. Beni düşündüğü-
(38) Aliye Hanım bu tanışınanın 1933'te, Reşit Ertüzün ise 1932'de, tutuklanmazdan önce gerçekleştiğini öne sürer. Ertüzün'ün verdiği tarihin doğru olduğunu sanıyorum. Çünkü 1933 yazında Sabahattin Ali, Sinop Hapishanesi'nde yatıyordu. (39) Ayşe Sıtkı-Doğan Akın, Sabahattin Ali 'nin O zel Mektupları. I 99 I , S . 234
45
nü gösteren saurların kalbimin sana karşı olan bağlannı bir kat daha güçlendirdi. Benim için dünyada her şey sensin. Bunun için benim de her şeyim senindir. İlk günlerde pek lüks yaşamasak bile muhakkak ki seni dünyanın en mesut insanı yapmak için her şeyi yapacağım. Çünkü sen sevgin ile beni dünyada erişilebilecek saadetterin en büyüğüne eriştirdin. Mademki annen istiyor, tabii seni gelin kıyafetinde görecektir. Bunu bende isterim. Ben ay başında sana gelinlik kumaşı yollanm, orada vücuduna göre diktirir ve hazırlatırsın. Ben İstanbul'da dört beş günden fazla kalamayacağım için bunların önceden tamamlanması daha iyi olur. Sonra ben gelirim, resınl işleri hallederiz, olur biter. Mayıs ortalannda herhalde gelmek istiyorum. O zaman mehtap da olacak, seninle ay ışığı altında dolaşmayı o kadar istiyorum ki ... "(40l
Bu büyük istek kısa zamanda bir aşka dönüştü. Nikah öncesinde nişanlısına yazdığı bir mektupta bunu coşkuyla dile getiriyordu:
"Sana bugün çılgın gibi aşıkım. Senden ayrı geçen bu günleri cehennemde imişim gibi geçiriyorum. Evde resimlerine bakarak uyumaya çalışıyor, fakat uyuyamıyorum. Sana kavuşmadan sükOnet bulamıyacağım. Nikahı önümüzdeki hafta içinde, Pazartesi veya Perşembe günü yapanz."(4ı ı
Gerçekten de Sabahattin Ali dediği tarihte İstanbul'a geldi. Askerliğini erteletrnişti. Ankara'da bir apartmanın üst kaunı kiralamış, biraz eşya satın almıştı. 1 6 Mayıs 1 935 günü Kadıköy'de nikahlandılar. Birlikte Ankara'ya gittiler.
Aliye Hanım Sabahattin Ali'yle tanışıp evleomesini şöyle anlatıyor: "Tahminen 1 933 senesi. Eşim Sabahattin Ali İstanbul'da oturan
Gülhane Hastanesi Başeczacısı Salih Başotaç'ın evine misafir olarak gelmişti. Sabahattin'le tanışınam o aile ile komşuluk dolayısıyla oldu. Grup halinde Suadiye'ye denize girmeye gittik. O zaman şimdiki Suadiye plajının olduğu yer açık denizdi. Bir defa da yine grup halinde İçerenköyü 'nde yapılan bir sünnet düğününe gittik. Bir iki saat düğünde kaldık, dönmek istediğimizde Sabahattin yanımızda yoktu. Giderken kullandığımız lüks lamba fenerle bir ağaç altında onu kitap okurken bulduk. Gidiyoruz dendiği zaman kalktı ve feneri benim yüzüme tutarak
(40) Filiz Ali Laslo/AtilHi Özkınmlı, Sabahattin Ali. 1 986, S. 1 97- 1 98 (4 1 ) Age. S. 204-205
46
gözlerimin içine uzun uzun baktı. Sabahattin beni ilgilendinnemişti. Salih Bey'in hanımının ağabeysi olan yüzbaşı bahriye mühendisi Muhittin ağabey benim hoşuma gidiyordu. Ona aşık değildim, benden yaşı oldukça büyüktü. ( . . . )
O gece lüks fenerle eve döndük. Bir daha Sabahattin' i gönnedim. Bir müddet sonra Salih Bey emekli oldu ve Ankara Hıfzıssıhha Enstitüsü'ne tayin olarak evlerini Ankara'ya taşıdılar. Aradan bir müddet geçtikten sonra 1935 senesi Şubat ayında Salih Beyin hanımından annerne bir mektup geldi. Sabahattin, Aliye ile evlenmek istiyor, her şey yapılacak, sevdiğimiz Aliye'ye yüzgörümlüğü de takılacak, sizden haber bekliyoruz diye. Sabahattin'i ilk gördüğüm günden sonra o Almanya'ya gitmiş, Almanya'dan dönüşünde evlenıneye karar vennişti. Annerne gelen bu mektubun üzerine, babam bu evliliğe razı olmak istemedi. Sabahattin'in polisçe fişli olduğunu, Salih Beylere gelişinde duymuştu galiba. Bunu sonradan öğrendim. Evlenmekte direndim. Ankara'ya gitmek bana cazip geliyordu. O sıra Ankara gözde bir yerdi. Annem evet mektubunu gönderdi. Kış olduğu için nişanın gelip gitmeden posta ile yapılmasına karar verildi. Ankara'dan nişan ile ilgili hediyeler geldi, düğünün de Mayısta yapılmasına karar verildi. Renkli güzel bir fotoğraf çektirerek göndenniştik. Sabahattin'den ilk mektubu aldım. Fotoğrafı beğendiğini güzel sözlerle yazıyordu. İkinci mektubu ile birlikte Değimen, Dağlar ve Rüzgar kitabını gönderdi . Bu şiirleri ve hikayeleri okuyunca Sabahattin'e körkütük aşık oldum, o da herhalde beni beğeniyordu ve bana güzel mektuplar yazmakta devam ediyordu.
1 935 Mayısı'nda İstanbul'a geldi, bir gece bizde kaldı . 16 Mayıs günü Kadıköy Evlendione Dairesi'nde nikahlandık ve trenle Ankara'ya birlikte döndük. Bir hafta kadar amcasının evinde misafir edildik, onlar Yenişehir'deki Sıhhıye Vekaletinin lojmanlannda kaloriferli güzel bir dairede oturuyorlardı. 1935 senesi Ankara'da kaloriferli lüks daireler parmakla gösterilecek kadar azdı. Salih Bey'in hanımı zevkli, güzel, sevimli bir hanımdı. Hisar'da iyi bir Enneni terzi buldular. Bana şık bir gelinlik dikildi. Bu bir hafta zarfında her şey tamamlandı . Bize güzel bir düğün yapıldı. ( . . . )
Bize Ulus'ta Menekşe aparlmanının çatı katını tutmuşlardı. Düğünün ertesi günü evimize döndük. İlk defa gördüğüm evimiz hiç de ho-
47
şuma gitmemişti. Basık tavanlı bir odasında tahta bir masa ile bir iki tahta sandalye, diğerinde ise yatak olarak geniş bir somya ve kırmızı bir yorgan, bir de komodin. Nişanlıyken, mektuplaşmaya başladığımız zaman Sabahattin bir mektubunda özür diliyor, yüzgörümlüğü takamıyacağını, ilerde bana istediğim her şeyi yapmak istediğini, annemi de ikna etmemi yazıyordu. Bu dönüş annem için iç açıcı olmadı, ama ben aldırmıyordum, çünkü samanlığın seyran olacağını sanıyordum. Salih Beylerin o güzel evinden aynidıktan sonra böyle bir yuva hayal etmemiştim. O gece müthiş bir tahtakumsu hücumuna uğradık. ( . . . )
Hayatımızdan günler, haftalar ve aylar geçmeye başladı. Sabahattin, Almanya'dan dönerken oldukça yüklü kitapla dönmüştü. İki oda olan evimizde çatının bittiği yerde içinde ayakta durulamayan odamsı bir yer vardı. Kitapları, mecmuaları ve Almanya'dan getirdiği birtakım resimleri oraya yerleştirdi. ( . . . ) Vakit vakit o odaya girer, kitapları karıştırır, her zaman çok kitap okurdu. Tuvalette, parkta, konuşmadığı her yerde. n(42)
Evliliğin yol açtığı sıkıntı ve yoksunluklara karşın, Sabahattin Ali mutluydu. Eşini çok seviyordu. O kadar ki, bir gün arkadaşı Melahat (Togar) Hanım ve kocası Mesut Bey'le yemek yerken, gülerek, "Yine ftşıkım!" demişti. "Bu kez kanma."<43>
Mümeyyizlik kadrosu kaldırılınca, Sabahattin Ali, 25 Haziran 1935'te -Saffet Arıkan'ın bakanlığı sırasında- Neşriyat Dairesi ikinci sınıf kalembaşılığına nakledildi. Ayrıca, aynı dönemde, ek görev olarak 40 lira ayiılda Ankara İkinci Ortaokul'da Almanca öğretmenliğinde bulundu. 1936'da "Alı" soyadını aldı, ama kullanmadı. 1 936 Kasuru ile 1937 Ocağı arasında Tan'da Kuyucak/ı Yusuftefrika edildi. 1937 başında askere çağrıldı. Eşiyle İstanbul'a geldi. Çünkü o zaman yedek subay okulu İstanbul'da Harbiye'de idi. Sabahattin Ali okulda naldiye taburunda iki ay er, altı ay öğrenci olarak eğitim gördü. Aliye Hanımı Pangaltı'da Bilezikçi sokağında bir eve yerleştirdi.
Niyazi Ağımaslı, Hüseyin Naili Kubalı ve Bülent Nuri Esen de yedek subay öğrencisi idiler. Sabahattin Ali çavuş çıkarılacağını duyunca hemen Ankara'ya gitti. Saffet Arıkan ile Afet İnan'ın yardımlarını sağladı. 30 Eylül 1937'de Filiz doğdu. Kızı yedi aylık iken, 1 938 kışın-
(42) Bak: Filiz Ali Laslo/AtillaÖzkınmlı, Sahahallin Ali. I 979, S. 30-32 (43) Age. S. 65
48
da yedek subay olarak Eskişehir' e gönderildi. Ailesini de birlikte götürdü. Aşağı yukarı altı ay kadar orada kaldılar. Terhisten sonra Ankara'ya döndüler.
Sabahattin Ali, 3 Aralık l938'de Musiki Muallim Mektebi Türkçe öğretmenliğine atandı. Ankara'da Kızılay Karanfil sokakta Kıbrıslı Salih Bey'in apartınanında iki odalı bir çatı katında oturuyordu. Alt katta da Muvaffak Şeref kalıyordu. Bir süre sonra tanışıp arkadaş oldular.
I 939 Ni sanı ile Haziranı arasında Içimizdeki Şeytan romanı Ulus gazetesinde yayımlandı.
O sıra Ulus'ta çalışan Mehmed Kemal anlatıyor: "Sabahattin Ali gazeteye romanının tümünü vermediği için gelir, ar
dım gazetede yazardı. Bir masaya oturur, önüne bol bol müsvedde kağıdı alır, dolmakalemle tefrikasını tamamlardı. Yazarken süratli çalışır, çevresindekilere aldırmazdı. Yazısını daha çok Nurettin Artam, Hikmet Turan, Ahmet Şükrü Esmer'in çalıştıklan odada yazardı. Gözleri· min önünde Sabahattin Ali'nin güleç yüzü, çalçene konuşmaları, küçük büyük tanımaz şakalan geçiyor.''<44>
İkinci Dünya Savaşı başlayınca, I 939 sonuna doğru Sabahattin Ali yeniden askere alındı. Sarıkışla'da (şimdi Altındağ Adliyesi'nin bulunduğu yerde) Sekizinci Tümen'e kauldı. Ekrnekçi koluna ayrıldı. Muvaffak Şeref topçu, Niyazi Berkes piyadeydi. Niyazi Ağımaslı da ekrnekçi kolundaydı. Tümen bir süre sonra Boğaz savunmasıyla görevlendirildi. Bir katacia Haydarpaşa'ya hareket etti. Ekrnekçi kolu araba vapuruyla Kahtane'de Haliç'e yakın bir yere taşındı. Oradan Eyüp'e ve balıarda Büyükdere'ye geçti. Sabahattin Ali ordugiihta kibrit fabrikasının karşısındaki çamlığa doğru bir çadırda kalıyordu. Kürk MantoZu Madonna romanını orada yazmaya başladı. Bazı parçalarını Niyazi Ağımaslı'ya okuyordu. Daha sonra Tümen, Çatalca-K.ızılcaali-Örcünlü hatUnda görev aldı. Sabahattin Ali de ekrnekçi koluyla birlikte Dursun köye yerleşti.
Dört aylık askerlik sona erince Ankara'ya döndü. 18 Aralık 1940/8 Şubat 1941 tarihleri arasında Kürk Mantolu Madonna romanı Cemal Hakkı Selek'in Hakikat gazetesinde yayımlandı. Fakat okurlarca tutulmadığı bahane edilerek parasının ödenmesi geciktirildi. Bu yüzden yazarla yayımcının arasında üzücü mektuplaşmalar oldu . .
(44) Mehmed Kemal, "Sabahatlin Ali O stüne ··. Cumhuriyet, 27.7. 1980
49
Teyzesinin oğlu Mehmet Semerci'nin çağnsı üzerine Sabahattin Ali bir ara Edremit'e gitti. Semerci'nin anlattığına göre, orada başından şu ilginç olay geçti:
" 194 1 yılında, benim düğünüm için Edremit'e geldi ve birkaç gün kaldı. Yalnız, hakkında çıkarılan komünist dedikodulanndan dolayı evden pek çıkmıyordu. İşte, bugünlerden birinde şöyle bir olay oldu: Sabahattin bir sabah çok erken saatlerde şehri dolaşmaya çıkmış. Ortalığın daha yeni yeni ağarmaya ve ayaklanmaya başladığı bu saatte, Soğuk Tulumba dediğimiz yere gelmiş. Burada hem dolaşır, hem de bir yandan elindeki bir kağıda bir şeyler yazarmış. Onun bu durumunu gören bekçi Ali Efendi şüphelenmiş ve başlamış Sabahattin'i izlemeye. Bakmış ki, Sabahattin elindeki bir kağıda durmadan bir şeyler yazıyor. 'Bu adam herhalde casusluk yapıyor' diye düşünerek, apar topar yakalamış. Sabahattin' i karakola götürmüş. Karakoldan teyzemi çağırdılar. Gittik ve meseleyi öğrendik. İş gittikçe karışıyor, polisler Sabahattin'i bırakmak istemiyorlardı.
Öğleye doğru, durumu duyan ve ilgilenen o zamanki Belediye Başkanı Cevdet Denizer'in ve Sabahattin'in yakın arkadaşı olan Mustafa Sütüven' in çabalanyla serbest bırakıldı. Eve döndüğümüzde bizlere söyledi ki, sabahın köründe elindeki küçücük bir deftere çiziktirdiği notları kitap yazmakta kullanırmış."<4sı
Sabahattin Ali, Edremit'te iken çocukluk arkadaşı bakkal Ali Demirel' i de gördü. Ali, aynı zamanda, Kuyucaklı Yusuf 'un olumlu kişilerindendi. Romanda bir kavgada Şakir'e karşı Yusufu korurken öldürülmüştü. Bu yüzden Sabahattin Ali'ye kızgın ve küskündü. Onunla yeniden karşılaşmasını şöyle anlatıyor:
"Sabahattin bana da uğradı. Kuyucaklı Yusufromanında sözünü ettiği 'Aii 'nin dükkanı' gerçekten benimdi. İşte bu dükkana uğradı. Ona kızgın olduğumu bilmiyordu.
Her zamanki samimiyetiyle halimi, hatırıını sordu. Mektuplarına cevap vermediğim için sitemler etti. Yüzünü görünce kızgınlığım yatışmış, yumuşamıştım.
- Yahu Sabahattin, sen ne yaptın ö�le? Sapasağlam olan beni öldürdün ya? Bunca yıllık arkadaşlığımıza yakışır mı bu yaptığın? Bunun sebebi nedir? diye sordum.
(45) Bak: Ünsal Akpak, "Anılar", Yeni Ortarn gazetesi, 23. 1 . 1 974
50
Romanından söz ettiğimi anlamıştı. Gülümseyerek: - Bana bunun için mi kızıp mektup yazmadın. Çocuk gibisin be Ali.
İnan ki, romanın gidişine göre öyle olması gerekiyordu. Senin ölmen daha bir özellik kazandırıyordu. Buna senin kırılacağını hiç düşünmemiştim. Özür dilerim. Sana söz veriyorum, bir daha roman yazar da seni anlatacak olursam, o zaman öldürrrieyeceğim seni, daha çok yaşatacağım. Sen benim, çocukluğumdan beri en çok sevdiğim bir arkadaşımsm, hiç senin kötülüğünü ister miyim? diyerek gönlümü aldı.
Onun bu tatlı sözleri, aramızdaki buzları çözüverrnişti. Çok güzel konuşuyordu. Yalnız, biraz çekingendi. Bu çekingenliği, adının komünist olarak çıkmasından geliyordu. Bunu konuşmamız arasında belirtti, hakkında söylenenlerin doğru olmadığına inanmaını istedi . Kendisiyle arkadaş olduğum, oturup böyle uzun uzun konuştuğumuz için, bana bir söz gelmesinden de endişeleniyordu. ( . . . )
Onu, son olarak Ankara'da konservatuvarda öğretmenlik yaparken gördüm. Bir iş için Ankara'ya gittiğİrnde ona da uğradım. Saçları beyazlanmaya başlamıştı. Bunun üzerine şaka yollu takılarak:
- Ne o Sabahattin, saçları çabuk ağırttm ya? dedim. Bu sözüme gü!ümseyerek: - Hiç üzülme, benim yaşıma geldiğinde senin hiç saçın kalmamış
olacak, kel olacaksın Aliciğim, diye cevap verdi. Şimdi, şu çıplak başımı her görüşümde, Sabahattin ve sözleri aklı
ma gelir"<46ı 1936'da Devlet Konservatuvan kurulmuştu. Sabahattin Ali 1 0 Ara
lık 1939'da Karl Ebert' in asistanlığına atandı. Ardından dramaturgluğa yüseldi. Ayrıca, diksiyon dersleri de veriyordu. işini çok seviyor, canla başla çalışıyordu. Ebert' in tam güvenini kazanmıştı. Onun sağ kolu olmuştu. O sıra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü güzel sanatlar bölümü öğrencisi olan, konservatuvara ders ve konser dinlemeye gelen Talip Apaydın ara sıra onunla görüşüyordu. izlenimleri şöyle:
"Bizim kuşağın üstünde büyük etkisi var. Sonradan kendisiyle birkaç kez konuştum. Konservatuvarda görevliy
di. Ben Hasanoğlan'da öğrenciydim. Cumartesi günleri Ankara'ya gelirdik, gider kapısını vururdum. 'Gel bakalım köylü' derdi. 'Otur şuraya' .
(46) Bak: Ünsal Akpak, Anı/ar, Yeni Ortam gazetesi, 23. 1 . 1 974
s ı
Açık seçik, aydınlık, dobura dobur bir adamdı. Hikayelerindeki duygulu kişiliği ile bağdaştıramadığımı söylemeliyim. Kafamda daha başka kurmuştum demek. Oysa konuşkan, girgin, kavgacı bir adamdı. Dünyada insanlar açlıktan ölürken Brezilya'da binlerce ton kahvenin denize döküldüğünden tutun da, Cumhurbaşkanı İnönü'nün bencilliğine, küçük adamlığına kadar bir sürü konudan söz ederdi. Hem de yüksek sesle konuşurdu. Sanının İnönü hakkında böyle sözleri ilk ondan duymuştum. Korkarak kapıya bakmış olacağım ki,
- Korkma, korkma! dedi. Ben bunları her yerde söylerim. Bunun böyle olduğunu bir gün siz de anlayacaksınız."<47>
O yıllarda Sabahattin Ali konservatuvarda Emin Türk Eliçin'le sıkı dosttu. Eliçin de Ebert'in asistanlığını yapıyordu. Eliçin'in eşi Asiye Hanım o günlere ilişkin bir anısında şöyle diyor:
"Bir Pazar günü Sabahattin Ali, Aliye ve on aylık bebek olan Filiz kucaklarında olarak bize bulgur pilavıyla hindi yemeye geldiler. Sabahattin Ali çok değişik ve sempatik göründü bana. Keyfi pek yerindeydi. Coşkuyla gülüyor, iştahla yiyor, sürekli konuşuyordu. Kalın dudaklı küçük ağzının yan tarafıyla dişine sıkıştırdığı piposunu yalnız yemek yerken ve kahve içerken bıraktı ağzından. Zeki bakışlı çekik gözlerinin dolgun olan gözkapakları altın çerçeveli gözlüklerle bir uyum içindeydi. Biçimli burnu, beyaz düzgün teni, geniş alnı üstündeki dalgalı beyaz saçlarıyla güzel bir insandı. Yalnız, yaşına göre biraz göbekli ve kısa boylu idi. ( ... ) Güçlü bir belleği vardı. İki sıralı olan kitaplığında istenilen bir kitabı hiç aramadan buluverirdi -tabii götüresin diye değil, bakasm diye!- ( ... ) Almanya'dan birkaç gazete ve dergiye abone idi ya da Haşet'ten onun için ayınyorlardı. Bunları okur, elli kuruşa, otuz beş kuruşa Emin Türk'e satardı."<48>
Ankara'da Karanfil Sokak'ta oturan Sabahattin Ali'nin dostları arasında Eliçin'lerden başka Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif Başoğlu, Cevdet Kudret, Muvaffak Şeref, Niyazi Berkes, Mediha Esenel, Niyazi Ağırnaslı da bulunuyordu. Tatlı konuşmaları, nükteleri, şakaları ve taklitleriyle Sabahattin Ali hepsinin ilgisini çeker, sözleri zevkle dinlenirdi. Hazırcevaplığı yüzünden kimse onunla başa çıkamazdı. Sözlerine arada bir alay da katarak konuşur, konuşurdu. Öyleyken, kendisini dinletme-
(47) Bak: Yansıına, Mart 1973, S. 207 (48) Bak: Kemal Bayram, Sabahattin Ali Olayı, 1 978, S . 1 58- 1 59, 1 62
52
sini bitirdi. Çok ve çabuk konuşması kafasının hızlı çalışmasına ve bilgisinin genişliğine yorulurdu. Arkadaşlarından Niyazi Berkes' e göre, onda biri deli, öbürü akıllı iki yan vardı. O, bir yanıyla "ak saçlı, altın gözlüklü, iyi giyimli bir efendi kılığına girmiş bir çocuk" tu. Öbür yanıyla da "ağırbaşlı, bilgili, zeki ve anlayışlı" bir adamdı. "Gürültücü, hatta farfara denecek kadar oynak olan bu adam aynı zamanda bir filozof kadar ciddi"ydi.<49ı Gerçi eş dost toplantılannda içtiği de olurdu, ama aşın ve sürekli içmezdi. Bohem sanatçılara pek benzemezdi. Genellikle "evine, işine düşkün, çalışkan ve mazbut"tu.<soı
Adı geçen dostlan dışında da geniş bir çevresi vardı. Her yere girer çıkar, her yaştan, her uğraştan, her görüşten, her sınıftan insanla tanışıp konuşurdu. Bunlar arasında yüksek yöneticiler, hatta bakanlar, başbakanlar da bulunurdu. Hepsiyle içli dışlı olmaya çalışır, tatlı tatlı şakalaşırdı. Bir seferinde dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu'yla Ankara'nın ünlü Karpiç tokantasında karşılaşmıştı. Sırtında İngiliz kumaşından yeni bir elbiseyle görünce, başbakan ona takılmıştı:
- Bu ne şıklık Sabahattin, proleter böyle giyinir mi diye sormuştu. Sabahattin Ali her zamanki nüktadanlığı ve hazırcevaplığıyla: - Efendim, demişti, devrim olunca proleterterin nasıl giyineceklerini
göstermek istiyorum da . . . Saracoğlu kendini tutamamış gülerek uzaklaşmıştı .<sıı 1935-45 yılları Sabahattin Ali'nin en verimli dönemidir. Art arda
birkaç kitabı ve dergilerle gazetelerde şiirleri, hikiiyeleri, romanlan, oyunları, çevirileri basılır. Örneğin, 1 934'te ilk eseri, Dağlar ve Rüzgar adlı şiir derlernesi çıkar. Eserde yalnızca 1931 -34 yıllan arasında yazılmış 28 şiir yer alır. ( 1926-30 yıllannın ürünleri dergilerde kalır.) Halk edebiyatını örnek alan şiirler dillerinin duroluğu ve özlerinin içtenliği ile dikkati çekerler. Özellikle Konya'da ve hapishanede geçen günlerini yansıtanlar yayın çevresinde olumlu yankılar yaratırlar. Sözgelimi, Yaşar N abi kitabı övgüyle karşılar:
"Müellifin son yazılarını bir araya toplayan bu kitabın mümeyyiz vasfı, halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. ( . . . ) Sabahat-
(49) Bak: Filiz Lasıo/Atilld Özkınınlı, Sabaluıttin Ali, ı 979, S. 68 (50) Age. S. 77 (5ı ) Bak: Fıliz Ali Lasıo/Atilld Özkınınlı, Sabaluıttin Ali , 1 979, S. ı24 / Mehmet Kemal, Sabaluıttin Ali ve Geçmişi Anlamak, Cumhuriyet, 1 3.5. ı 979
53
tin Ali' ni n tecrübeleri muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklannı hissettirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. ( . . . ) Komplike imajlardan kaçınmış olması, bu şiiriere büyük bir sadelik vermiş. ( . . . ) Yapmacığa ve gülünce düşmeden halk tarzında şiirler yazabilmesi onun hesabına kaydedilecek büyük bir muvaffakiyettir:•<52>
Dağlar ve Rüzgar' dan sonra Sabahattin Ali' nin yine övgüyle karşılanan eserleri birbirini izler: Değirmen ( 1 935), Kağnı ( 1 936), Ses ( 1 937), Yeni Dünya ( 1 943) adlı hikaye kitaplan Nazım Hikmet, Nurullah Ataç, Sadri Ertem, Yaşar Nabi, Pertev Naili Boratav, Orhan Burian, Hüsamettin Bozok, Nahit Sım, Orhan Şaik gibi yazariann beğenisini kazanır. 1 937'de Kuyucaklı Yusuf, 1 940'ta Içimizdeki Şeytan, 1 943 ' te Kürk Mantolu Madonna adlı romanlan, 1 936'da Max Memmerich'ten Tarihte Garip Vakalar, 1 94 1 ' de Sofokles' ten Antigone, 1 942'de Lessing' den Minna Von Bamhelm, l 943 ' te H. Von Kleist-A. V. Chamisso-E. T. A. Hoffmann ' dan Üç Romantik Hikaye, lgnazio Silone'den F ontaniara, l 944' te Fr. Hebbel' den Gyges Ve Yüzüğü, Puşkin ' den (Erol Güney' le) Yüzbaşının Kızı adlı çevirileri yayımlanır. Bunlann dışında, dergilerde kalmış, kitap haline gelmemiş daha bir sürü çevirisi vardır.
Içimizdeki Şeytan'da Irkçı ve Turancılan ele almış, onlann içyüzünü ortaya koymuştu. Bu davranışı sağcıları çileden çıkardı. Gazetelerde, dergilerde ikide bir ona saldırdılar. Örneğin, Nihai Atsız Içimizdeki Şeytanlar ( 1 940) adlı broşüründe saldırıya geçti. Ona bakılırsa, Sabahattin Ali kökence Türk değil, Rumdu. "Hiç sıkılmayan gayet serbest bir huyu vardı. . . Tabiatı daima mübalağaya meyyal" idi. "Lüzumundan pek fazla ve gürültü ile konuşan, ağır sözlere bile kızmayan, herkesle hemen laubalı olan bir çocuk"tu. "Bermutad irade zaafı dolayısıyla her konuştuğunun tesirinde kalan" bir insandı. "Sözde şövalyelik yapan bir zavallı"ydı. "İç sıkıntısından ve büyük bir iş yapamamaktan muzdarip"ti.. .
B u kişisel aşağılamalan Içimizdeki Şeytan'la ilgili suçlayıcı yorumlar izliyordu:
"Içimizdeki Şaytan'ın dikkate değer taraflanndan birisi de seeiyesiz olarak gösterilmek istenen ediplerin ve milliyetperverlerin muhayyel tip-
(52) Hakimiyeti Milli ye, 2.4. 1934
54
ler değil, mevcut insanlar olmasıdır. Bunların arasında Profesör Hikmet diye gösterilen insan hakikatte tarihçi Mükrim Halil'dir . . . Muharrir İsmet Şerif de milliyetperver ve kafalı gözüktüğü halde boş, manasız, ahlaksız bir insan. Bunun da Peyarn i Sa fa olduğu anlaşılıyor. .. Romanda adı söylenmeyen Tatar suratlı herif ise ya Profesör Zeki Yelidi yahut Abdülkadir İnan olacaktı ."<53>
Sabahattin Ali cevap vermedi. Bunun nedenini, yıllarca sonra şöyle açıkladı:
"Her yazısında muhakkak surette memlekette mevki ve şöhret sahibi olmuş kimselere tecavüzü itiyat edindiği ve bunu bir şöhret vesilesi saydığım bildiği suçluya kendi uslubu ile cevap verrnek arzusuna hizmet etrneğe ne vaktim, ne de vaziyetim müsaitti."<54>
Gelgelelim, Atsız sözü geçen broşürle yetinmedi. Orhun dergisinde Başbakan Şükrü Saracoğlu'na bir jurnal yayımladı. Burada, Milli Eğitim Bakanlığı'na sızmış komünistlerden söz açıyor ve Hasan Ali Yücel' i kıyasıya eleştiriyordu:
"Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sahasına girmiş olan komünistlerden bahsetmekte iktifa edeceğim. Bunlar, vatan düşmaniarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekalcti 'nin galletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardı. ( . . . ) Bugün Maarif V ekaJetine bağlı Dil Kurumu azasından ve Ankara'daki Devlet Konservatuvan'nın öğretmenlerinden bir Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen bütün kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali, 1 93 1 yıllannda Konya'da 1 4 ay hapse mahkum edilmişti. Sebebi de başta o zamanki Reisicumhur Atatürk olduğu halde bütün devlet erkanını ve rejimi tehzil eden manzum bir hczeyanname yazmasıydı. ( . . . ) Bu hezeyanları yazan Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühiıı1 bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Ali' nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır."<ssı
Mektubun yayımlandığı hafta içinde, 7 Nisan 1 944' tc, Nihai Atsız İstanbul Boğaziçi Lisesi'ndeki görevinden alındı. Adı geçen broşürü cevapsız bırakan Sabahattin Ali de, Atsız'ın aşağılama ve karalamalarını
(53) Nihai Aısız, içimizdeki Şeywnlar. 1940, S. 12-13 (54) Bak: Kemal Sülker. Sabahallili Ali Dosya.H. 1 968. S. 20 (55) Nihai Aısız. Başvekil Saraç�ğlu Şükrü'ye Açtk Mekrup, Orhun. 1 .4. 1944
55
artırarak sürdürdüğünü gorunce, mektup dolayısıyla 'hakaret davası' açtı. 7 Nisan 1944 tarihli dilekçesinde "Bu hakaret beni yalnız vatandaşlanmın kin ve husumetine maruz kalmakla bırak:mıyor, aynı zamanda benim şahsi ve mesleki haysiyetimi de sarsacak, talebem üzerindeki şeref ve itibarımı da kıracak bir mahiyet taşıyor." diyordu.
İlk duruşma 26 Nisan'da Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde oldu. Davanın yargıcı Saffet Ünan, savcısı da Hadi Tan'dı. Yargılama sırasında birtakım üzücü olaylar patlak verdi. Bunlar, Atsız'ın yandaşlannca önceden planlanmıştı. Amaç, adaleti baskı altında tutmaktı. I 8 Mayıs'ta Irkçılarla Turancılam karşı açılan kovuşturma için İstanbul Örfi İdare Komutanlığı'nın hazırladığı ve savcının mahkemede okuduğu raporda bu gerçek ortaya konulacaktı :
"Çoğunluğu Siyasal Bilgiler Okulu öğrencisi olan sağcı bir topluluk, Irkçılarla Turancılann düzenledikleri plan mucibinde Adiiye Sarayı önünde toplanan kitlenin 'Yaşasın İnönü, Yaşasın Türk Hakimleri, Yaşasın Türk Milleti, Kahrolsun Komünistler! ' diye bağırdıklan, müteakiben maznun Cebbar'ın, Sabahattin Ali'ye ait kitaplan yaktığı ve hep bir ağızdan İstiklal Marşı söyledikten sonra ortaya atılan Cemal Oğuz' un 'Arkadaşlar! Ulus meydanına gideceğiz' deyip Cebbar ile birlikte öne düştüğü, milli marşlan söyleyerek Ulus meydanına gittikleri, rnani olmak isteyen polisleri durdurmak maksadıyla tekrar İstiklal Marşı'na başladıklan, burada elebaşılardan birinin 'BaşvekaJetin önüne gidelim' demesi üzerine Başvekalet binası önüne gidilerek 'Başvekili isteriz' diye bağnştıklan, polisin müdahalesi ile dağıldıklan tanıkiann ifadeleriyle sabittir."<S6>
Sabahattin Ali, olayiann mahkeme salonuna kadar taşan kesimini, sonradan bir arkadaşına şöyle hikaye etmiştir:
"Yargılamanın görüleceği gün, mahkeme binasının bulunduğu yeri atlı polisler sarmıştı. Hadise çıkmasından korkuyorlardı. Fakat Irkçılar bu mahkemeyi fırsat bilerek oyunlannı oynamaya karar vermişlerdi. Mahkeme salonuna sızan bir sürü sağcı faşist birdenbire salonda gösteri yapmaya başladı. Yargıç celseyi tatil etmek istiyordu. Irkçılar hemen İstiklaJ Marşı söylemeye başladılar. Tabii yargıç da sesini çıkararnadı. İçeride, dışanda müthiş bir gürültü vardı. Ben tehlikenin azametini anladım. Bereket versin mahkeme, binanın birinci katında idi. Pencereden atladım, zorbela kendimi kurtarabildim."<s?ı
(56) Bak: Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler IV, 1986, S. 223-224 / Ayın Tarihi Eylül 1 944, Sayı 1 30, S. 4 1
(57) Sabiha Sertel, Roman Gibi, 1 969, S. 24 1
56
3 Mayıs'ta yapılan ikinci duruşmada da olaylar eksik olmadı. Salona giren bir grup öğrenci Osman Yüksel Serdengeçti'nin kışkırtmasıyla Atsız'ı alkışladı. "Kahrolsun komünistler!" diye bağırdı. Buna karşılık, Atsız'ın avukatı Harnit Şevket İnce vekiliikten çekildi. Atsız'ın Dalkavuklar Gecesi adlı Atatürk'ü aşağılayan kitabını okuduktan sonra duyduğu üzüntüyle bu karara vardığını ve Irkçı-Turancı görüşe alet olmak istemediğini açıkladı. <58>
Sabahattin Ali, "hiçbir şekilde ne vatana ihanetten, ne de herhangi bir şekilde komünistlikten zan altına alınmadığını ve mahk(}m olmadığını, askerlik hizmetini de subay olarak yaptığını" belirtti. "Vatan aleyhinde tek satının bulunursa davanıdan vazgeçer, ömrümün sonuna kadar yazı yazmamaya söz veririm." dedi.
Son duruşma 9 Mayıs'ta yapıldı. Mahkeme Atsız'ı suçlu görerek altı ay hapis ve yüz lira para cezasına çarptırdı . Ardından, cezanın üçte biri oranına indirilmesi ve sanığın başka bir suçtan mahkQmiyeti bulunmadığından infazın ertelenmesine karar verdi.
Öte yandan, 18 Mayıs'ta Anadolu Ajansı aracığıyla bir resmi bildiri yayımlandı. Buna göre, Orhun dergisi hükQmetçe kapatılmıştı. Nihai Atsız ile Sabahattin Ali'nin yargılanması sırasında girişilen taşkınlıklar dolayısıyla bazı kişiler gözaltına alınmıştı. Gerek onlann, gerekse Nihai Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Yelidi ve Hasan Ferit Cansever' in evlerinde Sıkıyönetim'ce yapılan aramalarda önemli belgeler bulunmuştu. Bunlardan Irkçılarlarla Turancılann yurdun çeşitli yerlerinde, özellikle eğitim kurumlannda ve gençler arasında ülkeye zararlı ideolojilerini gizlice yaymaya çalıştıklan anlaşılmıştı. Adli merciler işe el koymuş, birçok kişi tutuklanmıştı.<59>
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, I 9 Mayıs Bayramı söylevinde bu olaya değinmek gereğini duymuştu: "Turancılar Türk milletini bütün komşulanyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçılann tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. ( . . . ) Türk milletine yalnız bel§ ve felaket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnızca yabancılar faydalanabilirler. u(60)
(58) Ulus, 7.5. 1944 (59) Atilla Özkınmlı, lçimizd�ki Ş�ytan Olayı, Gösteri, Kasım 1984-Aralık 1984 (60) Cumhuriyet, 20 Mayıs 1944
57
GAZETELERDE
İnönü'nün bu demeci vermesinde sağduyunun yanı sıra, dış dünyadaki olayiann da etkisi olsa gerekti. Çünkü, ırkçı düşüncenin ana kaynağı olan faşist Nazi Almanya'sı İkinci Dünya Savaşı'nda yenik düşerek 8 Mayıs I 945'te teslim olmuştu. Savaşın bitimine bir hafta kala Türkiye de ona karşı savaş iliin etmişti. Böylece, dışta ve içte ırkçıTurancılar yalnız kalmışlardı. Öyleyken, Sabahattin Ali'ye hınçla yönelttikleri saidıniann arkası kesilmedi. Bunun üzerine Sabahattin Ali l l Aralık 1 945' te bakanlık emrine alındı. Konservatuvardaki işinden de ayrılmak zorunda kaldı . Yaşamını yazarlıkla kazanmaya girişti. İstanbul 'a giderek gazeteciliğe başladı. Gün dergisinde hikayeler, La Turquie ve Yeni Dünya gazetelerinde siyasal fıkralar yazdı.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidan gerek bu gazetelerin, gerekse Tan gazetesinin yayınlarından rahatsız oluyordu. Hem bu gazeteleri susturmak, hem de muhalefeti sindirrnek amacıyla ünlü 4 Aralık 1945 hareketi düzenlendi. Hüseyin Cahit'in Tanin'de büyük puntolarla çıkan "Kalkın Ey Ehli Vatan" başlıklı yazısı üzerine yürüyüşe kalkan bir kalabalık Tan, Görüşler, Yeni Dünya, Gün ve La Turquie'nin yönetim ve basım yerlerine saldırdı. Kağıtlarını yırttı, makinalannı kırdı, yazılarını dağıttı. Cağaloğlu'nda ABC, Beyoğlu'nda Berrak ve Beyazıt'ta Lena kitabevlerinin camlannı indirdi, kitaplannı paramparça etti .
Sabahattin Ali yeniden işsiz kaldı. Ama zorbalıkla savaşına, kötülükleri eleştirme, halkı aydınlatma işinden vazgeçmedi. Önce, Türkiye Sosyalist Partisi'nin organı olan Gerçek gazetesinde yazdı. (Ama ne bu partiye, ne de Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi'ne girdi. Partiler üstü kalmayı yeğ tuttu.) Sonra Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, MaiQm Paşa, Merhum Paşa, Mazlum Paşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Öküz Mehmet Paşa, Ali baba, Geveze gazetelerinde çalıştı ( 1 946-1 947)
Rıfat Ilgaz o günleri şöyle hikaye eder: "Aziz'le bilfiil çalıştığımız Gerçek gazetesi Sıkı yönetirnce kapatıldığı
günlerde yeni neşriyat planları çiziyorduk. Unkapanı Köprüsü'nü yayan geçtiğimiz geceler Marko Paşa isimli bir mizah gazetesi de bu tasavvurlar arasında idi. Aziz bu gazetenin tutacağına hepimizi ikna etmiş bulunuyordu. Fakat hiçbirimizde yalnız bu işi destekleyecek değil, gün-
58
lük nafakamızı temin edecek para yoktu. Dedim ya Unkapanı Köprüsü'nü yayan geçiyorduk. Hastalığım dolayısıyla da arkadaşianma yük olduğumu anlayınca, imkan bulursam öğretmenliğe döneceğiınİ yakınlarıma bildirdim. Yol paramı denkleştirerek beni Ankara' ya yolladılar. Tayinimin neticeleneceği akşamdı. Sabahattin ' e rastladım. Yanında bizim Vekaletin ileri gelenlerinden bir arkadaş vardı. Beni bir kenara çekerek 'Aziz'le anlaştım Marko Paşa'yı çıkanyoruz. Göreceksin nasıl tutacak! ' dedi. Ben tasdik edince çok memnun oldu. Yanındaki zata benim durumumu anlattı. Telefonla tayinimin neticesini sordu. Encümen toplanmış, mualliğime dönmemde bir mahzur görülmemişti, Şemsettin Sirer yeni vekil olmuştu. Sabahattin gayet neşeli 'Hadi' dedi, 'Rıfat'ın yeni hocalığını ıslatalım!"<6ı ı
25 Kasım 1 946'da yayımlanmaya başlayan ve mizaha ilk kez toplumcu siyaseti sokan Marko Paşa olağanüstü bir ilgiyle karşılanır. O dönemin en çok satan (60 bin) muhalefet ve halk gazetesi olur. Fakat ömrü uzun sürmez. 1 6 Aralık 1 946 tarihli dördüncü sayısında çıkan "Topunuzun Köküne Kibrit Suyu" başlıklı yazı dolayısıyla gazete Sıkıyönetirnce toplatılır. Cemi! Sait Barlas'la ilgili olan bu yazıyı Aziz Nesin yazmıştır, ama üstünde imzası bulunmadığından Marko Paşa'nın sahibi ve sorumlusu olan Sabahattin Ali içeri alınır. Aynca, Nereye Gidiyoruz adlı bir broşür yüzünden Aziz Nesi n de tutuklanır. 1 7 gün kadar gözetirnde kalan Sabatwtin Ali, 2 Ocak 1 947'de salıverilir. Bir gün sonra da Aziz Nesin bırakılır.
1 6 Aralık -1946 günü İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca Türkiye Sosyalist Partisi, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, İstanbul İşçi Sendikaları Birliği ve İstanbul İşçi Kulübü kapatılarak yöneticileri gözaltına alınır, onların çıkardığı öne sürülen Sendika, Ses, Nor Lor, Gün, Yığın, Dost gibi dergi ve gazetelerin yayımına son verilir. içerde hücrede tutulduklan süre boyunca Sabahattin Ali ile Aziz Nesin' in, adı geçen partililerle ilişkileri araştırılır, fakat bunu gösterir hiçbir kanıt bulunamaz.
Marko Paşa' nın 28 Nisan 1 947 tarihli 1 9 . sayısında yayımlanan "Dediğin" başlıklı şi irden ötürü Mustafa Uykusuz için kovuşturma açılır, gazete de I 6 Mayıs 1 947 günü kapatılır. Bunun üzerine, Sabahattin Ali, 26 Mayıs I 947'de Merhum Paşa adlı yeni bir gazete çıkarır.
(6 1 ) Rıfaı llgaz, Sabaluıuin Ali Öldürüldü. Başdan, 19 . 1 . 1 949
59
BASKlLAR, SlKlNTlLAR
Sabahattin Ali için Marko Paşa'nın 1 6 Aralık 1946 tarihli sayısında çıkan ''Topunuzun Köküne Kibrit Suyu" başlıklı yazıyla Cemil Sait Barlas'a, 1 0 Mart 1947 tarihli sayısında çıkan "Biliyor musunuz" başlıklı yazıyla Falih Rıtkı Atay'a ve Merhum Paşa'nın 26 Mayıs 1947 tarihli sayısında çıkan "Genç Arkadaş" başlıklı yazıyla Nihai Atsız'a, "Hasan Ali-Kenan Döner Komedisi" başlıklı yazıyla da İsmet Rasin Tüm türk' e "neşren hakaret"ten dava açıldı. Gerçi gazetenin "sahibi ve mes'ul müdürü" Sabahattin Ali'ydi, ama "Genç Arkadaş" başlıklı olanı sayılmazsa, sözkonusu imzasız yazılar onun değildi, Aziz Nesin'in, Şerif HulOsi'nin, Rıfat llgaz'ındı. İki kişinin birden başı yanmasın diye sorumluluğu o yüklenmiş, arkadaşlarından hiçbirinin adını savcıya vermemişti.
Davalardan birincisi -Cemil Sait Barlas'la ilgili olanı- İstanbul Asliye 2. Ceza Mahkemesi'nin 10.3. 1947 gün. 47/66 esas ve 47/130 karanyla Sabahattin Ali'nin dört aya hüküm giymesiyle sonuçlandı. Nihai Atsız ile İsmet Rasin Tümtürk'le ilgili üçüncü dava ise, İstanbul Asliye 6. Ceza Mahkemesi'nde görüldü, 25.6. 1 947 günlü ve 47/265 esas sayılı hükümle Sabahattin Ali üç ay hapis cezasına çarptınldı. Her iki hüküm de Sabahattin Ali' nin avukatlarınca (Mehmet Ali Cimcoz ve Mülhime Gökbudak) hemen temyiz edildi.
Sabahattin Ali 1 947'de Sırça Köşk'ü çıkardı. Buradaki hikayelerin çoğu Adımlar ( 1944), Görüşler ( 1945), Gün (1945- 1946), XX. Asır ( 1947) ile Yeni Dünya (1945), Gerçek (1946) dergi ve gazetelerinde yayımlanmıştı. İçindeki "Sırça Köşk" hikayesi bahane edilerek kitap, 1948 Ağustosu'nda Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı. Yukarda adları anılan dergi ve gazeteler art arda kapatılı nca, Sabahattin Ali, Mehmet Ali Aybar'ın çıkardığı Zincirli Hürriyet'te yazmaya başladı. Fakat bunun da sonu gelmedi. 5 Şubat 1 948'de yazdığı "Asıl Büyük Tehlike Bugünkü iktidarın Devamıdır" başlıklı fıkradan dolayı kovuşturmaya uğradı. Aynca, Cemil Sait Barlas' la ilgili hüküm de kesinleşti.
28 Mayıs 1947'de içeri alındı. (30 Nisan 1947'de de Aziz Nesin tutuklanmıştı.) Bir süre poliste alıkonuldu. hkin Sultanahmet, ardından Üsküdar Paşakapısı cezaevlerinde üç ay kadar yattı. Üsküdar'da hareketleri ve konuşmaları izleniyordu. Cezaevinde askerliğini yapan Mithat
60
Büyükdalgıç adında bir Edremitli vardı. Sabahattin Ali gibi ünlü bir solcunun hemşerisi olduğunu öğrenince şaşırmış, korkmuş, utanıp öfkelenmişti. Yıllarca sonra açıklandığına görec62>, "Sabahattin Ali ile samimi olmak ve dolaylı olarak, çaktırmadan ağzından laf almakla" görevlendirilmişti. Uğraşıp çabalamış, fakat bir türlü istediğini elde edememişti. "Sabahattin Ali sır vermemişti." Aynca, görüşme yerinin altında bibr tünelden de konuşmalar dinleniyor, yine de bir sonuç alınamıyordu. Çünkü, ortada "sır" diye bir şey yoktu.
Sabahattin Ali içerdeyken kızını pek özlemişti. Enikonu fişıktı ona. Bir gün eski dostu Zekeriya Sertel ile Filiz hapishaneye ziyarete gelmişlerdi. Sabahattin Ali kızını kucağına oturtmuş, sevmiş koklamış, koklamış sevmiş, kimseyle konuşmamıştı. Hatta Filiz'le bile söyleşmemişti. Yalnızca onu sevmiş, sevmiş, aynlıncaya kadar sevmişti. Zekeriya Sertel buna duygulanmış, gözleri yaşarmıştı.c63>
Poliste kaldığı on beş günü de hesaba katarak Sabahattin Ali ı O Eylül'de çıkacağını umuyordu. Gerçekten de Eylülde salıverildi. Mehmet Ali Cimcoz'larla Mehmet Ali Aybar'larda kalıyor, onlardan aldığı borç parayla geçiniyordu. Öteden beri tasarladığı Ali Baba'yı çıkarmaya çabalıyordu.
Rıfat Ilgaz anlatıyor: " . . . Bir gün habersizce Ankara'dan döndü. 'Yeni bir hamle lazım,
ALİBABA isimli bir mizah gazetesi çıkaracağız,' dedi. Bu isim çok hoşuna gidiyordu. Uzun uzun izah etti. Kırkharamilere karşı Alibaba! Mim Uykusuz' a resimler, yazılar ısmarlandı. Masamın üstüne oturarak 'Hadi' dedi, 'Seninle bir manzume yazalım. Kırkharamilere karşı olsun ! ' İki kıtasını ben yazdım, bir kıtasını da o çırpıştırdı. 'Tamam' dedi, 'Çok güzel. Bu manzumenin adını birinci sahifeye manşet vereceğiz.' Bir iki defa okutdu çok beğenmişti.
Alibaba çıkmış, gazetenin tenkidini Aziz cezaevinden göndermişti. Evvela işe manzumeden başlamıştı. 'Nedir o manzume yahu! Karagöz'e benzettiniz gazeteyi ! ' diyordu. O aldırmadı, 'Aziz ne anlarmış şiirden . . . ' dedi geçti.
Bir gün idarehanede oturuyorduk. Sırça Köşk'ün son müsveddeleri üzerinde çalışıyordu. 'Bir hikaye daha yazınam lazım' diyor, odayı bir
(62) Bak: Ünsal Akpak, Anı/ar, Yeni Ortam gazetesi, 30. 1 . 1974 (63) Filiz AliLaslo/Atillii Özkınınlı, Sabahattin Ali, 1 979, S . 178
61
uçtan bir uca arşınlıyordu. Sonra geldi masamın üstüne oturdu: 'Sen Mi.idüriyette kaldın değil mi?' dedi. Tasdik ettim. Oraya ait uzun uzun sualler soruyor. Benim hiç ehemmiyet vermeden anlattığım teferruatı, yüzüme dalgın dalgın bakarak dinliyordu. Sözümü kesince tekrar beni konuşturacak bir sual daha yapıştınyer ve eski vaziyetine geçerek memnuniyetle dinliyordu.
Yeni bir cümleye başlamıştım ki masanın üstünden atladı. 'Tamam,' dedi. 'Artık yazabiiirim ! ' Odanın öbür ucundaki masaya pürteliiş geçti . Yeşil mürekkepli stilosunu çıkararak iki saat kadar benimle tek kelime konuşmadan yazdı. Müsveddelerini toplarken çok memnundu. 'Bitmedi ama iyi bir hikaye olacak . . . '
'Müdüriyete ait bir hikaye . . . Kahraman da sensin, adı da doğrudan doğruya senin adın . Kusura bakma, sana bir polis tokatı yedireceğim .. . ' diyordu. Çantasını hazırlayıp yanımdan geçerken 'Kurtla Kuzu' nasıl isim?' dedi. Ben güzel isim olduğunu söyledim. Bitince okuyacağını vaat etti ve her zamanki gibi telaşla çıktı, gitti.
Sırça Köşk'ün son yazılmış hikayesi bu ' Kurtla Kuzu' idi. Onun son hikayesi de bu oldu sanıyorum."<64>
25 Kasım 1 947 günü piyasaya sunulan Alibaba ancak dört sayı çıkabildi. Kağıt, basım, dağıtım konusunda karşılaşılan türlü engellemeler yüzünden 1 6 Aralık'ta kapandı. Üstelik, Merhum Paşa' nın 26.5. 1 947 tarihli sayısında yayımlanan "Mahkeme Koridorlarında" başlıklı yazıdan ötürü 'adaleti tahkir' suçlamasıyla yeni bir kovuşturma açılmış ve 1 4 Kasım'da tutuklama kararı verilmişti. Sabahattin Ali bunu duyunca İzmir'e doğru yolculuğa çıktı. Fakat aklaoacağına inandığından geri döndü. 20 Aralık'ta tutuklandı. On bir gün Sultanahmet'te yattı. 30 Aralık'ta, ilk duruşmada aklandı.<65>
Hapisten çıktığında durumu daha da bozulmuştu. İşsizdi, yazacak yer bulamıyordu. Sıkılıyordu. Nicedir yazmayı tasarladığı Ankara romanına bir türlü başlayamıyordu. Oysa, kafasında iyice hazırladığı bir şeyi eskiden ne kadar kolay kağıda dökerdi ! Arkadaşlarından Mediha Esenel'e birkaç kez, "Ankara için kafamda müthiş bir eser hazırlanıyor," demişti. "Bu eser Ankara'nın yaman bir eleştirisi olacak. Bundan sonraki romanıının adı Ankara."
Gelgelelim, ne bu romanı yazabiliyor, ne de bir iş tutabiliyordu. Te-
(64) Rıfat llgaz, Sabalıaııitı Ali 0/düriildü. Başdan, 19 . 1 . 1949 (65) Cumhuriyet, 2 1 . 1 2 . 1 947
62
dirgin ve aylak dolaşıyordu. Öyleyken, polis peşinden ayrılmıyor, sağcı basında karalama ve saidırmalar eksik olmuyordu. Bütün bunlar namuslu kalmanın, yurdunu ve halkını sevmenin, özgürlük ve kardeşliği savunmanın karşılığıydı. "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazısında bu acı gerçeğe parmak basmışu:
"Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.
Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Nerdeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: 'Görüyor musun şu hain i ! İlle de namus lu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor. .. '
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak isternek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?"<66>
Olmamalıydı, ama oluyordu işte. Sabahattin Ali baskıdan iyice bunalmıştı. Çokça içiyor, kızı Filiz'in cüzdanındaki fotoğrafını çıkarıp öpüyor, Aziz Nesin gibi arkadaşlarının yanında bazen ağlıyordu. Ne çalışabiliyor, ne yazabiliyor, ne de yaşayabiliyordu. Dostlarından Rasih Nuri İleri' nin Nişantaşı' ndaki evinde saklanıyor, polise yakalanmamak için tebdil dolaşıyordu. Paltosunun yakasım kaldırıyor, kasketini öne eğiyor, boynuna eşarbını iyice sanyor, öyle sokağa çıkıyordu. Boş zamanlannda durmadan okuyor, kitaplara yeşil kalemiyle notlar düşüyordu. Örneğin, Köprülüzade Mehmet Fuat'ın Divan Şiiri Antolojisi'nde ölçü ve uyak yanlışlarını bulup not etmişti günün birinde. Diğer bir özelliği de kızına, küçük Filiz'ine olan sonsuz aşkıydı. Bir gün radyoda, çocuk saatinde kızı konuşacak diye adeta yerinde oturamaz olmuştu. O körpecik sesi işitince gözlükleri buğulanmış, onları çıkarıp silerken gözlerinden yaşlar boşanmışu.<67>
Ankara'da iken Filiz'le kırlarda dolaştığı, koşmaca ve saklambaç oynadığı günleri anıyordu. Efes harabelerini birlikte gezmişler, ona Afrodit ' i , Zeus'u coşkuyla anlatmıştı. Bir gün evde daktilosunu dizlerinin (66) Ali Baba, 25. 1 1 . 1 947 (67) Rasih Nuri Ileri, Sabahattin Ali Nasıl 0/dürüldü, Vatan, 1 3.3. 1978
63
üstüne koyarak yazdığı "Ayran" hikayesini okumuştu da kızı içini çeke çeke ağlamıştı. O sıra Filiz ilkokulun dördüncü sınıfındaydı. Daha sonra babası "Çirkince", "Böb�ek" vb. hikayelerini de okumuş, ondan izienimlerini öğrenmeye çalışmıştı.
Sabahattin Ali topluluktan hoşlanan, dostlarıyla söyleşmeyi seven, yaşama bağlı, bir yerde duramayan, cıvıl cıvıl, cı va gibi bir i nsandı. Kafeste yaşayamazdı. Hapishanede tutsak, hareketsiz yaşamaya yaradılışı elverişli değildi. Dayanamazdı. Onun için artık buralardan gitmeliydi. Arkadaşlanyla çıkaracaklan gazete için Amerika'dan getirttikleri, fakat gümrük resmini veremedikleri baskı makinasını Ocak sonuna doğru Rüştü Diktürk'e devren satmış, borçlarını ödemişti. Elinde kalan paradan dokuz yüz lirayı da Ankara'da kansına göndermişti. Fransa'ya gitmek amacıyla ilgili yerlere başvurduysa da pasaport alamadı. Bunun üzerine, kaçınayı düşünmeye başladı. Tasarısını Rasih Nuri'ye açtı: Ona iki mektup bırakacaktı . Sının geçtiğinde, işlettiği kamyonun hesaplan ve faturalanyla birlikte mektuplardan biri Mehmet Ali Cimcoz'a verilecekti. Öbür mektup ise eşi Aliye Hanım'a iletilecekti.
Rasih Nuri İleri' nin yıllarca sonra, 1 978'de açıklarlığına göre, plan şöyle idi: "Sabahattin Ali sının geçince Ali Ertekin'e yeşil kalemiyle imzalayacağı bir kartvizit verecekti . Ertekin ise onu berber Hasan'a verip ücretini alacaktı." Rasih Nuri imzadaki noktalarnalardan sının geçip geçmediğini aniayacak ve ona göre mektuplan yerlerine ulaştınp ulaştırmama karannı verecekti. (68>
Sabahattin Ali'nin Cimcoz'lara verilmesini istediği 28 Mart 1948 tarihli mektubunda şunlar yazılıydı:
"Bu mektubu aldığınız zaman ben bir müddet için ortadan yok olmuş olacağım. Herkesin beni geçen seferki gibi tebdil dolaşır bilmesi münasiptir. Bu kararı vermeden çok düşündüm. Fakat cephemi tayinde daha fazla tereddüt edemezdi m. Yepyeni ve daha müsbet bir hayata başlamak karannı müthiş nefis mücadelelerimden sonra verdim. Dünya'da Filiz'le Aliye'nin yanında en sevdiğim insanlar sizlersiniz. Size karşı kötü olmamak için elimden gelen her şeyi yaptım. Elimden gelmeyen için de beni affedeceğinizi umuyorum. Benden tekrar haber alacağınızı sanınm. Tekrar ve başka şartlar altında görüşeceğirriize de inanıyorum.
(68) Rasih Nuri Ileri, Sabahailin Ali Nasıl Oldürüldü, Vatan, 1 3 .3 . 1 978
64
Çoktan verdiğim bu karan tatbikte bu kadar geç kalışıının sebebi, kanm, çocuğum ve sizdiniz. Fakat bu şartlar altında bu manasız hayatı devam ettinnekte mana göremedim. Hepinizin beni affetmenizi ve tekrar buluşuncaya kadar sevgi ile hatırlamanızı isterim. Şimdiye kadar kendimden başka hiç kimseye kötülük etmemem için gayret ederdim. Artık kendime de kötülük etmemek için bu karan verdim."<69>
Epey sonra eşinin eline geçen mektubunda ise şöyle diyordu: "Sevgili karıcığım, bu mektubu aldığın zaman ben İ1itlya, Fransa ve
Londra'da olacağım. Filiz'in okulu biter bitmez sizi yanıma aldıracağım. Mehmet Ali Aybar ve Mahmut Dikerdem sizinle ilgilenecek. Size İş Bankası' nda şu numaralı hesabımla para gönderiyorum. Rauf Çallılar da size matbaa parasından gönderecek. Sen benim tutumlu kancığımsındır, idare etmeye çalışırsın. Filiz' i ve seni hasretle ve binlerce defa kucaklar, dudaklanndan öperim."
Aliye Hanım akıl danışmak için mektubu, Sabahattin Ali'nin arkadaşlanndan Cevdet Kudret' e göstennişti. Cevdet Kudret o günkü baskı ve kuşku ortamında yanlış yorumlanacağı düşüncesiyle mektubu yok etmeyi önennişti. Bunun üzerine mektup sobada yakılmıştı.<70>
KAÇlŞ VE ÖLÜM
Daha önce, erkek kardeşi Fikret Şenyuva ile İstanbul'da karşılaşmıştı. Ona, "Benimle çok uğraşıyorlar, canıma tak dedi. Artık dayanamayacağım." demişti. "Anneme yinni beş lira gönderdim. Yine göndereceğim. Bir gün gelir de gönderemezsem, beni yok bilin ! . ."
Belki kimi dostlarına da "Bu memlekette yaşanmaz artık! Bu hava içinde insan boğulur!" anlamında bir şeyler söylemişti. Nitekim Bedri Rahmi Eyuboğlu o sıra Paris' te bulunan ağabeyi Sabahattin Eyuboğlu' na gönderdiği 28 Nisan 1 948 tarihli mektubunda 20 gün kadar önce, Sabahattin Ali' nin resim sergisine uğradığını, çok votka içip sarhoş olduğunu, çıkışta kendisini dışarı çıkardığını, Ankara'ya gidip gitmeycce-
(69) Bak: Sabahaltin Ali Niçin ve N asti Oldürüldü? (Kırklareli Sorgu Y argıçhğının Kararnamesi), Gerçek gazetesi, 22.2. 1950, 1 .3. 1950
(70) Filiz Ali/AtillaÖzkınmlı, Sabahaltin Ali. 1986, S . 388
65
ğini sorduğunu yazıyor. Eyuboğlu ona, "Sergimiz var, bırakamam," demiş. Bunun üzerine Sabahattin Ali şunları söylemiş: "Senden başka kimse bilmiyor, bilmesini de istemiyorum. Ben artık bu memlekette yaşayamam. Çekip gideceğim. Belki bir gün ağabeyine uğrarım:•m>
Arkadaşlarının belirttiğine göre, Sabahattin Ali çok konuşkan, açık sözlü, şen, iyimser, canlı, hareketli, taklitçi, şakacı (hatta zaman zaman alaycı) bir kişiydi. Geniş bir çevresi vardı. Solcu ya da sağcı diye ayırmadığı tanıdıkları arasında bakanlardan tüccarlara, avukatlardan savcılara, yazarlardan polislere kadar her çeşit insana rastlanırdı. Girişken, zeki ve ataktı, kendine pek güvenirdi. Nazım Hikmet de bir yazısında onun bu son özelliğine parmak basrnışq:
"Bazen lüzumundan fazla telaşlandığı olurdu. Bazense kendine, sırf kendine, lüzumundan fazla güvenirdi. Yumruklarına değil, zekasına. 'Ben elbette, bizim polis hafiyelerinden, komiserlerinden, müdürlerinden, bizim içişleri bakanlarından zekiyim, akıllıyım' derdi."
Sabahattin Ali elbette onlardan zekiydi, ak.ıllıydı. Ama onlar ' ( ... ) teşkilatlıydılar. Oysaki Sabahattin hiçbir teşkilata dahil değildi. ( . . . ) Parti üyesi olsaydı, bu onun hapisiere girmesini yahut katiedilmesini belki yine de önleyemezdi. Lakin o kahrolası faşist provokasyonuna o kadar kolayca düşmez, bir ormanda öylesine kolayca katledilmezdi."<72>
Sabahattin Ali hapisteyken Hasan Tura! adında biriyle tanışmıştı. Bu, 1928'de Bulgaristan'dan yurdumuza gelmiş bir göçmendi. Sovyet Konsolosluğu'na yolladığı bir mektupla onlara hizmet teklifinde bulunduğundan bir buçuk yıla hüküm giymişti. Sabahattin Ali cezaevinden çıktıktan sonra ona gitti, dileğini açtı. Hasan Tura!, Edirnekapı • da berberlik yapıyordu. Sabahattin Ali'yi kaçakçı Ali Ertekin' le tanıştırdı. Ali Ertekin soyca Yugoslavyalı idi. 1906'da Üsküp' ün Gratova kasabasında doğmuştu. 1925'te babası Yaşar ve annesi Ayşe ile Türkiye'ye göçmüşlerdL 1 933'te astsubay okulunu bitirmişti. Süvarİ olarak İstanbul'da, Ankara'da, Kırklareli' nde bulunmuştu. 1 945'te ordudan ayrılınıştı Bir süre işsiz kalmış, çeşitli yerlere girip çıkmış, epey sıkıntı çekmişti.
Sabahattin Ali son aylarda nakliyeciliğe kalkışmıştı. Arkadaşlarından avukat Mehmet Ali Cimcoz'un tanıştırdığı Melek Celal Sofu adında (7 1 ) Bak: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Kardeş Mektupları, 1 985, S. 277-279 (72) Nllzım Hikmet 'in Sabahailin Ali 'ye Mektubu, Sanat Emeği dergisi, Nisan 1 978
66
zengin bir dulun kamyonunu işletiyordu. Fakat kadın bir solcuyla iş tutmaktan çekindiği için kamyonun kaydı Adalet Cimcoz'un üstüne yapılmıştı. Sabahattin Ali cezaevinden tanıdığı şoför Salim'i de yanına almıştı. Adana ve Urfa'ya onunla iki sefer yapmıştı. Gelgelelim, yolda -Bolu ile Gere<le arasında- arabanın makası kınldığından eline pek az para
· geçmişti. Başında kasketi, ayağında lastik çizmeleri, sırtında kamyoncu gocuğuyla dolaştığı yerlerden fotoğraflar çekmiş, ailesine postalamışt ı . o o
28 Mart 1948 Pazar günü Cimcoz'lara uğrayan Sabahattin Ali, Türkiye'den kaçacağını onlardan gizledi. Edirne' ye peynir götüreceğini söyledi onlara. Ali Ertekin'i kamyona şoför muavini olarak aldı. Anlaşmaya göre, 3 1 Mart'ta İstanbul'da Edirnekapı'dan Kırklareli'ne hareket edildi. Kızılcadere köyünde kamyondan inildi. Salim geri gönderildi. Yola devam edildi.
Olayın bundan sonrasını Ali Ertekin, Sorgu Yargıçlığı'na şöyle anlatmıştır:
"Gece Üsküp ile Yündolan arasında Sazara köyü istikametine yürüyorduk. İşte bu sırada Ali Bey kendisinin Marko Paşa gazetesinin sahibi Sabahattin Ali olduğunu, şimdiye kadar herkesten, hatta şoför Salim'den dahi vaziyeti gizlediğini, gayesinin Bulgaristan'a gitmek olduğunu, evvelce Osman' ı benim kaçırdığımı Hasan Tural'dan öğrendiğini, bu sebeple artık bana açıldığını, hududu geçerken kartviziti üzerine adını yazarak bana vereceğini, bu kartı berber Hasan' a götürdüğüm takdirde ona bıraktığı 500 liradan 250 lirasını bana vereceğini, Bulgaristan' a geçtikten sonra büyük işler yapacağını, beni ihya edeceğini söyledi. Böylece konuşarak yolumuza devam ediyorduk. Üsküp nahiyesinin üzerindeki itepeden Sazara yoluna çıktık. Söylediği sözler bende nefret uyandırmaya başladı. Onu ele vermeyi düşündüm. İçime fenalık geldiğini, daha ileriye gidemeyeceğimi söyleyerek Sazara'ya gidecek yerde yanlış bir yola saparak dereye indirdim. Dereye indiğimiz zaman karşıda Sazara ile Hedye köyleri görünüyordu. 'İşte şu gördüğün köyterin yakınında Bulgar hudut kuleleri var, artık yaklaştık, fakat içime bir fenalık geldiği için geceyi burada geçirelim, yarın akşam Bulgar kulelerini geçeriz', dedim. Razı oldu, ateş yaktık, geceledik. Ertesi sabah kendisiyle Üsküp merası ile Sazara merasını ayıran derenin Üsküp merası
67
mevkiindeki yamaçta Gürgen fundalıklan arasında bir yerde oturduk. Çantasını açtı, eline bir kitap aldı, ceketini yere serdi, kol saatini çıkarıp yanına koydu. Sırtüstü uzandı. Geceyi bekliyorduk. O yattığı yerde anlatmaya devam ediyordu: 'Ben şimdi Tırnavacığa gideceğim, oradan Sofya'ya ve Sofya'dan da uçakla Moskova'ya gideceğim. Orada bir Çek pasaportu çıkardıktan sonra Roma'ya ve Fransa'ya geçeceğim, oradaki Türkleri teşkilatlandıracağım' , dedi. ( . . . ) Bu sözleri işitince beynim attı . Vaktiyle Rusların '93 Harbi'nde dedelerime fena muameleler yaptığını babam bana söylemiş ve anlatmıştı. Bu sözlerden sonra Sabahattin Ali'nin Türklükle alakası olmayan ve Türk milletine fenalık için harice kaçmak isteyen bir canavar olduğunu anladım. Zaten elinde de şişkin bir çantası vardı, bu çantada mevcut olması muhtemel olan evrakı düşündüm. Heyecanım teessüre inkıliip etti. Titremeye başladım. Elimde sopa vardı, ayağa kalktım, gezinmeye başladım. Her geçen saniye asabımı bir kat daha sarsıyordu. Gözlerim karanr gibi oldu. İşte bu milli düşünce ile birdenbire irademi kaybederek elimdeki sopa ile kitap okumakta iken kafasının sol tarafına yüzüne doğru şiddetle vurdum. Suratı, gözlekleri, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı yere şiddetle bir daha vurdum. Bu iki darbeden sonra Sabahattin Ali sağ tarafına doğru yıkıldı. Ağzından, burnundan kanlar boşandı. Dikkat ettim. Hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü."<?Jl
1932'de yazdığı bir şiirinde anlattığı gibi:
Göklerde karta/ gibiydim, Kanat/arımdan vuruldum; Mor çiçek/i dal gibiydim, Bahar vaktinde km/dım. ( . . . )
2 Nisan 1948'de gerçekleştiği sanılan bu korkunç olayın arkası; sözü geçen sorgu yargıçtığı kararnamesinde şöyle açıklanmıştır:
" 1 6 Haziran 1948 günü Kırklareli 'nin Üsküp Nahiyesi halkından Çoban Şükrü, Nahiye Jandarma Karakolu'na müracaatla Sazara Köyü civarında hayvan otlatmakta iken Hedye köyü yoluna 50 metre mesafe-
(73) Gerçek gazetesi, 22.2.1950
68
de onnanda bir çatlak içerisinde 4-5 ay evvel öldüğünü tahmin ettiği bir ceset gördüğünü ihbar etmt>si üzerine tahkikat açılmış ve Beypınar köyünden Şakir Kumral, Adapazarı' nın Selaltiye köyüne gitmek üzere 28 Nisan' da evden aynlan Babası Mustafa Kumral'dan mektup ve haber almadığından bulunan cesedin babasına ait olması ihtimalini ileri sürmüşse de ceset üzerinde bulunan eşya ve altın dişin babasının olmadığını beyan etmesi üzerine keyfiyet tahkikat edilerek, Mustafa Kumral'ın Adapazarı' nın Selalıiye köyünde herhayat olduğu anlaşılmıştır.
Gereken tahkikat yapıldığı halde cesedin hüviyeti tespit edilememiştir. Hükümet tabibi adli muayene neticesinde, cesette adalat ve aksarnı rihvenü kalmayıp iskelet haline inkılap ettiğini, ancak sadır boşluğunda tamamen tefessüh ve inhilal etmiş ahşa bakiyeleri bulunduğunu ve iskeletin dağıldığını ve yüz kemiklerinin bazılarının eksik olduğunu ve kafada sağ cidarı kemikte bir çöküntü ve buna tekabül eden iç sahifada da bir muhaddebiyet gönnüş, bundan maada diğer kemikleri ezici, kesici, delici ve yakıcı yara izi tespit olunmadığını, ölüm sebebinin fennen tayinine imkan olmayıp adli tahkikatla meydana çıkabileceğini beyan etmiştir.
Adli tahkikat sahasında: Meçhulleri çözebilecek ve tahkikat! hakikat yoluna isal edecek bir tek ışık görülmeden altı ay geçmişti. İstanbul zabıtası Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekeyi takip etmekte iken bu işle alilkah olduğu şüphe edilen Ali Ertekin birinci şubeye celbedilerek 28.1 2. 1948 tarihinde alınan ifadesinde, Sabahattin Ali 'yi ne suretle öldürdüğünü itiraf etmiş ve Sazara köyü civarında bulunan cesedin Sabahattin Ali'ye ait olduğu anlaşılmıştır."
Kırklareli Memleket Hastanesi Başhekimi Cevdet Tan ile İç Hastalıkları Uzmanı Hükumet Tabibi Sait Atasöz 1 1 Ocak 1949'da ceset üzerine şöyle demişlerdir:
"Ceset sanmtırak saçlı, tahminen uzunca boylu izlenimini veren bir erkeğindir. Kafanın sağ cidar kemiğinde iç bölümünde görülen çöküntü ve bu çöküntünün aşağı bölümünde başlayan bir çatlak ve frontal kemik, orta kısmında bir kınk ve bunun üst bölümünde bir çatlak vardır. Sağ parteryal çöküntünün etrafında görülen kınnızı rengin bu kısımlarda nefze delalet ettiği, yaşarken travmatik bir nedenle oluştuğu kuşkusuzdur. Ölçülen kemiklere göre ceset 1 .64 veya 1 .65 boyundadır."<74> (74) Bak: Kemal Sülker, Bir Yazarın Sonu, Yann, Şubat 1984
69
Adli Tıpça incelenmek üzere alınan kafatası önce Memleket Hastanesi morguna götürülmüş, sonra oradan alınarak Eski Mezarlık'a konulmuştur. Ceset ise, davanın zabıt katibi Cemal Tuncer'in söylediğine göre, Beypınar ve Üsküp kazalan arasında kalan Sazara köyü yakınlanndaki Palamuttepe'de Öksüz Çatak mevkiinde, yani Ali Ertekin'in cinayeti işlediğini gösterdiği yerde gömülü kalmışur. Çatağın karşısında Sivritepe ile Dolapüstü, ardında Palamuttepe bulunmaktadır. Köylüler sonradan buraya "Sabahattin Ali Çatağı" adını vermişlerdir.<75>
Geleceği çok önceden görmüşçesine Sabahattin Ali, 193 1 'de yazdığı "Dağlar" şiirinde bu yeri şöyle anlatmışu:
( ... ) Bir gün kadrim bilinirse, lsmim agza alınırsa, Yerim soran bulunursa: Benim meskenim daglardır.
Sabahattin Ali'nin öldürülürken üzerinde bulunan eşyası (kınk piposu, gözlüğü, dolmakalemi, yırtık not defteri, spor ceketi, damalı pantolonu vb.) İstanbul'a Savcılığa gönderildi. Arkadaşlarından Esat Adil Müstecaplı, Aziz Nesin, M. Ali Cimcoz ve Adalet Cimcoz'a gösterildi, bilgileri soruldu. Savcı:
"- Bir cinayet üzerinde duruyoruz. Kovuşturmanın güvence altında yürütülebilmesi için, Sabahattin Ali'nin eşyasını gördüğünüzü ve burdaki konuşmanızı hiç kimseye söylemeyin ... " dedi.<76ı
Öldürüldüğü aylarca sonra resmen açıklanınca, bütün burjuva basını en ağır karalamalar, sövgüler ve suçlamalarla Sabahattin Ali'ye saldırdı, onunla ilgili çirkin hikayeler uydurdu. Öylesine bir baskı, korku ve yılgı havası yaratıldı ki kimse Sabahattin Ali'yi savunmayı göze alamadı, gerçeği açıklayamadı. Yalnızca Başdan<77l dergisinde arkadaşlarından Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Abidin Nesimi, Saim Bağdallı ve Sabri Soran acı olaya yazılarıyla azbuçuk karşı çıkabildiler.
Sabri Soran dergideki "Sabahattin Ali'ye" başlıklı şiirde şöyle diyordu:
(75) Bak: Yurdakul Eıkoca. Sabahattin Ali Nu�y� Gömüldü?, Cumhuriyet, 2.6.1988 / Sabahattin Ali Çatalı'nda, Cumhuriyet, 1.8. 1988
(76) Bak: Aziz Nesin, Son Anı, Yansıma, Mart 1973 (77) Bak: Başdan, 28.1.1949, 4.2.1949
70
Sessiz ısıtmaya başladı toprağı bu sefer altın gibi ışıklarıyla Nisan güneşi;
Yeni bir bahar var tomurcuklarda, Dallar ye şerecek nerdeyse· Ama sen derin uykulardas ın, Duymuyorsun şırıltısını yanı başında akan derenin.
Gözlüğün kırık, Bir tarafta katil sopa, Bir tarafta Puşkin, Artık o kitap bir şey söylemez sana, O rüzgar esmez artık Ve kan içinde bembeyaz saç/arın . . .
Geceler korkunç ve karanlık Hüzünlü bir sessizlik çökmüş ormana, Ayışığı çıksa da nafile, Artık gülümseyemezsin. Yıldızlar başka bir dünyada Ve kan içinde Puşkin.
Dallar yeşerdi, Koskocaman bir mevsim geçti üstünden
bütün sıcaklığı ile, Yağmur yağdı, kar yağdı, Sen kalkarnadın bir türlü yattığın yerden.
Bir varmış bir yokmuş sanki dünya, Sahipsiz gibi hikayeterin Ama dostlar var arkanda
vefalı dostlar seni düşünecekler
karın ve kızın kadar.
Katil Ali Ertekin'in adli' soruşturmasındaki sözlerinin doğruluk derecesi tam öğrenilemedi. lfadesindeki birçok çelişmenin kaynağı da karanlıkta kaldı. Ancak, cinayeti "milli duygularla" işlediğini öne sürmesine karşın, 1946'da erbaşlık yaparken tüfek hırsızlığından dört ay yirmi
71
güne mahkum olduğu, ordudan kovulduğu bir süre Mi111 Emniyet'te çalıştığı duruşma sırasında anlaşıldı.<78>
Tanıklardan Süvari Yarbay Tevfik Kılınç mahkemede buna değindi: "Ali Ertekin' i alaydan tanırım. Alaydan üç tüfek çaldığı, bunları
yüzer liraya Pornaklara sattığı anlaşıldı. Böyle bir adamın Sabahattin Ali cinayetinde mi111 hislerle hareket edeceği ne kani değilim."<79>
Acaba Sabahattin Ali'yi gerçekten Ali Ertekin mi öldürdü, yoksa başkaları öldürdü de suç onun üzerine mi yüklendi? Bu başkaları kimdir? Emniyet'in olaydaki yeri nedir?
Bu sorulara öteden beri değişik cevaplar verilmektedir. Örneğin, Sabahattin Ali' nin yakın arkadaşı Aziz Nesin şöyle demek
tedir: "Sabahattin' i MiT öldürtmedi. Kişisel kusurlarının sonucu oldu ba
şına gelenler. Devletin yetkili organlarının bir kişiyi öldürtmek için tuzak kuracağına inanmıyorum ben."<soı "MİT öldürmüşse ne diye öldürecek? Marko Paşa'yı çıkarıyor diye . . . Marko Paşa'yı benim çıkardığımı herkes biliyordu, MiT de biliyordu elbet . . . Marko Paşa çıkmasın diye adam öldürmek gerekseydi, beni öldürürlerdi, ne diye Sabahattin' i öldürsünler . . . Nitekim, Sabahattin öldükten sonra d a Mark o Paşa yine çıktı ."<Sı)
Gerçekten de, Sabahattin Ali ' nin kaçışından sonra, salıipliğini ve sorumlu müdürlüğünü Rıfat Ilgaz'ın üstlenmesiyle Marko Paşa yeniden yayımlandı. Öyleyken, ne Rıfat Ilgaz, ne de Aziz Nesin öldürüldü. Demek ki, Sabahattin Ali ' nin başına gelenleri yalnızca Marko Paşa' nın çıkanlışıyla açıklamak yanlıştı, ama Aziz Nesin' i o dönemde Sabahattin Ali ile bir tutmak da doğru değildi. Bu yüzden, Marko Paşa'nın hem sorumlusu hem de yazarı olan Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin' i eleştirdi :
"Bu savın yüzde yüz doğru olması için bir koşul gerekiyor: Sabahattin ile Aziz'in 1 947'de ün bakımından eşit olmaları. Düşünün bir: Henüz Aziz'in tek kitabı yok ortada. Sabahattin Ali ise dorukta bir yazar. Kuyucaklı Yusuf yazılmış. Içimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu
(78) Bak: Kemal Sülker, Sabahattin Ali Dosyast. 1 968, S. ı 3 ı - ı 32 (79) Bak: Kemal Süıker, Bir Yazamı Sonu, Yann, Şubat ı 984 (80) Bak: Kemal Bayram, Sabahattin Ali Olayt, ı 978, S. 354 (8 ı ) Aziz Nesin, Dütıywım En Borçlu ftısanı, Edebiyat Cephesi, ı. ı5 Ağustos ı 980,
Sayı 35
72
Madonna yazılmış. Üç dört öykü kitabı yayımlanmış. Fontamara çevrilmiş. O dönemin faşist idaresini simgeleyen Sırça Köşk yeni çıkmış. Aziz, Sabahattin' i Marko Paşa içinde küçümsese bile okurlar ve egemen sınıfın temsilcisi bürokrat kadro ve faşistler bunu biliyorlar."<sıı
Yalçın Küçük ise, Sabahattin Ali ' nin öldürülmesi konusunda şu varsayımı öne sürer:
"Sabahattin Ali, polisin Bulgaristan' a sürekli olarak adam kaçıran bir şebekeyi yakalama çabalannda bir yem olarak kullanılırken ölmüştür. ( . . . ) Sabahattin Ali Bulgar sınırına ulaştı. Kartviziti imzaladı, Ali Ertekin'e verdi. Yanındakilerle vedalaştı. Bulgaristan tarafından Bulgar askerleri göründü. Tam bu sırada Türkiye tarafından ateş başladı.
Şimdiki bilgilere göre başka çözüm yok. Bu çözümde mutlaka Milli Emniyet'le işbirliği var. Çünkü Sabahattin Ali kaçış planının Milll Emniyet tarafından bilindiğini biliyor. ( . . . ) Kendı kaçışına izin verilmesi karşılığında Bulgaristan'a adam kaçıran şebekenin yakalanmasında Milli Emniyet ile işbirliği yapıyor. ( . . . )
Sabahattin Ali'nin öldürülüşüne kadar Ali Ertekin ' in bir Milli Emniyet ajanı olması imkanı yok. Türkiye'de hiçbir gizli örgüt bir mensubu-nu katil olarak mahkeme önüne çıkarmaz. ( . . . ) Ali Ertekin Bulgaristan ' a adam kaçıran şebekedendir. Yakalanmıştır. ( . . . ) Sabahattin Ali 'yi öldür-düğünü kabullenirse daha hafif bir ceza ile kurtulacağına inandırılmıştır. "<SJ) Yalçın Küçük' e göre, mayıs sonlarında İstanbul' da görÜlen Sabahattin Ali, Haziran ortalarında Türk-Bulgar sınınnda çıkan bir çatışmada arkadan vurularak öldürülmüştür.<84>
Yalçın Küçük' e bakılırsa, kendisinden önce Sabahattin Ali'ye ilişkin araştırma ve inceleme yapmış yazarlar "kayıp put"a tapan kişilerdir. Sabahattin Ali ise solculann yarattığı bir "fetiş"tir. "Polisle işbirliğine girişen, geveze, korkak, kolaycı, hep bir elinin yağda ve diğerinin balda olmasını isteyen bir tip"tir. "Hiçbir şair mayası taşımayan, hikayeleri kalıcı olmayan" bir sanatçıdır.<ssı Yalçın Küçük' ün belgelerle değil, spekülasyonlara dayanan bu yorumları ile aşağılayıcı, karalayıcı, kıyıcı yar-
(82) Rı fat ll gaz, Ucundan Kıyısmdan, Demokrat, 3 1 .8. 1 980 (83) Yalçın Küçük, Sabahattin Ali ve Ölümü. Edebiyat Cephesi, 1 -3 1 Tenunuz 1980 1
Bilim ve Edebiyat, I 985, S. 269-304 / Aydm Uzerine Tezler IV. I 986, S. I 37- 143, 2 1 8-228
(84) Yalçın Küçük, Sabahattin Ali Bir Ajan mıydı ?, Erkekçe, Mayıs 1988 (85) Adı geçen yazı .
71
gılan basında tepkiler doğurdu. Sözgelimi, Kemal Bayram "Sabahattin Ali'yi Yeniden Öldürdüler" başlıklı eleştirisiyle<86> onu cevaplandırdı. Atilla Özkınmlı da Yalçın Küçük'ün yazılannda gördüğü çarpıtmaları, yanlışlan, uydurmalan, suçlamalan teker teker çürüten belgesel bir eleştiri yayımladı.<87> Rasih Nuri İleri ise, Yalçın Küçük'ün kanıtsız savlannı "hasta bir zihniyet"le "tez üretme manyaklığı"nın ürünleri saydı.<ssı
Sabahattin Ali'nin yakın arkadaşlanndan olan Rasih Nuri İleri öldürme olayını aşağıdaki biçimde açıkladı:
Rasih Nuri İleri, 1 948 Nisanının ortalarında berber Hasan' a gidiyor, parolayı veriyor, Sabahattin Ali'den gelen imzalı kartviziti alıyor. Üzerindeki özel noktalamadan dostunun sının geçtiğine inanıyor. Kendisindeki iki mektubu ilgililere yolluyor. Fakat 12 Ocak 1 949 günlü gazeteleri okuyunca şaşırıyor. Çünkü, Sabahattin Ali'nin öldürüldüğü bildirilmektedir! Aradan yıllar geçiyor. 12 Mart 197 1 döneminde Selimiye Askeri Cezaevi' nde yatan yüksek rütbeli bir kurmay subaydan (Talat Turhan'dan) Sabahattin Ali'nin Emniyet'te öldüğünü duyuyor. 1 3114 Mart l 978'de yayımladığı iki yazıda konuyu enine boyuna inceleyip yorumluyor. Vardığı sonuçlar şunlar:
1- Sabahattin Ali Bulgar sınınnda Ali Ertekin tarafından öldürülmedi. 2- Elirnizdeki belirtilere göre, sının geçtiğini sandığı bir anda Milli
Emniyet tarafından yakalandı. 3- Kırklareli Emniyet Müdürlüğü' nde sorgusu sırasında işkence
edilirken öldü, konuşmadan öldürüldü. 4- Mart l 948' in son günleri ile Nisan 1948'in ilk haftası arasında
vuku bulan bu cinayet, kendisi ile birlikte kaçmak isteyen iki kişiyi yakalayabilmek için gizlendi, cesedi sınır civarında bırakıldı, çürüdü ve orada köylüler tarafından bulundu. Kendisi ile kaçacak iki kişi yakalanamayınca, Sabahattin'i yakalatan Milli Emniyet ajanı Ali Ertekin bu kez katil rolünü üstlendi, bu sıfatla kendisini yakalattı. "<89>
1 990'da araştırmacı Uğur Mumcu da Rasih Nuri İleri' nin yorumlannı pekiştiren ve Küçük' ün varsayımlarını yıkan şu açıklamayı yaptı:
"Ben de olayın bu yorumunu hem emekli kurmay yarbay Talat Tur-
(86) Tiyatro 80, 1 980, Sayı 5 1 (87) Atilla Özkınınlı, Yalçın Küçük Ya/atı Söylüyor. Yeni Düşün. Haziran 1988 (88) Rasih Nuri Ileri, Istemeye !stemeye. Yeni Gündem, 1 - 1 5 Ağustos, 1985 (89) Rasih Nuri Ileri, Sabahattin Ali Nasıl 0/dürüldü. Vatan, 1 3 .3. 1 978, 14.3. 1 978
74
han'dan, hem de onun arkadaşı Adnan Çakmak'tan dinlemiştim. ( . . . ) 1973 yılında Ankara' da bir akşam Adnan Çakmak bu öyküyü uzun uzun anlatmıştı.<90>
(Adnan Çakmak, Mareşal Fevzi Çakmak' ın yeğeniydi. Eski bir emniyet müdürüydü.)
Ali Ertekin, 1986'da kendisiyle yapılan bir konuşmada, cinayet sonrasında başından geçenleri şöyle anlattı:
"Kırklareli'nden trene atladım, doğru İstanbul'a geldim. Birkaç zaman sonra, Karaköy' de geziniyordum. Köprünün üstünde, eskiden tanıdığım Milli Emniyet görevlisi Zeki'yle karşılaştım. Ona Sabahattin Ali'yi öldürdüğümü anlattım. Beni alıp Sirkeci'deki binaya götürdü. Orada da anlattım. 'Şimdi o işi unut, bundan böyle bizimle çalışacaksm' , dediler. İstekieri azılı bir komünist olan berber Hasan Tural' ı da yakalamaktı. Ben, berber Hasan'dan Sultanahmet Cezaevi'nde yatmakta olan Ahmet Titiz'e verilmek üzere mektup alıyor, onu getirip Milli Emniyet'e okutuyordum. ( . . . ) Bu böyle aylarca sürüp gitti. Bu arada ceset bulundu. Bir akşamüstü Milli Emniyet' in Sirkeci'deki binasında oturuyordum. İki sivil polis gelip koluma girdi. 'hadi gidelim' dediler. Savcıya gittik, savcıdan tevkif müzekkeresi çıktı."<90
28 Aralık 1948'de tutuklanan Ali Ertekin, yargılama sonunda, 1 5 Ekim 1950'de Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nce dört yıla hüküm giydi. Fakat aynı yıl Af Kanunu' yla dışarı çıktı.
Şimdi Kadıköy'de Anadoluhisarı Yenimahal1e'de, Göksu deresinin yanında çevresi güllerle kaplı, pembe boyalı, iki katlı, telefonlu şirin bir evde oturmaktadır.<92>
1947'den 1965'e kadar hiçbir eseri yayımianmayan Sabahattin Ali'nin ise hala bir mezarı bile yoktur . . .
(90) Uğur Mumcu, '40'/arın Cadı Kazanı, Cumhuriyet, 22.2 . 1990 (91) Söyleji/Aii Ertekin, Nokta, 23 Mart 1 986 (92) Bak: Kemal Bayram, Sabahattin Ali Olayı, 1 978, S . 49, 394
75
HiKAYELERİ
Sabahattin Ali, 1 937'de
HİKA YELERiN YAZILIŞI VE YA YIMLANIŞI
Sabahattin Ali daha çok "hikayeci" olarak ün kazanmıştır. Oysa, yayın yaşamına şiirle girmiştir. Hikayeye biraz sonra başlamışur. Üstelik, hikayenin dışında romanlar, fıkralar, eleştiriler yapmıştır. Hatta bir de oyun yayımlarnışUr. Öyleyken, bunlar onun "hikayeci" diye ün salmasını önleyememiştir. Çünkü, yazarlığa şiirle başlamış ama sonunu getirememiştir: Hem l935'ten 1 948'e kadar şiir yazmamış, hem de eskiden yazdıklanyla üstün bir başanya ulaşamamıştır. Fakat hikayeye şiirden sonra geçtiği halde, ölünceye kadar bırakmamış, art arda önemli ürünler vermiştir. Aynca, bir şiir kitabına ve üç romanına karşılık beş hikaye kitabı çıkarmıştır. İlk romanı Kuyucaklı Yusuf basıldığında üç hikaye kitabı çıkmış ve gücünü çoktan kabul ettirmiş bulunuyordu. Son eseri de -Sırça Köşk- yine bir hikaye kitabıydı . . .
Bundan ötürü ben de onun ilkin hikayecilik yanı üstünde durmayı uygun görüyorum.
ESERLERİ
Sabahattin Ali'nin beş hikaye kitabı vardır: Değirmen ( I 935, ı 943, I 965 , ı 973, 1 983, ı 994 ), Kağnı ( I 936, 1 943, ı 965, 1 972, ı 983). Ses ( 1 937, 1 943, 1 965, 1 972, 1 983), Yeni Dünya ( 1 943, 1 966, ı 982), Sırça Köşk ( 1 947, ı 966, ı 975, ı 980).
Değirmen'de 1 6, Kağnı'da 1 3 , Ses' te 5, Yeni Dünya'da 1 3, Sırça Köşk'te 1 7, toplam 64 hikaye bulunur. Bu hikayelerin çoğu, önce dergi ve gazetelerde yayımlanmış, sonra kitap halinde toplanmıştır.
Kitaplann ilk basımlan ile kapsadığı hikayelerin adı, yazıldığı yıl, yayımlandığı yer ve tarih aşağıda gösterilmiştir:
79
Değirmen ( ı 935):
"Değinnen" ( 1929) "Kurtanıamayan Şaheser" ( 1929/ Atsız Mecmua, 25.9. 1 932) "Kırlangıçlar" ( 1 933N arlık, 1 .3. 1 985) "Viyolonsel" ( 1 928/Meşale, 1 . 10. 1928) "Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi" ( 1 929/Atsız Mecmua,
1 5 .5 . 1 93 1 ) "Bir Delikanlının Hikayesi" ( 1930) "Bir Gemici Hikayesi" (ı 930/Resimli Ay, Ekim ı 930) "Bir Orman Hikayesi" ( 1 930/Resimli Ay, Eylül 1 930) "Kazlar" ( 1 933) "Bir Firar" ( ı 933) "Kanal" ( 1 934Narlık, 1 5.7. ı 934) "Candarma Bekir" ( ı 934) "Sarhoş" ( ı 933) "Bir Cinayetin Sebebi" ( 1927/Resimli Hikaye, Nisan 1928) "Bir Siyah Fanila İçin" ( 1 927) "Komiki Şehir" ( 1 928)
Kağnı ( 1 936):
"Kağnı" ( 1 935Narlık, 1 5.9. 1 935) "Kamyon" ( 1 935/Ayda Bir, Eylü1 1 935) "Kafa Kağıdı" ( 1 935/Ağaç, 1 4.3. 1 936) "Gramafon Avrat" ( 1 935/Resimli Herşey, 5 . 1 2. 1 935) "Arap Hayri" (V arlı k, 1 .5. ı 935) "Bir Şaka" ( 1 935/Ayda Bir, Ekim 1935) "Duvar" ('936/Ayda Bir, 1 .5 . ı 935) "Pazarcı" ( ı 935Narlık, 1 .7. 1 935) "Apartman" ( 1 935/Ayda Bir, Kasım 1 935) "Arabalar Beş Kuruşa" ( ı 935/Ayda Bir, Şubat 1936) "Fikir Arkadaşı" ( ı 935/Ayda Bir, Aralık ı 935) "Düşman" ( 1 935/Ayda Bir, Ocak 1 936) "Bir Skandal" ( 1 932/"Bir Kadının Dalaveresi" adıyla Yeni Anadolu
gazetesinde, 8.5. ı 932- I .6. 1 932)
80
Ses ( 1 937):
"Ses" ( 1937/Her Ay, 20.6. 1 937-20.7. 1 937) "Köpek" ( 1 937/Y edigün, 23.6. 1 937) "Sıcak Su" ( 1 936/Ayda B ir, 1 .7 . 1 936) "Mehtaplı Bir Gece" ( 1937ffan, 1 2- 1 6. 1 1 . 1 937) "Köstence Güzellik Kraliçesi" ( 1 936/Ayda Bir, Haziran 1 936)
Yeni Dünya ( 1 943):
"Asfalt Yol" ( ı 936/0luş, 5.2. ı 939) "Hanende Melek" ( 1937/Yedigün, 23.8. ı 938) "Çaydanlık" (Herşey, ı 2. ı 1 . 1 935, sayı 6) "Ayran" ( ı 938/0ıuş, 6. l . l 939ffan, 30-3 1 Ocak 1 939) "Isıtmak İçin" ( 1 939/0luş, 1 9. 3 . 1 939) "Uyku" ( 1 939/Yedigün, 23. l . l 940) "Selam" ( 1 940) "Bir Mesleğin Başlangıcı" ( 1 940/Yeni Edebiyat, 5. 10. ı 940) "Bir Konferans" ( 1 94 1 ) "Yeni Dünya" ( 1942/Yurt ve Dünya, Eylül 1 942) "İki Kadın" ( 1 942) "Sulfata" ( 1 942) "Hasanboğuldu" ( 1 942/Yurt ve Dünya, Aralık 1 942)
Sırça Köşk (1 947):
"Portakal" ( 1944/Adımlar, Mart ı 944) "Beyaz B ir Gemi" ( ı 945/Gerçek, 23-25.7. ı 946) "Katil Osman" ( ı 945/Görüşler, ı . ı 2. ı 945) "Böbrek" ( 1945/Gün, 1 7-24.4. ı 946/Yeni Dünya, 1 -3 . ı 2. 1 945) "Cıgara" ( 1 945/Gün, 3 . 1 1 . 1 945) "Millet Yutmuyor" ( 1 945/Gün, ı .7. 1 946) "Bahtiyar Köpek" ( 1 946/Gün, 8.5. 1 946) "Çilli" ( 1 947/XX. Asır, 1 . 1 1 . 1 947) "Dekolman" (1 947) "Hakkımızı Y edirmeyiz" ( 194 7) "Cankurtaran" ( 194 7)
8 1
"Kurtla Kuzu" ( 1 947) "Bir Aşk Masalı" ( 1 946/Gün, 27.3 . 1 946) "Devlerin Ölümü" ( 1 946/Gün, 20.3. 1 946) "Koyun Masalı" ( 1 946/Gün, 1 0.4. 1 946) "Sırça Köşk" ( 1 945/Gün, 1 6.2. 1 946)
82
HİKA YELERDE KONU
İlldn konularından başlıyorum. Esld bir yöntem olmakla birlikte, konulan çözürnlemenin, özellikle Saba-hattin Ali'nin hika-yelerini tanımada ve yargılamada yararlı olduğuna inanıyorum. Çünkü hikaye-leri, hemen hemen, hep bir konuya yaslanırlar. Bu bakımdan, konular yazann nelerle nasıl ilgilendiğini, hangi insanlatın yaşamını konu aldığını, hangi çevrelere yakınlık gö tcrdiğini, hangi sorunlara yahut temlere değindiğini, hangi gerçekleri ya da düşünceleri belirttiğini öğrenmemiz için bize birçok ipuçları sağlayacaktır. Daha da iyisi, bazı çözümleme verilerinin öbür bölümlerde tekrarını önleyecektir. Üstelik, her hikaye için yapacağımız ufak eleştiriler ve yorumlar ilerdeld genellernelere de temellik edecektir.
Sabahattin Ali 'nin beş hikaye ldtabı vardır ama, hikayelerinin kucakladığı konular sayılıdır: Yazar belirli konular üzerinde durmuş, onlan -bilinçle- tekrar tekrar işlemiştir. Aralannda kesin sınırlar bulunmasa da, bu konular, kabataslak şu dilimiere aynlabilir: Aşk, düşkün kadınlar, köy ve köylüler, işçiler, hastane ve doktorlar, hapishane ve mahpuslar, aydınlar/yöneticiler, çocuklar ...
AŞK
Aşk, Sabahattin Ali ' nin sık sık ele aldığı konulardan biridir. Aşağı yukarı hikayelerinin dörtte biri aşkla ilgilidir. Niteldm, Değirmen'deld "Değirmen", "Viyolonsel", "Kırlangıçlar", " Kurtarılamayan Şaheser", "Bir Cinayetin Sebebi", "Komiki Şehir", "Sarhoş" ; Kağnı'dald "Arap Hayri", "Gramofon Avrat"; Ses' teld "Köstence Güzellik Kraliçesi"; Yeni
83
Dünya'daki "Hanende Melek", "Selam", "Hasanboğuldu"; Sırça Köşk'teki "Bir Aşk Masalı" başlıklı hikAyeler genellikle aşk konusunu işlerler "Genellikle" diyorum, çünkü çoğu hikAyelerde aşkın yanı sıra ya da ona bağlı olarak başka konulara da değinilir, fakat ana eksen aşktır.
*
Değirmen'dekiler -son ikisi sayılmazsa- romantik aşk hikayeleridir. Sabahattin Ali'nin gençliğinde, 1 926/1929 yılları arasında yazdığı ilk denemelerdir. Çokluk bir dramla sona ererler. Eylemin üstüne çıkan renkli (hatta yer yer gerçekçi) doğa tasvirlerine duygulu, süslü bir anlatım ve temizce bir dil eşlik eder. Halk hikayelerinden bazı motifler taşımakla birlikte, o yılların magazin hikayelerine özgü hayalci, masalsı, olağandışı bir içerikleri vardır. Alman romantikleri ile Maksim Gorki, Knut Hamsun, E.T.A. Hoffmann, Bayron, Oscar Wilde, Guy da Maupassant, Edgar Poe gibi yazarlardan bazı etkiler taşırlar. Sözgelişi, "Değirmen" hikayesiyle Gorki'nin "Makar Çudra" hikayesi arasında birçok benzerlikler bulunur.O > Aynca, yazarın kendisi de bir mektubunda bunu açığa vurur:
"Ben en çok ikinci kısımdaki yazıları beğenirdim. Gorki'yi pek fazla okumuş değilim, onun "Makarçodra' isimli bir hikayesine benim 'Değirmen' hikayesini benzetmişlerdi, varit gördüm, çünkü 'Değirmen' i yazmadan bir ay evvel okumuştum Gorki' ninkini. Diğer hikayeler de sahih olarak Anadolu'dur. Basit ve küçük adamları mevzu almışlardır. Mevzularını aynı 'millieu'den seçen Gorki'ye benzeyebilir. Fakir ve küçük insanları yazmaleta o herkesin üstadıdır . . .''(2)
Duygulu doğa tasvirleriyle bezenmiş gereksiz bir girişle başlayan "Değirmen"de bir çingene delikanlısının dramatik aşkı anlatılır. Kız sakattır, bir kolu yoktur, bu yüzden çingeneyle evlenmekten kaçınmaktadır. Bunun üzerine, delikanlı bir kolunu değirmendeki çarka kaptırarak keser. Çünkü, ona göre, "sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, yalnız bu sevmektir."
Görüldüğü üzere bu, maddesel değil, duygusal bir aşktır. Katıksız bir aşk. Halk hikayelerinde olduğu gibi, seven sevdiğine kavuşmak,
( 1 ) Bunlar için bak: Cevdet Kudret, Sabaluıttin Ali Ozerine Notlar, Varlık, 1 5. 1 . 1 966 (2) Ayşe Sıtkı·Do�an Akın, Sabaluıttin Ali 'nin Ozel Mektupları. 199 1 , S. 240
84
onunla bir olabilmek tutkusuyla dayanılmaz acıları, büyük özverileri (fedakarlıkları) göze almaktadır.
Bu göze alış, bazı hikayelerde en aşın, en olumsuz davranışlara yol açmaktadır. örneğin, içindeki renkli doğa tasvirleri, duygulu havası ve dramatik bitişiyle "Değirmen"i andıran "Kurtarılamayan Şaheser" böyle bir hikayedir. Nitekim, şairane bir anlatımla yazılan hikayede genç bir şair, sevgilisinin istediği şaheseri yazabiirnek için "iki sene hiçbir insanın girmediği hudutsuz kum çöllerinde" dolaşır. Oralarda "maddi elemlerin en acılarını" tadar. "Birer kıvılcım olan kumlar derisini yırtarlar, güneşten su halinde akan alevler sırtını yalar ve ensesini delerek beynine kadar dökülürler."
Romantik duyarlılığı, masaisı havası, süslü anlatımı, şairane tasvirleri, olağanüstü benzetmeleriyle "Kurtarılamayan Şaheser" Kenan HuiOsi 'nin Bir Içim Su'daki bazı hikayeleri çağnştırmakta ve Bayran'un Çay/d Haro/d' undan bazı esintiler taşıdığı sanılmaktadır. Pertev N. Boratav' ın açıkladığına göre, hikaye 1929 Haziranı 'nda Templin'de (Berlin) yazılmıştır. m
"Bir Cinayetin Sebebi" hikayesinde de Hüsamettin, kendisini önemsemeyen sevgilisinin ilgisini çekebilmek tutkusuyla suçsuz bir insanı, komisyoncu Nuri Efendi'yi öldürür. Fakat amacına ulaşamaz: Sevdiği kız onun mahkemesine bile gelmez . . .
"Değirmen"de sevişenlerin birleşmesini başkaları (toplum, aile, öbür lişık vb.) engellemez. Engel onların arasında, daha doğrusu içindedir: Kızın, sakathğı dolayısıyla, benliğini kemiren aşağılık duygusu kendisini sevgilisinden uzaklaştınr. "Kurtarılamayan Şaheser" ile "Viyolonsel"de de buna benzer duygusal yorumlar ortaya konur.
Elbette, aşk alanında gerçekte böylesi öznel durumlar yok değildir, ama onları çevreleyen ya da etkileyen nesnel durumlar da vardır. Fakat yazar ilk hikayelerinde bu durumları hep bir yana atar, aşkı onların dışında, soyut ve kişisel bir biçimde ve hep duygusal yanıyla ele alır. Bu ele alış, hikayelere olduğu kadar, yazara da romantik bir kimlik verir.
Ancak "Kırlangıç"lar hikayesinde gerçeğe biraz yaklaşır: Yazın, birbiriyle tanışan iki kırlangıç sevişıneye başlarlar. Fakat güz gelince ayrılmak zorunda kalırlar: " . . . Birbirlerinin gözlerine baktılar; artık yuva kurmak zamanının geçtiğini, sonbaharın geldiğini, ayrılacaklarını anla-
85
dılar. İkisi de içini çekti. Tepelerden birçok kırlangıç geçti: Sıcak yerlere dönüyolardı. Aynldılar .. . Ve bir daha birbirlerini görmediler .. . "
içerdiği masaisı öğelere karşın "Kırlangıçlar"da sevişmek de, aynimak da doğal bir ortam içinde oluşur. Gerçekdışı ya da gerçeküstü bir durum görülmez. Sevgiiiierin aynlmasına duygusal yahut düşsel bir öğe değil, doğal bir öğe, yani güzün gelişi yol açar.
"Kırlangıçlar"la aynı yılda, ı 933 'te yazdığı anlaşılan "Sarhoş"ta gerçeğe bağlı öğeler biraz daha artar. Yazar artık kişilerini "dar da olsa" bir çevre içinde canlandırmaya yönelmiştir. Romantik ya da düşsel oluşlano yerini gerçek yaşamdan gelen oluşlar almaya başlamıştır: Kununi Kamil, Hanende Muhsine'ye tutulur, fakat gazinocuyla kansı sevişınelerini önler, birtakım üzücü olaylardan sonra hikaye biter.
"Kırlangıçlar"da olduğu gibi "Sarhoş"ta da aynlışa yol açan, kişilerin içindeki bir duygu değil, dışardaki varlıklardır. Bu da, yazann yavaş yavaş içten dışa, romantik çizgiden gerçekçi çizgiye yöneldiğini göstermektedir.
Bu yöneliş "Komiki Şehir"de iyice su yüzüne çıkar. Gerçi bu hikayede de romantik eğilimler büsbütün silinmez, ama onlann yanında gerçekçi eğilimler de boy atmaya başlar. Olağanüstüden olağana, tasvirden eyleme, soyuttan somuta doğru bir kayış sezilir.
Sabahattin Ali'nin açıkladığına göre, "Korniki Şehir"in konusu "Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki Anadolu'da" geçer:
Bir tiyatro topluluğu Anadolu'da bir kasahaya gelir. Topluluğun komiği Rahmi, oyuncu kızlardan Viktor'u sevmektedir: " . . . Rahmi onu bir dakika yanından ayırmıyordu ... Öteki aktörlerle konuşmasına bile razı değildi . . . Kendisinden başkasının onun san saçlarına, güzel yüzüne bakmasına dayanamazdı. .. "
Gelgelelim, tiyatroyu kabadayılar basar, orospu saydıklan Viktor'u ormana kaçırırlar. Rahmi beyninden vurulmuşa döner. Kaymakam da, jandarma komutanı da ona yardımcı olmazlar. Rahmi, tek başına, Viktor'u aramaya çıkar, onu ormanda bulur. İyice bırpalanmış ve kirletilmiştir. Birlikte kasahaya dönerler. Bu kez kıza kaymakam askıntı olur. Kız reddedince, onu geneleve attırır, Rahmi'yi de kasabadan çıkartır. Rahmi, köprüden geçerken atlan ırınağa sürer. Arabadakiler, jandarmalarla sulara gömülürler. Viktor genelevde vererne tutulur, oradan hastaneye götürülür . . .
86
Bu kısa özetlerneden de anlaşılacağı üzere, aşk konusu hikayede günlük yaşama koşullan ve toplum çevresi içinde işlenmektedir. Aşkın bu koşullarla ve çevreyle çatıştığı yerler, kişisel dramın da kaynağı olmaktadır. Dolayısıyla, kişisel dramı hazırlayan veriler, aynı zamanda, toplumsal bozuklukların belirtilerini de ortaya çıkarmaktadır. Böylece, hem aşk olgusu soyutluktan kurtulmuş, hem de bireyin haliyle toplumun hali bir "bütün olarak" yansıtılmıştır. B undan ötürü, hikayelerinin kişileri daha bir canlılık kazanmıştır. Dolaylı olarak eleştirilen taşra bürokrasisi ile toplumsal çevre gibi doğal çevrenin de kuvvetle ve sadelikle tasvir edilmesi bu canlılığı pekiştirmiştir.
*
Sabahattin Ali 'nin ikinci kitabında, Kağnı'da aşkla ilgili iki hikaye bulunur: "Arap Hayri", "Gramafon Avrat".
Hikayelerden birincisinde bir boyacının Beyşehir'e gelen Sahir Süha tiyatro topluluğunun oyunculanndan Adalet'e duyduğu sevgiyi dile getirilir. Bu; temiz, derin, katıksız bir aşktır. . .
Hikayeyi yazar arkadaşı Pertev Naili Boratav anlatmıştır. Fakat Sabahattin Ali olayın sonunu değiştirmiştir. Ayrıca, hikayenin başına gcreksizce uzayan bir de giriş eklemiştir.
İkinci hikaye -"Gramafon Avrat"..:. konuca birinciyi andırır. Ama hem kuruluşça ondan daha yoğundur, hem de kişileri ondan daha bclirgindir. Boyacı Hayri' nin yerini burada Arahacı Murat alır. Murat, Konya çevresinde Gramafon Avrat diye çağrılan bir oyuncuişarkıcı kadını derinden sever. Fakat bir türlü ona açılamaz. Bir oturak aleminde, kadın saldırıya uğrayınca, araya girerek onu kurtarır. Yaraladıklarından biri ölür. Bu yüzden hapse düşer. Kadın "her salı günü muhakkak hapishaneye gidip Murat'ı görür, ya birkaç kuruş para, yahut da yağ, bulgur, cigara gibi bir şey bırakırdı . Aralarında bir iki kelime bile konuşmadıkları halde kendi uğruna hiç düşünmeden adam vuran bu çocuğu, vücudunu satıp kazandığı paralarla besliyor, belki de artık yalnız bunun için çalışı yordı."
"Gramofon Avrat" etini satarak yaşayan bir kadının gerçek sevgiye duyduğu büyük özlemi ve verdiği yüksek değeri göstermektedir. Kuşkusuz, bu özlem ve değerde toplumun "meta"ya dönüştürdüğü kadıniann "insanca yaşama" isteği saklıdır. Yazar bu isteği dolaylı yoldan ser-
87
giterken kadına (ve insana) ancak mülkiyet açısından önem veren kapitalist düzeni de aynı yoldan eleştirmiş olmaktadır.
Sabahattin Ali toplumun bozduğu, aşağıladığı, ezdiği düşkün kadınlara ilgi ve acıma, hatta sevgi ve saygı duyar. Gramafon Avrat buna bir örnektir. Böylesi kadınlara, en çok da oyuncu/şarkıcılara aşık olma konusu "Sarhoş", "Komiki Şehir", "Arap Hayri", "Gramafon Avrat" hikayelerinden sonra "Hanende Melek", "Bir Mesleğin Başlangıcı", "Selam" hikayelerinde de yeniden işlenir.
Ses'te bir tek aşk hikayesi vardır: "Köstence Güzellik Kraliçesi". Güzellik kraliçesi seçilen bir mağaza işçisi ile varlıklı bir ailenin öğrenci oğlu tanışıp sevişirler. Oğlan yüksekokula gideceğinden ayrılır. Kız yolunu bekler. Fakat -ailesi evlenmelerine izin vermediğinden- sevgilisi gelmez. Bunun üzerine küsüp memleketinden ayrılır. Barlarda çalışmaya başlar. Bir gün sevgilisiyle karşılaşır. Erkeğin aşkı yeniden alevlenir. Kadın derinden yaralanmıştır, hala sevmesine karşın, aldırmaz. Ama onu kovmaz da. Sevişmeksizin birlikte oturmaya razı olur.
Kadının küskünlüğü, gerçekte, sevgisinin derinliğini gösterir. En büyük acılara katlanacak, yaşamını kendine zehredecek kadar temiz, soylu, onurlu bir sevgidir bu. Kağnı 'daki Hayri'nin yahut Murat'ın sevgisi gibi katıksızdır, sessizdir, sınırsız bir özveri duygusuyla beslenmektedir. Her türlü gösteriş ve oyundan uzak, yalın ve doğaldır.
Hikayede bu sevginin iç ve dış belirtileri iyi sergilenir. Yazık ki, "Arap Hayri"de olduğu gibi, "Köstence Güzellik Kraliçesi"nde de yazarla ilgili olup boş yere uzayan bir giriş bölümü bu sergilemenin yarattığı etkiyi biraz dağıtır, konunun birlik ve yoğunluğunu biraz yaralar.
*
Yeni Dünya'daki üç aşk hikayesinden biri "Hanende Melek"tir. Kuruluşu sağlam ve dengeli, kişileri canlı ve gerçek, çevre tasvirleri güçlü ve ölçülü bir hikayedir. Konu bakımından Değimıen'deki "Sarhoş"u andırır. Evli, üç çocuk babası, davavekili Hüseyin Avni kasahaya gelen şarkıcı kadınlardan Hanende Melek'e<4ı tutulur. Her akşam gazinoya gider, gözlerini iştahla sahneye diker. Açtır, parasızdır, öyleyken karısının bileziklerini, küpelerini zorla alıp Melek' e hediye eder. Fakat kadın
88
ondan hoşlanmaz, hatta tiksinir. Adam bir akşam iyice çamurlaşır, garsonlar dışarı atarak hırpalarlar. Bir çukura yuvarlanarak sızıp kalır. Çıkarken onu gören Melek acır, arabaya alarak evine götürür. Kansının hasta, yoksul, perişan halini görünce hediyeleri geri verir. Aynca, o gj.inkü kazaneını da kızının avucuna sıkıştınp aynlır.
Hüseyin Avni'nin buradaki tutkunluğu sevgiden çok şehvete, esirgemezlikten çok bencilliğe dayanır; kirli ve onursuzdur. Bu yanıyla, şimdiye değin çözümiediğim öbür hikayelerdeki aşklardan aynlır. Yazarın da amacı herhalde bö�le bir aşkı anlatmaktan çok, kadına satın alınacak "mal" gözüyle bakan taşralı kimi erkeklerin bencilliğini ve amacına ulaşamayınca nasıl yaziaştığını belirtmek, buna karşılık, kimi düşkün kadınların insancıllığını ve en kötü koşullarda bile onurunu nasıl koruduğunu göstermektedir. Bu yönden, "Hanende Melek" ile "Gramofon A vrat" ya da "Köstence Güzellik Kraliçesi" ve "Çilli" arasında büyük bir yakınlık görülür.
"Seliim" adlı ikinci hikayede gene bir şarkıcı/oyuncu kızı seven birinden söz edilir: Bu, evli, üç çocuk babası berber Yusuf tur. Bir tiyatro topluluğu İznik'e temsiller vermeye gelir. Oyuncu kızlar saçlarını Yusufa yaptınrlar. Kızlardan biri Yusufla ahbap olur. Dostlukları ilerledikçe Yusuf kızı sevdiğini anlar. Bir akşam iyice içer, kahveye giderek sevgisini uluorta açığa vurur. Kız öfkelenir, kaşlarını çatar. Birkaç gün sonra da topluluk ilçeden aynlır. Yusuf derin bir üzüntüye kapılır. Aradan epey zaman geçer. Gurbetten dönen bir arkadaşı kızdan selam getirir. Bunu duyan Yusuf dükkanını kapatır, ailesini bırakarak kızı aramaya çıkar. Ailesinin yükünü arkadaşı üstüne alır.<S>
(4) Ayşe Sulu'ya 6 Temmuz 1933'te yazdığı bir mektupta Sabahanin Ali bu şarkıcıdan söz eder: "Bu yazının sonunda muallim olarak Yozgat'a gittim. Oradaki hayalım ömıiimün en can sıkıcı bir devridir. Anadolu'daki küçük şehir hayatına alışamadığım için orada boğulur gibi oldum. Eğlence narnma bir kahvede icrai ahenk eden kötü bir saz heyeti vardı, bu heyetin hanendesi Melek isminde genç bir kızdı. Şehirdeki bütün zabitler, mütekait memurlar ve kasaplar bu kıza fişıktılar ve kızcağız bunlann ısran ile gecede belki on defa kıntarak:
Bahçede haşlama Haşlamayı ta,�lama
şarkısını söylerdi." (Ayşe Sıtkı-Doğan Akın, Sabalıallin Ali 'nin Ozel Mektupları. 199 1 , S. 92-93).
(5) "Selam" daki olaylar ve kişilerle ilgili araştırma yapan Orhangazili avukat ve yazar Ali
89
Yazar hikayeyi şöyle bitirir: "Dört elle sanldığımız birçok kıymetlerin; uğrunda sahici bir insan gibi kalbimiz ve kafamızda yaşamaya feda ettiğimiz binlerce sözde mühim şeylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabileceğini bana öğreten Yusuf! Benden sana selam olsun . . . "
Yazann bu sözleri aşka ne denli önem verdiğini, içtenliğe yaslanan davranışlan nasıl kutsadığını gösteriyor. Gerçi Yusuf'un hareketinde -ailesine karşı- bir sorumsuzluk var, ama doğallığa aykın kalıplara karşı bir başkaldınş da var. Herhalde yazar da yalnızca bu başkaldınşı alkışlamak istiyor. Eğer, Tahir Alangu'nun öne sürdüğü gibi<6> "sorumsuzluk ve dengesizliği" övseydi, "Hanende Melek"teki Hüseyin Avni'nin içtenlikten ve sorumluluktan uzak kişiliğini o denli karartarak anlatmazdı. Onun olumsuz kişiliğinin karşısına Hanende Melek' in ve Gramafon Avrat'ın, Çilli Nigar'ın olumlu kişiliğini dikemezdi. Onlardaki insanca acıma ve sorumluluk duygusunu yücelterek ortaya koymaz ve bu duyguyu paylaştığını sezdirmezdi.
Daha çok yazarla ilgili olup yine hikayenin başında bulunan ve asıl konuya pamuk ipliğiyle bağlanan giriş bölümüne karşın, "Selam" anlatımındaki yalınlık ve içtenlikle, yarattığı etkileyici havayla tatlı bir hikaye . . .
"Hasanboğuldu" Sabahattin Ali' nin aşk hikayelerinin en güzellerindendir, belki de en güzelidir. Temiz bir dili, duyarlıklı bir deyişi, güçlü tasvirleri, ince çözümlemeleri vardır. Halk şiir ve hikayelerinin anlatım verilerinden çok iyi yararlanılmıştır. Hikayenin konusu Edremit'in Kazdağı yaylasında geçer: Zeytinli'de bahçıvanlık yapan Hasan, pazarda yörük kızı Emine'yle tanışır. Birbirlerini severler. Hasan, Emine'yle evlenmek ister, fakat kızın ailesi önce razı olmaz, sonra ağır bir şart koşar: Kırk okka tuzu Zeytinli 'den Yüksekoba'ya bir yerde dinlenmeden getirebilirse Emine'yi vereceklerdir. Hasan tuzları yüklenir, Gökbüvet denen yere gelince dizleri bükülür, daha fazla gidemez. Emine çuvalı sırtına vurup yürür. Hasan yalvarırsa da dinletemez. Kendini dereye
Aksoy, Yusuf un arkadaşlanndan kiilıya Eşref Durmuş'la konuşmuş. Bana gönderdiği mektupta yazdığına göre, hileliyede anlatılanlar gerçektir. Yusuf sevdiği kızı lzmir'de bulur, tiyatro topluluğundan aynlıp onunla evlenir. Eskişehir'in Çifteler ilçesine yerleşirler. 1 960'1ı yıllarda orada ölürler. Ote yandan, Yusuf un ailesini emanet ettiği arkadaşı da sonradan kansıyla evlenir.
(6) T. Alangu, "Sabahattin Ali Üzerine", (Bak: Sabahattin Ali-Değirmen, Dağlar ve Rüzgar, 1 965, s. 35
90
atar, boğulur. Emine yayiaya varır, ama orda duramaz. Geri döner Hasan' ı arar, ancak suda çevresini bulur. Onunla kendini bir çınara asar . . .
*
Sabahattin Ali'nin son hikaye kitabı olan Sırça Köşk'te bir tek aşk hikayesi vardır: "Bir Aşk Masalı".
Adından da anlaşılacağı gibi, hikaye masal biçiminde yazılmıştır. Biçimce olgundur: Duygulu, yoğun, duru bir anlatıma yaslanır. İçerikçe masalsı, anlayışça romantik olması ve sevgide özveriyi yüceltmesi dolayısıyla Değirmen'deki ilk hikayeleri andınr. O da onlar gibi toplumsal koşulların dışında oluşmakta, gerçeküstü bazı özellikler taşımaktadır.
Hikayede halkın iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen genç, güzel, iyi kalpli bir sultana aşık olan dervişin serüveni anlatılmaktadır. Sultan bir gün dervişi katına çağınr. Derdini sorup öğrenir. Üzüntüyle, "Ne istediğini biliyorum, o da senin olacak!" der. Bunu duyan derviş sararıp kızarır. Yüreğinden derin bir ah çekerek düşüp ölür. Hikaye şu özdeyişle sona erer: "Asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceği anda, saadetinin en yüksek noktasında bir 'ah ! ' diyerek düşüp ölebilendir."
"Bir Aşk Masalı" şöyle yorumlanmıştır: "Bu masalda Anadolu halk kültüründen yansımalar vardır. Halk kültüründe, tam muradına ereceği sırada ölen ve böylece sonsuzluğa kavuşan birçok tip vardır: Kerem ile Aslı masalında Kerem'in yanarak ölmesi gibi. Tasavvuf edebiyatının aşktan yanıp kül olan 'femafillah' aşamasına ulaşmış tipi 'Bir Aşk Masalı 'nda derviş tipiyle verilmek istenmiştir."<?>
Yazıldığı dönem göz önünde tutularak, "Bir Aşk Masalı" ideolojik, politik bir yoruma da bağlanabilir: Çok sevilen ve uğrunda bir şey beklemeden ölüneo sultanın herhangi bir ülküyü, örneğin demokrasiyi, bağımsızlığı ya da sosyalizmi simgelediği düşünülebilir.
SONUÇ
Aşk hikayelerinin konuca, kuruluşça ve içerikçe kısaca çözümlenmesi burada bitiyor. Bu çözümlemeden şu genel sonuçlar çıkarılabilir:
- Sabahattin Ali aşkı ilk hikayelerinde toplumsal ortamın dışında, iki
(7) Ender KAmil Boyacı, Sabahailin Ali 'nin Masalları. Olgu, Eylül 1977
kişi arasında geçen romantik bir olgu gibi ele alır. Gerçekçi döneme geçince, aşkı toplumsal çevreye ve ekonomik koşullara bağlamak gereğini duyar.
- Aşk, özveri ve içtenliğe dayanır. Sevenler arasında beden ve zeka, çevre ve sınıf bakımından aynlık olmamalıdır.
- Bozuk toplum düzenleri, ay kın töre ve gelenekler aşkın oluşumunu baltalar. Nitekim, şimdiki düzen ve onun doğurduğu töreler insaniann özgürce sevişınesini önlemektedir. Aynca, ekonomik koşullar ve aynmlar da aşkın önüne aşılması güç engeller çıkarmaktadır. Bu yüzden, aşk olaylan çokluk dramla sonuçlanmaktadır.
DÜŞKÜN KADlNLAR
Sabahattin Ali bir önceki kesimde gözden geçirdiğimiz "Gramofon A vrat", "Köstence Güzellik Kraliçesi", "Sarhoş", ve "Hanende Melek" başlıklı hikayelerde aşkla birlikte, "Yeni Dünya", "Bir Mesleğin Başlangıcı", "Çilli" ve "Mehtaplı Bir Gece" başlıklı hikayelerde ise ondan ayn olarak toplumsal ortamın bozduğu, ezdiği, horladığı düşkün kadınlar konusuna el atar. Genelde kadınlara, özelde düşkün kadınlara (en çok da oyuncu/şarkıcı kadınlara) ilgi duyar, yakınlık gösterir. O kadar ki, yaşamlannı anlatırken, alttan alta onlara acıdığım sezeriz.
Nitekim, "Yeni Dünya"daki kadının yaşamını böyle insancıl bir duyarlıkla hikayeleştirdiği söylenebilir. Düğünlerde, şenliklerde türkü söyleyip oynayan, rakı dağıtıp hovardaları, konuklan eğlendiren bu kimsesiz kadın zamanla yıpranıp çöker. İtilip kakılmaya başlanır. Sonunda, genç denecek bir yaşta hastalanıp ölür.
Sabahattin Ali kadının bu acıklı yaşamını ve çeVr-esindekilerin ilgisizliğini dramatik havayı yoğunlaştırarak okuyanın yüreğini burkan nesnel bir tutumla dile getirir. Bunun için dış gözlemle iç gözlemi, aynntılarla tasvirleri, kişilerle davranışlannı ustaca değerlendirir. Bu arada köy ve köylülere ilişkin bazı gerçekiere de değinir. Bütün bu olumlu özellikleriyle "Yeni Dünya" onun en güzel hikayelerinden biri olur.
Hikayede adı geçen aydın, yazann arkadaşı Muvaffak Şereftir. Onun açıkladığına göre, sözkonusu kadını Dikmen'den Kömürcü köyüne gelin götürülürken görmüşler. Kadın zayıf ve hastalıklı imiş. Arada bir öksürüyormuş. Yanında şişmanca bir oyuncu daha varmış. Aralann-
92
da yanşma olmuş. Sıskası bitkin düşmüş. Ama, yazann anlattığı gibi, öyle ağzından kan gelerek ölmemiş, Sabahattin Ali hikayesini daha etkili kılmak için kadını öldü göstermiş .. .
Yeni Dünya kitabında yer alan "Bir Mesleğin Başlangıcı" başlıklı hikayede de oyuncuişarkıcı düşkün kadınlardan söz edilir. Yazar hikayeye ilkin kendini aniatmakla başlar, ardından asıl konuya geçer. Konuyu da hikayeye özgü bir yapı ve sürece kavuşturmadan, bir röportaj/gezi havası içinde bitirir.
Hikayede Recep Ağa diye anılan biri eğlenmek isteyen erkeklere kadın bulur. G�celeyin arabatarla şehir dışına ağaçlık bir yere gidilir. Hemen bir rakı sofrası kurulur. "Yaşlı ve harap çehreli, gümüş mecidiye büyüklüğünde kırmızı damgalı yanakları, rastıklı çatık kaşları, katmer katmer buruşuk boyunlan ile zavallı bir manzara arzeden" kadınlar sazlarla birlikte şarkı söylemeye koyulurlar. "Seslerindeki garip hüzün, Orta Anadolu havalanna daha cana yakın bir eda veren o tatlı çatlaklık, suratlannın korkunç mahiyetini" gözlerden siler.
Sırça Köşk'te bulunan "Çilli" başlıklı hikaye Sabahattin Ali'nin Aydın'da öğretmenliği sırasında tanıdığı ve sonradan İzmir'deki bir barda karşılaştığı bir kız öğrencisinin yaşamıyla ilgilidir: Ortaokulu bitirince Nigiir' ı babası kırk beşlik biriyle evlendirir. Adam hem içkici, hem de iktidarsızdır. Bir kavga sonucu, kız evden kaçar. Bara düşer, okul arkadaşlarından Kemal, evlenme vaadiyle onu bardan alır. Bir süre birlikte yaşarlar. Kemal evlenıneye yanaşmaz. Bunun üzerine Nigiir ondan ayrılır. Yeniden bara girer. Şimdi Kemal'den olan çocuğunu yetiştirmeye çalışmaktadır: "Göreceksin Hoca, yemeyeceğim, içmeyeceğim, oğlumu büyütüp adam edeceğim. Sonra günün birinde oğlumla yolda giderken babasına rastgeleceğim. Oğluma 'sen yürü ! ' diyeceğim. Ondan sonra babasının yakasına yapışıp: 'Bak pezevenk, diyeceğim, doğmadı sandığın oğlun büyüdü, arslan gibi oldu. Ama seni bilmeyecek, sana baba demeyecek."
"Çilli" de iki ana düşünce var: Biri, genç kızların yaşlı erkeklerle evlendirilmesinin kötü sonuçlar doğuracağı. (Bu düşünce Kuyucaklı Yusuf romanında Saliihattin Bey'le Şahinde Hanım'ın evliliği dolayısıyla daha derinlemesine ele alınmıştır. Yazann babası ile annesi arasında da büyük yaş ayrımı bulunduğu ve mutsuz bir evlilik yaşadıkları anım-
93
sanmalıdır.) Öbürü, erkeklerin düşkün kadınlara karşı bencilce davranmalanna karşılık onların daha olumlu hareket etmeleri. (Aynı konu Sabahattin Ali'nin "Hanende Melek", "Sarhoş", "Gramofon Avrat", "Köstence Güzellik Kraliçesi" adlı hikayelerinde de işlenmiştir.)
"Çilli"de yazar yine kendini anlatarak hikayeye girmektedir. Bu, konuyu dağıtıcı giriş bir yana bırakılırsa, insancıl duyarlık ve toplumsal eleştiriyle yoğrulan hikayenin derli toplu bir kuruluşta olduğu söylenebilir.
KÖY VE KÖYLÜLER
Türk edebiyatında sistemli ve yöntemli olarak köye ve köylüye en büyük ilgiyi ilkin Sabahattin Ali göstermiştir. Gerçi ondan önce bir hikayesinde ("Kara Bibik") Nabizade Nazım ve birkaç hikayesinde ("Koca Öküz", "Boz Eşek", "Yatır") Refik Halit köyü konu almışlardır. Fakat -"İçerik" bölümünde de açıklayacağım gibi- bunlar nicelikçe de, nitelikçe de Sabahattin Ali'ninkilerin düzeyine çıkamarnışlardır.
Sabahattin Ali'nin konusu kentte geçen yahut kentlileri konu edinen hikayeleri de vardır: "Portakal", "Bahtiyar Bir Köpek", "Beyaz Bir Gemi", "Dekolman", "Böbrek", "Hakkımızı Yedirmeyiz", "Mehtaplı Bir Gece", "Çilli", "Cigara", "Apartıman", "Kurtla Kuzu" vb . . . Fakat bunlar azınlıktadır. Çoğunluk köy ve köylüden söz açan hikayelerdedir. O kadar ki, başka konulan işleyen bazı hikayeler bile az çok köy ve köylüyle ilgilidir. Sözgelimi, aşk konusunu ele alan ve yukarıda çözümlenen şu hikayeler buna örnektir: "Değirmen", "Komiki Şehir", "Hasanboğuldu".
Doğayı çok seven ve içtensizliğe, yapmacıklığa, acımasızlığa, sorumsuzluğa dayanamayan Sabahattin Ali, bu özelliklerin sık sık görüldüğü kentleri pek sevmez. Konusu kentte geçen hikayelerinde bu duygusunu fırsat düştükçe açığa vurur. Aynca, kimi şiirlerinde de aynı duyguyu dile getirir. (Şiir kitabının adını Dağlar ve Rüzgar koyması boşuna değildir.)
Şehirler bana bir tuzak Insan sohbetleri yasak,
94
Uzak olsun benden, uzak, Benim meskenim dağlardır.
("Dağlar") Sabahattin Ali'nin köy ve köylü hikayeleri kabaca iki kümede topla-
nabilir: - B ir ya da birkaç kişinin serüvenini anlatanlar, - Bir topluluğun ya da toplu hareketin serüvenini anlatanlar . . . Kesin bir sınır çizmemekle birlikte, şu hikayelerin daha çok köy ve
köylüyle ilgili oldukları söylenebilir: Değirmen'deki "Bir Orman Hikayesi", "Kazlar", "Candarma Bekir", "Bir Firar", "Kanal"; Kağm' daki "Kamyon", "Kafa Kağıdı"; Ses'teki "Sıcak Su", "Ses"; Yeni Dünya'daki "Ayran", "Asfalt Yol", "Sulfata", "Bir Konferans", "İki Kadın"; Sırça Köşk'teki "Çirkince" . . .
Sabahattin Ali bir gezgin gibi dolaşarak y a da masabaşında hayal ederek dışardan yazmamıştır bu hikayeleri; içinde yaşadığı yerlerin ve aralarında bulunduğu insanların gerçek yaşamından çıkarmıştır. Üstelik, bunu edilgin bir gözlemci/yansıtıcı gibi değil , eleştirici/toplumcu bir tavırla yapmıştır. Böylece, gerçekliğin doğru olarak öğrenilip değiştirilmesine katkıda bulunmak istemiştir. Bu istek, onu, kendinden önceki köy hikayecilerinden ayırmıştır.
Sabahattin Ali' nin, adı geçen eserlerindeki köy/köylü hikayelerini kısaca gözden geçirelim:
Değirmen
(Sabahattin Ali, Değirmen'in 1935'teki birinci basımının sonuna koyduğu bir notta, "Bir Orman Hikayesi, Kazlar, B ir Firar, Candarma Bekir, Korniki Şehir, B ir Siyah Faoila İçin" başlıklı hikayelerin "Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki Anadolu'yu anlattığını" açıklar.)
"Orman bizim her şeyimizdir delikanlı, anamız, babamız, evimiz . . . " diye, yanımda oturan ihtiyar anlatmaya başladı. " . . . Köyümüz bir ormanın ortasındaydı, etrafını ağaçlar bir duvar gibi sarmıştı. Biz onun dışında da dünya olduğunu bilmezdik bile. ( . . . ) Sırtımızı o giydiriyor, karnımızı o doyuruyor, evimizin kerestesini o veriyordu. Ormansız yaşamak ! . . Bunu aklımıza getiremiyorduk bile . . . "
"Bir Orman Hikayesi" bu sözlerle başlar. Ormanın işletme hakkını
bir şirket alır. Ağaçları kestinneye koyulur. Köylüler başkaldırır, baltacıları döverler. . . İdare, Şirket'ten yana çıkar. Jandarmalar gelir, köylüleri orman dışına atar, birtakımını da alıp götürür.
Bu kısacık hikayede Sabahattin Ali orman köylüsü (emekçisi) ile mali sermaye arasındaki bir çatışmayı verir. Edebiyatımızda ilk kez ele alınan bir konudur bu. Yazar bu temel konunun yanı sıra ormanların durumunu, köylülerin yaşayışını; yönetimin halka sırt çevinnişliğini, jandarmanın kıyıcılığını yalın ve doğru bir anlatımla, halkçı ve gerçekçi bir bakışla ortaya koyar.
1930 Eylülü'nde Resimli Ay dergisinde basılan bu hikaye, Sabahattin Ali'nin romantizmden gerçekliğe yönelişinin ilk ürünlerindendir. Nazım Hikmet hikayeyi yayımlarken dergide şunları yazmıştır:
" . . . Benim kanaatımca bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakar ve ileri taraflarını, iptidai sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişiif yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ORMAN'ın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışlarını zeki bir aydınlık içinde görüyoruz . . . "
"Kazlar" bir köylü hikayesi olduğu kadar bir hapishane hikayesidir de:
"Seyit, evlendikten bir ay sonra askere gider, teskere ald*tan yirmi gün sonra da hapsedilir." Bir düğünde çıkan kavgada birisini vurur. Daha doğrusu, kavga eden sekiz kişidir, kurşunun kimin tabancasından çıktığı belli değildir. "Seyit'le arkadaşı Durmuş'tan gayrısı kazadaki müstantiğe para yedirip meni muhakeme kararı alırlar. Vilayet ağır cezası da bu ikisine onar seneyi dayar."
Seyit, hapishanede kötü bir yere konur. Orada hastalanır. Daha iyi bir yere nakli için karısı Durlu'dan iki kaz ister. Dudu komşunun bir kazım çalar, evindeki kazla birlikte dokuz saatlik yolu yürüyerek kente gelir. Fakat kocası ölmüştür. İçeri bırakmazlar. Kazlan gardiyana vererek ayrılır. "Köye gelir gelmez Durlu'yu candarmalar yakaladı. Kaz çaldığı için kasahada muhakeme edildi ve üç aya mahkOm oldu. Yalnız, kaza hapishanesinde yattığı için, harman zamanına kadar, Seyit'in ölümünden haberi olmadı."
"Bir Orman Hikayesi" bir köylü topluluğunun hikayesiydi. "Kazlar"
96
ise kişilerin, kan-koca iki köylünün hikayesidir. Ama, bu iki köylünün kişiliğinde sanki bütün köylülerin acı yaşamı yansıtılmıştır. Nitekim, kısa ve sade örgüsü içinde bazı köy sorunları ve memleket gerçekleri ustalıkla yerleştirilmiştir: Köylülerin yoksulluğu, bazı yöneticilerin yiyiciliği, hapishaneterin bakımsızlığı vb . . .
"Kazlar"ın özlü ve ölçülü bir yapısı vardır. Yazar, sözü geçen acı gerçekleri nesnelliğe yaklaşan çıplak ve çarpıcı bir anlatımla sergiler. Bundan ötürü, hikaye, okuyanın üzerinde sarsıcı ve düşündürücü bir etki bırakır.
"Candarma Bekir", adından da anlaşılacağı gibi, bir jandarmanın köylüye kötü davranışını konu alır. Sabahattin Ali hikayeyi 26 Aralık 1932'de girdiği Konya Hapishanesi'nde hükümlü Halil Efe'den dinlemiş ve 27 Ekim 1934'te yazmıştır.
(Sabahattin Ali' nin yıllarca önce işlediği bu konu, 1 946'da çok partili döneme girilince, muhalefetçe sık sık ele alınacak, CHP iktidarının hukuku ve demokrasiyi çiğneyişinin belirtilerinden biri diye gösterilecektir.)
Mahpuslardan Halil'in Denizli'den Çal 'a gönderilmesi gerekir. Ellerine arkadan kelepçe vurulur. Jandarma yedeğinde yola düzülür. Temmuz sıcağında günde yedi sekiz saat yol yürür. Jandarmalar karakoldan karakota değişirler. Fakat onun dinlenmesine izin vermezler. Hatta iter kakarlar. Sonunda, yorgun argın Kaklık köyüne varılır. Halil orda eski düşmanlarından Candarma Bekir' le karşılaşır. Bekir ona yolda eziyet eder, aç susuz bırakır. Artık canına yeten Halil, bir fırsatını bulur, Bekir' i öldürür.
Kuşkusuz, Halil bu cinayeti istemeden işler. Jandarmanın yasadışı, kıyıcı davranışı onu böyle bir yanlışlığa iter. Sabahattin Ali bazı jandarmaların bu türlü davranışiarına başka hikayelerinde de değinir. ("Komiki Şehir", "Bir Ormanın Hikayesi", "Bir Firar", "Kağnı", "Sıcak Su" vb.) Bunlar arasında "Bir Firar" özellikle anılmaya değer. Jandarmalar yakaladıkları bir köylüye (İdris'e) işlemediği bir soygun suçunu dayakla itiraf ettirirler, çaldıklarının kahveci Süleyman'da olduğunu söyletirler. Köye gelindiğinde köylünün söylediklerinin doğru olmadığı anlaşılır. Karakolda yeniden dayak faslı başlayacaktır. Köylü bundan kurtulmak için kaçmaya yeltenir, ama başaramaz, vurulurak ölür.
97
"Kanal" hikayesinde bozkırda doğayla savaşan köylünün yüzyıllardır süregelen bir yarasına parmak basılır: Su ve toprak . . .
Dedemköylü Mehmet ile adaşı Zağar Mehmet çocukluktan beri sıkı dostturlar. Fakat büyüyüp de evlenince, ekmek kavgasına girince işler değişmeye başlar: " . . . Bir gün Zağar Mehmet tarlasını kanaldan sularken, arkın yavaş yavaş boşaldığını, meydana san bir çamur tabakası çıktığını gördü. Başını kaldınp evvela kanala, sonra biraz yukardaki Dedemköylü Mehmet'in tarlasına baktı. Suyu orada önlerliklerini ve kendi tarlalarını suladıklarını gördü. ( . . . ) O zaman iki Mehmetler, aralarında yüz elli adım mesafe olduğu halde, birbirleriyle şöyle bakıştılar. Bu bakış birçok şeyleri ve her şeyden evvel, o günden itibaren aralannda barışması olmayan bir dövüş başladığını söylüyordu. Bu bakışta kin yoktu, çünkü aralannda kin doğuracak bir şey geçmemişti. Bu bakışta yalnız toprak ve su kavgasının gölgeleri, insanların içini kapkaranlık yapan gölgeleri vardı. Hatta ihtimal biraz da teessür vardı: Y aşayabilmek, bu çatlak tarladan bir avuç ekin· çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar dövüşmeleri lazım geldiğini bilmekten doğan bir teessür."
Nitekim, bu acı bilişle Mehmet dostunu öldürür. Su ve toprak sorunu bugün de Türkiye' nin en önemli sorunlarından
biridir. Sabahattin Ali bu sorunu kırk yıl önce gerçekçi bir görüşle ve hikayenin kendine özgü yapısını zorlamadan, yoğun, yalın ve çarpıcı bir anlatırola ortaya koymuştur. Yürürlükteki bozuk toplum düzeninin, en sıkı arkadaşlan bile nasıl birbirine düşürdüğünü insancıl bir duyarlık ve şiirsel bir anlatırola göstermiştir. Keskin bir gözlemciliğin beslediği somut tasvirler ile can alıcı ayrıntılar bu gösterıneyi pekiştirmiştir.
Kağnı
Kitaba adını veren "Kağnı" hikayesi birçok yönleriyle "Kanal"ı hatırlatır: O hikaye gibi bu da biçimce yoğun, çıplak ve sarsıcıdır. O hikaye gibi bu da içerikçe toplumsal kökenli bir trajediyi dillendirir: "Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin arkbaşında komşusu San Mehmet'i vurur."
Hüseyin'in babası Mevlut Ağa oğlundan davacı olmaması için İmam' ı Sarı Mehmet'in anasına gönderir. İmam: "Ülen kocakarı", der, "dava edersen ne kazanacaksın? Kim gider de Mevlut Ağa'nın oğlu
98
adam vurdu diye şahitlik eder?" Sonunda kadını kandıhr. "İki tane sütlü keçi, bir torba un ve bir
kesekağıdı şeker"le olay örtbas edilir. Fakat Hüseyin' le kavgalı olan bir köylü (Garip Mehmet) cinayeti hükümete haber verir. Şehirden iki jandarma gelir. Ölü mezardan çıkarılır. Mehmeein anası çağrılır: "Koş bakalım kağnıyı ! Oğlunu kasahaya götüreceksin . . . Doktor muayene edecek!" derler. Yola koyulurlar . . .
Bu kısa özetten da anlaşılacağı gibi, "Kağnı"da toprak sorununun ardında ağanın gücü, onun karşısında yasanın geçersizliği, köylünün umarsızlığı ile bürokrasinin, jandarmanın dolaylı eleştirisi ve oğlunu yitiren bir ananın yürek burkucu dramı saklıdır.
Bireysel ile toplumsal öğeleri başarıyla birleştiren, aynntılar ile tasvirleri ustaca değerlendiren "Kağnı" , Sabahattin Ali'nin en güzel, en çarpıcı hikayelerinden biridir.
"Kamyon", iş aramak üzere gurbete çıkan parasız bir delikanlının serüvenidir: " . . . Konya'ya bir saat ötedeki bir köyden olan bu delikanlı otomobile binmişti, İzrnir'e gidecekti. Araba İzmir'e gelince şoför yolcuları selametlerneden evvel nedense yol parasının üstünü toplamak adetindeydi. Bunu genç köylü de biliyordu, fakat yazık ki şoför'ün istediğini yerine getirecek vaziyette değildi. Yanında beş parası bile yoktu." Bu yüzden, İzmir' e gelmeden, bir virajda arabadan atladı. Gelgelelim, bu tersine atlayış dengesini bozdu. "Olduğu yerde birkaç kere döndükten sonra aşağı boşa gitti ve eliyle çalılara tutunmaya çabalayarak, kafası sivri taşiara çarpa çarpa ve arkasında acı bir hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla birlikte yardan aşağıya, şimdi şınltısı daha çok duyulan dereye doğru yuvarlandı."
Anlatımdaki olumlu özelliklerle "Kağnı"ya yaklaşan "Kamyon" ( 1935) bir soruna ilk kez parmak basışıyla da önemlidir: İş bulmak için köyden kente göç . . . Bu sorunu daha sonra Orhan Kemal "Bereketli Topraklar Üzerinde" ( 1950) ve Yaşar Kemal "Ortadirek" ( 1960) romanlarında aynntılarıyla işlemişlerdir.
"Kafa Kağıdı"na hapishane hikayesi de denebilir. Köyün ağası, 80 yaşındaki Mehmet'in tarlasına sahip çıkar. Mahkemeye düşerler. Ağa yalancı tanık dinletir, davayı kazanır. Yargılama sırasında nüfus kağıdı istenir. Mehmet kendisininkini kaybettiğinden, ölü torununun nüfus
99
kağıdını verir. Onun da adı Mehmet'tir ve 29 yaşında görünmektedir. Sonra tahsildarlar gelir, nüfus kağıdına bakarak yol parası isterler. İhtiyar "Ben 80 yaşındayım, vergiden muafım," derse de dinletemez. Parayı veremediğinden hapse girer.
Bu hikayede bürokrasinin anlayışsızlığı, formaliteciliği dile getirilir. Aynca, taşrada ağalann adalet örgütünü nasıl kolaylıkla yanıltabildikleri ortaya konulur.
"Kafa Kağıdı" ironik bir hava taşır. Hikayeden çok eskize, röportaja kaçar ve mizalı yönü ağır basar.
Ses
Sabahattin Ali'nin jandarmalarla ilgili hikayelerinden biri de "Sıcak Su"dur. İsmail kavgada bir ağanın oğlunu vurur, sonra kaçar. Jandarmalar peşine düşerlerse de bulamazlar. Evine gelirler, kansını zorlarlar, fakat bir şey öğrenemezler. Ayak yolundaki sıcak sudan İsmail'in yakınlannda olduğunu, eğer karısını kirletirlerse ve kadın bağınrsa kocası dayanamaz geliverir diye düşünürler. Düşündüklerini uygularlar. İsmail gelmez. Onlar uzaklaşınca, kadın evden kaçıp gider. Belki de kendini öldürür. Sabahleyin İsmail gelir ve onu bulamaz.
Yazar bu sarsıcı olayı serinkanlı bir gözlemcinin kuru, nesnel, açık üslubuyla anlaur. Bu çeşit bir anlauş okuru daha çok etkiler, yaşanılan dramı daha derinden duymayı sağlar. Aynca, kadının ne olduğunun alacakaranlıkta bırakılması insanı düşündürmeye, türlü yorumlar yapmaya götürür. Böylece, okurlar üzerindeki sarsıcı etki sürdürülmüş ve genişletilmiş olur.
"Ses", Sabahattin Ali'nin Ankara'da Devlet Konservatuvan'nda öğretmenlik ettiği günlerde yazılmıştır. Hikayede köylü ile şehirli, daha doğrusu, halk kültürü ile Batı kültürü arasındaki aynlık ortaya konulmaktadır: Bir halkbilimci Anadolu'da güzel sesli, iyi saz çalan bir köylüye rastlar. Çok beğenir onu, opera sanatçısı olabileceğini düşünür. Köylü, konservatuvara getirilir. Sınava sokulur. Fakat doğal, toplumsal ve kültürel çevresinden aynldığı, kentte yabancılaştığı için Bau'ya özeneo aydınlann önünde sıkılıp şaşırır. Sınavı kazanamaz.
Ele aldığı konu ve dayandığı düşünce kadar akıcı anlaumı, temiz dili, güzel tasvirleri ve tutarlı kuruluşuyla da "Ses", Sabahattin Ali'nin ilginç ve başanlı hikayelerinden biridir.
1 00
Yeni Dünya
Bu kitapta köylülerden söz açan beş hikaye var: "Ayran", "Asfalt Yol", "İki Kadın", Sulfata", "Bir Konferans", "Hasanboğuldu". Bunlardan sonuncusu aşk hikayeleri bölümünde gözden geçirilmişti, "Bir Konferans" aydınlarla ve "Sulfata" ise doktorlarla ilgili bölümde gözden geçirilecektir. Onun için burada yalnızca ilk üç hikaye üstünde durulacaktır.
"Ayran" kitabın en güzel, en etkileyici hikayelerinden biridir. Babasız Hasan, annesi ve iki küçük kardeşiyle bir toprak darnda oturur. Annesi "başka köylerde, el yanında" çalışmaya gider, iki üç günde bir ancak döner. Hasan köye iki saat uzaklıkta bulunan istasyona ayran götürür. Tren yolcularına satarak kazandığı birkaç kuruşla kardeşlerine ekmek alır. Gene bir kış günü istasyona gider, akşama kadar bekler, satamadan geri dönmek zorunda kalır. Karanlık basmıştır, müthiş bir rüzgar ve kar vardır. Uzaktan kurtların uluyuşunu duyar. Korkudan, açlıktan ve yorgunluktan yere yığılıverir: "Küçük Hasan dizlerinin artık kendini taşıyamayacağını hisssetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık çarnura her batışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi iniyor ve korkusunu birkaç misli artınyordu. Boğazına bir şeyler tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken dizlerinin üstüne yuvarlandı."
"Ayran" yoksul, topraksız, desteksiz köy insanlarının yalnızlığını, mutsuzluğunu, çaresizliğini belirtir. Yaşamak için doğayla yaptıkları çetin kavgayı gösterir. Hikayede dış gözlem, iç gözlemle yan yana yürütülür. Can alıcı aynntılar ve yararlı tasvirler konunun oluşumunu bütünler. Çıplak ve ölçülü bir anlatım gerçekçi bir kavrayışla birleşerek içeriğin getirdiği dramatik havayı yoğunlaştınr.
Çocuk konusuyla ilgili hikayeler bölümünde de belirtildiği üzere, "Ayran" insanı acımaya olduğu kadar düşünmeye de iteleyen sarsıcı, uyandıncı bir hikayedir.
"Asfalt Yol"u Sabahattin Ali Yozgat' ta 1927'de öğretmen iken edindiği gözlemlere dayanarak kaleme alır. Zaten hikayenin başında da "Bir köy öğretmeninin notlarından" diye yazılıdır.
Bir öğretmen yeni atandığı köye yol yapılması için dilekçe verir. Köylüleri de sıkıştınr. Fakat hükOmet aldırmaz. Hatta Maariften kızan-
101
lar olur. Sonra kente büyüklerden biri gelir. Yolu beğenmez. Bunun üzerien Vali hemen yeni bir yol -hem de asfalt yol- yaptırmaya girişir. yol törenle açılır, fakat birkaç gün sonra, kağnılann geçmesi yasaklanır. Köylüler şaşırır. Boğazdan geçen eski yol asfaltlandığından, istasyona varmaları için altı saat fazla yürümeleri gerekmektedir. Bu yüzden, öğretmene kızarlar, dömeyi kurarlar. Bundan çekinen öğretmen köyden ayrılır.
Sabahattin Ali bu basit olay dolayısıyla birtakım gerçekleri ortaya koyar: Köyün ilkel durumu, köylünün umarsızlığı, bürokrasinin tutuculuğu, küçük yöneticilerin halkı umursamayıp büyüklere yaranma çabası, müteahhitlerin örtbas edilen yolsuzluklan, inşaat arnelesinin açıkta yatması, yurt sorunlarıyla ilgilenen öğretmenierin kötü karşılanması vb . . . Bu yan gerçekiere kısaca değinirken hikayenin yapısı zorlanmaz, ana konunun dışına çıkılmaz, ancak can alıcı bazı ayrıntılardan zekice yararlanılır. Nitekim, hikayenin ölçülü, dengeli bir kuruluşu vardır. Anlatım yine yalın ve "Bir Konferans"ta olduğu gibi yer yer alaylıdır. Tasvirler, içeriğin oluşumunu pekiştirmekte, dış gözlem iç gözlemi bütünlemektedir.
"İki Kadın"da köy ve köylünün toplumsal durumundan çok, cimri bir erkeğin ölümüyle karılannın içine düştüğü kötü durum yansıtılır. Kocaları yetmiş yaşında birden hastalanıp göçünce, iki kadın neye uğradıklarını bilemezler. Özellikle genç Esma perişan olur. Çünkü babasının zoruyla ve imam nikahıyla evlenmiş, bir de çocuk doğurmuştur. Kerim Ağa ise geriye miras bırakmadan, sakladığı paraların yerini bildirmeden öbür dünyayı boylamıştır.
Hikayede cimriliğin ve imam nikatuyla evlenmenin doğurduğu olumsuz sonuçlar alay lı bir anlaumla ortaya konmaktadır.
Sırça Köşk
Sabahattin Ali'nin bu eserinde köy ve köylüden söz açan bir tek hikayesi vardır: "Çirkince".
Mehmet Işıksoy'un açıklarlığına göre<8> "Çirkince" 194511946 yıllarında yazılmıştır. Sabahattin Ali, Selçuk'ta yaptığı bir gezi sırasında Şirince'yi de dolaşmış, bilgi toplamıştır.
(8) Mehmet Işıksoy, Sabahanin Ali Ve Çirkince Öyküsü, Cumhuriyet, 29.5 . 1976
102
"Çirkince", bir hikayeden çok; uzun bir gezi yazısına, toplumsal, daha doğrusu, çevresel eleştiriyle yoğrulan bir röportaja benzemektedir. Yazar, çocukluğunda birkaç gün kalıp sevdiği Şinnce'yi otuz yıl sonra görmeye gider. Burası eskiden Rumların oturduğu yeşil, temiz, güzel bir köymüş. Savaştan sonra zeytinci Rumlar gitmiş, yerine, Kavala'dan tütüncü göçmenler gelmiş. İşlemesini bilememişler, zeytinlikleri ucuza ağalara satmışlar. Bu yüzden köylü gittikçe yoksullaşmış, köy de çirkinleşmiş. Köylüler ağaçlan kesip yakmış, pencereleri kapatmış, yollara gübre dökmüşler. Şimdi kentte oturan birkaç ağanın toprağında işçi olarak çalışıyorlarrnış.
"Çirkince"de ağalık düzeninin yalnızca toplumu, insanı değil, doğayı da nasıl bozduğu anlatılmaktadır.
SONUÇ
Köy/köylü konusunu ele alan hikayelerin özetlenmesi, yorumlanması ve kısaca yargılanmasından çıkan genel sonuçlar şunlardır:
- Sabahattin Ali köyü/köylüyü anlatan hikayelerinde yerel ağızlara, söylem (şive) taklidine başvurmuyor. Kolay anlaşılan, yalın, temiz, sağlam, kıvrak, somut bir dil kullanıyor.
- Sabahattin Ali, hikayelerinde en çok şu konular üstünde duruyor: 1 . Köylülerin yönelimle ilişki ve çatışmaları; 2. Köylülerin toprak ve su kavgası çerçevesinde birbirleriyle ilişki ve çatışmaları; 3 . Köylülerin ağalarla ilişki ve çatışmaları; 4. Köylülerin kentle ilişki ve çatışmaları.
- Sabahattin Ali bu konulardan birinci ve ikinci kümeye girenlere en büyük yeri veriyor. Üçüncü ve dördüncü kümedekilere az ilgi gösteriyor. Sabahattin Ali'den sonra gelen yazar (Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Samim Kocagöz, Talip Apaydın, Bekir Yıldız vb.) bu kümedeki konularla ondan daha çok uğraşmışlardır.
- Sabahattin Ali bu dört kümenin kapsadığı gerçekiere eleştirici, akılcı bir tutumla yaklaşıyor. Ama, onlan doğurup besleyen temel gerçekiere pek inmiyor. Örneğin, toprak yüzünden köylülerin nasıl birbirlerini öldürdüklerini iyi anlatıyor ama niçin topraksız olduklannı pek anlatmıyor. Bazı jandarmaların köylüye nasıl kötü davrandıklarını iyi belirtiyor, ama niçin böyle davrandıklarını pek belirtmiyor. Hükümetin yoksul köylüye nasıl sırt çevirdiğini iyi açıklıyor, ama niçin sırt çevirdi-
1 03
ğini pek açıklamıyor. Başka bir deyişle, köy ve köylü sorunlarını çokluk toplum ve düzen sorunlan haline getirmiyor. Yahut, getiriyorsa da az ve yüzeyden getiriyor. Yeterince derinleşmiyor. Bunun da ana nedeni, hikayelerin yazıldığı tek partili dönemdeki aşın baskıda aranmalıdır. Yine de, bu demokrasi dışı ortama karşın hikayelerde köye ve köylüye o dönemde cesaretle en büyük yeri ilkin Sabahattin Ali'nin verdiğini söylemek haktanırlık olur. Nazım Hikmet'in de vurguladığı gibi, "Sabahattin Ali, Türk edebiyatında ilk olarak, halkı onun alelade bir seyircisi gibi değil, ona bağlı bir muharrir sıfatıyla anlatmıştır."<9)
İŞÇİLER
Sabahattin Ali, önce de belirtildiği gibi, daha çok köylüler, kasabalılar üzerinde durur. Gerçi, kentli işçilerden söz açan hikayeleri de eksik değildir, ama bunlar azınhktadır. Değirmen'deki, "Bir Gemici Hikayesi", Kağnı'daki "Apartıman", Ses'teki "Mehtaplı Bir Gece", Yeni Dünya'daki "lsıtmak İçin", "Uyku" ve Sırça Köşk'teki "Portakal", "Millet Yutmuyor" . . .
"Bir Gemici Hikayesi", yazann eşinden (Aliye Ali) öğrendiğime göre, Sabahattin Ali'nin kardeşinin başından geçmiştir. Yalnız, kardeşinin (Fikret Şenyuva) dediğine bakılırsa, olay biraz değiştirilmiştir. Hikaye bir genç ve kekeme ateşçinin yaşamından bir dönemi yansıtır. Genç, eski bir gemiye ateşçi olarak girer. "İş ağır, yemekler fena, kaptan sarhoş ve edepsizdir." Tayfalar dayanamayarak bir gün başkaldınr-
. lar. Kaptan ilkin alttan alır, sonra da, gittikçe bilinçlenen "genç ateşçiyi hemen Port-Sait'te, diğerlerini İstanbul'da vapurdan atar."
"Bir Gemicinin Hikayesi"nde çok ağır çalışma koşullan içinde bir işçinin geçirdiği bilinçlenme süreci yansıtılır. Biraz şematizme kaymak ve yüzeyde kalınakla birlikte hikaye, Sabahattin Ali'nin işçilerin sömürüye karşı çıkma ve haklarını koruma çabasına değinen ilk ürünlerinden biridir. Ve bu yönüyle önemlidir. Yazann daha 1 930'larda demokrasiye, halkçı lığa, gerçekçiliğe bir eğilim duyduğunu belgelemektedir.
"Apartman" bir yoksul inşaat işçisinin trajik yaşantısıyla ilgilidir. Nesnel, çıplak bir anlatımı, sağlam, tutarlı bir kuruluşu vardır. Üç çocuk babası olan işçi, beş katlı apartmanın çatısında çalışmaktadır. Bir
(9) Yanna Doğru, Kasım 1975 / Ürün, Mayıs 1978
1 04
ara gözü aşağıya kayar. Küfecilik eden oğlunu görür. Ağır bir yükün altında hacakları titreyerek gelmektedir. Apartmanın basamaklarını çıkarken ayağı sürçer, küfe yere düşer, içindeki şişelerden birkaçı kınlır. Uşak, azarlayıp döverek çocuğu sokağa atar. Parasını da vermez. Çocuğun ayağına camlar batmış, dizleri kana bulanmıştır. Yerde ağlamaktadır. Yukardan, olup bitenleri gören işçi dayanamaz, gözleri karanr, dengesi bozularak aşağı düşer.
Hikayede apartman sahibinin katılığı, ustabaşının sertliği, uşağın yardakçılığı iyi belirtilmiştir. Üç gün iş bulup beş gün bulamayan, çocuğunu okuldan alıp küfecilik yaptıran işçinin dayanıksızlığı ve psikolojisi iyi anlatılmıştır. Bu özellikleriyle "Apartman" Sabahattin Ali'nin başanlı hikayelerinden biri olmuştur. Aynntılan isabetle değerlendiren bir dikkatin, dramatik gerilimi kamçılayan soğukkanlı bir anlatımın, konunun etkisini artıran yoğun ve dengeli bir yapının da bu başanya yardım ettiğini söylemek gerekir. Aynca, kişilerin belirli sınıf ve tabakalan temsil edecek biçimde yani "tipik" olarak caniandıniması da hikayeye toplumsal bir nitelik kazandım.
"Mehtaplı Bir Gece" de "çocuk denecek bir yaşta gurbete atılmış, her türlü işe girmiş" ve sonunda hastalığa yakalanmış bir işçinin kimsesizliği, umarsızlığı hikaye edilir: İşçi, hastalığı dolayısıyla fabrikadan çıkarılır. Günlerce iş arar, bulamaz. Aç kalır, hastalığı iyice ilerler: "Dermansızlığı arttıkça, ölecek tenha bir yer aramak ihtiyacı da çoğalır." Artık hiçbir umudu kalmamıştır. Geceleyin deniz kıyısına doğru yürür. Bir sokak kadınıyla karşılaşır. Düşkün kadın önce onu tavlamaya çalışır, sonra halini aniayarak alıp kulübesine götürür. Şekerli su ısıtarak içirir. İşçi birkaç kez nöbet geçirir. Bir ara gözlerini açar, kadının ağladığını görür: "Kadının esmer, yağlı ve çiçek bozuğu yüzü ona öpülecek kadar güzel geldi. Bu yüzde, şimdiye kadar hiçbir insanda rastlamadığı bir alakanın izleri; bir kardeş, bir ana, bir sevgili alakasının ifadesi vardı ... "
Hikaye, bu üzünçlü olay dolayısıyla şu iki gerçeğin sezilmesine yol açar:
- Sanayileşmiş büyük kentlerde (başka bir deyimle, kapitalist toplumda) insanlar birbirlerinden koparlar. Enikonu yabancılaşırlar. Birbirleriyle pek ilgilenmezler. Özellikle yoksulların, işsizierin durumu bu bakımdan dikkate değer.
105
- Karşılık beklemeden birbirine yardım eden insanlar saygıdeğer kişilerdir.
"Mehtaplı Bir Gece"de gerçekçi gözlemlerin, acıklı yaşantıların insancıl (hümanist) bir duyarlıkla ve güzel doğa tasvirleriyle kol kola yürütülmesi etkili bir hava yaratır.
"Isıtmak İçin" Sabahattin Ali'nin Konya'da bulunduğu günlerin gözlemleriyle örülmüştür. Nitekim, hikayede (yazann kendisini anlattığı iki sayfalık gereksiz bir girişten sonra) çamaşırlarını yıkayan yoksul bir kadından söz açılmaktadır. Kadının küçük, hasta bir kızı vardır. Kadın parasızlıktan, odun alamaz. İş arar, bulamaz. Kızını koynuna alarak ısıtmaya çalışır. Fakat çocukcağız dayanamaz ölür.
Hikaye dokunaklı bir dille yazılmıştır ve yazann insanlara, en çok da halktan kişilere beslediği derin sevgiyi, duyduğu içten acımayı açığa vurmaktadır. Bu açığa vurmada özgeci, insancıl bir çağrı gizlidir. "Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalanna yardım edecek bir şeyi vardır. . . Hiç olmazsa bir tek sözü . . . "
Bu çağn, yazarın sanatının direklerinden biri ve kişiliğinin önemli bir özelliğidir: "Bütün insanlar gibi, ıstıraba karşı zayıf olan bir insandım; merhamet, aciz ve korkudan mürekkep bir insan .. . "
"Uyku"da bir kamyon yolculuğu işlenir. Hikayenin konusunu yazara, arkadaşı Pertev Naili Boratav anlatmıştır.<'0> Kamyon, Yıldızeli'nden Sivas'a gitmektedir. Şoför iki gündür uykusuzdur, bu üçüncü gecesi dir. Yorgunluk ve uykusuzluktan direksiyonu güçlükle kullanmakta, sık sık uyumaktadır. Yolcular korkulu saatler geçirmektedir. Yazarla arkadaşı Sivas'a gelmeden inerler. Şoför de derin bir uykuya dalar.
Hikaye yedeksiz çalıştırılan, dinlenme olanağı bulamayan kamyon şoförlerinin ağır, tehlikeli iş yaşamını keskin çizgilerle yansıtmaktadır.
"Uyku", belirli bir evrim sürecine yaslanınayan dokusuyla hikayeden çok röportaja kaçmaktadır.
"Portakal", vinççi İsmail 'in çevresinde, bir vapurda oluşan nakliye ( 1 0) Boratav'ın açıkladığına göre, sözkonusu "kamyon yolculuğunda Sabahanin Ali'nin kendisi bulunmamıştır; olayı aynntıları ile benden dinlemiş ve benim anlatımımda bulunmayan bazı yan konularla (örneğin, kamyon yolcularının, aynı yolda daha önce geçmiş bir kaza üzerinde konuşmaları gibi) zenginleştirerek bir hikfiye biçiminde geliştirmiştir. Gerçek olay Yıldıreli ile Sivas arasında, 1 939 yılında geçmişti. Beniıl). yanımda o tarihlerde Sivas Lisesi müdürü olan Faik Dıranas vardı." (Filiz Laslo/Atillfi Ozkınmlı, Sabahailin Ali, 1 979, S. 286).
106
oyunlarını açığa vurur. Vapurun kaptanı ile süvarisi yüksek fiyatla yükledikleri portakalların bir kısırunı fırtına çıku gerekçesiyle denize döker sonra da hepsi dökülmüş gibi tutanak düzenlerler. Portakalların sahibi sigorta şirketinden parasını alır. Onlar da geri kalan portakalları rıhumda hazır bekleyen bir toptancıya satarlar. Gemideki çileli deniz emekçisi ise düşük ücretiyle satın aldığı on portakalı evine götürmekle kalır.
"Portakal" aracıların, bürokratların, sigortacıların birlikte çevirdikleri dolapların yükünü nasıl halkın sırtına bindirdiklerini göstermektedir. Bu yanıyla hikayeden çok; bir eskize, bir toplumsal eleştiri yazısına yaklaşmaktadır.
SONUÇ
- Yukardaki açıklamaların da gösterdiği gibi, işçilerle ilgili hikayeler hem sayılı, hem kısadır. Elbette, değişik üretim kollarındaki işçilerin tüm yaşantılarını bunlara sığdırmak olanaksızdır. Onun için, Sabahattin Ali de ancak bazı işçilerin bazı yaşantılarını ele almakla yetinmiştir. Örneğin, sanayi işçisinden yalnızca bir hikayesinde ("Mehtaplı Bir Gece") söz açıruştır. Öteki hikayelerinde inşaat amelesi ile şoför, gemi ateşçisi ve vinççisi üzerinde durulmuştur. Fakat, bunu yaparken, yine de işçilerin temel sorunlarına değinmenin yolunu bulmuştur. Çünkü kişilerini belirli bir düzenin ve toplumsal durumun içine yerleştirerek anlatmıştır. Daha doğrusu, onların umarsızlığını, ezilişini, sömürülüşünü, yabancılaşmasını sınıfsal bir kavrayış ve gerçekçi bir görüşle ortaya koymuştur.
- Gerçi Sabahattin Ali, işçilerle birlikte işverenleri de canlandırmaya çalışmıştır. Yazık ki bu çalışma gereken genişlik ve derinliğe varmamıştır. Ancak bazı genel özelliklerin açığa vurolmasıyla kalmıştır. Bu yüzden de hikayelerde kapitalistler -işçiler kadar- somut ve canlı birer tip olarak belirmemişlerdir.
- Hikayclerin işçi kahramanları arasında öncü kimliği taşıyan, toplumcu bilince ulaşmış olanlara rastlanmamaktadır. Elbette, sayıları çok az ve çalışmaları gizli olmakla birlikte o yıllarda böyle işçiler de vardır. Herhalde Sabahattin Ali onlarla karşılaşma/tanışma olanağı bulamaıruştır. Bunu da yadırgamamak gerekir. Çünkü sözkonusu dönemde ülkemizde sanayi gibi sanayi işçisi de nicelik ve nitelikçe pek zayıftı. Üste-
107
lik, demokratik örgütlenme (sendika, demek, parti kurma) ile kendi ideolojisini öğrenip yayma özgürlüğünden de yoksundu. İtalyan faşist ceza yasasından aktarılan maddeler bunu önlüyordu.
Öte yandan, hikaye kişilerinden yalnızca birinin sanayi işçisi oluşu da doğal karşılanabilir. Türkiye'de sanayi hem geç ve güç gelişmiş, hem de birkaç kentin dışına taşmamıştı.
Bunları gözönünde tutan Sabahattin Ali, konulan gibi kişilerini de çoğunlukla kırsal kesimden, kasaba ve köylerden seçmiştir. Ülküsel konular, olaylar ve tipler yaratmak uğruna nesnel gerçekliği çiğnemeye yanaşmamıştır. Fakat gerçeklikte bulabildiği sayılı ve sınırlı verileri de toplumcu bir anlayışla sonuna kadar değerlendirmekten geri durmamıştır.
DOKTORLAR VE HASTANELER
Sabahattin Ali, doktorlarla hastaneler üstüne yazmaya 1 940'tan sonra başlamıştır. Ancak 1 942'de "Sulfata" hikayesini yazmış, 1 945'te "Böbrek" hikayesini, 1 947' de "Cankurtaran" ile "Hakkımızı Yedinneyiz"i ve "Dekolman"ı kaleme almıştır. Sonra, bunlardan birinciyi Yeni Dünya'ya, geri kalan dördünü de Sırça Köşk'e koymuştur.
"Sulfata", karısı sıtmaya yakalanmış bir köylünün başından geçen acıklı, gülünçlü olayların hikayesidir. (Bu bakımdan, adı köylü hikayeleri arasında da anılabilir). Köylü, hasta kansını kente getirir. Sıtma Mücadelesi Merkezi'nde kanını alırlar. "iki gün sonra gelin !" derler. Tekrar gidince, doktor: "Senin karnına baktık, bir şeyin yok! der. Oysa, kadın ateşler içinde yanmaktadır. Sulfata isteyince doktor kovar. Kadın bu kez Belediye'ye gider. Oranın doktoru: "Senin sıtman var. Mücadele'ye git!" diye başından savar. Üç gün sonra yorgan döşek yatan hasta, Mücadele'ye başvurur. Doktor onu görünce "Yine mi sen !" diye kızıp bağırır. Kadıncağız kinini alamadan geri döner. Olay iki kez tekrarlanır ve sonuç değişmez.
Sabahattin Ali bu olayı alaycı bir anlatımla hikaye eder. Böylece doktorların (giderek bürokrasinin) halka uzaklığı ve anlayışsızlığı daha iyi belirmiş ve köylünün trajedisi, sahipsizliği daha keskince sergilenmiş olur. Yazık ki, hikayenin başında yer alan ve gereksizce uzayan doğa tasvirleri bu sergilemenin etkisini biraz azaltır.
1 08
"Böbrek" hikayesini Sabahattin Ali'ye öğretmen arkadaşlanndan Mansur Tekin anlatmıştır. Fakat yazar hikayesini kurarken, dayısı Doktor Rıfat Ali Ertüzün'ün Ankara Sıhhat Yurdu adlı özel kliniğinde yaptığı gözlemlerden de yararlanmıştır.
Hikayede özel sağlık yurtlan ile özel doktorların ve simsarların halkı nasıl acımasızca dolandınp soydukları gösterilir. Böbreğindeki taşı aldırmak için Niğde'den İstanbul' a gelen taşralı nüfus memuru Avni Akbulut'un başından geçen acı olaylar insanın içini burkan bir dikkat, gerçeklik, soğukkanlılık ve yalınlıkla hikaye edilir.
"Böbrek" yalnızca kusursuz bir hikaye değil, usta işi bir yergidir de. Bireyin üzünç durumu dolayısıyla toplumun bozuk yapısını yansıtan buruk bir yergi . . . Okuyanı üz üp sarsan, öfkelendiTip düşündüren bir yergi . . .
"Cankurtaran"ın konusu "Böbrek"e yakındır. Bir yanıyla köylü hikayesi de sayılabilir. Hikayede, karısı tam doğum yapamayan bir köylünün doktorlar ile özel doğumevlerinde çektikleri anlatılır: Köylü, karısını kağnıyla hastaneye getirirse de yatıramaz. Cankurtaran Doğumevi'ne başvurmak zorunda bırakılır. Doğumevinin doktoru çaresiz kalan köylüye önce 400 liralık senet imzalatır, sonra kansını ameliyat eder. Köylü arabasıyla öküzlerini ancak 270 liraya satar, borcunu tam olarak ödeyemez. Yalvanr yakanr, fakat doktor razı olmaz, üstelik kansını da bırakmazlar. Bunun üzerine, kadın geceleyin pencereden atlayarak gizlice kaçar. Ne var ki, atlarken dikişleri kopmuştur, köye varmadan kan kaybederek yolda ölür . . .
"Böbrek" gibi "Cankurtaran" da doktorların insafsızlığını, para düşkünlüğünü, bencilliğini, yönetimin bu soygunculuğa göz yumuşunu, köylülerin kimsesizliğini, uroarsızlığını ortaya koyar. Gelgelelim, "Cankurtaran" konuca değil, biçimce de "Böbrek"e yaklaşır: Bunun da onun gibi nesnel, çıplak, yürek burkucu bir anlatımı ve sağlam, tutarlı bir kuruluşu vardır.
Gerçi "Dekolman" hikayesinde aynı yetkin kuruluş görülmez, ama doktorların bilgisizlikleri, kıskançlıkları, kibirlilikleri, çıkarcılıklan keskince göz önüne serilir. Metin içinde yeterince erimeyen düşünce ve taşlamalar hikayenin örgüsünü gevşettiği gibi etkisini de azaltır.
"Hakkımızı Yedirmeyiz"de hastanenin ambarına bakan Hacı Lütfi
109
Bey'in yolsuzlukları hikaye edilir. Ambar katipliğine atanan yoksul genç, Hacı'nın döndürdüğü dolapları anlar. Payını ister. Hacı onunla anlaşır. Daha önce de müteahhit Karakaş'la anlaşmıştır. Birlikte durumu yönetirler: "Hacı Bey bana bir kere açıldıktan sonra, ambar işlerini ortaklaşa yapmaya başladık. Aman iki gözüro tasavvur edemezsin, herif ne kurt! Dünyanın müfettişleri gelse dalgasını çakamazlar . . . "
"Dekolman" gibi bu hikaye de alaycı bir dille anlatılmıştır. Hikayenin başkişisi Hacı Lütfi, "Böbrek"teki dindar doktor simsarını andırır: O da onun gibi Müslümanlığı, yolsuzluklarını rahatça sürdürmek için bir maske olarak kullanır.
SONUÇ
- Sabahattin Ali, çıkarcı kimi doktorları ve simsarları halkı soyan, aldatan, inleten acımasız birer olumsuz kişi olarak görmüş ve hikayelerinde yermiştir. Fakat bu yergisini yaparken gerçeklerden aynlmamış, duyduğu ya da gördüğü sahici olaylara yaslanmıştır. Aynca, bütün doktorları kötülememiş, arada bir iyilerden de söz açmış, ama yürürlükteki güçlü sömürü düzeninin onlan nasıl yendiğini, kenara ittiğini ve kötüleri öne çıkardığını söylemekten de geri durmamıştır. "Cankurtaran" hikayesindeki dürüst operatör bunun bir örneğidir.
MAHPUSLAR VE CEZAEVLERi
Sabahattin Ali, biri 1 93 1 'de Aydın'da, öbürü 1932'de Konya'da ve 1948'de İstanbul'da olmak üzere üç kez tutuklandı. Bir süre Aydın, Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı. Bu sırada birtakım mahpuslarla konuştu, başlarından geçenleri öğrendi . Cezaevindeki yaşamı yakından inceledi. Sonra, duyduklarını ve gördüklerini bazı hikayelerinde kullandı. Değirmen'deki "Kazlar", "Candarrna Bekir", Kağm'daki "Kafa Kağıdı", "Bir Şaka", "Duvar", Yeni Dünya 'daki "Çaydanlık", Sırça Köşk'teki "Katil Osman" bu kullanışın ürünleridir.
Bu ürünlerden "Kazlar", "Candarrna Bekir", "Kafa Kağıdı"nı köy hikayeleri bölümünde çözümlerniştim. Burada yalnızca geri kalan hikayeler üstünde duracağım.
"Bir Şaka", anı ile röportaj arası bir hikayedir. Gevşek bir dokusu ve dağınıkça bir konusu vardır. Hikayede iki ayn anı, pamuk ipliğiyle
ı lO
birbirine bağlanmıştır. Olay Konya Cezaevi'nde geçer. Yazar, mahpuslardan muhasebe-i hususiye memuru Cavit Bey'e bir şaka yapar: Bir hafta önce salıverilen bir malmüdürünün ağzından ona bir tezkere yazar. Gardiyanla gönderir. Güya, malmüdürünün dışarda öğrendiğine göre, Cavit Bey' in sağlığı bozuk olduğundan tahliyesi düşünülmekte imiş . . . Samsun Cezaevi'ne naklini isteyen Cavit Bey bu habere inanır. Sevincinden uçar. Fakat sonradan işin aslını öğrenince çok sarsılır. İçine kapanır. Bu durum yazarı üzer. ..
Hikayede bu basit olay dolayısıyla cezaevinin durumuna da değinilir.
"Bir Şaka" gibi "Duvar" da gevşek dokulu bir hikaye. Yeterince ayıklanmamış. İçinde fazlalıklara rastlanıyor. Fakat konunun ilginçliği ve tasvirlerin güçlülüğü insanı bağlıyor.
"Duvar"da Sabahattin Ali'nin Sinop Cezaevi'nde dinlediği bir kaçış olayı hikaye edilir. Duvarı delerek kaçmaya kalkışan iki mahpusun coşkuları, korkulan, umutları ve uğradıkları başarısızlık, okuyanı etkileyici bir anlatışla belirtilir. Hikaye şaşırtıcı bir sonia biter.
"Çaydanlık", arkadaşlarının söylediğine göre, Sabahattin Ali'nin en sevdiği hikayelerinden biridir. Cezaevinde bulunduğu günlerdeki gözlemlerine dayanarak sonradan, 1 938'de yazmıştır. Hikayede, cezaevi revirinde yatan icra memuru Süleyman Efendi ile köylü Satılmış'ın ilişkileri ele alınmıştır. Süleyman Efendi yaşlı, geveze, ukala, çıkarcı, fesatçı bir tiptir. Satılmış ise, tersine; sessiz, saf, iyi yürekli bir gençtir. Günde bir bardak çay karşı lığında Süleyman Efendi'ye hizmet etmektedir. Süleyman Efendi bir gün ölüverir. Akrabaları cezaevine gelirler, çaydanlığını ararlar, eşyalarını toplayıp giderler, ölünün gömülmesiyle de ilgilenmezler. Satılmış buna çok üzülür. Uzun zamanda biriktirdiği 30 kuruşun 20 kuruşunu alarak haderne İsmail'e uzatır: "Al şunu da, sevaptır bir testi alıver. Rahmetiiyi mezarda kefensiz yatıracaklar, hiç olmazsa toprağına iki testi su döküver . . . " der.
Yazar burada, yoksul bir köylü ile kasabalı bir aydını (memuru) karşılaştırıyor. Aydının çürümüşlüğüne karşılık köylünün temizliğine, insancıllığına dikkati çekiyor. Aynı davranışı başka hikayelerde de buluruz. Sözgelişi Şarkıcı Melek, kokuşmuş bir kişi olan dava vekili Avni 'ye acır, karısına yardımda bulunur ("Hanende Melek"). Kimsenin
l l l
el uzatinadığı hasta işçiyi bir sokak kadını evine götürür ("Mehtaplı Bir Gece"). Aşk uğruna gurbete çıkan Yusufun ailesine berber arkadaşı bakar ("Selam"). Çevresiyle anlaşamadığı için bulunduğu taşra kentinden ayrılan öğretmeni yalnızca bir kişi uğiırlar: Marangoz Fazı! ("Bir Skandal").
"Çaydanlık"ta, kişiler gibi cezaevi ortanu da başarıyla canlandınlmış, aynntılar ustalıkla değerlendirilmiştir.
"Katil Osman", Sabahattin Ali'nin Sinop Cezaevi 'nde tanıdığı, serüvenini dinlediği kişilerden biridir. Gerçekte katil filan değildir. "Vururum, keserim!" diye haraççılık eden biri olduğundan adı katile çıkmıştır. Bu yüzden de herkes "Osman'da adam vuracak hal ne gezer!" diyerek eğlenmektedir onunla. Sonunda, bu alaylardan kurtulmak için, Osman gerçekten bir adam öldürür.
Sabahattin Ali, Osman' ı katilliğe götüren psikolojik süreci ve cezaevindeki durumunu iyi belirtir. Fakat hikayeye asıl olayla ilgisiz ya da az ilgili birtakım öğeler ve kendinden söz açan parçalar sokarak yer yer bütünlüğü yaralar.
Sabahattin Ali'nin cezaevi arkadaşlarından Hüseyin Kuşüzümü, hikaye üstüne şu açıklamalarda bulunuyor:
"Sonradan okuduğum (Katil Osman) hikayesi aynen olmuştur. Osman biz içerde iken kahvede bir adam öldürüp gelmişti. Çelimsiz bir çocuktu, iddia üzerine adam vurmuş. Belediyeden emekli Necmi Tahmas'ın ağabeyi. Osman rahmetli olalı on beş sene kadar oldu."01 >
Katil Osman' ın serüvenini Kerim Korcan'da "Batsın Bu Dünya" adlı hikayesinde değişik bir biçimde işlemiştir.02>
SONUÇ - Sabahattin Ali'nin cezaeviyle ilgili hikayeleri iki çeşittir: Birinci
çeşit hikayelerde mahpusların dışardayken başlarından geçenler anlatılır. ("Bir Firar", "Kafa Kağıdı", "Candarma Bekir", "Katil Osman") . İkinci çeşit hikayelerde ise mahpusların cezaevi içindeki serüvenleri ele alınır ("Kazlar", "Bir Şaka", "Duvar", "Çaydanlık"). Bu serüvenlerde yer yer yazardan da söz açılır. Fakatyazar genellikle bir dinleyici ya da gözlemcidir: Hikayedeki ana olayın dışındadır, yalnızca "Bir Şaka"
( 1 1 ) Bak: Berin Taşan, Sabahaltin Ali Sinop'ta, Soyut, Ocak 1 976 ( 12) Yansıma, Mart 1 973
ı 1 2
hikayesinde onun da olaya kauldığı görülür. - Sabahattin Ali, ikinci çeşit hikayelerde arada bir cezaevinin duru
muna da değinir. Ama bu değinme -"Çaydanlık" sayılmazsa- çokluk derinleşmez, genişlemezp köy hikayelerinin çoğunda olduğu gibi belli bir çevrenin örgüsünü aynnularıyla göstermez. ancak bazı noktaların yüzeyden saptanmasıyla (tespitiyle) kalır. Bu yüzden de cezaevinin hem iç yaşayışı, hem de toplum düzenindeki yeri yeterince aydınlanmamış olur.
- Gerçi cezaevi konusu Sabahattin Ali'den sonra gelen bazı yazarlanmızca (Kemal Tahir, Orhan Kemal, Kerim Korcan vb.) genişliğinde ve derinliğinde işlenmiştir. Ama bu yolla ilk örnekleri veren öncü yazar Sabahattin Ali olmuştur.
AYDINLAR
Türkiye'de aydınlara Sabahattin Ali çoğunlukla güvenmez. Fırsat düştükçe onları eleştirir. Sözgelişi, "Yarı Münevver" başlıklı bir yazısında birtakım aydınlar için şöyle der:
"Bizde birkaç sahifeden fazla yazı okumaya tahammülü olmayan bir 'yarı münevver' zümresi vardır. Bunlar ruhları hasta, iradeleri gevşek, kafalarını bir nokta üzerine uzunca bir zaman tutmak kabiliyelinden mahrum birtakım psikopatlardır. Bu tip insanların kafası hayaun bütün ciddi meseleleriyle alakalarını kaybettiği için hiçbir şey onları salıiden sarsmaz. Bir çocuk tecesüssü ile her şeye şöyle bir dokunurlar ve derhal daha ne olduğunu anlamadan bırakırlar . . . Kütleşmiş ve hassaslığını kaybetmiş alakalarını bir an uyandırmak için daima başka şeylere muhtaçurlar. Konuşmaları bile böyledir. Fevkiilade merakla sordukları bir şeyin cevabını dinlerken zihinleri avuçlannın içinden gidiverir, daha siz üçüncü cümleyi söylemeden o, mevzuunuzdan şaşılacak kadar uzaklardadır. Ne dediğinizin farkında bile olmadan size, bütün o zavallı saflığı ile, kendisine yeni hediye edilen bir tablodan, dün falanca ile ettiği kavgadan veya maaşma hala zam yapılmadığından bahsediverir. ( . . . )
Ömürlerinde asla bir fikir sahibi olamayacak kadar ruhları tembeldir, bugün şu fikir, yarın öteki fikir kırpıntısını beraberlerinde gezdirmek suretiyle münevver insan olduklarını kendilerine isbata kalkarlar. On dakika içinde maddi ve manevi her çeşitten en aşağı on mevzuya dokunup geçtiklerini görmek insana adeta dehşet verir. Bir meseleyi başından
1 1 3
alıp sonuna kadar götüremeyecek derecede uyuşuk olduklan ve 'ideophobie' diyebileceğimiz bir nevi 'fikri faaliyetten korkma' illetine tutulmuş bulunduklan için düşünmeye lüzum kalmadan ortaya sürülebilecek salahiyetli kararları vardır ve bunlar üzerinde asla münakaşa kabul etmezler. Her türlü itirazı, yine dağarcıkta hazır olarak bulundurduklan bir bay at nükte, istihfaf dolu bir hayret pozu ile önlerler.
'Yarı münevverler' arasında salgın bir halde bulunan bu hastalığın malfillerine her zaman, her yerde rastlanz . . .''03l
Sabahattin Ali'nin birtakım hikayelerinde de aydınlarla ilgili parçalara rastlanır. Bunlar, doğal olarak, ancak konunun gerektirdiği sınırlar içinde kalırlar. Ama, bu parçalar bile yazann birtakım aydınlar için pek de iyi düşünmediğini sezmemize yeter. Özellikle doktorların ve memurIann durumunu yansıtan hikayeleri ilgi çekicidir. Ayrıca, başka hikayelerde (Örneğin "Hanende Melek"te, "Çaydanlık"ta vb.) canlandırılan aydınların kişiliği de düşündürücüdür.
Sabahattin Ali'nin doğrudan doğruya aydınlarla ilgili hikayeleri şunlardır: Değirmen'deki "Bir Siyah Fanila İçin", Kağnı'daki "Fikir Arkadaşı", "Düşman", "Bir Skandal", Ses'teki "Köpek", Yeni Dünya'daki "Bir Konferans", Sırça Köşk'teki "Beyaz Bir Gemi", "Kurtla Kuzu" . . .
"Bir Siyah Fanila İçin" hikayesi İstanbul'dan Anadolu' nun geri kalmış bir kasabasına atanan bir genç kaymakamın törelere sımsıkı bağlı çevresiyle uyuşmazlığını konu alır. Kaymakam, gördüğü aşırı ilkellik karşısında hayal kırıklığına uğrar, Ona göre, "ahali manasız ve fesat"tır. "Doğa basit, muhit basit, halk basit, hülasa her şey basit"tir. Bilgisiz, kıskanç ve tembel memurlar birbirlerini çekiştirip durı.ırlar. Kaymakam kendini yalnız ve yabancı duyar bu ortamda. Uçarı ruhlu, özgür yaradılışlı bir insan olduğundan sıkılır. Dayanamaz, sonunda, bir gün İstanbul ' a kaçıverir.
"Bir Siyah Fanila İçin" Sabahattin Ali' nin ilk dönem hikayelerinden biridir. Yozgat'taki öğretmenlik yaşantısından geniş izler taşır.04l Nite( 1 3) Sabahattin Ali, Yarı Münevver, Yurt ve Dünya, Haziran 1943 ( 1 4) Pertev Naili Boratav bu konuda şu açıklamayı yapıyor: Hikayeci kendi kişiliğini, kahramanı genç kaymakamın kisvesine bürümüş. Sabahattin Ali 1928 yaz tatili başında Y ozgat'tan lstanbul'a döndü. Erenköyü'ndeki akrabalannda kalır, ama kimi geceleri, Yüksek Muallim Mektebi'nde 'kaçak nıisafır' sıfatıyla geçirdiği de olurdu. Işte, hikayesinde önemli rolü olan 'siyah fanila'yı biz, onun Yüksek Muallim Mektebi'ndeki arkadaşları, o tatil aylannda tanıdık. Sabahattin, zaman zaman, o devrin külhanbeyi modasına kaçan, yukansı dar, paçalan bol pantolonlu, gri bir elbise ile bu 'siyah fanila'yı giyer, öyle dolaşırdı. Langa bostanlannda, köprü altında ya d\): sabahçı kahvelerinde bu kılıkta daha rahat gecele-
. diğini söylerdi. (Bak: Filiz Laslo/Atilla Ozkınmlı, Sabahattin Ali, 1 979, S. 284-285).
1 14
kim, yazılışı da aynı yıllara rastlar: 1927 . . . Hikayede yalnızca kaymakamın huzursuzluğuna değil, toplumsal ve doğal çevrenin tanıtım ve eleştirimine de yer verilir. Bu arada doğanın çıplaklığı, memleketin geriliği, köylerin ilkelliği, memurların bilgisizliği, dedikoduculuğu, halkın yoksulluğu, gelenekçiliği de hikayenin yapısını zorlamayan kısa ve keskin çizgilerle belirtilir.
"Fikir Arkadaşı", yazarın Konya'da öğretmen iken başından geçenlerle ilgili olsa gerekir. Çünkü, hikayede ileri düşüncelerinden ötürü çevresinde yadırganan ve birinin gizli ihbarıyla tutuklanan bir öğretmenden söz edilmektedir. Öğretmen hapse atıhnca, işi bir başkasına ek görev olarak verilir. Eline eskisinden çok para geçen bu arkadaş, öğretmenin avukatına bir gün ziyafet çeker. Olaya üzüldüğünü bildirir. Ama öğretmenin de suçlu olduğunu ve içerde kalıp olgunlaşması gerektiğini söyler. Hatta, sarhoşluğu ilerleyince, onu kendisinin ihbar ettiğini açıklar. Eğer öğretmeni mahkemede iyi savunmazsa, kendisine ondan çok ücret ödeyecektir. Ne de olsa, ek görevi dolayısıyla geliri artmıştır . . .
Hikaye, monolog biçiminde düzenlenmiştir ve yergi yanı ağır basmaktadır. Yoğun bir kuruluşu ve etkili bir anlatımı vardır. Taşradaki bürokrat aydınların bilgisizliğini, gerginliğini, kıskançlığını, korkakhğını, çıkarcılığını, ikiyüzlülüğünü, halka sırt çevirmişliğini alaycı bir üslupla ortaya koymaktadır. Yazarın ayrıntıları yakalamadaki gözlem gücü ile karşıtlıkları değerlendirmedeki taşlama yeteneği ilgiyi çekmektedir.
"Bir Skandal", yazarın Konya'daki öğretmenliği sırasında (1932) kaleme alınrruş ve Yeni Anadolu gazetesinde "Bir Kadın Dalaveresi" başlığıyla tefrika edilmiştir. Hikayede gene Anadolu' nun geri kalmış bir taşra kentinde çevreyle uyuşmazlığa düşen özgür düşünüşlü bir öğretmenin (Nurullah) gülünç olduğu kadar üzünç de olan aşk serüveni anlatılır. Zeki, çapkın, uyanık, geniş görüşlü Nurullah; tutucu, dedikoducu, dar görüşlü çevresiyle çatışmasında yenilir ve sonunda, bulunduğu kentten aynimak zorunda kalır. Memleket gerçeklerine dokunan konuşmalarından ötürü önce adı "muhalif' e çıkar. Sonra, kendisine kur yapan Şükufe adlı bir öğretmenin iftirasına uğrar: Güya Nurullah ona askıntı olmuş, hatta bir toplantıda -dansa kalkmadığı için- tabanca çekmiştir! Müfettişierin biri gidip biri gelir. Gerçi Nurullah' ın tabanca taşımadığı anlaşılır, ama artık orada kalması da olanaksızlaşır. Ayrılırken, istasyonda kendisini yalnızca marangoz Fazı] uğurlar.
1 1 5
"Bir Fikir Arkadaşı" ile "Bir Siyah Fanila İçin" hikayelerinde olduğu gibi "Bir Skandal''da da taşradaki aydınların, özellikle memurların durumu taşlanır. Gelgelelim, yazann sorumsuz, bilgisiz, tutucu aydınlara duyduğu aşın öfke, yer yer hikayesinin yapısını zorlar. Bu yüzden, hikaye biraz uzar ve metinde iyice erimeyen eleştirilerle, düşüncelerle biraz şişer. Aynca, Nurullah'ın yeteri kadar sağlam ve tutarlı bir kişi olmayışı da sözü edilen eleştirilerle düşüncelerin etkisini azaltır.
"Düşman"da polisçe aranan bir sanığın varlıklı bir arkadaşının evine sığınınası hikaye edilir. Ev sahibi bahçede karşılaştığı eski okul arkadaşını içeri alır. Biraz konuşunca onun solcu olduğunu anlar. Yatacağı yeri gösterir. Ama gözüne uyku girmez. İkircikler, kaygılar içinde hocalar: "Evet, kuvvet kendisinde idi ve bütün bir devlet polisleri, jandarmalan, mahkemeleri, hatta bankaları, mektepleri ve gazeteleri ile kendisini koruyordu. ( . . . ) Bir düşmanı evimde saklamak beni koruyan kuvvetiere ihanet etmektir." diye düşünür. Üstelik, arkadaşının ülküsü gerçekleşirse kendi zenginliği, rabatı yok olacaktır. Telefonu açarak polise haber verir. Polisler gelir, arkadaşını götürürler.
Sabahattin Ali "Düşman"da toplumsaVsınıfsal aynınların beslediği çıkarların dost kişileri bile nasıl bencilleştirdiğini, gitgide düzenin bir parçasına dönüştürdüğünü, insanlık ve ahlak dışı ediıniere sürüklediğini göstermektedir. Bunun için, kahramanını ihanete kadar götüren ruhsal süreci çok iyi belirtmekte ve aynntılardan zekice yararlanmaktadır.
Nazım Hikmet, "Düşman" için "Kanaatimce, ustalık bakımından, Sabahattin Ali'nin en güzel hikayesi budur," der.
"Düşman"daki varlıklı kişi 'olumsuz tip'i, solcu ise 'olumlu tip'i temsil eder. Fakat Sabahattin Ali'nin hikayelerinde olumlu tip çok azdır ve bu, Türkiye'nin o dönemdeki durumuna da uymaktadır. Belki de bu yüzden, Sabahattin Ali, olumlu tipler yaratmaktansa, gerçekliği eleştirici görüşle yansıtmayı, kişilerini toplumsaVsınıfsal koşullara bağlayarak -tipik/karakteristik yanlanyla- canlandırmayı yeğ tutmuştur.
"Köpek" hikayesi ayn sınıftan kişilerin dil, psikoloji ve dünyaya bakış açilarının da ayn ve uzlaşmaz olduğunu açığa vurur. Varlıklı burjuva aydınlannın köylüye nasıl yabancılaştıklannı -bir mühendisle bir çobanı karşılaştırarak- ortaya koyar. Bu karşıtaşınada çobanın yalın,
1 16
doğru, saf sözleri mühendisin "köylü efendimizdir" özdeyişiyle besle
nen sözde halkçı söylevini bir balon gibi söndürür. Kendi içtensizliğini,
kofluğunu, aldatıcılığını sezen mühendis sinirlenir, suçluluk duygusuna
kapılır ve hıncını çıkarmak için çobanın çok sevdiği köpeğini tabancayla
öldürür.
Bu hikaye, aslında CHP ikdidarının biçimseVpopülist halkçılık ülkü
s ünün sözde kaldığını, köylünün yaşamında hiçbir şey değişmediğini,
ağalık düzeninin süregeldiğini, kentli burjuva aydınlarının köylüyü tanı
madıklarını, sevmediklerini, hor gördüklerini bütün acılığıyla gün ışığı
na çıkarır.
"Köpek" yer yer abartılmış, hatta gülünçleştirilmiş de olsa, içeriği
nin doğruluğu ve anlatımının yetkinliği ile ilginç, uyarıcı, sarsıcı bir
hikayedir.
Kentli aydınlada köylüler arasındaki kopuk! uğu alaycı bir anlatım
la yansıtan bir başka hikaye de "Bir Konferans"tır. Yeni bir okulun
açılışı dolayısıyla köye gelen topluluktan bir iktisatçı, kooperatifçilik
üstüne bir konferans verir. Fakat köylüler hiçbir şey anlamazlar.
Konferansçı "Anladınız mı?" diye sorunca da, "Anladık," derler.
Adam gittikten sonra, nahiye müdürüne "Aslını ararsan bir şey anla
madık" diye durumu açıklarlar. Niçin bunu söylemediklerini sorunca,
kıs kıs gülerek, "Anlamadık diyelim de bir daha baştan mı anlatsın?"
diye cevap verirler.
Bir hikayeden çok röportaja, gezi yazısına yakın bir biçimde sergile
nen bu olayın yanı sıra köyün ve köylünün durumundan, müteahhitlerin
yolsuzluğundan, yöneticilerin halka uzaklığından da kısaca söz açılır.
Köylüler ile memleketi, halkı tanımayan kentli aydınlar, bürokratlar
arasındaki yabanedaşmaya "Ses" hikayesinde de değinilir.
"Beyaz Bir Gemi" halkı da, memleketi de, hatta sanatın onurunu da
umursamayıp, yalnızca parayı düşünen ve bu uğurda gerçeği "tatlı bir
yalan bulutunun arkasından göstermeye" çalışan birkaç çıkarcı, sorum
suz ressamın gülünç serüvenini dile getirir.
Hikaye alaycı bir anlatırnla yazılmış olup bir sürprizle sona ermekte
dir. Kişiler siliktir ve yazarın ana düşüncesini doğrulay an birer kukla gi
bidir.
1 1 7
SONUÇ
- Sabahattin Ali'nin genellikle aydınlara (daha doğrusu, "yan aydınlar"a), özellikle de küçük burjuva aydınlanna, bürokratlara pek güveni yoktur. Onun gözünde aydınlar -hepsi olmasa bile, çoğu- halktan uzak, hatta ona karşı olan, onu hor gören ve memleket sorunlarına sırt çeviren sorumsuz, bencil, çıkarcı, kıskanç, dedikoducu, korkak, inançsız, ikiyüzlü kimselerdir. Son çözümde, kurulu düzenin parçası ve savunucusudurlar. Sürdükleri yaşamın bu savunuculuğun sonucu olduğuna inanırlar. Bu yüzden, etiiye sütlüye karışmamayı yahut tutuculuğa bağlanınayı uygun görürler. O kadar ki, bu görüşte bazılan arkadaşlannı bile ele vermekten çekinmezler. Gerçi içlerinde az ya da çok yürekli, dürüst ve halktan yana olanları vardır, ama bunların hem sayısı azdır, hem de etkileri sınırlıdır. Üstelik, bunlar, sürekli olarak baskı ve gözetim altında yaşarlar, çevreleriyle önünde sonunda çatışmaya girerler.
- Daha önce de değindiğim gibi, Sabahattin Ali aydınlardan çok, halktan kişilere inanır. En güç koşullar altında bile onların çokluk olumlu, insancıl davranışlardan kaçınmadıkianna dikkati çeker. Aynca, onların bilgilerinin de "gerçeğe dayandığını" ileri sürer.
ÇOCUKLAR
Gerçi Sabahattin Ali "Apartman" (Kağnı), "SeHim" (Yeni Dünya) ve "Isıtmak İçin" (Yeni Dünya) hikayelerinde 'dolaylı olarak' çocuklardan da söz eder. Ama 'doğrudan doğruya' çocukları konu alan hikayeleri sayılıdır: "Arabalar Beş Kuruşa" (Kağnı), "Ayran" ( Yeni Dünya), "Cıgara" (Sırça Köşk) .
Bunlardan "Arabalar Beş Kuruşa" başlıklı hikayede aynı okuldan biri yoksul, öbürü varsıl iki çocukla annelerinin pazarda karşılaşmalan anlatılır: Kara çarşaflı sıska bir kadınla sekiz yaşındaki çelimsiz oğlu çarşıda tahtadan yapılma oyuncak arabalan satmaya çabalarken karşıda mağazanın önünde bir otomobil durur. İçinden "süslü ve şişmanca bir kadınla sekiz dokuz yaşında beyaz hereli ve tozluklu, lacivert paltolu" bir çocuk iner. Birlikte mağazaya girerler. Az sonra çocuk dışarı çıkar, yöreye bakınırken "arabalar beş kuruşa" diye bağıran sınıf arkadaşını görür. Yanına gider, onunla konuşmaya koyulur. Tam o sıra mağazadan elinde paketlerle annesi çıkıverir. Oğlunu öfkeyle kolundan çeker.
1 1 8
Öbür çocuğu aşağılayarak azarlar: "Pis, baksana, senin konuşabileceğin insan mı bu?" Çocuklar ağlamaya başlarlar.05>
"Arabalar Beş Kuruşa" insanlan birbirinden uzaklaştıran toplumsaV sınıfsal ayrımların doğurduğu olumsuz görüş ve davranışları sergilemektedir. Bunun için, varlıklı çevreye bağlı büyükterin varlıksız insanlara, hatta çocuklara bile nasıl dışlayıcı/bölücü gözle baktıklarını, buna karşılık küçükterin birbirine nasıl sevgiyle yanaştıklarını ayrıntıyı kaçırmayan yalın, yoğun ve gerçekçi bir anlatımla göstermektedir.
"Ayran"da küçük Hasan biri iki, öteki beş yaşında olan kardeşlerine bakmak zorundadır. Çünkü annesi kentte hizmetçilik yapmakta, ancak haftada bir köye gelip onlara biraz yiyecek getirmektedir. Bu yüzden Hasan yaşlı keçiyi sağarak ayran yapmakta, götürüp uzaktaki tren istasyonunda satarak ekmek almaktadır. Bir kış akşamı tipi altında köye dönerken yolda kurtların saldırısına uğrar. Kısa bir koşudan ve boğuşmadan sonra aç kurtlara yem olur. Ölürken, "Ana . . . Anacığım . . . Ana!" diye mırıldanır.
Yeni Dünya' nın en güzel hikayelerinden biri olan "Ayran"da yaşam kavgası veren yoksul bir köylü çocuğun umarsız direnişi başarıyla yansıtılır. Hikayede iç ve dış gözlem ile tasvir ve ayrıntı sımsıkı içeriğe bağtanır. Acıktı olay, ölçülü ve uyumlu bir yapı içinde nesnel ve gerçekçi bir tutumla anlatılır. Bundan ötürü hikayenin dramatik konusu ilgiyle izlenir ve okur üzerinde sarsıcı, düşündürücü, iç sızlatıcı bir etki yaratır.
(Köy ve köylülerle ilgili hikayeler bölümünde "Ayran" üstünde geniş biçimde durmuştum.)
"Cıgara" yalınayak, yırtık gömlekli, on yaşında bir sokak çocuğunun yaşamından bir kesit verir. Kemal, geceleyin Beyoğlu' nda gazete satarken, bir kız yüzünden arkadaşıyla kavgaya tutuşur. Gazeteleri yere savrulup çamura bulanır. O sıra oradan geçen yazar onları ayırır. Olup bitenleri öğrenir. Acıyarak çocuğun eline elli kuruş sıkıştırır. Karşı tarafa geçerek çocuğu gözler. Kemal yerden bir izmarit alarak içine çeker.
( 1 5) Arkadaşı Sevgi Sanlı'nın açıkladığına göre, "Sabahattin Ali yazdık lannın inandıncı olmasına özen gösterirdi. ( . . . ) 'Arabalar Beş Kuruşa ' adlı öyküsünde zengin bir kadın küçük oğlunun yoksul bir çocukla oynamasına kızar. El ele tutuşan çocuklan şemsiyesiyle vurarak ayınr. Bunu abartmalı bulduğumu söyleyince şöyle karşılık almıştı m: 'Gerçekte o şirret kadın, yoksul çocuğu pataklamakla kalmadı. Çocuğun annesini de �\r güzel dövdü. Gerçekten olup bitenleri yazsaydım kimseler inanmazdı." (Filiz Ali/ Atiliii Ozkınmlı. Sabahattin Ali. 1 986, S. 1 37- 1 38).
ı ı 9
Yanından geçerken yazar: "Ne o, bu yaşta cıgara mı içiyorsun?" diye sorunca, öfkeyle "Hastir lan!" diyerek diklenir. Sigaranın dumanını sertçe üfler. Tenha sokaklardan birine dalarak kaybolur.
Bu özetten de anlaşılacağı gibi, "Cıgara," hikayeden çok, kısa bir röportaja benzemektedir. Olayın ve sürecin yerini izleniınler, tasvirler almıştır. (bu yanıyla Sait Faik' i anımsatmaktadır.) Dış gözlem ağır basmış, çocuğun iç dünyası yeterince belirtilmemiştir.
SONUÇ
Sabahattin Ali çocukları toplumsal konumları içinde ele alır. Gerçi çoğunlukla halk çocuklarından söz eder, ama ona göre öteki çocuklar da genelde iyidir. Birbirlerini çıkar gözetmeden, içtenlikle sever, arkadaşça konuşur, kaynaşıp oynaşırlar. Ancak aykırı bireysel/toplumsal koşullar altında bozulurlar. Bunların başında da yoksulluk, eğitimsizlik ve kimsesizlik gelir.
ÖTEKİ KONULAR
Sabahattin Ali'nin yukarıdaki sınıflamanın dışında kalan hikayeleri de vardır: Değirmen'deki "Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi"; Kağnı 'daki "Pazarcı"; Sırça Köşk'teki "Millet Yutmuyor", "Kurtla Kuzu", "Bahtiyar Köpek", Devierin Ölümü", "Sırça Köşk", "Koyun Masah" vb . . .
"Viyolonsel", "Kurtarılamayan Şaheser", "Değirmen" gibi "Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi" de yaiarın romantik döneminin ürünlerindendir. 1929'da yazılmıştır. Gerçeküstü, esrarlı ve korkulu konusuyla Poe ile Maupassant'ın bazı hikayelerini anımsatır. Yayımlandığı yılların aynı çizgideki magazin hikayeleri arasına sokulabilir.
"Pazarcı"da çeşitli cephelerde savaşıp Birinci Cihan Savaşı'ndan sonra emekliye aynlan bir subayın çektiği geçim sıkıntısı ve yaptığı ekmek kavgası anlatılır. Emekli, ilkin bakkal dükkanı açar, yürüterneyince işi pazarcılığa çevirir. Gelgelelim, bir gün pazarı eşkıyalar basar. Herkes gibi onu da soyarlar. Neyse ki, çetenin başı subayın eski erlerindendir. Komutanını tanır, utanç ve özürle elini öper, adamlarının aldığı parayı geri verir. Kasahaya dönenler karakota haber verirler. İçlerinden biri Pazarcı'nın arkada kalıp eşkıyalarla konuştuğunu, onların
1 20
habercisi olduğunu ileri sürer. Bunun üzerine, Pazarcı kasahaya girerken yakalanır, ceplerinden çıkan paralar alınır ve kendisi içeri atılır. Yinni gün sonra da cezaevinde kalınndan ölür.
Hikayenin kahramanı, çocukluk anılanndan da çıkanlacağı gibi, yazann Edremit'te bir ara bakkallık ve pazarcılık eden babasıdır. Sabahattin Ali babasının yaşantısından bir kesiti hikayesine konu yapmış, fakat bazı yerleri değiştinniştir: Sözgelimi, babası Selahattin Bey hapse düşınediği gibi orada da ölmemiştir. Sabahattin Ali, hikayesine dramatik bir hava verebilmek amacıyla böyle bir değiştİnneyi gerekli gönnüştür. Ne var ki, özellikle başlangıç bölümündeki tasvir çokluğu ve hareket azlığı bu havayı yaralar. Ayrıca, hikayenin belirgin bir sürece yaslanmayışı da bunda rol oynar.
Sırça Köşk'te yer alan "Millet Yutmuyor", bir bakıma, "Cıgara" hikayesini andırır: Onun gibi bu hikayenin de belirli bir olay süreci yoktur. İzlenimler, tasvirler ve dış gözlemler ağır basmaktadır. Üstelik, hikayenin kişileri de siliktir. Alaylı bir anlatırola yazılan hikaye, bir panayırda külüstür bir eğlence yerinin çığırtkanının gülünç ve üzünç durumunu yansıtır. Çığırtkan büyük palavralarla müşteri çekmeye çalışırsa da başanya ulaşamaz. Çünkü içeri bir giren bir daha gelmez.
"Cıgara" gibi "Millet Yutmuyor" da bazı yanlanyla Sait Faik'in hikayelerine benzer.
Gün dergisinde yayımlanan bu yergi hikayesiyle Sabahattin Ali, artık milletin güvenini yitiren CHPli politikacılan kasdetmiş olsa gerektir. o o
"Kurtla Kuzu" aydınlarla ilgili hikayeler arasına da sokulabilir. Çünkü hikayede bir solcu aydının enmiyette sorguya çekilişi anlatılmaktadır. Hikayenin konusunu Sabahattin Ali'ye arkadaşı şair Rıfat llgaz venniştir. Yazar, arkadaşının anlattığı olayın bir yerini -gerçeği daha iyi yansıtabilmek amacıyla- değiştirrniştir. 1947 yılında yazılan "Kurtla Kuzu" o dönemdeki demokrasi dışı yöntemleri dile getirir. Özellikle bazı siyasi şube görevlilerinin soruştunna sırasında sanıkiara yaptığı yasaya aykırı davranışlan ortaya koyar.
Dengeli ve tutarlı bir örülüşü olan hikayede sanığın psikolojisi ile polisin davranışı çok güzel belirtilir. Bunun için yazar gerilimli bir anlatım kullanır. Olayı kendisi yaşamışçasına anlatır. Gelgelelim, bu "kendi-
1 2 1
si yaşamışçasına" deyiminden kalkarak Tahir Alangu' nun şu yorumuna varmak yersiz olur: " . . . Her an karşılaşabileceği, içine düşebileceği bu mekanizmadan duyduğu yılgınlığı, heyecanlanarak, hikaye kişisinin yaşantısını kendine malederek tasvir ediyor. ( . . . ) İşte bu şartlar altında 'Kurtla Kuzu' hikayesinde tedirginliklerini ve korkularını yansıtma yolunu bulmuş oluyor. . . "06>
1946- 1 94 7 yılları Sabahattin Ali' nin Mark o Paşa, Merhum Paşa, Malum Paşa, Mazlum Paşa, Öküz Paşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Ali Baba, Zincirli Hürriyet, Gerçek gibi muhalif gazetelerde kovuşturrna konusu olan siyasal yazılar, taşlamalar yayımladığı yıllardır. En eleştirici hikayelerini kucaklayan Sırça Köşk'ü çıkardığı yıllar . . . Koyu bir baskı altında korkmadan demokratik, yurtsever, halkçı eylemini sürdürğü yıllar . . .
Merhum Paşa'nın 1 6 Ekim 1947 günlü sayısında çıkan ş u satırlar bunun kanıtlarından biridir:
" . . . Memleketin ve milletin hayrına olduğuna inandığımız fikirleri her zaman ortaya dökeceğiz, hiçbir şeyden yılmayacağız. Çünkü halkın bizimle beraber olduğunu biliyoruz. Şimdiye kadar bu uğurda nasıl savaştığımızı herkes gördü, anladı. En sinsi iftiralara, en barbarca taarruzlara uğradık, matbaalarla, mürettiphanelerle, bayilerle uğraştık. İnsanı canından bezdirecek zorluklarla karşılaştık, fakat davamızdan bezmedik. Tehditler bizi yıldırmadı, zorluklar yolumuzdan döndürmedi .. . "
Bu parçanın da gösterdiği gibi, yazarı korkaklıkla suçlamak ve "Kurtla Kuzu" hikayesinde kendi yılgınlığını öne sürmek yanlış bir yorumdur. Nitekim, hikayenin yazıldığı günleri yazarla birlikte yaşayan Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali'nin o sıralarda hiç de korku duymadığını ve dolayı "olduğu gibi" anlattığını, yalnızca bir yerini ( tokatlama sahnesini) değiştirdiğini sonradan yazmıştır.<m Aslı aranırsa, o baskılı dönemde "Kurtla Kuzu" gibi polisi eleştİren bir hikayeyi yazmak bile başlı başına bir cesaret örneği dir.
Hep yoksullardan, köylülerden, işçilerden söz açtığı, hep hayatın kötü yanlarını açığa vurduğu için eleştirilen Sabahattin Ali, "Bahtiyar Köpek" hikayesini yazar. Hikayeye başlarken şunları söyler:
( 1 6) Tahir Alangu, Sabalıauin Ali Üzerine. (Bak: Sabahattin Ali, Değirmen-Dağlar ve Riiı.gllr. 1965, S. 5 1 -53).
( 1 7) Türk Solu, 9.4 . 1968 / Yansıma, Mart 1973
1 22
" . . . Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu? Hiç olmaz olur mu? Arayıp, bulup görmek lazım. Bunun için de kenan köşeyi araştırmak istemez. Her şey apaçık ortada, göz önünde. Sade güler yüzlü, bahtiyar insanlar değil, bahtiyar köpekler bile var. Ben de kar� verdim, bu sefer açlıktan, ıstıraptan, nefretten değil, rahattan, tokluktan, sevgiden bahsedeceğim."
Gerçekten de "Bahtiyar Köpek"te varlıklı bir ailenin mutlu köpeğinden söz açılır. Aslında, yazarın amacı, bu mutlu hayvanın yaşayışı dolayısıyla zengin kişilerin durumunu göz önüne sermektir. Bu bakımdan, "Bahtiyar Köpek" alegorik bir hikayedir. ironik bir anlatımla kaleme alınmıştır.
Sırça Köşk' ün son bölümünde "Masallar" başlığı altında toplanan "Devleri n Ölümü", "Sırça Köşk", "Koyun Masalı" başlıklı hikayeler de "Bahtiyar Köpek" gibi alegorik bir anlayışla yazılmışlardır. Alegorinin altında yazarın toplumcu dünya görüşü yatmaktadır. Örneğin, "Devlerin Ölümü"nde ilk çağlarda yaşayan çok büyük, çok güçlü hayvanlardan söz edilmektedir: " . . . İlk bakışta yeryüzünün bu tembt:l. fakat doymak bilmez, bu aptal, fakat kuvvetli, bu korkak, fakat zalim devlerden kurtulacağı akla bile gelmezdi. Sular onların, karalar onlarındı. .. Ama yeryüzünde hiçbir şey, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun, sonsuz değildir." Nitekim, doğa ve yaşama koşulları zamanla değişince, sular kuruyunca bu devler de kuraklıktan ölüp giderler.
"Devlerin Ölümü"nde "aptal fakat kuvvetli, korkak fakat zalim hayvanlar" anlatılır. "Hayat ve tabiat şartlarının önüne geçilmez sebeplerle" değişmesinden (suların zamanla çekilmesinden) ötürü bu dev gibi hayvanlar birbirini yemeye girişir, gitgide zayıflar ve ortadan kalkarlar.
Sabahattin Ali'nin bu masalıyla çağımıza egemen olan büyük kapitalist ve emperyalist güçleri -sözgelişi tekelleri, çokuluslu şirketleri- ya da "dev" gibi görünen zorba, faşist rejimleri ve önderlerini -örneğin Hitler'i, Mussolini'yi- simgelediği düşünülebilir.
"Sırça Köşk" adlı hikayeyle de halka, adalete ve özgürlüğe dayanmayan kokuşmuş bir düzenin ya da yönetimin çürüklüğünü, küçük bir vuruşla yıkılabileceğini -alegorik yoldan- belirtmek istediği söylenebilir.
"Koyun Masalı"nda bir koyun sürüsünün özgürlüğüne kavuşma serüveni hikaye edilir. İtilip kakılan koyunlar zamanla uyanırlar. Sütlerini
123
içen, etlerini yiyen ve kendilerini celebe satan aylak ve asalak çobanlarını bir gün başlarından atarlar. Ardından, onun bırakuğı köpekleri de kovarlar. Gerçi bu uğurda çok kayıp verirler, ama sonunda çobansız ve köpeksiz yaşamanın yolunu da bulurlar.08l
"Masallar" CHP'nin baskıyı, sansürü iyice arurdığı yıllarda yazılmışlardır. Bilindiği üzere 1945 Aralığı'nda iktidarın kışkırtuğı bir kalabalık Tan, Yeni Dünya, La Turquie gazeteleri ile Gün, Görüşler dergilerinin basım ve yönetim yerlerine saldırıp yıkar. 1946'da kurulan sol partiler altı ay sonra kapatılır. Bunu Ant, Yığın, Gün, Söz, Görüşler gibi toplumcu dergilerin ve Gerçek, Sendika, Hür, Zincirli Hürriyet, Marko Paşa, Merhum Paşa, Mazlum Paşa gibi gazetelerin kapaulması izler. Toplumcu yazarların çoğu ya sürgüne gönderilir ya da kovuşturmaya uğrar. Bu arada Sabahattin Ali için de birkaç dava açılır.
Elbette, demokrasinin boğulduğu böyle bir ortamda açık eleştiri yapmak güçtür. Bundan ötürü, Sabahattin Ali örtülü eleştiri yolunu seçer: Alegorik masallar yazar.
"Masallar" yoğun kuruluşları, yalın söyleyişleri, terniz dilleri ve çeşitli yorumlara yatkın konularıyla ustalaşmış bir kalemin ilginç ürünleridir.
KONULARIN GENEL ÖZELLİKLERİ
Konulara ilişkin bu açıklamalardan şu sonuçlar çıkarılabilir: Sabahattin Ali'nin hikayeleri çoğunlukla acı çeken "küçük insan
lar"ın "gündelik yaşam"ıyla ilgilidir. Hikayelerde işlenen konular sayılıdır, zengin ve çeşitli değildir.
Bunların belli başlılan şunlardır: Aşk, düşkün kadınlar, köy ve köylüler, jandarmalar, işçiler, hapishane ve mahpuslar, hastane ve doktorlar, aydınlar, memurlar ve çocuklar . . .
Sayıları az olmakla birlikte, Sabahattin Ali bu konular dolayısıyla bozuk düzenli bir toplumun belirgin tiplerini, temel gerçeklerini, önemli sorunlarını, ana çelişkilerini yansıtmasını bilmiştir. Başta köylüler olmak üzere işçilerin, memurların, jandarmaların, doktorların, aydınların, yöneticilerin yaşayış ve düşüncelerini sınıfsal bir kavrayış, toplum-
( 1 8) Ender Kamil Boyacı 'nın yorumuna göre, "Koyun Masal ı, 1 9 19- 1945 dönemi Alman-ya'sını anlatmakıadır. Masaldaki çoban, ihtiyar, bunak derebeyi başbuğu Mareşal Cumhurbaşkanı Hindenburg ya da lmparator ll . Wilhelm'dir. ( ... ) Çoban köpekleri de Hitler ve N azi eşkıya tayfasıdır." (Olgu dergisi, 1977 1 Yazko Edebiyat, Haziran I 982).
1 24
cu bir görüş ve gerçekçi bir yöntemle gün ışığına çıkarmayı becermiştir. Üstelik, bu işin hikiiyeciliğimizde ilk ve önemli bir öncüsü olmuştur.
Bu bakımdan, Nazım Hikmet'in şu yargısı yerindedir: "Evet, Türkiye orta sınıflannın, köylüsünün, fukarasının hayatını
bizde anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildir. Fakat bunu büyük bir ustalıkla ve inkılapçı, halkçı, gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikiiyecimiz, romancımız odur."< 19l
Sabahattin Ali halkı derinden sevmesine karşın, konulannı işlerken duygulannı gizlemiş, nesnel denilebilecek yalın bir anlaum kullanmışur. Popülizme kapılmadığı gibi halka yaranınaya da çalışmamışur.
Eserlerinde bu tutumla işlediği konulann çeşidi ve niteliği kısaca şöyle özetlenebilir:
Degirmen 'in "birinci kısım"ında yer alan ilk hikayeler romantiktir. Gerçeküstü, uydurma olaylar duygulu bir dille anlaulır. Çoğunlukla "aşk" konusu ele alınır, kişisel serüvenler hikaye edilir. "ikinci kısım" ile "üçüncü kısım" da yavaş yavaş romantizmden gerçekçiliğe doğru kayılır. Aşk konusu eski önemini yitirir, köy ve köylü ile jandarma ve hapishane konusu öne geçmeye, duygulu, süslü anlatırnın yerini yalın bir anlaum almaya başlar.
Kagnı'da aşk konusu daha da geriler, ama büsbütün silinmez. Buna karşılık köylülerin yaşamını anlatan hikayeler daha bir ağırlık kazanır. Onlann yanı sıra aydınlar ve çocuklar ile hapishane ve mahpuslardan söz açan hikayeler de ön sıraya geçerler. Anlatım yalınlaşmaya, dil sadeleşmeye, kuruluş yoğunlaşmaya devam eder. Romantik eğilim, yerini gerçekçi kavrayışa bırakır. Hikayeler duygu ve izlenimlere değil, olay ve gözlemlere dayanır.
Ses daha sonra yayımianmasına karşın, Kagnı'dan pek aynlmaz. Genellikle onun özelliklerini sürdürür. İçinde beş hikaye bulunur. İkisi köylü, biri jandarma, biri işçi, biri de aşk konusunu ele alır.
Yeni Dünya, yazann ustalaştığı bir dönemin ürünüdür. Gerçi hikayelerin bazılan kasahada ya da kentte geçer, ama çoğu gene köy ve köylüyle ilgilidir. Sonra aşk konusu gelir. (Bunlann da kişileri çoğunlukla köylüdür.) Aşkın yanı sıra şarkıcı/oyuncu ve düşkün kadıniann yaşamını anlatan hikayeler önemli bir yer tutar. Kagnı'ya oranla işçiler, mahpuslar, doktorlar ve aydınlara ilişkin hikayeler azınlıktadır. (Aşağı
( 1 9) Yanna Doğru dergisi, Aralık 1975; Sanat Emeği dergisi, Nisan 1978
1 25
yukan her biri için bir hikaye vardır kitapta.) Sırça Koşk'te hastane ve doktorlarla ilgili hikayeler ağır basar.
(Dört hikaye yalnız bu konuyu işler.) Öte yandan köylülerin, mahpusların halini anlatan hikayeler azalır. Yazann köyden kente doğru kaydığı görülür. Nitekim -kitabın sonundaki dört masal sayılmazsa- 1 4 hikayeden l l 'inin konusu kentte, kentliler arasında geçer.
"Masallar" alegorik biçimde yazılmış hayvan hikayeleridir. (Yalnızca "Bir Aşk Masalı"nın kişileri insandır.) Ama, değişik yorumlara açık bir kuruluşları olduğundan, toplumsal birer yergi diye de okunabilirler.
Şimdiye değin yapılan özetierne ve açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, hikayeterin konuları arasında kesin sınırlar yoktur. Nitekim, aşk konusunu işleyen "Komiki Şehir" memurlarla, "Bir Skandal" aydınlarla, "Hasanboğuldu" köylülerle, "Gramofon Avrat" ve "Hanende Melek" düşkün kadınlarla, "Kırlangıçlar" havyanlarla ilgilidir. Aynı şekilde, köy/köylü konusuna eğilen "Kazlar" ile "Kağnı" Jandarmalarla; "Bir Orman Hikayesi" yöneticilerle; "Kafa Kağıdı" hapishaneyle; "Ayran" çocuklarla; "Ses" ve "Bir Konferans" aydıntarla da ilgili sayılabilir.
Aradaki bu geçişmelere karşın, hikayelerde konulardan birinin ağır
Konular De�irmen Ka Anı Ses Yeni Dünya Sırça Köşk Toplam (Hikaye)
Aşk 7 2 ı 3 ı 14 Köy/Köylü 3 2 2 4 ı 1 2 IKi ı 2 ı 2 2 8 Has1a/I)olctor ı 4 5 Hnpi$./Mahpus ı 3 ı 5 Aydın/MemW" ı 3 3 7 Jandonna 2 3 Çocuk ı ı 3 Düı,kün kadın 2 ı 4 Hayvan (Masal) - 3 3 Toplam ı6 ı3 5 1 3 ı 7 64
bastığı da söz götürmez. Buna göre bir döküm çıkarılırsa, aşağıdaki sonuçlar elde edilir:
1 26
HİKA YELERDE İÇERiK
Sabahattin Ali'nin beş kitabını dolduran hjkaylerindeki içerik (muhteva) nedir? Yazar bu hikayelerde bize neyi anlatmıştır? Hangi gerçekleri, düşünceleri, duyguları ortaya koymuştur? Hangi sorunları kurcaJamıştır? İşiediği başlıca ternler nelerdir?
Bu sorulardan bazıları önceki bölümde az buçuk cevaplandırılmışt ı : Konuların dökümü ve çözümü yapılırken bu rulara da zaman zaman kısaca karşılık verilmişti. Ne var ki, bunlar çoğunlukla tekildj, parçalıydı, belirli bir sın ırın dı ına taşamıyordu. Burada sınırların geni letilmesine ve tümel karşılıklar bulunma ına çalışılacaktlr. Konuların incelenmesi ıra ında var olan onuçlar ve saptamalar (tespitler) bu çal ışmada bize kaynaklık edecektir.
GERÇEKLER
Sabahattin Ali "Bahtiyar Köpek" hikayesinin başında şöyle der: "Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bun
dan hoşlanmıyorlar. ' Hep kötü, akat şeyleri mj göreceksin?' diyorlar. "Geceleri gazete atıp izmarit toplayan ser eri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?"
Bu sözler, Sabahattin Ali'nin en çok hangi konuları ele aldığını göstermekle kalmaz, en çok hangj gerçekleri oıtaya koymaya çalıştığını da gösterir. Gerçi bu sözlere karşılık yazar "Bahtiyar Köpek" hikayesini kaleme alır. Fakat, tek başıua bu hikaye, geri kalan hikayelerin yöresinde döndüğü büyük ekseni değiştirmez.
Bu eksene bağlanan gerçeklerin belli başlıları ana çizgileriyle şunlardrr:
1 27
KÖYÜN KÖYLÜNÜN DURUMU Sabahattin Ali, köylüleri anlatırken arada bir köylerin durumuna
da değinir. Gerçi sorumluluk ve içtenlik duygusuyla beslenen bu değİnmeler hikayenin oluşumuyla sınırlıdır ya, gene de birtakım gerçeklerin -kabataslak da olsa- göz önüne serilmesine engel değildir. Nitekim, hikayelerden öğrendiğimize göre köylüler çoğunlukla ışıksız, okulsuz, yolsuz, susuzdur: "Bozkırlarda mahsul, tımakla kazıyarak alınır. Saban işlemez topraklar devedikeninden ve iki santimlik otlardan başka bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler, susuzluktan yana göğüslerini, çırçıplak gökyüzüne açmak isterler." (Degirmen, "Kanal").
Köylerde yollar çoğunlukla bozuk, ev ler çoğunlukla birer kerpiç kümesi halindedir: " . . . İçi tozla karışık ter kokan kamyon, dünyanın en bozuk yolunda bizi birbirimize vura vura sersem etmişti. ( . . . ) Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar uzakta, kül rengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine kül rengi birkaç kavak orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu . . . " (Yeni Dünya, "Asfalt Yol").
Daracık sokaklardan tezek ve gübre kokuları duyulur: "Köyün kenanndaki birkaç evin önüne gelince bumuma yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün önünde, saç üzerinde yufka pişiren bir ocak ve bekleşen yalınayak çocuklar canlandı. ( . . . ) Gitgide daha kuvvetleneo keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı." (Yeni Dünya, "Asfalt Yol").
Bazı ilkel yerlerde yaşayan köylülerin durumu da köylerin durumuna yakındır: "Ovadaki uyuz ağaçlı, kül yığınına benzeyen köylerde insanlar parça parça elleri, yanı k derili yüzleri, kenarları çok kınşık gözleriyle çalışarak inatçı topraktan bir lokma ekmek söküp almaya uğraşıyorlar. ( . . . ) Hayat yüzyıllardan beri devam ettiği gibi, katı topraktan bir lokma bir şey sökmek için, sessiz bir dövüş halinde" ilerler. (Degirmen, "Kanal").
Doğayla dövüş, sık sık insanlar arasında dövüşe dönüşür. Su ve toprak yüzünden köylüler en sevdikleri kişilerle kavgaya tutuşmak, birbirini öldürmek zorunda kalırlar. (Örneğin, "Kanal" hikayesinde Mehmet en iyi dostunu öldürür).
Çünkü köylünün toprak sahibi olması çok güçtür: "Az buçuk mahsul verir bir tarla almak için on sene, bir çift öküz sahibi olmak için ise,
1 28
beş sene çalışması lazımdı; ve ondan sonra da hayatın daha tatlı bir şekil alacağı şüpheli idi. Bir tarlası ve bir çift öküzü olanların hali kendininkinden pek farklı değildi. B ir sene kuraklık olunca onlar da bütün köylüler gibi dağlara ot yemeye gidiyorlar, üstelik öküzlerinin açlıktan öldüğünü veya onda bir fiyatına satıldığını görüyorlardı." (Ses, "Köpek")
Köylü kimseden yardım görmez. Uroarsızlık içinde kıvranıp durur. Aralıksız çalışır, aralıksız üretir, ama karşılığında yok denecek kadar az şey elde eder: "Fakat sorarım size: Köylü verdiğine mukabil ne alır? YolunU kendi yapmaya mecburdur, sokaklan zavallı talibinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur. Jandarma oralara asayişten ziyade vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi aldatmayalım, köylü mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey, kelimenin bütün manasıyla hiçbir şey alamarnıştır. Bunlan itiraf etmek belki, eğer bir parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin boğazımızda kalmasına sebep olacaktır ve ihtimal vicdanımızın sadasım duymamak için: 'Köylü efendirnizdir! ' gibi cümleler güzel birer morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek iktidarında değildir." (K ağ nı, "Bir Skandal").
Köylü, ağa karşısında yalnızdır. Bürokrasi ağadan yanadır: "Mecbur olduk hükümet kapısına düşmeye. İki sene mahkememiz sürdü. Bizim tapumuz filan yoktu ama, bütün köylü o tarlanın bize dededen kaldığını bilirdi. Bunu soran olmadı, ağa yalancı şahit dinletti, mahkemeyi kazandı." (Kağnı, "Kafa Kağıdı")
Bu alıntıların da gösterdiği gibi Sabahattin Ali, köyün ve en çok yoksul köylülerin durumuyla ilgili temel gerçekleri -can alıcı yanlarıyla- dürüstçe ortaya koymaktadır. Fakat zengin köylülerin (ağalann) köydeki durumunu ve emekçi köylülerle ilişkilerini biraz gölgede bırakmakta, daha doğrusu yeterince aydınlatmamaktadır.
Buna karşın, köy ve köylü gerçeğine hikayelerinde zamanında en büyük yeri veren yazarın Sabahattin Ali olduğunu söylemek gerekir. Gerçi, ondan önce Kara Bibik' le ( 1 890) Nabizade Nazım ve Memleket Hikayeleri'yle ( 1919) Refik Halit köy gerçeğine değinmişlerdir. Ne var ki, bu değinme çok sınırlıdır: Nabizade Nazım'ın yalnızca bir, Refik Halit' in ise üç hikayesi ("Koca Öküz", "Yatır", "Boz Eşek") köyle ilgilidir. Üstelik, bunlar derine ve bütüne inmekten uzaktırlar. Kişilerinin, ekonomik altyapıya ve onun belirlediği sınıf ve mülkiyet ilişkilerine değinmezler. Toplumcu görüşten de yoksundurlar. Gözlemciliği aşama-
1 29
dıklan gibi bilimsel bir yöntem ve anlayışa da yaslanmazlar. Onlardan sonra, Sadri Ertem Silindir Şapka Giyen Köylü ( 1933) ve Bacayı 1ndir Bacayı Kaldır ( 1933) adlı toplumcu kitaplanndaki kimi hikayelerle bu sakıncalan gidermeye yönelir. Gelgelelim, onda da gözlemin yerini çoğunlukla kurarn (teori) alır. Yaşantı ve duygu eksikliği ile bilgiden gerçeğe varma eğilimi bu "masabaşında yazılmış" hikayeleri çoğun şematizme ve mekanizme götürür. Dildeki özensizlik ile anlatımdaki kuruluk ve yapıdaki zayıflık bu sonucu daha da belirginleştirir.
Sabahattin Ali bütün bu eksiklikleri ve kusurlan geniş ölçüde ortadan kaldınr. Yöntem, görüş ve kapsam bakımından Nabiziide Nazım ile Refik Halit' i ; dil, biçim, duyarlık ve gerçeklik bakımından Sadri Ertem' i geliştirir, daha doğrusu aşar . . .
İŞÇiLERiN DURUMU Sabahattin Ali'nin işçilere ilişkin hikayelerinin sayısı beş altıyı geç
mez. Bunlar da işçilerimiz için henüz sosyal sigortaların .kurulmadığı, grev yapma ve sendika yahut parti kurma hakkı ile kendi ideolojisini öğrenip yayma özgi.irlüğünün tanınmadığı bir dönemde, CHP'nin demokrasiye aykırı uygulamalarda bulunduğu baskılı yıllarda yazılmışlardır.
Gerçi bu çeşit hikayeterin sayısı düşüktür. Öyleyken yazar, işçilerin içinde yaşadığı koşullan, yüzeyden de olsa, ana çizgileriyle belirtmeyi başanr. Hikayelerinden öğrendiğimize göre, işçilerin durumu emekçi köylülerinkinden iyi değildir. Köydeki ağanın yerini şehirde sermayeci almıştır. O da onun gibi işçiyi sömürmekte, işine gelmediği zaman kolundan tutup atmaktadır. ("Bir Gemici Hikayesi" ile "Mehtaplı Bir Gece"de olduğu gibi.) İşçiler de köylüler gibi yalnız ve desteksizdir: Hastalandığı gibi fabrikadan çıkanlan, günlerce işsiz ve aç kalan işçinin can çekişirken hırpalanmaktan ödü kopuyordu. Kendisine herhangi bir şekilde yardım edilip kurtulabileceği düşüncesi kafasından o kadar uzaktı ve dünyada kendisiyle meşgul olabilecek bir insan bulunabileceği ihtimali ona öyle yabancı idi ki, bu bitip tükenmez yürüyüşte onun kütleşen sinirlerini ne bir ümit, ne bir hiddet kıvılcırnı harekete getirebiliyordu.
"Ölüm ona hiçbir zaman fevkaliide bir şey gibi görünmemişti. Etrafında, küçükten beri, en çok gördüğü şey ölümdü. Yalnız ölümün bir şekli vardı ki, düşündükçe tüylerini ürpeıtiyordu." (Ses, "Mehtaplı Bir Gece")
1 30
İşçilerin yan nı güven altında değildir: "Genç ateşçi ara sıra süngüsüne dayanıyor, bir an için kapadığı siyah kapağa gözlerini dikerek düşünüyordu:
Üç dört sene sonra ne yapacak? Bu öyle bir işti ki, en sağlam adamı birkaç senede tamamlardı. Ondan sonra makine yağcılığına, vinççiliğine, hatta hammallığa geçmek, yan sakat ve çürük bir vücudu birkaç gün daha yaşatabilmek için uğraşmak icap edecekti. Ve daha sonra? Allah bilir . . . " (Değirmen, "Bir Gemici Hikayesi")
işyerleri çokluk sağlığa aykındır: "Son senelerde bir küçük fabrikada motorcu yamaklığı yapıyordu, hastalığı orada iken başladı. Daha doğrusu küçükten beri zaman zaman kendisini yoklayan nefes darlığı, bu fabrikanın havasız, küçük motor dairesinde boğucu bir illet haline geldi." (Ses, "Mehtaplı Bir Gece")
İşçiler genellikle bilinçsizdir. Ancak içlerinden bazıları ara sıra kendi kendilerine şöyle sorular sorarlar: "Peki kendisinden her şeyi niçin almışlardı? Birçok yerlerde birçok adamiann konuşmalanna kulak vermiş, onlardan daha az akıllı olmadığına kanaat getirmişti. Kuvveti de yerindeydi; şu halde sırf bir tasadüf onu böyle, ötekileri öyle yapmıştı ha? O zaman birdenbire farkına vardı ki, kendisini ve arkadaşlarını, hatta bütün kendisine benzeyenleri bir hareketten, bir kabanştan meneden; bu 'tesadüfe inanma'dır." (Değirmen, "Bir Gemici Hikayesi")
A YDlNLARlN DURUMU Köylülerle işçilerin bu iç sızlaucı yaşayışı karşısında aydınların dav
ranışı hiç de iç açıcı değildir. Sabahattin Ali, önce de açıklandığı gibi, genellikle aydınlara, daha
çok küçük burjuva aydınlanna ve yanm aydınlara inanmaz. Onlann bencilliğini, çıkarcılığını, kıskançlığını, dönekliğini, halka sırt çevirmişliğini fırsat düştükçe eleştirir. Özellikle doktorlann soygunculuğunu, zalimliğini, bilgisizliğini ayrıntılarıyla ortaya koyar ("Böbrek", "Dekolman", "Cankurtaran", "Sulfata"). Taşradaki bürokrat yarı aydınların kofluğunu, dedikoduculuğunu, ülküsüzlüğünü taşlar: "Erkekler belki mühendis, belki doktor, belki avukat veya muallim olmuşlardı. Fakat bunu bir fikir ihtiyacı olarak değil, karnını iyi doyurmak, iyi giyinmek, güzel kan alabilmek için yapmışlardı. Yani dimağ gibi en asil bir uzuv-
1 3 1
larını midelerine ve tenasül cihazianna uşak olarak kullanıyorlardı. Yalnız ekmek parası düşünen ve asıl vazifelerini: Tefekkür kabiliyetlerini, tamamiyle unutarak basit birer makine haline giren bu kafalarda akıl, saf ve roaddiyetin dışına çıkabilmiş akıl, artık lüzumsuz bir şeydi. Münevverlerimizde dimağlann rolü kör bağırsağınkinden daha fazla değildi.
"Dünya, millete, devlete, vatana dair muayyen ve ezberlenmiş fikirleri vardı ve bunların suya sabuna dokunmasına azami derecede dikkat ediliyordu. ( . . . ) Hatta birçoklan için bir fikir ve kanaat sahibi olmak yalnız lüzumsuz ve manasız değil, aynı zamanda tehlikeli ve ayıp bir şey, muayyen fikirleri olan, yani kendisine düşünmek için bir kafa verilmiş olduğunu unutmayan bir adama cemiyetin sükOnetine bomba koymaya gelmiş bir anarşist nazanyla bakıyorlar." (Kağnı, "Bir Skandal").
Sabahattin Ali' nin Konya'da başından geçenlerin etkisiyle yazdığı "Fikir Arkadaşı" hikayesinde Anadolu'daki küçük burjuva, bürokrat aydınlann korkaklığı, ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı bütün çıplaklığıyla ve alaycı bir anlatımla göz önüne serilir: "Bizim dairede on kişi . varız .. . Hep münevver, tahsilleri yerinde, zeki adamlar; fakat hiçbirisi ile kafa dengi olamıyorum. Halbuki şöyle candan, kardeş gibi bir arkadaşlığa dünyalar feda . . . Koca dairede bir bizim şu oğlan vardı. Hani canım başına bir felaket geldi. . . İşte o . . . Galiba avukatlığını da sen almışsın . . . Çok insan çocuktu doğrusu, pırlanta gibi bir kalbi vardı. Samimi arkadaş, diye bir onu tanırdım. Ne yaparsın? İnsanlar böyle işte . . . Bir iftira, haydi kodese. . . Hani hiç kababati yok değildi, çenesini tutmaz, ileri geri söylenirdi. Kaç kere dedim: Oğlum, devir değil, dünyayı sen mi ıslah edeceksin? Al üç buçuk kuruş maaşını otur bir köşede . . . Değil mi efendim? Biz de fikir sahibiyiz . . . Ben kendi nefsime ondan çok daha ileriyim . . . Evet, bu dünya böyle yürümez, fakat her şeyin sırası var . . . Bak, ben ağzımı açıyor muyum? İnsan karda yürüyüp izini belli etmemeli . . . Fakat cahil çocuk, dinlemez ki . . . Hep burnunun doğrusuna giderdi. Sanki tek başına dünyanın mihverini değiştirecek . . . " (Kağnı, "Fikir Arkadaşı")
Sabahattin Ali aydınların neden bu duruma düştüklerini pek açıklamaz. Aydınlar ile toplumsal sınıflar, düzen ve devlet arasındaki ilişkileri pek göstermez. Daha doğrusu, tek parti yıllannın baskısı altında buna
1 32
yeterince olanak bulamaz. Ancak, "Düşman" adlı hikayede bu ilişkileri örten perdeyi biraz kaldırabilir: Hikayenin kahramanlarından biri zengin bir insandır. Polisçe aranan eski bir arkadaşı bir geceliğine evine sığınır. Biraz konuşunca anlar ki arkadaşı solcudur, bozuk düzene karşıdır. Oysa, kendisinin rabatı bu düzene bağlıdır. Arkadaşı yatar, fakat o uyumaz, düşünür:
"Evet, kuvvet kendisinde idi ve bütün bir devlet, polisleri, candarmaları, mahkemeleri, hana bankaları, mektepleri ve gazeteleri kendisini koruyordu. Bir an içinde bütün bu müesseseleric olan yakınlığını ve arkadaşının kendisinden hızla uzaklaşıp sisler, karanlıklar içinde kaybolduğunu hissetti. Kendisine daha çok emniyet vermek için pencereye gidip sokağa baktı. Ta ilerideki köşede bir polis dolaşıyordu. Hemen pencereyi açıp onu çağırmak istedi; çünkü aşağıdaki orada kaldıkça burada rahat uyuyamayacaktı . Fakat bağıran sesin onu uyandırabileceğini düşündü ve geri döndü. Gazeteyi tekrar karıştırdı. Demin bulunduğu yeri bir daha okudu ve söylc:ndi : 'Polis izi üzerinde imiş . . . Ya benim evimde bulunursa? . .' O zaman gözünün önünden karakollar, hapisaneler, mahkemeler geçiverdi. Etrafına bakındı. .. Bu sıcak odadan, bu alıştığı eşyalardan ayrılmayı düşündü ve bunun korkusuyla bütün etrafındaki şeylere adeta yapıştı. Hayır, daha fazla duramazdı. Bir eli yavaşça telefona gitti; öbür eliyle de rehberi karıştınp numarayı bulduktan sonra telefonu açtı." (Kağnı, "Düşman")
Köy ve köylü bölümünde de açıklandığı gibi, "Ses" hikayesi Anadolu halkı ile Batıcıl aydınlar arasındaki uzaklığı ortaya koyar. Aydınların halkı tanımadığını, onun yaşamına, kültür ve sanatına yabancı kaldığını gösterir.
HAPiSHANELER VE MAHPUSLARIN DURUMU
Sabahattin Ali'nin doğrudan doğruya hapishanenin durumunu ya da mahpusların içerdeki yaşamını yansıtan hikayeleri azdır. ("Kazlar", "Bir Şaka", "Duvar", "Çaydanlık") Üstelik bu hikayelerde hapishanenin ve mahpusların durumu yüzeyden ele alınmış, yeterli genişlik ve derinliğe varılmamıştır. Ama bu yüzeydenlik birtakım acı gerçeklerin ilk kez Sabahattin Ali'nin kalemiyle gün ışığına çıkarılmasını önlememiştir.
1 33
Örneğin "Kazlar"da mahpuslardan Seyit, kansına yazdığı mektupta, "kendisinin pek o kadar iyi olmadığından, koğuştaki yerinin pisliğinden ve bitten şikayet" eder. "Dudu gelirken bir iki kaz getirirse başgardiyanla müdüre vererek yerini değiştireceğini" söyler. Seyit, "koğuşun en fena tarafında, aptestliğin yanında yatıyordu. Hem de yarı aç. Hasta olduğu için çalışamıyor, kimseye hizmet edemiyor, su filan taşıyamıyor ve bir tayınla kalıyordu." (Değirmen, "Kazlar")
Bu parçalar hapishaneterin ne denli bakımsız ve mahpuslann ne denli perişan bı karıldığını -kabataslak da olsa- göstermektedir.
Başka hikayelerde de yer yer buna benzer parçalara rastlanır. Sözgelimi, şu parça mahpuslann desteksizliğini, bırakılmışlığını birkaç satırla belirti verir:
"Mahpuslar yalnız parahiara ve zorbalara itibar ettikleri halde Cavit Bey'e merhametle karışık bir hürmetleri vardı. Bazen islidalarını ona yazdırıp beş on kuruş verirlerdi. Hiçbir yerden on parası gelmeyen ve devletin verdiği bir tayına kalan bu adama hali vakti yerinde mahkumlar para, erzak vererek yardım ederlerdi. Bu da onlara akşamlan gene o hafif sesiyle dini ve mistik dersler verirdi. Ve onlar bu karmakarışık ve içine Arapça cümleler serpiştirilmiş sözleri hiçbir şey anlamadan derin bir aliika ile dinlerlerdi." (Kağnı, "Bir Şaka")
Hapishanede en küçük olaylar bile önem kazanır: "Hapishanenin hareketsizliği, vukuatsızlığı, yeknesaldığı içinde hayatın ufak hadiseleri bile o kadar ehemmiyet alır, o kadar büyür ki, mesela mahpuslann bir köpeğinin ölmesi insan ruhları üzerinde, dışarda iken ancak bir yangının, bir zelzelenin yapabileceği tesiri bırakır." (Kağnı, "Bir Şaka")
Hapishane, örneğin Sinop hapishanesi, insanlara özgürlüğün yokluğunu derinden duyurur: "Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti gözlerinin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götünnek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan san çiçekler bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen küçük beyaz bulutlar benden bir tek teselliyi: Unutınayı alırlardı. Ve burada konuşulan şeyler hep eskiye, dışarıya ait şeylerdi. Sanki hiç kimse buraya girdikten sonra yaşamıyor, yahut hafızası bunu zaptetmiyordu. Buradaki hayattan bahsetmek lazım gelince de o kadar isteksiz anlatılır ki, insanda, söyleyene
1 34
azap veren bu şeyleri susturmak arzusu uyanırdı." (Kağnı, "Duvar") Çoğu hapishanelerin doktoru ve reviri yoktur: "Hapishanenin dokto
ru ve reviri olmadığı için hasta mahpuslar ağırlaşıncaya kadar koğuşlannda kalırlar ve araba parası tedarik edebilirse belediye doktorunu getirirlerdi." (Yeni Dünya, "Çaydanlık")
JANDARMALARlN VE YÖNETİCİLERİN DURUMU
Sabahattin Ali' nin özellikle jandarmaların Osmanlı İmparatorluğu zamanı ile "tek parti, tek şef' yıllannda köylüyle ilişkilerini ele alan hikayeleri vardır: "Bir Firar", "Jandarma Bekir", "Sıcak Su" gibi. Aynca, bazı hikayelerinde de jandarmalara değinmekten geri durmaz: "Bir Orman Hikayesi", "Komiki Şehir" ve "Kağnı"da olduğu gibi. Fakat doğrudan doğruya bürokrasiyi konu alan bir hikayesi yoktur. Ancak, kimi hikayelerinde ("Komiki Şehir", "Asfalt Yol", "Kafa Kağıdı", "Bir Orman Hikayesi" vb.) yer yer birtakım memur ve yöneticilerin davranışlanndan söz açar.
Sabahattin Ali'nin hikayelerinde belirtildiğine göre, kimi jandarmalar köylüye iyi muamele etmezler: "Temmuz ortasıydı. Sıcakta yedi sekiz saat yol alıyorduk. O yanlarda karakPIJar birbirine yakındır, günde iki candarmaya üç beş saat yol koyar mı � Çabucak öbür karakota ulaştırıp geri döneyim diye beni koşturur, 'Aman, bir kıyıda biraz oturalım, hiç dermanım kalmadı ! ' deyince dipçiği basardı. En kötüsü, güneş ortalığı kavurduğu zamanlar yanından geçtiğimiz harmaniara uğrar, göğsüne bağrına döke döke ayran bakracını başına diker, köylüler verse bile bana bir yudum içirmezdi." (Değirmen, "Candarma Bekir")
Jandarmaların köylüye haksız yere dayak attığı, işlemediği suçları zorla kabul ettirdiği bile olur: "İki candarma, İdris' i aralarına almış götürüyorlardı. İdris ayaklanna basamayacak haldeydi. Candarmalar çok dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu. Bayram namazında İmamköy camiini bastığı ve orada namaz kılanlan soyduğunu en nihayet itiraf etmişti. Halbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu . . . Ne çare ? .. Dayak bu . . . Her şeyi söyletir." (Değirmen, "Bir Firar")
Hatta, bir hikayede jandarmalar katil İsmail'in yerini söylemediği için karısı Emine'yi kirletmeye kalkarlar: "Dolaşan candarma birdenbire durdu, arkadaşını eliyle çağırarak yavaş, fakat kadının duyabileceği bir
sesle: 'İsmail herhalde uzakta değildir, bize teslim olmaya gelmezse, karısının ırzını kurtarmaya da gelmez mi? . . ' dedi, sonra daha yavaş bir sesle ilave etti: 'Ben şimdi Emine'yi yakalayıp mindere atarım, bağınrsa, nasıl olsa İsmail dayanamaz, nerdeyse çıkar gelir. O zaman kapının yanında bekler, ya ölüsünü, ya dirisini yakalarsın . . . Bağırmazsa . . . Eh, ne yapalım ... Bir kere de sen denersin !" (Ses, "Sıcak Su")
Sabahattin Ali en çok Osmanlı, biraz da tek parti döneminin kimi jandarmaları için olduğu gibi kimi yöneticileri için de pek iyi düşünmez. Hikayelerde yer yer onların halktan yana olmadıklarını, varlıklıyı tuttuklarını, zaman zaman yasadışı hareketler yaptıklarını göstermeye çalışır. Örneğin, "Komiki Şehir" hikayesinde kaymakam "mülkiyeden yeni çıkmış, İşkodralı bir gençtir. Emsalinde bulunan her şey kendisinde de var: Ukala, kendini beğenmiş, kötücül. . ." Nitekim, kendisinden yardım dilemeye gelen Viktor'a sarkıntılık eder, kadın yanaşmayınca geneleve attım. Örneğin, jandarma kumandanı, "Kaymakamın hemşerisi . . . Bilseniz ne habistir. Memlekete gelen memurlara her türlü kolaylığı gösterir . . . Sırf onlarla ahbap olarak gece toplanmaları yapmak, böylece aile kadınlarıyla çeşmi çerez geçinmek için . . . " Rahmi'nin sevgilisini kabadayılar kaçırdığında, takip için jandarmaları çıkarmaz.
Sabahattin Ali aynı hikayede husus! muhasebe memuru, savcı ve belediye üyeleri içinde iyi şeyler söylemez. Başka hikayelerde de birkaç satırla bazı bürokratların kötü davranışiarına parmak basar: Sözgelişi "Kazlar"da "Seyit'le arkadaşı Durmuş'tan gaynsı kazadaki mustantiğe para yedirip men-i muhakeme kararı almışlardı." diye yazar. Bir başka hikayesinde polisin soruşturma sırasında siyasal sanıkiara yaptığı baskıyı açığa vurur: " . . . Bir haftadan beri minimini bir hücreye atılmıştım, arasıra ordan alıp ifadeye götürüyorlardı. Amma en şiddetli işkenceler asla bana yapılmamıştı. Ben şöyle arada bir yoklananlardandım. Günde bir, en çok iki defa beş on sopa . . . Sonra o tepesinde bin mumluk ampul yanan ve insanın beynini cıvık bir çamur yığını haline getiren hücre . . . Eminim ki, koridorda, tepedeki kırık camekandan dökülen karın altında, kuru bir bank üzerinde iki haftadır büzülüp oturan altmışlık sendikacı benden çok daha fazla azap çekiyordu . . . Sadece orada pineklemekle . . . " (Sırça Köşk, "Kurtla Kuzu")
Hapishanelerin, hastanelerin, köylülerin, idarecilerin, jandarmalann, polislerin durumu 1 946'da çok partili yaşama geçildikten sonra
1 36
muhalefetçe sık sık ele alınır. CHP iktidannın bu konudaki sakat tutumu kıyasıya eleştirilir. Gerçi Sabahattin Ali de eleştiriye başvurur, fakat -bazı hikayeleri sayılmazsa- eleştiricilikten çok, gösterici olmayı yeğ tutar. Ama muhalif politikacılardan çok önce -ta I 930 yıllanndan başlayarak- sözkonusu durumun getirdiği acı gerçekiere cesaret ve dürüstlükle ilkin o parmak basar. Üstelik, bunu da politikacılar gibi oy toplamak, ikdidara geçmek için değil, kendi deyimiyle, "cefakeş milletine ve memleketine" beslediği derin sevgiden ötürü yapar: "Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarda taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. ( . . . ) Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük . . . n(ıO)
Sabahattin Ali bu haskılara karşı sözü edilen gerçekiere dikkati çekmekle kalmadı. Bu gerçeklerle birlikte yurdun doğal ve yerel görünümünü, ulusunun toplumsal ve kültürel durumunu da sanat ölçüleri için de yansıttı. Bu durumun kavranmasına, değişmesine, gelişmesine uğraştı. Çünkü, ona göre, milliyetçilik buydu: "Mensup olduğu milletin dünyanın en mesut, en müreffeh, hayat ve kültür seviyesi en yüksek topluluğu haline gelmesi için yorulmak bilmez bir gayret ve tükenmez bir feragatle, her şeye rağmen çalışmak . . . "<ı ı ) Milleti sevmek, onun refahı için çalışmak, onun haklannı müdafaa etmek."<22) "Bu memlekette yapılan her işin, üç beş kişinin çıkarına değil, bu topraklan dolduran milyonlann yaranna olmasını" istemek.<23) "Vatanımızın İstikiiili üzerine en küçük bir gölge düşürmemek . . . Bin bir hileli yoldan bağrımıza sokulup bizi tekrar yan müstemlekeliğe sürüklemek isteyen sömürücü yabancı sermayeye karşı uyanık" olmak.<24)
Olumlu anlamda milliyetçi olan Sabahattin Ali, düşüncelerinden ötürü saldırılara, iftiralara, kahırlara uğramış,<25) fakat yılmamış ve yolundan dönmemiştir.
Bütün bu çabalan göz önünde tutulunca Sabahattin Ali'yi gerçek anlamda bir "ulusal/milli yazar" saymamak haksızlık olur.
(20) Ali Baba, 25. 1 1 . 1 947 (2 1 ) Tan, 1 1 .2 . 1 944 (22) Yeni Adam, 6. 1 . 1 938 (23) Marko Paşa, 1 0.2. 1947 (24) Marko Paşa, 1 6. 12. 1946 (25) Bak: Fikir ve Küfür, Merhum Paşa, 1 . 1 1 . 1947
1 37
1EMLER
Sabahattin Ali gözlerini çoğunlukla toplumsal gerçekiere çevirmiş bir yazardır. Onun için işlediği temler de çoğunlukla bu gerçeklerin çevresinde oluşur. Ancak, ilk dönemde ( 192611 929) yazdığı romantik hikayelerde bunun dışına çıktığı görülür.
Konular gibi, Sabahattin Ali'nin hikayelerinde de yer alan temler de sayılıdır: Aşk, çocuk sevgisi, acıma, arkadaşlık vb . . .
ASK Aşk, köy ve köylü konulanndan sonra, Sabahattin Ali'nin en çok
üzerinde durduğu bir temdir. Özellikle ilk hikayeleri hemen hemen hep bu temle yoğrulmuştur. Sonraki hikayelerinde de aynı tem, sınırları küçülmekle birlikte, önemini sürdürmüştür.
Aşk temi ilkin toplumsal ortamın dışında platonik, romantik ve kişisel bir duygu olarak işlenmiştir. Sonradan toplumsal çevreye bağlanmış, somut ve gerçek bir olgu gibi ele alınmıştır.
Romantik dönemde de, gerçekçi dönemde de aşk çokluk engellerle karşılaşmıştır. Ya sevenler arasındaki duygusal ayrılıklar ya da toplumsal çevreden, ekonomik koşullardan gelen güçlükler aşkı kösteklemiştir. Ama aşk her şeye karşın yolundan şaşmamış, bu da -bazen ucu ölüme varan- birtakım dramatik sonuçlann doğmasına yol açmıştır. Böyle bir sonucun doğruarnası ancak büyük özveriler ve acılarla sağlanmıştır. Örneğin, "Değirmen" hikayesinde çingene delikantısı kolunu kesrnek pahasına sevgilisiyle birlcşebilmiştir. "Gramofon Avrat"ta arahacı Murat bir kişiyi öldürerek hapse düştükten sonra sevgilisinin ilgisini kazanabilmiştir. Fakat bunlar seyrek görülen durumlardır. Çoğu hikayelerde çekilen acılar, gösterilen özveriler de bir şeye yaramamış, sevenler bir türlü birleşememiştir. "Kurtarılamayan Şaheser", "Bir Cinayetin Sebebi", "Komiki Şehir", "Köstence Güzellik Kraliçesi", "Hasanboğuldu", "Bir Aşk Masalı", "Selam" buna birer örnektir. Bunlar bir bakıma, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin adlı halk hikayelerini andırırlar. Onlarda olduğu gibi bunlarda da sanki uğursuz bir el, enikonu bir alınyazısı aşkın yolunu kesmiş, büyük çilelerden sonra bile sevenler birbirlerine kavuşamamıştır. Bu yüzden aşk genellikle dramla birlikte yürümüş, genellikle mutlu bir sona ulaşamamıştır.
Aşkı, Sabahattin Ali insanı yücelten bir duygu olarak işlemiştir.
1 38
ÇOCUK SEVGİSİ Çocuk sevgisi temi ancak iki hikayede, "Apaıtman" ile "lsıtmak
İçin"de ele alınır. O da, bir tem olarak değil de, yoksul halkın yaşayışının bir yanı olarak . . .
Nitekim, "Apartman"da bir inşaat işçisinin oğluna duyduğu sevgi, ekmek kavgasıyla birlikte çalışma yaşamı içinde belirtilir. İşçi, oğlunun başından geçen acı olayları yüreği yanarak seyreder. Ama çaresizdir, elinden bir şey gelmez. Oğlunun sırtındaki yükün altında ezilerek yürüdüğünü, merdivenleri çıkarken düştüğünü, küfedeki şişeleri kırdığını, camlar batan dizlerinden kanlar sızdığını apartmanın çatısından görünce daha fazla dayanamaz: "Çatıdaki adam gözlerinin büsbütün karardığını ve güneş vurmuş gibi beyninin içinde gürültüler olduğunu hissetti. Çatının kenarına dayanan ayakları titriyordu. Yavaş yavaş dizlerinin gevşemeye ve bükülmeye başladığını fark ederek elleriyle başının üst tarafındaki tahtalara tutunmak istedi. Fakat parmakları da gcvşemişti ve hiçbir şeye sıkıca yapışamıyordu. Vücudu yaş tahtaların üstünde hafif bir gıcırtı çıkararak ağır ağır kaydı. Çatının kenarına kadar gelip orada bir an takılır gibi olduktan sonra, aşağıya, sokağın ortasına içi toprak dolu bir çuval gibi boğuk bir ses çıkararak düştü." (Kağnı , "Apartman")
Görüldüğü üzere, yaşama koşulları, dolayısıyla sınıf ayrımları babanın oğluna duyduğu sevgiyi bir dramla sonuçlandırıyor. Baba, oğluna sevgisine uyan bir yaşam sağlayamıyor. Onu okuldan alarak küfeciliğe veriyor. Ayrıca, oğluna kötü davranıldığı zaman da ortaya çıkamıyor. Apaıtman sahibini kızdırmaktan, işten atılmaktan korkuyor. Böylece, içinde bulunduğu güç durum ve ideolojik bilinçsizlik kişisel eğilimlerini ezmekle kalmıyor, onu bir dram ın da kucağına atıyor.
Sabahattin Ali bütün bu çelişkileri küçücük hikayelerine ustalıkla yerleştiriyor. Sonunda, "Apartman" yalnızca insancıl duyguların (çocuk sevgisinin) boğulduğu bir yer değil, toplum yapısının da -<iolaylı yoldan- eleştirildiği bir sahne oluyor.
"Isıtmak için" adlı hikayede de buna benzer bir durum sözkonusudur. İnşaat işçisinin yerini burada çamaşırcı kadın alır. Çamaşırcının sekiz yaşında bir kızı vardır. Kadın evlere çamaşır yıkamaya giderek çocuğuna ekmek getirmektedir. Kış geldiği halde odun alamaz. İş arar bulamaz. Çocuk soğuktan ağlamaktadır. Kadın kızını koynuna alarak ısıtmaya çalışır: "Girdim yanına yattım. Dünyada varıp halimi dökecek
1 39
kimsem yoktu, kimselerden bir umudum kalmamıştı. Elim ayağırola kızcağızımı sardım. Bir daha yanından çıkamadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. ·Ben ona sokuldukça: 'aman ana, daha sarıl , içim çekiliyor! ' diye yalvarırdı. lsıtacak yeri kalmamıştı ki, her tarafı kuru kemikti. Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç kere uyur gibi oldu. Ondan sona aralıkta uyanıp: 'Aman ana, ısıt beni ! ' dedi, hemen uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi ; uyudu, uyandı ısıt beni dedi. Ben ondan kuru, nesini ısıtayım ki . . . Ama kızım rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü oldu, dört gün mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başçağızını bağnma bastım, ayaklannı bacaklarımın arasına aldım, onu gene uyuttum. Bugün öğleye kadar bir daha gözlerini açar gibi oldu. Garip garip yüz üm e baktı . . . Bir daha da gözlerini kapamadı." (Yeni Dünya, "lsıtmak İçin")
Çamaşırcı kadın da inşaat işçisi gibi çocuğunu sevmekte, fakat onu kurtarmak elinden gelmemektedir. Çünkü toplumda yalnız ve desteksiz kalmıştır. Yoksulluk ve uroarsızlık belini bükmüştür. Toplumun bozuk, insancıl olmayan yapısı bu sevgisinin oluşumunu engellemiştir.
Sabahattin Ali bu engellerneyi nesnelce, soğukkanlılıkla ortaya koyar. Böylece, okurda, adaletsiz düzenin halk yararına değiştirilmesi düşüncesini uyandırmış olur.
ARKADAŞLIK Aşk gibi, çocuk sevgisi gibi arkadaşlık duygusu da genellikle insan
cıl olmayan toplum düzeniyle yaralanır. Bu düzen arkadaşlığı güçleştirmekle kalmaz, bazen insanlan birbirine de düşürür. O kadar ki, birbirini en çok seven dostlar bile gün gelir dövüşrnek zorunda kalırlar. Sözgelişi, "Kanal" hikayesindeki Mehmet' in başından geçenler bunun güzel bir örneğidir:
"Dedemköylü Mehmet'le Zağar Mehmet kapı bir komşuydular. Aralarında yaş farkı da yoktu. Küçükken köyün harman yerinde beraber emeklemişler; sokağın gübreli tarzlarında beraber yuvarlanmışlar; sıska inekleri, ellerinde boylanndan büyük bir değnekle, köyün kıyısından geçen sığırtmaca beraber götürmüşler; kanalda beraber kurbağa taşlamışlardı. .. ( . . . ) Delikanlılıklannda beraber düğünlere gitmişler, avrat oynatmışlar, kadın kaldırmışlardı. Bütün orta Anadolu insanlarında olduğu gibi bunlarda da Ilikırdı haline gelmeyen bir dostluk vardı. Bu
140
dostluk pek delikanlı zamanlannda, yan yana giderken birbirlerinin elini tutup saHamak şeklinde görünürdü. Biraz sonra topraktan ekmeği dişiyle sökenlere mahsus ciddilik onlan da ağırlaştırdı. Ev yükü üstlerine çökünce, daha az buluşur oldular. Zağar Mehmet evlenmişti; Dedemköylü Mehmet'in babası öldüğü için anası, bacısı, bir de on sekiz yaşında oğlan kardeşi onun başına kalmıştı." (Değirmen, "Kanal")
Fakat su yüzünden bu iki arkadaş kavga ederler. Zağar Mehmet istemeyerek, yüreği sıziayarak arkadaşını vurur. Çünkü tarlasını sulaması, yani yaşayabilmesi için başka bir yol bulamamıştır.
"Düşman" hikayesinde, evine sığınan arkadaşını polise ihbar eden kişinin davranışı da düşündürücüdür. Gerçi bu, çirkin bir davranıştır, nitekim muhbir de bilir bunu, acı çeker bu yüzden, ama korkarak ve düşünerek polise telefon eder. Toplumun sınıflı yapısı ve onun bu yapı içindeki mutlu yeri kendisini buna doğru iter. Eğer, arkadaşının düşünceleri gerçekleşirse, bu yerin sarsılacağını düşünür. Bu düşünüşte -kötülüğünü bile bile- arkadaşını harcar.
Aynı şekilde, "Fikir Arkadaşı"nda bir öğretmen düzene ilişkin "muhalif' düşünceler taşıyan arkadaşını gizlice ihbar eder. Arkadaşı tutuklanınca onun işini de ek görev olarak üstlenir. Böylece, aylık gelirini artırmış olur.
Çoğunlukta olan bu olumsuz örneklere karşılık olumlu örneklere de rastlanır: "Selam" hikayesinde berber, aşk uğruna evini bırakıp giden arkadaşı Yusufun ailesine bakmayı üstüne alır: "Çoluğu çocuğu ortada kaldı, dedi. Bu kadar sene karşı bekarşı esnaflık ettik. Aynı zaanatin ekmeğini yedik. Onlara bakmak bize düştü artık! Sonra, gözlerini karşı dükkana dikti. Biraz düşündü. Hakikatleri olduğu gibi görmekten ve söylemekten hiçbir korkusu olmayan insanlara mahsus bir açıklıkla ilave etti : Hem Yusuf dükkanını kapatıp gidince onun müşterisi de bana kaldı. Çocuklannın nasibi bana devroldu. Onların nafakası boynumuza borçtur." (Yeni Dünya, "Selam")
"Mehtaplı Bir Gece" de yoksul bir sokak kadını aç, işsiz ve hasta bir emekçiyi kulübesine götürür, günlerce ona bakar. Besleyip iyileştirir.
"Gram o fon A vrat"ta da yine bir düşkün kadın kendisi uğruna adam öldürüp hapse giren Murat'ı yıllarca besler.
Bu örnekler şunu gösteriyor: Sabahattin Ali'ye göre, aydınlar (özellikle küçük burjuva kökenli olanlar) çoğunlukla çıkarlarına düşkündürler. Birbirlerini çekemezler. Kıskanç ve gammazdırlar. Tehlike kar�ısın-
141
da tanıdıklan nı, hatta dostlannı bile harcamaktan çekinmezler. Gelgelelim, küçük burjuvalar ile aydınlar arasındaki bu çürük arka
daşlığa karşılık, halktan kişiler arasındaki arkadaşlık çoğunlukla sağlamdır. Düşkünlere en çok yardım edenler de yine düşkünlerdir.
ACIMA VE SEVGİ
Sabahattin Ali ezilen, aşağılanan, aldatılan, yoksul, arkasız, umarsız, işsiz insanlan sevdiği kadar acır da onlara. Fakat sevgisini olduğu gibi acımasını da pek açığa vurmaz. Daha doğrusu, çok az açığa vurur. Sözgelimi, "lsıtmak İçin" hikayesinde, çamaşırcı kadının çocuğunun açlık ve soğuktan öldüğünü duyunca sarsılır. Suçlu ve sorumlu duyar kendini:
"Deli gibi olmuştum. Kafaının içi uğultular, zonklamalarla doluydu. Yatağın bir kenarına yığılrnış duran yorganı çekerek orada yatan çocuğu kucağına almak ve öpmek; önümde dizleri üzerinde sallanan kadının boynuna sanlarak beraber ağlamak istiyordum. Sonra aklımı başıma toplamaya çalıştım. Boğazımda düğümlenen bir sesle: 'Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine gelirim! ' dedim. Evden dışan fırladım. Biraz daha yükselen ayın yan aydınlattığı sokaklarda bütün kuvvetirole koşuyordum. Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgiinn yüzüme savurduğu tozlara kanşarak çamur oluyor ve yanaklanında donuyordu. Ben, içimde dayanılmaz bir acı ile önüme çıkacak bütün insanları yakalarından tutup oraya götürmek arzusuyla, artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum." (Yeni Dünya, "lsıtmak İçin")
Bu koşmanın sebebini hikayenin bir başka parçasında şöyle açıklar: "Bütün gece kafam böyle şeylerle uğraştı. Kadından ve çocuğundan
ziyade kendi zavallılığımla meşguldüm. Aylardan beri içinde boğulduğum rahat ve alakasızlık bir anda süprülüp gitmişti. Bütün insanlar gibi, ıstıraba karşı zayıf olan bir insandım; merhamet, aciz ve korkudan mürekkep bir insan . . . "
''Merhamet ve ıstıraba karşı zayıflık" Sabahattin Ali'nin sanatının temel taşlarından biridir. Ne var ki, önceki bölümlerde de değindiğim üzere, yazar bu acıma duygusunu genellikle gizler. Bunun için, kişilerinin iç sızlatıcı yaşantılannı yansıtırken, nesnel sayılacak bir anlatıma başvurur. Onları çoğunlukla çıplak, yoğun, soğukkanlı görünen bir üs-
142
lupla sergiler. Bu tutum, sözü edilen kişilere karşı bir acıma ve sevgi doğurur içimizde.
Bu acıma ve sevgi, aslında, acımasız ve sevgisiz bir toplumun ürünüdür. İşte, yazann amacı da bu önemli gerçeğin okurlarca sezilmesidir. Hakçasını söylemek gerekirse, Sabahattin Ali çoğunlukla vanr amacına. "Ayran", "Apartman", "Kanal", "Kağnı", "Firar", "Kamyon", "Sulfata", "Böbrek", "Isıtmak İçin", "Jandarma Bekir" bunun önde gelen tanıklarıdır.
Gelgelelim, Sabahattin Ali yetinmez bununla. Şefkatli , yardımsever, iyi kalpli kişileri -alttan alta da olsa- sevgiyle canlandırır. Böylece, onlardan yana olduğunu -dolaylı biçimde- belirtmek ister. "Mehtaplı Bir Gece" bu isteğin ilginç bir ömeğidir. Önce de değinildiği üzere, hikayenin ikinci kahramanı çirkin ve düşkün bir kadındır. Bir orospudur. Sokakta rastladığı aç ve hasta bir işçiyi evine taşır. Karşılığında hiçbir şey beklemeden ona bakar:
"Genç adam, başının üst tarafında bir insan kalbinin hızla çarptığını duydu. Gözlerini büsbütün açarak yukarıya baktı. Kadının esmer, yağlı ve çiçek bozuğu yüzü ona öpülecek kadar güzel geldi. Bu yüzde, şimdiye kadar hiçbir insanda rastlamadığı bir alakanın ifadesi vardı. Hiç tanımadığı, ne olduğunu, kim olduğunu bilmediği bir insanın üzerine eğilerek böyle perişan, böyle acı gözyaşları dökebiten bu kadın ona harikulade bir mahluk gibi görünüyordu." (Kağnı, "Meptaplı Bir Gece")
Bu görüşün altında yazann öteden beri savunduğu "insancılözgeci" mutluluk duygusunun ve yardımlaşma özleminin de yattığını söylemek uygun olur. Nitekim, Sabahattin Ali 28 Şubat 1935'te Aliye Hanıma gönderdiği bir mektupta bencilliğe ve kötülüğe karşı bu duygu ve özlemi dile getirir:
"Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir. İlk bakışta insana kurnazlık ve akıllılık gibi görünen bu hal hakikatte aptallıktır. Çünkü dünyada bir insanın başka bir insanın yardımı ve alakasına muhtaç olmadan yaşaması mümkün olamayacağına, hatta en kötü hayvanlarda bile birbirine yardım hissi mevcut bulunduğuna göre, sadece kendini düşünmek ve başkalannın da böyle yapmasını isternek kendi kendisinin
143
kuyusunu kazmaktır. İnsan başkalarına yardım ettiği, başkalarını sevdiği kadar yükselir. Dünyada hayatın tek bir manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek. Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır. ( . . . ) Hayatta en büyük vazife ve saadet olarak şunu almak lazımdır: Bize yakın ve uzak bütün insanlara yardım, bütün insanların iyiliğine çalışmak . . . "<26>
ÖLÜM
Sabahattin Ali'nin doğrudan doğruya ya da başlı başına ölüm temini işleyen bir hikayesi yoktur. Ama 64 hikayesinden hemen hemen yarısında ölüm olayı vardır.
Ölüm bu hikayelerde aşk, sevgi, sevgisizlik, acımasızlık, bilgisizlik, duyarsızlık, zorbalık, yetersizlik gibi temlere bağlı bir öğe ya da onları belirtmeye ve sevgiyi, yaşamı, özgürlüğü savunmaya yardım eden bir araç olarak görülür.
Mustafa Durak bu konuya ilişkin aynntılı incelemesinde<27>
hikayelerdeki ölüm türlerini şu kümelerde toplar: Aşk hikayelerinden bazılarında ölüm, sevginin özveri ölçütü olarak
yer alır. "Kurtarılamayan Şaheser", "Aşk Masalı", "Hasan boğuldu", "Gramofon A vrat" buna birer örnektir.
Bazı hikayelerde ("Ayran", "Kazlar", "Çaydanlık", "Kadın", "Cankurtaran", "Apartman", "Komiki Şehir", "Kanal", "Kamyon", "Çirkince", "lsıtmak İçin") ölüm kimi insanların acımasızlığının, bencilliğinin, çıkarcılığının, ilgisizliğinin, sevgisizliğinin, kısacası duyarsızlığının ürünü olarak belirir.
"Bir Firar", "Sıcak Su", "Arap Hayri", "Kağnı", "Pazarcı" adlı hikayelerde ölüm haksız yere sıkıştınlan, suçlanan çaresiz, zayıf kimi kişilerin başvurduğu bir kaçıştır, ters çözümdür. Kendilerini buna iteleyenlerin yanlışlığını, suçluluğunu ortaya koymaya yaramaktadır.
"Bir Cinayetin Sebebi", "Viyolonsel", "Katil Osman", "Köpek", "Duvar" hikayelerinde ölüm; kişilerinin varlaşma, gücünü gösterme,
(26) Bak: Filiz Alil Atilla Özkınmlı, Sabahattin Ali, 1986, S. 192-193 (27) Mustafa Durak, Sabahattin Ali'nin Öykülerinde Ölümle Gelen Anlam", Karşı dergisi, Ocak-Şubat 1990
144
kendini kanıtlama, ilgi çekme isteğini gerçekleştirme yoludur. Bazı hikayelerde ("Candarma Bekir", "Katil Osman", "Yeni
Dünya") ölüm, kendileri ve çevreleri yeterli bilgileri olmayan, gerçekleri ve olaylan iyi çözümlemeyen bilinçsiz kişilerin eylemi olarak sergilenir.
HiKAYELERDE BİÇİM Hikayelerinin biçimini çözümleme
den önce abahaltin Ali 'nin yazış biçimi' üzerinde biraz durmakta yarar var.
YAZIŞ BiÇİMİ
Yakınlarının anlatuğına göre, Sabahattin Ali, hikaye ve romanlannı yazmadan önce araştırınalar gözlemler yapar; notlar a l ır, konuyu kafa ında iyice oluşturur, ondan onra masaya otururmuş. Çabuk ve kolay yazarm ış. Yazdıklarını do tlaıına okur, görüşlerini al ınn ış.
Eşi öyl üyor: "Sabahattin roman ve hikayelerini çok rahat yazı yordu. Oturma odaınızda radyo çalarken e erlerini
yazmak onu rahat ız etmezdi. Kendi ini bir işe verdiği zaman gürültüyü ve etrafı unutabiliyordu. Gazeteye günlük tefrika yeti,tirirken, evde misafir de olsa, aynı odada bir kenara çekilip yazar, gazeteye yetiştirirdi. Yalnız roman ve hikayelerini yazmaya başlamazdan evvel beş alu ay not a l ı r, kafa ında onları hazırlardı ."<28>
Kızı söylüyor: 'Babam yazacaklarını uzun zaman kafa ında planlar, evirip çevirir, kı a notlar ahrdı. Böyle zamanlarda çok dalgın olur, yanında top patla a duyınazdı. onra günün birinde Herme marka yazı ınakjnasını aceleyle bazen dizine alır, bazen de yemek ma a ına k yup hı zla yazınaya koyulurdu. Yazdıkları bitince de mutl aka okumak i terdi. Anneınc, bana ya da do tlara okur, yazdıklarının dinleyeni na ıl etkjlediğini merak eder, gözlerdi."<29>
Arkadaşı öylüyor: "Uzun uzun yürümeyi, yanında yürüyene yazınayı tasarladıklarını aniatmayı everdi. ' Bir öyküyü değişik kişilere anlatırım. Her aniatı ı mda biraz daha gelişir. Kafamda hazır olunca da oturur yazarım , ' derdi. ( ... ) Yazı yazmak için e iz bir köşe aramaz, kalabalık, oürültülü bir kahvede bile çalışabilirdi. Doğal bir akılcı l ık (28) A l iye Al i , Birlikte Olduğumuz Günler. (Bak: Filiz Ali!Aıilla Öıkınnılı, Sabahattin A li. 1986. S. 3 3 (29) Fi l i z Ali. Anımsayabildiklerim, ( Bak: Age. S . 4)
146
vardı anlatışında. Ikına sıkına bir şeyler doğurmaya çalışanlar kıskanırlardı onu.''C3°>Kendisi söylüyor: "Dünyada irademi bütün şiddetiyle kullandığım bir tek saha vardır: Yazı yazmak . . . Bu hususta benden şiddetli adam azdır. Nerede olursa olsun, ne zaman olursa olsun yazı yazabilirim. Ne soğuk, ne sıcak, ne rahat, ne sıkıntı, ne keder, ne sevinç, ne sükunet, ne gürültü, hiçbir şey benim yazı yazmama tesir etmez. Yazı yazarken tamamen yazdığım şeyle beraber yaşarım, kendime uygun, tamamen hakiki alemde yaşarım. Zaten bütün aksaklığım buradan doğuyor: Yazıların ve kitapların alemini beni ihata eden alemden daha hakiki buluyorum. ( . . . ) Ben çok kolay yazı yazarım. Evvela beş on dakika düşünür, sonra sanki bir yerden istinsah ediyormuş gibi süratle ve çok kere bir kelime bile çizmeden saatlerce yazarım:•<JI >
YAZMA SANATI Sabahattin Ali 'yazma sanatı'na ilişkin ilk dersini babası Salahatlin
Bey'den alır: İlkokulda öğretmen bir kompozisyon ödevi verir. Pazar günü yaptı
ğınızı aniatın diye. O pazar, Sabahattin Ali ile babası, sabahın er saatlarında ava çıkarlar. Daha güneş doğmamıştır. Hava alacakaranlıktır. Akşam Sabahattin Ali kompozisyon ödevine şöyle başlar: 'Sabah, gü neşin ilk ışınları penceremize vururken, babamla ben av tüfeklerimizi alıp çıktık yola. ' Sonra av ı anlatır heyecanlı yanlarıyla. Ertesi sabah, ödevini babasına okur. Babası paylar onu: 'Uian,' der, 'Biz ava çıktığımız zaman daha güneş doğmamıştı. Sen, nasıl olur da, güneşin ilk ışıklarından söz edersin? Bu bir aldatmacadır. Yalancısın sen ! Kimi aldatıyorsun? Yazacaksan doğru dürüst yaz. Yalan dolan istemez. ' <32>
Babasının öğüdünü yıllar boyu unutmayan Sabahattin Ali, 1945'te gönderdiği bir mektupla kendisi de bir gence şu öğüdü verir:
"Çocuğum, Hikayelerinin üçünü de okudum. Hakiikatleri ve hadiselerin incelik
lerini görmekte ve göstermekte, şimdiden kendini belli eden bir kabiliyelin var.
Hikayecilikte en büyük meziyet olan bu vasfı kuvvetlendirrnek (30) Sevgi Sanh, Aydınlık Bir Ba,f: Sabahattin Ali. (Bak: Age, S. 1 37) ( 3 1 ) Ayşe Sıtkı-Doğan Akın, Sabahartili Ali '11i11 Özel Mektupları, 1 99 1 , S. 99, 1 25 (32) Vedat Günyol, Daldem Dala, 1 982, S. 325
147
lazım. Hikayeci olarak doğruyu görüp göstermekten başka bir ernelin olmasın! İnsan olarak da bir dünya görüşüne sahip olman lazım. Ancak o zaman büyük muharrir olabilirsin. Gelelim düzeltmen gereken taraflan na: Hikayelerin kuruluşu ve yürütülüşü fena değilse de, bitişleri zorlama olmuş. Bir hikayenin herhalde mühim bir hadise, bir ölüm (?) gibi şeylerle bitmesi şart değil. Eskiden benim de yaptığım bu hatadan sen çabuk kurtulmaya bak. Bir hayat parçası ver, buna zorla hadiseler, facialar ekleme.
Sonra şive taklidine pek yer verme. Kemal Bilbaşar'ın da yaptığı bu kusur( un) pek cazip değil. Mesela, pek güzel başaramadığın Konya lehçesi taklidi 'Talih' hikayesini çok zayıflatıyor. Ancak gördüğün, kafanda ve kalbinde yaşayan şeyleri tasvir et. 'Burada karakter, şurada tabiat tasvirleri herhalde lazımdır' diyerek suniliğe ve edebiyata kaçma.
Dinin halkın konuştuğu, anladığı dil olsun. Bugün sade bazı soğuk ve yapmacık muharrirlerin kullandığı kelime, tabir, teşbihlerden sakın. (Söylenmesi lüzumlu hiçbir şeyi ihmal etmeden, fazla hiçbir şey ilave etmeden hayatın hakikatlerini 'güzel' bir şekilde ortaya sermek) işte sanatın sırrı budur.
Hikayelerini ve fikirlerini bana yazarsan sana elimden gelen yardırru yapmak borcumdur.
Gözlerinden öperim. "03> Bu mektup, Sabahattin Ali'nin yazma sanatıyla ilgili önerilerinin ya
nında, sanat anlayışını da özetlemektedir.
SANAT ANLA YIŞI Sabahattin Ali'nin hikayeleri biçim yönünden küçük bir çeşitlilik
göstermezler. İlk dönemin romantik ve son dönemin masaisı ürünleri sayılmazsa, hikayeler, aşağı yukan aynı biçimsel özellikleri taşırlar.
Bu özellikler geniş ölçüde Sabahattin Ali' nin sanat anlayışıyla belirlenmiştir. Bundan ötürü, biçimin yeterince aydınlatılması gerekmektedir.
SANAT VE TOPLUM
Sabahattin Ali'ye göre sanat bireysel olmaktan çok, toplumsal bir edimdir:
(33) Mehmet lşıksoy, Sabahanin Ali Ve Çirkince Öyküsü, Cumhuriyet, 29.5.1976
148
"Artistin zaten bir tek vazifesi vardır: Eser vücuda getirerek muhtelif şekil ve suretle neşretmek, ifade etmek istediği şeylerin türlü kalıplara koyarak diğer insanlara uzatmak. Bu da tamamıyla sosyal bir iştir."
Sanat gibi edebiyat da "tarnamiyle sosyal bir iştir". Aynı zamanda, "içinde yaşanan cemiyet şartlannın şuurlu veya şuursuz bir ifadesi"dir. Dolayısıyla, yaşamda olduğu gibi "burada da birtakım değişme, kendini idame prosesüsleri ile karşı karşıyayız. İleri hamleler ile geriye doğru çeken mürteci kuvvetler dövüş halindedir." Gerçi, ideoloji alanında olduğu gibi edebiyat alanında da eski görüş ve biçimler ortadan kalkmazIar. Kendilerini doğuran toplumsal koşullar değiştİkten sonra da -tutucu çevrelerin desteğine dayanarak ve aldatıcı örtülere bürünerek- bir süre daha yaşarlar. Ama bu, geçici ve temelsiz bir görünüştür: "Gitgide kuvvetleneo ileri cereyan, dünden kendilerini bir türlü ayıramayanları yenmekle daha fazla gecikmeyecektir."<34>
Sabahattin Ali sanatçıdan ileri akım içinde bilinçle yerini almasını bekler: "Hayatta her şey gibi sanat da bir hizmet ve mücadeledir." Bir çeşit propagandadır. Onun için sanatçı, "hizmetinde bulunduğu sosyeteyi -hatta kudretine göre bütün insanlığı- daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele götürmek için çalışacak, hitap ettiği kimselerde bu doğru, iyi ve güZelin hasretini uyandımak ve bunlara gidilecek yolu işaret etmek isteyecektir."<JS>
Elbette, böyle bir istek sanatçıyı edilgenlikten, biçimcilikten, "sanat için sanat" görüşünden uzaklaştınr; "fildişi kule"den ayırarak "toplum için sanat" görüşüne bağlar. Bireyciliğe kapılmasını, kendine kapanmasını önler sanatçının. Çevreyle etkin ve yoğun ilişkiler kurmasına yol açar.
"Bütün beşeriyeti ve k!inatı içine alacağı yerde kendi cılız ve ama [kör] benliğine sapianan bir edebiyatın, psikopatoloji etüdlerine mevzu olmaktan başka bir meziyeti yoktur."<36>
SANATlN AMACI VE KİTLE
Sanatın biricik amacı, "insanları daha iyiye, daha doğruya, daha gü
(34) Yeni Adam, 21 .9. 1939 (35) Varlık, 15.3. 1 936 (36) Bak: M. Behçet Yazar, Edebiyatçılanmız Ve Türk Edebiyaıı, 1 938, S. 371 -373
149
zele yükseltmek" olduğundan "individüalizmden mümkün olduğu kadar hayata, muhite dönmek, muhitten birçok şeyler almak ve birçok şeyler vererek yazmak lazımdır.''mı
Bu, sanatçının yaşamını da, çevreyi de iyi tanıması, eserine koyması ve kitleyle sıkı bağlar kurmasıyla sağlanabilir:
"Benim kanaatİınce sanat insana insanı, hayatı ve bunlann manasını öğretmekle muvazzaftır. Ancak bu takdirde geniş bir kitlede daha insani olmak, daha iyi bir hayata varmak arzuları belirir."<JS> "Kitle ile beraber ıstırap çekmeyen, halkın sevinci ile yüzü gülüp onun isyanı ile şaha kalkmayan, nabzı kitlenin nabzı ile aynı tempoda atmayan adamın kitleye 'sen' diye hitap etmesi gülünçten de ileri bir şeydir."<39>
Sanatçı, yukarda belirtilen görevi başarabilmek için sesini kitleye ulaştırmak, kitlece aniaşılmak zorundadır. Dolayısıyla, süslü ve oyunlu, karışık ve kapanık anlatımdan kaçınmasında yarar vardır. Çünkü, eseri -sanat düzeyini düşürmeden- ne denli kitleye yakın düşerse amacına da o denli çabuk erecektir. Yazık ki, günümüzde "edebiyatla okurlar arasında boşluk değil, uçurum vardır. Kabahat doğrudan doğruya, hiç noksansız edebiyatta, muharrirdedir. Ben bizim halkımızın okumaktan kaçmadığını yakından bilirim. Yalnız ona okuyacağı şey hala verilmemiştir ve o hala büyük bir inat ve sabırla okumaktan vazgeçmiyor. Asırlardan beri okuyabildiği şeyleri tekrar ediyor. Bir bayramda şehre inmiş olan birkaç köylünün kırkar kuruş vererek Kerem ile Aslı, Hayher Kalesi gibi kitaplar aldıklannı ve bunları köye hediye götürdüklerini gördüm. Kitap hediyesinin asilzadeler arasında bile moda olmadığı zamanda halkımızın kitaba para vermediğinden bahsetmek ayıptır."
Bu önemli gerçeği göz önünde tutmak ve "ilim gibi, güzel sanatlar gibi kültür varlıklannı da yalnız muayyen bazı sınıfların veya zürnrelerin istifade edebildikleri birer lüks olmaktan kurtanp, bütün milletin malı haline getirmek gerekir."<40>
(37) Varlık, 1 5.3. 1 936 (38) M. Behçet Yazar, adı geçen eser. (39) Varlık, 1 5.3. 1936 (40) Tan, 1 1 .2 . 1 944
150
GERÇEKÇiLİK VE HALKÇILIK Sözü geçen görevin başarılmasının bir başka koşulu da sanatçının
"gerçekçi" olmasıdır. Ama bu, tümüyle romantizme sırt çeviren ve naturalizme yüz veren kuru, aldatıcı ve edilgen bir gerçekçilik değildir. Etkin, "namuslu ve samimi" bir gerçekçiliktir:
"Halkçı bir edebiyatın ancak realist olabileceği, izaha ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir hakikattir. Halk aleiGmum realist olduğu ve tahriften hoşlanmadığı için, hakikatleri maksatlı veya maksatsız, şuurlu veya şuursuz değiştiren muharrirlerden de pek hoşlanmaz. Yalnız bu realizm, naturalizme pek benzeyen diğer realizm ile karıştınlmamalıdır. Realist olacağım diye hayatta vakıa halinde mevcut bulunan romantizmi inkar etmek saflık olur. Zaten ben bu izm'lerden pek bir şey anlamam. Benim için sadece hayat ve insan vardır. ( . . . ) Muharrir realist mi? Şöyle mi, böyle mi diye araştıracağımıza namuslu mu yoksa yalancı ve tahrifçi mi? diye sormalıyız. Hakiki realizm samimi olmak, yalan söylememektir."<4ıı
Gerçekçiliğin bir başka özelliği de 'inandırıcı' olmaktır. Sabahattin Ali buna aşırı özen gösterir. Arkadaşı Sevgi Sanlı'ya, "Bazı gerçek olayları gözlediği gibi yazamadığını, gerçek yaşamın öykülerden çok daha şaşırtıcı, çok daha akıl almaz olduğunu" söyler. Gerçeği inandırıcı kılmak için bazen onu yumuşatmak zorunda kaldığını açıklar.
ESKILIK - YENILIK Sabahattin Ali sanatta eski-yeni ayrımını doğru bulmaz: "Bence şiirin eskisi ve yenisi yoktur. İyi şiir muhakkak insana bir
şey ilave eder. Bu şey bazen tez olur. Kötü şiir ise içinde tez bulunsun bulunmasın, bizi ya güldürür, ya tiksindirir. ( . . . ) Bütün sanat, insanların hayrı için mevcut olduğuna göre; sarahaten ve şuurlu olarak şerre perestiş edenler bence hakiki manasıyla sanatkar dahi değildirler."<43ı
Sanatta eski-yeni ikiliği yahut ileri-geri davası yoktur. "Sadece hakiki sanat, yani içinde geliştiği kitleye organik bağlarla bağlı olan ve bu kitleye bir şeyler vermek isteyen sanatla, kendi içine kapanıp gaflet uykusuna yatmış yalancı oyunlar davası vardır."<44ı (4 1 ) Yeni Edebiyat, 1 5 . 1 1 . 1940 (43) Varlık, 1 . 1 0. 1 938 (44) Ant, 1 .7 . 1 945
1 5 1
Şüphesiz, "kitleye bir şeyler vermek isteyen" ve onda "daha iyi bir hayata varmak arzuları" uyandıran sanat, bu temel görevini ilkel bir biçimde değil, gelişkin biçimde yerine getirecektir. Bunun için öncelikle çağdaş görüş, buluş ve tekniklerden yararlanacaktır. Çünkü, gerçekten halkçı olan sanat "halk kitlelerinin meselelerini en tesirli, en kuvvetli ifade şekilleriyle verebilen sanattır. Bu da ancak bugünün zevklerine uygun ve geniş ifade imkanları veren sanat formlan ile mümkün olur."<45>
HALK EDEBİY A 11 Gelgelelim, halkçı sanat yalnızca bugünün verilerinden değil, dünün
yaşayan verilerinden de yararlanabilir. Sözgelimi, bu arada, halk edebiyatma başvurabilir. Ama bu, halk edebiyatı geleneğine geri dönmek ya da onu aynıyla sürdüınek yoluyla olmamalıdır:
"Halk edebiyatı halka varabiirnek yollannı işaret edeceği için daha istifadelidir. Fakat bunu da olduğu gibi almak yanlıştır. Halk edebiyatının geri taratları çoktur. Mahsullerinin ekserisi din ve tasavvuf karanlığı nın, derebeylik zihniyetinin tesirleri ile dopdoludur. Bu materyali kullanacak olanlar ayıklamasını bilen insanlar olmalıdır."<46>
DİV AN EDEBİY A 11 Halk cdebiyatından, belirli bir ölçüde ve ayıklama yoluyla da olsa, ya
rarlanabiliriz. f-akat Divan edebiyatı için böyle bir şey sözkonusu olamaz: "Sanat, olmuş ve olacak her şeyden faydalanır. Divan edebiyatı gibi
lötle ile arasındaki köprüleri yakmış zümre edebiyatlan ancak içtimal tetkik mevzuları olur ve şair bunları ibretle gözden geçirir."<47' "Eski edebiyat, her içtimal hadise gibi, devrinin malısulüdür. Kitleden uzak kaldığı için ölen o devirle beraber ölmüştür. Bizim gibi onunla düşüp kalkmış olanlar da yok olduktan sonra ancak filologlar bu edebiyada meşgul olacaklardır."<4sı
Divan edebiyatını iyi bilen Sabahattin Ali, 1929-3 1 yılında bir "Terkib-i Bend Risalesi" ile "Mesnevi" biçiminde bir mektup ve birkaç "gazel".J:�ıut -�i_arkı" kaleme alrnış<49>, fakat arkasını getirmemiştir. (45) Ant, 1 .7 . ı 945 (46) Varlık. ı 5.3. ı 936 (47) Varlık, ı 5 . 3 . 1 936 (48) Yücel, I . IO. ı 935 (49) Bunlar için bakınız: Yeni A, 1 .4 . 1973, 1 .4. 1974
152
Halk edebiyatından ise hikayelerinde -sınırlı da olsa- yararlanmayı ihmal etmemiştir. Hatta, halk şiiri çizgisinde birtakım ürünler vermiş ve bunlardan bazılannı Dağlar ve Rüzgar kitabında toplamışur. ·
YABANCI EDEBİY A TI..AR Yabancı edebiyata gelince . . . Sabahattin Ali çocukluğunda daha çok
Fransız yazarlannı (Michel, Zevaco, Jules Verne, Alexandre Dumas, Pıere, Victor Hugo vb.) okumuştur. Sonra Fransızlann yanı sıra İngiliz (Bayron, Shakespeare, Oscar Wilde vb.), Rus (Gorki, Çehov, Dostoyevski, Turgenyev, Şolohov, Puşkin vb.), Alman (E.T.A. Hoffmann, Heinrich von Kleist, Theodor Strom, Albert von Chamisso, Reiner Maria Rilke, Goethe, Lessing, Dante vb.), İskandinav (İbsen, Knut Hamsun vb.) yazarlarını izlemiştir: "Yabancı edebiyatı oldukça yakından takip etmeye uğraşınm. Devirleri içinde mürteci olmamış eski ve yeni bütün sanatkarlan severim. Bütün bilhassa Sovyet ve Amerikan muharrirleri arasında severek ve düşünerek okuduğum romancılar vardır."(SOJ
Sabahattin Ali 1936'da yapılan bir soruşturmaya verdiği cevapta, "en çok sevdiği ve tekrar tekrat okuduğu beş kitap"ın adlarını açıklamıştır: Klim Sangin (Gorki), Sakin Don (Şolohov), Insanlığın Hali (Malraux), Idiot (Dostoyevski), Taranta Babu 'ya Mektuplar (Nazım Hikmet).
SONUÇ
Edebiyat, hiçbir zaman yüksek ruhlu yazariann "gönül eğlencesi" değildir, bir "hizmet ve mücadeledir." İnsanlan "daha doğruya, daha iyi ye, daha güzele götüren bir mücadeledir.''(51J Bu "mücadele"nin hedefine ulaşması için "sanat bütün teferruatıyla hayatı ihtiva etmeli, insanda yaşamak, insan gibi yaşamak, daha iyiye, daha yükseğe, daha temize doğru koşarak yaşamak arzusunu, hatta ihtiyacını uyandırmalıdır."(52>
YAPI
Uroran Nazif le yaptığı bir konuşmada Sabahattin Ali hikaye anlayışı ile hikayelerinin yapısı üstüne ufak bazı açıklamalarda bulunur:
(50) Yücel, 1 . 1 0. 1 935 (5 1 ) Varlık, 1 5.3 . 1936 (52) M. Behçet Yazar, Age
153
"Hikaye yazmak hayli güç bir iştir. Güçlüğü nisbetinde nankördür. Şiir insanda yarattığı lirik heyecanın derecesi kadar uzun ömürlü olur, fakat epik eserin hayatı yarattığı insanların hakiki bilgisine, canlılığa tabidir. Hikaycde ise insan yaratmak pek zor, bazen imkansızdır. Hikayenin merkez-i sıkieti vaka (anekdot) olduğuna; ve vakalar pek çabuk aktüel olmaktan çıkacağına göre, hikayelerin uzun ömürlüleri, parrnakla gösterilecek kadar azdır . . . Garba bakarsanız, orada bile ayakta durabilenler Boccacio, Poe, biraz da Çehoftur. .. "<SJ)
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Sabahattin Ali'nin hikayelerinde "vaka, anekdot" önemli bir yer tutmaktadır. Gerçekten, hikayelerinin genellikle klasik denecek bir yapısı vardır: Her hikaye bir konuyu işler; konu bir olaya dayanır; olay bir yerde geçer, bir sürece göre oluşur; süreç "giriş-gelişme-düğümlenme-çözülme" sırasını izler.
Bu özellikleriyle Sabahattin Ali bir yerde Maupassant ve dolayısıyla Ömer Seyfettin çizgisine yakın düşer. Ama o çizgiyi tekrarlamaz: Geliştirip aşar. Nitekim, Ömer Seyfettin'in tersine o, Maupassant'dan çok Gorki'yc yönelir. Ömer Seyfettin'de sık sık görülen "sürpriz" yerine "süreç"i, "rastlantı"nın yerine "gerçeklik"i koyar. Ayrıca, insanları hem sınıfsal ilişkileri içinde, hem de gerçekçi bir yöntem ve halkçı anlayışla ele alır. Ömer Seyfettin ise Türkçülük-Turancılık akımına bağlıdır.
Sabahattin Ali bazı yanlanyla Ömer Seyfettin'den çok, Memduh Şevket Esendal' a yakın görünür: Konuların yaşamdan alınması, dilin temizliği, anlatırnın yalınlığı, abartma ve şaşırtmadan kaçınma, kadınları savunma, halkı sevme bu yakınlığın belirtisi sayılabilir. Belki de Sabahattin Ali, Esendal'dan birtakım etkiler almıştır. (Nitekim, arkadaşlarından Hayrullah Örs'e, Esendal 'dan etkilendiğini söylerrniş.) Ama benimsediği devrimci dünya görüşü ve sanat anlayışı ile ondan ayrılmıştır. Üstelik, Esendal acı gerçekler karşısında bile çoğunlukla iyimser, hoşgörülü ve gülümserdir. Sabahattin Ali ise ciddi, bağışlamasız ve buruktur.
Öte yandan, sözü geçen özellikleriyle Sabahattin Ali, Sait Faik'ten de ayrılır. Bilindiği gibi, Sait Faik'te izlenimler, duygular çokluk olayın üstüne çıkar; kişilerin iç yaşayışı çokluk dış yaşayıştan ağır basar; toplumsal gerçekler çokluk kişisel gerçeklerin altında kalır. Sabahattin Ali'de ise çokluk bunların tersi olur; olaylar, dış yaşayış, toplumsal ger-
(53) Varlık, 1 . 1 O. ı 938
1 54
çekler önde yürür; duygular, izlenimler, iç yaşayış, kişisel gerçekler arkadan gelir. Ayrıca, Sabahattin Ali ara sıra gereksizce kendinden söz açsa bile, çokluk anlattığı olayın dışında durur, araya pek girmez, bir gözlemci olarak olayı, gerçeği nesnelce, serinkanlılıkla, popülizme sapmadan yansıtmaya çalışır. Saik Faik ise, onun tersine, çokluk hem olaya karışıverir, hem de onu olduğu gibi değil, gördüğü, düşündüğü gibi,<54ı yani öznelee anlatır, duygularını da açığa vurmadan edemez. Gerçi bu davranış güçlü bir insancıl duyarlıkla, adalet ve kardeşlik özlemiyle, halk sevgisiyle beslenir, ama bilimsel bir yöntem ve devrimci bir dünya görüşüyle birleşmez. Bundan ötürü, Sait Faik' in hikayeleri hümanizm ile popülizm sınırlarını çokluk aşamaz.
Burada "çokl�k" deyimini özellikle kullanıyorum . Çünkü, her iki yazarın bu özellikleri aşan hikayeleri de olduğunu biliyorum.
Değirmen
Nitekim, Sabahattin Ali'nin başlangıç döneminde kaleme aldığı hikayeler ayrı özellikler taşırlar. Yazar bunlar için Değirmen ' in önsözünde şöyle der: "Şiir ve hikaye\erim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların, çocuk denecek bir yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir. ( . . . ) Bunların, benim sanat hayatıının gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir cheınıniyeti vardır . . . "
a) Romantizmin yakınında:
Birçoğu Değirmen'in "birinci kısım"ında yer alan bu hikayeler ("Değirmen", "Kurtarılamayan Şaheser", "Viyolonsel", "Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi") 1 926- 1 929 yılları arasında yazılmışlardır. O yıllarda pek moda olan magazin hikayelerini andırırlar. Çoğunlukla olağanüstü, düşsel birtakım olayları ya da durumları ele alırlar. Sabahattin Ali 'nin o sıralar pek sevdiği bazı yabancı yazarlardan, özellikle Alman romantiklerinden<ssı etkiler taşırlar. · Nitekim, Maksim Gorki'nin kimi hikayelerinde olduğu gibi duygusal ve romantik, E.T.A. Hoffmann'ın
(54) Adnan Bin yazar, Sait Faik Üzerine Bir Deneme, Türk Dili, 1 .7 . 1975 (?5) Sabahattin Ali bunlardan H. Von Kleist, A.V. Chamisso ve E.T.A Hoffmann'dan Uç Romantik Hikaye'yi dilimize çevirmiştir. ( 1934, Ankara, Maarif V ekiileti yayınlan)
155
kimi hikayelerinde olduğu gibi renkli ve fantastik, Guy de Mauppassant ile Edgar Poe'nun kimi hikayelerinde olduğu gibi esrarlı ve korkulu bir havaya bürünürler. Genellikle toplumsal çevreden soyutlanmışlardır. Buna karşılık doğal çevre yönünden oldukça zengin ve gerçeğe yakındırlar.
Toplumsal ve gerçekçi bir eğilim taşımayan bu hikayelerde dil o günlere göre sadedir. Fakat anlatım şairane ve süslüdür. Benzetmeler bol, tasvirler kuvvetlidir. Buna karşılık hareket ve gerçeklik azdır, daha doğrusu, geri plana itilmiştir. Duygu ve hayal ağır basmaktadır. Tek boyutlu kişilere belirli bir "tutku" egemendir. Hikayelerin örgüsü -Sabahattin Ali'nin söylediği ölçüde olmamakla birlikte- acemiliklerle doludur . . .
b) Gerçekçiliğe doğru:
Değirmen'in "ikinci kısım"ında bulunan "Bir Delikanlı Hikayesi", "Bir Gemicinin Hikayesi", "Bir Orman Hikayesi", "Kazlar", "Bir Firar", "Kanal", "Candarma Bekir", "Sarhoş" başlıklı hikayeler ile "üçüncü kısım"da yer alan "Komiki Şehir" adlı hikayede hayalden gerçeğe, kişiselden toplumsala, olağanüstünden olağana doğru bir "kayış" görülür. Bu kayış, 1930 yılına kadar yazılmış olanlarda -özellikle "üçüncü kısım" dakilerde -zayıftır, ama sonrakilerde güçlüdür. Nitekim, "üçüncü kısım" daki "Bir Cinayetin Sebebi", "Bir Siyah Panila İçin" adlı 1927'lerden kalma hikayeler çoğunlukla "birinci kısım"daki romantik hikayelerin özelliklerini sürdürürler. Fakat, "ikinci kısım" dakiler yer yer "geçiş dönemi"ne özgü bazı tutarsızlıklar taşımalanna karşın, çoğunlukla yeni bir eğilimin belirtileriyle yüklüdürler: İşçi ve köylünün yaşamını gerçekçi bir tutumla yansıtmak ...
Bu yansıtma işi çoğu hikayelerde henüz bir deneme, yönelme durumundadır, ama "Komiki Şehir", "Bir Orman Hikayesi", "Kazlar", "Bir Firar", "Kanal" adlı örneklerde hiç de başarısız değildir. Gerçi bunlarda da bala romantik bazı öğeler görünmektedir, aynca, "nesnel gerçekliğin bütününü ya da özünü kapsayıcı" ve okurlan "tavır almaya götürücü" bir niteliğe ulaşılamamıştır<s6ı ama, yazann bunu düşündüğü, hatta o
(56) Mehmet Ergün, Sabahattin Ali'nin Gerçekçiliği, Türkiye Yazılan, Ağustos 1978
1 56
dönemin baskı ortamının elverdiği ölçüde uygulamaya giriştiği de gözden kaçmamaktadır. Nitekim, Ayşe Sıtkı'ya yazdığı 1 3 Şubat 1935 günlü mektubunda yalnızca yönetimden değil, yayımcıdan da baskı gördüğü anlaşılmaktadır:
"Ben bugünlerde çıkmak üzere olan kitabımla meşgulüm. İki günde bir forma tasruhleri geliyor. Yarım günümü alıyor. Bazı hikayeleri tabi (basan) tehlikeli buluyor, bunun üzerinde bir. mektup münakaşası başlıyor ve ben nihayet boyun eğmeye, bazı yerleri değiştirmeye mecbur kalıyorum. Kitapta on altı hikaye var. Üç kısıma ayrılmış. Birinci kısımda yalnız romantik hikaye! er, ikinci de daha hayata yakın, doğrudan doğruya hayattan alınmış yazılar, memleket hikayeleri, üçüncü kısımda yedi sekiz sene evvel eski hikayeler var. Bence en ehemmiyetli ve kıymetli taraf ikinci kısımdır, maalesef en çok urpana uğrayan da bu yazılar oldu."<S?>
Sözü edilen hikayelerde olaylar önemini sürdürür, ama konular kişiselliğin sınırlarını aşar. Daha doğrusu, kişilerin yaşayışı toplumsal bir çevre içinde gösterilmeye başlanır. Bundan olacak, toplum çevresi gitgide doğa çevresi karşısında genişler. Yaşam hayalin, olay duygunun, somut soyutun, dış gözlem iç gözlemin üstüne çıkar. Yalnızca "Bir Delikanlının Hikayesi" ile "Bir Gemici Hikayesi"nde ruhsal oluşumlar ağır basar. Dostoyevski'den bazı esintiler taşıyan birinci hikayede bekar bir gencin cinsel bunalımı, ikinci hikayede ise bir ateşçinin bilinçlenme süreci verilir. Fakat, özellikle ikinci hikaye, şematik bir gerçekçiliğin katılığı alunda ezilir.
Kağm Kağnı, 1932'de yayımlanan "Bir Skandal" sayılmazsa, 1935- 1936
yılları arasında yazılmış hikayeleri içine alır. Hikayelerin çoğu köy ve hapishanelerde geçer, köylülerle işçilerin acı yaşayışını sergiler. Değirmen' deki ace�likler ve tutarsızlıklar Kağnı 'da iyice azalır. Romantik eğilimler, masaisı özlemler, bireysel tutkular ortadan kalkar. Onların yerine toplumsal gerçekçi bir tutum geçer. Henrich von Kleist'i örnek alan yazarın süslü, şairane, hayalci anlatımdan ayrılarak "edebiyat yapmadan" yazmaya yöneldiği görülür.
(57) Ayşe Sıtkı-Doğan Akın, Sabahattin Ali 'nin Özel Mektupları, 1 99 1 , s. 123
1 57
Sabahattin Ali, bir soruşturmaya verdiği cevapta, bu dönemdeki sanat anlayışını şöyle açıklar:
" . . . İnsanları daha iyi ye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek, insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak. Sanatın ve burada mevzuumuz edebiyat olduğuna göre edebiyatın, bu manada gelişmesini isterim. Bu takdirde de individüalizmdcn mümkün olduğu kadar hayata, muhite birçok şeyler vererek yazmak Hizımdır. Bunun yapılabilmesinin birinci şartı ise, muharrire realist olmak müsaadesinin verilmesidir."<ssı
Değirmen'de başlayan gerçekçilik eğilimi Kağm'da gelişir. Özellikle "Kağnı", "Apartman", "Düşman" başlıklı hikayelerde gözlemci gerçekçilikten toplumsal/ eleştirel gerçekçiliğe doğru ilerler. Bunlarda olayı ya da konuyu temelde "belirleyen" etmenlere, ekonomikisınıfsal nedenlere işaret edilir.
Kağm 'da daha çok bir anıya, gözleme ya da konuşmaya yaslanan örneklere de rastlanır, hatta bunlardan bazılan ("Bir Şaka", "Duvar" gibi) tam bir hikaye örgüsüne kavuşamazlar, ama öteki hikayeler genellikle yine bir olaya dayanırlar. Olayın gelişimi belirli bir yer ve süreç içinde sunulur. Gerçi, bu sunuş ara sıra yazarın kendinden söz açan gereksiz parçalarla ("Duvar"ın, "Arap Hayri"nin başındaki giriş kısmı) ve uzatıp yaymalarla ("Bir Skandal" daki bazı konuşmalar) yer yer ölçüden uzaklaşırsa da öbür hikayelerin çokluk sağlam bir yapısı vardır. Sabahattin Ali hesaplı kitaplı bir yazardır; savrukluktan, uzun sözden hoşlanmaz, söyleyeceklerini ölçüp biçerek söyler. Bundan dolayı, hikayeleri çoğunca yalın, kısa ve yoğundur; daha uygun bir deyimle, "özlü"dür, süsten arınmıştır. Onun için de etkileri hızlı ve sarsıcıdır. "Apartman", "Kağnı", "Düşman" hikayeleri bunun en güzel örneklerdir.
Kağnı 'da kişilerin iç dünyası ruhsal çözümlemelerle değil, daha çok dış yaşantılarla yani olaylara bağlı davranışlarla, konuşmalarla, tasvirlerle verilir. Sadece "Pazarcı" ile "Düşman"da ise dış gözlemle iç gözlem birlikte yürütülür.
Ses Ses'te 1 936- 1 937 yıllarında yazılmış hikayeler bulunur. Aşk konu
sunu işleyen "Köstence Güzellik Kraliçesi" bir yana, geri kalan dört
(58) Varlık. 1 5 .3. 1936
158
hikaye işçilerle, köy ve köylülerle ilgilidir. "Köstence Güzellik Kraliçesi"nin başında, yazar, hiç gereği yok
ken, yine kendinden söz açar (bu, onun yenemediği bir eğilimi olup zaman zaman nüksederek bazı hikayelerini yer yer uzatır), ancak beşinci sayfada asıl hikayeye girer. Doğallıkla bu, onun temel tutumuna aykırıdır. Neyse ki, öbür hikayelerde böyle bir aykırılık görülmez. Tersine, bir önceki kitabın ana özellikleri, daha da gelişerek ve incelerek sürerler. Nitekim "Ses", "Köpek", "Sıcak Su" ve Gorki'nin "Bir Kere Sonbaharda" hikayesini anımsatan<591 "Mehtaplı Bir Gece" içerikçe olduğu kadar biçimce de söz götürmez bir ustalaşmayı gösterirler.
B ütün bu hikayeler hiç azalmayan bir doğa sevgisiyle birlikte, üstten üste değilse de alttan alta, derin bir halk ve memleket sevgisine tanıklık ederler. Gerçi, yurdunun ezilen, acı çeken, yoksul ve cahil bırakılan insanlarını nasıl bilinçle, içtenlikle sevdiğini Sabahattin Ali, hikayelerinde pek açığa vurmaz. Hatta şair yaratılışlı bir yazar olmasına karşın, duygularını saklamaya, salt bir gözlemciymiş, bir anlatıcıymış gibi davranmaya çalışır. Ama, dikkatli bir göz ve duyan bir yürek bu gizli sevgiyi sezmekte gecikmez. Yazarı n, kendi kişisel sorunlarını unutarak hep Türkiye'nin çileli, çaresiz insanlarını hikayelerinde konu yapması bu sevginin en somut belirtisidir. Sabahattin Ali de bir konuşmasında bunu itiraf eder:
" . . . Kitle ile beraber ıstırap çekmeyen, halkın sevinci ile yüzü gülüp onun isyanı ile şaha kalkmayan, nabzı kitlenin nabzı ile aynı tempoda atmayan adamın kitleye (sen) diye hitap etmesi gülünç hatta gülünçten de ileri bir şeydir. Hala köylüyü Amerikalı bir seyyah gözüyle seyredip onda ya mistik, karanlık bir ruh veya iptidai bir hayvan gören büyük muharrirlerimiz var . . . "<60ı
Şüphesiz, Sabahattin Ali bu çeşit "büyük muharrirler"den değildir. Anadolu'yu onlar gibi süsleyip püsleyerek, enikonu bir "köy cenneti" gibi anlatmaz. Bir "gerçekçi" gibi anlatır: Bütün dertleri ve çirkinlikleriyle . . .
Belki, halka ve memlekete beslediği aşırı sevgi, sözü geçen dertleri, çirkinlikleri biraz abartmasına, yaşamın hep üzücü, kötü yanlarını sergi-
(59) Ataol Behramoğlu, Sabahattin Ali'nin Hikayeleri, Bilim ve Sanat dergisi, Mayıs 1981
(60) Varlık, 1 5 .3. 1 936
1 59
Iemesine yol açar, böylece -az da olsa- romantizme kayar, ama bu kayma da aslında gerçeği (egemen, temel ve genel gerçeği) daha iyi belirtmek dileğinden gelir.
Sabahattin Ali, hikayelerini anlatırken genellikle araya girmez, yargıda bulunmaz, propaganda yapmaz. Fakat gerçeği öylesine çıplak, keskin çizgilerle yansıtır ki okuyanı sarsıp uyandınr, öfkelendirip bilinçlendirir. Harekete iteler.
Yeni Dünya Yeni Dünya 1936-42 yıllan arasında dergilerde yayımianmış on üç
hikayeyi kucaklar. Bu eserinde yazann iyiden iyiye ustalaştığı görülür. Gerçi o klasik yapı değişmez, ama hikayeler uzar ve derinleşir. Eksik ve fazla yerler azalır. "Selam", "Sulfata", "Isıtmak İçin", "Bir Mesleğin Başlangıcı" adlı hikayeterin giriş bölümündeki yine kendinden söz açan gereksiz uzatmalar bir yana bırakılırsa, kuruluş genellikle daha ölçülü ve sağlam, dil daha temiz ve işlek, anlatım daha yalın ve yoğun bir düzeye çıkar. İçerikle kaynaşan kuvvetli doğa tasvirleri çoğalır. Dış gözlemi iç gözlem daha bir besler. Toplumsallık ya da toplumculuk belirtileri koyulaşır. Böylece -bir hikayeden çok, bir anıya benzeyen "Bir Mesleğin Başlangıcı" ile bir mizahi röportajı andıran "Bir Konferans" sayılmazsa- hikayeler bütünüyle daha etkili ve dengeli, eskilerin deyişiyle, "dört başı mamur" bir kimlik kazanır.
Sabahattin Ali, "Hasanboğuldu" hikayesinde yeni bir yol dener: Folklor verilerinden, halk şiir ve hikayelerinden yararlanmak. Yazık ki bu başarılı yararlanma tek başına kalır: Yazar, bir daha aynı yolda yürümez. Oysa, "Hasanboğuldu" Sabahattin Ali'nin yalnızca folkloru ne kadar iyi kullandığım değil, şair kişiliğini -isterse- ne kadar iyi değerIendirebildiğini de ortaya koyar.
Yeni Dünya'nın bir özelliği de, Sabahattin Ali'nin gözleyici gerçekçilikten yavaş yavaş eleştirici gerçekçiliğe yönelmesidir. "Asfalt Yol", "Bir Konferans" adlı hikayeler bu yönelişin ürünleridir. Birinci hikayede -konular bölümünde de açıklandığı gibi- köye asfalt yol yapılması için uğraşan bir öğretmenin ilginç serüveni anlatılır. Aniatışa mizahla kanşık ince bir taşlama eşlik eder. İkinci hikiiyede ise köye konferans vermeye gelen halkeveiter (CHP'Ii aydınlar) ile köylüler arasındaki
160
yabancılaşma yine aynı ironik anlatımla ortaya konur. Fakat, birininin biçimce taşıdığı olgunluğa karşılık, eskize yakın düşen ikinci hikaye zayıftır, röportaj sınınnı güçl�kle aşar.
Sırça Köşk
Sırça Köşk, 1 944- 1 947 yıllannda basılmış hikayeleri bir araya getirir. Hikayelerden on üçü yine klasik biçimde, dördü ise masal biçiminde yazılmıştır. Klasik biçimiiierden "Çirkince" sayılmazsa, hikayeterin konulan hep "kentte" geçer. Bu, Sabahattin Ali' nin evrim sürecinde bir değişmedir: Yazar gözlerini köy ve kasabadan artık kente çevirir. Özellikle hastaneler ve doktorlar üzerinde önemle durur. Hasta simsarlannın döndürdüğü dolaplar, hastanelerin bakımsızlığı, doktorların soygunculuğu karşısında yoksul halkın çektikleri ve bunun toplum düzeniyle ilişkisini aynntılanyla işler. Bunu da yalnızca gösterici değil, eleştirici bir tutumla birlikte yürütür. Böylece, Yeni Dünya'da ancak birkaç hikayede uyguladığı eleştirici yöntemi Sırça Köşk'te daha da geliştirmiş ve genişletmiş olur.
"Böbrek", "Cankurtaran", "Kurtla Kuzu", "Portakal", "Bahtiyar Köpek" bu gelişip genişlemenin kusursuz denecek ömekleridir. (Bunlardan "Böbrek", toplumcu gerçekçiliğin şimdiye değin okuduğum en güzel hikayelerinden biridir.) Öte yandan, yine giriş bölümünde gereksizce yazardan söz açan "Katil Osman", anı/röportaj çizgisini aşamayan "Çirkince" ve gözlemi hikaye yapısına dönüştüremeyen "Cıgara" ile doktorlar üzerine yazılmış bir yergiden öteye geçemeyen "Dekolman" -eleştirici gerçekçiliklerine karşın- genellikle güçsüz sayılabilecek eserlerdir.
Sırça Köşk' teki "masallar"a gelince, bunlar dört tanedir ve kitabın sonuna konulmuştur. Bunlardan "Bir Aşk Masalı", adından da anlaşılacağı üzere, sevgi konusunu ele alır ve bir ucuyla Değirmen'deki masalsı hikayelere bağlanır. Geri kalan üç masal ise, alegorik nitelikte toplumsal yergilerdir.
Esere adını veren "Sırça Köşk" masalı halka ve memlekete sırt çeviren, baskı, yolsuzluk ve sömürüye yaslanan bir yönetimin çürüklüğünü, yönetilenlerin bilinçlenmesiyle kolayca yıkılacağını ironik bir anlatırnla göstermektedir. Yazann "Sırça Köşk" deyimiyle o yıllarda iyice haksızlaşan, yasalan çiğneyen CHP iktidannı kastettiği öne sürülebilir.
16 1
CHP'nin iktidardan düşmesiyle sonuçlanan 1950 seçimleri, bir bakıma, bu yorumu haklı da kılabilir. Bununla birlikte, "Sırça Köşk"ü bir tek yorumla sınırlamak doğru olmaz. "Sırça Köşk" aslında alegorik bir masaldır ve dolayısıyla başka yorumlara da açıktır: Dileyenler, CHP'nin yerine burada faşizmi, kapitalizmi yahut emperyalizmi de koyabilirler. Öbür iki toplumcu masal, "Devlerin Ölümü" ile "Koyun Masalı" için de aynı şeyler söylenebilir.
DiL VE ANLA TIM Bir yazarın konularını, eğilimlerini, sanat anlayışını, toplumsal çevre
sini, seslendiği okur kitlesini eserinde kullandığı dile ve uyguladığı anlatıma bakarak da çıkarabiliriz. Nitekim, Sabahattin Ali'nin hikayeleri üzerinde yaptığım kaba bir tarama dahi bu yolda bize yararlı ipuçları vermiştir. Bunun için hikayelerden belirli sayfalar seçilmiş, buralardaki sözcükler türlerine göre sınıflanıp sayılmış ve bütün içindeki oranları bulunmuştur. Böylece, hikayelerin dil ve anlatım özellikleri -genel çizgileriyle- ortaya konulmuştur.
YERLİ YABANCI SÖZCÜKLER
Sabahattin Ali genellikle Türkçe' yle yazar. Yabancı sözcüklere pek başvurmaz. Kullanmak zorunda kaldığı yabancı sözcükler de, aşağı yukarı, halkın bildiği şu sözcüklerdir: Haber, malfimat, hafif, vücut, mektup, etraf, saat, kenar, ziyafet, eşkıya, cinayet, mahkeme, hapishane, kağıt, kalem, çare, tesir vb.
Sabahattin Ali' nin bu davranışı aydınlardan, yüksek tabakadan çok, halka ve orta tabakalara sesleornek isteyişinin, bilgiçlikten ve gösterişten hoşlanrnayışının belirtilerinden biridir. Ayrıca, dilde özleşme akımına karşı olmadığının da bir işaretidir. Nitekim, daha 1935 yılında, bir konuşmasında bunu doğrulamıştır: "Son dil cereyanını nasıl buluyorsunuz?" sorusunu şöyle karşılamıştır: "Kitle ile anlaşmak ve birleşrnek için yapılan her hareket güzel ve doğrudur."<61>
Bu cevap, Sabahattin Ali' nin özleştirmeyi yalnızca Türkçe' den yabancı sözcükleri atmak için değil, kitleye yaklaşmak için, belki en çok bunun için gerekli saydığım göstermektedir. Demek ki, dili arındırma dileğinin temelinde, öncelikle onun halkçı dünya görüşü yatmaktadır.
(61 ) Yücel, 1 . 10. 1935
1 62
Bu yüzden sadeleşme hareketini desteklemekle birlikte halkın, kökenini bilmediği, dolayısıyla anlamını kolayca çıkaramayacağı türetmeleri kullanmaktan, dili zorlamaktan sakınmıştır. Yazı dili yerine genelde konuşma diline yaslanmış, şive taklitlerine (köylülerle ilgili hikayelerinde bile) başvuramamıştır.<62ı Bundan ötürü, dili çağına göre hem sade, halka yakın bir nitelik taşımış, hem de yıldan yıla arınıp durulmuştur. Bunu görmek için, tarama yoluyla bulduğum aşağıdaki rakamlara bir bakmak yeter:
Eserin Sayılan Türkçe Sözcük Adı Sözcük Sayı %
Değirmen ( 1935) 281 2 1 9 77 Kağnı/Ses ( 1937) 276 221 80 Yeni Dünya ( 1 943) 392 326 83 Sırça Köşk ( 1947) 3 1 3 270 86
Toplam 1 262 1 036 82
Eserin Sayılan Yabancı Sözcük Adı Sözcük Sayı %
Değirmen ( 1 935) 28 1 62 22 Kağnı/Ses ( 1937) 276 55 20 Yeni Dünya ( 1943) 392 66 1 7 Sırça Köşk ( 1947) 3 1 3 43 14
Toplam 1 262 226 1 8
Eserlerinde Türkçe sözcüklere Ahmet Rasim %43, Hüseyin Rahmi %50, Ömer Seyfettin %53, A. Şinasi Hisar %61 , Peyami Safa %62, Refik Halit %64, Yakup Kadri Karaosmanoğlu %66, Sait Faik Abasıyanık %67, Reşat Nuri Güntekin %74 oranında yer vermişlcrdir.<63ı Yukarıdaki dökümle bu oranlar karşılaştınlırsa, Sabahattin Ali'nin annma yolunda ne denli ileri gittiği daha iyi anlaşılır. (62) Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında HiUye ve Roman, III, 190, S. 59 (63) Bak: Ömer Asım Aksoy, Gelişen Ve Özleşen Dilimiz, 1968, S. 4 1 -42
1 63
SOYUT - SOMUT SÖZCÜKLER
Sabahattin Ali, soyut-öznel sözcüklerden çok, hikayelerinde somutnesnel varlık, oluş ve edimlerle ilgili sözcüklere yer verir. Bu da onun içten çok, dışa çevrik bir gerçekçi yazar olduğunu gösterir. Önceki bölümlerde yapılan açıklamalar da bunu pekiştirmektedir: Sabahattin Ali iç gerçeklerden, düşünsel sorunlardan, ruhsal olaylardan da söz açmaktan geri durmaz, ama bunu bile dış dünyanın aracılığıyla yapar. Başka türlü söylersek: Kişilerin psikolojisini nesnel çevreye (doğaya, eşyaya) bağlı olarak beden hareketleri, görünüşleri ve konuşmalarıyla belirtilir. Bu belirtmede, yazarın tutkun olduğu doğa (ve onun somut tasviri) önemli yer tutar. Bundan dolayı hikayelerinde uzun süre dış gözlem iç gözlemden ağır basar. İsimlerle fiilieri kapsayan aşağıdaki tarama bu durumu apaçık ortaya koymaktadır.
İs imler:
Degirmen Kagnı/Ses Yeni Dünya
Sırça Köşk
Toplam
Fiiller:
Degirmen Kagnı/Ses Yeni Dünya Sırça Köşk
Toplam
Toplam
104 96
108
94
402
Toplam
87 75 84 75
321
Somut
80 80 80
80
320
Somut
64 59 58 60
24 1
164
Soyut %
24 23 16 1 7 28 26
1 4 1 5
82 20
Soyut %
23 26 1 6 2 1 26 3 1 1 5 20
80 25
Bu çii.elgeden de anlaşılacağı üzere soyut sözcüklerin niceliği gençlikle düşüktür. Değirmen'de, "Birinci K.ısım"da yer alan duygusal, romantik hikayeler dolayısıyla soyut sözcüklerin sayısı yüksektir. KağnılSes'te aşk konusundan köy ve köylü konusuna kayılınası bu sayıyı düşürür. Yeni Dünya'da sevgi konusunun ağırlık kazanması ve "masallar" bölümünde doğanın, hayvanlar dünyasının işlenmesi sayıyı tekrar azaltır.
Görüldüğü gibi, bütün bu azalıp çoğalmalar konuya ya da içeriğe göre dikkatle ayarlanıyor. Yazar, sözcüklerini seçerken özün niteliğini hiç gözden kaçırmıyor. Onunla sözcükler arasında durmadan bir uyarlık sağlamaya çalışıyor ve bu çalışma çoğunlukla başarıyla sonuçlanıyor.
FtlLLER
Soyut-somut sözcüklerle ilgili yukarıdaki çizelgeye bakılırsa 320+82=402 isme karşılık 24 1 +80=32 1 fiil bulunduğu görülür. Bu, azımsanmayacak bir rakamdır. Çünkü fiil bolluğu hareket bolluğu demektir. Uzun tasvirlerin, çözümlemelerin yerini olaylarla davranışlar almıştır. Bunun da etkisiyle hikayeler genellikle sıkıcı ve durgun olmaktan kurtulmuş, çekici ve canlı bir kimliğe kavuşmuştur. Öte yandan, soyut edirolere bağlı fiilierin (80), somutlardan (24 1 ) az oluşu (oranı %25) hikayelerde dış gerçeklerin üste çıktığını göstermektedir. Aynca, 321 fiilden 279'unun insanlarla ilgili oluşu da hikayelerde insan konusunun baş köşeyi tuttuğunu açığa vurmaktadır.
SIFA"fLAR
Fiillerle isimlere oranla hikayelerde sıfatlar az yer tutar. Taranmış parçalarda ancak 1 1 3 sıfat vardır. B unların 67'si somut, 46'sı soyuttur; 58'i insanla, 27'si doğayla, 28'i eşyayla ilgilidir.
Sı fat çoğunluğuna genellikle tasvirci, süse düşkün ya da gerçeği değiştirici yazarlarda rastlanır. Sözgelimi Refik Halit böyle bir yazardır. Hikayelerinde renkli, süslü, abartıcı sıfatlar, sanatlı benzetmeler boldur. Sabahattin Ali ise, tersine, yalınlığı sever, süsten oyundan, "edebiyat yapmaktan" hoşlanmaz. Gerçeği "olduğu gibi" iletıneye çalışır. Anlatırnın yalınlığı da biraz bundan, biraz da sanat anlayışından gelir.
Bu yalınlık onu süsten, oyundan karmaşıklıktan uzaklaşurmakla kalmaz, çokluk edebi sanatlardan da uzaklaştınr. Onun için, hikayelerinde
1 65
böylesi sanatlara az rastlanır. Ancak, pek seyrek olarak, benzetme ve iğretileme (teşbih ve istiare) gibi sanatlara da başvurduğu görülür.
Sabahattin Ali yalınlığa varmak için sıfatlarla sanatlardan kaçınınakla yetinmez. Açık seçiklikten aynlmamaya ve elinden geldiğince duygularını gizlemeye, soğukkanlı davranmaya da çalışır. Aynı zamanda bir şair olduğu, yüreği halk ve memleket sevgisiyle dolup taştığı halde, kendini tutmaya yönelir. Çünkü, acı yurt ve insan gerçeklerinin bu yolla daha iyi belirtileceğini düşünür. Böylece, sözü edilen gerçekler daha çıplak ve çarpıcı bir biçimde gözler önüne serilmiş, okurlar daha kuvvetle sarsılmış, uyandınlmış, harekete itilmiş olurlar.
Hikayelerde arada bir kendini gösteren dramlaştırma, sıkıştınlmış kişileri seçme, olayı üzünç bir sonia (örneğin ölümle) bitirme eğiliminin de aynı amaçla bestendiğini sanıyorum.
TÜMCELER Gerçeği sadakatle aktarma tasası, dili salt bir anlatım aracı olarak dü
şünmeye götürebilir insanı. Oysa, dilin bu araçlık dışında ya da onunla birlikte estetik bir yanı da vardır. Kimi yazarlar bu yan üzerinde önemle dururlar; dillerinin yalmzca doğru değil güzel olmasına da özen gösterirler.
Sabahattin Ali'de genellikle böyle bir özen bulunmadığı söylenebilir. O, dilinin gramere uygulandığını yeterli sayar. Anlatacağını en doğru, en kestirme yoldan söylemeye bakar. Bundan olacak, türnceleri (cümleleri) çoğunca kısa ve düzgündür. Durudur. Bunu bir örnekle gösterelim:
"Bir tarla meselesi yüzünden Savruklann Hüseyin, Arkbaşında San Mehmedi vurdu." (Kağnı, "Kağnı").
İşte "Kağnı" hikayesi böyle başlar ve aynı sade üslupla sürer. Doğruluğun güzelliğe yeğ tutulması sözdiziminde bazen çirkinliklere
yol açarsa da, bunlar seyrektir, sayılıdır. Sabahattin Ali'nin anlatımı çoğunlukla kurallara uygundur. Türnceleri uzun ve karmaşık değil, çoğunlukla kısa ve açık seçiktir, sağlamdır.
Türnceler sağlam olduklan kadar çoğunlukla yoğundurlar da. Öyle ki, yalınlık gibi, yoğunluk da onlann iki temel özelliği sayılsa yeridir.
Örneğin "Çaydanlık" hikayesine şu türnceyle girilir: "Hastanenin bodrum katındaki küçük ve pencereleri parmaklıklı odada beş kişi yatıyorduk."
1 66
Görüldüğü üzere, bu özlü tümcede: - Artık ya da eksik bir sözcük yoktur. - Edebi sanatlara, süse ve oyuna başvurulmamıştır. Üstelik, tümce-
deki yoğunluk ve yalınlığın yanı sıra dikkate değer bir özellik de aynntılann ölçülü ve yararlı bir biçimde kullanılmasıdır: Tutuklu hastalann yattığı odanın "bodrum katında, küçük pencereleri parrnaklıklı" oluşu, "beş kişinin" balık istifi gibi oraya konuluşu anlamı yayıp dağıtmayan, tersine, geliştirip bütünleyen aynntılardır. Aynı zamanda anlamı somutlaştıran bu aynntılar hastalann sağlığına önem verilmediğini -uzun açıklarnalara sapmadan- bir çırpıda ortaya "koymaktadır.
MİZAHTAN YARARLANMA
Sabahattin Ali'nin ilk ürünleri arasında okurları güldürmek, şaşırtmak üzere kaleme alınmış kısa mizah hikayelerine de rastlanır. Gerçi alaycı bir zekaya tanıklık eden ve 1 926'da Akbaba dergisinde çıkan bu fıkramsı hikayelerin ("Yangın", "Bekiir Kiracı", "Telefon Olsaydı" vb.) arkası gelmez. Ama mizahla ilişki de büsbütün kesilmez. Sonralan Sabahattin Ali fırsat düştükçe mizahtan yararlanır. Toplumsal çelişkileri, sınıfsal aynmlan, acı gerçekleri, gülünç terslikleri vurgulamak için yer yer mizaha (taşlamaya, yergiye, alaya) başvurur. Gelgelelim, güldürrnek amacıyla değil, içeriği daha iyi belirtmek ve okuru daha çok etkilemek, sarsmak amacıyla yapar bunu . . Hatta, tümüyle mizaha yaslanan hikayelerde (örneğin "Bahtiyar Köpek"te) dahi bu amaçtan aynlmaz.
"Kazlar", "Kağnı", "Ses", "Asfalt Yol", "Sulfata", "Bir Konferans", "Uyku", "Hakkımızı Yedirmeyiz", "Dekolman", "Kafa Kağıdı", "Katil Osman", "Köpek", "Fikir Arkadaşı", "Millet Yutmuyor", "Beyaz Bir Gemi" mizah öğelerinin bu amaçla kullanıldığı hikayelerdir.
SONUÇ
Yukanda açıklanan ve alttan alta insancıl bir duyarlıkla beslenen bütün bu özellikler Sabahattin Ali'nin dil ve anlatımını çoğunlukla açık ve duru, temiz ve akıcı, çıplak ve çarpıcı bir kimliğe kavuşturur.
1 67
ROMANLARI
KUYUCAKLI YUSUF
Beş hikaye kitabı yayımlanan ve daha çok bu türdeki ürünleriyle tanınan Sabahattin Ali'nin üç de romanı vardır: Kuyucaklı Yusuf, içimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna.
!. � • :: � ' . .
• '
;,.,
k• . �---=-=-: ·. - . . <.:.:. �':': Bunlar yalnız konulartnın geçtiği �'
yerlerle değil, kişileri ve içerikleriyle
iKlifv.i.icArKLi Y U S UF · ,
de birbirinden az çok aynlan eserlerd ir.
Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali' nin ilk romanıdır. Yazar, 1 93 1 ' de Aydın Hapistanesi' nde romanın baş kişi iyle (Yusuf'la) tanışmış, çıktaktan sonra da ilişki ini sürdürmüştür. E eri 1 93 1 yaz tatili ile 1 932 yaz tatili ara ında hazırlamaya giriştiği anı lmaktadır.
Arkadaşı Cevdet Kudret'in bildirdiğine göre, Sabahattin Al i üç kitapl ık bir djzi ta arlarnaktaydı. Bunun birinci i Kuyucaklı Yusuf olacaktı. İkinci i Çineli Kübra adın1 taş1yacak ve dağa çıkan Yu ufun eşklyalık günlerini hikaye edecekti. Üçüncüsü ise Yusuf'un dağdan inerek göçebe yörük.ler ara ında geçirdiği yaşamı anlatacaktl. 0 ı
Yazık ki Sabahattin Ali üçlü diziden yalnızca birincisini yazabilmjştir. Kuyucaklı Yusuf, i lkin Konya'da 1 932 yılında M. Hayretlin' in çı kardığı Yeni Anadolu gazetesinde on beş sayı kadar tefrika edilmiştir. Ücret konusunda doğan anlaşmazlık yüzünden tefrika yarıda ke i lmiştir. Sonra, 1 936'da Projektör dergisinin Mart sayısında çıkmaya ba lamış, fakat derginin kapanması üzerine yarım k.almıştlr. Ardından Varlık dergi inde ( l . l l . 1 936) bir parça ı ba ı lnıış, en onunda, bütünü 9 Kasım
( 1 ) Cevdet Kudret, Sabahattin Ali Üzerine Notlar Il, Varlık, 1 .2. 1966, Pertev Nail i Boratav'a ise Sabahattin Ali "üçüncü ciltte kişilerini Ankara'ya göçürmek suretiyle, başk.enlinin ıoplum yaşamını anlaımayı düşündüğünü" söylemiştir. (Bak: Filiz Ali Laslo/Atilla Ozkırıınlı, Sabahattin Ali, 1979, S. 289
l 7 1
1936'dan 21 Ocak 1937'ye kadar Tan gazetesinde yayımlanmıştır. Nazım Hikmet' in çıkışını "sabırsızlıkla ve güvençle, doğacak çocu
ğunu bekler gibi beklediği" ve gazetedeki yayırnıyla okurların pek sevdiği Kuyucak/ı Yusufun kitap halinde birinci basımını 1937'de Yeni Kitapçı, ikincisini 1 943'te Akba Kitabevi, üçüncüsünü 1965'te Varlık yayınları, döndüncüsünü 1972'de Bilgi Yayınevi, beşincisi 1980'de Cem Yayınevim yapmıştır. 1988'de altıncı, 1989'da yedinci, 199ı 'de sekizinci basımlarını da aynı yayınevi gerçekleştirmiştir. Senaryosunu Feyzi Tuna'nın yazdığı roman, 1985'te filme çekilmiştir.
KONU Kuyucak/ı Yusuf un konusu İkinci Meşrutiyet' in ilanından önce baş
lar ve Birinci Dünya Savaşı'nın ilanından sonra biter. İlle bir tarih söylemek gerekirse, 1 903- ı 9 ı 5 yıllan öne sürülebilir. Nitekim, romana şu satırlarla girilir: " 1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir günde . . . " Sonra, kitabın değişik sayfalannda Meşrutiyet'ten, 191 1 İtalyan ve 1912 Balkan Harplerinden, 1914 Birinci Dünya Savaşı' ndan ve Seferberlikten kısaca söz edilir. Osmanlı İmparatorluğu'nun 23 Ekim 1914' te savaşa katıldığı Salahattİn Bey'in Seferberliğin ortasında öldüğü, ardından Yusufun bir süre tahsildarlık ettiği düşünülürse, romanın 1915 yılının ilk üç ayı içinde bittiği savunulabilir.
Kuyucak/ı Yusufun konusunu sayılanyla kısım kısım ve bölüm bölüm şöyle özetleyebiliriz.:
Birinci Kısım:
( 1 ) Nazilli ilçesine bağlı Kuyucak köyünü 1903 yılında eşkıyalar hasarlar. Bir kan kocayı öldürürler. Bunu haber alan kaymakam Salahanin Bey, savcı ile doktoru yanına alarak köye gelir. Evde gereken inceleme yapılır. Bu sırada öldürülenlerin yaralı çocuğu Yusuf u görürler. Kaymakam acıyarak çocuğu yanına alır. (2) Fakat karısı Şahinde Hanım bundan hiç memnun olmaz. Zaten basit, geçimsiz, dırdırcı bir kadındır. Kocasıyla aralarında büyük yaş ve kültür aynmı vardır. Bir türlü anlaşamazlar. Bu yüzden Salahattİn Bey kendini içkiye vermiştir. (3) Yusuf durgun, soğukkanlı, içine kapanık bir çocuktur. Şahinde
(2) lncelememizde bu basım temel alınmıştır.
172
Hanım'ı sevmez, ama kızı Muazzez'e bayılır. Kardeş gibi birlikte büyürler. (4) Salahattin Bey Edremit' e naklolur. Yusuf okula gider, fakat sıkılır. Okuyup yazma öğrendikten sonra okulu bırakır. (5,6) Çevreye ısınamaz. Çocukların oyunlarına pek katılmaz. Mahalleden ancak birkaç kişiyle arkadaş olur. (7,8) Yıllar geçer. Yusuf on altı, Muazzez on yaşına varır. Yusuf babasının zeytinliğiyle uğraşır. (9) Bir Ramazan bayramı Yusuf arkadaşı Ali ve Muazzez'le gezmeye çıkar. Ali'yle Muazzez sahneağa binerler. Şakir adlı delikanlı kardeşine söz atar. Yusuf onu yakalar ve döver. ( 10) Şakir, Edremit' in eşrafından fabrikatör Hilmi Bey'in oğludur. Şımank, sarhoş ve hovardadır. Zenginliğine güvenerek her gün bir rezalet çıkarır. ( 1 1) Nitekim, evlerine hizmetçi aldıklan bir kadının kızını, Çineli Kübra'yı zorla kirletir. ( 1 2) Yusura bir oyun oynamak ister. Bunun için babası Hilmi Bey'den yardım ister. Hilmi Bey, Salahanin Bey'i sarhoşken kumarda hileyle yutar. 320 altın lira borca sokar. ( 1 3) Bu, büyük bir paradır, Salahattİn Bey'in ödemesi olanaksızdır. Hilmi Bey, bu borçtan yararlanarak Muazzez'i Şakir'e almayı kurmaktadır. Bu amaçla kansını kaymakamlara gönderir. Şahinde Hanım bu işe sevinir, ama kocası oralı olmaz. ( 14) Muazzez, Yusura kendisini istediklerini anlatır. Yusuf kızar, Şakir gibi bir serseriyle evlenmemesini öğütler. ( 15,16) Salahattin Bey Yusura durumu açar. Yusuf, Kübra'nın başından geçenleri babasına anlatarak onu uyanr. Bunun üzerine Salahatlin Bey kızı vermeye yanaşmaz, ama borç yüzünden eli kolu bağlıdır.
Ikinci Kısım:
( 1 ) Yusuf, 320 altın lirayı bularak babatığının borcunu öder. Böylece Şakir'in planı bozulur. (2) Parayı okul arkadaşı bakkal Ali'den alır. Ali, Muazzez'e tutkundur. Evlenmelerine yardım etmesi dileğiyle parayı verir. (3) Muazzez olayı öğrenince üzülür, çünkü Yusuru sevmektedir. Bir akşam sevgisini açar. (4) Yusuf da onu sevdiğini anlar, ama elinden bir şey gelmez. Uroarsızlık içinde kıvranır. Ali'nin annesi Muazzez'i istemeye gelir. (5) Çineli Kübra ile annesi hizmetçi olarak Salahatlin Bey'in evine girerler. (6) Yusurun arkadaşlarından İhsan evlenir. Düğünde sarhoş olan Şakir, Ali'yi vurur. (7) Şakir'i jandarmalar götürür. Fakat Şakir'in adamı Hacı Etem karakola gelir. Rüşvet vererek
1 73
tabaneayı değiştirir. Tanıkları kandırarak ifadelerini ayarlar. (8) Bir hafta sonra Şakir salıverilir. Muhakeme aklanınayla sonuçlanır. (9) Salahattİn Bey çektiği üzüntüden dolayı kalp krizi geçirir. (10) Ali'nin ölümü üzerine Şahinde Hanım gene Hilmi Beylere yanaşır. Ne yapıp yaparak Muazzez'i Şakir'e vermek niyetindedir. ( l l ) Muazzez durumu Yusufa bildirir. ( 12) Bir gün Yusuf, analığının, hzıyla Şakir'lere gittiğini öğrenir. ( 13) Bir araba tutarak o da onlara gider. Muazzez'i alıp kaçınr. Kozak taraflarında bir köye götürür. ( 14) Orada imam nikahıyla ev lenirler.
Oçüncü Kısım:
( 1 ) Şahinde Hanım ve kocası meraka düşerler. (2) Salahattİn Bey ortalığa jandarmalar salar. Yusuf bir haberci gönderir. Babalığı gelir. Yusuf olanları anlatır. Edremit'e dönmek istemez. Fakat Salahattİn Bey'in diretmesi üzerine razı olur. (3) Edremit' e dönülür. Yusufla Muazzez'in düğünü yapılır. Yeni evliler babalarının yanında kalırlar. Kübra ile annesi çekip giderler. (4) Yusuf işsizlikten sıkılır. Babalığı ona kaymakamlıkta bir iş bulur: Tahrirat katipliği. (5) Bu sırada seferberlik ilan edilir, Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Salahattİn Bey yeniden kriz geçirir ve ölür. (6) Büyük bir cenaze töreni yapılır. Kaymakamı sevdiklerinden bütün Edremitliler törene katılır. (7) Kaymakamlığa İzzet Bey adında biri gelir. Hemen eşrafla ilişki kurar. Bu arada Hilmi Beyle de tanışır. Bunu öğrenen Yusuf işkillenir. (8) Korktuğuna uğrar: Kaymakam onu yanına çağınr: "Sana gönlüne göre bir iş buldum," der. Katiplikten alarak tahsildarlığa verir. Yusuf önce üzülür, sonra düşününce sevinir. Çünkü eski işini sevmemektedir. (9) Bir at alarak hemen göreve başlar. Dört günlük bir aynlıktan sonra döner. Evde geçim sıkıntısı başgöstermiştir. Analığıyla tartışırlar. Muazzez üzgündür. Yusuf sıkıntı içindedir. (lO) Bir arkadaşından aldığı iki mecidiyeyi eve bırakarak tekrar köylere tahsilata çıkar. On gün gelmez. Süse, eğlenceye ve yemeye düşkün olan Şahinde Hanım niyeti bozar. Muazzez'i de kandırmaya koyulur. ( l l ) Önce Hilmi Beylerle, sonra kaymakarola ilişki kurar. Kendisine karşı çıkan kızını yavaş yavaş yumuşatır. Çalgılı eğlenceler düzenlenmekte ve Muazzez'e rakı içirilmektedir. ( 12} Bir öğle üzeri Yusuf döner. Karısı hala yataktadır. Rengi sararmış ve ağzı içki kokmaktadır. Yusuf durumu sezer. Analığına sorar. Şahinde Hanım
174
olanlan gizler, geçim sıkıntısı çektiklerini ve kaymakamın kendilerine yardım ettiğini söyler. ( 13) Yusuf pek inanmaz, ama elinden de bir şey gelmez. Yalnız analığına sıkı sıkı tembihte bulunmakla kalır. Bir hafta sonra köylere tahsilata gider. Daha doğrusu kaymakam gönderir. ( 14) Yolda üşütür, hastalanır. Bir köyde dört gün yatar. Tam iyileşmeden kalkar. içini kuşku kemirmektedir. Geceleyin Edremit'e döner. Sessizce eve girer. ( 15) Yukardan ud sesi gelmektedir. Odanın kapısını açar: Şakir, Hacı Etem, kaymakam İzzet Bey, Jandarma kumandanı Kadri Bey, Şahinde Hanım hepsi içerdedir. Kadri Bey Muazzez' i kucağına almış, öpmeye çalışmaktadır. Yusuf kamçıyla önüne gelene vurur. Kamçı lambaya çarparak söndürür. Bunun üzerine tabancasını çeker, her kımıltı olan yere ateş eder. Sonra Muazzez' i alarak kaçar. Muazzez yaralıdır. Ormanlık bir yerde dururlar. Yusuf geceleyin onu gocuğuyla sarar. Sabah olunca bakar, kansının ölmüş olduğunu görür. Bıçağıyla bir mezar kazar. Muazzez' i oraya gömer. Atını dağlara doğru sürer.
iÇERiK Romarun içeriğini öğrenmek, kişilerini tanımak, örülüşünü bilmek
amacıyla yapılan bu özetlerneden de anlaşılacağı üzere, Kuyucaklı Yusuf bir aşk hikayesidir. Ne var ki bu, bir "eksen konu"dur. Onun çevresinde daha önemli "yan konu"lar yatmaktadır. Meşrutiyet döneminde Edremit'in görünümü, toplum yapısı, memurlann yaşayışı, eşrafla yönetimin ilişkileri, halkın durumu.. . Ve bunlara bağlı olarak birtakım gerçekler: Çiftler arasında anlaşma ve eşitlik bulunmayan evlenmelerin çürüklüğü, sağlam bir ekonomik temele dayanmayan ailelerin çöküşü, yöneticiler ile yasalann eşraf/burjuvazi karşısındaki güçsüzlüğü, zenginlerin egemenliği ve halkın kimsesizliği . . .
Bütün bu konular ve gerçekler, birbirlerine geçmiş halkalar halinde, romanın içeriğini oluştururlar. Yazar, bu geniş içeriği -romanın kuruluşunu örselemeden- ustaca ortaya koyar. Herhalde, Kuyucaklı Yusuf u başanh ve değerli kılan nedenlerin başında bu "ortaya koyuş" gelmektedir.
AŞK
Kuyucaklı Yusufta aşkın işlenişi bir yanda Sabahattin Ali'nin önceki bölümlerde incelenen gerçekçi hikayelerini, öbür yandan da Kerem
175
ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun adlı halk hikayelerini andınr. Onlardaki gibi Kuyucaklı Yusufta da aşkın oluşumu büyük engellerle karşılaşır. Esere dramatik bir hava veren bu engeller güçbela aşılır. Sevenlerin çektiği acılar ve katlandığı sılantılar sonunda mutluluk ele geçirilmiş sanılır. Fakat bu uzun sürmez. Art arda gelen yeni yıkımlar her şeyi kökünden silip süpürür. Y ılaıniann belli başlı iki kaynağı vardır: Birincisi özneldir, kişilerin yanlış davranışlarından gelir. Örneğin, Şakir'in kibir ve şımanklığı ile Şahinde' nin gösteriş ve para düşkünlüğü özel durumlardır. Ama bunların altında yatan, "varlıklı olma ve kötü eğitim görme" nesnel sayılacak durumlardır. Eğer Şakir zengin ve sapık bir ailenin çocuğu olmasaydı Yusufun önünde bu kadar kuvvetli ve küstah olamayacaktı; eğer Şahinde'yi ailesi iyi yetiştirseydi ve uygun biriyle evlendirseydi Salahattİn Bey'in önünde bu kadar bencil ve hain olamayacaktı. Yahut, tersine, Yusuf halktan biri değil de eşraftan biri olsaydı, Şakir'le Şahinde'ye kolayca yenilmeyecek, belki Muazzez'le birleşecek ve ocağı yıkılmayacaktı. Sözün lasası, insanlan birbirinden uzaklaştıran ekonomi, kültür, töre ve gelenek ayniıkiarı olmasaydı aşk da bu kadar güçlüklerle karşılaşmazdı.
Demek ki aşk olgusu kişisel durumlan aşarak gelip bir yerde sınıf aynmlan, eğitim sorunları, aile düzenleri gibi toplumsal durumlara bağtanıyor. Böylece, kişisel dram son çözümde toplumsal dramla birleşiyor. Başka bir deyişle, aşkın başansızlığı giderek toplumun da başansızlığı oluyor. Dolayısıyla, Kuyucaklı Yusuf salt bir aşk hikayesi olmaktan sıynlarak, arka planda, "kendiliğinden" bir çeşit toplum eleştirisine, sınıf çatışmasına dönüşüyor. Elbette, buna yol açan, yazann böyle bir çatışma yaratmak ya da eleştiri yapmak güdüsü değildir, gerçeğe diyalektik gözle bakışıdır; varlığı, çok yanlı ve çatışmalı bir bütün ve süreç halinde ele alışıdır. İşte, bu gerçekçi ele alıştır ki, hem aşkı soyut ve uyduruk bir oyun olmaktan kurtarmış, onu, belirli koşullar altında oluşan somut ve sahici bir yaşantı düzeyine çıkarmış, hem de hikayeye gerilimli, dramatik bir hava vermiştir.
EVLİLlK
Sabahattin Ali'ye göre evlenme yaşça, kafaca ve yaradılışça birbirine yakın kimseler arasında olmalıdır. Çiftler önceden birbirini görüp ta-
176
nımalı, sonra evlenmelidirler. Salt bir kan ya da koca bulmak amacıyla her önüne gelenle sevrneden evlenmek doğru değildir. Yoksa, evlenenler bir türlü mutlu olamazlar, ya aile çöker ya da bir cehennem haline gelir. Yazık ki Türkiye'de aileler çoğunlukla böyle bir cehenemde yanar dururl ar.
Bunun en iyi örneği Salahattİn Bey'le Şahinde Hanım'ın evliliğidir: "Salahatti n Bey, gençliğini deli gibi geçirdikten , hayatın tadılmadık
zevkini bırakmadıktan sonra, birdenbire yorgunlaştığını, artık daha fazla koşacak kuvvet olmadığını görmüş, beş sene kadar evvel, bu kendisinden tam on beş yaş küçük kızla evlenmişti." (S.27)
Anlaşıldığına göre, Salatıattİn Bey ile Şahinde Hanım'a ilişkin birçok çizgiler, yazarın babası ile annesinin yaşamından alınmıştır. Nitekim, Sabahattin Ali çocukluk anılarında bu konuda önemli açıklamalarda bulunur:
" . . . Babamın mektepten çıktıktan sonra bekar olarak on senelik bir hayatı vardır ki birçok kadın ve sefahat maceralarıyla geçmiştir. ( . . . ) Tam otuz yaşında ve yüzbaşı rütbesinde iken Edirne'nin Eğridere kazasında bulunuyordu. Burada alaydan yetişme bir mülazım olan Mehmet Ali Efendi isminde birisinin bir Rumeli muhaciri olan kansı ile izdivacından hasıl olan kızını gördü. Ufak muhitlerde bir parça, hatta biraz fazlaca güzel olan bu on dört yaşındaki kıza ( . . . ) eski bir çapkın olan babam macera yapmak istedi. ( . . . ) Bunun sonu izdivaca müncer oldu."<3>Görüldüğü üzere, yazarın babasının (onun da adı Salahattin'dir) evlenmesi ile romandaki Salahattİn Bey'in evlenmesi birbirine benzemektedir. Elbette bu, yanlış bir evlenmedir. Eşler hiçbir bakımdan birbirine uygun değildir: Aralarında -yaşın da dışında- önemli kültür, zevk ve yaradılış ayrımları vardır. Üstelik, Hüsniye Hanım (yazarın annesi) hem iyi eğitim görmemiştir, hem de isteri hastalığına tutulmuştur. Bundan dolayı sık sık kocasıyla atışır.
Romanda da Salahattİn Bey ile Şahinde Hanım, aşağı yukarı, aynı nedenlerle aynı yaşantıyı sürdürerler. Onların da arasında uygunsuzluklar bulunur. Salahattİn Bey de karısına göre yaşlı, yorgun ve kültürlüdür. Şahinde Hanım ise kocasına göre küçük, tutkulu ve bilgisizdir:
"Kapalı büyüyen ve bu şekilde bütün tabii arzu ve ihtiyaclarını için-
(3) Bak: Asım Bezirci, Sabahattin Ali'nin Çocukluk Anılan, Gelecek dergisi, 1 . 10. 1971
1 77
de hapsetmeye mecbur olan genç kız, gayet tabii olarak, sinirli ve manen bozuk bir mahluktu. Anası onu gezmeye götürürken bir saat saçlarını düzeltmeye uğraştığı halde, ne anasının, ne babasının aklına bu kafanın içi ile de bir parça meşgul olmak düşiincesi gelmemişti. Onlar işportaya konan bir elma gibi onu süsleyip temizlemişler, parlatmışlar, sonra yağlı bir müşteriye okutmuşlardı. Kız yetiştirmekten de gaye bu değil miydi?" (1980, S.29)
Kuşkusuz, bu biçimde büyütülen bir kız evienirken aşkı, anlaşmayı, birlik olmayı pek düşünmez; daha çok iyi satılmayı, yağlı bir koca bulmayı düşünür. Nitekim Şahinde Hanım'ın evlenmesi de böyle olmuştur:
"Bu evlenme herhangi bir müşterek hayattan ziyade erkek için evde bir kadının bulunması; kız için de 'münasipçe bir kısmet' varken kaçınlmaması düşünülmüştür. Bu izdivaç mikrobu evlendikten sonra faaliyetine başlar: Evvelce birtakım emelleri olan, yükselmek, kendini göstermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik, bir lakayıtlık gelir. Evde meram anlatmaya asla imkan olmayan, seviyesi, ahlak telakkisi, dünya görüşü ve itiyatları büsbütün ayn bir mahlukla daimi bir beraberlik insanı dış hayatta da bedbin yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür." (S .27-28)
Salahattİn Bey de aynı duruma düşer. Uçuruma yuvarlanmış bir insan gibi çırpırup durur. Karısıyla uyuşmak için yıllarca çaba harcar. Fakat -temeldeki ayrılıklar yüzünden- bütün uğraşmaları boşa gider:
Karısına "evlat ve kardeş muamelesi yapacak oldu, çirkin bir alayla karşılandı; efendi ve hakim muamelesi yapacak oldu, ya isyan yahut da daha ileri gidecek olursa, bayılına nöbetleriyle karşılaştı; en nihayet ona tam bir müsavat vermek isteyince de bir sürü yersiz taleplere, saçma hareketlere ve sonradan görme arzulara taharnrnül mecburiyeünde kaldı." (S.28-29)
Bu sürekli dayanma Salahattİn Bey' i gitgide yıpratır. Sonunda, bitkin ve bezgin, teseliiyi içkide arar. Gelgelelim, bu da bir kurtuluş değil kaçıştır, yalancı bir sığınaktır. Nitekim, kansının bitip tükenmeyen dırdm ve üst üste gelen üzücü olaylar Salahattİn Bey' i kalp hastası eder ve kırk altı yaşında götürür. İyice başıboş kalan Şahinde Hanım yavaş yavaş hem kendini hem de kızını yıkıma sürükler.
Bu yıkımın adım adım hazırlanışını çok güzel belirten Sabahattin
178
Ali, evliliğin ekonomik yanına da parmak basmaktan geri kalmaz. Evet, evlilik birbirine yaklaşan iki kişinin ortaklaşa kurduğu bir birliktir. Ama bu birlik, sınıflı toplumda, manevi kaygılardan çok maddi temellere dayanır. Sözgelimi, Yusufla Muazzez -Salahattin Bey'le Şahinde Hanım' ın tersine- birbirini seven, anlayan, destekleyen örnek bir çifttir. Fakat mutlu olmak, aileyi sürdürmek için bu yetmez. Yusufun ekonomik bakımdan zayıflığı bir sürü acı olayın çıkmasına yol açar. Daha doğrusu, onun da bu olaylara karşı koymasını güçleştirir. Öte yandan, salt zenginlik de aileyi bozulmaktan kurtarmaz. Örneğin fabrikatör Hilmi Bey metres tutar, karısını aldatır. Oğlu Şakir elindeki geniş olanakların dürtüsüyle kendini hovardalığa, ayyaşlığa ve serseriliğe kaptınr; temiz bir yuva kurmaya girişmez yahut girişse de başaramaz.
Gerçi yazar açıkça söylemiyor, ama sanıyorum ki bütün bu örneklerden şöyle bir sonuç çıkıyor: Paranıniçıkarın egemen olduğu toplumJarda öteki kurumlar gibi aile de sağlam temellere yaslanmaz, bozulmaya elverişli bir nitelik taşır, eviilere genellikle mutluluk getirmez.
Yorumum yanlış anlaşılmasın: Elbette, Sabahattin Ali aileye karşı değildir. Aileyi, hatta aşkı yozlaştıran toplumsal koşullara karşıdır ve onların düzeltilmesinden, insancıl temellere oturtulmasından yanadır. Bunun için de, her şeyden önce, evlilikte/ailede paranın, çıkar hesabının egemenliğini gidermek gerektiğini iyi bilmektedir.
ÇAÖIN OLA YLARI VE YÖNETİM
Kuyucaklı Yusuftaki olaylar 1903-1915 yılları arasında geçer. Bilindiği gibi, bu yıllar Osmanlı devletinin çökme dönemidir. İyice zayıflayan imparatorluk bu dönemde gitgide parçalanır ve sömürgeleşir. Borçları gitgide artar, kaynakları yabancıların eline geçer. Em�ryalist uluslara yeni ayncalıklar tanımak zorunda kalır. 1908'de Meşrutiyet'le iktidara gelen İttihat ve Terakki Fırkası ne gereken reformları yapabilir, ne de dış kapitalizmle başa çıkabilir. Tersine, 3 1 Mart ayaklanmasından sonra, memlekette beş yıl süren bir baskı dönemi kurar. Özgür düşünceyi yasaklar, muhalefeti susturur. Köylünün, işçinin, esnafın dertlerine sırt çevirir. Buna karşılık, toprak ağalarını ve özellikle fılizlenmekte olan burjuvaziyi korur. Halk, geçmişte olduğu gibi, perişan ve çaresiz sürünüp durur.
179
Kuyucak/ı Yusufta sözü geçen çağın siyasal olay ve kavgaları üzerinde pek durulmaz. Ancak, yeri geldikçe, bunlara şöyle değin ilir:
"Hürriyetin ilanının, İtalyan, Balkan harplerinin tesirleri buraya muayyen bir müddet geçtikten sonra gelmiş, askerler sessizce gidip, ölmeyenler yine sessizce dönmüşlerdi." (S.207)
İşte Meşrutiyet, İtalyan ve Balkan savaşları bu birkaç satırla verilir. Dünya Savaşı' yla seferberliği anlatan satırlar dahi iki üç sayfayı geçmez. Aşağıya, bu özetiernenin nasıl dar bir çerçeveye sıkıştınldığını göstermek üzere, bir parça alıyorum:
"Davul, zuma, ey gaziler, sokaklarda kalabalık . . . Hem oynayan, hem bağıran, hem de yürüyen coşkun ve genç askerler ... Kendilerini nasıl bir akıbetin beklediğini bilmeyen ve 'ya gazi ya şehit' diye bağırdıkları halde ölümü akıllarıria bile getirmeyen zavallılar ... Hayatın yeknesaklığı içinde birdenbire beliriveren bu korkunç değişikliği gülerek kabul eden, ona koşan ve ne için, kimin için ölmeye gideceklerini, nerede ve nasıl öldürüleceklerini sormayı asla akıllarına getirmeyen kahramanlar . . .
Yalnız kadınlar işin fecaatini daha iyi görüyorlardı. Muhayyelelerinin kısırlığı bu korkunç şeyi yalancı cazibelerle süslemelerine mani oluyor ve onlara, gelecek günlerin acılarını şimdiden düşündürüyordu." (S.208)
Öte yandan, o günkü Osmanlı yönetiminin, halkın ve eşrafın durumu da "aynca" ele alınmaz. Ancak, hikayenin evrimi içinde ve ona bağlı olarak bu durumdan birkaç satırla söz edilir. Neden derseniz, romanın konusu açıldıkça, kişilerin serüvenleri geliştikçe yönetimin, halkın ve eşrafın, burjuvanın hali de "kendiliğinden ve dolayısıyla" ortaya çıkar. Sözgelimi, Şakir, Kübra'nın ırzına geçtiği halde ceza giymez. Ali'yi öldürdüğü halde yakayı kurtanr, Yusuf u bıçaklattığı halde hesap vermez, yaşı geldiği halde askere gitmez. Niçin? Çünkü paralıdır, nüfuzlu bir ailedendir. Babası hem fabrika, hem toprak sahibidir. Her yerde eli kolu vardır. Devlet içinde ufak bir devlet gibidir. Bu yüzden, oğlu bütün belalardan kolayca sıynlmakta, yasalar çiğnenerek ya da kitabına uydurolarak suçları cezasız kalmaktadır.
Hilmi Bey gibilerin gücü öylesine büyüktür ki Edremit kaymakamı ile onlardan korkmaktadır: "İlk zamanlarda rica ve kandırma yolunu
1 80
tutan bu adamların sözleri Salahattin Bey'in mütemadi retleri karşısında yavaş yavaş bir tehdit kılığı alır oldular. Zavallı adam, işin bu şekle gireceğini düşünmemişti. Memleketi asıl idareleri altında bulunduran bu adamların karşısında bir hükümet memurunun ne kadar az kıymetli olabileceğini; bir kaymakamın, aşağı yukarı, kendisine itibar edilen, fakat işlerine engel olmaya başlayınca derhal tüydürül.en bir kukla olduğunu bildiği için, vaziyetten tamamiyle ümidi kesmiş gibiydi." (S.84-85)
Öte yandan, halkın hali yürekler acısıdır. Güveneceği kimsesi yoktur. Yüzyıllardır aynı çileli yaşamı sürdürmektedir. 1908 Meşrutiyeti de "adalet, uhuvvet, müsavat, hürriyet" vaatlerine karşın bir şeyi değiştirmemiştir. Eskisi gibi halk gene ezilmekte, fakat sesini çıkaramamaktadır. Örneğin, Şakir önce Kübra'yı hileyle kirletmiş, sonra da işinden atmıştır. Öyleyken, kızcağız ona hiçbir şey yapamamıştır. Öbür köylüler ile işçilerin başından geçenler de Kübra'nınkinden ayn değildir. Zeytin emekçilerinin durumu buna örnektir:
" . . . Bazı mal sahipleri, kadınların yanlarında getirdikleri emzikli çocuklarına meme vermelerine bile müsaade etmezlerken, Yusuf onların biraz yorulduğunu görür görmez derhal işi bıraktınrdı. Bu zavallıların halini mukadder telakki etmekle beraber onlara çok acıyordu. Sabah karanlığında, soğuktan büzülmüş, kollarında ufak bir ekmek sepeti ve sırtlarında çocukları ile, gülünç bir ücret mukabinde çalışmak için kasabanın sokaklarında zeytinliklere akın eden bu sarı benizliler kafilesi, onun merakını çekiyordu." (S.46)
Bu merak, romanında halkı temsil eden ve eşrafın sillesini yiyen Yusufu uzun uzun düşündürür. İşin içinde bir terslik olduğunu sezer, ama açık bir sonuca varamaz. Henüz bilgisiz ve bilinçsizdir. Gelgelelim, kendisi de halktan biri olduğu için, kuşku ve öfkeyle sormadan edemez:
"Sonra bu fakir işçilere bu köpek muamelesini yapmaya neden lüzum görüyorlardı? Evet, Allah onları bir kere fukara yaratmıştı, bunda kimsenin kabahati yoktu, fakat onlar böyle yaratılmışlar diye niçin tepelerine binmeli, onları adam yerine koymaktan niçin çekinmeliydi? Ya Allah bu ağaları ve ağazadeleri de fukara yaratsaydı? Öyle ya, mademki hepsini Allah yapıyordu . .. O zaman kendilerine aynı muamelenin yapılmasını isteyecekler miydi?" (S.47)
181
Yusuf un bu basit ama derin sözleri yalnızca o günkü Osmanlı düzeninin haksızlığını değil, toplumsal adalete dayanacak insancıl bir düzenin özlemini de dile getirmektedir.
Ne var ki bu özlem bir yerde, sadece Yusufun yukandaki sözlerinde açığa vurulur. Yazar bu çeşit sözler yerine gerçeği çelişik yönleriyle sergilerneyi yeğ görür. İyiyle kötünün, güzelle çirkinin, haklıyla haksızın kavgasını o kadar dürüstçe yansıtır ki sonunda okurun yüreği böyle bir özlemle dolar. Y azarıo amacı da budur:
"Şu halde artist de hizmetinde bulunduğu sosyeteyi -hatta kudretine göre bütün insanlığı- daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele götürmek için çalışacak, hitap ettiği kimselerde bu doğru, iyi ve güzelin hasretini uyandırmak ve bunlara gidilecek yolu işaret etmek isteyecektir."<4>
Kuyucaklı Yusuf, bu isteğin başarılı bir ürünüdür.
KİŞİLER
Kuyucaklı Yusuf, konusu Anadolu'nun bir kasabasında (Edremit'te) geçen ve baş kişisi köylü, öbürleri kasabalı olan gerçekçi bir eserdir. Gerçi ondan önce Yakup Kadri'nin Yaban ( 1932) ve Reşat Nuri' nin Yeşil Gece ( 1938) adlı romanlan da konularını Anadolu'dan alırlar. Ama her ikisinin de baş kişileri birer aydındır. Yaban'da İstanbullu ve paşa çocuğu olan yedek subay Ahmet Celill'in Birinci Dünya Savaşı' ndan sonra, bölük erierinden Mehmet Ali'nin Porsuk Çayı yöresindeki köyünde geçirdiği serüven anlatılır. Yeşil Gece'de Samuncuoğlu Medresesi ile İstanbul Dar-ül Muallimin'ini bitiren öğretmen Şahin Efendi 'nin Sanova kasabasında softalarla savaşması hikaye edilir. Yakup Kadri'nin amacı köylü ile aydın arasındaki yabancılaşmayı ortaya koymak, Reşat Nuri 'nin amacı Cumhuriyet'in (dolayısıyla Atatürk' ün) din ve laiklikle ilgili görüşlerini yaymaktır. Sabahattin Ali'nin amacı ise, belirli bir çağ ve çevre içinde Anadolu insanının yaşamını toplumsal gerçekçi bir kavrayışla yansıtmaktır.
Sadri Ertem'in Çıkrıklar Durunca ( 193 1) romanı da aynı kavrayışla yazılmıştır. Fakat Sadri Ertem'in amacı Sabahattin Ali' ninkinden aynlır: O, Avrupa sanayi si karşısında XIX. yüzyılda Osmanlı yerli sanayisinin
(4) Yeni Adam dergisi. 2 1 .9. 1939
182
çökmesiyle ortaya çıkan toplumsal kaynaşmalan, köylü hareketlerini belirtmek istemiştir. Nitekim, romanda, Avrupa'dan gelen ucuz fabrika dokumalaoyla rekabet edemeyen tezgahlann, çıkrıklann durması, bu yüzden Adakale'de Alevi köylülerin ayaklanması ve hükümet kuvvetlerine yenilmesi hikaye edilir. Gelgelelim yazar, çoğu hikayelerinde olduğu gibi, bu romanında da kurarndan (teoriden) gerçeğe varmaya çalıştığı, köyün ve köylünün yaşamını yakından tanımadığı, gözlemin yerine hayali ve duygunun yerine olayı koyduğu için yansıttığı çevreler kadar kişiler de gereken somutluk ve canlılığa kavuşamamışlardır.
Yeşil Geceler'de kişiler de, Çıkrıklar Durunca'nın kişileri kadar olmasalar bile, aynı eksikliği taşırlar: "Yeşil Gece'deki hiçbir roman kişisinin, Halit Ziya'nın deyişiyle 'hususi ve zat! bir hayat' ı yoktur. Reşat Nuri, başta Şahin Efendi olmak üzere, bütün kişileri birtakım fikirlerin hoparlörleri olarak kullanır. ( . . . ) Reşat Nuri, romanında sadece Atatürk'ün düşüncelerini yaymakla yetinmiş, Türk insanının iç dünyasına, bu iç dünyaya biçim veren tarihi, ekonomik, sosyal oluşuma yaklaşmak çabasını göstermemiştir ya da gösterememiştir. "<5>
Kuyucak/ı Yusuf bu kusurlardan kurtulmuştur. Onun için, 1955' te Nazım Hikmet'in de dediği gibi Kuyucaklı Yusuf "bazı manasız romantizm elemanlan ihtiva etmesine rağmen, Türk romanı tarihinde yeni bir merhale teşkil eder. Türk edebiyatında, bir Türk kasabacığının ve kısmen köylülerin hayatı, bu kadar büyük bir kuvvetle ilk defa olarak tasvir ediliyordu. Hatta mürteci münekkitler bile, eserin bedil kıymetini itiraf etmek mecburiyelinde kaldılar.''<6>
Kuyucak/ı Yusufta ki çevre gibi, kişiler de genellikle gerçeklikten çıkanlmışlardır. Örneğin, olayların geçtiği Edremit, yazann kendi memleketidir. Eserin baş kişisi Yusufu, Sabahattin Ali, 1931 'de Aydın Cezaevi'nde tanımıştır. Çocukluk anılanndan öğrendiğimize göre, romandaki Salahattİn Bey çoğunlukla yazann babasını, Şahinde Hanım ise annesini temsil etmektedir. Aynca, Ali (Demirel), Şakir, Hilmi Bey ve Hacı Etem de yaşadığı söylenen kişilerdendir.
Sabahattin Ali kişilerini yöresinden seçerken elbette onlarda bazı değişmeler yapmıştır. Bir romancı için bu doğal, hatta gerekli bir davra-
(5) Fethi Naci, Yeşil Gece, Yeni Dergi, Kasım 197 lffürkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, 1 9 8 1 , S. 190 (6) Yanna Doğru, Kasım 1975,Sayı 1 3/Niizım Hikmet, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, Yazılar 1, 1991 , S. 237, Adam Yayınlan
1 83
nıştır. Ancak, kahramanlarının adlarını (Yusuf, Saliüıattin, Ali, Şakir, Hacı Etem, Hilmi Bey vb.) bile çokluk aslına uygun olarak kullandığı düşünülürse, sözü edilen değişmelerin pek de büyük olmadığı sanılabilir . . .
Kuyucak/ı Yusuftaki kişiler genellikle iyi canlandırılmış. Belki, ikinci derecede kişiler olduklarından, Hilmi Bey'le Hacı Etem ve Bakkal Ali yeterince işlenmemişler. Hatta Şakir'le Muazzez de tam anlamıyla belirlenmiş sayılmazlar, ama Yusufla Salahattİn Bey ve Şahinde Hanım'ın ineelikle resmedildikleri inkar edilemez. Özellikle Şahinde Hanım'ın eşine az rastlanır bir dikkatle çizildiğini söylemek gerekir.
Sabahattin Ali olumsuz tipierin (Şakir'in, Hilmi Bey'in, Hacı Etem'in, Şahinde Hanım'ın) kötü yanlarını abartıyQr. Onları, hemen hemen, salt kötü kişi diye tanıtıyor. Oysa, gerçekte onların da bazı iyi yanları olması gerekir, ama -herhalde bilerek- silik bırakıyor. Bu iki eksiklik sayılmazsa, Kuyucak/ı Yusuftaki kişilerin çoğunluğukla gerçeğe uygun ve canlı oldukları öne sürülebilir.
Acaba bu canlılık nereden geliyor? Sanıyorum ki şurdan: Sabahattin Ali kahramanlarının dış yaşayışını iç yaşayışıyla birlikte
veriyor. Dış gözlemi iç gözlerole tamamlıyor. Kişileri yalnızca beden yapıları, hareketleri ve konuşmalarıyla değil, duyguları, düşünceleri ve inançlarıyla da canlandınyor. Böylece, sözü edilen kişiler bir bütünlük kazanıyorlar.
Üstelik, bu bütünlük kişilerin çevre ve çağ içinde oturtulmasıyla daha da güçleniyor. Kahramanların belirli bir toplumsal, yerel ve doğal çevreye bağlanması, yaşantıların belirli bir ortam ve sürece dayanması kişileri soyutluktan kurtarıyor, somut bir kimliğe kavuşturuyor. Çünkü yazar, bireyin bir yandan çevresi (toplumu, sınıfı, tabakası, ailesi, mesleği), öbür yandan yöresi (yurdu, ili, köyü, mahallesi) ile sınırlandığını, aynca bir zaman ve doğa dilimi içinde hareket ettiğini unutmuyor.
Kahramanları canlı kılan bu nedenler aynı zamanda, onların hem kendi "özel" yaşarnını yaşayan hem de toplumun "genel" yaşamını temsil eden birer tip olmalarını sağlıyor. Örneğin Yusuf, Salahattİn Bey, Şakir, Şahinde Hanım böyle tiplerdir.
Yusuf daha küçükken kasahaya getirilmiş bir köylü çocuğudur. Öyleyken kökenini bir türlü unutmamış, yeni çevresine uymamıştır. Bu yüzden, yalnız ve yabancı duymuştur hep kendini: "Hakikaten ne yapar-
1 84
sa yapsın, kimlerle arkadaş olursa olsun, alışamıyordu bu şehiriiiere vesseHim . . . Kendisini mütemadiyen yabancı ve ayrı buluyordu. Onların işlerine akıl erdiremiyordu." (S.47)
Kasabalıları gereğince anlayamadığı için bir türlü ısınamamıştır onlara: "Dudaklarında hep o lakayt ve her şeyi bilen tebessüm vardı. Bir türlü anlayamadığı, bir türlü içlerine karışamadığı ve bunu zaten asla istemediği bu insanlarla arasında çelik bir duvar gibi yükselttiği bu tebessüm, onun müracaat ettiği son çaresiydi." (S. l OO)
Sınıf ve yöre ayrılığı, çevresinden kopmuşluk, yerini bulamamışlık, desteksizlik gibi etkenler çoğun bağsız ve ilgisiz, sessiz ve içine kapalı, ama iradeli ve soğukkanlı, dirençli ve sabırlı bir insan haline getirmiştir onu: " . . . Tavrında bir kalenderlikten ziyade bir irade, birçok büyük ve düşüneeli adamları gıptaya sevk edecek bir irade görünüyordu." (S. 26). "Hasımlarını ürküten, onun kuvvet ve cesaretinden ziyade, hiç kaybolmayan sükı1neti ve kendisine olan sonsuz emniyetinin her hareketinde görülen tezahürleri idi." (S.34-35)
Gerçi donuk ve serttir, dik kafalıdır, onuruna düşkündür, ama bencil ve tutkulu değildir: "Hayatta ·hiçbir şey ona kıymetli görünmemiş, peşinden koşmak, erişmek, sahip olmak arzusunu vermemişti. Etrafına daima bir yabancı gözüyle bakmış, hiçbir yere bağlanmak arzusu duymamış, bu yalnızlığının gururu içinde, memnun olmaya çalışmıştı." (S . 1 1 6)
Gelgelelim, Muazzez' i sevmeye başlayınca, bu çalışma da aksamaya başlar: "Şimdi ilk defa bir şey istiyor, hem de korkunç bir şiddetle istiyor. Fakat niçin bu istek bir imkansızlıkla beraber gelmişti?" (S. 1 1 6)
Olanaksızdır, çünkü bir sürü bireysel ve toplumsal engel bu doğal isteği zincirlemiştir. Yusuf bu zincirleri kırmaya çabalarken zorlu bir trajedi yaşar. Gerçi yüzeyde kişisel, temelde toplumsaVsınıfsal olan bu çabasında yenilir, ama yavaş yavaş bilinç de kazanır. Manon Lescaut'yu çölde kılıcıyla kazdığı mezara gömen Des Grieux gibi o da Muazzez'i bıçağıyla açtığı çukura yatırır. Üzgün ve kızgın, atına adar: "Bir kere daha dönüp geriye baktıktan ve ömrünün en korkunç senelerinin geçtiği bu kasahaya yurnruğunu saHadıktan sonra, atını ileriye, dağlara doğru" sürer. (S.283)
1 85
Yusuf, Osmanlı toplumunda Türk romanının eşrafa ve bürokrasiye kafa tutmaya girişen ilk eşkıya tipidir. On sekiz yıl sonra Yaşar Kemal bu tipi ince Memet'tc yeniden işieyecek ve geliştirecektir.
Halktan gelen, onun bir parçası olan Yusufun geçirdiği bu evrim, gerçekte, ezilen halkın tepkisini, değişim isteğini dile getirmektedir. Çünkü Yusuf un eşraf ve bürokrasiyle bireysel çatışması, aslında toplumsal/sınıfsal, çelişkinin bireydeki yansımasıdır. Bu bakımdan, Sabahattin Ali'nin romanında "diyalektiğin çelişki ilkesini görmezlikten geldiği" ve "toplumsal ilişkileri belirleyen yasaları insan praxis' i ile değiştirchileceği gerçeğini kavrayamadığı"<7> yolunda Hilmi Yavuz'un yaptığı eleştiri yersizdir.
Meşrutiyet yıllannda bürokrasiyi de yanına alan eşrafın ezici gücüne karşı Yusufun savaşımını sergiterken Sabahattin Ali hem sözkonusu çelişkiye parmak basmış, hem de onun eylemle çözülebileceğine olan inancını belirtmiştir. Fakat, toplumun o dönemdeki geri kalmışlığını göz önünde tutarak gerçeği zorlamamış ve bu belirtme işinde fazla ileri gitmemiştir, gidememiştir.
Sabahattin Ali, Yusuru özel ve genel, iç ve dış yaşantılanyla bir "bütün" olarak canlandırır. Bir yandan kişisel durumunu yansıtırken, öbür yandan toplumsal/sınıfsal konumunu da aydınlatır. Aşkını, geçim sıkıntılannı, memurluk yaşamını vermekle yetinmez, toplumsal ve doğal çevreyle ilişkilerini vermeye çalışır. Kişiliğini belirtmek için özellikle doğadan yararlanır.
Aslında, Kuyucaklı Yusuf ta doğa önemli bir yer tutar, hatta anlatımsal işlevler yüklenir. Ayrıntı gibi doğa da edilgen bir süs, ölü bir dekor değil, kahramanların psikolojisini, durumunu yansıtmaya yardım eden, olayları tamamlayan etkin bir öğedir. Doğrusu, Sabahattin Ali bu öğeyi iyi değerlendirir. Örneğin, Yusuf un uruarsızlığını (çaresizliğini) şöyle anlatır:
"Etrafı çevrilmiş bir geyik gibi kin ve yeis ile çırpınan ve bir çıkar yol arayan kafası mütemadiyen ağrıyordu. Bir aralık aklına Muazzez' i kaçırdığı gün, öğleyin eve gelirken çocuklann kovaladıklan arı geldi. Bu anda kendini ona benzl:lti ki, gözleri yaşardı.
Tıpkı o arı gibi hem kuvvetli, hem zayıftı. Tıpkı onun gibi etrafını
(7) Hilmi Yavuz, Felsefe Ve Ulusal Kültür, 1 975, S. 95
1 86
insafsız kimseler sarmıştı. Zelırini al<ıtmasına imkan vermeden onu kıskıvrak yakalıyorlar ve müdafaa vasıtalarını elinden alıyorlardı." (S.265-266)
Yeri gelmişken söyleyelim: Kuyucaklı Yusufta doğa yalnızca kişilerin psikolojisini belirtmeye yardım eden bir öğe değil, kasabadaki (toplumdaki) kokuşmuşluğa karşı bozulmamışlığı simgeleyen bir varlık, hatta bir seçenektir.
Bilindiği gibi, Rousseau uygarlığa karşı doğayı savunmuştur. Doğanın iyi, temiz, güzel olduğunu, fakat toplumun/uygarlığın yozlaşmaya, yapayiaşmaya yol açtığını ve insanı bozduğunu ileri sürmüştür. Bu görüş daha sonra romantiklerce de benimsenip işlenmiştir.
Kuyucak/ı Yusufta da aynı görüşün bazı izlerine rastlanır. Sözgelişi, Yusuf 'doğal insan'ın bir örneği olarak sunulur. Yaşadığı kasaba çoğu kişileri, kurumları ve değerleriyle 'doğallığa aykırı ' bir ortamdır. Ne uyuşahilir onunla, ne de içinde mutlu olabilir. Bu yüzden canı sıkıidıkça kasabanın dışına çıkar, kırlarda dolaşır, içi açılır. Fakat sonunda, uroarsızlığa düşerek, kirli Edremit'ten büsbütün ayrılmak, temiz doğaya sığınmak zorunda kalır: Karısını atının terkisi ne alarak kaçar.
Yusuf gibi Salahattİn Bey de içi daraldıkça kasabadan çıkar, doğa ile kucaklaşarak ferahlar:
"Salahattin Bey vücudunun her tarafında kalbine doğru bir mayiin, genişletici, kuvvet verici bir şeyin koştuğunu hissetti. Ciğerinin en son köşesini şişirecek kadar geniş bir nefes aldı ve tabiatla beraber kendisinin de canlandığını zannetti. ( . . . ) Bu kadar geniş ve güzel bir tabiatın ortasında kendini şaşırmış gibiydi. Fakat gözlerini tekrar etrafta dolaştırırken, aşağıda mor bir duman tabakasıyla örtülmeye başlayan kasabayı gördü ve irkildi. Oraya, o küçük ve çukur yere gidip gömülmek mecburiyeti ona pek acı geldi." (S. 1 4 1 - 142)
"Kısacası, Kuyucaklı Yusuf, romantizmin doğal/yapay karşıtlığına indirgenebilecek bir değerler sistemi üzerinde temellendirilmiştir. Bundan ötürü metinde beliren kasaba/doğa, yozlaşmışlık/masumiyet, ölüm/ yaşam ve yapay insan/doğal insan gibi ikili karşıtlıklar, bütünlüğü olan felsefi bir anlam üretirler."<S)
(8) Berna Moran, Kuyucak/ı Yusuf'a Yeni Bir Bakı,v, Düşün, Ocak 1986
1 87
BİÇİM Sabahattin Ali'nin hikiiyalerinde görülen biçim özellikleri ile Kuyu
caldı Yusuftakiler arasında benzerlikler var. Gerçi hikayeden romana geçerken bazı özellikler ister istemez değişiyor. Ama tür başkalığının getirdiği bu değişmeler dışında bazı özellikler de olduğu gibi kalıyor. Bunlar, genel çizgileriyle, şöyle sıralanabilir:
YAPI
Hikayeler gibi Kuyucak/ı Yusuf da kuruluşça klasik bir özellik taşıyor: Olayların evrim süreci gene "başlama-gelişme-düğümlenmeçözülme" sırasını izliyor.
Örülüş genellikle sağlam. "Genellikle" diyorum; çünkü, ufak tefek de olsa, bazı ölçüsüzlükler yok değil. Örneğin, kimi yerler gereksizce uzuyor: Edremit'in bayramları, düğünleri, mahallenin çocukları, Yusufun arkadaşları, SaHihattin Bey'in kır gezisi, Kübra'nın serüveni.(9l Kimi yerler ise tersine, eksik bırakılıyor, gereğince işlenmiyor: Şakir'in iç dünyası, Muazzez'in kişiliği ve son bölümlerde üst üste yığılan, hızlanan olaylar . . .
B u fazla ya da eksik parçalara karşın roman gene ölçülü. Nedenine gelince, bu parçalar bütüne oranla devede kulak kalıyor, göze batan bir dengesizlik doğurmuyor. Sabahattin Ali, hikayelerinden gelen alışkanlıkla, romanında da ölçüden pek aynlmıyor. Elinden geldiğince rastlantılardan kaçınmaya, dengeli bir bireşim kurmaya çalışıyor. Genellikle de amacına varıyor. Aşağı yukarı yoğun, dengeli denebilecek bir yapı meydana getiriyor.
Kuyucak/ı Yusufta, hikayelerdeki gibi olaylar ağır basıyor. Ama çevre tasvirleri ile ruhsal çözümlemeler de ihmal edilmiyor. Dış gözlemle iç gözlem kol kola yürütülüyor. Bu arada sırası geldikçe Edremit'in doğal görünümü, toplumsal yaşayışı, yerel töre ve gelenekleri de belirtiliyor. Böylece, hem kişiler bildik bir ortamda yaşamış, hem de olaylar somut bir çerçeveye yerleşmiş oluyor. Hepsinden önemlisi: Bütün bu çevre tasvirleri büyük bir çoğunlukla kahramanların ruhsal durumlarına ve olayların gelişmesine bağlı olarak yapılıyor, boşlukta kalmıyor. Bu (9) Kübra ve annesinden Kuyucaklı Yusufıa söz açılmasa iyi olurdu. Romanda bunun konu bakımından organik bir işlevi yok. Anlaşılan, ikinci cilne Kübra'nın serüvenini işieyeceği için, yazar ona da burada yer vermiş. Yazık ki Sabahattin Ali bu cildi yazamadan öldü, dolayısıyla bu yer de kitapta bir fazlalık olarak kaldı.
188
da sözü edilen durumların daha kuvvetle belirlenmesine, somutlaşmasına yardım ediyor.
Gelgelelim, konunun açılışına ayrılan ön bölümlerde, özellikle "birinci kısım"da hareket azlığı gözden kaçmıyor. Sözü geçen çözümlemeler, tasvirler, açıklamalar nerdeyse eylemin üstüne çıkıyor. Daha doğrusu, eylemin seyrekliği bunları açığa çıkarıyor. Bundan ötürü, romanın yürüyüş temposu başlarda oldukça yavaş. Neyse ki, bu konuyu "hazırlama" dönemi sona erince, Salahatİn Bey'in ölümü üzerine tempo hızlanıyor. Bu da, daha çok "üçüncü kısım"da bazı yerlerin eksik ya da silik kalmasına yol açıyor. Fakat konu o kadar çekici, olaylar da o kadar coşkulu bir hal alıyor ki bu yerleri göremiyoruz bile. Ayrıca, buna yukardan beri açıklanan iyi özellikler ile yazann temiz dili ve yalın anlatımı da eklenince karşı durolmaz bir akıntıya kapılıyoruz. Üstelik, son bölümlerde çatışmaların gittikçe keskinleşmesi ve düğümlerin çözülmeye başlaması; anlatılanlara gerilimli, dramatik bir hava veriyor. Güzel tasvirlerle güçlü gözlemlerin de beslediği bu etkileyici havaya uyarak romanla birlikte biz de hızlanıyoruz: Kitabı bir solukta okuyup bitirmek istiyoruz.
DlL VE ANLATIM Hikayelerdeki dil ve anlatım özelliklerinden çoğu Kuyucaklı
Yusuf ta da sürüyor. Nitekim, hikayelerde olduğu gibi, bu romanda da temiz bir Türkçe'yle karşılaşıyoruz. Yazar, yabancı sözcüklere pek az başvuruyor. Halkça bilinen sözcükleri çokluk aydınlarla yüksek tabakanın kullandıkianna yeğ tutuyor. Böyle yapmakla bir yerde dilde özleşme akımıyla birleşiyor. Ama bu, bir amaç değil, sonuç birleşmesidir. Çünkü Sabahattin Ali'nin amacı dili özleştirmekten çok, "kitleyle anlaşmak" ve ona "bir şeyler vermek"tir.00> Elbet, buna da yabancı sözcüklerden ayıklanmış açık ve anlaşılır bir dille varılabilir. Onun için Kuyucaklı Yusuf un dili gününe göre epey sadedir.
Üstelik, bu sadelik yalnızca dilde kalmaz, anlatıma da sıçrar. Yazar süsü, oyunu, "edebiyat yapma"yı sevmez. Edebi sanatlara bile çoğunca boşverir. Gerekirse, o da ara sıra, benzetmelerden yararlanır. Bunun dışında, genellikle yalın bir anlatıma yaslanır. Bu yalınlık çoğu kez onu yoğunluğa, söyleyeceğini az ve öz sözle söylemeye, rastlantıdan ve savrukluktan sakınmaya götürür. Bundan dolayı kimi yerler belki gereğinden çok yoğun olur, ama hiçbir yerde ayrıntının özü boğduğu yahut göl-
( 1 0) Ant. 1 .7 . 1 945
1 89
gelediği görülmez. Tersine, Kuyucak/ı Yusufta ayrıntı, özü daha iyi belirtmeye yardım eder. Çünkü yazar ayrıntıya -içeriği ve yapıyı destekleyici- organik bir görev yükler. Ayrıntıyı gelişigüzel değil, yerinde ve ölçüyle kullanır. Keskin dikkatli, kuvvetli gözlemi ve şaşırtıcı belleği bu kullanışı pekiştirir. Anlatılanlara daha bir canlılık ve gerçeklik kazandırır.
Öte yandan, yoğunluk ve yalınlık, açıklık ve anlaşılırlık kaygısı sözdizimini de etkiler: Uzun ve karmaşık söyleyişten kaçılır, çoğunlukla kısa ve düzgün türnceler kullanılır. Bu yazış biçimi yazarın sanat anlayışına da uygun düşer: Romanda olayın, başka deyimle eylemin ağır basması, sık sık fiiliere başvurulması kısa tümcelerle iyi bağdaşır.
SONUÇ · Yukarıda açıklanan bütün bu olumlu özellikler, Kuyucak/ı Yusufu
hem toplumsal, hem de estetik açıdan değerli bir eser haline getirir. Bu bakımdan onu, Türk romancılığının seçkin ve öncü ürünlerinden biri saymak yanlış olmaz.
190
İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN
Içimizdeki Şeytan ilkin Ulus gazetesinde 3 .4. 1939-29.6. 1 939 tarihleri arasında tefrika edilmiştir. 87 sayı süren tefrika, 1 940 yılında kitap haline getirilmiştir.( I ) 1966' da kitabın ikinci?> 1 974' te üçüncü,()) 1 982'de dördüncü(4) ba ırru yapılmıştır.
Içimizdeki Şeytan; faşistleri, ırkçı ve Turancıları çok kızdınnıştır. Nitekim, 1940' ta Ats ız, Içimizdeki Şeytanlar adıyla broşür yayımiayarak Sabahattin Ali ' ye ağır aldınlarda bulunmuştur.
KONU
( 1 ) Ömer'le Nihat, iki arkada , Kadı-
�· . �
köy-Köprü vapuruna binmişlerdir. İki i de üniver ite öğrenci idir. Aralannda tartışırlar. (2) Bir ara Ömer'in gözleri birkaç ıra ötede oturan bir kıza takılır. Enikonu çarpılmıştır. Gidip konuşmak i ter. Ayağa kalkar. Bir kadının kendi ine eslendiğini i itir. Yaklaşır. Bu, akraba ından Emine Harum' dır. Onu yanındaki kızla (Macide) tanıştınr ve evlerine çağınr. Ömer bu rastlantıya on derece evin ir.
(3) Macide güzel, zeki bir kızdır. Altı aydır Emine teyzesi ile Galip amca ının yanında kalmaktadır. Müziğe yetenek ve hevesi olduğu için teyze i onu Balıke ir' den alarak İ tanbul'a getirmiştir. Şimdi konservatuvara devam etmektedir. (4) Daha ilkokuldayken e inin güzelliğiyle çevresinin dikkatini çekmiştir. İ1k:in müzik öğretmeni Necati, ardından Bedri onunla ilgilenmiştir. Bedriy'le aralannda duygusal bir yakınlaşma olmuş, fakat iki i de bunu açığa vuramamışlardır. Bir süre sonra B edri başka yere atanrruştır. (5) Ortaokulu bitirince, konukluğa gelen Emine
( 1 ) Sabahattin Ali, Içimizdeki Şeytan, Remzi Kiıabevi, Istanbul, 1940, S. 302 (2) Varlık Yayınlan, lstanbul, 1 966, S. 394 (3) Bilgi Yayınları, Ankara, 1 974, S. 251 (4) Cem Yayınları, lstJnbul, 1 982, S. 323
1 9 1
teyze onu görmüş, müzik öğrenimi için İstanbul'a götürmeye ana babasını razı etmiştir.
(6) Ömer'le Nihat vapurdan inince, yürüyerek BabıaJi 'den Beyazıt'a gelir, bir kahveye otururlar. Paraları olmadığından, öğleyi bir sirnit bir çayla geçirirler. Biraz sonra yanlarına sağcı yazarlardan İsmet Şerif ile şair Emin Kamil gelir. Bir süre tartışırlar, akşama doğru topluca meyhaneye giderler.
(7) Ömer meyhaneden çıkar. Teyzesine uğrar. Aileyi üzgün bulur. Çünkü, Macide babasının öldüğünü öğrenmiş ve odasına kapanmıştır. Ömer onu göremeden, kendisine ayrılan odada yatar. Macide'yi düşünerek uykuya dalar. (8) Sabahleyin kalkınca safada onunla karşılaşır, seHimlaşırlar. Kahvaltıdan sonra birlikte çıkarlar. Konservatuvara kadar yürürler. Akşam buluşmak üzere ayrılırlar.
(9) Ömer postanedeki işine gider. Orada biraz oyalanır. (Bu, bir akrabasının kendisine bulduğu uydurma bir görevdir.) Öğleyin veznedar Hiifız'la yemek yer, konuşur. Sonra, yaya olarak Beyoğlu'na yollanır. ( 1 0) Okulda arayıp Macide'yi bulur. Evine kadar getirir. Yolda uzun ve romantik bir konuşma yapar, aşkını ilan eder. Macide sessizce, etkilenerek dinler. ( l l ) Ertesi gün yeniden buluşurlar. Deniz kıyısında dolaşır, bol bol söyleşirler. Akşam da kayıkla mehtap gezisine çıkarlar. Macide gecikir, eve gelince teyzesinden azar işitir. Annesinden birkaç aydır para gelmediği için, amcası da memnuniyetsizliğini açığa vurur. Macide artık bu evde kalamayacağını anlar. Bavulunu alarak evden ayrılır. ( 12) Sokakta Ömer'le karşılaşır. Olanları anlatır. Ömer onu evine götürür. Geceyi birlikte geçirirler. Sabahleyin kalktıklarında ikisi de mutludurlar.
( 13) Ömer postaneye gider. Veznedar Hiifız' a başından geçenleri bildirir. Akşam yemeğini bir meyhanede yerler. Hiifız, hapse düşen kayınbiraderini kefaletle tahliye için kasadan 200 lira çektiğini, fakat parayı geri alamadığı gibi yerine de koyarnarlığını itiraf eder. Ondan akıl danışır.
( 14) Eve dönünce Ömer, arkadaşı Nihat ve profesör Hikmet'le karşılaşır. Konuşma sırasında veznedarın serüvenini açıklar. Ayrılırken profesör, Ömer'e on lira verir, evliliğini kutlar. Macide kendisine kötü gözlerle bakan bu konukları sevmez, ama duygularını belli etmez. ( 1 5) Ömer'in para sıkıntısı gitgide artar. ( 16) Aybaşında aldığı maaş birkaç
1 92
günde tükenir. Sağcı örgüt ve yayınlarla ilgisi bulunan Nihat da paraya ihtiyaçlan olduğunu söyler ve ihbar tehdidiyle veznedardan bir şeyler koparınayı salık verir. Ömer öfkeyle reddeder.
( 1 7) Profesör bir akşam Ömer' le eşini saza çağınr. Orada Nihat, İsmet Şerif, Emin Kamil ve Hüseyin Beyle karşılaşırlar. Aynca, Bedri'ye de rastlarlar: Abiası hasta olduğu için İstanbul'a gelmiş, artık öğretmenlik yapmıyormuş, burada çalışıyormuş. ( I 8) Ömer'in eski arkadaşı olan Bedri ara sıra onlara uğrar, paraca yardımda bulunur. Hala Macide'yi sevdiğini sezer, fakat duygularını saklar. Bir süre sonra ömer'le Macide'nin karşıt yaradılışta insanlar olduklannı anlar: ömer iradesiz, uçan, taşkın, tembel, inançsız bir kişidir. Macide ise tam tersi . . . ( 1 9) Bir gün Bedri ile Macide odada oturmuş konuşmaktadırlar. Elektriği yakınayı unutmuşlardır. Birden içeri Ömer girer. Kuşkuya kapılır. Bedri 'yi azarlar ve kovar. Sonra, yaptığına pişman olur. Macİde'nin de isteğiyle özür dilemek için Bedri'yi aramaya gider. Bu arada Bedri'nin hastalıklı abiası gelir. Macide'ye, kardeşini sömürdüklerini ileri sürerek çıkışır. Macide utanç ve üzüntüden bayrlir.
(20) Çaresizlikten kıvranan Ömer, tehditle veznedardan 250 lira koparır. Fakat, biraz sonra yaptığından utanır. Parayı Nihat'a verir. (2 1 ) Nihat bazı günler ırkçı-turancı arkadaşlarını da yanına alarak Ömer'lere gelir. Bol bol konuşup tartışırlar. Ömer'i de aralanna çekmeye çalışırlar, ama başaramazlar.
(22) Profesör Hikmet' le Nihat, Ömer' leri bir hayır derneğinin müsameresine çağınrlar. Bedri de oradadır. Önce bir odada sanat tartışmaları yapılır. (23) Sonra salona geçilir. Acemi bir topluluk kötü bir eseri temsil eder. Macide sıkılır. Oyun bitince kalkmak isterse de Ömer bırakmaz. (24) Temsilden sonra dışarı çıkarlar. Biraz ilerde Bedri aynlır. Ömer fakülte arkadaşlanndan bir kızla (Ümit) konuşarak yürümektedir. Macide yalnız, arkadan gelmektedir. Eminönü'nden otomobile binilir, Beyoğlu'nda bir bara gidilir. içerde Ömer Ümit'le, Macide ise kendisine yılışan profesörle oturur. (25) Bardan çıkınca Büyükdere'de bir gazinoya gidilir. Orada da Ömer Macide'yle ilgilenmez, Ümit'le uğraşır. Macide bir ara tuvalete yönelir. Arkasından İsmet Şerif gelir, onu sıkıştırmaya çalışır. Macide güçlükle kendini kurtarır. Salona döner. Bu kez de profesör askıntı olur. Ömer ise hala kızla konuşmaktadır. Macide üzgün ve bitkindir. Kocasına kınlır, yaptıklarından tiksinir.
1 93
(26) Sabaha doğru eve dönerler. Macide öğleyin kalkar, Ömer işe gitmiştir. Gece olanları düşünür. Ağlar. Bunun böyle sürerneyeceği sonucuna varır. Oturup bir veda mektubu yazar. "Hiçbir taraflan birbirine benzemeyen iki insanın" uzun zaman birlikte yaşamayacağını, bu nedenle aynimaları gerektiğini açıklar. Mektubu bitirdiği sırada merdivenlerden sesler gelir. Kağıtlan saklar. (27) Telftşla Bedri içeri girer. Ömer'le Nihat'ın ve bazı arkadaşlannın tutuklandıklarını haber verir. Aynntılı bilgi toplamak üzere çıkar. Macide şaşırmıştır, merakla onu bekler. Bedri ertesi gün öğleye doğru gelir. Olanları hikaye eder. Ömer'in kurtulacağını söyler. Birlikte onu ziyarete giderler. Macide Ömer'le karşılaşınca heyecanlanır, ama söyleyecek bir şey bulamaz. Ömer de pek konuşmaz.
(28) Ömer tahliye edilir. Daha önce Bedri'yle uzun uzadıya konuşur. Kendisini şimdi suçlu bulmaktadır. Ama artık iş işten geçmiştir. Kişiliğini değiştirmeye niyetlidir, fakat bunun için yıllara ihtiyaç vardır. Macide'yi daha fazla üzmesi doğru değildir. Bundan ötürü ayrılmaya kesinlikle karar vermiştir. Bedri'den onu korumasını, gerekirse almasını rica eder. İkisine de mutluluklar diler.
Bedri Ömer'den aynidıktan sonra Macide'yi görür. Olanlan kısaca anlatır. Onu evlerine çağınr. Macide kabul eder.
KURULUŞ
Konunun -kabaca da olsa- özeti şunu gösteriyor. Içimizdeki Şeytan, sevişerek evlenen ve görüşleri, yaradılışiarı birbirine uymadığı için aniaşamayarak aynlan iki gencin hikayesidir: Ömer'le Macide birbirlerini iyice tanıyamadan birleşir, fakat kişilik aynmlan ve geçim sıkıntılan dolayısıyla birbirinden uzaklaşmak zorunda kalırlar.
Toplulumumuzda sık sık görülen bir olaydır bu. Öyleyken, Sabahattin Ali bu tek boyutlu olaydan birkaç boyutlu geniş bir roman çıkarır: Aşk konusunu anlatırken onun altında/yanında Türkiye'de aydınların durumu ile iradesiz insan sorununa da el atar. Hakçası, sözü geçen olayı, Ömer'le Macide'nin serüvenini güzel hikaye eder. Olayın gelişim sürecini etkileyici, gerilimli bir biçimde belirtir. Fakat gerçekte yalın ve basit bin nitelik taşıyan temel konuyu onunla ilgisiz ya da az ilgili ek/ yan konularla dallandınlıp budaklandırır. Olağan bir hikayeye, güncel
194
siyasal bir yön vermek amacıyla yapıyı zorlar: Birtakım küçük burjuva aydınlann, özellikle ırkçı-turancılann içyüzünü ortaya koymak ister. Bunun için araya eklenti (episodique) bazı kişiler (Nihat, İsmet Şerif, Emin Kamil, Profesör Hikmet vb.) sokar, onlann çirkin yaşayışını, ahlakça düşkünlüğünü eleştirid bir tutumla yansıtmaya çalışır. Doğrusu, bunda büyük bir başanya ulaşır. Ama, temel konuya pamuk ipliğiyle tutturolmuş bu kişiler ve onlann -eşine az rastlanır bir gerçeklikle sunulan- konuşmalan, davranışlan, düşünceleri yer yer romanı şişirir, akışını köstekler, birliğini yaralar ve yoğunluğunu azaltır.
Kaldı ki, yoğunluğu azaltan yalnızca sağcılara, faşistlere ilişkin bölümler değildir. Onlann dışında da boşuna uzayan parçalar vardır. Sözgelimi, Ömer'in iç ve dış konuşmalanna gereğinden çok yer verilmiştir. ( 1982 basımı, "S. 1 2- l 3, 1 5- 1 6, 80-8 1 , 97-900, 1 08- 109, 1 14- 1 17, 1 28- 1 3 1 ve 3 15-320'de yer alan konuşmalar buna birer örnektir.) Belki bunlar çenesi düşük bir tip olan Ömer' i ve psikolojisini daha iyi tanımamıza yardım etmektedirler, ama ölçüyü aştıklan, eylemle birleşmedikleri için de ilgimizin zayıflamasına yol açmaktadırlar. Nihat'ın (8.24-25), Hafız'ın (S.87-89), Bedri'nin (8.250-254, 3 1 2-3 1 5) bazı konuşmalan bunuri örnekleri sayılabilir.
Romanda göze batan bir nokta da "rastlantı bolluğu"dur. Ömer'in vapurda Emine teyzesiyle karşılaşması ve Madde'yle akraba çıkması, Madde'nin arncalannın evinden aynidığı gece sokakta Ömer'i bulması, yıllarca sonra bir gazinoda Bedri'yi görmesi ve Bedri'nin ömer'le arkadaş olduğunu öğrenmesi vb. hep beklenmedik birer rastlantıdır. Üst üste gelen bu şaşırtıcı rastlantılar yer yer sürecin bütünlüğünü yaralar ve hikayenin inandıncılığını azaltırlar. Çünkü rastlantılar bir evrime, birikime bağlanmaz, birdenbire ortaya çıkarlar. Bu yüzden de romanın yapısı içinde yeterince erimezler. Öyleyken, zaman zaman, olayiann doğal akışını, yönünü değiştirirler. Nitekim, Ömer bir yerde bunu şöyle açığa vurur: "Bu böyle devarn edip gidecekti, fakat tesadüf karşıma Madde'yi çıkardı."
Oysa ömer'in (dolayısıyla Macide'nin, hatta Bedri' nin) yaşarnındaki bu değişmenin, yalnızca bir rastlantıya değil, toplumsal çevreye, öbür bireylerle ilişkilere ve yaşarnın nesnel koşuHanna da bağlanması, başka bir deyişle, yazarca 'hazırlanma'sı gerekirdi.
195
ANLATIM Içimizdeki Şeytan 'ın dili, yazann öbür romanlarındaki gibi, oldukça
temiz, işlek ve akıcı, yabancı sözcükler az. Bundan ötürü eser olarak rahatlıkla okunuyor. Ancak kimi parçalarda konuşmalann gereksizce uzaması yahut eylemin yerini sözün alması ve düşüncelerin metin içinde yeterince erirnemesi bu rahatlığı biraz kaçınyor. Buna karşılık, aynntılann iyi değerlendirilmesi, tasvirlerin yerinde kullanılması ve anlatıma çekici, dramatik bir hava verilmesi okuru hikayeye bağlıyor. Aynca, iç ve dış gözlem ile iç ve dış konuşmanın yan yana sürdürülmesi, ruhsal çözümlemelerin gerçeklik ve derinlikle yapılması, kişilerin dikkat ve kuvvetle yaşatılması da bu bağlılığı artınyor.
KİŞlLER
Yukanda da belirtmiştim: Içimizdeki Şeytan 'da asıl konuyla ilgisiz ya da az ilgili kişiler var: Sağcı, faşist aydınlar ile ırkçı ve Turancılar. Bunların sözleri, eylem ve düşünceleri eseri yayıp dağıtıyor, birlik ve yoğunluğu yaralıyor . . .
Bu organik kusur bir yana, sözü geçen kişiler kuvvetle canlandınlmıştır. Beden ve ruh yapıları, düşünüş ve davranışlan dikkatle çizilmiştir. Bunun için de Sabahattin Ali iç ve dış gözlemi birlikte ve derinliğine yürütmüştür. Aynntılan ustaca değerlendirmiş, doğa ve dekor tasvirlerini -süs olarak değil- kişilerin psikolojisini be\irtmede yardımcı ve bütünleyici bir öğe olarak ustaca kullanmıştır. Daha da önemlisi, kişilerini hayalinden çıkarmamış, çokluk yaşamdan, çevresinden seçmiştir. Söylendiğine göre,<5> romandaki Nihat, Nihai Atsız'ı; Profesör Hikmet, Mükrimin Halil ' i ; İsmet Şerif, Peyarni Safa'yı; Hüseyin Bey, Zeki Velidi'yi (ya da Abdülkadir İnan'ı) temsil etmekte imiş. Bu söylenti ne kerte doğrudur bilinmez, ama böylesine aynntıyla canlandınldığına bakılırsa, yazann kişilerini yakından tanıdığı öne sürülebilir.
Aynca, onlara karşı beslediği tiksintinin şiddeti de bu yolda bir kanıt sayılabilir. Nitekim, bu tiksinti öylesine güçlüdür ki kişilerini en ince, en gizli, en keskin özellikleriyle yaşatmasına yardım eder. Aşağıya alınan parça bunu doğrulamaya yeter. Burada İsmet Şerif in portresi çizilmektedir. İsmet Şerif içtikten sonra cıvıtmış, Macide'nin peşinden tuva-
(5) Atsız, Içimizdeki Şeytan/ar, s. 1 3
1 96
lete girmiş, onu sıkıştırmaya kalkışmışur. Yazar onun bu sıradaki görünümünü de şöyle tasvir etmektedir:
" . . . Dik dunnaya çalışan eğri bir baş üzerinde, yandan aynlmış, seyrek ve kır saçlan vardı. Yirmi beş mumluk lambanın altında parlayan bu saçiann dibinde, bir yara izi pembeliğinde kirli bir deri görünüyordu. Aynı derinin devamı gibi duran alın kısmında boydan boya uzanan buruşukluklann arasını kabarık ve yağlı etler dolduruyordu. Bal rengindeki gözleri dayak yemiş bir kedininkiler gibi ağır ağır kımıldıyor ve gayet açık, gayet hayvanca bir ifade ile bir şeyler istiyordu. Burnunun uç tarafındaki mesameler büyümüş ve bunlardan ince yağlar sızmıştı. Bu uzun ve küt burun, gözlerininkine pek benzeyen hayvanca hareketlerle sanki uzayıp kısalıyordu. Bütün yüzü, çıkmaya başlayan sakaHannın dibine kadar, haşlanmış gibi kırmızı ve pınl pınl yağlı idi. Bu yağlar dudaklannın kenannda meze bakiyeleriyle kanşarak, daha iğrenç bir hal alıyordu. Üst dudağı titreye titreye bumuna doğru çekildikçe san ve uzun bir sıra diş ve dişetlerine yapışık birkaç maydanoz yaprağı görünüyor ve genç kızın yüzüne, rakı ile kutu sardalyasının ve mide usaresinin kanşmasından hasıl olan feci bir koku vuruyordu." (S.279)
Görüldüğü gibi, Sabahattin Ali'nin İsmet Şerife duyduğu tiksinti burada aşın iğrenmeye dönüşmüştür. Bu iğrenme, yeri gelince, iyice çoğalarak onu -seyrek de olsa- sanatçılıktan biraz ayırmış, nerdeyse fıkra yazarlığıyla birleştirmiştir. Bedri'nin adı geçen kişilere ilişkin uzun ve taşlayıcı konuşmalan buna örnektir. (Bakınız, I 982, S.250-254, 303-305, 3 I 2-3 I 5 vb.) Bundan da kötüsü var: Bahis konusu aşırı iğrenme, yazan nesnellikten biraz saptırmış, sağcılan genellikle çirkin yönleriyle yansıtmaya yahut çirkin göstermeye itmiştir. Sözgelişi, Nihat'ın boyu kısa ve sinirleri bozuktur; İsmet Şerifin boynu eğridir; Profesör Hikmet bücür ve suratsızdır. Üstelik, hepsi vücutça olduğu kadar huyca da düşkündür. Gerçi, yazar bu düşkünlüğün kişisel (başka deyimle, bedensel ve ruhsal) görünümlerini, kaynaklannı iyi aydınlatmıştır, fakat toplumsal (başka deyimle, sınıfsal ve düşünsel) görünümlerini, kaynaklannı, ekonomı'k-politik düzenle, egemen çevrelerle ilişkilerini biraz karanlıkta bırakmıştır. Dışanda emperyalizmle ve içerde faşizmle ilişkilerine ise siyasal kısıtlamalardan ötürü yeterince dokunamamıştır. Onun için yarattığı sağcı kişiler (ırkçı-turancılar) -ne denli
197
keskiniilde canlandınlmış olurlarsa olsunlar- gerçekte eksik bir kavrayışın kalıplaşmış ürünleri olmaktan kurtulamarnışlardır.
Sağcıların dışında kalan kişilere gelince: Bunlar için de aynı sakıncalardan söz etmek haksızlık olur. Neden derseniz, yalnızca Ömer'le Macide gibi birincil kişiler değil, Bedri, Hafız, Emine Teyze ve Galip Amca gibi ikincil kişiler de tümel bir kavrayışla işlenmişlerdir. Gerek kişisel, gerekse toplumsal kimlikleri iç gözlemle dış gözleınİ ustaca kaynaştıran nesnel bir yöntemle sergilenmiştir. Özellikle Ömer'le Macİde'nin kişiliklerinin, aşklannın geçirdiği oluşum süreci, aynntılan ve ruhsal dalgalanmalan gözden kaçırmayan bir incelik ve derinlikle ortaya konulmuştur.
DÜŞÜNCELER
Sabahattin Ali, Kuyucak/ı Yusufta "kasaba" ortamı içinde oluşan bir aşk serüvenini sergiliyordu. Içimizdeki Şeytan'da ise aynı serüveni "kent" ortamında ele alıyor. Dolayısıyla, kişiler de artık kasabadan kente geliyorlar. Bu ortam değişmesiyle birlikte ortaya konan sorunlar ve düşüncelerde de birtakım değişmeler görülüyor.
Içimizdeki Şeytan'da yaşam, aşk, doğa, para, halk, aydın, faşizm, ahlak, sanat, müzik, intihar üstüne romanın şurasına burasına serpiştirilmiş düşüncelere rastlanıyor. Bunlar romancıdan çok roman kahramanlannın düşünceleridir. Daha doğrusu, bu düşünceleri çoğunlukla kahramanlar bir konuşma ya da tartışma sırasında dışavunıyorlar. Bazen birinin öne sürdüğü düşüncenin öbürü tersini savunuyor. Gelgelelim, toplumun yapısıyla, sınıf, devlet ve üretim ilişkileriyle sıkı bir bağlantı kurulmadığı için bu düşünceler çoğu zaman ya gerçeküstü bir kimliğe bürünüyor ya da ancak bir iki yanıyla gerçeğe yaklaşıyor. Ne var ki, bu yaklaşma dahi çoğun kişisel yaşantılarla sınırlanıyor, onların belirlediği küçük doğrulan aşarak bir genel geçerliğe ulaşamıyor.
Bunu görmek için kişilerin yaşam üstüne ileri sürdükleri düşüncelere bakmak yeter.
Sözgelişi, romanda kişiliği büyük bir başarıyla canlandınlan Macide akıllı, sağduyulu, temiz, ölçülü, tutarlı, yürekli bir kızdır. Ortaokulu bitirerek taşradan İstanbul' a okumaya gelmiştir. Toplumu, çevreyi tanımamaktadır. Yaşam üstüne de henüz kesinleşmiş bir görüşü yoktur.
1 98
Arayış içindedir. Yakın geleceğinin dahi nereye varacağını kestiremediğinden, yaşam konusunda şöyle düşünür: "Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görünmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüfterin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışırnıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak, daha rahat, daha makul değil miydi?" (S.47)
Veznedar Hafız'ın yaşam görüşü; Macide'ninkinin tersine, aktif ve pratiktir. Daha doğrusu, gerçekçidir. Hafız, acı tatlı birçok yaşantıdan sonra şuna varmıştır: " . . . Tekrar bir memuriyete kapaklandık, yeniden evlendik, çoluk ve çocuğa karıştık, sürüklenip gidiyoruz. Hayat dediğin başka nedir ki zaten? Ben şuna inanıyorum ki, üç buçuk günlük ömrümüzü kendimize zehir etmemek için ne mazideki hayatımıza ve kaçırdığımız fırsatlara, ne de istikbalin olmayacak hülyalarına kulak asmayarak bugünümüze hapsolup yaşamalıyız. Her hadisenin insanı eğlendirecek bir tarafı vardır." (S.88)
Soyca yoksunaşmış bir eşraf çocuğu olan Ömer ise, yaşamı anlamsız, hatta sıkıcı bulur. Fakat bu anlamsızlığın ve sıkıcılığın toplumsal kaynağını bilmediği ve araştırmadığı için onları ortadan kaldırmanın yolunu da bulamaz. Ona göre, "hayat herhalde bir katakulli değildi. Ama neydi? Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı." (S.236)
Ömer' in "tembelliğe alışmış olan kafası bunu bulamıyor, bulmak için uğraşmaya üşeniyor, yanlış ve bayağı olduğunu sezdiği şeyleri de kabul edemediği için selameti firarda" görüyor. Çünkü "her derin düşünceden, her üzüntülü nefis muhasebesinden kaçınayı itiyat edinmiştir." (S.236-237)
Ömer bazı özellikleriyle Dostoyevski'nin Stavrogin ' i (Ecinniler) ile Gonçarov'un Oblomov'unu akla getiren bir çeşit "Lüzumsuz Adam" dır. İnançsız, iradesiz, kararsız, aylak, kaytarmacı bir tip. Ona karşılık Nihat inançlı, kararlı ve kavgacıdır. Yaşam anlayışı da onunkinin tam tersidir. Ona bakılırsa, "yaşamak, herkesten daha iyi, herkesten daha (6) Bu akrabalığın karşılaşunnalı örnekleri için bak: Hüseyin Alıunya, Sabahattin Ali Ve Içimizdeki Faşizm. Vatan gazetesi, 1 .3 . 1 978 1 10.3 . 1978
1 99
üstün yaşamak, insanlara hakim olarak, kuvvetli, belki de biraz zalim olarak yaşamak" gerekir. "Dünyada bundan başka istenecek ne vardır?" (S.58) "Hayatta kendine layık olan mevkii almak için her türlü çareye başvurmak meşrudur. Modası geçmiş ahlak kaidelerini unutmak" suç değildir. (S. 1 86) Çünkü "hayat bir katakulliden ibarettir." (S.236)
Kuşkusuz, kendini bir "üstün insan" sayan Nihat' ın yaşam anlayışı salt bencillikle, çıkarcılıkla yorumlanamaz. Bunun altında birtakım politik ve ideolojik etkiler de yatmaktadır. Nitekim, romanda bu etkilerin kökleri arada bir su yüzüne çıkmaktadır: "Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, insanların zaaflarını mazur görmeye taraftar değilim. Kuvvetli olmak her şeyin fevkindedir. .. Kuvvet her hareketi mazur gösterebilir. Acizlere acıman ise sersemliktir." (S. 1 58) "Dünyaya bizim gibi insanlar kendi kafalarında tasavvur ettikleri şekli vermeli ve koyun sürüsünden farkı olmayan halk ise sadece tabi olmalıdır." (S. 1 82)
Nihat'ın bu düşünceleri Adolf Hitler'in Kavgam kitabındaki şu sözlerden kaynaklanmaktadır: "Daha kuvvetli olanın rolü hükmetmektedir, daha zayıf olanla kaynaşmak değildir. Eğer böyle davranınazsa kendi büyüklüğünü feda etmiş olur. Bu kanunu ancak doğuştan zayıf olan yaratıklar zalimce bulurlar."
Gerek Nihat'ın, gerekse romanındaki öbür sağcıların bu halk düşmanı, ahlak ve insanlık dışı, gerici düşüncelerinin faşizmle, özellikle de Alman faşizmiyle (Nazizmle) akrabalığı ortadadır.<6> Gerçekten de Içimizdeki Şeytan 'ın yazıldığı yıllarda, yurdumuzdaki ırkçı ve Turancılar, dünyayı kan ve ateşe bulayan Nazizme yakınlık göstermişlerdir. İçerinin olduğu kadar dışannın da yardımıyla örgütlenmiş, dergiler, broşürler yayımlamış ve toplumculara, ilericilere, banşçılara, demokratlara karşı saldınya geçmişlerdir.
Bunu vaktinde gören, hatta kendisi de sonradan onların hışmına uğrayarak işinden edilen Sabahattin Ali, Nihat ve arkadaşlannın kişiliğinde faşizmin zalim, kirli, zavallı yüzünü gün ışığına çıkarmak istemiştir.m
(6) Bu akrabalığın karşılaştımıalı örnekleri için bak: Hüseyin Altunya, Sabahattin Ali Ve Içimizdeki Faşizm. Vatan gazetesi, 1 .3 . 1978 1 10.3. 1 978 (7) Yalçın Küçük aşağılayıcı, saldırgan bir fislupla yazdığı bir eleştiride bu görüşe şiddetle karşı çıkıyor: "Bu güzel romanı Nazım Hikmet dahil tüm ilerici sanat çevreleri antifaşist bir roman olarak niteliyorlar. Hiç alıil<:ası yok. ( . . . ) Sanıldığının aksine, bu romanın, öyle bir ideolojik tezi yok. Dar anlamda ideolojisi yok. Antifaşist veya antiırkçı bir roman değil. ( . . . ) İçimizdeki Şeytan romanını ırkçılar hedef seçince bu roman antifaşist oluyor. Hele bir de Nazım böyle deınişse artık bundan sonra gelenlerin işi papağanlık oluyor."
(Bilim ve Edebiyat, 1985, s. 286, 291 , 367/ Erkekçe, Mayıs 1988)
200
R9manın düşünce temeli, toplumsal düzenle ilişkileri gösterilmeyen ve genellikle kişisel planda yürütülen bu hesaplaşma, bu eleştirme isteğine dayanmıştır. (Yukarıda sözkonusu edilen öteki düşünceler de çoğunca aynı isteğİn çevresinde oluşmuştur.)
Elbette, böyle bir isteği gerçekleştirmek özgürlüklerin kısıtlı olduğu ve faşistlerin ağır bastığı bir dönem ve ortamda oldukça güç, tehlikeli bir iştir. Bu yüzden Sabahattin Ali sağcıları, ırkçı ve Turancıları ideoloji ve politika açısından değil , sağduyu ve ahlak açısından eleştirmeyi yeğ görmüştür. Bunu da toplumsal olmaktan çok, kişisel düzlemde cesaretle yerine getirmiştir. Ne var ki, yazarın düşünsel/siyasal yönden eksik ama yararlı sayılabilecek bu davranışı estetik yönden yeterince başarılı olmamıştır. Çünkü, sağcı aydınlara ilişkin eleştirel düşünceler hem toplumsal düzene, hem de ana konuya bağlı olarak eylem içinde, eylemle birlikte belirtilmediğinden romanda çokluk birer yama gibi kalmışlardır. Bundan ötürü, Nihat'la çevresine yöneltilen eleştiriler -doğru da olsalar- zaman zaman ya nutka kaçmış ya da ufak birer makaleye benzemişlerdir. Metin içinde gereğince erimedilderinden yer yer romanın dengesini bozmuşlardır. Ömer'le Bedri'nin bazı konuşmaları buna örnektir. (Bakınız: 1 982, S.250-254, 306-307, 3 12-3 1 5 vb.)
Kuşkusuz, romanın en çok üzerinde durulan kişisi "olumsuz" bir tip olan Ömer' dir. Ömer bazı yanlarıyla "Bir Skandal" hikayesindeki öğretmen Nurullah'a, "Bir Siyah Panila İçin" hikayesindeki kaymakama ve Kürk MantoZu Madonna romanındaki Raif e benzer. Nitekim, Nurullah gibi o da aylak bir küçük burjuva aydınıdır, çevresiyle çatışma halindedir. Halktan kopmuştur. Can sıkıntısından bunalır. Öyleyken bir edimde bulunmaz. Sorumsuz, kararsız ve iradasizdir. Güya içinde bir şeytan vardır. Bütün kababati ona yükler: "Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak da mümkün . . . Fakat içimde öyle bir şeytan var ki. . . Bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş . . . Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız . . . " (S .55)
Anlaşılan, Yalçın Küçük Içimizdeki Şeytan'ı gereğince okumaınış, yapılan araştımıalaca da yeterince bakmarnış. Oysa, yalnızca Hüseyin Altunya'nın bir önceki dipnotta anılan aynn�h incelemesi bile Yalçın Küçük'ün yanılgısını kanıtiayacak güçtedir. Aynca, Bedri ile ümer'in romanda yer alan bazı eleştirici konuşmalan ve yazann ırkçılann ruhibeden çirkinliklerini belinen parçalan da bu kanıtlamayı pekiştirnıektedir.
201
Birdenbire Macide'ye aşık olması, gitgide sağcı aydınların içyüzünü öğrenmesi, evlenince geçim sıkıntısına düşmesi, karısından aynimak zorunda kalması, başka bir deyimle, gerçeklikle yüz yüze gelmesi Ömer'in ruhunda derin yankılar yaratır. Sonunda, hapse girince, bu yankılar acımasız, uyarıcı bir özeleştiriye dönüşürler.
Bir yanıyla tembel, iradesiz ve ülküsüz, öbür yanıyla düıiist, zeki ve duygulu bir kişi olan Ömer zamanla kimliğinin bilincine varır. Hapishanede, başından geçenleri uzun uzun düşünür. Kendini suçlu bulur ve düzeltmeye karar verir:
" . . . On günden beri kendi kendimle hesap göıiiyorum. Müthiş açığım çıktı. . . Alay etme . . . Gayet ciddi ve doğru söylüyorum. Otuza yaklaşmaktayım... Bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice alamadım. Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandıncı bir şey var mı? ( . . . ) isteyip istemediğimi doğru düıiist bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilierimin daimi bir mesutünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık göıiiyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytan? Bu bizim gururumuzun, salakhğımızın uydurması. .. İçimizdeki şeytan yok . . . İçimizdeki aciz var. Tembellik var .. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey; hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var. . . " (S.3 1 6-3 1 8)
Bu parçada özetlenerek yer alan düşünceler Içimizdeki Şeytan' ın dayandığı 'temel düşünce'yi dışavurmakta ve onun bir 'tezli roman' olduğunu göstermektedir.
Sabahattin Ali, Ömer'in kişiliğinde halktan kopmuş sağcılar arasına düşmüş sorumsuz ve inançsız bir "yan aydının" durumunu nesnelee sergiler. Bu durumun kaynaklarını, kişisel ve toplumsal alandaki belirtilerini, acı sonuçlarını -bir aşk seıiivenine bağlı olarak- ortaya koyar. Böylece, hem olumsuz bir tipin anlatımını, hem de eleştirisini -konuyu zorlamadan- gerçekleştirir.
Romanda Bedri -ömer'e karşı- olumlu tipi temsil eder. iradeli, çalışkan, bilinçli, özgeci bir gençtir. Az konuşur, ama bildiğini iyi bilir. Sorumluluk yüklenmekten kaçınmaz. Emeğiyle yaşar. Düıiisttür. Araştırcıdır.
Macide, Bedri'yi şöyle tanımlar: "Ne fevkalade bir adam . . . Öyle ya,
202
başında ne kadar felaket varken kendini kaybetmemesi, Ömer gibi bir arkadaşının her haline, en dayanılmaz muamelelerine tahammülü, bana karşı aldığı vaziyet ve mukabilinde bir şey beklemeden gösterdiği allika . . . Daha birçok şeyler onun nasıl düşünen, duyan ve bunları ölçüp biçtikten sonra verdiği kararlara göre hareket eden bir insan olduğunu gösteriyor." (S. 299-300)
Bedri romanda sözü edilen sağcı aydınlan tanır, ama düşüncelerine katılmaz, hatta fırsat düştükçe onları eleştirir: "Bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar. ( . . . ) Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. Her şeyleri iğreti, her vasıtaları, her kanaatleri iğreti . . . Basit bir insan, mesela hiç okuması yazması olmayan bir köylü, bir amele, laletteyin bir adam bunlardan çok daha mükemmel bir bütündür. ( . . . ) Hükümleri hayatın verdiği birkatım tecrübelerin neticesidir ve kendine göredir. ( . . . ) Fakat bu efendilerin hiçbiri kendisi değildir. Fikir diye ortaya attıkları her şey kafalarına rastgele doldurdukları hazmedilmemiş, acayip, birbirine zıt bilgilerin tahrip edilmiş şekillerinden ibarettir . . . " (S.3 1 2)
Açıkça söylenmemek!e birlikte, az buçuk solcu ya da sola yatkın olduğu anlaşılan Bedri, yalnızca sağcı aydınlan değil, öteki aydınları, özellikle küçük burjuva aydınlan da çoğunlukla beğenmez: "Çünkü hiçbirinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. ( . . . ) Onun için bu nevi insanlardan bahsedilirken boyuna birbirine uymaz sözler duyanz. ( . . . ) Bir garson, bir kayıkçı şahsi fikirleri olmak, gördüğü ve öğrendiği şeyleri kendine maletmek bakımından, bizim bu münevverlerin hepsinden üstün ve kıymetlidir. Konuşurken birçok şeyler öğrenirim ve karşımda bir insan görürüm, hazin ve geveze bir kukla değil . .." (S.3 1 3-3 14)
Bu sözleriyle Bedri, yazann çoğu aydınlanmıza duyduğu güvensizliği dışavurmaktadır. Sabahattin Ali'nin bazı hikayelerinde de (örneğin "Fikir Arkadaşı", "Düşman", "Bir Skandal", "Köpek", "Bir Konferans", "Beyaz Bir Gemi", "Komiki Şehir") bazı aydınlanmızı (öğretmenleri, bürokratları, doktorları vb.) yeri geldikçe taşladığı unutulmamalıdır.
SONUÇ
Buraya değin yapılan çözümlemeler şöyle bir genel yargıya bağlanabi !ir: İdeolojik yönde taşıdığı olumlu özelliklere karşın, Içimizdeki Şey
tan, estetik yönden yeteri kadar güçlü değildir.
203
KÜRK MANTOLU MADONNA
Y AZILIŞI VE YA YTMLANJŞI
Kürk Mantolu Madonna önce Hakikat gazetesinde 1 8 Aralık 1940/8 Şubat 1 94 1 tarihleri arasında 48 sayı tefrika edilmiştir. Sonra 1943 ' te kitap halinde birinci basımı,( l l 1966' da ikinci,(2) 1976'da üçüncül3l ve 1992'ye değin yedinci(4J basımı yapılmıştır. Gazetede "büyük hikaye", kitabın ilk basımında "hikaye", ikinci ba ımında "roman" diye unulmuştur.
Arkadaşlarından Azarnet Arsever'in açıkladığına göre, Sabahattin Ali r manını Hakikat gazete inin i pa- REMii KiTA8 EVI iSTANIUL 1<).43 rişi üzerine kaleme almış. Gazete ondan "siya ete kanşmayan, sürükleyici bir aşk romanı" yazmasını i temiş. Hatta, roman tefrika edilirken bu yolda baskı bile yapmış. Paraya ihtiyacı olC:Uğundan yazar sesini çıkarmamış, ama çok kızmış. Gazete parasını öd mekte güçlük çıkarınca, o da romamnı kısa kesmiş.
Gazetenin sahibi Cemal Hakkı Selek'e Sabahattin Ali'nin 10 Ka ım 194 1 'de gönderdiği bir mektup bu açıklamayı doğuruluyor:
"Romanım gazetenizde, benim gibi bu meselelerde hassas olan bir adamı deli etmek için olacak, mütemadiyen şekil değiştirerek, kararsızlık içinde neşredildi. Evvelii üç sütundan başlayıp onra dört sütuna, sonra da yedi ütuna çıkarıldı.
Yazı hayatımda ilk defa olarak, yazıının tutmadığı suratıma çarpıldı. ( . .. ) Benim şimôiye kadar intişar etmiş bulunan e erieri m meydanda olduğuna göre, benden gazeteniz için yazı isterken İskender Fahrettin, Esat Mahmut beylerden veya Peride Celal, Kerime Nadir,
( 1 ) Remzi Kitabevi, lstanbul, 1 943, S. 1 77 (2) Varlık Yayınevi, lstanbul, 1 966, S. 246 (3) Bilgi Yayınları. Ankara, 1976, S. 22 1 (4) Cem Yayıncvi, lstanbul, 198 1 , 1 988, 1 989, 1 99 1 , s. 2 1 5
204
Mükerrem Kamil hanımlardan beklenen neviden bir roman istemiş olarnayacağınız aşikardır. Akşam gazeteleri bu nevi yazılan tutuyarIarsa kabahat bende mi? ( . .. )
Verdiğim sözde durmadım mı? Hastaneden, 39 derece ile hasta yatarken evden, bir gün bile aksatmadan yazılanını gönderdim. Parasını alamayan her muharririn yapması mutad olan yazı göndermernek tehdidini, yazdığım halde yapamadım. Ve muhtaç olduğum, hak etmeş olduğum bir parayı isternek için, izzetinefsimi ayaklar altına alarak, üst üste, yalvarırcasına mektuplar yazdım. On mektubuma bir cevap ve bir vaat aldım. Onun da yerine getirilmediğini görünce, haddimiz olmadığı halde, asabileştim. ( .. ;)
Gazetenizin sürümünü temin edecek romanlar yazmak için yukarda ismi geçen yüksek muharrirler menzilesine vararnadığırruzdan ve kafamızın mahsullerinin bir kıymeti bulunduğunu ve hak edip bedelini istediğimizden dolayı tekrar tekrar affınızı rica ederim."<5>
Kürk Manto/u Madonna ' nın adı önce Lüzumsuz Adam imiş. Sabahattin Ali Z ve S sesleri arasındıili çatışmadan hoşlanmadığı için bu aqı değiştirmiş. Ben on tefrikalık bölümünü gazeteye verdikten sonra, eserin geri kalanını günü gününe yazmış. 1 948'de Saik Faik "Lüzumsuz Adam" ı kendi eserine ad yapmış. <6>
Kürk Manto/u Madonna, Pertev Naili Boratav'ın yazdığınam göre, başlangıçta "Yirmi Sekiz" başlıklı bir hikaye taslağı imiş. Sabahattin Ali onu sonradan genişletrniş, belki de romana dönüştürmeyi tasarlamış. Fakat adı geçen gazete sahibiyle uyuşmazlığa düşünce, büyük hikayeden öteye gidemerniş ya da gitmekten vazgeçmiş. Böylece, büyük hikayeyle roman arası bir eser ortaya çıkrruş . . .
Eserin yirmi sekiz yaşındaki kadın kahramanıyla yazann Almanya'da tanıştığı sanılıyor.
Sabahattin Ali 1929'da yazdığı bir eski şiirinde -"Mesnevi"de- Almanya' daki yaşarnını arkadaşı Mustafa Seyit Sütüven'e anlatırken san saçlı kadın dostlanndan söz açar:
(5) Bak: Filiz Alil Atilili Özkınınlı, Sabahattin Ali, 1986, S. 206-207 (6) Cevdet Kudret, Sabahattin Ali Üzerine Notlar, Varlık, 1 .2. 1966 (7) Bak: Filiz Ali Laslo/Atillli Özkınınlı, Sabahattin Ali, 1979, S. 288
205
Ünsiyet edince A vrupalıyla Sarhoşluğa başladım birayla
Derya gibi raksa rağbet ettim Kızlara temasa rağbet ettim Bir bar köşesinde postumuz var Birkaç sarı saçlı dostumuz var
Romanın kahramanı Maria Puder' in de barda çalıştığı göz önünde tutulursa, Pertev Naii Boratav ile Sabahattin Ali'nin söyledikleri arasında bir uygunluk olduğu görülür.
6 Mart 1 933'te yazılmasına karşın, Sabahattin Ali'nin ancak I 991 'de yayımlanan bir mektubu da bunu doğrulamaktadır:
"Almanya'da Frolayn Puder isminde bir hatuna ziyadesiyle aşıktım (bu kadın, arkadaşlar arasında 28 namıyla meşhurdu). O zamanlarda ise Berlin'de şu meşhur Deli Şarkıcı filmi oynamıştı ve oradaki Sonny Boy şarkısı herkesin ağzında idi. Şimdi bunu mınldanınca sisli ve yağmurlu Teşrinievvel günlerinde 28 ile müzelere veya sinemaya gidişim aklıma gelir. Yolda mütemadiyen kızcağızın yüzüne dalar, önümü görmezdim, o da hafif bir tebessümle başını bana doğru çevirerek bu salaklığımı mazur gördüğünü anlatmak isterdi. Aşık olduğum kimseler arasında bana bu kadın kadar iyi muamele edeni olmamıştır. Parmağının ucunu bile koklatmadığı halde beni kırmaz, aramızda genişlemeyen ve daralmayan muayyen bir mesafe muhafaza etmesini gayet iyi bilirdi ... "<8>
Öte yandan, Sabahattin Ali'nin arkadaşlanndan Muvaffak Şeref bana bir başka açıklamada bulundu: "Eskiden Taksim'de Camlı Köşk'te bir Macar orkestrası vardı. Orkestra kadınlardan kurulu idi. Sabahattin bu kadınlardan biriyle arkadaş oldu. Kadın gri renkte bir kürk giyerdi. Sanşındı. Adı Lili. İyi keman çalardı. Liko Arnmar onu konservatuvara almak istemişti. Sanıyorum ki Kürk Mandolu Madonna odur."
Sabahattin Ali'nin Almanya'daki öğrenim arkadaşlarından Melillıat Togar aynı konuda şunları söyledi: "İstanbul'a bir Macar orkestrası gelmişti. Toplulukta bir Yahudi kadın kemancı vardı. Sabahattin Ali onunla ilişki kurmuştu. Kürk MantoZu Madonna'nın kahramanının o kadın
(8) Ayşe Sıtkı-Doğan Akın, Sabahattin Ali'nin Özel Mektuplan, 1991, s. 93, 1 69
206
olduğunu bana sonradan açıkladı. Almanya'da iken Havel ırmağı kıyısında birlikte yaptığımız gezintilerden bazılan da romanda anlatılmıştır."
Yazann eşi Aliye Hanım (o da bir sanşındır) ise romandaki bazı konuşmalann kocasıyla kendisi arasında geçtiğini ve Raif Bey'in ailesinin Sabahattin Ali'nin dayısının karısı Müfide Hanım'ın ailesinde!} bazı izler taşıdığını ileri sürdü.
Sabahattin Ali'nin askerlik arkadaşlanndan Niyazi Ağımaslı ise Kürk Manto/u Madonna'nın yazdışı konusunda şu açıklamayı yapıyor:
"Kahtane'den Eyüp' e, balıarda Büyükdere'ye intikal ettik ve bentler yolunda, kibrit fabrikasının karşısındaki çamlığa doğru çadırlı ordugarumızı kurduk. ( . . . ) Sabahattin Ali Kürk Manto/u Madonna'yı bu çadırda yazmaya başladı. Bana ilk birkaç sayfalık müsveddelerini okumuştu. Kabul etmek gerekir ki, bu, Sabahattin'in en güzel yapıtı değil. Bir akşam geldiğinde Zekeriya Sertel'le görüştüğünü, iki üç gün içinde gazetede tefrika edilmeye başlanacağını söyledi. Çok şaşırdım ve telaşlandım. Tamamlamadan, ya da sona yaklaşmadan anlaşma yapmanın, kitabın tefrika edilmesinin yanlış olacağını söyledim. Teğmen maaşma kalmıştı. Eşini ve küçük Filiz'i besieyebilmek için bu zorunluydu. Doğrusu, ben bunu yine de içime sindiremezdim. Ankara'da Hacıbayram yolu üzerinde Ticaret Ranı'nın ilerisindeki köşede bir gazino vardı. İki Macar hanım burada şarkı söylerdi. Bu iki arkadaştan birisiyle de sonra da ben arkadaşlık etmiştim. Sabahattin'in Kürk Manto/u Madonna'da ilham kaynağı bu kadınlardan birisiydi. ( ... ) Büyükdere'de ata binme, Belgrat Ormanianna doğru at koşturma merakımız vardı. Sabahattin bir seferinde kol bileğini çatlatmıştı. Günlerce çadırdan çıkamadı. Bir tenekeyle su ısıtırlar, çadınna korlardı. O çatlamış şiş kolunu sıcak suya daldım bir taraftan da Kürk M antolu Madonna ternkasını tek eliyle çiziktirmeye çalışırdı. Daha sonralan Tümen Çatalca, KızılcaaliÖrcünlü hattında görev aldı. Arabalı ekmekçi kolunu bu kez de Dursunköy' de yerleştirdik . . . "<9>
Birbirinden ayn gibi görünen bu açıklamalar, aslında, birbirini tamamlar. Çünkü yazar hep gerçekliğe yaslandığı halde, çoğun, onu olduğu gibi vermez. Gerçekliğin çeşitli öğelerinden kimisini atar, kimisini değiştirir, kimisini ise başka öğelerle birleştirerek yeni ve daha etkili bir
(9) Bak: Filiz Ali Laslo/Atillfi Özkınmlı, Sabahattin Ali, 1 979, S .. 86-87
207
gerçekçilik elde eder. Kürk Manto/u Madonna'da da adı geçen her üç kadından gerekli gördüğü yanlan almış, onları birleştirip yeni bir kişi yaratmış ur.
Romanın erkek kahramanı da aynı işleme uymuştur: Raif, gerçekte yazarın bir akrabasıdır. Sabahattin Ali onu da "olduğu gibi" vermemiş, ona kendi kişiliğinden bazı çizgiler katmış, bir "bireşim"e varmışur.
KONU Hikayeyi anlatan yazar bir bankadaki küçük memuriyeünden çıkarı
lır. Uzun süre iş arar, bulamaz. Bir gün yolda eski okul arkadaşlanndan Harndi'ye rastlar. Durumunu açar. Harndi bir şirkette müdür yardımcısıdır. Ona orada iş bulur.
Yazar, şirkette Raif Efendi'yle tanışır. Bu; sessiz, ilgisiz, çekimser, "kır saçlı, bağa gözlüklü" bir adamdır. Şirketin Almanca çevirmenidir. Bir gün hastalanır, işe gelmez. Yazar, evine ziyarete gider. Raif Efendi ile karısı (Mihriye), kızlan (Nurten, Naciye), baldızı (Ferhunde) ve bacanağı (Nurettin) aynı evde oturmaktadırlar. Yükün çoğu onun omuzlanndadır, öyleyken herkes ondan şikayetçidir.
Raif Efendi kısa zamanda toparlanır, işine döner. Fakat bir süre sonra yeniden hastalanır. Evden çıkamaz. Bürodaki birkaç eşyasını rica eder. Bunlar arasında bir de anı defteri vardır. Yazar merak eder, defteri okumak ister. Raif Efendi güçlükle razı olur. Ertesi gün de ölür.
Defterde Raif Efendi' nin yaşamı yazılıdır: Raif Havranlıdır. Babası oranın zenginlerindendir. Mütareke sırasın
da oğlunu öğrenim için İstanbul'a gönderir. Raif bir süre Sanayi-i Netise Mektebi'nde okur. Sonra, babasının isteğiyle, sabunculuk öğrenmek üzere Almanya'ya gider. Berlin'de bir pansiyona yerleşir. İlkin vaktini dil öğrenmekle geçirir. Ardından bir sabun firmasına vaşvurur. Fakat düzenli olarak fabrikaya gitmez. İşi biraz aylaklığa döker. Bol bol roman okumaya ve sergileri, müzeleri dolaşmaya başlar. Özellikle resme ilgi gösterir. Bir gün sergide kürk mantolu ve Maria Puder imzalı bir kadın portresi görür. Enikonu çarpılır, gözlerini portreden ayıramaz. Günlerce gidip gelip onu seyreder.
Bir akşam resimdeki kadına sokakta rastlar. Kadın hafifçe gülümseyerek yanından geçer. Raif ne yapacağını şaşırır. Bu arada kadın da gözden silinir. Ertesi gün Raif, onu görmek umuduyla, aynı yere gider.
208
Heyecanla bekler. Kadın yine çıkagelir. Raif gizlice onu izler. Atiantik adlı yere girdiğini öğrenir. O da içeri dalar. Burası şarkılı bir meyhanedir. Biraz sonra perde açılır, sahnede o kadın görünür. Kemanla şarkı söyleyerek salonu dolaşır. Raif in yanına da uğrar, başıyla selamlar, hatırını sorar. Raif şaşırır, kızarıp bozarır. Konuşunca, onun portrenin ressamı olduğunu ve kendisini tanıdığını anlar. Sözleşerek program bitince birlikte çıkarlar.
Yahudi asıllı Maria da Almanya'daki Raif gibi yalnızdır. Dürüst, açık yürekli, tok sözlüdür. Bu yüzden, tanışmaları kısa zamanda arkadaşlığa dönüşür. Sık sık buluşup konuşurlar, parkları, sergileri gezerIer. Fakat sevişme ortamına giremezler. Çünkü Maria, Raifin kendisinden bir şey istememesi koşuluyla arkadaşlığa razı olmuştur. Gerçi bu Raif için güç bir durumdur, ama sevgilisiyle görüşmek bile ona yetmektedir.
Yılbaşı gecesini bir gazinoda birlikte geçirirler. Yerler, içerler, dans ederler. Nedense Maria durgunlaşır. Bir ara gözden kaybolur. Raif her yanı arar, sonunda onu dışarıda bulur. Soğukta kar altında durmaktadır. Sarhoştur, üşümüştür. Alıp evine götürür. İlk kez birlikte yatarlar. Fakat, Maria sabahleyin üzgün kalkar. Umudu kalmamıştır: Raif i bir türlü severnediğini itiraf eder. Artık görüşmemelerini diler.
Raif, yüreği kan ağlayarak ayrılır. Günlerce sevgilisinin evi yöresinde dolaşır, içeri girmeyi göze alamaz. Üzüntüden intiharı düşünür. Sonunda onun hastaneye kaldınldığını öğrenir. Dayanamaz, ziyaretine gider. Bitkin halini görünce, Maria, onu anlayışla karşılar. Hastaneden çıkınca da bir evde kalırlar. İki hafta boyunca ona Raif bakar. İyileşmesi için elinden geleni esirgemez. Bu karşılıksız sevgi ve şefkat Maria'yı etkiler. Raifi artık sevmeye başladığını, onsuz edemeyeceğini anlar. Yazık ki, bu sırada Türkiye'den bir telgraf gelir: Raifin babası ölmüştür. Akrabaları acele memlekete dönmesini istemektedirler.
Maria, trenle annesinin yanına gider. Ayrılmazdan önce Raif e, "Ne zaman çağırırsan gelirim" der. Dört gün sonra Raif yurduna döner. Enişteleri malları bölüşmüşlerdir. Kendisine verimsiz birkaç parça toprakla babasının eski evi kalmıştır. Bir süre Maria ile mektuplaşır. İşleri yoluna koyunca onu da çağırmak niyetindedir. Maria, yakında çok sevindirici bir haber vereceğini yazar. Fakat birden mektupları kesilir,
209
Raif in gönderdikleri de postaneden geri çevrilir. Raif üzünçle bekler. Bir haber alamayınca derinden kınlır. Kötüm
serliğe kapılır. Geleceğe de, insanlara da inancını yitirir. "En sevdiği, en güvendiği insan bunu yaparsa, öbürleri ne yapmaz !" diye düşünür. Yöresine kuşkuyla bakar, ilgisiz davranır. Birkaç yıl sonra memuriyete atılır, evlenir, çocuklan olur. Kendi deyimiyle, "bir nebat gibi, şikayetsiz, şuursuz, iradesiz yaşayıp gider."
Aradan on yıl geçer. Ankara'da yolda bir gün Almanya'daki pansiyon sahibesiyle karşılaşır. Ondan, Maria'nın doğum sırasında öldüğünü ve kendisinden olan çocuğunun ise yaşadığını öğrenir. Raif yaptığı haksızlığı anlar, büyük bir pişmanlık ve utanç duyar. "Bir ölüye karşı duyulan hazin ve faydasız nedametle" kıvranır.
Bir akşam soğuğa aldırmadan saatlerce sokaklarda dolaşır, üşüyüp hastalanır. Birkaç hafta evde yatar, tedavi görürse de iyileşmez. Artık yaşama direnci ve inancı da kalmamıştır. "Gene dün akşam anladım ki, hayattından o kadın çıktıktan sonra, her şey hakikiliğini kaybetmiş; ben onunla beraber, belki de daha evvel ölmüştüm."
Dediği çıkar: Çok geçmeden ölür.
KONUNUN GERISINDEKI
Konunun özetinden kalkılarak Kürk MantoZu Madonna' nın katıksız bir "aşk hikayesi" olduğu söylenebilir. Ama yazarın amacı yalnızca böyle bir hikaye aniatmakla sınırlanabilir mi? Acaba Sabahattin Ali'nin bunun yanında ya da gerisinde bir başka amacı yok mudur?
Doğrusu, bu soruyu kesinlikle cevaplandırmak güç. Ancak, aşağıdaki gibi bir yorum yapmak da -sanıyorum- pek yersiz değil:
Sabahattin Ali, Kürk MantoZu Madonna ' nın bir parçasında şöyle der: "Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! . . Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlfiku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?" ( 198 1 basımı, S .46)
Gerçi bu satırları Sabahattin Ali, çevresindekilerin Raif için verdikleri kesin ve ağır yargılar dolayısıyla yazar. Ama Kürk MantoZu Madonna'yı da bir bakıma bu satırlardaki tezini doğrulamak amacıyla yazdığı
2 1 0
düşünülebilir. Nitekim, kitabın sonunda, sözü geçen yargıların yüzeydenliği ve yanlışlığı ortaya konur. Bunun için kişilerin iç dünyası derinliği ve genişliğiyle sergilenir. Bundan ötürü eserde olaydan çok, ruhsal çözümlemeler ağır basar.
Çevresindekilerin dediklerine bakılırsa Raif "sessiz sedasız Allahlık bir adamdır" (S.21 ). "Hımbılın biridir" (S.23). "Manasız ve sıkıcı bir mahlOk", "alakasız bir insan"dır. (S.25). "Yavaş ve heyecansız"dır. (S.70). "Cansız bir makine" gibidir. (S.38).
Gelgelelim, Sabahattin Ali gün geçtikçe ve Raifi yavaş yavaş tanıdıkça kuşkulanır: " ... Dışarı çıkıp evin yolunu tuttuğum sırada düşünmeye daldım. Acaba Raif efendi hakikatten basit ve içerisi bomboş bir adam değil miydi?" (S. 45)
Bu soruyu ancak anı defterini okuduktan sonra çözer. Raifin göründüğü gibi olmadığını, fakat başından geçen olaylarla bu kılığa girdiğini anlar. Raif gerçekte heyecanlı, duygulu, hayali geniş, iç dünyası zengin, sanatçı yaratılışlı, insan sever bir kişidir . . .
KURULUŞ
Kürk Manto/u Madonna romandan çok, uzun bir hikaye sayılabilir. Nitekim, kitap yalnızca perspektifiyle değil, kuruluşuyla da bir büyük hikaye görünümündedir. Üstelik, bazı yanlanyla bir halk hikayesini andırmaktadır: Raifin bir sergide Maria'nın portresini görerek aşık olması, eski halk hikayelerinde düşünde gördüğü resme aşık olan gençlerin durumuna benzemektedir. Ayrıca, aynlık, gurbet ve ölüm motifleri ile rastlantıların çokluğu da bu benzerliği beslemektedir. Bu açıdan Kürk M antolu Madonna "çağdaş bir halk hikayesi" sayılabilir.0°>
Hikayenin temel konusu, yukardaki özetlerneden de anlaşılacağı üzere, iki kişi arasındaki "aşk"tır. Bu aşkın süreci karmaşık ve olaylı bir yol izlemez. Konu genellikle düz ve durgun bir akışla yürür. Gelgelelim, Sabahattin Ali bu sınırlı konuyu yer yer ikincil konularla genişletir. Örneğin, eserin baştan on yedi sayfası yazann işsiz kaldığı bir dönemin belirtilmesine aynlmıştır. Kuşkusuz bunun, sözü geçen konuyla doğrudan doğruya bir ilgisi yoktur. Asıl konuya girmek için kendini •araya sokmak, Sabahattin Ali'nin ara sıra başvurduğu yöntemlerden biridir.
( 10) Atilla Özkınmlı, Kürk Manto/u Madonna Ozerine, (Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, 1 98 1 , S. 8-9)
21 1
Kimi hikayelerine de uyguladığı bu yöntem, çokluk anlatırnın boşu boşuna şişmesine ve konunun dalianmasına yol açar. Kürk Manto/u Madonna'da da aynı sakınca görülmektedir.
Öte yandan, Raif efendinin otuz altı sayfa ( 198 1 , S.2l-57) süren aynntılı büro ve aile yaşamının da asıl konuyla ilgisi azdır. Gerçi, bu uzun giriş, kahramanın daha iyi bilinmesine yardım etmektedir, ama hem hikayeyle bağlantısı gevşektir, hem de olayın gelişimine katılmayan bazı kişilerin (Nurettin, Ferhunde, Necla, Harndi vb.) tanıtılmasını gerektirdiğinden hikayenin dağılmasına yol açmaktadır.
Bundan olacak, Nazım Hikmet de baş kesimin yanın bırakılarak konunun yol değiştirmesini 1943 tarihli bir mektubunda eleştirmiştir:
"Kürk Manto/u Madonna, ben bu kitabı hem sevdim, hem de kızdım. Evvela niçin kızdığıını söyleyeyim. Kitabın birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük burjuva ailesinin iç yüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlernek istidadında ki, insan buradan ikinci kısma geçerken, elinde olmayarak: Yazık olmuş, bu çok orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkan boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken yani Berlin' e kadar olan pasajı, senin benim anladığım manadaki realizme hayran oldum. Beni dinlersen o başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin efradı ve eşhasının hayatlan etrafında bir ikinci cilt, ayn bir roman yapabilirsin, böylelikle de dinlemeye başladığımız harikalı musiki birdenbire kesilmiş olmaz.
Gelelim ikinci kısma, o kısım, başlı başına bir büyük hikaye olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için, gerekse Türk edebiyatı için lazıındı. Sen bu tecrübeyi başanyla yaptın."0 1>
Hikayenin önündeki bu yayılmaya karşılık, ardındaki kesimlerde bir daralma görülmektedir. Raifin Almanya'daki yaşayış ve psikolojisi çoğunlukla derinlemesine anlatıldığı halde, Türkiye'ye döndükten sonraki durumu çoğunlukla kısaca ve yüzeyden sunulmakta, konunun akışı birden hızlanmaktadır.
Bu ufak ve sınırlı dengesizliklerin dışında Kürk Manto/u Madonna'nın, oldukça sağlam ve tutarlı bir örgüsü vardır. Özellikle aşk serüveninin hikaye edildiği bölümler dengeli bir kuruluştadır. Eksik ya da
( l l ) Bak: Filiz Ali Laslo/AtiiUi Özkınmlı, Sabahattin Ali, I 979, S. 1 84-1 85
2 1 2
artık parçalar yok denecek kadar azdır. Öyle ki, hem ruhsal çözümlemeler ineelikle yapılmış, hem ayrınular dikkatle değerlendirilmiş, hem de bütün bunlar yapıyı gevşetmeyen, tersine, pekiştiren bir ölçüyle gerçekleştirilmiştir.
ANLATIM
Konuyu özetlerken de görmüştük. Kürk Manto/u Madonna'da öyle coşkulu olaylar, göz yaşartıcı sahneler, sürükleyici serüvenler yok. İki kişinin daha çok ruhsal düzlemde oluşan bir aşk hikayesi var. Bu bakımdan, Kürk Malito/u Madonna, eylemin çok geride kaldığı yalın ve s önük bir eser. . .
Öyleyken, başından sonuna dek ilgiyle okunuyor. Çünkü yazar hikayesini başarılı bir anlaumla yürütüyor. Eylemsizliğin getirdiği durgunluğu anlatırnın tatlılığıyla, çekiciliğiyle gideriyor. Bunun için, gününe göre oldukça temiz, somut, akıcı bir dil kullanıyor. Bu dili duyguculuğa (sentimentalizme) sapmayan bir duyarlıkla, kokusuz bir içtenlikle besliyor. Aynca, hikayeyi Raifin ağzından anlatarak bir taşla iki kuş vuruyor: Öbür kişilerin bazı davranışlarının nedenini bir süre gölgede bırakarak ya da bazı ruhsal sorunlann cevabını askıda tutarak hem okumn ilgisini bağlıyor, hem de içeriğe gerilimli bir hava sağlıyor. O kadar ki, kimi yerlerde bu hava enikonu dramatik bir görünüş kazanarak okuru etkiliyor.
Hepsinden önemlisi: Sabahattin Ali romantik sayılacak bir konuyu ve kişilerini gerçekçi bir tutumla ele alıyor. Bu tutum, yaşamla düş arasındaki çatışmayı sergilerneye elverişli düştüğü için, hikayeye bir çeşit gerilim ve canlılık kazandırmalda kalmıyor, içeriğe belirli bir oranda inandıncılık da kazandınyor.
Öte yandan, yerinde ve ölçüyle kullanıldıklarından ötürü anlatımı güçlendiren tasvirlerin, aynntıların ve ruhsal çözümlemelerin de bu kazancı arurdıklarını söylemek doğru olur.
KİŞİLER
Kürk Manto/u Madonna'nın başlıca kişileri şunlardır: Raif, Maria, Mihriye, Nurettin, Ferhunde, Necla, Hamdi, Sabahattin Ali, Tiede.nann, Döppke . . .
2 1 3
Bunlardan ilk ikisi (Raif ile Maria) baş, öbürleri yan kişilerdir. Yukarda da açıkladığımız gibi Raif sessiz, silik, hayalci, bağsız, yal
nız, kararsız, içine kapanık bir kişidir. Babasının geliriyle geçinen aylak bir erkektir. Maria ise, onun tersi bir kişilik taşır. Küçük yaşta yetim kalmış, baba baskısı görmeden büyümüş, evin geçimini üstlenmiş, enikonu erkekleşmiştir. Kuyucak/ı Yusufun Muazzez' i ile Içimizdeki Şeytan' ın Macide'si gibi erkeğe ve çevreye bağımlı değildir. Bağımsız ve güçlü bir kişiliği vardır. Özgürlüğüne düşkündür.
Yan kişilerin çoğu, önce de belirtildiği üzere, asıl konuyla ilgisi bulunmayan ve hikayenin yayılmasına yol açan gereksiz kimselerdir.
Öyle olmakla birlikte, baş kişiler gibi onlar da kuvvetle çizilmişlerdir. Bunun için yazar dış gözlem kadar, hatta ondan çok iç gözlemden de yararlanmıştır. Davranışlarla duygu ve düşünceler birlikte gösterilmiştir. Böylece, kişiler fizyolojik ve psikolojik görünümleriyle bir bütün olarak resmedilmişlerdir.
Gelgelelim, kişilerin toplumla ilişkileri çokluk yeterince belirtilmemiştir. Oysa, bilindiği üzere, insanoğlu bağlandığı toplum, sınıf, tabaka, aile ve meslek çevresiyle tamamlanır. Hatta belirli bir ölçüde bu çevre içinde bir kimlik kazanır. Belki sırasında o da çevresini etkiler, ama çevrenin etkisi genellikle onunkinden daha geniş ve belirleyicidir.
Gerçi hikayenin başlangıcında Raif in aile ve büro çevresi az çok tanıtılmıştır. Fakat bu dar çevrenin pek dışına çıkılmamış, toplumun öbür kesimleriyle olan ilişkilere değinilmemiştir. Üstelik Türk toplumunun o çağdaki durumundan da hiç söz açılmamıştır.
Öte yandan, Raife oranla, Maria'nın çağı ve çevresiyle ilişkileri büsbütün gölgede bırakılmıştır. Ne aile ve iş çevresi, ne de ülkesi ve .oplumu gereğince aydınlatılrnıştır.
Başka türlü söylersek: Kişiler özneldeki nesneli yansıtan birer tip ))arak ele alınmamış, çoğunlukla bireysel yanlarıyla ortaya konulmuşlardır. Doğrusu, bu ortaya koyuş ustalıkla gerçekleştirilmiştir, ama yazarın önceki eserleri ve bilinen tutumu göz önüne getirilirse, bunu, yine de bir eksiklik saymak yanlış olmayacaktır.
DÜŞÜNCELER
Kürk Manto/u Madonna'da toplumsal sorunlara, gerçekiere ve düşüncelere pek az yer verilir. Hikayenin ekseni genellikle aşk yöresinde
214
döner. Bundan olacak, daha çok onunla ilgili sorunlar üzerinde durulur. Bu arada yaşam, insan, kadın, evlenme, yalnızlık, doğa, resim gibi temlere de kısaca değinilit.
Biliyoruz: Sabahattin Ali erkeklerce ya da toplumca ezilip aşağılanan, insanlık hakları çiğnenen kadınlara hep sevecenlikle bakar. Aşk konusunda hep eşitlik ve özgürlüğü savunur. Hikaye ve romanlarında fırsat düştükçe bunu açığa vurur. Kürk Mantolu Madonna'da da aynı tutumu sürdürür. Nitekim, hikayenin önde gelen kahramanlarından Maria, kişilikli bir kadındır: Hem sevişmede özgürlükten yana çıkar, hem de erkeklerin kadınlara hükmetmesine başkaldınr:
" . . . Bilhassa tahammül edemediği bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu . . . Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlannızda bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul etmedim . . . " ( 198 1 , S . l 20)
Maria kadınların da erkekler gibi birtakım istekleri olabileceğini ve bunların de erkeklerinki gibi saygıyla karşılanması gerektiğini öne sürer. Buna aldırmayan bencil ve ataerkil erkeklerden, zorba insanlardan tiksintiyle söz eder:
" . . . Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek . . . Biz istemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz . . . Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum . . . " (S. 1 02)
Maria'nın bu düşüncelerini haklı bulan Raif "ondan bir şey istemeden, onu teziii etmeden" sevmeye çalışır. Ona göre, "içindeki hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar etiiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk, dağıldıkça azalan bir şey değildir." (S . 1 33)
Aşkı, bir kişiyi kuvvetle sevmeyi, bütün insanları sevmekle birleştiren ve özdeşleştiren bu "insancı" görüş, yaşamı ve doğayı daha da sevmek, güzel görmek isteğiyle bütünlenir. Gönlünü Maria'ya kaptıran Raif bu yolda coşkuyla konuşur:
2 1 5
" . . . Bu karanlık ve sıkıntılı manzara ne kadar güzeldi l İçime çektiğim bu ıslak hava ne kadar tazeydi ! Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlannı sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak . . . Ve bilhassa bütün bunlan anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, bekleyerek yaşamak . . . . Dünyada bundan daha ferah bir şey olabilir miydi." (S. I 09)
Evlilik, "bütün bunları anlatacak biriyle beraber yaşamak" için seçilen bir yoldur. Çünkü "insanlar birbirinin maddi yardımiarına ve paralanna değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtırlar. Bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi 'birtakım yabancılar beslemektir'tir. Bunun bir an evvel sona ermesi gerekir."(S. 1 87)
Gelgelelim, bunu sağlamak, evlilik ilişkilerini koparmak güçtür. Nitekim, Raif de o kadar çok istemesine karşın aile bağlanndan kurtulamaz: "Yavaş yavaş bütün hayatım, henüz pek uzak olan bu günü hasretle beklemek şeklini aldı. Adeta gününün yetmesini bekleyen bir mahpus gibiydim." (S. I 86) "Aradaki bütün bağlar, ruhlar beraber olmadıktan sonra, ne ifade ederler? Senelerden beri hiç kimseye bir tek kelime söylemedim. Halbuki konuşmaya, ne kadar muhtacım. Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, dipdiri mezara kapanmaktan başka nedir?" (S. l 97)
Bu ve öteki düşünceler genellikle hikayenin gelişimine bağlı olarak sergilenirler. Akışı bozmadıklan gibi, konuyu da dağıtmazlar. Tersine, yer yer, onlara destek olurlar.
216
YILDIZ KAYDIKTAN
SONRA
SONSÖZ GİBİ
Nicedir Sabahattin Ali üstüne çalışıyordum. Bir ara, edebiyatımızdaki yerini öğrenmek istedim. Cumhuriyetin ilanından bugüne değin çıkmış edebiyat tarihlerini taradım. İsmail Habip Sevük, Agah Sım Levend, Mustafa Nihat Özön, Ahmet Harndi Tanpınar, Sadettin Nüzhet, Abdurrahman Nisari, Vasfi Mahir Kocatürk, Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Kabaklı, Mehmed Kaplan ve Rauf Mutluay' ın edebiyat tarihlerine baktım. Sonuncusu sayılmazsa, hiçbirince Sabahattin Ali'den söz edilmiyordu! Türk edebiyatının en başanlı birkaç kaleminden biri olan, bazı Fransız yazarlannca "Türkiye'nin Gorki'si" sayılan ve bizce de "ulusal bir değer" sayılması gereken Sabahattin Ali, "resmi" edebiyat tarihçilerimiz için "YOK"tu !
Neden? Devlete, düzene karşı bağışlanmaz bir suç mu işlemişti? Hayır! Herhangi bir eserinden ötürü hüküm mü giymişti? Hayır! Tüm kitaplan sakıncalı sayılıp yasaklanmış mıydı? Hayır! Aslında, gerçekten demokratik ülkelerde bunlar dahi önemli değildi.
Çünkü oralarda "düşünce suçu" diye bir şey yoktu. Değeri olan her yazar edebiyat tarihine girebilirdi. Sözgelimi, Fransa'da Aragon'suz, Almanya'da Brecht' siz, Yunanistan'da Ritsos'suz, Şili 'de Neruda'sız, hatta faşist İspanya'da Lorca'sız bir tarih düşünülemezdi. Düşünülmüyordu.
Bizde ise işler tersine gidiyordu. Edebiyat tarihleri nesnel tutumla, demokratik anlayışla, bilimsel yöntemle yazılmıyordu. Sanatçılara egemen ideolojinin belirlediği bir gizli "sansür" uygulanıyordu. Sabahattin Ali ' nin durumu bunun bir örneği idi. İstenirse, bu yollda utandıcı başka örnekler de gösterilebilirdi.
Evet, Batı 'ya karşılık, bazı düşünceler suç saythyordu bizde. Gelgelelim, Sabahattin Ali böyle bir suç da işlemiş değildi.
2 1 7
Öyleyse, neydi suçu? 1 948'de, Lorca gibi, genç yaşında canavarca öldürülmüş olması
mıydı yoksa? Ancak öldürenleri suçlu kılacak iğrenç bir olayın edebiyada ne ilgisi
vardı? (Nitekim, mahkeme dahi, milliyetçi geçinen silah hırsızı katil Ali Ertekin ' i cezaya çarptırmamış mıydı? ) İkisi arasında zorla bir bağlantı kurulsa bile, 1 948' den önce basılmış edebiyat tarihlerinde niçin adına rastlanmıyordu Sabahattin Ali'nin? Onların da dışında bırakılmak, Fransız'ların deyimiyle, bir çeşit "sessizlik kıyınu"na (consppiration de silence) uğramak için ne yapmıştı?
Ne yapacak, hikayeciliğimizde çığır açmıştı: Yeni bir içerik, yeni bir görüş, yeni bir deyiş getirmişti. Bu çığır Orlan Kemal'den başlayarak Kemal Tahir, Samim Kocagöz, Cevdet Kudret, Fahri Erdinç, Yaşar Kemal, Mustafa Niyazi, A!'ımet Naim, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Bekir Yıldız ve Osman Şahin'e kadar birçok yazarımızı etkilemişti. Aradan geçen yıllara karşın dipdiri yaşıyordu, eskimemişti . Hatta, birtakım yaşlı/genç yazarlanmızın söylediklerine göre, bazı örnekleri hala aşılamarruştı.<ıı
İyi ya, edebiyat tarihine girmek ve övgüyle, sevgiyle, saygıyla anılmak içiİı bundan güzel gerekçe mi olurdu?
Elbette olmazdı. Ama Sabahattin Ali bu yeni görüş ve kendine özgü anlatışla çok sevdiği "çilekeş halkının", "cefakeş milletinin ve memleketinin" durumunu yalın ve çarpıcı bin anlatımla, temiz ve duru bir dille yansıtmaya kalkışnuştı. Örtbas edilmeye çalışılan birtakım acı gerçekleri namusluca gün ışığına çıkarmış, yaralara cesaretle parmak basmıştı. Bunların iyileşmesi için okurlan aracılığıyla toplumu etkilemek, uyarmak istemişti. "İnsanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele" yöneltıneye girişmişti. Sözün kısası, çağına ve çevresine dürüstçe, yiğitçe, ustaca tanıklık etmişti.
İşte, açıklanmayan büyük suç buydu . . . Gerçi günümüzde yazann temel görevlerinden biriydi bu; üstelik,
yasalara göre suç değildi, ama egemen çevrelere ve onlara bağlı çıkarcı, korkak aydınlara göre ağır suçtu. Sözü geçen acı gerçeklerin ortaya konulmasından hoşlanmıyordu onlar. Yurt sevgisiymiş, ulusal sorumlu-( 1 ) Bak: Yansıma dergisi, Mart 1 973, S. 1 59, 190, 209
2 1 8
lukmuş, düşünce özgürlüğüymüş, toplumsal adaletmiş, sanat saygısıymış . . . Urourlarında değildi ! . . Bunlar, ancak söylev çekmek, kamuoyunu çelrnek için kullanılan basamak sözcüklerdi. Onlara inanıyormuşçasına konuşulacak, ama uygulamasına geçilmeyecekti. Geçmeye girişeniere de izin verilmeyecek ve -nice değerli olurlarsa olsunlar- ya kişilikleri karalanacak, ya adları sessizliğe gömülecek ya da başlan ezilecekti . . .
Sabahattin Ali 1947'de bir yazısında bu çirkin tutuma parmak basmışu:
"Biz demişiz ki: Bu memleketin istikUili her şeyden üstündür. Milletin oluk gibi kan akıtarak kazandığı bu istikHili, siyasi oyunlara alet edip elden kaçırmayalım, sömürücü devletlerin elinde oyuncak olmayalım! . .
Cevap vermişler: Hain, saulmış, Bolşevik ajanı! . . Biz demişiz ki: Yıllardan beri arkası gelmeyen dalavereler, arsa
oyunları, memleket dışına para kaçırma rezaletleri, esrarı çözülmeyen cinayetler, millet malı soygunculuklan alıp yürümüştür. Öte yanda, millet karasahanın arkasında donsuz didiniyor. Bu gidişatın sonu hayra çıkmaz.
Cevap vermişler: Müfsit, tesvirci, komünist! . . Biz bir fikir ortaya atmışız, onlar bize cevap yerine, küfür savur
muşlar . . .''(2) Sabahattin Ali uğradığı bu saldınlara, kahırlara karşın inandığı yolda
direndi, ulusunun bağımsızlık ve esenliğini, emekçi halkının özgürlük ve mutluluğunu savunmaktan geri durmadı:
"Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz ! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. ( . . . )
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak isternek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?"<3>
(2) Merhum Paşa, 1 . 1 1 . 1947 (3) Ali Baba, 25. 1 1 . 1 947
219
KAYNAKÇA
(Resim: Ft�ris Erkman)
SABAHA TI1N ALİ'NİN KiTAPLARI
Dağlar ve Rüzgar:
ŞİİRLER
- 1 934, İstanbul, Türkiye Basımevi, 66 S. - 1 943, Ankara, Akba Kitabevi, ("Değirmen"le birlikte 1 72, S. ) - ı965, İstanbul, Varlık Yayınları, ("Değirmen"le birlikte, 324 S.) - 1 973, Ankara, Bilgi Yayınevi, ("Kurbağanın Serenadı" ve "Öteki Şi-
irler"le birlikte, 306 S.) - 1 9_Ş3, 1 988, 1 990, İstanbul Cem Yayınevi, ("Kurb�ğanın Serenadı" ve
"Oteki Şiirler"le birlikte, baskıya hazırlayan Atilla Ozkınrnlı, 229 S.)
Kurbağanın Serenadı :
- ı 973, Ankara, Bilgi Yayınevi, "Değirmen", "Dağlar ve Rüzgar" ve "Öteki Şiirler"le birlikte, 306 S.)
- ı983, İstanbul Cem Yayınevi, ("Dağlar ve Rüzgar" ile "Kurbağanın Serenadı" bir arada, haskıya hazırlayan Atilla Özkınmlı, 229 S.)
HtKAYELER
Değirmen: - 1 935, İstanbul, Remzi Kitabevi, 220 S . - ı 943, Ankara, Akba Kitabevi, ("Dağlar ve Rüzgar"la birlikte, ı 72 S.) - ı965, İstanbul, Varlık Yayınları ("Dağlar ve Rüzgar"la birlikte, 324 S.) - 1 973, Ankara, Bilgi Yayınevi, ("Dağlar ve Rüzgar", "Kurbağanın Se-
renadı" ve "Öteki Şiirler"le, 306 S.)
223
- 1 983, İstanbul, Cem Yayınevi, baskıya hazırlayan Atilla Özkınmlı, 1 76 S .
Kagnı: - 1 936, İstanbul, Yeni Kitapçı, 1 84 S. - 1 943, Ankara, Akba Kitabevi, ("Ses"le birlikte, 1 66 S.) - 1 965, İstanbul, Varlık Yayınlan, ("Ses"le birlikte, 244 S.) - l 972, Ankara, Bilgi Yayınevi, ("Ses"le birlikte, 239 S.) - 1 983, ��tanbul, Cem Yayınevi, "Ses"le birlikte, baskıya hazırlayan
Atilla Ozkınmlı, 200 S.
Ses: - 1 936, İstanbul, Yeni Kitapçı, 77 S. - 1 943, Ankara, Akba Kitabevi, ("Kağnı"yla birlikte, 1 66 S.) - 1 965, İstanbul, Varlık Yayınları, ("Kağnı"yla birlikte, 244 S.) - 1 972, Ankara, Bilgi Yayınevi, ("Kağnı"yla birlikte, 239 S.) - 1 983, İstan�ul, Cem Yayınevi, "Kağnı"y1a birlikte, baskıya hazırla-
yan Atilla Ozkınmlı, 200 S.
Yeni Dünya: - 1 943, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 36 S. - 1 966, İstanbul, Varlık Yayınları, 209 S. - 1 982, 1989, İstanbul, Cem Yayınevi, baskıya hazırlayan Atilla Özkı-
rımlı, 1 64 S.
Sırça Köşk: - 1 947, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 36 S. - 1 966, İstanbul, Varlık Yayınları, ("Son Hikayeler-Esir1er" adıyla
"Sırça Köşk" hikayesi Igtaptan çıkarılmış, "Esirler" oyunu eklenmiştir. En sonra Sami N. Ozerdim'in "Sabahattin Ali Bib1iyografyası" vardır. 3 1 6 S.)
- 1 975, Ankara, Bilgi Yayınevi, 233 S. - 1 987, 1 989, İstanbul, Cem Yayınevi, 232 S.
ROMANLAR
Kuyucak/ı Yusuf - 1 937, İstanbul, Yeni Kitapçı, 290 S. - 1 943, Ankara, Akba Kitabevi, 230 S.
224
- 1 965, İstanbul, Varlık Yayınları, 354 S. - 1 972, Ankara, Bilgi Yayıncvi, 298 S. - 1980, �?88, 1 989, 199 1 , İstanbul, Cem Yayınevi, baskıya hazırlayan
AtilHiOzkırunlı, 304 S.
Içimizdeki Şeytan: - 1 940, İstanbul, Remzi Kitabevi, 302 S. - 1966, İstanbul, Varlık Yayınları, 324 S. - 1 974, Ankara, Bilgi Yayınevi, 29 1 S. - 1982, 1989, İstanbul, Cem Yayınevi, baskıya hazırlayan Atilla Özkı-
nmlı, 324 S.
K ürk Manto/u Madonna: - 1 943, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 77 S. - 1966, İstanbul, Varlık Yayınları, 246 S. - 1 976, Ankara, Bilgi Yayınevi, 221 S. . - 1?.8 1 . 1988, 1989, İstanbul, Cem Yayınevi, baskıya hazırlayan Atilla
Ozkınmlı, 2 16 S.
OYUNLAR
Esir/er: - 1966, İstanbul, Varlık Yayınlan, ("Son Hikayeler"le birlikte, 246 S.)
Marko Paşa Yazıları ve Ötekiler. - 1986, İstanbul,Cem Yayınevi, derleyen Hikmet Altınkaynak, 144 S.
MEKTUPLAR
Sabahattin Ali 'nin Özel Mektupları, "Iki Gözüm Ayşe ": - 199 1 , İstanbul, Ataol Yayınlan, yayma hazırlayanlar Ayşe Sılkı
Doğan Akın
ÇEVlRJLER
Tarihte Garip Vakalar (Marx Memmerich): - 1936, Ankara, Ulus Basımevi, 269 S.
225
Antigone (Sophokles): - I 94 I , İstanbul, Maarif Vekilliği, 95 S. - 1 946, Ankara, M.E.B . , XIII + 67 S.
Minna Von Bamhrlm (Lessing): - 1 942, İstanbul, Maarif Vekaleti, III + 1 55 S .
Oç Romantik Hikiıye (H. Von Kleist - A.V. Chamisso - E.T.A. Hoff-mann):
- 1 943, Ankara, Maarif Vekilliği, XV + 232 S.
Fontamara (lgnazio Silone): - ı 943, Ankara, Akba Kitabevi, I 73 S. - 1 966, Ankara, Toplum Yayınevi, 1 90 S. - ı 973, İstanbul, Ararat Yayınevi, I 96 S. - 1 995, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, 1 9 1 5.
226
SABAHA TIİN ALİ İÇİN YAZILANLAR
SABAHA TI1N ALl ÜSTONE Y AZILMIŞ KlT APLAR1">
Atsız, Nihai, Içimizdeki Şeytan/ar, ı 940 Bayram, Kemal, Sabahattin Ali Olayı, ı 978 Bezirci, Asım, Sabahattin Ali, ı 974, ı 979, ı987, ı 992, ı 997 Ertüzün, Reşit Mazhar, Sabahattin Ali Olayının Gerçegi, ı985 Laslo Filiz Ali/ÖZkınmlı AtillA Sabahattin Ali, ı 979, ı 986 Kutlu, Mustafa, Sabahattin Ali, ı 972 S ülker, Kemal, Sabahattin Ali Dosyası, ı 968 Tatarlı, İbrahim, Sabahattin Ali 'nin Romancılıgı (Sabahattin Ali, Bütün Eserleri, Sofya, ı968, S.5-65)
SABAHATI1N ALİ'DEN SÖZ AÇAN KITAPLAR<"> Abidin, Nesimi, Yıliann Içinden, ı 977, s.87, 220, 226 Ahıskalı, Yusuf, Duvar Otesi, "Ninni" (Şiir), ı 975 Akbaı, Oktay, Günlerde, ı 968, s.88-89 Akbal, Oktay, Dünyaya Açılmak, ı 982, s. ı 73- ı 78 Akbal, Oktay, Yaşasın Edebiyat, ı977, s. ı 89- ı9ı Birki ye, Atilla, '80 'lerden '90 'a, ı 990, s . 1 07-ı 13 Aksel, Malik, Istanbul'un Ortası, ı 977, s.249-255 Alangu, Tahir, Yüz Onlü Türk Eseri, ı 974 C.II, s. 1 1 90-1 21 1 Alangu, Tahir, "Sabahattin Ali Ozerine", (Degirmen, Daglar ve Rüzgar, 1 965, s.5-58 Behramo�lu, Ataol, Mekanik Gözyaşları, ı 990, s.2 ı -50 Bezirci, Asım, "Sabahattin Ali 'nin Şiir/ert', (Değirmen, Da�lar ve RüzgAr, 1 973, s.2ı 8-222) Bezirci, Asım, Bilimden Yana, Sosyalizme Dogru, ı976, s. 25 ı -253
(*) Antolojiler, ansildopediler ve sözlükler ile edebiyat tarihleri lcaynakçanın dışında bırakılmıştır.
227
Bezirci, Asım, Halk, SosyalilJtl. Kültür ve Edebiyat, 1979, s. 104-106 Binyazar, Adnan, Sabaluınin Ali, Varlık Yıllı�ı. ı 975, s. 95 Birkiye, Atilla, Düşünceler, Sözler, Yazılar, 1984, s. 103- l 1 3 Birkiye, Atilla, 'BO'lerden '90'a, 1 990, s. 1 07- 1 1 3 Çelik, Naci, Romanda Hesaplaşma, l 97 l , s . 60-6 l Darendelio�lu, İlhan, Türkiye 'de Komünist Hareketlerix, l 96 l Dinamo, Hasan İzzettin, Kutsal Barış, 1 976, C.III, s. 177- 1 83 Do�an. Mehmet H., Birikime Dayanmak, l 979, s. 82-95 Erdinç, Fahri, On Türk Romanı, 1 97 1 , s. 32-44 Ertop, Konur, Türk Edebiyatında Seks, 1 977, s. 29 1 -293 Eyubo�lu, Bedri Rahmi, Kardeş Mektupları, l 985, s. 277-279 Fethi, Naci, On Türk Romanı, 197 1 , s. 32-44 Fethi, Naci, Türkiye 'de Roman ve Toplumsal Değişme, 198 1 , s. 499 Günyol, Vedat, Dile Gelseler, l 966, s. 34-47 Günyol, Vedat, Çalakalem, 1 977, s. 1 50- 1 52, 1 54-260 Günyol, Vedat, Daldan Dala, ı 982, s. 3 1 8-326 Ilgaz, Rıfat, Sarı Yazma, 1 976, s. 178- 1 86, 276-28 1 Ilgaz, Rıfat, Yokuş Yukarı, 1 987, s. 44-45, 1 66- 1 7 1 Kudret, Cevdet, Kalemin Ucu, l 99 l , s . l 06- 1 33 Kutlu, Şemsettin, Başlangıcından Bugüne Kadar Türk Romanla rı, ı 970, s. 142- 146 Küçük, Yalçın, Bilim ve Edebiyat, 1 985, s. 269-304, 353-378 Küçük, Yalçın, Aydın Ozerine Tezler IV, 1 986, s. 1 35- 145, 2 1 8-227, 353-360 Kemal, Mehmed, Acılı Kuşak, 1 971, s. 1 55-156, 223-224 Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış ll, 1990, s. 17-35 Mutluay, Rauf, Bende Yaşayanlar, 1 977, s. ı 2- l 4, 1 39- ı 4 ı , ı 78 1 79, 229, 280 Nadir N adi, Perde Aralığından, ı 965 Yaşar N abi, Dost Mektuplar, ı 972, s. 84-87 Nazım Hikmet, lt Orür Kervan Yürür, 1 965, s. ı 66- ı 67 Nazım Hikmet, Oğlum Canım Eviadım Memedim, ı 968, s. 104 Nazım Hikmet, Kemal Tahir' e Mahpusluıneden Mektuplar, l 968, s. 65-66 Nazım Hikmet, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, ı 987, s. 236-242 Orhan Veli, Edebiyat Dünyamız. 1 975, s. ı 4- l 5 Önertoy, Olcay, Cumhuriyet Dönemi, Türk Roman ve Oyküsü, l 984, s. 45-47, 222-223 Örik, N ahi ı Sım, Hayat lle Kitaplar, ı 946, s. 20-24 Özerdim, Sami N., Sabaluınin Ali Bibliyografyası, (SonHikayeler
228
Esir ler, ı 966, s. 228-3 ı 4 Sancar, Nejdet. Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını , ı966 Saygılan, Aclan, Solun 94 Yılı, ı968, s. 20ı-2ı4 Sertel, Sabiha, Roman Gibi, ı969, s. 1 32- ı33, 240-243, 348-350 Sertel, M. Zekeriya, Mavi Gözlü Dev, ı 969, s. ı 77 Sertel, M. Zekeriya, Hatırladıklarım, ı 977, s. 275-278 Mayapulos, Stelyos, Sabahanin Ali, Asfalt Yol, Atina, ı 972, Yunanca'ya çevicenin önsözüyle Taner, Refıka/Bezirci, Asım, Seçme Roman/ar, ı 997, s. ı 63- 1 68 Taner, Refika/Bezirci, Asım, Seçme Hikfiyeler, ı 997, s. 95- ı O ı Tanpınar, Ahmet Hamdi, Edebiyat O zerine Makaleler, ı 969, s. ı 26 Tatarlı, İbrahim/Mollof Rıza, Hüseyin Rahmi 'den Fakir Baykun'a Kadar Türk Romanı, Sofya, ı 968, s. 54-82 ("Marksist Açıdan Türk Romaru" adıyla İstanbul basımı, ı970) Tevetoğlu, Fethi, Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, ı 967, s . 606-623 Toprak, Ömer Faruk, Duman ve Alev, ı 968, s. ı 05- ı ı O Türkkan, Reha Oğuz, Kızıl Faaliyet, 1943, s. 34-43 Yavuz, Hilmi, Felsefe ve Ulusal Kültür, ı975, s. 9ı -96, ı76- ı80 Yazar, Mehmet Behçet, Genç Romancılarımız Ve Eserleri, ı 937, s. ı 22- ı24 Yazar, Mehmet Behçet, Edebiyatçılarımız Ve Türk Edebiyatı, ı938, s. 37 ı-380 Yel, Esen, Çagdaş Kompozisyon, ı 976, s. ı 08-ı 1 3 Yetkin, Çetin, Siyasal iktidar Sanata Karşı, ı 970, s. 97-ı 00 Yılmaz, Durali, Romanımız ve lnsanımız. ı985, s. ı 54-ı65
DERGlLER lLE GAZETELERDE ÇlKMIŞ Y AZlLARı••• ı Ababay, Dürin/San, Can, "Söyleşi: Ali Ertekin", Nokta, 23 Mart 1986 Abidin N esimi, "SA", Başdan, 20. l . l 949 Ada, Ahmet, "SA'nin Hikayelerinde İçerik", Yarına Doğru, Mayıs 1974 Ahıskalı, Yusuf, "SA'nin Ölümü Münasebetiyle", Başdan, 1 8. 1 . 1 949 Ahıskalı, Yusuf, "Kürk Mantolu Madonna", Ses, 1 9.7. 1943 Akay, İhsan, "Yeni Dünya", Ulus, 27.4. 1 943 Akbal, Oktay, "SA'yi Tanıyan Aranıyor", Varlık, 15.2. 1966 Akbal, Oktay, "25 Yıl Sonra SA", Cumhuriyet, 5.3. 1973 Akbal, Oktay, "Nöbet Tutanlar", Cumhuriyet, ı6.6. 1974 Ak bal, Oktay, "SA İçin", Cumhuriyet, 20.4. 1979
229
Akbal, Oktay, "SA Üzerine", Cumhuriyet, 22.7 . ı979 Akbal, Oktay, "SA'yi Okurken", Cumhuriyet, ı 8. 1 . 1 987 Akbal, Oktay,"SA'yi 2 Nisan'da Anmayız", Cumhuriyet, 24. 1 . 1 988 Akbal, Oktay, "Çözülmemiş Bir Cinayetin 40. Yılında", Cumhuriyet, 7 .4. ı 988 Akbal, Oktay, "İki Gözüro Ayşe", Cumhuriyet, ı5.4. ı 991 Akın, Do�an. "SA'nin Özel Mektupları", Cumhuriyet, 1 5 20. 1 2. 1 990 Akman, A. Haşim, "SA-Nihai Atsız"; Yeni Düşün, Nisan 1987 Akpak, Ünsal, "Sabah Yıldızı", Yansıma, Mart ı973 Akpak, Ünsal, "SA Üzerine Notlar", Yeni Ortam, 23. 1 2. 1973 Akpak, Ünsal, "SA'nin Soyadı", Yeni Ortam, 8. 1 . 1974 Akpak, Ünsal, "Bürokrasi ve SA", Yeni Ortam, 1 6. 1 . 1 974 Akpak, Ünsal, "Anılar", Yeni Ortam, 23. 1 . 1 974, 30. 1 . 1 974 Aktunç, Hulki, "Orta Yerdeki Şeytan", Yansıma, Mart 1973 Aktunç, Hulki, "Cumhuriyet HikAyesi Üzerine", Yeni Dergi, Haziran ı973 Alangu, Tahir, "Demir Özlü'ye Cevap", Yeni Dergi, Nisan ı 966 Alangu, Tahir, "Cevdet Kudret' e Cevap", V ar lık, 1 .4. ı 966, 1 5 .4. ı 966 Alöç, KAzım, "İfşa Ediyorum", Yeni Gazete, ı5.5. ı967, ı6.5. 1967 Altan, Çetin, "Olaylar Önündeki Genel Çapsızlık", Milliyet, 9.8 . 1980 Altınkaynak, Hikmet, "SA Üstüne", Yeni Ortam, 2.4. 1 973 Altınkaynak, Hikmet, "SA'nin Dergi ve Gazete Yazarlı�". Edebiyat Cephesi, ı 5.4. ı 979 Altunya, Hüseyin, "Düşman' a Gösterilen Dostluk", Vatan, 24.2. ı 978 Altunya, Hüseyin, "SA Ve İçimizdeki Şeytan", Vatan, 1 .3 . ı978-ıo .3 . 1 978 Altunya, H., "SA ve Bütün Bir Devlet", I-IV, Türkiye Yazıları, Nisan ı 980 - Temmuz ı 980 Apaydın, Talip, "SA", Ça�daş Türk Dili, Nisan ı988 Arpad, Burhan, "Sözün Gücü", Cumhuriyet, 6.2. ı979 Asıl yazıcı, Hayati, "SA İçin", Yazko Somut, ı 5.4. ı 983 Ataç, Nurullah, "De�irmen", Akşam, 21 .9. ı935 Ataç, Nurullah, "Ka�nı", Akşam, 4. 7. ı 936 Ateş, Cihan, "SA", Demokrat, 8.9. ı980 Ateş, Kemal, "SA'nin Eserlerinde Hapishane", Yansıma, Mart ı973 Ateş, Kemal, "Ölümünün 40. Yılında SA", Abece, Nisan ı988 Atsız, "Başvekil Saraço�lu Şükrü'ye İkinci Açık Mektup", Orhun,
230
ı .4. ı 944 Ayda, Adiıe, "SA", Hisar, Nisan ı 976 Ababay, Dürin-San, Can, "Söyleşi: Ali Ertekin", Nokta, 23.3 . 1986 Bağdallı, S ai m, "Hocam SA", Başdan, 4.2. ı 949 Barkın, Oğuz Ahmet, "Gerçekçi Olmayan Bir Bardak Su Ve", Meydan, ı 7.5 . ı 966 Başaran, Mehmet, "SA Hasanboğuldu'da", Yeni Ufuklar, Şubat ı970 Başaran, Mehmet, "SA Seksen Y aşanda", Milliyet Sanat, ı 5.8. ı 987 Bayrak, Mehmet, "SA, Edebiyat Üzerine Düşünceleri", Yeni Ufuklar, Mayıs ı973 Bayrak, Mehmet, "Köy/Köylü Sorunu Ve Edebiyatımııda Köy Ve Köylü", Yansıma, Kasım ı 972, Aralık 1 972 Bayrak, Mehmet, "SA: Edebiyatımız Üzerine Düşünceleri ve Sanat Anlayışı", Militan, Şubat 1 976 Bayar, Zühtü, "Türk Hikayeciliğinin Büyük Dönemeci: SA", Yansıma, Mart 1 973 Bayar, Zühtü, "SA'yi Anmak", Türk Solu, 1 6.7. 1968 Bayar, Zühtü, "SA-Sait Faik", Yeni Ortam, 2.4. 1 973 Bayar, Zühtü, "Türk Hikayeciliğinin Büyük Dönemeci", Yeni Ortam, 28.9. 1 973, 5. 1 1 . 1 973 Baykurt, Fakir, "Öykücü SA", Abece, Mart 1 987 Behramoğlu, Ataol, "İçimizdeki Şeytan", Politika, 25.2. ı 978, 4.3. 1 978 Behrarnoğlu, Ataol, "SA'nin Hikayeleri", Bilim ve Sanat, Mayıs ı98ı Behramoğlu, Ataol, "SA'yi Anlamak", Gösteri, Mayıs ı98 ı Behramoğlu, Ataol, "Kürk Mantolu Madonna", Gösteri, Ağustos 198 1 Behramoğlu, Ataol, "SA'de Gerçekçilik v e Romantizm", Gösteri, Nisan ı 988 Belge, Murat, "SA'nin Asfalt Yol Hikayesi Üzerine", Yordam, Temmuz ı 966 Benli, Hüsnü, "Yeni Dünya", Yürüyüş, Haziran ı943 Berkes, M., "Bir Köy Romanı", Yurt ve Dünya, 1 .3. 1944 Bezirci, Asım, "SA'nin Çocukluk Anılan", Gelecek, l . lO. 1971 Bezirci, Asım, "SA'nin Hikayelerinde Yapı", Yeni A, Mart 1973 Bezirci, Asım, "SA'nin Bilinmeyen İki Şiiri", Yeni A, Mart 1973 Bezirci, Asım, "Sessizlik Kıyımı", Yeni Ortam, 2.4. 1 973 Bezirci, Asım, "Kürk Mantolu Madonna", Soyut, Temmuz ı 973 Bezirci, Asım, "SA'nin Şiirleri", Yeni Ortam, 24.7. 1 973 Bezirci, Asım, "Edebiyat Tarihçilerimiz ve SA", Vatan, 2.4. 1 976 Bezirci, Asım, "SA'nin Bilinmeyen Bir Şiiri", Milliyet Sanat,
231
1 .4. ı 977, sayı 255 Bezirci, Asım, "SA'nin Eskimezliği", Politika, ı 2.4. 1978 Bezirci, Asım, "SA' nin Suçu", Sanat Emeği, Nisan 1978 Bezirci, Asım, "Kuyucak! ı Yusuf', Milliyet Sanat, 15. 1 1 . 1984 Bezirci, Asım, "Yıldız Kaydıktan Sonra", Milliyet Sanat, Nisan, 1988 Birkiye, Atilla, "Kürk Mantolu Madonna", Yazko Edebiyat, Mayıs 1982 Birkiye, Atilla, "İçirnizdeki Şeytan", Yazko Edebiyat, Haziran 1982 Birkiye, Atilla, "Kuyucaklı Yusuf ve Diğerleri", Y azko Edebiyat, Mayıs 1983 Birldye, Atilla, "Değirmen", Varlık, Mayıs 1 983 Birkiye, Atilla, "Kağnı-Ses", Varlık, Temmuz 1 983 Birkiye, Atilla, "Dağlar ve Rüzgar, Kurbağanın Serenadı, Öteki Şiirler", Günümüzde Kitaplar, Şubat 1 984 Birkiye, Atilla, "Öldürülmesinin 46. Yılında SA ve Bütün Eserleri", (Atilla Özkınmlı ile konuşma), Günümüzde Kitaplar, Nisan 1984 Birkiye, Atilla, "Romancı SA", Adam Sanat, Temmuz ı 988 Boran, Behice S. , "Kürk Mantolu Madonna", Adımlar, Mayıs ı943 Boratav, Pertev Naili, "SA'nin İki Yeni Eseri", Yurt Ve Dünya, Haziran 1 943 Boyacı, Ender Kamil, "SA'nin Masallan", Olgu, Eylül ı 977 Boyacı, Ender Kamil, "SA'nin Çocuklan ve Masallan", Yazko Edebiyat, Haziran, ı 982 Bozok, Hüsamettin, "Kuyucaklı Yusuf Münasebetiyle", Yeni Adam, 1 8 .2. 1 937 Bozok, Hüsamettin, "Ses", Yeni Adam, 20. ı . ı 938 Bozok, Hüsamettin, "Türk Edebiyatında Köylti", Ses, Eylül 1 939 Bozok, Hüsamettin, "Türk Edebiyatında Köylü", Toprak (Samsun), 3 1 . 1 . 1 94 1 Enis Bülent, "Kağnı", Gündüz, ı 5.7. 1 936 Bürün, Vecdi, "Kuyucaklı Yusuf', Çınaraltı, 1 7. 1 0. 1 942 Burian, Orhan, "Kağnı", Yücel, 1 .8. 1 936 Coşkun, Sakıp, "SA'nin Romanlan", Yanna Doğru, Nisan 1974 Çukurkavaklı, Kemal Bayram, "SA", Sanat Edebiyat 8 ı , 1 . ı 2. ı 98 ı Çukurkavaklı, Kemal Bayram, "SA'yi Yeniden Öldürdüler", Tiyatro 80, 1 980, Sayı 5 1 Demirci, Kenan Suphi, "Bir Öykü Ustasının İlk Öyküleri", Doğrultu, Eylül 1976 Derviş, Suat, "İçimizdeki Şeytan", Yem Edebiyat, 1 . 12 . 1 940 Dinamo, Hasan İzzettin, "SA", Yeni Ortam, 1 . 10. 1974 Dinamo, Hasan İzzettin, "SA", Sanat Emeği, Nisan ı978, Sayı 2 Doğan, Mehmet, "Öykücü SA", Türk Dili, ı Temmuz ı 975
232
Durak, Mustafa "SA'nin Öykülerinde Ölümle Gelen Anlam", Karşı, Ocak-Şubat ı 990 Ekmekçi, Mustafa, "SA'den Server Tanilli'ye", Cumhuriyet, 2.4.1 979 Ekmekçi, Mustafa, "SA Günleri", Cumhuriyet, ı ı . ı O. 1 987 Ekmekçi, Mustafa, "lrene Melikoffun Anlattıklan", Cumhuriyet, 1 3. 1 0. ı 987 Erbil, Leyl� "Bir Açıklama", Yeni Gündem, ı - ı 5 Eylül ı985 Ercan, Kenan, "SA Hikayesi Üstüne Notlar", Militan, Şubat 1975 Ercan, Kenan, "SA Hikayesi Üstüne Notlar", Yeni Ortam, 1 3. 1 1 . 1975 Erdinç, Fahri, "SA", Öykü, Nisan 1976, Sayı 7 Erdem, Faruk, "Bir Ceza Avukatının Anılan", Cumhuriyet, ı 1 .9. ı984 Ergün, Mehmet, "Başkalaşan Köy Ve Edebiyat", Yansıma, Kasım ı972 Ergün, Mehmet, "SA'nin Gerçekçiliği 1-V", Türkiye Yazılan, AğustosEylül ı 978 Ergün, Mehmet, "SA'nin Önemi", Yansıma, Nisan ı 973 Ergün, Mehmet, "İçimizdeki Şeytan Üzerine", Yeni Dergi, Nisan ı 973 Ergün, Mehmet, "Bir Öyküsüyle SA", Yürüyüş, 20.2. 1979 Ergün, Mehmet, "SA'nin Çocuklan", Eleştiri, ı .5. ı 980 Erkekti, Osman Serhat, "SA Ve Mizah", Yeni Ortam, 2.4. ı973; Çağ, Eylül/Ekim ı977, Sayı 25-26 Erkekıi, Osman Serhat, "SA Konusunda", Yeni Ortam, ıo.9. ı973 Erkekli, Osman Serhat, "SA'nin Gömütü Nerde?'', Çağ, Eylül/Ekim ı977 Ertem, Sadri, "Edebiyatımıza Taze Hava Getiren Beş Muharrir'', Kurun, ı 8. 1 . 1 940 Erkoca, Yurdagül, "SA Nereye Gömüldü?", Cumhuriyet, 2.6. ı 988 Erkoca, Yurdagül, "SA Çatağında", Cumhuriyet, ı .8. ı 988 Ertop, Konur, "Cumhuriyet Çağında Türk Romanı", Türk Dili, Temmuz ı964 Ertop, Konur, "70. Doğum Yıldönümünde SA", Milliyet Sanat, 1 .4. ı 977 Ertop, Konur, "SA'nin Gerçekçiliği", 1-11, Edebiyat Cephesi, ı 5.8. ı 980-3 1 .8. ı 980 Eyuboğlu, S./Günyol, V., "Çağdaş Türk Edebiyatı", Yeni Ufuklar, Aralık ı96 ı Fethi, Naci, "Kuyucaklı Yusuf', Maya, Şubat ı960 Fethi, Naci, "Modem Tragedya", Yeni Dergi, Kasım ı970 Füruzan, "Hanende Melek'i Yeniden Okurken", Yansıma, Mart ı973 Gezgin, Hakkı Suha, "SA, Değirmen ve Ses", Kurun, 2.ı2 . ı937
233
Gezgin, Hakkı Suha, "SA", Yeni Mecmua, 9.8. ı 976 Güler, Mehmet, "Kuyucaklı Yusuflar Aramızda", Öykü, Nisan ı 976, Sayı 7 Gümüştaş, Hakkı, "Sırça Köşk", Yeni Ortam, 24. ı 2. ı 975 Günyol, Vedat, "SA'nin Hikayeciliği Ve Romancılığı", Yücel, Mayıs ı 945 Günyol, Vedat, "SA'nin Sanatı", Haziran ı 945 Günyol, Vedat, "Kuyucaklı Yusuf', Milliyet Sanat, ı5 . t 1 . 1 984 Günyol, Vedat, "SA'nin Hikayeciliği Ve Romancılığı", Varlık, Nisan ı988 Gürkan, Turhan, "Kuyucaklı Yusuf Sinemada", Cumhuriyet, 5.2. ı 985 H.Y.Ş. , "Kağnı", Yücel, Ağustos 1 936 Gürkan, Turhan, "SA' nin İlk Rom anı", Cumhuriyet, 7. 1 . 1 99 ı Hasan Hüseyin, "Nasılsınız", Yeni Gün, ı 8.7. 1 973 Hasan Hüseyin, "SA Olayı'nı Okurken", Sesimiz, Aralık ı 978 Hatipoğlu, Aydın, "Türk Hikayeciliği Üstüne Düşünceler", Yansıma, Haziran 1972 Hızlan, Doğan, "Bir Yazann Kişiliği", Cumhuriyet, 24.5. ı 979 Hüseyin Cahit, "Birkaç Şiir", Fikir Hareketleri, ı 7.5. ı 934 Hüseyin Cahit, "Değirmen", Fikir Hareketleri, ı 0.8. ı 935 Ilgaz, Rı fat, "SA Öldürüldü", Başdan, ı 8. 1 . 1949 Ilgaz, Rı fat, "SA", Türk Solu, 9.4. ı 968 Il gaz, Rı fat, "25 Yıl Sonra", Y ansı ma, Mart ı 973 Ilgaz, Rı fat, "Ucundan Kıyısından", Demokrat, 3 ı .8. 1 980 Irgat, Cahit, "Çok Yaşasın Ölüler", Akşam, ı 1/1 2.7. ı 968 Işıksoy, Mehmet, "SA ve Çirkince Öyküsü", Cumhuriyet, 29.5. ı 976 İleri, Selim, "SA'nin Hikayeleri", Yeni Dergi, Şubat ı 969 İleri, Selim, "SA'yi Tekrar Okurken", Yeni Dergi, Aralık I 972 İleri, Selim, "Sırça Köşk", Politika, 22. 1 O. ı 975 İleri, Selim, "SA Üzerine", Politika, 27 .4. 1 976 İleri, Selim, "SA'de Kadın", Politika, ı4. 1 . 1976 İleri, Selim, "SA Üzerine", Dünya, 26. ı 2. 1 978 İleri, Rasih Nuri, "SA Nasıl Öldürüldü?", Vatan, 1 3.3. ı 978, ı4.3 . ı 978 İleri, Rasih Nuri, "SA Sınırda Değil Sorguda Öldü", Yazko Somut, 4.5 . ı 984 İleri, Rasih Nuri, "İstemeye !stemeye", Yeni Gündem, ı - 15 Ağustos 1985 İleri, Rasih Nuri, "Bir YÖK Asistanı", Yeni Gündem, 1 - 1 5.9. 1 985 sayı 29
234
İlhami Emin, "Sırça Köşk", Sesler dergisi (Üsküp), 1967111, sayı 1 3 İşyar, İbrahim, "Gramofon Avrat ile Ayten'in Düşündürdükleri", Yansıma, Mayıs ı 973 Kaflı, Kadircan, "Komünizm Mikrobu Ve Bir Ölüm", Yeni Sabah, ı 4. 1 . 1949 Kansu, Ceyhun Atuf, "Şiirin Demirci Ustası", Yansıma, Mart 1973 Karabudak, M.Faik, "SA", Başdan, 20. 1 . 1 949 Kaya, İ. Güven, "SA'nin Romanları, I, IT, IIT", Varlık, Aralık 1978, Ocak 1 979, Şubat 1 979 Kaya, İ. Güven, "İçimizdeki Şeytan ve SA", Dönemeç, Kasım 1979 Kaya, İ. Güven, "SA'nin Romanlarındaki İnsanlar", Çevren (Priştine), Haziran ı 982, Sayı 30 Kemal Bekir, "SA'yi Anarken", Oluşum, Eylül ı977 Kerim Sadi, "Değirmen ve Kağnı", Yeni Adam 24. 1 2. 1 936 Korcan, Kerim, "Batsın Bu Dünya", Yansıma, Mart ı973 Köksal, Mehmetcan, "Bir Süreç Bir Yazar", Yansıma, Mart ı973 Kökden, Uğur, "SA Ağaç'ta", Adam Sanat, Aralık ı 988 Kudret, Cevdet, "SA Üzerine Notlar", Varlık, ı5 . 1 . 1966, 1 .2. 1 966 Kurdakul, Şükran, "SA Ve Varlık Dergisi", Yansıma, Mart 1973 Kurdakul, Şükran, "SA'nin Öykülerine Bakışlar", Yazın Dergisi, Temmuz 198ı Kurdakul, Şükran, "SA'nin Öykü ve Romanları", Çağdaş Eleştiri . , Ocak 1 984 Kurt, Şaziye Berin, "Bir Tahlil", Varlık, 1 5.7. 1 936 Kutlu, Ayla, "Merhaba SA", Cumhuriyet, 2.4. 1988 Kutlu, Mustafa, "SA'de Anadolu", Adımlar (Erzurum), 15 Mart 1972 Küçük, Yalçın, "SA ve Ölümü", Edebiyat Cephesi, 1 -31 Temmuz 1980 Küçük, Yalçın, "Bir Estetik Kuramı", Yazko Edebiyat, Şubat 1982 Küçük, Yalçın, "SA Bir Ajan mıydı?" Erkekçe, Mayıs 1988 Kültür, İsmet, "Yeni Dünya", Kültür (İzmir), 1 .4. 1 943 M.C., "Yeni Dünya", Türk Sözü (Adana), Nisan 1 943 M.M.K., "Kuyucaklı Yusuf', Yücel, Haziran 1 937 Mehmed Kemal, "Bir Yıldız Kayarken", Cumhuriyet, 4.2. 1979 Mehmed Kemal, "SA Ve Geçmişi Anmak", Cumhuriyet, 13.5. 1 979 Mehmed Kemal, "Eski Öğretmenler", Cumhuriyet, 2. 12. 1 980 Mehmed Kemal, "SA Üstüne", Cumhuriyet, 27.7. 1 980 Mehmed Kemal, "Gizli Kalmasın", Cumhuriyet, 1 5.5. 1 991 Veysel, Mehmet, "SA'de Masal", Yansıma, Mart 1 973 Mert, Necati, "SA'nin Önemi", Yansıma, Mart 1973 Moran, Berna, "Kuyucaklı Yusufa Yeni Bir Bakış", Düşün, Ocak 1986
235
Mumcu, U�ur, "'40'1ann Cadı Kazanı", Cumhuriyet, 15.2. 1 990-24.2. 1 990 Mutluay, Rauf, "Bende Yaşayanlar: Yusuf (Kuyucaklı)", Dost, Mayıs 1 962 Mutluay, Rauf, "Acı Son", Cumhuriyet, 24.4. 1970 Nahit Sım, "Kuyucaklı Yusuf', Varlık, 1 5.5. 1937 Nahit Sırrı, "Ses", Tan, 5 . 1 2. 1938 Nazım Hikmet, "İki Kitap", Akşam, 29.9. 1 935 Nazım Hikmet, "Kağnı", Akşam, 1 7.6. 1936 Nazım Hikmet, "Memleket Hikayeleri", Akşam, 24.7. 1 936 Nazım Hikmet, "Oğluma Mektuplar", Yeni Dergi, Ağustos 1967 Nazım Hikmet, "Nazım Hikmet'in Mektubu", Türk Solu, 9.4 .1968/ Sanat Emeği, Nisan 1978, Sayı 2 Nazım Hikmet, "SA Üstüne", Yanna Do�ru. Aralık 1 975. Sayı 14/ Sanat Emeği, Nisan I 978, Sayı 2 Nazım Hikmet, "Mücahit Ve Muharrir SA", Yanna Doğru, Kasım 1975 Nazım Hikmet, "Savaş Eri ve Yazar SA", Ürün, Mayıs 1978. Sayı 47 Nazım Hikmet, "SA Niye Öldürüldü?", Politika, 1 .4. 1978 N esin, Aziz, "Dost SA", Başdan, 1 8. 1 . 1949 Nesin, Aziz, "Son Anı", Yansıma, Mart 1973 Nesin, Aziz. "SA'yi Unuttunnamak", Cumhuriyet, 14.2. 1 976 Nesin, Aziz, "Dünyanın En Borçlu İnsanı", Edebiyat Cephesi, 1 5 .8 . 1 980 Orhan Selim, "SA", Çorum Haber, 25. 1 . 1 988 Orhan Ş aik, "Değirmen", V arlı k, 1 .6. I 935 Orhan Veli, "Tanıdı�ım Meşhurlar", Papirüs, Ocak 1967 Oker, Çelil, "SA", Politika, 1 8 Şubat 1 976 Osman Serhat, "SA Üstüne Notlar", Çağ, Eylül/Ekim 1977, Sayı 25-26 Osman Serhat, "SA (Şiir)", Çağ, Eylül/Ekim 1977 Ozansoy, Gazi, "Kuyucaklı Yusuf', Servet-i Fünun, 1 3.5. 1937 Ozansoy, Munis Faik, "Okuduğumuz Kitaplar: Kağnı", Marmara, Ağustos ı 936, Sayı 4 Oymak, Rıfat, "Kayan Bir Yıldız SA", Erde, Ağustos 1 990 Öner, Ferdi, "SA'yi Öldüren Adam Bize Hadiseyi Anlattı", Cumhuriyet, 13 . 1 . 1949 Öz, Erdal, "SA 1 Sait Faik Konulu Tartışma", Milliyet Sanat, 1 8.6. 1976 Özcan, Mustafa, "SA'nin Hikayelerinde Musiki", Oluşum, 1987 Kış Dönemi
236
Özkan, Erol, "Oktay Akbal ile SA'nin Mekanlarında", Cumhuriyet Dergi, ı 0.4. l 988 Özkırunlı, Atili§, "Öldürülüşünün 30. Yılında SA", Birikim, Nisan l 978 Özkınmlı, Atili§, "SA Yaşıyor", Cumhuriyet, 3 1 .3. 1979 Özkınmlı, Atili§, "İçimizdeki Şeytan Üzerine", Yazko Edebiyat, Şubat 198 1 Özkınmlı, Atili§, "İçimizdeki Şeytan Olayı", 1-N, Gösteri, Ekim 1984 Ocak 1985 Özkınmlı, Atilla, "Yargılamaya Varan Bir Anı Kitabı", Cumhuriyet, 4.4. 1 985 Özkınmlı, Atilla, "Sertel, Ölümünün 38. Yılında SA'yi Anlatıyor", Cumhuriyet, 2.4. ı 986 Özkınmlı, Atili§, "SA' nin Gerçekçiliği", Yeni Düşün, Nisan 1987 Özkınmlı, Atili§, "Dosya Yeniden Açılmalı", Cumhuriyet, 2.4. ı 988 Özkınmlı, Atili§, "Yalçın Küçük Yalan Söylüyor", Yeni Düşün, Haziran 1988 Özlü, Demir, "Değirmen, Dağlar ve Rüzgar", Yeni Dergi, Ocak ı 966 Özlü, Demir, "SA İçin Bir Önsöz", Yeni dergi, Şubat 1966 Özlü, Demir, "SA İçin", Yeni Dergi, Haziran 1966 Özlü, Demir, "Kağnı-Ses", Yeni Dergi, Temmuz 1966 Özlü, Demir, ''Toplumsal Çelişki Ve SA", Cumhuriyet, 8.4. 1978 Özlü, Demir, "SA ve Acı Çeken Bilinç", Gösteri, Nisan 1988 Peyami Safa, "SA ve Benzerleri", Ulus, 19. 1 . 1949 Sansal, Erşen, "SA Olayı", Yürüyüş, 13.3. 1979 Savaşçı, Fethi, "SA", Politika, 24. l 1 . 1 976 Selimoğlu, Zeyyat, "Bir Mistik ve Sosyalist Olarak SA", Günümüzdeki Kitaplar, Nisan ı 986 Semerci, Bekir, "SA", Kıyı, Temmuz 1991 Sevük, İsmail Habip, "Kuyucaklı Yusuf', Cumhuriyet, 29.7. 1942 Sevük, İsmail Habip, "İçimizdeki Şeytan", Cumhuriyet, 22.8. 1942 Seyda, Mehmet, "Edebiyatımızda SA 1 Sait Faik İkilemi Ya da Ekmek mi, Pasta mı Sorunu", Y ansıma, Mart 1973 Soran, Sabri, ''Tesellimiz (şiir)", Başdan, 18. ı. ı 949; Çağ, Eylül/Ekim 1977 Soytürk, Talayhan, "SA'nin Öykücülüğüne Bir Değinme", Yeni Ufuklar, Nisan ı 969 Sönmez, Tekin, "Sınıflı Toplumlarda Analık Hukuku, Ayran ve Kağnı", Y asıma, Mart ı 973 Sönmez, Tekin, "SA ve Gelenek", Cumhuriyet, l 0.4. ı 976 Spies, Otto, "Modem Türk Edebiyatı Aynasında Türkiye", Çev. Bedii
237
Ambarcı, Yeni Ufuklar, Şubat 1961 S ülker, Kemal, "Yeni Dünya", Ses, 26.7. 1943 Sülker, Kemal, "Doğum Tarihleri Açısından NAzım Hikmet ve SA", Militan, Nisan 1976, Sayı 16 Sülker, Kemal, "Bir Darbe, Bir Darbe, Sonra Bir Darbe Daha", Cumhuriyet, 3.4. 1976 Sülker, Kemal, "Bir Yazann Sonu", Yarın, Şubat 1984 Sülker, Kemal, "Ölümünün 36'ncı Yılında SA", Yazko Somut, 4.5. ı 984 Sümer, Talat, "SA'ye Açık Mektup", Atom, 5.3. ı 948 Süzaı, Nurcan, "Sorgulayan Yazılar", Yeni Gündem, 16-3 1 .8 .1985 Şahap Sıtkı, "İçimizdeki Şeytan", Varlık, ı 5.6. 1943 Şardağ, Rüşdü, "Yeni Dünya", Varlık, ı 5.6. 1943 Tamtürk, Talat, "SA Ve Hikliyeleri", ı9 Mayıs (Samsun), Aralık 1936 Taşan, Berin, "SA Sinop'ta", Soyut; Ocak 1976, Sayı 87 Taşan, Berin, "Bir Şehir, Üç İnsan", Soyut, Ocak ı 977, Sayı 99 1 Politika, ı 9. 1 . 1 977 Tatarlı, İbrahim, "SA ve Batı Edebiyatı", Türkiye Defteri, Şubat ı975, Sayı ı 6 Tatarlı, İbrahim, "SA Üstüne Bir Konuşma", Edebiyat Cephesi, 15.8. ı 980 Telli, Ahmet, "SA", Türkiye Yazılan, Nisan ı980 Toker, Metin, "La Modenne au Manteau de Fourrure", İstanbul, 23.3 . ı 944 Toprak, Ömer Faruk, "Yeni Neslin Hikliyecileri", Yürüyüş, 5 . 12. ı942 Toprak, Ömer Faruk, "On Türk Romanı", Yürüyüş, 5. ı ı . 1 942 Toprak, Ömer Faruk, "SA Ve Sait Faik", Devrim, 23.6. ı 970 Toprak, Ömer Faruk, "Şubat Günlüğü", Yeni Ufuklar, Kasım 1970 Toprak, Ömer Faruk, "SA 60 Yaşında", Yön, ı ı .2. 1966 Toprak, Ömer Faruk, "Usta", Yansıma, Mart ı 973 Toprak, Ömer Faruk, "Sait Faik, SA Arasında", Güney, Nisan ı973 Tural, Yavuz, "SA Yaşıyor", Tavır, Nisan ı 980 Tümay, Safder Melih, "Genç Nesil Antolojisi, SA, 1-V", Vakit, 8.6. ı 942- 1 3 .6. ı 942 Türkkan, Reha Oğuz, "İçimizdeki Şeytan", Bozkurt, Mayıs-Haziran ı940 Uykusuz, M., "Sırça Köşkünde Rahat Uyu", Başdan, 1 8 . 1 . 1 949 Ütük, Etem, "Markopaşa Yazılan ve Ötekiler", Çağdaş Türk Dili, Nisan ı988 Y. A., "Kürk Mantolu Madonna", Ses, ı 9.7. 1943 Yalçın, İrfan, ''Türk Hikliyeciliği Üstüne Düşünceler'', Yansıma, Hazi-
238
ran 1 972 Yalçın, İrfan, "Kuyucaklı Yusuf', Yeni Adımlar, Haziran 1 973 Yaşar Nabi, "Kuyucaklı Yusuf', Varlık, 1 5.5. 1 937 Yaşar N abi, "Da�lar ve Rüzgar", Hakimiyeti Milliye, 2.4. 1 934 Yaşar Nabi, "Değirmen", Hakimiyeti Milliye, 2.4. 1 935 Y. N., "Kuyucaklı Yusuf', Ulus, 10.4. 1 937 Yavuz, Hilmi, ''Gerçekçiliğin Felsefi Temelleri", Yeni A, Temmuz 1972 Yavuz, Hilmi, "SA", Milliyet Sanat, 2.8. 1 974 Yazar, M. Behçet, "SA", Yedigün, 17.9. 1 940 Yıldınm, Nazım, "SA'nin Öykülerine Eleştirel Yaklaşım", Varlık, Nisan 1 987 Yıldınm, Nazım, "SA", Sanat Eme�i. Mayıs 1 978 Yıldız, Bekir, "SA Üstüne", Birikim, Temmuz 1 975 Yurttaş, Salih, "SA Gerçekçiliğine Giriş", Yansıma, Mart 1973 Yurttaş, Salih, "Yazı Yazmaruz Yasaktır Beyim", Militan, Mayıs 1976 Yücel, Can, "Kafacılar", Birikim, Ekim 1 975, Sayı 8 ( . . . ) "Bugünün İstidadı Ve Yannın Kuvveti", Resimli Ay, Eylül 1930 ( . . . ) "Kağnı", Yedigün, 8.7. 1 936 ( ... ) "Bize Gelen Kitaplar", Yedigün, 24.3 . 1 937 ( . . . ) "Kuyucaklı Yusuf', Yedigün, 24.3. 1 937 ( ... ) "Kürk Mantolu Madonna", Yürüyüş, 29.4. 1 943 ( . . . ) "SA'nin Biyografısi", Gelincik, 1 949, Sayı 2 ( . . . ) "SA Meselesi, Başdan, 20. 1 . 1 949 ( . . . ) "SA Niçin Ve Nasıl Öldürüldü?", Gerçek, 1 5.2. 1 950, 22.2. 1 950, 1 .3 . 1 950 ( ... ) "Kürk Mantolu Madonna", Varlık, 1 .4. 1 943 ( . . . ) "Yeni Dünya", Varlık, 1 .4. 1 943 ( . . . ) "SA İşi", Büyük Do�u. 1 5.7. 1 949 ( . . . ) "SA'nin Katili Anlatıyor", Yeni Sabah, 1 3 . 1 . 1 949 ( . . . ) "SA Nasıl Öldürüldü?", Yeni Sabah, 14. 1 . 1 949 ( . . . ) "SA", Yelken, 1 .8 . 1 963 ( . . . ) "SA'nin Bilinmeyen Bir Eseri Bulundu", Yeni Ortam, 23.7. 1 973 ( . . . ) "SA'nin 70. Doğum Yıldönümünü Kutladık", Politika, 14.2. 1 976 ( . . . ) "SA'nin Tanıklan", Edebiyat Cephesi, 15.4. 1 979 ( . . . ) "SA", Gökkuşa�ı", Nisan 1 988
KONUŞMALAR, SORUŞTURMALAR
Aygün, İlhan, "Gençler Diyor ki, Beşinci Cevap: SA", Yücel, Ekim 1935 Muzaffer Reşit, "SA İle Bir Konuşma", Varlık, 1 5.3. 1 936
239
Umran Nazif, "SA İle Bir Konuşma", Varlık, 1 . 1 . 1938 ( . . . ) "Anketimiz: En Çok Sevdiğiniz Ve Tekrar Tekrar Okuduğunuz Beş Kitap? 'Sabahattin Ali", Yücel, Eylül 1936 ( ... ) "Türk Muharrirleri Yeni Adam İçin Ne Diyorlar?", Yeni Adam, 6. ı . 1938 ( . . . ) "Edebiyat Anketi: SA'nin Cevabı", Yeni Adam, 2 1 .9. 1939 ( . . . ) "SA İle Şiir Üstüne Bir Görüşme", Akşam, 23.9. 1 940 ( . . . ) "Halkçı Edebiyat ve Realizm, SA Diyor ki", Yeni Edebiyat, 1 5 . ı 1 . 1 940 ( . . . ) "Anket: SA Cevap Veriyor", Ant, 1 .7 . 1 945 ( . . . ) Yansıma dergisinin Soruşturması, Mart 1973 (Cevaplayanlar: Ahmet Köksal, Muzaffer Hacıhasanoğlu, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Selim İleri, Hüsamettin Bozok, Ömer Faruk Toprak, Hayati Asılyazıcı, Tarık Dursun K., R. İnanç, Eray Canberk, Zühtü Bayar, Burhan Güne!, Hulki Aktunç, Taylan Altuğ, Necati Güngör, Celal Özcan). ( . . . ) "SA Yaşıyor", Politika, 1 .4. 1978 ( . . . ) "SA'yi Anıyoruz", İlerici Yurtsever Gençlik Gazetesi, I 1 .4. 1977, Sayı 35 ( . . . ) "SA'nin Kişiliği Ve Yaşamı Üzerine Karikatürist Mim Uykusuz'la Konuşma", Edebiyat Cephesi, 15 .4. 1979 ( . . . ) "SA Yaşıyor", Politika, 1 .4. 1978 ( . . . ) "Mezarsız Bir Ölü: SA", Konuşanlar: Oktay Akbal, Filiz Ali, Asım Bezirci, Atilla Özkınmlı; Erkekçe dergisi, Nisan I 988
240
BASINDA Y ANKILAR
HASAN İZZETIİN DlNAMO
Son kerte sabırlı, ince, parlak bir zeka sahibi olan eleştirmen Asım Bezirci, birçok kalburüstü toplumcu düşünür, sanatçı gibi, bugünkü Türk toplumuna ters düşen bir devrimcidir. Bu yüzden Türk toplumunun birçok hükumet sanatçısı, şairi ve düşünürüyle takışmış, toplumun gereğini sanatın kalıplarına dökerek bir şeyler söylemek, doğruları söylemek isteyen gerçekçi sanatçıları unutuluşun kül yığınları altından çekip çıkarmaya çalışmış, bunu da başarmıştır. ( . . . )
Şimdiye dek, ilk toplumcu hikayecimiz olan Sabahattin Ali üstüne birçok bilir bilmez yazı yazıldıysa da, Asım Bezirci o şaşmaz yeteneği, ölçüsü, gücüyle Sabahattin Ali gerçeğine el atınca birdenbire geçmişle gelecek arasında bir altın asma köprü kurulmuş oldu. "Sabahattin Ali " kitabının başında kırk sayfalık bir yazı vardır. Bu yazı acıktı bir roman gibi okunabilir. İki yüz otuz sayfayı aşkın kitapta geri kalan sayfalarda yazar, ustanın hikaye kitaplarıyla romanlarını incelemekte, irdelemektedir. Bu kitap da yazarın varlığını, yaşayan gerçeğini meydana çıkarmamışsa başka hiçbir çaba onu diriltemez.
(Yeni Ortam, 1 .10. 1974)
OKTAY AKBAL Asım Bezirci'nin "Sabahattin A/i' 'sini dikkatle çizerek, notlar alarak
okudum. Bezirci edebayatımızın sayılı araştırmacılarından biridir. En yararlı bir işi yapıyor o. Birbiri ardına çıkarıyor yararlı yapıtlarını. Yannki edebiyat tarihçileri çağımız edebiyatı konusunda en yetkili tanıklığı Bezirci'de bulacaklar. ( . . . ) Bugüne dek yayımladığı "Ahmet Haşim ", "Abdülhak Hanıit", "Orhan Veli ", "Nurullah Ataç ", "Metin E/oğlu ",
en sonra da "Sabahattin Ali" adlı kitapları değerli birer belge, birer araş-
241
tınna, çağ üzerine birer yargılama olarak: gün geçtikçe değer kazanacak. ..
Her bakırndan yararlı bir kitaptır Bezirci'nin yapıtı. Sabahattin
Ali' nin tüm yapıtlannın yanı sıra konacak bir değerli araştıma.
Bezirci'nin başansı yalnızca dikkatli, titiz, beğenili bir araştıncı ol
masında gelmiyor, açık yazan, ne dediği kolaylıkla anlaşılan, kafasında
ki düşünceyi okuruna rahatlıkla ileten bir yazar. Aynca, sağlam bir top
lumcu anlayışa, sağlam bir düşüneeye sahip. Sabahattin Ali'yi, bu kırk
bir yaşında bir cinayete kurban giden yazanmızı sevenler "Sabahattin
Ali, Hayatı, Hi.kayeleri, Romanlan" adlı kitabı da seveceklerdir.
(Cumhuriyet, 16.6. 1974)
RAUF MUlLUAY Asım Bezirci'nin yararlı incelemesi: Sabahattin Ali. ( . . . ) Bir dönem
de ad ve eseri üzerine gereksiz yere koyu bir karanlık örtülen Sabahattin
Ali, sözlü ve yazılı tanıkların aynntılan ve eserlerini çözümleyen bir
eleştirinin değerlendirilişiyle ışığa çıkıyor. Daha önce Ahmet Haşim,
Ohan Veli'nin üzerinde de dikkatli çalışmalar yapmış olan Bezirci, Sa
bahattin Ali'nin kahramanlarını, konuların, çevrelerini, düşüncelerini,
anlatım ve biçim özelliklerini metinlere dayalı bir inceleme yöntemiyle
belirtiyor. Hemen hemen eksiksiz bir kaynakça de vererek.
(Cumhuriyet, 4. 7. 1974)
HlLMl YAVUZ Asım Bezirci'nin son yıllara kadar resmi edebiyat tarihçilerinin Nazım
Hikmet'le birlikte yok saydıklan bu Türk hikayecisinin bütünsel bir değerlen
dinnesini yapıyor. Bezirci, bu büyük yazanmızın hayatını, hikayeleri ve ro
manlarını ayn ayn ele aldığı üç büyük bölümde inceliyor. ( ... )
Asım Bezirci, Sabahattin Ali üzerine yaptığı bu çalışmayla gerçekten
önemli bir işi gerçekleştirmiş oluyor. Bu kitap, Sabahattin Ali üzerine
olduğu kadar, bir Türk yazarı üzerine yapılmış en ciddi birkaç inceleme
den biri olma niteliğini taşımaktadır. Türk edebiyatında Ahmet Harndi
Tanpınar' ın Yahya Kemal, Mehmet Kaplan 'ın Namık Kemal, Tahir Alangu'nun Ömer Seyfettin'e ilişkin çalışmalarından sonra Bezirci'nin
Sabahattin Ali 'si bu doğrultudaki örnek çalışmalardan biridir.
(Milliyet Sanat, 2.8. 1974)
242
HİKMET ALTINKAYNAK
Edebiyatımııda nesnel/bilimsel eleştirisiyle ad yapan bir eleştirmendir Asım Bezirci. Hazırladığı kitaplar, yazdığı yazılar bu anlayışın ışığında geleceğe kalacak sağlam birer belgedir. ( . . . )
Sabahattin Ali incelenmesinin en önemli bir boşluğu doldurduğu kanasındayım. Hikaye ve romanla uğraşanlara, bir yazarın çektiği çileleri bilmenin yazar olacaklara, kendisini özgür düşüncenin savunucusu görenlere, yazarlığı saygıyla karşılayanlara, kesinlikle almaların salık veririm bu kitabı: Türk hikayecilerinin büyük doruklarından biri olan Sabahattin Ali'yi daha iyi tanımaları için ..
(Yeni Onam, 8. 7. 1974)
ADNAN BlNY AZAR Asım Bezirci büyük inanç duyduğu Sabahattin Ali'yle ilgili ne varsa
değerlendirerek yaşamı, öyküleri ve romanları üzerine geniş kapsamlı bir inceleme yazdı.
Öykü kitaplarının ve romanlarının bir bir ele alındığı bu incelemede söz konusu yapıtlar genellikle, içerik, kuruluş, düşünce, dil ve anlatım yönlerinden değerlendiriliyor. Öykü ve roman kişilerinin ayrı ayrı değerlendirilmesi, Sabahattin Ali'nin yöneldiği toplum kesimini vurgulaması yönünden yaralı oluyor. Böylece, onun köylüye, işçiye bakışıyla küçük burjuvaları değerlendirişi arasındaki �üşünsel amaç beliriyor. ( . . . ) Bu nedenle de Sabahattin Ali'yi, dolayısıyla da Sabahattin Ali öyküsünü yaratan toplumsal koşulların neler olduğunu özellikle belirlemeye çalışmaktadır Bezirci. ( . . . )
Sabahattin Ali'nin yaşamı ile ilgili birtakım gerçekleri de açığa çıkarmayı başardığı için Bezirci' nin bu eleştirisi daha bir önem kazanmaktadır. Yorumlamalarda bulunmaktan çok bir ''metin tahlili" yöntemi uygulayan Bezirci, bir yazarın yarattığı ile yaşamı arasındaki bağı da kuruyor. Toplumsal bir değişim süreci içinde bulunan toplum için de önemlidir bu. Bezirci' nin, incelemesinde bunu gözettiği özellikle ilgiyi çekmektedir.
(Varlık Yıllıgı, 1975) NAZlM USTA
Asım Bezirci, Sabahattin Ali'yi zaman sıralamasıyla inceliyor. Ki-
243
taplarını tek tek ele alarak evrimi içinde gelişen, değişen yönlerini ortaya koyuyor, eleştiriyor. Sabahattin Ali'nin toplumsal-tarihsel süreçteki yerini, konumunu ortamı içinde değerlendiriyor. Hangi yazarlardan etkilendiğini, aldığı etkileri devrimci bir bilinçle özümleyip nasıl aştığını ve etkilediği yazarlan belirtiyor.
Kitap açık, yalın bir anlatım ve nesnel tutumlarla yazılmış. ( . . . ) Asım Bezirci'nin kitabı büyük bir boşluğu dolduruyor. Gazetelerin,
dergilerin solmuş yapraklan arasında kalmış değerli yazanınıza sahip çıkmış. ( . . . ) Daha önce başkalarının yapması gerekeni kendisi yapmış. Sabahattin Ali'yi içinde yaşadığı toplumsal koşullarla birlikte, her yönüyle bilmek isteyenlerin başvuracaklan temel kitap "Sabahattin Ali" incelemesi.
(Sanat Emeği, Mayıs 1978)
AHMET TELLI Asım Bezirci öbür kitaplannda olduğu gibi bu kitabında da ele aldığı ya
zın siyasal, toplumsal, sanatsal vb. olguların bütünlüğü içinde değerlendirmektedir.
Kitap, dört ana bölümden oluşuyor: Birinci bölümde Sabahattin Ali'nin "Hayatı", ikinci bölümde "Hikayeleri", üçüncü bölümde "Romanları" incelenerek dördüncü bölümde de "Kaynakça" yer alıyor.
Sabahattin Ali'nin hayati resmi edebiyat tarihçilerinin yapıtlannda görüle gelen kalıplaşmış anlatımdan uzaktır. Bezirci, burada adeta her aynntının sonuçta yazann ürünlerine yansıyışındaki ipuçlarını aramaktadır. ( ... ) Hikayelerin ele alındığı bölümde ürünler yayımı, konusu, içeriği ve biçimiyle irdelenerek yerlerine konuluyor. Romanlar da hemen aynı yöntemle irdelenrnektedir.
Son bölümde verilen kaynakça ise, yapıtın değerini gerçekten artıran bir çalışma. Bu tür çalışmalar birde pek azdır, özellikle edebiyat alanında. . .
(Türkiye Yazılan, Nisan 1980) LEYLA ALKA YEV A
Tahir Alangu'nun önyargılarla dolu incelemelerine karşı, Asım Bezirci'nin kitabı çok sevindiricidir. Bu monografinin olumlu yanlan konusunda çok şey söylenebilir. Temelinde yatan çok zengun somut bilgilere ek olarak, incelemede Sabahattin Ali'nin yazarlığını ve kişiliğini
244
aydınlatan yeni ve taze bilgiler vardır. Burada yazarın yapıtalnnın çok iyi düşünülmüş, aynntılı bir incelemesinden söz edebiliriz. Ama incelemesinde kullanılan çok nesnel yaklaşımdır. Genellikle Asım Bezirci çok yerinde eleştirel açıklamalardan uzaklaşmarlan durumun doğru bir açıklamasını yapmıştır. Bir yandan, yazar ve sanatçı olarak Sabahattin Ali'yi hak ettiği gibi överken, öte yandan onun hümanist ve demokrat bir insan olarak iç portresini çizmiştir.
Bu çok soylu başansından dolayı Asım Bezirci'ye selam!*
AFŞAR TlMUÇIN Asım Bezirci, Sabahattin Ali adlı kitabında Sabahattin Ali'nin yaşa
mı ve yapıtlan üzerinde bir araştıma ve eleştirme çalışması ortaya koyuyor. Bu çalışmasında Sabahattin Ali'nin çocukluk yılianna kadar iniyor. ( . . . ) Bunu yazann yapıtlanyla ilgili geniş bir araştırma izliyor. Ondan sonra öldürülmesi olayı aynntılı bir biçimde veriliyor. Sonraki bölümde hik§yeleri konu ve biçim açısından inceleniyor. Bunu romanlanyla ilgili araştırma izliyor.
Asım Bezirci'nin bu kitabı Sabahattin Ali'ye bütün olarak bir açıklık getirmektedir.
(Yaz/co Edebiyat, Şubat 1981)
OKTAY AKBAL
Asım Bezirci'nin bu kitabı daha önce iki kez basılmıştı. Bu üçüncüsü. Ama Bezirci kitabını nerdeyse yeniden yazmış; yeni araştırmalar, yeni incelemelerle sunuyor üçüncü basıyı. Bu yeni basımda yer alan önsöz her bakımdan önemli. ( . . . )
Bezirci'nin kitabı böze Sabahattin Ali'yi 'insan' ve 'yazar' nitelikleriyle tanıtıyor. Öyküleri ve romanlannı ayn ayn tanıtıyor. Başarılı bir inceleme . . . Daha önce de dedeğim gibi, Sabahattin Ali'nin Bütün Yapıtlan yanında yer almaya değer belgesel bir çalışma.
(Cumhuriyet, 24. 1. 1988) SÜLEYMAN EKIM
Yok sayma ve edebiyat tarihinde adını silme girişimlerine karşın, en çok beğeniten yazariann başında Sabahattin Ali gelir.
Resmi çevrelerin tutumu, Asım Bezirci'nin incelenmesini daha gere-
245
kil kılmaktadır. Sabahattin Ali'yi okumadan önce onun üzerine yazılmış bir kitabı okumak kaçınılmazdır. Hele bu kitap Bezirci ahimizin elinden çıkmışsa. ( . . . )
Bezirci ahimizin yapıtı, özellikle öykü yazanlar için gerekli. Sabahattin Ali'nin eksiklerine bakarak eksiklerimizi görebilir, olumlu yönlerine bakarak .daha nitelikli öyküler yazabiliriz. Yapıt, öykü yazmayı iş edinen herkesin işine yarayacaktır.
Bezirci abimiz nesnellikten aynlmadığından, eleştirirken eleştirilen durumuna düşmüyor. Birçok eleştinnenimizde eksik olan işte budur.
İnsanlanmızı okurluktan bilinçli okurluğa yükseltmek böylesi incelemelerle olasıdır.
(Çorum Haber, 25. 1.1988)
246
İÇİNDEKİLER
YAŞAMI Kayan Bir Yıldız Gibi
Ana-baba . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Çocukluk . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . 1 O Öğrencilik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 4 Aşk ve Öğretmenlik . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Almanya'da . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 Dergilerde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 Cezaevinde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33 Öğretmenİiğe Dönüş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 1 Evlenme . . . : . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 Gazetelerde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58 Baskılar, Sıkınular . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60 Kaçış ve Ölüm . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 65
HiKAYELERİ Hikaye/erin Yazılışı ve Yayımlanışı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 79 Hikayelerde Konu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 83
Aşk . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 83 Düşkün Kadınlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 92 Köy ve Köylüler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 94 İşçiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 04 Doktorlar ve Hastaneler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 108 Mahpuslar ve Cezaevleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 1 O Aydınlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . : . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 1 3 Çocuklar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 1 8 Öteki Konular . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 20 Konulan n Genel Özellikleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 24
Hildiyelerde Içerik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . 1 27 Gerçekler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 27 Temler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı38
Hikayelerde Biçim . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı46
247
Y azış Biçimi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 46 Yazma Sanatı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 46 Sanat Anlayışı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 48 Yapı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 53 Dil ve Anlatım . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 62
ROMANLARI Kuyucak/ı Yusuf
Konu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 72 İçerik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 75 Kişiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 82 Biçim . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 88
Içimizdeki Şeytan Konu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 92 Kuruluş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 94 Kişiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 96 Düşünceler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 98
K ürk M antolu Madonna Y azılışı ve Yayımlanışı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 204 Konu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 208 Konunun Gerisindeki . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 l O Kuruluş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 ı ı Anlatım . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 ı 3 Kişiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 ı 3 Düşünceler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 ı 4
SONSÖZ GİBİ Yıldız Kaydıktan Sonra . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 ı 7
KAYNAKÇA Sabahattin Ali 'nin Kitapları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 223 Sabahattin Ali Için Yazılanlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 227 Basında Yankılar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 243
248
Ası m Bezirci edebiyat tarihçisi , eleştirmen, dene meci ve çevirmen. 1 927'de E rzincan'da doğd u . i l ko k u l u E rzi ncan'da, o rtaoku lu ve l iseyi parasız yatı l ı o l arak Erz u ru m 'da okud u . 1 950'de istan bul Ü n iversitesi Edebiyat Fakültesi Türk D i l i ve Edebiyatı Bölü m ü ' nden mezun oldu . Aynı yı l , Gerçek g azetesinde yazarl ığa başlayan Bezi rc i , 26 yı l boyunca m u hasebeci l ik yapmak zoru nda kal masına karş ın örnek bi r çalışkanl ıkla çok sayıda ü rü n verd i . Ataç' ı n öznel/iz ien i msel eleştiri anlayışı na karşı nesnel/bi l i msel e l eşti r i çığ ı rı n ı n açı l m ası içi n büyük çaba sarfetti . Başta Naz ı m H i kmet ol mak üzere tan ı n m ı ş birçok yazarı n eserleri n i derleyip yayına hazır ladı. 2 Tem m uz 1 993'te Sivas topl u kıyı m ı nda 34 i ler ici ayd ı n ve sanatçıy l a b i r l ikte katled i l d i . Bezi rci ' n i n bütü n eserleri yayı nevi mizce yayı n lanmaktad ı r .
1 ::: .
I S B N "1 7 5 - 7 8 7 • 8 : ] l l
J�]����III!W��IJ ·