sovyet rusya’da devlet terörü · 2016. 12. 26. · necİp hablemİtoĞlu ve sovyet rusya’da...
TRANSCRIPT
HABLEMITOGLU KİTAPLARI: 1
Dr. Necip HablemitoğluSovyet Rusya’da Devlet Terörü
ETOPLUMSAL DÖNÜŞÜM YAYINLARI ^
\
3TOPLUMSALDÖNÜŞÜMYAYINLARI
1954 yılında Ankara'da doğan Hablemitoğlu, 1977 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 1977-1978 yıllarında “Dilde Fikirde Işde Birlik” adlı aylık bir dergi yayınladı. Uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştıktan sonra Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde master ve doktora yaptı.Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak çalış
malar yapan Hablemitoğlu, Orta Avrupa ve Balkanlar'da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konusunda alan çalışmaları yürüttü. Bu çalışmalar çeşitli gazetelerde yazı dizisi olarak yayınlandı. 1995-1996 yılları arasında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bir projesinde (UNDP) görev alarak Moldova'da Gagauz Türkleri’nin Latin alfabesine geçişi ile ilgili olarak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki görevi sırasında, Cumhuriyet döneminin başında bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin bulunduğunu belirleyerek, bu öğretmenlerin bugün yaşayan öğrencilerinin anılarını derledi ve bir kısmım Kemal'in Öğretmenleri başlığı ile yayınladı.Çalışma alanına ilişkin çok sayıda kitap ve makalesi bulunan Hablemitoğlu, şehit edildiği 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniversitesinde Doktor öğretim Görevlisi olarak binlerce öğrenciye yimi yıl boyunca Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi derslerini verdi.ilk kitabı, II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya tarafından Kırını Tûrkleri'nin kendi topraklarından zorunlu göç ettirilişini anlatan ve 1974 yılında yayınlanan “Yüzbinlerin Sürgünü”dûr.
Diğer kitapları, “Çar̂ k Rusyası’nda Türk Kongreleri (1905-1917)”, “Şe- fıka Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893-1920), “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası" ve “Kırım’da Türk Soykırımı” isimli çalışmalardır Hablemitoğlu’nun özellikle Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukları ve Kırım Türkleri konusunda yayınlanmış tarihi belgelere dayalı çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Bir Kırım Türkü olan Dr. Necip HABLEMİTOĞLU, Kırım Türkleri’nin Türkçü lideri İsmail Gaspıralı’ya ait tarihi belgelerden oluşan bir arşive de sahipti.Ayrıca, Türkiye'de ve yurt dışında faaliyet gösteren bölücü terör örgütleri ve
Alman Vakıfları ile Avrupa Birliği Uyum Yasaları içinde yer alan vakıflar yasası konularında çeşitli araştırmaları bulunan Hablemitoğlu, çalışma alanına ilişkin Türkiye’de ve yabancı ülkelerde sempozyum, panel gibi toplantılarda sayısız konferanslar verdi, çeşitli televizyon ve radyo programlarına katıldı.Kendisi gibi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU ile evli, Kanije ve Uyvar adında iki kız çocuk babası idi.Bütün çalışmalarına ilişkin geniş bilgi için http:/www.hablemitoglu.com adresindeki on line yayından yararlanılabilir.
Dr. Necip Hablemitoğlu
Sovyet Rusya’da Devlet Terörü
ETOPLUMSALDÖNÜŞÜMYAYINLARI
Toplumsal Dönüşüm Yayınları: 283
Araştırma, inceleme dizisi: 103 © Dr. Necip Hablemitoğlu
SOVYET RUSYA’DA DEVLET TERÖRÜ
1. baskı: Güven Yayınları, Ankara, 19742. baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları
ISBN 975-6448-81-4 Yayınevi kurucusu: Hayri Bildik
Genel yayın yönetmeni: Hatice Bahtiyar Kapak tasarımı: Sait Maden
Baskı, cilt: Can Matbaacılık
Aralık 2004
Genel dağıtım: KARDAK [email protected]
Narlıbahçe sokağı no. 6, Cağaloğlu - İstanbul Tel: (0212) 528 66 89, Belgegeçer: 519 84 85
İÇİNDEKİLER
Sunuş ....................................................................................7Giriş ..................................................................................11
I. Bölüm: Sovyet Rusya ve Ölüm KamplarıÖlüm Kamplannm Tarihçesi..................................................... 17
II. Bölüm: Ölüm KamplarıÖlüm Kamplarının idari Yapısı............................................... 103
III. Bölüm: Ölüm Kamplarında Hayat ŞartlanIş Durumu................................................................................ 123
IV. Bölüm: ölüm Kamplarında Sosyal Hayat ve FaaliyetlerEğitim ve Propaganda............................................................. 155
V. Bölüm: ölüm Kamplarında İsyan ve Firar Olaylarıölüm Kamplannda isyan ve Firar Olayları............................ 181
VI. Bölüm: ölüm Kamplannda Cinsel Hayatölüm Kamplannda Cinsel Hayat........................................... 191
VII. Bölüm: Cezalan Biten Mahkumlann DurumuCezaları Biten Mahkumlann Durumu...................................197
VIII. Bölüm: Mahkumlann Sayısı ve Kampların ListesiMahkumların Sayısı................................................................ 203
IX. Bölüm: SonuçlarSonuçlar .................................................................................221
ıX. Bölüm: Hür Dünyada ölüm Kampları Hakkında İtiraf
ve İfşaatlara Gösterilen İlgi ve Tepkiler Hür Dünyada ölüm Kampları Hakkında İtiraf ve ifşaatlara Gösterilen ilgi ve Tepkiler.......................................229
Bibliyografya............................................................................247
SUNUŞ
ON DOKUZ YAŞINDA BİR İDEALİST VE ONUN BİR ESERİ ÜZERİNE:
NECİP HABLEMİTOĞLU VE SOVYET RUSYA’DA ÖLÜM KAMPLARI Dr. Necip Hablemitoğlu’nun elinizdeki eseri, daha önce
kitap olarak “Sovyet Rusya’da Ölüm Kampları”adıyla 1974 yılında yayımlanmıştır ve kendisinin yayımlanan ilk kitabı olma özelliğine sahiptir. Onun “Yüzbinlerin Sürgünü: Türksüz Kırım" adlı eseri de yine aynı yılda basılmıştır. Bu eserinden otuz yıl öncesinden haberdardım. Ancak değerli arkadaşım Hablemitoğlu’nun elinizdeki kitabının varlığından, ikinci kez yayımlanması aşamasında haberim oldu. Her iki eseri de birbirinin devamı niteliğindedir. Elinizdeki bu ilk kitabını okuduktan sonra, kendisine olan hayranlığımın bir kat daha arttığını belirtmeden de geçemeyeceğim.
Necip Hablemitoğlu bu eserini kaleme aldığında on dokuz yaşındadır. On dokuz yaşındaki bir gencin böyle bir eser ortaya koyması için de ancak bir idealist olması gerektiği kuşkusuzdur. Gerçekten de o, tanıdığım ilk günden beri bende gençlik çağındaki idealizminden hiçbir şey kaybetmemiş bir insan izlenimi bırakmıştır. Tek başma da kalsa, hak bildiği yoldan şaşmayan ama bir yandan da kendisini sürekli geliştiren bir idealistti. Fakat, kendisine böyle bir konu üzerinde çalışarak, o genç yaşında kitap yazdırtan bazı etkenleri bilmeden, bu ilk eserini hakkıyla ve layıkıyla değerlendirmenin mümkün olamayacağı da açıktır...
Necip Hablemitoğlu, 1950’li yılların başında, o dönemde Sovyet blokuna dahil bulunan Bulgaristan’dan Türkiye’ye sürgün edilmiş bir ailenin çocuğudur.
Kendisiyle ilk tanışıklığımız sırasında, altı yıl kadar önce, bu sürgünün, ailenin Türkiye’ye gelişinden sonra da devam eden son derece dramatik hikayesini onun ağzından dinlemiştim. Bulgaristan’da pek şerefli bir geçmişe sahip, Nüvvab Medreselerinden yetişmiş bir bilgin olan dedesi, Sovyet Rusya’nın uydusu haline gelmiş olan komünist Bulgaristan’ın gizli polisince, haksız yere göz altına alınıp günlerce işkence edildikten sonra ailesi ile birlikte sınır dışı edilmiş ve Türkiye’ye geldikten üç hafta sonra da iç kanamadan ölmüştür. Dedesini tanımadan, onun trajik ölümünden yıllar sonra Türkiye’de gözlerini dünyaya açan Necip Hablemitoğlu, işte böyle bir aile ortamı içinde yetişmiştir. On dokuz yaşında iken elinizdeki eseri hazırlamış olmasında, dedesine yapılan zulüm ve işkencenin payı bulunduğu da muhakkaktır.
* * *
Komünizmin sonunu hazırlayan en önemli etken, onun insan doğasına olan aykırılığıdır. Komünizmin vaad ettiği cennet ise, tıpkı Haşan Sabah’ın müritlerine vaad ettiği gibi bir yalancı cennettir ve bu da yalnızca kısıtlı sayıdaki Komünist Parti üyeleri içindir. Ama onun asıl gerçeği olan buzlu cehennemi, sayıları on milyonlarla ifade edilebilen Soveyt vatandaşı canları pahasına yaşamıştır. Bir yanda sayısı ancak yüz binlerle ifade edilebilen küçük bir mutlu azınlık, diğer yanda bin bir türlü sebeplerle ölüm kamplarına sürgün edilerek köleler gibi çalıştırılan on milyonlarca insan... Sovyet gerçeği kısaca budur.
Milovan Djilas, “Yeni Sınıf” adlı eserinde, sınıfsız toplum ütopyasıyla milyonları peşinden sürükleyen Marksist-Leni- nist sistemin uygulamadaki çarpıklıklarını ortaya koymuştu. Sovyetler döneminin tanınmış rejim muhaliflerinden biri
olan yazar Aleksandr Soljenitsin ise Türkiye’de de basılan “Gulag Takımadaları”adlı eserinde, Bolşevik ihtilalinin başarıya ulaşmasından 1970’li yıllara kadar olan süre zarfındaki toplama ve çalışma kamplarına sürgün konusunu işlemişti. Soljenitsin’in tümüyle gerçeklere dayalı eserinde anlattığı sahneler dehşet vericiydi. Nitekim, şimdilerde Amerika’lıların Ebu Gureyb cezaevinde yaptıkları zulüm ve işkenceden ötürü, bu tür cezaevleri “Amerika’nın Gulag takımadaları” diye nitelendirilmektedir.
işte değerli arkadaşımız Necip Hablemitoğlu da, aynı konuda, yerli ve yabancı kaynaklardan derlediği bilgilerle, adeta bir doktora tezi hazırlar gibi, genç yaşına ve döneminin imkanlarına göre, mükemmel diyebileceğimiz bu eseri meydana getirmişti. Kendisi, "Yüzbirılerin Sürgünü: Türksüz Kırım” adlı eserini şehit edilmesinden kısa süre önce yeniden ele alıp gözden geçirerek “Kırım’da Türk Soykırımı”adıyla yayma hazır hale getirmiş ise de, elinizdeki esere hiç dokunmadığı, buna fırsat ve vakit bulamadığı anlaşılıyor. Elinizdeki kitabın, ilk baskıdan bazı eski kelimelerin değiştirilmesi dışında hemen hiçbir farkı yoktur. Ancak kitabın adının, “Sovyet Rusya’da Devlet Terörü” olarak değiştirilmesi, eşi saygıdeğer Şengül Hablemitoğlu hanımefendinin tercihidir. Kendileri bu konuda bana, “Necip Beğ yaşıyor olsa ve kitabı yeniden bastıracak olsa adını bu şekilde değiştirirdi” dediler ki elbette doğrudur.
Necip Hablemitoğlu’nun bu kitabını yeniden yayınlamak, hem onun idealizmine, çalışma aşkına, emeğine ve medeni cesaretine saygının, hem de aziz hatırasını yaşatmanın bir gereğidir. Eser bu yanıyla da, özellikle genç okurlar için onun pek azını dile getirebildiğimiz üstün niteliklerinin elle tutulur, gözle görünür somut bir örneğidir. O büyük insan artık kalp
lerimizde ve eserlerinde yaşamaya devam edecektir. Sevenlerine düşen görev de budur. işte elinizdeki kitabın yayımlanması da, hiç kuşkusuz bu gaye doğrultusunda yapılmış önemli bir hizmettir.
Av. HaniH ALTIŞYeni Hayat Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Sovyet Rusya, komünizmin propagandası için her yıl bütçesinden birkaç milyar ayırmaktadır. Bu kadar büyük bir tahsisat, sadece belirli bir amacın gerçekleşmesi yolunda yapılacak faaliyetler için ayrılmıştır. Nitekim, bugün bütün dünyayı saran ve ülkelerin güvenliğini tehdit eden anarşik hareketler, Sovyet idarecilerinin bu yolda çizdikleri “Komünist Dünya” stratejisinin ve bu stratejinin tatbikatta iyi bir şekilde uygulanışının eseridir. Harcanan milyarlar da bu yolda etkili bir araç olmaktadır.
Geriliğin, adaletsizliğin ve dolayısıyla sömürü düzeninin karşısında olduğunu her zaman iddia eden Sovyet Rusya, “İlim Akademileri” ve hür dünyadaki kiralık kalemşorları ile bunların kökenini araştırmakta ve doğru ile güzelin sadece ve sadece komünist sistemde var olduğunu ileri sürmektedir. Bu iddia, bir noktada söz götürmez bir şekilde iflas etmektedir. Bu noktaya gelebilmek için şu soruyu sormak gerekir: Sokağa atılırcasına cömertçe harcanan bu paraların kaynağı nerededir?..
Hür dünyayı anarşizmin içine, insanları vatanlarına ihanete sürükleyen, sürekli ve uzun vadeli bir çalışma yolunda sarfedilen bu milyarların kaynağının teşhis ve tespit edilmesi, bu araştırmanın başlıca heyecan ve ilham konusu olmuştur. Bugün, “Sovyet” ortak adı ile bilinen iki tip Rusya’nın varlığını iddia ve ispat edebiliriz: Biri, hür İnsan
lar Rusyası; yabancıların görebildiği, tiyatroları, baleleri, aya giden füzeleri, metroları, fabrika ve binaları ile göz boyayan, pembe rüyalar ülkesi Rusya!.. Diğeri, hükümlüler, esirler Rusyası; tel örgüler arkasında gözetleme kuleleri ve süngülü muhafızlarıyla zulüm ve işkencenin bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü devlet köleleri Rusyası!..
ikinci haldeki Rusya tipi, Sovyet Rusya’nın şimdiye kadar kısmen gizli kalmış olan gerçek yönünü aksettirmektedir. Bu yönüyle Sovyet Rusya, büyük bir su değirmenine, rejimi olan komünist sistemi ise, bu değirmenin çarkına benzemektedir. Sistemin yaşaması için çarkı döndüren gerekli su; milyonların gözyaşı, ter ve kanından başka bir şey değildir. Çarkın her dönüşünde bir taraftan onbinler ölmekte, diğer taraftan propaganda için harcanan milyarlar çıkmaktadır, işte bu çarkı döndüren su, bugün, hür ülkelerin insanlarına sunulan dostluk kadehinde mevcuttur. Biz buna, esaret şarabı (!) da diyebiliriz. Zayıfları cezbeden, içeni sarhoş eden fakat sarhoşluk etkisi uzun sürmeyen bu kızıl “şarap” daha nice yıllar, hür dünya güvenliğinin üstünde Demokles’in kılıcı gibi durmaya devam edecektir. Bu esaret şarabının (!) terkip olarak bilinmesinin hür dünyaya pek çok şeyler kazarr'dıracağı muhakkaktır. Bu araştırma, bu konuda bir reçete olarak hazırlanmış olup, 50 yılda 60 milyondan fazla kurban veren komünist rejimin iç yüzünü, “ö!üm Kampları” aracılığı ile açıklamaktadır.
ölüm Kampları ve kamplardaki mecburi çalışma hakkında çeşitli dillerde ve tarihlerde çeşitli kitaplar yayınlanmıştır. Bunların çoğunluğu hatıra türündendir. Ancak, hiçbirisi, ünlü Sovyet yazarı Aleksandr Soljenitsin’in yazmış
olduğu “îvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün” romanı kadar etkili olamamıştır. Hayatının sekiz yılını Ölüm Kamplarında mahkûm olarak geçiren Soljenitsin, tamamen Ölüm Kamplarını kortu alan bu romanını yayınlamaya muvaffak olduğunda bütün ülke çapında, beklenilmeyen sevgi ve ilgi gösterisiyle karşılaştı. Sovyetler Birliğinde genel bir heyecan başgösterdi. Bu öylesine bir heyecandı ki, eserde ülkenin en büyük sosyal çıbanına, Ölüm Kamplarına temas ediliyor ve konu işlendikçe gözler önüne milyonlarca bedbaht kurbanın yürekler acısı yaşantısı seriliyordu.
1937 yılında, Ölüm Kampları ile ilgili bir eser yazan Mark Rhein, Barselona’da Rus ajanları tarafından vurularak öldürülmüştü. Yıl 1960 ve devir Stalin’in devri değil. Soljenitsin, kitabını yayınlamakla yıkılmaz zannedilen birçok engelleri ve putları kırdı. Kitabın önsözünü yazan Sovyet şairi Aleksandr Tvardovski, büyük bir cesaretle şöyle diyordu:
"Yazar, bir hüküm lünün -şafaktan ışıklar sönene kadar süren- çok normal bir gününü almıştır. Fakat bu alelade gün, okurların kalbini, gözleri önünde varolan ve sayfalarda onlara çok yaklaşan insanların talihine karşı acı ve üzüntüyle doldurmaya yetmektedir. Yazarın, en büyük başarısı, bu acı ve üzüntünün hiçbir zaman ümitsizliğe yer bırakmamasıdır. Aksine, dürüstlüğü ve gerçekçiliği anlaşılmamış olan roman insanı öylesine etkilemektedir ki, söylenmemiş olan fakat söylenmesi gereken düşüncelerimizi de ortaya koymaktadır. Bunun için bizi birleştirmekte ve kuvvetlendirmektedir”.
Tvardovski’nin sözleri boşuna değildir. Soljenitsin’in sihirli kaleminden akıcı bir üslup kazanan bu eser, aslında alışılmış bir roman değil, aynı hayatı paylaşan milyonlarca kamp mahkûmu insanın dramatize edilmiş gerçek ve ortak hayat hikayesidir.
“Sovyet Rusya’da Ölüm Kampları” adını taşıyan bu eser, ne bir roman ve ne de bir hatıra derlemesidir.Tamamen bir araştırma niteliğinde olan bu eser, uzun ve yorucu bir çalışma sonucu elde olunan bilgi ve belgelerin objektif bir şekilde değerlendirilmesi ve bilimsel esaslara uygun olarak tasnif edilmesi ile meydana gelmiştir. Çalışmalarımda gerekli bütün yardımlarını esirgemeyen muhterem babam Adem Hablemitoğlu’na, sayın Saide Arslanbek hanımefendiye ve sayın Hüseyin Ayırgan beye, ayrıca diğer ilgili arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim.
Varlık-Ankara/7/11/1973
Necip HABLEMİTOĞLU
1. B Ö L Ü M
SOVYET RUSYA VE ÖLÜM KAMPLARI
A) ÖLÜM KAMPLARININ TARİHÇESİ
Sovyet “ceza” ve “ekonomik” sisteminin temel direği olan Ölüm Kampları, diğer bir deyimle Esir veya Mecburi Çalıştırma Kampları, kuruluş itibariyle Çarlık Rusya'sına dayanmaktadır. Kısacası, Çarlık Rusyasmın Ölüm Kampları sistemi öylesine bir tohum ekmişti ki, Sovyet Rusyası yeni şartlar altında bugün bol ve bereketli mahsul (!) kaldırıyor.
17. yüzyıldan itibaren gelişmeye ve genişlemeye başlayan Çarlık Rusyası, bir Avrupa devleti olabilmek için ekonomik alanda birçok yatırım yaptı. Bu yatırımların içinde en önemlisi; hammadde kaynakları bakımından çok zengin olan Sibirya’nın bir endüstri bölgesi haline getirilmesi idi. Bu yatırımın gerçekleşmesi ile Ölüm Kampları arasındaki kopmaz bağıntı böyle bir ihtiyaçtan doğmuştu. Bu ihtiyacın giderilmesi, Ölüm Kamplarının büyümesi ve gelişmesi oranında mümkün olacaktı, işte bu noktadan hareketle Ölüm Kamplarının ilk nüvesi Sibirya’da oluşturuldu.
Gerçekten de Sibirya’nın iskanında oldukça önemli rol oynayan etken; ölüm Kamplarının kuruluşu ve sürgün sisteminin geliştirilmesiydi. Rus Çarı Müthiş Ivan (1531-1584) bu harekete hız verdi. Müthiş Ivan’ın PolonyalIlara teslim olmayı kabul eden “Cumhuriyetçi” Novgorod ve Piskov şehri ahalisini kitle halinde Kuzey Ural bölgesine sürmesiyle “sürgün” sistemi, Rusya ceza sisteminin en önemli unsuru ve silahı oldu.
Sibirya’nın tam olarak ele geçirilmesi ise, Çarlara sürgünü müstakil bir ceza olarak geniş ölçüde uygulamak imkanını vermişti. Bir takım suçluları Sibirya’da kurulan m ecburi çalışma merkezlerine sürerken, Rus hükümeti; “bir taşla iki kuş vuruyordu”. Bir yandan suçluları cezalandırıyor, diğer yandan yeni sömürgede Rus unsurunun artmasını sağlıyordu.
Çarlık devrinde Sibirya’ya sürgün hareketi olanca hızıyla devam etmiş; Deli Petro ise, sürgüne katma olarak veya onun yerine “Katorga”yı tatbik etmekle bu hareketi daha değişik bir yola sokmuştur.
“Katorga” sistemi ile gerçek anlamda ilk Ölüm Kampları, diğer bir deyimle Mecburi Çalışma Kampları kurulmuş oluyordu. Kamp mahkûmlarının işi; limanlar, gemiler, kaleler yapmak, bataklıkları kurutmak, kanallar açmak gibi ağır ve cebri devlet işlerinde çalışmaktan ibaretti. Deli Petro, “katorga”yı başta Azak denizi sahillerinde, Baltık kıyısındaki Rogervik limanında ve Petersburg’da uygulamıştı. Deli Petro’dan sonra gelen Çarlar ise, bu cezayı; Sibirya ve Orenburg kalelerinde, maden ve tuz ocaklarında daha geniş ölçüde uygulamışlardır.
Sibirya’ya sürülen “katorga” mahkûmları üç kategoriye ayrılmışlardı: 1) Maden ocaklarında çalıştırılanlar; 2) “Zavod”larda (imalathane) çalıştırılanlar; 3) Kaleler in- şaasında çalıştırılanlar... Bu durum Çarlık Rusyasının yıkılışına kadar devam etmiştir. Çalışma merkezlerinde sürgün nüfusunun fazlalaşması için; serserileri, askere yaramayan çürükleri, ölüme mahkûm olup da affedilen
kadınları (1931 de), fahişelik yapan kadınları, üç yıl müddetle vergi vermeyen Yahudileri (1880’de) vs. sürüyorlardı.
1754 senesinde çıkan bir kanunla Sibirya’ya sürgün, daimi bir cezalandırma tedbiri olarak tespit ediliyor ve başlıca iki şekle ayrılıyor: 1) Belirli bir bölgede yerleşmek üzere sürgün; 2) “Katorga” cezası çekmek, yani ağır, cebri devlet işlerinde çalışmak üzere sürgün... “Katorga” m ahkûmlarının belirli bir müddet için sürülenleri, müddetlerini doldurduktan sonra, müddetsiz sürgünler ise 20 sene sonra serbest göçmen durum una geçebiliyorlar ve bulundukları yerde yerleşmiş olan eski göçmenlerin arasına katılıp gitmek hakkını kazanabiliyorlardı.
Sibirya’yı dolaşan Yugoslav seyyahı Prof. Aleksandr Trakonov; Mecburi Çalışma Kamplarına ilaveten, Doğu Sibirya’da Rusya’nın en meşhur ve en korkunç hapishanelerini gördüğünü söylemektedir. Çarlık Rusyasının bu korkunç hapishaneleri siyasi mahkûmları barındırmaktadır. Aralık 1905 ihtilal denemesinde bu hapishaneleri binlerce ihtilalci doldurmuştu. Mahkumların birçoğu, ceza müddetleri bittikten sonra dahi kendi öz memleketlerine dönebilirle hakkına sahip bulunmadıklarından, bulundukları yerlerde, baştan, yeni bir hayata başlarlardı.
ölüm kamplarına giren bir mahkûm, önünde bir yaşayabilme kavgasının uzadığını görür. Trakonov’un da dediği gibi: “Bu gibi yerlerde tutunabilmek ve oranın korkunç soğuklarına mağlup olmamak için, büyük bir enerji sar- fetmek ve mücadele etme işinde gayet tecrübeli olmak gerekir. Çünkü buraların tabii hadiseleri bazen o kadar girift
bir hal alır ki, onları yenmek ve onlara tahammül etmek her baba yiğidin harcı değildir”.
Çarlık devrinin Ölüm Kamplarını Sovyet devri ile karşılaştırırsak pek büyük farklar görürüz. Gerçi, temel ve sistem aynıdır, fakat yollar ve metotlar değişiktir. Şunu da hiçbir zaman unutmamak gerekir ki; 1913’de Çarlık Rusyası- mn ölüm Kamplarında ve hapishanelerinde 32.757 mahkûm bulunuyordu. Bunların ancak 5.000’ini siyasi mahkumlar oluşturuyordu.
B) ÖLÜM KAMPLARININ KURULUŞ NEDENLERİ
Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının kuruluş nedenleri başlıca iki noktada toplanmaktadır: “Ekonomik” ve “Siyasi” nedenler, 1917-1921 “Savaş Komünizmi” devresinde, Sovyet Rusya, ihtilalden ötürü sanayii mahvolmuş, ekonomik hayatı durmuş, çeşitli halkların milli direniş hareketleri yoğunlaşmış bir ülke... ölüm Kamplarının kuruluş nedeni, bu hususların ayrı ayrı tahlili ile daha da iyi anlaşılmaktadır:
1- EKONOMİK NEDENLER
ihtilalin gerçekleşmesi, Sovyet Rusya içinde birtakım yeni yaraların açılmasına ve bazı buhranların doğmasına neden oldu. Bu yaralar daha ziyade ekonomik sahada kendini gösteriyordu. Sanayi malları üretimi hemen hemen durmuş, fabrikalar, imalathaneler çalışamaz hale gelmişti. Ülke içinde; “beyaz-kızıl” çatışması alabildiğine devam ediyor, büyük şehirlerde kan gövdeyi götürüyordu. Böylece
yeni bir rejim, milyonlarca insanın kanı pahasına yerleştirilmeye çalışılıyordu.
Enflasyon hızla ilerlemiş, Rusya’nın ekonomik hayatını kasıp kavurmuştu. öyle ki, 1920 yılı Ekim ayı sonunda rublenin satın alma gücü, 1917 Ekimine nispetle ancak % 1 idi. Yani 100 ruble, 1 ruble değerine inmiş oluyordu.
Para değerinin düşmesi, ülke içinde anarşinin bütün şiddetiyle kol gezmesi karşısında, köylü, ürettiği gıda maddelerini elinden çıkarmadı. Bunun üzerine hükümet kuvvetleri köylünün ürettiği mallan zorla almağa ve özel mülkiyeti devletleştirmeye başladı. Böylece, bütün Rusya çapında bir kıtlık hüküm sürmeye başladı. Ayrıca, kıtlığın asıl suçlusu ve sorumlusu olan kızıl ihtilalcilere karşı yer yer halk isyanları baş gösterdi. Bu isyanların en önemlisini An- tonov yürütmüştür. Tambov bölgesinde en azından 50 bin kişilik iki ordu gücünde girişilen bu ayaklanmayı, Mareşal Tukaçevski komutasındaki Kızılordu birlikleri kanlı bir şekilde bastırmıştır.
1917-1921 “Savaş Komünizmi” devresinin sonu sayılan bu kıtlık sırasında sadece Türkistan’da: 1.400.0001, Kırım’da: 100.0002 olmak üzere bütün Rusya sınırları içinde6.000.000 insan ölmüştü3. Bu kıtlık devrini yaşayanların hatıraları ve verdikleri örnekler gerçekten tüyler ürperticidir4. Açlıktan ölenler kamyonlarla toplanıyor, rastgele gömülüyorlardı5. Bu ara ölü insanları yiyenlerin de sayıları çoğalmaktaydı6. Sovyet hükümeti kıtlığa tedbir olarak sadece 21 milyon sterlin tutarında yardım almışsa da bu, kıtlık buhranını gidermekten çok uzak bir ölçüdeydi7.
1921-1922 kıtlığının önlenmesi için hiçbir tedbir alınmayışı, bu kıtlığın yarıyarıya “suni” olduğunu doğrulamaktadır. Mesela, Kırım’da 1921 mahsulünün büyük bir kısmı, diğer gıda maddeleri ile birlikte müsadere edilerek “Sovyet” etiketi altında ihraç edilmiştir8. Aynı yıllarda kıtlıktan Ukrayna’da milyonlarca insanın ölmesi de bu iddiayı doğrulamaktadır. Halbuki Ukrayna, Doğu Avrupanın zahire ambarı olarak bilinmektedir. Sonuç olarak denilebilir ki, milyonlarca insanın hayatına malolan bu kıtlık, ekonomik nedenlerin yanısıra anarşist halkların temizlenmesi, azaltılması yönünden bir o kadar da siyasî anlam taşır.
Bir yandan kıtlığın, diğer yandan özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının yarattığı tepkiler ve salgın hastalıklar ülke içinde insan gücünü adeta eritmişti. Fakat bütün bu güçlükler ve bunlara ilave olarak daha pek çok şey, ihtilali durduramadı. Fanatik komünistler yılmadı. Öyle ki, 1920 yılı sonbaharında bütün milli isyanlar bastırılmış, ihtilalden istifadeyle kurulan cumhuriyetler ortadan kaldırılmıştı. Buna karşılık ekonomik çöküntü durmadan artıyordu. Devletleştirilen fabrikaların üretimi düştükçe düşüyor, köylü devletin toprağında çalışmak istemiyordu.
işte böyle bir durumda Lenin, parti stratejisinde büyük bir değişiklik, kısaca geriye dönüş yaparak cesur bir hareketle “Yeni Ekonomik Politika” (NEP)yı benimsediğini ilan etti. Böylece marksizm, fiiliyattan ilk defa ayrılmış oluyordu. Lenin, sadece işçilerle meseleyi halledemeyeceğini ve isterse köylülerin komünist sistemi yıkabileceklerini görmüş oluyordu. Gerçekten de bu sonuca varan Lenin, sırf rejimin kuvvet bulması için geriye dönmek, ideallerinden taviz vermek zorunda kalmıştır.
“Yeni Ekonomik Politika”ya göre; köylü, buğdayım zorunlu olarak devlete vereceğine, ayni vergi sistemine uygun olarak hareket edecektir. Devletleştirilen sanayi teşebbüslerinin büyük bir kısmı sahiplerine iade edilecektir. Tüccar tekrar işe başlıyor, hususi dükkanlar tekrar açılıyordu. Özel şahıslar tekrar zahire ticaretine devam edebiliyor, bankalar mevduat kabulüne başlıyordu.
“Yeni Ekonomik Politika” acaba başarılı oldu mu? Bu soru, ekonomistler tarafından çeşitli yönlerden İncelenmektedir. NEP devrinin üretim durumları ile 1917 senesine ait üretim sonuçlarını mukayese edecek olursak, bu devrenin hiç de başarılı olmadığını görürüz. NEP, bir bakıma, Sovyet iktidarının kuvvet kazanmak için ortaya attığı oyalama ve göz boyama taktiğinden başka bir şey değildir. 1928’e kadar devam eden bu devre boyunca üretim düşüklüğü önlenememiş, ekonomik çöküntü durmamıştır.
Mesela, sanayi sektöründe 1917 üretim seviyesine ulaşabilmek için yıllar geçmiştir. 1917 üretimini 100 olarak kabul edersek, 1921 yılı üretimi % 18, 1922 üretimi % 25 ve 1923 yılı üretimi % 30 civarında kalmıştır9. Bu üretim düşüklüğü 1921 sonbahar ve kışındaki hammadde kıtlığından ileri gelmişti10. Gerçek nedenlerin başında muhakkak ki, insan gücünün zayıflaması geliyordu. Maden sanayii 1917’ye göre % 10-12 oranında bir üretim temposuna girdiği an, kızıl yöneticiler, insan gücüne duyulan şiddetli ihtiyacın farkına vardılar11.
Sovyet Rusya, 1928’de nüfus itibariyle Ingiltere’den üç misli daha kalabalık olmasına rağmen, kömür üretimi, İngiltere’nin yedide biri, çelik üretimi ise yarısı kadardı12. Şüp
hesiz ki Sovyet Rusya, o zaman daha ziyade bir tarım memleketiydi. Fakat tarım sahasında da geri bulunuyor, halkını kıt kanaat besleyebiliyordu. 1923 yılındaki tarım üretimi, 1917 yılındaki üretimin ancak % 25’i kadardı13.
Yukarıdaki istatistik rakamlarından da anlaşılacağı üzere, 1927-1928 devresinde Sovyet Rusya’da gerek sanayi ve gerekse tarım yönünden büyük bir gelişme olmadı. Yatırım yapılan hemen her sahadan işe yarayacak hiçbir sonuç alınamadı. Avrupadaki kalkınma yarışına böylelikle ayak uyduramayan Sovyet Rusya’nın kızıl yöneticileri, liberalizmle karışık bir komünist sistemin yürümeyeceğini anladılar. Böylece, I. Beş Yıllık Planın tatbikatına geçildi. Bu plan, birçok dev yatırımları öngörüyordu ve Sovyet yöneticileri bu yatırımları gerçekleştirmek inancı içindelerdi. Hem de milyonların kanı pahasına...
2- SİYASÎ NEDENLER
Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının kurulmasında düşünülebilecek nedenler içinde en önde geleni muhakkak ki, siyasî olanlardır. İhtilal başarılı oldu fakat birçok milletin de hürriyet arzusuAa maloldu. Lenin, çeşitli yollardan, ihtilalin akabinde kurulan birçok “cumhuriyet”i Sovyet sınırları içine dahil ettirmeyi başardı. Mesela, Aralık 1917 tarihli ve Lenin ile Stalin imzalarını taşıyan "Şarkın Emekçi Müslümanlarına H>tap”da şöyle deniliyordu:
“Rus Çarları zalimleri tarafından camileri, minberleri yıkılmış, dinleri, adetleri çiğnenmiş olanlar, biz sizlere hitap ediyoruz.”
“Kendi memleketinize kendiniz sahip olmalısınız.” Kendi hayat ve maişetinizi kendi arzu ve bünyenize göre tanzim ediniz. Sizin buna hakkınız vardır; çünkü sizin mukadderatınız sizin elinizdedir.”
“Biz bayraklarımızla bütün dünyanın mazlum milletlerine hürriyet götürüyoruz.”14
Görüldüğü gibi bu yaldızlı sözler ve vaadler, sadece kandırma ve gözboyama maksadıyla söylenmişti. Yalanların kısa ömürlü olacağını önceden kestiren kızıl yöneticiler, iktidarlarını sağlama almak için mevcudu kısa zamanda 250.000’e ve bütçesi 3 milyar rubleye çıkarılan Gizli Polis Teşkilatını kurdular.15 “Olağanüstü Komisyon” adı verilen bu teşkilat; “Çeka” tabiriyle meşhur oldu. Çarlık devrinin Gizli Polis Teşkilatı olan "Okhrana”, ihtilal devresinde Komünist Partisinin en fazla hücum ettiği kuruluştu. “Okhrana”nm bir nevi devamı sayılan “Çeka”, bugün bile, alet olduğu tedhiş faaliyetini hatıra getirir.
“Çeka” vasıtasıyle ihtilal yıllarında Rusya’da hüküm sürdürülen tedhişi Lenin dahi inkar etmemektedir. Nitekim Lenin açıkça: “Tedhişin gayesi dehşet vermektir!”16 diyerek “Çeka”nın faaliyetlerini tasvip ettiğini ortaya koymaktadır. “Çeka”nın faaliyetleri sonucu Çarlık unvanı yeni Rus tarihinin sayfalarından kazınıp atılmıştı. Fakat onun yerine Lenin ve Stalin’in gelişiyle başlayan daha korkunç bir Çarlık hortladı.
Bu konuda Çekoslovakya’nın kurucusu T. G. Masaryk haklı olarak şöyle diyordu:
“Bunlar Çarlığı değil, Çarları devirmek için sahneye
çıktılar. Bugün giyindikleri elbise, içi dışa çevrilmiş, Çarlık üniformasından başka bir şey değildir.”17
“Okhrana”dan daha ileri bir metotla çalışan “Çeka”, daha sonraları sırayla: “GPU”, “OPGU”, “NKVD”, “MVD” adlarını aldı. Fakat işkence ve kan dökme hırsı nesiller boyunca devam etti. Hafiyeliği bir sanat haline getirdi; milyonları bulan cinayet misalleriyle korku ve huzursuzluğu, Sovyet sosyal hayatının en hakim özelliği mertebesine çıkardı.
“Çeka” bir ihtiyaçtan doğmuştu ve Sovyet ansiklopedisinde şöyle deniliyordu: “GPU, mahkemeler ve hapishaneler gibi cebir organları geçici bir zaman için muhafaza edilmektedir. Burjuva sınıfının mukavemeti devam ettikçe de muhafaza olunacaktır. Fakat bu mukavemet gevşediği oranda mücadele vasıtaları da ortadan kalkacaktır”18. Ortaya bir soru çıkmaktadır: Kuruluş devrinde en tesirli mücadele vasıtası olan gizli polis teşkilatı, her geçen gün kadrosunu genişletirken (1941’de 600.000) acaba burjuva sınıfı buna paralel olarak güçlenmekte midir? Buna göre pek yakında Sovyet Rusya’yı proleteryasız sadece burjuvazinin ve en az onun kadar “MVD” elemanının yaşadığı bir ülke olarak görürsek şaşmamak gerekir...
Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının kuruluş amacı başlıca şu soru üzerinde toplanmaktadır: Komünizm Sovyet halklarına ne getirdi? Fertler ve halklar arasındaki eşitliği sağlamak üzere iktidara geldiklerini söyleyen kızıl yöneticiler, sadece ve sadece baskı, korku ve zulüm getirdiler. Değil burjuvazi ve proleterya, en inanmış komünistler dahi yarattıkları bu rejimden nefret ettiler. Onbinlerce ihtilalci komü
nist, bu hayal kırıklığı içinde “rejim aleyhtarı" suçu ile ya kurşuna dizildiler, ya da Ölüm Kamplarına sürüldüler.
C) KOMÜNİZMİN RUSYA’YA YERLEŞMESİ
ihtilal, 1917 yılında gerçekleşmesine rağmen programı, 1928 yılına kadar uygulamaya konulamadı. Açıkçası, yukarıdaki nedenlerden, 1928 yılına kadar Sovyet Rusya'da komünizm uygulanamadı. Bu tarihe kadar geçen devre, denilebilir ki komünizme geçiş devresidir. Bir nevi “liberal- komünist” karışımı bir sistemin hakim olduğu bir devrede komünizm lehine yapılan tek iş; gelecekteki komünizm aşamalarına hazırlıklı olabilmek için Sovyet iktidarının kuvvet kazanması olmuştur.
Lenin’in ölümünden (1924) sonra iktidarda tek başına kalan Stalin, Troçki gibi ihtilalci, Sultan Galiyev gibi Türk- çü-îhtilalci liderleri temizledikten sonra iktidarını gereği gibi kuvvetlendirdiğini anlayınca komünizm aşamalarına doğru ilk adımı attı. NEP devrini sona erdirerek, I. Beş Yıllık Planı kanunlaştırdı.
Stalin temizliğe önce köylülerden başladı. 1928 yılı yaz aylarında, bir takım çiftlik ve köyleri dolaştı. Seyahatten büyük bir öfke ve köylülerin mahsulü sakladığı iddiası ile döndü. Gerçekte bu iddia doğru olmakla beraber, müstakbel bir temizlik (!) hareketi için küçük bir bahaneydi. Meseleyi GPU’ya havale etti. Bütün köy ve çiftliklerin istisnasız kolektifleştirilmesi emrini verdi. Stalin, bu emrin yaratacağı tepkileri ve bu tepkilerin en büyüğü ve korkuncu olan müstakbel kıtlığın mutlak surette doğacağını da düşün
müştü. Stalin’e göre komünizmin devlet çarkı artık dönmeliydi; komünist ihtilali için milyonlar ölmüş ne çıkardı? Bu noktadan hareketle, toprak sahiplerinin (Kulak) tasfiyesi için gerekli emirleri vererek bütün emniyet mekanizmasını harekete geçirdi.
“Kulak”lara karşı uygulanacak tedbirleri hazırlamakla görevlendirilen Politbüro komisyonu, 1929 yılının Aralık ayında, kulak ailelerindeki nüfus sayısının 5-6 milyon olduğunu tahmin etmişti.19
Bu tahmin, bir yıl önce Stalin’in yaptığına aşağı yukarı uymaktadır. Buna göre Kulak’lar, köylü ailelerin % 5’ini meydana getirmekte ya da 25 milyon köylü ailesi içinde, 1 milyonu biraz aşmaktadır. Halbuki bu rakamın en azından 5 veya 6 milyon kişi olduğunu, Sibirya ve Urallara sürülenlerin pek çoğunun Ölüm Kamplarında köle gibi çalıştırılmak suretiyle öldüğünü kabul etmek gerekir. Kaldı ki Stalin dahi, 1931 sonbaharında tasfiye edilen kulak’ların miktarını 10 milyon olarak göstermiştir.
Kollektivizasyon yüzünden köy ekonomisinin çökmesi sonucu, Sovyetler Birliği, 1932 ile 1934 yılları arasında görülmemiş ölçüde bir kıtlığa sahne oldu. En ciddi durum
tözellikle tahıl yetiştiren' bölgelerde görülmüştür; Ukrayna, Kuzey Kafkasya (özellikle Kuban), Orta ve Aşağı Volga, Kazakistan v.s. Açlıktan ölenlerin sayısı bakımından yapılan en dikkatli tahmin 5.5 milyon kadardır.20 Öne sürülen diğer bir iddia da bu rakamın 7 milyon olduğudur.21 UkraynalIlar sadece kendi bölgelerinde 7 milyon insanın açlıktan öldüğünü ileri sürmektedirler.22
1930’dan başlayarak 1934’e kadar devam eden ve mil
yonları orak gibi biçen açlık karşısında Sovyet hükümeti ne gibi tedbir almıştı? Hemen hiçbir tedbir alınmadığını söyleyebiliriz. 1921-1923 açlığında dahi dışarıdan aldığı 21 milyon sterlin tutarında küçük bir krediyle açlığa karşı mücadele (!) eden Sovyet hükümeti, 1930-1934 yılları arasında kıtlık yaşandığını kabul etmek istememiş, bunu gizlemeye çalışmıştır.
Açlıkla ilgili hiçbir tedbir alınmayışının yanısıra Sovyet hükümeti, bu kıtlığın Rusya çapında yayılması ve halk direnişinin zayıflaması için dışarıya çok ucuz fiyatla buğday ihraç etmiştir.23 Milyonların hayatına malolan bu ihraç geliri ile de; sanayileşme için gerekli olan makinalar satın alınmıştır. Rus araştırmacılarından Grigoriy Aleksandrov, bu konuda Kırım’da gördüklerini şöyle anlatıyor:
"... bu korkunç açlık yıllarında, cesetler, şehir ve köy sokaklarını kaplarken, en iyi cins buğday Kırım limanlarına getiriliyor, devamlı bir surette, yabancı vapurlara yükleniyor, taze şarap borular vasıtasıyle gemilerin anbarlarına aktarılıyordu... Korkunç açlık henüz sağ kalmış olanları biçiyordu. Kendi mahsulünden mahrum edilen bu bölgeye, gıda maddeleri, bilinçli olarak sevkedilmiyordu.24
Canavarca tatbik edilen bütün bu metotlar sonucu; 1926’da 31 milyon nüfusu olan Ukrayna, 1939’da 26 milyon nüfusa inmiş bulunuyordu. Kollektivizasyonun yol açtığı can kaybı özellikle Orta Asya’da büyük olmuştur. Kruşçev döneminde bir tarihçinin yazdığına göre; Kazakistan’da: “1930 ve 1931 yıllarında yapılan birçok yanlışlıklar, büyük ölçüde üretici gücün yok olmasına ve köylerinde birçok insanların ölmesine sebep olmuştur.25
Gerçekten de kollektivizasyon yüzünden Kazak Türkleri 1.5 milyon nüfus kaybetmişlerdir. Bu arada yüzbinlerce Türkistan Türkü, yerleşme bölgelerinde yaşamaya zorlanmışlarsa da bunların birçoğu Çin’e göçmeyi başarmıştır. Aynı devrede Türkistan’da tamam olarak 3 milyon Türk öldürülmüştür.26
Kırım’da ise 40 bin aile reisi “kulak” damgası yiyerek Urallara ve Sibirya’ya Ölüm Kamplarına gönderilmiştir.27 Bunların aileleri de ayrı bölgelere sürülmüşlerdir.28
1- SOVYET HALKLARININ KOMÜNİZME DİRENİŞİ
1921-1928 NEP devresinde milli ve sosyal faaliyetleri pek kısıtlanmayan Sovyet halkları, 1928’de kanunlaşan I. Beş Yıllık Planın getirdiği “kollektivizasyon” ve “tasfiye” hareketleri karşısında büyük bir tepki gösterdiler.
Toprakları ve ürünleri ellerinden alman köylüler, bütün ülke çapında yer yer anti-sovyet mahiyette isyanlar çıkardılar. Elde ettikleri ürünleri, sırf kızılların eline geçmemesi için tarlalarda yaktılar. Kollektif usulünü tatbik eden memurları ve komünist komiserleri öldürdüler. Böylece gelişen bu ayaklanmalar, GPU kuvvetleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış, asilerin köyleri yakılmıştır.29
Halkların komünizme karşı direnişi; Sovyet ekonomisi için geriye gidiş niteliğini taşır. Köylü sonuna kadar direnmiştir. Kollektivizasyon yüzünden hayvanlarını boğazlamayı, Kolhozlara vermeye tercih eden köylü, ülke içinde hayvancılığı adeta felce uğratmıştır. Kollektivizasyonun ilk yılı olan 1928’de 2.985.000 at ve 17.641.000 baş sığır ve32.000.000 koyun boğazlanmıştır.30
Böylece, 1928*1933 yılları arasında; 26.6 milyon baş sığır (toplamın % 42.6), 15.3 milyon at (toplamın % 47’si), 63.4 milyon koyun (toplamın % 65.1’i) öldürülmüştür.31 Toplam olarak, 1931’deki hayvan sayısı, 1929’un 1/3’üne düşmüştür. Hatta, uzun bir müddet sonra dahi, mesela 1939’da at sayısı 1929’un 1/2’si kadardı.32
Sovyet Rusya’da komünizm yerleştirilmesine karşı çıkan ve bu konuda direnen halkların içinde teşkilatlı çalışmaları ile en dikkati çeken Türkistan Türkleri olmuştur. Kollektivizasyon hareketi, Türkistan Türklerinin milli hareketlerinin yeniden başlamasına yolaçmıştır. Bu hareket, her geçen müddet zarfında kuvvetlenmiş, mücadele şiddetlenmiştir.
Mesela Özbekistan’da, “burjuva-milliyetçilerinin”, müslüman din adamlarının ve başka anti-sovyet unsurların desteğini gören KULAK-BEYLER, kitleleri topluca öldüren kızıl komünistlere karşı çok güçlü direniş göstermişler ve her yola başvurarak savaşmışlardır... Özbekistan’ın pamuk bölgelerinde “Kulak”lar, pamuk üretimini azaltmak ve buğday üretimini arttırmak için geniş ölçüde tahriklerde bulunarak kolektivizasyona karşı direnmişlerdir. Bazı bölgelerde “Kulak”ların ve Beylerin düzenledikleri birçok eylemden sonra, bunlara katılan memurlar ve köylüler topluca öldürülmüştür. Sadece 1930 yılında 333 terör eylemi olmuştur. Yine toplu kolektivizasyonla ilgili olarak bir milli direniş eylemine geçen "Basmacı” çeteleri, faaliyetlerini arttırmışlardır. 1930 yılında Özbekistan’da 11 çete faaliyet göstermekteydi...
Kazakistan’da beyler, uzak step bölgelerine ve hatta Sovyet Rusya sınırlarının ötesinde Çin’in Doğu Türkistan bölgesine topluca göçler düzenlemişlerdir.
Kırgızistan’da direniş, hayvanların topluca öldürülmesi ve yurt dışına göç şeklinde olmuştur. Beylerin etkisiyle, sınır üzerindeki Atbaşinsk reyonunun Tuyuk ve Bogçata köylerinin bir kısım halkı Çin’e göçmüş ve 30 bin baş koyunla, 15 bin baş sığırı da birlikte götürmüştür. Isıkkul, Ti- yan-Şan ve Oş sınır bölgesinde Beyler ve Manapalar çeteler kurarak Kolhozlara saldırmışlardır.
Türkmenistan’da birçok bölgelerde mahalli liderler, köylüleri Kolhozlara girmemeye, yurt dışına kaçmaya, sığırları öldürmeye ve ürünleri imha etmeye razı etmişlerdi. Çöle yakın bazı bölgelerde, bir önceki yıl nerdeyse kökü kurutulan “Basmacılık” hareketi yeniden yoğunlaşmıştır. Unutulmamalıdır ki, Rusların “Basmacı” adını verdikleri, basit haydut çeteleri değil, Türkistan’ın hürriyeti için savaşan gerillalardır.
Kırım’da Türklerin milli direnişi, 1929’da Alakat isyanı ile kendisini gösterdi. Bu isyan, Kızılordu birlikleri tarafından vahşice bastırıldı, ihtilalcilerden birçoğu kurşuna dizildi, binlercesi ölüm Kamplarına sürüldü.33
Bütün Rusya çapında yayılan bu milli direniş hareketleri, Türk olmayan unsurlarda da görülmektedir. Asırlardan beri Rusya’da yerleşmiş yabancı kolonistleri; Almanlar, isveçliler, Yunanlılar, Bulgarlar ve FinlandiyalIlar Rusya’yı terkederek Batıya, atalarının diyarlarına çekilmeye mecbur oldular. Polonya, Romanya, Letonya ve Finlandiya sınırla-
rina yakın olan yerlerdeki binlerce köylü, sınırdaki Rus muhafızlarının kurşunlarına aldırmaksızın gurbet diyarlarına iltica etmişlerdir. Fakat kızıl cenneti (!) terkedebilenler genel nüfusa oranla az bir şeydi. Hatta bu ilticalar bazen kanlı olaylarla da şekilleniyordu. Bu olaylardan biri 1932 Martında cereyan etmişti. Dinyester şehrinin donmuş buzları üzerinden Romanya’ya geçmek isteyen ve ekserisi kadın ve çocuk 700 kişi, GPU sınır muhafızları tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.34
Ukrayna’da ise 1928 yılının ilk yarısında 117 tedhişçilik olayı görülmüştür. 1928’in ikinci yarısında ve 1929 yılında “kulak”ların faaliyeti daha da artmıştır. 1928 Ekiminden 1929 Şubatına kadar "Kulak”lar, 300 adam öldürme, yaralama ve soygun olayı gerçekleştirmişlerdir. “Kulak’’ların 1929’da giriştikleri terör eylemlerinin sayısı 1927’ye göre dört kat artmıştır.35
Stalin, bu tip milli direniş hareketlerini kırabilmek, hiç olmazsa yavaşlatabilmek için bir takım kararnameler çıkardı. Hatta bu kararnamelerde; zorla Kolhozlara sokulan köylülerin isterlerse çıkabilecekleri de yazılıydı. Böylece anti-sovyet faaliyetler yavaşladı. Buna paralel olarak da Kolhozların mevcudu azaldı. Verilen serbestlik sonucu bazı yerlerde Kolhozların üye sayısı bölgeye oranla % 3 ’e kadar inmişti.36 Fakat durumda kalıcı hiçbir değişiklik olmamıştır. Yağma, tedhiş ve sefalet köylüleri, kendilerini ve ailelerini ölümden ve açlıktan kurtarmak için Kolhozlara döndürmek zorunda bırakmıştır.
Bütün bunlara ilave olarak 100 milyon köylü ve çiftçi
nin rejime olan nefret duygusu bilenmiş, iyi niyet ve sempatisi yokolmuştu. Proleterya sınıfında meydana gelen bu his, yıllarca devam edecek, kızılların tarım uygulama sistemi nesiller boyu nefretle anılacaktı.
2- KOLLEKTİVİZMİN REJİME SAĞLADIĞI YARARLAR
Kollektif tarım sisteminin zorla uygulanışı rejim açısından dört yarar sağlamıştır:
a) Köylülerin bütün direnci kırılmış, anti-sovyet ve anarşist gruplar dağıtılmıştır. Köylünün artık buğday üretimini engellemek, ekilen bölgelerin yüzölçümünü küçültmek, ürünleri saklamak ya da fiyatları yükseltmek yolu ile rejimi etkilemeleri imkanı kalmamıştır.
b) Tarım bölgelerine parti ve polis eliyle geniş ölçüde politik kontrolün yayılması; endüstride yapıldığı gibi, bu bölgelerde de çalışma örgütlerinin ve iş disiplininin uygulanması mümkün olmuştur. Önceleri köylülerin kendiliklerinden yaptıkları ekim, toprak sürme gibi tarımsal işler, bundan böyle resmi parti direktiflerine göre yürütülmüştür.
c) Köylülerin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yaptıkları tüketimin kontrol edilmesi ve böylelikle rejimin zorla koyduğu şartlara ve miktarlara göre tarımsal ürünlerin toplanabilmesi sağlanmıştır.
d) Endüstri alanına aktarılmak üzere köylü-işçi gücünün seferber edilmesi ve Sibirya ile Uzak Doğu gibi az nüfuslu bölgelerde yerleşimin sağlanması kolaylaşmıştır.
Bütün bunlar, rejime öylesine yararlar sağlamıştır ki, 40 yıl sonra bugün, Sovyet Rusya buğdayını hâlâ dışarıdan ithal ediyor.
Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının ülke ekonomisinde aldığı önemli yer, I. Beş Yıllık Planın tatbik safhasına konul- masiyle daha da önem kazanmıştır. I. Beş Yıllık Plan, birçok dev yatırımları öngörüyordu. Bu dev yatırımlar genellikle Rusya’nın sanayiine kaydırılmış ve muazzam bir işçi gücüne ihtiyaç duyulmuştur. Böylece Kızıl yöneticilerin gözleri Ölüm Kamplarına çevrilmiştir.
D) ÖLÜM KAMPLARININ KURULUŞU
Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının kuruluş tarihi 1918 ve 1919 yıllarına dayanmaktadır, ilk Ölüm Kampı, Arkanjel yakınlarında Kholmogori’de açılmıştı.37 Çarlık devrinden kalma olan "katorga” mahkûmiyetinin tatbikatına ise 1923 yılında Beyaz Denizdeki Solovezki adalarında başlanmıştır.38 Kızıl yöneticiler, sonradan bunu, kimsenin kendi isteğiyle, hatta en büyük vaadler mukabilinde bile gitmeyeceği bölgeleri işleterek yararlanılabilecek muazzam bir teşkilat (GULAG) haline getirmiştir.
1922’de henüz kuruluş halinde 2 kamp bulunurken, 1927’de bu rakam 50’ye yükselmiştir. 1930’da ise 90 yeni kamp daha açılmış, Sovyet proleterlerinin hizmetine (!) sunulmuştur.39
Sabık GPU memuru Kiseliov-Gromov, 1928 ile 1930 yılları arasında sadece altı Ölüm Kampının 662.257 mevcudu olduğunu söylemektedir.40 Kollektivizasyon sırasında: 1931-1932 yıllarında bu kampların mevcudunun 2 milyona41, 1933-1935 yıllarında ise bu mevcudun 5 milyona çıktığı ileri sürülmektedir.42
1928 yılına (NEP devresinin sonu) kadar ölüm Kampları daha çok siyasi mahkumları barındırıyordu. 1928 yılında I. Beş Yıllık Plan kanunlaşınca, mahkum işçiliğinin genel sanayileşme hizmetine verilmesi uygun görülmüştü. Ama, bu mecburi çalışma sayesinde halk ekonomisinin ne derece kalkınıp gelişeceği hatırlardan bile geçmemişti. Aynı sene içinde mahkum işçiliğinin daha fazla kullanılarak bazı ekonomik projelerin daha az masrafla gerçekleşmesi yoluna gidileceği bildirildiği gibi, Adalet Komiserliğine de sağlam mahkum işçilerin mecburi çalışmaya tabi tutulmasına dair tamim gönderilmişti. Buna koşut olarak, üç seneden az mahkumiyetle sonuçlanan yığınla davanın yeniden görüşülmesi hususunda da karar alınmış, böylece hapishanelerde yer azlığı nedeniyle hakimler tarafından merhametlice davranılarak verilmiş olan kararlar bozdurularak, bütün bu kimseler yeniden mahkum edilmişler ve hepsi de ölüm Kamplarına gönderilmişlerdi. O tarihte alınan bir tedbir de: “Üç seneden fazla hapse mahkum edilenler bu zamanlarım çalışma kamplarında geçirirler” yolunda verilen bir hükümdü. 7 Nisan 1930 tarihli kararnamenin ilk iki fıkrası şöyleydi:
“1- Mahkemece üç seneden az olmamak şartıyla hürriyetlerinden mahrumiyete hüküm giyenlerle,
2- OGPU’nun hususi kararı ile mahkûm olanlarla, bu müddetlerini Çalışma Kamplarında geçirirler”43
Bu kararname halen yürürlüktedir. Ölüm Kamplarının kontenjanları da Moskova tarafından tayin ve tespit edilir. Memleket içinde suçlu miktarının birkaç kişi tarafından ta
yin edilmesi, Sovyet adalet sisteminin sadece bir yönüdür. 11 Şubat 1931’de yayınlanan diğer bir kararnamede ise; “sanayiin ihtiyacı için taşradan 7.723.000 köylünün mecburi surette hizmet ettirilmesi”44 emredilmiştir.
Uzun müddetten beri Sovyet yöneticilerinin zihnini işgal eden hapishane meselesi böylece hallediliyordu. Tıklım tıklım dolu hapishanelerdeki tutuklular Ölüm Kamplarına sürülüyordu. Artık ne kefaletle salıverme, ne müddeti dolmadan önce serbest bırakma, ne hususi veya genel af, hiçbiri yoktu. Hepsi için ve müddetlerinden çok daha fazla yıllar için, iş vardı.... Az sonra, hürriyetten mahrum edilenlerin memleketin planlı ekonomisine ve Beş Yıllık Planına ne şekilde hizmet edeceği ilan olunmuştu. Artık zor kullanarak çalıştırma veya zorla çalıştırma bütün ekonomik kalkınma ve gelişmelerde gittikçe önem kazanan bir unsur olmuştur.
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, komünist rejimin kuruculuk işi, emekçi sınıfın hayati kuvvetleri hesabına yapılmaktadır. Köylüleri devletin bir kölesi haline getirmek, Ölüm Kamplarındaki mahkumların bedava emeğinden faydalanmak, emek ücretini en aşağı bir seviyeye indirmek, ölçü ve normlarını yükseltmek suretiyle komünistler, daima birikim hızını arttırmaya çalışmışlardır. Elde edilen bütün bu bilgiler, çalışabilir her hükümlü kadın ve erkeğin çalıştırılması sayesinde üretimde büyük artışlar olduğunu doğrulamaktadır.
Bugün dahi Ölüm Kamplarında milyonun üstünde tutsak işçi mevcuttur. Bu insanlar gerçekte Sovyet yöneticile
rinin yatırımını teşkil etmektedirler; pahallı cihaz ve maki- naların yerini almaktadırlar. Makinalar için binalara, bakıma ve belirli miktar ve kalitede yakıta ihtiyaç vardır. Halbuki, bu tutsak işçiler için böyle bir şeye lüzum yok. Bakım istemezler, kendilerinin yapmış olduğu ısıtılmamış barakalarda yaşayabilirler. Yakıt ihtiyaçları-yiyecekleri-şartlara göre ayarlanabilir: Bir kiloluk ekmekler 400 grama indirilebilir, şeker hiç verilmese de olur, kokmuş tuzlu et, yahut balık karşılığında, aynı şekilde verimli olarak çalışırlar. Sonuç olarak mahkum yani tutsak işçi, her şey için elverişli bir makinadır; bugün bir kanal açar, öbür gün ağaçları devirir, ertesi gün de balık tutar. Tek gerekli şey, onu iş yapmaya zorlayacak verimli bir teşkilattır. Bu ise MVD’nin ihtisasıdır.
Ama hepsi bu kadar değil; mahkûm işçiliğinin hâlâ mevcut olduğu Sovyet Rusya’da, mahkum işçilerin temini hemen hiçbir şeye mal olmamaktadır; malzeme hudutsuzdur ve bilanço düzenlenirken hesaba katılacak ne faizler, birikmiş borçlar, ne de ihtiyat hesabı mevcuttur. Ve sonra, ücretler meselesi, maaşlar, hayat sigortası, sendika ödenekleri v.s. bütün bunların hepsi, Sovyetlerin yaptıkları işler için hayati değer taşıyan, “çalışma masrafları” olarak gruplandırılabilir. MVD’nin bu hususta sıkılmasına lüzum yoktur. Bir kamp bölgesinde çalıştırılan binlerce insan arasında, maaş alan memurların sayısı, birkaç kişiyi geçmez; geriye kalanlar, ücretsiz olarak çalıştırılmaktadırlar...
Köle gibi çalıştırmak insanca değildir demek, yersizdir. Çünkü, Marksizmin yapısına, insan sevgisi diye bir şey kat
mak düşünülmemiştir. Lenin; “Sovyet bünyesine tehlikelidir” diye kabul olunanları zorla çalışmaya mahkûm etmeye başlamıştı. Kruşçev ise, Leninci bayrak altında Stalin’i ayıplarken, mahkûm işçileri de hiçbir zaman bahis mevzuu dahi etmemiş ve sistemde bu konuda bir değişiklik yapmamıştı. Bunlara ilaveten Kruşçev, şöyle diyordu:
“Düşmanlarımız bizim uyanıklığımızı ve devlet emniyet organlarımızı zayıflatacağımızı ümit etmektedirler. Hayır, böyle bir şeye imkan yoktur. Proleter kılıcı daima keskin olmalı, inkılabın mahsullerini, işçi sınıfının elde ettiklerini ve emekçi halkın kazanmış olduğu kıymetleri her zaman başarı ile korumalıdır.”45
Bu aleni beyanat, Sovyet ceza sisteminin katiyen değişmeyeceğini haber vermekte ve açığa vurmaktadır. Bugün, Brejnev-Podgorni-Kosigin üçlüsünün takip ettikleri yol, Kruşçev’in aksine, Stalinizm ilkelerine dönüş yoludur. O halde Ölüm Kamplarının ve mahkum işçiliğinin sona ermesi diye bir durum mevcut değildir. Sovyet yöneticileri biliyorlar ki, sistemde herhangi bir değişiklik sistemin sonu olacaktır. Verilen her taviz, yeni bir tavizin beşiği olacaktır. Kaldı ki, Ölüm Kampları, Sovyet ekonomisinin ana öğesi, temel unsurudur... Şu halde Sovyet Rusya yaşadıkça esaret de yaşayacaktır...
Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının sayı ve mevcudunun arttırılması, Beş Yıllık Planların öngördüğü şekilde gerçekleştirilmektedir. Ölüm Kamplarının gelişimi, bu planların muhtevasını araştırmakla daha da iyi anlaşılmaktadır.
E) ÖLÜM KAMPLARI VE BEŞ YILLIK PLANLAR
Beş Yıllık Planların hemen hepsinde görülebilen ortak özellik, yatırımlarda öngörülen hedeflere Ölüm Kampları vasıtasiyle çabuk ve masrafsız ulaşmaktır. Bu açıdan Ölüm Kampları, Sovyet ekonomisinin vazgeçilmez unsuru olarak değerini (!) kabul ettirmiştir. Beş Yıllık Planların ana muhtevaları ve öngörülen dev yatırımların mahiyeti, bu planların ayrı ayrı incelenmesi ile açıklığa kavuşmaktadır:
f
l-BİRİNCİ BEŞ YILLIK PLAN
Birinci Beş Yıllık Planda, Ölüm Kampları şebekesinin yeni ayarlanmış şekliyle Solovki Kamplarının tarım, balıkçılık, kerestecilik ve tuğla ocakları işletmelerine ilaveten Ukta bölgesinde petrol ve maden kaynaklarının işletilmesi, Kibinsk’de fosfat, Vorkhuta’da kömür, Vaygaç’da kurşun ve çinko ve Novaya Zemlya’da kurşun üretiminin geniş ölçüde yapılması mümkün oldu.
Ayrıca, karayollarının inşasında büyük rol oynamaya başlayan ölüm Kamplarının Birinci Beş Yıllık Planda başardığı en muazzam iş, Beyaz Denizi Baltık Denizine bağlayan Belomor kanalının inhası idi. Bu kanalın inşası sayesinde Batlık denizindeki Rus donanması, herhangi bir savaş halinde Alman, Danimarka, İsveç veya Ingiliz donanması tarafından kıstırılamayacak, kolayca Kuzey Buz Denizine ulaşabilecekti, ilk defa olarak bu çaptaki iş, bir ekonomik işletmeye değil, GPU’ya havale ediliyordu. 300.000 kişilik bir esir kafilesi bu iş için kullanıldı ve ikinci Beş Yıllık Planın hemen başlarında Kanal tamamlanarak “Stalin" adıyla
açıldı. II. Dünya Savaşında kanal faaliyet halindeydi. Alman Hava Kuvvetleri tarafından tahrip olunan kanal, 1946 yılında tekrar açılabildi. Askeri uzmanlarca strateji bakımından büyük önemi olmadığı kabul edilmektedir.
Birinci Beş Yıllık Planda başlayan diğer işlere gelince; Özbekistan’ın Karaganda bölgesinde kömür madenleri işletmesi, müessese ve mesken inşası; Leningrad bölgesinde kanal inşaatı, kerestecilik ve yakacak odun işleri; Soroka- Kotlas, Syzran-Kungur, Türkistan-Sibirya demiryollarının inşası; Urallar ötesinde Demir ve Çelik sanayinin yeni merkezi büyük Magnitogorsk şehrinin meydana getirilmesi; Stalingrad civarında “Kızıl Ekim” ve “Barikat” adı verilen büyük sanayi fabrikalarının kurulması v.s.
Bu projelerin büyük bir kısmı, Birinci Beş Yıllık Plan döneminde ve ölüm Kamplarının sayesinde gerçekleştirildi. Bu devrede zorla çalıştırmanın en tesirli çalışma sahası ormancılık ve kerestecilik işleri olmuştur, ikinci Beş Yıllık Plan devresine girilirken milyonlarca esir kerestecilikte çalıştırılıyordu.
2- İKİNCİ BEŞ YILLIK PLAN
Şubat 1932 de Moskova’da toplanan Komünist Partisinin 17. Kongresi, ikinci Beş Yıllık Planın hazırlanmasına karar vermiştir. Bu Plan, 1933 ile 1937 arasındaki devreye aittir. Kongrede Molotov ve Kuibişev İkinci Beş Yıllık Planda yer alan projeleri açıklamışlardı. Bunlar:
80 millik Moskova-Don Kanalının inşası, Mariinsk Kanal sistemi ile Moskova nehri sisteminin yeniden yapılması,
Dinyeper nehri üzerinde tam bir ulaşımın temini, Sozh nehri üzerinde baraj inşaatı ve Volga ulaşımının mükemmelleştirilmesi hususlarını ihtiva ediyordu. Bu kanal inşası içerisinde en çok takdirle karşılanan Moskova-Volga Kanalı olmuştu. 1932’den 1937’ye kadar devam eden inşaat, 4 Temmuzda bitirilince büyük bir tören yapıldı ve NKVD’ye şükranlar sunuldu. Volga-Don Kanalının inşası da küçümsenmeyecek başarı olmuştu. 1567’de Sokullu Mehmet Paşa tarafından inşa hazırlıkları başlatılan fakat yarıda bırakılan bu kanal, aradan 370 yıl geçtikten sonra gerçekleştiriliyordu. Böylece Azak Denizi Hazar Denizine bağlanıyordu.
Planda sözü geçen diğer hususlara gelince; Magnito- gorsk’un inşasına devam olunacaktı. Kuznetsk’de kömür madenleri daha verimli olarak üretimde bulunacak, Mille- rovo’da büyük ölçüde kireç ve taş ocakları işletilecek, Svir nehri üzerinde Şaturi’de hidroelektrik santralları meydana getirilecekti. Bunlardan başka Volga üzerinde yeni bir köprü inşa olunacak, Brezina ve Vişera’da kimya fabrika ve mü- esseseleri kurulacaktı. Kuzey ormanlarında kerestecilik eskisi gibi devam etmekle beraber, iki yeni proje daha tatbik sahasına konuluyordu. Bunlardan biri; Trans-Sibirya demiryoluna ikinci bir hattın ilavesiyle Uzak Doğuda Kuzey Baykal-Amur demiryolunun inşası idi. Yarım milyon esir bu işte çalıştırılacaktı. Projelerin bir diğeri ise, Kolima nehri civarında keşfolunan madenlerin "Dalstroy” adı altında büyük ölçüde esir kullanılarak çalıştırılmasıydı. Hakikaten birkaç sene içerisinde Sibirya arazisinin mühim bir kısmı Ölüm Kamplarıyla örülerek daima gelişen ve genişleyen önemli bir sanayi kurulmuştu. Merkezi Magadan’da bulu
nan, sayıları 7 milyonu bulan esirlerin çalıştırıldığı bu bölge, Sovyetlerin iç ve dış politikasında önemli bir yer alacak şekilde gelişiyordu.
Görülüyor ki, İkinci Beş Yıllık Planın getirdiği yatırımların gerçekleşmesi de tamamen Ölüm Kamplarının mesaisine dayanıyordu. Bu büyük çaptaki işlerin başarılması için konulan sermaye insandan başka bir şey değildi...
3r ÜÇÜNCÜ BEŞ YILLIK PLAN
Üçüncü Beş Yıllık Planın ilanından evvel, ikinci Beş Yıllık Plan sırasında ölüm Kamplarındaki feci hayat şartları yüzünden ölen esirlerden boşalan yerlere yenilerin doldurulması gerekiyordu, işte 1937’de, meşhur kanlı temizlik (!) sırasında NKVD, mahalli ajanlarına gönderdiği bir tebliğle, tutuklanacak insanların miktarını gösterir büyük bir kontenjan cetveli yolladı. Kontenjan bir hayli geniş tutulduğu için geniş ölçüde tutuklama yapılması gerekiyordu. Şüpheli şahısların tutuklanması ile kontenjan dolmadığından, evvelce mahkumiyetlerini tamamlamış şahısların yeniden yakalanıp sürülmesi gerekiyordu. Bunlar da yetişmeyince suçsuz insanların tutuklanması başlıyordu. 1937-1938 yılları arasında tutuklanarak ölüm Kamplarına gönderilenlerin sayısı 8 milyonu geçmiştir.
Nihayet 1939’da ilan olunan Üçüncü Beş Yıllık Planda öngörülen işleri Molotov açıklarken ölüm Kamplarının müsbet çalışmasına da işaret ediyordu:
Evvela, Kuibişev bölgesinde dünyanın en büyük iki hidroelektrik santralının kurulacağı, muhtelif bölgelerin
ekonomik olduğu kadar stratejik nedenlerle yeni demiryolları ile örüleceği ve Kazakistan’ın boruyla döşenerek Volga ile Ural dağları arasında ikinci bir Kaku’nun kurulacağı müjdelenmiştir. Sonra muhtelif bölgelerin sulama işleri gözden geçirilecek, Gürcistan'daki bataklıklar kurutulacak- tı. Ukrayna ve Magnitogorsk civarında maden tasfiyehaneleri kurulacaktı.
Üçüncü Beş Yıllık Plan, 1939 Martında ilan edilmişti. Fakat bu projeler gerçekleşmeden Sovyet ekonomisi, 1940 Haziranında savaş ekonomisine çevrildi. Bir sene sonra, Alman istilasıyla bütün planlar altüst oldu ve ölüm Kamplarının mahkum işçileri, savaş ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde çalıştırılmak durumuna düştüler. Mesela, Soroka, Onega, Kargopol, Kuzey Dvina, Kuzey Ural ve Peçora bölgelerindeki hava meydanları mahkum işçiler tarafından inşa edildi. Kuibişev bölgesindeki kamplar, yer altı hava meydanları inşasıyla görevlendirildi. Don havzası ile Sta- lingrad bölgesindeki savaş sanayiinde ve müstahkem mevki inşaatında tamamen mahkum işçiler kullanıldı. Gene bu mahkumlar, Mançurya sınırı boyunca Bureya Kamplarında savunma hatları meydana getirdiler. Temnikov, aşağı Amur, Uzak Doğu ve Kufcnetsk Kampları mahkumları cephanelikler inşa etmeye, mermi ve cephane yapmaya gönderildi. Sahil bölgelerinde tahmil ve tahliye işlerinde kullanıldılar. Stratejik önemi bulunan yeni demiryolları yaptılar. Hayat kaybının büyük nisbette olmasına rağmen bütün bu projeler kısa bir zamanda ve plana göre gerçekleştirildi.
II. Dünya Savaşında Alman-Sövyet cephesinin açılması
sonucunda bir yandan açlık, diğer yandan savaş; kamplardaki milyonların sayısından epey bir azaltma yaptı. Mecburi Çalışma Kampları gerçekten ölüm Kampları haline geldi.
F) İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE ÖLÜM KAMPLARI
Savaşın başlaması ve Alman-Sovyet cephesinin açılması üzerine bütün Sovyet Rusya’da umumi bir panik baş- gösterdi. General Viasov’un, orduları ile birlikte Almanlara teslim olması, Türk ve Ukrayna asıllı Kızılordu mensuplarının hiçbir direniş göstermeden Almanlar tarafına geçmesi vb. durumlar Sovyet savaş gücünü oldukça yıprattı.
Cephede askerler 16 yaşından 56 yaşına kadardı. Artık sıhhi muayeneye dahi lüzum görülmüyordu. Onbinlerce doğru dürüst iyileşmemiş yaralı tekrar cepheye sevkedili- yordu. Okul çağındaki çocuklarla, kadınlar dahi erkeklerin yerine fabrikaya alınıyorlardı.
Bu arada insan gücü kıtlığında mecburi işe tabi olan milyonlarca mahkum işçi, Sovyet ekonomisinin can damarlarından birini teşkil ediyordu. Serbest işçilerin askere alınması ile savaş nedeniyle artan tutuklamalardan bu mahkum işçilerin sayısı hayli yükselmişti. Resmi rakamlarda bu yekun 20 milyon olarak kabul ediliyordu.
“Almanlar gibi Sovyet Rusya’da da savaş sanayii esirlerin işlerine dayanıyordu” diyen Victor Kravchenko, aradaki farkı şöyle açıklıyordu:
“Aradaki fark: Almanya fethettiği milletleri esir ediyor, bizim Kremlin ise kendi halkını esir ediyordu.’’46
Savaştan kaçanlara veya suç işleyenlere yargılamasız verilen ölüm cezaları hiçbir şeyi değiştiremedi. Bunun üzerine Sovyet yöneticilerinin gözleri tekrar Ölüm Kamplarına çevrildi. Cephede en ön safta dövüşmek üzere “Cezalılar Ordusu” kuruldu. Bu ordunun mensuplarını gönüllü kamp mahkumları oluşturacaktı. Bu konuda derhal bir kararname yürürlüğe sokularak mahkumlara tebliğ edildi. Kararnamede şöyle deniliyordu:
“Siyasi ve inkılap-ihtilal aleyhtarı suçlardan mahkum olanlardan başkası gönüllü olarak cepheye gönderilecek. Bunun için dilekçe verilmesi lazımdır. Orada gösterecekleri sadakat ve fedakarlığa göre suçları affedilecek ve savaşın bitiminde de sabıka kayıtları silinerek, medeni haklarına sahip birer vatandaş olarak addedileceklerdir. Ayrıca, nişanlarla taltif edilecekler, arzu ettikleri işe de girebileceklerdir."47
Bu kararnamenin tebliğinden sonra mahkumlardan bir kısmı dilekçe vermeye başladı. Fakat bunların pek çoğunun başka bir gayesi vardı. Zira daha kolay kaçabileceklerini umuyorlar, hiç olmazsa Almanlara iltica imkanı olduğunu düşünüyorlardı.48
“Cezalılar Ordusu” gereken her yerde düşmana karşı t
en önde savaşacaktı. Bu arada düşman tarafına geçmek isteyenler olursa, buna asla imkan ve fırsat verilmeyecek ve cepheyi terk edip kaçanlar ise geride mevzilendirilmiş NKVD birlikleri tarafından imha edilecekti. Kamplarda dilekçe veren zavallı gönüllüler (!) cephede kendilerini bekleyen bu korkunç akıbetten habersizdi. Onlar sadece bu kamplardan kurtulmak istiyorlardı.
Pasternak’ın dediği gibi; “Cezalılar Ordusunda hizmet
edenler, şayet sağ kalırsa, hürriyete kavuşuyorlardı. Kilometrelerce tel örgüler, hücum hücum üstüne, aylar ayı devam eden topçu düellosu, işte bunlar ölüm taburlarının göğüs gerdikleri şartlardı. Ve Pasternak soruyor: “Ben nasıl bu cehennem içinde sağ kaldım. Burası bir mucizedir.”49
Almanların askeri başarısı ve onları durdurabilecek hiçbir cephenin teşekkül etmemesi Stalin’i telaşa düşürdü. Almanlar ilerledikçe Ölüm Kamplarını ve hapishaneleri tahliye etmek büyük bir mesele olmuştu. Hatta serbest halktan evvel bunların tahliye edilmesi lazım gelmişti. Çalışmaları ekonomik bir değer oluşturmakla birlikte bu mahkum işçilerin Sovyet rejimini sevmeleri imkansız olduğu gibi, Almanların da işlerine yarıyabileceklerdi. Ayrıca bu mahkum işçiler, Sovyet esaret sistemi hakkında çok değerli bilgileri de açıklayabilirlerdi. Tahliye edilemeyecekleri anlaşılınca bu esirlerin kitle halinde öldürüldükleri bilinmektedir. Bilhassa Minsk, Smolensk, Kive, Harkov, Dinyep- ropetrovsk, Zaporozide ve Kabardino-Balkar SSC’de mahkum işçilerin imha yolu ile tasfiyesine gidilmiştir. Victor Kravchenko, bu tip bir katliamı şöyle anlatıyor:
“Kabardino-Balkar Cumhuriyetinde NKVD’nin emriyle Fabrika Müdürü Anokov, maiyetindeki mahkum işçileri en son kadın ve çocuğuna kadar makineli tüfek ateşine tutmuştur. Bu mıntıka Almanlardan kurtulunca Anokov’u mükafat olmak üzere o mıntıkanın en yüksek makamı olan “Millet Komiserleri Konseyine” başkan yaptılar.”50
Biraz değişiklikleri ile aynı tip katliam, Olginskaya Kampında da yapılmıştı. Kamptaki 29.000 tutukludan beş seneden az hüküm giymiş bütün tutuklular salıverilmiş,
daha fazla hapse mahkum olanlar da 31 Ekim 1941’de kurşuna dizilmiştir.51
Minsk şehrinin VOHR Kumandanı ise bu tip bir katliamı şöyle naklediyor:
“Bir yıldırım radyogramı aldık. Radyogramda mahkumları tahliye etmek imkanı olmadığından hepsini imha etmek gerektiği emrediliyordu. Derhal emrin ifasına giriştik. Odaların küçük deliklerine makineli tüfek namluları dayayarak içeride bulunanlar üzerine kurşun yağdırmaya başladık. Bu yetmiyormuş gibi, odalara el bombaları atılıyor, bombalardan bütün bina sarsılıyordu. Koridorlara, merdivenlere, hizmetçi odalarına petrol ve benzin dökerek koğuşları bir anda ateşe verdik.”52
Diğer bir VOHR Kumandanı ise mahkumların imha edilişini şöyle anlatmaktaydı:
“Büyük bir demiryolu kavşak hattı yük ve yolcu katarları ile doldurulmuştu. Katarlar harekete hazır vaziyette bekliyorlardı. Bu meyanda, kapalı yük vagonlarının içerisinde binlerce mahkumun bulunduğu birkaç katar daha vardı. NKVD üniformasını taşıyan silahlı kuvvetler mahkumların bulundukları vagonları ateşe vererek gözden kayboldular. Duman içerisinde boğulan mahkumlar, muhakkak ölümden kurtulmak için, elleriyle vagon duvarlarım kırmaya çabaladıkları halde, pek de muvaffak olamıyorlardı. Mamafih bazı vagonların duvarlarını delmeye muvaffak olmuşlardı. Bu suretle kurtulan mahkumlar, diğer arkadaşlarının yardımına koşuyorlardı. Mahkumlardan pek az bir kısmı kurtulmaya muvaffak oldu. Zira demiryolu kavşağı muazzam bir ateş yığını haline gelmişti.”53
Aynı durum Sovyet hapishanelerinde de mevcuttu. 31 Ekim 1941’de Kırım’ın Akmescit şehrinde NKVD binasının bodrumlarında ve şehir hapishanesinde bulunan bütün mahpuslar kurşuna dizilmişti.54 Kızılordu Kırım’dan çekildikten sonra, Akmescit’in NKVD bodrumlarında meydana çıkarılan birçok ceset arasında kadınlara ve bebeklere ait olanlar da vardı.55 Aynı durum, Kırım’ın diğer şehirlerinde de mevcuttu.56
1- SAVAŞ ESİRLERİ VE ÖLÜM KAMPLARI
Savaş bitiminde, Sovyet ekonomisi için en gerekli unsur olan insan gücü, kısmen savaş esirleri ile karşılandı. Sovyet hükümeti, Kızılordu tarafından esir edilenlerin sayısını açıklamamış olmakla beraber, sadece Alman savaş esirlerinin 3-4 milyonu bulduğu tahmin edilmektedir.57 Savaş sonrası Rusya’yı yerinde tetkik eden John Fischer ise bu rakamı 2 milyon olarak vermektedir.58 Buna ilaveten Romanya, Macaristan, Polonya, İtalya, Finlandiya ve Yugoslavya'dan getirtilmiş savaş esirleri vardı.
1945 Ağustosunda, Sovyet ordularının Mançurya’ya ilerleyişi Japon esirleri elde etmelerine neden oldu. Sayıları milyona varan bu esirler derhal Ölüm Kamplarına yerleştirildiler ve orada emekçiler arasına karıştırıldılar. Sabık komünist Yusuf Yıldırım; Karaganda kampında azınlıkta olan Japonların, ekmekleri diğer mahkumlar tarafından gaspedildiği için açlıktan öldüklerini yazmaktadır.59
İtalya hükümetinin 27 Şubat 1944’de Mecliste verdiği izahata göre Rusya’daki 60.000 savaş esirinden ancak 12.513’ü yurtlarına dönebilmiştir.60
1939’da kamplara gönderilen 440.000 sivil PolonyalInın 15.000’inin öldüğü ve bunların 8.700’ünün subay olduğu bilinmektedir. Bunlardan ancak 48 kişinin kaldığı, sonradan tespit edilmiştir.61
1944 yılı Mart ayında Dışişleri Bakanlarının Moskova Konferansında Molotov, 1.003.974 Alman savaş esirinin memleketine iade edilmiş olduğunu, geride sadece 890.532 kişi bulunduğunu açıklamıştı. Alman savaş esirleri arasında büyük bir ölüm nisbeti olduğu kabul edilse dahi, bu rakamların gerçekle ilgisi olmadığı açıktır.
Ocak 1945’de “Müttefik Kontrol Komisyonu” adına bir emirname çıkarılmıştı: “17-30 yaşındaki kadınlarla, 18-44 yaşları arasındaki erkeklerden Alman ırkından gelen ve herhangi milliyetten olursa olsun Romen vatandaşı olan herkes, Sovyetler Birliğinde mecburi iş mükellefiyetine tabidir...” Ingilizler ve Amerikalılar bu emirnamenin çıkarıldığını ancak 4 Ocak tarihinde öğrenmişlerse de, sevkiyat, 6 Ocak tarihinde başlamıştır.
4 Ocak 1945 tarihinde Rusların bu hareket tarzını öğrenen müttefik temsilcileri derhal Moskova ve Bükreş’te ki sorumlu Sovyet subayı General Vinagradoff nezdinde protestoda bulunmuşlardır. Ama bütün bu çabalar boşuna çıkmış, sevkiyat durdurulmamıştır. Böylece Romanya’nın en kıymetli endüstri işçileri dahil olmak üzere Romanya’dan Rusya'ya yüzbin kişiden fazla işçi sevkedilmiştir. Ruslar, ihtiyaçlarını temin etmek üzere bu emirnameyi çıkarmışlardır. Nitekim, sevkedilen Almanlar, Kazakistan’daki Karaganda kömür ocaklarında çalıştırılıyordu.62 Sadece Ukrayna’da çalıştırılan Alman esirlerinin sayısı birkaç yüzbin civarında idi.63
Savaş esirlerinin durumuna dair 1946 yılı 26 Ağustosunda “Continantal News Service” de neşrolunan mufassal raporda, savaş esirlerinin bir ölüm Kampından öbürüne gönderildikleri ve böylece kamp sistemi hakkında geniş bir fikir edindikleri belirtiliyor. Odesa’da mevcut 24 kampta savaş esirlerinin limanı ve fabrikaları onarmakta kullandıkları kaydolunmakta ve bunların sahilde beton müstahkem mevkiler ile cephanelikler inşa ettikleri de yazılmaktadır. Tambov yakınında Rada’da 188 No’lu kampta 4000-5000 kişilik savaş esirleri arasında ölüm sayısının günde 15 olduğu ifade olunmaktadır.
Leningrad’ın 250 kilometre güney doğusundaki Boro- viç’teki 270 No.lu kampın subaylar ve erler olmak üzere ikiye ayrılmış olduğu ve her birinin 5000-6000 esir barındırdığı ve bunların % 90’ının mukavemet teşkilatı mensubu PolonyalIlardan mürekkep olduğu bilinmektedir. Bataklık bir bölgede bulunan kampın esirleri ağaç kesmekle görevlendirilmişlerdi. Leningrad ve banliyölerinde 30 kamp daha vardı ki bunların esir mevcudu kadınlar dahil olmak üzere 200.000’i buluyordu.
Ayrıca, birkaç bin Macar esirinin Dniepropetrovsk’da büyük çelik fabrikalarının inşaatında çalıştırıldıkları da bilinmektedir. Kamp esirlerinin çalıştırıldığı diğer işler ise:
Kuibişev’den Baykal gölünün batısına kadar olan demiryolunun inşası. Bunun stratejik önemi; Avrupa Rusya- sını müstakbel sanayi merkezlerine yani Magnitogorsk, Akmolinsk, Pavloda, Kulunda, Barnaul ve Kuznetsk havzasına bağlamaktır. Ayrıca yeni Güney Sibirya demiryolu hattının inşasıdır ki, bu da Avrupa Rusyasını Pasifik Okyanu
suna ikinci bir hatla bağlamayı öngörmektedir. Sovyet kaynaklarına göre 1946 yılında bu muazzam projelerin tahakkuk işinde 3 milyon savaş esiri çalıştırılıyordu.
Savaş sonrasında Avrupa ve Asya’daki geniş ülkelerin Ruslar tarafından işgali, Sovyet askeri makamlarına mahalli halk üzerinde geniş surette tasarruf imkanı sağladı. Olur olmaz bir sürü insan Rusya’nın ücra köşelerindeki Ölüm Kamplarına sürülüyordu. Sovyet aleyhtarı hareketlerde bulunmuş olmak yahut faşist idareye temayül etmiş bulunmak 20 seneye kadar "Katorga”ya yani ölüm Kamplarında hizmet görme cezalarına çarptırılmak için kafi idi.
Moskova yakınlarında Krasnogorsk’da bazı gösteriş kampları da vardı. Bunlarda Mareşal Paulus, General Sedlitz ve bazı ileri gelen Ispanyol kızılları gibi seçkin zevat esir olarak yaşıyordu. Gıdalarına ve istirahatlarına itina gösterildiği ve çalıştırılmadıkları rivayeti kamplara yayılmıştı. Bu imtiyazlı kamplardan biri de, Urallardaki manastır binalarında kurulan 150 No.lu kamptı. Bu kampta; “Almanya’yı kazanmak” tekniği icabı olarak rütbeli Alman subayları bulunduruluyor ve kendilerine istisnai olarak efendice muamele ediliyordu. Ancak bunların sayısı azdı ve bu sefer kızıl yöneticiler yeni kurbanlarım »seçti. Bunlar, Almanlara esir düşmüş Kızılordu mensuplan ve diğer bir kısım Sovyet vatandaşı idi.
2- RUS SAVAŞ ESİRLERİ VE ÖLÜM KAMPLARI
Savaş sona erdikten sonra, savaşa girmiş olan milletler, vatandaşlarının bir an evvel yurda dönmek isteyeceklerine inanıyorlardı. Sovyet Rusya dışında hiçbir devlet bunların zorla getirilmesi için tedbir düşünmek gereğini duymuyordu.
Rus savaş esirlerinden başka milyonlarca Sovyet vatandaşı Batı Avrupada bulunuyordu. Bunlar arasında başta Türkler, UkraynalIlar ve Ruslar olmak üzere kadın, erkek Sovyet vatandaşı işçiler, Vlasov Ordusu mensupları vardı. Savaş esirlerini iki grupta incelemek gerekir. Bunların birincisi; kendi isteği ile Sovyet Rusya’ya dönen Kızılordu mensuplan, diğeri; Vlasov Ordusunda Kızılorduya karşı savaşan sabık Kızılordu mensupları yani lejyonerler ve Çalışma Taburları çalışanları.
a) SAVAŞ ESİRİ KIZILORDU MENSUPLARI
Alman esaretinden kurtulan milyonlarca Sovyet savaş esiri, büyük bir mutluluk içinde vatanlarına dönüyordu. Bunlar arasında hakiki vatan hainleri (!) yok denecek kadar azdı. Ama, bu insan yığınlarının yabancı ülkelerdeki temasları, oradaki yaşayış tarzları ve tecrübeleri kendilerini hükümet nazarında şüpheli ve tehlikeli yapmıştı. Nitekim vatanlarına dönenlerin NKVD’nin korkunç sorgusundan geçirilmesi bir kural oldu. Vatanlarına dönenlerin en büyük suçu “esir” olmaktı.
Alman ordusunun oluşturduğu lejyonlarda bilfiil çalışmış olanlar kurşuna diziliyor, diğerleri 15-20 sene “Katorga”ya yani Ölüm Kamplarında hizmet (!) görmeye mahkum ediliyordu.64 Ancak yaşlı erkek ve kadınların evlerine dönmelerine müsaade olunuyordu. Fakat yurda dönen Sovyet vatandaşlarının sicil fişine: “Rejim bakımından tehlikeli” ibaresi işleniyordu. Bunların çocukları okula kabul edilmedikleri gibi, sorumlu mevkiler de kendilerinden esirgeniyordu. Kısacası ikinci sınıf bir halk tabakası olarak muamele görüyorlardı.
b) SABIK KIZILORDU MENSUPLARI
(LEJYONERLER)
Bu grupta toplananların Sovyet Rusya’ya iadesi büyük mesele olmuş, diplomatik skandaliara neden olmuştur. Stalin, komünist sistemin gelecekte de yaşayabilmesi için sadakatlerine hiçbir zaman güvenilmemiş halklardan intikam almanın gerekliliğine inanıyordu. Bu intikam duygusu, sabık Kızılordu mensupları için korkunç bir akıbet hazırlamıştı.
Savaş sonrasında Almanya, İtalya, Avusturya, Fransa ve İsveç’te milyonlarca Sovyet vatandaşı savaş esiri olarak bulunuyordu ve bunlar da yurtlarına dönmek istemiyordu. Stalin, 11 Şubat 1945’de Yalta Konferansında: “Sovyet vatandaşlarının arzularına bakılmayarak Sovyet Rusya’ya iadelerini” şart koşarak bu teklifini aşırı bir ısrarla müttefiklerine kabul ettirmişti.65 Müttefikler önce bu teklifi kabul etmek istememişlerse de, Stalin’le olan dostluğun takviyesi gibi bir eğilim sonucunda bu teklifi kayıtsız şartsız kabul etmişlerdi. Bugün dahi hâlâ kurulamayan bu takviye edilmiş dostluk (!) o zaman yüzbinlerce Sovyet vatandaşının hayatına malolmuştu.
Anlaşmanın hükümlerine uygun olarak, Kuzey Kafkasya, Kırım, Idil-Ural, ^Ukrayna, Belorusya, Türkistan, Azerbaycan, Gürcistan bölgelerine mensup lejyonerler, müttefikler tarafından can düşmanları kızıllara teslim edildiler.66 Genellikle hiçbir savaş esiri Rusya’ya dönmek istemiyordu. Bu arada binlerce savaş esiri Almanya’dan İsviçre’ye, Fransa’ya Belçika’ya ve Hollanda’ya kaçtı.
Savaş esirlerinin Rusya’ya dönmemek için direnişe geçmeleri yüzünden kendilerini sınıra götürecek kamyonlara
bindirilmeleri için Amerikalı askerlerin sopa, dipçik süngü ve hatta silah kullanmaları gerekiyordu. Buna benzer direniş örnekleri bazen tüyler ürpertici vak’alarla şekilleniyordu:
Drau nehrinin vadisinde 7.000 Kuzey KafkasyalI acı akıbetlerini bekliyordu. 27 Mayısta Kafkas lejyonunun kumandam General Kılıç Girey başta olmak üzere 150 kişilik subay maiyeti İngiliz karargahına davet olundular ve hemen sonra tutuklandılar. Ingiliz ve Amerikalı generaller Kılıç Girey'e: “Her ne kadar Nazilerle işbirliği yaptınız ise de eğer affedilmeniz için yalvarır ve demokrasilere sadakat yemini ederseniz, Sovyetlere teslim edilmeyecek ve serbest bırakılacaksınız” dediler.
General Kılıç Girey onlara, tekliflerini kabul ederse diğer yurtdaşlarının da serbest bırakılıp bırakılmayacağını sordu. Bu teklifin yalnız kendi şahsı için bir istisna olduğu cevabını alınca asil Kafkas Türkünün dudaklarından yavaş yavaş şu acı ve tarihi sözler kan damlaları gibi döküldü:
“Benim adamlarım cesur askerlerdir: hür bir Kafkasya için hayatlarını vermeye hazırdırlar. Benim ecdadım, şeref ve namus uğrunda Rus boyunduruğuna karşı savaşırken şehit oldular. Bu arkadaşlarım ise, gece gündüz benimle aynı ülkü için döğüştüler. Onların kanı benim kanimdir; şerefle savaştığımız anlar o şerefi paylaştık. Şimdi de aynı akıbeti paylaşacağım. Milletime ihanet edip, onlar Sovyet NKVD’sinin ölüm mangaları tarafından idam edilirken, ben burada korkak gibi yaşayamam. Bir gün gelecek sizler de anlayacaksınız ki, Sovyetler sizin hakiki dostlarınız değildirler. Fakat belki o gün, iş işten geçmiş olacak. Bugün bu yaptıklarınızla sizler de Sovyetler kadar suçlu oluyorsu
nuz. Bolşevizme karşı muzaffer günlerde, adamlarımla hep bir arada idik. Şimdi onlar ölüme giderken, onları yalnız bırakamam. Başlarında yine ben, kızıl cellatlara doğru yürüyeceğiz. Bu şerefi kimseye bağışlayamam.”
Hayretler içinde kalan İngiliz ve Amerikan kumandanları, General Kılıç Girey’in kendilerine sırt çevirerek hazır bekleyen GMC kamyonuna, ölüm yolculuğuna gidişini şaşkın nazarlarla takip ettiler.
Kahraman Kılıç Girey önde, arkadaşları ve ülküdaşları arkada Sovyet bölgesine götürülerek vahşi komünistlere teslim edildiler. Kısa bir müddet sonra, bu kafilenin cesur birer Kafkaslı Türk olarak nefret ettikleri kızıl cellatlar tarafından toptan şehit edildikleri anlaşıldı.67
Diğer Kafkaslıların teslimi 28 Mayıs 1945 de tamamlandı. Fakat bu teslim sırasında Drau nehri kıyılarında çok korkunç sahneler yaşandı.
Yıllar sonra Drau kıyılarındaki dramın şahitlerinden bir çiftçi, Martin Nagale şöyle dedi:
“Çok korkunçtu. Kadınlar teslim edilmemelerini rica ederken hıçkırıklarında kalbini boşaltıyorlardı. Bu yalvarışların faydasız olduğunu gören bir çoğu da çocuklarıyla kendilerini Drau nehrftıe attılar.”68
Bir başka şahit Mrs. Maria Tiffling de buna benzer sahneler anlattı:
“Bir ailenin bütün fertleriyle Drau sularında mahvolu- şunu unutamam. Anne bir yavrusunu sırtına bindirmişti. Diğer ikisinin ellerini tutuyordu. Üçüncü ve en küçük çocuk babasının kollarındaydı. Hepsi de kendilerini asi Drau’nun sularına korkunç çığlıklarla attılar.”69
Bugün, Güney Avusturya’da Spittal-Drau kasabası yakınlarında, ormanların serin sessizliği içinde mütevazi fakat manası büyük hazin bir anıt görülür. Bu anıt, 28 mayıs 1945’de, orada kızıllara teslim edilen 7000 Kuzey Kafkaslı Türkü anmak ve unutmamak için dikilmiştir. Tarihi anıtın üzerindeki kitabede şunlar yazılıdır:
“Burada 28 Mayıs 1945’de 7000 Şimali KafkasyalI, kadın ve çocukları ile birlikte Sovyet makamlarına teslim edildiler ve Islamiyete olan sadakatleri ile Kafkasya’nın istiklali ideallerine kurban gittiler.”70
Diğer direniş örnekleri de yürekleri sızlatan hareketlerle şekillenmişti:
“1946 yılının Ocak ayında Dachau’da 10 Sovyet savaş esiri boğazını keserek intihar etti, diğer 21’i de ustura ile intihara teşebbüs ederken yakalandı. Ertesi gün başka bir barakada yine ustura kullanarak boğazlarını kesmiş esirler bulundu.”71
Fransız hükümeti, Sovyet işgal bölgesinde bulunan300.000 Fransız savaş esirini alabilmek için Rus NKVD komisyonlarının Fransa’ya giderek geri dönmek istemeyen Sovyet vatandaşlarına karşı harekete geçmelerine izin ver- rfıek zorunda kaldı. Böylece NKVD’ye mensup üniformalı, üniformasız memur ve ajanlar Sovyet vatandaşlarını gizlenmekte oldukları yerlerden bulup çıkartarak zorla Rusya’ya gönderdiler.
Fransız basınında öyle kanlı ve tüyler ürpertici olaylar açığa vurulmuştu ki, Sovyet ajanlarının Fransa’daki icraatı ve kullandıkları usul aleyhine kamuoyu ayaklanmıştı. Nihayet 1946 Mayısında Fransız İçişleri Bakanı, Sovyet Elçisi
Bogomolov’dan NKVD’nin icraatını durdurmasını talep etti.
Amerika Birleşik Devletlerinde de aynı şey cereyan ediyordu. Fransa’da ve Almanya’da ele geçirilmiş olan savaş esirleri sessizce iade ediliyordu. Ama bu arada intihar edenler, vapurdan atlayarak Amerika’ya tekrar sığınanlar az değildi.
4 Ekim 1945’de, General Eisenhower Yalta anlaşmasının bu maddesini hükümsüz kılmak istedi. Sovyet vatandaşlarının zorla iadesine devam edilmemesini emretti. O sırada, 26.400 Sovyet vatandaşı Amerika’nın nezareti altında idi. Müttefik Kuvvetler Başkomutan sözcüsü; “Sovyet vatandaşlarını temin için Amerikan askerlerinin hayatını tehlikeye koyamayız” diye durumu izah etti. Mamafih, A.B.D. Dışişleri Bakanlığı Eisenhovver’in bu emrini selahi- yet dışı verilmiş sayarak hükümsüz kıldı ve Sovyet vatandaşlarının iade programının bitirilmesini emretti. Bu geniş ölçüde vukubulan hareket neticesinde, Sovyet yöneticileri Ölüm Kamplarına bol miktarda taze insan kuvveti temin etmiş oldu. Zorla iade alınan milyonlarca Sovyet vatandaşının kaçta kaçı Ölüm Kamplarına gönderildi? Bu kesin olarak belli değildir. Ama bu kamplarda yalnız Ruslar değil, bütün dünya milletlerinin mahkum mümessilleri vardır. Don sanayi havzasından elde edilen bir raporda:
“Don havzası madenlerindeki ölüm Kamplarında Ro- menler, Yugoslavlar, PolonyalIlar, Almanlar ve Macarlar vardır. Bunlara ilaveten çeşitli Sovyet vatandaşı ve bir miktar da İtalyan bulunuyor” denilmektedir.
Savaş sona erdikten sonra Rusya’da iki temizlik (!) ha
reketi daha oldu. Birincisi; düşman işgaline uğramış bölgelerde yapıldı. Böylece hiçbir zaman güvenilmeyen milletler imha edilmek istendi. Bu, 1940’da Letonya, Estonya ve Lit- vanya gibi Baltık memleketleri halkına uygulanan metodun aynısı olup, milletlerin topyekün sürgün yolu ile imhasını öngörüyordu. Bu hareket 1943 Nisanında, Almanlarla işbirliği yapanlar için cezai hükümlerin uygulanması ile gerçekleşti.
İkinci temizlik hareketi. 1946 yılı Ağustosunda başladı. Bu hareket daha ziyade Anti-Sovyet faaliyetlere katılan Sovyet milletlerinin aydınlarını kapsıyordu. Her iki temizlik hareketiyle Ölüm Kampları için taze kuvvet elde edildi.
G) SAVAŞ SONRASI VE ÖLÜM KAMPLARI
Sovyetler açısından savaşın kaybı ve kazancı çok büyüktür. Stalin, büyük bir prestij kazanmış, komünizmin tesir ve yayılma sahası artmıştı. Buna karşılık Sovyet ekonomisi, siyasi ve sosyal yapısı mahvolmuştu. Ekonomik durum bozulmuştu.
Savaş öncesi ekilen alanların % 47’si ve savaş öncesi elde bulunan hayvanların % 45’i düşman işgali altında kalmış, hayvanların birçoğunu Almanlar ya öldürmüşler ya da alıp götürmüşlerdi. Resmi tahminlere göre 98.000 Kolhoz, 1876 Sovhoz ve 2890 Makine Traktör istasyonu Almanlar tarafından kısmen veya tamamen yok edilmiştir.72
Alman Ordularının geri çekilme esnasında 2000 şehir, 7000 köy ve 4 milyon işçi çalıştıran fabrikaları kısmen veya tamamen tahrip ettikleri resmen açıklanmıştır.73 Sadece Dniepropetrovsk’da 41 fabrika havaya uçurulmuş, 10.000
evden ancak 400 tanesi onların çıkardığı yangından kurtulabilmişti.74 Bu geriye çekilme yolu üzerindeki yüzlerce millik toprak, üzerinde hayat eseri kalmayan bölgeler durumundaydı. 25 milyon insan barınaksız kalmıştı.75
Ayrıca savaş devresinde ülkenin ekonomik faaliyetleri hemen hemen durmuştu. Kömür üretiminin % 60’ı, çelik üretiminin yarısı, tarıma ayrılan toprakların yarısı, alüminyum üretiminin 2 /3 ’ü, şeker pancarına ayrılan toprakların 9 /10 ’u Alman işgalindeydi.76
Bunlara karşılık Sovyet Rusya’nın kazancı ise şu olmuştu: Savaşın Almanya aleyhine sona ermesi üzerine ilerliyen muzaffer (!) Kızılordu birlikleri Berlin’e kadar dayandılar, önlerine çıkan her fabrikayı söküp Rusya’ya taşıdılar. Ayrıca, yakalayabildikleri bütün Alman bilginlerini de toplayıp ülkelerine götürdüler.
18 Mart 1946’da, Yüksek Sovyet Meclisinin oturumunda onaylanan savaş sonu “Dördüncü Beş Yıllık Plan”, birçok dev projeleri uygulamaya koyuyordu. Bu plan, savaşta mahvolan sanayinin yeniden tesisini ve üretimde üstelik savaştan evvelki rakamlara nazaran % 50 nisbetinde bir arttırma yapılmasını öngörüyordu. Kısacası bu plan, bütün memleketten ezici bir fâaliyet istemektedir.
Plan, ayrıca, 1950 yılına kadar 104 çelik fabrikası, 315 yüksek fırın inşa etmeyi, Almanların tahrip ettikleri 1800 köprünün tamir edilmesini ve ulaşım için 7500 lokomotif ve 472.000 yük vagonunun hizmete konulmasını öngörüyordu.77
Plana göre; hidroelektrik santrallarının yeniden kurulması öngörülüyordu. Volgo havzasındaki petrol sanayiinin verimi % 240 oranında arttırılacak, Tatar Cumhuriyetinde,
Saratov, Kuibişev, Ural, Ukta ve Sahalin bölgelerinde yeni petrol kuyuları işletilecek; Leningrad, Kuzey Kafkas ve Doğu Sibirya mıntıkalarında büyük bir akaryakıt sanayii kurulacaktı. Toplamı 7230 kilometreyi bulan yeni demiryolları ve 12.500 kilometre kadar da yardımcı hatlar döşenecekti. Mevcut hatlara 50.000 kilometrelik yeni ray döşenecekti. Stalin Kanalı (Baltık Denizini Beyaz Denize bağlıyan kanal) yeniden onarılacak, Dinyeper, Pripet, Don, Kuban, Noman ve Batı Dvina, Svir nehirleriyle Ladiga ve Onega göllerinde ulaşım ve nakliyat sistemleri yeniden tanzim olunarak, limanlar, rıhtımlar ve iskeleler inşa edilecekti. Savaş öncesi rakamlarına nisbetle kerestecilik % 59’luk bir artış kaydedecek, bunu başarmak için de muhtelif kereste nakliye yolları yapılacaktı.78
Planın öngördüğü diğer işler arasında ise; eski yolların onarılmasının yanı sıra 7000-8000 millik yeni yol yapımı ve su yollarında kanal sisteminin geliştirilmesi bulunuyordu.79 Sadece Kuzey Kafkasya, Hazar ve Orta Asya hatlarına 1000 yeni dizel lokomotifi tahsis edilecekti. Bu beş yıllık plan döneminde yeni yapılacak demiryolları arasında Tran-Sibirya hattına paralel ve bu hattın güneyinde yapılacak yeni demiryolu hattı, çelik şehri Magnitogorsk’u Sta- linsk’e ve daha batıda Kuibişev’e bağlayacaktır. Planda, batıdaki ve güney batıdaki sanayi merkezlerinin yeniden onarılması konusu önemli yer tutmaktadır. Bu merkezlerin savaş öncesi üretimlerinin aşılması öngörülmüştü. Mesela, düşman işgaline uğrayan bölgelerdeki sanayi bölgelerinin üretim kapasitelerinin savaş öncesi kapasitelerini % 15 oranında aşması planlanmıştır. Donbas kömür ocaklarının üretim kapasitesi savaş öncesi seviyesini aşarak yılda 88
milyon tona çıkarılacaktır. Yine demir ve çelikte güney bölgelerinde savaş öncesi seviyeye ulaşılması öngörülürken, Urallar ve Sibirya, Kazakistan gibi yeni sanayi merkezlerinde, bu seviyenin aşılması planlanmıştır.
Yeni plan, bir bütün olarak tüm sanayi üretiminin 1950’de savaş öncesi seviyesini % 48 oranında aşacak şekilde hesaplanmıştır. Bu oran, 3000 orta ve büyük çaptaki sanayi tesisinin, 2700 yeni tesisin kurulmasını zorunlu kılmaktadır.80 İşgücü veriminde savaş öncesine nazaran % 36 oranında bir artış beklenmektedir.Bir bütün olarak, ekonomik sistemin sabit sermayesinin'savaş öncesi seviyeyi % 8 aşması beklenmektedir.81
Görüldüğü gibi, kısa bir sürede gerçekleştirilmesi öngörülen “Dördüncü Beş Yıllık Plan”, büyük bir insan gücünün varlığına dayanılarak hazırlanmıştır. Bu muazzam insan gücünün, ölüm Kamplarındaki milyonlarca mahkum işçi sayesinde sağlandığı bilinmektedir. Zaten, bu büyük planın gerçekleşmesi, mevcut Sovyet şartlarına göre, ancak ve ancak mecburi çalışma sisteminin varlığına, gelişme ve genişlemesine bağlıdır.
Milyonlarca insanj köle gibi çalıştıran merhametsiz sistemin kalkınma planı da methametsizdi. Bütün yatırımlar sanayi bölgelerine aktarılmış, tarım sahası boş bırakılmıştı. Nitekim 1947’de meydana gelen kıtlık, yüzbinlerce insanın hayatına malolmuştu. Kruşçev, meşhur 20. Kongre nutkunda bu konu ile ilgili olarak şöyle diyordu:
“Stalin ve Molotov’un uyguladıkları yöntem şöyleydi: Bazı bölgelerde halk açlıktan kıvranır ve ekmeksizlikten ölürken, onlar buğdayı yabancı ülkelere satmaktaydılar.
Evet yoldaşlar, gerçekten 1947 de ülkenin birçok bölgesinde, mesela Kursk bölgesinde halk açlıktan ölürken, buğdaylar ihraç edilmekteydi”.
1947 yılındaki kıtlık kamp tayınında da kendini göstermiş ve yiyecek hem azalmış, hem kalitece düşmüştür. Bundan dolayı ölüm Kampları mahkum mevcudunda sayı itibarı ile oldukça bir düşme olmuştur. 1950 yılında, Ölüm Kampları, Sovyet ekonomisinde daimi bir hal almıştır. Bu cihetle, kamplara sevkedilenlerin sayısı Stalin’in ölümüne kadar gittikçe artmıştır. Zorla çalıştırma şekli daimi bir ekonomik sistem olarak Stalin’in idarede en hakim olduğu devrelerde göze çarpmaktadır. Esasen Stalin’in özlemini duyduğu; emriyle hareket eden bir toplum ve emirle harekete geçirilen bir ekonomi idi.
Bu ekonomi sistemi başarılı oldu mu? Tarım sahası dışında; evet denilebilir. Tarımda hiçbir zaman Çarlık devrindeki 1914 üretimine yetişilememiştir. Kısacası, muazzam kalkınma planları ile sanayileşen Sovyet Rusya için ölüm Kampları vazgeçilmez bir unsurdur. Çünkü, ölüm Kamplarındaki milyonlarca gönüllü (!) işçiyi iyi beslemek gibi bir mesele yoktur. Bugün Sovyet Rusya, ekonomide olduğu gibi iç bünyesinin siyasi durumunu da göz önüne alarak ölüm Kamplarına her bakımdan bağlı kalmaktadır. Şu da bir gerçektir ki, 50 yıldan beri sistemin özüne işleyen Ölüm Kamplarının kaldırılması, komünist sistemin sonu olacaktır.
#
H) MİLLETLERİ TOPYEKÜN SÜRGÜN ETME TEKNİĞİ
II. Dünya savaşı başlamak üzere iken Stalin, komünist ideolojinin düşmanı olan milletlerin zararsız (!) hale geti
rilmesi yolunda planlarını yapıyordu. Gerçekten de bu milletler, ilk fırsatta Sovyet Rusya aleyhine cephe almaya müsait ve hatta hazırdılar.
Stalin, muhtemel bir savaştan Sovyet Rusya’nın muzaffer çıkması için bu milletlerin gözden çıkarılması gerektiğine inanmıştı. Bunun için de ilk planda; Baltık ülkeleri (Le- tonya, Estonya, Litvanya) ile Kırım, Kalmuk, Çeçen-Inguş, Volga Alman, Balkar, Karaçay Cumhuriyet ve Muhtar Eyaletleri ahalisinin topyekün sürgün edilmesi gerekiyordu.
Plan gereğince işe ilk önce Almanlarla komşu olan Bal- tık ülkelerinden başlandı. Ancak, savaşın erken başlaması ve Alman-Sovyet cephesinin kurulması üzerine durduruldu.
Plan kapsamına giren milletler, suç dahi işlemiş olsalar, buna ceza olarak “genocide” (topyekün imha) hareketinin uygulanması çok daha büyük ve korkunç bir suç teşkil etmektedir. Sovyet idarecilerinin bu hareketi değil yapması, düşünmesi bile onları milletlerarası suçlu durumuna düşürmekteydi. Başta Stalin olmak üzere Sovyet idarecileri, bu hareketlerini; “tedbir” olarak nitelendirmektedirler. Hiç şüphesiz bütün bunlar, birçok millet aleyhine, bu milletleri imhaya yöneîik tedbirlerdir. Bu tedbirlerin ceza yahut devlet emniyet tedbirleri şeklinde kamufle edilmesi, katiyen bu hareketlerin içeriğini değiştiremez. Bu milli gruplar, hiçbir zaman bir ülkenin geleceği yönünden tehlike oluşturmaz ve genel bir suçla suçlandırılmazlar.
Milletlerarası hak ve hukuk böyle olduğu halde Stalin, hiçbir şeye aldırmaksızın ve her tepkiye karşı durarak savaşın başında ve sonunda bu kanlı planını gerçekleştirdi.
Topyekün sürgün edilen milletler, Sibirya ve Uzak Doğu’da- ki mecburi çalışma merkezlerine dağıtıldılar. Buralarda yaşayan eski sürgünlerle karıştırıldılar. Böylece, Sovyet ekonomisinin ihtiyacı olan milyonlarca gönüllü (!) işçi sağlanmış ve sınırlar da emniyet altına alınmış oluyordu.
Sürgün metotları hakkında NKVD ve KGB yani Sovyet içişleri Bakanlığı ve Emniyet Bakanlığı tarafından yayınlanan 34 gizli belge bugün hür dünyaya ulaşmıştır. Bu belgelerin mikrofilmleri New York Kütüphanesinde mevcuttur. Sadık olmayan unsurların topyekün sürgünlerine dair olan bu belgeler; “Gizli”, “Çok Gizli”, “Mahrem”, “Çok Acele”, “Şahsa Mahsus” gibi ibareler taşımakta ve gizlilerinin altında ise; “Okunduktan sonra iadesi" ibaresi bulunmaktadır. Bu belgelerde ilk göze çarpan husus, gayet sistematik, muntazam ve iyi düşünülmüş, olmalarıdır. Esas prensipler kadar, basit te- refruat da bu belgelerde yer almış bulunuyor. Mesela, kurşun kalem tedarikine, harekata iştirak edenlere yemek tevziine, tabancalara yerleştirilecek kurşun adedine dair talimat dahi mevcuttur. Bütün bunlar Moskova’da topyekün sürgün işlerini yürütmek hususunda ihtisasları mükemmel unsurların mevcudiyetine birer delildir. Belgeler, mahalli organların dikkatini, bilhassa ajanların çalışmasına çekmektedir. “Ajan Çalışması”, “Ajan Raporları” tabirleri, NKVD makamlarınca gizli ajanların çalışması manasına gelmektedir. Bu ajanlar Sovyetlere muhalif olan veya Sovyet rejimi için tehlikeli görülen şahısları bildirmektedir.
ilk topyekün sürgün hareketi Baltık ülkelerine uygulandı. Topyekün sürgün edilen milletler, Sibirya, Türkistan, Urallar ve Uzak Doğu’daki mecburi çalışma merkezlerine iskan edildiler. Kundakdaki çocuktan en yaşlıya kadar fark
gözetmeden bütün bir milleti köklerinden sökülen bir ağaç gibi alıp, yabancı diyarlarda yerleşmeye, bir nevi yokolma- ya zorlamanın metotları orijinal olsa gerektir. Bu metotların ve bu metotların uygulanışının bilinmesi, 20. yüzyılda yaşamamız ve hür dünyanın kızıl bloka karşı şuurlu cephe kurması yönünden mutlaka gereklidir.
1- BALTIK ÜLKELERİ VE TOPYEKÜN SÜRGÜN (LETONYA, LÎTVANYA, ESTONYA)
Sovyetler Birliği, Almanya ile olan dostluk münasebetlerini geliştirmek gayesiyle 1940 yılında bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre; Litvanya, Letonya ve Estonya’daki Alman asıllı vatandaşların Almanya’ya göç etmesine izin veriliyordu. Neticede Litvanya’dan 100 bine yakın, Letonya’dan 10 binin üstünde, Estonya’dan ise 10 bin Alman asıllı Baltıklı, Almanya’ya göç etmiştir.82 Bu rakamlar, buralardaki Alman ahali sayısının çok çok üstünde olan rakamlardır. Rakamlardaki yükseklik de, Baltık boyunda sayısı çok olan karma ailelerin, Almanya’ya göç amacıyla, kendilerini Alman diye kaydettirmeleri yüzünden ileri gelmiştir. Bu göç neticesinde Baltık boyu bütün Alılan ahaliden boşalmış, Almanya’ya göç edenlerin sayısı hemen hemen 250 bin kişiyi bulmuştu.
Halbuki, Stalin, 1939’da bu ülkelerin kaderi ile ilgili bir açıklama yaparak içişlerine karışmayacağına dair kesin söz vermişti. Stalin, Alman hükümetiyle Baltık ülkelerinin kaderi konusunda anlaşma yaparken başka bir gaye daha taşıyordu. O da; Baltıklıların Sovyetlere olan güven ve sadakatlerinin derecesiydi...
Nitekim, Stalin, bu güven ve sadakatin menfi yönde ol
duğunu, Baltıklıların Almanya’ya göç için can atışlarından görmüş ve hazırladığı kanlı plana bu üç ülkeyi de dahil etmişti. Ştalin, kendine göre haklıydı; Almanya, Baltık göçmenlerini kendi fabrikalarında çalıştırıyordu. Diğer Baltık- lılar Sovyet fabrikalarında çalışmak istemezler miydi? Bunu denemek ve anlamak için gerekli vicdan (!) zaten Sta- lin’de ve getirdikleri sistemin özünde mevcuttu.
Litvarıya’da bu metotların uygulanışı şöyle cereyan etmiştir:
10 Ekim 1939’da Litvanya ile Sovyetler Birliği arasında bir karşılıklı yardım anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre; Litvanya’nın iç işlerine müdahaleden, Sovyetlerin kayıtsız şartsız imtinada bulunacağı taahhüt olunuyordu. Gerçekten de 1940 Haziranına kadar eski partiler ve eski hükümet iktidarda kaldı. Bununla beraber anlaşmanın imzasını müteakip, 11 Ekim 1939 da Moskova NKVD’si, ajanlarını, Litvanya’da siyasi ve sosyal bakımlardan tehlikeli gördüğü şahısların listesini hazırlamakla görevlendirdi. Sovyetler aleyhine herhangi bir harekete girmiş olup olmadıkları hususu dikkate alınmaksızın, bütün aydınların listesi hazırlanmaya başlandı.
1940 Ağustosunda Baltık ülkeleri Sovyetler Birliği tarafından işgal ve ilhak edildi. Kasım ayında da topyekün sürgün işlerine girişilmek emri verildi. Tehlikeli olarak tespit edilen gruplar ve şahısların listesi çok uzundu. Komünist Partisi hariç olmak üzere bütün siyasi parti mensupları, komünistlerin kovmuş olduğu bütün şahıslar, bütün subay, mülteci ve aydınlar grubu buna dahildi. Bu uzun listede dükkan ve mağaza sahipleri, otelciler ve lokanta sahip
leri de sosyal bakımdan tehlikeli sayılmışlardı. Yabancı ülkelerdeki akraba ve dostlarıyla temasta olanlar dahi tehlikeli damgasıyle sürgüne tabi tutuluyorlardı.83
Yollama üslerinin 5 Mayıs 1941’e kadar tamamlanması ve harekatın 1 Haziran tarihinde bitirilmiş olması emro- lunmaktaydı. Aile reisleri; Ölüm Kamplarına sevkolunacak, aileleri ise Rusya’nın ücra bölgelerine sürüleceklerdi. Verilen talimata göre hazırlıklar hiç şüphe uyandırmadan sessizce yapılacak, ajanların vermiş olduğu bilgiden geniş ölçüde faydalanılacaktı. Her bölgeye “Troika” adı verilen üçer kişilik gruplar tayin olunuyordu. Bunlar gizli polis teşkilatına mensup elemanlardı. Bu “Troika”lara evlerde yapılan aramalarda ele geçirilen eşyanın ne şekilde müsadere edileceği ve ne yolda zabıtlarının tanzim olunacağı ve tutuklanan şahısların ne surette kayıtlarının yapılacağı bildiriliyordu. Ayrıca umumi harekata geçmeden evvel yapılan bir genel toplantıda; “sürgün olunanlar arasında Sovyet halkının düşmanları bulunmak hasebiyle silahlı bir mukavemete karşı alınacak tedbirler” düşünülerek, silahların ateşe hazır bulundurulması karar altına alınıyordu. Karı kocanın birbirinden ayrılması, şahsi eşya ağırlığının muayyen bir haddi aşmaması bildiriliyordu. Tutuklama nedenleri, sürülecek aileleri korkutmamak için basit ve standart bir içerik taşıyordu. Böylece aile reislerinin kendilerine yakın bir kampa gönderileceği inancı uyandırılmak istenilmişti.
Topyekün sürgün harekatı, düzenlendiği gibi, gayet muntazam olmuştu. Sır iyi saklanmış ve halk gafil avlanmıştı. Litvanya’nın eski başşehrinde sadece bir yaralama vak’ası olmuş, 23 kişi gizlenmiş ve bir kişi kaçabilmişti. 122 kişi de evlerinde bulunamamıştı.
Plan gereğince yapılan bu harekatın başarılı olması için aşırı yorgunluğu ve uykusuzluğu göze alarak çalışmış bulunan altı yoldaş terfi ve nişana layık görülüyordu. Yukardaki ufak tefek olaylar da; “harekatı güden personelin beceriksizliği” yüzünden meydana gelmişti. Kaçanların yakalandıkları mahalde imha olunmaları da ayrı bir emirle tebliğ ediliyordu.
Estonya ve Letonya’da da durum Litvanya’dan farksızdı. İnligiz gazetecisi Paul Winterton, Ağustos 1944’de Estonya’mn başkenti Tallin’de gördüklerini şöyle anlatmaktadır:
“Estonyalılar Ruslardan nefret ediyorlar ve korkuyorlardı. Ruslarla mahalli halk arasında gözle görülebilir bir kaynaşma yoktu.”84
Bir kadın memur, Winterton’a şu açıklamayı yapmıştı; 1940’da Estonya’yı işgallerini müteakip Rusya toplu tutuklamalara başlamış ve çok kimseyi Rusyanm iç bölgelerine sürmüşler. Bunun siyasi zanlıların temizlenmesinden daha geniş bir hareket olduğunu söyleyen Estonyalı kadın, binlerce ailenin yok edildiğini belrttikten sonra gözyaşları arasında: “Kızkardeşim ile küçük yeğenim de tutuklanarak sürülmüşlerdi. O zamandan beri kendilerinden hiçbir haber alamadım. Korkarım ki bir daha dönmeyecekler” demişti.
Kadın, devamla şunları söylemişti: “Almanları aramızda görmekle birçoklarımız sevindiler; çünkü hiç olmazsa Ruslardan daha iyi hareket edeceklerine inanıyorduk. Nitekim, Tallin’de gayet iyi davrandılar.
Gittikleri vakit birçok Estonyalı da onlarla beraber gitti. Bir kısım halk kaçtı, bazıları da balıkçı kayıkları ile Finlandiya’ya geçmeğe çalıştı. Burada kalan bizler dehşet içinde idik. Ruslar arasında, 1940 yılında Tallin’de bulunan
kimseler de vardı. Sürgünlerin yeniden başlamasından endişe ediyoruz. Daha şimdiden birçok kimse tutuklanmıştır. İngiltere ile Amerika’nın bizi bu durumdan kurtarmak için çalışacağı ümidindeyiz...”85
Gerçekten de Estonyalı kadın memur, şüphelerinde haklı çıkmış, topyekün sürgün Sovyet işgali üzerine yeniden başlatılmıştı. Alman orduları geri çekilirken muhtemelen akıbetlerini gören Baltıklılardan da önemli bir kısmı yurtlarını terketmişti. Bunlar, Almanya, Avusturya ve İsviçre’ye dağılmışlardı.
UNRRA ve IRO'nun verdiği rakamlara göre, 1946-1948 yıllarında Almanya ve AvusturyalIların mülteci kamplarında 100 binin üstünde Eston, 150 bine yakın Leton ve aşağı yukarı 150 bin Lityanyalı olmak üzere 400 bin Baltıklı mülteci bulunuyordu. Aynı tarihte A.B.D.’de 2 milyondan fazla Baltıklı yaşıyordu.
Alman-Sovyet savaşından önce ve sonra Sovyet hükümeti tarafından Batlık topraklarından sürgün edilenlerin sayısını tam olarak tespit etmek imkansızdır. Yalnız, bilinen ve tahmin edilen husus şu ki, Baltık boyunun üç memleketinde insan kaybının genel sayısı 200 bini Letonyalı, 100 bin kişiden fazlası da Litvanyalı olmak üzere 700 bin kişi civarındadır. 1940-1941 yıllarında Almanya’ya göç etmiş bulunan 250 bin kişi ve Alman işgali sırasında ölen 300 binden fazla Yahudi, bu rakama dahil değildir.86
Sonuç olarak, Rusya’nın kendisi için stratejik bakımdan önemli olan uzun bir sahili elinde bulundurmak istemesi ve bunu ülkenin güvenliği ile bağdaştırması; bu vah- şiyane, canavarca hareketi yani Baltıklıların topyekün sü
rülmeleri sonucunu doğurmuştur. Ayrıca, Baltık devletleri vaktiyle Çarlık Rusyasının bir parçası idi. Yine Rus yayılmacılığına hizmet eden, Çarlığın bir nevi devamı olan Komünist Rusya’nın bu ülkeleri tekrar sınırları içine alması Rus şovenizmi açısından normal sayılabilir. Kaldı ki, çok kısa aralıklarla iki dünya savaşına giren Rusya’nın sınırları boyunda bağımsız küçük devletlere tahammülü yoktur. Çünkü, küçük ve zayıf olmaları yüzünden bu devletler Rusya’nın düşmanlarına yardım etmek eğilimini göstermektedirler. Gerçekten de Baltıklılar haricinde aynı akıbete uğrayan Kırım Muhtar SSC, Çeçen-înguş Muhtar SSC, Kalmuk Muhtar SSC, Kabartay-Balkar Muhtar SSC (sadece Balkar kısmı), Karaçay Muhtar Eyaleti hep hudut boyunda veya hududa yakın oluşları ve ayrıca bunların milliyet ve din itibariyle komşu Türkiye ile müşterek oluşları gibi sebeplerden sürgün planına dahil edilmişlerdi. Bugün, Sovyet Büyükelçilik ve Konsolosluk binalarında ziyaretçilere iftiharla takdim edilen propaganda broşürlerinde Baltık Cumhuriyetlerinden şu şekilde bahsedilmektedir:
“Sovyet Baltık Cumhuriyetine hoş geldiniz. Baltık Denizi ağır ağır dalgalanıyor. Pek eski zamanlardan beri Baltık denizine Kehribar Denizi derlerdi. Fırtına zamanı kehribar taşlan deniz kenarına atılırdı. Halk destanlarına göre güneşin ışığını içine çekmiş olan kehribar saadet sembolüdür.
Baltık kehribar sahili boyunca Estonya, Litvanya ve Le- tonya Sovyet Baltık Cumhuriyetleri bulunmaktadır. Burada meşe ve kayın ağacı koruları, sakin mavi göller, çam ağaçları, kum tepeleri, bol güneş bulabilirsiniz...”
Yukarıdaki satırlar bir soruyu doğuruyor: Tabiat güzel
likleri ile eşsiz olan bu ülkede aranılan her şey mevcut olduğu halde; bu ülkenin şanslı ve mutlu (!) özbeöz evlatları halen nerede?..
2- KIRIM VE TOPYEKÜN SÜRGÜN
Kırım’da topyekün sürgünle ilgili olarak Kızılordu birliklerinin Kırım’a hücumu, 8 Nisan 1944’de başlamıştır. 18 Nisan 1944’de sadece Akyar Almanların elinde kalmıştı. 13 Nisanda Alman’lar Akmesçit şehrini terketmişler ve Kırım’dan savaşarak geri çekilmişlerdir. Başta Akmescit olmak üzere birçok Kırım şehri; “iki tarafın topçu ateşiyle harabelere dönmüş, halk korku içinde perişan, Kızılordunun girişini seyrediyordu.”87
Kızılordu işgalinin ilk iki haftası en şiddetli tedhiş zamanları idi. Almanlarla işbirliği yaptığı tespit edilen Türk- ler, ordu komutanlarınca derhal ölüme mahkum edilmişlerdi.88 iki kişinin ifadesi veya ihbarı, herhangi bir kimseyi Almanlarla işbirliğiyle suçlamaya ve ölüme mahkum etmeye kafi geliyordu.89 Raporlar, cadde ortasında yapılan toplu kurşuna dizilmelerden bahsetmektedir.90 Akmescit şehrinin ağaçlarında ve telefon direklerinde sovyet cellatlarının asmış oldukları kurbanlar sallanıyordu.91 Olayların içinde bizzat yaşayanların ifadelerine göre, en fazla tutuklama ve katliama maruz kalanlar; Kırım’ın bilhassa yalı boyunda yaşayan Türk köylüleri idi. O günlerde binlerce, belki de onbirlerce Kırım Türkünün öldürülmüş olduğu tahmin edilebilir.
Görgü şahitlerinden biri, bu yürekler acısı, insanlık dışı olayları şöyle tasvir ediyor.
“Sovyet orduları Kırım'a girdikten sonra, kumandanlığın hususi bir emriyle bütün Türk ahalisi iki hafta müddetle NKVD kıt’alarının keyfi muamelesine terkedilmişti. Azgın askerler, kadınların ve çocukların ırzına geçiyorlardı. Müdafasız insanların yürekler parçalayıcı feryatları duyuluyordu.”92
Kırım Türklerinin sürülmelerinde vazifeli bulunan ve 1953 yılı Haziran ayında hürriyeti seçerek Batıya sığınan sabık NKVD yarbayı Grigoriy Stepanoviç Burlutskiy’nin verdiği bilgiye göre, Kırım Türklerinin toyekün sürülmesi olayı 1944 yılı Haziranında yani Sovyet ordusu Kırım’a girdikten iki ay sonra vukubulmuştur.93
Burlutskiy açıklamalarına devam ederek, Kırım Türklerinin sürgünü esnasında kullanılan metotların; Kuzey Kafkasya’nın Çeçen-Inguş Cumhuriyetinde tatbik edilmiş olan metotların aynı olduğunu, yani sürgünün; Kırım’a bu maksatla sevkedilen NKVD kıt’aları tarafından ayırdedil- meden bütün Türk halkının aynı zamanda ve ansızın tutuklanarak yapıldığını söylemiştir.94
18 Mayısı 19’a bağlayan gece, şehir ve kasabalarda yaşayan Türklerin tamamı kendi evlerinde, silahlı askerlerin baskınına uğruyor. Kendilerine çevrilen silahların namluları karşısında, elleri kaldırtılarak ve duvar dibine dizilerek şu emri alıyorlar:
“Elde götürebilecek eşyanızı alın ve 15 dakikada hazır olun...”95
Burlutskiy’in anlattığına göre; Kırım Türkleri, “gafil avlanarak ansızın yakalandıkları için mukavemet etmeye fırsat bulamamışlardır.”96
Türk halkını Kırım’dan çıkarma işinin ilk safhası yukarıda anlatıldığı gibi olmuştur. Fakat bazı ayrıntılarında da belirli farklar yok değildir... İşte, Sankiza İbrahim imzalı ve Sovyet Hükümetine hitaben yazılmış olan mektupta şöyle deniliyor:
“Saat 3 ’de çocuklar uyurken, askerler geldi. Hazırlık yapmak için bize 5 dakika verildi. Ne eşya ve ne de yiyecek almamıza müsaade edildi. Zannettik ki, kurşunlanmaya götürülüyoruz.”97
Sürgün edilen Kırım Türklerinin mukadderatı ve onların halen bulundukları mahal, Sovyet hükümeti tarafından ısrarla gizli tutulmaktadır. Burlutskiy diyor ki:
“Sürülenler, hayvan nakline mahsus, hiçbir iptidai tertibatı olmayan vagonlara doldurulmuşlardı.”
“Vagonlar balık istifi dolduruluyor, kilitleniyor, mühürleniyor ve askeri kıt’alar tarafından muhafazaya alınıyordu. Sürgün mahalli bildirilmemişti.”98
Burlutskiy’in tahminine göre, sürgün edilenlerin büyük kısmı” daha yolda iken “telef” olmuştur.99
Sankiza İbrahim’in protesto mektubu devam ediyor: “... Fakat çabuk ölüm değildi bu. Hayvan nakline mah
sus ve onlarla tıkabasa dolu bir şekilde 3-4 hafta sürecek yolculuğa çıkarıldık. Yolumuz Kazakistan’ın kızgın çölünden geçiyordu. Götürülenlerin içinde Almanlara karşı çete harbi yapanlar, gizli mukavemet mensubu, komünist partisi üyesi, Sovyet hükümetinde faal rol oynayan Kırımlılar da vardı. Sakatlar ve ihtiyarlar da mevcuttu. Erkekler o ara faşistlere karşı savaşa devam ediyorlardı, onların sürgünü savaş sonuna geciktirilmişti. Eşleri ve çocukları ise, zorla
götürülenlerin ekseriyetini teşkil ediyordu. Ölüm nispeti; küçükler, ihtiyarlar ve hastalar arasında bilhassa yüksekti, ölüm sebebi; susuzluk, havasızlık ve pislikti. Yolda can verenlerin cesetleri dışarı çıkarılamadığından, yaşayanlar arasında çürür, su ve gıda almak için yapılan kısa durmalar esnasında, demiryolu hattı kenarında bırakılırdı. Gömülmelerine izin yoktu.”100
Temmuz ve Ağustos 1969 da Taşkent’de yargılanan 10 Kırım Türkünden Yusuf Süleyman ifadesinde kısa ve öz olarak şöyle diyordu:
“Bizleri mezbahaya götürülen hayvanlar gibi alıp götürdüler. Ve Orta Aulda bıraktılar.!101
115 Kırım Türk halkı temsilcisi tarafından Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesine, Bakanlar Kuruluna ve Yüksek Şurasına sunulan muhtırada ise aynen şu satırlar yer alıyordu:
“24 yıl önce, 18 Mayıs 1944 de, babalan, kocaları ve oğulları büyük anayurt savaşında hayatlarını feda ettikleri, kanlarını döktükleri ve işçi birliklerinde hizmet ederek tahrip edilen fabrikaları yeniden kurdukları bir zamanda, aç ve çıplak müdafaasız çocuklar, kadınlar ve malül ihtiyarlar, silahlı erler muhafazasında, kapalı yük vagonlarında temerküz kamplarına götürülüyorlardı.
Sürgün mahalline kadar süren hemen hemen üç haftalık “seyahatin” dehşet ve kabuslarını unutmağa imkan var mı? Bu “seyahat” sırasında insanlar açlıktan şişiyor, bitlere yem oluyorlardı. Hasta ve aç insanların yanıbaşında yolda ölenlerin, muhafızların zamanında kaldırmadıkları çürü- meğe yüz tutmuş cesetleri yatıyordu. Bu arada yakınların
ve akrabaların hiç olmazsa demiryolu boyunca gömülmesine müsaade edilmiyordu. İnsanlar vagonlardaki havasızlıktan boğuluyor, birçokları akıllarını kaybediyorlardı.”102
Kırım Türkleri; Ural, Sibirya, Kazakistan ve Orta Asya’nın binlerce kilometre içerilerine nakledilmişlerdir.103 Bir kısmının Almanya'dan dönmüş işçilerle beraber Özbekistan’ın Taşkent bölgesine ve Vıborg’un 25 kilometre kuzeyinde, Ka- relya şeridine sürüldükleri anlaşılmıştır.104 Alman, Pakistan ve Ukrayna basınında; 50 bin Kırım Türkünün, 1 Ekim 1950’de, Vilno Grodno bölgesine iskan edildiklerine dair haberler yayınlanmışsa da henüz doğrulanmamıştır.105
“Kırım Tatarlarının Rus Dostlan” imzalı mektupta bu konuda şöyle deniliyordu:
“ Kırım Tatarlarının bir kısmı Kazakistan’daki ve çoğu Özbekistan’daki barakalara getirildi. İşte Kırım Tatarlarının bu memlekete gelmeleri böyle oldu. Sürgün sona erdi, fakat halkın toptan imha edilişi bundan sonra başladı. Yerli halk arasında hükümet alanları tarafından yapılan aleyhte propaganda sebebiyle bunlar, gelenleri oldukça soğuk karşıladılar. Alışılmamış sıcaklar, sıtma ve hele Kırım’ın temiz sularına alışmış vücutlarda arkların bulanık suyunun yaydığı hastalıklar sebebimle başlangıçta pek çok kimse öldü. Evvela baraka, ahır ve bodrumlarda iskan edildiler. Bilahare, ilk safha atlatıldıktan sonra, insan barındırmaya mahsus evlere kavuştular. Çetin ve sebatlı bir çalışmanın mükafatı olarak Kırım Tatarlarının yeni evleri oldukça düzgündü. Fakat bunlar çok sonradan olan şeylerdir. 1944-1945 senelerinde ise halk, yeni yerinde kırılıyordu.”106
Taşkent mahkemesinde Yusuf Süleyman ifadesine de
vamla: “Kimse bizimle meşgul olmuyordu. Aç, kirli ve hastaydık. Hastalar açlıktan şişmeye ve aileler toptan ölmeye başladılar. Şunu söyliyeyim ki, 206 kişilik köyümüzden 100 kişi öldü. En az 18’ini ellerimle gömdüm. Akrabam olan 7 aileden kimse kalmadı.107
Yine Kırım Türklerinden olan genç fizikçi Yusuf Osman: “Evet, Kırım Türklerine kendilerini gömmeleri için 1,5 metrekare toprak verilmiştir.”108 diyordu. Hayat zorluğu, İdarecilerin yüz kızartıcı gaddarlıkları ve salgın hastalıklar yüzünden ölen onbinlerce Kırım Türkünün insanlık vicdanında bıraktığı yara acaba kapanabilir mi? Diğer ifadeler de yukarıdakilerden farksız:
“.... Köyümüzden 30 aile götürüldü, bunlardan ancak 5 aile az zayiatla kurtulabildi. Yeğenim Menube Şeyhislam, 8 çocuğu ile birlikte sürüldü. Hepsi Özbekistan’da açlıktan öldüler. Oysa, kocası harbin başından beri orduda bulunuyordu ve cephede öldü. Bu aileden ancak Nera isminde bir kızcağız kurtuldu ise de, yaşantısının dehşeti ve açlık sebebiyle sakat kaldı.”
“... Erkeklerimiz cephede çarpışıyorlardı. Cenazeleri kaldıracak adam bulunmadığı için ölülerimiz bazen yanımızda kalırdı.”109
Sovyet mahkemelerindeki tutanaklara göre Özbekistan’a sürülen 200.000-250.000 nüfustan büyük çoğunluğu ancak 11 günde ve geri kalanlar 8 Haziran 1944 tarihinde yerleşecekleri bölgelere ulaşmıştır.110 1 Temmuz 1944’de ancak 151.424 nüfuslu 35.750 aile Özbekistan’a varabilmiş- tir. Sene sonuna kadar 818 aile daha gelmiştir. 1945 yılında da ordudan tardedilen 2.000 Kırım Türkü daha Özbekis
tan’a ulaşabilmiştir.111 Sovyet istatistiklerinde gerçeklerin genellikle “tahrif edildiği”112 dikkate alınırsa durumun vahameti ve korkunçluğu daha da iyi anlaşılmış olur.
Aynı Sovyet makamlarından Özbekistan Güvenlik Komitesinin “resmi kayıtlarına” göre; “Kırımlı göçmenler (yani sürgün edilenler) arasında 1944 Mayısında 1 Ocak 1945 tarihine kadar ancak 13.598 kişi ölmüştür ki, bu da Kırım Türklerinin % 9.1 oranını oluşturmakta idi.113 Yine aynı istatistikte; 1 Ocak 1945-1 Ocak 1946 devresinde ise 2562 erkek, 4525 kadın ve 16 yaşından küçük 6069 çocuk olmak üzere, 13.183 kişinin ö l d ü ğ ü ileri s ü r ü l m e k t e d i r . * ^ Sovyet istatistik otoriteleri (!) 1946 yılına kadar yuvarlak hesap olarak Kırım göçmenlerinin (!) % 22’sinin öldüğünde ve bunun da 33.000 insan olduğunda ısrar etmektedirler. Bu rakam doğru olsa bile sürgün sırasında yolda ölenleri kapsamamaktadır. Bunun yanısıra Kırım Türkleri, bazı bölgelerde bu ölüm nispetinin mesela Ural bölgesinde % 100’e ulaştığını belirtmişlerdir.115
Kırım Türk halkı temsilcileri, 1966’da yaptıkları istatistiklerin sonuçlarına göre, sürgün sırasında ve ondan sonraki 18 ay içinde Kırım Türklerinin nüfuslarının % 46’sının mahvolduğunu ileri sürünüşlerdir.116 Bu ise 110.000 insanın ölümü demektir. Batılı araştırmacılar ise yaptıkları araştırmalar sonucu elde ettikleri istaistiklerde bu rakamı80.000 olarak göstermektedirler.117
Rakamlar ne olursa olsun, ortada acı bir gerçek daima durmaktadır. O da; “Genocide” yolu ile Kırım Türklerinin topyekün imha edilmek istenmesidir.
Sonuç olarak denilebilir ki, tutarsız bir iddia ile Kırım
Türklerinin topyekün sürülmeleri, onları sistematik bir şekilde imha siyasetinin son aşamasını oluşturduğuna hiçbir şüphe kalmamaktadır. Bunun gerçek nedeni, Moskova’nın Kırım yarımadasını yerli Türk nüfusundan temizleme ve Kırım’ı Sovyetler Birliğinin bir Rus Eyaleti haline getirme isteğidir.
3- KAFKASYA VE TOPYEKÜN SÜRGÜN
Baltık ülkeleri ve Kırım’daki topyekün sürgün harekatının nedenleri, Kuzey Kafkasya için de söylenebilir. Kuzey Kafkasya’da bu harekat, çok yönlü olarak yapılmıştır. Başta Kafkas Türkleri olmak üzere diğer müslüman etnik boyları da harekat kapsamına alınmıştır. Bunlardan Çeçen-Ingus halkının sürgün ve imha hareketini, bir Sovyet üniversite öğrencisi bütün teferruatı ile anlatmıştır. Sonradan Fransa’ya sığınmayı başaran bu öğrenci, aşağıdaki açıklamayı yapmıştır:
"1943 yılı sonlarında Çeçenlerin ve Inguşlarm toptan sürgün edileceğine dair rivayetler başladı ise de bu hususta konuşmak yasak edilmişti. 1944 yılında, Şubat başlarında Grozni şehrine 3-5 tonluk Studbeyker askeri kamyonlarına bindirilmiş külliyetli miktarda NKVD hususi kıt’aları ile yine NKVD’ye mensup ordu birlikleri gelmeye başladı. Bu sırada basında şu fikirler, düşünceler tekrarlanmaya başladı:
“Yollarımızı ve köprülerimizi tamir ve İslah edelim. Bu suretle yurdumuza ve sevgili Kızılordumuza yardım edelim ki, onlar şu dağlık bölge manevralarını kolaylıkla yapabilsinler. v.s.”
Askeri birlikler dağlık bölgelere yayılmaya başladı. Nihayet 23 Şubat Kızılordu günü geldi çattı. O günün akşamı köy meydanlarında ateşler yakıldı ve Rus askerleri bu ateşler çevresinde mızıka çalmaya, dans etmeye, şarkı söylemeye başladı. Zavallı halk her şeyden habersiz ve hiçbir şeyden şüphelenmediği için meydanlardaki ateşi seyretmek ve askerlerin oyun ve şarkılarını görmek, işitmek için meydanlara toplanmıştı. Halkın bir kısmı meydanlarda toplanmış iken, askerler onların etrafını sararak bütün erkekleri tutukladılar. Silahı bulunan Çeçenler derhal Ruslarla çarpışmaya başladı. Söylendiğine göre o gün ve onu takip eden günlerde ölenlerin sayısı 5.000 kişiyi bulmuştur. Fakat silahsız Çe- çenlerin mukavemet teşebbüsleri her tarafta başarısız kalmış ve tasfiye edilmişti. Bütün tutulan erkekler ahırlara doldurularak hapsedilmiş ve aynı zamanda askerler evleri tarayarak meydana çıkmış olan erkekleri birer birer toplayarak hapsediyor; kadınlara da sürüleceklerini haber veriyor, sabah erkenden hazırlanmalarını emrediyorlardı. Fakat sürgün edilenlere de eski yırtık elbiselerinden başka beraberlerinde hiçbir şey götürmelerine müsaade etmiyorlardı. Inguş ve Çeçenistan’ın dağlık köylerinde bu facia başka türlü cereyan etmiştir. Bu dağlık bölgelerde halk, normal silahlardan mahrum olmasına rağmen her tarafta şiddetli çarpışmalar ve kanlı savaşlara katıldı. Ellerinde yalnız kama ve bıçaktan başka şey bulunmayan yiğitler, Ruslara saldırarak onları biçip kesiyor ve kendileri de oracıkta şeref uğrunda canlarını feda ediyorlardı. Orada bulunan ve sonra geri dönen Kızılordu mensupları, Çeçen-lnguşların ihtiyar, kadın ve kızlarının bıçak ve hançerle Rus askerlerine nasıl saldırdıklarını hayretler içinde anlatıyorlardı.
Bundan ötürü de bu dağlık bölgelerde Rus birliklerine şu emir verildi:
“Buralarda halkın her şeyini yağma ve talan etmek ve köylerini de tamamen yakmak gerekir ki, mukavemet eden partizanların oralarda maddeten barınmalarına imkan kalmasın”.
Bu emir, çok şiddet ve dehşetle tatbik edildi. Birkaç gün içinde bütün köyler ateşe verildi. Yıkılan köylerin kükreyen ateşleri çok uzaklardan görülüyordu.
Takriben bu sıralarda sözde bir genel af ilan edildi. Gizlenmiş ve saklanmış bulunanların saklandıkları yerden çıkıp teslim olmaları şartı ile affa hak kazanacakları bildiriliyordu. Bu gibilerden bazıları sürülen ailelerine katılmak ve onlarla beraber olmak düşüncesiyle çaresiz olarak bu emirlere boyun eğdiler. Fakat birçok partizanlar vardı ki, onlar Rusların barışmaz düşmanlarıydı. Ve tamamen imha edilmedikçe de oralardaki kanlı kurtuluş mücadelesi sus- turulamıyacaktı. Nitekim, bugüne kadar orada Sovyet Hükümetine büyük engeller çıkaran ve hükümet makamlarını çok uğraştıran mücadele grupları mevcuttur.
Bu faciaların hemen arkasından Rusya vilayetlerinden Orlof ve Kurski’den ve başka yerlerden birçok yeni Rus köylüleri buralara nakil ve iskan edildiler. Çeçen-tnguşların toprak ve malları onlara dağıtıldı. Gaspedilen hayvanların yarısını yeni gelen Rus köylülerine verdiler. Diğer yarısını ise Orlof vilayetine şevkettiler.”118
Ingiltere’ye sığınan sabık Kızılordu albayı Tokaev ise, bu Rus vahşeti hakkında gördüklerini şöyle yazıyor:
“23 Şubat 1944’de Kızılordu Bayramının arefesinde Ku
zey KafkasyalIların da asla unutamayacakları bir günde Groz- ni’de büyük bir toplantı yapıldı. MVD Albayı kürsüye çıktı ve herkes korku ve sessizlik içinde onun şu sözlerini dinledi:
"Esas meseleye temas etmezden önce ihtar etmek isterim ki, toplantı binası askerlerle çevrilmiştir; kim kaçmaya teşebbüs ederse olduğu yerde kurşuna dizilecektir.”
Hazır bulunanlar dehşet içinde bu sözleri dinlerken Albay sağ elini kaldırıp havada bir daire çizdi. Bu bir işaretti. Derhal dışarıda makinalı tüfek ve otomatik silah sesleri duyulmaya başladı. Aynı zamanda bir sürü MVD askeri salona girerek kürsünün etrafında yer aldılar; tabancalarını halka çevirdiler. Bir iki kişi Albaya yaklaşmak istedilerse de derhal öldürüldüler. Salonun arka tarafında bulunanlardan bazıları kaçmaya çalıştılarsa da makinalı tüfek ateşiyle delik deşik oldular. Genç bir Inguş kamasını çekerek MVD askerlerinin üzerine atıldı. Lâkin bir kurşun yiyerek yere ölü serildi. Dehşet içinde kalan halk olduğu yerde durdu. Bir elinde tabanca tutan Albayın diğer elinde Politbüro ile Devlet Savunma Komitesinde alınan kararların metni vardı. Albay sözlerine devamla şöyle dedi:
"Stalin’in makul milli siyaseti; bu muazzam sosyalist ülkemizde refah içinde yaşamanız için her şeyi yapmıştır. Lâkin siz, önderimiz ve mürşidimize, şanlı Bolşevik partisine ve size her türlü refah imkanının verildiği bu memlekette yaşayan sair milletlere ihanet ettiniz. Almanlarla işbirliği yaptınız.”
Bu itham üzerine salonun her tarafından hiddetli sesler yükselerek: “yalan, yalan; biz Almanlarla hiçbir zaman işbirliği yapmadık. Biz müstebit Hitler’i hiçbir zaman des
teklemedik. Bilakis her türlü istibdada muhalifiz" diye haykırdılar. Muhafızların bir kişi daha öldürmeleri üzerine salona gene sessizlik çöktü. Albay devam etti:
"Sovyet hükümetinin kararı gereğince bu andan itibaren Çeçen-lnguş Hükümeti lağvedilmiştir. Ve bütün halk tevkif olunmuştur. Ve hükümet tarafından tespit olunacak bir mahale sürülecektir. Hepiniz silahlı muhafızların nezareti altında buradan doğru demiryolu istasyonuna götürülecek ve orada hazır bulunan vasıtalara yükleneceksiniz. Aileleriniz bu anda istasyona sevkedilmektedir. Her biriniz beraberinizde 18 kilo ağırlığında eşya götürebileceksiniz. Oraya dönmenize hiçbir sebeple müsaade olunmayacaktır.”
Nazilerle savaşırken sol kolunu kaybetmiş olan ve toplantıya üniforması ile bütün madalyaları ile gelmiş bulunan uzun boylu bir Binbaşı kürsüye gelerek Albaydan söz istedi. Konuşmak müsaadesini alınca halka şöyle hitab etti:
“Vatandaşlarım! Gördüğünüz gibi evlatlarınızdan biri olan ben, sol kolumu harpte kaybetmişimdir. Sayısız Çe- çenler, lnguşlar, Asetinler, Kabardinler, Karaçaylar gibi ben de memleketimin müdafaası uğrunda kanımı veya canımı esirgemedim. Bugün ise bizi vatana ihanetle itham ediyorlar. Bu alçakça bir yalandır.”
Albay onun susmasını emretti. Lâkin Binbaşı göğsündeki madalyaları koparıp Albayın ayağına atarak konuşmaya devam etmek istedi. Bir silah patladı ve Binbaşının alnından açılan delikten kan sızmaya başladı. Binbaşı yere devrildi. Bu manzara karşısında çılgına dönen bir kadın, ani bir hareketle elbisesinin önünü yırtarak göğsünü açtı ve Albayın üstüne yürüyerek: “Vur, beni de vur!” diye haykırdı.
Onu da delik deşik edip yere serdiler. Kürsüye doğru ilerleyen diğer kadın ve erkekler de aynı feci akıbete uğradı.
1944'de yaşanan bu facia esnasında bazı Çeçenler ve înguşlar kaçıp dağlara sığınmaya muvaffak oldular, işte bu dağlarda müşterek gayeleri Rus aleyhtarlığı olan partizan grupları o tarihten beri savaşmaktadır. Faaliyetleri bazen başarı ile neticelenmekte, bazen akamete uğramaktadır. KafkasyalIların arzusu; tamamen Rusya’dan ayrılmaktır. Ve son zamanlarda faal bir muhalefette bulunmaktadırlar.”119
Karaçay ve Balkar Türklerinin sürgününe dair bilgi çok azdır, hatta sürgünün tarihi de kesin olarak tespit edilmiş değildir. Bunların sürgünü hakkındaki hükümet kararnamesinin metni de elde edilememiştir. Elde mevcut bilgiler arasında S. Kuliev’in yazdığına göre, Almanların geri çekilmesinden sonra memleketi yeniden işgal eden Bolşevikler, şaşkın ve perişan bir halde kaçtıklarının hıncını, katliamlar halinde, masum ahaliden almaya başladılar, ihtiyarlar, kadınlar, çoluk-çocuk, komünistler ve Kızılordu saflarında gösterdikleri kahramanlıktan dolayı takdir nişanları almış olan harp mamülleri ve rastgele herkes kurşuna dizilmiş ve kılıçtan geçirilmiştir. Halkın kılıçtan kurtulan kısmı yaya olarak Nalçik’e oradan da Sibirya’ya sürüldü.120
S. Kulive’den sonra daha etraflı bilgiyi, hürriyeti seçmiş olan Albay Grigoriy Tokaev vermektedir.121 Onun verdiği bilgiyi, 1954’de Batıya iltica eden yarbay Burlutskiy doğrulamaktadır. Sürgün ve katliamda gösterdiği hizmetlerden dolayı, üzerinde “1944’deki fedakarlığı için-NKVD” ibaresi yazılı bir İsviçre saati ile taltif edilmiş olan bu sabık NKVD subayı G. Burlutskiy, şunları anlatmaktadır:
“Ben o zaman NKVD ordusunda asteğmen idim. 1943 yılının Ekim ayında, Kuzey Kafkasya cephesinin arkasını korumaya memur bulunan askeri gruptaki alayımıza, hükümetin fevkalade mühim bir kararını icra için, Kuban’dan hareket emri verildi. Sovyet vatandaşı bir milleti topyekün anayurdundan çıkarmak gibi şerefsiz bir vazifenin ifasına memur edildiğimiz kimsenin aklına gelmemişti. Neler yapılmış olduğunu ve neler yapılması lazım geldiğini alay subaylarına Karaçay Muhtar Eyaletinin arazisine girdikten sonra bildirdiler, ileri sürülen iddiaların doğru olduğu hakkında şüphe etmek için hiçbir delile sahip değildim. Bununla beraber bu iddiaları tahrik etmek imkanından da mahrumduk. Bütün subay arkadaşlarım gibi ben de Karaçay halkının cebren sürgünü hakkındaki emrin ifasına giriştik...
Benim vazifem, ahalisi cebren sürgün edilen meskun mahallin korunma ve savunmasından ibaretti. Bu suretle meskun mahalli kuşatmış olan askeri kuvvetin kumandanı olmak hasebiyle, bütün hat boyunca dolaşmak ve bu halkın nasıl sürüldüğünü gözlerimle görmek imkanına malik bulunuyordum.
Muayyen günün muayyen saatinde, ellerinde önceden hazırlanmış listeleri mevcut bulunan NKVD ve KGB icra memurları, yanlarında emirlerine verilmiş silahlı kuvvet olduğu halde, kendilerine ayrılmış evlere yaklaşıyor, inandıkları askerlerden silahlı muhafızlar koyduktan sonra, Sovyet hükümetinin sürgün hakkındaki kararını bütün aileye ilan ediyorlardı. Uzak bölgelere sürüleceklerini söylemekle yetiniliyordu. Gidecekleri yerin neresi olduğu söylenmiyordu. Toplanmak için bir saat vakit veriliyor, kendileriyle beraber 100 kilogram eşya almalarına müsaade edi
liyordu. Herhangi bir mukavemetin ve emre itaatsizliğin faydasız olduğu hatırlatılıyordu.
Feryat ve figanlara, yalvarmalara ve gözyaşlarına rağmen, bir saat sonra, toplanma merkezlerine nakledilmek için, aileler önce kamyonlara dolduruluyor, toplanma merkezlerinden de, yine, silahlı askerler tarafından muhafaza edilen kamyonlar vasıtasiyle de demiryolu istasyonlarına götürülüyorlar, burada alelade yük vagonlarına dolduruluyorlardı.”122
Çeçen-tnguş halkının sürgün edilmesi hakkında da bilgi veren G. Burlutskiy, devamla şunları anlatıyor:
“Çarlar hakimiyetine karşı kendi istiklalleri uğrunda kahramanca mücadeleleri ile tanınmış olan dağlı milletlerin ananevi cesaretleri herkesçe malumdur. Bu cesareti Sovyet hükümeti de biliyordu. Dağlıların mukavemet ve intikamından korkan Sovyet hükümeti, iğfal yoluna başvuruyor, vatanseverlik duygularını istismar ediyor, onları komünist yalanlarının ağma sararak, bir defalık bunlardan kurtulmak için en müşkül durumlarını kolluyordu. Sovyet hükümetinin bu kanlı idraata fevkalade bir önem verdiğini de belirtmek gerekir. Bu sebeple Grozni şehrinde hususi bir hareket dairesi kurulmuş olduğu da tesadüf eseri değildi. Bu dairenin başında, generallerden ibaret büyük bir subay kadrosu ile beraber, Sovyetler Birliği içişleri Bakan yardımcısı general Serov durmakta idi. Hareket halinde olan Kızılordunun arkasını korumaya memur ordu grubunun kumandanı general Zimin dahi buraya geldi”123.
Bundan sonra Burlutskiy, sürgün harekatını anlatarak diyor ki:
“Grozni’de olduğu gibi Çeçen-lnguş Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin her yerinde dahi güneşli bir gündü. Mensup olduğum kıt’a, durmakta olduğu kaza merkezinde bu kanlı güngüne, Kızılordu'nun 26. yıldönümüne tahsis edilen şenliklerle başlamıştı. Kasabanın meydanına nümayişçi kafileleri akın etmekte idi. Ellerinde komünist partisi liderleri ile hükümet üyelerinin portreleri, parola ve yazılı levhalar v.s. bulunmakta idi... Kafileler içinde çalgı aletleri ile gelen de vardı. Hiçbir şeyden şüphelenmeyen halk, milli havalarını çalıyor, milli şarkılarını okuyordu. Alay bandomuz gelenleri meşhur melodilerle karşılamakta idi.
Hitabet kürsüsünde Çeçen-lnguş Cumhuriyetinin komünistleri ve idarecileri birer birer çıkıp nutuk söylüyorlardı. Bu komünistler görünüşlerine göre ya Çeçen veya înguş idiler. Ordu namına kıt’amızın subayları, siyasi şube reisleri ve başkaları konuşmakta idi.
Başta kaza komünist partisi sekreteri olmak üzere, yerli komünistler, askerler, nihayet alelade Çeçen ve tnguşlar da hitabet kürsüsüne çıkarak Kızılordunun kahramanlığı hakkında hararetli nutuklar söylüyorlardı. Almanlara karşı zaferleri, parti ve hükümetin sosyalizm yolundaki başarılarını, Sovyetler Birliğindeki milletlerin kardeşliğini övüp döküyorlardı... işte bayramın tam bu hareketli anında alay kumandanının muavini kürsüye çıkarak, kısa ve kuru nutkunda Komünist Partisi ile Sovyet hükümetinin kararım ilan ediyordu. Kararın muhtevası şöyle özetlenebilir:
“Sovyetler Birliği arazisi Alman-faşist orduları tarafından işgal olunduğu zaman Çeçen-lnguş Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ahalisi-Çeçenler ve Inguşlar-Alman
ordularına yardım ettiler. Bunu dikkate alan Komünist Partisi ve Sovyet hükümeti, Çeçen-lnguş Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetindeki Çeçen ve înguşları yüzde yüz nispetinde Sovyetlerin başka bölgelerini göçürmeye karar vermiştir (nereye sürülecekleri gösterilmemiştir).”
Bundan sonra sözüne devam eden kumandan muavini demiştir ki;
“Herhangi bir mukavemet ve emirlerimizin icrasından boyun kaçırmak yolundaki teşebbüsler, partinin ve Sovyet hükümetinin kararlarına itaatsizlik telakki edilecek ve ordu ikaz etmeden silah kullanacaktır.”
Kürsüden işaret ettiği taraflara bakılınca meskun mahallin ordu tarafından kuşatılmış olduğu görüldü. Ağır ve hafif makineli tüfekler, alelade tüfek ve otomatlar meydandaki Çeçen ve Inguş nümayişçilerinden ibaret canlı hedefe doğru çevrilmişti. Kumandan muavinin emriyle kürsüye yaklaşan silahlı askerler, karşı karşıya bir duvar vücuda getirdiler. Arada yalnız bir metre genişliğinde bir yol bırakılmıştı. Kumandan muavinin verdiği emir üzerine, Komünist Partisi üyeleri, diğer Çeçen ve tnguşlar bu yoldan geçerek ve yanlarındaki silahları teslim ettikten sonra dörder kişilik mangalar halinde sıralanacaklardı. Silahları teslim etmeyenler, hemen orada kurşuna dizilecekti.
Tarihte benzerine tesadüf edilmeyen bu barbarca ve haince kararı dinleyen halk, hayretler içinde donakalmıştı. Kulaklarına inanmıyordu. Neden sonra kendisine gelen halk, parti ve hükümet liderlerinin portrelerini nefretle yere fırlattılar. Meydanda bulunan bütün nümayişçiler, başlarında, kaza ve nahiye komünist teşkilatları sekreterleri
olmak üzere, dörder kişilik mangalar haline geldiler, iğfal edilen insan kafilesi, silahlı askerlerin nezareti altında, şehir dışındaki toplama kamplarına sevkolundu. Bu hadise 23 Şubatta cereyan ediyordu. Şehir dışındaki toplama kampı açık bir mahalden ibaretti. Evlerde kalan ihtiyar, kadın, çoluk-çocuk ve bebekler zorla kamyonlara doldurulup aynı toplama kampına gönderildi. Buradan da, aynı kamyonlarla, yük kamyonlarına doldurulmak üzere, demiryol istasyonuna sevkolundular.”124
Topyekun sürgün harekatının hemen akabinde Kuzey Kafkasya’nın durumunun tasvirini yapan Burlutskiy şöyle diyor:
“Halk gittikten sonra ıssız sokaklarda, mevzilerini terk edip mahalli mektep binasına yerleşmeye giden NKVD kıt’alarının çizme seslerinden başka ses duyulmuyordu. Şahit oldukları manzaranın kasvetine bürünen kıt’alar sessizce buraya yerleştiler. Fakat NKVD’nin faal birlikleri, yani ajan ve hafıyeler herhangi bir sınırlamaya maruz değildiler. Bunlar, şehri votka ve şarap için talan ediyor, koyunları kesiyor; sokak ortasında bunları temizliyor, evlerdeki kıymetli eşyaları yağmalıyorlardı. Bu sarhoş sesleri, bir zamanlar gururlu bir millet olan ora ahalisinin ölüm çanları idi.”125
Böylece, 800.000 Çeçen-lnguş ve 200.000 Karaçay-Bal- kar olmak üzere 1 milyondan fazla KafkasyalI, Ölüm Kamplarına ve mecburi yerleşme merkezlerine iskan edilmiş oluyordu. Şunu da söylemek gerektir ki, sürgün edilenlerin önemli bir kısmı mahallinde, yarıdan çoğu da yollarda, toplama kamplarında ve zindanlarda, açlıktan, hastalıktan ve soğuktan hayatlarını kaybetmiştir. Sürüldükleri bölge ve feci akibetleri ve ölüm oranı hakkında henüz kesin bilgi el
de edilememiştir. Yalnız, 1955 yılında, yani sürgünden 11 yıl sonra, resmi olmayan bazı malumat alınabilmiştir. Fakat bu çok noksan malumat da yalnız Çeçenlere ve Inguş- lara aittir. Karaçay-Balkarların ise ne yerleri, ne de yaşayıp yaşamadıkları malum değildir. Ancak, sürgün yerlerinde rahat durmayan Kafkas Türkleri ve müslümanları, 1957 yılında kısmi bir affa tabi tutulmuşlardır. Bu affa göre, pek az KafkasyalI öz yurduna dönebilmiştir.
Baltık ülkeleri, Kırım ve Kafkasya’da uygulanan “Milletleri Topyekün Sürgün Etme Tekniği”, Sovyetlere iki büyük kazanç sağlamıştır. Birincisi, sınır boyları, rejime hiçbir zaman intibak etmemiş milletlerden temizlenmiştir. İkincisi, “Ölüm Kampları” ve “Bakir Topraklar”, milyonlarca işçiye kavuşmuştur. Böylece Sovyet ekonomisinin gelişimi hızlı bir şekilde artmak imkanına kavuşmuştur.
Bütün bu kazançlara karşılık, Sovyetlerin iki de büyük kaybı olmuştur. Her şeyden evvel, hür dünyada komünist sisteme karşı olan nefret daha da artmıştır. Bu durum anti- komünist güçler için Sovyetler aleyhine bir propaganda vesilesi ve vasıtası olmuştur. Diğer kaybı; dili ve dini aynı Türk halkları arasında sürgün bölgelerinde birlik ve dayanışma kurulmuştur. Kafkas Türklerinin ve müslüman halklarının sürgün yerlerinde sık sık çıkardığı isyanlar, Sovyet ekonomisine kısmen zarar vermiş, ülke içinde anti-sovyet unsurların doğmasına yol açmıştır. Bugün dahi Kırım Türkleri, yurtlarına dönmek için yaptıkları mücadelelerle, Sovyet Rusya içinde en teşkilatlı tazyik grubu olarak kendilerini göstermektedirler. Sürgün edilen milletlerin bu tip milli direniş hareketleri, “halkların sovyetleşmesi” prensibini teoride kalmaya mahkum etmektedir...
I. SOVYET'LERDE TUTUKLANMA, YARGILAMA VE SÜRGÜN
METOTLARI
ölüm Kampları ile ilgili olarak Sovyet Rusya’da tutuklama, yargılama ve sürgün metotlarının bilinmesi, birçok karanlık noktalan açığa çıkaracaktır. Bu, aynı zamanda, ölüm Kamplarına kabul edilme şerefine (!) nail olan emekçilerin hayat dramlarının bilinmesi yönünden de gereklidir. Her ne kadar buraya kadar anlatılanlardan bu konuda fikir yürütmek mümkünse de, bunları kısa olarak açıklamak bir zorunluk olarak kabul edilmelidir. Ancak şunu da ilave etmek gerektir ki, burada yazılanlar hiç kimsenin şahsi düşüncesi veya fikri değildir. Burada yazılanlar, Sovyet cennetini (!) görmüş olanların hayat hikayelerinden çıkarılan ve objektif bir tahlile tabi tutulan sonuçlardır.
1 -TUTUKLAMA
Tutuklamalar çok zorlayıcı nedenler olmadığı takdirde hep sabahın erken saatlerinde yapılmaktadır, iki üç silahlı NKVD polisi kapıyı çalarak, bazen nazik, çok defa kabalıkla evvela evi, köşe bucak ararlar, bilhassa kitap, mektup gibi evrak üzerinde çok dururlar. Bu metot; Lenin devrinde nasılsa bugün dahi aynıdır ve teferruat da olsa dahi hiç değişmemiştir. Bugün, Kırım’a dönen Kırım Türklerinin tu- tuklanışı, general Grigorenko, Yuli Daniel, Andrei Siniavs- kiy gibi “Sovyet Demokratik Dayanışma Grubu” üyelerinin tutuklanışları, Soljenitsin’in son eserine el konuşu vs. 1927- 1928 kanlı temizlik yıllarında yapılan tutuklamalardan şekil itibariyle hiç de farklı değildir. Tutuklananlar, suçuna ve itiraf kabiliyetine (!) göre bazen günlerce, bazen de aylarca
hapishanelerde açlık ve soğukla mücadele etmek zorundadır. Topyekün sürgüne uğrayan milletlerin fert ve gruplar halinde tutuklanışı ise malumdur.
2. YARGILAMA
Ekseriyetle tutuklananların suçu bellidir: Casusluk, tahrip, Sovyet askeri gücünü azaltmak, burjuva milliyetçisi, anti-sovyet propaganda yaparak yabancı hücumları tahrik, mevcut sosyal düzeni kapitalizm lehine yıkmak vs. Sovyet Ceza Kanununun 58. maddesine göre bu suçlara verilecek cezalar da şöylece tespit edilmişti:
KRTD : Mukabil ihtilal, Troçkist faaliyetleri; 5 ile 10 yıl.KRD : Mukabil ihtilal; 5 yıl.KRA : Mukabil ihtilal kargaşalıkları; 5 yıl.
Sovyet mahkemesinde yargılanan Kırım İcra Komitesi sabık başkanı Veli İbrahim... Yıl 1928 ve Veli İbrahim Moskova’nın kararı ile idama mahkum edilecektir...
CHSlR : Vatan haini aileye mensup olmak: 5-8 yıl.PSH : Casusluktan şüpheli; 8 yıl.SUE : Sosyal bakımdan tehlikeli eleman; 5 yıl.S VE' : Sosyal zararlı eleman (parazit); 5 yılYukarıda yazılı olan suçlan işlemiş sayılmak o kadar
kolaydı ki, GPU mahkemeleri önüne geleni mahkum etmekte güçlük çekmiyordu. GPU’nun sınırsız yetkileri arasında hiçbir suç dosyası olmayanları dahi 3-5 sene mahkum etme de bulunuyordu. Bu insanlara mahkumiyet nedeni sorulduğu zaman “demişsin” cevabını almak adet olmuştu. Ne dediği ve ne yaptığı daima kendince meçhul, GPU tarafından ise malum bir suç (!)...
Diğer bir yargı makamı olan “Halk Mahkemeleri” de aynı metotlarla yüzbinlerce Sovyet vatandaşını mahkum etmişti. Öyle ki, duruşmalar açık olarak yapılmış fakat sanıklara, kendilerini müdafaa için avukat tutmalarına izin verilmediği gibi, zorla getirilen yalancı şahitlerin ifadeleri yanında, malum teşkilat tarafından bilhassa getirtilip oturtulan, her fırsatta suçlulara hararet etmeye memur dinleyiciler önünde sanıklara doğru dürüst söz dahi söyletilmez.
Stalin zamanı ile bugünün Rusyasında yargılama metotları arasında değişen hiçbir şey yoktur. Kırım Türklerinin genç liderlerinden Uya Gabay, 12-19 Ocak 1970 de Taşkent şehrinde yargılanırken büyük bir cesaretle; Devlet Güvenlik Komitesi ajanlarının (yani Sovyet ceza organları temsilcilerinin) mahkeme salonuna dinleyici olarak alınmasını kendisi için “hakaret” saydığını söylemiştir.
Andre Gide diyor ki: “Sovyet Rusya’da davası ne kadar haklı olursa olsun, devlet makamlarının mahkumiyetini arzu ettiği bir sanığı müdafaa eden Rus avukatı ise hapı yutmuştur!..”
Sovyetlerde yargılama metotlarının en dikkat çekici bir özelliği de; “İtiraf” meselesidir. Her suçlu, ancak suçunu itiraf ettikten sonra ceza görmektedir, itiraflarla bile insanların vicdanında bir sorgulama yaratılmış oluyordu. İtirafların elde edilmesi NKVD için masraflı oluyor, suçlu içinde hayati bir önem taşıyordu. Ancak her ne pahasına olursa olsun istenilen itiraflar alınıyordu.
Sovyet yargılama metotlarını daha iyi anlayabilmek için Veli İbrahim, Buharin, Feyzullah Hoca, Akmal ikram Brodbki, Yuli Daniel ve Andrei Sinlavskiy’in yargılanmalarını incelemek yeterlidir.
3- SÜRGÜN
Yargılanması biten mahkumlar, bulundukları hapishaneden; “kara karga” adı verilen kapalı kamyonlara bindirilmekte, bunlarla kendilerini bekleyen özel hapishane vagonlarına götürülmektedirler. Bazen üzeri "et”, “ekmek” yazılarak ve sarı ile yeşile boyanarak kamufle edilen bu “kara karga”, 20-21 Mayıs 1968'de Moskova’da Kırımlı Türk protestocularını olay mahallinden uzaklaştırmada önemli rol oynamıştı.
Sovyet Rusya’da bütün dünya standartlarının aksine tren rayları arasındaki mesafe daha farklıdır. Yani hiçbir memleketin vagonları Sovyet Rusya’da ilerleyemez. Fark sadece bu kadar değil; hiçbir memlekette olmayan vagonlar da Sovyet Rusya’da mevcuttur. Bunların adına özel ha- pisane vagonu denilmektedir. Ayrıca, kalabalık mahkumların nakledilmesinde kapalı hayvan vagonları da kullanılmaktadır.
UNRRA temsilcilerinden John Fisher, 1946 yılında, Rusya’da gördüğü bir hapishane vagonunun tasvirini şöyle yapıyor:
“Vagonun pencerelerinde kalın demir parmaklıklar vardı. Gene demir parmaklıklı bölmeler vagonu on kompartımana ayırıyordu, iki tarafta sağlam çelik kapılar vardı. Üniformalı dört muhafız koridorda aşağı yukarı dolaşıyor ve parmaklıklı pencerelerin arkasından, istasyondaki askerlerle konuşuyorlardı. Ne bana, ne de yol arkadaşıma alaka gösteriyorlar, mahpuslarıyla da meşgul olmuyorlardı. Mahpuslardan yirmi kadarını görebildim. Burada da dikkatimi çeken mahpusların son derecede gençliği oldu. Kompartımanların birinde, hep köylü gibi giyinmiş ve yir-
mibeş yaşlarında kadar olan kadınlar vardı. Bunların dördü pencere parmaklıklarına asılmış, istasyonu dolduran kalabalığa donuk ve ifadesiz bir yüzle bakıyordu. Diğer bir kompartımanda birkaç erkek ve üçüncüsünde de tek bir kadın vardı. Diğerleri boştu. Yahut içinde adam vardı da yere uzanmış oldukları için ben göremiyordum.
Bu kompartımanların hiçbirinde ne yatak, ne de herhangi bir istirahat vasıtası görebildim. Vagonlar bir hayvan vagonu gibi çıplaktı. İstasyondaki adamlar da bu yolculara, bahis mevzuu olan hayvanlarmış gibi hiçbir alaka göstermiyorlardı126.
Kompartımanlarda 8 kişilik oturacak tahta kanepe olup, normal olarak 10 kişi de alabilir. Ancak Alman savaş esirlerinden VValter Wetter, bir kompartımanda 24 kişi,127 Anatoly Marchenko, 30 kişi ile seyahat (!) etmek zorunda kalmıştır. Marchenko diyor ki; “aramızdan biri ölse yere düşmezdi.”128
Mecburi seyahat sürgün yerine göre günlerce, hatta haftalarca sürmektedir. Gerek gıdasızlık ve gerekse pislik ve hastalık yolcu sayısını da azaltmaktadır.
ölüm Kamplarında ve sürgünde 5 yıl yaşamaya muvaffak olan Şevki Bektöre, bu konudaki hatıratında şöyle diyordu:
“İstasyonda bizi yük vagonlarına doldurdular. Buna doldurmak değil de, istif etmek dense daha doğru olurdu. Çünkü üç küçük yük vagonuna 150 kişi yerleştirilmişti. Kımıldayacak yerimiz dahi kalmamıştı. Her vagona da bir fa- raşka, on ekmek, adam başına bir miktar tuzlu balık verilmişti. Kapılar ancak hava girecek kadar açık bırakılmış ve arkalarından demir kollarla kilitlenmişti”.
"Yolculuğumuzun üçüncü günü bir başkası daha cinnet getirdi. Yerinden fırladığı zaman anlamıştım bunu. Birdenbire kendini demir kapıya atmış, yumruklamağa ve kapıya kafasını vurmağa başlamıştı.
Kimse engel olmak için yerinden kımıldamıyordu. Kalkacak halimiz de yoktu ya. Ağzı köpürmüş, burun delikleri genişlemişti. Gözleri iyice büyümüş, başından akan kan gözünü kaplamıştı. Manzarayı görmek istemiyordum. Gözlerimi sıkı sıkıya kapamıştım. Biraz sonra ses kesilince her şeyin bittiğini anladım. Baktım adam ölmüştü. Kapıda ve yerlerde beyin parçaları vardı.”129
Kırım Türklerinin 1968’de yayınlamış oldukları 115 imzalı bildiride şöyle deniliyordu:
“Bu seyahat (!) esnasında insanlar açlıktan şişiyor, bitlere yem oluyorlardı. Hasta ve aç insanların yanıbaşında yolda ölenlerin, muhafızların zamanında kaldırmadıkları çürümeye yüz tutmuş cesetleri yatıyordu.”130
Sovyet Rusya’da kaldığı 30 yıl içinde hayatının 6 yılını ölüm Kamplarında geçiren Yusuf Yıldırım ise şunları anlatıyordu:
“Her vagona ikiyüz kişi dolduruyorlardı. Sonra kapatıyorlardı. Vagonun tavanf, duvarları demirdendi. Orta yere kocaman bir fıçı ile su, teneke maşrabalar koymuşlardı. Vagonun köşelerinde birer delik açmışlardı. Bu abdeshaney- di. Yer çok dardı. Köşedeki abdeshaneye birbirimizin üstüne basarak gidiyorduk.”131
Görüldüğü üzere, Sovyet ceza sisteminin sürgün metodu da insanlık dışı olup sistemin ruhu ile tezada düşmemektedir. Sürgün metotlarında insanlık dışı hareketler sa
dece bu kadar değildir. Bir de bu metodun en son merhalesi; trenden kamp yerine kadar olan mesafenin aşılmasıdır. Bu, ilk bakışta hiç de dikkat uyandırmaz ama bir de bunu, bu hayatı yaşayanlara sormalı:
Şevki Bektöre devam ediyor:"... Yine sıraya dizilip oni- ki kilometre içeride bulunan kampa gidiyorduk. Yağmur aynı tempoda devam ediyordu. Her yer çamur içerisinde olduğundan kafile güç ilerliyordu. Yol uzadıkça belirtileri de başlamıştı. Yağmur da tam karşı istikametten gelip bir kamçı gibi vuruyordu yüzümüze. Yanımda yaşlı bir Kırgız yürüyordu. Vagondan inip de sıraya girdiğimizde, onun böyle bir yürüyüşe fazla dayanamayacağını zannetmiştim. Ama şimdi benden daha dinç adımlar atıyordu.
iki, üç saat durmadan yürümüştük, işte bu sırada kafilenin en önünde birisinin yuvarlandığını fark ettim, ihtiyar Kırgız’da görmüştü herhalde. “Tamam onun işi” dedi. Yanılmamıştı. Kafile önce duralar gibi oldu. Fakat muhafızların bağırıp çağırmaları, süngü uçları ile dürtmeleri üzerine yürümek zorunda kalındı. Adamcağızı çiğnememek için gayret sarfetmeye imkan yoktu. Çünkü, hiçbirimizde takat kalmamıştı. Gözlerimi kapadım. Biraz sonra çamurdan daha yumuşak bir şeye basıp geçince açtım, ihtiyar Kırgız yavaş bir sesle: “Elimi tut’’ dedi. Dediğini yaptım. Başını arkaya çevirmiş öyle yürüyordu. Bir el silah patladı, ihtiyar Kırgız titrek bir sesle; “işini bitirdiler” dedi.
Yol iyice berbatlaşmıştı. Birisinin ayakkabısı balçığa saplandı. Almak için eğildiğinde, başına yediği bir dipçikle olduğu yere yıkıldı. Aynı muhafız ensesine bir kurşun sıktı. Artık birçoğumuz ayakkabılarımızı ellerimize almıştık. Bu
işi yapmakta gecikenler ayakkabılarını balçıkta bırakmış yürüyorlardı.132
1940 Eylülünde tutuklanan PolonyalI gazeteci Leonid Schekach, 1941 ilkbaharında Harkov hapisanesinden Pe- çora Kamplarına getirilmiştir. Schekach, kampa ulaşmasını şöyle anlatıyor:
"... günlerce, gecelerce yürüdük. Kâh inşa edilmekte olan demiryolu üzerinden, kâh ormanlar içerisinden geçtik. Bir müddet sonra geceyi gündüzden ayıramaz olduk. Kuzeyin fecri geceleri gündüz gibi parlak gösteriyordu. Zaman mefhumunu kaybettik, hayvanlar gibi güdülüyorduk. Yollarda kâh ağaç kütükleri, kâh demiryolu taşları taşıyan kadınlara rastlıyorduk. Yiyeceğimiz kıt, suyumuz çok azdı. Yağmur dışardan, ter içerden vücudumuzu ıslatıyor, rüzgâr kurutuyordu. Maddeten ve manen bitmiştik, ama daha yolumuz bitmemişti. Yollarda kampları geçtikçe, kamp idarecileri içimizden beğendiklerini seçip alıyorlardı. Böyle bir seçme sonunda tek doktorumuz da elimizden gitti... nihayet 700 kadar mahpusla hedefimize vardık.”133
Yusuf Yıldırım ise Sibirya’ya sürülüşünü şöyle anlatmaktadır:
“Vapurlar, hayvan *nakli için kullanılan vapurlardı. Ahırdan farksızdı. Vapur yolculuğu da üç dört gün sürdü. Vapurdan çıktığımız zaman müthiş bir soğukla karşılaştık. Kar tipisi vardı. Dişlerimiz birbirine vuruyordu soğuktan. Birkaç gün yaya olarak gündüzle gecenin farkını anlamadan yürüdük. Kar tipi hiç dinmiyordu. Bizi kutup dolayındaki Narilsk’e getirmişlerdi. Kampa yaklaştığımızda, tipi biraz dinmişti. Geçtiğimiz yolun sağında solunda uzaklar
dan kuleler görünüyordu. Ateş sesleri işitiliyordu. Yürümeyen mahkumları yolda kurşunluyorlardı. Ellibin kişi kadar vardık. Bir kampın önünde durdurulduk. Tahminen on kafileye ayrılmıştık. Bir kafile burada kaldı. Kafileleri her milletten karışık olarak teşkil etmişlerdi. Epey ilerledikten sonra yine bir kampın önünde durdurulduk. Burada beş kafile bırakıldı. Yine kafileler hareket etti. Kimsede yürüyecek takat kalmamıştı. Canımızı dişimize takarak, yürüyorduk. Geride kalanların üzerine köpekleri saldırtıyorlardı. Ben en son kafileydim. Kurşunlananların, takatsizlikten düşüp donanların, can çekişenlerin, yaralananların, sıradan ayrıldı diye öldürülme tehlikesi olduğunu bildiğimizden üzerlerine basarak yürüyorduk. Bunların sayısı herhalde ikiyüzden fazlaydı.”134
Anatoly Marchenko, 1965’de sürgün yerine gönderilişini şöyle nakletmektedir:
“... ulaştığımız bir istasyonda indirilmiş ve beşer kişilik dizi halinde sıraya sokulmuştuk. Her yanımız gardiyanlar ve köpeklerle çevrilmişti.
Demiryolu üstünde bulunan bir köprüyü geçmek için yürümeye başladık.
Birden bir kalabalık toplandı. Birçok insan bizi seyrediyordu. Aralarından bazıları bize sesleniyor: “Nereye gidiyorsunuz” diye soruyordu. Bazıları da sigara paketleri hatta para atıyorlardı bize... Sonra birden bir görevli geldi ve nakliye işinden sorumlu olan katar amirine çıkıştı: “Herkes görsün diye mi bunları güpegündüz yürütüyorsun? Sana böyle yapmamanı söylemedik mi? Sanki bir tiyatro gösterisi varmış gibi bütün halkın toplanmasına sebep oldun!..”135
Daha nice nice örnekler ve Sovyet ceza sisteminin kurbanı olan milyonlarca zavallının yürekler acısı yaşantısı!... Daha kötüsü, daha yürekler paralayıcı olaylar, bu zavallıların ölüm Kamplarına girişinden sonra başlıyordu..
II. BÖLÜM
ÖLÜM KAMPLARI
A) ÖLÜM KAMPLARININ iDARt YAPISI
Ölüm kamplarının idaresi, MVD’nin (eski NKVD) bünyesindeki “GULAG” dairesinin elinde bulunmaktadır. “GU- LAG” dairesinin başkanlık vazifesini esasen Sovyet içişleri Bakan muavinlerinden biri yapmaktadır. Bu idare, sayısız kadroya ve çok geniş bir bütçeye sahip muazzam bir müessesedir. Bu hususta bir fikir edinmek için umumi idareye dahil ve kendi başlarına yine büyük bir idari-iktisadi makam oluşturan şubeleri açıklamak yeterlidir. GULAG’da şu şubeler vardır.
1) Siyasi Şube (Politotdel)2) Kadro Şubesi
3) Operatif-Çekist Şubesi (III:Şube)4) Muhafaza ve Rejim Şubesi (VOHR)5) Hesap-Taksimat Şubesi (URO)6) Kültür-Eğitim Şubesi (KVO)7) Idari-Iktisadi Şube (AHO)8) Teçhizat Şubesi9) Teftiş Şubesi
10) Savcılık Şubesi
11) Sağlık Şubesi (SANO)12) Baytarlık Şubesi13) Kamp Mahkemeleri Şubesi14) Başmuhasebe Şubesi
15) Plan Şubesi16) Maliye Şubesi (FİNO)17) Talimat Şube18) Teknik Şube19) Orman Şubesi20) Köy Ziraat ve İktisadiyatı Şubesi21) Maden Sanayi Şubesi22) İnşaat Şubesi23) Sanayi müesseseleri ve kampların meşgul oldukları di
ğer hususi üretim ve inşaat sahaları Şubesi
Mesela, “Kadro" şubesi, bütün kumanda, siyasi ve ida- ri-iktisadi kadronun işlerini idare etmektedir. Yapılan tayinleri, nakil ve intikal işlerini, aynı zamanda aşağı rütbeli kadronun da sayım ve hesap işlerini bu şube idare etmektedir.
“Rejim” şubesi, kamplarda rejim düzenini kurmak ve idare etmekle görevlidir. “Üçüncü şube”, kadronun hazırlık ve programını düzenlemekle beraber, talimatı hazırlamak ve kamplarda ajan teşkilatı kurmak işiyle de vazifelidir. “Teçhizat” şubesi de, muhafız kuvvetleri kıt’alannı teçhiz etmek işiyle meşguldür. Bütüh şubelerin görevleri ayrı ayrı olup, komünist sistemin yaşaması açısından hepsinin başarmakla yükümlü olduğu işler, gerçekten büyük ve önemlidir.
Her kamp müstakilen (mahkumların sayısı, üretim işletmeleri bakımından) büyük bir örgütlenme olduğundan her kampın kendine göre çeşitli şubeleri vardır. Bu şubeler de yaptığı işe göre, kamp mıntıkalarına taksim edilmekte ve bu mıntıkalar da küçük dairelere, yani kamp teşkilatının
ilk kısımlarına bölünmektedir. Başka bir taksimat vardır ki, o da; bazen küçük dairelerin “izam” adı verilen gruplara taksim edilmesidir. Bu “izam” grupları da kamp dışında geçici olarak çalıştırılmak üzere gönderilen bir grup mahkumdan ibaret bulunmaktadır.
GULAG’dan başlayarak “izam” grubunda biten bu teşkilatın kuruluşu hakkındaki bilgi, mecburi iş sisteminin ne derecede insanlık dışı olduğunu ve bu teşkilatı kurmak için sarfedilen gayret ve emekleri çok iyi ve açık bir şekilde belirtmektedir.
ölüm Kamplarında idareci olan görevlilerin durumlarının ve yetki sınırlarının bilinmesi, konu açısından gereklidir:
1) KAMP İDARECİLERİ
Kamp idaresi oldukça karışıktır. Büyük bir kamp, bütün teşkilatı ile adeta bir şehir gibidir. Beslenecek ve giydirilecek sakinleri vardır; iktisadi verimi yüksek bir seviyede tutmak gerekir; kendi mahkemeleri, hapishaneleri mevcuttur. Bunların yanısıra, ölüm Kamplarının gerek sayıca ve gerek kapladıkları saha bakımından büyüklüğü bunları idare edecek dirayetli ve kabiliyetli personele ihtiyaç gösterir. Moskova daima bunun sıkıntısını hissetmiştir. 1930- 1940 seneleri arasında Kamp idarecisi yetiştirmek üzere özel kurslar ve hatta okullar açılmıştır. Bilhassa kamp idarecilerinin Komünist Partisine mensup olması başlıca vasıf olarak aranmaktadır.
Kamplarda idareci vasfı olan kadroları üç kısma ayırmak mümkündür: Kadro memurları birinci kısma dahil
bulunmaktadır. Sovyetler Birliğinin MVD’sinin kadrosuna dahil ve GULAG’ın kadro şubesi emrinde bulunan bu memurlar, devletin teminatı altında bulunuyor ve birçok imtiyazlardan istifade ediyorlar. Bundan başka bu kısma dahil memurlar ancak GULAG’ın onayı ile başka yerlere nakil ve diğer görevlere tayin edilebilir durumdadırlar.
İkinci kısım, gönüllü olarak ücretle çalışan memurlardır. isminden de anlaşılacağı üzere, bu gibi memurlar, ida- ri-iktisadi görevlere mensup mütehassıs sıfatıyla ücretle alınmış kimselerdir. Şunu da kaydetmek lazımdır ki, bu görevlerde çalışan gönüllü ücretli memurların aylıkları, kendilerine muadil mülki idare memurlarının maaşından yüksektir. Bazen, kamp için değerli addedildiği veya müsbet bir değeri görülüp, kabul olunduğu takdirde sabık mahkumlar arasından da gönüllü memur alınmaktadır.
Bunların çoğu, evvelce aynı kampta mahkum olarak bulunmuş kimselerdir. Tekrar eski hayata dönmeleri imkanı bulunmadığından, burada kalmayı tercih ederler. Artık kamp hayatı onların varlıklarına işlemiştir, onun bir parçası olmuşlardır. Bu yüzden ömürlerini orada tamamlamak isteyenler de vardır.
Nihayet, sayıca en tazla kısmı, mahkumlardan ibaret memurlar teşkil etmektedir. Bu memurlar, mahkumlardan ibaret olup idare teşkilatında çalıştırılmaktadırlar. Her bir kamp için her kısımdan memur sayısı gösterilmek suretiyle kadro tayin edilmektedir. Muhafaza kuvvetleri dışında her büyük kampta beşbin kadar kadrolu ve gönüllü ücretli memur bulunmaktadır.
2) KVCH
Eğitim ve öğretim bölümüdür. Komünist Partisi üyelerinden biri tarafından idare edilen bu bölümde hür insanlarla beraber mahkumlar da bulunmaktadır. Bu bölümün veya diğer bir deyimle şubenin başlıca görevi, mahkumların şahsını incelemektir. Bundan başka bu şube, üretimi arttırmak gayesiyle üretim mahallerinde müsabakalar da tertiplemektedir. Bu şube asıl göreviyle alakadar meselelerle üçüncü derecede meşgul bulunmaktadır.
KVCH’nin bir kütüphanesi, bir de okuma odası vardır. Barakalara gazete ödünç vermek, konserler ve temsiller tertip etmek, filimler göstermek görevleri arasındadır. Kamp atmosferinin nabzını yoklamak, mahkumlara gelen ve giden mektupları sansür etmek, mahkumların yukarı makamlarrah arzu ve taleplerini havale etmek gibi işlerle de meşgul olur.
Kütüphanede umumiyetle otuz kırk kadar kitap vardır. Mahkumlar o kadar çalıştırılmaktadırlar ki, yemek ve uykudan başka bir şey düşünemezler. Bu itibarla okumaktan, hele kitap okumaktan hiç zevk almazlar. Ama bürolarda çalıştırılanlar ile sakatların kitap okumak için vakitleri bulunmaktadır. Kaldı ki, KVCH çalışmalarına katılmak fazla gıda elde etmek için bazı imkanlar da sağlamaktadır.
Mahkumları gayrete getirmek için KVCH tarafından bandolar da kurulur. Ama bandoların çalma saatleri çok uygunsuzdur. Mesela, sabahın beşinde müthiş yağmur altında, aç ve çıplak insanlar, çoğu bitkin bir halde, çalışma yerine muhafızların nezaretinde götürülürken, tel örgülü kapı yanında bando çalar. Bu nağmeler, zaten manen ve
maddeten tükenmiş insanlar için bir anlam taşımamaktadır. Ama belki kendileri için ölüm marşı çalınıyor hissini vererek ölümün rahat ülkesine kavuşmuş olmanın huzurunu aşılaması bakımından bir teselli olabilirdi.
3) MVD OLAĞANÜSTÜ TEMSİLCİSİ
Her kampta Komünist Partisinin mutemedi olan MVD temsilcisi bulunur. Sovyet rejimi tarafını müdafaa etmek, onun gözü ve kulağı olmak başlıca görevidir. Her zaman, her yerde mevcuttur. Herkes kendisinden korkar. Zira mahkumlar arasından elde ettiği ajanlarla diğer mahkumları ölüme mahkum etmek yetkisi vardır. Hatta Kamp idaresi dahi bu temsilciyi kontrol ve onu tenkit edemez. Bu temsilciler, çoğu zaman hükümet aleyhtarı hareket veya sabotaj gibi suçlarla suçsuz insanların ölümüne sebep olmuştur. Bilhassa siyasi suçlular, ağızlarından çıkacak bir sözün yanlış yorumlanması sonucunda ölüme mahkum edilecekleri düşüncesiyle daima bir korku içinde yaşarlar.
4) VOHR
ölüm Kamplarının ıpuhafaza teşkilatının özel bir ismi mevcuttur, ki buna da “askerileştirilmiş muhafaza” veya kısaca VOHR denir.
Muhafız kuvvetleri, sayı itibariyle oldukça kabarık bir yekun teşkil etmektedir. Bunların miktarı, muhafaza altında bulunan mahkumların sayısına oranla % 2,5 ila % 5 ’i bulmaktadır. Bazı durumlarda bu oran daha da artmakta ve % 7,5’a varmaktadır. Muhafız kuvvetleri miktarlarına göre muhtelif kısımlara bölünmektedirler. Mesela, 100 kişi
yi bulan bir muhafız kuvveti “hususi müfreze” adını taşımaktadır. 100’den 1500’e kadar olanlara III. Kısım muhafızı, 1500’den 2500’e kadar olanlara II. Kısım ve 2500’den fazla olanlara I. Kısım muhafızları adı verilmektedir. Muhafız kuvvetlerinin subay sayısı, muhafız kuvvetlerinin kamplara taksim edilişine ve merkezdeki faaliyetin mahiyetine göre, tayin edilmektedir. Bu merkezlerde arama köpekleri de mevcuttur. 1941 de, yani savaş başlayınca “manevra grupları” adıyla yeni kıt’alar teşkil edilmişti.
Muhafız kuvvetleri kıt’alan çok yönlü bir teşkilata sahiptirler. Kampın muhafız kuvvetleri birkaç müfrezeden oluşur. Uzak mesafede bulunan şu veya bu kamp şubesi yanında özel müfreze veya özel taburlar bulundurulmaktadır. Daha ziyade toplu bulunan kamplarda muhafız kuvvetleri, tabur ve özel takımlar halindedir. Bu takımlara, ancak orta kumanda heyetine dahil subaylar kumanda edebilir. Her takımın bir de siyasi idarecisi vardır. Muhafız kıt’aları; tabanca tüfek, makineli tüfek gibi hafif silahlarla donatılmışlardır. El bombaları, ihtiyat silah olarak depolarda saklanmaktadır. GULAG’ın muhafız şubesine bağlı bulunan kampların muhafız kuvvetleri kendi faaliyetleri bakımından başka idari teşekküllerin de emri altında bulunmaktadırlar. Mesela, iç hayat ve hizmet işleri itibariyle kamp idare reisine, hareket bakımından, hareket-teknik şubesi reisine, siyasi bakımdan kampın siyasi şube reisine bağlı bulunmaktadırlar.
Bu çeşit bir ordu için meydana getirilen uygun ve iyi şartlar, Sovyet hükümetinin bu muhafız kadrosunu iyice koruduğunu ve itimat edilir bir kuvvet halinde yaşatmaya önem verdiğini göstermektedir. Muhafız kuvvetlerinin ku
manda heyeti ile erler, yiyecek, elbise v.s. bakımından Sovyet ordusundaki normlara bağlı bulunmaktadırlar. Bununla beraber, bazı imtiyazlardan istifade etmektedirler. Mesela, 1941 de muhafız kuvvetlerinin erlerine esas maaş olarak 240-250 ruble aylık veriliyordu. Aynı zamanda aileleri de ışığı, ısınması, mobilyası öncelikle verilen apartmanlarda oturuyorlardı. Daha uzak yerlerde hizmet görenler şüphesiz daha fazla aylık almaktaydılar. Bu gibi yerlerde ara vermeden iki sene çalışmış olanlara aylıklarından başka ayrıca ikramiye de veriliyordu. Aralıksız devamlı olarak çalışmış olanlar, daha fazla kazanmaktaydılar. Erlerin istifade ettikleri bu imtiyazlardan kumanda heyetinin de istifade edeceği tabiidir. Şunu da kaydetmek gerekir ki, VOHR reisinin, hazır elbise, iki aylık izin, ışıklı, sıcak apartmandan başka, ayda 5000 ruble maaş almak imkanı vardı.
Muhafız kuvvetlerinin ağır iklim şartları altında hizmet gördükleri hususu da gözden uzak bulundurulmamıştır. Mühim olan taraf, bu gibi ağır şartların muhafız kuvvetleri üzerinde olumsuz bir tesir yapmasına yol vermemektir. Muhafız hizmeti, kendi değeri bakımından dokuz kısma ayrılmaktadır:
1. Bekçi ve nöbetçi hizmeti.2. Maiyet ve refakat hizmeti.3. Nezaret hizmeti.4. Kontrol ve müsaade hizmeti.5. Seyyar gece karakol kolu hizmeti.6. Firarileri arama hizmeti.7. Kamp sınırları dışında emniyet hizmeti.8. Muhafız kuvvetlerinin dahili hizmeti.
9. Olağanüstü olayları tasfiye işine hazır bulunma hizmeti.
Bütün bu hizmet şekillerinden en fazla dikkat çekeni, şüphesiz son hizmet olsa gerektir. Bu hizmetten maksat, muhafız kuvvetlerine dahil her kıt’a veya grubun kampta çıkabilecek anarşik hareketlere karşı hazır ve tedbirli bulunmasıdır. Bu gibi hadiseleri önlemek için özel askeri emniyet planları olduğu gibi, her hadise için önceden düşünülmüş talimatlar da vardır. Bu talimatlar oldukça teferruatlı bir şekilde hazırlanmış, yalnız muhafız kıt’alarının değil, ayrı ayrı erlerin hareket tarzı bile belirtilmiştir. Mevcut sistemi karak- terize ettiği için bu hususta birkaç kelime söylemek gerekir.
Mesela, harekat hizmetine dair “alarm talimatı” diye bir talimat vardır ki, burada kıt’a grup ve kumandanların ne şekilde hareket edecekleri ayrı ayrı belirtilmiştir. Alarm talimatı esasen hadiselerin mahiyetine göre muhtelif tarzda yazılarak muhafız kuvvetlerinin bu talimata göre hareket etmeleri mecburi kılınmıştır. Kampta isyan, muhafız kuvvetlerine saldırmak, silahlarını almak, grup halinde firara teşebbüs, yangın, zelzele, çökme hadiseleri, felaket gibi, mahkumların firar etmek veya kargaşalık çıkarmak için faydalanabilecekleri hadiseler, olağanüstü hadiseler olarak kabul edilmektedir. Herhangi bir Ölüm Kampında şartlar değişince, talimatda da derhal bir değişiklik yapılır. İşte, bütün bunlar, kamp sistemi planlarının ne derecede kılı kırk yararcasına işlendiğini ve Moskova idarecilerinin akla gelebilecek en ufak bir anarşik harekete karşı ne kadar hassas davrandığını göstermektedir.
VOHR’ın köpek yetiştirme yerlerinde birçok köpek ye
tiştirilmekte ve terbiye edilmektedir. Bu köpekler arama hizmet için ayrılmış bulunuyordu. Ayrıca onlardan bekçilik için de istifade ediyorlardu. Bekçi köpekleri blokpostlarda hizmet görmekteydiler. Blokpost denilen şey; iki direk arasına gerilmiş 50-60 metre uzunluğunda telörgüden ibarettir. Tele, köpeğin bağlandığı zincirli bir halka yerleştirilmiştir. Köpek, uzun zinciri sayesinde telörgü etrafında serbestçe dolaşarak bekçilik yapmaktaydı. Blokporstlar esasen nezareti güç olan yerlere konulmaktadır. Köpekler, her 6-8 saatte değiştirilmekteydi. Bu gibi blokpostlara yaklaşmak isteyenler, eğer önceden kurşunla vurulmamışsa, köpek tarafından derhal parçalanıp lime lime edilmekteydi.
Arama köpekleri bazen bir sene devam eden hazırlık kursları görmektedirler. Bu hazırlık devresinde köpek, insanlardan tamamen tecrid ediliyor ve ancak arama köpeğiyle beraber çalışacak olan bir tek adama alıştırılıyor. Bu kurs taliminde en önemli taraf; takip terbiyesi, mücadele şekilleri ve ısırma talimleridir. İzi bulmak ve bu iz üzerinde yürümek talimine bilhassa önem verilmektedir. Her Ölüm Kampında 150’den fazla arama köpeği ve 500 kadar bekçi köpeği vardır. Çoğu zaman bu kadarı da kafi gelmemektedir.
Sonuç olarak denilebilir ki; Ölüm kamplarında muhafaza işi, farklı bir tarzda teşkilatlandırılmış ve diğer bütün dünya muhafaza sisteminden tam anlamı ile başka bir tarzda ve gayede kurulmuştur.
B) ÖLÜM KAMPLARINDA ÇALIŞTIRILANLAR KİMLERDİR?
ölüm Kamplarında yaşayanları üç kategoriye ayırmak mümkündür:
1.) Profesyonel suçlular (adi suçlular)2.) Kamu düzenine karşı suç işlemiş olanlar (BITOV1K)
3.) Siyasi suçlular.Hırsızlar, katiller, adi suçlular grubuna dahil olup,
mahkumlar ordusunun küçük bir kısmını teşkil ederler. Kamp içinde birbirlerine en çok bağlı olan ve bu sayede daha iyi geçinip daha iyi giyinen ve beslenen bu gruptur. Kamp hayatı üzerinde tesirli bir rol oynarlar. Çoğu mesleğini burada da icra eder, ellerine geçebilecek her şeyi çalmak, bilhassa başkasının yiyeceğini çalmaktan büyük zevk duydukları da ifade edilmektedir. Kamp idarecilerinin bu tür hareketleri bastırması gerekmesine rağmen, çoğu zaman seyirci kalarak suçluların tarafını tutarlar. Çünkü suçsuz olanlar; “vatan haini”dir, yani siyasi suçlulardır...
BITOVIK’lar; kamu müesseselerinde çalışıp suistimal- den suçlu olan kimselerdir. Sovyet Rusya’da seyyar satıcıdan temizlik işçisine kadar herkes devlet memurudur. Sovyet bürokrasisinin alt kademesinden üst kademesine kadar görülen ortak özellik; çoğunluk memurların kendilerini ve ailelerini geçindirmek için başka yollara başvurmasıdır. Dolandırıcılık, karaborsacılık ve rüşvetten suçlu kimselerle, umumi adaba aykırı suç işlemiş bu şahıslara kampta iyi bir mevki verilir. Kampın “Kültürel ve Terbiyevi Kısmı”nın idaresini bunlar yürütür. "Halkın düşmanı” denilen siyasi suçlulardan daha iyi yaşama imkanlarına sahiptirler.
SlYASÎ suçlular ise yedi ayrı kısımdan ibarettir:a) Kolektif ziraat yapılan arazide ferdiyetçi eğilimlerin
den şüphe edilip, çalıştırılmak istenmeyen çiftçiler bu grubu teşkil eder. Sayıca en fazla olan Ukrayna köylü
leridir. Bunu Türkistan ve Rus köylüleri takip etmektedir. Bunların siyasi fikir ve gayeleri yoktur. Sadece Sovyet sistemine karşı kalpten gelen kinleri mevcuttur. Ağır iş görmeye alışık olmaları hasebiyle iş kollarının büyük çoğunluğunu bunlar teşkil eder.
b) Sınır boylarının eski sahipleri: Bunlar, Rusya Lehleri, Koreliler ve Baltıklılardır. Ölüm Kamplarına topyekün iskan edilmeleri ile sınırlar, doğuda ve batıda güven altına alınmıştır.
c) Savaş suçlusu olarak mahkum edilmiş kimseler: tşgal altındayken düşmanla işbirliği yapmış olanlar, savaş esirleri, Almanya’ya götürülüp düşmanla isteyerek veya istemeyerek bağ tesis etmiş olan kadın ve erkekler ve nihayet savaştan sonra işgal edilmiş olan memleketlerin vatanseverleri de bu kategoriye dahildir. Kırım ve Kafkasya Türkleri, Volga Almanları da savaş suçlusu olarak kabul edilmekte ve bu kategoriye dahil edilmektedirler.
d) Rusya dışında seyahat etmiş veya Rusya dışında akrabaları olup da bunlarla iletişimde bulunanlar: Bu kategoride Yahudiler, diğerlerine nisbetle büyük bir yekun tutmaktadır. Genellikle hemen hemen her Yahudi ailesinin Polonya ve Romanya’da; bugün ise, İsrail ve A.B.D’de yalayan bir veya birçok akrabası bulunmaktadır. Bu gruba yabancı komünistler de dahildir. Kendi hükümetinin baskısından kaçan Alman, Avusturya, Macar ve İran komünistleri, Rusya cennetinde (!) iyi muamele görecekleri yolundaki inançlarının kurbanı olarak Ölüm Kamplarında ömürlerini tüketmektedirler. Bu kategoriye dahil olanların hemen hepsi, mahkemece değil, gizli polisin ilgili bürosu tarafından mahkum edilmiş bulunmaktadır.
e) Dini inanışları sebebiyle hüküm giymiş olanlar: Miis- lümanlar, katolikler, Ukrayna Ortodoks kilisesi mensupları ve protestanlar. Bu kimseler yüksek ahlak seviyeleri gibi inançlarının sağlamlıkları ile de tanınmışlardır. Bunlar, “parazit" takımına dahildir. Kamplarda hüküm süren maneviyat bozukluğu ve düşmanlık hislerine karşı bunlar: “karanlıktaki fener" misali ışıldamaktadırlar.
f) Vasat ve vasatın üstünde bulunan devlet memurlarından siyasi sebeplerle hüküm giymiş olanlar: Bunların çoğu Komünist Partisinin iiyesi olup, sabotaj şüphesiyle vazifelerinden uzaklaştırılmış bulunan inşaat mühendisleri ve teknisyenlerdir. Bunlar kampta diğer siyasi suçlulardan daha rahat yaşamaktadır. Kendilerine idari vazifeler verilebilmektedir.
g) Bu son kategoride, demirperde gerisi ülkelerde anti-sov- yet faaliyet mensupları yer almaktadır. Bilhassa, 1956 Macar milli-kurtuluş ihtilali sonrasında 63.000 Macar vatanseveri Ölüm Kamplarına iskan (!) edilmiştir.
C) ÖLÜM KAMPLARININ REJİMİ
Ölüm Kampları rejiminin temel prensiplerine göre mahkumlar, şu esaslara göre taksim olunmaktadır:
1.) Cinsiyetine göre.2.) Iş kabiliyetlerine göre.3.) Meşgul oldukları işlere göre.4.) Mahkumiyet maddelerine göre.5.) itimat derecelerine göre.6.) Mahkumiyet sürelerine göre.
işte, her grup mahkum, bu esaslara göre şu veya bu rejime tabi tutulmaktadır. Rejim, muhtelif gruplar için muhtelif şartlar ortaya koymuştur. Bu şartlar da belirli bir tasnife tabi tutulabilir, ilkönce, bu tür mahkumlar için mecburi olan ve “genel rejim” adını taşıyan bir rejim vardır. Mahkumun hareket edeceği ve dolaşabileceği sahanın son haddine kadar tecridi, mecburi yoklama, dış dünya ile temas ve irtibattan mahrumiyet, üzerinde en gerekli eşyadan başka bir şey bulundurmamak yasağı bu kabilden birçok yasaklar bu genel rejimin esas noktalarını teşkil eder. “Sıkı rejim” tatbik edildiği zaman normal olarak mahrumiyet derecesi de o nispette artmaya başlar. Bu sıkı rejim, haklarında özel talimat olan mahkumlara tatbik edilmektedir. Aslında bütün siyasi mahkumlar bu rejime tabidirler. “Sıkı rejim” demek; kuvvetli muhafaza, daha sıkı kontrol, bu gibilerini idari-iktisadi işlerde sınırlı sayıda çalıştırmak, kampta her hangi bir olumsuz hareket olduğunda onları sorumlu görmek demektir.
“Ceza rejimi” ise, mevcut şartlar bakımından daha ağır ve sıkıdır. Görünüşte, güya sistematik bir surette anarşik olay çıkaran mahkumlara tatbik edilmektedir. Kamp idaresi bu rejimi kimseye hesap vermeden canı istediği mahkuma tatbik etmek yetkisine sahiptir. Bahsi geçen rejim, “ceza noktaları” olarak tespit edilen hususi kamplarda tatbik edilmektedir. Bu gibi kamplar, çok uzaklarda ve ıssız bölgelerde bulunmaktadır. Bu tip kamplarda muhafaza işi oldukça sıkı, yiyecek durumu çok kötüdür. Gruplaşma tama- miyle yasak olup mahkumlar en ufak bir olay üzerine hücreye kapatılarak olayın tekrarında derhal kurşuna dizilmektedirler.
Tecrit gayesiyle tatbik edilen rejim şartlan da yok değildir. Aslında gerçek hapis, hapishane içinde hücrede yaşamaktan başka bir şey değildir. Bu kısma dahil mahkumlar, sıkılığı ve şiddeti itibariyle yukarıda anlatılan bütün rejimlerden daha ağır bir rejime tabi bulunmak zorundadırlar.
Nihayet, “serbest rejim” adını taşıyan bir rejim de mevcuttur. Bu rejim, esasen, kamp idaresi için her hangi bir değeri ve önemi bulunan mahkumlara tatbik edilmektedir. Çoğu zaman kampın üretim görevlerinin gerçekleşmesi için gerekli olarak kabul edilen uzmanlar da bu kısma dahildir.
D) KAMP BÖLGESİ
Ölüm Kampları, genellikle insanların kendi istekleri ile gidemeyecekleri bölgelerde kurulmuştur. Genel olarak bir kamp; dört tarafı dikenli tellerle çevrilmiş, gözetleme kuleleri ile geniş bir saha üzerine kurulmuştur. Hemen her kampta düşünülen tek şey, mahkumların firarı meselesidir. Bunun için de her kamp çevresinde iki engel vardır. Birincisi; beş metre genişliğinde, üç metre derinliğinde bir çukurdur. Bu, ortaçağda şatoların etrafını çeviren içi su dolu hendeklere benzemektedir. İkinci engel ise, beş metre genişliğindeki iz tarlasıdır. Bu tarla, gizlice geçenin ayak izlerini göstermekte ve firar hareketlerinin kontrolünü sağlamaktadır. Ayrıca, geceleri bütün kampı tarayan projektörler de mevcuttur.
Kamp bölgesi içinde; kamp büroları, mahkum barakaları, mutfak, banyo ve hastane bulunmaktadır. Muhafız askerlerin ve kadrolu memurların evleri ile dükkan ve fırın umumiyetle kamp bölgesi dışındadır.
Kamp bölgesi, çalışma alanı ile çok geniş bir yer tutar. Mesela “Bamlag” kampı, 30 kadar şubesiyle 1000 kilometrekarelik bir sahaya yayılmıştır.
"Belbatlag” kampı, her biri 300 kilometre mesafede bulunan “Kem”de ve 500 kilometredeki “Kandalakşe”de ve 900 kilometre mesafede bulunan “Murmansk”daki şubelerini idare etmektedir. Tabii, bütün bu bölgeler arasında daha küçük birçok şubeler vardır. “Kolima” kampının, Fransa’nın dört misli, “Peçora” kampının ise Britanya adalarından daha büyük olduğu bilinmektedir.
Yukarıda da tekrar edildiği gibi, ölüm Kamplarının kurulduğu bölgeler, gerek iklim ve gerekse diğer tabiat şartları bakımından her insanın uyum sağlayamayacağı yerlerdir. Mesela, “Kolima” kamp bölgem, Kuzey dairesinin en soğuk ve yaşamak için en elverişsiz arazisi üzerindedir. Senenin dokuz ayında nehirler, hatta toprak buz tutar. Ortalama ısı, -34 C civarındadır. “Sazlag” kampı ise Orta Asya çölleri üzerinde kurulmuştur. Görülüyor ki, ölüm Kampları Sovyet Rusya’da nüfusun dağılımında bir denge (!) unsuru olmaktadır.
ölüm kampları, bulundukları bölgelere uygun isim almışlardır. Şehirlere yakın oldukları için bazı kamplara Vor- kutlag, Uhtpeçlag, Viyazmfag, Kuibişevlag, Karlag, Sverdlag isimleri verilmiştir. Kamplardan bazıları da bulundukları bölgenin adını almışlardır. Mesela, Sazlag (Orta Asya Kampı), Dallag (Uzak Doğu Kampı), Sevostlag (Kuzey Doğu Kampı), Bomlag (Baykal-Amur Kampı) vs.
Görüldüğü üzere kamp bölgeleri, kızıl rejimin kurbanı milyonlarca mahkuma karşı, en azından Sovyet adalet sistemi ve kamp idarecileri kadar sert ve merhametsizdir.
E) KAMP MAHKUMLARININ BİR GÜNLÜK HAYATI
Ölüm Kamplarının rejimine uydurulan mahkumların hayatı gerçekten yürekler acısıdır. Sovyet Rusya’nın bu gönüllü (!) işçileri bir günlük programlarında da görüleceği üzere yaşamıyorlar, adeta sürünüyorlar. Bu programa tabi her mahkumun ağır hayat şartları yüzünden günden güne eriyeceği muhakkaktır.
Sovyet ölüm Kamplarının ne demek olduğunu anlamak ve bu hususta bir fikir edinmek için aşağıdaki günlük programı gözden geçirmek kafidir:
Kalkma............................................................... Sabah saat 4 ’de
Kahvaltı ve işe hazırlık...............................5 ’den 6 ’ya kadar
I ş .............................. ............................................ 6 ’dan 12 ’ye kadar
ö ğ le yem eği.....................................................12 ’den I 3 ’e kadar
Iş ve d ö n ü ş ...................................................... 13’den 19’a kadar
Akşam y em eği................................................19’dan 2 0 ’ye kadar
Akşam yoklaması ........................................2 I ’den 2 2 ’ye kadar
Şüphesiz, bu programda iş saatini arttırmak gayesiyle bir takım değişiklikler de yapılmaktadır. Mesela, kampların çoğunda öğle yemeği verilmemektedir.
Kampların sosyal hayat şartlarının; iş, gıda, giyecek, istirahat, sağlık ve bakım durumlarının ayrı ayrı incelenmesi ile bu programın korkunçluğu daha da açığa kavuşacaktır.
III. BÖLÜM
ÖLÜM KAMPLARINDA HAYAT ŞARTLARI
A) tŞ DURUMU
Ölüm Kamplarının her mahkumu çalışmaya mecburdur. “Mecburi Çalışma Kampları” adı da bu zorunluluğun daha açık bir ifadesidir. Mahkumlar çeşitli yönlerden incelenir ve yapacağı iş, bedeni kabiliyeti ile ehliyetine dayandırılarak tespit edilir.
Mahkumlar şu gruplamaya tabi tutulmaktadırlar:1.) Her türlü işi yapabilir,2.) Vasat gayret isteyen işlerde çalışabilir,3.) Birinci sınıf sakat,4.) ikinci sınıf sakat.Mahkumlar, kamp mevcudu ve işin önemine göre; 20-
30 ve 50-100 kişilik çalışma kollarına ayrılır. Bu kollara ayrılan mahkumlar, yukarıdaki gruplamanın ilk üç maddesine dahil olanlardır. Kamp idarecileri bu üç sınıf arasında fazla bir ayırım yapmamaktadırlar. Her kolun mahkumlar arasından seçilmiş bir lideri vardır. Çalışma esnasında “Foreman” yani takım nezaretçisi, çalışma koluna nezaret eder. Kendisi de mahkum olan Foreman, günün sonunda kendi emri altındaki kol tarafından yapılan işin hacmini kaydeder. Çalışma kolu lideriyle beraber her mahkumun vesikasını beraber doldurur. Bu vesikalar; çalışma normlarını tespit eden büroya gider, onlarda her mahkumun kendisi için tayin olunan nispetle ne kadar iş çıkarmış olduğunu tespit eder. Sonra bu vesikalar yiyecek kısmına gönderilerek, her mahkumun ertesi gün ne miktar tayın alacağını tespite yardım eder.
Asgari normlar mütemadiyen arttırılmaktadır. Böylece mahkum % 100 normuna ulaşabilmek için her gün daha fazla gayret sarfetmek zorundadır. Daha fazla yemek arzusu, bazı kimseleri takatsizliğe kadar sürükler, zira verilen gıdalardan sarfetmiş olduklarından fazla enerjiyi hiçbir zaman alamamaktadırlar. Verilen normu dolduramayanların ise yiyeceklerinde kısıntı yapılmaktadır Normu doldurmamayı itiyad haline getiren mahkumların akıbeti, yavaş ölümdür.
Asgari normu dolduramayanlara hücre cezası verilmektedir. 1941’de ölüm Kamplarından kurtulan PolonyalIlardan biri “iş” hayatını söyle anlatmaktadır:
“Kolima”daki gerekli miktar altını çıkarmayan ekibin ara vermeden tekrar vazifeye devam etmesi icap ediyordu. Gündüz ekibinin böylece bütün gece çalışması işten değildi. Gece başarı gösterilmezse mahkumlar hücrelere konuluyordu. Hücrelere çıplak girmek adetti. Tabii soğuktan donmak tehlikesi daima vardır. Altın ihtiva eden tabaka işlendikten sonra toprağın temizlenmesi lazımdı. Bu, 36 metrekarelik bir arazi parçasının süpürülmesi demekti. Bunu layıkı ile yapamadıkları için kaç mahkum hücreye tı- kılmıştı. Hele Volga bölgesinden gelmiş olan Alman arkadaşım Untenberg, bu işi başaramadığı için çırılçıplak ve kir mıldamamak şartiyle hücreye konulmuştur. Gece berraktı; sivrisinek sürülerinin üzerine akın ettiğini gördük. Sabah olduğu zaman bütün vücudu şişmişti: ıstıraptan avaz avaz bağırıyor, yerlerde debelenip duruyordu...”136
Diğer bir PolonyalI, gazeteci Leonid Schekach, Peçore Kamplarındaki “iş” hayatını şöyle anlatmaktadır:
“ ... ilk günü 18 metreküplük bir çukur kazmam ve çıkar
dığım toprağı 18 metre öteye götürmem emir olundu. Ancak 6 metreküplük bir çukur kazabildim. Katorga yani kürek mahkumu tabiri bile bu çeşit esir çalışmasını tarife kafi değildir.
Sabah 5’de işe çıkıyorduk. Uzun uzun bizi sayıyorlardı ve her seferinde bir yanlışlık yapılıyor ve tekrar sayılmamız icap ediyordu. Sonra iş yerine götürülüyorduk. Küreklerimizle kıramayacağımız kayalar çıkınca insan kudretinden daha fazla bir gayret sarfetmemiz gerekiyordu; bazen de yerden sular fışkırıyor, işimiz daha da güçleşiyordu.”137
Alman savaş esiri VValter Wetter ise, Mavkeeka madenlerindeki ve kamptaki çalışma hayatını dile getiriyor:
“Artık işimiz bitti dedim. Devamlı ölümler, kazalar birbirini takip ediyordu. Kamptan çıkıp 50 dakika yol yürüdükten sonra maden ocaklarına varıyorduk. Sabah-öğlen-akşam olmak üzere üç vardiya halinde çalışıyorduk. Şayet sabah vardiyasına dahilseniz sabahın üçünde kalkıyor ve 200 gram ekmek ve sudan yapılmış bir çorba ile işbaşına gidiyordunuz. Sabah 6.30’da emniyet kapıları dahi olmayan asansörlerle kuyulara iniyorduk. Aramızda kadınlar da vardı. Nöbetçiler bizi asansöre kadar götürüyor, sonra geri dönüyordu. Biz ise fırtına gibi aşağı gidiyorduk. Her taraftan başımıza sular sızıyordu. Burası 500 m. derinlikte kömür tabakaları bulunan basit maden ocakları tesisiydi. Bu iş yerinde bir kaza geçirdim. Yaramın iyi olmasını beklemeden tekrar beni çalışmaya zorladılar. Madem ki ekmek yiyordum, o halde bunu haketmeliydim. Kampta küçük bir büfe vardı. Orada Rus votkası ve Kırım şarabı bulunurdu. Eğer normlarınızı normalin üzerinde doldurursanız birkaç kuruş sahibi olur, bunlardan satın alabilirdiniz. Ama bizde o kuvvet nerede idi? Normal normumuzu dahi dolduracak takatte değildik.
Hele o orman kampında yarabbi neler gelmemişti başımıza! 8.5 metreküplük ağaçları elimizdeki kör testere ve kırık baltalarla kesmek zorunda idik. Ayaklarımızda ıhlamur ağacından yapılmış takunyalarla bir kadın nöbetçiyle beraber, eksi 30-35 derecede ormanlar içinde çalışırdık. Ayaklarımızın altı soğuktan kıpkırmızı kesilip donmak üzereyken ormanda kestiğimiz ağaçlardan bir ateş yakar, biraz kendimize gelirdik. Kestiğimiz ağaçları yaktığımız için de istenilen normları dolduramıyorduk.”138
Iranlı sabık komünist Mehrali Miyançi, Aşkabad toplama kampındaki “Iş” durumunu anlattıktan sonra kendi durumundan şu şekilde bahsetmektedir:
“Kampta tamir atölyesine alındım. Vazifem, vagonların tamiri için gerekli olan demirleri delmek idi. Hergün bir santimetre kalınlığında demir levhalar üzerinde 3,5 santimetre çapında 900, 1 santimetre çapında da 600 delik açmam lazımdı. Paydos yapmadan günde 12 saat çalışıyor ve emeğim karşılığı 600 gram siyah ekmek alıyordum. Diğer mahkumlar tuğla yapıyor, halı dokuyor ve diğer el işlerinde çalıştırılıyorlardı. Gıdasızlıktan ve aşırı çalışmaktan ölenlerin ölüm haberi birkaç gün sonra kamp başkanına ulaştırılıyordu. Zira, kamp menAırları birkaç gün de olsa ölenlerin gıda paylarından istifadeyi düşünüyorlardı.”139
Türkiyeli sabık komünist Yusuf Yıldırım, Karaganda kampında başından geçenleri şöyle nakletmektedir:
“... Sabahın beşinde kalkıp, akşamın sekizine kadar çalışıyorduk. Hergün gıdasızlık ve aşırı çalışmadan hastalanarak; en az yüz kişi ölüyordu. Iş yerine geliş gidişte yürüyemeyen, kafilenin gerisinde kalanları da ya kurşunluyor,
ya da köpeklere parçalatıyorlardı. Sebebi gayet basitti, yürümekten aciz bu insanların kaçacakları ileri sürülüyordu.” no
Yıldırım, Narilsk kampındaki “iş” hayatını da söyle anlatmaktadır:
“Taş karyerlerinde çalışıyorduk. Vagonları doldurup, boşaltıyorduk. Hergün karyerde, yalnız kazanlarda 50-60 kişi ölüyordu. Tipisiz gün yoktu. Kampa üstümüz başımız buz bağlamış halde geliyorduk."141
Mahkumları iş yerine sevketmek “Foreman”ın vazifesidir. “Foreman”lar vahşet ve gaddarlıkları ile ün salmışlardı. Çünkü bunlar da mahkum olup, yerlerini muhafaza edebilmek için her türlü insanlık dışı hareketleri yapmak zorundadırlar. Bunların yemekleri ve yattıkları barakalar, mah- kumlarmkinden farklı olup yaşamak için daha elverişlidir.
Bütün vahşi muamelelere rağmen yaşamaktan ümidini kesen mahkumların protesto seslerinin yükseldiği görülür. Bunların protestosu, işten kaçmaktır.
İşi terkedenlere ceza yemeği verilir ki, bu da sabah sade suya bir çorba ve akşam 250 gram ekmekten ibarettir. Bundan başka işi terkeden tek başına hücreye kapatılır. Eğer bir mahkum defalarca işi terketmişse durumu incelenerek dosyası mahkemeye havale olunur. Kendisine verilecek ceza; genellikle ölümdür. Hükmün icrası daha doğrusu ilamın infazı bütün mahkumların huzurunda olur. Vasati iş normunun % 30’undan aşağı düşmek de işi terketme sayılır. Böyle olduğu halde bilhassa kış aylarında işi terketme hadiseleri çok olmaktadır. Bunlar içerisinde çok görüleni tamamen takatini tüketmiş ve her şeye ilgisiz nazarlarla
bakan kimsedir. Tek bir arzusu vardır. Mümkünse ılık bir köşede, saman yığınından ibaret yatağı üzerinde kıvrılıp yatmak, böylece hayatının ve enerjisinin tükenişini mümkün olduğu kadar az hissetmek...
Ancak, mahkumların ilk fırsatta işleri sabote veya ağırlaştırdıkları da görülmektedir. Zaten kampların sıkı rejimi biraz da bunun için uygulanmaktadır. UNRRA temsilcisi John Fischer, bu tip bir çalışmanın görgü şahidi olmuştur. Gördüklerini söyle anlatıyor.
“Bu esirler, gördüğüm insanların en bitkin ve maneviyatı en düşükleriydi. Umumiyetle ekipler halinde ve kendi erbaşlarının kumandası altında çalışıyorlardı. Rus muhafızları (bunlar kollarında hafif mitralyöz taşıyan iki üç kuvvetli milistir) esirlerin başlarında nezaret için bulunuyorlar ve iş sümüklü böcek süratıyla ilerliyordu, içeriden herhangi birinin tek elle kaldırabileceği bir tahtayı götürmek için Alınanlardan yedisinin bir araya geldiklerini gördüm. Büromun yanında hemen hemen harabe halinde bir binada bu esir kafilesinin çalışmalarım, tamir mi, yoksa büsbütün tahrip mi ettiklerini anlayamaksızın beş gün müddetle seyrettim.”142
Kamplarda bir başka grup daha vardır ki, bunlar çalışmamayı prensip olarak kabul edenlerdir. Herhangi bir Sovyet kurumunda çalışmak onlar için şeytana hizmet etmek demektir. Kamplarda hisselerine düşen sefalet, tahammül edemeyecekleri kadar ağırdır. Kaçınılmaz akıbetleri ölümdür.
Mecburi çalışmaya kadınlar ve sakatlar da dahildir. Vic- tor Kravchenko; Kemerova kampında ayazda odun taşyan kadınları gördüğünü söylemektedir. Kravchenko diyor ki; "kamplarda ölüm vak’aları pek yüksek olduğundan, hergün
14 saat çalışmak suretiyle ölenleri gömmek için hususi bir ekip kurulmuştu.”143 Gerçekten de kampların ağır hayat şartlarına başta kadınlar ve sakatlar uzun süre dayanama- maktadır. Mehrali Miyançi, Aşkabad toplama kampında kadınlar ve sakatların durumunu söyle anlatmaktadır.
“İş zamanında kör ve sakat olanlara katiyyen acınmıyor, bu gibilerini başka işlerde çalıştırıyorlardı. Sakatlardan da azami istifade etmek esastı. Çocuklara ve hamile kadınlara karşı da merhamet hissi duyulmuyordu. Onlar da başkaları gibi günde 12 saat en ağır şartlar altında çalışmaya zorlanıyorlardı.”144
Sovyetlerde kamp mahkumlarının fert olarak hiçbir değeri yoktur. Gerektiğinde bir kamptan diğer kampa kiralanabilirler, gereken yerlere sürülebilirler. Kravchenko, 1940’da Kemerovo’daki antprizde çalışacak işçileri sağlamak üzere bölge NKVD ilgilisi ile görüşür. Kravchenko daha sonrasını söyle anlatmaktadır:
“NKVD’ye ait bu memur, ne kadar işçi lazımsa (5000 veya 10.000 yahut daha fazla) temin edebileceğini söylüyordu. Adeta hayvanlarıyla iftihar eden bir çiftçi gibiydi.”145
Aşağıdaki örnek, Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının iş ve işçi durumunu büyük ölçüde açıklamaktadır. Blomor- Baltık kanalı inşa edilirken kamp şubelerinden birinde bir baraj bozulmuştu. Alarm verilmiş ve felaketi önlemek için 20 bin mahkum ayrılmıştı. Kendisi de idareci olarak olay yerinde bulunan yazar aynen söyle devam etmektedir:
“Iş bölgesi askerlerle çevrilmiş ve mahkumların karşısına silahlı kuvvetler dikilmişti. Baraj, sızan suyun basıncına dayanamayacak bir durumda idi. Mahkumlar, barajda
kabaran ve kaynayan suya hiç de atılmak niyetinde değillerdi. Hatta emir ve silahla tehdit karşısında bile hareketsiz duruyorlardı. Bu sırada kamp idarecisi Dimitri Uspenski, olay bölgesine geldi. Uspenski, barajı tamir ettikleri takdirde iş bitince her mahkuma birer kilo ekmek, bir paket tütün ve 200 gram votka vereceğini vaadedince, durum değişti. Bu vaad mahkumları harekete geçirmişti. Maamafıh, barajın vaziyeti düzelmedi. Uspenski bunu görünce, en son çareye başvurdu ve mahkumiyet müddetini azaltacağını söyledi. Hatta iyi çalışan mahkumlardan bazılarının artık serbest olduklarını ilan ve kendilerini tebrik bile etti. Kamp idarecisi ne pahasına olursa olsun felaketi önlemeğe azmetmişti. Fakat, baraj birdenbire çöktü ve sular fışkırmaya başladı. Bu felaket sonucunda 10 binden fazla mahkum ve onlarla beraber gündelikçiler ve muhafız kuvvetleri de mahvoldular. Buna rağmen hiçbir tahkikat yapılmadı, felaket örtbas edilerek ölenlerin sadece kayıtları silindi.”146
Nazariyat açısından yapılan iş mukabilinde para verilecektir. Hatta bir aralık para verildiği de olmuştur. Fakat halen verilmekte olan sembolik miktar o kadar azdır ki, en yüksek başarı ile çalışanlar dahi bu aylık mesaileri mukabilinde ödenen ücretle kamp^karaborsasından 1-2 kilo kadar ekmek satın alabilirler. Kampın teknisyen sınıfına mensup olanların ücreti bir parça daha yüksektir.
Son 10-15 yıl içinde Ölüm Kamplarında cezasını (!) çeken Anatoly Marchenko kamp işçisine emeği karşısında ödenen ücretin içyüzünü söyle açıklamaktadır:
“İlk ay çok çalıştım. Bu çalışmalarımızın karşılığında, aynen serbest hayatta olduğu gibi ayda bize 70-75 ruble
arasında para veriliyordu. Yalnız arada şu fark vardı: Serbest bir işçinin aldığı bu ücretten yalnız vergi kesiliyordu. Bizden ise hem vergi alınıyor, hem de aylık ücretimizin % 50’si kamp masrafları için kesiliyordu. Geriye kalandan birkaç ruble kampta giydiğimiz elbise için alınıyor, ayrıca 13 ruble de yemek parası kesiliyordu.
Böyle bir durumda çelişkiler içinde bulunuyorduk. Kampın en göze görünen yerlerine afişler asılmıştı: Bunlarda söyle yazılıydı: “Tasarruf yapın ve bir otomobil sahibi olun!”
Fakat kampta kalma süremiz sona erip de serbest bırakıldığımız zaman bir elbise ile bir çift ayakkabı alabilecek kadar para biriktirebilmişsek kendimizi şanslı sayıyorduk, îlk ay ancak 48 kopek (yaklaşık olarak 7 TL.) toplayabilmiştim. İkinci ay elimde bir şey kalmamıştı.”147
Daha nice nice örnekler ve dünya işçilerini birleşmeye çağıran Sovyet Rusya’nın ölüm Kamplarındaki iş ve işçi durumu!... Bu mukayese birçok şeyleri açıklamaya yetmez mi?...
B) GIDA DURUMU
ölüm Kamplarında mecburi çalışmanın en önemli unsuru muhakkak ki gıda durumudur. Gıda durumu, bir meseledir ve bu mesele de bir baskı ve zorlama aracı olarak kendini göstermektedir.
Mahkumlara verilen gıda, gerek kalori ve gerekse miktar bakımından yeterli olmaktan çok uzaktır. Umumi gıda siyaseti, mahkumları açıktan öldürmeyecek kadar yiyecek vermek ve daima fazla çalışmalarını sağlamak üzere daha
iyi gıda verileceği yolundaki ümitlerini arttırmaktır. Böyle- ce zulüm ve işkencelerle dolu bu hayatta bilhassa açlığa önem veriliyor ve mahkumlara söz dinletmek için başlıca araç olarak onları aç bırakmak yoluna gidiliyordu. Açıkçası mahkumlara yemek yerine yem borusu çalınmaktadır.
1938-1939 yıllarında düzelir gibi olan gıda durumu, 1940’da tekrar bozulmuş, 1941’de Sovyet-Alman savaşının başlamasıyla, açlık, kamplarda normal bir durum haline gelmiştir. Bu devrede mahkumların çöpler içerisinde yiyecek aradıkları ve fare kızarttıkları artık gizlenemiyecek olaylardır.
Bütün kamplarda yiyecek, bir “Kazan” veya “Karavana” sistemine göre dağıtılmaktadır, iyi çalışanlara iyi yemek prensibine dayanan bu usul, kamptan kampa değişmektedir. Mesela, 1941-1942 kış mevsimi zarfında Avrupa Rusya - sının kuzeyindeki kamplarda yemek dağıtma sistemi söyle idi:
1. Tam verim sağlayamamış bulunanlar, bölgedeki gündüzlü işçiler ve ikinci sınıf sakatlar): Günde iki defa sade suya çorba ve 400 gram ekmek.
2. Tam verim sağlayanlar ve bürolarda çalışanlar: Günde iki defa sade suya çorba, 700 gram ekmek ve akşamları darı yemeği.
3. Tam verimin % 15 ile % 25 üstünde çalışmış olanlar: Günde iki defa çorba, 900 gram ekmek ve akşamları darı yemeği ile beraber küçük bir parça et veya balık.
4. Kamp idarecileri: 750 gram ekmek ve günde iki defa etli ve yağlı yemek.
5. Hasta yemeği: Günde üç defa yemek (nebati yağ ile pi
şirilmiş) ve 700 gram ekmek. Miktarı az hastalar için de ağır (!) bulunması nedeniyle kamp idarecileri ve muhafızları bunlardan faydalanır.148
Diğer bir kampta, Uchta-Peçora’da gıda nizamlarına göre, kendi normunun % 75-80’ini dolduran bir işçi günde 200 gram, % 81-99’unu dolduran işçi 400 gram, % 100 veya daha fazlasına çıkanlar ise 600 gram ekmek almaktaydılar. Aynı kampın nizamnamesi köpeklerin insanlardan daha iyi beslendiklerini gösteriyor. Köpeklere günde 250 gram et (mahkumlara 22 gram et), “hafiye” köpeklere ise 400 gram et ve 20 gram hayvani yağ verilmektedir. Günde 15 saat ağır iş yapan mahkumlar aç yaşamaktadırlar.”149
Alman savaş esirlerinden YValter Wetter, Zoporoz kampındaki gıda durumunu söyle anlatıyor:
“Çalışma normlarına göre % 150 dolduranlar 800 gram ekmek, % 125 dolduranlar 700 gram ekmek, % 100 dolduranlar 600 gram ekmek, % 100’ün altında dolduranlar 400 gram ekmek, % 50 dolduranlar 300 gram ekmek, % 25 dolduranlar ise 200 gram ekmek almaya hak kazanmaktadırlar.”150
Yukarıdaki büyük haksızlığı kamp idarecileri; “çok çalışana çok ekmek” sözü ile kapattırmak istemektedirler. Sadece bu kadar mı? Bu haksızlığın çok kapsamlı olarak yapıldığını ortaya çıkaran VVetter söyle devam ediyor:
“Arkadaşlarımı çağırdım ve onlara dedim ki; burada 700 gram ekmek yiyen herkes bir bakıma suçludur. Bunların 400 veya 300 gram yiyenlere yardım etmesi lazımdır. Benim kanaatime göre verilen bütün ekmek şahıs başına taksim edilmelidir, anlaşıldı mı? “Anlaşıldı” dediler. 14 gün
bu kararı tatbik ettik. 14 gün sonra ne oldu bilir misiniz; Stalino yakınındaki Mavkeeka maden ocaklarına kazmacı olarak sürgün hayatım başladı.”151
Mahkumlar, sabahın 4 ile 5 ’i arasında, çalışmaya gitmeden evvel ilk yemeklerini ve akşam işten döndükten sonra 5 ile 7 arasında ikinci yemeklerini yerler. Mahkumların 12 saat devamlı çalışmaları süresince yemek yemeleri yasaktır.
Bundan dolayı kamplarda yiyecek hırsızlığı oldukça artmıştır. “Çalmak için bir şey bulamayan, çöp çukurlarını elleri ile eşeleyerek bulduğu patates ve soğan kabuklarını dahi yemeye razı olanların sayısı da oldukça kabarıktı. Bu bir nevi açlıkla mücadeleydi.”152
Bazen mutfak civarında cereyan eden şu manzara mahkumların düşmüş oldukları durumu göstermek bakımından bir değer taşımaktadır:
“Mutfak civarı mahkumlarla doludur. Arasıra aşçı kapıdan dışarı çıkarak çiğ veya pişmiş artıkları dışarı fırlatır, işte o anda bekleşenler koşuşurlar, birbirlerini ite kaka, yu- varlaya tekmeleye fırlatılan artığı kapmaya çalışırlar. Artığı elde etme başarısını gösterenler son süratle koşarak arkadaşlarından uzaklaşır ve rahat rahat yemek için kendine bir köşe arar. Bir saniyede fırlatılan artıktan eser kalmaz ve insanlar, ki artık insan olmaktan çıkmışlardır, hiçbir şey olmamış gibi eski tavırlarını takınırlar ve bekleşirler, gözleri hâlâ mutfak kapısındadır.”153
Gerçekte yiyecekleri de mahkumlar temin etmektedir. Victor Kravchenko, 1940’da Kemerovo kampında gördüklerini şöyle anlatıyordu:
“Pencereden bakarken 15 kadar kadının bu ayazda bir
tarafa odun yığdıklarını görmüştüm. Bir tanesinin başında bir çuval vardı. Diğerleri dumanları çıkan kovalar taşıyorlardı, elleri eldiven yerine paçavralarla sarılmıştı. Şefe ne yapıyorlar diye sordum. O iftiharla:
Domuz ve kümes hayvanları besliyorlar, eti kendimiz yetiştiriyoruz, dedi.
Bütün mahkumlar için mi? dedim.Mahkumlar mı -diyerek gülümsedi- millet düşmanla
rını etle mi besleyeceğimizi zannediyorsunız, burası lokanta değil, inanın bana memurların yiyeceği daha kolay temin edilmiyor.”154
Gerçekten de bu anlamlı cevap, birçok şeyi açıklamakta ve bu konuda bir fikir vermektedir. Dün nasılsa bugünün gıda durumu da aynıdır Sovyet Rusya’da.. Anatoly Marchenko, 1964’de Potma kampındaki gıda durumunu şöyle açıklıyor:
"... burada elime bir kase çorba tutuşturuldu. Gayet yağsız olan bu sulu madde sözümona lahana çorbasıydı ve milli bir yemeğimizin gülünç bir kopyasıydı. İkinci yemek; hepsi hepsi üç çorba kaşığı kadar olan sulu bir lapa idi. Bütün bunları yutuvermek bir dakika içinde oluverdi.
Zamanla öğrendim ki, günlük diyetimiz bizi ancak canlı tutacak ölçüde, “fenni” bilgilere dayanılarak hazırlanmıştı. Yaklaşık olarak 700 gram ekmek ve 50 gram etin karşılığı kalori almaktaydık. Nöbetçilik yapan köpeklerin hakkı ise 450 gram etti.
Verilen diyet, ağır iş yapan -bir insanın ihtiyacına yetmekten çok uzaktı. Bu durum bir yana, günlük olarak tespit edilen yiyecek miktarını bile tam olarak alamıyorduk.
Hazırlanmak üzere mutfağa getirilen ete şaşkın gözlerle bakıyorduk. Çünkü bütün gördüğümüz mavi bir renk, kemik, sert adale ve sinirden başka bir şey değildi. Eğer bir günde 15 gramlık gerçekten et alabilirsek kendimizi şanslı sayıyorduk. Siyah, sulu, kokmuş lahana yemeği getirildiği vakit önce bunun ne olduğunu tahmin edememiştim Hele yazın her yana yayılan koku bizi alaşağı edebilirdi. Yemeklerin çoğu bu yüzden dökülüyordu.”155
Normunu dolduramıyanların ve kamp nizamını bozanların atıldığı hücrelerde gıda durumu, kelimenin tam manasıyla bir fecaattir. Bu hücrelerde bir mahkumun uzun süre yaşaması imkansızdır. Hücre mahkumlarına verilen yiyecek durumunu açıklamak için sözü Marchenko’ya bırakalım:
“Hergün belirli saatlerde yürüyüş yapılması için küçük bir bahçe ayrılmıştı. Fakat bu bahçede en ufak bir ota rastlamak mümkün değildi. Çünkü bitki adına ne yetişirse hemen mahkumlar tarafından yeniliyordu.”
"... hücrenin birinde bulunan mahkumlar, bir jilet ele geçirmişler biraz da şuradan buradan kâğıt parçaları toplamışlardı. Sonra bacaklarından, karınlarından birer parça et kesmişler, bunları bir kaba koymuşlar, kâğıtları da tutuşturarak pişirmeye başlamışlardı. Gardiyanlar işin farkına varıp da hücreye baskın yapınca hepsi parmaklarını kaptaki kaynar suya sokarak aceleyle et parçalarını alıp avurtlarına doldurmuşlardı.
Biliyorum bu olaya inanmak çok güç gelecek... Ama gerçekten böyle bir şey olduğunu söyleyebilirim...
Daha sonra bunu yapan mahkumlardan bazılarıyla konuştum. işin en şaşılacak yönü, kendileriyle görüştüğüm
zaman tamamen normal bir insan gibi görünmeleriydi. Bunlardan biri Yuri Panov adında bir mahkumdu. Birçok kere, parçalar kestiği için vücudunda çizilmedik, kesilmedik çok az yer kalmıştı. Panov yine de bir psikopata benzemiyordu.”156
Marchenko’nun anlattıklarını doğrular biçimde ifade veren WalterWetter’de; kamplarda açlıktan insan eti yiyenlerin mevcut olduğunu söylemektedir.157
Hücre cezasının sonundaki durumu ise Yusuf Yıldırım şöyle anlatıyor:
“Birgün kapı açıldı ama, dışarı çıkmak isteyen adımını atar atmaz, yere yıkılıyordu. Sıcak su, kuru ekmekten başka bir şey vermedikleri için yürüyecek halimiz yoktu. Hayvanlaştırılan nöbetçiler kahkaha ile gülüyorlardı. Sonra kollarımıza girip, barakalara sürükleyerek götürüyorlardı.”158
Eşitlik (!) ülkesi Sovyetlerde, mahkumlara yiyecek dağıtımında eşitsizlik var diyenler muhakkak yanılıyorlar, ö r nek mi? Çok ama pek çok var. Mesela bunlardan birinin; 1947’de Almanya üzerinden Türkiye’ye gelen Kırım göçmeni Murat Karabaş’m ifadesi şöyle:
“1929-1930 yılları arasında Aşkabad şehrinde sürgün olarak bulunuyordum. O sırada Çin zulmünden kaçan Doğu Türkistanlı Türkler Rusya’ya sığınıyordu. Bunlar, toplama kamplarında 6 ay ile 1 sene bekletiliyor ve kendilerinden istifade yoluna gidiliyordu. Bunlardan 15-20 kişilik bir grup silahlı bir gardiyanın muhafazasında vagonlardan sandık indirip yüklüyorlardı. Karavanaları ise kamptan getiriliyordu. Yiyeceklerine baktım; un kavurmasından yapı
lan kara renkli bir çorba idi ve tek bir kaşık vardı. Her mahkum bu kaşıkla beşer yudum alıyor ve yanındakine veriyordu. Bu durum birkaç gün devam edince görevimin mesuliyetine binaen gardiyana yaklaşarak bu mahkumlara acıdığımı ve hepsine çok ucuz olan birer tahta kaşık almak istediğimi söyledim. Gardiyan büyük bir kararlılıkla ve hâlâ kulaklarımda uğuldayan şu cevabı vermişti:
Olamaz çünkü, her insanın yemek yemesi farklıdır; kimi iki kaşık alırken diğeri üç kaşık alır. Böylece yemekten aç kalkan da olur, tok kalkan da...”159
Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının gıda dağılımında olmayan eşitlik, bu tip yüzlerce örnekle daha da iyi açıklanabilir. Fakat bunlar sadece teferruattır ve ortada tek bir gerçek vardır. O da; Sovyet Rusya’da açlık kırbacı ile çalıştırılan milyonların varlığıdır...
C) GİYİM DURUMU
Mahkumlara elbiseler, bulundukları gruplara göre alınmıştır. Her mahkumun uzun kollu ve pamuklu bir ceketi vardır, bunu yazlık fanilası üzerine giyer. Bir de pamuklu kumaştan yapılmış yeleği mevcuttur. Kış ayları zarfında pamuklu pantolon âa verilir. Ancak, ağır iş durumu yüzünden birkaç hafta içerisinde bütün bu elbiseler bir paçavra yığını haline gelmektedir.
Her türlü işi yapabilen birinci gruptakiler için siyah renkli bezden bir ceket ile pantolon ve bir kat çamaşır, vasat gayret isteyen işlerde çalışabilenler için az kullanılmış elbise ve hafif işlerde çalışabilen üçüncü grup için de giyilemeyecek kadar eski elbise verilmektedir.160
Ayakkabı ve eldiven meselesi de başka bir derttir. Köseleden ayakkabı bulmak imkansızdır. Domuz derisinden yapılanlar ise su geçirmekte ve çabuk aşınmaktadır. Valen- ki (koyun, sığır veya at derisinden yapılan) ayakkabılar ihtiyaca yetmemektedir. Mahkumlara genellikle lastik çizme verilmektedir ki, bunlar ağır olup, ayaklan incitmektedir. Kaldı ki, yazın ayakları pişirmekte, kışın ise sıcak tutmamaktadır. Bu yüzden ayak donmaları çok sık vukua gelmekte ve birçok ayak kesilmektedir.161 Lastik çizmenin dahi olmadığı kamplarda mahkumlar, ıhlamur ağacından yapılma takunya giymektedirler.162
Yusuf Yıldırım, Karaganda kampındaki giyim hususunu şöyle anlatmaktadır:
“Barakaların kapıları önünde elbise, postal yığılmıştı, isimle çağırıp, herkesin numarasını söyleyip, elbise ve postallarla iki kat çamaşır verdiler. Elbiseler, büyük boydu. Küçük boylular sonradan pantolonları, ceketleri kıvırıp diktiler. Üzerimizdekilerini iple bağlayıp, sardık, isimlerimizi ve numaralarımızı yazıp, teslim ettik. Karşılığında bize birer resmi belge verdiler. Şapkanın ön tarafında, ceketin ön ve arkasında, kollarında, pantolonun diz kapaklarında ve arkasında iri iri numaralar yazılmıştı.”163
Kampa gönderileceğini daha yargılama esnasında kestiren mahkumlar, kampa giyinik gelmektedirler. Halen, Sovyetlerin en korkusuz fikir ve aksiyon adamı olarak bilinen Yuli Daniel de 1964 yılında cezasını (!) çekmek üzere, kampa; içi pamuklu bir ceket, miflonlu botlar ve kulaklıkları bulunan kürkten bir şapka ile gelmişti. Ancak, bütün bunları kamp idaresine teslim etmek zorunda kalmıştı.164
Giyim eşyalarının eski ve dayanıksız olması mahkumlar için büyük bir problemdir. Dr. E.Felix bu konuda şu hatırasını nakletmektedir:
“Uktizm kampına vardığım zaman soğuk bir Aralık günüydü. Üç hafta süren bir yolculuktan sonra derhal işe başlattılar. Ayakkabılarım yırtılmıştı. Sabah sayımında, şefe ayakkabılarımın durumundan şikayette bulundum. Baktı ve güldü: “Ayakkabılarının durumu mükemmel, işten kaçıyorsan deliğe girersin!” diye bağırdı.”165
"Bu kamp hayatının en fena tarafı kamptaki diğer mahkumların size karşı takındıkları tavır ve yaptıkları hareketlerdir. Eşyalarınızı çalarlar, barakadaki yerinizi alırlar, çalışırken iter kakar, tekmelerler ve sizi koruyacak hiçbir kuvvet yoktur. Sizin ayakkabılarınız kimin olacak diye kâğıt oyunu oynarlar, bahse tutuşurlar. Bir de bakarsınız ki, ertesi sabah ayakkabınızın yerinde yeller esiyordur. Bazen, hediye vermenizi isterler; mesela ceketinizi bağışlamanız için ısrar ederler. Vermezseniz, başınıza binbir bela gelir ve söz dinlemediğiniz için siz kötü kişi olursunuz. Verirseniz, o kimsenin teveccühünü kazanırsınız, fakat bu sefer soğuktan donarsınız.”166
Bütün bu giyim problemleri halledilmeden; “kel başa şimşir tarak” misali, Chibyu-Ukta kampında mahkumlara lavanta ve kolonya dağıtılmıştır. Böyle yapmakla herhalde mahkumların morallerinin yükseleceğini, hiç olmazsa, kokularının düzeleceğini düşünmüşlerdi: “Yüzlerce mahkum sıralandı. Kendilerini yıkamak için sabun bulamayan, saçlarını taramak için tarak elde edemeyen kadınlar dağıtılan birkaç damla esansı yüzlerine döktüler. Ama hâlâ aynı ekşi
kekremsi kokudan kurtulamamışlardı. Erkekler ise verilen kolonyayı içtiler.”167
Görüldüğü üzere, vahşet ve zulüm ülkesi Sovyet Rusya, aynı zamanda gariplikler ülkesidir de...
D) İSTİRAHAT VE YATMA DURUMU
Kamp bölgesinde mahkumlar, tahta barakalarda yatıp kalkmaktadırlar. Barakalar, gayet sık ranzalarla oldukça çok sayıda mahkum barındırır. Ancak kanlı temizlik yıllarında mevcut barakalar ihtiyaca kafi gelmemiştir.
1923’de meşhur Solovki kamplarına getirilen Boris Sa- pir, kampta mahkumların istirahat ve yatma durumunu anlatırken şöyle diyordu:
“Gözetleme kulelerinden çanlar çalınarak geldiğimiz haber veriliyordu. Kamp komutanı tarafından evraka göre devir ve teslim alındıktan sonra yerlerimize yerleştik. Yerleştik diyorum. Çünkü yatak filan olmadığından yere çökerek uyumağa çalışmıştık.”168
Boris Sapir, Solovki kamplarından sonra götürülmüş olduğu Kem kampındaki hayatı da şöyle hikaye etmektedir:
“Kem’de yaşama şartları iğrençti. Barakalarda yatacak yer o kadar azdı ki, mahkumlar ancak yan yatabiliyordu. O da kaşık istifi şeklinde, başka türlü sığışmak imkanı yoktu. Pislik, koku ve haşarat kampın özelliği idi. îçeri giren bir kimse bu havadan derhal rahatsız oluyordu. Barakada tek bir lamba yandığı için okumak, yazmak imkansızdı; zaten o derece gürültü oluyordu ki, fazla ışık da olsa okumak yazmak gene mümkün olmayacaktı.”169
1934 yılında Zengiata kampında mahkum olarak bulunan Şevki Bektöre, kamp mahkumlarının istirahat ve yatma durumunu şöyle anlatıyor:
“Zengiata kampında sekizbine yakın mahkum bulunuyordu. Kamış barakalar öylesine doluydu ki, içine girmek değil, yanına yaklaşmak bile imkansızdı. Hepimiz dışarı da yatmaya mecbur olmuştuk.”170
Victor Kravchenko, 1940 yılında Kemerovo kampını ziyaret etmişti. Kamp barakalarının tasvirini şöyle yapıyor:
" - Bu barakalarda kaç kişi barınıyor diye sordum.- 300 veya 350 kişi. Bu barakada 310 kadın var. Nö
betçi kapıyı açarak seslendi:- Ayağa kalkın!..Uzun karanlık basık tavanlı barakada mahkumlar te
laşla kalktılar. Üst kattakiler ise hemen yere atladılar. Ağır hasta olan 3-4 kişi yerinden kıpırdamadı.
Her yaşta ve her milletten kadınlar doluydu. Ağır ter, tahtakurusu kokusu mideyi bulandırıyordu. Küçük, demirli pis pencerelerden içeriye hafif ışık sızıyordu. Barakalar o kadar soğuktu ki nefesimiz gözüküyordu, buna rağmen kadınlar yarı giyinik vaziyette idi. Şurada burada birkaç kişi ani misafirler karşısında paçavralarla göğüslerini kapatmaya çalışıyorlardı. Fakat büyük bir kısmında utanma ve his diye bir şey kalmamıştı. Çoğu gençti. 20 ila 30 yaşları arasında üstelik yüz ve parçalanmış ellerinden kültürlü kimseler oldukları belli oluyordu. Yatakları düz tahtadan ibaretti. İki katlı genişçe raflardan başka bir şey yoktu. Kimisi elbiselerinin bir kısmını yastık gibi bohçalayıp başının altına koymuş yatıyordu. Ortaya konulan minimini bir odun so
bası, denize atılan bir bardak su tesirini yapıyordu. Mahkumların mecburi ihtiyaçları için kullanılan birkaç kovadan başka eşya, masa hiçbir şey yoktu.
Kampa girerken mahkumların mektup, resim, dışarı hayatı hatırlatacak en ufak şeyler, çarşaf, diş fırçası, makas gibi en lüzumlu ihtiyaçları dahi elden almıyordu. Buna karşılık; bir madeni tabak, bardak ve tahta kaşık veriliyordu. Kağıt, kitap hiçbir şey yoktu. Dar duvarların bir tarafında bir tane demir musluk, bütün temizleme ihtiyaçlarını temin ediyordu. Bizi gezdiren memur, bu iki rafın arasında bir üçüncüsünün sıkıştırılabileceğinden bahsetmişti.”171
Kemerovo fabrikalarında iş gücüne olan ihtiyacın büyük ölçüde artması üzerine, daha fazla mahkumun getirilmesi gerekiyordu. Ancak, mevcut kampta daha fazla mahkum için yer yoktu. Kravchenko şöyle devam ediyor;
“Kamp 3000 kişi ile tıklım tıklım olmasına rağmen, şef, 1000 kişi daha barındıracağından emindi. Bazı barakalarda ise, bir ekip çalışırken diğerleri yatıyordu. Maalesef bu her zaman tatbik edilemiyordu. Çünkü işin çeşidine bağlıydı. Bir üçüncü raf yapmakla belki mesele halledilebilirdi. Evet, belki biraz sıkışacaklardı ama, orta tahta üzerinde yatanlar daha çok ısınacaklar diye güldüler.”172
1941 yılında Peçora kamplarında mahkum olarak bulunan Leonid Schekach, kampın bu konu ile ilgili durumunu şöyle özetlemektedir:
"... nihayet 700 mahkumla hedefimize vardık. Gözlerime inanamıyordum, birkaç iptidai barakadan başka bir şey yoktu. Ne şilte, ne battaniye, ne yastık vardı. Kuru tahta üzerinde yatacaktık. Akar su, kanalizasyon ve ışık namına
bir şey yoktu. Yerimiz köpek kulübesinden farksızdı. Konserve istifi gibi uyumamız icabediyordu, o kadar kalabalıktık ve yer o kadar dardı.”173
1 9 4 1 -1 9 4 2 yıllarında PolonyalI m ah k u m lar tarafınd an verilen rap o rlard an birin d e şöyle deniliyordu:
“Metruk, çamurlu bir arazi üzerinde, dört bir köşesinde muhafızlar için dikilmiş gözetleme kuleleri bulunan dikenli telörgüyle çevrilmiş bir sahada kafes gibi barakalara gelen kafileler görüyorduk. Burada mahkumlar birkaç gün geçirdiler. Fakat geceleri barakalara mevcut mahkumların %20’si girebiliyordu.
Dışarıda kalanlar yağmur altında titreşiyor, ısınmak için barakalardan kopardıkları tahta parçalarını yakıyorlardı. Bu durum böylesine birkaç gün devam etti.”174
Isıtma en düşündürücü mesele olarak devam edegel- mektedir. Hemen her barakada demir sobalar bulunmakla beraber kafi miktarda yakacak bulunmaması ve bulunduğu takdirde dahi müthiş soğuklarda bir sobanın bütün bir barakayı ısıtmaması yüzünden mahkumlar daima soğuktan titremektedir. Bilhassa kuzey bölgelerinde soğukla mücadele, el değmemiş büyük bir dava halindedir. Kamp muhafızları, sırf; “kesici ve*öldürücü aletler ellerinde bulunmasın” düşüncesiyle mahkumların hemen burunlarının dibindeki ormanlardan odun kesmesine izin vermiyor. Kamp idaresi ise, yalnız mahkumların çalıştırılmasını düşündüğünden yakacak diye bir mesele tanımamaktadır.
Jelabuga kampında kalan Alman savaş esirlerinden biri bu konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştı:
“Bir bidondan testere yaptım. Akşamları binaların saç
larını veya direkleri kesip karın içine saklıyor, geceleri içeri sokuyorduk. Karşımızda bulunan NKVD mensuplan daima gece çalışırdı. Çünkü sorguların bilhassa geceleri yapılmasına dikkat gösterilirdi. Biz de sobamızı onların çalışma saatlerine göre ayarlıyorduk. Rusların kapımızın önünden geçtiği saatlerde sobayı yakmıyor, onlar sorguya başladığı anda odunları meydana çıkarıp ateşliyorduk.”175
Walter Wetter ise, bu konu ile ilgili olarak şöyle ifade veriyordu:
“... odanın ortasında eski bir yağ bidonu soba olarak kullanılıyordu. Soğuktan donuyorduk. Herkes sobaya yaklaşmak istiyordu. Bu defa arkada kalanlara sıcaklık ulaşmıyordu. Herkesi sobadan uzakta oturmaya mecbur kıldık. Böylece herkes eşit ölçüde ısınacaktı.”176
Cezalı olarak hücreye atılanların durumunu ise Ana- toly Marchenko şöyle dile getiriyor:
“Açlıktan bir deri bir kemik halindeydik. Bu yüzden ısınabilmek gücünden yoksunduk. Avluda tepinircesine yürürken ellerimizi de ovuşturuyorduk. Yaşlı ve hasta olanlar telörgü- nün köşesine çömelip yürüyüşün sonu gelinceye kadar titreşirken bir parça olsun ısınmak için birbirlerine sokuluyorlardı.
Hücrelerimize döndükten sonra bir türlü ısınamıyor- duk. Hücrenin kendisi de çok soğuktu. Geceleri çaydanlığımızı, içindeki su donmasın diye pelerinimizle örtüyor, kendimizi soğuktan korunmak için, yastığımız, şilte dahil paçavra adına ne bulursak üzerimize çekiyorduk.”177
Görüldüğü üzere, Sovyet Rusya’nın Ölüm Kamplarında mahkumların istirahat ve yatma durumları en az gıda ve iş durumu kadar bozuk ve dehşet vericidir...
E) SAĞLIK DURUMU VE BAKIM
Ölüm Kampları mahkumlarının; iş, gıda, giyim, istirahat ve yatma durumlarından çıkan sonuçlardan sonra, sağlık ve bakım durumu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Kamp doktorlarının çoğu mahkumdur. Kampın sağlık durumunu iyi bir seviyede tutmak üzere serbest bir doktorun nezareti altında asistanlar ve sağlık memurları çalıştırılmakta ise de barakaların tüyler ürpertici hali bütün emekleri sıfıra indirmektedir. Barakaların çoğunda ne el, yüz ve ne de çamaşır yıkamak için sabun vardır. İklim şartları, vitamin eksikliği hastalıklara sebep olmakta ve ayrıca ağır çalıştırma metotları mahkumların hastalığa karşı mukavemetini azaltmaktadır. 1941-1942 kışında zatürre vakalarının %90’ı ölümle sonuçlanmıştır.
İnsan değerinin olmadığı bu kamplarda, hastaneler de ona göredir. Iranlı sabık komünist Mehrali Miyançi hastane adı verilen “cefakeşler odası”nı şöyle tanıtıyor:
“Mahkumları bu odaya almaktan maksat gıdalarını biraz arttırmak suretiyle beslemekmiş. Zira, toplama kamplarından mahkum satın almaya gelenler alacakları işçi kuvvetinin nispeten sıhhatte olmasına ve bir parça dayanıklı olmasına dikkat ediyorlardı”178
Mahkumlara istirahat vermek, kamp doktorlarının yetkisi dahilindedir. Ancak gerçekte birer mahkum olan bu doktorlar, kamp idarecileri tarafından öyle bir göz hapsine alınmışlardır ki, istirahatı fazla verdiği iddiasıyla mahkûm doktorun, mahkum işçi haline indirilmesi çok kolaydır.
Alman savaş esirlerinden biri bu konuda şu hatırasını naklediyor:
“Bir zamanlar Stutgart hastanesi başhekimi Prof.Dr. Schusterde bizim kampta idi. Hastalar Dr. Schuster’e gider ve onun vereceği rapora göre istirahat eder veya çalışırdı. Eğer Dr.Schuster sizi sevmemişse ölüm halinde olsanız dahi çalışmaya gönderilirdiniz.”179
Anlaşıldığı üzere, kamp doktorları her bakımdan kamp idarecilerine bağlıdır. Büyük hürriyetsever Yuli Daniel, 1966 da ağrısı nükseden kırık kolunu göstermek üzere kamp doktoruna gider. Ağır işlerde çalıştırılan Daniel’e izin vermekten kaçınan doktor, Daniel’in bir ay hücre hapsine atılmasına sebep olur.180
PolonyalI savaş esirlerind en biri rap o ru n d a şöyle d iyordu:
“... nezle, bronşit, zatürre, verem, sıtma alıp yürümüştü. Kangren çok sık vuku bulur, devamlı parmak, el ve ayakların kesildiğine şahit oluruz. Ölüm nispeti çok yüksektir. İşten ölmeyenler hastalıktan, hastalıktan ölmeyenler, keder ve üzüntüden dolayı intihar ederek ölürler.”181
Bilhassa dizanteri ve tifo salgınları kampları daima tehdit altında bulundurmaktadır. Kravchenko diyor ki:
“Dizanteri ve diğer zafiyetten ileri gelen hastalıklar kamplarda olağan şeylerdi. Görünen esirlerden pek azı sağlamdı.”182
Şevki Bektöre, 1933 yılında, Zerefşan kampında hergün 15-20 mahkumun dizanteriden öldüğünü söylemektedir.183 Aynı tarihte Yalangaç toplama kampında aynı hastalıktan ölenlerin sayısı günde 25-30 kadardı. Bazen bu rakam 100’ü buluyordu.184
Ölenlere yapılan işlemler ise insanlık dışı hareketler
den ibaret olup tüyler ürpertici olaylarla şekillenmektedir. 1929 yılında Popovosturov Toplama Kampında, Solovki’ye gitmek için Beyaz Denizin çözülmesini bekleyen binlerce mahkum arasında bulunan Osman Karabiber, gördüklerini şöyle anlatmaktadır:
"... aradan bir ay kadar bir zaman geçmişti, kamp dahilinde gezmeye çıkmıştım. Kamandırov’larda (çam ormanları) soğuktan donanlar, bacakları kangren olarak kesilen ve daha çeşitli hastalıkların bulunduğu sağlık binasına doğru yürüdüm. Binaya yaklaştığım zaman, alt katta bir kapının açık olduğu gözüme ilişti. Nöbetçi yoktu. Büyük bir merakla kapıya kadar sokulup içeriye baktığım zaman gördüklerimin dehşeti içinde iliklerime kadar titredim. Manzara müthişti: Büyük ve salonumsu bir yerde çam kütükleri gibi istif edilmiş bir halde yüzlerce insan cesediyle karşılaştım. Sendeleyerek duvara kadar sürüklendim. Düşünüyordum, gelecekte bizim de aynı akıbete uğramıyaca- ğımız ne malumdu? Bu ruh durumu içinde derhal orayı terkettim. Bir taraftan kızaklarla, ormanlarda soğuktan donmuş insan ölüleri geliyordu. Durumu eski mahkumlara sorduğumda aldığım cevap müthiş oldu. Meğerse o cesetleri kazılan büyük* çukurlara doldurup yakıyorlar- mış.”185
En az bunun kadar tüyler ürpertici başka bir örneği de Şevki Bektöre vermektedir. Bektöre, 1934 yılında Zerefşan kampında iken bu olaya şahit olmuştur. Diyor ki:
“Bir sabah kampta yapılan umumi yoklamada bir mahkumun fazla bulunduğu tespit edilmişti. Sayım tekrarlanarak, kayıtlar da tekrar edildikten sonra övez Durdu
adında bir Türkmenin, arşivdeki fişinde; "ölmüştür” kaydı bulunmasına rağmen sağ olduğu ve bu sebeple mevcudun bir fazla görüldüğü anlaşılmıştı:
Sayım yapan büro şefi fişi göstererek:
- Sen, dedi, ölmüşsün ÖVEZ.
Zavallı mahkûm ürkek ürkek etrafına bakınıyordu.
- Evet ama tekrar dirildim işte, dedi ve hikayesini anlatmaya başladı:
“Bir sabah beni koma halinde bulmuşlar. Morgda ölü raporu verilince de diğer ölülerle beraber götürüp çukura atmışlar. Gece yarısı ayazın tesiriyle kendime gelmişim. O zaman bir yığın insanla, bir çukurun içinde olduğumu fark ettim ve kalkmak istedim beceremedim. Karnımda iki ayak, göğsümün üzerinde de bir ölü kolu vardı, önce şu kol ve bacaklardan kurtulmalıydım. Yavaş, yavaş soğumuş insan vücutlarını üzerimden attım. Nihayet bir yığın ceset arasından sürüne sürüne hendeğin kenarına ulaştım. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Uzaktan çakal ulumaları geliyordu. Bu vahşi hayvanlara diri diri yem olup bu defa gerçekten ölebilirdim. Korkunun verdiği gayretle hendeği tırmandım, ileride kampın ışıkları görünüyordu. Halsizdim kampa da dönmek istemiyordum. Mahkumlar arasına dönmek çılgınlıktan başka ne olabilirdi? Kaçıp kamptan uzaklaşmalıydım. Temiz havayı ciğerlerime doldurup sürünmeye başladım.
Kah yürüyor, kah sürünerek ilerliyordum. Zerefşan ırmağına vardığım zaman gün ışıyordu. Şimdi ne yapacaktım? Irmağın tek geçit yeri köprü idi ve daima kontrol altında bulunuyordu. Köprüye yaklaştığım anda nöbetçilerle
karşılaşacaktım. Tabii hüviyet göstermemi istiyeceklerdi. O zaman ne olacaktı? Ben, Zerefşan kampında ölen 67178 numaralı Övez Durdu, diyemezdim ya, yaşamak, hür olarak yaşamak istiyordum. Köprüye yaklaşmadan nehrin kenarındaki sazlıklar arasına saklandım. Kurtuluş için bir plan hazırlamalıydım.
Akşama doğru açlıktan bayılacak hale gelmiştim. Yiyecek bir şey bulmak için nehir kıyısında ilerliyordum. Saatler ilerledikçe yiyecek bulmak ümidi de azalıyordu. Nihayet bir kurbağa yakalamağa muvaffak oldum. Ateş yaktım, pişirdim ve yedim. Açlığımı biraz olsun gidermiştim.
Geceyi sazlıklar arasında geçirdim, ikinci gün de karnımı, kurbağa kızartması ile doyurdum. Köprüdeki nöbetçiler yerlerinden ayrılmıyorlardı. Nehir de pek sert ve coşkun akıyordu. Yüzme bilmediğim için bu şartlar altında karşıya geçmeye imkan yoktu.
Üçüncü gün kurbağa yakalamak da mümkün olmadı. Tabii geceyi ayazda, açıkla geçirmek zorunda kaldım. Bu şartlar altında kamp bölgesinden uzaklaşmak imkansızdı. Kimseye görünmeden kampa dönmek mecburiyetinde kaldım. Ne soran, ne de arayan olmuştu. Arkadaşlarıma da başımdan geçenleri anlatmamıştım, işte böylece bütün didinmeme rağmen kaçma fırsatını lehime kullanmak mümkün olmadı.”186
övez Durdu’nun bu üç günlük macerasının bütün kamp hayatının bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Artık bu gibi yanlışlıklar yapılmamakta ve mahkumlar bu tip maceralara(l) sürüklenmemektedir. Bunun için kamp idarecileri gerekli bütün tedbirleri almışlardır. Şöyle ki:
“Karaganda kampında nöbetçiler, sabahları kalkama- yan veya ölenlerin kafalarına odun tokmaklarla vurup, mu- ayene(!) ettikten sonra, bacaklarından çekerek, ranzalardan aşağı atıyorlardı. Döşeme çimento olduğu için, birçoklarının kafaları patlıyor, kolları bacakları kırılıyordu. Sonra bunları arabaya doldurup, götürüyorlardı.”187
Bu gibi yüzlerce hatıra, Sovyet Rusya’yı değil canlılara, ölülere bile saygı göstermemekle damgalamaktadır. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere; Sovyet Rusya’nın Ölüm Kamplarında, mahkumların sağlık ve bakımlarına edilen dikkat, mezbahaya girecek hayvanların sağlık ve bakımlarına gösterilen itina ve dikkatle mukayese edilmeyecek ölçüde azdır. Ve hemen hemen denilebilir ki hiç yoktur....
ÖLÜM KAMPLARINDA SOSYAL
HAYAT VE FAALİYETLER
A) EĞlTtM VE PROPAGANDA
Ölüm Kamplarında eğitim ve propaganda işleri, “KVCH” bürosu tarafından yürütülür. Ancak, insanlık dışı metotlarla mecburi çalıştırılan mahkûmlara komünizmin propagandasını yapmak gülünçtür... Sovyet cennetinin (!) içinde yaşayan bu zavallılara bu cenneti(!) anlatmak lüzumsuz ve faydasız olup, herhangi bir sonuç alınmayacağı da ortadadır.
UNRRA temsilcisi John Fischer, 1745’de Dniepropet- rovsk’da bir kampın barakalarının etrafında Propaganda levhaları gördüğünü söylemektedir. Bu levhaların bazılarında şu komünist vecizeleri yazılıdır: “Hitler ezildi, fakat çok daha büyük bir şef, Stalin, sağ!.” “Zaferi Komünist Partisine borçluyuz” vs. Fischer, gördüklerinden yerinde bir sonuca varıyor: “Komünistler, esirlere ancak adet yerini bulsun diye propaganda yapıyorlar.”188
1949’da Karaganda Kamplarında mahkum olarak bulunan Yusuf Yıldırım, yemekhanede gördüğü durumu şöyle anlatıyor:
“Yemekhanede, (Hürriyetine kavuşman elinde!), (Namuslu çalış!), (Leke ancak alm teriyle silinir!), (Komünistler yolunu şaşıranların elinden tutar!), (Komünistlere inan ve güven!), (Seni düşünen kampın idarecilerine yardım et!), (Komünizmin baş düşmanı milliyetçiliktir!) gibi sloganlar asılmıştı.” Yusuf Yıldırım, bu sloganların, mahkumların üzerindeki etkisini şu cümleyle ifade ediyor: “Herkes okuyup, gülüyordu...”189
Mahkumların dinlenme saatleri, KVCH bürosunun hazırladığı konferans, münazara gibi zoraki eğitim ve propaganda vasıtaları ile değerlendirilmektedir^). Acaba bu yoldaki çalışmalar başarılı oldu mu?
Bu sorunun cevabını, aşağıdaki örnek çok mükemmel bir şekilde vermektedir:
“Bir gün Baltık Cumhuriyetinden bir temsilci gelmişti. Bize söylediğine göre temsilci önce bir konuşma yapacak, sonra da bir konser verilecekti. Mahkumlardan büyük çoğunluğu bu toplantıya katıldı. Baltık hükümeti temsilcisinin konuşmasının bitimine doğru aynı bölgeden olan bir mahkum ayağa kalktı ve elinde büyük bir itina ile kağıda sarılmış bir buket olduğu halde kürsüye doğru yürümeye başladı. Daha önce böyle bir şey hiç olmamıştı. Gerçi, çiçek buketleri şarkı söyleyen, çalgı çalan sanatçılara veriliyordu ama, bir hükümet temsilcisine verildiği görülmemişti. Bir anda bütün salonu, insana dehşet veren bir sesizlik kapladı.
Mahkum kürsüye yaklaştı ve elindeki buketi temsilciye uzattıktan sonra şöyle dedi: “Doğduğum topraklardan çok uzaklarda bulunduğum bu yerin bahçesinde yetişen çiçeklerden bir buketi vatandaşlarım adına size sunmak istiyorum.” V
Bu sözler bütün mahkumlar arasında homurtulu bir gürültüye sebep oldu. Her yandan, her köşeden bir ses çıkıyordu: “Seni pis, sahtekar seni!...”
Gördüğüm bu sahneden ben de dehşete kapılmış, kızgınlıktan adeta infilak edecek hale gelmiştim.
Mahkum kısa süren konuşmasını bitirdikten sonra buketi temsilciye verdi. Buketin üzerindeki kâğıtlar sıyrılıp çı
karılınca bir de ne görelim.! Çiçek yerine dikenli tellerden koparılmış parçalarla yapılmış bir demet!...
Bir an için herkes, ağzı açık, donup kalıvermişti. Sonra bu derin sessizlik bozuldu. Ortalık alkıştan çınlıyordu. Hayatımda bir olayın bu kadar şiddetli ve içten gelen bir duygu ile uzun uzun alkışlandığını hatırlamıyorum.
Toplantının yapıldığı günün akşamında, dikenli telden buketi veren mahkum, onbeş gün tek hücre hapsine atıldı. Oradan da “Spetz” cezaevine gönderildi.
Kısa bir süre sonra bu olayla ilgili olarak kamp gazetesinde şöyle bir haber okuduk: "Birkaç gün önce tertip edilen toplantı ve konser, büyük bir ilgi görmüş ve bir dostluk havası içinde geçmiştir....’’190
Kamp mahkumlarını eğitmek ve onları komünist ideolojiye kanalize etmek çalışmaları, arzu edilenin aksine sonuçlar vermiştir. Bunun böyle olması da tabiidir. Bu tip faaliyetler, kamp idarecilerine zararlı olmaktadır. Propaganda işlemi için gerektiğinde mahkûmlara taviz verilmekte, verilen her taviz ise bir yenisini doğurmaktadır. Bu tavizler, mahkûmları cesaretli kılmaktadır. Bunun bir örneğini Anatoly Marchenko vermektedir:
“1964 yılının bir sonbahar günü, öğle yemeği için çalışma yerinden yemekhaneye giderken yolda üç gardiyanın bir mahkumu tutarak sürüklercesine götürdüklerini gördük. Kendisini tanıyorduk,. Bir fırsatını bularak seslendik: “Ne oldu, seni nereye götürüyorlar?”
Cevap verdi: “Kruşcev yüzünden!...”Nikita Kruşçev görevinden yeni uzaklaştırılmıştı.
Kamp idarecileri, kampta Kruşçev ile ilgili ne kadar iz ve
işaret varsa; flamalar, afişler, büyük boy resimler, söylediği nutuklardan alınan cümlelerin yazıldığı levhalar v.s. hepsini yoketmeye çalışıyorlardı.
Sürüklenerek götürülmek istenen mahkum alacağı rüşvete karşı yapacamayacağı şey olmayan birkaç başka mahkûmla birlikte kamp karargahına çağrılmıştı.
Kamp müdürü Sveşnikov kamp karaborsasında kolay kolay paha biçilemeyecek değerde olan Hindistan’dan ithal edilmiş birkaç paket çayı masanın üzerine koyduktan sonra şöyle der; “derhal kütüphaneye git ve Kruşçev’le ilgili ne varsa hepsini ortadan kaldır.”
Mahkumun bakışı önce çay paketleri üzerinde toplanır. Sonra tekrar müdüre döner. Bir an düşünür ve şöyle cevap verir: “Bu çayları almak için bir insan her şey yapabilir. Ama biliyor musun o ensen her gün biraz daha bizim sayemizde kalınlaşıyor. Hayatımız pahasına yağlanıp, semizlenip durdun...”191
örnekler çoktur ve sonuç tektir. O da; ölüm Kamplarının anti-sovyet eğitimi veren ve hür, demokratik fikirli bir okul(!) haline gelmiş olmasıdır....
B) DİNİ DURUM
Bu gün, Sovyet Rusya’daki din adamlarının sayısı hemen yok denecek kadar azdır. Muhtelif temizlik yıllarında kanlı tasfiyeye uğrayan onbinlerce din adamı, ölüm Kamplarına doldurulmuşlardır. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, ateist felsefenin hakim olduğu kamp rejiminde bunların dini telkinatta bulunması yasaktır.
Din adamlarının ekseriyeti, ya ağır işe alışık olmadıklarından normlarını dolduramamakta, ya da kutsal günlerde işte çalışmak istememelerinden düşmüş oldukları hücrelerde ömürlerini tüketmektedir. Marchenko bu konuda şunları söylüyordu:
“Kamp idarecileri her fırsatta bu insanları rencide etmekten geri kalmıyorlardı. Bir gün aralarından bir tanesi doktora çıkmak istediğini söylediği zaman kendisine “Git seni, Tanrı tedavi etsin” diye cevap verilmişti.”192
Mahkumiyetini Jelabuga kampında çeken Alman savaş esirlerinden biri, bu konu ile ilgili olarak şöyle diyordu:
"... biri katolik. Diğeri protestan olmak üzere iki rahip vardı ağır cezalılar bölümünde, Rahipler bizim için dua eder, raporlar hazırlar, vaaz verirlerdi. Rahiplerin her hareketi ve vaazları kamp komitesi tarafından kontrol edilirdi. Eğer metinlerde komünist düşünceler yer almıyorsa rahipler konuşturulmuyor, komünizm propagandası yapmaya zorlanıyorlardı.”193
Din adamlarının durumu böyleyken, diğer mahkumların durumları da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ölüm Kampları, açlık, baskı, soğuk v.s. yüzünden öylesine bir ahlaksızlık yuvası haline gelmiştir ki, buralardan daha ahlak seviyesi düşük yer tasavvur dahi edilemez. Hırsızlık, ajanlık, cinayet normal karşılanmaktadır. Zaten, kendi payına düşenle idareye kalkışmak bir nevi tedrici ölüme gitmek demektir. “Yaşamak için kuvvetli olmak” düsturu burada da kökleşmiştir. “Kuvvetli” olmak çok yönlüdür ve yaşamak için de bir bakıma manevi değerleri kaybetmek kaçınıla- maz bir mecburiyettir.
Ancak, Ölüm Kamplarında yaşayan birçok kimsenin verdikleri örneklerden, Sovyet Türklerinin lehçe ayrılığına rağmen müslümanlık bağı ile bağlanmış ve kenetlenmiş olduklarını, yardım ve dayanışma grupları ile küçük cemiyetler kurduklarını öğrenmiş bulunuyoruz. Bu örneklerden anlaşılıyor ki, Türkler ve müslüman Kafkas halkları, dinden hiçbir zaman kopmamışlardır.
Mesela, Romen asıllı Dimitru Nimigeanu, Novosibirsk mıntıkalarındaki Ölüm Kamplarında çatlamış, nasırlaşmış ellerini göğe kaldırıp, ALLAH ALLAH diye dua eden, zulüm ve sefaletle boğuşan Çeçen-tnguşlardan bahsetmektedir.194
1969 yılının Aralık ayında, Petrov Agatov imzasını taşıyan bir mektup Ölüm Kamplarından gönderilmiş ve çeşitli yollardan bu mektup Batı’ya ulaşmıştır. Bu mektubun en son cümlesi, bu konuda en özlü bir sonuç ifadesi sayılabilir. Çünkü Petrov Agatov hâlâ Ölüm Kamplarındadır ve orada müstakbel akıbetini beklemektedir. Agatov diyor ki:
“Yirminci yüzyılda kendileri gibi düşünmeyen veya Tanrıya inanan insanları kamplara kapatmak aklın alacağı şey midir?”195
C) CEZAİ T E D B İR L E R İ MAHKUMLARIN PROTESTO HAREKETLERİ
Kamp idarecilerinin anarşist mahkumlara karşı aldıkları en önemli tedbir; hücre cezasıdır. Hücreler, gerek gıda ve gerekse ısınma problemleri yüzünden bir nevi infaz yeridir. Hücreye devamlı veya sık sık kapatılanların % 90’ı ölüme mahkumdur ve bunun ekseriyeti de siyasi mahkumlardır.
Normal bir hücrenin tasvirini Marchenko şöyle yapıyor:
“Hücreler bulunduğumuz kampın 800 metre kadar ilerisinde bir baraka içindeydi. Bunlar arasında tek kişilik olduğu kadar, iki veya daha fazla mahkumu alacak şekilde yapılmış olanları da vardır. Hepsinde yatak için kullanılmak üzere çıplak düz bir tahta ve kapıda da içerisini gözetlemek için bir delik vardı. Bir köşede her türlü ihtiyacımızı gidermek için boş bir kova duruyordu.”196
Hücrelere atılan mahkumlar, genellikle rahat bırakıl- mamakta; ya sorguya çekilmekte ya da dayak atılmaktadır. Yusuf Yıldırım, hücrede geçirdiği günleri şöyle anlatıyor:
“Burada hapislik tam bir işkence yeriydi. Yer altındaki hücreler tek, yirmi, otuz, elli kişiye göre yapılmıştı. Beni ve diğer onbeş kişiyi, tek kişilik hücrelere, ötekilerini yirmi, otuz, ellişer kişilik hücrelere doldurdular. Burada bir hafta kadar kaldık. Çoğu hastalandılar. Bağırdığımız zaman üzerlerimize hortumla su sıkıyorlardı. Ses çıkaramıyor- duk.”197
Yıllardır “Spetz” adı verilen ceza merkezlerinde kalan mahkumlar tam anlamı ile kansızdılar. O duruma geliyorlardı ki; şeref, haysiyet, ahlak nedir unutuyorlardı. Her hücrede daha önceden buraya getirilmiş iki veya üç mahkum vardı. Bunlar küçük menfaatler, bir parça daha fazla yemek almak için birbirleriyle itişip kakışıyorlar, homurdanıp duruyorlardı. Umudunu büsbütün kaybedenler kendilerini asıyorlar, yahut da gece yatarken battaniyelerinin altında kimse görmeden damarlarını kesiyorlardı, içlerinden bazı uzuvlarını kesenler bile vardır.”198
Bu durum sadece hücrelere mahsus değildi. Polonyalı
ların verdikleri raporda; kendini asarak, kuyuya atarak intihar edenler olduğu gibi, kaçmaya niyet ederek arkadan vurulmak veya açlık grevi yaparak yavaş yavaş göçmek suretiyle ölümü seçenlerin bulunduğu yazılıdır."199
Mahkumların kendi kendilerini sakat etmeleri de bir nevi protesto hareketi sayılmaktadır. Bir insanın böyle bir şeye kalkışabilmesi için muhakkak ki hayati sebeplerin olması gerektir ve bu hayati sebep de; ÖLÜM korkusudur...
Mehrali Miyançi, ölüm Kamplarının en korkuncu olan Kolima Kamplarına gitmezden evvel, Vanino Toplama Kampında görmüş olduğu protesto hareketlerini söyle anlatıyor:
“ Mahkumlar, Kolima adasına gitmemek için kendi elleriyle kendilerini sakat bir duruma getiriyor, el ve ayaklarını kesiyor, muhtelif ilaç ve tütün suyu ile gözlerini görmeyecek hale getiriyorlardı.”(200)
Kamp hayatı çekilmez hale gelince bazı mahkumlar, en kolay intihar yoluna başvurmaktadırlar. Bu intihar; sözde firar yolu ile olmakta ve acısız bir şekilde ölümle sonuçlanmaktadır. Bu tip mahkumların hayattan bir beklediği veya gayesi kalmamıştır. Biliyordur ki, serbest bırakılsa bile, karısı ya başka biri il#1 evlenmiş ya da bilinmeyen bir yere sürgüne gönderilmiş, çocukları da toplama merkezlerinde karıştırılmıştır. Anatoly Marchenko, şahit olduğu bu tip bir intihar vak’asını söyle anlatıyor:
“Bir gün üç mahkum intihara kalkıştı. Iş saatinde, çalıştıkları tuğla harmanını birden bırakıp kampı çeviren tel örgülere doğru koştular. Bunu gören nöbetçilerden biri bağırdı: “Tırmanmayın tellere.... Yoksa ateş ederim!...”
Tellere doğru koşan mahkumlardan biri cevap verdi: “Hiç durma, hemen ateş et, böylece bir iyilik, yapar, bizi bu mutlu hayattan kurtarmış olursun!...” Mahkum bu sözlerini bitirdikten sonra tekrar koştu ve hızla tellere tırmanmaya başladı. Tam tepeye ulaşmıştı ki, otomatik makineli tüfeğin tarakası duyuldu.
Mahkum vurulmuş ve cesedi tellere takılarak öylece asılı kalmıştı. Peşinden ikinci mahkumun tellere tırmanmaya başladığı görüldü. Soğukkanlılıkla aynı akıbeti bekler gibi bir hali vardı. Kuledeki nöbetçi bir defa daha seslendi. Derken üçüncüsü bir hamle yaptı, bir sıçrayışta tellere çıktı. Her ikisinin de üzerine ateş edilmişti. Diğer ikisi ancak ebediyete kaçabilmişlerdi.(2 0i)
Kamp muhafızları, en gaddar ve merhametsiz insanlar arasından seçilmektedir. Hepsi cellattır. Ölüm Kamplarında vaktiyle muhafızlık yapan P. Artemyev, söyle diyor:
“İdam sırasında kamp savcısı ile kamp doktoru hazır bulunmaktadır. İdamlar istisnasız geceleri yapılmaktadır. Hususi, yani meslekten cellatlar yoktur, zaten bu gibilerine ihtiyaç yoktur. Zira, operatif-çekist şubesinin her memuru cellatlık vazifesini pekala yapacak durumdadır.” (202)
ölüm Kamplarının en dikkat çekici bir yanı da mahkumların akıllara durgunluk veren protesto hareketleridir. Bu hareketlerin özü, tamamen anti-sovyet düşünceye dayanmaktadır. 1962’de, Sovyetlerde iken “döviz karaborsacılığı” suçu ile toplama kamplarına atılan ve burada 5 yıl kalan Batılı bir turist, bu konuda şu ifadeyi vermektedir:
Bir ayağını kampta kaybeden bir Ukraynalı, adaletsiz Sovyet mahkemesini protesto alameti alarak göğsünü delik
deşik etmiştir. Onun dış görünüşü feci idi. Bu kamp mahkumlarının çoğu, Sovyet makamlarını protesto etmek üzere vücutlarına iğne ile: “Ben Sovyetler Birliğinin Kölesiyim”, “Ben komünizmin kölesiyim” gibi döğmeler yaptırmışlardı.”200
Bu konuda en değerli bilgileri veren Anatoly Marchenko, bazen insanı dehşete düşüren, bazen hayretler içinde bıraktıran vak’aları sade bir uslupla, olduğu, daha doğrusu gördüğü gibi aktarmasını bilmiştir. Sözü bu değerli Sovyet fikir ve mücadele adamına bırakalım:
“Spetz kampında eğer görmeseydim, hiçbir zaman inanamayacağım olaylarla karşılaştım. Bunların en korkuncu, mahkumların bütün vücutlarını kaplayacak şekilde yaptırdıkları düğmelerdi. Öyle mahkumlar gördüm ki, mesela bunlardan ikisi alın ve yanaklarına döğme ile şu cümleleri yazdırmışlardı: “Komünistler cellattır”, “Komünistler halkın kanını içer” . Yine başka bir mahkum, iri harflerle alnına şunları yazmıştı: “Kruşçev’in Esiri!”
Genel olarak bunları yapanlar adi suçlulardı. Hapisa- nelerde iken bir takım planlar kurarak kendilerini bu kamplara naklettirmişlerdi. Buna sebep de kamplardaki şartların hapisanelere göre daha iyi olduğu, çalışmanın ağır olmadığı ve daha insanca muamele görüldüğüne dair yanlış bir inanca sahip olmalarıydı. Bu kimseler, mesela parti aleyhinde bildiriler yayınlamak yahut buldukları bez parçalarından yaptıkları Amerikan bayraklarını herkesin görebileceği yerlere asmak suretiyle kamplara gitmek yolunu buluyorlardı.
Şüphesiz hemen hayal kırıklığına uğruyorlar. Siyasi
mahkumların bulunduğu bu kamplarda eskisinden daha çok açlıkla karşı karşıya kalıyorlardı. Bu bakımdan daha kolay hücre hapsini boyluyorlar ve gardiyanlar tarafından dövülüyorlardı. Hemen şikayetler başlıyor ama artık bu sızlanmaların hiçbir faydası olmadığını büyük bir acı içinde görüyor, böylece karşı gelmenin, protestoda bulunmanın başka yollarını arıyorlardı. İşte bu mukavemet göstermelerden biri de adi suçluların bulundukları hapishanelerde öğrendikleri döğme usulünü buraya uygulamalarıydı.
Spetz kampında kaldığım barakada Nikoloi Serbakov adında bir genç görmüştüm. Yüzünde döğmesiz olmayan en küçük bir nokta yoktu. Yanağının bir yanma: “Lenin Bir Cellattır”, ötekine de: “işte Onun Yüzünden Milyonlarca insan Istırap içinde Bulunuyor” cümlelerini yazdırmıştı. Gözlerinin altında: “Kruşçev, Brejnev, Voroşilov-Hepsi Katildir” yazılıydı. Ensesinin tam arkasında siyah renkle yapılmış bir el resmi vardı. Sanki boğazını sıkar gibi bir el!.. Elin üzerinde şu harfler vardı: “KPSS-Sovyetler Birliği Komünist Partisi” baş parmağına da KGB harfleri işlenmişti.
Bir eylül akşamı, bütün barakalarda bir laf yayıldı; Serbakov kulaklarından birini kesmişti. Sonra bu kulağını hücresinin kapısına asmış ve gardiyan kapı üzerindeki küçük deliğin kapağını açtığı zaman yüzüne fırlatmıştı. Kulağın üzerinde şunlar yazılıydı: “22. Kongreye Benden Bir Hediye".
Mahkumlar bu döğmeleri nasıl yapıyorlardı? Bunu birkaç defa gördüm. Bir mahkum önce ya postalının altından bir çivi söküyor ya da bir parça tel ele geçiriyor. Sonra bunların ucunu büyük bir sabırla taşa sürerek sivriltiyordu.
Mürekkep için lastikten bir parça koparıp yakıyorlar, külünü idrarla sulandırıyorlardı. Artık bundan sonra döğme yapma işi başlıyordu.201
Marchenko, bulunduğu kampta mahkumların yaptıkları diğer protesto hareketlerini şöyle özetliyor:
“Birçok mahkum, hiç de faydası olmayan, bazı garip protesto hareketlerinde bulunuyorlardı. Kimisi karnını deşiyor, kimisi de gözlerine cam tozları atıyor, bazıları da (eğer bulabilirlerse) toz şekerini, ciğerlerinde abse yapıncaya kadar burnundan içeri çekiyordu. Sık sık görülen protesto hareketlerinden biri de çeşitli maddeleri yutmakla yapılıyordu. Eğer doktorlar bu insanların midelerinden çıkan şeyleri bir araya getirselerdi, belki de dünyanın en garip koleksiyonlarından biri çıkardı ortaya. Yutulan maddeler arasında çatallar, kaşıklar, diş fırçaları, tel parçaları vardı.”202
Kamp idarecileri bütün bunlara karşı nasıl tedbir alıyorlardı? Bunun cevabını yine Anatoly Marchenko vermektedir:
“Bazen mahkumların vücutlarındaki dövmeleri çıkarmak için “ameliyat” da yapılıyordu. Tabii bu ameliyat çok iptidai usullere dayanıyordu; sadece dövmenin bulunduğu yerdeki deri kesiliyor, sonra çıkarılan parçadan geri kalan kısmındaki derinin iki «yanı birleştirilip dikiliyordu. Bu şekilde üç defa ameliyat edilen bir mahkum tanımıştım. Birinci ameliyatta, üzerinde: “Kruşçev’in Esiri” ibaresi bulunan alnındaki deri parçası şerit halinde çıkarılıp alınmıştı. Hastaneden geldikten kısa bir müddet sonra alnına yeniden bir döğme yaptırdı. Ama bu döğme de yine ameliyatla alınmıştı. Aynı iş üçüncü bir defa tekrarlanınca alnının derisi o kadar daraldı ki, gözlerini açıp kapayamaz duruma
geldi. Bu bakımdan mahkumlar kendisine; "Devamlı Bakan Adam” diye ad takmıştı...”203
Bütün bu acıların, fedakarlıkların, bu protesto hareketlerinin sebebi ne idi? Marchenko, bütün bu olayların sebebini düşünüyor, yorumunu yapıyor ve bir takım sonuçlara varıyor:
"Bu insanlar neden böyle hayatları boyunca sakat kalacak şekilde bazı uzuvlarını kesiyorlardı? Hele, ebediyen kalacak şekilde yüzlerini bir takım yazı ve işaretlerle donatmak için bir insanın hayattan umudunu kesmesi gerekirdi. Tıpkı bir hapisane şarkısında söylendiği gibi insan, artık burasını; “Ebedi bir hapisane” olarak kabul edercesine bir duyguya kapılıyor ve bu kadere boyun eğmek zorunda kalıyordu. Serbakov’u merak ediyorum. Kulağını neden kesmişti. Ben de düşünmeye başlıyor, sonra derin bir kedere kapılıyor ve kendi kendime söyleniyordum; “Bize zulmedenlere karşı neden vucudumdan bir parça koparamıyor da yüzlerine atamıyorum!.. Böyle anda insan kendi kendisine: “Hangi sebeple?” diye soramıyor...”204
Bütün bu örneklerden sonra ortaya şu sonuç çıkmaktadır; Moskova idarecileri, Sovyet Rusya’da komünizmin kökleşebilmesi için varsın istedikleri kadar üniversite ve ateizm enstitüleri açsın; sonu hüsrandır. Çünkü karşılarında kendi elleriyle kurmuş oldukları öyle bir müessese vardır, ki buna ölüm Kampları deniliyor, içinde barındırdığı milyonlarca işçi talebe (!) eninde sonunda bu sistemi yıkacaklardır. Çünkü şartlar, bu işçi-talebeleri(î) eğitmiş, kinlendirmiş ve bu sistemin mutlak yıkılması yolunda bilinçlendirmiştir ...
D) ÖLÜM KAMPLARINDAKİ AYDINLAR
Kampta bulunanların ezici çoğunluğunu hiçbir suçları olmadığı halde rejime tehlikeli görülerek buraya gönderilmiş bulunan aydınlar teşkil eder. Bunlar mühendis, teknisyen, doktor, gibi sabotaj hareketlerine iştirak etmeleri bahanesiyle; sanayi idarecileri veya muhasebeciler gibi bilmedikleri bir kabahati işlemiş olmakla ve mensup oldukları milleti sevmek (burjuva milliyetçisi) suçu ile Sovyet hükümetine sadakatsizlik yüzünden kampa gönderilmiş kimselerdir.
Alman savaş esirlerinden biri bulunduğu Jelabuga Kampındaki aydınlar hakkında şöyle diyordu:
“Burası bizim için adeta yüksek bir okuldu. Devamlı imtihan ediliyorduk. Bizim ceza bölümünde 35 doktor vardı. Rusya’nın başka yerlerinde bunca doktora ihtiyaç varken bu 35 doktorun bizim aramızda ne işi olabilirdi? Ayrıca Fransızca, İngilizce ve Çince öğreten hocalarla iki de rahib vardı.”205
Kamp nüfusunun aydın unsurları için ağır bedeni işlerde çalıştırılma çoğu zaman ölümle sonuçlanmaktadır. Aydın mahkumların bütün ümidi; mahalli kamp büroları ile Moskova merkez bürolarında çalıştırılan mütehassıs kimselerin kafi gelmemesinde ve böylece kendilerinin bu hizmetlere alınabilmelerindeydi... Daha yaşlı aydınlar için mutfak çalışması bir kurtuluş yolu olmaktadır.
Vladimir Tchernavin: “Sovyetlerin Sessiz Mahkumları için Konuşuyorum” adlı eserinde profesörleri şöyle tarif ediyor:
"... dar tahta sıralar üzerinde büzülmüş, ellerinde ince yemek bıçakları ile profesörler oturmaktadır, önlerinde
kapitalist memleketlerde domuzları beslemek için dahi kullanılmayan pis çuvallardan kirli, küflü patatesleri alarak ciddiyetle, adeta mühim bir eser yazar veya ders verircesine, soymakta ve böylece akşam çorbasının hazırlanmasına yardım etmektedirler.”206
Gene aynı eserde, yüksek diplomalı mühendislerin bo- ruculuk, çilingirlik, elektrik ve telefon tamirciliği için yarıştıklarını, üniversite profesörlerinin yer silip parlatmak, merdiven ve trabzanları temizlemek için müracaatta bulunduklarını ve bir din adamının ölünceye kadar kazan yakmak vazifesini üzerine almış olduğunu yazıyor.
Gerçekten Sovyet Rusya’da aydın kadronun tamamlanamaması da yukarıdaki duruma dayanmaktadır. Ve bu duruma dayanılarak söylenilebilir ki; kamplardaki aydınların ümidi boşuna değildir; birçok ilim adamı, vicdanlarının emrettiği sese rağmen idari makamların arzusunu yerine getirmekte, böylece hapis hayatının tahammül edilebilir kısmına geçebilmektedir. Mesela doktorlar, mevcut mahkumların ancak % 5-10'una istirahat verebilmektedir. Zira, İdari makamların emri bu merkezdedir. Bu itibarla hasta olanları sırf bu emir yüzünden işe göndermek zorunda kalıyorlar ve çoğu zaman bu hastaların ölüsü geliyor, bazen o da gelmiyor. Fazla istirahat verdiği için doktorun ağaç kesip sürüklemeye, kayaları taşımaya gönderdiği de olmaktadır.207
“Mütehassıs satmak veya kiralama” bir aralık çok revaçtaydı. Mahkumları arasında bol miktarda profesör, mühendis ve öğretmen bulunan kamp idaresi, diğer kamp idareleri ile “kira mukaveleleri” imzalayarak bu mütehas
sısları belirli bir süre için ve belirli bir para mukabilinde kiralayabiliyordu. Bu kontratlar canlı hayvan icarı veya satışında kullanılanlara çok benzemektedir.208 Ancak, bugün bu tür kira ve satış muameleleri kaldırılmıştır. Anlaşılan yeni tarz esir ticareti hakkında tarihe malolacak vesikaların bırakılması lüzumsuz ve tehlikeli görülmüştür.
Muhtelif tarihlerde yapılan temizlik (!) hareketlerinde Türkistan, Kırım, tdil-Ural Azerbaycan gibi Türk ülkelerinden yüzbinlerce Türk aydını Ölüm Kamplarına sürülerek tasfiye edilmişlerdi. Bunların yurtlarına pek faydası olamamışsa da kamplarda anti-sovyet ve Türkçülük propagandası yaparak mahkum Türkleri bilinçlendirmeyi başarmışlardır. Osman Karabiber hatıratında; Kırımlı Ethem Feyzi Gö- zaydm, Osman Derenayırlı, Kazanlı Hadi Atlasi gibi Türk aydınlarının Solovki Kamplarında mahkumların milli şuur ve gururlarını ayakta tutan konuşmalar yaptıklarını yazmaktadır.209
Kruşçev devrine kadar Ölüm Kamplarında mahkum olarak ömür tüketen çeşitli milletlere mensup aydınların ekseriyeti suçunu bilmiyordu. 20. Kongrede Kruşçev’in Stalin’i yerden yere vurması üzerine, ülkede, anti-komünist faaliyetler yeniden başladı. Stalin’i başa getiren komünist sistemdi. Bu sistemin başa getireceği liderler de sistemi yani komünist düzeni yaşatabilmek için Stalin’in yolundan gitmek zorundaydılar. Tekrar o eski dehşetli günleri yaşamamak için sistemin yani rejimin değiştirilmesi mutlak gerekliydi. Bu noktadan hateketle Sovyet Rusya’da “Genel Demokratik Hareket Birliği” kuruldu ve çeşitli milletlere mensup ilim adamları, yazarlar, şairler, sanatçı ve diğer tanınmış meslek adamları omuz omuza komünist sistem karşı
sında cephe kurdular. Sonuç ne oldu? Binlerce hürriyetse- ver Sovyet vatandaşı Ölüm Kamplarını boyladı. Buna karşılık ortaya atılan kıvılcım büyüdü ve bütün Sovyet Rusya’yı sardı. Sadece bu kadar mı? Hayır!.. Andrey Amalrik, Ana- toly Marchenko, Yesenin-Volpin, Aleksandr Soljenitsin, Yu- li Daniel, Andrey Siviavsky gibi Sovyet yazarlarının ifşaatları, yazıları, hikaye, roman ve şiirleri bütün dünyaya yayıldı ve çoğunluk, komünizmin içyüzünü öğrenmek fırsatını elde etmiş oldu.
Gerçi, yukarıda adları yazılı olan bu cesur fikir ve mücadele adamlarının bir kısmı, halen Ölüm Kamplarında bulunmaktadır. Ama, bir Amairik’in açlık grevi, bir Dani- el’in uğradığı baskılar günü gününe hür dünyadan takip edilmektedir. Açıkçası, Sovyetler Birliği daha düne kadar bir kibritle tutuşacak saman yığını gibi idi. Bugün bu saman yığını tutuşmuş, için için yanmaktadır. Pek yakında büsbütün yanacaktır. Buna şüphesi olmayan Andrey Ama- irik, yazdığı kitabına şu ismi vermişti: “Sovyet Rusya 1984’de Hala Var Olacak mı?”
E) MAHKUMLAR ARASI MÜNASEBETLER VE DAYANIŞMA GRUPLARI
Mahkumlar arasındaki ferdi münasebetler oldukça bozuktur. Bunun böyle olmasının sebepleri çoktur. Mesela, milliyet ayrılığı ve ajan-jurnalcılığın varlığı bu sebepler arasında sayılabilir. Bu ayrılığın kökünü, Moskova idarecilerinin kolektif harekete karşı oluşunda aramak gerekir. KGB’nin mahkumlar üzerinde tatbik ettiği rejim ise bu siyaseti aşırılığa götürmektedir. Mesela, karı kocanın her iki
si de zorla çalıştırılmaya mahkum edilmişlerse, karşılaşmalarına meydan vermemek üzere başka başka bölgelere ve başka başka kamplara gönderilirler. Ana, baba ve çocuklar ve yakın arkadaşlar ile aynı suçtan mahkum olmuş insanlara da bu kural tatbik edilir. Bir müddetten beri aynı kampta birlikte çalışmış olan mahkumlar da böylece serpiştirilir.
Sovyet Rusya baştanbaşa gizli ajanlar ve jurnalcıların kurmuş oldukları ağlarla örülmüştür. Sovyet genci, ajanı ve jurnalciyi örnek olarak almak, kendisine hürmet ve riayet etmek üzere yetiştirilmektedir. Her türlü kavgada taraflar birbirini KGB’ye ihbar etmekle tehdit etmektedirler. Kamplarda kendi çocukları, akrabaları ve dostları tarafından ihanete uğramış kimseler vardır. Bütün bunlar kamp mahkumları arasında birbirlerine karşı güvensizliğin yerleşmesine sebep olmuştur. Bazen bu güvensizlik, düşmanlığa kadar varmaktadır.
Bu güvensizlik ve düşmanlık bazı hallerde ortadan kalkmaktadır. Mesela, Yuli Daniel, Potma Kampına getirildiğinde ilk önce bütün mahkumlar kendisine soğuk bakmışlar hatta düşmanlık göstermişlerdir. Ancak, çok kısa bir süre sonra Yuli Daniel, ğerek konuşmaları, gerekse tevazu sahibi oluşu ile durumu kendi lehine çevirmesini bilmiştir. Bundan sonra kampta öylesine bir dayanışma doğmuştur ki, hasta olan Yuli Daniel’in gece ve gündüz nöbetlerini kamp mahkumları aralarında paylaşmışlar, kamp idaresine, Daniel’in daha hafif işlerde çalıştırılması için yine kamp mahkumları olarak baskı yapmışlardır.
Kısa bir süre sonra kampın kısım başkanları olan mah
kumlar, KGB bürosuna çağrılırlar. Orada kendilerine şu soru sorulur: “Daniel’e kimler yardım ediyor?”.
Verdikleri cevap şöyle olmuştur: “Hepsi!..”Yine sormuşlar: “Neden, kendi kendisine yapamıyor
mu? Buna sahterkarlık denir . . .”Bu sözler üzerine bir kısım, çok yerinde olan şu cevabı
verir:
“Siz komünistler her yerde birbirine yardım esasına dayanan arkadaşlık kurun demiyor musunuz? Herkes bir diğerinin arkadaşı, kardeşidir!...”
Bu olay, Daniel’in daha da sevilmesine sebep olmuştur. Anatoly Marchenko, Litvanyalıların halk şarkıları dinletmek üzere Daniel'i kendi barakalarına çağırdıklarını, Le- ningradlıların kahve içmeye götürdüklerini, UkraynalIların ise şiir dinlemek için kendisinden ricada bulunduklarını yazmaktadır.
Daniel, yakın fikir ve mücadele arkadaşı Valerie Ron- kin’le 1969 temmuz ayında kamptan “Vladimir” hapisane- sine nakledilmiştir. Vladimir hapisanesi ise mahkumlara yapılan muamelenin kötü oluşu ile tanınmıştır. Böylece, kamp idarecileri, kampı tekrar ıslah (!) edeceklerini zannetmişlerdi. Ancak, Daniel’in yarattığı kıvılcım büyümüştü. Nitekim, naklin hemen arkasından, bütün kamp çapında açlık grevi başlatıldı. Bu açlık grevi ile Daniel’e yapılan düşmanca hareketler ve Sovyet adalet (!) sistemi protesto edilmiş olunuyordu...
Ölüm Kamplarında bu tip dayanışma gruplarının doğmasını önlemek çabası, savaş yıllarına dayanmaktadır. Askeri disiplini ile tanınan Alman savaş esirleri, üç gruba ay
rılarak kamplara dağıtılmıştır. Birinci grupta; Sovyetlerin işine yarayabilecek yüksek rütbeli subaylar bulunuyordu. Bunlara Urallardaki 150 No.’lu kamp tahsis edilmişti. “Almanya’yı kazanmak” tekniği icabı bu savaş esiri subaylara devamlı propaganda yapılıyor, ders veriliyordu. Buna karşılık gıda ve giyecek durumları mükemmeldi, ikinci grupta ise; Sovyetlerle çalışmayı reddeden Alman savaş esiri subaylar bulunuyordu. Bunlar çeşitli kamplara dağıtılmıştı. Diğer rütbesiz savaş esirleri de muayyen kamplarda mecburi çalışmaya mahkum edilmişti. Ancak, kati surette bu gruplar birbirleri ile karıştırılmamışlardı.
Savaş bitiminde bütün Ukrayna’yı görevli olarak dolaşan John Fischer, dikkatini en fazla çeken şeyi şöyle anlatıyor:
“Bütün Ukrayna’da tek bir Alman subayı görmedim. Bundan ne netice çıkarmalı? Bir esir, bölüğündeki subayların esir düşüşünün akabinde götürüldüklerini ve bir daha hiç görmediğini anlattı. Belki de bu esir subaylar, Rusya’nın başka bir kısmında hususi kamplarda gözaltı edilmişlerdir.”210
Gerçekten de sayıları 3-4 milyon civarında olan Alman savaş esirleri, sadece grup dayanışması teşkil ederler korkusu ile parçalanmış ve dağıtımları bu esasa uygun şekilde yapılmıştır.
1929’da Solovki kamplarında mahkum olarak bulunan Osman Karabiber, hatıratında şöyle diyor:
“Bizden birkaç sene evvel gelmiş Kırımlılardan ve AzerbaycanlIlardan her türlü yardım ve himaye görüyorduk. Kampın, birçok hayati önemi haiz yerlerinin mesuliyetini üzerlerine alan bu muhterem zatların yardımları ve
iyilikleri olmamış olsaydı, muhakkak açlıktan ölürdük. Bilhassa gıda hususunda bize fevkalade yardımları dokunuyordu.”211
Bu ve bunun gibi sayısız örneklerden görüyoruz ki, milliyet ve din kavramı mahkumlar arasında birlik ve beraberlik sağlayabilmektedir. Diğer bir örneği de Şevki Bektö- re vermektedir. Bektöre, hatıratının bir bölümünde; kamplarda kaldığı müddet boyunca Türk mahkumları ile birlik olduğunu ve onlardan yardım aldığını yazmaktadır.212
Bu sonucu yabancı asıllılar da doğrulamaktadır. Mesela, Oscar Fischer, 1944’de yurtlarından topyekün sürgün edilen Kırım Türkleri ile ilgili bir hatırasını şöyle nakletmektedir:
“Tatarlar çok mağrur insanlardı. Hiçbir zaman kaynaşmak ve benliklerini kaybetmek istemiyorlardı. “Tatarlar Tatar olarak kalmalı ve kendi milli hareketleriyle övünmeli- dir” diyorlardı. Ruslar Tatarlara ikinci sınıf insan muamelesi yaparlar, onlara mühim vazifeler vermezlerdi. Tatarları daha çok geri ve süfli hizmetlere koştururlardı.”213
Ölüm Kamplarının korkunç rejimi dahi insanların milliyet duygusunu kaybettirememekte, milli benliklerini unutturamamaktadır. Oscar Fischer, Kırım Türkleri örneğini verirken, halen yurtlarına dönmek için Kremlinle daha doğrusu komünizmle savaşan Kırım Türklerinin mücadele kuvvetinin kaynağını da vermiş oluyordu.
1949-1955 yılları arasında Karaganda ve Narilsk kamplarında mahkum olarak bulunmuş olan Yusuf Yıldırım, milliyet ve din esasına dayanan grup dayanışmalarını anlatan örnekleri verirken şöyle diyordu:
“Gedikli mahkumlar, işten dönüyordu. Uzaktan onları seyrediyorduk. Herkesi teker teker arayıp, içeri sokuyorlardı. içeri girenler, bizim bulunduğumuz barakaların tel örgülerine yanaşıyorlardı. Tabii kamptakiler, kendi milletlerinden olanlarla ilgileniyordu.”214
“Karaganda ahalisinin çoğunu Türk Müslümanlar teşkil ediyormuş, ustabaşı Kazak bana yardım etti. Gizli olarak yiyecek veriyordu.
... kamptaki subayların, askerlerin hemen hepsi Rus’tu. Tabii Rus mahkumlara müsamaha ediyorlardı.”215
Bizim bölümde Mançuryalı Ruslar, pek çoktu. Yerli Rusları sevmiyorlardı. Kavga çıktığı zaman, Baltıklılar, Müslümanları tutuyorlardı. Birgün akşamüzeri, müthiş bir kavga başladı. Kavga Ruslarla Baltıklılar arasında çıktı. Bal- tıklılar, yirmi kadar Rus’u öldürdü, yetmişini yaraladılar. Tel örgüler, parmaklıklar sökülmüş, bölmeler birbirine karışmıştı. Kulelerden ateş ediliyordu. Atılan kurşunlardan on kişi öldü, otuz kişi de yaralandı.”216
Narilsk kampında da dayanışma gruplarının kavgalarına şahit olduğunu söyleyen Yıldırım, şöyle anlatıyor:
"... yerli Ruslar, Mançuryalı Rusların kendi kanından olduklarını, Baltıklılar tarafından öldürülen arkadaşlarının intikamını almaya teşvik ediyorlardı. Bu amaçla grup başkan- ları yeni listeler yaptılar. Mançuryalı Rusları, sekiz on grup halinde bir araya topladılar. Ruslara hafif işler veriliyor, durmadan yedirip içiriyorlardı, işin ağırlığı Doğu AvrupalIların, diğer yabancı milletlerin, Baltıklıların ve Müslümanların omuzlarına yükleniyordu. Biz Türk Müslümanlar, çok iyi örgütlenmiştik. Milletlerin münasebetlerine göre tutumumu
zu ayarlıyorduk. Aklımız sıra siyaset yapıyorduk. Bunun için bize, pek o kadar diş geçiremiyorlardı. Burası bir dağbaşı idi... Herkes kendi canının derdinde idi. Bileği kuvvetli olanlar yaşıyor, zayıf olanlar yaşama hakkı bulamıyorlardı.”217
Ruslar az olmalarına rağmen, bıçakları, muştaları ellerinden alınmadığı için Baltıklıları öldürüp, yaralıyorlardı. Ortalık ana baba günü gibiydi, inlemeler, bağırmalar tam bir vahşet sahnesiydi. Epey bir müddet sonra kapı açıldı. Bu cinayetlere kasten sebebiyet veren kampın kumandanı hiç sıkılmadan kapının önünde bağırıyordu; “Milliyetçilerin mutlaka cezalarını vereceğiz! icap ederse hepsini kurşuna dizeceğiz!”218
Iranlı sabık komünist Mehrali Miyançi, bu konu ile ilgili olarak Kolima Kamplarında gördüklerini sonuçları ile birlikte şöyle anlatıyor:
“Kampta bulunanların hayretini çeken bir konu da Azerbaycan, Kuzey Kafkasya, Ermeni ve Gürcüler arasındaki birlik ve dayanışma idi. Bu milletlere mensup olanlar esasen siyah saçlı ve esmer olduklarından, Ruslar onlara umumiyetle “siyah” adını takmışlardı. Kampta sözü geçen zümre halini almışlardı. Müttefik bir hale gelmiş olan bu zümre, kampa yeni bir esir kafilesi geldiğini haber alınca, derhal koşup kendi yurttaşlarını arıyor ve bulunca ikram ve memnun ediyor, himayeleri altına alıyorlardı. Kardeş gibi geçinen bu zümre ile Ruslar arasında çoğu zaman tartışma ve kavgalar da vuku buluyordu. Esasen milliyet meselesi yüzünden çıkan bu tür kavgalar ve geçimsizlikler en sonunda kendilerinin Ruslardan ayrı bir mahalde yerleştirilmelerini gerektiriyordu.”219
Bütün bu örneklerden bir sonuç çıkıyor ki, o da: Milliyetçilik cereyanının en kuvvetli olduğu yerin ölüm Kampları oluşudur. Burada ezenler ve ezilenler, milli benliklerine sahip olarak yaşamaktadırlar. Baskı, zulüm, ağır hayat şartları ve adaletsizlik, mahkumları kendi özüne dönmeye mecbur bırakmaktadır...
V. BÖLÜM
ÖLÜM KAMPLARINDA İSYAN VE FİRAR OLAYLARI
ÖLÜM KAMPLARINDA İSYAN VE FİRAR OLAYLARI
ölüm Kamplarının ağır rejimine dayanamayan mahkumların zaman zaman toplu isyana teşebbüs ettikleri bilinen olaylar arasındadır. Bu isyanlar, çoğunlukla milli karakter göstermektedir. Ancak, hayat şartlarını protesto etmek amacıyla yapılan isyanlara da rastlanmaktadır. Bunun yanı sıra, ferdi ya da grup firarları da sık sık vukubulmakta- dır. Bu isyan ve firar olaylarının teferruatı, ölüm Kampları hakkındaki bilgi ve fikirleri daha da pekiştirmektedir. Bu konuda hür dünyaya ulaşan bilgiler çok azdır. Ancak, elde bulunan bilgiler, toplu isyanların Stalin’in ölümü (1953) akabinde başladığını göstermektedir.
Bu bilgiler arasında Şevki Bektöre’nin anlattıkları da önemli yer tutmaktadır. Bektöre bu konuda şunları söylüyor:
"Stalin’in ölümünden sonra, Kuzey Sibirya kamplarında isyanlar çıktığı gibi, UkraynalIların elebaşılık ettiği bu isyanların KGB tarafından bastırıldığı ve binlerce mahkumun kurşuna dizildiği haberi süratle yayıldı. Habarovskiy şehrinde bulunan birliklerin de isyan ettiği, onyedi gün süren harekat esnasında birçok subay ve erin kurşuna dizildiği de duyulan haberler arasındaydı. Oysa, Stalin’in ölümünden sonra, bir genel af çıkarılmış, fakat aftan faydalanarak serbest kalanlar da bu isyanlara ve direniş hareketlerine katılmışlardı.”220
Stalin’in ölüm haberi bütün .Sovyet Rusya’da olduğu gi
bi, Ölüm Kamplarında da çok çabuk duyuldu. Yusuf Yıldırım, Varkuta kampında, bu haberin mahkumlar üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor:
“... Varkuta’da birkaç gün sonra, isyan başladı. Çünkü biz gelmeden önce, kulelerden hem iş yerinde, hem kampta keyfi ateş açarak mahkumlan yaralayıp, öldürdüklerini söylüyorlardı. Barakalara kara bayraklar asıldı. Burada isyanı örgütleyenlerin çoğu Ruslardı. Bir emniyet subayı, birkaç Rus’a; “Stalin’in öldüğünü, birçok kamplarda isyanlar olduğunu” söylemiş, bunun üzerine Ruslar da kampta isyan etmek için, herkesi ikna etmişler, işte biz geldiğimiz zaman hazırlıklar tamamlanmış, isyan başlamıştı. Her gün, yapılan ihtarlara rağmen hiç kimse kampın idarecilerini dinlemiyor ve işe çıkmıyordu. Durum çok ciddiydi, isyandan dört beş gün sonra, Moskova’dan birkaç generalle, on kişilik bir heyet geldi, Moskovadan heyetin geleceğini tabii kamp idarecileri biliyorlardı. Bu caniler işledikleri cinayetlerini guya örtmek için, kampta duvarların önündeki yasak çevrenin tel örgülerini gece birkaç yerinden makasla kesmiş oralara hayvan kanı dökmüşlerdi. Böylelikle, kampta ölü ve yaralıların kaçmaya teşebbüs ettiklerini ispat etmek istiyorlardı.”221 y
Alman savaş esirlerinden biri, uzun esaret hayatından sonra vatanına döndüğünde, milli karakter taşıyan bir isyan dizisini şöyle anlatmıştı:
“Moskova’dan 5300 kilometre doğuda, Krasnoyarsk ülkesinin Reşeti istasyonunda, birkaç tahta barakadan ibaret ve dikenli tellerle çevrili, yüksek bir duvarla kuşatılmış bir Toplama Kampı vardır. Bu Toplama Kampı, bir yerden baş
ka bir yere sevkolunan mahkumlara geçici bir durak rolünü oynamaktadır. 1953’de kutup bölgesi Varkuta’da ve Kazakistan’daki Karaganda Kamplarında, 1954’de ise Novils- ki’de patlak veren isyanlar hakkında haberler bu barakalarda süratle yayılmıştı. Barakaların birinde bulunan 500 kadar Çeçen, 1954 yılının Ekim ayı sıralarında, hemen isyan ederek dört idareci komünisti öldürdükten sonra erzak deposuyla birlikte barakayı ateşe verdiler. Üç başka barakayı da yaktıktan sonra kamp kapılarını kırarak firar ettiler.
Reşeti istasyonundan itibaren kuzeye, tayganın (ormanların) içine doğru, 400 kilometre uzunluğunda bir demiryolu hattı inşa edilmektedir. Bu yolun her iki tarafında, her 4-5 kilometrede bir Mecburi Çalışma Kampı mevcuttur. 22. ve 26. kilometrelerdeki kamplarda 4000’i aşkın Çeçen mahkumu vardır. Reşeti’deki Toplama Kampında kardeşlerinin isyan ettiğini duyan bu Çeçenler de ayaklanarak kamp idarecilerini öldürdüler, 3 ve 4 sayılı kampları ateşe vererek muhafız kıt’asının binasına girdiler, mahkumların istatistiğini tutan çekişti de öldürüp, cephaneleriyle birlikte makineli tüfekleri ele geçirdiler. Bu silahlar sayesinde nöbetçi kulelerindeki muhafızları da tepeliyerek, taygaya doğru çekildiler. Burada hususi surette inşa edilmiş olan binalarda yaşayan 3 ve 4 sayılı kampların idarecilerini de tamamiyle imha ettiler.
Çeçenlerin isyanı yüzünden yalnız Reşeti bölgesindeki demiryolu inşaatı değil, belki Tayşet Kamplarında bulunan fabrika ve tesislerin faaliyeti de durmuştu. Sovyet kamp idarecileri Tayşet Kamplarından Reşeti istasyonuna takviye kıt’alan şevkettiler. Bunlar Reşeti etrafındaki taygalarda Çeçenleri aramağa ve avlamaya başladı. 1955 yılının Şubat
ayına kadar devam eden bu insan avı esnasında, komünist kuvvetleri Çeçenlerin % 50 nispetini öldürebilmişlerdir. Geri kalanlar taygalarda saklanmaya muvaffak olmuş, bazıları ise hatta, trenlerle Vladivostok istikametinde firar edebilmişlerdir. Sibirya’nın birçok köy ve şehirlerinde geceleri sokağa çıkmak tehlikeli bir hal almıştı. Çünkü kendilerine elbise ve yiyecek bulmaya çalışan Çeçenlerin taarruzuna uğramak mümkündü. Hatta dişlerine kadar silahlı olan MVD mensuplan bile geceleri sokağa çıkmaya cesaret edemiyorlardı... ”222
Görüldüğü üzere 10 yıllık baskı ve zulüm hareketleri, Kuzey Kafkaysa’nın bu Müslüman halkını yıldıramamış, onların milli kurtuluş ruhunu küllendirememiştir.
Ferdi veya grup firarlarına örnekler veren Şevki Bektö- re şöyle devam ediyor:
“Her ne pahasına olursa olsun, kamptan kaçanlar eksik olmuyordu. Bir gün yine tarlada çalışırken silah sesleri ile irkildim. Atlı muhafızlar hem silah atıyor, hem de muhtelif istikametlere süratle at koşturuyorlardı. Arkalarında köpekler de vardı. Konuşmalardan, çalışırken üç mahkumun kaçtığını öğrendim. Yanımda duran muhafıza:
- Bakalım, dedim, kakalayabilecekler mi?
- Siz, sanki bizi ciddi bir kovalama yapacak mı zannediyorsunuz? dedi ve ilave etti; maksat, başkalarının da kaçmasına mani olmak için şiddetle takip ettiğimizi göstererek gözdağı vermektir.”223
“Kampta yine enteresan bir kaçış hadisesi cereyan etti. Tamirhanede çalışan üç mahkum iyi bir kaçış planı hazırlamıştı. Bulundukları tamirhanenin dışarısı ile irtibatını
kesen, tahta kapılı bir tel örgü vardı. Yeni tamir ettikleri bir kamyona binerek tecrübe maksadıyla bu tel örgünün içinde dolaşıyorlardı. Direksiyonu bir Koreli mahkum kullanıyordu. Diğer ikisi ise şoför mahallindeydi. Kamyon, nöbetçilerin dikkatini çekmemek için sağa, sola hareket ettiriliyor, bu duruma da tecrübe süsü veriliyordu. Kamyon, bir ara giriş kapısına doğru son süratle ilerleyerek kapıyı yıktı ve dışarıya fırladı. Nöbetçiler o kadar şaşırmışlardı ki, ateş etmek akıllarına gelinceye kadar kamyon gözden uzaklaşmıştı bile.
Salar nehrinde yegane geçit yeri olan bir köprü vardı. Burada bulunan nöbetçiler, üzerlerine son süratle gelen kamyonu görünce, onu durdurmak için çok çalışmışlar, fakat ne silah kullanmaları, ne de tehdit ve bağırmaları fayda etmemiş. Öyle ki, kamyonun önüne çıkan bir nöbetçi de, tam çiğneneceği sırada kendisini köprüden atarak zor kurtulmuş. Böylece üç tamirci ustası yollarına devam etmişler, fakat Taşkent yakınına geldikleri zaman lastiklerin patlaması üzerine kamyonu terk ederek ortadan kaybolmuşlar. Böylece bu kaçış planları geçici bir süre için de olsa gerçekleşmişti.”224
İkinci Dünya Savaşında Müttefik Orduları Genelkurmay Başkanı ve Birleşik Amerika’nın eski Moskova Büyükelçisi General Bedel Smith, bu tip bir firar vak’asını anlatmaktadır. General Smith, adını vermediği ve "Arıcı” müste- ar ismini kullandığı bir Sovyet vatandaşının macerasını hatıratında şöyle anlatıyor:
"... bunlar arasında bizim “Arıcı” dediğimiz biri vardı. Senelerce Amerika’da bulunduktan sonra 1923’de Rusya'ya
dönüyor. O senenin mayısında bir gün, Rusya’daki hayat şartlarını açıktan açığa ve şiddetli bir şekilde tenkit ediyor. Derhal Çeka tarafından yakalanıyor ve casusluk iddiasıyla “kapalı celisede”, yani resmen yargılanmaksızın, Solovki adalarında belirsiz bir müddetle ağır hizmete mahkum ediliyor.
On sene sonra mahkumiyetine son veriliyor. Fakat Sibirya’da küçük bir kasabaya sürülüyor. Birkaç ay sonra oradan kaçarak Moskova’ya geliyor ve sürgünden kaçmış olduğu için üç sene hapse mahkum edilerek Habarovvsk civarındaki temerküz kampına gönderiliyor.
Orada iki sene kaldıktan sonra tekrar kaçıyor ve kendini huduttan dışarı atmak azmiyle evvela Moskova’ya geliyor. Bu arada tasavvurlarından bir arkadaşına bahsediyor. Daha o gün akşam olmadan kendini “Lübyanka” zindanında buluyor. Bu sefer gene belirsiz müddetle Kolima Kamplarına gönderiyorlar.
1945 senesi Haziranına kadar orada kalan “Arıcı”, Novi- sibirsk’ten 600 kilometre ilerde küçük bir kasabaya sürülüyor. Orada kendini akıldan sakat bir insan gibi göstermeye başlıyor. Mesela karlı ve buzlu sahalarda başını alıp dolaşıyor, sürgünlerin hergün ^tmaya mecbur oldukları imzayı atmaya karakola gitmediği günler oluyor, geyik vurduğu zaman avını hakiki değerinden pek düşük bir fiyata satıyor.
Resmi makamlar nihayet onun akli muvazenesini kaybetmiş olduğuna kanaat getiriyorlar ve hareketlerine ehemmiyet vermez oluyorlar.
1946 Ağustosunda bir gün “Arıcı”, nehir kıyısına gidip soyunuyor, nehirde boğulduğu kanaatini vermek için elbi
selerini orada bırakıyor ve yarı çıplak bir halde Sibirya’nın buz çöllerine dalıyor. Oradan Moskova’ya kadar olan mesafenin hemen hemen yarısını yaya olarak aşıyor.
Ben kendisini gördüğüm zaman karşımda, ömrünün yirmi üç senesini Ölüm Kamplarında ve sürgünde geçirmiş bir adam vardı.”225
Karaganda Kampında şahit olduğu bazı firar olaylarını, Yusuf Yıldırım, şöyle anlatmaktadır:
“Yine bir gün, altı kişi aptalca bir kaçma teşebbüsüne giriştiler. İş yerinde kapıdaki erlere bıçakla saldırdılar, gerçi bir eri öldürdüler fakat hepsi kuleden açılan ateşle can verdi.”226
Kampta da kaçmak isteyen üç kişiyi yakaladılar. Bu üç kişi kamptan pislikleri taşıyan arabanın şoförünün ağzını tıkamış, elini, kolunu bağlamışlar, daha önceden de bu şoföre benzeyen, mahkumlar arasında bir şoför bulmuşlar, kendileri de, kapağı küçük olduğu için, pislik arabasının altını delmişler, oradan arabanın içine girmişler. Şoför araba ile kapıdan çıkmış ama usulü bilmediği için kapıdan ehliyetini istememiş, çılgınca gaza basmış, kapıdakiler şüphelenmişler ve daha şoför gaza basarken ateş etmişler, şoför yaralanmış, araba durmuş. Tabii bunları da bize gösterdikten sonra kamptan alıp götürdüler.”227
"... Ben yirmi kadar müslümanla kamyonlara tahta yüklemek için hazırlandım. Kaçacaklardan biri bana gelip, şoförü bağladıklarını söyledi gitti. Kendileri hazırladıkları tahta merdivenleri kamyonun döşemesine yerleştirdiler. Sonra, birer birer içine girip uzandılar. Hemen tahtaları yükletmeye başladım. Şoför direksiyonda gayet soğukkanlı
gülerek göz kırpıyordu. Kamyon tahtalarla dolmuştu. Hepimiz bir yana dağıldık. Şoför, yavaş, yavaş kapıya yanaşarak birden gaza bastı. Ağaç engelleri kolayca kırıp, yoluna devam etti. Biraz sonra, kuleden ateş edilmeye başlandı. Tabii havaya ateş ediyorlardı.”228
Bu örneklerden sonra düşünmek gerekir. Bu kadar insan, ölümü göze alarak hangi sebeple kamplardan kaçma eğilimini göstermektedir? Bu sorunun cevabı az da olsa buraya kadar olan bölümlerden çıkan sonuçlarla şekillenmiştir. Diyelim ki, bu firar edenler, ölüm Kamplarının ağır rejimine dayanamamışlar ve yaşamak için bu yola başvurmuşlardır. Ya sonrası? Bunu kaçan mahkum da pek iyi bilmektedir. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde görülmeyen “Dahili Pasaport” sistemi bugün Rusya’da hâlâ mevcuttur. Şehirden şehre gidebilmek için pasaport gerekmektedir. Kamptan kaçmakla mahkum asla kurtulmuş değildir. Er- geç yakalanacaktır, öyleyse neden kaçıyorlar? Kimbilir, belki de firarı gerçekleştirdikleri anda duydukları hürriyet duygusu onları ölümsüz kılmaktadır. Hürriyetin olmadığı bu ülkede ve onun Ölüm Kamplarında yaşayan insanlar için bu birkaç saatlik veya günlük hürriyet, çok büyük bir şey olsa gerek...
VI. BÖLÜM
ÖLÜM KAMPLARINDA ClNSt HAYAT
ÖLÜM KAMPLARINDACİNSEL HAYAT
Günde 14 saat çalışan ve aldığı çok az bir gıda ile yetinmek zorunda kalan bir mahkum için böyle bir mesele söz konusu olamaz. Nispeten hafif işlerde, idari işlerde çalıştırılanlar, aşçılar, berberler, doktor ve sağlık memurları gibi kimseler bu ihtiyacı şiddetle duyarlar. Ekseriyetle kampta çalıştırılan kadın mahkumlara göz dikerler. Bazen aynı odada yatıp teknik ya da idari işlerde çalışmakta olan iki veya üç mahkum, aynı kadına sahip olmaya karar verir. Kadının daha iyi yemesini sağlarlar, kadın da onların söküklerini diker, odalarını süpürüp siler. Bu bir aile karikatürüdür.
Uzun yıllar Solovki ve Kem Kamplarında mahkum olarak bulunmuş olan Boris Sapir, bu aile karikatürünün ana hatlarını söyle çiziyor:
“Barakaların bir kısmı komutan ve maiyetinin yaşadığı “Bayanlar” barakası idi, fakat bunu “Kadınlar” barakası ile karıştırılmamalı. Kadın mahkumlar kampa geldikleri zaman iki gruba ayrılırlar; bayanlar ve kadınlar... Bayanlar, tahsil görmüş, temiz kimselerdi. Bunların kampta bir iş gördükleri görülmemiştir. Kadınlar, çamaşır, mutfak ve yer silmek işlerinde kullanılıyordu. Bayanların ise kamp idarecilerine karşı hususi vazifeleri vardı. Bazen kamp idarecilerinin sarkıntılıkları mukavemetle karşılanıyordu, fakat kötü hayat şartlarına katlanmak için büyük cesaret lazımdı.”229
Cinsel ilişki mahkumlar için yasak edilmiş bulunmakla beraber, kamp idarecileri bu kaidenin ihlaline göz yumarlar. Nitekim, “gündelikçi" adını alan kamp idarecilerinin evlenmiş bulundukları kadınların % 80’i şu veya bu kampın eski mahkumlarıdır.230 Kocasının nerede olduğu sorulan birçok kadının: “Hangisi? Kamptaki mi, hür olanı mı?” diye cevap verdiği duyulmuştur. “Kamp karısı” tabiri alıp yürümüştür.
Mahkumlar arasındaki kadın miktarı umumiyetle azdır, % 10’u geçmez. Bunların çoğunu adi suçlardan mahkum olanlar teşkil eder. Bir de, kocalarının, babalarının veya kardeşlerinin rejim aleyhtarı hareketlerini bildirmedikleri için hüküm giymiş siyasi mahkumlar vardır. Bunun cezası 10 yıl ağır işlerde çalıştırmaktır. Bir de Sovyet aleyhtarı sözler sarfetmiş olan kadınlar da bu sebepten mahkum olarak bulunuyor.
Umumiyetle kadınlar, kampta kısa bir müddet içerisinde fahişe haline gelmektedir. Bunda yiyeceğin oynadığı rol büyüktür. Fazla gıda maddesi elde edebilecek kadar nüfuz ve mevkii olan mahkumlar, bu kadınları elde edebilmektedir.
Kamplarda homoseksüellik de göze çarpmaktadır. Marchenko’ya göre homoseksüellik bilhassa gençler arasında yaygındır.231 PolonyalI savaş esirlerinin raporlarına dayanılarak hazırlanan bir eserde bu durum söyle anlatılmaktadır:
“Bilhassa bu ahlak düşkünü herifler içerisinde homo- seksüelite geniş ölçüde yayılmıştı. Bu sanatlarını elalemin ortasında icra etmekten vahşice bir zevk alıyorlardı. Polon
ya’dan yeni gelen kafileye bu hisle saldıranlar çok oldu. Muhafızlar müdahale etmek söyle dursun, seyretmekten hoşlanıyorlardı. Hatta birbirlerini iterek, şahlanarak bu çirkin manzarayı seyrediyorlardı; adeta hayvanların çiftleşmesine bakmaktan zevk alan bazı ahlak yoksulları gibi...”232
"Kampta aşkın çiçek açacağını hayal etmek güç bir iştir” diyen Anatoly Marchenko, mahkumların cinsel hayatı hakkında aşağıdaki bilgiyi vermektedir:
“Aşk mektupları kadınlarla erkekler arasında bazen haftalarca, bazen de yıllarca alınıp veriliyordu. Bazen hemşireler, hastaları ameliyat odasına götürüp getiren benim gibi yardımcılar, mektup alıp vermede kullanılıyorduk. Yakalanırsak hücre hapsine konmak işten bile değildir. Ama uzun süre normal hayattan uzak tutulmuş bu kadın ve erkeklerin böyle davranışlarına hiçbir nizam ve kanun engel olamıyordu.
Çoğunlukla ilk aşk mektubu rastgele birine gönderiliyordu. Basit, kendini anlatan cümlelerle başlayan mektup, aşk ilanı ile sona eriyor ve bir gün buluşacakları yeri hayallerinde canlandırıyorlardı. Böylece bir mahkum rüyasında sadece bir “kadını” değil, kendisine sevgisini söyleyen mesela Nadya’sını, Lusia’sını kucaklamış oluyordu Gönderdiği mektubun cevabını büyük bir sabırsızlık ve heyecan içinde bekliyorduk. Sevgisini yazdığı kadının da aynı şekilde kendisine karşılık verdiğini görünceye yahut başka bir hayali sevgili bulduğunu öğreninceye kadar kamptaki ağır hayat, dikenli tel örgüler, yalnızlık duygusu, hepsi bir süre için unutuluyordu.”233
Görülüyor ki, mahkumların hayatı yönünden önemli bir mesele halinde kendini gösteren cinsel ilişkiler konusu, bugün dahi müspet bir kesinliğe kavuşamamıştır. Bu meselenin çözümlenmesi için kamp idarecileri, hiçbir faaliyette bulunmamaktadır. Daha doğrusu yetkileri de bu yönden kısıtlıdır. Ancak, aynı kamp bölgesinde yaşayan mahkumlar ile idareciler arasındaki cinsel hayat farkı büyüktür ve bu eşitsizlik, adaletsizlik, kampın rejimine uygun olarak bugüne kadar süregelmiştir ve rejim yaşadığı müddetçe de devam edecektir.
VII. BÖLÜM
CEZALARI BİTEN MAHKUMLARIN DURUMU
CEZALARI BİTEN
MAHKUMLARIN DURUMU
Cezalan biten mahkumların istedikleri yerlere yerleşmelerine izin yoktur. Kamp ilgilileri tarafından önceden hazırlanan programlara göre, bu sabık mahkumlar, tayin olunan yerlere yerleştirilmektedir.
Ancak, bunlara “hür vatandaş” demek yanlış olur. Bu sabık mahkumlar, en fazla Moskova’nın 125 kilometre yakınına yerleşebilirler.234 Ayrıca, buna ilave olarak 135 Sovyet şehrinde yerleşemezler. Hatta bu şehirlerin 60 kilometre mesafesinde dahi bulunamazlar.235 Yerleşmeye müsaade edilen yerlerde de KGB’nin nezareti altında yaşamak zorundadırlar.
Sovyetlerin bu sözde hür vatandaşları, her an tekrar tutuklanma korkusu içindedir. Bu tip vak’alar çok olmuştur. Mesela, 1948 senesinin ekim ayında KGB’nin Hususi Müşavere Komisyonunun “Tserküler A” adı altında yeni bir karar aldığı halk arasında yayıldı. Buna göre; siyasi mahkumlar yeniden tutuklanarak toplanacak ve kısa bir tahkikatın akabinde sürgün olarak Sibirya’ya gönderilecek, Krasno- yarsk Eyaletinde daimi kontrol altında bulundurulacaktı. Sürgünler iki kısımdı. Birincilere: “Portoviki” adı verilmişti. Kamp mahkumiyeti bitip de serbest olanlar, bu gruba dahildi. İkinci gruba: “Lagırniki” deniliyordu. Bu grupta; mahkumiyetlerini kampta doldurup Sibirya’ya sürgüne gidecekler bulunuyordu.236
Bu durum, nispeten daha az kapsamlı olarak bugün hâlâ tatbikat sahasındadır. Nitekim, tanınmış hürriyetse- ver yazar Andrey Amalrik, ilk defa 1966’da mahkum edilmiş ve Sibirya’ya gönderilmişti. 1970’de tekrar hüküm giyen yazar, bu defa da üç yıl süreyle Sibirya’nın Kuzey Doğusundaki Magadan Kampında kalmış ve bu cezasının bitmesine iki gün kala yeniden üç yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.
Cezasını tamamlayan sabık mahkumlar diğer bir deyimle yarı hürler, yuvalarına döndüklerinde genellikle hayal kırıklığına uğramaktadırlar. Bu bir nevi aile dramıdır. Bu konuda verilebilecek örnekler çoktur. Kimisi kısa, kimisi uzun mahkumiyet yıllarından sonra evlerine dönerler ve aradıklarından ne bir eser, ne de bunlarla ilgili bir ümit bulabilirler. Bu, maddeten ve manen çöktürülmüş insanların tek dayanaklarının da yıkılmasından başka bir şey değildir...
Bu konuda bir örneği, sabık MVD ilgilisi P. Artemyev vermektedir. Artemyev diyor ki:
“1937 yılında Moskova’da Komünist Partisi Merkez Komitesi adaylarından mühim bir parti adamı “halk düşmanı” suçuyla tutuklanmıştı. Mevcut kanunlara göre, siyasi bir suçla itham edilenlerin aile efradı da aynı şiddetli takibata maruz kalmaktadır.^Buna göre partili tutuklunun karısı ve iki çocuğu da tutuklanmışlardı. Karısı bir kampa, çocukları da NKVD’nin hususi yetimler evine gönderilmişti. Birkaç ay hapisten sonra bu mühim memur serbest bırakılmıştı. Tabii olarak ailesini aramaya çalışıyordu. Adam, uzun müddet karısı hakkında bir malumat edinememiş, ancak iki seneden fazla süren araştırmalardan sonra karısının Karaganda Kampında bulunduğunu öğrenmişti. Tu
haftır ki, karısını bulduğu ve kampa kadar geldiği halde karısını serbest bıraktıramamış ve bu iş için uzun müddet merkezden gelecek emri beklemek zorunda kalmıştı. Çocuklara gelince, bütün gayretine rağmen, onlardan bir eser bulunamamıştı.”237
Daha içler acısı, daha yürekler paralayıcı örneği ise Sovyet ordusu yarbaylarından Sergei Malakhov vermektedir. Malakhov, cezası biten mahkumların dönüşüne değindikten sonra şöyle devam ediyor:
“Moskova Üniversitesi Matematik Profesörlerinden çok yakın dostum x., 1938 yılında ölüm Kampından dönmüştü. Hükümete karşı suikasttan dolayı Ölüm Kampında10 sene hizmete mahkum edilmiş, fakat sekiz sene sonra suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılmıştı. Moskova’ya döndüğü zaman evinde kimseyi bulamadı. Küçük kızı avluda oynuyordu. Ona doğru yürüdü. Kız “Babam halkın düşmanıdır. Onu görmek istemiyorum!” diye bağırarak kaçtı. Komşuları şüpheli nazarlarla etrafından uzaklaştılar. Karısı akşam saat 9’da işten döndü. Kendisine, yokluğu sırasında tekrar evlenmiş olduğunu ve eşyalarını yakmış bulunduğunu ve artık eve giremeyeceğini söyledi. Bu sırada kadının yeni kocası geldi ve polisi çağırmak tehdidi ile kendisini kovdu. Profesör geceyi avluda geçirmek zorunda kaldı. Bu sırada komşularından birinin ihbarı üzerine polis geldi ve evrakını gözden geçirdi. 24 saatten fazla Moskova’da kalamıyordu. Ertesi gün tekrar evine girmek istedi, bu sefer polis vasıtasıyla zorla trene götürüldü. Profesör dostum son süratle giden trenden atlayarak intihar etti.”238
Bu profesörün suçu ne idi ve akıbeti ne olmuştu? Daha
bunun gibi binlerce, onbinlerce yıkılan aileler, yıkılan kalpler, solan ümitler, kıyılan canlar ve daha neler, neler... Bütün bunlar, Ölüm Kamplarının Sovyet halkına en büyük hediyesi (!) idi. Bu hediye (!) ki onu bütün insanlık ve hatta gelecek nesiller lanetle anacaklardır, insan kanları ile dönen bir değirmen çarkına benzemektedir. Her dönüşünde onbinler ölmekte, çarkın öteki yanında ise gökyüzüne roketler atılmaktadır, işte, Sovyet Rusya’daki rejimin gerçek yüzü!..
VIII. BÖLÜM
MAHKUMLARIN SAYISI VE KAMPLARIN LİSTESİ
A) MAHKUMLARIN SAYISI
Sovyet resmi makamlarının bu konuda hiçbir istatistik vermemesine rağmen, ölüm Kamplarındaki mahkum sayısı hakkında yaklaşık olarak kesin kabul edilebilecek bilgiler elde edilmiştir. Bu bilgiler, evvelce NKVD memurlarından olup ölüm Kamplarında çalışmış bulunanların hatıra ve raporlarından; Ölüm Kampı idaresinde bulunup Moskova ile resmi ilişkisi bulunan kimselerin kaçtıktan sonra neşrettikleri yazılardan; Sovyet basınının dolayısıyle ölüm Kamplarına dair vermiş olduğu bilgiden ve nihayet 1943’den beri serbest bırakılan yabancı uyruklu binlerce mahkumun verdikleri tamamlayıcı haberlerden toplanmıştır.
1928 ile 1930 yılları arasında altı ölüm Kampının ve 162.257 mahkumun varlığına işaret eden eski GPU memurlarından Kiseliv-Gronov’un bu sözlerini D. Stelmakh ve A. Shestakova 1931 ve 1932 yıllarında bütün ölüm Kamplarında 2.000.000 mahkum çalıştırıldığını ileri sürerek tamamlamaktadırlar.239
1933-1935 yıllarında, eski mahkumlardan I. Solone- vich’e göre, mahkum adedi 5.000.000’a varmıştır.240 Bunu meşhur araştırmacı Robert Conquestde doğrulamaktadır.241 1935-1937 yılları arasındaki durumu gözden geçiren ve Ölüm Kamplarından kaçmış bulunan Nikonov-Smoro- din, “Kızıl Katorga” adlı eserinde kamplarda çalıştırılan mahkum sayısının 6.000.000’u bulduğunu ifade etmekte
dir.242 ileri sürülen diğer bir rakam da, 1936’da mahkum sayısının 6.500.000’i geçtiğine dairdir.243
Yusuf Yıldırım, ikinci Dünya Savaşı sırasında 5.000.000 insanın ölüm Kamplarına sürüldüğünü ifade etmektedir.244 Prof. Ernest Tallegren, Yıldırım’ın vermiş olduğu rakamı doğrulayarak, 1940-1942 yılları arasında mahkum mevcudunun 10.000.000’a ulaştığını belirtmektedir.245 Aynı müddet için bazı PolonyalI subayların verdiği rakam 12.000.000 mahkumdur.246
Ölüm Kamplarındaki bütün mahkumların sayısı hakkında birbirlerine yakın birçok rakamlar ileri sürülmektedir. Amerika’nın eski Moskova Büyükelçisi VVilliam C. Bul- lit, 1925-1940 yılları arasında, Ölüm Kamplarının mevcudunun hiçbir zaman 10.000.000’dan aşağı düşmediğini ifade etmektedir.247 Brooks Atkinson, kamplardaki umumi mahkum miktarını 15.000.000, Vasil Petukov ise 20.000.000 olarak tahmin ediyor. 248 Victor Kravchenko, “Hürriyeti Seçtim” adlı eserinde, umum mahkum adedini 20.000.000 olarak kabul etmektedir.249 Iranlı Mehrali Miyançi ise, bu rakamın 25.000.000 olduğunda İsrar etmektedir.250
Bu rakamlar biraz abartılı olmakla beraber ölüm Kamplarında çalıştırılan înahkumlara, özel göçmenler ve mahkumların sürülen aileleri de katılacak olursa, bu rakamların pek de gerçekten uzak olmadığı görülür. Bugün, ölüm Kamplarındaki mahkum sayısının Stalin devrine oranla daha düşük olduğu inkar edilemez. Arka arkaya çıkarılan aflarla bu mahkum sayısı oldukça düşmüştür ama, ortadan kalkmamıştır. Rejimin devamı için de bu şarttır ve rejimin geleceği yönünden hayati bir önem taşır. Halen, sa
dece Ukrayna ile Kamçatka arasında “56 Ölüm Kampı ile bu kamplarda 1.120.000 siyasi mahkum olduğu”251 bilinmektedir.
Sonuç olarak meşhur iktisatçı Prof. Sergei Propokoviç, şöyle demektedir:
"Yeni Rusya üzerindeki yüz kızartıcı lekeyi biraz olsun silebilmek için esirlerin sayısını ne kadar indirmeye çalışırsak çalışalım, ben diyeyim yedi milyon, siz deyin beş milyon, gene de bir nokta zihnimizde abideleşmiş olarak kalacaktır. O da Sovyetler Birliğinde bir ESİRLER sınıfının mevcudiyetidir.”252
B) KAMPLARIN SAYI VE LİSTESİ
1945-1947 yılları arasında Sovyetler Birliğinde tespit edilen Ölüm Kamplarının ülke çapındaki dağılımı, sayısı ve görevi şöyleydi:
AVRUPA RUSYASI I. KUZEY-BATI RUSYA
1. Kuzey Dvina Kampları, merkezleri Kotlaş: Kereste ve kâğıt sanayii ve demiryolu inşası.
2. Kotlaş Kampı (Arhangelsk Bölgesi): Ormancılık-odun, kereste ve demiryolu inşası.
3. Onega Kampları, merkezleri Plesetsk: Kerestecilik, çiftçilik ve demiryolculuk.
4. Soroka Kampları, merkezleri Soroka: Madencilik, kerestecilik, hafif maden sanayii, taş ocakları, tuğla ocakları ve demiryolculuk.
5. Arhangelsk Limanı Kampları: Kerestecilik, demiryol-
culuk, liman inşaatı ve Arhangelsk’de yükleme ve boşaltma işleri.
6. Molotovsk Kampı (Arhangelsk Bölgesi): Kuzey Dvina kamplarına bağlı: Demiryolculuk, yükleme ve boşaltma işleri.
7. Yagry Kampı (Arhangelsk Bölgesi): Madencilik, inşaat işleri.
8. Kargopol Kampları (Arhangelsk Bölgesi), merkezleri Kargopol: Kerestecilik, tarım işleri.
9. Kuloi Kampları (Arhangelsk Bölgesi): Kuloi ve Meşen nehirleri arasında kerestecilik.
10- Solovki Kampları (Beyaz Denizdeki Solovezki adalarında).
11 - Franz Josef Arazisi (80. Paralelin kuzeyinde, Kuzey Buz Denizindeki adalarda).
12- Murmansk Kampları (Kola Yarımadasında): Demir ve nikel madenleri.
13- Kandalakça Kampları (Kola Yarımadasında): Alüminyum, nikel ve çinko madenleri; “Severonikel Kombi- nat” için çalışma.
14- Monçegork Kampı (Kola Yarımadasında): Nikel, kalay ve tungsten madenleri işletmesi.
15- a) Volkov Kampı (Leningrad Bölgesi): Volkov su tevzi depolarının bakım ve idamesi ve madencilik.b) Svir Nehri Kampları (Leningrad Bölgesi): Svir kanalının bakımı
16- Belomor Kampları (Stalin Kanalı), merkezleri; Belo- morsk’da Beyaz Deniz-Baltık Denizi kanalının bakımı.
17- Kibinak Kampları (Karelofin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinde): Fosfor madeni ve inşaat işleri.
18- Ladoga Kampları (Karelofın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinde): Kerestecilik ve inşaat işleri.
19- Vytegra Kampı (Vytlag): Demir madenleri.20- Vanzlag kampı (Karelofin S.S. Cumhuriyetinde): Ke
restecilik ve Vanz gölünde inşaat, kadınlar kampı.
II. KUZEY DOĞU RUSYA
21- Kuzey Peçora Kampları (Arhangelsk Bölgesinde), merkezleri Nargon-Mar’da: Demiryolu inşaatı, madencilik ve taşocakları.
22- Peçora Kampları, merkezleri Üst Kozhva: Demiryolu inşaatı ve madencilik.
23- Kuzey Demiryolu Kampları (Sevzheldorlag), merkezleri Knyazhipogost, Vorkuta-Kotlas: Demiryolu bakım ve idaresi.
24- Vorkuta Kampları, merkezleri Vorkuta’da: Kömür madenleri ve demiryolu inşaatı.
25- Uktizm Kampları, merkezler Üst Ukta; Peçora Kamplarına bağlı: Kömür, demir, bakım madenleri ve petrol kuyuları.
26- Ust-Usa, Vorkuta Kamp kümesine bağlı: Kömür madeni, balıkçılık, tarım.
27- Ust-Vim Kampları: Madencilik ve kerestecilik.27- Viçegda Kampları: Madencilik ve kerestecilik.28- Vişera Kampları: Madencilik ve kerestecilik.29- Valgaç adası (Kuzey Buz Denizi Civarındaki Kara Denizin -
de): Kurşun, Çinko, Kalsiyum flüorürü ve diğer madenler.30- Novaya Zemlya Adası Kampları (Barents Denizinde):
Bakır ve diğer maden işçiliği ve inşaat işçiliği.
III. MERKEZİ AVRUPA RUSYASI32- Volga kampları (Yaroslavi bölgesi): Maden kömürü
üretimi.33- Ribinsk Kampı(Yaroslavi Bölgesi): Maden kömürü
üretimi.34- Staliogorsk (Moskova Bölgesi): Kömür ve demir.35- Dimitrov Kampı (Moskova Bölgesi): Kanal bakımı.36- Unza Kampları (Unzhlag, Lvonovo Bölgesi), merkezle
ri Sukobezvodnoya: Demiryolu inşaatı, kerestecilik, tuğla ocakları.
37- Starodub Kampı (Orel bölgesi): Mahkum çocuklar için ağır şartlı çalıştırma kampları.
IV. GÜNEY AVRUPA RUSYASI38- Stalingrad Kampları (Osobstroy), merkezleri Staling-
rad’ta: Fabirka işçiliği (sanayi işçiliği).39- Prorvinsk Kampı (Astrahan Bölgesi): Demiryolu inşatı,
balıkçılık ve petrol kuyuları.40- Kafkas Kampları (Yuzlag), merkezleri Baku’da: Demir
yolu ve hava meydanı inşaatı.41- Starobelsk (Ukrayna): demir ve kömür madenleri, aynı
zamanda Don havzasında sayısı bilinmiyen kamplar.42- Nikopol Kampları (Ukranya): Sanayi işçiliği ve maden
ameleliği.43- Nalçik: inşaat işleri ve petrol kuyuları ameleliği.
V. DOĞU AVRUPA RUSYASI44- Vetluga kampları (Vetlag), (Gorky Bölgesi): Keresteci
lik.
45- Vyatka Kampları (Vyatlag, Kirov bölgesi). Merkezleri Volosnitsa’da: Kerestecilik, şose ve demiryolları inşaatı.
46- Bezymennay Kampları (Kuibişev Bölgesi), merkezleri Bezyemenka’da: Taşocakları, tuğla ocakları ve yer altı hava meydanları.
47- Usol Kampları (Usollag, Molotov Bölgesi), merkezleri Solikamsk’da: Kerestecilik, petrol bölgeleri, demiryolu inşaatı.
48- Temnikov Kampları, merkezleri Potna ve Yaras’da: Kereste sanayii, doğramacılık, çiftçilik ve mensucat işçiliği.
49- Tetyuşi Kampı: Kerestecilik ve kömür madenciliği.
VI. URAL BÖLGESİ50- Kuzey Ural Kampları (Sevurallag), merkezleri Sosva’da:
Demir cevheri, kömür, hafif ve kıymetli madenler işçiliği, maden tasfiyehaneleri, taşocakları ve kerestecilik.
51- Ivdel Kampları (Sverdlovsk Bölgesi), merkezleri Iv- del’de: Kerestecilik, madencilik ve kara yolları inşaatı.
52- Revda Kampları (Sverdlovsk Bölgesi), merkezleri Rev- da’da: Kerestecilik ve madencilik.
53- Kungur Kampları (Sverdlovsk Bölgesi), Gümüş, vesair madencilik.
54- Nedezdinsk Kampı (Sverdlovsk Bölgesi), Kömür üretimi, demir cevheri madenciliği, maden tasfiyehaneleri.
55- Çusovoa Kampı (Sverdlovsk Bölgesi): Hidroelektrik üretimi.
56- Lobya Kampları (Sverdlovsk Bölgesi); merkezleri No- voya Lyolya’da medencilik.
57- Pervuralsk Kampı (Sverdlovsk Bölgesi): Madencilik ve maden tasfiyeciliği.
58- Samarovo Kampı (Sverdlovsk bölgesi): Kerestecilik ve çiftçilik.
ASYA RUSYASII. BATİ SİBİRYA
59- Omsk Kampı (Omsk Bölgesi): Kerestecilik ve inşaat işleri.
60- Asir Kampı (Omsk Bölgesi)61- Tobloisk Kampları (Omsk Bölgesi): Kömür, demir ma
denleri, kara yolları inşaatı ameleliği.62- Kemerova Kampları (Kemerova Bölgesi): Sanayi sitele
ri inşaatı.63- Narym Kampları (Novosibirsk Bölgesi): Madencilik ve
inşaat sanayii.64- Novosibirsk Kampları (Novosibirsk Bölgesi): Kereste
cilik ve kömür üretimi.65- Sibirya Kamp Kümeleri (Siblag, Novosibirsk bölgesi):
Demir cevheri, mensucat fabrikaları, kereste sanayii, tarım ve dericilik.
66- Tomsk-Asino Kampları (Tomosinlag, Novosibirsk Bölgesi), merkezleri Tomsk’da: Kerestecilik, kara yollan yapım ve bakımı.
67- Barnavi Kampı (Altay Bölgesi): Sanayi inşaatı ve nakliyecilik.
II. ORTA ASYA68- Petropavlovsk Kampları (Kuzey Kazakistan), merkez
leri Petropavlovsk’da: Madencilik ve kara yollan yapım ve bakımı.
69- Karaganda Kamp Kümeleri (Karlag), merkezleri Kara- ganda, Dolinskaye Spask’da: Kömür ve hafif madencilik, fabrika inşaatı ve demiryolu inşaatı.
70- Aktyubinsk Kampı (Batı Kazakistan): Kerestecilik ve inşaat.
71- Semipalatinsk Kampı (Doğu Kazakistan): Eksik ayarlı maden üretimi.
72- Leninagorsik Kampı (Doğu Kazakistan): Maden tasfiyehaneleri, kara yollan yapım ve bakımı.
73- Taşkent Kampları (Özbekistan): Sanayi ve inşaat işçiliği.74- Çardzhuy Kampları (Özbekistan): Petrol sahaları.75- Sukobedzvodny Kampı (Özbekistan): Petrol sahaları.
III. KUZEY ORTA SİBİRYA (Krasnoyarsk Bölgesi)
76- Norilsk Kampları (Norillay), merkezleri Norisk’de: Demiryolları ve kara yolları yapım ve bakımı, kömür madenciliği,
77- Igarka Kampları, merkezleri Igarka’da: Kerestecilik, Ye- nisey nehrinde ağaç nakliyeciliği.
78- Yenisey Kampları, Yenisey nehri ağzında: Kerestecilik ve inşaat işçiliği.
79- Ingaş Kampı:80- Absagaçef kampları:81- Krasnoyarsk Kamp Grubu (Karslag), merkezleri
Kansk’da: Kömür madenciliği, kerestecilik, demiryolu inşaatı ve inşaat sanayii.
82- Turukhansk Kampı: Kerestecilik ve çiftçilik.
IV. DOĞU SİBİRYA VE UZAK DOĞU83- Baykal- Amur Demiryolu inşaatı Kampları (BAM),
merkezleri Taişet ve Svobodny’de: Taişet-Komsomolsk demiryolu inşaatı.
84- Taişet Kampı, Baykal-Amur demiryolu sonu: Madencilik, demiryolu ve kara yolu inşaat.
85- Yukarı Lena Kampları (Irkutsk Bölgesi), merkezleri Bo- daibo’da: Altın madeni ve kerestecilik.
86- Aşağı Lena Kampları (Yakut): Kerestecilik ve kereste nakliyatı.
87- Aldan Kampları (Yakut): Altın madenciliği ve kerestecilik.
88- Zido Kamp Grubu (Çita Bölgesi): Altın, demir, kalay ve tungsten madeni ve sanayii.
89- Gubarevo Kampı (Çita Bölgesi): Altın, demir, kalay madenleri ve sanayii.
90- Dermidonovka Kampı (Çita Bölgesi): Demir ve altın madenleri ve sanayii.
91- Magdagaçi kampları (Çita Bölgesi): Kobalt ve demir madenleri ve sanayii.
92- Zagamensk Kampları (Çita Bölgesi) Molibedenium (molibden) madenleri ve sınai işletmeleri.
93- Yerofei Pavlaviç Kampları (Çita Bölgesi): Demiryolu inşaatı.
94- Olekminsk Kampı (Yakut): Kerestecilik ve madencilik.95- Bureya Kamp Grubu (Burlag), (Habarovsk Bölgesi),
merkezleri Izvestkovaya: Demir yolu inşaatı96- Uzak Doğunun Kuzey-Doğu Kamp Kümeleri (Sovvost-
lag), merkezleri Magadan’da (Habarovsk Bölgesi): Al
tın, kurşun ve platin madenleri ve işletmesi, inşaat sanayii ve nakliyecilik.
97- Kolima Kamp Kümeleri (Habarovsk Bölgesi): Altın, platin, kurşun madenleri ve işletmesi, balıkçılık, demiryolu ve kara yolu inşaatı, inşaat sanayii ve nakliyecilik.
98- Aşağı Amur Kamp Kümeleri (Nizneamursk) merkezleri Komsomolsk’da: İnşaat ve madencilik.
99- Novotambavsk Kampı (Habarovsk Bölgesi), aşağı Amur kamp kümelerine bağlı.
100- Polovinka Kampı (Habarovsk Bölgesi): Madencilik.101- Nikolayevsk Kampları (Habarovsk Bölgesi): Altın ve
demir madenleri ve işletmesi, demiryolları ve kara yolları ve bakımı.
102- Vladivostok Kamp Kümeleri (Sahil Bölgesi): Nakliyecilik, muhabere ve inşaat sanayii.
103- Suçan Kampı (Sahil Bölgesi): Alcın madenleri işletmesi.104- Port Nakotka Kampı: Yükleme ve boşaltma işçiliği.105- Askold Adası (Sahil Bölgesi): Altın madeni işletmesi.106- Giziga Kampları (Habarovsk Bölgesi): Yol inşaatı ve
kerestecilik.107- Kamçatka Kamp Kümeleri: İnşaat, balıkçılık ve petrol
sahaları.108- Sahalin Adası: Yol yapım ve bakımı, petrol sahaları ve
madencilik.109- Çukotka Kampları (Kuzey-Doğu ucu), merkezleri Çu
kotka’da: Madencilik ve inşaat sanayii.110- Bering Kampları (Alaska’ya yakın, Bering Boğazında):
Madencilik ve inşaat sanayii.111 - Verkoyansk Kampı.
112- Arman Kampı (Kolima kümeleri): Liman işleri inşaat sanayii, kadınlar kampı.
113- Plostraya Dresva Kampı (Kolima Kamp Kümeleri Bölgesi): Altın madenleri ve işletmesi, nakliyecilik ve yol inşaatı.
114- Magadan Kampı: Kolima kamp kümeleri merkezi.115- Nagayevo Kampı: Liman işçiliği ve balıkçılık, Kolima
kamp kümeleri içinde.116- Seimçan Kampları: Kolima kampları için nakliyecilik,
muhasebe işleri, inşaat sanayii ve altın madenleri işletmeciliği.
117- Srednikan Kampı (Kolima Kümeleri): inşaat sanayii ve madencilik.
118- Maldyak Kampı: Altın madenleri işletmesi, inşaat sanayii tarım.
119- Berelyag Kampı: Altın madenleri işletmesi, nakliyecilik, tarım.
120- Yıtırık Kampı: inşaat sanayii, nakliyecilik ve tarım.121- Verknekolymsk Kampı: Altın madenleri işletmesi,
nakliyecilik, tarım ve inşaat sanayii.122- Srednekolymsk Kampı: Altın madenleri işletmesi,
nakliyecilik, tarım ve inşaat sanayii.123- Şaivinsk Kampı: Altın madenleri işletmesi ve inşaat
sanayii. V124- Talon Kampı: Altın madenleri işletmesi, nakliyecilik,
tarım ve inşaat sanayii.125- Çay-Urya Kampı: Altın madenleri işletmesi, nakliyeci
lik, tarım ve inşaat sanayii.
Not: “Lag" eki, Ru'ça kamp manasına gelen “Lager”in kısaltılmışıdır. “Stroy” eki ise inşaat grubu, inşaatçılık manasına gelen “Stro- itelstvo”nun kısaltılmış şeklidir.
Sunulan bu liste tam olmaktan çok uzaktır; zira mantar gibi fışkıran daha bir sürü kamp vardır ki hepsini yazmak imkansızdır. Ama, bu kampların içersinde en önemlileri şu beşidir:
1) Dalstroy Kampları, yani Kolima Altın bölgesinde kurulmuş olan kamp kümeleri. Bu kamplarda çalışanların sayısı bir milyondan fazladır.
2) Baykal gölünün kuzey ve doğusundaki Doğu Sibirya Kampları. Bunlardaki mahkumlar da bir milyona yaklaşmaktadır.
3) Peçora Kampları, bu kamplarda çalıştırılanlar da bir milyon kadardır.
4) Arhangelsk bölgesinde Yagry ve diğer kamplar, ki burada çalıştırılanların tutarı da bir milyon civarındadır.
5) Karaganda Kampları, 150.000 mevcutlu olup, bilhassa kadm mahkumlan ile Un salmıştır.
Bazı kamplar da yaşama şartlarının son derece kötülüğü ve mahkumlara yapılan zulüm ve işkenceleri ile meşhurdur. Bunlar:
a) Doğu Sibirya’daki Zido Kamp Kümeleri. Gıda azlığı ve dayaklı, kötekli muameleleriyle tanınmış olup, mahkumların zincirlere bağlı olarak çalıştığı söylenmektedir.
b) Kamplardan cezalı olarak gönderilmiş olan mahkumların çalıştırıldığı ceza kampları. Bilhassa bunlardan Kolima nehri ağzındaki ile Yenisey nehri ağ- zındakiler dillere destan olmuştur. Ölüm nispeti %30’un üstünde olup, eş, dost ve akrabalarla, her türlü haberleşme yasaktır.
c) Stalinogorsk Kadınlar Kampı: Yaşama şartlarının son derece ağır oluşu, gıdanın bozukluğu ve azlığı ile tatbik olunan şiddetli ceza sistemi ile önde gelmektedir. Kadın mahkumlar, Tula bölgesindeki demir ve kömür madenlerinde çalıştırılmaktadırlar.
d) Vorkuta Kampları: Vatana ihanet ve askerlikten firar suçlularını barındırmaktadır. Ölüm nisbetinin yüksekliği ile ün salmıştır.
e) Uzak Doğuda Komsomolsk civarındaki kamp; Sov- yetler Birliğine sadakatsizlikten dolayı mahkum edilen kadın ve erkeklerle doludur. 25 seneye hüküm giymiş bu kimseler açlıkla, soğukla mücadele etmek yetmiyor gibi, dayak, eziyet ve işkenceye de tahammül etmek zorundadır. Ölüm nisbeti yüksektir.
f) Hazar denizinin sahilindeki Pronvinsk Kampı. Kızı- lorduya katılmak istemeyen Türkistanlı Türklerle doludur.
g) Krasnoyarsk Kampları: Onbine varan hükümlüleriyle ve sağlık durumunun kötülüğü ile meşhudur. Ne doktoru ne ilacı, ne de hastanesi vardır.
h) Kuzey Sibirya’daki aşağı Yenisey Kamplarında dolaşan rivayete göre; Kuzey Buz Denizi sahillerinde esrarengiz bir kamp daha vardır ki burada Okyonusun tabanında işletilen madenlerde binlerce insan çalıştırılmaktadır Bu mahkumlar yalnız yer altında çalışmakla kalmayıp, aynı zamanda bütün ömürlerini orada geçiriyorlar. Bu kampa sürülme, tedrici ölüme mahkum edilme demektir. Girenlerden biri sağ çıkmamıştır. Büyük asansör, hergün yeryüzüne, ancak tekrar gömülmek üzere cesetler çıkarmaktadır.
i) Doğu Sibirya’daki Zahamensk kampı da Moskova
bölgesinden götürülmüş mahkum çocuklar ile meşhurdur. Buradaki kız ve erkek çocuklar, madenlerde ve sanayi hizmetlerinde çalıştırılırlar.
Daha nice nice kamplar ve mahvolan milyonlarca insan!.. Bir de gizli kalmış ve hür dünyaya ulaşamamış insanlık faciaları ile dolu yarım yüzyıldan fazla bir süre var... Bu süre içinde yaşayan insanların, bilhassa Ölüm Kamplarındaki mahkumların ve bunların geride bıraktıkları ailelerinin hayatlarını dramatize etmeye ne derecede imkan var, bu bilinmiyor. Ancak, bilinen tek bir şey varsa, Sovyet Rusya’nın Ölüm Kampları sayesinde yaşadığıdır. Şu halde, Sovyet Rusya’nın temelindeki harç; milyonların kanı, teri ve gözyaşından başka bir şey değildir...
IX . B Ö LÜ M
SONUÇLAR
SONUÇLARSovyet idarecileri, şimdiye kadar yapmış oldukları bütün
açıklamalarda: “komünizm”in, ülkedeki burjuvaziyi tamamen ortadan kaldırdığı iddiasını gütmüşlerdir. Burjuvazinin ortadan kaldırılması, ekseriyetinin Ölüm Kamplarına sürülmesi ile mümkün olmuştur, bu bir gerçektir. Şu halde ortaya bir soru çıkmaktadır: Ölüm Kampları, sadece burjuvazinin tasfiyesi için bir vasıta olarak mı düşünülmüş ve kurulmuştur? Sovyet idarecileri bu soruya olumlu cevap vermektedirler. Ama, bir de durumun gerçek iç yüzünü incelemek gerekir. Çarlık ve Sovyet Rusyası arasında bir mukayese yapılacak olursa, gözler önüne kocaman bir Sovyet yalanı serilir:
ÇARLIK RUSYASINDA HALK (1913)işçiler, memur ve müstahdemler : ........... % 16.7Çiftçiler (özel mülk sahipleri) : ........... % 65.1Burjuvazi (hali vakti yerinde olan şehirli: ........... % 15.9Çeşitli unsurlar : ..............% 2.3
SOVYET RUSYASINDA HALK (1939)işçiler, memur ve müstahdemler : ........... % 49,7Kolhozcular, kooperatif üyeleri : ..........% 46,9Bağımsız çalışan çiftçiler : ............. % 1,8Bağımsız çalışan sanatkarlar : ............. % 0,8Çeşitli unsurlar : ............. % 0,8Çarlık Rusyasında, 1913 tarihinde ölüm Kamplarında
32.757 mahkum bulunuyordu. Bunların ancak 5.000’i siyasi mahkumdu.
Sovyet demografisinde söz sahibi sayılı otoritelerden olan Former, 6.790.000 gibi büyük bir nüfus kitlesinin Sovyet istatistiklerinde ne müstahdem, ne de emekli olarak gözükmediğine ve 1926 ile 1939 istatistiklerinde ise hiçbir gruba dahil olmayarak gösterilen 10.000.000’luk bir fazlalık göze çarptığına dikkati çekiyor. Aradaki farkların, kamplarda çalışanların nüfus sayımında gösterilmediğine işaret ettiğine inanan Former, tahmininde yanılmamaktadır. Sovyet devrinde Ölüm Kampları hakkında bir fikir verebilmek için herhangi bir ölüm Kampını, mesela Karlag kampını ele alalım. Karlag kampı kurulur kurulmaz oraya derhal 30 bin mahkum yerleştirilmişti. Sene itibariyle mahkum artışını gösteren tablo konu açısından oldukça anlamlıdır.
Yıl.............................................Bin hesabı193 5 ..................................................35-40193 6 ................................................. 40-45193 7 ................................................. 45-50193 8 ................................................. 60-65193 9 ................................................. 70-80194 0 ................... ..............................80-80194 1 ..................................................... 100Görüldüğü üzere mahkumların sayısı altı yıl zarfında
hemen hemen üç misli artmıştır. 1941 yılındaki mahkum sayısına bir kısım Alman savaş esiri de dahildir. Ancak, ölüm Kamplarındaki sayısı mühim bir yekun tutan ölüm vak’alarmı da gözden uzak bulundurmamak lazımdır. Gerçekte mahkum miktarı, cetveldekinden çok yüksek olmuştur. Aynı kampta, 1941 yılında mahkum olarak bulunanların mahkumiyet kategorileri de dikkati çekmektedir:
inkılap aleyhtarlığı Adam öldürme Yaşayış ve hizmet
: ...% 25 25
“Vatana ihanet” edenlerin aile efradı olmak :....% 10Bu sınırlı rakamlar bile, günahsız olarak bu kamplara
alınanların ne kadar fazla bir yekun teşkil ettiğini ispat için yeterlidir. Komünist sistemden evvel, Çarlık devrindeki mahkum sayısı ile Sovyet devrinin mukayesesi yapıldığında ortaya çıkan sonuç, bu iki devir arasındaki korkunç farkı göstermektedir. Yukarıda da görüldüğü üzere, 1939 yılında Sovyet Rusya nüfusunun % 96,6’sı, Sovyet rejimine bağlı "emekçi” lerden ibaretti. Ve aynı tarihte ölüm Kamplarında7.000.000 mahkum bulunuyordu. O halde, 1939 yılından sonra ölüm Kamplarındaki mahkum sayısı 20.000.000’a nasıl ulaşmıştır? Aradaki bu muazzam farkı, geriye kalan % 3,4 ile izah etmek ne ile mümkün olur? Cevap ortadadır: Sadece ve sadece meşhur Sovyet yalanı ile!..
ölüm Kamplarında “ölüm” durumuna gelince söylenecek çok söz vardır. Bu konuda hemen bütün ilgili araştırmacılar, sadece 1917-1947 devresinde ölüm Kamplarında21.000.000 insanın hayatlarını kaybettiği hususunda birleşmektedirler. Bu korkunç rakam sadece Ölüm Kamplarının bahtsız kurbanlarına aittir. Ya diğer kurbanlar; “genoci- de” uygulanarak ortadan kaldırılmak istenen milletler, kurşuna dizilenler, hapisanelerde çürüyerek ölenler?.. Onların da sayılarının yine aynı tarihler arasında 42.000.000 olduğu ifade edilmektedir. Bu rakamlar, belki biraz abartılı görülebilir. Ancak, ölüm Kamplarının bulunduğu ülke, rastgele bir ülke değil; Sovyet Rusya’dır. Bu isim bütün tereddütleri silmek için kafi değil midir?..
Bütün bu rakamlara dayanılarak söylenilebilir ki: Komünist düzenin kuruculuk işi, halkın hayatı kuvvetleri hesabına yapılmaktadır. Köylüleri devletin bir kölesi haline getirmek, ölüm Kamplarındaki mahkumların bedava emeğinden faydalanmak, emek üretimini en aşağı bir seviyeye indirmek, üretim ölçü ve normlarını yüksek tutmak suretiyle Sovyet idarecileri, birikme hızını daima arttırmaya çalışmışlardır. Şevki Bektöre, hatıratına "Volga Kızıl Akarken” ismini verirken şöyle diyordu:
“Çarlık devrinde Volga, mahkumların teri ile sulanırdı, oysa komünist diktatörlüğün kurulmasından sonra mahkumların kanı, Volga’yı kızıla boyanmıştır.”
Volga-Don, Türkmenistan kanalları, Kublişev, Volgag- rad hidroelektrik santraları, Sovyetler çapında muazzam imar işleri hep, günahsız mahkumların meydana getirdikleri şahaserlerdir. Bütün yapılan işler, süngü zoru ile yaptırılmıştır. Bu eserler, bu yolda kurban giden milyonlarca insan ölüsünün meydana getirdiği bir temel üzerine kurulmuştur. Bugün, “Sovyet" ortak adı ile bilinen iki Rusya’nın mevcudiyetini iddia ve ispat edebiliriz. Biri, hür insanlar Rusyası: yabancıların görebildiği, tiyatroları, baleleri, aya giden füzeleri, metroları, fabrika ve binaları ile göz boyayan Rusya!.. Diğeri hükümlüler, esirler Rusyası. Tel örgüler arkasında gözetleme kuleleri ile süngülü muhafızlarıyla zulüm ve işkencenin bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü devlet köleleri Rusyası!..
Daha nice nice mukayeseler ve ortaya çıkan korkunç sonuçlar!.. Rusya ve peyk devletlerinde ölüm Kampları ile gelişen esaret, Sovyet ekonomisinin temel direği olmuştur.
Esaret sistemi, Sovyet idarecilerini iktidarda kılan muazzam siyasi polis teşkilatıyla varlığını sürdürebilmektedir.
"Esir Devleti” olmak komünizmin ruhuna aykırı düşmek demek değil midir? Ama, Sovyet idarecileri bunu kabul etmek istemiyorlar. Esaret usullerine dönmekle Sovyet hükümeti, komünizmi felsefesinden ve siyasetinden uzaklaştırmıyor; bilakis, Rusya içinde ve dışında her türlü vasıta ile, komünizm ateşini tutuşturmaya, beslemeye, büyütmeye ve korumaya çalışıyor. Yalnız bu tutuşturup yakmaya çalıştığı geçmiş yılların yumuşak ve hayallerle süslü komünizm felsefesi değil, sınırsız bir baskı, kölelik ve esaretten ibaret, günün gerçeklerine uygun komünizm anlayışıdır.
Bugün, komünizm rejimi ancak süngü gücüyle ayakta durmaktadır. Süngü kaldırılacağı takdirde, bu rejimin bir anda çökeceği muhakkaktır, ölüm Kampları ile birlikte komünizm, Sovyet halkının üzerinde öyle bir etki yaratmıştır ki halk süngünün kaldırılmasını dahi beklemeyecek durumdadır. 1961'den beri akıbeti meçhul Sovyet şairi, Yese- nin-Volpin, bu konuda söylenebilecek olan en güzel son sözü vatandaşları adına söylerken şöyle diyordu:
“Hey hemşehrilerim İnekler ve Öküzler!Bakın bir hele, Bolşevikler size ne ettiler!Fakat, tekrar korkunç bir savaş göreceğiz,Ve yepyeni devirler kapımızı çalacak...."... Eğer ben bu savaşa ve açlığına
dayanabilirsem,Belki o zaman bir sene daha beklerim,Büyüdüğüm ve kamçıdan çok korktuğum,O pek çirkin yerleri bir teftiş ederim.
Ukhta ve Ustvym hapisanelerinden Kalan bir avuç arkadaşla sohbet ederim.Fakat trenler tekrar işlemeye başlayınca,O zaman Rusya’yı ebediyen terkedeceğim.Ve mutlak surette emin olacağım ki,Rusya’ya küllerimden en küçük bir parça bile
gitmeyecek”
Kendisi belki ölüme, fakat duygu ve fikirleri hürriyete doğru giden bu sovyet vatandaşının şiirinden gözler önü- nene serilen; ölüm Kamplarının sahibi Sovyet Rusya’nın gerçek içyüzü ve vatandaşlarının tek ve tüm duygusu!..
HÜR DÜNYADA ÖLÜM KAMPLARI HAKKINDA İTİRAF VE İFŞAATLARA GÖSTERİLEN İLGİ VE TEPKİLER
HÜR DÜNYADA ÖLÜM KAMPLARI HAKKINDA İTİRAF VE İFŞAATLARA GÖSTERİLEN İLGİ VE TEPKİLER ölüm Kamplarında yaşamış olup, Batıya sığınmaya
muvaffak olanlardan bir kısmının yazmış ve yayınlamış oldukları hatıratlarının dışında, bu konu ile ilgili ulusalarara- sı anlamda birkaç teşebbüs de yapılmıştır.
İlk teşebbüs, Birleşmiş Milletlerdeki İngiliz delegasyonu tarafından yapılmıştır. 1949’da Sovyetler Birliğinin "İslah Edici Hizmetler Kodeksi”, İngiliz delegasyonu tarafından çok etkili olarak açıklanmıştır.
İkinci teşebbüs ise şöyle olmuştur: 1953 yılında Birleşmiş Milletler tarafından teşkil edilen bir komisyon (Hindistanlı bir avukat, bir Norveç Yüksek Mahkeme üyesi, bir PolonyalI eski Dışişleri Bakanı) verdikleri raporda; Sovyet ekonomisi üzerinde esir işçilerin etkili olduğunu kabul etmişlerdir.
Diğer bir teşebbüs Amerikan İşçi Sendikalarının: “Free Trade Union News AFL-CIO” adındaki resmi organının Nisan 1968 tarihli (4. Cilt, 12. sayısında, Sovyetler Birliğindeki ölüm Kamplarının son durumu anlatılmakta ve Ukrayna’dan Kamçatka Yarımadasına kadar 56 tane Ölüm Kampı bulunduğunu yazmaktadır. Dergideki ilgili makaleye göre, bu kamplarda 1.120.000 esir (siyasi mahkûm) çalıştırılmaktadır. Bunlarm çoğunlukla Baltık memleketlerinden, İkinci Dünya Savaşından sonra Rusya’ya eklenen Polonya topraklarından, Besarabya’dan ve Bukovina’dan sürgün
edilen insanlar olduklarını bildirmektedir. Diğer bir husus olarak da; mahkumiyet sürelerini tamamlayan esirlerin, bir daha memleketlerine bırakılmadığı ve çalıştığı yere yakın oturmaya mecbur edildiğini belirtmektedir. Çünkü bunlar artık hür(!) işçi olmuşlardır.
Başta Fransa olmak üzere bazı hür ülkelerde, Ölüm Kamplarının içyüzünü açıklar mahiyetteki yazı ve eserlere büyük çapta tepki gösterilmiştir. Bilhassa tasfiyelerin gizli kalması için insanüstü gayretler sarfedilmiştir. Bu tepkiler arasında en sık görüleni; yazılan bu eserlerin türlü iftira ve yalanlarla dolu olduğu ve bunun batılılar tarafından kas- den yazıldığı iddiaları olmuştur. Şurası da muhakkak ki, bütün bu tepkilerin tek bir istisna olmadan hep “Komünist Partisi” üyeleri tarafından geldiği bilinmektedir.
Bu konuda bilhassa Fransız komünistleri çok ileri gitmişlerdir. Hatta, “Hürriyeti Seçtim” adlı eserin ünlü yazarı Victor Kravchenko aleyhine dava dahi açılmıştı. Fransız Komünist Partisi, yazarın iftira üzerine bu kitabı kaleme aldığını ve bunun bir Amerikan yazarı tarafından da iddia olunduğunu söylemiş ve bunu “Lettres Trancaises” adlı Fransız dergisinde bütün detayları ile açıklamıştır. Hatta kitabın Amerikan ÖSS Teşkilatı tarafından kaleme alındığı bile ileri sürülmüş, fakat mahkeme bir skandal şeklinde komünistlerin aleyhindeki kararla sonuçlanmıştır.
iddia sahibi Amerikalı yazar Sim Thomas adında biri var mı yok mu, pek bilmiyoruz ama mahkemeye çıkarılmadığı kesin olarak malüm. Bunun için de Thomas'ın uydurma bir isim olduğuna inanmak gerekiyor. Mahkemeye birçok Fransız yazar, sadece Stalingrad savaşının hikayelerini anlatarak, halkın ve yargıçların heyecanına hitap etmişler
ve böylece mahkeme esaslı bir fiyasko halinde sona ermiştir.
Sovyet hükümetinin gönderdiği şahitlerle birlikte mahallen tedarik edilen şahitler, Ölüm Kamplarındaki hayat şa_ darının iyi olduğunu ispata çalışmışlarsa da bunda başarı elde edememişlerdir. Hele Rusya’dan gelen şahit, General Yabir ve Lybçenkonun akıbetlerinden haberdar olmadığını söylemesi, UkraynalI yüksek bir memurun bu işleri tamamıyla bilmemezlikten gelmesi, dinleyiciler üzerinde çok fena etkiler yaratmıştır. Kendi bölgesinde ileri gelen bir sanayici olduğu için maiyetinde çalışan mühendis ve teknisyenlerden haberdar olmadığını söylemesi, bu adamın yalancı şahit olduğunu bütün açıklığı ile meydana koymuştur.
Kravchenko, davayı kazanmış ve müdafaa avukatı bir sosyalist milletvekili olan Izardda böylece Fransa’da meşhur olmuştur. Fakat Fransız solcuları, bu gibi gerçekler karşısında dahi fikir değiştirmek şöyle dursun yine eski iddialarında ısrarla duruyorlar ve Rusya’daki Ölüm Kampların hayatının buralara sevkedilenler üzerinde ıslah edici etkilerinden bahis etmekte devam ediyorlardı. Hatta, ünlü Fransız romancısı Jean-Paul Sartre, Fransızların Cezayir’de işkence metotları izlediklerini itiraf, fakat Rusların bu usule asla yeltenmediklerini iddiada ısrar etmiştir.
Türkiye’de Ölüm Kampları hakkında en tesirli açıklama Yusuf Yıldırım tarafından yapılmıştır. 1941’de inandığı ideal ülkesine, kızıl cennete (!) kaçan Yusuf Yıldırım, 1970 yılında çeşitli yollardan Türkiye’ye dönmeye muvaffak olmuştur. Yıldırım, “inanmıştım!” adını verdiği hatıratında
• altı yıl kaldığı Ölüm Kamplarından da bir bölüm halinde bahsetmektedir. Bu hatıratın Türkiye’nin en yüksek tirajlı
gazetesi olan "Hürriyet” de yayınlanması, bu konuda Türk halkının bilinçlenmesine yol açmıştır.
SONSÖZDünyanın dünkünden farklı olmasına rağmen Stalin’in
kurduğu sistem bugün yerindedir ve eskisinden daha kuvvetlidir. Hiç şüphesiz ölüm Kampları eskisine oranla çok değişmiştir. Fakat komünizm gibi totaliter bir rejimin bu kampları tamamen kaldırmasına da imkan yoktur; zira rejimin otoritesi kuvvet ve baskıya dayanmak mecburiyetindedir. Sovyet sistemi totaliter kaldığı sürece ya terörü azaltacak veya şiddetlendirecek; ya ölüm Kamplarındaki mahkumları serbest bırakacak veya tekrar toplayacaktır. Çünkü bu sistemde halkın liderler üzerinde bir kontrol kuvveti yoktur ve liderler istedikleri gibi hareket edebilmektedirler.
Bugünkü sistemin yıkılabilmesi için Sovyet Rusya’da liberalleşme akımının gelişmesi gerektiğini söyleyen tanınmış Sovyet yazarı Andrey Amalrik, sözlerine devamla: “Böylece bir İdeoloji, aydınlarla, genel olarak fena yaşamayanlar arasında revaçtadır” diyor. Ya dana fena yaşayanların ideolojik durumu? Bunun da cevabını bir araştırmacı şöyle vermektedir:
p
“Görünürde ateş yok, ateşlenmeye müsait yığınlar var. Zamanı gelince, iç ve dış olayların çakacağı bir kibritle tutuşacak olan bu yığınlar muazzam bir yangın doğuracaktır.”
Sovyet sözcülerinden Çlenov, Sovyet hapisane ve Ölüm Kampları hakkında şöyle demektedir: “Buraları suç okulu değil, birer sosyal doğrulma okuludur.” Tolstoy ise: “Hapiste yatmamış insan, devletin ne idüğünü bir türlü anlaya- maz”diyordu. Gerçekten de Çlenov’un teşhisi(!) doğru çık
mış, Ölüm Kampları, Rusya’nın sosyal hayatındaki doğrulmanın demokrasi ile gerçekleşebileceğine inanan milyonlarca talebe(!) yetiştirmişti. Ve Tolstoy’un dediği gibi bu milyonlar, devletin ne idüğünü pekala anlamışlardı. Kısacası böyle bir dünyada yaşamak ve gelecek nesillerin hayatını garanti altına almak için bu talebeler(l) bu uğurda dövüşmekte ve mücadele etmektedirler.
ölüm Kamplarından yetişen istidatlı bir talebe (!) olan Anatoly Marchenko'ya, büyük hocası Yuli Daniel, mahkumiyet bitiminde mezuniyet diploması (!) olarak bir kitap hediye eder ve şu sözleri yazar:
“Umumiyetle kamptaki her şey o kadar fena değildi. Gerçi bir kulağın sağır oldu ama gözlerin açıldı. Bununla gurur duyabilirsin. Çünkü her gözü açık olan insan her şeyi kolay göremez.”
Kamp mezunu Marchenko, böylece meslek (!) hayatına atılır. “İşte Delillerim” adlı kitabını hazırlar ve Batıya kaçırır. Yazıları bütün Rusya’da elden ele dolaşır. 1968’de Çe- koslavakya işgalini, sert bir dille kaleme aldığı, 2.000 kelimeyi bulan mektubu ile protesto eder. Protestoda der ki: “Memleketim adına utanç duyuyorum.” Bir hafta sonra tutuklanır ve tekrar ölüm Kamplarına gönderilir.
“İşte Delillerim” adını verdiği kitabının giriş kısmında da belirttiği gibi kamptaki grup başkanı yüzbaşı Usov bir gün kendisine şunları söylemiş: “Marchenko, sen hiçbir şeyden memnun olmuyorsun.... Bütün yapmak istediğin şey sadece kaçmak... işlerin düzelmesi, yoluna girmesi için ne yaptın şimdiye kadar?”
Marchenko sözlerine şöyle devam ediyor: “Bütün bu yazdıklarımdan sonra bir gün tekrar yüzbaşı Usov ile karşı
laşırsam ona şunları söyleyeceğim: Elimden gelen, gücümün yettiği her şeyi yaptım, işte yine buradayım.”
Ölüm Kampları öylesine talebeler(!) yetiştirmiştir ki bu talebeler(!) gerek yazı gerekse şiirleri ile inandıkları dava uğrunda ölesiye çalışmaktan, mücadele etmekten çekinmemişlerdir. Bunlardan metamatik doktoru Yesenin-Vol- pin, 1959 yılında büyük bir ümitsizlik fakat o oranda bir cesaretle şu satırları yazıyordu:
“Aslında ancak akli dengesi bozuk bir kimse Sovyetler Birliğinde aşırı kızgınlık duymadan yaşayabilir. Eğer böyle olmasaydı, komünistler sınırlarını bugün olduğu gibi mühürleyip kapatmazlardı. Stalin devrinde halkı başka türlü tutamazlardı. Şimdi metotlar başka ama büyük bir değişiklik yok. izafi olarak kazandığımız hürriyet (ki bu, başka ülkelerden gelenlerin nazarında en utanç verici bir köleliktir) dahi bizim cemiyetimiz tarafından kazanılmış değildir. Başka bir deyimle, bu hürriyet, “Komünist Kilisesi” (Komünist Partisi) tarafından halka daha müreffeh ve medenice bir hayat yaşaması amacıyla verilmemiş, kedi ile farenin mücadelesini andıran bir şekilde elde edilmiştir.”
Yesenin-Volpin 1953 Aralık ayında Karaganda’dan Moskova’ya ilk döndüğü günlerde bitirdiği bir şiirinde ise şöyle söylüyor: *
“Neler beklemiştim, neler,Fakat şimdi,Bilmiyorum bile,Niye yaşadığımı,Ve bu menhus Moskova’da oturan Vahşi Canavarlardan ne istediğimi.”“Vahşi Canavarlardan” kat’iyen korkmayan Yesenin-
Volpin, bir ara mücadele gücünün azalmakta olduğunu hissediyor ve niyetini şu mısrarlarla dile getiriyor:
“Yabancı bir ilde kederliydim,Fakat şimdi Moskova’ya döndüm;Ama bir damla dahi Memnunluk duyamıyorum,Acı anılar gerçi gitti,Ama elimde olsa,Kozmopolit bir kimse olan ben,Tercihan yabancı bir memlekette yaşardım.”Halen hür dünyada yaşayan Aleksandr Soljenitsin’in çe
şitli dillere çevrilen ünlü romanı: “tvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün” Nobel armağanı kazanmış ve filme dahi alınmıştır. Bu romanda Soljenitsin, uzun yıllar mahkum olarak bulunduğu Ölüm Kamplarındaki bir günlük hayatı anlatılmaktadır. Soljenitsin, romanları ve arada sırada yaptığı siyasi çıkışları ile Sovyet idarecilerinin tutamayacağı kadar meşhur olmuştur ve bunun sonucunda sınırdışı edilmiştir, ölüm Kamplarının bu müseccel talebesi(!) mücadelesini bugün dahi büyük bir cesaretle ve bütün şiddetiyle sürdürmektedir.
Bu arada halen Ölüm Kamplarında olan veya kampların devamlı müdavimi olan Sovyet aydınlarının tanınması, anti-sovyet cereyanın ve Ölüm Kamplarının dolayısiyle Sovyet Rusya’nın geleceği açısından önemlidir. Bunlardan bazılarının isimleri:
Yuli Daniel, Andrey Siniavski, Yuri Galanskov, Peter O. Gri- gorenko, Aleksandr Ginzburg, Yuri Sukeviç, Victor Krasin, İsmail Yazıcıoğlu, Reşat Bayramoğlu, Rolland Kadıoğlu, Rıdvan Gafaroğlu, izzet Hayırlıoğlu, Ilya Gabay, Mustafa Cemiloğlu, Ömer Bayramoğlu, Andrey Amairik, Krodid Lubarski v.s.
Bu kadronun faaliyetlerine bazen yabancı uyruklu talebeler de katılmaktadır. Bunlar da Ölüm Kamplarına ayır- dedilmeden gönderilmişlerdir. Bunlar arasında İtalyan vatandaşı Teresa Marinuzzi ve Valtenio Tacchi sayılabilir.
Yukarıda isimleri geçmeyen binlerce aydından başka burada adı geçmeyen hapishane ve akıl hastanesinde kontrol altına alınmış yüzlerce aydın vardır. Bugün, Ölüm Kamplarında hiç olmazsa bir iki sene yaşamaya muvaffak olanlar bile, bu harekete katılmaktadır. Artık bu hareket, heyecanın ve sonsuz kinin ürünü olmaktan çıkmış, kadro hareketine dönüşmüştür. Ölüm Kamplarından yetişen ta- lebeler(!) kararlıdır ve bu hareket Sovyet Rusya’nın müstakbel akıbetine kadar bütün şiddetiyle devam edecektir. Ünlü Sovyet yazarı Valery Tarsis, Ölüm Kamplarında ve akıl hastanelerinde bulunan ve diğer, sözde hür olarak yaşayan ülküdaşlarının kesin hedefini şöyle çiziyor:
“Komünistler vatanımı çaldılar. Vatanımın ruhunu çaldılar. Ama bu böyle devam etmeyecek. Rus halkı son kırk yıl içinde kendisine reva görülen işkencelere boyun eğmeyecek. Buna inanıyorum, özellikle genç nesiller isyan içinde bulunuyorlar. Gençler, bu haksızlığın devamına, eski nesiller gibi tevekkülle katlanmayacaklar.”
“Batının beni silah olarak kullanması, bu bakımdan benim Batıyı silah olarak kullanmam demektir. Aynı zamanda ortak bir savaş veriyoruz. Vatanımı ve onun ruhunu çalanlara karşı veriyoruz bu savaşı. Sonunda kazanacağız.”
Ünlü Sovyet romancısı Igor Gouzenko, "Bir Devin Düşüşü” romanında rüyalarındaki yarının tasvirini şöyle yapıyor:
"... bir rüya, güzel bir hakikat olacak; hürriyet ve adalet birer hayal olmaktan ebediyen kurtularak temiz elleriyle
insanların ve milletlerin kutsal hayatlarını koruyacak; şiddet ve zulüm gibi sözler, anlamlarını yalnız tarihçilerin bileceği kelimeler olarak kalacaktır.”
Bütün bu örneklerden sonra ortaya tek bir sonuç çıkmaktadır. O da; Ölüm Kampları ile kurulan ve ölüm Kamplarının sayesinde ekonomik gelişmesini hızlandıran Sovyet Rusya, bir gün yine Ölüm Kampları yüzünden yıkılacaktır. Bugün, Sovyet idarecileri tekrar Stalinizm ilkelerine dönüş çabası içinde bulunuyorlar. Sebebi gayet basit: Kruşçev ile başlayan “buzların erimesi” kısa zamanda Sovyet Rusya’da çok sesli çatırtılara sebep oldu ve sosyal hayatında birçok çatlak meydana geldi. Bunları tamir telaşı içinde bulunan Sovyet idarecileri, bir gün gelecek ki, bütün tedbirlerin boşuna olduğunu görecekler. Çünkü, sadece aydınlar değil, proleterya da bu konuda bilinçlenmiştir. Bunun en canlı örneğini yurda dönme faaliyetlerini görülmemiş bir teşkilatlanma ile sürdüren Kırım Türklerinde görmekteyiz.
Kısa ve özlü olarak diyebiliriz ki; Sovyet Rusya, her durumda, 21 milyon insanın kanına giren Ölüm Kampları ile 20. yüzyılın ESlR devleti olarak tarihe geçecektir.
DİPNOTLAR
1 Tacmurat, Murat: Genocide in the USSR. 27. s., 1958 Münih.2 Kınmal, D. Ediğe: Kırım’da Topyekün Tehcir ve Katliam. Dergi, 5. sayı, 18
s., 1956 M ünih.3 Ruskaya M isil, 8 Kasım 1947 Paris; Bala, Mirza: Sovyet Rejim inin Kırkın
cı Yıldönümünde. Dergi, 11. sayı, 7. s., 1957 M ünih.4 Taymas, Abdullah Battal: Rus ih tila linden Hatıralar. Ötüken yayını, 1968
İstanbul; Taymas: Ben Bir Işık Arıyordum. 1962 İstanbul; Sanay, Recai: Kızıl Rusya’da Bir Türk Kadını. Nebioğlu yayını, İstanbul; Bek töre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 1965 Ankara; Kavchenko, Victor: Hürriyeti Seçtim . Çev. Zeria Karadeniz), Rafet Zaimler yayını, İstanbul.
5 Sanay: a.g.e. 81-82, s.
6 Kravchenko: a.g.e. 25. s.7 Dobb, Maurice: 1917’den Buyana Sovyet Ekonomisinin Gelişimi. 149. s.,
1968 İstanbul.8 Tatmanlı: Kırım’da Açlık Felaketinin Hakiki Am illeri. Emel, 3. sayı, 9-17.
s.; 4. sayı, 6-13. s.; 7. sayı, 7-14. s., 1933 Köstence.9 Turgut, Mehmet: Taşkent’e Doğru. 138. s., 1969 Ankara.10 Dobb: a.g.e. 137. s.11 Dobb: a.g.e. 137.s.12 Alec, Nove: Yedi Yıllık Sovyet Planı. 13. s., 1961 Ankara.13 Turgut: a.g.e. 138. s.14 Kurat, Prof. Dr. Akdes Nimet: Türkiye ve Rusya. D.T.C.E yayını, 649-672,
s., 1970 Ankara.15 Bullit, VVilliam C.: Asıl Büyük Dünya. Nebioğlu yayını, 72. s., İstanbul.16 Smith, Bedeli: Moskova’da Üç Yıl. Nebioğlu yayını 73. s., İstanbul.17 Bullit: a.g.e. 34. s.18 Smith: a.g.e. 73. s.19 Conquest, Robert: Sovyet Rusya’da Tarım İşçilerinin 50. Yılı. 38. s., 1971
Ankara.20 Conquest: a.g.e. 39. s.21 Russkaya M isil Gazetesi, 8 Kasım 1947 Paris.22 Gencer, A li İsmet: Neden Komünizme Karşıyız? Türk Devrim Kurumu
yayını, 65. s., 1966 Ankara.23 Conquest: a.g.e. 39. s.24 Aleksandrov, Grigoriy: Istrebleniye Krimskib Tatar. Sostsialistiçeskiy
Vestnik, 3. Sayı, 51. s., 1950 NevvYork.25 Conquest: a.g.e. 39. s.26 Yarkın, Prof.Dr. İbrahim: Türkistan’da Rusya’nın Sömürge Siyaseti. Türk
Kültürü, 6, cilt, 69. Sayı, 672. S>, Temmuz 1968 Ankara.27 Kırımal, Dr. Ediğe: Der nationale Kampf der Krimtürken. 292-293. s.,
Emsdetten/VVestf, 1952.28 Kırımer, Cafer Seydahmet: Kırımal’ın yukarıda adı geçen eserine yazdı
ğı Özsözde (26. s).29 Murskıy, Volodim ir: Yeni Rusya’nın IçYüzü. 62. S., 1932 İstanbul.30 Murskiy: a.g.e. 62.s.31 Conquest: a.g.e. 27. s.,; Turgut: a.g.e. 141. s.32 Dobb: a.g.e. 245. s.33 Spuler, Bertold: Die Krim unter ressicher Herrscbacft, Blick in die Wis-
senscbaft, 8. Sayı, 1948 Berlin.
34 Murstıy: a.g.e. 62. s.35 Conquest: a.g.e. 28. s.36 Murskıy: a.g.e. 63. s.37 Conquest, Robert: Büyük Tedhiş. (Çev. Nüzhet Baba), Durum yayını,
103. s., 1969 Ankara.38 Smith, Bedeli: Moskova’da Üç Yıl. Nebioglu yayını, 75. s., İstanbul.39 Aydınlı, Ahmet: Sovyet Espiyonaj Organizasyonları. Türkiye Ülkücü
Gençlik, 11. sayı, 1971 İstanbul.40 Kiseliov-Gromov: Lageri. Smerti v SSSR. 1936 Şangay.41 Dallin, David J.: Nicolaevski, Boris I.: Sovyet Rusya’da Mecburi Çalışma.
42. s., 1951.42 Solonevich, Ivan: Russia in Chains and Escape from Russian Chains.
1938 Londra.43 Dallin: a.g.e. 55. s.44 Murskıy: Yeni Rusya’nın İç Yüzü. 77. s.45 Abdülhamitoğlu: a.g.y.46 Kravchenko, Victor: Hürriyeti Seçtim. (Çev. Zeria Karadeniz), Rafet Za-
im ler yayını, 264. S., İstanbul.47 Bektöre, Şevki: Volge Kızıl Akarken. 143. s., 1965 Ankara.48 Bektöre: a.g.e. 143-144. s.49 Conquest, Robert: Büyük Tedhiş. (Çev. Nüzhet Baba), Durum yayını,
156. s., 1969 Ankara.50 Kravchenko: a.g.e. 265. s.51 Conquest: a.g.e. 156. s.52 Gayev, A.: Sovyet Temerküz Kamplarının İçyüzü, Dergi, 9. s., 1957 M ü
nih.53 Gavey: a.g.y. 114. s.54 Kırımal, Dr. Ediğe: Kırım’da Topyekun Tehcir ve Katliam. Dergi, 5. sayı,
14. s., 1956 M ünih.55 Akın, İsmail: Bolşevizm Felaketi ve Kırım Halkı Mücadelesi. 8. s., 1947
Bihlendorf.56 Kırım: a.g.y. 14. s.57 Dallin, David 1.-Nicolaevski, Boris 1.: Sovyet Rusya’da Mecburi Çalışma.
62. s., 1951 İstanbul.58 Fischer, John: Sovyet Cennetinin İçyüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık yayı
nı, 125. s., 1947 İstanbul.59 Yıldırım, Yusuf: İnanmıştım! 220. s., 1972 Ankara.60 • Dallin: a.g.e. 64. s.61 Conquest: a.g.e. 146. s.
62 VVinterton, Paul: Rusya’nın IçYüzü. 100. s., 1946 İstanbul.63 Fischer: a.g.e. 124. s.64 Dallin: a.g.e. 66. s.65 Yalta Konferansında Roosevelt'in siyası müşaviri olan ve konferansta
büyük rol oynayan komünist Yahudi Alger Hiss’in sonradan Ruslar hesabına çalıştığı anlaşılmış ve bu yüzden Amerika’da mahkum edilm iştir.
66 Brautigam, Dr. Otto: So bat es sicb zugetragen... Ein Leben als Soldat und Diplomat. Holzner-Verlag, 703. S., 1968 VVürzburg.
67 Devletbey, M.: Şimali KafkasyalIların Drau Faciası. Birleşik Kafkasya, 6. sayı, 23. s., 1953 Münih.
68 Birleşik Kafkasya, 5. sayı, 5. s., 1965 İstanbul.69 Mısıroğlu, Kadir: Moskof Mezalimi. Sebil yayını, II. cilt, 500. s., 1972 İs
tanbul.70 Bu anıt, Batı Avrupa’daki Müslümanlar Cemiyeti tarafından dikilm iştir.
24 Ekim 1960 Pazar günü açılış töreni yapılan anıtın masrafı, Avrupa’da yaşayan müslümanların bağışlarıyla karşılanmıştır.
71 Dallin: a.g.y.72 Conquest, Robert: Sovyet Rusya’da Tarım işçilerin in 50 Yılı. 58. s., 1971
Ankara.73 Dobb, Maurice: 1917’den Buyana Sovyet Ekonomisinin Gelişimi. 294-
295. s., 1968 İstanbul.74 Ficher, John: Sovyet Cennetinnin Iç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık ya
yını, 21. s., 1947 İstanbul.75 Dobb: a.g.e. 295. s.76 Zotov, V.: Plan. Khoz. No: 5, 1945 Moskova.77 Fischer: a.g.e. 19-20. s.78 Dallin: a.g.e. 74. s.79 Fischer: a.g.e. 19-20. s:80 Dallin: a.g.e. 75. s.81 Conquest: a.g.e. 59. s.82 Mironenko, Y.: Sovyetler B irliğ in in Baltık Boyu Cumhuriyetlerindeki Nü
fus Demografisi. Dergi, 28. sayı, 77. s., 1962 Münih.83 Dallin: a.g.e. 9. s.84 VVinterton, Paul: Rusya’nın IçYüzü. (Çev: Ferda Kocaçimen), 90. s., 1946
İstanbul.85 VVinterton: a.g.e. 91. s.86 Mironenko: a.g.y. 75-77-78. s.87 .Bektöre, Emin: Akmescit Faciası. Emel, 37, sayı, 34. S., Kasım-Aralık
1966 İstanbul.
88 Sheehy, Ann: Kırım Tatarları. Emel, 69. Sayı, Mart-Nisan 1972 İstanbul.89 Kırımal, D. Ediğe: Kırım Türkleri, Dergi, 59. Sayı. 14. s., 1970 M ünih; Kı
rım ’da Topyekün Tehcir ve Katliam. Dergi, 5. sayı, 16 s., 1956 Münih.90 Sheehy: a.g.y.91 "Kırım ’da Vaziyet Hakkında”. Kırım, 2. Sayı, 4. S., 13 Aralık 1944 Berlin;
“Kırım Haberleri’’. Kırım, 3. Sayı, 8. S., 10 Ocak 1945 Berlin.92 Kırımal: Kırım Türkleri. a.g.y., 14. s., Musa, A. Bolşeviklerin Kırım Tatar
larına Karşı işledikleri Cinayetler. Azat Vatan, 4. Sayı, Haziran 1952 M ünih.
93 Kırımal: a.g.y.94 Kırımal: Kırım’da Topyekun Techir ve Katliam, a.g.y.95 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: Kırım Tatarları Adalet Huzurunda. No-
voye Russkoye Slovo, 23 M art 1969 NevvYork.96 Kırımal: a.g.y.97 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y.98 Kırımal: a.g.y.99 Kırımal: a.g.y.100 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y. Sheey: a.g.y.101 Sheehy: a.g.y.102 Abdülhamitoğlu, Necip: Kırım faciasının içyüzü. (Tefrika) Son Havadis,
1973 İstanbul.103 Sheehy: a.g.y.104 Kırımal: a.g.y.105 Spuler, Bertold: Die Krim Uster Russischer Herrscharft, Blick in die Wis-
senscharft. No. 8 368. s. Berlin.106 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y.107 Sheehy: a.g.y.108 Sheehy: a.g.y.109 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y.110 Pines, Richard: Muslims o f Central Asia, trends and prospects. The
Middle East Journal, 2. sayısı, 1955 Washington (250.000); Sheehy, Ann: Soviet Central Asia and the 1970 Census. Mizan, l.Sayı, 3-13. s., Ağustos 1970 (250.000).
111 Sheehy Kırım Tatarları, a.g.y.112 Nove, Alec: Yedi Yıllık Sovyet Planı. (Sovyet iktisadi Kalkınma ve Potan
siyeli Üzerinde Bir Etüd) 11. s., 1961 Ankara.113 Kırımal, Dr. Ediğe: M uh te lif Haberler. Dergi, 60. Sayı. 78. s., 1970 Münih.114 Sheehy: a.g.y.115 Abdülhamitoğlu: a.g.y.
116 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y.117 Svobodnıy Kavkaz, 1. Sayı, 32. S., Ekim 1951 M ünih.118 Hızal, Ahmet Hazer: Kuzey Kafkasya. Orkun yayını, 113-114. s., 1961 An
kara.119 Hızal: a.g.e., 114-115. S.; Tokaev, Grigoriy, A.: Soviet Imperialism. 1954
Londra.120 Kuliev, S.: Ukrainets Ças Gazetesi, 14.10.1952 Paris.121 Tokaev, G.A.: Hak eto proizoslo, Kavkaz, 7. Sayı, 1952 Münih.122 G. Burlutskiy’n in Amerikanın Sesi Radyosu, Avrupa İstasyonundan ver
diği beyanatın metni. 1954 M ünih; Karça, Ramazan: Şimali Kafkasya’da Tehcir ve Katliam. Dergi, 5.- Sayı, 45-46. s. 1956 M ünih.
123 Burlutskiy, a.g.y.124 Karça: a.g.y., 47. s.125 Hızal: a.g.y., 116. s.126 Fischer, John: Sovyet Cennetinin İç Yüzü. 97. s., 1947 İstanbul.127 Öztürkmen, Neriman: Ruslar Almanya’yı Nasıl Böldü? (tefrika), Son Ha
vadis, 5 Ocak 1969.128 Marchenko, Anatoly: İşte Delillerim . Son Havadis, 5 Ocak 1970, İstan
bul.129 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 108-109. s., 1965 Ankara.130 Abdülhamitoğlu: a.g.y.131 Yıldırım, Yusuf: İnanmıştım! 213-214. s., 1972 Ankara.132 Bektöre: a.g.e., 108-109. s.133 Dallen, Davit J.-Nicolaevski, Boris I.: Sovyet Rusya’da Mecburi Çalışma.
29-30. s.134 Yıldırım: a.g.e. 230-231. s.135 Marchenko: a.g.y., 9 Ocak 1970.136 Dallin: a.g.e. 35. s. ^137 Dallin: a.g.e. 30. s.138 öztürkm en, Neriman: Ruslar Almanya’yı Nasıl Böldü? Son Havadis (tef
rika) 1970 İstanbul.139 Miyançi, Mehrali: Tudey-i der behişti moud ya heft Sal z ir-i çekiş. 187. s.,
1954 Tahran.140 Yıldırım, Yusuf: İnanmıştım!. 220. s., 1972 Ankara.
•141 Yıldırım: a.g.e. 231 -232. s.142 Fischer, John: Sovyet Cennetinin İç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık ya
yını, 125. s., 1974 İstanbul.143 Kravchenko, Victor: Hürriyeti Seçtim, (çev. Zeria Karadeniz). Rafet Za-
im ler yayını, 222-223. s., İstanbul.
144145146
147148149
150
151152153
154155156157158159160161
162163164
165166167168
169170171
172
Miyançi: a.g.y.Kravchenko: a.g.e. 220. s.Gayev, A.: Sovyet Temerküz Kamplarının içyüzü. Dergi, 9. sayı, 111. s., 1957 M ünih.Marchenko, Anatoly: işte Delillerim . Son Havadis, 6 Ocak 1970 İstanbul.
Dallin: a.g.e. 16. s.Ketchum, Richard M.-Brumberg, Abraham. Komünizm NedirîT.T.O.S.O. ve T.B.B. yayını 49. s., 1967 Ankara.Öztürkmen, Neriman: Ruslar Almanya’yı Nasıl Böldü? Son Havadis (tefrika) 1970 İstanbul.Öztürkmen: a.g.y.Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 119. s., 1965 Ankara.Mora, Sylvester, Zwierniak, Peter: la Justice Sovietique. 49. s., 1945 Roma.Kravchenko: a.g.e. 220-221. s.Marchenko, Anatoly: İşte Delillerim . Son Havadis, 5 Ocak 1970 İstanbul.
Marchenko: a.g.y. 12 Ocak 1970. öztürkm en: a.g.y.Yıldırım, Yusuf: inanmıştım!. 234. s., 1972 Ankara.Murat Karabaş’la Mülakat. 10.7.1973.Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 105. s., 1965 Ankara.Dallin, David Nicolaevski, Boris I.: Sovyet Rusya’da Mecburi Çalışma. 17. 1951 İstanbul, öztürkm en: a.g.y.Yıldırım, Yusuf: inanmıştım!. 217. s., 1972 Ankara.Marchenko, Anatoly: İşte Delillerim . Son Havadis, 17 Ocak 1970 İstanbul.Dallin: a.g.e. 28-29 s.Dallin: a.g.e. 28. s.Dallin: a.g.e. 29. s.Dallin: a.g.e. 36. s.
Dallin: a.g.e. 37. s.Bektöre: a.g.e. 118. s.Kravchenko, Victor: H ürriyeti Seçtim, (çev. Zeria Karadeniz). Rafet Za- im ler yayını, 221-222. S., İstanbul.Kravchenko: a.g.e. 221. s.
173 Dallin: a.g.e. 32. s.174 Mora, Sylvester-Zvvierniak, Peter: La Justice Sovietique. 63. S., 1945 Ro
ma.175 Öztürkmen: a.g.y., 11. sayı.176 Öztürkmen: a.g.y., 9. sayı.177 Marchenko, Anatoly: işte Delillerim . Son Havadis. No. 8, 11 Ocak 1970
İstanbul.178 Miyançi: a.g.e. 126. s.179 Öztürkmen: a.g.y., No. 11.180 Marchenko: a.g.y., No. 11.181 Mora-Zwierniak: a.g.e., 31. s.182 Kavchenko, Victor: Hürriyeti Seçtim, (çev. Zeria Karadeniz), Rafet Zaim-
ler yayını, 223. s., İstanbul.183 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 113. s., 1965 Ankara.184 Bektöre: a.g.e., 136. s.185 Karabiber, Osman: Kırım lı b ir Türk’ün Rusya’daki Maceraları. 78-70. s.,
1954 Ankara.186 Bektöre: a.g.e. 113-114-115. s.187 Yıldırım, Yusuf: inanmıştım!. 220. s., 1972 Ankara.188 Fischer, John: Sovyet Cennetinin iç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık ya
yını, 126. s., 1974 İstanbul.189 Yıldırım: a.g.e., 216. s.190 Marchenko, Anatoly: İşte Delillerim . Son Havadis. 14-15 Ocak 1970 İs
tanbul.191 Marchenko: a.g.e., 15 Ocak 1970.192 Marchenko: a.g.y., 12 Ocak 1970.193 Öztürkmen: a.g.y. No: 11.194 Nimigeanu, D im itru: CehenAem Sınırını Aştı. 1962 Ankara.195 Bir Rus M ahkumunun Mektubu. Emel, 59. sayı, 43. s., Temmuz- Ağustos
1970, İstanbul.196 Marchenko: a.g.y., No. 3, 6 Ocak 1970197 Yıldırım, Yusuf: inanmıştım!. 234. s., 1972 Ankara.198 Marchenko: a.g.y., No: 4, 7 Ocak 1970199 Mora, Sylvester-Zvveierniak, Peter: La Justice Sovietique. 49. s., 1945 Ro
ma.200 Kınmal, Dr. Ediğe: M uhte lif Haberler. Dergi, 50. Sayı. 77-78. s., 1967 M ü
nih.201 Marchenko: a.g.y., No: 5, 8 Ocak 1970
202 Marchenko: a.g.y., No: 7, 10 Ocak 1970203 Marchenko: a.g.y., No: 7, 10 Ocak 1970204 Marchenko: a.g.y., No. 5, 8 Ocak 1970.205 Öztürkmen: a.g.y., No: 11.206 Tchernavin, Vladimir: I Speak for the Silent Prisoners o f the Soviets. 25.
s., 1935 Boston.207 Dallin: a.g.e., 22. s.208 Dallin: a.g.e., 22. s.209 Karabiber, Osman: Kırım lı b irT ü rk ’ün Rusya’daki Maceraları. 90. s., 1954
Ankara.210 Fıscher, John: Sovyet Cennetinin İç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık ya
yını, 126. s., 1974 İstanbul.211 Karabiber, Osman: Kırım lı Bir Türk’ün Rusya’daki Maceraları. 84. s.,
1954 Aıikara.212 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 1965 Ankara.213 öztürkm en, Neriman: Ruslar Almanya'yı Nasıl Böldü? Son Havadis, No:
1, 1970 İstanbul.214 Yıldırım, Yusuf: İnanmıştım!. 217. s., 1972 Ankara.215 Yıldırım: a.g.y.216 Yıldırım: a.g.y., 232. s.217 Yıldırım: a.g.e., 234. s.218 Yıldırım: a.g.e., 232. s.219 Miyançi, Mehrali: Tudey-i der behişti moud ya bet Sal z ir-i çekiş. 198. s.,
1954 Tahran.220 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 197-198. S., 1965 Ankara.221 Yıldırım, Yusuf: İnanmıştım!. 235. s., 1972 Ankara.222 Şlyab Peremogi gazetesi, 13.1.1956: Karça, Ramazan: Şimali Kafkasya’da
Techir ve Katliam. Dergi, 5. Sayı, 48-49. S., 1956 Münih.223 Bektöre: a.g.e. 121. s.224 Bektöre: a.g.e., 124. s.225 Smith, Bedeli: Moskova’da Üç Yıl. Nebioğlu yayını, 76-77. S., İstanbul.226 Yıldırım: a.g.e., 221. s.227 Yıldırım: a.g.e., 222. s.228 Yıldırım: a.g.e., 224. s.229 Dallin: a.g.e., 27. s.230 Gayev, A.: Sovyet Temerküz Kamplarının İçyüzü. Dergi, 9. sayı, 110. s.,
1957 M ünih.
231 Marchenko, Anatoly: işte Delillerim . Son Havadis. No. 13, 16 Ocak 1970 İstanbul.
232 Mora, Sylvester-Zvvierniak, Peter: La Justice Sovietique. 146. s., 1945 Roma.
233 Marchenko: a.g.y., No: 13-14, 16-17 Ocak 1970.234 Kirk, Lydia: Moskova Mektupları, (çev. Rahşan Ecevit), 106. s., 1953 An
kara.235 Miyançi: a.g.y.236 Kirk, Lydia: Moskova Mektupları, (çev. Rahşan Ecevit), 106. s., 1953 A n
kara.237 Gayev, A.: Sovyet Temerküz Kamplarının İçyüzü. Dergi, 9. sayı 110. s.,
1957 M ünih.238 Dallin, David J.-Nicolaevski, Boris I.: Sovyet Rusya’da Mecburi Çalışma.
27. s., 1951 İstanbul.239 Kiseliov-Gromov: Lageri simert v SSSR. 1936 Şangay: Dallin: a.g.e., 42. s.240 Solonevich, Ivan: Russia in Chains and Escape from Russian Chains. 49.
s., 1938 NevvYork.241 Conquest, Robert: Büyük Tedhiş, (çev. Nüzhet Baba), Durum yayını,
104. s., 1938 NevvYork.242 Nikonov-Smorodin: Krasnaya Katorga. 1938 Sofya; Dallin: a.g.e. 42. s.243 Aydınlı, Ahmet: Sovyet Espiyonaj Organizasyonları, Bu Organizasyona
Bağlı Seksiyonlar, Cenoside Maruz Kalan M illetler. Ülkücü Gençlik, 11. Sayı, 10. S. Temmuz 1971 İstanbul.
244 Yıldırım, Yusuf: İnanmıştım!. 225. s., 1972 Ankara.245 Dallin: a.g.e., 42. s.246 Dallin: a.g.e., 43. S.; Bedeli, Smith: Moskova’da Üç Yıl. 79. s., İstanbul.247 Bullit, W illiam C.: Asıl Büyük Dünya. Nebioğlu yayını, 73. s., İstanbul.248 Dallin: a.g.e., 42. s.249 Kavchenko, Victor: Hürriyeti Seçtim, (çev. Zeria Karadeniz), Rafet Zaim-
ler yayını, 264. s., İstanbul. V250 Miyançi: a.g.y.251 Sovyet Kampları. Emel, 48. Sayı, 44, s., Eylül-Ekim 1968 İstanbul.252 Dallin: a.g.e., 54. s.
BİBLİYOGRAFYA
ABDÜLHAMÎTOĞLU, Necip: Kırım Faciasının içyüzü. Son Havadis (tefrika), 1973 İstanbul.
ABDÜLHAMÎTOĞLU, Necip: Kırım Faciası ve Turancılık Ülküsü. Yeni Milli Ülkü, G.Ü.T. yayını, Şehitler özel sayısı, 1969 Ankara.
ABDÜLVAHAP, A z e r b a y c a n lI : Hapis ve Sürgünde Kırımlılar. Emel 1938 Köstence.
ADAMOVİCH, Prof.Anthony: Sovyet Rejiminin Sovyetler Birliği Milli Cumhuriyetlerinde Uyguladığı Koloni Siyaseti. Dergi, 25. sayı, 1961 Münih.
AKÇURA, İskender: Genocide Behind The Iron Curtain. 1963 NewYork.
ALBERT, Valeri M.: Sovyetler Birliği Komünist Partisinde Yarı Resmi Temizlik. "Sovyetler Birliğinde Aktüel Gelişmeler” Bülteni, 4. sayı, Ekim 1971 Münih; Emel, 69. sayı, Mart-Nisan 1972 İstanbul.
ALBRECHT, Kari /.: Der Verratene Sozialismus. 1939 Berlin.ALEKSANDROV, Grigoriy: Istrebleniye Krimskib Tatar. Sost-
sialistiçeskiy Vestnik, 1950 NevvYork.ALTUNBAY, Mehmet: Kırım’da Komünist Mezalimi. Mücahit,
1. sayı, Temmuz 1955 İstanbul.ANZEROVA, Alexandra: Aur dem Lande der Stummen. 1936
Breslau.ASLANBEK, Mahmut: Karaçay ve Malkar Türklerinin Faciası.
1952 Ankara.AYDINLI, Ahmet: Sovyet Espiyonaj Organizasyonları, Bu Or
ganizasyona Bağlı Seksiyonlar, Cenoside Maruz Kalan Milletler. Ülkücü Gençlik, 11. sayı, Temmuz 1971 İstanbul.
AYTUGAN, Binbaşı: II. Dünya Savaşı ve Milliyetler Meselesi. Birleşik Kafkasya, 4/5. sayı, Kasım-Aralık 1951 Münih.
AZERTEKİN, A.: Yeni Neşriyat. Dergi, 8. sayı, 1957 Münih.AZİZBEKOV, P.: Sovetskaya Rossiya bor’ba za ustanovlenıe i
uproçenie vlasti sovetov v Zakavkazee. 1960 Baku.BACZKOWSKt, Wlodzimierz: Russian Colonialism, The Tsa-
rist and Soviet Empires. 1958 NevvYork.BALA, Mirza: Rusya’daki Türklerin Tehciri. Cumhuriyet,
15.9.1949 İstanbul.BALA, Mirza: Moskova’nın Sürgün ve İmha Ettiği Milletler.
Dergi, 9. Sayı, 1956 Münih.BALA, Mirza: Sovyet Rejiminin Kırkıncı Yıldönümünde. Der
gi, 11. sayı, 1957 Münih.BARDAKÇI, tlharı: insanlık Zelzelesi. Murad yayını, 1967 An
kara.BATIRHAN, B.: Kuzey KafkasyalI Çeçen-Inguş ve Karaçay-
Balkarların Topyekun imha ve Tehcir Faciasının 21. Yıldönümü Münasebetiyle. Dergi, 39/40. sayı, 1965 Münih.
BAYTUGAN, Barasbi:The Fate of the Chechen-Ingush Peop- Ie. Caucasian Revievv, 2. sayı, 1957 Münih.
BEAUSOBRE, Jıılia: The Woman Who Couldn’t Die. 1938 New York.
BEKTÖRE, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 1965 Ankara.BELEN, Bolulu N.: Komünist Rusya. 1947 İstanbul.BENNİNGSEN, Alexandri-Qııelquejay, Chantal: Le Mouve-
ments nationaux chez Musulman de Russie. 1960 Paris.BİL, Hikmet: Yokedilen Bir Millet. Devlet, 23.6.1969 Ankara.BRAUTİGAM, Dr. Otto: So bat es sicb zugetragen... Ein Leben
als Soldat und Diplomat. Holzner-Verlag, 1968 VVürzburg.BULLİT, William C.: Asıl Büyük Dünya. Nebioğlu yayını, İs
tanbul.CAFEROĞLU, Prof.Dr. Ahmet: Kafkasya Türkleri. Türk Kültü
rü, 4. Cilt, 37. Sayı, 1965 Ankara.
CAMBELL, RobertW.: Sovyet Ekonomisinde En Son Gelişmeler. T.T.O.S.O. ve T.B.B. yayını, 1966 Ankara.
CAROE, Olaf Sir: Soviet Empire. The Turks of Central Asia and Stalinism. 1953 Londra.
CARR, E. //..-The History of Soviet Russie. 1954 Londra.CEBAGİ, V. Girey: Soviet Nationality Policy and Genocide.
Caucasian Revievv, 1. sayı, 1955 Münih.CÎTRÎNE, Sir Walter: A la Recherche de ia Verite en Russie.
1937 Paris.CONÇUEST, Robert: The Nation Killers. 1970 Londra.CONÇUEST, Robert: The Deportation of Nationalites in the
USSR. 1960 Londra.CONÇUEST, Robert: Büyük Tedhiş. (Çev. Nüzhet Baba), Du
rum yayını, 1938 NevvYork.CONQUEST, Robert: Sovyet Rusya’da Tarım işçilerinin 50. Yı
lı. 1971 Ankara.• CONÇUEST, Robert: Aklıselim Karşısında Rusya. Nebioğlu
yayını, İstanbul.CZAPSKİ, Joseph: Souvenirs de Starobielsk: 1945 Paris.DALLİN, David J.-Nicolaevski, Boris / .:Sovyet Rusya’da Mec
buri Çalışma. 1951 İstanbul.DANGERFÎELD, Elma: Beyond the Urals. 1946 Londra.DAVLETŞİN, Prof. Temürbek: Sovyetler Birliğinde Halkların
Eşitliği Üzerine: Dergi, 52, sayı, 1968 Münih.DAVRANBEK: 2l ’ler Meselesi. Milli Türkistan, 119. sayı, 1967
Düsseldorf.DEMÎRER, Mehmet Arif-Orakla Çekiç Arasında. Kişisel Du
ruşmalar. Kişisel Kitaplar, 1967 Ankara.DEMİRER, Mehmet Arif-Orakla Çekiç Arasında. Kişisel Ki
taplar. 1966 Ankara.DERBENDİ, Abdülgani: 1956 İslam Kongresinde Sovyet-
Mahkumu Milletler Meselesi. Dergi, 8. sayı, 1957 Münih.DEVLETBEY, M.: Şimali KafkasyalIların Drau Faciası. Birleşik
Kafkasya, 6. sayı, 1953 Münih.
DMÎTRİEVNA, Olga: 18 Jahre der Sovvjetherrschaft. 1938 Vi- yena.
DOBB, Maurice: 1917’den Bu Yana Sovyet Ekonomisinin Gelişmesi. (Çev. Metin Aktan), 1968 İstanbul.
DUCHESS, M. P.: Conscription of a People. 1932 NewYork.ERER, Tekin: Beş Milyon Kırımlı Nerede? Son Havadis,
31.12.1966 İstanbul.ERER, Tekin: Kırım Türkleri ve Esir Türkler. Komünizme ve
Komünistlere Karşı Türk Basını, 7. sayı, 1966 Ankara.ERER, Tekin: Moskova’da Yaz. Komünizme ve Komünistlere
Karşı Türk Basını, 5. sayı, 1966 Ankara.ERER, Tekin: Rusya’da İhtilal mi? Komünizme ve Komünist
lere Karşı Türk Basını, 7. sayı, 1966 Ankara.ERK, Mikail: Sovyet Rusya Sömürgeciliği ve Mahkum Millet
lerin Mukadderatı. Kuzey Kafkasya’da Sovyet-Rus Vahşeti. Hedef yayını, 1964 Ankara.
FEDENKO, Panas: Khrushchev’s, New Story of the Soviet Communist Party. 1963 Münih.
FEVZİOĞLU, Prof. Dr. Turhan: Büyük Tehlike Komünizm. 1969 Ankara.
FtSCHER, John: Sovyet Cennetinin Iç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık yayını, 126. S., 1974 İstanbul.
GAYEV, A.: Sovyet Temerküz Kamplarının içyüzü. Dergi, 3. sayı, 1957 Münih.
GENCER,Ali İsmet: Neden Komünizme Karşıyız? Türk Devrim Kurumu yayını, 1966 Anfyara.
GEOFFREY, Wheeler: Racial Probiems in Soviet Müslim Asia. Oxford University, 1962 Londra.
GOLDSTEİN, M.: Sovyetler Birliği Sanatında Stalinist ilkelere Dönüş. Dergi, 60. sayı, 1970 Münih.
GOUZENKO, Igor: Bir Devin Düşüşü. (Çev. Ağasi Şen), 1000 Temel Eser, 1970 İstanbul.
GÖKGÖL, Cengiz: Komünist Rusya ve Müslümanlar. 1958 Ankara.
GREİFE, Permann: Zvvangsarseit in der Sovvjetuniofı. 1936 Berlin.
GROSSMAN, Prof. Grigoriy: Ekonomik Sistemler. Kişisel Kitaplar, 1968 Mersin.
GROSSMAN, Richard: Mağlup Olan ilah. Nebioğlu yayını, İstanbul.
GUDERÎAN, Waldemar: Bolshevism, an introduction to So- viet Communism. 1960 NewYork.
HACIBEYLÎ, Ceyhun: Türk Halklarını Sovyet imhasından Kurtarmalı. Azerbeycan, 1. sayı, 1951 Münih.
HALPERN, Ada: Conducted Tour. 1945 NevvYork.HAYIT, Dr. Baymirza: Dünya Türklüğünün Facialar Merkezi
(III) Son Havadis, 28.1.1970 İstanbul.HAYIT, Dr. Baymirza: Komünizm ve Türk Dünyası. 1972 An
kara.HAYIT, Dr. Baymirza: Esir Türkler. Kişisel Kitaplar, 1966 An
kara.HIZAL, Ahmet Hazer: Kuzey Kafkasya Hürriyet İstiklal Dün
yası. Orkun yayını, 1961 Ankara.HIZALOĞLU, Mustafa Zihni: Kırım ve Şimali KafkasyalIların
imhası. Mücahit, 13/14. sayı, 1958 Ankara.HOOVER, J. Edgar: Düşmanımız Kimdir? (Çev. Haşim Aytu-
ral), Önemli işler Müdürlüğü yayını, 1967 Ankara.HOSTLER, Charles Warren: Turkism and Soviets. (The Turks
o the World and their political obectives), 1957 Londra.HUDSON, G.E: 1917-1967 Komünizmin Elli Yılı. (Çev. Fırat
Argeşo), Sümerbank Kültür yayını, 1969 İstanbul.IRANYAN, Dikran: Rusya’ya Bir Daha Dönmeyeceğim. 1958
Ankara.İKİZ, M. Lütfi: 20. Asırda Genocide. Kuzey Kafkasya’da Sov
yet-Rus Vahşeti, Hedef yayını, 1984 Ankara.İSLAM, /.: Stalin ve Müslümanlar. Serbest Kafkasya, 1. sayı,
1952 Münih.
KANTEMİR, Ali: Genocide in the USSR (The Moslems), 1958 New York.
KARABİBER, Osman: Kırımlı Bir Türk’ün Rusya’daki Maceraları. 1954 Ankara.
KARÇA, Ramazan: Genocide in the USSR (The People of the North Caucasus), 1954 Ankara.
KARÇA, Ramazan: Şimali Kafkasya’da Tehcir ve Katlram. Dergi, 5. Sayı, 1956 Ankara.
KARTAL, Mehmet: Komünizmin Din Politikası. Ufuk Ajansı yayını, 1971 Ankara.
KENNAN, George F.: Russia and the VVest. 1960 NewYork.KETCHUM, Richard M.-Brumberg, Abraham: Komünizm
Nedir? T.T.O.S.O. ve T.B.B. yayını, 1967 Ankara.KIR1MAL, Dr. Ediğe: Der nationale Kampf der Krimtürken.
1952 Emsdetten.KIRIMAL, Dr. Ediğe: Kırım’da Topyekün Tehcir ve Katliam.
Dergi, 5. Sayıdan ayrıbasım, 1956 Münih.KIRIMAL, Dr. Ediğe: Kırım Türkleri. Dergi, 59. Sayı, 1970 Mü
nih.KIRIMAL, Dr. Ediğe: Muhtelif Haberler. Dergi, 60. Sayı, 1970
Münih.KIRIMER, Cafer Seydahmet: Der nationale Kampf der Krim
türken. (Önsöz). 1952 Emsdetten.KIRIMER, Cafer Seydahmet: Rus Tarihinin İnkılaba, Bolşe-
vizme ve Cihan inkılabına Sürüklenmesi. 1948 İstanbul.KİRK, Lydia: Moskova Mektupları, (çev. Rahşan Ecevit), 106.
s., 1953 AnkaraKİSELİOV-Gromov: Lageri simert v SSSR. 1936 Şangay: Dal-
lin: a.g.e., 42. s.KÎTCHİN, George: Prisoner of the OGPU. 1953 New York.KOLARZ, Walter: Die Nationalitatenpolitik der Sovvjetunion.
1956 Frankfurt.KORKUD, Refik: Komünizmin İçYüzü. 1967 Ankara.
KRAVCHENKO, Victor: Hürriyeti Seçtim. (Çev. Zeria Karadeniz), Rafet Zaimler yayını, İstanbul.
KRİVtTZKt, WG.; Ben Stalin’in Ajanıydım. Millet yayını, 1951 İstanbul.
KUCHEROV, Alexander: Rusya’da Köylünün Durumu. Kızıl Dünya, T.T.O.S.O. ve T.B.B. yayını, 1966 Ankara.
KURAT, Prof. Dr. Akdes Nimet: Türkiye ve Rusya D.T.C.F. yayını, 1970 Ankara.
LAURAT, Lııcietı: Sovyet Tarımı-Krizin Kökleri. Komünizmin Düşündürdükleri, T.Ç.T.F. yayını. 1966 Ankara.
LENtN, V.I.: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı. Sol yayını, 1968 Ankara.
LÖKER, Erhan: Birgün Sovyet Rusya Yıkılırsa. 1950 Ankara.MALSAGOFF, S.A.: An Island Hell. 1926 Londra.MARCHENKO, Anatoly: işte Delillerim. Son Havadis, (tefri
ka), 5-21 Ocak 1970 İstanbul.MENDE, Gerhard von: Die Türkvölker im Herrschafsbe reich
der Sowjetunion. “Das Parlament”, 1960.MISIROĞLU, Kadir: Moskof Mezalimi. II. cilt, Sebil yayını,
1972 İstanbul.MİRONENKO, Y.: Sovyetler Birliğinde Vazedilmiş Aile ve Iş
Kanunları Hakkında Bazı Mülahazalar. Dergi, 47. Sayı, 1967 Münih.
MİRONENKO, Y.: Sovyetler Birliğinin Baltık Boyu Cumhuriyetlerindeki Nüfus Demografisi. Dergi, 28. sayı, 1962 Münih.
MtYANÇt, Mehrali: Tudey-i der behişti moud ya bet Sal zir-i çekiş. 1954 Tahran.
MORA, Sylvester-Zıveierniak., Peter: La Justice Sovietique. 1945 Roma.
MOWRER, Lilian T.: Arrest and Exile. 1941 New York.MURSKIY, VolodimînYeni Rusya’nın IçYüzü. 1932 İstanbul.MOSA, A : Bolşeviklerin Kırım Tatarlarına Karşı işledikleri Ci
nayetler. Azat Vatan, 4. Sayı, Haziran 1952 Münih.
NİKOLAYEV, Peter: Bauern unter Hammer und Sichel. 1962 Ankara.
NOVE, Alec: Yedi Yıllık Sovyet Planı (Önsöz); Sovyet İktisadi Kalkınma ve Potansiyeli Üzerine Bir Etüd. 1961 Ankara.
OLGIN, C.: Communism, Stalinism and the Intellectuals. Bulletin, 8. Sayı, 1971 Münih.
OTAR, Av. İbrahim: Jenosit ve Kırım Türkleri. Emel, 22. sayı, 1964 İstanbul.
ÖZTÜRKMEN, Neriman Malkoç: Ruslar Almanya’yı Nasıl Böldü? Son Havadis (tefrika) 1970 İstanbul.
ÖZTÜRKMEN, Neriman Malkoç: Londra’da Kayboan Rus. Boğaziçi yayını, 1973 İstanbul.
PİM, Allan-Bateson, Edıvard: Report on Russian Timber Camps. 1931 Londra.
PİM, Allan-Bateson, Edıvard: Out of the Deep. 1933 Londra.PİPES, R. E.: Russian Moslems before and after the revulati-
on and Soviet İmperalism. 1953 Indiana.POZNER, Vladimir: Sovyetlereli. (Çev. Mehmet Fuat), 1932
İstanbul.PUSİC, Aydın: Kırım Türklerinin Sessi. Azerbaycan, 11. Sayı,
1953 Münih.REMPEL,}.: Der Sovvjethölle Entronnen, 1935 Kassel.RUSSİNOV, Andrei: Die Grosse Tauschung. 1936 Berlin.SANAY, Recai: Kızıl Rusya’da Bir Türk Kadını. Nebioğlu yayı
nı, İstanbul.SAYILGAN, Aclal: SSCB ve Sultan Galiev. 1966 Ankara.SCHİRVİNDT, Eugene: Russian Prisons. 1928 Londra.SCHVVARZ, Alexander: In VVolagda’s Weissen VValdern. 1937
Altona.SCHWARTZ, Harry: The Red Phoenix (Russie Since World
War II.) 1962 New York.SHEEHY, Ann: Kırım Tatarları. Emel, 69. Sayı, 1972 İstanbul.
SHEEHY, Antı: Soviet Central Asia and the 1970 Census. Mizan, 1. Sayı, 1970 NevvYork.
SİNİAVSKİ, Andrei: Duruşma Başlıyor. Bora yayını. 1966 İstanbul.
SMİTH, Bedeli: Moskova’da Üç Yıl. Nebioğlu yayını, İstanbul..SOLONEVİCH, Ivarı: Russia in Chains and Escape from Rus-
sian Chains. 1938 New York.SPULER, Bertold: Die Krim unter ressicher Herrscbacft,
Blick in die VVissenscbaft, 8. sayı, 1948 Berlin.STACKELBERG, Vorı G.A.: Sovyet Komünist Empaeryalizmi
Tecrübesi ve Sovyetler Birliğindeki Müslümanlar. Dergi, 23/24. Sayı, 1961 Münih.
STALİN, J.: Sosyalist Ekonominin Meseleleri. Sol yayını. 1967 Ankara.
STALİN, Marksizm ve Milli Mesele. Sol yayını, 1967 Ankara.
STALİN, /.: Leninizmin İlkeleri. Sol yayını. 1967 Ankara.SULTAN, Arifi Rusya’da Islamiyetin Bugünkü Durumu. Do
ğan Güneş yayını, 1966 İstanbul.SULTAN, Garip: Moskova’nın Sürgün ve imha Ettiği Millet
ler. Dergi, 9. Sayı, 1957 Münih.TACMURAT, Murat-Berdimurat, Aman: Genocide in the
USSR. 1958 Münih.TARSİS, Valery: 7. Koğuş. T.Ç.T.F. yayını, 1966 Ankara.TARSİS, Valery: Çağımızda Yazar Cesur Olmaya Mecburdur.
Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını, 7. Sayı, 1966 Ankara.
TATMANLI: Kırım’da Açlık Felaketinin Hakiki Amilleri. Emel, 3-4 ve 7. sayı, 1933 Köstence.
TAYMAS, Abdullah Battal: Ben Bir Işık Arıyordum. 1962 İstanbul.
TAYMAS, Abdullah Battal: Rus İhtilalinden Hatıralar. Ötü- ken yayını, 1968 İstanbul;
TCHERNAVİN, Vladimir: I Speak for the Silent Prisoners of the Soviets. 1935 Boston.
TEZEL, Memduh: Moskova’dan Geliyorum. Berkalp yayını, 1950 Ankara.
TOKAEV, G.A.: Soviet İmperialism. 1954 Londra.TOTH, Prof. İmre: Komünizm ve Macaristan. Macaristan ih
tilali 16. Yıldönümü, 1972 Ankara.TRAKANOV, Prof. Aleksandr A.: Sürgünler Diyarı Sibirya.
(Çev. Sadullah Cenkçi), 1950 İstanbul.TURGUT, Mehmet: Taşkent’e Doğru. 1969 AnkaraTÜRK, Prof. Dr. Cezmi: Dünyanın Çatısı Turan ve Rus Kafası.
Toprak yayını. 1964 İstanbul.ÜLKÜSAL, Av. Müstecip: Esir Milletler ve Jenosid. Emel, 65.
Sayı, 1971 İstanbul.VASSÎLYEV, Prof. M.: Sovyet Ekonomi Sisteminin Kırk Yıllığı.
Dergi, 11. Sayı, 1957 Münih.VERBİNE, A.: Sovyetler Birliğinde Sendikacılık. (Çev. Bahat-
tin F.), Hür yayını, 1967 İstanbul.VOLPİN-Yasenin: A leaf of Spring. 1961 Londra.VOZNESENSKY, N.A.: Soviet Economy During the Second
War. The Communist Conspıracy, 1. Bölüm, 1956 VVashington.WEBER, Prof. Adolf: Kuvvetli ve Zayıf Tarafları ile Bugünkü
Sovyet Ekonomisi. (Çev. Arif Demirer-Hikmet Sonay), Kişisel Kitaplar, 1967 Mersin.
WHÎTE, W.L.: Report on the Russians. 1945 New York.WİTERTON, Paul: Rusya’nın Iç Yüzü. (Çev. Ferda Kocaçi-
men). 1946 İstanbul.YARKIN, Prof. Dr. İbrahim: Türkistan’da Rusya’nın Sömürme
Siyaseti. Türk Kültürü, 6. cilt, 69. sayı, Temmuz 1968 Ankara.YILDIRIM, Yusuf: İnanmıştım!. 1972 Ankara.YUTANG, Lin: Gizli isim. (Çev. Suzan Akpınar), Işık yayını,
1962 İstanbul.ZAİTSEV, General I. M.: Solovki. 1931 Şangay.
HABLEMİT’OĞLU KİTAPLARI: 1
Necip Hablemitoğlu, 1950'li yılların başında, o zamanlar Sovyet blokuna dahil bulunan Bulgaristan'dan Türkiye'ye sürgün edilmiş bir ailenin çocuğu. Bu kitabı yazdığında on dokuz yaşındaydı. Tıpkı bir doktora tezi hazırlar gibi, ulaşabildiği bütün kaynakları değerlendirerek, o yaşta böyle bir eser hazırlamak kolay iş değildir.
Bu araştırma, elli yılda altmış milyondan fazla insanın "ölüm kampları" aracılığı ile ortadan kaldırılmasına yol açan "komünist rejimin içyüzünü bütün ürkünçlüğüyle, bütün çıplaklığıyla göz önüne sermektedir.
Dr. Necip Hablemitoğlu, bu eser hakkında şunları söylüyor:
"Sovyet Rusya’da Devlet Terörü" ne bir roman, ne de bir hatıralar derlemesidir. Tamamen bir araştırma niteliğinde olan bu eser, uzun ve yorucu birçalışma sonucu elde edilmiş bilgi ve belgelerin objektif bir şekilde değerlendirilmesi ve bilimsel esaslara uygun olarak tasnif edilmesi ile meydana gelmiştir."
Eser, Sovyet Rusya’nın karanlık, bilinmeyen bir dönemini aydınlatan, ürpertici bir belge niteliğindedir.
IS B N 9 7 5 - 6 4 4 8 - 8 1 - 4