tÜrk modernleŞmesİ ÖncÜlerİnden fuat kÖprÜlÜ:...
TRANSCRIPT
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ TÜRK TARİHİ ANABİLİM DALI
CUMHURİYET TARİHİ BİLİM DALI
TÜRK MODERNLEŞMESİ ÖNCÜLERİNDEN
FUAT KÖPRÜLÜ: HAYATI, ESERLERİ ve
FİKİRLERİ
Doktora Tezi
Abdülkerim ASILSOY
İstanbul 2008
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ TÜRK TARİHİ ANABİLİM DALI
CUMHURİYET TARİHİ BİLİM DALI
TÜRK MODERNLEŞMESİ ÖNCÜLERİNDEN
FUAT KÖPRÜLÜ: HAYATI, ESERLERİ ve
FİKİRLERİ
Doktora Tezi
Abdülkerim ASILSOY
Danışman: Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN
İstanbul 2008
ÖNSÖZ .......................................................................................................................... III
GİRİŞ ............................................................................................................................... 1
I. BÖLÜM...................................................................................................................... 25
HAYATI VE ESERLERİ............................................................................................. 25
A. Fuat Köprülü’nün Hayatı, Yetiştiği Çevre............................................................. 26
B. Faaliyetleri, Eserleri : Görev aldığı Dernek, Cemiyet ve Mecmualar.................... 46
1. Türk Derneği....................................................................................................... 49
2. Genç Kalemler Mahfili ile Mücadele: ................................................................ 50
3. Türk Yurdu ve Türk Ocağı: ................................................................................ 53
4. Halka Doğru........................................................................................................ 62
5. Türk Bilgi Derneği ve Bilgi Mecmuası: ............................................................. 68
6. Milli Tetebbular Mecmuası: ............................................................................... 75
C. Aktif Siyasi Hayatı:................................................................................................ 77
II. BÖLÜM .................................................................................................................... 95
TARİH ANLAYIŞI VE METODU ............................................................................. 95
A. Tarihçiliği............................................................................................................... 96
1. Tarihin Tarifi....................................................................................................... 98
2. Tarihin Gayesi................................................................................................... 101
3. Fuat Köprülü’ye Göre Tarihte Tekâmül ........................................................... 107
4. Tecrübî Usûl ve Determinizm........................................................................... 121
5. Tarihte Kanun Fikri .......................................................................................... 125
B. Köprülü’de Tarih ve Edebiyat İlişkisi.................................................................. 129
C. Kaynak Kullanımı ................................................................................................ 140
1. Tenkitli Metin Neşri.......................................................................................... 142
2. Edebî Eser ......................................................................................................... 145
3. Münşeât Mecmuaları ........................................................................................ 147
4. İstîfâ Kitapları ................................................................................................... 149
5. Evliya Menkabeleri........................................................................................... 150
6. Tarihi Romanlar ................................................................................................ 154
7. İlmî ve Edebî Eserler ........................................................................................ 159
D. Türk Tarihi Tetkiklerine Yeni Bir Yaklaşım ....................................................... 164
1. Meseleye Umumî Türk Tarihi Zaviyesinden Bakış.......................................... 165
2. Süreklilik-Karşılaştırma.................................................................................... 168
3. Türk Tarihi-İslam Tarihi ................................................................................... 171
III. BÖLÜM................................................................................................................. 174
FİKİRLERİ ................................................................................................................. 174
A. Türk Modernleşmesi ............................................................................................ 175
1. Tanzimat Eleştirisi: ........................................................................................... 175
2. Medrese Eleştirisi ............................................................................................. 177
3. “Halka Doğru” Anlayışı.................................................................................... 181
4. İlmiye ve Muharref İslam Eleştirisi .................................................................. 186
5. II. Meşrutiyet Devri Fikir Hareketlerine Bakışı................................................ 190
B. Medeniyet Telakkîsi............................................................................................. 201
C. İnkılap Eleştirisi ................................................................................................... 214
D. Eğitime Dair Görüşleri......................................................................................... 218
SONUÇ ........................................................................................................................ 228
KAYNAKÇA ............................................................................................................... 234
EKLER ........................................................................................................................ 245
III
ÖNSÖZ
Özellikle son dönem Osmanlı mütefekkirlerini konu edinen biyografi
çalışmalarının, entelektüel tarih bakımından önemi herkesin malumudur. Bir yandan II.
Abdülhamit idaresi ve II. Meşrutiyet yıllarına, diğer yandan da Cumhuriyet idaresinin
tek partili ile çok partili devrelerine şahit olmuş bir ilim ve siyaset adamının hayatı,
Türk toplumunun hangi evrelerden geçerek nereye doğru bir seyir takip ettiğini
göstermesi açısından araştırmacılara bir hayli malzeme sunar. Zira adı geçen dönemler
sosyal, kültürel ve siyasi bakımdan pek çok değişim ve dönüşümün yaşandığı zamanları
da içerirler. Son dönem Osmanlı/Türk düşünür/tarihçilerinden Fuat Köprülü’nün gerek
fikri gerekse ilmî eserleriyle kendini Türk kamuoyuna kabul ettirmiş ender düşünce
adamlarımızdan biri olduğuna şüphe yoktur. Bu bakımdan, Türkiye’de modern
tarihçilik anlayışını inşa eden ve milliyetçilik fikrinin yerleşmesine hizmet eden bir
şahsiyetin düşünce hayatındaki yerini tesbit etmek, bini aşkın eserinde uyguladığı
metodun esaslarını belirleyerek ortaya çıkarmak ve muhtelif siyasi dönemleri doğrudan
teneffüs etmiş bir münevverin Osmanlı/Türk modernleşmesine bakışını izah etmek tezin
başlıca amacını oluşturmaktadır.
Çok yönlü bir ilim adamı olması dolayısıyla sosyal ilimlerin muhtelif
sahalarında kalem oynatan Köprülü’nün sadece bir yönünü çalışmak mümkün idiyse de;
bu çok yönlü entelektüeli, bir tarafıyla incelemek onun fikriyatını tam olarak
anlaşılamaması gibi bir problemi de beraberinde getirme riski vardı. Kaldı ki
okumalarımız esnasında tarihçiliği ile fikrî hayatında dile getirdiği şeylerin aslında bir
bütünün birer parçası olduğu çok yakînen müşahede edilmiştir. Bu bakımdan ilmi hayatı
yanında tarih ilminde takip ettiği metot ve uzun bir zaman kesitinde dile getirdiği
fikirleri bir arada çalışılmıştır.
Köprülü üzerine hazırlanmış birkaç yüksek lisans tezi bulunmaktadır. Bu
tezlerin üçü Türk dili ve edebiyatı bölümü çıkışlıdır.1 İkisi tarih tezi2; mezhepler tarihi3,
1 Emine Berkaltay, Mehmet Fuat Köprülü’nün Fecr-i Âti Dönemindeki Edebî Faaliyetleri, Selçuk Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1996; İsmail Aksaraylı, Şahabettin Süleyman ve Mehmet Fuat Köprülü’nün Malumat-ı Edebiye’si Üzerine Bir Araştırma, Celal Bayar Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1997; Nurullah Çetin, Tanzimat’tan Fuat Köprülü’ye Kadar Bizde Edebiyat Tarihçiliği, Ankara Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1988.
IV
kamu yönetimi4 ve dinler tarihi5 sahalarında da birer tez yapılmıştır. Doktora düzeyinde
yurt içinde bir çalışmaya rastlamadık.
Bunların dışında Halil Berktay tarafından 1983 yılında yazılmış Cumhuriyet
İdeolojisi ve Fuat Köprülü başlıklı bir eser bulunmaktadır. Eser daha çok tarihçiliği
üzerine durmuş ve Köprülü’nün özellikle kurumsal tarih üzerine yazmış olduğu eserler
değerlendirilmiştir.
1975 yılında Amerika’da Köprülü üzerine bir doktora tezi6 hazırlandığı
görülmektedir ki kanaatimizce Köprülü üzerine şimdiye kadar yapılmış eserler arasında
en hacimli olanı budur. Tezde Köprülü’nün hayatı ve eserleri bir bütün olarak ele
alınmaya çalışılmıştır. Ne var ki çok erken bir tarihte hazırlanmış olması ve yabancı bir
araştırmacı tarafından meselelerin analiz edilmek istenmesi dolayısıyla kanaatimizce bu
alanda var olan açığı kapamaktan yoksundur. Aynı tarihlerde Ali Galip Erdican
tarafından hazırlanan bir de master tezi bulunmaktadır.7
Son olarak zikredeceğimiz çalışma Hanefi Palabıyık tarafından kaleme alınan
Ord. Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü İlmî Hayatı ve Tarihçiliği adındaki eseridir. Bu
eserde de Köprülü’nün ilmi hayatı ile birlikte sadece tarihçiliği söz konusu edilmiş; fikir
ve düşünce dünyasına değinilmemiştir.
Biz kendi çalışmamızda Köprülüzade Mehmet Fuat’ın yazdığı hemen hemen
bütün makale, eser, not, röportaj vs. malzemeye ulaşmak suretiyle hem ilmî hayatını,
Tarih ilmi ve onun diğer şubelerinde izlediği metodu ve aynı zamanda fikirlerini bir
bütünlük içinde incelemeyi hedef edindik. Makaleleri pek çok dergi ve gazetenin
2 Mustafa İlhan, Köprülüzâde Mehmed Fuad ve Türkiye Tarihi, Erciyes Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1992; Meryem Ertekin, Türk Tarih-i Dinisi (Transkribe Metin), İnönü Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans, 1997. 3 Doğan Kaplan, Fuat Köprülü’ye Göre Anadolu Aleviliği, Selçuk Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 2002. 4 Ernur Genç, Türk Milliyetçiliği ve Fuat Köprülü, Niğde Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1998. 5 Abdullah Aykın, Fuat Köprülünün Türk Tarih-i Dinîsi Adlı Eserinin Transliterasyonu ve Değerlendirilmesi, Erciyes Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1991. 6 George Thomas Park, The Life and Writing of M. Fuad Koprulu: The Intellectual and Turkish Cultural Modernization, The John Hopkins University, 1975. 7 Ali Galip Erdican, Mehmet Fuat Köprülü A Study of His Contribution To Cultural Reform In Modern Turkey, Redhouse Press, İstanbul 1974.
V
taranması suretiyle temin edilmiştir. Köprülü’yle alakalı arşivdeki malzemenin azlığı bu
kaynak çeşidini neredeyse hiç kullanmamayı gerekli kıldı. Ulaşılan birkaç belge de ilgili
yerlerde gösterilmiştir.
Tez temel olarak üç ana bölümden oluşmaktadır. Bunlara ilaveten Köprülünün
yetiştiği çevreyi hazırlayan siyasi ve eğitimle ilgili politikaların anlatıldığı bir giriş
kısmı mevcuttur. Birinci bölümde Köprülü’nün ilmî hayatı yanında II. Meşrutiyet yılları
içinde yer aldığı kurum ve mecmualar ele alınmıştır. Diğer taraftan hayatı boyunca
kaleme aldığı belli başlı eserlerinin içerik ve önemine de yine bu bölümde değinilmiştir.
Aynı bölümde Köprülü’nün 1945 sonrası giriştiği demokrasi mücadelesi Aktif Siyasi
Hayatı başlığı altında analiz edilmeye çalışıldı. İkinci bölümde Tarih ana başlığı altında
tarihin muhtelif şubelerinde takip ettiği metot, kullandığı kaynaklar vs. örnekler
verilerek irdelenmiştir. Üçüncü bölümde de Türk modernleşmesi bağlamında fikirlerine
yer verildi.
Taramalarımız esnasında Köprülü’nün bugüne kadar literatüre girmemiş birkaç
makalesini tesbit ettik. Bu makaleler “ekler” kısmında Köprülü Bibliyografyası içinde
koyu renklerle yer almıştır. Yeni bibliyografya hazırlanırken daha önce Köprülü üzerine
yapılmış bibliyografya çalışmalarından da yararlanılmıştır.8
Her şeyden önce tezin başlangıcından son halini alıncaya kadar her aşamasında
değerli katkılarıyla bize yol gösteren, yazım aşamasında yaptığımız fikri teatilerde
getirdiği yaklaşımlarla tezi ikmal eden değerli danışman hocam Prof. Dr. Zekeriya
Kurşun Beyefendi’ye özellikle teşekkürlerimi sunuyorum. En sıkıntılı anlarımda bile
beni bir kez olsun tekdir etmedi; dahası çalışma esnasındaki eksikliklerime rağmen her
seferinde yakınlık gösterdi; kendisine minnettarım. Tez izleme komitesinde yer alarak
eksikliklerin giderilmesine yardımcı olan Prof. Dr. Süleyman Beyoğlu ve Prof. Dr.
8 Şerif Hulusi Sayman, O. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün Yazıları İçin Bir Bibliyografya 1913-1934, Burhaneddin Matbaası, İstanbul 1935; Bu eserin ikinci baskısı da mevcuttur. Şerif Hulusi Sayman, O. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün Yazıları İçin Bir Bibliyografya 1912-1940, Ahmed Halid Kitabevi, İstanbul 1940; S. N. Özerdim, “F. Köprülü’nün Yazıları 1908-1950”, Türk Dili ve Tarihi Hakkında Araştırmalar-1., Toplayanlar: H. Eren-T. Halasi Kun, TTK., VII. Seri, sayı 20, 1950; Osman Turan, “Mukaddime”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı (Melanges Fuad Köprülü), Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 1953; S. N. Özerdim, Bibiliyografya: F. Köprülü’nün Yazılarına Ek, Belleten, c. XXX, sayı 117, Ocak 1966, s. 661-665.
VI
Nihat Öztoprak Beyefendiler’e teşekkür ederim. Tez konusunu belirlemede
katkılarından ötürü kıymetli hocam Prof. Dr. Ali Akyıldız Beyefendi’ye de ayrıca
müteşekkirim. Yakın dönem Türk tarihini çalışma alanı olarak tercih etme noktasında
beni teşvik eden, bu sahada yapılması gerekenler hususunda yol gösteren ve tezin
hemen her aşamasında gönüllü olarak katkı sağlayan muhterem hocam Prof. Dr. İsmail
Kara Beyefendi’ye en derin şükranlarımı sunuyorum.
Tezin yazım aşamasında kendileriyle tanışmaktan büyük şeref duyduğum
birbirinden değerli pek çok arkadaşımın yardımını gördüm. Bu arkadaşlıkların bir kısmı
fakülte yıllarına uzanırken; diğer bir kısmı da İsmail Bey’in Osmanlıca ders halkasına
dayanıyor. Bunların yanı sıra vakıf faaliyetleri etrafında edindiğim dostluklar da var.
Uzun ve yorucu ama bir o kadar da öğretici tez yazımı süresince gösterdikleri yakınlık
dolayısıyla kendilerinden, sadece ilmî değil aynı zamanda hayata dair de pek çok şey
öğrendiğim, özel birkaç arkadaşa hassaten teşekkür etmek isterim.
Bu meyanda, destek ve yardımlarını hiçbir vakit esirgemeyen Fulya İbanoğlu’na
minnettarım; çalışmanın yazım aşamasında ulaşmakta güçlük çektiğim birçok belgeyi
temin hususunda değerli vakitlerini ayırdı; dahası internet ortamında tezin bazı
problemlerini tartışmak nezaketini gösterdi; kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır.
Uzun soluklu çalışmaların öğreticiliği yanında kendine has problemlerinin olduğu
malumdur. Böylesi problemlerin üşüştüğü buhranlı dönemlerde destek ve alakasını
kesmeyen değerli dostum Halil İbrahim Erbay, mekanın uzaklığına rağmen, manen hep
yanımda oldu; ümitsizlik hissine kapıldığım zamanlarda yaptığı telkinlerle tezin ete
kemiğe bürünmesi adına yılmadan teşvikte bulunurken çözümünde zorluk çektiğim
birkaç meselenin vuzuha kavuşmasına da yardım etti, kendisine medyun-ı şükranım.
Çalışmaları esnasında karşılaştığı belgeleri bizimle paylaşmaktan bir an olsun
vazgeçmeyen Ali Adem Yörük’e de ayrıca teşekkür ediyorum. Oda arkadaşım Mehmet
Akif Kayapınar Amerika’da bulunduğu yıllarda kaynak temini hususunda yardım etti;
üstelik değerli görüşleriyle teze katkıda bulundu; kendisine teşekkür borçluyum. Tezin
son halini hasta yatağında okuma nezaketi gösteren İshak Özgel’i anmazsam
kadirşinassızlık olur, kendisine teşekkür etmeyi vazife addediyorum. Değişik vesilelerle
yardım ve desteklerini gördüğüm muhibbandan Ahmet Çapku, Serhat Aslaner, Meryem
Üke, Fatma Silkin ve Filiz Dığıroğlu’nu da sevgiyle anıyorum.
VII
Doktora çalışması boyunca desteğini gördüğüm kuruluşlar oldu; bu kuruluşların
başında Bilim ve Sanat Vakfı geliyor. Rahat bir ortamda çalışabilmem için özel oda
tahsis etmek gibi bir lütufta bulundular; Faruk Deniz şahsında vakfın değerli
yöneticilerine ayrı ayrı teşekkürü bir borç bilirim. Maddi manevi desteklerini gördüğüm
İlim Yayma Cemiyeti ve Türk Milli Kültür Vakfı yöneticilerini de şükranla anıyorum.
İstanbul’un muhtelif semtlerinde günlerce bazen aylarca ilmi mesai harcadığım
mekanlar oldu; bunlar içinde başta İSAM olmak üzere Atatürk Kitaplığı, Beyazıt
Devlet, YKY Sermet Çifter Kütüphanelerinin idareci ve çalışanlarına sundukları
hizmetten ötürü ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Türk Petrol Vakfı Fevziye Abdullah
Tansel özel kütüphanesinden istifade imkânı sağlayan saygıdeğer hocam Prof. Dr. Uğur
Derman Beyefendi’ye de ayrıca müteşekkirim.
Çalışmanın başından bu ana gelinceye dek maddi-manevi desteklerini hiç bir
zaman esirgemeyen ailemin bütün fertlerine en küçük kardeşimiz Bilal şahsında ayrı
ayrı teşekkür etmekten büyük bir haz ve zevk duyarım; ilim hayatına atılma kararını
verme arefesinde bir an bile tereddüt etmeden teşvik ve destekte bulunan ebeveynim
Nermin ve Mustafa Asılsoy’un engin hoşgörüleri olmasaydı bu çalışma asla ikmal
edilemezdi; oku(yana)maya büyük bir hormet besleyen anne ve babama en kalbî, en
hasbî teşekkürlerimi sunuyorum.
VIII
GENEL BİLGİLER
Adı Soyadı : Abdülkerim ASILSOY
Anabilim Dalı : Türk Tarihi
Programı : Cumhuriyet Tarihi
Tez Danışmanı : Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN
Tez Türü ve Tarihi : Doktora-2008
Anahtar Kelimeler : Fuat Köprülü, Milliyetçilik, Tarih Yazımı, Türk Modernleşmesi
ÖZET
TÜRK MODERNLEŞMESİ ÖNCÜLERİNDEN FUAT KÖPRÜLÜ: HAYATI,
ESERLERİ VE FİKİRLERİ
Tezde Fuat Köprülü’nün başta ilmi hayatı olmak üzere, özellikle tarihçi kişiliği,
II. Meşrutiyet ile Cumhuriyet idaresi altında hoca ve siyaset adamı olarak karıştığı
olaylar, Türk modernleşmesi bağlamında dile getirdiği görüşleriyle birlikte bir bütün
halinde incelenmeye çalışılmıştır.
Temel olarak üç bölümden müteşekkil olan çalışmanın giriş kısmı Fuat
Köprülü’nün hangi ortam ve eğitim politikaların bir ürünü olduğu sorusuna cevap
niteliği taşımaktadır. birinci bölümde hususen müellifin ilmi hayatı verdiği belli başlı
makale ve eserlerinin tahlili bir incelemesiyle tetkike konu oldu. İkinci bölümde
ağırlıklı olarak tarihçiliği üzerinden nasıl bir metod takip ettiği ortaya çıkarılmak
istenmiştir. Son kısımda da Türk Modernleşmesi bağlamında dile getirdiği eleştiri, teklif
vs. dile getirilmiştir.
IX
GENERAL INFORMATION Name and Surname : Abdülkerim ASILSOY Field : History Program : History of Turkish Republic Advisor : Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN Degree Avarded and Date : PH.D., 2008 Keywords : Fuat Koprulu, Nationalism, Historiography, Turkish Modernization
“FUAT KÖPRÜLÜ AS A PIONEER OF TURKISH MODERNIZATION: HIS LIFE,
WORKS AND THOUGHTS”
ABSTRACT
This thesis deals, first of all, with the life of Fuat Köprülü together with especially his
historian side, the events that Köprülü was involved with as a scholar and a politician in
the Second Constitutional and Republican Periods, and his thoughts that he expressed in
the context of the Turkish modernization.
This work is mainly composed of three chapters. The introductory chapter seeks to find
out the circumstances and the educational policies in which Fuat Köprülü lived and was
raised. In the first chapter, his scholarly activities were examined through the analysis of
his certain books and articles. The second chapter explores the historical methodology
that he adopted in his works. The final chapter focuses on his criticisms and suggestions
over the Turkish Modernization.
X
KISALTMALAR
a.g.e. adı geçen eser
a.g.m. adı geçen makale/madde
a.g.t. adı geçen tez
c. cilt
çev. Çeviren
DEFM Darulfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası
der. derleyen
DİA Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
haz. hazırlayan
İA İslam Ansiklopedisi
krş. Karşılaştırınız
MOG Mitteilungen zur Osmanischen Geschichte
MTSD Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
nr. numara
s. sayfa
SF Servet-i Fünun
SM Sırat-ı Müstakim
TALİD Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi
TCTA Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi
THİTM Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası
TM Türkiyat Mecmuası
trc. tercüme
ty. tarih yok
1
GİRİŞ
Köprülüzade Fuat’ın ilmi hayatı ve II. Meşrutiyet akabinde müesseseleşmeye
başlayan Türkçü dernek, mecmua gibi teşkilatlarda yer alışına geçmeden önce o tarihe
kadarki genel siyasi atmosfere ve özellikle II. Abdülhamit dönemi eğitim politikalarına
göz atmak faydadan hali değildir.8 Siyasi düzlemde Tanzimat’la başlayan “Osmanlıcı”
politika İttihat Terakki yönetimi altında özellikle Balkan Savaşları sonrasında
“Tükçülük”e doğru bir seyir izleyecektir.9 Ancak bu ikisi arasında Abdülhamit idaresi
altında izlenen siyasi politika dönemin koşullarına paralel olarak ortaya çıkan ya da en
azından nüve şeklinde beliren düşünce akımları içinde mütalaa edilebilecek gelişmelere
sahne olmuştur. Siyasal alanda Türkçü yaklaşımı büyük bir soğukkanlılıkla tartışarak
siyasi gündeme taşıyan kişi Yusuf Akçura oldu. 1904 yılında “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı
bir makale ile bahsi geçen üç politika arasında Osmanlı İmparatorluğunu içinde
bulunduğu açmazdan kurtaracak siyasi projeksiyonun “Türkçü” politika, bir başka
deyişle ırka dayanan bir millet inşa etme siyaseti olabileceği işaret edilmiştir. Zira
yüzyılın başına gelinene kadar hiçbir mütefekkir Osmanlı İmparatorluğunun içinde
bulunduğu siyasi açmazdan kurtuluş reçetesi olarak İslamcı yaklaşım yanında ırksal
nitelikli bir formülü bu denli açık ve katî bir biçimde ifade etme cesaretini
göstermemişti. Bu cesur siyasi teklif, dönemin siyasi koşulları göz ardı edilerek
anlaşılamaz. Dönemin yaygın kavramlarıyla konuşacak olursak devletin içine düştüğü
çıkmazın (tedenni, tereddi, izmihlâl, inhitât, inkıraz, tefessüh, atalet)10 başlangıç tarihi
olarak, Abdülmecid Han’ın Gülhane’de okuttuğu hatt-ı hümayûn 1255/1839 tarihinden
8 Türkçülük fikriyatının özellikle Türk dilinin bir başka ifadeyle Milli Edebiyat Cereyanı’nın genel bir tarihçesini Fuat Köprülü’nün şu eserinin baş kısmında bulmak mümkündür. Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türkî-i Basit: XVI. Asır Şairlerinden Edirneli Nazmi’nin Eseri, Devlet Matbaası, İstanbul 1928. Bu konudaki fikirleri için bk. III. Bölüm. 9 İttihat Terakki’nin “Osmanlıcı-Türkçü” politika izlediğine ilişkin farklı görüşleri havi bir değerlendirme için bk. Mehmet Hacısalihoğlu, Jön Türkler ve Makedonya Sorunu (1890-1918), İstanbul 2008, s. 353-371. 10 Kavramların kullanımı ve inşası süreci için bk. İsmail Kara, “Tarih ve Hurafe”, Din ile Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, Dergah Yayınları, İstanbul 2003, s. 75-109.
2
tam yüz elli yıl geriye işaret etmektedir.11 Bu da yaklaşık ikinci Viyana kuşatmasının
yapıldığı tarihe denk düşer. Dolayısıyla ferman zımnen işlerin kötüye gidişinin adresi
olarak askeri mağlubiyetlerin başlangıç tarihini göstermektedir. Her ne kadar
mağlubiyet fikri burada açıkça dile getirilmese de metnin akışından, devletin zafiyete
uğraması ‘güç’ eksikliğine dayandırılmaktadır. Zira metinde geçen “…evvelki kuvvet
ve ma‘muriyet bi’l-akis za‘f u fakra mübeddel olmuş…” nitelemeleri biri devletin siyasi
gücüne diğeri içtimaî yönüne vurgu yapmaktadır. Metin aynı zamanda devletin payidâr
olamamasını dini nitelikli iki düstûra bağlamak suretiyle “şer‘-i şerif ve kavânîn-i
münîfe/örfî”ye atıfta bulunmaktadır. Kadim Osmanlı siyasi telakkisinde sultanın şer‘î
hukukun yanında bir de devletin hususen teşkilat, idare, ceza ve mali işleriyle ilgili
hukukuna dair meselelerde düzenleme yapma yetkisi öteden beri bulunmakta idi.
İslamiyet’i kabul etmeden önce de kuvvetli devletler kurma başarısı gösteren Türkler
kendi cemiyet bünyelerine uygun amme hukuku, bir başka deyişle idari ve siyasi
müesseseleri ihdas etmişlerdi.12 İslamiyet’i kabul ile birlikte devlet idaresinde
11 “Cümleye ma‘lûm olduğu üzre Devlet-i Aliyye’mizin bidayet-i zuhûrundan beru ahkâm-ı celîle-i Kur’aniyye ve kavânîn-i şer‘iyyeye kemâliyle ri‘âyet olunduğundan saltanat-ı seniyyemizin kuvvet ve miknet ve bi’l-cümle teba‘asının refah ve ma‘muriyeti rütbe-i gâyete vasıl olmuşiken yüz elli sene vardır ki gavâil-i müte‘âkibe ve esbâb-ı mütenevvi‘aya mebnî ne şer‘-i şerife ve ne kavânîn-i münîfeye inkıyad ve imtisâl olunmamak hasebiyle evvelki kuvvet ve ma‘muriyet bi’l-akis za‘f u fakra mübeddel olmuş…” “Gülhane’de Kıraat Olunan Hatt-ı Hümâyûn’un Suretidir”, Düstûr I, Birinci Tertip, Matbaa-i Amire, 1289, s. 4; Ahmet Mithat Efendi, “Abdülmecid Han’ın Gülhane’de Okunan Hatt-ı Hümâyûnu”, Üss-i İnkılab, Kısm-ı Evvel, Takvimhâne-i Âmire, İstanbul 1294, s. 277-282. 12 M. Fuad Köprülü, “Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri: İslam Amme Hukukundan Ayrı Bir Türk Amme Hukuku Yok mudur?”, Belleten, c. II, sayı 5/6, Kanunisani-Nisan 1938, s. 44-48. [Bu makale ilk kez II. Türk Tarih Kongresinde okunmuştur] Köprülü bu makalesinde şer‘î hukuktan ayrı ve laik bir amme hukukunun zaman içerisinde teşekkül ettiği fikrindedir. Bununla birlikte İslam Ansiklopedisine yazdığı ‘Fıkıh’ maddesinde, fıkhı nazarî ve ideal bir mefhum; dinî mahiyetini daima muhafaza eden bir yapı şeklinde görerek onun muhtelif İslam kavimlerinin hukuki hayatlarını bütünüyle kuşatıp tanzim eden bir ‘müsbet hukuk’ mahiyetini almadığını; Çin’den Atlantik kıyılarına kadarki geniş bir coğrafyaya yayılan Müslüman toplumların hususi hukuk ve özellikle amme hukuku bakımından ilişkileri düzenleyen hukuk kaidelerinin sadece fıkıh çerçevesi içine münhasır kalmadığını belirttikten sonra konuya ilişkin şu ihtirazi kaydı düşer: “…Bunu söylemekle beraber, birincisi çok geniş ve ikincisi ona nisbetle çok dar iki mefhumun birbiri ile tamamen mütezad yahud alakasız olduğunu iddia etmiyoruz; bilakis, bu ikisi arasında daima çok sıkı münasebetler, karşılıklı hulûl ve nüfuzlar mevcut olmuş, hatta bu ikincinin lehine olarak fıkhın ana prensipleri fiilen hiç tatbik edilmese bile, nazari surette daima hakim mevkiinde kaldığından hukuki şe’niyete kıymet vermeyen hukuk nazariyecileri ve fıkıh alimleri, ‘İslam hukukunun değişmezliği’ neticesine kadar varmışlardır ki, kendi mantıklarına göre, hiç de haksız değillerdir.” M. F. Köprülü, “Fıkıh”, İslam Ansiklopedisi [İA], c. IV, s. 608-622. Oryantalist söylemin ve dönemin konjonktürel durumunun Köprülü’de yansımasını göstermesi açısından bu makale de kullandığı bir ifade zikre değer: “…menşeini Kitap ve Sünnet’ten -yani iptidai Arap örfüyle Mohammed’in kanun koyucu şahsiyetinden- almakla beraber, bu hukuk, muhtelif yabancı hukuk sistemlerinden müteessir olmuş ve bilhassa Jurisprudence’in yaratıcı faaliyeti -İslam hukukundaki tabirile içtihâd- sayesinde, o devirlerin iktisadî ve içtimaî zaruretlerini karşılayan geniş bir sistem halini almıştır. Bu sistemi vücuda getiren unsurlar içinde Kitap ve Sünnet’in hissesi Von Kremer’in çok zaman evvel söylediği vechile, ancak,
3
müesseseleşen yapı ve telakkiler yavaş yavaş İslamî bir renge bürünerek hayatiyetlerini
idame ettirebilmişlerdir. Şer‘î hukukun düzenlemediği ya da açık bıraktığı alanlarda
padişaha kanun koyma imkanı veren örfî hukuk anlayışı yüzyıllar içinde kimi zaman iç
içe kimi zaman yan yana ve fakat birbirini nakzetmeyen bir biçimde modernleşme
tarihimizin dönüm noktası kabul edilen 1255/1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu’na
değin yaşaya gelmiştir. Modernleşme politikaları neticesinde bir süre sonra bu yapı şer‘î
hukuk aleyhine bozulacak, sürecin sonunda da birbirinden tamamen ayrılacaklardır.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilanı temel birkaç zorunluluk dolayısıyla gerekli
görüldü. 19. yüzyılın hemen başında yunan isyanı ile patlak veren ilk ayrılıkçı hareket
karşısında Avrupa kamuoyunda yerleşen/var olan Osmanlı/Türk imajı, Avrupalı
devletlerin askeri müdahale ve baskısına sebebiyet vermişti. Bu olay karşısında Osmanlı
yönetici elitinin bir kısmı, sarayı, Avrupa’nın bu menfi tutumunu değiştirmeyi
sağlayacak ve Devlet-i Aliyye’nin medenî tabiatını bütün dünyaya ispat edeceği umulan
bazı yeniliklerin yapılması gerektiğine ikna etti. İngiltere, Fransa, Avusturya-
Macaristan, Rusya ve Prusya arasında kurulan işbirliği ve güç dengesine dayanan
Avrupa siyasi sistemi, Osmanlı gibi Müslüman bir devleti ancak, kendi bünyesinde
gerçekleştireceği “medenî” reformlar akabinde içine kabul edeceğini belirtiyordu.13 Bu
yönüyle Gülhane Hatt-ı Hümayunu ya da Tanzimat, Osmanlı İmparatorluğu’nu
güçlendirmek ve yeni denklemde Avrupa diplomatik düzeninin bir parçası kılmak için
girişilen hukukî, idarî ve malî reform sürecinin adı olmuştur.14
Diğer taraftan devlet kuzeyinde yer alan Rusya tehdidi karşısında bu güçle
yalnız başına mücadele edemeyeceğini aldığı yenilgilerle bir kez daha anlamış oldu.
Tehdidin büyüklüğü, devlet ileri gelenlerine Avrupa devletleriyle bir muvazene
politikası içine girilmesi fikrini adeta icbar etti. Ancak Avrupa devletleri içinde bir
denge unsuru olarak var olmanın Osmanlı Devleti için bir takım bedelleri olacağı
fikri/kabulü, devlet bürokrasisi açısından yeni bazı düzenlemeler ihdasının nasıl ve ne yüzde birdir…” “Osmanlı Türk Hukukî Müesseseleri…”, s. 54. Konu ile alakalı farklı görüşleri muhtevi bir değerlendirme için bk. M. Macit Kenanoğlu, “Osmanlı Kanunnameleri Neşriyatı Üzerine Bir Tahlil”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi [TALİD] Türk Hukuk Tarihi, c. III, sayı 5, 2005, s. 141-186. 13 Cemil Aydın, “Emperyalizm Karşıtı Bir İmparatorluk: Osmanlı Tecrübesi Işığında 19. Yüzyıl Dünya Düzeni”, Dîvân, c. XII, sayı 22, 2007/1, s. 46. 14 a.g.m., s. 47.
4
şekilde vücut bulacağı meselesini orta yere getiriyordu. Bürokrasi, hattın ilanından önce
II. Mahmut’un başlattığı bir dizi yenilikler ve otoriter yönetimi altında konumlarını
pekiştirmiş durumdadırlar. Zira padişah merkezi otoriteyi tek elde toplamak adına
kendisine rakip olabilecek bütün odakları bir bir ortadan kaldırma girişiminde bulunmuş
ve bunda da başarılı olmuştu. Önce taşrada XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren güç
devşiren mahalli ayânlara15 karşı mücadeleye girişti. 1826’da yeniçeri ocağı kanlı bir
biçimde kaldırıldı. Ulemanın elinde temerküz etmiş bulunan vakıflar merkezileştirilerek
Evkaf-ı Hümayun Nezaretine16 bağlandı. Böylece görece önemli bir muhalif güç
olabileceği düşünülen ulema, bu düzenlemeyle sarayın ileride yapacağı modernleşme
hareketleri karşısında etkisiz bir konuma getirilmek istenmiştir.17 Vakıfların bu şekilde
15 Taşra teşkilatı içerisinde yer alan ve merkezi hükümete karşı halkın ve halka karşı da merkezi hükümetin temsilcisi durumunda bulunan ve halk ile devlet arasında işleri yürüten kimseye baş ayân adı verilirdi. XVI. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren devlet idaresinde zuhur eden aksaklıkların bir neticesi olarak ayânlar önem kazanmaya başladılar. Görevleri: halk ile devlet arasındaki işlerde aracılık ve iş takibi yapan ayan, bulunduğu yerin ihtiyaçlarını temin etmek, vakıfların tevliyet ve nezaret işlerine bakmak, mal fiyatlarını tesbit etmek, bazı vergilerin ne zaman toplanacağını düzenlemek, şehir sakinlerinin istek ve arzularını İstanbul’a iletmek vs. XVI. yüzyılda ayânlar bir yandan iltizam sistemine katılarak diğer yandan çiftçiye borç para vererek servetlerini çoğaltmış ve topraklarını genişletmişlerdir. XIX. yüzyıla gelindiğinde merkezi otoritenin eksikliği sebebiyle devlet ayânlara sözünü dilediği nisbette geçirememeye başladı. Öyle ki III. Selim başlattığı Nizam-ı Cedid hareketine Rumeli ayânı tarafından karşı çıkıldı. III. Selim Rumeli’de yeni bir ordu teşkilinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Kabakçı isyanı olarak bilinen ayaklanmayla padişah tahtan indirilerek yerine IV. Mustafa getirildi. İsyandan kurtulmayı başaran Nizam-ı Cedid ricali Rusçuk ayânı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığınarak yenileşme konusunda atılan adımlarının gerekliliği konusunda kendisini ikna ettiler. Alemdar ordusu ile İstanbul’a gelerek II. Mahmut’u tahta çıkardı. Sonuç olarak tarihte ilk kez bir ayân II. Mahmut’un tayini ile Sadrazamlık makamına kadar yükselmiş oldu. Kısa bir süre sonra da çıkan yeniçeri ayaklanması esnasında Alemdar Mustafa Paşa hayatını kaybetmiştir. Özcan Mert, “Ayân”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi [DİA], c. IV, s. 195-198. 16 Bu dönemde Osmanlı merkez idarî teşkilatta yapılan düzenlemeler için bk. Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform (1836-1856), Eren Yayıncılık, İstanbul 1993. 17 Burada bir hususu belirtmek ve aydınlatmak gerekir. Gerek III. Selim gerekse halefi II. Mahmut döneminde başlatılan modernleşme projesine en büyük katkı devletin ileri kademelerinde yer alan ulemâ kökenli devlet ricali arasından gelmiştir. Hatta bu iki padişahın kendilerinden önce modern manada hayata geçirilen ilk teşebbüslerde bile yüksek dereceli ulemanın aktif katılımına şahit olunmaktadır. XVIII. yüzyılın başlarında bir matbaa kurulması girişiminde başta Şeyhülislam Abdullah Efendi olmak üzere ulema sınıfı, engel olmak bir yana, onun derhal açılması konusunda gerekli fetvayı vermiştir. bk. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul 2002, s. 57. III. Selim reform girişimine kalkıştığında ona destek verenler arasında birkaç Şeyhülislam ve bazı kazaskerler bulunmaktaydı. Mehmed Tahir (1825-28), Abdülvehhab (1821-22/1828-33) ve Mustafa Asım (1818-19/1823-25/1833-46) gibi Şeyhülislamlar; Velizâde Mehmet Emin ve Tatarcık Abdullah gibi Kazaskerler; Mehmed Esad, Mustafa Behçet gibi mollalar, II. Mahmut’un yaptığı yenilikler esnasında ve mesela yeniçeriliğin kaldırılması, Bektaşî tarikatının lağvedilmesi, devlet ve ordunun modernleştirilmesi işlerinde hep yanında yer almışlardır. Hatta ilmiye sınıfı içinde, devletin modern politikalarını desteklemenin ötesinde, Avrupaî çizgide reformların planlanması ve teklif edilmesi işini üstlenenler bile vardı. Uriel Heyd, “III. Selim ve II. Mahmud Dönemlerinde Batılılaşma ve Osmanlı Uleması”, çev: Sami Erdem, Dergah, c. VII, sayı 80, İstanbul 1997, s. 18. Ancak burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da ulemanın, bütün ilmiye teşkilatını kapsayacak ölçüde, modern projelere katkısının hangi miktarda olduğu meselesidir. Heyd’in,
5
merkeze bağlanmak istenişi aynı zamanda ulemanın kontrolü altında bulunan vakıf
gelirlerinin merkezi idarenin emri altına alınmak arzusuyla da ilintilidir. Kaldı ki vakıf
gelirleri II. Mahmut’un yapmayı tasarladığı yeniliklerin finansmanı için önemli bir
kaynak teşkil ediyordu.18 Bu dönemin bir hususiyeti olmak bakımından bürokrasinin
önem kazanması ve dahası modernleşme projesinin ihdas edici, uygulayıcı ve kontrol
edici vasıflarıyla temayüz edişi altı çizilmesi gereken maddeler zümresindendir.
Yeniliklerin arkasında bütünüyle, son kertede büyük güç ve itibar kazanan yüzü batıya
dönük bahsi geçen bu bürokrasi bulunacaktır. Bu baptan olmak üzere adeta bir ‘mektep’
hüviyeti kesbetmiş devlet biriminden söz açmak yerinde olur. 1832 yılında kurulan ve
özellikle 1839’dan sonra önemi kat be kat artan Tercüme Odası, her haliyle Tanzimat
ricalinin yetişmesinde en başta rol oynayan bir kurum vasfı taşır. Âli, Fuad, Safvet vb.
Paşaların yetişmesinde temel kurum durumunda yer alan bu kalem, aynı zamanda yeni
bir dünya görüşünün, yeni bir siyasi idealin neş’et etmeye başladığı önemli bir muhit
olma özelliği gösterir.19
Hattın ilanını zorunlu kılan diğer bir mücbir sebep imparatorluğun sahip olduğu
gayrimüslim tebeanın, genel nüfusun yüzde kırkına varan bir yekûn tutması olmuştur.
Zira Fransız devrimi sonrası ortaya çıkan milliyetçilik temayülleri, bünyesinde birden
çok milleti barındıran siyasi yapıların bütünlüğü için büyük tehlike oluşturmaktaydı. Bu
bakımdan Osmanlı devlet ricali kendi bünyesinde oldukça yüksek seviyede bulunan
gayrimüslim vatandaşını bu tür ayrılıkçı akımların etkilerinden korumak maksadıyla da
fermanın ilanını gerekli gördüğünü söyleyebiliriz.
Her ne kadar Tanzimat fermanı sultan II. Mahmut’un ölümünün hemen ardından
ilan edilmiş olsa da kendi döneminde başlattığı yenilikler, yüzyılın başında idari, adli ve
eğitimle ilgili teşkilatlanma usûllerinde esasa ilişkin temel düzenlemeler yapılmasını
tevlit etmiş ve adeta fermanın ilanına zemin hazırlamıştır.20 Modernleşme adına
düşük seviyede görev yapan ulema ile medrese öğrencilerinin, yenileşme hareketlerine mesafeli olduğuna dair mütalaaları mevcuttur. 18 Akyıldız, a.g.e., s. 147. 19 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 2003, s. 143. 20 Fermanın Batı tandanslı fikirler doğrultusunda oluşturulduğuna dair farklı bir yorum için bk. Şerif Mardin, “Tanzimat Fermanı’nın Manası”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleler 1, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s. 285-308.
6
gerçekleştirilen politikalar, hemen her alanda, bir süre sonra ‘eski-yeni’ diyebileceğimiz
bir zıtlaşma/kutuplaşma temayülünü de beraberinde sürükleyecektir. Adlî sahada şer‘î
mahkemeler yanında nizamiye mahkemeleri, maarif alanında da medresenin yanında
modern mektepler teşekkül etmeye başlayacaktır. Dönemin bir başka hususiyeti sürekli
meclislerin kurulmasıdır. Mesela 1838’de Tanzimat-ı Hayriye ve umûr-ı cariyeyi
kontrol ve görüşmek amacıyla Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye isimli daimi bir meclis
ihdas edilmiştir.21 Tanzimat’la birlikte önemi artacak olan bu meclis, gerçekleştirilmesi
düşünülen yeniliklerin kanun ve nizamlarını hazırlamakla yükümlüydü. Bu ikili yapı,
Abdülhamit’in iktidarı altında varlığını sürdürmekle beraber batıdan/Fransa’dan alınan
eğitim kurumlarının gerek müfredat gerekse fizikî bakımdan
yerlileştirilmesi/Osmanlılaştırılması/İslamîleştirilmesi söz konusu olacaktır.
Abdülhamit yönetiminin yüzyılın son çeyreğinde aldığı ve uygulamaya soktuğu
kararlar XX. yüzyılın ilk çeyreğinde kendini belirgin bir şekilde göstermeye başlar.
Aslında Abdülhamit’in sultanlığı esnasında uygulamaya konan siyasi kararlar
Osmanlı/Türk modernleşmesi etrafında kalem yürütenleri her zaman şaşırtmış olmalıdır.
Tanzimat’la birlikte başlayan modernleşme süreci önemli ölçüde Abdülhamit
döneminde alınan karar ve uygulamalar sayesinde büyük bir ivmeyi yakalamıştır.
Özellikle eğitim alanında resmi belgelerde yer bulan karar/temenni/tutum vs. daha çok
Abdülhamit’in tahta geçmesinden sonra işlerlik kazandı. 93 harbinden sonra, 1869/1286
Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde22 yer alan ve fakat pratikte gerçekleştirilemeyen
pek çok madde onun politikaları neticesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen her
vilayetinde uygulamaya sokuldu.23
21 Akyıldız, a.g.e., s. 189-218; “Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye", DİA, c. XXVIII, s. 250-251. 22 Mahmud Cevad, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1338, s. 469-509. 23 Abdülhamit dönemi eğitim politikaları hakkında bk. Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, Ankara 1999. Kodaman, eğitimde ikili yapının Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile kanun bazında da tescil edildiğini; diğer yandan nizamnamenin çağın icaplarına uymayı ve batılılaşmayı kurallara bağladığını belirtmektedir s. 26; Selim Deringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji II. Abdülhamid Dönemi (1876-1909), çev: Gül Çağalı Güven, YKY, İstanbul 2007, özellikle s. 125-173, İngilizce baskısı: The Well-Protected Domains: Ideology and dhe Legitimation of Power in the Ottoman Empire (1786-1909), I. B. Tauris, London 1998; Benjamin C. Fortna, Mekteb-i Hümayûn: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde İslam, Devlet ve Eğitim, çev: Pelin Siral, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, İngilizce baskısı: Imperial Clasroom: Islam, the State, and Education in the Late Ottoman Empire, Oxford University Pres, New York 2003; Mehmet Ö. Alkan, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Modernleşme ve
7
II. Mahmut’un yukarıda işaret ettiğimiz yenileşme politikaları kendini
eğitim/maarif alanında da gösterir. Onun bu sahadaki ilk icraatı ilköğretimi mecburi
hale getirmesi oldu.24 Peşi sıra da meclis ve nezaretlerin kurulduğu görülecektir.25 Bu
kurumların aldığı kararlar doğrultusunda çeşitli yeni etiğim okulları/mektepler ihdas
edilerek Tanzimat’ı uygulayacak yeni bürokratları yetiştirme işi, bu dönemin hızla
yapılması gereken temel meselesi halini alır. Birbiri ardı sıra yapılan yenilikler kısa bir
süre sonra eğitim/maarif sahasında “laikleşme” diyebileceğimiz bir durumun zuhuruna
yol açtı. Zira 1845/1262 yılında kurulan Meclis-i Maarif-i Umumiye ile eğitim işlerinde
ağırlık, Şeyhülislamlık’ın elinden yavaş yavaş Bâbıâlî’ye geçmeye başlamıştır.26 Her ne
kadar bu dönem zarfında modern manada Mekteb-i Maarif-i Adliye (1838), Mekteb-i
Ulûm-ı Edebiye (1839), Darülmuallimîn (1848), Encümen-i Dâniş (1851), Mekteb-i
Mülkiye (1859) vs. gibi eğitim kurumları ihdas edilmişse de bu yeni kurumlarda
talebeyi eğitecek hocalar, çoğu kere, devletin medrese eğitimi görmüş ilmiye teşkilatı
arasından çıkmıştır. Kaldı ki II. Mahmut’un “Talim-i Sıbyan” adını taşıyan fermanı ile
daha başlangıçta sıbyan mekteplerinin idaresi Şeyhülislamlık’a bırakılmıştı.27 Dahası
Osmanlı eğitim sistemini tamamen Batı/Fransa modeline göre yeniden şekillendirme
yolunda atılmış bir adım olarak niteleyebileceğimiz Maarif-i Umumiye
Nizamnamesi’nde klasik eğitim kurumu olan medreselerle ilgili tek bir maddeye bile
yer verilmemişti.28 Dolayısıyla XIX. asır boyunca hemen her alanda göze çarpacak olan
düalist/ikili yapı maarif alanında da kendini bu şekliyle göstermeye başlamıştır.29
Eğitimdeki bu ikili yapı II. Abdülhamit devrinde de devam etti. Tanzimat
politikaları neticesinde alınan pek çok karar büyük ölçüde Abdülhamit devrinde
uygulama alanı bulmuştur. Klasik eğitim kurumları olan medreseler yanında modern Ulusçuluk Sürecinde Eğitim” Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, der: Kemal H. Karpat, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2005, s. 73-242. 24 Akyıldız, a.g.e., s. 222; Niyazi Berkes II. Mahmut’un bu konudaki icraatını, eğitimi genel ve zorunlu kılan ileri bir eylem saymaz. Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul 2002, s. 183. 25 Bu dönemde maarif alanında kurulan meclis ve nezaretler hakkında bk. Akyıldız, a.g.e., s. 222-250; 26 Akyıldız, a.g.e., s. 232. 27 Ekmeleddin İhsanoğlu, “Eğitim ve Bilim”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi I, İstanbul 1999, s. 303-304. İhsanoğlu, sıbyan mekteplerinin Şeyhülislamlık’a bırakılmasıyla istenilen değişikliklerin yapılmasına mani teşkil ettiğini belirtiyor. 28 İhsanoğlu, a.g.e., s. 316. 29 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim, İstanbul 2005, s. 185-186.
8
mekteplerin açılması süreci bu dönemde de artan bir ivmeyle devam etmiştir. Tanzimat
döneminde Şeyhülislamlık ve Evkâf Nezareti’nin nüfuzuna terk edilen sıbyan okulları
meselesinin Abdülhamit devrinde daha titizlikle ele alındığı görülecektir. Tanzimat
ricalinin yenileşme politikalarından uzak tutulan sıbyan mektepleri, Abdülhamit tahta
geçtikten sonra farklı bir uygulama takip edilerek modernleşme politikaları içine dahil
edilmiştir. Mekatib-i sıbyaniye ve mekatib-i ibtidaiye şeklinde ikiye ayrılan okullar biri
usûl-i atîka üzre yani geleneksel eğitim tarzını muhafaza ile; diğeri de usûl-i cedide
diğer bir deyişle yeni usûl öğretim ile faaliyet göstermeye başladı. Gerçi bu ikili yapı
Abdülhamit’in tahta çıkışından hemen önce İbtidaî Nümûne Mektebi’nin kurulması ile
başlatılmış durumdaydı; ancak burada dikkati çeken husus, Abdülhamit döneminde bu
ikili yapının usûl-i cedid lehine desteklenmiş olmasıdır. Bir taraftan yeni ibtidaî
mektepler açılırken diğer taraftan sıbyan okulları usûl-i cedid üzre öğretim yapar hale
getirilmek istenmiştir.30
Abdülhamit yönetiminin maarif alanında asıl atağı, rüşdiye ve idadilerin yeniden
yapılandırılması teşebbüsünde gerçekleşmiştir. Ayrıca yoğun olarak yeni idadilerin
açılması yine bu devre rastlar. 1876 tarihine kadar taşrada bir, İstanbul’da ise dört-beş
civarında olan idadi sayısı Abdülhamit’in maarif sahasında izlediği siyasete paralel
olarak gittikçe artmıştır. Bu döneme ait eğitim politikalarının asıl ilgi çekici ve
düşündürücü tarafı rüşdiye ve idadilerin müfredat programlarında yapılan değişikler
olmalıdır. Tanzimat bürokratları maarifi batıdan ithal edilen yeni eğitim anlayış
biçimlerine uygun olarak dizayn etmeye kalkışmışlardı; oysa Abdülhamit dönemi
eğitim siyasası biçimsel olarak bu süreci devam ettirmekle birlikte eğitim kademelerinin
her aşamasında yani sıbyan-ibtidai/rüşdiye/idadiye/sultaniye gibi imparatorluğun bütün
eğitim kurumlarında mevcut müfredatın içeriğine, Tanzimat politikalarına zıt bir
biçimde müdahalede bulunmuştur. Bu müdahalenin birkaç yönü olmakla beraber en
belirgin şeklini, her kademeden eğitim kurumlarında ahlak/din ağırlıklı derslerin
müfredat içerisine konması oluşturur.
Batı modeline uygun olarak açılan yeni mekteplerin içeriğinde yapılan böylesi
bir düzenleme aslında imparatorluğun XIX. yüzyılda maruz kaldığı dış tehdit
30 Kodaman, a.g.e., s. 73.
9
algılamasına bir tür cevap niteliği taşır. Zira Abdülhamit döneminde Osmanlı
Devleti’nin özellikle doğu vilayetlerinde artan misyoner faaliyetleri ve bu faaliyetlere
paralel olarak süratle açılan misyoner okulları bölgede yaşayan Osmanlı tebaası
açısından büyük bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Bu bölgelerden gelen raporlar
gösteriyor ki misyonerlerin bölgede açtıkları okullara halkın olan ilgisi Osmanlı
bürokratlarının üzerinde önemle durdukları meselelerin başında gelmektedir. Bu ilgiyi
bertaraf etmek için İstanbul’a getirilen teklifler de hayli dikkat çekicidir.31 Bunlardan
biri Batının tehditkâr eğitim kurumları karşısında ona alternatif oluşturacak mahiyette
yerli mekteplerin inşası ve özellikle Müslüman halkın çocuklarını bu mekteplere
göndermeye teşvik edilmesi…
Abdülhamit yönetiminin eğitim sahasında misyoner faaliyetleri dışında karşı
karşıya kaldığı tehdit bununla sınırlı değildi. İmparatorluğun elinden çıkan yerlerde ve
özellikle uç sınır bölgelerinde -mesela Yunanistan, Rus, Sırp ve İran sınırları- komşu
devletlerin, milliyetçilik akımının da etkisiyle Osmanlı Devleti vatandaşlarını kendi
eğitim kurumlarında okutma politikası, Abdülhamit yönetimini bu tehdit ile de başa
çıkmaya zorlamıştır. Özellikle Rumeli’de yabancı devletlerin Osmanlı topraklarında
açtığı okullar siyasi elitlerin hiç istemediği bölgesel milliyetçiliğe zemin hazırlıyordu.32
Abdülhamit yönetimi imparatorluğun muhtelif bölgelerinde sayısız yabancı okul
açılması karşısında adeta savunma pozisyonu almıştır. Devlet bu okullar vasıtasıyla
Batı’nın nüfuzundan büyük endişe duymaktaydı. Vilayetlerden gelen raporlar gösterir ki
yabancı okulların varlığı ve verdikleri başarılı eğitim, Osmanlı bürokratları nezdinde bir
tür “Batı istilası” şeklinde algılanmıştır. Abdülhamit siyasasının buna verdiği tepki
geleneksel yollarla vücut buldu. Bu tepki, Tanzimat politikalarının genel çerçevesinden
taviz vermemeyi göz ardı etmemekle birlikte; içerik açısından ondan tamamen
ayrılacaktır.
Batı istilası karşısında Abdülhamit yönetiminin en etkin politikası eğitim
sahasında uygulamaya soktuğu bir dizi kararlarda aranmalıdır. Bu kararlar dizisinin
başında maarifin her kademesinde dinî eğitimin, askeri okullar dâhil olmak üzere 31 Fortna, a.g.e., s. 67-116. 32 Makedonya’da komşu devletlerin eğitim faaliyetlerine bir örnek için bk. Fortna, a.g.e., s. 94-98.
10
hissedilir bir biçimde artırılmış olması gelir. 1887 tarihinde Şeyhülislamlık, Yıldız
Sarayı’na gönderdiği tezkirede rüşdiye ve idadiyedeki müfredatın gözden geçirilerek
din/ahlak derslerinin bu okulların müfredatlarında daha fazla yer alması gerektiğini
bildiriyordu.33 Kendi sorumluluk alanı dışında kalsa da Harbiye, Tıbbiye ve
Mühendishane gibi yüksek eğitim veren kurumlar için bulunduğu tavsiye de bundan
farklı değildi. Diğer yandan mülkî idareciler de din ile devlet arasındaki münasebeti
devletin bekası nokta-i nazarından değerlendirmektedir. Zira askeri mekteplere bakan
nezaretin Saray’a gönderdiği bir belgede “Devlet-i Aliyye’nin hayatta kalması, İslâm
dininin muhafazasına” dayandırılmakta;34 daha sonraki yıllarda Maarif Nezareti’nce
hazırlanan bir tezkirede de yine “akide-i diniyye” ve “asabiyet-i milliye” vurgusu,
“devlet-i ebed-müddet” kadim telakkisiyle irtibatlandırılmaktaydı.35
Müfredatın dini içerik ile yeniden şekillendirilme siyasetinin, Türkçe ve
Fransızca derslerine daha bir itina gösterilmesi yanında fen bilimleri diyebileceğimiz
derslerin müfredat içinde yer verilmesiyle de desteklendiğini görürüz. 1879’da rüşdiye
programlarına Fransızca dersi konacak;36 1882’den sonra da rüşdiyelerde din derslerinin
sayısı artacaktır.37 İdadiyelerde de durum bundan farklı değildir. Önceki programa ilave
olarak İlm-i Kelam ve muhtasar İlm-i Siyer-i Muhammediye gibi dini içerikli dersler
ilave edilmiştir.38 Yalnız burada altını çizmemiz gereken bir nokta, din dersleri ile fen
derslerine hemen hemen aynı ağırlıkta önem verilmesidir.
33 Deringil, a.g.e., s. 126-7. 34 a.g.e., s. 129. 35 a.g.e., s. 130. 36 Fransızca dersinin konmasından beklenen fayda, bununla öğrencilerin ticaret, ziraat, sanat ve hatta devlet memuriyetine ait çağdaş bilgileri öğrenebilmelerini sağlamaktı. İstanbul rüşdiyelerinin birkısmı ile İzmir, Selanik, Beyrut, Şam, Edirne, Trabzon ve Manastır rüşdiyelerinde Fransızca öğretmek üzere 14 öğretmen tayin edilmiştir. Kodaman, a.g.e., s. 110. 37 Okutulan dersler şunlardır: Birinci Sene: Sarf-ı Arabî, Talim-i Farisî, Âmâl-i Erba‘a, İmla, İlm-i Hâl, Hatt-ı Sülüs; İkinci Sene: Arapça, Kavaid-i Farisî, Muhtasar Hesap, Avrupa Coğrafyası, Tercüme, İnşa ve Kıraat, Rik‘a ve Sülüs; Üçüncü Sene: Gülistan, Hesap, Coğrafya, İmla ve İnşa, Fezleke, Fransızca, Hatt-ı Rik‘a; Dördüncü Sene: Risale-i Erba‘a, Gülistan, Cebir, Hendese, Usûl-i Defter, Kavaid-i Osmaniye, İnşa, Fransızca, Fezleke, Tarih-i Osman, Hatt-ı Rik‘a. Kodaman, a.g.e., s. 111. 38 İdadiyelerde okutulan dersler: Ulûm-ı Diniye, Arapça, Farsça, Türkçe, Fransızca, Hesap, Hendese, Cebir, Müsellesat, Kozmografya, Makine, Coğrafya, Tarih, Usûl-i Defter, Malumat-ı Fenniye, Hikmet-i Tabiiyye ve Kimya, Mevâlid ve Hıfzı’s-Sıhha, Kavânin, Edebiyat ve Ahlak, Hüsn-i Hat, Resim. 1896’dan sonra bu derslere Ahlâk ve Fıkıh ilave edilmiştir. Kodaman, a.g.e., s. 131-2. Ayrıca bk. Deringil, a.g.e., s. 128.
11
Abdülhamit dönemi eğitim politikaları arasında yabancı okullara karşı girişilen
mücadelenin bir ayağı ivedilikle yeni idadi mekteplerinin sayısını artırmak ve
müfredatını yerlileştirmek/Osmanlılaştırmak/dinileştirmek şeklinde tezahür ederken;
diğer ayağını devletin kadim iki sınıfının bu mücadele içine doğrudan katılımı teşkil
eder. Bunlardan biri ilmiye39, diğeri ise kalemiye40 sınıfıdır. İmparatorluğun doğu
vilayetlerinde beliren yabancı ve komşu devletlerin tehditleri karşısında Müslüman
halkı uyarma ve bilgilendirme görevi ulemaya verilmiştir. Devlet dış tehditle mücadele
ederken ilmiye teşkilatını Irak, Suriye, Kıbrıs gibi yerlerde va‘z u nasihat yoluyla halkı
bilinçlendirmekle görevlendirdi.41 Bölgedeki şiî tehlikesini bertaraf etme adına
İstanbul’a gönderilen teklifler arasında Irak’a ulemanın gönderilmesi ve bölgede
medreseler açılması da vardı.42 Bu yolla ulema, halka Şiîliğin zayıf olan noktalarını
anlatabilir ve devlet aleyhinde oluşabilecek potansiyel şiî tehlikesini merkeze rapor
edebilirdi. Kalemiye sınıfının eğitim meselesinde oynadığı rol ise daha teknik bir
yöntem üzerinden işlemiştir. Devlet gerek kendi okullarını gerekse yabancı ve gayr-i
müslimlerin açtığı okulları denetlemekle görevli müfettişleri, önce İstanbul’da
sonrasında ise bütün vilayetlerde olmak üzere görevlendirme kararı aldı. Ayrıca 1869
Nizamnamesiyle düzenlenen yasa gereği devletin gayr-i nizamî olarak açılan eğitim
kurumlarını kapama yetkisinin kendi uhdesinde olduğunun da farkındadır.
Abdülhamit döneminin bir başka açıdan hususiyeti de gerek içeride gerekse
dışarıda Osmanlı Devleti’ne manevra alanı sağlayan ve kendisinin bizzat yürüttüğü
ittihad-ı İslam politikasıdır. Tanzimat kararlarına paralel olarak beliren, devletin bütün
tebaasını “Osmanlıcılık” siyaseti ekseninde, ona yeni bir kimlik öngörerek, inşa
edilmeye çalışılan “Osmanlı vatandaşlığı” fikri bu dönemde de takip edilen bir politika
39 Mehmet İpşirli, “İlmiye”, DİA, c. XXII, s. 141-145. 40 Mehmet İpşirli, “Kalemiye”, DİA, c. XXIV, s. 248-9. 41 Fortna, a.g.e., s. 124. İlmiye teşkilatı ve medrese eğitiminin Abdülhamit yönetimi tarafından uygulamaya konan modernleşme politikaları çerçevesinde oynadıklarını rol hakkında daha geniş bir okuma için bk. Halil İbrahim Erbay, Teaching and Learning in The Madrasas of İstanbul During The Late Ottoman Period, School of Oriental and African Studies, University of London, 2008, IV. Bölüm. (Basılmamış Doktora Tezi) 42 Erbay, a.g.t., s. 241. Teklif daha önce Şeyhülislamlık makamını işgal etmiş olan Hüseyin Hüsnü Efendi tarafından sunulmuştur.
12
oldu. Bu açıdan bakılırsa ittihad-ı İslam politikasının da müsavat politikaları43
çerçevesinde şekillenen “Osmanlıcı” yaklaşımın bir tür tezahürü olduğu söylenebilir.
Ancak ne müsavat politikaları ve ne de ittihad-ı İslam siyaseti, Müslim-gayr-i Müslim
tebaanın eşit haklara sahip olduğu/olması gerektiği görüşünü halk nezdinde kabulünü
kolaylaştırmamıştır. Bu konuda geleneksel anlayış, ilmiye sınıfının bütün meşrulaştırıcı
çabalarına rağmen “ittihad”a yüklenen anlam dünyasını benimsemekte direnç
göstermiştir.44 Kaldı ki Abdülhamit’in uygulamaya soktuğu İslamcılık politikasına
kadar Tanzimat’ın öngördüğü merkezileştirme siyaseti, imparatorluğun muhtelif
etnisitelere ait topluluk/cemaatlerini bir arada tutmaya matuf önemli bir siyasi girişim
olarak değerlendirilebilirse de bu girişimin beklenen sonucun ortaya çıkması şöyle
dursun paradoksal bir biçimde var olan “cemaat duygusunu” daha belirgin bir hale
getirdiği görülmektedir.45 1870’lerin sonuna gelindiğinde ise Hıristiyan tebaa “Tanzimat
ve Islahat” fermanlarının şekillendirdiği yeni düzenlemeleri, kendileri için birer tuzak
addederek benimsemeyi reddetmişlerdir.46 Bu tarihten sonra da ittihad-ı Osmanî
politikasından bir adım geri atılarak ittihad-ı İslam siyaseti yani Osmanlı coğrafyasında
yaşayan bütün Müslümanların siyasi birlik arayışı gündeme gelecektir.
Aslına bakılırsa modernleşme ile birlikte ortaya çıkan fikir akımlarını
(Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük) birbirinin karşıtı şeklinde değerlendirmek yaygın
bir yaklaşımdır. Ne var ki bu üç yönelim dikkatle incelendiğinde bunların, birbirinin
karşıtı olmak şöyle dursun aksine çerçevesi gitgide daralan, birbiri yerine ikame
edilmeye çalışılan tek bir politikanın değişik renkleri olduğu görülecektir. Askeri
mağlubiyetlerle fark edilen Avrupa tehdidi karşısında Devlet, içine düştüğü zafiyetten
çıkış çaresi olarak bünyesinde barındırdığı bütün grupları kuşatacak yeni bir 43 Geniş bilgi için bk. İsmail Kara, “Müsavat yahut Müslümanlara Eşitsizlik: Bir Kavramın Siyaseten/Dinen İnşası ve Dönüştürücü Gücü”, Osmanlı Devleti’nde Din ve Vicdan Hürriyeti, Ensar Yayınları, İstanbul 2000. s. 307-347. Bu makale şu eser içinde genişletilmiş haliyle tekrar neşredilmiştir: İsmail Kara, “Müsavat mı, Eşitsizlik mi?”, Mete Tunçay’a Armağan, İletişim, İstanbul 2007, s. 163-189. 44 İsmail Kara, islamcıların ittihad kavramına atfettikleri anlam dünyasının ikili bir yapı ihtiva ettiğini belirtir. “…Bu çerçevede ittihadın bir anlamı ‘memalik-i Osmaniye’deki Müslim ve gayrımüslim efradın, Osmanlı unvan-ı bülendi altında yekdilâne ve uhuvvet-kârâne çalışması’ olurken diğeri de ‘hakikatte müttehid lâkin suretâ müteferrik bulunan Müslümanların bir fikr-i emel takip ederek hakayık-ı dini idrak eylemesi ve medeniyet ve maarif-i İslamiye’yi evamir-i diniye mucibince terakkî ettirmesi’ şeklinde tarif edilmektedir.” İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, Dergah, İstanbul 2001, s. 29-30. 45 Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, Bilgi Üniversitesi, İstanbul 2005, s. 591. 46 a.g.e., s. 586.
13
düzenlemeye gitme ihtiyacı duymuş; Fransız devrimiyle ortaya çıkan ve bütün
imparatorluklar için tehdit oluşturan müsavat, hürriyet söylemleri devlet idarecilerini bu
yeni durum karşısında vaziyet almaya icbar etmişti. II. Mahmut ile başlayan
modernleşme girişimlerini ve özellikle birbiri ardı sıra uygulamaya sokulan İttihad-ı
Osmanî/İttihad-ı Anâsır, İttihad-ı İslamî/İslamcılık ve İttihad-ı Etrâk/Türkçülük düşünce
akımlarını yeni oluşan dünya denkleminde “yeni bir vatandaş” tanımı arayışı ve ihdası
ameliyesi şeklinde düşünebiliriz. Dolayısıyla bu üç düşünce akımını her bir aşamada
uygulanması giderek güçleşen, gayrimüslim tebaanın zaman içinde imparatorluktan bir
bir kopması/ayrılmasıyla birlikte daralan ve nihayet Müslüman bir topluluğun devlete
isyan bayrağı açması karşısında neredeyse tatbiki imkânsızlaşan bir devlet politikasının
birbirinin devamı mahiyetinde izlendiği siyaset şeklinde düşünmek ve değerlendirmek
gerekir.47
Bu durum, Köprülü’nün 1913 yılında yazdığı Türklük, İslamlık, Osmanlılık
başlıklı makalesinde de çok sarih bir biçimde kendini gösterir.48 Makalenin yazıldığı
sıralarda Balkan savaşı devam etmektedir. Diğer yandan bu tarihe kadar Abdülhamit’in
tahttan indirilişi, Meşrutiyet’in yeniden ilanı, Arnavut isyanı, Trablusgarb ve I. Balkan
savaşı gibi sonu hiç de iyi neticelenmeyen pek çok siyasi hadiseye tanık olundu.
Özellikle Balkan savaşları ile Rumeli’nin neredeyse tamamı elimizden çıkmıştır. O
tarihe değin imparatorluk, elindeki toprakları bir bir Batılı güçlere teslim etmek zorunda
kalmıştı. Artık elden çıkan topraklarla birlikte devletin gayrimüslim tebaası Müslüman
nüfusa nisbetle büyük ölçüde azalmaya başlamıştır. Bu makaleden az önce de Gökalp’ın
yine Türk Yurdu sütunlarında “Üç Cereyan”49 başlıklı makale dizisi başlamış
durumdadır. 1918 yılında Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak50 adıyla kitaplaşacak
47 İsmail Kara, “Çağdaş Türk Düşüncesi Nasıl Ele Alınabilir”, Din ile Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, Dergah, İstanbul 2003, s. 44. 48 Fuat Köprülü, “İçtimaiyat: Türklük, İslamlık, Osmanlılık” TY, yıl 2, c. IV, sayı 21, 7 Ağustos 1913, s. 692-702. 49 Bu makaleler Türk Yurdu’nun 9 ayrı sayında neşredilmiştir. “İçtimaiyat: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak 1”, TY, c. III, sayı 11, s. 331-337; c. III, sayı 12, s. 367-370; c. IV, sayı 15, s. 480-484; c. IV, sayı 17, s. 565-570; c. IV, sayı 22, s. 753-760; c. IV, sayı 23, s. 798-805; c. V, sayı 8, s. 1088-1093; c. VI, sayı 2, s. 2053-2058; c. VI, sayı 6, s. 2179-2182. 50 Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, İstanbul 1918; Bu eser Kültür Bakanlığı yayınları arasından İbrahim Kutluk’un, kitap ile makaleleri birlikte karşılaştırmak suretiyle, yayına hazırladığı yeni baskısı 1976 yılında çıkmıştır. Ayrıca son olarak Gökalp’ın bütün eserlerinin toplandığı şu yayın içinde de yer almıştır: Ziya Gökalp: Kitaplar, haz: Sabri Koz, YKY, İstanbul 2007, s. 39-88.
14
olan bu makaleler ile İttihat Terakki yönetiminin Türkçü politikaları da hız kazanmaya
başlayacaktır.
Gerek Gökalp’ın gerekse Köprülü’nün bu noktada serdettikleri mütalaalar
birbirine paralel mülahazalardan oluşur. Her ikisinde de “Türklük” fikrinin “İslamcılık”
ve “Osmanlılık”a zıt ve aykırı düşünce olmadığı; milliyetçilik hareketinin tarihî
zaruretlere/realiteye bağlı olarak gelişen bir cereyan olduğu ve dolayısıyla içinde
bulundukları koşullara/gerçekliğe tam karşılık geldiği fikri mevcuttur.
“…Eski ve meşhur bir sözü tekrar ederek diyeceğiz ki hakikat daima galebe etmektedir; beşeriyet sahasındaki en büyük hakikat ise, içtimaî ve tarihî zaruretlerin galebesinden başka bir şey değildir. Hıristiyan aleminin milli intibahından sonra, İslam dünyasının milliyet esaslarına uzun müddet lakayd kalması mümkün olamazdı. Asrın beyne’l-ümem münasebatı maddî ve manevî bir çok revabıtla o iki alemi birbirine bağlıyordu. Binaenaleyh dahilî amillerin bütün muhafazakârlığına rağmen haricî müesseselerin tazyiki mutlaka uzak veya yakın bir zamanda kendini gösterecekti. İşte tarihin bu basit zarureti nihayet meydana çıktı ve İslam milletlerinde yavaş yavaş “kavmiyet” uknûmu teşekküle -yahut diğer bir telakkiye göre- şuurlu bir hal almaya başladı (…) Osmanlı hükümetinin kuvve-i merkeziyesini teşkil eden Türkler, hakimiyet-i zahirelerinin fidye-i necâtı olmak ümid-i vâhîsiyle, uzun bir müddet kavmiyetlerini inkâr ettikten sonra, nihayet, hadisâtın uyandıran darbeleri karşısında bir mevcudiyet-i maneviye elde etmek zaruretini anladılar. Osmanlı namı altındaki muhtelif unsurlar hatta asırlardan beri birer vahdet teşkil etmişler iken, ondan mahrum kalan yalnız vicdan-ı millîden mahrum zavallı Türklerdi. İşte Türk milliyetperverliği tarihin bu gibi zaruretleri karşısında tabii bir surette vücuda geldi. Onu sahte bir mahsûl gibi filan şahsa, filan zümreye atfetmek gülünç ve hakayık-ı ilmiyeye muhaliftir.51
Burada ifade edilen tarihî zaruretler ile kastedilen şey, hususen Fransız ihtilali
sonrasında ortaya çıkan fikrî akımın büyük imparatorluklar nezdinde meydana getirdiği
icbarlar olmalıdır. Zira aynı makalenin ilerleyen satırlarında “tarihî zaruret” kavramı
“asrın terakkileri”ne bağlanmak istenmiştir. İçtimaî zaruretler ile de Osmanlı toplumunu
oluşturan Müslüman cemaatleri arasında baş gösteren ayrılıkçı girişimlere atıfta
bulunulmaktadır. Özetle Köprülü’nün ifade etmeye çalıştığı şey, gerek içerde gerekse
51 “Türklük, İslamlık, Osmanlılık”, s. 692. [Vurgular (koyu renk) bize ait] Ziya Gökalp’ın şu ifadeleri de zamanın gereği ya da icbarı şeklinde anlaşılmaya çok müsaittir: “ …Dünyanın Şarkı da, Garbı da bize celî bir surette gösteriyor ki bu asır (milliyet) asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet milliyet mefkûresidir. İçtimaî vicdanların idaresi ile mükellef olan bir devlet, bu mühim içtimaî amili mevcut değil farz ederse vazifesini ifa edemez. Devlet adamlarında, fırka recüllerinde bu his mevcut olmazsa, Osmanlılığı terkib eden cemaat ve kavimleri (ruhî-psychologique) bir surette idare etmek kâbil olmaz. Dört senelik bir tecrübe bize gösterdi: sırf unsurların i’tilafı maksadıyla (ben Türk değilim, Osmanlıyım.) diyen Türkler, unsurların ne yolda bir i’tilafa muvafakat edebileceklerini nihayet gayet acı bir surette anladılar. Milliyet hissinin hâkim olduğu bir memleketi ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilirler…” Gökalp, Türkleşmek…, s. 4-5. [Vurgular bize ait] Köprülü’nün Türklük, İslamlık ve Osmanlılık’a ait fikirleri için bk. Bölüm III.
15
dışarıda olup bitenler karşısında devletin Türkçü politikalar doğrultusunda bir siyaset
izlemesini, tarihi şartların bizi getirdiği doğal bir ortam olarak algıladığıdır.
“…Asrın terakkilerine Çin’in mukaddes duvarları bile açılmış iken, İslam kavimlerini en tabii, en meşru haklarından mahrum etmeye çalışmak faidesiz bir sa‘ydir. Binaenaleyh bazı muarızların “ortaya hiç yoktan bir Türklük meselesi çıkardınız” demeleri, tarihin zaruretlerini idrak etmemelerinden ileri geliyor.52
Köprülü aşağıda alıntısını vereceğimiz satırlarda da görüleceği üzere Türklük
fikrini savunurken bunun İslamlık ve Osmanlılık fikrine karşı olmadığını özellikle
belirtme ihtiyacı içindedir. Devletin merkezî çekirdeğini oluşturan Türk unsuru kendi
benliklerinin bilincine varmak suretiyle hem İslamiyet hem de Osmanlılık asıl o zaman,
önceki sahip oldukları kuvvete kavuşabilecektir.
“…Türkler ne zaman milli bir vicdana malik olurlarsa İslamiyet ve Osmanlılık, ancak o zaman, muhtac
olduğu kuvve-i merkeziyeye kavuşacak ve heyet-i hazıra-i siyasiyyemiz anâsırın inkişâf-ı milliyeleriyle
müterâfık bir aheng-i tam dairesinde ilerleyecektir (…) Türklüğün, İslamlığın, Osmanlılığın terakkisi
Türklerle beraber sair anâsır-ı İslamiyenin de milli bir intibaha mazhariyetleriyle kâbildir… ”53
Burada işaret edilmesi gereken bir nokta, Türklük yani Osmanlı devletinin
merkez unsurunu teşkil eden Türk unsurunun milli intibahı ile terakki arasında
kurulmak istenen doğrudan ilişkidir. Asrın icaplarına uygun olarak Türk aydını milli
olanı ön plana çıkardıkça hem toplum olarak hem siyasi güç olarak medeniyet yolunda
ilerleneceği tasavvuru öngörülmektedir.54
Eğitim alanında yenilik ve ıslah teşebbüsleri, II. Meşrutiyet devrinde
İttihatçıların idaresi altında da devam etmiştir. Emrullah Efendi’nin Nazırlığı esnasında
Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-ı muvakkati çıkarılmıştır. Buna göre tahsil-i ibtidaî parasız
ve mecburi bir hale getiriliyor; İbtidaye ve Rüşdiye okulları tek bir çatı altında
birleştiriliyordu. Abdülhamit idaresi altında İdadiye okullarına verilen destek bu
dönemde de devam etmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra 12 vilayette bulunan
idadîlerin adları Sultanîye çevrildi. Yine ilk kız idadîsi bu dönemde açıldı. Emrullah
52 Köprülü, Türklük…, s. 694. [Vurgular bize ait] 53 Türklük…, s. 697, 701. Gökalp’in bu konudaki fikri bahsi geçen eserde şöyle yer alır: “…Türklük cereyanı Osmanlılığın muarızı olmak şöyle dursun, hakikatte en kuvvetli müeyyididir. Yalnız her iki cereyanın olduğu gibi bu mesleğin de bir kısım gençlerden müfritleri vardır ki yanlış tefsirlere sebep oluyorlar. Türklük (kozmopolitlik)e karşı İslamiyet ve Osmanlılığın hakiki istinatgâhıdır.” Türkleşmek…, s. 7. 54 Köprülü’de “terakki, tekâmül” kavramlarının kullanımı için bk. Bölüm II.
16
Efendi’nin 1910 yılında hazırlıklarına giriştiği ve ancak 1913’de55 çıkabilen nizamname
ile Darulfünûn yeniden düzenlendi. Yeni nizamname ile Darulfünûn beş şubeye
ayrılmıştır.56 Birinci Dünya savaşı yıllarında da Alman ve Macar profesörler kadroya
dahil edilmişlerdir. Bu dönemde ayrıca pek çok mesleki ve teknik eğitim veren
mekteplerin de açıldığı görülmektedir.57
Bu dönemin dikkat çeken bir hususiyeti de eğitim işlerinin millî ve dinî bir
nokta-i nazardan ele alınmak istenmesidir. 1917 yılında Basra Mebusu Hilmi Bey,
Maarif Nazırı Şükrü Bey’e hitaben memlekette terbiye-i umumiyenin hangi gaye ile
verileceği sorusunu yöneltmiş; Nazırın buna verdiği cevap maarif işlerinin her iki
açıdan da sürdürüleceği doğrultusunda şekillenmiştir.58 Yine uzun bir süre el atılmayan
medreseler bu dönemin önemle üzerinde durulduğu meselelerin başında yer almıştır. Bu
dönemde pek çok aydın medreselerin ıslah edilmesi yönünde teklifte bulunmuşlardır ki
bunlar arasında Köprülü de yer alır.59 Köprülü’nün ayrıca Emrullah Efendi’nin nazırlığı
döneminde orta tedrisattaki maarif programının şekillenmesine doğrudan müdahalesi
olmuştur. 1927 yılında yazdığı bir makalede Köprülü, idadilerde lisan ve edebiyat
tedrisatı ile iştigal ettiğini; “nazım ve eşkâl-i nazım, millî vezin ve millî nazım şekilleri
ile cihan edebiyatındaki edebî neviler” bahislerinin resmi program içine kendisi
tarafından sokulduğunu ifade eder.60
55 Ergin bu nizamnamenin 23 Eylül 1329 (1913) daki irade ile çıktığını belirtmektedir. Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c. III-IV, İstanbul 1977, s. 1314. 56 Şubeler: Ulum-ı Şer‘iye, Ulûm-ı Hukukiye, Ulûm-ı Tıbbiye, Fünûn, Ulûm-ı Edebiye. 57 Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul 1994, s. 229-246. 58 “…memlekete adam yetiştirmek, her manasıyla adam yetiştirmek gayesi programlarımızda birinci düşündüğümüz nokta oldu. Tam bir adamın nasıl olabileceği meselesi nazar-ı dikkate alınırsa bence onun dinine merbut, vatınını sever, milliyetini tanır, yâni muhtelif namlarla zikrolunan şu vezaifi hüsn-i ifaya gayret eder bir adam olması lâzım gelir. İşte tam bir adamı bu suretle yetiştirmek, dinini sever, riayetkâr olur, vatanını sever ve kendisine bir vahdet-i siyasiye veren milliyetini hisseder bir adam olmak üzere yetiştirmek gayesini programlarda takip ettik…” Ergin, a.g.e., s. III-IV, s. 1366. 59 Bu konudaki fikirleri için bk. Bölüm III. Medreselerin ıslahı ile alakalı olarak görüş beyan eden zevat arasında şunlar yer alır: Ziya Gökalp, Gürünlü Hilmi, Şevketî, Mehmet Hilmi, Mehmed Şemseddin, Ömer Fevzi, Ethem Ruhi, Ahmed Vasfi, Ahmed Zaid vs. Daha geniş bir okuma için bk. Zeki Salih Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, Akçağ, Ankara 2002. 60 “İlim Hareketleri: Orta Tedrisatta Edebiyat Programı Meselesi”, Hayat, c. II, sayı 37, 11 Ağustos 1927, s. 202-3.
17
Medreselerin ıslah edilmesi yönünde biri 1910 tarihli “Medaris-i İlmiye” diğeri
1914 tarihli “Islah-ı Medaris” sonuncusu da 1917 tarihli “Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye
Medresesi ile Taşra Medarisi Hakkında Nizamname” adıyla üç nizamname İttihatçıların
yönetimi altında yürürlüğe girdi. Dönemin aydınlarınca ileri sürülen ıslah teklifleri
doğrultusunda Tanzimat’tan beri daha iyi koşullara kavuşması adına gereği kadar
ilgilenilmeyen kadim müesseselerin durumu, imparatorluğun en sıkıntılı zamanlarında
yapılan yeni düzenlemelerle ele alındığı görülmektedir. Yapılan bu düzenlemelerle
medreselerin ders programlarına fen, matematik ve sosyal bilimler gibi dersler ilave
edilmiştir. Talebelerin medreseye kabulleri ve imtihanları ile ilgili bazı düzenlemeler de
ilk kertede yapılan değişiklikleri oluşturur. 1914 yılındaki ıslah girişimi ile İstanbul
medreseleri tek bir çatı altında toplanarak orta ve yüksek derecelere ayrılmıştır.
Medreselerin ders programları yanında kuruluş yapıları da daha çok mekteplerin
yapılarına benzer şekilde tekrar derecelendirilmiştir. 1917’de yapılan düzenleme ile de
ihtisas medreseleri “Medrese-i Süleymaniye” adını almış ve müderrislerden kurulu bir
idare meclisi ihdas edilmiştir. Nizmanamenin ikinci bölümünde Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye
Medresesi çerçevesinde taşrada bulunan medreselerin yeniden teşkilatlanmalarının karar
altına alındığı görülmektedir.61
Yukarıda muhtasar bir tarzda özetlemeye çalıştığımız hususlar karşımıza ilginç
bir tablo çıkarır. Bu tablo aynı zamanda II. Meşrutiyet sonrasında devlet idarecileri ve
aydın kesimin takındığı tavrı anlamlandırmak bakımından bize önemli ipuçları verir.
Birinci aşamada Osmanlı devlet adamları yüzyılın başında şekillenen Avrupa merkezli
yeni dünya denkleminde kendilerine yer bulabilmek için bilinçli bir tercihte bulundular.
Askeri mağlubiyetlerle fark edilen zaafiyeti, oradan alınacak yeni fikirler ve
teknik/teknolojik gereçlerle düzeltebileceklerine dair güçlü bir yargıları bulunmaktaydı.
Bu aşamada kendilerine olan özgüvenleri üst seviyede seyreder ve bu nedenle olsa
gerek Avrupa’ya nisbetle “medeniyet seviyesi” bakımından geri kalışlarını haricî ve
sosyolojik sebeplerle açıklama yoluna gitmişlerdir. “İlerilik” ya da “gerilik”in sebepleri
arasında din, kültür ve zihniyet yapılarının yer alıp almadığı fikri üzerinde hemen hiç
61 Zengin, a.g.e., s. 90-97.
18
durulmamıştır.62 Gerek III. Selim gerekse II. Mahmut dönemlerinde girişilen reform
sürecinde yenilik ve değişiklikler yeni bir ideoloji/değerler dünyası adına yapılmış
değildi; aksine devlet ileri gelenlerinin bilinçli bir şekilde yapageldikleri şey, İslam’ın
bir emri gibi telakki ediliyordu.63 Bu itibarla yüzyılın başında takınılan tavır, İslami
değerler ile Batı bilimi arasında kurulması öngörülen bir ahenk arayışı ve geleneksel
yapılarla modern kurumların mezcedilmesi suretiyle yeni bir senteze ulaşma çabası
olarak görülmelidir; ve bu özelliği dolayısıyla da medeniyet perspektifi bakımından
Batı’nın meydan okuyuşuna Osmanlı devlet ricalinin verdiği/vermeye çalıştığı cevap
niteliği taşır.64 Zira Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’nda şeriat’a ve yeni nizamât’a yapılan
ikili vurgu, “kadim” ile “yeni/modern” olanın terkibiyle, devletin hayatiyetini temin
edeceği/sürdüreceği inancını yansıtır. II. Abdülhamit “istibdatı” karşısında ortaya çıkan
Yeni Osmanlı hareketinde bile muhalif söyleme kaynaklık eden temel yaklaşım,
“kadim” yapı ve kavramlar yumağının menşeini teşkil eden İslami prensiplerden
devşirilmiştir.
İlerleme/terakki düşüncesine “din”in mani olduğu fikri/algısı ise daha geç bir
dönemin hadiseleri arasında gözükür.65 Özellikle Ernest Renan’ın 1883 yılında verdiği
“İslam ve Bilim”66 konulu konferans sonrasında Renan’ın dillendirdiği “İslam mani-i
terakkidir” iddiası, çağdaş İslam/Türk düşüncesinin karşı karşıya kaldığı önemli bir
problem olarak Osmanlı mütefekkirlerinin zihninde yer edinmiştir.67 Yüzyılın sonuna
62 Cemil Aydın, “Türk Bilim Tarih Yazım’ında ‘Zihniyet’, ‘Din’ ve ‘Bilim’ İlişkisi: Osmanlı Örneği”, TALİD Türk Bilim Tarihi, c. II, sayı 4, s. 30. Aydın, Safvet Paşa’nın 1870 Darülfünûn’un açılışı esnasında “birtakım mevâni‘ ve müşkilatın hayluleti cihetiyle” ifadesine yer vererek devletin içine düştüğü geriliği daha çok düşünce ve kültür dışındaki sebeplerle izah ettiğini; Sadık Rıfat Paşa ve Mustafa Sami Efendi gibi Tanzimat ricali arasında yer alan zevatın da Avrupa biliminin Müslüman toplumlara üstünlüğü meselesinde sürekli olarak sosyolojik ve politik faktörlere göndermelerde bulunduklarını ve hiçbir zaman kültür gibi, zihniyet gibi etkenlerin bir ilerilik veya gerilik sebebi olabileceği üzerinde durmadıklarını belirtir. a.g.m., s. 31. 63 Uriel Heyd, “III. Selim ve II. Mahmut…”, Dergah, c. VII, sayı 83, İstanbul 1997, s. 18. 64 Ahmet Davutoğlu, “İslam Dünyasının Siyasi Dönüşümü: Dönemlendirme ve Projeksiyon”, Divan, yıl 7, sayı 12, 2002/1, s. 9-10. 65 Burada hususen Tevfik Fikret’in “kitab-ı köhne” istiaresi hatırlanmalıdır. 66 Detaylı bir çalışma için bk. Dücane Cündioğlu, “Ernest Renan ve “reddiyeler” Bağlamında İslam-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı”, Divan, 1996/2, s. 1-94. 67 Renan’ın İslam’a yönelttiği eleştirileri şu şekilde sıralayabiliriz: “Doğu’ya veya Afrika’ya gitmiş herkes, hakiki bir müminin kafasının ister istemez dar ve bir nevi çemberle kasılı olduğunu ve bu çember yüzünden o kafanın Bilim’e mutlak surette kapalı, bir şey öğrenmek ve yeni bir fikre açılmak kabiliyetinden mahrum bulunduğunu hayretle görür. Allah’ın tahsili ve şahsi liyakatı hesaba katmaksızın
19
gelindiğinde Batı’da ortaya çıkan “medeniyet” karşısında İslamların geri kalmışlığı,
doğrudan İslam dinine değilse de İslam’ın o zaman aralığında yaşanan haline bir başka
deyişle “tarih”e fatura edilecektir.68
Bu meyanda son dönem Osmanlı devlet ve ilim adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın
nazarî/teorik ve amelî/pratik faaliyeti, bu meydan okuyuşa verilen anlamlı cevabın
sayısız örneklerini içinde barındırır. Osmanlı/Türk modernleşmesi projesinin
uygulayıcısı sıfatıyla pek çok sahada emek mahsulü ürünün ortaya çıkmasına katkısı
dokundu. İlmiye tarikine mensup bir şahsiyet olarak Cevdet Paşa devletin mülkî
idaresinde de pek çok göreve getirilmiştir. Adliye, Maarif, Evkaf ve Dahiliye nazırlığı
gibi üst düzeyde idarecilik görevlerini büyük bir vukufiyet ile ifa etti. Bu görevleri
esnasında birçok hayati icraata imza attı. Batı müesseseleri ile geleneksel düşünceyi
yeniden inşa etme noktasında hem büyük bir gayret göstermiş hem de üstün bir başarı
elde edebilmiş ender ilim ve devlet adamlarımız arasında yerini almıştır.69 Özellikle
hukuk alanında elde ettiği başarı bahsini etmeye çalıştığımız idrak biçiminin özgün
örneklerini oluşturur.70
ikbal ve iktidarı dilediği kimseye verdiğine iman ettiği için, Müslüman, öğrenime, bilime, Avrupa’nın fikir ve maneviyatını teşkil eden her şeye karşı derin bir hor görülükle doludur. İslamlık; ruhani ile cismanînin birbirine kaynaması, bir akidenin tahakkümü, insanlığa vurulan zincirlerin en ağırıdır. İnsanlık zekası için İslamlık yalnız zararlı olmuştur. (İslam) fethettiği ülkeleri, insan kafasını rasyonel gelişmesine elverişsiz bir saha haline getirdi.” Cündioğlu, a.g.m., s. 5. 68 İsmail Kara, “Tarih ve Hurafe”, Din ile Modernleşme Arasında, s. 80. 69 Hayatı ve aldığı görevleri için bk. Ali Ölmezoğlu, “Cevdet Paşa”, İA, c. III, s. 114-123. 70 Cevdet Paşa özellikle Hukuk ve Eğitim alanında Tanzimat uygulamalarının hemen hepsine bir şekilde etkisi dokunmuş bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar. Aldığı görevler: Meclis-i Maarif azalığı ve Darülmuallimin müdürlüğü (1850), Vakanüvislik (1855), Meclis-i Âli-i Tanzimat azalığı, Meclis-i Vâlâ azalığı (1861), Bosna-Hersek müfettişliği, Divan-ı Ahkâm-ı Adliye reisliği (1868), Şura-yı Devlet Tanzimat Dairesi reisliği (1871), Mecelle Cemiyeti reisliği (1871), Evkaf-ı Hümâyûn Nazırlığı (1873), Maarif-i Umumiye Nazırlığı (1873), Şura-yı Devlet reis muavinliği (1874), Yanya Valiliği (1874), Maarif Nazırlığı (1875), Suriye Valiliği (1876, 1878), Maarif Nazırlığı (1876), Adliye Nazırlığı (1876, 1877, 1879, 1886), Dahiliye Nazırlığı (1877), Ticaret Nazırlığı (1878). Bütün bu görevleri süresince pek çok ürün verdi: Kavaid-i Osmaniye kitabı, Şirket-i Hayriye’nin kuruluşuna dair projeler, Encümen-i Dâniş’in teşekkülüne ait esbâb-ı mucibe mazbatası, Tarih-i Cevdet, Muamelât-ı Hukukiye’ye dair Metn-i Metîn adlı kitap, Ceza Kanunnâmesi, Arazi Kanunnamesi, Tapu Nizamnamesi ve Talimât-ı Muvakkatesi ve Tarifnamesi, Meclis-i Vâlâ Nizamnamesi, Tezakir-i Cevdet, Maruzat, İbn Haldun Tercümesi, Askeri Ceza Kanunnamesi, Nizamî mahkemelerin ve divanın teşkilat ve salahiyetlerini tesbit eden nizamname, Mekteb-i Hukuk’a mukaddime mahiyetinde Adliye dairesinde hukuk dersleri, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Rüşdiye ve tesis olunacak idadiyelerde okutulacak derslerin programı, Kavaid-i Türkiye, Adab-ı Sedâd, Mi’yar-ı Sedâd, Kısas-ı Enbiya, Mekteb-i Hukuk’un açılışı. Diğer eserleri için bk. Ölmezoğlu, a.g.m.
20
Paşa’nın 1774-1826 tarihleri arasında vuku bulan hadiseleri konu edindiği Tarih-
i Cevdet adlı eserinde ortaya koyduğu “medeniyet” perspektifi, söz konusu etmeye
çalıştığımız idrak biçiminin önemli ipuçlarını vermesi bakımından önem arz eder. Onun
tarih anlayışında bir ve tek “medeniyet” algısı mevcuttur. Bilim ya da medeniyet zaman
içerisinde bir toplumdan diğerine yer değiştirebilirdi; tıpkı “Babil ve Mısır’dan Antik
Yunan ve İtalya’ya, oradan ortaçağ İslam medeniyetlerine geçmiş ve şimdi de
Avrupa’ya giden bir yol üzerinde” olduğu gibi…71 Ona göre Asya, medeniyetin
kaynağıdır ve ilim, maarif orada doğmuş, orada işlenmiş ve Batı’ya öyle geçmiştir.72
Şimdi ise bilim, keşifler, refah ve modern yönetim açılarından Osmanlı Devleti
karşısında ileri konumda olan Avrupa’dadır.73 Paşa’ya göre bu durum yeni kurulacak
müesseseler vasıtasıyla telafi edilebilir gözükmekteydi; ve Batı’dan ödünç alınacak yeni
müesseseler kendi kültür ve medeniyetinin temel unsurları ile birleştirilmek suretiyle
medeniyet yolunda ilerleneceği tasavvuru geliştirilmiştir.74
Bu babda hukuk sahasında uygulamaya soktuğu müesseseler iyi bir örnek teşkil
edebilir. Âlî Paşa’nın medenî kanun tartışmaları esnasında Fransız medeni kanunu olan 71 Christoph K. Neumann, Araç Tarih Amaç Tanzimat, Tarih Vakfı, İstanbul 1999, s. 150; ayrıca bk. Ümit Meriç, Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü, Timaş, İstanbul 2002, s. 46-55. Tarih-i Cevdet’in hemen başında bu konuya dair söyledikleri medeniyete bakışını göstermesi bakımından dikkat çekicidir: “…Zira insan medeniyyü’t-tab‘ olub yani behâyim gibi münferiden yaşayamayıp mahal be mahal akd-i cemiyet ederek yekdiğere mu‘âvenet etmeye muhtac olurlar. Ve bu cemiyet-i beşeriyenin derecât-ı mütefâvitesi olup ednâ derecesi hayme-nişîn olan kabâilin cemiyetidir ki havayic-i zaruriyye-i beşeriyeyi tedarik ile şecere-i hayatın semeresi olan tenâsül maksadına vüsûl bulurlar lakin şekl u heyet-i medeniyetin neticesi olan ma‘ârif ve ulûm-ı sına‘iyye ve sair hasais-i kemâliyye-i insaniyeden mahrum olurlar ve ehl-i kurâ medâin-i mu‘azzama ahâlîsine nisbetle âsâr ve netâyic-i sahiha-i medeniyetten mehcûr add olundukları gibi bunlar dahi kurâ ahâlîsine nisbetle medeniyetten dûr kalırlar. Cemiyet-i mezkûrenin a‘lâ derecesi dahi medeniyet yani devlet u saltanat mertebesidir ki bir devletin saye-i hıfz u hırâsetinden yekdiğere gadr u ta‘dîdden ve a‘dâ ve ağyâr endişesinden âzâde olup bir taraftan ihtiyacât-ı beşeriyelerini tahsîle ve bir taraftan dahi kemâlât-ı insaniyelerini tekmîle meşgûl ve âmâde olurlar (…) Ve ol millet sınıf sınıf ayrılıp kimisi zira‘at ve ticaret ve kimisi umûr-ı mülkiye ve askeriyede hizmet eder. Ve ulûm ve sanayi‘ kuvvetiyle yüz kişinin havâyic-i zaruriyyesini on kişi hasıl etmeye ve müddet-i medîde zarfında hasıl olabilecek mevâdd az vakit zarfında husûle gelmeye başlayıp ol milletin evkātı havâyic-i zaruriyye tahsîlinden fazla kalarak ve işbu fazla vakitler dahi hasâis-i kemâliye-i insaniye tekmîline masrûf olarak levâzım-ı hadariyet ve medeniyet günden güne bu nisbet üzere müterakkî olup gider…” Tarih-i Cevdet I, Matbaa-i Osmaniye, Dersaadet 1309, s. 15-16. [Vurgular bize ait] 72 İlber Ortaylı, “Cevdet Paşa ve Avrupa Tarihi”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim Makaleler 1, Turhan Kitabevi, Ankara 2004, s. 477. 73 Neumann, a.g.e., s. 174. 74 Cevdet Tarih’inde “ilerleme” anlayışı için bk. Neumann, a.g.e., s. 144-152. Neumann, Cevdet Paşa için “ilerleme”nin bir araç olduğunu; eserinde övdüğü kurumların hayata yeni bir boyut kazandırdığı ve bunların gelişmesiyle insanlık ve medeniyetin de sürekli olarak yükselip gelişmeye devam ettiği konusunda imaen bile işarette bulunmadığını belirtir. a.g.e., s. 147.
21
code civil’i tercüme etme düşüncesi karşısında Hanefi fıkhına müstenit bir mecelle
düzenlenmesi fikrini ileri sürmüş ve bunu kabul ettirmeyi başarmıştır. Burada 16
kitaptan oluşan Mecelle’nin esas itibariyle yeni kurulan Nizamiye Mahkeme’lerinin
ihtiyacını karşılamak maksadıyla meydana getirildiği bilhassa hatırlanmalıdır.75 Benzer
bir yaklaşımı Mekteb-i Hukuk için de sergilediğini görmek zor değildir. Yeni ve
modern bir kurum olan Hukuk Mektebi bu dönemde kadim ile yeni olanın hangi
düzlemde ve nasıl bir araya getirildiğine iyi bir örnek teşkil eder. Abdülhamit’in
yukarıda işaret etmeye çalıştığımız eğitim politikasına da uygun olarak, yeni açılan bir
eğitim kurumunun müfredatı, şer‘î yapı ve telakkilerle yeniden oluşturulmaya
çalışılmıştır.76 Cevdet Paşa’nın Hanefi fıkhına göre hazırladığı Mecelle bu okulda ders
olarak okutulmaktaydı. Bundan ayrı olarak Mecelle’de ele alınmayan diğer şer‘î fıkıh
öğretisinin aile, feraiz, ceza, evkaf gibi kısımları da müfredat içerisine sokulduğu
gözlemlenmektedir.77 İttihat Terakki yönetimi döneminde de bu mektebe medrese
öğrencilerinin imtihan edilmeksizin girebilmelerine imkân tanınmıştır.78
Abdülhamit döneminin bir başka hususiyeti de uyguladığı “İslamcılık”
politikasının bir tür “ön milliyetçilik” olduğuna ilişkin yaklaşım biçimidir.79 Genel
tutumu itibariyle Ahmet Cevdet Paşa’nın Osmanlıcı yaklaşım içinde mütalaa edilmesi 75 Mehmet Akif Aydın, “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”, DİA, c. XXVIII, s. 233. Cevdet Paşa’nın Mecelle’yi oluştururken ne yaptığının farkında oluşuna ilişkin bir değerlendirme için bk. İsmail Kara, “Osmanlı Devleti’nde Din ve Vicdan Hürriyeti”, s. 323. “mesail-i şer‘iye cem‘ olunarak, ehl-i İslâm’a göre ‘ahkâm-ı şer‘iye’ olup tebaa-i gayri müslimeye göre dahi ‘kanun’ itibar olunmak…” 76 Ruth Austin Miller, From Fıkh to Fascism: The Turkish Republican Adoption of Mussolini’s Criminal Code in The Context of Late Ottoman Legal Reform” Princeton University, June 2003, (Basılmamış Doktora Tezi) s. 111-119. 77 a.g.t., s. 117. Burada Mekteb-i Hukuk’ta yıllara göre okutulan ders isimleri sayılmaktadır. Buna göre Birinci yıl: Mecelle, Ceza Kanunnamesi, Medhal-i İlm-i Hukuk, Arazi Kanunnamesi; İkinci yıl: Mecelle, İlm-i Servet, Belagat, Tarih-i Umumî, Fransızca, Usul-i Muhakemât-ı Cezaiye, İlm-i Hukuk-ı Milel, Hukuk-ı İdare-i Mülkiye, Ticaret Kanunnamesi; Üçüncü ve Dördüncü yıl: Mecelle, Feraiz, Evkaf, Usul-i Mehakim-i Hukukiye, Muamelât-ı Ecnebiye, Usul-i Fıkh, Ticaret Kanunnamesi, Kitabü’d-diyet ve’l-cinayet, Kitabü’ş-şehade ale’ş-şehade, Kitabü’l-kadı, Usul-i Tanzim-i İlamât-ı Hukukiye, Usul-i Tanzim-i İlamât-ı Cezaiye. Yukarıda ismi geçen ve geçmeyen bazı dersler mesela Mantık, Fransızca, İlm-i Servet, İlm-i Ruh, Edebiyat, Tarih-i Umumi gibileri müfredattan çıkarılmıştır. 78 “Mekteb-i Hukuk’a girmek isteyip dersten mücaz olan talebe-i ulûmun bilâ-imtihan kayd ü kabulleri muktazi göründüğünden mukaddemâ bi’l-murakabe dahil olanlar ile mezun bulunanların nizâmen musarrah hukuk ve imtayazâtına dokunulmamak üzere ba‘deizin Darülfünûn ulûm-ı diniye şubesine alınacak talebenin kemâ-fi’s-sâbık duhûl imtihanına tabi tutulması (…) ve Mekteb-i Hukuk’a mekatib-i âliye ile Mekteb-i Sultanî’ye ve yedi senelik mekatib-i idadiyeden mezun olanların (…) bi’l-imtihan kaydları” BOA, MV 122/18, 11 ZA 1326, nakleden Miller, a.g.t., s. 118. 79 Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim, İstanbul 2003, s. 50.
22
mümkünse de onun bu “ön milliyetçi” yaklaşım doğrultusunda yapa geldiklerini
değerlendirmek, “Türkçülük”e doğru seyreden siyasi yönelimi anlamak bakımından
bize bazı tutamak noktaları sağlayabilir. Gerek yazdığı Tarih-i Cevdet gerekse Kavaid-i
Osmanî (ki bu daha sonra Kavaid-i Türkiye adıyla tekrar neşredilecektir) ve gerek
Kısas-ı Enbiya adlı eserlerinde kullandığı sade Türkçe, burada zikredilmesi gereken
onun önemli bir tutumudur. Bu bağlamda Tarih’inde Osmanlı devletini tanımlarken
kullandığı ifade biçimi de hayli dikkat çekicidir.80
Abdülhamit devrini ve onun İslamcı politikaları doğrultusunda yaptıklarını farklı
açılardan değerlendirmeye tabi tutmak, bize Osmanlıcı-İslamcı-Türkçü fikir akımlarının
nasıl ve ne yöne evrildiğini göstermesi bakımından ilginç veriler sunacaktır. Ancak
tezin sınırlarını fazla zorladığımızdan bu devredeki fikrî ve siyasî diğer hadiselere hatta
kısaca bile değinmeyeceğiz.81 Fakat önemine binaen Köprülü’nün bir eserinde zikrettiği
Abdülhamit’in dil politikasına işaret etmek, yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız
yönelimin bizi ilgilendiren tarafını görmemize yardım edecektir. Köprülü’nün bizzat
kendisinin dahi hayretle karşıladığı bu belge, Abdülhamit idaresinin idadîlerdeki Türkçe
tedris usûlünün ne şekilde yapılması gerektiği hakkındaki bazı tavsiyelerini
içermektedir.82
80 “Devlet-i Aliyye’nin hamîr-maye-i asliyesi ibtidâ-yı teşekkülünde eğerçi bir kabileden ibaret ise de Devlet-i Selçukîye’nin inkırazı sebebiyle Anadolu canibinde bulunan Türkler ittihad-ı kavmiyet hasebiyle hep bu mayaya münkalib olarak kâffesi Osmanlı hamuruna katılmış olduğundan anâsır-ı Devlet-i Aliyye hayliden hayli kuvvet almış ve Devlet-i Osmaniye bir Devlet-i cesime-i Türkiye olmuş idi…”, Tarih-i Cevdet, s. 39. [Vurgu bize ait] 81 Bu hususta en geniş malumat Akçuraoğlu Yusuf’un 1928’de kaleme aldığı Türk Yılı adlı sâlnâmede bulunmaktadır. (s. 289-455); ayrıca bk. Köprülüzade Mehmet Fuad, Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri.., Devlet Matbaası, İstanbul 1928, s. 9-47; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları,… ; Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, c. II/4, Ankara 1991, s. 398-505; Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1996, s. 321-358; Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihî Gelişimi ve Türk Ocakları, Ötüken, İstanbul 2005, s. 23-130; Jacob M. Landau, Pantürkizm, trc: Mesut Akın, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s.17-110; İsmail Habib [Sevük], Edebî Yeniliğimiz, Remzi Kitabevi, İstanbul ty., s. 389-442. 82 “Kelamın kaide-i fesahata mutabık olabilmesi şerait-i saire ile beraber ünsiyet olunmayan lügatlerden mürekkeb olmamasına mütevakkıf olup, Arabî ve Farisî lügatlerinin kâffesi lisan kitabında isti‘mâl olunduğu surette gayr-ı me’nûs birçok lügatlere tesadüf edileceği ve mümkün mertebe Türkçe lügatler kullanılarak açık yazılmış olan ibarelerden meram u maksat tamamıyla anlaşılıp bu yoldaki sözlerde daha ziyade selâset bulunacağı bedihîdir. Bundan evvelki Osmanlı müellifleri maksat ve meramlarının kolayca anlaşılması cihetine gitmeyip Arabî ve Farisî lisanlarından ne kadar çok lügat bildiklerini göstermeyi hüner ve marifet zannetmiş ve lisanımızda pek çok var iken kullanılmayıp ez-cümle taş lügati İstanbul ahâlîsinden pek çok kimsenin meçhûl olan “seng” yahut “hacer” lügatinin isti‘mâl olunmasını muvâfık-ı zarafet addeylemişlerdir. Bu hâl ise birçok mazarrâtıyla beraber lisanımızda esasen mevcud olan bir hayli
23
Sonuç itibariyle Fuat Köprülü ve onun nesli daha önce kısaca özetlemeye
çalıştığımız eğitim politikalarının bir sonucu olarak Osmanlı Devleti’nin son döneminde
ortay çıkmış “yeni aydın/entelektüel/mütefekkir zümresi” içinde mütalaa edilmeli ve
görülmelidir. Bu yeni eğitim doğrultusunda hem geleneksel “ilim” anlayışını (ve fakat
Medrese eğitimi değil) hem de fen/fünûn83 ilimlerini içeren yeni “bilim” anlayışını bir
arada tedris etme imkânını yakalamış ve bu birikimi Cumhuriyet Türkiye’sine
aktarabilmeyi başarmış bir ilim adamı hüviyet ve portresi, bütün hususiyetleri ile
birlikte karşımızda durmaktadır. Abdülhamit döneminde idadîyi bitiren bir Osmanlı
entelektüelinin Arapça, Farsça ve Fransızca’yı ortalamanın üzerinde bir seviyede
bildiğini kabul etmek abartı olmayacaktır.84 Hatta akademik düzeydeki insanların, -ve
lügatlerin terk ü nisyan olunmasını mucib olup, kitabet için İstanbul ahâlîsinin söylemekte olduğu lisanın esas ittihazıyla ibarelerin gayet açık ve sade bulunması, ve isti‘mâl olunan lügatlerin mümkün olduğu mertebe Türkçe olması her halde faideli olacağı meydandadır. Arabî lügatleri Araplar için ve Farisî lügatleri İranîler için me’nus ve malum ise de, İstanbul ahâlîsince işbu iki lisandan malum olan lügatler pek az olduğundan, bunlardan İstanbul ahâlîsinin daha çocuk iken analarından ve babalarından işitip öğrendiği lügatler lisan-ı Osmanî’de me’nûs, ve bunun haricindekiler gayr-ı me’nûs addolunmalıdır. Mekâtib-i Osmaniye’de Arabî ve Farisî lisanları lüzum-ı hakikîye mebni tedris olunmakta ise de, bunlar Kur’an-ı Kerîm’i dürüst okuyabilmek ve yeni ihtira‘ olunan bazı eşya ve sıfata isim ve ıstılah vaz‘ etmek ve fünûn-ı mevcûde ıstılahâtını anlayabilmek ve icabında işbu iki lisan üzerine yazılmış kitapları mütalaaya muktedir olmak maksadıyla olup, bu hisse her Arabî ve Farisî lügatini Türkçe’de isti‘mâl eylemek niyetiyle değildir. Kitaptan maksat, meramı güzelce tahrîren anlatmak olup, bu maksada nâiliyet ise kullanılan lügatlerin gayet me’nûs olmalarına mütevakkıf olup ve gayr-ı me’nûs lügatler isti‘mâlinde okuyan ve dinleyen her ne kadar anlasa bile tesiri pek az görülür. Meselâ babasına babacığım diye hitab eden bir çocuğun şu sade ifade-i ma‘sumânesi kalbine tesir edeceği derkâr iken, peder-i vâlâ-güherim tabirine tahvilinde babası anlasa bile tesiri pek az görülür. Bundan başka kitap ve saire gibi nafi‘ şeyler tercümesinde ifade ne kadar vazıh ve sade olursa anlayanların miktarı o kadar ziyade olacağından faidesi o derece ta‘ammüm etmiş olur. İşte bunun için tahrîren ifade-i meram eylemek istenilince gayet basit tarzın be bir üslûb-ı sadenin ihtiyarıyla gayr-ı me’nûs lügat isti‘mâlinden kat‘iyyen ictinâb edilmelidir. Şimdiye kadar bu usûle riayet edilmeyip lügat-i Arabiye ve Farisiye’nin hemen cümlesi kitabet-i Osmaniye’de isti‘mâl olunmuş ve bu da lisan-ı Osmaniye’nin vaziyetini güçleştirmiş ve halbuki elsine-i saire ashabı hemen bir iki sene tahsilden sonra cerîde okuyup anlayacak müelliflerle bunların mesleğini ta‘dîlen kabul eden yeni müelliflerin asârı birçok Arabî ve Farisî lügatlerden mürekkeb gösterilmeyip mümkün olduğu kadar Türkçe açık ibareler okutturulup yazdırılması hususunun kitabet hocalarına tenbîhi siyakında terkîm-i şukkaya ibtidâr kılındı” Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri, s. 46-7. 83 “Ulûm” ve “Fünûn” kavramlarının ifade ettiği anlamlar için bk. İsmail Kara, “Modernleşme Dönemi Türkiye’sinde ‘Ulûm, Fünûn’ ve ‘Sanat’ Kavramlarının Algılanışı”, Din ile Modernleşme Arasında, Dergah, İstanbul 2003, s. 126-197. 84 “…Henüz 18 yaşında bir lise mezunu iken bile Fransız klasiklerini ve bilhassa 19 uncu asır edebiyatını kâfi derecede tanımıştım. Bugün de olduğu gibi, o sıralarda liselerde Fransızca öğretiliyordu. Yine bugün de olduğu gibi muhtelif Fransızca eserler Türkçeye çevriliyordu. Bu suretle, henüz Fransızcayı iyi öğrenemeden bile, Fransız edebiyatına yabancı kalmamıştım. Liseden çıktığım zaman, Fransız müelliflerini metinlerinden okuyabiliyor ve tercüme edebiliyordum…” “Notlar ve İktibaslar: Bir Ankete Cevap”, Ülkü, c. XV, sayı 87, Mayıs 1940, s. 258-260. Bu konuda Yakup Kadri’nin kendisi ve Şahabeddin Süleyman için aktardığı bilgiler bize bazı ipuçları verir niteliktedir: “…Oysa, ben, Mısır’daki köşemde hürriyet güneşinin doğmasını beklerken bugün için umduğum şey hiç değilse Edebiyat-ı Cedide kuşağını gölgede bırakacak değerde birtakım genç şairlerin, genç edebiyatçıların, genç sanat ve fikir adamlarının uzun bir kıştan sonra donmuş vatan topraklarını taze bir yeşerme halinde kaplamasıydı ve
24
mesela Fuat Köprülü’nün- makale ve eserlerinde kullandığı kaynaklar dikkate
alındığında bu sayının daha da arttığı görülür.85
ben de kendimi bunlar arasına girmeye layık bir seviyeye tahsilimi tamamlamakta bulunduğum bir Fransız kolejindeki klasik edebiyat dersleriyle yetinmeyip abonesi olduğum bir umumi kütüphanenin, on dokuzuncu asırdan bu yana ün almış, bütün edebiyat, felsefe ve tarih kitaplarını büyük bir okuma iştihasıyla sömürdüğüm oluyordu. Ayrıca, Fransa’da çıkan belli başlı dergilerde günün fikir cereyanlarını da takibe imkân buluyordum. Bittabi, başta en yakın arkadaşım Şahabettin Süleyman olmak üzere, Türkiye’deki çağdaş meslektaşlarım, yabancı yayınların satılıp alınması şiddetle yasak olduğu için, böyle bir imkândan yoksun kalmışlardı. Nitekim, okumayı çok seven ve hatta İzmir’de bulunduğu zamanlar oradaki yarım hürriyetten faydalanarak Abajoli adında bir Fransız kitapçısından aldığı Le Temps gibi, Les Annales Littéraires gibi gazete ve dergileri, herkese teşhir edercesine, Karşıyaka vapurunda açıp okumaktan çekinmeyen Şahabettin Süleymen bile henüz Estétique denilen bir sanat felsefesinin mevcudiyetinden haberdar değildi…” Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim, İstanbul 2003, s. 32-33; Mehmet Akif Ersoy’un dil konusunda aktardıkları da yukarıda vermeye çalıştığımız eğitim politikaları açısından hayli dikkat çekicidir: “Rüşdiye tahsilinde esasen en çok lisan derslerine tamayülüm vardı. Dört lisanda da (Türkçe, Arapça, Acemce, Fransızca) birinci idim. (…) Fransızca’yı -mektepte öğrendiklerime eklemek sûretiyle- kendi kendime öğrendim. Fransız şairlerinden Hugo, Lamartine ile, klasiklerle çok uğraştım, Daudet ile Zola’yı fazlaca okudum.” Dücane Cündioğlu, Bir Kur’an Şairi: Mehmed Akif Ersoy ve Kur’an Meâli, Gelenek Yayınları, İstanbul 2004, s. 82. 85 Bk. Bölüm II.
25
I. BÖLÜM
HAYATI VE ESERLERİ
26
A. Fuat Köprülü’nün Hayatı, Yetiştiği Çevre
Mehmet Fuat Köprülü 4 Aralık 189086 tarihinde İstanbul/Sultanahmet’te köklü
bir ailenin mensubu olarak dünyaya geldi. Babası İsmail Faiz Bey, Beyoğlu ikinci ceza
başkâtipliğinden emekli bir memur olup dedesi Ahmet Ziya Bey, Bükreş sefâretinde
sefirlik görevinde bulunmuştur. Büyük babası ise Tanzimat ricalinden Divân-ı
Hümâyûn beylikçisi İsmail Afif Bey’dir. Annesi Hatice Hanım İslimiye ulemâsından
Arif Hikmet Efendi’nin kızıdır.87 Neseb itibarıyla ailesi Sadrazam Köprülü Mehmet
Paşa’ya dayanmaktadır.88
Kendi ifadesine göre eğitim hayatı rüşdiye ile başlar.89 Ayasofya Rüşdiyesini
bitirdikten sonra Mercan İdâdîsine devam etti. İdâdîye girdikten sonra hususen yabancı
dil eğitimine ağırlık vererek bu noktadaki eksikliklerini tamamlamaya yöneldi. Farsçayı
daha Rüşdiye yıllarında öğrenmiş İdadi yıllarında da Arap ve Fransız dillerini ilerletme
yolunda adımlar atmıştır. Yıllar sonra Les Nouvelles Litteraires dergisine verdiği bir
demeçte henüz 18 yaşında, liseden yeni mezun biri olarak, Fransız klasiklerini ve
özellikle XIX. asır edebiyatını yeterli derecede tanıdığını belirtmiştir.90 1907 senesinde
Mekteb-i Hukuk’a girdi. Ancak burada aradığını bulamayıp üçüncü sınıftayken
86 21 Rebiülâhir 1308/22 Teşrinisâni 1306. Fevziye A. Tansel, “Memleketimizin Acı Kaybı Prof. Dr. Fuad Köprülü”, Belleten, c. XXX, sayı 117, Ocak 1966, s. 621. 87 İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri-I, Ankara 1999, s. 670-678; Orhan F. Köprülü, Fuad Köprülü, Ankara 1987, s. 1. 88 Ali Emîrî, Köprülü’nün Kıblelizade sülalesine mensup olduğuna dair bazı iddialar ileri sürmüştür. “Mudhike”, Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, nr. 4, 30 Haziran 1334, s. 73-81; nr. 6, 31 Ağustos 1334, s. 109-116. Ali Emîrî ile Fuat Köprülü arasında geçen tartışmanın arka planı için bkz. Nuri Sağlam, “Ali Emîrî ile Mehmet Fuad Köprülü Arasındaki Münakaşalar I”, İlmi Araştırmalar 10, İstanbul 2000, s. 113-134. Nesebe dayalı tartışma hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Nuri Sağlam, “Ali Emîrî ile Mehmet Fuad Köprülü Arasındaki Münakaşalar II”, İlmi Araştırmalar 11, İstanbul 2001, s. 89-98; Samet Ağaoğlu da onun anne tarafından Köprülü ailesine mensup olduğunu belirtmektedir. Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İletişim, İstanbul 1998, s. 186; Aşina Yüzler, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul 1965, s. 170. 89 Köprülü bir röportajında mahalle mektebine gitmediğini belirtir. Hikmet Feridun, “Köprülü ile Bir Saat”, Akşam, 27 Nisan 1935. [Röportajın temini hususunda yardımları için Fulya İbanoğlu Hanımefendi’ye müteşekkirim] 90 “Notlar ve İktibaslar: Bir Ankete Cevap”, Ülkü, c. XV, sayı 87, Mayıs 1940, s. 258.
27
ayrıldı.91 Tedrisatın kötü oluşu Köprülü’yü aile kütüphanesinde kendi kendini yetiştirme
yoluna sevketti. Özellikle bu dönem ilmî gelişimini tamamlama adına hayatî önemi haiz
girişim ve çabaların harcandığı yıllardır. Babasına ait hususi kütüphanede Osmanlı
vakanüvislerinin eserleri ve özellikle Evliya Çelebi Seyahatnamesi gibi kendi
kültürünün temel/klasik metinleriyle tanıştı. Fransızcasını ilerletmek adına özel dersler
aldı. Yine bu babdan olmak üzere bazı Fransız yazarlarının kitaplarını tercüme etti. Bu
yıllarda Nouvelles Littéraires’i düzenli olarak takip ettiğini; Revue des Deux Mondes ve
Mercure de France gibi dergilere abone olduğunu görürüz. Özellikle Fransız
münekkitlerinin eserlerini büyük bir alaka ile takip etti. Bunların yanı sıra pek çok Batılı
düşünce adamının eserini tetkik ederek bunları, ileride vücuda getireceği ilmî eserleri
için önveri niteliğinde görmüş ve kullanmıştır. Bu düşünce adamları arasında Gustave
Lanson, Auguste Comte, Saint Simon, D’Alembert, Hobbes, Voltaire, Rousseau, J.
Stuart Mill, Spencer, Hegel, Vico, Montesquieu, Herder, Kant, Condorset, Bougelé,
Marx, Engels, Hippolyte Taine, Renan’ı sayabiliriz. 92
Şiir ve edebiyat alanında da hususiyle Fransız şair ve ediplerinin eserlerini tetkik
etmekten geri durmamıştır. Bir mecmuaya verdiği demeçte 16-17 yaşlarında Fransız
edebiyatına duyduğu merakı ifade eder.93 Baudlaire, Rimbaud, Verlaine gibi
dekadanları, Mallerme, Samin, Henri de Regnier gibi sembolistleri sürekli takip
etmiştir. Bu tetkikleri neticesinde biraz da Ahmed Şuayb’ın Hayat ve Kitaplar adlı 91 Hukuk Fakültesinden ayrılış hikayesini kendi dilinden şöyle aktarır: “Yine ilme olan aşkımdan, yüksek bir mektep bitirmedim. Anlatayım, İdâdiye’den sonra, Hukuk’ta üç sene okudum. İmtihanlarımda gayet muvaffak oldum; lâkin, Hukuk’ta, büyük bir hayâl kırıklığı ile karşılaştım. Tedrisat, son derece fena idi. Benim, talebesi bulunduğum 1907 Darulfünûn’u bir alemdi. İslâm hukukunu okutan hocalardan istifade etmediğimi söyleyemem. Ancak, yeni Avrupa ilimlerini okutanlar lisan bilmezlerdi. Ellerine geçmiş yalan yanlış tercemelerden, eminim kendileri de bir şey anlamayarak, ders verirlerdi ki, ben bu eserleri, elimde bulunan asıllarından okumayı tercih ederdim. Fransızca’yı, hocalarımdan daha iyi biliyordum; hatta bazı dersleri, bazı bahisleri, onlardan daha çok önce ve daha iyi öğrenmiştim. Hukuk’ta fazla kalmak zaman kaybetmekten başka bir şey değildi. Bir diploma için de bunu göze alamıyordum. Kendi başıma kendimi daha iyi yetiştireceğimi anlamıştım. Sonra, benim ihtisasını yapmak istediğim ilim sahasının mektebi yoktu ki ben oradan mezun olabileyim...” Hikmet Feridun Es, “Sorbon Üniversitesi’ne Türk Bayrağını Çektiren Adam”, Yedigün, 5 Aralık 1939; ayrıca bk. Kandemir, “Fuad Köprülü Yedigün’e Anlatıyor”, Yedigün, c. VII, no. 160, 1 Nisan 1936; Nevsâl-i Millî, 1330, s. 253; Nusret Safa Coşkun, “Edebiyat Anketi 2: Milli Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?”, Açıksöz, 8 Eylül 1936. 92 Faguet’in Propos Litérairs’ini, Anatole France ve Jules Lemaitre’ın külliyatını ve tenkit kitaplarını takip etmiş ayrıca Faguet’in psikolojik karakter tahlillerini ve bu tahlillere dayalı büyük şahsiyetlerin monogarafilerini incelemiştir. Sainte-Beuve’ün Causerie du Lundi (Pazartesi Sohbetleri) adlı eserini bilhassa takip etti. Cemal Köprülü, “Fuad Köprülü’nün İlmî Şahsiyeti, Türk Kültüründeki Rolü ve Bazı Hatıralar”, Türk Kültürü, yıl 7, sayı 81, Temmuz 1969, s. 636-637. 93 Kandemir, “Fuad Köprülü Yedigün’e Anlatıyor”, s. 19.
28
eserini örnek alarak yazdığı; İskandinav edebiyatı ve Parnas şairlerinden bahsettiği
Hayat-ı Fikriye isimli eserini meydana getirdi.94
Çok erken yaşlarından itibaren sosyal ilimlerde sosyoloji sahasına ait
araştırmaları incelemeye başladı. Bahsi geçen röportajda kendisinin sosyoloji ile çok
alakadar olduğunu belirtmektedir.95 Çevirisini yaptığı ilk kitaplar arasında da bu sahanın
konularını ihtiva eden Gustave le Bon’un Rûhü’l-Cemaat (Psychologie des Foules) ile
Ruh-i Siyaset ve Müdafaa-i İctimaiye (la Psychologie Politique et la Défense Sociale)
adlı eserleri yer alır.
Fuat Köprülü’nün basın hayatı 1905 yılında yazdığı şiirlerle başlar. Aruz
vezniyle kaleme alınan bu ilk şiirleri Musavver Terakki adlı mecmuada yayınlanmıştır.
Şiirlere bakıldığında ikisinin Abdülhamid adına, diğer ikisinin de ramazan
münasebetiyle yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu şiirlerde Abdülhamid’in doğum yıldönümü
vesilesiyle sultana hitaben yazılan tebrik, Ramazan ve Muharrem aylarının gelişi
nedeniyle dini içerikli mevzuların vs. ele alındığı görülür.96
1908-1913 yılları arasında bir çok şiiri çeşitli dergi ve mecmualarda
neşredilmiştir. Bu mecmualar arasında hususen Servet-i Fünûn dergisi ayrı bir yer teşkil
eder. II. Meşrutiyet’in ilanıyla basın yayın hayatında da olağanüstü bir hareketlilik
yaşanmaya başladı. İlgili ilgisiz pek çok dergi basın-yayın hayatına atılmıştır.
Birçoğunun siyasi nitelikli ve sanat endişesinden uzak oluşu karşısında bir tepki olarak
doğan Fecr-i Âtî edebiyat akımı, içinde barındırdığı edebî şahsiyetler itibariyle
dikkatlerin üstüne çekildiği bir mahfil haline geldi. Topluluk kuruluşundan bir yıl sonra
14 Safer 1328/24 Şubat 1910 tarihli Servet-i Fünûn’da bir beyanname yayınlamıştır.97
Beyannamenin altına imza atanlar arasında Fuat Köprülü’nün ismine de
94 İsmail Habib, Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, Matbaa-i Amire, İstanbul 1340, s. 686. 95 Kandemir, a.g.m., s. 19. 96 F. A. Tansel, “Doğumunun 78. Yıldönümü Münasebetiyle Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün İlk Yazısı, Basın Hayatının Başlangıcına Dair Bilgimizi Düzelten ve Tamamlayan Yeni Notlar”, Belleten, c. XXXIII, sayı 129, Ocak 1969, s. 43-52. 97 “Fecr-i Âtî Encümen-i Edebîsi Beyannamesi”, Servet-i Fünûn [SF], c. XXXVIII, aded 977, 11 Şubat 1325/14 Safer 1328, s. 227.
29
rastlamaktayız.98 Servet-i Fünûn’da yayınladığı pek çok şiirinin yanı sıra Fecr-i Âtî
topluluğunun açıkladığı amaçlar doğrultusunda bir çok batılı şair ve yazar hakkında
makaleler de neşreden Köprülü, bu doğrultuda Roberto Ardigo, Tolstoy, Jacobsen,
Tocqueville, Henry Becq, Emile Faguet, Arne Garborg, Henry de Regnier, Paul
Verlaine gibi batılı yazarlarla alakalı müstakil makaleler yayınladı.99 Bu yazıların biri
münasebetiyle Mehmet Akif Ersoy’un tenkitlerini de üzerine çekmiştir.100 Akif Sırat-ı
Müstakîm’de çıkan yazısında, Köprülü’nün Tolstoy’un ölümü sebebiyle kaleme aldığı
metin101 dolayısıyla kendisinden sadece ‘Köprülüzade’ diye bahsettiği genç Mehmet
Fuad’a bazı tenkitler yöneltir. Hatta bu tenkitler öyle bir hal alır ki genç Köprülü’yü
intihal yapmakla ithama kadar varır. Makalenin başlangıcında yer alan ifadeleri pek
karışık ve kalabalık bulan Akif, Köprülü’nün bu genel nitelikli sözlerini hangi araştırma
sonucu ortaya koyduğunu merak etmektedir. Kaldı ki az aşağıda bu ifadelerin kendisine
ait olmadığı yollu imalarda bulunacaktır.102 Tolstoy’un eserinin Köprülü’nün
98 Bu beyannamenin altında imzası bulunan azalar: Ahmed Samim, Ahmed Haşim, Emin Bülend [Serdaroğlu], Emin Lami, Tahsin Nahid, Celal Sahir [Erozan] (reis), Cemil Süleyman [Alyanakoğlu], Hamdullah Suphi [Tanrıöver], Refik Halid [Karay], Şehabeddin Süleyman, Abdülhak Hayri, İzzet Melih [Devrim], Ali Canip [Yöntem], Ali Süha [Delilbaşı], Faik Ali [Ozansoy], Fazıl Ahmed [Aykaç], Mehmed Behçet [Yazar], Mehmed Rüşdü, Köprülüzade Mehmed Fuad, Müfid Ratıb, Yakup Kadri [Karaosmanoğlu]. 99 “Tetkikât-ı Felsefiye: Roberto Ardigo”, SF, 14, 21, 28 Kanunisani 1325/16, 22, 29 Muharrem 1328, c. XXXVIII, aded 973/974/975, s. 164-5/179-81, 185-6/195-8; “Musahabe-i Edebiye: Hayat-ı Fikriye Jacobsen”, SF, 2 Kanunievvel 1326/12 Zilhicce 1328, c. XL, aded 1019, s. 99-101; “Musahabe-i Edebiye: Henry Becq (Paris Kadını Münasebetiyle)”, SF, 23 Kanunievvel 1326/4 Muharrem 1329, c. XL, aded 1022, s. 171-3; “Musahabe-i Edebiye: Liberalizm Muharriri Emile Faguet” SF, 5 Kanunisani 1326/17 Muharrem 1329, c. XL, aded 1024, s. 219-23; “Musahabe-i Edebiye: Hayat-ı Fikriye Arn Garborg”, SF, 3 Şubat 1326/17 Safer 1329, c. XL, aded 1028, s. 315-8; “Musahabe-i Edebiye: Henry de Reigner”, SF, 24 Şubat 1326/9 Rebiülevvel 1329, c. XL, aded 1031/1032, s. 387-9/411-4; “Tahassüsât-ı Sanat: Paul Verlaine”, SF, 26 Mayıs 1327/11 Cemaziyelahir 1329, c. XLI, aded 1044, s. 83-4; “Hayat-ı Fikriye: Tocqueville”, Donanma, Mayıs 1327/Rebiülahir 1329, sene 2, no. 15, s. 1358-62. 100 Mehmed Akif Ersoy, “Hasbihal 2”, Sırat-ı Müstakîm, c. V, aded 120, 9 Kanunievvel 1326/20 Zilhicce 1328, s. 264-266. [Bu makaleden bizi haberdar eden Ahmet Michelangelo Guida Beyefendi’ye müteşekkirim] Bu makale yeni harflerle şu eser içinde de yer almıştır. Açıklamalı Mehmed Akif Külliyatı, haz: İsmail Hakkı Şengüler, İstanbul, c. V, s. 115-122. 101 “Musahabe-i Edebiye: Tolstoy ”, SF, 18 Teşrinisani 1326/29 Zilkade 1328, c. XL, aded 1017, s. 51-58. 102 “…Mukaddimedeki pek kalabalık, pek karışık laflardan açık hiçbir mana çıkaramadım. Lâkin asıl ehemmiyetli cihet, benim mana çıkarıp çıkaramamaklığımda değil; Köprülüzâde Bey’in bu umûmî ve mübhem sözleri nasıl bir tedkikât ve tetebbuât neticesi olarak yazdığını anlatmaktır. Mesela Köprülüzâde Bey’e sorulsa ki: ‘Makalenizin aksâm-ı sâiresinden sarf-ı nazar yalnız şu mukaddimedeki hükümleri verebilmek için Tolstoy’un kaç eserini okudunuz? -acaba ne cevap verirler?- Yoksa birkaç Fransız münekkidinin efkârını mı, sahiplerini söylemeksizin tercüme ve tekrar ediyorlar?...” Ersoy, a.g.m., s. 265. Köprülü’nün, makalenin başlangıç kısmında yer verdiği ve Akif’in tenkitlerini de üzerine çeken satırları şunlardan ibarettir: “Hayatın ebedî fırtınalarına mukavemet edemiyerek, emvâc-ı hadisât önünde nâtüvân ve hasarzede, birer mersâ-yı sükûn ve tesellî arayan acizler, hastalar gibi, Tolstoy da uzun bir devre-i
30
makalesinde Fransızca adıyla zikredilmiş olması da diğer bir tenkit mevzusunu
oluşturur.103 Köprülü, makalesinin birçok yerinde Tolstoy’un fikri dünyasına ilişkin
muhtelif tesbitlerde bulunmaktadır ki Akif bu tesbitlerin kendisine ait olup olmadığı
konusunda mütereddit bir tavır takınır. Nietzsche’ye, Raskin’e dayandırılan fikirler
biraz da istihza kokan ifadelerle yerilir.104 Akif, Köprülü’nün bu tavrını küçüklüğündeki
mektep arkadaşlarından birine benzetir ve makale sahibini bu nevi yazıları yazarken
daha itinalı davranmaya davet eder.105
1912 yılı Fuat Köprülü’nün ilmi hayatında, etkileri bakımından gözden
kaçırılmaması gereken bir yıl oldu. İmparatorluğun Tanzimat’tan bu yana uygulaya
tereddüd ve bedbînîden, mana-yı hayatı anlayamamaktan mütevellid ızdırablarla dolu bir devre-i elîm-i mezâhimden sonra nihayet bir mersâ-yı sükûn ve tesellî bulabildi. Tolstoy daha Anna Karanin’i yazarken, kalbinde yeni bir takım hislerin tevellüdünü duymuştu: ‘Bir sıhhat-ı tâmme-i zihniyeye malik olmadığımı, ve bunun uzun müddet devam edemiyeceğini hissettim.’ dediği bu esnada asla aldanmıyordu; bunlar müfekkiresinde uyanan emvac-ı bedbînînin ilk mübeşşirleriydi. O zamana kadar hayatın safahât-ı mütehavvilesine, şa‘şa‘a-i zahiriyesine merkûz olan nazarları, artık gayr-i ihtiyarî olarak vicdanına irtikâz etmeye başlayınca, orada mana-yı hayatı anlamak endişesiyle çırpınan yeni bir hissin tevellüdünü görmüştü. Bu, Tolstoy’un hayat-ı fikriyesinde yeni bir merhale-i tekâmül demekti; artık buhran-ı manevî başlıyordu.” Köprülü, a.g.m., s. 51. 103 “…Lakin burada Rus muharririnin Rusça yazdığı bir eserin Fransızca ismini yazmakta ne mana? Rusça bilmiyorum, Fransızca tercümesinden okudum, demek mi? Fakat Beyefendi, sormak ayıp olmasın ama, itirafâtın Fransızcasını okudunuz mu? Okudunuzsa ve Fransızca okuduklarınızın manasını anlıyorsanız, lütfen şu satırlarınızın manasını izah buyurur musunuz?..” a.g.m., s. 265. 104 “…Biraz daha ilerleyelim, Tolstoy’un asabı, ruhu keskin bir neşterle teşrih olunarak, efkâr-ı ahlâkiye ve diniyesi, zamanımızın diğer büyük zekalarının efkârıyla bi’l-mukayese tenkid olunuyor: Tolstoy’un düçâr-ı ihtilal olan muvazene-i asabiyesi, kesb-i sükûnet ve tevazun etmek için kuvvet, yalan, riya, fenalık gibi şeyler üzerine müesses olmayan ve doğrudan doğruya vahdetten, iyilikten, aşktan, gaye-i hayalîden nübe‘ân eden bir dine muhtaçtı. İtikadâtın umumiyetle gülünç olduğuna kani olmakla beraber (?) bir dinin adem-i mevcudiyeti halinde mana-yı hayatın nâkābil-i hâl bir muamma hâline geleceğine iddia ediyordu. Nietzsche’nin ‘din-i kuvveti’ne, Raskin’in ‘din-i hüsn’üne karşı Tolstoy’un vaz etmek istediği bu din, adeta bir din-i tabiî, bir din-i rahm u şefkat idi. -Pardon Beyefendi, bu mukayese ve netayici de Tolstoy, Nietzsche ve Raskin’i okuyarak, bizzat mı istihrac buyurdunuz? Değilse menbaınızı göstermek zahmetinden niçin çekindiniz?” Ersoy, a.g.m., s. 265. 105 “…Daha küçük iken rüsdiyede bir arkadaşım vardı. Yazısı benden pek de iyi değildi. Bununla beraber, odasında altına imzası atılmış bir sürü levha asılı durur idi. Günün birinde merak ettim ve arkadaşıma sordum: ‘Ayol, sen bunları nasıl yazabiliyorsun?’ –Ben yazmıyorum be! Sahaflarda, şurada, burada satın alıyorum, sonra altına imzamı atıyorum, işte o kadar… Şehabeddin Süleyman Bey’in ‘Tolstoy-Şahsı’ makalesini okuduğum zaman rüşdiyedeki arkadaşımın şu sözleri hatırıma geldi. Sakın yanlış anlaşılmasın: Arkadaşıma benzeyen Şehabeddin Süleyman Beyefendi değil, ondan evvelki makalenin sahibi.” [Köprülü kastediliyor] (…) “…Köprülüzade Bey’in makalesinde, ihtimal, pek faideli şeyler de vardır. Fakat ben burada makalenin muhteviyatını tetkik etmek istemiyorum. Benim yalnız iki maksatcığım var: Birisi, makalenin kısm-ı a‘zamı, menba gösterilmeden ve belki de iyice anlayamadan edilen tercüme ve iktibaslardan ibaret olduğunu isbat; diğeri de muharrir beyefendiden kısaca bir istizah: -efendim, epey iktidarınız var, çok da çalışıyorsunuz, bununla beraber niçin usûl-i intihâle müracaatla su-i misal olmaktan çekinmiyorsunuz? Yoksa, memleketimizde sahte gösterişleri, hamiyetsizlikleri kâfi değil mi sanıyorsunuz?..” Ersoy, a.g.m., s. 266.
31
geldiği ittihad (İttihad-ı Osmanî/İttihad-ı İslam) politikaları istenilen etki ve neticeyi
vermediğinden yüzyılın başında Kazanlı bir entelektüelin ittihad politikaları ile alakalı
olarak “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesiyle açıkça dile getirdiği “Türklük” fikri bir süredir
canlı bir biçimde Osmanlı münevverleri arasında tartışılmaktaydı. Selanik’te ortaya
çıkan Genç Kalemler Mecmuası106 ve bu mecmua etrafında kümelenen bir grup
düşünür107 tarafından dil mevzuu üzerine 11 Nisan 1911’de bir tartışma başlatıldı.
Tartışmanın bir tarafında Türkçülük ideolojisinin yayın organı sayabileceğimiz Genç
Kalemler yazı kadrosu diğer tarafta özellikle Köprülüzade Mehmet Fuat ve Yakup
Kadri Karaosmanoğlu bulunur. “Yeni Lisan” başlığıyla yayınlanan ilk makale ile Ömer
Seyfeddin, Türkçe’nin sadeleştirilmesi yanında millî bir edebiyatın oluşabilmesi için
millî bir dil politikasının hayata geçirilmesi gerektiği fikrini ileri sürdü. Bu fikre en
şiddetli tepkiyi Fuat Köprülü vermiştir. Genel olarak Köprülü, dilin içtimaî bir vakıa
olduğu ve dolayısıyla tabii gelişimine müdahalenin zararlı neticelere sebebiyet vereceği
tezini taşıyordu. Ne var ki bir müddet sonra bu mahfile karşı takındığı muhalif tavrı terk
ederek Türkçü cephede “millî edebiyat” akımını destekleyecektir. Yukarıda sözünü
ettiğimiz ‘1912’ yılı bu bakımdan bize önemli ipuçları verir. Zira genç Köprülü’nün
Türk milliyetçiliği fikrinin öncüsü Ziya Gökalp ile tanışması bu yıla rastlar. Ziya
Gökalp ve çevresi ile vaki temasları kendisini yavaş yavaş Tükçü ideoloji saflarına
doğru çekecektir. O yıllarda zamanın önemli aydınları her Cuma günü Gökalp’in
Büyükada’daki evinde toplanıp memleket meseleleri hakkında mütalaa ve
münakaşalarda bulunurlardı. Bu toplantılara katılanların arasına Köprülü de dahil
olacaktır.108 Bu temaslardan sonradır ki düşünce dünyasında, savunduğu fikirlerin
106 Mecmuanın ilk ismi Hüsün ve Şiir adını taşır ve Manastır’da kurulmuştur. Ancak bir süre sonra adı fazla romantik bulunarak Akil Koyuncu’nun teklifi üzre ismi Genç Kalemler’e tahvil edilmiştir. 4. sayıdan itibaren Selanik’e taşınan mecmua Selanik Hukuk Mektebi talebeleri ve aynı zamanda İttihat ve Terakki Fırkası merkez üyesi Doktor Nazım’ın yeğenleri H. Hüsnü ve İsmail Subhi tarafından çıkarılmıştır. Bu gençlere Ömer Seyfeddin, Ali Canip [Yöntem], Akil Koyuncu ve Aka Gündüz destek vermekteydiler. Hüseyin Çelik, “Genç Kalemler”, DİA, c. XIV, s. 21. 107 Mecmuanın sürekli yazı kadrosu içinde şu isimler yer alır: Ömer Seyfeddin, Ali Canip, Ziya Gökalp, Kâzım Nâmi, M. Nermi, Rasim Haşmet, Aka Gündüz, Nesimî Sarım, H. Hüsnü, Muvaffak Galip, Akil Koyuncu, Subhi Edhem. Nesimî Sarım Mecmuanın baş yazarlığı yanında ayrıca İttihat Terakkî’nin merkez-i umûmî kâtibliği görevini de sürdürmüştür. 108 Toplantılara katılanlar: Ahmed Ağaoğlu, Hamdullah Suphi [Tanrıöver], Celal Sahir [Erozan], Köprülüzade Mehmed Fuad, Necmeddin Sadık, Halim Sabit, Yahya Kemal [Beyatlı]. Mehmet Altay Köymen, “Prof. Mehmet Fuad Köprülü 3-Fikir Hayatı”, Milli Kültür, c. II, sayı 13, Haziran 1981, s. 16.
32
istikâmetinde ve bilhassa günlük/aktüel meselelere ilişkin konularda önemli
değişiklikler husule geldi.
Bu değişikliğin ilk belirtilerini 1913 yılı başlarında Türk Yurdu dergisinde
yazdığı “Ümit ve Azim” başlıklı makale ve “Türk’ün Duası” adlı şiirinde görmekteyiz.
“Ümit ve Azim” adlı makalesi Türk gençlerine, Balkan Harbi esnasında düçar olunan
felaketler karşısında içinde bulundukları ümitsizlik atmosferini ters yüz ederek boyun
bükmeden dik durmayı; sarsılmaz bir imanla ümidi, azmi, metaneti tavsiye ve telkin
etmektedir.109 Dini bir bakış açısına sahip olanları (dini kendilerine mihver-i tefekkür
ittihaz edenler) Fatalizm/kadere itikat mesleğine tutunmakla, olaylara maddî açıdan
yaklaşan kimi insanları da (ulûm-ı maddîye üzerine binâ-yı muhâkemât eyleyenler)
determinist ve evrimci olmakla suçlamaktadır. Ona göre bu iki düşünce biçimi de
gençleri atalete, meskenete, nevmidîye sürüklemektedir.110 Bundan kurtuluş reçetesi
olarak Müslümanları ölünceye kadar çalışmaya eski bir Türk kağanının taştan sütun
üzerine hak edilmiş şu sözleriyle davet etmektedir. “Türk milleti için gece uyumadım,
gündüz rahat etmedim, ölünceye kadar çalıştım!...”
Türkçü duyguların belirgin bir biçimde dile geldiği “Türk’ün Duası”111 isimli
manzum şiiri yine Balkan Savaşı sürerken kaleme alınmıştır. Fecr-i Âti edebi üslûbuyla
yazılan eserde Gökten Nida, Terennüm, İhtiyar Türk başlıklı bölümler birbiriyle
karşılıklı konuşurcasına dizelere dökülmüştür. Eserde Türk’ün tanrısına, Altaylara,
Oğuz ceddine, Altınorduya, arz-ı mukaddes Turan’a hitap eden Türkçü motiflerin şiir
boyunca bol bol kullanıldığı ve hitap tarzının zaman zaman ıstırap dolu seslenişlere,
haykırışlara dönüştüğü görülür.112
109 “Ümid ve Azim”, Türk Yurdu, yıl 2, nr. 8, 24 Kanunisani 1328, s. 240-247. 110 Köprülü bu makalede atalet ve tevekkül fikrinin batı kaynaklı Tekamül nazariyesiyle dünyanın her tarafında bütün dimağlara yerleştiği fikrini ileri sürer. Darwin-Spencer-Marx çizgisinde doğup gelişen bu nazariye ile kainatta her şeyin muayyen ve mukarrer bir tabi seyir içinde bulunduğu ve ona müdahalenin imkansız olduğu fikri gelişti. Dolayısıyla bu fikri kabul edenlerin ‘kadere itikat’ mesleğinden nasıl uzaklaşabileceklerini ve buna inanan birinin nasıl olur da Anadolu Türklerinin bundan sonra büyük bir imparatorluk teşkil edeceği düşüncesini taşıyabileceğini sorgular. 111 “Türk’ün Duası”, Türk Yurdu, yıl 2, nr. 10, 21 Şubat 1328, s. 289-296; nr. 11, 8 Mart 1328, s. 324-330. 112 F. A. Tansel, “Ölümünün 4. Yıldönümü Münasebetiyle Fuat Köprülü’nün Türk Ocaklılar’a İzmir Seyahati ve Temsil Edilen Manzum Tiyatrosu: Türk’ün Duası”, Türk Kültürü, yıl 8, sayı 92, Haziran 1970, s. 12-27; Halil İnalcık, "Türkiye'de Osmanlı Araştırmaları-Türkiye'de Modern Tarihçiliğinin
33
1913 yılı Köprülü’nün hayatında önemli dönüm noktalarından birini daha teşkil
eder. Zira Rüşdiye muallimliğinden Darulfünûn muallimliğine tayini ile ilmi çalışma ve
faaliyetlerinin yönü de az çok bedahet kazanmaya başladı. Bu tarihe kadar daha çok şiir,
biyografi ve aktüel meselelere dair yazıları yayınlanan Köprülü’nün bu tarihten itibaren
ilmi neşir hayatında bir canlanma görülür.113 Halit Ziya Uşaklıgil’in istifasıyla münhal
bulunan Türk edebiyatı tarihi muallimliğine çok erken denecek bir yaşta, 23 yaşında
tayin oldu.114 Bu tarihten bir iki yıl sonra da görevine müderris olarak devam etmiştir.115
Bu tayinin gerçekleşmesinden az önce yazdığı “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl”116
başlıklı makalesi ilmi anlamda kaleme alınmış ilk eseri sayılabilir. ‘Tarih’ ve ‘Edebiyat
Tarihi’nin usûl bakımından nasıl ele alınabileceğinin ilk örneği olan bu makalede
mesele, pek çok batılı bilim adamının görüşleriyle etraflı bir biçimde tetkik edilmiştir.
Her ne kadar bu makalenin başlığında yer alan “Edebiyat Tarihi” ibaresi bu
sahada takip edilmesi gereken usûl prensiplerinin serdedildiği bir makale izlenimi verse
de içeriği, durumun hiç de öyle olmadığını ortaya koymaktadır. Makalenin yayınlandığı
1913 tarihinden itibaren hayatının sonuna değin kaleme alacağı makale ve telif eserlerde
problem edindiği meseleleri nasıl bir usûl ile ele alacağını, pek çok ilmi/tarihi konuyu
da tartışarak müstakil bir başlık altında sadece bu yazısında detaylı bir biçimde
Kurucuları", XIII. Tarih Kongresi, Ankara 4-8 Ekim 1999 Kongreye Sunulan Bildiriler, c. I, TTK, 2002, s. 102-103. 113 Mehmet Altay Köymen Köprülü’nün ilmi hayatının Darulfünûn’a müderris olarak tayin edilmesiyle başladığını belirtir. “Prof. Mehmet Fuad Köprülü 2”, Milli Kültür, c. II, sayı 12, Mayıs 1981, s. 13. 114 Elimizdeki bir belgede geçen ifade, Köprülü’nün Darulfünûn’a tayini konusunda bize ışık tutar. Maarif-i Umumiye Nezareti’nden Darulfünûn Müdür-i Umûmîlik’in tezkiresine gönderilen cevapta Fuat Köprülü’nün görevi “Edebiyat-ı Türkiye Muallimi” olarak geçmektedir ki bu ifadeden hareketle onun başlangıçta Darulfünûn’a “müderris” değil, “muallim” sıfatıyla tayin olduğunu düşündürmektedir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Maarif Nezareti Evrakı, Tedrisât-ı Âliyye İdaresi [BOA, MF. ALY], 68/77, 23 Ağustos 1330. [Bizi bu belgelerden haberdar eden Ali Adem Yörük Beyefendi’ye teşekkür ederim]; Akün, Köprülü’ye 20 Kasım 1913 tarihinde darulfünûn muallimliği payesi verildiğini belirtiyor. Ömer Faruk Akün, “Mehmed Fuad Köprülü”, DİA, XXVIII, s. 474. 115 Osman Ergin bu müessesede talim ve tedris ile uğraşanlara önceleri “muallim” ve “muallim muavini” dendiğini; 1335/1919’dan sonra bunların”müderris” ve “müderris muavini” adını aldığını; 33 reformu ile birlikte de “profesör” ve “doçent” tabirlerinin kullanıldıklarını belirtmektedir. Ergin a.g.e., c. III-IV, s. 1256. Ancak eldeki mevcut belgeler Ergin’in belirttiği tarihten evvel “müderris” tabirinin kullanıldığını göstermektedir. Tayinden bir müddet sonra Köprülü’nün görevi müderrisliğe dönüşmüştür zira elimizdeki, biri 1332 diğeri 1334 tarihli, iki belgeye göre Köprülüzade Mehmet Fuat’ın sıfatı “müderris” olarak zikredilmektedir. BOA, MF. ALY., 99/23, 13 Teşrinisani 1332 ve 116/34, 20 Mayıs 1334; ayrıca bk. Horst Widmann, Atatürk ve Üniversite Reformu, çev: Aykut Kazancıgil-Serpil Bozkurt, Kabalcı, İstanbul 2000, s. 161. 116 “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl”, Bilgi Mecmuası, yıl 1, nr. 1, Teşrinisani 1329/1913, s. 1-52.
34
belirtmiştir. Diğer bir deyişle bu tarihten sonra yazacağı bütün ilmî eserlerin “tarih”
nokta-i nazarından nasıl tetkik edilmesi gerektiğini yani “tarih ilmi”nin usûl açısından
genel prensiplerini Usûl makalesinde ortaya koyduğunu görürüz. Dolayısıyla bu
makalenin bir edebiyat tarihi metodolojisinden ziyade genel tarih çalışmaları için bir
kılavuz/rehber/usûl bilgisi şeklinde mütalaa edilmesi daha doğru olacaktır.
Köprülü Darulfünûn müderrisliğine, biraz da Gökalp’in yardımı sayesinde, tayin
edilmesi ile birlikte takip etmek istediği yolu da bulmuş oldu. Artık bu tarihten itibaren
karşımıza ilim adamı hüviyetiyle çıkacaktır. Akademik/ilmi hayatının henüz başlarında
kendisine uluslar arası şöhret kazandıracak olan eserini kaleme almadan önce çeşitli
dergi ve mecmualarda muhtelif konulara ilişkin makalelerini yayınlamayı sürdürür. Bu
babdan olmak üzere Yunus Emre117 ve Hoca Ahmed Yesevî118 hakkında yazdığı
tetkikler, Türk edebiyatının menşei119 ve aşık edebiyatı120 üzerine yaptığı incelemeler
hususiyle önem kesbeder. Özellikle Yunus Emre ve Ahmed Yesevî üzerine yazdığı
monografiler, bir bakıma, daha sonra ortaya çıkacak olan “İlk Mutasavvıflar”121 eserinin
müsveddeleri şeklinde de görülebilir.
1910 ile 1913 yılları arasında çeşitli okullarda öğretmenlik görevini ifa etti.
Mercan ve Kabataş lisesinde vekaleten edebiyat, İstanbul Lisesinde Türkçe ve edebiyat,
Galatasaray Lisesinde de edebiyat hocası olarak görev yapmıştır.122 1912 tarihinde
maarif vekili Emrullah Efendi, idadî ve sultanîler için yeni bir müfredat programı
hazırlamak maksadıyla oluşturulan komisyonda kendisine de yer verdi. Aldığı bu
görevle nazım şekilleri, milli vezin, milli nazım şekilleri ve dünya edebiyatı edebî
nevileri gibi konuların yanı sıra liselerde ilk kez edebiyat tarihi programı kendisinin 117 “Tercüme-i Hâl: Yunus Emre”, Türk Yurdu, yıl 2, c. IV, nr. 19, 27 Haziran 1329, s. 612-621; “Türk Edebiyatı Tarihi: Yunus Emre Asârı”, Türk Yurdu, yıl 3, nr. 3, 17 Teşrinievvel 1329, s. 922-930. 118 “Türk Edebiyatı Tarihi [1]: Hoca Ahmed Yesevî Çağatay ve Osmanlı Edebiyatları Üzerindeki Tesiri”, Bilgi Mecmuası, nr. 6, Nisan 1330, s. 611-645. 119 “Türk Edebiyatı’nın Menşei”, Milli Tetebbular Mecmuası, c. II, nr. 4, Eylül-T.evvel 1331, s. 5-78. 120 “Türk Edebiyatı’nda ‘Aşık Tarzı’nın Menşe ve Tekamülü Hakkında Bir Tecrübe”, Milli Tetebbular Mecmuası, c. I, nr. 1, Mart-Nisan 1331, s. 5-46. 121 Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Matbaa-i Amire, İstanbul 1919. Bu eser daha sonra kendi sadeleştirmesi ve yeni harflerle tekrar basılmıştır. Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1966. 122 F. A. Tansel, “Memleketimizin Acı Kaybı Prof. Dr. Fuat Köprülü”, Belleten, c. XXX, sayı 117, Ocak 1966, s. 622.
35
yaptığı teklif ile resmi müfredata dahil edilmiştir.123 Ayrıca Fuat Köprülü bu yıllarda
İdadiler için Kıraat-ı Edebiye, Malumat-ı Edebiye; ilk mektepler için de Milli Kıraat,
Türk Dilinin Sarf ve Nahvi, Yeni Osmanlı Tarihi, Milli Alfabe, Mektep Şiirleri, Milli
Tarih gibi ders kitapları hazırlamıştır.
Kendisine dünya ilim çevrelerinde ün kazandıran önemli eseri Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabını 1919 yılında neşretti. Kitabın Türk edebiyatı
tarihi, din tarihi ve Türk kültür tarihinde bir devir açtığı kabul edilir.124 Aynı zamanda
Türkiye’de metodik din ve tasavvuf tarihi araştırmaları İlk Mutasavvıflar’ın
yayınlanması sonrasında vuku bulmuş ve Köprülü’nün Darulfünûn’da verdiği Türk
Tarih-i Dinisi derslerinin yanı sıra konuya ilişkin neşrettiği muhtelif makaleleriyle
devam etmiştir.125 Eser yayınlandıktan sonra batılı Türkologlar nezdinde büyük ilgi ve
alaka görerek önemiyle alakalı Avrupa ilim mahfillerinde çeşitli tenkit yazıları
neşredildi.126 Bu meyanda özellikle Clement Huart’ın eserin önemi konusunda altını
çizdiği husus, Köprülü’nün ortaya koyduğu “İlk Mutasavvıflar” eseriyle aslında ne
yaptığını ya da yapmak istediğini göstermesi açısından oldukça manidardır.127 Üstelik
meseleye onun dışında bu perspektiften bakan da pek olmamıştır; zira o, Köprülü’nün
vücuda getirdiği eserle aslında, ilmî bakımdan yeniden bir devlet inşası girişimine
123 M. F. Köprülü, “İlmi Hareketler: Orta Tedrisatta Edebiyat Programı Meselesi”, Hayat Mecmuası, c. II, sayı 37, 11 Ağustos 1927, s. 202; Tansel, a.g.m., s. 623. 124 Halil İnalcık, “Türk İlmi ve M. Fuad Köprülü”, Türk Kültürü, yıl 6, sayı 65, Mart 1968, s. 291. 125 Ahmet Yaşar Ocak, "Fuad Köprülü, Sosyal Tarih Perspektifi ve Günümüz Türkiye'sinde Din ve Tasavvuf Tarihi Araştırmalarında 'Tarihin Saptırılması' Problemi", Türkiyat Araştırmalar Dergisi, sayı 3, Konya 1997, s. 223. 126 Clément Huart, Journal des Savants, nr. 1-2, Ocak-Şubat, 1922, s. 5-18; Jorunal Asiatique, Ocak-Mart, 1923. trc. Ragıp Hulusi, “Tenkit ve Tahlil: Garpta Şark Eserleri”, Türkiyat Mecmuası, c. I, Ağustos 1925, s. 267-281; Clément Huart, Revue du Monde Musulman, c. XXXVIII, Mart 1920, s. 242-; J. H. Mordtmann, Orientalistische Literaturzeitung, nr. 3, 1923. trc. Mübarek Galib, Türkiyat Mecmuası, c. I, Ağustos 1925, s. 281-287; Nemeth Gyula, Körösi Csoma-Archivum, nr. 4, 1924. trc. Köprülüzâde Ahmed Cemal, Türkiyat Mecmuası, c. I, Ağustos 1925, s. 288-89. 127 “İstanbul’da bir tarih encümeninin tesisi ve Darulfünûn’da Türk edebiyatı tarihi kürsüsünün, vatanperver hissiyatıyla maruf muharririnden Köprülüzade Mehmed Fuad Bey’e tevdii, İstanbul hükümetini o kadar elim maceralara sürükleyen “Turancılık” hareketi, bizzat Türklerin nazarlarını kendi tarihlerine atfetmelerine hizmet eylemiştir. Bunun üzerine yeni vesikalar taharrisine girişilmiş, hususi koleksiyonlarla cami kütüphaneleri araştırılmaya başlanmıştır; artık resmi vakanüvislerin eski Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatı hakkında ancak soluk bir hülasa verdiklerine kanaat hasıl edilmiş, ve tam zeval bulacağı bir sırada, bu kuvvetli devletin menşeleri meselesi ta‘mik edilmek istenmiştir. Mevzu-ı bahs cilt bu nevi fikir hareketlerinin mahsulüdür.” Clément Huart, a.g.m., s. 280. [vurgular bize ait]
36
kalkıştığını düşünmektedir.128 Köprülü’nün bu tarihten itibaren Avrupa ilim alemi ile
sıkı bir ilişkiye girerek Avrupa’nın muhtelif ilim mecmualarında bilimsel makaleleri
yayınlanmaya başlayacaktır.
Türk edebiyatı tarihi ilim şubesinin olduğu kadar Türk din tarihi ilim şubesinin
de Türkiye’de kurucusu kabul edilen Köprülü, İlk Mutasavvıflar eserinden sonra bu
sahada ilmi makalelerini neşretmeyi sürdürdü. Anadolu’nun mistik tarihi üzerine
kaleme aldığı Anadolu’da İslamiyet129 isimli inceleme kendisinden sonra bu konuda
araştırma yapmak isteyen yerli ve yabancı araştırmacılara yol gösterici olmuştur. Eser
İslam’ın Anadolu’daki inkişafı, bir başka deyişle Türkleşmesi, Anadolu coğrafyasında
teşekkül eden toplumun etnik menşei, bu bölgede bulunan tarikatların siyasi ve sosyal
etkileri vb. konuları büyük bir vukufiyetle incelemektedir. Köprülü eseri, esas itibariyle
Darulfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmua’sında Babinger’in bu hususta yazdığı bir
makaleye cevap olmak üzere kaleme almıştır.130 İnceleme çok geçmeden Avrupa ilim
çevrelerinin hemen dikkatini çekti ve bu defa Mitteilungen zur Osmanischen Geschichte
adlı dergide Almanca’ya çevrildi.131 Bu zümreden olmak kaydıyla Köprülü daha sonraki
yıllarda inceleme ve araştırmalarını sürdürerek Türk din tarihine ilişkin çeşitli makaleler
yayınlamayı sürdürmüştür. Bu bapda Bektaşiliğin Menşeleri132, Mısır’da Bektaşîlik,133
Türk Moğol Şamanizminin İslam Tarikatları Üzerindeki Tesiri134 isimli makaleleri
sayılabilir.
1920-21’de birer fasikül ve 1926’da büyük bir cilt halinde neşrettiği Türk
Edebiyatı Tarihi kitabı Türk edebiyatının geçmişiyle alakalı değerli bilgiler vermesi
128 İsmail Kara, “Bir Kahraman Kitabın Peşinde”, Sizin Kahramanınız Kim?, Editör: Mustafa Alp Dağıstanlı, İstanbul 2007, s. 207. 129 Anadolu'da İslamiyet Türk İstilasından Sonra Anadolu Tarih-i Dinisine Bir Nazar ve Bu Tarihin Menbaları, Darulfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası [DEFM], sene 2, sayı 4, 5, 6, 1338, s. 281-311; 385-420; 457-486. 130 F. Babinger, “Anadolu’da İslamiyet”, DEFM, sayı 3, 1338, s. 188-221. 131 "Bemerkungen zur Religionsgeschichte Kleinasien", MOG, I/4, s. 203-222. 132 “Bektaşiliğin Menşeleri: Küçük Asya’da İslam Batınîliği’nin Tekamül-i Tarihîsi Hakkında Bir Tecrübe”, Türk Yurdu, c. II, nr. 8, Mayıs 1341, s. 121-140. Bu makale 1923 tarihinde Paris’te toplanan Milletlerarası Dinler Tarihi Kongresi’ne sunulan tebliğin Türkçesidir. Les origines du Bektachisme: Essai sur le développement historique de l’hédérodoxie musulmane en Asi Mineure, Paris 1926, s. 1-25. 133 “Mısır’da Bektaşîlik”, Türkiyat Mecmuası, c. VI, 1939, s. 13-40. 134 Influence du chamanisme turco-mongol sur les ordres mystiques musulmans, İstanbul 1929.
37
kadar Türk medeniyet/kültür tarihi açısından da bir o kadar önemi haiz bilgiler ihtiva
etmektedir. Eser İslam öncesi devirden Osmanlı dönemine gelinceye kadar Türklerin
edebi ve kültürel faaliyetlerini ilk kez bu genişlikte ve derinlikte ele alır. Kitap
Avrupa’da yankı bularak hakkında çeşitli dergilerde tanıtım yazıları yayınlanmıştır.135
Kendisine uluslar arası şöhret kazandıran Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar
kitabının intişarından sonra pek çok akademik ilim kuruluşunda ilmi payeler verildiğini
görmekteyiz. 1923’te Paris’te toplanan Dinler Tarihi Kongresi’ne katılarak tebliğ sundu.
1925 senesinde Rus Bilimler Akademisi’nin 200. yıl kutlamaları merasiminde
Türkiye’yi temsilen yer aldı. 1926’da Bakü’de toplanan Türkiyat, 1928 tarihinde
Oxford’ta tertip edilen Müsteşrikler, 1929 senesi Londra ve Krakov’da düzenlenen
Dinler Tarihi Kongrelerine katıldı. 1934 yılında şair Firdevsî’nin doğumunun 1000. yıl
dönümü dolayısıyla Tahran’da Türkiye’yi temsil etti. 1935’te Fransa’da Osmanlı
Devleti’nin Kuruluşu ile alakalı olarak bir konferans vermek üzere Paris’e davet edildi.
1938’te Zürih’te 8. Beynelmilel Tarihi İlimler Kongresi’ne katıldı. Köprülü katıldığı bu
toplantılarda ilim çevrelerine çeşitli konularda tebliğler sunma imkanı bulmuştur.
1927’de Heidelberg Üniversitesi, 1937’de de Atina Üniversitesi kendisine fahri doktora
payesi verdiler. 1929 tarihinde Çekoslavak Şark Cemiyeti ve Alman Arkeoloji
Enstitüsüne muhabir üye seçilmiştir. 1939’da Sorbonne Üniversitesi kendisine fahri
doktora payesi tevdi etti. Aynı yıl Macar İlimler Akademisi muhabir üyeliğine seçildi.
1947 yılında Amerika Şark Cemiyeti’nin şeref üyesi oldu. Ford vakfı ve Harvard
Üniversitesi ortak girişimiyle Türk tarihi ve edebiyatı hakkında araştırmalarda
bulunmak ve bu araştırmalar muvacehesinde konferanslar vermek üzere Amerika’ya
davet edilmiştir. Bu doğrultuda 13 Eylül 1958-2 Temmuz 1959 tarihleri arasında
Harvard ve Columbia Üniversitesi’ne bağlı Yakın ve Ortadoğu Dilleri Enstitüsü’nde
çeşitli konferanslar verdi. Burada bulunduğu dönemde Amerikan Tarih Cemiyeti
kendisini şeref üyeliği payesiyle onurlandırmıştır. 1964’te Londra School of Oriental
and African Studies kurumu tarafından haberleşme üyeliğine seçildi.
135 Kraelitz, MOG, II, 1923-1925, s. 167; J. H. Mordtmann, OLZ, nr. 5, Mayıs 1923, s. 226-227; Tercümeleri: TM, c. II, [1928], s. 449-451; 451-452
38
Köprülü I. Dünya Savaşı ve sonraki yıllarda askeri heyetlerde tercüman sıfatıyla
yer alan batılı Türkolog ve müsteşriklerle tanışma imkanı bulmuştur. Bunlar arasında
Friedrich Carl Giese, Johannes Heinrich Mordtmann, Jean Deny gibi Türkologların
isimlerini sayabiliriz.136
Köprülü Türk tarihini bir bütün halinde yeniden ortaya çıkarmak ve Türk
toplumunun zaman içinde ve mekan boyutunda ne gibi tahavvüllere uğradığını tespit
edebilmek amacıyla Tarih ilminin muhtelif sahalarında kalem oynatmak zorunluluğunu
duymuştur. Zira inşa etmek istediği Türk tarihinin sağlam temeller üzerinde
yükselebilmesi, yeterli miktarda kaynak ve vesikanın varlığını zorunlu kılıyordu.
Kaynakların kifayetsizliği, Köprülü’ye yaşadığı topraklarda vücut bulmuş olan
cemiyetin gerçek hüviyetini tetkik etmeye itmiştir. Türk Hukuk Tarihi üzerine yaptığı
çalışmaları böyle bir ilmi saikin tesiriyle hayat buldu. Bu amaçla Türk Hukuk ve İktisat
Tarihi adında bir mecmua bile çıkardı. “Bizans Müesseselerinin Osmanlı
Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar” isimli incelemesini bu dergide
yayınladı. Bu konudaki yanlış telakki ve anlayışları kökünden değiştirmeyi amaçlayan
araştırma, eski Türk-İslam devletleriyle Osmanlı Devleti arasındaki kurumsal düzeyde
var olan sürekliliğin varlığına işaret etmiştir. Avrupa ilim çevrelerinde büyük yankı
uyandıran bu tetkikin Roma ve Bizans ile olan irtibatı dolayısıyla İtalyancaya çevirisi de
yapılmıştır.137
Kendisiyle gerçekleştirilen bir mülakatta Köprülü çalışma şekliyle alakalı olarak
muhatabına, muhtelif mevzular üzerine uzun seneleri bulan notlar aldığını ve bunların
daha neşredilme zamanının gelmediğini belirtmektedir.138 Tetkik etmek istediği mevzu
hakkında uzun bir zaman dilimine yayılan hazırlık safhası, sabırla tutulan notlar,
konuyla alakalı o güne değin kaleme alınmış makale ve kitapların tenkiti ve bu tenkit
neticesinde ele aldığı meselede hususen Batı şarkiyatçılarının ulaştıkları yanlış sonuçları
bertaraf etme hususunda gösterdiği üstün kabiliyet Köprülü’nün çalışmalarında ilk göze
çarpan özellikleri teşkil eder. Araştırmalarını asla tek bir ilim şubesinin dar alanına
136 Ömer Faruk Akün, a.g.m., s. 476. 137 Alcune osservazioni intorno all’influenza bizantine sulle istituzioni ottomane, Istituto per l’Oriente, 1953, 174 p. 138 Kandemir, “Fuad Köprülü Yedigün’e Anlatıyor”, s. 20.
39
inhisar ettirmeyen ilim adamı, Türk kültür ve medeniyet tarihi içinde hangi konuyu
kendisine araştırma mevzusu seçmişse o konuya ilişkin, ele aldığı meselelerin uzak ve
yakın noktalarına da değinerek, çeşitli yardımcı disiplinlere müracaat hususunda çaba
ve gayretlerini sarfetmekten geri durmamıştır. Halil İnalcık bir makalesinde
Köprülü’nün araştırmalarını yaparken izlediği ilmi usûl için ‘garp ilim yazarlarının bu
eski an’anesini ilim edebiyatımıza evvela o getirmiştir’ demektedir.139 Bu sayededir ki
onun, Türkiye’de bir ‘ilim mektebi’ kurulmasına öncülük etmesi bakımından katkıları
büyük olmuştur.
Yabancı dilde kaleme alınan eserlerden faydalanma hususunda da etrafındaki
ilim adamlarını organize etmek suretiyle onlardan azami derecede istifade etmesini
bilmiştir. Özellikle Prof. Ragıp Hulusi’nin Macarca, Rusça ve İngilizcesinden, bir
Fransız gemisinde Pier Loti’nin yanında staj yapan bahriye zabiti Hüsnü Paşazade
Hakkı Bey’in Fransızca ve İngilizcesinden, Sorbon’da vereceği konferans metnini
yazma konusunda Fransızca öğretmeni akrabası Mahmut Ayas’ın Fransızcasından,
Diyanet İşleri Reisi Şerafettin Yaltkaya’nın yüksek bilgisi ve Arapçasından, Bayezıd
kütüphanesi hafız-ı kütübü İsmail Saib Sencer’in derin bilgisinden ve akrabası Cemal
Köprülü’ye yaptırdığı tercümelerden istifade ettiğini biliyoruz.140
Dilini bilmediği yabancı kitaplardan yararlanma şekli konusunda kendine has bir
tarz geliştirmiş olup kendi not alma sistemine uygun olarak bahsi geçen kitapların ya
ilgili yerlerinin veyahut bir bütün halinde tercümelerinin teminini sağlardı. Genel
itibariyle kendi sahasını ilgilendiren kitapların sahifelerine önce şöyle bir göz gezdirir
ardından köken bakımından Latince’den gelen diğer dillerle müşterek kelime ve
tabirlerin bulunduğu kısımlara, hususiyle isminin geçtiği yerler başta olmak üzere, işaret
koyar; önceden belirlediği bu mühim kısımları ağızdan tercüme ettirmek suretiyle de
kitabın değeri ve önemi hakkında bir fikir edinir ve gerekli görmesi halinde kitabın
tamamının Türkçeye kazandırılması hususunda gerekli ilgi ve alakayı esirgemezdi.
Fransız edebiyatı ile ilgilendiği dönemlerde de eline geçen kitapların baş, orta ve son
139 Halil İnalcık, “Türk İlmi…”, s. 290. 140 Cemal Köprülü, “Fuad Köprülü’nün İlmî Şahsiyeti, Türk Kültüründeki Rolü ve Bazı Hatıralar”, Türk Kültürü, yıl 7, Sayı 81, Temmuz 1969, s. 641; Orhan Şaik Gökyay, Kim Etti Sana Bu Kârı Teklif, İletişim, İstanbul 1997, s. 277.
40
kısımlarından bazı bölümler okuduktan sonra önemli gördüğü yerleri not eder, işaret
koyar ve kısa bir zaman zarfında kitabın muhteviyatı hakkında yeterli düzeyde bilgi
edindiğine kanaat getirerek kütüphanesindeki yerine yerleştirir ve böylece o kitaptan
sonraki çalışmalarında mümkün olduğunca kolay istifade imkanı temin etmiş olurdu.141
Çalışmalarına akseden diğer bir önemli husus ilgilendiği dönemle alakalı birinci
el kaynak ve materyalin yokluğu dolayısıyla çok çeşitli sahalara ilişkin kalem oynatmak
zorunda kalmış olmasıdır. Bu sahalar arasında edebiyat, dil, kültür, din, hukuk, iktisat
tarihi, halk edebiyatı, etnoloji, folklor, epigrafi, nümizmatik, sanat ve müesseseler tarihi
gibi insan ve cemiyet hayatının hemen her alanını ilgilendiren konu ve mevzular yer
almaktadır.142
Eğitimcilik bir başka deyişle hocalık hakkında hem kendisinin belirttiği hem de
talebelerinin söyledikleri, Türkiye’de ‘ilim mektebi’ kurucusu sıfatını haiz bir ilim
adamı hüviyetini temayüz ettirmesi açısından hayli calib-i dikkat vasıfları işaret eder. O
bahsi geçen mülakatında eski ezbercilik yöntemine karşı çıkarak ilk mektep, orta ve
yüksek tahsilde böylesi bir zihniyetin varlığından şikâyet etmektedir. Mektebe gelen
çocuğun sahip olduğu zihni bir gramofon plağına benzetmenin yanlışlığına dikkati
çeken Köprülü, bu eski zihniyetin artık iflas ettiğini; çocuğa okuma zevkini veremeyen
birinin ‘hoca’ sıfatına mazhar olamayacağını katî bir dille ifade eder. Zira kafayı
malumat yığınıyla dolduran eski tedris tarzına itibar etmediği gibi talebelerine ilmi bir
mevzunun ele alınış biçimini, bununla alakalı kaynakların tesbit ve tenkit usûllerini
göstererek talebenin zihninde tenkit fikrinin gelişimine yol açması ve böylece ilmi bir
zihnin inşası yolunda kat edilmesi gereken uzun mesafeyi en asgari seviyeye indirmek
hususundaki gayreti bize, hocalık vasfının nasıl ve ne yönde tebellür ettiğini gösteren
önemli ipuçlarını göstermektedir.143
141 Cemal Köprülü, a.g.m., s. 642. 142 Osman Turan, “Mukaddime”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuat Köprülü Armağanı Mélanges Fuat Köprülü, İstanbul, 1953, s. XVIII; Ömer Faruk Akün, a.g.m., s. 479. 143 Kandemir’in kendisiyle yaptığı mülakatta liselerden zayıf, az hazırlıklı gelen talebenin üniversitede 3-4 yıl okuduktan sonra Avrupa talebelerine üstünlüklerinden söz eder. Ancak bunun temini için talebeyle çok meşgul olmak ve onlara çalışma zevkini aşılamak gerektiğini belirtir. Kandemir, “Fuad Köprülü Yedigün’e Anlatıyor”, s. 20.
41
Bir hoca olarak, eserlerinde kullandığı dil, ilmî bir klasik Türkçe şeklinde
vasıflandırılabilir. Köprülü’nün makale ve eserlerine dikkatli bir şekilde bakılacak
olursa lüzumsuz sayılabilecek ifade biçimlerinin hiç olmadığı görülecektir. Diğer
taraftan tanıtma yazılarında kullandığı üslup diğerlerine nisbetle biraz daha sert
karakterdedir. Bu türlü yazılarını “daha çok eski yanlış tezleri yıkmak, yerine yenilerini
koymak ya da bir meseleyi çözmek” amacıyla kaleme almıştır.144
Köprülü’nün hocalığı ile ilgili olarak söylenenler başlıca iki grupta toplanabilir.
Hadiseye talebelerinin penceresinden bakarsanız yardımsever, onların ilmi
gelişmelerine azami derecede kıymet veren bir hoca prototipiyle karşılaşırız; oysa
talebesi Fevziye A. Tansel ile vaki mektuplarını değerlendiren bir yazıda Orhan Okay
bu tarz bir yaklaşımı reddetmektedir.145 Orhan Şaik Gökyay, hocası Köprülü ile alakalı
hatıralarında ise kendisinden yabancı dil eğitimi bakımından nasıl istifade ettiğini büyük
bir sitayişle anlatır.146 Halil İnalcık da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde
kendisini Fuat Köprülü’nün keşfettiğini ve fakülteye asistan alınacağı sırada devreye
144 Gökyay, a.g.e., s. 279-280. 145 Orhan Okay, “İki Hoca, İki Öğrenci İki Mektup Dizisi”, haz: Sema Uğurcan, 20 Yılın Ardından Mehmet Kaplan, Dergah, İstanbul 2007, s. 88-98. Okay, Köprülü’nün iyi öğrencilerini kendi işleri için çalıştırdığı halde onların üniversiteye intisapları meselesinde gereken ilgi ve alakayı göstermediğini ifade etmektedir. Zikrettiği talebeler arasında Nihad Sami Banarlı, Orhan Şaik Gökyay, Nihal Atsız, Ziya Karamuk, Abdülbaki Gölpınarlı, Tahsin Banguoğlu ve Fevziye Abdullah Tansel yer alır; ona göre bu zevat içinden üniversiteye girenler olmuşsa da bunda Köprülü’nün dışında başka faktörlerin rol oynadığını düşünmektedir. 146 “…Köprülü’nün odasına -o zaman dekan- mülâkata gittik, biz dört arkadaş, oturduk, dekan odasında sıcaktan yapışıyoruz koltuklara; sıcak, sahiden sıcak; ne yapacağımıza bir çare olarak yapışıyoruz koltuklara, hangi yabancı dili biliyorsun diye sordu Köprülü. Kimimiz “Fransızca” dedi, kimimiz “İngilizce” dedi. Sıra bana gelince ben “bilmiyorum” desem belki de almazlar beni, tek kelime “Almanca” dedim. Neden öyle dedim, çünkü benim orta okul tahsilim ayrı ayrı orta okullarda geçti. Buraya gittim, yalnızca Fransızca var, İngilizceyi bıraktım orada. Şuraya gittim, yalnız İngilizce var, Fransızcayı bıraktım. Yani hiçbir şey yok bende. Almanca, İngilizce yok. Sen misin bunu diyen? Şimdi aradan aylar geçti, bir iki ay geçti yani, Köprülü bana o zaman İslâm hukukunda bir otorite olan, uluslar arası bir şöhret olan Schacht’ın bir makalesini verdi, fıkıh makalesi. Fakat fıkhın adını bilmiyorum ki. Neye derler, bilmiyorum neye derler. Schacht’ın Almanca makalesi, adını bilmiyorum. Ben o makaleyi Almanca bilen hocalarıma sorarak, lügatlere bakarak, tekrar tekrar kontrol ederek, çünkü Köprülü’ye vereceksin onu. “Senin Almancan bu mu?” der çıkar insana. O makaleyi çevirdim verdim. Beğendiğini nereden anladım? İki ay sonra Köprülü bana bir makale daha verdi, yine, Almanca. Ve hem bana bir aferin yerine geçti o. Dedi ki bana, “bunu filan tercüme etmiş, ama anlamamış dedi. Sen tercüme et”. Şimdi o tarihten bu tarihe ben, Allah gani gani rahmet eylesin kendi sahamda başvurmak zorunda kaldığım Almanca eserlerden rahatça faydalanıyordum. İşte bu, Köprülü’nün istismarı bu. Demek ki Köprülü’yü ben istismar etmişim aslında…” Gökyay, a.g.e., s. 281. Gökyay kendisini Köprülü’nün eserlerinden biri olarak görmektedir.
42
bizzat girerek kazanmasına yardımcı olduğunu belirtmektedir.147 Köprülü, resmi
anlamda doktora yaptırdığı dört talebesi148 dışında kendisini örnek alıp çalışmalarını o
doğrultuda ilerleten pek çok ilim adamına ilham kaynağı olmuştur. Bunlar meyanında
Osman Turan, Halil İnalcık, Ömer Lütfi Barkan, Pertev Naili Boratav, Abdülbaki
Gölpınarlı, Ali Nihat Tarlan, Fevziye Abdullah Tansel, Sabri Ülgener, Mehmet Altay
Köymen ilk akla gelenlerdir.149
Darulfünûn lağvedilip yeni bir üniversite kurulması aşamasında Almanya’dan
gelen bir grup profesörün başka ülkelere gitmemesi için gösterdiği gayret de zikre
değer. 1933’te Köprülü’nün Edebiyat Fakültesi dekanlığı esnasında bir dil alimi olan
Prof. Spitzer’in ders vermek üzere yönetimden istediği talepler arasında iyi derecede
Fransızca bilen öğrencilerin bulunması da vardı. Köprülü’nün, Spitzer’in bu şartını
yerine getirmek suretiyle büyük dil aliminin bir başka yere gidip ders vermesi ihtimalini
bertaraf etmek arzusu içinde olduğunu görmekteyiz. Zira fakülteye kayıt için gelen
talebeleri arasından dil bilenlerine bu doğrultuda telkinlerde bulunmuştur.150
147 Halil İnalcık, Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, söyleşi: Emine Çaykara, İstanbul 2006, s. 72-73. 148 Osman Turan bu talebelerin birincisidir; diğerleri Selahattin Çetintürk, Neşet Çağatay ve Mehmet Altay Köymen’dir. Ali Birinci, “Tarihçi Osman Turan Bir İlim Şahsiyet Abidesinin Hayat Hikayesi ve Eserleri”, Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu Bildirileri, c. I, 3-5 Mayıs 2001, s. 1-18. Bu dört talebenin yaptıkları tezlerin konuları şöyledir: Osman Turan: “Oniki Hayvanlı Türk Takvimi”; Selahattin Çetintürk: “Osmanlı İmparatorluğunda Yürük Sınıfı ve Hukukî Statüleri”; Neşet Çağatay: Osmanlı Devrinde Maden İşletme Tarzları”; Mehmet Altay Köymen: “Kirman Selçukluları Tarihi”. Şevket Aziz Kansu, “Cumhuriyetin XX inci Yılı ve Türk İlminin Hizmetinde Gençlerimiz”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, c. II, sayı 1, Ankara 1943, s. 1-16. 149 Doğrudan talebesi olmasa da metod açısından Köprülü’nün etkilerini gösteren bir örnek olarak Sabri Ülgener zikredilebilir. “…O tarihlerde henüz 25-26 yaşındaydı. Geriye atlamaması gereken bir ayrıntı kalmıştı. Weber’in tezini Osmanlı-Türk gerçeğinde test edebilmek hususunda Türk hocaların da kanaatini öğrenmeliydi. Gerçi Türk sosyoloji düşüncesinin o yıllarda Weber’le bir dirsek temasının dahi bulunmadığına işaret etmiştik. Buna rağmen, Türk hocalarına sordu, soruşturdu. Temasları olumlu bir netice vermedi. Sadece bir istisna ile; 1935 yılı sonlarına doğru bir gün Sultanahmed Akbıyık’ta oturan ünlü Türkolog Fuad Köprülü’yü evinde ziyaret etti. Ziyaretinin sebebi açıktı. Max Weber üzerinde çalışmaya başladığını söyleyince Köprülü bir çırpıda, fakat bir edebiyat tarihçisinden beklenmeyecek bir vukufla, Weber’i Marx’la karşılaştırdı. Genç akademisyen Köprülü’yü dinlerken şaşırmakta haklıdır. Bu büyük ustaya olan akademik bağlılığın boşuna olmadığını diğer eserlerini istifade ile okuyunca daha iyi görecektir (…) Ülgener, Köprülü’yü 1930’lu yılların başında yazılarından tanıyordu. Bilhassa onun “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” kitabı ile ‘Anadolu’da İslâmiyet’ yazısından çok etkilenmişti…” Ahmed Güner Sayar, Bir İktisatçının Entellektüel Portresi Sabri F. Ülgener, Ötüken, İstanbul 2007, s. 82, 136. 150 “…Dekan Bey “Belki biliyorsunuz, son zamanlarda Hitlerin Museviler için yürüttüğü siyasetten kaçan daha doğrusu kaçabilen kültürlü zevat başka memleketlere sığınıyorlar, bir kısmı da Musevi olduğundan değil Nazizme karşı olduğundan Almanya’yı terk ediyor. Amerika dünyaca meşhur olan bu ilim adamlarını hemen kapıyor, onlara(ın) ilmî bakımdan araştırmalarına imkân sağladığı gibi çok yüksek bir maaş bağlıyor. Bu zevatın büyük bir kısmı bize de müracaat ettiler. Devlet hemen hepsini severek kabul
43
İlmi çalışmalarının yoğunluğu hakkında talebesi Fevziye Abdullah Tansel
Hanımefendi’ye gönderdiği mektupların mündericatı hakkında verilecek malumat
Köprülüzade’nin hiç olmazsa 1939–1945 yılları arasındaki ilmi faaliyetleri ile ilgili
çalışma temposunun akıl almaz bir hız ve yoğunlukla nasıl ilerlediğini, günde kaç saat
ilmi mesai harcadığını, müdürü olduğu mecmuanın yazı işlerinde takip ettiği politikayı,
bu tarihler arasında neşrettiği kitap ve makalelerin hazırlık safhasını, çalışmalarını
sürdürürken içinde bulunduğu yoğunluktan dolayı talebesiyle vaki diyaloglarında
şikâyet ve sitemvari serzenişlerini ve İstanbul-Ankara hattı arasında gerçekleşen mektup
trafiğini göstermesi bakımından zikredilmeye değer önemli bilgileri içerir.
Bu kırk mektubun içeriğine göz atıldığında ilk dikkati çeken, yazışmaların
hususen İstanbul-Ankara merkezli oluşudur. Zira bu tarihlerde Köprülü hem meclisteki
hem de üniversitedeki görevini birlikte devam ettirmekte idi. 1933 üniversite
reformuyla birlikte İstanbul Edebiyat Fakültesi dekanlığına tekrar getirilen Köprülü aynı
zamanda Mekteb-i Mülkiye’de Osmanlı Müesseseleri tarihi ve Dil-Tarih ve Coğrafya
Fakültesi bünyesinde de orta zaman Türk tarihi derslerini vermeye başlamıştı. Aynı
zamanda 1935 tarihinden bu yana Ankara’da yayınlanan Ülkü-Halkevleri ve
Halkodaları Dergisi’nin idaresi de kendisine tevdi edilmiş durumda idi. Dolayısıyla bu
dönem, uhdesine aldığı farklı görevleri nedeniyle mütemadiyen İstanbul-Ankara
hattında mesai sarfını gerektiren bir çalışma düzeni içerisinde hareket etmesine yol
açmıştır. etti. Bunlar yüz kişi kadarlar. İçlerinde tıp doktorları, matematikçiler, felsefe hocaları, tarih, sosyoloji ve daha ne gelirse aklınıza hepsi orda üniversite profesörleri. Tam bu sırada İstanbul’daki Darulfünûn ismindeki eski metotlarla tedrisat yapan üniversite lağvedilmiş, yeni ve modern bir üniversite kurulmasına çalışılıyordu. Bu gelen gruptan bir grup profesörü bu yeni üniversiteyi kurmaları ve bunun Avrupa’daki üniversiteler seviyesinde bir üniversite olmasını istediler. Profesörler severek bu vazifeyi kabul ettiler. Bir yandan yeni modern büyük bir üniversite sitesine çalışılırken hali hazırdaki bu binada tedrisatın başlanması istenildi. Şimdi bu gelenler arasında Prof. Spitzer isminde bir zat var. Kendisi değil yalnız Almanya bütün Avrupa’da tanınmış bir dil alimi. Bri yabancı dili iyi bilen talebeler istiyor. Romanoloji bölümü olarak Fransızca tedrisat yapacak Sizler hepiniz ecnebi liselerinden mezunsunuz, diğer arkadaşlarınızla bir grup teşkil edersiniz. Bu hoca böyle olmazsa Amerika’ya gidecek, biz kaçırmayalım böyle kıymetli bir profesörü. İşte sizden ricam bu, onun derslerine girin, sınıfı olun. Diğer başka bölümlere girmek varsa aklınızda size izin veriyorum, istediğiniz bölümlere gidin. Ben size söz veriyorum her zaman size yardımcı olacağım. Ne diyorsunuz?” “Tabii efendim, söylediğiniz gibi yaparız. Kabulümüz” dedik. “Çok enteresan da olur efendim” dedik.” Saffet Tanman Hanımefendi’nin yayınlanmamış hatıraları. Yayımından önce bu bilgiyi kullanmama izin verme nezaketi gösteren Saffet Tanman Hanımefendi’ye teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca bizi bu hatıradan haberdar eden Fulya İbanoğlu Hanımefendi’ye de ayrıca müteşekkirim. [Tez son halini almadan az evvel bahsi geçen hatırat kendini gün yüzüne çıkarmayı başardı: Saffet Tanman, Ilgaz Dağları’ndan Batnas Tepeleri’ne, İstanbul 2008, s. 98-100.]
44
İlk mektup 10 Kanunisani/Ocak 1939 son mektup ise 18 Ağustos 1949 tarihini
taşımakta. Bu mektupların on ikisi 939 yılına, on biri 940 yılına, sekizi 941 yılına ait
olup 42 yılında dört mektup, 43 yılında iki, 44, 45 ve 49 yıllarında ise birer mektup
gönderilmiştir. Bu cihetten mektupların kahir ekseriyeti 39–41 yılları arasında kaleme
alınmış meseleleri muhtevidir. Ağırlıklı olarak Ülkü dergisinde yayınlanacak
makalelerin durumu151, neşre hazırladığı çeşitli kitap ve makalelerin ön çalışma safhası;
bunların mukaddime, indeks, not, kavram ve lügatçelerinin telif ve tasnifi152,
151 Bu konuda şu misalleri vermek istiyoruz: “bu nüshanın başına reisicumhurun İstanbul Üniversitesi’ndeki nutkunu korsunuz. Ondan sonra da bu gönderdiğim yazıyı. Ben Pazartesi, eğer olmazsa Salı günü Ankara’da bulunacağım. O zamana kadar başka yazı göndereceğimi ummuyorum. Fakat gelirken belki bibliyografya için bazı şeyler getiririm…” (Mektup 3); “…Ahmet Bey’den dün bir mektup aldım. Fakat içinde Ülkü’ye ait hemen hiçbir şey yok. Ben daha makaleyi yazamadım. Birkaç güne kadar yazıp göndereceğim…” (Mektup 4); “Ülkü için yolladığım yazının tashihi geldi. Lakin bütün Halk evlerine Lozan gününün tes‘id dildiğini gazetelerde okuyunca, Ülkü’deki başyazının da bu mevzua ait olması daha doğru olacağını düşündüm. Yeni bir makale yazıp dün akşamki posta ile yolladım…” (Mektup 6); “Ülkü’yü aldım pek güzel olmuş. Yalnız bibliyografyada müellif isimlerini unutmuşlar. Gelecek nüsha için ne düşünüyorsun?... Ben de Nahid Sırrı’nın ‘Bir Edirne Seyahati Notları’ var. Birkaç nüsha devam edecekmiş, fena değil. Ziyaeddin Fahri’nin de bir iki makalesi var. Hepsini birkaç güne kadar Ahmet’e yollayacağım. O da sana gönderir…” (mektup 7); “…ilk forma için Baş Kumandan Muharebesi hakkında bir makale istedim. (Eski demir yollar umum müdürü, şimdiki mebus Ali Rıza Bey’den) Gelirse, onu ilk formaya koyarız. Benim geçen sayıya kalan bir makalem var, fakat ben de yeni bir baş yazı yazıp onu gelecek nüshaya bırakacağım…” (Mektup 9); “Bugün Ülkü’nün başyazısını yolluyorum. Yarın Ankara’ya geleceğine nazaran, mecmua, vaktinde çıkar sanıyorum. Ali Süha’nın Türklük Mecmuası hakkında bir bibliyografyası geldi. Mecmuaya giremeyeceği cihetle geri yollamadım…” (Mektup 12); “…İngiliz müsteşriki Ros öldü. Onun resmini İngiliz sefarethanesinden Ülkü’ye yollayacaklardı. Zeki Velidî de ona ait bir makaleyi yine doğru Ülkü’ye yollayacaktı. Belki almışsındır. Mecmuanın bu sayısında bu makaleyi neşredemezsen bile, Ros’un ölümüne dair gazetelerden toplayacağın beş on satırlık bir fıkra yaz ve gelecek sayıda ona ait bir makale çıkacağını da sonunda söyle. Resim de öyle. Eğer gelmezse veya yetişmezse gelecek sayıya bırak…” (Mektup 23); Fuad Köprülü’den Fevziye Abdullah Tansel’e Mektuplar: Sevgili Kızım, Haz: Zeynep Süslü, İstanbul 2006. Mektuplar ilk kez Dergâh Dergisi’nin 173, 174, 175, 176, 177, 178, 179, 180, 182. sayılarında yer almıştır. 152 “Saz şairlerini bastırmaya başladım. Önce Gevherî basılıyor. Ötekiler de sıraya girecek. Yalnız her cüzü 4 forma olacağı için ayırdığın parçalar az geldi. Galiba üçte bir nisbetinde ilave icab edecek. Senin yanında icab eden metinler var ise, kronoloji sırasıyla intihaba devam et…” (Mektup 7); “…Gevherî’nin tab‘ı bitti. Yalnız daha kapağı basılmadı. Bir iki güne kadar basılabilirse sana yollarım. Geç kalırsa geldiğimde Ankara’ya getiririm…” (Mektup 8); “…Bizim Gevherî’nin bittiğini sana yazmıştım. Şimdi 17’inci Asır Saz Şairleri basılıyor. Bir de Barthold’un İslam Medeniyeti Tarihi’ni bastırıyorum. Lakin ona mukaddime olarak ve haşiye olarak hemen aslı kadar ilaveler yapacağım cihetle bitmesine çok zaman var…” (Mektup 10); “XIX. Asır kitapları için 120 parça lazımdır. İntihabı ona göre yapmalı. Ben burada mütemadi çalışma humması içindeyim. İslam Medeniyeti’nin notlarını hararetle çalışarak yazıyorum. Fakat çok sıkılıyorum. Esasen bu çeşit çeşit mevzulara taalluk eden notların hulasa olarak yazılması çok zahmetli bir iş, fakat ne çare…” (Mektup 13); “Ankara’dan ancak Salı sabahı ayrıldım ve önce İsanbul’a geldim. Ertesi günden itibaren yavaş yavaş çalışmaya başladım XVI’ıncıAsır Şairleri’nin tab‘ı bitti. Yalnız kapak basılacak. Aşık Ömer’in yarısı dizildi, mütebakisini de Pazartesi akşamı verecekler. Aşık Ömer’deki şiirler arasında Gevherî’ye ait olan ve senin işaret ettiğin şiirleri bulamadım… Salı-Çarşamba günleri aşık Ömer’in mukaddimesini de yazacağım. Bu suretle bu pazartesi değil fakat gelecek Pazartesi o da bitmiş olacak; ve Karacaoğlan’ı derhal matbaaya vereceğim…” (Mektup 14); “Mektubunu ve Karacaoğlan hakkındaki bibliyografyanı aldım. Nizamî’den yolladığın not çok işime yaradı… Sana Aşık
45
ansiklopedinin muhtelif maddelerinin tahriri, Türkiyat ve Hukuk mecmualarının baskı
hazırlıkları gibi mevzular sıkça bahsi geçen konular zümresindendir.
Mektupların içeriği tetkik edildiğinde Ülkü Dergisinin neşir işlerinin nasıl ve
nereye doğru aktığı; Köprülü’nün dergi idaresi konusunda çalışma azmi, konu/makale
planlaması, dergiye ait işlerin takibi, katkı, endişe, uyarı vb. meseleleri gösterir pek çok
bilgiyle karşılaşılır. Mesela mektupların birinde yazıların geç kalmasından dolayı
talebesine muharrirleri sıkıştırmaktan başka çare olmadığını belirtirken bir başka
makale hakkında ‘sudan’ tabirini kullanmak suretiyle bunun düzeltilip ilave yapılarak
ancak yayınlanabileceğini bildirmektedir (Mektup 13). Aynı mektupta Dergi’deki
mecmuaları yok eden talebe hakkında da şu tenbihi yaptığını müşahede ederiz:
‘mecmuaları yok eden talebeyi tehdit edip -Pertev vasıtasıyla- aldıklarını iade ettiriniz
ve bir daha sokmayınız’. Bir başka mektupta Halk Evlerinin yıldönümü nüshası için ne
yapılmak iktiza ettiği, dergi çalışanları arasında yapılacak bir toplantı ile
kararlaştırılmasını istemekte; bir diğerinde Massignon konferanslarını ‘Halkevi
Konferansları’ başlığı altında ve iki sütun şeklinde dizilmesi gerektiği uyarısını
yapmakta;153 yazısı yayınlanacak Prof. Dr. W. Eberhard’ın Türkiye’de bulunması
hasebiyle makalenin son şeklini kendisinin görmesi gerektiğini salık vermekte;154 bunun
hemen ardından iliştirdiği notta İngiliz müsteşriki Ross’un ölümü dolayısıyla Zeki
Velidî’nin, hakkında yazdığı makalenin neşredilmesini istemekte155; peşi sıra dil
bayramı vesilesiyle ‘Fikir Hareketleri’ kısmına suret-i havadis kabîlinden bazı şeylerin
konmasının iyi olacağını ifade etmektedir.156
Ömer’in tashihlerini dün yolladım. Tashihleri yapıp lütfen iade edersin. Hüsrev ü Şirin’deki ve Türkçe beyitleri arap harfleriyle yazarsan daha iyi olur. Zaten onu Massignon’a yollayacağız…” (Mektup 15); “…Gece gündüz İslam Medeniyeti’nin notlarını yazmakla meşgulüm. Sonra da indeksi yazacağım. Fihrist yapacağım. İlh…” (Mektup 17). 153 L. Massignon, Halk Evleri Konferansları: “Selçuk Türkleri’nin Bağdad’a Girişi” ve “Muhammed’in Diplomatik Münasebetleri” konferanslarının hülasası, Ülkü, c. XV, sayı 85, Mart 1940, s. 65-70. 154 W. Eberhard, Çin Kaynaklarına Göre Ortaasya’daki At Cinsleri ve Beygir Yetişdirme Hakkında Malumât, Ülkü, c. XVI, sayı 92, Teşrinievvel 1940, s. 161-172. 155 Zeki Velidî Togan, “Ölümü Münasebetiyle Sir Denison Ross ve Eserleri”, Ülkü, c. XVI, sayı 92, Teşrinievvel 1940, s. 103-112. 156 İki sütuna yaklaşık bir sayfayı bulan bu yazı mektupta belirtilen ‘Fikir Hakeretleri’ kısmında değil ‘Ayın Hadiseleri’ kısmında kendine yer bulmuştur. “Dil Bayramı”, Ülkü, c. XVI, sayı 92, Teşrinievvel 1940, s. 181.
46
B. Faaliyetleri, Eserleri : Görev aldığı Dernek, Cemiyet ve Mecmualar
Yusuf Akçura 1904 yılında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinde
Osmanlı Devleti için hangi siyasetin uygulanabilir nitelikte olduğunu tartışırken
makalesine konu edindiği üç fikir akımının da aslında aynı gayeye matuf ve bunların
üzerinde seyreden daha büyük bir siyasi meselenin farklı tezahürlerini teşkil ettiğini şu
cümlelerle ifade etmekteydi:
“Memalik-i Osmaniye’de, Garp’tan istifaza ile, kuvvet kazanmak ve terakkî etmek arzuları uyanalı beri, belli başlı üç meslek-i siyasî taslaklandı (ébaucher) sanıyorum (…) her cemiyet kendi menafi‘ini istihsal ümidiyle bi’l-fiil tahavvül-i daimî halindedir, yani salifü’z-zikr mesele-i ictimaiye, amelî olarak her zaman her mahalde hallolunmaktadır. Bu tahavvül-i daimî esnasında menfaat diye fiile getirilen şey hayattır. Hayat ise kuvvet ile daim olduğundan, hayatın varlığı kuvvetin vücudunu icab eder. Demek oluyor ki her cemiyet menfaatini hayatta, yani iktisab ve tezyîd-i kuvvette buluyor. Bu cihetle cemiyetler arasında kainatın varlık peşinde koşan bütün anasırı arasında olduğu gibi bir cidal-i daimî görülüyor. (…) Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türküm; binaenaleyh Devlet-i Osmaniye, İslamiyet ve bütün Türkler menfaatine hizmet etmek istiyorum. Lâkin siyasî, dinî ve nesebî olan bu üç cemiyetin menâfi‘i müşterek midir? Yani birisinin kuvvetlenmesi, diğerlerinin de kuvvetlenmelerini mucib olur mu? (…) bunun içindir ki her üç cemiyete mensub bir şahıs Devlet-i Osmaniye menfaatine çalışmalıdır. Lâkin Osmanlı Devleti’nin menfaati yani iktisab-ı kuvvet etmesi bahsimizin mevzu‘unu teşkil eden üç tarz-ı siyasîden hangisini takiptedir ve bunlardan hangisi memâlik-i Osmaniye’de kābil-i tatbiktir…”157
Burada temel meselenin, Devletin içinde bulunduğu çıkmazdan nasıl kurtulacağı ve
Batı’nın meydan okuyuşuna Payitaht’ın vereceği cevabın yöntemi üzerine bir fikrî
mütalaa sadedinde şekillendiği görülür. Dikkat edilecek olursa “kuvvet” kelimesinin
makalenin merkez kavramlarından birini teşkil ettiği görülecektir. “Kuvvet” kelimesi
dönemin öne çıkan, çıkartılan bir kavramı olarak anlamı yükseliş gösteren tabirler
arasında yer almıştır. Fuat Köprülü Donanma Mecmuası’nda yer alan bir makalesinde
aynı kavrama göndermede bulunarak XX. asrın bir kuvvet asrı olduğu fikrini ileri
sürecektir.158 Kaldı ki bir asır önce başlayan modernleşme hareketi de meşruiyetini izah
157 “Üç Tarz-ı Siyaset”, Türk, 25 Mart 1320/29 Muharrem 1322/14 Avril 1904, s. 1; 15 Nisan 1320/12 Safer 1322/28 Avril 1904, s. 1. Vurgular bize ait. [Makelenin orijinal metnine ulaşmak hususunda gösterdiği yardım için Faruk Deniz Beyefendi’ye müteşekkirim] 158 İslamcılar arasında kavramın nasıl kullanıldığına ilişkin olarak bk. Kara, İslamcıların Siyasi Fikirleri, s. 27-29. Fuat Köprülü’nün 1327/1911’de Donanma mecmuasına yazdığı bir makalede konuya ilişkin dile getirdikleri bu kelimenin kullanım yaygınlığını göstermesi bakımından bize bazı ipuçları verecektir: “Her asır tarihde kendisine mahsus bir takım hutût-ı fârikayla temâyüz eder. Âteşîn ve gayr-i insanî ihtiraslar, şimşeklerle başlayan yirminci asır, hülya-perverlerin vaktiyle bir adn-i âmâl zannettikleri bu kan ve ateş asrı, artık vazıhan anlaşılıyor ki en büyük esas olarak kuvveti kabul etmiştir. Yirminci asrın en büyük alâim-i fârikası, za‘fa karşı bî-rahm, kuvvet önünde zelil ve pereştişkâr durmaktan başka bir şey değildir. hedef olduğumuz son darbelerin tesirâtıyla asır-dîde hâb-ı gafletlerinden belki de istemeyerek uyanan
47
sadedinde sıraladığı maddeler arasında “kuvvet” kavramı da mevcut idi.159 Dolayısıyla
her üç fikrî cereyanın da cevap aradığı yegâne soru Devletin nasıl kurtulacağı meselesi
üzerine şekillenmiştir.
Akçura bu makalede “Osmanlıcılık” fikir akımını daha baştan mahkûm eder.
İttihad-ı anâsır politikası ona göre beyhude bir çabadır. Bundan sonra “İslamcılık” ve
“Türkçülük” siyasetlerinden hangisinin Osmanlı Devleti için daha tatbik edilebilir
olduğunu büyük bir soğukkanlılıkla tartışmaktadır. Gerek “İslamlık” gerek “Türklük”
politikalarının dâhili ve harici problemlerine değinerek bu ikisinin ne düzeyde
uygulanabilir olduğunu ortaya koymaya çalışır. Türklük siyaseti hakkında fayda-zarar
muhasebesi yaparken İslam’a biçtiği rol de oldukça dikkat çekicidir. Zira o, Osmanlı
topraklarında “kavmiyet” anlamında bir milletin/milliyetçiliğin teşekkülünde İslam
dinini araçsallaştırmak arzusundadır.160 Sonuç itibariyle bahsini ettiği üç politikanın
fayda ve zararlarını tahlile tabi tuttuktan sonra Osmanlı milleti yaratılması fikrinin gayr-
i kâbil-i tatbik olduğu; Müslümanların veya Türklerin birleşmesine matuf siyasetlerin de
lehte-aleyhte eşit denebilecek bir durum arzettiği neticesine varmaktadır. rical-i hükümetimiz, zannediyorum ki nihayet hakikati idrak edebilmişlerdir. Mevcudiyet-i siyasiyemizin inhilalden vikâyesini beyne’l-milel mu‘âhedâtın lütfundan, komşularımızın namuskârlığından ve hiss-i adalet-perverliğinden beklemek ne kadar abes olduğunu görenler, Meclis-i Mebusan kürsüsünde infirâd siyasetini takbîhten çekinmediler. Bence bu beyanât, asr-ı hâzırın ilcâ’ât-ı zaruriyyesine, kuvvete karşı bir ser-fürû-yı tabiîden başka bir şey değildir; uzun bir hayat-ı siyasiye, büyük tecrübelere derin malumâta malik bir hükümet adamının, gayet bedihî bir hakikati niyahet anlayabilmesi, bana gayet tabii ve hatta garib görünüyor…” “Musahabe-i İçtimaiye: Siyasette Irklar”, Donanma, sene 2, no. 19, Eylül 1327/Şevval 1329, s. 1710. [Vurgular bize ait] 159 “…evvelki kuvvet ve ma‘muriyet bi’l-akis za‘f u fakra mübeddel olmuş…”, bk. yukarıda s. 6. [Vurgu bize ait] 160 “…Türkleri birleştirmek politikasının tatbikindeki dahilî müşkilât İslam siyasetine nazaran ziyadedir. Her ne kadar, garbın tesiriyle Türkler arasında milliyet fikirleri girmeye başlamış ise de, yukarıda söylenildiği gibi, bu vak‘a henüz pek yenidir. Türklük fikirleri, Türk edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur. İslamiyette gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o pür-hayat ve pür-heyecan hissiyattan, hülasa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiç birisi Türklükte yoktur. Bugün ekseri Türkler mazilerini unutmuş bir halde bulunuyorlar. Lâkin şu da unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel Türklerin büyük bir kısmı Müslümandır. Bu cihetle, İslam dini, büyük Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir. Milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları, dine bir âmil (factuer) gibi bakmaktadırlar. İslam, Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek için, son zamanlarda Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını kabul edecek şekilde değişmelidir. Bu değişme ise hemen hemen mecburidir de: Zamanımız tarihinde görülen umumi cereyan ırklardadır. Dinler, din olmak bakımından, gittikçe siyasi ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar, içtimaî olmaktan ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan serbestliği, din birliğinin yerini alıyor. Dinler, cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçerek, kalplerin hâdi ve mürşitliğini deruhte ediyor, ancak hâlik ile mahluk arasındaki vicdanî rabıta haline geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve içtimai ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar…” Üç Tarz-ı Siyaset, s.
48
Makalenin yazıldığı tarihlerde siyasi anlamda -yukarıda bir nebze değindiğimiz
öncü addedilebilecek hazırlık mahiyetinde bazı girişimler hariç tutulursa- Türkçü bir
politika henüz ortaya çıkmış değildi. Bu çaba daha çok kendini II. Meşrutiyet’in ilanı ile
birlikte kendini ifade etme fırsatı yakalayacak; ve o tarihten itibaren bu fikrî akımın kök
salması için pek çok dernek, mecmua vs. kurulacaktır.
“…milliyet fikrinin nüfuzu altına girmeye başlayan bir kavim, derhal bu fikri şe’niyette tamamıyla tahakkuk ettirmeye kalkışamaz; gayeye erinceye değin geçilecek bir hayli merhaleler, yapılacak birçok işler vardır. Milliyet fikri aşılanmış bir kavim, kendi milliyetiyle alakadar harsî vakalara büyük bir kıymet vermeye başlar. Harsî vakaların en mühimi lisandır. Kendi lisanının ciddi tedkikatıyla uğraşan, kendi lisanının istiklali ve inkişafına usulüyle çalışan kavimlerde milliyet fikrinin vücudunun, hiç olmazsa milliyet hissinin pek kuvvetli olduğuna hükmedebiliriz. Ciddi lisan tedkikatı, kurun-ı vüstaî ‘sarfiyyûn ve nahviyyûn’ tarzında cılız muhakemat ile kalmaz, zamanımızın ‘filolocya’ usullerine kadar gider; yani lisan tedkikatı, kavmin menşelerini taharriye sevkeder. ‘Filolocya’ ile kavmin en eski devre-i hayatı, en kadim harsî ve dasitanî vakaları keşf ve tesbit olunur. Filolocya ve tarih taharriyatı, etnografya ve arkeolocya tedkikatını icab ettirir. Bu bilgiler sayesinde kavmin bütün mazisi, ilk devrelerine kadar aydınlanır; kavmin maddi ve manevi harsı anlaşılır. Aynı zamanda kavmin haline ait coğrafî, demografî, etnografî ve iktisadî malumat toplanır, tanzim olunur. Bütün bu malumat sayesinde kavmin hars hazineleri, iktisat kuvveti, medeniyet seviyesi öğrenilir. Hâsılı kavmin hususiyeti, benliği, şahsiyeti taayyün ve tavazzuh eder. Eğer bu hususiyet, milliyet fikrinin tahakkukuna kafi şeraiti cami ise milliyet fikri mutlaka tahakkuk eder; yoksa fikrin tahakkuku, şeraitin husulüne vabeste kalır; ve milliyet fikriyatcıları ile kavmin pîşvarları bu şeraitin vücuda gelmesine çalışıp çabalarlar.”161
Türkçülük fikrinin, Osmanlı İmparatorluğu dahilinde ciddi anlamda ilk
dillendiricisi Yusuf Akçura 1928 senesinde yayınlanan Türk Yılı adlı salnâmede milliyet
fikrine ilişkin görüşlerini yukarıda alıntısını yaptığımız satırlarla özetlemekteydi.
Aslında bir bakıma yeni kurulan Cumhuriyet ülkesinde Türk münevver topluluğuna bir
nevi çalışma programı teklifi addedebileceğimiz bu düşünceleri, Türkçülük fikrinin
neşv ü nema bulduğu tarihlerden başlayarak bu vadide kalem yürütenlerce adeta bir yol
haritası şeklinde algılandığını söylersek yanılmış olmayız. Daha 1904’te kaleme aldığı
“Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesinde Türklük ile ilgilenen ilmî bir mahfelin
varlığından söz etmektedir. Bu mahfelin üyeleri arasında Şemsettin Sami, Mehmet
Emin, Necip Asım, Veled Çelebi ve Hasan Tahsin’in isimlerini zikreder.162 İsmi geçen
zevatın, ortaya çıkardıkları eserleriyle Akçura’nın mezkur makalesinde tartışa geldiği
Pantürkist bir politikanın (ırka müstenit siyasi bir millet türetme fikri) oluşmasına ilmi
161 Akçuraoğlu Yusuf, Türk Yılı, Yeni Matbaa, İstanbul 1928, s. 292. [Vurgular bize ait] 162 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara 1976, s. 24.
49
açıdan, hususen yukarıda alıntıladığımız noktalar zaviyesinden büyük katkıları
dokunmuştur.
Azaları arasında Mehmet Fuat Köprülü’nün de yer aldığı pek çok Türkçü dernek
ve mecmua II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte siyasi ve sosyal hayatta, olanca kuvvetiyle,
kendini hissettirmeye başladı. Aslında Akçura’nın 1928’de dile getirdiği şeylerin yani
Osmanlı toplumu içinde kavmiyet/milliyet163 fikrinin tahakkuku için organize bir surette
atılması gereken adımların başlangıç tarihi olarak 1908 tarihi gösterilebilir. Bu tarihten
itibaren kurulan Türkçü müesseseler “milliyet” hissinin inşası yolunda büyük çaba
harcayacaktır.
1. Türk Derneği
Türk milliyetçiliği esası üzerine kurulan ilk müessese Türk Derneği
denilebilir.164 Meşrutiyetin ilanı ile birlikte Osmanlı topraklarına giriş yasağı kalkan
Akçura, aynı yıl İstanbul’a gelmiş ve Necip Asım, Veled Çelebi gibi kişilerle görüşmek
suretiyle ilmî hüviyeti haiz bir cemiyet kurmak isteğini izhar etmişti.165 1908 yılı
sonunda Akçura tarafından kurulan dernek166 kendisine ilmi mahiyetli bir çalışma
programı tayin etti.167 Başlangıçta kendisine vasıta-i neşr için Sırat-ı Müstakim’i
seçmişse de168 bir süre sonra yine Türk Derneği adını taşıyan bir dergi çıkarmaya
163 Son dönem Osmanlı/İslam/Türk düşüncesinde millet-kavmiyet-cins kelimelerinin geçirdiği anlam değişimleri için bk. İsmail Kara, “İslamcılarla Türkçüler Arasında Bir Milliyetçilik Tartışması”, Din ile Modernleşme Arasında, s. 290-307; ve “Çağdaş Türk Düşüncesi Nasıl Ele Alınabilir”, a.g.e., s. 15-16; Niyazi Berkes, “Üç Dil İdeolojisi”, Felsefe ve Toplumbilim Yazıları, Adam Yayınları, İstanbul 1985, s. 326-328. 164 Türk Yılı, s. 435. 165 Akçura’nın bundan önceki faaliyetleri için bk. François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), çev: Alev Er, Tarih Vakfı, İstanbul 1996, s. 6-60. 166 Kurucu ve idarecileri: Ahmed Midhat Efendi, Emrullah, Veled, Necib Asım, Korkmazoğlu Celal, Akçuraoğlu Yusuf, Akyiğitzade Musa, Fuad Raif, Rıza Tevfik ve Ferit. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, Arba Yayınları, İstanbul 1995, s. 376. 167 “Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün Türk kavimlerin mazi ve hâldeki âsâr, ef‘âl-i ahvâl ve muhitini öğrenmeye ve öğretmeye çalışmak yani Türklerin âsâr-ı atîkasını, tarihini, lisanlarını, avâm ve havâs edebiyatını, etnografya ve etnolojisini, ahvâl-i ictimaiye ve medeniyet-i hâzıralarını, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını, araştırıp taraştırıp ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilm-i lisan olabilecek surette geniş ve medeniyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak ve imlasını ona göre tedkik etmektir.” “Türk Derneği Nizamnamesi”, SM, sene 1, aded 21, 21 Zilhicce 1326/1 Kanunisani 1324 s. 331; Türk Yılı, s. 435. 168 “İslam ve Türk Alemi: Türk Derneği”, SM, aded 20, 18 Zilhicce 1326/29 Kanunievvel 1324, s. 318.
50
başlayacaktır. Dergi birinci sayısında neşrettiği beyanname ile Osmanlı unsurları
arasında kardeşlik hislerini temin amacıyla Osmanlı dilinin sadeleşmesi siyasetini
öngörüyordu.169 Akçura Türk Yılı adlı sâlnâmede Köprülüzade Mehmet Fuat’ın ismini
de derneğin azaları arasında zikretmektedir. II. Meşrutiyet sonrası kurulan ilk müessese
olması bakımından derneğin Türk milliyetçiliği konusunda en büyük katkısı, pek uzun
ömürlü olmamakla birlikte 7 sayılık Türk Derneği dergisini çıkarmasıdır. Dergi
Türkoloji alanında çalışmak isteyenler için bir merkez oluşturmuş ve aynı zamanda dil
meselesi hakkında yazılan yazıları bir bütün halinde içinde barındırması açısından
hizmeti dokunmuştur.170
2. Genç Kalemler Mahfili ile Mücadele:
Selanik’te yayınını sürdüren Genç Kalemler171 dergisi ile 1911 yılında Osmanlı
dilinin sadeleştirilmesi yönünde bir yayın politikası izlenmeye başlanmıştır. Ömer
Seyfeddin’in öncülüğünde bu fikri savunmaya başlayan dergiye ilk muhalefet Fuat
Köprülü’nün SF’de yazdığı “Edebiyat-ı Milliye” adlı makale ile gerçekleşmiştir.172
Makaleye bakıldığında -ki aslında bu konuda yazdığı bütün makalelerde- ilmi bir seviye
ile muarızlarına cevap verdiği görülür. “Milli Lisan” taraftarlarının Taine’in “ırk-muhit-
an” kavramsal dünyasının çerçevesi ile düşündüklerini; ve bu düşüncenin de
etnologların yeni fikirleri karşısında karışık ve güç bir durum aldığı, dolayısıyla konu
hakkında mutlak bir şeyin söylenemeyeceğini belirtir.173 Bundan sonra da “Edebiyat-ı
Milliye” fikirlerini “ırkların psikolojisi” etrafında analiz etmeye çalışır. Edebiyat-ı
169 “Türkçe hakkında Şarkta ve Garb’ta ne kadar eser yazılmış ise onlar bütün Osmanlıların gözleri önüne konularak Türk lisanının eskiden beri geçirdiği safahâtı hakkında herkese bir fikr-i ihtisas husûlüne çalışılacak ve böylece lisanın her cihetten sadeleştirilmesi kolaylaştırılması esbabı araştırılacaktır.” Türk Derneği, sayı 1, 1327, s. 4. Yeni harflerle tıpkı basımı için bk. Türk Derneği, Haz: Cüneyd Okay, Akçağ, Ankara 2006. 170 Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1972, s. 303. 171 Dergi hakkında daha geniş bilgi için bk. Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, çev. Tansel Demirel, İletişim, İstanbul 2003, s. 49-79. 172 Fuat Köprülü, “Tahassasüsât-ı Sanat: Edebiyat-ı Milliye”, SF, c. XLI, aded 1041, 5 Mayıs 1327/20 Cemaziyelevvel 1329, s. 3-7. 173 a.g.m., s. 4.
51
Milliye görüşünü ileri sürenlere göre bizim milli bir edebiyatımız yoktur ve
edebiyatımız Türklük ile hiçbir şekilde münasebet içinde değildir.174
“…Yani demek istiyorlar ki her ırkın, her kavmin bir takım hissiyat-ı muayyenesi, temayülât-ı sarîhası mevcuddur; ve edebiyat, hakikî, yüksek bir edebiyat olabilmek için o temayülâtı, o hissiyât-ı samimiyeyi terennüm etmelidir. Irklar, evsaf ve hasâil-i muayyene ve daimîyi havî bir takım vahdetler demek değildir. Takib edilen nokta-i nazara göre şekl ü heyetini daima tebdîl eder. Irkta bir hareket-i mudâ‘afa mevcuddur ki bunun birincisi vaziyet-i coğrafyanın şerâit-i daimesinden neş’et eden hareket-i teşekküliye, diğeri tesâlübün ve muhit-i içtimaînin tesirâtıyla vücuda gelen hareket-i tahavvüliyedir. Bu iki hareket aynı zamanda mevcud bulunduğu için, ırk hiçbir vakit bir vahdet-i muayyene iraesine muktedir olamaz. Böyle bir vahdet elde etmek için, “Rypley”in dediği gibi “kuvâ-yı muharribeyi nazardan kaybetmek, ve temâyülât-ı mübhemeden netâyic-i hayaliye çıkarmak, îcâb eder. Irkların yahud kavimlerin psikolojilerini tedkik ile, onlara bir takım evsaf-ı daime ve maneviye i‘âre edenler Rypley’in bu mutalaâtını teyidden başka bir şey yapmış olmuyorlar. Ernest Renan gibi epey mutlakiyet-girîz, zeki, müdekkik bir adam bile Benî İsrail’in tarihini tedkik ederken onların psikolojisi hakkında yanlış ve mübhem bir takım fikirler serd ediyor; ve mesela Yahudilerin “monoteist”, akvâm-ı aryanın “politeist” olduğunu söylüyor. Halbuki bugün tahakkuk etmiştir ki Yahudiler “monoteist” ve enoteist” de olmuşlardır. Liherman’a göre “monoteizm” ârî medeniyetin bir mahsûlüdür. Büyük Alman filozofu Wundt ise esasen “monoteizm”in mevcudiyetini kabul etmiyor.”175
Makalenin bütününe bakacak olursak yukarıda adı geçen Ernest Renan, Rypley, Wundt
gibi düşünürlerin yanı sıra Taine, Montesquieu, Fostel de Colange, Zeller, Cornejo, Le
Bonn, Alfred Fouillée, Lazarus, Ibsen, Borgue, Max Nordau’nun da isimleri, konu
hakkında ileri sürdükleri fikirleri ile birlikte zikredilmektedir. Köprülü meseleyi ilmi
nokta-i nazardan ele almakta ve “muhit-i içtimaî”nin “secâyâ-yı ırkiye”den daha büyük
bir tesir icra ettiği görüşünü ortaya sürmektedir.
“Bizde bir edebiyat-ı milliye olmadığını, edebiyatımızın bir tabiat-i milliye iktisab etmesi lazım geldiğini iddia edenler, ırkların, milletlerin psikolojileri hakkında mütefekkirîn-i hâzıranın serdettiği itirazâtın yalnız bundan ibaret olmadığını bilmelidirler. Bir ırkın bir zaman-ı muayyendeki hususiyât-ı ruhiyesi –tabiî takribî bir surette- tayin edilebildiği ilk devrelere, edebiyat belki “milli” olunabilecek bir mahiyeti haizdir; Fransızların eski milli destanları, bizim mahdud bazı eski destanlarımız milletin ahval-i ruhiyesini, tahassüsât-ı samimiye ve hususiyesini belki bir dereceye kadar irâe edebilirdi; halbuki münasebât-ı beyne’l-milelin fevkalâde tevessü‘ ettiği bu yirminci asırda hâlâ “milli bir edebiyat” te’sîs etmek isteyenler, “edebiyat-ı milliye” ile nasıl bir mana ifade etmek istediklerini bilmeyenlerdir. Muhit-i içtimaînin tesirât-ı ırkiyeye tamamen galebe ettiği, adem-i tesâvî-i urûkun eski bir efsane addolunduğu, ırk-ı insanînin bir vahdet-i tâmmeye doğru yürüdüğü bir asırda, mütemeddin milletlerin edebiyatı hiçbir vakit yekdiğerinden
174 a.g.m., s. 4. 175 a.g.m., s. 4.
52
birer sedd-i Çin ile ayrılamaz. (…) Hâl-i hâzırda, muhit-i içtimaî “kozmopolit” tipler ibdâına başladığı için, akvâmın psikolojisini tetkik ve tefrik etmek büsbütün kesb-i müşkilât ediyor.”176
Aslında Köprülü’nün bu konudaki diğer makalelerinde dile getirdiklerini de göz önünde
tutarsak onun da, dilin sadeleşme doğrultusunda bir hareketinin mevcudiyetine
inandığını söylemek pekala mümkün gözükmektedir; ve fakat itirazı, bu kendiliğinden
seyretmesi gereken dil hareketinin dışarıdan müdahaleler yoluyla hızlandırılmasına
olduğu anlaşılmaktadır.
“Lisanımızın tekâmül-i tarihîsini takib edecek olursak Mütercim Asım zamanından ve en ziyade Şinasî’den beri lisanın mütemadiyen sadeleştiğini görürüz. Bugünün hatta üdebâsı arasında “Nef‘î”nin muhteşem kasidelerini layıkıyla anlayanlar pek azdır: Namık Kemal’in “Barika-i Zafer”i, Ziya Paşa’nın “Terci-i Bend”i bile “Rübâb-ı Şikeste” gibi sühûletle anlaşılmaz. Bugünkü nesilde her zamankinden daha vazıh bir şekil alan sadelik mesela “Harap Mabedler”de bütün güzelliğiyle görünürken “Veysî”ye doğru bir hareket-i ric‘iyye icrâsına kalkışmak tabiî kimsenin hatırına gelmeyecektir.Ben kendi hesabıma, lisanın sadeliğine, “Nergisî”den müntakil zannolunabilecek acemâne müfrit terkiblerin adem-i isti‘mali lüzûmunu yeni bir ahenkten mahrum ve gayr-i me’nûs kelimelerin tamamıyla terk edilmesine taraftarım. (…) Fakat fena kullanılmış, yerinde isti‘mâl olunamamış birkaç terkîbi vesile ittihaz ederek, bazen hatta zarurî olarak kullanılması îcâb eden terkîblerin de lağvını istemeyi bî-manâ bir hareket addediyorum.”177
Diğer taraftan Genç Kalemler ile vaki mücadelede Köprülü’nün en dikkat çeken tavrı
geleneğe yaptığı vurgu olmalıdır. Her ne kadar, şimdi, münakaşa ettiği zevat ile bir süre
sonra Türk Yurdu dergisinde bir araya gelecek ve aynı dava için mücadele edecekse de
ilmi kariyerinin her aşamasında kendisini gösterecek olan gelenek yanlısı tutumu bu dil
tartışmasında da temayüz etmektedir. Süreklilik, onun için büyük önem arz eder.
“…‘Aruz vezni’ denilen usûl-i nazm, Araplarla Acemlere has ve Türkçe’nin bünye-i asliyesine tamamıyla yabancı bir usûl-i nazmdır; Acemlerin tesiriyle bu usûl-i nazmı kabul etmeden evvel, şairlerimiz millî olan hece vezinleriyle ittiba‘ etmekte idiler; hatta ‘Kutadgubilig’, ‘Miraçnâme’, ‘Divan-ı Hikmet’ gibi eski Türk eserleriyle Yunus Emre’nin mutasavvıfâne şiirleri hep bu usûl-i nazma mütâbe‘aten yazılmıştır; Türkçe şiirlerin aruz vezniyle yazılmasının, lisan-ı sanatımızın o usûl-i nazm ile ülfet etmesini başlıca sebebi, tekibler ile mâ-lâ-mâl bir halde bulunmasıdır. (…) Altı yüz senelik bir mecrâ-yı tekâmülü takib ederek, Sinan Paşa, Ahmed Paşa, Bakî, Galib, Şinasî, Üstad Ekrem gibi müceddidlerin dest-i ihtimamından geçtikten sonra, Tevfik Fikret’in tahayyülât ve ihtisasâta mer’î ve tirâşîde bir şekl-i nefâset veren elinde bugünkü âheng-i ihtişâmını bulan lisan-ı nazmımız, Selanik gençleri bir Makber, bir Zemzeme, Rübab-ı
176 a.g.m., s. 6-7. 177 Köprülü, “Tahassüsât-ı Sanat: Yeni Lisan”, SF, c. XLII, aded 1082, 16 Şubat 1327/11 Rebiülevvel 1330, s. 316.
53
Şikeste, bir Fani Teselliler vücûda getirmedikçe meşy-i hâzırını değiştiremez. Tekrar ediyorum, lisanın mecrâ-yı tekâmülünü çizenler büyük ediblerdir, sanatkârlardır…”178
3. Türk Yurdu ve Türk Ocağı:
Türkçülük fikrinin imparatorluk sınırları içinde olsun dışında olsun asıl geniş
kitlelere etki eden yayın organı Türk Yurdu mecmuası olmuştur.179 Mecmua 18 Ağustos
1327/1911 tarihinde aynı adı taşıyan bir cemiyetin yayın organı olarak vücut
bulmuştur.180 Derginin hazırlık çalışmaları esnasında Ağaoğlu Ahmet ve Akçuraoğlu
Yusuf’un dışında İTC’den Enver Paşa’nın da katkı sağladığı görülmektedir.181 Her ne
kadar bu tarihlerde İTC henüz Türkçü bir politika benimsememiş ise de alttan alta bu
gibi kuruluşları desteklemiştir. Kaldı ki Selanik’te temerküz eden Cemiyet merkezi
buranın elden çıkmasıyla birlikte İstanbul’a taşınmış ve merkez-i umumî üyesi Ziya
Gökalp 1912’de derginin saflarına katılmıştır. Dergi bir süre sonra Türk Ocağı’na bağlı
bir kurum haline gelecektir. Derginin programına bakıldığında “dil” mevzuuna önem
verildiği görülür. Yayınlanacak makalelerin bütün Türk ırkının okuyup anlayabileceği
bir tarzda yazılması tasarlanmıştır.182
Fiilen 20 Haziran 1911’de kurulan Türk Ocağı183 nizamnamesine bakıldığında
da dil ve kültür konusuna aynı itinanın gösterildiği fark edilir.184 Özellikle Balkan
178 a.g.m., s. 327-328. Fuat Köprülü’nün Servet-i Fünûn ve Yeni Mecmua’da yer alan edebiyata ilişkin fikirleri için bk. Bilge Ercilasun, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit, Ankara 1995. 179 Georgeon, a.g.e., s. 68. 180 Cemiyetin kuruluş tarihi 18 Ağustos 1327/ 31 Ağustos 1911’dir. Kurucu ve Yöneticileri arasında şunlar yer almıştır: Şair Mehmet Emin, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali, Dr. Akil Muhtar, Akçuraoğlu Yusuf. Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., s. 377; ayrıca bk. Türkiye’de Siyasal Partiler, İletişim, İstanbul 1998, c. I, s. 441. 181 Georgeon, a.g.e., s. 68. 182 “Risale Türk ırkının mümkün olduğu kadar ekseriyeti tarafından okunup anlatarak istifade olunacak bir tarzda yazılacaktır. Binaen aleyh b) dili sade olacaktır; c) Kavmin ekseriyetine faildeli mevzular intihab olunacaktır; d) çetin mevzular bile kolay ifade olunmaya çalışılacaktır. Mamafih efkâr-ı münevvere ashabının zevki ve nef‘i gözden kaçırılmayacaktır…” Türk Yılı, s. 437. 183 Ocağın genel tarihi için bk. Tunaya, a.g.e., s. 378-386/458-471; Hüseyin Namık Orkun, Türkçülüğün Tarihi, Berkalp Yayınevi, İstanbul 1944, s. 85-100; Arai, a.g.e., s. 111-126; Sarınay, a.g.e., özellikle s. 131-185, 251-311; Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İletişim, İstanbul 2004. 184 “İkinci Madde: Cemiyetin maksadı; Akvâm-ı İslâmiyenin bir rükn-i mühimmi olan Türklerin millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakkî ve i‘lâsıyla Türk ırk ve dilinin kemâline çalışmaktır” Mehmet Uzun (Baboğlu), “Türk Ocakları’nın Kuruluşundan Günümüze Yasa-Tüzük-Yönerge ve Talimatnameleri”, Müteferrika, sayı 27, Yaz 2005, s. 159.
54
felaketinden sonra İttihat ve Terakki yönetimi sürdürdüğü Osmanlıcı politikayı bir
tarafa bırakarak Türkçü anlayışı benimsemeye ve bu doğrultuda adımlar atmaya başladı.
Bu tarihten itibaren İTC yöneticilerinin Türk Yurdu ve Türk Ocağı gibi kurumlara
yaklaşmaya ve onların faaliyetlerinden istifade etmeye çalıştığı görülmektedir.185 Ocağa
bağlı pek çok Türkçü düşünür cemiyet içinde ve devletin çeşitli kademelerinde görev
üstlenmişlerdir.186 Aslına bakılırsa Cemiyet Ocak ile temasını Genç Kalemler dergisinin
Selanik’ten İstanbul’a taşındığı esnada Gökalp’ın arkadaşları ile birlikte Türk Yurdu
saflarına katılmasıyla gerçekleştirmiş bulunuyordu; hatta Ülken’e göre İTC’nin
Tükçülüğe ve Türk Ocağı’na nüfûzunu Hüseyinzade Ali ve Gökalp aracılığıyla
sağlamıştı.187 I. Cihan Harb’inden sonra da Anadolu’da teşekkül edecek olan “Müdafaa-
i Hukuk” cemiyetlerinin teşkilatlanmalarında bu Türkçü müesseselerden azami
derecede istifade edilecektir.188 Ayrıca Cemiyet imparatorluğun çevresinde yer alan
coğrafyalara özel görevle gönderdiği şahıslar arasında yine bu müesseseye bağlı
insanlar bulunmaktadır. Enver Paşa’nın kurduğu “Teşkilat-ı Mahsusa” 1911’de
Kafkasya, Türkistan, İran, Afganistan ve Hindistan gibi yerlere Panislamist ve
Pantürkist propaganda yapmaları için görevliler tayin etmekte idi.189 1918’de
propaganda icra etmek amacıyla Avrupa şehirlerine Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali,
Ahmet Ağaoğlu, Halim Sabit ve Fuat Köprülü gibi milliyetçi kişilerin gönderildiklerini
görüyoruz.190 Yine teşkilatla bağlantılı olarak 1919 tarihli bir belgeye göre Fuat
Köprülü’nün “Umur-ı Şarkiye Müdürlüğü” görevini ifa ettiği anlaşılmaktadır.191 Gerçi
belgelerin genel ifadeleri göz önünde tutulduğunda Köprülü’nün teşkilat ile organik bir
bağının varlığını iddia etmek güçse de gerek Maarif Nezareti’nin gönderdiği belge ve
185 Georgeon, a.g.e., s. 65. 186 a.g.e., s. 65. 187 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, 2005, s. 218. 188 Ocağa bağlı kişilerin bu dönemde yaptığı birkaç girişim için bk. Erik Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam Yayınları, İstanbul 1995, s. 120-122. 189 Landau, a.g.e., s. 74-76. 190 a.g.e., s. 81-82; Fuat Köprülü’nün doğrudan Teşkilat ile bağlantısını göstermese de elimizdeki iki belge kendisinin örtülü ödenekten para almak suretiyle Avrupa’ya “…Hind, Afgan, Şimalî Kafkas, Cenubî Kafkas, Şimalî Türkistan, Mısır, Cezayir, Tunus, Trablusgarb gibi bilad-ı İslamiye’nin ahalisini temsil ve esaretten tahlisleri gibi hukuk-ı İslamiyeye’yi müdafaa etmek” maksadıyla gönderildiğini işaret etmektedir. BOA, Maarif Nezareti Evrakı, Tedrisât-ı Âliye İdaresi, nr. 128/28, lef. 5, 21 Ocak 1919. [Belgeden bizi haberdar eden Ali Adem Yörük Beyefendi’ye teşekkürü bir borç bilirim] 191 BOA, nr. 128/28, lef. 3.
55
gerekse buna Harbiye Nezaretinin verdiği cevaba nazaran onun Teşkilat-ı Mahsusa ile
dolaylı ilişki içinde olduğu ve teşkilatın hiç olmazsa propaganda faaliyetlerine bir
şekilde karıştığı görülmektedir.
İttihat ve Terakki’nin Türk Ocağı’na yaklaşmasıyla birlikte Ocağın memleket
sathında faaliyetleri de artmıştır. Adeta Türk milliyetçiliğinin sözcülüğü işi bu kurum ve
etrafında halelenen dergi, mecmua vs. tarafından ifa ediliyordu. Ocağın hemen her
Cuma halka yönelik gerçekleştirdiği konferansların konuşmacıları arasında
Köprülüzade Mehmet Fuat’ın da ismine de rastlanır.192
1912 yılı Köprülü’nün hayatında bir nevi dönüm noktası addedilebilir. Zira o
tarihe kadar Türkçü bir perspektif ile yazılarını kaleme alıyor değildi. Özellikle Genç
Kalemler dergisi ile giriştiği münakaşa esnasında edebiyat ve sanat üzerine dile getirdiği
görüşlerine bakıldığında bu daha bariz bir biçimde görülebilir. Köprülü’nün zihin
dünyası bu tarihten itibaren Ziya Gökalp ve çevresinde yer alan Türkçü düşünürlerin
fikirleri doğrultusunda yeniden şekillenecektir. Kaldı ki Köprülü’nün Türk Yurdu’nda
çıkan yazıları ile Genç Kalemler dergisi ekibinin Selanik’ten İstanbul’a gelişleri ve
dergiye makale yazmaya başlamaları aşağı yukarı aynı tarihlere rastlamaktadır.193
Köprülü’nün Türk Yurdu’na yazdığı ilk makale Balkan savaşının devam ettiği
bir tarihe denk düşer; ve kaleme aldığı yazı toplumun yenilgiler karşısında içine düştüğü
karamsarlığı bertaraf etmeye dönük “ümit ve azm”i telkin eden bir içeriğe sahiptir.
Bundan hemen sonra da “Türk’ün Duası” adlı uzun manzum eseri yayınlanır. Eser,
devletin maruz kaldığı felaketler dolayısıyla Türk’ün Yaradan’a adeta yalvarışını ifade
192 Tunaya, a.g.e., s. 380. Tunaya şu isimleri zikreder: Yahya Kemal (Edebiyat), Köprülüzade Fuat (Edebiyat Tarihi), M. Şemsettin (Türk Tarihi), Hamdullah Suphi (Türk-İslam Sanayi-i Nefisesi), Prof. Zühdü (İktisat); ayrıca bk. Sarınay, a.g.e., s. 164. “Ziya Gökalp ‘Türk Milliyeperverliği Nasıl Doğdu?’, Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) ‘Macaristan’da Turan Cereyanları’, Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ‘Anadolu’da Mezhepler’, Emrullah Efendi ‘Türkçe’nin Sadeleştirilmesi Hakkında’, Hüseyinzade Ali (Turan) ‘Kafkasya’da Türklük ve Milli Cereyanlar’, Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ‘Türklerde Sanata Muhabbet’, Mehmet Emin (Yurdakul) Kendi şiirlerinden örnekler, Ömer Naci ‘Acemistan Hatıraları’, Köprülüzade Mehmet Fuat ‘Edebiyatta Türklük’, Tevfik Rüştü Aras ‘Anadolu’da Köylünün Sıhhati ve Gençlerin Bu Yolda Vazifesi’, Ahmet Ağaoğlu ‘ Milli Cereyanlar Nasıl Doğar?’, Dr. Esat (Işık) Paşa ‘Anadolu’da Hastalıklar’, Ahmet Ağaoğlu ‘Türklüğün Nazarında Kadın’”; 1330/1914 yılında Ramazan ayı içinde düzenlenen konferans programına göre Fuat Köprülü, “Saz Şairleri”, “Türk Edebiyatında Birlik”, “Edebiyatta Türklük” başlıklı konuşmaları gerçekleştirmiştir. Hüseyin Tuncer vd., Türk Ocakları Tarihi I, Türk Yurdu Yayınları, Ankara 1998, s. 29-31. 193 Arai, a.g.e., s. 90.
56
etmektedir. Bu yalvarış ve yakarışı ifade eden mısralarda Türklerin eski dönemlerini
hatırlatan kelime ve kavramların seçilmiş olması Köprülü’nün zihnî dünyasının ne
yönde değiştiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Rabbim, şikeste rûh u emel, lâl ü nâ-tüvân
Ellerle böyle Tûr-i Tecellî’ne tırmanan
Abd-i hakîri koğma kapından, inâyet et,
Nâlân-ı leb duâsına îsâr-ı rahmet et!
Dergâh-ı izz ü lutfuna gelmiş, niyâz eder,
Şekvâ değil, fakat Sana tevdî-i râz eder.
Sâ‘ât-i afv ü mağfiretin etmeden mürûr
Geldim huzûr-ı hışmına, ey Hâlik-i Gafûr!
…
Bilmem, semâlarında akan cûy-ı mağfiret
Dökmez mi hakdânına bir katre tesliyet?
İnler mi öyle kulların, avâre, bî-mecâl,
Ermez mi Bâb-ı Adl’ine bir bâd-ı infi‘âl?..
Ey Tanrı, ey su Tanrısı, ey Arz İlâhesi,
Ah ey pınar perilerinin Rabb-i Akdesi
Ey Hâlik-ı me‘âdin ü eşcâr ü arz ü nâr,
Gök Tanrı, ey zemîne hayât eyleyen nisâr,
Ey nev-bahârı lâleler altında süsleyen,
Göllerde nîlüferler açan Hâlik-i ‘Aden!
Elbette anladın beni: Pür-mâtem ü vakar,
Nâlân sesimde Altay’ın âvâz-i ra‘di var.
Tolgam düşük, elimde kılıç münkesir, zebûn,
Zırhım şikeste, cebhe-i ye’simde acz ü hûn,
Lâkin o kanlı alnım açık, ellerim temiz,
Geldim Der-i Celâl’ine Ey Tanrıi kimsesiz!
Lutfet, semâ dilimdeki âlâmı dinlesin,
Rûhum fakat mefâhir-i ecdâdı inlesin!
Türk’üm, başımda hâle-i pür-nûru ceddimin,
Ulvî gözümde milletimin ihtişâmı var.
Her şeb gelir simâha bin na‘ra, bin enîn,
Fâtihler ordusundaki âvâz-i ceng-i hâr…
Türk’üm, lebimde her gece bin kanlı dâstân,
Tetvîç eder hayâlimi binlerce menkabe…
Ey ceddim, ey Oğuz, ebedî, şanlı kahramân
57
Sordum ru‘ûd-i sıytini her eski kevkebe.
…
Ey Tanrı, Ey Su Tanrısı, Ey Arz İlahesi,
Ey Hâlik-i me‘âdin ü eşcâr ü âb ü nâr,
Tûran’ı kıl siyânet, o Arz-i Mukaddes’i;
Türk’ün o şanlı nâmını Rabb’im Sen etme hâr…
…
Ey Tanrı, Ey İlâh-i Semâ, Hâlik-i zemîn,
Bahş-i Hilâl eden bize hep Sen değil misin?
Sen vermedin mi Râyet-i İslâm’ı bizlere,
“Hâmî-i adl olun!” diyerek, “kimsesizlere!”;
Garb’ın Salîb-i cehl’ini kimdir kılan tebâh
Nâkûsu susturan acabâ kimdir Ey İlâh?
Kimdir Diyâr-ı zulmet’e Îsâr-ı nûr eden
Elbet bilirsin onları ey Hâlik-i Aden:
Tûran’ın en güzîde, büyük, şanlı milleti,
Fâtihler’in hafîdi, Oğuz nesl-i heybeti!..
…
Artık sus ey melâl ve felâket neşîdesi!
Zulmette ağlayan bu leyâl-âşinâ sesi
Hâlâ işitmedin mi Sen ey Hâlik-i Gafûr?
Ummân-ı rahmetin neye sâkit, niçin vakûr?
Ulvî Hilâl-i dîn’ini vahşetle kırdılar,
Mihrâb-ı ihtirâmına bin darbe vurdular;
Afveyliyor musun bu karanlık şenâ’ati,
Türk’ün tebâh olur mu bu âvâz-i lâ‘neti?
Her ân-ı ye’simizde ezan sesleriyle biz
Dergâh-ı Kibriyâ’na nidâ eylemekteyiz.
Lâkin bugün dudaklarımız ra‘şe-ver, zebûn,
Nâlân, hafî duâlarımız bir girivv-i hûn.
Vaktiyle Bârgâh-ı tecellîne yükselen
Dest-i melâl ve aczimizi âlûde-i kefen…
Nâkûs-i zulmet eyledi iskât ezanları,
Kan mevcesiyle boğdu bütün ağlayanları…
Tanrı’m, tahammülün nasıl etmekte imtidâd,
Pâmâl-i düşman oldu bugün meşhed-i Murâd!”194
194 “Türk’ün Duası”, TY, yıl 2, c. III, sayı 10, 21 Şubat 1328, s. 289-296; sayı 11, c. III, 8 Mart 1328, s. 324-330.
58
Köprülü’nün Türk Yurdu’nda intişar eden diğer birkaç makalesi hususen önem
arz eder. Bunlardan ikisi Yunus Emre’nin tasavvufi hayatı ve eserleri ile alakalıdır ki bu
makaleler daha sonra büyük etki yaratacak olan “İlk Mutasavvıflar” eserinin öncü
niteliğinde sayılabilecek denemeleri sayılabilir.195 Bu iki makalede de Yunus Emre’nin
tasavvufi şahsiyeti Sinan Paşa’nın Tezkiretü’l-Evliya’sı, Latifî’nin Tezkire’si, Aşık
Çelebi’nin Meşâirü’ş-Şuarâ’sı, Şakayık Tercemesi, Şakir Paşa’nın Yeni Osmanlı Tarihi,
Hammer Tercemesi, Bursalı Tahir Bey’in Aydın Vilayetine Mensup Ricalin Teracim-i
Ahvali isimli makalesi, Yunus Divanı vs. gibi kaynaklardan istifade ile meydana
konulmuştur.
Bir başka önemli makalesi ise yukarıda da bir nebze değindiğimiz “Türklük,
İslamlık, Osmanlılık” adlı yazısıdır. Bir Osmanlı aydınının zihninde Türk(çü)lük
fikrinin nasıl yankı bulduğunu bu makale ile takip etme imkânını buluruz. Osmanlı
topraklarında milliyet/kavmiyet cereyanının hangi şartlar altında neşv ü nema bulduğu
ve milliyetperverlerin neden bu fikri savunduğu üzerine kaleme alınan makale, Türklük
fikrinin içtimaî ve tarihi zaruretler neticesinde teşekkül ettiğini “İslamlık” ve
“Osmanlılık” fikirlerini de içinde barındırır bir anlayışla izah etmektedir.
Dikkati çeken bir başka yazı da “Edebiyatımızda Milliyet Hissi”196 adını
taşımaktadır. Metnin içeriğine göz atıldığında, “milliyet” fikrinin edebiyatımızda nasıl
yer bulduğunu isbata dönük bir makale olduğu hemen fark edilecektir. Kendi ifadesiyle
gerçekleştirmeye çalıştığı şey, “Türklük hissinin basit bir tarihçesini” ortaya
çıkarmaktır. Bu makale ile alakalı olarak bir başka husus da takip ettiği metodun
biçimidir. Sanatkârların “Türk milliyeti” hakkında nasıl bir his beslediklerini ortaya
çıkarırken izini sürdüğü zaman ve mekan boyutunun büyüklüğü/genişliği, genç Fuat
Köprülü’nün ilmî bakımdan neler yapabileceğini göstermesi açısından öncü
çalışmalarının metodik bir örneğini teşkil eder. Meseleyi, geniş bir coğrafi alan içinde
ve Türklerin İslamiyet’i kabulden önce ve sonra olmak üzere muhtelif devletler
meyanında gösterdikleri seyr ü seferi söz konusu ederek ele almaktadır. Dolayısıyla
Türklerdeki milliyet hissi, Cengiz Han döneminden başlar ve İslam’ı kabul eden Moğol 195 “Tercüme-i Hâl: Yunus Emre”, TY, yıl 2, c. IV, sayı 19, 1329, s. 612-621; “Türk Edebiyatı Tarihi: Yunus Emre-Asârı”, yıl 3, c. V, sayı 3, 1329, s. 922-930. 196 “Edebiyat: Edebiyatımızda Milliyet Hissi”, TY, yıl 2, c. IV, sayı 20, 10 Temmuz 1329, s. 667-678.
59
hükümdarı Gazan Han197 devrinden geçip oradan Selçuk hükümdarları arasında aldığı
şekle ve nihayet Osmanlı padişahlarının tutumuna varıncaya kadarki serencamı, bahsi
geçen devirlerde kaleme alınan edebi eserler nezdinde mütalaaya tabi tutulmuştur.
Köprülü’nün “Türk Tarihi”nin nasıl ele alınıp incelenmesi gerektiğine dair bu
makale dolayısıyla dile getirdiği tesbitler de hayli önemlidir. Türk edebiyatı için ileri
sürülen “Selçukî Edebiyatı”, “Osmanlı Edebiyatı” gibi tasnifleri kabul etmez; hatta bu
gibi yaklaşımları manasız bulur ve gerçekte bir tek “Anadolu Türklerinin lisan ve
edebiyatı” olduğu fikrini benimser.198
Türk Yurdu’nun sayfalarında yer bulan bir diğer önemli makale de, 1923 yılında
Paris’te toplanan beyne’l-milel tarih-i edyan kongresi’nde okunan tebliğin
tercümesidir.199 Bektaşiliğin Menşeleri adını taşıyan bu tebliğde Köprülü, meseleyi bir
yandan usûl açısından irdelerken diğer taraftan da bu bölgenin dini tarihinin daha iyi
anlaşılması adına bazı faraziyeler ileri sürmektedir. Usul açısından dile getirdiği husus,
bir yönüyle “süreklilik”e o bir taraftan da “mukayese” unsurlarına işaret etmektedir.200
Buna göre İran ve Anadolu’da teşekkül eden tarikatleri, ve özellikle hicrî VII. asırdan
başlayarak dört yüz sene bütün şiddetiyle devam eden dinî hareketleri kemal-i
vukûfiyetle anlamak için bahsi geçen coğrafyada meydana gelen hadiseleri, müstakil ve
münferid birer vaka olarak değil; uzun ve sürekli bir silsilenin biribirine geçmiş
halkaları şeklinde düşünmek ve mütalaa etmek gerekir.201 Makalede Anadolu dinî tarihi
açısından da önemli bazı tesbitlerde bulunmaktadır. Öteden beri İslam tarihi ile 197 Köprülü bu makalede Gazan Han’ı bir Türk hükümdarı olarak tavsif etmektedir. Oysa Anadolu’da İslamiyet adlı eserinde İslamiyeti kabul etmiş bir Moğol hükümdarı olarak niteleyecektir. Anadolu’da İslamiyet, 1338, DEFM sayı 4, 5, 6’dan ayrı basım, s. 71-72. 198 “…Osmanlı Türkleri ufak bir kemiyet halinde Anadolu’ya geldikleri zaman, oradaki Türk heyet-i içtimaiyesi kendilerini her suretle bel‘ etti. Terakkiyât-ı mâddiye ve maneviye, kesâfet ve kesret itibariyle Kayahân kabilesine tabiatiyle fâik olan Anadolu Türkleri arasında Osmanlılar pek büyük bir tesir icra edemezdiler; ve nitekim edemediler. Reislerinin mahâret ve dirâyeti sayesinde Osmanlı emâreti teşekkül ettiği zaman, onu teşkil eden anâsırın kısm-ı a‘zamı Anadolu’da birkaç asırdan beri yerleşmiş kimselerden ibaret bulunuyordu. Binaenaleyh Selçukî edebiyatı, Osmanlı edebiyatı gibi tasnifler manasız ve sahtedir; hakikat-i hâlde yalnız Anadolu Türklerinin lisanı ve edebiyatı vardır…” “Edebiyatımızda Milliyet Hissi”, s. 673. 199 “Bektaşiliğin Menşeleri: Küçük Asya’da İslam Batınîliğinin Tekâmül-i Tarihîsi Hakkında Bir Tecrübe”, TY, c. II, nr. 8, Mayıs 1341, s. 121-140. 200 a.g.m., s. 122. Köprülü’nün tarih metodolojisinde önemli iki unsur olarak “süreklilik” ve “mukayese” yaklaşımı için bk. Bölüm II. 201 a.g.m., s. 122.
60
ilgilenen araştırmacılar, ortaçağ Türklerinin mensup oldukları mezhebin sünnî inancı
temsil ettiğini adeta bir ‘müteârife’ şeklinde ileri sürmektedirler.202 Köprülü özellikle bu
konudaki yanlış fikirleri düzeltmek maksadıyla yeni elde ettiği vesikalara dayanarak
durumun hiç de böyle olmadığını; her ne kadar Gaznevî, Karahanî, Selçukî ve Osmanlı
devlet ricalinin sünnî mezhep ulemasıyla daha içli dışlı olmalarına karşın Anadolu’ya
gelip yerleşen Oğuz Türkleri arasında İslamiyeti kabul etmezden önceki ana’anelerin
tüm ağırlığıyla devam etmekte olduğunu belirtir.203 Türk hükümdarlarının Sünnî
mezhebi tercih etmelerini de siyasi menfaate dayandırır. Köprülü burada daha önce İlk
Mutasavvıflarda ileri sürmeye cesaret edemediği görüşünü Avrupalı araştırmacıların
ortaya koydukları neticelere itiraz ederek açık bir biçimde dile getirir. Anadolu ve İran
Türkleri arasında VII-X. yüzyıllar arasında vuku bulan pek çok Batınî hareketin Türkler
tarafından vücuda getirildiği ve özellikle Türkler arasında yayılan bazı tarikatlerin ehl-i
sünnet inancına karşıtlığı, Anadolu ve İran’da halen devam eden Batınî zümrelerin
varlığı gibi hususlar, gösterir ki, İslam heteredoksisi tarihinde Türkler de dikkate şayan
bir rol oynamışlardır.204 İlerleyen satırlarda Türklerin içinde bulunduğu Hurufî
hareketlerden birkaç örnek verilmektedir. Yine İslam dünyasında sufilik cereyanı
kuvvetlendiği sırada müfrit şiî ve batınî inançlarının ağır ağır İslam merkezlerine
“Kalenderiye” ve “Haydariye” tarikatleri aracılığıyla girmeye başladığını ve bunda
Türklerin ihmal edilemeyecek mühim rolleri bulunduğunu söylemektedir. Makale aynı
zamanda İran’da şiîliğin, Türk asıllı olan Safevî sülalesi tarafından ancak Türkmen
göçebelerin yardımı sayesinde resmi mezhep olarak yerleştirilebilmiş olmasını işaret
etmektedir. “Hurufiye”, “Nimetullahiye”, Nurbahşiye” gibi büyük şiî cereyanlarının
Türklere istinad etmesi gibi hadiselerin de basit tesadüflere hamledilemeyeceğini
belirten Köprülü zikrettiği hadiseler vasıtasıyla, Selçukî, Osmanlı hanedanlarının ve
Timurîlerin izledikleri ortodoks siyasete ve büyük şehirlerdeki sünniliğe doğru seyreden
temayüllere rağmen heteredoks akideler taşıyan Türkmen gruplarının sayısız
ayaklanmalarını pek kolay izah edebileceğimizi iddia etmektedir.205
202 a.g.m., s. 123. 203 a.g.m., s. 124. 204 a.g.m., s. 124. 205 a.g.m., s. 130.
61
Türk Yurdu mecmuasında yayınlanan makaleleri arasında yukarıda
zikredilenlerin dışında milli edebiyata ilişkin çeşitli araştırmaları da mevcuttur.
Makaleler yarı edebiyat meseleleri yarı biyografi tarzında ele alınmıştır; ancak bu
yazıların merkezinde milli/Türk edebiyat meselelerinin yer aldığı hemen dikkati
çekmektedir. Anadolu’da teşekkül eden Türk edebiyatının bilinmeyen şahsiyetlerinin
hiç duyulmamış eserlerini tanıtıcı bir görev de ifa eden bu yazılar, aynı zamanda
Türk(çü)lük bilincinin oluşmasına ilmi açıdan birer katkı şeklinde de okunabilir. Mesela
Ali Şir Nevaî ile alakalı yazısında Nevaî’nin eski klasik edebiyatın en yüksek
üstadlarından biri olduğunu ve Türk dilinin Farsça’ya üstünlüğünü ilk kez olarak
belirtme cesareti gösterdiğini ifade etmektedir.206 Ahmed Fakih’e ilişkin kaleme aldığı
bir araştırmasında207 da Çarhnâme adlı eserini sözkonusu ederek bunun Anadolu’da
daha sonra meydana getirilen dinî-sufiyâne halk hikayelerine kaynaklık ettiğini ve VII.
asırda yazıldığı anlaşılan eserin bize intikal eden en eski Anadolu Türk ürünü kabul
edilebileceğini ifade eder. Abdülhak Hamid’e dair yazısında ise eski edebiyata ilişkin
eleştirilerini görmek mümkündür; Abdülhak Hamid’in cüretkâr bir hamle ile eski gazel
ve müsemmat tarzını yıktığını ve genç edebiyatçılara yeni ufuklar açtığını
belirtmektedir.208
Bir başka makalesinde XII. asırda Rumeli serhadlerinde vaki toplumsal hayatın
izlerini sürmektedir. Buna göre Rumeli serhadlerinde bir “Alp Erenler” yani “Gazi
Dervişler” hayatı yaşanmaktadır.209 1913 yılında bir Türk münevverinin vefatı
münasebetiyle yazdığı makale dikkatli bir gözle incelenecek olursa Türk(çü)lük 206 “Edebiyat Tarihi: Ali Şir Nevaî ve Tesirâtı”, TY, c. V, nr. 27, Mart 1927, s. 234-238. 207 “Selçukîler Devrinde Anadolu Şairler 2: Ahmed Fakih”, TY, c. IV, nr. 22, Teşrinievvel 1926, s. 289-295. 208 “…Bu genç şair cür’etkâr bir hamle ile eski gazel ve müsemmat tarzını yıkmış, beytin vahdet teşkil etmesi kaide-i asliyesini parçalamış, kafiyelerin lutfunu sâmi‘aya hasretmiş, hülâsa bir kelime ile, san‘atkâra serbestîsini temin etmişti. Eskilerin asır-dîde kana‘atlerine tamamıyla muhalif olmakla beraber, Abdülhak Hâmid meydana koyduğu nümûnelerle gösteriyordu ki nazmın mevzuu yalnız gül ve bülbül, bâde ve sâki değil, belki bütün hayat ve btün kainât olabilir. Sonra bunu muvaffakiyetle saha-i fiile çıkarabilmek için ibtidâ eski kuyûd-ı muz‘ice ile eski şekillerden kurtulmak lazımdır. Yeni mevzular mutlaka yeni şekillere müftekirdir. Hayatın tenevvu‘uyla şekillerin besâtat ve vahdeti arasındaki tezadı anlamak, uzun mülahazalara muhtaç olamaz. İşte Garb mahsûlât-ı edebiyesi meyanında gördüğü nümûnelerle, Türk şiirini sahtelikten kurtarmak ve hayat ve tabiattan iktibâs-ı feyz etmek lüzûmunu ibtidâ Hâmid anladı; ve dehâ-yı san‘atıyla, ancak birkaç neslin yapabileceği bir teceddüdü, tek başına meydana getirdi…” “Abdülhak Hâmid Müceddid”, TY, yıl 2, c. IV, sayı 13, Haziran 1329, s. 399. 209 “Eski Serhadlerimizde Edebî Hayat: Temeşvarlı Gazi Aşık Hasan”, TY, c. IV, nr. 19, Temmuz 1926, s. 18-23.
62
bilincini, Osmanlı topraklarında yaşayan insanlar arasında yayma gayretini daha bariz
görme imkanı verecektir. İdil’de vefat eden Abdullah Tokayef için yazdığı makalenin
daha ilk satırlarında Türklerin karşı karşıya kaldığı felaketlere değinerek acıları hep
birlikte paylaşmayı teklif etmektedir.
“Bu sene bütün Türkler için acı ve felaket yılı oldu. Uzun asırlardan beri saf kanlarımızla yıkadığımız mukaddes toprakları kaybetmek yetişmiyor gibi, birer birer milletin büyükleri de aramızdan çekilip gitti. Halbuki, yetim maneviyetimizin bugünkü karanlık semasında, bize teselli ve saadet yolları gösterecek yıldızlar o kadar çok doğmuyor! Bosfor kıyıları bir Vefik Paşa, bir Ahmed Mithat yetiştirmekte ne kadar tamahkâr ise, İdil boyu da bir Abdülkayyum, bir Tokayef meydana getirmekte ondan daha feyizli değildir. Bu yoksulluğu gidermek ve istikbale büyükler hazırlamak istersek, bari ölülerimizin matemini tutmayı bilelim. (…) Türkler , birbirlerinin saadet ve felaketine şimdiye kadar tamamen lakayd kaldılar, birbirlerini hiç düşünmediler, bilmediler, anlamadılar. Fakat bari bundan sonra ırkdaşlık rabıta-i maneviyesini öğrenseler ve medeniyet hayatında beraber yürüseler ne olur! Felaket ve hüsran zamanlarında, milletler de, insanlar gibi, teselliye muhtaçtırlar; böyle zamanlarda beraber dökülen göz yaşları kavî ve unutulmaz bir kardeşlik rabıtası teşkil eder!”210
Fuat Köprülü ilerleyen satırlarda İstanbul’da bulunan basın-yayın organlarının hiç
birinde -Türk Yurdu ve Türk Ocağı hariç- Tokayef’in ölümüne ilişkin kayda değer bir
haber-yoruma rastlanılmadığından şikayetle erbab-ı fikrin bu hadiseye bigâne kaldığını
esefle belirtmektedir. Bu bigâneliği de kâri’ ve muharrirlerin henüz milli vicdandan
mahrum olmalarına dayandırmaktadır.211
Recaizâde Mahmud Ekrem’in hayatı ile ilgili yazdığı makalede Ekrem’i, daha
çok edebiyatımıza getirdiği yenilikler çerçevesinden bir değerlendirmeye tabi tuttuğu
görülür.212 Döneminde yeni bir edebiyat lisanına ihtiyaç duyulduğunun farkına vararak
bu doğrultuda muhtelif eserler vücuda getirmiştir. Kısaca bu makalede Ekrem, lisan
konusunda kendisini göstermeye başlayan “edebî irtica‘” temayüllerine karşı mücadele
eden yenilik taraftarı bir edebi şahsiyet olarak resmedilmeye çalışılmıştır.
4. Halka Doğru
Halka Doğru dergisi ve Köprülü’nün bu dergideki yazı-hikayelerinden
bahsetmeden önce “halka doğru hareketi” ile Türkçü düşünce neyi amaçlamıştı?.. buna
210 “Abdullah Tokayef”, TY, yıl 2, c. IV, sayı 16, 16 Mayıs 1329, s. 497,98. 211 a.g.m., s. 499. 212 “Üstad Ekrem: Hayatı”, TY, yıl 3, sayı 11, 6 Şubat 1329, s. 1190-1196.
63
temas etmek yerinde olur sanırım. Balkan savaşlarının hemen sonrasında İttihat-
Terakki’nin izlediği siyasi tutumda milliyetçilik yanında seyreden bir değişiklik
meydana geldi. Partinin genel merkezi Selanik’ten İstanbul’a taşınmasıyla birlikte
İstanbul’da bulunan Türkçü kuruluşlara ilgi de artmıştır. Ziya Gökalp’ın buradaki etki
ve konumu son derece dikkate şayan bir durum arz etmektedir. Bu aşamadan sonradır ki
Cemiyet kültürel yoldan milliyetçi/Türkçü akımı yoğun bir biçimde destekleyecektir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi İmparatorluğun karşı karşıya kaldığı problemler
neticesinde, Türkçülerin gerçekleştirmeyi umdukları önemli ve zor mesele Osmanlı
toplumuna Türklük bilincinin nasıl kazandırılacağı işi idi. Daha 1908’de Genç Kalemler
Dergisinin başlattığı dilde sadeleşme hareketi başta olmak üzere, Türk Derneği girişimi
ve şimdi Türk Yurdu tarafından çıkarılan Halka Doğru Dergisinin amaçladığı şey hep
aynı gayeye matuftu. Türk Derneği’nin çalışmaları esnasında kopan dil tartışmasında
Kazanlı Ayaz meselenin siyasi ve kültürel yanına dikkat çekerek şöyle diyordu:
“Bizim mesleğimiz avam taraftarı bulunmak olduğundan, biz bütün efkâr-ı siyasiye ve ictimaiyeyi avâma anlatmak tarafındayız. Bizce bu meslek bir lisan için değil, bütün mesâil-i hayatiye içindir. Asrımız şimdiki efkâr-ı umûmiye asrı olduğundan ve memleketin ıslahı, milletin teceddüdü bütün efrad-ı millet efkârının teceddüdü ile hâsıl olacağından bizim nokta-i nazarımızdan milletini seven her Türk yazdığı her makaleyi Anadolu Türklerinin anlayacağı bir lisanla yazması lâzım gelir. (…) Binaenaleyh siz vatanınıza ve milletinize hizmet etmek isterseniz, tabii efrad-ı milletin en çok anladığı dil ile yazacak ve bu sayede milliyet ve kavmiyet fikirleri uyandırmağa çalışacaksınız. Bu dilde tabiî yüzde kırkı Farisî, kırkı Arabî, onu Fransız, Rum, onu Türkçe olan ‘edebî lisan’ınızla olamaz. Belki sade Türkçe olacaktır…”213
Burada dikkati çekmesi gereken husus, dilin sadeleşmesi ile milliyet/kavmiyet fikrinin
toplum katmanlarında edineceği değerin işlevsel fonksiyonu arasında kurulan ilişki
olmalıdır. Sade bir Türkçe ile yazmak, münevverler ile halk arasında zaman içinde
oluşan uçurumun kapanmasına dönük hamleler olarak değerlendirilebilir. Aslında bir
adım öncesinde yani Tanzimat politikaları ile başlayan modernleşme öncesi dönemde
bu ilişkiyi Halife-Sultan ile halk arasında orta bir konumda yer alan “ulema”
sağlamaktaydı. Modernleşme sonrası bu denge, ulema aleyhine gelişerek yeni
aydın/münevverler lehine değişecektir.
213 Sırat-ı Müstakîm, c. II, sayı 46’dan nakleden Levend, Türk Dilinde…, s. 308. [Vurgular bize ait]
64
1923 tarihinde Gökalp Türkçülüğün Esasları adlı eserinde “Halka Doğru”
umdesinin ne demek olduğunu çok net bir şekilde açıklamaktadır. Buna göre bir
milletin münevverleri yüksek bir terbiye ve tahsil görmüş olmak hasebiyle halktan
ayrılmış gibidirler ve dolayısıyla halka doğru gidecek olan kişileri de bu mütefekkir
zümresi oluşturur. Gökalp’e göre hars/kültür sadece halk kitlesinde mevcuttur; oysa
güzideler topluluğu diye isimlendirdiği münevverler bundan yoksun bir halde
bulunurlar. Gökalp münevverlerin medeniyete; halkın da hars/kültüre sahip olduğunu
belirterek güzidelerin halka doğru gitmesini iki gayeye bağlamakta ve bunu da “halktan
harsî bir terbiye almak için, halka doğru gitmek; halka medeniyet götürmek için, halka
doğru gitmek” ifadeleriyle formüle etmektedir.214
Gökalp’in bu konu üzerine bulunduğu mütalaalar bize, II. Meşrutiyet sonrası
Türkçülük faaliyetinin ilmi yönüne de ışık tutar bazı ipuçları vermektedir. Ona göre
münevverlerin okudukları mektepler “halk mektebi”, “milli mektep” hüviyetini haiz
eğitim kurumları değildir; dolayısıyla onlar milli harstan mahrum ve gayrı milli bir
şekilde yetiştiler. Bu olumsuz durumu bertaraf etmek için münevverlere halkın içine
girmeyi, halkla birlikte yaşamayı teklif etmektedir.
“…Ne yapmalıdır? Bir taraftan halkın içine girmek, halkla beraber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, cümlelere dikkat etmek. Söylediği darb-ı meselleri, an’anevî hikmetleri işitmek. Düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki üslûbu zaptetmek. Şiirini, musikîsini dinleyerek, raksını oyunlarını seyretmek. Dinî hayatına, ahlâkî duygularına nüfûz etmek. Giyinişinde, evinin mimarîsinde, mobilyalarının sadeliğindeki güzellikleri tadabilmek. Bundan başka, halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, tandırnâme adı verilen eski töreden kalma akidelerini öğrenmek. Halk kitaplarını okumak. Korkut Ata’dan başlayarak âşık kitaplarını, Yunus Emreden başlayarak tekke ilahîlerini, Nasreddin Hoca’dan başlayarak halk nekreciliğini, çocukluluğumuzda seyrettiğimiz Karagözle orta oyununu aramak bulmak lâzım. Halkın cenknâmeler okunan eski kahvelerini, ramazan gecelerini, Cuma arifânelerini, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bayramlarını yeniden diritmek, canlandırmak lâzım…”215
Burada ifade edilen şeyler, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan mütefekkir
zümreye takip etmeleri gereken yolu da göstermesi açısından son derece önemlidirler.
Köprülü’nün ilmî hayatının daha başlarında “aşık edebiyatı” ile ilgilenmesinin
sebeplerini ararken Gökalp’ın yukarıda alıntıladığımız amaçları ve Türkçülerin hedefe
varmak için gerçekleştirmeyi tasarladıkları programı hesaba katmak gerekir. Gökalp,
214 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Kitap Sevenler Kurumu, İstanbul 1939, s. 37. 215 Gökalp, a.g.e., s. 38. [Vurgular bize ait]
65
yukarıda bir milletin neredeyse bütün bir hayatını kuşatıcı meseleleri ihtiva eden kaynak
eserlere dikkat çekmektedir ki Köprülü’nün tarihi bir meseleyi ele alırken
kullanageldiği kaynaklar ve ilgilendiği meseleler göz önüne alınırsa Gökalp’ın
gösterdiği yolu takip ettiği hemen farkedilecektir. Ancak bunu söylemekle biz,
Köprülü’nün salt “romantik” gayelerle ilmi çalışmalarını sürdürdüğünü iddia etmiyoruz;
aksine o, ele aldığı bütün meselelerde ilmî bir bakış açısını terk etmemiştir. Ne var ki
siyasî ve toplumsal buhranın yaşandığı bu yıllarda Ziya Gökalp ve çevresinin yeni
oluşturmaya çalıştıkları “ideal”in bir yönüyle genç Fuat Köprülü’yü etkilemiş
olabileceği de aşikârdır.
Gökalp’in bahsettiği münevver-halk arasındaki uçurum anlatısının bir benzerine
Fuat Köprülü’nün Ruşen Eşref’e verdiği röportajda da rastlarız. Köprülü burada bir
“ikilik”ten söz eder. Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce kendilerine has bir
edebiyata sahiptiler. O zamanlar “Türklerin ayrı ozanları halkın hayatından, ruhundan
doğan bir kuvvetleri” vardı.216
“İslamiyet dairesine girdikten sonra Türklerin edebî hayatlarında bir ikilik hasıl oldu. Halk yine kendi eski şiirleriyle, eski ozanlarıyla, kopuzlarıyla yaşadı. Fakat Arap, Acem kültürü alan medrese ve saray tamamıyla o tesir altında kaldı. Acemlerin vezni, sonra belagat kaideleri, zevk telakkileri güzellik telakkileri o yukarı sınıfta, yani medreselerle sarayda yaşayan sınıfta aynı aynına kendisini gösterdi ve bu suretle birbirini anlayan iki tabaka hasıl oldu. Aynı millet maneviyet itibarıyla ikiye bölündü…”217
Köprülü ilerleyen satırlarda Türk edebiyatı ile Acem edebiyatı arasında bir mukayeseye
giderek bizdeki durumu izah etmeye çalışmaktadır. Ona göre İslam tesiri Acem
kültürüne nüfuz ettiği vakit lisanı ortadan kaldırdı ve eski Acem kültürünü hemen
neredeyse yok etti. Buna karşın eski ve köklü bir kültür/medeniyete sahip olan Acemler
yeni dinin bu tesiri karşısında sahip oldukları ruhu yaşatmayı başarabildiler. Bir nevi
yeni kültür ve medeniyet ile kendi sahip oldukları ruhu harmanlamış oldular ve bundan
dolayı da ortaya çıkan yeni edebiyat kendine özgü bir şahsiyet kazandı. Köprülü yeni
edebiyatın şahsiyet kazanması meselesini halkla kurduğu temasla irtibatlandırmaktadır.
Halktan bazı unsurlar alarak halka geçen, halkın ruhuna inen bir edebiyat, ancak
şahsiyet sahibi olabilir. Köprülü bizde durumun hiç de böyle olmadığı; İslam ve Acem
216 Ruşen Eşref, Diyorlar ki, Kanat Matbaası, Dersaadet 1334, s. 223. 217 a.g.e., s. 224.
66
tesirinin aşağı tabakaya geçmeyip sadece medrese ve saray zümresi arasında bir tesir
icra ettiği görüşündedir.
Aynı röportajda Tanzimat ile başlayan süreci değerlendiren Köprülü, o dönemin
edebiyat ve fikir adamlarının yaptığı şeyin de aslında bir tür “halka doğru” hareketi
olduğunu belirtmektedir.
“…Yani demek oluyor ki bir demokratlaşma var. Yani Fransa ihtilal-i kebirînin neşr ettiği büyük esaslar Tanzimatla iyi kötü bize de girmeye başlıyor. Tabiî bunun neticesi olarak lisan ister istemez daha basitleşecekti. Yazı yazanlar memleketin hayatıyla daha yakından alakadâr olacaklardı. Hakikaten de öyle oldu. Şinasi, Kemal, hatta Ziya Paşa; bunlar memleketin hayatına taalluk eden meselelerle alakadâr oldular. Garb medeniyetini ve onun mahsûlü olan yeni bir takım fikirleri yaymak için gazeteler çıkardılar, makaleler yazdılar, kitaplar neşrettiler. (…) Doğrusunu isterseniz, böyle bir hareket yani halka doğru iniş birden bire olamazdı. Yani kolay bir şey değildi. (…) İşte gazetelerin çıkması, piyeslerin yazılması, mecmualar neşredilmesi falan, halka doğru inildiğini gösteriyor. Artık eskisi gibi mahdûd mahfillerde eser okunmakla iktifa edilmiyor. Halkın takdiri yavaş yavaş hükmolmaya başlıyordu. (…) Böyle Tanzimatçılar halka doğru iniyordu. Ve aynı zamanda Avrupa medeniyetine doğru gidiyordu. Çünkü zaten halka doğru inmek telakkîsi bile tamamen Garb’ten alınma bir şeydi.218
Kendi dönemindeki “halka doğru” hareketinin anlam dünyası hesaba katıldığında
yukarıdaki satırları, Köprülü’nün bütün bir Osmanlı/Türk modernleşme tarihini nasıl ve
ne şekilde algıladığını göstermesi açısından da önemli addediyoruz. Özetle Köprülü ve
çevresinin yapmak istediği şey, “köklerini milli maziden, halktan alan, ve taklide,
yabancı zevklere isyan eden, şahsiyetini arayan bir hareket” idi.219
“Halka Doğru” hareketi ve dergisinin ortaya çıkmasında etkili olan bir diğer
amil, Rusya’dan göçen Türklerin özel bir ilgi duydukları “halkçılık” fikridir.220 Onlar da
Osmanlı toplumu ile münevverleri arasındaki var olan eğitim farkının, Türkçülük
fikriyatını benimsetmede en büyük engellerden biri olduğunun bilincindedirler. Bu
saiktir ki Yusuf Akçura’yı doğrudan halkı hedef alan bir dergiyi, Halka Doğru
Dergisini çıkarmaya itmiştir. Ona göre bu dergiyi çıkarmaktaki gaye, millî duygunun
sadece münevver kesimin kafasında yer etmesinin yetmeyeceği; milli duygu ve bilincin
218 a.g.e., s. 230-31. [Vurgular bize ait] Milliyetçilik fikri bağlamında “Halka Doğru” hareketi fikriyatının analizi için bk. Bölüm III. 219 a.g.e., s. 237. 220 Georgeon, a.g.e., s. 108.
67
köylülere kadar ulaştırılması yönünde şekillenmiştir.221 Dergi 1913 yılında Yusuf
Akçura’nın önderliğinde, ve büyük ölçüde Türk Yurdu yazarlarının yer aldığı bir kadro
ile kurulmuştur. Aralarında Köprülüzade Mehmet Fuat’ın da bulunduğu ekip, “halka
gitmek, halkı anlamak ve milleti yüceltmek için halkın yüceltilmesi gerektiğini
açıklamak” şiarıyla yazılar yayınladılar.222
Fuat Köprülü’nün Halka Doğru dergisinde iki küçük hikâyesi yer almıştır.
Bunlar daha çok memleketin Balkan savaşlarıyla kaybettiği yerleri ve orada yaşayan
inançlı insanları konu edinen milli-dinî hikâyeler şeklinde kaleme alınmışlardır. “Süngü
Altında”223 adını taşıyan ilk hikâyenin kahramanı küçük bir kasabanın hem imamı ve
aynı zamanda mektep hocası olan Hafız Hüseyin Efendi karşımıza köyü ‘terakki’ ettiren
kişi olarak çıkar. Hafız Hüseyin Efendi, İstanbul’un yeni modern mekteplerinden birini
bitirmiş olmasının yanı sıra medreseden de icazet almış ve memleketi Doksad’a,
Doksad halkına hizmet için geri dönmüş bir vatan evladı tarzında tahkiye edilmiştir.
Onun gayretli ve fedakârâne çalışmasıyla köyde okuma yazma bilmeyen tek bir kişi bile
kalmaz. Camide işlediği vaazlar ve mektepte verdiği nasihatler ile halkın
bilinçlenmesinde en başta rol oynayan kişi odur. Ahalinin bir araya gelmesi, çeşitli
ziraat makinelerinin alınması ve hatta bir iktisat sandığının oluşturulması hep onun
yönlendirmesiyle gerçekleşen yeniliklerdir.
“…Ziraatin terakkiyâtını daima merakla takib eden, ona dair kitaplar, risaleler getirten Hüseyin Efendi orada her yeniliği yaptırıyordu. Yavaş yavaş oldukça zenginleşen köy ahalisi yirmi beş senede kasabayı büyüttüler; kaldırımlı, geniş, temiz sokaklar açtılar; derenin etrafına muntazam sedler yapıp ağaçlar diktiler; sıtmadan, hastalıktan kurtuldular, büyük bir mektep ve mükemmel bir mescid yaptılar. İstibdad yıkılıp meşrutiyet geldikten sonra köy daha çok ilerledi. O civardaki bir akarsudan elektrik çıkarıp köyü, evleri onunla aydınlatmak için Avrupa’dan makineler getirttiler. Artık kasaba, meydan, mekteb, mescid, hatta
221 a.g.e., s. 108-9. 222 a.g.e., s. 109. Derginin Yazarları arasında şunlar bulunur: Halide Edib [Adıvar], Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Tevfik Nureddin, Celal Sahir [Erozan], Hamdullah Suphi [Tanrıöver], Hüseyinzade Ali, Akil Muhtar [Koyuncu], Abdülfeyyaz Tevfik, Ali Canip [Yöntem], Ali Ulvi [Elöve], Galib Bahtiyar, Kâzım Nami [Duru], Köprülüzade Mehmed Fuad, Ziya Gökalp, Mehmed Emin [Yurdakul], Mehmed Ali Tevfik, Mehmed Şevket [Esendal]. Bülent Varlık “Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi [TCTA], İletişim, c. I, s. 120; Levend, Türk Dilinde…, s. 339. 223 “Küçük Hikaye: Süngü Altında”, Halka Doğru, yıl 1, sayı 13, 4 Temmuz 1329, s. 98-101. Diğer hikayenin künyesi şöyledir: “Küçük Hikaye: Hicret Hikayelerinden”, Halka Doğru, yıl 1, sayı 16, 25 Temmuz 1329, s. 122-124.
68
evlerin birçoğu elektrikle aydınlanıyor; geceleri kasaba pırıl pırıl parlayan ışıklar arasında cennete benziyordu.”224
Aslında Köprülü bu küçük köy örneğinde bütün bir memleket için
öngördükleri/tasarladıkları ya da en azından gerçekleşmesini umdukları
ilerlemiş/medenileşmiş/bayındır hale gelmiş bir vatan resmi çizmektedir. Hikayede
anlatılan, resmedilen şahsiyet geleneksel olan ile yenilikçi olanın adeta harmanlanmış
bir timsali gibidir. Hem medrese eğitiminden geçmiş hem de modern mektep tahsili
almış bir köy imamı… Bulunduğu yerin kalkınması adına her fedakârlığı yapan örnek
bir insan… Bu aynı zamanda Gökalp’ın “güzideler” sınıfı için biçtiği rol ile de tam bir
ahenk birlikteliği göstermektedir. Alıntı yaptığımız satırlarda dikkati çeken bir başka
hususiyet de “ilerleme” fikri ile “meşrutiyet” arasında kurulan irtibattır. İlerleme ancak
“istibdat” yıkılıp “meşrutiyet” geldikten sonra mümkün olabilmiştir. Bu bağlamda
Abdülhamit dönemi uygulamaları ile alakalı genel eleştirel bakış burada da görülür.
5. Türk Bilgi Derneği ve Bilgi Mecmuası:
1913 yılında kurulan Türk Bilgi Derneği’nin daha önce faaliyete geçen Türk
Derneği’nin bir nevi devamı niteliğinde kurulduğu söylenebilir. Zira Türk Derneği,
Türk Bilgi Derneği’nin Türkiyat Şubesi olarak faaliyetlerine devam edecektir.225
Dernek daha çok bir ilim akademisi hüviyetiyle çalışmalarını yürüttü. Başkanlık
görevini ifa eden Emrullah Efendi bu konuyla alakalı olarak, “öteden beri ülkede bir
‘akademi’ oluşturmaya çabaladıklarını, Türk Bilgi Derneği’nin bu alanda bir başlangıç
olduğunu” belirtmiştir.226 Dernek aynı yılın sonunda Bilgi Mecmuası adında bir dergi
çıkarmaya başlamıştır.
Müdürlüğünü Celal Sahir Erozan’ın yaptığı Bilgi Mecmuası Dergisi, Celal Sahir
imzalı küçük bir broşürde kendisine şu üç gayeyi hedef edindiğini beyan etmiştir.
“…Evvelâ: İlim ile amelin ayrılması, Sâniyen: İlim dairesinde iş bölümünün yer tutması,
224 a.g.e., s. 99. 225 Zafer Toprak, “Türk Bilgi Derneği (1914) ve Bilgi Mecmuası”, Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetleri, I. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu 3-5 Nisan 1987, Haz: Ekmeleddin İhsanoğlu, IRCICA, İstanbul 1987, s. 247. 226 Toprak, a.g.m., s. 248.
69
Sâlisen: Âlimin ‘malumatlı olmak’ mânâsında zannedilerek, ilmin, ilmî usûlleri tatbik edebilmekten ibaret olduğunun anlaşılmaması.”
Bu broşürün devamında Celal Sahir’in ilimden ne anlaşılması gerektiği, ilmin gayesi,
ülkemizde ilmin geldiği nokta gibi meseleleri tartıştığı görülür. O, ilmin gaye itibariyle
amel/pratik için olduğunu belirtir; ancak ilmin pratik neticelerini ortaya çıkarabilmek
için kuruluşu esnasında pratik acil ihtiyaçların hiç düşünülmemesi gerektiğini ifade
eder. İlim ile alakalı bu tesbiti yaptıktan sonra lafı memlekete getirerek “ilmi, ilim için
seven ve sırf bu endişe ile çalışan müstakil bir âlim sınıf”ın yokluğundan yakınır. Ona
göre hayatını sadece ilme hasreden âlimimiz yok gibidir. “Alimler” sınıfının
yokluğunun bir diğer sebebi de ilimde ihtisasa riayet edilmemesi olduğunu savunur;
oysa Avrupa’da ilmin ilerlemesi ancak buna riayet ile mümkün olabilmişti. Üçüncü bir
sebep olarak da usûl ilmine gerekli itina ve özenin gösterilmemesini ileri sürer. Celal
Sahir bu üç nedeni sıraladıktan sonra memlekette yeni bir ilmî hareketin başlaması ve
saydığı eksiklikleri bertaraf etme adına bir ilim cemiyeti teşkil etmek ve bu fikri
yaymak maksadıyla da bir yayın organı çıkarmak arzusu içinde olduklarının haberini
vermektedir.227
Fuat Köprülü derneğin hem idare heyeti228 hem de dernek içinde oluşturulan
Türkiyat Şubesi üyeleri229 arasında yer almıştır. Dernek Teşrininasi 1329-Haziran 1330
tarihleri arasında toplam 7 sayıyı bulan Bilgi Mecmuası adında bir dergi çıkarmıştır.
Gerçi dergi çok uzun soluklu olamamışsa da dönemin entelektüellerinin bilgi birikimini
göstermesi bakımından hayli dikkat çekmiştir.230 Köprülü’nün “Türk Edebiyatı
227 Abdullah Uçman, “Bilgi Mecmuası Üzerine”, Tarih ve Toplum, sayı 237, Eylül 2003, s. 132-134. 228 İdare heyeti şu isimlerden müteşekkildir: Celal Sahir (reis), Köprülüzâde Mehmed Fuat (kâtip), Akçuraoğlu Yusuf, Ahmed Agayef, Selanikli Doktor Rıfat, Mühendis Salim, Ziya Gökalp, Doktor Nazım ve Haşim Bey. 229 Bu şubeden başka İslamiyât Şubesi, Hayatiyât Şubesi, Felsefe ve İçtimaiyât Şubesi, Riyaziyât ve Maddiyât Şubesi, Türkçülük Şubesi oluşturulmuştur. Türkiyat Şubesi içinde yer alan zevat: Necib Asım (Yazıksız, reis), Köprülüzâde Mehmed Fuat (kâtib), Akçuraoğlu Yusuf, Ahmed Agayef, Ahmed Cevdet (Oran), Ahmed Refik, (Altınay) Hüseyinzâde Ali (Turan), Ziya Gökalp, Bursalı Mehmed Tahir, Andon Tıngır, Arif, Fuad Raif (Köse), Mahmud Mian. Uçman, a.g.m., s. 132; Toprak, a.g.m., s. 248. 230 Zafer Toprak, toplumbilimin geçirdiği evreleri Osmanlı’ya tanıtan en kapsamlı çalışmanın Bilgi Mecmuası’nda yer aldığını bildiriyor. Zafer Toprak, “Osmanlı’da Toplumbilimin Doğuşu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce [MTSD] Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, c. I, İletişim, İstanbul 2002, s. 311.
70
Tarihinde Usûl” adlı ünlü makalesi de bu derginin ilk sayısında neşredildi.231 Dergide
yayınlanan bir diğer önemli etüd Ahmed Yesevî hakkında kaleme aldığı ve daha sonra
büyük yankı uyandıracak olan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar eserinin de bir nevi
ilk müsveddesi şeklinde düşünebileceğimiz Hoca Ahmed Yesevî adlı makaledir.232
Köprülü bu makalede Ahmed Yesevî’nin şahsiyetini iki ayrı biçimde ortaya
koymaktadır; bunlardan biri Yesevî’nin halk muhayyelesinde aldığı şekl-i hayalin
menkabelere yansıdığı halini teşkil ederken, diğeri ilmî bir tenkit usûlüne uygun olarak
mevcut bu gibi bilgilerin eleştiriye maruz bırakılarak hakikî şahsiyetinin meydana
çıkması, çıkarılması şeklinde tezahür etmiştir. Bu ayrımı yapmakla o, dinî bir şahsiyetin
halk arasında nesilden nesile dolaşa dolaşa efsane halini almış hayalî şekli ile bunun
hakikate uygun tarihî olanını birbirinden ayırmış oluyordu. Ancak Köprülü’nün bakış
açısından “efsanevî bir kişilik hiçbir kıymet taşımaz” tarzında bir fikre sahip olmadığı
görülmektedir. Zira bu tarz bilgi türünün “müsbet hakikat-i tarihiyeye mutabık olmasa
bile, içtimaî bir kıymete malik ve her itibar ile nazar-ı tetebbu‘u celbe şayân” olduğunu
belirtir.233 Makalenin ilerleyen satırlarında “Hakikî Siması” başlığı altında Hoca Ahmed
Yesevî sünnî ve hanefîyyü’l-mezhep bir şahsiyet olarak resmedilir. Buhara’nın en
tanınmış meşayihinden Yusuf Hemedânî’ye intisap etmiş ve şahsiyetinin bu dergâhta
şekillenmiş olmasından dolayı Yusuf Hemedânî’nin manevi şahsiyetinin anlaşılması
Ahmed Yesevî’yi anlamak bakımından büyük önem arz etmektedir.234
Köprülü bahsi geçen makalede Yusuf Hemedânî’den teferruatlı bir şekilde
bahsetmez; ve o dönemde bölgede varlık gösteren Türk devletlerinin sünniliği ile ilgili
meselelere de neredeyse hiç değinmez. Bu meseleler daha çok bundan 5 yıl sonra,
büyük yankı uyandıracak olan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar eserinde
derinlemesine tetkike konu olacaklardır.
231 Bu makalenin içeriği, değindiği mevzular için bk. Bölüm II. Zeki Velidi Togan Köprülü’nün bu makale dolayısıyla Vico’dan ilk felsefe tarihi âlimi sıfatıyla bahsetmiş olmasına karşın eserinde İbn Haldun’dan hiç bahsetmediğini belirtiyor. Zeki Velidî Togan, Tarihte Usûl, Enderun, İstanbul 1985, s. 172. 232 “Türk Edebiyatı Tarihi [1]:Hoca Ahmed Yesevî: Çağatay ve Osmanlı Edebiyatları Üzerindeki Tesiri”, Bilgi Mecmuası, nr. 6, Nisan 1330, s. 611-645. 233 a.g.m., s. 611. 234 a.g.m., s. 624.
71
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar eseri sadece Hoca Ahmed Yesevî ve Yunus
Emre’nin tarihi şahsiyetlerini, ilk kez olarak, bu kadar vukufiyetle ortaya koyması
bakımından değil; aynı zamanda Anadolu ile Orta-Asya arasında vaki irtibatları
göstermesi ve Anadolu’nun Türkleşmesi/İslamlaşması meselesini gündeme getirmesi
bakımından da ses getirmiştir. Eserin en temel tezlerinden biri Anadolu’da vücut bulan
Türk edebiyatının diğer sahalardaki Türk edebiyatından ayrı olmadığı; Anadolu’da neşv
ü nemâ bulan edebiyatın kendi kendine ortaya çıkmış bir edebiyat değil aksine mazinin
bir devamı şeklinde mütalaa edilmesi gerektiği fikridir.235
Köprülü eserini temel olarak iki bölümden meydana getirmiştir. Birinci bölümde
Ahmed Yesevî’nin hayatı Bilgi Mecmuası’nda neşrettiği makalede olduğu gibi
menkabevî-tarihî ayrımına tabi tutulmak suretiyle ikili bir anlatım tarzıyla resmedilmiş;
çocukluğu, şöhreti, halifeleri ve tarikati, menkabeleri, Bektaşî ana’anesinde tuttuğu yer,
yetiştiği çevre, hocaları, bulunduğu şehirler, türbe ve cami vesilesiyle irtibatlı olarak
İslam sanatı, menkabelerde geçen bazı hadiselerden hareketle eski Türk an’anesinde yer
edinmiş adet ve inanışlar, tarikat adabı, Bektaşîlik-Yesevîlik ilişkisi vs. gibi pek çok
husus detaylı bir biçimde incelenmiştir.
Kitabın diğer bir hususiyeti de gerek Yesevî’nin gerekse Yunus Emre’nin hayatı
bütün yönleriyle verilirken bulundukları bölgenin dinî, sosyal ve siyasi hayatını
aydınlatan bilgilerin genel hatlarla da olsa kitapta yer bulmuş olmasıdır. “Ahmed
Yesevî’ye Kadar Türk Edebiyatı” başlığı altında Türklerin İslamiyet’ten önceki edebî
hayatları, İslam dini ile tanışmaları sonrasındaki konumları, tasavvuf cereyanının
genelde İslam coğrafyası özelde ise Orta Asya’da aldığı durum, Türklerin hususen
Selçukîlerin sünnîliği desteklemeleri, İran medeniyetinin Türkler üzerindeki tesiri,
Yesevî’den önce Türklerin nasıl ve ne gibi eserlerle edebî ihtiyaçlarını karşıladıkları
gibi meseleler Ahmed Yesevî’nin manevi şahsiyeti anlatımından önce özetlenmeye
çalışılmıştır.
Bunun çok daha geniş bir surette benzerini Yunus Emre’nin hayatını konu
edindiği ikinci bölümün hemen başında vermektedir ki Anadolu’nun dini, sosyal ve
235 İlk Mutasavvıflar, s. 8/3. Bu fikri ilk kez Bilgi Mecmuası ve Türk Yurdu’nda intişar eden Hoca Ahmed Yesevi ve Yunus Emre’ye ilişkin yaptığı çalışmalarla ortaya atmış bulunuyordu.
72
siyasi tarih nokta-i nazarından çok dikkat çekici meselelerine işaret etmektedir.
Köprülü’nün burada Oğuzların tarihini Anadolu’nun Türkleşmesinde en büyük amil
olmaları bakımından ele aldığı görülür.236
“…Bu muhtelif şubeler arasında en fazla paydâr olabilen Anadolu Selçukîleri oldu; çünki diğerlerinde, hânedan, ümerâ o kuvve-i askeriyenin bir kısmı müstesna olmak üzere, devletin asıl kuvveti yerli ahâli üzerine istinad ediyordu. Horasan’da, Irak-ı Acem’de, Halep’te Oğuz Türkleri yok değildi; fakat bilhassa Horasan ile Irak-ı Acem’de onlar yerli ahâli arasında yavaş yavaş erimeye, hiç olmazsa, onların rengini almaya mahkûm idiler. Halbuki Anadolu ve Azerbaycan, Oğuz aşiretlerinin mütemâdî ve kuvvetli muhâceretleriyle bir Türk memleketi haline geldiğinden, vuku bulan bütün siyasî inkılablara rağmen, Türklere yeni bir medeniyet merkezi oldu; Oğuz Türkleri orada edebî bir surette yerleştiler.”237
İslam memleketleriyle sınır komşusu olmaları hasebiyle İslam’ı çabuk kabul eden Sir-
Derya Oğuzları Selçuklulardan önce Maverâü’n-nehir’den kalkıp Kuzey İran yolu
üzerinden geçerek Azerbaycan ve Eran’a, diğer bir ifade ile Bizans sınır bölgelerine
kadar gelip mücadele etmeye başlamış bulunuyorlardı. Horasan bölgesinde yer alan
Oğuz aşiretlerini de Gazneli Mahmud siyasi tedbir amacıyla Maverâü’n-nehir’den sınır
bölgesine nakletmişti. Seyhun yukarısından inip gelen birtakım Türk aşiretleri de o
bölgelere inmek suretiyle Türklere katılmışlar ve Selçuklu devletine kuvvet kaynağı
teşkil etmişlerdir. Köprülü Bizans serhadlerine yerleşen Oğuzların, Selçuk idaresi
altında bir-iki asrı bulan bir sürede Anadolu’yu tamamen Türkleştirdiklerini ifade
eder.238
Köprülü kitabın özellikle bu kısmında dikkatini özellikle iki noktaya teksif etmiş
görünür. Dönemin genel temayülüne de uygun olarak meselenin “milli” olan vasıflarına
fazlasıyla vurguda bulunulmuştur.
“İslamiyet’i kabûl etmiş Türkler tarafından tesis edilen devletlerin idare esasâtı kısmen Abbasîlerden -yani eski Sasanî an’anelerinden-, kısmen de İslamiyet’ten evvelki Türk an’anelerinden me’hûzdur. Anadolu’daki Selçukî Devleti, sair mahallerdeki diğer Selçukî devletlerinden daha ziyade eski kavmî an’anelere sâdık kalmış, meselâ “şölen” (umûmî ziyafetler), “sığır” (umûmî avlar) gibi eski müesseseler, sonra, yirmi dört Oğuz boyu teşkilatı ve boy beylerini, hatta “kurultay”ı muhafaza etmiştir. (…) İşte bunun sebebi, öyle görünüyor ki, Türklerin Anadolu’ya kesif kitleler halinde gelmeleri ve bu kesif kitlelerin an’anelerini, müesseselerini de kendileriyle beraber getirmeleridir. Filhakika Anadolu daha Tuğrul Bey ve Alp Arslan zamanlarında bir “dârü’l-cihad” idi; yalnız büyük kitleler değil, sergüzeşt-cû bir çok fertler de
236 a.g.e., s. 205-212/157-162. 237 a.g.e., s. 206/158. 238 a.g.e., s. 206/158.
73
oraya koşup giderlerdi [Nizâmü’l-mülk, Siyasetnâme]. Hülâsâ, Anadolu Selçukîlerinde “Oğuz töresi” denilen Oğuz an’aneleri son zamanlara kadar kuvvetle devam etmiş ve devletin teşkilatında, tarz-ı idaresinde büyük tesirler icra etmiştir…”239
Selçuk medeniyeti ile alakalı olarak Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleriyle
beraber karşı karşıya kaldıkları yabancı kültür ve medeniyetlerin etkisi söz konusu
olduğunda ise Köprülü, bu etkinin çok sathî olduğu fikrini ileri sürer. Ona göre Türkler,
İslam medeniyetine nisbetle manen ve maddeten daha aşağı gördükleri Hıristiyan
medeniyetine karşı son derece ilgisiz kalmışlardır. Asıl büyük etki ve tesirin eski Türk
unsuru yanında İran medeniyeti’nden geldiğini belirtmektedir.240
Teksif ettiği diğer önemli bir mesele de Türklerin kendilerine yurt olarak
seçtikleri Anadolu coğrafyasında güçlü devlet ve medeniyet kuran insan unsurunun
beslendiği kaynak(lar) üzerine harcadığı ilmî mesaidir. Anadolu’da ortaya çıkan
tasavvuf cereyanının ve bu cereyana bağlı olarak kurulan tarikatlerin içtimaî hayatta
oynadıkları rol bütün detayları ile tetkike konu olmuştur. Sünnî olsun Batınî olsun
tasavvufî/dini hareketlerin toplum içinde aldığı konum/değer, insan ilişki biçimlerinde
yarattığı etki, siyasi erkle olan karşılıklı ilişki şekilleri eserin üzerinde önemle durduğu
temel unsurların başında gelmektedir. Anadolu Selçuklu idarecilerinin tasavvuf
önderlerine besledikleri saygı, o dönemde ortaya çıkan Rafızî hareketlerin devlet için
oluşturduğu tehdit unsuru, “Ahilik” teşkilatın içtimaî bir vaka olarak tezahürü, Mevlana
Celaleddin-i Rumî’nin Anadolu Türkleri üzerinde icra ettiği tesir, vahdet-i vücut
felsefesinin Anadolu topraklarında neşr ve yayılması, hep, uzun dipnotlar eşliğinde
inceden inceye tahlile tabi tutulmuştur. Bu aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin kuruluşu
öncesinde Anadolu’daki insan unsurunun hangi kaynaklardan beslendiğini göstermesi
açısından da okuyucuya büyük bir takip imkânı sağlamaktadır.
Eserin bir başka dikkat çeken tarafı Oğuz lehçesi, yani Türkçe’nin Anadolu’da
aldığı şeklin genel çerçevesi üzerine yürüttüğü mütalaalardır. Bu konuda Köprülü,
Selçuk Türkçesi, Osmanlı Türkçesi gibi ayrı iki dilin mevcudiyetini kabul etmez; hatta
onun, bu noktada müsteşrikler tarafından ileri sürülen fikirleri çok katî ifadelerle
239 a.g.e., s. 210/160. [Vurgular bize ait] 240 a.g.e., s. 213/163.
74
reddettiği görülmektedir.241 Selçukluların ilk zamanlarında Türkçe eserlerin yazılmış
olması gerektiği ve fakat bunların sayı itibariyle pek az olduklarına işaret eden Köprülü,
Türkçe yazılmış eserler ile alakalı olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır.
“…binaen aleyh, daha Selçukîlerin ilk zamanlarından itibaren bazı Türkçe eserler yazılmaya başlanması ne kadar tabiî ise, bunların gayet mahdûd ve ibtidâî bir dairede kaldığı da o kadar muhakkaktır: bu mahdûd eserler, nihayet nihayet, halka İslamiyet esaslarını öğretmek maksadıyla yazılmış basit dinî kitaplar, İslam’ın başlıca itikatlarını ve amellerini gösterir yolda ibtidâî risaleler, bir de o zaman hakikî bir dârü’l-cihad olan Anadolu halkının cengâverâne temâyüllerini tatmin ve tenmiye edebilecek “Battal Gazi” menkabeleri tarzında bir takım İslamî-millî hikayelerden ibarettir…”242
Anadolu’da teşekkül etmeye başlayan Türkçe’nin en temel vasıflarını gösteren bu
ifadeler biri dini/tasavvufî yönüne, diğeri de Türklerin kendi karakterinden kaynaklanan
millî niteliğine işaret etmektedir ki medeniyetin kurucu unsurlarından biri olan “dil”in,
dolayısıyla “edebiyat”ın menşei meselesinde de Köprülü temel referans noktası olarak
dinî inanç ve düşünceyi öncelediği söylenebilir.243
Bundan yaklaşık 20 yıl sonra, 1941’de İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı maddede
Köprülü, gerek Bilgi Mecmuası’nda gerekse İlk Mutasavvıf’larda sünnî bir tablo
resmetmişken, Ahmed Yesevî’nin “bir taraftan Horasan Melametiyesinin, diğer taraftan
Şarkî Türkistan ve Seyhun havalisindeki şiî cereyanının tesiri altında, oldukça geniş ve
241 Okumalarımız sırasında Fuat Köprülü’nün muhtelif eserlerinde, müsteşriklerin Türkler, Anadolu dini tarihi, Türk dili, Türk sanatı vb. gibi Türk tarihinin çeşitli konularında serdettikleri yorum ve değerlendirmeler üzerine sayısız tenkitte bulunduğuna şahit olduk. Bu eserinde de birçok tenkit bulunmaktadır. Kanaatimizce bu tenkit ve eleştiriler Avrupa ilim adamlarına karşı yönelttiği bir tür “meydan okuma/okuyuş” tarzında da değerlendirilebilir. Birine örnek olmak üzere Türk dili üzerine yaptığı eleştiriyi zikredelim: “Oğuz lehçesiyle, daha Türkler Anadolu’ya gelmeden evvel bazı eserler yazılmış olduğu, Mahmud Kaşgârî’nin bu husustaki ifadâtından sarahatle anlaşılıyor. Selçuk Türkçesi ve Osmanlı Türkçesi diye iki ayrı lehçenin mevcudiyeti hakkındaki fikirler, tarihî ve lisanî hiçbir esasa istinad etmemektedir. On dokuzuncu asır müsteşriklerinin bu husustaki kıymetsiz malumatını burada zikretmek lüzumsuzdur; çünki onlar ilmî bir tenkide bile layık değildirler. Yalnız, en muahhar Macar müsteşriklerinden Thury Josephe’nin bu mühim mesele hakkında ne derece yanlış fikirler dermiyan ettiğini kısaca gösterelim ki, lisan tarihimizin şimdiye kadar ne kadar az ve ne kadar fena tetkik edildiği sabit olsun…” a.g.e., s. 259/197. 242 a.g.e., s. 260/198. [Vurgular bize ait] 243 Burada söz konusu ettiği edebiyat Anadolu’da teşekkül etmeye başlayan “yazılı edebiyat”tır. Bundan önce Türklerin “halk edebiyatı” şeklinde tezahür eden sözlü bir edebiyatları zaten vardı. Geniş bilgi için bk. Köprülü, Anadolu Türk Dil ve Edebiyatının Tekâmülüne Umumî Bir Bakış”, Yeni Türk Mecmuası, sayı 4,5,7 Kanunisani/Şubat/Nisan 1933, s. 277-292, 375-394, 535-553; bu makale aynı adla Türk Tarihinin Ana Hatları Eserinin Müsveddeleri, seri II, No. 41, Akşam Matbası, İstanbul. ayrı basım olarak yayınlanmıştır.
75
serbest bir tasavvuf felsefesine sahip olduğu”nu belirtmiştir.244 Köprülü bu madde
dolayısıyla Yesevîlik’in daha ziyade köylü ve göçebe bozkır Türklerini kendisine hedef
kitle seçtiği için ister istemez muhitin şartlarına uymak zorunda; ve o muhitin kabile
an’aneleri ve paganizm bakiyeleri ile karışmak mecburiyetinde kaldığını ileri
sürmüştür.245 Bu maddenin yayınlanmasından yaklaşık bir yirmi yıl sonra da İlk
Mutasavvıflar’ın ikinci baskısı çıktı; ve fakat yeni baskıda Köprülü dipnotlar dahil
Yesevî’nin bu ikinci hüviyeti hakkında imada bile bulunmamıştır.246
6. Milli Tetebbular Mecmuası:
Asâr-ı İslamiye ve Milliye Tetkik Encümeni’nin yayın organı olarak hayata
geçen Millî Tetebbûlar Mecmuası (MTM), başlangıçta Ziya Gökalp, Fuat Köprülü ve
arkadaşları tarafından Türkiyât Cemiyeti adı altında faaliyete geçirme girişiminde
bulunulmuşsa da dönemin sadrazamı Said Paşa’nın itirazıyla bu mümkün olmamıştır.247
Encümen 10 Mart 1331/1915’te Maarif Nezareti’ne bağlı resmî bir kurum olarak
kuruldu.248 Encümenin genel sekreterliği ve yayın organı MTM’nin müdürlüğü
görevlerini de Köprülü yürütmüştür.249
244 Ahmed Yesevî, İA, c. I, s. 210-215. 245 Son zamanlarda bu konuda yapılan çalışmalar Ahmed Yesevî’nin tasavvufî şahsiyetinin Köprülü’nün İlk Mutasavvıflar’da çizdiği şekilde olması lazım geldiği yönündedir. Bk. Ahmet T. Karamustafa, “Yesevîlik, Melâmetîlik, Kalenderîlik, Vefâ’îlik ve Anadolu Tasavvufunun Kökenleri Sorunu”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler, Haz: Ahmet Yaşar Ocak, TTK, Ankara 2005, s. 61-88; ayrıca DeWeese’in İlk Mutasavvıflar’ın İngilizce baskısı için yazdığı giriş yazısına bakılabilir. Devin DeWeese, “Foreword”, Early Mystics in Turkish Literature, Trans. and edit., Gary Laiser and Robert Dankoff, Routledge, New York 2006, s. VIII-XXVII. 246 Fevziye Abdullah Tansel, İlk Mutasavvıflar’ın ikinci baskısına yazdığı “Önsöz”de Köprülü’nün 1963 yılının Eylül-Aralık ayları arasında devamlı çalıştığını; kendisinin yeni harfli metni okurken hocasının da eserin aslından takip ettiğini belirtiyor. Bu arada hocasının ilgili yerlere kitabın sonuna eklemeyi düşündüğü ilaveler için işaretler koyduğunu; hatta bununla alakalı, yapacağı ilavelere bir örnek olarak Lokman-ı Perende hakkında çokça not tuttuğunu ifade ediyor. Ancak o da hocasının bu noktadaki tutumuyla alakalı herhangi bir göndermede bulunmak gereği duymamıştır. Bu tutumu nasıl değerlendirmeli? Fuat Köprülü’nün zaman içinde bir konu hakkında ulaştığı yeni bulgular doğrultusunda kendisini çok rahat tadil ve tashih ettiğini, edebildiğini biliyoruz; dolayısıyla bu tutumunu da ilmî yaklaşımının bir sonucu olarak mı düşünmeliyiz; ya da onun bu tavrı, yeni kurulan rejimin hedefleri doğrultusunda ve “laik” anlayış çerçevesinde Cumhuriyet idarecilerine bir tür yeni imkânlar sağlama ameliyesi olarak mı değerlendirilmelidir?.. 247 Selim Aslantaş, II. Meşrutiyet Dönemi Türkçü Tarih Anlayışının Bir Sözcüsü Olarak Millî Tetebbûlar Mecmuası, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1998, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) 248 Encümenin üyeleri şunlardan oluşur: Darulfünûn hocalarından Ağaoğlu Ahmed, Halim Sabit (Şibay), Ziya Gökalp, Köprülüzade Mehmed Fuad, Mustafa Şeref, Meclis-i Sıhhiye azâsı Hüseyinzade Ali,
76
Türk kültürüne ait önemli birkaç incelemesini bu dergide yayınlamıştır. Bunlara
arasında “Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü”250, “Türk Edebiyatı’nın Menşei”251 ve
“Selçukîler Zamanında Anadolu’da Türk Medeniyeti”252 adlı makaleleri sayabiliriz.
Aşık Tarzı ile alakalı yazdığı makale bu sahada ilk deneme sayılabilir; zira o
tarihe kadar bu konuda kalem oynatmak bir yana yerli ya da yabancı ilim adamlarının
buna dair herhangi bir fikrî teatîsi bile olmamıştır desek abartmış olmayız. Köprülü bu
çalışmasıyla klasik edebiyat ve halk edebiyatı yanında üçüncü bir tür olarak Aşık
Edebiyatı’nı bir sınıf edebiyatı şeklinde ihdas etmiştir. Asıl peşine düştüğü konu ise
Türk edebiyatının başlangıcı ve umûmi gelişmesi hakkında bazı sonuçlara ulaşmaktır.253
Ağırlıklı olarak edebî eserlerde mevcut bilgiler ışığında mesele ortaya konulmak
istenmiştir ki o dönemin yayın faaliyeti hesaba katıldığında -hemen pek çok eser daha
yazma halindedir- yapmaya çalıştığı şeyin ne kadar zahmetli bir uğraş olduğu hemen
anlaşılacaktır.
Köprülü makalenin daha başında eski mütefekkir ve şairlerin sazşairleri
hakkında besledikleri düşünceleri hakkında bazı bilgiler verir. Burada aktardıkları eski
Türk muharrir ve şairlerinin, Türk halkı hakkındaki fikirlerini göstermesi açısından
dikkat çekicidir. Genel itibariyle gerek kroniklerde gerekse edebi eserlerde yer alan
benzeri birçok istihza kokan beyan, uzun dipnotlar eşliğinde okuyucunun gözleri önüne
serilmektedir. Yaptığı alıntılar bir yandan dönemin zihni dünyasını anlama ve
anlamlandırmaya matuf bir çabayı yansıtırken diğer yandan da asırlar arasında türk
Gelenbevî İdadisi Müdürü Şemseddin (Günaltay), eski Halep Defterdârı Ali Emirî Efendi ve Adliye Nezareti müfettiş-i umûmî muavini Yusuf Kemal (Tengirşenk). Heyete Beyazıt kütüphane-i umûmî hafız-ı kütübü İsmail (Saib Sencer), dersiâm Şerefeddin (Yaltkaya), Vefa Sultanîsi muallimlerinden Refet ve Maarif-i Umûmiye Nazırı Ahmed Şükrü Bey daha sonra dahil olmuşlardır (Ali Emirî’nin istifasıyla). Ayrıca sonradan Halis Efendi, Necib Asım (Yazıksız), Arif ve Rauf Yekta Beyler de katılmışlardır. Nesimi Yazıcı, “Millî Tetebbûlar Mecmuası”, DİA, c. XXX, s. 83-84; Aslantaş, a.g.t., s. 21, Aslantaş, “Millî Tetebbûlar Mecmuası Üzerine Yazılan Bir Makaleyi Tenkid Münasebetiyle”, Türkiye Günlüğü, sayı 46, Yaz 1997, s. 142-144. 249 Köymen, “Prof. Mehmet Fuad Köprülü 2”, s. 14. 250 “Türk Edebiyatı’nda Âşık Tarzı’nın Menşe ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe”, MTM, c. I, sayı 1, Mart-Nisan, 1331/1915, s. 5-46. 251 “Türk Edebiyatı’nın Menşei”, MTM, c. II, sayı 4, Eylül-Teşrinievvel 1331/1915, s. 5-78. 252 “Selçukîler Zamanında Anadolu’da Türk Medeniyeti”, MTM, c. II, sayı 5, Teşrinisani-Kanunievvel 1331/1915, s. 193-232. 253 Aşık Tarzı’nın Menşe…, s. /196.
77
cemiyetinin aldığı içtimaî durumun şekil ve vasıflarını meydana çıkarmaya yönelik
olduğu görülmektedir.
“Edebiyatı ferdî bir mahsûl değil, içtimaî hayatın bir tezahürü gibi kabûl ve telakkî eden edebiyat tarihçisi için, bu mesele büsbütün başka noktadan mütâlea ve muhâkemeye değer: Eski yeni şair ve muharrirlerimizin, yukarıdan beri izahına çalıştığımız sebepler yüzünden, küçümseyip mevcut saymadıkları bu edebiyat tarzını ihmâl etmek, milletin rûhunda asırlarca yaşamış hislerden, Türkler’in bediî zevkinden habersiz kalmak demektir; çünkü âlim veya câhil, fakir veya zengin milyonlarca adam, birçok nesiller onunla yaşamış, onunla hissetmiş, rûhunu onunla aksettirmiştir. Alel‘âde bir okuyucu, yahut bir edebiyat münekkidinin sırf kendi zevkine, yahut bir zümrenin muayyen bir zamandaki telakkilerine bağlı kalarak vereceği hüküm ile, edebiyat tarihçisinin görüş tarzı arasındaki derin fark, işte burada kendini gösteriyor…”254
Köprülü ilerleyen satırlarda meseleyi sosyolojik veriler eşliğinde hususen “içtimaî
işbölümü” kavramsallaştırmasıyla irdelemeye devam eder; ona göre medeni seviyesi
bakımından ilerleyen her cemiyet içtimai işbölümü vasıtasıyla birbirinden az veya çok
farklılaşır. Aşık Edebiyatı dediği bu sınıf edebiyatı da bahsi geçen sosyolojik veri
doğrultusunda cemiyet içinde kendine hatırı sayılır bir yer edinmiştir.255
“Türk Edebiyatı’nın Menşei” adlı makalede ise Türklerin İslamiyet’ten önce de
bir edebiyata sahip olduklarını isbata yönelik bir ilmi gayret görülmektedir.
C. Aktif Siyasi Hayatı:
Fuat Köprülü’nün aktif siyasi hayatının, II. Dünya Savaşı sonrasında
şekillenmeye başlayan şartlar doğrultusunda Türkiye’de bir muhalif hareketin kendini
göstermesi ile başladığını söylersek yanılmış olmayız. Atatürk’ün teşvikiyle daha 1935
yılında Meclise girmişse de bu tarihten 1945’lere değin geçen süre zarfındaki siyasi
hayatı daha çok şeklî bir nitelik arz eder.256 Politika içinde aktif bir biçimde yer alışı ise
Demokrat Parti’nin kuruluşu ve bu parti saflarında giriştiği demokrasi mücadelesi
sonrasında vuku bulmuştur. DP’nin kurucuları arasında yer almadan önceki hayatında
254 Aşık Tarzı’nın Menşe…, s. /226. Köprülü’nün kaynak kullanımı için bk. Bölüm II. 255 s. /227. 256 Orhan F. Köprülü, “Fuat Köprülü’nün Yetiştiği Çevre, Tarihçiliği ve Siyasi Hayata Girişi”, Türk Kültürü, yıl XXVI, sayı 300, 1988, s. 21.
78
siyasi hadiselere bir şekilde “hoca” sıfatıyla karıştığı müşahede edilmektedir. Daha II.
Meşrutiyet devrinde Ziya Gökalp ile olan tanışıklığı, İttihatçıların özellikle Balkan
Savaşları sonrasında yöneldikleri “Türkçü” politikaları desteklemesi, bu dönemde
oluşan milliyetçi dernek ve mecmualarda aktif olarak görevler almasını tevlit etmiştir.
Bu bakımdan Türk milliyetçiliğinin memlekette yerleşmesi için yukarıda da
değindiğimiz pek çok ilmî kurum ve kuruluşa yazıları ve aldığı idari görevlerle katkı
sağlamıştır. Bahsi geçen kurum ve kuruluşların Türk siyasi tarihi bakımından önemi
yıllar sonra Cumhuriyet idaresi altında ortaya atılacak olan “Türk Tarih Tezi”nin istinat
edeceği temel kaynak metinleri vücuda getirmiş olmasıdır.257 İttihat Terakkî’nin resmî
olarak dillendirdiği “Osmanlıcı” politika yanında alttan alta desteklemeye başladığı
“Türkçü” siyaset aynı zamanda Köprülü’nün de yer aldığı milliyetçi derneklerle
yakınlaşmaya neden olmuştur. Bu bir bakıma Gökalp, Akçura, Köprülü gibi Türkçü
düşünürlerin millî gayelerle meydana getirecekleri eser ve faaliyetleri için siyasi destek
anlamına da gelmekteydi. Zira bizzat Enver Paşa Türk Yurdu dergisinin oluşumu
esnasında maddi ve manevi desteğini vermekten geri durmamıştır.258 Bu yakınlaşma
dolayısıyladır ki, genç Fuat Köprülü cihan harbi devam ederken siyasete girme isteğini
ilk kez İttihatçı yönetime bildirmiş oldu. Köprülü’nün mebus olma isteği Ziya Gökalp
ve Ömer Seyfettin aracılığıyla fırkanın umûmî katibi Mithat Şükrü Bleda’ya iletilmiş ne
var ki Talat Paşa’nın bu isteğe cevabı müsbet olmamıştır.259
Fuat Köprülü çok erken bir tarihte İttihatçılarla olan yakınlığının da etkisiyle 23
yaşında İstanbul Darulfünûn’una intisap etmiştir.260 1913’ten, ayrılmak zorunda kaldığı
tarihe kadarki zaman aralığında müderris/profesör sıfatıyla Türk siyasi hayatında vuku
bulan bazı hadiselere bir şekilde karıştığını görmekteyiz. Bu siyasi hadiselerde kendisi
daha çok meselelere doğrudan değil; dolaylı olarak etki eden bir aktör konumundadır.
Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte yeni idarenin memlekette yapmayı tasarladığı inkılâp
hareketleri için fikrine müracaat ettiği heyetler içinde Köprülü’nün ismi de yer
257 Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Milliyetçilik, İletişim, İstanbul 2002, s. 802. 258 François Georgeon, a.g.e., s. 68. 259 Cihad Baban, Politika Galerisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970, s. 343. 260 Osman Turan, “Türk İlminin Abidesi: Prof. Fuad Köprülü”, Türk Kültürü, yıl 4, sayı 47, Eylül 1966, s. 938.
79
almaktadır. Gazi M. Kemâl Hilafetin kaldırıldığı tarih olan 3 Mart 1924 öncesinde,
kamuoyunun nabzını yoklamak maksadıyla basın, üniversite ve ordu merkezli bir dizi
görüşme gerçekleştirmiştir. Gazi’nin Üniversite temsilcileriyle yaptığı görüşmeye
Rektör İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Edebiyat Fakültesi Dekanı Fuat Köprülü, Hukuk
Fakültesi Dekanı Tahsin Ayyıldız, Tıp Fakültesi Dekanı Dr. Vaset ve Fen Fakültesi
Müderrisi Şükrü Bey’ler katılmışlardır. Darulfünûn’un problemlerini konuşmak için
Ankara’ya gelen heyet İsmet İnönü tarafından Gazi ile görüşmeleri için
İzmir/Göztepe’de bulunan köşke çıkarılmışlardır. M. Kemâl’in merak ettiği konu
eğitimin hangi gayeye matuf olarak sürdürülmesi gerektiği üzerinedir. Görüşme tedrisat
millî amaçlar doğrultusunda mı devam ettirilmeli yoksa dinî yaklaşımın esas alındığı bir
program mı uygulanmalı sorusu etrafında şekillenmiştir.261
Bu hadiseden çok kısa bir süre sonra, 1924 yılı içinde Köprülü, Maarif Vekaleti
müsteşarlığı görevine getirilmiştir. Sekiz ay süren bu görevi esnasında kurdurmayı
başardığı Türkiyat Enstitüsü gerçekleştirdiği en önemli icraatlardan birisidir. Türk ilim
hayatında yaptığı faaliyetleriyle adeta bir çığır açan Enstitünün başkanlığı görevini de
kendisi üstlenmiştir. Enstitünün yayın organı olan Türkiyat Mecmuası’nda pek çok ilmi
etüdünü yayınladı. Bunlardan “Lütfü Paşa”262, “Meddahlar”263, “Oğuz Etnolojisine Dair
Tarihi Notlar”264, “Anadolu Beylikleri Tarihine Ait Notlar”265 başlıklı makaleler bir
kaçını oluşturur. Enstitünün bir başka açıdan önemi Rusya’dan göç eden Müslüman
Türk aydınların toplandığı bir merkez oluşudur. Onların Türk münevverleriyle tanışıp
kaynaşmaları Köprülü’nün gayretleri sayesinde mümkün olmuştur.266
261 Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 89-90; Osman Ergin, a.g.e., c. V, İstanbul 1977, s. 1646-1650. 262 “Lütfü Paşa”, Türkiyat Mecmuası, c. I, 1925, s. 119-150. 263 “Meddahlar: Türkler'de Halk Hikayeciliği Tarihine Ait Bazı Maddeler”, Türkiyat Mecmuası, c. I, 1925, s. 1-45. 264 “Oğuz Etnolojisine Dair Tarihî Notlar”, Türkiyat Mecmuası, c. I, 1925, s. 185-211. 265 “Anadolu Beylikleri Tarihine Ait Notlar”, Türkiyat Mecmuası, c. II, 1926, s. 1-32. 266 Gün Soysal, “Rusya Kökenli Aydınların Cumhuriyet Dönemi Türk Milliyetçiliğinin İnşasına Katkısı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Milliyetçilik, İletişim, İstanbul 2002, s. 485; Ahmet Caferoğlu, memlekete gelen her Azeri münevverin mutlaka Köprülü’ye götürüldüğü bilgisini vermektedir. Bk. Ahmet Caferoğlu, “Bilinmeyen Tarafları ile Üstad Fuad Köprülü”, Türk Kültürü, yıl 4, sayı 47, Eylül 1966, s. 944.
80
1922 yılında Edebiyat Fakültesi talebelerinin Rıza Tevfik’in, Fuzulî’nin Türk
olmadığına dair beyanları ve Türklüğe yaptığı hakaretlerden dolayı, dersleri boykot
etme kararı alması karşısında Darulfünûn Edebiyat Fakültesi Meclis-i Müderrisîn azası
olarak Fuat Köprülü’nün de bu hadise içinde bir biçimde rol aldığı anlaşılmaktadır. Rıza
Tevfik ve Süleyman Nazif arasında vuku bulan hadise, Tevfik’in konferans esnasında
sarf ettiği sözlerden hareketle talebelerin öteden beri kendilerine kızdıkları bazı
müderrisler hakkında Meclis-i Müderrisîn’e sunulmak üzere bir bildiri hazırlamalarıyla
farklı bir boyut kazandı. Bu bildiride öğrenciler müderris Ali Kemâl, Rıza Tevfik,
Cenab Şehabeddin’i, Hüseyin Daniş ve muallim Barsamıyan Beyleri istifaya davet
ediyordu.267 İsmail Hakkı, Mustafa Şekip, Yahya Kemal, Cemil, Macit, Avram Galanti,
İsmail, Necmeddin Sadık, Şerif, Mehmet Şemseddin, Behçet, Fazıl, Ali Reşat, Mehmed
Emin, Ahmet Naim, Köprülüzâde Fuad, Ferit ve Ahmet Refik Beylerden müteşekkil
Meclis-i Müderrisînin aldığı kararla Rıza Tevfik ve Hüseyin Daniş’in istifalarının
kabulüne; Barsamyan hakkında soruşturma açılmasına; Ali Kemal ile Cenab
Şehabeddin’in görevlerine devam etmelerine hükmetti. Bu karardan hoşlanmayan
talebeler muhalefet cephesini genişletmek amacıyla diğer fakültelerin öğrencilerini
boykota katılmaları için girişimde bulundular. Bu arada basında da olaya tepkiler
günden güne artmaya başlamıştır; eleştirilerin büyük bir kısmı diğer müderrisleri
yönlendirdiğine inanılan Köprülüzade Fuat Bey’e dönüktür.268 Boykotu uygulayan
öğrenciler bütün uğraşlarına rağmen bir netice alamayınca çareyi, istifaya davet ettikleri
5 müderrisi ve Meclis-i Müderrisîn’i yönlendirdiği düşünülen Fuat Köprülü’yü yumurta
yağmuruna tutmakta buldular. Birkaç ay sonra da boykotun bitmeyeceği anlaşıldığından
bahsi geçen müderrisler Darulfünûn’dan süresiz izinle uzaklaştırılmışlardır.
Cumhuriyet idaresinin uygulamaya koyduğu bir dizi yenilik programına paralel
olarak dinde reform denebilecek bir girişime Köprülü’nün adının da karıştığı
görülmektedir. 1928 yılında dinî konularda bazı yeni düzenlemeler yapılmak amacıyla
Fuat Köprülü’nün başkanlığında bir heyetin oluşturulduğu belirtilmektedir.269 Ancak
267 Ord. Prof. Dr. Kazım İsmail Gürkan, “Darülfünûn Grevi Millî Mücadele Günlerinde İstanbul Üniversitesi Talebesinin Galeyanı”, Tıp Tarihi Araştırmaları, İstanbul 1999, s. 16; ayrıca bk. Beşir Ayvazoğlu, 1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikayesi, Kapı, İstanbul 2006, s. 54. 268 Ayvazoğlu, a.g.e., s. 57. 269 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 409; Tunçay, a.g.e., s. 223; Uriel Heyd, Türk Milliyetçiliğinin Kökleri, Pınar Yayınları, İstanbul 2001, s. 114; Layiha metni için bk. Osman Ergin, a.g.e., s. 1958-1961.
81
bahsi geçen layihanın, içinde Fuat Köprülü’nün de bulunduğu İlahiyat Fakültesi
müderrislerinin değil; heyet üyelerinden İsmail Baltacıoğlu’nun bizzat kendisinin
hazırladığı ortaya çıkarılmıştır. Köprülü’nün başkanlığında toplanan heyet, layihanın
müzakere edilmesi maksadıyla bir araya gelmişse de teklif edilen yenilikleri etraflıca
görüşemeden dağılmıştır.270 Baltacıoğlu’nun teklif ettiği bu layiha İslam dininin ibadet
biçiminde, ibadetin dilinde ve uygulanış şeklinde oldukça radikal değişiklikleri
içeriyordu; dinde reform niteliğine sahip bu öneriler uygulamaya sokulmamıştır.271
Köprülü’nün Darulfünûn’un kapatılması sırasında da bazı siyasi olaylara dolaylı
olarak karıştığı söylenebilir. 1933 üniversite reformu esnasında reformu yürüten Maarif
Vekaleti’nin kendi başına aldığı bir dizi karar sonrasında Maarif Vekili Reşit Galip’in
şahsında kuruma karşı bir tür muhalif hareket oluşmuştur. Reşit Galip’ten duyulan
rahatsızlık bir şekilde Atatürk’e ulaştırılarak Maarif Vekilinin görevden uzaklaştırılması
sağlanmış; ve böylece üniversitenin kurulması aşamasında alınan kararlara üniversitede
yer alan hocaların da iştiraki sağlanmıştır. Burada bizi ilgilendiren husus Reşit Galip’e
karşı oluşan muhalefetin başında Fuat Köprülü’nün yer alıyor oluşudur. Bu olay
gerçekleşmeden bir süre önce istifa eden başta Fuat Köprülü olmak üzere birçok idareci
görevlerine geri dönmüşlerdir. 272
Köprülü’nün hoca sıfatıyla karıştığı bir başka siyasi hadise, tarihe “Türk Tarih
Tezi” olarak adı geçen öneri ile alakalı Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında yapılan
müzakerelerdir. Aslında Türk Tarih Tezi, Cumhuriyet idaresinin inkılaplar sonrasında
vücuda getirmek istediği yeni bir toplum projesinin, yani yeni bir milliyetçilik tarifi
etrafında Türk cemiyetini toplama girişiminin adı şeklinde nitelenebilir. İmparatorluk
mirasını tevarüs etmiş, çok kimlikli bir anlayıştan gelen cemiyeti “tek kimlikli” bir
yapıya kavuşturma amacını güden siyasi elit, Türk Tarih Tezi ile özellikle tasarladıkları
modele uygun bir toplumsal yapıyı kurmanın peşindeydiler. Aynı zamanda yeni 270 Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet I, Kitabevi, İstanbul 1999, s. 79-92; Ergin emin olamamakla birlikte, Baltacıoğlu’nun Millî Mecmua’nın açtığı bir ankete verdiği cevaptan hareketle bahsi geçen raporun kendisi tarafından yazılmış olabileceği kanaatini taşımaktadır. a.g.e., s. 1963. 271 Kurul üyeleri arasında şunlar yer almaktaydı: Köprülüzade Mehmet Fuat, İsmail Hakkı [Baltacıoğlu], Şekip [Tunç], İzmirli İsmail Hakkı, Halil Halit, Halil Nimetullah, Mehmet Ali Aynî, Şerafettin [Yaltkaya], Şevket, Arapkirli Hüseyin Avni, Hilmi Ömer, Yusuf Ziya [Yörükan]. Ali Arslan, Darülfünûn’dan Üniversiteye, Kitabevi, İstanbul 1995, s. 254; Tunçay, a.g.e., s. 223; Ergin, a.g.e., s. 1964. 272 Arslan, Darülfünûn’dan Üniversiteye, s. 506-507.
82
milliyetçilik anlayışının Türk toplumunun sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel
problemlerine önemli bir çözüm olacağı inancını taşımaktaydılar.273
Afet İnan’ın “Tarihten Evvel ve Tarih Fecrinde” başlıklı verdiği konferans ile
Orta Asya’nın otokton halkının Türkler olduğu; ve Avrupa’ya göç eden Arî ırkın da asıl
itibariyle Türklerden oluştuğu fikri üzerine oturtulan tarihi teze dolaylı olarak muhalefet
edenler arasında Fuat Köprülü de yer almıştır. Köprülü’nün teze muhalefeti daha çok
kaynaklar üzerinden yürüyen bir değerlendirmeyi kapsamaktaydı. Ona göre Türk tarihi
hakkında şimdiye kadar Avrupa’da yapılmış araştırmalar daha çok başlangıç
aşamasındadır ve bu tarihi araştırma daha etraflı ve daha derin bir şekilde tetkik
edilebilmiş de değildir. Türk adının devlet ismi olarak anılması tarihi vesikalara göre
milattan sonraki bir zamana kadar götürülebilmekte olduğunu ifade eden Köprülü, bu
duruma rağmen milattan önce de Türk devlet ve dilinin var olduğunu kabul etmektedir.
Bu konuda Fransa’yı örnek veren Köprülü, Fransız dilinin teşekkül tarihi ve ne tarzda
tekamül ettiğini bu açıklığıyla araştırmanın mümkün olduğunu ve fakat bu halin Türk
dili için imkân dahilinde olmadığı gerçeğini ifade etmektedir. Çünkü Türk dilinin
mahiyeti, tarihen bilinen zamanlara ait vesikalar doğrultusunda yedinci, sekizinci ve
daha önceki asırlara ait eserlerle anlaşılabilmektedir. Orta Asya’ya ait “prehistoire,
arkeoloji, antropoloji” araştırmaları daha çok yeni başladığı için bu coğrafyayla alakalı
tetkikât çocuk denecek bir halde bulunmaktadır ve dolayısıyla Orta Asya için yapılacak
böylesi bir araştırma çok iptidaî denebilecek bir mahiyete sahiptir. Şarkî Türkistan’a
gönderilen ilmî heyetlerin yaptıkları kazılar neticesinde birçok yeni vesika ve eser gün
yüzüne çıkarılmıştır; ne var ki bu vesikaların çoğu henüz depolarda araştırılmayı
beklemektedirler. Bu açıdan Türkler hakkında eldeki bilgiler, bahsi geçen vesikaların
araştırılmamış olması dolayısıyla da çok miktarda olduğu söylenemez. Kaldı ki Çin
tarihlerinin verdiği bilgilerden dahi şimdiye kadar gereği gibi istifade edilememiştir.
Köprülü konuşmasının ilerleyen bölümünde Türkçe’nin Ural-Altay dil ailesi içinde
olduğuna ilişkin ortaya atılan tezin hal-i hazırdaki ilmî mahfiller arasında tartışılmakta
olduğunu belirtmekte ve ilmî nokta-i nazardan bu hususun henüz vuzuh kazanmadığına
işaret etmektedir. Sonuç olarak Ural-Altay dil grubu hakkında ve özellikle Altay
zümresine mensup sayılan diller için daha çok araştırmaya ihtiyaç olduğunu dile
273 Büşra Ersanlı Behar, İktidar ve Tarih, Afa, İstanbul 1996, s. 92.
83
getirmiştir. Bu konuya ek olarak Batı’da bu işlerle ilgilenen alimlerin adlarını da
zikretmek suretiyle bütün dillerin tek bir kaynaktan çıktığı ve yayıldığına ilişkin
teorilerin hâlâ devam etmekte olduğunu da ilave etmektedir.
Köprülü konu ile alakalı son olarak tarihi vesikaların objektifliği meselesine
değinir ve objektif mahiyetli vesikalara istinaden vakaları tevil ve anlayış tarzı, bunu
yapan adamlara göre çok başka şekiller alabileceği gerçeğine temas eder. Dolayısıyla
tarihi bir meseleyle alakalı aynı vesika, farklı anlayış ve temayüllere sahip
araştırmacılar elinde farklı sonuçların çıkmasına sebep olabilir. Bu nedenden ötürü de
millî tarihimize ait her ne varsa onları toplayıp bir araya getirdikten sonra bunları kendi
idrak süzgecinden geçirerek yeni bir bina vücuda getirmemiz gerektiği fikrini ileri
sürer.274 Her ne kadar bu ve benzeri görüşler ileri sürmekle aslında dolaylı olarak teze
karşı gelmek isteyen Köprülü tepkiler üzerine yanlış anlaşıldığını belirtmek zorunda
kalmış; ve Afet İnan’ın ileri sürdüğü teze iştirak ettiğini ifade etmiştir.
Kongreden kısa bir süre sonra Köprülü, Atatürk’ün teşvikiyle 1935 tarihinde
Kars milletvekili olarak meclise girecektir. Gerçi bu tarihten II. Dünya Savaşı
sonrasında, yeni dünya koşullarına paralel olarak belirmeye başlayan demokratik hayata
geçiş yıllarına varıncaya kadarki siyasi hayatı, oğlu Orhan Köprülü’ye göre şeklî bir
niteliğe sahip olmuştur. Savaş sonrası oluşan koşullar Türkiye’yi savaşı kazanan
demokrasi taraftarlarının yanında bulunmaya dönük bir siyaset izlemeye sevketmiş275;
ve bu doğrultuda daha 1945 meclis açılış nutkunda İnönü’nün “bizim tek eksiğimiz
Hükümet Partisinin karşısında bir partisinin bulunmayışındandır. Memleketin ihtiyaçları
sevkiyle, hürriyet ve demokrasi havasının işlemesi sayesinde başka siyasi partinin de
kurulması mümkün olacaktır.”276 şeklindeki demeci, parlamento içinde yavaş yavaş
kendini göstermeye başlayan muhalif harekete büyük bir cesaret vermiştir. Ayrıca
Türkiye’nin Kuzey’de yer alan komşusunun 1925 tarihli dostluk anlaşmasını 1945’te
274 Birinci Türk Tarih Kongresi: Konferanslar Müzakere Zabıtları, s. 42-47. 275 Tahsin Banguoğlu’nun anlattıkları II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin çok partili hayata geçmek zorunda kaldığını göstermektedir. “II. Dünya Harbinin ardından dış ve iç şartlar Türkiye'de çok partili hayata geçmeyi zaruri kıldı. İnönü, kendisinin denetiminde olabilecek bir partinin kurulması düşüncesinde idi. Zaten güçlü bir partinin ortaya çıkıp CHP'ye rakip olabileceğine, hele iktidara geçebileceğine pek ihtimal verilmiyordu...” İsmail Kara, Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe, Kitabevi, İstanbul 1998, s. 106. 276 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, Arba, İstanbul 1996, s. 647.
84
yenilemeyi reddetmesi üzerine Sovyetler Birliği ile olan münasebetlerde oldukça kötüye
doğru bir seyir takip etmekteydi. Diğer yandan İtalya ve Almanya’daki tek parti
idarelerinin yıkılması, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e girmesiyle Batı’ya biraz daha
yaklaşması, yurt içinde hakim olan tek parti rejiminin temellerini sarstığı ortadadır.277
Bu gibi sebepler dolayısıyla Türkiye’yi yöneten siyasi akıl, gelecek projeksiyonunu
savaşı kazanan demokrasi cephesi yanında yer almaya göre şekillendirdiğini
söyleyebiliriz.
Bu koşullar altında mecliste ilk muhalif hareket kendini bütçe görüşmeleri
esnasında gösterdi. Şiddetli münakaşalara sahne olan Ticaret Bakanlığı bütçe
görüşmeleri sonunda aleyhte verilen yedi oy hükümete karşı büyüyen muhalefetin ilk
belirtilerini göstermeye başlamıştır. Aleyhte oy veren yedi kişiden biri de Fuat
Köprülü’dür. Aynı yılın haziran ayında Anayasada belirtilen milli egemenlik ilkesinin
tam olarak uygulanmasını ve parti işleyişinin demokrasi kurallarına göre yürütülmesini
talep eden bir öneri parti meclis grubuna sunulmuştur ki tarihe “dörtlü takrir” olarak
geçen bu öneriyi sunanlar, ileride Demokrat Parti’yi de kuracak olan Celal Bayar,
Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’dan başkası değildir.278 Parti meclis
grubuna bahsi geçen öneriyi verme fikri de Adnan Menderes ile birlikte Fuat
Köprülü’den gelmiştir.279 Bu olaydan itibaren Fuat Köprülü özellikle Ahmet Emin
Yalman’ın sahibi olduğu Vatan gazetesinde muhalif söylemlerine başlayacaktır. “Açık
Konuşalım” adını taşıyan ilk makalesi Falih Rıfkı Atay’ın Ulus gazetesinde çıkan bir
değerlendirmesine cevap niteliğinde kaleme alınmıştır. 280
Dörtlü takrir 12 Haziran 1945 tarihinde parti grubunda görüşülerek
reddedilmesinden bir süre sonra Fuat Köprülü ve Adnan Menderes, gazete sütunlarında
sürdürdükleri muhalif söylemin parti disiplinini bozduğu gerekçesiyle ihraç
277 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa, İstanbul 1996, s. 127. 278 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Hil, İstanbul 1996, s. 25-26. 279 Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük, İletişim, İstanbul 1993, s. 419; Refik Koraltan'a göre Takrir fikri kendisinden çıkmıştır. “Toprak kanunu görüşülürken Menderes'in yaptığı güzel konuşmalar ve tenkitler, beni ona bağlamıştı. Öte yandan, demokrasi ilan edildiği halde, Halk Partisi şef partisi olarak kalmıştı. Demokrasiye bünyesini uydurmak için de bir gayret görülmemişti. Menderes'le konuştum. Parti meclis grubunu müşterek bir takrir vererek, bir reform isteyelim, dedim. Dörtlü takrir fikri benden doğdu.” Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993, s. 167. 280 Ahmed Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, c. IV, s. 33.
85
edilmişlerdir.281 Aynı yılın Eylül ayında Biraz sonra da “dörtlü takrir”i veren grup bir
araya gelerek bir parti tüzüğü çalışmasına girişirler. Başlangıçta CHP’den ayrılan
Ahmet Hamdi Başar’ın da tüzük çalışmalarında yer alması söz konusu olmuşken Adnan
Menderes ve özellikle Köprülü’nün bahsi geçen zat ile anlaşamamaları üzerine Ahmet
Hamdi Başar bu çalışmadan uzaklaştırılmıştır.282
Program ve nizamnamenin hazırlık çalışmaları bittikten sonra 4 kurucu ile
birlikte 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti kurulmuş oldu. Artık Köprülü diğer üç
kurucu üye ile birlikte uzun sürecek olan demokrasi mücadelesine parti kurucusu
sıfatıyla başlamış oluyordu. Köprülü’nün Demokrat Parti’nin saflarında önemli bir figür
olarak yer alışının sebeplerine bakacak olursak karşımıza Köprülü’nün ilmî kariyerinin
cesameti çıkacaktır. Zira onun uluslar arası şöhretinin bu oluşumda yer alması için
büyük bir yardımı olduğu söylenebilir. Çok erken bir yaşta Batılı Türkologlar nezdinde
kendini kabul ettirmiş bir profesör ve aynı zamanda pek çok saygın yabancı
üniversitenin fahri doktora payesine sahip bir ilim adamı hüviyeti, Demokrat Parti
hareketine aradığı desteği vermesi bakımından büyük ses getireceği aşikardır. Kaldı ki
ilmî çalışmalarında da öne çıkan en önemli hususiyetlerden biri ve belki de birincisi
geleneğe yaptığı vurgu olmalıdır. Bu özelliği onun halk denilen kitle ile sıcak temas
sağlamasının en emin yolu olarak da görülebilir. Zira 1946 seçimlerinden hemen önce
gündeme getirilen ezanın tekrar Arapça okunacağına dair söylem ilk defa Fuat Köprülü 281 Dörlü takrir ile alakalı olarak Bayar’ın Ağaoğlu’na anlattığına göre Saraçoğlu öneriyi geri almalarını söylediği zaman Köprülü’nün geri almak için yerinden kalktığını; o sıra hemen ceketinin eteğinden tutup çektiğini belirtmektedir. “Hamit Şevket İnce’nin yazıhanesinde ve evinde parti kurulması kararına bu iki arkadaşla beraber vardım. Dörtlü takririn verilmesi fikri Köprülü ve Adnan Menderes’e aittir. Onlarla parti mevzunu bir takrir münasebetiyle görüştük. Koraltan’ın Dörtlü Takrire imza koymasını ben istedim. Çünkü başvekillikten düştükten sonra bana karşı vefa göstermişti. Takrire Refik Şevket de imza koymak istedi. Koraltan ve Köprülü mebus olmadığını ileri sürerek kabul etmediler. Zaten Refik Şevket de Koraltan’ı istemiyordu. Dörtlü takrir Grupta okunduktan sonra bana yapılan hücumlara Koraltan ve kendim cevap verdik. Saraçoğlu konuşmasının sonunda takriri geri almaklığımızı istedi. Köprülü geri almak için yerinden kalktı. Eteğinden tutarak oturttum ve kendisine geri almanın mümkün olmadığını söyledim. Takriri geri alamayınca Saraçoğlu, “Rejim sağlam ve temizdir. Bu Takriri reddedeceksiniz arkadaşlar” dedi ve takrir reddedildi. Bundan sonradır ki bir parti kurmak için müşterek çalışmalar başladı. Demek ki, o zamana kadar her birimiz kendi muhitlerimizde ayrı ayrı ele almış vaziyetteyiz. Bunun için hiç kimse, “fikir benim” diyemez.” Ağaoğlu, a.g.e., s. 418-419; ayrıca bk. Ahmet Hamdi Başar, Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları: Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Tek Parti Dönemi, c. I, haz: Murat Koraltürk, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2007, s. 636. Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları: Demokrasiye Geçiş DP İktidarı ve 27 Mayıs, c. II, s. 52-3. 282 Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları… c. I, s. 40, 544.; Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları… c. II, s. 57-59. Tüzük çalışmalarının uzun bir anlatımı için bk. aynı eser s. 56-111; Başar bu çalışmaya Koraltan’ın yardımları ile giriştiğini belirtmektedir; Ahmet Hamdi Başar, Yaşadığımıız Devrin İçyüzü, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1960, s. 32; Ağaoğlu, a.g.e., s. 420..
86
tarafından dile getirilmiştir.283 Tek parti döneminde dini olan konulardaki ilgisizlik halk
katmanları arasında CHP’ye karşı belirli bir muhalefetin oluşmasına neden olmuştu.
CHP milletvekillerinin ilk kez olarak seçim bölgelerine gittikleri zaman karşılaştıkları
genel şikayet konusu dinî meselelere ait olanlarını oluşturmaktaydı. Dolayısıyla
Köprülü’nün genel ilmî çalışmalarında izlediği sosyal olanla ilgilenme metodunu siyasi
alana da taşıdığını söylersek yanılmış olmayız. Diğer taraftan Demokrat Parti Fuat
Köprülü gibi bir şahsiyeti kendi saflarına katmakla ihtiyaç duyduğu siyasi simgeyi de
bulmuş oldu. Zira yeni partinin gerek yurt içinde gerekse yurt dışında entelektüel bir
desteğe ihtiyacı vardı; partiyi kitleler önünde savunacak ona ideolojik bir çerçeve
çizecek kişi Köprülü olacaktır. Ayrıca yurt dışında edinmiş olduğu şöhret sayesinde
giriştiği demokrasi mücadelesinde partiye saygınlık kazandıracaktır.284
Demokrat Parti’nin kurucu sıfatını haiz olan Köprülü parti içinde de bazı idari
görevler üstlenmiştir. Hem partinin genel idare kurulu üyeliğini hem de parti meclis
grubu başkanlığını birlikte yürümüştür. Parti içi mücadelede icra ettiği bu görevi ileride
başına büyük bir problem olacaktır. İktidara giden yolda parti içinde belirecek
muhalefet genel idare kurulu üyelerine karşı muhalif hareketlerini Köprülü üzerinden
dillendirmeye başlayacaklardır.
Demokrat Parti’nin 1947 yılının başında gerçekleştirdiği Birinci Büyük Kongre
ve bu kongrede alınan “Hürriyet Misakı” hem iç politikada hem de parti içi mücadelede
tansiyonun artmasına neden olmuştur. Daha partinin kuruluşunun birinci yılında genel
idare kuruluna seçilecekler arasında vuku bulan yarış iktidara yürüyen bir partinin iç
işlerinde cereyan edecek hesaplaşmaların da ilk habercisi oldu. Parti kurucuları içinde
Menderes ve Köprülü genel idare kurulunun 9 kişiden oluşmasını isterlerken karşı taraf
daha kalabalık bir genel idare kurulunun mevcudiyetini kurucular arasında özellikle
Menderes-Köprülü kliğini etkisiz kılmanın bir vasıtası olarak görüyorlardı.285 Kongrede
Ana Davalar Komisyonu’nun aldığı karar gereğince kabul edilen “Hürriyet Misakı”,
CHP ile vaki ilişkileri farklı bir mecraya sevk etmek suretiyle yeni ve büyük ses getiren
283 Kara, Biraz Yakın Tarih…, s. 108. 284 George T. Park, The Life And Writings Of Mehmet Fuad Köprülü The Intellectual and Turkish Cultural Modernization, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), The Johns Hopkins University, 1975, s. 77-78. 285 Ağaoğlu, a.g.e., s. 45-46.
87
mücadelelere kapı aralamıştır. “Hürriyet Misakı” genel idare kuruluna gerektiği zaman
meclis terk edip sine-i millete dönme hakkı tanıyordu. Bu misakın kabulü ile birlikte iki
parti arasındaki mücadele sertleşmiştir. Bundan bir süre sonra iki partiden seçilecek
üyelerle İngiltere’ye bir resmi ziyaret, parti içindeki muhalefeti harekete geçirmiştir.
Aralarında Enis Akaygen ve Fuat Köprülü’nün de yer aldığı bir meclis delegasyonu
CHP’li milletvekilleri ile birlikte İngiltere’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu
yolculuk esnasında Köprülü ve Nihat Erim arasında iyi niyete dayalı bir diyalog zemini
temin edilmiş; demokrasi konusunda fikir alış verişinde bulunulmuş ve partiler
arasındaki ilişkiler hakkında görüş birliğine varılmıştır.286 Söylenenlere göre Köprülü
bu yolculuk esnasında Erim’e “İsmet Paşa sağ iken bir başkasının cumhurbaşkanı
olmasının mümkün olamayacağını” belirtmiştir.287 Yolculuk dönüşü Erim, Köprülü ile
İnönü arasında bir toplantı ayarlayarak yalnız görüşmelerini sağlamıştır.288 Bu tip
söylentiler başını İstanbul İl başkanı Kenan Öner’in çektiği muhalif cephenin seslerini
biraz daha yüksek çıkarmaları sonucunu doğuracaktır. Aslında Köprülü’nün Erim’le
vaki temaslarından Bayar da rahatsızlık duymaktadır.289 Kenan Öner Köprülü’yü
özellikle 12 Temmuz Beyannamesi sonrasında CHP idarecileri ile muvazaa yapmakla
suçluyordu. Diğer taraftan Kenan Öner’in Köprülü ile yıldızları daha partinin
kuruluşundan bu yana hiç barışmadı. Çünkü Öner, Köprülü’nün İstanbul teşkilatının
idaresine hâkim olmak için giriştiği mücadeleden hiç hoşlanmamıştı; ve teşkilata
Köprülü’nün kendi adamlarını yerleştirmek istemesini şahsına karşı girişilen bir hareket
olarak algılamaktaydı.290 Bu çekişme sonunda İstanbul il başkanı Kenan Öner’in istifası
ile neticelenmiştir. Ancak parti içi muhalefet yine Köprülü üzerinden bir başka şekilde
yeniden ortaya çıkacaktır.
Genel idare kurulunun bazı üyeleri ile meclis grubu üyelerinden müteşekkil bir
grup milletvekili hususî bir toplantı için Bayar’ı Ahmet Tahtakılıç’ın evine davet ederek
Köprülü’nün gerek meclis grup başkanlığı görevini layıkıyla yerine getiremediğinden,
286 Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge, Ankara 2003, s. 56. 287 Baban, a.g.e., s. 429. 288 Baban, a.g.e., s. 431. 289 Ağaoğlu, a.g.e., s. 99. 290 Emrullah Nutku, DP Neden Çöktü ve Politikada Yitirdiğim Yıllar (1946-1958), Fakülteler Matbaası, İstanbul 1979, s. 15, 31.
88
Nihat Erim ve İnönü ile vaki temaslarından, bu temasların partiyi zaafa düşürdüğünden,
İnönü’nün hareketlerini hoş karşılayan kurucuların muvazaa yaptıklarından, Kenan
Öner meselesinde Köprülü’nün takındığı tavırdan vs. şikayetle Meclis Grup
başkanlığından istifasını istemişlerdir.291 Bayar’ın evinde geç saatlere kadar yapılan
durum değerlendirme neticesinde Köprülü’nün istifasının iyi olacağı kararlaştırılmıştır.
Aslında genel idare kurulu üyelerinden Refik İnce ve Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu
Köprülü’nün istifasını isteyenlerin partinin idaresini ele geçirmenin peşinde olduklarına
inanıyorlardı; ve bu işin bir Köprülü hadisesi olmadığı bundan daha büyük bir komplo
ile karşı karşıya oldukları fikrini Bayar’a ilettiler. Bayar da Köprülü’nün istifasının iyi
olacağı kanaatindedir. Zira Köprülü’nün CHP ile olan temaslarından o da hoşnut
değildi. Dolayısıyla bu meselede Bayar kurucuları değil onların karşısında yer alan
muhalif grubu tutmuş oluyordu. Köprülü’nün istifası ile bu sefer parti içinde çok daha
büyük ve tehlikeli bir mücadelenin yolu da açılmış oldu. Genel idare kurulu içinde
alttan alta kaynayan ihtilaf, birden alevlendi. Menderes, Köprülü, Koraltan, Fevzi Lütfü
Karaosmanoğlu, Samet Ağaoğlu, Refik İnce’den oluşan genel idare kurulu üyeleri
Bayar’ın karşısına geçerek “ya biz, ya onlar!” restini çekme hazırlığı içine giriştiler.
Meclis idare kurulunun Köprülü’yü bahane ederek genel idare kurulu üyesi ve
daha önemlisi parti kurucularından birini alaşağı etme teşebbüsü, Köprülü-Menderes
kliğinin, bu oldubitti karşısında, Bayar’ı meclis idare kurulu başkanlığından istifa
ettirmeleriyle akamete uğradı. Ancak İstanbul Beşiktaş il başkanlığından gelen bir haber
işleri daha da karmaşık bir hal almaya başladığının habercisi oldu. Zira bu haberde
Kenan Öner’in yeni bir parti kurma teşebbüsü içine giriştiği bildirmekteydi. Bütün
bunlar olup biterken genel idare kurulunun muhalif kanadında yer alan Ahmet
Tahtakılıç, Ahmet Oğuz ve Hasan Dinçer, Bayar’a tekrar meclis idare kurulu
başkanlığını seçilmesi için bir teklifte bulundular; Bayar bu tekliften istifade ile idare
heyetinin toptan istifası ile tekrar yeni bir seçim yapıldığı takdirde teklifi kabul
edebileceğini ifade etti. Az sonra da Bayar tekrar başkanlığa seçilmiştir. Fakat bu genel
idare kurulunun Menderes-Köprülü kanadını sert bir biçimde hareket etmeye sevketti
diyebiliriz. Çünkü onlar meclis idare kurulunun bu emr-i vakisi karşısında Bayar’ı istifa
ettirmişlerdi; bu son olan şey ise onların hareketini adeta hiç mesabesine indiriyordu.
291 Ağaoğlu, a.g.e., s. 124; Mükerrem Sarol, Bilinmeyen Menderes, Kervan, İstanbul 1983, s. 62.
89
Durumun vahameti karşısında genel idare kurulunun Menderes-Köprülü kanadı,
Köprülü’nün evinde bir toplantı düzenleyerek gerekirse Bayar’a rağmen “Sil, yeni
baştan” kararı alıyor ve meclis grubundaki ileri sürülen bütün suçlamaları genel idare
kurulunda tartışmaya açarak, bunların cevaplandırılmasına ve hatta o güne kadar
konuşulmamış olan her şeyi ve mesela partinin genel politikasında beraber olup
olmadıklarını Köprülü’nün genel idare kuruluna vereceği bir takrir ile tesbit yoluna
gidiyordu.292
Köpülü’nün verdiği takrir genel idare kurulunda müzakereye açıldı ve muhalif
milletvekilleri bir bir partiden ihraç edilmeye başlandı. Bu durumdan hoşlanmayan
muhalif genel idare kurulu üyeleri de görevlerinden istifa ettiklerini açıkladılar. Genel
idare kurulu bu istifalar karşısında yeni bir teşebbüse girişti ve görevinden ayrılan 6
kişiyi haysiyet divanına vermek suretiyle partiden çıkarılmalarını sağladı. Demokrat
Parti tam bir sarsıntı geçiriyordu; milletvekillerinin neredeyse yarıya yakını bu buhran
ile birlikte partiden ihraç edilmiş oldular.
Bu buhran karşısında dikkati çeken bir husus deneyimli bir politikacı olan Celal
Bayar’ın iki kanat arasında ortaya çıkan gerginliğin en az hasarla nasıl atlatılabileceği
üzerine gösterdiği gayret olmalıdır. O, partiyi 1950 seçimlerine mümkün olduğu kadar
az zayiatla ve en önemlisi partinin bir muvazaa töhmeti altında kalmadan ulaşmasını
sağlamaya çalışmıştır. Bu nedenle olacak ki meclis grubu ile Köprülü arasında vuku
bulan anlaşmazlıkta Köprülü feda etmeyi bile göze almıştı; hatta Kenan Öner ile
Köprülü arasında çıkan ihtilafta da Köprülü’ye kızmıyor değildi. Zira Köprülü’nün CHP
ile olan yakın teması sürekli partinin bir muvazaa isnadı altında kalması sonucuna
sebebiyet veriyordu. Çünkü biliyordu ki bu tür isnatlar parti teşkilatına sıçrayacak olsa
teşkilat içinde vücut bulacak yıkımın tesiri çok daha büyük olacaktı. Bu maksat
doğrultusunda Halk Partisi ile mücadeleyi şiddetlendirmek için bazı tedbirler almakta
gecikmemiştir. Bu tedbirlerin başında meclis grubunu çeşitli yollarla Halk Partisi
aleyhinde ses çıkarmalarını sağlamak ve özellikle memleket sathında çıktığı gezilerde
iktidarın zaaflarını halka var gücüyle anlatmak geliyordu. Çıktığı seyahatlerde yanına
292 Bu dönemde geçen parti içi mücadenin genel seyri için bk. Abdülkerim Asılsoy, Demokrat Partililerin Hatıratlarında İktidar-Muhalefet İlişkileri (1946-1954), (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü, 1999; Ağaoğlu, a.g.e., s. 137.
90
özellikle Köprülü’yü almamasının en önemli sebeplerinden biri halk nezdinde
oluşabilecek bir muvazaa dedikodusunun önünü almaktı.293 Bunun yanı sıra Kenan
Öner İstanbul il başkanlığından istifa ettikten sonra da bu teşkilata hakim olabilmek için
oluşan hizipleşme de Bayar, kendi adamlarını Köprülü’nün sokmaya çalıştığı kişilere
karşı bir tür parti içi denge mücadelesi işine bile girişmişti.294
Bayar Köprülü’nün neden olduğu ya da isminin karıştığı her meselede karşısında
Menderes’i bulmuştur. Bu iki kurucu parti içinde Bayar’a karşı bir denge unsuru olarak
hep birlikte hareket ettiler. Köprülü’nün neden olduğu parti içi kavgada eğer Menderes
olmasa Bayar büyük ihtimalle Köprülü’yü saf dışı etmekten çekinmeyecekti; ne var ki
her seferinde Menderes buna mani oluyordu. Diğer taraftan Köprülü’nün gazete
sütunlarında yazdığı yazılarıyla partinin politikasını kitleler önünde büyük bir
kabiliyetle savunuyor oluşu da Bayar’ı bir başka açıdan Menderes-Köprülü ikilisine
karşı sertleşmesine mani teşkil etmiştir denebilir.295
Parti içi mücadelenin ikinci büyük safhası bu büyük buhranın ardından ondan
büsbütün farklı olarak iki güçlü denge arasında cereyan edecektir. Dengelerden birini
tek başına Bayar; diğerini ise Köprülü-Menderes kanadı teşkil etmekteydi. Genel idare
kurulunun diğer üyeleri bu mücadelede kendi mizaçlarına kâh Bayar’ın tarafında kâh
Köprülü-Menderes’in tarafında yer almışlardır. Bu mücadele esnasında İnönü de
Bayar’a karşı parti içinde kurucular arasındaki bu dengeyi hesap ederek Köprülü-
Menderes hizbini bazı isimler aracılığıyla kuvvetlendirmenin yollarını arayacaktır. Bu
mücadelenin ilk tezahürü kendini İstanbul teşkilatı seçimleri esnasında göstermiştir.
Daha partinin ilk kurulduğu günden itibaren İstanbul teşkilatının kurulması işiyle Fuat
Köprülü ilgilenmiştir. Uzun yıllar burada profesörlük yapmış olması, buranın ileri
gelenleriyle olan tanışıklığı bunda büyük rol oynamıştır denilebilir. İstanbul il teşkilatı
içinde Karadenizlilerden müteşekkil bir hizbin Menderes-Köprülü kanadı lehine
teşkilatlanması Kenan Öner’i her zaman kızdırmıştır. Fuat Köprülü başından itibaren
teşkilata kendi adamlarını yerleştirmek için özel çaba harcamış; ve İstanbul teşkilatına
293 Ağaoğlu, a.g.e., s. 188. 294 Sarol, a.g.e., s. 77. 295 Ağaoğlu, a.g.e., s. 147.
91
ilgi duyan Karadenizlilerden oluşan bir ekibi Öner’e karşı bir kuvvet olarak ileri
sürmüştür.296
1948 yılındaki İstanbul il kongresinde Menderes ve Köprülü’nün desteklediği
kişi Kenan Öner’in başından beri kendisine kızdığı ve hatta Menderes-Köprülü
ikilisinin ajanı dediği Mükerrem Sarol idi.297 Gerçi iktidar yıllarında Köprülü ile
Sarol’un arası Sarol’un Köprülü’yü vurmakla itham etmesine kadar varacaktır; zira 4.
Menderes hükümetinin kurulmasından hemen sonra parti içinde çıkan anlaşmazlık
Köprülü’nün kendisine haysiyet divanına vermesine sebebiyet verecektir.298 İlk
buhranın ardından Bayar artık II. Büyük Kongre yaklaştığı sıralarda parti teşkilatına
hakim olmak isteğini ve bu yolda harcanması gereken çabayı göstermeye başlamıştır.
İstanbul teşkilatında kendini gösteren Mükerrem Sarol’a karşı Bayar cephe alacaktır.
Kurucular arasındaki bu mücadele Menderes-Köprülü’nün bütün çabalarına rağmen
Bayar’ın kendi isteği doğrultusunda şekil almasıyla neticelenmiştir.
Demokrat Parti iktidara geldiğinde hükümet içinde Dışişleri Bakanlığı görevini
Köprülü üstlendi. Ancak şunu hemen belirtelim ki, aslında başından beri başbakan
olmayı ümit ediyordu. Başbakanlığın Adnan Menderes’e verilmiş olmasından dolayı
hayal kırıklığı yaşamaktadır. Bayar’ın bu tutumunu oldukça yadırgamıştı. Ahmet Emin
Yalman’a konuyla alakalı şunları söylemiştir:
“Ben ilim adamıyım. Makamda gözüm yok, fakat en münasibi, Başbakanlığa bir müddet için benim geçmem ve Adnan Menderes’in yetiştirmemdi. Mademki böyle olmadı, bana Dışişleri Bakanlığı ile beraber hiç olmazsa Parti Başkanlığı da verilmeliydi…”299
Fuat Köprülü aslında zirveye çıktığını düşündüğü an inişe de başlamış oldu.
Kurucular arasındaki sıkı dostluk ve birbirini tutma, bir süre sonra yerini farklı
dozajlarda ihtilaflara bırakacaktır. Menderes muhalefet yıllarında koşullar ne olursa
olsun Köprülü aleyhine cereyan eden her gelişme karşısında derhal onun yanında saf
tutmuştur. Parti içi mücadelede muhasımlarına karşı hep birlikte hareket etmişlerdir.
Kenan Öner davası başta olmak üzere kurucular arasında baş gösteren ihtilaflarda bile
bu birliktelik bozulmamıştır. Ağaoğlu’nun Menderes üzerine yaptığı bir 296 Nutku, a.g.e., s. 14-15, 31. 297 Nutku, a.g.e., s. 64. 298 Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları, Ankara 1998, s. 373-376. 299 Yalman, a.g.e., s. 220; ayrıca bk. Baban, a.g.e., s. 338.
92
değerlendirmede onu, Köprülü’nün kıymet ve değerini sezen ve o nisbette de arka çıkan
kişi olarak tavsif etmektedir. Zira Menderes siyasi hayatta kendisine en büyük yardımcı
olarak Köprülü’yü görmekte idi; kaldı ki Köprülü’nün derin tarih bilgisi, uluslar arası
şöhreti ile kendisine arka çıkıp kuvvet devşireceği bulunmaz bir şahsiyetti. Menderes
partinin, birinci merhalede ikinci; ikinci merhalede birinci adamı olmak için bu yolda
karşısına çıkanları ya da çıkabilecek olanları Köprülü ile bertaraf edecektir.300
Demokrat Parti iktidara geçtikten bir müddet sonra kurucular arasındaki
mücadele şekli oluşan yeni denklem dolayısıyla da biraz yön değiştirdi. Artık Menderes
eskiden olduğu gibi Köprülü’nün her icraatına karşı sabırlı bir tavır sergilemez.
Başbakan Dışişlerinin gerektiği gibi çalışmadığı fikrini taşımaktadır. 1953 yılında
Mısır’ın Süveyş Kanalından İngilizlerin çıkması isteği karşısında Türkiye’nin nasıl bir
hatt-ı hareket izleyeceği meselesinde Dışişlerinin gerekli ihtimamı sarf etmediği yollu
hem Başbakandan hem de Cumhurbaşkanı’ndan Köprülü’ye yönelik eleştiriler
yöneltildi. Özellikle Adnan Menderes Dışişlerinin bu konuda bir politika
belirleyemediğinden hareketle çok hatalı ve kusurlu buluyordu. Gerek Bayar’ın gerek
Menderes’in hedefinde doğrudan Fuat Köprülü vardı.301 Benzer bir hadise
Cumhurbaşkanı’nın Amerika’ya yapacağı ziyaret esnasında da vuku bulmuştur.
Bayar’ın orada yapacağı Dışişleri Bakanlığınca hazırlanan metnin iyi hazırlanmaması
ve bunun bakanlar kurulu önünde okunması Menderes’le Köprülü’yü bir kez daha karşı
karşıya getirmiştir. Metni hazırlayan Bakanlığın tenkit edilmesi yine o bakanlığın
başında bulunan Bakanı huzurunda açıktan açığa eleştiriye tabi tutulmuştur. Bayar da
Dışişlerinin icraatlarından hiç memnun değidir; 1954 yılında Mısır’da Kral’ın
devrilmesinden sonra hâlâ Büyükelçinin değiştirilmemiş olmasını doğrudan Dışişlerinin
basiretsizliğine atfediyordu. Zira bizzat kendisi büyükelçinin oradan uzaklaştırılmasını
Hariciyeye bildirmişti. Mısır tarafından Büyükelçimizin sınır dışı edilişi karşısında
eleştiri okları tekrar Köprülü’nün üzerine çevrilmesini tevlit emiştir; o kadar ki Fevzi
Lütfü Karaosmanoğlu, Köprülü’nün istifa etmesi gerektiğini bile söyleyebilmiştir.302 Bu
benzeri hadiseler günden güne kurucular arasında gizlenmesi büsbütün imkansız
300 Ağaoğlu, a.g.e., s. 119. 301 Burçak, a.g.e., s. 174. 302 Burçak, a.g.e., s. 189.
93
anlaşmazlıkların bulunduğu fikrini güçlendirmeye başlamıştır. Özellikle Menderes’in
dördüncü kabinesini kurduktan sonra Köprülü’den şikayetleri artmaya başladı. Zira
Köprülü kendisinin de içinde bulunduğu hükümet icraatlarını her fırsatta tenkit
ediyordu. Bu durum Başbakan ve çevresinin kendisine karşı daha hırçın davranmalarına
sebebiyet vermiştir. Fuat Köprülü 1955 yılının Nisan ayında Devlet bakanlığına, aynı
yılın Temmuz ayında da başbakan yardımcılığına; yılın sonunda da tekrar dışişleri
bakanlığı görevine getirilmişti. Bu yer değişiklikleri kurucular arasındaki rahatsızlığın
varlığını açık bir biçimde göstermektedir. 1956 yılına gelindiğinde anlaşmazlığın
boyutları fark edilir bir biçimde artmıştır. Başbakan hükümetin iktisadî ve malî
politikasında bir revizyon yaparak bunu Anadolu Ajansına bildirmişti. Bu beyanatın
ardından Dünya ve Cumhuriyet Gazeteleri bu değişikliğin Fuat Köprülü ve Nedim
Ökmen tarafından başbakana kabul ettirildiğini ima eden bir haber yazdılar. Her iki
gazeteye de ne Köprülü ne de Ökmen tarafından bir tekzip gönderilmedi. Yine aynı yıl
İstanbul il başkanlığı için mücadele eden Mükerrem Sarol ve Köprülü’nün oğlu Orhan
Köprülü hadisesi patlak verdi. Bu olay Orhan Köprülü’nün istifası ile neticelenmiştir.
Bir süre sonra da Fuat Köprülü Dışişleri Bakanlığı görevinden istifa edecek; bu olaydan
yaklaşık bir yıl sonra da partiden istifa ettiğini duyuracaktır.303
1957 seçimlerinde Fuat Köprülü kurucusu olduğu Demokrat Parti’yi değil
muhalefette bulunan Hürriyet Partisi’ni desteklemiştir. 1958 ile 1959 yılları arasında bir
süre araştırmalarda bulunmak üzere Harvard Üniversitesi’nin davetlisi olarak
303 Fuat Köprülü dışişlerinden istifa ettikten sonra Menderes’in kendisiyle kurmak istediği temas girişimlerini her seferinde reddetmiştir. Hükümetteki görevinden ayrıldıktan sonra partinin genel kurullarına da katılmamaya başlamıştır. Burçak’ın anlattığına göre artık hükümetin icraatlarının çok fena bir hal aldığından şikayetle genel gidişatı kötü görüyordu. Köprülünün genel şikayetleri şunlardan oluşmaktaydı. “…a- Hayat pahalılığı artık tahammül edilmez bir hal almıştır. Bu şartlar altında Adnan Bey’in hayat pahalılığının varlığını kabul etmemesi beyhude bir çabadır. b- Adliye’ye karşı girişilen baskı çok yersizdir. Ben, bakanlıktan ayrılmadan bir yıl kadar önce gidişatın fena olduğunu Adnan’a da, Celal Bey’e de anlattım, durdum. Amma, beni bir türlü dinlemediler. c- 6-7 eylül İstanbul hadiselerinden dolayı mahkemeye verilmiş olanların kaffesi beraat etmiştir. O halde bu olayların suçlusu kimdir? Hükümet midir? Ben şimdi bu hareketi Celal Bey’e Adnan’ın bilerek yapmış olduklarına, ama işin bu derece ileri gideceğini kestirememiş olduklarına inanıyorum. Böyle bir tasavvurları var idi ise bana bildirmemek olur muydu? Ben o tarihte başvekil muaviniydim. d- 6-7 Eylül olaylarından zarar görmüş olanlara tazminat vereceğimizi resmen vaat ederek 60 milyonluk tazminat kanunu çıkardık. Ama kimseye henüz on para verilmemiştir. Devlet yalancılıkla idare edilmez. e- 6-7 Eylül hadiselerinin mesulü olan Namık Gedik nasıl olur da yeniden Dahiliye vekaletine getirilir? Bu, milletle alay etmekten, istihza etmekten başka bir şey olamaz. f- Parti mahvolmuş, batmıştır. İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana gibi yerlerde önümüzdeki seçimleri kazanmamız bir emr-i muhaldir; imkansızdır, hayaldir. Ben önümüzdeki seçimlerde esasen adaylık koymamak niyetindeyim. Millete bir beyanname neşrederek seçimlere neden iştirak etmediğimi açıkça ilan edeceğim…” Burçak, a.g.e., s. 419-420.
94
Amerika’ya gitmiştir. 59 yılının ortalarında yurda dönen Köprülü 1960 askeri müdahale
sonrasında 6-7 Eylül hadiselerinde rolü bulunduğu gerekçesiyle tutuklanmıştır. İlmî
kariyerinin saygınlığı dolayısıyla Amerikalı bir grup akademisyen Milli Birlik
Komitesine Köprülü hakkında bir mektup göndermişler ve Türk kanunlarının adaleti
yerine getireceklerine olan inançlarını dile getirmişlerdir. Ayrıca onun dünya çapında
edindiği şöhretine işaret eden mektup Türkiye’nin Atlantik Paktına girişinde kendisinin
büyük hizmetleri olduğuna vurguda bulunmuşlardır.304 Dört aylık bir mahkumiyetin
ardından suçsuz olduğu anlaşılarak beraat etmiştir. İhtilal sonrasında Fuat Köprülü
siyasi faaliyetlerine bir müddet daha devam etti. 1961 tarihinde Hür Demokrat Parti’yi
kurmuştur. O bu partinin eski kurucusu olduğu Demokrat Parti’nin bir devamı
olabileceğini düşünmüş ve kitlelerin peşinden kendisini takip edeceğini hesap etmişti;
ancak bu gerçekleşmemiştir. Partinin isminde geçen Demokrat Parti ibaresi yüzünden
dönemin idarecileri tarafından sürekli rahatsız edilmiştir. 1962 yılında savcılık partiyi
kapatma teşebbüsünde bile bulunmuştur. Bu türlü baskılar altında parti faaliyetlerinden
bir netice alamayacağını anlayan Köprülü, Adalet Partisi’nin talebi üzerine Kırat
amblemini bu partinin kullanmasına izin vermiştir.
Geçirdiği bir trafik kazası sonucu sol femur kemiği kırılmış; ve bu kırık
yüzünden uzun bir süre yatakta yatmak zorunda kalmıştır. 1966 Haziranının başlarında
Ankara’dan İstanbul’a getirilen Köprülü hastalığının artması üzerine Balta Limanı
Hastanesine kaldırılmış ve 28 Haziran 1966 tarihinde burada vefat etmiştir. Naaşı
Sultan Mahmud Türbesi karşısında yer alan Köprülü aile mezarlığına defnedilmiştir.
304 Fevziye Abdullah Tansel, “Memleketimizin Acı Kaybı Prof. Dr. Fuad Köprülü”, Belleten, c. XXX, sayı 117, Ocak 1966, s. 629. Mektuba imza atanlar arasında şunlar bulunmaktaydı: Harvard’dan H.A.R. Gibb, Columbia’dan T. Halasi-Kun, D. R. Rustow, J. Schacht, Utah’dan F. R. Latimer, Washington’dan N. N. Poppe, Michigan’dan J. Steward-Robinson, California’dan A. Tietze, Princeton’dan W. Thomas.
95
II. BÖLÜM
TARİH ANLAYIŞI VE METODU
96
A. Tarihçiliği
Bir sınıflandırmaya tabi tutsak, Fuat Köprülü’ye ait yazıların büyük bir yekûnu
temelde şu dört sahaya inhisar ettiği görülecektir: Tarih, Hukuk Tarihi, Anadolu’nun
Mistik Tarihi, Edebiyat Tarihi. Tek bir başlık altında ifadesiyle Tarih ilminin muhtelif
şubelerine dair kaleme aldığı makale ve incelemelerini, 30 yıla yaklaşan hocalık hayatı
içinde, Osmanlı/Türkiye’nin farklı farklı mektep/fakültelerinde genç dimağlara birer
rehber olmak üzere hazırlayıp onların istifadesine sundu. Zira bir eserinin önsözünde
makalelerinin birçoğunu talebelerine bahsi geçen sahalarda sağlam bir fikir vermek,
tedkiki icap eden meselelere onların dikkatlerini çekmek maksadıyla kaleme aldığını
belirtmiştir. Sadece ders verdiği fakültelerin çeşitliliği bile bize, ele aldığı mevzuların
genişliğini göstermesi açısından epey ipucu verir görünmektedir. Edebiyat
Fakültesi’nde Türk Edebiyatı Tarihi; İlahiyat Fakültesi’nde Türk Din Tarihi;
Mülkiye’de Siyasi Tarih ve Türkiye Tarihi; Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Medeniyet
Tarihi; Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde de Ortaçağ Türk Tarihi derslerini okuttu.
Tarih’in bu çeşitli şubelerine gösterdiği eğilim, hatırı sayılır genişlik ve yelpazede bir
ilmi mahsulün vücudunu mümkün kılmıştır.
Biz tezin bu kısmında Köprülü’nün “Tarih” genel başlığı altında, hususen ilmi
makale ve tetkiklerinin önümüze serdiği görünümleri doğrultusunda, tarihçiliğinin
umumi vasıflarının keyfiyeti yanında hususi olarak da Tarih’in yukarıda zikri geçen
şubelerinde takip ettiği “nisbî usûl”lerin nelerden ibaret olduğunu misaller vererek
meydana çıkarmaya çalışacağız. Ancak bunu yaparken mihver noktamızı “Tarih” üst
başlığı teşkil edecek. Sair ilim sahalarına ait usûl farklılıklarına ise yeri geldikçe işaret
edilecektir. Türk Modernleşme’sine en büyük katkılarından biri olan Türk Tarihi’nin
nasıl ele alınması gerektiği meselesinin ve bunun eserlerine yansıyış şekillerinin bu
sayede tebarüz edeceği ümidindeyiz. Zira usûl’e dair yaptığı derin araştırma ve
teklifleriyle yerli ve yabancı Osmanlı/Türk tarihçilerine Anadolu coğrafyasında
97
neşvünema bulan Türk/Osmanlı medeniyetinin, ilmi araştırmalarda hangi yöntem ve
prensiplerle ele alınması gerektiğini o göstermiştir.
Köprülü usûle dair görüşlerine Bilgi Mecmuası’nın 1913 yılı kışına tesadüf eden
sayısında yer vermiştir.305 İlk bölümde de işaret edildiği üzere bu makalesi ile
hedeflediği gayeye yönelik ilmî araştırmaları da başlamış oldu. Esas itibariyle bu
tarihten sonra ele alacağı mevzuların usûl açısından temel prensiplerini Türk Edebiyatı
Tarihi’nde Usûl’de ortaya koymuştur.
Makalede bir yandan tarih tetkiklerinde takip edeceği ilmî usûlün prensiplerini
ortaya koyarken diğer yandan Batı’daki aydınlanma çağı ile birlikte zuhur eden yeni
ilmî telakkilerin bir hülasasını da serdeder. Makalenin daha ilk cümlesi, Usûl’ün ne
olduğuna ilişkin öteden beri kabul edilegelen mananın ifade edilmesiyle başlamaktadır.
Buna göre “Usûl, felsefî manâsıyla, zihnin hakikate vusûl için takibe mecbur olduğu
yol”306 anlamına gelmektedir. Köprülü, makalesinin geneli itibariyle, ne antik çağ
döneminin bu konuda ortaya koyduğu tarif ve anlayışların söz konusu edilmesi taraftarı
görünmekte, ne de ortaçağ -kendi deyimiyle ortazaman- Hıristiyan ve İslam tarih
görüşlerine dair herhangi bir fikre gönderme gerekliliği duymaktadır. İleriki sayfalarda
gerek Osmanlı coğrafyasında neşvünema bulan tarih mesleği telakkilerine ve gerek
Vico’ya (1668-1744) kadar ki zaman aralığında süre giden Batılı tarih anlayışlarına
karşı bütünsel bir tenkidî tavır takınacaktır. Dolayısıyla söz konusu yazıda müellifin
tartıştığı ve ele aldığı meseleler, Batı’da yeni çağ ile şekillenmeye başlayan, Rönesans
ve Reform hareketleri döneminde yapılan tartışmalarla yetkinleşen ve XVII. asra
gelindiğinde bu yüzyılda yetişen düşünürlerin sistemleştirme yönünde ivme
kazandırdığı felsefi nazariyeler çerçevesinde yer bulmuştur. Yöntem üzerine
geliştirdikleri nazariyelerle Bacon (1561-1626) ve Descartes (1596-1650) makalenin
daha ilk satırları arasında ismine rast geldiğimiz Batılı düşünürler olarak karşımıza
305 M. F. Köprülü, “Türk Edebiyatı Tarihi’nde Usûl”, Bilgi Mecmuası, yıl 1, sayı 1, Teşrinisani, 1329/Kasım 1913, s. 3-52. [Bundan sonra bu makale sadece Usûl olarak zikredilecektir.] Bu makale daha sonra yazarın Edebiyat Araştırmaları adıyla yayınladığı kitabında da yer almıştır. Edebiyat Araştırmaları, Ankara 1966, s. 3-47. 306 a.g.m., s. 3.
98
çıkarlar.307 Yazara göre; onların metod bilgisine verdikleri ehemmiyet sayesindedir ki
Tarih ilmi açık ve kesin bir şekilde kuvvet kazanmıştır. Bugün için konuşursak usûl
meselesinde umumî metotlar yanında sosyal ilimlerin muhtelif şubeleri için müstakil
“nisbî metot”ların bulunması gerekir. Zira hakiki bir ilim elde etmek, her mevzuya
ilişkin yolu takip etme zorunluluğunu beraberinde getirecektir. Her ne kadar her bir ilim
şubesi için ayrı ve müstakil usûller bulmak ve onları uygulamak gerekliliği fikrini ileri
sürse de ilerleyen satırlarda usûllerin birliğini de kabul etmektedir.308
Köprülü usûle dair ele aldığı mevzuları hangi kaynaklara istinat ederek kaleme
aldığını Batılı yazarların isimlerini tadat etmek suretiyle belirtmektedir. Buna göre
yararlandığı kaynaklar şu isimlerden teşekkül eder: Monod, Seignobos, Langlois,
Bordeaux, Henri Berr, Lacombe ve Mornet.
1. Tarihin Tarifi
Köprülü’ye göre; “Tarih, şamil manasıyla, mazide cereyan eden bilumum ef‘âl
ve vekayiin heyet-i mecmuasıdır.”309 Diğer bir ifade ile beşerî fikir ve faaliyetin bütün
tezahürleri “Tarih” dediğimiz şeyi ifade eder.310
Tarifin bize gösterdiği ya da tazammun ettiği anlam çerçevesinde konuşacak
olursak, hangi cins ef‘al ve vekayi‘ tarih dediğimiz ilmin hududu içinde mütalaa
edilebilir? Bu haklı soru karşısında müellifimiz bazı ihtirazî kayıtların altını
çizmektedir. Tarifte geçen ‘beşerî fikir ve faaliyetin bütün tezahürleri’ betimlemesinden
307 Francis Bacon (1561-1626), Yeniçağın tecrübî felsefesinin kurucusu kabul edilir. Eşyanın hakikatine ulaşmak için hakim otoritelere, önceden edinilmiş fikirlere ve a priori düşüncelere yüz çevrilmesi gereğini vurgular ve hususen Antikçağ felsefe geleneğine başvurmaktan vazgeçmeyi öğütler. Alfred Weber, Felsefe Tarihi, çev. H. Vehbi Eralp, Remzi Kitabevi, İstanbul 1964, s. 206-210. Köprülü burada tecrübe ve müşahede usûllerinden bahisle Bacon’ın kaleme aldığı Novum Organon (Yeni Uzuv) isimli esere atıfta bulunur. Yeni bilimin yeni metodunu belirlediği eserde hakiki endüksiyona ulaşmaya engel olan şey olarak, sahip olduğumuz önyargılarımızı işaret eder. Bacon’a göre değişken karakterler gösteren hadiselerin müşterek bir şekli bulunmaktadır. İlmin gayesi de bu görünüşte farklı ve fakat benzer karaktere sahip olay ve hadiselerin müşterek şeklini yani kanun, sabit sebep-netice bağıntısını bulmaktır. Amiran Kurktan Bilgiseven, Sosyal İlimler Metodolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1994, s. 70. 308 Usûl, s. 5. 309 Usûl, s. 6. 310 G. Monod Tarihte Usûl adlı makalesinde Tarih’i şöyle tarif etmektedir: “Tarih, faaliyet ve tasavvurât-ı beşeriyenin -te‘âkub, inkişâf ve nisbet-i irtibat (Rapport de connexité) veya nisbet-i tebe‘iyyet (Rapport de dépendance) nikât-ı nazarından- tecelliyâtının hey’et-i umûmiyesidir.” G. Monod, “Tarihte Usûl”, trc. Kâzım Şinasi, DEFM, sene 1, sayı 3, Temmuz 1332, s. 341.
99
kimi tarihçiler sadece devletlerin karşılıklı teşkilat ve münasebetlerini anlama
taraftarıdırlar. Bu tarz bir tarihçilik Köprülü nazarında vakaları olduğu gibi nakl ve
hikaye etmekle eşdeğer görülmektedir.311
Monod’un bu konudaki fikirlerini belirtmeden evvel bir hususa işaret etmek
gerekiyor; o da Köprülü’nün kaleme aldığı Usûl makalesi ve bu makalede ele alınan
meselelerin, genel hatlarıyla, kendisinin de istifade ettiğini belirttiği kaynaklarda
(Monod, Lanson, Nordau) ifade edilmiş şekillerini yeri geldikçe dipnotlarda göstermeyi
uygun bulduk. Bunu yapmaktaki amacımız usûle dair meselelerde hangi yazardan nasıl
ve ne şekilde istifade ettiği, varsa benzerlikleri yoksa o hususta ayrıldığı noktaları,
hülasa fikrî dünyasını daha belirgin bir biçimde görme fırsatını bize tanıyacak oluşudur.
G. Monod eserinde konuya ilişkin fikrini ileri sürerken eski tarih anlayışına ve
hadiseleri değerlendirirken meseleyi sadece bir yönü ile açıklama gayretlerine duyduğu
tepkiyi şikayet sadedinde dile getirmiştir. O da tarih kelimesinin tahdit edilmek suretiyle
geçmişte yaşanan hadiselerin sırf siyasi bakımdan yorumlama ve anlama ameliyesine
karşı çıkmaktadır.312 Bu görüşün haklılığı, M. Nordau ve A. Comte’un (1798-1857)
tarih araştırmaları için önerdikleri bir mebde’ aralığı fikri ile desteklenmeye
çalışılmıştır. Nordau Mana-yı Tarih adlı eserinde tarihi bir araştırmanın
gerçekleşebilmesi yolu olarak, siyasi teşekküllerin vücud bulmasından önceki bir
zamandan itibaren işe başlanması teklifini ileri sürer. Aynı şekilde A. Comte da yeni
ihdas etmeye çalıştığı ilmin başlangıç noktası olmak bakımından içtimai toplulukların
bir araya gelme teşebbüslerini işaret etmekte idi.
Tarifte geçen ve hususen altı çizilen beşeri fikir ve faaliyetlerin tüm görünümleri
bizi, dolayısıyla, Tarih mesleğinin ele alacağı ya da ilgileneceği konu(lar) meselesine
intikal ettirecektir. Bugünün tarih mesleği kendisine, önceki anlayışlardan ayrı olarak,
311 Usûl, s. 7. 312 “Bazen tarih kelimesinin manası tahdit edilerek yalnız tarih-i siyasi, devletlerin teşekkülü ve yek diğeriyle olan münasebâtı tarihi murad edilir; tarih-i edebiyat, tarih-i sına‘at, tarih-i felsefe, tarih-i din, tarih-i hukuk, tarih-i iktisadî ve hatta âdât ve medeniyet tarihi bile tarih kelimesinin tazammun ettiği manadan hariç tutulur.”, Monod, a.g.m., s. 341.
100
cemiyetlerin inkişaf313 tarihini münferit şahsiyetlerden çok “halk” dediğimiz insan
topluluklarını göz önüne almak suretiyle mevzu ittihaz etmiş görünmektedir.
1914/1332 yılında Şehabeddin Süleyman ile birlikte yazdıkları bir ders kitabında
Fuat Köprülü edebiyat tarihini yukarıda bahsi geçen tarife paralel bir anlam vererek
tasvire kalkışmıştır. Buna göre “Tarih-i edebiyat, tarih-i tekâmül-i beşer yani tarih-i
medeniyet demektir.”314 Usûl makalesinde de bu hususa değinen yazar, edebiyat tarihini
medeniyet tarihinin bir cüzü şeklinde tasavvur ederek ileriki sayfalarda H. Taine ve G.
Lanson’un fikirleri etrafında meseleyi tekrar ele alacaktır.315 Gerek Taine gerekse
Lanson’un fikirleri doğrultusunda, edebiyat eserleri vasıtasıyla asıl kendi yapmak
istediği şeyin tarifini ve amaca müteallik istikametini tespit etmiştir. Yeni Osmanlı
Tarih-i Edebiyatı isimli ders kitabında yaptığı tarif aslında bize bu istikâmetin ipuçlarını
oldukça sarih bir biçimde gösterir. Yukarıda baş kısmından bir parçasını verdiğimiz
tarifin ilerleyen satırlarında şu unsurlarla karşı karşıya kalırız. “… Bir kavmin
edebiyatını mebâdisinden müntehâsına kadar takib etmek o kavmin silsile-i ezmân
arasında geçirdiği bütün inkılabât-ı hissiye ve fikriyeyi, bütün tekâmülât-ı dimagiyye ve
ruhiyeyi ayrı ayrı görmek, anlayabilmek, en ziyade, en canlı nikâtına nüfûz etmek 313 Yakın dönem Türk düşüncesi araştırmalarında tarih telakkisini anlama ve algılama adına başvurulması gereken önemli kavramlar arasında inkişaf, tekemmül/tekâmül kelimeleri de olmalıdır. İnkişaf kavramına Kamus-ı Türkî’de verilen karşılık bugün bizim anladığımız manadan biraz farklıdır. Kamus’ta karşılık olarak verilen birinci anlamı; ‘açılma, zahir ve aşikâr olma, meydana çıkma’ İkinci anlamı ise ‘bir hal veya sırr-ı manevînin görünmesi, tecelli’ şeklindedir. Ve fakat Köprülü’nün 1913 yılında kaleme aldığı bu makalenin ikinci baskısı için kendisi tarafından yapılan sadeleştirmede “tekemmül” ve “inkişaf” kelimelerine “ilerleme” ve “gelişme” karşılıklarını vermiştir. krş. Usûl, 1913, s. 8; Usûl, 1966, s. 7. 314 Köprülüzade Mehmed Fuad-Şehabeddin Süleyman, Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı, İstanbul, 1332, s. 3. M. Orhan Okay kitabın medhal kısmının Köprülü tarafından yazıldığını ifade etmektedir. “Abdülhalim Memduh’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a Edebiyat Tarihlerinde Yenileşmenin Sınırları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Yeni Türk Edebiyatı II, c. IV, sayı 8, 2006, s. 13. Ancak kitabın sadece Ş. Süleyman tarafından yazıldığına dair bazı bilgi ve karineler mevcuttur. Nazım Hikmet Polat, Fevziye A. Tansel’in bu kitap hakkında Köprülü’nün kendisine kitabın üzerine ismi yazılmakla birlikte yazanın Şahab olduğunu belirten ifadelerini aktarır. Dr. Nazım Hikmet Polat, Şahabeddin Süleyman, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 118. Daha geniş bilgi için bk. Nuri Sağlam, “Ali Emîrî Efendi İle Mehmet Fuad Köprülü Arasındaki Münakaşalar II, İlmi Araştırmalar 11, İstanbul, 2001, s. 89-98. Köprülü, Yeni Mecmua’da yayınladığı “Bir Hiciv Münasebetiyle” başlıklı Ali Emîrî’ye cevap niteliği taşıyan makalesinde bu konuya atıfla şunları söyler: “…Vaktiyle ikinci cildini yazacağım için üzerine ismim konulmuş olan ‘Şehabeddin Süleyman’ Bey’in bir eserindeki tertib yanlışlarını, sonra benim ‘Türkçe’den daha güzel Farisî şiir yazan Selim-i evvel maddeten fethettiği İran’ın manen ma‘lubuydu’ ve ‘Farisî lisanıyla yazan Türk nesline mensub şairler manen bizden sayılamaz’ mealinde iki cümlemi parmağına dolayarak sütun sütun şetimler savuruyor…” Köprülüzade Mehmed Fuad, “Bir Hiciv Münasebetiyle” Yeni Mecmua, c. II, sayı 44, 16 Mayıs 1918, s. 346-347. 315 “Bir milletin mazideki fikrî ve hissî tezâhürlerini göstermek itibarıyle, edebiyat tarihi, medeniyet tarihinin yani bir milletin umumî tarihinin cüzlerindendir.”, Usûl, s. 4.
101
demektir.”316 Tezin ilerleyen alt başlıklarında burada geçen birkaç noktayı, hem
Köprülü’nün zaman tasavvuru hem de Türk tarihini ele alış şekli hakkında önemli
unsurlar barındırması açısından izah etmeye çalışacağız.
Edebiyat ile tarih arasında kurduğu irtibatın geçişkenliğine bir örnek olması
açısından şu satırlar dikkat çekicidir. “…Tarih; edebiyat, sanat kadar canlı ve kıymettar
muâvine malik değildir. çünkü onun vasıtasıyla bir zaman-ı muayyenin, bir cemiyet-i
muayyenenin ruhuna nüfûz eder.”317 Dikkat edilecek olursa bu ifadelerden edebiyatın
ya da edebi eserlerin tarihçiye sunduğu veriler dolayısıyla Edebiyat Tarihi’nin, Tarih’e
adeta yardımcı bir ilim şubesi mesabesinde görüldüğü anlaşılmaktadır. Zira edebî bir
eser kadar başka hiçbir şey yazıldığı devrin ruhunu daha iyi tasvir edemez. Nedim’in
küçük bir gazeli Lale Devrini bize, altı ciltten ibaret Raşid Tarihi’nden çok daha iyi
gösterir.318
2. Tarihin Gayesi
Yukarıda vermeye çalıştığımız tarih telakkisinin içinde barındırdığı unsurların
bir izdüşümünü, tanıma uygun bir gaye tayini tespiti ile belirlendiğini müşahede
ediyoruz. Köprülü bu noktada kendi zamanına kadar ki tarih anlayışını yine tarifini
yaptığı tarih ilminin hudutları çerçevesinde eleştiriye tabi tutar. Hususiyle ‘Büyük
Adamlar’ diye kavramsallaştırılabilecek şahsiyetler etrafında cereyan eden bir vakıalar
toplamının anlatım ve izahını tarih tetkikleri açısından zararlı bulmaktadır. Şu haliyle
bugünün tarih anlayışı kendisine “…müşterek izleri mazinin bekayası üzerinde henüz
mahsüs ve meşhûd olan halk kitlesi”ni319 araştırma mevzuu tayin ettiğini ifade eder.
Cemiyetlerin inkişaf tarihi, ‘Büyük Adamlar’dan müteşekkil küçük bir sınıfa inhisar
etmeden büyük şahsiyetlerin, içtimaî muhitleriyle diğer bir ifadeyle ‘halk’ kitlesi ile
birlikte araştırmalara konu edinilmelidir.320 Buraya kadar ki eleştiriye tabi tuttuğu
316 Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı, s. 3. [Vurgular bize ait] 317 Yeni Osmanlı…, s. 7. 318 Yeni Osmanlı…, s. 8; Köprülüzade Mehmed Fuad-Şehabeddin Süleyman, Malumât-ı Edebiye, Dersaadet, Kanaat Kütüphanesi, 1331, s. 119. 319 Usûl, s. 6/7. 320 Eleştirilerini şu şekilde sıralar: “Bugün ki tarih heyât-ı beşeriyenin inkişaf-ı müte‘âkıbelerini, şimdiye kadar olduğu gibi yalnız büyük adamlar - hükümdarların, vezirlerin, kumandanların, alim ve
102
husus, tarih mesleğine mensup bütün araştırmacıların kendilerini bir türlü
kurtaramadıkları yönteme ilişkin içinde bulundukları dar tarih telakkisine dairdir.
Getirdiği eleştirilerin çok daha fazlasını yaşadığı toprakların tarihçilerine de
yöneltecektir. Ona göre memleketimizde hâlâ tarih denilince, muharebe ve zafer
hikâyeleri, hükümdar ve vezirlere ait menkıbeler, bunların yaptıkları akitler, isyan ve
ihtilal hadiseleri, ricalin katil ve idamı vb. olaylar akla geldiği ve dolayısıyla bu gibi
istisnai durumların bir cemiyetin tekemmül ve inkişaf safhalarını izah etmekten çok
uzak olduğu yakınmasında bulunmaktadır.
Bu eleştiri ve yakınmalar dâhilinde tarih ilminin en yüksek gayesinin ne
olduğunu G. Monod’dan yaptığı bir alıntı ile ortaya koyar: “Tarihin en yüksek gayesi
silsile-i ezman içinde beşeriyetin hayat-ı kâmilesini yeniden tertip ve ihya
edebilmektir.”321 Yıllar sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun menşei meselesiyle alakalı
yazdığı eserinde, bu genel gaye anlayışının bir uzantısı olarak, Osmanlı tarihçilerine
hedef tayininde bulunurken işaret ettiği şey aslında, yukarıda verdiği gaye tesbitine
mümasil öğeleri içinde barındırır.322 Benzer bir gaye tespitini Mornet’ten alıntıladığı
ifadelerle şu şekilde belirler. “…muverrihin gayesi: kaybolmuş medeniyetleri manzara-i
umumîsiyle, tabii şekl-i hayatıyla, münferit ve müstesna vakaların ehemmiyetini hadd-i
hakikîsine tenzil ederek, yaşatmaktır.”323 Tarih’te en yüksek gaye bu olunca halkın,
içtimaî sınıfların durum tespiti yapılmadan bahsi geçen devirlerin yeniden yaşatılması
mümkün görünmemektedir.
Köprülü bundan sonra ele alacağı bütün tarihi meselelerde bu hususa ayrı bir
ehemmiyet verecektir. Halkın hayatı, sosyal, siyasi, fikri, iktisadi yaşantısı hemen bütün
mütefekkirlerin, mucidlerin - şahsiyetlerinde değil, müşterek izleri mazinin bekāyası üzerinde henüz mahsüs ve meşhûd olan halk kitlesinde de arıyor; bu suretle asırlardan beri irtikâb ettiği bir hatayı anlamış oluyor. Büyük adamların, dâhilerin tarih üzerindeki nüfuzunu tamamıyla inkâr etmek ne kadar müfrit bir iddia ise, bütün bir halkı yalnız birkaç ferdin hüküm ve arzusuna râm ve her türlü iradeden, her türlü düşünceden mahrum kör bir sürü addetmek de o kadar yanlıştır.” Usûl, s. 7/6. 321 Usûl, s. 7/7. “Tarih’in asıl vasıl olmak istediği gaye silsile-i edvar içinde hayat-ı beşeriyeti olduğu gibi yeniden terkib ve ihya etmektir.” Monod, Tarihte Usûl, s. 341. 322 “Tarihçinin hedefi, herhangi bir cemiyetin muayyen bir zaman ve mekan içindeki gidişinin sebeplerini izah etmek, onu içtimaî hayatının türlü türlü tezahürleriyle realiteye en yakın şekilde canlandırabilmektir.” Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1959, s. 25; Bu eserin çeşitli baskıları mevcuttur. bk. Ek Bibliyografya. Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Akçağ, Ankara 2003, s. 59. 323 Usûl, s. 10/9.
103
eserlerinde göze çarpacaktır. Onun zaviyesinden bir edebiyat araştırması, araştırmanın
yapıldığı devrin aynı zamanda sosyal yaşam ve gelişme safhalarını en gerçekçi şekilde
öğrenme fırsatını tanır.324 Edebiyat Tarihi’nin tarifi ile alakalı olarak yaptığı bir
değerlendirmede Batılı bir düşünürün bu ilim şubesi için öneride bulunduğu anlam
çerçevesine, yine yukarıda vermeye çalıştığımız görüş zaviyesinden itiraz eder ve tarifin
eksik bıraktığı tarafı genişletme teşebbüsünde bulunur. Edebiyatı nazım ve nesre
indirgeyen bu tarife Tarih ilminin amaçladığı gaye bakımından karşı çıkar. Bu itirazın
unsurlarına bir göz atacak olursak Tarih’in amaçladığı hususlara müteallik kavramlar
yumağı, ilk nazarda bizi karşılayacaktır. Buna göre bir edebiyat incelemesinin iştigal
edeceği şeyler arasında şunlar yer alır. Bir milletin (kavim) ya da zamanın ahval-i
ruhiyesi, tekâmülât-ı içtimaiyesi, inkılabât-ı fikriye ve hissiyesi, sanatkârların
şahsiyeti.325 Şu halde bir milletin edebiyatını, milli ruh ve milli hayatı bize en samimi
şekilleriyle gösteren bir ayna addedebiliriz. Bir milletin nasıl düşündüğü, hayata bakış
tarzı ancak o milletin fikir ve kalem mahsulleriyle ortaya çıkarılabilir.326
Tarih’te gaye ‘beşeriyetin bütün hayatını yeniden canlandırmak’ şeklinde ortaya
koyulunca bu amacın gerçekleştirilmesi işi de tarihçiye halli bir hayli müşkil
meselelerin hakkından gelme sorumluluğunu yüklemektedir. Zira bir cemiyetin ilerleyip
gelişmesi yukarıda eleştirisini yaptığı mevzular ile değil bilakis daimî ve muntazam
vakalarla izah edilebilir. Dolayısıyla tarihçi, yaşatmak istediği cemiyetin hemen her
sahada vücud bulan hususiyetlerini belirgin hatlarla izah ve tayin etmekle mükelleftir.
Bu mükellefiyet tarihçiye, tetkik ettiği toplumun menşe özellikleri, fiziki ve coğrafi
çevresi, siyasi iktisadi ve sosyal hayatı, sosyal hayata müessir müesseseleri, bunların
birbiriyle olan münasebetleri, ekonomik hayat şekilleri, dil ve edebiyatı, dini ve fikri
324 “Bir milletin edebiyatını, tarih-i edebiyatını öğrenmek, o milletin hayat-ı içtimaiyesini, safahât-ı tekâmüliyesini hatve hatve takib demektir.”, Yeni Osmanlı…, s. 6. 325 Vurgular bize ait. “Tarih-i Edebiyat; bir kavmin veya bir zamanın bütün mahsulât-ı kalemiyye-i sanatkârânesini gerek şekil, gerek esas itibariyle tedkik ve tahlil ederek o kavmin, o zamanın ruhuna, tekâmülât-ı içtimaiyesine, inkılabât-ı müteaddide-i zihniyetine vukûf, ve sanatkârlarının şahsiyetlerine, hayat-ı hususiye ve edebiyelerine nüfûz demektir.” Yeni Osmanlı…, s. 8. 326 Köprülüzade Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, Milli Matbaa, İstanbul 1926, s. 5. “Edebiyat tarihi, umumiyetle Tarih’in -daha sarih bir ifade ile Medeniyet Tarihi’nin- en mühim bir kısmıdır. Bir milletin uzun asırlar esnasında geçirdiği fikri ve hissi tekâmülü müş‘ir bilumûm mahsulât-ı kalemiyeyi tedkik ile, onun manevi hayatını, şe’niyette olduğu gibi tasvire çalışır. Bir milletin edebiyatı, milli ruhu ve milli hayatı göstermek için en samimi bir ayna addolunabilir (...) Şu halde Edebiyat Tarihi, bir milletin manevi ve maddi tekâmülünü edebi eserler menşuru arkasından gören ve gösteren canlı bir tarih şubesidir.”
104
yaşamı, çevresinde yer alan komşu sair milletlerle cereyan eden maddi-manevi ilişkiler
toplamından müteşekkil bir tabii ve hakiki hayat şekil ve tarzını açık bir biçimde
göstermeyi icap ettirir.327 Köprülü, edebiyatı da cemiyetin bir müessesesi olarak
tasavvur etmektedir. İçinde vücud bulduğu cemiyetin diğer müesseseleri ile sıkı bir
ilişkisi ve onlarla hemahenk bir yapısı mevcuttur. Edebiyatı da cemiyeti teşkil eden
müesseselerden biri kabul etmesi, zorunlu olarak diğer müesseselerle sıkı bir irtibatın
varlığı sonucuna kendisini ulaştıracaktır. Bir milletin coğrafi çevresi, dini, iktisadi,
hukuki, ahlaki, bedii, siyasi hayatı ile o cemiyetin edebiyatı arasında sıkı bir irtibat ve
bunun tevlid ettiği tam bir uyum söz konusudur. Yazar bu noktada Tarih ilmi için ortaya
koyduğu hususiyetleri tersten bir bakış açısıyla Edebiyat Tarihi çalışmaları için de
dillendirir. Eski devirlere ait bir edebi eser tetkik edilirken ya da başka bir deyişle eserin
layık olduğu tarihi kıymet tayin edilmek istendiğinde araştırması yapılan eser ele
alınmadan evvel o zamanın umumi hayatı, yaşayış ve düşünüş tarzı, dönemin öne çıkan
hayat ve kainata dair telakki şekilleri tespit edilmelidir. Hal böyle olunca, edebiyat
tarihinin medeniyet tarihi çerçevesinde araştırmaya konu teşkil etmesi gerektiğini
söyleyecektir.328 Ona göre filoloji/lisaniyat ve Tarih üzerine dayanmadan Edebiyat
Tarihi vücuda getirilemez.
Bu hususa bir örnek olması bakımından bahsi geçen ders kitabında yer verdiği
bir şarkı tahlil denemesini tarih ilminin gayesi nokta-i nazarından da zikre değer
görüyoruz.
327 “Müverrih, vekayi‘-i maziyesini nakl ve ihya etmek istediği cemiyetin evvela menşe-i ırkîsini, muhît-i hikemî ve coğrafîsini, tarz-ı teşekkülünde medhaldâr olan amilleri, kuvâ-yı siyasiyenin tarz-ı tevazzu‘ ve tahakkümünü, aile iktisadiyatını, halk hayat ve teşkilatını, bu teşkilatın resmi teşkilat ile münasebetlerini, şekl-i mülkiyeti, ziraat ve ticaret ve sanayi‘i, lisan ve edebiyatı, dini, terakkiyât-ı ilmiyeyi, mücavir kavimlerle maddi ve manevi münasebâtın derecesini vazıh hatlarla göstermelidir.” Usûl, s. 8/7; ayrıca bk. “Tetkik ve Tenkit: Bizde Tarih ve Müverrihler Hakkında”, Bilgi Mecmuası, I/2, 1913/Kanunievvel 1329, s. 189. 328 “Geçmiş zamanlara ait bir “edebi eser”i layıkıyla ve -tarihi manasıyla- anlayabilmek için, ibtida o devrin umumi hayatını, yaşayış ve düşünüş tarzlarını, o devir insanlarının hayat ve kainat hakkında nasıl telakkiler beslediklerini öğrenmemiz icab eder. Demek oluyor ki edebiyat tarihi, bir milletin muhit-i coğrafîsini, din, hukuk, ahlak, iktisat, bediiyat gibi müesseselerini ve siyasi hayatını hey’et-i umumiyesiyle gösteren “medeniyet tarihi”nin -yahut umumi ve şamil manasıyla “tarih”in- çerçevesi içinde tetkik olunmalıdır. “Filoloji” yani “lisaniyat” ve “tarih” üzerine istinat etmeden “edebiyat tarihi” vücuda getirilemez. Sadece şair ve mütefekkirlerin terceme-i hallerini sıralayan bir “edebiyat tarihi”, asla bu isme layık değildir. Türk Edebiyatı Tarihi, s. 6.
105
Kemah’ın yolları dağdır geçilmez/Soğuktur suları bir tas içilmez/Anadan geçilir,
yardan geçilmez/Zeynebim, zeynebim şanlı zeynebim/Üç köyün içinde namlı
zeynebim/Şimşirin yaprağı narindir narin/İçerim yanıyor dışarım serin/Gelmiyor
yanıma inatçı yarim/Zeynebim, zeynebim şanlı zeynebim/Üç köyün içinde namlı
zeynebim/Zeynep bu güzellik var mı soyunda/Elvan elvan güller kokar
koynunda/Ramazan ayında bayram gününde/Zeynebim, zeynebim şanlı zeynebim/Üç
köyün içinde namlı zeynebim. Müellifimize göre bu şarkı Kemah’ın ruhunu, hissiyatını
tam anlamıyla gösteren bir numunedir. Şarkılar bir kavmin ruhundan fışkırır ve uslûb-ı
müşterek denilen şeye bağlı bulunur. “Hikmet-i bedayi‘ mesâilini tetkik ettiğimiz zaman
anlarız ki bir kavmin, bir milletin, bir zamanın ahval-i ruhiyesini uslûb-ı müşterek,
seciye-i umumiyenin izleri kadar hiçbir şey gösteremez. Bir kavmin mebadisinden
nihayetine kadar şarkılarını nazar-ı tetkikten geçirecek olursak onun ne gibi tekâmülâta
mazhar olduğunu anlamış, bilmiş oluruz.”329
Dizelerde geçen ifadelerden şöyle bir tahlil denemesinde bulunmaktadır: Şarkı
Kemah’ın dağları, yolları geçilmez demekle müşkilât-ı vüsûl ve vürûdu anlattığı gibi bir
de yâri sevdiğinden dolayı fedakârlıkta bulunacağını ihsas ediyor. Sularının soğuk
olması bize memleketine olan bağlılığını ifade; anadan geçilir yardan geçilmez demesi
ise sıla ihtiyacının kadına, ocağa bağlı olduğunu beyan ediyor. Ardından bir zaman için
köyün hüsün tipinden bahsederek onun şan ve nam ile güzelliğini tasdik etmektedir.
İlerleyen dizelerde köy halkının şimşir yaprağına olan meftuniyeti anlatılır. İçinin
yandığını ifade etmekle de sevdiğine duyduğu aşkı terennüm ettiği anlaşılmaktadır.
‘elvan elvan güller’ tabirini kullanmak suretiyle kavmî, ırsî bir takdir ve perestiş
ihtiyacının mevcudiyeti gösterilir. Ramazan ayından bahsediş bayramın insanları bir
araya toplayıcı, insanlar arası ilişkilerin düzenleyicisi olduğuna vurgu yapar.
Son olarak Tarih’in gayesi bahsinde belirtilmesi gereken bir husus da genelde
tarihe, özelde edebiyat tarihine yüklediği siyasi/ideolojik rol olmalıdır. Biz yaptığımız
okumalar sırasında bu hususa dair görüşlerini ilmi nitelikli makale ve telif eserlerinde
bu kadar açıklıkla dile getirdiğine rastlayamadık. Konuya ilişkin değerlendirme ve
yorumlarını bahsi geçen ders kitabında kısa iki paragraf dahilinde söz konusu etmiştir.
329 Yeni Osmanlı…, s. 16.
106
Meseleyi bir bütün olarak ele aldığı yazısı ise 1914 tarihli Tanin gazetesinde kaleme
aldığı “Tetebbuda Gaye” başlıklı makaledir. Gerek bu makale gerek ders kitabında
tarihi araştırmalarda hedeflenmesi gereken amacın içeriğine yönelik ileri sürdüğü teklif,
dönemim başat siyasi tartışma ve yönelimleri çerçevesinde önem kazanmaktadır.
Aslında bu siyasi rol biçme ameliyesi, imparatorluğun içinde bulunduğu açmazlar göz
önüne getirildiğinde tarih ilmine tahmil ettiği siyasi/ideolojik yaklaşım daha anlaşılabilir
bir durum arzeder. Yeni bir Osmanlı toplumu meydana getirme çabaları sonuç
vermemiş, ittihad-ı İslam politikası imparatorluğun muhtelif unsurlarını birada tutmaya
yetmemiştir. Tek çare olarak geriye, “kavmiyetçilik” üzere tesisi zorunlu bir siyasi
yapılanma girişimi kalmış gibi gözüküyordu. İşte bu atmosfer içinde Köprülü tarihi
tetkiklerle, böylesi bir siyasi yapılanmanın vicdanlarda makes bulması adına ‘hissiyat-ı
vatanperverâne’nin takviye edilebileceğine inanmaktadır. Onun bu yaklaşımın temel
unsurlarını irdelersek başlıca şu maddelerle karşı karşıya geliriz. Birinci unsur; milli
tarih, toplayan ve yaşatan bir kuvvet menbaıdır. Onu unutmak ve ihmal etmek inhilal ve
tecezzi başlangıcından başka bir şey değildir. Bu noktada Gustave Lanson’un edebiyat
tarihi çalışmalarının pratik bir değerine vurgu yaptığı ifadelerine başvurarak
temellendirmeye çalıştığı görüşüne bir istinat bulma çabası göze çarpar. Buna göre
Gustave Lanson’un edebiyat tarihini toplayıcı, birleştirici bir kuvvet gibi telakki etmesi
çok doğrudur. Türk edebiyatının tarihi kudretli bir elin sihirkâr temasıyla canlandığı
vakit bütün Türkler manevi birliğini daha iyi anlayacaklar ve manen birbiriyle daha çok
yakınlaşacaklardır.”330 Yeni Osmanlı Edebiyatı Tarihi’nde de benzer bir ifadeyi Emile
Fauge’den yaptığı bir alıntıyla kullanır. Edipler ve şairler bizzat vatanperver olmasalar
bile ortaya koydukları eserler vasıtasıyla, aşağıdaki ifadelerinde de vücut bulduğu gibi,
milliyetçi duyguları uyarmış olurlar.
“Bir kavim vatanına ocağının dumanından, ailesinin ocağından ziyade mefahir-i medeniye-i maziyesiyle
merbut bulunur. Asâr-ı medeniye kalplerde, dimağlarda vatan-ı manevinin tevlidine ba‘is olur.”331
Diğer bir husus, şimdiye kadar yapılan tarihi çalışmaların böyle bir gayeyi
vermekten uzak olduğu tespitidir. Gafillikle suçladığı araştırmacıların edebiyatımız
hakkında serdettikleri mülahazaları sert bir dille eleştiriye tabi tutar. Onlara göre bizim 330 “Türk Edebiyatı Tarihi: Tetebbuda Gaye”, Tanin, 23 Mayıs 1914 331 Yeni Osmanlı…, s. 9.
107
edebiyatımız Osmanlı hükümetinin tesisiyle başlamaktadır. Ondan evvel bir Osmanlı
lisanının varlığı kabul edilemez. Bu bakış açısının, toplayıcılıktan çok uzak olduğunu
belirterek, hususen altını çizmiştir. Köprülü’ye göre “bir heyet-i siyasiyenin değil, ancak
bir milletin lisanı ve edebiyatı olabilir; lisan ve edebiyat siyasi değil manevi bir
vahdetin” ifadesidir. Dolayısıyla Osmanlı edebiyatı diye isimlendirilen edebiyatın
Anadolu Türklerinin edebiyatından başka bir şey olamayacağını belirtir.
3. Fuat Köprülü’ye Göre Tarihte Tekâmül
Bahsi geçen makalede tartıştığı önemli konu başlıklarından bir diğerini tekâmül
mefhumu etrafında halelenen fikirler yumağı teşkil eder. Tekâmül nazariyesini ele alış
biçimi ve dahası konuyu tartışma şekli meseleye hangi zaviyeden baktığını göstermekle
birlikte itiraz sadedinde dillendirdiklerinden, meselenin bütününe (küllî) mi yoksa bir
parçasına (kısmî) mı karşı olduğu daha iyi anlaşılabilir. Her şeyden evvel bu mevzu,
yeni tarihçilerin tarihe ilmî bir şekil vermek için tabiat ilimlerinde hâkim olan bir
kavramı sosyal ilimler sahasına da taşıma gayretleri olarak şekillenecektir. Yeni
tarihçi/sosyal bilimcilerin halli için mesai harcadıkları bu mesele, Köprülü cihetinden,
cemiyetlerin inkişaf tarihlerinde amil etken olarak ‘âni hareketlerin’ ya da ‘tedrici
değişmenin’ vuku bulup bulmaması nokta-i nazarından tahlile konu olmuştur.
Köprülü’nün bu meselede serdettiği mütalaalar, biri “tekâmül” kavramına
verdiği anlam çerçevesinde diğeri de döneminin pozitivist yaklaşımları doğrultusunda
ortaya çıkan ve geniş ölçüde kabul edilen “tekâmül nazariyesi”ne bakışında şekillenir.
Aslına bakılırsa makalenin yazıldığı tarih göz önüne alındığı takdirde bu yaklaşımın
Türk modernleşmesinin temel bir problemi, yani, siyasi bir tarafının da olması pek
muhtemel görünmektedir. Biz şimdilik bundan sarf-ı nazar ederek meselenin fikrî
cephesi üzerinden bir okuma yapmakla yetineceğiz.332
Zeki Velidî Togan Tarihte Usûl adlı eserinde tarih ilmi için yaptığı uzunca
tarifte tekâmül kavramını, terakki ve inkişaf anlamını içeren mefhumdan ayırmaktadır.
Buna göre tekâmül (évolution/entwicklung/evilme), dönemin yaygın olan kullanımıyla
bir şeyin terakki ve inkişaf etmesi anlamında değil; birinin diğerini doğurarak meydana
332 Bk. Değerlendirme kısmı.
108
getirmesi anlamında kullanılmaktadır.333 Zeki Velidî’nin kavramın kendi içinde
barındırdığı “kemâl bulma” anlamını bozacak şekilde ayırma girişimini, cemiyetlerin
hayatlarında var olan inhitat devrelerini de tarifin şümûlü içine sokmak isteyişinde
anlayabiliriz.
Fuat Köprülü’nün meseleyi ele alış tarzı, genelde tekâmül kavramını müsbet bir
mana vermek suretiyle kullandığını gösterir. Usûl makalesinde Tekâmül Nazariyesinin
tedricî oluşuna karşı çıkar; ancak bu karşı çıkış meselenin bütününe yönelik bir itarızı
mı içermektedir yoksa tekâmül nazariyesindeki terakki fikrinin niteliğine müteveccih
bir vasfa muhalefeti mi kapsamaktadır, bu konu üzerinde bilhassa durmamız gerekir.
Mezkur makalede tekâmül bahsine değinişi, yukarıda da belirttiğimiz gibi “Yeni
tarihçilerin tarihe ilmi bir mahiyet vermek için dikkate aldıkları diğer bir mesele de,
cemiyetlerin inkişaf tarihlerinde ani hareketlerin değil, tedricî bir değişmenin hüküm
sürmesidir” cümlesinde ifadesini bulan inkişafın vasfı etrafında toplanır. Sonraki
satırlarda konuya ilişkin söyledikleri yani bugünkü ilmin geldiği nokta itibariyle içtimaî
topluluğun tekâmül kanununa uygun olarak çeşitli intikal devreleri geçirdikleri; fikir ve
müesseselerin, inançların, adetlerin, cereyan eden devirler arasındaki birbirini takibeden
tekâmül (transformisme) ve istihaleleri, mahsüs (image) rabıtalarla pek kolay
anlaşıldığına ilişkin ifadeleri sanki bu konuda ihtirazî hiçbir kayıt olmaksızın meselenin
kabul edildiği şeklinde anlaşılmaya müsait bir durumun varlığını ihsas eder.334 Her
şeyden evvel spekülasyona konu olan meselenin ele alındığı kısım, Mornet’in bir
iddiasına cevap niteliği taşır. Mornet’e göre “…tabiat gibi, tarih de sıçramalar, atlayışlar
yapmaz; uzviyât alemindeki enva‘ın tebeddülâtından daha ziyade, cem‘iyyât-ı
beşeriyenin müte‘âkib tahavvülleri, o büyük tekâmül nazariye-i cedidesini isbat eder
gibi görünüyor.”335 Köprülü’nün itiraz sadedinde söyledikleri aslında Mornet’in tarih
ilmi için ileri sürdüğü bu iddiasının yersizliğini; ve aynı zamanda cemiyetlerin gelişim 333 A. Zeki Velidî Togan, Tarihte Usûl, Enderun Kitabevi, İstanbul 1985, s. 9. 334 “Tetebbuât-ı tarihiyyenin bu gün takib ettiği yol, artık vazıh surette gösteriyor ki, müverrihler hadisâtın teselsülüne kani ve hey’ât-ı ictimaiyenin tekâmül kanununa tebe‘an muhtelif intikal devreleri geçirdiğine mutekiddirler; efkâr ve müessesâtın, mu‘tekadâtın, âdât ve tebayi‘in cereyan-ı edvâr arasındaki tekâmülât (Transformisme) ve istihalât-ı müte‘âkıbesi mahsüs (image) rabıtalarla pek kolay anlaşılıyor.” Usûl, s. 11/10. Parantez içinde verilen Fransızca karşılıklar makalenin 1913’teki ilk neşrinde yer almamıştır. Bu kavramlar, Edebiyat Araştırmaları adlı eserin içinde yer verilen makalenin sadeleştirilmiş yeni halinde yer bulmuştur. 335 Usûl, s. 11/10.
109
tarihlerinde mutlak bir tekâmül anlayışının menfiliğini isbata dönüktür. Zira kendi
döneminin felsefi görüşleri çerçevesinde yani batıda ortaya çıkan bir nazariyeye yine
batı kültüründe neşet eden bir başka felsefî anlayış ile tekâmül nazariyesinin
tedricîliğine ihtirazî kayıtlar getirecektir.336
Karşıt fikrini temellendirirken istifade ettiği yazarlar arasında Bergson (1859-
1941), De Veries ve G. Sorel bulunur. Bergson ve De Veries’in yaratıcı tekâmül
nazariyesi, Sorel’in cebir ve tazyik fikirleri ona göre dönemin tekâmül anlayışındaki
tedricîliğin mutlakiyeti hususunda şüpheler meydana getirmiştir. Hatta Achilles Loria
açısından Bergson’un yaratıcı tekâmülü, tekâmül nazariyesini temelinden yıkmış kabul
ediliyordu.337 Bergson, madenlerden insan cemiyetlerine varıncaya kadar evrende var
olan her şeyin değişiminin temelinde hayatî bir galeyanın varlığını görür. Bu yönüyle
Bergson, tekâmülün mekanist bir tarzda gelişmesine karşı çıkar; ona göre tekâmül
manevi bir kuvvetin mahsulüdür ve bu sayede hayat ve faaliyet sahalarında yeni şekil ve
şeyler ani bir surette meydana gelebilir.338 Dolayısıyla Köprülü bu fikirlere istinaden,
hadiselerin ağır ve derunî bir tarzda birbirini takip etmesi ya da değişimin yavaş yavaş,
aşama aşama gerçekleşmesi düşüncesine cephe almaktadır.
Burada tebarüz ettirmemiz gereken diğer bir husus da cemiyetlerin inkişafı
anlamındaki değişimin vasfı konusudur. Tekâmül nazariyesinin belirgin özelliklerinden
biri de değişimin basitten karmaşığa, homojenlikten heterojenliğe doğru
dönüşmesidir.339 Bu yönüyle Köprülü’nün diğer makalelerinin genel niteliği yanı sıra
hususen Türk edebiyatının menşei meselesine dair kaleme aldığı makalelerin umumî
336 Fuat Köprülü’nün tarihçiliği üzerine yapılan bir eserde söz konusu mesele ile ilgili Köprülü’nün “cemiyetlerin inkişaf tarihlerinde anî hareketlerin değil, tedricî bir değişmenin hüküm sürdüğünü kabul ettiği” yargısına varılmıştır. Kanaatimizce bu hüküm eksik; hatta bir yönüyle de yanlıştır. Bk. Hanefi Palabıyık, Ord. Prof Dr. Mehmed Fuad Köprülü İlmî Hayatı ve Tarihçiliği, Erzurum 2003, s. 294-296. 337 “Bergson, nazariyesine tekâmül-i mübdi‘ nâmını vermekle beraber, aynı zamanda tekâmül nazariyesini esasından yıkmış oluyor; çünki her nerede nâgehânî bir tekevvün (existence), müstakil bir ibda‘ varsa artık orada tekâmülden bahse lüzum kalmaz. Tekâmül bir kuvvetin batî [ağır] ve derûnî mesaîsi neticesinde husûle gelen tahavvüllerden ibarettir; ani bir tekevvün, bir ibda‘ ile onun hiçbir münasebeti mevcud olamaz.” Usûl, s. 12/11. 338 Usûl, s. 12/11; Ahmet Cevizci, “Bergson Henri”, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 2002, s. 146-148. 339 Kavramın, hususen H. Spencer düşüncesinde, zorunlu olarak basitten karmaşığa, homojenlikten heterojenliğe doğru seyri için bk. Fulya İbanoğlu, Herbert Spencer’da Evrim Felsefesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi SBE, 2004.
110
vasfı tekâmülün bu tarafıyla örtüşür gözükmektedir. İşin ilginç tarafı da Usûl
makalesinde karşı çıktığı şeyi, diğer makalelerinde çok rahatlıkla benimsediği
görülmektedir. Bu tezadı gidermek ya da anlamlı bir hale getirmek için meselenin nasıl
ve ne şekilde ele alınarak değerlendirmede bulunulması gerektiğine dair eldeki metinler
aracılığıyla bir okuma teşebbüsüne girişilebilir. İlk olarak doğrudan tekâmül nazariyesi
etrafında, kelimeyi transformisme340 anlamında kullandığı ifadelerine bakmak önemli
ipuçları verecektir.
Comte, ilimleri üç hal kanununa uygun olarak tasnif ettiğinde içtimaî ilimleri
statik (tevâzünî) ve dinamik (harekî) olmak üzere ikiye ayırmıştı. Kendi döneminin kimi
tarih nazariyecileri sosyoloji ile tarihin ilmi sınırlarını belirlemek için içtimaiyatın statik
kısmını sosyolojiye, dinamik kısmını ise tarihe tahsis etmek istemektedirler. Köprülü
buna karşı çıkar ve bu konuya ilişkin görüşlerini şu şekilde bitirir:
“…Fakat içtimaî telakkîleri daha ziyade biyolojik bir mahiyet aldıktan sonra sosyolojisinde en çok mebhas-i
harekîye ehemmiyet veren Comte’a, mebnâ-yı içtimaîyi ancak hayat-ı içtimaîye ile tavzih edebildiği için
bütün sosyolojiyi harekî yani tekâmülcü addeden Spencer’a ve bütün bir silsile-i içtimaiyyûna rağmen bu
iddianın içtimaiyatçılarca kabulü mümkün değildir.”341
Bu satırların hemen üstünde Adolph Coste’a dayandırdığı bir fikri beyan ederken
içtimaî tekâmülün daimî olduğunu da belirtmiştir. İkinci örneğimiz aynı makaleden
olmak üzere ve bu sefer kavramın Fransızca karşılığı da verilmek suretiyle
kullanıldığını gösterir ifadeleri yukarıda vermiştik.342 Burada dikkati çeken husus,
tekâmülü izah sadedinde kullanılan kelime-kavramların seçimidir. Bunları zikretmek
340 Şemseddin Sami Transformation ve Transformer kavramına şu manaları vermiştir: tebeddül-i suret, temessül, tahavvül, istihâle; tahvîl, tebdîl. Transformer: şekil ve sûretini değiştirmek, tahvîl etmek; tebdîl-i sûret etmek, temessül ve tahavvül etmek. Ş. Sami, Kamûs-ı Fransevî, Mihran Matbaası, İstanbul 1315; Babanzade Ahmed Naim kavramla ilgili şunları aktarır: “Evolutionun asıl manası inkişaftır. Fakat bu inkişaf ale’l-ekser tedrîcen tekâmül manasını da mütezammın olduğu içün tekâmül ile tercümesi galebe etmiştir. Tekâmülün iki asır evvelki manası başka idi. O zamanlarda tekâmüliye mezhebine sâlik olanlar hayvan nutfelerindeki hüveynâtın, kemâlini bulmuş hayvanâtın küçük mikyasdaki sûretleri üzre olduğunu ve nüsha-i suğrânın mürûr-ı zaman ile tekâmül ede ede hayvan-ı kâmile inkılab ettiğini itikat ederlerdi. Bugün ise ekser-i İlm-i hayat ulemasının mezhebi yine inkişaf ve tekâmül mezhebi olmakla beraber nüsha-i suğrâ ile nüsha-i Kübrâ nazariyesine artık kâil olmadıkları içün mezheplerine istihâle mezhebi (transformisme) namını veriyorlar. Ma‘a zalik felsefede hâlâ evolutionnisme ile transformisme lafızları müteradif addolunuyor…” İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi, Dergah Yayınları, İstanbul 2001, s. 311. 341 Usûl, s. 9/8. 342 Bkz. dpn. 334.
111
gerekirse “hadisatın teselsülü; hey’ât-ı ictimaiyenin intikal devreleri geçirmeleri; efkâr,
müessesât, mu‘tekadât, adât ve tebayi‘in devirler arasındaki geçirdiği tekâmülât ve
istihalât-ı müte‘âkibesi” gibi kelime ve kelime gruplarından söz edebiliriz. Burada
misallerini vermeye çalıştığımız tekâmül kavramı doğrudan tekâmül nazariyesi ya da
transformisme anlamındaki kullanımları kapsamaktadır ve bu anlamda kullanıldıkları
yerlerde ya tırnak içinde ya da italik karakterle belirtilmişlerdir.
Bu arada Köprülü’de kavramın doğrudan “terakki/inkişaf/gelişme” karşılığında
kullanıldığını da görmek mümkündür. Tarihin gayesi bahsini işlerken bir müverrihin
yaşatmak istediği cemiyetin sosyal, siyasi, iktisadi, kültürel, coğrafi, ırki vs. pek çok
değişkeninin hesaba katılması gerektiğine ilişkin söylediklerini ilgili bahiste
göstermiştik.343 Bizi bu kısımda ilgilendiren taraf, metnin birinci neşrinde “terakkiyât-ı
ilmiye” terkibinin daha sonraki baskıda “ilmî tekâmül” şekline dönüştürülmüş
olmasıdır.344 Bu babda diğer bir örneğe “Türk Edebiyatında Aşık Tarzının Menşe ve
Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe” adlı makalesinde rastlarız. İlk defa olarak, halk
edebiyatı ve klasik münevver edebiyatı yanında ayrı bir edebiyat dalı olmak bakımından
ortaya konulan zümre/sınıf edebiyatını, Aşık edebiyatı ismi altında ilim dünyasına bu
makaleyle kazandırmıştır.345 Bu edebiyatın layıkıyla anlaşılabilmesi için yapılması
gerekenleri sayarken tekâmül kelimesini yine “gelişme” karşılığıyla kullanmıştır.
“…Şimdiye kadar ya şifahî halk edebiyatına yahut havas edebiyatına mülhak addedilerek hususiyet ve istiklâli bir türlü anlaşılamayan bu aşık edebiyatını layıkıyle anlamak için, evvela tarihî menşelerine kadar çıkmak; alelumûm Türk edebiyatının tekâmül-i tarihîsinde bu tarzın nasıl doğup ne gibi tahavvülâta uğradığını ve en nihayet nasıl bir şekl-i muayyen aldığını ictimaî sebeplerle izah etmek, edebî hayatın diğer tezahürâtıyla bunun ne dereceye kadar alakadâr olduğunu meydana çıkarmak icab eder.”346
343 Bkz. dpn. 328. 344 “Müverrih, geçmişe ait vak‘alarını nakl ve yaşatmak istediği cemiyetin, evvelâ ırk menşeini, fizikî ve coğrafî çevresinin teşekkülünde yer alan âmilleri, siyasî kuvvetinin sâha ve nüfûzunu, aile ıktisadiyâtını, halk hayat ve teşkilâtını, bu teşkilâtın resmî teşkilât ile münasebetlerini, mülkiyet şeklini, ziraat, ticaret, sanayi, lisan ve edebiyatını, dinî, ilmî tekâmülünü, komşu kavimlerle maddî ve manevî münasebetlerinin derecesini vâzih hatlarla göstermelidir.” “Usûl”, Edebiyat Araştırmaları, s. 7. 345 Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, zümre/sınıf edebiyatı kavramına ve bir edebiyat araştırması yaparken muhtelif zümre edebiyatları arasından hangisini mevzu edinmesi gerektiğine ilk kez Usûl makalesinde yer vermiş olduğudur. Bk. Usûl, s. 28/26. 346 [Vurgu bize ait] “Türk Edebiyatında Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe”, Milli Tetebbular Mecmuası, c. I, sayı 1, Mart-Nisan 1331, s. 6. [Bundan sonra bu makale Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü şeklinde zikredilecektir] İtalik dizilen terkib daha sonraki neşirde “tarihî gelişme” şekline çevrilmiş. Krş. Edebiyat Araştırmaları, s. 195.
112
Aynı makalenin ilerleyen sayfalarında benzer bir sadeleştirmeye tekrar rastlarız.
“…Havâs arasında bu kadar asırlardan beri bu derece medâr-ı istihkar olan bir tarzın mevcudiyetine bu nisbette ehemmiyet vermek ve onun hayat ve tekâmülünü bu kadar dikkatle takibe mecburiyet görmek edebiyat müverrihi için lazım mıdır?”347
Bu ve benzeri daha birçok inkişafa ilişkin ifadeyi makalenin muhtelif yerlerinde görmek
mümkündür.348
1945’ten sonra yazdığı siyasi yazılarından birinde tek parti döneminden kalma
zihniyet yapısını eleştiriye tabi tutarken kullandığı ifadeler de “gelişme” ve “ilerleme”
anlamını çağrıştırmaktadır.
“…Ahlak ve hukuk esasları, birisi manevî müeyyidelere, diğeri de maddî ve zecrî müeyyidelere dayanarak, topluluk nizamını temin ederler. İnsanlık tarihinin binlerce yıllık tekâmül safhalarında, türlü türlü şekiller altında, bu tecelliye şahit olmaktayız. İşte daha ilk medeniyetlerden başlıyarak bugüne kadar, bütün insan topluluklarının hayatını tanzim için kanunlar konulması ve kanuna hürmet fikrinin insanlar arasında medeniyetin terakkisiyle mütenasip olarak kökleşmesi bundan dolayıdır. Tarih boyunca gördüğümüz siyasi
347 [Vurgu bize ait] “Yüksek sınıf arasında bu kadar asırlardan beri, bu derece hakarete yol açan bu tarzın mevcudiyetine bu nisbette ehemmiyet vermek ve onun hayat ve gelişmesini bu kadar dikkatle takibe mecburiyet görmek edebiyat tarihçisi için lazım mıdır?” Krş. a.g.m.., s. 35/226. 348 [Vurgular bize ait] “Ferdiyetleri birbirinden farklılaştırmak suretiyle tesânüd-i ictimaîyi kuvvetlendiren bu mühim hadisenin mahiyetinden sarf-ı nazar, yalnız kendi saha-i iştigalimiz dairesindeki netayicini anlamak istersek görürüz ki, içtimaî taksim-i amel, daha ilk safahâtından itibaren, birbirinden az çok ayrı fikir ve zevk zümreleri vücuda getirmiş ve bu hal binnetice tekâmül-i bediî üzerinde şiddetle mahsüs olmuştur. Bütün manasıyla ictimaî bir mahsul olan tekâmül-i edebînin, cemiyetin umumî revişiyle [gidiş] nekadar sıkı sıkıya bağlı ve alâkalı olduğunu anlamak için bütün edebiyat tarihleri birer tedkik sahası olabilir.” a.g.m., s. 36/227; “Tekâmül-i ictimaînin nisbeten basit derecelerine inersek, zevk ve his hususunda zümre ve sınıfların mahdud olmakla beraber yek diğerinden pek az farklarla ayrıldığını ve bilhassa hissiyât-ı mezhebiyenin bu ayrılıklarda büyük bir amil olduğunu görürüz (…) Aynı büyük hey’et-i ictimaiyeye yani aynı millete mensub olmak itibarıyle bu muhtelif zümre edebiyatları arasında mevcud mişabehet ve mümaseletler, tekâmül-i ictimaî derecesiyle mebsûtan artar (…) İşte taksim-i amel-i ictimaî bir taraftan zümreleri, sınıfları, hatta o sınıflara mensub fertleri yekdiğerinden ayırırken, diğer taraftan ictimaî rabıtaları bu kadar şiddetle artırmamış ve ‘tesânüd-i ictimaî’nin bu vechile daima kuvvetlenmesine sebebiyet vermemiş olsaydı, tekâmül-i ictimaî bu zümre edebiyatları arasındaki farkları mütemadî surette tezyid edecek, aralarındaki münasebetleri azaltacaktı. Halbuki karilerin ve sanatkarların aynı zamanda muhtelif devair-i ictimaiyeye mensubiyetleri, bu nisbetleri daimî surette artırmaktadır.” s. 43-44/235-236; “…Bir millet hayatı nasıl görüyor? Nasıl düşünüyor? Nasıl hissediyor? Biz bunu en doğru ve en canlı olarak o milletin fikir ve kalem mahsullerinde bulabiliriz. Şu halde edebiyat tarihi, bir milletin manevî ve maddî tekâmülünü edebî eserlerin menşûru arkasından gören ve gösteren canlı bir tarih şubesidir.” Türk Edebiyatı Tarihi, Milli Matbaa, İstanbul 1926, s. 5; “…Mesela Osmanlı tarih-i siyasî ve edebîsinin, Maverâünnehir tarih ve edebiyatının, Selçukî tarihinin, hülasa umumî Türk tarihine ait bütün fasılların birbirinden tamamıyla müstakil addedilerek mahdûd ve mücerred bir surette tetkiki neticesinde, bugün millî tarihimiz kesif bir karanlık içinde kalmıştır. Salahiyetimiz dairesinden çıkmamak için müdde‘âmızı tarih-i edebiyat sahasına nakl edecek olursak, bu yanlış ve gayr-i ilmî telakkî sebebiyle, Türk edebiyatının menşe ve tekâmülü, muhtelif lehçeler edebiyatının tarz-ı teşekkül ve teşa‘ubu, aralarındaki farklarla hutût-ı müşterekelerinin mahiyetleri hakkında henüz en basit ve ibtidaî bir faraziye bile serd olunamadığını göreceğiz.” Türk Edebiyatı Tarihi, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1920, s. 5.
113
heyetlerin tâbi oldukları kanunları tetkik edecek olursak, bunların, ait oldukları milletin siyasi, içtimai ve iktisadi tekâmülü ile muvazi olarak daimî bir değişikliğe, bir tekâmüle mâruz kaldıklarını açıkça görürüz…”349
Ancak tekâmül bahsinin bu kısmında halli icab eden bir başka mesele ile daha
karşılaşırız. Köprülü’nün sistematiğinde biri yukarıda diğeri onun altında seyreden,
birbiriyle doğrudan ilişki içinde, ikili bir yapı mevcuttur. Bu ikili yapıda en üstte akıp
gideni, daha ileri ve daha iyiye doğru seyreden umumî bir yapı ihtiva ederken; diğeri ise
bu genel yapının altında dâhili bir bünyeyi muhtevi -başlangıç/menşe, gelişim/tekâmül
ve hitam/inhitat- aşamalarını barındıran bir özellik gösterir. Bu yönüyle üstte seyreden
yapı umumî Türk tarihini/Oğuzların tarihini; altta olup biten de bu genel tarihin çeşitli
intikal devrelerinde cereyan eden/teşekkül eden/son bulan içtimaî olgu ve müesseseleri
içermektedir. Böylesi bir yapı içinde meselelerin “hadiselerin tarihi tekâmülü” ifade
tarzıyla tahkiye edilmesi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi tekâmül kavramının ‘inhitat’ı
da kapsayacak şekilde, vakaların birinin diğerini sebep/müsebbep ilişkisi içinde
meydana getirmesi yani te‘âkub, teselsül ve tehâvül anlamlarını çağrıştırmaktadır.
Tekâmül kavramının bu anlamda kullanıldığı yerlerde, doğup gelişen ve çöküş ile
neticelenen kurum ve olguların menşelerinden son buldukları ana kadarki durumunun
tarihi safhalar şeklinde betimlendiği görülür.
Bu konuya dair ilk ve mufassal bir örnek, Türk Sazşairleri I eserinin
başlangıcında bulunan “Sazşairleri: Dün ve Bugün”350 başlıklı kısımda yer almıştır.
Aşık tarzının halk edebiyatının yanında ayrı bir edebiyat nev‘i şeklinde ortaya konması
müellifin ilmi kariyerinin başlangıç denebilecek bir dönemine tesadüf eder.351 Epey
erken sayılabilecek bir tarihte Aşık Edebiyatı, onun ilmi çabalarıyla, gerek “halkiyât”
denilen bilgi şubesinin tetkik sahasına giren sözlü halk ve gerekse klasik yüksek
sınıf/divan edebiyatından ayrılarak, hususi bir zümre/sınıf edebiyatı suretinde, Türk
edebiyatının genel yapısı içine müstakil bir edebiyat şubesi olarak ikame edilmiştir. 349 “Kanun, Her Şeyin Üstünde!”, Kuvvet, 6 Ocak 1947; [Vurgular bize ait] Bu makale şu eser içinde de yer almıştır. Fuat Köprülü, Demokrasi Yolunda (On The Way To Democracy), Toplayan: T. Halasi-Kun, The Hague, London-Paris, 1964, s. 157-159. 350 Türk Sazşairleri I, “Sazşairleri: Dün ve Bugün”, Milli Kültür Yayınları, Ankara 1962, s. 9-49. Kitabın ‘Giriş’ sayılabilecek bu kısmı Edebiyat Araştırmaları eserinde de neşredilmiştir. Ayrıca bk. Saz Şairleri, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 21-51. 351 İkdam Gazetesinin 3, 7, 11, 16, 19, 25 Nisan; 2, 7, 21, 31 Mayıs ve 6 Haziran 1914 tarihli nüshalarında çıkan “Saz Şairleri” makale dizisi. Tam künyeleri için bkz. Ek-Bibliyografya.
114
Bu makale, genel itibariyle sazşairliği mesleğinin XVI-XX. asır aralığındaki
tarihi seyrini resmetmektedir. Her ne kadar sazşairlerine daha önceki dönemlerde
rastlansa da eldeki verilerin kifayetsizliği dolayısıyla araştırma, bu zaman aralığı ve
hususen Anadolu’da seyreden şekliyle sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla makale,
sazşairlerinin Anadolu topraklarındaki teşekkül tarihini XVI. yüzyılın ikinci yarısına
inhisar ettirir. Bu zaman diliminden yavaş yavaş ortadan kalktığını belirttiği Cumhuriyet
devrine dek süregiden tarihi seyrine şöyle bir göz atacak olursak şunlarla karşılaşırız.
Köprülü öncelikle “Aşık” olgusunun Osmanlı toplumu içinde çeşitli zümreler tarafından
nasıl algılandığı meselesi üzerinde durur. Halk nezdinde bu kavramın telakki ediliş
şekli, makalenin ileriki bölümlerinde de izah edileceği üzere tasavvufi neşve ile olan
sıkı irtibatları sebebiyle mistik/manevi bir vasıf taşır. Halk arasında yaygın olan
menkabelere göre Aşıkların, maddi aşktan manevi aşka doğru yükseldiklerini; sazlarıyla
şiir söylemeyi de ilahi bir vasıtayla gerçekleştirdiklerini öğreniyoruz. Halk onları bir
nevi Hak aşığı ve ilham kaynaklarını da ilahi addetmektedirler. Münevver sınıf
nezdinde Aşıkların algılanışı, halkın bu biraz da mistik sayılabilecek bakışından
büsbütün ayrı bir yerde durmaktadır. Köprülü’ye göre bu sınıf, fikir ve zevk anlayışı
bakımından halkın beslediği telakki biçimleriyle asla telif edilemeyecek bir vaziyette
idi. Bu yüksek sınıf, biraz da aldıkları eğitimin bir uzantısı olarak, İslami ilimler ile
iştigalleri ve dahası Arap ve İran edebiyatının işlenmiş mahsulleriyle olan tanışıklıkları
dolayısıyla edebi ihtiyaçlarını daha çok bu klasik edebiyat ürünleriyle giderme yolunu
tercih ediyorlardı.
Müellif burada münevver sınıfın halktan kopuk bu edebi anlayışını İslam
medeniyetinin ortodoks dünya görüşüne dayandırmaktadır. Buna göre Ortaçağ İslam
filozoflarının ve ahlâkçılarının sistemleştirdikleri nazariyelere göre geniş halk kitlesi,
koyun sürüsü olarak kabul edilmektedir. Adalet ile onları idare etmek, yüksek sınıfın
işiydi. Bu sınıf, halk musıkîsi ve şiirine ait her türlü şekli, edindikleri mevzuları ve halk
şiirinin umumî ölçüsü hece veznini hep küçük görmüşlerdir.352 Aşıkların kendi
haklarında düşündüklerine gelince, onlar çeşitli açılardan klasik şairlerden kendilerini
352 Bu hususa dair muhtelif örnekler için bk. “Sazşairleri: Dün ve Bugün”, Türk Sazşairleri I, s. 15/169; “Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü”, özellikle s. 7-15/196-205; Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri, Devlet Matbaası, İstanbul 1928, s. 9-47/271-315 hususen 36-41/301-307. Bu makalelerin tümü Edebiyat Araştırmaları eserinde de yer almıştır.
115
üstün görmekteydiler. Özellikle herhangi bir konu hakkında irticalen söz söyleyebilme
kabiliyeti, onları diğer şairlere üstün kılan en önemli hususiyetleridir. Köprülü’nün
ikinci bir özellik olarak zikrettiği mesele de, Aşıkların şiirlerini sazları eşliğinde çalıp
söylemeleridir.
Buraya kadar anlattıkları, meselenin Osmanlı toplumunun çeşitli katmanları
arasında nasıl ve ne şekilde anlaşıldığını gösterir mahiyette tasvirlerden ibarettir. Aşık
tarzının nerelerde teşekkül ettiği meselesi ise sosyolojinin imkanları da kullanılarak
izaha çalışılmıştır. Hususen ‘içtimaî muhit’ kavramı çerçevesinde dile getirdiklerini
yani bahsi geçen zevatın hangi sosyal çevrede ne gibi sosyal şartlar altında vücud
buldukları, mesleki açıdan yetişme koşulları, edebi terbiyelerinin mahiyeti, hülasa, onu
meydana getiren içtimaî çevreyi maddi ve manevi bütün şartlarıyla bilmeden bu sanat
şeklini her yönüyle anlamak imkân dışı görünür. XVI. asrın son çeyreğinde Anadolu
topraklarında teşekkül ettiğini varsaydığı bu tarz ona göre daha çok bir şehir ortamının
ürünüdür. Gelişkin bir şehir kültürü imkânlarından alabildiğine istifade eden ve bu yolla
yani şehrin kültürel ortam ve ilişkilerinden çeşitli unsurlar devşirerek kendi kimliğini
edinen/kazanan yepyeni bir tarz, imparatorluğun genişlemesine paralel bir şekilde,
özellikle şehirlerde, Anadolu Selçukîlerinden bu yana doğup devam ederek vücud
bulmaya başlayan yeni Müslüman-Türk kültürünün şekillendirdiği bir nevi hamule
ihtiva eden durum kazandı.
Köprülü içtimaî muhit kavramı çerçevesinde ele aldığı mevzular ile, -şehir,
kasaba, köy, aşiret çevreleri- bir tür şehir sosyolojisini çağrıştıran bir anlatım dili tercih
etmiştir. Bununla alakalı meseleleri daha sonraya bırakarak bizi burada ilgilendiren
tarihî tekâmül bahsine geri dönmeden evvel bir hususa daha dikkatleri çekmek
istiyoruz. O da Aşıklar denilen zümrenin genelde Anadolu özelde ise Osmanlı
toplumundaki tasavvufî cereyan/tekkelerle olan sıkı irtibatlarıdır. Hem şehirde hem de
köy ve kasaba çevresinde yetişen Âşıklar bir biçimde Anadolu’nun en ücra köşelerine
kadar genişleme istidadı göstermiş tekkelerle hususen Bektaşi tekkeleriyle alış-veriş
içinde olmuşlardır. Tabiatıyla Âşıklar zümresinin şiirlerinde konu edindikleri mevzular
da bundan oldukça etkilenmiş gözükür. Klasik şiir ve musikî yanında tasavvuf
felsefesinin ana mevzuları ister istemez onların edebi mahsullerinde de yer almıştır.
116
Köprülü bir başka eserinde bu hususa temas ederek şu tesbitte bulunur. Halkın
nazarında felsefe ile uğraşanlar zındık ve mülhid kabul edildiğinden, Kelam ile
ilgilenenler hariç, felsefe ile ilgilenenler daha çok din veya tasavvuf perdesi altında
gizlenmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla İslamlar arasında felsefî görüş ve fikirler
bu kadar yaygın olmasa ve Gazali’nin himmetiyle felsefî düşünce ehl-i sünnet
anlayışıyla telif edilmiş bulunmasa İslamî edebiyatlar hususen de İran ve Türk
edebiyatında var olan tasavvufî etkinin bugünkü kadar olamayacağını belirtir.353
Gelişmiş şehirlerde teşekkül ettiğini öğrendiğimiz Âşık tarzının gelişim/tekâmül
safhalarını, ileriki sayfalarda Türk edebiyatının muhtelif türleri arasından aldığı unsurlar
sayesinde nasıl bir renge büründüğünü açık bir şekilde görmek mümkündür. Teşekkülü
esnasında mahiyet ve tarz bakımından büyük ölçüde halk edebiyatı ve musikîsinden
yararlandı diyebiliriz. Hususiyle vezin, kafiye ve edebi sanatlar açısından aralarında
büyük benzerlikler göze çarpar. İfade biçimlerinden tutun da mecazlara, kullandığı dil
ve üsluba varıncaya kadar pek çok hususta yakın özellikleri bünyelerinde barındırırlar.
XVI. ve XVII. Yüzyıllarda yetişen şairlerde nisbeten halk edebiyatının sayılan
özellikleri daha belirgin bir şekilde görülür. Daha sonraki asırlarda bu durum klasik
edebiyat lehine değişecektir. Âşık tarzını meydana getiren diğer bazı karakteristik
vasıflar ise tekkelerde vücut bulan tasavvufî Türk edebiyatı izlerini taşır. Şehirlerde
Sünnî, kasaba ve köylerde ise heteredoks yapılarıyla XIII. asırdan bu yana büyük bir
inkişafa sahip olan tekke edebiyatı geleneğinin, bu tarzın hüviyet kazanmasında etkisi
büyük olmuştur. Zira bu edebiyat, bünyesinde neo-platonist felsefe akımının 353 M. F. Köprülü- W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 154. Bu durum bize, Anadolu topraklarında neşvünema bulan yeni kültür ve bilgi anlayışının temel bir özelliğini hatırlatır; farklı sahalara ait (Kelam-Felsefe-Tasavvuf) bilgi telakkîlerinin, yol: tarihi-coğrafi süreç / yolcu: Türk / yük: felsefe-bilim kavram örgüsünde ifadesini bulan bir kuşatıcılıkla, ortak bir dil etrafında yani nazarî idrakin bir üst-dilde yeniden terkib edilmesi ameliyesini çağrıştırır. Yukarıda da bir nebze değinildiği üzere Gazalî’nin süzgecinden geçen İbn Sinacı mantık, Fahrettin Razi’nin tenkitlerini de dikkate alarak ortak bir üst dilde telif edilmiştir. Türkler, İslam medeniyetine dâhil oldukları zaman dilimi içinde karşı karşıya kaldıkları durum tam bir kargaşa ortamını yansıtmaktaydı. İslam dünyası bu tarihlerde siyasi açıdan bir parçalanmışlık görünümü arz etmektedir. Neredeyse her bir şehir, devlet halini almıştı. Siyasi merkezde var olan bu parçalanmışlık aynı zamanda adaletin dağıtımında aksaklığın nedenini de oluşturuyordu. Siyasi alanda var olan bu parçalı durumun, toplumu oluşturan bireylerin/grupların aklî ve vicdanî açıdan parçalanmışlığından beslendiğini söyleyebiliriz. Son kertede bu parçalanmışlık hali birbirini tetikleyerek her iki halin zuhurunu temin eder bir durumu ihtiva etmiştir. Türkler önce bu dağınık ve bölünmüş yapıyı, adalet dairesi çerçevesinde kendilerine has bir yöntemle, yeniden tesis ve terkib ettiler. Nizam-ı Âlem fikri etrafında teşekkül eden yeni ortak dil nesillere medrese ve tekke/tarikat aracılığıyla aktarıldı. Bu konuda daha geniş okuma için bk. İhsan Fazlıoğlu, “Türk Felsefe-Bilim Tarihi’nin Seyir Defteri (Bir Önsöz)”, Divan, yıl 10, sayı 18, 2005, s. 1-57.
117
panthéisme-idéaliste fikirlerini yaygın bir biçimde kullana gelmekteydi. Dolayısıyla
Âşık tarzının başta ismi olmak üzere teşekkülünde, tekke edebiyatının muhtelif
unsurları amil olmuştur. Âşık edebiyatı/tarzının teşekkül tarihi olarak konu edindiğimiz
asırlar aynı zamanda klasik edebiyatın da en parlak, en şaşaalı dönemine denk düşer.
Klasik Türk edebiyatı/Divan Edebiyatı bu dönemde İran edebiyatıyla boy ölçüşür bir
vaziyete konuşlanmıştır. Âşık tarzı her ne kadar başlangıcında halk edebiyatı
unsurlarından beslense de klasik edebiyatın bu dönemdeki diğer edebiyat türlerine olan
faikiyeti sebebiyle, tarzın üzerindeki etkisi, daha kuruluş aşamasından XIX. asrın ilk
yarısına kadar artan bir ivmeyle hissedilecek; vezin, şekil, mefhum, mecaz, dil, üslub
tek kelimeyle her açıdan tesir icra edecektir. Ne var ki, Köprülü’ye göre bu büyük tesir
zaman içinde artarak devam etmiş, yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde tarzın orijinal
yapısını büsbütün bozmuştur. Hatta klasik şiirin kavram dünyasını âşık tarzına sokarak
belli kalıp ve mefhumlar örgüsü içinde birbirini tekrar eden cansız bir sanat haline
dönüşmesine neden olmuştur.
Buraya kadar Âşık Edebiyatının başlangıçtan sonuna değin geçirdiği tarihi safha
bir makalenin sınırları ölçüsünde özetlenmiş oldu. Bu tarihi seyir/tekâmül anlatılırken
konuya ilişkin kavramın nasıl ve ne şekilde kullanıldığı, tekâmüle verilen anlam
dünyasını anlamak bakımından önem kesbeder. Meselenin daha iyi anlaşılmasını temin
edeceğinden genel ve mufassal bir özetini sunduğumuz makale ile, dikkat edilecek
olursa XVI. yüzyılda başlayan ve XIX. yüzyıla gelindiğinde çürümüş, inhitata düçar
olmuş bir edebî tarz/olgunun temel vasıfları gün yüzüne çıkmış olur. Kavramın
kullanıldığı yerler iyi bir şekilde tetkik edildiği takdirde başta belirttiğimiz başlangıç-
menşe / gelişim-tekâmül / son, hitam-inhitat kavramsal çerçevesinin hemen fark
edilebileceği aşikârdır. Köprülü tekâmül kavramını makalenin muhtelif sayfalarında
‘genel tekâmül’ , ‘tarihî tekâmül’ ve ‘edebî tekâmül’ ifadeleriyle üç dört yerde zikreder:
“Aşıkların edebî terbiyelerine, çevrelerine, zamanlarına, ruhî temâyüllerine göre, bu klasik edebiyat
unsurlarının nisbeti azalır veya çoğalır; fakat Âşık tarzı’nın umumî tekâmülünü göz önüne alırsak, bu
unsurların gittikçe arttığını görürüz.”354, “XVIII. asırdan XIX. asrın ikinci yarısına kadar geçirdiği edebî
354 Türk Sazşairleri I/Edebiyat Araştırmaları, s. 42/189. “…Klasik edebiyattan Âşık tarzı’na geçen unsurlar, bu yeni terkib içinde bozuk, mütereddî bir şekil almış ve çoğaldıkça, eski halk edebiyatı unsurlarını atmak suretiyle onun tabiîliğini (spontaneité), lirizmini, mücerred (concret) tasvirlerini, bir kelime ile canlı ve orijinal taraflarını gittikçe bozmuş, azaltmış, klasik şiirin conceptualisme’ini Âşık
118
tekâmülü, şematik bir tarzda izah için, eski halk edebiyatı unsurlarının yerini gittikçe klasik şiir unsurlarının
-bozulmuş, tereddiye uğramış bir şekilde- almış olduğunu söyliyebiliriz.”355, “Ne gibi amillerin tesiri
altında nasıl teşekkül ettiğini, umumî karakterlerini, tarihî tekâmülünün ana hatlarını, eski Osmanlı
cemiyetinin içtimaî şartları dairesinde izah ettiğimiz Âşık tarzı, bugün artık geçmişe karışmış olmakla
beraber bize bıraktığı oldukça zengin mahsuller, edebî servetimizin mühim bir parçasını teşkil
etmektedir.”356, “Yukarıdan beri verdiğimiz kısa ve toplu izahat, Âşık tarzı mahsûllerinin hakikî mahiyetini
göstermiştir sanıyorum; fakat, tekâmülünün ilk safhalarında daha büyük nisbette halk edebiyatı unsurlarını
içine alan, köy ve aşiret çevrelerinde ise bu hususiyetleri oldukça uzun bir müddet saklıyan bu edebiyat,
sonraları başka unsurlarla fazla karışmış olmakla beraber, bilhassa ilk devirlerde, bediî bakımdan, kendine
mahsus bir hüviyet göstermektedir…”357
Yukarıda vermeye çalıştığımız ikili yapı bu makalede de kendini gösterecektir.
Makalenin bir yerinde Köprülü, ‘içtimaî atalet’ mefhumundan bahseder. Yeni bir zümre
edebiyatı şeklinde ihdas ettiği tarzı küçük burjuvaziye inhisar ederek, bunun beslendiği
kaynakları da tekke ve medrese’ye bir başka ifadeyle “Ortaçağ İslam ideolojisini”
temsil eden eski müesseselere dayandırır. İçtimaî atalet kanununa uygun olarak bu
müesseseler temsil ettikleri ideoloji ile birlikte, özellikle Tanzimat politikaları ile
şekillenen yeni yapılanmadan sonra ayakta durabilme kabiliyetlerini yavaş yavaş
kaybederek, cansız ve silikleşmiş bir şekilde Cumhuriyet devrinin son inkılâplarına
değin sürüklendiler. Aşık tarzı da klasik edebiyatla birlikte, sosyal ve siyasi alanda
gerçekleşen değişiklikler karşısında, soysuzlaşmaya, gerilemeye başladı. Köprülü bu
durumu, içtimaî ve iktisadî zaruretlerle değişen cemiyet hayatına hamletmektedir. Ona
göre içtimaî ve iktisadî mecburiyetler karşısında değişen ve dönüşen toplum, ölüme
mahkûm olan eski ideolojinin ve onun ortaya çıkardığı sanat şekillerinin tekrar vücut
bulmasına imkân tanımıyordu.358
Müellif genel hatlarıyla tekâmül tarihini resmettiği Âşık Edebiyatının çöküşe
uğradığını şu cümlelerle belirtmektedir:
tarzı’na da sokarak, onu da belli kalıplara ve belli mefhumlara bağlı belli örneklerin taklidi ile meşgul, kemikleşmiş ve cansız bir sanat haline getirmek suretiyle gerilemeye uğratmıştır. Aşağıda bu soysuzlaşmanın içtimaî sebepleri, Âşık tarzı’nın tarihî tekâmülü içinde daha açık olarak gösterilecek ve bu sanatın bilhassa XIX. asırda büyük merkezlerde semâ‘î kahveleri’inde aldığı soysuzlaşmış şekil, tafsilatıyle anlatılacaktır.” a.g.e., s. 43/190. 355 a.g.e., s. 44/190. 356 a.g.e., s. 46/191. 357 a.g.e., s. 48/193. 358 a.g.e., s. 45/191.
119
“…üç buçuk asır kadar süren bir hayattan sonra, eski klasik şiir ve tekke şiiri gibi, Âşık tarzı dediğimiz -
kendi nev‘inde âdeta klasikleşmiş olan- bu Ortaçağ edebiyatı da ihtişamlı Osmanlı İmparatorluğu’nun sâir
müesseseleriyle beraber, geçmiş’e karıştı.”359
Kendi sistematiği içinde ikili bir yapı ihtiva eden söz konusu anlayışta, tekâmül
kavramının bize gösterdiği anlamların ‘tarihi seyir’ mefhumunu ihsas eden görünümü
bu örnekle tebellür etmiştir sanırım. Yukarıda da değindiğimiz ikili tasnif içinde bu
son/inhitat hadisesinin nasıl yorumlandığını ise şu şekilde izah etmek mümkün
görünmektedir. Köprülü aynı makalenin başlangıç kısmında (dpn. 1) verdiği uzunca bir
dipnotta, bu meseleyi kendi zaviyesinden nasıl gördüğünü belirtir bir açıklama tarzını
ortaya koymaktadır. Benzer şartlar altında aynı hadiseye başka edebiyatlarda da tesadüf
edildiğini belirttikten sonra konuya dair Sırp-Hırvat kültürünün bir ürünü olan epik
mahiyetli halk edebiyatını örnek vererek, bunun coğrafî veya içtimaî sebeplerden dolayı
eski an‘anelerini koruyabilmiş çevrelerde devam edebildiğini; bugünkü içtimaî ve
iktisadî şartlar içinde ise, artık yaşama şansını kaybettiğini ifade eder. M. Murko’nun bir
eserine dayandırdığı mütalaada, bu tarz bir edebiyatın ortadan kalkmasını/inhitatını
Yugoslavya’nın içtimaî ve medenî terakkîsinin bir göstergesi olduğu yollu yoruma
iştirak etmektedir.360
Köprülü’nün bir kurum ya da olgu vs.’yi yukarıda örneklendirdiğimiz minval
üzere anlatış tarzına pek çok makalesinde rast gelinebilir; tafsilatına girişmeksizin
bunlardan sadece birkaçına işaretle iktifa edeceğiz. “Bizans Müesseselerinin Osmanlı
Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar” isimli makalesinde söz konusu
ettiği ve Bizans’tan Osmanlılara geçtiği farzedilen kurumların menşe ve tekâmül
safhalarını benzer bir biçimde ortaya koymaya çalıştığı görülür. Gerçi bu eserde
müesseselerin başlangıcından İstanbul’un fethine kadarki zaman aralığında seyreden
durumunu izah ettiğinden dolayı makalede geçen “tekâmül” kavramı daha çok “inkişaf”
anlamını çağrıştırır bir mahiyet arzetse de bu, kavramın ‘tarihi seyir içinde geçirdiği
safhalar’ manasını tazammun eder tarafını görmemize engel teşkil etmez; zira
makalenin sonunda verdiği umumî fihrist, bu nokta-i nazarı tebarüz ettirmesi
bakımından önemi haizdir. Makalede bahsi geçen Vezir-i‘azamlık, Beylerbeyilik,
359 a.g.e., s. 45/191. 360 a.g.e., s. 13/168.
120
Kadıaskerlik, Reisülküttablık, Deftardarlık, Kaptanpaşalık gibi pek çok müessesenin
tarihi süreç içerisinde nasıl doğup geliştiği, hangi medeniyet-kültür havzasından tevarüs
edildiği, asırlar boyunca ne gibi değişimlere uğradığı vs. meselelerini izah sadedinde
sayfa numaralarını gösterir fihristin bu bölüme ait başlığı şöyledir: “Bizans’tan
Osmanlılara geçtiği iddia olunan muhtelif müesseselerin menşe’leri ve İstanbul fethine
kadar geçirdikleri tarihi safhalar”361
Konuyla alakalı son örnek, vakıf müessesesine dair yazdığı bir makaleyi
içermektedir. Makale, vakıf müessesesinin İslam dünyası açısından önemine ve bu
müessesenin, hem Müslümanlar tarafından hem de batılılarca telif edilen eserlerde nasıl
ele alındığı meselesine değindikten sonra vakfın menşeine dair ileri sürülen çeşitli
teorileri sıralar ki bunları ana başlıklar halinde zikreder; diğer taraftan İslam dünyasında
bu kurumum ortaya çıkışı, hangi esasa müstenit bir telakki tarzının ürünü olduğu ve
İslam coğrafyasının muhtelif kültür/medeniyet havzalarında geçirdiği tekâmül/gelişim
safhalarını, vakfın İslam hukuki kavramsal dünyasıyla irtibatları dolayısıyla ilgili pek
çok kelime ve müesseseye de değinerek, izah etmektedir. Makalenin dikkat çeken bir
başka yanı da vakıf müessesesinin uzun asırlar arasında geçirdiği serencamının
kroniklerde geçen ve bahsedilen müessesenin özellikle işleyişine dair getirilen
tenkitlerin uzun pasajlar halinde makalenin içine dercedilmiş oluşudur. Bu kısa izahtan
sonra makalenin bizi ilgilendiren kısmı olduğu gibi aktarılmak suretiyle, tekâmül
kavramının bir müessesenin başlangıç/gelişim/sona erme süreçlerini kapsayacak şekilde
nasıl ele alındığı meselesi daha iyi tebarüz edeceği inancındayız.
“…Vakıf müessesesi, dinî ve hukukî bütün müesseseler gibi, içinde inkişaf ettiği cemiyetin maddi ve
manevi şartlarına uygun olarak ve cemiyetin umumî hayatıyla ahengini muhafaza ederek uzun bir tekâmül
geçirmiştir. Onun inkişaf ve inhitat devirleri, kendisini çerçeveleyen içtimaî muhitin inkişaf ve inhitatiyle
tamamen muvazi gitmiştir. İslam medeniyetin yüksek devirlerinde, bu müessese de dinî-hayrî vazifelerini
muvaffakiyetle yapmış, İslam kavimlerinin siyasi ve iktisadî gerileyişi onu da geriletmiş, soysuzlaştırmıştır.
Esasen herhangi bir müessesenin, içtimaî muhitinden mücerret olarak, iyiliği veya fenalığı aslâ
düşünülemez…”362
361 “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar”, THİTM, c. I, s. 313. 362 Vurgular bize ait. “Vakıf Müessesesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihî Tekâmülü”, Vakıflar Dergisi, sayı 2, İstanbul 1942, 1-35; Bu makale şu eserin içinde de yer almıştır. İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s. 295-343.
121
Bu bahsi kapatmadan evvel Fuat Köprülü’nün iki eserinin de önsözünde dile
getirdiği görüşler, konuya ilişkin bakış açısını anlamak adına dikkat çekicidir:
“Ben, İslâm Medeniyeti adlı eserimin Mukaddimesi’nde de kaydettiğim gibi,363 ilim ve insaniyetin iyiye
doğru gittiğine inananlardanım; bundan yarım asır önce olduğu gibi, bugün de, insaniyetçi Türk
nasyonalizminin heyecanını kalbimde ve kafamda taşıyorum; lâkin, tarihî realiteyi ararken, her şeyden
önce, ilmî hakikatlerin hizmetkârı olduğumu da unutmadım…”364
4. Tecrübî Usûl ve Determinizm
Usûl makalesinde ele aldığı diğer konulardan birisi de tarihî tetkiklerde tecrübî
usûllerin uygulanıp uygulanamayacağı meselesi teşkil eder. Genel itibariyle sosyal
ilimlerde, tabii ilimlerin metod ve yöntemlerini kullanmanın güçlüğüne işaret ederek
tarih ilmini, fizikî ilimlere benzetmenin tarih için yarardan çok zarar vereceği inancını
taşımaktadır. Mesele hakkındaki görüşünü vaz etmeden önce konu hakkındaki yeni
tarihçilerin yürüttükleri fikrî zihniyeti izah babında sosyal ilimler alanında tartışma
konusu olan hadiselerin muayyeniyeti, tarihî kanun ve tesadüf meselelerini tartışır.
Ancak bu kavramlara dair düşüncelerini zikretmeden önce tarihte tecrübî usûl taraftarı
olanların fikir yürütme biçiminin doğruluğu-yanlışlığı üzerine bir mütalaada
bulunacaktır. Onlara göre; bugünün tarihi, fizik, tabiat ilimleri gibi ilmî bir hüviyete
sahiptir. Zira kendisine, toplumsal bir örgü içinde bireylerin geçmişte yapıp-ettiği fiilleri
konu edinir ki, bu fiiller gerçekliğe tekâbül eden ve aynı zamanda somut/gayrı mücerred
hadiselerden meydana gelmektedir. Ancak bu hadiseler geçmiş bir zaman diliminde
cereyan ettiği için, bıraktıkları maddî ve manevî izlerin, bir başka deyişle vesikaların
analiz edilmesiyle anlaşılabilir. Tarih ilmi, geçmişte olup biten hadiseler arasında
benzer irtibatlar ve hatta sabit münasebetler bularak tek tek vakaları zümre ve gruplara
ayırır, sonrasında da tasnife tabi tuttuğu bu vakalardan genel neticeler çıkarmaya çalışır.
İçtimaî hadiselerin bir zincir misali birbiri ardı sıra dizilmelerinde yek diğerini takip
eden bağlar vardır ki açık ve katî bir surette daima tekrar ederek, tek tek vakaların
umumî sebeplerle izahını mümkün kılar. Dolayısıyla günümüz tarih ilminin bu durumu,
‘ona tecrübî bir ilim sıfatı kazandıramaz mı?’ sorusu ve mütalaası karşısında Köprülü,
363 İfade bu eserde şu şekilde yer almıştır: “Ben ilim’in ve insaniyetin iyiye, doğruya gittiğine inananlardanım…” İslam Medeniyeti Tarihi, s. 29. 364 Edebiyat Araştırmaları, s. XIII; İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 29-30.
122
tarih ilminin tabiat ilimlerinde kullanılagelen tecrübe usulleri ile alakalı olarak, menfi
bir tavır takınacaktır. Tarihi, fizikî ilimlere benzetmenin yarardan çok zarar getireceğini
belirtirken bu konudaki anlayış ve teklifi G. Lanson’un da belirttiği çerçevede
şekillenmiştir.365
“…beşerî ve ef‘âl-i beşeriyeyi mevzû‘ ittihaz eden manevî ilimlerde; ulûm-ı tabi‘iyenin tebe‘iyet
etmeyerek her mu‘dil [karışık] hadiseyi mutlaka basitleştirmeğe çalışmak ruh-i ilmîye tamamıyla
muhaliftir. İyi bir müverrih tabi‘iyâtın dar düstûrlarını değil, tetkikât-ı tabi‘iyede hükümran olan
ruh-i ilmîyi almaya çalışmalıdır.”366
Makalenin bu kesiminde Köprülü’nün yine batılı fikir adamlarının düşünce ve
eserleri etrafında, tarih ilmi ile ilgili bazı kavramlara dair görüşlerini sıraladığı görülür.
Kavramlara dair genel nitelikli mülahazalarını, batılı düşünürlerin konuya dair
serdettikleri görüşler meyanında, ki bu görüşlerin yer aldığı eserler de zikredilerek,
toplu bir değerlendirmeye tabi tutmak suretiyle ifade etmiştir. Değindiği kavramlar ve
bunların tazammun ettiği anlam dünyası ekseninde halelenen fikriyatın tartışma
düzeneği, biraz da Max Nordau’nun “Mana-yı Tarih”367 adlı eserinde dile getirilen
meselelerin ele alınış biçimiyle bazı açılardan örtüşür bir mahiyet arz eder. Burada
kastettiğimiz tartışılan mevzu hakkında varılan neticeler değil; bilakis ele alınan
konunun tartışma şekli ve tarzıdır. Zira faydalandığı eserlerin kimi yargılarına karşı
çıkacak; kendi tarihi görüş zaviyesini tahkim etmek adına aynı konuda farklı sonuçlara
vardığı görülecektir.
365 Usûl, 13-14/12-13. Krş. G. Lanson, Tarih-i Edebiyatta Usûl, trc: Yusuf Şerif, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1926, s. 15; Bu eser daha sonra yeni harflerle tekrar basılmıştır. İlimlerde Usûl: Edebiyat Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1937, s. 19-20. 366 Usûl, s. 14/13. Krş. “İlimden almamız icab eden yegâne şey, (Frédéric Rauh) un yazdığı vechile ilmin filan veya filan usûlü değil, ruhudur. Filhakika, bize öyle geliyor ki alemşümûl bir ilim, alemşümûl bir usûl yoktur, fakat alemşümûl bir ilmî vaziyet vardır… Filan ilmin verdiği kat‘î (précis) neticelere bakılarak, o hususî ilmin usûlü, uzun müddet, umumî manasıyla ilmin ruhuyla karıştırılmıştır. Bu suretle alem-i haricînin ilimleri, umumî mana itibarıyle ilmin enmûzeci (type) olmuştur. Halbuki, ulûm-ı maddiye ile ulûm-ı maneviyenin vahdeti, isbat edilmiş bir şey olmayıp bir mevzu‘a (postulat) dan ibarettir.” Lanson, a.g.e., s. 18/22. 367 Eserin Fransızca ismi Le Sens de l’Histoire’dir, Osmanlıcaya Felsefe-i Tarih adıyla tercüme edilmiştir. Max Nordau, Felsefe-i Tarih, trc. Sahib, Hürriyet Matbaası, Dersaadet 1330, 136 s. Ayrıca bu eser yeni harflerle, bazı okuma ve imla hatalarıyla birlikte, Tarih Felsefesi başlığı altında tekrar yayınlanmıştır. Tarih Felsefesi, Haz: Levent Öztürk, Ayışığıkitapları, İstanbul 2001, 183 s.
123
Köprülü burada Vico, Schelling (1775-1854), Fichte (1762-18144), Goethe,
Jean Muller, Wolf, Herder (1744-1803), Schlegel (1772-1829), Hegel (1770-1831),
Saint Simon, Comte, Spencer (1820-1903), Darwin (1809-1882), Karl Marx (1818-
1883), Gaston Richard, Stuart Mill (1806-1873), Louis Bordeaux, Quetlet, Sorel,
Vagner, Giddings, Gabriel Tard, Guyau, Emile Boutroux, Fustel de Coulanges, Jules
Zeller, Monod, Xenopaul gibi düşünürlerin ismini zikretmektedir. Bunlar arasında
sadece ismi geçenler olduğu gibi fikriyatından alıntı yaptığı kimseler de yok değildir.
Dikkati çeken diğer bir husus da ismi geçen zevatın kaleme aldığı eserlerin368 isimleri
zikredilirken, gerek makalenin ilk neşrinde gerekse sonraki baskısında
Türkçe/Osmanlıca karşılıkların kullanılmış olmasıdır. Bu durum dönemin genel
temâyülleri göz önüne alındığında anlaşılmaz bir durum arzetmez; zira dönemin yaygın
anlayışı doğrultusunda Batı’dan iktibas edilen kelime ve kavramlara yerli bir
karşılık/kavram vermede, dilin ihtiva ettiği kavramsal dünyanın imkânları da
kullanılarak, büyük bir gayret göze çarpmaktadır. Ayrıca 1913 yılında felsefe grubu
başta olmak üzere sanat, fen ve teknik bilimlerin terimlerine karşılık bulmak amacıyla
teşekkül eden Istılahât-ı İlmiye Encümeni azası arasında Köprülü’nün de yer aldığı
unutulmamalıdır. Tartıştığı konular etrafında söz konusu ettiği kavramlara gelince;
‘hadiselerin muayyeniyeti’ (Le déterminisme Social)369, ‘tarihî kanun’, ‘tesadüf’ ‘Tanrı
kudreti’ (La Providence)370, ‘fâtıre’ (créateur)371, ‘medeniyet ve terakkî’, ‘tarihî
maddecilik’, ‘tekâmül nazariyesi’, ‘faraziye’ (hypothése)372, ‘ilm-i iktisat’ (ihsâiyât)373,
‘müşahede’, ‘enfüsiyet’ (subjectivité)374 kelime ve kavramları ilk bakışta bizi karşılar.
368 Nordau, Mânâ-yı Tarih; Vico, Yeni Bir İlim; Herder, Beşeriyetin Tarih Felsefesine Hizmet Eden Fikirler; L. Bordeaux, Tarih ve Müverrihler; Quetlet, Hikmet-i Tabi‘iye-i İçtimaiye; Guyau, İlm-i İktisat; E. Boutroux, İlim ve Felsefede Tabii Kanun Fikri. 369 Azası bulunduğu Istılahât-ı İlmiye Encümeni’ni tarafından neşredilen mecmuada bu kavrama ilişkin şu manalar verilmiştir: “Déterminé: Muayyen, Déterminisme: İcâbiye bk. Maarif-i Umumiye Nezareti Istılahât-ı İlmiye Encümeni Tarafından Kamûs-ı Felsefede Münderic Kelimât ve Ta‘birât İçin Vaz‘ ve Tedvini Tensib Olunan Istılahât Mecmuası, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1330, s. 23. 370 “Providence: Hikmet ve inayet-i Rabbaniye”, a.g.e., s. 57. 371 “Créateur: Hâlık, Mükevvin, Mübdi‘”, a.g.e., s. 20. 372 “Hypothése: Faraziye”, a.g.e., s. 37. 373 “Economie: İktisat; Economie Politique: İlm-i İktisat”, a.g.e., s. 26. 374 “Subjectif: Enfüsî; Subjectivisme: Enfüsiye”, a.g.e., s. 66.
124
Yukarıda belirtildiği gibi ampirik yöntemin tarihte uygulanmasına karşı gelen
Köprülü, bu yaklaşımın ilm-i tarih adına faydadan çok zarar getireceği ve hatta böylesi
bir yaklaşıma sahip olanların, tarihî hakikatleri kendi muhayyilesinin oyuncağı haline
dönüştüreceğini belirtmişti. Ancak burada bir hususun altı çizilmelidir; o da bu bakış
açısının kaynağını tarihçilerden ziyade felsefe tarihi ile uğraşanlara atfettiğidir. Tarihi
hadiselerin bir kanun ile yönetildiği ya da vuku bulduğu düşüncesi öteden beri tartışıla
gelmekteydi. Vico’dan önce bazı teoloji alimleri tarihî hadiselerin teşekkülünde amil bir
güç/kanunun, Tanrı kudretinde bulunduğu fikrini ileri sürmüş; hatta bir çok filozof da
bu düşünceyi paylaşmaktan geri durmamıştır. Denilebilir ki Vico ile başlayan yeni
merhale akabinde insanlığın ya da medeniyetin ilerleyişi üzerine çeşitli fikirler hatta
nazariyeler muhtelif ilim adamlarınca dillendirilegelmiştir. Köprülü bu fikirlerin genel
bir hülasasını yapmayı denerken önemine binaen üzerinde durduğu kişi Karl Marx ve
düşünce sistemi olmuştur.
Köprülü, Marx’ın fikirleri ile alakalı olarak, bunların bir yanıyla Comte’u
tamamladığı; diğer yanıyla da ondan büsbütün ayrıldığı düşüncesini taşır. Zira Comte
tarihin bütün mekanizmasını insanlık fikrinin faaliyetlerinde görürken; Marx bunun tam
zıddı bir görüşe uyarak, tarihi hadiseleri meydana getiren yegâne gücü insanların
zorunlu maddi ihtiyaçlarını temin için sarfettikleri mesaide görür. Onun zaviyesinden
siyasi/hükümet ve sosyal/cemiyet hadiselerin arkasında bulunan muharrik güç hep
“emvalin istihsal” tarzıdır.375
“…temellük arzusu ef‘âl-i beşeriyenin kuvve-i muharrikesi, emvâl-i arzıye elde etmek kavgası bütün siyasetlerin gayesi, bilumûm müessesâtın manâ-yı mevcududur. Ve işte tarihin her türlü ameliyeleri ancak bu suretle husûl-pezîr olur.”376
Köprülü Marx’ın bu anlayışını, manevi ihtiyaçları tamamen göz ardı ettiği için eleştiriye
tabi tutmuştur. Ona göre tarihi tekâmülü, insanın sadece maddi ihtiyaçlarına hasrediyor
375 Usûl, s. 15/14. 376 Usûl, s. 15-16/14. Krş. “Karl Marx, Comte’un efkârını ikmâl etmekle beraber onun ta kutb-ı mütekābilinde bulunur. Comte, mevzu-yı tarihin bütün mekanizmasını vekayi-i tarihiyeyi husûle getirecek olan zihn-i beşerin hareket ve faaliyetine hasrediyor. Karl Marx, bilakis kâffe-i ef‘âl-i tarihiyede ihtiyacât-ı maddiye-i hâliyesini memnûn etmek için insanın vâki‘ olan mesaisini görüyor. Ona göre cemiyetle devletin kâffe-i eşkâlini servetle fevâidin şekl-i istihsâli ta‘yîn eder. Ef‘âl-i beşeriyeyi tahrik eden kuvvet arzu-yı temellüktür. Emvâl ve fevâid-i arza tasarruf ve temellük etmek için vukû‘a gelen nizâ‘ât bütün siyasiyâtın gayesi kâffe-i müessesâtın manâsı ve bilcümle hadisât-ı tarihiyenin muharrikidir.” Nordau, a.g.e., s. 85-86.
125
oluşu, Tarihi Maddecilik nazariyesinin kıymetini düşüren en önemli tarafını
oluşturmaktadır. Yine burada Nordau’nun fikirlerinden destek alarak Marx’a yönelik
eleştirilerini sürdürür. Nordau’nun dediği gibi, “felsefe-i tarihte en maddî nikât-ı
nazardan hareket etmek isteyen mütefekkirler bile, hakikî insanı, yaşadığı, hissettiği,
düşündüğü, aradığı ve aldandığı gibi, göremedikleri için sağlam bir bina-yı fikr
kuramamışlar; halbuki asıl tarihi yapan, bütün hususiyetleri, ayrılıkları ile insanlar ve
insan kitleleridir.”377
5. Tarihte Kanun Fikri
Marx’a getirdiği eleştirilerinin akabinde, tartıştığı meselenin merkezine avdet
ederek ‘tarihte kanun fikri’ problematikini yine batılı düşünürlerin görüşleri
çerçevesinde tartışmayı sürdürür. Kanun fikrine matuf bir tarif uyarınca tarihi
hadiselerde birbirine karşıtmış gibi gözüken bilgilerin bir düzen içinde bir araya
getirilerek ilmi bir surette zabt ve tesbit edilebilmesi işi ancak, tasvir metodu yerine
ikamesine çalışılacak istatistik usulüyle mümkün görünüyordu. Köprülü bu tesbiti
yaptıktan sonra istatistik usûlüne böylesi bir önemli görev izafe edebilmek için
hadiselerin muayyenliği fikrine mutlak surette inanmak; matematik, fizik ve sosyal her
türlü hadisenin bazı kanunlara tabi olduğuna ve tesadüf denilen şeyin varlık aleminde
bulunmadığına inanmak lazım geldiğini belirtmektedir.378 Tartışma, determinizm
meselesine intikal ederek ilerleyen satırlarda konu ile alakalı batılı düşünürlerin lehte ve
aleyteki fikirlerinin bir bir sıralandığı görülmektedir. Köprülü’nün naklettiğine göre
Quetlet, “insanların münferiden hâiz-i muhtariyet olmakla beraber toplu bir surette
müteşekkil heyetlerin mu‘âmelâtı muttarit bir kaideye tabi‘ olduğu”; Vagner de
“zahiren keyfe tabi‘ gibi görünen harekât-ı beşeriyenin ihsâiyât vasıtasıyla tetkiki
takdirinde bazı kavaid-i mahsusaya ittibaen cereyanı anlaşıldığı”379 şeklinde mütalaa
377 Usûl, s. 16/15. Krş. “Hayalât ve hezeyanât-ı mâ-fevka’t-tabî‘iyeden fâriğ oldukları için mâddiyyûn unvanını almış olan felasife-i müverrihînin kâffesi Buckle, hatta Marx da dâhil olduğu halde insanın yalnız safha-i vahidesini müşahede etmişler ve insan-ı tâmmı, yaşadığı gibi, hissettiği gibi, düşündüğü gibi, teellüm ettiği gibi, taharrî eylediği gibi, aldandığı gibi, kâffe-i etvârıyla tedkîk ve mu‘âyene etmemişlerdir. Binaenaleyh bütün hasâisiyle insan-ı tâmm-ı zî-hayatı nazar-ı itibara almayan felsefe-i tarih bi’z-zarure kâzibtir. Çünkü zî-hayat olan, insan-ı tâmdır ki vekâyi-i tarihi husûle getirir ve felsefe-i mevzu-yı tarih de o vekayii tefsir ve izah eder.” Nordau, a.g.e., s. 87. 378 Usûl, s. 17/15. 379 Usûl, s. 17/16.
126
yürütürler. Konuya ilişkin Sorel’in yaklaşımı biraz daha ihtiyatlı görünmektedir; ancak
bu ihtiyat determinizm-tesadüf meselesinin mutlak olup olmadığı ekseninde ifadesini
bulur. Zira Sorel de beşeri hadiseleri fizik ilmine benzetmekten geri durmaz. Köprülü
burada Sorel’den yaptığı alıntıyla görüşlerini teyide çalışır.
“Tarihî hadiseler tıpkı hikemî hadiseler gibidir. Onların saha-i zuhura gelmesi için sırf tesadüfün nüfuzu
kabul edilemez; bu, kanun-ı te‘âkub ve tevâliye tabi‘dir. Vekayi‘ yek diğerinden ayrı ve mücerred değildir;
cümlesinin yek diğeriyle merbutiyeti vardır. Tesadüf sırf onların şeklini ihzar eder.”380
Sosyal hadiselerin de tabii ilimler gibi belirli kanunlara tabi olduğu fikri kabul edilince
onu idare ettiği varsayılan kanunları bulma isteği, tecrübe ve müşahede usûllerine
başvurmayı icbar etti; ve fakat sosyal hadiselerde tecrübî usûlün tatbik şansının hiç
olmaması dolayısıyla bu alanda yapılacak araştırmalar için müşahede usûlünü uygulama
fikri zorunlu olarak kabul edilmiş ve nihayetinde ilm-i iktisadın bu konuda en iyi vasıta
olduğu kabul görmüştür. Müellif, tarihte kanun fikri üzerine yürütülen bu mütalaalar
karşısında ilm-i iktisatla arasına bir tür mesafe koyacaktır. Guyau’dan iktibasen
“ihsaiyâta bir hakikat-ı mutlaka atf ve isnad etmek, bütün usûlü tanımamaktır.” sözüne
o da iştirak ederek tarih ile sosyoloji arasında var olan farklara dikkatleri çeker.
Mevzusu diğer ilimlerden ayrı ve müstakil bir tarih ilmi, tetkik ettiği saha itibariyle,
bilvasıta müşahede ile yetinmek durumundadır. Tarihî vesikalar geçmişte yaşanan
hadiselerin bıraktığı bir takım izlerdir ki o vesikaları müşahede etmek suretiyle asıl
hadise gün yüzüne çıkarılabilir. Köprülü bu meselede açıkça tarihte bir kanun fikrinin
var olabileceğini söylememekle birlikte; Fustel de Coulanges’in konuya ilişkin sözlerini
mübalağalı bulmasından anlaşılıyor ki, tarihte kanunların tesbit edilebileceği kanaatini
taşımaktadır.381
Tarihte kanunların belirlenebileceği fikrine yakın duruşu, tarihin bir ilim olup
olmadığı tartışmalarında onun nerede durduğu meselesini tayinde bize yol göstericilik
380 Usûl, s. 17/16. 381 “Fustel de Coulanges, tarihte bazen pek nadir olarak esbab tayin edilebildiğini, fakat kanunlar bulmaktan sarf-ı nazar edilmesi lüzumunu söylerdi. Filhakika, o, bir kanunun eski bir vakanın tekerrürü medlûlünü ifade ettiğini pek âlâ takdir ediyordu (…) vekayi‘-i tarihiye, olduklarıgibi tekerrür etmek için çok gayr-ı sabit ve pek karışık bir takım halitalardır. Eğer onları bir takım kanunlar ihfa ediyorsa, kavanin-i mezkûreyi vekayi‘in gayr-ı mücerred te‘âkubunda değil, anâsırında aramak icab eder. Emile Boutroux, son cümledeki mütalaasıyla tarihte kanunların vücuduna ihtimal vermiş oluyor. Mamafih Foustel de Coulanges o husustaki fikri, her halde bir eser-i tefrittir.” Usûl, s. 18/17.
127
vazifesini üstlenecektir. Gerçi o, bu konuda da fikrini açıkça beyan etmekten imtina etse
de konu hakkında fikir ileri süren yazarların görüşlerini sıralaması ve en önemlisi tarih
ilminde kanun fikrinin olabileceği kanaati taşımasından, kendisinin tarihin ilmî bir
hüviyete sahip olduğu inancını paylaştığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte tarih ilminin
katîlikten çok uzak ve çok subjektif olduğu iddiaları karşısında ise daha ihtiyatlı bir
tavrı benimser. Yukarıda tarihin gayesi bahsinde tarihçinin gayesinin “zaman silsilesi
içinde insanlığın bütün hayatını yaşatmak” olduğunu belirtmişti; şimdi ise bu gayenin
yani geçmişi yaşatma işinin daima eksik kalacağına vurgu yapma ihtiyacı
hissetmektedir.382
Bu hususta fikirlerinden iktibasta bulunduğu yazarlar meyanında Monod ve
Seignobos’un adlarını zikretmektedir. Monod eserinde sözü tarihin bir ilim olup
olmadığı meselesine getirerek gerek sosyal gerek tabii ilimlerde subjektivitenin ve
incelenen konuda bir şüphe payının her zaman var olabileceği kanaatini dile getirir ki
bunu, hisse-i şekkin matematik, fizik, kimya ve biyolojide manevi ilimlere nazaran çok
daha fazla yer aldığını/alabileceğini iddia etmek suretiyle teyide yeltenir. Monod tabii
ilimler için ileri sürülen mülahazalara383 hak vermekle; ve hatta tabii ilimlerde
kullanılan müşahede, tahlil ve terkib usullerinin, oldukları gibi, manevi ilimlerde
kullanılamayacağını belirtmekle beraber tarih ilminde var olan araştırma-analiz
kaideleri ve tarihi sentezlerin her türlü ilmi nitelikten uzak sayılamayacağını beyan
382 “Tarihin, bir ilim olmak haysiyetiyle kat‘îyetten çok mahrum ve çok enfüsi olduğu iddiasına gelince, bunun bilumum ulûm-ı maneviyede böyle olması tabiidir. Madem ki müverrihin gayesi silsile-i ezman içinde beşeriyetin hayat-ı kâmilesini ihya etmektir; Simmel’in iddiası vechile bunun bir hayal-ı muhâl olduğunu nazar-ı itibara olmasak bile, o ihya-yı mazi ameliyesinin daima noksan kalacağı bir emr-i tabiidir. Vesaik-i maziyenin asliyetini muhafaza ettiğini ve bizim onları kâmilen ele geçirdiğimiz farz olunsa bile, onların ve delalet ettikleri vak‘aların kıymetini takdir hususunda herkesin kendi isti‘dâd ve temâyülâtına mütâba‘at edeceği tabiidir. Binaenaleyh tarihe ait bilgilerimizde daima meçhule büyük bir mevki kalacağını bilmeli, ve gaye olarak, nisbeten en az meçhul bırakacak hususi usûlleri bulmaya çalışmalıyız.” Usûl, s. 20/18. 383 “Vakı‘a deniyor ki tabiatı (Nature) mevzu‘-ı ittihaz eylemiş olan ilimler, bilâ-vasıta müşahede ve tecrübe sayesinde istinad ettikleri hadisâtı mütemadiyen tahkik edebilmek, bu suretle de malumatımıza gittikçe artan bir itkan (Précision) bahşetmek, alimlerin teklif eyledikleri terkibleri daima tekrar edilen tedkik ve imtihana tabi tutmak ve nihayet terkibleri, malum olan bilcümle hadiseleri tasnif ve izah eden ve bu hadiselerin tekerrür ve hilaf-‘âde hallerini (Anomalies) izah eylemek imkânını veren kanunlar (Loi) haline ifrâğ etmek gibi bir imtiyaza maliktirler. Bu mülahaza doğrudur ve tabiatı mevzu‘ edinmiş olan ilimlerde tatbik edilen müşahede, tahlil ve terkib usullerinin oldukları gibi ulûm-ı maneviyede tatbik edilemeyeceği neticesini de tazammun eder; fakat bundan dolayı tarihteki tefahhus (Investigation) ve tahlil kaidelerinin ve tarihî terkiblerin her nevi‘ hasîsa-i ilmiyeden mu‘arrâ olacağını zannetmek lazım gelmez.” Monod, a.g.m., s. 343.
128
etmektedir. Bir ilmin ilim olmak haysiyetiyle temel vasfı, içinde barındırdığı
kanunlardır; zaman içinde daimî değişiklikler ve birbirini takip eden hadiselerin cem‘ ve
ta‘mimi ile sürekli aynı şekilde tekrar eden hadiselerin cem‘ ve ta‘mimi konusunda
kanun dediğimiz şeyin aynı mahiyet ve aynı sıhhat ve bedahete sahip olamayacakları da
aşikardır. Monod burada ilmi kanun fikrinin uzun zaman kendisine atfedilen ilm-i
yakîni gerekli görmediğini; ilmi kanunların da, aynı cinse ait bütün hadiseleri izah ettiği
sürece, doğru addedilen bir takım geçici faraziyeler şeklinde anlaşıldığını ifade ile tabii
ilimlerde mevcut gördüğü bir problemi, tarih ilminde var olduğu kabul edilen problemle
mukayese ederek ve dahası söz konusu ettiği ilimlerin tarihi menşe ve istihaleleri
araştırılmak istendiğinde tıpkı tarih ilmindeki gibi benzer problemlerle karşılaşılacağını
iddia etmektedir.384 Monod ilm-i yakîn hakkındaki görüşünü güçlendirmek için tarihî
görüş tarzına atıfta bulunacaktır. Bu görüşe göre “ilmin her nevi hadiseleri tekerrürleri
yerine te‘âkubları nokta-i nazarından mülahaza” edilmelidir. Zira Xénopol’ün de bu
hususa dair benzer mütalaalarını zikre değer görür. Onun ilim hakkında ileri sürdüğü
görüşe -ki bunu “tekerrür eden hadiseler ilmi bu hadiselerin şerait-i mevcudiyetini
kanunlar haline ifrağ edebilir; te‘âkub eden hadiseler ilmi ise kanunlar dermiyan
edemez, ancak bir takım silsileler halinde bunları cem‘ ve aralarında illet ve eser
münasebeti tesis eder” şeklinde ifade etmektedir- Monod da katılacak ve bütün
hadiselerin ancak bu suretle araştırmaya konu edinilebileceğini ve araştırmanın beşer
faaliyetine mahsus olması halinde tarih ismini alabileceğini söyleyecektir.385
Tarihin ilim vasfını taşıyıp taşımadığı meselesinde görüşlerine atıfta bulunduğu
yazarların fikirlerini yukarıdaki şekliyle özetledikten sonra konuya ilişkin mütalaası,
Seignobos’a istinat ettirdiği fikriyat çerçevesinde tarihin ilmî bir mahiyet taşıdığı
yönünde teşekkül etmiştir.386
384 Monod, a.g.m., s. 343. Söz konusu ettiği ilimler meyanında İlm-i Arz (Géologie), İlm-i Hayavanât (Zoologie), İlm-i Nebâtât (Botanique), Ahval-i Cevviye İlmi (Météorologie)’ni zikretmektedir. 385 “Bu telakkiye göre tarih, aynı cinsten olan malumatın heyet-i umumiyesini ve insan için en mühim ve mevcudiyet-i zatiye (Propre étre)sine, insanı bulunduğu hale getiren bütün inkişafa ait ola malumatı cem‘ ve tahkik ve tanzim eylemesi ve bu cem‘, tahkik ve tanzim ameliyelerinin ilmî intikadın ve usûlün kavaid-i mahsusasına tabi bulunması nokta-i nazarlarından bir ilimdir” Monod, a.g.m., s. 344; krş. Usûl, s. 19/17. 386 “Usûl müşahedesi Seignobos’un vazıhan hülasa ettiği gibi, bilvasıta olmakla, tesadüfün ve bir çok ferdi amillerin tesiratına maruz bulunmakla, tahlil ve bilhassa terkib-i vekayi‘de çok enfüsiyet
129
B. Köprülü’de Tarih ve Edebiyat İlişkisi
Köprülü tarih ile edebiyat tarihini edindikleri mevzuları bakımından birbirinden
ayırma yanlısı gözükür; aralarında konu itibariyle mühim farkların bulunduğuna; bunun
da usûl açısından birbirine uymayan bazı durumların zuhuruna sebebiyet verdiğine
işaret eder. Tarihçi ile edebiyat tarihçisinin ele aldıkları konuları “zaman” nokta-i
nazarından değerlendiren müellif tarihçinin mevzu edindiği dönem ile edebiyat
tarihçisinin ilgilendiği zaman aralığı arasında bir ayırıma gitmektedir. Bu ayırımın bir
tarafında sadece ‘mazi’ bulunur; ve bu öyle bir mazidir ki tekrar yaşatılmasının
mümkün olmadığı, yeniden ihyasına ihtiyacın hasıl olduğu gibi bir kabulü peşinen intaç
eder. Buna karşılık ayırımın diğer tarafında ‘hâl’ ile alakasını kesmemiş bir ‘mazi’ yer
alır ve aslında bu mazi henüz izleri devam eden, varlığını bir şekilde sürdüren bir
mahiyeti üzerinde taşır. Ona göre Fatih Sultan Mehmed’in iç siyaseti, Kanunî’nin
Sigetvar seferi kaybolmuş, yeniden yaşatılmaya muhtaç şeyler olarak nitelenmekte; ve
fakat Ahmed Paşa Divanı, Bakî’nin mersiyeleri dün ne ise bugün de hâlâ o şekliyle
varlığını idame ettirdiği belirtilmektedir.
“Mahdud ve müte‘ammim manasıyla Tarih’in mevzuu ile tarih-i edebiyatın mevzuu arasında bazı mühim farklar mevcuttur ki bunların mevcudiyetinden usûlde de bazı tehâlüfler neş’et ediyor. Evvelâ, müverrihlerin mevzu-ı iştigali mazidir; öyle bir mazi ki yalnız bazı bekâyâ-yı münderise ile bilvasıta bazı izler, vesikalar bırakmıştır; müverrih, onların yardımıyla, geçen bir sahneyi yeniden yaşatmaya çalışacaktır. Halbuki bizim mevzumuz mazi olmakla beraber aynı zamanda da hâldir: yani geçmeyen, devam eden, gözlerimiz önünde yaşayan bir mazi… Fatih Sultan Mehmed’in siyaset-i dahiliyesi, Süleyman Kanunî’nin Sigetvar seferi kaybolmuş, yeniden ihyaya muhtaç şeylerdir; halbuki Ahmed Paşa Divanı ile Bakî’nin mersiyeleri eskiden ne hâlde ise hâlâ aynı şekilde muhafaza-i vücûd ediyor. Vesâik-i resmiye, fermanlar, name-i hümâyunlar, senedât-ı hakaniye, teşrifât defterleri gibi vesâik-i muharrere, merbût oldukları zaman ve mekandan tecrid edilmiş ve bugünkü hayat ile alakasız bîruh şeylerdir; müverrih eski sahneleri ihya için onları bir vasıta olarak kullanır; halbuki muhalledât-ı edebiye, âbidât-ı mimariye ve hutût-ı nefîse gibi, hâlâ ber-hayattır ve zaman-ı hâzırla büsbütün mahrûm-ı alaka değildir…”387
(subjectivité) göstermekle beraber tarihin, kıymeti, ilmi mahiyeti bundan çok mutazarrır olmaz.” Usûl, s. 19/18. 387 Usûl, s. 25/ 23. krş. “Tarihçilerin mevzuu, mazidir: öyle bir mazi ki onun yalnız bir takım emare veya yıkıntıları kalmıştır: bu yıkıntılar ve bu emareler sayesinde o mazi hakkında yeniden bir fikir bina edilir. Vakı‘a bizim mevzumuz da mazidir, fakat şu fark ile ki bu mazi ortadan kalkmış bir mazi değildir: edebiyat, aynı zamanda hem mazi, hem hâldir. Derebeylik idaresi, Richelieu’nün siyaseti, Fransız mutlakiyetine ait olup gabelle tesmiye edilen vergi, Osterliç, bunlar hep ufûl etmiş birer mazidir ki biz onları yeniden inşa ediyoruz. Halbuki Cid ve Candide eserleri, tarih-i intişarları olan 1636 ile 1759 senelerinde ne idi iseler bugün de odurlar: değişmediler aynen mevcutturlar.” Lanson, a.g.e., s. 6.
130
Köprülü makalenin hususen bu kesiminde, genel çerçevesini Lanson’un usûle
dair kaleme aldığı makalenin içeriğinden iktibas ile oluşturduğu meselelere ait
fikirlerini ortaya koyarken, kimi zaman Lanson’un usûle ilişkin görüşlerini de tenkit
ederek hem ondan ayrıldığı noktaları hem de edebiyat tarihine dair kendi özgün
tekliflerini izhar etme imkanı bulmuştur. Makalede dikkati çeken bir husus, tarih
vesikalarının bugün ile hiç ilgisi olmadığı ve cansız birer kâğıt parçası mesabesinde
değerlendirilmiş olmasıdır. Edebi eserlerin ise bir yönüyle hâlâ canlı olduğu kabulü,
onun zaviyesinden, edebiyat tarihi ile tarih arasında usûl açısından bazı farklı
uygulamaların tatbik sahasına geçirilmesi gerekliliğini ihtar etmektedir. Burada söz
konusu ettiği ilk müşkil, edebiyat tarihinin mevzuu olarak edebi eserlerin mahiyetine
ilişkin meselelerdir. Bu itibarla edebi bir eserin tarifi, onunla ne kastedilmek istendiği
önem kazanır; dolayısıyla ‘edebi eser’in tazammun ettiği anlam dünyası hayati bir
öneme sahiptir. Köprülü iki ayrı tarifi göz önüne almak suretiyle, kavramın biri
okuyucu diğeri eser odaklı manasını yine Lanson’un eserinde izlediği yolu takip ederek
vermeye çalışmıştır ki bahsi geçen tabiri tek başına izah ve tesbitte yetersiz kalan her iki
tarifin, bir bütün olarak ele alındığı takdirde, edebiyat tarihçisinin tetkik mevzuunu
belirlemede büyük kolaylık sağladığı görülmektedir.
“Eser-i edebî, bir sınıf-ı kâri’înin zevk veya istifade-i fikriye maksadıyla okuduğu, heyecan duyduğu, ihsasâtına kalblerin ma‘kes olduğu eserlerdir. Fakat pek haricî bir esasa müstenid olan bu tarif, bir eser-i edebîyi hiçbir vechile anlatamıyor; çünki eser-i edebî ancak mahiyet-i dahiliyesiyle o isme istihkâk eder. Eser-i edebînin tabiatını gösteren nişanelerden biri, onda bir maksat, bir gaye-i sanat bulunması, yani, şekil ve mana itibariyle hâiz-i hüsn olmasıdır. İfade ettiği hissiyatı bir zümre-i kâri’îne aynı kuvvetle sirayet ettirmeye muktedir olan bir eser, edebî addolunur”388
388 Usûl, s. 27/24; krş. “Edebiyat, kâri’ler nazar-ı itibare alınarak tarif edilebilir. Edebî eser, bir şu‘be-i ilimde ihtisas kesbetmiş bulunanlara mahsus olmak ve hususi bir talim veya hususi bir gaye istihdaf etmek üzre kaleme alınmış olmayan eserdir ki sadece zevklerini veya fikrî inkişaflarını arayan külliyetli bir kari’ zümresi tarafından okunur. Tabidir ki bidayette hususi bir gaye istihdaf etmiş olmakla beraber o gayenin şümûlünü aşan veya o gayenin husûlünden sonra da ortadan kalkmayan eser de, yukarıda bahsettiğimiz eserin evsafını haiz ve bianen aleyh edebîdir. Fakat, edebî eser, bilhassa, esasî (intrinséque) karakteri nazar-ı itibare alınarak tarif edilir. Teknikleri dolayısıyla pek mahdud bir kari’ zümresine münhasır kalan ve ekseriyet tarafından hiçbir vakit tadılamayacak bulunan şiirler vardır: bu şiirler edebiyattan harici mi addedilecek? Edebî eserin nişanesi, bir sanat kasdıyla yazılması veya kari’e bir sanat tesiri vermesidir, şekillerinin güzelliği veya zarafetidir. Hususi mahiyette olan yazılari tesir kuvvetlerini genişleten veya temadî ettiren şekilleri dolayısıyla edebî bir mahiyet alır. Edebiyat, manalarının ve tesirlerinin tamamıyla meydana çıkması şekillerinin bedi‘î bir tahliline mütevakkıf olan bütün eserlerden müteşekkildir.” Lanson, a.g.e., s. 7.
131
Herhangi bir eserin edebî olup olmadığı, incelenen eserin şekil ve mana özelliklerinin
ancak bediî bir surette tahlil edilmesi ile anlaşılacağından, bir edebiyat tarihçisinin
inceleme-araştırma hususunda ele alacağı başlıca eserleri, ‘şaheser’ kabul edilen, sanat
değeri yüksek yapıtlar oluşturur ki bu tarz eserleri okuyanların sayısının az ya da çok
oluşu, o yapıtın şaheser olduğu konusunda belirleyici bir unsur teşkil etmez. Edebiyat
tarihçisi de tıpkı tarihçiler gibi insan fikrinin ve milli medeniyetin tarihini
araştırmalarına konu edinen ilim adamı hüviyetine sahip kişilerden oluşmaktadır; ne var
ki o bunu yaparken bir devrin, bir dönemin muhtelif edebiyatları arasında şaheser
sıfatını haiz olanlarını bulup çıkarmak yolunu takiple mükelleftir. Köprülü şaheserle
kastettiği şeyin vasıflarını da sıralar. Buna göre, belirli bir zaman içinde bir grup insanın
onda kendi ruh ve temâyüllerini bulduğu; onu tekrar ve taklit ettiği edebî mahsuller
‘şaheser’ ismine hak kazanmaktadır. Bu bağlamda, Süleyman Fakih’in Mevlid’ini,
Hamzavî’nin Hamzanâme’sini, Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’sini, Şeyhî’nin bazı
kasidelerini, Nabî’nin Hayriye’sini, Enderunlu Vasıf’ın şarkıları ve Naci Efendi’nin
bazı manzumelerini kendi kültürünün şaheserleri arasında zikreder. Edebiyat tarihinin
ilk müşkili de bu mesele ile yani, şaheser olarak addedilen yapıtların bir kısmının
kıymetini koruduğu halde diğer büyük bir kısmının belirli bir süre sonra kıymet ve
varlıklarından epey bir kayba maruz kalması dolayısıyla ortaya çıkmaktadır.
Başlangıçta büyük bir sanat eseri şeklinde görülen ve algılanan bir eser nasıl oluyor da
bir sonraki merhalede unutuluyor ve hatta ölüyor; ya da belirli bir unutulma devresinden
sonra nasıl oluyor da bir eser yeniden hayat buluyor? haklı soruları karşısında meselenin
anlaşılması adına Köprülü’nün ileri sürdüğü teklif, “…kendimizi o devre ve o zümre-i
kâri’în meyanına koymamız yani o hadiselere başka bir şahsiyet arasından bakmamız
icab eyler. Birçok avamil hasebiyle, bazı eserlere karşı mütemayil ve takdirkâr,
bazılarına ise tamamıyla barid davranmak mecburiyeti, münekkit için o kadar muzır
olmasa bile bir ilim sıfatını ihraza çalışan tarih-i edebiyat mütevaggili için çok tehlikeli
ve ancak kısmen kabil-i ictinabtır. İşte ilk usûl müşkilatı buradan başlıyor.” ifadelerinde
tecessüm etmiştir.389
389 Usûl, s. 27/25; krş. “…niçin bu eserlerden, faal hassalarını kaybedenler var? Bunlar, sönmüş yıldızlar mıdır? Yoksa, bizim gözlerimiz artık bir takım şu‘ââta karşı hassasiyetleri kalmamış olan gözler midir? Bizim vazifemiz, ölmüş bulunan bu eserleri bile anlamaktır; bunun için de onları hazine-i evrak vesaiki mu‘âmelesine kabiliyetlerini hissetmek iktidarını edinmeliyiz. Bizim ‘hususi vakalar’ımız demek olan
132
Araştırmalarında şaheserlere ayrı bir yer ve önem vermesinin sebebi, içtimai
tarihçilik anlayışının bir uzantısı şeklinde görülebilir. Şaheserlerle ilgilenmesinin
sebeplerini zikrederken özellikle şu iki hususa önemle işaret etmektedir.
“…Bir dağ silsilesinin şahikalarını anlamak için nasıl o havalinin teşekkülât-ı arziyesini ve silsilenin bütün imtidatlarını bilmek lazımsa, o şahilara benzetebileceğimiz şaheser’ler için de aynı usûlü tatbik mecburiyetindeyiz. Saniyen: Bir şaheser’i tedkikdeki gayemiz, o milletin edebî tekâmülünü layıkıyla ve sıhhatle anlamak içindir; çünki bir şaheser, binnetice, mutlaka ictimaî bir mefkûrenin ifadesidir. Hatta bunun için, her devrin ikinci ve üçüncü derecedeki mahsullerini de layıkıyla tedkik icab eder ki, büyük sanatkarın muhitinden aldığı unsurları ve onların tarz-ı terkibinde kendi şahsiyetinden neler kattığı tefrik-i kâbil olsun. Mamafih bundan, şaheser’lerin sırf ferdî bir mahsul olduğu neticesi çıkarılmamalıdır: Dahiler mensub oldukları hey’et-i ictimaiyenin hâle veya istikbale ait bir mefkûresini azami muvaffakiyetle temsil eden insanlar olmak haysiyetiyledir ki edebiyat tarihinde başlıca hedef olurlar.”390
Köprülü, tarihin bu ilim şubesinin bir problemi olarak zikrettiği ikinci meseleyi,
Lanson’un bu konudaki fikrine itirazla birlikte, bir devrin edebî tarihi araştırılırken
edebiyat tarihçisi hangi zümrelerin edebiyatını kendisine konu edinecektir? sualinin
etrafında yaptığı fikrî egzersiz ile ele almaktadır. Müellif, araştırmaya konu olan
herhangi bir dönemin, içinde barındırdığı içtimai topluluklar bakımından, birkaç sınıfta
mütalaa edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Sosyolojik verilere istinat ettirdiği bu
görüşünü Faguet’den yaptığı bir alıntı ile tahkim etmeye çalışır.391 Buna göre içtimai
tekâmülün bir neticesi olarak nasıl ki toplumun fertleri arasında bir işbölümü meydana
geliyorsa, tıpkı bunun gibi, edebi zevkte husule gelen değişme ve farklılaşma ile birlikte
muhtelif sınıflar için çeşitli edebiyatların zuhura gelmesi de doğal karşılanmalıdır.
Açıklamaya çalıştığı meselenin izahı sadedinde, değişik makale ve eserlerinde hem
Anadolu Selçuklu hem de Osmanlı dönemi saray-halk edebiyatlarından verdiği
örneklerle konuyu açmaya çalışmaktadır. Ona göre, Osmanlı devleti içinde halk ile
saray edebiyatı arasındaki ilk ayrışma Mevlid eserinin yazarı Süleyman Çelebi ile
başlar; Bizans ve Acem tesiri altında, az sayıdan müteşekkil bir zümreye hitap eden bir
saray edebiyatın mevcudiyeti ise Yıldırım Bayezid zamanında belirmiştir. Medeni
eserlerin bu hissi ve bedi‘î karakterleri dolayısıyladır ki kalbimiz, muhayyilemiz ve zevkimiz sarsılmadan bunları tedkik etmemiz kabil olmuyor. Bir taraftan şahsi aksü’l-amelimizi tayy etmek bizim için muhaldir, diğer taraftan ise, onu muhafaza eylemek tehlikelidir. Usûlün işte ilk müşkili. ” Lanson, a.g.e., s. 8. 390 Türk Edebiyatı Tarihi, s. 6-7. 391 “Edebiyat bir kitle-i mütecanis değildir. Her devrede yekdiğerinden farklı üç dört edebiyat vardır.” Usûl, s. 28/26.
133
tekâmülün bir neticesi olarak, bahsi geçen asırda sarayda ayrı, halk için başka,
tekkelerde ise daha farklı bir edebiyatın ortaya çıktığı görülür. Köprülü bu devrede
ortaya çıktığını söylediği farklı edebi tür ve anlayışların kaynaklandığı yer meselesini
toplumun/sarayın yaşayış tarzındaki değişime atfetmektedir. Osmanlı’nın ilk kuruluş
yıllarında, hususen Osman ve Orhan devirlerinde, halkın yaşantısına denk bir sade hayat
şekli devam ettirildi. Orhan döneminde eski Hint ve İran felsefi düşüncesiyle karışık bir
tasavvuf telakkisi halkın arasına girmişse de bu, ancak basit bir şekliyle halkın ruhuna
girebilmeyi başardı; dolayısıyla bu dönemin edebi mahsulleri daha çok aynı tarz dini ve
ahlaki mev‘ize niteliğini az çok muhafaza etmiştir. Ancak Fatih Sultan Mehmed
zamanına gelindiğinde halk ve saray arasında mevcut edebiyat ayrılığı katî şeklini almış
oldu. Zira bu dönemde saray hiyerarşisi teşekkül etmiş, hayat daha sanatkâr bir hüviyet
kazanmış, içtimai sınıflar belirmiş ve saray eski Bizans imparatorlarının şaşaalı
yaşantısını tevarüs etmiş bulunuyordu.392
Özellikle edebiyat tarihi araştırmalarında yukarıda kısmen izah edilen zümre
edebiyatları tabir ve mefhumunu ilk kez Usûl makalesiyle ileri süren Köprülü, daha
sonraki kaleme aldığı eserlerinde konu üzerinde daha esaslı ve etraflı bir şekilde
durmuş, bu meselede fikir ileri süren kimi batılı yazar ve düşünürleri tenkit etmekten
çekinmemiştir. Zümre edebiyatı kavramının etrafında sözünü ettiği metodolojik
yaklaşımın, edebiyat tarihi tetkiklerinde ilk kez kendisi tarafından tatbik edildiği yine
kendi ağzından dile getirilmiştir.393 Kendi ifadesine göre burada yaptığı ya da yapmaya
çalıştığı şey, Durkheim sosyoloji okulunun prensiplerinin tarih araştırmalarına
uygulanması ameliyesi şeklinde özetlenebilir.394
Tenkit ettiği yazarlar arasında başta Lanson, Faguet, Spencer ve Cornejo yer alır.
Her birine yönelttiği eleştirinin temel odak noktasını zümre edebiyatları meselesinde
ileri sürdükleri görüşler oluşturmaktadır. Yukarıda, incelenen herhangi bir devirde
birbirinden ayrı, birden fazla edebiyatın mevcudiyetinden ve bu döneme ilişkin eldeki
392 Usûl, s. 22-23/20-21. Anadolu’da özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde içtimaî işbölümü neticesinde sosyal hayat içinde sınıf ve zümrelerin teşekkülü meselesi için bk. Türk Edebiyatı Tarihi, s. 8, 296-7/29, 275-6; Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü, s. 37-41/228-232. 393 “Sazşairleri: Dün ve Bugün”, s. 181. 394 a.g.e., s. 181.
134
edebi metinlerin hangisi göz önünde tutularak inceleme ve araştırmaya girişileceğinden
bahsedilmişti. Bu konuda Köprülü, bir edebiyat tarihçisinin temel olarak işe
şaheserlerden başlaması taraftarı görünmekle birlikte bir eserin şaheser olup olmadığını
tesbit etmede diğer edebiyat türlerinin, yani zümre/sınıf edebiyatlarının da incelemelere
konu edinilmesi gereğine azami derecede önem atfettiği görülmektedir. Dolayısıyla bir
devrin edebi tarihi incelenirken acaba hangi zümrelerin edebiyatı dikkate alınmalı
sorusu hayati bir önem taşır. Bu soru karşısında Lanson’un suskunluğu, eleştiri
noktalarından sadece birini teşkil etmektedir. Ona göre dikkate ve incelemeye şayan
olan eserler, daha çok, yüksek sınıfın elinden çıkma edebi değeri yüksek ve hakiki
edebiyat nevinden eserler olmalıdır; bu aynı zamanda tarihçiyi, o eserin birinci ve ikinci
dereceden mümessillerini araştırmayı da davet edecektir. Köprülü, Lanson’un bu
yaklaşımına “Halbuki tarih-i edebiyat ilim olmak itibariyle, daha ziyade umumiyetleri
nazar-ı itibara almak ve cemiyetin tekâmül-i fikrîsini ona ma‘kes olan eserlerde aramak
müverrih-i edebî için daha münasib değil midir?”395 sözleriyle karşı çıkmıştır. Emile
Faguet’in konu üzerine serdettiği beyanları da benzer şekilde eleştiriye tabi tutar. Sanat
değeri yüksek edebi eserlerle alakalı olarak Faguet, aşk ve kahramanlığa, tarih ve
felsefeye dair münevver sınıf edebi eserlerinin halkın ruh halini değil aksine o eserleri
meydana getiren büyük şahsiyetler ve seçkin bir okuyucu kitlesinin ruh dünyasını
gösterdiğini belirtmekteydi. Faguet, eleştirilerini aslında Taine’i, edebiyatı cemiyetin bir
ifadesi şeklinde görmek anlayışı nokta-i nazarından eleştirmek için ileri sürmekteydi.396
Emile Faguet’in eleştirilerinin Taine’e yönelik olduğunu düşünen Köprülü, bu konuda
Faguet’i haklı görerek zümre edebiyatları meselesinde Taine’i, konuyu etraflı bir
biçimde anlamamakla itham etmektedir.
Spencer ve Cornejo’ya yönelttiği eleştiriler de yine zümre edebiyatları meselesi
çevresinde yer alan hususlara müteallik maddeleri içermektedir. Her şeyden önce
395 Usûl, s. 28/26. 396 “…Büyük muharrirler bir takım mübdi‘lerdir; onlar halkın kendierinden bir asır sonra düşünecekleri şeyleri düşünürler. Müsâhelekârlık hususunda biz şimdi Voltaire’in fikrindeyiz; fakat Voltaire şövalye de la Barre’ı müdafaa ettiği zaman bütün Abbeville ahalisi de la Barre’ın ölümünü taleb ediyordu. Voltaire de aranması icab eden on sekizinci asır halet-i fikriyesi değil, bizim halet-i fikriyemizdir. Voltaire hakkında doğru olan bu mesele Rousseau hakkında daha doğrudur. Büyük muharrirler istikbalin muasırlarıdır… Yüksek eserler, edebiyatın muazzam abideleri edebiyattan çıkarılmaya başlanmak şartıyla edebiyat cemiyetin ifadesidir. Eğer edebiyatta yalnız tarih taharri olunursa, o vakit böyle yapılır” Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü, s. 43/235 naklen Emile Faguet, 19. Asır Siyasiyyûn ve Ahlakiyyûnu
135
edebiyatı ferdi bir mahsul değil, sosyal hayatın bir tezahürü şeklinde kabul eden müellif,
zümre edebiyat(lar)ı adıyla tavsifte bulunduğu edebi tür çalışmalarını hususiyle aşık
tarzı edebiyatını, Türk tefekkür dünyasına yapacağı katkı bakımından bir
değerlendirmeye tabi tutarak konu hakkında şu sonuca varır:
“Eski şair ve muharrirlerimizin, yukarıdan beri izahına çalıştığımız esbab ve avamil saikasıyla, tahkirâmiz bir nazarla görüp gayr-ı mevcud addettikleri bu tarz-ı edebîyi ihmâl etmek, milletin ruhunda asırlarca yaşamış hislerden, Türklerin bediî zevkinden bîhaber kalmak demektir: çünkü alim ve cahil, fakir veya zengin milyonlarca adam, bir çok nesiller onunla yaşamış, onunla hissetmiş, ruhunu onunla izhar etmiştir.”397
Bir toplumun medeni açıdan gelişkin olup olmadığı, bu meselede Köprülü için önem
arzeder. Zira kurmaya çalıştığı yeni edebiyat nevinin temellendirilmesi buna bağlı
gözükmektedir. Durkheim’in işbölümü kavramsallaştırması sayesinde ihdas etmek
istediği türün genel çerçevesini de sosyolojik bir bakış açısıyla çizdiğini söylemek
mümkündür. Kaldı ki medeni seviyesi ilerlemiş hiçbir cemiyetin tek bir sınıf veya
zümreden oluştuğu iddia edilemez. Toplumdaki işbölümünün artış ve gelişimine paralel
olarak cemiyet içinde var olan sınıfların da farklılık göstermesi bu bakımdan doğal
görülmelidir. Gelişmiş bir toplum ile ibtidai bir toplumun en belirgin özelliği buna göre,
cemiyet içinde işbölümünün yaygınlaşmasıyla farklı insan topluluklarının ortaya çıkmış
olmasıdır. İçtimai işbölümüne bağlı olarak ferdiyetler arasında ortaya çıkan farklılıklar
sayesinde fikir ve zevk seviyesi bakımından birbirinden ayrı zümreler vücuda gelmesi
böylece mümkün olabilmiş ve birbirinden az-çok ayrılan bu zümreler, dolayısıyla, bedii
zevkin tekâmülünde hissedilir bir şekilde tesir icra etmiştir. Ferdiyet meselesi
dolayısıyla dikkatleri o tarafa teksif eden müellif bir yandan edebi bir eserde, tarihçi
sıfatıyla, o eseri meydana getiren muharririn şahsiyetini bütün ayrıntılarıyla araştırıp
ortaya çıkarır; diğer yandan da tayin ve tesbit etmeye çalıştığı şahsiyetin etrafında
tecessüm ve teşekkül eden içtimai daireleri mesela ailesi, dostları, doğum yeri, ırkı,
milliyeti vs’yi izaha kalkışır ya da kalkışmalıdır. Çünkü hiçbir zaman bir eser ve onun
yazarı tek başına anlaşılamaz.398 Köprülü’nün Spencer ve Cornejo’ya yönelttiği
397 Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü, s. 35/226. 398 Köprülü bu meseleyi izah babında Renard’dan iktibasen ilginç bir örnek vermektedir. “ ‘…Bir eser-i edebî bir çiçeğe teşbih edilebilir: Çiçek kendini tutan dala, dal sâka merbut olduğu için o çiçeği anlamak bütün ağacı, hatta onun yetiştiği toğrağı anlamaya vabestedir.’ Filhakika bir muharriri münferid, her türlü alakalardan azade olarak anlamaya kalkışmak, onu hiç anlamamak demektir. En şahsi bir sanatkâr,
136
eleştirilerin temel ekseni, fert ile cemiyet arasındaki vaki sıkı irtibat noktaları
dolayısıyladır. Fert ve cemiyet arasında Spencer’ın iddia ettiği gibi bir tezattan
bahsedilemez. İkisi arasında, tezat şöyle dursun, tam bir ahenk birliğinden; dolayısıyla
edebiyat tarihinin fertlerin ruh hallerini değil milletin toplumsal hayatını gösteren bir
bilgi şubesi olduğundan bahsedebileceğini ileri sürmektedir. Cornejo da sanatkârın
şahsiyeti meselesinde, kendisinden önceki sanat şekillerinden alıntılar yaparak onları
istediği gibi kullanmak suretiyle gelişme ve ilerleme sağlayabilen sanat eserlerinin
içtimaiyat itibariyle kıymetten yoksun olduğunu iddia etmiştir. Köprülü, onun “tenkit ve
tarihin yalnız yüksek ve ferdi sanat eserlerini göz önüne aldığını söylemekle çok
yanıldığını”399 belirtmektedir.
Zümre edebiyatları alakalı olarak son belirtilmesi gereken husus da şudur: sosyal
hayatın bütün tezahürlerinde olduğu gibi edebiyata ilişkin vücuda gelen hadiselerde de
pek çok karışık ve birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlı olayların mevcudiyeti bizi ister
istemez zümre edebiyatı kavramının tazammun ettiği anlam dünyasına intikal
ettirecektir. Zira halk edebiyatını anlamadan divan edebiyatının yüksek örneklerini
kavrayabilmek imkânsız; Baki’leri Nefî’leri terk ve ihmal ederek de diğer edebiyat
mutlaka muhitine, ailesine, zamanının temayülâtına bir çok şeyler medyûndur. Binaenaleyh, onun asıl şahsiyetini tayin için, kendisinde imtidad eden maziyi ve üzerinde icra-yı tesir eden hali anlamamız lazımdır. Fakat bu da kifayet etmez; onun tahavvülât-ı hayatiyesini, şahsiyetinin temevvücâtını, teessüsünü, nüfûz ve tesirâtını, hayat-ı edebiye ve içtimaiyedeki mevkiini, a‘sâr arasındaki manevi hayatını da öğrenmeliyiz (…) Bir defa bir şahsiyet-i mümtazenin teşekkül ve tebellürünü, mahiyet ve kıymet-i asliyesini gösterdikten sonra, onun temsil ettiği devri, hayat-ı müşterekeyi, yani mensub olduğu zümre ile o zümreyi vücuda getiren büyük hey’eti de anlatmalıdır. Binaenaleyh burada iki ma‘kus hareket icra etmiş oluyoruz: Evvela ferdiyeti bulup onu na-kâbil-i tefrîk, muhteşem vahdetiyle gösterdikten sonra, o şaheseri bir silsile dahiline koyup dâhîyi bir muhitin mahsulü, bir zümrenin mümessili, bir devrin şahikası addediyoruz. İşte dördüncü bir müşkil daha.” Usûl, s. 30-1/28. Krş. “…En orijinal muharrir, şahsiyetinin büyük bir kısmı itibariyle geçmiş nesillerin bir muhassalası, mu‘âsır cereyanların bir cami‘asıdır (…) Muharririn şahsında iltica etmiş, orada bekā bulmuş olan bu maziyi, şahsına nüfuz etmiş bulunan bu hali bilmek icab eder: Ancak o vakittir ki hakiki orijinalitesini meydana koymak, onu ölçmek ve tarif etmek mümkün olur (…) ferdî dehada (…) en büyük bulduğumuz cihet (…) bir devir, bir grubun ma‘şerî hayatını kendisinde toplaması ve o hayatı tecessüm ettirmesi, hülasa temsilî bir mahiyet arz etmesidir (…) dahiyi bir muhitin mahsulü ve bir grubun mümessili olarak arz eylemek gibi biribirine zıt iki istikamete doğru girmeliyiz. Bu da usûlün üçüncü müşkilini teşkil eder.” Lanson, a.g.e., s. 9-10/11-12. 399 “Ferd ile cemiyet arasında Spencer’ın zannettiği vechile bir tezat değil, bilakis bir aheng-i tâm bulunduğu cihetle, tarih-i edebiyat efradın ruhiyâtını değil, milletin içtimaiyâtını gösteren bir şu‘be-i ma‘rifettir. (…) Aynı zamanda tenkid ve tarihin yalnız yüksek ve ferdi mahsulât-ı san‘atı nazar-ı itibare aldığını söylemekle çok yanılıyor. Filhakika eski klasik san‘at ve edebiyat tarihlerine bakılacak olursa, Cornejo’nun bu mütalaasında hakkı olduğu tezahür ederse de, biz, bu yanlış ve gayr-i ilmi telakkinin daima hükümran olacağına, pek haklı olarak, itimad edememekteyiz.” Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü, s. 45/ 237.
137
türlerini anlamaya çalışmak manasızdır. Köprülü’nün bu hususta usûl açısından temel
yaklaşımını anlamak adına aşağıda söyledikleri calib-i dikkattir.
“içtimaiyât sahasında her gün elde edilen yeni terakkilerin, az zamanda, edebiyat tarihlerinin usûl tetebbuunda yeni ve mesûd tahavvüller vücuda getirerek eski ananeleri esasından değiştireceği gayet tabiidir. İşte, her türlü edebiyatın tetkikinde muhtelif zümrelerin mahsulatın ve onlar arasındaki daimî hulûl ve nüfûzu esbâb ve avamiliyle ayrı ayrı tetkik ederek şe’niyet-i bedi‘îyeyi kemâl-i sadakatle izah etmek usûlü, aristokrat edebiyat mahsulatını mücerred ve ferdî bir surette sıralamaktan ibaret olan eski nakıs usûl-i tetkiki kökünden yıkacaktır.”400
Tarihin edebiyata inhisar eden bilgi şubesinde tarihçinin dikkat etmesi gereken
önemli bir husus da, araştırmaları esnasında karşılaştığı edebi bir esere yönelik yapacağı
değerlendirmelerde edebi zevk diye adlandırılabilecek sübjektif hissiyattan nasıl olup da
sakınacağı meselesidir. Edebiyat tarihi çalışmalarında sübjektif unsurlar tarih
araştırmalarına nisbetle çok daha etkin bir şekilde edebiyat tarihçisini uğraştırır.
Köprülü’nün burada işaret ettiği nokta, özellikle kıymet değerinden henüz bir şey
kaybetmemiş ve tarihçinin bizzat kendisinin tesirinde kalması muhtemel eserlerin bu
etkisinden nasıl ve ne şekilde kurtulabileceği problematiği üzerinedir. Diğer vurgu
yaptığı bir konu da bu problem karşısında edebiyat tarihçisinin en az tarihçi kadar, ve
hatta, etkisi günümüzde de devam eden edebi bir eserin kendisi üzerinde
oluşturabileceği tesir dolayısıyla ondan çok daha dikkatli ve titiz davranması
gerektiğidir. Bu güçlük yani edebiyat tarihi araştırmalarında karşı karşıya kalınan “şahsi
teessür”lerden [etkilenme] kurtulma ya da bir başka deyişle sübjektif (enfüsî)
değerlendirmelerden mümkün olduğu ölçüde kendini uzak tutma güçlüğü dolayısıyla
müellif, tarih ilminin bu şubesine hakiki anlamıyla ‘ilim’ sıfatının layık görülüp
görülemeyeceğini sorgulamaktadır.401 Köprülü’ye göre bir tarihçinin yazılı bir vesika
karşısında takındığı tavırla bir edebiyat tarihçisinin edebi bir eser karşısında alacağı
400 a.g.m., s. 45/237. 401 “…Bakî’nin mesela benim üzerimdeki tesirâtından hangisi esere, hangisi benim şahsiyetime tabidir? Ben şahsi tesirâtımı nasıl bir mikyas-ı umûmî addederek bana has bir şeyi umûma teşmil edebilirim? Halbuki edebiyatın tarifi bile onun ruhundaki enfüsiyeti göstermiyor mu? Biz bir dehayı tasvir ve tersim ederken, onun kendi üzerimizdeki tesirâtını kayd u zabt etmekle iktifa ediyoruz; halbu ki böyle sırf enfüsi olan bir bilgiye umûmî ve kat‘î bir mahiyet, bir sıfat-ı ilmiye vermek ne dereceye kadar doğru olabilir? Tamamıyla şahsi bir nokta-i nazara tarafdâr olan münekkid gibi, müverrih-i edebî de mesela Fuzulî’yi tasvir ederken, kendi temayülât-ı şahsiyesini göstermiş olmaz mı? Kezalik, hususiyi umûmîye irca‘ etmek, bir şaheserde tesir-i ferdî ile tesir-i ictimâînin derecâtını tayin eylemek, dehânın büyüklüğünü tenkîs etmeden avamil-i mürekkebesini göstermek, ve bütün bunlarda ilmî bir noktadan hareket etmek ne müşkil, ne tahammül-güdâz, ne meşkûk bir mes’eledir!” Usûl, s. 31-32/29.
138
vaziyet bir ve aynı olamaz; çünkü müverrih o vesikayı düzenleyen muharririn
şahsiyetini gizleyerek incelediği vakanın gerçek değerini ortaya çıkarmaya çalışırken
edebiyat tarihçisi, tam tersine, incelediği eserin bedii kıymetini kazandıran şeyin o eseri
vücuda getiren muharririn bizatihi kendisi olması bakımından eser sahibinin şahsiyetini
tebarüz etmeye çalışır. Müverrih ancak genel karakterli hadiseleri ele alıp fertleri, içinde
bulundukları zümrelere aidiyetleri çerçevesinde dikkate almak durumundadır; oysa
edebiyatın konusu olan his, ihtiras, zevk, güzellik gibi şeyler cemiyet tarafından
yaratılmakla birlikte ferdî birer mahsul olduğundan edebiyat tarihçisi önce fert ve onun
şahsiyetiyle ilgilenir.402 Köprülü, yukarıda edebi eser ve şahsiyet meselesine temas
ederek şöyle demişti:
“Biz, fikr-i insanînin ve medeniyet-i milliyenin tarihini bilhassa onların edebî tezahürlerinde
aramakta, fikir ve hayatın harekâtını daima uslûb arasından keşf ve tesbite çalışmaktayız.”403
Sanat eseri ve o eserin yaratıcısı üzerine mütalaada bulunduğu bir eserinde müellif,
tarihçinin bir sanat eseri ile olan ilişki biçimini en sarih şekliyle ifade etmiştir. Burada
hususen sanat eserleriyle cemiyet hayatı arasındaki sıkı irtibat noktalarını çok çarpıcı
örnek ve ifadelerle izah etmektedir. Yukarıda alıntısını yaptığımız ifadenin daha geniş
ölçüde izahını yine bu eserde bulmak ve görmek mümkündür. Her sanat eseri sadece
ifade ettiği zihnî ve fikrî taraflarıyla değil, üstünde taşıdığı hüsn-i bediî, heyecan-ı bediî
402 “Müverrih, herhangi bir vesika-i muharrere karşısında, muharririn şahsiyetini hazf ederek vak‘anın hakiki kıymetini tayine uğraşır. Halbuki bir eserin bedi‘î kıymetini yapan sırf muharririn şahsiyeti olduğundan, biz bilakis umumiyetleri hazf ile o şahsiyeti tayin ve tesbite çalışırız. Çünki müverrih, umumi vak‘aları göstermek ve efradı ancak zümrelerin mümessili sıfatıyla nazar-ı itibara almak mecburiyetinde bulunmaktadır; halbuki tahassüs, ihtiras, zevk, hüsn gibi şeyler mevlûd-ı cemiyet olmakla beraber ferdî birer mahsul mahiyetinde de bulunduklarından müverrih-i edebî evvela ferdiyetleri tedkik eder. Ruhî, Fuzulî, Vecdî ancak şahsiyetleriyle nazar-ı dikkat ve tetebbü‘âtımızı celbetmektedir. Tarihte farkların, tehâlüflerin tedkikine büyük bir ehemmiyet atfolunduğunu söylerler; biz müverrihlerin hadisât-ı umumiyede aradıkları farkları efrada kadar teşmil ettiğimiz için müverrih, sıfatına daha ziyade istihkāk kesb ediyoruz. Bizim iddiamız, ferdî hususiyetleri tahlil ve tayin etmektir: işte üçüncü bir müşkil” Usûl, s. 29-30/27. Krş. “…Tarihçi umûmî vak‘alara ehemmiyet verir, fertlerle esas itibariyle pek az meşgul olur. Fertler ancak bir takım grupları temsil veya bir takım hareketleri tadil eyledikleri nisbette tarihçiyi alakadâr eder; halbuki biz evvela fertlerde tevakkuf ederiz; zira ihsas, ihtiras, zevk, güzellik ferdî şeylerdir (…) Tarih hissi, farkları hissetmekten ibarettir, deniyor. O hesapca, biz, tarihçilerin en tarihçisiyiz: Zira tarihçinin, umumî vakı‘alar arasında bulmak istediği farkları biz, fertler arasında da arıyoruz. Biz, ferdi orijinaliteleri, yani münferit, emsalsiz ve ölçüsüz hadiseleri tarif etmek istiyoruz. Usûlün işte ikinci müşkili” Lanson, a.g.e., s. 9/10-11. 403 Usûl, s. 27/25.
139
ve okuyan, seyreden, dinleyen üzerinde meydana getirdiği heyecan ile de dopdoludur.404
Yazar aynı zamanda, bakıldığında ya da okunduğunda size bir şey söylemeyen, ifade
etmeyen hiçbir şeyin sanat eseri olamayacağını düşünür. Diğer bir ifade ile mevzusu
olmayan bir sanat eseri mevcut olamaz. O, sanat eserlerini “Musıkî bir hikaye-i ruhiye,
resim, heykeltıraşî eşkâl ve hututun hayalâtı, edebiyat tecelliyât-ı hayatiye ve ruhiyenin
nigematı”405 şeklinde değerlendirir. Burada Köprülü’nün sanat eserleri ile ilgili
söyledikleri, edebî eserler ile tarih ilmi arasında usûl açısından kurmaya çalıştığı
fonksiyonel ilişkiyi göstermesi bakımından bir hayli önemlidir. Genel anlamda sanat
eserlerinin, özelde de edebî eserlerin tarih ilmi için ne ifade ettiği, hususen de
Köprülü’nün metodolojisinde edebiyatın nereye oturduğu bununla daha iyi
anlaşılacaktır.
“Binaenaleyh tevellüd ettikleri zamanın birer mahsulü olmasına nazaran hayat-ı maziyeye aid bize birer kıymetdâr müş‘ire olurlar. Bir çok âsâr-ı san‘atla biz, ezmine-i kadimenin ziyafetlerinde, muharebelerinde bulunuruz. Halk-ı sefîlin, sınıf-ı mutavassıtın, kibârların hayat-ı hususiyelerine dahil oluruz, sarayların muhteşem merasimini görürüz, hayat-ı umûmiyenin cevelân ve harekâtına vâkıf bulunuruz. Ve bunların her biri muhtelif zamanları öğretirler. Geçmiş asırların hayat-ı hususiye ve umûmiyesini, hayat-ı askeriye ve ticariyesini, hayat-ı samime ve diniyesini nazarlarımız önünde yaşattıkları için vekâyi-nüvis olanların âsârından daha ziyade faide temin edebiliriz. Eski zamanların san‘atı nâ-bedîd olmuş medeniyetleri i‘tiyadâtının izhar ve ifadesiyle, mebânînin tarz-ı inşa ve san‘atıyla bize ihtar etmiyor mu? Biz Asurîleri ancak bırakdıkları saraylarla, sütun başlarıyla, müsennemleriyle, Mısrîleri ehramlarıyla, me‘âbediyle, dikili taşlarıyla tanımıyor muyuz? On üçüncü asr-ı miladîyi kal‘a burclarıyla, devr-i intibahı şatolarıyla tanıyabiliyoruz. Büyük İbrahim Paşa hazretlerinin devr-i teceddüd terakkilerini Nedim’in divanı, ve bunda muharrer manzumâtın mevzuları kadar bize gösteren hiçbir şey yoktur. Bir Patrona Halil mel‘ûnu, bir İspîrîzade haini ve bir Galata’da kadısı Deli İbrahim olmamış olsaydı, ve onun Kağıthâne’de inşa ettirmiş olduğu mebâni‘-i sanatkârâne bugün mevcud bulunsaydı o devri bugün daha iyi anlamayacak mı idik? Tarih-i Raşid’in altı cildini okuyunuz, Nedim’in en adi bir manzumesi kadar size o zamanı gösteremez, anlatamaz.”406
Görüldüğü üzere Köprülü edebî bir eserin sadece sanat yönünü öne çıkarmak
suretiyle bedii/estetik yanıyla ilgili gözükmez; bilakis incelediği edebî eser ya da sanat 404 “İşte âsâr-ı san‘atı maziden menkûl sararmış kâğıtlar, ve eşya gibi addeden müverrihler bu noktadan gafil gibidirler, yalnız onların üzerinde mevcud mazinin hayat-ı âdiyesine aid izleri taharri ile iktifa ediyorlar, esas ve ruha nüfuz etmiyorlar. En küçük, en bi-ma‘nâ bir mevzuyu, yahud maziye mahsus bir izhar ve ifadeyi nazar-ı itibara alıyorlar da asâr-ı san‘atın hâmil olduğu sihr ve cazibeye, füsûn ve hüsne atf-ı nazar etmekten çekiniyorlar. Unutuyorlar ki asâr-ı san‘at her şeyden evvel birer eser-i hüsn, binaenaleyh birer eser-i heyecan-âverdir; buna ehemmiyet verilmedikçe en kıymetdar, en esasî kısım kaybedilmiş olur; eski zamanların en ince en zinde tahassüsâtı bu noktada mündemicdir; asıl rayiha-i a‘sâr bütün hayat ve kuvvetiyle bu heyecanın dahilindedir.” Malumât-ı Edebiye, s. 117-8. 405 a.g.e., s. 118. 406 a.g.e., s. 118-9. [Vurgular bize ait]
140
eserlerinin sanatkarâne tarafını ihmal etmeksizin, bunların içinde var oldukları cemiyet
hayatına dair verdikleri malumat ve izahat ile daha fazla meşgul görünür. Tekrar
şahsiyet meselesine dönecek olursak, bir edebi/sanat eserin bize söylemeye çalıştığı şeyi
anlamlandırabilmenin yegâne yolu o eserin ruhuna nüfûz edip mana-yı hakikîsini ortaya
çıkarmaktır. Dolayısıyla bu gibi eserler anlaşılmak için hissedilmeyi beklerler. Aslına
bakılırsa sanat eserlerinin en temel vasfı, içinde bütün bir kainatı olduğu gibi taşıyor
olmalarıdır ve biz bunu ancak sanatkarının hayat-ı ruhiyesi vasıtasıyla bilebiliriz.407
C. Kaynak Kullanımı
Umumi olarak sanat eserleri, hususi olarak da edebi eserlere tarih nokta-i
nazarından bu bakış açısı bize, Usûl makalesinde ele aldığı kaynaklar meselesinde de
yol gösterici olacaktır. Gerek bu makalede gerekse Anadolu Selçuklu Tarihi’nin Yerli
Kaynakları adlı uzunca makalesinde pek çok kaynak eserin ismini zikretmekle kalmaz
kendisinden söz ettiği eserlerin mündericatı yanında nerelerde bulunduğu, batılı
müsteşrikler tarafından kullanılıp kullanılmadığı, tarih araştırmaları açısından eserin
önem ve değeri gibi pek çok meseleye de temas eder.
Bir eseri tanımak için önce o eserin var olduğu bilgisine sahip olmak gerektir.
Bu hususa dair anane ve hususen kitabiyat bilgisi bu konuda bize yardımcı olurlar.
Köprülü’nün burada önemle altını çizdiği şey, Türk edebiyatındaki pek çok şahsiyetin
ananeler aracılığıyla biliniyor olmasıdır; böyle olmakla birlikte, edebiyat tarihi üzerine
araştırmaların kifayetsizliği, yüksek dereceli okullarda buna ait derslerin müfredatta 407 “…Âsâr-ı san‘atın ma‘na-yı hakikîsine, onu mâlâmâl ma‘lûmât bir hale vaz‘ eden ruh-ı zindesine, onun vasf-ı mümtazına, cevherine yani san‘atkârının tarz-ı tahassüs ve tefekkürüne, tarz-ı ifadesine, üslûbuna nüfûz etmek zaruridir. Âsâr-ı san‘at bunun için ma‘na ile mâlâmâldir. Bütün aksâm-ı sâire ‘ârizî, tâbi‘îdir. Bunun için âsâr-ı san‘at bize tevdi‘-i malumât eder, ve onu bu noktadan istintak etmek zaruridir. Şu mutalaadan bunu istihrac ederiz ki âsâr-ı san‘at bütün muhteviyatını bize iade etmek, bize tevdi‘-i malumât eylemek için hissedilmeyi taleb eder. Bir eser-i san‘atı anlamak demek onun üslûbuna nüfûz etmek, iştikâk ettiği kanun-ı ruhîyi keşf etmek, üslûb, elfâz ve kelimât, eşkâl ve hutût, harekât ve evzâ‘ vasıtasıyla, bunların imtizac ile ifade ettiği ma‘nayı anlamak değil midir? Ve bunu ancak iştirak ile, yani onu husûle getiren heyecanı yeniden yaşamakla kuvveden fiile çıkarmak mümkündür. Madem ki eser-i san‘at kanun-ı hassasiyetin mahsulüdürler onu tamamıyla anlayabilmek için aynı suretle hassasiyet kabiliyetine malik olmak zaruridir. Her ne denirse densin âsâr-ı san‘at karşısında heyecan-ı bedi‘î lazım ve zaruridir, o olmayınca bir perde-i mübhemât ve zulmet ile çarpışır, ne olduğunu, ne idiğini anlayamayız (…) Âsâr-ı san‘atın garabeti, teessür-i yegânesi, mümtaziyeti, nâ-şenîdegîsi, hülasa onları lâ-yenkatı‘ teceddüdâtı her san‘atkârın hülyalarıyla, ızdırablarıyla, ihtiraslarıyla, ümidleriyle, sinesinde yaşayan, titreyen, bütün emelleriyle esere mezc olmasından neş’et etmiyor mu? Hiçbir eser-i hakikî-i san‘at yoktur, ki hutûtunda, eşkâlinde bir kâinatı muhtevî olmasın: San‘atkârının hayat-ı ruhiyesi…” a.g.e., s. 122-3.
141
henüz yer almış olması, eski eserlerin neredeyse tamamının basılmamış bir vaziyette
oluşu gibi birçok sebep nedeniyle ananelere güvenilemeyeceğidir. Herhangi bir konu
hakkında basılı ve basılı olmayan bilumum vesika toplandıktan sonra yanlış ve sınırlı
değerlendirmelerde bulunmamak için sair ilim dallarının yardımından da istifade
edilmesi gereğine de ayrıca vurguda bulunur.408 Usûl makalesinde Türk edebiyatı
tarihinin kaynaklarını Garb ve Şark kaynakları olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Buna
göre Garb kaynakları Fransız, İngiliz, Alman, Rus, Macar dillerinde Türkler ve onların
lisan ve edebiyatları hakkında çıkan birçok mecmua, risale, kitaptan oluşur. Bilhassa
bunlar, Osmanlılardan önceki Türk dil ve edebiyatı ile ilgili olarak çok dikkate
şayandır.409 Şark kaynaklarına gelince bunlar meyanında bir çok tarih eseri, hal
tercümeleri, münşeât kitapları, şuarâ tezkireleri vs’yi zikretmektedir.410 Tarihçinin bir
yazma eserden nasıl haberdar olacağı ile ilgili olarak da Köprülü, araştırmacıya bazı
hatırlatmalarda bulunmaktadır. Hususen memlekette vaki kütüphanelerden azami
derecede istifade edebilmek için umumî-hususî pek çok kütüphane fihrist/katalogunun
tetkik edilmesi gerektiğini belirtir; ancak burada da dikkat edilmesi gereken bir başka
408 “Vesaik-i maddiye ve tahlilât-ı hariciye ile meydana çıkabilecek noktaları indî hükümlerle tefsir etmemek için, gayr-ı matbu‘ metinlerin tetebbu‘u, kitabiyât, takvimât, teracim, tenkît-i mütûn, tarih-i lisan, ulûm ve felsefe tarihi, tarih-i âdât, sanayi-i nefîse tarihi, tarih-i siyasî, hatta arkeoloji gibi sair bütün ulûm-ı tarihiyeye müracaat iktiza eder.” Usûl, s. 36/33. 409 “Turfan taharriyatına, Kültigin abidelerine, en eski Türk yazılarına ait bir çok asâr ve makalât-ı mühimme ile, Kutadgubilig, Miracnâme, Tezkiretü’l-Evliya, Mahzenü’l-Esrar-ı Emîr Haydar, Divan-ı Hikmet, Babürnâme gibi eski bir takım metinleri ve sair birçok asâr-ı lisaniye ve edebiyeyi bu meyanda ta‘dât edebiliriz. Zeki Velidî Efendi’nin birinci cildini neşrettiği Türk-Tatar Tarihi ile Leon Cahun’un Asya Tarihine Medhal’inde ve Hammer’in dört cildi lisanımıza menkûl tarih-i cesîmi ile Mister Gibb’in Tarih-i Eş‘âr-ı Osmaniye’sinde evvelkilerde eski Türk edebiyat ve medeniyetine son ikisinde Osmanlılara ait- kıymetdâr ma‘lumat mevcuttur. Bilhassa Hammer’in ilk cildinde menâbi‘-i eser hakkındaki ma‘lumat, tarih-i edebiyat mütetebbi‘leri için gayet ehemmiyetlidir. Menabi‘-i garbiye hakkında, her lisanın ansiklopedilerine, müsteşrikîn mecmu‘aları koleksiyonlarına, o gibi asâr tab‘ eden kitapçıların kataloglarına müracaat edilebilir.” Usûl, s. 37/34. 410 İsmi geçen eserler şunlardan ibarettir: Katib Çelebi’nin Keşfü’z-Zünûn’u, Hoca Tarihi, Âlî, Naima, Cevdet Tarihi, Hadikatü’l-Cevami‘, Hadikatü’l-Vüzera, Tarih-i Atâ, Hammer, Şakaık tercemesi, Feridun Bey Münşeâtı, Âlî’nin Menâkıb-ı Hünerveran’ı, Müstekimzade’nin Tezkiretü’l-Hattatîn’i, Mecdî, Ataullah ve Şeyhî’nin Zeyl-i Şakayık zeyilleri; Sehi, Lâtifî, Salim, Fatin tezkireleri, Ahdî’nin Gülşen-i Şuerâ’sı, Hasan Çelebi, Aşık Çelebi, Fâizî, Âsım, Riyazî, Rüfaî, Kefevî, İzzetî, Safaî, Rıza, Vasıf, Himmetzade, Müceyyib tezkireleri, Ebu Bekir Paşazade Akif Bey’in Mir‘âtü’ş-Şi‘r’i, Bağdatlı Şefkatî, Arif, Hikmet, Nazmi tezkireleri, Belig’in Güldeste-i riyaz-ı irfan’ı ve buna yazılan zeyller, Hüseyin Efendi’nin Amasya Tarihi, Ali Emirî Efendi’nin Tezkire-i şuara-yı Âmid’i, Sakıb Dede Tezkiresi, Esrar Dede Tezkiresi, Sema-hane-i edeb, Habib Efendi’nin Müstekimzade’den alınan Hatt u Hattâtân’ı, Fehim’in Sefinetü’ş-şüarâ’sı, Esad Efendi’nin Etrâbü’l-edvâr’ı, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Mevzû‘âtü’l-Ulûm tercemesi, Şarih Sürûrî’nin Bahrü’l-Maârif’i, Eğirdirli Hacı Kemal’in Câmiü’n-Nezâir’i, Bursalı Tahir Bey’in henüz Osmanlı Erbab-ı Ulûm ve Maârifi adlı eseri. Usûl, s. 38-9/35-6.
142
müşkil derhal sizi karşılayacaktır: Kütüphanelerimizdeki matbu eserlere ait oluşturulan
fihrist/katalogların yanlışlığı…411
1. Tenkitli Metin Neşri
Köprülü Usûl makalesinde, son olarak, edebi bir metnin nasıl tahlil edilmesi
gerektiği üzerine genel bir yol haritası şeması vermekte; yani bir nevi Türkiye’de
tenkitli neşir usûlünün öncülüğünü yapmaktadır. Buna göre edebi bir metni tanımak için
yapılacakları yedi-sekiz madde ile tasvir eder. Önce bir metin muharririn el yazısı ile mi
yazılmış, değilse eldeki eserin aslına uygun olup olmadığı tesbit edilmeli; aslına uygun
olmadığı anlaşıldığı takdirde de isnadın hangi açıdan yapıldığı meselesinin enine
boyuna ele alınması gerektiğini ifade eder. Metin gerçekten sahih midir? Fazla veya
eksikliği mevcut mudur? suallerine muhatap olan tarihçi bu soruların matbu eserler
kadar matbu olmayan eserler için de varid olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.412 Bir de
bu konuyla alakalı olarak dile getirilen mesele, mahlasların benzerliği dolayısıyla vuku
bulan karışıklıklar hadisesidir. Mesela Şeyhî adında edebiyatımızda dört-beş Türk
şairinin varlığı, herhangi bir mecmuada bu isimle kayıtlı bir gazel ya da kasideye
tesadüf edildiğinde, araştırıcıyı bunun hangisine ait olduğu meselesiyle karşı karşıya
bırakacaktır. Böylesi bir sorunun giderilmesi adına Köprülü’nün usûl açısından teklifi
şu minval üzeredir:
411 Bu yanlışlıklara dair şu birkaç örneği vermektedir: “…Sinan Paşa’nın Tezkiretü’l-evliya’sı Bayezıd Kütüphanesi fihristinde Tazarruât namı altında, Ayasofya’daki Ahmed Paşa Divanı fihristte Divan-ı Fazıl Ahmed Paşa ismiyle durmaktadır! (…) hayatının büyük bir kısmını kütüphanelerde edebî metinlerin tetkikine hasreden mütetebbi‘ orada muhtelif mevzulardan bâhis muhtelif mecmualar bulacaktır ki, fihristlerde ekseriya Mecmu‘atü’r-resâil namı altında geçen bu kısm-ı vesâik, hakikat halde medfun ve mechul birer hazine hükmündedir; eski şairlerin hayat-ı hususiyelerine, revâbıt ve münasebetine aid bir çok muzlim noktalar o sayede tenevvür edebilir. Bazen hiç olmayan ciltler arasında na-me’mûl defâin-i ma‘lûmâta tesadüf olunabilir. Münşeât mecmuaları kabîlinden eserlerde de o gibi tafsilata tesadüf edildiği vakidir. Bir şairin hayat-ı hususiye ve edebiyesini, dostlarını, mu‘âsır veya selefleri hakkındaki efkarını, mu‘âsır ve mu‘akkiblerinin onun hakkındaki düşüncelerini elde etmek için edebî metinleri büyük bir dikkat ve itinaile satır satır tahlil etmelidir…” Usûl, s. 40-1/37. Maalesef bu problem henüz aşılabilmiş değil. Süleymaniye Kütüphanesinde Esad Efendi koleksiyonunda yapılan yeni bir çalışma ile kayıtlarda 5000 adet görünen cilt sayısının bu yeni fişleme sonrasında 7400 küsür cilt esere iblağ ettiği görülmüştür ki bu yaklaşık olarak o koleksiyonda mevcut kaydın yüzde ellisine tekabül etmektedir. (Bu çalışma Nevzat Bey’in müdürlüğü döneminde başlatılmış olup iki yılda tamamlanmıştır.) 412 “…Çünki başkasına atf olunarak bazı eserlere de tesadüf olunuyor. Selatîn-i Selçukiyeden İzzeddin’e atf olunan kıt‘a ile, Sultan Osman’ın diye maruf olan manzume, sonra Kemal’in Sultan Veled’e isnad ettiği şiirler -şekil ve üslûblarından pek kolay anlaşıldığı vechile- çok muahhar zamanlara aid eserlerdir…” Usûl, s. 42-38.
143
“Lisan ve üslûbu, kasidenin takdim edildiği zat hakkındaki tarihi malumât, Şeyhî’lerin Divan’larına müracaat, mecmu‘anın tarih-i tahriri bu hususta ma‘lumât-ı kâfiye te’min eder. Metinlerin sıhhat ve noksanına gelince, matbu‘ divanlardan birçoğunun noksanı yazma nüshalarla mukabele edilerek pek kolay anlaşılır. Yazma nüshalar eğer müte‘addid ise onları birbiriyle karşılaştırarak tam bir nüsha-i asliye vücuda getirmek elzemdir; muharririn hatt-ı destiyle bir eser mevcut olursa, mukabele meselesi bir kat daha kolaylaşır. Yalnız, bir şair bazen müte‘addid defalar Divan tertib ettiğinden, hatt-ı dest ile muharrer bir nüsha bulunca onunla iktifa etmemeli ve onun tarih-i tertibinden sonra şairin tabii bir çok asâr daha vücuda getirdiğini düşünerek mecmu‘alarla diğer nüshalara da müraca‘at eylemelidir. Tâcü’t-tevârih ve Şeyh Galib Divan’ı gibi bazı asâr-ı matbu‘a, büyük bir dikkat ve itina ile tertib edildiklerinden onlar hakkında bu gibi mesa‘î-i evveliyeye lüzûm yoktur. [Fakat buna rağmen, Galib’in Divan-ı matbu‘unda mevcud olmayan bazı asârına dest-res oldum]”413
Metnin kaleme alındığı yer ve tarih, istinsah tarihi ve yeri ayrıca müstensihin kim
olduğu bilinmelidir. Tarih, müstensih ve istinsah yerinin belli olması bize o eserin
intişar sahasını, sahih bir nüsha olup olmadığını bildirmeye yardımcı olacaktır.
Fuat Köprülü’nün, ileride daha geniş bir biçimde ele alacağımız gibi, burada
usûl açısından dikkati çeken bir tarafı, eldeki mevcut karine ve bulgulara dayanarak
vardığı faraziyelerdir. Bir metni tanımaya matuf bir çabada buna dair izler hemen göze
çarpar. Bundan dört yüz sene önce Tebriz’de yazılan bir İskender-nâme nüshası ya da
üç asır evvel İstanbul’da kaleme alınan bir Nevaî Hamsesi bize Maveraünnehir ve
Azerbaycan Türkleri ile Anadolu Türkleri arasında vaki fikrî münasebetlerin varlığını
göstermesi bakımından büyük öneme sahiptir. Yine mesela, Fuzûlî’nin hayatta olduğu
dönem içinde İstanbul’da yazılmış bir Fuzûlî Divanı’na ulaşmış olsak, bu şairin
şöhretini saltanat payitahtına dek genişletmiş olduğu yorumunda bulunabiliriz. Bu gibi
yorum ve tahminler/faraziyeler mutlak bir hakikati göstermekten her ne kadar uzaksa da
konu hakkında yapılacak sair araştırmalar neticesinde birer hakikat haline
kalbolabilecek niteliği her zaman üzerlerinde taşırlar.414 Metnin ifade ettiği mananın
tam ve vazıh bir biçimde anlaşılabilmesi için dilin kendi yapısı içinde geçirdiği çeşitli
tekâmül devirlerini de hesaba katarak metinde geçen kelime, cümle, ıstılah ve tabirlerin
delalet ettiği manalarını açık bir surette belirlemek gerekir. Diğer yandan o devrin
hususiyetlerine ima ile bulunulan göndermeleri, mitoloji ile ilgili nükteleri idrak
etmeden ele alınan herhangi bir metni layıkıyla anlamak mümkün olamaz. Buraya kadar
anlatılanlar daha çok bir metni anlamak için yapılan hazırlık safhalarını işaret 413 Usûl, s. 42/39. 414 Usûl, s. 43/40.
144
etmektedir. Bundan sonradır ki bir metnin mevzuu, üslubu, nükte ve incelikleri,
hususiyetleri tetkike konu edinilmelidir. Bir edebiyat tarihçisinin etki ve fonksiyonu da
bu tetkik aşamasında kendini gösterecektir; zira edebî ve daha enfüsî olan bu safhada
edebiyat tarihçisinin fıtrî meziyet ve özellikleri konuşmaya başlar. Bir başka deyişle
metnin fikrî, hissî ve sanatkârâne tarafını tesbit etmeye çalışmak aynı zamanda,
incelenen eserin tarihçi üzerinde bedii tesir icra etmesine yol vermek anlamını da tevlit
edecektir. Bu aşamada sanatkârın dil ve üslub bakımından kendinden öncekilerden ve
çağdaşlarından hangi bakımlardan ayrıldığı, genel olarak tarz-ı tahassüs ve tefekkür
şekillerinden nasıl etkilendiği ortaya çıkar. Bunun yanı sıra eserde geçen fikriyatın
genel anlamı yanında örtük olarak ya da imaen ifade etmeye çalıştığı mananın da
gösterilmesi gerekmektedir.415 Araştırmaya konu olan eserin vücuda geldiği ortamın da
tesbiti, metnin okuyucuya söylemeye çalıştığı mesajı anlamada büyük yardımı olur.
Eserin hangi ruh halleri ve ne tür teessürlerle meydana getirilmiş olduğunu keşfetmek
için tarihçi, hal tercemelerini, muharririn şahsi ve umumi hayatını, tahsil ve tefekkür
tarzını, ırkî, ırsî ve hatta muhitin kendisi üzerinde yaptığı tesiri göz önünde tutmalıdır.
Köprülü, bu hususlara dair vesikaların hemen neredeyse yok olduğunu belirtir ve
edebiyat tarihçisinin bu konulara ilişkin maruz kalacağı zorluğa işaret eder. Bu zorluk
yani vesikaların az oluşu ya da yokluğu dolayısıyla araştırıcı, o konulara ait bazı
faraziye isnadı ve istidlallerde bulunmaya mecbur kalacaktır. Bir diğer husus da eserin
mazhar olduğu rağbetin ve icra ettiği nüfuz dairesinin bilinmesine matuftur. Gerçi
eserin kazanmış olduğu rağbet ile icra ettiği nüfuz arasında her zaman bire bir ilişki
aramak beyhudedir. Zira çok şöhret kazanan bir eser daha sonra bu şöhretinden çok şey
kaybedebildiği gibi uzun bir zaman hiç dikkat çekmeyen bir eser de daha sonraları
büyük bir makbuliyete nail olabilmektedir. Kaynak meselesiyle ilgili olarak Usûl
makalesinde zikretmeye değer gördüğü son bir husus da edebiyat tarihçisinin kaçınması
415 “…Sonra, efkârın umûmî ve mantıkî ifadeleri altında, sanatkârın muhît-i edebî ve ictimaîsinde umûmiyetle hükümrân olan ve binaenaleyh eserde umûmî hatlar, işaretlerle imaen gösterilmekle iktifa olunan cihetler teşrih edilmelidir. Bir cümlenin tertib-i mu‘avvecinde, bir terkibin edâ-yı lâubâlîsinde, bir mısra‘ın lâkayd bir imâlesinde, bir veznin musıkî-i beyanında, renkdâr bir seci‘de bir devrin bütün ruhu, bütün maneviyeti teksif edilmiş olabilir ki bunu metnin zevahiri değil müverrih-i edebînin kabiliyet-i maneviyesi meydana çıkarabilir. Fakat keyfimize, şahsiyetimize çok fazla aldanarak mesela Şeyhî ve Necati’yi anlatmak isterken kendimizi anlatmayalım. Bir eser-i edebî, evvelce de söylediğimiz gibi, zaman ve mekân tevellüdüyle muharririne göre, yani daha ziyade tarihi bir nokta-i nazardan tedkik olunmalıdır.” Usûl, s. 44/40.
145
gerektiğini düşündüğü önceki menbalardan edinilen yanlış malumattan bir türlü
kendilerini kurtaramamalarıdır.416
2. Edebî Eser
Buraya kadar özetlenen kısımda daha çok Köprülü, edebî eserler nokta-i
nazarından mevcut kaynakların nasıl ve ne şekilde değerlendirilebileceği meselesini
tartışmıştır. Yukarıda ismini zikrettiğimiz bir başka makalesinde kaynaklar meselesine
çok daha geniş bir mikyasta değinme ve tarih araştırmalarında kaynak niteliğini taşıyan
eserleri daha teferruatlı değerlendirme fırsatını bulmuştur. Ancak dikkat edilecek olursa
siyasi ve içtimaî tarih araştırmaları için de önerdiği mehaz çeşitliliği, edebiyat
araştırmaları için önerdiği çeşitli kaynak başlıklarıyla birebir örtüşür. Münhasıran
Anadolu Selçukluları dönemine ait eserleri incelediği çalışmasında, Anadolu’ya
yerleşen Türk cemiyetinin muhtelif yönlerini ortaya çıkarırken hangi kaynak eserlerden
nasıl yararlanılması gerektiğine ilişkin pek çok kaynağı söz konusu ettiği görülmektedir.
Her ne kadar bahsi geçen makaleyi Anadolu Selçukluları tarihine inhisar ettirmiş olsa
da yaptığı araştırmalarda kaynaklara dair nasıl bir usûl takip ettiğini, misalleriyle
birlikte, bu makale vesilesiyle takip etme imkanı bulmaktayız.
Yüz sayfayı aşkın makale ana iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde daha
çok tarih araştırmalarında geleneksel olarak kullanılagelen vekayinâmeler dışında belli
başlı sair kaynakların nelerden ibaret olduğu mufassal bir şekilde ve örneklerle izah
edilmeye çalışılmış; ikinci bölümde de yine bu döneme ait bir kaynak eserin 416 “…Ziya Paşa mesela Harabât mukaddimesinde filan ve falan şair hakkında ne gibi mutala‘ât serdettiyse, herkesten aynı hükmü işitir ve her kitapta aynı mülahazalara tesadüf edersiniz. Harabât’ta, mesela Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk için cihana geldiği yazılmış diye herkes zavallının eş‘âr-ı sairesine kıymetsizlik isnad ederler. Halbuki bunlar arasında Galib’in Divan’ını tetkik etmek şöyle dursun hatta görenler bile pek azdır. Bu tasallüf illeti kemâl-i merâretle itirafa mecburum ki ihtiyarlardan çok ziyade gençler arasında hüküm-fermâ olmakta, ve mekteplerimiz, en zeki şakirdleri fena birer mutasallif olarak yetiştirmektedir. Yapılmış fikirleri derhal alıp birbiriyle münasebât ve irtibâtını hiç düşünmeden kemâl-i huzur ile zihnimizin raflarına sıralamanın neticesi olarak, bugün eskiler arasında isimlerini bildiğimiz yegâne adamlar, ya Ziya Paşa’nın Harabât’ında, ya Ebuzziya Kütüphanesi meyanında, yahut Kudemadan Birkaç Şair, Osmanlı Şairleri, Eslaf gibi risalelerde gördüğümüz şahsiyetlerdir. Halbuki onların da yalnız, yalnız isimlerini biliriz! Edebiyat tarihi hakkında cehaletimiz bu kadar kesif iken, herhangi zeki gence sorsanız, size mesela Türk nesrinin tekâmülünü -Ebuzziya merhumun Nümûne-i Edebiyatı’ndan müstahrec malumatıyla- izaha çalışır… İşin en garib ciheti şu ki izahatının doğruluğuna kendisi de kani‘dir! Eğer cehalet, insana her şeyi o kadar basit ve bedihî göstermese, bugün her şu‘be-i ma‘rifette bu kadar sahte mütehassıslara rast gelmezdik! İşte ilmî usûllerle edebiyat tarihimizi tetkik etmek isteyen bir adam evvela bu gibi efkâr ve mutala‘âttan dimağını tecrid ettikten sonra işe başlamalıdır.” Usûl, s. 47/43-4.
146
(vekayinâme/kronik) tenkitli bir tanıtımı yer almıştır.417 Birinci bölüm kendi içinde 6
ayrı kısma ayrılır418 ve her birinde tarihi bir devri aydınlatırken başvurulması gerektiğini
düşündüğü çeşitli türde eserler hakkında kimi zaman kısa kimi zaman da geniş malumat
verir. Bizim bu makaleden söz edişimizdeki gaye, bunun geniş bir özetini vermek ya da
Anadolu Selçukluları ile ilgili şimdiye kadar yapılmış olan neşriyattan bahsetmek değil;
aksine bu uzunca makale dolayısıyla tarihi bir devri tetkik ederken Köprülü, ne tür
kaynaklardan istifade ile bunu gerçekleştirmekte ve ilim erbabına tarih araştırmalarında
nasıl bir usûl takip edilmesi gerektiğini öğütlemekte… genel hatlarıyla bunu ortaya
çıkarmaktır.419
Makalenin tasnifinde bizi ilgilendiren yön daha çok kendi metodolojisi hakkında
ipucu verir misallerin yer aldığı “Sair Edebi Kaynaklar” başlığı altında incelenen
kaynak eserlerdir. Bu başlık altında incelediği eserlerin tafsilatına geçmeden önce tarihi
kaynak mefhumunu dar manasıyla düşünen eski telakkilere bağlı tarihçilere yönelttiği
eleştirilere şöyle bir göz atmak faydadan hali değildir.
“Şimdiye kadar Anadolu Selçukluları tarihi ile uğraşanlar, bu vekayinâme’lerin bazılarından ve bir dereceye kadar da resmî vesikalar’dan istifade etmişlerse de, sair edebî kaynaklar’dan faydalanmayı hiç hatıra getirmemişlerdir. Tarih mefhumunu, sadece kronoloji’ye, jeneoloji’ye, biyografi’ye ve nihayet, askerî ve siyasî hadiselerin tasvirine inhisar ettiren, çok dar ve çok eski telakkilere bağlı tarihçilerin bu hareketi pek tabiîdir. Lâkin, bugün artık bütün dünyaya yayılmış bulunan yeni ve geniş tarih telakkilere göre, XII-XIV. Asırlarda Anadolu Türk cemiyetinin dinî, fikrî, bediî, iktisadî hukukî cephelerini aydınlatmaya yarayacak sair birtakım edebî eserler de, tarihî kaynak hizmetin görmek bakımından, meselâ vekayinâmelerden, vakfiyelerden, kitabelerden, sikkelerden daha az ehemmiyetli değildir; hattâ, hadiselerin dış görünüşleri’ni değil, asıl iç mahiyetleri’ni, arızî ve tesadüfî vakıaları değil, o imkanları yaratan daimî âmilleri anlamak hususunda, bunların ehemmiyeti belki birincilerden daha üstündür. Bunu söylemekle, tarihî çalışmalarda tahlil’in ve sağlam bir filoloji kültürüne dayanan érudition’un kıymetini küçültmek istemiyoruz; yalnız, bugünkü tarih telakkîsi’nin, artık bununla iktifa edemeyerek, daha çok geniş ve terkibî bir mahiyet aldığını anlatmak ve bununla müterafık olarak, tarihî kaynak mefhumunu da artık çok genişlemiş olduğunu, ve eski tarihçilerin hiç ehemmiyet vermedikleri bir takım şeylerin de tarihî kaynak olarak kullanılabileceğini göstermek ümidindeyiz”420
417 Kadı Burhaneddin Abu Nasr b. Mesud Anevi, Anîs Al-Kulûb, (608 h.-1211-12 m.) 418 Bu altı kısım şu başlıklardan oluşur: I. Yerli Kaynakların Ehemmiyeti ve Basılmış Yerli Kaynaklar II. Basılmamış Kaynaklar III. Vekayinâmeler IV. Kaybolmuş Vekayinâmeler V. Diplomatik Kaynaklar VI. Sair Edebî Kaynaklar 419 Makale hakkında daha geniş malumat için bkz. Bölüm I. 420 “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Belleten, c. VII/1, 1943, s. 387 (Bundan böyle Anadolu Selçukluları); ayrıca bkz. “Mamafih XIV. asır Anadolu tarihi için müracaat edilecek daha başka
147
Görüldüğü gibi Köprülü’nün tarihçilik anlayışında, kaynakların kullanımı açısından,
edebi eserlerin hatırı sayılır bir önemi vardır. Burada eski telakkilere bağlı müellifleri,
birinci derecede, sadece siyasi hadiseleri öncelemeleri, sikke ve kitâbeler ile resmi
vesika ve vekayinâmeler dışında hiçbir kaynaktan istifade etmemiş olmalarını tenkit
etmektedir. Oysa edebi kaynaklar, bahsi geçen asırlar arasında, sadece Anadolu tarihi
değil; genel anlamda Ortaçağ Türk ve İslam tarihi tetkikleri için vazgeçilmez birer
mehaz niteliği taşırlar. Makalede edebi kaynak olarak nitelediği eserleri beş başlık
altında incelemiştir. Bunlar münşeât mecmuaları, istifâ kitapları, evliya menkabeleri,
tarihi romanlar, ilmî ve edebî eserler maddelerinden oluşur. Bunlardan hususen evliya
menkabeleri, tarihi romanlar ve ilmî-edebî eserlerin, bir devrin sadece siyasi değil
sosyal tarihini meydana koymak bakımından ne denli zengin malumata sahip oldukları
bol örneklerle izaha çalışılmıştır.
3. Münşeât Mecmuaları
Bu başlık altında ‘münşi’421 ve ‘münşeât mecmuaları’422 tabirlerinin Ortaçağ
Müslüman ve Türk devletlerinde ne gibi anlamlar taşıdığı ve görev ifa ettiği
meselelerine değinmektedir. Burada hususiyle belirtilmesi gereken birkaç nokta
şunlardan ibarettir. Devletin iç ve dış yazışmalarını idare eden inşa divanı dairesi içinde
dönemin en yetkin münşilerinin (kâtip) bulundurulması usûlü, Ortaçağ Müslüman ve
Türk devletlerinin ortak ve değişmez özellikleri arasında yer almakta idi. Bu münşîlerin
bir kısmı, edebî kültür ve İslam ilimlerindeki vukûfiyet bakımından, Arap ve Acem
edebiyatlarının en büyük üstatlarından sayılır. XII. asırdan itibaren Yakınşark
devletlerinde devlet işlerinde ricalin kullandığı dil oldukça ağır ve süslü bir üslûp ile
yazılması genel bir gelenek halini almış bulunuyordu. Bu itibarla Anadolu Selçukluları
İslam menbaları da yok değildir: Münşeat mecmuaları, muhtelif mahiyette edebî ve tasavvufî eserler, vakıfnâmeler, evliya menakıbına ait mecmualar gibi…” Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 18/54. 421 “İyi nesir yazanlar hakkında kullanılır bir tabirdir. Bunun yerine ‘Nâsir’ de kullanılır. Münşi mânaca kâtipten farklıdır. Kâtibe nispetle Münşi daha zayade bilgi ve rüsuh (maharet, meleke) sahibi sayılır. Bu sebeple kâtip, muharrir, yazıcı, münşi tâbirindeki kudreti ifade edemez. Kâtip; devlet dairelerinde, muharrir gazetelerde, yazıcı ise dükkan ile loncalarında yazı yazan mânalarında kullanılırdı.” “Münşi”, Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. II, s. 620. 422 “Münşiler tarafından yazılıp bir araya toplanan yazı örnekleri mecmualarına verilen addır. Bunlar bir vakit ki inşa kitapları gibi örnek olarak kullanılırdı. ‘Münşeat’lar yazı heveslileri tarafından istinsah edilir, yahut yazdırılır, icap ettikçe müracaat edilmek saklanırdı…” “Münşeât Mecmuaları”, Pakalın, OTDTS, c. II, s. 620.
148
da tıpkı Büyük Selçuklu devleti ricalinin chancellerie423 ananelerine sadık kalmış ve
devlet dairelerinde Farisî diline büyük bir yer vermiştir. Büyük Selçuklu, Harzemşahlar
ve sonraki Türk devletlerinde devam edegelen divân ananelerine göre divânlardan
yazılacak her türlü yazılar için büyük münşîlerin vücuda getirmiş oldukları örneklerden
çıkarılan bazı kaideler mevcuttu ve bu büyük münşîlerin kaleminden çıkmış yazılar
bazen kendileri bazen de başkaları tarafından toplanarak münşeât mecmuaları’nda
tefrika edilirdi. İşte münşeât mecmualarının devletlerin kaybolmuş birtakım diplomatik
kayıtlarını muhafaza etmek gibi, kendisinden hiç umulmayan, bir görevi ifa ettiğini de
belirtelim. Ancak hemen ifade edelim ki münşeât mecmuaları sadece resmi evrakı
muhtevi bir külliyat değildir. Şayet durum bundan ibaret olsaydı bu tür eserler edebî
kaynaklar arasında mütalaa edilmez daha çok diplomatik kaynaklar meyanında
zikredilmeye hak kazanırdı. Kaldı ki büyük divân muhaberelerini idare etmiş herhangi
bir münşinin münşeatında sultaniyât denilen resmî vesikaları ve ihvaniyât adı verilen
hususi mektupları havi kısımlar dışında mukaddime, ithafiye, edebî nesir ve üslûp
hakkında mülahazalar gibi bölümler bulunmaktadır.424 Münşeât mecmualarının bir
başka çeşidi daha vardır ki inşâ divanından çıkabilecek her türlü resmî yazının
suretlerini saklayan bir nevi şakk mecmuası mahiyetindedir. Bunların tarih araştırmaları
açısından önemi, dîvân kâtipleri tarafından bilinmesi gereken lakablara, ünvanlara ve
teşrifata dair birçok malumâtı içinde barındırıyor olmasındadır. Zira bütün bunlara ait
verilen örnekler, türlü türlü memuriyet ve vazifeler tevcihine ait hükümler dolayısıyla
isim hanelerinin boş bırakılmasından da anlaşılabileceği üzre bir tür inşâ kalıplarıdır ve
hususen hukukî müesseseler tarihi için vazgeçilmez birer mehaz niteliğini havidir.425
423 Köprülü makalede bu tabiri Türkçe karşılık vermeksizin kullanmıştır. Kelimenin Kâmus-ı Fransevi’deki anlamı şöyledir: Mühürdârlık, Kānçelârlık, mühürdâr veya kānçelâr kalem dairesi, Beylikci-i divân-ı hümâyûn dairesi. 424 Anadolu Selçukluları, s. 413-4. Bu münşeât mecmualarının oluşturulmasındaki gaye ile ilgili olarak Köprülü şu iki maddeyi zikreder: “Esasen, bu münşeât mecmualarının tertibinde başlıca iki gaye gözetilir: Önce, kâtibin edebî kudretini göstermek, sonra da, dîvân hizmetinde bulunanlarla edebiyat meraklılarına, taklit etmeleri icab eden güzel örnekler vermek. Yoksa, bu eserleri tertib edenler, tarihî bir kaynak vücuda getirdiklerini hiçbir zaman düşünmemişler, sadece, bediî bir gaye tâkib etmişlerdir; Harizmşâh Alâeddîn Töküş devrinde onun inşâ dîvânı’nın başında bulunan Bahâeddin Mohammed b. Müeyyed-i Bağdâdî’nin at-Tavassul ila’t-Tarassul adlı münşeât mecmuası buna güzel bir misaldir. a.g.m., s. 414. 425 Bu tür münşeât kitapları arasında şöhretine binaen Mohammed b. Hinduşâh’ın düzenlediği Düstûr al-Kâtib fî Ta‘yîn al-Merâtib isimli eserini zikretmektedir.
149
Anadolu Selçukluları özelinde bu dönemin bir iki münşeât mecmuasından
tarihçilerin istifadesine sunulabilecek tarihi malumâta gelince şunlar söylenebilir.
Devletin başında bulunan sultanların kardeşleri ve diğer bazı devlet başkanlarıyla olan
mektuplaşmaları, devlet ricalinin kendi aralarında yaptıkları yazışmalar ve bazı
kasideler vs.426 Yine bu dönemin münşeât mecmuaları arasında yer alan Mektûbât-ı
Mevlânâ isimli eser de içindeki hususî mektuplarla o devrin fikrî ve manevî tarihi
hakkında dikkate şayan bilgiler vermektedir. Eser ayrıca Mevlânâ’nın Selçuklu ricaliyle
gerçekleştirdiği teması göstermesi bakımından da önem taşır; diğer yandan o dönemin
devlet ricali beyninde kullanılagelen bir takım lakab ve unvanları belirtiyor oluşuyla,
diğer bazı eserlerde Anadolu Selçukluları titulature’üne dair bulunan mühim kayıtları da
ikmal etmektedir.427
4. İstîfâ Kitapları
Ortaçağ Müslüman Türk devletlerinin hemen hepsinde olduğu gibi gerek Büyük
Selçuklu gerekse Anadolu Selçuklu devletinde malî işlere istîfâ dîvânı ve maliye
memurlarına da mustavfî adı verilirdi.428 Bu memurlar tarafından kaleme alınan istîfâ
kitapları malî idare hakkında bilgi alınabilecek en önemli kaynaklar arasında yer alır.
Mustavfîler maliye işlerinde görev alan memurlara yaptıkları işle ilgili teknik bilgiler
vermek maksadıyla bu eserleri vücuda getirmişlerdir. İstîfâ kitaplarında daha çok “…ait
oldukları devirlerin malî sistemine, istîfâ dîvânı’nın teşkilatına, orada kullanılan
defterlerin mahiyetine ve tanzim usûllerine, varidat ve masraf nevilerine, vergilere,
426 “…Paris millî kütüphanesi’nde, yukarıda adı geçen at-Tavassul adlı münşeâtın bulunduğu cild içinde, (v. 128) den başlayarak (v. 174) e kadar, Bedreddin Rûmî adlı bir Anadolu münşîsinin at-Tarassul ila’t-Tavassul adlı münşeât mecmuası’ndan birtakım mektublarla, Anadolu Selçukluları ricalinden Sâhib Şemseddin İsfahânî’nin iki mektubu ve bir kasidesi (v. 174-178), Rükneddin Kılıç Arslan’ın kardeşi İzzeddin Keykâvus’a gönderdiği bir mektup (v. 181-182), Selçuklu ricalinden Kemâleddin Kâmyâr’a verilen menşûr (v. 182-184), Celâleddin Harizmşâh’ın Alaeddin Keykobâd I’e gönderdiği iki mektup ile (v. 184-186) Alâeddin’in ona cevabı (v. 186-187) mevcut bulunuyor.” a.g.m., s. 415. 427 a.g.m., s. 416. 428 Devlet gelirlerinin tahsili ve masraflarının ödenmesi istîfâ divanı tarafından yerine getirildiğinden bu idare şubede vazife alacak memurların seçimi işinde büyük dikkat gösterilirdi. İstîfâ dîvânında maliye işlerinin düzen ve disiplinini temin için sıkı kontrole tabi çeşitli defterler tutulurdu. Yabancıların anlamaması ve tahrifata sebebiyet verilmemesi için bir nevi şifre özelliği taşıyan siyakât yazısı ve erkâm-ı dîvâniye denilen şifreli rakamlar kullanılırdı. Bu dairede çalışan memurlar, bahsi geçen hususi şifreleri bilmekle mükelleftirler aynı zamanda tutulan defterlerin mahiyetini, tanzim tarzlarını, her sahaya ait hususi vergi kanunlarını, tedavüldeki muhtelif paraların ayar ve sıkletlerini, alım satımda kullanılan her türlü ölçüyü bilmeleri gerekmekteydi. a.g.m., s. 417.
150
maaş ve tahsilatlara, devletin umumî bütçesine…”429 dair bilgiler bulunur.
Vekayinâmelerde bu konulara ilişkin bilgi ve belgelerin azlığı dolayısıyla bir devrin
malî ve iktisadî tarihini aydınlatmak bakımından bu tür eserlerin tetkiki büyük
ehemmiyet taşımaktadır.430
5. Evliya Menkabeleri
Köprülü Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili eserinde XIII-XIV. yüzyıllardaki
dini yaşantının kendine mahsus şartları ve bu şartlar muvacehesinde gelişen, serpilen
tasavvufi tarikatler hakkında kısa fakat toplu ve açık bilgi gereksinimine ihtiyaç
olduğunu; Ortaçağ Anadolu Türklerinin siyasi tarihinin ve Osmanlı Devleti’nin
kuruluşu meselesinde etkin olan dini amillerin ancak bu vesileyle anlaşılabileceğini
belirtmektedir.431 Mezkur makalede de bu hususu, sözü Batı edebiyatında ‘légende
hagiographique’432 eserlerine getirerek, bizdeki geleneksel tarihçiliğin bu gibi eserlere
müracaat konusunda ne denli geri kaldıklarından şikayet etmek suretiyle dile getirmiştir.
Zira Ortaçağ Müslüman ve Türk tarihinin pek çok karanlık kalmış noktasını
aydınlatmak açısından evliya menkabelerinin tarihi kaynak olarak kullanılması hadisesi
göreneğe bağlı tarihçiler nezdinde gerekli ilgi ve iltifatı kazanamadığı için bu tür
kaynaklardan gereği kadar istifade edilmesi hep ihmale uğramıştır. Ancak burada
köprülü menakıb kitaplarıyla ilgili bir hususa dikkat çekmektedir; o da bu tip kitapların
429 a.g.m., s. 418. 430 Anadolu Selçuklularının mali ve iktisadi tarihinin aydınlatılması bakımından Köprülü bir noktanın altını hususiyle çizmektedir. İlhanlılar devrinde maliye işlerinin İranlı mustavfîler tarafından idare edilmesi onların bu konuda da Büyük Selçukluları takip ettikleri anlamına geldiğini; Anadolu Selçuklularının da XII. asırdan itibaren idarî ve siyasi ananelerini Büyük Selçuklulardan aldıklarını ve Moğol tahakkümü altına girdikleri dönemde de İlhanlıların bu sistemi devam ettirmeleri sebebiyle, maliye işleri ile ilgili usullerin eskiden olduğu gibi sürdürüldüğünü belirtir. Sonuç olarak XIV. yüzyılda Irak, İran ve Orta Anadolu’da İlhanlılara varis olan devletler nasıl onların idarî ve malî ananelerini devam ettirmişlerse, Anadolu Selçuklularının mirası üzerine oturan Anadolu Beylikleri ve hatta Osmanlı Devleti de Anadolu Selçuklularının malî ananelerinine sadık kalmışlardır. Bu yüzdendir ki İlhanlılar döneminde kaleme alınan istîfâ kitapları Anadolu Selçuklu devletinin maliye işleri hakkında oldukça sağlam bilgi vermesi bakımından gözden kaçırılmaması gereken kaynaklar arasındadır. a.g.m., s. 419. 431 Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 95/114. 432 Bu tür eserlerle alakalı olarak düştüğü dipnotta şu bilgiler mevcuttur: “Hippolyte Delehaye, Les Légendes hagiographiques (Bruxelles 1927). Bizans tarihiyle uğraşanlar, ellerindeki sair kaynakların azlığından dolayı, oldukça zengin bir mahiyet arzeden Bizans evliya menkabelerinden geniş nisbette faydalanmışlardır. Halbuki, Anadolu tarihinin birçok meseleleri gibi dinî tarih meseleleri de -bizim bu hususta neşredebildiğimiz bazı tetkikler müstesna olmak üzere- tamamıyla ihmal edilmiş olduğundan, Anadolu evliyasına ait menakıb kitaplarından bugüne kadar layıkıyla istifade edilememiştir.” Anadolu Selçukluları, s. 421.
151
tarihi olayları izahta kullanırken sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra tarihi
kaynak olarak kullanılmasıdır.433
Evliya menkıbeleri başlığı altında bilhassa şu iki kitabın ismini zikreder:
Sipehsâlâr Menâkibi ve Menâkibü’l-Ârifîn. Bahsini ettiği bu kitaplardan Eflakî
Menakıbı’nı çeşitli makale ve telif eserlerinde nasıl kullandığına bakacak olursak
şunlarla karşılaşırız. Her şeyden önce kaynak olarak kullandığı kitaptan yaptığı
alıntılarda eserin orijinal dilini esas alır. İktibasta bulunduğu parçaların Türkçe
karşılıklarını verme yoluna gitmez; aksine iktibas ettiği Farsça parçayı olduğu gibi
dipnota dercetmeyi uygun görür. Farsça alıntıda geçen meseleyi üst metinde ya özetler
ya da alıntısını yaptığı metnin içeriğinden çıkardığı netice ve tesbitleri sıralar.
Eflakî Dede’nin menakıb kitabına ilişkin vardığı sonuç, bu eserden şimdiye
kadar daha çok ya généalogie (ilmü’l-ensab) ya da siyasi tarih bakımından istifade
edildiği; oysa dinî ve içtimaî tarih nokta-i nazarından benzersiz bir eser olduğu
yönündedir. Anadolu’nun XIII-XIV. asırlardaki hayat şartları, şehir ve köy teşkilatı,
göçebelerin özellikleri, içtimaî sınıfların birbirleriyle olan ilişki biçimleri, dinî
hareketler, bölgenin içinde bulunduğu iktisadî şartlar, giyim kuşam ve anane gibi pek
çok meseleyi ele alması ve tebarüz ettirmesi bakımından hiçbir tarihi vesika bu eserle
ölçülemez.434 Bu sebepledir ki Köprülü, Menâkibü’l-Ârifîn eserini herhangi bir
müellifin doğrudan doğruya görüp işittiklerine istinat eden vekayinâmelerden çok daha
üstün tutmaktadır. Şimdi muhtelif makale ve eserlerinde bu eseri nasıl ve ne şekilde
kullandığına dair birkaç örnek verelim.
433 Hususen Eflakî Dede’nin Menâkıbü’l-Arifîn adlı eseri dolayısıyla menakıb kitaplarıyla alakalı şu tembihte bulunmaktadır: “…Doğrudan doğruya Mevlevî ricalinin kerametlerini tasvir ve hikaye eden bu eserler, her şeyden evvel, tarikat propagandası maksadıyla yazılmakla beraber, tarihi hakikatten büsbütün ayrılmış değillerdir; ve müellifler, yaşadıkları içtimaî muhiti çok doğru ve çok canlı bir surette aksettirmişlerdir. Yüksek sınıflara mahsus olarak yazılmış olan ve tarihi kıymetleri hiç şüphe götürmeyen bu edebî mahsullerle, halk arasında yaşayan ve bir yığın masal unsurlarıyla karışarak, tarihi hüviyetini büsbütün kaybeden menkabelerin sonradan toplanmasıyla teşekkül etmiş halka mahsus menâkıb kitaplarını, birbirinden tamamıyla ayırmak lâzımdır; işte biraz aşağıda bahsedeceğimiz Bektaşî menâkıbnâmeleri, bu ikinci kısma dahildir. Mevzuları itibarıyla aynı kadro içinde gösterdiğimiz bu iki türlü menakıbnâmeleri, tarihi kaynak olarak, birbirinden tamamıyla ayırmak, ve daha ziyade tarihi mahiyette olan birinci kısım eserleri büyük bir emniyetle kullanmak kabil olduğu hâlde, asıl menkabe mahiyetinde bulunan ikinci kısım mahsullerin çok büyük bir ihtiyatla ve en sıkı bir tenkide tabi tutarak kullanılabileceği unutmamak lazımdır.” a.g.m., s. 422. 434 a.g.m., s. 423.
152
Anadolu Beyliklerinden Aydınoğulları hakkında bilgi verdiği bir makalesinde
doğrudan Eflakî Menakıbı eserine dayandırdığı bazı malumatın bu beylik ile ilgili o
zamana kadar ki bilgileri tamamıyla değiştirecek bir mahiyet arzettiğini bildirmektedir.
“Çelebi Emir Arif b. Sultan Veled [veladeti 670-meşihati 712-vefatı 719] ibtidâ Birgi şehrine gittiği zaman Mübarizeddin Mehmet Bey veled-i Aydın henüz o havaliyi tamamıyla yed-i zabtına geçirmemişti; maiyetinde bir miktarı süvari ve bir miktarı piyade olmak üzere küçük bir kuvvet vardı; ve kendisi de Germiyan beyi Ali Şîroğlu’nun subaşı’larındandı. Bir akşam Çelebi’yi ziyaret ederek manevi bir himmette bulunmasını niyaz etti. Çelebi ona çomağını vererek bununla düşmanlarını tedmîr etmesini ve cenâb-ı Hakk’ın ona ve ailesine zaferler ve memleketler vereceğini söyledi. Mehmet Bey de çomağı başına koyarak kendi nefsini onunla ve din düşmanlarını da kendi çomağıyla kahredeceği cevabını verdi. Hakikaten bu tebşirat teeyyüd etti. Onun bütün çocukları derviş ve gazi oldular. Sultan Veled de Mehmet Bey’e fevkalâde iltifat ederek, ‘bizim subaşımız’ diye zikrediyor, Sultanü’l-guzât lakabını veriyor, Moğol ve Türk emirlerinin yanında daima onu medhediyordu. Mehmet Bey dahi ona her sene hediyeler gönderirdi.”435
Eflakî Menakıbı’nda yer alan bu satırlar dolayısıyla Köprülü, Aydınoğulları
Beyliği ile ilgili mevcut bilginin şu şekilde değiştiğini ifade eder. Müneccimbaşı’nın bu
beyliğin kurucusu olarak zikrettiği ismin Emirü’s-Sevâhil Aydın Bey değil; başlangıçta
Germiyanoğlu Yakub Bey’e tâbi bir “Subaşı” olan Mübarizeddin Mehmet Bey olduğu
ve Mehmet Bey’in zannolunduğu gibi 734 yılında değil, Sultan Veled’in vefat ettiği yıl
yani 712’den önce bu beyliği kurduğu bununla ortaya çıkmıştır. Yine buradaki bilgilerin
ışığında sözü, Tevhid Bey’in Aydınoğulları ile ilgili bir makalesinde dile getirdiği
kitabeler meselesine getirerek Tevhid Bey’in bu iki kitabede yer alan malumatı sırf
Müneccimbaşı’nın rivayetiyle uzlaştırmak için kitabelerin her ikisinin de Aydın Şah b.
Mehmet adına olması gerektiği fikrini eleştirmektedir. Ona göre Eflakî’nin verdiği bilgi
bu durumu gayet sarih bir biçimde izah ettiği gibi aynı zamanda ikmâl ve itmam da
etmektedir.436
435 M. Fuat Köprülü, “Anadolu Beylikleri Tarihine Ait Notlar”, Türkiyat Mecmuası, c. II, 1926, s. 4-5 [Bundan böyle bu makale Anadolu Beylikleri olarak zikredilecektir.]; ayrıca bk. “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Meseleleri”, s. 158. 436 “…İkinci kitabede Mehmet Bey’e verilen ‘Mübarizü’d-devle ve’d-din’ lakabıyla Eflakî’deki ‘Mübarizüddin’ lakabının tetabükü de sarihtir. Anlaşılıyor ki Mehmet Bey daha 707’de ‘Emir-i Kebir’ ve ‘Gazi’ lakablarını alarak kendisini ‘Müessis-i Devlet’ addetmiş, muahharan nüfûz ve kuvveti arttıktan sonra, ‘Sultanü’l-guzât, Mübarizü’d-devle ve’d-din’ gibi daha yüksek ünvanlar istimalinde tereddüd etmemiştir; 707’deki mütavazı‘âne lakablar kendilerinden daha pek yeni ayrıldığı Germiyanlıları tahrik etmemek maksadına atfolunabilir(…) İbn Batuta’nın, Mehmet Bey’in vera‘ ve takvası hakkındaki ifadeleri Eflakî’yi teyid etmektedir. Kezalik Mesâlikü’l-Ebsâr’da ve ondan naklen Subhü’l-A‘şâ’da da ‘Birgi’ tıpkı Eflakî de olduğu gibi Mehmet b. Aydın Bey’in memleketi olarak gösterilir.” a.g.m., s. 5-6.
153
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserinde Selçuk saraylarında Türkmen
babalarının varlığını ispat için de Eflakî’nin mezkur eserini kaynak olarak kullandığı
görülür. Moğol istilasından sonra heteredoks zümrelerin Yakın-şark İslam dünyasında
ve hususiyle Anadolu’ya daha kesif bir şekilde akmaya başladığını; başlangıçta sadece
köylerde ve göçebeler arasında gözüken bu Türkmen babalarının Moğol ümerasının
kendilerine gösterdikleri himaye saikiyle Selçuk saraylarında ve uc beylerinin
yanlarında da yer almaya başladıklarını Eflakî’ye dayandırmaktadır.437
Aynı eserin, XIII. asır Anadolu coğrafyasına Selçuk idaresi altında gelip
yerleşen Türk zümrelerin sınıfsal yapısı, şehir ve köy hayatları, iktisadi yapısı gibi
meselelerini ele aldığı bölümünde, etnik aidiyet ve dini inanış bakımından farklılık
arzeden grup ya da cemaatlerin hususen şehirlerde bütün farklılıklarına rağmen bir
arada yaşama kültürünü ne denli geliştirdiklerine bir örnek olarak Mevlana Celaleddin-i
Rûmî’nin cenaze merasimini zikretmektedir ki buna dair bilgiler, Sipehsâlar ve
Eflakî’de hikaye edilen biyografik mahiyetli kaynaklara atıfta bulunularak verilmiştir.438
Bir başka eserinde Anadolu’nun XII-XIII. asırlarında dini hayatını şekillendiren
tasavvuf hareketleri ve bunların sosyal-siyasi etkilerine ilişkin verdiği kimi malumat,
yine menkabelere istinat etmektedir. XIII. asrın önemli dini şahsiyetlerinden
Mevlana’nın hayatına dair verdiği bilgiler birinci derecede yukarıda ismi geçen
kaynaklara racidir.439 Anadolu’nun Moğol istilası ile birlikte içine düştüğü kargaşa ve
teşevvüş halini anlattığı satırlarda kimi Moğol yöneticilerinin dini inanış ve mezhebi
görüşlerine dair bilgileri de yine bu menakıb kitabına atıfla izah eder. Bu cümleden
olmak üzere, Moğol hükümdarlarından Mahmud Gazan Han’ın Şiîliğe mütemayil
437 “…Eflakî’ye göre, Selçuk Sultan Rükneddin’in, Baba Merendi lakablı bir Türkmen şeyhine gösterdiği hürmet, Mevlana’yı fevkalâde müteessir etmiş olduğu gibi, Menteşe hükümdarı Mes‘ud Bey’in yanında bulunan diğer bir Türkmen şeyhi de Mevlana’nın torunu Çelebi Arif’i sinirlendirmişti. Her halde, XIV. asır başlarında, garbî Anadolu beyliklerinden bazılarında bu Türkmen babalarının ve şiî propagandasının oldukça nüfuzu olduğu, Aydın Oğulları’ndan Hızır Bey’in 1348 tarihli bir muahedesinde, şiîliğini gösteren sarih deliller bulunmasıyla ve ilk Osmanlı hükümdarının Hétérodoxe dervişlere karşı himayekâr vaziyeti ile açıkça anlaşılıyor.” Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 100/119. 438 “…Mamafih şehir hayatı, İslamlar’la gayr-i Müslim unsurları kültür bakımından biribirine çok yaklaştırıyor, aradaki farkları azaltıyordu: Mevlâna öldüğü zaman Konya’nın yalnız İslamlar’ı değil, Hıristiyanlar’ı, Yahudiler’i de cenaze merasimine iştirak etmişlerdi.” a.g.e., s. 58/85. 439 Başlıca Sipehsâlâr, Eflâkî menkabeleri ile Nefahât Tercemesi ve Devletşâh Tezkiresi’nden istifade edilmiştir. Hatta Devletşâh’taki bilgileri bunlardaki ile mukayese eder ve bu sonuncusunda yer alan bilgilerin ilk kaynaklara aykırı ve yanlış olduğunu söylemektedir. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 244-5/186.
154
olduğuna ilişkin Browne’un getirdiği yorumlara mevcut vesikalar (Eflâkî Menakıbı)
muvacehesinde karşı çıktığını söyleyebiliriz.440 Makale ve eserlerinde kullandığı
menkıbeler elbette bunlarla sınırlı değildir; biz bahsi geçen makale dolayısıyla özellikle
bu ikisinden örnek vermeyi uygun gördük. Daha detaylı bir incelemeyi aşağıda Tarih-
Menkabe ayrımını izah ederken gerçekleştirmeye çalışacağız.
Menakıb kitaplarında bir meseleye ilişkin çok değişik ve farklı şeylerin
anlatıldığı, bu kitapları okuyan ve kullananlar nezdinde bilinmektedir. Köprülü bu zıt ve
farklı anlatımları olduğu gibi kullanmak yerine evliya menkabelerinin anlatıldığı bu gibi
eserleri sıkı bir tenkite tabi tutmak suretiyle, tarihi mahiyetten uzak bir nevi halk romanı
hüviyetindeki menakıb kitaplarından bile, fikrî ve içtimaî tarih bakımından
faydalanmanın mümkün olduğunu belirtir. Bu münasebetle menakıb kitaplarını birer
tarihi kaynak olarak kullanımı konusuna şüphe ile yaklaşan kimi alimleri de bu
tutumlarından dolayı tenkit etmektedir. Mesela H. H. Schaeder’in Eflâkî Menakıbı
hakkında ileri sürdüğü fikirleri o, tarihi usûl açısından çok anlamsız bulmaktadır.
Schaeder, Eflâkî’de yer alan Hacı Bektaş hakkındaki malumatı şüphe ile karşılamakta
ve bunların interpolation (sonradan yapılmış bir ilave) olması ihtimali üzerinde
durmaktaydı. Bu yaklaşım karşısında Köprülü, XVI. asırda yazılan eski Türkçe
tercümelerin hepsinde bu kayıtların bulunduğunu malum şahsın hiç düşünmediğini,
buradaki kayıtların o konudaki bilgilerimizle de mutabık olduğuna dikkat etmeksizin,
hayalî ve mevhum şüphelere düştüğünü söyler.441
6. Tarihi Romanlar
Bu başlık altında söz konusu ettiği eserler, hususen edebiyatımızda Battalnâme
ve Danişmendnâme adıyla mezkur, “İslam edebiyatlarında, kâfirler elinde bulunan
440 “…Çünkü, bu Mahmud Gazan’ın ehl-i sünnet mezhebine salik olmakla beraber dervişlere karşı da teveccühkâr olduğunu gösteriyor. Profesör Browne, Gazan’ın Ehl-i Beyt’e muhabbetini gösteren bazı tesisat-ı hayriyesine ve Kadı Nurullah’ın Mecâlisü’l-mü’minîn’deki ifadesine istinaden, bu hükümdarın Şiîliğe merbut ve mütemayil olduğunu söylüyorsa da, vesaik-i mevcudeye nazaran onun Şafiî mezhebine mütemayil olması daha çok muhtemeldir. Filhakika Eflâkî’de mevcut bir rivayet Gazan’ın yanında Kutbeddin Şirazî, Humâm-ı Tebrizî, Hâce Reşit ile birlikte Şeyh Barak’ın da mevcudiyetini ve Çelebi Arif’in gerek Gazan gerek zevcesi İlturmuş Hatun tarafından büyük iltifatlara nail olduğunu anlatmak suretiyle bunu teyid ediyor.” Anadolu’da İslamiyet, s. 72/58; Aynı şekilde Moğol hükümdarı Gazan Han döneminde Anadolu’yu idare etmekle görevli Apışka Noyin’in sünniyyü’l-itikat samimi bir Müslüman olduğu ve halk arasında kendisine köse peygamber denildiği, Zulüm ve haksızlığıyla bilinen Emir İrencin’in de bir putperest olduğunu Eflâkî’den öğrenmekteyiz. bk. a.g.m., s. 58/61. 441 Anadolu Selçukluları, s. 425.
155
büyük kıt‘aların Müslüman mücahitleri tarafından fethini tasvir eden, yahut,
kahramanlıkları ve zaferleriyle halk muhayyelesinde derin izler bırakmış kahramanların
isimleri ve menkabeleri etrafında toplanan bir takım halk hikayeleri”dir.442 Bu destanî
halk hikâyeleri diyebileceğimiz edebi eserlerden tıpkı evliya menkıbelerinde olduğu
gibi tarihi bakımdan istifade etmek imkân dışı değildir. Menakıb kitapları için
uygulanan tenkidî usûl, tarihî romanlara da tatbik edilmek suretiyle tarih tetkiklerinde
pekâlâ kullanılabileceği bu makalede verilen örnekle de ispat edilmeye çalışılmıştır.
Hatt-ı zatında Köprülü, herhangi bir konuyu ele aldığı vakit o meseleye ilişkin eldeki
kaynakları esasî mahiyette tenkit süzgecinden geçirdiği hemen her eserinde göze
çarpmaktadır. Bunun yanı sıra sıkı bir şekilde tenkite tabi tuttuğu hadiseleri bir de tarihi
vesikalarla karşılaştırılması gerektiğini vurgular ki bu sayede kaynaklarda geçen
kahramanlık hikayelerini yaratan ve yaşatan içtimaî muhiti ve o muhitin ideolojisini,
hayat tarzını tabir-i diğerle maddi ve manevi bünyesinin çeşitli hususiyetlerini
öğrenmek mümkün olur.
Tarihi tenkit usûlüne uygun olarak yapılan bir eleştiriyi göstermesi bakımından
Danişmendnâme’de yer alan malumat üzerinden ne gibi bilgiler edinilebileceğinin iyi
bir örneğini Anadolu Selçukluları makalesi özelinde şu şekilde gösterir. Eserden
anlaşıldığı kadarıyla XII-XIV. yüzyıllardaki Anadolu gazileri, cihada çıktıkları zaman
tıpkı Battal Gazi gibi, yanlarında gazi bayrakları taşımaktaydılar. Bir başka
Danişmendname nüshasına göre ordunun önünde bir de seyidlerin ve şeyhlerin, yalın
442 a.g.m., s. 425; ayrıca bk. Türk Edebiyatı Tarihi, s. 300-306/277-281. Köprülü Danişmendnâme’nin, Seyyid Battal Gazi menkıbesinin adeta bir devamı olmak üzere Melik Ahmed Gazi’nin kahraman şahsiyeti etrafında ikinci bir daire vücuda getirdiği fikrindedir: ”Danişmendliler’in ve bilhassa büyük kahraman Danişmend Ahmed Gazi’nin şahsiyeti etrafında toplanan Dânişmendnâme’ye göre, Ahmed Gazi, Seyyid Battal ile Malatya Emiri Ömer’in torunlarındandır. Bu eser, böylece, Anadolu fethi destanının Battalnâme’yi takip eden ikinci daire’sini (cycle) teşkil ediyor. İdeoloji bakımından, bu iki destan’ın kahramanlarını biribirinden ayırmak, hemen hemen imkânsız gibidir. Ahmed Gazi de, tıpkı dedesi Battal Gazi gibi, tamamıyla dinî bir ideal, yani gazâ ve cihad ideali taşıyan, kazandığı ganimetlerden kendine pay almayan, akla sığmaz kahramanlıklar gösteren bir alp, bir gazi’dir. Rüyasında sık sık dedesini veya Peygamberi görür; daima Bağdat’taki Abbasî Halifeleri ile münasebettedir. Öldüreceği düşmanı önce İslam dinine davet etmek âdetidir. Trabzon Rumları ve Gürcüler, daimî düşmanlarıdır. Kendisi gibi bütün ordusu da şaraptan eğlenceden, Müslümanlığa uymayan şeylerden kaçınır. Türkler arasında hâtırası asırlarca saklanan Horasanlı Abû Müslim’in ve Battal’ın bayrakları, Danişmendliler ordusunda daima taşınır.” Anadolu Selçukluları, s. 426-7; Battal Gazi ve menkıbesi için şu eserlere de bakılabilir: İlk Mutasavvıflar, s. 260/198; Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi’nde yer alan ‘Abdal’ maddesi, s. 32-33; “XI. Yüzyılda İç Anadolu’da Bizans’a karşı yaptığı fetihlerle şöhret bulan ve burada kendi adıyla anılan bir devlet kuran Danişmend Gazi’nin adı etrafında teşekkül etmiş fetih menkıbelerinden oluşan destanî roman” “Dânişmendnâme”, Ahmet Yaşar Ocak, DİA, c. VIII, s. 478.
156
ayaklı dervişlerin bulunduğu ve hatta Ebû İshak alemlerinin bu zevat tarafından
taşındığı yazılıdır. Köprülü önemine binaen burada küçük fakat bir o kadar önemli
olduğunu belirttiği parçayı olduğu gibi aktarmayı gerekli görür; XVI. yüzyılın ilk
yarısına ait olan bu küçük parça aynı zamanda Türk nazmının güzel örnekleri arasında
mütalaa edilebilecek değerdedir.
“Çü subh-irdi zemîn ü âsmânı Güneş nûrîna gark-itti cihânı Çü dağlar bâşı altun tâc-üründü Kamû Sehrâ sarû dîbac büründü Yine İslâm çerîsi durmuş-îdi Atâ bînub yarağın görmüş-îdi Gazîler kâmu işlârın kılıblar İşit nîcâsı düzüldü Alıb(p)’lar Pes evvel yûrüdü Seyyid-i sâdât Meşâyihzâde ve ehl-i se‘âdet Dahî bürehne nîce dervîş Yurûdi onlarunla yâd-ü-bîliş Başı altun ‘alemler elleründe Hudâ’nun zikri herdem dilleründe Bu âyet yâzılûdur her ‘alemde Ki gôren ôkuyan ôla salemde Abû İshâk’ın îdi ol ‘alemler İşit altunla nê yazmış kalemler Pes-ôku sen dahî Nasrun min-Allah Ki nuşrat vîre mü’minlêrê Allah Dahî hem ôkıgil Feth-ün karîb’i Ki kahr-îde Hudâ Ehl-i Salîb’i”443
Yukarıda Danişmendnâme adlı eserden alıntısını yaptığımız parça ilk bakışta bize
gösteriyor ki bahsi geçen ordu ve ona ait bilgiler Danişmend Gazi’nin ordusuna ait
olmayabilir; Köprülü bu orduya ilişkin verilen tafsilatın ya II. Murad dönemi Osmanlı
ordusu ya da II. İzzeddin Keykavus dönemi Selçuk ordusuna ait olabileceğini
düşünmektedir. Ona göre buradaki manzum parçanın, eserin ilk halinde mevcut olmayıp
bunun XV. yüzyılda Osmanlı müellifi tarafından ilave edilmiş olması ihtimal
dâhilindedir; zira bu asır içinde derviş zümrelerinin Osmanlı ordularında yer aldıkları ve
hatta büyük İran mutasavvıfı Ebû İshak Kazerûnî tarikatine mensup, İshakî adı altında
Anadolu’da önemli bir yer işgal eden mücahit dervişlerin kendilerine has bayraklarla
savaşlara katıldıkları da malumdur. Eldeki bu nüsha ile bu bayrakların altın başlı olduğu
ve üzerlerinde altın sırma ile “Nasrun min Allah ve fethun karîb”444 ayetinin işlenmiş
olduğunu öğrenmekteyiz. Öte yandan İshakî dervişlerinin XIII. yüzyıl başlarında
Anadolu’ya yerleştiklerine dair herhangi bir kayıt elimizde yok ise de bunların
Selçuklular devrinde Türk-Bizans sınırlarında gazalara katıldıkları bilgisine katî olarak
443 Analolu Selçukluları, s. 428-29. 444 Sure-i Saf, ayet 13. “
157
vakıf olduğumuzdan, sadece II. İzzeddin Keykavus dönemi için değil hatta Danişmend
Gazi maiyetindeki ordularda bile bu dervişlerin bulunmaları ihtimal dışı gözükmez.445
Köprülü tarihi romanlar bahsinde Battalnâme ve Danişmendnâme gibi destanî
mahiyetli halk hikayelerinin üçüncü bir dairesi olarak Saltuknâme’yi zikretmektedir.
Eser hakkında hatırı sayılır uzunlukta malumat vermektedir ki biz bu tafsilatlı
mündericattan hatta kısaca bile bahsetmeyeceğiz; yalnız metot açısından bu kaynaktan
çıkardığı tarihi nitelikli neticeler önemli olduğundan bizi alakadar eden kısmını detaylı
bir şekilde vermeye çalışacağız.
Ona göre Saltuknâme, Osmanlılar döneminde Rumeli gazileri arasında yaşayan
ve tarihi bir zemin üzerinde sürekli olarak yeni parçalar (epizod) ilavesiyle genişleyen
bir menkabeler mecmuasıdır.446 Eserde Anadolu Selçuklu Devleti’nin gerek içeride
gerekse dışarıda giriştiği mücadeleler, Anadolu’da ortaya çıkan isyan hareketleri, komşu
devletlerin Batı ile olan mücadelesi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu gibi pek çok tarihi
hadise, halkın zihninde bulduğu yani destanî kahramanlık hikayeleri şekliyle yer
almıştır.447 Bazı masal unsurları hariç tutulacak olursa burada geçen birçok hadisenin,
tarihi unsurlar bakımından, Battalnâme ve Danişmendnâme’den çok daha zengin olduğu
belirtilmektedir.
Eserin tarih tetkiklerinde kullanımını intac eden önemli hususiyetlerden biri ve
belki de en esaslısı, içinde barındırdığı pek çok destanî hikayenin mevcut kaynaklar
nezdinde de karşılık buluyor olmasıdır. Eldeki çeşitli kaynaklarla ve mesela ilk anonim
Osmanlı vekayinâmeleri, Bektaşî vilayetnâmeleri ve evliya menakıbnâmeleri gibi
kitaplar ile bazı açılardan müşterek yönler taşıdığı görülmektedir.448 Hacı Bektaş’ın
445 a.g.m., s. 428-9. 446 Sarı Saltuk’a ait menkabeden ilk kez İlk Mutasavvıflar’da bahsetmiştir. Bk. s. 63-4/45. 447 “XIII. asır Anadolu Selçukluları’nın ve Beylikleri’nin Moğolları Bizanslılar ve sair Garplılar ile mücadeleleri, Babaîler ısyanı, Altınordu’nun Garplılar ve Bizanslılar ile münasebetleri ve Balkanlar’daki hareketleri, XIV. asırda Umur’un Gap Hıristiyanları ile mücadeleleri ve nihayet, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu gibi bir yığın tarihi hadiseler, bu eserde, halk muhayyelesinin ve bilhassa gazi dervişler muhitindeki an‘anelerin onlara verdiği epik bir roman şeklinde inikas etmektedir.” Anadolu Selçukluları, s. 437. 448 “Ahmedî’de anonim Osmanlı tarihleri’nde, Düstürnâme’de, Aşık paşazade’de, Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş safhaları hakkında mevcut rivayetler ve bilhassa bu rivayetlerin meydana gelmesinde müessir olan psikolojik amiller, Saltuknâme’de de ayniyle göze çarpar. Osman Gazi’ye bu eserde hemen alp sıfatının verilmesi, bu sülalenin hanlar neslinden ve meşhur Korkut Ata evlatlarından olduğunun tasrih edilmesi, Osman’ın kavim ve kabilesinin çokluğu’ndan bahsolunması, bilhassa dikkate lâyıktır.
158
Sultan Alaeddin meclisinde Osman’a taç giydirme menkabesi de tarihi bakımdan bir
kıymet taşımamakla beraber Osmanoğulları’nın Hacı Bektaş’ın manevî himmetine
mazhar olduklarını gösteren diğer örneklerden birini teşkil eder.
Sarı Saltuk’un Anadolu’daki şöhret sahibi veliler ve hususen eski İran sufisi Ebû
İshak Kazerûnî ile vaki temaslarını ifade eden satırlar bize, XV. yüzyılın dinî anlayış ve
telakkisini göstermesi açısından calib-i dikkattir. Ayrıca mezkur eserde Anadolu beyleri
arasında sadece Gazi Umur’dan söz edilmesi, onun Balkanlar’da yayılan şöhreti
dolayısıyladır. Diğer bir mesele de Karamanoğulları’nın soyu konusunda işaretidir ki -
kâfirden dönme olduğunu belirtir- bu Osmanlı-Karaman rekabetinin bir sonucu şeklinde
anlaşılmalıdır. Diğer yandan eserde sık sık Osmanoğulları’nın gelecekteki saltanatlarına
değinilmesi ve Anadolu beyleri arasındaki ayrılığın kötü görülerek Osmanlıların bu
duruma bir son vereceklerinin müjdelenmesi de eserin bir Osmanlı şehzadesine takdim
edilmek üzere hazırlandığı izlenimini vermektedir.449
Eserde pek çok Hıristiyan devletin ismine de rast gelinmektedir. Sırp, Eflak ve
Boğdan, Rus, Leh, Çek, Alman, Papa, Frenk gibi birçok Avrupa devletinin Türklere
karşı Bizans’a destek çıkmaları ve bunlar karşısında da Sarı Saltuk’un zaferler elde
etmesi XIV-XVI. asırlarda Balkanlar’da toplanan haçlı ordularını hatırlatır. Kafirlerin
Türklerden korkuyor olmaları, onları bir nevi ejderha gibi görmeleri, hiçbir şekilde
onlarla mücadele edilemeyeceğine ilişkin kanaatleri hep, o dönemde bir Batılı zihnin
Türk dendiğinde ne anladığını ve Osmanlı istilası karşısında dönemin psikolojisini
göstermesi bakımından bir hayli önemlidir. Yalnız Osmanlılara ait bu gibi parçaların
Saltuk menkabeleri arasına, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da kuvvetle yerleştiği XIV-
XV. yüzyılda eklendiği muhakkaktır. Dolayısıyla eserin bir XIII. asra müteallik yüzü ile
bir de ona sonradan eklenen Osmanlı dönemine ait vechesi bulunmaktadır. Köprülü’ye
göre bu iki veche ya da tabakayı birbirinden ayırmak mümkün gözükür; sonradan
Horasan’da Süleyman Şah oğullarından üç kardeşin Cengiz istilası önünden kaçıp Rûm’a gelmeleri, bunlardan Baysungur Tiğin’in tekrar eski diyarına dönerek Mâhân’da bey olması, Gündüz’ün Erzincan ovasında kalması, Ertuğrul’un ise oğlu Saruhan’ı göndererek Sultan’dan Sürmeli çukur’u istemesi ve Amasya taraflarındaki kâfirlerle cenk etmesi, oğlu Alp Osman Gazi’yi Sinop’a Sarı Saltuk’un yanına yollaması, Osman’ın etrafına Gaziler’in toplanması, Kuran menkabesi ve Şeyh Bali hikâyesi, historicité bakımından, ilk Osmanlı kroniklerinin buna benzer rivayetleriyle hemen hemen aynı mahiyettedir.” a.g.m., s. 437-8. Köprülü Osmanlı Kroniklerinde yer alan bu gibi rivayetlerin hiçbir kıymet ifade etmediğini bir başka eserinde izah etmektedir: bk. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 45-6. 449 Anadolu Selçukluları, s. 439.
159
teşekkül etmiş olan üst tabakanın altında, XIII. asra ait bazı parçaların (epizod) yer
aldığı ilk tabakayı diğer bir ifadeyle Saltuknâme’nin ilk halini fark etmek zor değildir.
Müellif, Anadolu’nun bu dönemine ait önemli hadiselerin, halkın muhayyelesinde aldığı
karışık şekliyle esere yansıdığı fikrindedir. Buna misal olmak üzere de pek çok tarihi
hadiseye atıfta bulunur.450
Özet olarak diyebiliriz ki, XIII-XIV. yüzyıllarda sadece Anadolu’nun değil bu
coğrafya ile çok sıkı irtibatları olan Balkanlar ve Kırım gibi komşu bölgelerin de tarihi
hadiselerini tetkik ederken özellikle Rumeli’nin fethine dair bir dizi önemli hadisenin
kahramanâne şekillerini hikaye eden bu tarihi mahiyete sahip halk roman(lar)ı, tarihi
kaynak olmak bakımından büyük ehemmiyet arzeder. Diğer taraftan eser, hem
Selçuklular dönemi Anadolu’sunun hadiselerini hem de Osmanlı dönemi
Anadolu’sunda cereyan eden vak‘aların mahiyeti hakkında bilgileri barındırması
açısından da büyük değere sahiptir. Zira eser, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önce
ve sonra Rumeli’de vuku bulan pek çok hadiseyi aksettirmekte ve Osmanlı Devleti’nin
başlangıcı hakkında kıymetli bilgiler vermektedir.451
7. İlmî ve Edebî Eserler
Kaynaklar bahsinin baş kısmında da belirtildiği gibi burada verdiğimiz
örneklerle yapılmaya çalışılan şey, salt Anadolu Selçukluları Tarihi için umumî bir
literatür tertip ve değerlendirmesi değildir; aksine, mezkur makalenin söz konusu ettiği
450 “…Mesela, Moğollar’la yapılan harpler dolayısıyla Cengiz ve Baycu tarihi adları geçtiği gibi, Baba İshak ve Baba İlyas’ın adlarına bağlı olarak Babaîler ısyanı’ndan da bahis olunmaktadır. Tabii burada Moğollar’ın Müslümanlar (Türkler) tarafından mağlup edildiği, âsî Baba İshak’ın ise İranlı bir Yahudinin oğlu olduğu, Sultan İzzeddin’in Babaîler’in ilk muvaffakiyetleri üzerine Kırım’a kaçarak orada Sarı Saltuk rarafından istikbal edildiği, ve ancak onun yardımıyla Babaîler’in mağlup olduğu anlaşılıyor. Kastamoni, Sinop, Iznik gibi bazı şehirlerin Saltuk tarafından zaptı, denizden gelen kâfirler tarafından tekrar geri alınarak uzun bir müddet onların ellerinde kalan Sinop’un tekrar Saltuk tarafından fetholunduğu gibi rivayetler de, azçok tarihî bir esasa dayanmaktadır. Anadolu dışında bilhassa Kırım ve Kefe’deki hadiseler, Moğollar’ın Avrupa’ya doğru ilk yürüyüşleri, sonradan Altınordu Hanlarının Ruslar ve Orta Avrupa Hıristiyanlarıyla yaptıkları mücadeleler, Eflak’ın fethi, Dobruca’nın İslamlaşması, Tuna kıyılarında ve Edirne havalisinde kurulan Müslüman kolonilerinin faaliyetleri bahis mevzuu oluyor. Bir zamanlar Saltuk İli diye anılan Bartın ve Sinop (bu eserde ara sıra zikredilen diğer ünvanıyla Ceziret al- ‘Uşşâk) havalîsinin Kırım ile XIII-XIV. asırlardaki daimî, siyasî ve iktisadî münasebetleri, Altınordu Hanları ile Kırım’daki büyük prenslerin Ulahlar, Bulgarlar ve Bizanslılar ile sıkı rabıtaları, Anadolu’dan buralara ve buralardan Anadolu’ya vâki olan bazı muhaceretler, Dobruca’dan başlayarak Edirne civarlarına kadar daha Osmanlı fütuhâtından evvel birtakım Türk kolonilerinin kurulmuş olması, bunların zaman zaman tekrar buraları bırakıp bir takım hadiseler, Saltuknâme’de destanî birer menkabe şeklinde ve Saltuk’un kahraman şahsiyetine bağlanmak suretiyle tesbit edilmiştir.” a.g.m., s. 439-40. 451 a.g.m., s. 441.
160
kaynaklar muvacehesinde Köprülü’nün genel olarak kaynak açısından tetkiklerinde
takip ettiği usûlü anlama ya da anlamaya çalışma gayretidir. Mevzu-ı bahs edilen
makalede müellif, pek çok tarihi kaynağa işaret etmekle birlikte biz, bunlardan sadece
Edebi Kaynaklar şeklinde tavsif ettikleri üzerinde, sair makale ve eserlerinde kullandığı
bu nevi kitaplara göndermelerde de bulunarak, mufassal surette durmayı tercih ettik.
Zira Köprülü ismi geçen makalede bu hususa işaret etmekte; maksadının Anadolu
tarihine dair bütün yerli kaynakların tam bir dökümünü yapmak olmadığını çok sarih
ifadelerle açıklamaktadır:
“Esasen bu umûmî başlangıç’ta, Anadolu tarihinin bütün yerli kaynaklarının tam bir fihristini vermek gibi bir maksat tâkip etmiyoruz; gayemiz, muhtelif tarihî kaynakların mahiyet ve kıymetini kısaca göstererek, tarihçilerin şimdiye kadar habersiz kaldıkları veya ihmâl ettikleri daha birçok şeyler bulunduğunu anlatmak, ve bu saha üzerinde çalışan araştırıcılar için sağlam bir zemin hazırlamaktır. Bunun için, yalnız Anadolu Selçukluları devri sonlarına yani XIV. asır başlarına kadar yazılmış bazı dinî ve edebî eserlerden -sadece bir misâl olmak üzere- bahsedeceğiz; ve bütün bunların, bu devir tarihinin muhtelif cephelerini aydınlatmak hususunda ne kadar faydaları olduğuna kısaca işaret edeceğiz. Bu devirlerde Anadolu’da yazılmış bütün eserlerin kabil olduğu kadar tam bir repertuvar’ını yapmak, ve sonra, bunlardan her birinin mahiyetini tayin ve ihtiva ettiği tarihî malûmatı tesbit etmek, yalnız kültür tarihi bakımından değil, ara sıra eldeki vekâyinâmeler’in tayin edemediği birtakım kronoloji ve jenealoji mes’elelerini tesbit bakımından bile, çok faydalı olacaktır.”452
Burada hususen altı çizilmesi gereken bir nokta, dinî ve edebî eserlerin bir dönem
tarihinin çeşitli yönlerini ortaya koymak konusunda araştırıcıya sunduğu imkanın
büyüklüğü ve önemi olmalıdır.
Bu başlık altında irdelediği kitap türleri birkaç kalemden oluşmaktadır. Tarihî
birer kaynak olarak kullanmayı teklif ettiği eserler siyasetnâme, fütüvvetnâme, mesnevî,
divân gibi daha ziyade edebiyat türlerini kapsar ki bu cins eserlerden, azami ölçüde,
Anadolu tarihinin muhtelif konu ve meselelerine ait vuzuha kavuşmamış pek çok
noktasını izah etmek için faydalanmıştır. Eserlerin içinde barındırdığı bilgi Köprülü
açısından ya bir kelimenin iştikakı meselesi, ya döneme ilişkin vekayinâmelerde hiç yer
almamış bir konuyu açığa çıkarma veya dinî bir hareketin bilinmeyen yönlerini işaret
etme, ya da o coğrafyada kullanılan dil ve buna dair meselelerin halli gibi muhtelif
konuları içermektedir. Şimdi bu eserlere ve içerdiği konulara kısaca bakmakta fayda
mülahaza ediyoruz.
452 a.g.m., s. 442.
161
Bu babda ilk zikrettiği eserler siyasetnâme türü içinde mütalaa edilebilecek
kitaplardır.453 XIII. asırda kaleme alınan bu tür eserlerin, Anadolu’da özellikle göçebe
kabileler ve köylüler arasında ehl-i sünnet telakkisine aykırı tarikat ve mezheplerin
alabildiğine arttığı bir dönemde, hükümdarların ve menfaatleri yöneticilerine bağlı
“Ortodoks alimlerin” [Sünni] bu tür kitaplar ile medeni merkezlerde halkı bu nevi
akımlardan korumak amacını güttükleri aşikardır.454 Bu tip eserlerin kimisinde büyük
heteredoks zümreler hakkında bilgiler olabileceği gibi müellifin kendi dönemindeki
heteredoks zümreler hakkında da tafsilat bulmak mümkün gözükmektedir.455 Bu
yüzyılda yazılıp sonraki asırlarda Türkçe’ye çevirisi yapılan kimi eserler de yazarının
mutasavvıf olması gibi bir sebebe binaen gözden kaçabilmektedir. Böylesi bir duruma
Necmeddin Razî’nin 620 tarihinde tamamlayıp I. Alaaddin Keykubad’a sunduğu
Mirsâdü’l-İbâd adlı eseri gösterebiliriz.456 Siyasetname türü içinde düşünülebilecek bu
eser, XIII. asır Anadolu tarihinin ruhî ve içtimaî durumunu göstermesi bakımından epey
kıymetli bir kaynak olarak nitelenebilir. Zira bu vb. birçok esere istinaden Anadolu
Türk tarihine dair pek çok meseleyi muhtelif çalışmalarında ele almıştır.457
Ele aldığı diğer bir edebiyat türü fütüvvetnâmelerdir. O, bunların da bir nevi
siyasetnâme mahiyeti arzettiğini düşünmektedir. Ona göre umumiyetle tarihçiler
nezdinde hemen hemen hiçbir kıymet-i harbiyesi yok sayılan bu tarz eserlerin, bazen hiç
umulmadık yeni malzemeler verebileceği hiç düşünülmemiştir. İsmini zikrettiği
Fütüvvetnâme ve İşrâkât adlı eserler XIII. asır Anadolu’su hakkında oldukça önemli
malumat vermektedir. Mesela burada geçen bazı hikayelerde Türkçe yazılmış birkaç
453 Mohammed Al-Hatîb, Kıstâs al-‘Adâla fî Kavâ‘id al-Saltana (kayıp kitaplar arasında zikrediyor) ve Anonim Kitâb-ı Tahalluş. 454 a.g.m., s. 443. 455 ay. Anonim Kitâb-ı Tahalluş adlı eser şu özelliği havidir: Bu eser E. Blochet’nin katoloğunda yer alan bilgiye göre, ismi zikredilmeyen bir müellif tarafından hereredoks zümreler hakkında yazılmıştır. Muzaffereddin Mes‘ûd b. Alpyürük adına ithaf edilmiş eserde, Selçuklu sultanı Gıyaseddin Mes‘ûd II. nin de adı geçmektedir. Eserde peygamberlerden, Fatımîler de dahil halifelerden bahsedilmekte; Karmatlar, Batınîler, Mezdekîler, Hurremdînîler gibi heteredoks zümreler hakkında malumat bulunmaktadır. 456 a.g.m., s. 447. 457 Bk. “Vakf’a Ait Tarihi Istılahlar Meselesi”, Vakıflar Dergisi, c. I, 1938, s. 131-138. [Tarihi Istılahlar]
162
beyte ve mısraya tesadüf edilir ki bu aynı zamanda eser sahibi Mevlevi şairin458 sadece
Farsça değil bu dönemde Tükçe şiirler yazdığını göstermesi bakımından önemi haizdir.
Bahsettiği diğer bir kitap/tür Yusuf adlı bir müellifin Hâmuşnâme adlı
mesnevisidir. Köprülü’nün bu eser dolayısıyla kullandığı kaynaklarda karşılaştığı
kelime ve kavramların iştikakı meselesine hususen değinilmesi gerekir. Bu eser
münasebetiyle söz konusu ettiği kelime tetkiki, Cimri hadisesi olarak bilinen bir isyan
hareketine bağlı olarak bu hareketin başında yer alan kişinin lakabı üzerinedir. Eserde
bu vakadan bahsedilmiş olmasının, o dönemde kaleme alınan İbn Bîbî ve Aksarâyî
tarihleri gibi adeta yarı resmi sayılabilecek eserlerde bile bu konunun yer almayışı
bakımından da ehemmiyeti vardır. Bu hikayeye göre tarihçilerin Cimri diye söz ettikleri
kimse, vaktini ibadetle geçiren, hiç konuşmayan, herkesin saygısını kazanmış bir derviş
görünümü altında Sultanlık iddiasında bulunan biri olarak karşımıza çıkar. Fakat bu
kişinin şahsında cereyan eden olayların, tıpkı Babaîler isyanında olduğu gibi aynı
hususiyetleri taşıdığını bu eserle anlayabiliyoruz. Dolayısıyla tasavvufî mahiyette küçük
bir eserin bile ne kadar önemli bilgiler ihtiva ettiğini, bu misal ile daha iyi
anlamaktayız.459
458 Nâsır, Fütüvvetnâme ve İşrâkât (XIII. asır) 459 a.g.m., s . 447. Bir metin tenkidinin nasıl yapıldığının daha iyi anlaşılabilmesi adına bu mevzuya ilişkin uzunca dipnotu burada vermek isteriz: “Bu hadisenin tarihi hakkında müverrihler arasında ihtilaf vardır. Bizzat Halil Bey bu risalesinde bile muhtelif yerlerde muhtelif tarihler kabul edilmiştir: meselâ İnançoğullarından ve Karamanîlerden bahsedilirken Konya’nın zabtı (1277-676) da ve Mehmed Bey’le Cimri’nin katli (1278-677) de gösterildiği halde, daha evvel ‘Sahib Ataoğulları’ kısmında bu vakanın tarihi olarak 675 senesi kabul edilmektedir. Halbuki İbn Bibi’ye göre, Sahib Ataoğullarının şehadeti Konya’nın zabtından sonradır. Halil Edhem Bey, Karamanoğulları kitabelerini neşrettiği sırada, Sahib Ataoğulları’nın kitabelerine istinaden, Cimri hadisesinin 675 senesinde olduğunu yazarak [s. 6], Mehmed Bey’in hadise-i katlini 676 da göstermişti [s. 4] ki, Muhtasar İbn Bibî’de de böyledir. Halbuki 677, Reşideddin’in gösterdiği senedir [aynı risale, s. 6]. Müneccimbaşı Mehmed’in katlini 678 de gösterir [Sahaifü’l-Ahbâr, c. 3, s. 26] Âlî ve Hezarfen dahi kezalik 677 senesi kabul ederler. Öyle görünüyor ki Halil Bey bu mütehalif rivayetler karşısında mütereddid kalmıştır. Bize göre, Sahib Ataoğulları’nın kabir kitabelerine ve İbn Bibî’ye nazaran Konya’nın zabtını 675 de ve Mehmed’le Cimri’nin katlini ise 676 da kabul etmek, şimdilik en hakikate yakın bir harekettir. Konya’nın yağma ve gâretini intac eden bu müthiş istilanın, kırmızı külahlı, çarıklı Türkmenler tarafından yapıldığı ve Konya’daki çapulcu ‘rindler’ ile ‘ahiler’in de onlarla teşrik-i harekât ettikleri İbn Bibî’nin mufassal ve muhtasarından iyice anlaşılmaktadır. [Anadolu şehirlerindeki bu cins içtimaî teşkilat hakkında mufassal malumat Osmanlı İmparatorluğu’nun Teşekkülü adlı makalemizdedir] İlave olarak şunu da ilave edelim ki, İbn Bibî’de, Aksarayî’de vesâir bilumum menbalarda zikredilen bu Cimri, ve Gıyaseddin Siyavuş b. İzzeddin olduğu iddia eden serserinin adı veya lakabı değil, onun hakkında kullanılan müzeyyef bir sıfatır. İbn Bibî’nin bundan bahsederken kullandığı ‘ پيشهمجرى طريقت حرفوش ’ tabiri bunu gösterdiği gibi, muhtelif Farisî tarihlerde bu gibi serseri zümreleri hakkında ‘cimriyân’ veya ‘ecâmire’ tabiri kullanıldığı da daima vakidir. Bunu Osmanlı tarihlerinde de görmekteyiz: Meselâ Aşıkpaşazâde, Şeyh Cündi Erdebîlî’den bahsederken ‘…ve dahi gayrıdan yanına nice cimri cem‘ oldu’ diyerek bu nokta-i nazarımızı teyid ediyor. [s. 266]. Anadolu
163
Yukarıda isim ve çeşitlerini vermeye çalıştığımız kaynakların bütününü,
Köprülü’nün Vakıf müessesesine ait bir ıstılah münasebetiyle kaleme aldığı
makalesinde kullandığını görmekteyiz. Bu makalede “muarrif” kelimesi/ıstılahının
anlaşılması adına kelimenin hangi dönem/zaman ve mekan/müesseselerde ne şekilde
kullanıldığı meselesi, bahsi geçen kaynakların bize sunduğu imkan nisbetinde,
irdelenmeye çalışılmıştır. Makalede ıstılahın açıklamasına geçmeden önce her zaman
olduğu gibi o döneme değin yapılan yerli ve Batılı çalışmaların bir hülasası ve o
çalışmaların bir tenkit/değerlendirmesi yapılmıştır. Vakıf vesikalarında geçen tarihi
ıstılahların tam ve doğru bir biçimde anlaşılabilmesi, bu sahada kalem oynatanlarca,
meselenin metodik bir tarzda ele alınmasına bağlıdır. Ancak Köprülü nazarında
meselenin metodik bir tarzda ele alınması şöyle dursun, bu sahada yeteri derecede
araştırmaların olmayışı büyük eksiklik manasına gelir. Kimi müsteşriklerin eserlerinde
bu gibi ıstılahlara tesadüf edilmekle beraber, bu bilgilerin parçalar halinde eserlerde yer
bulması onların tesbit edilebilirliğine gölge düşürmektedir.460 Kaldı ki Batılı alimlerin
ıstılahlar ile alakalı yaptıkları çalışmalar Köprülü tarafından çok yetersiz görülür. Gerçi
yerli araştırmacılara kıyasla onları filolojik ve tarihi tenkit bakımlarından daha yetkin
görse de gerek metodoloji ve gerekse malzeme eksikliği yönlerinden çok iptidai
olmakla itham eder.461 Istılahlarla alakalı yerli çalışmalarda bulunan zevat ve
tarihiyle uğraşan bütün Şark ve Garb erbab-ı tetebbuu bunu hiç düşünmeyerek ‘Cimri’ kelimesini Selçukî saltanatına iddia-yı veraset eden serseriye has bir ad veya lakab addetmişlerdir.” Anadolu Beylikleri, s. 20-21. 460 “…Bu gibi haşiyeler arasında bilhassa E. Quatremére’in Memluk ve Moğol devirlerine ait bazı ıstılahlar hakkında haşiyeleri, hâlâ istifade ile okunabilecek kadar mühimdir. S. de Sacy, Von Hammer gibi büyük müsteşriklerin eserlerinde de bu hususta kıymetli tetkiklere tesadüf olunur. Kezalik Van Berchem’in epigrafik tetkiklerinde de bazı tarihi ıstılahlar hakkında çok mühim notlar vardır. Şu son zamanlara kadar garpta neşredilen muhtelif metinlerde, tercemelerde, monografilerde tarihi ıstılahlar hakkında böyle parça parça malumata tesadüf olunabilirse de, bu hususta hiçbir bibliyografik rehber olmadığından, bunları bilmek ve bulmak gayet müşküldür. Bundan dolayıdır ki, son asır müsteşriklerinden birçoklarının bile, kendi selefleri tarafından yapılmış bu gibi tetkiklerden haberdar olamadıklarını onlardan istifade edemediklerini sık sık görmekteyiz.” Tarihi Istılahlar, s. 131. 461 Tarihi Istılahlar, s. 132; Bu tarz eleştirilerine Ortazaman Türk Devletlerinde Hukukî Senbollerdeki Motifler başlıklı makalesinde yer vermiştir: “…şimdiye kadar İslam san‘atı tarihiyle ve İslam nümismatik’iyle uğraşa bazı alimler, doğrudan doğruya olmasa bile dolayısıyla bu şekillerden bazılarıyla meşgul olmuşlardır; fakat bunlar meselenin hukukî bakımdan tetkikini çok ihmal ettikleri gibi, umumiyetle tarihî bakımdan da çok defa sathi kalmışlar, ve bunun neticesi olarak hemen umumiyetle birtakım indî faraziyelere saplanmışlardır. Lane Poole ve Karabaçek gibi büyük alimlerin bile, geniş ihatalarına rağmen, bu meselelerde bazen ne kadar sathi kaldıklarını görmekteyiz (…) Meselâ Karabaçek ve Lane Poole bazı şekilleri bazı şehirlere mahsus armalar olarak kabul etmişlerdi; Halbuki Van Berchem bunun yanlışlığını kat‘î delillerle göstermiştir; hukuk bakımından düşünülecek olursa, bir şehrin arması yahut amblemi olması, onun personnalité juridique’i haiz bulunması demektir; buna malik olmayan bir
164
neşrettikleri eserler hakkında da mütalaada bulunan Köprülü, Âli, Halil Edhem,
Muallim Cevdet, Mehmet Arif gibi araştırmacıların yaptıklarını tenkide tabi tutar. Halil
Edhem’i hariç tuttuğu temel eleştiride, bahsi geçen kişilerin ortaya koydukları yazılarda
en belirgin vasfın, metotsuzluğun hemen göze çarpıyor oluşudur. Hatta ona göre bu
muharrirler yazdıkları konulara dair daha geniş ve etraflı malzemeye sahip olmuş bile
olsalardı yine de ele aldıkları konuyu izahta yetersiz kalacaklardı. Burada hususen
filolojik ve tarihi tenkidin prensiplerine riayet edilmemesinden şikayet ettiği
görülmektedir.462
D. Türk Tarihi Tetkiklerine Yeni Bir Yaklaşım
Fuat Köprülü’nün Türk tarihi araştırmalarında uygulamayı teklif ettiği pek çok
yaklaşımdan biri ve belki de en önemlisi, umumî Türk tarihinin başlangıcından sonuna
kadarki serüvenini bir “küll” halinde, zaman ve mekan boyutlarını ihmal etmeksizin
incelemeyi önermiş olmasıdır. Kendi dönemine gelinceye kadar, ileri sürmüş olduğu bu
görüş tarzını, ne Şark ne de Garp araştırıcılarının hiç aklına getirmemiş olduklarını
belirten yazar, hemen bütün incelemelerinde bu bakış açısını yansıtmaya çalışmıştır.
Daha ilk yazılarından itibaren bu yaklaşım tarzını Türk ilim dünyasının nazar-ı
dikkatlerine sunan yazar, ilmî eser verdiği tarihin bütün şubelerinde bu usulden
ayrılmamıştır. Bu yaklaşımın başlıca üç unsuru bulunduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ortazaman İslam şehrinin amblemi olamayacağı ise meydandadır. Van Berchem’in zikrettiği maddî delillerden hiçbiri elde bulunmasa bile, ileri sürdüğümüz bu hukukî mülahaza, yukarıda adı geçen alimlerin bu hususta yanıldıklarını isbata kifayet ederdi” “Ortazaman Türk Devletlerinde Hukukî Senbollerdeki Motifler”, THİTM, c. II, 1932-39, İstanbul 1939, s. 34-35. 462 “…Bu yazıların muharrirleri, mevzularına ait daha geniş ve daha etraflı malzemeye malik olsaydılar, yine mevzuu vuzuh ve kay‘iyetle aydınlatamayacaklardı. Çünkü filolojik ve tarihi tenkidin muayyen prensiplerine riayet edilmedikçe, meydana konan en zengin malzemeden bile istifade edilemez ve sarfedilen mesai boşa gitmiş olur. Bu yazılardan herhangi birini mesela Âşık Paşazâde Tarihi’nin veya Kanunnâmeler’in haşiyelerini, yahut M. Cevdet’in yukarıda bahsettiğimiz tarihi sözlük’ünü veya aynı cilt içindeki bazı notlarını okuyunuz: izah edilen her hangi bir ıstılahın hangi zamanda veya hangi mekanda meydana çıktığını, geçirdiği mana tahavvüllerini asla anlayamazsınız. Verilen malumat hangi kaynaktan alınmıştır? Acaba muharririn yanlış yahut müphem bir anlayışından mı ibarettir? Bunları kontrol etmek imkansızdır. Osmanlı devrinden evvelki devirler hakkında ekseriyetle büyük bir şey bilmeyen bu muharrirler, yalnız Osmanlı kaynaklarına müracaatla iktifa etmişler, hatta bunları bile tasrihe lüzum görmemişlerdir. Âli merhumun Âşık Paşazade haşiyelerini yazmak için Kamus, Bürhan, Lehce-i Osmanî gibi lûgatlere müracaatla iktifa etmesi, M. Arif’in Fatih Kanunnâmesini neşrederken –tasrihe lüzum görmeksizin- XVI-XVII nci asırlara ait kaynakları kullanması, metodsuzluğun bariz birer nümunesidir. Birkaç sene evvel Adliye Vekaleti namına Fatih Kanunnâmesi’ni yeni Türk harfleriyle neşreden Hüseyin Namık Orhun’un o haşiyeleri –manâlarını bozacak derecede tahrif ederek ve kelimeleri yanlış okuyarak- hülasaya kalkışması ve bunları nereden aldığını tasrih etmeyerek kendisine mal etmesi, eski tarihçilerimizdeki metodsuzluğun gençlerimizde korkunç bir bilgisizlikle ve intihâl cür’etkârlığıyla müterafık olarak devam ettiğini gösteren acı bir misaldir.” Tarihi Istılahlar, s. 132.
165
biri Türk tarihini başlangıçtan şu ana kadarki gelişimini bir bütün halinde incelemek;
ikincisi uzun asırlar boyunca Orta Asya’dan başlayıp Akdeniz kıyılarına kadarki
coğrafyada kurulan muhtelif devletlerin tarihlerini yine o devletleri var eden
cemiyetlerin ortaya çıkardıkları kültür ve medeniyet birikimini göz ardı etmeksizin
daimî bir süreklilik içinde mutalaa etmek; üçüncüsü de Türk Tarihinin İslam Tarihi
genel çerçevesi içine oturtulmadan anlaşılamayacağı gerçeğidir.
1. Meseleye Umumî Türk Tarihi Zaviyesinden Bakış
Köprülü Türk Medeniyeti ile ilgili yazdığı birçok makalede Türklerin Osmanlı
Devleti’nden önceki tarihi serüvenini ya da bir başka deyişle Anadolu Türklerinin bu
coğrafyada geçirdiği safhaların ağırlıklı olarak askerî ve siyasî açılardan
değerlendirmelere konu olduğunu; bunun yanında o cemiyetin içtimaî hayatını
ilgilendiren lisan, edebiyat, sanayi-i nefise, iktisadiyât, din, adât ve ahlâk, hukuk gibi
çeşitli görünümlerini incelemeyi yerli ve yabancı araştırmacıların ihmal ettiklerini;
dolayısıyla “Tarih”i sadece askerî ve siyasî hadiselerin yansıdığı bir tezahür alanı olarak
düşünen tarihçilerin bugün ihtiyaç duyulan vesikaları bize intikal ettirmelerini
güçleştirmiş olduğunu belirtir. Ancak bu mesuliyeti sadece önceki tarihçilerin omzuna
yükleme konusunda titizlik gösterir; zira ona göre bu durumdan asıl sorumlu olan
kimselerin “Tarih” medlulünü anlamayan bugünkü tarihçiler olduğu fikrini taşır.463
Daha ilk ilmî denebilecek Usul makalesinde bile Türk Edebiyatı’nı “menbalarından son
cereyanlarına kadar, Türklerin tekâmül-i fikrî ve hissîsini muntazam bir silsile”464
halinde ortaya koymak arzusunda bulunduğunu belirtmiştir; ve sonraki çalışmalarını da
hep bu metot ve bakış açısını gözeterek vücuda getirmiştir.
Dünya çapında ses getiren çalışması Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar eserini
de yine bu usûl ve yaklaşım ile kaleme almıştır.
“Edebiyat tarihimiz hakkında şimdiye kadar Şark’ta ve Garp’ta yazılmış pek az eserler ve monografiler ekseriyetle ilmî bir kıymetten mahrum olduğu gibi, Türk edebiyatının umumî tekâmülü mes’elesi de ilim âlemi için henüz hallolunamamış bir muammâdır; esasen, Hammer’den Gibb’e ve eski tezkirecilerimizden bugünkü bazı nadir alimlere kadar, hiç kimse, Asya içerilerinden Akdeniz kıyılarına kadar bütün Türk
463 Selçukiler Devrinde Anadolu’da Türk Medeniyeti”, MTM, c. II, sayı 5, Teşrinisani/Kanunisani 1331, s. 193. 464 Usûl, s. 50/46.
166
milletinin en az on üç-on dört asırlık edebî tekâmülünü bir bütün şeklinde mütalea ve tedkik lâzım geldiğini, esefle söyleyelim ki anlayamamıştır. Muhtelif Türk şubelerini birbirleriyle alakası olmayan ayrı milletler sayarak aralarındaki bağ ve münasebetleri anlamayan, umumî Türk tarihini bir bütün şeklinde mütaleaya ihtiyaç görmeyen müdekkiklerin elinde, cihan tarihinin bu mühim parçası ile’l-ebed bir muammâ şeklinde kalacaktı.”465
Türk tarihini bir bütün olarak incelemek gerektiği teklifi yanında bunun kadar
önemli olduğunda şüphe götürmeyen bir başka nokta da Türk tarihini Dünya tarihi içine
oturtma çabasıdır. Buradaki tutumuna benzer bir yaklaşımı Türkiye Tarihi adlı eserinde
de dile getirmiştir. Eserde Türklerin millî mazilerinin eskiliği, âdetlerinin çokluğu,
hayatî faaliyetlerinin büyüklüğü, coğrafî mevkilerinin önemi itibariyle Dünya tarihinde
oynadıkları rolün çok büyük olduğu savını ileri sürmektedir.466 İran’da temerküz eden
Sasanî İmparatorluğu’nu asırlarca çarpışmak suretiyle kuvvetten düşüren ve böylece
İslamiyet’in yayılmasına imkân hazırlayan kavmin Türkler olduğunu ifade etmektedir.
Diğer yandan İslam’ı kabul ederek Batı’dan gelecek ehl-i salib ordularına karşı adeta bir
siper vazifesini ifa edenlerin de yine Türkler olduğuna vurguda bulunur. Aynı zamanda
kavimler göçü adı ile bilinen büyük muhaceretinin Türk istilası sonucu meydana
geldiğini hatırlatmaktan geri durmaz.
“…Hülasa, Çin ve Sibirya’dan başlayarak Hindistin’a, Avrupa içlerine, İngiliz adaları’na, Şimalî Afrika’ya Yemen ve Basra’ya kadar hemen hiçbir yer yoktur ki, oralarda Türk bayrağı dalgalanmamış, Türk kanı akmamış olsun. Slavların Germenlerin, Latinlerin, İranlıların, Çinlilerin, Hintlilerin, Arapların tarihi, hemen baştanbaşa Türklerin hamaset destanlarıyla doludur. Bu itibar ile Türk tarihi tetkikatı ilerlemedikçe cihan tarihinin birçok noktaları karanlık kalacaktır diyebiliriz.”467
Köprülü’nün Tük tarihini Dünya tarihine eklemlendirmeye çalışması, ilk defa
kendisinin yaptığı bir çaba değildir; zira Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet’inde
Osmanlı tarihini Avrupa ile ilişkileri dolayısıyla dünya tarihinin genel çerçevesi içinde
mütalaa etme teşebbüsünde bulunmuştu.468 Cevdet Paşa özellikle eserinin VI. cildinde
Osmanlı tarihini Dünya tarihinin bir parçası olarak değerlendirmek taraftarıdır ki bu o
465 İlk Mutasavvıflar, s. 6/2. 466 Türkiye Tarihi, Kanaat Matbası, İstanbul 1923, s. 4-5/58; bu eser yeni harflerle tekrar basılmıştır. Türkiye Tarihi, Akçağ, Ankara 2005. 467 a.g.e., s. 5/58. 468 Neumann, Araç Tarih..., s. 31-32; Avrupa tarihi ile ilk kez Ahmet Cevdet Paşa’nın ilgilendiğini söyleyemeyiz. Ondan çok daha önce Osmanlı tarihi yazarları, mesela Feridun Bey, İbrahim Mülhemî, Katib Çelebi, Hazerfen Hüseyin Efendi, Peçevî gibi, mevcuttur. Ancak metot anlayışı bakımından çığır açan Cevdet Paşa olmuştur. İlber Ortaylı, “Cevdet Paşa ve Avrupa Tarihi”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim Makaleler 1, Turhan Kitabevi, Ankara 2004, s. 480.
167
güne değin yapılmamış bir metot farklılığına da işaret etmektedir. Bu yaklaşımın
Osmanlı tarih yazıcılığında adeta bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Köprülü’nün
yapmaya çalıştığı şey de aslında selefi Cevdet Paşa’nın izini takip etmekten öte bir şey
değildi. Ancak o bunu gerçekleştirirken kendi tarihi hakkında fikir yürüten yabancı
Türkologların genel nitelikli paradigmalarını kökünden değiştirmeye matuf bir çaba
sarfını öngörmekteydi. Din tarihi, hukuk tarihi, edebiyat tarihi ve Osmanlı tarihine
ilişkin ele aldığı hemen bütün çalışmalarında bunun izlerini görmek mümkündür. Türk
Edebiyatı Tarihi kitabının ilk giriş cümlesi bu bakış açısının izlerini taşır.469 Osmanlı
Devleti’nin kuruluşu meselesinde de aynı tavrı sergileyecektir. Namık Kemal’in dört
yüz çadırdan oluşan bir aşiretin büyük bir imparatorluk kurduğu yollu romantik tarih
telakkisine karşı burada cephe alacak; Osmanlı edebiyatının Anadolu Selçukluları devri
edebiyatının bir devamı olduğu, dolayısıyla bütün bir Türk tarihinin ve kültür tarihinin
başlangıçtan bu güne kadar zaman ve mekan boyutları içinde bir bütün olarak
incelenmesi gerektiğini ifade edecektir.470 Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili
gösterdiği bu bütüncül tavrı daha sonra inceleme altına aldığı müesseseler tarihi
çalışmalarına da yansıtmıştır. Bizans Müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesir
problemini tartıştığı meşhur eserinde bu konuyu usûl açısından büyük bir vukufiyetle
ele aldığı görülür.471 Türk medeniyetinin, vücut bulduğu Anadolu topraklarındaki insan
469 “Menşelerden bugüne gelinceye kadar Türk vicdan-ı edebîsinin ne gibi tezahürlerde bulunduğunu, içtimaî şe’niyette olduğu gibi yahut ona en yakın bir surette, gösterebilmek: İşte başlıca gayemiz!” Türk Edebiyatı Tarihi, s. 5/27. 470 Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, s. 26. 471 “Osmanlı İmparatorluğu hukukî müesseselerinin menşe’lerini ciddî bir surette tetkik etmek isteyen her müverrih, her şeyden evvel, Osmanlı devletinin kuruluşu hakkında şimdiye kadar bilinen yanlış ve dar faraziyelerden kurtulmak mecburiyetindedir; ve bu mecburiyet, Osmanlı devrinin yalnız hukukî değil sair bütün içtimaî müesseselerinin menşeini araştırmak isteyenler için de aynı kuvvetle varittir. Çünkü bütün faraziyeler, tarihi zihniyete tamamıyla mugayir, yanlış bir telakkiye istinat etmektedir: Osmanlı devletini, Anadolu’nun garbî müntehasında, Bizans sehatlerinde iskan edilmiş küçük bir aşiretten çıkmış addetmek! Eski Osmanlı vakayinüvislerinin telakki tarzlarından tamamen farksız olan bu mebde’den hareket edildikçe, ne Osmanlı devletinin kuruluşu, ne de Osmanlı hukukî müesseselerinin menşei meselesi ebediyen bir muamma halinden kurtulamayacaktır. Halbuki Osmanlı tarihi, umumî Türk tarihi çerçevesi içinde, yani, öteki Anadolu Beylikleriyle beraber, ve Anadolu Selçukîleri tarihinin bir devamı şeklinde telakkî olunursa, o zaman, şimdiye kadar karanlık kalan birçok noktaların anlaşılması imkânı hasıl olur. Aynı suretle, Anadolu Selçukîleri tarihi de umumî Selçuk tarihinin bir şubesi halinde tetkik edilmek, ve böylece, Türk tarihinin en eski devirlerine kadar inmek zarureti vardır. Bütün içtimaî müesseselerimiz gibi, hukukî müesseselerimizin tetkikinde de, İslamiyetten evvelki devirlerden başlıyarak, kronolojik bir surette, muhtelif türk devletlerinde o müesseselerin ne gibi safhalardan geçtiğini anlamak ve her devirde ve her coğrafî sahada hariçten gelmesi muhtemel tesirleri tesbit etmek mucburiyetindeyiz. Ancak böyle génétique ve comparatif bir usûl sayesinde, her müessesenin dahilî tekâmülünü, maruz kaldığı harici tesirleri, iktibas olunan yabancı müesseselerin milli bünyemiz içinde nasıl bir mahiyet aldığını bütün
168
unsurunun ne gibi özelliklere sahip olduğu meselesini de din tarihi araştırmalarında yine
aynı zaviyeden ele almıştır.472
2. Süreklilik-Karşılaştırma
Meseleyi yukarıdaki şekliyle ortaya koyduktan sonra yani bir meselenin
başlangıcından nihayete erene kadarki safhaları bir bütün halinde incelemelere konu
olması gerektiği fikri peşinen süreklilik algılamasını da beraberinde getirecektir.
Hoca Ahmet Yesevî hakkında kaleme aldığı monografide Şark Türkleri ile Garp
Türkleri arasındaki temas noktalarını bu esasa bağlı kalmak suretiyle tesbit ve izah etme
yolunu tutmuştur. O eserde dile getirdiği temel tez, Garp Türklerindeki halk tasavvuf
edebiyatının Ahmet Yesevî’den etkilendiği üzerine idi. Süreklilik unsurunun bir uzantısı
olarak Anadolu’daki Türk edebiyatının diğer sahalara yayılmış olan Türklerin
edebiyatından ayrı ve müstakil bir şekilde inkişaf ettiği görüşünü kabul etmez; o daha
çok bu farklı farklı sahalarda yer edinmiş Türk toplulukların vücuda getirdiği
mahsullerin birbirlerini bir şekilde etkilediği, yani, Türk edebiyatını mazinin devamı
şeklinde algılamak ve hadiseye bu zaviyeden bakmak gerektiği fikrini ileri sürmüştür.
Araştırmalarında genel itibariyle Türk tarih ve medeniyetinin farklı meselelerine
dair hususların, süreklilik ve karşılaştırma unsurlarını göz önüne alınarak incelendiği
görülmektedir. Bu bazen Türklerin idare teşkilatına dair bir kurum olabilirken; bazen de
bir kelimenin iştikakı ya da bir eserin farklı sahalardaki etkisinin ortaya konulması
şeklinde belirebilmektedir.
Türklerin devlet telakkisi ve idare teşkilatı üzerine mütalaada bulunduğu bir
monografisinde Anadolu Selçukîlerinin idarî teşkilatının kimlerden nasıl iktibas
ettiklerini izah etmeye çalıştığımız süreklilik-karşılaştırma unsurlarıyla birlikte ortaya
koymaya çalışmaktadır. Mesela Selçukluların idareye ilişkin pek çok müessesesini
sebepleri ve neticeleriyle anlamak kabil olur.” “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar”, THİTM, c. I, 1931, s. 180-1. 472 “…Sonra Mösyö Babinger’in ihmal ettiği diğer nokta da, tarih-i dinî nokta-i nazarından Anadolu’nun müstakil ve mücerred bir kül halinde tedkiki kabil olmayıp Suriye, Irak, Azerbaycan, Horasan sahalarının da buna ilhakı icap ettiği, yani umumiyetle Oğuz Türkmenlerinin diniyatı müştereken mevzu-ı bahs olmak lazım geldiği meselesidir.” Anadolu’da İslamiyet, s. 38/44.
169
Abbasilerden iktibas ettiğini iddia etmektedir. Abbasilerin ise sahip olduğu bu
müesseseleri, İran-Sasanî devletine borçlu olduğunu belirtir. Bununla birlikte Anadolu
Selçuklularının diğer bölgelerde kurulan Selçuk hükümetlerinden ayrı olarak kendi millî
ananelerine sadık kaldıklarını ve mesela “Şeylan, Sığır” gibi bazı millî müesseseleri,
yirmi dört boy teşkilatını, hatta kurultay’ı muhafaza ettiklerini ifade eder. diğer taraftan
Anadolu Selçukîlerinde var olan Divanü’l-inşa teşkilatının da yine Abbasilerin idare
teşkilatı içinde bulunduğu kaydını düşmektedir. Selçuk sultanlarının adaletin tevzii
meselesinde de çok riayetkâr olduklarını, şeriat hükümlerine büyük bir saygı
beslediklerini ifadeyle bunun yine Sasani devlet geleneğinden alınmış bir unsur
olduğunu Siyasetname’den yaptığı alıntı ile göstermektedir.473
Devlet idaresine ait müesseselerin nerelerden iktibasla meydana getirildiğine
dair örneklere İlk Mutasavvıflar adlı eserinde de rastlarız. Anadolu Selçukluların devlet
telakkisini mukayeseli bir surette ortaya koyduğu görülebilir.474 Burada dikkatleri Oğuz
töresine teksif etmiştir. Yine bu cümleden olmak üzere Türklerin İslamiyet öncesi
ananelerinden iktibasta bulunduğu müesseseler arasında “Şeylan”, “Sığır” ve “Yuğ”
merasimlerine atıfta bulunduğu “Türk Edebiyatının Menşei” adlı makalesi
zikredilmelidir. Bu makalesiyle Türkler arasında daha yazı yayılmadan önce mevcut
bulunan bir sözlü edebiyat geleneğinin, çeşitli medeniyet dairelerine girdikten sonra bile
nasıl kuvvetle yaşadığını göstermeye çalışmaktadır. İslamiyetin büyük tesir edici
kuvveti karşısında, putperestlik devirlerinden kalma bu nevi adetlerin türlü şekiller
altında edebi müesseselerimizde nasıl bir değişime maruz kaldığını bu makale ile takip
edebilmekteyiz. Oğuz Türklerinin şair “ozan”ı eski Türklerin sihirbazı addedilen
“Şaman”ın bir devamı olarak resmedilir. Bunların Uygur ve Oğuz efsanelerinde yer
alan şekillerine örnek verilmek suretiyle farklı adlar altında cemiyet içinde ifa ettikleri 473 Selçukiler Devrinde…, s. 201. 474 “…Hakikaten, Anadolu daha Tuğrul Bey ve Alp-Arslan zamanlarında bir “darü’l-cihad” idi. Yalnız büyük kitleler değil, següzeştçi birçok fertler de oraya koşup giderlerdi. (Nizamü’l-Mülk, Siyasetnâme). Hulâsa, Anadolu Selçuklularında Oğuz töresi denilen Oğuz an’aneleri son zamanlara kadar kuvvetle devam etmiş ve devletin teşkilatında, idare tarzında büyük tesirler icra etmiştir. Anadolu Selçuklularının idare teşkilatı tarihen mukayesel bir surette tedkik edilince, bunlardaki devlet telakkisinin mahiyeti pek açık surette anlaşılabilir: Eski Köktürk devleti, il’lerden müteşekkil birleşmiş bir heyet halinde bulunup, hükümdar bir nevi “pederane velayet”i haizdi. Samaniler’e halef olan Karahanlılar’da memleket yalnız hükümdarın değil, bütün saltanat ailesinin malı sayılıyor ve bundan dolayı birçok kısımlara ayrılarak ayrı ayrı idare olunuyordu; hatta bunlardan bazıları merkeze bile tabi değildiler. Aynı hale Selçukluların ilk zamanlarında da tesadüf edilmektedir…” İlk Mutasavvıflar, s. 209-10/161.
170
görevleri bir bir anlatılır. Hatta buna göre Türkler arasında İslamiyet’ten sonra vücuda
gelen tasavvufî şiir, halka mahsus bir mahiyette ve tıpkı eski Baksı’ların millî şiirleri
şekil ve tarzında vücuda geldiği ifade edilmektedir.475
Şeylan, Sığır ve Yuğ gibi ayinlerinin muhtelif Türk devletlerinde aldığı şekil
mesela Timurlular, Anadolu Selçukluları, Cengiz sülalesi ve Osmanlılardaki durumu
süreklilik-karşılaştırma unsurları çerçevesinde irdelenmiştir. Benzer bir yaklaşıma
Türkiye Tarihi’nde de görmek mümkündür. Eski Türk ordularında hükümdarın yanında
mutlaka Ozanların bulunduğu, uda benzeyen Kopuz adındaki çalgı aletini çaldıkları ve
terennüm ettikleri şiirlerin bütün milletin zevkini okşadığı belirtilmektedir. Bu kimseler
sadece yeni hadiselere ve kahramanlık menkıbelerine ait şiirler, ya da ölülere yakılan
mersiyeler meydana getirmekle kalmazlar, bunların yanında eski Türk destanlarından
parçalar da okurlardı. İşte Türkler arasında hâlâ devam eden saz şairleriği bu eski
Ozanların yaptıkları işin bir devamıdır.476
Türk Edebiyatı Tarihi’nde ele aldığı bazı edebi eserlerle alakalı olarak yaptığı
değerlendirmelerde de bahsi geçen süreklilik-kaşılaştırma usulünü takip etmiştir.
Meselâ Kutadgu Bilig’i bir eserinde edebi bir bakış açısından tahlil ederek onu meydana
getiren edebi özelliklerin nelerden ibaret olduğunu ortaya çıkarmayı denemektedir ki
temel olarak onda iki unsurun baskın olduğunu belirtmektedir. Bunlardan biri “milli
unsur” diğeri de Klasik İran şiirinden geçen “yabancı unsur”dur.477
475 “Türk Edebiyatının Menşei”, s. 22/67. 476 Türkiye Tarihi, s. 50/98. 477 “…Daha ilk bakışta bu “İslamî-İran” tesirinin kuvvetini görmemek kabil değildir: Çünkü vezin ve nazım şekli bakımından İran “Şehname”sinin bir taklidi karşısında bulunuyoruz. O devirde, İran edebiyatı ve “Şehname” ananeleri Doğu Türkistan’ın medeni İslam merkezlerinde hiç meçhul olmadığı gibi, bu edebiyatın en mühim merkezi olan Batı Türkistan’ın da aynı hanedan elinde bulunması, Kaşgar ve Balasagun’la Semerkand ve Buhara arasındaki maddî ve manevi rabıtaları kuvvetlendirmişti. Sonra o sıralarda halis Türk merkezi olan Kaşgar’ın etrafında eski İranî lehçelerini daha unutmamış halk kitleleri bulunduğunu ve Balasagun’da henüz Soğd lehçesinin de Türkçe ile beraber yaşamakta olduğunu da unutmamalıyız. (…) Şekil bakımından “Kutadgu Bilig”de eski halk edebiyatı ananesinden kalan başlıca hususiyet, eserin umumiyetle yazıldığı mesnevî tarzı arasında “şiir” veya “mani” adı altında -yalnız üçüncüsü serbest kafiyeli olmak üzere- dört mısralık kıtalara -tam 173 yerde- tesadüf edilmesidir; işte bu, yukarıda izah ettiğimiz gibi halk edebiyatımızın belli bir hususiyeti olan “kıta” tarzının bir devamından ibarettir ki, Acem mesnevilerinde buna asla tesadüf olunamaz…” Türk Edebiyatı Tarihi, s. 200-1/196; Benzer bir örnek için bk. “Selçukîler Devrinde Anadolu Şairleri 2: Ahmed Fakih” Türk Yurdu, c. III, nu. 22, Teşrinievvel 1926, s. 289-295.
171
Türklerdeki musikinin en eski şeklini ve Osmanlılardaki aldığı halini tetkik ettiği
bir başka bahiste “Dokuz” sayısı etrafında söylediklerine bakacak olursak benzer bir
yaklaşımla karşılarız. Köprülü İslam musikî müelliflerinden bazılarının verdiği
malumata göre Türklerin, Acem ve Araplardan ayrı bir musikileri olduğunu ifade
etmektedir. Köprülü Türkler arasında “dokuz” sayısının bir niteliğine dikkatleri çeker; o
da bu sayının Türk ve Moğol’lar arasında mukaddes sayılmasıdır. Dikkat edilecek
olursa eski Türk hayatının birçok safhasında bu kutsiyete tesadüf olunur. Sonuç
itibariyle Osmanlıların Selçuklulardan aldıkları Mehterhâne teşkilatında “dokuz”
sayısına büyük bir önem verilmesini eski Türklerde bulunan “9 Gök” anlayışının bir
başka şekilde tezahürü olarak nitelendirmektedir.478
3. Türk Tarihi-İslam Tarihi
Köprülü Türklerin İslamiyet’i kabul ettikleri tarihten Tanzimat devrine kadarki
yaklaşık bin yıllık tarihin, İslam Tarihi denilen büyük ve umumî dairenin içinde mütalaa
edilmesi gerektiğinin altını çizmektedir. Türkler aslında İslam’ı kabul etmekle bu büyük
kültürün gelişimine en az Araplar, Acemler ve sair Müslüman devletler kadar ve belki
de onlardan daha fazla katkıda bulunmuşlardır. İslam coğrafyasının muhtelif yerlerinde
“askerî aristokrasi”ye dayanan devletler vücuda getirmişler ve Büyük Selçuk
İmparatorluğu’nun tesisinden son zamanlara kadar, İslam dünyasının hakimiyetini
ellerinde tutmuşlardır. Bu açıdan İslam dünyasının kaderi üzerinde Türklerin devamlı
tesirleri olmuştur. Dolayısıyla “Türklerin tarihini bilmeden İslam Tarihi’ni anlamak
478 “…Türklerin musiki aletleriyle icra ettikleri terennümlere “Gök”, sesle okuduklarına “Ir” ve “Dule” derlerdi. “Gök”lerin adedi senenin günlerine musavi olmak üzere 366 olup, hergün hakanın huzurunda bunlardan birinin terennümü teşrifat gereklerindendi. Yalnız bunlardan 9 tanesinin hegün terennümü alışılagelmiş bir adet idi. Görülüyor ki, bu tafsilat tamamıyla dinî bir mahiyet göstermektedir. “Gök” yani “Beste”nin güfteden ayrılmış oması, bu tafsilatın epey sonraki bir gelişme devresine ait olduğunu göstermekte ise de, bu millî musikide henüz dinî bir kalıntı göze çarpıyor: çünkü dokuz adedi Türk ve Moğollarda mukaddes sayılırdı; Eski Türk hayatının birçok safhalarında bu “9 Gök” çalınması, sonraları Cengizîlere, Timurlulara, Selçuklulara, Harezmîlere geçmişti. Bu devletlerin hepsinde de askerî müzika vardı. Osmanlıların esas olarak Selçuklulardan aldıkları “Mehterhâne” teşkilatında dokuz adedine büyük bir ehemmiyet verilmesi, “9 Gök”ün muhtelif zaman ve yerlerdeki Türk devletlerinde umumiyetle varlığına ve böyle olunca dinî bir ayin kalıntısı olduğuna kuvvetli bir delil teşkil eder.” Türk Edebiyatı Tarihi, s. 85-6/99. Bu konuya dair daha pek çok örneği özellikle “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar”da görmek mümkündür.
172
mümkün olamayacağı nasıl tabii ise, İslam tarihi çerçevesi içine sokmadan Orta Zaman
Türk Tarihi’ni anlama”nın mümkün olamayacağı aşikardır.479
“Hiçbir millî tarihin, umumî tarih çerçevesi içindeki tabiî mevkiine sokulmadan tetkikine imkân olmadığı, bugün artık bir mütearifedir. Millî terbiye bakımından haiz olduğu ve daima olacağı büyük ehemmiyet bir tarafa bırakılırsa, ilmî bakımdan, her millî tarihin kıymeti, yalnız umumî tarih çerçevesi içindeki maddî ve manevî tesirlerinin büyüklüğü ve devamlılığı ile ölçülmektedir; fakat bu derece terkibî (synthétique) bir umumî tarih telakkîsine kadar gitmesek bile, şurası muhakkaktır ki, her milletin tarihini, mensup olduğu kültür çerçevesi veya çerçeveleri içinde tetkik etmek bir zarurettir. İşte bu bakımdan tarihlerinin bin yıllık bir devresini Yakın Şark İslam kültürü dairesi içinde geçiren Türkler için, yaratmak hususunda kendilerinin de büyük rolleri olan bu kültürü layıkıyla tetkik etmek, yalnız ilmî değil, millî bir mecburiyettir. Fikir ve sanat tarihi, hukuk tarihi, din tarihi, bir kelime ile içtimaî tarihin bütün şubeleri için, bu mecburiyet daima kendini gösterir.”480
Köprülü devamla Müslüman Türklerin hukuk tarihini araştırmak isteyen bir
mütefekkirin nazarî ve sistematik İslam hukuk bilgisine ihtiyacı olduğu sonucuna
varmaktadır. Bunun yanı sıra benzer hukukî müesseselerin Arap ve İranlılardaki tarihi
seyrini de bilmek gerekir. Böylece aynı kültür dairesi içinde bulunan üç milletin hukukî
tekâmülünü karşılaştırmalı olarak anlamadan bunlardan sadece birini kavramanın
mümkün olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar. İslam dairesine mensup bu milletlerin her
birinin kendi millî bir tarihi, İslamiyet’ten önceki devirlere ait özel bir geleneği, coğrafî
alan itibariyle etkilendikleri medeniyetlerden aldıkları bazı özellikleri bulunmakla
birlikte; aynı kültür dairesine mensup olmak bakımından ortak bir karakter arz ettikleri
de ortadadır.481
Köprülü’nün bu tavrı, en iyi hem İlk Mutasavvıflar eserinde hem de Türk
Edebiyatı Tarihi’nde müşahede edilebilir. Anadolu coğrafyasında teşekkül eden
edebiyatın nerelerden beslendiği meselesi üzerine yaptığı fikrî çabada öncelikle izi takip
edilmesi gereken unsurlar arasında zikrettiği mesele, İslam tasavvuf tarihinde önemli bir
yeri olan, Ehl-i Horasan ile başlayıp Muhyiddin-i Arabî ve Mevlanâ ile sistematik bir
hüviyete bürünen “vücudiye” mesleği teşkil eder. Klasik edebiyatımızın layıkıyla
anlaşılabilmesi meselesini İslam tarihinin bu büyük mesleğinin anlaşılmasıyla doğrudan
irtibatlı görmektedir.482
479 İslam Medeniyeti Tarihi, s. 21. 480 a.g.e., s. 21. 481 a.g.e., s. 22. 482 Türk Edebiyatı Tarihi, s. 144/147.
173
Anadolu’daki içtimaî hayatı ve dahası burada yeşeren insan unsurunun ne gibi
dinî yapılardan etkilenerek vücut bulduğu meselesinde de aynı yaklaşımı
sergileyecektir. Anadolu etnik yapısının oluşumunda tasavvuf cereyanının etkileri; yeni
teşekkül eden içtimaî yapının, bölgede nüfuzu olan tarikatler vasıtasıyla nasıl bir hal
aldığı; Horasan, Irak, Suriye, Azerbaycan sahalarının bu yapıya tesirleri; bir yandan
Türklerin eski ananelerinden kaynaklanan putperest inanç ve akidelerin tasavvuf
cereyanı altında devam etmesiyle kendini gösteren; diğer yandan da şii etkisiyle vücut
bulan Batınî-Hurufî hareketlerin durumu vs gibi pek çok halli icap eden mesele İslam
tarihi genel çerçevesi içinde analiz edilmeye çalışılmıştır.483
483 Bk. Anadolu’da İslamiyet eserinin muhtelif yerlerinde.
174
III. BÖLÜM
FİKİRLERİ
175
A. Türk Modernleşmesi
Bu başlık altında biz daha çok farklı gibi gözüken çeşitli sahalara ait fikirlerini
bir araya getirmek suretiyle memlekette teşekkül etmesini arzuladığı zihniyet yapıları ve
telakki şekilleri hakkında toplu bir malumat vermeyi; ve böylece “yenilik” ve
“modernleşme”ye bakış açısını ortaya koyarak değerlendirmeyi uygun bulduk. Özellikle
II. Meşrutiyet yıllarında günlük gazete ve dergilerde kaleme aldığı yazılarında bir
yandan eski müessese ve zihniyet yapılarını eleştiriye tabi tutarken “Garb ilim ve fikri”
etrafında dile getirdiklerinden hareketle modernleşmeye nasıl baktığını ortaya çıkarmak
mümkün görünmektedir. Daha sonraki yıllarda Cumhuriyet idaresi altında da bu
konulara ilişkin pek çok makale kaleme aldığından bu iki dönem zarfında ele aldığı
meseleleri karşılaştırmalı olarak takip etme imkanı da yakalanmış olacaktır.
1. Tanzimat Eleştirisi:
Köprülü Tanzimat devresi ile başlayan “yenilik” akımını büyük ölçüde taklitçi
olmakla itham etmektedir. Gerek o dönemin mütefekkirlerini gerekse eleştirilerini
serdettiği dönemin ilim erbabını geleneksel olanı dikkate almamakla tenkit etmektedir.
Ecdad yadigarlarına olan bîgâne tavır ona göre geri kalmışlığın en önemli sebeplerinden
biri ve belki de birincisidir.
“…Biz Türkler cidden parlak ve temiz uzun bir tarihe, necib an’anelere, eski bir edebiyata malik olduğumuz halde, kemâl-i merâretle itiraf etmeli ki onların hepsinden bî-haberiz. Devre-i Tanzimat ile başlayan kör Avrupa mukallitliği, an’aneyi mahv u istihkâr itiyadı, bugün sahte bir teceddüd-perverlik cilası altında hâlâ pür-hayat ve zinde bir halde bulunuyor. En ileri gelen erbab-ı ilm u irfanımızın bile hâlâ mahiyetini idrak edemedikleri bu sahte ve muzır cereyan müdafileri, an’aneye sadık kalmak şartıyla hakikî ve millî bir teceddüd vücuda getirmek isteyenleri mürtecilikle, muhafazakârlıkla itham ediyorlar. Düşünmüyorlar ki milletin ruhuna -maziden bir kudret-i hayatiye alarak- yenilik ve terakkî lüzumunu nefh ve ilkâ edebilecekleri yalnız onlardır. Hadisâtı yalnız hariçten gören sathî nazar bir ecnebî siyah gibi değil, milletin ruhunu dinlemiş dûrbîn bir içtimaiyât âlimi gibi hareket edebilirse, Tanzimat’ın ne sahte bir mahsûl olduğu ve bilhassa -zahiren münevver fakat hakikatte cahil- havass sınıfı tarafından ne fena, ne muzır bir surette telakkî edildiği pek kolay anlaşılır.”484
Tanzimat ileri gelenlerini de aynı zaviyeden eleştiriye tabi tutmaktadır. Batı’dan alınan
yeni müesseselerin, mevcut kurumların işleyiş tarzı yanında ahenksizliğe neden olduğu
inancını taşır.
484 “Musahabe: Eski Eserlerimiz”, Tasvir-i Efkâr, 17 Zilhicce 1331/4 Teşrinisani 1329/17 Teşrinisani 1913. [vurgular bize ait]
176
“Garb alemiyle olan münasebâtımız neticesinde, memleketimize ıslahât ve teceddüd fikirleri girmeye başlayınca, mütefekkirîn ve ricâl-i devletin en evvel düşündükleri şey, Garb müessesâtını taklid etmek oldu. Evvela kıyafetlerden başlayan Garb mukallitliği, hey’et-i içtimaiyemizin her unsurunda kendini gösterdi; ve tıpkı hiç yoktan yeni bir alem-i içtimaî vücuda getiriliyor gibi, yeni vazifeler için yeni uzuvlar, yeni müesseseler meydana çıkarıldı. Mesela umûr-ı adliye o zamana kadar mehakim-i şer‘iyeye tabi iken, aynı vazifeyi görmek maksadıyla mehakim-i nizamiye tesis ve kavaid-i fıkhiyye yerine kavanîn-i cezaiye vaz‘ u isti‘mâl olunmaya başladı. Halbuki Fransa’dan yarım yanlış muktebes kavanîn-i cedideyi tatbik eden o mahkemelerin yanında, garib bir mantıksızlık eseri olarak, kavaid-i fıkhiyeyi düstûrü’l-amel ittihaz eden mehakim-i şer‘iye de, icrâ-yı ma‘delet etmekte idi…”485
İlerleyen satırlarda Tanzimat paşalarını ve mesela Reşit, Âli, Fuat ve Mithat Paşaları
Batı’dan aldıkları fikir ve müesseselerle yapmayı tasarladıkları yeniliğin tam olarak ne
anlama geldiğini bilmemekle suçlamaktadır.
“Büyük Reşid Paşa’dan beri meydana çıkan ıslahât ve teceddüd tarafdârları Âli Paşa’lar, Fuad Paşa’lar, Midhat Paşa’lar, yapmak istedikleri teceddüdün bir esas-ı metîne istinaddan mahrûm, sahte, bir dereceye kadar da muzırr olduğunu anlayamadılar. İctimaî mes’eleler hakkında pek az haiz-i vukûf ve salahiyet olan o adamlar, hakiki bir teceddüdün ne demek olduğunu, bir heyet-i içtimaiyeye yeniliğin ne sûretle idhali lazım geleceğini ma‘atteessüf bilemiyorlardı. İşte bunun için, memleketi cehlin ve taassubun sürüklediği girdâb-ı felâket ve izmihlâlden kurtarmak maksadıyla, artık tefessüh bir hale gelen eski içtimaî uzuvlar yerine yeni uzuvlar ikâme etmek ve teceddüd vazifesini tamamıyla o yeni uzuvlara tahvîl etmek istediler. Fakat bunun netayici pek garib ve aynı zamanda vahim ve tehlikeli oldu.”486
Köprülü bu durumun memlekette “ikili” bir yapının meydana gelmesine
sebebiyet verdiğini ve bu ikiliğin doğurduğu tezat nedeniyle de “içtimaî tabakalar”
arasında var olan ihtilafı bir kat daha artırdığını iddia etmektedir. Müellif burada kendi
döneminin de temel bir problemi olan, fikir ve düşüncenin halk arasına intişarı, yeni
olan şeyin halk tarafından benimsenmesi ya da yenilik fikrinin “halka doğru” serpilmesi
problemi üzerinde durur. Tanzimat ıslahatlarının da bahsini ettiği “ikilik” yüzünden
halk tarafından gerektiği şekliyle kabule şayan bulunmadığını, hatta onların nezdinde,
yapılan düzenlemelerin bir tür “dinsizlik” şeklinde algılanmış olmasından şikayet
etmektedir. Sonuç olarak Batı’yı yanlış ve kötü bir şekilde taklitten ibaret kalan bu
yenilik fikri, bir avuç seçkin kişi arasında taraftar buldu ve okumuş kesimin (sunuf-ı
havâs) “vatansız” ve “milliyetsiz” bir topluluk haline gelmesi sonucuna yol açtı.
Bir başka makalesinde “Şinasi-Kemal” ve takipçileri “Fikret-Halid Ziya”nın
edebiyatta ortaya koydukları şeylerin, Batı medeniyeti dairesi içine girmemizin bir
485 “Musahabe-i İçtimaiye: Mekteb-Medrese”, Tasvir-i Efkâr, 6 Rebiülahir 1331/2 Mart 1329/15 Mart 1913. 486 a.g.m. [vurgular bize ait]
177
neticesi olduğu fikrindedir. Yeni adım atılan bu medeniyet dairesini tanımlarken seçtiği
kelimelere bir bakacak olursak, “teknik” kavramının yanında, eğitime ilişkin yazdığı
pek çok makalede sözünü ettiği “ilim telakkisi” kavramına tesadüf ederiz.
“…Halbuki Tanzimat devrinde girdiğimiz yahut girmek istediğimiz medeniyet dairesinin esası, ‘teknik’de ve ‘ilim telakkisi’ndeki vahdetten ibaretti. Şinasi-Kemâl devresi, romanı, tiyatroyu, şiirin muhtelif tarzlarını, tenkidi, inkılab fikirlerini burada tesise ve Avrupa’nın bu husustaki bir takım umûmî usûllerini, şekillerini iktibasa çalıştı; Tevfik Fikret-Halid Ziya nesli ise Garb şekillerini eskilerden daha büyük bir muvaffakiyetle iktibas ve tatbik için bütün kuvvetlerini sarf ettiler…”487
Ancak türlü sebeplerle gerçek bir ilim anlayışının memlekete girememiş
olmasından dolayı duyduğu kızgınlığı, o dönemki münevver sınıfı “bed-binlik”, “keyif-
perestlik”, ve hod-bînlik”i memlekete sokmakla suçlayarak dile getirmektedir. Onları
“ilim” ile “malumat”ı birbirinden ayırt edememekle; “kelimecilik” ve “yapma
istiarecilik”i kuvvetle devam ettirmekle itham etmektedir. Sonuç olarak Tanzimat’la
birlikte girilen yeni medeniyet dairesi ve ondan iktibas edilen edebiyat anlayışının, o
dönemin edebiyatını taklidî ve ibtidaî bir mahiyette bıraktığı fikrini taşır.
2. Medrese Eleştirisi
Burada bir parantez açıp yenilik hareketinin nesillere aktarıldığı kurumlardan
birine ve en önemlisi sayabileceğimiz Medrese’ye yönelttiği eleştirilere yer vermek
gerekir. Köprülü “Mektep-Medrese” adlı makalesinde medreselerin içine düştüğü
inhitat sebebi olarak Tanzimat’la birlikte başlayan Avrupa tarzı eğitim kurumlarının
açılmasına işaret eder. Hükümeti yeni açılan mektepler yanında medreselere hiç
bakmamakla suçlar.
“Devre-i Tanzimat’tan sonra, hükümetin Avrupa tarzında mektebler açarak ulûm ve fünûnu o sûretle neşre çalışması, medreselerin bugünkü dereke-i inhitata düşmesinde pek çok medhaldârdır. Hükümet şimdiye kadar yalnız mekteblere baktı ve medreseleri kendi haline bıraktı. İlim namına asırların bekāya-yı evhâm ve hurâfâtını öğrenmekten ve askerlikten kurtulmak isteyenlere bir melce’ olmaktan başka bir şeye yaramayan bu medreseler, saf halkın cehaletinden bilistifade taassub ve riyayı tezyid ve efkâr-ı umûmiyeyi yenilik aleyhine tahrik edecek bir yığın cehele yetiştirdi. Bugün pek basit medrese tahsili gören alelade bir suhte, mekteblileri tekfîrden, teceddüdü tel‘înden başka bir şey bilmez gibidir; onun nazarında arz hâlâ sâbit, gök hâlâ yedi kattır.”488
487 “Edebiyat Musahabeleri: Milli Edebiyat”, Yeni Mecmua, sene I, sayı 1, 1 Temmuz 1917, s. 4-7; bu makale şu eser içinde de yer almıştır. Bugünki Edebiyat, İstanbul 1924, s. 14. 488 Mektep-Medrese.
178
Bu en eski ilm u marifet ocaklarının şu anki şekl-i hazırıyla tam bir çöküş içinde
bulunduğunu; “Türklüğün ve İslamlığın başlıca avamil-i inhitatından biri” olduğunu
ileri sürmektedir. Ancak bu ilim ocaklarının bulundukları durumdan çok kısa bir zaman
zarfı içinde asrın icaplarına uygun bir kurum haline dönüşebilecekleri konusunda
fazlasıyla ümidvar bir tavır takınır.489 Yani ona göre bu müesseselerin bütünüyle
ortadan kalkması yerine mekteplerin programına göre ıslah edilmeleri mümkündür. Bu
sayede halkın gerçekleştirilen yeniliklere ve oluşturulmaya çalışılan yeni fikirlere
muhalefeti de engellenmiş olacaktır.
“Bu sûretle, sarığın nüfûz-ı maneviyesine meczûb olan halk kitlesi, erbâb-ı fikr ü teceddüde şimdiki gibi şüpheli nazarlar atfından fâriğ olurlar, bilhassa, kalbleri vatan ve millet aşkıyla dolu, fedakâr, genç, mütecânis bir sınıf-ı mütefekkirîn meydana gelir.”490
Köprülü bunun gerçekleşebilmesi için bir intibah-ı milli”nin vücuda gelmesini şart
koşmaktadır. Boş ve yanlış fikirlerle dolu bulunduğunu iddia ettiği Medreselerin
değişime ve belki de dönüşüme ihtiyacı olduğunu belirtir. Bir başka yazısında
medreselerin ıslah edilmesi ile “terakki” fikri arasında da doğrudan bir ilişki
kurmaktadır. Medreselerin yeni ihdas edilen mektepler örnek alınarak bir
Darulmuallimîn-i ibtidaî’ye çevrilmesi neticesinde yedi-sekiz yıl sonra bütün köy ve
kasabalarda aydın fikirli imam ve hocaların yetişebileceğini düşünmektedir.
Medreselerin ıslahı ile bu müesseselerden yetişecek kişilerin “münevver fikirli”,
“mütedeyyin”, “vatan ve milletini seven” genç muallim ve köy imamları şeklinde tavsif
edilmesi birinci bölümde tanıttığımız, Halka Doğru mecmuasında yer alan, bir
hikayesini hemen hatıra getirmektedir.491 Islah edilmiş bir medrese ve bu müesseseden
mezun mütefekkirler ile terakkî arasında kurulmaya çalışılan irtibat burada da kendini
gösterir.492
489 “Memleketin her köşesine münteşir olan bu eski ilm ü marifet ocakları, şekl-i hâzırıyla Türklüğün ve İslamlığın başlıca avâmil-i inhitâtından biridir. Fakat ma‘arif nezareti, evkāf ve meşihatle bilmüzakere onları icabât-ı asra muvafık ve efkâr-ı cedideyi neşr u ta‘mîme hâdim birer Darülmuallim haline koysa, mekâtib-i resmiye programlarını onlara da tatbîk etse az zaman zarfında cüzî bir fedakârlıkla ne büyük semerât elde edilir. Evvel emirde mekteb ile medrese arasındaki münaferet ve zıddiyet kalkıp her iki taraf biribirini tekfîr ve istihfâftan vazgeçer” a.g.m. [vurgular bize ait] 490 a.g.m. 491 Bk. I. Bölüm, “Süngü Altında” adını taşıyan bu hikayede Hafız Hüseyin Efendi, küçük bir kasabanın terakki etmesine öncülük eden imamı ve aynı zamanda mektep hocası olarak anlatılır. 492 “…Hükümetin yani Maarif Nezareti ile Meşihat-ı İslamiye’nin ve bir de Evkâf’ın muavenetiyle memleketteki medreseler az zaman zarfında mahalli birer Darulmuallimîn-i İbtidaî haline ifrâğ olunursa
179
Yaklaşık 30 yıl sonra, II. Dünya savaşı henüz bitmiş, memlekette demokrasi
rüzgarları yeni yeni esmeye başlamış ve Demokrat Parti neredeyse kurulmak üzeredir
ki, Köprülü yine Tanzimat dönemini de içine alan bir yazı kaleme alır. Bu makalede
hangi şartlar altında Batı medeniyetine uymak gerektiği fikri üzerinde durmaktadır.
Aynı zamanda bu makale Tanzimat hareketinin temel bazı niteliklerine de değinir.
Devlet geçirdiği askerî ve siyasî buhranlar neticesinde kendi varlığını ancak büyük
devletlerin denge politikası üzerine bina etmek zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı.
Devleti idare edenler yeni dünya şartları karşısında devam etmesi neredeyse imkânsız
hale gelen “ortaçağ cemiyeti”ni yeni oluşan ve devletin varlığını doğrudan tehdit eden
“medeniyet”in maddi ve manevi vasıtalarıyla donatmadıkça yaşatmanın mümkün
olmadığını fark ettiler. Askerî düzenlemelerle başlayan modernleşmenin yeterli
olamayacağı; fikrî ve manevî sahalarda da Batı medeniyetine uymak gerekliliği, yeni
medeniyetin fikirlerini, müesseselerini taklit etmek zorunluluğunu gün geçtikçe daha
yakından hissettiler. Siyasi ve iktisadi çıkarlarını Devletin yıkılmaması üzerine bina
eden bazı Avrupa devletleri de, sürekli olarak, devlet ricalini ıslahata zorlamakta;
Osmanlı toplumunun bir parçası olan Hıristiyan cemaatin lehine bazı imtiyazlar
kazanmak maksadıyla hukukî düzenlemelerin gerçekleştirilmesi için talepte
bulunmaktaydılar.
“İşte Tanzimat hareketi dediğimiz inkılap hareketi memlekette böyle başladı; yani, o zamana kadar tam bir ortaçağ cemiyeti mahiyetinde olan Osmanlı cemiyetinin tabiî ve dahilî bir tekâmülü neticesi olarak Avrupa medeniyeti dairesine girmesi, ona uyması şeklinde değil de, bu emperyalist ve kapitalist medeniyetin zorla kendini kabul ettirmesi neticesi olarak meydana çıktı.”493
yedi sekiz sene sonra bütün köylerde kasabalarda genç, münevverü’l-fikr, müredeyyin, vatan ve milletini seven genç ibtidaî muallimleri, köy imamlarına sık sık tesadüf olunmaya başlar ve ihtiyacât-ı asriyeye göre teşkil edilmiş, mükemmel bir darulmuallimînden çıkan gençler köy imamlığı ve köy hocalığı etmeye, minberde köylüye hutbe söylemeye, namazlardan sonra dinin hakikat-i içtimaiyesini onlara telkin etmeye başlarsa, rub‘ asır sonra Memalik-i Osmaniye’de yeni bir nesil, yeni bir hayat, yeni bir zindegî bütün haşmetiyle arz-ı vücud eder. O zaman köylünün seviye-i ahlakiyesi yükselmiş, vatan ve milliyet gayeleri ruhuna girmiş demektir. Terakkiyat-ı maddiye, yollar, şimendiferler, fabrikalar, vâsi‘ çiftlikler, büyük ticaretgâhlar, darulfünûnlar, ilim ve sanat merkezleri o inkılab-ı manevî ile müterafık bir surette memleketi kaplar, servet-i umumiye yükselir. Müdafaa-i milliye bütün azametiyle teessüs eder ve Meşrutiyet bu defa nokta-i istinâdını ruh-ı millette bulacağı cihetle hakikî bir surette meydana çıkmış olur…” “Musahabe-i İçtimaiye: İntibah Yolları II”, Tasvir-i Efkâr, 20 Rebiülevvel 1331/14 Şubat 1328/28 Şubat 1913. 493 “Demokrasi Tarihimize Umumî Bir Bakış”, Vatan, 4 Kasım 1945; Demokrasi Yolunda, s. 65. [Bundan böyle “DY” olarak zikredilecektir]
180
Köprülü Tanzimat’tan Cumhuriyete değin geçen zaman zarfı içinde memleketin siyasi
olmaktan daha çok içtimai ve iktisadi tarihi, geniş bir görüş zaviyesinden araştırılacak
olursa bir “muamma” halini alan pek çok meselenin anlaşılması önündeki engellerin
aralanacağı kanaatini taşımaktadır. Bu “muamma” diye nitelediği şeyleri de okuyucuya
sorular yöneltmek suretiyle bazı temel başlıklar altında tartışır. Bu başlıklardan birini de
medreselere getirdiği eleştiriler teşkil eder.
“Tanzimat devrinin büyük devlet adamları, dışarıdan beliren ve her gün daha tehdit edici bir vaziyet alan siyasi tehlikelere, içeriden halkın muhalefet ve mukavemetine rağmen, bu inkılap hareketini inkişaf ettirmek mecburiyetinde idiler. İşte bu zaruret karşısında, onların, çok büyük bir maharet ve dirayet göstererek, eski müesseselere cepheden hücum etmek etmediklerini, onları bir tarafa bırakarak ayrıca yeni müesseseler kurduklarını görüyoruz: Mesela asırlardan beri memleketin başlıca kültür ocağı olan medreseleri, zamanın icaplarına göre düzeltmek ve Avrupa tarzında birer mektep haline getirmek, imkânsızdı. Bunu pek iyi bilen Tanzimat adamları, medreseyi bir tarafa bırakarak, az çok Garp müesseselerine benzeyen yeni mektepler açmak yolunu tercih ettiler…”494
Köprülü aynı makalenin ilerleyen satırlarında laik Cumhuriyet idaresinin ilanına kadar
sürüp giden “ikilik”in izahını “tarihi zaruret” kavramıyla açıklama yoluna gitmektedir.
Ona göre gerek maarif gerekse adalet müesseselerinde görülen bu “ikilik” Tanzimat
ricalinin bir hatası değil; “tarihi şartların zaruri bir neticesi”dir. II. Meşrutiyet yıllarında
kaleme aldığı makalesinde medreseye yönelttiği eleştirilerle paralellikler gösteren bu
ifadelerin satır aralarına bakarsak bazı farklılıkların mevcudiyeti göze çarpacaktır. Daha
önce dile getirdiği yazısında medreseler ıslah edilmek suretiyle ya da bir başka ifade ile
geleneksel olanı yeniden ihya ederek -ortadan kaldırmadan- devam ettirilmesi
taraftarıyken yukarıda alıntısını yaptığımız makalede bu kurumların düzeltilemeyeceği
ve dolayısıyla, artık, devam etmesinin imkânsız olduğuna ilişkin ifadeler serdetmiştir.
Memleket içinde meydana gelen “ikilik”e ilişkin yaptığı yorumlarda ise bunun suçlusu
olarak Tanzimat ricalini görürken laik Cumhuriyet idaresi altında neşrettiği makalede
suçu “tarihi zaruret”e hamletmektedir. Bu tavrın bir yönüyle “devletçi” diyebileceğimiz
bir görünüme yol açtığını söylersek yanılmış olmayız sanırım. Zira II. Meşrutiyetin
buhranlı bir döneminde Tanzimat hareketini ve onu idare edenleri “mukallit” olarak
nitelerken Cumhuriyet döneminde bu hareketin vasıf ve niteliğinde bir değişim
494 a.g.m. [vurgular bize ait]
181
gerekliliği duyar: artık Tanzimat, yeni Cumhuriyet devri altında “Türkiye için zaruri bir
yenilik, bir inkılap hamlesinden başka bir şey değildi”r.495
3. “Halka Doğru” Anlayışı
Tanzimat’a getirdiği bu türlü eleştiriler yanında onun “milliyetçilik” bağlamında
icra ettiği fonksiyonu tamamen görmezden geldiğini söylemek yanıltıcı olur. Bütün o
“sahte” ve “mukallit”liğine rağmen Tanzimat dönemi mütefekkirlerinin yapa geldikleri
şeyleri bir tür “halka doğru” gitmek şeklinde mütalaa ettiğini söyleyebiliriz. Ona göre
Tanzimat hareketi devletin şeklini değiştirerek ona asrî bir nitelik kazandırmak
ameliyesidir. Devlete ve fertlere birtakım hakların tanınması “demokratlaşma” yönünde
bir eğilimi beraberinde getirdiği inancını taşımaktadır. Dolayısıyla Fransa ihtilali ile
filizlenen yeni fikirler bu suretle Osmanlı toplumunun içine girmeye başlamıştır. Bu da
lisanın sadeleşmesini ve münevver zümrenin devletin sosyal ve siyasi meseleleri ile
daha yakından ilgilenmeleri neticesini doğurdu. Köprülü burada Şinasi, Ziya Paşa ve
Namık Kemal’in ismini zikretmektedir. Onlar bu yeni fikirler doğrultusunda Batı
medeniyetini ve ona ait yeni düşünceyi halk arasında yaymak maksadıyla gazete
çıkarmış, makale yazmış ve kitap neşretmişlerdir. Münevver sınıfın bu gayretini
Köprülü, “halka doğru” seyreden bir fikrî temayül olarak nitelemektedir.496
Genel olarak bu konuda yazdığı makalelerin bütününe bakılırsa “edebiyat”,
“halka doğru gitmek”, “milliyetçilik” ve “medeniyet” fikriyatı arasında sıkı bir ilişki
inşa ettiği görülür. “Halk” kavramı ve bu kavrama yüklenen anlam dairesi Tanzimat’tan
bu yana genişleyen ve hatta irtifa kaydeden bir mahiyete sahip olmuştur. Buna paralel
olarak, Köprülü “Halk Edebiyatı” adlı makalesinde yeni fikirler çerçevesinde “avam”ın
ne büyük ve esaslı bir kemiyet olduğu gerçeğini insanlığın henüz anladığını; “milletlerin
esas menba-i kuvvetini halk denilen kitlenin teşkil ettiğini” belirtmektedir.
“…Kendisine rehberlik edecek mütefekkir ve mümtaz sınıfları sinesinden çıkarıp yetiştiren, onlara bir muhit-i inkişaf hazırlayan, hükümetin bâr-ı tekâlîfini derin bir tevekkülle mütehammilâne yüklenen, dahilde emniyet ve asâyişi ve hariçte hudûdları temin ve muhafaza eden hep odur. Sana‘î, ziraî, ticarî, fikrî
495 “Demokrasi Tarihimize Umumi Bir Bakış II”, Vatan, 10 Kasım 1945; DY, s. 68 496 Ruşen Eşref, Diyorlar ki, s. 230.
182
inkişafları tevlid ve idameye ancak o muktedir olabilir. Milletin ruhu, milletin kuvveti, milletin kuvve-i hayatiyesi demek halkın ruhu, halkın kuvveti, halkın kuvve-i hayatiyesi demektir.497
Halk’ı bu anlam dairesi içinde mütalaa eden müellif Türk toplumunun içinde bulunduğu
açmazdan nasıl kurtulacağı sorusuna aradığı ve bulduğu cevap da doğrudan “halk”ın
pozisyonuna göre şekillenmiştir. Halk denen kitleye nasıl olup da “yenilik” fikri kabul
ettirileceği meselesine geçmeden önce Köprülü’nün bir başka makalesinde de dile
getirdiği ve zihin dünyasını anlamak bakımından bize önemli ipuçları vereceğini
umduğumuz “teceddüd” fikri etrafında söylediklerine bakmayı faydadan hali
addetmiyoruz. Köprülü bu yazısında “teceddüd” fikrinin “ilmî” ve “içtimaî” tarafına
vurguda bulunur ve fakat bu kadar ağır hareket ederek “Batı’nın humma-yı faaliyeti”ne
nasıl ve ne şekilde yetişebilineceği haklı sorusunu yöneltir.
“Yenilik fikri, zamanın sevk-i tabiîsiyle, daima terakkî etmektedir. Selamet-i milliyemizin ancak teceddüd-i ilmî ve içtimaî ile mümkün olabileceğini bilen her vatanperver, bu meşy-i tabiîyi kemâl-i memnuniyetle görüyor. Fakat bu kadar bat’ [ağır] bir hareketle, Garb’ın humma-yı faaliyetiyle ilerleyen milletlerine yetişmek nasıl mümkün olur? Bugün, eğer milliyetimizin te‘âlîsini cidden arzu ediyor isek, ruh-ı teceddüdü anasır-ı medeniyemizin kâffesine nefh etmeye çalışmalıyız. Teceddüdü yalnız taklid-i zevahirden ibaret zannederek, yeniliği sırf şeklî bir tarzda tatbike yeltenenler, vakitsiz ifratlardan çekinmeyenler, memlekette fikr-i teceddüdün taammümüne değil, ancak muzır ve şedid aksü’l-ameller tahaddüsüne sebebiyet verirler.”498
Dikkat edilirse toplumun kurtuluşu problemini, “ilmî” olanı almak suretiyle
gerçekleşebileceği fikri üzerine bina etmektedir. Şekilsel olanı zararlı bulmakta; arzu
edilen ve kabule şayan olan yeniliği ise bu fikrin asıl ruhunda aramaktadır. Köprülü
aynı makale içinde “Türk modernleşme”sinin temel bir meselesine dikkatleri çeker; o da
yeniliğin aşağıdan yukarıya olması gerekirken memleketin özel durumu nedeniyle
bunun mümkün olmamasıdır.499 Halk denen kitlenin yukarıdan gelen “fikr-i teceddüd”
hareketine karşı kendini tam anlamıyla kapamış olması, zihniyet yapılarında beklenen
497 “Halk Edebiyatı I” Tasvir-i Efkâr, 13 Cemaziyelahir 1331/7 Mayıs 1329/20 Mayıs 1913. [vurgular bize ait] 498 “Musahabe-i İçtimaiye: Manâ-yı Teceddüd”, Tasvir-i Efkâr, 1 Rebiülevvel 1331/26 Kanunisani 1328/8 Şubat 1913. [vurgular bize ait] 499 “Reşit Paşa’nın Tanzimat-ı hayriyesi, Mithat Paşa’nın Kanun-ı Esasî’si, On Temmuz İnkılabı memlekette fikr-i teceddüdün galebesini müş‘ir hadiselerdir. Fakat fikr-i teceddüdün aşağıdan yukarıya giderek ibtida ilmî ve içtimaî bir intibah tevlid etmesi, ve saha-i siyasiyâtta en sonra icra-yı tesir eylemesi icab ederken, memleketin hususiyet-i ahvâli bunu tamamıyla makus bir şekle sokmuştur. O kadar ki senelerin bütün tesiratına rağmen, halk, avam dediğimiz kitle-i asliye hâlâ kurûn-ı vüstâdaki halini, zihniyetini muhafaza etmekte, ve yukarıdan gelen etvâr-ı teceddüde karşı tamamıyla la-kayd kalmaktadır.” a.g.m. [vurgular bize ait]
183
ve istenen yeniliğin önünde en büyük engel olarak tavsif edilmektedir. Dolayısıyla
yeniliğin yukarıdan aşağıya doğru değil; aksine aşağıdan yukarıya doğru seyretmesi
gerektiği sonucuna varmaktadır.
“milletin ruhunu, hayatını yükseltmeden, hatt-ı hareketimizi, milli gayemizi tayin etmeden evvel yaptığımız teceddüdün ne elim bir iflâsa müncer olduğunu gördük. Bundan sonra, eğer daimî iflâslara maruz kalmamak istersek, evvel emirde millî gayemizi tayin edelim, sonra, halka, avama giderek o gayeyi saf ruhlarına nakş ve hakk eyleyelim. Hakikî ve pây-dâr teceddüdler, içtimaî ve ilmî intibahlar, şahsî ve muvakkat darbelerin mahsûlü olan inkılabât-ı siyasiyeden değil, milletin sinesinden sudûr eder.”500
Burada hemen halk’a gitme şekli ve ona giderken kullanılan enstrümanın ne olacağı
meselesi hatıra gelmektedir. Yukarıdan gelen yenilik fikrine kendisini kapayan halka
ulaşmanın yolu ve vasıtası olarak Köprülü devreye “edebiyat”ı sokmak taraftarı
gözükür. Milli bir edebiyat yaratmak suretiyle milli hayatın hemen bütün alanlarında
yeni inkılâp hamleleri vücuda gelecektir.501
“ …Nitekim etrafımızdaki milletler hep aynı yolları tuttular, ve halk kitlesini uyandırdıktan, ona milli bir vicdan verdikten sonra medeniyet yoluna girmeye hazırlandılar. Nevmîdînin, bilhassa bizim vaziyetimizde bulunan bir millet için ne elim neticeler tevlid edeceğini bildiğim ve milletimin istikbaline vicdanımın bütün samimiyetiyle kâil olduğum için, hiç olmazsa bundan sonra “halka doğru gitmek” lazım geldiğini vatandaşlarıma anlatmak istiyorum. Fakat bir makalenin dar hudutlarına bu kadar geniş bir mevzu‘u sıkıştırmaya kalkmak bile hatadır. Onun için burada halka doğru gitmek meselesinden değil, onun en mühim vasıtası olan halk edebiyatından bahsedeceğim”502
Köprülü burada da saray ve halk edebiyatı sınıflaması ile toplum içinde
birbirinden farklı birden fazla edebiyatın mevcudiyetine dikkat çekmektedir. Osmanlı
sarayında nasıl ki Bakiler, Nedimler, Nef‘îler okunuyorduysa halk katmanları arasında
da Aşık Garibler, Keremler, Şah İsmailler, Köroğulları okunmaktaydı. Köprülü kendi
döneminin münevver ve avam kitlesi arasında da benzer bir karşılaştırma yaparak üst
tabaka Hamid’i, Fikret’i, Cenab’ı okurken halk denilen alt tabakanın ise bunlardan bî-
haber bir şekilde asırlardır hâlâ aynı şeyleri okuduğunu ifade etmektedir. Hatta bu
500 a.g.m. [vurgular bize ait] 501 …Millî edebiyat cereyanı yalnız bir “vezin” yahut, sadece bir “lisan” meselesinden ibaret değildir. Millî hayatın bütün unsurlarında, hukukta, ahlâkta, iktisadiyâtta, bediiyâtta birbiriyle hem-ahenk olarak yapılması şiddetler icab eden geniş bir inkılap, çok büyük bir terkib var ki, millî vezin ve millî edebiyat meselesi de işte bu terkibin küçük bir parçasından ibarettir…” “Millî Vezin” Bugün ki Edebiyat, s. 75. 502 Halk Edebiyatı I . [vurgular bize ait] “Asrî bir cemiyet” ile “millî edebiyat” arasında da doğrudan bir ilişki kurduğu görülmektedir: “…Bir defa “millet” yani bugün ki manasıyla “asrî bir cemiyet” mevcud olmayınca millî edebiyat vücuda gelmez. Asrî bir cemiyetin vücuda gelmesi için ise, onun dinî, hukukî, ahlakî, iktisadî, lisanî, bediî müesseseleri bütün hususiyetleriyle meydana çıkarılarak sair muasır milletlerde olduğu gibi tanzim ve ıslah edilmelidir…” “Millî Edebiyat”, Bugün ki Edebiyat, s. 15.
184
durumdan şikayetçi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ona göre memlekette bir
“terakkî”den, “teceddüd”ten bahsedilecekse halkın okuyageldiği eserlerden büsbütün
farklı, asrın gereklerine uygun fikir ve zevkleri tevlid edecek yeni eserler okunmalıydı.
“…Halbuki memleketin hakikaten terakki etmiş olması için, halkın ma‘kes-i tahassüsatı olan halk edebiyatının bir eser-i hayat ve teceddüd göstermesi, fikirlerin ve zevklerin artık Aşık Gariblerden ayrılması icab ederdi. Bulgarlar, Rumlar, Sırblar (…) milli intikam şarkılarını terennüm ederken, hâlâ kurûn-ı vüstâ efsaneleriyle tenmî-i ruh eden bir millet [mücadele-i] hayatta nasıl mağlub olmaz?”503
Dikkati çeken bir diğer hususiyet de “halk edebiyatı” vasıtasıyla halk nezdinde “milli”
duyguların canlanması ve böylece uğranılan felaketlere bu his ile karşılık verilebileceği;
ya da bir başka ifade ile savaşlarda uğranılan yenilgilerin ancak milliyet duygusuna
sahip asrî bir cemiyet ile önlenebileceği fikrinin geliştirilmek istenmesidir.504
Edebiyata dair Cumhuriyet idaresi altında yazdığı bir makalede müellif o gün
ortaya konulan eserleri “sahte” ve “yabancı taklidi” olmakla itham etmektedir. Milli
zafer sonrasında gerçekleşen bir dizi inkılâp hamlesi ferdasında memlekette ne gibi bir
edebiyat hayatının teşekkül ettiği konusuna hasredilen yazı, devasa surette meydana
getirilen yeniliklerin sanat ve edebiyat çevrelerinde nasıl karşılandığı, yeni hayat ile
ahenk içinde yeni kıymetler meydana getirip getirmediği soruları etrafında şekillenen
bir tür zihni egzersiz çabası olarak nitelenebilir. 1927 yılında kaleme alınan makale son
beş-on senelik edebi hayatı, yaptıkları ve yapmadıklarıyla beraber eleştiriye konu
etmektedir ki Tanzimat devri edebiyatı için getirdiği eleştirilerin benzerlerine burada da
rastlarız.
503 a.g.m. 504 “…Halbuki eğer layıkıyla düşünecek olursak biz asıl mağlubiyetimizi avam kitlesinin idrak-i millîden mahrumiyetine atfetmeliyiz. Memurîn, ulema, zabitan gibi hazine-i milletten geçinen mahdud birkaç sınıf müstesna olduğu halde, bizim halkımız hâlâ idrak-i ibtidaiye-i beşeriyeti hatırlatacak bir mertebe-i tedennîde bulunuyor. Memlekette ne yol, ne mekteb, ne de sair âlât-ı basita-i ibtidaiye mevcud!.. Dini bilmeyecek, günlerini şaşıracak kadar cahil ve bî-haber insanlarla bundan fazla ne yapılabilir?.. İşte halli iktiza eden mühim bir mesele-i hayatiye.” Halk Edebiyatı I; “…Bulgarlar, Sırblar, Yunanîler milli propagandalarıyla, köy mektebleri ve köy kiliseleriyle, ibtidaî hocalarıyla, rahipleriyle lisanları ve edebiyatlarıyla senelerden beri milletdaşları arasında bir intibah-ı milli husulüne çalıştılar ve muvaffak oldular. Bulgar köylüsü, Sırb köylüsü, Yunan köylüsü milli gayesinin ne olduğunu bizim mütefekkirlerimizden daha iyi bilir ve o uğurda feda-yı nefisten çekinmezse, böyle fertlerden müteşekkil ordulara mukavemet kolay kolay mümkün olabilir mi?.. Böyle bir ordu mağlub edilse bile, milletin ruhundaki hiss-i intibah izale olunabilir mi?.. Kendi milli gayesini bilen bir milletin ordusu mağlub olur, vesait-i maddiyesi tükenir fakat asıl menba-i kuvveti zindegîsini muhafaza eder. İşte Napolyon’un istilasından sonraki Prusya, (…) işte 1870 Prusya’sı, ve nihayet işte bugünki kavi, zi-şevket, cihangîr Almanya…” “Musahabe-i İçtimaiye: İntibah-ı Milli”, Tasvir-i Efkâr, 11 Rebiülevvel 1331/5 Şubat 1328/18 Şubat 1913. [vurgular bize ait]
185
“…Fikir ve sanat hayatımızda, şu son beş on senelik edebiyatımız kadar berbat, sahte, milli ruha ve milli hayata yabancı bir edebiyat devresi nadir bulunur! Tiyatromuz nasıl Fransızların “fuhuş ve zina” piyeslerini adapte etmekle meşgul olduysa, matbuatımız da mütemadi bir faaliyetle, aynı cins roman ve hikayeleri ailelerimizin harimine kadar soktu; “güya milli” hikayecilerimiz, bu pis edebiyatın bayağı taklidleriyle ortalığı doldurdular: İstanbul hayatının en kirli, en mütereddi safhalarını, adeta büyük bir zevk ve lezzetle ortaya dökmekle vazifelerini yaptılar (…) hakiki sanat eserlerini, pek mahdud bazı romanları ve şiir mecmualarını tetkik edecek olursak, elde edeceğimiz netice yine memnuniyet-bahş değildir. Romanların kahramanları, ekseriyetle, milli seciyeden mahrum, halka yabancı, ve ecnebi “hars”larının yarattığı “marazi” tiplerdir. Bu eserlerde göreceğiniz hayat köşeleri, ya eski an’anelerin yaşadığı metruk mahalle sahneleri, yahut, gülünç bir şekilde Avrupalılaşmış “tatlı su” Türklerinin manasız “sosyete”leridir…”505
Benzer eleştirileri o günün şiiri içinde dile getirir. Ona göre son şiirlerin büyük bir kısmı
“Avrupa edebiyatlarının soluk ve adi bir taklidinden” ibarettir. Dil ve vezin bakımından
son on-onbeş yıllık zaman zarfı içinde “milli edebiyat” akımının etkisiyle çok belirgin
ve hızlı bir “terakki” görülse de bu “millileşme” yolunda atılan adımların şeklî ve haricî
kalmaması için daha yapılması gereken şeylerin varlığına işaret etmektedir. Edebiyatın
yeni yaratılmak istenen hayatla olan kopukluğu, edebiyatçıların hayata kötümser ve
marazi bir gözle bakmaları, ve aynı zamanda ferdî, hodbîn bir mahiyet alması
dolayısıyla var olan edebiyatı “sahte” ve “marazi” olmakla tenkit eder. Köprülü yeni
hayatın sesi olacak edebiyatın kaynaklarına da bu yazıda işaret etmektedir.
“…Milli hayata istinat edemediği, halkın ruhuna yabancı kaldığı, sadece Avrupa modellerinin taklidiyle vakit geçirdiği için, eski imparatorluğun maddî ve manevî bütün müesseseleri gibi bu eski ve sahte edebiyat da artık yıkılıyor. Edebiyat tarihimizin bu dönüm noktasında, bütün sanatkârlarımıza, münekkitlerimize, edebiyat nazariyecilerimize düşen vazife, o yıkılan, temelsiz binanın yerine nasıl bir abide kuracağımızı tayin etmektir. İçtimaî hayatın her sahasındaki derin inkılabları hem-ahenk olarak, ortaya bugünkü hayatın istediği yeni “bediî kıymetler” sanata yeni cereyanlar vermeye mecburuz. Bu yeni edebiyat, asıl ilhamlarını “milli hars”tan “halkın ruhu”ndan alaca[ğı] için tamamıyla “asrî” ve “hayatî” bir mahiyette olacak ve bu suretle Türk ruhunun “asliyet ve hususiyet”ini gösterebilecektir. Bize öyle bir edebiyat lazımdır ki, ilahi nağmeleriyle en bedbîn ve hasta ruhlara ümid ve faaliyet versin; ferdiyetleri içtimaî mefkureler içinde eritsin; yaratacağı kahramanlarla Türk seciyesinin faziletkârlıklarını tecessüm ettirsin; eski hayat şekillerinin uyuşturucu telakkilerine, yabancı harsların meş’ûm tahakkümüne isyankâr bir gençlik yaratsın…”506
Yeni hayat için yeni bir edebiyat vücuda getirmek gayesini güden mütefekkirlerin
dönüp başvuracakları yer olarak işaret edilen kaynağın mahiyetine bakacak olursak
Köprülü’nün eleştirilerinde göze çarpan bir başka problem ile daha karşılaşırız. O bir
yandan “geleneksel” olana güçlü bir atıfta bulunurken diğer taraftan “gelenek”i 505 İlim Hareketleri: İnkılab ve Edebiyat”, Hayat, c. I, sayı 5, 30 Kanunievvel 1926, s. 82-83. [vurgular bize ait] 506 İnkılab ve Edebiyat, s. 83. [vurgular bize ait]
186
tenkitten de geri durmaz. Acaba bu bağlamda yönelttiği eleştiriler “geleneksel” olanın
hangi yönüne ve ne amaçla ileri sürülmüştür? Buna dair meseleleri Şemseddin
[Günaltay]a ait bir kitap tanıtımı dolayısıyla “yaşanan İslam”a yönelttiği tenkitler
çerçevesinde dile getirdiği görülür. Bizi bu makalede dönemin çok yaygın olarak
kullanılagelen kavramlar yumağı hemen karşılayacaktır: “atalet”, “tefessüh”, “inhitat”,
“tereddî”, “terakkî”, “hurafe”, “israiliyat” “tevekkül” vs…
4. İlmiye ve Muharref İslam Eleştirisi
Köprülü’nün Şemsettin Günaltay’ın “Zulmetten Nura” adlı kitabını tenkit ve
tahlil amacıyla kaleme aldığı aynı başlıklı makale ile İslam dünyasının içine düştüğü
durumun sebeplerini; ve özellikle XIX. yüzyılın sonunda Renan’ın “İslam ve Bilim”
konulu konferansta dile getirdiği “İslam mani-i terakkîdir” iddiasına Müslüman
mütefekkirlerin verdikleri cevapları genel hatlarıyla tartışmaktadır. Köprülü’nün genel
itibariyle “Diyar-ı küfrü gezdim ser-te-ser kâşâneler gördüm-Dolaştım mülk-i İslam’ı
bütün virâneler gördüm” beytinde terennüm edilen tabloyu tenkide tabi tutmaksızın
kabul ettiği görülmektedir. O, Hıristiyanlık aleminin daimî surette “terakkî” etmesine
karşılık İslam aleminin genel anlamda maddî-manevî “inhitat” içinde bulunduğunu
ifade etmektedir. Bu konudaki geri kalmışlığın sebeplerini araştıran Müslüman
düşünürler arasında ismini zikrettiği kişiler, Muhammed Abduh’tan tutunda Musa
Carullah’a, Şeyh Cemaleddin Afganî’ye ve nihayet Şemseddin Bey’e varıncaya kadar
geniş İslam coğrafyasında yaşayan mütefekkirlerden oluşur. Şemseddin Bey’in
“Zulmetten Nura” adlı eserinin intişarını bu bağlamda bir “alamet-i beşaret” olarak
değerlendiren müellif, artık İslam kavimlerinin bir “devre-i intibah”a girdiklerini
düşünmektedir. Şemseddin Bey’in İslam dünyasının Batı karşısında kaldığı kötü
duruma ilişkin yaptığı yoruma da iştirak ettiği görülür.
“…İslam milletlerini salib karşısında bu kadar mecbur-ı ser-fürû eden âmil, bazı sathî nazarların iddia-yı mecnûnâneleri gibi ‘İslamiyet’ değil, İslamiyet’in şimdiye kadar bize öğretilen eşkâl-i muharrefesidir. Hurâfât ve israiliyât ile, Hind ve İran’dan müntakil bî-manâ efsanelerle izlâl ve teşvîş edilen, bir takım serseri tufeyliyâtın, cahil ve menfaatperest bir takım kimselerin elinde kalan İslamiyet, ilk asırlardaki safiyet-i asliyesini kaybedince, o zamana kadar en büyük bir amil-i medeniyet iken en müdhiş bir sebeb-i inhitat haline gelmiştir. Kur’an ve sünnet ahkâmını düşünmeyerek bab-ı içtihadı ya büsbütün mesdûd veya herkese açık bırakmakla, İslamiyet Acem ve Musevî efsaneleriyle dolmuş, bozulmuştur.”507
507 “Tenkit ve Tahlil: Zulmetten Nura”, Tasvir-i Efkâr, 25 Cemaziyelahir 1331/19 Mayıs 1329/1 Haziran 1913. [vurgular bize ait]; ayrıca bk. F. A. Tansel, “Vefatının Üçüncü Yıldönümü Münasebetiyle Fuad
187
Bunu takip eden satırlarda Batılı filozoflardan Kant’a atıf yapılarak dinin akıl ile olan
ilişkisi söz konusu edilmektedir. Kant’a göre gerçek bir din “esâtîr ve hurâfâttan
mücerred olan ve kâbil-i tatbik olduktan başka bizce ilm-i zarurî ile bilinen bir takım
kavanîn ve kaideler”den müteşekkildir. Şemseddin Bey’in, Kant’ın bu görüşüne
istinaden, İslam dininin tam bir uygunluk gösterdiği yorumu yine kendisinin zikrettiği
bir hadis-i şerifle desteklenmeye çalışılmaktadır: “İnsanın dini akıldır, aklı olmayanın
dini yoktur” mealindeki hadis bize, İslam dininin “akıl ve hikmet üzerine” bina
edildiğini gösterir. İslamiyet “akıl ve hikmet üzerine” bina edildiğinden dolayı
mensuplarına “hikmet-i hakikiye taharrîsi”ni emreder. Dini akıldan ibaret saydığından
dolayı da dünya ve ahiret saadetini dinin gayesi olmak bakımından işaret eden, ilmî
çalışma ve gayreti her şeyden önce ileri süren ve erkeklerle kadınları eşit kılan bir dinin
“mani-i terakkî” olamayacağı sonucunu çıkarmaktadır. Köprülü İslam’ın kaza ve kader
inancına ilişkin olarak Türk Yurdu’nda yazdığı bir makaleye atıfla İslam’ın yorumu ile
Batı felsefecilerinin ortaya koydukları nazariyelerle tam bir uyum içinde olduklarını
izaha kalkışır. Bergson’a yaptığı gönderme ile dönemin yaygın olarak eleştirile geldiği
kavramlar yumağından birine burada da rastlarız.
“…Büyük feylesof Bergson’un kaza ve kader meselesi hakkındaki efkârının ahkâm-ı diniyemizle bir mutabakat-ı tâmme gösterdiğini tafsilen izah etmiştim. Şemseddin Bey kitabında bu mesele-i mühimmeyi, layık olduğu ehemmiyetle nazar-ı itibare alarak, miskin, cahil, ahlaksız bir takım heriflerin İslam alemine yaydıkları tevekkül-i miskinâneyi, ahkâm-ı şer‘iye ile taban tabana zıt gösteriyor. Ayât-ı Kur’aniye ve ehâdis-i nebeviyenin bu husustaki ahkâm-ı sarihasına hiç kimse itiraz edemez.”508
Köprülü dinin içtimaî hayattaki fonksiyonlarına işaret ederek İslam dininin dünyevi
hükümleri de içermesi bakımından birçokları tarafından “nakise-dâr” addedilmesinin
yanlışlığına dikkatleri çekmektedir. Şemseddin Bey’in kitabı bu yanlış telakkileri
bertaraf etmede büyük önemi haiz bir görevi de ifa etmiş olmaktadır. Bu noktada sözü,
İslam dininde içtimai hayatı düzenlemede büyük bir önemi olan “içtihat” meselesine
Köprülü’nün 1913’te Türk Milliyetçiliği Hakkında Bazı Fikirleri: Türklük-İslamlık”, Türk Kültürü, yıl VII, sayı 81, Temmuz 1969, s. 621-627. Hüseyin Ragıb’ın Türklük adlı eserinde Fuat Köprülü’nün müellife hitaben yazdığı bir mektup bulunmaktadır ki bu mektupta “…bugünkü Türk heyet-i içtimaiyesi, İslam’ın şimdiki yanlış tarz-ı telakkîsinden pek mutazarrır olmaktadır; İslamiyet ruh mahiyeti itibariyle yalnız manevi değil içtimaî mahiyeti de haiz olduğu için onu yalnız itikadiyâta hasredebilmek her suretle imkânsız ve muzırdır, binaenaleyh, önce dinimizi hurafât ve israiliyâttan tecrid edelim ki bu sûretle, medeniyet-i içtimaiyemizi bağlayan muzır bağlar çözülsün ve bir an evvel medeniyet yoluna girelim…” demektedir. [vurgular bize ait] 508 a.g.m.
188
getirir; ve dünyevi hükümlerde içtihadın “luzûm-ı şer‘iyesini” bilen birinin dine
yöneltilen bu gibi isnatlar karşısında böyle itirazlarda bulunamayacağı kanaatini dile
getirir.
Köprülü her ne kadar İslam’ın yaşanan halini Şemseddin [Günaltay]ın yazdığı
bir kitap üzerinden eleştirse de ya da bir başka ifade ile Şemseddin Bey’in eleştirilerine
hak verse de -zira bu makale ile Hüseyin Ragıb’a hitaben yazılmış mektup dışında
doğrudan İslam’ın kendisi değil de yaşanmakta olan haline eleştirel bir gözle baktığı bir
başka makalesine rastlamadık- dinin Türk-İslam toplumu içinde yer edindiği mevkiin
etkisi ve gücü hakkında tam bir farkındalığa sahiptir. Modernleşme ile edebiyat arasında
kurduğu irtibatın bir benzerine din ile modernleşme arasında kurduğu ilişki biçiminde
de görmek mümkün gözükmektedir. Edebiyat’a yüklediği anlam veya amacın çok da
farklı olmayan diğer bir şeklini “din” üzerinden inşa etmektedir. Ona göre halka yeni
fikir ve düşüncenin kabul ettirilmesi yolunda en büyük amil din olabilir. Gerçi bu
noktada ileri sürdüğü fikirlerin toplumun içinden geçtiği felaket günlerinin sıkıntı dolu
zamanlarına tesadüf ettiği gerçeğini hatırlamak gerekir. Balkan yenilgilerine maruz
kalındığı bir zamanda kaleme alınan bu yazılarda mağlubiyetlerin sebeplerini
araştırırken vardığı sonuç, toplumun maddi ve askeri olmaktan çok, manevi ve ahlaki
açılardan bir inhitat içinde olduğu yönündedir.
“Her ne suretle ve her ne gibi avamilin taht-ı tesirinde olursa olsun, büyük musibetlere maruz kalan milletlerin o mesaibi tamir için tevessül edecekleri yegâne çareler manevi ve ahlakî bir mahiyette olanlardır. (…) Mağlubiyet-i ahireyi sırf askeri bir takım esbaba atf edenler her ne derlerse desinler, hadisât az çok düşünceli bir nazarla tedkik edilecek olursa görülür ki, en büyük avamil-i inhizamımız milletin sukut-ı ahlakî ile müteradif bir sukut-ı maddiye düçar olmasında efradın artık tutunacak bir esas-ı ahlakîye adem-i malikiyetlerindedir…”509
Köprülü bu makaleler silsilesinde köylünün savaşlardaki bozuk ve dağınık durumlarını
söz konusu ederek halkın maddi ve manevi vaziyetini tahlil etmeye çalışmaktadır.
Meşrutiyet ile birlikte gerçekleştirilmeye çalışılan yeni değerler karşısında halkın
bunlara la-kayd kalmasından; “meşrutiyet”, “hürriyet” gibi kavramların anlamlarını
bilmemelerinden; “vatan” ve “millet” namına açılan savaşa halkın maneviyeti bozuk bir
şekilde gitmelerinden şikayet etiği görülmektedir. O zamana değin savaşlara “din” için,
509 “Musahabe-i İçtimaiye: İntibah Yolları I”, Tasvir-i Efkâr, 15 Rebiülevvel 1331/9 Şubat 1328/22 Şubat 1913.
189
“padişah” için giden halk kitlesi nezdinde “millet” kelimesinin hiçbir manası yoktu;
“vatan” dendiğinde o sadece kendi köyünü anlıyor, bunun dışındaki müşterek bir vatan
fikrinin mevcudiyetini akıl edemiyordu. Köprülü Türk köylüsünün “vatan” ve “millet”
için gerçekleştirilen savaşta yaptıkları işin fena bir şey olduğuna inandıklarını ve Cenab-
ı Hakk’ın bu “dinsizlik” karşısında mutlaka gazap edeceğini düşündüklerini
belirtmektedir ki bu anlayışı değiştirmek, yeni değer ve fikirleri halk nezdinde kabule
şayan kılmanın bir yolu olarak “din” müessesesinin devereye sokulması lazım geldiği
fikrini ileri sürmektedir.
“İstikbalde bir daha bu gibi mehalike düçâr olmamak ve millette daima meşhud olan inhitat-ı maddî ve manevînin önüne geçmek istersek, evvel emirde köylünün refah-ı maddîsini temin edecek vesaite müracaat ve böylece maddî hastalıkları tedavi ettikten sonra ona bir istinadgâh-ı ahlakî vermeliyiz. Köylüye böyle ahlakî bir istinadgâh vererek fedakârlığı, vatanperverliği, milliyet aşkını, lüzum-ı irfan ve teceddüdü o suretle kalbine ilka için müracaat olunacak en kavî ve en müessir vasıta, şüphe yok ki “din”dir. Filhakika kemal-i cesaretle iddia olunabilir ki her din ve bilhassa din-i İslam, millet için en mükemmel bir istinadgâh-ı ahlakî, en emin bir rehber-i harekât teşkil edebilir…”510
Köprülü’nün ilmiyeye getirdiği eleştiriler, yine söz konusu olan yeni fikir ve
hayat anlayışının halk denilen kitle arasında yayılmasının en büyük engeli olması
hasebiyle dile getirilmiştir. Müellif, medreseden yetişmiş kuvvetli ilmiye sınıfını,
Tanzimat hareketi ile başlayan modernleşmenin/batılılaşmanın memleketin ihtiyacı
olduğu fikrini anlamamakla suçlamaktadır. Bu eleştirilerde ulema, Batı’dan gelen her
türlü tesire kapalı, yenilik düşmanı olarak tavsif edilir.
“…Türk-İslam unsuruna gelince, imparatorluğun asıl dayanağını teşkil eden bu unsur, hâlâ ortaçağ kültürünün kuvvetli tesiri altında bulunuyordu; medreseden yetişmiş kuvvetli bir ilmiye sınıfı, bu unsurun âdeta dimağı hükmünde idi. Merkezî idarenin padişaha karşı belki en kuvvetli rüknü olan şeyhüislâmın başında bulunduğu bu sınıf, memleketin garplılaşmak ihtiyacında olduğunu anlamıyordu; Garptan gelen her tesire karşı düşmanlık gösteriyor, her yeniliğe mâni olmak istiyor, bilhassa devletin teokratik bünyesini değiştirmesine asla razı olmuyordu. Çünkü, dinin dünya işlerine karışmaktan vazgeçmesi demek olan böyle bir hareket, ulema sınıfının nüfuzunu kıracak, menfaatini bozacaktı. Eğer II. Mahmut ve Abdülmecit, kendi saltanatlarını iç ve dış kuvvetlere karşı muhafaza edebilmek için bu garplılaşma hareketinin zaruri olduğunu
510 “Musahabe-i İçtimaiye: İntibah Yolları II”, Tasvir-i Efkâr, 20 Rebiülevvel 1331/14 Şubat 1328/28 Şubat 1913. [vurgular bize ait] Hüseyin Ragıb’a gönderdiği mektupta da benzer ifadelere yer verir: “…Halkın ahvâl-i ruhiyesi itibariyle de böyle yapmak icap ediyor. Esasen Bulgarların, Sırpların, Yunalıların, millî intibah tarihlerini tedkik edecek olursak aynı şeye orada da tesadüf edeceğiz: Millî kahramanlar halka dâima mukaddes bir şahsiyet, bir “veli” kisvesi altında gösterilir ve ruhlara nüfûz için millî propagandalar mutlaka dinî bir şekilde icrâ olunur. Herhalde milliyet-perver gençlerin bu nokta üzerinde biraz uzunca durmaları lüzumunu görüyorum…” Tansel, a.g.m., s. 627.
190
anlamasaydılar ve onu şiddetle himaye etmeseydiler, Tanzimat hareketinin muvaffak olmasına asla imkân yoktu.511
5. II. Meşrutiyet Devri Fikir Hareketlerine Bakışı
Bu başlık altında “Osmanlılık”, “İslamlık” ve “Türklük” konularında sahip
olduğu fikriyatı irdelemeye çalışacağız. “Türkçülük” fikriyatının ne gibi bir amaca
müstenit olduğu da bu konuda yazdığı makaleler sayesinde gün yüzüne çıkacaktır.
Milliyetçilik bağlamında bu üç unsur ile birlikte “Türkçülük”ün ne amaç taşıdığını,
kaleme aldığı birkaç makalede analiz etmeye çalışmıştır.
Her şeyden önce Köprülü, milliyet hareketinin “tabii bir cereyan” olduğu hatta
“içtimaî ve tarihî zaruretlerin” icbarı neticesinde ortaya çıktığı düşüncesindedir.
Osmanlı toplumu içinde “kavmiyet” fikrinin yeşermesini milletler arası münasebetlerin
bir neticesi olarak telakki ettiği söylenebilir. İç şartların bütün muhafazakârlığına
rağmen dış şartların tazyiki altında tarihî bir zaruret şeklinde bu yeni cereyan Osmanlı
topraklarında belirmeye başladı. Osmanlı hükümetinin merkezi kuvvetini teşkil eden
Türk unsuru, uzun bir süre kendi “kavmiyetleri”ni inkâr etseler de “hadisâtın uyandıran
darbeleri karşısında bir mevcudiyet-i maneviye elde etmek zaruretini” kabul etmek
zorunda kaldılar.512
Fuat Köprülü, “Osmanlılık” kavramını mütalaa ettiği yazılarında bu kelimenin
anlam dairesi içine sokulmak istenen telakkînin mahiyetine itiraz eder. Ona göre
“Osmanlı” kelimesi bir devlet unvanından ibarettir. Devlet adamları ve mütefekkir
sınıfın büyük bir kısmı “vaki bir millet-nation de fait” olan “Osmanlılık” olgusunu
“iradî millet-nation de volonté” bir başka deyişle “kavmiyet” tarzında telakki ettikleri
için çeşitli unsurların bir araya gelmesiyle vücut bulan “Osmanlılık”ın, o gün ki heyet-i
siyasiyenin adı olmanın dışında bir anlam ifade etmediğini anlayamamışlardır.
“…Osmanlılık demek Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin heyet-i mecmuası demektir. Yani onların haricinde ve onlardan müstakil ayrıca bir Osmanlılık mefhumu anlaşılamaz. Osmanlılığın hayatı, Türk cemaatinin, Arap cemaatinin, Rum ve Ermeni cemaatlerinin yani bu ayrı uzviyetlerin gayrı mümtezic
511 “Demokrasi Tarihimize Umumi Bir Bakış”, Vatan, 4 Kasım 1945; DY, s. 66. 512 “İçtimaiyat: Türklük, İslamlık, Osmanlılık”, TY, yıl 2, c. IV, sayı 21, 7 Ağustos 1913, s. 692.
191
hayatından başka bir şey değildir. Türk ve İslam vicdanları haricinde, mana-yı hakikîsiyle, bir Osmanlı vicdanı yoktur ve olamayacaktır.”513
Böyle düşünmekle birlikte özellikle Tanzimat ricalinin “Osmanlılık” fikri ile aslında bir
tür “milliyet” anlayışını ihdas etmek istediklerini teslim etmektedir. Tanzimat’tan önce
padişahın “İslam” ve “reaya” şeklinde hakları ve görevleri birbirinden açık bir biçimde
ayrılmış olan müslim ve gayrimüslim tebaası Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile birlikte artık
müsavi olacak, din ve mezhep farkları ortadan kalkacak, bu şekilde din ve milliyet
farklılıkları bir yana bırakılarak genel bir “Osmanlı milliyeti” meydana getirilecekti.514
Köprülü bu düşüncenin bir “hayal”den ibaret olduğunu belirtmektedir.
Köprülü devleti büyük bir içtimaî daireye benzeterek bunun “kuvve-i
merkeziye”sini Türklük, onun etrafında yer alan birinci daireyi İslamlık ve son daireyi
de bu ikisine “inkıyada mecbur” olan Hıristiyan unsurların teşkil ettiğini düşünmektedir.
Dolayısıyla “Osmanlılık” bu dairenin son halkasını temsil etmektedir.515 Merkezî
kuvvetin türlü sebeplerle zaafa uğraması neticesinde, Avrupalı diplomatların çeşitli
oyunları ve buna bir de milliyetçi fikir akımının Hıristiyan unsurlar arasında yayılmasını
eklerseniz, bu dairenin en dış kısımlarından başlamak suretiyle ayrılıkların baş
göstermesi anlaşılmaz değildir.
Köprülü’ye göre yeryüzünün herhangi bir yerinde ortak bir lisan ve tarihe, buna
bağlı bir temâyül ve hissiyata sahip herhangi bir topluluk var ise orada bir millet’in
mevcudiyetinden de bahsetmek mümkün gözükür. Her nerede bir Arap topluluğu
513 a.g.m., s. 702; “Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasî hey’et adıdır; yoksa bu kelime Tanzimâtçıların zannı gibi “dinde, lisande ve netice olarak hissiyatta müşterek” bir millet unvanı değildir. Binaenaleyh Osmanlılık demek Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin, v.s. toplu hey’eti demektir. Yani bunların haricinde ve bunlardan ayrı hakikî bir Osmanlılık mefhumu anlaşılamaz.” “Osmanlılık Telakkisi”, Akşam, 28 Teşrinievvel 1334. Bu makale Orhan Köprülü’nün hazırladığı Köprülü’den Seçmeler adlı eser içinde yeni harflerle tekrar yayınlanmıştır. 514 “Tanzimattan Beri Osmanlılık Telakkisi”, Akşam, 27 Teşrinievvel 1334; Köprülü’den Seçmeler, s. 40. 515 “Osmanlı Devlet-i hazırası muhtelif unsurlardan yani muhtelif kuvvetlerden terekküb eder. Devletimizi büyük bir daire-i içtimaiyeye benzetecek olursak kuvve-i merkeziyeyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi İslamlık, son daireyi de Türk ve İslam kuvve-i cazibesine tabiatıyla mecbur-ı inkıyad olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder.” Türklük…, s. 697.
192
mevcutsa orada bir “Araplık” meselesinden; ve her nerede bir Türk kitlesi mevcutsa
orada da bir “Türklük” meselesinden bahsedebiliriz.516
“…Asrın terakkilerine Çin’in mukaddes duvarları bile açılmış iken, İslam kavimlerini en tabiî, en meşru haklarından mahrum etmeye çalışmak faydasız bir sa‘ydır. Binaenaleyh bazı muarızların “ortaya hiç yoktan bir Türklük meselesi çıkardınız” demeleri, tarihin zaruretini idrak etmemelerinden ileri geliyor.”517
Köprülü burada milliyet cereyanının tarihi zaruretler karşısında kendisini bize adeta
zorla kabul ettirdiğini ihsas eden cümleler sarf etmiştir ki makalenin daha başında
“tarihi ve içtimaî zaruret” prensibinden bahsetmiş olması meseleye bu zaviyeden
baktığını göstermektedir.
Köprülü bahsi geçen yazısında milliyetperverlerin hiçbir zaman evham ve
hayallere kapılmadıklarını, hadiselerin içi yüzünden de habersiz olmadıklarını ifade ile
gayelerinin ne olduğu noktasında izahat verir. Onların en büyük maksadı “Osmanlı
bayrağı altında şuursuz bir hayat geçiren Türklere milli bir vicdan vermek ve bu suretle
‘İslam beyne’l-mileliyeti’ne kavî bir unsur idhal etmekle beraber Osmanlı saltanatının
mütezelzil istinadgâhlarını yeniden takviye etmek”518 olduğunu ifade eder. Balkan
savaşının hemen ardından Türkçülerin kendileri için tayin ettikleri siyasi esaslar
arasında da yine Osmanlı Devleti’nin sarsılmış istinatgâhlarını kuvvetlendirmek, bu
mesele için alınması en başta gelen bir tedbir olarak zikredilmektedir.519
Milliyeti meydan getiren iki unsura atıfla Türk toplumunun bunlardan tamamen
habersiz olmalarından şikayet edilmektedir. Dolayısıyla bu iki unsurun eksikliği
devletin inhitatı sonucunu doğurmaktadır.
“Türk milliyetperverlerinin bugün en evvel düşündükleri Osmanlı Türkleri, yani Osmanlı bayrağı altında yaşayan Türkler manen ve maddeten perişan bir halde bulunuyorlar. Haricî ve dahilî birçok amillerin tesiriyle Türkler aç birer rençber ve Türk memleketleri adeta birer harabe-zâr haline geldi. Halka hiç merbut olmayan renksiz kozmopolit, sahte bir sınıf-ı mütefekkirînden, perişan medreselerinden, renksiz ve gayesiz mahdud mekteplerinden başka Türklüğün hiçbir istinadgâhı yok. Milliyeti teşkil eden en büyük iki unsur:
516 Krş. “ …millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlâkça ve bediîyatça müşrerek olan, yani aynı terbiyeyi almış fetdlerden mürekkep bulunan bir zümredir…” Gökalp, Tükçülüğün Esasları, s. 18. 517 Türklük…, s. 694. 518 Türklük…, s. 695. 519 “Memleketimizdeki bütün unsurların saadeti ancak kuvvetli bir Osmanlı Devleti’nin mevcudiyetiyle kabildir. Osmanlı saltanatının sarsılmış istinatgâhlarını kuvvetlendirmek için alınacak başlıca tedbir, bu saltanatın esasını teşkil eden Türklerin millî bir uyanışa mazhariyeti sebeplerini temindir.” “Osmanlılık Telakkisi” Köprülü’den Seçmeler, İstanbul 1990, s. 35.
193
millî lisan ve millî tarih yani dil ve an’ane, asliyet ve hakikatini kaybetmiş ve bi’t-tab‘ bir amil-i inhitat halini almış. Millî tarih o kadar unutulmuş ki, milletin ismi olan Türk adı ortadan kalkmış ve yerine diplomatik [düvelî] bir unvandan başka bir şey olmayan ‘Osmanlı’ lafzı kâim olmuş. Mütefekkirlerimiz, müerrihlerimiz, rical-i hükümetimiz hep o lafzın sihr-âlûd tesiriyle uyuşup kalmışlar… Bütün bu izahattan sonra Osmanlı imparatorluğu dahilindeki Türklerin millî bir vicdandan ne kadar mahrum, manevî bir vahdet teşkil etmekten ne derece ba‘îd olduğu pek kolay anlaşılabilir. Garb erbab-ı tetkik ve tefekküründen birçoklarının iddiaları vechile, biz Türkler hâlâ millî mefkûreden mahrum ve binaenaleyh millî tesanütten bî-haber, rabıtasız bir heyet-i mecmua teşkil ediyoruz. Halbuki böyle inhilal ve tecezziye müheyya bir kitlenin şu yirminci milliyet asrında hiçbir hakk-ı hayatı olamaz.”520
Müslümanlarla aynı topraklarda yaşayan gayri müslim tebaanın Fransız ihtilali ile
ortaya çıkan milliyet kıvılcımlarının manasını çok iyi anlamaları yanında Türklerin
bundan gafil olmalarını şaşkınlık, biraz da kızgınlıkla karşılar. Müellifin bu konudaki
yazılarında unsurlar arasındaki “müsavat” probleminin kendi dönemine kadarki kısa
tarihine bazı eleştiriler getirdiği görülmektedir.
XIX. asırda bu yana kuvvetli bir şekilde gelişen milliyet fikrinin tesiriyle
Hıristiyan unsurlar özellikle bağımsızlıklarını amaçlayan bir dizi çaba ve gayretin içine
girişmişlerdi. Avrupa’nın himayesi altında kendi topluluklarına millî bir ruh vermenin
hep peşinde oldular. Tanzimat ricalinin samimi gayretleri yanında Hıristiyan unsurların
idarecileri, bu hareketi akamete uğratmak, gerçekleştirilen düzenlemeleri baltalamak
amacıyla Avrupa’nın desteğini kazanmanın türlü çarelerini aramakla meşguldüler.
Mithat Paşa’nın Tuna vilayetindeki icraatları karşısında Rusya’nın müdahalesi buna iyi
bir örnek teşkil eder. Köprülü bu konu ile alakalı yabancı bir gözlemcinin mütalaalarını
zikretmektedir ki bu konudaki dış müdahalelerin etkisini göstermesi bakımından dikkat
çekicidir.521 II. Meşrutiyet ilanı ile birlikte hürriyetçi bir dönemin başlamasına karşın
Köprülü bu devreyi de İttihatçıların Tanzimat’ın bu gibi telakkîlerini devam ettirmeleri
520 Türklük…, s. 696. 521 “Türkiye değişmez bir memleket gibi telakkî olunuyor. Aksine son asırdaki Avrupa memleketleri içinde en ziyade inkılaplara maruz olan bu memleket olmuştu. 1826 ve 1839 Hatt-ı şerifleriyle 1856 Hatt-ı Hümayûnundan ibaret olan Tanzimat-ı Hayriye, 1876 Kanunî Esasiye’si, bütün bunlar Türkiye hürriyet dahilinde azim vakaları teşkil ederler. Türkiye’nin bütün heyeti ve kısımları itibariyle bazı kayıtlar ve manilerden âzâde bir içtimaî hayata vasıl olmak için mütemadî arzu izhar etmiştir. Yalnız iki tarz ıslahat mütemadiyen sadmeleşerek, karışarak tearuz eyleyerek yekdiğerinin usul-pezîr olmasına mani oldu. Bu iki ıslahattan biri “Hıristiyanî”dir, şikayet ettiği fenalıklara küllî deva olarak mahallî muhtariyet ve mezhebî cemaatler imtiyazları suretinde tavazzuh eder. Diğeri “Türkî”dir. Hükümet usulünde ve işlerin temşiyetinde umumî bir inkılap vücuda getirerek, devletin selâmetini temin maksadına matuftur. Birincisi, parçalayarak hürriyeti istihsale; diğeri ıslahât ile temine uğraşandır. Birincisi ecnebilerin himayesini temine çalışır, diğeri millîdir.” “Tanzimat’tan Beri Osmanlılık Telakkîsi”, Akşam, 27 Teşrinisani 1334; Köprülü’den Seçmeler, s. 41-42.
194
bakımından eleştiriye tabi tutmaktadır. Ona göre İttihatçıların yapageldikleri şey
Osmanlılık ve onun neticesi olan unsurların ittihadı meselesinde tam bir safdillik örneği
göstermiş olmalarıdır. Zira onların gözünde Rum, Ermeni, Arap, Türk, Arnavut diye
ayrı unsurlar yok; bilakis tek bir Osmanlı toplumu vardı. Oysa o güne değin milliyet
fikirleri sadece gayri müslimler arasında değil Arap ve Arnavutlar gibi Müslüman olan
unsurlar arasında da yayılmış durumdaydı. Yazar burada milliyet fikirlerinin tesir
etmediği ya da edemediği tek unsurun Türkler olduğundan şikayet eder.522 İttihat
Terakki ileri gelenleri ister samimi ister gayri samimi olsun Osmanlılık fikrine bağlı
olduklarından diğer unsurlar arasında ortaya çıkmış olan milliyet fikirlerine karşı
düşmanca bir tavır sergilediler. Müslüman unsurlar arasında vücud bulmaya başlayan
Arap ve Arnavut milliyetçiliği hareketlerine bile engel oldular ki Köprülü bu durumu
şiddetle tenkit etmektedir. Zira ona göre İslamlar arasında neşet edecek olan bu tür
hareketler ayrılıkçı olmak şöyle dursun imparatorluğun kuvvet kazanmasında baş amil
vazifesi görecektir.
“Eğer bu adamlar Türk milliyet-perveri olsa idiler kan ve ateşle millî cereyanların durdurulamayacağını anlar, lüzumsuz yere Arnavutluk’ta, Arabistan’da Türk kanı dökerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun İslam unsurları arasında manasız husumetler doğmasına sebebiyet vermezlerdi. Eğer İttihat ve Terakkî ricali Türkçü olsaydılar, bir taraftan Türk milliyet-perverliğinin inkişafına çalışırlar, diğer taraftan da Arnavutlar ve Araplar arasında -Osmanlı İmparatorluğu’nun yüksek menfaatleri ile pek kolay telifi kabil- bir milliyet cereyanını terviç ve himaye ederler idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun muhafazası için bu en büyük zaruretti. Halbuki İttihat ve Terakkî, Arnavut milliyet-perverliğinin -gerek Arnavutluk’un, gerek Osmanlılık’ın hakiki menfaatlerine uygun bir şekilde- inkişafına çalışacak yerde yanlış fikirlere ve Rus siyasetinin meş’um telkinlerine kapılarak, şaşkınca bir siyaset takip etti. Ve netice olarak, “Türk milliyet-perverliği”nin teşekkülünü senelerce menetmek suretiyle Türklük için meş’um neticeler vermiş olan eski “Osmanlılık” telakkisi, Rumeli’deki bütün imparatorluk arazisinin elimizden çıkmasını ve Türklerle beraber Arnavutların da perişanlığını mucib oldu. İşte icabı veçhile bu kısa izahat, Tanzimat’ın doğurduğu bu “Osmanlı” fikrinin Osmanlı saltanatını nasıl parçaladığını katiyetle gösterebilir…”523
Abdülhamit idaresini “kahr u müstebid bir saltanat” olarak niteleyen yazar, bu
devirde imparatorluğu kuran bütün unsurlara karşı aynı kuvvet ve şiddetle muamelede
bulunulduğunu; unsurlar arasındaki müvazenetin saltanat nüfuzu ile temin edildiğini
belirtmiştir. Bu gayri tabiî hale ani bir şekilde son verildikten sonra devlet adamları ve
kamuoyunun önde gelenleri “hürriyet” ve “musavat” olgusu karşısında şaşkın bir
vaziyette eski kanun-ı esasîyi bile göz önüne almak istemediler. Yeni kanun ise var olan
522 a.g.m., s. 43. 523 a.g.m., s. 45.
195
bütün unsurları birbirleriyle mücadeleyi serbest bırakacak şekilde “müvazenet-i anâsır”
meselesini Türklerin ve Osmanlılığın aleyhine sonuçlanacak bir biçimde çözmeyi
amaçlamıştı. Makalenin bu kısmında Köprülü sosyolojik bir izaha kalkışarak, kuvvetler
dengesi-“müvazenet-i kuvâ” kavramını ortaya atmak suretiyle Osmanlı toplum yapısını,
içtimaî yönden tahlile konu etmektedir.
“…Osmanlı Devlet-i hazırası muhtelif unsurlardan yani muhtelif kuvvetlerden terekküb ediyor. Devletimizi büyük bir daire-i içtimaiyeye benzetecek olursak kuvve-i merkeziyeyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi İslamlık, son daireyi de Türk ve İslam kuvve-i cazibesine tabiatıyla mecbur-ı inkıyad olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder. Osmanlı Devleti’nin şimdiye kadar ecza-yı vatandan birçoğunu kaybetmesi, Türk kuvve-i merkeziyesinin za‘fından iler gelmektedir. Eski zamanlarda, Türk ve İslam kuvveti, etrafındaki sair unsurları -hatta ani’l-merkez temâyülâta sahip oldukları halde bile- muhafaza edebiliyordu. Fakat bir çok avamilin tesiriyle o kuvve-i merkeziye düçâr-ı za‘f olmaya başlayınca, en haricî kısımlardan başlayarak zarurî bir iftirak ve inhilal vuku‘a geldi. Yunanistan, Romanya, Sırbistan, Bulgaristan istiklalleri bu tarz telakki ile pek kolay tefsir edilebilir…”524
Durum böyleyken o, Türklerin birbirinden kopuk hali ve manevi bir birlik meydana
getirmeyen rabıtasız bir “Türklük” ile kavmî hayattan mahrum ve inhilale mahkum bir
“İslamlık”ın imparatorluğun merkezi kuvvetini teşkil edemeyeceğini iddia eder. Bu
yapısıyla da imparatorluğun manevi bir vahdet meydana getirmiş unsurları kendi
etrafında toplayıp muhafaza edemeyeceği sonucuna varır. Dolayısıyla “Osmanlılığı
tecezzî ve inhilalden kurtarmanın ancak Türklerin de millî bir mefkûreye
malikiyetleriyle mümkün olacağı” fikrine ulaşır.
“…Meşrutiyetin serbest sahasında iktisaden, ilmen mağlub ve zebûn kalmak ve idare edeceğimiz akvamın ihtiyacât-ı ruhiyesini anlayarak ona göre bir siyaset takib edebilmek için evvela kendi benliğimizi bilmemiz, manevi bir varlık elde etmemiz lazım geliyordu. Halbuki Tanzimat devresinin parak hayallerine kapılan rical-i hükümetimiz, samimi veya sahte bir hisle, hakiki bir Osmanlı kavmiyeti mevcud addederek memlekette muhtelif unsurların, ayrı ayrı birer hayat-ı dahiliyeye malik cemaatler mevcudiyetiyle millî mefkurelerden tegafül gösterdikleri için, memleket bu müddet zarfında dahilî sarsıntılardan kurtulmaya muvaffak olamadı. Türkler ne zaman millî bir vicdana malik olurlarsa İslamiyet ve Osmanlılık, ancak o zaman, muhtaç olduğu kuvve-i merkeziyeye kavuşacak ve heyet-i hazıra-i siyasiyemiz anasırın inkişâf-ı millîleriyle müteradif bir aheng-i tâm dairesinde ilerleyecektir.”525
Köprülü’nün tasavvur ettiği milliyetçilik anlayışında fark edilebileceği üzere
Osmanlılık, İslamlık ve Türklük birbirlerini destekler mahiyette bir yapıyı ihtiva
etmektedir. I. Bölümde de kısmen değinildiği gibi bu üç akım da “milliyetçilik” üst
524 Türklük…, s. 697. 525 Türklük…, s. 698; Osmanlılık Telakkisi, s. 35.
196
başlığı altında mütalaa edilmesi gereken arayış hareketleri olarak nitelenmelidirler. Bu
arayış içinde “dinin ne gibi bir faktörü var?” ya da “milliyetçi bir bakış açısı
oluşturulurken dinin ifa ettiği vazife yukarıda çizilen tablonun neresine oturmaktadır?”
sorularına müellifin verdiği cevap genel itibariyle iki yönlüdür.
Ona göre bir milliyetin teşekkülünde en çok nüfuz sahibi olan amillerin başında
din gelmektedir. Bir yere kadar millî tarih aynı zamanda dinî tarih anlamına gelir. Ne
var ki tek başına dinin bir “kavmiyet” vücuda getirebileceğini ihtimal vermez; zira bu
hususta Hıristiyanlık aleminin durumunu örnek olarak zikreder. Nasıl ki Katoliklik
Protestanlık ve Ortodoksluk tek başlarına bir millet oluşturmayı başaramamışlarsa İslam
coğrafyasında da dinin rolü bundan farklı olamaz. Dinin bu konuda ifa edebileceği rol
ancak çeşitli milletler arasında bir “beyne’l-mileliyet” vücuda getirmekten öteye
gitmez.526 Bundan hareketle İslam kavimleri arasında var olan “uhuvvet-i diniye”nin de
daha şuurlu bir hal alması gerektiği fikrini ileri sürer. Ancak bu şuurun yerleşebilmesi
her bir İslam unsurunun ayrı ayrı birer kuvvet haline gelmeleri gerçeğine bağlıdır.527
Milliyet cereyanının İslam ümmeti arasında bir tefrika nedeni olacağı iddialarını
da bu meselenin İslam kavimleri arasında başlaması hadisesini “tarihi zaruret”e
hamletmek suretiyle karşılamaktadır. Onun bu konudaki ifadelerinden sanki milliyet
olgusunun kendileri tarafından çıkarılmış bir hadise değil de hariçten gelen etkilerin
nüfuzu altında oluşmuş bir mesele şeklinde vaz edildiği görülür. 526 “…Bugün nasıl az çok aynı hislerle mütehassis bir Katolik alemi, bir Ortodoks dünyası varsa aynı suretle bir de “Hıristiyan beyne’l-mileliyet”i vardır. Birçok mütefekkirinin alenî bir takımlarının da zımnî itirafâtı, İslam alemine karşı bu Hıristiyan beyne’l-mileliyetin adeta müşterek bir hisle mütehassis olduğunu isbat ediyor. Bilhassa vekayi‘-i ahire bize bu hakikati çok beliğ bir surette anlattı…” Türklük…, s. 699; krş: “Bir millette ibtidâ din kitapları yazılır, sonra ahlâk, hukuk, edebiyat, ilim, felsefe gibi marifet şubeleri dinden tesa‘ubla teşekkül ettikçe bunlara ait kitaplar da yazılmaya başlar (..) “kitap” da dinin ve dinden müştak olan sâir marifet ve ilimlerin, yani medeniyet umde, kaide ve dusturlarını mücerret ve kat‘î bir üslupla yazarak milletler arasında müşterek olan hayatı, yani “beynelmileliyet” ruhunu ibdâ‘ eder (…) Mesela Kurun-ı Vustâ’da Avrupa’da bir beynelmileliyet hissi mevcuttu; fakat bu duyguyu tahlil edersek, Avrupa’daki beynelmilel şefkat ve müzaheretin Hıristiyan milletlere müncere olduğunu; beynelmilel hukukun da Hıristiyan devletlerin imtiyazları hükmünde bulunduğunu görürüz. Balkan Muhâberesi, Avrupa vicdanının bugün bile Hıristiyan vicdanından başka bir şey olmadığını gösterdi…” Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muâsırlaşmak”, Ziya Gökalp Kitaplar, YKY, İstanbul 2007, s. 47-48. 527 “…Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nu nazar-ı itibara alırsak, bu imparatorluk dahilinde İslamlık’ın te‘âlisi demek, o sahada yaşayan İslam kavimlerinin yani Türklerle Arapların bir vifâk ve aheng-i tâm dairesinde ayrı ayrı kendi benliklerinden haberdar olmaları demektir. Kendi mevcudiyetinden bî-haber bir kavim manevi bir vahdet teşkil edemez ki maddi bir kuvveti haiz olsun. Öyle kuvvetsiz, zayıf kemiyetler yekdiğeriyle i’tilaf ve ittihat etmek değil hatta birbiriyle kaynaşsalar bile bir kuvvet teşkil edemez. Araplarla Türklerin hâl-i hazırı buna en beliğ bir şahittir…” Türklük…, s. 699.
197
“Hıristiyan aleminin millî intibahından sonra, İslam dünyasının milliyet esaslarına uzun müddet la-kayd kalması mümkün olamazdı. Asrın beyne’l-ümem münasebâtı maddî ve manevî birçok revabıtla o iki alemi birbirine bağlıyordu. Binaenaleyh dahilî amillerin bütün muhafazakârlığına rağmen haricî müessirlerin tazyiki mutlaka uzak veya yakın bir zamanda kendini gösterecekti. İşte tarihin bu basit zarureti nihayet meydana çıktı ve İslam milletlerinde yavaş yavaş “kavmiyet” uknûmu teşekküle -yahut diğer bir telakkîye göre- şuurlu bir hal almaya başladı. (…) İslamlıkta milliyet meselesine gelince, makalenin medhalinde arz edildiği vechile İslam kavimleri arasında milliyet cereyanının başlaması bir zaruret-i tarihiyedir. Bu cereyan milletin menafi-i hakikîsini müdrik ve zekî, namuskâr rehberler tarafından idare olunursa ba‘is-i tefrika değil bilakis badî-i necat ve halâs olur.”528
Köprülü’nün milliyetçilik cereyanını dış tesirler aracılığıyla başlatıyor oluşu bu
meselenin Osmanlı toplumunun kendi iç dinamikleri vasıtasıyla ortaya çıkmış bir fikrî
akım olmadığı fikrini ihsas eder. 45 sonrası yazdığı bir makalede ise “milli hakimiyet”,
“demokrasi”, “milliyetçilik” gibi mefhumların tamamının bize “Garp”tan geldiğini çok
katî ifadelerle belirttiği görülmektedir.529 Bu doğrultuda yazdıkları ile Gökalp’ın bakış
açısı arasında da benzer bir yaklaşım göze çarpar. Gökalp’ın “Türkçülüğün Tarihi” adlı
makalesinde takındığı tavra bakacak olursak meselenin ana kaynağının Avrupa olduğu
hemen fark edilecektir.530
Osmanlı imparatorluğunu muhafaza eden iki merkezi kuvvetin Türkler ve
Araplar olduğunu söyleyen yazar, Osmanlı Devleti’nin her şeyden önce bu iki unsurun
te‘ali etmesiyle mümkün olabileceği kanaatini taşır. Özetle Köprülü “Türklüğün,
528 Türklük…, s. 692,699. [vurgular bize ait] 529 “‘Kökü Dışarıda’ ve ‘Yabancı’ İdeolojiler Nedir?”, Son Saat, 8 Mart 1947; DY, s. 247. “…Hakikaten, demokrasi, millî hakimiyet mefhumlarından başlıyarak milliyetçiliğe kadar siyasi, içtimai, iktisadî bütün yeni ideolojiler bize Garpten gelmiş ve memlekette yavaş yavaş yerleşmiştir. Bu, türk cemiyetinin tarihî tekâmülündeki birçok şartların, birçok âmillerin neticesidir. Bugün en muhafazakâr fikirlere sahip kimselerin bile bir “hakikat” olarak münakaşasız kabul ettikleri birtakım telakkîler hep dışarıdan gelmiştir…” 530 “Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel, Avrupa’da Türklüğe dair iki hareket vücuda geldi. Bunlardan birincisi Fransızcada (Turqueri) denilen (Türkperestlik) dir. (…) Avrupa’da zuhur eden ikinci hareket de Türkiyat (Türkoloji) namı verilir. Rusya’da, Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de birçok ilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara dair tarihî ve atikiyâtî taharrîler yapmaya başladılar. Türklerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulunduğunu ve muhtelif zamanlarda cihangirâne devletler ve yüksek medeniyetler vücuda getirdiğini meydana koydular. Vakıa, bu son ki tetkikler mevzu‘u, Türkiye Türkleri değil, kadim Şark Türkleriydi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de memleketteki bazı mütefekkirlerin ruhuna tesirsiz kalmıyordu. Bilhassa, Fransız müverrihlerinden de Guignes’in Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu büyük tarihiyle İngiliz alimlerinden Sir Davids Lumley’in Sultan Selim-i salis’e ithaf ettiği Kitab-ı İlmü’n-Nafi ismindeki umumî Türk sarfı, mütefekkirlerimizin ruhunda büyük tesirler yaptı…” Ziya Gökalp, “Musahabe: Türkçülüğün Tarihi”, Yeni Mecmua, c. IV, sayı 84, 13 Eylül 1923, s. 359.
198
İslamlığın, Osmanlılığın terakkisi Türklerle beraber sair anasır-ı İslamiyenin de millî bir
intibaha” kavuşmalarıyla mümkün olabileceğini düşünmektedir.
Köprülü’nün milliyetçilik anlayışıyla “ırk”a dayanan bir milliyetçilik telakkîsi
arasında çok bariz bir mesafenin bulunduğu söylenebilir. O, böylesi bir yaklaşımı uygun
görmez. Irkçı yaklaşımı kendi ifadesi ile “mutaassıp” ve “mütecaviz” bulmakta; ve bu
tarz bir milliyetçiliğe karşı tavır almaktadır. O daha çok milliyetçiliğin “insaniyetçi” ve
“barışçı” rengini müdafaa eder. Netice itibariyle ırkçı milliyetçilik ile hakiki
milliyetçilik arasını tefrik etmek suretiyle milliyetçiliğin bu müfrit anlayışına karşı
cephe almaktadır.531 Hatta Cumhuriyet idaresinin “Türk Tarih Tezi” olarak dillendirdiği
ırkçı milliyetçilik anlayışına karşı da eleştirel bir tutum takınmıştır. Romantik bir
milliyetçiliğin hakim bulunduğu o yıllarda “bütün medeniyetlerin Türkler’e mâl
edilmek istendiği bir nevi müfrit milliyetçi ırkçılık” anlayışının resmi müfredata
sokulması ve sonuç itibariyle bu fikirlerle yetişen bazı gençler arasında Avrupa’da
ortaya çıkan Nazi ırkçı propagandasının yerleşmesi kolaylaşmıştır.532
Milliyetçilik fikri ile bağlantılı olarak “Turan” fikrine dair yaklaşımına bakmak
faydalı olacaktır. Bu konudaki fikirlerini cihan harbi devam ettiği yıllarda Halide
Edip’in “Evimize Bakalım”533 adlı makale dolayısıyla serdetmiştir. Halide Edip bu
yazıda Türkçülerin faaliyet sahası olarak yönlerini nereye çevirmeleri; çaba ve gayretin
hangi coğrafî bölgeye teksif edilmesi gerektiği üzerine bir nevi eleştirel düşüncelerini
izhar etti. Türklerin birleşmelerini isteyen fikirlerin iki istikamet üzere hareket ettiğini
belirten yazar bunlardan hangisinin doğru ve tercihe şayan olduğunu tartışmaya 531 “…Şunu hemen ilave edeyim ki, daha o zamanlar bile, mutaassıp ve mütecaviz bir milliyetçiliği, ırkçılığı değil, geniş manasıyla insaniyetçi, barışçı bir milliyetçiliği müdafaa ediyordum. Cihan Harbinden evvel Türk Yurdu’nda çıkan “Türklük, İslamlık, Osmanlılık” adlı makalemde bunu açıkça görürsünüz. O zamandan bu zamana kadar daima aynı prensiplere sadık kaldım. Ve şunu son yıllarda Türkiye’de ırkçılık modası başladığı vakit dahi, henüz hükümet ve parti bu tehlikenin farkına varmadan evvel, İzmir’de ve Denizli’de verdiğim konferanslarla ırkçılığın hakiki milliyetçilikten tamamıyla ayrı bir cereyan olduğunu izaha çalıştım. Daha evvel Ülkü mecmuasının başında bulunduğum sıralarda da, ırkçılık ve totalitarizm aleyhinde muhtelif yazılar yazdım.” “Yalancının Mumu…” Vatan, 6-7 Eylül 1945; DY, s. 8.; “…Esasen bizim milliyet anlayışımız, ırkçılıktan, emperyalizmden, başka milletlere karşı taassup ve düşmanlık hisleri yaratmaktan tamamıyla uzak ve gerek yurt dışında gerek yurt içinde, insani ve asil hüviyetini muhafaza eden bir milliyetçiliktir; sizler, ister muhafazakâr ister sosyalist olunuz, bu geniş ve insani milliyetçilikten asla ayrılamazsınız, çünkü bu müstakil vatanın evlatları, bu fedakâr milletin çocuklarısınız…” “Üniversite Gençliğine Açık Mektup”, Kuvvet, 8 Mart 1947; DY, s. 246. 532 “Memlekette Tehlikeli Bir Irkçılık Cereyanı Var mıdır?”, Kuvvet, 26 Haziran 1947; DY, s. 394. 533 Halide Edip, “Evimize Bakalım: Türkçülüğün Faaliyet Sahası”, Vakit, 30 Haziran 1918.
199
açmaktadır. Buna göre “Türklük alemini yalnız Müslüman Türklerden ibaret farz eden”
anlayış ile “Müslüman, gayri Müslüman, Fin, Macar, umum Turan’ı birleştirmeyi
düşünen” anlayış arasında Osmanlı Türklerinin hangisini tercih edip o amaç
doğrultusunda çalışmalıdır sorusunu yöneltmektedir.
Bu yazıya Fuat Köprülü “Türkçülüğün Gayeleri” adlı makale ile karşılık
vermiştir. O bu yazıda Halide Edip’in görüşüne karşı çıkar. Türkçülüğün faaliyet
sahasının sadece Anadolu toprakları olması gerektiği düşüncesini reddetmektedir.
Makale aynı zamanda “Türkçülüğün” tarifini yapması bakımından da önem taşır.
“Türkçülük, benim bildiğime göre, dini ve lisanı bir olan bütün Türkleri bir millet addederek, bütün o dağınık kitleler arasında harsî bir vahdet teminine çalışan bir cereyandır.”534
Köprülü Türklerin çok geniş bir coğrafi sahaya yayılmış olmaları ve çeşitli
medeniyetlerden etkilenmeleri bakımından birbirlerine benzemediklerini; ve fakat
“lisan, adât ve tebâiyetin, halk edebiyatının, darb-ı mesellerin” neredeyse tümünün
birbirinden şu veya bu şekilde farksız bulunduğunu ileri sürmektedir. Kaşgar gibi Türk
aleminin uzak sayılabilecek bir bölgesinde yaşayan Türklerin halk türküleri ve darb-ı
meselleri incelendiğinde görülecektir ki Tuna’daki bir Türk’ün türkülerinden, darb-ı
mesellerinden hiçbir farkı yoktur.
“…Etnografyanın, tarihin, lisan tarihinin, edebiyat tarihinin -daha bugün ki ibtidaî şeklinde bile- katiyetle meydana koyduğu bir hakikat vardır ki, o da Akdeniz’den Çin serhadlerine ve Sibirya içerilerine kadar geniş bir sahaya yayılmış bir Türk milletinin varlığıdır. Türkçüler, siyasi hudutların bir milleti parçalamayacağına kani oldukları için, hangi tâbiyette olursa olsun Türkler arasında bir fark görmezler; ve kendilerini filan siyasî saha dahilindeki bir cüz’ün değil; bütün Türk milletinin bir ferdi gibi görürler.”535
Ancak Halide Hanım’ın bahsini ettiği Müslim gayrimüslim bütün Türklerin bir araya
getirilmesi fikrine karşı çıkar; hatta böyle düşünen bir Türkçülük cereyanından haberdar
olmadığını belirtir. Ona göre Türk adı bir ırk adı değil, bir milletin adıdır. Hal böyle
olunca ırk açısından aralarında ne gibi münasebetlerin olduğu henüz ortaya
çıkarılmamış, hissiyat itibariyle de aralarında hiçbir bağ bulunmayan, din, dil, milli
534 Köprülü, “Türkçülüğün Gayeleri”, Vakit, 16 Temmuz 1918. Her iki makale de şu eser içinde yeni harflerle neşredilmiştir. Erol Köroğlu, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), İletişim, İstanbul 2004, s. 452-460. 535 a.g.m.
200
temayül açısından birbirinden tamamen farklı kitleleri birleştirme teşebbüslerinin birer
fanteziden ibaret olduğunu da ekler.
“…Benim mukaddesâtıma iman eden, benim dilimle konuşan, felaket ve sevinç anlarında yüreği benimle beraber çarpan bir türk mü benim kardeşimdir; yoksa mukaddesâtı benimkinden ayrı, dili tamamıyla benimkine yabancı, bilhassa hissiyatıma karşı büsbütün yabancı olduğu muhakkak bir Fin, bir Macar, bir Moğol mu benimle birleşebilir? Okuyan okumayan, düşünen düşünmeyen herkesi kendi hissiyle buna cevap verebilir. Anadolu köylüsünün kendi milletdaşını tayin için kullandığı düstûr bu hususta çok kat‘î ve sarihtir: “Dili dilime, dini dinime uyan!” Bu düstûr aynı zamanda Türkçülüğün de gayesini gösteriyor: dilleri bir, dinleri bir -ve bunun tabiî neticesi olarak duyguları bir- olan bütün Türkleri, merhum İsmail Gaspirinski’nin düstûru vechile “dilde, fikirde, işte daha kat‘î ve şuurlu bir surette birleştirmektir!”536
Müellif ilerleyen satırlarda Batı’nın ilerlemiş devletleri yanında Osmanlı ülkesinin
müreffeh bir hayat sürdüğünü iddia etmediklerini ancak Şark İslam dünyasına nisbetle
yüksek ve müterakki bir mevkide yer aldığımızı belirtmektedir. Dolayısıyla Rus
boyunduruğundan yeni yeni kurtulmaya başlayan Kafkas Azerbaycanı, Kırım,
Türkistan, Kazakistan, Şimal Türkeli’nin gözlerini Osmanlı Devleti’ne diktiği,
kendilerinden pek çok şey beklediklerini ifade eder. İsmi geçen bütün bu yerlerin
menfaati üzerinde bütün bir Türk dünyasının ortak menfaati söz konusudur. Köprülü
bunları söylemekle Anadolu’yu ihmal edelim demek istemediğini özellikle belirtmek
ihtiyacı hissetmektedir; Türk âleminin ortak mutluluğu için her şeyden önce
Türkiye’nin büyük ve sağlam olması gerektiği inancını taşır.
“…Çünkü Türk alemi dediğimiz âlem, kendi menfaatini diğerlerinin zararında arayan, kendi kuvvetini en hasis bir tasarrufla kendi sahasına hasretmek isteyen muhtelif milletlerden mürekkeb değildir; bilakis, menfaatlerinin, istikballerinin daima müşterek olduğunu bilen ve binaenaleyh birbiri için çalışmaktan çekinmeyen bir tek millet teşkil ettiği bir âlemdir (…) Biz bugün vesîamız derecesinde, elimizden geldiği kadar Türk âleminin yardımına koşmayacak olursak, yarın onlardan bize karşı bir merbutiyet bekleyebilir miyiz? (…) “Faaliyetimizi yalnız kendi hududlarımız dahiline hasrederek hududlarımız haricindeki milletdâşlarımızı hiç düşünmemek” fikri ‘Osmanlıcı’ların pek eskiden beri ortaya sürmüş oldukları bir kanaattir ki ‘Türkçülük’ bilhassa bu fikrin aleyhine çıkmış ve ona karşı bir ‘aksü’l-amel’ vücuda getirmeye çalışmıştır. Binaenaleyh ‘Türkçülüğün faaliyet sahası’ mevuzu-ı bahs olunca, her halde “Akdeniz’den Çin’e kadar bütün Türklerin yaşadıkları bilumûm yerlerin buna dahil olduğu” artık anlaşılmalıdır.”537
Köprülü’nün bu yazı dolayısıyla dile getirdiklerinden hareketle onun savaş
yıllarında başta Gökalp’ın savunuculuğunu yaptığı “Turan” fikrini tam olarak savuna
536 a.g.m. krş: “…Millet, lisanca, dince, ahlâkça ve bediîyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkeb bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu “dili dilime uyan, dini dinime uyan” diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister…” Gökalp, “Türkçülüğün Esasları”, Ziya Gökalp: Kitaplar, s. 184. [vurgular bize ait] 537 a.g.m.
201
geldiğini iddia etmek güçtür. Zira yazdığı diğer makalelerin içeriğinde bu kadar net ve
kat‘î bir biçimde diğer Türk camiasıyla siyasi bir birliği kapsayan romantik düşünceler
serdetmediği müşahede edilmiştir. Bu görüşlerini o zamanki koşullar ve biraz da
milliyetçilik akımının ilk zamanlarında görülmesi muhtemel “romantik” duygu ve
düşünüş doğrultusunda ifade ettiğini söylersek yanılmış olmayız. Zira çok sonraları
yazdığı bir eserinin “başlangıç” kısmında bu duruma işaret etmektedir.
“Nasyonalizmin inkişaf tarihi tetkik edilince, ilk devrelerde millî tarihin tamamıyla romantik bir telakkîsine tesadüf olunur ve tarih tetkiklerinin ehemmiyet kazanmasında ve genişlemesinde bu psikolojik hamlenin büyük bir faydası da olur. (…) Millî tarih telakkîsinin romantik devrini, Türk nasyonalizmi de tabiatıyla görmüştür; Avrupa tarihçiliğinin Türkler hakkında hiçbir ilmî esasa dayanmayan çok haksız menfî telakkîler karşısında, bizim romantik tarihçiliğimizin aksülameli de ister istemez çok müfrit ve mübalagalı olacaktı ve hakikaten öyle de oldu”538
B. Medeniyet Telakkîsi
Köprülü’nün “medeniyet” kavramını kullanımı birbirinden farklı anlamları
çağrıştırır niteliğe sahiptir. Bazen tek bir medeniyet telakkisine sahip bir tarihçi
hüviyetiyle karşımıza çıkar; bazen de “medeniyet” kelimesinin önüne sıfatlar getirmek
suretiyle bu anlayışı gölgeler. Genel itibariyle bu kavramı kullandığı yerlerde ikili bir
yapının mevcudiyetini görmekteyiz. Bu ikili yapıya zaman zaman başka unsurların
eklenmesiyle kavramın kullanım ve anlam alanı genişler. “medeniyet” birden “kültür”
kavramını hatırlatan bir manaya bürünüverir. Bu durumda her bir siyasi ve kültürel
entite “medeniyet” adını alır. Tek bir medeniyetin varlığına işaret eden ifadeleri
Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında mekteplerde okutulmak amacıyla hazırladığı ders
kitaplarında şu şekilde yer almıştır:
“Mısırlıların medeniyete hizmetleri pek büyüktür. Okuyup yazmaya, kumaş ve dokumayı, çift sürmeyi, ziraat için cedveller açmayı, demieden türlü aletler yapmayı icad edenler onardır. (…) Buğday ziraatini bilen, öküz, keçi, kaz domuz sürüleri besleyen, altın ve gümüşten eşya yapan, cam ve porselen i‘malini bilen Mısırlılar, medeniyetin ilk hadimleridir. (…) Fenikeliler (…) medeniyet itibariyle yükseldiler. Camı, kırmızı boyayı keşfettiler. Kırmızı boya i‘mali için de istiridye cinsinden birtakım hayvanlar çıkardılar, kırmızıya boyadıkları kumaşları yüksek fiyatlarla her tarafta satarlardı. Fakat bunların en büyük hizmeti, elifbayı meydana getirmeleridir. (…) İranlılar mimaride Asurîleri taklid etmekle beraber tuğla yerine taş kullanmışlardır. Yine Asurîleri takliden “mineli tuğla: çini” tezyinatı kullanırlardı. Devlet ve ordu teşkilatı itibariyle çok mühim şeyler yapmışlarsa da, medeniyete ettikleri hizmet mesala Mısırlılar veya Asurîler kadar değildir. (…) Uygur Türkleri arasında medeniyet çok terakkî etmişti. Devlet teşkilatı gayet muntazam olduğu gibi, muazzam binalar, mabedler, heykeller, ve sair her türlü sanat eserleri mevcuttu. (…) Küçük
538 İslam Medeniyeti Tarihi, Akçağ, Ankara 2004, s. 29.
202
Yunan milletinin medeniyete hizmeti çok büyüktür. Yunanlılar, kendilerinden evvel gelen milletlerin medeniyetlerinden istifade ederek, ilimde, sanatta, edebiyatta, felsefede pek ziyade ilerlediler.”539
Verdiğimiz örneklerde her ne kadar medeniyet kavramını yalnız başına kullanmış olsa
da aynı kitabın muhtelif yerlerinde kavramın önüne sıfat eklemekten çekinmediği de
görülür. Bu durum, her bir cemiyetin kendine mahsus özellikleri ihtiva eden bir
medeniyete sahip oldukları fikrini ihsas etmektedir.540
“ ‘Milli Destan’ın doğması için, bir kavmin medeniyet bakımından epey aşağı bir seviyede olması ve hayatının birtakım sarsıntılara uğraması, çok büyük hadiselerle karşılaşmış olması lazımdır. O zaman o kavmin içinden yetişen halk şairleri bu vak‘aları ayrı ayrı ‘parça-Episode’lar halinde terennüm ederler. Göçler, sonra meydana çıkan bazı hadiseler, bütün mazisini şairlerinin şifahî rivayetlerinden öğrenen bu halk arasında yeni bir takım ‘Parçalar’ın daha meydana gelmesini yahut bu gibi muhtelif menkıbeleri bir ‘Kahraman’ etrafında toplayan yeni ‘daire (cycle)’ler ortaya konulmasına sebep olur. Sonraları bu kavmin medenî seviyesi yükselerek, muhtelif amiller tesiriyle, siyasi ve içtimaî bir birlik ihtiyacı da meydana çıktığı zaman ‘Destanî’ bir ruha malik olan bir halk şairi bu dağınık parçaları ‘Daireler’ halinde toplar; bu daireleri de birbirine bağlayarak umumî ‘Millî Destan’ı vucûda getirebilir…”541
Burada geçtiği şekliyle medeniyet kavramı ve tazammun ettiği anlam dünyası, önüne
herhangi bir sıfat getirilmeksizin kullanılmak suretiyle sanki tek bir medeniyet algısı
üzerine inşa edilmiş gibidir. Oysa birkaç satır sonra medeniyetin farklı bir rengiyle
karşılaşırız. Türk milletinin umumî destan geleneğinin nerelerde bulunabileceğine dair
yaptığı mütalaada bunların kısmen şifahî halk şiirinde, kısmen de eski kitaplarda yer
alabileceğini belirtir. İçtimaî gelişmenin iptidaî safhalarında bulunan Şamanî ‘Altay-
Abakan’ Türklerinde bu destan kalıntılarının Esatîrî/Mitolojik bir mahiyette
yaşayabildiği halde medeniyet bakımından onlardan daha yüksek bir seviyede bulunan
Kara Kırgız’larda bahsi geçen destanın ‘Menkıbevî’ mahiyetine rast gelindiği ifade
edilmektedir. Ancak burada Köprülü Kara Kırgızlar’ın İslam medeniyeti dairesi içine
girdiği tesbitini de yapar.542 “Medeniyet” kavramına getirdiği bu sıfatlar Köprülü’nün
539 Milli Tarih, Kanaat Matbaası, 1340/1924. 540 “Türkler pek eski zamanlardan beri Çin, Hind, İran, hatta Yunan medeniyetleriyle temasta bulunmuşlar birçok dinleri ve mezhepleri kabul etmişlerdir. Mesela daha hicretten evvel bir takım Türk hükümdarlarının “Buda” dinini kabul ettiklerini, Hıristiyanlığın bir aralık Türkler arasında yayıldığını biliyoruz. Lakin kemiyet itibariyle Türklerin en büyük kısmı üzerinde nüfuz icra eden medeniyet, eski Çin medeniyetidir. Yalnız şurasını da ilaveyi unutmayalım ki, Türkler hiçbir zaman bu yabancı medeniyetlere temessül etmemişler, muhtelif medeniyet unsurlarını kendi millî ruhlarıyla karıştırarak kendilerine mahsus bir medeniyet yaratmışlardır.” a.g.e., s. 24. 541 Türk Edebiyatı Tarihi, s. 50/67. 542 “İkinci saha “Moğolistan”, “Kazakistan” ve “Türkmenistan” bozkırlarında yaşayan “Kara Kırgız”, “Kırgız Kazak” ve “Türkmen” kabilelerine mensuptur ki, göçebe Türklerin medenî seviye bakımından oldukça ilerlemiş ve İslam Medeniyeti tesirine kuvvetlice girmiş bir tipini teşkil ederler; bunların
203
zihninde yer edinen telakkinin de genel yapısını ortaya koymak bakımından bize yardım
edecektir.
Kavramın diğer kullanımları da göz önüne alınırsa “Medeniyet”in genel olarak
herkesçe paylaşılan ortak unsurları yanında ona kendisinden kattığı; rengini, vasfını
belirlediği kendine has, özgün unsurları da içinde barındırdığı anlaşılmaktadır.
Türklerin/Oğuzların tarihi, süreklilik unsurları ile birlikte anlatıldığı pek çok makale ve
eserde Orta Asya’dan Rumeli’ye kadar uzanan geniş bir alanda büyük siyasi teşekküller
vücuda getiren bir milletin kurduğu her bir siyasi devletin adı yine medeniyet kavramı
ile birlikte çok rahatlıkla kullanılır. Türklerin kurduğu devletler dışında bahsi geçen
coğrafyada tarih boyunca kurulan pek çok devletin adı da medeniyet kelimesi ile
birlikte zikredilmiştir. Özellikle bu kullanımlarında medeniyet kavramı daha çok bir
milletin kültürel özelliklerini de hatırlatan vasıfları yanında ortak bir medeniyete ait
cemiyetlerin tümünde görülen müşterek unsurları da kapsayıcı özelliği ile temayüz
eder.543
sakladıkları, meselâ “Manas” ve “Köroğlu” gibi kıymetli destan parçaları, eski “Usturevî” mahiyetini kaybetmiş olup sadece “Menkıbevî-Tarihî” bir mahiyet saklamaktadır.” a.g.e., s. 53/69. “İslamlar, daha civardaki medeniyetlerle temas ederek eski Yunan tesirât-ı medeniyesi altında kalmadan evvel, edebî ve hukukî amiller tesiriyle coğrafî mesaîye başlamışlardır; bu mesaî ibtida sırf “Ceziretü’l-Arap” dahiline münhasır kaldı. (…) 543 “Anadolu sahasında yerleşen Oğuz Türkleri, Arap ve İslamî İran medeniyeti ile temastan sonra, geldikleri bu yeni sahada, eski ve İslamî olmayan medeniyetlerin kalıntılarına tesadüf etmişlerdi. Yavaş yavaş Türkleşen büyük ve eski Anadolu şehirlerinde, Türkler eski Bizans veya Ermeni san‘at eserleri ve mimariyesine rast geldikleri gibi, Hıristiyanlarla yan yana yaşamak suretiyle aralarında tabiî bir nevi an’aneler mübadeleleri de vücuda gelmiş gibiydi. (…) Elcezire ve Suriye’deki Arap medeniyetleriyle ve -ta Hindistan’a kadar- bütün İslam kavimleriyle temasta bulunan Selçuklular’ın hükümdarları, Bizans sarayları ile de alakalı idiler. (…) Selçuklu medeniyetini bize bugün bile en sarih ve kuvvetli bir surette temsil edebilecek başlıca mahsûl, mimarîdir.” Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 213-217/163-166; “Evvela kat‘î bir surette taayyün ediyor ki, Bizans medeniyeti, sair bütün medeniyetler gibi, kendisine kısmen varis olan İslâm-Türk medeniyeti üzerinde müessir olmuştur. Maddî ve manevî hayatın bütün tecellilerinde bu tesiri bulmak kabildir. Şehirlerdeki yaşayış tarzında, kıyafet ve âdetlerde, fikir ve felsefe sahasında, devlet teşkilatında, saray hayatında, muhtelif hukukî ve iktisadî müesseselerde, mimarîde ve tezyinî sanatlarda, ilh. zaman ve mekana göre az veya çok nisbette, Bizans unsurları bulunabilir. (…) İslam medeniyeti, her medeniyet gibi, muhtelif menşe’lerden gelme gayri mütecanis unsurların yeni şartlar altında vücuda getirdikleri yeni bir terkiptir; bu terkip içinde Bizans unsurlarını bulmak için, bu medeniyetin yeni teşekküle başladığı ilk asırlara kadar inmek daha doğrudur…” Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar, THİTM, c. I, 1931, s. 297; “…Bizanslılarla giriştikleri münasebâtın esasını da, Çin-Bizans ticaretine İran’ı karıştırmayarak doğrudan doğruya vesatet etmek istemeleri teşkil ediyordu. Her ne kadar buna mani olamadılarsa da, coğrafi mevkileri icabı olarak, Asya’nın muhtelif medeniyetleri arasındaki münasebâta vasıta odular. (…) Eski Türklerin siyasî ve medenî hayatları hakkında verdiğimiz tafsilat, onların, coğrafi mevkileri iktizasıyla, birtakım yabancı medeniyetlerle temas ettiklerini gösteriyor (…) Mamafih Uygurlar üzerinde en çok medenî tesirat bırakmış olan din Maniheizm olduğu gibi, bunlarda Hind medeniyetinin tesiratına da rast gelinir. Lakin Türklerin kemiyyeten en büyük kısmı üzerinde İslamiyet’ten evvel en ziyade nüfuz icra eden medeniyet
204
“İslam medeniyet-i müşterekesini, her hususta olduğu gibi zevk ve edebiyat hususunda da, kendi dairesine aldığı kavimler üzerinde müessir oldu; kable’l-İslam kavmî bir takım hususiyetlere malik olan Arap edebiyatı, Sasanîler devrindeki İran edebiyatı, Tu-kiyular zamanındaki Türk edebiyatı yekdiğerinden pek derin farklarla ayrılıyordu; halbuki İslamiyetten sonra, Garb edebiyatı -başka medeniyetlerle ve mesela İran’la temas neticesinde- eski çöl edebiyatından çok farklı bir hale geldiği gibi, Arap istilasından asırlarca sonra meydana çıkabilen İslamî İran edebiyatı, bir çok nikat-ı nazardan, İslamî Arap edebiyatına benzedi (…) Lakin medeniyetin bütün anasırında olduğu vechile edebiyatta da, bu kavmî farklara rağmen, İslam medeniyetinin hutût-ı müşterekesini görmemek kâbil olamaz. İslam ümmetinin mahsûl-i müştereki olan bu medeniyet, edebiyatta da, hiç olmazsa birtakım müşterek ve umûmî kalıplar vücuda getirmişti ki, bu medeniyet dairesine giren her kavim, kendi harsını ve an’anesini ne kadar kuvvetle muhafaza ederse etsin, ruh ve hissiyat o kalıplar dairesinde ifadeye mecbur olacaktı. İşte yalnız Türkler değil, İslamiyet dairesine giren diğer kavimler ve mesela Hintliler de bu İslamî edebiyat kaidelerine, kalıplarına şiddetle itinaya mecbur kalmışlardır. Bu nokta-i nazardan, bu İslamî edebiyatı Klasik bir edebiyat addetmek zaruridir.”544
Gökalp’ı sistematiğinde “hars” ve “medeniyet”in nereye oturduğunu tespit
etmek Köprülü’nün bu konudaki bakış açısını anlamada büyük kolaylık sağlayacaktır.
Gökalp’a göre “hars” ve “medeniyetin” hem iştirak noktaları hem de ayrılık noktaları
bulunmaktadır. İştirak noktası her ikisinin de bütün bir içtimaî hayatı kuşatmaları
dolayısıyladır. Ona göre içtimaî bir hayat dinî, ahlâkî, hukukî, muâkalevî, bediî, iktisadî,
lisanî ve fennî hayattan müteşekkildir. Bu sekiz başlıktan oluşan içtimaî hayatın
bütününe “hars” dendiği gibi “medeniyet” adı da verilir.545
Çin medeniyetidir.” Türkiye Tarihi, Akçağ, Ankara 2005, s. 92-3; “…O devirde, ilim ve san‘at itibariyle, İslam dünyasının en yüksek mevkii orası sayılıyordu. Daha sonra İstanbul’un ve Osmanlı medeniyetinin manevi nüfuzu buna galebe ederek Kırım’a, Kazan’a, Maveraünnehr’e, Azerbaycan’a kadar hissedilmeye başlamışsa da, bu medeniyetin maneviyeti de daima İran rûhunu göstermiş, millî harsa kayıtsızlık ve nefret itibariyle çok değişmiştir.” “Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe”, Edebiyat Araştırmaları, s. 201; “…İslamiyet’ten evvelki bu ilk devreden sonra, İslam dininin Türkler arasına yayıldığını, Türklerin yeni bir “ümmet” teşkil etmek üzere Acemlerle ve Araplarla karışık ortaya bir “İslam Medeniyeti” çıktığını görüyoruz. Müşterek dinin kurduğu bu medeniyet, Türklerin harsı üzerinde yavaş yavaş derin tesirler yapıyor: Eski Türk hakanlığı İslam sultanlığı şeklini aldığı gibi, hukuk, lisan, zevk gibi müesseselerde, birbiriyle hem-ahenk olarak, süratle değişiyor…” “Millî Edebiyat”, Bugün ki Edebiyat, s. 12. 544 Türk Edebiyatı Tarihi, s. 118-9/125. [vurgular bize ait]; “İslamiyet, daha teessüsünden bir asır sonra bile, ilk devrelere nisbetle, manen oldukça mühim farklar gösteriyordu. Filhakika, dünyanın muhtelif mahallerinde, asırlardan beri kendi hususî harslar ve an’aneleriyle yaşayan muhtelif medenî milletler İslamiyet dairesine girince, İslamiyet’in de büyük bir tekâmüle maruz kalması gayet tabiî idi. İran medeniyeti, Hint medeniyeti, Musevîlik tesirâtı, Suriye’yi baştan başa kaplamış olan Hıristiyanlık nüfuzu, eski Yunan feylesoflarının mütercim eserleriyle tevellüd eden fikri cereyanları, Nev-eflatuniye akaidi, hülasa bütün bu gibi haricî amiller, tabiatıyla, dinî tekâmül üzerinde icra-yı tesir ediyor, ve bu suretle, vasi‘ İslam memleketinin her tarafında mütemadiyen bir çok mezhep ve meslekler vücuda gelerek birbiriyle şiddetle çarpışıyordu…” 545 Gökalp, “Türkçülüğün Esasları”, Ziya Gökalp: Kitaplar, s. 190. “Evvelâ, hars millî olduğu hâlde, medeniyet beynelmileldir. Hars, yalnız bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî, muakalevî, bediî, lisanî, iktisadî ve fennî hayatlarının ahenkdar bir mecmuasıdır. Medeniyetse, aynı “ma‘mûre”ye dahil birçok milletlerin içtimaî hayatlarının müşterek bir mecmuudur. Mesalâ Avrupa ve Amerika ma‘muresinde bütün Avrupalı
205
Köprülü bir makalesinde içtimaî hayatın muhtelif yönlerine işaretle medeniyeti
oluşturan unsurlara dikkat çekmiştir ki bu unsurlar, yukarıda belirtmeye çalıştığımız
sistematiğe de uygun düşen bir tasnifi içermektedir. Buna göre bir cemiyet içinde vücut
bulan “lisan, edebiyat, sanayi-i nefise, iktisadiyat, din, adât ve ahlâk, hukuk” aynı
zamanda o cemiyetin oluşturduğu medeniyeti de temsil etmektedirler.546 Özellikle
İslam’ı kabul ettikten sonra Orta ve Ön Asya’da kurulan pek çok devlet genel itibarıyla
İslam medeniyeti hususiyetlerini göstermekle birlikte Köprülü bu coğrafyada kurulan
bazı devletleri tanımlarken devletin unvanından sonra “medeniyet” kavramını
getirmekten de geri durmaz.547
“Medeniyet” algısını göstermesi hem de bu kavramla ilgisi olması bakımından
“İslam Medeniyet”i üzerine söylediklerine bakmak meselenin daha da anlaşılmasını
milletler arasında müşterek bir Garb medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı ilh. mevcuttur.” 546 “Osmanlı saltanatının teessüsünden evvel Anadolu Türklerinin geçirdikleri safhalar, bugün ki kadar yalnız siyasî ve askerî bir nokta-i nazardan tetkik edilebilmiş, içtimaî hayatın lisan, edebiyat, sanayi-i nefise, iktisadiyât, din, adât ve ahlâk, hukuk gibi muhtelif tecellîleri, hülasa bir kelime ile Garb Türklerinin ibda‘ ettikleri medeniyetin şekil ve rengi tamamıyla meçhul kalmıştır…” “Selçukiler Devrinde Anadolu’da Türk Medeniyeti”, MTM, c. II, sayı 5, Teşrinisani/Kanunisani 1331, s. 193. 547 “Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler, bir taraftan kendi kavmî harslarını, ve onunla beraber İslam medeniyetinin çok kuvvetli unsurlarını bu yeni sahaya getirmişlerdi. Burada, eski mahallî medeniyet unsuruyla, Yunan-Roma ve Bizans medeniyetlerinin bakıyyelerine tesadüf ettiler. Lakin bu yeni birtakım gayr-i İslamî tesirâta rağmen, Anadolu Selçukîlerinin medeniyeti, umumî İslam medeniyeti çerçevesinde hiçbir suretle harice çıkamadı. Filhakika, yavaş yavaş Türkleşen o eski Anadolu şehirlerinde, Türkler, eski Bizans veya Ermeni sanat eserlerine rast geldikleri gibi, Hıristiyanlarla yan yana yaşamak suretiyle aralarında adeta bir nevi mübadele-i an’anât da vücuda gelmişti. Türklere gelince (…) Hayat ve maişet bakımından incelmiş ve fikrî seviyesi epey yükselmiş olan “şehir burjuvazisi”, mensup olduğu İslam medeniyetine nisbetle maddeten ve manen daha dûn gördüğü bu mağlub ve mütereddî Hıristiyan medeniyetine karşı -az çok istihfâfkâr- bir la-kaydî besliyordu. (…) Şimdi Anadou Selçukî medeniyetini umumî hatlarıyla tesbit etmek istersek, “eski Türk” ve “Arap-Acem” unsurlarının yanında, ve yeni gayr-i İslamî unsurun pek ehemmiyetsiz kaldığını, ve en galip unsur olarak da “İslamî İran” tesirinin tebarüz ettiğini itiraf mecburiyetindeyiz. Filhakika yalnız İslamî İran medeniyetiyle değil, “El-Cezire” ve “Suriye”deki Arap medeniyetleriyle de alakadar olan Selçukîler, Bizans saraylarının mutantan adât ve teşrifâtına da yabancı değildir (…) büyük Selçukî imparatorluğunun müteaddid istitâlelerinden biri olan bu devletin kuvve-i merkeziyesi ve başlıca istinatgâhını Oğuzlar teşkil ediyor, Salahaddin Eyyubî’nin ordusunda ve sarayında kamilen Türkçe konuşulur, o devrin bütün müverrih ve şairleri bu devleti sadece Türk devleti telakkî ediyordu. Filhakika, Eyyubîlerle beraber Mısır’a eski Selçukî medeniyetinin ve Türk an’anelerinin girdiğini, askerî tımarların ihdas olunduğunu, Fatımîlerin Şiiliğine karşı “Sünnîlik” cereyanının kuvvetlendiği, hülasa, mezhebî akidelerden idare teşkilatına sanayi‘-i nefiseye, yazıya kadar medeniyetin her şubesinde yeni bir devre başladığını görüyoruz, buna, tereddütsüzce “Türk devresi” diyebiliriz” Türk Edebiyatı Tarihi, s. 347-8, 366/233, 328.; “İran’ın ve İran medeniyetinin Garbî ve Şarkî Roma üzerindeki tesiri şu son otuz yıllık tetkiklerle yavaş yavaş daha iyi aydınlanmakta ve bilhassa Sasanî devri medeniyetinin gerek Bizans gerek diğer komşu devletler üzerinde ne kadar müessir olduğu, gün geçtikçe, daha çok anlaşılmaktadır. (…) İran’ın Bizans destanları üzerindeki tesirleri hakkında birtakım yeni mütalaalar ileri sürmüştür. Mamafih, Sasanî medeniyetinin sanıldığından daha fazla müessir olduğu…” İslam Medeniyeti Tarihi, s. 99. [vurgular bize ait]
206
sağlayacaktır. Hem, bu konuya dair yazdıklarından İslam medeniyeti hakkında
düşündüklerini de takip etme imkânının elde edilebileceğini ummaktayız.
İslam dininin ortaya çıkması, Araplar arasında vaki olan ayrılıkları sona
erdirerek çok kuvvetli bir dayanışmanın zuhuruna neden oldu. Bu dayanışma çok kısa
bir süre içinde kadim bir imparatorluğa ve onun dayanağı olan İran medeniyetine ağır
bir yenilgi tattırmıştır. Bir süre sonra da İslam orduları Asya’yı geçerek Çinlilerle,
Türklerle ve Hintlilerle temas sağladılar. Doğu Roma İmparatorluğu İslam ordularının
bu yürüyüşünden İran kadar etkilenmemiş olsa da Güneyde yerleştiği bölgeden
çekilmek zorunda kaldı. İslamiyet Batı’ya Cebel-i Tarık’tan geçerek orada kuvvetli bir
şekilde yerleşirken Doğu’da hemen hemen Çin seddine kadar dayanmış durumdaydı.548
Köprülü’ye göre bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılım iki şeye neden oldu.
Birincisi İslam’ın yayıldığı sahalarda çeşitli din ve ırka mensup olan insanlar bir
biçimde İslamiyet’i benimsediler; ikincisi ise yeni dinin ister istemez muhtelif kültür ve
medeniyetlerle temas etmek zorunda kalmış olması ve bu temasın sebep olduğu
“tekâmül-i zarurî” idi.
Bu bakış açısına göre İslam dini başlangıçta karşısına çıkan iki devasa
medeniyeti kısa bir süre içinde ortadan kaldırmaya muvaffak olmuş ve fakat yerine yeni
bir medeniyet ikame etmeye kalkıştığında, esas unsurlarını Araplardan almakla birlikte,
en ziyade, yıktığı o eski medeniyet ve dinlerin “bekâyâ-yı anâsır”ı sayesinde
gelişmesini tamamlayabilmiştir. Köprülü sadece “çöl harsı”nın unsurları ile muhtelif
kavimleri kucaklayacak büyük ve güçlü bir “cihan-şümûl” medeniyet vücuda
getirmenin mümkün olamayacağını belirtir. İslam ümmeti denilen kitle nasıl ki sadece
Araplardan müteşekkil değilse, İslam medeniyeti de sırf Arap ve Araplığa münhasır
değildir. Emeviler’le başlayan yeni medeniyet inşası, Abbasiler döneminde en yüksek
seviyesini yakaladı. Ona göre bu mertebeye erişmesi çeşitli medeniyet ve dinlerle vaki
temas sayesinde gerçekleşmiştir.
“Emevîler zamanında yavaş yavaş teessüse başlayan İslam medeniyeti, Abbasîler zamanında en yüksek derecesine vasıl oldu. Bunda İran anasır-ı medeniyesinin, eski Yunan, Hint’in, Musevîliğin ve Hıristiyanlığın, hülasa İslamiyet’le temas eden muhtelif din ve medeniyetlerin bir hissesi vardır. Bu
548 “Tarih: İslam Medeniyeti”, Dergâh, c. I, sayı 3, 16 Mayıs 1337, s. 36; ayrıca bk. Türk Edebiyatı Tarihi, s. 101-2/110-1.
207
medeniyetin mahsûlât-ı fikriyesi, ekseriyetle, Arap olmayan İslamlarla -mesela İranîler, Türkler, ilh.- hatta Hıristiyanlar, Musevîler, Mecusîler tarafından Arap lisanıyla yazılmış veya tercüme edilmiştir.”549
İslam medeniyetinin yayılma alanının genişliği hesaba katılırsa dikkati çeken en
önemli husus, farklı farklı kavimler arasında hep aynı müşterek özellikler göstermesidir.
Çeşitli din ve medeniyetlerin bakiyesi ile Arap kültürünün birleşmesinden ortaya çıkan
yeni medeniyet her unsuruyla beraber bir bütünlük arz eder. Hukuk, ahlak telakkîsi,
maddî teşkilatı hasılı medeniyeti meydana getiren bütün parçalar arasında tam bir ahenk
bulunur. Bu telakkî biçimleri ve maddî teşkilat farklı kavimler arasında çeşitlilik arz
etse de İslam dininde kitap ve sünnetin birliğinden doğan anlayış sayesinde İslam
memleketlerinin hemen hepsinde umumî ve müşterek bir yapının mevcudiyeti göze
çarpmaktadır. İslam medeniyeti dairesinde kurulan devletlerin sadece idari ve askeri
teşkilatlarında değil bütün “sanayi‘-i nefise de, lisan ve edebiyatta, hatta ahlâk ve adâta”
açık bir şekilde görmek mümkündür. Yeni medeniyetin nüfuzu altında teşekkül eden
her yapı İslamiyet’ten önceki an’aneleri tamamıyla bir tarafa atmamakla ve onların
İslamiyet’ten sonra oluşan maddî ve manevî müesseselere etkisini saklamakla birlikte
İslam medeniyeti, her bir yapıda müştereken görünen yüzünü muhafaza etmesini
bilmiştir.
Köprülü’nün “medeniyet” ile alakalı olarak ele aldığı ve irdelediği bir başka
husus İran ya da Sasanî medeniyetinin etkisi meselesidir. İslam’ın ortaya çıktığı
dönemde Sasanî medeniyeti zaten gerek Türkler gerekse Bizanslıların saldırıları ile
büyük ölçüde zayıflamış durumdaydı. Yeni dinin hızlı ilerleyişi karşısında Sasanî
saltanatı daha fazla dayanamadı ve İslam nüfuzu bu kadim merkezde kök salarak yerini
sağlamlaştırdı. Eski İran medeniyetinin Ceziretü’l-Arap bölgesinden gelen bu kuvvetli
istila seli altında çok çabuk teslim olması ve dahası yüzyıllardır süregiden yerleşik
an’ane ve telakkîlerin birden ortadan kaybolması garip görünse de durumun böyle
olması gayet doğaldır. Zira ortadan kalkan aslında sadece dış görünüm ve şekiller oldu;
İran ruhu İslamî şekiller altında varlığını bir şekilde devam ettirmesini bildi. Bu kadim
geleneğin kendisini İslamî şekiller altında yeniden inşa ettiği söylenebilir. Bu inşa
sürecinin etkisi öyle derin oldu ki Emevîlerin Arap saltanatını yıkıp yerine kendi anlayış
549 a.g.e., s. 103/111.
208
ve müesseselerinin bir tür devamı addedilebilecek Abbasî hilafetini yerleştirmeyi
başarabilmiştir.550
İslam medeniyetine katkı bağlamında Köprülü Türklere de önemli bir hisse
ayırmaktadır. Türklerin yeni medeniyetin teşekkülünde oynadıkları rol ona göre
Araplardan çok çok fazladır.
“islamiyet’in teessüs ve inkişafında Türklerin mevkii, diğer Müslüman kavimlerle kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür. Sasanî İmparatorluğu Türklerin mütemadî mühacemâtı neticesinde sarsılmış olduğu cihetle Kadisiye’de o kadar kolaylıkla yıkılabilmişti. Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra ise, bütün kuvvetlerle onun müdafaasına, neşr ve tamimine çalıştılar. Orta Asya’dan coşkun ve mütemadî bir sel halinde asırlarca ehl-i salib dalgaları karşısında İslamiyet ancak Ceziretü’l-Arap dahiline sıkışır kalırdı. Garb aleminin bu korkunç istilasından İslamiyet’i kurtaran be bu istilaları neticesiz bıraktıktan sonra -Endülüs’ün ufûlüne mukabil- İslamiyet’i Macaristan ovalarında kadar muzafferane isâl eden, bilhassa Türk kuvveti oldu. Nureddin Şehid, Salahaddin Eyyubî, Kılıç Arslan gibi büyük kahramanların kumandası altında döğüşen Mısır, Suriye, Halep, Anadolu o devreleri, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, Türklerden terekküb ediyordu. İslam alemini Şark’tan tehdit eden Moğol istilası da, kezalik, Mısır Türkleri tarafından tevkîf edilmiştir. İşte bu nokta-i nazardan, İslam tarihinin meşy-i umumîsi üzerinde Türklerin, maddeten, hatta Araplardan pek çok daha fazla rolleri olduğu katiyetle iddia olunabilir.”551
Köprülü’ye göre Türklerin İslam medeniyetine katkısı maddî olmaktan daha çok
manevî açıdan vuku bulmuştur. İslam ilimlerinde ün yapmış kimselerin pek çoğu
Türkler arasından çıkmıştır. Hatta Arap ve Acem edebiyatlarının büyük üstatlarının da
Türk olduğunu iddia etmektedir. Kaldı ki Acem edebiyatının bu denli gelişme
göstermesi biraz da Türk hükümdarlarının saraylarında onlara gösterdikleri ilgi, alaka
ile doğrudan bağlantılıdır; sultanların maddî ve manevi destekleri sayesindedir ki Arap
ve Acem edebiyatı büyük bir gelişme seyri izleyebilmiştir.
Aslına bakılırsa Türkler İslamiyet’i kabul etmekle kendi benliklerini yeni dinin
evrensel yapısı içinde eritmeyi başarabilmiş bir kavim oldu; bu noktada İslam’ı kabul
eden hiçbir millet onlar kadar ileri gidememiştir. Türkler İslam öncesi geçmiş
hayatlarından sadece birkaç hatıra korumayı tercih ettiler.552 Türkler İslamiyet’e
girdiklerinde karşılarında hem İslam’ın din ve ilim lisanı olan Arapçayı hem de zengin
bir medeniyet dili haline gelmiş Acemceyi buldular; ve dinin “ümmet” anlayışına da
uygun olarak millî lisan ve edebiyatlarını ihmal etme pahasına da olsa fikrî
550 a.g.e., s. 133/136. 551 a.g.e., s. 116/120. 552 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 327.
209
faaliyetlerinin tamamını müşterek İslam medeniyetinin ve Acem edebiyatının
yükselmesi yolunda harcamakta bir mahsur görmediler. Özellikle mimarî sahada İslam
medeniyetinin en büyük abideleri Türklerin vücuda getirdiği eserlerden meydana geldi.
İslam mimarîsinin özgünlük kazanmasında en büyük tesir, Türklerin İslam öncesi
sanatından alınan unsurlarla gerçekleşti ve bu unsurlar sayesinde yeni İslamî şekillerin
oluşmasında ön ayak oldu.553
Medeniyet bahsiyle ilgili Köprülü’nün makalelerine yansıyan en büyük
problemli alan 45 sonrası yazdığı siyasi yazılarında kendini gösterir. Burada yer alan
ifadeleri incelendiğinde görülür ki Köprülü, sanki tek bir medeniyet algılaması üzerine
vurguda bulunmaktadır. Gerçi “Şark” ve “Garp” medeniyeti ayırımlarına gitmekle
birlikte beşeriyetin medenî seviye bakımından o gün geldiği noktaya yani Batı
medeniyetine bütün insanlığın katılımını öngören bir yaklaşım tarzı benimsediği
görülmektedir.
“Bugün, İkinci Dünya Harbi tam bir zaferle sonra ermiş bulunuyor. bu parlak zaferi, sadece Anglosaksonların ve müttefiklerinin bir zaferi saymak, çok dar bir görüşün ifadesi olur. Çünkü bu zafer, zulme ve istibdada karşı hürriyet ve demokrasinin, vahşete karşı medeniyetin zaferidir ve San Francisco’da imzalanan müşterek Milletler Anayasası, bütün kusurlarına ve eksikliklerine rağmen, insanlık tarihinde yeni ve mesut bir devrin başladığını müjdeleyen ilahî bir sestir.”554 “…Hür düşünce ve serbest tenkid, bugünkü medeniyetin başlıca temellerini teşkil eder. insanlığı bunlardan mahrum etmek, irticaların en korkuncu olur; ve bunlardan mahrum kalan cemiyetler, derhal bir esir sürüsü şekline girerler…”555 “…Yıkılan totaliter rejimlerin miras bıraktığı zehirli fikirleri, dünyanın bir kısmında hâlâ devam eden sağ ve sol hürriyet düşmanlığını, temiz bir insanlık havası içinde eritip yok etmek, San Francisco Paktını iyi niyetlerle imzalamış demokrat milletlere düşüyor. İlmin ve tekniğin akıllara durgunluk veren terakkileri neticesinde artık daralmış olan eski dünyayı tek insanlık dünyası, birbirine düşman veya rakip milletleri de bir milletler federasyonu haline getirmeyecek olursak, yeryüzünde içtimaî adaleti süratle gerçekleştiremezsek yakın yıllarda patlıyacağı muhakkak yeni bir harbin bugünkü medeniyeti yok edeceğini artık bütün dünya anlamış bulunuyor…”556
Yukarıda alıntısını yaptığımız “tek insanlık ideali” etrafında dile getirilen
düşünce Şark dünyasının önde gelen şairlerinin ifadeleri ile de desteklenmeye
çalışılmıştır. Buna göre Acem şairi Sadi ve Türk şairi Yunus Emre Köprülü’ye göre tek
553 Türk Edebiyatı Tarihi, s. 117/121. 554 a.g.m., s. 23. [vurgu bize ait] 555 “Miras Davası mı?”, Vatan, 6 Ekim 1945; DY, s. 34. [vurgu bize ait] 556 “Maarif Sistemimiz ve Demokrasi Ruhu”, Vatan, 17 Ekim 1945; DY, s. 48-9. [vurgu bize ait]
210
insanlık idealinin bizdeki temsilcileridir.557 Köprülü için “medeniyeti” ve “insanlığı”
korumak için yapılması gereken tek şey, gidilmesi icap eden tek yol vardır o da San
Francisco Paktını imzalayan devletlerin yaptıkları işi daha ilerleterek buna engel olan
bütün maniaları ortadan kaldırmaları ve “tek dünya federasyonu” amacı etrafında tam
bir kenetlenme örneği göstermeleridir.
Köprülü’nün II. Dünya Savaşı sonrasında dile getirdiği bu medeniyet algısını
nasıl okumalı ve ne şekilde yorumlamalı?... Kanaatimizce Batı’ya karşı bu öykünmeci
tavrı anlamlı bir hale irca etmek için dünya konjonktürünü hesaba katmak gerekir. Zira
I. Dünya savaşı sonrasında Avrupa’da özellikle Almanya, İtalya ve Sovyet Rusya’da
hâkim olan totaliter rejimler ve bunların insanlık için oluşturdukları tehlike göz önüne
alınmadıkça Köprülü’nün idealize ettiği ve hararetle savuna geldiği bütün milletler
arasında bir “müsavat ideali”nin teşekkül etmesi fikri anlaşılamaz. Bu tavır aynı
zamanda I. Dünya Savaşından yenik çıkmış bir milletin yeni kurulan dünya düzeninde
var olma arayışları şeklinde de görülmelidir. Bir başka açıdan da bu durumu emperyalist
siyaset güden güçlere karşı bir tür savunma girişimi olarak niteleyebiliriz. Zira bu
görüşü ima eden ifadelerine çeşitli makalelerinde rastlamak mümkündür.558 Aslında
557 “İnsanlığın, menfaatleri birbirine zıt niyetlerden değil, bilakis tamamıyla birbirine bağlı topluluklardan mürekkep mütesanit bir birlik olduğu fikri, asırlardan beri bazı büyük mütefekkir ve sanatkârlar tarafından ileriye sürülmüştür. “İnsanlığın bir tek vücut olduğunu” söyleyen büyük Acem şairi Sadi, “bütün milletlere aynı gözle bakmayanların Allah’a âsi olacaklarını” haykıran eşsiz Türk şairi Yunus Emre, tek insanlık idealinin Şarktaki başlıca mümessillerini teşkil ederler.” “Dünya Birliğine Doğru…”, Vatan, 19 Ekim 1945; DY, s. 52. 558 "…Birleşmiş Milletler Paktının şu mahut veto meselesi gibi pürüzlü noktaları da ıslah edildikten sonra, cihan sulhunu ve yeni dünyayı, âdilâne esaslar üzerine kurmak imkânı elbette hasıl olacaktır. İyi niyete ve karşılıklı anlayışa dayanan samimî, açık bir siyaset, insanlığın derin yaralarını sarabilmek için, tek vasıtadır. Eğer büyük devletler kendi aralarında bu esas üzerinde samimiyetle birleşecek olurlarsa, bütün dünya milletlerinin bu hususta onlara iştirak edeceklerinden asla şüphe edilemez. Emperyalist düşüncelere dayanan gizli ve tahrikçi siyasetler, Birleşmiş Milletler Paktı açık ve samimî bir şekilde işledikçe, daima iflâsa mahkûm kalacak, ve insanlığı yeni felâket uçurumlarına sürüklemeye muvaffak olamayacaktır (…) 1946 yılının dünyaya gösterdiği en büyük hakikat, demokrasiye aykırı rejimlerin, ideoloji bakımından ister beyaz ister kırmızı olsunlar, insanlık ailesi içinde artık şerefli bir yer alamayacaklarıdır. Bünyeleri itibariyle mutlaka emperyalist olmaya mahkum bulunan bu hürriyet düşmanı rejimler, kendi milletleri için olduğu kadar dünya sulhu bakımından da daima bir tehlike teşkil ederler. (…) XIX. Asırda büyük sanayi kapitalizminin doğurduğu siyasi ve iktisadi emperyalizm cereyanları için, yeryüzünde artık hiçbir hayat hakkı kalmamıştır. Aynı suretle, içtimaî adalet prensibinin bugünkü demokrasilerde kazandığı büyük ehemmiyet, büyük sermayenin geniş halk kitlelerini istismar etmesine de imkân bırakmamıştır ve bırakmayacaktır. (…) Dünya tarihinin tetkiki bize açıkça gösteriyor ki, insanlık bugüne kadar sınıf mücadelelerinden yalnız zarar görmüş, ve ancak içtimai tesanüt sayesinde ilerlemiştir. (…) Türk milletinin, demokrat milletler safında, Birleşmiş Milletler idealinin gerçekleştirilmesi yolunda kendisine düşen vazifeleri samimiyetle ifa edeceğinden bütün dünya emin olabilir.” “Dünya Durumuna Umumî Bir Bakış”, Kuvvet 16 Ocak 1947; DY, s. 169, “…Bugün üç -yahut
211
Tanzimat’tan bu yana modernleşme tarihimize bir göz atacak olursak Garplılaşma
yolunda devlet ileri gelenlerinin yapmaya çalıştıkları şey İmparatorluğu yaşatma
çabasıydı. Dolayısıyla ona göre Batılılaşma hareketi yaşayabilmek için yapılması
zorunlu inkılâplar arasında yer alan bir dizi yenilik girişimleri ve yeni dünya şartlarına
uymak mecburiyeti karşısında izlenmesi zorunlu bir politika olarak tanımlanır.559
Bu konuyla alakalı olarak gösterdiği tavrı, Gobineau tarafından savunulan
medeniyet telakki biçimine bir tür cephe alış olarak da niteleyebiliriz. Onu bu noktadaki
söylemi, bütün bir medeniyetin yalnız mümtaz bir ırkın eseri olduğu ve sadece
insanlığın kaderini o ırkın elinde tutması gerektiği şeklindeki nazariyeye cevap niteliği
taşır. Dolayısıyla “tek insanlık ideali” etrafında söylediklerini yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi savaş sonrası kurulan yeni dünya düzeni içinde kendisine kulvar açma,
dünya siyasetinde “bende varım” sesini yüceltme ameliyesi şeklinde anlayabiliriz.560
beş- büyük devlete düşen ilk vazife, Atlantik Beyannamesinin insani ve idealist ruhuna tamamıyla sadık kalarak, San Francisco’da aldıkları imtiyazlı mevkii bırakmak ve bu Londra toplantısında büyük küçük müsavi haklara malik bir Milletler Birliği kurmaktır. Onlar ellerindeki maddi ve manevi bütün kuvvetleri, yeni ve mesut bir dünya kurmak için kullanmalıdırlar; yoksa, küçük komşularını tazyik ve tehdit altında bulundurmak, emperyalist düşüncelerle hareket etmek, ancak insanlık düşmanı totaliter rejimlere yaraşır. (…) Böyle bir birliğin emrinde, kuvvet, ancak hakkın korunmasına bir vasıta olur; bütün emperyalist temayüller, tahakküm ve istila emelleri ortadan kalkar; büyük küçük bütün milletler, umumî bir emniyet havası içinde fikrî ve iktisadî iş birliği yaparlar; hakiki manasıyla bir insanlık dünyası yaratılmış olur.” “Londra Toplantısı Münasebetiyle: Diplomatlar Roosevelt’in Emanetine Hıyanet Etmeyiniz!”, Vatan, 10 Ocak 1946; DY, s. 78. [vurgular bize ait] 559 “…Garp memleketlerinin aksine olarak Şarkta bütün yenilik hareketleri, bütün inkılaplar daima yukarıdan aşağı gelmiş, hükümet başındaki münevver zümreler tarafından halka adeta zorla kabul ettirilmiştir. Fikir ve teknik bakımından çok ilerlemiş kapitalist Garp dünyası, on dokuzuncu asırda, geri bir teknik seviyesinde iktisadi bakımdan teşkilatsız kalmış Şark memleketlerinin sömürmek için tazyik hareketlerine başlayınca, yaşayabilmek için bu yeni dünya şartlarına uymak zaruretini ilk anlayanlar, iş başındaki münevver insanlar oldu; ve bu garplılaşma hareketi, tabiatıyla, yukarıdan aşağı geldi. On dokuzuncu asır Osmanlı İmparatorluğunda, imparatorluğu yaşatabilmek maksadıyla girişilen inkılap hareketleri tamamıyla bu mahiyettedir. Bu inkılapları yapan fikir ve devlet adamları, imparatorluğun karışık ve zayıf bünyesinin şiddetli sarsıntılardan korumak için, radikal hareketlere girişmekten daha çekinmişler, ve daima eski ile yeniyi telife çalışmak zorunda kalmışlardır ki, bu çekingenliği, Rumeli’nin kaybından sonra bile, İttihat ve Terakkinin inkılap hamlelerinde görmek kabildir…” “ Muhtaç Olduğumuz Asıl İnkılap: Fikir ve Ahlâk İnkılabı!”, Son Saat, 1 Nisan 1947.; DY, s. 298. [vurgular bize ait] 560 “…Bugünkü medeniyeti Cermen, Âri veya Akdeniz ırklarının eseri gören kablî fikirlere dayanmış dar telakkinin daima muarızı bulunmuşumdur. (…) Yayılmasına Gobino (Gobineau) nın sebeb olduğu ve Almanya’da fevkalade taammüm ederek bu memlekette bazı filosofların nazariyelerine esas teşkil eden bu akide, yalnız gayr-ı ilmî olarak kalmaz; nazarî sahada ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği hatalar ve bu hataların da tatbikatı itibariyle gayr-ı insanî ve gayr-ı ahlâkîdir. Bütün medeniyetin yalnız mümtaz bir ırkın insaniyetin mukadderatını elinde tutması icab ettiğini iddia eden bir nazariye, neticeleri itibariyle ancak hodbin, mütecaviz ve mahvedici olabilir. On üçüncü asrın başlangıcında yaşayan büyük bir Türk mutasavvıf şairi: “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan-Halka müderris olsa hakikatte âsidir” diye
212
Diğer taraftan II. Dünya Savaşı’nı Demokrasi cephesinin kazanmış olması iç
politikada da bazı değişikliklerin habercisi olmuştur. Zira 1 Kasım 1945 tarihinde
Cumhurbaşkanı İnönü, Meclis açılış nutkunda, demokrasilerin faşizm üzerine
kurdukları tahakküme vurguda bulunarak memleket içinde yeni dünya koşullarına
uygun olarak bir düzenlemeye gidileceğinin ilk sinyallerini veriyordu.561 Bir süre sonra
dörtlü takrir ile tek parti yönetimine karşı açılacak muhalefet hareketinin başında
Köprülü de yer alacak ve totaliter rejimin ortadan kalkması, demokratik bir hayatın
başlaması için amansız bir mücadelenin içine girecektir. Dolayısıyla yukarıda işaret
edilen ifadeleri iç politikada “tek parti idaresi”ni bertaraf etmek maksadıyla geliştirilen
bir söylem şeklinde de düşünmek gerekir. Zira Şark ve Garp medeniyetlerini
karşılaştırdığı bir yazısında sözü Şark medeniyetlerinde var olan telakkî biçimine
getirerek hükümdarların tanrılaştırılmalarını eleştirir; bu tarz bir anlayışı aynı zamanda
istibdat ve totaliter idare şekillerinin zuhuruna yol açmakla suçlar.562
Cumhuriyet ilan edildikten ve pek çok inkılap gerçekleştirildikten sonra Bursa
Amerikan Mektebi’nde vuku bulan bir “din değiştirme/tanassur” hadisesi ile alakalı
olarak Köprülü’nün dile getirdikleri, gerek yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız onun
medeniyet perspektifi gerekse Batılılaşma hadisesine bakışını göstermesi açısından bize
yol gösterici olacaktır.
bağırmıştı. Asırlarca Türk edebiyatına hakim olan bu müsavat zihniyeti nasıl takdir edilmez? (…) bugünkü büyük ve müellim mücadelelerden belli başlı mes’ûlü olan “ırk Mesihçiliği”, fikrimce ergeç yıkılmaya mahkûmdur. Fakat bütün içtimaî hatalar gibi, insaniyete büyük zararlar vermeden, yapmayacaktır. Yıkılacaktır, çünkü milletlerin müsavatına inanan beşerî vicdan, kendisi için asırlarca mücadelelerde bulunmuş olan bu müsavatı istediği gibi, hangi şekilde tezahür ederse etsin, hiçbir zaman tecavüz ve tazyiki kabul etmeyecektir. Bu isme liyakat kesbeden ve dünyanın bütün milletlerin müsaviliğine; işbirliği, adalet, ahlâk prensiplerine dayanan hakiki bir cemiyet-i akvâmın yakın bir istikbalde bina edilebileceğine inananlar arasındayım…” “Notlar ve İktibaslar: Bir Ankete Cevap”, Ülkü, c. XV, sayı 87, Mayıs 1940, s. 259-60. 561 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul 2005, s. 125; Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 132. 562 “…Eskiden Çin, İran, Mezopotamya, Mısır, yani bir kelime ile eski Şark medeniyetleri ile bugünkü insanlığın anası olan Yunan medeniyeti arasında yapılacak herhangi bir mukayesede, şu büyük ayrılığın daha ilk bakışta göze çarpmaması kabil değildir. Eski Şark’ın muazzam imparatorluklar vücuda getiren bu büyük medeniyetlerinde, hükümdarlar, insanlığın üstüne çıkarılarak tanrılaştırılmıştır; yani bunlar ya Allahtır, ya Allahın oğludur, yahut Allahın yeryüzünde vekilidir. Böyle bir telakkînin ne korkunç bir zulüm ve istibdat sistemi doğuracağı kolayca anlaşılabilir… Halbuki Yunan medeniyetinde, bunun tam zıddına olarak, Allahların bile insanlaştırılmış olduğunu görüyoruz. İşte iki zıt telakkîden birincisi, fikrî ve siyasî hayatta istibdadı, zulmü, tahakkümü, maddî ve manevî esirliği doğurduğu halde, ikincisi maddî ve manevî hürriyete, demokrasiye, serbest düşünceye, tenkide yol açmıştır.” “Demokrasi Ruhu”, Vatan, 19 Eylül 1945; DY, s. 20.
213
Köprülü din değiştiren/Hıristiyanlığı seçen kızlar hakkında yazılıp çizilenleri bir
değerlendirmeye tabi tutmak suretiyle meseleyi derinlemesine inceleme gereği duyar;
ve haklı olarak muhataplarına şu soruları yöneltir:
“…Türk harsını, Türk muhitini “bayağı” görerek Garp medeniyeti içinde erimeyi arzu eden, “asrîleşme”yi “millî şahsiyet”ten tecerrüdde bulan ve bunu en ilmî ve en “Avrupaî” bir telakkî addeden “Levanten” Türklerin adedi, bu tanassur eden kızlar gibi birkaç kişiden mi ibarettir? Filhakika bunlar kendi hareketlerinin tamamıyla “millî” hatta “milleyet-perverâne” olduğunu bile iddia edebilirler; lakin bu tanassur eden kızlar da; “Protestan” olmakla daha “medenî Türk” olduklarını iddia etmiyorlar mı? Kendilerine hücum edenleri “medeniyetsizlikle, taassupla, cehaletle” itham etmiyorlar mı sanıyorsunuz? İşte, bu itibarla, meseleyi sadece “ecnebî mekteplerin muzır bir tesiri” addetmekle kalmayarak, hastalığı daha derin ve daha şamil bir gözle tetkike çalışalım…”563
Köprülü’ye göre Türk toplumu geçirdiği büyük ve hızlı inkılaplar sonrasında
tam bir “hars buhranı” yaşamaktadır. Tanzimat’la başlayan bu değişim hareketi
Cumhuriyet Türkiye’sinde son halini almış ve bu buhranın en üst seviyede yaşanmasını
tevlit etmiştir.564 Bu dönemde girişilen yenilik hareketi süratle tamamlandıktan sonra
yıkılan ve ortadan kaldırılan eski kıymet ve an’anelerin yerine yenilerini ikâme etme
vazifesi memleketin mütefekkir zümresinin uhdesine verilmişti. Eski kıymetlerin yerine
“içtimaî tesanüd”ü “asrî” esaslar üzerinde yeniden inşa etmek ve toplumu yeni bir ideal
ile donatarak ona istikamet vermek zarureti Türkiye Cumhuriyeti’nin yapması gereken
öncelikli işlerin başında gelmekteydi. Ne var ki münevver sınıf bu işi yapmak kudretine
malik değildi.
Köprülü ilerleyen satırlarda inkılaplar üzerine bir tür öz eleştiri denemesi
yapmaktadır. Bu eleştirilerde dikkati çeken nokta münevver sınıfın millî şahsiyetten
yoksun bir arayış içinde bulunmalarıdır. Kendi kültür ve geleneklerine yabancı bir duruş
aynı zamanda yarının münevver sınıfını teşkil edecek olan gençlerle halk arasında
kapanması güç bir uçurumun açılmasına neden olmaktadır. Medeniyet ile alakalı olarak
563 “Tanassur Hadisesi ve Hars Buhranı”, Hayat, c. III, sayı 63, 9 Şubat 1928, s. 201. 564 “Öyle sanıyorum ki bugün Türk cemiyeti çok derin ve çok kuvvetli bir “hars buhranı” geçiriyor. “kurun-ı vüstaî” İslam medeniyeti dairesinden çıkarak “asrî medeniyet” dairesine girmek zaruret-i hayatiyesinde olan cemiyetimizin Tanzimat’tan beri geçirmekte olduğu bu “buhran”, bugün artık “a‘zamî” dereceye gelmiştir; ve böyle olması de zaruriydi. Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerinin, “eski kıymet”leri yıkmadan onların yanında “yeni kıymetler” yaratmak şeklinde tecelli eden “teflikçi” siyasetleri, Cumhuriyet Türkiye’sinde artık devem edemezdi: “Nizamî Mahkeme”nin yanında “Şer‘î Mahkeme”, “Mektep”in karşısında “Medrese”, “Millî Hakimiyet”in fevkinde “Fetva Hakimiyeti” hülasa “Demokrasi” ile “Teokrasi” telifine imkân olamayan mütezad mefhumlardı; iktisadî zaruretler tesiriyle şehirli kadın hayata karışmak mecburiyetinde kalınca, Bizans-İran, medeniyetlerinin yadigârı olan “Harem”, ister istemez yıkılacaktı!..” a.g.m.
214
burada bizi ilgilendiren kısım ise yenilikleri kendi bünyemize mâl ederken takip
edilmesi gereken tavrın niteliğidir. Bu tavır alışta yine geleneksel bir bakış açısı ve
yaklaşımı derhal göze çarpar; millî mazî ve millî kültüre karşı gösterilen kayıtsızlık
eleştirilerek “millî şahsiyet” kavramına referansta bulunulur.565
“…Millî mazisini inkâr ve millî harsını istihfaf ederek yabancı harsların propagandasını yapmak, müstemlekelerdeki mahkum ve geri milletler arasından çıkan sahte ve ibtidaî “sözde münevverler”e has bir seciyedir; bugün ki asrî millet, millî harsını ve millî şahsiyetini -ona beyne’l-milel bir kıymet verdirecek derecede- inkişâf ettirmiş olan millettir. Türk milleti, Garp medeniyeti içinde erimek suretiyle ona temessül etmeyecek, millî şahsiyetini a‘zamî kuvvetiyle inkişâf ettirebilmek için o medeniyeti temsîl edecektir.”566
Baş tarafta verdiğimiz “Tanzimat Eleştirisi” adlı kısımda da görülen bu yaklaşım
körü körüne bir taklit fikrini kabul etmez. Millî olanı göz ardı ederek yapılacak bir
asrîleşme/modernleşme fikrinin şiddetle karşısında yer alır. II. Meşrutiyet yıllarında
kaleme aldığı makalelerde ön gördüğü “halka doğru” hareketi içinde ayrı ve özel bir
konuma yerleştirdiği münevver sınıf bu makalelerinde de yeniliği inşa edecek zümre
olarak belirmektedir; ne var ki o yıllarda gerçekleşmesi umulan yeniliğin halka
ulaştırılması olgusu Cumhuriyet döneminde yapılan inkılaplarla gerçekleşmiş
gözükmez. Hatta yıkılan eski kıymetlerin yerine yenilerinin konulamaması mütefekkir
sınıfın kabiliyetsizliğine atfedilir.567
C. İnkılap Eleştirisi
Batı medeniyeti dairesi içine girmek kararı Cumhuriyet dönemi Türk toplumunu
“değerler” meselesi etrafında bazı problemleri göğüslemesi gerçeği ile karşı karşıya
bıraktı. Yukarıda değindiğimiz “tanassur” hadisesi karşısında Türk kamuoyu büyük bir 565 “…“millî hars”ı tezyif eden, “millî itimad-ı nefs”i kıran bu cins neşriyatın gençlik üzerinde çok muzır bir tesiri oluyor! Zahiren parlak bir “asrîlik” ve “demokratlık” boyası altında meydana çıktığı cihetle, muhafazakârlıkla itham edilmemek için kimsenin tenkide cesaret edemediği bu fikirler, kendi millî mekteplerimiz dahilinde bile, gençlik ruhunu zehirleyici bir hava yaratıyor; “Dede Korkut” hikayelerinden, “Battal Gazi”den, yahut “Köroğlu”ndan bahsetmeyi -tıpkı kurûn-ı vüstâ medreselileri gibi- gülünç ve “gayriasrî” bulan bir genç, Fransızların veya Almanların aynı mahiyette kurûn-ı vüstâ eserlerinden mutasallifâne bahsetmeyi büyük bir meziyet sayıyor. İşte, tamamıyla ma‘kûs anlaşılan bu “asrîleşme”, yarınki “güzideler sınıfı”nı teşkil edecek gençlikle asıl halk kitlesi arasındaki uçurumu gittikçe derinleştiriyor; ruhlarda müthiş buhranlar yapıyor. Memleketteki ecnebi mekteplerinin bu hars buhranını bir kat daha müzminleştirdiği muhakkaktır; lakin o mektepler olmasa bile, “tanassur” şeklinde değilse de başka muhtelif şekillerde, “millî tesanüd”ü bozan bu hars buhranının mevcudiyetini inkar edemeyiz…” a.g.m., s. 202. 566 Aynı yer. [vurgular -koyu- bize ait] Temessül: Bir şekil ve surete girme; bir şekil suretinde tecessüm etme. Temsîl: 1-Benzetme, teşbih 2- Bir şeyin mislini, suretini yapma, aynını çıkarma. Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Dersaadet 1337, s. 437. 567 “Musahabe: Hars Buhranı Etrafında”, Hayat, c. III, sayı 65, 23 Şubat 1928, s. 242.
215
infial göstermişse de Köprülü bu infial karşısında münevver sınıfı inandıklarını cesurca
ve yüksek sesle ifade etmemelerini ya da edememelerini tenkit etmiştir. Hadisenin
vahameti onu Cumhuriyet idaresi altında gerçekleştirilen inkılaplar üzerine bir
değerlendirme yapmaya itmiştir. Müellif Batı medeniyeti dairesine girmek zorunluluğu
meselesini tesbit ettikten sonra ortadan kaldırdığımız eski kıymet ve müesseseler yerine
yenilerini ikâme edecek yüksek fikirli dimağların olmayışı yüzünden Batı’nın en kötü
haliyle şeklî bir vaziyette taklit edildiği fikrini taşımaktadır. Hatta bu meyanda Arap
harflerinin terk edilerek Latin harflerini almak istenmesini de böyle bir tavrın uzantısı
olarak görme eğilimindedir.
“…Bu hazin vaziyet karşısında, “hayat”, içtimaî sahalarda “yeni kıymet”ler koyabilecek büyük dimağların yetişmesini beklemeyeceği cihetle, “nazariye”yi beklemeden yürüdü. Muasır Avrupa cemiyetlerinin müesseselerini ve “kıymet”lerini -aradaki içtimaî şartların tehâlüfü sebebiyle yalnız “şeklî” bir surette- almaya çalıştık. “İnkılabımızı tamamlamak için, artık Arap harflerini de atarak Latin harflerini almak” isteyenler, işte bu “şekil-perest”liğin en sarih bir numunesidirler; onlar, bu suretle, “kurun-ı vüstânın son bakiyesinden” de kurtularak “tamamıyla asrî” bir hâl alacağımızı ümid ediyorlar; düşünmüyorlar ki bizi Avrupa’dan ayıran en bariz fark “zihniyet” ve “mantık” farkıdır; “düşünme” ve “çalışma” tarzlarımızı “Avrupaî” bir şekle sokmadıkça “iktisadî hayat”ımızı bugün ki “kurun-ı vüstâî” halden kurtarmadıkça, henüz, “asrî cemiyet” olduğumuzu iddia edemeyiz. Ecdadımız, ibtida “İslam medeniyeti dairesine girdikleri zaman, millî harslarını hakir görmüşler, millî şahsiyetlerini İslam medeniyeti içinde eritmişlerdi; bugün “asrî medeniyet” dairesine girmek isterken, yine aynı yanlış yola gitmek tehlikesi karşısındayız…”568
Burada köprülü Türk modernleşmesinin temel birkaç problemine dikkat çeker; biri bir
an evvel devlet ve toplumu kurtarmak gayesi ile acil çözümler arayış ve çabası; diğeri
de bu aciliyet karşısında Batı’dan alınan yeniliklerin ruhundan ziyade şeklî özelliklerini
memlekete getirmiş olmaktır.
Genel itibariyle ile Köprülü Cumhuriyet kurulduktan sonraki girişilen inkılap
hareketini “muazzam bir tarih hadisesi” olarak niteler; ancak bu inkılap devresi kısa bir
süre sonra demokratik vasıflarından yavaş yavaş uzaklaşarak totaliter bir mahiyet
almıştır. Atatürk’ün inkılapçı ruhu sayesinde çok kısa sayılabilecek bir zaman zarfında
gerçekleştirilen yenilikler, birçok zararlı müessesenin ortadan kaldırılması neticesini
doğurmuş ve bu sayede demokratik bir ilerlemenin yolunu açmıştı. Ne var ki yeniliklere
karşı oluşabilecek muhalefet odaklarına bir tedbir olmak bakımından getirilen tahditler,
568 Tanassur Hadisesi…, s. 201-2.
216
bir süre sonra, oluşmaya başlayan demokratik temayüllere gölge düşürmüştür.569
Köprülü Cumhuriyet devri ile birlikte yapılan inkılap hareketini yıktığı kıymet ve
müesseseler yerine yenilerini koyamamakla eleştirmektedir. Eski müesseselerin
yerlerine yenilerini ikame edememenin ona göre başlıca iki nedeni vardır: Aydın sınıfın
Batı medeniyeti ve müesseseleri hakkında sahip oldukları dar telakkî biçimi; diğeri de
“millî mazi” hakkında hemen hiçbir şey bilmemeleri…
“…Her şeyde olduğu gibi inkılap hamlelerinde de yıkmak kolay, yapmak zordur. Bu bakımdan Cumhuriyet idaresinin eski kıymetleri yıkıp tasfiye etmek hususunda gösterdiği muvaffakiyeti, yapıcılık bakımından aynı kudretle gösteremediğini itiraf etmek mecburiyetindeyiz. Memleketimizdeki fikir ve siyaset adamlarının, Garp medeniyeti ve müesseseleri hakkında çok basit ve sathi bir anlayış sahibi olmaları ve millî mazimiz hakkında ise hemen hemen hiçbir şey bilmemeleri, bu hususta birinci derecede amil olmuştur. Eğer memlekette yüksek kudrette fikir ve ihtisas adamlarına malik olsaydık, yıkılan eski müesseselerin ve eski kıymetlerin yerine, millî ihtiyaçları daha büyük bir muvaffakiyetle karşılayabilecek müesseseler ve kıymetler yaratabilir ve içtimai bünyedeki bir takım lüzumsuz sarsıntıları önleyebilirdir.”570
Yapılan inkılapları bu şekilde eleştirse de aslında Köprülü bunların milli
bünyeye tamamıyla mâl olduklarını; ve dolayısıyla halk tarafından kuvvetle
benimsendiğini kabul etmektedir. Bundan sonra yapılması gereken önemli bir işin
olduğunu vurgulayan yazar, bu şeklî değişiklikleri tamamlayıcı unsurlar vasıtasıyla
desteklemek gerektiği fikrini ileri sürer. Bu doğrultuda teklif ettiği unsurlar arasında
“ruh, fikir ve ahlâk inkılabı” yer almaktadır.
569 “Cumhuriyet idaresinin, Atatürk’ün inkılapçı ruhu ve sarsılmaz iradesi sayesinde, göz açıp kapıyacak kadar kısa bir zamanda muvaffakiyetle gerçekleştiği bu inkılaplar silsilesi, ortaçağdan kalma birçok zararlı müesseseleri ortadan kaldırmak suretiyle bizdeki bu demokratik ilerlemenin müjdecisi oldu. Bunların birçoğu, esasen yaşama kudretlerini kaybetmiş, çürümüş, müesseselerdi; Cumhuriyetten evvelki inkılap rejimleri, onları düzeltmek ve yeni ihtiyaçlara uydurmak imkanı olmadığını anlayarak kendi hallerine bırakmışlar, ve bu ihtiyaçları karşılamak üzere Garb modellerine göre yeni müesseseler kurmaya gayret etmişlerdi. Lakin bu eski müesseseleri katî surette tasfiye etmek cesaretini ancak Cumhuriyet idaresi gösterebildi. Siyasi ve içtimaî her inkılabın cemiyet bünyesinde maddî ve manevi birtakım ıstıraplar doğurduğu, tarihin şahadetiyle sabittir. Yıkılan müesseselerin, değiştirilen maddî ve manevi kıymetlerin yerine yenilerini yaratmak zorunda kalan bir cemiyet, oldukça uzun ve zahmetli doğum ağrıları çekmeye mecbur kalır. İşte Türk cemiyeti de, birbiri ardınca çok radikal inkılap hamleleri yaparken, tabiatiyle bu ıstırapları çekti. Değişen itiyatlar, zarar gören menfaatler, hırpalanan akideler için bir takım ruhi mudavemetler yaratmakla beraber, bu mukavetin maddi tezahürleri za ve süreksiz oldu. Cumhuriyetin sıkı ve azimli idaresi, bu mukavemetleri kolaylıkla yendi. Ancak taassuba ve irticaa karşı gelmek maksadıyla alınan tedbirlerin, siyasi, hatta medeni hürriyetleri geniş tahditlere uğrattığını ve bu yüzden, cumhuriyetin ilk Esas Teşkilat Kanununda mevcut demokrasi ruhunun büyük nispette hırpalanarak totaliter zihniyetin, iş başındakiler arasında süratle kökleşmeye başladığını görüyoruz. Bu sıralarda, etrafımızdaki memleketlerde ve bütün dünyada totaliter ideolojilerin büyük bir rağbet kazanması da bizdeki bu demokratik gerilemede mühim nispette amil olmuştur.” “Muhtaç Olduğumuz Asıl İnkılap: Fikir ve Ahlak İnkılabı”, Son Saat, 1 Nisan 1947; DY, s. 297-8. 570 a.g.m., s. 299.
217
Köprülü inkılap hareketine yönelttiği eleştirilerde doğrudan şahısları hedef
almaz, o daha çok yapılanlar ile ilgilidir. Her ne kadar isim zikretmese de tek parti
idaresi ile giriştiği mücadelede eleştirilerini “tek şef, tek parti, tek millet” düsturu
çerçevesinde dile getirir ki akla doğrudan İnönü gelmektedir. Yalnız 49 yılında yazdığı
bir makalede “tek parti tahakkümü”nün yerleşmeye başlama tarihi olarak Atatürk
dönemine gönderme yaptığı da vakidir. Bu yazısında Cumhuriyet devrinde memleket
hayrına birçok iyi şeylerin yapıldığını belirttikten sonra 1926-27 tarihinden itibaren tek
parti tahakkümünün yavaş yavaş memleketi esir aldığından söz etmiştir. Bu tarihe kadar
millî mücadele ruhunun tesiriyle memlekette bariz bir kalkınmanın göze çarptığı
tesbitinin ardından bu tarihten sonra tam anlamıyla bir diktatörlük rejiminin
kurulduğunu iddia etmektedir.
“…Bilhassa 1926-1927 yıllarına kadar, yani Millî Mücadele ruhu henüz kuvvetini muhafaza ederken, her tarafta bariz bir kalkınma göze çarpıyordu. Fakat daha o sıralarda belirmeye başlayan tek parti tahakkümü süratle inkişaf ederek her sahaya dal budak saldı; Anayasa hükümleri sadece kâğıt üstünde kalarak tam manasıyla bir diktatörlük rejimi hüküm sürmeye başladı. Millî bayram günlerinde daha birkaç yıl evveline gelinceye kadar sokaklarda dalgalanan şu mahut tek şef, tek parti, tek millet düsturu millî varlığımızı yıllarca kemiren meşum kanserin mahiyetini göstermeye kâfidir. Memleketin bütün dertlerini, ıstıraplarını, yapılan işlerdeki muvaffakiyetsizlikleri, hâlâ içinde çırpınıp durduğumuz maddi ve manevi buhranları, ahlâk düşkünlüğünü, zihniyet geriliğini, idealizm yokluğunu izah için şu küçük cümle kâfidir: Çünkü bu memleket yıllarca ve yıllarca tek şef, tek parti, tek millet düsturiyle idare edilmiştir! Çünkü bu düsturun ifade ettiği diktatörlük rejimi, insanlık tarihinin kaydettiği siyasi rejimlerin en meşumudur!..”571
Köprülü inkılâpların hemen ardından yönetimin neden bir diktatör rejimi halini
aldığı meselesinde kendince dış faktörlerin etkin olduğu yargısına varmaktadır. O
dönemde bir demokrasi aleyhtarlığının varlığından bahisle komşu devletlerde hakim
rejimlerin yapısı bunda büyük ölçüde etken olduğu fikrini taşımaktadır. Memlekette
meydana gelen değişikliklerin de bu ülkelere hakim olan rejimler örnek alınmak
suretiyle gerçekleştirildiğini esefle ifade eder ve bunları çok hatalı birer hareket olarak
niteler. Bir yandan oluşan diktatör rejimi olanca kuvvetiyle tenkit ederken diğer yandan
bu rejim altında gerçekleştirilmeye çalışılan dil reformu gibi bazı yenilikleri de bir
“facia” olarak nitelemektedir.
“…Bu neden böyle oldu? Demokratik bir Anayasaya malik olan Türkiye Cumhuriyeti, neden birkaç yıl içine bir diktatörlük rejimine inkılap etti? Bunun iç amillerini izah etmek çok uzun sürer ve bu yazımızın mevzuu dışındadır. Dış amillerin izahına gelince, bu daha basit ve daha kolaydır: Çünkü o sıralarda
571 “Neler Yaptık? Neler Yapmak Zorundayız?”, Vatan, 29 Ekim 1949; DY, s. 892.
218
dünyanın her tarafında bir demokrasi aleyhtarlığı modası hüküm sürüyordu; dört tarafımızdaki komşu memleketler, diktatörlerin pençesi altında idi. Rusya’da Stalin, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler hakimdi. Teessürle itiraf etmek lazımdır ki, memleketimizde inkılap namına yapılmış birtakım hatalı hareketler, doğrudan doğruya bolşeviklerin, yahut nazilerin ve faşistlerin tesiri altında yani o örnekler göz önünde tutularak yapılmıştır! Bizdeki diktatörlük rejiminin Rusya’da, yahut Almanya’da olduğu gibi vahşiyane bir mahiyet almadığı, hatta nazari olarak Anayasanın bile muhafaza edildiği bütün dünyaca bilinen bir hakikattir. Fakat ne kadar hakikat olursa olsun, diktatörlük rejimi meşum bir rejimdir; bu rejimin pençesine düşen memleketlerde fikri hürriyetinden, ilim hürriyetinden bahis olunamaz; insanlık haysiyet ve şerefi, namus ve fazilet, kudret ve liyakat, doğruluk, açık sözlülük, bu rejimler için birer cinayet sayılır. İş başına ancak mürailer, dalkavuklar, aciz ve miskinler, yani şahsiyetsiz, manasız, silik kuklalar getirilir. Bu zavallı memleket, şu son yirmi beş yıl içinde bunun çok acı örneklerini görmüş, hatta hiçbir diktatörlük rejiminin aklına gelmeyen anadile tasallut edilmek faciasiyle de karşılaşmıştır. Garp medeniyetini hiç bilmeyen, garp zihniyetiyle taban tabana zıt iptidai zihniyet taşıyan bir takım kimselerin şüphesiz tam bir iyi niyetle, “Türk cemiyetini Avrupalılaştırmak” maksadıyla yaptıkları yanlış, tehlikeli hareketler de, yine bu diktatörlük rejiminin -yabancılar için gülünç, fakat bizim için hazin- mahsullerdir.”572
D. Eğitime Dair Görüşleri
Terbiye/eğitim üzerine yazdığı makalelerin içeriğinden hareketle Köprülü’nün
bu konuda dile getirdiklerinin, temel olarak iki merkezi mesele etrafında şekillendiğini
söyleyebiliriz. Köprülü zaviyesinden “Millî Eğitim” halkı millî bir mefkure etrafında
toplamanın çok temel bir vasıtasıdır. “Millî Eğitim” ile halk aydınlatılacak ve ona
“millet” olma şuuru kazandırılacaktır. Müellif bu meselenin hayati bir tarafının
olduğunu ve milletin geleceği ile doğrudan ilişkisi bulunduğunu düşünmektedir. Bu
doğrultuda bir milletin ilerlemesinin “maddî kuvvet”ten önce “manevi kuvvet”in
tecellisi ile mümkün olabileceği fikrini ileri sürer. İkdam’da yayınlanan bir makalesinde
meselenin bu yönüne işaret ile Musevî topluluğun maddi şartların yokluğuna rağmen
manevi kuvvetle nasıl amaçları doğrultusunda emin adımlarla gittiklerini örnek olarak
zikretmektedir. Ahmed Cevdet Bey’e hitaben kaleme alınan yazıda Köprülü,
muhatabının bir sözünü alıntılayarak ona iştirak ettiğini belirtir ki bu aynı zamanda
“milli terbiye” ile “milliyetçilik” düşüncesi arasında nasıl bir ilişki kurduğunu
göstermesi bakımından önemi haizdir.
“…Bir milletin yaşaması onu teşkil eden efradının kendi memleketini, tarihini, lisanını, medeniyetini, dinini, an’anâtını bilmesi lazımdır diyor ve Musevîleri misal olarak gösteriyorsunuz. Maddî bir vatandan mahrum oldukları halde, sırf manevi bir kuvvetle ölü bir lisanı ve asırlardan beri ölmüş an’aneleri ihya ederek aynı hissiyat ile mütehassis bir millet yaratmaya çalışan ve pek yakında Filistin’de maddî vatanlarının da tahakkukunu görebilecek olan bu sabûr kavim, cidden ne beliğ bir misal ve “millî
572 a.g.m.
219
terbiye”nin mahiyet-i hayatiyesine ne muhteşem bir “timsal”dir! Halbuki zat-ı âlînizi kemâl-i esefle arz edebilirim ki, bizim en münevver addettiğimiz zümre-i mütefekkirîn arasında yalnız millî an’anelerin değil hatta millî tarihin şiddetle aleyhdarı olanlar var. onlar istiyorlar ki maziyle rabıtalarımızı keselim; eski me’âsir-i medeniyemizi inkâr edelim; tarihlerimizi yırtalım. Nihayet altı asırlık bir mevcudiyet atfederek ondan evvelki devrelerini unutmak ve unutturmak istedikleri “milliyet”imiz için başka türlü temeddün vasıtası yokmuş…”573
Bir başka yazısında “milliyet” fikrinin inkişafı ile “ilim telakkisi, “serbest
düşünce” ve “ilerleme” fikri arasında çok yakın irtibatlar kurmaktadır. Ona göre
“ümmet vicdanına, ümmet şuuruna” sahip bir topluluk “kurûn-ı vüstâî” bir görünüm arz
eder. Böylesi bir topluluk içinde serbest düşünceden bahsedilmesi mümkün değildir.
Serbest düşüncenin olmadığı yerlerde çağdaş/asrî bir ilim telâkkisinden bahsetmenin
güçlüğü de ortadadır. Son devirlere gelinceye kadar memlekette “ilim” ve “âlim”
denince akla medrese adamlarının gelmesi, müsbet ilimlerin hiçbir değeri olmaması
çağdaş ilim anlayışının bulunmadığına en iyi bir örnek teşkil ederler. Müellif bu
kanaatini teyit etmek için, daha düne kadar “Şeyhülislamlık” makamı karşısında serbest
düşünmeye ve serbest düşünceleri yaymaya imkân olup olmadığı sorusunu yöneltir; ve
bu vaziyette bulunan bir cemiyette asrî ilim telakkîsinin inkişaf edemeyeceği sonucuna
varır. Asrî bir ilim anlayışının mevcudiyeti ona göre ancak milliyet fikrinin neşv ü nema
bulmasına bağlıdır.
“…Türk milleti ancak kendi milliyetini idrak ettikten sonradır ki hakimiyetini kendi eline aldı ve milliyet esaslarına dayanan bir “millî devlet” kurmaya muvaffak oldu. Binaenaleyh, memlekette asrî ilmin inkişaf ve terakkisi de, ancak bundan sonra mümkün olabilecektir.”574
Diğer yandan milliyet fikrinin okullarda müfredat programı içine alınmasını o
cemiyetin varlığını idame ettirmesi açısından olmazsa olmaz şart koşmaktadır. Macarlar
arasında çırak eğitimi sırasında verilen Macar lisan, tarih ve coğrafya eğitimini bu
bakımdan büyük bir heyecanla karşılar. Etrafı Slav ve Cermenlerle kuşatılmış bir
memleketin kendi güvenliği açısından bu tarz bir eğitimi takip etmesini haklı ve belki
de zorunlu addetmektedir. Uluslar arası iktisat mücadelesinde yenik düşmemek adına
sanayi ve ticarete, pratik meslek okullarına, ziraat kurumlarına büyük bir önem veren
Macarların bu girişimini boş bir ameliye olarak değerlendirmek şöyle dursun; kendi
573 “Millî Terbiye Meselesine Dair: Ahmed Cevdet Beyefendi’ye ”, İkdam, 4 Safer1339/17 Teşrinievvel 1336/1920. 574 “Musahabe: İlim ve Mefkûre”, Hayat, c. III, sayı 45, 8 Kanunievvel 1927, s. 21.
220
milli varlıklarını sürdürebilmelerinin bir yolu olarak müsbet karşılamaktadır.575 Köprülü
kendi memleketi için de benzer bir yaklaşım sergiler. Yukarıda “milliyet” fikri ile
“ilerleme” arasında kurduğu ilişkiyi bir başka yazıda “manevi kuvvet” ve “terakkî”
kavramları arasında kurmaya kalkışır. Bu bağlamda her kim manevi kuvvete sahip ise
maddi kuvveti elinde tutan da odur. Bu bakış açısına göre manevi kuvvetin vücut
bulduğu yerler bakımından doğrudan eğitim kurumlarının ismini zikretmektedir.
“…Bilhassa bugün, “ilim” ve onun tatbikatından ibaret olan “teknik”, bütün hayatın yürüyüşüne hakim olmuş, maddi kuvvet manevi kuvvetin bir neticesi, adeta tâbii menzilesine inmiştir. İlimde ve ilmin tatbikatında yani fikrî ve manevî sahada hangi milletler daha müterakkî ise, maddî kuvvet de onlardadır; ve bugünkü umumî hayat mücadelesinde, ancak manen kuvvetli olanlar kazanabilirler. Umumî hayatın bu sarih istikameti karşısında, manevî kuvvetlere ve kıymetlere yani ilme ve sanata artık eskisi gibi lakayd kalamaz. Mektepler, darulfünûnlar, laboratuarlar, kütüphaneler, sair her türlü ilim ve irfan müesseseleri, bugünkü telakkiyâta göre, birer “müdafaa-i milliye” müessesesinden başka bir şey değildir; ve milletlerin maddî kuvvetleri de, her şeyden evvel, bu manevî kuvvetlerin derecesiyle ölçülür.”576
Eğitim kurumlarında “milli mefkure” ile yetişen bir genç memleketin maruz kalacağı
tehditler karşısında bahsi geçen müesseselerden güç devşirecek ve bu kurumlarda ilmî
bir faaliyetin içine girerek karşısına çıkan maniaları bertaraf edecektir. İlim ve ihtisas
hayatına atılacak olan kişilerde aradığı vasıf da güçlü bir irade ve özellikle millî bir
mefkûrenin varlığıdır.577 Yazar bu kurumlarda yetişecek nesillere milli bir mefkûre
verebilmenin esaslarını tayin ve tesbit edecek müesseseler meyanında da birinci sıraya
Darulfünûnları yerleştirmektedir. Dünyanın her yerinde milli eğitimin esaslarını
belirleyen, amaçlarını tesbit ile o amaçlara ulaşmak için gereken yolları gösteren en
önemli rehber darulfünûnlardır. Darulfünûn içinde de en önemli birimleri Edebiyat ve
575 “…Lisanını edebiyatını, tarih ve coğrafyasını -elbette tafsilatıyla değil fakat umumî hatlarıyla- bilmeyen bir adam pek iyi bir çırak, pek iyi bir usta, pek mükemmel bir mühendis veya tüccar olabilir; lakin hiçbir zaman kendi milliyetini müdrik, harsını muhafazaya azimkâr, hülasa kendi milletine müfid bir ferd olamaz. “Tahsil” yani malumât-ı umumiye, bütün milletler ve memleketler için umumî ve müşterektir; ulûm-ı riyaziye ve tabî‘iye dünyanın her yerinde aynı şekilde öğretilir; lakin “terbiye” yani ferde mensup olduğu milletin hissiyat-ı müşterekesini telkin için öğretilecek şeyler her millet için ayrı ayrıdır. Macarların çırak mekteblerinde bile millî lisan ve edebiyata, millî tarih ve coğrafyaya bu kadar ehemmiyet vermeleri, efrada yalnız kudret-i istihsaliyelerini temin ve tezyide hadim bir meslek tahsili vermekle iktifa etmeyerek onları manen, ruhen, vicdanen de hakiki bir Macar olarak yetiştirmek istemelerinden münbaistir…”“Milli Terbiye Meselesi: Millî Lisan”, İkdam, 8 Teşrinisani 1336-1920/26 Safer 1339. 576 İlim ve Mefkure, s. 22. 577 “…İnsani ihtirasların şüphesiz en asili olan bu ilim ihtirası yani hakikat ve fazilet aşkı bir cemiyette ne kadar kuvvetlenirse, cemiyet de maddeten ve manen o kadar kuvvetli olur. Mamafih, fasılasız sa‘y, feragat, fedakârlık, tevazu ve samimiyet gibi çok insani esaslara istinat eden ilim ve ihtisas hayatına atılmak için, büyük bir iradeye ve bilhassa millî ve insanî bir mefkûreye malik olmak şarttır…” a.g.m.
221
Hukuk fakülteleri oluşturmaktadır. Zira milletleri birbirinden ayıran, her millete manevi
bir şahsiyet kazandıran amillerin başında tarihî ve lisanî olanları gelir. Köprülü bizim
gibi henüz asrîleşmesini tamamlayamamış milletlerin darulfünûnlarının ve özellikle
edebiyat –yani filoloji, tarih, felsefe, coğrafya- fakültesi ilmî heyetlerinin, her şeyden
önce millî harsı araştırmak ve böylece millî terbiye esaslarını ona göre tesbit etmek gibi
bir vazifesi olduğuna işaret etmektedir. O, burada yetişecek ilim adamlarının devlet ve
millet için hayati önem taşıdıkları inancını taşır.578 “Darulfünun’un Vazifeleri” adlı bir
başka makalesinde üniversiteye bağlı çeşitli fakültelerin yapması iktiza eden görevlere
işaretle “tedrisatı Türkiye mihveri etrafında döndürmek” düsturu çerçevesinde meseleyi
ele almaktadır. Bu düstur doğrultusunda sadece Edebiyat Fakültesi değil ondan başka
Hukuk, İlahiyat, Fen ve hatta Tıp fakültelerinin de üzerlerine düşen görevleri olduğu
hatırlatmasında bulunur. Mehmed Emin Bey’in bir yazısına atıfla yaptığı
değerlendirmede Köprülü, M. Emin Bey’in belirttiği Türkiye’nin coğrafyası ve tarihinin
yazılması işinin Edebiyat Fakültesi uhdesinde olduğu görüşü kabul etmekle birlikte,
Türkiye’nin iktisadî, hukukî, dinî tarihlerinin ortaya çıkarılmadan Edebiyat
Fakültesi’nin yapacağı işin yarım kalacağı fikrini izhar eder. Bu bağlamda Edebiyat
Fakültesi kadar Hukuk ve İlahiyat Fakültelerinin de yapacağı işlere bir tür göndermede
bulunur. Dolayısıyla muhatabının “tedris faaliyetini Türkiye mihveri etrafında
döndürmek” şeklinde formüle ettiği teklifi, sadece bir fakültenin uhdesine inhisar
etmeksizin bu görevi memleketin bütün eğitim kurumlarından beklemek gerektiğini
söylemektedir.
Aynı yazıda müellif Türkiye’de niçin ilmî bir faaliyetin tam anlamıyla
gerçekleştirilemediği konusunu da tartışmaktadır. Türk cemiyetinin asırları bulan
değişimlerini şimdiye kadar araştırılmamıştır ve memleketteki bu ilim anlayışı sürdüğü 578 “…Eğer biz mümkün mertebe az bir zaman zarfında millî müverrihler, filologlar,, etnograflar, arkeologlar, coğrafya-şinaslar, iktisatçılar yetiştirmezsek “millî hars”ımızı katiyen bulamaz ve onu bulamayınca da millî bir terbiye esaslarını sağlam bir surette kurup istikbale koşamayız. Müverrihler, filologlar, etnograflar, arkeologlar bazı sathî görüşlülerin zannettiği gibi, bir millet için alelâde bir zinet değil, en mübrem ve hayati bir ihtiyaçtır. Çünkü bir millete muhtaç olduğu manevi gıdayı verecek ve milleti millet şeklinde muhafaza edecek yalnız onlardır. Bir millet maddeten ne kadar terakki ederse etsin bu gıda-yı manevîden mahrum kalırsa “millet” şeklide idare-i hayat edemez. Ondan başka tarih dahi gösteriyor ki bir milletin maddî te‘âlisi evvelemirde maneviyetin, fikir ve ahlâk seviyesinin yükselmesiyle kâbildi. Ümid ve temenni edelim ki darulfünûnlar ve bilhassa edebiyat ve hukuk medreseleri; milletin kendilerinden beklediği bu müşkil vazifeyi muvaffakiyetle ifa etsinler ve kahraman ordunun silahlarla temizlediği sahada ilim ve irfan abideleri kursunlar.” “Darulfünûn ve Milli Terbiye”, İçtihad, yıl 18, nu 151, 15 Şubat 1923, s. 3130.
222
taktirde de araştırılmasına imkân yoktur. Zira memleket hal-i hazırda bir arşiv
dairesinden, Tanzimat’tan bu yana neşredilen eserleri, gazete koleksiyonlarını ve diğer
vesikaları içeren bir kütüphaneden yoksun bulunmaktadır. Tanzimat dönemini çalışmak
isteyen bir araştırıcının, bu gibi temel maddi vasıtalardan mahrum olmak bakımından,
büyük güçlüklerle karşılaşacağı açıktır. Köprülü bu maddi vasıtaları hazırlamadan hiç
kimseden ilmî bir iş beklenemeyeceğini belirtir. Kaldı ki yirminci asrın en çok da bu
bahsi geçen maddî vasıtalara yani “mükemmel laboratuarlara, muazzam kütüphanelere,
büyük müzelere, faal seminerlere” dayandığı ortadadır. Müellif dünyanın en büyük ve
en faal alimlerini bu vasıtalardan mahrum bıraksanız onların da “atalete mahkum”
kalacaklarını ifade etmektedir.
Köprülü maddî vasıtalar yanında Batı’da büyük bir inkişaf gösteren araştırma
usullerinin uygulanmasını da bu tetkik sürecinin başvurulması gereken işleri arasında
sayar.
“…Ancak şunu da itiraf etmeliyiz ki bugünkü “ilmî usullere” vakıf olmayan insanları dünyanın en zengin vesaitine gark etseniz, yine hiçbir şey yapamazlar; ve başkalarının kitaplarında gördükleri şeyleri papağan gibi tekrar ile iktifa ederler. Şu halde, memlekette faal bir ilim hayatı yaratmak için, bir taraftan, bugünkü Garp alimleri gibi bizzat müşahede ve tetkike muktedir ve her suretle onlardan farksız yani aynı zihniyetle ve aynı usullerle mücehhez insanlar yetiştirmeye muhtacız. Avrupa ilmiyle uzun zamanlardan beri devam eden temasımıza rağmen, Garp’taki “ilim zihniyeti”ni, “ilim telakkisi”ni ve oradaki feyyaz usulleri temsil etmekten henüz çok uzak bulunuyoruz. Eğer bu temsil ameliyesi şimdiye kadar muvaffakiyetle yapılabilseydi, o zaman ilim adamlarımızı ve Darulfünûn’umuzu beyne’l-milel mukayeselerle ölçebilirdik…”579
Yazar eğer memlekette vaki olan bu anlayış değişmedikçe yani bugünkü zihniyet ve
eldeki usullerle yapacağımız şeyin çok çok “mütercimlik ve nakilcilik”ten öteye
geçemeyeceğini açık bir biçimde seslendirmektedir.
Meselenin ikinci ayağını ise memlekette nasıl olur da bir “ilim hayatı” teşekkül
edebilir? sorusuna aradığı cevap ya da cevaplar oluşturmaktadır. Bu vadide dillendirdiği
meseleler daha çok memleketteki ilim müesseselerinin daha iyi şartlara kavuşması
amacıyla neler yapılabileceğine dönük teklifleri içeren düşüncelerden meydana
gelmektedir. İlim müesseselerinde var olan anlayış hakkında bir durum tesbiti yaptıktan
sonra genel itibariyle “ilim telakkisi” üzerine eleştiri, teklif ve tavsiyelerde bulunduğu
görülür.
579 “İlim Hareketleri: Darulfünûn’un Vazifeleri, Hayat, c. II, sayı 28, 9 Haziran 1927, s. 23.
223
“…Bugünkü ilim müesseselerimizin Avrupa’daki emsaline nazaran “kurûn-ı vüstaî” denecek kadar ibtidaî olduğunu itiraftan hiçbir zaman çekinmedim; Meşrutiyet’in ilanından bu güne kadar geçirdiğimiz inkılabların vüs‘at ve azametini söylediğim sırada “zihniyet” itibariyle daha “medrese” tesirinden kurtulamadığımızı ve softaların Şark’tan gelme “kara kaplı kitap”ı yerine Garp’tan gelme “sarı kaplı kitap”ı ikame ederek henüz “mukallid” devresinden çıkamadığımızı da ilave ettim.”580 “…Bugünkü yüksek müesseselerimiz -pek nadir istisnalardan sarf-ı nazar- birer tedris müessesesinden ibarettir; buralarda, başka memleketlerde yapılan tetkiklerin neticeleri talebeye imkân mertebesinde öğretilir; fakat buralarda yeni yeni tetkikât yapıldığı, beyne’l-milel ilmin terakki ve inkişafına hizmet edildiği, maalesef, yok gibidir…”581
Bu eleştirileri serdeden müellif bizdeki fikir hayatının durgunluğunu asrî bir ilim
telakkîsinin yanı sıra aynı zamanda muayyen ilim ve sanat mesleklerinin yokluğuna
bağlamaktadır. Tesadüf eseri olarak herhangi bir ilim şubesine ait üç beş kitap okuyan
kişinin kendisini alim addetmesi karşısında esef duyar; ve peşi sıra “ilim” ile “malumat”
arasındaki farkı bilen kaç adamımız, herhangi bir ilim şubesine hayatın vakfetmiş kaç
mütehassısımızın bulunduğunu derin bir teessür ile sorar. Hal böyle olmakla birlikte o,
meselenin başka türlü seyretmesinin de mümkün olmadığı görüşündedir; zira yüksek
tahsilin yapıldığı müessese daha çok yeni kurulmuş, kütüphane, müze, enstitü,
laboratuar gibi yüksek tahsil için elzem olan kurumlar da oldukça sınırlı sayıda
kalmıştır.582
İlim hayatında görünen durgunluğun ikinci sebebine gelince o da cihan
harbinden sonra bütün dünyada görülmeye başlayan “maddî-perestlik” cereyanının
kuvvet kazanmasıdır. Buna göre ilim mesleklerinin birer cazibe merkezi olabilmesi için
genç adayları maddî açıdan tatmin eder bir vaziyette olmaları şarttır. Köprülü bu
noktada geçmiş ilim telakkisine bir göndermede bulunarak bugün ile mukayese etme
580 “Musahabe: Fikir Hayatımızdaki Durgunluk”, Hayat, c. III, sayı 56, 22 Kanunievvel 1927, s. 61. 581 “Musahabe: İlim Müesseselerimiz”, Hayat, c. III, sayı 58, 5 Kanunisani 1927, s. 101. 582 Aynı konuda başka bir makalesinde yine benzer mütalaalar serdeder: “…Bizde ilim hayatının inkişaf etmemesinin belki en büyük sebebi, ilmin bir nevi “heveskârlık”tan ibaret kalması, hayatını ilme hasredecek insanlar yetişmemesidir. Bin türlü meşgale arasında bir iki saatini tesadüfen filan veya falan mevzuya dair üç beş kitap okumaya hasreden insanlar elinde kaldıkça, memlekette ilim hayatının inkişafına maddeten imkân yoktur. İlim adamları yetiştirebilmek için, her şeyden, ilme hasr-ı hayat etmek isteyenlerin yaşamasına ve çalışmasına imkân bahşetmek lazımdır; bu da ilmî merkezler, enstitüler, hülasa ilmî teşekküller yaratmakla olur. Memlekette ilim hayatı için hazırlanmış ne kadar gençler var ki, hal ve istikballerini temin edecek böyle teşekküllerin mevcut olmamasından dolayı büsbütün başka vadilerde istidatlarını çürütmek mecburiyetinde kalıyorlar… ilim yoluna girmek isteyen ne kadar zekalara tesadüf ediliyor ki, onların da gördükleri numûnelerin fecaatinden korkarak, daha baştan, başka yollara sapıyorlar… Bunun neticesi olarak, zaten çok zayıf olan fikrî cephemiz her gün biraz daha zayıflıyor; ve mesela Darülfünûn kürsülerinden her hangi sebeple çekilen arkadaşların yeri çok defa boş kalıyor. Şimdiden seri ve müessir bir çare bulunmadığı takdirde, sekiz on sene sonra bu kürsülerin tamamen boşalacağını söylemek, hiç de keramet-fürûşluk sayılamaz!” “Musahabe: Akademi Meselesi”, Hayat, c. II, sayı 45, 6 Teşrinievvel 1927, s. 362.
224
gerekliliği duyar. Eski âlimlerin “bir lokma bir hırkaya” kanaat ettiklerini oysa bugünkü
ilim adamları maddî açıdan rahata kavuşmadan ve araştırma için gerekli malzeme temin
etmeden ilim namına kendilerinden hiçbir şey beklenemeyeceğini belirtir.583
Memlekette ilim hayatının olmadığını gösteren bir başka gösterge ya da şikayet
konusu da “kuvvetli bir ilim hayatı, ilim cereyanları ve ilim efkâr-ı umumiyesi”nin
olmayışıdır. Müellif eline kalem alan herkesin kendisini her şeyden ve her meseleden
anlar kabul etmesini kabul edemez. Başka memleketlerde hiçbir ciddi gazetenin
ilgilenmeyeceği meseleleri, bizim büyük gazetelerimizin birer ilmi araştırma diye
sütunlarına geçirmeleri çok tabiidir. Köprülü bu durumu “manevi anarşi” olarak
nitelemektedir. Bu anarşi altında bilen ile bilmeyen, alim ile cahil, tenbel ile çalışkan,
tercüme ile ilmi tetkik birbirinden ayırt edilemez. Yazar bu noktada ilmin ya da her ilim
şubesinin kendisine has bir “hiyerarşi” sisteminin varlığına işaret etmektedir ki
kanaatimizce Türk modernleşmesinin temel ve en önemli problemlerinden birine
parmak basmıştır. Zira Tanzimat’la başlayan süreçte meydana getirilen ikili yapı bir
süre sonra eski ve geleneksel yapıları, kurum ve yerleşik anlayışları, bu kurumlarda
temerküz eden otoriteleri tamamen yerlerinden etmiştir. Köprülü’nün bu vadide şikâyet
ettiği konu da bu hiyerarşinin bizdeki acınası halinedir.584
Değindiği diğer bir husus da maddî ve manevî ilim vasıtalarından yani ilmi
metot ve teknikten mahrum kalınmasıdır. İlim zihniyeti ve tetkik usullerin henüz
memlekete girmiş değildir. Köprülü memleketteki ilmî faaliyeti bir nevi
komisyonculuğa benzetir. Batı’dan alınan hazır ilmi mahsullerin, nasıl imal edildiklerini
bilmeksizin, satıldığını iddia etmektedir. Ülkemizde meydana getirilen ilmî eserler bu
583 Fikir Hayatımız…, s. 62. “…Memleketimizde henüz yüksek tedris ve ilim mesleği yoktur. İbtida asistanlıktan, muallim muavinliğinden başlayarak bütün hayatını muayyen bir gayeye vakfetmiş insanlara tesadüf edilmesi bundan dolayıdır. Hayatının en faal devresini başka işlerde yıprandıktan sonra tedris ve tedkik sahasına giren, yahut hiç istidadı ve kabiliyeti olmadığı halde sırf tesadüf sevkiyle veya ma‘îşet belasıyla bir defa o mesleğe girmiş bulunan insanlarla, çok sıkı bir inzıbat-ı manevîye malik “akademik” bir meslek hayatının çetin imtihanlarla yetiştireceği kabiliyet-i mahsusa ile mücehhez mefkureci insanların teşkil edecekleri müesseseler arasında, elbette çok büyük bir fark vardır. Bugüne kadar bizde ilim mesleklerinin mevcut olmamasının sebeplerini de, memleketin maddî ve manevi umumî hayat şartlarında aramak icap eder…” İlim Müesseselerimiz, s. 101. 584 “…Halbuki müterakki memleketlerde her ilim şubesinin silsile-i meratibi, erkânı, büyükleri küçükleri muayyendir; kuvvetli bir ilim efkâr-ı umumiyesi vardır. Çalışmayan veya muvaffak olmayan bir adam için onun tazyikine mukavemet imkânsızdır…” a.g.m.
225
bakımdan tercümeden ileriye gitmez.585 Sonuç itibariyle yüksek tahsil kurumlarında
takip edilen usûl yalnız öğrenciye bazı mefhûmlar, vakıalar ezberletmeye dayanır.
Öğrencileri okumaya, araştırma yapmaya, çalışmaya ve düşünmeye yönlendirmek
hususunda hemen hiçbir şey yapıldığı söylenemez. Bu tablo karşısında Köprülü’nün
alınması icap eden bazı tedbirler sıraladığı görülmektedir. Buna göre ilim müesseseleri
maddi ve manevi açıdan çok daha fazla desteklenmesini ve bu müesseselerde yetişen
talebenin en az bir yabancı dil öğrenmesini şart koşmaktadır. Hatta dil öğrenmek
meselesine ayrı bir önem verir ve bu olmadan ilim müesseselerinin ilerleme
sağlayamayacağı fikrini ileri sürer.586
Yıllar sonra Demokrat Parti’nin kurucusu sıfatıyla Halk Partisi ile giriştiği
demokrasi mücadelesi esnasında, muhtelif aralıklarla, Üniversite ile ilgili görüşlerini
gazete sütunlarında kamuoyuyla paylaşma ihtiyacını duymuştur. Bu yazıları daha çok
serbest düşünce bağlamında ele alınmış, demokratik bir ilim hayatının nasıl teşekkül
etmesi gerektiği üzerine yapılmış mütalaaları içermektedir. Gerek Darulfünûn’un
gerekse Üniversite’nin kuruluş yıllarına ilişkin kısa notları da havi bu yazılarda asrın
icaplarına uygun bir üniversite hayatının teşekkülü için alınması gereken tedbirleri ve
yapılması icap eden kararları bu kurumun eski bir üyesi sıfatıyla sıralamaktadır. Temel
eleştirisi bu tür kurumların hususen demokratik ülkelerde tam bir muhtariyete sahip
olmaları gerektiği üzerine şekillenir.587 Cumhuriyet idaresinin daha 1923 tarihinde
585 “…Maddi ve manevi ilim vesaitimiz Avrupa’ya nisbetle çok dûn olduğu gibi, onları kullanabilmek için lazım gelen “usûl”den de mahrumuz. “ilim zihniyeti” ve “tetkik usulleri” henüz bize girmemiştir! Biz, tıpkı komisyoncular gibi, Garp’ın hazır ilim emtiasını satarız; lakin onların nasıl yapıldığını bilemediğimiz için burada “ilim imalathânesi” kurmaktan aciziz; işte bu sebeple bütün mahsullerimiz nihayet “tercümeden” ibaret kalır…” a.g.m. 586 “…Bir defa bu sebepler bilindikten sonra, bunların izalesi için neler yapmak lazım geleceği pek kolay anlaşılır: ilim mesleklerini tesis etmek, yeni ilim müesseseleri kurmak ve genç ilim adamları yetiştirmek için seri ve vasi tedbirler almak, mevcut ilim adamlarımızın hakiki kıymet ve “otorite” derecelerini bî-taraf ve salahiyetdâr Garp ulemâsının efkâr ve mütalaâtını almak suretiyle öğrendikten sonra memlekette bir “ilim otoritesi” yaratmak, müesseselerimizi maddeten ve manen techiz etmek, eski tedris müesseselerimizi yeni tetkik müesseseleri haline getirebilecek kabiliyetler yetiştirmek için bugünkü tedris usullerimizi değiştirmek, yüksek tedrisâtı takip edecek talebenin mutlaka bir ecnebi lisanıyla mücehhez olmasını temin etmek, Avrupa’ya muayyen hedefler için muayyen programlarla en değerli gençleri göndermek, Avrupa’dan yine muayyen hedefler için muayyen programla muhtaç olduğumuz -alelâde değil fakat büyük- mütehassısları getirmek…” a.g.m. 587 “Bütün demokratik memleketlerde, yüksek ilim müesseselerinin ve bilhassa üniversitelerin ilmî ve idarî muhtariyetlerine sahip olmaları, demokrasinin başlıca icaplarındandır. Kendi kendini idare edemeyen, hocalarını kendi seçemeyen, en ufak hareketini bile iktidar mevkiindeki hükümetlerin keyif ve arzusuna uydurmak mecburiyetinde kalan bir üniversite, hiçbir zaman hakiki bir ilim ocağı sayılamaz. Hür düşünce ve serbest tenkid, tam bir hürriyet havası içinde inkişaf edebileceği gibi, hakiki ilim
226
üniversiteye muhtariyet vermek istemesini, demokrasi prensiplerine ne kadar riayetkâr
olduğuna bir nişane olarak zikreden yazar, türlü amiller neticesinde gelişmesini
tamamlayamayan bu müessesenin kapatılarak yeni bir üniversite kurmak
mecburiyetinde kalındığını ve bu hareketiyle de idarenin siyasi hiçbir maksat gütmediği
ve fakat hükümette yer alan insanların aczi ve yetersizliği yüzünden yeni bir
müessesenin vücudu için girişilen teşebbüsün ölü doğmasına sebebiyet verdiği fikrini
ileri sürmektedir.
Köprülü darulfünûnun neden bir ilim ocağı haline gelemediğini ve kendini ıslah
edebilmek kudretini gösteremediğini sormak suretiyle bu durumun düzeltilmesi adına
bazı cevaplar arar. Ona göre Savaş sırasında edebiyat ve fen fakültelerine gereğinden
fazla Alman profesör alınmıştır; sonra yerli profesörlerin tayininde gereken itina
gösterilmediği gibi yanlarına alınan muavin, tercüman ve asistanların seçiminde de
ihtimam sarf edilmemiştir. Üstelik yabancı hocalara yerli hocalara nisbetle daha fazla
aylıklar ödeniyor; yaptıkları işin karşılığını alamayan genç akademisyen adayları
geçimlerini sağlamak adına ek iş yapmak zorunda bırakılıyordu.
Diğer taraftan Köprülü muhtariyetini kazandığı dönemde darulfünûnu oluşturan
kadroları üniversite mefhumunu anlamamakla suçlamaktadır. Bu kadrolar yapılmak
istenen bütün ıslahat teşebbüslerine karşı direnç göstermişlerdir.588 Hatta ıslahattan söz
eden beş-on kişi nerdeyse bu kimseler tarafından düşman olarak nitelendiriliyordu.
Köprülü genel olarak “plansızlık, bilgisizlik, ölçüsüzlük ve muhafazakârlık”
nitelemeleriyle izah etmeye çalıştığı bu karışık durumun halledilmesi adına bazı
tekliflerde bulunmaktadır. Dahası içinde bulunduğu durumdan kurtarılmadan
kıymetlerini ayırt edebilecek objektif ölçüler de, ancak, müstakil ilim adamları tarafından tatbik edilebilir. Bunların tatbiki, tesadüf sevkiyle iktidar mevkiine geçmiş siyaset adamlarının eline bırakıldığı zaman, çıkan neticeler daima yanlış ve zararlı olur. O zaman üniversite kürsülerinde ehliyet ve liyakat sahibi, hür fikirli insanlar yerine, köle ruhlu, kudretsiz zavallılar, şarlatan ve dalkavuklar geçer; ilim, iktidar mevkiinin ağzından çıkacak bir söze bağlı olan bir hocanın, ilmin yüksek haysiyetini muhafaza edebileceğine inanmak için, akıl ve izandan tamamıyla mahrum olmak icap eder.” “Üniversiteye Muhtariyet”, Vatan, 20 Şubat 1946; DY, s. 90. 588 “…Bu aciz ve tembel unsurlar, kendi aralarında tabiî bir tesanüt tesis ederek bütün ıslahat teşebbüslerine karşı durdular. Bunları himaye eden siyasî ve idarî otoriteler de eksik değildi. Bu devirde darulfünûna alınan yeni genç unsurlar arasında, kudretlilerden çok kudretsizlere tesadüf edilir. Çünkü, aciz ve tembel profesörler bilhassa ehliyetsizleri tercih ediyorlardı. Bu devirde darulfünûnun en yüksek ve salahiyetli organı olan ve her fakültenin en ileri gelen profesörlerinden teşekkül eden Darulfünûn Divanında “Türklerin, Avrupalılar gibi orijinal ilim araştırmaları yapamayacakları” iddiasında bulunanlar az değildi…” a.g.m., s. 95.
227
Üniversiteye muhtariyet verilmesini de meselenin halli için yeterli görmez. Darulfünûn
kapatılıp yeni üniversitenin açılması esnasında yurt dışından gelerek kendisinden bir
rapor hazırlaması istenen Prof. Malche’ın Darulfünûn için belirttiği hususlar Köprülü’ye
göre aynıyla Üniversite için de vakidir.589
589 Köprülü, Prof. Malche’ı bu iş için salahiyetli bulmamaktadır. Ona gelinceye kadar mesela Fransa’da ondan çok daha vasıflı ve Türkiye’yi tanıyan ilim adamları mevcuttur. “…Hazırladığı ıslahat raporu bundan yedi-sekiz yıl evvel tabedilmiş olan Prof. Malche raporundan açıkça anlaşılıyor ki, eski darulfünûn çürük ve zayıf taraflarını oldukça isabetle görmüş ve ıslahı kabil olmayan bu müesseseyi yıkıp yeni bir zihniyetle yeni bir üniversite kurmak lüzumunu göstermişti. Lakin memleketin şartlarını, bu husustaki eski tecrübeleri ve bilhassa şahısları tanımıyordu. Bundan başka da bu büyük iş için lazım olan ilmî vukuf ve salâhiyetten ve şahsî tecrübelerden mahrum idi. Lakin, bütün bu kusurlarına rağmen, o zamanki maarif vekilinin keyif ve arzusuna göre hareket etmek gibi büyük bir zaaf göstermese idi, tecrübeli ve salâhiyetli insanların yardımına müracaat etseydi, elbette daha fazla muvaffak olur, yeni üniversite sağlam olarak kurulabilirdi. Fakat o, haşin ve doğru sözlü bir ilim adamı değil, gayet uysal ve itaatli bir idare ve siyaset adamı idi…” a.g.m., s. 98.
228
SONUÇ
Yenileşme tarihimizin dönüm noktalarından biri hiç şüphe yok ki II.
Abdülhamit’in uygulamaya soktuğu bir dizi siyasi ve eğitimle ilgili politikalardır.
Tanzimat’la başlayan “yeni bir vatandaş” tanımı etrafında oluşturulmaya çalışılan siyasi
toplum modeli muhtelif sebepler altında istenilen neticeyi vermemiş; Osmanlı ileri
gelenlerince aynı siyasetin değişik renkteki şekilleri uygulamaya sokulmuştur.
Abdülhamit yönetimi altında Tanzimat politikalarından temelde ayrılmamakla birlikte
özellikle bu politikanın içeriğinde bazı değişikliklere gidildi. Bu değişimin en önemli
ayağını eğitimde izlediği genel siyaset oluşturmaktadır. Tanzimat döneminden farklı
olarak, bu dönemde açılan her kademeden yeni eğitim kurumlarının müfredat
programlarına ahlak-din dersleri ilave edilmiştir. Bu tutum aynı zamanda eğitim
kurumlarının yerlileştirilmesi anlamına geliyordu.
Abdülhamit’in siyasi alanda gerçekleştirmeye çalıştığı ittihad-ı İslam politikası
Türkçülüğe giden yolda adeta bir basamak teşkil etti. Bu dönemin en belirgin
özelliklerinden biri geleneksel olanla modern olanın ahenkli bir bütün oluşturması adına
yapılan büyük girişimler oldu. Bu girişimler aslında bir sonraki merhalede Köprülü ve
nesli tarafından tevarüs edilecek bir niteliğe de sahiptir. Onlar, Cumhuriyete giden uzun
yolda, gücü gelenekten devşirmek suretiyle yeni bir senteze ulaşmanın yollarını
hummalı bir çaba ile aramaya koyulacaklardır. Bunu yaparlarken takip ettikleri yol da
bir önceki merhalede Abdülhamit dönemi Osmanlı mütefekkirlerinin izlediği yol
olmuştur.
Fuat Köprülü ve onun nesli büyük ölçüde Abdülhamit dönemi eğitim
politikalarının bir sonucu olarak vücut buldular; ve tevarüs ettikleri birikimi
kendilerinden sonra gelen Cumhuriyet nesline de başarıyla intikal ettirebildiler.
Abdülhamit’in politikaları doğrultusunda yetişen bu nesil, hem geleneksel “ilim”
anlayışını hem de fen ilimlerini içeren “bilim” anlayışını birlikte görme fırsatını
yakaladı; dolayısıyla bu onlara “kadim” olanla “yeni” olanı, güçlü bir sentez içinde inşa
etmek hususunda büyük kolaylık sağlamıştır.
229
Köprülü Darulfünûn-ı Şahane’nin Hukuk şubesine girmişse de bitirmeden bu
kurumdan ayrılmıştır. II. Meşrutiyet yıllarında imparatorluğun içine düştüğü kötü
durum İttihatçıları, dönemin entelektüel çevrede gelişmeye başlayan Türkçü temayüller
doğrultusunda zoraki bir politika izlemeye sevkettikten sonra özellikle Ziya Gökalp’ın
yardım ve teşvikleriyle Köprülü de bu cenahta yerini almıştır. Bu yıllarda pek çok
Türkçü dernek ve mecmua kuruldu; hemen hepsinde Köprülü’nün ismine de rast geliriz.
Bu dernek ve mucmualarda millî Türk kültür ve tarih çalışmalarına o da katılacak; bu
yıllardan itibaren ilmî çaba ve gayretini millî olanın araştırılmasına teksif edecektir.
Çalışmalarını, özellikle “halka doğru” anlayışı çerçevesinde halk ve aşık edebiyatına
yönlendirdiği söylenebilir. Yine bu yıllarda Emrullah Efendi’nin Maarif Nazırlığı
esnasında eğitim politikalarının belirlenmesinde katkıları dokunmuştur. Cumhuriyet
yıllarındaki müsteşarlığı sırasında da memleketin ilmî hayatını şekillendirme adına bazı
icraatlara imza atmıştır; mesela Türkiyat Enstitüsü onun bu anlamda Türk ilim/bilim
dünyasına kazandırdığı en önemli kurumlardan biri olma özelliği taşır.
Çok erken bir yaşta Darulfünun’a intisap etmiştir; ve yine çok erken bir tarihte
kendisine uluslar arası şöhret kazandıracak ilk telif eserini vücuda getirmiştir ki bu
şöhret uzun yıllar sonra Demokrat Parti’nin saflarında kurucu sıfatıyla demokrasi
mücadelesi içine girmesine yardımcı olacaktır. Köprülü’nün aktif siyasi hayatı II.
Dünya Savaşı sonrası şekillenen yeni dünya düzenine paralel olarak ivme kazanmıştır.
Bundan önceki siyasi hayatı daha çok şekli bir nitelik taşır. 1945 sonrası koşullarında
Demokrat Parti’nin adeta sözcüsü kimliğiyle karşımıza çıkar. Günlük gazetelerde Halk
Partisi ile büyük bir siyasi mücadeleye girişmiştir. Ne var ki Köprülü’nün ilmi alanda
elde ettiği başarıyı siyasette gösterdiğini söyleyemeyiz; DP’nin Kurucuları arasında yer
alarak muhalefet dönemindeki yazdığı yazılarla harekete büyük bir katkıda bulunmuşsa
da özellikle iktidar yıllarında diğer kurucularla olan münasebetleri bozulmuştur.
Fuat Köprülü, tarih ilminin pek çok şubesine dair eser vermiştir. İlmî kariyerinin
daha başlarında edebiyat tarihi ile ilgilenen yazar daha sonraki yıllarda bu ilgisini din
tarihi, hukuk tarihi, Osmanlı tarihi gibi çeşitli alanlara kaydırmıştır. Bu eserlerin bütünü
göz önüne alındığı takdirde Fuat Köprülü hakkında sadece edebiyat tarihçisi ya da
tasavvuf tarihçisi veya Türk siyasi tarihçisi sıfatlarını kullanmak yaptığı işi
230
tanımlamakta yeterli olmayacaktır. Kanaatimizce bu sayılan bütün ilim şubelerini
kuşatan daha üst bir sıfatı hak etmektedir: “Medeniyet tarihçisi”
Köprülü Türkiye’de modern tarih anlayışını ihdas eden kişi olarak kabul
edilmektedir. Özellikle Fransa’da oluşan sosyal tarih anlayışından büyük ölçüde
etkilenmiştir. Henry Pirenne ile başlayan yeni bir tarih anlayışı daha sonraki yıllarda
özellikle Marc Bloch ve Lucien Febvre’in katkılarıyla Annales ekolü olarak anılacak
okula dönüşecektir. Köprülü Fransa’da teşekkül eden bu tarih anlayışının ileri sürdüğü
telakki biçimlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Ancak bu, kendi kültür ve tarihinden
hiç beslenmediği anlamına gelmez; zira kendisinden önce vakanüvisliğin dar
çerçevesinden sıyrılmış tarihçilerin eserlerini de inceleme imkanına sahip olmuştur. Her
ne kadar “Türk Edebiyatı Tarihinde Usul” adlı makalesinde ismine hiç yer vermese de
İbn Haldun’un genel sosyolojik yaklaşımlar içeren tarihçiliğinden etkilendiği açıktır.
Zira İbn Haldun’un tarih yöntemi içinde yer alan pek çok husus ve mesela sosyal olanın
öne çıkması, tarihi haberin doğruluğunun (realiteye uygunluk) tesbiti, insanlık tarihini
biri doğrusal diğeri dairesel bir çizgi üzerinde süregittiğine dair geliştirdiği ilerleme fikri
vs. Köprülü’nün tarih çalışmalarına da yansımıştır.590 Ayrıca kendisinden hemen önce
yeni bir bakış açısı ile kaleme alınan Tarih-i Cevdet’in de Köprülü üzerinde tesir icra
ettiğini unutmamak gerekir.
Edebiyat tarihine ilişkin geliştirmeye çalıştığı metod büyük ölçüde G.
Lanson’dan mülhem olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu yabancı bir düşünürün
tamamıyla adapte edilmesi şeklinde algılanmamalıdır. Lanson’a katıldığı yerler kadar
ondan ayrıldığı, tenkit, tashih ve itiraz sadedinde dile getirdiği tekliflerinin olduğu da
bir gerçektir.
590 İbn Haldun’un tarihi yaklaşımı için bk. Kasım Şulul, İslam Düşüncesinde Tarih Tasavvuru ve Usûlü, (Yayınlanmamış Eser), 2008, s. 53-77. Şulul, İbn Haldun’un tarihin seyri konusunda iki temel yaklaşımı benimsediği fikrindedir. “İbn Haldun, tarihi seyrin temelde dairevî, bir takım sâbitelerin devamlılığı ve inkişafı itibariyle doğrusal olduğunu dile getirdiği söylenebilir. Zira tarih, -onu kuran ve harekete geçiren havâdis âleminin unsurları olan sâbiteler çerçevesinde, fakat farklı ve birbirine benzemeyen fonlarda ve malzemelerle- nihaî erek olan ahirete doğru hep kendini yenileyerek akıp durur. Başka bir deyişle İbn Haldun avârız ve ahvâlin değişmesi itibariyle dairevî tarih anlayışına, sâbitelerin sürekliliği ve inkişaf etmesinin gerekliliği itibariyle doğrusal tarih anlayışına sahiptir denilebilir.” a.g.e., s. 71. [Eseri basımından önce istifademize sunduğu için Kasım Şulul Beyefendi’ye teşekkür ederim]
231
Fuat Köprülü’nün tarih metodolojisinin en büyük özelliği Türk tarihinin nasıl ele
alınması gerektiğine dair teklif ettiği yeni yöntem biçimidir. Bu yöntemin temel üç
yönelimi mevcuttur. Türk kültür ve medeniyetinin, başlangıcından nihayetine kadar,
zaman ve mekan boyutları ihmal edilmeksizin, yani 13-14 asırlık bir dönem Çin
seddinden başlayıp Akdeniz kıyılarını kuşatan bir coğrafi alanda, akıp giden tarihi
serüvenini takip etmek. Diğer taraftan bu geniş coğrafyada teşekkül etmiş pek çok
devletin vücuda getirdiği medeniyet birikiminin süreklilik ve mukayese unsurları hesaba
katılarak birbirlerine hangi düzeyde tesir ettiklerini tesbit etmek. Son olarak da Türk
tarihini genel İslam tarihi çerçevesi içine oturtup öyle anlamaya çalışmak. Bu yaklaşım
tarzı Köprülü’nün yazdığı eserlerinin en özgün taraflarını oluşturmaktadır. Bu telakki
biçimi ile onun aslında hem yerli araştırmacılara hem de Türk tarihini bilerek
bilmeyerek tahrif eden yabancı Türkologlara bir nevi çalışma haritası çizdiği de
söylenebilir.
Geliştirdiği yöntem bilgisi açısından dikkati çeken bir diğer husus ele aldığı
konuları analiz ederken başvurduğu kaynak eserlerin çeşitliliğidir. O bu konuda da
kendinden sonra gelenlere örnek teşkil etmiştir. Özellikle edebi eserlerin türk tarihinin
muhtelif cephelerini ortaya çıkarmakta nasıl ve ne şekilde kullanılacağı onun eserleriyle
ortaya konulmuştur. Bu yönüyle o, Park’ın da belirttiği gibi kullandığı edebî eserlerin
sanatsal değerinden daha çok sosyolojik açıdan sunduğu verileri bakımından ilgi
duymaktadır.591
Tekâmül nazariyesine bağlı olarak ilerleme düşüncesine ilişkin dile getirdiği
düşüncelerinin türk modernleşmesinin çok temel bir problemi ile doğrudan bağlantısı
olduğunu düşünmekteyiz; zira Usûl makalesinde Tekâmül’ün tedricî oluşuna Bergson,
De Veries ve Sorel’in fikirleri doğrultusunda karşı çıkmakta ve fakat diğer eserlerinde
tekâmül fikrinin basitten karmaşığa doğru seyreden ilerleme düşüncesini çok rahatlıkla
kullandığı görülmektedir. Kanaatimizce Türk aydınının peşinde olduğu öncelikli şey,
imparatorluğu kurtaracak acil/pratik çözümler olmuştur; tedricîlik fikri kabul edildiği
taktirde İslam medeniyetinin içinde bulunduğu durumdan bir an önce çıkması bu bakış
açısına göre Avrupa’nın geçtiği aşamaları yavaş yavaş geçmesi suretiyle mümkün
591 Park, a.g.t., s. 220-1.
232
olacaktı ki bu mevcut durumun halli için ivedi bir çözüm reçetesi sunmuyordu. Oysa
hayat ve faaliyet sahalarında ani sıçramaların olabileceği düşüncesi, Osmanlı
münevverlerini içinde bulundukları travmadan kurtarmanın bir reçetesi olabilirdi.592
Türk modernleşmesi etrafında dile getirdiklerinden hareketle genel itibariyle
eleştirel bir dil kullandığı söylenebilir. Tanzimat’la başlayan yenilik hareketini taklitçi
olmakla suçlamaktadır. Eski müesseseler yanında Batı’dan alınan yeni kurumların yan
yana yaşaması cemiyetin genel yapısında bir ahenksizliğe sebebiyet verdiğini
düşünmektedir. II. Meşrutiyet yıllarında kaleme aldığı makalelerinde eski müesseselerin
ıslah edilmesi fikri hâkimken Cumhuriyet yıllarında yazdığı yazılarda inkılaplar
doğrultusunda bir tavır takındığı görülecektir. Fakat bu yazılarda inkılapların kendince
aksak gördüğü taraflarını tenkit etmekten de geri durmamıştır. Birinci Türk Tarih
Kongresinde ileri sürülen teze karşılık dolaylı bir eleştiri getirmiş ne var ki dönemin
siyasi koşulları bu itirazını daha yüksek sesle ifade etmesine izin vermemiştir.
Cumhuriyet idaresi boyunca öteden beri savunageldiği fikirlerinin seyrinde zaman
zaman zaaflar meydana gelse de bunları dönemin ağır siyasi ve sosyal şartları ile izah
etmek doğru olacaktır.
II. Meşrutiyet yıllarında Türk modernleşmesi ile ilgili yazılarında milliyetçilik
fikrini temellendirebilmek için dönemin öne çıkan “halka doğru” anlayışı çerçevesinde
bir tavrı benimsemiştir. Millî bir benliğin vücuda gelmesi için gerek “edebiyat”ı gerekse
“din”i araçsallaştırdığı görülmektedir.
592 1938 yılında İsmail Hakkı Baltacıoğlu tarafında yazılan bir makalede benzer düşünceler serdettiği görülmektedir. Köprülü’nün genel anlayış ve yaklaşım biçimine uymasa da Baltacıoğlu’nun Cumhuriyet döneminde yapılan inkılapları savunmak için kaleme aldığı bu makale bahsetmeye çalıştığımız genel ruh durumunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. “Kemalizm bir münzevi ve faninin kafasından çıkmış hasta bir düşünce, bir ütopi değil, bir milletin kurtuluş ve devrim tarihinden doğmuş gerçek bir yaşayım sistemidir. Kemalizmin pratiği gibi teorisi de vardır. (…) Bugün tekâmülün ağır ağır, tedricen olduğunu iddia ve müdafaa etmek ilmen mümkün değildir. De Verie’nin anî tekâmül ve H. Bergson’un yaratıcı tekâmül tesirleri ile anlıyoruz ki hayvanların, nebatların, insanların hayatındaki değişiklikler makul ve hendesi bir plana göre tedricen olmamış anî ve yaratıcı bir surette olmuştur. Kemalizmin tarihi de bize şu hakikati gösteriyor. Bir sosyete, büyük bir şefin sevk ve idaresi altında anî ve yaratıcı bir tekâmülle birden değişebilir…” İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “Kemalizmin Teorisi”, Bugün, 4 Aralılk 1938. [bizi bu makaleden haberdar eden Fulya İbanoğlu Hanımefendi’ye teşekkür ederim]
233
Dönemin yaygın olarak seslendirilen İslamcı söylemin muhtelif şekillerini kendi
eserlerinde kullanmamakla birlikte İslamcı münevverlerin özellikle “muharref İslam”
etrafında halelenen eleştirilerine Köprülü’nün de iştirak ettiği görülmüştür.
Köprülü’nün milliyetçilik anlayışı ne “Osmalıcılığı” ne de “İslamcılığı”
reddetmez. Ona göre Türkçülük her iki anlayışın da karşısında durmak şöyle dursun
onların destekleyicisidirler. Onun zaviyesinden devlet büyük bir daireye benzer; bunun
en merkezinde Türklük, onun etrafında yer alan birinci daireyi İslamlık ve son daireyi
de bu ikisine tabi olmak zorunda olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder; dolayısıyla
merkezi kuvvetin zaafa uğraması aynı zamanda dış daireleri meydana getiren unsurların
da zayıflaması sonucunu doğurmaktadır.
234
KAYNAKÇA
KİTAP – MAKALE
AHMAD, Feroz Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul 2005.
________, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Hil, İstanbul 1996.
Ahmet Cevdet, Tarih-i Cevdet I, Matbaa-i Osmaniye, Dersaadet 1309.
Ahmet Mithat Efendi, Üss-i İnkılab, Kısm-ı Evvel, Takvimhâne-i Âmire, İstanbul 1294.
AKÇURA, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara 1976.
________, Türk Yılı, Yeni Matbaa, İstanbul 1928.
________, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Türk, 25 Mart 1320/29 Muharrem 1322/14 Avril 1904-
15 Nisan 1320/12 Safer 1322/28 Avril 1904.
AKÜN, Ömer Faruk, “Mehmed Fuad Köprülü”, DİA, XXVIII.
AKYILDIZ, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform (1836-1856),
Eren Yayıncılık, İstanbul 1993.
________, “Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye", DİA, c. XXVIII.
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul 1994.
Ali Emîrî, “Mudhike”, Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, nr 6, 31 Ağustos 1334.
________, “Mudhike”, Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, nr. 4, 30 Haziran 1334.
ALKAN, Mehmet Ö., “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Modernleşme ve Ulusçuluk
Sürecinde Eğitim” Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, der: Kemal H.
Karpat, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2005.
ARAİ, Masami, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, İletişim, İstanbul 2003.
ARSLAN, Ali, Darülfünûn’dan Üniversiteye, Kitabevi, İstanbul 1995.
ASILSOY, Abdülkerim, Demokrat Partililerin Hatıratlarında İktidar-Muhalefet
İlişkileri (1946-1954). Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ortadoğu ve
İslam Ülkeleri Enstitüsü, 1999.
ASLANTAŞ, Selim, “Millî Tetebbûlar Mecmuası Üzerine Yazılan Bir Makaleyi Tenkid
Münasebetiyle”, Türkiye Günlüğü, sayı 46, Yaz 1997.
235
________, II. Meşrutiyet Dönemi Türkçü Tarih Anlayışının Bir Sözcüsü Olarak Millî
Tetebbûlar Mecmuası, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara 1998, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
AYDEMİR, Şevket Süreyya, Menderes'in Dramı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.
AYDIN, Cemil, “Emperyalizm Karşıtı Bir İmparatorluk: Osmanlı Tecrübesi Işığında
19. Yüzyıl Dünya Düzeni”, Dîvân, c. XII, sayı 22, 2007/1.
________, “Türk Bilim Tarih Yazım’ında ‘Zihniyet’, ‘Din’ ve ‘Bilim’ İlişkisi: Osmanlı
Örneği”, TALİD Türk Bilim Tarihi, c. 2, sayı 4, 2004.
AYDIN, Mehmet Akif, “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”, DİA, c. XXVIII.
AYVAZOĞLU, Beşir, 1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikayesi, Kapı, İstanbul 2006.
BABAN, Cihad Politika Galerisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970.
BABİNGER, F., “Anadolu’da İslamiyet”, DEFM, sayı 3, 1338.
BAŞAR, Ahmet Hamdi, Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları: Demokrasiye Geçiş DP
İktidarı ve 27 Mayıs, c. II, haz: Murat Koraltürk, Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2007.
________, Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları: Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Tek Parti
Dönemi, c. I, haz: Murat Koraltürk, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul
2007.
________, Yaşadığımıız Devrin İçyüzü, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1960.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Türk İnkılabı Tarihi, c. II/4, Ankara 1991.
BEHAR, Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih, Afa, İstanbul 1996.
________, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
Milliyetçilik, İletişim, İstanbul 2002.
BERKES, Niyazi, “Üç Dil İdeolojisi”, Felsefe ve Toplumbilim Yazıları, Adam
Yayınları, İstanbul 1985.
________, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul 2002.
BİLGİSEVEN, Amiran Kurktan, Sosyal İlimler Metodolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul
1994.
BİRİNCİ, Ali, “Tarihçi Osman Turan Bir İlim ve Şahsiyet Abidesinin Hayat Hikayesi
ve Eserleri”, Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat
Sempozyumu Bildirileri, c. I, 3-5 Mayıs 2001.
Birinci Türk Tarih Kongresi Konferanslar Müzakere Zabıtları.
236
BURÇAK, Rıfkı Salim, On Yılın Anıları, Ankara 1998.
FORTNA, Benjamin C., Mekteb-i Hümayûn: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son
Döneminde İslam, Devlet ve Eğitim, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
CAFEROĞLU, Ahmet “Bilinmeyen Tarafları ile Üstad Fuad Köprülü”, Türk Kültürü,
yıl 4, sayı 47, Eylül 1966.
CEVİZCİ, Ahmet, “Bergson Henri”, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, 5. b.,
İstanbul 2002.
COŞKUN, Nusret Safa, “Edebiyat Anketi 2: Milli Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?”,
Açıksöz, 8 Eylül 1936.
CÜNDİOĞLU, Dücane, “Ernest Renan ve “reddiyeler” Bağlamında İslam-Bilim
Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı”, Divan, 1996/2.
________, Bir Kur’an Şairi: Mehmed Akif Ersoy ve Kur’an Meâli, Gelenek
Yayınları, İstanbul 2004.
________, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet I, Kitabevi, İstanbul 1999.
ÇELİK, Hüseyin, “Genç Kalemler”, DİA, c. XIV.
DAVUTOĞLU, Ahmet, “İslam Dünyasının Siyasi Dönüşümü: Dönemlendirme ve
Projeksiyon”, Divan, yıl 7, sayı 12, 2002/1.
DERİNGİL, Selim, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji II. Abdülhamid Dönemi (1876-
1909), çev: Gül Çağalı Güven, İstanbul: YKY, 2007.
DEWEESE, Devin, “Foreword”, Early Mystics in Turkish Literature, Trans. and edit.,
Gary Laiser and Robert Dankoff, Routledge, New York 2006.
EBERHARD, W., Çin Kaynaklarına Göre Ortaasya’daki At Cinsleri ve Beygir
Yetişdirme Hakkında Malumât, Ülkü, c. XVI, sayı 92, Teşrinievvel 1940.
ERBAY, Halil İbrahim, Teaching and Learning in The Madrasas of İstanbul During
The Late Ottoman Period, (Yayınlanmamış Doktora Tezi) School of
Oriental and African Studies, University of London, 2008.
ERCİLASUN, Bilge, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit, TKAEY, Ankara 1995.
ERGİN, Osman, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1977.
EROĞUL, Cem, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge, Ankara 2003.
ERSOY, Mehmed Akif, “Hasbihal 2”, Sırat-ı Müstakîm, c. V, aded 120, 9
Kanunievvel 1326/20 Zilhicce 1328.
ES, Hikmet Feridun, “Sorbon Üniversitesi’ne Türk Bayrağını Çektiren Adam”,
237
Yedigün, 5 Aralık 1939.
Ruşen Eşref, Diyorlar ki, Kanat Matbaası, Dersaadet 1334.
FAZLIOĞLU, İhsan, “Türk Felsefe-Bilim Tarihi’nin Seyir Defteri (Bir Önsöz)”, Divan,
yıl 10, sayı 18, 2005.
Fecr-i Âtî Encümen-i Edebîsi Beyannamesi, Servet-i Fünûn, c. XXXVIII, aded 977, 11
Şubat 1325/14 Safer 1328, s. 227.
HACISALİHOĞLU, Mehmet, Jön Türkler ve Makedonya Sorunu (1890-1918), Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2008.
Hikmet Feridun, “Köprülü ile Bir Saat”, Akşam, 27 Nisan 1935.
GEORGEON, François Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935),
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1996.
GÖKALP, Ziya, Ziya Gökalp: Kitaplar, haz: Sabri Koz, YKY, İstanbul 2007.
________, “İçtimaiyat: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak 1”, TY, c. III, sayı 11,
s. 331-337; c. III, sayı 12, s. 367-370; c. IV, sayı 15, s. 480-484; c. IV, sayı
17, s. 565-570; c. IV, sayı 22, s. 753-760; c. IV, sayı 23, s. 798-805; c. V,
sayı 8, s. 1088-1093; c. VI, sayı 2, s. 2053-2058; c. VI, sayı 6, s. 2179-2182.
________, “Musahabe: Türkçülüğün Tarihi”, Yeni Mecmua, c. IV, sayı 84, 13 Eylül
1923.
________, Türkçülüğün Esasları, Kitap Sevenler Kurumu, İstanbul 1939.
________, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, İstanbul 1918.
GÖKYAY, Orhan Şaik, Kim Etti Sana Bu Kârı Teklif, İletişim, İstanbul 1997.
GÜRKAN, Kazım İsmail “Darülfünûn Grevi Millî Mücadele Günlerinde İstanbul
Üniversitesi Talebesinin Galeyanı”, Tıp Tarihi Araştırmaları, İstanbul 1999.
GYULA, Nemeth, Körösi Csoma-Archivum, nr. 4, 1924. trc. Köprülüzâde Ahmed
Cemal, Türkiyat Mecmuası, c. I, Ağustos 1925.
HEYD, Uriel Türk Milliyetçiliğinin Kökleri, Pınar Yayınları, İstanbul 2001.
________, “III. Selim ve II. Mahmud Dönemlerinde Batılılaşma ve Osmanlı Uleması”,
Dergah, c. VII, sayı 80, İstanbul 1997.
HUART, Clément, Journal des Savants, nr. 1-2, Ocak-Şubat, 1922, s. 5-18; Journal
Asiatique, Ocak-Mart, 1923. trc. Ragıp Hulusi, “Tenkit ve Tahlil: Garpta
Şark Eserleri”, Türkiyat Mecmuası, c. 1, Ağustos 1925.
İBANOĞLU, Fulya, Herbert Spencer’da Evrim Felsefesi, Marmara Üniversitesi SBE,
238
2004. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi)
İHSANOĞLU, Ekmeleddin, “Eğitim ve Bilim”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi I, İstanbul
1999.
İNAL, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal, Son Asır Türk Şairleri-I AKMB Yayınları,
Ankara 1999.
İNALCIK, Halil, “Türk İlmi ve M. Fuad Köprülü”, Türk Kültürü, yıl 6, sayı 65, Mart
1968.
________, "Türkiye'de Osmanlı Araştırmaları- Türkiye'de Modern Tarihçiliğinin
Kurucuları", XIII. Tarih Kongresi, Ankara 4-8 Ekim 1999 Kongreye
Sunulan Bildiriler, c. I, TTK, 2002.
________, Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, söyleşi: Emine Çaykara, İstanbul
2006.
İPŞİRLİ, Mehmet “İlmiye”, DİA, c. XXII.
________, “Kalemiye”, DİA, c. XXIV.
İsmail Habib [Sevük], Edebî Yeniliğimiz, Remzi Kitabevi, İstanbul.
________, Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, Matbaa-i Amire, İstanbul 1340.
Kandemir, “Fuad Köprülü Yedigün’e Anlatıyor”, Yedigün, c. VII, no 160, 1 Nisan
1936.
KANSU, Şevket Aziz, “Cumhuriyetin XX inci Yılı ve Türk İlminin Hizmetinde
Gençlerimiz”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi,
c. II, sayı 1, Ankara 1943.
KARA, İsmail, İslamcıların Siyasi Görüşleri, Dergah, İstanbul 2001.
________, “Bir Kahraman Kitabın Peşinde”, Sizin Kahramanınız Kim?, Editör:
Mustafa Alp Dağıstanlı, İstanbul: NTV Yayınları, 2007.
________, “Çağdaş Türk Düşüncesi Nasıl Ele Alınabilir”, Din ile Modernleşme
Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, Dergah, İstanbul 2003
________, “İslamcılarla Türkçüler Arasında Bir Milliyetçilik Tartışması”, Din ile
Modernleşme Arasında
________, “Müsavat mı, Eşitsizlik mi?”, Mete Tunçay’a Armağan, İletişim, İstanbul
2007..
________, “Müsavat yahut Müslümanlara Eşitsizlik: Bir Kavramın Siyaseten/Dinen
İnşası ve Dönüştürücü Gücü”, Osmanlı Devleti’nde Din ve Vicdan
239
Hürriyeti, Ensar Yayınları, İstanbul 2000.
________, “Tarih ve Hurafe”, Din ile Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk
Düşüncesinin Meseleleri, Dergah Yayınları, İstanbul 2003.
________, Bir Felsefe Dili Kurmak Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye
Girişi, İstanbul: Dergah Yayınları, 2001.
________, Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe, Kitabevi, İstanbul 1998.
KARAMUSTAFA, Ahmet T., “Yesevîlik, Melâmetîlik, Kalenderîlik, Vefâ’îlik ve
Anadolu Tasavvufunun Kökenleri Sorunu”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf
ve Sufiler, Haz: Ahmet Yaşar Ocak, TTK, Ankara 2005.
KARPAT, Kemal H., İslam’ın Siyasallaşması, Bilgi Üniversitesi, İstanbul 2005.
________, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayıncılık, İstanbul 1996
ŞULUL, Kasım, İslam Düşüncesinde Tarih Tasavvuru ve Usûlü, (Yayınlanmamış
Eser), 2008.
KENANOĞLU, M. Macit, “Osmanlı Kanunnameleri Neşriyatı Üzerine Bir Tahlil”,
Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi Türk Hukuk Tarihi, c. III, sayı 5,
2005.
KODAMAN, Bayram, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, TTK, Ankara 1999.
KÖPRÜLÜ, Cemal, “Fuad Köprülü’nün İlmî Şahsiyeti, Türk Kültüründeki Rolü ve
Bazı Hatıralar”, Türk Kültürü, yıl 7, sayı 81, Temmuz 1969.
________, “Fuad Köprülü’nün İlmî Şahsiyeti, Türk Kültüründeki Rolü ve Bazı
Hatıralar”, Türk Kültürü, yıl 7, sayı 81, Temmuz 1969.
KÖPRÜLÜ, Orhan F., “Fuat Köprülü’nün Yetiştiği Çevre, Tarihçiliği ve Siyasi Hayata
Girişi”, Türk Kültürü, yıl XXVI, sayı 300, 1988.
________, Köprülü’den Seçmeler, MEB, Ankara 1990.
________, Fuad Köprülü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara
1987.
KÖYMEN, Mehmet Altan, “Prof. Mehmet Fuad Köprülü 2”, Milli Kültür, c. II, sayı 12,
Mayıs 1981.
________, “Prof. Mehmet Fuad Köprülü 3-Fikir Hayatı”, Milli Kültür, c. II, sayı 13,
Haziran 1981.
LANDAU, Jacob M., Pantürkizm, trc: Mesut Akın, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999.
LANSON G., İlimlerde Usûl: Edebiyat Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1937.
240
________, Tarih-i Edebiyatta Usûl, trc: Yusuf Şerif, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1926.
LEVEND, Agâh Sırrı, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, TDK, Ankara
1972.
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK, Ankara 1996.
Maarif-i Umumiye Nezareti Istılahât-ı İlmiye Encümeni Tarafından Kamûs-ı Felsefede
Münderic Kelimât ve Ta‘birât İçin Vaz‘ ve Tedvini Tensib Olunan Istılahât
Mecmuası, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1330.
Mahmud Cevad, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı, Matbaa-i
Amire, İstanbul 1338.
MARDİN, Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleler 1, İletişim, İstanbul 2003.
________, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim, İstanbul 2003.
MASSİGNON, L., Halk Evleri Konferansları: “Selçuk Türkleri’nin Bağdad’a Girişi” ve
“Muhammed’in Diplomatik Münasebetleri” konferanslarının hülasası, Ülkü,
c. XV, sayı 85, Mart 1940.
MERİÇ, Ümit, Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü, Timaş, İstanbul 2002.
MERT, Özcan, ”Ayân”, DİA, c. IV.
TUNÇAY, Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-
1931), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999.
MİLLER, Austin, Ruth, From Fıkh to Fascism: The Turkish Republican Adoption of
Mussolini’s Criminal Code in The Context of Late Ottoman Legal Reform”
Princeton University, June 2003, (Basılmamış Doktora Tezi).
MONOD, Gabriel, “Tarihte Usûl”, trc. Kâzım Şinasi, DEFM, sene 1, sayı 3, Temmuz
1332.
MORDTMANN, J. H., Orientalistische Literaturzeitung, nr. 3, 1923. trc. Mübarek
Galib, Türkiyat Mecmuası, c. I, Ağustos 1925.
________, OLZ, nr 5, Mayıs 1923. Tercümeleri: TM, II, [1928].
NEUMANN, Christoph K., Araç Tarih Amaç Tanzimat, Tarih Vakfı, İstanbul 1999.
Nevsâl-i Millî, 1330.
NORDAU, Max, Tarih Felsefesi, Haz: Levent Öztürk, Ayışığıkitapları, İstanbul 2001.
NUTKU, Emrullah, DP Neden Çöktü ve Politikada Yitirdiğim Yıllar (1946-1958),
Fakülteler Matbaası, İstanbul 1979.
OCAK, Ahmet Yaşar, “Dânişmendnâme”, DİA, c. VIII.
241
________, "Fuad Köprülü, Sosyal Tarih Perspektifi ve Günümüz Türkiye'sinde Din ve
Tasavvuf Tarihi Araştırmalarında 'Tarihin Saptırılması' Problemi", Türkiyat
Araştırmalar Dergisi, sayı 3, Konya 1997.
OKAY, M. Orhan, “Abdülhalim Memduh’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a Edebiyat
Tarihlerinde Yenileşmenin Sınırları”, Türkiye Araştırmaları Literatür
Dergisi, Yeni Türk Edebiyatı II, c. 4, sayı 8, 2006.
ORKUN, Hüseyin Namık, Türkçülüğün Tarihi, Berkalp Yayınevi, İstanbul 1944.
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: İletişim, 2005.
________, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim Makaleler 1, Turhan
Kitabevi, Ankara 2004.
ÖLMEZOĞLU, Ali, “Cevdet Paşa”, İA, c. III.
PARK, George T., The Life And Writings Of Mehmet Fuad Köprülü The Intellectual
and Turkish Cultural Modernization, Yayınlanmamış Doktora Tezi, The
Johns Hopkins University, 1975.
POLAT, Nazım Hikmet, Şahabeddin Süleyman, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1987.
SAĞLAM, Nuri “Ali Emîrî ile Mehmet Fuad Köprülü Arasındaki Münakaşalar II”, İlmi
Araştımalar 11, İstanbul 2001.
________, “Ali Emîrî ile Mehmet Fuad Köprülü Arasındaki Münakaşalar I”, İlmi
Araştırmalar 10, İstanbul 2000.
SARINAY, Yusuf, Türk Milliyetçiliğinin Tarihî Gelişimi ve Türk Ocakları, Ötüken,
İstanbul 2005.
SAROL, Mükerrem, Bilinmeyen Menderes, Kervan, İstanbul 1983.
SAYAR, Ahmet Güner, Bir İktisatçının Entelektüel Portresi, Ötüken, İstanbul 2007.
SOYSAL, Gün “Rusya Kökenli Aydınların Cumhuriyet Dönemi Türk Milliyetçiliğinin
İnşasına Katkısı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Milliyetçilik, İletişim,
İstanbul 2002.
SÜSLÜ, Zeynep (haz.), Fuad Köprülü’den Fevziye Abdullah Tansel’e Mektuplar:
Sevgili Kızım, İBB Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul 2006.
ŞENGÜLER, İsmail Hakkı (haz.), Açıklamalı Mehmed Akif Külliyatı, c. 5., Hikmet
Neşriyat, İstanbul.
TANMAN, Saffet, Ilgaz Dağları’ndan Batnas Tepeleri’ne, YKY, İstanbul 2008.
242
TANPINAR, Ahmet Hamdi, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi,
İstanbul 2003.
TANSEL, Fevziye Abdullah, “Doğumunun 78. Yıldönümü Münasebetiyle Prof. Dr.
Fuat Köprülü’nün İlk Yazısı, Basın Hayatının Başlangıcına Dair Bilgimizi
Düzelten ve Tamamlayan Yeni Notlar”, Belleten, c. XXXIII, sayı 129, Ocak
1969.
________, “Memleketimizin Acı Kaybı Prof. Dr. Fuat Köprülü”, Belleten, c. XXX,
sayı 117, Ocak 1966
________, “Ölümünün 4. Yıldönümü Münasebetiyle Fuat Köprülü’nün Türk
Ocaklılar’a İzmir Seyahati ve Temsil Edilen Manzum Tiyatrosu: Türk’ün
Duası”, Türk Kültürü, yıl 8, sayı 92, Haziran 1970.
________, “Vefatının Üçüncü Yıldönümü Münasebetiyle Fuad Köprülü’nün 1913’te
Türk Milliyetçiliği Hakkında Bazı Fikirleri: Türklük-İslamlık”, Türk
Kültürü, c. VII, sayı 81, Temmuz 1969
TOGAN, Zeki Velidî, “Ölümü Münasebetiyle Sir Denison Ross ve Eserleri”, Ülkü, c.
XVI, sayı 92, Teşrinievvel 1940.
________, Tarihte Usûl, Enderun, İstanbul 1985.
TOPRAK, Zafer, “Osmanlı’da Toplumbilimin Doğuşu”, MTSD, c. I, İletişim, İstanbul
2002.
________, “Türk Bilgi Derneği (1914) ve Bilgi Mecmuası”, Osmanlı İlmi ve Mesleki
Cemiyetleri, I. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu 3-5 Nisan 1987, Haz:
Ekmeleddin İhsanoğlu, IRCICA, İstanbul 1987.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler, Arba Yayınları, İstanbul 1995.
________, Türkiye’de Siyasal Partiler, c. 1-2, İletişim, İstanbul 1998/9.
TUNCER, Hüseyin - vd, Türk Ocakları Tarihi I, Türk Yurdu Yayınları, Ankara 1998.
TUNÇAY, Mete Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-
1931), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999.
TURAN, Osman “Türk İlminin Abidesi: Prof. Fuad Köprülü”, Türk Kültürü, yıl 4,
sayı 47, Eylül 1966.
________, “Mukaddime”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuat Köprülü Armağanı
Mélanges Fuat Köprülü, İstanbul 1953.
Türk Derneği Nizamnamesi, SM, sene 1, aded 21, 21 Zilhicce 1326/1 Kanunisani 1324.
243
Türk Derneği, haz: Cüneyd Okay, Akçağ, Ankara 2006.
UÇMAN, Abdullah, “Bilgi Mecmuası Üzerine”, Tarih ve Toplum, sayı 237, Eylül
2003.
UZUN, Mehmet (Baboğlu), “Türk Ocakları’nın Kuruluşundan Günümüze Yasa-
Tüzük-Yönerge ve Talimatnameleri”, Müteferrika, sayı 27, Yaz 2005.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, 2005.
ÜSTEL, Füsun, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları
(1912-1931), İletişim, İstanbul 2004.
VARLIK, Bülent, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri”, TCTA, c. I, İletişim.
WIDMANN, Horst, Atatürk ve Üniversite Reformu, çev: Aykut Kazancıgil-Serpil
Bozkurt, Kabalcı, İstanbul 2000.
YALMAN, Ahmed Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, c. IV.
YAZICI, Nesimi, “Millî Tetebbûlar Mecmuası”, DİA, c. XXX.
ZÜRCHER, Erik Jan, Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam Yayınları, İstanbul 1995.
ARŞİV VESİKALARI
BAŞBAKANLIK OSMANLI ARŞİVİ (BOA), İstanbul.
Maarif Nezareti Evrakı, Tedrisât-ı Âliye İdaresi, nr. 68/77, 23 Ağustos 1330
nr. 128/28, lef. 3.
nr. 99/23, 13 Teşrinisani 1332, lef. 2.
nr. 116/34, 20 Mayıs 1334, lef. 2.
DERGİ VE GAZETELER
Azerbaycan Yurt Bilgisi
Belleten
Bilgi Mecmuası
Büyük Mecmua
Darulfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası
Dergah
Dersaadet
Donanma
244
Genç Kalemler
Hak
Halka Doğru
Hayat
İçtihad
İkdam
İnci
Mehasin
Milli Mecmua
Milli Tetebbular Mecmuası
Servet-i Fünûn
Tanin
Tasvir-i Efkâr
Tevhid-i Efkâr
Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi
Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası
Türk Yurdu
Türkiyat Mecmuası
Ülkü
Ümid
Vakıflar Dergisi
Yeni Mecmua
ANSİKLOPEDİ ve SÖZLÜKLER
İslam Ansiklopedisi
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Şemseddin Sami, Kamûs-ı Fransevî, Mihran Matbaası, İstanbul 1315.
Şemseddin Sami, Kamûs-ı Türkî, İkdam Matbaası, Dersaadet 1317.
Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, 5. b., İstanbul 2002.
245
EKLER
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaElhan-ı Mukaddeseden Musavver Terakki 12 Ramazan 1323/27 Ekim
1321 (10 Kasım 1905)c. VIII, nu 28
Manzume Musavver Terakki 5 Muharrem 1324/16 Şubat 1321 (1 Mart 1906)
c. VIII, nu 42
Tebrik-i Hilal-i Şehr-i Sıyam Musavver Terakki 5 Ramazan 1323/20 T.evvel 1321 (3 Kasım 1905)
c. VIII, nu 27
Bir Viladet Tebriki Münasebetiyle Musavver Terakki T.evvel 1321/16 Şaban 1323 (16 Ekim 1905)
c. VIII, nu 25
Şeyh Galip Mehasin 1908 s. 40-42.Çöl ve Rüzgarlar Mehasin 1908 s. 183.Sulh-ı Müsellah ve Saadet-i Akvam Tanin 29 Temmuz 1908Tahavvülât-ı Cezâiyye İlm-i Hukuk ve
Mukayese-i Kavanîn Mecmuası
31 Temmuz 1325 s. 342-351.
Hayat-ı Fikriye İstanbul 1325 208 s.Hazan Nameleri Mehasin 1909 s. 388.Yıldızların Ölümü Mehasin 1909 s. 508.Fani Teselliler SF 1909 c. 36, s. 154-56.Melâl-i Muhitat SF 3 K.evvel 1325/3 Zilhicce
1327c. 38, aded 967, s. 71.
Merkad-ı Hülya SF 10 K.evvel 1325/10 Zilhicce 1327
c. 38, aded 968, s. 86.
Hülya ve Hakikat SF 24 K.evvel 1325/24 Zilhicce 1327
c. 38, aded 970, s.115.
Tekâzâ-yı Hayâl Musavver Muhit 16 Mart 1909 c. I, sayı 22, s. 344Ruh-ı Siyaset ve Müdafaa-i İçtimaiye / Gustave Le Bon
İstanbul 1326 74 s.
Paris Kadını (Komedi 3 perde) / Henry Becq İstanbul 1326 28 s.
Tekâzâ-yı Edebî-Hüsn ü Şiir'e (kısa değerlendirme)
Genç Kalemler 11 Nisan 1911 c. 1, sayı 9/(1), s.
Sanat ve Taklit SF 31 K.evvel 1325/2 Muharrem 1328-11 Şubat 1325/14 Safer
1328
c. 38, aded 971, s.136-139; aded 977, s. 228-29, 231, 234-35.
Tetkikât-ı Felsefiye: Roberto Ardigo SF 14, 21, 28 Kanunisani 1325/16, 22, 29 Muharrem
1328
c. 38, aded 973, s. 164-5; aded 974, s. 179-81,185-6; aded 975, s. 195-8.
Sesin SF 4 Şubat 1325/7 Safer 1328 c. 38, aded 976, s. 214.Göllerde SF 18 Şubat 1325/21 Safer 1328 c. 38, aded 978, s. 246.
Sevmek İhtiyacı SF 25 Şubat 1325/28 Safer 1328 c. 38, aded 979, s. 262.
Sanat ve Taklit Meselesine Dair SF 11 Mart 1326/13 R.evvel 1328
c. 38, aded 981, s. 295, 298-300.
Bedbini SF 18 Mart 1326/19 R.evvel 1328
c. 38, aded 982, s. 310.
Yeniler Eskiler SF 25 Mart 1326/26 R.evvel 1328-14 T.evvel 1326/24
Şevval 1328-1T.sani 1326/22 Zilkade 1328
c. 38, aded 983, s. 323-25; c. 39, aded 1012, s. 399-403; c. 40, aded 1016, s. 27-30.
Beklerken SF 8 Nisan 1326/11 R.ahir 1328 c. 38, aded 985, s. 358.
246
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaHüsran SF 14 Nisan 1326/17 R.ahir
1328c. 38, aded 986, s. 374.
Bir Lema-ı Hayal SF 22 Nisan 1326/25 R.ahir 1328
c. 38, aded 987, s. 390-91.
Hayat-ı Fikriye Karilerime SF 22 Nisan 1326/25 R.ahir 1328
c. 38, aded 987, s. 398-99.
Nisyan SF 6 Mayıs 1326/10 C.evvel 1328
c. 39, sy. 989, s. 10.
Küçük Hikaye Norveç Bedâyi-i Edebiyesinden- Muamma
SF 13 Mayıs 1326/17 C.evvel 1328
c. 39, aded 990, s. 22-27.
Akşamdan Sonra SF 20 Mayıs 1326/24 C.evvel 1328
c. 39, aded 991, s. 38.
Şiirlerimi Okurken SF 27 Mayıs 1326/2 C.ahir 1328 c. 39, aded 992, s. 51-52.
Musahabe-i İçtimaiye: Bedbinlik SF 27 Mayıs 1326/2 C.ahir 1328 c. 39, aded 992, s. 58-60.
Ahmet Samim İçin SF 2 Haziran 1326/9 C.ahir 1328
c. 39, aded 993, s. 73.
Melâl-i Mesa SF 17 Haziran 1326/23 C.ahir 1328
c. 39, aded 995, s. 102.
İlmü'r-Ruh-i İçtimaî Tetebbüâtı: İlm-i Cemiyet
SF 8 Temmuz 1326/14 Receb 1328
c. 39, aded 998, s. 155-158; aded 999, s. 169-170; aded 1001, s. 233-235; aded 1005, s. 298-300;
Göllerde 2 SF 15 Temmuz 1326/11 Receb 1328
c. 39, aded 999, s. 163-164.
Musahabe-i Edebiye: Hileli Bir İflas SF 22 Temmuz 1326 c. 39, aded 1000, s. 202-205.
Hep Gölge SF 29 Temmuz 1326/6 Şaban 1328
c. 39, aded 1001, s. 226.
Musahabe-i Edebiye: Muallim Naci SF 12 Ağustos 1326/20 Şaban 1328
c. 39, aded 1003, s. 255-257; c. 40, aded 1018, s. 75-78.
Akşamlar SF 19 Ağustos 1326/27 Şaban 1328
c. 39, aded 1004, s. 274.
Mesa-yı Melâl SF 2 Eylül 1326/11 Ramazan 1328
c. 39, aded 1006, s. 305-306.
Uzlet SF 22 Eylül 1326/1 Şevval 1328 c. 39, aded 1009, s. 354-355.
Musahabe-i Edebiye: Edebiyatta Marazi Tipler
SF 28 T.evvel 1326/8 Zilkade 1328
c. 39, aded 1014, s. 431-434.
Yeşil dalgalar Kenarında SF 4 T.sani 1326/5 Zilkade 1328 c. 39, aded 1015, s. 7.
Musahabe-i Edebiye: Tolstoy SF 18 T.sani 1326/29 Zilkade 1328
c. 40, aded 1017, s. 51-58.
Musahabe-i Edebiye: Hayat-ı Fikriye Jacobsen
SF 2 K.evvel 1326/12 Zilhicce 1328
c. 40, sayı 1019, s. 99-101.
Ruhü'l-Cemaat Dersaadet 1327/1911 Sadrettin Cemal ile birlikte 285 s.
Mebâhis-i İctimâiye: Avrupa-Asya Harb-i İktisadisi
Donanma Şubat 1326 yıl 1, sayı 12, s. 1091-95
Hayat-ı Fikriye: Tocqueville Donanma Mayıs 1327/R.ahir 1329 sene 2, no 15, s. 1358-62.
247
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaSiyasette Irklar Donanma Eylül 1327/Şevval 1329 sene 2, no 19, s. 1710-13.
Kanunların Menşe ve Esası Donanma T.sani 1327/Zilhicce 1329 sene 2, no 21, s. 1895-1900
Elyevm İzmir Sultani Mektebi Tarih Muallimi Şevket Beyin Geçen Nüsha-i İçtihat'ta Münderiç Makale-i Tenkidiyesi Hakkında
İçtihat
Musahabe-i Edebiye: Henry Becq (Paris Kadını Münasebetiyle)
SF 23 Kevvel 1326/4 Muharrem 1329
c. 40, aded 1022, s. 171-173.
Musahabe-i Edebiye: Tehâlüf-i Ezvâk (Muallim Naci Münasebetiyle)
SF 30 K.evvel/11 Muharrem 1329
c. 40, aded 1023, s. 195-199.
Musahabe-i Edebiye: Liberalizm Muharriri Emile Faguet
SF 5 K.sani 1326/17 Muharrem 1329
c. 40, aded 1024, s. 219-223.
Musahabe-i Edebiye: Terbiyeye Dair Muharriri: Fazıl Ahmet
SF 27 K.sani 1326/10 Safer 1329
c. 40, aded 1027, s. 291-294.
Musahabe-i Edebiye: Hayat-ı Fikriye: Arn Garborg
SF 3 Şubat 1326/17 Safer 1329 c. 40, aded 1028, s. 315-318.
Enfas-ı Hazan Eserken SF 10 Şubat 1326/23 Safer 1329 c. 40, aded 1029, s. 342.
Musahabe-i Edebiye: Romantizm Hakkında SF 17 Şubat 1326/2 R.evvel 1329
c. 40, aded 1030, s. 363-366.
Musahabe-i Edebiye: Henry de Reigner SF 24 Şubat 1326/9 R.evvel 1329
c. 40, aded 1031, s. 387-389; aded 1032, s. 411-414.
Menbalar SF 31 Mart 1327/14 R.ahir 1329 c. 40, aded 1036, s. 511.
Tahassüsât-ı Sanat: Abdülhak Hamid'in Şiirleri
SF 7 Nisan 1327/21 R.ahir 1329 c. 40, aded 1037, s. 542-545.
Tahassüsât-ı Sanat: Piyer Loti İçin SF 21 Nisan 1327/6 C.evvel 1329
c. 40, aded 1039, s. 579-583.
Tahassüsât-ı Sanat: Edebiyat-ı Milliye SF 5 Mayıs 1327/20 C.evvel 1329
c. 41, aded 1041, s. 3-7.
Tahassüsât-ı Sanat: Halk ve Edebiyat SF 12 Mayıs 1327/27 C.evvel 1329
c. 41, aded 1042, s. 29-31.
Tahassüsât-ı Sanat: Edebiyatlar Arasında SF 19 Mayıs 1327/4 C.ahir 1329 c. 41, aded 1043, s. 54-58.
Tahassüsât-ı Sanat: Paul Verlaine (Ahiren Heykelinin rekzi Münasebetiyle)
SF 26 Mayıs 1327/11 Cemaziyelahir 1329
c. 41, aded 1044, s. 83-84.
Tahassüsât-ı Sanat: Haluk'un Defteri SF 2 Haziran 1327/18 C.ahir 1329
c. 41, aded 1045, s. 99-103.
Din ve Edebiyat SF 16 Haziran 1327/3 Recep 1329
c. 41, aded 1047 s. 149-151, 171-173.
Aşk Saatleri SF 1327/1329 c. 41, aded 1048 s. 174.Haluk'un Derteri Münasebetiyle SF 30 Haziran 1327/17 Recep
1329-1 Temmuz 1327/27Recep 1329
c. 41, aded 1049/50, s. 195-200, 219-223.
Bir İhtar SF 30 Haziran 1327/17 Recep 1329
c. 41, aded 1049, s. 238.
Şinasi'nin Şiirleri SF 21 Temmuz 1327/8 Şaban 1329
c. 41, aded 1052, s. 267-270.
248
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaEdebiyat ve Ahlak SF 28 Temmuz 1327/15 Şaban
1329-11 Ağ 327/29 Şaban 329-18 Ağ 327/7 Ramazan
329-25 Ağ 327/14 Ramazan 329
c. 41, aded 1053/55/56/57, s. 291-294, 339-341, 361-364, 385-88.
Saat-i Firak SF 1 Eylül 1327/21 Ramazan 1329
c. 41, aded 1058, s. 412.
Tazarruname-i Sinan Paşa SF 15 Eylül 1327/5 Şevval 1329 c. 41, aded 1060, s. 457-459, 529-531, 533-554.
Meçhul Abideler SF 27 T.evvel 1327/18 Zilkade 1329
c. 41, aded 1066, s. 601-602.
Sanatkar ve Hayat SF 3 T.sani 1327/25 Zilkade 1329
c. 42, aded 1067, s. 3-4.
Baki'ye Dair SF 4 T.sani 1327/15 Zilhicce 1329
c. 42, aded 1070, s. 75-76.
Seramedan-ı Sühan, Muharriri Hüseyin Daniş
SF 8 K.evvel 1327/29 Zilhicce 1329
c. 42, aded 1072, s. 100-104, 123-126.
Milli Aruz Meselesi SF 15 K.evvel 1327/7 Muharrem 1330
c. 42, aded 1073, s. 147-150.
Tevfik Fikret Hakkında Vazife 1911 sy. 8.Meşrutiyette Terbiye-i Etfâl (Şahabeddin Süleyman ile birlikte) Necm-i İstiklal Matbaası
İstanbul 1330/1327
Kanunların Menşe ve Esası 2 Donanma 1912 yıl 2, sy. 23-24, s. 2093-2100.
Harp şarkısı Donanma 1912 yıl 4, sy. 31/7, s. 317.Asar-ı Eslaf Donanma 1912 yıl 4, sy. 31/7, s. 326-
328.Darulfünûn Meselesi Hak 15 Mart 1912Tenakus-ı Nüfus Hak 16 Mart 1912Rekabet-i İçtimaiye Hak 17 Mart 1912Muhaceret Meselesi Hak 19 Mart 1912Uçurumun Kenarında Hak 21 Mart 1912Fikr-i Teceddüt ve Islahat Hak 23 Mart 1912Fıkaraperver Cemiyetler Hak 24 Mart 1912Siyaset-i Hayaliye Hak 28 Mart 1912İzah ve Teşrih Hak 29 Mart 1912Bir Müessese-i Milliye -Osmanlı İttihat Mektebi-
Hak 31 Mart 1912
Talebe Hayatı Hak 1 Nisan 1912Yanlış Telakkiler Hak 3 Nisan 1912Muhabbet-i Irkiye Hak 7 Nisan 1912Bizde Usul-i tahsil ve Terbiye Hak 11 Nisan 1912Bir Nakise-i İçtimaiye Hak 28 Nisan 1912Vazife-i Temdin Hak 29 Nisan 1912Yanlış Hatveler Hak 1 Mayıs 1912Memuriyet Peşinde Hak 8 Mayıs 1912Bir Teşebbüs-i Mesut Hak 20 Mayıs 1912Buhran-ı İçtimai Karşısında Hak 30 Mayıs 1912İçtimai İstatistikler Hak 7 Haziran 1912Esaret-i İktisadiye Hak 4 Temmuz 1912Dünkü İhtifal-i Edebi Galip Dede İçin Hak 13 Temmuz 1912Musavat-ı Tâmme, Halil Hamid, Hukuk-ı Nisvan Kitaphanesi.
İstanbul 1328
Musahabe-i Edebiye: İnkılap Edebiyatı Hak(İlave) 20 Nisan 1328 nu. 1, s. 1-3Bahar Hak(İlave) 11 Mayıs 1328 nu. 4, s. 4.
249
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaMersiye-i Mehtap Hak(İlave) 18 Mayıs 1328 nu. 5, s. 3.Bülbüller Hak(İlave) 25 Mayıs 1328 nu. 6, s. 3.Belde-i Hicran Hak(İlave) 8 Haziran 1328 nu. 8, s. 4.Gazal-i Ruhum Hak(İlave) 22 Haziran 1328 nu. 10, s. 2-3.Şeyh Galip'in Gazelleri Hak(İlave) 29 Haziran 1328 nu. 11, s. 7-8.Kaplumbağalar Hak(İlave) 6 Temmuz 1328 nu. 12, s. Hazan SF 1327 c. 42, s. 246.Büyük Şairimiz İçin SF 19 K.sani 1327/13 Safer
1330c. 42, aded 1078, s. 269.
Bir Mihrab-ı sanat önünde SF 19 K.sani 1327/13 Safer 1330
c. 42, aded 1078, s. 269-272, 292-295, 316-319.
Tahassüsât-ı Sanat: Yeni Lisan SF 16 Şubat 1327/18 R.evvel 1330
c. 42, aded 1082, s. 365-366, 368-370.
Nejat Ekrem SF 23 Şubat 1327/18 R.evvel 1330
c. 42, aded 1083, s. 387-390.
Nejat Ekrem Münasebetiyle SF 15 Mart 1328/8 R.ahir 1330 c. 42, aded 1086, s. 462.
Maraz-ı Tenkit SF 22 Mart 1328/15 R.ahir 1330 c. 42, aded 1087, s. 483-485.
Nazirecilik SF 29 Mart 1328/23 R.ahir 1330 c. 42, aded 1088, s. 507-508.
Tahassüsât-ı Sanat: Türklük ve Yeni Lisan SF 19 Nisan 1328/15 C.evvel 1330
c. 42, aded 1091, s. 579-582.
Bir Muthike-i Edebiye SF 17 Mayıs 1328/13 C.ahir 1330
c. 43, aded 1095, s. 51.
Nedim'e SF 17 Mayıs 1328/13 C.ahir 1330
c. 43, aded 1095, s. 54.
Şeyh Galip SF 30 Ağ 1328/30 Ramazan 1330-6 Eylül 328/8 Şevval
330-13 Eylül 328/15 Şevval 330-25 T.evvel 328/28
Zilkade 330
c. 43, aded 1110/1111/1112/1118, s. 414-417,438-442, 467-471, 494-495, 579-583, 611-616; c. 44, s. 4-10.
Driault: Napoleon'un Şark Siyaseti Selim-i Salisve Napoleon. Sebestiani ve Gardane
İstanbul 1329 423 s.
Türk Edebiyatı Tarihinde Usul Bilgi Mecmuası T.sani 1329/1913 yıl 1, sy. 1, s. 1-52.Bizde Tarih ve Müverrihler Hakkında Bilgi Mecmuası K.evvel 1329/1913 yıl 1, sy. 2, s. 185-196.Bizde Tenkit Donanma 1913 yıl 4, sy. 37/13, s. 584-
587.Süngü Altında Halka Doğru 4 Temmuz 1329 yıl 1, sayı 13, s. 98-101.Hicret Hikayelerinden Halka Doğru 25 Temmuz 1329/7 Ağustos
1913yık 1, sayı 16, s. 122-124.
İhtiyac-ı Tenkit İçtihat 1913 yıl 4, sy. 88, s. 1960-1962.
Milli Terennümlerimiz SF 1913 sy. XLIV, s. 198-201.Teessürat Ebuzziya Tevfik Bey SF 1913 sy. XLIV, s. 507-508.Mahafil-i Fikriyemiz Pierre Loti İçin Ne Söylüyor
Şehbal Eylül 1329/1913 sene 5, c. 4, aded 81, s. 172.
Mana-i Teceddüt Tasvir-i Efkar 8 Şubat 1913Müdafaa-i Milliye Tasvir-i Efkar 11 Şubat 1913Musahabe-i İçtimaiye: İntibah-ı Milli Tasvir-i Efkar 11 R.evvel 1331/5 Şubat
1328/18 Şubat 1913İntıbah Yolları Tasvir-i Efkar 22 Şubat 1913-2,10 Mart
1913Mektep-Medrese Tasvir-i Efkar 15 Mart 1913
250
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaMusahabe-i İçtimaiye: Türk Gücü Tasvir-i Efkar 13 C.evvel 1331/7 Nisan
1329/20 Nisan 1913Halk Edebiyatı 1 Tasvir-i Efkar 13 C.ahir 1331/7 Mayıs
1329/20 Mayıs 1913Halk Edebiyatı 2 Tasvir-i Efkar 18 C.ahir 1331/12 Mayıs
1329/25 Mayıs 1913Tenkit ve Tahlil: Zulmetten Nura Tasvir-i Efkar 25 C.ahir 1331/19 Mayıs
1329/1 Haziran 1913Tenkit ve Tahlil: Katip Çelebi Tasvir-i Efkar 3 Recep 1331/26 Mayıs
1329/8 Haziran 1913Musahabe-i İçtimaiye: Ye's ve Nevmidî Tasvir-i Efkar 10 Recep 1331/2 Haziran
1329/15 Haziran 1913Maziye Hürmet Tasfir-i Efkar 28 Recep 1331/20 Haziran
1329/03 Temmuz 1913Kütüphanelerimiz Tasvir-i Efkar 12 Temmuz 1913Musahabe-i İçtimaiye: Siyaset-i Müsbete Tasfir-i Efkar 6 Ramazan 1331/27
Temmuz 1339/9 Ağustos 1913
Mesail-i Fikriye Tasvir-i Efkar 21 Ağustos 1329/7 Şaban 1331/03 Eylül 1913
Fedakarlık Tasvir-i Efkar 12 Şevval 1331/1 Eylül 1329/14 Eylül 1913
Vambery'nin Vefatı Münasebetiyle Tasvir-i Efkar 21 Şevval 1331/10 Eylül 1329/23 Eylül 1913
Tenkit ve Tahlil: Ruhü'l-Kavanin Tasvir-i Efkar 26 Şevval 1331/15 Eylül 1329/28 Eylül 1913
Bizde Edebiyat-ı Etfal Tasvir-i Efkar 3 Zilkade 1331/22 Eylül 1329/5 T.evvel 1913
Musahabe: Eski Eserlerimiz Tasvir-i Efkar 17 Zilhicce 1331/4 T.sani 1329/17 T.sani 1913
Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye 1. cilt Muharriri: Faik Reşat
Tasvir-i Efkar 9 Muharrem 1332/26 T.sani 1329/9 K.evvel 1913
Ölenlerimiz Tasvir-i Efkar 22 Muharrem 1332/9 K.evvel 1329/22 K.evvel 1913
İçtimaiyat: Ümit ve Azim TY 24 K.sani 1328/6 Şubat 1913 yıl 2, nr 8, s. 240-247.
Edebiyat: Türkün Duası TY 21 Şubat 1328-7 Mart 1329/6-20 Mart 1913
yıl 2, nr 10, s. 289-296; nr 11, s. 324-330.
İntikat ve Tariz: Abdülhak Hamit Müceddit TY 4 Haziran 1329/17 Nisan 1913
yıl 2, c. 4, sy. 13, s. 394-402.
Abdülhak Hamit'e Dair Düşünceler ve Duygular
TY 4 Haziran 1329/17 Nisan 1913
yıl 2, c. 4, sy. 13, s. 429.
Edebiyat: Hicret matemleri TY 18 Nisan 1329/1 Mayıs 1913 yıl 2, c. 4, sy. 14, s. 437-442.
Edebiyat: Meriç Türküsü TY 2 Mayıs 1329/15 Mayıs 1913 yıl 2, c. 4, sy. 15, s. 475-477.
Abdullah Tokayef TY 16 Mayıs 1329/29 Mayıs 1913
yıl 2, c. 4, sy. 16, s. 497-515.
Tercüme-i Hâl: Yunus Emre TY 27 Haziran 1329/10 Temmuz 1913
yıl 2, c. 4, sy. 19, s. 612-621.
Edebiyat: Edebiyatımızda Milliyet Hissi TY 10 Temmuz 1329/24 Temmuz 1913
yıl 2, c. 4, sy. 20, s. 667-678.
İçtimaiyat: Türklük, İslamlık, Osmanlılık TY 25 Temmuz 1329/7 Ağustos 1913
yıl 2, c. 4, sy. 21, s. 692-702.
251
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaEdebiyat: Anadolu Akşamı TY 8 Ağustos 1329/21 Ağustos
1913yıl 2, c. 4, sy. 22, s. 740.
Hicret Türküleri Türk Duygusu 23 Mayıs 1913 sayı 3, s. 36Bursalı Tahir Bey TY 1329Türk Edebiyatı Tarihi: Yunus Emre-Asarı TY 1329 yıl 3, sy. 3, s. 922-930.
Üstad Ekrem Hayatı TY 6 Şubat 1329 yıl 3, sy. 11, s. 1190-1196.
Başka Milletler Ne Yapıyor? Turan 1914-18 arasıMehmed Emin Bey Turan 18 K.evvel 1914Kıraat-ı Edebiye -İkinci Kısım- Mekâtib-i İdadiye ikinci sene (Celal Sahir ile birlikte)
İstanbul 1330/1914 173+1 s.
Kıraat-ı Edebiye -Üçüncü Kısım- Mekâtib-i İdadiye üçüncü sene (Celal Sahir ile birlikte)
İstanbul 1330/1914 192 s.
Malumât-ı Edebiye -Birinci cilt- (Şehabettin Süleyman ile birlikte)
Dersaadet 1330/1914 320 s.
Hoca Ahmet Yesevi: Çağatay ve Osmanlı Edebiyatları Üzerindeki Tesiri
Bilgi Mecmuası Nisan 1330 yıl 1, sy. 6, s. 611-645.
Yeni Bir İlim: Halkıyat İkdam 6 Şubat 1914Süleyman Fakih Mevlid-i Şerif İkdam 10 Şubat 1914Milli Türküler İkdam 20 Şubat 1914Türk Şarkıları İkdam 27 Şubat 1914Amasya Tarihi İkdam 18 Mart 1914Destanlarımız İkdam 31 Mart 1914Şaz Şairleri I İkdam 3 Nisan 1914Saz Şairleri II Aşık Tarzının Menşe ve Mahiyeti
İkdam 7 Nisan 1914
Saz Şairleri III Aşık Tarzı Hangi Şekl-i Hayatın İfadesidir
İkdam 11 Nisan 1914
Saz Şairleri IV Aşık Tarzı Hangi Şekl-i Hayatın İfadesidir
İkdam 16 Nisan 1914
Saz Şairleri V Aşık Tarzı Hangi Şekl-i Hayatın İfadesidir
İkdam 19 Nisan 1914
Saz Şairleri VI Aşık Teşkilatı ve Aşık Fasılları
İkdam 25 Nisan 1914
Saz Şairleri VII Malumât-ı Tarihiye İkdam 2 Mayıs 1914Saz Şairleri VIII Aşık Tarzında Şive ve Lisan
İkdam 7 Mayıs 1914
Saz Şairleri IX Aşık Tarzında Aruz ve Vezin
İkdam 21 Mayıs 1914
Saz Şairleri X Aşık Tarzında Millî Vezin ve Şekiller
İkdam 31 Mayıs 1914
Saz Şairleri XI Varsağı-Koşma-Destan İkdam 6 Haziran 1914Şinasi'nin Şiirleri İkdam 11 Temmuz 1914Türkler'de Dinî Edebiyat Din ve Edebiyat İslam Mecmuası 1332/1330 c. 1, sy 2, s. 44-52.
İslamiyetten Evvel İslam Mecmuası 1332/1330 c. 1, sy 6, s. 173-177.Mehmet Emin Bey Nevsâl-i Millî 1914 yıl 1, s. 159-160.El Yazısıyla Dört Mısra Nevsâl-i Millî 1914 yıl 1, s. 251.Sadabat Akşamlarından Nevsâl-i Millî 1914 yıl 1, s. 254.Şeyh Galip Şair Müceddit Nevsâl-i Millî 1914 yıl 1, s. 255-57.Türk Edebiyatı Tarihi: Tetebbu Usûlü Tanin 29 Mayıs 1914Tetebbuda Gaye Tanin 5 Haziran 1914
252
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaEski İstanbul ve Şairlerimiz Tanin 12 Haziran 1914Mani'ler Tanin 20 Haziran 1914Türklerde Esatir ve Efsane Tanin 26 Haziran 1914Üstad Ekrem Tasvir-i Efkar 10 R.evvel 1332/25 K.sani
1329/07 Şubat 1914Zaruri Bir İzah Şayan-ı Terahhum Bir Sima Tasvir-i Efkar 16 Şubat 1914
Üstad Ekrem: Hayatı TY 6 Şubat 1329/1914 yıl 3, sy 11, s. 1190-1196.
Dokuzuncu ve Onuncu Asırlardaki Çağatay Şairleri: Medhal
TY 17 Nisan 1330/30 Nisan 1914
yıl 3, c. VI, s. 2128-2135.
Dokuzuncu ve Onuncu Asırlardaki Çağatay Şairleri 1: Nevâî'den Evvel
TY 1914 yıl 3, c. VI, s. 2158-66, 2190-94, 2226-30, 2245-51, 2313-19.
Malumât-ı Edebiye -İkinci cilt- (Şehabettin Süleyman ile birlikte)
Dersaadet 1331 264 s.
Millî Kıraat -Birinci Kısım- Mekâtib-i İptidâiye 2. Sınıf
Dersaadet 1331 95 s.
Millî Kıraat -İkinci Kısım- Mekâtib-i İptidâiye 3. Sınıf
Dersaadet 1331 142 s.
Millî Kıraat -Üçüncü Kısım- Mekâtib-i İptidâiye 4. Sınıf
Dersaadet 1331 176 s.
Millî Kıraat -Beşinci Kısım- Mekâtib-i İptidâiyenin son ve sultanilerin ilk sınıfı
Dersaadet 1331 239+1 s.
Asırlar Arasından İkdam 14 Temmuz 1915Şehidin Rüyası İkdam 19 Temmuz 1915Şehit ve Hilal İkdam 23 Temmuz 1915Edebiyatımızda Cenkcilik İkdam 31 Temmuz-1 Eylül 1915Son Akın İkdam 11 Eylül 1915Türk Edebiyatında Aşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe
MTM Mart-Nisan 1331 c. 1, sy. 1, s. 5-46.
Risale-i Validiye Tercümesi MTMMazdeizmin Türk Kavimlerinin İtikatları Üzerindeki Tesiri Muharriri: Edgar Blochet Trc.
MTM 1915 c. 1, s. 125-161.
Babur Şahın Şiirleri MTM Mayıs-Haziran 1331 c. 1, sy. 2, s. 235-256Türk Edebiyatının Menşei MTM Eylül-T. Evvel 1331 c. 2, sy 4, s. 5-78.Selçukîler Zamanında Anadoluda Türk Medeniyeti
MTM T. Sani- K. Evvel 1331 c. 2, sy 5, s. 193-232.
Acaibü'l-letâif: Hıtay Seyahatnamesi Müellifi: Hoca Gıyaseddin Nakkaş Mütercimi: Çelebizâde Asım Naşiri: Ali Emirî 48 sahife, İstanbul 1331
MTM T. Sani- K. Evvel 1331 c. 2, sy. 5, s. 351-368.
Hibetü'l-hakâyık: iki kısım Müellifi: Ahmet bin MahmutYugnaki Nakil ve Şarihi: Necip Asım Metin 55 sahife, ikinci kısım 112 sahife Matbaa-i Amire 334
MTM T. Sani- K. Evvel 1331 c. 2, sy. 5, s. 369-380.
Turan'ın Kitabı, Ahlaki ve Medeni Musahabeler, İkinci Kısım, Devre-i Mutavassıta, Birinci Sene.
1916
253
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaTuran'ın Kitabı, Birinci Kısım. Mekâtib-i İptidaiye. Devre-i Ulâ. İkinci Sene. (İstanbul)
1916
Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı Menşelerden Nevşehirli İbrahim Paşa Sadaretine Kadar Birinci Cilt (Şahabettin Süleyman ile Beraber).
İstanbul 1332/1916
En Eski Türk Şiirleri İkdam 19 Mayıs 1916Milliyet ve İlim İkdam 28 Mayıs 1916İlim Nasıl Yükselir İkdam 7 Haziran 1916Eski İstanbul ve Şairlerimiz İkdam 11 Haziran 1916Onuncu Asır Hayatına Ait Bir Vesika İkdam 23 Haziran 1916Risale-i Tarifat İkdam 1 Temmuz 1916Hibet-ül-hakayık İkdam 9 Temmuz 1916Şehit Mezarı (Şiir) İkdam 18 Temmuz 1916"Turanın" "Kitabı".Ahlaki ve Medeni Musahabeler.Başlangıç.Mekâtib-i İptidaiye Devre-i Ulâ Birinci Sene.
İstanbul 1333/1917
Türk Dilinin Sarf ve Nahvı.Beşinci Kısım (Mekâtib-i İptidaiye).Devre-i Âliye İkinci Sınıf (Süleyman Saip ile Beraber).
İstanbul 1333/1917
Hilal-Ay.Nasrettin Hoca Hikayelerinden (Şiir)
Talebe Defteri 1917 c. II, s. 112.
Edebiyat Musahabeleri: Miilli Edebiyat YM 1 Temmuz 1917Edebiyat Musahabeleri: Edebiyatta Şahsiyet YM 19 Temmuz 1917
Edebiyat Musahabeleri: Edebiyatta "Marazi"lik
YM 26 Temmuz 1917
Edebiyat Musahabeleri: Bir Medeniyet Zümresine Mensup Edebiyatlarda Müşterek Kıymetler: Şekil
YM 2 Ağustos 1917 sene 1, sy. 4, s. 65-68.
Edebiyat Musahabeleri: Bir Medeniyet Zümresine Mensup Edebiyatlarda Müşterek Kıymetler: Esas
YM 9 Ağustos 1917 sene 1, sy. 5, s. 84-86.
Vezin Meselesi YM 16 Ağustos 1917Akıncı Türküleri (Şiir) YM 16 Ağustos 1917Akpınar Perileri (Şiir) YM 30 Ağustos 1917Edebiyat Musahabeleri: Ozan YM 6 Eylül 1917Deli Ozan (Şiir) YM 6 Eylül 1917Edebiyat Musahabeleri: Harabat YM 13 Eylül 1917Yamaçlarda Kaval (Şiir) YM 20 Eylül 1917Edebiyat Musahabeleri: Milli Vezin YM 20 Eylül 1917Edebiyat Musahabeleri: Bir Mektup Münasebetiyle...
YM 26 Temmuz 1917
Altın Sal (Şiir) YM 26 Temmuz 1917Harname YM 3 T.evvel 1917Kurbağalar (Şiir) YM 3 T.evvel 1917Edebiyat Musahabeleri: Hayat ve Edebiyat YM 11 T.evvel 1917
Yamaçlarda Kaval (Şiir) YM 11 T.evvel 1917Harabat Erenleri Deli Birader YM 18 T.evvel 1917Hakan (Şiir) YM 18 T.evvel 1917
254
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaEdebiyat Musahabeleri: Bizde Mersiye ve Mersiyeciler
YM 25 T.evvel 1917/1, 8, 15, 22 T.sani 1917
sene 1, sayı 16, s. 305-308; sayı 17, s. 324-328; sayı 18, s. 344-348; sayı 19, s. 364-367; sayı 20, s. 384-386.
Yamaçlarda Kaval (Şiir) YM 25 T.evvel 1917Akıncı Türküleri (Şiir) YM 1 T.sani 1917Tenkit: Bizde Milli Tarih Yazılabilir mi? YM 6 K.evvel 1917Rodin ve Sanat YM 1917Edip ve mütefekkirlerimizi ziyaret: Köprülüzâde Mehmed Fuad Bey
Vakit 9,10 Ekim 1917 s. 2
Edebiyat Musahabeleri: Bir İstimzaç Münasebetiyle
YM 27 K.evvel 1917 sene 1, sy. 25, s. 485-488.
Nasrettin Hoca İstanbul 1918 238 s. 11 levhaTevfik Fikret ve Ahlakı İstanbul 1918 40 s.Türk Dilinin Sarf ve Nahvi Üçüncü Kısım (Mekâtib-i İptidaiye) Devre-i Mutavassıta İkinci Sınıf (Süleyman Saip ile Beraber)
İstanbul 1334 167 s.
Türk Dilinin Sarf Nahvi Dördüncü Kısım Mekâtib-i İptidaiye Devre-i Âliye Birinci Sınıf (Süleyman Saip ile Beraber)
İstanbul 1334 128 s.
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar İstanbul 1919 Matbaa-i Amire, 446 s.Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar Ankara 1966 Diyanet İşleri Başkanlığı,
XIV, 376+16 s.
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar Ankara 1976 Diyanet İşleri Başkanlığı
Türk Edebiyatında İran Tesiri Şair 12 K.evvel 1918 c. 1, sayı 1.Süleyman Fakih ve Mevlid-i Şerif Şair 17 K.evvel 1918 c. 1, sayı 2.Yamaçlarda Kaval (Şiir) Şair 26 K.evvel 1918 c. 1, sayı 3.Milli Vazife TaninEdip ve Mütefekkir Ziyaretlerine Zeyl-Münşî-i Zerafet-mutât Süleyman Nazif Beyefendiye
Vakit
Türkçülüğün Gayeleri Vakit 16 Temmuz 1918Ortaç Yolcuları YM 17 K.sani 1918 c. 2, sayı 28, s. 34.İran Tarih-i Edebiyatı YM 31 K.sani 1918 c. 2, sayı 30, s. 63-67.Harabat Erenleri: Melihî YM c. 2, sayı 31, s. 85-86.Harabat Erenleri: Haverî YM 14 Şubat 1918 c. 2, sayı 32, s. 106-107.
Edebiyat Tarihi: Sadabat Şairleri YM 7 Mart 1918 c. 2, sayı 34, s. 146-147.
Edebiyat Musahabeleri: Hüseyin Daniş Beye
YM 14 Mart 1918 c. 2, sayı 35, s. 165-167; sayı 36, s. 186-188.
Nigar Hanım YM 11 Nisan 1918 c. 2, sayı 39, s. 249-252.
Edebiyat Tarihi: Baki ve Zamanı Baki: Hayat ve Tabiatı
YM 25 Nisan 1918 c. 2, sayı 41, s. 289-293; sayı 43, s. 329-331.
Hüseyin Daniş Beye YM 16 Mayıs 1918 c. 2, sayı 44, s. 345-346.
255
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaBir Hiciv Münasebetiyle YM 16 Mayıs 1918 c. 2, sayı 44, s. 346-347.
Edebiyat Musahabeleri: Eski İstanbul ve Şairlerimiz
YM 30 Mayıs 1918 c. 2, sayı 46, s. 387-388.
Edebiyat Tarihi: Fatih Devrinde Edebi Hayat
YM 30 Mayıs 1918 c. 2, sayı 46, s. 389-391.
Hüseyin Daniş Beye YM 4 Temmuz 1918 c. 2, sayı 51, s. 483-486.
Harabat Erenleri: Ahi YM 25 Temmuz 1918 c. 3, sayı 54, s. 25-26.Edebiyat tarihi: Osmanlı Edebiyatının Başlangıcı
YM 15 Ağustos 1918 c. 3, sayı 57, s. 85-88.
Edebiyat Tarihi: Şeyh Galibe Dair YM 25 Ağustos 1918 c. 3, sayı 59, s. 123-124.
Nefis Sanatlar: Türk Sanatı YM 12 Eylül 1918 c. 3, sayı 61, s. 169-172.
Harabat Erenleri: Nihali YM 26 Eylül 1918 c. 3, sayı 62, s. 185-187.
Fikir Hayatı: Kayseriye Şehri Tarih Encümeni Neşriyatından 5, Muharriri: Halil Ethem, 16 Levha 150 sahife, İstanbul, 1334.
YM 10 T.evvel 1918 c. 3, sayı 64, s. 224-226.
Edip ve Mütefekkir Ziyaretlerine Zeyil: Münşî-i Zarafet-mûtad Süleyman Nazif Beyefendi'ye.
Vakit 6 Şubat 1918
Türk Dilinin Sarf ve Nahvi, Başlangıç, Mekâtib-i İbtidâiye, Devre-i Ûlâ, İkinci Sınıf[Süleyman Saib ile Beraber]
Dersaadet 1335/1919 88 s.
Yapma Edebiyat BM 6 Mart 1919 no 1, s. 7-8Tenkît: Firâk-ı Irak, Muharriri: Süleyman Nazif Bey, İstanbul, 1918, 61 sahife, Ressam Namık İsmail Beyin İki Levhasını Muhtevî
BM 6 Mart 1919 no 1, s. 10.
Tenkît: Ay Demir, Muharriri: Müfide Ferit Hanım, Halk Kütüphanesi, İstanbul, 1918, 184 sahife
BM 13 Mart 1919 no. 2, s. 27-28.
Edebî Hareketler: Adaptasyon Merakı BM ty. no. 3, s. 37-38.Tenkît: Kadın Eserleri-Yıldızlar ve Gölgeler, Müellifi: Şükûfe Nihal Hanım, İstanbul, Halk Kütüphanesi, 1919, 40 sahife
BM ty. no 3, s. 42.
Şehitlerimize BM ty. no 3, s. 42.Tenkît: Fırtına ve Kar, Seyfi Beyin, Şiir Kütüphanesi, Dördüncü Kitap, Halk Kütüphanesi, 1919, 45 sahife
BM ty. no 4, s. 55.
Kış BM ty. no 4, s. 56.Edebi Hareketler: Epope Meselesi BM ty. no 5, s. 68-69.Tenkît: Binnaz, Yusuf Ziya Beyin, Üç Perdelik Manzum Facia, 76 sahife, Kanaat Matbaası
BM ty. no 5, s. 71-72.
Kadınlığa Dair: Darulfünûnda Kadın BM 24 Nisan 1919 no 6, s. 91.
256
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaEdebi Hareketler: Lisan ve Edebiyat Birliği BM 18 Eylül 1919 no 11, s. 173-174.
En Güzel Eseri Kim Yazdı BM no 14, s.214.İran Sanatına Dair BM 30 T.sani 1919 no 14, s. 216-217.Mevut Hüküm Münasebetiyle İnci sy. 1, s. 10.İstanbul'a Dair İnci sy. 4, s. 8-9.Bugünkü Edebiyat Şair 2 K.sani 1919 c. 1, sayı 4, s. 50-53.Hüseyin Daniş Beyefendiye Şair 23 K.sani 1919 c. 1, sayı 7, s. 100-102.Tarih musahabeleri: Bir edebiyat, Bir Millet Türk Dünyası 26 Ağustos 1919 s. 3
Âzerî Edebiyatı Tarihi Türk Duygusu 6 Eylül 1919Türk Edebiyatı Tarihi, Birinci Kitap, Kable'l-İslam Türk Edebiyatı
İstanbul 1920 96 s.
Edebiyat Musahabeleri Dersaadet 8 Temmuz 1920Türk Edebiyatının Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesiratı
Dersaadet 15, 22 Temmuz 1920
Gün Batarken, Milli Hikaye, Muharriri: Ercüment Ekrem Diken, İnci Neşriyatından, 1336
Dersaadet 29 Temmuz 1920
Bursalı Ahmet Paşa Dersaadet 5, 12, 26 Ağustos ve 9 Eylül 1920/5, 12, 26 Ağustos ve 9 Eylül 1336/19, 26 Zilkade ve
10, 25 Zilhicce 1338
Muharrem Merasimi Dersaadet 23 Eylül 1920/9 Muharrem 1339
Osmanlı Tarihi Meselesi Dersaadet 30 Eylül 1920/16 Muharrem 1339
Bugünün Meseleleri: Darulfünûnumuz Dersaadet 7 T.evvel 1920Wundt'a Ait Bir Hatıra Dersaadet 14 T.evvel 1920Edebiyat Aleminde Dersaadet 22 T.evvel 1920Tasavvuf Tarihi, Velet Çelebi, Mehmet Ali Ayni, İzmirli İsmail Hakkı Beyefendilere:
Dersaadet 29 T.evvel 1920
Milli Terbiye Meselesine Dair, Ahmet Cevdet Beyefendiye
İkdam 17 T.evvel 1336-1920/4 Safer 1339
Milli Lisan İkdam 8 T.sani 1336-1920/26 Safer 1339
Yazma Şark Eserleri, Viyana Kütüphanesinde
İkdam 16 T.sani 1336-1920/5 R.evvel 1339
Karslı Bir Şair İkdam 25 T.sani 1336-1920/13 R.evvel 1339
Tasavvuf Tarihi Hakkında, Nazif Beyefendiye
İkdam 2 K.evvel 1336-1920/20 R.evvel 1339
Darulfünûn ve Milli Terbiye İkdam 20 K.evvel 1336-1920/9 R.ahir 1339
Türk Sanatı İkdam 29 K.evvel 1336-1920/18 R.ahir 1339
Sadabad Alemleri İnci sy. 13, s. 4-5.Mani Eğlenceleri Nasıl Olurdu İnciİlim İhtiyacı Ümid 1336/1338 sy. 7, s. 3.İlim İhtiyacı: Başka Milletler Nasıl Çalışıyor?
Ümid 1336/1338 sy. 8, s. 3.
İlim İhtiyacı: Mazide İlim Hayatı Ümid 9 Eylül 1336/25 Zilhicce 1338
sy. 9, s. 3.
257
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaAvrupalılar Nasıl Çalışıyor? Kitabü'l-Bed ve't-Tarih
Ümid 23 Eylül 1336/9 Muharrem 1338
sy. 10, s. 4.
Ümid'in Anketine Cevap Ümid 1336 sy. 11, s. 6.Tarihimizi Nasıl Yazabiliriz Ümid 1336 sy. 12, s. 3-4.Kıymetli Bir Yadigar Ümid 1336 sy. 13, s. 3-4.Hayat ve Edebiyat Kitaplar ve İntihar Ümid 1336 sy. 13, s. 4; sy. 15, s. 3.Milli Elifbe (Süleyman Saib ile Beraber) İstanbul 1337 80 s.Milli Tarih, Devre-i Mutavassıta Birinci Sene
İstanbul 1337 52 s.
Milli Tarih, Mekâtib-i İbtidaiye ve Sultaniye Devre-i Aliye İkinci Sene
İstanbul 1337 79 s.
Milli Tarih, Mekâtib-i İbtidaiye ve Sultaniye Devre-i Mutavassıta İkinci Sene
İstanbul 1337 62 s.
Milli Tarih, Mekâtib-i Sultaniye ve Mekâtib-i İbtidaiye Devre-i Ûlâ İkinci Sınıf
İstanbul 1337 64 s.
Türk Edebiyatı Tarihi, İkinci Kitap, Bade'l-İslam Türk Edebiyatı
İstanbul 1921 97-215 s.
Yeni Milli Kıraat, Üçüncü Kısım Mekâtib-i İbtidaiye Üçüncü Sınıf
İstanbul 1337 136 s.
Tarih: İslam Medeniyeti Dergah 16 Mayıs 1337 c. 1, sy. 3, s. 36.Edebiyat Tarihi: Selçukîler Devrindeki Anadolu Şairleri Şeyyat Hamza
Dergah 1 Haziran 1337 c. 1, sy. 4, s. 51.
En Eski Türk-Azeri Şairi Hasanoğlu Dergah 1337 c.1, s. 82-83.Anadolu'da Türkler İkdam 1 K.sani 1337Garbî Asya'da Bizans ve Selçuk Türkleri (Miladi 1081 tarihine kadar)
İkdam 20 K.sani 1337/10 C.evvel 1339
Ahmet Paşa ve Nevaî İkdam 23 K.sani 1337/13 C.evvel 1339
Türkler Hakkında Yanlış Telakkiler İkdam 29 K.sani 1337/19 C.evvel 1339
Trakya'da Kuman Türkleri İkdam 4 Şubat, 10 Şubat 1337/25 C.evvel, 2 C.ahir 1339
Osmanlı Şiirinde Edirne İkdam 12 Şubat 1337/4 C.ahir 1339
Eski Edirne İkdam 20 Şubat 1337/12 C.ahir 1339
Edirne Sarayları İkdam 24 Şubat, 26 Şubat 1337/16 C.ahir, 18 C.ahir 1339
Kable'l-İslam Türk Tarihine Umumi Bir Nazar
İkdam 2 Nisan, 4 Nisan 1337/23 Receb, 25 Receb 1339
Anadolu'da Türk Zaferleri: Malazgirt Meydan Muharebesi İslam Menabi-i Tarihiyesine Göre
İkdam 13 Nisan 1337/3 Şaban 1339
Anadolu'da Türk Zaferleri: Malazgirt Meydan Muharebesi Garb Menabi-i Tarihiyesine Göre
İkdam 13 Mayıs 1337/4 Ramazan 1339
Tarih-i Millimize Ait Mühim Bir Teşebbüs İkdam 1 Haziren 1337/23 Ramazan 1339
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya Dair İkdam 8 Haziran 1337/1 Şevval 1339
258
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaAzerbaycan Edebiyatına Bir Nazar Müellifi: Yusuf Bey Vesirof, 103 s. İstanbul, Matbaa-i Amire, 1337
İkdam 12 Haziran 1337/5 Şevval 1339
Hafta Musahabesi İkdam 15 Haziran 1337/8 Şevval 1339
Anadolu'da Hıristiyan Türkler İkdam 19 Haziran 1337/12 Şevval 1339
Milli Tarihlerimiz Ahmet Refik Bey Biraderimize
İkdam 27 Haziran 1337/20 Şevval 1339
Tarih Musahabeleri: Balkan Yarımadasında Hıristiyan Türkler
İkdam 4 Temmuz 1337-1921/27 Şevval 1339
Edirne'da Sultan Selim Camii İkdam 15 Temmuz 1337/9 Zilkade 1339
Bir Mevlid Münasebetiyle İkdam 29 Temmuz 1337/23 Zilkade 1339
Tarih Kırıntıları İkdam 9 Ağustos 1337/4 Zilhicce 1339
Bayram Düşünceleri İkdam 15 Ağustos 1337/10 Zilhicce 1339
Tevfik Fikret'e Dair: İrtihalinin Sene-i Devriyesi Münasebetiyle
İkdam 21 Ağustos 1337/16 Zilhicce 1339 Bug
Türkiyata Dair Garb Neşriyatı İkdam 25 Ağustos 1337/20 Zilhicce 1339
Siham-ı İlham, Halil Nihat Bey, Mahmut Bey Matbaası, 1921, 256 s.
İkdam 1 Eylül 1337/27 Zilhicce 1339 Bug
Muharrem Merasimi İkdam 8 Eylül 1337/5 Muharrem 1340
Ebedi Bir Mesele İkdam 15 Eylül 1337/12 Muharrem 1340
Bir Eser Bir Hasbihal İkdam 22 Eylül 1337/19 Muharrem 1340
Darulfünûn Meselesi İkdam 29 Eylül 1337/26 Muharrem 1340
Tazarruname İkdam 13 T.evvel, 20 T.evvel 1337 (1921)/11 Safer, 18 Safer
1340Osmanlılarda Nakış Tarihine Dair İkdam 27 T.evvel, 3 T.sani, 19
T.sani, 17 T.sani, 5 K.evvel 1337(1921)/25 Safer, 2 R.evvel, 9 R.evvel, 15 R.evvel, 5 R.ahir 1340
Osmanlı Hükümdarlarında Sultan Ünvanı İkdam 24 T.sani 1337 (1921)/23 R.evvel 1340
Osmanlı Hükümdarlarında Sultan Ünvanının Eskiliğine Dair
İkdam 15 K.evvel 1337 (1921)/22 R.ahir 1340
Yeni Avrupa'da Lisanlar, Müellifi: A. Meillet, Tab‘ı: Payot Paris, 1918, 348 s.
İkdam 22 K.evvel 1337 (1921)/22 R.ahir 1340
Babur Şah İsminin Suret-i telaffuzu Hakkında
Peyam-ı Edebi 64/21, s. 2.
Milli Edebiyatın İlk Mübeşşirleri Tevhid-i Efkar 24 K.evvel 1921 BugBir Edebiyat Bir Millet Tevhid-i Efkar 30 K.evvel 1921Hayat ve Edebiyat Kitaplar ve Cinayetler Ümid 13 K.sani 1337/3 C.evvel
1339sene 2, sy. 16, s. 3-4.
Edebiyat ve İlim Ümid BugBursalı Ahmet Paşa'ya Dair Ümid
259
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaMektep Şiirleri, Birinci Kısım İbtidaî İlk Sınıf, 31 s.
1922
Mektep Şiirleri, İkinci Kısım İbtidaî İkinci Sınıf, 46+1 s.
1922
Mektep Şiirleri, Üçüncü Kısım İbtidaî Üçüncü Sınıf, 61+1 s.
1922
Mektep Şiirleri, Dördüncü Kısım İbtidaî Dördüncü Sınıf, 79 s.
1922
Mektep Şiirleri, Beşinci Kısım İbtidaî Beşinci Sınıf, 95 s.
1922
Mektep Şiirleri, Altıncı Kısım İbtidaî Altıncı Sınıf, 111 s.
1922
Türk Edebiyatının Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesiratı
D.E.F.M. Mart 1338 sene 2, sy. 1, s. 1-30.
Anadolu'da İslamiyet Türk İstilasından Sonra Anadolu Tarih-i Dinisine Bir Nazar ve Bu Tarihin Menbaları
D.E.F.M. 1338 sene 2, sy. 4, s. 281-311; 385-420; 457-486.
Kadı Burhaneddin (745-801) Dergah 1922 c. 1, s. 180-181.Karluklar Düşünce 1922 c. 1, s. 23-24; 45-46; 63-
64; 80.Anadolu Meçhul Bir Ülkedir İçtihat 01 Mart 1922 yıl 18, sy. 144, s. 3017-
3018.Damat İbrahim Paşa Baltacı Mehmet Paşa İkdam 2 K.sani 1338-1922/10
C.evvel 1340Şair Sadi Hakkında Bir Tecrübe Müellifi: Henri Massé, Paris, tabı Geuthner, 1919, 268 s.
İkdam 9 K.sani 1922
Azeri Şairi Habibi İkdam 16 K.sani 1338-1922/17 C.evvel 1340;19 K.sani 1338-
1922/20 C.evvel 1340
Bir Tarih Muammasının Halli İkdam 30 K.sani 1338-1922/1 C.ahir 1340
Fuzuli'ye Dair İkdam 2 Şubat 1338-1922/4 C.ahir 1340
Edirne'de Yazılan İlk Manzum Kitap İkdam 16 Şubat 1338-1922/18 C.ahir 1340
Edirne Camileri İkdam 26 Şubat 1338-1922/28 C.ahir 1340
Ahmed-i Salis Devrinde İstanbul'da Bir Azeri Şairi
İkdam 22 Mart 338-1922/23 Recep 1340
Nevruz Merasimi İkdam 24 Mart 338-1922/25 Recep 1340
Meddahlar 1 İkdam 7 Nisan 338-1922/9 Şaban 1340
Meddahlar 2 İkdam 15 Nisan 338-1922/17 Şaban 1340
Meddahlar 3: Kıssahanlar-Meddahlar İkdam 24 Nisan 338-1922/26 Şaban 1340
Osmanlı Sarayında Nedimler İkdam 6 Mayıs 338-1922/8 Ramazan 1340
Milliyet ve İlim İkdam 11 Haziran 338-1922/14 Şevval 1340
Milli Hars İkdam 18 Haziran 338-1922/21 Şevval 1340
260
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaAvrupa'da Türklük'e Dair Neşriyat İkdam 26 Haziran 338-1922/29
Şevval 1340Divan-ı Kadı Burhaneddin Münasebetiyle İkdam 3 Temmuz 338-1922/7
Zilkade 1340Bektaşi Nefesleri Camii: Derviş Ruhullah-Bektaşi Şairlerinin Müntehap İlahilerinden Mürekkep, 87 s. İstanbul 1340
İkdam 12 Temmuz 338-1922/16 Zilkade 1340
Tomar-ı Turuk-ı Aliyyeden Melamilik: Muharriri Sadık Vicdani-112 s. 1338
İkdam 27 Temmuz 338-1922/1 Zilhicce 1340
Tarih-i Teşkilat-ı Belediye: Mecelle-i Umur-ı Belediye'nin İlk Cildi-Muharriri: Şehremaneti Memuriyeti Müdürü Osman Nuri Bey-1776 s.
İkdam 14 Ağustos 338-1922/20 Zilhicce 1340
Tevfik Fikret'e Dair İkdam 19 Ağustos 338-1922/25 Zilhicce 1340
Makber Münasebetiyle Abdülhak Hamid Makber ve Ölü-Temsil-i Katî-152 s.
İkdam 24 Ağustos 338-1922/30 Zilhicce 1340
Rübabiyet-i Ömer Hayyam Muharrirleri: Rıza Tevfik ve Hüseyin Daniş, 368 s.
İkdam 1, 2, 5 Eylül 338-1922/8, 9, 12 Muharrem 1341
İzmir'de Türkler İkdam 10, 12 Eylül 338-1922/7, 19 Muharrem 1341
Nur Baba Masalı Muharriri: B. N. İkdam 26 Eylül338-1922/4 Safer 1341
Anatolische Dichter in der Seldschukenzeit 1 Sejjad Hamza
KCsA 1922 I, s. 183-190.
Bemerkungen zur Religionsgeschichte kleinasiens
MOG 1922 I, s. 203-222.
Fuzuli'nin Mezhebi Süleyman Nazif Beyefendiye
Peyam-ı Sabah 11,18 Mart 1922
Edirneli Güfti Peyam-ı Sabah 25 Mart, 1Nisan 1922Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 1-Irk ve Lisan [Necip Asım ile beraber]
Tevhid-i Efkar 2 K.sani 338-1922/3 C.evvel 1340
Baki'ye Dair Tevhid-i Efkar 8 K.sani 338-1922/9 C.evvel 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 2-Irk ve Lisan [Necip Asım ile beraber]
Tevhid-i Efkar 5 K.sani 338-1922/6 C.evvel 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 3- Birinci Kısım Türk Tarihinin Tekamülü Kable'l-İslam Türk Devletleri 1 [Necip Asım ile Beraber]
Tevhid-i Efkar 9 K.sani 338-1922/10 C.evvel 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 4-Birinci Kısım Türk Tarihinin Tekamülü Kable'l-İslam Türk Devletleri 2 [Necip Asım ile Birlikte]
Tevhid-i Efkar 12 K.sani 338-1922/13 C.evvel 1340
Sam Mirza-ı Safevi ve eseri Tevhid-i Efkar 14 K.sani 338-1922/15 C.evvel 1340
Cihan tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 5-Birinci Kısım Türk Tarihinin Tekamülü Türkler ve İraniler
Tevhid-i Efkar 16 K.sani 338-1922/17 C.evvel 1340
261
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaCihan tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 6-Birinci Kısım Türk Tarihinin Tekamülü Türkler ve Araplar 1 [Necip Asım ile beraber]
Tevhid-i Efkar 19 K.sani 338-1922/20 C.evvel 1340
Fuzuli'ye Dair Yeni Vesikalar Tevhid-i Efkar 21 K.sani 1922Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 7-Birinci Kısım Türk Tarihinin Tekamülü Türkler ve Araplar 2 [Necip Asım ile Beraber]
Tevhid-i Efkar 23 K.sani 1922
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 8-Birinci Kısım Türk Tarihinin Tekamülü Türkler ve Araplar 3 [Necip Asım ile Beraber]
Tevhid-i Efkar 26 K.sani 1922
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetler 9-İslam Diyarında Türkler
Tevhid-i Efkar 30 K.sani 1338-1922/1 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 10-Mısır'da Tolun ve Ahşidler
Tevhid-i Efkar 2 Şubat 1338-1922/4 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 11-Alptekinler, Gazneviler 1
Tevhid-i Efkar 6 Şubat 1338-1922/8 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 12-Gazneviler ve Guriler 2
Tevhid-i Efkar 9 Şubat 1338-1922/11 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 13-Selçukîler 1
Tevhid-i Efkar 13 Şubat 1338-1922/15 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 14 Selçukîler: Alp Arslan 2
Tevhid-i Efkar 16 Şubat 1338-1922/17 C.ahir 1340
Edebiyat Musahabeleri: Profesör Karalits Tevhid-i Efkar 17 Şubat 1338-1922/20 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 15-Selçukîler: Melikşah 3
Tevhid-i Efkar 20 Şubat 1338-1922/22 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 16 Anadolu'nun İstilası
Tevhid-i Efkar 23 Şubat 1338-1922/25 C.ahir 1340
Edebiyat Musahabeleri: Profesör Wilhelm Thomsen
Tevhid-i Efkar 25 Şubat 1338-1922/27 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 17-Anadolu Selçukîlerinin Teessüsü
Tevhid-i Efkar 27 Şubat 1338-1922/29 C.ahir 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 18-Anadolu Selçukîleri: Kılıç Arslan
Tevhid-i Efkar 2 Mart 1338-1922/3 Recep 1340
Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri 19-Anadolu Selçukîleri 3
Tevhid-i Efkar 6 Mart 1338-1922/7 Recep 1340
Edebiyat Musahabeleri: Edebiyatımızda Cenkcilik
Tevhid-i Efkar 11 Mart 1338-1922/12 Recep 1340
Üstat Ekrem Tevhid-i Efkar 4, 11 Şubat 1922Mevlit Merasimi Tevhid-i Efkar 4 Mart 1922Cihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri Harezmşahlar [Necip Asım ileBeraber]
Tevhid-i Efkar 13,20 Mart 1922
Hayat ve Edebiyat Tevhid-i Efkar 18 Mart 1922
262
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaCihan Tarihinde Türkler ve Medeniyetleri İran'da ve Azerbaycan 'da Türkler
Tevhid-i Efkar 27 Mart 1922
Anadolu'yu Nasıl Öğrenebiliriz Tevhid-i Efkar 2 Nisan 1922Abdülhak Hamit'in Şiirleri Tevhid-i Efkar 22 Ağustos 1922Makber ve Ölü Tevhid-i Efkar 28 Ağustos 1922Fuzulî'nin mezhebi: Süleyman Nazif beyefendi'ye
Peyam-ı Sabah 11 Mart, 18 Mart 1922
Edebiyat Tarihi: Edirneli Güftî. Peyam-ı Sabah 25 Mart, 1Nisan 1922mili Tarih Mekatib-i İbtidaiye devre-i âliye İkinci Sınıf
İstanbul 1339 95 s.
Türkiye Tarihi Birinci Kitap Anadolu İstilasına Kadar Türkler
İstanbul 1923 256 s.
Yeni Milli Kıraat, Altıncı Kısım. Mekatib-i İbtidaiye son ve Sultanî ilk Sınıf
İstanbul 1923 191 s.
Anadolu'da İslamiyet Türk İstilasından Sonra Anadolu Tarih-i Dinisine Bir Nazar ve Bu Tarihin Menbaları
DEFM 1923 c. II, s. 457-486
Daru'l-fünûn ve Milli Terbiye İçtihat 15 Şubat 1923 yıl 18, numara 151, s. 3129-3130.
Paris Hatıraları: Beynelmilel Tarih-i Edyan Kongresi
Tevhid-i Efkar 8 T.sani 1923
Paris Hatıraları: Tarih-i Edyan Kongresinde İslam Tetkikatı
Tevhid-i Efkar 12-15 T.sani 1923
Paris Hatıraları: Tarih-i Edyan Kongresinde Bektaşiliğin Menşeleri
Tevhid-i Efkar 22,26,29 T.sani 1923
Paris Hatıraları: Tarih-i Edyan Kongresinde Eski Türk Ananeleri
Tevhid-i Efkar 6,10 K.evvel 1923
Tevhid-i Terbiye Meselesi Tevhid-i Efkar 17 K.evvel 1923İmam-ı Azam Talebesinden Bir Türk Şairi Tevhid-i Efkar 20 K.evvel 1923
Tarihimizde Müskirat Meselesi Tevhid-i Efkar 24,27 K.evvel 1923Edebiyat Musahabeleri: 11. Asır Şairlerinden Şehrî
Tevhid-i Efkar 30 K.sani 1338-1922/1 C.ahir 1340
Selim-i Salis ve Şeyh Galip Türk Edebiyatı Mecmuası
1 Eylül 1339 sene 1, sayı 1, s. 1-2.
Tarih Tetkikleri: Osmanlı İdaresinde İzmir YM 15 Mart 1339/1923 c. 4, sayı 6-72, s. 94-96.
Onbirinci Asırda Türk Edebiyatı: Şehrî YM 1 Nisan 1339/1923 c. 4, sayı 7-73, s. 115.Tarih ve Tenkit: Menakıb-ı Eflakî Tercemesi. Mütercimi: Enstitü Azasından Clement Huart, İki cilt, Tab Leroux, 1918-1922.
YM 15 Nisan 1339/1923 c. 4, sayı 8-74, s. 134-135.
Bursalı Harabat Erenlerinden: Nihalî YM 1 Mayıs 1339/1923 c. 4, sayı 9-75, s. 154-157.
Bursa'ya Dair Bazı Vesikalar YM 1 Mayıs 1339/1923 c. 4, sayı 9-75, s. 185-186.
Türklük Alemi: Azerbaycan Cumhuriyeti Muharriri: Resulzade Mehmet emin İstanbul evkaf Matbaası, 1339, 168 s. Bir harita ve müteaddit resimleri havi
YM 10 Mayıs 1339/1923 c. 4, sayı 10-76, s. 203-204.
Milli Edebiyat Tetkikleri: Koşma Tarzı YM 15 Haziran 1339/1923 c. 4, sayı 12-78, s. 250-252.
263
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaMilli Edebiyat Tetkikleri: Tuyuğ Şekli YM 1 Temmuz 1339/1923 c. 4, sayı 79, s. 262-263.
Milli Edebiyat Tetkikleri: Aşık Gevheri'ye Ait İki Vesika
YM 13 Eylül 1339/1923 c. 4, sayı 84, s. 363-364.
Mülkiyet-i edebiye hakkında fikirler. Dergah 5 Ocak 1923 c. II, sayı 42, s. 90Bugünkü Edebiyat İstanbul 1924 331 s. Fuzulî Hayatı ve Eseri (Mukaddime) İstanbul 1924 22 s. Milli Tarih İlk Mektep Beşinci Sınıf İstanbul 1924 112 s.Maarif Vekaleti Namına İzahat İkdam 31 Ağustos 1924Tarihimizde Müskirat Meselesi Tevhid-i Efkar 3 K.sani 1924Darü'l-fünûn ve Milli Terbiye Tevhid-i Efkar 10 K.sani 1924Muhaceret Siyasetinde Milli Gaye Tevhid-i Efkar 17 K.sani 1924Türk Musıkisi Tarihi (Rauf Yekta Bey'in Delagrave tarafından neşredilen Musıki Ansiklopedisindeki eseri hakkında)
Tevhid-i Efkar 28 K.sani 1924
Milli Lisan Tevhid-i Efkar 4 Şubat 1924Selçukîler Devrindeki Anadolu Şairleri: Şeyyat Hamza
TY T.evvel 1340 c. 1, numara 1, s. 27-34.
Türk Tarih-i Dinîsi İstanbul 1341 688 s. Yeni Milli Kıraat (Sekizinci Kısım-Lise Üçüncü Sınıf) İstanbul, 1925, 192 s. Türk Arması Meselesi Hüseyin Hüsamettin Efendiye
Akşam 14 K.evvel 1925
Eski Türklerde Dinî-Sıhrî Bir Anane: Yat veya Yağmur Taşı
DEFM Mart-Nisan 1925 c. 4, sayı 1, s. 1-11.
Azeri Edebiyatına Ait Notlar DEFM Mart-Nisan 1925 c. 4, sayı 1, s. 68-77.Abdülhak Hamit'in Şiirleri Tevhid-i Efkar 7 Şubat 1925Bektaşiliğin Menşeleri: Küçük Asya'da İslam Batınîliğinin Tekâmül-i Tarihîsi Hakkında Bir Tecrübe
TY Mayıs 1341 c. 2, numara 8, s. 121-140.
Meddahlar: Türkler'de Halk Hikayeciliği Tarihine Ait Bazı Maddeler
Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 1-45.
Lütfi Paşa Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 119-150.Oğuz Etnolojisine Dair Tarihî Notlar Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 185-211.Notlar ve Tenkitler: Harezmşahlar Tarihine Ait
Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 251-257.
Notlar ve Tenkitler: Aybetü'l-hakayık'a Dair Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 255-257.
Kitabiyât: Clement Huart: Mevlevî Evliyası Les Saints des Derviches Tourneurs
Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 291-293.
Kitabiyât:Bedros Kerestedjian: Türkçenin İştikak Lügati İçin Bazı Mevad
Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 294-296.
Kitabiyât: Rauf Yekta: Türk Musıkîsi Tarihi Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 296-299.
Kitabiyât: J. Laurent: Garbî Asya'da Bizans ve selçuk Türkleri (Miladî 1081 Tarihine Kadar)
Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 300-303.
Kitabiyât: Sadri Maksudof: Çinlilerle Moğolların 'Houei-hu'ları ve Orhon Türk Kitabelerinin 'Oğuzlar'ı
Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 322-326.
264
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaKitabiyât: Türkiyât Haberleri: Türkiye'de, fransa'da, İngiltere'de, Almanya'da, Macaristan'da, Çekoslavakya'da, Bulgaristan'da, Belçika'da
Türkiyat Mecmuası 1 Ağustos 1925 c. 1, s. 327-336.
Cumhuriyet arması münasebetiyle: Türk tarih encümeni'nden bir sual. [Amasyalı Hüsamettin [Yasar] in 5 ve 21 Kasım günlü gazetede yazıları çıkmıştır].
Akşam 30 Kasım 1925 s. 2
Bir mülakat: Türk tarihi nerden başlar? Milli Mecmua 15 Şubat 1925 sayı 31, s. 498-499Azeri Edebiyatına Ait Tetkikler Bakü 1926 56 s.Cumhuriyet Çocuklarına Yeni Milli Kıraat (Birinci Sınıf, Yeni Tab‘ı)
İstanbul 1926 63 s.
Cumhuriyet Çocuklarına Yeni Milli Kıraat (İkinci Kısım, İkinci Sınıf)
İstanbul 1926 128 s.
Cumhuriyet Çocuklarına Yeni Milli Kıraat (Üçüncü Kısım, Üçüncü Sınıf)
İstanbul 1926 151 s.
Cumhuriyet Çocuklarına Yeni Milli Kıraat (Beşinci Kısım, Beşinci Sınıf)
İstanbul 1926 192 s.
Les Origines du Bektachisme. Essai sur le développement historique de l'hétérodoxie musulmane en Asie Mineur: actes du Congrés International d'Histoire des Religions (tenu a Paris en octıbre 1923), Paris, 1926, 25 s.
Türk Edebiyatı Tarihi İstanbul 1926 386 s. + 7 harita.Milli Tarih (İlk Mektep Dördüncü Sınıf) İstanbul 1926 104 s.Selçukiler Devrinde Anadolu Şairleri: Hoca Dehhanî
Hayat 2 K.evvel 1926 c. 1, sayı 1, s. 4-5.
Onuncu Asır Hayatına Ait Vesikalar Hayat 9 K.evvel 1926 c. 1, sayı 2, s. 22-23.Piyale: Ahmet Haşim Bey Hayat 9 K.evvel 1926 c. 1, sayı 2, s. 39-40.Türkiyât Sahasında Yeni Tetkikler Hayat 16 K.evvel 1926 c. 1, sayı 3, s. 43-44.Fransa'da Neşredilen Son Umumî Tarihler Münasebetiyle
Hayat 23 K.evvel 1926 c. 1, sayı 4, s. 62-63.
İnkılap ve Edebiyat Hayat 30 K.evvel 1926 c. 1, sayı 5, s. 82-83.Anatolische Dichter in der Seldschukenzeit. II. Ahemd Fa
KCsA c. 2, s. 20-38.
Harf Meselesi Milli Mecmua 1 K.evvel 1926 c. 7, numara 75, s. 1206-1207.
Eski Serhadlerimizde Edebi Hayat: Temeşvarlı Gazi Aşık Hasan
TY Temmuz 1926 c. 4, numara 19, s. 18-23.
Selçukîler Devrinde Anadolu Şairleri 2: Ahmed Fakih
TY T.evvel 1926 c. 4, numara 22, s. 289-295.
Mir Ali Şîr Nevaî. Veladeti'nin beşyüzüncü yıldönümü münasebetiyle.
Yeni Ses 25 Haziran 1926 s. 3
Asrîlik ve milliyetperverlik. Yeni Ses 9 Eylül 1926 s. 2Millî lisan ve ehemmiyeti. Yeni Ses 16 Eylül 1926 s. 2Milliyet ve İlim. Yeni Ses 23 Eylül 1926 s. 2Dil ve Harf Meseleleri TY c. 4, ?.... s. 473-477.Yeni Milli Kıraat (İlk Mektep, Üçüncü Sınıf)
İstanbul 1927 85 s.
Yeni Milli Kıraat (İlk Mektep, Beşinci Sınıf)
İstanbul 1927 110 s.
Büyük Gazi'ye Daru'l-fünûndan Küçük Bir Armağan
İstanbul 1927 5 s.
265
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaTürkler Hakkında Yanlış Telakkiler Hayat 6 K.sani 1927 c. 1, sayı 6, s. 102-103.Münevver Karşısında 'Tarih' Hayat 13 K.sani 1927 c. 1, sayı 7, s. 122-123.Akademi meselesi hakkında anketimiz. Hayat 27 Ekim 1927 c. II, sayı 48, s. 6 (426)Âhirete inanırmısınız? Köprülüzade Fuad Bey: Ben istikbal ile alâkadar değilim.
Resimli Ay Mart 1927 c. IV, sayı 37-I, s. 43
Fuzulî'ye Ait Merhum Süleyman Nazif Bey'in Fuzulî Namı Altında 1926'da Neşrolunan Kitabı Münasebetiyle
Hayat 20 K.sani 1927 c. 1, sayı 8, s. 142-143.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya Dair Yeni Vesikalar
Hayat 27 K.sani 1927 c. 1, sayı 9, s. 162.
İnkılaba Karşı Vazifelerimiz Hayat 3 Şubat 1927 c. 1, sayı 10, s. 181-182.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu Meselesi Gibbons ve Giese'ın Eserleri Münasebetiyle
Hayat 10 Şubat 1927 c. 1, sayı 11, s. 202-203.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu Meselesi Gibbons ve Giese'ın Eserleri Münasebetiyle 2
Hayat 17 Şubat 1927 c. 1, sayı 12, s. 222.
Akdeniz Hakkında Eski Bir Türk Eseri: Bahriye Müellifi: Piri Reis, Naşir ve Mütercimi: Paul Kahle
Hayat 24 Şubat 1927 c. 1, sayı 13, s. 242-243.
Mısır'da Türk Abideleri: Madame Devonshire'ın 'Müslüman Mısır Abidelerinin Müessisleri' Ünvanlı Eseri Münasebetiyle
Hayat 3 Mart 1927 c. 1, sayı 14, s. 262.
Hamiş Hayat 3 Mart 1927 c. 1, sayı 14, s. 262.Memleket Bilgisi Hayat 10 Mart 1927 c. 1, sayı 15, s. 281-282.
Damat İbrahim Paşa Baltacı Mehmet Paşa Hakkında Yeni Vesikalar
Hayat 17 Mart 1927 c. 1, sayı 16, s. 304.
Pinti Hamit Hayat 24 Mart 1927 c. 1, sayı 17, s. 322-323.
Nevruz'a Dair Hayat 31 Mart 1927 c. 1, sayı 18, s. 342-343.
Müstakbel İlim ve Sanat Müesseselerimiz Hayat 7 Nisan 1927 c. 1, sayı 19, s. 361-362.
Türk Hukuku Tarihi-İstanbul Hukuk Fakültesinde Okutulan Tarih-i Hukuk Dersleri Münasebetiyle
Hayat 7 Nisan 1927 c. 1, sayı 19, s. 377-378.
Nesimî'ye Dair Hayat 14 Nisan 1927 c. 1, sayı 20, s. 382.Mazdeizm-Mazdekizm Hayat 14 Nisan 1927 c. 1, sayı 20, s. 382.Ankara ve Ahiler Hayat 23 Nisan 1927 c. 1, sayı 21, s. 402-403.
Yusuf Ziya Bey'e Cevap 1 Hayat 23 Nisan 1927 c. 1, sayı 21, s. 417-418.
Son Münakaşalar Münasebetiyle Hayat 27 Nisan 1927 c. 1, sayı 22, s. 422.Türkçülük Tarihine Dair Bazı Notlar Hayat 5 Mayıs 1927 c. 1, sayı 23, s. 442.Aşık Ömer'e Ait Bazı Notlar Hayat 12 Mayıs 1927 c. 1, sayı 24, s. 462-463.
Eski Nazım Şekillerine Ait Hayat 19 Mayıs 1927 c. 1, sayı 25, s. 482-483.
On Altıncı Asra Ait Edebi Menbalar: Heratlı Fahri ve Tezkeresi
Hayat 26 Mayıs 1927 c. 1, sayı 26, s. 502-503.
266
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaOn Altıncı Asra Ait Edebi Menbalar: Sam Mirza ve Tezkeresi
Hayat
Daru'l-fünûn'un Vazifeleri Hayatİnkılap ve Terbiyesi HayatOn Altıncı Asra Ait Edebi Menbalar: Müzekkir-i Ahbap
Hayat
Kitabeler-Muharriri: Maarif Vekaleti İlk Tedrisat Müdür-i Umumîsi İsmail Hakkı Bey
Hayat
On Yedinci Asır Şiirine Ait Bazı Mülahazalar
Hayat
Muharrem ve Mersiyecilik HayatDevşirme Meselesi HayatBir Nef'î Şakirdi HayatOrta Tedrisatta Edebiyat Programı Meselesi Hayat
Saz Şairlerimize Ait Notlar: Kayıkçı Kul Mustafa: Hicrî On Birinci Asır Halk Şairlerimizden
Hayat
Milli Harsımıza Ait Notlar: Anadolu Din Tarihine Ait
Hayat
Karacaoğlan Halk Şairleri-Sadettin Nüzhet Hayat
Sait Emre HayatAkademi MeselesiMüverrih Âli'nin Bir EseriSaz Şairlerimize Ait Notlar: Kabasakal Mehmet Hicri On İkinci Asır Halk ŞairlerimizdenCumhuriyetimizin Yıl DönümüBir İhtilaf MünasebetiyleLisanımıza DairTürkiyat Alemindeİlim ve MefkureRübaî Şeklinin Eskiliği: Klasik Türk NazmındaFikir Hatımızdaki DurgunlukProfesör Wilhelm Thomsen Veladetinin Seksen Beşinci Senesi münasebetiyle
TY 25 K.sani 1927 c. 5, numara 25, s. 1-5.
Harezmşahlar Devrinde Bir Türk Lisancısı: Muhammet Bin Kays ve Eseri
TY Şubat 1927 c. 5, numara 26, s. 97-100.
Ali Şir Nevaî ve Tesiratı TY Mart 1927 c. 5, numara 27, s. 234-238.
Kitabiyât: Zeynallı: Azerbaycan Atalar Sözü TY Mart 1927 c. 5, numara 27, s. 287-288.
Ocaklının Vazifesi TY Mayıs 1927 c. 5, numara 29, s. 433-437.
Ahmet Remzi-Miftahü'l-kulûp ve Esami-i Müellifin Fihristi-Bursalı Tahir Bey, İstanbul, 1928.Aziz b. Erdeşir-i Esterâbâdi, Bezm ü Rezm (Mukaddime), İstanbul, 1928.El-Kavanin el-Külliye fi Lugati't-Türkiye (Medhal), İstanbul, 1928.
267
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaV. F. Hasluck-Ragıp Hulusi-Bektaşilik Tetkikleri (Mukaddime), İstanbul, 1930.Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türk-i Basit: XVI. Asır Şairlerinden Edirneli Nazmi'nin Eseri.
İstanbul 1928 79+84 s.
Milli Tarih İlk Mektep Beşinci Sınıf (Yeni Tab)
İstanbul 1928 168 s.
Türkün Altın Kitabı-Gazi'nin Hayatı ve Büyük halaskarımız Hakkında Münevverlerimizin ve Meşahirimizin İntıbaât ve Mülâhazatı II.
İstanbul 1928 49-51.
Fikret Âdil : Edebi mülakatlar II. Köprülüzade ile ve edebiyat günü.
Cumhuriyet 3 Kasım 1928 s. 3
İntihal dedikodusu etrafında. Meşale 15 Temmuz 1928 sayı 2, s. 3Tanassur Hadisesi ve Hars Buhranı Cumhuriyet 15 Şubat 1928Mimar Sinan Cumhuriyet 23 Şubat 1928Fuzulî Cumhuriyet 24 Şubat 1928Kâtip Çelebi Cumhuriyet 25 Şubat 1928Evliya Çelebi Cumhuriyet 26 Şubat 1928Naima Cumhuriyet 27 Şubat 1928İbrahim Müteferrika Cumhuriyet 28 Şubat 1928Gelenbevî İsmail Efendi Cumhuriyet 29 Şubat 1928İbn Kemal Cumhuriyet 1 Mart 1928Babur Şah Cumhuriyet 2 Mart 1928Seydi Ali Reis Cumhuriyet 3 Mart 1928Nedim Cumhuriyet 4 Mart 1928Mimar Davut Cumhuriyet 5 Mart 1928Farabî Cumhuriyet 6 Mart 1928İsmail Bey Gaspirinski Cumhuriyet 7 Mart 1928Mütercim Asım Cumhuriyet 8 Mart 1928Şinasi Cumhuriyet 9 Mart 1928Hoca İshak Efendi Cumhuriyet 10 Mart 1928Uluğ Bey Cumhuriyet 11 Mart 1928Ahmet Mithat Efendi Cumhuriyet 12 Mart 1928Ahmet Vefik Paşa Cumhuriyet 13 Mart 1928Ali Şir Nevaî Cumhuriyet 14 Mart 1928Müverrih Âli Cumhuriyet 15 Mart 1928Ziya Paşa Cumhuriyet 16 Mart 1928Namık Kemal Cumhuriyet 17 Mart 1928Ziya Gökalp Cumhuriyet 18 Mart 1928Milli Terbiye ve Tarih Cumhuriyet 19 Mart 1928Oxford Hatıraları I: Beynelmilel İlmi Kongresinde
Cumhuriyet 22 Eylül 1928
Oxford Hatıraları II: 17. Müsteşrikler Kongresinde
Cumhuriyet 27 Eylül 1928
Oxford Hatıraları III: Kongrenin Mesaisi Cumhuriyet 29 Eylül 1928Oxford Hatıraları IV: Kongrede Türk-İslam Tetkikatı
Cumhuriyet 4 T.evvel 1928
Oxford Hatıraları V: Kongrede Türk-İslam Tetkikatı
Cumhuriyet 6 T.evvel 1928
Evliya Çelebi Seyahatnamesi-Türk Tarih Encümeni Külliyatından
Cumhuriyet 11 T.evvel 1928
Yeni Avrupa'da Lisanlar Cumhuriyet 13 T.evvel 1928
268
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaMilli Musıkî Tarihimize Dair-Mahmut Ragıp: Anadolu Türküleri ve Musıkî İstikbalimiz
Cumhuriyet 18, 25 T.evvel 1928
Halk Şiirlerinin Şekil ve Nevi-Muharriri: Çangırılı Ahmet Talat
Cumhuriyet 1 T.sani 1928
Fikri Hayatımızda Fransız Tesiratı Cumhuriyet 8 T.sani 1928Türkçemize Dair Cumhuriyet 15 T.sani, 22 T.sani 1928Sovyetlerde Türkiyata Ait Tetkikat: Ali Şir Nevaî Onbeşinci Asrın Büyük Türk Şairi Nevaî'ye Ait Tedkikler Mecmuası
Cumhuriyet 28 K.evvel 1928
Oxford'ta Toplanan On Yedinci Beynelmilel Müsteşrıkler Kongresi
DEFM T.evvel 1928 c. 6, sayı 4, s. 678-686.
İlim Müesseselerimiz HayatKul Süleyman ve Benli Ali Hicri On Birinci Asır Saz Şairlerinden saz Şairlerimize Ait Notlar
Hayat
Kul Deveci ve İbrahim Hicri On Birinci AsırSaz Şairlerinden: Saz Şairlerimize Ait Notlar
Hayat
Tanassur Hadisesi ve Hars Buhranı HayatSaz Şairleri Hakkında Notlar: Bir Kızılbaş Şairi Pir Sultan Abdal
Hayat
Hars Buhranı Etrafında HayatYüksek Tahsil ve Ecnebi Lisanı HayatBeynelmilel Kongreler ve Ehemmiyetleri Hayat
Dil Kongresi HayatTerceme Meselesi HayatGençliğin Yolu Hayatİmar mı Tahrip mi? HayatXIV. Asırda Bir Azeri Şairi HayatEski Tarih Eserlerimizi Yakmalı mı? HayatOxford'ta 17. Müsteşrikler Kongresi HayatMüsteşrikler Kongresinde HayatDeli Lütfinin Mizahi Bir Risalesi HayatSelçukîler Devri Edebiyatı Hakkında Bazı Notlar
Hayat
Milli Lisan ve Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirlerinden Şair Mahremî
Hayat
Müsteşrikler İlmi Faaliyetler-Halk Bilgisi Mecmuasının İntişarı Münasebetiyle
Hayat
Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirlerinden Edirneli Nazmi: Divan-ı Türk-i Basit
Hayat
XVI. ve XIX. Asırlarda Türkçenin Tekamülü
Hayat
Bir Kitap Münasebetiyle-İslam ve Muasır Siyaset
İkdam 12,14 T.evvel 1928
Aşık Dertli Hayatı ve Divanı-Câmi ve Musahhihi: Çankırı Mebusu Ahmet Talat
İkdam 27 T.evvel 1928
Türkçemiz İkdam 3 T.sani 1928Dilimizin Canlılığı ve Eskiliği İkdam 10 T.sani 1928Eski Devirlerde Türk'ü Nasıl Telakki Ederlerdi?
İkdam 17 T.sani 1928
269
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaUkrayna'da Şark Tetkikleri İkdam 24 T.sani 1928Edirneli Güfti Milli Mecmua c. IX, s. 1735-1736, c. X,
s. 1750-1751.Bunlar Birer Türk Tipi Değil midir? Türk Tipinin Mümeyyiz Vasıfları Hangileridir? (ankete cevap)
Resimli Ay c. V,
Anadolu Beylikleri Tarihine Ait Notlar Türkiyat Mecmuası c. II, s. 1-32.Türk Klasik Edebiyatındaki Hususi Nazım Şekilleri: Tuyuğ
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 219-242.
İlk Osmanlı Sikkeleri Hakkında Türkiyat Mecmuası c. II, s. 410-412.Germiyan Beyliği Tarihine Ait Türkiyat Mecmuası c. II, s. 412-414.Pinti Hamit Türkiyat Mecmuası c. II, s. 415-416.Aydın Oğulları Tarihine Ait Türkiyat Mecmuası c. II, s. 417-426.Osmanzade Tâib'e Dair Türkiyat Mecmuası c. II, s. 427-430.Meddahlar Makalesine Ait Türkiyat Mecmuası c. II, s. 430-434.Fuzuli'ye Ait Bazı Notlar Türkiyat Mecmuası c. II, s. 434-436.Klasik Türk Nazmında Rübaî Şeklinin Eskiliği
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 437-440.
Harezmşahlar Devrinde Bir Türk Lisancısı: Muhammet Bin Kays ve Eseri
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 441-444.
Kitabiyât: Divan-ı Türk-i Sultan Veled Camii ve Muhaşşisi: Veled Çelebi Musahhihi: Kilisli Muallim Rıfat
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 475-481.
Kitabiyât: Ferhengname-i Sadi yahut Muhtasar Bostan Tercemesi-Nazımı: Hoca Mesut, Tarih-i telifi 755 sene-i hicriye-Muhaşşi ve Musahhihleri: Veled Çelebi ve Kilisli Muallim Rıfat; Süheyl ü Nevbahar- Nazımı: Sekizinci asr-ı hicrî şuarasından Mesut b. Ahmet.
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 481-489.
Kitabiyât: İbn Hatip-Ferahname Türkiyat Mecmuası c. II, s. 489-496.Kitabiyât: İsmail Hakkı: Kitabeler Türkiyat Mecmuası c. II, s. 497-501.Kitabiyât: Sadettin Nüzhet-Halk Şairleri Türkiyat Mecmuası c. II, s. 502-505.Kitabiyât: Bahriye: Pirî Reis-Naşir ve Mütercimi: Prof. Paul Kahle
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 506-508.
Kitabiyât: André Goddard-Gazne ve Gazne Abidelerindeki Kitabeler
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 509-512.
Jean Deny-On Sekizinci Asır Sonunda Cezayir Türk Yeniçerilerinin Türküleri
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 512-518.
Türkiyat Haberleri: Türkiye'de Türkiyat Mecmuası c. II, s. 541-555.Türkiyat Haberleri: Almanya'da, İsveç'te Türkiyat Mecmuası c. II, s. 559-565.Türkiyat Haberleri: İngiltere'de Türkiyat Mecmuası c. II, s. 578-581.Türkiyat Haberleri: Fransa'da, Çekoslavakya'da, Danimarka'da
Türkiyat Mecmuası c. II, s. 630-639.
Influence du Chamanisme Turco-Mongol sur les Ordres Mystiques Musulmans
İstanbul 1929 19 s.
XIX. Asır Sazşairlerinden Erzurumlu Emrah İstanbul 1929 39 s. +2 levha
XVII. Asır Sazşairlerinden Gevherî İstanbul 1929 99 s.Yunus Emre: Yunus'un Sanatı İstanbul 1929Necati'nin Ölümü Karşısında Cumhuriyet 3 K.sani 1929Yunus Emre Cumhuriyet 15 Nisan 1929
270
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaUkrayna Müsteşrikler Kongresi 2 Haziranda Harkof'ta İçtima Edecek Olan Kongere Münasebetiyle
Cumhuriyet 28 Mayıs 1929
Ukrayna Müsteşrikler Kongresi 2 Cumhuriyet 29 Mayıs 1929Gevherî DEFM Mayıs/Temmuz 1929 c. 7, sayı 1, s. 38-80; sayı
2, s. 84-126.Gaznevîler Devrinde Türk Şiiri DEFMAşık Dertli Hayatı ve Divanı-Câmi ve Musahhihi: Çankırı Mebusu Ahmet Talat
DEFM
Halk Şiirlerinin Şekil ve Nevi-Muharriri: Çangırılı Ahmet Talat
DEFM
Mahmut Ragıp: Anadolu Türküleri ve Musıkî İstikbalimiz
DEFM
L'islam et la Politique Contemporaine-Conferences Organisées par la Société des Anciens Eléves et Eléves de l'Ecole libre desSciences Politique
DEFM
Netaci'ye Ait Bazı Hatıralar HayatNecati'nin Ölümü Karşısında HayatTanzimat Devrinde Milli Edebiyat Cereyanları
Hayat
Hammer'in Osmanlı Şiir Sanatı Tarihi HayatBazı Düşünceler: Son Münakaşalar Münasebetiyle
Hayat
XVII. Asırda İzmir'in İktisadi Ehemmiyeti Hayat
Müesseselerimize Hürmet HayatMimar Sinan HayatEdebiyatımızın Yolu HayatTürk Sanatı Hakkında HayatBulgar Dağı HayatSazşairlerimize Ait Notlar: Gevheri Hakkında Yeni Vesikalar
Hayat
Sazşairlerimize Ait Notlar: Gevheri'ye Ait Hayat
Sazşairlerimize Ait Notlar: XVII. Asır Sazşairlerimizden Kuloğlu
Hayat
Din Tarihimize Ait Notlar HayatSazşairlerimize Ait Notlar: XVII. Asır Sazşairlerimizden Kâmil Kırım Hanı Dördüncü Mehmet Giray
Hayat
XVI. Asır Sazşairlerimizden: Kul Mehmet Hayat
XVI. Asır Sonuna Kadar Türk Sazşairleri İstanbul 1930 70 s.XVII. Asır Sazşairlerinden Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikayesi
İstanbul 1930 80 s.
Müderrislik, siyaset. Köprülüzade Fuad Bey ne fikirde? [Ayrıca, gazetenin 19, 20, 21 Ekim, 7 Kasım günlü sayılarına bakınız].
Cumhuriyet 16 Ekim 1930 s. 1
Sadettin Nüzhet-Bektaşi Şairleri, İstanbul, 1930. (Mukaddime s. V-VII)Abu Ishaq Kazeruni und die Ishaqi-Derwische in Anatolien
Der Islam 1930 c. XIX, s. 18-26.
271
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaTuhfe-i Hattatin-Mustakimzade Süleyman Sadettin Efendinin Müellifin Hayatına ve Eserlerine Ait İbnülemin Mahmut Kemal Bey'in Mukaddimesini ve Notlarını Havidir
Prof. Dr. Alber von le Coq. 1860-1930 Hayatı ve Eserleri
TY 1930
Abdülbaki, Melamilik ve Melamiler (Mukaddime), İstanbul, 1931.Ali Nüzhet, Ziya Gökalp'in Hayatı ve Malta Mektupları (Mukaddime), İstanbul, 1931.
Ali Rıza, Cenupta Türkmen Oymakları, (Mukaddime), İstanbul, 1931-1932.Anadolu'da Türk Dil ve Edebiyatının Tekamülüne Umumi Bir Bakış-XIII. Asır "Türk Tarihinin Ana Hatları" Eserinin Müsveddeleri
İstanbul 1931 86 s.
Pertev Naili, Köroğlu Destanı (Mukaddime), İstanbul, 1931.Samanoğulları 874-1005: Türk Tarihinin Ana Hatları Eserinin Müsveddeleri
Ankara 1931 ? 22 s.+1 cetvel
Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar
THİTM 1931 c. 1, s. 165-313.
G. I. Bratianu, Recherehes sur le commerce genois dans la mer noire au XIIIe siecle, Paris.
THİTM 1931 c. 1, s. 315-318.
Jean Deny, Sommaire des Archives turques du Caire, le Caire.
THİTM 1931 c. 1, .s 318-320.
Ahmet Refik, Hicri On İkinci Asırda İstanbul Hayatı (1100-1200), Türk Tarih Encümeni Külliyatı, sayı 17, İstanbul.
THİTM 1931 c. 1, s. 320-321.
Gaudfroy-Demombynes, la Syrie a l'Epoque des Mamelouks, d'apre les Auteurs Arabes, Paris.
THİTM 1931 c. 1, s. 321-322.
İbn Fadl Allah Al-Omari, Masalik el Absar fi mamalik el Amsar, I, l'Afrique, moins l'Egypte, traduit et annote avec une introduction et cinq cartes, par Gaudfroy-Demombynes.
THİTM 1931 c. 1, s. 322-324.
Ahmed el Emary, La Conception de l'impot chez les Musulmans, Editions Albert Mechlinck, Paris.
THİTM 1931 c. 1, s. 324-325.
Tahsin Mouhiddin, La Reform financiere en Turquie, Librairie Arthur Rousseau, Paris.
THİTM 1931 c. 1, s. 326-327.
Münevverlerin vazifesi. Yılmaz 15 Ocak 1931 s. 4Maarifimiz ve garp dilleri. Yılmaz 15 Şubat 1931 s. 4Matbuat Kanunu nasıl olmalı? Köprülüzade Fuad Bey'in fikirleri.
Yeni Gün 11 Temmuz 1931 s. 1,2
Nedim heykeli yapılmalı mı? Köprülüzade Fuad …. [arada başka adla da geçmektedir] beylerin fikirleri.
Yeni Gün 18 Ağustos 1931 s. 1,2
272
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaTürk Edebiyatınına Umumi Bir Bakış: Birinci Türk Tarih Kongresi
İstanbul 1932 s. 308-320.
Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikayesi Hakkında Yeni Vesikalar
Atsız Mecmua 1932 s. 239-246.
Dede Korkut Kitabına Ait Notlar I-Altın Küpeli Oğuz Beyleri
AYB 1932 c. 1, s. 17-21.
Dede Korkut Kitabına Ait Notlar II-Başa Dönmek, aynalmak
AYB 1932 c. 1, s. 84-91.
Dede Korkut Kitabına Ait Notlar III-Ozan AYB 1932 c. 1, s. 133-140.
Fuzuli'nin Yeni Eserleri AYB 1932 c. 1, s. 447-448.Habibî DEFM Eyl.32 c. 8, sayı 5, s. 86-133.Fuzuli'nin Yeni Eserleri Edebiyat Gazetesi 1932Okumak ihtiyacı. Mektep 7 Mart 1932 sayı II, s.1-2Köprülüzade'ye göre dil inkılâbında tekâmül iddiası.
Vakit 15 Ekim 1932 s. 1,9 [konuşma]
İsmail Bey Gaspirinski AYB 1933 c. 2, s. 154-155.Namî AYB 1933 c. 2, s. 301-307.Dil İnkılabı Hakkında Bazı Düşünceler Cumhuriyet 7,8 Şubat 1933Milli Kültür Cumhuriyet 23 Mart 1933On Altıncı Asırda Yazılmış Türkçe Grameri Cumhuriyet 27 Mart 1933
6. Asırda Türklerle Bizans Arasında İlk Yapılan İttifak ve Muhadenet Misakı
Cumhuriyet 27 Mart 1933
Şimal-i Şarkî Bulgaristan'da Türkler ve Türk Dili
Cumhuriyet 3,10,17 Nisan 1933
Jos. Schrijnen, Umuni Dil Coğrafyası Hakkında Bibliyografya Tecrübesi (Essai de bibliographie de geographie linguistique henerale) Nimegue, 1933.
Cumhuriyet 10 Nisan 1933
Festschrift georg jacob, Herausgegeben von Theodır Menzel, Otto Harrassowitz, Leipzig 1932
Cumhuriyet 17 Nisan 1933
13-14. asırlarda Dobruca'daa Oğuzlar Cumhuriyet 17,24 Nisan-1 Mayıs 1933Milli Kültürümüzün eski bir Abidesi: Divan-ı Lügatü't-türk
Cumhuriyet 24 Nisan-1 Mayıs 1933
Dr. Franz Taeschner, Das Futuvvetkapitel in Gülşehris alt osmanischer bearbeitung n-von Attars Mantık ut-Tayr, Berlin 1932
Cumhuriyet 1 Mayıs 1933
georges de Roedich, sur les Pistes de l'Asie Centrale i Texte francais de M. De Vaux- Phalipau, Librairie Paul Geuthner, Paris 1933
Cumhuriyet 8 Mayıs 1933
Garbi Anadolu'da Kayu Han ve Çepni aşiretleri
Cumhuriyet 8 Mayıs 1933
Cumhuriyetin Yazı, Dil ve Tarih Sahasında Yaptığı Muazzam İnkılap
Cumhuriyet (ilave) 29 T.evvel 1933 44-46,62.
Anadolu'da Türk Dil ve edebiyatının Tekamülüne Umumi Bir Bakış
Yeni Türk Mecmuası K.sani-Şubat-Nisan 1933 c. 1, sayı 4, 5, 7, s. 277-292, 375-394, 535-553.
Dil anketi : Dil anketimize Köprülüzade Fuad Bey ne diyor?
Milliyet 28 Mart 1933 s. 1,5
Eski Şairlerimiz Divan Edebiyatı Antolojisi İstanbul 1934 700 s.
Ateş-Güneş Konferansı Olimpiyat Mecmuası 1934 sayı 152, s. 6.
273
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaTürk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar
İstanbul 1934 311 s.
Sam Mirza Safevi ve Eseri AYB 1934 c. 3, s. 32-34.Fahrettin Mübarek Şah'ın Eserleri Edebiyat 1934 c. 1, sayı 2, s. 2-5.Sa‘d al-Din Hamawi EI 1934 c. IV, s. 32-33.Sa‘d al-Din Kopek EI 1934 c. IV, s. 33-34.Saif al-Din Bakharzi EI 1934 c. IV, s. 76-77.Sakkaki EI 1934 c. IV, s. 84.Salur EI 1934 c. IV, s. 123-124.Shaiyad EI 1934 c. IV, s. 297.Shaiyad Hamza EI 1934 c. IV, s. 297.Tifli EI 1934 c. IV, s. 790-791.Tirmidhi EI 1934 c. IV, s. 839-840.Littérature Turkmene EI 1934 c. IV, s. 945-947.Littérature Turque Othmanlı EI 1934 c. IV, s. 988-1010.Festschrift Georg Jacob, Herausgegeben von Theodor Menzel, Otto harrassowitz, Leipzig 1932
TM 1934 c. 4, s. 306-308.
Jos. Schrijnen, Umumi Dil Coğrafyası Hakkında Bibliyografya Tecrbesi Essai de bibliographie de geographic lingistique generale. Nmegue, 1933.
TM 1934 c. 4, s. 308-309.
Les Origines de l'Empire Ottoman Paris 1935 146 s.La poesie turque sous les Gaznevides Ankara 28 NovembreLun vieux 'type' litteraire turc: l'Avare Ankara 26 DecembreLeguiez de la Chanson de Roland Romania October 1935 sayı 244, s. 488-491.Aba THEA 1935 s. 1-2.Aba açı THEA 1935 s. 2.Abaçı THEA 1935 s. 2.Âbâdî THEA 1935 s. 2.Aba Han THEA 1935 s. 2.Abahay Arı THEA 1935 s. 2.Abak THEA 1935 s. 2.Abakan THEA 1935 s. 2-7.Abakay THEA 1935 s. 7.Abakay Katır THEA 1935 s. 7.Abakı THEA 1935 s. 7.Abak Kerey THEA 1935 s. 7.Abaklı THEA 1935 s. 7.Abalak THEA 1935 s. 7.Aba Sopı THEA 1935 s. 7.Aba tös THEA 1935 s. 8.Aba Tura THEA 1935 s. 8.Abav THEA 1935 s. 8.Abaza THEA 1935 s. 10-12.Abaza Destanı THEA 1935 s. 12-13.Abaza Hasan THEA 1935 s. 13.Abbas (Abbas I) THEA 1935 s. 13-16.Abbas (Aşık Tufarganlı) THEA 1935 s. 16-18.Abbas (Bayat) THEA 1935 s. 18.Abbas (Zegenli) THEA 1935 s. 18.Abbaskulu Ağa THEA 1935 s. 18-22.Abbas Paşa Türküsü THEA 1935 s. 22-23.Abdal THEA 1935 s. 23-56.Abdal Bekci THEA 1935 s. 57-58.
274
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaAbdal Kumral THEA 1935 s. 58-59.Abdal Mehmed THEA 1935 s. 59.Abdal Murad THEA 1935 s. 59-60.Abdal Musa (Nâtamam) THEA 1935 s. 60-64.Türk-Fransız dostluğu : Fuad Köprülü ile Paris'te bir konuşma.
Kurun 15 Haziran 1935 s. 3
Kandemir : Fuad Köprülü Yedigün'e anlatıyor.
Yedigün 01 Nisan 1936 c. VII, sayı 160, s. 18-21
Tekin Alp, Kemalizm (Mukaddime) İstanbul 1936 s. 3-4.Le 'Divan-ı Lügat al-Türk' Ankara 30 Janvier, 6 Février 1936Les Débuts de l'Etat Ottoman Ankara 5 Mars, 12 Mars 1936Les Origines de l'Empire Ottoman et le clan d'Osman
Ankara 9,23 Avril 1936
Les Nomades dans l'Anatolie Médiévale Ankara 7 Mai 1936Les préoccupationns économiques chez les Ecrivains Ottomans
Ankara 16,23 Juillet 1936
Etudes sur la turcologie Ankara 30 Juillet 1936Un grand Poete turc: Ali Şir Nevaî Ankara 15 Octobre 1936La Revue internationale des Etudes balkaniques
Ankara 12 Novembre 1936
Eski Türk Tarihine Ait Yeni Araştırmalar: Rostovtzeff'in Bir Eserini Tetkik
Cumhuriyet 19, 21 Mart 1936
Antakya'da Türklere Ait Bir Tılsım Cumhuriyet 2 T.evvel 19369. Asırda İslam Resim Sanatı ve İbn Sina'nınTasviri
Cumhuriyet 7 T.evvel 1936
11. Asırda İslam Resim Sanatı ve İbn Sina'nın Tasviri 2
Cumhuriyet 11 T.evvel 1936
12. Asırda İslam Resim Sanatı ve İbn Sina'nın Tasviri 3
Cumhuriyet 17 T.evvel 1936
Osmanlı Müelliflerinde Ekonomik Düşünceler
Ülkü Temmuz 1936 c. VII, sayı 41, s. 339-344.
Türkolojiye Ait Araştırmalar: Seminarium Kondakovianum, vol. VII-Praha 1935
Ülkü Temmuz 1936 c. VII, sayı 41, s. 376-379.
Osmanlı Devletinin Doğması ve Büyümesi Ülkü Ağustos 1936 c. VII, sayı 42, s.404-409.
Alexandr Cartellieri, Der Aufstieg des Parsttums im Rahmen der Weltgeschichte 1047-1095 (DünyaTarihi Çerçevesinde Papalığın Yükselişi, 1047-1095), 334 s. 1936, Basan: R. Oldenbourg, Münih-Berlin
Ülkü
P. Skok-M. Budimir, Revue Internationale des etudes Balkaniques, Yıl II, sayı 3-4, 630 s. Belgrad 1936.
Ülkü
D. Rassovsky, les Comans II (seminarium Kondakovianum, VIII, Praha, 1936, p. 19-40.
Ülkü
Halil Ethem Eldem, Mısır'ın Son Memluk Sultanı Melik Tumanbay II. Adına Çorlu'da Bulunan Bir Kitabe, İstanbul, Devlet Matbaası, 1935, 66 s.
Ülkü
275
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaF. Aksu, Isparta İli Yer Adları, Isparta Halkevi Yayınlarından, n. 1, İlkadım Basımevi, Isparta, 1936, 178 s.
Ülkü
Prof. E. Bernheim, Tarih İlmine Giriş: Tarih Metodu ve Felsefesi, çeviren: Dr. M. Şükrü Akkaya, Devlet Basımevi, İstanbul, 1936, 188 s.
Ülkü
La Chanson de Roland ve Eugiezler Her Ay 1937 yıl 1, sayı 1, s. 101-103.
Toung paa, Şarkî Asya'nın Tarihine, Dillerine, Coğrafyasına, Etnografyasına ve Sanatlarına Ait Archiv. Çıkaran: P. Pellot-J. J. L. Duzvendak, c. XXXII, sayı 5, Leiden 1936
Ülkü
Les Institutions Juridiques Turques au Moyen-Age. Ya-t-il un Droit Public Turc Distinct du Public Musulman?
İstanbul 1937 42 s.
Abdülhak Hâmit. Varlık 01 Mayıs 1937 c.IV, sayı 92, s. 305 [ihtisaslar].
Ortazaman Anadolu Kitabeleri Repertuvarı-Seminer talebesinden Hakkı Savran, Hulusi Kaynak, Osman Turan, Selahattin Çetintürk'ün yardımlarıyla
İstanbul 1937 8 s.
Sinan Hayatı Eseri (Başlangıç-Avant Propos), İstanbul, 1937, s. 1-2.L'Histoire Politique et Sociale de l'Anatolie aux 13 éme et 14 éme Siécles
Ankara 6, 13, 20 Mai 1937
La Fondation de l'Empire Ottoman et la these de Gibbons
Ankara 8, 15 Julliet 1937
Ortazaman Türk huku müesseseleri. [Belleten'in c. II, s.5 ile "II. Türk Tarih Kongresi" nde çıkan yazının eksik yayını]
Kurun 24 ve 25 Eylül 1937 s. 1,2
Ahmed Nedim Ankara 29 Julliet 1937Les poetes Turcs d'Anatolie de XIII eme au XIX eme Siecles (Nâtamam)
Ankara 2, 23 Septembre, 14 Octobre 1937
Claude Cahen, le Diyar Bakr au Temps des Premiers Urtukides, Extrait du Journal Asiatique (Octobre-Decembre 1935), p. 219-276
Belleten 1937 c. 1, s. 282-288.
Yıldırım Beyazıd'ın esareti ve intiharı hakkında: Belleten I, 591-603.Henri Pirenne, Histoire de VEurope, des învasions au XVIe siecle, 5e edition, XIII+422 p., Akan, Paris 1936, 50 fr.: Ülkü VIII, 397-400.
K.sani 1937 c. VIII, sayı 47, s. 397-400.
Louis Massignon et Paul Kraus, Akhhâr al-Hallaj, Texte ancien relatif â la predication et au supplice du mystique musluman al-Hosayn B. Mansour al-Hallâj, pubhe, annote et traduit, edition Larose, Paris 1936, P. 112+142, 75 fr. : Ülkü VIII, 401.
K.sani 1937 c. VIII, sayı 47, s. 401.
276
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaL. Râsonyi, les Nomes de tribus dans le chanson d'lgor (Igor destanında kabile isimleri), Seminarium Kondakovıanum, Vol.VIII, Praha 1936 dan ayrıbasım, 9 sayfa: Ülkü VIII, 476.
Ülkü Şub.37 c. VIII, sayı 48, s. 476.
Abdülhak Hâmid Tarhan [İmzasız]: Ülkü IX, 161.İhtifaller hakkında: Ülkü IX, 401-402.Toprak meselesi: Ülkü X, 289-290.
1938Un Philologue turc â la Cour des Hârezmşah:
Ankara 13 Janvier1938
Les Poetes Turcs d'Anatolie au XV eme Siecle:
Ankara 3,10 Fevrier1938
Les poetes Turcs d'Anatolie au XVI eme Siecle:
Ankara 24 Fevrier, 3 Mars1938
Fuzulî: Ankara 10 Mars 1938Bakî: Ankara 24 Mars, 31 Mars 1938Les Poetes Turcs d'Anatolie au XVII eme Siecle:
Ankara 7, 14 Avril 1938
Nef'i: Ankara 12,19 Mai 1938Les Poetes Turcs d'Anatolie au XVIII eme Siecle:
Ankara 9 Juin 1938
Cinq "Gazel,, du XVIII eme Siecle: Ankara 9 Juin 1938Les Poetes Turcs d'Anatolie au XIX eme Siecle:
Ankara 16 Juin 1938
Milli bir edebiyat yaratabilir miyiz? [Nusret Safa Çoşkun'un bu adlı kitabında F. Köprülü'nün cevabı].
İnkılâp Kitapevi 1938 s. 7-14
Harf İnkılâbı bayramı. [F. Köprülü'nün Konuşması]
Cumhuriyet 10 Ağustos 1938 s. 9
Ortazaman Türk hukukî müesseseleri. İslâm amme hukukun-dan ayrı bir Türk amme hukuku yok mudur? :
Belleten 1938 c. II, s. 39-72
Zur Kenntnis der alttürkischen Titulatur: KCsA I. Ergân-zungsband, 327-344.
1938 s. 327-344.
Büyük bir eksiğimiz: Ülkü 1938 c.X, s. 481-482Alfabe inkılâbı: Ülkü 1938 c.XII, s. 1-3Vakıf Müessesesi ve Vakıf vesikalarının tarihî ehemmiyeti:
Vakıflar Dergisi 1938 c. I, s.1-6
Vakfa ait tarihî ıstılahlar meselesi: Vakıflar Dergisi 1938 c. I, s.131-138Sinan'ın monografisi. [1937'de yayınlanan "Sinan Hayatı ve Eseri" adlı kitaptan]
Yücel Mayıs 1938 c. VII, sayı 39, s. 96
Partimiz ve ideolojimiz. Tan 30 Mayıs 1938 s. 5G. Raquette, Eine Kaschgarische Wakf-urkunde aus der Khodscha-zeit ost-Turkestan (Lunds Universitets ârsskrift. N. F. Avd» I. Bd. 26, N. 2) Lund - Leipzig 1930 :
Vakıflar Dergisi 1938 c. I, s.159-161
L'institution de Vaki' et L'inıportance historique de docu-ments de Vakf: Vakıflar Dergisi I (Parti Française), 3-9.
Vakıflar Dergisi 1938 c.I (Parti Française), s.3-9.
277
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaG. Raquette, Eine Kaschgariscke JVakf-urkunde aus der khodscha-zeit ost-Turkestan, (Lunds Üniversitets ârsskrift. N. F. Avd. I. Bd. 26. N. 2) Lund-Leipzig. 1930: Vakıflar Dergisi I (Partie Franeaise), 29-32.
Vakıflar Dergisi 1938 c.I (Parti Française), s.29-32.
1939 Birhâtıra: Belleten 1939 c.III, s. 277-279Hasan Bedrettin Ülgen : Fuad Köprülü. Yarın 25 senelik çalışması tesbit edilecek olan Profesörle kısa mülakat.
Vakit 03 Mart 1939 s. 3
Hikmet Feridun [Es] : Sorbon Üniversitesine Türk bayrağı çektiren adam. Fuad Köprülü.
Yedigün 05 Aralık 1939 c. XIV, sayı 352, s. 10-11
Le Feodalisme turc-musulman du Moyen Age: VIIIe Congres International des Sciences Historiques, 126.
Congres International des Sciences Historiques
1939 c. VIII, s. 126
Notes sur le droit proto-bulgar: Revue Internationale des Etudes Balkaniques II (6). *
Revue Internationale des Etudes Balkaniques
1939 c. II, s. 6
Proto-Bulgar hukukuna dair notlar: THİTM 1939 c. II, s. 1-6 Eski Türk unvanlarına ait notlar: THİTM 1939 c. II, s. 17-31Ortazanıan Türk devletlerinde hukukî senbollerdeki motif-ler:
THİTM 1939 c. II, s. 33-52
Mısır'da Bektaşilik: TM 1939 c. VI, s. 13-40tüm ve münakaşa: Ülkü 1939 c. XII, s. 473-475Halkevleri'miz : Ülkü 1939 c. XIII, s. 5-6Halkevleri'mizde tarihi araştırmalar nasıl yapılmalıdır? :
Ülkü 1939 c. XIII, s. 9-12
Nutuk'tan dersler: Ülkü 1939 c. XIII, s. 101-10223 nisan: Ülkü 1939 c. XIII, s. 193-194Hatay ana vatana kavuşurken: Ülkü 1939 c. XIII, s. 385-386Loza'nm XVI. ncı yıl dönümü: Ülkü 1939 c. XIII, s. 481-482[îlim] ve tenkid: Ülkü 1939 c. XIV, s. 11-12Manevî ve ahlâkî kuvvet: Ülkü 1939 c. XIV, s. 97-98
1940Servetifünuncular anlatıyor. Servetifunun 28 Mart 1940 c. LXXXVII, sayı 2275,
s. 300 [mekup].Prof. Dr. W. Barthold, islâm Medeniyeti Tarihi. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü Tarafından Başlangıçla. Iyzahlar ve Düzeltmeler kısmı üave edilmiştir. İstanbul, 1940. XVII - XXXIX, 147-281, 283-303. s.
İstanbul 1940
Türk sazşairleri. Antoloji. II. XVI - XVIII. asırlar. İstanbul, 1940. VIII+447 s.
İstanbul 1940
XVI.asır sazşairleri. 1-64. s. 1940XVII.asır sazşairleri. 65-128. s. 1940Gevheri—(XVII. asır sazşairi). 129-192. s. 1940
Âşık Ömer (XVII. asır sazşairi). 193-256. s. 1940
278
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaKaraca Oğlan (XVII. asır sazşairi). 257-320. s.
1940
XVIII.asır sazşairleri. 321-446. s. 1940Türk sazşairleri. Antoloji. III. XIX - XX. asırlar. İstanbul, 1940. 445-975. s.
İstanbul 1940
XIX.asır sazşairleri. 451-576. s. 1940Erzurum'lu Emrah (XIX. asır sazşairi). 577-640. s.
1940
Âşık Dertli (XIX. asır sazşairi). 641-704. s. 1940
XX. asır sazşairleri. 1940 705-768. s.La proibizione di versare il sangue nell'esecuzione d'un membro della dinastia presso i Turchi ed i Mongoli : Annali dellTstituto Superiore Orientale di Napoli N. S. I, 15-23.
1940
[Bir ankete cevap]: Les Nouvelles Litteraires 2 mart. *
2 Mart1940
Büyük felâket karşısında: Ülkü 1940 c. XIV, s. 385-386Halkevleri'nin içtimaî rolü: Ülkü 1940 c. XIV, s. 481-483Cari Brockelmann, Geschichte der islamischen Völker und Staaten (İslâm Kavimleri ve Devletleri Tarihi), s. 514, 8 harita, 1939, 12.50 mark:
Ülkü 1940 c. XIV, s. 569-570
Milliyetçilik ve ırkçılık: Ülkü 1940 c. XV, s. 97-98Millî hâkimiyet bayramı: Ülkü 1940 c. XV, s. 193-194Bir ankete cevap: Ülkü 1940 c. XV, s. 258-260Birlik ve kuvvet: Ülkü 1940 c. XV, s. 485-486Bir zaferin yıldönümü: Ülkü 1940 c. XVI, s. 1-2Türk dili hakkında Nâmık Kemal'in bâzı düşünceleri:
Ülkü 1940 c. XVI, s. 97-98
Ali Şîr Nevâî: 9 şubat 1441-3 ilkkânun 1501. istanbul, 1941. 15 s. + l levha.
İstanbul 1941
Osman Turan, Oniki hayvanlı Türk takvimi [Mukaddeme]. İstanbul, 1941. I - II. s.
İstanbul 1941
La Poesie populaire îurcjue au XVI eme siecle :
Ankara 1 Octobre1941
Le Quatrain dans la Poesie classique turque:
Ankara 27 Novembre1941
Ortazaman türk-islâm feodalizmi: Belleten 1941 c.V, s. 319-334Le Feodahsme Turc-Musulman au Moyen-âge:
Belleten 1941 c.V, s. 335-350
Altın Ordu'ya ait yeni araştırmalar: Belleten 1941 c.V, s. 397-436 Ahmed Paşa: İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s.187-192. Ahmed Yesevî: İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s. 210-215.Ahmedî: İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s. 216-221.Alâeddin Halacî: İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s. 279-282.Ahncak: İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s. 302-304.Alp: İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s. 379-384.Altaylılar: İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s. 387-389.Amîd İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s. 399-400.Âmil İslam Ansiklopedisi 1941 c.I, s. 402-404.Bir yıldönümü Ülkü 1941 c.XVI, s. 481-482.İstiklâl ruhu Ülkü 1941 c.XVII,s. 97-98.
279
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaReşat Nuri hakkında ne diyorlar? [Ankete cevap]
Yedigün 1941 c.XIV, sayı 414, s.16.
Yıldönümünde düşünceler: Türk milletinin birlik manzarası.
Cumhuriyet 10 Kasım 1941 s. 3
Un type d'Avare dans nötre litterature ancienne Pinti Hamit
Ankara 12 Fevrier 1942
Un Poete Turc du XII eme Siecle Edîp Ahmet
Ankara 19 Fevrier 1942
Un aperçu general sur la litterature turque
Ankara 26 Fevrier, 5-9 Mars 1942
"Ozan,, Ankara 30 Avril, 7 Mai, 21 Mai 1942
XIII. asırda Marâga rasathanesi hakkında bâzı notlar
Belleten 1942 c. VI, s. 207-227
Arif Belleten 1942 c. I, s. 563-564Arslan Belleten 1942 c. I, s. 598-609Artuk oğullan Belleten 1942 c. I, s. 617-625Aruz Belleten 1942 c. I, s. 625-653.Arz Belleten 1942 c. I, s. 657-660.Asâ Belleten 1942 c. I, s. 661-663.Âsim Efendi Belleten 1942 c. I, s. 665-673.Âşık Çelebi Belleten 1942 c. I, s. 695-701.Âşık Paşa Belleten 1942 c. I, s. 701-706.Âşık Paşa-zâde Belleten 1942 c. I, s .706-709.Ata Belleten 1942 c. I, s. 711-718. Avfî Belleten 1942 c. II, s. 21-23.Avşar Belleten 1942 c. II, s. 28-38.Âyân Belleten 1942 c. II, s. 40-41.Aybeg Belleten 1942 c. II, s. 58-60.Azab Belleten 1942 c. II, s. 81-82.Âzâd Belleten 1942 c. II, s .83-85.Azerî Belleten 1942 c. II, s.118-151. Baba Belleten 1942 c. II, s. 165-166.Babur Belleten 1942 c. II, s. 180-187.Bâc Belleten 1942 c. II, s.187-190.Bahadır Belleten 1942 c. II, s. 216-219.Bahşı Belleten 1942 c. II, s. 233-238.Azerî âşıklarından Tufarganh'Abbas Türk Amacı 1942 s.3-5Abbaskulu Ağa Bakihanlı Türk Amacı 1942 s. 145-150.^ Abakan Türkleri Türk Amacı 1942 s. 204-208.Yeni farisîde türk unsurları: TM VII-VIII/l, 1-16.
TM 1942 c. VII-VIII/l, s.1-16.
Vakıf müessesesinin hukukî mahiyeti ve tarihî tekâmülü
Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s.1-35.
Vakfa ait tarihî ıstılahlar. Ribât Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s. 267-278.Prof. Esat Arsebük, Mameleke istinat eden şahsiyet: Vakıf (Adliye Ceridesi, No. 63, Ankara 1937, S. 1130-1170). Aynı müellif, Medeni Hukuk, I, İstanbul 1938 (İkinci fasıl: Mameleke istinat eden şahsiyet, S. 296-348):
Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s. 457-459.
Ali Himmet Berki, Vakıflar, İstanbul 1940, XII+328 sahif
Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s. 459-460.
280
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaProf. Ömer Lûtfi Barkan, ŞerH miras hukuku ve evlâtlık vakıflar (Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt. IV, Sayı I, İstanbul 1040. S. 165-181)
Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s. 460-464.
L. A. Mayer, The Buldings of Qâytbây as described in his endowment ded, cüz I (metin ve indeks). — London (A. Probs-thain), 1938; 4°; X+95 sahife
Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s. 464-465.
Abbâs al-'Azzâvî, Târih-i-,Irâk, cilt I, mogol devrine ait, 644 sahife, Bağdad 1935, resim ve haritalarla;— Cilt II, Celayir devri, 418+56 sahife, Bağdad 1936, resim ve haritalarla
Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s. 465-468.
J. Sauvaget, Les Caravanserails syriens du Hadjdj de Constantinople (Ars islamica, Vol. IV. 1937, p. 98-121), haritalar, plânlar, ve ilâve edilmiş resimlerle
Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s. 468-472.
L'Institution du Vakouf. Sa nature juridique et son evolution historicfue: Vakıflar Dergisi II (Partie Française), 3-48.
Vakıflar Dergisi 1942 c. II, s. 3-48.
1943Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri: ikinci Türk Tarih Kongresi İstanbul 20-25 Eylül 1937. İstanbul, 1943.
İstanbul 1943 s. 383-418.
"Osmanlı Türklerinde ilini,, Akşam 10 Ağustos1943[Ziya Gökalp için yazılar] Doğu 1943 c. II, sayı 12, s. 61-62Bahtiyar-nâme İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 241-242.Bakî İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 243-253.Balaban İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 263-268.Bâvend İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 354-355.Baybars I. İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 357-363.Bayrak İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 401-420.Bektaş İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 461-464.Berîd İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 541-549.Berle'am ile Yûdâsef İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 558-560.Bey İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 579-581.Beyhakî İslam Ansiklopedisi 1943 c. II, s. 584-586.Ahmet İhsan ve Servet-i Fünun: Neler dediler?
SF 14 Ocak 1943 c. XCIII, sayı 2421, s. 110 [önceki mektubun aynıdır.]
Edebi anketimiz. Konuşan : Şinasi Özdenoğlu. Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün cevabı.
Varlık 01 Ağustos 1943 c. XIV, sayı 242, s. 25-27
Türk etnolojisine ait tarihî notlar. Uran kabilesi
Belleten 1943 c.VII/l, s. 227-243 + 1 harita.
Anadolu Selçukluları tarihi'nin yerli kaynakları
Belleten 1943 c. VII/1, s. 379-522+levha.
Yıldırım Bayazid'in intiharı mes'elesi Belleten 1943 c. VII/l, s. 591-599.Osmanlı împaratorluğu'nun etnik menşei mes'eleleri
Belleten 1943 c. VII/2, s. 219-313.
Türk bayrağı Aylık Ansiklopedi 1944 c. I, s. 33-34.Baki Aylık Ansiklopedi 1944 c. I, s. 231-232.Kay kabilesi hakkında yeni notlar Belleten 1944 c. VIII, s. 421-452.
281
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaCengiz Han İslam Ansiklopedisi 1944 c. III, s. 91-100.Cûzcânî İslam Ansiklopedisi 1944 c. III, s. 230-237.Cüveynî İslam Ansiklopedisi 1944 c. III, s. 249-255.Cüveynî İslam Ansiklopedisi 1944 c. III, s. 255-259.Önsöz Türk Hukuk Tarihi
Dergisi1944 c. I, V - VII.
Türk ve Moğol sülâlelerinde hanedan âzâsımn idamında kan dökme memnuiyeti
Türk Hukuk Tarihi Dergisi
1944 c. I, s. 1-9.
Çağatay edebiyatı İslam Ansiklopedisi 1945 c. III, s. 270-323.Çavuş İslam Ansiklopedisi 1945 c. III, s. 362-369.Daruga veya darugaçı İslam Ansiklopedisi 1945 c. III, s. 486-489.Devlet-Şah İslam Ansiklopedisi 1945 c. III, s. 560-562.Açık konuşanın !... Vatan 25 Ağustos 1945Yalancının mumu... Vatan 6 Eylül, 7 Eylül 1945Sırça köşkte oturan... Vatan 11 Eylül, 12 Eylül 1945Demokrasi ruhu Vatan 19 Eylül 1945Demokrasi düşmanları.. Vatan 25 Eylül 1945Dil meselesi Vatan 01 Ekim 1945Miras dâvası mı ? Vatan 6 Ekim 1945İlim, politika âleti... Vatan 11 Ekim 1945Bu, öyle bir kanserdir ki.. Vatan 14 Ekim 1945Maarif sistemimiz ve demokrasi ruhu Vatan 17 Ekim 1945Dünya birliğine doğru... Vatan 19 Ekim 1945Dördüncü Fransız Cumhuriyeti kurulurken. ..
Vatan 29 Ekim 1945
Yine dil meselesi Vatan 31 Ekim 1945Demokrasi tarihimize umumî bir bakış Vatan 4 Kasım-10 Kasım 1945Bir açık mektuba cevap. Bay Tevfik Vural Ciravoğluna
Vatan 24 Kasım 1945
Gürcülerin efsanesi Jeopolitik-îlmî antoloji denemesi. İstanbul, 1946.
İstanbul 1946 s. 42-46
Türk işçilerine açık mektup Dikkat 26 Ekim 1946Yıkılan bir sistem, Kurulan bir rejim Dikkat 31 Ekim 1946Millete hakaretten utanmıyan bir dalkavukluk zihniyeti
Dikkat 4 Kasım 1946
Çahş, idraki kaldır, muktedirsen ademiyetten !
Dikkat 8 Kasım 1946
Safsata mı? İftira mı? Dikkat 9 Kasım 1946Mutaassıp Particilik zihniyeti Dikkat 11 Kasım 1946İktidar Partisi nasıl bir muhalefet istiyor? Dikkat 12 Kasım 1946Demokrasi Parti sınıf partisi değil bir millî partidir
Dikkat 19 Kasım 1946
İktidar partisinden beklediğimiz açık ve doğru siyaset
Dikkat 27 Kasım 1946
Eski bir zihniyetin Yeni bir tecellisi Dikkat 10 Aralık 1946Tek Parti zihniyetinin Değiştiğine Nasıl inanabiliriz ?
Dikkat 12 Aralık 1946
Bu yol Nereye varacak? Dikkat 14 Aralık 1946Kuru tehditlerden vazgeçiniz ! Kuvvet 21 Aralık 1946Önümüzdeki tek yol Kuvvet 24 Aralık 1946Demokrat Parti Muhalefet vazifesini Yapmadı mı?
Kuvvet 25 Aralık 1946
iktidar Partisi, demokrasi yolunda vazifesini yaptı mı ?
Kuvvet 26 Aralık 1946
282
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaBir siyasî buhranın sonu Kuvvet 27 Aralık 1946Karşılıklı itimat nasıl kurulabilir ? Kuvvet 29 Aralık 1946Londra toplantısı münasebetiyle. Diplomatlar, Roosevelt'in emanetine hıyanet etmeyiniz!
Vatan 10 Ocak 1946
Gürcü âlimlerine cevap I. Tarih, yalancı şahit olamaz
Vatan 17 Ocak 1946
Gürcü âlimlerine cevap II. Tarih değil, efsane!
Vatan 19 Ocak 1946
Gürcü âlimlerine cevap III. Efsane değil, tarih!
Vatan 20 Ocak 1946
Üniversiteye muhtariyet Vatan 20 Şubat, 23 Şubat, 26 Şubat, 3 Mart 1946
1947Adalet ve particilik Demirkırat 16 Haziran 1947Fazlı İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 533-534.Fıkıh İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 608-622.Figânı İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 628-630.Figânı İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 630-631.Figânı [İmzasız] İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 631.Firdevsî İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 649-651.Fîrûzkûh İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 655-657. Fîrûzkûh İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 657-659. Fîrûz-Şah Halacî İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 660-666.Fîrûz-Şah Tugluk İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 666-670. Fuzûlî İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 686-699.Gazâlî İslam Ansiklopedisi 1947 c. IV, s. 728-729.iç siyaset tarihimizin dönüm noktasındayız !
Kudret 14 Ağustos 1947
Hindistan ve Pakistan Kudret 17 Ağustos 1947Bir propaganda seyahati karşısında Kudret 19 Ağustos 1947Geriye değil, ileriye ! Kudret 21 Ağustos 1947C. H. Partisinin gizli tamimi nasıl bir zihniyetin ifadesidir?
Kudret 23 Ağustos 1947
Siyaset havasım zehirleyenler kimlerdir ? Kudret 25 Ağustos 1947îktidar Partisinin bugünkü durumu Kudret 27 Ağustos 1947Son hâdiseler karşısında Kudret 29 Ağustos 1947Son hâdiselerin tefsirleri etrafında Kudret 31 Ağustos 1947Türk-Amerikan anlaşmasının tasdiki münasebetiyle
Kudret 2 Eylül 1947
Açığa vurulan kötü niyetler Kudret 4 Eylül 1947Peker kabinesindeki değişikliklerin mânası Kudret 6 Eylül 1947
Yürüyen hakikat... Kudret 8 Eylül 1947Açıklık ve samimilik lüzumu Kudret 10 Eylül 1947Yeni Kabineden beklediklerimiz Kudret 12 Eylül 1947Bir yabancı radyoya cevap Kudret 14 Eylül 1947Dahiliye Vekilinin beyanatı münasebetiyle Kudret 16 Eylül 1947
Yeni Kabinenin tutacağı yol Demokrasi yolu
Kudret 18 Eylül 1947
Birleşmiş Milletler Heyetinin son toplantısı Kudret 20 Eylül 1947
Yeni Kabinede garip bir zihniyet tecellisi Kudret 22 Eylül 1947Yıkıcı ve meş'um propaganda Kudret 24 Eylül 1947
283
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaMillî partiler ve sınıf partileri Kudret 26 Eylül 1947Demokrat Partinin "hürriyet,, anlayışı Kudret 28 eylül. İşçilerimizi düşünmek başlıca vazifemizdir
Kudret 30 Eylül 1947
Demokrat Partinin değişmez yolu Kudret 2 Ekim 1947Türk-İran dostluğu Kudret 4 Ekim 1947Milletimizin siyasî olgunluğuna inanmayanlar daima aklanacaklardır !
Kudret 6 Ekim 1947
Bugünkü vaziyet karşısında Kudret 8 Ekim 1947Demokrasi ve demagoji Kudret 10 Ekim 1947Hâdiselerden ders almak lüzumu Kudret 12 Ekim 1947Yeni Hükümet programı Mecliste Kudret 14 Ekim 1947"Demokrasi„nin mânasını hâlâ anlayamıyanlar. ..
Kudret 16 Ekim 1947
Demokrasilerde kuvvetli hükümet ne demektir?
Kudret 18 Ekim 1947
C. H. P. nin yeni program tasarısı bu mu idi ?
Kudret 20 Ekim 1947
Osmaniye belediye seçimleri münasebetiyle Kudret 22 Ekim 1947
Demokrat milletlere karşı yeni isnat ve iftiralar
Kudret 24 Ekim 1947
Yeni bir hayata doğru Kudret 30 Ekim 1947Büyük Millet Meclisi açılırken Kudret 1 Kasım 1947Demokratik inkişafımız, tarihî bir zarurettir! Kudret 3 Kasım 1947
Yeni bir idare makinesi kurmak lâzım Kudret 5 Kasım 1947Hindistan ve Pakistan Kudret 7 Kasım 1947Bir çılgınlık mı, yoksa bir tahrik mi? Kudret 9 Kasım 1947Dinî irticaa da, siyasî irticaa da hayat hakkı tanımıyoruz!
Kudret 11 Kasım 1947
Hükümet, eski zihniyetten hâlâ kurtulmıyacak mı ?
Kudret 13 Kasım 1947
Devlet başkanhğı ve parti başkanlığı Kudret 15 Kasım 1947C. H. P. Kurultayı açılırken Kudret 17 Kasım 1947C. ,H. P. Başkanının Kurultay nutku Kudret 19 Kasım 1947Tarafsız bir idare makinesi nasıl kurulacak ?
Kudret 21 Kasım 1947
Bay Hilmi Uran'a açık mektup Kudret 23 Kasım 1947C. H. P. Genel Sekreterine ikinci cevap Kudret 25 Kasım1947Memleket meselelerinde particilik taassubu Kudret 27 Kasım 1947
Türkiye'de iş ve işçi meseleleri Kudret 29 Kasım 1947Bugünkü dünya durumunun hakikî sebepleri
Kudret 1 Aralık 1947
Maskesini çıkaran siyasî irtica karşısında Kudret 3 Aralık 1947
Bay Peker'in son nutku Kudret 5 Arahk 1947Bay Peker hakkındaki yeni ifşaattan sonra Kudret 7 Aralık 1947
C. H. P. de bir zihniyet değişikliği olacak mıdır ?
Kudret 9 Aralık 1947
Demokrat Partinin değişmez yolu Kudret 11 Aralık 1947Maskeli propagandalar karşısında uyanıklık lüzumu
Kudret 13 Aralık 1947
284
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaDemokrasi terbiyesi Kudret 15 Aralık 1947İdare makinesinin tarafsızhğı eğer böyle idare edilecekse...
Kudret 17 Aralık 1947
Londra Konferansından sonra Kudret 19 Aralık 1947Bay Peker'in son cevabında gizlenen mânalar. . .
Kudret 21 Aralık 1947
Umumi Bütçe ve halkevleri Kudret 23 Aralık 1947Umumi bütçe ve tasarruf zihniyeti Kudret 25 Aralık 1947Bütçe müzakereleri başlarken Kudret 27 Aralık 1947Bütçe müzakerelerinin gösterdiği manzara Kudret 29 Aralık 1947
Millî maarif sistemimizi yenibaştan kurmak zorundayız !
Kudret 31 Aralık 1947
Yeni yıla girerken Kuvvet 1 Ocak 1947Peker kabinesinin "otorite,, anlayışı Kuvvet 3 Ocak 1947Kanun, her şeyin üstünde ! Kuvvet 6 Ocak 1947Büyük Kongre işe başlarken. .. Kuvvet 7 Ocak 1947Demokratların ana dâvaları Kuvvet 9 Ocak 1947Büyük Kongrenin mânası Kuvvet 13 Ocak 1947"Hürriyet Misakı„nın çok yanlış bir tefsiri Kuvvet 14 Ocak 1947
Dünya durumuna umumi bir bakış Kuvvet 16 Ocak 1947Demokrat Partinin değişmez yolu Kuvvet 19 Ocak 1947Türk-Arap dostluğu Kuvvet 22 Ocak 1947Halk, devamlı surette aldatılamaz! Kuvvet 23 Ocak 1947Hükümet nereye gidiyor ? Kuvvet 26 Ocak 1947Geçmişteki mesuliyetleri mi arıyacağız ? Kuvvet 27 Ocak 1947Daha açık konuşalım Kuvvet 31 Ocak 1947Daha açık konuşalım! II Kuvvet 1 Şubat 1947Son beyanatın asıl mâna ve hedefi Kuvvet 3 Şubat 1947Eski zihniyet değişmedikçe... Kuvvet 6 Şubat 1947Hâdiselerden hâlâ ders almadılarsa. . . Kuvvet 8 Şubat 1947Dahiliye Vekilinden soruyoruz ! Kuvvet 10 Şubat 1947Solcu propaganda nasıl çalışır ? [Yanlışlıkla Hikmet Bayur'un imzasiyle]
Kuvvet 12 Şubat 1947
Son hücumların iç yüzü... Kuvvet 14 Şubat 1947Bocalayan, Muhalefet değil İktidar Partisidir !
Kuvvet 16 Şubat 1947
iktidar Partisi neden bocalıyor ? Kuvvet 18 Şubat 1947Mantıksızlık acaba hangi tarafta ? Kuvvet 20 Şubat, 21 Şubat 1947idare makinesi, parti organı olmaktan kurtulmadıkça...
Kuvvet 22 Şubat 1947
Demokrat Partinin muhalifleri Kuvvet 24 Şubat 1947Gülünç bir siyaset oyunu.. . Kuvvet 26 Şubat 1947Biz daima açık ve samimiyiz; fakat siz ? Kuvvet 28 Şubat 1947Demokrat Partinin memlekete getirdiği yeni fikirler
Kuvvet 3 Mart 1947
D. Parti, bugün herzamandan daha kuvvetlidir; çünkü...
Kuvvet 7 Mart 1947
Üniversite gençliğine açık mektup Kuvvet 8 Mart 1947Son seçimler etrafında Kuvvet 11 Mart 1947Demek "asıl demokratlar,, onlarmış ! Kuvvet 13 Mart 1947"Birleşmiş Milletler,, idealinin gerçekleşmesine doğru ilk adım
Kuvvet 15 Mart 1947
Reis Truman'm nutku etrafından Kuvvet 17 Mart 1947
285
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaMemleketimiz aleyhindeki propagandalar Kuvvet 19 Mart 1947
idare makinesinin tarafsızlığı Kuvvet 21 Mart 1947Propaganda seyahatleri ve yalanlama modası
Kuvvet 23 Mart 1947
Dış politika ve parti mücadeleleri Kuvvet 25 Mart 1947"Seçim emniyeti„nden nasıl bahsedebiliyorlar
Kuvvet 27 Mart 1947
Samimî ve dürüst olmak lüzumunu neden anlamıyorlar ?
Kuvvet 29 Mart 1947
Bu hazin komedya daha ne kadar sürecek ? Kuvvet 31 Mart 1947
Insanhk tarihinde yeni bir devir başhyor... Kuvvet 2 Nisan 1947
Partiler ve millî birlik Kuvvet 4 Nisan 1947Başvekilin nutku münasebetiyle Kuvvet 6 Nisan 1947iki zıd zihniyet Kuvvet 8 Nisan 194721 Temmuz - 6 Nisan Kuvvet 10 Nisan 1947Havaya kılıç sallayanlar... Kuvvet 12 Nisan 1947Truman Teklifi ve dünya sulhu Kuvvet 14 Nisan 1947iç politika havasım zehirleyen unsur... Kuvvet 16 Nisan 1947Şaşkınlıktan doğan tehditler Kuvvet 18 Nisan 1947Devlet radyosu, hükümet inhisarı altında Kuvvet 20 Nisan 1947Hükümet Partisine bir dost nasihati Kuvvet 22 Nisan 1947Matbuat hürriyetini kökünden baltalamayınız
Kuvvet 24 Nisan 1947
Bu gaflet daha ne kadar sürecek ? Kuvvet 26 Nisan 1947Bizim demokratlığımız, Onların demokratlığı...
Kuvvet 28 Nisan 1947
Hükümet Partisi başındakiler neden samimi olamıyorlar ?
Kuvvet 30 Nisan 1947
Hâlâ sürüp giden tek parti zihniyeti... Kuvvet 2 Mayıs 1947Türk-Amerikan dostluğu Kuvvet 4 Mayıs 1947iç siyaset durumumuzun tabiileşmesi neye bağlıdır ?
Kuvvet 6 Mayıs 1947
Bugünkü iç vaziyetten asıl mesul olan kimdir ?
Kuvvet 8 Mayıs 1947
istanbul Matbuatı ve Örfi idare Kuvvet 10 Mayıs 1947Londra dönüşünün ilk intibaları Kuvvet 8 Haziran 1947Bugünkü ingiltere Kuvvet 10 Haziran 1947Peker Kabinesi'nin "İleri Demokrasi„si !
Kuvvet 12 Haziran 1947
İç siyaset durumumuzun buhranlı manzarası ve sebepleri
Kuvvet 14 Haziran 1947
"Kuvvetli hükümet,, ne demektir? Kuvvet 16 Haziran 1947Demokrasi ahlâkı Kuvvet 18 Haziran 1947Türk-Arap kardeşliği Kuvvet 20 Haziran 1947En büyük düşman Tek parti zihniyeti Kuvvet 22 Haziran 1947Hep o zihniyetin tecellileri Kuvvet 24 Haziran 1947Memlekette tehlikeli bir "ırkçılık,, cereyanı var mıdır ?
Kuvvet 26 Haziran 1947
Perti münasebetlerinin bugünkü anormal durumundan kim mesuldür ?
Kuvvet 28 Haziran 1947
Demokrat Parti hakkındaki son tenkidlere cevap
Kuvvet 30 Haziran 1947
286
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaSon tenkidlere cevap Kuvvet 2 Temmuz 1947Recep Peker'in son hücumu karşısında Kuvvet 4 Temmuz 1947Tek Parti zihniyetinin son bir misali Kuvvet 6 Temmuz 1947Tek Parti zihniyetinin iflâsı Kuvvet 8 Temmuz 1947Hâlâ isnad ve tehdit politikası Kuvvet 10 Temmuz 1947Son tebliğin büyük mânası Kuvvet 12 Temmuz 1947^Başvekilin son cevabı münasebetiyle Kuvvet 13 Temmuz 1947Son tebliğin akisleri Kuvvet 16 Temmuz 1947"Yıldırma,, siyasetinin iflâsından sonra Kuvvet 18 Temmuz 1947İç siyaset havasını hâlâ bulandırmak isteyenler...
Kuvvet 20 Temmuz 1947
Açığa vurulan niyetler Kuvvet 22 Temmuz 1947Hâlâ hürriyet mücadelesi... Kuvvet 24 Temmuz 1947Demokrat Partinin yeni beyannamesi Kuvvet 26 Temmuz 1947Şaşkınlık ve mantıksızlık örnekleri Kuvvet 28 Temmuz 1947Hukuk, haksızlık silâhı olabilir mi ? Kuvvet 30 Temmuz 1947Gerçekleştirmek zorunda olduğumuz zihniyet inkılâbı
Kuvvet 1 Ağustos 1947
"The Economist„in bit yazısı münasebetiyle
Kuvvet 4 Ağustos 1947
Hakikate ve hakikî demokrasiye doğru Kuvvet 5 Ağustos 1947Bugünkü dünya durumu Kuvvet 7 Ağustos 1947Tek Parti mutaassıplarının son oyunları Kuvvet 9 Ağustos 1947Otoriter zihniyetin yeni bir misali daha... Kuvvet 11 Ağustos 1947
"Matbuaat Hürriyeti,, meselesi Kuvvet 13 Ağustos 1947İnsanlık haysiyet ve şerefi de bir zümre inhisarında mıdır ?
Son Saat 4 Mart 1947
"Kökü dışarıda,, ve "yabancı,, ideolojiler nedir ?
Son Saat 8 Mart 1947
Her şeyden evvel seçim emniyeti ! Son Saat 12 Mart 1947Demokrat Parti ve Halk Partisi programları arasındaki derin farklar
Son Saat 15 Mart 1947
"Adam yetiştirmek,, meselesi Son Saat 20 Mart 1947"Seçim emniyeti„nden korkanlar... Son Saat 29 Mart 1947Muhtaç olduğumuz asıl inkılâp Fikir ve ahlâk inkılâbı!
Son Saat 1 Nisan 1947
Dış siyaset ve parti propagandası Son Saat 19 Nisan 1947Partiler ve idare makinesi Son Saat 7 Kasım 1947Şu mahut Varto mektubu Son Saat 12 Kasım 1947Hasan Sakanın son beyanatı karşısında düşündüklerimiz
Son Saat 17 Kasım 1947
C. H. P. ve Bugünkü demokrasi Son Saat 22 Kasım 1947Aydınlatılacak yerde Kapatılan bir Memleket dâvası
Son Saat 28 Kasım 1947
Türk demokrasisi Türk milletinin iradesinden doğmuştur!
Son Saat 5 Aralık 1947
Örfi idarenin kaldırılması Son Saat 12 Aralık 1947Üniversite gençlerine Açık mektup Son Saat 19 Aralık 1947Fikire ancak fikirle mukabele edilebilir Son Saat 26 Aralık 1947Seçim emniyetinden nasıl bahsediyorlar ? Vatan 27 Mart 1947
1948Demokrat Parti Millî muhalefetin Sarsılmaz Timsalidir
Devir 24 Temmuz 1948
287
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaTürk işçilerinin haklarını tanımamakta İsrar edenlere...
Devir 4 Eylül 1948
Hâce İslam Ansiklopedisi 1948 c. V/l, s. 20-24.Hâcib İslam Ansiklopedisi 1948 c. V/l, s. 30-36.Hâcûy-i Kirmânî İslam Ansiklopedisi 1948 c. V/l, s. 36-41.Hadim İslam Ansiklopedisi 1948 c. V/l, s. 44-47.Halaç İslam Ansiklopedisi 1948 c. V/l, s. 109-116.Bu gaflet daha ne kadar sürecek ? Kudret 2 Ocak 1948Gafletten gaflete… Kudret 4 Ocak 1948Seçim emniyeti, ancak yeni kanunlarla temin olunabilir; idari tedbirlerle değil!
Kudret 6 Ocak 1948
Demokrat Parti 3 yaşma girerken Kudret 8 Ocak 1948Demokrat Parti hakkındaki bazı yanlış düşüncelere cevap
Kudret 10 Ocak 1948
Celâl Bayar'm beyanatı münasebetiyle Kudret 12 Ocak 1948Kızıl tehlikeye karşı Hürriyet Misakı Kudret 14 Ocak 1948Hürriyet Misakı gerçekleşme yolunda… Kudret 16 Ocak 1948Türk-îngiliz kültür münasebetleri Kudret 18 Ocak 1948D. P. Kızılcahamam Kongresinden intibalar Kudret 20 Ocak 1948
Dahiliye Vekili artık bu kanunsuzluklara son vermelidir
Kudret 22 Ocak 1948
M. Bevin'in son beyanatı münasebetiyle Kudret 24 Ocak 1948Marshall Plânı ve Türkiye Kudret 26 Ocak 1948Kızıl emperyalizme karşı kurulan demokrasi cephesi
Kudret 28 Ocak 1948
Yine Marshall Plânı meselesi Kudret 30 Ocak 1948"Mahatma Gandi„nin ölümü Kudret 1 Şubat 1948ilk öğretim meselesi Kudret 3 Şubat 1948"Kırıkkale,, ve "Keskin"den intibalar Kudret 5 Şubat 1948Demokrasilerde siyasî ahlâk Kudret 7 Şubat 1948Demokrat Partiyi yıkmağa imkân yoktur Kudret 9 Şubat 1948İbret verici vesikalar karşısında Kudret 13 Şubat 1948Son hâdiseler karşısında Millet Sözü 23 Nisan 1948Umumî efkârı hiçe saymak zihniyeti Millet Sözü 26 Nisan 1948Eski zihniyetin yeni bir tecellisi Millet Sözü 29 Nisan 1948Gülünç Bir Propagandanın içyüzü Millet Sözü 3 Mayıs 1948Fikir hürriyeti mefhumunu ters anhyanlar Millet Sözü 6 Mayıs 1948
Demokrat Partinin Sarsılmaz kuvveti Millet Yolu 10 Nisan 1948İktidar Partisinin Geçirdiği imtihan Millet Yolu 17 Nisan 1948Kısa bir seyahatin mesut intibaları Millet Yolu 24 Nisan 1948Siyasi mücadelede Dürüstlük ve samimilik Millet Yolu 1 Mayıs 1948
Son hâdiselerin meydana koyduğu hakikatler
Millet Yolu 8 Mayıs 1948
"Muvazaa,, iftirasının İç yüzü Millet Yolu 15 Mayıs 1948Seçim kanunu ve Demokrat toplantıları Millet Yolu 22 Mayıs 1948Seçim emniyeti, Demokrasinin temelidir! Millet Yolu 29 Mayıs 1948Demokrasi cephesi sarsılamaz! Millet Yolu 5 Haziran 1948B. Hilmi Uran'm son nutku Millet Yolu 12 Haziran 19481948 Bütçe müzakerelerine umumî bir bakış Son Saat 2 Ocak 1948
Demokrasinin ahlâkî esasları Son Saat 23 Ocak 1948
288
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/Sayfaişçi sendikaları Son Saat 30 Ocak 1948Hakikatlarm açıklığı karşısında Son Saat 6 Şubat 1948C. H. P. Genel Başkan vekilinin son nutku münasebetile. D. P. yi kuruluşundanberi takip ettiği dürüst, açık vatanseveri yoldan çevirmek kabil değildir
Tasvir 13 Haziran 1948
Aczin ve gafletin, yeni bir misali daha… Vatan 20 Eylül 1948Halka yabancı kalan Halk Partisi.. Vatan 22 Eylül 1948Dil Kongresi münasebetile. "Düzme devlet dili,, nasıl ya-pıldı ?
Vatan 30 Ekim 1948
"Râbia Hâtûn,, masalı 8 Kasım 1948Hamdî İslam Ansiklopedisi c. V/l, s.183-186.Hârizmşâhlar İslam Ansiklopedisi c. V/l, s. 265-296.Biraz da ilim sohbeti Vatan 29 Ağustos 1949Ölümünün 25. yıldönümünde Ziya Gökalpa ait bazı hâtıralar
Vatan 25 Ekim 1949
Neler yaptık ? Neler yapmak zorundayız ? Vatan 29 Ekim 1949
Büyük kongreye doğru… Zafer 18 Mayıs 1949İktidar, demokrasi yolunda ! Zafer 3 Haziran 1949Ahmet Emin Yalman'a açık mektup Zafer 9 Haziran, 11 Haziran 1949
İktidar, tethiş çıkmazına mı giriyor ? Zafer 16 Temmuz 1949Bir sinir buhranı karşısında… Zafer 1 Ağustos 1949Açık bir hesaplaşma Zafer 4 Ağustos 1949İktidarın istediği teminat Zafer 24 Ağustos 1949Mugalâta hangi tarafta ? Zafer 27 Ağustos 1949Hâlâ Mugalâtada ısrar ediyorlar! Zafer 30 Ağustos 1949Şinasi Özdenoğlu Edebiyatımızın beş ana meselesi.
İnkılâp Kitapevi 1949 s. 68-71
1950World Peace and the Foreign Policy of Turkey
Hearst Sendikası Gazeteleri
Temmuz-Ağustos 1950
Hil'at İslam Ansiklopedisi 1950 c. V/l, s. 483-486.Türk onomastique'i hakkında İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi
1950 c. I, s. 221-236.
Birleşik Amerika ve Dünya Sulhu Vatan 10 Mart 1950Bir Millet, İçinden Nasıl Yıkılabilir? Vatan 13 Mart 1950Millî Birlik Ne Demektir? Vatan 16 Mart 1950Demokrasilerin ahlâkî esasları Vatan 17 Mart 1950Dean Acheson'un Son Nutku Vatan 18 Mart 1950Demokrasinin temel şartlarından biri İdarenin tarafsızlığı meselesi
Vatan 23 Mart 1950
Demokrasi Ruhu! Vatan 23 Mayıs 1950Dünya Sulhu ve Türkiye'nin Dış Siyâseti, American International News Service,
Hürriyet Gazetesi 20 Ağustos 1950
Turkey's Foreing Relations in 1952 Turkish Information Office
1952 s. 19
1952' de İstanbul'da toplanan XXII. Müşteşrıklar Kongresi'nin Açış Nutku
İslâm Tedkikleri Enstitüsü Dergisi
1953 c. I ve ayrı basım
289
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaAlcune Osservazioni Interno all'infulenza delle Istituzioni Bizantine sulle Istituzioni Ottomane.
Publicazioni Dell'istitutoPer L'Oriente
1953 sayı 50, s. 174
1945'ten 1957'ye.. Ne İdi, Ne Oldu ? [Yeni gün gazetesi tarafından iktibas edilmiştir.]
Vatan Gazetesi 6 Ekim 1957
Programını Unutan Demokrat Parti Vatan 10 Ekim 1957Bizde Siyasi Ahlâk Vatan 13 Ekim 1957Demokrat Parti'nin Kapalı Beyân-nâmesi Vatan 17 Ekim 1957
Seçimlere Girerken Vatan 21 Ekim 19571957 Seçimleri Vatan 4 Kasım 1957Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Dün, Bugün
Vatan 12 Kasım 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. İkinci Dünya Harbi'ne Kadar
Vatan 14 Kasım 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Harb Sonunda Dünya ve Türkiye
Vatan 17 Kasım 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Türkiy'de Demokrasi
Vatan 19 Kasım 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. C.H.P. İçinde İlk Hareketler
Vatan 21 Kasım 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Dörtlü Takrir
Vatan 23 Kasım 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Takrir'in Gurup'ta Müzakeresi, 4'e Karşı 400 Kişi
Vatan 25 Kasım 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Meclis'te Bir Hâdise
Vatan 27 Kasım 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. C.H.P.'den Çıkarılışımız
Vatan 2 Aralık 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Demokrat Parti Kurulana Kadar
Vatan 4 Aralık 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Demokrat Parti'nin Kuruluşu
Vatan 6 Aralık 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. Demokrat Parti Programı
Vatan 9 Aralık 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. 1946 Seçimleri'ne Kadar
Vatan 19 Aralık 1957
Demokrasi Yolunda, 1945-1950. 1946 Seçimleri
Vatan 22 Aralık 1957
"Amerika'nın Sesi Radyosu Bilgi Ufukları Programı: Tanınmış siyaset ve ilim adamı Prof. Köprülü, istikbal ve milletlerarası mes'eleler hakkında görünüşünü izah etti"
Dostluk 17 Nisan 1957 c. I, s. 10
Yüz Yıllık Bir Dâvâ Türkiye'de Hürriyet Mücâdeleleri
Vatan 1 Mayıs 1958
Hangisi Üstün Parti Menfaati mi, Memleket Menfaati mi?
Vatan 19 Mayıs 1958
Yeni Zamlar Karşısında: İktisadi Buhranın Son Safhaları
Vatan 17 Haziran 1958
Harvard'da Bir Konferans: Türk Milleti'nin Hedefleri
Cumhuriyet 4, 5 Kasım 1959
Bir Nutuk Münasebetiyle Vatan 9 Kasım 1959
290
Eser (Kitap/Makale) Yayın Yıl Cilt/Sayı/SayfaMaarif'imizin Bugünkü Durumu Vatan 23 Kasım 1959Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu TTK 1959 c. XIV, sayı 3, s. 124Namık Kemal, Renan Müdafaanamesi ( İslamiyet ve Maarif), Yayınlayan: Ord. Prof. M. Fuad Köprülü, Milli Kültür Yayınları
Güven Matbaası 1962 sayı 1, s. 78
Türk Saz Şairleri, Türk Edebiyat'ında Aşık Tarzı'nın Menşe ve Tekamülü, XVI. ve XVII. Asır Sazşairleri, Milli Kültür Yayınları, Türk Dili ve Edebiyatı Serisi
Güven Basımevi 1962 c. I, sayı 1, s. 1-182
Türk Saz Şairleri, XVII. Asır Sazşairleri, Milli Kültür Yayınları, Türk Dili ve Edebiyatı Serisi
Güven Basımevi 1962 c. II, sayı 2, s. 183-378
Türk Saz Şairleri, XVIII. Asır, Milli Kültür Yayınları, Türk Dili ve Edebiyatı Serisi
Güven Basımevi 1962 c. III, sayı 3, s. 379-518
İslam Medeniyeti Tarihi, Prof. Dr. W. Barthold'dan terceme, Başlangıç'la, İlaveler'le, İkinci Basım, Diyanet İşleri Başkanlığı Neşri
Türk Tarih Kurumu Basımevi
1963 c. XXIV, s. 368
Dış Politika Nasıl olmalıdır ; Türkiye'nin Siyasetinde Değişecek Bir şey Yoktur.(Beyânât)
Cumhuriyet Gazetesi 11 Ekim 1964
Türk Saz Şairleri, XIX. Asır Sazşairleri, Milli Kültür Yayınları, Türk Dili ve Edebiyatı Serisi
Güven Basımevi 1964 c. IV, sayı 4, s. 519-700
Demokrasi Yolunda (On the Way to Democracy), Mouton and co. London -THE HAGUE - Paris
Tibor Halasi- Kun Neşri
1964 c. XXXII, s. 928
Orta-Asya Türk Dervişliği Hakkında Notlar Türkiyât Mecmuası 1964 c. XIV, s. 259-62
Türk Saz Şairleri, XIX. Asır Sazşairleri, Milli Kültür Yayınları, Türk Dili ve Edebiyatı Serisi
Güven Basımevi 1965 c. V, sayı 5, 701-826
Yunus Emre'nin Mezarı Meydan Mecmuası Haziran 1965 s. 20Edebiyat Araştırmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları'ndan VII. Seri Ankara
Türk Tarih Kurumu Basımevi
1966 c. XIV, sayı 47, s. 376
291