yfa-kasım
DESCRIPTION
YFA;Farklı bakış açılarıyla sizleri aydınlatmaya devam ediyorTRANSCRIPT
Sayı:9 Kasım 2010
GENÇ-ANALİZ
Young Future Academy Aylık Gençlik ve Kariyer Dergisi
YOUNG FUTURE ACADEMY
GENÇ GELECEK KÜNYE Genel Koordinatör- Özel Araştırmalar Takım Lideri Yiğit AKKOCA İnsan Kaynakları Koordinatörü Burçin TOKSÖZ Dergi Editörü Şeyda KAYA Görüntü Yönetmeni Melike GÜNEŞ Dış İlişkiler Koordinatörleri İdil ÖZMAÇİN Utku HATİPOĞLU İş-Staj Koordinatörü Sinan SÖNMEZ Sosyal Organizasyon Koordinatörü Mihraç NALBANTOĞLU Stratejik Araştırmalar Takım Lideri Barhan KAYNAK Dünya Ekonomi Araştırmaları Takım Lideri Utku HATİPOĞLU Yurtdışı Eğitim Danışmanı Anna BEGOVİC
İÇİNDEKİLER . Millisizleştirme Terör Örgütü ……… 1 . Yediveren ….…………………………..….. 5 . Yolculuğa Var Mısınız? …..…….…... 10 . Dombıra Nogay Türküsü ..……………14 . Druid Gizemleri …………..………..….. 17 . Sevgili Türkiye ………………………….....28 . Aydınlanma Nedir? .………………..…. 32
. Bir Film Bir Kitap ……………………..…..37
Hazırlayan: Young Future Academy Website: www.youngfutureacademy.tr.gg
Adres:Cumhuriyet Bulvarı No:137 Deü Rektörlük Karşısı Cumhuriyet Apt. K:2 D:6 Alsancak,İZMİR Tel:05065882913
NOT : Her türlü eleştiri ve yorum için [email protected] adresine mail atabilirsiniz ya da yazarlarımıza direkt isimlerinin altında yazan mail adreslerinden ulaşabilirsiniz. İyi okumalar.
MİLLİSİZLEŞTİRME TERÖR ÖRGÜTÜ
Bugün 29 ekim, yıl 2010, yani Cumhuriyetimizin
87.yıldönümü. Ben sizlere bu yazıyı yazıyorum.
Hani büyüklerimiz derler ya “nerde o eski
bayramlar” diye. Ben aynısını diyorum ama bu
sefer ramazan ya da kurban bayramı için değil,
milli bayramımız Cumhuriyet Bayramı için. Milli
bayram mı? O da ne ki? Milli ne acaba? Bu
soruları duyar gibiyim. Yooo evet biliyorum kimse
bunu sormaya cesaret edemez ama ben ülkemizde
bilinçli bir millisizleştirme operasyonu olduğu
inancındayım. Ve bu sorulamayan soruların yeni
nesillerin içinde var olduğunu adım gibi biliyorum.
Kimse eskiden olduğu gibi bağlı değil bayrağına,
niye? Çünkü bayrak sadece bir bez parçasıymış
gibi gösterilmeye çalışıyor insanlara. Milli marş
falan artık umursanmaz oldu bazı kesimlerce.
Milliyetçilik dendiğinde insanlar yüzünü ekşitir
oldu. Niçin? Yahu M. Kemal de milliyetçi değil
miydi sanki? Nedir korkunuz? Ya da çıkarınız ne
olacak insanlar milletine ve milliyetine bağlı
olmayınca?
Eskiden bayramlarda çocuklar ellerinde
bayraklarla statlara giderdi ya da meydanlarda
kutlamalar yapılırdı. İnsanların cumhuriyet şiirleri
okunduğunda gözleri dolardı. Kutlamalar sadece
öğrencilere mecburi değildi, herkes ama herkes
büyük küçük amca teyze dede demeden giderdi
kutlamaya. Çünkü cumhuriyet var oluşumuzun en
güzel temsiliydi. Bizim kurtuluşumuz olmuştu. Ne
kıymetliydi. Ne çileler çekilmişti ilan edilene dek.
Şimdiyse Cumhuriyet Bayramı sadece tatil olarak
değerlendiriliyor. Ne kutlaması ne şiiri yahu gözleri
dolmak mı bayrağa bakınca içinin gururla dolması
mı nerdeeee? Oh 3 gün tatil var Paris’e gideyim
bari diyenler var. Yahu ne işin var Cumhuriyet
Bayramı’nda Paris’te. Ama moda diye gider Fransız
İhtilali’ni kutlarsın sen, eminim eline Fransız
bayrağı da alırsın. E canım onlar Avrupalı, büyük
devlet kutlarım tabi sesleri geliyor kulağıma…
Milleti millet olmaktan çıkaran zihniyet sebebiyle
milli bayram kutlayamaz olduk. Millet nasıl mı
millet olmaktan çıkartıldı? Çok basit. Önce
ayrıştırıldı sonra araya fit sokuldu düşman edildi
taraflar birbirine , sonra zenginlik menginlik
masallarıyla farklı kültür farklı dil sesleri yükseldi,
sesler yükseldikçe cümleler değişti bu sefer ayrı
devlet ayrı ordu aydı meclis seslerini duyar olduk.
Zaten işsizlik desen aldı başını gitti, fakirlik diz
boyu diyeceğim o da değil yahu boy veriyoruz
fakirlik içinde artık, sanayileşme yok olamaz ki
zaten vatan karış karış satıldı, ülke insanı vasıfsız
amele olarak kullanıldı sadece, çiftçiye gözünü
toprak doyursun dendi, bir taraf gavursun sen diye
horlandı, diğer taraf senin farklı dilin var hadi
koçum binlerce yıldır kendi devletin yok bir baltaya
sap olamadın ama şimdi tam zamanıdır dendi
pışpışlandı. Sonuç? Herkes her şeye kızgın, çünkü
mutlu değil. Bazıları insanımızı mutsuz etti.
Mutsuz olan insan karamsar olur. Karamsar
düşündükçe emek vermekten vazgeçti, çaba sarf
etmeyi unuttu, umudu çöpe attı. Kaybedecek bir
şeyi kalmayınca da herkese kızar hale geldi.
Önceden kardeş kardeş geçinenler artık birbirine
düşman hale geldi. Millet yok edildi. Milli diye bir
kavram ortada kalmadı haliyle.
Yine de başka milletlerde bu oyunlar sökse de ben
Türkiye için aynısının olacağına inanmıyorum.
Umudum var çünkü tarihi iyi biliyorum. Hainler
istedikleri kadar uğraşsın, düşmanlar ağızlarının
suyu aka aka ülkeme baka dursun biz ne olursak
olalım ayakta kalacağız, hevesleri kursaklarında
kalacak.
Kimseye benzemeyen, bu oyunu yutmayacağına
inandığım Türk milletinin Cumhuriyet Bayramı
kutlu olsun.
Ve sen Atam 10 Kasım 2010 tarihi geldiğinde tam
72 senedir ebedi uykunda olacaksın. Rahat uyu
atam, merak etme senin çocukların olan biz, Türk
milletinin her bir evladı bu vatana sahip çıkacağız.
Çünkü ; biliyoruz ki muhtaç olduğumuz kudret
damarlarımızdaki asil kanda mevcut…
Editör
Şeyda KAYA [email protected]
YEDİVEREN…
Nefesim kesildi. Resmen aşık oldum… Küçücük, yemyeşil
bir dünya… İnanılmaz bir çalışma ve elde edilen güzel sonuç…
Yaz tatilim sırasında yolum tesadüfen bir tesise düştü. Tesis
Adapazarı’nın küçük bir köyü olan Bıçkıdere’de kurulan ve
bitki kültürleri üzerinde çalışılarak yeni fidanların
oluşturulduğu Yediveren Agrobiotech Park’tı. İnanılmaz güzel
bir yerdi. Çalışanları (müdürü de dahil) çok cana yakınlardı ve
tesisi görmek istediğimi söylediğimde bunu hemen kabul
ettiler. Gecenin bir yarısı tüm tesisi gezerek, tesiste yürütülen
işlerle ilgili bilgi verdiler.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki tesis
çok temiz ve iyi korunan bir yer. Bir hastane
kadar hijyenik. Bu tesiste laboratuarlarda
bitkilerden doku, organ veya hücre örnekleri
alınarak yeni bitkiler ve bitkisel ürünler
üretiliyor. Peki niçin bitkilerden direk fidan alarak bu üretim
yapılmıyor sorusu aklınıza gelebilir. Bunun birkaç sebebi var;
öncelikle amaç yeni çeşitler geliştirmek, kaybolmakta olan
türlerin korunması ve çoğaltılması zor türlerin üretiminin
daha kolay yapılabilmesi. Yediveren Agrabiotech Park’ın
amacı, tarımsal biyoteknoloji yöntemi ile hastalıksız, kaliteli,
yüksek verimde ve Pazar ihtiyacına yönelik standart bitki
klonları üretmek.
Peki bitkilerden alınan o minicik örnekler
nasıl çoğaltılıyor? Bitkilerden alınan bitki
parçaları (kök, gövde, embriyo vs.) yapay
besin ortamlarında bekletilerek yeni
bitkicikler elde ediliyor. Parçacıklar önce
kimyasallarla sterilize ediliyor, bir süre sonra yeni bitkimiz
yapay besin ortamına ve oradan da toprak benzeri ancak
içeriğinde sadece topraktaki mineralleri barındıran
toprağımsının içine aktarılarak, kök salması için bekleniyor.
Toprağımsının içinde bekletilen bitkiler için otel kıvamında bir
oda tahsis edilmiş. Burada otelden kastım bitkilerin tüm
ihtiyaçlarının karşılanması. Yani bu oda bitkilerin mor ve
kırmızı ışık altında, kapalı ortamda fotosentez yaparak
gelişmesine uygun. Oda içinde ki araçlar 12 saatte bir
çalışmayı durdurarak bitkileri dinlendiriyor. Klima ile
serinleyen bitkiler kök salacak kıvama geliyor ve minik
seralarda güçlenmeleri bekleniyor. Bu aşamayı geçen genç
yeşillikler toprakla tanışıyor. Sistemin işleyişi kısaca böyle.
Ama bu kadar maliyetli işlemlerle neden
uğraşıyor bu insanlar? Bu sistem ile yıl
içerisindeki üretim döngüleri kontrol altında
tutulabiliyor. Çoğaltım aşamasında klonlar
defalarca, sınırsız olarak yenileme yolu ile
çoğaltılıyor. Yani bu yöntem ile çoğaltılan birçok bitki ticari
olarak kullanılabiliyor. Ve sanırım en önemlisi burada elde
edilen bitkicikler virüslerden tamamen uzak.
Tesis 3 ana bölümden oluşuyor;
bitkilerden parçacıkların alındığı ve onlar için
en uygun ortamın saptandığı Üretim Tesisi;
üretilen bitkilerin virüslü olup olmadığının
araştırıldığı ve kalite testlerinin yapıldığı Kalite
Laboratuarları ve son olarak rutin üretim dışında
araştırmaların yapıldığı, yeni çeşit üretmek ya da var olan
çeşitlerin verimini arttırmak adına çalışmaların yapıldığı Ar-ge
Laboratuarları.
Laboratuarlarda üretilen türlerse şimdilik
şöyle; standart klon meyve fidanları, doku
kültürü yöntemi ile kısa sürede istenilen
çeşitlerin üretilebildiği kesme çiçek, pazar
ihtiyacına yönelik olarak istenilen renklerde
ve özelliklerde üretilen süs bitkileri ve son olarak da ekonomik
açıdan büyük değer taşıyan orkide…
Gerbera süs bitkisi Yukka kesme çiçeği
Gelgelelim ben bu ortama neden aşık oldum? Çok basit
inanılmaz bir iş yapıyorlar. Bir kere böyle bir işte insan
stresten o kadar uzak durumda ki… Sürekli yeşil, canlı bir
ortamın içindesin ve bitkicikler elinde büyüyor, her
aşamasını izleme imkanı buluyorsun. Ama
sanırım o gece öğrendiğim en ilginç şey şu;
üretilen bitkiciklerin cinsi yok! Aslında
örnekler hangi bitkiden alınıyorsa, fidenin
de o bitkinin fidesi olmasını bekliyordum. Düz mantık ; erik
fidesi erik ağaca, çam fidesi çama dönüşür. İşte öyle değilmiş
bu durum. En azından burada üretilen bitkiler için değil…
Fideler arı, yani cins olmadan üretiliyor. Ekim aşamasında
hangi bitkinin aşısı uygulanırsa, gelişen bitki o türe dönüşüyor.
Erik fideciğine; badem aşısı çok uygunmuş yanlış
hatırlamıyorsam eğer. Yani, erik fideciğinden, badem ağacı
ortaya çıkıyor ve bu ağacın meyvesi bildiğimiz bademden
farklı olmuyor. Bana çok ilginç gelen bir olay bu ve bir o kadar
da güzel…
Huzur verici bir ortam, insan orayı görünce ofise tıkılıp
çalışmak tüm cazibesini yitiriyor açıkçası…
Son olarak şunu söylemeliyim ki bu tesis henüz deneme
aşamasında. Eğer istenilen sonuç alınırsa, tesis çok daha
büyüyecek ve ürün çeşitliliği artacak. Benim ziyaretim
sırasında birçok bitkicik toprakla buluşmuştu; minik minik,
yeşil yeşil ağaççıklar olağanüstüydü… Umarım bu küçük dünya
biraz olsun kafanızda canlanmıştır ve yine umarım yolunuz bu
tesislerden birine düşer ve orada ki minicik yeşil hayatlarla
tanışırsınız…
BURÇİN TOKSÖZ
BENİMLE GÜZEL VE ALKOLLÜ BİR
YOLCULUĞA VAR MISINIZ?
Türkiye deyince akla ilk rakı gelir, sihirli gibidir adeta.
İçine su karıştırınca beyaz oluverir ve meze yanında büyük
bir keyifle içilir. Bu arada 11 Aralık da rakı günüymüş
arkadaşlar. Hepimize şimdiden hayırlı ve uğurlu olsun.
Rakının hikayesi derinlerdedir ve usulüne göre içilmelidir.
Aksi düşünülemez. Masanın etrafında toplanıp yapılan
sohbetler içilen rakıyla daha da keyifli hale gelir. Bir masal
gibidir kendi içinde ve içtikçe güzelleşilir, insanlar kendi
içlerine dönerler. Sanki yılların biriktirmiş olduğu her şey
içlerinden çıkıverir su yüzüne doğru yavaş yavaş.İşte bütün
gerçeklik ordadır ve yapılan sohbetlerden alınan keyif de
tahmin edersiniz ki paha biçilemezdir. Bütün çıplaklığı ve
gerçekliğiyle insanlar asıllarıyla var olurlar . Gece boyunca
yapılan sohbetlerde sanki acıları da uzaklaşır her yudumla.
Bir yudum daha bir yudum ve bir yudum daha… Rakı başlı
başına bir kültürdür ve çok özel bir içkidir. Öğrenci
masalarında içilen patates bira kültüründen çok uzaktır ve
kendi içinde bağımsız ve orijinal lezzetiyle süregelen bir
gelenektir.
Yakın komşumuz olan Yunanistan’a geçtiğimizde ise bu
sefer de “uzo” denilen Yunan rakısı çıkar karşımıza.
Yunanistan’a özgü bu rakı sek içildiğinde oldukça serttir
ama bizim Tekirdağ rakımızın yanında mevzu bahis
edilmeye bile değmez tabi ki.
İtalya ve Fransa’ya geldiğimizde ise
muhteşem şaraplarıyla karşılarız. Şarap
aslında çok eskiden ilk Anadolu’da üretilmiş
olup günümüzde özellikle Fransa ve İtalya ile
duyurmuştur adını. Anadolu aslında şarabın
beşiğidir ve bağcılık Hititlere kadar uzanır.
Şarap birçok dalda kullanım alanı da
bulmuştur. Örneğin Hıristiyanlıkta Kudas Ayininde hiçbir
katkı maddesi içermeden kullanılır. Edebiyattaki kullanımı
da bir hayli ilgi çekicidir. Kırmızı rengi dolayısıyla sevgilinin
dudağı, âşığın kanlı göz yaşıdır. Kadehi andıran biçimiyle
lale, kırmızı rengiyle gül de şaraptır ve tekkelerde saki
adındaki şarap dağıtıcı aslında Allah'ın rahmetini dağıtır.
Yani şarap mecaz anlamda kullanılır edebiyatta. Şarabın
diğer adı da mey’dir. Sadece tat alma değil, görme, koklama
ve ağız duyusuna da hitap eden şarap profesyonellere
olduğu kadar amatörlere de seslenen bir içkidir. Keyifli ve
hafif içimiyle şarap şiddetle tavsiye edilir.
İspanya’da ise karşımıza şarap tadında ama şarabın meyve suyuyla karıştırılmış biçimi olup içimi biraz daha hafif olan “Sangria” karşımıza çıkmaktadır. Kısacası Sangria meyveli bir şarap kokteylidir. Tipik bir sangria tarifi ise aşağıdaki gibidir:
1 şişe kırmızı şarap 2 kaşık bal ya da şeker (tercihen az miktarda suda çözülmüş olarak) dilimlenmiş yarım portakal, dilimlenmiş yarım elma, dilimlenmiş bir limon, yarım çay bardağı rom veya votka, bir su bardağı gazoz, buz, şarap büyük bir kaseye boşaltılır. Bal veya şeker eklenir ve karıştırılır. Dilimlenmiş meyveler ve rom veya votka eklenir ve karıştırılır. Soğuyana kadar buzdolabına konulur. Servis edilmeden önce gazoz ve buz eklenir. Sangrianın tadının güzel olması içerdiği şarabın tadına ve meyvelerin sangriaya tadını iyice vermesine bağlıdır. Bunun için meyvelerin küçük parçalar halinde dilimlenmesi ve servis edilmeden önce sangriayı dolapta bir süre bekletmek önemlidir.
Sangria, İspanya ve Portekiz kökenli bir içki olarak bilinmekte ve bu ülkeler ile Latin Amerika'da yaygın olarak tüketilmektedir. Daha az kabul gören bir düşünceye göre ise ilk olarak Britanya kolonisi olduğu dönemlerde Antil adalarında içilmeye başlanmıştır.
Sırada Çek Cumhuriyetinin “Yeşil Peri” denilen Absinthe adlı içkisi var. Absinthe çeşitli bitkilerin damıtılarak fermante edilmesiyle oluşan alkol oranı yüksek bir içkidir ve tadı da rakıya çok benzemektedir.Absithe’a ilişkin yaygın inanç ve yasaklar da mevcuttur. Absentin yaygınlaşmasına koşut olarak, hem bazı dindar örgütler hem de şarap üreticileri birlikleri tarafından, çeşitli absent karşıtı kampanyalar geliştirildi. 20.yüzyıl başlarında absent ile vahşi suçları ve sosyal
yozlaşmaları ilişkilendiren popüler inanışlar artık iyice yerleşmişti. Bu döneme ait bir yazıya göre, absent "insanı delirtir ve katil yapar, epilepsi ve verem getirir, ve binlerce Fransızın ölümünden sorumludur. Erkekleri bir hayvana dönüştürür, kadınları telef eder, çocukları yozlaştırır ve aileyi yıkıp ülkenin geleceğini tehlikeye sokar." şeklinde yorumlar yapılmıştır.
İçkilerden bu kadar bahsetmişken içlerinde aynı zamanda benim favori içkim de olan Baileys’i söylemeden geçemeyeceğim. Baileys İralanda’ya özgü sütlü nescafe tadında ağızda krema gibi bir his yaratan ve son derece özgün bir tada sahip muhteşem bir içki! Bir İrlanda viskisi ve kreması olan Bailey’s Dublin’de üretilmekte olup hacmen % 17 alkol içermektedir. Baileys İrlanda viskisinin, krema ve kahve aromaları ile harmanlanmasıyla üretilmektedir. İçkinin badem ve fındık aromasıyla, zengin, pürüzsüz ve tatlı bir tadı vardır. Baileys'in isim hakkı günümüzde Diageo firmasına aittir. 26 Kasım 1974'de piyasaya sürülen Baileys'in, ilk kremalı likör olduğu iddia edilmektedir. Bu iddiaya karşı çıkanların sayısı çoktur, ama içki piyasaya çıkar çıkmaz birçok taklidinin yapıldığı da bir gerçektir.
Yolculuğumuzun sonuna gelmiş bulunuyoruz. Umarım bol alkollü bu yolculuğumuzdan keyif almışsınızdır. Alkol belki de hayata tat katan, onu kendi içinde daha anlamlı ve zevkli hale getiren temel taşlardan biridir. Her daim yanınızda olması gereken bir dost, zamanı keyifli hale getirerek bol eğlenceli dakikalar yaratan bu mucizeyi hayatınızdan çıkarmamanız şiddetle tavsiye edilir
İDİL ÖZMAÇİN [email protected]
DOMBRA NOGAY TÜRKÜSÜ
Geçenlerde denk geldi bir yerde
“Dombıra Nogay türküsü” dinledim. İlk
dinlediğinizde tam olarak anlayamıyorsunuz
aslında ama azıcık kulağınızı sözlere
verdiğinizde 3000 yıl önce yazılan türkü
sözleri size 100 yıl önce yazılan divan
edebiyatı sözlerinden çok daha anlamlı
geliyor. Çünkü öz be öz Türkçe kullanılmış.
Neyse merak ettim, araştırdım bu çalgı
nasıl bir şeydir diye. Sonra Dombıra’nın
hikayesini buldum. Çok etkilendim. Şuanda
yani bu devirde kullanılan Dombıra, 2 telli,
ortası delik bir müzik aleti. Kazak Türkleri
arasında dombıra en yaygın, değerli telli çalgılardan
sayılmaktadır. Halk arasında bu çalgıdan atalarının
kalbinin sesini, gönül şarkısını dinledikleri inancı
yaygındır. O yüzden Kazakistan’da duvarında dombra
asılı olmayan ev yoktur. Eskiden dombıra 4 telli ve ortası
delik olmayan bir çalgıymış, bu hale dönüşmesininse çok
dramatik bir hikayesi var.
Çoooook eski zamanların
birinde bir Nogay hükümdarı
varmış. Bir de çok sevdiği oğlu.
Bir gün oğlu ava gitmiş ve
üzerinden birkaç gün geçmesine
rağmen dönmemiş. Herkes
hükümdarın oğlunun öldüğünü
düşünmüş. Ama Nogay hükümdarı oğlunu o kadar çok
severmiş ki ona ölümü yakıştıramazmış, inanmak
istemezmiş. Yanındakiler onu oğlun öldü diye ikna
etmeye çalışmışlar uzun bir süre. Ama bunu her
duyduğunda hükümdarın canı o kadar çok yanıyormuş ki
bir gün şöyle demiş “eğer bir daha oğlumun öldüğünü
söyleyen olursa ağzına kurşun dökerim”
Herkes susmak zorunda
kalmış. Aradan epey bir zaman
geçmiş ve hükümdarın oğlunun
cesedi bulunmuş, gerçekten de çok
sevilen oğul ölmüş. Fakat kimse
bunu hükümdara söylemeye cesaret
edememiş ağzına kurşun dökülür korkusuyla. E ama bir
şekilde hükümdarın bunu öğrenmesi de gerektiğine
göre, işin içinden çıkamayan Beyler bir bilge dedeye
gidip dertlerini anlatmışlar. 80 yaşlarındaki bu bilge dede
gerçekten de çok bilgili bir zatmış. Tamam demiş ben
hallederim. Geçmiş hükümdarın karşısına almış eline
Dombıra’sını başlamış çalmaya. O kadar acıklı çalmış ki
bunu dinleyen hükümdar oğlunun öldüğünü anlamış.
Çok üzülmüş, yıkılmış ve söylediği söz gelmiş aklına.
Sözden dönmek bir hükümdara yakışmaz diye bilge
dedeye “senin ağzına kurşun döktürmem lazım bana
oğlumun öldüğünü söyledin” demiş. Bilge dede de ona
“ben sana söylemedim, sazım söyledi” diyince hükümdar
dombıranın ortasına kurşun dökmüş, aradaki 2 tel erimiş
kopmuş, ve sazın ortasında bir delik açılmış. İşte o gün
bugündür hükümdara ve ölen oğluna hürmeten
dombıralar 2 telli ve ortası delik şekilde kullanılırmış…
Bu güzel çalgının sesini dinlemek isteyenler için ;
http://facebookvideoindir.gen.tr/dombira-nogay-
turkusu.html
Sözleri :
Kara kış köyüme gelende
Lapa lapa kar yere düşende
Dombıramı alırım
Yürek sazımı çalarım
Kaygılarımı hiç söylenmem…
Şeyda KAYA
DRUİD GİZEMLERİ
-Sembolik Druid Gösterisi @ Stonehenge-
Britanya adasının ilk ve ilkel sakinleri, çok eski bir
devirde, ulusal kurumlarını yenileyerek reforme etmiştir. O
zamanlar rahiplere, yani öğretmenlere Gwydd denirdi. Fakat
daha üstün olup ulusal etkisi olan rahiple, daha küçük bir
etkiye sahip olan rahip arasında bir ayrım yapma ihtiyacı
hissettiler. Bu andan itibaren Gwydd’lere, Der- Wyd(Druid),
yani üst öğretmen ve Go-Wydd, veya O-Vydd (Oveyt), ast
öğretmen dendi. Her ikisine de genel bir isim olan Beirdd
(Berds), yani bilgelik öğretmenleri deniyordu. Sistem gelişip
olgunlaştıkça Bardik Tarikat üç sınıfa ayrıldı: Druidler,
Berdler ve Braintler, (yani imtiyaz sahibi Berdler ve
Oveytler).” (Bkz. Samuel Meyrick and Charles Smith, The
Costume of The Original Inhabitants of The British Islands.
[Britanya Adalarının Esas Yerlilerinin Gelenekleri])
Druid kelimesinin kökeni tartışmalıdır. Max Müler,
terimin, İrlandalıların kullandığı Drui kelimesi gibi “meşe
ağaçları insanı” anlamına geldiğine inanmakta, ayrıca
Greklerin orman tanrıları ile ağaç ilahlarına dryades dendiğine
işaret etmektedir. Kimileri kelimenin Tötonlara ait bir kökeni
olduğuna inanırken, diğerlerine göre kelime Galler
kaynaklıdır. Bunlara göre kelime “büyücü” ve “bilge” insan
anlamındaki Galce druidh kelimesinden gelir. Kimilerine göre
ise köken, “kereste” anlamına gelen Sanskritçe dru
kelimesidir.
Roma işgali sırasında Britanya ile Galler’in hemen her
yerinde yaşayan Druidlerin halk üzerindeki etkileri
tartışılmazdı. Birbirlerine saldırmak üzere olan orduların,
beyaz entarili Druidlerin emriyle kılıçlarını kınlarına
soktukları örnekler yaşanıyordu. Tanrı ile insan arasında
aracılık yapan bu patriyarkların yardımı olmadan önemli
kararlar alınmazdı. Druid Tarikatlarının haklı olarak doğaya ve
onun yasalarına dair derin bir kavrayışa sahip olduklarına
inanılıyordu. Britannica Ansiklopedisi, coğrafya, fizik bilim,
doğal teoloji ve astrolojinin Druidlerin en sevdiği araştırma
alanları olduğunu yazar. Druidler özellikle bitki ve yabani ot
kullanımıyla ilgili olarak derin bir tıp bilgisine sahiptiler.
İngiltere ve İrlanda’da ilkel cerrahi aletler bile bulunmuştur.
Erken dönem Britanya tıbbıyla ilgili tuhaf bir
elyazmasında, her hekimin, mesleği için gerekli belli bitkileri
yetiştireceği bir bahçeye sahip olması şart koşulmaktadır. Ünlü
aşkınbilimci (transcendentalist) Eliphas Levi aşağıdaki önemli
yargıda bulunmaktadır:
“Druidler manyetizmayla şifa veren, akışkan
etkileriyle tılsımları (amulets) şarj eden rahipler ve hekimlerdi.
Astral ışığı özel bir tarzda kendine çeken ökseotu ve yılan
yumurtalarını her derde deva ilaçlar olarak kullanıyorlardı.
Ökseotunun kesilişinde gösterilen ciddiyet bu bitkiyi halk
gözünde yüceltmiş ve otun güçlü bir manyetizmaya sahip
olduğuna inanılmıştır. Manyetizma sahasındaki ilerlemeler,
ökseotunun manyetizma emici güçlerini bir gün açığa
çıkaracaktır. O zaman bitkilerin kullanılmamış niteliklerini
kauçuğa benzeyen mantarımsıların gizlerini anlayabileceğiz.
Mantarlar, dolamalar (yermantarları), ağaçlardaki mazılar ve
farklı ökseotu türleri tıp biliminin getireceği bir idrakle
kullanılacaktır. Fakat kişi bilimden hızlı davranmamalı ki aşırı
adımlar atmasın.”(Bkz. The History of Magic [Maji Tarihi])
Ökseotunun kutsal olmasının nedeni onun sadece
evrensel, her derde deva bir ilaç olmasından değil, aynı
zamanda meşe ağacı üzerinde büyümesinden kaynaklanır.
Druidler meşe sembolü aracılığıyla Mutlak Mabud’a
tapıyorlardı, dolayısıyla bu ağaç üzerinde büyüyen her şey
onlar için kutsaldı. Baş Druid, belli mevsimlerde, Ay ve
Güneş’in konumlarına göre belli vakitlerde bir meşe ağacına
tırmanır ve bu amaç için takdis edilmiş altın bir orakla
ökseotunu keserdi. Bu parazit bitki, bu amaç için hazırlanmış
beyaz kumaşa sarılır ve yersel titreşimlerle kirlenmesin diye
yere konmazdı. Genellikle ağaç altında beyaz bir boğa kurban
edilirdi.
Druidler gizli bir okulun inisiyeleriydiler. Yunan Baküs,
Eleusis Gizemleri ile Mısır İsis ve Osiris ritüellerini andıran
bu okullara, doğal olarak, Druidik Gizem Okulları denir.
Druidler’in sahip olduğunu iddia ettikleri gizli hikmetle ilgili
çok tartışma vardır. Hiçbir zaman yazıya dökülmemiş gizli
öğretileri, özel olarak bu amaç için hazırlanmış adaylara sözel
olarak aktarılmıştır. Robert Brown, 32°, rahiplerin bilgilerini,
Hıristiyanlığın ortaya çıkışından binlerce yıl önce, Britanya
adasına gelip kalay madeni kolonileri kuran Surlu ve Fenikeli
denizcilerden edindikleri görüşündedir. Thomas Maurice
Indian Antiquites adlı eserinde Fenikeliler, Yunanlılar ve
Kartacalıların kalay bulmak amacıyla Britanya adalarına
yaptıkları keşifleri uzun uzun anlatır. Kimileri ise Druidler
tarafından kutlanan Gizemler’in Doğu kökenli, muhtemelen
Budistik olduğu görüşündedir.
Britanya adalarının kayıp kıta Atlantis’e yakınlığı,
Druidizmde önemli bir rolü olan güneş tapıncını açıklayabilir.
Artemidorus’a göre Britanya yakınlarındaki bir adada Ceres’e
ve Persephone’ye tapınılmaktadır ve bu tapıncın ritüel ve
seremonileri Semendirek (Samothraki) adasındakilere benzer.
Druidlerin tanrılar meclisinin çok sayıda Grek ve Roma
ilahına sahip olduğuna kuşku yoktur. Britanya ve Galler’i
fetheden Sezar bu duruma çok şaşırmış, buradaki kavimlerin
Latin ülkelerdekine benzer bir şekilde Merkür, Apollo, Mars
ve Jüpiter’e tapındığına inanmıştır. Druid Gizemleri’nin
Britanya ve Galler’e ait olmayıp, daha kadim medeniyetlerden
göç ettiği neredeyse kesindir.
Druid okulları üç ayrı bölümden oluşuyordu ve buradaki
öğretiler pratik olarak masonluğun Mavi Locasının
mecazlarına gizlenen sırlarla aynıdır.
Bu üçlünün en alt sınıfını Oveyt (Ovydd) oluşturuyordu.
Bu fahri bir dereceydi ve hiçbir hazırlık veya arınma
gerektirmiyordu. Oveytler, Druidlerin öğrenme rengi olan
yeşil elbiseler giyiyorlardı. Hayatın sorunlarıyla ilgili üstün
bilgi ve genel beceriye sahip olduğu için Druidik Tarikata
kabul edilen bir Oveyt’in ilaç, mümkünse astronomi ve bazen
müzik bilgisine sahip olması bekleniyordu.
İkinci sınıfı, Berdler (Beirdd) oluşturuyordu. Bu sınıfın
üyeleri uyum ve hakikati temsil eden gök mavisi elbiseler
giyiyordu ve Druidlerin yirmi bin dizelik kutsal şiirlerinin en
azından bir kısmını ezberlemekle vazifeliydiler. Bunlar
genellikle bir Britanya veya İrlanda harpıyla
resmedilmişlerdir. Bu harplara insan saçından teller
geriliyordu ve bu teller insanın bir tarafındaki kaburga sayısı
kadardı. Berdler genellikle Druid Gizemleri’ne girmek isteyen
adaylara öğretmen olarak atanıyorlardı. Yeni girenler, yani
Neofitler, Druid Tarikatı’nın üç kutsal rengi olan mavi, yeşil
ve beyaz çizgili kıyafetler giyiyorlardı.
Üçüncü sınıf, Druidlerden (Derwyddon) oluşurdu. En
önemli işleri insanların dini ihtiyaçlarına yanıt vermekti. Bu
onura ulaşmak için aday önce bir Berd olmak zorundaydı.
Druidler saflığın sembolü olarak her zaman beyaz giyerlerdi.
Bu renk güneşi temsil ediyordu.
Cemiyetin başı olan Baş Druid’in (Arc-Druid) yüce
mertebesine erişebilmek için Druid Tarikatı’nın altı
mertebesini geçmek gerekiyordu (Hepsi beyaz giydiği için
farklı mertebelerin üyeleri birbirlerinden kuşaklarının rengiyle
ayırt ediliyordu). Bazı yazarlara göre Baş Druid unvanı
babadan oğula geçmektedir, fakat bu mertebe için gizli oylama
yapılması ihtimali daha yüksektir. Bu mertebeye gelen kişi
yüksek Druid mertebelerinden en bilgili üyeler arasından
erdem ve bütünlükte öne çıkmış olanlar arasından seçilirdi.
James Gardner’a göre Britanya adasında genellikle iki
Baş Druid bulunurdu. Biri İngiliz ardasında diğeri de Man
adasında ikamet ederdi. Muhtemel Galler’de başkaları da
vardı. Genellikle altın bir asa taşıyan bu kutsal zatlar,
otoritelerini simgeleyen meşe yapraklarından bir taç takarlardı.
Druid tarikatının genç üyeleri yüzlerini tıraş eder, mütevazı
giyinirlerdi. Fakat yaşlı olanların uzun sakalları ve büyüleyici
altın takıları olurdu. Druidlerin eğitim sistemi, Avrupa
kıtasındaki diğer kolejlerden çok daha üstündü. Bu yüzden
Galli gençler felsefi öğrenim ve eğitim için İngiltere’ye, Druid
okullarına gönderilirdi.
Eliphas Levi, katı bir perhizle yaşadıklarını, doğa
bilimlerini etüt ettiklerini, en derin gizleri muhafaza ettiklerini,
yeni üyeleri ancak çok uzun hazırlık dönemlerinin ardından
kabul ettiklerini ifade etmektedir.
Tarikatın yaşadığı binalar modern dünyanın
manastırlarından çok farklı değildir. Tarikat üyeleri tıpkı
Uzakdoğu’nun zahitleri gibi gruplar halinde yaşarlardı.
Bekârlık şart koşulmasa da çok azı evliydi ve Druidlerin
birçoğu inzivaya çekilir, tenha bir bölgede kaba taştan
kulübelerde, mağaralarda veya bir ormanın derinlerinde
bulunan kulübelerde yaşarlardı. Burada dua ve meditasyonla
meşgul olup, insan içine sadece dini vazifelerini yerine
getirmek için çıkarlardı.
James Freeman Clarke, Ten Great Religion (On Büyük
Din) adlı eserinde Druidlerin inançlarını şu şekilde açıklar:
“Druidler üç âleme ve bu âlemlerin birinden diğerine
geçişe inanırlardı. Mutluluğun hüküm sürdüğü dünyamızın
üstündeki âlem, mutsuzluğun hüküm sürdüğü dünyamızın
altındaki âlem ve mevcut âlemimiz. Bir âlemden ötekine göç,
ödül, ceza ve ayrıca ruhun arınmasıyla ilgiliydi.
Onlara göre, yaşadığımız dünyada Hayır ve Şer öyle
eksiksiz dengelenmiştir ki, insan bunları seçme özgürlüğüne
sahiptir. Galler’in triatlarında ruh göçünün üç amacı olduğu
anlatılır: Ruha bütün varlığın niteliklerini çekmek, bütün
şeylerin bilgisine ulaşmak, şerri alt edecek gücü edinmek.
Ayrıca onlara göre üç bilgi türü vardır: Her şeyin doğasının,
sebebinin ve etkisinin bilgisi. Druidlerin inançlarına göre üç
şey giderek azalmaktadır: karanlık, yanlışlık ve ölüm. Üç şey
ise sürekli olarak çoğalmaktadır: ışık, hayat ve hakikat.”
Tıpkı bütün gizem okullarında olduğu gibi Druidlerin
öğretileri iki bölüme ayrılırdı. Sıradan insanlara ahlak eğitimi
verilirken, daha derin ezoterik öğreti, sadece inisiye rahiplere
verilirdi. Tarikata kabul edilmek için adayın iyi bir aileden
gelmesi, terbiyeli biri olması gerekirdi. Ayartıların sınavından
birçok defa geçmeden ve karakterinin gücü şiddetle
ölçülmeden hiçbir önemli sır ona aktarılmazdı. Druidler
Britanya adasında ve Galler’de yaşayan halklara ruhun
ölümsüzlüğünü öğretmişlerdir. Ruh göçüne ve reenkarnasyona
inanırlar, bu hayatta ödünç aldıklarını, sonraki hayatta ödeme
sözü verirlerdi. İnsanların günahlarının bedelini ödeyip
onlardan kurtulduğu, ardından ilahlarla birlik içinde mutlu
olduğu bir cehennem inançları vardı.
Druidlere göre bütün insanlar kurtuluşa erecektir. Fakat
bazıları kendi doğalarında bulunan kötülüğü yenmek ve beşeri
hayatın derslerini öğrenmek için birçok defa yeryüzüne
dönmek zorunda kalacaktır. Adaylar, Druidlerin gizli
öğretilerini almadan önce gizlilik yemini ederlerdi. Bu
öğretiler sadece ormanların derinlerinde veya mağaraların
karanlıklarında aktarılırdı. İnsanlardan çok uzak olan bu
yerlerde neofite evrenin yaradılışı, tanrıların kişilikleri, doğa
yasaları, okült tıbbın gizleri, göksel cisimlerin gizemleri, maji,
büyü ve sihirbazlık sırlarını öğretilirdi. Druidlerin birçok
festivali vardı. Yeniay, dolunay ve ayın altıncı günü kutsal
dönemlerdi. İnisiyasyonun sadece iki ekinoks ve
gündönümlerinde gerçekleştiğine inanılmaktadır. 25 Aralık
şafağında ise Güneş Tanrısı’nın doğumu kutlanırdı.
Bazılarına göre Druidlerin gizli öğretileri Pisagorcu
felsefe tonuna sahipti. Druidlerin gözlerinde kutsal kabul
edilen kucağında bir çocuk taşıyan bir Meryemleri, Bakire
Ana’ları vardı. Günümüz Hıristiyanlarının Paskalya’yı
kutladıkları vakitte Güneş Tanrısı’nın dirildiğine inanılırdı.
Hem haç hem de yılan Druidler için kutsaldı. Bir meşenin
bütün dallarını kesip dallardan birini meşenin gövdesine
bağlayarak T harfi biçiminde bir haç elde ediyorlardı. Meşe
ağacından bu haç, Mabud’larının bir sembolüydü. Ayrıca
Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara tapıyorlar, Ay’a karşı özel bir saygı
duyuyorlardı. Caesar’ın ifade ettiği üzere, Merkür, Gallerin
önemli ilahlarından biriydi. Druidlerin taş bir küp şeklinde
Merkür’e taptıklarına inanılır. Ayrıca Doğa Ruhları’na büyük
saygı duyarlardı (Perilere, orman perilerine, gnomlara).
Ormanların ve nehirlerin bu küçük yaratıklarına birçok sunu
sunulurdu. Charles Heckethorn, The Secret Societies of All
Ages & Countries, [Tüm Çağların ve Ülkelerin Gizli
Cemiyetleri] adlı eserinde Druidlerin tapınaklarını tarif
ederken şunları söyler:
“Kutsal ateşin korunduğu tapınakları genellikle yüksek
yerlerde veya gür meşe ormanlarında bulunurdu ve çeşitli
şekillerde inşa edilirdi: Daire evrenin sembolü olduğu için,
daire şeklinde; birçok ulusun tradisyonuna göre evrenin
çıktığı, diğerlerine göre ilk anne ve babamızın geldiği
yumurtayı sembolize eden bildiğimiz yumurtanın şeklinde,
oval; Druidlerin Osiris’i olan Hu’nun sembolü olan yılan
şeklinde; yeniden doğuşun amblemi olan haçtan dolayı haç
şeklinde; Kutsal Ruh’un hareketini göstermek için kanatlı
şekillerde olabiliyordu. Belli başlı ilahları iki büyük tanrı ve
tanrıçaya, Hu ve Ceridwen’e indirgenebilir. Bunlar Osiris ile
İsis, Baküs ile Ceres veya bütün varlığın iki ilkesini temsil
eden yüce tanrı ve tanrıçaların özelliklerine sahiplerdi.”
Godfrey Higgins’e göre Kudretli Hu, Britanya adasına ilk
gelen kişi olarak kabul edilmektedir. Buraya Welshlerin
Triadlarında Yaz Ülkesi (Summerland) denilen –bugünkü
İstanbul civarlarında– yerden gelmişlerdir. Albert Pike’a göre
Masonluğun Kayıp Kelimesi, Druidlerin tanrısı Hu’nun
isminde gizlidir. Druidlerin inisiyasyon törenleri hakkında var
olan çok az bilgi, Yunan ve Mısır Gizem Okulları arasında
çarpıcı bir benzerliğe işaret etmektedir. Güneş tanrısı Hu
öldürülmüştür ve bir dizi tuhaf çetin sınavın, mistik ritüellerin
ardından tekrar hayata döndürülmüştür.
Druid Gizemleri’nin üç derecesi vardır ve çok sayıda
insan bu derecelerin tümünü geçmiştir. Aday Güneş Tanrısı’nı
sembolize edecek şekilde bir tabuta konurdu. En önemli test,
küçük bir teknenin içinde açık denize salınmaktır. Birçok kişi
bu sınavda hayatını yitirmiştir. Gizem sınavlarını geçen
Talisein adlı kadim bir öğretmen Faber’ın Pagan Idolatry
[Pagan Putperestlik] adlı eserinde tekne inisiyasyonunu anlatır.
Bu üçüncü aşamayı geçenlere “yeniden doğan” denirdi ve
bundan sonra Druid rahiplerin kadim zamanlardan beri
sakladıkları gizli hakikatleri öğrenirlerdi. Britanya dini ve
siyasi yaşamının ünlü isimleri bu inisiyeler arasından seçilirdi.
(Daha fazla ayrıntı için, bak, Faber, Pagan Idolatry [Pagan
Putperestlik], Albert Pike, Morals and Dogma [Ahlaklar ve
Dogmalar] Godfrey Higgins, Celtic Druids. [Kelt Druidleri])
Yiğit Akkoca [email protected]
Sevgili Türkiye,
Ne kadar çok özlemişim seninle dertleşmeyi bilemezsin.
Anlatacak öyle çok şeyim var ki… Nerden başlasam karar
veremiyorum… Keşke iyi haberler verebilseydim sana. Ama
her şey istediğin gibi olmuyor işte. Her bir köşenden ya
seviyesiz bir tartışma, ya bir acı patlak veriyor. Anlamıyoruz
artık birbirimizi. Herkes birbirine yabancı. Biliyor musun artık
insanlar birbirinden korkuyor. Hani eskiden hep derlerdi ya
‘Türkün Türk’ten başka dostu yoktur’ diye. İşte şimdi bu sözün
yalan olduğu zamanlardayız.
Annemin son zamanlarda ağzından eksik etmediği bir
cümleyle başlamak istiyorum anlatmaya: ’Her şey ateş pahası
oldu. Yaşanmaz vallahi bu memlekette.’ Hani pek de haksız
sayılmaz. Domates aldı başını gidiyor. Eh bunu gören diğer
sebzeler hiç eksik kalır mı? Ama yine de domatesin eline
kimse su dökemez. Nerdeyse unutuyordum son dedikodulara
göre ekmek de bu durumdan huysuzlanmaya başlamış,
yakında bir fiyat artışı da onda yaşanacakmış. Senin
anlayacağın zam üstüne zam… Bu halk ne yer ne içer kimsenin
umurunda değil.
Sonra geçtiğimiz aylarda sınavlarda skandal üstüne
skandal patlak verdi. KPSS’nin bir kısmı iptal edildi, 70’ten
fazla gözaltı var. Öğretmen atamaları durduruldu. Binlerce
genç belki de hiç hak etmediği halde tekrar bu sınavın
sıkıntısını çekmeye mahkûm edildi. Aslında bundan da ağırı
acaba daha önceki yıllarda da böyle seviyesiz olaylar yaşandı
mı sorusu. Kim bilir belki de gerçekten hak ettiği halde bir
yere yerleşemeyen yüzlerce genç vardır… Bilirsin bu gençlerin
başı ÖSYM ve YÖK ile başı hep beladaydı ama sanırım bu
kadarını kimse beklemiyordu…
İçimi acıtan diğer bir konu ise geçtiğimiz günlerde Dünya
Ekonomik Formu tarafından yapılan kadın erkek eşit(siz)ligi
konusunda 134 ülke arasında 126. olmamız. Ama bence
bundan daha ağırı geride bıraktığımız ülkeler: Fas, Benin,
Suudi Arabistan, Fildişi Sahilleri, Çad ve Yemen. Aslında bu
tablo şu dilimizden hiç düşürmediğimiz ‘Türkiye gelişiyor(!)’
cümlesini çok güzel özetliyor.
Şimdi sen diyeceksin ki siyasette neler oluyor? Ah ah…
Nerden başlasam ki halimizi anlatmaya. Öyle hızlı değişiyor ki
gündem ne zaman neyi tartışıyoruz, bu konuyu tartışmaya
hangi ara başladık ayırt edemiyorum. Eylül ayında yapılan
referandum hala etkisini koruyor. Referandum sonuçları ile
ülke kıyı ve iç olmak üzere ikiye bölündü. Sonuçları neler olur
onu bekleyip göreceğiz… Bir de bu aralar başkanlık sistemi
tartışılıyor. Aslında ben pek şaşırmadım. Bu anayasanın
arkasından böyle bir şeyin geleceği, başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına aday olacağı açıktı. Peki sen
başkanlık sistemine hazır mısın??
Bir de öyle bir konu var ki aşağı tükürsen sakal, yukarı
tükürsen bıyık. Aslında yeni bir konu değil. Özellikle AKP’ nin
başa gelmesiyle sık sık gündeme gelen bir sorun. Ama bu
sefer biraz daha farklı sanırım. Çünkü CHP’nin bu konuya
bakışında tarihi sayılabilecek bir değişim gözlemleniyor.
Başörtüsüyle üniversitelere giriş henüz yasalaşmamış olsa da
bazı üniversitelerde genç kızlar başörtüleriyle derslere
girebiliyor. Aslında olayın hukuki boyutunu pek bilmiyorum,
benim için toplumsal boyutu daha önemli aslında. Bu sorunla
birlikte ülke bir kez daha iki keskin kutba bölündü. Nedense
bizim insanımızın gri renk anlayışı pek yok. Bir şey ya beyazdır
ya da siyah. Aslında her iki tarafın da sevincini ve korkusunu
anlayabilmek lazım. Bir tarafta kimi zaman ailesi kimi zaman
da kendisi başını açmak istemediği için okuyamayan yüzlerce
genç kız, diğer tarafta ülkenin İran’a benzemesinden endişe
duyan bir kesim. Her iki tarafın da kendine göre haklı tarafları
var. Ama ne olursa olsun şu bir gerçek ki bu ülkenin okumuş,
modern insanlara ihtiyacı var. Ben hiçbir zaman kapalılığın
modernliğe engel olacağını düşünmedim, düşünmem de.
Çünkü çağdaşlık başını açmak kadar basit bir iş olsaydı herkes
çağdaş olurdu. Modern insan karşısındakine saygı duyan,
karşısındakiyle empati kurabilen, hoşgörülü insandır. Bazen
düşünüyorum da her gün okul girişlerinde ve çıkışlarında bir
köşede( çoğu üniversite öğrencilerin başlarını açmalarına ve
kapamalarına lavabolarda izin vermiyor) başını açmak ve
örtmek rahatsız edici bir durum olsa gerek. Çift kişilikli bir
yaşam sürmek gibi. Ayrıca modern geçinen insanlar
tarafından aşağılayıcı bakışlarla süzülmek bile üniversiteyi
bırakmaya yetebilir sanırım. Ama diğer bir taraftan bu
duruma karşı çıkanlarda haklı. Çünkü kimse başörtüsünün
üniversiteyle sınırlı kalacağının garantisini veremez. Bu durum
ilkokula da yayılabilir. Bu da beni rahatsız eder sanırım. Çünkü
7–16 yaş arasında bir çocuğun nasıl yaşayacağına dair kendi
düşünceleri olamaz. Ailenin ya da içinde bulunduğu çevrenin
düşüncelerine göre hareket eder. Ama 18 yaşını doldurmuş
bir yetişkin ne istediğine, nasıl yaşayacağına kendisi karar
verebilir. Karşı görüşü savunanların diğer bir sebebi ise
kapalıların kendilerine açık oldukları için baskı uygulayacağı
konusunda.( tıpkı yıllarca bizim onlara uyguladığımız baskı
gibi) Ama yine de ortak hoşgörü ile, gerekli hukuki
düzenlemeler alındıktan sonra ve başörtüsünü siyaset olarak
görmekten vazgeçebilirse ya da buna izin vermezsek bence
her iki tarafı da memnun edebilecek bir düzenleme yapılabilir.
Unutulmamalı ki herkes inandığı gibi yaşar ve yaşadığını
savunur. Kimseyi kendin gibi düşünmediği için suçlayamazsın.
Kısacası halimiz içler acısı. Geçer mi bugünler diye
sorarsan, bir cevabım yok. Keşke annemin anlattığı bir masal
olsan: ‘Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde güzel mi
güzel bir ülke varmış…’ diye başlasan ‘onlar ermiş muradına
biz çıkalım kerevetine’ diye sona ersen ve ben de mutlu sonla
yumsam gözlerimi…
Sevgilerimle Yasemin Alp
AYDINLANMA NEDİR?
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin
olmama durumundan kurtulmasıdır diye başlıyor Kant
yazısına ve şöyle devam ediyor. Bu ergin olmama durumu ise
insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna
başvurmaksızın kullanamamasıdır. O dönemde kilise
baskısından aklını bile başkasının yardımı olmadan
kullanamayan insanoğluna Sapere Aude (Yüreklice Düşün)
diyerek seslenmiştir. Ayrıca ergin olmama durumun ne kadar
rahat ancak bir o kadar da vahim bir durum olduğunu
belirtirken şunları söylemiştir. Benim yerime düşünen bir
kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile
ilgilenen sağlığım için kara veren bir doktorum oldu mu,
zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Bu dönemdeki kilise
baskısının aşılmasının önündeki en büyük engeli de yine
kilisenin otoritesinde kayıp korkusunun ne denli büyük
olduğudur. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen
üzerlerine almış bulunan gözeticiler, insanların çoğunun, bu
arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı
sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan
geri kalmazlar.
Dogmalar ve kuralların, daha sağlıklı düşünmenin veya
daha farklı bir deyişle düşünmenin kötüye kullanımının,
insanın erginleşme ve olgunlaşmasında ne kadar büyük ayak
bağı olduğu belirtilmiştir. Bu aydınlanmanı başlayabilmesinin
ilk adımlarının da nasıl olduğunu veya olması gerektiğini
belirtmiştir. Kamuda - gözetenler arasında bile- bağımsız
düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır. Bu kişiler ilk
olarak kendi bağlarını çözecekler daha sonra bağımsız
düşünmenin insanın doğasının bir gereği olduğunu
çevrelerine yayacaklardır. Önceleri otorite kaybından korkup
insanları korkutan, bezdiren birkaç yöneticiden biri çıkıp da
halkı boyunduruklarını atmaya kışkırtırlar ise diğer yöneticiler
onları tekrar boyundurukları altında tutmaya zorlayacaklardır.
Önyargıları yaymanın böyle zor yanları da vardır elbet, o
önyargılar elbet bir gün dönüp o insanlardan öç alacaklardır.
İşte bu yüzdendir kamunun aydınlanması yavaş yavaş
olacaktır. Gerçi devrimlerle bir baskı rejimi yıkılabilir ancak bu
yeni bir despotizmin yolunu açar bu da aydınlanmanın
mantığı ile ters düşmektedir. Ancak magna carta da böyle bir
despotizm sonucu doğmadı mı?
İnsanın kendi aklının kamuoyu önünde, serbestçe ve
onlara hizmet edercesine kullanılması sonucu aydınlanma
gelecektir der ve buna aklın özel olarak kullanışı olarak
tanımlar. Daha sonra üç açıklayıcı örnek veren Kant ‘ın en
çarpıcı örneği olan rahip örneğini sizinle paylaşmak istiyorum.
Papaz işinin gereğinden dolay kilisenin inançlarını
cemaatine, halkına öğretmekle yükümlüdür. Ancak din bilgini
olarak papazın inançları eleştirme ve daha fazla özgürlüklere
sahiptir. Büyük bir itina ile ve dikkatle ölçülüp biçilmiş ve
tartışılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş
eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir. Bunlar
sözü geçen dinin ve kilise işlerinin düzeltilebilirliği ile ilgili
olacağı gibi ilgili düşüncelerin ve öğretilerin yanlışlığıyla ilgili
olarak olabilir ve bunu yaparken papaz vicdanını rahat
tutmalıdır. Aslında Protestanlık ile başlayan süreç bu sürecin
tetikleyicisi olmuş diyebiliriz.
İnsan kendi adına yeni şeyler öğrenmeyi, özgürce
düşünmeyi, aydınlanmayı bir süreliğine erteleyebilir. Ancak
böyle bir çabadan bütünüyle vazgeçmek demek hem bugün
hem de kendisinden sonra gelecek kuşaklar için, insanlığın
doğal haklarını ayaklar altına almak demektir. Daha sonra
Kant bu düşüncelerini Kralların yani gözetenlerin hiçbir
şekilde yapamayacağını belirtmiş, kralın asıl görevinin
tanımlamasını da yaparken şu kelamları etmiştir. Kralın asıl
görevi ve kendisinden sorumluluk isteyen işi, ellerinden
geldiğince kendi kurtuluş yollarını belirleyip bunları hareket
geçirmek ve gerçekleştirmek isteyenlere engel olmaya
çalışanlara karşı çıkmaktır. Fakat hükümetin denetimi
sırasında din konusundaki görüşlerini açıklığa kavuşturmak
amacıyla halkının bir girişimi olan yazıları söz konusu ederek
bu dinsel konulara hükümdarın müdahale etmesi, onun
itibarını zedeler.
Yazıda Kant kendine acaba aydınlanmış bir çağda mı
yaşıyoruz diye sorar ve cevap olarak da; İnsanlığın bir bütün
olarak başkasının rehberliği olmaksızın dinsel konularda kendi
aklını en iyi ve etkin şekilde kullanması durumunda olması
yada bu duruma getirilebilmesi için katedilecek çok yolumuz
var. 21. Yy’da bile henüz tam olarak aydınlanmış bir çağda
değiliz. Vatikan’ın dünya ekonomisi ve politikası üzerindeki
baskısı yadsınamaz.
Türkiye’de de politik iktidarın insanı düşünmeye
yöneltecek eylemleri (Kitap, dergi, internet, televizyon)
kısıtlamaya ve/veya yöneltmeye çalışma çabası Türk
aydınlığının önündeki en büyük engeldir. Aynı otorite kaygısını
günümüzde yaşayan politik iktidar insanın ne kadar çok
aydınlanırsa otoritesinin o kadar sarsılacağını düşünür ve
kamuyu cahil tutmaya çalışır. Bu durumda hemen aklıma
Friedrich Nietzsche’nin şu sözleri aklıma gelir. “Cahil bir
toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi hiçbir
zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını
zanneder. cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma
bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar
ahmaklıktır!... Böyle bir seçimle iktidara gelenler,
düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim
hainlerdir!”
Daha sonra Prusya Kralı olarak anılacak olan 1. Friedrich
hakkında da olumlu eleştiriler de bulunmaktadır. Bir prens
halkında din konularında herhangi bir emir vermemeyi ya da
yükümlülük yüklememeyi otoritesi adına bir küçüklük
göstergesi olarak görmez aksine halkını tüm bir özgürlüğe
doğru yönlendirirse, hatta bu kimse hoşgörülü gibi kibirli bir
tanımlamayı kabul etmiş olsa bile, o kişi aydınlanmış kişidir.
“İstediğiniz kadar ve istediğiniz konuda düşünün ancak itaat
edin.”
Özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani
hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre
insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan
yararlanabilecekleri düşüncesi, makineden fazla bir şey olan
insanın, insansal onuruna uygun davranma düşüncesine
dönüşecektir.
Sinan SÖNMEZ
BİR FİLM BİR KİTAP
Filmin orijinalinden çevrilmiş ismi ‘artık yıl’,
kastettiği gün ise 4 yılda bir gelen 29 Şubat günüdür.
Filmin kahramanı, Anna, erkek arkadaşının dört yıldan
beri ona evlilik teklif etmemesi üzerine kadınların
erkeklere Şubat'ın 29'unda evlenme teklif edebildiği
bir İrlanda geleneğinden esinlenip ipleri ele almaya
karar verir ve erkek arkadaşı Jeremy’ nin arkasından
Dublin’e gitmeye karar verir. Fakat kötü hava şartları
Anna’ nın yakasını bırakmaz ve Anna’ nın yolculuğu
uzar. Dublin'e gidebilmesi için taşra ahalisinden
Declan, Anna'ya yardım eder. Aşkın nereden geleceği
belli olmaz ve Anna yolda Declan’ a aşık olmuştur.
Yönetmenliğini Anand Tucker’in yaptığı Aşka
Yolculuk (Leap Year) adlı filmin senaryosu Deborah
Kaplan ve Harry Elfont’a ait. Filmin oyuncu kadrosunda
ise Amy Adams, Matthew Goode, John Lithgow,
Kaitlin Olson ve Adam Scott rol alıyor.
İzlerken gerçekten tam anlamıyla bir romantik
komedi izlediğinizi hissediyorsunuz. Anna ve Declan'ın
yol boyu başlarına gelenler insanda tebessüm
uyandırıyor. Üstelik muhteşem İrlanda manzaraları da
insanın içini ısıtıyor. Konusu itibariyle de oldukça sıra
dışı ve kaliteli bir yapım. Romantik komediden
hoşlananların izlemesini tavsiye ederim.
CEREN BAKICI
RODOS’TAN KARŞIYAKA’YA
“Okuyun ki, bu semti sevmek için bir sebebiniz daha olsun. “ demiş birisi Karşıyaka’yı kastederek bu kitaptan yola çıkıp. Ne yani Karşıyaka’yı sevmek için bir nedene ihtiyacı mı var insanın dedim kendi
kendime. Çünkü eğer birini neden seviyorsun diye sorulduğunda elle tutulur bir sebep söyleyemiyorsan gerçekten aşıksındır diye biliyorum ben ve Karşıyaka’ya aşık bir insan olarak tabi ki
neden aramıyorum. Kelimelerin bittiği yerde Karşıyaka sevdası başlar çünkü… Ama hem tarih ve biyografi özelliği içeren kitapları sevmem dolayısıyla hem bu sözün etkisiyle hem de eskiden Karşıyaka nasılmış acaba diye merakıyla aldım bu kitabı. Bir solukta okudum. Pişman mıyım? Tabi ki hayır. Okuduğuma son derece memnun olduğum bir kitap oldu. Şimdi sırada yazarların diğer kitapları var. Neden mi? Çok basit, çünkü kitap boyunca öyle güzel bir dil kullanılmış ki, anlatım o kadar sahici, o kadar sıcak ki, insan kendisini o kadar içinde hissediyor ki hikayenin, ‘evet Yücel İzmirli ve Zühal İzmirli bu işte çok iyiler, mutlaka takip edilmesi gereken yazarlar arasına alınmalı’ diyor insan kendince.
1930larda Rodos’ta filizlenen temiz ve yoğun bir aşkla başlıyor roman. Kendinizi anında renk cümbüşü bir doğada, masmavi denize karşı, sevgilinizi özlemle düşünürken buluyorsunuz. Daha sonra 2. Dünya Savaşı ve beraberinde getirdiği yoksulluk anlarını iliklerinize kadar hissediyorsunuz en şiddetli acılarıyla birlikte. Savaşın ardından anavatana göç ediyorsunuz ve bir de bakmışsınız ki size tüm acılarınızı dindirecek cennetten bir köşeye sığınmışsınız, İzmir’in kıymetlisi Karşıyaka… Hayata tutunma mücadeleleri, kuvvetli bir aile bağı, sıcak komşuluk ilişkileri, fonda Karşıyaka. Romanın kahramanlarıyla birlikte tertemiz sularda, su kaplumbağaları ile yan yana yüzüyorsunuz kimi zaman, kimi zaman onlar masalarında balık yerken kokusu sizin burunlarınızda buram buram. Adeta 3 boyutlu bir film izler gibi hatta bir zaman makinesiyle onların yanına gitmiş gibi… Bunu okurlarına hissettirebilecek kadar güzel bir dil kullandıkları için yazarlarımıza teşekkürü bir borç bilirim. Ve sizlere bu kadar severek okuduğum bir kitabı tanıtmasaydım vicdanım rahat etmezdi inanın. Şimdiden iyi okumalar…
Şeyda KAYA [email protected]