yfa-kasım

42
Sayı:9 Kasım 2010 GENÇ-ANALİZ Young Future Academy Aylık Gençlik ve Kariyer Dergisi YOUNG FUTURE ACADEMY

Upload: ygt-yfa

Post on 03-Mar-2016

215 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

YFA;Farklı bakış açılarıyla sizleri aydınlatmaya devam ediyor

TRANSCRIPT

Page 1: YFA-Kasım

Sayı:9 Kasım 2010

GENÇ-ANALİZ

Young Future Academy Aylık Gençlik ve Kariyer Dergisi

YOUNG FUTURE ACADEMY

Page 2: YFA-Kasım

GENÇ GELECEK KÜNYE Genel Koordinatör- Özel Araştırmalar Takım Lideri Yiğit AKKOCA İnsan Kaynakları Koordinatörü Burçin TOKSÖZ Dergi Editörü Şeyda KAYA Görüntü Yönetmeni Melike GÜNEŞ Dış İlişkiler Koordinatörleri İdil ÖZMAÇİN Utku HATİPOĞLU İş-Staj Koordinatörü Sinan SÖNMEZ Sosyal Organizasyon Koordinatörü Mihraç NALBANTOĞLU Stratejik Araştırmalar Takım Lideri Barhan KAYNAK Dünya Ekonomi Araştırmaları Takım Lideri Utku HATİPOĞLU Yurtdışı Eğitim Danışmanı Anna BEGOVİC

İÇİNDEKİLER . Millisizleştirme Terör Örgütü ……… 1 . Yediveren ….…………………………..….. 5 . Yolculuğa Var Mısınız? …..…….…... 10 . Dombıra Nogay Türküsü ..……………14 . Druid Gizemleri …………..………..….. 17 . Sevgili Türkiye ………………………….....28 . Aydınlanma Nedir? .………………..…. 32

. Bir Film Bir Kitap ……………………..…..37

Hazırlayan: Young Future Academy Website: www.youngfutureacademy.tr.gg

Adres:Cumhuriyet Bulvarı No:137 Deü Rektörlük Karşısı Cumhuriyet Apt. K:2 D:6 Alsancak,İZMİR Tel:05065882913

NOT : Her türlü eleştiri ve yorum için [email protected] adresine mail atabilirsiniz ya da yazarlarımıza direkt isimlerinin altında yazan mail adreslerinden ulaşabilirsiniz. İyi okumalar.

Page 3: YFA-Kasım

MİLLİSİZLEŞTİRME TERÖR ÖRGÜTÜ

Bugün 29 ekim, yıl 2010, yani Cumhuriyetimizin

87.yıldönümü. Ben sizlere bu yazıyı yazıyorum.

Hani büyüklerimiz derler ya “nerde o eski

bayramlar” diye. Ben aynısını diyorum ama bu

sefer ramazan ya da kurban bayramı için değil,

milli bayramımız Cumhuriyet Bayramı için. Milli

bayram mı? O da ne ki? Milli ne acaba? Bu

soruları duyar gibiyim. Yooo evet biliyorum kimse

bunu sormaya cesaret edemez ama ben ülkemizde

bilinçli bir millisizleştirme operasyonu olduğu

inancındayım. Ve bu sorulamayan soruların yeni

nesillerin içinde var olduğunu adım gibi biliyorum.

Kimse eskiden olduğu gibi bağlı değil bayrağına,

niye? Çünkü bayrak sadece bir bez parçasıymış

gibi gösterilmeye çalışıyor insanlara. Milli marş

falan artık umursanmaz oldu bazı kesimlerce.

Milliyetçilik dendiğinde insanlar yüzünü ekşitir

oldu. Niçin? Yahu M. Kemal de milliyetçi değil

miydi sanki? Nedir korkunuz? Ya da çıkarınız ne

olacak insanlar milletine ve milliyetine bağlı

olmayınca?

Eskiden bayramlarda çocuklar ellerinde

bayraklarla statlara giderdi ya da meydanlarda

kutlamalar yapılırdı. İnsanların cumhuriyet şiirleri

okunduğunda gözleri dolardı. Kutlamalar sadece

Page 4: YFA-Kasım

öğrencilere mecburi değildi, herkes ama herkes

büyük küçük amca teyze dede demeden giderdi

kutlamaya. Çünkü cumhuriyet var oluşumuzun en

güzel temsiliydi. Bizim kurtuluşumuz olmuştu. Ne

kıymetliydi. Ne çileler çekilmişti ilan edilene dek.

Şimdiyse Cumhuriyet Bayramı sadece tatil olarak

değerlendiriliyor. Ne kutlaması ne şiiri yahu gözleri

dolmak mı bayrağa bakınca içinin gururla dolması

mı nerdeeee? Oh 3 gün tatil var Paris’e gideyim

bari diyenler var. Yahu ne işin var Cumhuriyet

Bayramı’nda Paris’te. Ama moda diye gider Fransız

İhtilali’ni kutlarsın sen, eminim eline Fransız

bayrağı da alırsın. E canım onlar Avrupalı, büyük

devlet kutlarım tabi sesleri geliyor kulağıma…

Milleti millet olmaktan çıkaran zihniyet sebebiyle

milli bayram kutlayamaz olduk. Millet nasıl mı

millet olmaktan çıkartıldı? Çok basit. Önce

ayrıştırıldı sonra araya fit sokuldu düşman edildi

taraflar birbirine , sonra zenginlik menginlik

masallarıyla farklı kültür farklı dil sesleri yükseldi,

sesler yükseldikçe cümleler değişti bu sefer ayrı

devlet ayrı ordu aydı meclis seslerini duyar olduk.

Zaten işsizlik desen aldı başını gitti, fakirlik diz

boyu diyeceğim o da değil yahu boy veriyoruz

fakirlik içinde artık, sanayileşme yok olamaz ki

zaten vatan karış karış satıldı, ülke insanı vasıfsız

amele olarak kullanıldı sadece, çiftçiye gözünü

toprak doyursun dendi, bir taraf gavursun sen diye

Page 5: YFA-Kasım

horlandı, diğer taraf senin farklı dilin var hadi

koçum binlerce yıldır kendi devletin yok bir baltaya

sap olamadın ama şimdi tam zamanıdır dendi

pışpışlandı. Sonuç? Herkes her şeye kızgın, çünkü

mutlu değil. Bazıları insanımızı mutsuz etti.

Mutsuz olan insan karamsar olur. Karamsar

düşündükçe emek vermekten vazgeçti, çaba sarf

etmeyi unuttu, umudu çöpe attı. Kaybedecek bir

şeyi kalmayınca da herkese kızar hale geldi.

Önceden kardeş kardeş geçinenler artık birbirine

düşman hale geldi. Millet yok edildi. Milli diye bir

kavram ortada kalmadı haliyle.

Yine de başka milletlerde bu oyunlar sökse de ben

Türkiye için aynısının olacağına inanmıyorum.

Umudum var çünkü tarihi iyi biliyorum. Hainler

istedikleri kadar uğraşsın, düşmanlar ağızlarının

suyu aka aka ülkeme baka dursun biz ne olursak

olalım ayakta kalacağız, hevesleri kursaklarında

kalacak.

Kimseye benzemeyen, bu oyunu yutmayacağına

inandığım Türk milletinin Cumhuriyet Bayramı

kutlu olsun.

Page 6: YFA-Kasım

Ve sen Atam 10 Kasım 2010 tarihi geldiğinde tam

72 senedir ebedi uykunda olacaksın. Rahat uyu

atam, merak etme senin çocukların olan biz, Türk

milletinin her bir evladı bu vatana sahip çıkacağız.

Çünkü ; biliyoruz ki muhtaç olduğumuz kudret

damarlarımızdaki asil kanda mevcut…

Editör

Şeyda KAYA [email protected]

Page 7: YFA-Kasım

YEDİVEREN…

Nefesim kesildi. Resmen aşık oldum… Küçücük, yemyeşil

bir dünya… İnanılmaz bir çalışma ve elde edilen güzel sonuç…

Yaz tatilim sırasında yolum tesadüfen bir tesise düştü. Tesis

Adapazarı’nın küçük bir köyü olan Bıçkıdere’de kurulan ve

bitki kültürleri üzerinde çalışılarak yeni fidanların

oluşturulduğu Yediveren Agrobiotech Park’tı. İnanılmaz güzel

bir yerdi. Çalışanları (müdürü de dahil) çok cana yakınlardı ve

tesisi görmek istediğimi söylediğimde bunu hemen kabul

ettiler. Gecenin bir yarısı tüm tesisi gezerek, tesiste yürütülen

işlerle ilgili bilgi verdiler.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki tesis

çok temiz ve iyi korunan bir yer. Bir hastane

kadar hijyenik. Bu tesiste laboratuarlarda

bitkilerden doku, organ veya hücre örnekleri

alınarak yeni bitkiler ve bitkisel ürünler

üretiliyor. Peki niçin bitkilerden direk fidan alarak bu üretim

yapılmıyor sorusu aklınıza gelebilir. Bunun birkaç sebebi var;

öncelikle amaç yeni çeşitler geliştirmek, kaybolmakta olan

türlerin korunması ve çoğaltılması zor türlerin üretiminin

daha kolay yapılabilmesi. Yediveren Agrabiotech Park’ın

amacı, tarımsal biyoteknoloji yöntemi ile hastalıksız, kaliteli,

yüksek verimde ve Pazar ihtiyacına yönelik standart bitki

klonları üretmek.

Page 8: YFA-Kasım

Peki bitkilerden alınan o minicik örnekler

nasıl çoğaltılıyor? Bitkilerden alınan bitki

parçaları (kök, gövde, embriyo vs.) yapay

besin ortamlarında bekletilerek yeni

bitkicikler elde ediliyor. Parçacıklar önce

kimyasallarla sterilize ediliyor, bir süre sonra yeni bitkimiz

yapay besin ortamına ve oradan da toprak benzeri ancak

içeriğinde sadece topraktaki mineralleri barındıran

toprağımsının içine aktarılarak, kök salması için bekleniyor.

Toprağımsının içinde bekletilen bitkiler için otel kıvamında bir

oda tahsis edilmiş. Burada otelden kastım bitkilerin tüm

ihtiyaçlarının karşılanması. Yani bu oda bitkilerin mor ve

kırmızı ışık altında, kapalı ortamda fotosentez yaparak

gelişmesine uygun. Oda içinde ki araçlar 12 saatte bir

çalışmayı durdurarak bitkileri dinlendiriyor. Klima ile

serinleyen bitkiler kök salacak kıvama geliyor ve minik

seralarda güçlenmeleri bekleniyor. Bu aşamayı geçen genç

yeşillikler toprakla tanışıyor. Sistemin işleyişi kısaca böyle.

Ama bu kadar maliyetli işlemlerle neden

uğraşıyor bu insanlar? Bu sistem ile yıl

içerisindeki üretim döngüleri kontrol altında

tutulabiliyor. Çoğaltım aşamasında klonlar

defalarca, sınırsız olarak yenileme yolu ile

çoğaltılıyor. Yani bu yöntem ile çoğaltılan birçok bitki ticari

olarak kullanılabiliyor. Ve sanırım en önemlisi burada elde

edilen bitkicikler virüslerden tamamen uzak.

Page 9: YFA-Kasım

Tesis 3 ana bölümden oluşuyor;

bitkilerden parçacıkların alındığı ve onlar için

en uygun ortamın saptandığı Üretim Tesisi;

üretilen bitkilerin virüslü olup olmadığının

araştırıldığı ve kalite testlerinin yapıldığı Kalite

Laboratuarları ve son olarak rutin üretim dışında

araştırmaların yapıldığı, yeni çeşit üretmek ya da var olan

çeşitlerin verimini arttırmak adına çalışmaların yapıldığı Ar-ge

Laboratuarları.

Laboratuarlarda üretilen türlerse şimdilik

şöyle; standart klon meyve fidanları, doku

kültürü yöntemi ile kısa sürede istenilen

çeşitlerin üretilebildiği kesme çiçek, pazar

ihtiyacına yönelik olarak istenilen renklerde

ve özelliklerde üretilen süs bitkileri ve son olarak da ekonomik

açıdan büyük değer taşıyan orkide…

Gerbera süs bitkisi Yukka kesme çiçeği

Gelgelelim ben bu ortama neden aşık oldum? Çok basit

inanılmaz bir iş yapıyorlar. Bir kere böyle bir işte insan

stresten o kadar uzak durumda ki… Sürekli yeşil, canlı bir

ortamın içindesin ve bitkicikler elinde büyüyor, her

Page 10: YFA-Kasım

aşamasını izleme imkanı buluyorsun. Ama

sanırım o gece öğrendiğim en ilginç şey şu;

üretilen bitkiciklerin cinsi yok! Aslında

örnekler hangi bitkiden alınıyorsa, fidenin

de o bitkinin fidesi olmasını bekliyordum. Düz mantık ; erik

fidesi erik ağaca, çam fidesi çama dönüşür. İşte öyle değilmiş

bu durum. En azından burada üretilen bitkiler için değil…

Fideler arı, yani cins olmadan üretiliyor. Ekim aşamasında

hangi bitkinin aşısı uygulanırsa, gelişen bitki o türe dönüşüyor.

Erik fideciğine; badem aşısı çok uygunmuş yanlış

hatırlamıyorsam eğer. Yani, erik fideciğinden, badem ağacı

ortaya çıkıyor ve bu ağacın meyvesi bildiğimiz bademden

farklı olmuyor. Bana çok ilginç gelen bir olay bu ve bir o kadar

da güzel…

Huzur verici bir ortam, insan orayı görünce ofise tıkılıp

çalışmak tüm cazibesini yitiriyor açıkçası…

Son olarak şunu söylemeliyim ki bu tesis henüz deneme

aşamasında. Eğer istenilen sonuç alınırsa, tesis çok daha

büyüyecek ve ürün çeşitliliği artacak. Benim ziyaretim

sırasında birçok bitkicik toprakla buluşmuştu; minik minik,

yeşil yeşil ağaççıklar olağanüstüydü… Umarım bu küçük dünya

biraz olsun kafanızda canlanmıştır ve yine umarım yolunuz bu

tesislerden birine düşer ve orada ki minicik yeşil hayatlarla

tanışırsınız…

BURÇİN TOKSÖZ

Page 11: YFA-Kasım
Page 12: YFA-Kasım

BENİMLE GÜZEL VE ALKOLLÜ BİR

YOLCULUĞA VAR MISINIZ?

Türkiye deyince akla ilk rakı gelir, sihirli gibidir adeta.

İçine su karıştırınca beyaz oluverir ve meze yanında büyük

bir keyifle içilir. Bu arada 11 Aralık da rakı günüymüş

arkadaşlar. Hepimize şimdiden hayırlı ve uğurlu olsun.

Rakının hikayesi derinlerdedir ve usulüne göre içilmelidir.

Aksi düşünülemez. Masanın etrafında toplanıp yapılan

sohbetler içilen rakıyla daha da keyifli hale gelir. Bir masal

gibidir kendi içinde ve içtikçe güzelleşilir, insanlar kendi

içlerine dönerler. Sanki yılların biriktirmiş olduğu her şey

içlerinden çıkıverir su yüzüne doğru yavaş yavaş.İşte bütün

gerçeklik ordadır ve yapılan sohbetlerden alınan keyif de

tahmin edersiniz ki paha biçilemezdir. Bütün çıplaklığı ve

gerçekliğiyle insanlar asıllarıyla var olurlar . Gece boyunca

yapılan sohbetlerde sanki acıları da uzaklaşır her yudumla.

Bir yudum daha bir yudum ve bir yudum daha… Rakı başlı

başına bir kültürdür ve çok özel bir içkidir. Öğrenci

masalarında içilen patates bira kültüründen çok uzaktır ve

kendi içinde bağımsız ve orijinal lezzetiyle süregelen bir

gelenektir.

Page 13: YFA-Kasım

Yakın komşumuz olan Yunanistan’a geçtiğimizde ise bu

sefer de “uzo” denilen Yunan rakısı çıkar karşımıza.

Yunanistan’a özgü bu rakı sek içildiğinde oldukça serttir

ama bizim Tekirdağ rakımızın yanında mevzu bahis

edilmeye bile değmez tabi ki.

İtalya ve Fransa’ya geldiğimizde ise

muhteşem şaraplarıyla karşılarız. Şarap

aslında çok eskiden ilk Anadolu’da üretilmiş

olup günümüzde özellikle Fransa ve İtalya ile

duyurmuştur adını. Anadolu aslında şarabın

beşiğidir ve bağcılık Hititlere kadar uzanır.

Şarap birçok dalda kullanım alanı da

bulmuştur. Örneğin Hıristiyanlıkta Kudas Ayininde hiçbir

katkı maddesi içermeden kullanılır. Edebiyattaki kullanımı

da bir hayli ilgi çekicidir. Kırmızı rengi dolayısıyla sevgilinin

dudağı, âşığın kanlı göz yaşıdır. Kadehi andıran biçimiyle

lale, kırmızı rengiyle gül de şaraptır ve tekkelerde saki

adındaki şarap dağıtıcı aslında Allah'ın rahmetini dağıtır.

Yani şarap mecaz anlamda kullanılır edebiyatta. Şarabın

diğer adı da mey’dir. Sadece tat alma değil, görme, koklama

ve ağız duyusuna da hitap eden şarap profesyonellere

olduğu kadar amatörlere de seslenen bir içkidir. Keyifli ve

hafif içimiyle şarap şiddetle tavsiye edilir.

İspanya’da ise karşımıza şarap tadında ama şarabın meyve suyuyla karıştırılmış biçimi olup içimi biraz daha hafif olan “Sangria” karşımıza çıkmaktadır. Kısacası Sangria meyveli bir şarap kokteylidir. Tipik bir sangria tarifi ise aşağıdaki gibidir:

Page 14: YFA-Kasım

1 şişe kırmızı şarap 2 kaşık bal ya da şeker (tercihen az miktarda suda çözülmüş olarak) dilimlenmiş yarım portakal, dilimlenmiş yarım elma, dilimlenmiş bir limon, yarım çay bardağı rom veya votka, bir su bardağı gazoz, buz, şarap büyük bir kaseye boşaltılır. Bal veya şeker eklenir ve karıştırılır. Dilimlenmiş meyveler ve rom veya votka eklenir ve karıştırılır. Soğuyana kadar buzdolabına konulur. Servis edilmeden önce gazoz ve buz eklenir. Sangrianın tadının güzel olması içerdiği şarabın tadına ve meyvelerin sangriaya tadını iyice vermesine bağlıdır. Bunun için meyvelerin küçük parçalar halinde dilimlenmesi ve servis edilmeden önce sangriayı dolapta bir süre bekletmek önemlidir.

Sangria, İspanya ve Portekiz kökenli bir içki olarak bilinmekte ve bu ülkeler ile Latin Amerika'da yaygın olarak tüketilmektedir. Daha az kabul gören bir düşünceye göre ise ilk olarak Britanya kolonisi olduğu dönemlerde Antil adalarında içilmeye başlanmıştır.

Sırada Çek Cumhuriyetinin “Yeşil Peri” denilen Absinthe adlı içkisi var. Absinthe çeşitli bitkilerin damıtılarak fermante edilmesiyle oluşan alkol oranı yüksek bir içkidir ve tadı da rakıya çok benzemektedir.Absithe’a ilişkin yaygın inanç ve yasaklar da mevcuttur. Absentin yaygınlaşmasına koşut olarak, hem bazı dindar örgütler hem de şarap üreticileri birlikleri tarafından, çeşitli absent karşıtı kampanyalar geliştirildi. 20.yüzyıl başlarında absent ile vahşi suçları ve sosyal

Page 15: YFA-Kasım

yozlaşmaları ilişkilendiren popüler inanışlar artık iyice yerleşmişti. Bu döneme ait bir yazıya göre, absent "insanı delirtir ve katil yapar, epilepsi ve verem getirir, ve binlerce Fransızın ölümünden sorumludur. Erkekleri bir hayvana dönüştürür, kadınları telef eder, çocukları yozlaştırır ve aileyi yıkıp ülkenin geleceğini tehlikeye sokar." şeklinde yorumlar yapılmıştır.

İçkilerden bu kadar bahsetmişken içlerinde aynı zamanda benim favori içkim de olan Baileys’i söylemeden geçemeyeceğim. Baileys İralanda’ya özgü sütlü nescafe tadında ağızda krema gibi bir his yaratan ve son derece özgün bir tada sahip muhteşem bir içki! Bir İrlanda viskisi ve kreması olan Bailey’s Dublin’de üretilmekte olup hacmen % 17 alkol içermektedir. Baileys İrlanda viskisinin, krema ve kahve aromaları ile harmanlanmasıyla üretilmektedir. İçkinin badem ve fındık aromasıyla, zengin, pürüzsüz ve tatlı bir tadı vardır. Baileys'in isim hakkı günümüzde Diageo firmasına aittir. 26 Kasım 1974'de piyasaya sürülen Baileys'in, ilk kremalı likör olduğu iddia edilmektedir. Bu iddiaya karşı çıkanların sayısı çoktur, ama içki piyasaya çıkar çıkmaz birçok taklidinin yapıldığı da bir gerçektir.

Yolculuğumuzun sonuna gelmiş bulunuyoruz. Umarım bol alkollü bu yolculuğumuzdan keyif almışsınızdır. Alkol belki de hayata tat katan, onu kendi içinde daha anlamlı ve zevkli hale getiren temel taşlardan biridir. Her daim yanınızda olması gereken bir dost, zamanı keyifli hale getirerek bol eğlenceli dakikalar yaratan bu mucizeyi hayatınızdan çıkarmamanız şiddetle tavsiye edilir

İDİL ÖZMAÇİN [email protected]

Page 16: YFA-Kasım

DOMBRA NOGAY TÜRKÜSÜ

Geçenlerde denk geldi bir yerde

“Dombıra Nogay türküsü” dinledim. İlk

dinlediğinizde tam olarak anlayamıyorsunuz

aslında ama azıcık kulağınızı sözlere

verdiğinizde 3000 yıl önce yazılan türkü

sözleri size 100 yıl önce yazılan divan

edebiyatı sözlerinden çok daha anlamlı

geliyor. Çünkü öz be öz Türkçe kullanılmış.

Neyse merak ettim, araştırdım bu çalgı

nasıl bir şeydir diye. Sonra Dombıra’nın

hikayesini buldum. Çok etkilendim. Şuanda

yani bu devirde kullanılan Dombıra, 2 telli,

ortası delik bir müzik aleti. Kazak Türkleri

arasında dombıra en yaygın, değerli telli çalgılardan

sayılmaktadır. Halk arasında bu çalgıdan atalarının

kalbinin sesini, gönül şarkısını dinledikleri inancı

yaygındır. O yüzden Kazakistan’da duvarında dombra

asılı olmayan ev yoktur. Eskiden dombıra 4 telli ve ortası

delik olmayan bir çalgıymış, bu hale dönüşmesininse çok

dramatik bir hikayesi var.

Page 17: YFA-Kasım

Çoooook eski zamanların

birinde bir Nogay hükümdarı

varmış. Bir de çok sevdiği oğlu.

Bir gün oğlu ava gitmiş ve

üzerinden birkaç gün geçmesine

rağmen dönmemiş. Herkes

hükümdarın oğlunun öldüğünü

düşünmüş. Ama Nogay hükümdarı oğlunu o kadar çok

severmiş ki ona ölümü yakıştıramazmış, inanmak

istemezmiş. Yanındakiler onu oğlun öldü diye ikna

etmeye çalışmışlar uzun bir süre. Ama bunu her

duyduğunda hükümdarın canı o kadar çok yanıyormuş ki

bir gün şöyle demiş “eğer bir daha oğlumun öldüğünü

söyleyen olursa ağzına kurşun dökerim”

Herkes susmak zorunda

kalmış. Aradan epey bir zaman

geçmiş ve hükümdarın oğlunun

cesedi bulunmuş, gerçekten de çok

sevilen oğul ölmüş. Fakat kimse

bunu hükümdara söylemeye cesaret

edememiş ağzına kurşun dökülür korkusuyla. E ama bir

şekilde hükümdarın bunu öğrenmesi de gerektiğine

göre, işin içinden çıkamayan Beyler bir bilge dedeye

gidip dertlerini anlatmışlar. 80 yaşlarındaki bu bilge dede

gerçekten de çok bilgili bir zatmış. Tamam demiş ben

hallederim. Geçmiş hükümdarın karşısına almış eline

Dombıra’sını başlamış çalmaya. O kadar acıklı çalmış ki

bunu dinleyen hükümdar oğlunun öldüğünü anlamış.

Çok üzülmüş, yıkılmış ve söylediği söz gelmiş aklına.

Page 18: YFA-Kasım

Sözden dönmek bir hükümdara yakışmaz diye bilge

dedeye “senin ağzına kurşun döktürmem lazım bana

oğlumun öldüğünü söyledin” demiş. Bilge dede de ona

“ben sana söylemedim, sazım söyledi” diyince hükümdar

dombıranın ortasına kurşun dökmüş, aradaki 2 tel erimiş

kopmuş, ve sazın ortasında bir delik açılmış. İşte o gün

bugündür hükümdara ve ölen oğluna hürmeten

dombıralar 2 telli ve ortası delik şekilde kullanılırmış…

Bu güzel çalgının sesini dinlemek isteyenler için ;

http://facebookvideoindir.gen.tr/dombira-nogay-

turkusu.html

Sözleri :

Kara kış köyüme gelende

Lapa lapa kar yere düşende

Dombıramı alırım

Yürek sazımı çalarım

Kaygılarımı hiç söylenmem…

Şeyda KAYA

Page 19: YFA-Kasım

DRUİD GİZEMLERİ

-Sembolik Druid Gösterisi @ Stonehenge-

Britanya adasının ilk ve ilkel sakinleri, çok eski bir

devirde, ulusal kurumlarını yenileyerek reforme etmiştir. O

zamanlar rahiplere, yani öğretmenlere Gwydd denirdi. Fakat

daha üstün olup ulusal etkisi olan rahiple, daha küçük bir

etkiye sahip olan rahip arasında bir ayrım yapma ihtiyacı

hissettiler. Bu andan itibaren Gwydd’lere, Der- Wyd(Druid),

yani üst öğretmen ve Go-Wydd, veya O-Vydd (Oveyt), ast

öğretmen dendi. Her ikisine de genel bir isim olan Beirdd

(Berds), yani bilgelik öğretmenleri deniyordu. Sistem gelişip

olgunlaştıkça Bardik Tarikat üç sınıfa ayrıldı: Druidler,

Berdler ve Braintler, (yani imtiyaz sahibi Berdler ve

Oveytler).” (Bkz. Samuel Meyrick and Charles Smith, The

Costume of The Original Inhabitants of The British Islands.

[Britanya Adalarının Esas Yerlilerinin Gelenekleri])

Page 20: YFA-Kasım

Druid kelimesinin kökeni tartışmalıdır. Max Müler,

terimin, İrlandalıların kullandığı Drui kelimesi gibi “meşe

ağaçları insanı” anlamına geldiğine inanmakta, ayrıca

Greklerin orman tanrıları ile ağaç ilahlarına dryades dendiğine

işaret etmektedir. Kimileri kelimenin Tötonlara ait bir kökeni

olduğuna inanırken, diğerlerine göre kelime Galler

kaynaklıdır. Bunlara göre kelime “büyücü” ve “bilge” insan

anlamındaki Galce druidh kelimesinden gelir. Kimilerine göre

ise köken, “kereste” anlamına gelen Sanskritçe dru

kelimesidir.

Roma işgali sırasında Britanya ile Galler’in hemen her

yerinde yaşayan Druidlerin halk üzerindeki etkileri

tartışılmazdı. Birbirlerine saldırmak üzere olan orduların,

beyaz entarili Druidlerin emriyle kılıçlarını kınlarına

soktukları örnekler yaşanıyordu. Tanrı ile insan arasında

aracılık yapan bu patriyarkların yardımı olmadan önemli

kararlar alınmazdı. Druid Tarikatlarının haklı olarak doğaya ve

onun yasalarına dair derin bir kavrayışa sahip olduklarına

inanılıyordu. Britannica Ansiklopedisi, coğrafya, fizik bilim,

doğal teoloji ve astrolojinin Druidlerin en sevdiği araştırma

alanları olduğunu yazar. Druidler özellikle bitki ve yabani ot

kullanımıyla ilgili olarak derin bir tıp bilgisine sahiptiler.

İngiltere ve İrlanda’da ilkel cerrahi aletler bile bulunmuştur.

Page 21: YFA-Kasım

Erken dönem Britanya tıbbıyla ilgili tuhaf bir

elyazmasında, her hekimin, mesleği için gerekli belli bitkileri

yetiştireceği bir bahçeye sahip olması şart koşulmaktadır. Ünlü

aşkınbilimci (transcendentalist) Eliphas Levi aşağıdaki önemli

yargıda bulunmaktadır:

“Druidler manyetizmayla şifa veren, akışkan

etkileriyle tılsımları (amulets) şarj eden rahipler ve hekimlerdi.

Astral ışığı özel bir tarzda kendine çeken ökseotu ve yılan

yumurtalarını her derde deva ilaçlar olarak kullanıyorlardı.

Ökseotunun kesilişinde gösterilen ciddiyet bu bitkiyi halk

gözünde yüceltmiş ve otun güçlü bir manyetizmaya sahip

olduğuna inanılmıştır. Manyetizma sahasındaki ilerlemeler,

ökseotunun manyetizma emici güçlerini bir gün açığa

çıkaracaktır. O zaman bitkilerin kullanılmamış niteliklerini

kauçuğa benzeyen mantarımsıların gizlerini anlayabileceğiz.

Mantarlar, dolamalar (yermantarları), ağaçlardaki mazılar ve

farklı ökseotu türleri tıp biliminin getireceği bir idrakle

kullanılacaktır. Fakat kişi bilimden hızlı davranmamalı ki aşırı

adımlar atmasın.”(Bkz. The History of Magic [Maji Tarihi])

Ökseotunun kutsal olmasının nedeni onun sadece

evrensel, her derde deva bir ilaç olmasından değil, aynı

zamanda meşe ağacı üzerinde büyümesinden kaynaklanır.

Druidler meşe sembolü aracılığıyla Mutlak Mabud’a

tapıyorlardı, dolayısıyla bu ağaç üzerinde büyüyen her şey

onlar için kutsaldı. Baş Druid, belli mevsimlerde, Ay ve

Güneş’in konumlarına göre belli vakitlerde bir meşe ağacına

tırmanır ve bu amaç için takdis edilmiş altın bir orakla

ökseotunu keserdi. Bu parazit bitki, bu amaç için hazırlanmış

beyaz kumaşa sarılır ve yersel titreşimlerle kirlenmesin diye

yere konmazdı. Genellikle ağaç altında beyaz bir boğa kurban

edilirdi.

Page 22: YFA-Kasım

Druidler gizli bir okulun inisiyeleriydiler. Yunan Baküs,

Eleusis Gizemleri ile Mısır İsis ve Osiris ritüellerini andıran

bu okullara, doğal olarak, Druidik Gizem Okulları denir.

Druidler’in sahip olduğunu iddia ettikleri gizli hikmetle ilgili

çok tartışma vardır. Hiçbir zaman yazıya dökülmemiş gizli

öğretileri, özel olarak bu amaç için hazırlanmış adaylara sözel

olarak aktarılmıştır. Robert Brown, 32°, rahiplerin bilgilerini,

Hıristiyanlığın ortaya çıkışından binlerce yıl önce, Britanya

adasına gelip kalay madeni kolonileri kuran Surlu ve Fenikeli

denizcilerden edindikleri görüşündedir. Thomas Maurice

Indian Antiquites adlı eserinde Fenikeliler, Yunanlılar ve

Kartacalıların kalay bulmak amacıyla Britanya adalarına

yaptıkları keşifleri uzun uzun anlatır. Kimileri ise Druidler

tarafından kutlanan Gizemler’in Doğu kökenli, muhtemelen

Budistik olduğu görüşündedir.

Britanya adalarının kayıp kıta Atlantis’e yakınlığı,

Druidizmde önemli bir rolü olan güneş tapıncını açıklayabilir.

Artemidorus’a göre Britanya yakınlarındaki bir adada Ceres’e

ve Persephone’ye tapınılmaktadır ve bu tapıncın ritüel ve

seremonileri Semendirek (Samothraki) adasındakilere benzer.

Druidlerin tanrılar meclisinin çok sayıda Grek ve Roma

ilahına sahip olduğuna kuşku yoktur. Britanya ve Galler’i

fetheden Sezar bu duruma çok şaşırmış, buradaki kavimlerin

Latin ülkelerdekine benzer bir şekilde Merkür, Apollo, Mars

ve Jüpiter’e tapındığına inanmıştır. Druid Gizemleri’nin

Britanya ve Galler’e ait olmayıp, daha kadim medeniyetlerden

göç ettiği neredeyse kesindir.

Druid okulları üç ayrı bölümden oluşuyordu ve buradaki

öğretiler pratik olarak masonluğun Mavi Locasının

mecazlarına gizlenen sırlarla aynıdır.

Page 23: YFA-Kasım

Bu üçlünün en alt sınıfını Oveyt (Ovydd) oluşturuyordu.

Bu fahri bir dereceydi ve hiçbir hazırlık veya arınma

gerektirmiyordu. Oveytler, Druidlerin öğrenme rengi olan

yeşil elbiseler giyiyorlardı. Hayatın sorunlarıyla ilgili üstün

bilgi ve genel beceriye sahip olduğu için Druidik Tarikata

kabul edilen bir Oveyt’in ilaç, mümkünse astronomi ve bazen

müzik bilgisine sahip olması bekleniyordu.

İkinci sınıfı, Berdler (Beirdd) oluşturuyordu. Bu sınıfın

üyeleri uyum ve hakikati temsil eden gök mavisi elbiseler

giyiyordu ve Druidlerin yirmi bin dizelik kutsal şiirlerinin en

azından bir kısmını ezberlemekle vazifeliydiler. Bunlar

genellikle bir Britanya veya İrlanda harpıyla

resmedilmişlerdir. Bu harplara insan saçından teller

geriliyordu ve bu teller insanın bir tarafındaki kaburga sayısı

kadardı. Berdler genellikle Druid Gizemleri’ne girmek isteyen

adaylara öğretmen olarak atanıyorlardı. Yeni girenler, yani

Neofitler, Druid Tarikatı’nın üç kutsal rengi olan mavi, yeşil

ve beyaz çizgili kıyafetler giyiyorlardı.

Page 24: YFA-Kasım

Üçüncü sınıf, Druidlerden (Derwyddon) oluşurdu. En

önemli işleri insanların dini ihtiyaçlarına yanıt vermekti. Bu

onura ulaşmak için aday önce bir Berd olmak zorundaydı.

Druidler saflığın sembolü olarak her zaman beyaz giyerlerdi.

Bu renk güneşi temsil ediyordu.

Cemiyetin başı olan Baş Druid’in (Arc-Druid) yüce

mertebesine erişebilmek için Druid Tarikatı’nın altı

mertebesini geçmek gerekiyordu (Hepsi beyaz giydiği için

farklı mertebelerin üyeleri birbirlerinden kuşaklarının rengiyle

ayırt ediliyordu). Bazı yazarlara göre Baş Druid unvanı

babadan oğula geçmektedir, fakat bu mertebe için gizli oylama

yapılması ihtimali daha yüksektir. Bu mertebeye gelen kişi

yüksek Druid mertebelerinden en bilgili üyeler arasından

erdem ve bütünlükte öne çıkmış olanlar arasından seçilirdi.

James Gardner’a göre Britanya adasında genellikle iki

Baş Druid bulunurdu. Biri İngiliz ardasında diğeri de Man

adasında ikamet ederdi. Muhtemel Galler’de başkaları da

vardı. Genellikle altın bir asa taşıyan bu kutsal zatlar,

otoritelerini simgeleyen meşe yapraklarından bir taç takarlardı.

Druid tarikatının genç üyeleri yüzlerini tıraş eder, mütevazı

giyinirlerdi. Fakat yaşlı olanların uzun sakalları ve büyüleyici

altın takıları olurdu. Druidlerin eğitim sistemi, Avrupa

kıtasındaki diğer kolejlerden çok daha üstündü. Bu yüzden

Galli gençler felsefi öğrenim ve eğitim için İngiltere’ye, Druid

okullarına gönderilirdi.

Eliphas Levi, katı bir perhizle yaşadıklarını, doğa

bilimlerini etüt ettiklerini, en derin gizleri muhafaza ettiklerini,

yeni üyeleri ancak çok uzun hazırlık dönemlerinin ardından

kabul ettiklerini ifade etmektedir.

Page 25: YFA-Kasım

Tarikatın yaşadığı binalar modern dünyanın

manastırlarından çok farklı değildir. Tarikat üyeleri tıpkı

Uzakdoğu’nun zahitleri gibi gruplar halinde yaşarlardı.

Bekârlık şart koşulmasa da çok azı evliydi ve Druidlerin

birçoğu inzivaya çekilir, tenha bir bölgede kaba taştan

kulübelerde, mağaralarda veya bir ormanın derinlerinde

bulunan kulübelerde yaşarlardı. Burada dua ve meditasyonla

meşgul olup, insan içine sadece dini vazifelerini yerine

getirmek için çıkarlardı.

James Freeman Clarke, Ten Great Religion (On Büyük

Din) adlı eserinde Druidlerin inançlarını şu şekilde açıklar:

Page 26: YFA-Kasım

“Druidler üç âleme ve bu âlemlerin birinden diğerine

geçişe inanırlardı. Mutluluğun hüküm sürdüğü dünyamızın

üstündeki âlem, mutsuzluğun hüküm sürdüğü dünyamızın

altındaki âlem ve mevcut âlemimiz. Bir âlemden ötekine göç,

ödül, ceza ve ayrıca ruhun arınmasıyla ilgiliydi.

Onlara göre, yaşadığımız dünyada Hayır ve Şer öyle

eksiksiz dengelenmiştir ki, insan bunları seçme özgürlüğüne

sahiptir. Galler’in triatlarında ruh göçünün üç amacı olduğu

anlatılır: Ruha bütün varlığın niteliklerini çekmek, bütün

şeylerin bilgisine ulaşmak, şerri alt edecek gücü edinmek.

Ayrıca onlara göre üç bilgi türü vardır: Her şeyin doğasının,

sebebinin ve etkisinin bilgisi. Druidlerin inançlarına göre üç

şey giderek azalmaktadır: karanlık, yanlışlık ve ölüm. Üç şey

ise sürekli olarak çoğalmaktadır: ışık, hayat ve hakikat.”

Tıpkı bütün gizem okullarında olduğu gibi Druidlerin

öğretileri iki bölüme ayrılırdı. Sıradan insanlara ahlak eğitimi

verilirken, daha derin ezoterik öğreti, sadece inisiye rahiplere

verilirdi. Tarikata kabul edilmek için adayın iyi bir aileden

gelmesi, terbiyeli biri olması gerekirdi. Ayartıların sınavından

birçok defa geçmeden ve karakterinin gücü şiddetle

ölçülmeden hiçbir önemli sır ona aktarılmazdı. Druidler

Britanya adasında ve Galler’de yaşayan halklara ruhun

ölümsüzlüğünü öğretmişlerdir. Ruh göçüne ve reenkarnasyona

inanırlar, bu hayatta ödünç aldıklarını, sonraki hayatta ödeme

sözü verirlerdi. İnsanların günahlarının bedelini ödeyip

onlardan kurtulduğu, ardından ilahlarla birlik içinde mutlu

olduğu bir cehennem inançları vardı.

Druidlere göre bütün insanlar kurtuluşa erecektir. Fakat

bazıları kendi doğalarında bulunan kötülüğü yenmek ve beşeri

hayatın derslerini öğrenmek için birçok defa yeryüzüne

Page 27: YFA-Kasım

dönmek zorunda kalacaktır. Adaylar, Druidlerin gizli

öğretilerini almadan önce gizlilik yemini ederlerdi. Bu

öğretiler sadece ormanların derinlerinde veya mağaraların

karanlıklarında aktarılırdı. İnsanlardan çok uzak olan bu

yerlerde neofite evrenin yaradılışı, tanrıların kişilikleri, doğa

yasaları, okült tıbbın gizleri, göksel cisimlerin gizemleri, maji,

büyü ve sihirbazlık sırlarını öğretilirdi. Druidlerin birçok

festivali vardı. Yeniay, dolunay ve ayın altıncı günü kutsal

dönemlerdi. İnisiyasyonun sadece iki ekinoks ve

gündönümlerinde gerçekleştiğine inanılmaktadır. 25 Aralık

şafağında ise Güneş Tanrısı’nın doğumu kutlanırdı.

Bazılarına göre Druidlerin gizli öğretileri Pisagorcu

felsefe tonuna sahipti. Druidlerin gözlerinde kutsal kabul

edilen kucağında bir çocuk taşıyan bir Meryemleri, Bakire

Ana’ları vardı. Günümüz Hıristiyanlarının Paskalya’yı

kutladıkları vakitte Güneş Tanrısı’nın dirildiğine inanılırdı.

Hem haç hem de yılan Druidler için kutsaldı. Bir meşenin

bütün dallarını kesip dallardan birini meşenin gövdesine

bağlayarak T harfi biçiminde bir haç elde ediyorlardı. Meşe

ağacından bu haç, Mabud’larının bir sembolüydü. Ayrıca

Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara tapıyorlar, Ay’a karşı özel bir saygı

duyuyorlardı. Caesar’ın ifade ettiği üzere, Merkür, Gallerin

önemli ilahlarından biriydi. Druidlerin taş bir küp şeklinde

Merkür’e taptıklarına inanılır. Ayrıca Doğa Ruhları’na büyük

saygı duyarlardı (Perilere, orman perilerine, gnomlara).

Ormanların ve nehirlerin bu küçük yaratıklarına birçok sunu

sunulurdu. Charles Heckethorn, The Secret Societies of All

Ages & Countries, [Tüm Çağların ve Ülkelerin Gizli

Cemiyetleri] adlı eserinde Druidlerin tapınaklarını tarif

ederken şunları söyler:

Page 28: YFA-Kasım

“Kutsal ateşin korunduğu tapınakları genellikle yüksek

yerlerde veya gür meşe ormanlarında bulunurdu ve çeşitli

şekillerde inşa edilirdi: Daire evrenin sembolü olduğu için,

daire şeklinde; birçok ulusun tradisyonuna göre evrenin

çıktığı, diğerlerine göre ilk anne ve babamızın geldiği

yumurtayı sembolize eden bildiğimiz yumurtanın şeklinde,

oval; Druidlerin Osiris’i olan Hu’nun sembolü olan yılan

şeklinde; yeniden doğuşun amblemi olan haçtan dolayı haç

şeklinde; Kutsal Ruh’un hareketini göstermek için kanatlı

şekillerde olabiliyordu. Belli başlı ilahları iki büyük tanrı ve

tanrıçaya, Hu ve Ceridwen’e indirgenebilir. Bunlar Osiris ile

İsis, Baküs ile Ceres veya bütün varlığın iki ilkesini temsil

eden yüce tanrı ve tanrıçaların özelliklerine sahiplerdi.”

Godfrey Higgins’e göre Kudretli Hu, Britanya adasına ilk

gelen kişi olarak kabul edilmektedir. Buraya Welshlerin

Triadlarında Yaz Ülkesi (Summerland) denilen –bugünkü

İstanbul civarlarında– yerden gelmişlerdir. Albert Pike’a göre

Page 29: YFA-Kasım

Masonluğun Kayıp Kelimesi, Druidlerin tanrısı Hu’nun

isminde gizlidir. Druidlerin inisiyasyon törenleri hakkında var

olan çok az bilgi, Yunan ve Mısır Gizem Okulları arasında

çarpıcı bir benzerliğe işaret etmektedir. Güneş tanrısı Hu

öldürülmüştür ve bir dizi tuhaf çetin sınavın, mistik ritüellerin

ardından tekrar hayata döndürülmüştür.

Druid Gizemleri’nin üç derecesi vardır ve çok sayıda

insan bu derecelerin tümünü geçmiştir. Aday Güneş Tanrısı’nı

sembolize edecek şekilde bir tabuta konurdu. En önemli test,

küçük bir teknenin içinde açık denize salınmaktır. Birçok kişi

bu sınavda hayatını yitirmiştir. Gizem sınavlarını geçen

Talisein adlı kadim bir öğretmen Faber’ın Pagan Idolatry

[Pagan Putperestlik] adlı eserinde tekne inisiyasyonunu anlatır.

Bu üçüncü aşamayı geçenlere “yeniden doğan” denirdi ve

bundan sonra Druid rahiplerin kadim zamanlardan beri

sakladıkları gizli hakikatleri öğrenirlerdi. Britanya dini ve

siyasi yaşamının ünlü isimleri bu inisiyeler arasından seçilirdi.

(Daha fazla ayrıntı için, bak, Faber, Pagan Idolatry [Pagan

Putperestlik], Albert Pike, Morals and Dogma [Ahlaklar ve

Dogmalar] Godfrey Higgins, Celtic Druids. [Kelt Druidleri])

Yiğit Akkoca [email protected]

Page 30: YFA-Kasım

Sevgili Türkiye,

Ne kadar çok özlemişim seninle dertleşmeyi bilemezsin.

Anlatacak öyle çok şeyim var ki… Nerden başlasam karar

veremiyorum… Keşke iyi haberler verebilseydim sana. Ama

her şey istediğin gibi olmuyor işte. Her bir köşenden ya

seviyesiz bir tartışma, ya bir acı patlak veriyor. Anlamıyoruz

artık birbirimizi. Herkes birbirine yabancı. Biliyor musun artık

insanlar birbirinden korkuyor. Hani eskiden hep derlerdi ya

‘Türkün Türk’ten başka dostu yoktur’ diye. İşte şimdi bu sözün

yalan olduğu zamanlardayız.

Annemin son zamanlarda ağzından eksik etmediği bir

cümleyle başlamak istiyorum anlatmaya: ’Her şey ateş pahası

oldu. Yaşanmaz vallahi bu memlekette.’ Hani pek de haksız

sayılmaz. Domates aldı başını gidiyor. Eh bunu gören diğer

sebzeler hiç eksik kalır mı? Ama yine de domatesin eline

kimse su dökemez. Nerdeyse unutuyordum son dedikodulara

göre ekmek de bu durumdan huysuzlanmaya başlamış,

yakında bir fiyat artışı da onda yaşanacakmış. Senin

anlayacağın zam üstüne zam… Bu halk ne yer ne içer kimsenin

umurunda değil.

Sonra geçtiğimiz aylarda sınavlarda skandal üstüne

skandal patlak verdi. KPSS’nin bir kısmı iptal edildi, 70’ten

fazla gözaltı var. Öğretmen atamaları durduruldu. Binlerce

genç belki de hiç hak etmediği halde tekrar bu sınavın

Page 31: YFA-Kasım

sıkıntısını çekmeye mahkûm edildi. Aslında bundan da ağırı

acaba daha önceki yıllarda da böyle seviyesiz olaylar yaşandı

mı sorusu. Kim bilir belki de gerçekten hak ettiği halde bir

yere yerleşemeyen yüzlerce genç vardır… Bilirsin bu gençlerin

başı ÖSYM ve YÖK ile başı hep beladaydı ama sanırım bu

kadarını kimse beklemiyordu…

İçimi acıtan diğer bir konu ise geçtiğimiz günlerde Dünya

Ekonomik Formu tarafından yapılan kadın erkek eşit(siz)ligi

konusunda 134 ülke arasında 126. olmamız. Ama bence

bundan daha ağırı geride bıraktığımız ülkeler: Fas, Benin,

Suudi Arabistan, Fildişi Sahilleri, Çad ve Yemen. Aslında bu

tablo şu dilimizden hiç düşürmediğimiz ‘Türkiye gelişiyor(!)’

cümlesini çok güzel özetliyor.

Şimdi sen diyeceksin ki siyasette neler oluyor? Ah ah…

Nerden başlasam ki halimizi anlatmaya. Öyle hızlı değişiyor ki

gündem ne zaman neyi tartışıyoruz, bu konuyu tartışmaya

hangi ara başladık ayırt edemiyorum. Eylül ayında yapılan

referandum hala etkisini koruyor. Referandum sonuçları ile

ülke kıyı ve iç olmak üzere ikiye bölündü. Sonuçları neler olur

onu bekleyip göreceğiz… Bir de bu aralar başkanlık sistemi

tartışılıyor. Aslında ben pek şaşırmadım. Bu anayasanın

arkasından böyle bir şeyin geleceği, başbakan Recep Tayyip

Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına aday olacağı açıktı. Peki sen

başkanlık sistemine hazır mısın??

Bir de öyle bir konu var ki aşağı tükürsen sakal, yukarı

tükürsen bıyık. Aslında yeni bir konu değil. Özellikle AKP’ nin

Page 32: YFA-Kasım

başa gelmesiyle sık sık gündeme gelen bir sorun. Ama bu

sefer biraz daha farklı sanırım. Çünkü CHP’nin bu konuya

bakışında tarihi sayılabilecek bir değişim gözlemleniyor.

Başörtüsüyle üniversitelere giriş henüz yasalaşmamış olsa da

bazı üniversitelerde genç kızlar başörtüleriyle derslere

girebiliyor. Aslında olayın hukuki boyutunu pek bilmiyorum,

benim için toplumsal boyutu daha önemli aslında. Bu sorunla

birlikte ülke bir kez daha iki keskin kutba bölündü. Nedense

bizim insanımızın gri renk anlayışı pek yok. Bir şey ya beyazdır

ya da siyah. Aslında her iki tarafın da sevincini ve korkusunu

anlayabilmek lazım. Bir tarafta kimi zaman ailesi kimi zaman

da kendisi başını açmak istemediği için okuyamayan yüzlerce

genç kız, diğer tarafta ülkenin İran’a benzemesinden endişe

duyan bir kesim. Her iki tarafın da kendine göre haklı tarafları

var. Ama ne olursa olsun şu bir gerçek ki bu ülkenin okumuş,

modern insanlara ihtiyacı var. Ben hiçbir zaman kapalılığın

modernliğe engel olacağını düşünmedim, düşünmem de.

Çünkü çağdaşlık başını açmak kadar basit bir iş olsaydı herkes

çağdaş olurdu. Modern insan karşısındakine saygı duyan,

karşısındakiyle empati kurabilen, hoşgörülü insandır. Bazen

düşünüyorum da her gün okul girişlerinde ve çıkışlarında bir

köşede( çoğu üniversite öğrencilerin başlarını açmalarına ve

kapamalarına lavabolarda izin vermiyor) başını açmak ve

örtmek rahatsız edici bir durum olsa gerek. Çift kişilikli bir

yaşam sürmek gibi. Ayrıca modern geçinen insanlar

tarafından aşağılayıcı bakışlarla süzülmek bile üniversiteyi

bırakmaya yetebilir sanırım. Ama diğer bir taraftan bu

Page 33: YFA-Kasım

duruma karşı çıkanlarda haklı. Çünkü kimse başörtüsünün

üniversiteyle sınırlı kalacağının garantisini veremez. Bu durum

ilkokula da yayılabilir. Bu da beni rahatsız eder sanırım. Çünkü

7–16 yaş arasında bir çocuğun nasıl yaşayacağına dair kendi

düşünceleri olamaz. Ailenin ya da içinde bulunduğu çevrenin

düşüncelerine göre hareket eder. Ama 18 yaşını doldurmuş

bir yetişkin ne istediğine, nasıl yaşayacağına kendisi karar

verebilir. Karşı görüşü savunanların diğer bir sebebi ise

kapalıların kendilerine açık oldukları için baskı uygulayacağı

konusunda.( tıpkı yıllarca bizim onlara uyguladığımız baskı

gibi) Ama yine de ortak hoşgörü ile, gerekli hukuki

düzenlemeler alındıktan sonra ve başörtüsünü siyaset olarak

görmekten vazgeçebilirse ya da buna izin vermezsek bence

her iki tarafı da memnun edebilecek bir düzenleme yapılabilir.

Unutulmamalı ki herkes inandığı gibi yaşar ve yaşadığını

savunur. Kimseyi kendin gibi düşünmediği için suçlayamazsın.

Kısacası halimiz içler acısı. Geçer mi bugünler diye

sorarsan, bir cevabım yok. Keşke annemin anlattığı bir masal

olsan: ‘Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde güzel mi

güzel bir ülke varmış…’ diye başlasan ‘onlar ermiş muradına

biz çıkalım kerevetine’ diye sona ersen ve ben de mutlu sonla

yumsam gözlerimi…

Sevgilerimle Yasemin Alp

Page 34: YFA-Kasım

AYDINLANMA NEDİR?

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin

olmama durumundan kurtulmasıdır diye başlıyor Kant

yazısına ve şöyle devam ediyor. Bu ergin olmama durumu ise

insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna

başvurmaksızın kullanamamasıdır. O dönemde kilise

baskısından aklını bile başkasının yardımı olmadan

kullanamayan insanoğluna Sapere Aude (Yüreklice Düşün)

diyerek seslenmiştir. Ayrıca ergin olmama durumun ne kadar

rahat ancak bir o kadar da vahim bir durum olduğunu

belirtirken şunları söylemiştir. Benim yerime düşünen bir

kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile

ilgilenen sağlığım için kara veren bir doktorum oldu mu,

zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Bu dönemdeki kilise

baskısının aşılmasının önündeki en büyük engeli de yine

kilisenin otoritesinde kayıp korkusunun ne denli büyük

olduğudur. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen

üzerlerine almış bulunan gözeticiler, insanların çoğunun, bu

arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı

sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan

geri kalmazlar.

Page 35: YFA-Kasım

Dogmalar ve kuralların, daha sağlıklı düşünmenin veya

daha farklı bir deyişle düşünmenin kötüye kullanımının,

insanın erginleşme ve olgunlaşmasında ne kadar büyük ayak

bağı olduğu belirtilmiştir. Bu aydınlanmanı başlayabilmesinin

ilk adımlarının da nasıl olduğunu veya olması gerektiğini

belirtmiştir. Kamuda - gözetenler arasında bile- bağımsız

düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır. Bu kişiler ilk

olarak kendi bağlarını çözecekler daha sonra bağımsız

düşünmenin insanın doğasının bir gereği olduğunu

çevrelerine yayacaklardır. Önceleri otorite kaybından korkup

insanları korkutan, bezdiren birkaç yöneticiden biri çıkıp da

halkı boyunduruklarını atmaya kışkırtırlar ise diğer yöneticiler

onları tekrar boyundurukları altında tutmaya zorlayacaklardır.

Önyargıları yaymanın böyle zor yanları da vardır elbet, o

önyargılar elbet bir gün dönüp o insanlardan öç alacaklardır.

İşte bu yüzdendir kamunun aydınlanması yavaş yavaş

olacaktır. Gerçi devrimlerle bir baskı rejimi yıkılabilir ancak bu

yeni bir despotizmin yolunu açar bu da aydınlanmanın

mantığı ile ters düşmektedir. Ancak magna carta da böyle bir

despotizm sonucu doğmadı mı?

İnsanın kendi aklının kamuoyu önünde, serbestçe ve

onlara hizmet edercesine kullanılması sonucu aydınlanma

gelecektir der ve buna aklın özel olarak kullanışı olarak

tanımlar. Daha sonra üç açıklayıcı örnek veren Kant ‘ın en

çarpıcı örneği olan rahip örneğini sizinle paylaşmak istiyorum.

Page 36: YFA-Kasım

Papaz işinin gereğinden dolay kilisenin inançlarını

cemaatine, halkına öğretmekle yükümlüdür. Ancak din bilgini

olarak papazın inançları eleştirme ve daha fazla özgürlüklere

sahiptir. Büyük bir itina ile ve dikkatle ölçülüp biçilmiş ve

tartışılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş

eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir. Bunlar

sözü geçen dinin ve kilise işlerinin düzeltilebilirliği ile ilgili

olacağı gibi ilgili düşüncelerin ve öğretilerin yanlışlığıyla ilgili

olarak olabilir ve bunu yaparken papaz vicdanını rahat

tutmalıdır. Aslında Protestanlık ile başlayan süreç bu sürecin

tetikleyicisi olmuş diyebiliriz.

İnsan kendi adına yeni şeyler öğrenmeyi, özgürce

düşünmeyi, aydınlanmayı bir süreliğine erteleyebilir. Ancak

böyle bir çabadan bütünüyle vazgeçmek demek hem bugün

hem de kendisinden sonra gelecek kuşaklar için, insanlığın

doğal haklarını ayaklar altına almak demektir. Daha sonra

Kant bu düşüncelerini Kralların yani gözetenlerin hiçbir

şekilde yapamayacağını belirtmiş, kralın asıl görevinin

tanımlamasını da yaparken şu kelamları etmiştir. Kralın asıl

görevi ve kendisinden sorumluluk isteyen işi, ellerinden

geldiğince kendi kurtuluş yollarını belirleyip bunları hareket

geçirmek ve gerçekleştirmek isteyenlere engel olmaya

çalışanlara karşı çıkmaktır. Fakat hükümetin denetimi

sırasında din konusundaki görüşlerini açıklığa kavuşturmak

amacıyla halkının bir girişimi olan yazıları söz konusu ederek

bu dinsel konulara hükümdarın müdahale etmesi, onun

itibarını zedeler.

Page 37: YFA-Kasım

Yazıda Kant kendine acaba aydınlanmış bir çağda mı

yaşıyoruz diye sorar ve cevap olarak da; İnsanlığın bir bütün

olarak başkasının rehberliği olmaksızın dinsel konularda kendi

aklını en iyi ve etkin şekilde kullanması durumunda olması

yada bu duruma getirilebilmesi için katedilecek çok yolumuz

var. 21. Yy’da bile henüz tam olarak aydınlanmış bir çağda

değiliz. Vatikan’ın dünya ekonomisi ve politikası üzerindeki

baskısı yadsınamaz.

Türkiye’de de politik iktidarın insanı düşünmeye

yöneltecek eylemleri (Kitap, dergi, internet, televizyon)

kısıtlamaya ve/veya yöneltmeye çalışma çabası Türk

aydınlığının önündeki en büyük engeldir. Aynı otorite kaygısını

günümüzde yaşayan politik iktidar insanın ne kadar çok

aydınlanırsa otoritesinin o kadar sarsılacağını düşünür ve

kamuyu cahil tutmaya çalışır. Bu durumda hemen aklıma

Friedrich Nietzsche’nin şu sözleri aklıma gelir. “Cahil bir

toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi hiçbir

zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını

zanneder. cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma

bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar

ahmaklıktır!... Böyle bir seçimle iktidara gelenler,

düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim

hainlerdir!”

Daha sonra Prusya Kralı olarak anılacak olan 1. Friedrich

hakkında da olumlu eleştiriler de bulunmaktadır. Bir prens

halkında din konularında herhangi bir emir vermemeyi ya da

yükümlülük yüklememeyi otoritesi adına bir küçüklük

Page 38: YFA-Kasım

göstergesi olarak görmez aksine halkını tüm bir özgürlüğe

doğru yönlendirirse, hatta bu kimse hoşgörülü gibi kibirli bir

tanımlamayı kabul etmiş olsa bile, o kişi aydınlanmış kişidir.

“İstediğiniz kadar ve istediğiniz konuda düşünün ancak itaat

edin.”

Özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani

hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre

insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan

yararlanabilecekleri düşüncesi, makineden fazla bir şey olan

insanın, insansal onuruna uygun davranma düşüncesine

dönüşecektir.

Sinan SÖNMEZ

[email protected]

Page 39: YFA-Kasım

BİR FİLM BİR KİTAP

Filmin orijinalinden çevrilmiş ismi ‘artık yıl’,

kastettiği gün ise 4 yılda bir gelen 29 Şubat günüdür.

Filmin kahramanı, Anna, erkek arkadaşının dört yıldan

beri ona evlilik teklif etmemesi üzerine kadınların

erkeklere Şubat'ın 29'unda evlenme teklif edebildiği

bir İrlanda geleneğinden esinlenip ipleri ele almaya

karar verir ve erkek arkadaşı Jeremy’ nin arkasından

Dublin’e gitmeye karar verir. Fakat kötü hava şartları

Anna’ nın yakasını bırakmaz ve Anna’ nın yolculuğu

uzar. Dublin'e gidebilmesi için taşra ahalisinden

Declan, Anna'ya yardım eder. Aşkın nereden geleceği

belli olmaz ve Anna yolda Declan’ a aşık olmuştur.

Page 40: YFA-Kasım

Yönetmenliğini Anand Tucker’in yaptığı Aşka

Yolculuk (Leap Year) adlı filmin senaryosu Deborah

Kaplan ve Harry Elfont’a ait. Filmin oyuncu kadrosunda

ise Amy Adams, Matthew Goode, John Lithgow,

Kaitlin Olson ve Adam Scott rol alıyor.

İzlerken gerçekten tam anlamıyla bir romantik

komedi izlediğinizi hissediyorsunuz. Anna ve Declan'ın

yol boyu başlarına gelenler insanda tebessüm

uyandırıyor. Üstelik muhteşem İrlanda manzaraları da

insanın içini ısıtıyor. Konusu itibariyle de oldukça sıra

dışı ve kaliteli bir yapım. Romantik komediden

hoşlananların izlemesini tavsiye ederim.

CEREN BAKICI

Page 41: YFA-Kasım

RODOS’TAN KARŞIYAKA’YA

“Okuyun ki, bu semti sevmek için bir sebebiniz daha olsun. “ demiş birisi Karşıyaka’yı kastederek bu kitaptan yola çıkıp. Ne yani Karşıyaka’yı sevmek için bir nedene ihtiyacı mı var insanın dedim kendi

kendime. Çünkü eğer birini neden seviyorsun diye sorulduğunda elle tutulur bir sebep söyleyemiyorsan gerçekten aşıksındır diye biliyorum ben ve Karşıyaka’ya aşık bir insan olarak tabi ki

neden aramıyorum. Kelimelerin bittiği yerde Karşıyaka sevdası başlar çünkü… Ama hem tarih ve biyografi özelliği içeren kitapları sevmem dolayısıyla hem bu sözün etkisiyle hem de eskiden Karşıyaka nasılmış acaba diye merakıyla aldım bu kitabı. Bir solukta okudum. Pişman mıyım? Tabi ki hayır. Okuduğuma son derece memnun olduğum bir kitap oldu. Şimdi sırada yazarların diğer kitapları var. Neden mi? Çok basit, çünkü kitap boyunca öyle güzel bir dil kullanılmış ki, anlatım o kadar sahici, o kadar sıcak ki, insan kendisini o kadar içinde hissediyor ki hikayenin, ‘evet Yücel İzmirli ve Zühal İzmirli bu işte çok iyiler, mutlaka takip edilmesi gereken yazarlar arasına alınmalı’ diyor insan kendince.

Page 42: YFA-Kasım

1930larda Rodos’ta filizlenen temiz ve yoğun bir aşkla başlıyor roman. Kendinizi anında renk cümbüşü bir doğada, masmavi denize karşı, sevgilinizi özlemle düşünürken buluyorsunuz. Daha sonra 2. Dünya Savaşı ve beraberinde getirdiği yoksulluk anlarını iliklerinize kadar hissediyorsunuz en şiddetli acılarıyla birlikte. Savaşın ardından anavatana göç ediyorsunuz ve bir de bakmışsınız ki size tüm acılarınızı dindirecek cennetten bir köşeye sığınmışsınız, İzmir’in kıymetlisi Karşıyaka… Hayata tutunma mücadeleleri, kuvvetli bir aile bağı, sıcak komşuluk ilişkileri, fonda Karşıyaka. Romanın kahramanlarıyla birlikte tertemiz sularda, su kaplumbağaları ile yan yana yüzüyorsunuz kimi zaman, kimi zaman onlar masalarında balık yerken kokusu sizin burunlarınızda buram buram. Adeta 3 boyutlu bir film izler gibi hatta bir zaman makinesiyle onların yanına gitmiş gibi… Bunu okurlarına hissettirebilecek kadar güzel bir dil kullandıkları için yazarlarımıza teşekkürü bir borç bilirim. Ve sizlere bu kadar severek okuduğum bir kitabı tanıtmasaydım vicdanım rahat etmezdi inanın. Şimdiden iyi okumalar…

Şeyda KAYA [email protected]