yil: 4 sayi: 14 sonbahar dÖnemİ’18 | ÜskÜdar İlÇe mİllİ...
TRANSCRIPT
YIL: 4 SAYI: 14 SONBAHAR DÖNEMİ’18 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ SÜRELİ YAYINIDIR
ÖĞRETMENLER GÜNÜNE ÖZELÖĞRETMEN FİLMLERİ
PROF. DR. İRFAN ERDOĞAN İLE ÖĞRETMEN OLMAK ÜZERİNE
ANTİK ÇAĞDA EĞİTİM-ÖĞRETİM VE ÖĞRETMEN
OSMANLI’DA ÖĞRETMENLERİN TEŞVİK VE TALTİFİ
HOCADAN MUALLİME, MUALLİMDEN ÖĞRETMENE BİR ALTIN ZİNCİR
SINIF KAPISI(GELECEĞE AÇILAN KAPI)
BİZİM GÖK KUBBEMİZPROJESİ
BİZİM GÖK KUBBEMİZPROJESİ“Gelin Tanış Olalım, Kardeş Olalım”
ÜSKÜDAR İLÇE MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ
“Gelin Tanış Olalım, Kardeş Olalım”
twitter.com/uskudarmemfacebook.com/uskudarmem
İ s h a k A S L A NEditör
Dünya genelinde ve özelde de ülkemizde yoğun gün-
demlerden geçiyoruz. Kaotik hale gelen sorunsalların
özüne inildiğinde, aslında bunların kolaylıkla çözümle-
nebilecek mevzular olduğu, yalnızca önemsenmeyerek,
ötelenerek geçiştirilen fenomenlerin; nasıl bir kartopun-
dan çığ kütlesine dönüştüğünü, mevzu bizi etkilemeye
başladığı anda görürüz. Temel problem; kollektif bir
bilinçle sorunların analizini yapmama ve nihayetinde yine
kolektif bir bilinçle çözüme el atmamamızdır. Peki bu
hususta başat rolde olması gerekenler kimler? Aydınlar
ve aydınlanmış bilince sahip olan öğretmenlerdir hiç
kuşkusuz. Grigory Petrov’un yazdığı, Beyaz Zambaklar
Ülkesi Kitabında; Fin toplumunun yaşadığı fakrı zaruret
durumunu gören ve bunun için çözüm arayan kahra-
manımız Snelman, öncellikle aydın, okumuş ve memur
konumunda bulunan kitlenin uyandırılması gerektiğini
görür. Onlara şöyle seslenir; ‘aydın kesim bir milletin beyni
gibidir. Millet sizi iyi bir öğrenim gördükten sonra maaşa
konasınız diye, akşam kahvelerde, iskambil ve domino
masasının başına geçip eğlenesiniz diye okutmamıştır.
Bunu böyle yapanlar aydınlar değildir. Bunlar, aydınların
küflenmiş olanlarıdır. Okumuşların hepsi, ulusal zekâyı
geliştirmek, ulusal vicdanı uyandırmak, ulusal iradeyi
güçlendirmek zorundadır.’
Kuşkusuz öğretmenler, toplumun en küçük ve önemli
bireyi çocukları eğitmenin yanı sıra aileyi ve toplumu da
yetiştirmek gibi ulvi ve zor bir misyonu yapmak zorunda-
dır. Binaenaleyh, yeni bir toplum inşasının öncü sanatkâr
ve sedefkârları; öğretmenlerdir. Snelman devamında yeni
bir Fin toplumunun şekillenmesi için aydınlara ve öğret-
menlere şöyle seslenir; ‘millete, hayatın değerini anlamayı
ve korumayı öğretin. Ucuz ve gösterişsiz olmakla birlikte
daha iyi yerleşim merkezlerinin nasıl kurulabileceğini
öğretin. Kendilerinin ve çocuklarının hayatlarını nasıl
koruyacaklarını, mutlu bir aile yaşamının nasıl kurula-
bileceğini, erkeğin kadına, kadının erkeğe nasıl davra-
nacaklarını ve çocuklarını nasıl yetiştireceklerini öğretin.
Milleti, her işi zamanında yapmayı, disiplinli ve düzenli
çalışmaya alıştırın. Kendisinin ve başkalarının haklarına
saygılı olmayı öğretin. Bütün işlerde halka örnek olma-
ya çalışın’. Bu öğretiler ışığında, Rus sömürgesi altında
çok geri kalmış Fin toplumu için ‘halkın öğretmenleri’
olma görevini üstlenen Snelman’ın da içinde olduğu
bir gurup öğretmen, yılmadan, yorulmadan çalışarak
Farabi’nin ‘ El-medinetü’l Fazıla’sı, Platon’un Devlet’i
gibi tasarımladıkları bir devlet modelinin öncüsü oldular.
Nihayetinde bir bataklık yeri olan Finlandiya’yı beyaz
zambaklar ülkesine dönüştürdüler. Kurtuluş Savaşında
milletin selameti için cepheye öğrencileri ile birlikte en
önde koşanlar öğretmenler değil miydi?
Nurettin Topçu öğretmenlerin ulvi konumunu dile geti-
rirken aynı zamanda bir ikazda bulunur; ‘Âdemoğlunu,
beşikten alarak mezara kadar götürüp teslim eden, dün-
yanın en büyük mesuliyetine sahip insanıdır muallim.
Kaderimizin hakikatinin işleyicisi, karakterimizin yapıcısı,
kalbimizin çevrildiği her yönde kurucusu odur. Fertler
gibi, nesiller de onun eseridir. Farkında olsun olmasın,
her ferdin şahsi tarihinde muallimin izleri bulunur. Dev-
letleri ve medeniyetleri yapan da, yıkan da muallimlerdir.
Muallime değer verildiği, muallimin hürmet gördüğü
ülkede insanlar mesut ve faziletlidir. Muallimin alçal-
tıldığı, mesleğinin hor görüldüğü milletler düşmüştür,
alçalmıştır ve şüphe yoktur ki bedbahttır’.
Evet, Kasım ayı, saatlerin ve günlerin öğretmen diye
vurulduğu andır. Mekteb-i Üsküdar Dergimizin 14. sayısı,
öğretmen dosyasıyla huzurunuzdadır. Konusu öğretmen,
yazarları da öğretmen olan bir dergi. Şiir, makale ve
öyküler ile dopdolu olan bu sayımızda ayrıca ülkemi-
zin önde gelen düşünce adamlarından biri olan Prof.
Dr. İrfan ERDOĞAN ile gerçekleştirdiğimiz röportaj
ilginizi çekecektir. Özellikle Cumhuriyetimizin kuruluş
döneminde maarif ile ilgili hususların öncü şahsiyetler
ile birlikte anlatıldığı bu röportaj, aynı zamanda güzel
bir eğitim felsefesini ortaya koymaktadır.Yeni sayımız
yayın aşamasında iken gelecek sayının heyecanı bizi
şimdiden sarmaya başladı. Yeni sayıda buluşmak üzere
kalın sağlıcakla…
1) Petrov,G.BeyazZambaklarÜlkesi,AyrıntıYay.
2) Topçu,N.Türkiye’ninMaarif Davası,DergahYay
Selam ile,
İÇİNDEKİLER
AHİLİK KÜLTÜRÜMÜZÜN YANSIMASI KARDEŞ OKULLAR PROJELERİ
Sevda DIRAGA CANBAZ
60
Erkan KAHRAMAN SENSİZ DİLEĞİM
59
DERTLERİMİN SONSUZ GÜZELLİĞİSİN
İsmail AYKANAT
63
SELÂHADDÎN İÇLİ VE TÜRK MÜZİĞİ Mehmet Cemâl ÖZTÜRK
70
KALEMİ BIRAKMADilan ORTASAÇ69
ÖĞRETMENLER GÜNÜNE ÖZEL
ÖĞRETMEN FİLMLERİ
Deniz SARIBUDAK
64
TANPINAR’A NASIL KÜSTÜM?
TANPINAR İLE NASIL BARIŞTIM
Suavi Kemal YAZGIÇ
72
ÖĞRETMENİN DİLİNDEN
Ayşe YİĞİT74
ÖĞRETMEN OLMAK
Kübra BOZKURT 76
BEYAZ GÜVERCİNÖzay EROĞLU
ÖĞRETMENİM BENIşıl AKSOY ATİK
GÜN EKSİLMESİNSezen GÜLBAR
ÜSKÜDAR FAALİYET BÜLTENİRumeysa KARIŞMAZ
78
80
81
84
ANTİK ÇAĞDA EĞİTİM-ÖĞRETİM VE ÖĞRETMEN
EN ARKA SIRADAKİÇOCUĞUN SESLENİŞİ
İshak ASLAN İshak ASLAN
OSMANLI’DA ÖĞRETMENLERİN TEŞVİK VE TALTİFİ
Sinan AYDIN Emre GÜL
GELENEKSEL İSLAM EĞİTİM KURUMLARI VE ÖĞRETMENLİK
ÖĞRETMEN HASAN EFENDİNİN ŞİİRİ
Adem TURANTayfur KOZAN
HOCADAN MUALLİME, MUALLİMDEN ÖĞRETMENE BİR ALTIN ZİNCİR
Mine KILIÇÖzgür Aras TÜFEK
BİR GÜNÜN ANISINA
Nurettin DURMAN
SINIF KAPISI(GELECEĞE AÇILAN KAPI)
19
20
23
14 24
26
8
6
ÜÇ AYLIK EGİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİYıl:4 Sayı: 14 / Kasım 2018
İmtiyaz SahibiÜsküdar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Adına Sinan Aydın
Genel Yayın Yönetmeni İshak Aslan
Yazı İşleri MüdürüÖzgür Aras Tüfek
Yayın Kurulu Tayfur KozanSelahattin ÖzkökMine KılıçReyhan ÇelikSabahat Özgöl
BültenRumeysa Karışmaz
TasarımArif Osman Görüşü[email protected]
Baskı Hat Basım SanatlarıBasım Tarihi: Kasım 2018
SEVGİ DOLU BİR ÖĞRETMEN BAĞLANMA STİLİMİZİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ?
Hatice Kübra AKYÜZ
PROF. DR. İRFAN ERDOĞAN İLE ÖĞRETMEN OLMAK ÜZERİNE
İshan ASLAN Özgür ARAS TÜFEK Sabahat ÖZGÖL
YENİLİKÇİ BİR EĞİTİM SEVDALISI İSMAİL HAKKI BALTACIOĞLU
Karani BEDİR
HENÜZ 17 YAŞINDA İDİM…MUSTAFA NECATİ BEY HUZUR EVİ SAKİNİ BÜLENT UĞUR İLE SÖYLEŞİ
Sinan YILMAZ
KUŞAKLAR VE DEĞERLER
HER ÖĞRETMEN BİR RESSAM
Doç. Dr. Can POLAT
MEDENİYETİN BEŞİĞİ HARRAN
Reyhan ÇELİK
Yazışma İletişimMimar Sinan Mah. Dr. Fahri Atabey Cd.No: 21 Üsküdar Hükümet Konağı B Blok Kat: 1-2
[email protected] yazılarından sorumludurlar. @UskudarMEM uskudarMEM
30
32
36
39
45
47
50
54
ÜSKÜDAR İLÇE MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ
ALTIN ŞEHİR
Çetin KILIÇ
Sabahat ÖZGÖL
Ayhan KALAYCI
6
SINIF KAPISI(GELECEĞE AÇILAN KAPI)
Ülkelerin ve toplumların en önemli gücü, en büyük
zenginliği, nitelikli, iyi eğitimli, çalışkan, yeniliklere ve
rekabete açık insan kaynağıdır. Öğretmenlerimiz, nitelikli
insan kaynaklarının oluşmasında, gelişmesinde ve ye-
tişmesinde; dolayısıyla geleceği inşa etmek noktasında
en büyük paya sahiptir. Ayrıca öğretmenler, hepimizin
gönlünde müstesna bir yere de sahiptir. Bilhassa bizim
kültür ve medeniyetimizde, öğretmenler anne ve ba-
balarımız kadar değerli, onlar kadar aziz ve muteber
sayılmaktadırlar. Zira bizler, ilim ve irfan sahibi kimselere
hürmeti, bize bir harf dahi öğreten kimsenin karşısında
saygıyla eğilmeyi şiar edinmiş bir milletiz. Öğretmenlik
mesleğinin ve yüklendiğimiz vazifenin ehemmiyetini
ve ulviyetini idrak sadedinde, Nurettin TOPÇU’nun
şu tespitlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Düşünülerekgirilenkapıyalnızsınıf kapısıdır.Şunainanınızkidünyadahiçbirfetihkaderinsırrınavakıf olanlar
içinsınıf kapsısınıaçmakkadarşereflideğildir.Hizmetinde
olduklarıvazifeninulviyetineinananöğretmenlerinizsınıf
kapılarınıaçarken,istiklaleümitveaydınlıkgetirenbirkapıyı
açtıklarınıhissettiler.”
Öğretmenler dünyanın en değerli işini yapıyor, en
değerli mesleğini icrâ ediyorlar. Çünkü eğitim, öğretim
ve öğretmenlik her şeyden önce ilâhî, melekî ve nebevî
bir iştir.
Öğretmenlik ilâhî bir iştir çünkü Allah Teâlâ, Rab
sıfatının sâhibidir ve bu sıfatıyla besleyen, yetiştiren,
büyüten ve eğitendir. Kâinâtta bütün varlıkların, görü-
nen ve görünmeyen âlemlerin Rabbı olan Allah, aynı
zamanda ilk mürebbî ve ilk muallimdir. Öğretmenin
ilâhî vasfı insanları ve öğrencilerini hem maddî, hem
de mânevî olarak eğitmektir. Öğretmenlik melekî bir
iştir çünkü kâinâtın gözde varlığı olan insanı eğitecek
ve onlara rehber olacak peygamberlere ilâhî vahyi ge-
tiren ve ilâhî hakîkatleri öğreten Cibrîl-i Emîn (Cebrail),
bir melektir. Onun öğretmenliğinin ilk ve temel vasfı,
peygamberleri ve onlar vâsıtasıyla insanları korktukla-
rından emîn kılmak, teskîn etmek ve güven vermektir.
Öğretmenlik nebevî bir iştir çünkü bütün peygamber-
ler Allah’ın mesajını insanlara taşıyan ve bu mesajları
davranış ve sözleriyle onlara öğreten rehberlerdir.
Öğretmen hedefleri olan dertli insandır. Kendisine
emânet edilen yavruları kendi yaşayacakları dönemin
şartlarına göre yetiştirir. Onları eğitmenin derdine düşer.
Nasıl çiftçi ektiği tohumun derdine düşerse, öğretmen
de talebelerinin derdine düşer ve onları kurda kuşa yem
S i n a n AY D I N *
etmez. Eğitimci talebesinde sağlam bir vicdan inşâ etmeye
çalışır. Eğitimcinin kalitesi yetiştirdiği talebelerinde görülür.
Nitekim Ziyâ Paşa der ki:
Âyinesiiştirkişininlâfabakılmaz
Görünürşahsınrütbe-iaklıeserinde
Gerçek eğitimci düzgün karakteri sâyesinde insanları ar-
kasından sürükleyebilendir. İnsanları peşi sıra sürükleyen
dehâ değil karakterdir. Çünkü insanlar dehâya hayrandır,
ama karakterin peşinden giderler.
Yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi öğretmenlik
herhangi bir memurluk değildir. Hizmet alanının odağında
insan var. Onu yetiştirmekle vazifelidir. Bu ise ancak öğ-
retmenin kendisini devamlı yenilemesi ve geliştirmesiyle
mümkün olabilir. İyi bir üniversiteden mezun olmanın, iyi
bir öğretmen olmaya asla yetmeyeceğinin bilincinde ömür
boyu öğrenmeye, belki de öğrenci olmaya gönüllü olmalı
öğretmen. İyi, profesyonel ve entelektüel bir öğretmenlik
“aslaöğretmeyeyüzdeyüzhazırolamayacağım;çünküöğret-
menlikaslasonaermeyecekbiryolculuktur…” diye düşünerek
devamlı bir gayret içerisinde olmayı gerektiriyor. Bu konuda
örnek bir hatırayı da sizlerle paylaşmak isterim. Cemil Meriç
Hoca ile ilgili talebesi Ali Özgüven Bey şöyle bir olaydan
bahseder: Fakülteye gelirken, vapurda bile okurdu. Yolda,
‘Hocam, sizin bu kadar çalışmanıza gerek yok.’ dediğim vakit,
‘Hoca,asıldiplomaaldıktansonrasürekliolarakçalışan,öğrenen
veöğretenkimsedir.Hoca,ölümünekadarşartlarveortamne
olursaolsun,öğrencileriniyalnızbırakmayanveonlarafaydalı
olmayıamaçedinenkimsedir.’ derdi.
Türkiye’nin maarif davası üzerine kafa yormuş ve bu
uğurda samimi çalışmalara önderlik etmiş merhum Nurettin
TOPÇU’nun öğretmenliğin ne derece mühim bir iş olduğunu
anlatan şu ifadeleri de çok anlamlıdır;
“Bizimbütüntarihimiz,mualliminyükseltildiğidevirlerdeşan
veşereflemedeniyetveahlakınzirvelerinetırmanmış,muallimin
alçaltıldığıdevirlerdeiseuçurumlarayuvarlanmıştır.”
Böylesine onurlu ve güzide bir mesleğin üyesi olmanın
verdiği mutlulukla, tüm öğretmenlerimizin (24 Kasım’da id-
rak edeceğimiz) “Öğretmen Günü”nü tebrik ediyor, sağlıklı,
başarılı ve huzurlu yıllar diliyorum.
*ÜsküdarİlçeMilliEğitimMüdürü
Kaynaklar:
1.Türkiye’ninMaarif Davası,NurettinTopçu,DergâhYayınları.
2.İGEDERÖğretmenlerSempozyumuAçılışKonuşması,HasanKamilYılmaz.
3.BabamcemilMeriç,ÜmitMeriç,İnsanYayınları.
8
ANTİK ÇAĞDA EĞİTİM-ÖĞRETİM VE ÖĞRETMEN
ÖNCE SÖZ VARDI
‘Bana adı öğret’ diye Allah’a yalvarır Hz. Adem.
Öğrenmek istediği, hayata anlam ve değer katan, yer-
yüzünde kendisi ile birlikte var olan bir tablonun bütün
parçaları olan ‘şey’lerdir. Bu sayede tarım, hayvancılık,
bağ ve bahçecilik ile ilgili en güzel bilgileri, deneyim ile
elde etti. Çünkü bilgi, beraberinde pratik ile en güzel
zanaatın ortaya çıkmasına yol açar. İncil’de ilk ayet
olan ‘önce söz vardı’ cümlesi bilginin insandan önce
var olduğunu gösterir. Aslında insan, bilgiyi üreten değil
keşfedendir, var olanı ortaya çıkarandır. İnsanın çoğal-
ması, yeni bilgilerin keşfini ortaya koyarken tekniğin
gelişmesini sağladı. Bununla beraber toplu yaşamanın
yolları aranılmış, nihayette site devletleri ortaya çıkmıştır.
Topluluk halinden yaşamanın yeter ve şart unsurları; ula-
şım, sağlık, eğitim ve emniyettir. Bu unsurlar ile beraber
bilim, teknik ve mimari gibi gelişmenin başat etmenleri
katkı sağlar. Eğitim başlangıçta informal yollarla öğreti-
lirken, ilerleyen süreçte formel yollarla öğretimin yolları
arandı, nihayetinde ise bir çatı altında talim ve terbiyenin
görüldüğü okullar ortaya çıktı. Okul, eğitim öğretim
faaliyetlerinin yürütüldüğü mekânlardır. Okul sözcüğü
Türkçe “okumak” kökünden, muhtemelen Fransızca
école(ekol) sözcüğüne benzetilerek, serbest çağrışım
yöntemiyle türetilmiştir. Fransızca école sözcüğünün
kökeni Yunanca (skhol) kelimesidir ve “felsefe ve ders
yeri” anlamına gelir. Türkçede Arapça mektep kelimesi
de okul anlamında kullanılır.
EĞİTİMDE ÖNCÜ MEDENİYET; SÜ-MERLER
Formel düzeyde ilk eğitim örnekleri Sümerler döne-
minde görülmektedir. Yazın örneği olarak ilk belgeler
en eski Sümer şehri olan Uruk’ta bulunmuştur. Eğitim
İshak ASLAN *
öğretime dair ilk belgeler yine bu döneme rastlamaktadır,
Eski Şuruppakşehrinde yapılan kazılarda M.Ö 2500 sene-
lerine tarihlenebilen ve okullarda kullanılacak okul kitabı
niteliğinde olan belgeler bulunmuştur. Kazılardan, bu devre
ait okullardaki öğrencilerin her türlü günlük okul çalışmalarını
yazdıkları yüzlerce tablet çıkmıştır.
Sümer toplumunda öğretmenler aynı zamanda rahiptirler.
Bunlar dinî görevleri yürütürken aynı zamanda toplumsal
ve bireysel öğreti çalışmalarını da yürütmüşler. Sümerlerde
okula “edubba adı verilmektedir. Edubba; “tablet evi”, arşiv
ve dokümanların çamur tabletlerde depolandığı öğrenme
yeri, bilgi okulu, kütüphane anlamında kullanılmaktaydı. Bu
okullarda erkek öğrenciler eski Babil dönemindeki gibi kopya
yapmayı öğrenen kâtipler olarak yetiştiriliyordu. Bu yerin en
üst yetkilisi “ummia” denilen müdürdür. Bu sıfat aynı zamanda
uzman ya da profesör anlamlarına gelmekteydi. Aynı zamanda
tablet evinin (okul) babası unvanı ile tanınan öğretmen Sümer
toplumunda saygın bir yere sahipti. Bu okullarda “ağabey”
denilen öğretmen yardımcıları da bulunmaktadır. Derslerin
gün boyu devam ettiği Sümer okullarında devam takibinin
yanı sıra öğrencilerin tüm davranışları denetlenmektedir. Di-
siplin konusunda tavizsiz olan Sümer okullarında, öğretmen,
öğrencileri iyi çalışmaları için övme ve teşvik etme yoluyla
yüreklendirirken, hatalarını ve eksikliklerini düzeltmek için
cezalandırma yöntemleri kullanılmaktaydı. Aşağıda bir öğ-
rencinin tabletinden alıntı bir şiir, okulda şiddetin ne kadar
yaygın olduğunun bir göstergesidir:
Kapıdakiyetkili:“ Bana sormadan niçin dışarı çıktın?” dedi.
Beni dövdü.
Testicibaşı:“Neden bana sormadan su aldın?” dedi. Beni
dövdü.
Sümerliyetkili: “Akadların dilini konuştun” dedi. Beni dövdü.
Öğretmenim: “El yazın hiç de güzel değil” dedi. Beni dövdü.
Sümer okul yapısında branş öğretmenlerinin varlığı da
görülmektedir. Sadece yazı ya da okuma değil, aynı zamanda
sözlü edebiyattan matematiğe kadar birçok alanda ihtisas-
laşma görülmektedir. Sümerlerde öğretmenlik bir kariyer
mesleğidir. Sümerli öğretmenler, sadece öğrencileri yetiştir-
mekte kalmıyor, aynı zamanda boş zamanlarını araştırmaya
ve yazmaya ayırarak bir anlamda bilim adamı kimliği de
taşıyordu.
KADİM HİKMETİN NEŞVÜ NEMA MERKEZİ: MISIR
Antik Çağda Mısır, eğitime ve öğretmenlik mesleğine
önem veren medeniyetlerin başında gelmektedir. Mısır’da
öğrenciler ya yatılı olarak okullarda kalırlar ya da sadece
gündüzlü eğitim alırlardı. Öğrenciler, öğretmenlerinin neza-
retinde genellikle üç sayfa küçük çizimler -genelde hayvan
figürleri- yaparak öğretmenin düzeltmeleri ile çocuksu öğ-
renme çabaları desteklenirdi. Aritmetik, oyunlar ile modern
bir şekilde öğretilirdi. Pratik ve uygulamaya dönük bir eğitim
anlayışı ile öğrencilere sembolik gemiler dağıtarak altın, gü-
müş ve pirinç hesapları yaptırılır. Yazı bilgisi Eski Mısır’da
çok önemli bir beceridir ki âlimlere (öğretmenlere) “kâtip”
adı verilirdi. Matematik, aritmetik, astronomi, geometri ve
tıp alanlarında olduğu gibi Mısır, batı felsefesinin esas neşet
ettiği kaynak durumundaydı. Tales’ten, Pythagoras ve Platon’a
kadar filozofların Mısır bilim ve tekniğinden ciddi anlamda
istifade ettiği bilinen bir gerçektir. Okul ve öğretmenin öne-
10
mi, papirüslerde görülmektedir. “Bir günü okulda geçirmek
faydalıdır ve onun eseri dağlar gibi ebedi kalır” nasihati ve
anaya saygı için; “Çünkü o seni okula yolladı” cümlesi bu
saygıya ve öneme örnek verilebilir.
ÇİN MEDENİYETİNDE ÖĞRETMEN
Çin’de eğitim öğretime verilen önemin göstergesi öğret-
mene saygıdaki hassasiyetleri ile ölçülür. Öğretmene saygı
ölünceye kadar devam eder. Çin kadim kültürünün önemli
simgelerinden biri olan Lao Tzu; ‘“insanlar arasına iyiliği ve
fazileti telkin eden öncüler, bilhassa öğretmenlerdir” sözü,
öğretmene ve eğitime verdikleri önemin önemli bir göster-
gesidir. Yine Çin kültürünün ana damarını oluşturanlardan
biri olan Konfüçyüs, eğitim, öğretim ve öğretmen kavramını
kadim değerler üzerinde bina etmiştir. Konfüçyüs’e göre; “bir
kimse, sürekli yeni bilgiler elde ederek eski bilgisini geliştir-
meye çalışırsa o kimse başkalarının öğretmeni olabilir’
HİND MEDENİYETİNDE ÖĞRETMEN
Hindularda da diğer ilk çağ medeniyetlerinde olduğu
gibi din adamı-öğretmen yapısı görülmektedir. Hindularda
öğretmenlik, Brahmanların (rahiplerin) elindeydi. Öğretmenin
nüfuzu babanınkinden daha fazlaydı, çocuk âdeta Brahma’ya,
Buda’ya tapar gibi öğretmenini saymaya mecburdu. Okul-
da öğretmenin öğrencilerine verdiği en sert ceza, çocuğun
üstüne su dökmekti. Öğretmen çoğunlukla bir ağaç altın-
da, yağmurlu günlerde ise basit bir çatı altında ders verirdi.
Öğrenciler yerde halka şeklinde oturarak öğretmenlerini
dinlerlerdi. Öğretmenler, öğrencilerinden ya da velilerinden
öğretim hizmetine karşılık bir ücret almazlardı. Para almak,
kötü bir hareket olmakla beraber cezaya çarptırılmayı da
gerektiriyordu.
İBRANİ KÜLTÜRDE ÖĞRETMEN
Antik çağ İbrani kültürde öğretmen, çok üst mertebede
görülmektedir. Öncelikle doğal eğitim sürecinde aileye büyük
görevler verilmiş, dinî ve toplumsal eğitimler, ilk önce ailede
başlamıştır. İbrani eğitim felsefesinde esas amaç; zühd ve
fazilet sahibi insan yetiştirmektir. Bu ulvi görevin esas uy-
gulayıcısı ise öğretmendir. Bundan dolayıdır ki öğretmen,
değer verilmesi gereken en başta gelen kişilerden birisidir.
Hatta bir Yahudi atasözünde; “Babanız ve öğretmeniniz size
muhtaç olursa evvela öğretmeninize yardım ediniz’ der.
BATI FELSEFESİ VE TALİM-TERBİYESİ-NİN ANA KAYNAĞI, YUNAN MEDENİYETİ
a) Miletos Okulu
Sokrates öncesi antikçağ Yunan’da ekol veya okul olarak
İ.Ö 6. YY da Miletos Okulu’nu görüyoruz. Thales, Anaksi-
mandros ve Anaksimenes’in doğayla ilgili gözleme dayalı
görüşleri üzerinde bina edilen okul ile ilgili olarak Platon,
Protagoras adlı diyalogunda; bu bilgelerin, Sparta eğitimiyle
yetiştiğini ve esas ilkelerinin; ’kendini bil ve hiçbir şeyde
aşırıya kaçma’ olduğundan bahseder. Arkhe adı verilen ana
madde üzerinde kozmogoni adı verilen evrenin yaratılışını
konu edinirler. Bu okulun formel yapısı ile ilgili bilgimiz yoktur.
b) Pythagoras ve Kriton Okulu
Antik çağ Yunan’da ilk formel eğitim örneğini Pytha-
goras’ın şahsında görüyoruz. Pyhtagoras’a göre; her şeyin
temeli sayıdır, hatta bir’dir. Şeyler arasındaki bağıntılar, sayılar
arasındaki gibidir. Bir şeyi anlamak demek, diğerini de anla-
mak demektir. Bu açıdan iki, esasında birdir ve aynıdır. Pyh-
tagoras’ın sayılar etrafında biçimlediği bu öğretiyi, yukarıda
da bahsettiğimiz gibi Mısırlılardan geometriyi, Keldanilerden
astronomiyi, Fenikelilerden ise aritmetiği öğrenerek geliştir-
mişti. Hermenötik bilgiyi hikmetle ile yoğurarak geliştirdiği
eğitimi, hayata geçirmek için okul kurma hazırlığına girişti.
Çünkü iyi bir yurttaş için, iyi bir okul sürecinden geçmeyi ge-
rektiriyordu. Bunun için kendisinden ders alacak öğrencilerin
seçiminde titiz davranıp hem kendisiyle hem de toplumuyla
barışık, görgülü, anlama kabiliyeti yüksek ve hafızası güçlü
insanları kendisine özgü sınavlardan geçirip başarılı olanları
bilimsel bilginin hemen her dalında yetiştirdi. Pythagoras’ın
öğrencisi olmak, hem zihinsel hem de ruhsal anlamda katı
kuralları olan bir yaşamı da göze almak demekti. Onun
tedrisatından geçecek öğrenci öncellikle; anne, babası ve
akrabalarıyla ilişkilerindeki tutumları, oturup kalkmasındaki
özen, konuşacağı ve susacağı yeri bilmesine, yerli yersiz
gülüp gülmediğine, boş zamanlarını nasıl değerlendirdiğine,
nelere sevinip üzüldüğüne, yürüyüşündeki ahenk, jest ve
mimiklerine kadar hassas olmalıydı.
Pyhtagoras, seçtiği öğrencileri ilkin auditarim adı verilen
salonda toplar, derslerini keten perdeyle ayrılmış özel bir
bölümde verirdi. Bu aşamada başarılı olanlar Pytagoras’ın
birebir verdiği derslere kabul edilir, diğer öğrenciler ise yine
dinlemede kalırlardı. Phtagoras’ın herkese açıklanmayan özel
bilgileri edinen takipçileri esoterici, dışarıda olup sesini
işiterek ders alanlardan ise exoterci olmak üzere iki temel
sınıf oluştu. Dersler, Pythagoras’ın doğruluğu sınanmamış
ilkelerinden veya ‘bunu yap, şunu yapma’ biçimindeki buy-
ruklarından oluşmaktaydı. Her öğrenci bu derslerde öğren-
dikleri bu buyrukları vahiy almış gibi gizli tutarlardı. Bunun
için öncellikle her öğrenci için susmayı öğrenmek, yaşamın
ilk dersiydi. Her birinin görevi, söylenenler üzerinde tefek-
kür edip, bunları hikmetle tekâmül edecekleri bir kıvama
getirmekti. Peki bu ödevi yapanları bekleyen ödül neydi?
Pythagoras’ın has öğrencisi olmak.
Genel olarak derslerde öğrenilenler; ‘nedir, en temel nedir,
ne yapmalı, ne yapmamalı’ sorunsalları üzerinde giderek
cevaplar aranır, bilgini ırmaklarında, tepelerinde dolaşılırdı.
Bu soruların bir kısmına cevaplar verilirdi, bir kısmına ise
cevap verilmez, mantık kuralları yürütülerek talebe tarafından
suale cevap bulması beklenirdi.
Pythagoras’ın bir öğretmen olarak düşünceleri kadar ya-
şayış şekli de öğrencileri için büyük bir örnekti. Her sabah
erkenden kalkar kalkmaz, düşünsel dinginliğe ve iç huzur için
uzunca yürüyüşe çıkılırdı. Bu yürüyüş derslerde de geçerliydi;
bu sayede öğrenilenler üzerinde derin tefekkür etme ve derin
kavrayış için farklı imkânlar da sağlardı. Beden terbiyesi için
güreş, ağırlık atma, atlama alıştırmaları yapılırdı. Şarap ve
etli yemek gibi ağır gıdalardan uzak durulurdu. Ruh göçüne
inanıldığından hayvanların kesilmesine karşıydı. Yemekten
sonra ibadet edilir akabinde okuma saatine geçilirdi. Öğ-
renciler uykuya çekilmeden önce şu soruları mütemadiyen
kendilerine sormaları istenirdi; ‘Bugün ne yaptım, nerede
yanlış yaptım, hangi ödevimi savsakladım?’.
Pythagoras ve öğrencileri, ketenden bembeyaz ve tertemiz
giysiler giymeye, bembeyaz yataklarda yatmaya özen gös-
terirlerdi. Toplumsal düzeni korumak için evlilik kurumunun
teşkilini salık verirdi. Kadınlara karşı şefkatli davranılması-
nı, anneye, babaya, öğretmene saygıda kusur edilmemesini
tavsiye ederdi. Tavsiyelerinden bazıları; ‘yasaya yardımcı ol,
yasadışı olanla daima savaş’, ‘öfkeliyken ne bir şey söyle, ne
de yap’.
Pythagoras ve Kritondaki Okulu ile ilgili müfredat bilgisi-
ne sahibiz ancak kendisinden sonra gelen Ksenophanes, Herakleitos, Empedokles, Anaksagoras ve Demokri-tus’un eğitim anlayışı ile ilgili belli başlı fragmanlar dışında
teferruata sahip değiliz.
Yine önemli bir filozof olan Parmenides, Pythagoras
gibi doğduğu kent olan Elea’da aynı adı taşıyan bir felsefe
okulu kurmuştur. Bu okulda Mellisos ile Zenon gibi ünlü
düşünürler yetişmiştir. Ancak belli başlı fragmanlar ve fel-
sefi paradokslar dışında okul ile ilgili geniş malumata sahip
değiliz.
c) Sofistler; İnsana ve Eğitime Farklı Bir Bakış
Protagoras’ın öncülüğünde sofistler olarak anılan felsefe
tarihinde yeni bir grup ortaya çıktı. Gezgin öğretmenler olan
sofistler, o dönem kent kent dolaşıp değişik konularda ders-
ler vermekteydiler. Önceki filozoflar gibi kozmoloji ve esas
madde(arkhe) gibi sorunları değil, bir ilki beraberinde getiren
anlayış olarak merkeze insanı konumlandırdılar. Bunlar mate-
matik, astronomi, müzik, tarih, coğrafya, edebiyat ve mitoloji
ile ilgili çok değişik disiplinler ile ilgilenmekteydiler. Ayrıca
antikçağda kitleleri etkileme sanatı olarak retorik(hitabet)
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
12
sanatı sofistler tarafından etkin bir şekilde kullanılmaktaydı.
Yanı sıra öğrencilerine ilk defa para karşılığında bilgi sun-
maları bakımından diğer düşünürlerden ayrılırlar. Derslerini
küçük veya büyük topluluklara seminerler düzenleyerek veya
halka açık konuşmalar yaparak veriyorlardı. Hitabet, man-
tık ve siyaset bilimini o dönemin öğrencilerine bu eğitim
yöntemleri ile veriyorlardı. Ünlü sofistlerden Gorgias’ın;
‘söz güçlü bir despottur’ ifadesi, bilgi ve bilgiyi aktarmada
retoriğin gücünü ortaya koyması bakımından anlamlıdır.
Sofistler, gelecekte Descartes’in düşüncesi üzerinde etkili
olacak olan kuşkuyu esas alıyordu. Bu bakımdan eleşti-
ri merkezine; duyularımızın yetersizliği ve hata yapabilme
özelliğinin yüksek oluşunu öne sürerek, yasalara, dini ve
geleneksel normlara karşıydılar. Bir formel pedagoji çatısı
olmadan akıl yürütme ile eğitim çalışması yapan Protagoras
gibi önemli sofistlerden Gorgias, şu akıl yürütmede bulunur;
‘varlık üzerine kesin bir bilgi söylemek mümkün değildir’,
‘bilinecek bir şey yoktur, olsa bu bilinmez, bilinse bile baş-
kasına bildirilemez’.
d) Sokrates; Düşünce Tarihinin Mihenk Noktası
Sokrates, arkasından herhangi bir eser bırakmamasına
rağmen batı felsefe tarihi; Sokrates öncesi (Presokratik) ve
Sokrates sonrası (Postsokratik) olmak üzere iki kısma ayrılır.
Bu bakımdan Sokrates’in felsefe tarihinde tartışılmaz bir yeri
vardır; yaşamı, hakikati ortaya çıkarma azmi, egemen güçlere
karşı gerçeği, hayatına mal olsa bile, savunma mücadelesi
Sokrates’i unutulmaz kılan öğelerdir. Yine bir öğretmen olarak
Sokrates’in, söylediklerini önce hayatına tatbik ettikten sonra
öğrencilerine ve topluma sunması onu ölümsüz kılan bir
başka özelliğidir. Öğrencisi Ksenophon, Sokrates ile ilgili
olarak şunları yazar; ‘gerek düşüncesi ile gerek davranışıyla
bir ahlak örneği olan Sokrates, her konuda insanların en
iradelisidir. Soğuğa, sıcağa karşı dirençlidir. Azla yetinmeyi
bilir, boğazına düşkünlüğü yoktur. O her zaman için insanlar-
da erdem sevgisi uyandırmayı, ruhlarını tanımaları, dürüst
bir vatandaş olmaları için çaba sarf etmiş ve bazen onları
yalnız bırakarak kusurlarını kendileri görsün ve düzeltsinler
istemiştir.’ Bu amaç doğrultusunda, meraklı, sorgulayıcı,
araştırmacı karaktere sahip öğrenciler yetiştirmiştir.
Sokrates, uyuşmuş Atina demokrasisi aristokratlarını
uyandırmak için kendisine at sineği ödevi yüklemiştir. Hem
bir aile babası ve eş olarak hem de eğitimci ve mücadele
adamı olarak, yaşamının sonunda, ölümü çok trajik olmuştur.
Sokrates’in düşüncelerini, öğrencilerinden Platon’un diyalog-
larında ve Ksenophon’un Memorobilia (Hatıralar) isimli
eserlerinden okumaktayız.
e) Sokrates Sonrası
Mahir İz, öğrencileri için; ‘evlatlardan daha evladır’ der.
Sokrates’in ölümünden sonra öğrencileri hocalarının adını
ve düşüncelerini yaşatmak ve bu düşünceleri geliştirip ekle-
meler yaparak yeni boyutlara taşımak için Sokratesçi Okul-
lar kurmuşlardır. Bu okullar; Eukleides’in kurduğu Megara Okulu, Elisli Phaidon’un kurduğu Elis-Eretria Okulu, Antisthenes’in kurduğu Kynik Okulu ve Aristippos’un
kurduğu Kyrene Okulu başlıcalarıdır. Bu okulların formel
yapısı hakkında bilgimiz yoktur, ancak gerek yaşamlarıyla
gerekse fikirleriyle düşünce tarihine felsefi boyutta yeni açı-
lımlar getirmişlerdir.
f) Platon: Felsefe Tarihinin Dönüm Noktası
Platon için ‘felsefe tarihine düşülen nottur’ denilir. Hocası
Sokrates’in düşüncelerini, diyaloglar aracılığıyla geleceğe
taşımış, yanı sıra, gerek mağara metaforu, gerekse devlet
ütopyası bakımından değiştirip dönüştürerek felsefik ola-
rak sistemleştirmiştir. Platon, Sokrates’in ölümünden sonra
Atina’yı terk etmiş, Mısır’ı da içeren uzun doğu seyahatine
çıkmıştır. Bu verimli seyahat, hem zihnini hem de ruhunu
besleyip derinleştirmiş ve nihayetinde İÖ.385 yılında ünlü
okulu Akademia’yı kurmuştur. Akademia aynı zamanda
yüksek öğretimin temeliydi. Atina’nın kuzeyinde, ağaçlık bir
alanda bir gymnasion olan bu okul, bilgelik tanrıçası Athe-
na’nın bulunduğu yerleşim alanındaydı. Okulda; matematiğin
yanı sıra, astronomi, doğa bilimleri, retorik, mantık, siyaset,
ve metafizik dersleri verilmektedeydi. Eğitimde uygulanan
yöntem hususunda tafsilatlı bilgiye sahip değiliz. Otuzdan
fazla diyalog ve on üç mektuptan oluşan külliyatı günümüze
ulaşan Platon’un düşüncelerinden Akademia’nın pedagojik
yapısını öğrenebiliyoruz.
Platon, ‘bilginin ne olduğu’, ‘bilgi türlerinin ne olduğu’,’in-
sanın nasıl bildiği’ üzerine yoğunlaşır. Platon’a göre bilgi,
esasında zihinde önceden var olan bilginin tekrar hatırlan-
ması (anamnesis) ve çağrılmasına dayanır. Menon diya-logunda, doğurtma (maotik) yöntemiyle; hiç matematik
bilmeyen bir köleye, aritmetik problemi nasıl çözdürdüğü
anlatılır. Devlet isimli eserinde ise; anne karnında başlayıp
insanın ilerleyen yaşlarına kadar devam eden sıkı bir eğitim
müfredatı öngörür. Çocuklar henüz çok küçük yaşta devlete
bağlı eğitim kurumlarına emanet edilir. Bunlar müziği de
içeren ruh terbiyesinin yanı sıra beden terbiyesi çalışmaları
ile başlayıp İyi ideasının temaşasına dek yükselen olduk-
ça uzun bir eğitim sürecinden geçerler. İyi’nin temaşasına
ve bilgisine vardıran yüksek bilgi disiplinleri pek az kişinin
uğraşabileceği disiplinler olduğu için, bu diyalektik eğitim
sadece filozof doğasına sahip pek az sayıdaki kişiye verilir.
Platon, özgür yurttaşlar için mutlaka öğrenilmesi gereken üç
bilgi olduğunu söyler; bunlar, hesap ve sayı bilgisi (aritme-
tik), yüzey ve hacim ölçüm bilgisi (geometri) ve yıldızların
dönüşünü, hareketlerini ve birbirleriyle ilişkilerini inceleyen
bilim (astronomi).
g) Aristoteles; Muallim-i Evvel
Platon’un öğrencisi olan Aristotales, Platon’dan sonra
Yunan düşünce dünyasının en büyük filozofudur. Platon’un
kurduğu Akademia’da 19 yıl boyunca eğitim görmüştür. Pla-
ton, Aristo için hoca olmanın dışında, aynı zamanda bir baba
ve ustaydı. Platon, Aristoteles’e Akademideki başarısından
dolayı nous (akıl) lakabını takmıştı.
Aristoteles, Platon’un ölümünden sonra Akademia’dan
ayrıldı. Makedonya Kralı Philippos’un davetiyle O zamanlar
13 yaşlarında olan İskender’in eğitimini üstlendi. Bu eğitim-
de Yunan Pedagojisinin esası olan Homeros’un mitolojik
metinleriyle başlayıp ilerleyen safhada devlet yönetme sa-
natının ilkelerini öğrettiği bilinir. Rivayetlere göre İskender,
öğretmeni Aristoteles için; ‘Babam beni gökten yere indirdi,
öğretmenim ise beni yerden göklere çıkardı’ der.
Aristoteles, daha sonra daha geniş bir öğrenci kitlesine
eğitim verebilmek amacıyla Atina yakınlarındaki Lykeion ko-
ruluğunda aynı adla bir gymnasion olan yeni okulun temelini
attı. Eğitim faaliyetlerine Pythagoras gibi her sabah öğren-
cileriyle koruda gezintiye çıkar ve yemyeşil ağaçlar arasında
hikmetin en derin konularında sohbete başlar, tartışmalar
açardı. Daha sonra Peripatos adını alan eğitim sisteminin
şekillendiği yer yine bu koruluktur. Kemerli yolları olan av-
luda aşağı yukarı yürümek, gezinmek; yürüyerek öğretmek,
ders vermek anlamına gelen peripatosta eğitim alanlara da
peripatetikler adı verilmiştir. Sabah dersleri daha spesifik
olan esoterik dersler olup seçkin bir öğrenci topluluğuna
verilmiştir. Öğleden sonraki dersler ise daha hafif konuları
içermekte olup geniş dinleyici kitlesine açıktır. Dualist bir
eğitim sistemini Lykeion’da uygulayan Aristoteles, burada
yaklaşık 13 yıl ders vermiştir. ‘Bütün insanlar doğal olarak
bilmek ister’ diyerek öğrencilere; felsefeden, retoriğe, siya-
setten tarıma, zooloji ve bitki sistematiğine kadar geniş bir
disiplinler arası eğitimi uygulamıştır. Lykeon, Aristoteles’in
ölümünden sonra uzun süre bu eğitim vazifesini sürdürmüş-
tür. İ.S 2. Yılda Stoa felsefesinin önemli temsilcisi İmparator
Marcus Aurelius, Lykeion’u şaşalı dönemine döndürmek
için ciddi çalışmalar yapmıştır.
*İlçeMilliEğitimŞubeMüdürü
Kaynakça:
1.Dürüşken,Ç,AntikçağFelsefesi,AlfaY
2.Eraslan,Ç,.http://www.egitimtercihi.com/
3.Felsefe.gen.
4.https://nedir.ileilgili.org/okul
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
14
GELENEKSEL İSLAM EĞİTİM KURUMLARI VE ÖĞRETMENLİK
Genel anlamıyla kişilere istendik davranışları ka-
zandırma süreci olarak tanımlanan eğitim, Toplumların
geleceğini şekillendiren en önemli faktördür. Bu nedenle
eğitimin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. İlk insandan
günümüze bütün toplumlar eğitime önem vermiş, ken-
di toplumsal dinamikleri üzerine bina edilen müstakil
eğitim sistemlerini ve kurumlarını oluşturmuşlardır.
İslam eğitim tarihine baktığımızda, yaklaşık 1400
yıllık bir süreçte, farklı kültürlerin de tesiriyle şekillenmiş
sistematik bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Mekke’de
Erkam bin Ebi’l-Erkam r.a’ın (Daru’l Erkam) evinde
başlayan, hicretle beraber Medine’de sistematik ve ku-
rumsal temelleri atılan bu süreç, sonraki dönemlerde
elbette kurulduğu şekliyle kalmamış, İslam sınırlarının
gelişmesi ve farklı kültürlerin de tesiriyle temel dina-
miklerinden kopmadan günümüze kadar gelmiştir. Bu
süreç içerisinde İslam eğitim sisteminin kalkınması ve
gelişimine, kurumsal ve teorik planda tesir eden altı
önemli dönemden bahsedebiliriz. Bu dönemler Medine
dönemi, Hz. Ömer dönemi, Abbasiler dönemi, Endülüs
Emevi Dönemi, Selçuklular dönemi ve İslam eğitim
tarihinde zirve kabul edilen Osmanlılar dönemidir.
İslam eğitim tarihi açısından Medine dönemi, Pey-
gamber efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretiyle
Tayfur KOZAN *
başlayan süreçte, bütün sosyal ve si-
yasi kurumlarla beraber İslam eğitim
kurumunun da temellerinin atıldığı bir
dönemdir. İlk İslâm toplumunun ve me-
deniyetinin inşa süreci olarak da tanım-
lanabilecek bu değişim sürecinde dini,
siyasi, eğitim ve ekonomik kurumların
bütüncül bir bakış açısıyla ele alındığı
görülmektedir. Bunun içindir ki hicretten
sonra inşa edilen Mescid-i Nebevi sa-
dece içerisinde ibadet edilen bir mescid
hüviyetinden ziyade, önemli toplumsal
kararların alındığı bir danışma ve isti-
şare meclisi, aynı zamanda bir eğitim
öğretim kurumudur. Nitekim Mescid-i
Nebevi bünyesinde oluşturulan, İslam
literatüründe “Suffe” olarak ifade edilen
yaklaşık elli metrekare genişliğindeki
odalarda, Muhâcir ve Ensâr arasında
ahdedilen muâhât (kardeşlik) sözleş-
mesi gereği fakir ve kimsesiz Medineli
çocuklara bizzat Hz. peygamber ve
dönemin bilgin sahabelerince dersler
veriliyordu. Ehl-i Suffe olarak anılan
bu kimseler, sonraki dönemlerde bizzat
Hz. peygamberden tedris ettikleri ilim
ve irfanı kendilerinden sonraki nesille-
re aktararak sonraki zamanlarda tüm
cihanı aydınlatacak olan büyük İslam
medeniyetinin öncüsü olmuşlardır. Bu
kimseler aynı zamanda“Allahbenibir
muallim(öğretmen)olarakgöndermişbu-
lunuyor” buyuran Hz. Peygamber (as)
ile birlikte İslam eğitim kurumlarının ilk
muallimi (öğretmeni) kabul edilmişlerdir.
Hicretle başlayan kurumsallaşma sü-
reci Hz. Peygamberin vefatından sonra
hulefa-i Raşidin döneminde de devam
etmiştir. Bu dönem halifelerinden Hz.
Ömer dönemi, artık kurumsal yapısıyla
Kur’an ve sünnet temelli hukuk siste-
miyle sınırları Arap yarımadasının dışına
taşmış bir devlet geleneğinin görüldüğü
bir dönemdir. Pek çok alanda olduğu
gibi, eğitim ve öğretim alanında da ilkle-
re imza atan Hz. Ömer, Suffe’den miras
aldığı geleneğe işlerlik kazandırmış, her
alanda olduğu gibi eğitim alanında da
kurumsallaşmanın temelini atmıştır. Bu
dönemde önceden olduğu gibi cami ve
mescid merkezli eğitim anlayışı devam
ederken, ilk kez cami ve mescitlerin dı-
şında eğitim veren küttaplar açılmıştır.
Müslüman çocuklarının okuma yazma
öğrenmelerini sağlayan bu temel eğitim
kurumları, kimi zaman okuma yazma
öğretmekle görevli muallimlerin evleri
iken, kimi zaman da cami ve mescitle-
rin müştemilatı içerisinde ayrı olarak
inşa edilmiştir. Küttaplarda okutulan
program bizzat Hz. Ömer tarafından
kaleme alınarak memleketlere gönde-
rilmiştir. Bu programlarda çocuklara
okuma yazmanın ve ata binmenin öğ-
retilmesi, darb-ı mesel1 ve şiir okuma,
aritmetik ile birlikte adab-ı muaşeret
esasları, Kur’an-ı Kerim ve Hafızlık eği-
timi, Arap dili ve grameri öğretilmesi
istenmiştir.2 Öğretmenlik mesleğine
büyük önem veren Hz Ömer, bu ku-
rumlara maaşlı öğretmen görevlendir-
mesi de yapmıştır. Hz. Ömer’in halife
olduğu dönemde Medine’de üç öğret-
men görevlendirilmiş ve bunlara devlet
bütçesinden maaş bağlanmıştır. Ayrıca
valilere Kur’an öğreticilerine maaş bağ-
lanmasını emreden bir de talimatname
göndermiştir. Bununla beraber Ubade b.
Samit’i Humus’a, Muaz b. Cebel’i Filis-
tin’e ve Ebu Derda’yı da Mısır’a eğitimci
olarak görevlendirmiştir. Şam bölgesine
öğretmen olarak tayin edilen Ubade b.
Samit, Humus’ta ikamet ettikten sonra
Filistin’e intikal etmiş ve aynı zamanda
burada kadılık görevinde bulunmuştur.
Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eş’arî’yi de bu
amaçla Basra’da göndermiştir. Kûfe
valisi olarak atanan Ammar b. Yasir’i
aynı zamanda öğretmen, Abdullah b.
Mes’ud’u da hem öğretmen hem de
vezir olarak görevlendirmiştir. Ömer,
Abdullah b. Mes’ud’u Kûfe’ye gönder-
diğinde ona şunları söylemiştir: “Ben
senibiröğretmenolarakgönderiyorum,
sana sopa ve kamçı gerekmez.Allah’ın
kitabı ilekendinisınırla,ziraosanada
onlaradayeter.Haramolmayanhediye
bilekabuletme…3
16
Hz. Ömer döneminden sonra Eme-
viler döneminde de ilim irfan faaliyetleri
devam ettirilmiş, Hz. Ömer döneminde
açılan küttap geleneği daha da yaygın-
laştırılarak köylere kadar ulaşmıştır.
Özellikle bu dönemde ön plana çıkan
Arapçı düşüncenin etkisi ve Abdulmelik
döneminde Arapça’nın resmi dil hali-
ne getirilmesinin tesiriyledir ki Arapça
eğitimine büyük önem verilmiştir.
Abbasiler dönemine gelindiğinde
tercüme faaliyetleri ve sonucunda or-
taya çıkan akılcı düşünce, başta eğitim
olmak üzere her alanda etkisini gös-
termiştir. Bu dönemde de geçmişte
olduğu gibi cami merkezli bir eğitim
esas alınmıştır. Zengin kütüphanelere
sahip camiler, Abbasîler döneminde de
ilimin merkezi olmuş, bu kurumlar hem
ibadethane hem birer eğitim ve öğretim
müessesesi olarak kullanılmışlardır. Ca-
milerin dışında yüksek öğretim alanında
ilk meşhur müessese, Halife Me’mün
tarafından 813’te Bağdat’ta kurulan
sistematik yüksek öğretimin ilk temeli
olarak kabul edebileceğimiz Beytü’l
Hikme’dir. Cündişapür Akademisi örnek
alınarak kurulan bu müessese, bir tercü-
me merkezi olarak faaliyette bulunma-
sının yanı sıra bir akademi ve halka açık
kütüphane olarak da hizmet vermiştir.
Bütün bunlarla beraber bu dönemde
Hizanetü’l hikme ve hizanetü’l kütüb
denilen kütüphaneler de birer eğitim
müessesesi olarak hizmet vermiştir.4
Endülüs Emevilere bakıldığında
daha önceki dönemlerde olduğu gibi
cami merkezli bir eğitim modeli ter-
cih edilmiştir. Üç aşamalı bir eğitim
öğretim sisteminin var olduğu Endü-
lüs’te altı yaşından itibaren başlayan
ve yedi yıl süren temel eğitimin birinci
aşamasında, çocuklara Kur’an-ı Kerim
ve Arapça’nın yanında ilmihal bilgisi,
sanat ve edebiyat dersleri veriliyordu.
Bu dönemde cami ve mescitlerin birer
ilim merkezi olmasının yanında, devlet
tarafından açılmış yatılı Mekteplerde ve
öğretmenlerin evlerinde eğitim öğretim
yapılmaktaydı. İlk aşamayı tamamlayan
öğrenciler, sonrasında dilerlerse “şüyûh”
denilen müderrislerin öncülüğünde fı-
kıh, tefsir, hadis, vb. dini ilimlerin yanın-
da matematik, tıp, kimya gibi müspet
ilimleri de tedris ediyorlardı. Öğretmen
ve öğretmenlik mesleğine büyük önem
verilen Endülüs’te öğretmenlerin ve te-
mel eğitimin giderleri halk tarafından
karşılanıyordu. Ancak yatılı mekteplerde
görevli öğretmenlerin maaşları bizzat
devlet tarafından karşılanmıştır.
Türklerin 6. yy’dan sonra İslam-
laşması hem kurumsal hem de teorik
planda eğitim anlayışına farklı bir viz-
yon kazandırmıştır. Geleneksel İslam
anlayışından kopmadan Türk kültür
ve düşüncesinin de tesiriyle bir sentez
haline gelen eğitim anlayışı, sonraki
dönemlerde tüm cihanı aydınlatacak
cihanşümul Türk-İslam medeniyetine
kaynaklık etmiştir. Kısacası 7. yüzyıl ile
başlayan ve Tanzimat’a kadar sürecek
olan büyük medeniyet, bu eğitim sistemi
üzerine bina edilmiştir.
Türk İslam eğitim kurumlarının te-
melini önceki dönemlerde olduğu gibi
Hz. Ömer döneminde kurulan küttaplar
oluşturur. Ancak bu temel eğitim ku-
rumlarına Karahanlılarla birlikte “Sıbyan
mektebi” denilmeye başlanmış, bu isim
daha sonra Selçuklu ve Osmanlı’da da
kullanılmıştır. Bununla beraber Osman-
lılarda “sıbyan mektebi” isminin yanın-
da “ darülilm, muallimhane, mahalle
mektebi, taş mektep, mekteb-i ibtida-
iyye” gibi isimlerde kullanılmıştır.5 Bu
mekteplerde eğitim öğretim, medrese
mezunu öğretmenler tarafından yürü-
tülür, masrafları ise mahalle halkı veya
vakıflar tarafından karşılanırdı. Selçuklu
ve Osmanlı’da ayrıca bu mekteplerde
okuyan fakir ve kimsesiz öğrencilerin
eğitim öğretim giderlerini karşılayan
vakıflarda vardı. Sıbyan mekteplerinde,
geleneksel İslam temel eğitimine uygun
Temel Okuma yazma, Kur’anı Kerim,
temel dini bilgiler, Adab-ı Muaşeret gibi
dini derslerin yanında tarih, coğrafya,
güzel yazı (hat), imla ve matematik ders-
leri okutulurdu. Sıbyan mekteplerine
ortalama yedi yaşında başlanır, 13-15
yaşına kadar devam edilirdi.
Türk islam eğitim sisteminin ikinci
aşamasında medreselerin olduğunu
görüyoruz. Yüksek öğretim niteliğin-
de akademik ihtisaslaşmanın merkezi
durumundaki medreseler, zamanla geli-
şerek kadim Türk İslam medeniyetinin
ortaya çıkmasında ve gelişmesinde en
önemli eğitim kurumları olmuştur. Bu
kurumların Türk İslam kültüründeki ilk
örneği ise ilk Müslüman Türk devleti
kabul edilen Karahanlılar ve Gazneliler
döneminde açılmıştır. Bu medreselerde
ders veren kimselere “müderris”, med-
reselerin başında bulunan kimselere ise
“Fakih” denilmiştir.6 Bu medreselerde
görev yapan kimselerin ücretleri, med-
rese yararına teşekkül ettirilen vakıflarca
karşılanmış, ayrıca bu vakıflarca med-
reselerde öğrenim gören tüm öğrenci-
lere burslar verilmiştir. Selçuklularda ilk
medreselerin Tuğrul Bey döneminde
Nişabur’da açıldığını görüyoruz. Bu dö-
nemde eğitime ve bilimin gelişmesine
büyük önem veren Selçuklu sultanla-
rının tesiriyle gelişen ve ülkenin dört
bir yanına yayılan medreseler, sadece
kuruldukları döneme değil, asırlar öte-
sine nüfuz edecek bir etkiye sahip ol-
muşlardır. Özellikle 1066-1067 tarihleri
arasında Selçuklu veziri Nizamü’l Mülk
tarafından Bağdat’ta açılan Nizamiye
Medreseleri, eğitim sistemi, teşkilât ve
müfredatıyla İslam eğitim tarihinde bir
dönüm noktasıdır. Bu medreselerde
Kur’an-ı Kerim, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Ke-
lam gibi Dinî ve Hukukî dersler, Ede-
biyat, Farsça, Nahiv, Sarf, Şiir, Hitabet,
Tarih, Cerh ve Tadil, Edep gibi Dil ve
edebiyat Dersleri; Felsefe, Mantık gibi
Felsefî dersler ve Tıp, Cerrahi, Riyazi-
ye, Hesap, Hendese, Nücum, Heyet,
Tabiiyet, Müsellesat gibi müspet ilimler
okutulmuştur.
Anadolu Selçuklu ve beylikler dö-
neminde de geleneksel İslam eğitim
anlayışı her yönüyle devam ettirilmiştir.
Ancak Kösedağ Savaşıyla birlikte siyasi
birliği bozulan Anadolu’da her alanda
görülen Moğol darbesi, etkisini en çok
kültürel alanda hissettirmiştir. Tarumar
edilen kütüphaneler, ilim merkezleri,
yakılan binlerce kitap vs. İslam kültür
ve medeniyeti açısından menfi tesirini
yıllarca gösterse de, göçler sonucu Ana-
dolu’ya gelen horasan merkezli tasavvuf
anlayışının tüm Anadolu coğrafyasına
hâkim olması bu etkiyi bir nebze olsun
kırabilmiştir.
İslam eğitim sisteminin kalkınması
ve gelişimine kurumsal ve teorik planda
tesir eden en önemli dönem hiç şüp-
hesiz Osmanlı dönemidir. Eğitime ve
bilimin gelişmesine büyük önem veren
Osmanlılarda eğitimin ve eğitimcilerin
temel görevi, toplumsal ahengi sağla-
yacak, toplumu yönlendirecek, inançlı
ve ahlaklı bireyler yetiştirmektir.7 Bu
amaçla kurulan Sıbyan mektepleri ve
medreseler, geleneksel İslam eğitim
anlayışının bir ürünü olarak modern
döneme kadar Osmanlı coğrafyasın-
da faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Lale
devriyle beraber başlayan ve tazimatla
doruk noktasına ulaşan Osmanlı moder-
nleşmesi, toplumun her alanında oldu-
ğu gibi eğitim sistemini de tesiri altına
almış, bu dönemden sonra Osmanlı
coğrafyasında iki türlü ve zıt karakter-
li iki tip eğitim sistemi uygulanmaya
başlanmıştır. Bunun içindir ki Osmanlı
eğitim anlayışı denildiği vakit, Selçuklu
ve öncesinde olduğu gibi tek düze bir
eğitim biçiminden söz etmek mümkün
değildir. Bunun içindir ki Osmanlı eğitim
sistemi incelenirken iki dönemde ele
alınmalı ve mütalaa edilmelidir.
İslam kültür ve medeniyetinin zir-
vesi kabul edilen Osmanlı döneminde
geleneksel eğitimin ilk kurumları kabul
edilen Sıbyan mektepleri Selçuklu ve
öncesi dönemlerde olduğu gibi cami
merkezli veya müstakil olarak inşa
edilmiş kurumlardı. Daha sonraları
her mahallede bir sıbyan mektebi ku-
rulması nedeniyle bu kurumlar mahalle
mektebi, taştan yapılmaları nedeniyle
de taş mektep ismini almışlardır. Sıbyan
mektepleri tek bir odadan ve tek bir
hocadan oluşurdu. Medrese mezunu
hocalar, genellikle mektebin yanındaki
ya da yakınındaki câminin imamı veya
müezzini olurdu. Fatih Sultan Mehmet
çıkardığı kanunname ile Sıbyan mek-
tebi muallimlerinin, medresede eğitim
görmüş olmalarını mecbur tutmuş, ede-
biyat, mantık, geometri, astronomi ve
kelam okumayanların sıbyan mektep-
lerinde ders vermelerini yasaklamıştır.
Sultan II. Mahmut’ta çocukların ergenlik
yaşına kadar mektebe gönderilmelerini
emretmiş, öğrenim çağındaki çocukların
esnaf tarafından çıraklığa alınmaları-
nı yasaklamıştı. Osmanlı döneminde
Mektebe başlama yaşı dörttü. Çocuk,
4 yıl 4 ay 4 günlük olunca amin alay-
larıyla, Bed’i Besmele merasimleriyle
mektebe başlar, Kur’an, ilmihâl ve ah-
lâk öğrenirdi. Okula kız-erkek karışık
giderlerdi ve eğitim mecburi idi. Hepsi
anaokulu statüsünde olduğu için, sıbyan
mekteplerine gelen öğrenciler arasında
sınıf taksimatı yapılmaz, sâdece dersleri
aynı seviyede götüren öğrencileri grup
grup ayıran muallim, başarılarına göre
sınıfçıklar oluştururdu.
Osmanlılarda eğitimin ikinci aşa-
ması medreselerdi. Bu döneminde
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
18
medreseler altın çağını yaşamıştır. İlk
Osmanlı medreseleri Orhan Bey döne-
minde 1330 yılında İznik’te kurulmuştur.
Sonraki dönemde ülkenin çeşitli yerle-
rinde medreseler açılsa da İstanbul’un
fethiyle beraber Fatih Sultan Mehmet
tarafından kurulan Fatih (Sahn-ı Seman)
medreseleri, müstakil Osmanlı yüksek
öğrenimin sistemleştiği temel kurumlar
olmuştur. Sonraki dönemde açılan tüm
Osmanlı medreseleri ve Türk İslam me-
deniyetinin zirve dönemi kabul edilen
Kanuni Sultan Süleyman döneminde
kurulan Süleymaniye Medreseleri de
fatih medreselerinde temelleri atılan
eğitim sistemi üzerine bina edilmiştir.
Bu medreselerde eğitim-öğretim şu
aşamalardan geçilerek icra ediliyor-
du: Sıbyan mektebinden sonra hususî
hocalarda “muhtasarât” denilen baş-
langıç derslerini gören talebe, Hâric
medreselerine gelirdi. Bu medreseler
orta mektep seviyesine kurumlardı. Bu
kurumlardan mezun olanlar, daha sonra
istekleri doğrultusunda dahili medre-
selerde eğitimine devam ederlerdi. Bu
medreseler de lise seviyesinde eğitim
veren kurumlardı. Sonrasında Sahn-ı
Seman ve Süleymaniye gibi medrese-
lerde dini ilimlerin yanında tıp, riyaziye
astronomi, coğrafya ve tarih gibi ilimleri
öğrenirlerdi. Bu kurumlar Osmanlı med-
reselerinde yüksek ihtisas hüviyetinde
eğitim kurumlarıydı.8
Buraya kadar olan ifadelerimiz-
de geleneksel İslam eğitim sistemini,
kurum ve kuruluşlarıyla birlikte genel
hatlarıyla ifade etmeye çalıştık. Ancak
gerçek olan şu ki İslam eğitim gelene-
ği, müesseselerden ziyade öğretmenler
etrafında şekillenmiş bir sosyal yapıdır.
Bu sosyal yapı içerisinde özellikle ilk
dönemlerde öğretmenlik, bu günkü an-
lamıyla kurumsal ve teorik düzlemde
bir meslek olarak ele alınmasa da ilim
ve bilgi birikimine vakıf, öğreten du-
rumunda bulunan kimseler, müderris,
hoca, muallim ne şekilde ifade edilirse
edilsin her zaman toplumun en itibarlı
zümresi olarak kabul edilmiştir. Ancak
zamanla İslam sınırlarının genişleme-
si ve kurumsal devlet yapısının ortaya
çıkmasıyla birlikte, yavaş yavaş örgün
eğitim kurumları da ortaya çıkmaya
başlamış ve bu kurumların sürekli ve
düzenli öğretmenleri, bu işi bir meslek
olarak icra etmeye başlamışlardır. Ancak
mesleği icra ederken Hz. Peygamberin:
“Allahbenibirmuallim(öğretmen)olarak
göndermişbulunuyor” hadisi şerifi temel
referans kabul edilmiştir. Tarih boyunca
tüm İslam toplumlarında bir öğretmen-
de bulunması gereken temel nitelikler,
iyi niyet, meslek sevgisi, ilme ve ilim
adamına saygı, adalet, sabır, hoşgörü,
affedicilik, ağırbaşlılık, alçak gönüllü-
lük, şefkat, merhamet, espri anlayışı,
esneklik, tutarlılık, iyimserlik, koruyucu-
luk, bilgi, inanç ve davranış bütünlüğü
olarak görülmüştür.
*ÜsküdarİmamHatipOrtaokulu
MüdürYardımcısı
Kaynakça:
1. Misâlolaraksöylenenmeşhursöz.Birhâdiseyebinaensöylenenhikmetlisöz.Atasözü.
2. İslamTarihiAnsiklopedisiC.7KayıhanYay.
3. ŞakirGözütok,UluslararasıAraştırmalarDergi-si,C.10S.50,Haziran2017.Ayrıcabkz.http://sosyalarastirmalar.com/
4. TDVİslamAnsiklopedisiAbbasiler,s.35İstanbul
5. TDVİslamAnsiklopedisi,Mektep,cilt:29,sayfa:5-6s.35,İstanbul,2004
6. KarahanlılardönemindeilkmedreseTabgaçBuğ-rahanZamanındaSemerkant’taaçılmıştır.
7. https://www.egitimdili.com/karahanli-devleti-ka-rahanlilar-konu-anlatimi
8. Bayramali NAZIROĞLU, “Osmanlı’da Öğret-menlikAnlayışıÜzerineBirDeğerlendirme”Re-cepTayyipErdoğanÜniversitesiSosyalBilimlerDergisi,1-10
9. Prof.Dr.EkremBuğraEkinci,”OsmanlıMedres-leri”TürkiyeGazetesi17Ekim2017
BİR GÜNÜN ANISINA
Bir şeyi anlamaya çalışayım diye
Nedense evet dedim köprüyü geçtim
Bir şair hakkında birkaç bilgi aldım
Gazeteyi katlayıp koydum cam kenarına
Bu zamanı geçmiş zamandan ayıran ne var
Zaman bir varoluş değil midir Ali kardeş
Ona gideriz bize güneşinden rüzgârından
Denizinin dalgalarından sesler getirir
İçimiz erguvanlara açılırken
Boyumuz uzamıyor artık
Caddenin trafiği de olmasa
Anlaşılmayacak ağır gibi akan
Zamanın özgün ağırlığı.
Yine de var olmak için ağaçların çiçeklerin
Suyun bir hakkı var üzerimizde
Sütün balın peynirin zeytin ağacının
Bir hakkı var üzerimizde
Bir de şairiz diye değil mi ama
İmlası bozuk da olsa söylediklerimizin
Üzerimizde bir hakkı var Ali kardeş
Zaman bize kıskıvrak tebessüm ediyor
Gibime geliyor Ali kardeş
Günümüzün güzelliği kalsın
Kalsın iyilikler üzerimizde Ali kardeş.
Nurettin DURMAN
20
OSMANLI’DA ÖĞRETMENLERİN TEŞVİK VE TALTİFİ
Türkiye’de öğretmen yetiştirmek için ilk adım 1848
yılında “Darü’l-Muallimin” adlı erkek öğretmen okul-
larının açılmasıyla atıldı. Bunu 1870’te kız öğretmen
okulları olan “Darü’l-Muallimat”ın kuruluşu takip etti.
Bu kurumların temel amacı sıbyan (ilkokul), rüşdiye(or-
taokul), idadi(lise) seviyesindeki okullara öğretmen ye-
tiştirmekti.
“Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”ne göre; üç yıllık
eğitim süresi sonunda mezun olan muallim ve mualli-
meler kamuda çalışma hayatına dâhil oldular. Bu durum
özellikle kadınlar açısından bir ilkti. O kadar ki Sultan
II.Abdülhamid dönemine geldiğinde Türkiye’de “kadın
öğretmen” sınıfı ortaya çıktı.
Bu çerçeveden hareketle ilgili dönemlerde Osmanlı’da
eğitim camiasının şevk ve gayretini artırma çalışmaları
kapsamında birçok uygulama devreye sokuldu. Muallim
ve muallimelerin moral-motivasyonlarını üst düzeyde
tutmak için nişan, rütbe yükseltme ve maaş artırımı
gibi yöntemlerle taltif edilmesi yoluna gidildi. Kamu
çalışanı olarak kadınlara yönelik şevk ve gayreti artırıcı
nitelikli uygulamalara bakıldığında muallime kadınlar
ağırlığı oluşturmaktaydı.
ŞEFKAT NİŞANI: Üç rütbenin tam ortasında II.
Abdülhamid’in “el-Gazi” unvanlı tuğrası ve bunun biraz
altında “1295” (1878) tarihi vardır. Tuğra evini çeviren
yeşil çember üzerinde “insâniyyet, muâvenet, hamiyyet”
kelimeleri yer alır.
Örneğin, Darü’l-muallimat Müdiresi Refia Hanım,
üçüncü rütbeden Şefkat Nişanı ile; Eskişehir’de çocuk
yuvası mürebbiyesi olarak görev yapan Fatıma Zehra
Hanım, ikramiye ile; Lügat-i Farisiye sözlüğü hazırlayan
Hatice Nakiye Hanım, II. Abdülhamid tarafından Şefkat
Nişanı ile; Üsküdar Kız Sanayi Mektebi Müdiresi olan
Fatma Müzeyyen Hanım ve Leyli Kız Sanayi Mektebi
birinci muallimesi Hafize Fatma Hanım ikinci rütbeden
Şefkat nişanı ile; Aksaray Nehari Kız Sanayi Mektebi
birinci muallimesi Cemile Hanım da üçüncü dereceden
Şefkat Nişanı ile ödüllendirildi.
Üsküdar Füyûzât-ı Hamidiye Kız Mektebi Talebeleri
Emre GÜL *
Teşvik edici uygulamalar içerisinde ferman ve nişan ile
ödüllendirme dikkat çeken bir husustu. Özellikle, Sultan II.Ab-
dülhamid tarafından üç rütbeden oluşan ve devlet-millet için
hizmeti geçen kadınlara verilen “Şefkat Nişanı” muallime
hanımlar arasında epeyce yekun tutmaktaydı. Aynı şekilde
erkek öğretmenler yani muallimler için de verilen “Ruus-ı
Hümayun” ve nişanlar da moral ve motivasyon sağlayamaya
yönelik önemli bir kaynaktı.
Örneğin Üsküdar Atlamataşı Mekteb-i Rüşdiyesi muallim-i
evveli Hasan Hulusi Efendi, Sütlüce Mekteb-i Rüşdiyesi mu-
allim-i evveli Mehmed Hurşid Efendi, Üsküdar Atik Rüşdiye
Mektebi muallim-i evveli İsmail Hakkı Efendi, görevlerindeki
başarıları ve gayretlerinden dolayı “Ruus-ı Hümayun”la taltif
edildiler.
Sonuç itibariyle kadın-erkek tüm öğretmenlerin hem maddi
hem manevi olarak desteklenmesi, özellikle nişanlar aracılığı
ile en üst düzeyde bizzat padişah tarafından önemsenmek-
teydi. Burada iki örneğine yer vereceğimiz Osmanlı belge-
lerinin Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri’nde onlarcası yer
almaktadır.
MANİSA MEKTEB-İ RÜŞDİYESİ MUALLİM-İ EVVELİ ŞABAN EFENDİ’NİN RUUS-I HÜMAYUN İLE TALTİFİ
31 Ekim 1882HuMaarif Nezaret-i Celilesi Canib-i Samisi’ne 132
Devletlü Efendim Hazretleri
Manisa Rüşdiye Mektebi muallim-i evveli Şaban Efendi dai-
lerinin şakirdanı tedris ve terbiye hususundaki derece-i ikdam
ve gayreti el-yevm liva ve mülhakat kalemlerinde istihdam
olunan efendiler bendelerinin hemen kaffesi eser-i tertibi
olmasıyla taayyün etmekle beraber ahlak-ı hamide ile mü-
tehalli bulunması teveccüh-i umumiyi kazandırarak kendisini
bi’l-vücuhşayan-ı mükafat göstermiş ve bu gibi nev-nihalan-ı
vatanın kemale erişmelerince ibraz-ı rüşd ve rüyet ederek
muhabbet-i vataniyyesini meydana koyan daiyan-ı sakadat
nişanın taltifleri matlub-ı ali bulunduğu gibi şime-i bedia-i
mürüvvetkarileri iktiza-yı cemilinden olduğu hemen umumca
musaddak bir müddea bulunmuş olmasıyla 20 Kanunusani
Sene 93 tarihiyle mümaileyhdailerinin İstanbul Ruus-ı Hüma-
yunu’yla taltifi heyet-i livaca ba-mazbata niyaz olunmuş idi
henüz bir buna dair bir ferman-ı celilü’l-ünvanlarınadestres
olunamaması be-tekrar pişgah-ı mekarimiktinah-ı asafilerine
takdim-i ariza-i kemteraneme cesaret verdi ol babdaemr ü
ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir
fi 18 Zilhicce Sene 1299 ve fi 19 Teşrinievvel Sene (12)98 Bende Mutasarrf-ı Liva-i Saruhan Mühür
Mehmed Salih
MF.MKT 78/42
Burhan-ı Terakki Hamidiye Mektebi Şakirdanı (Talebeleri)
22
KIZ ÖĞRETMEN OKULU MÜDİRESİ REFİA HANIM’A
ŞEFKAT NİŞANI VERİLMESİ
18 Haziran 18Mabeyn-i Hümayun BaşkitabetiResmiyye
Maruz-ı çaker-i kemineleridir ki
Darü’l-muallimat Müdiresi Refia Hanım’a üçüncü rütbeden şefkat nişan-ı alisi ihsan buyrulmasına mebni muamele-i
lazımenin ifası şeref-sadır olan irade-i seniyye-i cenab-ı padişahi iktiza-yı alisinden bulunmağla ol babdaemr ü ferman
hazret-i veliyyü’l-emrindir
fi 5 Ramazan (1)302 ve fi 6 Haziran (1)301Bende
Ali Rıza
İ.DH 953/75403
*OsmanlıTürkçesiÖğretmeni
Kaynakça:
CumhurbaşkanlığıDevletArşivleriGenelMüdürlüğü,OsmanlıArşiviBelgeFonKod-ları:MF.MKT./78-42-1,İ..TAL./237-28-0,MF.MKT./63-56-0,MF.MKT./63-73-0,MF.MKT./71-63-0,
Baysal,Hatice;“Osmanlı’daKadınMemurelerİçinMotivasyonUygulamalarıBank-ıOsmani-iŞahane,DersaadetTelefonAnonimŞirketiOsmaniyesiVeKadınBirinciİşçiTaburuÜzerineBirİnceleme”,SüleymanDemirelÜniversitesiSosyalBilimlerEnstitüsüDergisiYıl2017/4,Sayı29,s.339-366.,
BaşbakanlıkDevletArşivleriGenelMüdürlüğü,OsmanlıArşiviDaireBaşkanlığı,“ArşivBelgelerineGöreOsmanlı’daKadın”YayınNu137,s.340.,İstanbul,2015.
Şahadet-Tarakçı,Tuğba,“Sicill-iAhvalBelgelerineGöreOsmanlıDevleti’ndeMuallimeHanımlar”,GiresunÜniversitesiSosyalBilimlerEnstitüsüDergisi,KSBD,Sonbahar2017,Y.9,C.9,KadınÖzelSayısı,s.527-549.
TDVİslamAnsiklopedisi,“Nişan”Maddesi,İbrahimArtuk,s.154-156.
EN ARKA SIRADAKİÇOCUĞUN SESLENİŞİ
Enarkadasıradayımgörünmeyen
Birdağsilsilesininardındakivadiyim
Bağrımdaçorakbirırmakçağlarsessiz
İçindeyıkananköpüklerihayatınolmazsa.
EnöndekiAhmet’inbaşınıkargibielin
Okşarsırnaşanbirkediolsamdiyorum
Babaşefkatinibilemedimsenolmazmısın?
Saçlarımdikendikenuzaklığınıölçtükçe.
Yavrusunuterkedenannedirhayat
Bunubilmekistemiyorumbiliyorum
Bildikçefarzolurşeylerdedidedemkorktum
Kedinolayımsobayanıüşümektenuyuyan.
Sonraeğildin,Ayşe’ningözlerinebaktın
Konuşulanbenolayımdediparmağım
Birdağsilsilesininardındakivadiyim
Cesaretimyoksözünyağmurunda.
Baktımcigarasatmaktanellerimçatlamış
Nasıldayansınkigüneşigörmezkışım
Onikiyıldanberibilirimyaşımonbir
Birtanesiniyakayımdedimısınırbelkielim.
Sonrasenihatırladımiçimdebirürperti
Topladım,kıvrıldıayaklarımeveyollandım
Birkapı,boşmezarhandiysearasattayım
Gelseydiniçimdedemlenenbirçayolurdun.
Bütüniyiçocuklarıgezdingüldünbütün
Şehrinizkocamandıryerolmazmıhiç?
Banagelince,çıkmazsokak,adresimbu
Kalabalığınızdaıssız,ıssızlıktakalabalığım.
Hergünbirbenkayboluyorumararken
Kimileyinbirçetedebulurumönümükesen
Yahutesrarbaşındakaranlığıiçineçeken
Kırıksandaldadeniziçimdeboğulurkenbulurum
Bütünçocuklarşenliktevarlığınlavarlar
Parmağımıkaldırıyorum,utanırımelsizim
Dilimyokbeniseslesinbendevarımben
Parmağım,dilimvebenolsanöğretmenim.
İshak ASLAN
24
ÖĞRETMEN HASAN EFENDİNİN ŞİİRİ
1.Sonunda uyudu gece, kimse kalmadıDağıldı kargaşası günün, sesler kesildiBir ben kaldım burada tahta atımlaBu yatışmayan çocuk ruhumlaBir çizgi çekerek şu boşluğa…(yanişöyle:sırtımıveripbatıyakaldırdımsağelimiyürüdümdoğuyayürüdümdoyasıyasonradurdumvebekledimyeridinledim,kendimeindimgöğebaktım,türküsöyledimindirdimsonraelimigördümveanladımvebildimbilinmeyeni!)Çizgi! Sonsuz uzun bir düş gibi tamamlayan beniSabahtan akşama değin hiç kimsenin yetişemediği…
2.Burada insanlarSesleriyle yaşıyor nice zamandırSes her şeyin üstünde;Sözgelimi, denizin ve şehrinEvlerin ve annelerin!Anneler ki ah, daraldıkları zamanOdalarına çekilip ağlarlar;Ve ağlayınca onlar, çekilince odalarınaNedendir bilinmez, çocuklarHemen uykuya geçerler sessizce…
3.Ben Öğretmen Hasan EfendiKırk yaşlarında bir mahcûb adamGündüzleri buradaysamGeceleri yıldızlarla ruhumŞoför Necati ne bilsinBenim nasıl yaşadığımıOdalarda kalıp sürekliGölgelerle konuştuğumu!
İşte girişi bitirdim,Hiç de korkunç değilmiş!Artık hep burada olacağım, bekleyin!Tahtadan atıylaÇocuk düşlerimin…
4.Tespih böceği gibiyim bu günlerdeBen, Öğretmen Hasan EfendiBıraksalarYuvarlanır giderim o ateşeBıraksalarKendi hâlime beni
Ah, kapımda üç arsız yılan!Hem kapımda, hem rüyalarımda;Kemirirler kapımı ve uykularımıSalarlar bedenime zehirlerini!
(ölü ağaç, yoksul gövdeyaprakların kupkurumevsimin hani seninbülbüllerin nerede)
(birinci teneffüs -on dakika-)
BayCortazar’danödünçalmışlardaBahçedeseksekoynuyorçocuklarKimiönündekitaşısürüyorsekerekKimidedalıpgitmişbirkelebeğe..
Buoyunböylebitmezçocuklar!YarınasaklayınhevesiniziAkşamolupyatağagirinceDuâlarladoldurunuykukafesinizi
Buoyunböylebitmezçocuklar!SilineceknasılolsatümçizgilerBayCortazargelmesebileSeksek’inigöndersehepimizeyeter!
Adem TURAN *
5.
Önce Alâeddin geldi lâmbasıyla
Bir Osmanlı edâsıyla/ kahramanca!
Kırk gün ve kırk gece kaldı
Dersini aldı ve ezberledi
Sonra bakışlarını doğuya çevirdi
Hani şu baharatlar ve hakikatler ülke-sine;
Ve öylece kaldı
Adı Aydın olan Alâeddin
Yani o aziz ve mağrur adam
Kırk birinci günün sabahı
Hırkasını giydi
Halısına bindi
Ve gitti…
(ikinci teneffüs/beslenme saati -yir-mi dakika-)
Şunu şunu ve şunu!
Asla unutmayın çocuklar:
-Yemekten önce bismillah
-Yedikten sonra elhamdülillah
(zaman geçiyor, geçiyor!)
Geçmeyin selamsız, sokaklardan
Bütün komşulardan duâ isteyin..
6.
Sonra Osman geldi
Osman… İçindeki ateş ile
O düz ve dolambaçsız sesiyle
Açtı denizinin sayfalarını ve konuştu;
Beşik gibi sallanan denizini
Gemilerini, tayfalarını, balıklarını
Martılarını ve can sıkıntılarını
Velhasıl, Osman
Konuştu, konuştu
Ve sonra kalkıp gitti
Sırtındaki dağ ile…
7.
Çaylar İsmâil’den her sabah
İsmâil, kalbimizin uysal çocuğu.
Ve çaylarımızı yudumlarken bir sabah
Yürekten bir ses ile Galip Hoca
Göğe yükselmeyi teklif etti hepimize…
Önce oturduk yeri dinledik
Sonra kalkıp göğe yükseldik
Bulutlar güzeldi, gökyüzü tertemiz
Melekleri hiç şaşırtmadı
Bizim birdenbire böyle gelişimiz…
8.
Aylardan haziran, karne zamanı
Lütfen sessizlik çocuklar!
Bolca okuyun, tabiata açılın
Dokunun tabiata huşu ile
Kardeş olun dağlarla aşk ile
Aylardan haziran, gitme zamanı
Gidin ve unutun beni çocuklar!
Ama unutmayın tahtadan atlarınızı
Uykularınız içinse fesleğen kokusunu…
Ey haziran, ey nazlı kardeşi temmuzun!
Ey uslanmaz kedileri kapımın!
(son teneffüs- son koşu)
Sakın durmayın çocuklar, daima koşun!
Bu bir yarış; yolunuz çok uzun
Burası başka bir dünya, bunu iyi okuyun
Hiç kimse kalmasa da ardınızda
Tamamlayın bu koşuyu mutlaka!
10.
Ben, Öğretmen Hasan Efendi, gitsem de
Bırakamam kimseye kedilerimi
Her gece rüyalarıma çağırdığım kedi-lerimi
Alnımın çizgileri kadar sevdiğim kedi-lerimi
Onları Ebû Hureyre gibi seviyorum
Onları bütün çocuklar için seviyorum.
Ey gece, ey uslanmaz kedileri kapımın!
Bir yanımda haziran
Uykularımdaysa
Fesleğen kokusu kedilerin
11.
Ben, Öğretmen Hasan Efendi
Kırk elekte elendim
Kırk imbikte imbiklendim
Enver oğlu Abdurrahman gibi
Elimde şemsiye bir bahar günü
Koştum, koştum
Yağmuru yakaladım sizin için.
12.
Ben, Öğretmen Hasan Efendi
Gözlerimde temmuz coşkusu
Yıldızlardan inip her gece
Bu darmadağın ve kımıltısız hayata
Yeniden başlarım
yeniden başlarım
yeniden
*HenzaAkınÇolakoğluAİHLÖğret-meni
26
HOCADAN MUALLİME, MUALLİMDEN ÖĞRETMENE BİR ALTIN ZİNCİR
Simyacılar, tam 2500 yıldır madenleri altına dö-
nüştürmeye ve bütün hastalıkları iyileştirerek hayatı
sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksirini bulmaya
uğraşıyorlar. Ve bütün çabaları bu iki ulaşılmazı ulaşılır
kılacak, o efsanevi maddeye “felsefe taşı”na sahip olmak
için.
Peki, ben size işte tam da o, 2500 yıldır arananı
buldum desem!
Benim, bizim, aslında tüm insanlığın “felsefe taşı”-
dır öğretmen: Elindeki her madeni ayırmadan altına
çeviren, manevi hayatınızı da düşünürseniz, ölümsüz-
lük iksirini de önünüze koyan efsane taş: Öğretmen…
Öğreten insan…
“Ve Adem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara 31)
Aslında ayetlerle de sabittir ki insan öğrenmek için
yaratıldı; yaratıldığı günden bugüne de öğretenlere ih-
tiyaç duydu. Dünya durdukça da öğretenler var olacak,
çünkü insan var oldukça öğrenmenin ışığına ihtiyaç
duyacak.
Yüzyılların yıpratamadığı muhteşem bir ikilidir:
öğretmen ve öğrenci.
Bu muhteşem ikili peygamberlerle işleniyor, yürekle-
rimize... Peygamber Efendimiz, öğretmenliğini vefatına
kadar 23 yıl aralıksız olarak sürdürmüş ve vefat eder-
ken de geride yüz bini aşkın eğitimli sahabe topluluğu
bırakmıştı.
Mine KILIÇ* / Özgür Aras TÜFEK **
Halide Nusret Zorlutuna öğrencileri ile
Şu bir gerçek ki insanı dönüştürmek isteyen öğretmen
ne kitap ne eğitimle yol alıyor; insan şiirle şarkıyla rüyayla
dönüşüyor, zorluklarla dönüşüyor, iniş çıkışlarla, ‘yürek değil
çarık’ olan gönüllerle dönüşüyor… Küsüyor da kızıyor da
üzülüyor da yalnız da kalıyor ama yine de imkânları zorluyor,
kendisi için değil üstelik sadece, başkaları için de. İnsanlığa
inancı için de… Çünkü kendisi yenik düşse, insanlık yenik
düşmüş gibi olacak biliyor. Kendisi yenik düşse, çocuklar
ertesi gün öğretmensiz kalacak. İşte böylece aktarıyor tüm
bildiklerini, hemen hemen her şeyi kültüre, sanata, tarihe,
coğrafyaya dair.
İşte bu inançla karanlık kışı kovalayan, gül ağcının dibinde
buluşan Hızır İlyas misali öğretmen ve öğrencinin birlikte
bastığı her yer yeşeriyor, bereketleniyor.
Orhan Okay Hoca, Türk edebiyatı geleneğindeki öğretmen
öğrenci muhteşem ikilisini “altın zincir” diye isimlendiriyor.
Yüzyıllar öncesinden başlıyor bu altın zincirin halkaları:
Hace Ahmet Yesevi, yetiştirdiği öğrencilerle Taptuk
Emre’yle, Yunus’la, Ahi Evran’la Anadolu’yu baştan başa
manevi bir ruhla donatırken;Türk dilini, edebiyatını, kültü-
rünü özellikle İslam dinini doğru olarak gelecek nesillere
aktarıyor.
Hoca Dehhani, Hoca Mesut XIII.- XIV. yüzyıllarda
Türk edebiyatında yepyeni bir çığırın kapılarını açıyorlar, 500
yıl sürecek bir edebi geleneğin ilk tohumlarını Anadolu’nun
mümbit topraklarına bırakıyorlar.
Aynı yüzyıllarda bir başka hoca sadece Türk düşünce
dünyasına değil tüm dünyaya nam salmış “Nasreddin Hoca” ki “Ya tutarsa” diyerek insanın yaşamı boyunca ol-
mazlarla savaşması, biraz da başarıya ulaşmak sırrına erme
çabasını mizahın içine gizliyor;daima girişilen işlerde olmazı
değil, olması bekleneni ön plana çıkarmak gerektiğini, kalıp
düşüncenin olduğu yerde bilimsel düşünce ve üreticiliğin-
mümkün olmadığını ne de güzel anlatıyor.
Atlayalım yüzyılları halkalar eklensin birbirine edebiyatın
bir başka sayfasını açalım.
Muallim Naci, Recaizade Mahmut Ekrem iki büyük
öğretmenin etrafında iki sınıf öğrenci; aslında sanki tam da
zıt yönlere bakıyorlar, oysaki zıt yönlere bakarken sırt sırta
oluyorlar, tamamlıyorlar birbirlerini. Her biri farklı kaynaktan
getirdiği ab-ı hayatla besliyor öğrencilerini ve siz onları tarihe
“abes muktebes” adıyla geçen tartışmanın tarafları zanne-
derken onlar öğrencilerine yepyeni bir dünyanın kapıların
aralıyorlar.
“Muallim ordusu derken, çekirge orduları
Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı!
“Muallimim” diyen olmak gerektir imanlı:
Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.
Bu dördü olmadan olmaz, vazife çünkü büyük.”
Hemen hemen aynı dönemin bir başka şair öğretmeni:-
Mehmet Akif. “İlim ve fen adamları sahip oldukları meziyet-
lerle halka yol gösterecek, onları peşinden sürükleyecek bir
karaktere sahip olmalıdır” diyor, Akif. Ona göre bu memleketi
asıl kurtaracak olan muallimlerdir, çünkü. “Muallim”, sadece
okuma yazma öğreten, ders veren olmaktan çıkar, bir şuur
kazandıran, yol çizen olur, Mehmet Akif ’te. İşe bu öğretmen
portresi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’te de: “Bir
milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.” şeklinde
ifadesini bulur.
Ve Türk edebiyatını bir efsane öğretmeni daha Yahya Kemal, neden mi efsane? Çünkü yetiştirdiği, bizatihi öğret-
menliğini yaptığı Tanpınar gibi bir edebiyat dehası yanında,
onun hiç tedrisatından geçmemiş olanlar bile kendilerini
onun öğrencisi kabul ediyorlar bugün Türk edebiyatında.
Gelelim Tanpınar’a,Tanpınar’ın öğretmenliği iradi bir
öğretmenlik, nasıl mı? Hayran olduğu bir öğretmenin izin-
den giderek. Veteriner olmak için geliyor İstanbul’a ancak
şiirlerinden tanıdığı Yahya Kemal’in edebiyat şubesinde ders
verdiğini öğrenince bu bölüme kaydını yaptırıyor. Mezun ol
Nurettin Topçu öğrencileri ile
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
28
duktan sonra Erzurum, Konya, Ankara gibi illerin liselerinde
öğretmenlik yapıyor; Orhan Veli’yi yetiştiriyor, Cahit Sıktı’yı
yetiştiriyor, Sait Faik Abasıyanık’ı yetiştiriyor.
Aslında öğretmenlik hiçbir meslekle kıyaslanmayacak de-
recede bir “insan” ve “insanlık” mesleğidir. Bunun manası,
karşısındaki kitleyi bir eşya, bir tabiat objesi gibi değil, bir
“özne” gibi görmek yahut onu “özne” yapmaktır. Ham zihinle-
rinve dümdüz ruhların teşkil ettiği bir yığına şekil vermek, bu
yığından ayrı ayrı şahsiyetler çıkarmaktır. Yani iyi öğretmen
kendine benzeyen değil, farklılığını ortaya koyan, öğrenciye
yol açan öğretmendir.
Farklılığını ortaya koyan, öğrenciye yol açan öğretmenler;
ustalar ustaları keşfediyor, yetiştiriyor, altın zincirin halkalarına
halkalar ekleniyor.
Reşat Nuri bu altın zincirin kuvvetli halkalarından biri.
Bursa Sultanisi, Fatih Vakf-ı Kebir Mektebi, Akşemseddin
Mektebi, İstanbul Beşiktaş İttihat Terakki Mektebi, Osman
Gazi Paşa Mektebi, Vefa Sultanisi, İstanbul Erkek Lisesi,
Çamlıca Kız Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Erenköy Kız Lise-
si gibi okullarda Fransızca ve Türkçe öğretmeni ve müdür
olarak çalışan Reşat Nuri’nin ilk romanı Çalıkuşu, öğretmen
bir kahramanın etrafında döner ve aslında Reşat Nuri’nin
kendi tecrübeleri ışığında eğitim sisteminin sorunlarını ortaya
koyar. Yeşil Gece, Acımak, Kan Davası… kahramanı idealist
öğretmenler olan Reşat Nuri romanlarıdır.
Bir başka idealist öğretmen Aliye’yi anlatan Vurun Kah-
peye’nin yazarı Halide Edip, uzun yıllar Darülmuallimat’ta
öğretmenlik yapmış, Horn’un “İlm-i Tâlimin Psikolojik Esas-
ları” adlı eserini1911’de kendisinden de bazı ilaveler yapmak
suretiyle “Usul-i Talim ve Terbiye” adı altında Türkçeye çe-
virmiş ve bu eseri de Dârülmuallimat’ta ders kitabı olarak
okutulmuştur. Halide Edip bütün kitabın kalbine ise Eflatun’un
şu sözünü yerleştirmiştir: “İnsankendindeolmayanbir şeyi
başkasınaveremeyeceğigibibilmediğibirşeyidebaşkasınaöğ-
retemez.”
Ve “Bayrak” şairi Arif Nihat Asya. Sene 1940; Arif Nihat,
Adana Erkek Lisesinde edebiyat öğretmeni iken Adana’nın
Fransız işgalinden kurtuluş günü olan 5 Ocak’ta okunmak
üzere şiir bulamayan öğrencilerine Ocak mahallesindeki mü-
tevazi evinde el-ayak ortalıktan çekilince, petrol lambasının
yorgun ışığında, bayrağımıza sığınarak kalemi eline almış,
şafak sökerken şiiri hazırlamıştı. Şiir o gece nasıl yazıldıysa
öylece kaldı. Ve Asya diyor ki: “Bu şiir, bana ‘BayrakŞairi’
denilmesine yol açtı ki, bu sıfat, benim için altından dökülmüş
bir İstiklal Madalyası kadar kıymetlidir.”
Üniversite eğitimi için önce tıp fakültesine giren Faruk Nafiz bir başka altın halka, bugünün anlayışında imkânsız
gibi görünse de tıp fakültesini dördüncü sınıftan bırakmış,
bir milletin Kurtuluş Savaşında aydın olarak, ancak halkın
eğitilmesi ve bilinçlendirilmesine yardım etmek suretiyle
mücadeleye en faydalı şekilde destek verebileceğini düşüne-
rek, öğretmenlik yapmaya karar vermiş, edebiyat fakültesine
geçmiştir. Kayseri, Ankara, İstanbul’da öğretmenlik yapan
Faruk Nafiz, Behçet Kemal Çağlar’ın Kayseri’de öğretmeni
olmuş. 1933’te öğrencisiyle “Onuncu Yıl Marşı”nı birlikte
yazmıştır.
“Bir Neslin Ağabeyi” olarak bilinen Erdem Beyazıt, şair
öğretmenler kervanında bir başka kıymetli isim. Kendisinin
de lise yıllarında öğrencisi olduğu ve Yedi Güzel Adam’ın ilk
dostluklarını kurduğu Kahramanmaraş Lisesinde edebiyat
öğretmeni olarak çalıştığı yıllarda öğrencileri onu “girdiği
derslerde işlenmesi gereken konular yerine, gençlerin ufkunu
genişletecek, onların dünyalarını anlamlandıracak, bilinçli
tercihler yapmalarını sağlayacak, kısacası manevi değerle-
rine sahip, kültürlü birer insan olmaları için çaba gösteren
bir ağabey” olarak tanımlıyorlar.
“Benim Küçük Dostlarım”, işine aşık bir öğretmen daha.Bu
öyle bir aşk ki şiirler yazdırmış, kitaplar yazdırmış Halide Nusret Zorlu Tuna’ya:“Hayatta her insanın bir zaafı, bir
iptilâsı vardır. Benim tek büyük zaafım da -niçin itiraf etme-
meli…- çocuk sevgisidir! Ve bu aşk yüzünden ışık etrafında
dönen bir pervane halinde öğretmenlik mesleğine tutulmuş
“Bayrak Şairi” bu şiiri Adana Erkek Lisesinde öğretmenken yazdı
kalmışımdır. Yalnız sevimli, terbiyeli, zeki ve çalışkan olanları
değil,-böylesini herkes sever!-ben sevimsiz, somurtkan, hay-
laz, hatta aptal çocukları da severim. Bana “öğretmenim!”
diyen ses, beni “annem” diye çağıran ses kadar sevgili ve
kıymetlidir. Bir yaşından, yirmi yaşına kadar her çocuk, bence
zevkle okunmağa değer meraklı bir kitap karşısında uzun
uzun, hayran hayran düşünülecek bir meçhuller ve tezatlar
âlemidir.” Başka söze gerek bırakmayacak bir sevdanın en
güzel ifadesi yukarıdaki satırlar.
Ömrünün 40 yılını öğretmen olarak geçiren, eğitimin felsefesi
üzerine yıllarca kafa yoran, Nurettin Topçu elbette ki bu
altın zincirin halkalarında mutlaka anılması gereken bir isim:
“Hakk’a götüren yol diye kendini hakikate adamak, gerçek
mektebin yoludur. Hakikat aşkına sahip insanlar, cemiyetin
içinde çoğalmadıkça, hakikat aşkı cemiyet içinde en yüksek
ve muhterem yeri tutmadıkça ve hakikatin ihtirası toplum
içerisinde bir umumî cereyan, büyük bir hareket haline gel-
medikçe, millî mektep gerçekten var olmayacaktır.” sözleri
onun bu yoldaki davasında temel ilkeyi anlatmak bakımından
anılmadan geçilmeyecek bir kıymete haiz.
Bir başka öğretmen şair Behçet Necatigil’in ömrünün
son günleriyle ilgili Hasan Pulur’un anlattıkları her davranı-
şıyla öğreten, örnek olan öğretmenin son dersi gibi: “Behçet
Hoca’ya çok saygım vardır. Ben gazeteciyim yönetim kurulu
üyesiyim Gazeteciler Cemiyeti’nin, Ankara’ya gittik. Tür-
kiye yokluk içinde gaz yok, yağ yok, hiçbir şey yok. Gittik
ki Süleyman Demirel odasında palto ile oturuyor. Öyle bir
manzara. Laf açıldı, Barlas Güntay da Turizm ve Kültür
Bakanı, anlattım ben, Behçet Hoca’nın hastalığını, hemen
dedi ki Demirel “Örtülü ödenekten ne lazımsa yapılsın dı-
şarı gönderilsin” dedi. Biz çok sevindik. Geldik ben Hilmi’yi
(Hilmi Yavuz’u) aradım. Hoca’ya söyle hemen hazırlanın
gidiyorsunuz dedim. Dışarı nereye istiyorsa ertesi gün Hil-
mi’yi aradım “Ne oldu” dedim. “Gitmiyor” dedi. Ne oldu?
Dedim. Türkiye bu haldeyken Türkiye’de insanlar ilaç için
döviz bulamazken ben tedavi için bir yere gidemem burada
ölürüm” dedi. Öldü gitmedi. Örtülü ödenekten ödeneği vardı
gitmem dedi. Bunlar öyle yetişmiş insanlardı.”
“Karşılıklıneleröğrenmediksınıfta
Çevresiniölçtükdünyanın,
Hesapladıkyıldızlarınuzaklığını,
Birliktenelerdüşünmedik.”
Öğretmenliğin karşılıklı öğrenmekten başka bir şey ol-
madığını bilen, “Hababam Sınıfı” ile hafızalara kazınan Rıfat Ilgaz bir başka altın halka…
Daha kimler yok ki bu zincirin halkalarında Nurullah Ataç, Refik Halit Karay, Ziya Gökalp, Gülten Da-yıoğlu, Akif İnan, Nezihe Meriç, Sebahattin Ali, Ahmet Kutsi Tecer…
Son sözlerden önce bir adına kitaplar yazılmış öğretmenler
var: Oğuz Atay’ın hocası Mustafa İnan’ı büyük bir muhabbet
ve saygıyla anlattığı kitabı “Bir Bilim Adamının Romanı”; Hikmet Sami Türk’ün hocası Necatigil’i anlattığı “Şair veÖğretmenKimliğiyleBehçet Necatigil” adlı kitabı…
“Benöğretmenimçocuklar
Unuttuğunuzyüzlerinizbende
Gülüşleriniz,gözleriniz
Dolaştığınızbahçelerdekalan
İzlerinizbende…” diyor şair dizelerinde. Hepimizin hayatında
öğretmenden bir iz, öğretmenin hayatında yüzlerce öğren-
cisinden kalmış binlerce iz…
Şairveyazaröğretmenlerbirgülmisaliheryazdıklarındaöğ-
rencilerinin gönül bahçelerinde açtılar, onların kaleminde öğ-
renci bir tohumdu, her derste öğretmen yüreklerinde çoğaldı.
Onlar “Yurdunu yüceltmeye” yemin etmiş öğretmenlerdi,
“muhteşem ikili”nin olmazsa olmazları, sihirli elmanın bir
yarısı, toplumun en önemli parçası... İyi vardılar ve iyi ki
hayatımızda onlardan izler kaldı. Her birini saygı, hürmet
ve muhabbetle anıyoruz…
*ÇağrıbeyAnadoluLisesiMüdürYardımcısı
**ÜsküdarİlçeMilliEğitimÖzelBüro
Ahmet Hamdi Tanpınar öğrencileri ile
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
HER ÖĞRETMEN BİR RESSAM
Eserlerinde imzası olmayan tek sanatçı grubunun
öğretmenler olduğu söylenir.
Doğrudur.
Ancak, buna bir doğru daha katmak gerek.
Konuya daha yakından bakıldığında öğretmenlerin
“imzalarının” öğrencilerinin yaşam tarzlarında vücut
bulduğunu görüyoruz.
Bu bağlamda, her öğretmen birer ressam.
Hayat görüşleri, deneyimleri, eğitimsel becerileri
ve yaşam tarzları da fırçaları.
Öğrencilerin zihinlerine eğitim hayatı boyunca do-
kunan bu fırçalar bizlerin hayat olaylarına karıştığımız-
da nasıl bir “ömür” tablosu çizeceğimizi de belirliyor
aslında.
Tıpkı, DNA’daki yapısal bilgilerin nasıl bir beden
yapısına sahip olacağımızı belirlediği gibi.
Yetişkinlik dönemine erişen her insan kendi yaşantı-
sını süzgeçten geçirdiğinde bu fırça darbelerini görme
şansına da kavuşacaktır.
Örnek mi?
Aynayı önce kendimize tutalım örnekler için.
Yarım asır kadar önce, ortaokul sıralarındayken okul
hayatıma bir Türkçe öğretmeni girdi.
Kendisi aynı zamanda avukattı. Her zaman çok şık
giyinirdi. Biz erkek öğrenciler için, şimdinin deyimiyle,
moda ikonuydu.
Hepimiz zihnen söz vermiştik. Büyüyünce onun gibi
her gün tertemiz ve şık giyinecektik. İnsanların estetik
duygusunu köreltmeyecektik.
Türkçe öğretmenimiz asıl fırça darbesini ise yazı
yazma eyleminde vurdu bize. Dolmakalem aldırdı he-
pimize.
Defterlere yıl boyunca bütün yazılarımız ve ödev-
lerimizi dolmakalemle yazdık. Ben de tüm hayatım
boyunca “dolmakalem tiryakisi” oldum. İflah olmaz
bir tiryakilik bu.
Dolmakalemle yazı yazıldığında yazma hızı düşü-
yor. Aklıdaki düşünceyi tartarak yazıya dökme şansı
yükseliyor.
Türkçe öğretmenimiz işte bu şansı verdi bizlere
fırçasıyla.
O dönemlerde, müzik öğretmenimiz de bizleri tuval ola-
rak kullanarak başka bir tablo resmetmekle meşguldü.
Doç . Dr. Can POLAT *
30
İnsanın biyo-psikolojik yapısı üzerin-
de olumlu etkileri dillerden düşmeyen
müzikle haşır neşir olmanın ilk adımı
müziği dinlemeyi bilmekten, ya da daha
doğrusu “öğrenmekten” geçiyor derdi
müzik öğretmenim.
Bu öğrenme işine de yaşadığım
kentte her hafta sonu ücretsiz verilen
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası
konserlerine bizi yönlendirerek başladı.
İlk konserlere oflaya poflaya gittik
ama giderek müzik bizim zihnimize biz
müziğin ruhuna girmeye başladık. So-
nunda iyi birer müzik dinleyicisi olduk.
Ve iyi bir müzik dinleyicisinin her
tür müzikle ilişki kurulabildiğini gördük.
Çünkü türü ne olursa olsun, bir müziğin
dinleyicisi varsa dokunduğu duygular
da var demektir.
Müzik öğretmenimiz duygularla mü-
zik aracılığıyla bağlantı kurma şansını
vermişti biz.
Yaşımız büyüdükçe, lise sıralarına
oturmaya başladıkça başka fırçalar
dokunmaya başladı ruhunuza.
Lisedeki fizik öğretmenimiz hemen
hemen her dersten önce “önce iyi insan”
düsturuyla iyi insanın nasıl olunacağını
yazdırıyordu defterlerimize. Daha sonra
da fiziğin dünyasını açıyordu önümüzde.
Fizik öğretmenimizin bu fırça darbeleri
sayesinde önce insan olmayı öğrendik
sonra da fen bilimci. Ama ne yazık ki,
atom bombasını icat eden bilim insan-
larının bizim gibi bir fizik öğretmenleri
olmamıştı. Olsaydı, kuşkusuz önce
insan derlerdi.
Bu örneklere bu satırlara sığmaya-
cak sayıda “fırçaları” eklemek mümkün.
Bütün bu fırçalar yaşadığımız hayat tab-
losunun da gerçek ressamları.
Emekli olan ilkokul öğretmeninin
ardından duygularını dizelere döken
öğrencinin duyguları işte öğretmenle-
rin atmadığı söylenen o imzalarının da
duygusal tanığı.
Sonra
Yerinizialdılaröbürleri
Değilkalbimdekiyeri
Sadecekürsüleri
*PsikolojiVakfıBaşkanı
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
32
PROF. DR. İRFAN ERDOĞAN İLEÖĞRETMEN OLMAK ÜZERİNE
Mekteb-i Üsküdar Dergisi olarak Talim ve Terbiye
Kurulu eski başkanı Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN ile Öğ-
retmenOlmak/BirCan’aDokunmakkitabı ekseninde,
öğretmenlere, öğretmeye ve kişinin kendini tanıyıp
yaşamasının yollarına dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Söyleşimizi dergimizin Öğretmen Özel Sayısında
okurlarımız ve öğretmenlerimizle paylaşıyoruz.
Mekteb-i Üsküdar: Öncelikle Mekteb-i Üs-küdar Dergisi adına röportaj talebimizi geri çevirmediğiniz ve bu yoğunluğunuzda bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
İrfan ERDOĞAN: Ne demek… Ben Mekteb-i
Üsküdar’ı takip ediyorum. Geçen sayınızı dikkatle in-
celedim. Dolu dolu, yenilikçi bir eğitim dergisi yapı-
yorsunuz. Emeği geçenlere teşekkür ederim.
Mekteb-i Üsküdar: İrfan Hocam, Öğretmen Ol-mak / Bir Can’a Dokunmak adlı kitabınızda öğretmenlere çok yerinde öğütler veriyorsunuz.
Bizce bu kitap her öğretmenin başucu kitabı olma özelliğinde. Bu bağlamda öğretmenin öğ-rencisi ile ilişkisinde en önemli unsurlardan biri nedir?
İrfan ERDOĞAN: En önemlisi öğrenciye ismiyle hitap
etmesidir. Bir kimseye ismiyle hitap etmenin o kişide
“benvarımvebiriciğim” duygusunun oluşmasında etkili
olduğunu düşünüyorum. Bu noktada, öğretmen olmaya
katkı sağlayacağına inandığım bir öngörüde bulunmak
istiyorum. Öğretmenlerin ismiyle hitap ettikleri öğrenci
sayısını bilmiyoruz ama diyelim ki on milyon öğrenci-
nin ismi öğretmenleri tarafından biliniyor. Önümüzdeki
yılsonunda bu sayıyı on beş milyona ulaştırmış olsak,
eğitim sistemimiz hızla canlanıp ruh kazanır diye tahmin
ediyorum. Bu denli basit ve maliyetsiz bir hamlenin,
bize ne getireceğinden emin olunmadan milyonlar
harcanarak uygulanan projelerden çok daha olumlu
bir değişiklik yaratacağına eminim.
Mekteb-i Üsküdar: İrfan Hocam, siz yıllardır öğretmen yetiştiriyorsunuz. Belki de şu an öğ-retmen olarak görev yapan on binlerce kişi öğrenciniz olmuştur. Eminim ki hâlen öğretmen olarak yetişen gençler için söyleyecekleriniz vardır…
İrfan ERDOĞAN: Teşekkür ederim. Sanırım şuana
kadar elli bine yakın “öğretmen adayı” öğrencim ol-
muştur ve umarım bunların çoğu şu an öğretmendir.
Öğretmenliğe hazırlanan öğrenciler için birkaç hususu
dile getirmek istiyorum. Yıllara dayanan tecrübem; bir
öğretmen, verdiği bir dersi iki dönem halinde, tam bir
yıl boyunca işler. Her bir dersi dönemin bir parçası
olarak verir. Bunda bir sorun yok; doğrusu da budur.
Ancak öğretmen, verdiği her bir dersi kendi bütünlüğü
içinde tek başına bir ders gibi vermelidir. Dönemin
hangi haftasında olursa olsun hiçbir ders yarım kal-
mamalı, sadece bir önceki dersin devamı, bir sonraki
İshan ASLAN / Özgür ARAS TÜFEK / Sabahat ÖZGÖL
dersin de ön adımı gibi olmamalı, kendine özgü bir bütünlüğe
sahip olmalıdır. Dersi öyle şekilde işlemelidir ki öğretmen,
bir daha gelmeyecek olsa bile öğrencide bir iz bırakmalıdır.
Ben, öğrencilerin ileriki hayatlarını, süresi bir saat bile olsa,
o iz bırakan derslerin etkilediğine inanıyorum.
Değinmek istediğim bir husus daha var. Son yıllarda öğ-
retmen yetiştirme programlarında herkesin aşina olduğu
seçilmiş bir ana eserler listesi bulunmamaktadır. Programla-
rın çoğunda, ilgili alanın birikiminden, ruhundan, tarihinden
ciddi bir kopuşun olduğu gözlenebilmektedir. İstiyorum ki
genç öğretmen adayları bu sorunun bilincinde olup kendi
donanımları ile bu eksikliği gidersinler. Öğretmen adayı is-
terse mevcut koşullar içinde kendi ufkunu geliştirmek için
girişimlerde bulunabilir.
Bir öğretmen adayı, fakültede elde edeceği kazanımlar
paralelinde ileride görev yapacağı okulu, muhatap alacağı
öğrenciyi, veliyi, iş birliği içinde olacağı öğretmeni olanağına
da sahiptir. Öğretmen adayları sahip oldukları gözlem gücünü
mümkün olduğunca hızlı kullanarak kendileriyle ilişkili kişi
ve kurumları önceden tanıyabilirler.
Mekteb-i Üsküdar: İrfan Hocam, bu söylediklerini-zi öğretmen adayları nasıl yapacaklar? Yani genç öğretmen adayı, görev yapacağı okulu, muhatap olacağı öğrenciyi, veliyi, birlikte çalışacağı öğret-menleri nasıl tanıyacak?
İrfan ERDOĞAN: Bunların önemini kavramış ve bu konu-
larda gelişmeyi hedeflemiş bir öğretmen adayı için bu fırsatlar
eğitim süreci içinde yaratılmaktadır. Gelişmeyi hedeflemiş
olanlar, fırsatı tanımakta ve yararlanmaktadır. Belirtmek is-
tediğim başka bir husus da şudur: Öğretmen adaylarının
öğretmenlikle ilgili derinlikli, kapsamlı ve nitelikli eserler
okuması önemlidir. Öğretmenliğe dair yayınların sayısı art-
mış gibi görünse de aynı şey nitelik açısından söylenemez.
Cumhuriyet’in ilk kurulduğu yıllardan 1970’li yıllara kadar
MEB’in yayınladığı “Öğretmen Kitapları” dizisi düzeyinde
bir kitap dizisi maalesef yayınlanamamaktadır. Dolayısıyla
eski kitaplar yeni kitaplara göre olumlu anlamdaki farklılığını
korumaktadır. Ancak genç öğretmen adayları devam ettikleri
programlarda klasik haline gelmiş öğretmenlik kitaplarından
mahrum kalmaktadırlar. Bu önemli bir eksikliktir. Umarım
genç öğretmen adayları eğitim bilimleri alanındaki klasik
eserlere ulaşıp bu eksikliği tamamlarlar.
Eğitim öğretime dair yazılmış eserlerin çoğunu gözden
geçirmiş bir eğitimci olarak şunu ifade etmek istiyorum ki
eğitim tarihinin her döneminde güçlü ve etkili düşünceler
ortaya atılmıştır. Yeni olarak takdim edilen birçok düşünce ve
uygulama daha önceki çağlarda da dile getirilmiştir. Birkaç
örnek vermek istiyorum: Antik filozoflara kadar geri gidebiliriz,
mesela Aristoteles , “İnsanlara aynı eğitimin verilmesi aynı
faziletleri meydana getirmez,” der. Ünlü pedagog John Amos
Comenius’un 1657 yılında yayınlanan Didactica Magma adlı
eserinin birinci cümlesi şudur: “ Öğretimin alfabesi, öğretmen-
lerin mümkün olduğu kadar az öğretmelerini; öğrencilerin
ise daha çok kendi kendilerine öğrenmelerini sağlayacak
öğretim tarzlarını araştırmak ve keşfetmektir. “Comenius’un
bu düşüncesinin bugün dile getirilen, öğrencinin öğrenirken
olabildiğince kendi kendine öğrenmesi düşüncesi ile aynı şeyi
önerdiğini söylemek yanlış olmaz. Seneca, “ İnsan okul için
değil hayat için öğrenmelidir,” der. Erasmus da “ Çocuklara
her şey bir anda öğretilmemelidir. Öğretim oyun ile birleşti-
rilmelidir. Çocukların bireysel farklılıkları dikkate alınmalıdır,”
der. Aydınlanma düşünürlerinden John Locke şunu söyler: “
Eğitim hayatta işe yarar olma durumuna göre hazırlanmadır.
Eğitimde elden geldiğince az kural verilmelidir. Basit metot
kullanılır. Doğa’nın yolunu izlediği takdirde eğitim, otoriter
ve baskıcı olmaz; aksine, bireysel özelliklerin gelişmesi için
tüm özgürlükleri kişiye sağlar, öğretmen ve öğrenci arasında
karşılıklı güven gerçekleşir.” İsviçreli pedagog Pestalozzi’ye
de kulak verelim isterseniz: “Öğrenim, ana-babaların anlaya-
bileceği ölçüde basitleştirilmeli ve herkesçe anlaşılıp telkin
edilebilmeli. Çocuğun bulup keşfetmesi öğretimin temeli
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
34
olmalı. Öğrenim sadece bilmeyi değil, bildiğini yapabilmeyi
de hedeflemelidir.”
Diğer taraftan büyük Türk pedagogu İsmail Hakkı Baltacıoğlu
da Pedogojide İhtilal adlı kitabında şunları söylemektedir:
“Eğitim işi bahçıvan işine benzer. Bahçıvanın yapması gere-
ken iş, elma ağacına armut verdirmek değildir. Bahçıvanın
yapacağı iş, elma ağacının elma vermesi için gerekli olan
dış şartları sağlamaktır. Toprak, hava, su, güneş, gübre gibi
şartlar sağlanınca ağaç yemişini kendi kendine verecektir.
Eğitim işinde de böyledir. İnsan dışarıdan yetiştirilemez. Ye-
tişme şartları var olunca insan kendi kendine yetişir. Terbiye
etmek yoktur, terbiye olmak vardır.”
Bir başka büyük eğitimci Hüseyin Hüsnü Cırıtlı’da Güneşli
Mektep kitabında şöyle söyler: “Öğrenme; öğretenin değil,
öğrenenin yapımıdır.”
Mustafa Satı Bey’in 1911 yılında dile getirdiği şu düşün-
celer için kim eskimiş diyebilir ki! “Anlaşılmadan ezberlenen
şeyler, kabuklarıyla beraber yutulan ve sonuçta hazmedile-
meyen çekirdeklere benzer. Bilginin gerçekten manevi bir
gıda olabilmesi için hazmedilmesi, yani anlaşılıp zihnin malı
haline gelmesi gerekir.”
Eski dönemlerde yaşamış yerli ve yabancı otoritelerin dü-
şünceleri sadece genç öğretmen adaylarının değil, bütün
öğretmenlerin dikkatini çekecek güçte. Bu güçlü, anlamlı ve
işlevsel düşünceleri okuyan bir öğretmenin, öğretmenliğini
daha etkili hale getirmek ve zenginleştirmek için eğitime dair
yazılmış bütün klasiklere ulaşmak isteyeceğine inanıyorum.
Öğretmenin, tabir caizse kendini zenginleştirmek için bir
gözüyle klasik eğitim düşüncelerine, bir gözüyle de bugüne
ve geleceğe bakması gerektiğini düşünüyorum.
Mekteb-i Üsküdar: Öğretmenlik üzerine pek çok yazılar, makaleler ve kitaplar yazdınız. Bu konuda yazmaya nasıl veya niçin karar verdiniz?
İrfan ERDOĞAN: Gazi Eğitim Fakültesi’nin Eğitim Bilimleri
Bölümü’nden 1985 yılında mezun olduktan sonra Milli Eğitim
Bakanlığı’nın yurt dışı lisansüstü sınavlarını kazanmıştım. Gazi
Eğitim’de okuduğum yıllar boyunca, Anadolu’nun ücra bir
köşesinde hizmet etmeyi dört gözle beklerken, Amerika’da
alacağımız eğitimi de Türkiye’nin eğitim sistemini çağdaş-
laştıracak bir ülkü olarak görmeye başlamıştık. Böyle bir
havayla eğitim bilimlerinin çeşitli dallarında öğrenim gör-
mek üzere Amerika’ya gittik. Ben Columbia Üniversitesine
kayıt oldum. Benim dışımda iki arkadaşım daha vardı; aynı
okulda altı yılı aşkın bir süre içinde yüksek lisans ve doktora
eğitimlerimizi tamamladık. John Dewey’in çalıştığı bölümde
öğrenci olmak bilhassa beni iyiden iyiye havaya sokmuştu.
Columbia’da geçen verimli yıllarımız biter bitmez ülkemize
dönüp baştan sona yeni bir eğitim sistemi yaratacaktık. Yani
o kadar “çok” biliyorduk ki döner dönmez bildiklerimizi öğ-
retecek ve uygulayacaktık.
Bu heyecanla nihayet 1992 yılının sonlarına doğru Tür-
kiye’ye döndük. İlk yıllar sarsıcıydı, uyum sorunları yaşadık.
İtiraf etmeliyim ki bu sorunlar, Türkiye’yi yurt dışında öğ-
rendiklerimi öğretebileceğim bir yer olarak görmeme da-
yanmaktaydı. Oysa yurt dışında öğrendiklerimizden sonra
ülkemizdeki eğitim sistemini incelemeliydik. Neyse ki bizzat
yerinde gözlem yaparak, geçmiş deneyimleri inceleyerek
yeniden öğrenmeye başladım. Amerika’ya giderken eşe dosta
dağıttığım MEB yayını kitapları tekrar edinmek için sahafla-
rın kapısını aşındırdım. Yabancı bir ülkedeyken ülkemizdeki
birikimleri ötekileştirerek bilgi ve görgü kazanmanın ne kadar
eksik olduğunu kahredici bir şekilde gördüm. Dolayısıyla,
Türk eğitim sisteminin dinamiklerini tarihsel bir akış içerisin-
de araştırmam eve öğrenmem, yurt dışında öğrendiklerimi
tekrar anlamlandırmamı sağladı. Öğrenmenin devam etmesi
gerektiğini çarpıcı bir şekilde yaşamıştım. Yapmaya çalış-
tığım uyarlamalar, transferler yeni boyutlar kazandırmaya
başladı. Sonuç olarak işe yarayacağını düşündüğüm kitaplar
ve makaleler yazmaya başladım.
Mekteb-i Üsküdar: İrfan Hocam, öğretmenin kendi-sini yenilemesi, sürekli geliştirmesi neden önemli? Sizin deyişinizle kendinden hareket etmesi neyi ifade ediyor?
İrfan ERDOĞAN: Kendinden hareket etmeyi çok önemli
görüyorum. Küçücük Finlandiya, herkesin örnek gösterdiği
eğitim mucizesini, idealizmi ve kendi imkânları ile gerçek-
leştirdi. Bizim Enderun ve Köy Enstitüleri gibi parlak ku-
rumlarımız da aynı ruhla doğdu ve başarılı olundu. Bugün
de şahit olmaktayız; bir öğrenci, bir öğretmen, bir okul bu
ruhu fark ettiği zaman kendi enerjisi ve imkânları ile harikalar
yaratabilir. Mesela ülke çapındaki başarı sıralaması düşük
olan bir kent bile kendi gücünü fark edip seferber olduğunda,
üst sıralara çıkabilmektedir.
Mekteb-i Üsküdar: “Kendinden hareket etmek” şek-linde kavramsallaştırdığınız bu tavır alışı biraz daha somutlaştırır mısınız?
İrfan ERDOĞAN: Öğretmen olabilmek için kişinin belli
konularda bilgi, beceri ve değerlere sahip olması kaçınıl-
maz bir gerekliliktir. Öte yandan, öğretmenlik son derece
insan-yoğun bir iş olduğundan, her öğretmen ancak kendi
iç zenginliğini kullanarak daha etkili bir öğretmen olabilir.
Mekteb-i Üsküdar: Sözünü ettiğiniz alan varoluş alanı değil mi?
İrfan ERDOĞAN: Evet, öğretmenin kendi varoluş alanın-
dan söz ediyorum. Öğretmenin, öğretmenlik için önce kendi
kendini tanıması ve kendinden yararlanmasını öneriyorum,
çünkü böylelikle kendi hayatından güçlü öğretiler çıkarıp
bunları kullanabilir. Bu yüzden öğretmen önce kendine yö-
nelir, kendinde arar ve kendinde bulmaya çalışır. Kendine
yönelmenin bir tezahürü de kendini arıtmaktır. Zira Hacı
Bektaş Veli’nin de dediği gibi, insan kendini arıtmadıkça
başkalarını arıtamaz. Bu çaba öğretmen olmanın özüdür.
Öğretmenlik zor kazanılan bir statü olduğu için bu statüyü
kazan kişiler nezdinde varılan son nokta olarak algılanabi-
lir. . Ancak statüyü elde ettikten sonra donanımına bir şey
ekleyemeyen öğretmenler ancak öğretmenlik yapabilirler,
öğretmenolamazlar.Öğretmenlik formasyonunu elde eden
kişilerin öğretmenliğe dair algısı önemlidir. Yeni öğretmenler-
den bazıları öğretmenliğe başlamayı “hizmetetmeyeatılmak”,
bazıları da “öğrenmeyeatılmak”olarak görür. Hizmet etmeye
atılan kişi, ulvi bir hisse sahibi olsa da öğrencilere bildiklerini
kazandırmaya yoğunlaşır. Diğer taraftan “öğrenmeyeatılan”
öğretmenin ise yolculuğu devam eder.
Öğrencilere, “Bugün okulda ne öğrendim?” sorusunu kendi
kendilerine sormayı hiç akıldan çıkarmamaları söylenir. As-
lında bu soru, en az öğrenciler kadar öğretmenin de aklından
çıkarmaması gereken bir sorudur. Bu nedenle öğretmenler,
her gün her dersten sonra kendi kendilerine ne öğrendiklerini
sormalıdırlar.
Öğretmenler mesleki gelişmeyi sürekli öğrenen bir öğretmen
olmaya dayandırmalıdırlar. Öğretmen olmak için sertifikalar
yeterli olamayabilir.
Mekteb-i Üsküdar: Öğretmen için gözlem yapmanın önemi nedir?
İrfan ERDOĞAN: Altını çizerek söylemeliyim ki; öğretmenin
en büyük gücü gözlem yapmaktır. Öğretmen, öğrenmek için
sahip olduğu gözle gücünü kullanır ve sürekli gözlem yapar.
Mekteb-i Üsküdar: İrfan Hocam, öğretmeni başka ne ge-
liştirir?
İrfan ERDOĞAN: Burada okumanın, yazmanın ve konuş-
manın da altını çizmek istiyorum. Bacon deyişiyle, “ Okumak
olgunlaştırır, konuşmak ustalaştırır, yazmak ise daha somut
bir bilgi sağlar.” Öğrenmeyi sağlayan başka bir potansiyel
de liderlik yapmaktır. Her öğretmen liderdir. Liderlik ise öğ-
retmenliktir. Bu açıdan öğrenen öğretmenin, kendi kendine
liderlik yaptığı bir durumun olup olmadığını sorması gerekir.
Mekteb-i Üsküdar: Kıymetli hocam, Öğretmenler Gününe
Özel bu sayımızda bizimle olduğunuz için Mekteb-i Üskü-
dar Dergisi okurları ve öğretmenlerimiz adına size teşekkür
ediyoruz.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
36
YENİLİKÇİ BİR EĞİTİM SEVDALISI İSMAİL HAKKI BALTACIOĞLU
“Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde iz bırakan bir
eğitimci, akademisyen, yönetici, hüsnü hat (güzel yazı)
sanatçısı ve yazardır.”
Babası İbrahim Edhem Efendi; annesi, Hamdune
Hanımdır. 28 Şubat 1886’da İstanbul’da doğdu. İlko-
kuldan sonra Fevziye Ortaokuluna devam etti, Vefa
Lisesini birincilikle bitirdi. Darülfünun (İstanbul Üniver-
sitesi) tabiiye şubesine girdi. Kadri Efendi’den hüsnü hat
dersi aldı. Üniversitede öğrenciyken Divan-ı Hümayun
kâtipliğine memur olarak atandı. Bir müddet hat ho-
calığı yaptı. Daha sonra 1908’de üniversiteyi bitirince
öğretmen okuluna hat hocası olarak tayin edildi.
Eğitimini geliştirmek ve gözlem yapmak için Avru-
pa’ya gönderildi. Avrupa’da bulunduğu sırada J.J.Rous-
seau, Le Bon, Compayre gibi batılı eğitimcilerin ilkelerini
inceleyen ve kendi çalışmalarına uygulayan Baltacıoğlu,
sosyolojik görüşlerinde Emile Durkheim ve Ziya Gö-
kalp’ın etkisinde kaldı.
1913’te Darülfünun’da pedagoji hocalığına getirildi.
Ayrıca çeşitli okullarda ders vermeye devam etti. Milli
Eğitim Bakanlığında Ortaöğretim ve Yükseköğretim
Genel Müdürlüğü ve Teftiş Kurulu Başkanlığı yaptı.
1917’de Edebiyat Fakültesi dekanı ve 1923-1925 seneleri
arasında Cumhuriyet döneminin ilk üniversitesi olan
İstanbul Üniversitesine rektör oldu. İlahiyat Fakültesinde
Din Sosyolojisi ve İslam Sanatı derslerini verdi.
1924 yılında vefat eden çok sevdiği mütefekkir Ziya
Gökalp, Çemberlitaş’ta Sultan II. Mahmut Türbesine
defnedilmişti. Bu cenaze merasiminde İsmail Hakkı,
rektör sıfatıyla bir konuşma yaparak: “Burada Büyük
Türk Mütefekkiri Ziya Gökalp yatmaktadır” demiştir.
Bu söz, daha sonra Gökalp’in mezar taşına yazılmıştır.
1933’te yapılan üniversite reformu sırasında kadro
dışında bırakılarak üniversite rektörlüğünden kibarca
el çektirilmişti. Onun kurmuş olduğu eğitim müzesi ve
kütüphanesi, ayrıca İlahiyat Fakültesinde İslam Sanatı
dersi için kurmuş olduğu müze apar topar ortadan kal-
dırılmış, özenle toplanan güzide sanat eserleri bodruma
KaraniBEDİR*
adeta yok olmaya terk edilmişti. Bu duruma çok üzüldü ve
kırıldı.
1939 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakül-
tesi’nde pedagoji profesörlüğüne getirilmiş, 1942’de Afyon,
daha sonra Kırşehir milletvekilliği yapmıştır. 1950’de emekli
olduktan sonra yazarlığını aksatmadan sürdüren Baltacıoğlu,
Yeni Adam dergisini çıkardı. Bir süre ara verdikten son-
ra 1956’da tekrar Yeni Adam dergisini ve kısa süre devam
ettirebildiği Din Yolu dergisini yayınladı. Çeşitli konularda
konferanslar vererek yayın ve çalışma hayatını sürdürdü.
Türk Dil Kurumu Terim Kolu Başkanlığı görevi de yapan
Baltacıoğlu, 1 Nisan 1978’de Ankara’da vefat etti.
İsmail Hakkı: “Toplum kurumlarının, geleneği meydana
getiren din, dil ve sanat kurumlarından doğduğunu söyle-
miştir. Onun için bu üç temel çok önemlidir. Geleneklerin
toplumun en önemli gerçeği ve toplumun belkemiği olduğu-
nu söylemiş, Kur’an’ın özünün anlaşılmasını savunduğu için
Kur’an Tercümesi hazırlamış, dini konulardaki yazılarında
reformist fikirleri ileri sürmüştür. Millet yalnız onunla tarif
edilebilir, dinsiz bir millet olamaz” demiştir.Aynı zamanda
Milli kaynaklardan kopmadan, yerli sanat ve geleneklere
ters düşmeden batılılaşmayı da savunmuştur.
Bir ara dini eğitimin gereksiz olduğunu öngörmüş, ancak
hayatının son dönemlerinde dini konulara iyice eğilmiş, An-
kara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde ve Din Yolu
Dergisi’nde dini konularda yazılar yazmıştır.
Hayatı boyunca hattatlık, resim, dekorasyon, mimarlık
incelemeleri, bahçıvanlık ve çeşitli el sanatlarıyla bizzat il-
gilenen Baltacıoğlu, İslam ve Latin yazılarının her çeşidinde
yazılar yazmıştır. Hat sanatında yeni bir buluş ortaya koyarak
“Alev yazısı” diye tanınan hat şeklini geliştirmiştir. Çapa Fen
Lisesi kapısı üzerindeki hat yazısı alev tarzında olup Balta-
cıoğlu’na aittir.
Ona göre, eğitimgerçek kişiler yaratmalıdır. İnsan doğaya
dokunmalı ağaç dikmeli, ekin ekmeli ve iyi bir bahçıvan
olmalıdır. Onun gözünde bahçe ile okul, öğrenci ile meyve
ağacı, bahçıvanla öğretmen aynıydı. Öğretmen her şeyden
önce sanatkâr olmalıdır. Yetişen her öğrencinin mutlaka bir-
kaç el becerisi olmalıdır. O,yaşamayı, gezmeyi, görmeyi ve
gözlem yapmayı gerekli görmüştür. Okulda kitabın, ezberin
ve sınavın yerine hayata hazırlanmayı ve hayatın kendisi
olmayı savunmuştur. O, hayatı her zaman imkân sunan bir
güç olarak görmüştür.
Eğitimle ilgili görüşlerini 1912’den itibaren yayınladığı
kitaplarında ve çok sayıda makalesinde belirtmiştir. Eğitim
sisteminin gelişimiyle ilgili görüşleri 1912’den 1933’e ka-
dar olan devrede bireyci olan Baltacıoğlu, çocuktan hareket
akımının öncülüğünü temsil etmiştir. 1933’ten 1963’e kadar
süren dönemde eğitim sistemini 1932’de yayınladığı İçtimai
Mektep adlı eserinde ortaya koymuştur. Üretim Pedagojisi
adını verdiği bu eğitim sisteminde sosyal yön ağır basmaktadır.
Ona göre eğitimin amacı insana içinde yaşadığı toplumun
kültürünü ve değerlerini kazandırmaktır. Eğitim kuru kuruya
bilgi vermekle kalmamalı, öğrenciye kişiliğini kazandırmalı,
onda milli değerlerine, kültürüne bağlı, girişimci ve yaratıcı
bir yapı oluşturmalıdır. Ona göre içtimai mektep hayatın
kendisidir. Bu anlamda her yer okuldur.
İsmail Hakkı’ya göre okulların fonksiyonu:
İlkokul, iyi davranış ve hareket kazanmaya uygun bir şe-
kilde hazırlanmalı ki, öğrenci, kendi mizacına uygun bir kişilik
kazanabilsin. Ortaokul, yetenek ve el becerisi kazandırmalı-
dır. Burayı bitiren her öğrencinin bahçıvanlık, marangozluk,
aşçılık, sepetçilik, duvarcılık gibi bir el sanatını muhakkak
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
bilmeli dolayısıyla bir yan meslek sahibi olmalıdır. Lisede
ise, kültürünü öğrenmelidir. Milli, dini, ahlaki, hukuki, edebi,
insani terbiyeyi burada almalıdır.
İsmail Hakkı: “Elimde olsaydı öğrenim süresini kısaltırdım.
Unutulacak ve işe yaramayan bilgileri öğretmezdim. Çok
sonra öğrenilmesi gereken bilgileri önceden öğretmezdim”
demiştir. Ayrıca okullarda tiyatro, okul gazetesi, münazara ve
konferanslar olmalıdır, bunları öğrenciler kendileri yapmalı-
dır demiştir. O, öğrencilerini toprakla buluşturmayı severdi.
Elişine ve resim iş dersine önem verilmesini isterdi.
Eğitimle ilgili görüşlerinin yanı sıra aynı zamanda hikâye,
oyun, roman ve piyes yazıp, oyun sahnelemiş, toplum ve
kültür incelemelerinde bulunmuştur.Bir pedagog, oyun yazarı
ve uygulamalı eğitimci olarak cumhuriyet dönemi tiyatro
tarihinin en önemli kişilerindendir Sosyoloji, psikoloji, din,
sanat, eğitim ve felsefe alanlarında 100’e yakın eser, inceleme,
deneme ve fıkra türünde yazılar yayınlamıştır. Onun sosyoloji
ve eğitime ilişkin fikirleri pek çok araştırmacı tarafından
ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir.
“Kendi kendine öğrenim, açık hava okulu” ve benzeri ku-
rumsal olmaktan çok uygulamaya yönelik eğitim konusundaki
görüşlerini Rüyamdaki Okullar eserinde ortaya koyan Balta-
cıoğlu, Yeni Adam dergisinde, özelliklede 1942’de yayınladığı
Türk’e Doğru kitabında çağdaşlaşmanın ulusal kaynaklardan
kopmadan gerçekleştirilebileceğini savunmuştur.
İsmail Hakkı, daha çok eğitimci yönüyle ve eğitime dair
görüşleriyle tanınan bir düşünür olduğu için eserlerinin çoğu
pedagoji ile ilgili oluponlardan bazıları şunlardır: Terbiye ve
İman, Terbiye İlmi, Elişlerinin Öğretim Metotları, Sosyal
Mektep, Rüyamdaki Okullar, Din ve Hayat,Demokrasi ve
Sanat, Türklerde Yazı Sanatı. “İçtimaî Mektep” adlı kitap,
onun en orijinal eseridir.
O, verilen makam ve mevkilerde gözü olmayan, ülke-
si için hizmet etmeyi ve insan yetiştirmeyi seven, yaşadığı
devirlere elinden geleni yaparak katkı sağlayan, eğitimde
doğallığı esas alan bir araştırmacıdır. O, bir yazısında toplu-
mun kişileri damgalamasından duyduğu rahatsızlığı şöyle dile
getirmiştir: “…Gelenekten bahsetseniz, mürteci diyecekler!
Tiyatrodan bahsetseniz, tuluatçı diyecekler! Sosyalizmden
bahsetseniz! Bolşevik diyecekler! Politikadan bahsetseniz,
partici diyecekler! Büyük adamlardan bahsetseniz, dalkavuk
diyecekler! Allah’tan bahsetseniz, müteassıp diyecekler.”
O, 92 yıllık hayatı boyunca uğraşmış, kendini yetiştirmiş,
ders, konferans ve seminer vermiş, kitap ve makale yazmış,
milli eğitimde ve üniversitelerde farklı görevlerde bulunmuş,
kırk yıl boyunca dergi çıkararak halkı aydınlatmış, kendine
özgü tezler ileri sürmüş, onuruyla ve şerefiyle çalışıp var ol-
muş reformcu bir eğitimci ve gerçek bir öğretmendi.Hayatını
bu ülkeye hizmet için adayan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nu,
vefatının 40.yılında rahmet ve saygıyla anıyoruz.
*HenzaAkınÇolakoğluAnadoluİmamHatipLisesiMüdürü
Kaynakça:
Erdoğan,İrfan:CumhuriyetçiMuhafazakârİsmailHakkıBal-
tacıoğlu,İstanbul,2018
RehberAnsiklopedisi
https://www.beyince.net/yazi/ismail-hakki-baltacioglu-haya-
ti-kimdir/
http://www.kimkimdir.net.tr/kisiler/ismail-hakki-baltacioglu
https://1000kitap.com/yazar/ismail-hakki-baltacioglu/alintilar
http://tjs.istanbul.edu.tr/makale/bilinmeyen-bir-yonuyle-isma-
il-hakki-baltacioglu/
38
ALTIN ŞEHİR
Ziyadesiyle ruhumuzu okşayan bir güzelliği tarif
ederken, ‘masal tadında’ ifadesini ne çok kullanırız.
Masal, bizleri, o artık çok uzağımızda kalmış çocuklu-
ğumuza en hızlı ulaştıran anahtar sözcüklerden biridir.
Öyle anlaşılıyor ki, çocukluğumuzda zihnimize yerleşen
şeylerin bir özelliği daha var. Onlar, gönüllerimize de,
oradan bir daha çıkmamacasına yerleşmişlerdir.
Anadolu’nun bir huzurlu beldesinde doğan ve ço-
cukluğunu orada geçirip henüz bir İstanbul yolculuğu
yapamamış olanların en büyük hayallerinden biri de,
hep bu şehri görebilmek olmuştur. Ama en çok da
Üsküdar’ı. Çünkü Üsküdar, ilkokul yıllarımızın herhangi
bir bayram gününde, elinde bir baston, başında fesiyle
ve elbette büyümüş de küçülmüş bir edayla yürüyen
kâtip ve o kâtibin koluna girmiş şemsiyeli bir Boğaziçi
hanımefendisi ile çocukluğumuzun en güzel müzikli
masalının bir büyülü mekânı olmayı hep başarmıştır.
Çocukluğumuzun o meçhul Üsküdar’ı sanki hep yağ-
murludur, sokaklarında gözleri mahmur insanlar dolaş-
maktadır ve şanslı köşelerinde bizi bekleyen rengârenk
mendiller vardır.
İşte bu nedenle Üsküdar, bu ülkenin çocukları için
sadece isminden dolayı bile güzeldir. Ötesine gerek
yoktur, Üsküdar, çocukluğumuzun masal diyarıdır ve
hep öyle kalacaktır. Antalya’nın, Bursa’nın, Samsun’un,
Mardin’in ve daha nice şehrin sokaklarında, köylerinde
büyüyen çocuklar, aynı duygularda birleşmenin güzelliği-
ni Üsküdar sayesinde çoktan tatmıştır. Çocukluğumuzda
kalmış, bugünümüze taşıyamadığımız güzellikleri bir
düşünün. Büyüdükçe kaybettiklerimiz kadar güzeldir,
çok güzeldir Üsküdar.
Evet, kimi semtlerin güzelliği ismiyle başlar. Bu paye
Üsküdar için iki kere geçerlidir. Çünkü Üsküdar’ın bilinen
ilk adı, ‘Altın Şehir’ anlamına gelen Khrisopolis’tir ve
bu adın, en az 2500 yıllık bir geçmişi vardır.
18. yüzyılın önemli tarihçilerinden Eremya Çelebi,
bu ismin kaynağı ile alakalı önemli rivayetler aktarır.
Fotoğraf: Ayşegül KURT
Sinan YILMAZ *
40
Bu rivayetlerden ilkine göre, Miken kralı Agamemnon’un
oğlu olan Khrisen, kızkardeşi İphigenia’yı ziyarete giderken
burada ölmüş, buraya gömülmüş ve onun adına izafeten
buraya Khrisopolis denmiştir. Niyazi Ahmet Banoğlu, Tari-
hiveEfsaneleriyleİstanbulSemtleri adlı eserinde, burada ilk
defa bir şehrin Khrisen adına kurulmuş olabileceğini ifade
etmektedir.
İkinci rivayet ise, Üsküdar’ın ekonomik potansiyeli ile
alakalıdır. Buna göre, Persler buraya hâkim oldukları dö-
nemde, çevredeki pek çok yerden aldıkları vergileri burada
toplamışlar ve ortaya çıkan zenginlik sonucunda da, beldenin
adı Khrisopolis olmuştur. Aynı rivayetin benzer versiyonunda
ise, vergi toplayanlar Grekler, vergi ödeyenler ise Karade-
niz’de ticaret yapan gemilerdir. Üsküdar’ın ticaret açısından
çok değerli bir konumunun oluşu, bu rivayeti güçlü kılan en
önemli husustur.
Üçüncü ve son rivayet ise altının kendisiyle değil rengiyle
ilgilidir. Yeryüzünü, hiç fırça kullanmaksızın sarıya boyayan
güneş, özellikle gurup saatlerinde, Üsküdar’ı bir altın şehre
dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, semtin ilk adına dair üçüncü
rivayet olmuştur.
Üç rivayetin içinde belki en zayıf olanı budur. Hatta belki
de, rivayetten çok bir yakıştırmadır demek daha doğrudur.
Ama Üsküdar’a gönlünde çok özel bir köşe ayırıp ışığı da dost
bilenler için rivayetlerin en güzeli budur. Güneşin veda etmeye
hazırlandığı saatlerde İhsaniye sırtlarından Kızkulesi’ni, ya
da Cihangir’den Üsküdar’ı seyretmenin ne demek olduğunu
bilenler için fazla söze gerek yoktur. Çünkü bu zamanda
ve bu yerlerde her şey sükût eder, söz sarının olur. Hem, o
vergi toplayan gemiler hatırdan çıkmış ve Khrisen çoktan
unutulmuştur. Ama ufuklar, her ne kadar betonla, korkunç
ve çirkin bir yapılaşma ile eski ihtişamını özlüyor, özletiyor
olsa da hâlâ bir şekilde karşımızdadır, güneş ufuktan, lisan-ı
hâli ile ‘yarın görüşmek üzere’ demeyi ve ardından aheste
kayboluşunu yine sürdürmektedir. Ve Üsküdar, gökyüzün-
den üzerine damlayan sarılar ile dün olduğu gibi bugün de
altın rengine boyanmakta ve ilk adının ne olduğunu şehrin
sakinlerine fısıldamaktadır.
Evet, rivayetlerin en güzeli budur. Öyle ki, pek çok şairin
gönlünden saçılan nice şiiri dahi, en güzel bir sarıya boyamıştır.
İşte o şairlerden biri de Yahya Kemal’dir ve ‘Hayal Şehir’ şiiri
ile Cihangir’den Üsküdar’a nazar edebilmenin, ömrümüze
sunulmuş bir güzel hediye olduğunu âdeta destanlaştırmıştır:
“Gitbumevsimde,gurupvakti,Cihangir’denbak!
Birzamankendinikarşındakirü’yâyabırak!
Başkadırçünkübuakşambütünakşamlardan;
Güneşinvehmisaraylaryaratırcamlardan;
Oilâhisteyipeğlencehayalhânesine,
Çevirircamlarıbirdenperikâşânesine.
Somateştenbusaraylarlabütünkarşıyaka
Benzerüçbinseneevvelkimutantanşarka...”
Bakışın bu derece destanlaştırıldığı bir şiir daha var mıdır?
Bilemiyorum. Güneşin vedası, Cihangir’den Boğaz’a bakan
bir teras ve Üsküdar, tek bir bakışın içinde şiire dönüşmüştür.
Aslında şehir İstanbul’dur ve bunun için Üsküdar’a en çok
‘seyreden’ rolü biçilmiştir. Bu şiir, Üsküdar’ın bir ‘Altın Şehir’
oluşunun da hakkını teslimdir. O sadece seyreden değil,
aynı zamanda seyredilen olmalıdır. Salacak sahilinde Oktay
Rıfat’ın o güzel şiirini hatırlayan biri, İstanbul’un lâl kesilip
kendisini izlediği zannına kapılabilir:
“...veİstanbuluzaktan
AyasofyaSüleymaniyeTopkapı
bizebakıyorduÜsküdar’avebana.”
Evet ‘Hayal Şehir’ işte bu bakışı destanlaştırmıştır. Bu fasılda
son söz Şevket Rado’dan gelsin:
“BenimiçinÜsküdar,HayalŞehir’iokuduğumgündenberiha-
kikatoldu”
Mehmet Kaplan, İstanbul’a ilk geldiği zamanlarda, biraz
da Anadolu’da gördüğü, yaşadığı mahrumiyet zamanlarını
hatırlattığı için Üsküdar’a çok da müspet duygular besle-
yememiştir. Bunu da açık yüreklilikle ifade etmiş, ancak,
güneşin bin parçaya bölünüp, Üsküdar evlerinin camlarına
dağılmasından etkilendiğini de ifade etmekten kendini ala-
mamıştır:
“Eskidenvapurlageçerkenhepgörürdüm.Üsküdarsiyah,harapvekasvetliidi.Onunakşamgüneşindealevalevparlayancamları,YahyaKemal’deolduğugibibendede,ihtişamlıbirhâyalâlemiuyandırır,fakatbelkiKaracaahmetservilerininteşkilettiğiölümçerçevesiiçindebumanzarahüzünlübirduyguverirdi.”
Ne garip tecelli!. Mehmet Kaplan Hocamız, bugün Üs-
küdar’ın aziz misafirlerinden biridir. Şimdi, o yeşil evde, Ka-
racaahmet’in servileri altında ruhunu dinlendiriyor.
Bu kadim mezarlığı, “Deryadasonsuzluğuzikretmeyene
zahmet/Alsana,deryagibisonsuzKaracaahmet” mısralarıyla
başlayan o meşhur şiiri ile ‘Çile’sinin bir parçası yapan Necip
Fazıl ise, ‘Canım İstanbul’ şiirinde Üsküdar’ın Altın Şehir
ismini bize şöyle hatırlatır:
“HerakşamcamlarındayangınçıkanÜsküdar,
Periliahşapkonak,kocabirşehirkadar...”
Kubbeleriyle, minareleriyle, kuleleriyle ve daha nicesiyle
bütün bir İstanbul, bir ahşap konağın camlarında toplanmış
ve Üsküdar, ‘Altın Şehir’ vasfından bir parçayı da İstanbul’a
ikram etmiştir. Düşünün ki bütün evler ahşaptır. Düşünün
ki bu evlerin bütün camlarındaki tek renk sarıdır. Evet, Üs-
küdar artık camlarında yangın çıkan bir yere dönüşmüştür.
Bu yangın ancak güneşin batması ile sönecektir. Kim demiş
şiirler, mısralar üzülmez diye. Ahşabın yerini betonun aldığı
günlerden beridir, “HerakşamcamlarındayangınçıkanÜs-
küdar” mısrası mahzundur.
Tıpkı Yahya Kemal gibi, Üsküdar’a Cihangir’den bakmanın
ne demek olduğunu en iyi bilen şairlerden biri de, şairlerin
en çelebisi Asaf Halet’tir. Üstelik bu bakışlara çocukluğun
masumiyeti de sinmiştir. Kendisine kulak verelim:
“Cihangir’de doğan ve çocukluğumu orada geçiren ben
herakşambuHriso¬polis’i,buAltınŞehrikarşımdagörmüş
veÜsküdarsız bir İstanbul’unolama¬yacağınao zamandan
beriinanmıştım.Orayaaltınparlaklığıverenguruplaramukabil
buradanhersabahpırılpırılbirgüneşdoğduğunudabençok
defalargördüm.Altıyaşındaikenbabamlaorayakarşıdizçöküp
Kur’anokurkenanlatılamayacakkadargüzel şeyleribenhep
orayabakarakdüşünürdüm.”
Zaman hep olduğu gibi acımasız bir hızla akıp gidecek,
bu küçük çocuk büyüyüp Üsküdar’ın, kendisi gibi zarif bir
semti olan Beylerbeyi’ne taşınacak ve ondan sonra çocukken
izlediği manzaradan topladığı sualleri, şiirine şöyle taşıya-
caktır:
“Camları parıldıyor
Üsküdar evlerinin
Akşamüstleri
Camlı odalarda
Ne olsa gerek”
Üsküdar’ın ışıklı bir belde oluşuna en güzel not düşen-
lerden biri de Mustafa Necati Karaer olmuştur. Öyle ki, bir
Üsküdar evinde kaynayan çaydanlığın suyunda bile güneşi
görmek mümkündür:
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
42
“Ne tutabilir şiirin yerini,
Söylenmemiş ince bir sevda kadar?
Sımsıcaklığını koyduğun Üsküdar
Sokak sokak, ev ev, göz göz aydınlık
Dumanı üstünde, mavi bir çaydanlık,
Ağzından ya güneş ya yıldız akar.”
Bazı romanların kahramanları sadece kişiler değildir.
Mekânlar da romanların kahramanına dönüşebilir. Üsküdar,
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında ete kemiğe
bürünmüş gibidir. Bazen bir romanda karşımıza çıkan pek
kısa cümleler, söylenecek binlerce sözün en güzel bir özeti
oluverir. Huzur romanındaki, “Üsküdarbirhazineidi.Birtürlü
bitmiyordu.” ifadesi, söylenecek binlerce sözü birkaç kelimeye
sığdırmanın ne güzel örneğidir.
İşte bu romanda Üsküdar, en çok öne çıkan hususiyet-
leri ile pek çok sayfanın içinden bize tebessümle bakar. Bu
hususiyetlerden biri de, bize yine semtin ilk ismini hatırla-
tan ışıklardır. Tanpınar, Boğaziçi’nin güneşten toplayıp sonra
şehrin sakinlerine cömertçe dağıttığı güzellikleri en güzel
pencereden, yani Salacak’tan izleyip şunları söyler:
“Üsküdaraçıkları,lodosluakşamınsudakurulmuşmâlikanesi
olmağabaşlamıştı.SankiKızkulesi’ndenMarmaraaçıklarına
kadardenizinaltına,sutabakalarınınarasınayeryer, iyidö-
vülmüşbiryığınmücevherparıltısındangeçirilmişbakırlevha-
lardöşenmişti.Bazenbubakırlevhalarsuyunüstündeyüzüyor,
adetamücevhersallaryapıyor,bazendeprimitif ressamlarda,
mağfiretintimsali ışığınkaynaştığıderinliklergibihasretle,bir
hakikateyükselişarzusuiledolu,büyükvekıpkırmızıuçurumlar
açıyordu.”
Üsküdar’ın ahşap güzellerinin camlarına masal güzelliği
katan ışık, bu romanda da karşımıza çıkar. Yolculuk, İstan-
bul’daki yolculukların en güzelidir. Yani kahramanlarımız
Boğaziçi’nde bir vapurun içindedir. Nuran, Mümtaz’a şöyle
seslenir:
“Benimensevdiğimşeynedir,bilirmisiniz?Taçocukluğumdan
berikapalı,arkasında ışıkyanmayan,yalıpencerelerinde ışık
oyunları...Vapurlaberaberyürüyenvecamdancamadeğişen,
bazenateştenkavislerçizenışıklar...”
Üsküdar evlerinin camları Mai ve Siyah romanında da
ateş rengidir. Halid Ziya, Altın Şehir ile şehirlerin şehrini
birbiriyle pek güzel kucaklaştırır:
“..öte tarafta İstanbul tepelerinin üzerinde camilerin birer
gümüşmiğferleörtülücesimbaşlarıyükseliyor,minarelerinse-
malarafışkırmakisteyenbirerbeyazfevvareşeklindeuzananince
boylarıyeryerakşamınesmerhavasıiçindegüyaihtizazediyor;
beridegüneşinsonziyalarıylatutuşmuşcamlarıylakırmızılıklara
boyananİhsaniye,Üsküdar,dahayüksekteyeşiltepelerinüzerine
eteklerinisererekMarmara’yabakanÇamlıca...”
Camların parıldaması hiç bitmedi Üsküdar’da. Bitmesin
de. Hatıralarımız arasında yeri hep vardır. Unutulmasın. Hatı-
ralarını bizlere aktaranlara da bin selam olsun. İşte onlardan
biri olan Güzin Dino, şiire ve romana, konu olanın muhakkak
surette yaşamımızın da bir parçası olacağını bizlere hatır-
latır. Kabataş’ta yeni bir ev tutulmuştur. Hadi satırlarımıza
bir zenginlik daha sığdıralım. Kabataş ve civarının eski adı,
Üsküdar’ın Altın Şehir oluşunu taçlandırmak istercesine Gü-
müş Şehir anlamına gelen Argyropolis’tir. Güzin Dino işte
bu Gümüş Şehir’den Altın Şehir’e bakar ve bize şu satırları
hediye eder:
“Evin manzarası dehşet... Karşıda Üsküdar, yanar söner
camlarıyla.Marmara,adalarakadarvedeKızKulesi.”
Bunlar yeter mi? Yetmez elbet. Dino’nun hatıralarında
sonlara yaklaşırken yeni bir hediye ile karşılaşmış gibi oluruz:
“KabataşvapuriskelesinebakanSetüstü’ndekievinpenceresinden
MarmaraileBoğazınarasındakigitgeliseyretmek,zamanıalıp
götürürveböylecegüngeçer.Gecelerışıkladolupboşalır;dertler,
üzüntüler, hasretler, korkular, o küçüklü büyüklü vapur, gemi,
sandal,mavna,takaveçatanalarabinipAdalaraaçılırlar.Do-
laşır,dolaşır,Karadeniz’inağzınakadarulaşır.Dertyokolmaz;
hafifler,eziciliğinikaybeder,ertesigünübekletirinsanaveertesi
gün,yeniden,BoğazlaMarmara’nınkavuştuğuyerdekigitgel
cümbüşünedalınır.KızKulesi,heporadadır,derdinizin,kahrınızın
bekçisidir,güvenceli,sadık,hepkarşınızdadurur.Üsküdar’da,
camveaynaoyunlarıyla,akşamdanakşama,mehtaptanmehtaba
yanıptutuşan,sönüpgidenparıltılarısergiler.Kimikez,sönmemiş
tekbircamkalırÜsküdar’da;parıltısı sürer,uzargider.Oysa
güneşbatmıştırçoktan,ayisedahadoğmamıştır...”
Fındıklı, Cihangir yahut Kabataş’ta olup, karşıda o sön-
memiş tek bir camı aramak, bu şehrin güne veda saatlerinin
ihtişamlı hüznüdür nice Üsküdar sever için. Bakışları arada
Haliç tarafına kaydırıp sonra yeniden Altın Şehir’e odaklan-
mak, ardından Edip Ayel’i hatırlamak ne güzel şeydir:
“ÖlgüngüneşinkanlarıaktıkçaHaliç’ten
BirbiryanacakÜsküdar’ınevleriiçten”
Ruşen Eşref Ünaydın’ın, kendisine babalık ettiğini söyle-
diği, bu yüzden de hep hürmet ve sevgiyle hatırladığı amcası
Vaniköy’de bir yalı tutmuştur. Köprüden, şimdi iskelesi elinden
alınmış Vaniköy’e yolculuklar hep vapur iledir. Gün batımına
yakın saatlerde, yolculuk başlar ve Üsküdar kıyılarından ge-
çilir. Ruşen Eşref ’in seyrettiği Üsküdar da, o güzelim evlerin
camlarında biriken ışıktır:
“Vapur,limandanayrılırayrılmaz,şehiryorgunluklarınıgide-
ricibirkıvrakmeltemyüzedeğmeye,heranikisahildegüzellikten
güzelliğegeçenyalıvekorumanzaralarıçoğalmayabaşlayıncane
kadarferahlardım.Sezerdimki,önündengeçtiğimkıyı,teferruatını
gönlümeinceincenakşetmeyebaşlıyor:Eskizamandankalmabir
Türkkasabasıtesiriveren;fakatakşamları,bütünkıyılarındaki
vetepelerindekiyanyanaveüstüstetahtaevlerincamları,sarı
yakuttanyapılmabirmücevherdonanmasıilepırılpırıltazeleşen
Üsküdar...”
Bazen gözden ırak olanlar değil, en yakınımızdakiler de
gönülden ırak olabilir. Hep gözümüzün önünde duran gü-
zelliklere gereğinden fazla alışır ve alakamızı azaltırız. Tâ
ki, bir misafirimizin o güzelliği gördüğünde verdiği tepkiyi
duyuncaya kadar. Bu tepki ile unuttuğumuz bir güzelliği adeta
yeniden hatırlamış oluruz. Dışarıdan bakmalar bunun için
mühimdir. Bu şehre misafir olanların tespitleri, farklı zaman-
larda bu topraklarda ağırladığımız seyyahların İstanbul’a dair
yazdıkları da işte bunun için çok kıymetlidir. Üsküdar, çoğu
kez, bu kıymetli notlar arasında bir güneş gibi parıldar.
İşte o isimlerden biri olan Julia Pardoe, kayıkla yolculuk
yaparken, uzaktan gördüğü Üsküdar’ı, bir bayan zarafeti ile
dev çiçekler diyarına benzetir. Işık yine başroldedir ve şehrin
ilk adı ile Karacaahmet’in servileri arasında bir bağ kurmayı
ihmal etmemiştir:
“GüneşBoğaz’ınüzerindeparlıyor,uzunservilerintepeleri
ışıktaaltıngibigözüküyorve tüylerebenzeyendallarıesintide
hafifçesallanıyordu.Masmavigökyüzüburmalıminarelerinçev-
resinisarıyordu;günışığıdokunduğuboyalıevleridevçiçeklere
dönüştürüyordu.”
Theophile Gautier ise şehrin ilk adı ile Kızkulesi arasında
bağ kurmayı tercih eder. Yıl 1852’dir. Yazarımız, bir Ramazan
ayında iftar topunun ateşlenmesinin hemen sonrasında, Pe-
ra’da oturduğu bir kahvehanenin pencerelerinden yine ışıklı
bir Üsküdar görür:
“PembemsigünbatışındaÜsküdar,koyuyeşilfonönünde,
açıkrenkleriylebeliriyor,BüyükCamiiileSultanSelimCamisi’nin
minarelerikandillerinışığındanbirtaçgiymişgibiparlıyorlardı.
AnıtsalkışlalarladoluKadıköyBurnudenizedoğruilerliyorve
Kızkulesi,pırılpırılyananbeyazlığıylamavisulardanfışkırıyor;
kubbesindebulunanışık,muslinbirsarığınüzerindekibiraltın
gibiparlıyordu.”
‘Hangi Üsküdar’a aşıksın?’ diye bir soru var mıdır? Bile-
mem. Ama varsa, böyle bir sorunun en güzel cevaplarından
birisi, ‘Edmondo de Amicis’in betimlediği Üsküdar’ olmalıdır.
Onun Üsküdar’a olan sevdası tam olarak ‘ilk görüşte aşk’
diye tarif edilen cinstendir. İçinde bulunduğu gemi İstanbul’a
yaklaşmaktadır. Gözler, harikalar diyarına nazar ediyor gibi
İstanbul’u seyretmektedir. O sırada, “Beyler, işteÜsküdar!”
diye bağıran ikinci süvarinin sesi duyulur. Amicis’in gönlüne
ilk şunlar düşer:
“Hepimiz birden Asya sahiline doğru döndük. Koca tepe-
lerinin zirvelerine ve yamaçlarına göz alabildiğine dağılmış ve
bir perinin sihirli değneğinden doğmuş bir şehir gibi latif ve
ışıklı Üsküdar, Altınşehir oradaydı. Bu manzarayı kim tasvir
edebilir? Kendi şehirlerimizi anlattığımız dille bu hudutsuz
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
44
bir renk ve manzara çeşitliliği, bu fevkalade bir şehir ve köy,
neşe ve ciddiyet karışıklığı, bu Avrupalı, Şarklı, acaip, zarif ve
haşmetli halita üzerinde bir fikir vermek mümkün değildir!”
İlk görüşteki bu aşk hiç eksilmez. Amicis, Üsküdar’ı sey-
retmeye hiç doyamayacak, gözleri, Pera’nın her köşesinden
Üsküdar’ı arayacaktır. Bulduğu her Üsküdar da, tıpkı Belle
Vue kahvesinin bahçesinden izlerken tarif ettiği gibi, bir ışıklı
belde olacaktır:
“...gemilerleörtülmüşBoğaz,üzerinebahçelerveköylersaçılmış
Asyasahili,beyazcamileriyleÜsküdar,rüyayabenzeyenbirye-
şillik,mavilikveışıktantanasıgörülüyordu”
Amicis, İstanbul’un ve Üsküdar’ın ışıklarına dair söyleyece-
ği en güzel cümleleri sonraya saklamıştır. Galata köprüsünden
güneşin doğuşunu ve batışını izlemeyi, en büyük zevklerinden
biri olarak ifade eder ve öncelikle sabah aydınlığını tarifsiz
bir güzellikle anlatır. Fakat en büyülü cümlelerini gün batı-
mına ayırmıştır. Sadece Üsküdar değil, günün son ışıkları
ile beraber, bütün bir İstanbul, onun tasvirleri ile bir masal
şehir tadına bürünür:
“...İşteozamanilahimanzaratekrarbaşlar.Hava,Kadıköy’ün
son tepesininuzakağaçları tek tekgörülecekkadarberraktır.
İstanbul’unbütünbüyükçizgilerisemadaöyleberrakhatlarla
veöylekuvvetlirenklerleortayaçıkarki,Sarayburnu’ndanEyüp
mezarlığınakadar,zirvezirve,bütünminareler,bütünkuleler,te-
peleritaçlandıranbütünselvilersayılabilir.AltınboynuzileBoğaz
fevkaladebirçivitrenginegirer;doğudaametistrengindeolan
gökyüzü,ufku,kâinatınyaratıldığıilkgünüdüşündürensayısız
yakutpırıltılarıylaboyayarakİstanbul’unarkasındatutuşur;İs-
tanbulkaranlıklaşır,Galatayaldızlanırvebatangüneşinvurduğu
Üsküdar,yanıyormuşgibiduranpencereleriyleparlayarakalev
almış bir şehre benzer.Bu, İstanbul’u seyretmek için en güzel
andır.Peşpeşegeçensonderecedetatlırenkler,solukaltın,gül
ve leylak renkleri, şehrin kâh şu tarafına kâh bu tarafına bir
güzellik üstünlüğü verip alarak vemanzaranın kendisini gün
ortasındagöstermeye cesaret edemeyenbinlerceufak tefek ve
mahcupzarafetinimeydanaçıkararakyamaçlardavesuların
üstündetitreşipkaçar.Gölgelivadilerdekaybolmuşhüzünlübü-
yükmahalleler;tepelerdegülenerguvanrenkliküçükkasabalar;
hayatısönmüşgibihareketsizduranşehirlerveköyler;yangında
boğulmuşgibibirdenölen;ölüzannedilirkenateşiçindebirden
dirilenvegüneşinsonışığındabirkaçsaniyedahaşenlikeden
başka şehirler ve köyler görülür. Sonra,Asya yakasındapırıl
pırılparlayanikitepedenbaşkabirşeykalmazartık:Bulgurlu
tepesiveMarmara’nıngirişinikoruyanburun.Bunlarevvelaiki
altıntaç,sonraerguvanrenkliikibere,dahasonraikiyakuttur;
nihayetbütünİstanbulkaranlıktakalırveonbinminaredenon
binsesgüneşinbatışınıhaberverir.”
Altın Şehir ismine dair üç ayrı rivayet olduğunu söyledik.
Sadece Ruşen Eşref ’in hatıraları arasında rastladığım, kısmen
de olsa Üsküdar’ın ticaretle zenginleşen bir belde olduğu
rivayetini hatırlatan bir dördüncü rivayet daha var. Son sözü
Ruşen Eşref ’e bırakmak ne güzel:
“Biri diyor ki, eskiden harikulâde şeyleri altına benzetmek
âdetti; bozuk ve fırtınalı havalarda Kalkedonya’nın limanı bu
rahat körfezcik olduğu için burası da Hrisopolis adıyla anılırdı.”
Daha Üsküdar adına, skutary askerlerine, Evliya Çelebi’nin
itirazına ve Hammer’in mülahazalarına gelemedik. Belki bu,
“Üsküdarbirhazineidi.Birtürlübitmiyordu.” diyen Tanpınar’ı
henüz yolun başında iken anlayabilmemize bir imkân verdi.
Evet, sadece, Üsküdar’ın Altın Şehir olduğu zamanları yâd
etmiş olduk. Hayatımızı, Üsküdar ile onun dost ışıkları ile
aydınlatmak, zenginleştirmek ne güzel şey. Eksilmesin, hep
ziyadeleşsin temennisiyle.
*ÜsküdarSaffetÇebiOrtaokulundaSosyalBilgilerÖğretme-ni
MEDENİYETİN BEŞİĞİ HARRAN
İnsanlık tarihinden geçen tüm yolların, kervanların,
dillerin, inançların buluştuğu, bağrında yanan ateşi, su-
ların ve surların sardığı şehir; Harran… Dünyada ilk
adımı muamma olan insanoğlu, varlık yolculuğuna bu
topraklardan başladı. Allah-u Teâlâ’nın Hz. Âdem’e
bildirdiği tevhid, suretlerle gölgelense de “Yüce Olanı”
aramanın iksiri, zamanın kadehinde insanaburada su-
nuldu. Gizemli tapınakların evrene açılan sütunlarında,
mağaraların derinliklerinde kutsal sırlar izlerle saklan-
dı. Yıldızlardan, ateşten, su ve topraktan arza dağılan
gölgelerletevhid arasındaki hakikat perdesi aralandı.
Allah, elçileriyle İslâm’ı tamama erdirdi. Peygamberler
diyârı oldu Harran…
Hz. Âdem ile Havva’nın avuçlarında cennetten gelen
gül fidanının, nar ağacının ardından ilk tohum Harran’da
toprağa düştü der râviler. Nar çiçekleri ve beyaz güllerle
cennetten gül kokusu karılan bereketli toprağı, rahmetle
buluşunca hâlâ gül kokar. İnsanlığın ikinci atası Hz.
Nuh, kavmini helak eden tufandan sonra inananlarla
Cudi Dağı’ndanbu ovalara yayıldı. Yeryüzüne dolan
güneşe, geceyi süsleyen yıldızlara ve aya seslenen Hz.
İbrahim, teffekkürle güneşin, ayın ve yıldızların Rabbi’ne
burada secde etti. Halil-ür Rahman’da Hz. İbrahim’e
“serinveselamet” olan Nemrut ateşinin dumanı, Ayn-
el Zeliha ile Harran semalarına ulaştı. Babil’e, Filis-
tin’e varan; Kâbe-i Muazzama’ yı temelleri üzerinde
yükselten Peygamberlerin atası Hz. İbrahim’in ayak
izleri, Hz. Yakub’un, Hz. Şuayb’ın, Hz. Musa’nın ayak
izleriyle Harran’da buluştu. Diyârları, çölleri aşıp Hz.
Yusuf ’a varacak kervan, ovanın ıssız kuyularında suya
kavuştu mu bilinmez lâkin sabır mülkünün sultanı Hz.
Eyyûb, rahmet pınarını Eyyûbiye’de sabır makamında
insanlığa ulaştırdı. Allah’ın mucizesiyle canlanan Hz.
İsa’nın “Habibullâh”ı müjdeleyen kelimeleri Harran’ın
mabetlerinde yankılandı.
“Hatemü’n Nebiyyîn” Hz. Muhammed’in(s.a.v)
Halifesi Hz. Ömer’in ordularının fethi ile (640) İslâm
güneşinin yeniden doğduğu topraklar, dünyaya açılan
ilim ve medeniyet kapısı oldu. Yeni Asur Krallığı’nın
başşehrinin üstünde Emeviler’in son Halifesi II. Mer-
van’ın Hilafet sarayının kuruluşuna ve Abbasiler tarafın-
dan yıkılışına(744-750)şahit olan Harran surları, mânâ
sultanı Hayât b.Kays el Harranî Hazretleri’nin (ö.1185)
manevi saltanatıyla ebediyen yüceldi. Abbasi Halifesi
El Mansur’un gökyüzündeki feleklere nazîre, zâhirde
Babil’in Ninova’nın kadim taşlarından, batında ise ilim
Reyhan ÇELİK *
“Harran’a gitmeden ilim tamamlanmaz.”İbn-i Sina
46
ve hikmetten “su ve ateş” üzre mamûr eylediği müdevvere
şehir Bağdat’ın gecelerinden, âlimlerin yıldızların seyrini,
göllerin derinliğini, güneşin yüksekliğini yakalayıp ankebutuna
yerleştirdiği usturlaplar, Harran’a ulaştı. Yücelerden kalbine
akan Cüllab ve Deysan Irmakları ile bereket fışkıran Harran
toprağı, ilim ve rahmetten sonsuz bir halka ile sarıldı.
Kur’an-ı Kerim’in “İkra’bismi Rabbikellezî Halak” hitabıy-
la Hz.Peygamber’in (s.a.v.) yolunda, ilim kapısı Hz. Ali’nin
rehberliğinde kâinatı; arzı, arşı, insanı okumak için saf tutan
âlimler, ilim ve hikmetin muhkem halkasını binlerce yıllık
“Harran Okulu”nda* geleceğe bağladılar. Gölgelerin mağa-
rasından hakikatin ışığına ulaşan insanın sırrını taşıyan Mısır,
Yunan, Çin, Hint şehirlerinden akan ırmaklarla beslenen
Mezopotamya’nın derin göllerinde saklı insanlığın hafıza-
sı, İslâm’la yeniden tazelendi. Anadolu’nun ilk Ulu Camii;
**Firdevs Camii’nin minaresinden yankılanan Allah-u Ekber
nidalarıyla; Ay, Güneş ve yıldızlar, Sin Mabedi’nde, Soğmatar
Mağaraları’nda binlerce yıldır Harranlılara fısıldadıkları sırları
âlimlerin kalbine bahşetti. Âlimler, dağları, çölleri, dilleri, za-
manları aşıp âlem-i kübrâdan, âlem-i suğrâya; güneş ile ayın
arasındaki mesafeden yıldızların seyrine, insanın zerrelerine
kâinattaki muazzam ölçüyü hesap ile idrak ettiler.
İlim şehrinin muhkem kaleleri, okçuların Kelime-i Tevhid
sancağı yerleştirdiği burçlarıyla Harran’da yükselirken Me-
zopotamya’ya, Diyâr-ı Rum’a, açılan sur kapılarından mü-
cevherler, has ipekler yüklü kervanlardan ziyade “Harran’a
gitmeden ilim tamamlanmaz “diyen İbn-i Sina’nın işaretiyle,
ilim cevherini kalbinde taşıyan âlimler girdi. Abbasi Halifesi
Harun Reşit döneminde altın çağını yaşayan ilk İslâm Üni-
versitesinde din, astronomi, tıp, matematik ve felsefe âlimleri
yetişti.
Kimyanın kurucusu Câbir Bin Hayyân, (721-815) ast-
ronomi ve matematik âlimi El Battânî, (859-929) Felsefe,
tıp, matematik ve astronomi sahasında yetişen ve Yunan
filozoflarının eserlerini Arapçaya çeviren Sâbit Bin Kurra,
(821-901) Fıkıh âlimi İbn-i Teymiye, (1263) Hukuk âlimi El
Muaddil ve sayısız edip, şair ve âlim yetiştiren Harran, bin-
lerce yıllık ilim ve hikmeti İslâm medeniyetiyle insanlığa
ulaştırdı. Harran’da toplanan hazinenin göz kamaştıran ışığı,
yeryüzünden gökyüzüne yansıdı ve gökyüzü halka halka
yıldızlarla donandı.
Harran’ın dillere destan mabetleri, surları ve kervansaray-
larının cismani ışığı Moğol ateşiyle sönerken insanlığa hakikati
gösteren yıldızlar, dünya durdukça gökyüzünde parlamaya
devam edecek. Yıldızlı gökyüzünün altında Firdevs Camii’nin
nurdan kubbesinde, semâvâta açılan rasathanede, revaklı
avlularda “Esma-i Hüsna” ebediyen zikredilecek. Zamana
açılan sur kapılarında kelimeler, sesler, renkler kadim izlerle
buluşacak. Medeniyetin doğduğu topraklar, ilmin yüce ema-
netini yeniden sahiplenecek âlimler yetiştirecek. Toprakla
hemhâl olan insanın hikâyesi, Harran’da koynuna sığındığı
kümbetlerin su ve toprakla yoğrulan hikâyesi ile buluşacak.
Harcındaki gül suyu, “suüstündeyananateşten”, gül koku-
sundan, gül sevdasından haber verecek. Anâsır-ı erbaa; su,
ateş, hava ve toprak kaidesi üzerinde, kümbette halka halka
sıralanan taşlar, çilesini dolduran derviş misâli, türlü hâllerden
geçip yolculuğun tamama erdiği kırkıncı halkada kesretten
vahdete ulaşacak. Allah’ın lütfuyla zamanda açılan “ân”da
rahmet yağmurlarıyla Harran toprağından yüreklere gül
kokusu ulaşması duasıyla…
Kaynaklar
PeygamberlerTarihi,İmamHâfızİbnKesir,PolenYayınları,İstanbul,2011.
HarranÖrenyeri,Prof.Dr.MehmetÖnal,www.sanliurfamuzesi.gov.tr
HarranOkuluveHarranlıÂlimler,MuratDuman,www.geyvemedya.com
Harran’ınUygarlıkMirası,www.kanaga.tv
*İlkÇağ’danberivarlığıbilinenvekökleriKeldaniveMecusiolanHarranOkulubirçokkaynaktanbeslenmiştir.İlkçağHelenizmi’ninİskenderiye’dekibilimvefelsefeokuludağılıncaburadadersverenfilozoflarAntakyaveHarran’agelmişvedün-yadakiüçbüyükfelsefeekolündenbiri“HarranEkolü”olmuştur.718-913tarihleriarasında(İslâmidönem)bilimvesanattadoruknoktayaulaşanHarranOkulu’nunİslâmöncesiveİslâmidönemdekiyerikalıntılardatamolaraktespitedilememiştir.
**Türkiye’nineneskiveenbüyükUluCamiiolanHarranUluCamii744-750tarihleriarasında,EmevilerdevrindeHalifeII.Mervantarafındanyaptırılmışvedahasonraçeşitlizamanlardaonarımlargörmüştür.Anadolu’nunilkanıtsalcamii,ilkrevaklıveşadırvanlıcamii,enzengintaşişlemelicamiiözelliklerinesahiptir.Çeşitlikaynaklarda“CamielFirdevs”(CennetCamii)ve“CumaCamii”olarakgeçencami,1260yılındaMoğolistilasısırasındaşehirleberaberyıkılmıştır.
*SabancıOlgunlaşmaEnstitüsüTürkDiliveEdebiyatıÖğret-meni
SEVGİ DOLU BİR ÖĞRETMEN, BAĞLANMA STİLİMİZİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ?
Bireylerin bağlanma stillerinin yansımalarını, eği-
timci olarak bizler, okullarda sıklıkla görürüz. Özellikle
dönemin yeni başladığı ve aile ortamından ayrılarak
okula ilk adımlarını atan öğrencilerde öğretmeni ve
aileyi zorlayıcı durumlar oldukça fazla yaşanır.
Bağlanma, bireyin bir başka kişiyle ilişkisinde kurdu-
ğu duygusal bağdır. Bu bağ, özellikle bebeğin, doğduğu
andan itibaren onunla ilgilenen anne ya da bakıcısıyla
kurduğu ilişki sonucu oluşur.
İnsan, anne karnındaki rahat ve güvenli ortamın-
dan ayrılarak dünyaya gelir. Geldiği andan itibaren de
hem fizyolojik hem de duygusal anlamda ihtiyaçlarının
karşılanması gereklidir. Annesi bebeği kucaklar, besler,
sever okşar ağladığında, korktuğunda onunla konuşur,
onu sakinleştirmeye çalışır ve ona güvenli bir ortam
sunar. İhtiyaçları karşılanan bebek de annesi ile güvenli
bir bağ kuracak, kurduğu bu duygusal bağ onun güven
içerisinde dünyayı keşfetmesine yardımcı olacaktır.
1969 yılında John Bowlby, kimsesiz çocuklar üzerin-
de yaptığı araştırmalar sonucunda bağlanma kuramını
ortaya koymuştur. Bowlby’e göre bağlanma davranışı,
başka bir kişiye karşı yakınlık arama ve bu yakınlığı
sürdürebilme becerisidir. Yaşamın ilk yıllarında, Bebeğe
temel bakım veren kişi ya da anne ile kurulan bağ,
ileriki yıllarda insanlarla kuracağı ilişkilere de temel
oluşturacaktır.
Bağlanma kuramını ortaya koyan John Bowlby, ev-
siz çocuklar üzerinde yaptığı araştırmalarda, görevliler
tarafından beslenip büyütülen çocukların aşırı sıkıntı-
lı ve kaygılı, hatta başarısız oldukları sonucunu elde
etmiştir. Bowbly’ e göre bağlanma, yardıma muhtaç
olan bebek ya da çocuk için koruyucu bir işlevi yerine
Hatice Kübra AKYÜZ *
48
getirir. Dolayısıyla bağlanma nesnesinin en temel işlevi, anne
ya da bakım veren kişinin herhangi bir stres ya da tehdit
durumunda çocuğa, güvenli bir sığınak, tehlikeden uzak
bir ortam sağlamasıdır. Bu çerçevede Bowbly, bağlanmayı
güvenli ve güvensiz bağlanma olmak üzere ikiye ayırmış,
Bowlby’nin ardından Mary Ainsworth ve arkadaşları (1978)
çalışmalarını geliştirmişlerdir. Ainswort, yabancı durum testi
ile laboratuvar ortamında, annesinden ayrılan ve sonradan
annesiyle buluşturulan çocukların tepkileri ile güvenli ve
güvensiz bağlanma örüntüleri değerlendirilmiş ve bunun
sonucunda 3 farklı bağlanma stili ortaya konmuştur:
(1) Güvenli Bağlanma
(2) Kaygılı - Kararsız Bağlanma
(3) Kaçıngan bağlanma
Teori, 1944 yılında Bowlby’nin “44 Çocuk Hırsız: Kişilikle-
ri ve Yaşamları” başlıklı makalesini yayınlaması ile dikkat
çekmiştir. Bowlby çalışmasında çocuk ve ergen hırsızların
yaşamlarını incelerken bebeklik ve erken çocukluk dönemle-
rinde, bu çocukların annelerinden uzun süre ayrı kaldıklarını
gözlemiştir. Bowlby’nin bu çalışması sonucunda yayınlanan
Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) raporu, yaşamın ilk üç yı-
lında anne yoksunluğunun çocukları artan ölçüde fiziksel ve
ruhsal hastalık riski altına soktuğuna işaret etmiştir. Zaman
içerisinde, anne figürünün neden bu kadar önemli olduğu
konusunda bilim adamları pek çok araştırma yapmışlardır.
Bunlardan Harlow’un, yavru maymunlar üzerinde yaptığı
araştırma, önemli sonuçlar doğurmuştur.
Yavru maymunlar, doğumdan hemen sonra annelerinden
alınarak, kendileri için hazırlanan kafeslere konmuş ve kafesle-
re de yapay iki anne monte edilmiştir. Manken annelerden bir
tanesi tahta başlı silindir şeklinde ve telden yapılmış diğeri ise
yumuşak ve kahverengi bir pelüş kumaşla kaplanmıştır. Her
iki yapay annenin de arkalarında bulunan ampul sayesinde
sıcaklık vermesi sağlanmıştır. Ayrıca tel mankenin göğsüne
bir de biberon yerleştirilmiştir. Bebek maymunlar, ilk başta
her iki manken anneyle de ilgilenmemişler ve gerçek anne-
lerini, çığlık atıp ağlayarak aramışlardır. Daha sonra karınları
acıktığında maymunlar süt veren anneye gidip sütlerini al-
dıktan sonra kumaştan yapılmış yumuşak ve gerçeğe daha
çok benzeyen pelüş annenin kucağına gidip oturmayı tercih
etmişlerdir. Ayrıca korktuklarında ve uyumak istediklerin-
de de pelüş anneye sarıldıkları görülmüştür. Bu çalışmanın
en önemli sonucu bağlılık ilişkisinin açlık ve susuzluk gibi
fizyolojik gereksinimlerin karşılanmasıyla doğrudan ilintili
olmadığının gösterilmesi olmuştur. Çünkü o yıllarda yaygın
düşünce, insanlar arası kurulan tüm bağların, ortak içgüdüsel
dürtülerin (açlık, susuzluk, cinsellik, korunma-barınma vs.)
karşılanması sonucu olduğu idi. Kısacası, duygusal bağın
oluşabilmesi için açlık ve susuzluk dürtüsünün tatmin edil-
mesi yeterliydi.
Harlow, denek maymunları çiftleşmeleri için doğal or-
tamlarına koyduğunda maymunların saldırgan, anti sosyal
davranışlar sergilediği, çiftleşmek bir yana dişi maymunların
erkek maymunlara saldırdığı hem erkek hem dişi maymun-
ların diğerleriyle yakınlık kuramadıklarını görmüştür. Har-
low bütün deney sonuçlarını yorumlarken pelüş annenin
gerçek annenin yerine geçtiğini varsaymıştı. Fakat sonuçlar
düşüncesini destekler nitelikte olmayınca yeni bir deneyle
çalışmasına devam etti ve pelüşten anneyi hareket edebilen
ve sallanan bir duruma getirdi. Bebekler pelüş anneleriyle
hem yakınlık kuruyor hem de oynayabiliyorlardı. Bu deneyde
pelüş anneyle oyun oynama süresini de her gün yarım saat
olarak belirlemişti. Bu maymunlar çiftleşmeleri için doğal
ortamlarına bırakıldıklarında diğer maymunlarla normal bir
ilişki içerisine girebildikleri görüldü. Bu deneyin sonucunda
Harlow, normal bir çocuk yetiştirmek için sadece temasın
yetmediği temas, hareket ve oyunun bir arada olması ge-
rektiğini ortaya koymuştur.
Bebeğin doğduğu ilk andan itibaren, bağ kurduğu kişiyle
olan yaşantısının niteliğinin bağlanma stillerinin oluşmasında
etkili olduğunu ve 3 çeşit bağlanma stilinin varlığını yukarıda
belirtmiştik.
1. Güvenli Bağlanma:
Bu bağlanma stilinde ebeveynler, çocuğun güvende oldu-
ğunu ve değerli olduğunu hissetmesine yardımcı olmak için
ihtiyaçlarının tam ve zamanında karşılanması konusunda
özenli ve duyarlı davranırlar. Bu çocuklar, anne ortamdan
kaybolduğunda, anneyi özlediğini gösteren tepkiler verirken
kavuşma anında anneyi sevinçle karşılar ve hemen oyun-
larına geri dönebilir, olumlu benlik, olumlu başkaları algısı
geliştirerek kendisine bakım veren kişiyle güvene dayalı bir
ilişki yapılandırırlar. Bu çocuklar, özgüveni yüksek, kendi so-
rumluluklarını yerine getiren, bağımsız ve mutlu çocuklardır.
Güvenli bağlanan bu çocuklar, yetişkinlik dönemine geldik-
lerinde ise yaşamlarında içten ve samimi ilişkiler kurabilme,
tutarlı davranışlar sergileme, iyi niyet ve yaşama karşı pozitif
bir bakış açıcı geliştirebilme becerilerine sahip olurlar. Ya-
kın olduğu kişilerle duygularını paylaşır; hem kendinin hem
de başkalarının ihtiyaçlarını önemserler. Kendilerini sevil-
meye layık bulurlar. Dış dünyanın güvenli bir yer olduğunu
bilirler. Bu bireyler karılaştıkları problemler karşısında baş
etme becerilerini etkin olarak kullanabilmekte, sağduyulu
hareket edebilmekte ve gerektiğinde başkalarından destek
alabilmektedirler. Bu bağlanma stiline sahip bireylerin daha
sağlıklı bir kişilik yapısına sahip oldukları söylenebilir.
2.Kaygılı - Kararsız Bağlanma:
Bu bağlanma şeklinde ebeveynler çocukların ihtiyaçlarını
karşılama konusunda tutarsız davranırlar ve kontrol amaçlı
olarak çocukları terk etme tehdidinde bulunurlar. Anneler,
kendi istedikleri zaman çocuğun yanında bir var olup bir
yok olarak ilişkiyi şekillendirirler. Kaygılı - kararsız bağlanan
çocuklar ihtiyaç duyduklarında annelerinin yanında olacak-
larından emin değillerdir. Bu nedenle çocuklar annelerinin
odadan çıkmaları durumunda oldukça fazla huzursuzluk
gösterirler. Annelerinin ortama geri dönmesi onları kolayca
sakinleştirmez, bir taraftan anneye sarılırken diğer taraftan
anneyi iterler. Okulların yeni açıldığı zamanlarda annesin-
den ayrılmak istemeyen çocuklar kaygılı - kararsız bağlanan
çocuklardır. Çünkü annelerinin kendisini terk edeceğini ve
istediğinde annesine ulaşamayacakları konusunda tecrübe
edinmişlerdir. Annenin yardımcısının olmaması, çok çocuğa
sahip olması veya psikolojik sorunlarının olması, annenin
çocuğa tutarsız bakım vermesine neden olmuş olabilir.
Kaygılı - kararsız bağlanan bu çocuklar yetişkinlikte ise
ilişkilerinde samimiyete ihtiyaç duyarlar, sürekli ilgi bekle-
yen ve gösterilen samimiyeti hiçbir zaman onlara yeterli
bulmayan bireyler olurlar. Kendisinin sevilmeye layık biri
olup olmadığını sık sık sorgularlar. Kaygılı - kararsız bağlanan
bireyler muhtaç ya da yapışkan olarak tanımlanırlar. İlişkide
olduğu kişilerden umutsuzca sevgi beklerler. Aşırı kıskançlık
davranışı sergilerler. Sevdikleri tarafından terk edilme kor-
kusunu sürekli yaşarlar.
2. Kaçınan Bağlanma:
Kaçınan Bağlanma Çocuklar, ihtiyaç duydukları anların
hiçbirinde, annelerinin yanında olmadığını, ona güveneme-
yeceklerini tecrübe etmişlerdir. Çocuğun yakınlık isteğini red-
deden, soğuk ve sevgi göstermeyen, duyarsız anne tutumları
bu bağlanmaya sebep olur. Bu annelerin çocukları, annenin
ortamdan uzaklaşmasına tepkisiz kaldıkları gibi ortama geri
dönmesinde de anneyle ilgilenmez, ona yakın durmazlar.
Kaçınan bağlanma stiline sahip çocuklar ise yetişkin-
liklerinde benlik algısı olumlu fakat başkaları ile ilgili algısı
olumsuz olan kimseler olarak kişiliklerini şekillendirirler. Yakın
duygusal ilişki kurmaktan kaçınan, mesafeli, karşı tarafın
beklenti içine girmesinden endişe eden, bağımsız olmaktan
mutlu olan, kimseye güvenmeyen ve başkalarının da kendi-
sine güvenmesini istemeyen kimseler olurlar.
Çocuk temel bakım verenle bağlanma ilişkisinin niteliğine
uygun şekilde kendisiyle ilgili, Ben nasıl bir insanım? Sevil-
meye layık bir insan mıyım? Ben değerli bir insan mıyım?
Sorularına yanıtlar bulur. Güvenli bağlanma gerçekleştiren
çocukta olumlu benlik algısı gelişirken, kendisine yönelik
sevgi ve saygının da temelleri atılmış olur.
Gelelim yazımızın başında sorduğumuz soruya. Erken
çocukluk döneminde güvenli bağlanma gerçekleştirememiş
çocuklar acaba okul döneminde öğretmenleriyle kurdukları
ilişki sayesinde bağlanma stilini deriştirebilirler mi?
Yazı boyunca, anne-bakıcı-çocuk arasındaki ilişki sonucu
öğrenilen duygu, tutum ve davranışlardan bahsettik. Bir tutu-
mun, bir duygunun, bir davranışın olumsuzu öğrenilebilmişse
bunu tersine çevirebilmek neden mümkün olmasın?
Kaygılı veya kaçınan bağlanma stiline sahip bireyler,
olumlu kabul gördükleri, kendilerini değerli hissettikleri,
ilgi gördükleri, şefkat ve merhamet buldukları, destekleyici
ilişkiler sayesinde, benlik algısını değiştirebilir, dünyaya ve
insanlara karşı güven duygusunu yeniden inşa edebilirler.
Sevgi dolu bir öğretmenin yapamayacağı hiçbir şey yok-
tur…
*ÜsküdarİlçeMilliEğitimStratejiBölümü
Kaynakça:
SAYARKemal,BAĞLANFeyza“KoruyucuPsikoloji
ÇocukEğitimindeDuygusalRehberlik”TimaşYayıncılık
GENÇTANIRIMKURTDilek,ÇETİNSAYAYILDIZEvrim,
“KişilikKuramlarıGerçekYaşamdanKişilikAnaliziÖrnekleriyle”,
PegemYayınları
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
50
HENÜZ 17 YAŞINDA İDİM…MUSTAFA NECATİ BEY HUZUR EVİ SAKİNİ BÜLENT UĞUR İLE SÖYLEŞİ
Sabahat ÖZGÖL: Değerli hocam, Mektebi Üskü-
dar dergimize hoş geldiniz. Bugün sizinle öğretmenlik
üzerine bir söyleşi yapacağız.
Bülent UĞUR: Hoş bulduk. Çok memnun olurum.
S.Ö. - Şöyle bir soru ile başlamak iste-rim sayın hocam, Öğretmen kimdir?
B.U. – Bilindiği gibi öğretmen, kendi eridikçe etra-
fını aydınlatan, öğrencilerine bildiği her şeyi aktaran
kişidir. Ne kadar öğrenci yetiştirirse, o kadar tecrübe
ediniyor ve daha fazla veriyor öğretmen. Emekli olana
kadar hayat ile ilgili tüm bilgi, deneyim ve tecrübesini
halisane aktaran kişidir öğretmen. Ancak bu tanımı
verirken, günümüzde basına yansıyan yanlış öğretmen
kimliklerini ayrı tutuyorum. Öğretmenle ilgili basından
işittiğim kötü haberler beni ziyadesiyle üzüyor. Kendi
zamanımdaki öğretmenleri arıyorum…
S.Ö.- Emekli olana kadar dediniz… Öğretmen emekli olur mu hocam?
B.U.- Hayırrr.. Tabii ki olmaz. Öğretmen ölene ka-
dar etrafına ışık saçar, toplumda karşılaştığı olaylara
kayıtsız kalamaz, müdahale eder, yanlışı gördüğünde
düzeltmek için elinden geleni yapar. Halen yapmaya
gayret ediyoruz…
S.Ö. - Bülent hocam bize nasıl öğret-men olmaya karar verdiğinizi anlatır mısınız?
B.U.- 1934 Sinop doğumluyum. O yıllarda
Sinop’ta 1 ortaokul, 3 ilkokul vardı. Ortaokulu bitiren
ve ailesinin durumu iyi olanlar Samsun, Kastamonu,
Çankırı gibi vilayetlere gider liseyi orada okurlardı.
Ailesinin maddi durumu olmayanlar ise hemen bir iş
edindirilirdi. Ki bu iş balıkçılık olurdu genelde. Balığa
çıkmaya başlar ve bundan geçimini sağlamaya çalışırdı.
Benim hikâyem biraz farklı oldu. Sınıf arkadaşım Öztürk
SERENGİL idi. Onunla ortaokuldayken deniz subayı
olmaya karar verdik. Sinop’ta deniz üst komutanlığı
vardı. Oraya başvurup Heybeliada’da denizcilik lisesine
gitmeyi düşünmüştük.
Ortaokul 2. sınıftan 3. sınıfa geçtiğimiz yıl Öztürk’ün
babası, annesi öğretmen olduğu için Giresun’a tayin
edilip gittiler... Giresun’a giderken Öztürk dedi ki¸ deniz
üst komutanlığına müracaat ederken benim adıma da
müracaat et, seninle Heybeliada’da sınav günü buluşu-
ruz. 1948 yılı ortaokuldan mezun oldum. Ve Öztürk’ü
beklemeye başladım. Ama gel zaman git zaman Öztürk
gelmedi. Başvuru süresinin bitmesine çok az bir vakit
Sabahat ÖZGÖL*
kalmıştı, sınavı kaçıracaktık. Tam her şeyden vazgeçmek
üzereyken bir baktım Öztürk çıkıp geldi. Ama suratı asıktı.
Bülent ben mezun olamadım, sen başının çaresine bak dedi.
Ben hemen başvuru yapmak için elime başvuru kâğıdını al-
dım, İstanbul’a gittim ve Heybeliada’ya vardım. Ancak okula
elimdeki kâğıdı gösterip sınava girmek istediğimi söyleyince
oradaki hoca sınavlar bu sabah sona erdi. Sen geç kaldın. Bir
daha ki seneye gel dedi. Başım önümde tekrar Sinop’a geri
döndüm. Sokaklarda boş boş geziniyordum ki ortaokulda
en çok sevdiğim derslerden matematik dersi öğretmenim ile
karşılaştım. Bülent sen ne yapıyorsun burada diye bana sordu.
Artık Eylül ayı olmuştu ve okullar açılmıştı. Benim sokakta
değil, okulda olacağımı düşünmüştü. Ben de başımdan ge-
çenleri öğretmenime anlattım. İsmi Kazım Koca idi. Benim
öğretmen olmama vesile olan kendisidir. Hemen benimle
okula gel dedi. Sana bir şey söyleyeceğim… Öğretmenimin
peşine düştüm ve okula gittik. Bana Bolu’da yeni açılan Bolu
Erkek Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırabileceğimi gösteren
bir yazı uzattı. 1948 yılında eğitim öğretime açılan bu okul
için Anadolu’dan kayıt yaptırmak isteyenler için bir duyuru
yazısıydı bu. Bakanlık, İl Milli Eğitim Müdürlüklerine bu yazıyı
göndermiş ve okullardan öğrenci gönderilmesini istemişti.
Öğretmenim; - al bu yazıyı ve hemen Bolu’ya git dedi. Ben
hiç itiraz etmeden hemen kâğıdı aldım ve Bolu’ya gitmek
üzere yola koyuldum. Ancak bu yolculuk oldukça meşakkatli
oldu. O yıllarda Sinop’tan Bolu’ya bir otobüs bulunmuyordu.
Sinop’tan ilk vapur ile İstanbul’a geldim, oradan Haydarpaşa
Garından trene bindim, Arifiye’ye indim ve oradan da otobüs
ile Bolu’ya geldim. Ve ben bu okuldan mezun olana dek 3
yıl her sömestre ve yaz tatillerinde bu yolculuğu çektim.
S.Ö. – O yıllarda köy enstitüleri de vardı. Öğretmen okulları ile arasındaki fark ney-di?
O yıllarda köy enstitüleri ve öğretmen okulları vardı. Bize
öğretmen okulunda 3 yıl süresince tüm dersleri verdiler,
formasyon verdiler. Köy enstitülerinden mezun olanlar kendi
bölgelerindeki köylerde öğretmenlik yapıyorlardı. Öğretmen
okulu mezunlarını ise kendi şehrimize, kasabamıza veya köy-
lerimize gönderiyorlardı. 5 sınıflı bir okulun; 5 öğretmenli
ve 1 başöğretmenli bir okulunda öğretmenlik yapacağımız
şekilde bizi yetiştirdiler. Hiç köy enstitüleri gibi birleştirilmiş
bir sınıfta nasıl ders yapılır bilmiyoruz. Uygulamamızı da
yine yetiştirildiğimiz gibi bir okulda yaptık. Orada müfredat
çerçevesinde bir konu verildi ve bir ders işlememiz istendi.
Bunun dışında hiçbir tecrübe edinmedik.
S.Ö.- İlk görev yeriniz neresi idi? Öğret-menliğe başladığınız yılları anlatır mısı-nız?
B. U.- Biz mezun olunca Sinop’a veya yakın merkezleri-
ne tayin olacağımızı düşünüyor idik.
1950-51 yılında Bolu Erkek Öğretmen okulundan mezun
oldum. Tayin istedim, nereye çıktı? …
KısabirsessizlikveBülenthocamızınyüzündebirtebessümoldu..
Benimtahminetmemibekliyordu..Bendetahminimisöyledim.
S.Ö.- Doğu da bir okul olmalı dedim.
B.U - Hakkari… Sinop’tan Boyabat’a yolu olmayan bir
yerde Sinop’tan Hakkari’ye nasıl gidecektim?
Hakkari’ye kaç günde gittim hatırlamıyorum… Hakkari İl
Milli Eğitim Müdürlüğüne vardım. Tayin kâğıdımı göster-
dim. Bana seni Yüksekova’ya verdik dediler. Yaşım daha
17. Hakkari’deyim ve Yüksekova’ya öğretmen oldum. Nasıl
gideceğimi sordum. Vasıta nerden kalkıyor demişim. Kar-
şımdaki bey bana gülerek ne vasıtası dedi?
O an anladım ki yine uzun ve meşakkatli bir yolculuk beni
bekliyordu. Orada dağda taşta yere iyi tutunan bir hayvan
olan katırlarla yolculuk ediliyordu. Bir katır ve bir de kılavuz
ile 2 gün süren yolculuktan sonra Yüksekova’ya vardım.
Yüksekova 800 nüfuslu köy niteliğinde bir yer. Elektirik
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
52
yok… Hadi neyse… Su da yok … Yani içme suyu!!! E peki
nasıl yaptık? Kasabanın içinden geçen çay suyundan fay-
dalandık. Hemen ilçeye bir öğretmen geldiği duyulmuştu.
Kendisinin hademe olduğunu söyleyen biri beni buldu. Ve
bana ilk sözü şu oldu;- 4 yıldır buraya gelen ilk öğretmen
sensin dedi. İlçenin tek bir okulu vardı. Kapısı yok, bir kısmı
yıkılmış, içi bomboş. Var olanda belki yok oldu. 17 yaşında
idim … Ne yapacağımı bilmiyorum… Okulun müdürü, mu-
temedi, öğretmeni hatta ilçe milli eğitim müdürü de benim…
Hademe bana, bir yatak, yorgan, yatacak yer verdi. Ertesi
sabaha hademe ile birlikte ilçenin tüm evlerini gezdik ve
okula gelecek öğrencileri tespit ettik. Yaklaşık 25-30 öğrenci
yazdık. Okulda kırtasiye anlamında hiçbir şey yoktu. Kağıt,
kalem… Hiç bir şey yok.
Bir hafta kadar sonra hademe okulu açacağız dedi. Ben
de tamam dedim. Ben çok heyecanlıydım. 3 yıl boyunca
öğrendiğim her şeyi bir kâğıda yazmaya başladım. Çünkü
yarın okulu açacağım ve çok güzel bir konuşma yapmalıy-
dım. Öğretim yöntem tekniklerinden, öğrenme ilkelerinden
vs… 3 sayfa yazı hazırladım ve yazıyı ezberlemeye çalıştım.
Sabah oldu, öğrencileri karşımda görünce o kadar heye-
canlandım ki; buz gibi terler dökmeye başladım. Hademe
öğrencileri sınıfa aldı. 30 kadar göz beni dikkatlice izliyordu.
Heyecanım daha da arttı. Derken hazırladığım konuşmayı
tamamen unutup besmele çekip havadan sudan bir şeyler
anlatmaya başladım. Bir an hazırladığım kâğıt aklıma geldi
ancak elim kâğıda varmıyordu. Tecrübesiz olduğumu belli
etmemeliydim… Yarım saat konuştuktan sonra hiç ses ol-
mayan sınıfa;
– Sorusu olan var mı diye sordum.
Hiç sorusu olan yoktu. Biraz sonra kapıda kıs kıs gülen
hademeyi fark ettim. Ve yanına giderek ne gülüyorsun dedim.
O da bana;
- Hoca çok güzel konuşuyorsun ancak onların hiçbiri
Türkçe bilmiyorlar ki dedi.
İşte eğitim ve öğretime böyle başladım…
Ve bir süre sonra dil öğrendim. ( Bu 1)
Ancak sadece bu kadar değil… Okulumun ihtiyaçlarını
istemek için Hakkari İl Milli Eğitim Müdürüne bir dilekçe
yazdım. O kadar genç ve bilgisizim ki; yazıma Sayın müdür
bey amca,diye başlamışım… maarif müdürüne emir ver
buraya kağıt göndersin diye devam etmişim... Tabii birkaç
hafta sonra beni postaneden çağırdılar. Dilekçemi alan İl
Milli Eğitim Müdürü beni arayacakmış. Telefon bağlandı,
müdür bey bana hem kızıyordu, hem de üst makama nasıl
dilekçe yazılacağını anlatıyordu.
Bir süre sonra üst yazı yazmayı da öğrendim. ( Bu 2)
VeüçüncüsünebiliyormusunuzdedigözleridolarakBülent
öğretmenim…
-Merakla, Ne? Dedim.
-Yemek yok dedi… Yüksek ova’da kaldığım 2 yıl süresince
sadece ekmek yedim. 2 ya da 3 ayda bir hayvan kesilirse
biraz et alıyordum ama başka hiç bir şey yoktu. ( Bu da 3)
2 yıl sonra resmi yazışmaları beceremediğim için beni
Dağlıca’ya sürdüler. O zaman adı Oremar olan Yüksekova’ya
1 günlük mesafede bir köy. Irak hududunda... Orada da ye-
mek yok ve artık vücudum çok zayıf düştü ve hastalandım.
Beni Erzurum’a gönderdiler uzun süre hastanede yattım. Kış
bastırmıştı ve taburcu oldum. Ancak yollar kapanmıştı ve
görev yerime dönemedim. Ankara’yı aradım ve ne yapmam
gerektiğini sordum. Durumumu da anlattım. Bana hemen
Erzurum İl Milli Eğitim Müdürüne git ben onu arayacağım
dedi. Müdür beyin yanına gittiğimde Ankara’dan müsteşarın
aradığını ve benim hakkımda bilgi verdiğini söyledi. Bir süre
sonra Erzurum il emrine tayinim geldi. Erzurum’a 10 km
uzaklıkta bir köye tayin edildim. Yine vasıta yok. 6- 7 ay
Erzurum’dan 10 km uzaklıktaki köye yaya gidip gelerek o
kışı da geçirdim. O zaman Cumartesi günleri de yarım gün
okul vardı. Yıl 1954 ve askere gitmeye karar verdim.
S.Ö. - Biraz da aile hayatınızdan bahseder misiniz?
B.U. – Askerden döndükten sonra İstanbul Çapa Eğitim
Enstitüsü’ne başvurdum ve kazandım. Eşim ile burada ta-
nıştık ve 1964’te evlendik. Tekrar tayin istedim ve bu sefer
de Bitlis’te 2 yıl İl Milli Eğitim Müdür vekilliği yaptım. Ancak
eşim orada felç oldu ve 48 yıl 3 ay felçli yaşadı. Bu arada 3
çocuğumuz oldu ancak iki çocuğumuzu kaybettik. 2.5 yaşında
oğlumu okulda verdikleri bayat süt zehirlenmesinden dolayı,
10 yaşındaki kızımı da bir gün okuldan dönerken inşaattan
başına düşen bir taş yüzünden kaybettik. Şimdi bir oğlum
var sadece. 2017 yılında eşimi kaybettim. Eşimin rahatsızlığı
nedeniyle memleketi olan Gaziantep’e tayin istedim ve 8
yıl da Gaziantep İl Milli Eğitim müdür yardımcılığı yaptım.
S.Ö.- Meslek hayatınız boyunca iyi ki yapmamışım değdiniz bir olay var mı?
B.U. – Gaziantep’te görev yaparken Bakanlıktan bir gün
telefon geldi; İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğünde Atama
bölümünde tecrübeli bir müdür yardımcısına ihtiyaç duyuldu-
ğunu ve gelip gelemeyeceğimi sordular. Ben de kabul ettim.
Geldim ama Cağaloğlu o kadar karışık ki... İl içi nakiller, il
dışı nakiller... Hepsi duruyor. Milli Eğitim Müdürlüğü ana
baba günü.. Hemen kolları sıvadım, komisyonu topladım
ve sloganımı söyledim;
“ Öğretmen rahat, biz rahat ama, önce MEVZUAT”
Yüzlerce tayini kısa bir süre sonra bitirdim. Ancak bu
sırada tuhaf gelecek ama hem müdür bey, hem de vali bey
bir isim uzatıyor ve bu ismi hemen tayin et diyor. Ben de
10-15 gün kadar oyaladıktan sonra bu ismin kim olduğunu
ve nereye tayin istediğini araştırdım. Ve öğretmenin görevde
olduğu okula gittim. Öğretmenin istediği okul ile çalıştığı
okulun aynı bahçeyi kullandığını görünce büsbütün kızdım
ve tayin isteğine olumsuzdur diye yanıt verdim.
Bu olaydan kısa bir süre sonra İl Milli Eğitim Müdüründen
sarı bir zarf… Eyvah diyerek zarfı açtım bir de ne göreyim
; “TEŞEKKÜR” …
Kısa bir süre sonra da ikinci bir sarı zarf geldi, bu da Va-
liden. Yine korkarak açtığımda içinden bir “TAKDİR” yazısı
çıktı. Yaptığım işin doğru olduğunu biliyordum. Ve içim çok
rahattı.
Bülent hoca, sarı bir zarfta 1977’den beri muhafaza ettiği
belgeleri çıkardı…
S.Ö. – Ne kadar güzel saklamışsınız hocam, bu bel-geler tarih kokuyor.
B.U. – Evet … Ancak saklayamadığım bir belge var…
Bir gün bir sarı zarf ta Bakanlıktan geldi. Ve heyecanla yap-
tığım işin bakanlığa kadar duyulmuş olmasının sevinciyle
bu sarı zarfı da açtım. Ne gelmiş olabilir?
Görevinize son verilmiştir…
O kadar şaşırmıştım ki… Ama yapacak pek fazla da bir
şey yoktu. Tayinini yapmadığım öğretmenin torpili meğer
bakanlıktaymış…
“Görüpahkâm-ıasrımünharif sıdkuselâmetten
Çekildikizzetüikbalilebâb-ıhükûmetten”
NamıkKemal’inbeyitiiştediyerekgülümsüyorBülenthocamız…
Karar danıştaydan geri döndü 3 yıl kadar daha görevime
devam ettim ve 1980’de emekli oldum.
Devlete küsülmez... Küsmedim de zaten. İyi ki yapmamışım
o tayini...
S.Ö. - Meslek hayatınız boyunca iyi ki yapmışım dediğiniz bir olay var mı?
B.U. – Bitlis’te görev yaparken; Diyarbakır’dan gelip Tatvan’a
giden yol Bitlis’in içinden geçiyor, oradan Tatvan’daki Nemrut
ve Adilcevaz’daki Süphan dağına göçüyor halk. Eşyaları,
hayvanları, çoluk çocuk tüm aile dağlarda yazı geçiriyor.
Hayvanlarını temiz sularda ve meralarda otlatıp tereyağ,
peynir yapıyorlar ve bundan geçimlerini sağlıyorlar. Ancak
eğitim öğretim henüz devam ediyor. Çünkü bahar gelir gelmez
Nisan ayı gibi göçüyorlar. Ben, bu kervanlara sıra yüklettim
ve bu çadırların ortasında öğrencileri eğitim öğretime de-
vam ettirdim. Öğretmenlerin de gönlünü alarak, onların da
gönüllü bir şekilde gitmesini sağladım. Belki açık havada
böyle bir eğitim ilk olabilir… İyi ki yapmışım…
S.Ö.- Peki meslek hayatınız boyunca gerçekleştire-mediğiniz veya olmasını istediğiniz bir şey oldu mu?
B.U.- Doğu’da görev yaparken Bakanlığa bir teklifim ol-
muştu. Öğretmen sömestre tatilinde memleketine gider,
yolların kapandığı gerekçesiyle bahara kadar dönmezdi.
Eğitim öğretimde yarım kalırdı. Ben, doğuda görev yapan
öğretmenlerin yarıyıl tatillerinin kaldırılıp bu sürenin yaz ta-
tiline erken çıkarak telafi edilmesi teklifinde bulunmuştum,
ancak kabul edilmedi.
S.Ö. - Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
B.U. – İstanbul İl Milli Eğitim müdür yardımcısı iken yap-
madığım o tayin. İyi ki yapmamışım… Sizler de doğru bil-
diğinizden asla şaşmayın. Bu, görevinize mal olsa bile…
S.Ö. – Bu güzel söyleşi için çok teşekkürler sayın hocam…
B.U. – Ben teşekkür ederim…
*ÜsküdarİlçeMilliEğitimStratejiGeliştirmeBölümü
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
54
KUŞAKLAR VE DEĞERLERÇet in KILIÇ *
BU DÜNYA, SENDEN OLMAYANLARLA HOŞTUR. ONLARIN SANA VERDİĞİ
İLİMLERLE, KIYMETLERLE, GÖNÜLLERLE HOŞTUR. SADECE SENİN GİBİLER
DEĞİL, SENDEN OLMAYAN DA ÇOK YAŞASIN Kİ, SEN DE YAŞA. HELE BİR DE ONUN
GÖZÜYLE GÖR ŞU FANİ DÜNYAYI. HERKES BEYAZ OLSA, O ZAMAN BEYAZI FARK
EDEMEZSİN Kİ. DEĞİL Mİ? VEYAHUT DA SİYAH. BEYAZ EN GÜZEL SİYAHTA BELLİ
EDER KENDİNİ. BENİ BEN YAPAN YEGÂNE ŞEY, BENDEN OLMAYANDIR. O YOKSA
SEN DE YOKSUN. NE ANLAMIN KALIR NE RENGİN BELLİ OLUR NE DE TADIN…
Yıl 2018. Şimdi durup bir düşünelim. Çocuk / genç, ye-
tişkin ve yaşlıların hayatına yön veren değerler nelerdir?
Güç, başarı, haz, iyilik, özgürlük, heyecan, güvenlik, inanç...
Konunun bir yönü değerlerin, çocukluk /gençlik, yetişkinlik
ve yaşlılık yaşam döngüsünde nasıl değiştiği, diğer yönü ise
kuşaklar arasındaki değer değişiminin yönü ve derecesinin
nasıl olduğudur.
Değerler sosyalleşme süreci içinde kazanılan, bireyin ter-
cihlerini, tutumlarını ve davranışlarını seçerken kılavuz olarak
kullandığı, önem sırasına göre hiyerarşik olarak yapılanmış,
hangi davranışların veya hedeflerin bireysel veya toplum-
sal olarak istenir olduğunu ifade eden ve görece istikrarlı
inançlardır (Feather, 1975; Kluckhohn, 1962; Rokeach, 1973;
Zavalloni, 1980 akt. MORSÜMBÜL).
Türkiye’de bu konuyla ilgili önemli çalışmalardan birisi
Şebnem MORSÜMBÜL (2014) tarafından doktora tezi olarak
“Değerlerin Kuşaklar arası değişimi: Ankara Örneği ” adlı
çalışmadır. Yaş, eğitim, gelir, dindarlık/inançlılık faktörlerin
kuşakların davranış ve motivasyonlarına yön veren değer-
lerin değişimini anlamada önemli etkileri olduğunu ortaya
koymuştur. Bu çalışmadan yalnızca Schwartz’ın değer kuramı
ve yaş faktörü bölümündeki verileri alınmıştır.
Günümüzde en çok kullanılan yaklaşım Schwartz’ın de-
ğer yaklaşımı olmuştur. Schwartz değerleri üç temel insani
gereksinime dayandırdığı ve 70 ülkede yaptığı araştırmalar
benzer sonuçlar bulduğu için evrensel kabul etmiştir. Bu üç
temel gereksinim:
1. Bireylerin ihtiyaçları,
2. Toplumsal etkileşime ve iletişime yönelik gereksinimleri,
3. Toplumsal varlığın ve yapının devam ettirilmesine yönelik
grupların hayatta kalma ve iyi yaşama ihtiyaçları
Schwartz yandaki tabloda görüldüğü on değer tipini 4
temel değer üzerinden ele alınabileceğini belirtmektedir. Bu
temel değerler birbirine zıt olan iki ana grup altındatoplandığı
görülmektedir.
Dört temel değerden;
‘Değişime açıklık’ temel değeri “yenilikçilik, hazcılık ve
özerklik”;
‘Muhafazakârlık’ temel değeri “geleneksellik, uyumluluk
ve güvenlik”;
‘‘Kendini güçlendirme’ temel değeri “güç, başarı ve
hazcılık”; ‘
Kendini aşma’ temel değeri “hümanizm ve yardımseverlik”
değerlerinden oluşmaktadır.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
56
DEĞER TİPLERİ AÇIKLAMA ALT DEĞERLER
KE
ND
İNİ
GÜ
ÇLE
ND
İRM
E
GÜÇ
Sosyal konum ve prestij, insanlar ve kaynaklar üzerinde denetim veya kontrol gücü
Sosyal güç sahibi olmak, zengin olmak, toplum-daki sosyalgörüntüsünü koruyabilmek, insanlar tarafından benimsenmek, Otorite sahibi olmak
BAŞARI
Sosyal standartları temel alan kişilerin başarı yöntemi
Başarılı olmak, yetkin olmak, hırslıolmak, sözü geçen biri olmak, zekiolmak
HAZCILIK Zevk ve duyguların kişiselödüllendirilmesi
Zevk, hayattan tat almak, Cinsellik, İsteklerine düşkün olmak
DE
ĞİŞ
İME
AÇ
IK-
LIK
UYARILIM
Heyecan, hayata meydan oku-mave yenilik arayışı
Cesur olmak, değişken bir hayat yaşamak, heye-canlı bir yaşantı sahibi olmak
ÖZERKLİK
Bağımsız düşünce ve eylem
tercihi, keşif ve inceleme
Yaratıcı olmak, merak duyabilmek, özgür olmak, kendi amaçlarını seçebilmek, bağımsız olmak, kendine saygısı olmak
KE
ND
İNİ
AŞM
A EVRENSELCİLİK
Anlayışlı, takdir edici ve hoşgö-rülü olma, insanların vetabiatın iyiliğini gözetme
Açık fıkirli olmak, erdemli olmak, toplumsal adalet, eşitlik, barış içinde bir dünya istemek, güzelliklerle dolu bir dünya, doğayla bütünlük içinde olmak, çevreyi korumak, iç uyum
İYİLİKSEVERLİK
Kişisel temas içinde bulunulan kimselerin iyiliğini gözetme,geliş-tirme ve koruma
Yardımsever olmak, dürüst olmak, bağışlayıcı olmak, sadık olmak, sorumluluk sahibi olmak, Gerçek arkadaşlık, olgun sevgi, manevi bir hayat, anlamlı bir haya
M
UH
AFA
ZA
KA
RLI
K
GELENEK
Dinin yada geleneksel kültü-rünbir takım adet ve fıkirlerini kabul etme, bağlanma ve saygı gösterme
Alçak gönüllü olmak, dindar olmak, hayatın bana verdiklerini kabullenmek, geleneklere saygılı olmak, ılımlı olmak, dünyevi işlerden el-ayak çek-mek
UYMA
Toplumsal norm ve beklentilerii-hlal etme, başkalarını rahatsız etme ya da kırma-yaralama gibi fıillere elverişli dürtü ve eğilimler-in sınırlandırılması
Kibar olmak, itaatkâr olmak, anababaya ve yaşlı-lara değer vermek, kendini denetleyebilmek
GÜVENLİK
Toplumun, ilişkilerin ve bireyin kendisinin güvenliği, huzur ve istikrarı
Ulusal güvenlik, toplumsal düzenin sürmesini is-temek, temiz olmak, aile güvenliği, iyiliğe karşılık vermek, bağlılık duygusu, sağlıklı olmak, Mahre-miyet
Ana Grup Değerler, Temel Değer Tipleri, Açıklamalar ve Alt Değerler.
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/383462 alınmıştır.
KUŞAKLAR ARASI DEĞERLERİN FARKLILAŞMASI
Yaş ile temel değer tipleri arasında bir ilişki bulunmaktadır.
• Buna göre genç yaş gruplar özerk, duygu ve düşünceleri
daha fazla vurgulayarak, yeniliklere açık değerleri daha
fazla benimserken,
• Yaş ilerledikçe uyumlu olma, geleneksel kalıpları koruma
ve güvenlik kaygılarını kapsayan ‘muhafazakârlık’ temel
değerine verilen önem artmıştır.
‘Değişime açıklık’ temel değer tipi ile yaş arasında bir
ilişki vardır.
Yaş düştükçe hayata yön veren ilkeler olarak değişime açıklık
(özerklik, yenilikçilik, hazcılık) değerlerini benimseme düzeyi
yükselmektedir.
‘Muhafazakârlık’ temel değer tipi ile yaş arasında bir
ilişki vardır
yaş ilerledikçe ‘muhafazakârlık’ (uyumluluk, geleneksellik,
güvenlik) temel değerini benimseme düzeyi yükselmekte;
yaş düştükçe ‘muhafazakârlık’ (uyumluluk, geleneksellik,
güvenlik) temel değerini benimseme düzeyi düşmektedir.
‘Kendini aşma’ temel değer tipi ile yaş arasında bir ilişki
vardır.
yaş ilerledikçe ‘kendini aşma’ (yardımseverlik ve hümanizm)
temel değerini benimseme düzeyi yükselmekte;
‘Kendini güçlendirme’ temel değer tipi ile yaş arasında
bir ilişki vardır.
yaş düştükçe ‘kendini güçlendirme’ (başarı, güç) temel değer
tipini benimseme düzeyi yükselmektedir.
Peki bu kuşaklar arası değerlerde değişim hangi yönde gerçekleşmektedir?
Değişime Açıklık-Muhafazakârlık Temel Değerleri
Genç kuşakların (3. Kuşak) değer yönelimlerine baktığımızda
“değişime açıklık” bireysel yenilik arayışı, bağımsız düşünme
ve davranma yönelimini içeren “Özerklik” ve “Uyarılım” değer
tiplerine daha fazla önem verdikleri. Yaşlı kuşağa doğru (1.
Kuşak) gidildikçe ‘muhafazakârlık’ temel değerine verilen
önem artmıştır. Yaşlı kuşağın “Güvenlik”, “Uyma” ve “Gele-
nek” değer tiplerinin daha fazla önemsedikleri görülmektedir.
Kendini Aşma-Kendini Güçlendirme Temel Değerleri
Yaşlı kuşak benimsediği Kendini aşma(evrensellik, iyilikse-
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
58
verlik) değerlerine sarılırken, genç kuşak’kendini güçlendir-
me’ temel değerlerine (güç, başarı haz) daha fazla önem
vermektedir.
Gençlerle,ortayaşlılar ve yaşlılar bir arada, barış ve karşılıklı saygı içinde yaşayabilirler mi?
Kuşakların sahip olduğu değer öncelikleri farklıdır. Genç kuşak
(3. Kuşak) için yeni fikirler bulmak ve yaratıcı olmak önemlidir.
Gençler işleri kendine özgü yollarla yapmayı, yaptıklarıyla
ilgili olarak kendi kararlarını almak, özgür olmak ve başka-
larına bağımlı olmamaktan hoşlanırlar. Sonraki kuşaklar (1.
Kuşak ve 2. Kuşak) için ise bağlılık duygusu, saygı gösterme,
geleneklere saygılı olma ve kurallara uyma önemlidir.
Günümüzde artan kentleşme, eğitim ve uzmanlaşmanın eşlik
ettiği yaşam tarzları nedeniyle genç kuşakların kendini ge-
liştirme ve değişime açıklık değerleri daha da önemli hale
gelmiştir. Gençlerin bu değerlerinin yaşlı kuşak tarafından
tehdit olarak görülmemesi hatta desteklenmesi yararlı ola-
caktır (Kağıtçıbaşı,2017). Ancak bunu yaparken de nesiller
boyu biriken değerlerin de yaşlı kuşak tarafından genç ku-
şaklara aktarılması önemlidir.
Aynı sofraya kaşık sallamayanlar birbirleriyle tartışamazlar.
Kuşaklar arasındaki bağ çözülmemesi gerekir. (Thoma,
2011)Sağlıklı, bütünleşmiş bir toplum olmanın yolu sadece
kendini tanıyıp, kabul eden değil, aynı zamanda karşısındakini
de tanıyıp, anlayabilmesinden geçmektedir. Bu gerçekten
hareketle kuşakların sahip oldukları değer önceliklerindeki
farklılığın öze zenginlik kattığını, dolayısı ile kültürün çok
boyutluluk, çok yönlülük kazanmasına katkıda bulunduğunun
kuşaklara aktarılması ve kuşakların birbirlerini farklılıkları
ile birlikte kabul edebilecek olgunlukta yetişmeleri önem
arzetmektedir.
Her kuşağın uzlaşmayı engelleyen önyargılı tutumlardan ve
savunuculuğa neden olan eleştirel bakıştan vazgeçmesi ve
genç kuşağın her zaman yetişkin yardımına ihtiyaç duydu-
ğununbilinmesi oldukça önemlidir.
Keşke her kuşak kendinden önceki kuşaktan görmediği sevgi-
yi, ilgiyi, hoşgörüyü kendinden sonra gelen kuşağa verebilse…
Bize verilenden daha fazlasını verebilmeyi başarabilsek...
*ÜsküdarRehberlikAraştırmaMerkezi
Kaynakça:
KuşakÇatışmasınedirvenasılçözülür?,https://ailevecocuk.net/kusak-catismasi(ET:22.10.2018)
Kağıtçıbaşı,Ç. (2017).Benlikaileve insangelişimi,kültürelpsikolojidekuramveuygulamalar.İstanbul,KoçÜniversitesiYayınları
Morsümbül,Şebnem(2004),DeğerlerinKuşaklarArasıDeğişimi:AnkaraÖrneği.HacettepeÜniversitesiSosyalBilimlerEnstitüsüSosyolojiAnabilimDalı,DoktoraTezi,Ankara.
Thoma,D.(2011).Babalar,Modernbirkahramanlıkhikayesi.(Çeviren:FikretDoğan)İstanbul:İletişimYayınları
Sermiyan,Midyat(Yön.),HükümetKadın,BKMFilm,2012
SENSİZ DİLEĞİM
Hüzün değildir ki aşktan öleyim
Döne döne ah ile yanar yüreğim
Beni bildin ben kendimden gideyim
Vara vara sana gelir mi dileğim
Elinden mey ile tattım şekeri çileyi
Hak der kalbim, dil ikrar ile bendeyi
Sana giden yol üzre eyle isteği
Vara vara sana gelir mi dileğim
Kahraman sabah seninle gece sensiz
Aşk incitir insanı ervah çaresiz
Ne yöne dönsem sağım solumdan habersiz
Vara vara varamadı sana dileğim
*HakkıDemirAİHLTürkDiliveEdebiyatıÖğretmeni
Erkan KAHRAMAN *
60
AHİLİK KÜLTÜRÜMÜZÜN YANSIMASI KARDEŞ OKULLAR PROJELERİ
Millet olarak kadim bir kültürün bir parçası oldu-
ğumuza ne kadar şükretsek azdır. Zira köklü medeni-
yetler çağa damgasını vuracak güzel projeleri hayata
geçirirkengeçmişin ayak izlerini takipten geri durmayıp,
çağın gelişmeleriyle harmanlayarak yeni oluşumlara
kapı aralayabilirler. Bu sayede mazinin güzelliklerini bu
çağa yeni bir vizyonla aktararak toplumlarında barışın,
güzelliğin ve esenliğin taşıyıcı rolünü üstlenebilirler.
Bu yolda atılan bir adım olarak en çok takdir ettiğim
projelerden birisi de hiç şüphesiz Milli Eğitim Bakan-
lığı’nın yürüttüğü“KardeşOkullar” Projeleridir.
Gerek yurt içinde gerekse yurt dışında giderek yaygın-
laşan bu projeler özünde kardeşliği, yardımlaşmayı ve
nice güzellikleri barındırdığı için giderek Türkiye’nin
her okulunda yaygınlaştırılmasının çok faydalı olacağı
kanaatindeyim. Kardeş Okul Projeleri,özünde sosyal
sorumluluk bilincini de taşıdığı için gençlerimizeçok şey
kazandıracaktır. Geçtiğimiz yıl görevlendirme olarak
çalıştığım Hüseyin Avni Sözen Anadolu Lisesi’nde okul
müdürünün “yurtdışıkardeşokulprojelerine” teşvikiyle
başlayan bir süreçte böyle bir çalışmanın içinde bulun-
mak nasib oldu. İçinde bulunmaktan mutluluk duydu-
ğum bu proje gönül verdiğim çok anlamlı bir projedir.
Bu süreçe öncelikle önbir araştırma yapıp, proje
konusu aramayla başladım. Bu konuda çalışmalar yapan
kuruluşlarla iletişime geçtim. Araştırmalarım esnasın-
da Bosna’da dil öğrenmek için birçok okulun üçüncü
yabancı dil olarak Türkçeyi seçtiğini gördüm… Türk
toplumunun kültürel yapısına ve okulumuzun sosyal
yapısına en uygun ülkelerden birinin Bosna olabileceği
kanaatiyle proje fikrimizi müdürümüze açtım ve onun da
teşvikiyle İsmail Gazpıralı’dan mülhem,“Dilde,İşte,Fikir-
de,Sanattabirliktelik” şeklinde Millî Eğitim Bakanlığı’na
okulumuzun yaptığıteklifle hayata geçen bu projede
Sevda DIRAGA CANBAZ *
zamanla birçok arkadaşımız da görev
alarak onların desteğiyle okul geneline
yayıldı. Umarız Üsküdar’dan Bosna’ya
uzanan bir “GönülKöprüsü”olur…
Herkesin bildiği üzere kültürümüzde
çok önemli bir kavram vardır: “Ahilik…”
Bu proje bana tam anlamıyla Ahilik Kül-
türü’nü çağrıştırmaktadır. Zira “Ahi”,
“kardeşim”, demektir. Ahiye “fetâ” da
denir. Fetâ ise aynı zamanda genç, er, yi-
ğit anlamlarına da gelmekte olup, temeli
fütüvvete kadar gider… Doğu toprak-
larında tartıya, alışverişe en çok dikkat
eden ve hakkaniyet ölçüleriyle şöhret
bulanlar onlardır... Ahiler neredeyse bin
yıla yakın İran, Irak, Mısır, Suriye ve
Anadolu’da “ahi birlikleri” kurmuş olup,
bu birlikler çok uzun yıllar yaşayarak
günümüze kadar gelmiştir. Ahilik tarihin
en uzun boylu ve en yaygın kurumla-
rından biri olarak Selçuklulardan baş-
layıp, kökü Horasan’a ve Semerkant’a
kadar uzanır. Kısacası Kardeşleşme
Kültürü, Horasan ve Semerkant’tan
tüm Ortadoğu’ya yayılmıştır. Aynen bir
ağacın dalını, başka bir ağacın dalına
aşılama gibi bir durum olan bu kültür,
topraklarımızda binlerce yıl yaşamış
ve buralara çeşitli yerlerden; uzak bel-
delerden gelip yerleşen insanlar Türk,
Boşnak, Kürt, Laz, Tatar, Çerkez, Acem
ve Azerisiyle, tanışıp kardeşleşmiştir…
Bu sayede ahbap olan insanların bazıları
birbirlerini o kadar sevmişlerdir ki bu
birliktelikleri ahirette de devam ettirmek
istemişlerdir. Böylece kardeşleşme me-
rasimi ile “ahiret kardeşi” olmuşlardır...
Hatta birçoğunuz çocukluğunuzda halk
arasında bu tür kardeşliğin yapıldığına
şahit olmuşsunuzdur… Kan kardeş, süt
kardeş vb… Zorunlu olmayan gönül-
lülük esasına dayanan bu kardeşleşme
merasiminin kaynağı muhabbet…Hatta
bu muhabbet kaynağının Peygamber
Efendimiz’e (s.a.v) kadar uzandığı görü-
lür…. Zira kardeşleşmegeleneğimizinta-
rihi peygamberimizin “Hicret” günlerine
dayandırıldığı görülmektedir. Çünkü Hz.
Peygamberimiz(sav), MekkelilerleMedi-
nelilerikardeşleştirdiği için bu merasim
binlerce yıl devam edip, günümüze ka-
dar gelmiştir. Kardeş olan bu insanlar
tıpkı öz kardeş gibi yardımlaşmışlar,
birbirlerine dostluk ve muhabbet bağla-
rıyla kenetlenerek birbirlerinin yaralarını
sarmışlardır. Bu gelenek ve kardeşlik
duyguları sayesinde, bu memlekette top-
lumsal bağlar binlerce yıl çözülmeden
günümüze gelinmesini sağlamıştır…
Anlaşılan o ki ecdadımız insanla-
rımızı birbiriyle, duayla, meslekle, ai-
leyle, dükkânla öyle içerden ve derin-
den bağlamış ki tüm çabalara rağmen
çözmek bugün de mümkün olmuyor...
Öyle güzel değerler ortaya koymuş-
lardır ki eskimiyor… Bunlar: “eliniaçık
tutacaksın,sofranıaçıktutacaksın,kapını
açık tutacaksın…” Sonra“gözünübağlı
tutacaksın,dilinibağlı tutacaksın,belini
bağlı tutacaksın...” Yani Ahiler sedece
iş hayatında değil, aile hayatlarında da
birtakım ölçülere uymak zorundaydılar.
Kısacası Ahi’nin “eliaçık”,yani“cö-
mert”olacak...“Kapısıaçık”,yani“misafir-
perver”olacak...Sofrasıaçık,yani“evine
açgeleni, tokgönderecek…Gözübağlı”
olacak, yani “başkalarının kusurlarını
görmeyecek.”“Dilibağlı”olacak“kimse-
yikırmayacak”,“belibağlı”olacakyani
“başkalarının hanımlarına ve kızlarına
kötügözlebakmayacak;kardeşbilecek…”
Ayrıca hanımlar için de Ahi Evran’ın
eşi Fatma Bacı güzel nasihatlerde bulun-
muştur: “Eşine, işine, aşına özen göster!”
Bu muazzam düsturlar ise toplumun
temel nüvesi olan aileyi sıkı bağlarla
birbirine bağlayan çok önemli ögeler
olduğu herkesin malumudur…
Niçin ahiliği bu kadar teferruatlı
anlatıyorsunuz diyecek olursanız de-
rim ki Kardeşlik Okulları projesini bir
nevi ahiliğe benzetmekteyim. Toplumun
yapı taşı, harcı gibi kültürleri kaynaştıran
önemli fonksiyonu var. Bu yüzden adeta
ahilik kültürünün bir yansıması olarak
gördüğüm Kardeş Okullar projesini tüm
kalbimle destekliyor ve özellikle de bu
projelerde, Kosova, Bosna, Macaristan,
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
62
Makedonya gibi geçmişte güçlü bağla-
rımız olan devletlerle giderek yaygınlaş-
tırılmasının toplumumuza çok önemli
faydalar sağlayacağını görebiliyorum.
Bu bağlamda sözünü ettiğim Bosna
Ilıca Kardeş Okulumuzla önceleri bir
proje olarak başlayan bu iletişimin, her
iki okulun ziyaretleriyle artarak gelişen
bir dostluğa dönüştüğünü tecrübe et-
mek bizler için mutluluk verici oldu. İlk
yıl tanışma ve karşılıklı misafirliklerle
başlayan bu proje ertesi yıl meyvesini-
kardeş okul dergi projesi olarak verdi.
Her iki okulun da katkılarıyla hazırlanan
ve Türkiye’de bir ilk olan “Uluslararası
ÇokDilliDergiProjemiz“GönülKöprüsü”
yayın hayatına girdi… Dergiyle başlayan
bu sürecin spor müsabakaları, Türkçe
kursları, şiir dinletileri olarak devam
ederek Türkiye’den Bosna’ya uzanan
bir kardeşlik bağı ve “GönülKöprüsü”
olmasını diliyorum. Burada bu vesiley-
le dergi projemizin hayata geçmesinde
gece gündüz hummalı çalışmalarımızda
çevirileri bila bedel yaparak canını dişi-
ne takarak yapan ve onun katkılarıyla
dizgisini ve edisyonunu hazırladığım
dergimizin Boşnakça editörü ve kardeş
okulumuzun Türkçe Öğretmeni Amra
ERDİC’eve yazılarıyla projemize katkı
sağlayan Boşnak ve Türk kıymetli öğ-
renci ve öğretmenlerimize canı gönül-
den teşekkürü bir borç bilirim... Zira en
çok teşekkürü onlar hak etmekte… Zira
insanlara teşekkürü olmayanın vefası
ve şükrü de olamaz.
Bosna’da birçok okulda en az bir
veya iki Türkiye Kardeş Okulu giderek
yaygınlaşıyor. Tarih Öğretmeni olarak
şimdi görev yapmakta olduğum Hakkı
DemirAnadoluİmamHatipLisesi’nin de
Kosova’da bir kardeş okulu bulunmak-
tadır. Okul müdürümüz Sayın Hamdi
KOCAKAYA’nın da böyle güzel projeleri
başlatmak ve devam ettirmek istemesi
takdire şayandır. Tabii bu projemizin ak-
tif olarak hayata geçebilmesi için mali
desteğin oldukça önemli olduğu da
malumunuzdur. Zira kardeş okulların
Türkçe öğrenimine katkısı olacak akıl-
lı tahtaların ve eğitim materyallerinin
alınması, Türkçe kursları mali kaynakla
olabilecek şeyler. Ancak bu durum söz
konusu projeye atılacak okulların gözü-
nü korkutmamalı… İlk adım olarak iki
öğretmen üç öğrenci ile bu projeye adım
atılabiliyor. Bu şekilde küçük grupların
ziyaretiyle başlıyor çoğu kardeş okul bu
yolculuğa ve devamı geliyor… Lakin
söz konusu projelere destek bulamayıp
hayata geçiremezsek, Almanya’nın bu
ülkelerde Almancayı üçüncü yabancı
dil olarak seçtikleri takdirde söz konu-
su eğitim materyallerini ücretsiz olarak
verdiğini ve Almanya’nın Bosna ve Av-
rupa üzerindeki hedeflerini göz önünde
bulundurmak durumundayız. Almanca
yerine Türkçeyi tercih ederek yönünü
bize dönen Boşnak, Makedon, Arna-
vut, Macar vb. kardeşlerimizin bu iyi
niyetlerini boşa çıkarmamak gerektiği
malumunuzdur.
Gelecek yıllarda daha aktif ola-
rak hayata geçeceğini umduğum bu
projenin bir parçası olmak bu hayırlı
projeye hizmet adına en büyük mutlulu-
ğum olacaktır. Söz konusu Kardeş Okul
Projelerinin İlçemizde, İstanbul’da ve
Türkiye genelinde yaygınlaştırılmasının
milletçe sağlanacak çok yönlü faydaları
görmemek mümkün değildir.
Selam ve hürmetlerimle…
*HakkıDemirAnadoluİHL
Uzm.TarihÖğretmeni
DERTLERİMİN SONSUZ GÜZELLİĞİSİN
bir sır kapısı daha üstüme kapandı eylül
sevgilinin adını susmakla geçti ömür
ben senin sol yanında saklı bir hazineydim
sen benim aklımı işgal etmiş bir çete
neden sen kapılardan çevrilmeye başladın
adın eylüldür diye seni hep sustum eylül
çünkü beni dağladın sen de boylu boyunca
şimdi gurbetler bende sılayı ünlemiyor
ben yazdan geliyorum adım ilkbahar eylül
senin dertler hanende yerim ki baş tacıdır
sen de dertlerimin sonsuz güzelliğisin
kime ne benim böyle sevdakâr bakışlarım
kime ne benim böyle delişmen aşıklığım
bir kır türküsü gibi çalınırsın içimde
leyla sende kanadı dilara gölgelerle
n’ola kapılarını açsan sevgili eylül
giderek saltanatın daim olsun be eylül
öyle bir nazeninsin tek başına mevsimsin
sana ömrümü verdim çok dediler haykırdım
saçların çok hoş eylül eteklerin sapsarı
neden seninle erer aşıklarım vuslata
oysa ayrılıksın sen onanmazsın ezelden
benim olsan biçare aşıklığım kapansa
ve ben seninle gitsem ey sonbahar ağyâra
*EğitimciŞair
İsmail AYKANAT *
ÖĞRETMENLER GÜNÜNE ÖZELÖĞRETMEN FİLMLERİ
Deniz SARIBUDAK*
64
SAYGIDEĞER ÖĞRETMENLERİME… ‘’ÖĞRETMEN BİR KANDİLE BENZER, KENDİNİ TÜKETEREK BAŞKALARINA IŞIK VERİR.’’ DERKEN PAOLO RUFFİNİ’NİN, ÖĞRETMENLİĞİ EN GÜZEL ŞEKLİYLE TANIMLAMIŞ OLDUĞUNA İNANIYORUM VE SİNEMASAL EKSENDE YEPYENİ BİR YOLCULUĞA ÇIKARAK ÖĞRETMENLİĞİ, BÜYÜLÜ FENERİN GÖLGESİNDEN AKTARMAYI, BU ÖZEL SAYIDA KENDİME BİR BORÇ BİLİYORUM. SİNEMACILAR, BİR TOPLUMU UYANDIRMANIN YOLUNU EĞİTİM İÇERİKLİ FİLMLERDEN YOLA ÇIKARAK YAPMAKTA ISRARCI OLMUŞLAR. BU BAKIMDAN EN ÇOK ETKİLENDİKLERİ ‘’ÖĞRETMEN’’ MODELİNİ ANA KAHRAMAN OLARAK SUNMAYI DA İHMAL ETMEMİŞLER. BİZ DE ÖĞRETMENLERİMİZE HAKKINI TESLİM ETMEK ÜZERE SİNEMASAL ETKİYE SIĞINDIK VE BUGÜNE DEĞİN EN ETKİLEYİCİ ÖĞRETMENLİK HİKAYELERİNİ BULUP ÇIKARMAYA KARAR VERDİK. İŞTE SİZE SIRA DIŞI DÖRT ÖĞRETMENİN HİKAYESİ:
‘’İngiltere’de sorunlu okullar da var
mıydı?’’ diye düşünmeden edemediği-
miz bu filmde, ana karakterimiz olan
Mark Thackeray, aslında bir mühendistir
ve bir iş bulamamıştır. Mark Thackeray
siyahi ırktandır ve oldukça genç olduğu
gibi fazlasıyla da tecrübesizdir. Mark, is-
tediği gibi bir iş bulamayınca Londra’nın
kenar mahallelerinden birinde, özellikle
davranış anlamında problemli öğrenci-
lerden oluşan bir okulda göreve başlar.
Ancak bir önceki öğretmenin canına
tak ettirmiş olan liseli çılgın gençler,
yeni öğretmenleri Mark’a da kök söktür-
meye kararlıdırlar. Can sıkıcı derecede,
yeni öğretmen Mark’a eziyet eden bu
öğrenciler için gidişatın değişmesi, öğ-
retmenlerinin idealistliğine bağlı olarak
gelişecektir.
Aslında hayattan herhangi bir bek-
lentisi olamayan ama hazıra konmak-
tan da gereksiz bir zevk alan liselilerin
öğrenmek gibi bir derdi de yoktur. Rüz-
garda savrulan yaprak misali savrulup
gitmektedirler ama ne yazık ki nereye
gittiklerinin farkında da değillerdir. Üste-
lik de disiplinsizliklerinin ötesinde saygı
sınırlarının dışına çıkmaktadırlar. Hatta
çoğunun seviyeli olmayan davranışları
vardır. Mark Thackeray, onlardaki so-
rumsuzluğa ve vurdumduymazlığa da-
yanamayacaktır ve onları hizaya getir-
menin bir yolunu bulmaya karar verir.
Derhal yöntemlerini etkili bir biçimde
kullanmaya başlayarak, öğrencilerinde
kalıcı değişiklikler yapmak üzere ka-
rarlar alır. Doğrusu önceden durumun
tespitini yapmıştır bile ve öğrencilerinin
bilgiden çok etik davranış algılarında
eksikleri olduğunu görmüştür. Bunun
üzerine ilk olarak onların davranışların-
daki hataları düzeltmeye dönük yollar
deneyerek işe başlar. Zira onun ama-
cı, öğrencilerine her şeyi ve dahi türlü
bilgiyi öğretmek değil, onlar üzerinde
bir etki yaratarak erdemli ve iyi ahlak
sahibi olmayı öğretmektir.
Böylece işe koyulur ve gençlerle ara-
sında zaman zaman sinir bozucu bir
mücadele başlar. ‘’Disiplin’’ kavramını
yerleştirmek üzere giriştiği yöntemleri
zamanla etkisini göstermeye başlar ve
öğretmenle öğrencileri arasında sarsıl-
maz bir bağ oluşur. Öyle böyle derken
gelişen süreçte Mark’ın öğrencileriyle
geliştirdiği olumlu dil, anlam kazanmaya
başlamıştır. Çünkü onlarla iyi arkadaş
olmayı başarmıştır. Nihayetinde kendi
alanında bir iş teklifi alan Mark’ın bu
teklifi nasıl değerlendireceğini, öğret-
me aşkıyla tutuşmuş öğretmenlerimizin
beklentisine bırakalım.
ÖĞRETMENİME SEVGİLERLEOrijinal Adı: TO SIR WITH LOVE
Yapım Yeri ve Yılı: İngiltere-1967
Yönetmen: James Clavell
Senaryo: James Clavell
Oyuncular: Sidney Poitier, Suzy Kendall, Judy Geeson, Chiristian Roberts, Faith Brook.
Sinemanın idol oyuncularından
Meryl Streep’in eşsiz performansıyla
hayat bulan, Müzik Öğretmeni Rober-
ta karakterinin, gerçek yaşam öyküsü-
nün beyaz perdeye uyarlaması benim
ehemmiyet verdiğim bir film oldu. Öğ-
retmenliği anlatan filmler içerisinde ön
plana çıkmasında, kuşkusuz, Streep’in
oyunculuk yeteneği var. Son derece
gerçekçi, samimi ve hakkını vererek
canlandırdığı Roberta’yı, gerçek hayatta
olsa olsa ancak bu kadar kendisi olarak
görebilirdik. Işığı, bilgisi ve donanımıyla
öğrencileri için bir ilham kaynağı olan
öğretmenimiz, zihinlerimize ziyadesiyle
kazınacak, bilelim.
Kocası tarafından terk edilen Rober-
ta, iki oğluyla birlikte yaşadığı yerden
ayrılarak ve kendine bir iş bulmak üzere
Harlem’e gelir. Özel hayatında başına sü-
rekli olumsuzluklar gelen Roberta, aynı
zamanda maddi olarak da yıpranmıştır
ve bir işe ihtiyacı vardır. Harlem’deki
okullardan biriyle anlaşarak göreve
başlar. Ancak onun öğretebileceği tek
bir şey vardır, o da viyolin çalmak. Ba-
zılarınızın ‘’Viyolin mi?’’ dediğini duyar
gibiyim. Öyle ya, bu o kadar kolay bir
iş değildir. Hem de Harlem’de! Zaten
kendisine pek inanmazlar. Ancak o her
ne kadar özel hayatında başarısızlıklar
yaşıyor olsa da işinde son derece ça-
lışkan ve idealist bir öğretmendir. Çok
içten bağlı olduğu müziği, yapamaz
diye düşünülen kendi gibi yalnızlaşmış
öğrencilerine öğretmeye kararlıdır ve
türlü engellerle karşılaşsa da amacına
ulaşmak üzere her yolu deneyecektir.
Bazan, öğrencilerine ‘’Çok kötüsünüz,
berbatsınız!’’ dese de niyeti onları kam-
çılamaktır. Böylece mutsuz yaşantısının
gergin yüzünü, aşık olduğu müziğin eşsiz
tınılarıyla temizleyerek öğrencileriyle
birlikte rengarenk melodilerle boyar.
Onları kendilerine inandırır ve müziği
hissetmelerine önderlik eder. Etrafında
sadece kendisine ait sorunlar yoktur.
Aynı zamanda ona inanmayan kişiler,
önüne bent olan sistem, kendisinden
haz etmeyen kıskanç arkadaşlar çıksa
da o, bütün huzuru öğrencilerine olan
inancıyla aşacaktır.
Bir gün viyolin çalmanın gereksiz-
liği ve çok daha önemli dersler olduğu
gerekçesiyle verdiği ders kaldırılmak
istenir. Bunun üzerine yine mücadele
eder. Çünkü Roberta Öğretmen; ısrarcı,
sınır tanımaz ve sıra dışı bir öğretmendir.
Onu yıldırmak ve vazgeçirmek kolay
olmayacaktır.
Roberta’nın hayatında, ışığını yansıta-
rak ilham kaynağı olduğu öğrencilerinin
muhteşem gelişimleriyle birlikte bazı
şeyler de yoluna girmeye başlar. Ve
gittikçe amacı ona daha çok yaklaşır.
Tıpkı kendine inanmaya başlayan öğ-
rencileri gibi. Böylece filmde, hem eşsiz
bir müzik ziyafetine konuk oluruz hem
de öğretmenliğin sınırları nasıl zorlaya-
bilecek güçte kutsallık arz ettiğine tanık
oluruz. Roberta Öğretmen’in hikayesi
öyle kolay kolay belleklerden silincecek
bir film değil. Her daim hatırlanacak
güzel bir öğretmenlik filmi izlemenin
hakkımız olduğunu düşünüyorum.
ELLİ CESUR KEMANCIOriginal Adı: MUSİC OF THE HEART
Yapım Yeri ve Yılı: ABD-1999
Yönetmen: Wes Craven
Senaryo: Pamela Gray
Oyuncular: Meryl Streep, Aidan Quinn, Angela Bassett, Cloris Leachman ve Gloria Estefan.
‘’Öğretmenin 55 Altın Kuralı’’ adında
bir kitap duymuşsanız, filmimizin kah-
ramanının da gerçek hayatta var olan
Ron Clark adındaki özel bir öğretmen
olduğunu da bilirsiniz. İşte film, bu
öğretmenin öğretmenlik hayatının bir
kesitinden uyarlamadır.
Ron Clark, ABD’nin saygın kentlerin-
den birinde, anne ve babasıyla birlikte
kaliteli bir ortamda yaşamaktadır. 1994
yılında geçici olarak göreve başladığı
bir ilköğretim okulunda dört sene ça-
lıştıktan sonra sıra dışı bir karar alarak,
kendine yeni bir ufuk açmaya karar ver-
miştir. Ailesine New York’a gideceğini
söylediğinde herkes ona karşı çıkar ve
kendisi için endişelenir. Doğrusu bu-
lunduğu okulunda da çok rahattır ve
sevilen bir öğretmendir. Ancak bu rahat-
lık onun öğretmenlik güdüsünü tatmin
etmez ve onu bir serüvene sürükler. Yola
çıkmadan evvel, kendisine karşı çıkan
ailesine, şu unutulmaz sözleri söyler:
‘’Öğrencilerime her yıl amaçlarını ger-
çekleştirmek için bir şeyler yapmalarını
söylüyorum. Büyük düşünüp risk alın,
diyorum. Artık kendime kulak verme
zamanım geldi.’’ Böylece New York’un
Harlem bölgesinde kendini bulur. Üs-
telik hiçbir öğretmenin tutunamadığı,
her gelenin ertesi gün olmazsa en geç
bir ay içinde terk ettiği bir okul bulur.
Kendisine böyle bir okulda görev yap-
mak istediğinden emin olup olmadığını
soran okul müdürüne ‘’Evet!’’ der ve
onu şaşırtır. İşte bütün problemli öğ-
renci tipinin, aynı anda yer aldığı korku
türünün sınırlarına ulaşacak derecede
gerilim dolu- sınıfta yeni görevine başlar.
Başlangıçta içindeki azim, sevgi ve öğ-
retme ışığıyla hareket eden Ron Clark,
gösterdiği tüm çaba karşısında kendi-
sine inatla tepki koyan öğrencilere bir
ara dayanamaz. Ortamı değiştirmeye
ve öğretmeye uğraştıkça 11-12 yaşın-
daki çocuklar, korkunç canavarlar gibi
davranmaktadırlar. Bir tanesi özellikle
liderlik vasıflarıyla öne çıkan kız öğrenci
Sheimla’dır ve arkadaşlarını yönlendir-
mekte de üstüne yoktur. Esasen bu ço-
cuklar, yaşamın en tehlikeli koylarında
gezen, yarışı baştan kaybetmiş ve bu
bakımdan da kaybolmuş çocuklardır.
Maddi olanaksızlıklar yetmezmiş gibi
üstüne ailevi sorunları da vardır. Kimi
üvey babasından dayak yerken kimi de
küçük kardeşlerine bakmak zorunda
kalanlardır. Kesinlikle kendilerini ba-
şarı yolculuğuna çıkabilecek adaylar
olarak görmemektedirler ve buna karşı
da küçümseme davranışı gösterirler. Ta
ki öğretmenleri Ron Clark, gelene ka-
dar…
Ron Clark, bu onulmaz sınıf karşı-
sında tam pes ettiği anda, New York’ta
tanıştığı, tam da bu çocuklar gibi büyü-
müş bir arkadaşının yönlendirmesiyle
kararını değiştirip yeniden mücadele
edecektir. Çünkü o, Ron’a, ‘’Onların sana
ihtiyacı var.’’ demiştir. Hakikaten çocuk-
ların, böyle bir öğretmene ihtiyaçlarının
olduğu zamanla ortaya çıkacaktır. Ron
Clark; son derece aktif, yerinde durama-
yan, hasta olsa bile yeri gelip kamera
çekimleriyle dersi anlatan, öğrencilerin
ruhuna ulaşmak için onların önce aile
ortamlarına ulaşan, dersleri anlatırken
yepyeni yöntemler uygulayan ve hatta
çocukların en sevdiği şarkıları, oyunlu
ve müzikli bir derse dönüştüren, oldukça
ilginç bir öğretmendir. Hani şu kopya-
lanıp yapıştırılması gerekenlerden…
Zamanla Ron ve öğrencileri bu büyük
mücadelenin bir eseri olarak bütünleşir-
ler, dost olurlar. Onların kalbini öylesine
kazanır ki ortada, aşılamayacak hiçbir
engel olmadığı da ortaya çıkar. Çocuklar
kendilerine ve başarıya inanırlar. Niha-
yet öğrenmenin keyifli yolculuğunda,
kendilerini bulurlar.
RON CLARK’IN HİKAYESİ/ZAFER BENİMOrijinal Adı: RON CLARK’S STORY
Yapım Yeri ve Yılı: ABD-2006
Yönetmen: Randa Haines
Ödüller ve Adaylıklar: Primetime Emmy Bir Mini Dizi veya TV Filminde En İyi Erkek Başrol Oyuncusu Ödülü,
Senaryo: Annie DeYoung, Max Enscoe
Oyuncular: Matthew Perry, Ernie Hudson, Melissa De Sousa, Brandon Smith, Hannah Hodson…
‘’Müziği sadece duymak yetmez,
hissetmek de gerekir.’’
Öğretmenliği ve öğretmeni ele alan
filmler arasında özel bir yeri olan Mr
Hollan’s Opus, Bay Opus’un klasik mü-
ziği sevdirmeye çalıştığı güzel filmler-
den birisidir. Yine gerçek bir hayattan
uyarlama olan bu filmin dram yönünün
de dikkate değer olduğunu söylemek
isterim. Bethoven’dan bir müzik ziyafeti
de cabası.
Bu defa davranış problemi olan bir
okulda değiliz. Bilinçli ailelerin veli-
si olduğu, öğrenmeye istekli saygın
okullardan biri Grand Lisesi’ndeyiz.
Öğretmenimiz Bay Opus aslında bir
müzisyendir ve bu okulda öğretmenlik
yapmaya başlar. İlk gün Okul Müdürü ile
arasında geçen diyalogda, aslında öğret-
menlik belgesini işsiz kalmamak adına
aldığını söylediğinde, Müdüre Hanım
buna karşı çıkar ve öğretmenliğin sev-
giyle yapılacak bir iş olduğunu hatırlatır.
Bay Opus, müziğin her türünü duyum-
samaya yatkın yetenekli bir öğretmendir.
Ancak karşısında yeterince duyarlı bir
grup olmadığını fark edecektir. Üstelik
okulda kuralcılık ve disiplin hakimdir.
Bay Opus, bu ortamda öğrencilerine
öncelikle müziğe karşı duyarlılık değil
hayranlık oluşturmak ister ve ortamı
renklendirmeye çabalar. Bu süreçte, kar-
şısına yetenekli olmadığı halde uğraşan
bir kız öğrenci çıkar ve ne yazık ki bir
yol katedemez. Bay Opus, ona destek
vermeye ve ailesinin yüksek beklentileri
olduğu için baskı altında kalan bu kız
öğrencisine yardımcı olmaya çalışır. Bu
epey bir zaman alacaktır. Çünkü her-
kesin her konuda yeteneği olmayabilir.
Bunu aileye anlatabilmesi ger-ekmek-
tedir.
Bay Opus’un bir de sorunu vardır.
Kendisi çok iyi bir müzisyen, etkileyi-
ci, ilham veren bir öğretmen olmasına
rağmen, küçük oğlunun işitme problemi
olduğu ve hiçbir şey duyamadığı ortaya
çıkar. Öğretmenliği her zaman ailesin-
den daha ağır basan Bay Opus, onları
zaman zaman ihmal eder ve böylece
oğlu ile küçük çatışmalar da yaşaya-
caktır. Bunlar yeterince sorun olurken,
Bay Opus’un müziği önemsiz gören
sistem karşısında da mücadele etmesi
gerekecektir. Tüm bu özel noktalarıyla,
gerçekçi bir bakış açısıyla beyaz perdeye
uyarlanmış olan bu yaşam öyküsel bu
film, öğretmenliği anlattığı gibi, onun
kendi hayat yolculuğunda karşısına çı-
kan özel sorunları ve engelleri de ele
alıyor ve oldukça duygusal bir anlatımla
ruha dokunuyor. Özellikle öğretmen bir
baba ile duyma yeteneği eksik kalmış;
fakat aslında özel bir çocuk olan oğluy-
la arasındaki ilişkinin de sorgulandığını
görüyoruz.
İşte bu dört özel filmi, yılın soğuk
ve mat mevsimi kasımda, öğretmenle-
rimizin içini ısıtsın ve yaptıkları işin ne
kadar özel olduğunu bir kez de büyülü
fener aracılığıyla görsün istedik. Böy-
lece kendilerine bir Öğretmenler Günü
hediyesi vermeyi düşündük.
Tüm hayatları kendini eritirken etrafı
aydınlatmakla geçen sevgili öğretmen-
lerimize…
*MilliEğitimVakfıOrtaokuluTürkçeÖğretmeni
SEVGİLİ ÖĞRETMENİM-MR HOLLAND’S OPUSOrijinal Adı: Mr Holland’s Opus
Yapım Yeri ve Yılı: ABD-1995
Yönetmen: Stephen Herek
Senaryo: Patrick Sheane Duncan
Oyuncular: Glenne Headly, Jay Thomas, Richard Dreyfuss, Stephen Herek
KALEMİ BIRAKMA
Günlerdir hazırlamam gereken proje üzerinde ça-
lışıyordum. Fakat bir yere gelince tıkanıp kalıyordum.
Bir türlü sonuca varamıyordum. Pes etmek vazgeçmek
üzereydim. Kalemim elimde donuk bir şekilde duruyor-
ken içimden kalemi fırlatmak ve “yapamıyorum işte!”
diye bağırmak geldi.
Sonra birden aklıma on iki yıl önce yaşadığım olay
geldi yüzümde bir tebessüm oluştu.
Yıl 2007 İlkokula başladığım sene… Okulun ilk günü
kocaman cüsselli gölgesi altında soluklanacağım, bilgi-
siyle bilgilendiğimi öğrendiğim, öğretmenimi gördüm.
Bana huzur ve güven verdi.
Minicik ellerim, kalem tutmayı bile bilmiyordum
daha küçüktüm okula başlayalı iki hafta olmuştu öğ-
retmenimiz bize kalem tutmayı öğretiyordu ama ben
bir türlü tutamıyordum. Parmaklarım çok acıyordu evet
bir yerde yanlış yapıyordum. Daha sonra zil çaldı ve
bütün çocuklar bağıra bağıra dışarı çıktı. Bense sıramda
oturmuş hala kalem tutmaya çalışıyordum yapamı-
yordum ve kalemi fırlatıp attım, ağlamaya başladım.
Öğretmenim yanıma geldi, ilk önce kalemimi yerden alıp
elime tutuşturdu sonra şafkatli elleriyle gözyaşımı sildi
“Bak kalem böyle tutulur, çok bastırırsan parmakların
acır” dedi. Daha sonra bana döndü ve şöyle söyledi
“ Kalemini bir daha fırlatma, canını ne kadar acıtırsa
acıtsın denemeye devam et denedikçe de ne kadar güzel
kalem tutuğunu ve çok güzel yazı yazacağını göreceksin
ama hiçbir zaman pes etmeyeceksin anlaştık mı? “ dedi.
Kafamı salladım ne demek istediğini az çok anlamıştım
ama tam kavrayamamıştım daha sonra öğretmenimin
dediği gibi yapmaya başladım hatalarım oldu ama pes
etmeden doğruyu bulmaya çalıştım hep ve o yoldan
ilerledim.
Çoğu zaman yoruldum, sıkıldım pes etmeye karar
verdiğim günler bile oldu ama yolum daha çok uzundu
ve o yolda benim önderim vardı onun gittiği yoldan
gitmem gerekirdi ve gittim de. Karanlığa düşmedim
hiç çünkü benim güneşim beni hep aydınlattı, beni hiç
ışıksız bırakmadı. Sıcaklığıyla kışımı yaza çevirdi.
Öğretmen… Basit ama bir o kadar da zorlu bir keli-
medir öğretmen. Bildiklerini aktarmak hiç yorulmadan
gecesini gündüzüne katan pes etmemeyi öğreten öğret-
men… Bizlerse toprağa atılan tomurcuklar gibiydik. Ya
büyüyecek ya da çürüyüp gidecektik, güneşimiz gelirse
suyumuz verilirse en önemlisi de sevgi esirgenmeyip
elimizden tutulursa bir fidan hatta ağaç olacaktık.
Öğretmenim bana pes etmemeyi öğretti güçlü ol-
mayı ve hedeflerime ulaşmayı hayallerimin peşinde
koşmayı benim gölgemi değil de gölgemin beni takip
etmesi gerektiğini öğretti.
Ne zaman bir işten pes etmeye kalksam aklıma hep
bu anım gelir ve beni kamçılayan. İşime, hedeflerime,
hayallerime ulaşmamın başladığım yoldan geri dönme-
memin sebebi iyi ki var olmuş hayatımda diyebildiğim
insan.
Ve kalemimi elime alıp projemi tamamlamaya devam
ettim.
*CumhuriyetMeslekiveTeknikAnadoluLisesi12-C
Di lan ORTASAÇ *
70
SELÂHADDÎN İÇLİ VE TÜRK MÜZİĞİ Mehmet Cemâl ÖZTÜRK *
Merhûm Dr. Selâhaddîn İçli, 1923’te Beşiktaş’ta doğdu.
Babası İbrahim Bey, annesi Zekiye hanımdır. 1949’da İstanbul
Tıp Fakültesi’nin bitirerek 1981’e kadar tabip olarak çalıştı.
İstanbul Devlet Türk Musıkisi Konservatuarı’na öğretim
görevlisi oldu. Kendisine1998 yılında “Devlet Sanatçısı” un-
vânı verildi. Türkiye’nin en önemli şarkı bestekârlarındandı. 1Şerif İçli ve Selahattin Pınar’dan feyz alan Selahattin İçli şu
hatırasını nakleder: “Babam İbrahim İçli 12 yaşımda iken
“Gel efendi. Ben söylüyorum, sen söylüyorsun ama...” dedi
ve bana usûlleri ve makamların inceliklerini öğretti”2 .
2006 yılında aramızdan ayrılsa da “Zeytin gözlüm sana
meylim nedendir?”, “Hüzün zaman zaman deli dalgalarla
gelir”, “Bir destan dolaşır Bolu dağını” gibi 200’e yakın bestesi
ile kulak ve ruhumuza, 400 kadar makalesi ile de mûsıki
kültürümüze hitâb etmeğe devam edecek. Rûhu şâd olsun.
Merhum İçli’yi 1990’lı yıllarda bir vesile ile İTÜ Türk Mü-
ziği Konservatuar’ında ziyaret ederek tanışma bahtiyarlığına
kavuşmuştum. O ziyâretimde Alâaddîn Yavaşça ve merhum
Bekir Sıdkı Sezgin üstadlarla da tanışmıştım. Merhûm İçli,
o ilk ve tek seferlik görüşmemizde öğretmen olduğum için
bestelemiş olduğu okul şarkılarından bahsederek bazılarının
notalarını takdim etmişti. Bu şarkıların güfte ve besteleri
kendi musikimizden motifler taşımaktaydı. Ve çocuklarımızın
bu tip musıki ile yetişmesini arzu ettiğinden bu notaları bana
vermişti. Ben de bu notaları bazı arkadaşlarıma iletmiştim.
Mekteb-i Üsküdar dergimize bir yazı yazmam mevzu-ı bahs
olunca bana emânet ettiği ve şimdiye kadar neşredilen ça-
lışmalarda az rastlanan notalarını neşrederek bu konuyu ele
almak istedim. Umarım ilgiye mazhar olur.
“Selahattin İçli’nin Çocuk Şarkıları; Besteci, klasik
musiki mensuplarınca neredeyse hiç üzerine düşülmemiş
olan çocuk şarkıları türüne çok önem vermiştir. Çocukların
kendi dil ve müziklerini doğru bir şekilde öğrenebilecekleri,
kendilerine ait şarkıları olması gerektiğini çeşitli yazı-makale
ve konuşmalarında da belirterek 23 çocuk şarkısı bestelemiştir.
Onun düşüncesine göre, Türk çocuğu, batı çocuk şarkılarını
Türkçe’ye çevirmek ya da klasik batı müziği eserleri üzerine
Türkçe söz yazmak suretiyle elde edilen şarkıları okumak
yerine, Türk Müziği makam ve motifleriyle bestelenmiş,
çocuklara ait eserleri okumalıdır”3 . Bir ropörtajında; “Bir
toplumu yok edebilmek için en önemli iki silah, dilini ve
müziğini bozmaktır. Bugün gerek dilimiz, gerek de müziği-
miz bir çöküş dönemi yaşamaktadır. Türk Musikisi Devlet
Konservatuvarı’nı açabilmek için elli sene uğraştık4. Doğru
dürüst eğitimi yapılmayan bir sanatın bugün geldiği seviyeye
hiç şaşırmamalıyız. 1976’da kurulan konservatuvar, 1982’de
İ.T.Ü.’ye bağlanarak ilmin hür ortamına tevdii edilmiştir. Bu
müesseseden ve bunun gibi kurulacak konservatuvarlardan
yetişenlerle de inşallah Türk müziği hakiki ve üstün değerlerine
erişecektir”5 , demiştir. Sanatçının, 1990 yılında neşredilen
“Türk Müziği Çocuk Şarkıları I-II” kitapçığında iki eseri6
,1997’de neşredilen, “50. Sanat Yılında Selahattin İçli ve
Besteleri”, isimli eserde ise bütün eserleri mevcuttur.
*UzmanÖğretmen
1. M.NûriYardım,MûsikiSemâsındaBirYıldız,Selâhaddînİçli,KubbealtıA.Mecmuası,c.36(141),s.86-88,İst,2007
2. http://www.arsiv2007.musikidergisi.net/?p=234
3. http://www.arsiv2007.musikidergisi.net/?p=234
4. 1914’teİstanbulŞehremaneti’ncekurulanDârü’l-Elhân,1916’dakapanmıştır.1923’te tekrar açılmışsa da 1926’da kapatılmış. 1940’ta TürkMusikisi İcraHeyetikurularakmusikiicrasıdevametmiş.Ancakyüksekeğitim1975’teTürkMüziği Konservatuar’ının kurulmasıyla başlamıştır. (http://osmanlimuzigi.istanbul.edu.tr/?p=6378)
5. (http://www.turkishmusicportal.org,)
6. https://ailetoplum.aile.gov.tr/uploads/pages/indirilebilir-yayinlar/3-cocuk-sar-kilari-i-ii.pdf,
7. http://bizdenezgiler.com/#!/album/turk_sanat_muzigi_cocuk_sarkilari,
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
72
TANPINAR’A NASIL KÜSTÜM? TANPINAR İLE NASIL BARIŞTIM
Sevgili Tanpınar,
Aynı zaman diliminde yaşasaydık muhtemelen eser-
lerini okumasını beklediğin ama seni küçümseyen o
on-on beş kişinin arasında yer almayacaktım. Hakkı-
nızda bir yazı yazsam bile “Kim bu münasebetsiz?”
deyip geçecektiniz en fazla. Şimdi bu münasebetsizli-
ğimi katmerlendirmek için olsa gerek doğumumdan
on sene önce doğmuş bir yazara, şimdilerde geride
kaldığı yaygın bir kabul gören bir iletişim biçimiyle bir
mektupla ulaşmaya çalışıyorum.
Kimi zaman yazdıklarınızı okumadan bir gün geçir-
medim kimi zaman da yazdıklarınızı yok saymaya cüret
ettim. Her iki zıt durumda da bir şekilde zihnimde yer
ettiniz. Berjer bir koltukta oturdunuz ve bazen kedinizi
sevdiniz bazen de bakışlarınızı Valery’nin bir kitabının
sayfaları üzerinde gezdirdiniz.
Huzur’u kitapçıdan aldığım günü hatırlıyorum da…
1990’lı yıllarda Ankara’da bir kitapçının rafında gördüm
bu baskıyı. Ancak bir tuhaflık vardı. Tercüman 1001
Temel Eser arasında çıkmış nüshaydı bu. O tarihten
yaklaşık 20 yıl önce yayınlanmış ve o seride yayınlan-
dığını gördüğüm diğer kitaplardan farklı olarak kırmızı
ciltli bu kitabı bir sahafta değil o senenin kitapları-
nın doldurduğu rafta yalnız başına bekleyen bu eski
baskıyı önce nedense almadım. O hafta boyunca ve
sonraki bir-iki hafta içinde hemen her gün gelip rafta
hala duruyor mu diye baktım ve sayfalarını karıştırdım
kitabın. Sonra da kitabı daha önce tekrar tekrar rafına
geri koymam kadar nedensizce alıverdim. O cildinde
bir rutubetin izlerini gördüğüm kırmızı ciltli Huzur’u
okuyunca kendi adıma Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü
daha çok sevdiğimi farketsem de zihnimdeki Tanpınar
imgesi, hep o rafta bekleyen hali ile Huzur oldu.
Trenle Ankara’dan İzmit’e giderken okudum hikâ-
yelerinizi. “Bir Yol”u okurken kitabı bir kenara bıra-
kıp hangi sapağın hikâyenizde anlatılana benzediğini
hayal etmeye başladım. O günden sonra ne zaman
tren yolculuğu yapsam o “Bir Yol”u görmeye çalıştım
tuhaf bir şekilde. Belki de gördüm bilemiyorum. O
kadar çok sapağa yakıştırdım ki “Bir Yol”u hangisinin
anlatılan sapak olduğundan emin değilim. Bunun bir
anlamı olduğunu da sanmıyorum. O sapağı bulmaya
çalışmak benim için sizin baktığınız bir yere bakmak,
dolaylı bir şekilde sizinle göz göze gelmek gibiydi.
İşleri daha da karıştıracak bir detay daha var lakin.
Sizin bir hikâye metninizde böylesi bir gerçeklik payı
arayan ben yaşadığınız Narmanlı Han’ın önünden onca
geçmiş olmama rağmen bir kez bile odanıza bakmadım.
O bir gerçeklikti ve ben o gerçekliğin şimdiki halini
görmeye cesaret edemedim. Mesela yine aynı sebeple
Suav i Kemal YAZGIÇ *
hatıralarınız ve mektuplarınız ise beni hep korkuttu. Hep
erteledim onları okumayı. Oysa Cemil Meriç’in Jurnal’ini,
Lamia Hanım’a mektuplarını okurken bu çekingenliğimden
eser bile yoktu.
Mektuplarda ve hatıratta karşılaşacağım Tanpınar’ın
hikâyeleri, romanları, denemeleri yahut şiirlerini okumama
engel olacağı gibi bir batıl itikadım vardı çünkü.
Hâlbuki “Bir Yol” kurguydu ve onu arıyor olmam zihnim-
deki Tanpınar imgesini daha pekiştiren bir fiildi. Zihnimdeki
Tanpınar imgesi ile gerçek Tanpınar arasındaki makas açıklığı
ise bu yazının nirengi noktasını teşkil ediyor.
Tanpınar muhabbetim bir noktada hayal kırıklığına dönüş-
tü ne yazık ki. Zira 27 Mayıs darbesiyle ilgili yazdığı cümleler
o edebi zarafetinden çok uzaktı. Basit bir darbe destekçisi
değildiniz çünkü. İdam cezasını bile yetersiz buluyor ve “din
kitaplarının cehennemi”ni istiyordunuz. Alıntı yapmaktan
bile hicap ettiğim o cümleler o günlerde darbecilerin ilan
ettiği 2. Cumhuriyet’te bir milletvekilliği kapma ihtirasın-
dan kaynaklanıyordu belki de. Yahut darbe sonrası olası bir
tasfiyeden korunmaya çalışıyordunuz. Bilemiyorum. Ancak
şu açıktı ki darbecilere sahip çıkarken milleti de adaleti de
dışlayan bir bakışınız vardı. Bir işkence aracı gibiydi o üsluplu
cümleleriniz.
Oysa 1 Mart 1946’da Ülkü’de yayınlanan Maraşlıların
Bayramı başlıklı yazınızda milletvekili olarak temsil ettiğiniz
Maraş hakkında kurduğunuz “Daha ilk görüşte bu şehirde
misyoner aydına ve söze hiç ihtiyaç olmadığını anladım.”
cümlesinin bütün memleket sathında geçerli olduğunun far-
kında olsaydınız daha insaflı cümleler kurmaya çalışırdınız
belki.
İşte o zaman küstüm size. Yıllarca kitaplarınızı elime,
adınızı ağzıma almadım. Yine de zihnimdeydiniz. Yıllarca
Tanpınar okumuş olduğum gerçeğini de silip atamazdım ya.
Bu manasız küslüğü Orhan Okay’ın “Bir Hülya Adamı-
nın Romanı” adlı kitabı bitirdi. Birden Tanpınar’ın kendisine
değil zihnimde inşa ettiğim imgesine küstüğümü farkettim.
O mükemmel aynadaki yansımanın benim hoşuma gidecek
şekilde tasarlanmış bir serap olduğu gerçeği ile yüzleşmem
hoşuma gitmemişti. Küsmüştüm çünkü yanlış tanımış olmayı
gururuma yedirememiştim. Size küsmem aslında sizinle ilgili
bile değildi. Kendi içimde yarım bıraktığım bir hesaplaşma-
nın faturasını size keserek “kolay” bir çözüm bulmuştum
kendime. Her kestirme yol gibi bu da sonradan sarpa sardı,
işler beklediğim gibi gitmedi ve uzun yolun daha salim yol
olduğunu farkettiğimde kestirme yoldan kurtulmak için çok
daha fazla emek sarfetmek zorunda kaldım.
Sonra ne mi oldu? Barıştım sizinle. Rahmetli annemin
söylediği gibi gerçekleşti bu barışma. “Aylak küsen aylak
barışır.” demişti rahmetli anneciğim. Böylece doğumumdan
10 yıl önce vefat eden bir yazarla önce tanışmış ve muhab-
bet kurmuş, sonra da küsmüş ve her nasılsa sonra yeniden
barışmış oldum. Bir cümlede özetlediğim bu hikâye benim
ömrümün neredeyse yarısına denkti ancak. Yirmi küsur yıl
süren bu macera elbette bitmiş ve son nokta da konmuş değil.
Daha önce okumadığım metinleriniz art arda yayınlanıyor
ve tekrar tekrar okunmayı bekleyen metinlerinizi de dâhil
edersem son nokta diye bir şeyin olmadığını rahatlıkla söy-
leyebilirim. Şimdi zihnimdeki Tanpınar ile edebiyat tarihinde
yer alan gerçek Tanpınar arasında kabul edilebilir bir fark
kaldığını zannediyorum. Tıpkı sizinle tanışmam ve küsmemin
sizi ilgilendirmediği gibi barışmamın da sizi ilgilendirmedi-
ğinin farkındayım. Ancak bazı farkındalıklar bazı duygulara
ve düşüncelere büsbütün engel olamıyor işte. Okuduğum ilk
kitaptan beri kitaplardan ziyade yazarları okuyan, yazarları
seven, yazarlarla küsen ve barışan biriyim ne de olsa. Bu da
benim yanlışım olsun ne yapayım?
Sizi siz olarak kabullenmem çok vaktimi aldı. Hayatta
olmadığınızı, değişmenizin imkânı kalmadığını, zihnimde sizi
değiştirmeme de gerek olmadığını sizi “kendi şahsiyetiniz-
le” okumaya devam edebileceğimi, daha doğrusu etmem
gerektiğini anlamam çok zor oldu. Bunda merhum Orhan
Okay’ın emeğinin de çok büyük bir payı olduğunu söylemem
gerek.
Kıymetli Tanpınar,
Böyle bir mektup hangi cümle ile sona erdirilir emin de-
ğilim. Mesela “Sağlıcakla kal” çok saçma duruyor değil mi?
Belli mi olur bir gün cesaretimi toplarım, Aşiyan Mezarlığı’na
gelirim. Böylece sizi ve komşularınızı da ziyaret ederim.
Belki de en doğrusu mektubu böylece yarım bırakmış
olmak.
Hatta yarım bir cümle ile...
*Yazar
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
74
ÖĞRETMENİN DİLİNDEN
Uzun bir yolculuk gibidir öğretmenlik. Yola çıkarken
yön vereceğimizi zannettiğimiz her güzergâhta aslında
bize yön verecek nice sürprizlerle dolu, yol ayrımları ve
yol arkadaşları ile bitmez bir devinimin mesleki adıdır.
Uzun bir lisans döneminin ardından iyi bir pedagojik
formasyondan geçen hemen her aday kendisini mesleki
anlamda öğretmenliğe hazır hisseder. Geriye aşılması
gereken tek engel sınavdır ve onu da geçtiğimiz takdirde
artık bizler yurdun her yerinde bu mesleği icra edebilir
ve bizlere sunulan müfredatı öğrencilerimize birer birer
anlatabiliriz. Çünkü yolculuk böyle başlar ve biz bütün
hazırlıkları tamamlar, rotayı belirler ve menzile doğru
yol alırız. Oysa yolun da bir hesabı olduğunu unuturuz.
Çünkü yolda kalmanın, kara, tipiye tutulmanın, bazen
de güneşe ve gökkuşağına şahit olmanın, hatta yolda
olmanın da en az varmak kadar yolculuğa dâhil oldu-
ğunu tecrübe etmemişizdir henüz.
İşte bu yüzden uzun bir serüvenin adıdır öğretmen-
lik...
-Diyarbakır/Çınar’da sınıf öğretmenliği yapan Derya için öğretmenlik:
“Her gün çıkmaz sokaklara girip yeni patikalar keşfet-
mektir. Öğrencilerime sağı ve solu öğretirken, kalbi-
nin sağda olduğunu anne babasından bile önce fark
etmektir. Her öğrencide aynı potansiyeli çıkarmak için
eğitim vermeye çalışırken hepsinin bambaşka bir dünya
olduğuna ikna olmaktır.”
Çünkü farkındalığın adıdır öğretmenlik…
-Üsküdar Özel Eğitim/Zihinsel Engelliler oku-lunda çalışan Nuray için öğretmenlik:
“Adanmanın kendisidir. Eskiden düşünürdüm benden
anne olur mu diye. Öğretmenliğe başlayınca anladım
ki benden anne de olurmuş baba da. Hiçbiri canımdan
ve kanımdan değildi ama hepsi benim canımdı.”
Çünkü derin bir bağ kurmanın adıdır öğretmenlik…
Ayşe YİĞİT *
-Tekirdağ/ Çorlu’da köy okulunda görev yapan Emrah için öğretmenlik:
“Uyanmanın adıdır. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birini
bitirince yerimin akademik başarısı daha yüksek okullar ve
başarı ortalaması daha iyi öğrenciler olduğunu düşündüm
uzun bir süre. Sonra bir öğrencimi bahçede hem küçük kar-
deşini sallamaya hem de bir sandalyede dersini yapmaya
çalışırken görünce, kazanımın, bütün koşulları lehine olanlar
kadar hayat şartları zor olan bu öğrencilerimin de hakkı oldu-
ğuna inandım. O gün payıma düşen zorluğun aynı zamanda
ne kadar ulvi bir amaca hizmet ettiğini anladım.”
Çünkü fedakarlığın bir meslekle özdeşleşmiş haliydi öğret-
menlik…
-Mardin/Nusaybin’de görev yapmış Altan için öğ-retmenlik:
“ Bir bütünün bölünmezliğidir. Temel hedefim ve iyi öğret-
men olma anlayışım öğrencilerimin karnelerinde sol tarafta
yazan derslerde başarılı olmalarını sağlamakken, o karnede
sağ taraftaki davranış tablosunu idrak etmemle yaşadığım
uyanıştı. Artık değerler eğitimini önemsemenin, iyiyi, doğruyu
ve güzel olanı öğretmenin en az Matematik ve Türkçe gibi
dersler kadar elzem olduğunu anlamaktı. Öğretimin yanında
eğitimin de pırlanta hükmünde olduğunu fark etmekti.”
Çünkü manevi hedeflerin de adıdır öğretmenlik…
-İstanbul/Üsküdar’da çalışan Ahmet öğretmen için öğretmenlik:
“ Kol kanat olabilmenin adıdır. Zihinsel engeli öğrencimin
geçirdiği her nöbette, yaşadığı her tedirginlikte beni görünce
sakinleşmesi ve yüzünün gülmesine kadar geçen sürede,
her seferinde anlıyorum ki ben sadece öğretmiyorum aynı
zamanda dokunabiliyorum, sığınak olabiliyorum”
Çünkü huzur ve güvenin vücut bulmuş haliydi öğretmenlik…
Yurdun dört bir yanına dağılmış bunca öğretmenin yola ilk
çıktıklarındaki ahvalleri ile bu mesleği ilmek ilmek ördükleri
mevcut hallerinin bunca farklı oluşu; öğretmek için çıktıkları
bu yolda kendilerinin de öğrenecekleri, hissedecekleri ve
değişecekleri birçok eşikle karşılaşacak olmalarındandı.
Çünkü öğretirken öğrenmenin adıydı öğretmenlik.
Gönül bağının kan bağıyla yarışabilirliğiydi aynı zamanda.
Emek verdiği, bir ülkü edindirmeye çalıştığı öğrencisine gö-
nülden yakınlık duymasındaki bağın büyüsüydü. İyi eğitimci
olmanın, daha çok derse zamanında girip çıkmakla, resmi
evraklara riayet etmekle ve çocuklara akademik bilgileri tam
verebilmekle mümkün olacağı zannının yerini; onun kalbini
keşfedecek, kendinden bir parça görecek ve her birinin kendi
öz potansiyelini fark etmelerini sağlayacak kadar geniş ve
derin bir tecrübeye bırakmasıydı.
Bir yekünün bölünmez ve birbirine tercih edilemez her
parçasındaki değerin kendisiydi öğretmenlik. Sorular, konular
ve sınavlar kadar; davranışlar, değerler ve sosyal becerilerden
oluşan koca bir hazinenin anahtarını taşımaktı aynı zamanda.
Bir sonraki kuşağın kimyasını belirleyecek bir genç neslin
mihmandarı olmak kadar zorlu ve anlamlı bir payenin adıydı
öğretmenlik. Birey olmanın, bir meslekle ve sanatla anılmanın
yolu olan okul sıralarına “günaydın çocuklar” diyebilmenin
ayrıcalığıydı kimi zaman da.
Yurdun dört bir yanındaki zorluklara, kimi zaman bürok-
ratik engellere, bazen de yetersiz koşullara ve imkânsızlıkla-
ra rağmen bir emaneti teslim almanın şuuruydu öğretmen
olmak.
Yolun sonuna geldiği zaman arkasına dönüp baktığında,
sayısız hikâyenin başkahramanı olmanın, zorluklara ve hayal
kırıklıklarına karşın sayısız insanda iz bırakmanın, taşrada
yokluğa ve metropolde hoyratlığa direnmenin emeğiydi öğ-
retmenlik.
Ve zamanın yorgunluğuna gönlün doygunluğuyla karşılık
vermenin koca bir yaşanmışlığıydı öğretmenlik.
*ÜsküdarÖzelEğitimMeslekEğitimMerkezi
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
76
ÖĞRETMEN OLMAK
Yıl 1989 mevsim kış, dondurucu bir soğuk var
dışarıda. Birkaç ay önce girip kazandığım yeterlilik
sınavından sonra yapılan atama sonucunu getirecek
olan postacıyı pencerenin önünde umutla bekliyorum.
Sabırsızca beklerken tüm öğrencilik günlerim aklıma
geldi.
Okul hayatım, öğretmenlerim film şeridi gibi gözü-
mün önünden geçiyor. Acaba onlar, öğretmenlerim de
bu heyecanı benim gibi yaşamışlar mıydı?
Babam devlet memuruydu. Anadolu’nun değişik
yörelerinde gezdiği için onunla birlikte benim ve kar-
deşlerimin de okul ve öğretmen değişimi kaçınılmazdı.
Bir devlet üretme çiftliğinin içindeki okulda ilkokula
başladım. Okul birleştirilmiş sınıflardan oluşuyordu.
Yani birinci ikinci üçüncü sınıfları bir öğretmen dört
ve beşleri bir öğretmen okutuyordu. Birinci sınıfa baş-
ladığım ilk gün okul kurallarından habersiz tuvalete
izinsiz gittiğim için Ali öğretmenden aldığım cezayı
hiç unutmadım. Küçücük aklımla anlamlandıramadı-
ğım bu ceza beni içine kapanık, korkak, derste parmak
kaldırmaya çekinen derdini anlatmakta zorlanan birine
dönüştürmeye başlamıştı. Daha sonraki yıllarda başka
bir yere taşındığımızda okulun ilk günü öğretmenim-
den izin isteyemediğim için altıma kaçırmıştım. Hal
ve tavırlarımdan, ürkek bakışlarımdan tedirginliğimi
anlayan Gülşen öğretmenimin hoş görüsünü de hiç
unutamadım. Ders bitip zil çaldığında arkadaşlarım
anlamasın diye beni sınıfta bekletmesi yaşadığım utancı
biraz olsun azaltmıştı.
Eğitim hayatım boyunca Gülşen öğretmen gibi
öğretmenleri baş tacı edip yüreğimin baş köşesine,
Ali öğretmen gibi öğretmenleri de sızım sızım sızlayan
köşesine yerleştirdim.
Ortaokulda sınıf öğretmenimiz olan bir Zerrin öğ-
retmenim vardı hiç unutamadığım. O aynı zamanda ev
ekonomisi öğretmenimizdi. Bize yemek pişirmeyi, onları
pişirip yerken yaptığımız işten zevk almayı öğretti. Bir
gün sınıf olarak hepimizin evlerini ziyaret edeceğini
öğrendiğimizde çok heyecanlandık. Bizim için çok farklı
bir durumdu. Bana sıra geldiğinde heyecandan dilim
tutulmuştu sanki. Annem nasıl bir öğrenci olduğumu
sormadan o anneme sormuştu beni evde nasıl bir ço-
cuğum diye. Ben kafam yerde konuşulanları dinlerken
renkten renge giriyordum. Annem ne kadar hareketli ne
kadar konuşkan olduğumu, evin en küçüğü olduğum için
biraz da şımarık olduğumu söylemişti. Öğretmenim ise
beni anneme tam tersi tarif etmişti. Hiç konuşmadığımı,
soruların cevaplarını bildiğim halde derse katılmaya
korktuğumu söylemişti. Öğretmenimizin bizi tanımak,
anlamak adına yaptığı bu ziyaretlerin önemini, ona ne
kadar bağlandığımızı tayin olup giderken anlamıştık.
Öğretmen olmaya onu tanıdığımda değil o başka ço-
cuklara umut dağıtmaya giderken karar vermiştim.
Zerrin öğretmenin gidişinin yarattığı boşluğunu o
ÖĞRETMEN ÖZEL SAYIMIZDA ÖĞRETMEN HİKAYELERİNE YER VERDİK.HUZURLARINIZDA“ÖĞRETMENİN NOT DEFTERİ”
Kübra BOZKURT *
yıllarda zorunlu olarak seçmek mecburiyetinde kaldığım
Fransızca öğretmeni Hasan öğretmen doldurmuştu. Bazı
arkadaşlarım için genç ve yakışıklı olması derse ilginin odak
noktası iken benim için ise babam ile Hasan öğretmenin ba-
basının dost olması ve bu dostluğa karşı mahcup olmamaktı,
Babam okula başlarken’’ eti senin kemiği benim’’ demişti bir
kere öğretmenime.
Lise yıllarında yine taşınmamız gerekmişti. Küçük bir
ilçeden ile taşınmıştık.
Kaybolacakmış gibi hissettiğim bir büyük şehir, farklı okul,
farklı arkadaşlar farklı öğretmenler…
Lise yıllarıma damga vuran birkaç öğretmenim oldu ama
öğretmen öğrenci arasındaki olumsuzluklar giderek azalı-
yordu. Fransızca dersini sevdiğim halde o dersin öğretme-
ni Müzeyyen öğretmenin derslerinde kullandığı üslup, bize
karşı tavırları hiç de hoş değildi. Bu davranış biçimi bendeki
Fransızca dersine olan sevgiyi nefrete çevirmişti. O yüzden
lise hayatım boyunca hep Fransızca dersinden bütünlemeye
kaldım.
Meslek dersi öğretmenim tam bir hanımefendiydi. Onun
sayesinde kendime güvenmeyi öğrendim. Çünkü bana verdiği
her türlü görevi başarıyla yerine getirdiğimden dolayı o da
bana güvendi.
Ahhh Serpil Öğretmenim ahhhh! Tarih öğretmenimdi.
Tatlı sert mizacı ile hem korkar, çekinir hem de severdik
kendisini. Ders işleme tekniği çok farklıydı. Sınıf mevcu-
dumuz on sekiz kişi ve hepsi kızdı. Tarih dersi başlamadan
sınıfta hummalı bir sınıf düzenleme çalışması olurdu. Öğ-
retmen masası sınıfın ortasına konur, masanın üç kenarına u
şeklinde öğrenci sıralarını dizerdik. Kitaplarımız önümüzde
açık öğretmenin derse gelmesini beklerdik. Bütün enerjisiyle
gülümseyerek derse gelen öğretmenimiz dersini anlatmaya
başlardı. Bizden tek istediği gözlerimizi ondan ayırmadan
onu dinlememizdi Kazara biri yanlış yöne baktı mı hemen
bir soru sorardı; doğru cevaplarsak dersi anlatmaya devam
ederdi. Ola ki yanlış cevapladık doğruyu öğretene kadar en
az on defa tekrar ettirirdi. Bilgileri adeta beynimize kazıyor
gibiydi. Onun bu davranışı Üniversite sınavını kazanmamda
en büyük etken oldu.
Kapı zilinin sesiyle irkilerek kaderimin belirleneceği zama-
na döndüm. Postacının uzattığı zarfı titreyen parmaklarımla
açarken yaşadığım korku ve heyecan nefesimi kesiyordu.
Birkaç arkadaşım doğuda görev almak üzere yola çıkmıştı
bile. Ben acaba nereye gidecektim. Zarfı açtığımda yaşadı-
ğım şoku atlattıktan sonra aileme verdim haberi. Onlar hem
sevinçli hem endişeli ben korkmuş gözlerle bakışırken birçok
insana umut kapısı olan “Taşı toprağı Altın” denilen şehirde
bana ve aileme nasıl bir gelecek var diye düşünmeden ede-
medim. Şubat ayının dondurucu soğuğunda trenle İstanbul’a
yolculuk ettik. Babam ve ben Haydarpaşa Garında trenden
indiğimizde Türk filmlerinin vazgeçilmez Haydarpaşa sah-
nesini yaşıyorduk sanki. Vapura binip karşıya geçerken bir
kıta değiştirmek şehir değiştirmekten çok farklıydı. Şimdiye
kadar ailemin yaşam şartların uymuşken bundan sonra kendi
serüvenim başlıyordu.
Göreve başladığım ilk gün taktir ve teşekkür bilgilerini
öğrenci dosyalarına işledim. Stajyer öğretmen olarak işi sı-
fırdan öğrenmek lazım diye düşündüm. Otuz saat Türkçe
ve Edebiyat dersleri üzerine okulda öğretmeni olmadığı için
boş geçen derslere de girdim. Hatta Beden Eğitimi dersin-
de öğrencileri 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenleri
için bir taraftan gösteri hareketlerini bir taraftan da koroyu
çalıştırdım. Bu çalışmalar sırasında öğrencisinin durumunu
öğrenmeye gelen bir veli beni öğrencilerimden ayırt edeme-
mişti. Gerektiğinde Bayrak Törenlerini yürüttüm, gerektiğinde
bayram törenlerini sundum, gerektiğinde koroyu yönettim,
gerektiğinde okul memuru gibi yazışmaları yaptım. Kendimi
geliştirmek için çok yönlü olmalıyım diye düşündüm.
İşimi yaparken yüreğimin başköşesine koyduğum öğret-
menlerimi örnek aldım. Çünkü ben onların birleşiminden
doğan bir öğretmendim. Onların sayesinde bir tebessümle,
bir dokunuşla, bir sözle kazandığım öğrencilerim oldu. On-
ların bugünkü başarılarında benim de çorbada bir tuzum
olduğunu bilmek bana işini yapmış olmanın gururunu veriyor.
Ben onları sevgiyle bilgiyle büyüttüm onlar de beni sevgi ve
bilgi açlığı ile beslediler.
Otuzuncu yılımı çalıştığım bu meslek yerine başka bir
meslek yapmak ister miydim diye düşündüğümde yine yine
öğretmen olurdum diyorum.
*HaydarpaşaMeslekiveTeknikveAnadoluLisesiTürkDiliveEdebiyatıÖğretmeni
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
78
BEYAZ GÜVERCİN
Yıl 1998…
Erzurum’un, Oltu İlçesinin; eski
adıyla Sıhçek, yeni adıyla Güzelsu
Köyü... Tek katlı, taş duvarlı bir okul
lojmanı…
Yer yer delikleri bulunan tahta
tavanlı, karanlık bir odada, farelerin
iştiha ile sabaha kadar gezinirken
çıkardıkları garip tıkırtılar; rüzgâ-
rın, ahşap çerçeveli pencerelerin
arasındaki boşluktan kulaklarımı
uğuldatan seranatı; biraz gurbet,
biraz hasret, en çok da yerimi ya-
dırgadığımdan herhalde o geceyi ne
kadar zor geçirmiştim.
Bütün gece nasıl bir serencamın
içinde olduğumun kaygısıyla, sırtımı
acıtacak kadar sert olan bir çekyatta
sağa sola döndüm durdum. Yirmi
üç saatlik bir otobüs yolculuğunun
ardından, tahayyülümde hiç olma-
yan, bambaşka bir dünyaya gelmiş
bir yabancıydım artık. Doğrusunu
söylemek gerekirse, karanlıktan ve
yalnızlıktan ilk kez o gece korktum.
Dört duvarın arasında kalmış bir
adamla, kanatlarını sağa sola çarpa-
rak kanatmış bir kuştan farksız, hat-
ta onlara müsavi bir mahmurluğun
vermiş olduğu yorgunluktan sanırım;
sabaha kadar susmayan köpek hav-
lamalarına sığınarak, derin olmasa
da, göz kapaklarımın ağırlığına da-
yanamayıp, uyuyakalmışım.
Sabah kalktığımda, gecenin o
karanlık vehminden çok uzak, bü-
yük bir neşve ve coşkulu bir halet-i
ruhiye içinde buluverdim kendimi.
Üzerimdeki yük kalkmış, göğsümü
acıtan sızı veda bile etmeden çıkıp,
gidivermişti. Işık, insanın gözlerin-
den içine süzülüverir ya, tam da onu
yaşıyordum. Aydınlığı, sabahın ilk
ışıklarıyla tüm bedenimde hisset-
tiğim ilk gündü. Ve o sabah ben,
yerimden yurdumdan binlerce ki-
lometre uzaktan, bir dağ yamacına
taşlarla inşa edilmiş küçük bir okula
gönderilen köy öğretmeniydim.
Ne kadar garip değil mi? İnsa-
noğlu, hasletlerinden gelen sıkıntıla-
rı, bu sıkıntılarından dolayı düştüğü
yeisleri, mesleği söz konusu oldu-
ğunda, bir anda kenara bırakıveriyor.
Ertesi gün yüklü ödemesi olan bir
esnafın bütün gece uyuyamamasının
ardından, sabah kalkıp hiçbir şey
olmamışçasına, dükkânının kapısı-
nı “Bismillah” diyerek açtığı gibi...
Umuda açılan o kapıda, göreve
giden o yolda, yepyeni bir kişiliğe
bürünüveriyor.Hülasa; bir de üzerine
öğretmen elbisesini giymişsen eğer;
adının Ayşe, Ahmet ya da Mehmet
olması hiçbir anlam ifade etmez.
Bütün dertlerini sıkıntılarını nüfus
kâğıdında geçen isminde bırakıp;
güne öğretmen olarak başlayıve-
rirsin.
Ben de güne öyle başlamıştım.
Gri bir takım elbise giydiğimi, loj-
manın kapısında bir süre bekleyip;
aynı bahçe içerisinde bulunan dersli-
ği dışarıdan bir süre izlediğimi, daha
sonra rugan ayakkabılarımı hızlıca
ayağıma geçirdiğimi, hatta hareketli
bir ezgiyi bile terennüm ettiğimi ha-
yal meyal de olsa hatırlıyorum. Artık
bütün bedbinlikleri, yaşadığım o ilk
gecede bırakmıştım. Lojmanın dört
basamaklı merdivenlerinden inip,
dersliğe uzanan tek katlı binanın
merdivenlerinden koşar adım çı-
karak; ahşap bir kapının arkasında
öğretmenlerini bekleyen, yetmiş iki
öğrencisi olan birleştirilmiş bir sını-
fın, hepsi birbirinden güzel çocukla-
rına “günaydın” demenin heyecanını
ve mutluluğunu yirmi yıl sonra bu
satırları yazarken bile, aynı iştiyakla
hissediyorum.
Ahşap kapının ardındaki güzel
çocuklarla ve o köyün güzel yürekli
insanlarıyla yaşadıklarımı, onca yıl
geçmesine rağmen, zihnimin ve yü-
reğimin bir köşesinde onlarca hikâye
barındıran terütaze anılarla, başka
bir zamanda anlatacağım inşallah.
Şimdi, öğretmenlik muhayyilemde
derin bir yeri olan, en az benim ka-
dar yaban ve gurbette bir o kadar da
garip (Köylüler, yerinden yurdundan
uzakta, tek başına yaşayanlar için
bu mefhumu kullanıyorlardı.) bir
güvercinin hikâyesini anlatayım.
Lojmanla, derslik arasında mekik
dokuduğum günlerde, çatı arasında
yaşayan yüzlerce yaban güvercini
içinde, tüyleri bembeyaz bir gü-
vercini fark etmem uzun sürmedi.
Hangi kafesten özgürlüğe uçup,
küçük kalbinin dayanamadığı hangi
tutsaklıktan kurtulmuştu kim bilir.
Hangi nedene dayanmıştı yolculuğu,
nerelere uğramıştı, neler çekmişti,
evveliyatında nasıl bir hikâyesi vardı,
ben ve öğrencilerim bunu hiçbir za-
man öğrenemeyecektik. Asıl ilginci
de, o beyaz renkleriyle, o kadar bas-
Özay EROĞLU *
kın yabanın arasında, nasıl kabullendir-
mişti kendini, sosyal tekâmülünü nasıl
gerçekleştirmişti? Bu soruların cevabını
hiçbir zaman bulamadım.
Nihayetinde, çocukluğumdan bu
yana yüzlerce beyaz güvercin görmüş-
tüm, hatta kısa süreli de olsa, iki beyaz
güvercini beslemişliğim bile olmuştu.
Buna mukabil, gri renklerin hâkim oldu-
ğu bir yağmur bulutu gibi gökyüzünde
süzülen onca güvercinin arasında, beyaz
bir güvercinin zihnimde oluşturduğu ke-
sif etkiyi, farkındalığı; beyaz rengin, gri
bir elbise üzerinde yarattığı harelenme
gibi düşlerseniz, neyi anlatmak istedi-
ğime kâfi gelecektir sanırım.
Birleştirilmiş sınıflarda, birleştirmeyi
bir türlü başaramadığımız bir sistemde,
zeki ve aynı zamanda bir o kadar da
mahirane olan öğrencilerime verdiğim
en hakikatli ödevdi: Beyaz güvercinin
hikâyesi...
Doğunun sert ikliminden, tebessümü
unutmuş, ama yürekleri hep umuttan
taraf olan çocuklar, kompozisyonlarında
ne hikâyeler türetti, lahzada muhayyi-
leleriyle ne yaşanmışlıklar çıkardılar
ondan. Küçücük başının üzerinde, hep
mahzun, hep muzdarip bakan iki siyah
gözün büyüsünden midir bilmiyorum,
hepimizde emsalsiz bir üzüntü hâsıl
olmuş; hülasa beyaz güvercinden,
namütenahi bir sızıyı, epey derinden
hissetmiştik.
Başlarda, bu müphem üzüntüyle
karışık, genellikle okulun çatısında,
diğer güvercinlerden ayrı bir vaziyette
gördüğümüzden olsa gerek, ona yükle-
diğimiz yalnızlık ve mahkûmluk rolü de
kompozisyonların ana konusu olmuştu.
Oysa beyaz güvercin, gök kubbenin
maviliğini mesken tutacak; gözlerimi-
zin, oradan da zihnimizin en hakikatli
köşesinde beyaz bir akis gibi yer ede-
cek, özgür ve serkeş bir güvercin olma-
lıydı. Bundandır, ıstıraplarla başlayan
yazılarımız, umutlara dönüşmüş; okul
bahçemizde, gökyüzünde, dersliklerin
içinde, hatta evlerimizde bile günlerce
beyaz bir güvercin uçurmuştuk.
O lahzadan sonra hiç durmadı. Dağ-
lar, ovalar, nehirler, kıtalar; coğrafyalar
aştı. Kimi zaman mutluluktan gökyüzün-
de taklalar attı, selam verdi hepimize;
kimi zaman ulak oldu uzak diyarlardan
haberler getirdi. O kadar çok yorduk ki
onu, ne zaman güçten düşse uzviyeti,
geldi yine yüreğimize kondu.
O uçtukça, biz hep yazdık. Belki de
biz yazdığımız içindi, beyaz güvercin hep
uçtu… Bazen gözyaşlarımızı sakladığı-
mız, bazen de sınıfça kahkahalar attığı-
mız ne anlar oldu yazılanları okurken.
Her birimiz, kendi tecessüsüyle, başını
okşayıp, kırmadan, incitmeden saldı onu
gökyüzüne. Maddenin keşfinden viran
olmuş insanoğlunun, manaya uzanışıydı
beyaz güvercin.O zamanda, orada, o
çocuklarla olmanızı ne çok isterdim,
anlatamam. Düşünsenize, onlarca ço-
cuğun, aynı anda, başını kaldırıp daki-
kalarca gökyüzüne bakışını, bir daha
nerede görebilirdiniz?
Sırf, o güzel çocukların öğretmeni
olduğum için şanslıydım.
Ben gördüm…
Ödev hedefine ulaşmış mıdır bile-
mem ama keşke, o sınıfta büyükler de
olsaydı, ahşap kapının ardında, öğret-
men bekleyen çocuklarının gözüyle
beyaz güvercini onlar da görebilseydi.
Görev sürem sona erip, İstanbul’a gel-
dikten çok sonra işittim. Artık, lojmana
ait çatı arasında, onlarca “yaban beyaz
güvercin” yaşıyor, gelinlik giymiş on-
larcası köyün semalarında uçuyormuş.
Beyazla grinin kanat çırpmaları, ne çok
yakışıyordur şimdi mavi gökyüzüne.Gü-
zelsu Köyü’nde, yanımda o çocuklarla;
semaver çayının çalı çırpılarını ateşleyip,
gökyüzündeki manayı seyretmeyi ne
çok isterdim.
Bir sabah, taş lojmanda, tahtaku-
rularınca delik deşik edilmiş tavandan
bulduğu bir delikten başını uzatıp selam
vermişti. Hoş geldin, demişti. Öğret-
menim, hoş geldin! Yabanlar arasında
beyaz bir güvercindi; öyle tanışmıştı be-
nimle… Kim bilir, belki de asıl yaban
oydu, tıpkı bu dünyada yerli olamayan
bizler gibi…
Nice menhus hadiselerde, çoğu
mücbir sebeplerle boyun eğdiğimiz
ve kabullendiğimiz nice zamanlarımız
oluyordu; ne tutsaklıklar yaşayıp, ne
mücadeleler veriyorduk yeryüzünün
dallarına tutunabilmek için. Hâlbuki
kanatlarımız olsa, uçuverecektik dağ-
ların denizlerin üzerinden.Adına ister
kaçış, ister serazat, ister özgürlük deyin;
ne derseniz deyin.Yorulup, konacaktık
işte, hiç bilmediğimiz bir yerlere!
Sonra, bir fecir zamanı, başımızı
uzatıp bir tavan boşluğundan,
Günaydın! Diyecektik, uzak köylerin, o
munis çocuklarına.
Ahşap kapıların ardındakiler, baş-
larını kaldırıp, hep bir ağızdan haykı-
racaklardı:
-Günaydın! Hoş geldin beyaz güver-
cin, hoş geldin!
* PaşakapısıMeslekiEğitimMerkezi
MüdürYardımcısı
Yabanların arasında beyaz bir gü-
vercinin ve unutamadığım o güzel ço-
cukların anısına...
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
80
ÖĞRETMENİM BEN
Sırtımı yasladığım geçmiş, sevgi ile ışıldayan anılar…
Yüreğimi ısıtmayı hiç bırakmayanlar, iyi ki varlar!
Öğretmen olduğumu sanki herkes biliyor; tüm
mahalle, tüm semt, neredeyse tüm şehir. Evet, hâlâ
öğretmenim ben, emekliliği olmuyor öğretmenliğin.
Mesleğim, en kıymetli ceketim. Gururla taşıyorum her
daim. Bunca yıldır aşkla giyiyor, pek az çıkarıyorum.
Şaşılacak şey, hiç eskitmedim.
Daha geçenlerde eski bir talebem ziyaretime geldi.
Onunla geçirdiğimiz üç yıl, tam kırk sekiz sene geriden
seslenmekte. Oturup hesapladık kahvelerimizi yudum-
larken. Gözleri doldu ikimizin de. Birimizin gençliği,
diğerimizin çocukluğu nefes aldı bizimle. Dışarısı puslu,
sokaklar ıslaktı ama, Zafer’le aramızda, hanımın fiskosa
serdiği iğne oyasının üzerinde, kahveler ve lokumlar
keyifli bir hüzünle eksilirken, biz güneşli hatıralar ço-
ğaltıp aydınlattık kış öğlemizi.
Zafer bana beni anlattı. O coşku dolu, mesleğine
aşık, çocukların her birini gönülden seven, türlü prob-
lemlerinde ilk danıştıkları, nasıl da sevip nasıl da say-
dıkları genç öğretmeni. Kendimi övmüyorum, yanlış
anlamayın. Bunlar Zafer’in cümleleri. Estağfurullahlar
eşliğinde dinledim, içten utandım, abarttığına emindim,
ama ne yalan söyleyeyim; onda böyle bir iz bıraktı-
ğıma çok sevindim. O ve arkadaşları, hiç tanımadığı
ve tanımayacağı diğer çocuklar, şimdilerin adam ve
kadınları, anneleri, babaları… Onlarla yaşadıklarım da
bende nice izler bıraktı. Kimini fark ettim, kiminden
eminim ki hiç haberdar olmadım ve olmayacağım. Bu
çocuklarla büyüdüm ben de. Beyaz önlüğümün cebin-
deki tebeşirle ışıtıp aklımın defterine yazdım onları.
Kalemlerimiz, gülen yüzlerimiz, birbirimize açtığımız
kalplerimiz, sevgimiz, ilgimiz, güvenimiz… Bilgimiz,
deneyimimiz değil sadece, hoşgörümüz, empatimiz,
saygımız, özenimiz… Kim ki bir başkasının onun için en
iyisini dilediğini bilir ve hissederse, kopmaz bir bağ ile
birlikte solur artık hayatı. Zamanla aralarına mesafeler
girse bile… O eşiği atlatan, o yarayı saran, omuzdaki
o el, parçamız olur, bizi bizde sağlamlaştırır. Ve biliyor
musunuz, değer görmek, çocuklara değer vermeyi
öğretir.
İşte o çocuklardan birinin mektubu var şimdi elimde.
Az evvel torunumu okuldan alıp gelinimin ofisine
bıraktım. Anne-kız günlerinde sinemaya gidecekler-
miş. Bayılıyorum birbirlerine eşlik edişlerine. Ayten,
pide istemişti evden çıkarken. Arka sokaktaki taş fı-
rına uğradım. Hanıma uzatmadan önce içime çektim
kokusunu, hep genç kalan hayat gibi kokuyordu; taze
ve umut dolu. “İyi ki” diyerek oturdum bordo kadife
berjere. Perdeyi aralayıp kararmakta olan göğe gülüm-
sedim sevgiyle. İçindeki çocuğu ve eski zamanlarda o
çocuğun elinden tutan yaşlı öğretmenini unutmamış
kızımın mektubunu açtım özlemle. Sıcak anılar dans
etti gözlerimde. Öğretmenim ben, ne mutlu ömrüme!
*ÇamlıcaKızAnadoluLisesiRehberlikÖğretmeni
I ş ı l AKSOY ATİK *
“GÜN EKSİLMESİN”
Göz kapaklarından içeri zorla sızan güneş ışıkları
Elif ’i uykudan uyandırdı.
“Oooff ! Yine mi sabah?” diye söylenirken “Pervam
yok verdiğin elemden/ Her mihnet kabulüm/ Yeter
ki gün eksilmesin penceremden,” dizeleri yankılandı
kulağında.
“Tamam, tamam özür dilerim Cahit Sıtkı Bey. Dep-
resyonuma verin.” Kendini yatağından güç bela kaldı-
rırken babasının sesini işitti.
“Anca uyusun küçük hanım. Emeksiz yemek olur
mu?”
“Sessiz ol, duyacak kız. Üzülecek,” diye sözünü kesti
annesi. Artık her sabah böyle başlıyordu. Elif, babasının
şikâyetleri eşliğinde elini yüzünü yıkıyordu.
Sınıf öğretmenliğinden mezun olalı iki yıl olmuş-
tu. Serhat Bey gibi mükemmeliyetçi bir babaya sahip
olmak Elif için hiç de kolay olmamıştı. Tüm öğretim
kademelerini babasını memnun etmek için birincilikle
bitirmeyi başarmıştı. Ama en sonunda fena toslamıştı.
KPSS virüsüne iki senedir yenik düşüyor, yorgan döşek
yatıyordu. Başarısızlığa tahammülü olmayan Serhat Bey
için de Elif için de sıkıntılı günler başlamıştı.
İsminin Elif olması da tesadüf değildi kuşkusuz.
Elif işte… Dümdüz, dimdik ve kusursuz. İsmi bile mü-
kemmellik beklentisiyle koyulan biri olmak, omzunda
koca bir yükle doğmak demekti. Gündüzleri sevmemesi
boşuna değildi. Güneş ışıklarının her bir hüzmesi, sıkın-
tılarını gözüne sokar gibi ortaya çıkarıyordu. Gece öyle
miydi ya? İnsanı buz gibiyken sıcacık yapan pamuktan
bir yorgan gibi tüm sıkıntılarının üstünü örtüyor; ken-
disiyle, hayalleriyle, şiirlerle, hikâyelerle başbaşa bıra-
kıyordu. O da istiyordu elbette can-ı gönülden seçtiği
mesleğini yapmayı ama olmamıştı işte. Dört duvar
arasında, önüne konan kitapçıktaki soruları çözerken
kendini hapishanede gibi hissediyordu. Dört yanlış yap-
tığı anda salonda dolaşan gardiyanların bir doğrusunu
götüreceklerini düşünmekten kendini alamıyordu. Ve
lâkin olmadı işte. Masa başına geçip o küçük, meraklı
gözlere “Günaydın Çocuklar!” demek kısmet olmadı.
Elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı masasına oturdu.
Anne ve babası başlamışlardı. O da çayını doldurup
onlara katıldı. Demliklerden çıkan buhar onların hemen
arkasında duran babasının başından çıkıyor gibiydi. Elif:
“Yine burnundan soluyor. Solukları da buram buram
tütüyor,” diye düşünürken istemeden sesli güldü.
“Ooo, keyifler yerinde maşallah. E tabii, neden yerin-
de olmasın? Bu saatlere kadar uyu. Kalkınca kahvaltın
hazır olsun. Kim olsa keyfi yerinde olur. Seni biraz fazla
rahat ettiriyoruz galiba. Söylediğim kursa yazıldın mı
ha? Belli ki tek başına başaramayacaksın,” diye de-
vam eden cümleler… Babasının ağzı bir arı kovanı
olmuştu ama bal için polen taşıyan tek bir arı yoktu.
Hepsi iğnesini çıkarmış Elif ’e batırmakla meşguldü.
O anda televizyondan kulağına çalınan birkaç kelime
Elif ’in dikkatini çekmeyi başarmıştı. Hemen haberin alt
yazısını okudu: “BU KÖY ÖĞRETMEN BEKLİYOR!”
Van’ın ücra bir köyünde çocuklar öğretmensiz kal-
mıştı. Gelen her öğretmen birkaç ay içinde gidiyordu.
Zaten şehirden epeyce uzak olan köyün kış gelince
dışarıyla neredeyse hiçbir bağlantısı kalmıyordu. Köy-
lülerden biri çaresizce sesleniyordu.
“Yeter ki ögretmen gelsin. Biz onun yemegi olsun,
temizligi olsun yani aklına ne gelirse her şeyiyle ilgile-
nirik. Yeter ki bizim çocuhlar okusun.” Sonunda güneş
ışıkları doğru bir yeri aydınlatmayı başarmıştı. Babası
söylenmeye devam ederken Elif masadan kalktı. Oda-
sına gittikten beş dakika sonra üstünü başını giyinmiş
Sezen GÜLBAR *
82
bir şekilde dışarı çıktı. Serhat Bey arkasından “Nereye?!”
diye seslense de Elif zincirlerini çoktan koparmıştı. Bugüne
kadar onu memnun etmek için çalışmıştı. Bundan sonra ne
yapacaksa önce kendisi için yapacaktı. Gözleri dolmuştu,
eli ayağı titriyordu. Korkudan değil, heyecandan. Bir parka
gidip bankın birine oturdu. Gözlerini kapatınca pınarlarında
biriken yaşlar, uzun zamandır ine ine yol açtıkları yerden
tekrar indiler. Yüzünü güneşe döndü, derin bir nefes aldı.
Ardından çantasından telefonunu çıkarıp “Van İl Milli Eğitim
Müdürlüğü” nün numarasını buldu. Beklemeden aradı. İki
tarafın da gökte aradığı avuçlarına düşmüştü. Fakat yine de
karşı taraf uyarmadan edemedi.
“Hoca Hanım, İstanbul’dan gelip böyle bir köyde öğret-
menlik yapmak istediğinize eminsiniz değil mi? Bir ay sonra
‘Yapamıyorum’ deyip gitmezsiniz umarım.”
“Köyün koşullarıyla ilgili bilgim var. Ve ben ‘ücretli’ değil
‘gönüllü’ öğretmenim. Öğretmenlik ücret değil, gönül işidir.”
“Eh, iyi o zaman. Hayırlı olsun diyelim.” Üzüm gönüllüyse
bağını fazla karıştırmaya gerek yoktu.
Eve döndüğünde hava kararmıştı. Annesi ve babası salon-
daydılar. Babası her zamanki gibi tartışma programlarından
birini izliyor, annesi ertesi gün pişirmek üzere fasulye ayıklı-
yordu. Elif uzatmadan, kıvranmadan söylemek istiyordu.
“Sizinle konuşmam lazım.”
“Önce söyle bakalım: Sabah bir hışımla çıkıp gittin. Bu
saate kadar neredeydin?”
“Baba ben Van’a gidiyorum.”
Serhat Bey de Gönül Hanım da afallamıştı. İlk çığlığı
basan Gönül Hanım oldu.
“Neee? Ne Van’ı?”
“Van’ın bir köyünde gönüllü, sizin anlayacağınız dilde ‘ücretli’
öğretmenlik için müracaat ettim. Başvurum kabul edildi.”
Babasının başından bu defa gerçekten dumanlar çıkıyor sandı.
“Al işte. Az derdimiz var ya, yenisini ekle. E tabii, sen de
biliyorsun KP…”
“Baba yeter! Lütfen! Farkında değil misin? Şu hayatta ilk
tökezlediğim anda elimi bıraktın. Özellikle son bir senedir
bana nasıl davrandığını görmüyor musun gerçekten? Ben
kararımı verdim baba. Oradaki çocukların bana, benim de
onlara ihtiyacım var.” Odasına gittiğinde babası yine kaldığı
yerden devam ediyordu.
“Gitsin bakalım gitsin. Gitsin de görsün Hanya’yı Konya’yı.
Kılımı kıpırdatmam. Nasıl giderse gitsin.”
Elif bu defa babasına gerçekten sinirlenmişti. Onu çok
seviyordu. Babasının da onu sevdiğini biliyordu fakat böyle
devam edemezdi. Babası Elif ’i hatalarıyla, eksikleriyle sev-
meyi öğrenmeliydi. Sakinleşmek için bir şeyler okumaya
karar verdi. Eline şiir defteri geldi. Açtığı ilk sayfada altında
açıklamasıyla birlikte Şinasi’nin şu beyitleri yer alıyordu:
“Nur-ı rahmet niye güldürmeye rû-yisiyehim?
Tanrı’nın mağfiretinden de büyük mü günehim?”
(Allah’ınrahmetininnurukarayüzümüniyegüldürmesin?
BenimgünahımAllah’ınbağışlamagücündenbüyükmüdür?)
“Öyle ya,” dedi. “ Benim hatalarım da babamın evladına
duyduğu sevgiden büyük müdür? İnadı kırılacak nasılsa. Hem
beni biraz özlerse sevgisini daha iyi anlar, belki.”
Elif yol hazırlıklarını tamamlamış, büyük bir heyecanla
yola koyulmuştu. Babası onu yolcu etmeye gitmedi. Annesi
gözünde yaş, burnunda mendille arkasından el salladı. O
sırada en az Elif ’in kalbi kadar hızlı ve heyecanla atan on
altı minik yürek bir an evvel öğretmenleriyle tanışmak için
bekliyordu. Zira Elif gitmeden çok önce haberi gitmişti. Elif
de haberinin peşinden gidiyordu işte. Faruk Nafiz’in tabiriyle
“uzayan, kıvrılan, yılan yollar” sonunda bitmişti.
Arabadan indiğinde gözlerine inanamadı. Gülse mi ağlasa
mı bilemedi. Adeta eski Türk filmlerinden bir sahne şu anda,
gözünün önünde çekiliyordu. Tüm köy çoluk çocuk toplanmış,
davul-zurna eşliğinde Elif ’i karşılıyordu. Elif etrafına iyice
bakındı. Belki de düğün falan vardı ama ııh, yok. İki adam
aralarında tuttukları koyunu Elif ’in önüne getirdi.
“Hoş geldiniz ögretmen hanım,” deyip bıçağı hayvanca-
ğızın boğazına doğru götürürken Elif bağırdı.
“Hayır, hayır yapmayın. Durun lütfen.!”
“ Ama ögretmen hanım size adamış ıdık biz bunu.”
“İyi ya, ben istemiyorum kesmenizi. Niyetiniz kabul ola.
Ama kesmeyin. Çok istiyorsanız okula bağışlayın. Dersleri-
mize epey katkısı olacaktır.”
Köylüler birbirlerine bakıştılar. Öğretmenin buraya gelmek
için gönüllü olduğunu duymuşlardı. “ E zaten normal biri
buraya gönüllü olmazdı,” diye düşündüler.
“Peki, madem öyle istirsiz. Okulun olsun bu koyun.” Çocuk-
lar alkışı kopardı tabii. Nihayetinde herkesin yüzü gülüyordu.
Köy Muhtarı Celal Efendi ve Eşi Sakine, Elif ’i kalacağı lojmana
doğru götürdüler. Lojmanla okul aynı bahçenin içindeydi.
Oldukça geniş bu bahçede yine oldukça fazla denebilecek
kadar meyve ağacı vardı. Okul binası da lojman da sarıya
boyanmıştı. Güneş sarısına…
“Gün eksilmesin penceremden…” diye mırıldandı sessiz-
ce. Lojmandan içeri girdiğinde buram buram beyaz sabun
kokusu karşıladı çiçeği burnunda öğretmeni. Ev, köşe bucak
temizlenmiş, her şeyi de iğneden ipliğe hazırlanmıştı. Celal
Efendi Elif ’e doğru tebessümle döndü.
“İnşallah rahat edersin ögretmen hanım. Yol yorgunusun.
Biz gidek de sen dinlen.”
Onlar lojmandan ayrılırken Elif bir oda bir salon evini
büyük bir mutlulukla gezmeye başladı. Mutfak okulun bah-
çesine bakıyordu. Oraya gidince buzdolabının çalıştığını fark
etti. Açtı. İnanılır gibi değil! Dolap ağzına kadar doluydu. Elif
yanındaki sandalyeye oturup tüm benliğiyle ağladı. Bu insanlar
en doğal ve en büyük haklarından birinden öylesine mahrum
kalmışlardı ki zaten yapılması geren bir şey yapıldığı halde
bir lütufmuş gibi ellerinden gelenin fazlasını yapmışlardı. Bu,
Elif ’in içini çok acıtmıştı. Ne kadar doğru bir karar verdiğini
şimdi daha iyi anlıyordu. Bazen başkalarının ‘yanlış’ olarak
nitelendirdiği şeyler sizin en büyük doğrunuz olabiliyordu.
Oysa İstanbul’daki tüm hısım akraba, konu komşu Elif ’in
yanlış yaptığı konusunda hemfikirdi.
“Elif gitmemeliydi!”
“Elif babasını dinlemeliydi!”
“Elif kursa yazılmalıydı!”
“Elif önce atanmalıydı!”
Sonunda Elif ’in yaptığı bu dört yanlış onu en büyük doğ-
rusuna götürmüştü.
Ertesi gün güneş yine Elif ’in göz kapaklarının kapısını çaldı. Ev
sahibi bu defa gülümseyerek içeri buyur etti onları. Yataktan
zorla değil, uzun zaman sonra büyük bir heyecanla kalktı.
Özenle hazırlandı ve hemen yan tarafta kendisini bekleyen
öğrencilerine, evet, öğrencilerine doğru adeta ayakları yere
basmadan gitti. Sınıfa girdiğinde çocuklar hep birlikte ayağa
kalktılar. Mavi önlüklerinin üstüne taktıkları bembeyaz yaka-
ları, gökyüzünde uçsuz bucaksız bir özgürlüğün içinde uçuşan
martıları andırıyordu. Elif Öğretmen sınıfın ortasına kadar
geldi. Güneş sadece pencerede değil, baktığı her çocuğun
gözlerindeydi artık.
“Günaydın çocuklar!”
“Sağ ol!”
“Siz de sağ olun, oturun.”
*BelmaGüdeOrtaokuluTürkçeÖğretmeni
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
84
2018-2019 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI AÇILIŞ PROGRAMIMIZI GERÇEKLEŞTİRDİK
Yeni eğitim öğretim yılı açılış programımız Vali Yardımcısı
Ahmet Hamdi USTA, Belediye Başkanı Hilmi TÜRKMEN, İl
Millî Eğitim Şube Müdürü Mustafa AKHAN, İlçe Milli Eğitim
Müdürümüz Sinan AYDIN’ın katılımıyla Üsküdar Mihrimah
Sultan Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde gerçekleşti.
İstiklal Marşı ve Kur’an-ı Kerim Tilavetiyle başlayan prog-
ramda, protokol konuşmaları, halk oyunu gösterisi, şiirler,
musiki dinletisi ve mehteran gösterisi de yer aldı.
Açılış programı, dua ve kurdele kesiminin ardından sınıf
ziyaretleriyle son buldu.
ÜSKÜDAR
FAALİYET BÜLTENİRumeysa KARIŞMAZ *
HAFTAYA AL BAYRAĞIN BEKÇİLERİYLE BİRLİKTE BAŞLIYORUZ… Bu sene de her hafta başında olduğu gibi İlçe Milli Eğitim
Müdürümüz, Kaymakamımız ve Belediye Başkanımız Bayrak
Törenlerinde okullarımızda öğrencilerimizle ve öğretmen-
lerimizle bir arada olacak.
Bayrak Töreninde bir araya geldiğimiz okullarımız:
1. Üsküdar Anadolu Lisesi
2. Hakkı Demir Anadolu İmam Hatip Lisesi
3. 15 Temmuz Gazileri Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi
4. Çengelköy Özel Final Okulları
5. Zeynep Kamil Mesleki ve teknik Anadolu Lisesi
6. Mithatpaşa Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
7. Hezarfen Ahmet Çelebi Ortaokulu
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
BOĞAZDA TARİH, KÜLTÜR, SANAT DERSLERİMİZ DEVAM EDİYOR…
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğümüz ve Belediyemiz bir gelene-
ği daha bu yıl sürdürmeye devam ediyor. İlçe Milli Eğitim
Müdürümüz Sinan AYDIN ve Belediye Başkanımız Hilmi
TÜRKMEN, her perşembe sabahı lise son sınıf öğrencileriyle
Valide Sultan Gemisinde Boğaz turu ve kahvaltıda bir araya
gelmeye devam ediyor.
Gençler hem rehber eşliğinde sanat ve tarih dersi işledi hem
de hep birlikte kahvaltı ederek güzel bir boğaz turu ile güne
keyifle başladı. Derslerini tamamlayan okullarımız:
1. Haydarpaşa Lisesi
2. Çamlıca Kız Anadolu Lisesi
3. Ahmet Keleşoğlu Anadolu Lisesi
4. Üsküdar Anadolu İmam Hatip Lisesi
5. Bülent Akarcalı Anadolu Lisesi
6. Bağlarbaşı Pazarlama ve Perakende Mesleki ve Teknik
Anadolu Lisesi
7. Henza Akın Çolakoğlu Anadolu İmam Hatip Lisesi
EĞİTİM YÖNETİCİLERİ AKADEMİSİNDEKİ KONULARIMIZ “DOKUZ MİZAÇ MODELİNE GÖRE KİŞİLİK GELİŞİMİ” VE “ÖĞRETİM LİDERLİĞİ”
Okul müdür yardımcılarımızın çok yönlü gelişimi için dü-
zenlediğimiz Eğitim Yöneticileri Akademisindeki eğitimle-
rimizi İsmail Acarkan ve Doç.Dr. İbrahim Hakan Karataş
ile gerçekleştirdik.
1. İsmail Acarkan->Dokuz Mizaç Modeline Göre Kişilik
Gelişimi
2.Doç.Dr.İbrahim Hakan KARATAŞ->Öğretim Liderliği
86
2018-2019 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI SENE BAŞI OKUL/KURUM MÜDÜRLERİ TOPLANTIMIZI GERÇEKLEŞTİRDİK. Kaymakamımız Murat Sefa DEMİRYÜREK’in başkan-
lığında, Belediye Başkanımız Hilmi TÜRKMEN , İlçe Milli
Eğitim Müdürümüz Sinan AYDIN, Daire Amirlerimiz ve Okul
Müdürlerimizin katılımıyla 2018-2019 Eğitim Öğretim Yılı
Okul Müdürleri Toplantımızı gerçekleştirdik. Toplantımızda
2017-2018 eğitim öğretim yılının değerlendirmesinin yapıl-
masından sonra yeni eğitim öğretim yılı için hedeflerimiz
belirlendi.
PERSONEL DESTEK PROJEMİZ KAPSAMINDA EDİRNE VE EYÜP SULTAN TURUNA ÇIKTIKİlçe Milli Eğitim Müdürlüğümüzce yürütülen Personel Destek
Eğitimi Projesi kapsamında İlçe Millî Eğitim Müdürlüğümüz
personelimizle birlikte Edirne şehir gezisi ve Eyüp Sultan
turu gerçekleştirdik.
İlçe Şube Müdürümüz İshak ASLAN ve Hasan AKGÜL’ ün
ve İlçe personelimizin katıldığı gezide rehberimizden gez-
diğimiz mekanların bilinmeyen yönlerini öğrenip yörelere
özgü lezzetleri tattık.
Bir takım olmanın keyfine vardık.
KENDİNİ GELİŞTİR GELECEĞİ DEĞİŞTİR PROJEMİZ DEVAM EDİYOR.
Öğretmenlerimizin hem mesleki hem kişisel hem de
kültürel yenilenmelerine katkı sunmak için yürüttüğümüz
öğretmen eğitimlerimiz devam ediyor.
Ekim ayı eğitimlerimiz:
1. Gülşen Ergan->9 Mizaç Modelinin Eğitime Yansımaları
2. Ezgi Dede->Bütünleşik Matematik Uygulamaları
3.Elif Çelebi->Mindfulness-Bilinçli Farkındalık
4.Ömer Cimem->Öğrenme Güçlüğü Yaşayan Öğrenciler ve Okul Uygulamaları
5.Tuğba Eren Öcal->Çocuklarda İnovativ Düşünme Bece-
rilerinin Desteklenmesi Üzerine Uygulamalar
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
TÜRKİYE SPORTİF YETENEK TARAMASI VE SPORA YÖNLENDİRME PROJESİ DEĞERLENDİRME TOPLANTIMIZI YAPTIK Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı
arasında imzalanan protokol çerçevesinde hayata geçirilen
Türkiye Sportif Yetenek Taraması ve Spora Yönlendirme
Projesi kapsamında 2018-2019 Eğitim ve Öğretim yılı faali-
yetleri öncesi düzenlenen Koordinasyon Toplantısı, Üsküdar
Kirazlıtepe Boğaziçi Yaşam Merkezinde yapıldı.
Türkiye Sportif Yetenek Taraması ve Spora Yönlendirme
Projesi Değerlendirme Toplantısına İstanbul Vali Yardımcısı
Ahmet Hamdi USTA, İl Millî Eğitim Müdürü Levent YAZICI,
İl Gençlik ve Spor Müdürü Cemil BOZ, İlçe Millî Eğitim
Müdürümüz Sinan AYDIN, İlçe Milli Eğitim Müdürleri, İlçe
Gençlik ve Spor Müdürleri katıldı.
TEKNOFEST ÖDÜL TÖRENİNDE ÖĞRENCİLERİMİZ BİZİ GURURLANDIRDI Dünyanın en büyük havalimanında düzenlenen TEKNO-
FEST organizasyonundaki yarışmalarda İlçemiz Okullarından
İTO Ragıp Ali Bilgen İmam Hatip Lisesi ile Haydarpaşa
Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesilerimiz birincilik aldılar.
İTO Ragıp Ali Bilgen Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin;
Fevz-i Âsım takımı İstanbul sur içi temalı parkuru başarıyla
tamamlayarak “Otonom Araçlar” kategorisinde birinci oldu.
Haydarpaşa Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin; Fatih Sul-
tan Mehmet´in İstanbul´un fethinden ilham alarak yaptıkları
robot , “Robotik Fetih” kategorisinde birinci oldu.
MİLLİ EĞİTİM BAKAN YARDIMCIMIZ
MAHMUT ÖZER MİSAFİRİMİZ OLDU
Milli Eğitim Bakan Yardımcımız Mahmut ÖZER Nevme-
kan Sahil Sosyal Tesislerini ziyaret etti. Bakan Yardımcımızın
ziyaretinde kendisine İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sinan
AYDIN eşlik etti.
88
BİLGİ TOPLUMU ANCAK OKUYAN
İDARECİLER VE ÖĞRETMENLER SAYESİNDE
GELİŞİR.
30 ve 31. Kitapların okunduğu okul müdürlerimizin yoğun
ilgi gösterdiği Üsküdar Eğitim Okumaları projemizde ekim ve
kasım aylarında birbirinden değerli iki yazarımız misafirimiz
oldu.
1.Prof.Dr.İrfan Erdoğan->Cumhuriyetçi Muhafazakar
İsmail Hakkı Baltacıoğlu
2.Sinan Canan->Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler
ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ YAYINLARI ÇALIŞMALARININ İLK MEYVESİNİ VERDİ:ÜSKÜDAR’DA OKULLARA ADI VERİLEN ŞAHSİYETLER KİTABI...
Kitapta Üsküdarımızın güzide okullarına adı verilen şah-
siyetler arasında vatanımız, bayrağımız uğruna canını feda
eden şehitlerimiz, tarihimizde ilmin, sanatın, önderliğini yap-
mış şahsiyetler, milletimizin evlatları için elindeki imkânları
seferber etmiş hayırseverlerimiz anlatılıyor.
Kitabın hazırlanmasında maksat Üsküdar’daki okullarımız-
da eğitim gören öğrencilerimizin Üsküdar’ın okullarına adı
verilen bu mümtaz şahsiyetleri tanıması ve örnek almasıdır.
Hezarfen Ahmet Çelebi, Aziz Mahmut Hüdâyî, Halil Rüştü,
Hüseyin Avni Sözen, Cahit Zarifoğlu, Dilaver Cebeci, Şehit
Halil Kantarcı, Şehit Mustafa Cambaz, Şehit Okan Altıparmak,
Sakine Kalyoncu, Hakkı Demir, Türkan Sedefoğlu, Yılmaz
Ulusoy kitapta yer verilen isimlerden sadece bazıları...
Çalışma Kaymakamımız Murat Sefa DEMİRYÜREK’in
himayelerinde Belediye Başkanımız Hilmi TÜRKMEN’in
desteği ile İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sinan AYDIN’ın
önderliğinde hayata geçirilmiştir.
Üsküdar’da Okullara Adı Verilen Şahsiyetler Kitabı İlçe
Milli Eğitim Müdürlüğümüzce yayımlanacak kitaplarımızın
ilkidir.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
ÖZEL EĞİTİM VE REHBERLİK HİZMETLERİ GENEL MÜDÜRÜ AHMET EMRE BİLGİLİ OKULLARIMIZI ZİYARET ETTİ
Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürü Ah-
met Emre BİLGİLİ ve İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sinan
AYDIN Türkan Sabancı Görme Engelliler Okulunu ziyaret
edip okulda incelemelerde bulundular.
BİZİM GÖK KUBBEMİZ PROJESİ ÇALIŞMALARIMIZ BAŞLADI
2018-2019 eğitim öğretim yılı Bizim Gök Kubbemiz Projesi
Toplantısını İlçe Millî Eğitim Müdürümüz Sinan AYDIN’ın
başkanlığında projeye dahil olan okullarımızın müdür ve
öğretmenlerinin katılımıyla gerçekleştirdik.
Toplantıda geçen sene Diyarbakır Çalıştayı’nda alınan
kararlar değerlendirildi, bu sene projenin uygulamasıyla ilgili
planlamalar yapıldı.
SARAYBOSNADAN MİSAFİRLERİMİZ GELDİ
Saraybosna Kantonu Millî Eğitim Bakanı Elvır KAZA-
ZOVİC, Saraybosna Kantonu Millî Eğitim Bakanı Asistanı
Nihada COLİC, Yunus Emre Enstitüsü Kardeş Okul Projesi
Kapsamında kardeş okulumuz olan Vlademir Nazar Centav
Özel Eğitim Okulu Müdürü ve bir grup öğretmeniyle birlikte
İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sinan AYDIN’ı ve Kaymakamı-
mız Murat Sefa DEMİRYÜREK’i makamında ziyaret ettiler.
90
29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI İLÇE KUTLAMA PROGRAMIMIZI GERÇEKLEŞTİRDİK.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı İlçe Programımız; Kay-
makamımız, Garnizon Komutanımız, Belediye Başkanımız,
Başsavcı Vekili ve İlçe Millî Eğitim Müdürümüzün katılımıyla
Şemsipaşa Atatürk Anıtında çelenk sunma töreni gerçekleş-
tirildi. Çelenk sunma programı öncesinde ise öğrenci, öğret-
men ve halkımızın katılımıyla Üsküdar Vapur İskelesinden
Şemsipaşa Atatürk Anıtına Büyük Türk Bayrağı taşınarak
bando takımı eşliğinde Cumhuriyet Yürüyüşü düzenlendi.
İL MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜMÜZ SAYIN LEVENT YAZICI İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜMÜZÜ ZİYARET ETTİLER
İl Milli Eğitim Müdürümüz Levent YAZICI bu gün Mü-
dürlüğümüzü ziyaret ettiler. İlçe Milli Eğitim Müdürümüz
Sinan AYDIN İl Milli Eğitim Müdürümüze ilçemiz ile ilgili
brifing vererek, yürüttüğümüz projelerimiz hakkında sunum
yaptılar.