yrd. doç. dr. ali ata yİĞİt - tarde sed tute · pdf fileatatürk dönemi...

12
73 O smanlı Devleti, 16. yüzyılın yarısına ka- dar yeniliklere açık olan, bilgi birikimi ve bilgi akışı sağlayan dinamik bir ülkeydi. O yıllarda Fransa, İtalya ve Avusturya gibi ba- tılı ülkeler, Osmanlı Devletine uzman heyetler göndermek suretiyle, iktibas edebilecekleri veya yararlanacakları hususları tespit etme- ye çalışıyorlardı (Coles 1968: 150-155). İki asır sonra ise, Batı dünyası beğenilen, taklit edi- len model hâline geldi. İlme ve onun tatbika- tına dayalı olarak gelişen bu model, Osmanlı Devleti’nde zamanında ve doğru bir şekilde tahlil edilemedi. Geçmişi ihya etmeye veya daha sonraları durumu muhafaza etmeye yö- nelik ama, çoğunlukla proje temelinden yok- sun reformlar ile, gerçekleşebilir hedefler ta- yin edilmeden yapılan atılımlar hep akîm kaldı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık ekseninde yürütülen tartışmalar ise, fikrî biri- kim sağlamakla birlikte, toplumsal mutaba- kata dönüşmediği için, kapsamlı ve düzenli bir uygulama imkânı ortaya çıkmadı. Yine de, Osmanlıcılık imparatorluk felsefe- sine en uygun siyaset olarak görüldüğü için, devlet katında en muteber akım hâline geldi. Nitekim, Tanzimat’ın ilanı ve uygulamaları bu mealdedir. Bir taraftan devlet yapısı modern- leştirilirken, diğer taraftan gayrimüslimleri yönetime dâhil etmek suretiyle, dinî kimlikle- rin üstünde bir Osmanlı kimliği oluşturulma- ya çalışıldı. Son olarak İttihatçılar, bu gaye ile Meşrutiyet’i ilan ettiler; fakat bu yöndeki bütün gayretlerine rağmen başarılı olamadılar. Türk- lerin dışında bütün etnik unsurlar, milliyetçilik yoluyla ayrılma çabasını sürdürdüler. Entelektüel boyutu ve felsefi derinliğinin yanı sıra, hangi etnik kökenden olursa olsun, bütün Müslümanları bir arada tutabilmenin siyaseti olarak İslamcılık, daha gerçekçi görü- nüyordu. II. Abdülhamit döneminde etkin hale gelmesine rağmen, Müslüman Arnavutlar ile Araplar arasında milliyetçiliğin yayılmasına ve bağımsızlık duygusunun gelişmesine engel olunamadı. Denilebilir ki, Osmanlıcı ve İslamcı poli- tikaların başarısızlığı, Türkçü faaliyetlerin gelişmesine yol açtı. 1908’de Türk Derneği, Yrd. Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT Atatürk Dönemi Kültür Politikası ATATÜRK DÖNEMİ 1920 - 1938 CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK KÜLTÜRÜ

Upload: trinhnga

Post on 07-Feb-2018

230 views

Category:

Documents


5 download

TRANSCRIPT

73

Osmanlı Devleti, 16. yüzyılın yarısına ka-dar yeniliklere açık olan, bilgi birikimi ve bilgi akışı sağlayan dinamik bir ülkeydi.

O yıllarda Fransa, İtalya ve Avusturya gibi ba-tılı ülkeler, Osmanlı Devletine uzman heyetler göndermek suretiyle, iktibas edebilecekleri veya yararlanacakları hususları tespit etme-ye çalışıyorlardı (Coles 1968: 150-155). İki asır sonra ise, Batı dünyası beğenilen, taklit edi-len model hâline geldi. İlme ve onun tatbika-tına dayalı olarak gelişen bu model, Osmanlı Devleti’nde zamanında ve doğru bir şekilde tahlil edilemedi. Geçmişi ihya etmeye veya daha sonraları durumu muhafaza etmeye yö-nelik ama, çoğunlukla proje temelinden yok-sun reformlar ile, gerçekleşebilir hedefler ta-yin edilmeden yapılan atılımlar hep akîm kaldı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık ekseninde yürütülen tartışmalar ise, fikrî biri-kim sağlamakla birlikte, toplumsal mutaba-kata dönüşmediği için, kapsamlı ve düzenli bir uygulama imkânı ortaya çıkmadı.

Yine de, Osmanlıcılık imparatorluk felsefe-sine en uygun siyaset olarak görüldüğü için,

devlet katında en muteber akım hâline geldi. Nitekim, Tanzimat’ın ilanı ve uygulamaları bu mealdedir. Bir taraftan devlet yapısı modern-leştirilirken, diğer taraftan gayrimüslimleri yönetime dâhil etmek suretiyle, dinî kimlikle-rin üstünde bir Osmanlı kimliği oluşturulma-ya çalışıldı. Son olarak İttihatçılar, bu gaye ile Meşrutiyet’i ilan ettiler; fakat bu yöndeki bütün gayretlerine rağmen başarılı olamadılar. Türk-lerin dışında bütün etnik unsurlar, milliyetçilik yoluyla ayrılma çabasını sürdürdüler.

Entelektüel boyutu ve felsefi derinliğinin yanı sıra, hangi etnik kökenden olursa olsun, bütün Müslümanları bir arada tutabilmenin siyaseti olarak İslamcılık, daha gerçekçi görü-nüyordu. II. Abdülhamit döneminde etkin hale gelmesine rağmen, Müslüman Arnavutlar ile Araplar arasında milliyetçiliğin yayılmasına ve bağımsızlık duygusunun gelişmesine engel olunamadı.

Denilebilir ki, Osmanlıcı ve İslamcı poli-tikaların başarısızlığı, Türkçü faaliyetlerin gelişmesine yol açtı. 1908’de Türk Derneği,

Yrd. Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT

Atatürk Dönemi Kültür Politikası

ATAT Ü R K D Ö N E M İ

1920

- 1

938

C U M H U R İ Y E T D Ö N E M İ T Ü R K K Ü L T Ü R Ü

74

I. Bölüm:Kültür Politikası

1911’de Türk Yurdu Cemiyeti kuruldu. Bu ce-miyet, 1912’de kurulan Türk Ocağı ile birleşti ve Mehmet Emin (Yurdakul), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Ağaoğlu Ahmet, Akçuraoğlu Yusuf, Köprülüzade Mehmet Fuat ve Ziya Gökalp gibi aydınlarla giderek güçlendi.

Öte yandan, devlet 18. yüzyıldan itibaren batılılaşıyordu ve batılı değerler her görüşten aydını tesiri altında bırakıyordu. Ayrıca Ab-dullah Cevdet gibi Batı’nın bütün değerleriyle benimsenmesi gerektiğini savunan, doğrudan batıcı aydınlar vardı. Onların çıkardığı İçtihad dergisi batıcılığı etkili bir akım haline getirdi. 1904 yılında Cenevre’de, daha sonra Kahire ve İstanbul’da yayımlanan bu dergide, Latin alfa-besinin kabul edilmesi ve laik sisteme geçil-mesi gibi, büyük tartışmalara yol açan yazılar neşredildi.

Diğer taraftan, Ziya Gökalp İslamcı, Türk-çü ve batıcı fikirler arasında ideal yönünden bir tezat bulunmadığını belirterek, bir sen-tez oluşturmaya çalıştı. 1912 yılında yazdığı bir makalede, “bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz. Bunların bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anla-yarak ‘muasır bir İslâm Türklüğü’ ibda etme-liyiz.” demektedir (1976:12). Gökalp’in böylesi bir sentez kurma gayreti, o yılların siyasetine uygundu. Ancak, kutsal topraklar başta olmak üzere, Arap nüfusunun çoğunluk teşkil ettiği bölgelerin ihanet içinde kaybedilmiş olması, bu sentezin pratikteki önemini azaltmıştı. Çün-kü söz konusu topraklarla birlikte, Türkiye’nin İslâm dünyası üzerindeki liderliği de kaybedil-miş oldu.

Netice itibariyle, Osmanlı Devleti son iki yüz-yıl boyunca sürdürdüğü reformlara rağmen, Batı karşısında girmiş bulunduğu ters tarih sürecinden kurtulamadı ve imparatorluk özel-liğini yitirerek dağıldı. Cihan Harbi’nin sonunda ise, payitahtı dâhil, üzerinde doğup büyüdüğü Anadolu toprakları da işgal edildi. Böylece hem kurtuluş mücadelesi, hem de bir daha böyle bir musibetle karşılaşmamak için, değişim süreci başlamış oldu. Atatürk, kurtuluş ve değişimin mimarı ve önderi olarak, kazanılan zaferi kalıcı

başarıya ulaştırmak üzere, yeni kültür politika-sını hayata geçirdi.

1. Kültür Politikasının TemelleriAtatürk dönemi kültür politikası, inkılaplar yo-luyla millîleşme ve çağdaşlaşma yönünde, ra-dikal bir değişimi öngörmektedir. Bu değişim, çağın özelliğini ve Osmanlıdan intikal eden ta-rihî süreci yansıttığı kadar, yeni Türkiye’nin ku-ruluş felsefesini de ortaya koymaktadır. Temel gayesi ise, Türk devleti ve milletinin ebediyete kadar yaşatılmasıdır.

Vak’a şu ki, Osmanlı’nın son yıllarında yoğun olarak tartışılan milliyetçilik ve batıcılık fikri-yatı, gelişen yorumuyla ve Atatürk’ün liderli-ğinde Türkiye Cumhuriyeti’nde birleşmiş oldu. Atatürk, Osmanlı’nın imparatorluk yapısında kaybolan Türk millî kültürünü gün ışığına çı-karmak ve çağdaş değerlerle geliştirmek su-retiyle, yeni nesillere aktarmak istiyordu. Aynı zamanda Türk milletini refaha kavuşturmak, Türk devletini de güçlü kılmak amacındaydı. Bernard Lewis’in ifadesiyle, hayatının iki hâkim inancı Türk milletine ve ilerlemeye olan inancı idi. Her ikisinin de geleceği, onun için batının modern medeniyetinden başka bir şey demek olmayan medeniyette yatıyordu (1984: 290). Dolayısıyla, Atatürk taraftar olduğu ve tarihi bir zorunluluk olarak ortaya çıkan milliyetçilik si-yaseti ile, batıcılığı birleştiren ortak bir strateji geliştirdi (Yiğit 1999:1038).

1.1. Millîleşme

Bu durum, öncelikle çağın özelliğini yansıtır. Milliyetçi akımlarla imparatorlukların yıkıla-rak, yerine millî devletlerin kurulması ve aynı kültüre mensup toplumların millet yapısına dönüşmeleri, Fransız ihtilâlinden itibaren geli-şen yeni değerler oldu. Başlangıçta, Türklerin bu yeni değerleri benimsemesi kolay değildi. Üç kıta üzerinde yükselen bir imparatorluğun kurucusu ve sahibi olarak, elbette farklı kül-türleri bütünleştirici bir sistemi savunacaklar-dı. Fakat, başarılı olunamadığı için millîleşme yolu açılmış ve dağılan ümmet toplumundan, millet toplumuna geçilmiştir.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığı haberi, Tevhid-i Efkâr

Gazetesi, 25 Temmuz 1923

75

A l i A t a Y İ Ğ İ TA t a t ü r k D ö n e m i K ü l t ü r P o l i t i k a s ı

Millî Mücadele yılları ise, geçiş sürecini hız-landıran faktör oldu. Zaferin akabinde millet esasına dayalı millî devlet olarak Türkiye Cum-huriyeti kuruldu. Burada göz ardı edilmemesi gereken husus, Mondros’la ve Sevr’le teslim olan, ordularını terhis eden devlete mukabil; silaha sarılan ve mücadeleye devam eden bir halkın olduğudur. Başka bir deyişle, hür ve ba-ğımsız yaşama iradesini ortaya koyan millet, inisiyatifi ele almıştır.

Türk tarihinde bir dönüm noktasını teşkil eden bu inisiyatifin lideri, hiç şüphesiz Musta-fa Kemal Paşa’dır. Daha, Samsun’a çıktığı ilk günlerde Sadarete yazdığı bir raporda, Türk-lük, Türk duygusu, milletin hâkimiyet esası gibi kavramlar kullandı (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri 1991:25). Amasya Tamimin-de ise, “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. İstanbul hükûmeti üzerine aldığı sorumluluğu gereği gibi yerine getirememek-tedir.” derken, durum tespitinde bulunmuş; “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kara-rı kurtaracaktır” sözüyle de, çareyi göstermiş oluyordu. Böylece millet esasına ve milli hâki-miyete dayalı, siyasi yapının temeli de atılmış olmaktaydı. Nitekim, tamimin ertesi günü, 23 Haziran 1919 tarihinde, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral A. Calthorpe, Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a çok acil kaydıyla geçti-ği şifreli telgrafta; “Çanakkale savaşlarında ün yapmış bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın, Samsun’a çıktığı günden beri, kendisini milli-yetçi akımın merkezi hâline getirdiği” belirtil-mektedir (Foreign Office Archives (FO), Belge-I, Yayımlayan: Şimşir 1992: 26).

Milliyetçi akım kongreler yoluyla teşkilât-landı ve seçilen Heyet-i Temsiliye’nin görüş ve kararlarını yaymak amacıyla, Sivas’ta çıkarı-lan gazeteye İrade-i Milliye, Ankara’da çıkarı-lan gazeteye de Hâkimiyet-i Milliye adı verildi. En önemlisi ise, Meclis-i Mebusan geleneğine rağmen, yeni meclis, Millet Meclisi olarak açıl-dı. Dolayısıyla millî mücadele yılları, Türk adıy-la birlikte, millet ve millî kavramlarının yoğun olarak kullanıldığı yıllar oldu. Bu kavramların bağlamında ise, milliyet ve milliyetçilik vardır.

Neden milliyetçilik sorusunun bir başka cevabını da, geçmişin tahliline dayalı, tehdit algılamasında aramak gerekir. Osmanlı Dev-letinin sadece dış baskı ve saldırılarla değil, aynı zamanda içten gelen eylemler ve etnik hareketlerle yıkılmış olması, millî birliğin öne-mini artırmaktaydı. Bunun için milli kültürün gelişmesi ve onun yeni nesillere aktarılması gerekiyordu. Bu da ancak, milliyetçilik ilkesine dayalı eğitim ve kültür politikası ile mümkün olabilirdi.

1.2. Çağdaşlaşma

Vak’a, Batı dünyasında ilmî zihniyete, bilgi bi-rikimine ve teknolojik temellere dayalı yeni bir medeniyetin doğmuş olmasıdır. Bu medeniyet karşısında pasifize olmanın hatta hayat memat kaygısına düşmenin bir tezahürü olarak, batılı-laşma sürecine girilmiştir. Osmanlının reform-lar yoluyla başlattığı bu süreç, cumhuriyet dö-neminde inkılaplarla devam etti.

Bu süreç önceleri garplılaşma olarak ifade ediliyordu. Bununla birlikte asrileşme, mo-dernleşme kavramları da kullanılmaktaydı. Bilahare modernleşmeye karşılık muasırlaş-ma, onunda eş anlamlısı olarak çağdaşlaşma kavramları ihdas edildi. Bu kavramların farklı anlamlarına ve felsefî olarak tartışılabilir bo-yutlarına rağmen, söz konusu olan batılılaşma eylemidir. Dahası, bu eylemin tarihî sürecine uygun olarak adlandırılması da yine batılılaş-madır. Ancak, Atatürk inkılaplarıyla sağlanan değişim, “Batı’yı örnek alma ve batılı gibi olma” yaklaşımının ötesinde, insanlığın ortak birikimi olarak görülen ve son olarak batıda yükselen medeniyete entegre olma siyasetini ifade eder. Yani ilmin tatbikatından kaynaklanan ve haya-tın akışını değiştiren yeni değerlere erişmek ve paylaşmak gayesi vardır.

Bu durum, bir bakıma Batı’ya karşı, Batı mekanizmalarıyla cevap verebilmek demektir. Atatürk, tarihi iyi derecede bilen ve değerlen-diren bir devlet adamı olarak, çağın şartlarına uygun bir güce sahip olmadan, Lozan dâhil hiçbir antlaşmanın nihai bir çözüm getirme-yeceğini biliyordu. Nitekim, cumhuriyetin ilâ-

76

I. Bölüm:Kültür Politikası

nından kısa bir süre sonra, 4 Aralık 1923 tari-hinde verdiği demeçte; “Memleket behemahal asrî, medenî ve müteceddit olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır.” dedi (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri-III 1989: 94). Büyük Zaferin ikin-ci yıldönümü münasebetiyle Dumlupınar’da yaptığı konuşmada ise; “medenî eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavim-ler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya mahkûmdurlar. Tarihî beşeriyet, baştan başa bu dediğimi teyit etmektedir. Medeniyet yolun-da yürümek ve muvaffak olmak şart-ı hayattır.” dedi (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri-II 1989: 187).

Öte yandan, herhangi bir dış tehdit bulun-masa dahi, Türklerin de Batılılar gibi çağın nimetlerinden yararlanması ve müreffeh bir toplum hâline gelmesi gerekiyordu. Türkiye ekonomisinin temeli tarıma dayalıydı fakat, verimlilikten söz edebilmek mümkün değildi. Ziraî faaliyetler son derece iptidaî şartlarda ve Orta Çağ usulleriyle yapılıyordu. Diğer taraf-tan, uzun yıllar süren savaşlar çok ciddi can ve mal kayıplarına yol açmıştı. O yıllarda hemen hemen her evde bir dul kadın ve birkaç yetim bulunuyordu. Öyle ki, 1927 yılında yapılan nü-fus sayımına göre, kadın nüfusu erkeklerden %8 oranında daha fazlaydı. 1940 sayımında ise, cinsiyet oranlarının eşitlendiğini görü-yoruz. Dikkat çekici bir başka husus, Türkiye nüfusunun yaklaşık %76’sı köylerde yaşıyordu; ancak 40 bin civarındaki köyün tamamına yakı-nı, çağın getirdiği bütün nimetlerden mahrum

durumdaydı. Kaldı ki, şehirlerde bile eğitim, sağlık, ulaşım ve haberleşme gibi en temel hizmetler oldukça basit tarzda ve sınırlı ölçü-de verilmekteydi. Bütün Türkiye’de okur-yazar oranı %10 civarındaydı ve bazı köylerde bir tek okur-yazar bile bulunmuyordu. Yeterli sağlık hizmeti olmadığı için, bulaşıcı hastalıklar son derece yaygındı. Dahası doğum üzerine ölen taze gelin ağıtları, bir Anadolu klâsiği haline gelmişti. Diğer taraftan kıtlık ve yoksulluk had safhadaydı. Şeker, gaz ve bez gibi temel tüke-tim maddeleri, varlıklı olanların bile kolayca elde edemeyeceği kadar pahalı ve kıttı. Köyle-ri şehirlere, şehirleri de çevre illere bağlayan bir ulaşım ağı olmadığından, bu durum âdeta devamlılık arz ediyordu (Yiğit 2007: 478). Neti-ce itibariyle ihtiyaçlar çok, imkânlar azdı. Kısır döngüyü kırabilmek ve kalkınmayı sağlayabil-mek için, eğitim ve öğretimin yaygınlaşması ve böylece hayat tarzının değişmesi gerekiyordu. Yani, doğrudan kültürle ilgili bir durum söz ko-nusuydu.

2. Kültürel Yapının Yeniden İnşasıAtatürk inkılapları, millîleşme ve çağdaşlaşma esasına dayalı olmak üzere, kültürel yapının yeni baştan inşa edilmesi hareketidir. Bu ba-kımdan, yaşanılan süreci sosyal antropolojinin kavramlaştırdığı ve tanımladığı şekliyle, kültür değişimi olarak ifade edebilmek mümkündür. Esasında her kültür, tarihi boyunca yaşadığı ve tesiri altında kaldığı vak’alar neticesinde bir değişim içindedir. Bu gerçeği, tarihte ilk defa İbn Haldun’un (1332-1406) ortaya koyduğunu biliyoruz. Ancak, inkılaplar yoluyla değişim, idealize edilen bir gayeye yönelik, önceden ta-sarlanmış ve yaptırımlara dayalı, sistematik bir eylemi ifade eder. Malinowski, bu mealdeki kültür değişimini, “bir toplumun mevcut niza-mını, sosyal yapısını ve bir bütün olarak hayat tarzını, bir tipten başka bir tipe yönelten süreç olarak” açıklamaktadır (1945:1). Bu sebeple, Atatürk inkılaplarıyla başlayan yeni süreç, kül-türün yeniden inşa sürecidir.

Yeniden inşa süreci, devletin hâkimiyet hu-kukunun değişmesi ile başladı. Zira, hâkimiye-tin kimde olduğu ile, kültür arasında doğrudan

Yük taşıyan köylü kadınlar, 1920’li yıllar

77

A l i A t a Y İ Ğ İ TA t a t ü r k D ö n e m i K ü l t ü r P o l i t i k a s ı

bir ilişki vardır. Hükümdarın mutlak hâkimiye-tine dayalı devlet modeli yerine, halkın iradesi-ne dayalı cumhuriyetin kurulması, beşeri mü-nasebetleri en köklü biçimde değiştiren faktör oldu. Osmanlıda hâkimiyet, dinî nitelikli ve geleneksel kut anlayışına dayalı olup, han so-yunun uhdesinde bulunuyordu ve yapısı gereği tebaa kültürü esastı. Cumhuriyet idaresinde ise, vatandaş kültürü vardır. Vatandaş kavramı, bir paylaşımı ve ortaklığı ifade eder. Seçme ve seçilme hakkı da buradan doğar. Yine vatan-daşlık hukukunun gereği, herhangi bir kamu görevi, veraset yoluyla intikal etmez.

Paylaşım ve ortaklık, aynı zamanda eşit-liktir. Eşitliğin tesisi için, vatandaşların din ve mezhep adlarıyla değil, vatana adını veren millet adıyla adlandırılması gerekir. Bu bakım-dan laiklik, millî hâkimiyete dayalı rejimlerin temeli olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti de mil-li devlet olarak laikliği benimsemiştir. Ancak, Türkiye’de laiklik, iktisadî ve sosyal gelişmeler sonucunda değil, tamamen siyasi yapının de-ğişmesi üzerine ve inkılaplar yoluyla gerçek-leştiği için, hayat tarzına yansıması zamana bağlıydı. Bununla birlikte laiklik, millîleşme ile çağdaşlaşmanın hem sonucu, hem de belirle-yici vasfı olarak, değişimin anahtarı oldu.

2.1. İnkılaplar ve Yeni Müesseselerin Kurulması

Önce saltanatla-hilafet birbirinden ayrıldı ve saltanat ilga edildi. Vahidettin’in yerine halife seçimi yapılırken, Mustafa Kemal Paşa; “halk bilâkaydüşart hâkimiyetine sahip olmuştur. Hâkimiyet, hiçbir renkte hiçbir şekilde hiçbir mana ve delâlette iştirak kabul etmez. Hali-fe olsun, ünvanı ne olursa olsun, bu milletin mukadderatında bir müşareket sahibi olamaz. Millet buna katiyen müsaade edemez” dedi (TBMM Gizli Celse Zabıtları 1999:1052). Böylece geçiş safhasında bile, millî hâkimiyet ilkesini açık bir şekilde savundu.

Cumhuriyetin ilanından sonra ise, 3 Mart 1924 tarihinde üç inkılap kanunu kabul edildi. Sırasıyla, “Şer’iye ve Evkâf ve Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâletlerinin İlgâsına Dair Kanun”,

“Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ve “Hilâfetin İlga-sına ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cum-huriyeti Memâliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun” (TBMM Kavanin Mecmuası 1340 (1924): 241-243). Bu kanunlar ile, dinin ve/veya din adamlarının devlet üzerindeki belirleyici özelli-ği sona erdi. Ancak, devletin din ile olan müna-sebeti tamamen sona ermedi. Söz konusu ka-nunlar ile, medreselerin yerine İlahiyat Fakül-tesi ve İmam-Hatip Mektepleri açıldı. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı, Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Halife azle-dildi, hilâfet makamı kaldırıldı fakat, “hilâfetin, hükûmet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemic olduğu” belirtildi. Böylece, devlet dinî nitelikli olmaktan çıkartılırken, di-nin sosyal ve kültürel hayattaki yeri ve rolü göz ardı edilmeyerek, gerçekçi bir politika oluştu-ruldu.

Ne var ki, hilafet ve saltanatın çok köklü geçmişine mukabil, cumhuriyet ve laiklik he-nüz çok yeniydi. Bu bakımdan karşıtlık duygu-sunun ortaya çıkması zor olmadı ve daha baş-ka sebeplerle meydana gelen muhalefet, sanki bu duyguya tercüman oluyormuş gibi güç ka-zandı. Nitekim paşaların kurduğu Terakkiper-ver Cumhuriyet Fırkası ile, feodal yapının tipik bir tepkisini yansıtan Şeyh Sait isyanı, bu kar-şıtlık içinde mütalâa edildi. Bu durum, Takrir-i Sükûn uygulamasıyla rejimi sertleştirdiği gibi, dinle devlet arasındaki ilişkiyi derinden etkile-di. Denilebilir ki, bir tarafta dinin eski rejimin dayanağı olarak görülmesi ile; diğer tarafta çağdaşlaşmanın gereği olarak yapılan inkılap-ların, din dışı olarak algılanması böyle başladı.

Bununla birlikte inkılaplar devam etti. 1925 yılında tekke ve zaviyeler kapatıldı, Milâdî tak-vime geçildi ve “Şapka İktisası Hakkında Ka-nun” kabul edildi. 1926’da ise, yeni Türk Me-denî Kanunu kabul edildi. 1928 yılında anaya-sadan “Türkiye devletinin dini: din-i İslâmdır.” maddesi çıkartıldı ve aynı yıl Latin harflerine dayalı yeni Türk alfabesi kabul edildi. Arap alfabesinin Türkçenin ses yapısına uygun ol-madığı ve öğrenimindeki güçlükler sebebiy-le okuma-yazma oranının çok düşük olduğu

78

I. Bölüm:Kültür Politikası

ve Türk tarihini, dilini, sanatının bilimsel yön-temlerle incelenmesi, gelişmesi ve yaygınlaşma-sıdır. Türk Ocağı bu amaçlarına ulaşabilmek için halka dersler, konferanslar, müsamereler, tertip, kitap ve risaleler neşrederek, mektepler açmaya çalışacaktır. Millî serveti korumak ve çoğaltmak için her türlü meslek ve sanat erba-bıyla görüşerek iktisadi ve zirai teşvik ve irşatta bulunacak ve bu gibi müesseselerin doğup yaşa-masına elinden geldiği kadar yardım edecektir (Tunaya 1988: 458).

Türk Ocaklarının kuruluşundan sonra Oca-ğın yayın organı hâline gelen Türk Yurdu dergi-si, Türklük bilincini geliştirme, yaygınlaştırma ve Türklüğe hizmet amacıyla Yusuf Akçura’nın yönetiminde 32 sayfalık bir forma hâlinde 15 günde bir yayımlanan önemli bir ilmi dergidir. Dergide Türklük ve milliyetçilik temalı şiirlere ağırlıklı yer verilmiş, dil ve edebiyat incelemele-ri, seyahat yazıları, folklor araştırmaları ile sos-yoloji, tarih, ekonomi, eğitim gibi sorunları dile getiren makalelere yer vermiştir. Türk Yurdu dergisi, Cumhuriyet döneminin kurucu kadro-larına ve aydınlarına entelektüel katkı sağlamış onların fikrî gelişimlerini desteklemiştir (Ge-orgeon 1999: 69).

Türk Ocakları, kurucu ve üyelerinin entelek-tüel birikimleri ile Türklük ekseninde yapmış oldukları toplantı, seminer ve konferansların yanı sıra farklı birçok etkinlik de yapmışlar-dır. 18 Mart 1916 günü Mekteb-i Tıbbiye’nin açılması münasebetiyle toplanan Ocaklıla-ra Hamdullah Suphi Bey “Türk Ocağı’nın Faaliyetleri”ne dair yaptığı konuşmasında bu etkinlikleri şöyle özetlemektedir. Ocak, kuru-luşundan bu güne bilim, edebiyat, ahlak, eği-tim, sosyal ve fen alanlarında çeşitli toplantılar tertip etmiş, çeşitli konularda serbest ve tartış-malı dersler verilmiştir. Türklük ile ilgili çeşitli sinema, tiyatro ve temsil gösterileri düzenlen-miş, seyahatler ve resim sergileri tertiplenmiş-tir. Okula gidemeyen ve ihtiyacı olan çocuk-lara yardım yapılmış, askere giden ocakçıların ailelerine yardım edilmiş, savaş nedeniyle zor

Türk OcaklarındanHalk Evlerine Yrd. Doç. Dr. Levent ERASLAN

Türk Ocakları, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Türklük bilincini geliştirmek ve ilerletmek amacıyla kurulmuş bir kültür derne-ğidir. Türk Ocakları, II. Meşrutiyet döneminde aydınlar tarafından imparatorluğun nasıl kur-tulacağına ilişkin geliştirilen kurtuluş (İslamcı-lık, Osmanlıcılık) projelerinden biri olan Türk-çülük fikir ve ideolojisinin yaygınlaştırılması amaçlı siyaset dışı bir kuruluştur. “Fiilen 20 Haziran 1911 yılında kurulmasına rağmen, tü-züğünün birinci maddesinde kuruluş tarihi 12 Mart 1912 olarak gösterilmiştir” (Akyüz 1986: 201). Türk Ocaklarının kuruluşunda dönemin ve daha sonra da erken Cumhuriyetin ilk yılla-rının önemli aydınları olan Mehmet Emin, Yu-suf Akçuraoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi, Ziya Gökalp, Halide Edib, Mehmed Ali Tevfik, Emin Bülent, Dr. Fuat Sabit, Ahmed Ferid etkili olmuştur (Karaer 1992:10-12; Tu-naya 1988: 458)

Türk Ocaklarının genel amacı kültürel bağ-lamda ve Türklük orjininde millî eğitimi geliş-tirmek, yüce bir millet olan Türklerin ekono-mik ve toplumsal seviyelerini yükseltmek, Türk ırkı ve Türk dilinin ıslahı için çalışmak yapmak

Yüksek Mimar Necmettin (Emre)’nin eseri

İzmir Türk Ocağı Binası, 1925

Türk Yurdu, sayı 16, 1926

79

A l i A t a Y İ Ğ İ TA t a t ü r k D ö n e m i K ü l t ü r P o l i t i k a s ı

durumda kalan Rusyalı Türklere destek olun-muştur. Biri Türkçe, diğeri Fransızca olmak üzere, iki kütüphane tesis edilmiştir (Tuncer 1990: 45-46). Bu etkinlikler bağlamında Türk ocakları bağımsız bir sivil toplum kuruluşu gibi amaçları çerçevesinde hareket ederek kamuoyu oluşturma, baskı unsuru olma ve üyelerini bu amaç doğrultusunda yönlendiren bir kurumsal yapıya sahip olmuştur.

Türk Ocakları, yukarıda belirtilen fikrî yapı-sı ve amaçları bağlamında izleyen dönemin bir başka deyişle Türkiye Cumhuriyeti devletinin felsefi ve ideolojik temellerinin gelişiminde et-kili olmuştur. Bu etkilenme süreci Türk Ocak-ları çevresindeki aydınlar ile Cumhuriyetin ku-rucu kadrosu arasında çift boyutludur. Kurucu kadronun fikren beslendiği Türkçülük paydası-nın entelektüel boyutunu Türk Ocakları, Türk Ocaklarının Türklük ülküsünün devletleştiği somut alanı da Türkiye Cumhuriyeti temsil etmektedir. Türk Ocaklarının Cumhuriyete olan fikrî etkisini Sarınay (1993:332) şöyle ifa-de edilmiştir: “Türk Ocakları yönetim ile halk arasında bir rol oynamayı ilke edinen vatanın müdafaası, inkılâpların yerleştirilmesi, ülkede millî birlik ve beraberliğin sağlanması gibi ko-nularda aktif bir şekilde çaba sarf eden sosyal ve kültürel bir seçkinler topluluğudur.”

Yukarıda belirtilen karşılıklı etkileşim Bi-rinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ülkede milliyetçiliğin tek kurtuluş projesi olarak ayak-ta kalmasıyla pekişmiştir. Türk ocakları Millî Mücadeleye destek olmuş, önde gelen üyeleri Millî Mücadelede etkin görevler almıştır. Ocak tarafından 6 Haziran 1919 tarihinde İzmir’in işgali nedeniyle meşhur “Sultanahmet Mitin-gi” düzenlenmiş, “Köycüler Cemiyeti Millî Kongre Cemiyeti ve Millî Türk Fırkası gibi Millî Mücadeleyi destekleyen örgütlenmelerin kurulmasında etkin rol oynamıştır” (Karaer 1992:154.). Bu destek süreci işgal kuvvetle-rince görülmüş ve Türk Ocakları’nın merkezi basılarak evrakları, kütüphane ve koleksiyon-

ları dağıtılmış üyelerinden ve yöneticilerinden birçoğu Malta’ya sürülmüştür.

Millî Mücadele sonrası Türk Ocakları yeni rejimin desteklediği ve kurucu kadronun ta-mamının üye olduğu bir yapıya kavuşmuştur. Yeni rejimin yapısal özelliklerini ve ilkelerini toplumsal tabakalara aktarmada organize ol-muş dinamik bir yapı olan Türk ocakları başta özellikle kurucu lider Atatürk olmak üzere, bü-tün yönetim kademeleri tarafından önemsen-miştir. Türk ocakları da Cumhuriyetin ilanın-dan sonra başlatılan yenilenme çalışmalarının başlıca destekleyicisi olmuştur. Türk Ocakları, Aralık 1924’de Atatürk’ün imzaladığı bir ka-rarnameyle kamu yararına çalışan dernek sta-tüsü kazanmıştır. 1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanı ile birlikte hükûmetin Türk Ocaklarına verdiği destek artmış, Mayıs 1925 tarihli bir hükûmet kararı ile sivil ve asker bütün devlet memurları Türk Ocaklarına yardım etmeye zorunlu kılınmıştır (Köprülü 1940: 481). Yeni rejim ile Türk ocakları arasında cumhuriyet kurulmadan başlayan ve sonrasında da devam eden bu olumlu ilişkiler ocakların yurt gene-linde yaygınlaşmasında da etkili olmuştur. 9 Aralık 1922’de fiilen açılan Ankara Türk Ocağı ve 1923 sonunda Edirne, Adana, Konya, Ma-nisa, Soma, Salihli, Ödemiş, Edremit, Aydın,

Gazi Mustafa Kemal, İnebolu Türk Ocağı önünde şapka devrimi ile ilgili nutkunu verirken, 27 Ağustos 1925

İstanbul Türk Ocağı’naait bir kağıt rozet, 1920’li yılların sonu

80

I. Bölüm:Kültür Politikası

toplantılar düzenlemişlerdir. 1928 yılında yeni alfabenin kabulü ile birlikte Türk Ocakları tarafından 20–31 Ağustos 1928 tarihleri ara-sında, 49 ocakta; 20 Ağustos-20 Eylül 1928 tarihleri arasında 76 ocakta kurs açılmış, 1929 yılının başlarında 50.000 kişiye yeni harfler öğ-retilmiştir. Alfabe değişikliğine ilişkin destek yazıları Türk Yurdu dergisinde aynı günlerde yayımlanmış ve dergi harf devrimini benimse-yen ve uygulayan ilk dergilerden biri olmuştur” (Tuncer 1990:254-256). Soyadı Kanunundan evvel ocaklıların birer soyadı almaları, “Türkçe Konuşturma ve Yayma Cemiyeti” kurularak halkın Türkçe konuşması için çalışmalarda bulunması, yeni rejimin öğretilerinin topluma aktarılmasında Türk Ocaklarının model olma misyonuna örnek olarak verilebilir.

Yeni Cumhuriyetin önemli kazanımla-rından biri olan Medenî Kanunun (17 Şu-bat 1926) kabulünden önce İstanbul Türk Ocağı’nda ilk defa iki genç ocaklının nikâhla-rının yapılması, Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin kurulması, Menemen’de rejime ve inkılaplara karşı meydana gelen irticai olaylara Türk Ocak-larının sert tepkiler göstermesi, şapka İnkıla-bına verilen destek, 23 Nisan çocuk bayramı kutlamaları, yerel halkı aydınlatmak için “İrşat Heyetleri”nin kurulması (Tuncer 1990: 304, Karaer, 1990: 70) gibi etkinler Türk Ocakla-rının devletin siyasi eğitim ve propaganda et-kinliklerini üstlendiğini göstermektedir. Türk Ocakları ile yeni rejim arasında tesis edilen karşılıklı etkileşim ve ortaklık dönemin ge-rek siyasal gerekse uluslararası nedenlerinden ötürü Atatürk tarafından 24 Mart 1931 günü Cumhuriyet Halk Partisi ile birleştirme kararı ile sona erdirilmiştir. Bu karar üzerine Türk Yurdu dergisi de 233. sayı ile yayın hayatına ara vermiştir. 10 Nisan 1931’de Ankara’da Türk Ocaklarının son ve olağanüstü kongresi top-lanmış, Türk Ocaklarının CHF’ye katılması ve bütün mallarının CHF’ye devredilmesi kararı-nı tespit eden metin, oy birliği ile kabul edil-miştir (Tunaya 1988: 459).

Afyon ve diğer şehirlerde açılan Türk Ocakla-rının sayısı 60’a ulaşmıştır. 23 Nisan 1924’te 71’e, 1926’da 217’ye, 1927’de 266’ya çıkmış; 1928’den itibaren sayıdaki artış kısmen yavaş-lamaya başlamıştır. 1928’de 5 yeni Ocak açı-lırken maddi olanaksızlıklar nedeniyle 5 Ocak da kapanmıştır. 1928-1930 döneminde 9 yeni Ocak daha açılmıştır (Üstel 2004: 125-133).

Türk Ocakları devletin desteği ile nicel olarak büyümüş ve kuvvetlendirilmiştir. Türk Ocaklarının geleneksel olarak güçlü olduğu en-telektüel ve kültürel boyutu ile rejimle paralel fikirsel zemini, bir proje biçiminde düzenlen-miştir. Bu projede yeni Cumhuriyet rejiminin kitlelere benimsetilmesinde önemli bir aktör olarak Ocak önemli görevler almıştır. Türk Ocağı, bu doğrultuda yeni rejimin öğretilerini topluma aktarmada şu etkinlikleri yapmıştır. Yurdun çeşitli şehirlerinde kurulan ocaklarda kütüphaneler açılmış, konser, tiyatro, müsa-mereler, konferanslar ve seminerler düzenlene-rek yeni rejimin özellikleri halka anlatılmıştır. Örneğin Trabzon Türk Ocağı’nda 15 Ocak 1926’da Süreyya Hulusi Hanım, ilk defa Türk kadınının “Seçme ve Seçilme Hakkı”, “Türk Kadınının, Türk içtimaîyatındaki Mevkii ve Vazifeleri”, Mustafa Mümtaz Bey,“İktisadi Ha-yatta Türkiye”, Ali Galip Bey, “İslamda ilim Cereyanları” konularında halka bilgilendirici

Gazi Mustafa Kemal, İzmir Türk Ocağı’nda verilen bir

çay ziyaretinde, 2 Şubat 1931

81

A l i A t a Y İ Ğ İ TA t a t ü r k D ö n e m i K ü l t ü r P o l i t i k a s ı

Türk Ocakları, Cumhuriyet’ten önce kurul-muş ve Türkçülük temelli bir yapılanma olarak yıkılmakta olan bir imparatorluğun kurtulu-şunun asli unsuru olan Türklükte olduğunu savunan kültür ve dil temelli çalışmaları ile Türk milliyetçiliğinin gelişimini temel alan bir yapılanmadır. Türk Ocakları ile Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun oluşturmak istediği ulus temelli yapı ve yeni toplum anlayışı paralellik göstermektedir. Bu paralellik ve ocağın örgüt-lü yapısı, yeni devletin kazanımlarını topluma aktarmada kurucu kadro tarafından bir avantaj olarak görülmüş ve Ocaklar devlet tarafından resmi biçimde tüm kurumlarca desteklenmiş-tir. Türk Ocakları da bu doğrultuda yeni in-kılapların destekleyicisi ve yayıcısı olmuştur. Toplumsal yaşam ile ilgili yapılan yeni düzenle-melerin yerel halka anlatılması ve model olma-sında ocaklar birer odak noktası/aracı kurum olarak hareket etmiş ve çeşitli projeler oluştur-muşlardır. Atatürk yurt gezilerinde Türk Ocak-larını ziyaret ederek oralarda halka yenilikleri anlatmış ve Türk Ocağını öven konuşmalar yaparak ocaklılara görevler tevdi etmiştir. Türk Ocakları cumhuriyetten önce yapmış olduğu ilmi ve fikrî çalışmalar ile imparatorluktan ulus devlete geçişte önemli bir önemli bir misyon

Beypazarı Halkevi açılış töreni, Ankara, 1937

Yeni harflerin kabul edilmesinden sonra, okuma-yazma kampanyasına kendi adını taşıyan okullar açarak katılan Türk Ocakları’nın bir Anadolu

kasabasındaki okulunda öğretmen ve öğrenciler, 1929-1931

yüklenmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte ise kapsamlı entelektüel birikimi ve aydın üyeleri-nin etkin çalışmaları Cumhuriyet kazanımları-nı halka aktarmada etkili olmuştur. Türk Ocak-larının kapatılmasından sonra yerine kurulan Halkevleri, Ocağın birikim ve deneyimlerin-den yüksek derecede faydalanmıştır. Devlet ve toplum arasında kurgulanan bu yapılanmaların temel amacı, Cumhuriyet kazanımlarını toplu-mun içselleştirmesi ve davranış haline getirme-sini sağlamak olarak değerlendirilmelidir.

KaynaklarAkyüz, Kenan (1986), “Türk Ocakları”, Belleten, C. 1

(Nisan).Georgeon, François (1999), Türk Milliyetçiliğinin Köken-

leri (Yusuf Akçura 1876–1935), (çev. Alev Er), İstan-bul: Tarih Vakfı Yurt Yay.

Karaer, İbrahim (1992), Türk Ocakları ve İnkılaplar (1912-1931), Ankara: Türk Yurdu Yay.

Köprülü, M. Fuat, (1940), ‘‘Halkevlerinin İçtimai Rolü’’, Ülkü, Sayı 84, Ankara.

Sarınay, Yusuf (1993), Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Ge-lişimi ve Türk Ocakları (1912-1931), Doktora Tezi, Ankara: HÜ Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Ens-titüsü.

Tunaya, Tarık Zafer (1988), Türkiye’de Siyasal Partiler I (İkinci Meşrutiyet Dönemi), İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay.

Tuncer, Hüseyin (1990), Türk Yurdu Üzerine Bir İncele-me (1911-1932), Ankara: KB Yay.

Üstel, Füsun (1997), İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İstanbul: İletişim Yay.

82

I. Bölüm:Kültür Politikası

öteden beri belirtilmekteydi. Osmanlının son yıllarında, bilhassa batıcılar arasında bu konu sıkça tartışılmıştı. Dahası Arap harflerinin aynı zamanda Kur’an alfabesi olması dolayısıyla, dinî bir özellik taşıdığı ve İslâm medeniyetini yansıttığı da bilinen bir husustur. Nitekim Bur-han Asaf (Belge), harf inkılâbının en stratejik inkılap olduğunu belirterek, böylece yeni ne-siller için geri dönüş yolunun kesildiğini yazdı (1931: 46-60).

Atatürk, gerçekleştirilen radikal inkılaplarla birlikte, Türk adı ve kimliğini yücelten bir sis-temi ve hayat felsefesini yerleştirmeye çalıştı. Daha millî mücadeleye başlarken bile, Türkün haysiyeti, onuru ve kabiliyetinin çok yüksek ve büyük olduğunu belirterek, böyle bir milletin esir yaşamaktansa mahvolmasının evla olaca-ğına inanmaktaydı (Atatürk 1989:9). Dolayısıy-la, millî mücadele ve akabinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Türk adı yeniden doğ-du. Türk Etnografyası, Türk Tarihi ve Türk Dili yeniden keşfedilmeye başlandı. Bunun için yeni tezler geliştirildi ve yeni müesseseler kuruldu. İlk olarak 1924 yılında İstanbul Dârülfünû-nu Edebiyat Fakültesine bağlı olarak Türkiyat Enstitüsü açıldı. Maarif Vekâleti tarafından hazırlanan talimatnamede, enstitünün amacı; Türklük araştırmalarını ilmî bir zeminde yü-rütmek ve geliştirmek, neşriyatta bulunmak,

Türkiye dışındaki ilgili müesseselerle işbirli-ği yapmak ve böylece uluslararası bir merkez hâline gelmek olduğu belirtildi (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Belge-I).

1930 yılında ise, Türk tarih ve medeniyetini ilmî bir surette araştırmak ve incelemek mak-sadıyla, Türk Ocakları bünyesinde Türk Tarihi Tetkik Heyeti oluşturuldu. Bu heyet bilâhare aynı üyelerle ve aynı çalışma plânıyla Türk Ta-rihi Tetkik Cemiyetine dönüştü (Afetinan 1984: 198-201). Cemiyet öncesi, yaklaşık bir yıl kadar çalışmalarına devam eden heyet, bu süre zar-fında Türk Tarih Tezini ihtiva eden, Türk Tarihi-nin Ana Hatları isimli kitabı hazırladı. İlgililerin mütalâa ve tenkitlerini almak üzere yalnız yüz nüsha basılan bu eserin gayesi; “asırlarca çok haksız iftiralara uğratılmış, ilk medeniyetlerin kuruluşundaki hizmet ve emekleri inkâr olun-muş büyük Türk Milletine, tarihî hakikatlere dayanan, şerefli mazisini hatırlatmak” olduğu belirtilmekteydi (1930:68-69). Zira Osmanlı dö-neminde, Türk tarihi en fazla Selçuklulara ka-dar ele alınır ve sadece İslâm tarihi içinde mü-talâa edilirdi. Batılı tarihçiler ise, Türkleri me-deni kabiliyetten mahrum göstermek suretiyle Türk adını istilacı, barbar ve ilkel kavramlarıyla özdeş hâle getirmişlerdi. Bu bakımdan tezin çizdiği çerçeve önemliydi. Tezin tanıtılması ve tartışılması maksadıyla, 2-11 Temmuz 1932 tarihinde I. Türk Tarih Kongresi düzenlendi. Öte yandan cemiyet, 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adını aldı.

Atatürk döneminde tarih alanında yürütülen çalışmalarla, Türk tarihinin İslamlık öncesine ışık tutulduğu gibi, kesintisiz devamlılığı da ortaya konulmuş oldu. Bu yeni bakış açısıyla Türk kültürü ve medeniyetine dair araştırma-lar yoğunluk kazandı. Böylece millî devletin kuruluş felsefesine uygun tarzda, milli tarih görüşü gelişti ve bu vasıtayla millî şuurun ve milliyetçiliğin yükselmesi amaçlandı.

1932 yılında, Atatürk’ün ifadesiyle Türk Ta-rihi Tetkik Cemiyeti’ne kardeş olarak, Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu (Ünaydın 1943: 9-10). Harf inkılabının akabinde, Arapça ve Farsça terkiplerin tasfiyesine ve Türkçenin sadeleş-

İstanbul Üniversitesi Hakkında Rapor, Albert Malche, 1939

Üniversite Reformu’ndan önce İstanbul Dârülfünunu’nda

öğrenciler, 1929

83

A l i A t a Y İ Ğ İ TA t a t ü r k D ö n e m i K ü l t ü r P o l i t i k a s ı

mesine yönelik çalışmalar yoğunluk kazan-mıştı. Zira medreselerde öğretim dilinin büyük ölçüde Arapça olması sebebiyle, Türkçe hem ilim dili olarak gelişme imkânı bulamamış, hem de zaman içerisinde yazı dilinin ağır ve ağdalı hâle gelmesine yol açmıştı. Cemiyetle birlikte çalışmalar hızlandı. 26 Eylül 1932’de I. Türk Dil Kurultayı toplandı. Kurultayda, Türk dilinin kökeni ve diğer dillerle olan bağları, Türk lehçeleri, Osmanlı döneminde Türkçenin durumu gibi konular ele alındı. Gerek halk di-linden gerek eski eserlerden Türkçe kelimele-rin derlenmesi gerektiği ve dilin yapısına uy-gun kelimeler türetilebileceği belirtildi. Diğer taraftan, Türk Tarih Tezine uygun bir şekilde, ilk medeniyet dilinin Türkçe olduğu ileri sürül-dü. Kurultaydan hemen sonra, Maarif Vekâleti tarafından “Söz Derleme Talimatnamesi” ha-zırlandı (BCA, Belge-II) ve Bakanlar Kurulu-nun onayıyla yürürlüğe kondu (BCA, Belge-III). İkinci kurultaydan sonra, derleme faaliyetinin kapsamı genişletilerek, söz derlemesinin yanı sıra, inançlar, âdetler, masallar, ninniler ve atasözlerinin de derlenmesi için folklor ça-lışması başlatıldı (Saffet Ziya 1934: 166-167). 24-31 Ağustos 1936 tarihinde toplanan III. Ku-rultayda ise, ağırlıklı olarak Türk Tarih Tezi’nin esaslarına uygun bir yaklaşımla, Türk dilinin ilk medeniyet dili olarak, başka dillere kay-naklık ettiğini ileri süren Güneş-Dil Teorisi üze-rinde duruldu (Dilmen 1943: 85-98). Cemiyet, 1936 yılında Türk Dil Kurumu adını aldı.

Dil ve tarih alanında yapılan çalışmaların ivme kazanmasıyla birlikte, dikkatler Dârül-fünûn üzerine çevrildi. Bazı yayın organların-da, Dârulfünûn’un bir Osmanlı müessesesi olmak özelliğinden kurtulamadığı, inkılap sürecinin gerisinde kaldığı belirtilerek tenkit edildi. Görüşlerinden yararlanmak maksadıyla Türkiye’ye davet edilen İsviçreli öğretim üyesi Albert Malche de 1932 yılında hazırladığı ra-porda; Dârulfünûnda gerektiği gibi ilmî araş-tırma yapılmadığını, yalnız ilimlerin nakledildi-ğini ifade etti (1939: 1-59). Bunun üzerine, 31 Mayıs 1933 tarihinde kabul edilen bir kanunla, Dârulfünûn kapatılarak, yerine İstanbul Üni-

versitesi kuruldu (TBMM Kavanin Mecmuası 1934: 776-777). 1935 yılında ise Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açıldı. Bu isim, bizzat Atatürk tarafından coğrafya ile tarihin sıkı işbirliğine dikkat çekmek maksadıyla ve-rildi. Atatürk, tarih ve dil kurumlarından sonra, coğrafya kurumunu da gerçekleştirmeyi düşü-nüyordu (Afetinan 1984: 228-230).

Öte yandan değişimin halka yansıtılması, halk kültürünün tespit edilmesi, aydınlarla halk arasında bir kaynaşmanın gerçekleşmesi ve devletle halk arasında yeni bir kan dolaşı-mının sağlanması için, Türk Ocaklarının feshi sağlandı ve yerine, 1932 yılında Halkevleri ku-ruldu. Halkevlerine memur ve öğretmenlerin devam etmeleri ve üye olmaları teşvik edildi. Hatta bunun için Bakanlar Kurulu kararı alındı (BCA, Belge-IV). Halkevleri bütün yurda yayılan şubeleriyle birlikte, her yıl binlerce konferans, konser, temsil, sergi, yayın, araştırma ve der-leme faaliyeti gerçekleştirdi. Böylece İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın ifadesiyle, inkılâbın kül-tür kurumu hâline geldi (1938:1-9).

2.2. Değişimin Özelliği

Gerçekleştirilen inkılaplarla, on beş yıl için-de rejimiyle, hukuk sistemiyle, sosyal düzeni ve kültürel yapısıyla yeni bir devlet ve toplum modeli inşa edildi. Hayat tarzının değiştiril-mesi yoluyla, ilmin rehberliğini esas alan bir zihniyet değişimi öngörülmekteydi. Böylece, laikliğin benimsenmesi ve dinin doğru bir ze-minde öğrenilmesi de mümkün olacaktı. Zira insanları miskinliğe, tembelliğe iten, tabiatla ve yoksullukla mücadele azmini kıran, bir kaza ve kader yorumu ile, büyüme isteğini ortadan kaldıran yanlış kanaat anlayışı yerleşmiş du-rumdaydı. Nitekim M. Şemsettin (Günaltay), cehaletin boyutlarına dikkat çekerek, ilerleme-ye engel olanın İslamiyet değil, eksik ve yanlış öğretilen Müslümanlık olduğunu yazdı (1341: 79-125). Mustafa Kemal Paşa ise, büyük zafe-rin sevincini yaşamadan İzmir’de düzenlediği Türkiye İktisat Kongresi’nde ‘kanaat tükenmez hazinedir’ felsefesinin yanlış tefsire dayandığını belirterek, memleketin mamur, milletin mü-

84

reffeh ve zengin olması gerektiğini ifade etti (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri-II 1989: 112).

Sorun belliydi ve acil olarak durgun ve kapa-lı hâldeki iktisadi yapıdan çıkmak lâzımdı. Bu-nun için alt yapı çalışmaları, sermaye birikimi kadar, zihniyet değişimi de gerekiyordu. Zira insan davranışlarına yön veren ahlaki değerler ile, iktisadi hayat arasında doğrudan bir iliş-ki bulunduğu bilinmektedir. Sabri F. Ülgener, yeni gelişen ekonomilerde en fazla hissedilen eksikliğin, teşebbüste olsun, sevk ve idarede olsun batı ölçüleri ile rasyonel davranan insan olduğunu belirtir (1983:39).

Bu sebeple, yeni kültür politikası eğitim se-ferberliği ile desteklendi. Değişimin kalıcılığı ve kalkınmanın gerçekleşebilmesi ancak, top-lumun bir bütün olarak eğitilmesiyle mümkün olabilirdi. Öğretmen yetiştirilmesi, yeni okul-ların açılması gibi çabaların yanı sıra, Millet Mektepleri uygulamasıyla okur yazar oranı süratle artırıldı. Batılı ülkelerde ancak şehir-leşme süreciyle ortaya çıkan bu sonuç (Ler-ner 1964: 44-46) Türkiye’de nüfusun yaklaşık %76’sının köylerde yaşadığı bir zamanda elde edilmiş oldu.

Netice itibariyle, millet esasına daya-lı, millî bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Batı medeniyeti içinde yük-selmesi fikri ve hedefi, Atatürk döneminin millî bir heyecanı ve millî bir ülküsüydü. Bunun için her vatandaşın Türklük şuuruna ermesi ve muasır medeniyete yönelmesi için olağanüs-tü çaba sarf edildi. En olumsuz şartlarda bile İstiklal Savaşının kazanılması, millîleşme ve çağdaşlaşma çabalarını motive eden ve büyük bir şevkle hayata aktaran enerji kaynağı oldu.

Kaynaklar

Afetinan (1984), Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, 4. bs., Ankara: Türkiye İş Bankası Yay.

Atatürk, Kemal (1989), Nutuk, Ankara: Atam Yay.Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III (1989), Ankara: Atam Yay.

Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri (1991), Ankara: Atam Yay.

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) Ankara, Belge-I. 030.18.01/011.55.4.

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) Ankara, Belge-II. 18.147.23.1932.

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) Ankara, Belge-III. 030.18.01/32.72.3.

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) Ankara, Belge-IV. 030.18.1.2/30.55.15.

Burhan Asaf (1931), “İnkılabımız ve Gençlik”, Türk Yurdu, C.VI(26), S. 39 (233), s. 46-60.

Coles, Paul (1968), The Ottoman Impact on Europe 1350-1699, New York: Harcourt, Brace-World Inc. Press.

Dilmen, İbrahim Necmi (1943), “Türk Tarih Tezinde Güneş-Dil Teorisinin Yeri ve Değeri”, İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul: TTK Yay., s. 85-98.

Foreign Office Archives (FO) London, Belge-I. 371/4227/92885.Gökalp, Ziya (1976), Türkleşmek,İslâmlaşmak,Muasırlaşmak,

(hzl.: İbrahim Kutlu), Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.Kaya, Şükrü (1938), “Halkevlerinin Açılış Konferansı”, Ülkü, C.

XI, S. 61, s. 1-9.Lerner, Daniel (1964), The Passing of Traditional Society, New

York: The Free Press.Lewis, Bernard (1984), Modern Türkiye’nin Doğuşu, (çev.: Me-

tin Kıratlı), 2. bs., Ankara: TTK Yay.M. Şemsettin (1341), Zulmetten Nura, İstanbul: Evkaf Matba-

ası.Malche, Albert (1939), İstanbul Üniversitesi Hakkında Rapor,

İstanbul: Maarif Vekâleti Yay.Malinowski, Bronislaw (1945), The Dynamics of Culture Chan-

ge, New Hawen: Yale University Press.Saffet Ziya (1934), “Folklor Derlemesi İçin Tamim”, Türk Dili,

S. 8, s. 166-167.Şimşir, Bilâl N. (1992), İngiliz Belgelerinde Atatürk 1919-1938,

C. I, 2. bs., Ankara: TTK Yay.TBMM Gizli Celse Zabıtları (1999), C. III, İstanbul: Türkiye İş

Bankası Yay.TBMM Kavanin Mecmuası (1340/1924), Devre:2, İçtima:1, An-

kara: TBMM Yay.TBMM Kavanin Mecmuası (1934), C. XII, Devre: 4, İçtima:2, An-

kara: TBMM Yay.Türk Tarihinin Ana Hatları (1930), İstanbul: Devlet Matbaası.Ülgener, Sabri F. (1983), Zihniyet Aydınlar ve İzm’ler, Ankara:

Mayaş Yay.Ünaydın, Ruşen Eşref (1943), Türk Dili Tetkik Cemiyetinin Ku-

ruluşundan İlk Kurultayına Kadar Hatıralar, 2. bs., Ankara: TDK Yay.

Yiğit Ali Ata (1999), “Eğitim ve Kültür Açısından Atatürk’ün Getirdiği Modelin Fikrî Temelleri ve Hedefleri”, Erdem, C. XI, S. 33, s. 1037-1047.

Yiğit, Ali Ata (2007), “Türkiye’de Köy Öğretmeni Yetiştirilmesi-ne Dair Düşünceler ve Denizli ile Kayseri’de Köy Muallim Mekteplerinin Kurulması”, Uluslararası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu-Bildiriler, C. I, Denizli: Pa-mukkale Üniversitesi Yay., s. 476-486.