zeytinime dokunma... yazısı
TRANSCRIPT
ZEYTİNİME DOKUNMA...
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
(Nazım Hikmet)
Bursa coğrafi konumu dolayısıyla doğal ve tarihsel kaynakları oldukça zengin bir kent. Bunu
son yıllarda kent kozmopolit bir yapı kazandıkça daha iyi idrak edebiliyorum. Ancak bir çok
kentte varsıl olmamanın sonucu olarak insanımız bilhassa yoksul insanlarımız farkına
varmıyor varamıyor.
Nasıl varsın ki ülkede 10-12 yıldır egemen olan zihniyet insanların bilhassa mütedeyyin
insanların alışılmış araçlarla dikkatini celbetmeyi ya da başka yerlere çekmeyi dağıtmayı çok
iyi beceriyordu. Zaten okumayan tek tipliliği yadsımayan bir toplumda farklı bir netice de
beklemek abesle iştigaldi. Şundan varıyorum bu sonuca Bursada yaşayıp da Yeşil Türbede
gömülü osmanlı padişahının kim olduğunu bilmeyen yarıdan çok fazla insan var Uludağ ı
görmeyen o kadar çok insan.. Tıpkı İstanbul da dizi dibindeki boğazı görmeyen İnsanları var
olması gibi. Bunu uydurmuyorum bunlar yakın tarihte yapılan anket araştırmalarında çıkan
sonuçlardır. İsterseniz deneyiniz, daha zor bir sual olacak belki ama her gün binlerce insanın
geçtiği Timurtaş paşa türbesi önünde yapın bu testi:
Kaç kişi şehrin kesinlikle en canlı bu muhitinde yatan zatın adını bile zikredemez. Adım gibi
eminim.
Peki bu bir eksiklik mi elbette değil. Her mezarın başında bir yazıt var ve ordan bilgi
edinebiliyorsunuz. Eksiklik olarak görülen ne olabilir peki. Elbette tarih yazımı konusundaki
eksiklik. Ne diyordu Mehmet Akif “Kıssadan Hisse” şiirinde:
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Bursa’nın simgelerini içeren çok yerinde bir yazı kaleme almıştı Ramis Dara. "Türkiye ve
Dünya Ormanında Bursa’nın Simgesi Nedir!" diye soruyordu. Yıllar önceki bir yazı. Sanırım
Bursa Defteri adlı bir dergide yayınlandı. Şunları sıralamış. Uludağ, teleferik, Prusuias-Osman
Gazi-Orhan Gazi ve türbeleri, Erguvan, Çınar, Yeşil Türbe, Ulucami, Karagöz, Cumalıkızık
Evleri, Hanlar, İznik çinileri ve Kılıç kalkan.
Yazarın seçtiklerine katılmamam mümkün değil. Hele surları dahil etmemesiyle ilgili
yorumuna katılmamak hiç mümkün değil... Bugün kaybettiğimiz bir çok değer var. Bunlardan
hiç birisini haklı olarak adaylar arasına koymamış. Koyamamiş. Çünkü yitip giden kaybolan
değerler bunlar. Saydıkları hakkında ise hemfikirim.
Geçtiğiz yıllarda bir anıt-mezar bulunmuştu Bursa’da 2 bin yıl öncesine tarihlenen. Sonra o
mezarın talan edildiği yazıldı Anıt mezarda ilk bilimsel araştırmaya girişen Uludağ
Üniversitesi Öğretim Üyesi. Prof. Dr. Mustafa Şahin hem de Belediyenin kendi bastırdığı
dergide “arkeolojik park” olarak değerlendirilmesini salık vermesine rağmen dinleyen olmadı.
Bu bölgede hiçbir ciddi çalışma yapmadılar. Çevresini tel örgüyle çevirip toprakla örtmekle
yetinildi. Mezarda rastlanan bronz bir obol (sikke) den yola çıkıp hakkında bilgiler net
olmamasına karşın kral mezarı deyip çıktılar. Velakin Britanya kralı kimin umurunda. Bu
binlerce yıllık buluntu üstü kapatılıp unutuldu gitti. Yani Bursa’yı kuran ya da ünlü komutan
Hannibal'a kurdurduğu rivayet edilen Prusias ve anıtı hakkında bir şey bilen var mı? Doğma
büyüme bu kentteyim bu konu hakkında yazıp çizen bilmem.
Simgelerden biri de Karagözmüş. Hacivat ve Karagöz de Bursa denilince akla gelen
isimlerden. Onlardan geriye kalan geleneksel bir sanata dönüşen “gölge oyunu” Günümüzde
pek yer bulamasa da hala bayram ve ramazanın yegane eğlencelerinden birisi. Onlarla da
ilgili kesin bir bilgi yok elimizde. Güya Orhan ya da Yıldırım zamanında yaşamışlar ve cami
yapım esnasında çalışanları nüktedanlıklarıyla oyalandıkları için ölümle cezalandırılmışlar.
Ezel Akay ile Levent Kazak bu konuya farklı yorum getirmişlerdi. Hacivat ve Karagöz Neden
Öldürüldü filmiyle. Senaristlere göre öldürülmeleri o kadar basit nedenden değildi. Devlet
yönetiminde bazı isimleri rahatsız etmişlerdi. Bunlardan birisi olan Vezir Pervane (Güven
Kıraç) kolay kolay unutulmayacak bir söz etmişti, “ Mizah bir yumruktur kime vuracağı belli
olmaz” diye…
"Bu, dünyaya örnektür. Bu ruhun ışığıdur. Bu da, ete kemiğe bürünmüşlüğün,
ademin vücudun halidir. Bu ruh ışığu artlarından aydunlattıkça cisimler ve
vücutlar bu dünyada görünür olurlar. Işık sönünce vücut kaybolur gider, geriye
bomboş bir dünya kalır..."
Filmde bahsi geçen bu sözler Hacivat ve Karagöz oyununun yaratıcısı olduğu rivayet edilen
Şeyh Küşteri'ye ait olduğu iddia ediliyor. Şeyh Küşteri, padişahın Hacivat ve Karagöz'ü
canlandırmasını buyurduğu kişi olarak bilinir mezarı kayıptır. Bir zamanlar Tayyare Kültür
Merkezi'nin oralarda olduğu söylenirdi. Mezarın buradan kaldırılıp anıt mezara taşındığı
söylenir.
Hacivat'ın evi
Köşede ufaraktan
Bir tüfek atımı duraktan
Kapı pencere elekten
Döşemeler zemberekten
Dökülmekten
Sökülmekten
İncelmiş süprülmekten
Turgut Uyar böyle diyor Hacivat'ın Evi isimli şiirinde. Edip Cansever’in en sevdiği on şiir diye
not almışım. Oyunun aslı kökeni hakkında çeşitli iddialar ileri sürülse de Bugün Karagöz ve
Hacivat adına 1982 yılında yapılmış bir anıt mezar bulunuyor Çekirge (Plai) olarak anlan
semtte. Arkasında Karagöz’ün mezarı varmış. Gönül Akıncı isimli seramik sanatçısı
tarafından yaratılan tasvirler de anıtı süslüyor. Çekirge deyince meşhur Bursa kaplıcalarından
söz edilmemesi herhalde günümüzde tıbbi ticari alana peşkeş çekilmesinden dolayısıyla olsa
gerek.
Dara, surların ise orijinale uygun olarak restore edilemeyeceği için -ki öyledir birkaç Osmanlı
tarihçisinin yazdıklarından ya da temel buluntularından yola çıkarak- önerilenler arasına
sokulamayacağını belirtmektedir.
Bugün Bursa’da varolan surların hali pür i perişandır. Restorasyon tatbik edilip icra
edilenlerin neticesi ise daha daha büyük felakettir. Ancak onların şu an ortaya çıktığı şekilde
yıkılıp dekor yani canlandırmaktan öte gitmemiştir. Bey Sarayı hakkında yazılanlar da
rivayetten öte değildir Ya sarayın içine bile girmemiş batılı gezginler ya da Osmanlı devlet
ulemasının (Aşıkpaşazade, Lami Çelebi vs.) yazdıkları teferruattır.
Bugün İznik çinileri mass production yani seri üretime yenik düşmüştür. Tek tük atölyelerde
seramik sanatçıları İznik çiniciliğini yaşatmaya çalışıyorlar. Çini tıpkı Bursa’nın nebatatları
gibi yokolup gitmiş. Kestane, şeftali hatta dut diye bir şeyden söz etmek mümkün mü? İpek
böceği de onla beraber uçup gitmiş... Bursa’nın, padişah saraylarını süsleyen, atlas, seraser,
çuha, diba, hatayi, kemha, çatma, kadife, canfes, sereng, gezi, zerbaft, kutnu, aba, sof,
selimiye'si... Bu kumaşları üreten ipekhaneler kaybolup gitmiş. Dokuma evlerinden de öyle
pek eser kalmış sayılmaz. Bunda kuşkusuz Halil İnalcık’a göre Osmanlı'nın güttüğü ticari
politikayı da göz ardı edemeyiz.İpek de dokuma endüstrisine feda edilmiş olarak tabii vasfını
kaybedip başka ellere teslim edilmiş.
Erguvan ve Çınar adından ne kadar söz edildiyse bence Zeytinden de o kadar söz edilmesi
gerekti. Bunu bir eksiklik olarak mı görüyorum . Tabii ki evet. Yazar bildiğim kadarıyla bu
şehrin nebatatına benim kadar düşkün birisidir. Zeytinin aklına gelemeyeceğini
düşünmüyorum .Ama Bursa’da en az çınarlar ve erguvanlar kadar büyük bir simge de zeytin
olmalıydı. Zeytin Akdenize (bilhassa Ege kıyılarına) özgü bir bitkidir. Maki denen bitki
örtüsünün içinde erguvanlar kadar zeytin de sayılmalıdır. Çınardan daha uzun ömürlüdür. Ne
soğuktan azzeder ne de fazla sıcağı sever. Bilhassa önem bakımından çok eski zamanlardan
beri İznik (Nikea) ve Gemlik (Cius) Bursa’dan çok çok ileride gelirler. İznik bir devlet komuta
üssü iken Bursa sönük bir tekfurluktur ve doğrudan İznik’e bağlıdır. Tabi ki bir de Mudanya
(Myrlea). Ve bugün zeytin her iki ilçenin logosunu süslemektedir. Yazar deniz hinterlandına
yani dar arkada kalan bölgesinde olmasını seçimlerini yaparken göz önünde bulundurmuş da
olabilir...
Bursa Senfoni orkestrası Uludağ Üniversitesi'nin önayak olmasıyla oda orkestrası olarak
kurulmuş. Belediye desteğiyle çalıştıktan bir süre sonra ilk bölge senfoni orkestrası olarak
Kültür Bakanlığı'na bağlanmıştı.
Ya Bursa türkülerinin hikayesi... Ben de Halil Bedii Yönetken - Mustafa Sarısözen tarafından
derlenmiş, "Ben yemenimi al isterim” türküsünün yeri başka. Al ve yeşili sevdiğimden midir
mi bilmem bu türküyü seviyorum...
Ama zeytinden söz açılmışken “Zeytinyağlı Yiyemem” türküsünün hakkında son
yıllarda tekrar gündeme gelen rivayetlerden de bahsetmeden geçemem.
Bu türküyü Yunanlıların ünlü laiko şarkıcısı Glykeria Kotsula ve bizden de Zara icra
etmişlerdi. Hatta popüler hale sokulan bu türküyü Candan Erçetin de repertuvarına almıştı.
İlginç olan Bursa Güvende yani Bursa yöresine özgü halk oyunlarında seslendirilen
türkülerden biri olarak Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin Orhan Şallıel şefliğinde Orkestra
tarafından icra edilen Bursa Köy Güvendeleri adıyla yayınladığı albümde de yeralmıştır...
Bilhassa zeytine ve zeytin ağacına nereden mi geldim. Zeytin ağaçlarının her geçen gün
Bursa'nın varolan simgelerini bir bir kaybetmesi, kısa bir süre önce Manisa'nın Soma ilçesi,
Yırcalı Mahallesi'nde termik santral yapılacak bölgedeki zeytin ağaçlarının kesilmesi ve
köylülerin dövülmesi olayının bana anımsattıklarından elbette. Bu türkünün hikayesi de bu ve
benzer olayların kökenine ışık tutuyordu. Her ne kadar iddia olduğu ileri sürülse de adından
dinsel kitaplarda ve efsanelerde de bolluk ve ölümsüzlük simgesi olarak söz edilmesi ve bu
ağacın tanrısallık ifade etmesi yanında faydalarının ise binlerce yıldır bilinip de insan
istifadesine sunulmasına rağmen nedense bu sözüedilen türküde gözden düşürülmeye
çalışılması yani bir manada kötülenmesiydi.
Zeytin neden simge olmalıdır. Anımsadıklarımdan birisi de Türk-Yunan dostluk nişanesi
olarak Karagöz Parkına zeytin fidanı dikim töreni'dir. 17 Aralık 1999 diye not düşmüşüm.
Büyük depremin acılı günleri... Acımızı paylaşan Yunan halkı adına bu günlerde fidanı
Helsinki Zirvesinde Başbakan K.Simitis Ecevit'e armağan etmişti. Karagöz Parkı'ndaki dikim
töreninde Başkonsolos Fitsos Hidas da bulunmuştu. Her şeyden önemlisi barışın ve Ege'nin
iki yakasındaki halklarının kardeşliğine simge olan bu ağaç Bursa'da Çekirge semtinde
Karagöz parkına da dikilerek tarihi bir olayın da baş kahramanı iken, büyüklerimin hatta
anneannemden anımsadığım kadar sık sık şifa niyetine içerek vücuduna da sürdüğü ve
faidesinden hiçbir zaman imtina etmediği zeytinyağı hakkındaki bu iddialar neden
kaynaklanıyordu. Kaz dağlarının altını üstünü oyan siyanürlü altıncılar için ne demişti Ahmet
Uysal,
siyanür buğusu üflendi
zeytinime pamuğuma
gümüşle kör edildim
Aslında o günlerden bugünler arasında pek fark yok. Canlı için adeta yaşam iksiri yerine
geçen usaresi ile ilgili dönen dolaplar bana Ortadoğu'da dönen dolapları akla getiriyor.
Ortadoğu petrolü için niye bunca kavga veriliyor. Çünkü buradaki petrol dünyanın en nitelikli
maliyeti en düşük petrolü. Tıpkı Z.Yağı da öyle. Dünyanın en yararlı bitkilerinden. Hatta belki
de en iyisi. Yüzyıllardır. Kaynaklara göre onbinlerce senedir. Antik kalıtlarda bilhassa
anforalarla taşınan yegane metanın yani ticaret malının altın sıvı, zeytinyağı olması bunu
göstermiyor muydu?
Kısaca özetleyecek olursak sen şişirme mısırı kullan diye sana reva görülen mısır yağı
margarin in tıpkı petrolde olduğu gibi bazı çuşlar kanalıyla (çok uluslu şirketler) el oğluna
taşınmasından ibarettir. Süttozuna razı edip Kore'ye itelendiğimiz günlerin hikayesi… Bir
Akdeniz ağacı olan zeytinin yağından mevcut bakımdan hallice olmayan ABD Mısır yağını
dolara dönüştürmek için ya kendi kullanacak ya da sana satacaktı İkincisini tercih etti. Bugün
ABD tohumculuk ve tahıl tekelleri NBŞ (Nişasta bazlı şeker) üretimi yaparak da petroldeki
siyaseti tarıma da bulaştırmış görünüyorlar. En açık örneği Ukrayna olaylarıdır. Buradaki
hadiselerin de bu ülkedeki hükümetin tahıl üretimine koyduğu kotadan kaynaklandığı
sanılmaktadır.
Daha dün Yırcalı'da yaşananların arkasında yatan görüntü bana devrim arabaları hadisesini
de çok yakından anımsatıyor. Hani şu benzin yüzünden yolda kalan 4 arabanın hikayesi. O da
bir yutturmacaydı. Elbette “Adı devrim olan bir arabanın sokaklarda dolaşmasına zaten izin
vermezlerdi”vermeyeceklerdi. Yoksa bugün memleketin müsrifliğinin bir nolu dış masraf
kaleminin otomobil ve yakıtı olmaması hiçten bile değildi….
Bir yazar zeytin için, "tarihin tanığıdır, bir hikayedir, şiirdir, ağıttır, acıdır, hüzündür ve
mutluluktur." demişti. Tıpkı Roni Marguiles şiirinde olduğu gibi:
Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının
sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar,
küçükken daha sen nasıldı bu topraklar,
kimler geçer yanından, kimler giderdi?
Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni.
Tuzlu muydu Akdeniz’in suları o zaman da?
Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi?
Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler?
Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi?
Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların
değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir,
babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini?
Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının,
düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı gövdesine
kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba
ılık bir yel eserken yapraklarının altında?
Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar,
neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında?
Nasıl insanlardı Haçlılar?
Eski Yunanlılar?
Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar? [*]
Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta:
“Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi,
gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla.
Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri.
Buradayım ben hâlâ
Ve tıpkı devrim arabaları aslında unutulan devrim gibi zeytinin şanlı hikayesi de dışa hibe
edildi…Zeytinler türküdeki gibi derdest edilirken Bursa'nın, Türkiye'nin hatta Dünya'nın en
incancıl en dostane duygusu olarak barış ve simgesi de çıkarlara feda edildi…
TAMER UYSAL
Not: Emir Timur’u neden sevmezler? Arka yüzü aslında başka şey değildir.
GÂVUR İZMİR'İ 1402'DE TİMUR ORTADAN KALDIRMIŞ, ŞEHRİ MÜSLÜMAN YAPMIŞTI
31 Mart 2013 Pazar, 13:06:43 Güncelleme:14:04:28
Murat Bardakçı
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, İzmir'in "dindarlığı ve irfanı" hakkında alışılmamış
sözler edince büyük tepki gördü. Tepkiler son derece normal idi, zira Diyanet İşleri Başkanı
açıkça telâffuz etmese de üslûbu ile asırlar öncesinden gelen "Gâvur İzmir" sözüne atıf yapar
gibi idi... İşte, "Gâvur İzmir" sözünün öyküsü...
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez "İzmir'in dindarlığının farklı olduğunu" ve "bu
dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı bulunduğunu" iddia edince kıyamet koptu. Yazarlar,
çizerler ve özellikle de aslen İzmirli olan kalem erbâbı, Görmez'e veryansın ettiler ve hâlâ da
ediyorlar...
Bundan birkaç ay önce Fener Rum Patrikhanesi'ne resmî sıfatla yaptığı ziyareti sayesinde
tarihe zaten geçmiş olan Diyanet İşleri Başkanı, İzmir'in dindarlığının "farklı" olduğunu
söyleyerek asırlar öncesinden gelen "Gâvur İzmir" deyimine atıfta bulunmuş ve Patrikhane
ziyareti sayesinde zaten elde etmiş olduğu tarihî önemi daha da sağlamlaştırmış gibi
görünüyor.
Çoğumuz, "Gâvur İzmir" deyiminin 19. yüzyıl sonrasında ortaya çıktığını ve İzmir'in
gayrımüslim nüfusunun fazlalığı ile alâkalı olduğunu zannederiz ama meselenin aslı böyle
değildir. Bu deyim çok daha eski yüzyıllara, İzmir'in Müslümanlar tarafından fethinden önceki
devirlere kadar gider.
İşte, "Gâvur İzmir" deyiminin tarihi:
Bizans İmparatorluğu'nun önemli limanlarından olan İzmir, sonraki senelerde Aydınoğulları
ile Bizanslılar arasında birkaç defa el değiştirdi; Malazgirt zaferinin ardından "ilk Türk
amirali" olan Çaka Bey tarafından fethedildi ama Çaka Bey'in ölümünün ardından yeniden
Bizanslılar'ın eline geçti. Aydınoğlu Umur Bey şehri 1328'de tekrar fethetti ama Venedik,
Cenova ve Rodos donanmaları 1344'te geri aldılar.
15. yüzyılın ilk senelerine kadar, iki ayrı İzmir vardı: Hristiyanlar'ın kontrolünde olan sahil
kesimindeki İzmir ile Müslümanların hâkim oldukları iç kısımlardaki "yukarı" İzmir...
Şehrin yukarı tarafı Malazgirt sonrasında Müslümanlar'ın eline geçmişti ama sahil ve
sahildeki kale, Hristiyanlar'ın elinde bulunuyordu. Yapılan bütün kuşatmalar, savaşlar ve
mücadeleler işte bu sahil kısmını ele geçirmek için idi.
Bugün hâlâ vârolan "Gâvur İzmir" deyimi bu devirlere dayanır ve bu söz ile bundan altı asır
öncesine kadar Hristiyanlar'ın elinde bulunan "sahil İzmir'i" kastedilir.
Hristiyan donanmasının 1344'te Aydınoğulları'ndan geri almasının ardından İzmir artık bir
Latin şehri oldu ve sonraki senelerde güçlenen Osmanlı Beyliği de İzmir'i fethedemedi...
"Gâvur İzmir"i Hristiyanlar'ın elinden 1402'deki Ankara Savaşı sonrasında Ege sahillerine
uzanan Timur aldı ve şehrin sahil kısmı ile kaleyi o senenin Aralık'ında birkaç gün içerisinde
fethetti. Timur'un ardından Anadolu'daki beylikler ile Osmanlılar arasında gidip gelen İzmir
1424'te İkinci Murad tarafından kesin şekilde zaptedildi. Şehrin "gâvur" kesimi birkaç defa
Haçlı donanmalarının saldırısına uğradı ise de 1919'daki Yunan işgaline kadar bir daha
Hristiyan idaresi altına girmedi...
"Gâvur İzmir" deyiminin aslı, işte budur...
İzmirli gayrımüslimler 1914'te bir 'sadakat bildirisi' yayınlamışlardı
İzmir, 1402 Aralık'ında Timur tarafından fethedilmesine kadar bir Hristiyan şehri idi ve
fetihten sonra da asırlarca özellikle ticarî bakımdan son derece güçlü olan bir Hristiyan nüfus
barındırdı.
Bir kısmı 19. asırdan itibaren Avrupa vatandaşlığı alan şehrin Hristiyan sâkinleri, Osmanlı
İmparatorluğu'nun 1914 sonunda dünya savaşına girmesinden hemen sonra, devlete bir
bağlılık bildirisi yayınladılar. Fransızca olarak kaleme alınan ve İttihad ve Terakki'nin Merkez-
i Umumî üyesi olmasının yanısıra savaş senelerinde İzmir valiliği de yapan Rahmi Bey'e
mektup şeklinde gönderilen bildiride "Emirlerinize itaat ederek vazifenizi kolaylaştıracağız"
deniyordu. Metin, İzmir'deki önemli gayrımüslim ailelerin temsilcileri tarafından
imzalanmıştı.
İşte, 1914 Kasım'ının sonunda kaleme alınan ve aslı 1947'de vefat eden Rahmi Bey'in, yani
Rahmi Arslan'ın ailesi tarafından muhafaza edilen bildirinin Türkçe tercümesi:
"Ekselans,
İzmir'deki İngiliz, Fransız ve Rus kolonilerinin delegeleri olarak, hemşehrilerimiz ve bizzat
kendimiz adına, uzun müddetten buyana yaşadığımız misafirperver memleketin içerisinden
geçtiği zor şartlar karşısında hissettiğimiz derin üzüntülerimizi bildirmek isteriz.
İngiltere, Fransa ve Rusya, Türkiye ile değişen şartlarda da her zaman devam eden ve ciddî
hiçbir şeyin asla bozamadığı münasebetler içerisinde idiler. Bugün herkesin iradesini aşan
hadiselerden dolayı ne derece endişe duyduğumuzu ifade etmek zorundayız.
Üstlendiğiniz misyonun gerektirdiği güce ve uzak görüşlülüğünüze olan güvenimizi ifade
etmeyi de vazife kabul ediyor ve menfaatlerimizin ellerinizin altında olduğu müddet boyunca
her türlü endişeden âzâde kalacağına inanıyoruz.
Bu iyi niyetimiz çerçevesinde, halkınızın sükûnetini muhafaza etmesi maksadıyla vereceğiniz
her türlü emre saygı gösterip itaat ederek vazifenizi kolaylaştıracağımız hususunda sizi
kendi açımızdan kat'iyyetle temin ederiz.
Ekselâns, en derin saygılarımızın kabulünü rica ederiz".
İngilizler 1916'da İzmir'i krallık, Vali Rahmi Bey'i de kral yapmak istediler
Birinci Dünya Savaşı'nın en kanlı şekilde devam ettiği günlerde gerek Osmanlı İmparatorluğu,
gerekse de imparatorluğun savaştığı müttefik devletler, arada bir barış girişimlerinde
bulundular ama bu girişimlerden bir netice çıkmadı.
İngiltere, o günlerde İzmir Valisi Rahmi Bey ile bağlantı kurdu. İmparatorluğun kurucu
ailelerinden olan ve 14. asırda Rumeli'yi fetheden akıncı beylerinden Gazi Evrenos'un
soyundan gelen Rahmi Bey'e, eskiden tanıdığı istihbaratçı C. E. Heathcote-Smith'in aracılığı
ile Enver Paşa'ya karşı darbe yapması teklif edildi. Bu mektubun ardından, Rahmi Bey'e
İzmir'de kurulacak bağımsız bir devletin krallığı da önerildi.
İNGİLİZ, ÇAMUR ATIYOR
Rahmi Bey, İngiltere'den gelen ve apaçık bir ihanet teklifi olan bu talebi derhal reddetti.
Ancak, İngiltere'de sonraki senelerde yapılan yayınlarda talebin Rahmi Bey'e ait olduğu
iddiası ortaya atıldı ve bu iddia hâlâ devam ediyor.
Aşağıda, Heathcote-Smith'in 20 Nisan 1916'da Midilli Adası'ndan Rahmi Bey'e hitaben
kaleme aldığı "kişiye özel" ibareli mektubun bazı bölümlerini yayınlıyorum. Yakında
çıkartacağım bir kitapta tamamına yer vereceğim mektup, İngiliz tarihçilerin bugüne kadar
devam eden iddialarının aksine, talebin İngilizler'den gelmiş olduğunu gösteriyor.
"Azîz Rahmi Bey,
Savaştan önce dost olduğumuzu söylediğim zaman hakikati ifade ettiğime inanıyordum ve
şahsî duygularımın bugün de aynı olduğundan şüphe etmiyorum. Kendi inisiyatifimle
yazdığım ve hiçbir resmî mahiyeti olmayan bu mektubu da size bu sebeple gönderiyorum.
İşte size söyleyeceklerim: Ülkelerimiz savaş halinde. Bu savaş ne Osmanlı, ne İngiliz, ne de
Fransız halklarının arzusu idi. Dahası, savaşı İngiliz ve Fransız hükümetleri de istemediler ve
Türkiye'deki idareci sınıfın ekseriyeti de bu savaşa karşıydı.
Savaşı kim istedi? Almanlar ve Almanlar'ın 'büyük gücü' ile hipnotize olmuş bir avuç Osmanlı
subayı...
Şimdi, arzu ederseniz Almanlar'ın 'fetih savaşı'nın tamamen başarısızlığa uğradığını size
uzun uzadıya ispat edebilirim...
...Bu tablo içerisinde Türkiye'nin yeri nedir?
Galip gelmesi mümkün olmayan, ama Almanya'yı kurtarmak için son Osmanlı askerini bile
öldürtmekten çekinmeyecek olan Almanya tarafından feda edilecektir!
Şimdi bir hususta anlaşalım: Rusya, Türkler'in tarihî düşmanıdır; Rusya'nın Türkiye'deki
zaferlerinin bedeli olarak ne isteyebileceğini tahmin edebilirsiniz: Rusya esasen Erzurum'u,
Trabzon'u, Bitlis'i ve bütün İran'ı elinde tutmaktadır. Bir aya kalmadan Küçük Asya'nın bir
diğer büyük parçası daha Ruslar'ın eline geçecektir ve bu gelişmeler üzerine İtilaf Devletleri
de şayet bir çıkarma yapar ve size batıdan saldırırlarsa, böyle bir saldırının başlaması hâlinde
hangi uygun şartlardan medet umulabilir?
Şahsî kanaatime göre Türkiye'nin maalesef ilerlemekte olduğu karanlık geleceğini temelinden
değiştirebilmesi için elinde sadece tek bir yol bulunmaktadır: Birkaç vatansever Osmanlı'nın
Almanlar'ı kovmak ve barış istemek üzere güçlü ve ânî bir darbe yapması...
Bunu düşünün... Hattâ fazlasıyla düşünün... Biz, İngiltere olarak, savaşın devamını gerektiği
takdirde daha on sene bekleyebiliriz. Türkiye ve Almanya ise çabucak bitirmek
ihtiyacındadır...
Daha sonra belki de başka yerde yaşanacak olan bu işi şimdi İzmir'deki birlikler ile
bölgenizde yapmanız için karşınıza çıkan fırsat, çok geçmeden bir daha vârolmayacaktır.
Bu darbeyi yapacak olan şahsın öngöreceği şartlar üzerinde uzlaşılmasında elden gelen
gayretin gösterilmesi için isteklerini telâffuz etmesinin yeterli olacağını ve yarının
Türkiyesi'nin en önemli kişisi haline gelebileceğini size ifade etmeme gerek yoktur...
...Eğer hakikaten bize karşı savaşmaktan yana iseniz yazdıklarımı unutun, mücadelemizi iyi
ve dürüst savaşçılar olarak sürdürelim; ama şayet savaşmaktan yana değil iseniz, o zaman
müşterek düşmanlarımızı kovun ve kendinizi bize emanet edin...
Himayeniz altında bulunan İtilaf Devletleri'nin teb'asına iyi muamele ettiğiniz, Yunanlar'a
kötü davranmadığınız ve vilâyetinizdeki Ermeni katliam ve tehcirlerine meydan vermediğiniz
müddetçe, İtilâf Devletleri'nin Rahmi Bey'in şahsında bir dosta güvenebileceğinden her
zaman emin olacağız.
Eski dostunuz
Heathcote-Smith"