9(ur'an'aa1nsanuı tjjoğaf!jla{fan, m.üs{ümanfarın...

24
KUR'AN'DA INSANIN HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR' AN'IN NERESINDE? ; tJJurumunu tzespit ve 9(eresintfe? Bugün Türkiye durumunu tespit etmek çok önemlidir. Durumu tespit etmek sosyal nerede, niçin, ortaya karmak ve ondan sonra ile ve suretiyle temel kabul edip düzelirnek en yoldur. Bu, ettikten sonra tedavisinin kolay gibidir. Önemli olan has- tam uygun da iyi tespit etmek gerekir. edildikten sonra tedavi ve ilaç ve sosyal sorunu sok- maktan bir olur. Müslüman olarak durumumuzu ortaya koymak için, ele almak gerekir ki; nerede, niçin, hayat, ilim ve idare iyi tespit olsun. Önce niçin böyle bir tespite ihtiyaç bir cümle ile ifade ederek durum tespitinin gerekçesini ki, ona göre önemi ve ciddiyeti, zorunlu olsun ve dört elle koyulma istemi güç Çünkü toplumumuzda, hiçbir kimse güvence ve huzur içinde gibi, de böyle bir güvence ve huzur içinde olma hayalini bile edememektedir. In- sandan hayvanlar, bitkiler ol- zaman, her deprenen her gü- vencesinin ve güvende için gereken önlemi almaya can görülür. can- en üst iradelisi, en ve en ve ser- için en ince ve en küçük layarak en büyük kadar kendisini daha iyi güvence alma yetisine sahip bi- lincinde halde, bu güvenceyi elde edernemenin ve içinde olmaktan huzursuz ve bed- baht Halk esnaftan, esnaf halktan, Prof.Dr., A.Ü.Ilahiyat Faküllesi Ö!jretim Üyesi seyin A TAY* memur amirden, amir memurdan, zengin fakirden, fakir zenginden, devlet halktan, halk devletten, çocuklar ana babadan, ana baba çocuklardan, erkekler erkeklerden dert içinde olup, berrak, parlak bir güvence ve huzura özlem . çekmektedirler. Bütün millete bir yolu bulmak için iki beri devlet resmen durumu gibi davranmaya halde, bu kadar uzun süre içinde sorunlar, kor- kular, ve hiçbir derde çare bu- Bu süre içinde Japonya ve Almanya iki defa Kimse niçinini aramaya ciddi bir ko- ldareciler, yüksek devlet iki buldular. Biri halk, Bu iki gurup suçlu bulundu. Devlet kendi bu iki gu- ruptan birine ve bazen ikisine atarak, ikisinden birini di- gammazlayarak kendi suçunu örtmeye ça- Oysa bütün suç, devletin ve devlet Çünkü silah gücü, kalem gücü ve mali güç, devleti idare edenlerin ellerinde ve dillerindedir. kanun, el- lerindedir. Iki beri ben, elbiseye yama vurmaya benzetiyorum. yamalar Elbise o kadar eskidi ki , yeni da tutmaz oldu. Devleti idare edenler millete yeni bir elbise diktirme pe- ve Çünkü yeni bir elbise modeli yoktur ve da niyetli ol- görülmemektedir. Bu elbise; zihniyet elbisesidir. Iki beri toplumu öyle bir çamura ki sanki bir ordunun çamura gibidir. Birbirine tu- tunup imkan bir yana, de yal- yol bulup, birbirlerinin yolunu Kötümser için, yolu ve uzun ISLAMI DERGISI, ClLT: '12, SAYI2, 1999 89

Upload: others

Post on 03-Sep-2019

12 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DO~AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

; 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın tJJurumunu tzespit ve M.üs{üman{ı{9(ur'an'uı

9(eresintfe?

Bugün Türkiye müslümanlarının (halkının) durumunu tespit etmek çok önemlidir. Durumu tespit etmek sosyal sorunların nerede, niçin, nasıl olduklarını ortaya çı­

karmak ve ondan sonra yanlışlar ile do~ruları ayırmak ve ayıklamak suretiyle do~ruları temel kabul edip yanlışları düzelirnek en çıkar yoldur. Bu, hastalı~ı teşhis ettikten sonra tedavisinin kolay olması gibidir. Önemli olan has­talı~a tam uygun ilacı da iyi tespit etmek gerekir. Hastalık teşhis edildikten sonra yanlış tedavi ve ilaç kullanılırsa, hastalı~ı azdırmaktan ve sosyal sorunu çıkmaza sok­maktan başka bir şey yapılmamış olur.

Müslüman olarak durumumuzu ortaya koymak için, müslümanlı~ın başından işi ele almak gerekir ki; nerede, niçin, nasıl, hayat, ilim ve idare tıkanıklı~ının başladı~ı iyi tespit edilmiş olsun. Önce niçin böyle bir tespite ihtiyaç duyuldu~unu bir cümle ile ifade ederek durum tespitinin gerekçesini anlamalı ki, ona göre yapılacak işin önemi ve ciddiyeti, zorunlu oldu~u kavranılmış olsun ve dört elle işe koyulma istemi güç kazansın·.

Çünkü toplumumuzda, hiçbir kimse güvence ve huzur içinde olmadı~ı gibi, gelece~inde de böyle bir güvence ve huzur içinde olma hayalini bile edememektedir. In­sandan aşa~ı. hayvanlar, bitkiler dünyasına iniimiş ol­du~u zaman, her canlının, deprenen her varlı~ın gü­vencesinin endişesini taşıdı~ı ve güvende olması için gereken önlemi almaya can attı~ı görülür. lnsano~lu can­lıların en üst iradelisi, en akıllısı ve en hareketıisi ve ser­besılisi oldu~u için en ince ve en küçük işlerden baş­layarak en büyük işlere kadar kendisini daha iyi güvence altına alma düşüncesine, yetisine sahip oldu~unun bi­lincinde oldu~u halde, bu güvenceyi elde edernemenin

sıkıntısı ve endişesi içinde olmaktan huzursuz ve bed­baht olmaktadır. Halk esnaftan, esnaf halktan, ö~renci

• Prof. Dr., A.Ü.Ilahiyat Faküllesi Ö!jretim Üyesi

Hüseyin ATAY*

ö~retmenden, ö~retmen ö~renciden, memur amirden, amir memurdan, zengin fakirden, fakir zenginden, devlet halktan, halk devletten, çocuklar ana babadan, ana baba çocuklardan, erkekler kadınlardan, kadınlar erkeklerden dert içinde kıvranmakta olup, kurtuluşa, geleceğe açılan berrak, parlak bir güvence ve huzura kavuşmaya özlem

. çekmektedirler.

Bütün millete bir çıkış yolu bulmak için iki asırdan beri devlet resmen durumu kavramış gibi davranmaya başladı~ı halde, bu kadar uzun süre içinde sorunlar, kor­kular, endişeler, çıkmazlar arttı ve hiçbir derde çare bu­lunamadı. Bu süre içinde Japonya ve Almanya iki defa kalkındı. Kimse niçinini aramaya ciddi bir şekilde ko­yulmadı. ldareciler, yüksek devlet adamları eksikli~i iki şeyde buldular. Biri halk, diğeri düşmanlar. Bu iki gurup suçlu bulundu. Devlet adamları kendi suçlarını bu iki gu­ruptan birine ve bazen ikisine atarak, ikisinden birini di­~erine gammazlayarak kendi suçunu örtmeye ça­lışmaktad ı rlar.

Oysa bütün suç, devletin ve devlet adamlarınındır. Çünkü silah gücü, kalem gücü ve mali güç, devleti idare edenlerin ellerinde ve dillerindedir. Eğitim, kanun, el­lerindedir. Iki asırdan beri yapılan ıslahatı ben, elbiseye yama vurmaya benzetiyorum. Yırtıldıkça yamalar artıyor. Elbise o kadar eskidi ki, yeni yamayı da tutmaz oldu. Devleti idare edenler millete yeni bir elbise diktirme pe­şinde ve kafasında değillerdir. Çünkü kafalarında yeni bir elbise modeli yoktur ve oluşturmaya da niyetli ol­dukları görülmemektedir. Bu elbise; zihniyet elbisesidir. Iki asırdan beri toplumu öyle bir çamura batırmışlardır ki sanki bir ordunun çamura batması gibidir. Birbirine tu­

tunup çıkmaya imkan olmadı~ı bir yana, kişilerin de yal­nız başlarına yol bulup, çıkmalarının imkansız olması, birbirlerinin yolunu tıkamalarındandır.

Kötümser olmadı~ ım için, çıkış yolu arıyor ve uzun

ISLAMI ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: '12, SAYI2, 1999 89

Page 2: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

uzun düşünüyorum . Sonuçta, iki temel başlangıç noktası

tespit ettim. Birincisi; bir suçun, kabahalin işleyenini tes­

pit etmek. Hiç gözünün yaşına, bulunduQu mevkiye bak­

madan suçluyu ortaya çıkarmak, gereken cezayı vermek ve millete duyurmak. Diğeri; bir sorunu çözmek için onun

sebeplerini teke, bire indirmek. Asıl ve ana sebebi bul­

mak ve düzelimeye ve çözmeye ondan başlamak.

Iki asırdan beri gittikçe çıkmaza girip ilerleyememe­

mizin sebebini; zihniyete, kafa yapısının oluşumuna yük­

lemek istiyorum. Zihniyeti de meydana getiren inançtır.

Inancın iki temeli bulunmaktadır. Bunlardan biri ilim,

öbürü de dindir. Insan bildiği şeye inanır ve bu inancı

onda dini bilince dönüşür ve dinden de manevi ve ruhi

itici güç alır. llme dayanan inanç dinle desteklenirse,

inanç tükenmez, itici ve yaptırıcı bir güce erişir. Çünkü din; insanı geleceQe götürür ve öteki dünyaya uzatır ve

ulaştırır. Bu, onun tükenmez bir kaynağı olur. Din insanın

Allah'la, sonsuz yüce varlıkla ilişkisini sağlar ve böylece

insana sonsuz güzel bir gelecek müjdeler. Insan bu su­

retle kendini ebedileştirir. Dinle, Allah'la ilgili olmayan

inançlar da vardır. Ancak, onların emeli kısa vadeli,

maddi ve sınırlı olduğu için, insanı uzaklara taşıyacak

enerjiye sahip olamaz.

Biz, , yani Islam dini gibi bir dine sahip olarak, müs­

lümanlar iki asırdır ilerleyemedik de müslüman ol­

mayanların ilerlemesi karşısında ne diyebiliriz? Yoksa

onların ilerlemesine dinleri mi sebep olmuştur? Bu so­ruya pek öz bir sözle cevap vermekle yetineceğim: On­

ların dinini de biliyoruz ki Islam dininden en az yedi asır

eskidir ve bu uzun süre içinde ancak şimdi (lslam'ın or­

taya koyduğu medeniyet yıkıldıktan sonra) bir medeniyet

kurmaya başladıkları için, medeniyetlerinin oluşmasında

dinlerinin önemli bir rolü olmadığını söylemek müm­kündür. Onlar dinlerinden bağımsız olarak düşünmeye

başlamak zorunda kaldılar. Çünkü dinleri onlara bu ilim ve düşünce hürriyetini vermiyordu. Dinlerinden çıkmadan

din ile ilmi birbirinden ayırdılar ve dini mabediere hap­

settiler; sosyal ve ilmi hayatta serbest kaldılar. Böylece

kendilerince serbest ilim yapma ve düşünme zihniyeti

oluştu . Işte onları bu zihniyetieri ileri götürdü. Çünkü on­

ların dinleri ilmi olarak mabediere mahkum edilmeye uy­gundu.

ZIHNIYET VE DAVRANlŞ

Müslümanlara ve Islam dinine gelince: Islam dini,

mabediere hapsedildi, oysa mabediere sığacak kadar

dar bir niteliğe, özelliğe, karaktere sahip değildi. Bunun

90

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

için diğer ilerlemiş milletierin örneğini alıp lslam'a ve müslümanlara uydurma ve uygulama imkanı olmadı . Ye­nilik getirmek isteyenler, Islam'la uzlaşmakla değil,

Islam'la vuruşmakla işe koyuldular. Müslümanlar bu hu­susta karşı cephe oluşturdular, direndiler. Iki asırdır bu karşıtlık devam etmektedir. Burada şuna dikkat etmek gerekir: Müslümanlara karşı olanların yani kendi dinine, milletine ve kültürüne karşı olan yenilikçiferin (Ba­tıcıların) örnek tipi; meşhur bir parti başkanını, merhum Turan Feyzioğlu'nun "onun cahil ve yalancı olması" ni­telemesine uygun düşmektedir. Memleketi idare edecek olanın hem cahil, hem de yalancı olması kadar, o mem­leketin yıkılmasına neden olacak başka bir sebep ara­maya ihtiyaç var mıdır?

Burada kabahatın devlet adamlarına ve yüksek ida­recilere ait olduğunu öncelikle kabul etme ihtiyacı vardır. Bunlar, milleti esir ve köle gibi kullandıkları gibi, getirmek istedikleri Batıyı da bilmiyor, kendi kültürlerini de bilmiyor ve bilmediklerini de bilmedikleri için hep yalan söy­lüyorlar. Karşısında oldukları ve eğitimsiz bıraktıkları mil­let, geleneğini ve dinini geleneksel din anlayışında da olsa yenilikçilerden daha iyi biliyor ve onun için cahil ye­nilikçilere karşı çıkmakla kendini haklı görmekte devam ediyor. Bugün bile bir bakmalı, öyle parti başkanları -sivil diktatörler- vardır ki ilkokul düzeyinde dinini ve kültürünü

bilmeyeni olduğu gibi bazılarının da din bilgileri ve ge­lenek kültürleri ilkokul düzeyini aŞmamaktadır. Ancak ye­nilenmeye, Batılllaşmaya karşı çıkan gelenekçiterin dav­ranışları da hep tepki ve düşünmeden karşı çıkmaktan ileri gitmemektedir.

ISLAM'IN OLUŞUMU

Imdi şimdiki durumumuzu ve bu durumu sürdüren zihniyetin temeline inip bunu ortaya koymaya çalışalım. Sosyal sorunları çözmek ve değerlendirmek için de­rinlere ve tarih içinde başladığı noktaya kadar inip ora­dan işi izleyerek, inceleyerek bu zamana kadar geçen devreleri, olumluluk ve olumsuzlukları, yapılan yanlışları ve doğruları böylece ortaya koyup sergiledikten sonra, bu çalışmalar; yapılması örgörülen ıslahatın, dü­zeltmelerin gerekçelerini teşkil edecek ve bunu anlayan kimse, artık ne yapacağını bilmiş ve ona inanmış ola­caktır.

Müslüman toplumların her türlü sorununa en sağlıklı ,

doğru ve etkili çözüm getirebilmek için Islam'ın ilk do­ğuşundan başlayarak tarih içinde neler yaptığını_ ve ya­pabildiQini iyi ve doQru değerlendirmek, tahlil ederek gö­zönüne koymak gerekir. Islam dinini ortaya atan ve onu anlatan temel kaynak Kur'an olduğu için, Kur'an'ın ta-

JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999

Page 3: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DO~AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

rihte ne yaptığını veya yapamadığını araştırmakla müs­

lümanların tarihdeki durumunu tespit ederek gü­

nümüzdeki durumlarını daha iyi anlama ve neyin ne­

re.sinde olduklarını öğrenmek en çıkar yoldur. i

· · Burada önce Islam dininin ve Kur'an'ın anlayışının

tarihi bir çizelgesini gözönüne koymaK gerekiyor:

Hz. Muhammed 570 yılında doğdu. Kırk yıl, toplumun

içinde herkesin saygısını ve güvenilirliğini kazanarak ya­

şadı. Bu süre içinde kendisine yol gösteren toplumun­

daki iyi değerierdi ve onların iyi değer olduğunu ken­

disine öğreten aklı idi. Başka bir bilgisi ve özel bir eğitimi

de yoktu. Toplumda onun gibi olan kimseler de vardı.

Kur'an-ı Kerim onun bu durumunu açıkça belirtiyor.

"Ey Muhammed daha önce bir kitap okumuş ve onu

da yazmış değildin" 1

"Ey Muhammed, sana Kur'an'ı gönderdik. Çünkü sen

kitap nedir, iman nedir? bilmezdin"2

"Ey Muhammed söyle: Gaybı (görünmeyeni) bil­

seydim, daha çok iyilik yapardım da bana bir kötülük do­

kunmazdı"3

Görülüyor ki, Hz. Muhammed'in peygamber olmadan

önce, Kur'an'dan ve peygamberlikten haberi yoktu. Kırk

yaşına kadar rehberi aklı idi ve toplumda da beğenilirdi.

Ancak kırk yaşına basınca (61 O M) kendisine Kur'an vah­

yedilmeye başlandı . Bundan sonra iki rehberi oldu. Biri

aklı idi, artık Kur'an da ikinci rehberi oldu. Hz. Mu­

hammed'i ve Kur'an'ı böylece iyi anlamak ve kavramak

lazımdır.

O halde Kur'an ne getirdi ve akla ne kattı? Bu soruya

tam cevap vermek için, Kur'an' ı baştan sona kadar oku­

yup, aniayıp üzerinde düşünmek ve içeriğini bütünü ile

görmek lazım. Buna şimdilik zaman ve mekan ba­

kımından imkan bulunmamaktadır. Ancak şu temel ilkeyi

gözönünde bulundurmakta fayda vardır.

Kur'an-ı Kerim, akla yardımcı olacak şu üç yöntemi

getirdi denebilir:

A) Aklın yüzde yüz doğru dediklerinde akla tam des­

tek vermek ve bu doğruları toplurnlara ve halka yaymak ve uygulatmak. Çünkü akıl doğru hüküm verdiği şeyleri

yapiırma gücüne sahip değil. Insanın iradesi ve iradesini

yönlendiren hedefi aklı dinlememektedir. Irade bile bile

aklın yanlış dediğini yapmakta ve bundan da zevk al-

1. Ankebut 29/48. 2. Şura 43/52. 3. Araf 71188.

maktadır. Kur'an, iradeyi aklın emrine vermek için ira­

deyi yönlendiren hedefi değiştirmekten işe başlamıştır.

Kur'an insanların ortak ve doğal eğilimleri ve hakları olan

geleceklerini düşünmeda onlara rehberlik etmeyi üzerine

almıştır. Insanoğlunun iki ana hedefi vardır: Biri, insan

olarak, insana yakışacak onurlu ve şerefli bir hayat sür­

mek ve diğeri böyle bir hayatın devamını sağlamaktır.

Kur'an, burada işi tersine çevirmiştir. Önce onurlu bir ha­

yatı garanti edip, sonra onun devamını sağlamayı kabul

etmiş, ama onurlu bir hayatın gerçekleşmesi için, de­

vamını, onurlu olmasının şartı kılmıştır. Onurlu insan gibi

yaşama·nın şartı , onurlu yaşamın devamını düşünmekle

gerçekleşir. Böylece insanın gelip geçici, kısa anlık arzu

ve isteklerine bağlan ıp kalmasını önlemiş oluyor. Insana

uzun süreli ve geleceğe gidecek onurlu işler yapmasını

öneriyor ve onu en yüce iyilik ve insanlık hedefi olarak

almasına iki özendirici mutluluk vadediyor.

a) Birincisi, insanın Allah'a olan inanç eğilimini gü­

venceye almasıd ı r. Artık insan bu dünyada bir daha din

. ve Allah korkusu çekmeyecektir. Çünkü Allah'ın gös­

terdiği en yüce hedefi öğrenmiş ve ona yönelmiştir.

b) Ikincisi, insanın öldükten sonra ne olacağı en­

dişesi ve düşüncesine de cevap vermiş olmasıdır. Doğ­

rusu, insan ölümü ve sonrasını düşününce bu dünyada

da huzuru kaçar ve asla mutlu olamaz. Ölümü ve son­

rasının teminatını bu dünyada uzun vadeli onurlu ya­

şamaya bağlayarak, ölüm sonrası hayatını, insanın

kendi düz.enlemesine vermiştir. Kur'an burada iki taşla

bir kuş vurmayı insan adına karlı görmüştür. Insanın

Allah ve ahiret inancınının teminat altına alınmasıyla in­

sanın bu dünyadaki onurlu yaşamı gerçekleşecektir.

B) Ikinci fayda, aklın karar vermekte tereddüt ettiği,

tam bilgi sahibi olmadığı hususlarda akla bilgi vermektir.

Burada şuna dikkat edilmesi önemlidir. Aklın bilgi kay­

nakl.arı vardır. Akıl, onlardan bilgi toplar; ama bu bilginin

ne derece bir bilgi olduğunu akıl bildiği için onunla kesin

bir hükme varamaz. Kur'an burada ihtimallerden bir ta­

nesini destekler ve ona kesin hükmünü verir. Burada akıl

öyle bir hükmü kesin bir şekilde tayin edemezse de,

Kur'an'ın verdiği hükmü kendine yakın ve uygun bulur.

Böyle bir hükme, "makul", yani "aklın kabul edebileceği hüküm" denir. Bu husus, mümkün ve ihtimal olan alan­

larda söz konusudur. Mesela akıl, iyilik yapana teşekkür

etmeyi ahlaki bir görev kabul eder. Allah insana bu

kadar nimet verdi ve ona varlık verdi. Bunun karşılığında Allah'a nasıl bir teşekkür edeceğine dair çeşitli ihtimaller

içinde Kur'an diyor ki, bu teşekkür namaz kılmakla olur.

Namaz kılarak Allah'a teşekkür etmek akla aykırı ol-

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, CIL T : 12, SAYI 2, 1999 91

Page 4: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

madı~ı gibi zorunlu da değildir. Burada akıl bunu uygun

buluyor, Kur'an'a uyuyor ve onu destekliyor, namazın te­şekkür için do~ru olaca~ını kabul ediyor. Ama ayrıca

namaz bir sistemin parçası oldu~u için, o sistemin gere~i olarak namaz mecburi olabilir.

C) Kur'an'ın gelişinin üçüncü faydası insanları en

yüksek iyide birleştirmek, eşit kılmak, faydada, yararda

insanları ortak yapmaktır. En yüksek iyi; bütün insanların

eşit derecede hedefi, ülküsü olup, insanları oraya ulaş­tırmada yarışa koşmaktır. Herkesin (kadın-erkek, ina­

nan-inanmayan, fakir-zengin, amir-memur, er-komutan,

halk ve devlet) gücü ve yetene~i ölçüsünde en yüksek iyiye ulaşma yarışına eşit haklarla katılmasını gerekli kıl­

mak için Kur'an gelmiştir. En yüksek iyiyi üst tabakadan

en alt tabakaya indi rmiştir. Her kişiye, "benim de en yük­sek iyi de hakkım ve payım vardır .. demek hakkını ver­

miştir. Bunu en üst tabakaya ve en alt tabakaya kesin çizgilerle bildirmiştir.

ö~rencili~imde Kur'an'ı okurken bir de gördüm ki,

Kur'an insanları topluma, gelenekiere ve göreneklere·is­yana ça~ırmaya gelmiştir. Evet bunu başkaları ve ben de

başka şekilde söylüyorduk. Ama, "isyan etme" tabirini kullanmıyorduk. O zaman, Kur'an'ın müslümanı itaate,

anaya, babaya, alaya, devlete itaate de~il. isyana ça­

ğırmaya geldiğini gördüm. Ama bunu nasıl söylemeliyim, diye düşündüm ve Kur'an insanı, zulme, haksizlıga, eşit­

sizliğe karşı isyana çağmyor, ancak hakka, hakkaniyete,

doğruya itaate çagmyor, demiştim. Şimdi şu tabiri kul­

lanmak istiyorum: Kur'an'ın getirdiği ahlak isyan ahla­

kıdır, itaat ahlakı değildir.

Kur'an'ın kabul etti~i itaat hakka dayanan bir otorite olup haksızlığa, eşitsizliğe, zulme dayanan bir otoriteye karşı Kur'an'ın ah lakı; itaati değil, isyanı iş başına ça­

ğırıyor. Çünkü iyilik, fayda ve mutluluk hiç bir zümrenin,

gurubun özel ve do~al hakkı ve egemenliğinde de~ildir.

Toplumda böyle bir hakka sahip ne fert, ne de aile var­dır. Hz. Peygamber ve bütün peygamberler de bunda

halkla beraberdir. Bunun içindir ki, bu isyan ahlakını

Kur'an müslümanlara çok iyi aşıladığı içindir ki, ilk müs­lümanlar -yani sahabe- Hz. Peygamberin arkadaşları,

Hz. Peygamberin hem sözlerine, hem yaptığı işe itiraz edebilmişler, bu itiraz etme hakkını kullanmışlar ve iti­

razları da Hz. Peygamber tarafından kabul görmüştür. Onlar itiraz ettikleri zaman, peygamberin peygamber­

liğinden zerre kadar şüphe etmemişlerdi. Peygamber de insandı ve insanların do~rularını paylaşmalıydı. lyide ve

doğruda herkes ortaktır ve hak sahibidir.

92

PROF. DA. HÜSEYIN ATAY

Çünkü Hz. Peygamber de Kur'an'a uymak zorunda

idi, onun Kur'an'a uyma zorunluluğu kesindi. Kur'an'ın

getirdiği isyan ahlakını Hz. Peygamber kendi toplumuna

uygulamaya başladığı zaman, Kur'an'ın vahyinden önce

kendisine karşı saygı duyanlar, en azılı düşmanları olu­

verdiler. Savaştılar ve canlarını verdiler. Kur'an, top­

lumun saçma, zalimce, insanlık haklarına hakaret sa­

yılan değerlerine ve davranışiarına isyan etmeyi

emrediyordu. Putlara tapmak ne kadar onur kıncı bir

şeydir. Işitmez, duymaz, fayda ve zarar veremez bir

taşa, a~aca, mezara, ölüye, puta gidip seslemek, yar­

varmak, yardım dilenrnek akıl alacak iş midir! Ama bunu

en çok toplumu idare eden yüksek (!) akıllılar yap ıyor ve

sözüm ona aldıkları kutsal otoriteyi halka bastırıyorlardı.

Bunu, günümüzde müslümanların durumu ile mukayese

etmek durumundayız. Üst tabakanın, fakirierin ve kö­

lelerin de kendilerine eşit insanlık haklarına sahip ol­

masını kabul etmemelerini Kur'an yerdiği gibi, toplum­

daki dengesizliği ve insanlık haklarına olan saldırıyı da

Kur'an reddediyor; bunu bir düzene koymayı toplumsal

ana amaç olarak emrediyordu.

Kur'an, insanı; tek başına, başkasının ardında, göl­

gesinde olarak değil, aracısız, şefaatçisiz muhatap alıyor

ve sorumlu tutuyor. Böylece insana kişilik ve şahsiyet,

eşit değer veriyor. Ilk müslümanlar bunu çok iyi al­

gıladılar ve kavradılar, hayatıarına da uyguladılar. Bu­

rada bir örnek vereceğim: Hendek savaşında, büyük

Arap aşiretleri gelip Medine'yi kuşattılar, Hz. Mu­

hammed'i öldürüp, lslam'a son verecekleri bu savaşta

Medine halkı ve Hz. Peygamber çok sıkıştı, darlandı,

kendine göre bir çıkış yolu buldu. Büyük aşiret re­

islerinden biri ile temasa geçip Medine'nin o yılki mah­

sulünün yarısını kendisine karşılıksız verirse. savaşı bı­

rakıp gider mi diye haber gönderdi. Kabile başkanı bunu

kabul eder, Hz. Peygamber, bir de Medineli'lerin baş­

kanlarına sorayım, der. Hz. Peygamber Medine'nin iki

büyük kabile başkanı Sa'd b. Ubade ile Sa'd b. Muaz' ı

ça~ınr ve onlara yaptı~ını anlatır. Onlar: derler ki: Biz,

müslüman değilken, onlar bizden parasız bir şey ala­

mazlardı. Şimdi, müslüman olunca nasıl olur bu zillete

katlanabiliriz, bu olamaz, diyerek inandıkları pey­

gamberlerine anlaşmayı bozdururlar.

Işte Islam'ın ve Kur'an'ın getirdiği şahsiyet ve kişilik

budur, müslümanı peygamberine bile itiraz et1irir. Ama, Islam'ın peygamberi de bu itiraz hakkını kabul eder ve

verdiği sözden vazgeçer. Şimdi şu Islam dünyasına ve

JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2.1999

Page 5: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DOÖAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

Türk müslümanına bir bakmalı! Önderler (dini ve din dışı) Allahlık davasında olup, başkanı oldukları kimseleri beceriksiz, kafası Çalışmaz bir köle4 durumuna sokmuş ve onlar da bu durumu kabı..ıllenmiş değiller mi? Bunlar

mqslümanlığın, Islam'ın neresinde? Işte Kur'an'ın isyan

anlakı bu'dur ve onu şahsiyet, kişilik sahibi kimseler uy­gular ve uygulamayı da Islam Peyğamberi gibi kabul eder. Bunlar, olmuş bitmiş,tarih değildir. Bunlar insanlık

durdukça Islam'ın ve Kur'an'ın insanoğluna olan de­ğişmez son mesajıdır.

Bu, Kur'an'ın akla katkısıdır. Aklın yüzde yüz kesin

yargısını kabul edip destekler ve onu iradenin üstüne çı­karır, aklın mütereddit olduğu ve ihtimal verdiği hu­suslarda ona öneride bulunur. Bunun için Islam Kelamcıları derler ki, Islam'da iki şey temel ilke alınır. Bir

şey ya aklidir, ya makul olmalıdır. Akliden maksat, akıl

onu bilir ve ortaya koyar. Allah'ın variJğı ki nedensellik il­kesine dayanır. Veya makul olmalıdır, yani akıl onu kabul edebilmelidir. Akıl ilkelerine ters düşmemelidir ve anlaşılır, herkesçe kabul edilebilecek mutlak aklın red­detmeyeceği husus olmalıdır. Ya akli, ya makul! Islam'ın

hükümlerinin bir kısmı aklidir, ama hepsi makuldur. Çünkü bir kısmını akıl bulabilir; bir kısmını Kur'an önerir, akıl kabul eder; akli olan zaten makuldur.

ISLAM'IN DEGERLER SISTEMI

Kur'an'ın getirdiği ve adını da kendisi verdiği Islam di­ninin insanlık ve evrensel boyutuna bir göz atmak la­zımdır ki, tarihte, günü.müzde ve gelecekte müslümanlar

iyi ve doğru değerlendirilsin, teraziye konsun ve herkesin onlara bakışlarını, ona ·göre ayarlama imkanı sağlanmış olsun.

Islam kelimesinin anlattığı ve içerdiği anlam, Islam di­ninin mahiyetini, üzerine kurulduğu temel taşını teşkil

eder. Herkes bilir ki, ünvanlar, özel adlar seçilip ko­

nurken anlatmak istenilen bir amacı içinde barındırır.

"Islam" kelimesi, Kur'an'ın getirdiği dinin adı olması ve

özellikle, Kur'an'ın bu adı kullanmasında göstermek ve anlatmak istediği büyük ve bütün bir sistemin amacına işaret etmesiyle, Kur'an'ın getirdiği sistemin yönlendirici

görevini üstlenmiş bulunmaktadır.

Islam kelimesinin türetildiği kök üç temel öz anlam ta­şımaktadır. Islam, a) selam (iyilik), b) salim (sağlam) ve c) teslim olmaktan türemiş olması, bu üç manayı bir

anda ifade etmektedir. Bu üç mana, bir formül halinde

şöyle özetlenebilir. Islam; a) iyiye, b) iyi niyetle, c) bağ­

lanmaktır. Islam dendiği zaman, kelimenin bu anlamları

4. (Kur'an'ın tabiri) Nahl16/76.

anlaşılmaktadır. Kur'an'ın baştan sona kadar anlattığı ve

uygulamasını gösterdiği, bu Islam kelimesi, her zaman,

her yerde ve her insana eşit surette seslenmektedir. Kim

olursa olsun, yani resmen müslüman olsun veya ol­

masın, Islam'ın içerdiği bu amaçtaki anlama ne kadar

uygun hareket ediyorsa, o kimsenin o kadar müs­

lümanlıktan payı vardır ve ne kadar bu anlamdan uzak

ve eksik kalıyorsa, o kadar müslümaniiğı eksiktir.

Işte Islam'ın evrensel insanlık haklarının dayandığı,

üzerinde kurulduğu ana ilkesi budur. Bir ilkenin evrensel

olabilmesinin şartları şunlardır:

a) Sürekli olmalı,

b) Herkese şamil olmalı,

c) Bütünsel olmalı,

d) Tutarlı olmalı,

e) Her zaman ve her yerde uygulanabilmelidir.

ISLAM'IN EVRENSEL INSAN HAKLARIILKELERI

Şimdi bu şartlara göre Islam'ın evrensel insanlık hak-

larının ilkelerini şöyle sıralamak mümkündür:

1) Din hürriyeti,

2) Düşünme hürriyeti, aklın çalışması,

3) Mal hürriyeti, çalışıp kazanma güvencesi,

4) Can güvenliği,

5) lrz ve namus güvencesi,

6) Mekan, mesken hürriyeti,

7) Evlenme ve çocuk yapma hürriyeti,

8) Seyahat yapma hürriyeti,

9) Hakkını arama ve savunma hürriyeti,

1 O) Öğrenim hürriyeti ve güvencesi.

Islam'ın bu ana temel ilkelerinin alt maddelerini zik­

retmeye gerek yoktur. Ancak bunlar, müslüman olana ve

olmayana eşit derecede uygulanacaktır. Kur'an'ın ge­

tirdiği bu ilkeleri biraz açıklamak gereklidir ki, bunlara

karşı vuku bulan yanlışların günümüze nasıl geldiği

daha iyi görülebilsin.

1) Din hürriyeti ve tapınma güvencesi:

Kur'an-ı Kerim, inanma hürriyetine önem verdiği gibi

tapınma ve ibadet etme güvencesi de verir. Islam, in­

sanın anasına babasına, haksızlıkları halinde isyan et­meyi önerirken, başka dinden olan anasını ve babasını

kendi ibadet yerlerine acizlikleri durumunda sırtına ala-

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, CIL T : 1,2, SA YI 2, 1999 93

Page 6: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

rak güvence içinde götürüp getirmeyi de gerekli kılar. Bu,

Islam'ın din hürriyeti ve güvencesine gösterdi~i titizli~i

çok iyi sergiler:

"De ki: Ey inkarcılar! Ben sizin taptı~ınıza tap­

mıyorum, siz de benim taptı~ıma tapmazsınız. Aslında

ben sizin taptı~ınıza tapacak de~ilim. Sizler de benim

taptığıma tapacak de~ilsiniz. Öyleyse sizin dininiz size,

benim dinim de banadır"5

"De ki: Allah hakkında bize karşı belge mi ge­

tiriyorsunuz. O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir.

Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size aittir. Biz, O'na

karşı samimiyiz.''6

"Müslümanlar boş bir söz işittiklerinde, yüz çevirir ve

işitmemezlikten gelirler de 'Bizim işlerimiz bize, sizin iş­

leriniz size aittir. Size esenlik olsun, cahillerle, kendini bil­

mezlerle bir işimiz yoktur' derler."7

"De ki: Allah'ın indirdi~i Kitab'a inandım ve aranızda

adaletle hükmetmakle emrolundum. Allah hem bizim Rabbimiz, hem sizin Rabbiniz. Bizim işlerimiz bize, sizin

işleriniz size aittir. Artık bizimle sizin aranızda tartışılacak

bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Sonunda

gidiş O'nadır."8

• Artık do~ru olan yanlış olandan açıkça ortaya çıktı~ ı

için, dinde zorlama yoktur."9

"E~er, Rabbin dileseydi, yeryüzünde olanların hepsi inanma zorunda olurdu. Böyle iken sen mi insanları inan­

maya zorlayacaksın."10

Yani zorlama hakkın yoktur. Çünkü Allah onlara ina­

nıp inanmama hürriyeti ve özgür irad~ vermiştir. So­rumluluk kendilerine aittir.

"Sen hatırlat ve senin sadece hatırlatmaktan başka

bir görevin yoktur. Sen onlara baskı yapacak de~ilsin."11

"Doğrusu , inanıp sonra inkar edenler, sonra inanıp

tekrar inkar edenler, sonra inkfuları artmış olanları artık

Allah ba~ışlayacak de~ildir, doğru yola ilelecek de de­ğildir."12

Bu gibi münafıklar her zaman olduğu gibi günümüzde

de vardır. Bir bakarsın doğru söylüyor, bir bakarsın doğ­

ruyu inkar ediyor. Münafık her anda ve her durumda ken­dine özgü bir sözde ve davranışta olmaktad ı r. Dürüst

dinsize insan güvenebilir, ama müslüman görüntüsünde

5. Kafirun 1 09/1 ·6. 6. Bakara 21139. 7. Kasas28155. 8. Şura 42/15. 9. Bakara 21256. 1 O. Yunus 10199. 11. Gaşiye 88121-22. 12. Nisa 4/137.

94

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

bir münafı~a güvenilmez. Hem müslüman, hem müs­

lüman de~il, hem dinsiz, hem dinsiz değil, perişanlık için­

dedir.

"Ey inananlar! Içinizden kim dininden dönerse, Allah,

Kendisini seven ve Kendisinin de sevdiği bir ulus ge­tirir."13

Burada görüldüğü gibi Islam dininden çıkan, irtidad

eden kimseye Kur'an bir ceza vermiyor. Bu, Kur'an'ın an­

lattığı dindir. Ancak Hz. Ali'ye isyan eden Harici fırkası,

dinden çıkmak şöyle dursun, müslüman oldu~u halde namaz kılmayanın öldürülmesine hükmeimişii ve Imam

Şafii (Şafilerin imamı), ve Ahmed b. Hanbel (Hanbelilerin

imamı), namaz kılmayanın kafir oldu~una, öldürülmesi

gerekti~ine fetva vermişlerdir. Bu ise fakihlerin. imam­

ların dininin Kur'an'a ne kadar aykırı olduğunu gös­

teriyor. Onun için zaman zaman tekrar ediyorum ki, her­

kes iyi anla.sın. Kur'an'ın dininde herkese din hürriyeti vardır. Fakihlerin dininde yalnız müslüman olmayanlara

din hürriyeti vardır. Müslümana din hürriyeti, fakihler ta­

rafından tanınmamıştır. "Dinde zorlama yoktur'' ayetinin

hükmü onlara göre müslümana uygulanamaz.14 Onlara

göre müslüman olana din emirlerini yerine getirmekte

zor kullanılır. Burada müslüman olanın din emirlerini ye­

rine getirmesi dinin gere~idir, dine göre mecburdur, ama

bu mecburiyel bir vicdan, dini sorumlulu~u taşımanın so­

nucudur. Başkası tarafından zorlanamaz. Başkasının

zorlamasına Kur'an izin vermemektedir. Eğer, verecek

olursa, birinin dininden başkası sorumlu olur ki, Kur'an buna karşıdır. Herkes kendi işinden sorumludur ve her­

kes kendisine karşı sorumludur. Başkasının zorlaması

ve icbar etmesi sözkonusu - olsaydı, bu öncelikle Hz.

Peygambere verilirdi ama ona da verilmemiştir. Yoksa

insanın yaptığından kendi değil, başkası sorumlu tutulur

ki, bu tamamen sorumluluk ilkesine aykırıdır. Bazı kim­

selerin böyle bir zorunluluğu kullanmaları, onların dini

açıdan işledikleri bir günah ve saldırıdan başka bir şe­

kilde ifade edilemez ve onların cezalandırılmaları ge­

rekir. Işte insanı sıkıntıdan, günahlan ve cezadan kur­

taran Kur'an'dır. Her zaman O'na ve O'nun tek ayetine

değil, bütün ayetlerine bir bütün olarak yaklaşmak ge­

rekir.

2- Düşünme hürriyeti ve aklın çalışması:

Kur'an-ı Kerim, düşünmeye ve aklı kullanmaya çok

önem verdi~i -Kur'an dini düşünmeye ve akla dayandığı­

halde ki, ilk müslümanlar bunu iyi kavramışlardı, üçüncü

hicri asırdan sonra, aklın çalışmasına ve düşüneeye

13. Maide 5/54. 14. Diyanet Takvimi 27 Kasım 1995. Oiyaneı de aynı ıikri Takvinı yap·

raklarına varıncaya kadar yaymakıadı r. Bunun için Müslümana da din hürriyeıi oldu~u sözlerine güvenmeme!idir.

JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999

Page 7: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DOClAL HAKLARI, MtJSLÜMANLARIN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

karşı çıkıldı. Aklın önemi anlatılınca, akla karşı olanların

şu soruyla karşı. çıkmakta direttikleri görülmektedir. Kimin aklı ölçü olacak, herkesin ak/1 değişiktir. Herkesin

ak.lma göre din mi olacaktır? Oysa, bunu söyleyenlerin;

a_klın ne olduğunu ve herkesin aklının değişik olduğunu söylemelerinin de kendi akıllarıyla hükmedildiğinin far­

kında olmayan aklın ne olduğunu bilmeyen düşüncesiz, lafazan kimseler olduğu hemen görülmektedir. Ama,

bu:ılar çoğunlukla, çığlık atmakta, halka ve siyasilere etki

etmektedirler. Çünkü makul olmak, önce akla ve Kuran'a dayanmak, herkesin işine gelmemektedir.

Kuran'ın akla ve düşünmeye önem vermesinde, ona dayanmasında hiç bir şartı yoktur. Kuran akla gü­venmektedir. Burada falancanın ve tilanca imamın, ata­

ların, dedelerin aklı veya falan ailenin, Ali'nin, Veli'nin, Hasan'ın, Hüseyin'in aklı diye, kimseyi özel olarak tayin

etmemiştir. Akıl herkese eşit olarak verilmiştir. Değişik olan akıl değil, anlayışlardır. Anlayışlar ise akla bilgi ge­

tiren kaynakların etkisinde ortaya çıkmaktadır. Herhangi bir kimsenin, bilgi kaynağından aldığı bilgi önce bilgi de­ğerlendirme ilkelerine vurulup bilgi açısından gerçekle

ilişkisinin ne olduğu ortaya konur ve o bilginin yaniışiiğı veya doğruluğu anlaşılır. Bunu da akıl yapar. Bu şekilde anlayışlardaki kaynak bilginin değeri anlaşılır, akıl kendi

görevini en iyi şekilde yapma imkanını bulur. Aslında

akla ve düşüneeye karşı çıkanlar, akıllarıyla söylenenin doğru olduğunu anlamışlardır. Kendilerine verilen ön­

celikli yanlış bilginin etkisinde aklını çalıştırıp başka bir fikri kabul etmekten korkmaktadırlar. Bu da gösterir ki, herkes aklına göre hareket ederse, doğruyu bulur. Insanı doğru düşünmekten alıkoyan baskıcı bilgilerdir. Bu yal­

nız dini alanda değil, her alanda böyledir. Siyaset ve idare daima düşünmeye karşıdır. Çünkü düşünme al­ternatif bir idare ve siyaset önerebileceği için baskıcı tu­

tucular ve militanlar daima yasaklamaya giderler. Islam'ın üçüncü asrında başlayan düşünme ve akıl düş­

manlığı onbir asırdan beri hala günümüzde de bütün gü­cüyle, yalnız din atanında değil, her alanda devam et­

mektedir. Işte felaket ve çıkmaz da buradadır. Düşünme ve akıl, devletin, dernek ve her türlü guruplarıo özel me­muru durumuna indirilmiş, zihinler felce uğratılmıştı~.

Bundan kurtulmanın tek çaresi, Kuran'ın akla ve dü­şünceye güvendiği kadar, korkmadan bu güvenceyi dü­

şünceye ve akla vermektir. Bu ilke, insanoğlunun daha

ahlaklı, daha mutlu, daha iyiye ve güzele gitmesinin yo­ludur. Onun için Kuran akla güvenirve dayanır. Zira akıl

yanılmaz, insanı yanıltan iradesidir, amacıdır. Işte aklın

özelliği kendi çalışmasını kendisi değerlendirmesidiL

Kuran bütün insanları akıllarını kullanmaya çağırır ve aklını kullananları çok beğenir, kullanmayanları da davar sayar. Kuran'a inanan bir kimsenin davar olmasını

Kuran kabul edemez. Kuran'a inanmayanların da davar olmalarını insaniıkiarına yakıştıramaz.

Kuran-ı Kerim, akletmeyi, aklı çalıştırmayı elli bir defa şu ifadeler şeklinde kullanmaktadır: Belki aklınızı,

akıllarını çalıştırırlar; akıllarını çalıştırmayanlar, aklınızı

niçin çalıştırmıyorsunuz? 1 5. Aklı çalıştırmak, düşün­mektir, gelişigüzel konuşmak değildir. Aklın kök anlamı bağlama olduğundan içinde bir sistem fikir üretmeye ak­letme denir. lyiy~ doğruya götüren fikirler üretir.

Içkinin ve uyuşturucuların haram kılınmasının sebebi de aklı çalışmaktan alıkoyduğu için olduğu düşünülürse, Islam'ın aklı kullanmaya verdiği önem daha iyi an­laşılabilir. Kuran'ın sosyal şeriatında içkiye ceza tayin edilmemişse de Allah'ın tabii şeriatında {fizik ka­nunlarında) sebep olduğu cinayetler onun cezasını oto­

matik olarak vermektedir.

3- Mal güvencesi ve kazanma hürriyeti

Islam, insanın mal sahibi olmasını ve kazanç elde et­mesini insanlık haklarından saydığı için, bu hak her in­sana tanınmıştır. Insanın malına verdiği güvenceyi, bunu çiğnemeye verdiği el kesme cezası ile açıklamak en kes­tirme bir güvencedir. Ancak, her hükmün bir sebebi ve

şartı olduğu her zaman akılda halırtanması gereken bir kuraldır. Malın mal olabilmesi için onun da meşru yol­lardan kazanılması şartları bulunmaktadır. El kesmenin de şartları bulunmaktadır. Sizce en önemli üç şartını bu­rada açıklamakta fayda vardır. Çünkü hırsızlığa, hak­sızlığa bulaşanlar ve soyunanlar, bu cezayı acımasızca

düşünmeden tenkid ediyorlar.

a) Birinci şart çalınan mal geri alınırsa;

b) lkincj şart el kesme değerinde bir miktar ise;

c) Üçüncü şart el kesmeden hırsızlığın önü alınamaz ise; diğer bir deyimle olmazsa olmaz kuralına uyuyorsa el kesilir. Ama el kesilmeyecek ise, başka cezalar tertip edilmesi de kaçınılmazdır.

Mal kazanmada nasıl meşru yollara uyulması ge­rekiyorsa, harcanması ve kullanılmasında da meşru yer­ler ve tarzlar kullanılması, aslında malın kutsal bir hak ve güvenceye sahip olmasının teminatıdır. Kuran-ı Kerim,

kazanılan helal malda toplumun hakkı bulunduğunu

(zekat ile) açıkça ifade etmiştir. Haram mal ise bütünü ile

15. Bakara 2/44, 73, 164; Al-i lmran 365; Enbiya 21/10.

ISLAMI ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 1-2, SAYI2, 1999 95

Page 8: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

toplumun hakkıdır. Zekatın sözlük kök anlamı iki temele

dayanır. a) Artma, kazanç olmalı ve b) anlama, temize

çıkarma . Toplumun hakkı olmasının sebebi, bir kelime ile

malın değerini verenin toplum olmasından dolayıdır.

Toplum olmayan yerde malın değeri yoktur. Mesela ıssız

bir adada mal kavramı da olmaz.

4- Can güvenliği:

Islam, can güvenliğine ve sağlığına çok önem verir.

Can ve beden sağlığını korumak için gerekli kanun ve

kuralları koyar ve onları uygulamayı dini bir görev sayar.

· Bir insanın öldürülmesinin, bütün insanları öldürmek an­

lamında görüleceği ve bir insanın canın ı kurtarmanın

bütün insanlığı kurtarmış sayılacağı ve ona göre ödül­

lendirileceği, Kur'an' ın açık anlatımlarında kurallaş­

tırılmıştır. Bunun için, insanın yemesi, içmesi, tedavi gör­

mesi, ruhi ve bedeni sağlığının güvence altına alın­

masına dair gerekli olan emir ve öğütleri vermeyi önemli,

dini bir görev olarak anlatır.

"Habil kardeşi Kabil'i öldürdükten sonra, lsrailoğul­

larına şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış veya yer­

yüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öl­

dürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir in­

sanın hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını

kurtarmış sayılır. Doğrusu, insanlara elçilerimiz açık açık

öğütler ve kurallar getirdikleri halde, insanların çoğu hala

yeryüzünde aşırı gitmektediler."16

"Ey inananlar! Öldürülen hakkında kısas (ödeşme) yapmanız size farz kılındı . Öldürenin kendisi öldürülür.

Hür ise de köle ise de, kadın ise de kendileri öldürülürler.

Öldüren, eğer öldürülenin velileri tarafından bağışlanırsa,

gereğini yerine getirmek ve güzelce diyet vermesi ge­

. rekir. Bundan sonra, kim saldırırsa, ona can yakan bir

ceza vardır."17

"Bir mürnin bir mümini ancak yanlışlıkla öldürmüş ola­

bilir. Böyle yanlışlıkla öldürürse, öldürdüğünün diyetini

öder. Eğer, bir mümini, mürnin olduğu için, kasden öl­

dürenin cezası ebedi cehennem ve Allah'ın laneti ve öf­

kesi onun üzerinedir ve ona büyük bir azap da ha­

zırlanmıştır." 18

Kur'an- ı Kerim'in, insana verdiği değerin ölçülemeye­

ceğini ortaya koymanın en önemli delili, Kur'an-ı Kerim'in

insana gönderilmiş olmasıdır. Insanın Allah katında çok

16. Maide 5/32. 17. Bakara 21178. 18. Nisa 4/92.

96

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

yüksek bir mevkiye sahip olduğunu Allah'ın sözü olan

Kur'an ifade etmektedir. Burada insan sözü, dindar

olanı, mürnin olanı aşmakta, dinsiz olana, en büyük gü­

nahı işleyene de şamildir. Hepsinin hayatı ve sağlığı her

türlü hal ve şartta korumaya ve güvenceye alınmıştır.

5- lrz ve namus güvencesi:

Insanın ırzı, şerefi , onuru demektir. lrz kelimesi Arap­

ça araz, gelip geçici; arz sunmak anlamından türemiştir.

lrz, şeref, onur, soysop, ruh, nefis, zat, kendi bedeni an­

lamlarında kullanılmaktadır. Bu arz kelimesinden mecaz

olarak ırz türetilmiştir.19 Insanın şahsı , zatı, kendisi an­

lamında ola;ak, ırzını koruması, kendini korumas ı de­

mektir. lrz iyi veya kötü koku anlamında da kullanılmış

olduğundan , insana ulaşacak, herhangi bir eksiklik ve

.ayıptan korunmaya da 1rztn1 korumak denmiştir. lrzı

temiz, pak anlamı, adının, ününün, soyunun temiz ve

eteğinin temiz olmasını ifade eder. Insanın ırzını ko­

rumasında, insanın övüneceği soyu ve şerefi kas­

tedilmekte olduğundan iyi ahlak anlamındadır.20

Türkçemizde de 1rz kelimesi, bir kimsenin başkaları

tarafından dekunulmaması ve ona saygı gösterilmesi ge­

reken şerefi, iffeti anlamında kullanılmaktadır. Genellikle,

cinsel zevk ve arzuların töre ve yasalarına uyma anlamı

taşıdığından, zorla bir kimseyi kendi cinsel zevki için kul­

lanmak, 1rzına geçmek ifadesi ile anlatılmaktadır ki, cin­

sel ilişkinin töre ve kanunlarını , ahlaki, hukuki kurallarını

çiğnemiş demek olur.

Bu ırza geçmeyi iki şekilde anlamak doğru olur. Bi­

rincisi, fiziki ve biyolojik olarak cinsel, diğer bir deyimle

hayvani, biyolojik istek ve dürtülerini, gereksinimini gi­

dermek için töre ve kanun dışı bir işle başkasını zorla

kullanmak, onun şeref ve onuruna said ırmak, tecavüz et­

mektir. Ikincisi de dille, sözle başkasının manevi şerefini

kötülamek ve onun manevi haklarına saldırmak ve onları

ihlal etmek olarak anlamaktır.

Türkçemizde ırz ehli, namuslu, iffetli, sili, temiz de­

mektir. Genellikle ırz ve namus ehli ifadesi daha yay­

gındır. Hele namus/u kelimesi, ırz kelimesinde ver­

diğimiz iki anlamda daha açık ve seçik kullanılmaktadır.

Namuslu denince, hem cinsel anlamda töre ve kurallara

19. lbn Faris, Mucem Mekayısıi·Luga, 4/273. 20. Bak. lrz kelimesi, ei-Muncid, 497, Asım Elendi Kamus tercümesi 31

1269, Firuzabad, Kamus Muhil, Beyrut 1986, ibn Faris, Mucem 4/ 273, Şamseddin Sami, 933, ltyas ityas Kamus Asn, 433, Hüseyin ve Kardeşleri, Arapça-Türkçe BCıyük Lugat31335.

JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999

Page 9: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DO~AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

uyan anlaşıldığı gibi, hem de doğru, dürüst olarak manevi niteliklerde de kullanılır. Hakka, hukuka uyan ve

bağlı kimse anlaşılır.

; Namus sözcüğünün Arapça olması ile Yunanca ol-' m'ası arasındaki farklı belirtmek suretiyle daha iyi an-

laşılmasına yardım edilmiş olur. Arapça kökü "nemes"

olup gizli, sır, örtme anlamındadır, namus; s1r sahibi, s1r

sak/ayan, bir kimsenin s1rdaş1 demektir. Bu kelimenin Arapça'da faruk, casus gibi türemiş bir sıfat şekli olup, manayı pekiştirmeyi ifade eder. Buna göre namus, pek

s1rdaş, olur. Namus kelimesinin kökü s1r anlamında ol­duğundan, Cibril'e de namus dendiği gibi "vahy"e de gizli

olmasından ötürü namus denmiştir. Buna göre namus, hem Cibril, hem vahiy, hem şeriat, Allah'ın şeriatı an­lamlarına gelmiştir. Vahiy (şeriat, kanun) kurallar bil­

dirdiği için de namusun (çoğulu nevamis) kanunlar an­

lamında kullanılması, Arapça kökünün türemişliğine

tanınan kurallara uygun gelmektedir. Bunu Edward Lane, tercih etmiştir.21

Namus kelimesinin Arapça olması ve kanun, şeriat,

vahiy anlamına da gelmesi kelimeye uygun düşmektedir. Ancak namus kelimesinin Yunanca (nomos-yasa)dan tü­

remiş olduğu da söylenmektedir22. Eflatun'unda Namos­Yasalar adında bir eseri olması, Farabi'nin bu eseri şerh etmesinden dolayı, Yunanca'dan Arapça'ya geçme ih­

timalini ortaya atabilirse de, kök itibari ile Arapça'da bu­lunduğundan ve asıl anlamı da değişik olduğundan böyle bir ihtimal, olsa olsa kanun anlamını pekiştirmeda etkili

olabilir. Türkler, Yu.n.ancasını daha çok kullanmış ve hayat düzeninde ona ırz, şeref anlamını eklemişlerdir,

denebilir. James W. Redhouse ise Farsça olduğunu

ifade ediyor23. Büyük bir şahsiyetin güvenilir adamı olma

anlamı Arapça kök anlamının aynısı oluyor.

Bu bakımdan, namus kelimesinin iki dilden geldiği (Arapça ve Yunanca) ancak, Arapça'daki ikinci an­lamının (vahiy) Yunanca ile birleştiği ve yasa anlamında

olan mananın, halk ve ilim dilinde daha çok kullanıldığı ortaya çıkmış oluyor.

Türkçe sözlükte, bir toplum içinde ahlak kurallarına beslenen bağlılık, namusuyla yaşamanın, ahlak ku-

21. Edward Lane, Arabic English Lexicon 8/2854, ei·Mucem ei-Vasıl 21 954, RedHouse, Turkish and English Lexicon, lbn Faris, Mucem 5/ 480, Firuzabad ei-Kamus, 2/254, Mısır 1301. Tacui-Arus'da namus'un birkaç manası da zikredilmekledir. Sırdaş, iyi sırlar sahibi, anlayışlı, mahir; Avcı gömüllüsü; namus ekber: Cibril; nemmam, ko!jucu; hile, hüda; papaz, rahip odası; ilim da§arcı!jı; ya­ıan.cı (Ci1116/580-584} Kuvey1baskısı1976.

22. Şemseddin Sami. Kamus-ı Türki, 452. 23. A Turkish and English Lexicon 2067, lstanbul1921.

ranarına ve onuruna bağlı yaşamak olarak ta­

nımlanması, kendi saygınlığını korumak olarak açık­

lanması24 ile ırz kelimesinin anlamını da içermektedir.

Işte kök anlamlarını incelediğimiz ırz ve namus ke­

limelerinin kavramları, Islam'da bir insan hakları ilkesini

ortaya koymaktadır. Bu da insanın onurunun, şerefinin

ve halk içinde, toplumda saygın bir insan olarak ya­

şamasının ana ilkelerinden biri olduğunu ortaya koyuyor.

Hem maddi hem manevi bir saldırıya uğramayı en­

gelliyor. Önemli olan herhangi bir kimsenin başkasına te­

cavüzü ve saldırısından önce, insanın öyle bir duruma

düşmemeye ve düşmernek için, insanlık haklarını iyi bilip

onlara göre davranmaya özen göstermesidir.

Kur'an-ı Kerim, cinsel anlamda ırz ve namus me­

selesine çok önem vermiş ve insanın, insanlık onur ve

şerefini korumayı teminat altına almak için zinaya, ho­

moseksüelliğe ve zina suçlamasına ağır cezalar dü­

zenlemiştir. Böyle bir suçun tespit edilmesi için hiçbir ce­

. zada görülmeyen dört görgü şahidini şart koşmuştur. Bu

ırz ve namus hususunda iki önemli noktaya işaret etmek

gerekmektedir.

Birincisi, eğer görgü şahitlerinin sayısı dört olmadığı

durumda suç sabit sayılmamış, ama diğer şahitlerin şa­

hitliği geçersiz sayıldığı gibi, yaptıkları suçlama alayh­

lerine iftira suçu olarak kabul edilerek, onlara iftira suçu

cezası verilmesi yönüne gidilmiştir. Burada dikkat edil­

mesi gereken iki nokta bulunmaktadır. Herhangi bir kim­

senin görse de hemen suç isnadında bulunmasının ken­

disi için doğru görülmediği ve böylece topluma yayarak

suçluları teşhir etmenin yanlış olduğu , ikinci nokta da

suçluları koruduğu düşünülmelidir. Çünkü bu kadar şe­

refsiz ve onur kırıcı suçun insana isnadıyla insanlar ara­

sında değerinin düşmesine Allah razı olmamaktadır.

Ikinci önemli husus, burada ırz ve namusa tecavüz

ve saldırı deyince, saldırı olmayıp da kendi arzuları ve rı ­

zaları ile bu suçu işlemiş olsalar, şöyle diyelim; kendi is­

tekleri ile zina etseler durum gene değişmez, her ikisi

birbirinin ırzına tecavüz etmiş sayılır ve her ikisi aynı ce­

zada birleşirler. Çünkü bu ferdi bir suç olmayıp topluma

karşı işlenen bir suç olduğu için, insanlık suçu sa­

yılmıştır. Işte insanlık suçu ile ferdi suç arasında en

önemli fark burada ortaya çıkmaktadır. lrz ve namus me­

selesinde iftirasının da, suçun kendisinin de dört görgü

24. Türkçe Sözlük, Namus kelimesi.

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: :l2, SAYI2, 1999 97

Page 10: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

şahidinin şahitliği ile tespit edilmesinin görgü şahidinin şartı, hem kişileri, hem toplumu kötü tanımaktan ko­rumaktır. Burada şu ayeti kerimeleri vermek istiyorum:

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe ina­nıyorsanız, Alah'ın dini konusunda o ikisine acımayın"

"Zina eden erkek, ancak zina eden veya putperest bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da ancak zina eden veya putperest olan bir erkek evlenebilir. Bu, ina­nanlara yasaklanmıştır".

"lffetli kadınlara zina isnad edip de, sonra dört tanık getiremeyenlere, seksen değnek vurun ve ebediyen on­ların tanıklığını kabul etmeyin. Çünkü bunlar yoldan çık­mış kimselerdir. Ancak bundan sonra tövbe edip dü­zelenler bunun dışındadır"25 .

"Böyle bir iftirayı duyduğunuz zaman, inanmış er­kekler ve inanmış kadınlar, kendileri açısından iyi zanda bulunup "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi? Ona dört tanık getirmeleri gerekmez miydi? Tanık getirmediklerinden dolayı , işte onlar Allah katında ya­lancıdırlar. Bu iftirayı çok hafif sanıyorsunuz. Oysa Allah katında o, büyüktür." "Onu işittiğiniz zaman, buna dair konuşmak bize yaraşmaz, Allah'ım, bu ne büyük bir buh­tandır demeniz gerekmez miydi?" "lnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette can yakıcı azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz"26.

"Kadınlarınızdan birbirleriyle fuhuş işleyen olursa, içi­nizden aleyhlerine dört görgü tanığı getirin. Eğer bunlar tanıklık ederlerse, ölünceye kadar veya Allah onlara bir yol kılana kadar, onları evlerinde göz napsinde tutun. Sizden iki erkek bu fuhşu yaparsa, onu !edip edin, eğer tövbe edip, düzelirse onları salıverin"27.

Bu ayetler üzerinde uzun açıklama yapmaya gerek kalmadan şunu söylemekle yelinmek istiyorum. lrz ve namus meselesi Kur'an'da çok önemlidir. Yalnız müs­lümanlar için olmayıp herkes için önemlidir. Dört şahid getirmedikçe herhangi bir kimsenin işittiğini anlatması

yasak ve Allah katında yalancı olmaya götüren çirkin bir iftiradır. Yapanın da duyanında anlatması büyük günaha girmesine sebeptir.

Kanunlarda, sistemlerde, ideolojilerde ve dinlerde ortak olan çok temel bir ilke vardır. Herhangi bir kuralın ve kanun maddesinin iki yönü bulunmaktadır.

a) Birinci yönü, bireyin kendi istek, arzu ve amacını

25. Nur 24/2·4.

26. Nur 24/13,16,19.

27. Nisa 4/15,16.

98

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

nasıl, nerede ve niçin kullanacağına dair birtakım sı­

nırlamaları ve kısıtlamaları ortaya koyan, açıklayan ku­rallar; bireyin sınırsız istek, arzu ve sonsuzluğa giden bir amacının fiilleşmesinin önüne geçer. Daha ilk anda işin, fiilin başlangıç noktasının , kaynağının akış ve hareketine yön vermeyi, ona ahlaki ve insancıl bir boyut ka­zandırmayı hedef alır. Çünkü insan hayvan gibi doy­duğunu aniayıp durmaz. Bir aslan avını yakalar, karnını doyurur ve gerisini bırakır, gider. Gerisini saklamaz. Çünkü geleceğini düşünmez, bir daha acıktığı zaman, bir daha avlar. Ama insan, öyle karnı doyunca, gerisini bırakmaz, hepsini alıp götürür. Insan, karnı aç olmadığı zaman da muhtaç olmadığı zaman da toplar, hatta ol­mayacağını bildiği zaman da gene biriktirmeye, kendine ihtiyaç yolları aramaya, gereksiz ve aş ı rı israflara övü­nerek, üstünlük taslayarak, sınır tanımaz isteklerini elde etmeye uğraşır. Insan budur ve bunun için ona sınır

koyma ihtiyacı diğer insanların haklarını korumanın ge­reğinden doğmuştur.

b) Kanunların, kuralların ikinci yönü, bireyin kendisini başkalarına karşı koruma yollarını , savunmasının yön­temlerini göstermiş olmasıdır. Bireyin ırzı ve namusu gü­vencededir. Kendisine bu hak tanınırken , bu güvenceyi bozacak kimseye de daha başlangıçta işlerine ve amaç­larına dikkat etmesi gerektiği mesajı da verilmektedir. Başkasının haklarına, sınırlarına karşı harekete geçmek ve bir işievde bulunmak, bu suretle daha başlangıçta,

kaynağında önlenmiş ve başkasının meşru alanına vuku bulacak bir tecavüzün fiilleşmesine yasak konmuş olu­yor. Böyle bir yasak iş fiilleştiği zaman, ondan zarar gö­recek bireye de karşı koyma, direnme ve savunma hakkı tanınmış olunuyor.

Bunun için Islam'da iki kişi arasında olan ilişkilerin türlerinde sadece iki kişiyi ilgilendirmeyen durumlar bu­lunmaktadır ve bunlar çok önemiidir. Mesela zina eden kadın ve erkeğin bu işi yapmalarında birbirinden razı ol­maları, o işi meşru kılmamaktadır. Aynı şekilde rüşvet de öyledir. Rüşvet veren de alan da razıdır diye. rüşvet

meşru sayılmaz. Bu gibi iki bireyin arasında olan işler ve işlevler onların dışında olan üçüncü bireyi ve toplumu da ilgilendirir. O halde insan istek ve amaçlarına ulaşmakta ne kadar hürdür? Burada insanın hürriyetinin ne ol­duğunu felsefe, metafizik. kanun ve psikoloji, sosyoloji açısından inceleyecek değiliz. Ancak şöyle bir örnek de vermek istiyorum. Meşru olarak kazanıp büyük servet sahibi olan bir kimse, bütün servetini istediği herhangi bir kişiye veya kuruma bağışlayıp, çoluk çocuğunu , va­rislerini mahrum bırakmak hakkına sahip bulunmamak­tadır. Allah insana hür irade vermiştir. Bu iradenin s ı nırı

yoktur. Çünkü bu irade Allah'tan Allahlığı bile alabilecek

JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999

Page 11: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DOGAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

bir amaca yönelenebilir. Bu, birey olarak tıem kendisini, hem de insan olarak yaşamak zorunda olacağı toplumu temelinden yıkacak bir irade kullanımına varabilir. Işte bu iradeyi kontrol altına almak için, Allah insana akıl ver­rJ\iştir ve onu özel (vahy} b.ilgisi ile de desteklemiştir. Bu v~hiy bilgisi Adam'den son Peygamber Hz. Mu­hammed'e kadar tarih boyunca sür~ gelmiştir. Hz. Mu­hammed'den sonra vahye gerek kalmaması, Hz. Mu­hammed'e gelen vahyin zamanında iyi zaptedilmiş olma­sıdır. Artık insanoğlu, vahiy bilgisine muhtaç olduğu za­man Kur'an'a gidecek. Çünkü tarih boyunca olan vahiy­lerin özetini de ihtiva etmektedir. Vahyin dışında kalan a­lanlarda ve sorunlarda aklına gidecek ve aklını kullana­caktır. Insanoğlunun bu ikisinin dışına çıktığı zaman, ba­şının dertten kurtulamayacağına, tarih en büyük tanıktır.

6- Mekan güvencesi:

lslam'ın, insanın onurunu ve şerefini korumak hu­susunda çok titiz davrandığın ı görüyoruz. Islam; insana mekan güvencesi vermiştir. Oturduğu, bulunduğu yere, eve, odaya kendisinden izin alınmadan girilmesinin doğru olmadığını hükme bağlamış ve ona mesken gü­vencesini sağlamıştır. Ancak burada iki hususu be­lirlemek doğru ve açık olur. Insanın kendi izni ve rızası olmadan herhangi bir kimse evine girerneyeceği gibi, kendisinin de herhangi bir kimseye bu izni verme hakkı bulunmamaktadır. Bu hususta kanun ve ahlak kuralları onun kime girme izni verebileceğini açıklar ve onlara göre hareket etmesi doğru olur. Insan hür irade sahibi ol­masıyla, bu iradesini, gene insanın yararına ve onurunu korumak üzere, sınırlamaya gider.

Kendi evine zorla girmek isteyene karşı, zorla karşı koyma ve meskenini savunma hakkı; onurunu, malını,

canını koruma hakkının bulunmasına dayanır. Insanoğlu için olan bu insanlık haklarında kadın erkek eşittir.

Bir de insanın kendi vücudunun, bedeninin gö­rüntüsel güvencesi bulunmaktadır. Insanın bedeninin kutsal, mahrem ve görünmesi yasak olan yerleri bu­lunmaktadır. Herhangi bir kimse, başkasının bedeninin bu yerlerini zorla açıp seyretme ve onlara tecavüz etme hakkı yoktur. Aslında insanın kendisinin de bedenini is­tediği gibi açıp saçma, teşhir etme, buna izin verme ve razı olma hakkı da bulunmamaktadır. Insanın ahlaklı bir varlık olmasından dolayı ahlaki kurallara uyma zo­runluluğu ve yükümlülüğü taşımaktadır.

Evrensel ahlak kurallarına insan uymadığı zaman, in­sanlar arasında onuru ve şerefi yara alır ve zedelenir. Bu kurallar da insanın, insanlık onurunu güvence altına al­mayı ve onun aleyhine dedikodu yapılmasına imkan ve fırsat vermarneyi amaçlar.

"Ey inananları Evlerinizden başka evlere, sahiplerine seslenip esenlik dilemeden, güven vermeden girmeyiniz. Bunun sizin için daha iyi olduğunu bir düşünün. Eğer

evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin ve­rilmedikçe, içeriye girmeyiniz. Size 'dönün' denirse, dönün, bu sizi daha çok temize çıkarır. Allah yap­tıklarınızı bilir"26.

"Ey inananlar! Ellerinizin altında olanlar: Hizmetçiler ve sizden henüz ergenliğe ermemiş olanlar, sabah na­mazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuıda ve yatsı namazından sonra, yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar, sizin açık saçık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu ~akitlerin dışında birbirininiz yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah hükümlerini size böylece açıklıyor. Çünkü Allah Bil­gin'dir. Bilge'dir"29.

Bu ayet-i kerimeler, kimlerin ne zaman, kimin yanına izinli veya izinsiz girebileceğini açıklamaktadır. Burada şu hususu belirtmekte yarar var. Nikahlı olmayan ve nikahı düşen yabancı erkek ve kadınların resmi ve her­kese her zaman açık olan üniversitelerde hocaları n, me­murların devlet dairelerine serbestçe, rahatça, tek ba­şına girip çıkmakta bir sakınca bulunmamaktadır.

Odaların kapıları normal olarak kapalı olsa da, herkesin ve kimin ne zaman gireceği belli ve tayin edilmemiş ol­duğu için, bu odalar gizli yer -eski deyimi ile halvet- sa­yılmazlar. Erkeklerin tek başlarına kadın memurelerio veya hocaların yanına girmekte ve aynı şekilde bir ka­dının, erkek bir memur ve hocanın yanına girmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Odaların kapıları normal ola­rak kapalı olsa da, herkesin ve kimin ne zaman gireceği belli ve tayin edilmemiş olduğu için, bu odalar gizli yer -eski deyimi ile halvet- sayılmazlar. Erkeklerin tek baş­

larına kadın memurelerio veya hocaların yanına gir­mekte ve aynı şekilde bir kadının, erkek bir memur ve hocanın yanına girmesinde bir sakınca bulunmamakta­dır. Çünkü kapılar kilitli olmadığı için her an birinin girme ihtimali bulunmaktadır.

"Ey inananları Zanda bulunmaktan çokça sakının .

Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araş­

tırıp casusluk yapmayın. Kimse kimseyi de çe­kiştirmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi se­vebilir? Elbette bundan tiksinirsiniz. Allah'a saygılı olun. Elbette Allah tövbeleri kabul edendir, merhamet eden­dir"30.

Bu ayet-i kerimade iki mesaj vardır. Birincisi, ina-

28. Nur 24127-28. 29. Nur 24/58. 30. Hucurat 49/12.

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT ~ 12, SAYI2, 1999 99

Page 12: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

nanların birbiTinin aleyhine zanda bulunmamaları , ko­nuşmamaları ve casusluk yapmamalarıdır. Ikinci mesaj, inananların bu gibi durumlara düşüp de kendi aleyh­lerine kötü zanda bulunulmasına ve konuşulmasına

imkan vermemeleridir. KötülüQü apaçık ortada bulunan bir kimsenin aleyhinde zanda bulunmamak insanın elin­de değildir. Çünkü o bilgiyi elde etmiştir. Işte bunun için kötü zan yaratmasına imkan vermemek, dolaylı yoldan

ve daha kuwetlice anlatılmış olmaktadır. Ancak, insan bildiğini yaymayabilir ve bu da çekiştirmemekle sağ­

)anmıştır.

Islam'ın şu kaldesini akıldan çıkarmamalıdır. Bir kim­seyi bir suçla, günahla suçlama, o suçu ve günahı Iş­

Iemekten daha büyük bir suç ve günah işlemektir. Çünkü günahsız bir kimseyi günahkar olarak yaymak, onun in­sanlık onur ve şerefine leke sqrmek, insanlar arasında onu aşağı lamaktır. Ikinci olarak da o suçun giderek ha­

fife alınmasına, kanıksanmasına ve böylece yaygın hale gelmesine sebep olabilir. Islam'da onun için, iftira eden

kimsenin, en azından iftira ettiği suçu işlemiş sayılması uygun görülmüştür.

Insanların birbirinin yanına ne zaman ve nasıl gi­

recekleri konusunda, mekan ve yer güvencesi açısından yukarıdaki ayet-i kerimelerle ilgili gördüğüm ve insanların

nasıl beraberce yemelerini anlatan şu ayeti de buraya almak istiyorum. Toplumda ve ailelerde bunu bilmeye gerek olduğuna inanıyorum.

"Kendi evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin ev­lerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya am­calarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kahyası olup anahtarları elinizde olan evlerde ya da

do_stlarınızın evlerinde köre de, topala da, hastaya da ve size de izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Toplu olarak veya ayrı ayrı olarak da yemenizde size bir sorumluluk yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendi adam­larınıza Allah katından hoş, hayat dolu bereket ve esen­lik dileyin. Allah size bu bilgileri anlatıyor ki, belki aklınızı kullanırsınız"31 .

Bu ayet-i kerimade akraba ve dostların kadın erkek birarada oturup yemek yiyebilecekleri açıkça anlatılıyor.

Hepsi, kadın erkek zorunlu hallerde bir masada, bir yerde, bir sahandan yiyebilecekleri veya aynı yerde ayrı ayrı tabaklarda yiyebilecekleri açıklanıyor. Ancak aynı

31. Nur 24/61.

100

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

evin kendi adamları içinde kadınlar ile erkeklerin bir sa­

handan yemelerinde kadınların daha çekingen dav­

ranabilecekleri, hatta eşleri ile bile aynı kaptan ye­

melerinde de bu çekingenliğin bulunabileceği durumun­

da kadınların istedikleri gibi rahat yiyememeleri ve do­

yamamaları düşünülecek olursa, ayrı kaplarda ye­melerine de ayetin izin vermiş olmasına dikkat etmek

doğru olur.

7- Evlenme ve çocuk yapma hürriyeti:

Kur'an-ı Kerim'in, en çok üzerinde durduğu insanlar

arası ilişkilerin , karı koca ilişkileri ile iktisadi ilişkiler ol­

duğu dikkati çekmektedir. Oysa kadın erkek arasındaki

ilişki her şeyden önce cinsel ilişki olarak ortaya çıkmakta

ve bu öyle görülüyor ki, en ilkel insandan en modern in­

sana kadar insanı ilgilendirmekte ve işkilendirmektedir.

Toplumlar, dinler ve özellikle Kur'an- ı Kerim zinayı , ka­

nunsuz erkek ve kadının cinsel ilişki beraberliğini ya­

saklamış, bunun yanında bu ilişkinin meşrulaştırılması

için özel ve genel emirler vererek cinsel ilişkiyi bir dü­

zene koymayı amaçlamıştır.

Insanın evleomesini şarta bağlamakla beraber ev­

lenmeyi emretmiştir. Bu hususta insanın iki amacını ga­

ranti altına alma hedefini gütmüştür. Birinci amaç, in­

sanın sevilmeye ve sevmeye muhtaç olma eğilimini

doğru yola yönlendirmeyle her çiftin kendi s ınırlarını ve

sorumluluk alanlarını çizmek ve bildirmek suretiyle karı

kocanın sevgi ile dolu huzurlu ve mutlu bir beraberliğe

yatkın, hazır olduklarını ve kimsenin onları rahatsız et­

me-mesini açıkça anlatm-ış oimasıdır. Iki birey olarak karı kocayı birbirine denk şekilde ifade eden Arapça zevc -

Türkçe eş- kavramı bile ikisinin birbirine eş değerde ve

görevde olduklarını anlatmakta, bu duygu ve bilinci daha

ilk anda kavramlarda ortaya koymaktadır.

Ikinci amaç olarak, insanların öz varlıklarının de­vamını ancak kendi soyları ve çocukları vasıtasıyla sür­

dürebilecekleri eğilim ve Ülkülerine de din, olumlı.ı yönde

öğütlerde bulunmanın yanındap; çocuk yapmalarının,

ana baba olmalarının hazzını ve sevincini yaşamalarını ,

mutluluk ve huzurunu da sağlama kurallarını bildirmekle

bunların da insan oğlunun temel insanlık hakkı olduğunu vurgulamıştır. Bunun için, din, ırk, renk, dil farkı gö­

zetmeyerek, kim kiminle evlenirse, kendi milletinin, top­

lumunun kanun ve kurallarında karı koca olarak ilan edi­

len her türlü evleome antlaşmasını meşru saymıştır.

Aynı dinden, renkten, milletten olmalarını şart koş­

mamıştır. Yalnız erkek ve kadın arasında evleome ant-

JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999

Page 13: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DOCiAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANUK KUR'AN'IN NERESINDE?

laşmasının bulundukları toplumda ve yerde kabul edi­lerek ilan edilmesini yeterli bulmuştur.

On sene kadar önce aslen Alman, Amerikalı Arapça edebiyatı kadın protesörü Türkiye'ye gelip din alimlerine

1

göre kadının Islam'daki durumu üzerinde bir araştırma yapıyordu. Benimle görüştü ve sohbt::ıt ettik. Bu esnada iki önemli hususu tespit etmiş olduk. Dedim ki, "Himalaya Dağlarında yaşayan okur-yazar da olmayan evli bir karı­kocanın çocukları, sosyal ve kanuni açıdan Amerika'nın bugünkü modern toplumunda, Amerika'nın en üst dü­zeyinde olan bir kimsenin gayri kanuni yani metresinden doğan bir çocuğundan daha yüksek bir onur ve şerefe sahip olur. Öyle değil mi?" Sayın Profesör "evet" dedi. Ben de; "Işte bütün insanlığın tarihi boyunca ve bugün, evliliğin bu şerefi dikkatten uzak tutulmamalı" diye ek­ledim.

Ikinci olarak şunu sordum. "Amerika'da bir çok üst ka­demedeki adamların sekreterleri vardır. Bunların içinde sekreterleriyle veya başka kadınlarla metres hayatı ya­şamakta olanlar da vardır. Karıları da çoğu kez bunu bilir veya en azından farkındadırlar. Adam, metresiyle ev­lenmek istediği zaman karısını boşamak zorunda kalıyor. Karısı da çocuklarından ayrılmak istemiyor, boşanmaya karşı çıkıyor; ama eninde sonunda adam karısını bo­şuyor ve metresi ile evleniyor. Metresi adamın karısı ve

çocuğu olduğunu bildiği halde metres hayatına razı olu­yordu. Adamın karısı da metresi olduğunu biliyordu ve bir şey demiyor veya diyemiyordu. Şimdi bu durumda ka­rısı da boşanmak istemiyorken, kocasının metresini ku­malığa kabul ederek, kendisi de kocasının birinci karısı olarak ailede ve çocuklarının başında kalmaya razı ola­bilir mi?" dedim. Kadın profesör, "evet karısı bo­şanmamak için razı olabilir" cevabını verince, ben de dedim ki, "o halde ikinci evlilikle sorun, birinci kadının razı olmasıdır. Olmazsa boşanıp gidebilir. Bu durum kar­şısında Kur'an'ın getirdiği şartlı ikinci evlenmeye karşı, ·dünyayı Islam dininin aleyhine saldırtmaya gerek kal­mamış olur ki, aynı zamanda Kur'an, toplumda düşük dü­zeyde olan metres hanım ın da şerefini yükseltmiş olur ve bu suretle birden çok evlilik sorun olmaktan çıkar".

Işte Kur'an-ı Kerim, hem ailenin bütünlüğünü, hem gayrı meşru cinsel ilişkinin çözümünü getirmiş oluyor. Kur'an'ın hem birey olarak, hem toplumu oluşturan bir fert olarak insana çok önem verdiğini yansızca ve ko­layca anlamak mümkündür. Kur'an bundan dolayıdır ki,

zina eden erkeğe ve kadına aynı eşit cezayı verdiği halde, toplumlar kadınları daha çok artı bir ceza ile daha fazla cezalandırıyorlar. Kadına fahişe damgasını vuruyor ki, bu' fahişelik damgası erkeğe de vurulmalıdır. Kur'an'ın kadın-erkek eşitlik ilkesi budur. Fahişenin Türkçe kar-

şılığı, çirkin bir iş, kanuna, dine, örfe ve geleneğe aykırı bir günah işlemedir.

"Bekaıiarınızı, yanınızdaki erkek ve kadınlarınızı ev­lendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile zengin kılar. Allah geniş lütuflu ve Bilgin'dir. Evlenemeyenler ise, Allah onları lütfu ile zenginleştirane kadar iffetli ol­sunlar. .. Dünya hayatının geçici menfaalini ele geçirmek için iffetli olmak isteyen genç kızlarınızı çirkin işe zor­lamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz Allah zorlanmış olanları bağışlar ve esirger"32.

"AIIa.h'ın varlığının belgelerinden biri de, birbirinizden eşler, çiftler yar<J.tmış olmasıdır ki, siz onlarda huzur ve sükun bulursunuz. Çünkü aranıza sevgi ve merhamet koymuştur. Düşünenler için bunlarda incelikler vardır"33.

"Kadınlar sizin örtünüz, siz kadınların örtüsüsünüz. Birbirinize sırrınızı söyleyebilirsiniz"34.

Kadınlar ve erkekler, karı koca kavuşma ve birleşme durumunda kadın ve erkektirler. Bunun dışında her biri eşit insanlık haklarına, sevişme ve birbirine merhametli davranmada huzur ve mutluluğu paylaşmada beraber­dirler. Bundan sonra onların gelecek ülkülerini de gün­deme getiren Kur'an "Kadınlarınıza Allah'ın emrettiği gibi yaklaşın ve çocuk yapmayı amaçla yın! ki, bu· da ancak kadınlarımza Allah'ın kanuniarına göre yaklaşmakla

mümkün olur"35.

"Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı

olan yararlı işler, Allah katında daha çok sevaba ulaş­tırır"36·

"Ey inananları Karı koca olarak eşlerinizden ve ço­cuklarınızdan size düşmanlık edenler olur. Onlara karşı uyanık olun. Ama siz affeder, suçlarını hoşgörür ve ba­ğışlarsanız Allah da sizi bağışlar. Çünkü çocuklarınız ve mallarınız birer imtihandır. lmtihanı kazanırsanız Allah katında büyük ödül vardır"37.

"?ekeriya, ey Tanrım! Bana katından hoş olacak ço­cuklar, zürriyet ver, demişti"38.

"Senin Tanrın insanoğullarının soylarını kendilerine tanık tuttu"39.

"Ey Tanrımız! Bizi sana teslim olanlar kıl ve bizim so­yumuzdan da sana bağlı bir ümmet kıl"40.

32. Nur 24/32-33 33. Rum 30/21 . 34. Bakara 21187. 35. Bakara 21222-223. 36. Kehf 18/48. 37. Tegabun 64/14-15. 38. Al·i lmran 3/38. 39. Araf 7/172. 40. Bakara 21'128.

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT : 1'2, SAYI2, 1999 101

Page 14: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

"Ey Tanrım! Soyumu, zürriyetimi ıslah et. Çünkü ben Sana tövbe ettim ve müslümanlardan oldum"41 .

"Ey Tanrımız! Eşlerimizde, çoluk çocuğumuzda bize göz aydınlığı ver ve bizi inananlara önder kıl"42.

Evlenmanin ikinci amacı olarak, insanlığın devamını

sağlayan çocuk ve soyun, insan için ne kadar önemli ol­duğunu ifade eden bir kaç ayeti buraya almakla ye­tiniyorum. Islam, çocuğun bedenan ve ruhen sağlıklı ol­

ması için ana babanın sağlığına önem vermekle, işi

. temelden sağlama bağlamayı hedefler. Bugün daha iyi aniaşılmaya başlanan , annenin sütü ile çocuğun iki sene beslenmesini Kur'an'ın anlatması çocuğa verilen önemi göstermeye yeter. Şüphesiz anne sağlıklı olacak ki, iki

sene çocuğu emzirebilsin. Hamilelik ve emzirme es­nasında farz olan orucu bile geciktirebileceğine veya fidye vermesine kadar anneye izin verilme kolaylığı gös­terilmesi, insana daha ilk anından ölümüne varıncaya kadar içki ve uyuşturucuyu da yasak etmesi düşünülürse insana verilen değer daha iyi anlaşılır. Şüphe gö­türmeyen Islami bir hüküm de insanın bakabileceği

kadar çocuk yapmasıdır. Islam, insanın tabii ve doğal haklarına önem verirken, onlarda haddini, hududunu, sı ­

nırını aşıp israfa gitmesine de hiç bir şekilde izin vermez. Nasıl ki iktisatta, insan ın alabileceğini alması doğru

değil , gerekeni alması ön görülürse, iyi olur ise, muhtaç olmadığını alması israf sayılmaz mı?

8- Seyahat yapma Hürriyeti:

Seyahat; günümüzde kullanılan şehirler, kıtalar arası gazinmek anlamından önce, her türlü harekete, yerinden ayrılıp bir yere gitmeye de denir. Bu anlamda seyahat hürriyeti en geniş kapsamlı ve manalı bir ilke olur. Çünkü insan herhangi bir iş yaparken ona göre hareket edecek ve ona gidecektir. Çalışma, ticaret yapma, yardım etme gibi işlevleri de içermektedir.

Sözlükte, seyahat Arapçası siyahat, suyuh, seyehan, seyh olarak geçmektedir. lık dönemlerde, ilk alimierin eserlerinde "siyahat" yeryüzünde dolaşmak, gezmek an­

lamında kullanılmışken43, sonradan ibadet etmek için yer­yüzünde dolaşma anlamında da kullanıldığı zikredilmek· tedir44

. Bu siyahat'ın kök anlamı, suyun daima ak­masından alınmadır ki, nasıl su akar giderse, seyahat eden de yeryüzünde öylece akıp gider45

, önüne kimse çıkmaz ve çıkmaması gerekir.

41 . Ehhaf 46/15. 42. Furkan 25f74. 43. Tacui·Arus. 6/491, Kuveyt 1969. 44. A.g.y. • 45. A.g.y., Ragıb lsfehani, Müfredatul Ku~an 431, Darul Kalem, Şam 1992.

. 102

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

"Saih" (seyahat) kelimesi "oruç tutan" anlamı da içer­miştir. Bunun için Kur'an'da geçen "SaihOn" "seyahat

eden erkekler"46 ve "Saihat" "seyahat· eden kadınlar"47

demek olan bu kelimeler "oruç tutan erkekler" ve "oruç

tutan kadınlar" mecaz anlamı yanlış olarak verilmiştir48.

Burada dille ilgili bir açıklama yapmak istiyorum. Bu "siyahat• kelimesinin kökü maddi bir anlamı ifade ediyor.

Bu da yeryüzünde suyun akmasıdır. Insanın yeryüzünde

su gibi gezip dalaşmasına da bu akıp gitme anlamının

benzerliğinden "seyahat" denmiştir. Bu dilin kendi ya­pısının elverdiği bir mecazi anlamdır. Ancak, seyahat ke­

limesinin Kur'an'da zikredildiği cümlenin bağiamından

hareket ederek kelimeye "savm" (oruç) manasının ve­

rilmesine gidilmesi, verenin kendi anlayışı ve fikri sayılır.

Yoksa kelimenin asıl manası değildir. Ama kendi an­

layışına gör~ bir mana veren onu dini bir anlama yormuş olmasıyla yeni bir kavram oluşmasına sebep olmuştur.

Oysa, böyle bir anlam vermeye giden bir kimse biraz daha işi incelemekle asıl kök manasına daha yakın olan bir fikir ileri sürebilirdi. Işte sözlük ve filolojik anlamlarda

olan böyle eksik bir anlayış sonraları sözlük anlamının

aslı imiş gibi algılanmaya devam ediyor, başka yanlış

anlayışiara ve anlam kaymalarına sebep oluyor. Bunun örnekleri Islam kültüründe ve ilimlerinde çokca bu­

lunmaktadır. Bunun için araştırıcı, bu gibi dille ilgili eti­

molojik araştırmalarda Arapların ilk kullandıkları anlamı tespit edip ondan başlaması ve kim olursa olsun, her­

kesi sorgulayarak inceleme yapması gerekir. Bu suretle

bir. çok yanlış anlayışın düzeltilmesi mümkün ola­bilecektir.

Kur'an- ı Kerim'in, böylece seyahat etmeyi de iba­detler ve Allah'a karşı görevler silsilesi arasına almas ı

ona verdiği önemi ifade eder49. Seyahat Islam'da bir iba­

det sayıldığı için, ibadette olan hürriyetin de seyahata

verilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor.

"AIIah'a söz verenler, tövbe edenler, kullukta bu­

lunanlar, övenler,' gezenler, rükO edenler, secde edenler,

uygun olanı emredenler, kötü olanı yasaklayanlar ve Allah'ın yasalarını koruyanlardır"50.

"Kadınlardan kendini Allah'a veren, inanan, dindar

olan, tövbe eden, kulluk eden, gezen dul ve bakireier vardır"51 •

46. Tevbe 9/112. 47. Tahrim 66/5. 48. Müfredatui·Ragıb, a.g.y. 49. Bak. Ragıb lsfehani, a.g.y. 50. Tevbe 9/112. 51. Tahrim 66/5 .

JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12. NO 2. 1999

Page 15: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DO(;;AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

Aslında Kur'an-ı Kerim bu seyahatin dışında yer de­

ğiştirme anlamında göç (hicret) ve gezmek, yürümek an­

lamında "seyr" kelimesini de kullanmaktadır. Daha çok,

diı;ıi baskı karşısında insanın, yerini yurdunu terkedip 1

göç etmesini tavsiye eden Kuran, din hürriyetini, doğ-

duğu yerdeki yaşama hakkını başka•yere nakletmesini,

insanın şahsiyetinin toprakla değil, kendi öz benliğini

oluşturan dini inanç ve değerlerini daha iyi ya­

şayabilmesiyle olduğunu anlatmak amacını güdüyor.

Böyle bir yeri aramayı gündeme getirmesini, insanın öz­

gürlüğünü de teminat altına almaya özen göstermesi ola­

rak anlamalıdır.

Kuran; hicreti (göçü) iki anlamda kullanmaktadır. Biri;

bir yerden başka bir yere gitmeyi anlatır. Burada dini

baskıdan kurtulmak amacı yatmaktadır. Insanın din gü­

vencesi olduğu gibi göç etmesi de doğal hakkı gö­

rülmektedir. Bu hususta insana olan mesaj; eğer ya­

şadığı yerde hürriyetine sahip değilse, orada inatlaşıp,

gereksiz ve faydasız yere kendini zarara sokması ge­

rekmediğidir. Başka yer daha uygun şartları haizse,

oraya gidip kendini daha iyi yetiştirebilir.

Kur'an-ı Kerim, seyr-i, gezmeyi, dalaşmayı insan il­

mini, görgüsünü artırmak suretiyle daha iyi düşünebile­

cek bir düzeye gelebileceği nedeniyle öğütiüyor. Kur'an-ı

Kerim, daima ve her zaman geçerli olabilecek insana

faydalı genel ilkeler ve hükümleri hatırlatıyor. Seyahat

etme ve dolaşmanın, insanın en candan sarılması ge­

reken ilmi, iktisadi, ticari ve sosyal ilişkilerin artması, ge­

lişmesi için en önemli ilkelerden olduğunu anlamak, kim­

seye zor ve kapalı olmayan bir kavramdır.

Kur'an-ı Kerim, seyahata, yolculuğa, gezip görmeye

sınır koymadığından başka, onu teşvik etmiş ve o hu-

kıhta apaçık güvence bulunduğu zaman değişik hü­

kümlerin uygulanabileceği ifade edilmiş olduğu halde,

kadınların yanlarında mahremleri -dine göre ev­

lenemeyecekleri kimseler- bulunroadıkça seyahat ve yol­

culuk edemeyecekleri hükmünü, din adına hüküm kesen

devletler, resmi ve sivil kurumların titizlikle uygulamaları

ne kadar, gerçek dini ve felsefesini anlamaktan uzak kal­

dıklarını ortaya koymaktadır. Bunlar, o kadar dinden ve

dini bilgi ve kültürden uzaktadırlar ki, hacca gidecek ha­

nımların, kocalarının, oğullarının, ya da dayılarının, arn­

calanndan birinin yanlarında bulunmasını şart koş­

maktadırlar. Oysa, günümüzde dünyanın en uzak yerine

yalnız başına bir kadın güven içinde gidip ge­

lebilmektedir. Günümüzdeki bu güven asırlar öncesi

yoktu. Bu kadar güven içinde milyanda bir ferdi olaylar

olabiliyor. Bu yalnız kadınların başına değil, erkeklerin

başına da gelebiliyor. Bu gibi ferdi ve polisiye olaylar

belki de en az seyahat esnasında meydana gelmekte

bulunduğu şehirde, mahallede ve evine daha çok vuku

· bulmaktadır. Bu sorunu buraya almamın sebebi, Islam'ın

gerçek anlamı ile bilinmemesi, yalnız dini bilgiden ve kül­

türden uzak kalanları değil güya dini öğrenip, din hü­

kümdarı gibi hareket eden cahilleri de uyarmak is­

tememdir.

Artık herkes şunu bilmeli ve herkese de öğretmeli ki,

din hususunda akıl ve Kur'an ışığında durumu de­

ğerlendirmekten başka çare yoktur. Güvenilecek daha

kolay ve akla yakın bundan başka bir dini ölçü bu­

lamamakta ve kimsenin bilgisine güvenmemekteyim.

Halk, din adamlanndan birinin doğru söylediğini an­

lattığınız zaman zannediyor ki, o kişi Allah gibi hiç ya­

nılmamaktadır. Halbuki Peygamber bile yanılmıştır. Sa­

habe Peygambere tam güven beslediği halde işine

susta değişik şartlar ve durumlara göre öğüt ve emir ver- gelmeyen ve aklına yatmayan durumlarda Pey-

rnekten geri kalmamış, kadın ve erkek ayırımı yap­

mamış , bundan insanlığın, insanların birbirinden yarar­

lanmasın ı, mutluluklarının, huzurlarının , sağlıklannın, bil­

gilerinin artmasını sağlamak için dersler, ibretler, öğütler

almasını açıkça anlatmaya özenmiştir. Islam'ın ortaya

çıktığı ondört asır önce insanların seyahat güvenceleri,

yol şartları, insanlar arasındaki ilişkilerin insana saygı yö­

nünde gelişmemiş olmasından dolayı bazı kısıtlayıcı hü­

kümlerin ortaya konması, seyahati güvenceye almak için

gerekli idi. Ama şimdi değişen zaman ve şartlara bağlı

bu gibi kısıtlayıcı hükümleri asırlar önceki gibi sür­

dürmek, lslam'ı hiç anlamamaktan doğmaktadır. Oysa fı-

gamberine itiraz edebilmiştir. Burada kabahalliyi bulmak

gerekmektedir. Kabahaili bulunmazsa, kabahat dü­

zeltilememekte, asırlarca sürmektedir. Başta kabahat,

devletlerin, hükümetlerin ve sonra onların güdümünde

olan ilim ve din adamlannındır. Aslında ilim ve din adam­

lannın ahlaki ve dini açıdan daha çok sorumlu ol­

duklannı iddia etmek en çıkar yoldur. Çünkü onlar bil­

diklerine de inandıklarına da ihanet ediyor ve takiyye

kullanıyorlar. Her iki sınıf, halkı sömürmekten başka bir

şey düşünmüyor ve bunlara sivil olan her türlü gurup

(dini olsun, laik olsun) katılırsa, işte o zaman millet ya­

bancıların baskısı ile inişe doğru yuvarlanıp gider.

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12, SAYI2, 1999 103

Page 16: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

Elli yılımı ve yüksek tahsilimi lslam'ı ana kay­

naklarından öğrenmeye verdim. Allah'a şükürler olsun

Kur'an'ın ruhuna, felsefesine, evrenselliğine, 360 de­

recelik bir açı ile kainatı kuşatacak şekilde bakılması ge­

rektiği ilkesini bilerek ifade edecek bilince ulaştım. Bu,

demek değildir ki, her şeyi veya çok şeyi biliyorum.

Benim özelliğim bildiğimi ve bilmediğimi bilmemdir. Me­

tafizik meselelere dair olan Islam felsefesine çok küçük

bir hizmette bulundum. Halka inmedi. Müslümanları

onbir asırlık gaflet uykusundan uyandırmak için bazı

ipuçları ve başlangıç noktaları tespit ettim. Müs­

lümanların uyanmaları için iki asırdan beri çalışılmakta

olduğu halde, bir arpa boyu yol alınmadığını defalarca anlatmaya çalıştım. Şunu gördüm, topyekün bir kalkınma

halktan başlamalıdır. Üst kademe de buna destek ver­meli, engel olmamalıdır. Bunun için halkı gereksiz ve fay­

dasız yere meşgul eden ve zamanını alan, fikren ve be­

denen yorgun düşüren bir çok yanlış günlük dini işlerin

ve hurafelerin ayıklanmasına, tasfiye edilmesine gerek

olduğunu kavradım. Yapılacak, Müslümanların günlük

yaşamda daha rahat, huzurlu, daha çok ve ciddi müs­lümanlık yapmalarına yardımcı olmaktır. Yanlışlar ve hu­

rafeler atılıp çıkarıldığı zaman, onlardan boşalan yerler,

boş kalmayacak; zira onlar Islam'ın doğruları ile ve ger­

çek bilgilerle doldurulacaktır. Onlar, doğruların ve gerçek

bilgilerin yerlerini işgal ettiklerinden, doğrulara ve ger­

çekiere müslümanların kafalarını ve zihinlerini kapalı bu­

lundurmaktadırlar.

Bir master öğrencim şunu anlattı: Ismini verdiği ve benim de tanıdığım bir müftüye halktan -.biri şunu -so­

ruyor. Karısının dayısı ölmüş, karısını Ankara'dan uçağa

koyacak gideceği yerden biri onu uçaktan alacaktır. Bu

caiz midir? Müftü "asla caiz değildir, büyük günah ve haram işlemiş olur. Yalnız gidemez." Adam, "müftü bey,

siz fetva vermeseniz de ben göndereceğim. Başka

çarem yoktur." demiş . Müftü, haram işler ve büyük gü­

naha girer. Şimdi bu zavallı müftü eski fıkhı da bilmiyor,

okumuyor ve okusa da anlamıyor. Buna göre bir ki­lometreden uzağa giden, yani ses ulaşamayacak yere

giden her kadın büyük günah işliyor. Işte bunlar yanlıştır ve asla günah değildir. Resmi müftü bunu diyor, ama

sivil müftüler de onlardan farklı değildir. Onların hepsi

aynı kitabı okumuştur ve onların okudukları kitapları ben

de okuduğum için, yanlış yaptıklarını söyleyebiliyorum. Bunca, milyonlarca müslüman kadın binlerce defa se­

yahat ediyorlar. Bu büyük günah yalnız hanımiara ait olmaz ki, onlara izin veren aileleri de aynı suçu işlemiş

oluyorlar. Bu fetvacılar verdikleri fetvanın kendilerine ge­

tirdiği vebalin ve daha · ağır bir günahı yüklendiklerinin

1-04

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

farkında değillerdir. Güya otuz kilometreye kadar izin ve­

riyorlarmış. Otuz kilometre ile yüz kilometre arasında ne

fark vardır? Otuz kilometreye ses gitmez ki. Kur'an-ı

Kerim'de seyahat etmeye dair şart bulunmamaktadır. Fı­

kıhtaki şartlar zamana ait olduklarından zaman de­

ğişince hükümler de değişir.

Insanlar seyahat ettiklerinde elde edecekleri bilgiler

sayesinde, gördükleri ve duydukları üzerinde dü­

şünebileceklerini Kur'an şöyle açıklıyor.

"Akıllarını çalıştıracak kalpleri ve işitecek kulakları

varken, yeryüzünde niçin dolaşmıyorlar? Doğrusu yalnız

başlardaki gözler kör olmaz. Göğüslerdeki gönüller de

körleşir"52.

"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kim­

selerin sonlarının nasıl olduğunu düşünmezler mi? Ki,

onlar kendilerinden daha güçlü idiler ve yeryüzünü iş­

leyip kendilerinden daha çok imar etmişlerdi"53.

"Sizden önce nice yaşam tarzları gelip geçti. O halde

yeryüzünde dolaşın da yalancıların sonunun ne ol­

duğunu bir düşünün. Bu, insanlara bir açıklamadır ve

saygılı olanlara ise yol gösterme ve bir öğüttür. Artık

gevşemeyin, tasalanmayın. Eğer inanmışsanız en üstün

siz olacaksınız"54 .

"Yeryüzünde dolaşın, Allah' ın yaratmaya nasıl baş­

ladığını ve sonraki yaratmayı nasıl yapacağını bir dü­şünün"55.

"Yeryüzünde dolaşında öncekilerin sonunun nasıl ol­

duğunu bir görün"56: ·

"Puta tapanların dediklerine karşı dayanıklı ol ve on­

lardan nezaketle, güzellikle ayrı1"57.

"Doğru inanıp göç edenler ve Allah (kamu) uğruna

canla başla ve mallarıyla çalışanlar Allah katında en yük­

sek derecededirler"58.

"Kendilerine zulmedildiğinden dolayı Allah için göç

edenlere dünyada güzel bir durum yaratırız"59.

"Ey örtünüp duran, gizlenip saklanan, kalk, uyarıda

bulun. Giysilerini temiz ve pak tut, murdarilkiardan göç

et, onlardan uzaklaş"60.

52. Hc(c 22/46. 53. Rum 30/9, Fatı r 35/44. 54. Al-i lmran 3/137-139. 55. Ankebut 29/20. 56. Rum 30/42. 57. Müzzemmil 73/10. 58. Tevbe 9/20. 59. Nahı17/41. 60. Müddessir 7 4/1-5.

JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999

Page 17: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DOGAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

"Melekler, kendi kendilerine zulmedenlerin canlarını aldıkları kimselere, "siz nerede idiniz?" deyince, "yur­dumuzda güçsüz bırakıldık" diyecekler; melekler onlara 'A!Iah'ın yeryüzü geniş değil miydi? Geniş yere göç et­s~ydiniz ya!' diyecekler. Işte bunların yurdu cehennemdir v~ ne kötü yerdir"61

.

Bu ayet bizce çok önemli sosyal bir soruna ışık tu­tuyor. Insanların güçsüz düşürülmelerinin kabahatini, in­sanların kendilerine veriyor. Isyana, vurup kırmaya da çağırmıyor. Göç etmeyi bir alternatif ve kurtuluş yolu gösteriyor. Bunun dışındaki alternatifler insanların ken­dilerine aittir. Bundan sonraki ayette getirdiği hükümde ise başka çarelerin aranabileceğini ortaya atıyor.

"Ne var ki, hiç bir çareye gücü yetmeyen ve göçe bir yol da bulamayan güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklar bunun dışındadır. Allah'ın onları affetmesi umulur. Çünkü Allah Atfedendir ve Bağışlayandır. Kim Allah'a göç eder­se yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve elçisine göç etmek üzere evinden çıkarsa ve ölüm onu yakalarsa, onun ödülü Allah'a aittir. Çünkü Allah Bağışlayan ve Acıyandır"62.

Işte Kur'an-ı Kerim, insanın küçük düşürülmesini,

köle ve esir muamelesi görmesini kabul etmiyor. Bunun suçunu insanın kendisine yüklüyor. Fikren, bedenen elin­den gelen her türlü hüneri ve yeteneğini ortaya koyarak kendisine yapılan köle muamelesini kaldırmasını gerekli görüyor. Suç insanın kendisine ait olmakla zalimterin de cezasız kalmayacaklarında şüphe yoktur. Bu ayetteki ce­hennemden ahiretteki değil, bu dünyadaki yaşamlarının cehennem yaşamı olduğunu anlamak en doğrusudur. Çünkü bu gibi yerlerde Kur'an, dünya hayatını anlatıyor. Şimdi bütün Islam dünyasına bir bakılsın. En verimli yer­lerde en toplu halde, en zengin olarak oturdukları halde, başkanlarının, krallarının, amirlerinin zulmetmelerinden kendileri de cehennem hayatı yaşadıkları gibi top­lumlarını , halklarını da köle durumunda tutup onlara da cehennem yaşamını tattırmıyorlar mı? Işte kabahat, önce zulüm görene verilmek suretiyle işin nereden baş­laması gerektiğini gösteriyor. Iş bunu hem zalime, hem mazluma anlatmaktan başka çare görülmemektedir. Zalim de huzursuz, mazlum da, zulmeden de, zulüm gören de. Zalim zulümden vazgeçmeli, zulüm gören de zulümden kurtulmanın çaresini aramalıdır. Islam dün­yasında zulüm gören kimse iktidar olunca, bu sefer onun zalim kesilmesi, Islam eğitiminin eksik olmasını ifade eder. lnsımı insanın düşmanı olmaktan kurtarmak için Kur'an'ı çok iyi ve Allah'ın istediği gibi anlamaya ça-

61. Nisa 4/97.

62. Nisa 4/98-100.

lışmaktan başka çare görülmemektedir. Ancak şu şartın ileri sürülmesi gerekiyor. Önceki, sonraki ve gü­nümüzdeki mezhepçilik ve gurupçuluk gözlüğü ve açıs ı

ile Kur'an'a gitmenin bir faydası olmaz, onların inatlarını ve taassuplarını pekiştirebilir. Buna dikkat etmenin zo­runluluğu vardır.

Kur'an'ı üç boyutlu açıklama içinde:

a) Senieksi içinde (bulunduğu cümledeki söz ma­nası),

b) Kenteksi içinde (bulunduğu konu içindeki anlamı) ,

c) BOtüı:ılüğ~ içinde (bütün Kur'an'ın ilkeleri ile be­raber) ele alıp anlamak ve buna çaba sarfetmek, en doğru yol ve yöntemdir. Bu, sadece Kur'an'ın içeriği, na­zariyatı, ilmi ile ilgili olup, asıl buna yön verecek uy­gulama imkanını anlamak için de hakkında hüküm ve­rilecek durumu, olayı, konuyu da iyi inceleyip bilmek gerekir. Bundan sonra her zaman ve her yerde bu işlemi yapmanın, insanı doğru yola ilelecek olduğuna inancım tamdır.

9- Hakkını arama ve savunma hürriyeti :

Hak ile sıdk (doğru) arasına şöyle bir farklı anlam konmaktadır. Hak olayların kendisine göre meydana gel­diği ve oluştuğu nesneye denir. Vuku bulan olaylara uygun olan söze doğru, "sıdk" denir63. Demek ki, hak olaylardan öncedir ve olaylar ona göre meydana gelir . . Doğru, olaylardan sonra olaya uygun olan ve onu tam anlatan bir haber ve bilgi olur. Meydana gelen bir olayı tam olarak nitelemek, anlamak, doğru olur. Ama o olay hak olmayabilir, hakka ve gerçeğe aykırı olabilir. Burada yalan ve yanlış meydana gelir. Hakka, gerçeğe uygun olarak meydana gelmeyen olayları tenkit etme, kötüleme ve yanlışlama hakkı buradan doğmaktadır. Buna göre doğru (sıdk) kavramını hak'kın yerine kullanmak ola­bilirse de, hakkı doğrunun yerine kullanmak doğru

olmaz. Çünkü, bu kullanım aldatıcı olabilir. Eğer kul­lanılı rsa, hakka göre vuku bulmayan bir olayın , hakka göre meydana geldiği bilgisini ve inancını verir, bu ise al­datıcı ve yanıltıcı olur. Toplumdaki yanlışların vuku bul­maları ile hak olmaları birbirine karışır. Hak şaşmaz ,

sabit olan, zorunlu olandır64.

Suyun yüz derecelik ıs ıda kaynaması kanunu haktır. Suyun kaynadığını bilmek -kaynamışsa- doğrudur. Bu­rada hak gerçekleşmiştir. Ama su kaynamadığı halde,

kaynadığını söylemek aldatmadır ve doğru değildir.

63. Ali b. Muhammed Curcani (616 H. 1413 M.) Tarifaı120, Beyruı1985. 64.lbn Faıis, Mucemuı-Makayis-11-Luga 2/15, Kahire 1336 H. Eyyüb b.

Musa Hüseyni (1094 H. 1663 M) Külliyat Ebuı-Beka 148. Kahire 1253.

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12, SAYI2, 1999 105

Page 18: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

Ragıb Istehani hak kelimesini dört anlamda kul­

lanmıştır.

a) Hikmetin gere~i olan bir sebebe göre bir şey ya­

ratan ve var edene "Hak" denir. Bunun için Allah'a "Hak"

denmiştir.

b) Hikmetin gere~ine göre yaratılmış olan şeye de

"hak" denir. Bundan dolayı Allah'ın bütün işleri haktır.

Her şeyi bir hikmete göre yaratmıştır.

c) Bir şey ne ise, aslında nasıl ise ona uygun olarak

·öyle oldu~una inanmaya da "hak" denir.

d) Gerekti~i gibi, gerekti~i kadar ve gereken za­

manda söylenilen söze ve yapılan işe de "hak" denir.

Buna göre söyledi~in haktır, yaptı~ın haktır; Allah'ın sözü

haktır, denir65.

Gerçek: Hak, varlık (ontology) açısından, zihnin, ha­

yalin, tasarımın dışında bulunan, vaki ve var olan nes­nedir66.

Gerçek, sadece kendi özüne göre değil, bir şeyi mey­

dana getiren nesnedir67. Bu tanım bir bakıma Cur­

cani'nin "Hak" kelimesine verdiği manaya benziyor. Ger­

çek, varlıkların, var olmalarından ve diğer bir deyimle

kendilerini bize belli etmelerinden dolayı , doğru hü­

kümlerin dayanağı olan nesnedir68.

Gerçe~in mahiyetiyle ilgili üç nazariye, görüş vardır:

1. Uygunluk nazariyesine göre, eğer bir önerme

(veya mana) bir olguya, vaki olan bir şeye uygun dü­

şüyor ve durumu açıklıyorsa, o gerçektir.

2- Uygunluk nazariyesine göre gerçek, sistemli bir

uygunluktur. Bir önerme, sistemli olarak bir uygun bü­

tünün zorunlu öğesi olduğu sürece, gerçektir. Bu bütün,

içinde olan diğer ö~eleri zorunlu kılacak biçimde var ol­

malıdır. Işte bu "mutlak gerçek" olur.

3- Yararlılık (pragmacılık) nazariyesine göre bir öner­

menin doğruluğu kime yararlı ise ona göredirB9. Prag­

macılık görüşü, doğruluğun ölçütünü bilginin uy­

gulanmasında gördüğü için yaşama yararlı olan şey

iyidir70.

Metafizikte gerçeklik, düşünülebilen nesne ol-

65. Ragıb Islahani (425 H. 1033 M) Müfredatui-Kuı'an 1245, Mısır 1324. 66. Webster's New World Diclionary, 1210, College Eöılion 1963. 67. New Encyclop. of Philosophy, J. Grooten 444, America 1972. 68. A.g.y.

Prof. Dr. Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlü!jü, 82. TOK. 1979, Osman Pazaı1ı, Küçük Felsefe SöziO!jO 70, A. Cuvillier'den tercüme 1944, Ankara, Türkçe Sözlük 439, TOK. 1983, !smail Fenni, Lugatça Felsefe, 591, lstanbul1341.

69. Dagobert D. Runes and Others, Dictionary ol Philosophy 321-322, 1961, New·Jersey.

106

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

duğundan dolayı, düşüncenin dışında var olan şey dir.

Çünkü var olan gerçek (hak)tır. Gerçek {hak) olan

"var"lı~a aittir, yani var olur. Diğer bir deyimle, gerçek ol­

mayan saçma bilgi, gerçeğe uymaz ve hiçbir varlık, as­

lında kendi bilgisini taşımayan bir nesneyi içermez71 .

Hakkın; gerçeğin bu tanımı bilgi açısından (epis­

temolojik) olan bir tanımdır.

Hakk sözünün iki temel ve kök anlamı bu­

lunmaktadır. Biri, "hakk" sözcüğü isim olur. Bu anlamda

dış dünyadaki "varlığa" hak denir72 ki, zihnin dışında , zihin onu düşünse de düşünmese de, var olan şey de­

mektir ve bir şeydir. Hakk'ın bu anlamı varlık (ontolojik)

açısından olur ki, dışarda sabit, somut varlık, eskilerin

deyimiyle şey ve nesne olarak var olan demektir. Aynı

zamanda dışarda gereği gibi, hikmetin gereğine göre

olan ve bulunana veya olgular kendisine göre meydana

gelen ve vuku bulan şeye de denir73. Hakk'ın ikinci kul­

lanılışı sıfat olmasıdır. Bu anlamda hak, dışarda sabit ve

gerçekten var olan şeye denir ki, dışarda var olanın ni­

teliği olur. Birinci anlamdaki karşıtı , zıddı, butlanı olup,

geçersizlik, saçmalık, sırf yokluk demektir ve ikinci an­

lamda karşıtı batıl: saçma, geçersiz, yok olan, boş ger­

çek olmayandır. Hakk sözcüğü , birinci anlamda isim ve

ikinci anlamda nitelik olarak her iki anlamda Allah'a söy­

lenir74. Allah, gerçek ve sabit, daimi bir varlık olarak

Haktır; Allah'a gerçek ve sabit bir varlık olmasından do­

layı da sıfat olarak Hakk denir. Bunun için Vacibui­

Vücud olan Allah'a, dış -dünyada mevcut olan her şeye,

olgulara uygun olan hükme, sözlere, dinlere, mez­

heplere de hakdenir ki, gerçeğe uygun hükmü içerir75.

Hakk, hikmetin gereklerine göre vuku bulan, mey­

dana gelen şeydir76. Gerçeklik ve bilgi değişmeye yüz

tutmayan yalnız öz fikrin objelerine gönderme yapar77.

Gerçeklik, kişilerin zihinlerine bakmadan tanımlanma­

lıdır. Çünkü kişilerin zihinleri onu kendilerine göre geçerli

sayabilir ve psikolojik herhangi bir şeyin oraya gir­

memesi şartıyla da ·oraya girilmemelidir. Gerçeklik, bi­

reysel zihnin düşüncesinden tamamen bağımsızdı?8.

70. Prof. Dr. Bedia Akarsu, A.g.e., 147. 71. J. Grooten, a.g.y. 72. Eyyüb b. Musa Kınmh (1094 H. 1683 M) Külliyaı Ebii·Beka 161,

(1253 H. 1837 M) Kahire. 73. Eyyüb b. Musa Kırımh, a.g.y. 74. Eyyüb b. Musa Kınmh, a.g.y. 75. A.g.y. 76. Edward W. Lane, Arabic-English Lexicon 21607. 77. Ana Britanica 221522. 78. A.g.e. 221524.

JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2. 1999

Page 19: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DOÖAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

Islam kültüründen ve Batı kültüründen Hakk (true,

truth-gerçek, gerçeklik) hakkında bazı tanımları buraya

aldık. Şu ortaya çıktı ki, her iki kültürde de Hakk'ın ta­

nıınları oldukça birbirine yakın ve aynı anlamı vermekte 1

ve taşımaktadır. Bunları özetlersek, Hakk'ın bu tanımları

iki kavrarnda merkezleşiyor. Birincisi, zihin dışında var

olan, yani zihin olmasa da ya da zihin onları düşünmese,

hayal etmese, tasariarnasa da var olanın sabit, zat ve

şey olanın adıdır. Bu kavram, varlığın var olması (on­

tolojik) açısından olup olaylar, olgular, hadiseler bu var­

lığa, bu şey göre meydana gelir ve buna dayanır, bu var­

lık olaylara dayanak olur.

Hakk' ın ikinci kavramı , dışarıda bir şey olarak değil,

bir mana ve nitelik olarak bulunmasıdır ki, bu durumda

bir şeye ve varlığa dayalı, bağlı ve izafT bir anlam olur.

Biyolojik (hayat-yaşam) haklar, sosyal haklar, hukuki

haklar, ahlaki haklar vs. Hakk'ın bu iki kavramı üzerinde

kurulur ve meşruluk, doğruluk, gerçeklik ve geçerlilik ka­

zanırlar. Mesela, bitkilerden başlayalım. Bir bitki vardır,

dışarıda bir şeydir. Bundan dolayı ona ait bazı niteliklerin

bulunması, diğer bir deyimle bazı şeylerin ona göre vuku

bu lması, meydana gelmesi hakkına sahiptir. Bitki ya­

şayacak, yaşama hakkı bulunmaktadır. Suya, karbana

ve güneşe muhtaçtır. Bunları, bu bitkiden mahrum

etmek, onun hakkını vermemek olur ki, bu ona zul­

metmektir. Burada zulüm hakkın zıddı ve karşıtıdır. Ge­

reksiz yere, boşuna ve iyi bir şey için kullanma amacı ol­

madan bitkiyi, ağacı kesmek, yakmak ona haksızlık ve

zulüm olduğu için bunları yapan da zalim olur. Hay­

vanlara gelince, aynı ve daha çok olay ve durumlar or­

taya çıkmaktadır. Bunun için, hakkın bir tanımında hik­

metin gereklerine uygun olma anlamı verilmiştir ki, bu

tanım çok isabetlidir. Hikmetin gereklerinden kastedilen,

bir varlığın diyelim, varlığına kastediliyor ve o yok edi­

liyorsa, başka ve daha önemli bir şeyin varlığını sağ­

laması lazım veya onun meşru ve hakkı olan bir niteliği

ona kazandırma amacını gütmelidir. Bu, evrendeki dü­

zenin sağlıklı sürmesinin gereğidir. Çünkü evrenin hayat

felsefesi ve hikmeti, bir canlıdan başka bir canlının mey­

dana gelmesine dayanır. Bunun için her canlıya varlığını

sürdürecek haklar verilmiştir. Ancak bu haklar sürelidir.

Eğer, bir canlı ölüp, onun yerine bir başka canlı var ol­

mazsa, hayat durur ve cansızlar, değişmezler dünyasına

dönüşür.

Elbetteki insan evrendeki canlı varlıkların en üstünü

ve en karmaşık yapıya sahip olmasından ötürü onun bir

çok var olma hakları olduğu gibi onları gerçekleştirmek

için hareket alanları da bulunmaktadır. Işte bu haklarını kullanırken ve kendisine çizilen alanlarda hareket eder­

ken, haklarının gereğine göre davranması , onları aş­

maması ve onları eksik de yapmaması varlığının ge­

reklerine ve hikmetine uygun olması demektir. Insanın

kendisine verilen haklara göre hareket etmesi gerektiği

gibi, kendi dışında meydana gelecek olaylar da onun

haklarına uygun bir şekilde vuku bulmalıdır, yani hak­

larına saldırı ve tecavüz olmamalıdır. Saldırı vukuunda

hakkını savunma hakkı veya hakkını savunacak yetkiliye

başvurup şikayet hakkı vardır.

Kur'an-ı Kerim, insana hakkını arama hakkını ve hür­

riyetini vermiştir.

"Haksızlığa zulme uğrayanın dışında kimsenin kö­

tülüğü ilan etmesini Allah sevmez"79.

Kur'an-ı Kerim, bu ayette iki önemli esasa işaret et­

mektedir. Biri haksızlığa ve zulme uğrayanın hakkını

araması için kendisine yapılan haksızlığı dile getirmesi,

ilan etmesi ve onu giderecek yetkiliye başvurması esa­

sını getiriyor. Diğer ikinci esas, her hangi bir kimsenin

yaptığı veya yapılan kötü bir işi ilan edip fitneye sebep olmasını yasaklamış olmasıdır. Çünkü bu, haksızlığa ve

felakete sebep olabilir. Başka bir ayette de kötülüğün ,

fuhşun müslümanlar arasında yayılmasını arzu edenlere

elem verici bir azabın dakunacağını ifade etmektedirB0.

Burada uygun düşer diye, fıkıhta güzel bir Islami ve

ahlaki bir kuralı zikretmek istiyorum. Bakıyerum ki. Di­

yanet hocaları, alimleri (!) de, dışarıdakiler de fıkıh oku­

muyar veya okuduğunu da anlamıyorlar. Biz, eski fıkhın

yerine yeni fıkhın geçmesini isterken eskisindeki doğ­

ruları inkar etmenin yanlış olduğunu vurguluyoruz. Ancak onun doğrularını Kur'an'a ve akla göre ortaya

koymanın mümkün olabileceği ölçütünü de veriyoruz.

Ara sıra vuku bulan şöyle olaylar hakkında kimse sesini

çıkarmıyor. Yeni evlenmiş bir kızın canına kardeşi kıy­

mıştır. Sebep de şudur: Evlendiği gece bakire ol­

madığını ilan eden damadın, k ızı boşayıp evine gön­

dermesi sonucunda kızın kardeşi kızı öldürmüştür.

Burada üç katil vardır. Biri, fiilen öldüren kardeş , ikincisi

toplumun yanlış inancı, üçüncü katil de kızın bakire ol­

madığını ilan eden damat. Işte şimdi size fıkhın hükmü; eğer kız bakire çıkmazsa, kocası onu asla ilan edemez.

79. Nisa 4/148. 80. Nur 24/19.

ISLAMI ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12, SAYI2, 1999 107

Page 20: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

Ama boşamak isterse, başka bir sebep ileri sürerek bo­şaması lazımdır. Fıkhın bu hükmü ne kadar güzel ve Islam ahlakına, Kur'an'ın felsefesine uygun oldu~u açık­

tır. Ayrıca bakireli~in olmamasının birçok sebeplerini, fıkıh ayrıca zikreder ve o sebeplere yeni sebepler de ek­lenebilir. Işte Kur'an'ın, insanın şerefine verdi~i bu de~eri görenek ve gelenek yıkmaktadır. Işte halkın dini de­di~imiz bu gibi saçma zulümlere sebep olan, batı! hurafe

inançlardır. Din adına mangalda kül bırakmayanlar,

ıanetlemedikleri ve tenkit etmediklerinden onlar da ci­nayete ortaktır. Kıza haksızlık edilmiş ve zulmen öl­dürülmüştür. Insanların haklarını arayacak olan devlet ne yapmıştır, bilmiyoruz. Suçltı cezalandırılmazsa bu meşum cinayet tekrar eder, gider.

Kur'an-ı Kerim, bunun için saldırana, tecavüz edene, karşı durma, hakkını alma emrini vermiştir. Insanlara sal­dırmama, tecavüz etmeme emrini vermekle kalmamış, karşı tarafı durduracak, ona da haddini, sınırını bil­direcek emirleri de vermiş, böylece gasbedilen ve zorla alınan bir hakkı geri alma hakkını kabul etmiştir. Yalnız Kur'an, getirdi~i karşı atak ve saldırıyı kural altına almış ve yapılan saldırı kadar karşı ata~a. tecavüz miktarı

kadar tecavüz etmeye izin vermiştir.

Kur'an'ın ana felsefesi, bireyin ve toplumun di­siplinine göre nezaket kurallarını işletme amacını güder. Toplumda karışıklık, kargaşa, kavga, gürültü, kabalık,

sertlik ve düşmanlı~ı Kur'an istemez. Bireyin hakkını ko­rumayı devlete bırakır. Herkes kendi hakkını kendi al­maya kalksa ve herkese bu hak verilse, karışıklık ve fitne çıkmasından başka, güçsüz olanlar haklarını hiç bir zaman alamayacaklar. Devlet, hem bireyin hakkını güç­

lüden alacak ve verecek, hem de toplumun düzenini ko­rumuş olacaktır. Burada bütün iş, devletin adaleti tam yerine getirmesine dayanır. Devlet bu güvenceyi bireye sözle de~il, işlevi ve uygulaması ile vermek so­rumlulu~una inanması gerekir.

Kur'an'ın insana verdi~i do~al haklar içinde din hür­riyeti, düşünme hürriyeti, mal, mülk edinme hürriyeti vs. ve can güvenli~i. yeme, içme, okuma, tuvalete gitme, gi­yinme ve islirahat güvencesi ve hürriyeti, -insanın var­lı~ının gerektirdi~i derecede olması halinde- söylenebilir. Kur'an'ın burada zikrettiğimiz disiplin ve nezaket kuralına göre "hak verilmez, alınır" veya "hak alınır, verilmez" gibi tekerlerneler Islam inancına ve davranışına temel teşkil etmez, disiplin ve nezaket kuralına aykırı düşer. Çünkü devlet her haksızlığı gidermek zorundadır. Bunu ken­dili~inden yapacaktır. Ama tarihte ve bugünkü dünyada hak alınıyor, devlet vermiyor. Bunun için, dünyanın ileri

.108

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

milletleri ve devletleri, halkını guruplar ve sendikalar teş­

kil ederek haklarını arama imkanına sahip kılmaktadırlar.

Bu sendikaların çok iyi bir yönü toplumda bir kargaşaya

meydan vermeden kanunlar çerçevesinde haklarını al­

maya sahip olmalarıdır. Ancak kötü tarafları da hakları

olmayanların bir takım haklar istemeye kalkmalarıdır.

Bunlar, kendilerine mensup olan insanların haklarını bir

kanun sınırları içinde isterken, devlet onların haklarını

toplumdaki dengeyi göz önünde bulundurarak tayin ve

tespit etmelidir. Bunu adil devlet yapar. Onun için adalet

kavramı üzerinde durup, onu hem bireylere, hem sen­

dikalara, hem de devlete iyi anlatmak ve belietmekten

başka çıkar yol yoktur. Herhangi bir sendikanın men­

suplarının toplumdaki geçim indeksini bozacak, alt üst

edecek derecede bir hak davasını devlet dengelemezse,

işverenin , aşırı hak isterneyi kabul etmekten çekinme­

mesi durumunda piyasaya sürecek olduğu mala onu ek­

leyerek enflasyona sebep olabilir ve diğer kesimleri de

aynı düzeye çıkarmak zorunluluğu doğar veya onlara

zulmedilmiş olur, toplumda huzur ve sükun, disiplin ve

nezaket bozulur.

"Kim size saldırırsa , siz de size saldırdığı kadar ona

saldırın"81 .

"Sizinle savaşanlarla Allah için siz de savaşın, ama

aşırı gitmeyin"82.

"Tecavüz etmeyin, saldırmayın, Allah saldıranları

asla sevmez"83.

"Eğer ceza verirseniz, size ne kadar ceza verilmişse,

siz de o kadar cezalandırın"84.

Kur'an- ı Kerim, tecavüzü, saldırıyı , sınırı , hududu aş­

mayı hiç kabul etmez, teşvik etmez, edeni de hiç sev­

mediğini, bir çok ayette zikreder. Ancak, saldırana, sal­

dırdı~ı kadar karşı koymaya izin verir. Saldırıya uğrayan ,

kendisine olan saldırıdan fazla bir saldırıya kalkışırsa, o

zaman saldırgan durumuna geçer ki, Allah onu sev­

meyeceğini bildirmiştir. Bu ayeti kerimeleri okuduğum

zaman, Shakespeare'in Venedik Taeiri adlı piyesinde geçen anlaşmadaki "bir kilo et" davasının sonunda,

hakimin, "bir kilo et" almasına hükmederken, "ama iyi

dikkat et, bu bir kilo etin içinde kan zikredilmediği için

kansız bir kilo eti, adamdan kesip alabilirsen al, yoksa

81. Bakara 2/194. 82. Bakara 2/190. 83. Malda 5/87. 84. Nah116/126.

JOURNAL OF ISLAMIC RESEAACH VOL: 12, NO 2, 1999

Page 21: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DOGAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

kan akıttı~ın için cezaya çarpılırsın" hükmü.nü hatırfarım. Gerçekten verilen _ceza bu kadar denk ve aynı olacak, başka şey olmayacaktır. Her zaman tekrarladı~ımı bu­rada da zikretmek istiyorum. Müslüman do~ru dürüst ola­

ca~. başkasının hakkını yemeyecek ve çok güçlü olacak başkasına hakkını yedirtmeyecek, baş~asının kendi hak­kını yemesine göz yummayacaktır.

10- Öğrenme hürriyeti ve güvencesi:

Kur'an-ı Kerim, okuma emri ile başlıyor. Şüphesiz, . ö~renmenin, bilmenin, ilk adımı ve basama~ı okumaktır. Ö~remmek, işitmek ve duymak ile başlarsa da okumanın aslı okunacak, yazılı bir şeye dayanır. Insan ya ez­berinde, daha önce zihnine alıp sakladı~ı şeyi tekrar eder veya yazılı olan bir şeyi alır, okur. Bunun için oku­manın öncesinde bir yazı bulunur veya yazarken yaz­dığını, ya da duyduğunu okur. Okumada asıl olan anlam, başkas.ının· yazdığını · okumak demektir. Böylece oku­manın en öne.mlı' kayna~ı _kitap okumaktır. "Kur'an" ke­limesinin asıl ve kök anlamı okumaktan geldiği için "Kur'an" okuma kilabi demek!ir ki her zaman, her türlü du­

rumda şartsız okunmas1 gereken kitap anlamını taşır.

Öğrenmenin, ilmin ilk basamağı okumak olmasının gerektirdiği görev, insanın her şeyden önce, namazdan önce, iman etmeden önce, Allah'a inanmaktan önce oku­ması ve öğrenmesi gelmektedir. Böyl~ önce gel­mesinden ötürü de her şeyden önemlidir. Çünkü insan, Allah'a imanı da, nasıl inanaca~ını da, Allah'ın ne demek oldu~unu da ve yapaca~ı her şeyi veya inanaca~ı her şeyi ve inanması gerekenin ne ve nasıl olması ge­rekti~ini okumakla, bilgi sahibi olmakla ö~renecektir.

Bunun içindir ki, Kur'an ilme ve ilim sahibine her şeyden ve herkesten daha çok önem vermiştir. Insanın bütün varlıklardan üstün olmasının sebebi ilim elde edebilmesi, bilmediğini ö~renebilmesidir. lik müslümanlar ilmin bu üstün de~erini çok iyi anlamışlar, önceki millelierin ilim­lerini su gibi yutmak için yarışmışlar ve tarihte yeni bir medeniyet kurmuşlardı. Kur'an ilmi ve ilim adamını tenkit etmez. Ama iman edenleri tenkit eder.

Çünkü ilirnde yalan ve yanlış olmaz. Olursa, onu dü­zeltme imkanı vardır. Insan ö~renmeye devam edece~i için kendi yanlışını kendisi bulabiieceği gibi, başkası da onun yanlışını ortaya koyabilir. Ama imanın yalan olma ihtimali bulunmaktadır. Insan inanmadığı halde inan­dığını söyleyebilir ve insanları kendırabilir veya inandığı şeyin yanlış olması ihtimali de vardır. Onun için imanın doğru ve gerçek olan şeye iman oldu~unu tayin ve tespit etmekte ölçüt, onun sağlam ve do~ru bilgiye da­yanmasıdır. Do~ru iman ı elde etmek için, doğru ve sağ-

lam bilgiyi önceden elde etmek gerekir. lmandan sonra ilim olmaz, do~rusu ilimden sonra iman olur ve sağlam,

şaşmaz ima·n bu olur.

"Ey inananları Toplantılarda size 'yer açın, yer verin' denince siz de yer açın ki, Allah da size genişlik versin, 'aya~a kalkın' denince de ayağa kalkın ki, Allah ina­nanlarınızı ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yük­seltsin. Allah yaptığınızdan haberdardır"85.

Bu ayeti kerime, ilim toplantılarında nasıl dav­ranılacağına işaret etmekle beraber, iman edenleri iman etmeyenlerin üzerine üstün tuttuğunu ve iman edenlerin içinde de ilim s~hiplerini iman edenden yükseğe çı­

kardı~ını anlatıyor.

"AIIah'ın gökten su indirdi~ini görmüyor sunuz? Biz onunla renkleri çeşit ç_eşit ürünler yetişti ri riz; da~larda da beyaz, kırmızı ve simsiyah değişik renklerde katmanlar vardır. Insanlar, yerde sürünanler ve davarlar da _öyl~ce çeşit çeşit renktedirler. Ama, Allah'ın kulları için de, O;na saygı ile eğilenler ancak alimlerdir. Çünkü Al_lah __ izzet, o.nur sahibidir, Bağışlar. Doğrusu Allah' ın kitabını oku­yanlar namaz da kılar ve verdiğimiz rızıktan da gizli ve aşıkare verirler, tükenmeyecek bir kazanç umarlar''66.

Kur'an-ı Kerim, bu ayetlerde, madenlerden, bit­kilerden, hayvanlardan ve insanlardan bahsetti. Ama in­sanların içinde ibadet edenlerden alimleri övdü. Çünkü ilim en büyük ibadettir. Sonra Kur'an okuyanların pe­şinden namaz kılanların ve infak edenlerin tükenmeyen kazanç umduklarının doğru oldu~unu anlatmaktadır. Bu­rada sıra ile kitabı okumakle ilim elde etmek, bu il[m ile namaz kılmasını öğrenip namaz kılmak ve namaz kılan kimse çok çalışıp, servet sahibi olduktan sonra hayırlı iş­lere ilim yoluna sarfetmekle ancak tükenmez bir kazanç elde edebileceği anlatılmaktadır.' Çünkü en çok sevap ve . maddi kazanç ilme sarfedilen paradan do~abilir. Çünkü her şeyin iyisini ve daha iyisini ve en iyisini ö~renmek ancak .ilimle mümkündür. Ilim verdikçe, öğrettikçe hem kendisi artar, hem de sevabı, mükafatı çoğalır.

Burada önemli bir hususu belirtmek istiyorum. Oku­manın, ilim elde etmenin sınırı yoktur. Ama namazın sı­nırı vardır. Beş vakitte on yedi rekat farz namazı ile sı­nırlıdır. Kur'an, bu kadar namazı temiz ve gerçekten Allah'a gönülden yönelerak kılmayı yeterli görmüştür.

Farzın dışında kılınabilen namazlar, okuyamayan, işten, güçten kesilmiş kimseler için iyi bir ibadettir. Ilim okuyup okulanın sevabı sürekli olur. Farz namazların sevabı bile sürekli değildir. Namazı kılan, kıldı~ ı anda sevabını alır

85. Mücadele 58111. 86. Fatır 35/27-29.

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12,·SAY-~2 . 1999 109

Page 22: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

ve işi de sevabı da biter. Ama ilim öyle değildir. Iyiliğe ve

ilme sarfedilen paranın da aynı şekilde ilme yapmış ol­duğu katkıya göre sevabı sürer, gider. Kur'an'ın tü­kenmez kazanç dediği budur. Fakiriere yapılacak en iyi

yardım da onların okumalarına yardımcı olmaktır.

"Bilenlerle bilmeyenler hiç bir ve eşit olur mu! Doğ­

rusu bundan ancak akıl sahipleri öğüt alır''87.

Bilen ile bilmeyen arasındia dereceler olduğunu, yu­

karıdaki ayet ortaya koydu. Bu fark bir derece değil, de­recelerden ibarettir. Alim sahabeden olan lbn Abbas'a

göre, bu dereeelerin yedi yüz olduğunu ve her bir de­recenin arasındaki mesafenin sülün gibi bir koşu atıyla

beş yüz senelik bir yol olarak takdir ettiğini "Kur'an'a Göre Araştırmalar" serimizde anlattık88. Ilim adamının bu derece farkını günümüzde şöyle bir örnek olayla an­

latmak daha dikkat çekici olabilir. Ilim sahibi en azından Jüpiter'e çıkar, cahil kalan, yerde gezer ve sürünür. Işte

ilim adamı ile cahil arasında bir derecenin uzaklık me­safesi bugün daha açık anlaşılabilmektedir. Bunu da an­latan gene ilmin kendisidir.

Imdi, ilim adamının bu derecesine ortak olmak, zen­ginlerin ve servet sahibi kimselerin elindedir. Ayet de buna işaret etmektedir. llme yardım eden, ilim yapan

kadar sevap kazanır ve yardımına göre Allah katında

alimierin derecelerine yükselebilir. Onun için, ilim yo­lunda olmayanların alimiere düşman olmalan yerine, on­ların ilmi çalışmalarına ve yaptıkları ilimierin yayılmasına

en büyük yardımı yapabilirler ve onlardan daha da çok sevaba nail olabilirler. Işte ilme bu şekilde gönülden yar­dım edenler de alimler derecesinde Allah'a saygı ile eği­

len kimselere olan övgüye ulaşabilirler. Kur'an, insanın okumasına, öğrenmesine ve ilim elde etmesine yalnız hürriyet ve serbestlik vermekle yetinmeyip ona emir ver­

mekte ve ona övgüler yağdırmaktadır. Çünkü, insanın

ilim elde etmesinden başka onu Allah'a yaklaştıracak kadar önemli bir işi ve ibadeti yoktur.

Evren de ilim üzerine, Allah'ın ilmi . üzerine ku­rulmuştur. Eğer ilim olmasaydı, bu kadar düzenli ola­mazdı, belki de hiç var olmazdı. Yüce Allah'ın insanı yer­yüzünün idarecisi, görevli memuru tayin etmesi, onun ilmine dayandırıldı. Önce ona öğretti ve sonra gö­

revlendirdi. Tasawufçuların, tarikatçıların yaptıklan gibi yemeden içmeden, dünyadan el etek çekerek, tesbihle,

zikirle kalbi anlayarak, namaz kılarak ilim elde edilmez.

87. Zümer 39/9. 88. Ali b. Abdullah Semhudi (911 H. 1505 M) Cevahirul-lkdeyn li Fadı iş­

Şerefeyn 78, Baljdat 1985.

11 o

PROF. DR. HÜSEYIN ATAY

Böyle yapanların cahillikleri apaç ı k ortada dururken hala ilmin değerini, Allah'ın verdiği değeri anlamamak, ilme karşı çıkmak sıradan bir müslümanın işi değil , aptal,

ahmak ve ebleh bir kişinin işidir. Dikkat edilirse, Yüce Alah çok namaz kılanlan bazen lanetliyor, övmüyor, yü­celtmiyor da ilim sahiplerini, ilme ve iyiliklere infak eden­leri ve yardımlaşanlan övüyor. lik müslümanlar, Kur'an'ın bu mesajını iyi anladılar ve ellerinden geleni yaptılar.

Şimdiki müslümanlar da ilme, öğrenime ve eğitime top­yekün koyulmaları halinde dünyaya örnek hakim millet olabileceklerdir.

Islam dini insanlara bin yüz seneden beri yanlış an­latılmış ve aniatılmaya devam etmektedir. Bütün yan­

lışların temelinde, ruhunda, felsefesinde iki sebep bu­lunmaktadır:

a) Birinci sebep, ilim iman ilişkisidir. lik üç as ı r müs­lümanları ilmi imandan öneeye almışlardır. Bunda iki

özellik bulunmaktadır. Biri, önce ilim yapmak, ilim öğ­

renmek ve ilmi de en sağlam kaynak olan Kur'an'ın yön­temine göre öğrenmek. Diğeri, şüphesiz bu öğrenmeyi akıl yapacağı için, aklı öne almak ve onu göreve ça­ğırarak çalıştırmaktır.

b) Ikincisi, ilim yapmanın her türlü ibadetin önüne geçmesi ve en büyük ve önemli ibadetin ilim yapmak ol­masıdır. Oysa müslümanlara namaz en büyük ibadet ve dinin direği olarak anlatılmıştır. Işte bu yanlıştır. Ilim na­mazdan da önce ve namazın da temelidir. Farz na­mazları yirmi dört saat içinde abdesti ile beraber hepsi bir saat sürmez. Yirmi üç saat içinde uyku ve biyolojik ih­tiyaçlar en çok sekiz saat tutsa, geri kalan onbeş saat ilim yapmak, okumak, öğrenmek ve öğrendiğini yapmak zorundadır. Bütün insanların her türlü kitap ilmini elde etme, okuma zorunluluğu yok ve imkanı olmayabilir. Bu­

rada kastedilen herkesi ilgilendiren her kesin kendi mes­leki ilimdir.

Hz. Peygamber diyor ki, "Gidip Kur'an'dan, Allah'ın

Kitabından bir ayetin manasını öğrenmek, yüz rekat na­mazdan daha hayırlıdır. Gidip ilim dallanndan birini öğ­renmek, -bu ilimle ister amel edilsin ister edilmesin-, bin rekat namazdan daha hayırlıdır"89. O halde gidip yüz rekat namaz kılacağına kalk Kur'an meali al, bir ayet oku, öğren. Burada herhangi bir ilim dalını öğrenmenin, bir ayetin manasını öğrenmekten daha üstün tutulması, insanın ilmi geniş olduğuna göre Kur'an'ı daha iyi an­layabileceği içindir. Hz. Peygamber'in "o ilimle ister amel edilsin ister edilmesin" sözü ilmin faydasız olabileceği id-

89. Semhudi, a.9.e., 88.

JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12. NO 2, 1999

Page 23: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

KUR'AN'DA INSANIN DO~AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?

diasını ve saçmalığını da reddetmiş oluyor. Demek, ilim

oldukça, o mutla~a namaz kılmaktan derecelerle üs­tündür ve en önemli ibadettir. Bunun için Hz. Pey­

gamber, bir sözünde "ilmin .fazileti , ibadetin faziletinden da~a üstündür"90 demiştir. Buna şu anlam da verilebilir. Ilmin fazlas ı , nafilesi, ibadetin fazlasıııdan, nafilesinden daha üstündür. Sünnet ve nafile namaz kılacağına, faz­

ladan herhangi bir kitap okumak ve bir şey öğrenmek daha üstün tutulmaktadır. lik müslümanlar, Kur'an' ın ve hadisin ilme ait bu emirlerine ve tavsiyelerine ciddi olarak

sarıldıkları için, dünyaya hakim oldular. Şimdikiler,

Kur'an' ı ve Kur'an'a uygun hadisleri ihmal ettikleri için dünyaya rezil oldular.

Alimin, cahil üzerine üstünlüğü bu kadar yüksek ol­duğuna göre, Peygamberin varisieri de ancak alimler ol­

duğuna göre91 ilim elde etmemiş ve ilim sahibi olamamış kimseler, dünyada bu kadar servet sahibi oldukları

halde, dereceleri ve değerleri hem dünyada, hem ahi­rette bu kadar faziletten mahrum olacaklardır? Kur'an-ı

Kerim ve hadisler, onların da alim derecesine yük­

selmelerine imkan sağlamıştır. Kim ilme, ilim yapmaya, alime yardımda bulunur ve ilmin yayılmasına, neş­

redilmesine katkıda bulunursa, bu katkının oranına göre o, ilmin, alimin derecesine yükselebilir. Ancak burasın ı iyi

kavramak lazımdır. Insan cami, okul yaptınyor, taşa, ça­kıla para veriyor, kitaba, ilme ve ilim yapmaya tek kuruş vermiyor. Ben şöyle diyorum: Bir alim bin tane cami yapar ve yaptırır, ama bin tane cami bir ilim adamı ye­

tiştiremez. Işte bin rekat namaz kılsa, bir kelime öğ­

renemez. Bunun misali camiler, sokaklar ve çarşılar,

pavyonlar namaz kılan insanlarla doludur. Ama ilimden

bir payları yoktur. Bunun için bir kelime öğrenmek ve öğ­retmek ve buna yardım etmek, her türlü ibadetten üs­tündür. lbadetlerin en üstünü öğrenmek ve anlamaktı~2.

90. Semhudi, a.g.e., 87. 91. "Alimler peygamberterin varisleridir". (Hadis) Buhaıi (11".!5) Zebidi,

Tecıid·i Sarih Tercümesi (3/20, ilim), Darimi (r.349). nrrnızi (Ilim, 42, R2682), Ebu Davut (Ilim 24, R.3641), Ahmed (5/196), lbn Mace (223).

92. Semhudi. a.g.e., 87.

"Kim bir iyiliğe aracı olur ve yardım ederse, ondan kendine bir hisse alır''93.

Hz. Peygamber, "Bir iyiliğe sebep olan. iyiliği yapan kadar ecir alır ve bir kimse bir bilgi öğretirse, o bilgiye

göre iş yapan kadar ecir alı r ve yapanın ecrinden de hiç­bir şey eksilmez"94.

Bunlar Hz. Peygamberin sözüdür. Peygambere inan­dığını bas bas bağıran, niye peygamberin bu gibi söz­

lerine canla başla sarılmıyor. Cehaletten, abuk sabuk, saçma sapan konuşmaktan, ilim adamına bozuk ve ca­

hilce dil uzatır. Işte kim ki, bir öğrenciye , bir kimseye bir bilgi öğretir; o öğrettiği kimse o bilgiye göre yaptığı işten

aldığı sevap ve Allah katındaki mükafaat kadar bir sevap da onu öğretene verilir ve yapanın sevabmdan bir şey eksilmez. Bu şu demektir: Öğreten öğrettiği kimsenin se­

vabına ortak olmaz. Çünkü ortak olursa bölüşülür. Iki­sinin sevap hissesi yarıya iner. Onun için Hz. Pey­

gamberin de açıkladığı, sebep olan, yapanın sevabının bir benzerini, bir eşit miktarını alır, sözü önemli bir ilkeyi ifade ediyor.

"Allah, Kendisinden başka tanrı olmadığına, melekler ve yansız ilim adamları da, O'ndan başka tanrı ol­

madığına tanıklık eder"95•

Burada önemle vurgulanan, Allah'tan başka tanrı ol­madığına, inanan insanlar içinde yalnız ilim adamlarının zikredilmiş olmasıdır. Allah'ın varlığına belge ve tanık

Allah'ın yarattığı bütün evrendir. Işte Allah'ın yaratma­sından, Allah'ın varlığına ve birliğine delil alimlerdir. Kur'an ilm e böylesine değer vermektedir.

Bunu "müslümanım" diyenler anlamıyorsa kabahat

onların akıllarındadı r. Çünkü başkaları bu değeri çok iyi anlamaktadır.

93. Nisa 4/85. 94. Semhudi, a.g.e., 91. 95. Al·i lmran, 3!18.

ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12:SAYI 2, 1999 111

Page 24: 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın ...isamveri.org/pdfdrg/D00064/1999_2/1999_2_ATAYH.pdf · maktan başka bir şey yapılmamış olur. Müslüman olarak durumumuzu

ll . Mur..ıt'ın Bur.;a'da tahta ~:ıkışı (1421) Hilııı::m:ııııt:: Türk Tarih Kuruımı