9(ur'an'aa1nsanuı tjjoğaf!jla{fan, m.üs{ümanfarın...
TRANSCRIPT
KUR'AN'DA INSANIN DO~AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
; 9(ur'an'aa1nsanuı tJJoğaf!Jla{fan, M.üs{ümanfarın tJJurumunu tzespit ve M.üs{üman{ı{9(ur'an'uı
9(eresintfe?
Bugün Türkiye müslümanlarının (halkının) durumunu tespit etmek çok önemlidir. Durumu tespit etmek sosyal sorunların nerede, niçin, nasıl olduklarını ortaya çı
karmak ve ondan sonra yanlışlar ile do~ruları ayırmak ve ayıklamak suretiyle do~ruları temel kabul edip yanlışları düzelirnek en çıkar yoldur. Bu, hastalı~ı teşhis ettikten sonra tedavisinin kolay olması gibidir. Önemli olan hastalı~a tam uygun ilacı da iyi tespit etmek gerekir. Hastalık teşhis edildikten sonra yanlış tedavi ve ilaç kullanılırsa, hastalı~ı azdırmaktan ve sosyal sorunu çıkmaza sokmaktan başka bir şey yapılmamış olur.
Müslüman olarak durumumuzu ortaya koymak için, müslümanlı~ın başından işi ele almak gerekir ki; nerede, niçin, nasıl, hayat, ilim ve idare tıkanıklı~ının başladı~ı iyi tespit edilmiş olsun. Önce niçin böyle bir tespite ihtiyaç duyuldu~unu bir cümle ile ifade ederek durum tespitinin gerekçesini anlamalı ki, ona göre yapılacak işin önemi ve ciddiyeti, zorunlu oldu~u kavranılmış olsun ve dört elle işe koyulma istemi güç kazansın·.
Çünkü toplumumuzda, hiçbir kimse güvence ve huzur içinde olmadı~ı gibi, gelece~inde de böyle bir güvence ve huzur içinde olma hayalini bile edememektedir. Insandan aşa~ı. hayvanlar, bitkiler dünyasına iniimiş oldu~u zaman, her canlının, deprenen her varlı~ın güvencesinin endişesini taşıdı~ı ve güvende olması için gereken önlemi almaya can attı~ı görülür. lnsano~lu canlıların en üst iradelisi, en akıllısı ve en hareketıisi ve serbesılisi oldu~u için en ince ve en küçük işlerden başlayarak en büyük işlere kadar kendisini daha iyi güvence altına alma düşüncesine, yetisine sahip oldu~unun bilincinde oldu~u halde, bu güvenceyi elde edernemenin
sıkıntısı ve endişesi içinde olmaktan huzursuz ve bedbaht olmaktadır. Halk esnaftan, esnaf halktan, ö~renci
• Prof. Dr., A.Ü.Ilahiyat Faküllesi Ö!jretim Üyesi
Hüseyin ATAY*
ö~retmenden, ö~retmen ö~renciden, memur amirden, amir memurdan, zengin fakirden, fakir zenginden, devlet halktan, halk devletten, çocuklar ana babadan, ana baba çocuklardan, erkekler kadınlardan, kadınlar erkeklerden dert içinde kıvranmakta olup, kurtuluşa, geleceğe açılan berrak, parlak bir güvence ve huzura kavuşmaya özlem
. çekmektedirler.
Bütün millete bir çıkış yolu bulmak için iki asırdan beri devlet resmen durumu kavramış gibi davranmaya başladı~ı halde, bu kadar uzun süre içinde sorunlar, korkular, endişeler, çıkmazlar arttı ve hiçbir derde çare bulunamadı. Bu süre içinde Japonya ve Almanya iki defa kalkındı. Kimse niçinini aramaya ciddi bir şekilde koyulmadı. ldareciler, yüksek devlet adamları eksikli~i iki şeyde buldular. Biri halk, diğeri düşmanlar. Bu iki gurup suçlu bulundu. Devlet adamları kendi suçlarını bu iki guruptan birine ve bazen ikisine atarak, ikisinden birini di~erine gammazlayarak kendi suçunu örtmeye çalışmaktad ı rlar.
Oysa bütün suç, devletin ve devlet adamlarınındır. Çünkü silah gücü, kalem gücü ve mali güç, devleti idare edenlerin ellerinde ve dillerindedir. Eğitim, kanun, ellerindedir. Iki asırdan beri yapılan ıslahatı ben, elbiseye yama vurmaya benzetiyorum. Yırtıldıkça yamalar artıyor. Elbise o kadar eskidi ki, yeni yamayı da tutmaz oldu. Devleti idare edenler millete yeni bir elbise diktirme peşinde ve kafasında değillerdir. Çünkü kafalarında yeni bir elbise modeli yoktur ve oluşturmaya da niyetli oldukları görülmemektedir. Bu elbise; zihniyet elbisesidir. Iki asırdan beri toplumu öyle bir çamura batırmışlardır ki sanki bir ordunun çamura batması gibidir. Birbirine tu
tunup çıkmaya imkan olmadı~ı bir yana, kişilerin de yalnız başlarına yol bulup, çıkmalarının imkansız olması, birbirlerinin yolunu tıkamalarındandır.
Kötümser olmadı~ ım için, çıkış yolu arıyor ve uzun
ISLAMI ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: '12, SAYI2, 1999 89
uzun düşünüyorum . Sonuçta, iki temel başlangıç noktası
tespit ettim. Birincisi; bir suçun, kabahalin işleyenini tes
pit etmek. Hiç gözünün yaşına, bulunduQu mevkiye bak
madan suçluyu ortaya çıkarmak, gereken cezayı vermek ve millete duyurmak. Diğeri; bir sorunu çözmek için onun
sebeplerini teke, bire indirmek. Asıl ve ana sebebi bul
mak ve düzelimeye ve çözmeye ondan başlamak.
Iki asırdan beri gittikçe çıkmaza girip ilerleyememe
mizin sebebini; zihniyete, kafa yapısının oluşumuna yük
lemek istiyorum. Zihniyeti de meydana getiren inançtır.
Inancın iki temeli bulunmaktadır. Bunlardan biri ilim,
öbürü de dindir. Insan bildiği şeye inanır ve bu inancı
onda dini bilince dönüşür ve dinden de manevi ve ruhi
itici güç alır. llme dayanan inanç dinle desteklenirse,
inanç tükenmez, itici ve yaptırıcı bir güce erişir. Çünkü din; insanı geleceQe götürür ve öteki dünyaya uzatır ve
ulaştırır. Bu, onun tükenmez bir kaynağı olur. Din insanın
Allah'la, sonsuz yüce varlıkla ilişkisini sağlar ve böylece
insana sonsuz güzel bir gelecek müjdeler. Insan bu su
retle kendini ebedileştirir. Dinle, Allah'la ilgili olmayan
inançlar da vardır. Ancak, onların emeli kısa vadeli,
maddi ve sınırlı olduğu için, insanı uzaklara taşıyacak
enerjiye sahip olamaz.
Biz, , yani Islam dini gibi bir dine sahip olarak, müs
lümanlar iki asırdır ilerleyemedik de müslüman ol
mayanların ilerlemesi karşısında ne diyebiliriz? Yoksa
onların ilerlemesine dinleri mi sebep olmuştur? Bu soruya pek öz bir sözle cevap vermekle yetineceğim: On
ların dinini de biliyoruz ki Islam dininden en az yedi asır
eskidir ve bu uzun süre içinde ancak şimdi (lslam'ın or
taya koyduğu medeniyet yıkıldıktan sonra) bir medeniyet
kurmaya başladıkları için, medeniyetlerinin oluşmasında
dinlerinin önemli bir rolü olmadığını söylemek mümkündür. Onlar dinlerinden bağımsız olarak düşünmeye
başlamak zorunda kaldılar. Çünkü dinleri onlara bu ilim ve düşünce hürriyetini vermiyordu. Dinlerinden çıkmadan
din ile ilmi birbirinden ayırdılar ve dini mabediere hap
settiler; sosyal ve ilmi hayatta serbest kaldılar. Böylece
kendilerince serbest ilim yapma ve düşünme zihniyeti
oluştu . Işte onları bu zihniyetieri ileri götürdü. Çünkü on
ların dinleri ilmi olarak mabediere mahkum edilmeye uygundu.
ZIHNIYET VE DAVRANlŞ
Müslümanlara ve Islam dinine gelince: Islam dini,
mabediere hapsedildi, oysa mabediere sığacak kadar
dar bir niteliğe, özelliğe, karaktere sahip değildi. Bunun
90
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
için diğer ilerlemiş milletierin örneğini alıp lslam'a ve müslümanlara uydurma ve uygulama imkanı olmadı . Yenilik getirmek isteyenler, Islam'la uzlaşmakla değil,
Islam'la vuruşmakla işe koyuldular. Müslümanlar bu hususta karşı cephe oluşturdular, direndiler. Iki asırdır bu karşıtlık devam etmektedir. Burada şuna dikkat etmek gerekir: Müslümanlara karşı olanların yani kendi dinine, milletine ve kültürüne karşı olan yenilikçiferin (Batıcıların) örnek tipi; meşhur bir parti başkanını, merhum Turan Feyzioğlu'nun "onun cahil ve yalancı olması" nitelemesine uygun düşmektedir. Memleketi idare edecek olanın hem cahil, hem de yalancı olması kadar, o memleketin yıkılmasına neden olacak başka bir sebep aramaya ihtiyaç var mıdır?
Burada kabahatın devlet adamlarına ve yüksek idarecilere ait olduğunu öncelikle kabul etme ihtiyacı vardır. Bunlar, milleti esir ve köle gibi kullandıkları gibi, getirmek istedikleri Batıyı da bilmiyor, kendi kültürlerini de bilmiyor ve bilmediklerini de bilmedikleri için hep yalan söylüyorlar. Karşısında oldukları ve eğitimsiz bıraktıkları millet, geleneğini ve dinini geleneksel din anlayışında da olsa yenilikçilerden daha iyi biliyor ve onun için cahil yenilikçilere karşı çıkmakla kendini haklı görmekte devam ediyor. Bugün bile bir bakmalı, öyle parti başkanları -sivil diktatörler- vardır ki ilkokul düzeyinde dinini ve kültürünü
bilmeyeni olduğu gibi bazılarının da din bilgileri ve gelenek kültürleri ilkokul düzeyini aŞmamaktadır. Ancak yenilenmeye, Batılllaşmaya karşı çıkan gelenekçiterin davranışları da hep tepki ve düşünmeden karşı çıkmaktan ileri gitmemektedir.
ISLAM'IN OLUŞUMU
Imdi şimdiki durumumuzu ve bu durumu sürdüren zihniyetin temeline inip bunu ortaya koymaya çalışalım. Sosyal sorunları çözmek ve değerlendirmek için derinlere ve tarih içinde başladığı noktaya kadar inip oradan işi izleyerek, inceleyerek bu zamana kadar geçen devreleri, olumluluk ve olumsuzlukları, yapılan yanlışları ve doğruları böylece ortaya koyup sergiledikten sonra, bu çalışmalar; yapılması örgörülen ıslahatın, düzeltmelerin gerekçelerini teşkil edecek ve bunu anlayan kimse, artık ne yapacağını bilmiş ve ona inanmış olacaktır.
Müslüman toplumların her türlü sorununa en sağlıklı ,
doğru ve etkili çözüm getirebilmek için Islam'ın ilk doğuşundan başlayarak tarih içinde neler yaptığını_ ve yapabildiQini iyi ve doQru değerlendirmek, tahlil ederek gözönüne koymak gerekir. Islam dinini ortaya atan ve onu anlatan temel kaynak Kur'an olduğu için, Kur'an'ın ta-
JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999
KUR'AN'DA INSANIN DO~AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
rihte ne yaptığını veya yapamadığını araştırmakla müs
lümanların tarihdeki durumunu tespit ederek gü
nümüzdeki durumlarını daha iyi anlama ve neyin ne
re.sinde olduklarını öğrenmek en çıkar yoldur. i
· · Burada önce Islam dininin ve Kur'an'ın anlayışının
tarihi bir çizelgesini gözönüne koymaK gerekiyor:
Hz. Muhammed 570 yılında doğdu. Kırk yıl, toplumun
içinde herkesin saygısını ve güvenilirliğini kazanarak ya
şadı. Bu süre içinde kendisine yol gösteren toplumun
daki iyi değerierdi ve onların iyi değer olduğunu ken
disine öğreten aklı idi. Başka bir bilgisi ve özel bir eğitimi
de yoktu. Toplumda onun gibi olan kimseler de vardı.
Kur'an-ı Kerim onun bu durumunu açıkça belirtiyor.
"Ey Muhammed daha önce bir kitap okumuş ve onu
da yazmış değildin" 1
"Ey Muhammed, sana Kur'an'ı gönderdik. Çünkü sen
kitap nedir, iman nedir? bilmezdin"2
"Ey Muhammed söyle: Gaybı (görünmeyeni) bil
seydim, daha çok iyilik yapardım da bana bir kötülük do
kunmazdı"3
Görülüyor ki, Hz. Muhammed'in peygamber olmadan
önce, Kur'an'dan ve peygamberlikten haberi yoktu. Kırk
yaşına kadar rehberi aklı idi ve toplumda da beğenilirdi.
Ancak kırk yaşına basınca (61 O M) kendisine Kur'an vah
yedilmeye başlandı . Bundan sonra iki rehberi oldu. Biri
aklı idi, artık Kur'an da ikinci rehberi oldu. Hz. Mu
hammed'i ve Kur'an'ı böylece iyi anlamak ve kavramak
lazımdır.
O halde Kur'an ne getirdi ve akla ne kattı? Bu soruya
tam cevap vermek için, Kur'an' ı baştan sona kadar oku
yup, aniayıp üzerinde düşünmek ve içeriğini bütünü ile
görmek lazım. Buna şimdilik zaman ve mekan ba
kımından imkan bulunmamaktadır. Ancak şu temel ilkeyi
gözönünde bulundurmakta fayda vardır.
Kur'an-ı Kerim, akla yardımcı olacak şu üç yöntemi
getirdi denebilir:
A) Aklın yüzde yüz doğru dediklerinde akla tam des
tek vermek ve bu doğruları toplurnlara ve halka yaymak ve uygulatmak. Çünkü akıl doğru hüküm verdiği şeyleri
yapiırma gücüne sahip değil. Insanın iradesi ve iradesini
yönlendiren hedefi aklı dinlememektedir. Irade bile bile
aklın yanlış dediğini yapmakta ve bundan da zevk al-
1. Ankebut 29/48. 2. Şura 43/52. 3. Araf 71188.
maktadır. Kur'an, iradeyi aklın emrine vermek için ira
deyi yönlendiren hedefi değiştirmekten işe başlamıştır.
Kur'an insanların ortak ve doğal eğilimleri ve hakları olan
geleceklerini düşünmeda onlara rehberlik etmeyi üzerine
almıştır. Insanoğlunun iki ana hedefi vardır: Biri, insan
olarak, insana yakışacak onurlu ve şerefli bir hayat sür
mek ve diğeri böyle bir hayatın devamını sağlamaktır.
Kur'an, burada işi tersine çevirmiştir. Önce onurlu bir ha
yatı garanti edip, sonra onun devamını sağlamayı kabul
etmiş, ama onurlu bir hayatın gerçekleşmesi için, de
vamını, onurlu olmasının şartı kılmıştır. Onurlu insan gibi
yaşama·nın şartı , onurlu yaşamın devamını düşünmekle
gerçekleşir. Böylece insanın gelip geçici, kısa anlık arzu
ve isteklerine bağlan ıp kalmasını önlemiş oluyor. Insana
uzun süreli ve geleceğe gidecek onurlu işler yapmasını
öneriyor ve onu en yüce iyilik ve insanlık hedefi olarak
almasına iki özendirici mutluluk vadediyor.
a) Birincisi, insanın Allah'a olan inanç eğilimini gü
venceye almasıd ı r. Artık insan bu dünyada bir daha din
. ve Allah korkusu çekmeyecektir. Çünkü Allah'ın gös
terdiği en yüce hedefi öğrenmiş ve ona yönelmiştir.
b) Ikincisi, insanın öldükten sonra ne olacağı en
dişesi ve düşüncesine de cevap vermiş olmasıdır. Doğ
rusu, insan ölümü ve sonrasını düşününce bu dünyada
da huzuru kaçar ve asla mutlu olamaz. Ölümü ve son
rasının teminatını bu dünyada uzun vadeli onurlu ya
şamaya bağlayarak, ölüm sonrası hayatını, insanın
kendi düz.enlemesine vermiştir. Kur'an burada iki taşla
bir kuş vurmayı insan adına karlı görmüştür. Insanın
Allah ve ahiret inancınının teminat altına alınmasıyla in
sanın bu dünyadaki onurlu yaşamı gerçekleşecektir.
B) Ikinci fayda, aklın karar vermekte tereddüt ettiği,
tam bilgi sahibi olmadığı hususlarda akla bilgi vermektir.
Burada şuna dikkat edilmesi önemlidir. Aklın bilgi kay
nakl.arı vardır. Akıl, onlardan bilgi toplar; ama bu bilginin
ne derece bir bilgi olduğunu akıl bildiği için onunla kesin
bir hükme varamaz. Kur'an burada ihtimallerden bir ta
nesini destekler ve ona kesin hükmünü verir. Burada akıl
öyle bir hükmü kesin bir şekilde tayin edemezse de,
Kur'an'ın verdiği hükmü kendine yakın ve uygun bulur.
Böyle bir hükme, "makul", yani "aklın kabul edebileceği hüküm" denir. Bu husus, mümkün ve ihtimal olan alan
larda söz konusudur. Mesela akıl, iyilik yapana teşekkür
etmeyi ahlaki bir görev kabul eder. Allah insana bu
kadar nimet verdi ve ona varlık verdi. Bunun karşılığında Allah'a nasıl bir teşekkür edeceğine dair çeşitli ihtimaller
içinde Kur'an diyor ki, bu teşekkür namaz kılmakla olur.
Namaz kılarak Allah'a teşekkür etmek akla aykırı ol-
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, CIL T : 12, SAYI 2, 1999 91
madı~ı gibi zorunlu da değildir. Burada akıl bunu uygun
buluyor, Kur'an'a uyuyor ve onu destekliyor, namazın teşekkür için do~ru olaca~ını kabul ediyor. Ama ayrıca
namaz bir sistemin parçası oldu~u için, o sistemin gere~i olarak namaz mecburi olabilir.
C) Kur'an'ın gelişinin üçüncü faydası insanları en
yüksek iyide birleştirmek, eşit kılmak, faydada, yararda
insanları ortak yapmaktır. En yüksek iyi; bütün insanların
eşit derecede hedefi, ülküsü olup, insanları oraya ulaştırmada yarışa koşmaktır. Herkesin (kadın-erkek, ina
nan-inanmayan, fakir-zengin, amir-memur, er-komutan,
halk ve devlet) gücü ve yetene~i ölçüsünde en yüksek iyiye ulaşma yarışına eşit haklarla katılmasını gerekli kıl
mak için Kur'an gelmiştir. En yüksek iyiyi üst tabakadan
en alt tabakaya indi rmiştir. Her kişiye, "benim de en yüksek iyi de hakkım ve payım vardır .. demek hakkını ver
miştir. Bunu en üst tabakaya ve en alt tabakaya kesin çizgilerle bildirmiştir.
ö~rencili~imde Kur'an'ı okurken bir de gördüm ki,
Kur'an insanları topluma, gelenekiere ve göreneklere·isyana ça~ırmaya gelmiştir. Evet bunu başkaları ve ben de
başka şekilde söylüyorduk. Ama, "isyan etme" tabirini kullanmıyorduk. O zaman, Kur'an'ın müslümanı itaate,
anaya, babaya, alaya, devlete itaate de~il. isyana ça
ğırmaya geldiğini gördüm. Ama bunu nasıl söylemeliyim, diye düşündüm ve Kur'an insanı, zulme, haksizlıga, eşit
sizliğe karşı isyana çağmyor, ancak hakka, hakkaniyete,
doğruya itaate çagmyor, demiştim. Şimdi şu tabiri kul
lanmak istiyorum: Kur'an'ın getirdiği ahlak isyan ahla
kıdır, itaat ahlakı değildir.
Kur'an'ın kabul etti~i itaat hakka dayanan bir otorite olup haksızlığa, eşitsizliğe, zulme dayanan bir otoriteye karşı Kur'an'ın ah lakı; itaati değil, isyanı iş başına ça
ğırıyor. Çünkü iyilik, fayda ve mutluluk hiç bir zümrenin,
gurubun özel ve do~al hakkı ve egemenliğinde de~ildir.
Toplumda böyle bir hakka sahip ne fert, ne de aile vardır. Hz. Peygamber ve bütün peygamberler de bunda
halkla beraberdir. Bunun içindir ki, bu isyan ahlakını
Kur'an müslümanlara çok iyi aşıladığı içindir ki, ilk müslümanlar -yani sahabe- Hz. Peygamberin arkadaşları,
Hz. Peygamberin hem sözlerine, hem yaptığı işe itiraz edebilmişler, bu itiraz etme hakkını kullanmışlar ve iti
razları da Hz. Peygamber tarafından kabul görmüştür. Onlar itiraz ettikleri zaman, peygamberin peygamber
liğinden zerre kadar şüphe etmemişlerdi. Peygamber de insandı ve insanların do~rularını paylaşmalıydı. lyide ve
doğruda herkes ortaktır ve hak sahibidir.
92
PROF. DA. HÜSEYIN ATAY
Çünkü Hz. Peygamber de Kur'an'a uymak zorunda
idi, onun Kur'an'a uyma zorunluluğu kesindi. Kur'an'ın
getirdiği isyan ahlakını Hz. Peygamber kendi toplumuna
uygulamaya başladığı zaman, Kur'an'ın vahyinden önce
kendisine karşı saygı duyanlar, en azılı düşmanları olu
verdiler. Savaştılar ve canlarını verdiler. Kur'an, top
lumun saçma, zalimce, insanlık haklarına hakaret sa
yılan değerlerine ve davranışiarına isyan etmeyi
emrediyordu. Putlara tapmak ne kadar onur kıncı bir
şeydir. Işitmez, duymaz, fayda ve zarar veremez bir
taşa, a~aca, mezara, ölüye, puta gidip seslemek, yar
varmak, yardım dilenrnek akıl alacak iş midir! Ama bunu
en çok toplumu idare eden yüksek (!) akıllılar yap ıyor ve
sözüm ona aldıkları kutsal otoriteyi halka bastırıyorlardı.
Bunu, günümüzde müslümanların durumu ile mukayese
etmek durumundayız. Üst tabakanın, fakirierin ve kö
lelerin de kendilerine eşit insanlık haklarına sahip ol
masını kabul etmemelerini Kur'an yerdiği gibi, toplum
daki dengesizliği ve insanlık haklarına olan saldırıyı da
Kur'an reddediyor; bunu bir düzene koymayı toplumsal
ana amaç olarak emrediyordu.
Kur'an, insanı; tek başına, başkasının ardında, göl
gesinde olarak değil, aracısız, şefaatçisiz muhatap alıyor
ve sorumlu tutuyor. Böylece insana kişilik ve şahsiyet,
eşit değer veriyor. Ilk müslümanlar bunu çok iyi al
gıladılar ve kavradılar, hayatıarına da uyguladılar. Bu
rada bir örnek vereceğim: Hendek savaşında, büyük
Arap aşiretleri gelip Medine'yi kuşattılar, Hz. Mu
hammed'i öldürüp, lslam'a son verecekleri bu savaşta
Medine halkı ve Hz. Peygamber çok sıkıştı, darlandı,
kendine göre bir çıkış yolu buldu. Büyük aşiret re
islerinden biri ile temasa geçip Medine'nin o yılki mah
sulünün yarısını kendisine karşılıksız verirse. savaşı bı
rakıp gider mi diye haber gönderdi. Kabile başkanı bunu
kabul eder, Hz. Peygamber, bir de Medineli'lerin baş
kanlarına sorayım, der. Hz. Peygamber Medine'nin iki
büyük kabile başkanı Sa'd b. Ubade ile Sa'd b. Muaz' ı
ça~ınr ve onlara yaptı~ını anlatır. Onlar: derler ki: Biz,
müslüman değilken, onlar bizden parasız bir şey ala
mazlardı. Şimdi, müslüman olunca nasıl olur bu zillete
katlanabiliriz, bu olamaz, diyerek inandıkları pey
gamberlerine anlaşmayı bozdururlar.
Işte Islam'ın ve Kur'an'ın getirdiği şahsiyet ve kişilik
budur, müslümanı peygamberine bile itiraz et1irir. Ama, Islam'ın peygamberi de bu itiraz hakkını kabul eder ve
verdiği sözden vazgeçer. Şimdi şu Islam dünyasına ve
JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2.1999
KUR'AN'DA INSANIN DOÖAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
Türk müslümanına bir bakmalı! Önderler (dini ve din dışı) Allahlık davasında olup, başkanı oldukları kimseleri beceriksiz, kafası Çalışmaz bir köle4 durumuna sokmuş ve onlar da bu durumu kabı..ıllenmiş değiller mi? Bunlar
mqslümanlığın, Islam'ın neresinde? Işte Kur'an'ın isyan
anlakı bu'dur ve onu şahsiyet, kişilik sahibi kimseler uygular ve uygulamayı da Islam Peyğamberi gibi kabul eder. Bunlar, olmuş bitmiş,tarih değildir. Bunlar insanlık
durdukça Islam'ın ve Kur'an'ın insanoğluna olan değişmez son mesajıdır.
Bu, Kur'an'ın akla katkısıdır. Aklın yüzde yüz kesin
yargısını kabul edip destekler ve onu iradenin üstüne çıkarır, aklın mütereddit olduğu ve ihtimal verdiği hususlarda ona öneride bulunur. Bunun için Islam Kelamcıları derler ki, Islam'da iki şey temel ilke alınır. Bir
şey ya aklidir, ya makul olmalıdır. Akliden maksat, akıl
onu bilir ve ortaya koyar. Allah'ın variJğı ki nedensellik ilkesine dayanır. Veya makul olmalıdır, yani akıl onu kabul edebilmelidir. Akıl ilkelerine ters düşmemelidir ve anlaşılır, herkesçe kabul edilebilecek mutlak aklın reddetmeyeceği husus olmalıdır. Ya akli, ya makul! Islam'ın
hükümlerinin bir kısmı aklidir, ama hepsi makuldur. Çünkü bir kısmını akıl bulabilir; bir kısmını Kur'an önerir, akıl kabul eder; akli olan zaten makuldur.
ISLAM'IN DEGERLER SISTEMI
Kur'an'ın getirdiği ve adını da kendisi verdiği Islam dininin insanlık ve evrensel boyutuna bir göz atmak lazımdır ki, tarihte, günü.müzde ve gelecekte müslümanlar
iyi ve doğru değerlendirilsin, teraziye konsun ve herkesin onlara bakışlarını, ona ·göre ayarlama imkanı sağlanmış olsun.
Islam kelimesinin anlattığı ve içerdiği anlam, Islam dininin mahiyetini, üzerine kurulduğu temel taşını teşkil
eder. Herkes bilir ki, ünvanlar, özel adlar seçilip ko
nurken anlatmak istenilen bir amacı içinde barındırır.
"Islam" kelimesi, Kur'an'ın getirdiği dinin adı olması ve
özellikle, Kur'an'ın bu adı kullanmasında göstermek ve anlatmak istediği büyük ve bütün bir sistemin amacına işaret etmesiyle, Kur'an'ın getirdiği sistemin yönlendirici
görevini üstlenmiş bulunmaktadır.
Islam kelimesinin türetildiği kök üç temel öz anlam taşımaktadır. Islam, a) selam (iyilik), b) salim (sağlam) ve c) teslim olmaktan türemiş olması, bu üç manayı bir
anda ifade etmektedir. Bu üç mana, bir formül halinde
şöyle özetlenebilir. Islam; a) iyiye, b) iyi niyetle, c) bağ
lanmaktır. Islam dendiği zaman, kelimenin bu anlamları
4. (Kur'an'ın tabiri) Nahl16/76.
anlaşılmaktadır. Kur'an'ın baştan sona kadar anlattığı ve
uygulamasını gösterdiği, bu Islam kelimesi, her zaman,
her yerde ve her insana eşit surette seslenmektedir. Kim
olursa olsun, yani resmen müslüman olsun veya ol
masın, Islam'ın içerdiği bu amaçtaki anlama ne kadar
uygun hareket ediyorsa, o kimsenin o kadar müs
lümanlıktan payı vardır ve ne kadar bu anlamdan uzak
ve eksik kalıyorsa, o kadar müslümaniiğı eksiktir.
Işte Islam'ın evrensel insanlık haklarının dayandığı,
üzerinde kurulduğu ana ilkesi budur. Bir ilkenin evrensel
olabilmesinin şartları şunlardır:
a) Sürekli olmalı,
b) Herkese şamil olmalı,
c) Bütünsel olmalı,
d) Tutarlı olmalı,
e) Her zaman ve her yerde uygulanabilmelidir.
ISLAM'IN EVRENSEL INSAN HAKLARIILKELERI
Şimdi bu şartlara göre Islam'ın evrensel insanlık hak-
larının ilkelerini şöyle sıralamak mümkündür:
1) Din hürriyeti,
2) Düşünme hürriyeti, aklın çalışması,
3) Mal hürriyeti, çalışıp kazanma güvencesi,
4) Can güvenliği,
5) lrz ve namus güvencesi,
6) Mekan, mesken hürriyeti,
7) Evlenme ve çocuk yapma hürriyeti,
8) Seyahat yapma hürriyeti,
9) Hakkını arama ve savunma hürriyeti,
1 O) Öğrenim hürriyeti ve güvencesi.
Islam'ın bu ana temel ilkelerinin alt maddelerini zik
retmeye gerek yoktur. Ancak bunlar, müslüman olana ve
olmayana eşit derecede uygulanacaktır. Kur'an'ın ge
tirdiği bu ilkeleri biraz açıklamak gereklidir ki, bunlara
karşı vuku bulan yanlışların günümüze nasıl geldiği
daha iyi görülebilsin.
1) Din hürriyeti ve tapınma güvencesi:
Kur'an-ı Kerim, inanma hürriyetine önem verdiği gibi
tapınma ve ibadet etme güvencesi de verir. Islam, in
sanın anasına babasına, haksızlıkları halinde isyan etmeyi önerirken, başka dinden olan anasını ve babasını
kendi ibadet yerlerine acizlikleri durumunda sırtına ala-
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, CIL T : 1,2, SA YI 2, 1999 93
rak güvence içinde götürüp getirmeyi de gerekli kılar. Bu,
Islam'ın din hürriyeti ve güvencesine gösterdi~i titizli~i
çok iyi sergiler:
"De ki: Ey inkarcılar! Ben sizin taptı~ınıza tap
mıyorum, siz de benim taptı~ıma tapmazsınız. Aslında
ben sizin taptı~ınıza tapacak de~ilim. Sizler de benim
taptığıma tapacak de~ilsiniz. Öyleyse sizin dininiz size,
benim dinim de banadır"5
"De ki: Allah hakkında bize karşı belge mi ge
tiriyorsunuz. O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir.
Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size aittir. Biz, O'na
karşı samimiyiz.''6
"Müslümanlar boş bir söz işittiklerinde, yüz çevirir ve
işitmemezlikten gelirler de 'Bizim işlerimiz bize, sizin iş
leriniz size aittir. Size esenlik olsun, cahillerle, kendini bil
mezlerle bir işimiz yoktur' derler."7
"De ki: Allah'ın indirdi~i Kitab'a inandım ve aranızda
adaletle hükmetmakle emrolundum. Allah hem bizim Rabbimiz, hem sizin Rabbiniz. Bizim işlerimiz bize, sizin
işleriniz size aittir. Artık bizimle sizin aranızda tartışılacak
bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Sonunda
gidiş O'nadır."8
• Artık do~ru olan yanlış olandan açıkça ortaya çıktı~ ı
için, dinde zorlama yoktur."9
"E~er, Rabbin dileseydi, yeryüzünde olanların hepsi inanma zorunda olurdu. Böyle iken sen mi insanları inan
maya zorlayacaksın."10
Yani zorlama hakkın yoktur. Çünkü Allah onlara ina
nıp inanmama hürriyeti ve özgür irad~ vermiştir. Sorumluluk kendilerine aittir.
"Sen hatırlat ve senin sadece hatırlatmaktan başka
bir görevin yoktur. Sen onlara baskı yapacak de~ilsin."11
"Doğrusu , inanıp sonra inkar edenler, sonra inanıp
tekrar inkar edenler, sonra inkfuları artmış olanları artık
Allah ba~ışlayacak de~ildir, doğru yola ilelecek de değildir."12
Bu gibi münafıklar her zaman olduğu gibi günümüzde
de vardır. Bir bakarsın doğru söylüyor, bir bakarsın doğ
ruyu inkar ediyor. Münafık her anda ve her durumda kendine özgü bir sözde ve davranışta olmaktad ı r. Dürüst
dinsize insan güvenebilir, ama müslüman görüntüsünde
5. Kafirun 1 09/1 ·6. 6. Bakara 21139. 7. Kasas28155. 8. Şura 42/15. 9. Bakara 21256. 1 O. Yunus 10199. 11. Gaşiye 88121-22. 12. Nisa 4/137.
94
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
bir münafı~a güvenilmez. Hem müslüman, hem müs
lüman de~il, hem dinsiz, hem dinsiz değil, perişanlık için
dedir.
"Ey inananlar! Içinizden kim dininden dönerse, Allah,
Kendisini seven ve Kendisinin de sevdiği bir ulus getirir."13
Burada görüldüğü gibi Islam dininden çıkan, irtidad
eden kimseye Kur'an bir ceza vermiyor. Bu, Kur'an'ın an
lattığı dindir. Ancak Hz. Ali'ye isyan eden Harici fırkası,
dinden çıkmak şöyle dursun, müslüman oldu~u halde namaz kılmayanın öldürülmesine hükmeimişii ve Imam
Şafii (Şafilerin imamı), ve Ahmed b. Hanbel (Hanbelilerin
imamı), namaz kılmayanın kafir oldu~una, öldürülmesi
gerekti~ine fetva vermişlerdir. Bu ise fakihlerin. imam
ların dininin Kur'an'a ne kadar aykırı olduğunu gös
teriyor. Onun için zaman zaman tekrar ediyorum ki, her
kes iyi anla.sın. Kur'an'ın dininde herkese din hürriyeti vardır. Fakihlerin dininde yalnız müslüman olmayanlara
din hürriyeti vardır. Müslümana din hürriyeti, fakihler ta
rafından tanınmamıştır. "Dinde zorlama yoktur'' ayetinin
hükmü onlara göre müslümana uygulanamaz.14 Onlara
göre müslüman olana din emirlerini yerine getirmekte
zor kullanılır. Burada müslüman olanın din emirlerini ye
rine getirmesi dinin gere~idir, dine göre mecburdur, ama
bu mecburiyel bir vicdan, dini sorumlulu~u taşımanın so
nucudur. Başkası tarafından zorlanamaz. Başkasının
zorlamasına Kur'an izin vermemektedir. Eğer, verecek
olursa, birinin dininden başkası sorumlu olur ki, Kur'an buna karşıdır. Herkes kendi işinden sorumludur ve her
kes kendisine karşı sorumludur. Başkasının zorlaması
ve icbar etmesi sözkonusu - olsaydı, bu öncelikle Hz.
Peygambere verilirdi ama ona da verilmemiştir. Yoksa
insanın yaptığından kendi değil, başkası sorumlu tutulur
ki, bu tamamen sorumluluk ilkesine aykırıdır. Bazı kim
selerin böyle bir zorunluluğu kullanmaları, onların dini
açıdan işledikleri bir günah ve saldırıdan başka bir şe
kilde ifade edilemez ve onların cezalandırılmaları ge
rekir. Işte insanı sıkıntıdan, günahlan ve cezadan kur
taran Kur'an'dır. Her zaman O'na ve O'nun tek ayetine
değil, bütün ayetlerine bir bütün olarak yaklaşmak ge
rekir.
2- Düşünme hürriyeti ve aklın çalışması:
Kur'an-ı Kerim, düşünmeye ve aklı kullanmaya çok
önem verdi~i -Kur'an dini düşünmeye ve akla dayandığı
halde ki, ilk müslümanlar bunu iyi kavramışlardı, üçüncü
hicri asırdan sonra, aklın çalışmasına ve düşüneeye
13. Maide 5/54. 14. Diyanet Takvimi 27 Kasım 1995. Oiyaneı de aynı ıikri Takvinı yap·
raklarına varıncaya kadar yaymakıadı r. Bunun için Müslümana da din hürriyeıi oldu~u sözlerine güvenmeme!idir.
JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999
KUR'AN'DA INSANIN DOClAL HAKLARI, MtJSLÜMANLARIN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
karşı çıkıldı. Aklın önemi anlatılınca, akla karşı olanların
şu soruyla karşı. çıkmakta direttikleri görülmektedir. Kimin aklı ölçü olacak, herkesin ak/1 değişiktir. Herkesin
ak.lma göre din mi olacaktır? Oysa, bunu söyleyenlerin;
a_klın ne olduğunu ve herkesin aklının değişik olduğunu söylemelerinin de kendi akıllarıyla hükmedildiğinin far
kında olmayan aklın ne olduğunu bilmeyen düşüncesiz, lafazan kimseler olduğu hemen görülmektedir. Ama,
bu:ılar çoğunlukla, çığlık atmakta, halka ve siyasilere etki
etmektedirler. Çünkü makul olmak, önce akla ve Kuran'a dayanmak, herkesin işine gelmemektedir.
Kuran'ın akla ve düşünmeye önem vermesinde, ona dayanmasında hiç bir şartı yoktur. Kuran akla güvenmektedir. Burada falancanın ve tilanca imamın, ata
ların, dedelerin aklı veya falan ailenin, Ali'nin, Veli'nin, Hasan'ın, Hüseyin'in aklı diye, kimseyi özel olarak tayin
etmemiştir. Akıl herkese eşit olarak verilmiştir. Değişik olan akıl değil, anlayışlardır. Anlayışlar ise akla bilgi ge
tiren kaynakların etkisinde ortaya çıkmaktadır. Herhangi bir kimsenin, bilgi kaynağından aldığı bilgi önce bilgi değerlendirme ilkelerine vurulup bilgi açısından gerçekle
ilişkisinin ne olduğu ortaya konur ve o bilginin yaniışiiğı veya doğruluğu anlaşılır. Bunu da akıl yapar. Bu şekilde anlayışlardaki kaynak bilginin değeri anlaşılır, akıl kendi
görevini en iyi şekilde yapma imkanını bulur. Aslında
akla ve düşüneeye karşı çıkanlar, akıllarıyla söylenenin doğru olduğunu anlamışlardır. Kendilerine verilen ön
celikli yanlış bilginin etkisinde aklını çalıştırıp başka bir fikri kabul etmekten korkmaktadırlar. Bu da gösterir ki, herkes aklına göre hareket ederse, doğruyu bulur. Insanı doğru düşünmekten alıkoyan baskıcı bilgilerdir. Bu yal
nız dini alanda değil, her alanda böyledir. Siyaset ve idare daima düşünmeye karşıdır. Çünkü düşünme alternatif bir idare ve siyaset önerebileceği için baskıcı tu
tucular ve militanlar daima yasaklamaya giderler. Islam'ın üçüncü asrında başlayan düşünme ve akıl düş
manlığı onbir asırdan beri hala günümüzde de bütün gücüyle, yalnız din atanında değil, her alanda devam et
mektedir. Işte felaket ve çıkmaz da buradadır. Düşünme ve akıl, devletin, dernek ve her türlü guruplarıo özel memuru durumuna indirilmiş, zihinler felce uğratılmıştı~.
Bundan kurtulmanın tek çaresi, Kuran'ın akla ve düşünceye güvendiği kadar, korkmadan bu güvenceyi dü
şünceye ve akla vermektir. Bu ilke, insanoğlunun daha
ahlaklı, daha mutlu, daha iyiye ve güzele gitmesinin yoludur. Onun için Kuran akla güvenirve dayanır. Zira akıl
yanılmaz, insanı yanıltan iradesidir, amacıdır. Işte aklın
özelliği kendi çalışmasını kendisi değerlendirmesidiL
Kuran bütün insanları akıllarını kullanmaya çağırır ve aklını kullananları çok beğenir, kullanmayanları da davar sayar. Kuran'a inanan bir kimsenin davar olmasını
Kuran kabul edemez. Kuran'a inanmayanların da davar olmalarını insaniıkiarına yakıştıramaz.
Kuran-ı Kerim, akletmeyi, aklı çalıştırmayı elli bir defa şu ifadeler şeklinde kullanmaktadır: Belki aklınızı,
akıllarını çalıştırırlar; akıllarını çalıştırmayanlar, aklınızı
niçin çalıştırmıyorsunuz? 1 5. Aklı çalıştırmak, düşünmektir, gelişigüzel konuşmak değildir. Aklın kök anlamı bağlama olduğundan içinde bir sistem fikir üretmeye akletme denir. lyiy~ doğruya götüren fikirler üretir.
Içkinin ve uyuşturucuların haram kılınmasının sebebi de aklı çalışmaktan alıkoyduğu için olduğu düşünülürse, Islam'ın aklı kullanmaya verdiği önem daha iyi anlaşılabilir. Kuran'ın sosyal şeriatında içkiye ceza tayin edilmemişse de Allah'ın tabii şeriatında {fizik kanunlarında) sebep olduğu cinayetler onun cezasını oto
matik olarak vermektedir.
3- Mal güvencesi ve kazanma hürriyeti
Islam, insanın mal sahibi olmasını ve kazanç elde etmesini insanlık haklarından saydığı için, bu hak her insana tanınmıştır. Insanın malına verdiği güvenceyi, bunu çiğnemeye verdiği el kesme cezası ile açıklamak en kestirme bir güvencedir. Ancak, her hükmün bir sebebi ve
şartı olduğu her zaman akılda halırtanması gereken bir kuraldır. Malın mal olabilmesi için onun da meşru yollardan kazanılması şartları bulunmaktadır. El kesmenin de şartları bulunmaktadır. Sizce en önemli üç şartını burada açıklamakta fayda vardır. Çünkü hırsızlığa, haksızlığa bulaşanlar ve soyunanlar, bu cezayı acımasızca
düşünmeden tenkid ediyorlar.
a) Birinci şart çalınan mal geri alınırsa;
b) lkincj şart el kesme değerinde bir miktar ise;
c) Üçüncü şart el kesmeden hırsızlığın önü alınamaz ise; diğer bir deyimle olmazsa olmaz kuralına uyuyorsa el kesilir. Ama el kesilmeyecek ise, başka cezalar tertip edilmesi de kaçınılmazdır.
Mal kazanmada nasıl meşru yollara uyulması gerekiyorsa, harcanması ve kullanılmasında da meşru yerler ve tarzlar kullanılması, aslında malın kutsal bir hak ve güvenceye sahip olmasının teminatıdır. Kuran-ı Kerim,
kazanılan helal malda toplumun hakkı bulunduğunu
(zekat ile) açıkça ifade etmiştir. Haram mal ise bütünü ile
15. Bakara 2/44, 73, 164; Al-i lmran 365; Enbiya 21/10.
ISLAMI ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 1-2, SAYI2, 1999 95
toplumun hakkıdır. Zekatın sözlük kök anlamı iki temele
dayanır. a) Artma, kazanç olmalı ve b) anlama, temize
çıkarma . Toplumun hakkı olmasının sebebi, bir kelime ile
malın değerini verenin toplum olmasından dolayıdır.
Toplum olmayan yerde malın değeri yoktur. Mesela ıssız
bir adada mal kavramı da olmaz.
4- Can güvenliği:
Islam, can güvenliğine ve sağlığına çok önem verir.
Can ve beden sağlığını korumak için gerekli kanun ve
kuralları koyar ve onları uygulamayı dini bir görev sayar.
· Bir insanın öldürülmesinin, bütün insanları öldürmek an
lamında görüleceği ve bir insanın canın ı kurtarmanın
bütün insanlığı kurtarmış sayılacağı ve ona göre ödül
lendirileceği, Kur'an' ın açık anlatımlarında kurallaş
tırılmıştır. Bunun için, insanın yemesi, içmesi, tedavi gör
mesi, ruhi ve bedeni sağlığının güvence altına alın
masına dair gerekli olan emir ve öğütleri vermeyi önemli,
dini bir görev olarak anlatır.
"Habil kardeşi Kabil'i öldürdükten sonra, lsrailoğul
larına şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış veya yer
yüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öl
dürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir in
sanın hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını
kurtarmış sayılır. Doğrusu, insanlara elçilerimiz açık açık
öğütler ve kurallar getirdikleri halde, insanların çoğu hala
yeryüzünde aşırı gitmektediler."16
"Ey inananlar! Öldürülen hakkında kısas (ödeşme) yapmanız size farz kılındı . Öldürenin kendisi öldürülür.
Hür ise de köle ise de, kadın ise de kendileri öldürülürler.
Öldüren, eğer öldürülenin velileri tarafından bağışlanırsa,
gereğini yerine getirmek ve güzelce diyet vermesi ge
. rekir. Bundan sonra, kim saldırırsa, ona can yakan bir
ceza vardır."17
"Bir mürnin bir mümini ancak yanlışlıkla öldürmüş ola
bilir. Böyle yanlışlıkla öldürürse, öldürdüğünün diyetini
öder. Eğer, bir mümini, mürnin olduğu için, kasden öl
dürenin cezası ebedi cehennem ve Allah'ın laneti ve öf
kesi onun üzerinedir ve ona büyük bir azap da ha
zırlanmıştır." 18
Kur'an- ı Kerim'in, insana verdiği değerin ölçülemeye
ceğini ortaya koymanın en önemli delili, Kur'an-ı Kerim'in
insana gönderilmiş olmasıdır. Insanın Allah katında çok
16. Maide 5/32. 17. Bakara 21178. 18. Nisa 4/92.
96
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
yüksek bir mevkiye sahip olduğunu Allah'ın sözü olan
Kur'an ifade etmektedir. Burada insan sözü, dindar
olanı, mürnin olanı aşmakta, dinsiz olana, en büyük gü
nahı işleyene de şamildir. Hepsinin hayatı ve sağlığı her
türlü hal ve şartta korumaya ve güvenceye alınmıştır.
5- lrz ve namus güvencesi:
Insanın ırzı, şerefi , onuru demektir. lrz kelimesi Arap
ça araz, gelip geçici; arz sunmak anlamından türemiştir.
lrz, şeref, onur, soysop, ruh, nefis, zat, kendi bedeni an
lamlarında kullanılmaktadır. Bu arz kelimesinden mecaz
olarak ırz türetilmiştir.19 Insanın şahsı , zatı, kendisi an
lamında ola;ak, ırzını koruması, kendini korumas ı de
mektir. lrz iyi veya kötü koku anlamında da kullanılmış
olduğundan , insana ulaşacak, herhangi bir eksiklik ve
.ayıptan korunmaya da 1rztn1 korumak denmiştir. lrzı
temiz, pak anlamı, adının, ününün, soyunun temiz ve
eteğinin temiz olmasını ifade eder. Insanın ırzını ko
rumasında, insanın övüneceği soyu ve şerefi kas
tedilmekte olduğundan iyi ahlak anlamındadır.20
Türkçemizde de 1rz kelimesi, bir kimsenin başkaları
tarafından dekunulmaması ve ona saygı gösterilmesi ge
reken şerefi, iffeti anlamında kullanılmaktadır. Genellikle,
cinsel zevk ve arzuların töre ve yasalarına uyma anlamı
taşıdığından, zorla bir kimseyi kendi cinsel zevki için kul
lanmak, 1rzına geçmek ifadesi ile anlatılmaktadır ki, cin
sel ilişkinin töre ve kanunlarını , ahlaki, hukuki kurallarını
çiğnemiş demek olur.
Bu ırza geçmeyi iki şekilde anlamak doğru olur. Bi
rincisi, fiziki ve biyolojik olarak cinsel, diğer bir deyimle
hayvani, biyolojik istek ve dürtülerini, gereksinimini gi
dermek için töre ve kanun dışı bir işle başkasını zorla
kullanmak, onun şeref ve onuruna said ırmak, tecavüz et
mektir. Ikincisi de dille, sözle başkasının manevi şerefini
kötülamek ve onun manevi haklarına saldırmak ve onları
ihlal etmek olarak anlamaktır.
Türkçemizde ırz ehli, namuslu, iffetli, sili, temiz de
mektir. Genellikle ırz ve namus ehli ifadesi daha yay
gındır. Hele namus/u kelimesi, ırz kelimesinde ver
diğimiz iki anlamda daha açık ve seçik kullanılmaktadır.
Namuslu denince, hem cinsel anlamda töre ve kurallara
19. lbn Faris, Mucem Mekayısıi·Luga, 4/273. 20. Bak. lrz kelimesi, ei-Muncid, 497, Asım Elendi Kamus tercümesi 31
1269, Firuzabad, Kamus Muhil, Beyrut 1986, ibn Faris, Mucem 4/ 273, Şamseddin Sami, 933, ltyas ityas Kamus Asn, 433, Hüseyin ve Kardeşleri, Arapça-Türkçe BCıyük Lugat31335.
JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999
KUR'AN'DA INSANIN DO~AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
uyan anlaşıldığı gibi, hem de doğru, dürüst olarak manevi niteliklerde de kullanılır. Hakka, hukuka uyan ve
bağlı kimse anlaşılır.
; Namus sözcüğünün Arapça olması ile Yunanca ol-' m'ası arasındaki farklı belirtmek suretiyle daha iyi an-
laşılmasına yardım edilmiş olur. Arapça kökü "nemes"
olup gizli, sır, örtme anlamındadır, namus; s1r sahibi, s1r
sak/ayan, bir kimsenin s1rdaş1 demektir. Bu kelimenin Arapça'da faruk, casus gibi türemiş bir sıfat şekli olup, manayı pekiştirmeyi ifade eder. Buna göre namus, pek
s1rdaş, olur. Namus kelimesinin kökü s1r anlamında olduğundan, Cibril'e de namus dendiği gibi "vahy"e de gizli
olmasından ötürü namus denmiştir. Buna göre namus, hem Cibril, hem vahiy, hem şeriat, Allah'ın şeriatı anlamlarına gelmiştir. Vahiy (şeriat, kanun) kurallar bil
dirdiği için de namusun (çoğulu nevamis) kanunlar an
lamında kullanılması, Arapça kökünün türemişliğine
tanınan kurallara uygun gelmektedir. Bunu Edward Lane, tercih etmiştir.21
Namus kelimesinin Arapça olması ve kanun, şeriat,
vahiy anlamına da gelmesi kelimeye uygun düşmektedir. Ancak namus kelimesinin Yunanca (nomos-yasa)dan tü
remiş olduğu da söylenmektedir22. Eflatun'unda NamosYasalar adında bir eseri olması, Farabi'nin bu eseri şerh etmesinden dolayı, Yunanca'dan Arapça'ya geçme ih
timalini ortaya atabilirse de, kök itibari ile Arapça'da bulunduğundan ve asıl anlamı da değişik olduğundan böyle bir ihtimal, olsa olsa kanun anlamını pekiştirmeda etkili
olabilir. Türkler, Yu.n.ancasını daha çok kullanmış ve hayat düzeninde ona ırz, şeref anlamını eklemişlerdir,
denebilir. James W. Redhouse ise Farsça olduğunu
ifade ediyor23. Büyük bir şahsiyetin güvenilir adamı olma
anlamı Arapça kök anlamının aynısı oluyor.
Bu bakımdan, namus kelimesinin iki dilden geldiği (Arapça ve Yunanca) ancak, Arapça'daki ikinci anlamının (vahiy) Yunanca ile birleştiği ve yasa anlamında
olan mananın, halk ve ilim dilinde daha çok kullanıldığı ortaya çıkmış oluyor.
Türkçe sözlükte, bir toplum içinde ahlak kurallarına beslenen bağlılık, namusuyla yaşamanın, ahlak ku-
21. Edward Lane, Arabic English Lexicon 8/2854, ei·Mucem ei-Vasıl 21 954, RedHouse, Turkish and English Lexicon, lbn Faris, Mucem 5/ 480, Firuzabad ei-Kamus, 2/254, Mısır 1301. Tacui-Arus'da namus'un birkaç manası da zikredilmekledir. Sırdaş, iyi sırlar sahibi, anlayışlı, mahir; Avcı gömüllüsü; namus ekber: Cibril; nemmam, ko!jucu; hile, hüda; papaz, rahip odası; ilim da§arcı!jı; yaıan.cı (Ci1116/580-584} Kuvey1baskısı1976.
22. Şemseddin Sami. Kamus-ı Türki, 452. 23. A Turkish and English Lexicon 2067, lstanbul1921.
ranarına ve onuruna bağlı yaşamak olarak ta
nımlanması, kendi saygınlığını korumak olarak açık
lanması24 ile ırz kelimesinin anlamını da içermektedir.
Işte kök anlamlarını incelediğimiz ırz ve namus ke
limelerinin kavramları, Islam'da bir insan hakları ilkesini
ortaya koymaktadır. Bu da insanın onurunun, şerefinin
ve halk içinde, toplumda saygın bir insan olarak ya
şamasının ana ilkelerinden biri olduğunu ortaya koyuyor.
Hem maddi hem manevi bir saldırıya uğramayı en
gelliyor. Önemli olan herhangi bir kimsenin başkasına te
cavüzü ve saldırısından önce, insanın öyle bir duruma
düşmemeye ve düşmernek için, insanlık haklarını iyi bilip
onlara göre davranmaya özen göstermesidir.
Kur'an-ı Kerim, cinsel anlamda ırz ve namus me
selesine çok önem vermiş ve insanın, insanlık onur ve
şerefini korumayı teminat altına almak için zinaya, ho
moseksüelliğe ve zina suçlamasına ağır cezalar dü
zenlemiştir. Böyle bir suçun tespit edilmesi için hiçbir ce
. zada görülmeyen dört görgü şahidini şart koşmuştur. Bu
ırz ve namus hususunda iki önemli noktaya işaret etmek
gerekmektedir.
Birincisi, eğer görgü şahitlerinin sayısı dört olmadığı
durumda suç sabit sayılmamış, ama diğer şahitlerin şa
hitliği geçersiz sayıldığı gibi, yaptıkları suçlama alayh
lerine iftira suçu olarak kabul edilerek, onlara iftira suçu
cezası verilmesi yönüne gidilmiştir. Burada dikkat edil
mesi gereken iki nokta bulunmaktadır. Herhangi bir kim
senin görse de hemen suç isnadında bulunmasının ken
disi için doğru görülmediği ve böylece topluma yayarak
suçluları teşhir etmenin yanlış olduğu , ikinci nokta da
suçluları koruduğu düşünülmelidir. Çünkü bu kadar şe
refsiz ve onur kırıcı suçun insana isnadıyla insanlar ara
sında değerinin düşmesine Allah razı olmamaktadır.
Ikinci önemli husus, burada ırz ve namusa tecavüz
ve saldırı deyince, saldırı olmayıp da kendi arzuları ve rı
zaları ile bu suçu işlemiş olsalar, şöyle diyelim; kendi is
tekleri ile zina etseler durum gene değişmez, her ikisi
birbirinin ırzına tecavüz etmiş sayılır ve her ikisi aynı ce
zada birleşirler. Çünkü bu ferdi bir suç olmayıp topluma
karşı işlenen bir suç olduğu için, insanlık suçu sa
yılmıştır. Işte insanlık suçu ile ferdi suç arasında en
önemli fark burada ortaya çıkmaktadır. lrz ve namus me
selesinde iftirasının da, suçun kendisinin de dört görgü
24. Türkçe Sözlük, Namus kelimesi.
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: :l2, SAYI2, 1999 97
şahidinin şahitliği ile tespit edilmesinin görgü şahidinin şartı, hem kişileri, hem toplumu kötü tanımaktan korumaktır. Burada şu ayeti kerimeleri vermek istiyorum:
"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Alah'ın dini konusunda o ikisine acımayın"
"Zina eden erkek, ancak zina eden veya putperest bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da ancak zina eden veya putperest olan bir erkek evlenebilir. Bu, inananlara yasaklanmıştır".
"lffetli kadınlara zina isnad edip de, sonra dört tanık getiremeyenlere, seksen değnek vurun ve ebediyen onların tanıklığını kabul etmeyin. Çünkü bunlar yoldan çıkmış kimselerdir. Ancak bundan sonra tövbe edip düzelenler bunun dışındadır"25 .
"Böyle bir iftirayı duyduğunuz zaman, inanmış erkekler ve inanmış kadınlar, kendileri açısından iyi zanda bulunup "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi? Ona dört tanık getirmeleri gerekmez miydi? Tanık getirmediklerinden dolayı , işte onlar Allah katında yalancıdırlar. Bu iftirayı çok hafif sanıyorsunuz. Oysa Allah katında o, büyüktür." "Onu işittiğiniz zaman, buna dair konuşmak bize yaraşmaz, Allah'ım, bu ne büyük bir buhtandır demeniz gerekmez miydi?" "lnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette can yakıcı azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz"26.
"Kadınlarınızdan birbirleriyle fuhuş işleyen olursa, içinizden aleyhlerine dört görgü tanığı getirin. Eğer bunlar tanıklık ederlerse, ölünceye kadar veya Allah onlara bir yol kılana kadar, onları evlerinde göz napsinde tutun. Sizden iki erkek bu fuhşu yaparsa, onu !edip edin, eğer tövbe edip, düzelirse onları salıverin"27.
Bu ayetler üzerinde uzun açıklama yapmaya gerek kalmadan şunu söylemekle yelinmek istiyorum. lrz ve namus meselesi Kur'an'da çok önemlidir. Yalnız müslümanlar için olmayıp herkes için önemlidir. Dört şahid getirmedikçe herhangi bir kimsenin işittiğini anlatması
yasak ve Allah katında yalancı olmaya götüren çirkin bir iftiradır. Yapanın da duyanında anlatması büyük günaha girmesine sebeptir.
Kanunlarda, sistemlerde, ideolojilerde ve dinlerde ortak olan çok temel bir ilke vardır. Herhangi bir kuralın ve kanun maddesinin iki yönü bulunmaktadır.
a) Birinci yönü, bireyin kendi istek, arzu ve amacını
25. Nur 24/2·4.
26. Nur 24/13,16,19.
27. Nisa 4/15,16.
98
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
nasıl, nerede ve niçin kullanacağına dair birtakım sı
nırlamaları ve kısıtlamaları ortaya koyan, açıklayan kurallar; bireyin sınırsız istek, arzu ve sonsuzluğa giden bir amacının fiilleşmesinin önüne geçer. Daha ilk anda işin, fiilin başlangıç noktasının , kaynağının akış ve hareketine yön vermeyi, ona ahlaki ve insancıl bir boyut kazandırmayı hedef alır. Çünkü insan hayvan gibi doyduğunu aniayıp durmaz. Bir aslan avını yakalar, karnını doyurur ve gerisini bırakır, gider. Gerisini saklamaz. Çünkü geleceğini düşünmez, bir daha acıktığı zaman, bir daha avlar. Ama insan, öyle karnı doyunca, gerisini bırakmaz, hepsini alıp götürür. Insan, karnı aç olmadığı zaman da muhtaç olmadığı zaman da toplar, hatta olmayacağını bildiği zaman da gene biriktirmeye, kendine ihtiyaç yolları aramaya, gereksiz ve aş ı rı israflara övünerek, üstünlük taslayarak, sınır tanımaz isteklerini elde etmeye uğraşır. Insan budur ve bunun için ona sınır
koyma ihtiyacı diğer insanların haklarını korumanın gereğinden doğmuştur.
b) Kanunların, kuralların ikinci yönü, bireyin kendisini başkalarına karşı koruma yollarını , savunmasının yöntemlerini göstermiş olmasıdır. Bireyin ırzı ve namusu güvencededir. Kendisine bu hak tanınırken , bu güvenceyi bozacak kimseye de daha başlangıçta işlerine ve amaçlarına dikkat etmesi gerektiği mesajı da verilmektedir. Başkasının haklarına, sınırlarına karşı harekete geçmek ve bir işievde bulunmak, bu suretle daha başlangıçta,
kaynağında önlenmiş ve başkasının meşru alanına vuku bulacak bir tecavüzün fiilleşmesine yasak konmuş oluyor. Böyle bir yasak iş fiilleştiği zaman, ondan zarar görecek bireye de karşı koyma, direnme ve savunma hakkı tanınmış olunuyor.
Bunun için Islam'da iki kişi arasında olan ilişkilerin türlerinde sadece iki kişiyi ilgilendirmeyen durumlar bulunmaktadır ve bunlar çok önemiidir. Mesela zina eden kadın ve erkeğin bu işi yapmalarında birbirinden razı olmaları, o işi meşru kılmamaktadır. Aynı şekilde rüşvet de öyledir. Rüşvet veren de alan da razıdır diye. rüşvet
meşru sayılmaz. Bu gibi iki bireyin arasında olan işler ve işlevler onların dışında olan üçüncü bireyi ve toplumu da ilgilendirir. O halde insan istek ve amaçlarına ulaşmakta ne kadar hürdür? Burada insanın hürriyetinin ne olduğunu felsefe, metafizik. kanun ve psikoloji, sosyoloji açısından inceleyecek değiliz. Ancak şöyle bir örnek de vermek istiyorum. Meşru olarak kazanıp büyük servet sahibi olan bir kimse, bütün servetini istediği herhangi bir kişiye veya kuruma bağışlayıp, çoluk çocuğunu , varislerini mahrum bırakmak hakkına sahip bulunmamaktadır. Allah insana hür irade vermiştir. Bu iradenin s ı nırı
yoktur. Çünkü bu irade Allah'tan Allahlığı bile alabilecek
JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999
KUR'AN'DA INSANIN DOGAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
bir amaca yönelenebilir. Bu, birey olarak tıem kendisini, hem de insan olarak yaşamak zorunda olacağı toplumu temelinden yıkacak bir irade kullanımına varabilir. Işte bu iradeyi kontrol altına almak için, Allah insana akıl verrJ\iştir ve onu özel (vahy} b.ilgisi ile de desteklemiştir. Bu v~hiy bilgisi Adam'den son Peygamber Hz. Muhammed'e kadar tarih boyunca sür~ gelmiştir. Hz. Muhammed'den sonra vahye gerek kalmaması, Hz. Muhammed'e gelen vahyin zamanında iyi zaptedilmiş olmasıdır. Artık insanoğlu, vahiy bilgisine muhtaç olduğu zaman Kur'an'a gidecek. Çünkü tarih boyunca olan vahiylerin özetini de ihtiva etmektedir. Vahyin dışında kalan alanlarda ve sorunlarda aklına gidecek ve aklını kullanacaktır. Insanoğlunun bu ikisinin dışına çıktığı zaman, başının dertten kurtulamayacağına, tarih en büyük tanıktır.
6- Mekan güvencesi:
lslam'ın, insanın onurunu ve şerefini korumak hususunda çok titiz davrandığın ı görüyoruz. Islam; insana mekan güvencesi vermiştir. Oturduğu, bulunduğu yere, eve, odaya kendisinden izin alınmadan girilmesinin doğru olmadığını hükme bağlamış ve ona mesken güvencesini sağlamıştır. Ancak burada iki hususu belirlemek doğru ve açık olur. Insanın kendi izni ve rızası olmadan herhangi bir kimse evine girerneyeceği gibi, kendisinin de herhangi bir kimseye bu izni verme hakkı bulunmamaktadır. Bu hususta kanun ve ahlak kuralları onun kime girme izni verebileceğini açıklar ve onlara göre hareket etmesi doğru olur. Insan hür irade sahibi olmasıyla, bu iradesini, gene insanın yararına ve onurunu korumak üzere, sınırlamaya gider.
Kendi evine zorla girmek isteyene karşı, zorla karşı koyma ve meskenini savunma hakkı; onurunu, malını,
canını koruma hakkının bulunmasına dayanır. Insanoğlu için olan bu insanlık haklarında kadın erkek eşittir.
Bir de insanın kendi vücudunun, bedeninin görüntüsel güvencesi bulunmaktadır. Insanın bedeninin kutsal, mahrem ve görünmesi yasak olan yerleri bulunmaktadır. Herhangi bir kimse, başkasının bedeninin bu yerlerini zorla açıp seyretme ve onlara tecavüz etme hakkı yoktur. Aslında insanın kendisinin de bedenini istediği gibi açıp saçma, teşhir etme, buna izin verme ve razı olma hakkı da bulunmamaktadır. Insanın ahlaklı bir varlık olmasından dolayı ahlaki kurallara uyma zorunluluğu ve yükümlülüğü taşımaktadır.
Evrensel ahlak kurallarına insan uymadığı zaman, insanlar arasında onuru ve şerefi yara alır ve zedelenir. Bu kurallar da insanın, insanlık onurunu güvence altına almayı ve onun aleyhine dedikodu yapılmasına imkan ve fırsat vermarneyi amaçlar.
"Ey inananları Evlerinizden başka evlere, sahiplerine seslenip esenlik dilemeden, güven vermeden girmeyiniz. Bunun sizin için daha iyi olduğunu bir düşünün. Eğer
evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe, içeriye girmeyiniz. Size 'dönün' denirse, dönün, bu sizi daha çok temize çıkarır. Allah yaptıklarınızı bilir"26.
"Ey inananlar! Ellerinizin altında olanlar: Hizmetçiler ve sizden henüz ergenliğe ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuıda ve yatsı namazından sonra, yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar, sizin açık saçık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu ~akitlerin dışında birbirininiz yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah hükümlerini size böylece açıklıyor. Çünkü Allah Bilgin'dir. Bilge'dir"29.
Bu ayet-i kerimeler, kimlerin ne zaman, kimin yanına izinli veya izinsiz girebileceğini açıklamaktadır. Burada şu hususu belirtmekte yarar var. Nikahlı olmayan ve nikahı düşen yabancı erkek ve kadınların resmi ve herkese her zaman açık olan üniversitelerde hocaları n, memurların devlet dairelerine serbestçe, rahatça, tek başına girip çıkmakta bir sakınca bulunmamaktadır.
Odaların kapıları normal olarak kapalı olsa da, herkesin ve kimin ne zaman gireceği belli ve tayin edilmemiş olduğu için, bu odalar gizli yer -eski deyimi ile halvet- sayılmazlar. Erkeklerin tek başlarına kadın memurelerio veya hocaların yanına girmekte ve aynı şekilde bir kadının, erkek bir memur ve hocanın yanına girmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Odaların kapıları normal olarak kapalı olsa da, herkesin ve kimin ne zaman gireceği belli ve tayin edilmemiş olduğu için, bu odalar gizli yer -eski deyimi ile halvet- sayılmazlar. Erkeklerin tek baş
larına kadın memurelerio veya hocaların yanına girmekte ve aynı şekilde bir kadının, erkek bir memur ve hocanın yanına girmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Çünkü kapılar kilitli olmadığı için her an birinin girme ihtimali bulunmaktadır.
"Ey inananları Zanda bulunmaktan çokça sakının .
Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araş
tırıp casusluk yapmayın. Kimse kimseyi de çekiştirmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sevebilir? Elbette bundan tiksinirsiniz. Allah'a saygılı olun. Elbette Allah tövbeleri kabul edendir, merhamet edendir"30.
Bu ayet-i kerimade iki mesaj vardır. Birincisi, ina-
28. Nur 24127-28. 29. Nur 24/58. 30. Hucurat 49/12.
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT ~ 12, SAYI2, 1999 99
nanların birbiTinin aleyhine zanda bulunmamaları , konuşmamaları ve casusluk yapmamalarıdır. Ikinci mesaj, inananların bu gibi durumlara düşüp de kendi aleyhlerine kötü zanda bulunulmasına ve konuşulmasına
imkan vermemeleridir. KötülüQü apaçık ortada bulunan bir kimsenin aleyhinde zanda bulunmamak insanın elinde değildir. Çünkü o bilgiyi elde etmiştir. Işte bunun için kötü zan yaratmasına imkan vermemek, dolaylı yoldan
ve daha kuwetlice anlatılmış olmaktadır. Ancak, insan bildiğini yaymayabilir ve bu da çekiştirmemekle sağ
)anmıştır.
Islam'ın şu kaldesini akıldan çıkarmamalıdır. Bir kimseyi bir suçla, günahla suçlama, o suçu ve günahı Iş
Iemekten daha büyük bir suç ve günah işlemektir. Çünkü günahsız bir kimseyi günahkar olarak yaymak, onun insanlık onur ve şerefine leke sqrmek, insanlar arasında onu aşağı lamaktır. Ikinci olarak da o suçun giderek ha
fife alınmasına, kanıksanmasına ve böylece yaygın hale gelmesine sebep olabilir. Islam'da onun için, iftira eden
kimsenin, en azından iftira ettiği suçu işlemiş sayılması uygun görülmüştür.
Insanların birbirinin yanına ne zaman ve nasıl gi
recekleri konusunda, mekan ve yer güvencesi açısından yukarıdaki ayet-i kerimelerle ilgili gördüğüm ve insanların
nasıl beraberce yemelerini anlatan şu ayeti de buraya almak istiyorum. Toplumda ve ailelerde bunu bilmeye gerek olduğuna inanıyorum.
"Kendi evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kahyası olup anahtarları elinizde olan evlerde ya da
do_stlarınızın evlerinde köre de, topala da, hastaya da ve size de izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Toplu olarak veya ayrı ayrı olarak da yemenizde size bir sorumluluk yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendi adamlarınıza Allah katından hoş, hayat dolu bereket ve esenlik dileyin. Allah size bu bilgileri anlatıyor ki, belki aklınızı kullanırsınız"31 .
Bu ayet-i kerimade akraba ve dostların kadın erkek birarada oturup yemek yiyebilecekleri açıkça anlatılıyor.
Hepsi, kadın erkek zorunlu hallerde bir masada, bir yerde, bir sahandan yiyebilecekleri veya aynı yerde ayrı ayrı tabaklarda yiyebilecekleri açıklanıyor. Ancak aynı
31. Nur 24/61.
100
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
evin kendi adamları içinde kadınlar ile erkeklerin bir sa
handan yemelerinde kadınların daha çekingen dav
ranabilecekleri, hatta eşleri ile bile aynı kaptan ye
melerinde de bu çekingenliğin bulunabileceği durumun
da kadınların istedikleri gibi rahat yiyememeleri ve do
yamamaları düşünülecek olursa, ayrı kaplarda yemelerine de ayetin izin vermiş olmasına dikkat etmek
doğru olur.
7- Evlenme ve çocuk yapma hürriyeti:
Kur'an-ı Kerim'in, en çok üzerinde durduğu insanlar
arası ilişkilerin , karı koca ilişkileri ile iktisadi ilişkiler ol
duğu dikkati çekmektedir. Oysa kadın erkek arasındaki
ilişki her şeyden önce cinsel ilişki olarak ortaya çıkmakta
ve bu öyle görülüyor ki, en ilkel insandan en modern in
sana kadar insanı ilgilendirmekte ve işkilendirmektedir.
Toplumlar, dinler ve özellikle Kur'an- ı Kerim zinayı , ka
nunsuz erkek ve kadının cinsel ilişki beraberliğini ya
saklamış, bunun yanında bu ilişkinin meşrulaştırılması
için özel ve genel emirler vererek cinsel ilişkiyi bir dü
zene koymayı amaçlamıştır.
Insanın evleomesini şarta bağlamakla beraber ev
lenmeyi emretmiştir. Bu hususta insanın iki amacını ga
ranti altına alma hedefini gütmüştür. Birinci amaç, in
sanın sevilmeye ve sevmeye muhtaç olma eğilimini
doğru yola yönlendirmeyle her çiftin kendi s ınırlarını ve
sorumluluk alanlarını çizmek ve bildirmek suretiyle karı
kocanın sevgi ile dolu huzurlu ve mutlu bir beraberliğe
yatkın, hazır olduklarını ve kimsenin onları rahatsız et
me-mesini açıkça anlatm-ış oimasıdır. Iki birey olarak karı kocayı birbirine denk şekilde ifade eden Arapça zevc -
Türkçe eş- kavramı bile ikisinin birbirine eş değerde ve
görevde olduklarını anlatmakta, bu duygu ve bilinci daha
ilk anda kavramlarda ortaya koymaktadır.
Ikinci amaç olarak, insanların öz varlıklarının devamını ancak kendi soyları ve çocukları vasıtasıyla sür
dürebilecekleri eğilim ve Ülkülerine de din, olumlı.ı yönde
öğütlerde bulunmanın yanındap; çocuk yapmalarının,
ana baba olmalarının hazzını ve sevincini yaşamalarını ,
mutluluk ve huzurunu da sağlama kurallarını bildirmekle
bunların da insan oğlunun temel insanlık hakkı olduğunu vurgulamıştır. Bunun için, din, ırk, renk, dil farkı gö
zetmeyerek, kim kiminle evlenirse, kendi milletinin, top
lumunun kanun ve kurallarında karı koca olarak ilan edi
len her türlü evleome antlaşmasını meşru saymıştır.
Aynı dinden, renkten, milletten olmalarını şart koş
mamıştır. Yalnız erkek ve kadın arasında evleome ant-
JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999
KUR'AN'DA INSANIN DOCiAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANUK KUR'AN'IN NERESINDE?
laşmasının bulundukları toplumda ve yerde kabul edilerek ilan edilmesini yeterli bulmuştur.
On sene kadar önce aslen Alman, Amerikalı Arapça edebiyatı kadın protesörü Türkiye'ye gelip din alimlerine
1
göre kadının Islam'daki durumu üzerinde bir araştırma yapıyordu. Benimle görüştü ve sohbt::ıt ettik. Bu esnada iki önemli hususu tespit etmiş olduk. Dedim ki, "Himalaya Dağlarında yaşayan okur-yazar da olmayan evli bir karıkocanın çocukları, sosyal ve kanuni açıdan Amerika'nın bugünkü modern toplumunda, Amerika'nın en üst düzeyinde olan bir kimsenin gayri kanuni yani metresinden doğan bir çocuğundan daha yüksek bir onur ve şerefe sahip olur. Öyle değil mi?" Sayın Profesör "evet" dedi. Ben de; "Işte bütün insanlığın tarihi boyunca ve bugün, evliliğin bu şerefi dikkatten uzak tutulmamalı" diye ekledim.
Ikinci olarak şunu sordum. "Amerika'da bir çok üst kademedeki adamların sekreterleri vardır. Bunların içinde sekreterleriyle veya başka kadınlarla metres hayatı yaşamakta olanlar da vardır. Karıları da çoğu kez bunu bilir veya en azından farkındadırlar. Adam, metresiyle evlenmek istediği zaman karısını boşamak zorunda kalıyor. Karısı da çocuklarından ayrılmak istemiyor, boşanmaya karşı çıkıyor; ama eninde sonunda adam karısını boşuyor ve metresi ile evleniyor. Metresi adamın karısı ve
çocuğu olduğunu bildiği halde metres hayatına razı oluyordu. Adamın karısı da metresi olduğunu biliyordu ve bir şey demiyor veya diyemiyordu. Şimdi bu durumda karısı da boşanmak istemiyorken, kocasının metresini kumalığa kabul ederek, kendisi de kocasının birinci karısı olarak ailede ve çocuklarının başında kalmaya razı olabilir mi?" dedim. Kadın profesör, "evet karısı boşanmamak için razı olabilir" cevabını verince, ben de dedim ki, "o halde ikinci evlilikle sorun, birinci kadının razı olmasıdır. Olmazsa boşanıp gidebilir. Bu durum karşısında Kur'an'ın getirdiği şartlı ikinci evlenmeye karşı, ·dünyayı Islam dininin aleyhine saldırtmaya gerek kalmamış olur ki, aynı zamanda Kur'an, toplumda düşük düzeyde olan metres hanım ın da şerefini yükseltmiş olur ve bu suretle birden çok evlilik sorun olmaktan çıkar".
Işte Kur'an-ı Kerim, hem ailenin bütünlüğünü, hem gayrı meşru cinsel ilişkinin çözümünü getirmiş oluyor. Kur'an'ın hem birey olarak, hem toplumu oluşturan bir fert olarak insana çok önem verdiğini yansızca ve kolayca anlamak mümkündür. Kur'an bundan dolayıdır ki,
zina eden erkeğe ve kadına aynı eşit cezayı verdiği halde, toplumlar kadınları daha çok artı bir ceza ile daha fazla cezalandırıyorlar. Kadına fahişe damgasını vuruyor ki, bu' fahişelik damgası erkeğe de vurulmalıdır. Kur'an'ın kadın-erkek eşitlik ilkesi budur. Fahişenin Türkçe kar-
şılığı, çirkin bir iş, kanuna, dine, örfe ve geleneğe aykırı bir günah işlemedir.
"Bekaıiarınızı, yanınızdaki erkek ve kadınlarınızı evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile zengin kılar. Allah geniş lütuflu ve Bilgin'dir. Evlenemeyenler ise, Allah onları lütfu ile zenginleştirane kadar iffetli olsunlar. .. Dünya hayatının geçici menfaalini ele geçirmek için iffetli olmak isteyen genç kızlarınızı çirkin işe zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz Allah zorlanmış olanları bağışlar ve esirger"32.
"AIIa.h'ın varlığının belgelerinden biri de, birbirinizden eşler, çiftler yar<J.tmış olmasıdır ki, siz onlarda huzur ve sükun bulursunuz. Çünkü aranıza sevgi ve merhamet koymuştur. Düşünenler için bunlarda incelikler vardır"33.
"Kadınlar sizin örtünüz, siz kadınların örtüsüsünüz. Birbirinize sırrınızı söyleyebilirsiniz"34.
Kadınlar ve erkekler, karı koca kavuşma ve birleşme durumunda kadın ve erkektirler. Bunun dışında her biri eşit insanlık haklarına, sevişme ve birbirine merhametli davranmada huzur ve mutluluğu paylaşmada beraberdirler. Bundan sonra onların gelecek ülkülerini de gündeme getiren Kur'an "Kadınlarınıza Allah'ın emrettiği gibi yaklaşın ve çocuk yapmayı amaçla yın! ki, bu· da ancak kadınlarımza Allah'ın kanuniarına göre yaklaşmakla
mümkün olur"35.
"Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı
olan yararlı işler, Allah katında daha çok sevaba ulaştırır"36·
"Ey inananları Karı koca olarak eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur. Onlara karşı uyanık olun. Ama siz affeder, suçlarını hoşgörür ve bağışlarsanız Allah da sizi bağışlar. Çünkü çocuklarınız ve mallarınız birer imtihandır. lmtihanı kazanırsanız Allah katında büyük ödül vardır"37.
"?ekeriya, ey Tanrım! Bana katından hoş olacak çocuklar, zürriyet ver, demişti"38.
"Senin Tanrın insanoğullarının soylarını kendilerine tanık tuttu"39.
"Ey Tanrımız! Bizi sana teslim olanlar kıl ve bizim soyumuzdan da sana bağlı bir ümmet kıl"40.
32. Nur 24/32-33 33. Rum 30/21 . 34. Bakara 21187. 35. Bakara 21222-223. 36. Kehf 18/48. 37. Tegabun 64/14-15. 38. Al·i lmran 3/38. 39. Araf 7/172. 40. Bakara 21'128.
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT : 1'2, SAYI2, 1999 101
"Ey Tanrım! Soyumu, zürriyetimi ıslah et. Çünkü ben Sana tövbe ettim ve müslümanlardan oldum"41 .
"Ey Tanrımız! Eşlerimizde, çoluk çocuğumuzda bize göz aydınlığı ver ve bizi inananlara önder kıl"42.
Evlenmanin ikinci amacı olarak, insanlığın devamını
sağlayan çocuk ve soyun, insan için ne kadar önemli olduğunu ifade eden bir kaç ayeti buraya almakla yetiniyorum. Islam, çocuğun bedenan ve ruhen sağlıklı ol
ması için ana babanın sağlığına önem vermekle, işi
. temelden sağlama bağlamayı hedefler. Bugün daha iyi aniaşılmaya başlanan , annenin sütü ile çocuğun iki sene beslenmesini Kur'an'ın anlatması çocuğa verilen önemi göstermeye yeter. Şüphesiz anne sağlıklı olacak ki, iki
sene çocuğu emzirebilsin. Hamilelik ve emzirme esnasında farz olan orucu bile geciktirebileceğine veya fidye vermesine kadar anneye izin verilme kolaylığı gösterilmesi, insana daha ilk anından ölümüne varıncaya kadar içki ve uyuşturucuyu da yasak etmesi düşünülürse insana verilen değer daha iyi anlaşılır. Şüphe götürmeyen Islami bir hüküm de insanın bakabileceği
kadar çocuk yapmasıdır. Islam, insanın tabii ve doğal haklarına önem verirken, onlarda haddini, hududunu, sı
nırını aşıp israfa gitmesine de hiç bir şekilde izin vermez. Nasıl ki iktisatta, insan ın alabileceğini alması doğru
değil , gerekeni alması ön görülürse, iyi olur ise, muhtaç olmadığını alması israf sayılmaz mı?
8- Seyahat yapma Hürriyeti:
Seyahat; günümüzde kullanılan şehirler, kıtalar arası gazinmek anlamından önce, her türlü harekete, yerinden ayrılıp bir yere gitmeye de denir. Bu anlamda seyahat hürriyeti en geniş kapsamlı ve manalı bir ilke olur. Çünkü insan herhangi bir iş yaparken ona göre hareket edecek ve ona gidecektir. Çalışma, ticaret yapma, yardım etme gibi işlevleri de içermektedir.
Sözlükte, seyahat Arapçası siyahat, suyuh, seyehan, seyh olarak geçmektedir. lık dönemlerde, ilk alimierin eserlerinde "siyahat" yeryüzünde dolaşmak, gezmek an
lamında kullanılmışken43, sonradan ibadet etmek için yeryüzünde dolaşma anlamında da kullanıldığı zikredilmek· tedir44
. Bu siyahat'ın kök anlamı, suyun daima akmasından alınmadır ki, nasıl su akar giderse, seyahat eden de yeryüzünde öylece akıp gider45
, önüne kimse çıkmaz ve çıkmaması gerekir.
41 . Ehhaf 46/15. 42. Furkan 25f74. 43. Tacui·Arus. 6/491, Kuveyt 1969. 44. A.g.y. • 45. A.g.y., Ragıb lsfehani, Müfredatul Ku~an 431, Darul Kalem, Şam 1992.
. 102
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
"Saih" (seyahat) kelimesi "oruç tutan" anlamı da içermiştir. Bunun için Kur'an'da geçen "SaihOn" "seyahat
eden erkekler"46 ve "Saihat" "seyahat· eden kadınlar"47
demek olan bu kelimeler "oruç tutan erkekler" ve "oruç
tutan kadınlar" mecaz anlamı yanlış olarak verilmiştir48.
Burada dille ilgili bir açıklama yapmak istiyorum. Bu "siyahat• kelimesinin kökü maddi bir anlamı ifade ediyor.
Bu da yeryüzünde suyun akmasıdır. Insanın yeryüzünde
su gibi gezip dalaşmasına da bu akıp gitme anlamının
benzerliğinden "seyahat" denmiştir. Bu dilin kendi yapısının elverdiği bir mecazi anlamdır. Ancak, seyahat ke
limesinin Kur'an'da zikredildiği cümlenin bağiamından
hareket ederek kelimeye "savm" (oruç) manasının ve
rilmesine gidilmesi, verenin kendi anlayışı ve fikri sayılır.
Yoksa kelimenin asıl manası değildir. Ama kendi an
layışına gör~ bir mana veren onu dini bir anlama yormuş olmasıyla yeni bir kavram oluşmasına sebep olmuştur.
Oysa, böyle bir anlam vermeye giden bir kimse biraz daha işi incelemekle asıl kök manasına daha yakın olan bir fikir ileri sürebilirdi. Işte sözlük ve filolojik anlamlarda
olan böyle eksik bir anlayış sonraları sözlük anlamının
aslı imiş gibi algılanmaya devam ediyor, başka yanlış
anlayışiara ve anlam kaymalarına sebep oluyor. Bunun örnekleri Islam kültüründe ve ilimlerinde çokca bu
lunmaktadır. Bunun için araştırıcı, bu gibi dille ilgili eti
molojik araştırmalarda Arapların ilk kullandıkları anlamı tespit edip ondan başlaması ve kim olursa olsun, her
kesi sorgulayarak inceleme yapması gerekir. Bu suretle
bir. çok yanlış anlayışın düzeltilmesi mümkün olabilecektir.
Kur'an- ı Kerim'in, böylece seyahat etmeyi de ibadetler ve Allah'a karşı görevler silsilesi arasına almas ı
ona verdiği önemi ifade eder49. Seyahat Islam'da bir iba
det sayıldığı için, ibadette olan hürriyetin de seyahata
verilmesi zorunluluğu ortaya çıkıyor.
"AIIah'a söz verenler, tövbe edenler, kullukta bu
lunanlar, övenler,' gezenler, rükO edenler, secde edenler,
uygun olanı emredenler, kötü olanı yasaklayanlar ve Allah'ın yasalarını koruyanlardır"50.
"Kadınlardan kendini Allah'a veren, inanan, dindar
olan, tövbe eden, kulluk eden, gezen dul ve bakireier vardır"51 •
46. Tevbe 9/112. 47. Tahrim 66/5. 48. Müfredatui·Ragıb, a.g.y. 49. Bak. Ragıb lsfehani, a.g.y. 50. Tevbe 9/112. 51. Tahrim 66/5 .
JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12. NO 2. 1999
KUR'AN'DA INSANIN DO(;;AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
Aslında Kur'an-ı Kerim bu seyahatin dışında yer de
ğiştirme anlamında göç (hicret) ve gezmek, yürümek an
lamında "seyr" kelimesini de kullanmaktadır. Daha çok,
diı;ıi baskı karşısında insanın, yerini yurdunu terkedip 1
göç etmesini tavsiye eden Kuran, din hürriyetini, doğ-
duğu yerdeki yaşama hakkını başka•yere nakletmesini,
insanın şahsiyetinin toprakla değil, kendi öz benliğini
oluşturan dini inanç ve değerlerini daha iyi ya
şayabilmesiyle olduğunu anlatmak amacını güdüyor.
Böyle bir yeri aramayı gündeme getirmesini, insanın öz
gürlüğünü de teminat altına almaya özen göstermesi ola
rak anlamalıdır.
Kuran; hicreti (göçü) iki anlamda kullanmaktadır. Biri;
bir yerden başka bir yere gitmeyi anlatır. Burada dini
baskıdan kurtulmak amacı yatmaktadır. Insanın din gü
vencesi olduğu gibi göç etmesi de doğal hakkı gö
rülmektedir. Bu hususta insana olan mesaj; eğer ya
şadığı yerde hürriyetine sahip değilse, orada inatlaşıp,
gereksiz ve faydasız yere kendini zarara sokması ge
rekmediğidir. Başka yer daha uygun şartları haizse,
oraya gidip kendini daha iyi yetiştirebilir.
Kur'an-ı Kerim, seyr-i, gezmeyi, dalaşmayı insan il
mini, görgüsünü artırmak suretiyle daha iyi düşünebile
cek bir düzeye gelebileceği nedeniyle öğütiüyor. Kur'an-ı
Kerim, daima ve her zaman geçerli olabilecek insana
faydalı genel ilkeler ve hükümleri hatırlatıyor. Seyahat
etme ve dolaşmanın, insanın en candan sarılması ge
reken ilmi, iktisadi, ticari ve sosyal ilişkilerin artması, ge
lişmesi için en önemli ilkelerden olduğunu anlamak, kim
seye zor ve kapalı olmayan bir kavramdır.
Kur'an-ı Kerim, seyahata, yolculuğa, gezip görmeye
sınır koymadığından başka, onu teşvik etmiş ve o hu-
kıhta apaçık güvence bulunduğu zaman değişik hü
kümlerin uygulanabileceği ifade edilmiş olduğu halde,
kadınların yanlarında mahremleri -dine göre ev
lenemeyecekleri kimseler- bulunroadıkça seyahat ve yol
culuk edemeyecekleri hükmünü, din adına hüküm kesen
devletler, resmi ve sivil kurumların titizlikle uygulamaları
ne kadar, gerçek dini ve felsefesini anlamaktan uzak kal
dıklarını ortaya koymaktadır. Bunlar, o kadar dinden ve
dini bilgi ve kültürden uzaktadırlar ki, hacca gidecek ha
nımların, kocalarının, oğullarının, ya da dayılarının, arn
calanndan birinin yanlarında bulunmasını şart koş
maktadırlar. Oysa, günümüzde dünyanın en uzak yerine
yalnız başına bir kadın güven içinde gidip ge
lebilmektedir. Günümüzdeki bu güven asırlar öncesi
yoktu. Bu kadar güven içinde milyanda bir ferdi olaylar
olabiliyor. Bu yalnız kadınların başına değil, erkeklerin
başına da gelebiliyor. Bu gibi ferdi ve polisiye olaylar
belki de en az seyahat esnasında meydana gelmekte
bulunduğu şehirde, mahallede ve evine daha çok vuku
· bulmaktadır. Bu sorunu buraya almamın sebebi, Islam'ın
gerçek anlamı ile bilinmemesi, yalnız dini bilgiden ve kül
türden uzak kalanları değil güya dini öğrenip, din hü
kümdarı gibi hareket eden cahilleri de uyarmak is
tememdir.
Artık herkes şunu bilmeli ve herkese de öğretmeli ki,
din hususunda akıl ve Kur'an ışığında durumu de
ğerlendirmekten başka çare yoktur. Güvenilecek daha
kolay ve akla yakın bundan başka bir dini ölçü bu
lamamakta ve kimsenin bilgisine güvenmemekteyim.
Halk, din adamlanndan birinin doğru söylediğini an
lattığınız zaman zannediyor ki, o kişi Allah gibi hiç ya
nılmamaktadır. Halbuki Peygamber bile yanılmıştır. Sa
habe Peygambere tam güven beslediği halde işine
susta değişik şartlar ve durumlara göre öğüt ve emir ver- gelmeyen ve aklına yatmayan durumlarda Pey-
rnekten geri kalmamış, kadın ve erkek ayırımı yap
mamış , bundan insanlığın, insanların birbirinden yarar
lanmasın ı, mutluluklarının, huzurlarının , sağlıklannın, bil
gilerinin artmasını sağlamak için dersler, ibretler, öğütler
almasını açıkça anlatmaya özenmiştir. Islam'ın ortaya
çıktığı ondört asır önce insanların seyahat güvenceleri,
yol şartları, insanlar arasındaki ilişkilerin insana saygı yö
nünde gelişmemiş olmasından dolayı bazı kısıtlayıcı hü
kümlerin ortaya konması, seyahati güvenceye almak için
gerekli idi. Ama şimdi değişen zaman ve şartlara bağlı
bu gibi kısıtlayıcı hükümleri asırlar önceki gibi sür
dürmek, lslam'ı hiç anlamamaktan doğmaktadır. Oysa fı-
gamberine itiraz edebilmiştir. Burada kabahalliyi bulmak
gerekmektedir. Kabahaili bulunmazsa, kabahat dü
zeltilememekte, asırlarca sürmektedir. Başta kabahat,
devletlerin, hükümetlerin ve sonra onların güdümünde
olan ilim ve din adamlannındır. Aslında ilim ve din adam
lannın ahlaki ve dini açıdan daha çok sorumlu ol
duklannı iddia etmek en çıkar yoldur. Çünkü onlar bil
diklerine de inandıklarına da ihanet ediyor ve takiyye
kullanıyorlar. Her iki sınıf, halkı sömürmekten başka bir
şey düşünmüyor ve bunlara sivil olan her türlü gurup
(dini olsun, laik olsun) katılırsa, işte o zaman millet ya
bancıların baskısı ile inişe doğru yuvarlanıp gider.
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12, SAYI2, 1999 103
Elli yılımı ve yüksek tahsilimi lslam'ı ana kay
naklarından öğrenmeye verdim. Allah'a şükürler olsun
Kur'an'ın ruhuna, felsefesine, evrenselliğine, 360 de
recelik bir açı ile kainatı kuşatacak şekilde bakılması ge
rektiği ilkesini bilerek ifade edecek bilince ulaştım. Bu,
demek değildir ki, her şeyi veya çok şeyi biliyorum.
Benim özelliğim bildiğimi ve bilmediğimi bilmemdir. Me
tafizik meselelere dair olan Islam felsefesine çok küçük
bir hizmette bulundum. Halka inmedi. Müslümanları
onbir asırlık gaflet uykusundan uyandırmak için bazı
ipuçları ve başlangıç noktaları tespit ettim. Müs
lümanların uyanmaları için iki asırdan beri çalışılmakta
olduğu halde, bir arpa boyu yol alınmadığını defalarca anlatmaya çalıştım. Şunu gördüm, topyekün bir kalkınma
halktan başlamalıdır. Üst kademe de buna destek vermeli, engel olmamalıdır. Bunun için halkı gereksiz ve fay
dasız yere meşgul eden ve zamanını alan, fikren ve be
denen yorgun düşüren bir çok yanlış günlük dini işlerin
ve hurafelerin ayıklanmasına, tasfiye edilmesine gerek
olduğunu kavradım. Yapılacak, Müslümanların günlük
yaşamda daha rahat, huzurlu, daha çok ve ciddi müslümanlık yapmalarına yardımcı olmaktır. Yanlışlar ve hu
rafeler atılıp çıkarıldığı zaman, onlardan boşalan yerler,
boş kalmayacak; zira onlar Islam'ın doğruları ile ve ger
çek bilgilerle doldurulacaktır. Onlar, doğruların ve gerçek
bilgilerin yerlerini işgal ettiklerinden, doğrulara ve ger
çekiere müslümanların kafalarını ve zihinlerini kapalı bu
lundurmaktadırlar.
Bir master öğrencim şunu anlattı: Ismini verdiği ve benim de tanıdığım bir müftüye halktan -.biri şunu -so
ruyor. Karısının dayısı ölmüş, karısını Ankara'dan uçağa
koyacak gideceği yerden biri onu uçaktan alacaktır. Bu
caiz midir? Müftü "asla caiz değildir, büyük günah ve haram işlemiş olur. Yalnız gidemez." Adam, "müftü bey,
siz fetva vermeseniz de ben göndereceğim. Başka
çarem yoktur." demiş . Müftü, haram işler ve büyük gü
naha girer. Şimdi bu zavallı müftü eski fıkhı da bilmiyor,
okumuyor ve okusa da anlamıyor. Buna göre bir kilometreden uzağa giden, yani ses ulaşamayacak yere
giden her kadın büyük günah işliyor. Işte bunlar yanlıştır ve asla günah değildir. Resmi müftü bunu diyor, ama
sivil müftüler de onlardan farklı değildir. Onların hepsi
aynı kitabı okumuştur ve onların okudukları kitapları ben
de okuduğum için, yanlış yaptıklarını söyleyebiliyorum. Bunca, milyonlarca müslüman kadın binlerce defa se
yahat ediyorlar. Bu büyük günah yalnız hanımiara ait olmaz ki, onlara izin veren aileleri de aynı suçu işlemiş
oluyorlar. Bu fetvacılar verdikleri fetvanın kendilerine ge
tirdiği vebalin ve daha · ağır bir günahı yüklendiklerinin
1-04
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
farkında değillerdir. Güya otuz kilometreye kadar izin ve
riyorlarmış. Otuz kilometre ile yüz kilometre arasında ne
fark vardır? Otuz kilometreye ses gitmez ki. Kur'an-ı
Kerim'de seyahat etmeye dair şart bulunmamaktadır. Fı
kıhtaki şartlar zamana ait olduklarından zaman de
ğişince hükümler de değişir.
Insanlar seyahat ettiklerinde elde edecekleri bilgiler
sayesinde, gördükleri ve duydukları üzerinde dü
şünebileceklerini Kur'an şöyle açıklıyor.
"Akıllarını çalıştıracak kalpleri ve işitecek kulakları
varken, yeryüzünde niçin dolaşmıyorlar? Doğrusu yalnız
başlardaki gözler kör olmaz. Göğüslerdeki gönüller de
körleşir"52.
"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kim
selerin sonlarının nasıl olduğunu düşünmezler mi? Ki,
onlar kendilerinden daha güçlü idiler ve yeryüzünü iş
leyip kendilerinden daha çok imar etmişlerdi"53.
"Sizden önce nice yaşam tarzları gelip geçti. O halde
yeryüzünde dolaşın da yalancıların sonunun ne ol
duğunu bir düşünün. Bu, insanlara bir açıklamadır ve
saygılı olanlara ise yol gösterme ve bir öğüttür. Artık
gevşemeyin, tasalanmayın. Eğer inanmışsanız en üstün
siz olacaksınız"54 .
"Yeryüzünde dolaşın, Allah' ın yaratmaya nasıl baş
ladığını ve sonraki yaratmayı nasıl yapacağını bir düşünün"55.
"Yeryüzünde dolaşında öncekilerin sonunun nasıl ol
duğunu bir görün"56: ·
"Puta tapanların dediklerine karşı dayanıklı ol ve on
lardan nezaketle, güzellikle ayrı1"57.
"Doğru inanıp göç edenler ve Allah (kamu) uğruna
canla başla ve mallarıyla çalışanlar Allah katında en yük
sek derecededirler"58.
"Kendilerine zulmedildiğinden dolayı Allah için göç
edenlere dünyada güzel bir durum yaratırız"59.
"Ey örtünüp duran, gizlenip saklanan, kalk, uyarıda
bulun. Giysilerini temiz ve pak tut, murdarilkiardan göç
et, onlardan uzaklaş"60.
52. Hc(c 22/46. 53. Rum 30/9, Fatı r 35/44. 54. Al-i lmran 3/137-139. 55. Ankebut 29/20. 56. Rum 30/42. 57. Müzzemmil 73/10. 58. Tevbe 9/20. 59. Nahı17/41. 60. Müddessir 7 4/1-5.
JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2, 1999
KUR'AN'DA INSANIN DOGAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
"Melekler, kendi kendilerine zulmedenlerin canlarını aldıkları kimselere, "siz nerede idiniz?" deyince, "yurdumuzda güçsüz bırakıldık" diyecekler; melekler onlara 'A!Iah'ın yeryüzü geniş değil miydi? Geniş yere göç ets~ydiniz ya!' diyecekler. Işte bunların yurdu cehennemdir v~ ne kötü yerdir"61
.
Bu ayet bizce çok önemli sosyal bir soruna ışık tutuyor. Insanların güçsüz düşürülmelerinin kabahatini, insanların kendilerine veriyor. Isyana, vurup kırmaya da çağırmıyor. Göç etmeyi bir alternatif ve kurtuluş yolu gösteriyor. Bunun dışındaki alternatifler insanların kendilerine aittir. Bundan sonraki ayette getirdiği hükümde ise başka çarelerin aranabileceğini ortaya atıyor.
"Ne var ki, hiç bir çareye gücü yetmeyen ve göçe bir yol da bulamayan güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklar bunun dışındadır. Allah'ın onları affetmesi umulur. Çünkü Allah Atfedendir ve Bağışlayandır. Kim Allah'a göç ederse yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve elçisine göç etmek üzere evinden çıkarsa ve ölüm onu yakalarsa, onun ödülü Allah'a aittir. Çünkü Allah Bağışlayan ve Acıyandır"62.
Işte Kur'an-ı Kerim, insanın küçük düşürülmesini,
köle ve esir muamelesi görmesini kabul etmiyor. Bunun suçunu insanın kendisine yüklüyor. Fikren, bedenen elinden gelen her türlü hüneri ve yeteneğini ortaya koyarak kendisine yapılan köle muamelesini kaldırmasını gerekli görüyor. Suç insanın kendisine ait olmakla zalimterin de cezasız kalmayacaklarında şüphe yoktur. Bu ayetteki cehennemden ahiretteki değil, bu dünyadaki yaşamlarının cehennem yaşamı olduğunu anlamak en doğrusudur. Çünkü bu gibi yerlerde Kur'an, dünya hayatını anlatıyor. Şimdi bütün Islam dünyasına bir bakılsın. En verimli yerlerde en toplu halde, en zengin olarak oturdukları halde, başkanlarının, krallarının, amirlerinin zulmetmelerinden kendileri de cehennem hayatı yaşadıkları gibi toplumlarını , halklarını da köle durumunda tutup onlara da cehennem yaşamını tattırmıyorlar mı? Işte kabahat, önce zulüm görene verilmek suretiyle işin nereden başlaması gerektiğini gösteriyor. Iş bunu hem zalime, hem mazluma anlatmaktan başka çare görülmemektedir. Zalim de huzursuz, mazlum da, zulmeden de, zulüm gören de. Zalim zulümden vazgeçmeli, zulüm gören de zulümden kurtulmanın çaresini aramalıdır. Islam dünyasında zulüm gören kimse iktidar olunca, bu sefer onun zalim kesilmesi, Islam eğitiminin eksik olmasını ifade eder. lnsımı insanın düşmanı olmaktan kurtarmak için Kur'an'ı çok iyi ve Allah'ın istediği gibi anlamaya ça-
61. Nisa 4/97.
62. Nisa 4/98-100.
lışmaktan başka çare görülmemektedir. Ancak şu şartın ileri sürülmesi gerekiyor. Önceki, sonraki ve günümüzdeki mezhepçilik ve gurupçuluk gözlüğü ve açıs ı
ile Kur'an'a gitmenin bir faydası olmaz, onların inatlarını ve taassuplarını pekiştirebilir. Buna dikkat etmenin zorunluluğu vardır.
Kur'an'ı üç boyutlu açıklama içinde:
a) Senieksi içinde (bulunduğu cümledeki söz manası),
b) Kenteksi içinde (bulunduğu konu içindeki anlamı) ,
c) BOtüı:ılüğ~ içinde (bütün Kur'an'ın ilkeleri ile beraber) ele alıp anlamak ve buna çaba sarfetmek, en doğru yol ve yöntemdir. Bu, sadece Kur'an'ın içeriği, nazariyatı, ilmi ile ilgili olup, asıl buna yön verecek uygulama imkanını anlamak için de hakkında hüküm verilecek durumu, olayı, konuyu da iyi inceleyip bilmek gerekir. Bundan sonra her zaman ve her yerde bu işlemi yapmanın, insanı doğru yola ilelecek olduğuna inancım tamdır.
9- Hakkını arama ve savunma hürriyeti :
Hak ile sıdk (doğru) arasına şöyle bir farklı anlam konmaktadır. Hak olayların kendisine göre meydana geldiği ve oluştuğu nesneye denir. Vuku bulan olaylara uygun olan söze doğru, "sıdk" denir63. Demek ki, hak olaylardan öncedir ve olaylar ona göre meydana gelir . . Doğru, olaylardan sonra olaya uygun olan ve onu tam anlatan bir haber ve bilgi olur. Meydana gelen bir olayı tam olarak nitelemek, anlamak, doğru olur. Ama o olay hak olmayabilir, hakka ve gerçeğe aykırı olabilir. Burada yalan ve yanlış meydana gelir. Hakka, gerçeğe uygun olarak meydana gelmeyen olayları tenkit etme, kötüleme ve yanlışlama hakkı buradan doğmaktadır. Buna göre doğru (sıdk) kavramını hak'kın yerine kullanmak olabilirse de, hakkı doğrunun yerine kullanmak doğru
olmaz. Çünkü, bu kullanım aldatıcı olabilir. Eğer kullanılı rsa, hakka göre vuku bulmayan bir olayın , hakka göre meydana geldiği bilgisini ve inancını verir, bu ise aldatıcı ve yanıltıcı olur. Toplumdaki yanlışların vuku bulmaları ile hak olmaları birbirine karışır. Hak şaşmaz ,
sabit olan, zorunlu olandır64.
Suyun yüz derecelik ıs ıda kaynaması kanunu haktır. Suyun kaynadığını bilmek -kaynamışsa- doğrudur. Burada hak gerçekleşmiştir. Ama su kaynamadığı halde,
kaynadığını söylemek aldatmadır ve doğru değildir.
63. Ali b. Muhammed Curcani (616 H. 1413 M.) Tarifaı120, Beyruı1985. 64.lbn Faıis, Mucemuı-Makayis-11-Luga 2/15, Kahire 1336 H. Eyyüb b.
Musa Hüseyni (1094 H. 1663 M) Külliyat Ebuı-Beka 148. Kahire 1253.
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12, SAYI2, 1999 105
Ragıb Istehani hak kelimesini dört anlamda kul
lanmıştır.
a) Hikmetin gere~i olan bir sebebe göre bir şey ya
ratan ve var edene "Hak" denir. Bunun için Allah'a "Hak"
denmiştir.
b) Hikmetin gere~ine göre yaratılmış olan şeye de
"hak" denir. Bundan dolayı Allah'ın bütün işleri haktır.
Her şeyi bir hikmete göre yaratmıştır.
c) Bir şey ne ise, aslında nasıl ise ona uygun olarak
·öyle oldu~una inanmaya da "hak" denir.
d) Gerekti~i gibi, gerekti~i kadar ve gereken za
manda söylenilen söze ve yapılan işe de "hak" denir.
Buna göre söyledi~in haktır, yaptı~ın haktır; Allah'ın sözü
haktır, denir65.
Gerçek: Hak, varlık (ontology) açısından, zihnin, ha
yalin, tasarımın dışında bulunan, vaki ve var olan nesnedir66.
Gerçek, sadece kendi özüne göre değil, bir şeyi mey
dana getiren nesnedir67. Bu tanım bir bakıma Cur
cani'nin "Hak" kelimesine verdiği manaya benziyor. Ger
çek, varlıkların, var olmalarından ve diğer bir deyimle
kendilerini bize belli etmelerinden dolayı , doğru hü
kümlerin dayanağı olan nesnedir68.
Gerçe~in mahiyetiyle ilgili üç nazariye, görüş vardır:
1. Uygunluk nazariyesine göre, eğer bir önerme
(veya mana) bir olguya, vaki olan bir şeye uygun dü
şüyor ve durumu açıklıyorsa, o gerçektir.
2- Uygunluk nazariyesine göre gerçek, sistemli bir
uygunluktur. Bir önerme, sistemli olarak bir uygun bü
tünün zorunlu öğesi olduğu sürece, gerçektir. Bu bütün,
içinde olan diğer ö~eleri zorunlu kılacak biçimde var ol
malıdır. Işte bu "mutlak gerçek" olur.
3- Yararlılık (pragmacılık) nazariyesine göre bir öner
menin doğruluğu kime yararlı ise ona göredirB9. Prag
macılık görüşü, doğruluğun ölçütünü bilginin uy
gulanmasında gördüğü için yaşama yararlı olan şey
iyidir70.
Metafizikte gerçeklik, düşünülebilen nesne ol-
65. Ragıb Islahani (425 H. 1033 M) Müfredatui-Kuı'an 1245, Mısır 1324. 66. Webster's New World Diclionary, 1210, College Eöılion 1963. 67. New Encyclop. of Philosophy, J. Grooten 444, America 1972. 68. A.g.y.
Prof. Dr. Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlü!jü, 82. TOK. 1979, Osman Pazaı1ı, Küçük Felsefe SöziO!jO 70, A. Cuvillier'den tercüme 1944, Ankara, Türkçe Sözlük 439, TOK. 1983, !smail Fenni, Lugatça Felsefe, 591, lstanbul1341.
69. Dagobert D. Runes and Others, Dictionary ol Philosophy 321-322, 1961, New·Jersey.
106
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
duğundan dolayı, düşüncenin dışında var olan şey dir.
Çünkü var olan gerçek (hak)tır. Gerçek {hak) olan
"var"lı~a aittir, yani var olur. Diğer bir deyimle, gerçek ol
mayan saçma bilgi, gerçeğe uymaz ve hiçbir varlık, as
lında kendi bilgisini taşımayan bir nesneyi içermez71 .
Hakkın; gerçeğin bu tanımı bilgi açısından (epis
temolojik) olan bir tanımdır.
Hakk sözünün iki temel ve kök anlamı bu
lunmaktadır. Biri, "hakk" sözcüğü isim olur. Bu anlamda
dış dünyadaki "varlığa" hak denir72 ki, zihnin dışında , zihin onu düşünse de düşünmese de, var olan şey de
mektir ve bir şeydir. Hakk'ın bu anlamı varlık (ontolojik)
açısından olur ki, dışarda sabit, somut varlık, eskilerin
deyimiyle şey ve nesne olarak var olan demektir. Aynı
zamanda dışarda gereği gibi, hikmetin gereğine göre
olan ve bulunana veya olgular kendisine göre meydana
gelen ve vuku bulan şeye de denir73. Hakk'ın ikinci kul
lanılışı sıfat olmasıdır. Bu anlamda hak, dışarda sabit ve
gerçekten var olan şeye denir ki, dışarda var olanın ni
teliği olur. Birinci anlamdaki karşıtı , zıddı, butlanı olup,
geçersizlik, saçmalık, sırf yokluk demektir ve ikinci an
lamda karşıtı batıl: saçma, geçersiz, yok olan, boş ger
çek olmayandır. Hakk sözcüğü , birinci anlamda isim ve
ikinci anlamda nitelik olarak her iki anlamda Allah'a söy
lenir74. Allah, gerçek ve sabit, daimi bir varlık olarak
Haktır; Allah'a gerçek ve sabit bir varlık olmasından do
layı da sıfat olarak Hakk denir. Bunun için Vacibui
Vücud olan Allah'a, dış -dünyada mevcut olan her şeye,
olgulara uygun olan hükme, sözlere, dinlere, mez
heplere de hakdenir ki, gerçeğe uygun hükmü içerir75.
Hakk, hikmetin gereklerine göre vuku bulan, mey
dana gelen şeydir76. Gerçeklik ve bilgi değişmeye yüz
tutmayan yalnız öz fikrin objelerine gönderme yapar77.
Gerçeklik, kişilerin zihinlerine bakmadan tanımlanma
lıdır. Çünkü kişilerin zihinleri onu kendilerine göre geçerli
sayabilir ve psikolojik herhangi bir şeyin oraya gir
memesi şartıyla da ·oraya girilmemelidir. Gerçeklik, bi
reysel zihnin düşüncesinden tamamen bağımsızdı?8.
70. Prof. Dr. Bedia Akarsu, A.g.e., 147. 71. J. Grooten, a.g.y. 72. Eyyüb b. Musa Kınmh (1094 H. 1683 M) Külliyaı Ebii·Beka 161,
(1253 H. 1837 M) Kahire. 73. Eyyüb b. Musa Kırımh, a.g.y. 74. Eyyüb b. Musa Kınmh, a.g.y. 75. A.g.y. 76. Edward W. Lane, Arabic-English Lexicon 21607. 77. Ana Britanica 221522. 78. A.g.e. 221524.
JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 12, NO 2. 1999
KUR'AN'DA INSANIN DOÖAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
Islam kültüründen ve Batı kültüründen Hakk (true,
truth-gerçek, gerçeklik) hakkında bazı tanımları buraya
aldık. Şu ortaya çıktı ki, her iki kültürde de Hakk'ın ta
nıınları oldukça birbirine yakın ve aynı anlamı vermekte 1
ve taşımaktadır. Bunları özetlersek, Hakk'ın bu tanımları
iki kavrarnda merkezleşiyor. Birincisi, zihin dışında var
olan, yani zihin olmasa da ya da zihin onları düşünmese,
hayal etmese, tasariarnasa da var olanın sabit, zat ve
şey olanın adıdır. Bu kavram, varlığın var olması (on
tolojik) açısından olup olaylar, olgular, hadiseler bu var
lığa, bu şey göre meydana gelir ve buna dayanır, bu var
lık olaylara dayanak olur.
Hakk' ın ikinci kavramı , dışarıda bir şey olarak değil,
bir mana ve nitelik olarak bulunmasıdır ki, bu durumda
bir şeye ve varlığa dayalı, bağlı ve izafT bir anlam olur.
Biyolojik (hayat-yaşam) haklar, sosyal haklar, hukuki
haklar, ahlaki haklar vs. Hakk'ın bu iki kavramı üzerinde
kurulur ve meşruluk, doğruluk, gerçeklik ve geçerlilik ka
zanırlar. Mesela, bitkilerden başlayalım. Bir bitki vardır,
dışarıda bir şeydir. Bundan dolayı ona ait bazı niteliklerin
bulunması, diğer bir deyimle bazı şeylerin ona göre vuku
bu lması, meydana gelmesi hakkına sahiptir. Bitki ya
şayacak, yaşama hakkı bulunmaktadır. Suya, karbana
ve güneşe muhtaçtır. Bunları, bu bitkiden mahrum
etmek, onun hakkını vermemek olur ki, bu ona zul
metmektir. Burada zulüm hakkın zıddı ve karşıtıdır. Ge
reksiz yere, boşuna ve iyi bir şey için kullanma amacı ol
madan bitkiyi, ağacı kesmek, yakmak ona haksızlık ve
zulüm olduğu için bunları yapan da zalim olur. Hay
vanlara gelince, aynı ve daha çok olay ve durumlar or
taya çıkmaktadır. Bunun için, hakkın bir tanımında hik
metin gereklerine uygun olma anlamı verilmiştir ki, bu
tanım çok isabetlidir. Hikmetin gereklerinden kastedilen,
bir varlığın diyelim, varlığına kastediliyor ve o yok edi
liyorsa, başka ve daha önemli bir şeyin varlığını sağ
laması lazım veya onun meşru ve hakkı olan bir niteliği
ona kazandırma amacını gütmelidir. Bu, evrendeki dü
zenin sağlıklı sürmesinin gereğidir. Çünkü evrenin hayat
felsefesi ve hikmeti, bir canlıdan başka bir canlının mey
dana gelmesine dayanır. Bunun için her canlıya varlığını
sürdürecek haklar verilmiştir. Ancak bu haklar sürelidir.
Eğer, bir canlı ölüp, onun yerine bir başka canlı var ol
mazsa, hayat durur ve cansızlar, değişmezler dünyasına
dönüşür.
Elbetteki insan evrendeki canlı varlıkların en üstünü
ve en karmaşık yapıya sahip olmasından ötürü onun bir
çok var olma hakları olduğu gibi onları gerçekleştirmek
için hareket alanları da bulunmaktadır. Işte bu haklarını kullanırken ve kendisine çizilen alanlarda hareket eder
ken, haklarının gereğine göre davranması , onları aş
maması ve onları eksik de yapmaması varlığının ge
reklerine ve hikmetine uygun olması demektir. Insanın
kendisine verilen haklara göre hareket etmesi gerektiği
gibi, kendi dışında meydana gelecek olaylar da onun
haklarına uygun bir şekilde vuku bulmalıdır, yani hak
larına saldırı ve tecavüz olmamalıdır. Saldırı vukuunda
hakkını savunma hakkı veya hakkını savunacak yetkiliye
başvurup şikayet hakkı vardır.
Kur'an-ı Kerim, insana hakkını arama hakkını ve hür
riyetini vermiştir.
"Haksızlığa zulme uğrayanın dışında kimsenin kö
tülüğü ilan etmesini Allah sevmez"79.
Kur'an-ı Kerim, bu ayette iki önemli esasa işaret et
mektedir. Biri haksızlığa ve zulme uğrayanın hakkını
araması için kendisine yapılan haksızlığı dile getirmesi,
ilan etmesi ve onu giderecek yetkiliye başvurması esa
sını getiriyor. Diğer ikinci esas, her hangi bir kimsenin
yaptığı veya yapılan kötü bir işi ilan edip fitneye sebep olmasını yasaklamış olmasıdır. Çünkü bu, haksızlığa ve
felakete sebep olabilir. Başka bir ayette de kötülüğün ,
fuhşun müslümanlar arasında yayılmasını arzu edenlere
elem verici bir azabın dakunacağını ifade etmektedirB0.
Burada uygun düşer diye, fıkıhta güzel bir Islami ve
ahlaki bir kuralı zikretmek istiyorum. Bakıyerum ki. Di
yanet hocaları, alimleri (!) de, dışarıdakiler de fıkıh oku
muyar veya okuduğunu da anlamıyorlar. Biz, eski fıkhın
yerine yeni fıkhın geçmesini isterken eskisindeki doğ
ruları inkar etmenin yanlış olduğunu vurguluyoruz. Ancak onun doğrularını Kur'an'a ve akla göre ortaya
koymanın mümkün olabileceği ölçütünü de veriyoruz.
Ara sıra vuku bulan şöyle olaylar hakkında kimse sesini
çıkarmıyor. Yeni evlenmiş bir kızın canına kardeşi kıy
mıştır. Sebep de şudur: Evlendiği gece bakire ol
madığını ilan eden damadın, k ızı boşayıp evine gön
dermesi sonucunda kızın kardeşi kızı öldürmüştür.
Burada üç katil vardır. Biri, fiilen öldüren kardeş , ikincisi
toplumun yanlış inancı, üçüncü katil de kızın bakire ol
madığını ilan eden damat. Işte şimdi size fıkhın hükmü; eğer kız bakire çıkmazsa, kocası onu asla ilan edemez.
79. Nisa 4/148. 80. Nur 24/19.
ISLAMI ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12, SAYI2, 1999 107
Ama boşamak isterse, başka bir sebep ileri sürerek boşaması lazımdır. Fıkhın bu hükmü ne kadar güzel ve Islam ahlakına, Kur'an'ın felsefesine uygun oldu~u açık
tır. Ayrıca bakireli~in olmamasının birçok sebeplerini, fıkıh ayrıca zikreder ve o sebeplere yeni sebepler de eklenebilir. Işte Kur'an'ın, insanın şerefine verdi~i bu de~eri görenek ve gelenek yıkmaktadır. Işte halkın dini dedi~imiz bu gibi saçma zulümlere sebep olan, batı! hurafe
inançlardır. Din adına mangalda kül bırakmayanlar,
ıanetlemedikleri ve tenkit etmediklerinden onlar da cinayete ortaktır. Kıza haksızlık edilmiş ve zulmen öldürülmüştür. Insanların haklarını arayacak olan devlet ne yapmıştır, bilmiyoruz. Suçltı cezalandırılmazsa bu meşum cinayet tekrar eder, gider.
Kur'an-ı Kerim, bunun için saldırana, tecavüz edene, karşı durma, hakkını alma emrini vermiştir. Insanlara saldırmama, tecavüz etmeme emrini vermekle kalmamış, karşı tarafı durduracak, ona da haddini, sınırını bildirecek emirleri de vermiş, böylece gasbedilen ve zorla alınan bir hakkı geri alma hakkını kabul etmiştir. Yalnız Kur'an, getirdi~i karşı atak ve saldırıyı kural altına almış ve yapılan saldırı kadar karşı ata~a. tecavüz miktarı
kadar tecavüz etmeye izin vermiştir.
Kur'an'ın ana felsefesi, bireyin ve toplumun disiplinine göre nezaket kurallarını işletme amacını güder. Toplumda karışıklık, kargaşa, kavga, gürültü, kabalık,
sertlik ve düşmanlı~ı Kur'an istemez. Bireyin hakkını korumayı devlete bırakır. Herkes kendi hakkını kendi almaya kalksa ve herkese bu hak verilse, karışıklık ve fitne çıkmasından başka, güçsüz olanlar haklarını hiç bir zaman alamayacaklar. Devlet, hem bireyin hakkını güç
lüden alacak ve verecek, hem de toplumun düzenini korumuş olacaktır. Burada bütün iş, devletin adaleti tam yerine getirmesine dayanır. Devlet bu güvenceyi bireye sözle de~il, işlevi ve uygulaması ile vermek sorumlulu~una inanması gerekir.
Kur'an'ın insana verdi~i do~al haklar içinde din hürriyeti, düşünme hürriyeti, mal, mülk edinme hürriyeti vs. ve can güvenli~i. yeme, içme, okuma, tuvalete gitme, giyinme ve islirahat güvencesi ve hürriyeti, -insanın varlı~ının gerektirdi~i derecede olması halinde- söylenebilir. Kur'an'ın burada zikrettiğimiz disiplin ve nezaket kuralına göre "hak verilmez, alınır" veya "hak alınır, verilmez" gibi tekerlerneler Islam inancına ve davranışına temel teşkil etmez, disiplin ve nezaket kuralına aykırı düşer. Çünkü devlet her haksızlığı gidermek zorundadır. Bunu kendili~inden yapacaktır. Ama tarihte ve bugünkü dünyada hak alınıyor, devlet vermiyor. Bunun için, dünyanın ileri
.108
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
milletleri ve devletleri, halkını guruplar ve sendikalar teş
kil ederek haklarını arama imkanına sahip kılmaktadırlar.
Bu sendikaların çok iyi bir yönü toplumda bir kargaşaya
meydan vermeden kanunlar çerçevesinde haklarını al
maya sahip olmalarıdır. Ancak kötü tarafları da hakları
olmayanların bir takım haklar istemeye kalkmalarıdır.
Bunlar, kendilerine mensup olan insanların haklarını bir
kanun sınırları içinde isterken, devlet onların haklarını
toplumdaki dengeyi göz önünde bulundurarak tayin ve
tespit etmelidir. Bunu adil devlet yapar. Onun için adalet
kavramı üzerinde durup, onu hem bireylere, hem sen
dikalara, hem de devlete iyi anlatmak ve belietmekten
başka çıkar yol yoktur. Herhangi bir sendikanın men
suplarının toplumdaki geçim indeksini bozacak, alt üst
edecek derecede bir hak davasını devlet dengelemezse,
işverenin , aşırı hak isterneyi kabul etmekten çekinme
mesi durumunda piyasaya sürecek olduğu mala onu ek
leyerek enflasyona sebep olabilir ve diğer kesimleri de
aynı düzeye çıkarmak zorunluluğu doğar veya onlara
zulmedilmiş olur, toplumda huzur ve sükun, disiplin ve
nezaket bozulur.
"Kim size saldırırsa , siz de size saldırdığı kadar ona
saldırın"81 .
"Sizinle savaşanlarla Allah için siz de savaşın, ama
aşırı gitmeyin"82.
"Tecavüz etmeyin, saldırmayın, Allah saldıranları
asla sevmez"83.
"Eğer ceza verirseniz, size ne kadar ceza verilmişse,
siz de o kadar cezalandırın"84.
Kur'an- ı Kerim, tecavüzü, saldırıyı , sınırı , hududu aş
mayı hiç kabul etmez, teşvik etmez, edeni de hiç sev
mediğini, bir çok ayette zikreder. Ancak, saldırana, sal
dırdı~ı kadar karşı koymaya izin verir. Saldırıya uğrayan ,
kendisine olan saldırıdan fazla bir saldırıya kalkışırsa, o
zaman saldırgan durumuna geçer ki, Allah onu sev
meyeceğini bildirmiştir. Bu ayeti kerimeleri okuduğum
zaman, Shakespeare'in Venedik Taeiri adlı piyesinde geçen anlaşmadaki "bir kilo et" davasının sonunda,
hakimin, "bir kilo et" almasına hükmederken, "ama iyi
dikkat et, bu bir kilo etin içinde kan zikredilmediği için
kansız bir kilo eti, adamdan kesip alabilirsen al, yoksa
81. Bakara 2/194. 82. Bakara 2/190. 83. Malda 5/87. 84. Nah116/126.
JOURNAL OF ISLAMIC RESEAACH VOL: 12, NO 2, 1999
KUR'AN'DA INSANIN DOGAL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
kan akıttı~ın için cezaya çarpılırsın" hükmü.nü hatırfarım. Gerçekten verilen _ceza bu kadar denk ve aynı olacak, başka şey olmayacaktır. Her zaman tekrarladı~ımı burada da zikretmek istiyorum. Müslüman do~ru dürüst ola
ca~. başkasının hakkını yemeyecek ve çok güçlü olacak başkasına hakkını yedirtmeyecek, baş~asının kendi hakkını yemesine göz yummayacaktır.
10- Öğrenme hürriyeti ve güvencesi:
Kur'an-ı Kerim, okuma emri ile başlıyor. Şüphesiz, . ö~renmenin, bilmenin, ilk adımı ve basama~ı okumaktır. Ö~remmek, işitmek ve duymak ile başlarsa da okumanın aslı okunacak, yazılı bir şeye dayanır. Insan ya ezberinde, daha önce zihnine alıp sakladı~ı şeyi tekrar eder veya yazılı olan bir şeyi alır, okur. Bunun için okumanın öncesinde bir yazı bulunur veya yazarken yazdığını, ya da duyduğunu okur. Okumada asıl olan anlam, başkas.ının· yazdığını · okumak demektir. Böylece okumanın en öne.mlı' kayna~ı _kitap okumaktır. "Kur'an" kelimesinin asıl ve kök anlamı okumaktan geldiği için "Kur'an" okuma kilabi demek!ir ki her zaman, her türlü du
rumda şartsız okunmas1 gereken kitap anlamını taşır.
Öğrenmenin, ilmin ilk basamağı okumak olmasının gerektirdiği görev, insanın her şeyden önce, namazdan önce, iman etmeden önce, Allah'a inanmaktan önce okuması ve öğrenmesi gelmektedir. Böyl~ önce gelmesinden ötürü de her şeyden önemlidir. Çünkü insan, Allah'a imanı da, nasıl inanaca~ını da, Allah'ın ne demek oldu~unu da ve yapaca~ı her şeyi veya inanaca~ı her şeyi ve inanması gerekenin ne ve nasıl olması gerekti~ini okumakla, bilgi sahibi olmakla ö~renecektir.
Bunun içindir ki, Kur'an ilme ve ilim sahibine her şeyden ve herkesten daha çok önem vermiştir. Insanın bütün varlıklardan üstün olmasının sebebi ilim elde edebilmesi, bilmediğini ö~renebilmesidir. lik müslümanlar ilmin bu üstün de~erini çok iyi anlamışlar, önceki millelierin ilimlerini su gibi yutmak için yarışmışlar ve tarihte yeni bir medeniyet kurmuşlardı. Kur'an ilmi ve ilim adamını tenkit etmez. Ama iman edenleri tenkit eder.
Çünkü ilirnde yalan ve yanlış olmaz. Olursa, onu düzeltme imkanı vardır. Insan ö~renmeye devam edece~i için kendi yanlışını kendisi bulabiieceği gibi, başkası da onun yanlışını ortaya koyabilir. Ama imanın yalan olma ihtimali bulunmaktadır. Insan inanmadığı halde inandığını söyleyebilir ve insanları kendırabilir veya inandığı şeyin yanlış olması ihtimali de vardır. Onun için imanın doğru ve gerçek olan şeye iman oldu~unu tayin ve tespit etmekte ölçüt, onun sağlam ve do~ru bilgiye dayanmasıdır. Do~ru iman ı elde etmek için, doğru ve sağ-
lam bilgiyi önceden elde etmek gerekir. lmandan sonra ilim olmaz, do~rusu ilimden sonra iman olur ve sağlam,
şaşmaz ima·n bu olur.
"Ey inananları Toplantılarda size 'yer açın, yer verin' denince siz de yer açın ki, Allah da size genişlik versin, 'aya~a kalkın' denince de ayağa kalkın ki, Allah inananlarınızı ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptığınızdan haberdardır"85.
Bu ayeti kerime, ilim toplantılarında nasıl davranılacağına işaret etmekle beraber, iman edenleri iman etmeyenlerin üzerine üstün tuttuğunu ve iman edenlerin içinde de ilim s~hiplerini iman edenden yükseğe çı
kardı~ını anlatıyor.
"AIIah'ın gökten su indirdi~ini görmüyor sunuz? Biz onunla renkleri çeşit ç_eşit ürünler yetişti ri riz; da~larda da beyaz, kırmızı ve simsiyah değişik renklerde katmanlar vardır. Insanlar, yerde sürünanler ve davarlar da _öyl~ce çeşit çeşit renktedirler. Ama, Allah'ın kulları için de, O;na saygı ile eğilenler ancak alimlerdir. Çünkü Al_lah __ izzet, o.nur sahibidir, Bağışlar. Doğrusu Allah' ın kitabını okuyanlar namaz da kılar ve verdiğimiz rızıktan da gizli ve aşıkare verirler, tükenmeyecek bir kazanç umarlar''66.
Kur'an-ı Kerim, bu ayetlerde, madenlerden, bitkilerden, hayvanlardan ve insanlardan bahsetti. Ama insanların içinde ibadet edenlerden alimleri övdü. Çünkü ilim en büyük ibadettir. Sonra Kur'an okuyanların peşinden namaz kılanların ve infak edenlerin tükenmeyen kazanç umduklarının doğru oldu~unu anlatmaktadır. Burada sıra ile kitabı okumakle ilim elde etmek, bu il[m ile namaz kılmasını öğrenip namaz kılmak ve namaz kılan kimse çok çalışıp, servet sahibi olduktan sonra hayırlı işlere ilim yoluna sarfetmekle ancak tükenmez bir kazanç elde edebileceği anlatılmaktadır.' Çünkü en çok sevap ve . maddi kazanç ilme sarfedilen paradan do~abilir. Çünkü her şeyin iyisini ve daha iyisini ve en iyisini ö~renmek ancak .ilimle mümkündür. Ilim verdikçe, öğrettikçe hem kendisi artar, hem de sevabı, mükafatı çoğalır.
Burada önemli bir hususu belirtmek istiyorum. Okumanın, ilim elde etmenin sınırı yoktur. Ama namazın sınırı vardır. Beş vakitte on yedi rekat farz namazı ile sınırlıdır. Kur'an, bu kadar namazı temiz ve gerçekten Allah'a gönülden yönelerak kılmayı yeterli görmüştür.
Farzın dışında kılınabilen namazlar, okuyamayan, işten, güçten kesilmiş kimseler için iyi bir ibadettir. Ilim okuyup okulanın sevabı sürekli olur. Farz namazların sevabı bile sürekli değildir. Namazı kılan, kıldı~ ı anda sevabını alır
85. Mücadele 58111. 86. Fatır 35/27-29.
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12,·SAY-~2 . 1999 109
ve işi de sevabı da biter. Ama ilim öyle değildir. Iyiliğe ve
ilme sarfedilen paranın da aynı şekilde ilme yapmış olduğu katkıya göre sevabı sürer, gider. Kur'an'ın tükenmez kazanç dediği budur. Fakiriere yapılacak en iyi
yardım da onların okumalarına yardımcı olmaktır.
"Bilenlerle bilmeyenler hiç bir ve eşit olur mu! Doğ
rusu bundan ancak akıl sahipleri öğüt alır''87.
Bilen ile bilmeyen arasındia dereceler olduğunu, yu
karıdaki ayet ortaya koydu. Bu fark bir derece değil, derecelerden ibarettir. Alim sahabeden olan lbn Abbas'a
göre, bu dereeelerin yedi yüz olduğunu ve her bir derecenin arasındaki mesafenin sülün gibi bir koşu atıyla
beş yüz senelik bir yol olarak takdir ettiğini "Kur'an'a Göre Araştırmalar" serimizde anlattık88. Ilim adamının bu derece farkını günümüzde şöyle bir örnek olayla an
latmak daha dikkat çekici olabilir. Ilim sahibi en azından Jüpiter'e çıkar, cahil kalan, yerde gezer ve sürünür. Işte
ilim adamı ile cahil arasında bir derecenin uzaklık mesafesi bugün daha açık anlaşılabilmektedir. Bunu da anlatan gene ilmin kendisidir.
Imdi, ilim adamının bu derecesine ortak olmak, zenginlerin ve servet sahibi kimselerin elindedir. Ayet de buna işaret etmektedir. llme yardım eden, ilim yapan
kadar sevap kazanır ve yardımına göre Allah katında
alimierin derecelerine yükselebilir. Onun için, ilim yolunda olmayanların alimiere düşman olmalan yerine, onların ilmi çalışmalarına ve yaptıkları ilimierin yayılmasına
en büyük yardımı yapabilirler ve onlardan daha da çok sevaba nail olabilirler. Işte ilme bu şekilde gönülden yardım edenler de alimler derecesinde Allah'a saygı ile eği
len kimselere olan övgüye ulaşabilirler. Kur'an, insanın okumasına, öğrenmesine ve ilim elde etmesine yalnız hürriyet ve serbestlik vermekle yetinmeyip ona emir ver
mekte ve ona övgüler yağdırmaktadır. Çünkü, insanın
ilim elde etmesinden başka onu Allah'a yaklaştıracak kadar önemli bir işi ve ibadeti yoktur.
Evren de ilim üzerine, Allah'ın ilmi . üzerine kurulmuştur. Eğer ilim olmasaydı, bu kadar düzenli olamazdı, belki de hiç var olmazdı. Yüce Allah'ın insanı yeryüzünün idarecisi, görevli memuru tayin etmesi, onun ilmine dayandırıldı. Önce ona öğretti ve sonra gö
revlendirdi. Tasawufçuların, tarikatçıların yaptıklan gibi yemeden içmeden, dünyadan el etek çekerek, tesbihle,
zikirle kalbi anlayarak, namaz kılarak ilim elde edilmez.
87. Zümer 39/9. 88. Ali b. Abdullah Semhudi (911 H. 1505 M) Cevahirul-lkdeyn li Fadı iş
Şerefeyn 78, Baljdat 1985.
11 o
PROF. DR. HÜSEYIN ATAY
Böyle yapanların cahillikleri apaç ı k ortada dururken hala ilmin değerini, Allah'ın verdiği değeri anlamamak, ilme karşı çıkmak sıradan bir müslümanın işi değil , aptal,
ahmak ve ebleh bir kişinin işidir. Dikkat edilirse, Yüce Alah çok namaz kılanlan bazen lanetliyor, övmüyor, yüceltmiyor da ilim sahiplerini, ilme ve iyiliklere infak edenleri ve yardımlaşanlan övüyor. lik müslümanlar, Kur'an'ın bu mesajını iyi anladılar ve ellerinden geleni yaptılar.
Şimdiki müslümanlar da ilme, öğrenime ve eğitime topyekün koyulmaları halinde dünyaya örnek hakim millet olabileceklerdir.
Islam dini insanlara bin yüz seneden beri yanlış anlatılmış ve aniatılmaya devam etmektedir. Bütün yan
lışların temelinde, ruhunda, felsefesinde iki sebep bulunmaktadır:
a) Birinci sebep, ilim iman ilişkisidir. lik üç as ı r müslümanları ilmi imandan öneeye almışlardır. Bunda iki
özellik bulunmaktadır. Biri, önce ilim yapmak, ilim öğ
renmek ve ilmi de en sağlam kaynak olan Kur'an'ın yöntemine göre öğrenmek. Diğeri, şüphesiz bu öğrenmeyi akıl yapacağı için, aklı öne almak ve onu göreve çağırarak çalıştırmaktır.
b) Ikincisi, ilim yapmanın her türlü ibadetin önüne geçmesi ve en büyük ve önemli ibadetin ilim yapmak olmasıdır. Oysa müslümanlara namaz en büyük ibadet ve dinin direği olarak anlatılmıştır. Işte bu yanlıştır. Ilim namazdan da önce ve namazın da temelidir. Farz namazları yirmi dört saat içinde abdesti ile beraber hepsi bir saat sürmez. Yirmi üç saat içinde uyku ve biyolojik ihtiyaçlar en çok sekiz saat tutsa, geri kalan onbeş saat ilim yapmak, okumak, öğrenmek ve öğrendiğini yapmak zorundadır. Bütün insanların her türlü kitap ilmini elde etme, okuma zorunluluğu yok ve imkanı olmayabilir. Bu
rada kastedilen herkesi ilgilendiren her kesin kendi mesleki ilimdir.
Hz. Peygamber diyor ki, "Gidip Kur'an'dan, Allah'ın
Kitabından bir ayetin manasını öğrenmek, yüz rekat namazdan daha hayırlıdır. Gidip ilim dallanndan birini öğrenmek, -bu ilimle ister amel edilsin ister edilmesin-, bin rekat namazdan daha hayırlıdır"89. O halde gidip yüz rekat namaz kılacağına kalk Kur'an meali al, bir ayet oku, öğren. Burada herhangi bir ilim dalını öğrenmenin, bir ayetin manasını öğrenmekten daha üstün tutulması, insanın ilmi geniş olduğuna göre Kur'an'ı daha iyi anlayabileceği içindir. Hz. Peygamber'in "o ilimle ister amel edilsin ister edilmesin" sözü ilmin faydasız olabileceği id-
89. Semhudi, a.9.e., 88.
JOURNAL OF ISLAMI C RESEARCH VOL: 12. NO 2, 1999
KUR'AN'DA INSANIN DO~AL HAKLARI, MÜSLÜMANLARlN DURUMUNU TESPIT VE MÜSLÜMANLIK KUR'AN'IN NERESINDE?
diasını ve saçmalığını da reddetmiş oluyor. Demek, ilim
oldukça, o mutla~a namaz kılmaktan derecelerle üstündür ve en önemli ibadettir. Bunun için Hz. Pey
gamber, bir sözünde "ilmin .fazileti , ibadetin faziletinden da~a üstündür"90 demiştir. Buna şu anlam da verilebilir. Ilmin fazlas ı , nafilesi, ibadetin fazlasıııdan, nafilesinden daha üstündür. Sünnet ve nafile namaz kılacağına, faz
ladan herhangi bir kitap okumak ve bir şey öğrenmek daha üstün tutulmaktadır. lik müslümanlar, Kur'an' ın ve hadisin ilme ait bu emirlerine ve tavsiyelerine ciddi olarak
sarıldıkları için, dünyaya hakim oldular. Şimdikiler,
Kur'an' ı ve Kur'an'a uygun hadisleri ihmal ettikleri için dünyaya rezil oldular.
Alimin, cahil üzerine üstünlüğü bu kadar yüksek olduğuna göre, Peygamberin varisieri de ancak alimler ol
duğuna göre91 ilim elde etmemiş ve ilim sahibi olamamış kimseler, dünyada bu kadar servet sahibi oldukları
halde, dereceleri ve değerleri hem dünyada, hem ahirette bu kadar faziletten mahrum olacaklardır? Kur'an-ı
Kerim ve hadisler, onların da alim derecesine yük
selmelerine imkan sağlamıştır. Kim ilme, ilim yapmaya, alime yardımda bulunur ve ilmin yayılmasına, neş
redilmesine katkıda bulunursa, bu katkının oranına göre o, ilmin, alimin derecesine yükselebilir. Ancak burasın ı iyi
kavramak lazımdır. Insan cami, okul yaptınyor, taşa, çakıla para veriyor, kitaba, ilme ve ilim yapmaya tek kuruş vermiyor. Ben şöyle diyorum: Bir alim bin tane cami yapar ve yaptırır, ama bin tane cami bir ilim adamı ye
tiştiremez. Işte bin rekat namaz kılsa, bir kelime öğ
renemez. Bunun misali camiler, sokaklar ve çarşılar,
pavyonlar namaz kılan insanlarla doludur. Ama ilimden
bir payları yoktur. Bunun için bir kelime öğrenmek ve öğretmek ve buna yardım etmek, her türlü ibadetten üstündür. lbadetlerin en üstünü öğrenmek ve anlamaktı~2.
90. Semhudi, a.g.e., 87. 91. "Alimler peygamberterin varisleridir". (Hadis) Buhaıi (11".!5) Zebidi,
Tecıid·i Sarih Tercümesi (3/20, ilim), Darimi (r.349). nrrnızi (Ilim, 42, R2682), Ebu Davut (Ilim 24, R.3641), Ahmed (5/196), lbn Mace (223).
92. Semhudi. a.g.e., 87.
"Kim bir iyiliğe aracı olur ve yardım ederse, ondan kendine bir hisse alır''93.
Hz. Peygamber, "Bir iyiliğe sebep olan. iyiliği yapan kadar ecir alır ve bir kimse bir bilgi öğretirse, o bilgiye
göre iş yapan kadar ecir alı r ve yapanın ecrinden de hiçbir şey eksilmez"94.
Bunlar Hz. Peygamberin sözüdür. Peygambere inandığını bas bas bağıran, niye peygamberin bu gibi söz
lerine canla başla sarılmıyor. Cehaletten, abuk sabuk, saçma sapan konuşmaktan, ilim adamına bozuk ve ca
hilce dil uzatır. Işte kim ki, bir öğrenciye , bir kimseye bir bilgi öğretir; o öğrettiği kimse o bilgiye göre yaptığı işten
aldığı sevap ve Allah katındaki mükafaat kadar bir sevap da onu öğretene verilir ve yapanın sevabmdan bir şey eksilmez. Bu şu demektir: Öğreten öğrettiği kimsenin se
vabına ortak olmaz. Çünkü ortak olursa bölüşülür. Ikisinin sevap hissesi yarıya iner. Onun için Hz. Pey
gamberin de açıkladığı, sebep olan, yapanın sevabının bir benzerini, bir eşit miktarını alır, sözü önemli bir ilkeyi ifade ediyor.
"Allah, Kendisinden başka tanrı olmadığına, melekler ve yansız ilim adamları da, O'ndan başka tanrı ol
madığına tanıklık eder"95•
Burada önemle vurgulanan, Allah'tan başka tanrı olmadığına, inanan insanlar içinde yalnız ilim adamlarının zikredilmiş olmasıdır. Allah'ın varlığına belge ve tanık
Allah'ın yarattığı bütün evrendir. Işte Allah'ın yaratmasından, Allah'ın varlığına ve birliğine delil alimlerdir. Kur'an ilm e böylesine değer vermektedir.
Bunu "müslümanım" diyenler anlamıyorsa kabahat
onların akıllarındadı r. Çünkü başkaları bu değeri çok iyi anlamaktadır.
93. Nisa 4/85. 94. Semhudi, a.g.e., 91. 95. Al·i lmran, 3!18.
ISLAMi ARAŞTIRMALAR DERGISI, ClLT: 12:SAYI 2, 1999 111
ll . Mur..ıt'ın Bur.;a'da tahta ~:ıkışı (1421) Hilııı::m:ııııt:: Türk Tarih Kuruımı