Çağdaş yol mayıs 1989 sayı 7
Post on 27-Jul-2016
242 Views
Preview:
DESCRIPTION
TRANSCRIPT
Yeni döneme uygun devrimci tutum
ne olmalıdır?
Ve 1 Mayıs
Yeni sömürgecilik
Afganistan'da neler oluyor?
AT ve Türkiye
Avrupa'da Sosyal Demokrasi
Bir direniş örneği: Burdur
Öğrenci hareketinde son durum
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecel bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİNİZ!
SİYASİ DERGİ
YIL: 2 SAYI: 7 MAYIS 1989 FİYATI: 2500 TL.das
i / r » r m " m i n + A □ /-\ I ı"ı
8 Mart 1989'da Türkiye'de Kadın Hareketi
Genel olarak sosyal sınıflar
"E M E K " eleştirisi
Teodem olayının düşündürdükleri
Üniversitede eğitim çıkmazı
"İnsan hakları" veya uçuşup duran burjuva kavramlar
Dünyada kadınlar
30 Mart'ı anmak ve anlamak
Çağdaş YolSİYASİ DERGİ
Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz İÇ İN D E K İL E R
SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ:
Süleyman Kılıç
YAZIŞMA ADRESİ: Jöntürk Cad. Nikâh Dairesi Karşısı
Şamdancı İshanı Daire: 26 Laleli/İSTANBUL
FİYATI: 2500 TL.
YURTDIŞI FİYAT!: 5 Sfr.. 6 DM
GENEL DAĞITIM: Etkin Dağıtım
DİZGİ: Alfa Ajans
BASKI: Çiftay Matbaacılık
B aşyazı/Y O LS ın ıfsa l Yapı T a h lille r in e 12 E y lü l’ün K a tk ıla rı/M . Y ı lm a z e r ...................................6A v ru p a ’da S osya l D e m o k ra s in in E vrim i / K. S a ru h a n ............................................ 9Yeni S ö m ü rg e c ilik Z in c ir in d e Ü c ü n c ü D ünya Ü lke le ri / A . T a n s e v e r ........... 14B ir D ire n iş Ö rn e ğ i: B U R D U R / S. B aso l .................................................................... 23A fg a n is ta n ’d a N e le r O lu y o r / A . K em al ....................................................................... 24A B C : B iy o lo jik S ila h la r / Dr. H. K ıv ılc ım lı ................................................................... 28AT ve T ü rk iye / A .K e m a l ..................................................................................................... 30Ö ğ re n c i H a re k e tin d e M evcu t D u ru m / S. A takan .................................................. 35Ü n ive rs ite ve E ğ itim Ç ıkm azı (2) / N. C a ğ la r .......................................................... 398 M a rt 1989 ’d a T ü rk iye Kadın H a re ke tin in G e ld iğ i K onak / G .D e m ir .......... 41D ü nyada Kadın / Ç e v ir ile r: A. Tansever ..................................................................... 44“ İnsan H a k la r ı” veya U ç u ş u p D uran B u rju va K a v ra m la r / A. D o ku m a c ı ... 48R oza / A . D o ku m a c ı .............................................................................................................. 53S o sya lizm i K avram a S o ru n u ve Teodem E y le m in in D ü ş ü n d ü rd ü k le r i /S. G ü lb a h a r .............................................................................................................................. 56H a lk ın g e n iş K e s im le rin e U la ş m a d a D e v rim c i E ğ itim in U ygu lan ış ı veH a lk Ö n d e r liğ i Ü s tü n e / A .A y d e m ir ............................................................................... 5812 E y lü l’ün İşçi H a reke ti ve S e n d ik a la r A ç ıs ından D o ğ u rd u ğ u S o n u ç la rve Bu s o n u ç la ra M ü d a h a le m iz / A. E rkök ................................................................ 62S o sya lis tle r S avaş S o ru n u n a N asıl Y ak laşm a lı / A. A y d e m ir ............................ 65D avid A lfa ro S iq u e iro s / E. Z e y tin o ğ lu ........................................................................ 68G e n e l O la ra k S osya l P a rtile r / Dr. H. K ıv ılc ım lı ...................................................... 70D iya rb a k ır D estan ı .................................................................................................................. 7630 M a rt ’ ı A n m a k ve A n la m a k / H. Yalcın ................................................................... 78
ızvASva
. YENİ DÖNEME UYGUN DEVRİMCİ TUTUM NE OLMALIDIR?
*4̂
Yakın tarihimizin son 30 yılını her m ücadele dönem ini açan güçler açısından ele alırsak, d ö n em e uygun devrimci tu tum un ne olm ası gerektiği oldukça aydınlanacaktır
1960 sonrası gelişen m ücadele dönem i 27 Mayıs ordu darbesiyle açıldı. A nayasa, seçimler, toplantı gösteri, sen d ikalar v b. alanlarda getirilen kısmi dem okratik haklar, m ücadelenin uzun süredir sıkıntısı çekilen, kitleselleştirilm esinde önem li im kânlar yarattı. Bu d ö n em d e kurulan TİP parlam en toda 15 milletvekili, DİSK. FKF vb kitle ö rg ü tlen m elerini de yaratm ayı başarm ış önem li bir güçtü. Ne varki I İP’in eski kuşak devrim cilere karşı “onları partiye alırsak parti kapanır" tü ründen boykotçu bir tu tum a girmesi ve m ücadeleyi kendisiyle başlatması, tarihten kopm asına, köksüz ağaç gibi o rtada kalm asına yol açtı. Pratik politikada devrim sorunu yerine, parlam enterizm ve sendikalizm e dayanm ası: gençliğe karşı ise “kıpırdamayın faşizm gelir" tü ründen yaklaşımları onun sol maskeli bir düzen partisi olm aya o y n ad ığını ortaya koym uştur. Ulusal so runda şovenizm ve Türkçülük program ının temeli o luşm uştur. Bu konularda yapılan uyarı ve eleştirilerden ders çıkaram ayan TİP, egem en sınıfların seçim k an u n u n d a yaptığı bir değişiklikle, p a rla m en to da çoğunluğun sağlayıp iktidara gelm ek hayalinin 1969 seçim leriyle iflasını yaşam ış, parti içinde sancılar artm ış ve MDD kopuşm ası yaşanmıştır.
Bir yandan ekonom ik kriz ve öte yandan kitle hareketlerinin yükseldiği 60 ’lı yılların ortasından itibaren dönem in radikal eğilimi olarak şekillenen akım lar üzerinde 27 mayıs darbesinin, Talat Aydemir - Fethi G ürcan hareketinin ve 9 m art cuntasını o luşturm aya çalışan subay hareketlerinin önem li etkisi olm uştur. Biz bu g ü nden 25 yıl geriye bakıp bu etkileri yeniden ele aldığımızda bu du rum u objektif ve sübjektif pek çok n ed e n d en dolayı da biraz doğal karşılıyoruz. Aşılmış ve çok geride kalmış bir dönem i günüm üzün değer yargılarıyla yargılamayı da. yok saymayı da uygun bulm uyoruz. Elbetteki günüm üzde benzer yaklaşım lar tüm den aşılmıştır. Zaten 12 Mart ve 12 Eylül deneyleri de o rta dadır. G erek proletarya devrimciliğinin, gerekse küçük burjuva devrimciliğinin pratik - politikada böylesi bir etkiden 25 yıllık m ücadele sürecinde arınm ası yaşanm ış ve bu süreç önem li o randa tam am lanm ıştır. Zaten bizde bu “kalıntının" etkisinin o dönem in radikal akımlarının hangisinde ne kadar o lduğunu , hangisinin işçi sınıfının bağımsız tavrını esas alarak böyle bir “kalıntıyı" yedek güç yapm aya çalışıyordu.bunu irdelemiyoruz. Yalnızca önem li bir gerçeğe parm ak basıyoruz. Bir dönemin açılışını yapan ana akımın, daha sonra ortaya çıkan akımlar üzerinde önemli oranda etkileri olmaktadır. 1960 sonrasının radikal ve devrim ci akımları üzerinde birazcık gerçekçi bir araştırm ayla bu etkiyi herkesin görebilm esi m üm kündür. G ünüm üzde kendi tarihi köklerini bu dönem in bazı akım ve oluşum larına dayandıranlar objektif yaklaştıklarında, sübjektif iddialar ne olursa olsun bu gerçeklikle karşılaşırlar. O dönem in bir tek konuda Kemalizm konusundaki- değerlendirm eleriyle günüm üzde aynı konunun nasıl değerlendirildiğini bile biraz karşılaş tırsalar sözünü ettiğimiz etkiyi görebilirler. Yanız gerçek şu ki 27 Mayıs ordu darbesiyle açılan o dönem , başlangıçta reform ist akım TİP-güçlü gibi de görünse aşılm aktan kurtulam am ıştır. D aha sonra ları da yen iden yeniden oksijen çadırına alm a çabaları da bir sonuç getirmemiştir. 27 Mayısın, yukarıdan da olsa burjuva ufku da taşısa- radikal etkisi, dönem in radikal eğiliminin önce MDD. giderekte yeni oluşum ve tem ellere o turm aya çalışan akımlar, örgütler biçim inde üste çıkarm a yönünden olm uştur. Elbette bu radikalizm, bir ö lçüde yukarıda değ inm eye çalıştığımız etkiyle inmeli olm uştur. Aynı etkiyi belli ö lçülerde de yaşıyor da olsa Proletarya Sosyalizminin d ö n em e ilişkin bu etkiden, solun önem li o randa kopuşunu sağlayacak olan ve ortaya çıkan birikimi bir nitelik sıçram asına dönüştürm eyi h ed e fle yen proletarya partisi ve Halk cephesin in örgütlendirilm esine yönelik önerileri yaşam a geçem em iştir. T H K P C kend ine özgü üslup, atılganlık ve gözüpeklikle, parti ve cephe halkalarını. DEV-GENÇ birikiminin önem li bir kısm ına d ay a narak yaşam a geçirmek istemişse de, 12 Mart darbesiyle yenilmiş, yenilginin yanı sıra önderliğin imhası gibi çok olumsuz, kendini yeni dö n em için yenilem e ve 12 Mart sonrası devrim ci hareketin -kendi özgücüne dayalı bir açılışını y ap m ak tan m ahrum kalmıştır. 12 Mart d ah a çok da dönemin.THKO, THKP-C, P roletarya sosyalizmi vb. radikal akımlarını hedeflem iştir. TİP kapatılm asına rağm en, etkinliğindeki DİSK vb. o luşum lar geri çekilerek. “Fırtınanın" dinm esini b ek lemiştir. 12 Mart darbesi böylece Devrimci radikalizmin çeşitli akım ve gruplarını tasfiye ederken , reformizm ise yeni d ö n em e açılışı yapabilm ek için geri çekilmiş ve bir dönem in perdesi böylece kapanm ıştır.
12 Mart sonrası CF1P, “um udum uz Ecevif, “ortanın solu", “Toprak işleyenin su kullananın" gibi sloganlarla kitlelere um ut olarak sunulm uştur. 1973 seçim leriyle iktidarı ele geçiren C H P ve “U m urlum uz Flcevit yeni dönem in açılışını yapmıştır. Bu d önem , 27 Mayıs gibi yukarıdan ordu darbesi biçim inde de olsa 'radikal" tarzda açılan bir dö n em değil. 12 Mart faşizminin icraatlarıyla büyük bir um utsuzluk ve yıkımı yaşayan kitlelere, Ecevit’in um ut balonu gibi şişirilip lanse edilm esi, bu u m u d u n d a seçim yoluyla iktidar yapılmasıyla başlamıştır. Bir yandan F.cevitçilik, bir yanan DİSK dönem in an a akımını oluşturm uşlar ve kendisinden sonra ortaya çıkan akım ve oluşum lar üzerinde de büyük etkide bulunm uşlardır. 70 ’li yılların ortalarına kadar bu an lam da sol üzerinde reform izmin etkisi yaşanırken, reformist, revizyonist akımların balon gibi şiştiği görülm üştür 12 Mart sonrasının diğer bir özelliği de. 12 m art öncesi devletle devrim çiler arasında bir kalkan olarak hazırlanan faşist milis çetelerinin 12 Mart sonrasında, güçlendirilm iş, silahlandırılmış ve organize hareket olarak devrim ci gelişm elerin karşısında çıkarılmasıdır. Bu dönem in tablosu bir yanda “Ecevitçi!ik: ’in etkisinin yoğun yaşanm ası-reform izm in güçlenm esi olurken- diğer yandan devrimciliğin karşısında faşist milis ç e telerinin konum landırılm ası biçiminde olmuştur. Şüphesiz ki devrimci hareketin ufku, bu iki sağ ve sol- faktörce önem li o ran d a daraltılm ışta olsa, o dö n em yükselen halk m uhalefetine om uz vermesi ve faşist milislere karşı halkın can g ü venliğinin sağlanm ası ve giderek sosyalizmin ç<>k çeşitli biçimlerde d e olsa ülke sath ına köylere dek yayılması engel- lenem em iştir. I üm ü bu olum lu gelişm elere rağm en, gelişm enin pek sağlıklı yaşanam adığı, içte önem li gerici “birikirrv leriıı o luşm uş olduğu 12 Eylül öncesinde ve d ah a çokta daıbe sonrasında tüm gerizleriyle ortaya dökülm üştür.
70 ’li yılların so n u n a doğru um ut balonunun sönm esiyle “Ecevitçilik”ten kopuşan dev kitle potansiyelini devrim ci eğilimlerin yönlendirem em esi ve dönem in önüm üze koyduğu görevleri de yerine getirem em em iz, bilindiği gibi solun bir tasfiye olm a sürecine girm esine n eden olm uştur. Bu yıllara egem en o lan ;bö!ünm e-parça lanm a ve kendi kendini tasfiye etm edir Sol, 12 Eylüle önem li o ran d a bu yapısıyla girmiş, Eylül günlerinde de geri çekilm e ad ına, yoğun bir biçim de A vrupa’ya kaçış yaşanm ış, O rtadoğu’ya çıkanlar ise bir de L übnan yenilgisini yaşayarak, bazı istisna güçler haricinde iyice tükenip soluğu, S tockholm veya Paris’te almışlardır. Ü lkede yer altına itilen devrim ci hareket ise pek çok kom plikasyon ve sorunlarla uğraşm ak d u ru m u n d a kalmıştır. İşte 12 Eylül sonrası devrim ci hareketin m ad aly o n u nun olumlu y önünde anlatılabilecek yüzünden başka bir de bu olum suz yanı vardır. Yeni bir devrim ci m ayalanış ve çıkış süreçlerine ise önce TÜRK İŞ, SODEP, ard ından yine TÜRK- İŞ ve S H P dayatılarak işçi hareketi ve devrim ci hareket bu po ta larda eritilmek istenmiştir. DGDA’da (Doğu ve G üneydoğu A nado lu ’da) ise 7 0 ’li yılların ortasından itibaren d ah a çok özgüce dayalı gelişmeyi tem el alan bir o luşum un ortaya çıktığı ve bu o luşum un 8 0 ’li yılların o rtasın dan itibaren yine özgüce dayalı bir açılışı bölgeyi esas alan bir tarzda gerçekleştirdiği bilinmektedir. Türkiye solu, bir yanıyla günüm üzde bu yeni dönem i açan gücün etkisini yaşarken, diğer bir yandan da, yukarıda özetlem eye çalıştığımız kendi evrim ve eski etki alanlarının, d ö n em e uygugn olm ayan etkisinin ve bu etkiyle determ ine olm uş yapısının sancılarını yaşam aktadır. İçinde bu lunduğum uz dö n em özgüce dayalı gelişmeyi esaslı dayatm akta; ne ordu kılıcının de de sosyal dem okrasin in yolu açm ası ufukta görünm em ekted ir. Açılışın nasıl yapılacağı, bedelinin ne o lduğu ise ortadadır. Bu da eskinin basit bir tekrarını yaşam ak isteyen çevreleri çok zor d u ru m d a bırakm aktadır. K adrolar açısın dan olduğu kadar, kitleler açısından da sınırlı bir katılım, destek ve özverinin de devrim ci gelişm e yaratm adığı; tam katılınsa ise işkence, hapislik hatta şeh ad e t eşikte beklem ektedir. Bu d a devrim ci harekette ve kitle hareketinde sallantılı bir du rum yaratm akta, m ücadelen in ivmesi bir türlü yükseltilem em ekte, eski tarzda hızlı bir kitleselleşm enin sağlanam adığı, sık sık tıkanm ayla karşılaşılan bir du rum yaşanm aktadır. Bütün bu değerlendirm eleri yapm am ızın n e deni bu du rum u o rtadan kaldırm aya yönelik çözüm ler bulm ak içindir. Elbette çözüm ler gökten zembille inm eyecek m evcut yapının kendi içinden bu lunup çıkarılacaktır.
Bizi, yeni bir du rum değerlendirm esine iten, şüphesiz hali hazırdaki gelişmelerdir. G elişm elerin yönünü tekrar çok kısa da olsa belirlersek; gerçekten Türkiye’de yaşayan halkların tarihinde, görülm em iş baskı ve söm ürü dönem i olan 12 Eylül Faşizmi, yeni bir aşam aya ulaşmıştır. 1978’lerden itibaren tırm andırılan faşist darbe. 1980 12 Eylül’ün de dev lete tam am en egem en olm uştur. 81 82 yıllarında ise tüm devrim ci dem okratik birikim bir im ha ve tasfiye sürecine sokulm uş, sendikalar ve öteki kitle örgütleri dağıtılmıştır. 12 Eylül faşizmi 1983’te seçim e gittiğinde, aslında, anayasa, partiler, seçimler, sendikalar, toplantı ve gösteri vb. kanunlarıyla kendini kurum laştırm aya yönelmiştir Bu program ın hayata geçirilm esinde ANAP iç ve dış finans çevrelerinin tam desteğini alan yeni tipte faşist bir partidir Evren - Ozal kliğince bu program , kendileri açısından ne kadar başarılı bir biçimde hayata geçirilmişte olsa, 1987 seçim ve referan du m u yine 1988 refarandum u bunların top lum dan epeyi tecrit o lduğunu ortaya koym uştur. Evren Ozal faşist kliği, gerek düzen içi klikler arası çatışm alar, gerek uyguladığı politikaların kitlelerde yarattığı tepkiler sonucu , gerekse de, halklarımızın öncülerince geliştirilen direniş hareketiyle önem li o ran d a zayıflamıştır. Egem en sınıflar içindeki yozlaşm a, çürüm e hızlıdır. Bir de halk desteğinin azalm ası, halktan kopm a gelişm ektedir Başlangıçta halkın üzerinde pasi- fikasyon politikası oldukça etkiliydi. Kitlelerin depolitize edilm esi derinleşiyordu. A m a günüm üzde, bu pasifikasyon politikası da yırtılmıştır Kitleler pasifikasyonu aşıyor politize oluyorlar. Egem en sınıflar arası çelişkiler kızışmaktadır. Bu da onların güç kaybım d ah a da hızlandırıyor.
Elbette ki tüm bu gelişm eler kendiliğinden olm am ıştır H erşeyden önce, halklarımızın adım adım geliştirilen m ücadeleleri zindan direnişleri, dayatılan tasfiye olm aya karşı direnişin bu gelişm elerde önem li bir payı vardır. G ünüm üzde de politik gündem i bu gelişm eler belirlemektediı Diğer yandan halk kitlelerinde artan o ran d a yoksullaşm a, kitlelerin işsizlik, açlık içine sürüklenm esi onların tepkilerini yükseltm elerine n eden olm akta, toplum u patlam alı gelişmelerin eşiğine getirmiş bulunm aktadır. Düzenin içindeki çelişkiler. SI İP'siyle DYP’siyle eski uzlaşm a siyasetinin ötesine varm akta, düzende ciddi çatlaklar m eydana gelm ek ted ir
Böylesi bir du rum a dayatılm ası gereken devrim ci tu tum nedıı? Hiç şüphesiz reform ist kam pa vücut veren ve büyük bir iflahla sonuçlanan yaklaşımlar tem el alınam az En bayağı reformizmi v e teslimiyeti bağrında taşıyan bu burjuva (SHP-DYP) kuyrukçusu yaklaşımın alternatif olam ıyacağı kendi pratikleriyle ortaya çıkm ıştır Bu kam p içindeki bazı güçler, mülteciliği Türkiye’ye taşırm aya .yönelmişler, bu girişim de A nkara’d a teslimiyetle noktalanm ıştır Yine refor mist kam p içinde yer alan bazı Kürt G ruplarının, “yeni oluşum larla ' geliştirm ek istedikleri, Kuzey h a k ta n , IC ’ye sı ğınm a olayıyla birleştirerek hem A vrupa’daki hem de Kuzey k ak tak i mülteciliğin TC’ye peşkeş çekilm ek istenm esi ve bu işin teslimiyet biçim inde yapılm ak istenm esi de asla tem el alınam ıyacak yaklaşım larla İ lc in d e Evren Ozal’m fotoğraflarının asılıp, teşekkür telgrafları çekilerek yapılm ak istenen bu uzlaşm a ve teslimiy* 1 ..ılklaıımızm m ü cad e lesini geliştirmek bir yana ancak geleceğini karartm ayla sonuçlanabilir Reformist gruplar içme düştükleri bu konum larıyla, direnişçilik ve devrim ci m ücadeleye saygı şurda kalsın, kendilerini bü tünüyle icazete bağlanıişlaıdır B una karşı, devrim ci tutuhı. şüphesiz direnişçi tu tum olmalıdır Veya geniş bir DEVRİMCÎ DEMOKRA1 HALK HAREKE Iİ ya ratm ak için bir platform o luşturm ak tem el alınacak bir yaklaşım olabilir
Türkiye’deki Sosyal Dem okratlığın bile ne m enem bir Sosyal D em okratlık o lduğu bilindiğine göre, buna kuyrukçu luk yapm ak devrimcilerin görevi olamaz. Reformist işbirlikçi bir yaklaşım, bizim geliştireceğimiz bir tutum olamaz. Elulkın devrim ci dem okratik seçeneğini veya düzenin b u ’an lam da alternatifini yaratm ayı tem el görevimiz olarak görmeliyiz. B unun koşulları vardır B una siyasal biçim kazandırm ak devrim cilerin görevidir Siyasal biçim verm ek dendiğinde ise, bir siyasal haıeketlilık yaratm ak ve her düzeyde halkın geniş kesimlerini bu platform da-birleştirm ek am açlanm alı- dır Şüphesiz böyle bir platform da reform ist güçlerde yer alabilir Rejime m uhalif her halk hareketi yer alabilir. Ne varki devrim ci- dem okratik p la tform um uzda devrim ci direnişçi yan ağır basm alıdır Esas hizmet ettiği anlayış devrimci anlayış olmalıdır.
B uıaya kadar söylediklerim izden de anlaşılabileceği gibi, günüm üzde, içinde bu lunan d ö n em e uygun tutum , d ev rimci radikal giiçleı ve etkinlikler aıası birliği tem el alan yakluşimdıı G eçm işte eksikliği ağır bir biçim de yaşanan böy leşi bir biılik cihetteki, tek tek çevrelerin bağımsız devrim ci tutum larının biı alternatifi değil ortak zeminidir
içinde bu lunduğum uz günlerde, devrim ci etkinliklerden beklediğimiz suiurıılu ve olgun yaklaşım bu olması gerekirken, tersine çok olum suz ad e ta eskiyi hortlatm ak isteyen tablolar sergilenm ek ısteııiyoı G eçm işin grupçuluğu veya gruplar arası çelişkilerinin, faşist milislerin saldırılarının abartm alı değerlendi!m elerine dayanan kısa günde bir yerlere varmayı hedefleyen politikalar zorlamalı bir biçim de üretiliyor Elbetteki biz bu durum karşısında devrim ci birliği esas alan tu tum um uzu, politik uyanıklığı da elden bırakm adan sürdüreceğiz
Özellikle dergi sayfalarına kadar yansıyan, DKÖ’lerinde çevıilen ayak oyunları insanın midesini bulandıracak bo yutlara varmış bulunuyor. “Sol”uıı bu hastalıklaıım ne zam an atıp devrim ci hulıği esas alan yaklaşımları geliştireceği bizim ve kitlelerin önem li bir m erak konusudur Elbetteki gelişıneleii tirübiıulcn izlemeye veya hakem lik yapm aya niyetimiz yok Bizleı, önem li o randa tasfiye olm uş ve kendi kendini yenileyem eıniş bu "sol u aşm ak için sağlıklı ve yeni yaklaşımları tem el alan oluşum ları ve devrim ci tavrı geliştireceğiz.
Birkaç askeri darbeyle karşılaşm asına rağm en bir başka dönem in sağlıksız ne kadar yanlış ve sonuç getirm eyen aşılmış u tum u varsa bunu yeni d ö n em e de dayatm aya çalışanlar ancak kendi sonlarını getirecek yolun taşlarını d ö şerler. Biz bu yolda onlarla yürüm em eye kararlıyız.
Proletarya sosyalizminin bir yandan ve esas olarak d ö n em e uygun kendi bağımsız hattını ideolojik-politik ve p ra tik m ücadele alanlarında uyguglam ası ve hakim hale getirm esi gerekirken; üstüne düşen bir diğer görev d e direnişçi nitelikte ve eski dönem in küçük büyük didişmeciliğini aşarak olgunlaşmış devrim ci dem okratlarla pratik m ücadele alanlarını esas alan ve eylem birliklerinden yola çıkarak cepheleşm eye varabilecek düzene alternatif platform lar ya- ratabilm ektedir. _____________________________ _ _ _________________________________________ 2 0 M art 1989
... Ve 1 Mayıs________________________Türkiye finans-kapitali, Evren Özal kliğini kullanarak uyguladığı 8 0 -8 3 arası “ezm e” politikasıyla güçler dengesinde
elde ettiği avantajlı konum u İpir “kalıcı statü-hukuki durum ” haline çevirdi. G erek 1982 A nayasa oylam ası, gerekse 1983 seçim leri bu sta tünün yerleştirilerek kalıcılaştırılması girişiminin m anevralarından başka bir şey değildir. A ncak evdeki h esap çarşıya uym adı. 1986 N etaş greviyle başlayıp, Derby Kazlıçeşme grevleri ve 14 Nisan 1987 öğrenci olaylarıyla devam eden yeni süreç, henüz dörtbeş yıl geçm eden Eylülcü faşist statüyü kem irm eye başladı. Ö te y an dan artık “kalıcı” bir yapıya ulaşm ış “15 A ğustos 1984 A tılım fda Eylülcü sta tüde yarattığı kanam ayı süreklileştirmiş ve tehlikeli bir “iç kanam a”ya doğru yönelmiştir. B ütün bunların bir toplam ı olarak, 1 9 8 9 a girdiğimizde Eylülcü statü halen geçerliliğini koruyor, ancak halk güçleri d e proletaryanın önderliğ inde henüz ürkek d e olsa tepkilerini pratik eylemlilikle dile getiriyor, güçler dengesini zorluyordu.
işte bu m om entte yapılan 26 m art yerel seçimleri, yeni bir dönem in açıldığının işaret fişeği oldu. 12 Eylülün son partisi AN AP’ın yediği tokadın geçici ve ani bir tepki olm adığı, tersine uzun yılların birikiminin bir dışavuruşu o lduğu nu ve artık geri dönüşü olm ayan yeni den g e arayışlarının başladığı, 26 Mart sonrası yaşanan gelişm elerle kesinlik kazanm ıştır. Şim di söz konusu olan, Eylülcü sta tünün kimi rötüşlarla ve geri adım larla resto rasyonunun sağlanabileceği ve yeni yapısı ile sürekliliğini koruyabileceği mi; ya da yok o lup tarihin çöp lüğünde yerini alacağı mı, so rusunun cevabının henüz belli olm adığı “belirsiz-dum anlı” bir yeni dönem in açılışıdır.
Ve tıpkı 1986 N etaş-Derby-K azlıçeşm e grevleri gibi 26 sonrası oluşan yeni d u rum un b aş m im arı da p ro letarya ol- m uştur. Proletaryanın şimdiye kadar en geri kesimi olarak bilinen ve Türk-lş'li gangsterlerin her seferinde haraç-m ezal satıverdikleri kam u işyeri işçileri başlarını kaldırdılar ve “Açız” haykırışıyla hak arayışına çıktılar. Nisan ayı içinde yoğunlaşan işçi eylemleri açıkça yasadışı olm asına rağm en kendi m eşru luğunu yaratm ış ve hüküm etin acizliğini, yasa larm kitle hareketi karşısında anlam sız sözcüklere dönüşebileceğini gösterm iştir. A ncak eylem ler gösterm ekted ir ki, kam u işyerlerindeki işçi arkadaşlarım ız henüz sadece “ekm ek”i görebilm ekte, o n u n arkasındaki “politika” savaşını g ö rem em ektedir. Bir kez yola çıkılmıştır ve pratik en iyi öğreticidir.
G ene lde nisan eylemliliğinin d ıştnda o lan politikleşmiş işçilerin 1 Mayıs’daki toplu politik yürüyüş girişimi ise, reformist sendikacılarca engellenm iştir. Sendikacılar nisan ayındaki işçi eylem lerinden cesaret alarak 1 Mayısı m eşrulaştırm ak istemişler, ancak devletin biraz d a blöflü “sizi vururuz” tehdinini eylem sabahı alınca işçileri yüzüstü bırakm ışlardır. Bu yüz kızartıcı “kaçış”, proletarya devrim cilerinin onlar hakkında yayınlayacağı on larca broşür ve söylevden d ah a etkili ve öğretici olacaktır. H enüz “ilerici” sendikacıların kontro lünde oldukları 1 Mayıs’da görülen bazı politik işçilerin 1 Mayıs günü olanları çok dikkatli incelem eleri ve ü stünde düşünm eleri gerekiyor.
1988 1 Mayısı’nda yaşanan lar d ah a genişlem iş ve sokak gösterileri ve polisle karşılıklı kovalam aca yapm aya sıçrayarak, 1989 1 M ayısında bir kez d ah a yaşanm ış, artık 1 Mayıs kendi m eşru luğunu M ehm et Dalcı arkadaşım ızı kaybetm e pah asın a da olsa kazanm ıştır. Sol-Sosyalist geçinen siyasetler, “Yeni Ö ncü”, “Adımlar”, “G örüş” vb... açıkça se n dikacıların arkasından Şişliye yönelirken, kimileri “Em ek D ünyası” ve “M edya G üneşi” ... bu siyasi ihanetten son g ü n de vazgeçebilmişlerdir. P roletarya sosyalistleri ve direnişçi devrim ciler bir yum ruk olarak Taksim-Şişli arasında dört saa t süreyle fiili durum yaratıp 1 M ayısın bayrağını kaldırdılar. Bu, aynı zam anda, açılan yeni d ö n em d e kurulacak ittifakları d a belirleyen bir ayrışm a oldu. Direnişçi pasifist-kararsız güçler 1 Mayıs günü net şekilde ortaya çıktı.
H üküm et 1 Mayıs’d a önceki günlerde başlattığı “gerginlik” politikasını yükselterek devam ettirmiş, şiddet tüm g ü cüyle halkın ü stüne uygulanm ıştır. B urada ikili bir du rum söz konusudur. Bir yandan gerilim politikasıyla Nisan ayında yükselişe geçen işi hareketi ve devrim ci kitlenin eylem alanlarındaki kaynaşm asının engellenm esi isteği, hüküm eti ve onu d a aşan bazı güçleri soğukkanlılığını kaybettirecek denli kend inden geçirmiştir. B unda kısm en başarılı oldular. G eniş işçi kitlesi fabrikasında üretimi aksatarak veya durdurarak 1 Mayıs’ı kutladı. Tersane işyerlerinde kapılar kilitlenirken, Pancar M otor gibi kimi ilerici potansiyelin yoğun o lduğu yerlerde özel önlem ler alındı. A m a te rsane işçileri, d u varlardan atlayarak polis ateşinden kaçan devrim cileri bağırlarına bastılar. Kazlıçeşme deri ve M erter tekstil işçileri ise, bütün engelleri aşarak alanlardaki yerini aldı. Sonuçta, politik işçilerin yoğun olduğu işyerlerinin “ilerici sendikacılann” kon tro lünde alanlara çıkışı engellendi, kendi d a r alanlarında 1 Mayıs’ı kutladılar. K am u işyerleri d e bu konum u a şa m adı. A ncak yine de 1 Mayıs gösterilericilerinin çoğunluğu işçilerdi. Sınıf, bü tün olarak, onbinlerle, yüzbinlerle değil, am a içinden çıkan öncülerle 1 Mayıs’d a ağırlığını hissettirdi.
“Gerginlik” politikasının ikinci nedenin i ise, 26 M art sonrası düştükleri du rum u henüz değerlendirem em elerin in yarattığı bir taktik zaaf olarak görüyoruz. H âlâ Eylül sonrası sta tünün oluşturduğu dengelerle olaylara bakanlar, bu dengelerdeki oynam aları ya henüz tam değerlendirem iyorlar ya da kabullenem iyorlar. H er ne halse, onların bu taktik zaafı devrim ci güçlere yaramıştır. 1 Mayıs öncesi, 1 Mayıs günü ve sonrasında uyguladıkları gerilim taktiği ve yaptıkları vahşi saldırı, halkın gözünde d ah a d a y ıpranm alarından başka bir sonuç doğurm adı. Böylece, üstüne çok titredikleri ve saygınlık kazandırm aya çalıştıkları bazı kurum ların “halk düşm anı” özü halka karşı patlayan silahlarla kendini açığa vurdu. Ve üstüne bir de “taş” geleneğinin başlam asını d a sağlam ış oldular. İs ra il so p a sfn ı eline alan “Filistin taşı”nı yiyeceğini önceden bilmelidir!
1 Mayıs, tem elleri sarsılan Eylülist statüye bir tekm e d ah a atm ış, bu s ta tünün hüküm et düzeyindeki uygulayıcısı ÖzaFın yıpranm asını hızlandırmış, pratikteki vurucu güçlerinin moralini bozm uş, halk güçlerinin moralini ise düzeltmiş, direniş eğilimini güçlendirmiştir. Nisan eylemliliğinin üstüne zaten böylesi bir 1 Mayıs yakışırdı. 1990’d a görev,1 M ayısı tüm yurt sa th ında kutlam ak, İstanbul'da toplu işçi yürüyüşlerini hem sem tlerde ve hem de 1 Mayıs alan ında gerçekleştirm ektir. B unun ipuçlan 1989 1 Mayısı’n d a vardır. İstanbul'da M erter ve Topkapı’da sabahın erken saatlerin de yapılan yürüyüşler ve bu yıl sendikacıların o y u n u n a gelse d e fabrika kapıları ö n ü n d e biriken işçi kalabalıkları, A n kara, A dana ve Denizli’deki öğrenci gösterileri 1 Mayıs 1990’nın işaretleri oluyor.
Nisan eylemliliği, 1 Mayıs ve sonrasında belirleyici güç, proletaryadır. Ö ğrenci gençlik de özellikle 1 Mayıs ve so n rasında aktif o larak eylem ler içindeki yerini almıştır. Eylemliliğin biçimi ise, toplu gösteriler ve yürüyüşlerdir. Eylem lerd e özden kopuk biçimler yoktur. Ö nüm üzdeki d ö n em açısından bunları dikkate alm ak gerekiyor.
ÇAĞDAŞ YOL9 Mayıs 1989
“EMEK” eleştirisi
SINIFSAL YAPI TAHLİLLERİNE 12EYLÜL'ÜN KATKILARI
I
12 Eylül ün devrim ci saflarda yarat tığı düşünce anaforu, yaşadığımız gün lerde artık ilk hızını yitirmiş görünse de, hâlâ varlığını korum aktadır. Pek çok “değer" ya da teorik yargı 12 Eylül'le birlikte terkedildi. Ve kaçınılmaz olarak terkedilenlerin yerine “yenfle ri konu ldu.
K onum uz Türkiye’deki sınıflar yap ısı. H er devrimci strateji, taktik ve p a rolanın en başta dayanm ası gereken tem el, sınıfsal yapı tahlilidir. Bu k o n u da bir bulanıklık her kişi ya d a siyaseti günlük olayların akışında bunaltır. H ele önem li politik alt üstlükler karşısında böyle siyasetler kaçınılmaz kad e rleriyle başbaşa kalır; düşünce bakım ından silahsızlandırılırlar. 12 Eylül bu ko nu d a um duğum uzdan da ö teye zen gin örnekler sundu. Bu örneklerin bolluğu elbetteki sevinç değil u tanç kaynağı olmalıdır. Fakat öte yandan gerçektir. Görm ezlikten gelinem ez, at lanam az.
12 Eylül'le Türkiye sınıflar yapısı ya da “egem en sınıfların” tahlili başlıca iki yönden deform e edildi.
Her devrimci strateji, taktik ve parolanın en başta dayanması gereken tem elsınıfsal yapı tahlilidir. Bu konuda bir bulanıklık her kişi ya da siyaseti günlük olayların akışında bunaltır.
Hele önemli politik alt üstlükler karşısında böyle siyasetler kaçınılmaz kaderleriyle
başbaşa kalır; düşünce bakımından silahsızlandırılırlar.
İlki, bütünüyle 12 Eylül yaratığı, onun karanlık günlerinin liberal beyin lerde yankılanm asının bir ürünüdür. Yeni G ündem (M. Belge)'le başlıyan sonra D Yolun önem li bir bö lüm ünü kapsıyaıı “sivil top lum cu” akımdır. 12 Eylül ün siyasi çocuğu “sivil top lum cu” düşünce, sınıf kavramını bir kenara ata
rak. yaşanan bunalım ları bir tek n e d e ne, “elit toplum" çelişkisine bağladı. Sınıf çizgilerinin yerine gelenekcil devletçi “elit" ve “sivil tolıım" ayrımı geçirilerek düşü n ce defo rm asyonunun zirvesine çıkıldı. Aslında bu “yeni" tahlil. 12 Eylül darbesinin, yenilgi şokunu uğram ış beyinlerdeki ilk kaba izi ya da yansı maşıydı.
H er şeye bir g ecede egem en olan “elit" ile boyun eğm eye zorlanan. Ç a nakkale'de dem okrasi çığlıkları atan Demirci'lere kadar uzanan geniş m ağ dur “sivil "ler... Bu bakış açısı Türkiye1 deki egem en zümreyi, kullandığı a raç lardan bir tanesiyle eş tutm ak, ya da aynılaştırm ak oluyordu. Böylece g e rçek egem en züm re gölgelenm iş hatta m ağdur “sivil'lerin içine dahil edilerek aklanm ış oluyordu
İkinci görüş, bu “sivil toplum cu” çü rüm eye karşı bir tepki olarak yükseldi. H enüz devrimci siyasetlerin toparlana- madığı günlerde olum lu bir rol o y n a dı. Y. Küçük ve d ah a sonra G elenek çevresi bu ikinci kutbu m eydana getirir. “Tüm burjuvazi yi egem enler katına yükselten bu görüş, böyle yapm akla bir avuç asalak Finans-K apital züm resini “tüm burjuvazi" içinde eritip ö rtm üş oluyordu B ugünlerin popü ler isimlendirmesiyle egem en “40 H aram ilerim izi en keskin dileklerle de olsa halkın bilincinde gölgelem iş oldular. A ncak bu tesbit 12 Eylül günlerine özgü değildir, kökleri 12 Mart sonrası TİP içindeki bölünm eye kadar dayanır. 12 Eylül'le yeniden bir sıçram a yapm ayı deniyor.
12 Eylül le Türkiye ekonom isindeki tekelci yapı en kör göze batar hale gelm esine rağm en, Y. K üçük’lerin “tüm burjuvazi" içinde tekelleri gölgelemeleri anlaşılmaz kalabilir. Ancak onlar Türkiye’de kapitalizmin bu ö lçüde gelişm esinden kalkarak d o ğ rudan sosyalizm e sıçramayı hedefledikleri için egem en sınıfın yapısını ayrıca irdelemeyi gerekli bulm uyorlar.
Bu iki uç sapkınlığın dışında özellikle 12 Eylül deney inden sonra siyasetler içinde ağırlıklı eğilim, tekelci yap ının kavranm ası doğrultusundadır. A ncak bu kavrayışlar sağlam teorik temel-
MEHMET YILMAZER
lere dayanm ak yerine, daha çok Pragmatik seziler seviyesinde kalmaktadır.
F.mek dergisi buna belki de en son ve en iyi ö rneklerden birisidir. İlk sayısında 12 Eylül uygulam aları d eğ erlen dirilirken şu önem li tesbit yapılır
“Böylece; banka, ticaret, im alat sa nayi ve tarım -sanayi serm ayesinin b ü tünlüğü. diğer adıyla mali oligarşinin egem enliği oluşm uştur. Lenin'in dey imiyle sanayi serm ayesiyle kaynaşm ış banka serm ayesinin mali diktatörlüğü; yani küçük bir azınlığın egem enliği olan, mali oligarşi Türkiye’d e eg e m e n liğini kurmuştur." (Em ek. O cak 1989)
Bu tesbitte iki önem li yön vardır. 12 Mart tan beri genellikle sol literatürde “tekelci" ya d a “işbirlikçi tekelci burjuvazi” deyimi egem en züm reyi n ite lendirm ek için kullanılır oldu. Oysa bu tesbitte “tekelci” nitelem esi ile yeti- nilm eyip “banka, ticaret, im alat sa n a yi ve tarım sanayi serm ayesinin bü tün lüğüm den söz edilm ektedir. Bu sen te zin bilimsel ad landırm ası Finans- Kapitaldir. Em ek dergisi Türkiye’de “mali oligarşfnin egem enliğini tesbit ediyor. Bu inkâr edilem ez bir gerçekliktir. A ncak tesbitin ikinci yönü, bu egem enliğin kurulduğu dönem le ilgilidir: Em ek dergisine göre, mali oligarşi, 12 Eylül'le egem enliğini kurm uştur.
Türkiye'de F inans-K apital e g e m e n liği inkâr götürm ez bir gerçekliktir, a n cak bu egem enliğin 12 Eylül le kuru ld uğunu sanm ak ise görünüşe a ld an maktır.
Em ek bu tesbitini nasıl açıklıyor?“İşbirlikçi burjuvazinin güçlenerek iş
birlikçi tekelci boyutlara yükselm esiyle artık devleti sadece bir ‘arpalık’ o la rak kullanm akla yetinm em iş, devlete ait olan ve kâr getiren devlet işletm elerini de kendisinin belirlemiş olduğu bedeller karşılığı özel sektöre devrini sağlamıştır.
“İşbirlikçi tekelci serm aye bunu en açık ve en engelsiz haliyle 1980'den sonra 12 Eylül yönetim i eliyle gerçekleştirmiş ve gerçekleştirm eye devam etm ektedir." (ay)
İşbirlikçi burjuvazi giderek tekelcilcş-
miş. d ah a sonra da devlet işletm elerinin özel sektöre devrini sağlamıştır. 1980’le birlikte devlet işletm elerinin yağm ası ise en açık hale gelmiştir. Emek, süreci böyle özetliyor.
Bu anlatılanlar, “mali oligarşi” e g e menliğinin 12 Eylülle kurulduğunu yeterince ispatlayamıyor. Türkiye'de dev let işletm elerinden “özel se k tö rü n b eslenm esi olgusu C um huriyet tarihi k a dar eskidir. KİT’lerin yağm ası ilk kez önem li ölçüde 1950’lerde gü n d em e gelmiştir ve o yıllardan beri devam ed iyor. KİTlerin özel sektöre devri ya da onların pazarına özel sektörün girm e si olgusu 1965’le ıde hızlanmış en önemli adımlar 12 Maı t sonrası atılmış tır. 12 Eylül bu konuda çok özel bir yere sahip değildir. Em ek dergisi, "mali oligarşinin" niteliğinden çok niceliğiyle ilgileniyor. Ç ünkü üretim de tekel, sa nayi. ticaret ve hatta tarım serm ayesi nin bankalarla sentez olması yeni bir olgu değil, İş B ankası nın tarihi kadar eskidir. A ncak hiç şüphesiz ki devlet çiliğin beslem esi “özel" Eiııans Kapital, C um huriyet tarihi boyunca her on yıl da bir en kör göze batarca sıçram alar yapm ış, serm aye yoğunluğunu arttır mış, siyasi egemenliğini tanışılmaz hale getirmiştir Fakat, o n u n nitelik olarak yapısı C um huriyetin ilk onuncu yılında kesin olarak şekillenmiştir.
Kapitalist anayurtlarda tekelleşme ve Finans Kapital egem enliği 1890 larda başlar Bu tarih bir nitelik d ö n ü şü m ü nü belirtir A ncak herhalde o günlerin finans kurum lan ve tekelleri b u g ü n k ü lerle karşılaştırılınca olağanüstü cılız ve çocukça kalır. Fakat bu cılızlık onların karekterini değiştirmez. Bizde de İzmir İktisat Kongresi ve İş Bankasının ku ruluşu, biri teorik diğeri pratik olarak, ekonom ide üretim biçimine tekelci finans kapitalist karakteri tartışılmaz bir şekilde kazandırmıştır. Ardından gelen yıllar bu yapının gelişmesi ve d ah a yo ğunlaşm asım sağlam ış takat ona yeni bir nitelik kazandırm am ış!»
hakkı tanınm adı... Ş u -d u ru m d a b a n kacılık bütün sektörler üzerinde önemli bir egem enlik kurmuştur.” (ay).
Bankacılığın egemenliği gibi görünen şey, F inans-K apitalin kayıtsız şartsız egemenliğinin günlük pratik ekonom ik gidişte kendini o rtaya koyuş biçimidir. Emek, faiz hadlerinin yükselm esinden sonra işletm elerin iflası ve topraklara ipotek konm asıyla, bankaların “bütün sektörler üzerinde egem enlik” k u rd u ğunu düşünm ekted ir. O ysa 12 EylüF de yaşanan para oyunlarının (faiz h a d leri, bankerler olayı) bankaların e g e m enliğine yol açtığını dü şü n m ek yeri ne; zaten varolan egem enliğe d ay an arak böyle tedbirlerle F inans Kapitalin serm aye yoğunlaşm asını arttırdığını, krizin kaçınılmaz olarak bunu dayattığını düşünm ek , gerçekliklerimizle uy gunluk taşır
Emek, önem li bir gerçekliği tesbit et inektedir: “banka sahibi o lm ayanişletmelere" 12 Eylül krizi ‘ade ta yaşam hakkı tanfm aın ıştıı Eğer bu sö y len eni. holdinglerin ya da tekelci işletm elerin doğ rudan bir bankaya sahip o l ması o larak yorum larsak olayı aşırıca basitleştirm iş oluruz. (Örneğin Koç .Holdingin, S abancı H olding’in Ak- bank'ı ö lçüsünde biı bankası y o k tu r ) Sorun, çeşitli alanlarda sivrilmiş, tekel leşmiş serm ayenin bankalarda seııtez- leşmesi. üretim ve dağıtım da mali e g e menliğini kurm asıdır 12 Eylül bir k e re d a h a F inans Kapitalin tartışılmaz egem enliğini çıplak biçim de ortaya koym uştur. Yoksa teısı doğru değildir 12 Eylülle ‘mali oligarşi” egem enliği kurulm am ıştır
Faizlerin yükseltilmesi, bankerler olayı, d ah a sonraları kooperatifler ve fonlar, bunların hepsi bir tek am aca yö neliktir; ekonom ik kriz d ah a yüksek serm aye birikimini dayatmıştır. Finans- Kapital yukarıda sayılan m ekan izm alarla, kısa sü rede ve sarsıcı bir şekilde serm aye yoğunlaş!» ması yoluna gir miştiı . Bu birikimlerin 12 Eylül süresin
Üretimde tekel, sanayi, ticaret ve hatta tarım sermayesinin bankalarla sentez olması yeni
bir olgu değil, İş Bankası ’nm tarihi kadar eskidir Ancak hiç şüphesiz ki devletçiliğin
beslemesi “özel” Finans-Kapital, Cumhuriyetin ilk onuncu yılında kesin olarak
şekillenmiştir.
Em ek Dergisi, “mali oligarşinin “12 Eylül le egem enliğini kurduğunu iddia ederken, devlet işletmelerinin özel sek töre devrinden başka bir de son yılla rın en önem li mali spekülasyonunu, ‘bankalar ve faiz hadleri" olgusunu öne çıkartm aktadır.
“Faiz hadlerinin yükselm esi, h a m m adde fiyatlarının artm ası sonucu m aliyetin altından kalkam ayarak iflasa sü rüklenm iş olan binlerce işletme, borç sahibi bankalar tarafından ölü fiyatına kurtarılm aya başlandı. Banka kredisi ile işletilen tarım- sanayi kuruluşları ve topraklar bankaların ipoteği altına giı m ek zorunda kaldı. Böylece banka s a hibi o lm ayan işletm elere ad e ta yaşam
ce nasıl kullanıldığı konum uz değil. Ö nem li olan, kriz yıllarının, Finans Kapitali kendi dışındaki bü tün kesim le ıden serm aye devşirm eye zorlamış olmasıdır Dolayısıyla 12 Eyliil’le yaşa nan faiz oyunu bankaların “üstünlü g ü n ü ” sağlayan bir adını değil, varolan egem enlik tem elinde, serm aye biriki mini hızlandıran bir yoldur. 12 Eylül ekonom isinin çatlaklarından sızmak isteyen ve sırf spekü lasyona dayanan H isarbank. faiz oyununu aşırıya vardır dığı için eski finans devleri tarafından hem en afiyetle yenildi.
12 Eylül, hiç şüphesiz ki bazı gerçek tiklerimizi d ah a örtüsüzce gözler önü ne serdi ya da serm ek zorunda kaldı.
Ekonom ik alanda bunların en ö n e m lilerinden birisi belki de bankaların p a ra sahibi ve kapitalist arasında "m ütevazı aracılar” olm adığı, tersine dev finans im kânlarıyla ekonom iye d o ğ ru dan yön verdiği gerçekliğinin 1960’lar- dak inden d ah a keskin şekilde ortaya çıkmasıdır.
Em ek dergisi, 12 Eylülle birlikte mali oligarşi egem enliğ inden söz ediyorsa,
Sorun, çeşitli alanlarda sivrilmiş, tekelleşmiş sermayenin bankalarda sentezleşmesi, üretim ve dağıtımda mali egemenliğini
kurmasıdır. 12 Eylül bir kere daha Finans- Kapitalin tartışılmaz egemenliğini çıplak
biçimde ortaya koymuştur. Yoksa tersi doğru değildir. 12 Eylülle “mali oligarşi”
egemenliği kurulmamıştır.bu derginin teorik kavrayışına 12 Ey lül’ün biı katkısıdır. Ancak olayların gö ıü n e n yanlarıyla yetinen, bu an lam da pragm atik ve sığ bir katkıdır.
IIIK onunun bir diğer yönü genel o la
rak devrim ci hareketin b ilincinde 1960 lardan bugüne sınıf yapımızın ya d a d a h a dar an lam da egem en güçlerin d u ru m unun tahlilinin geçirdiği a şa malardır. Bu aşam alar devrim ci h a re ketin genel bilinç seviyesini ve kaynak aldığı sınıf ve tabakaları ortaya koyması açısından son derece öğreticidir
E gem en sınıf yapısına bakışta dev riıııci hareket 1960 sonrası başlıca üç basam ak çıkmıştır. İlki, 12 M arta k a dar hakim olan bakış açısıdır. Egem en sınıflar “işbirlikçi” nitelem esiyle tanım lanıyordu. Bütün MDD, ardından C e p he literatüründe egem en olan tanım böyledir. Ve bu nitelem e hâlâ ta m a m en te rk e d ilm e m iş ti ı . “İşbirlikçi burjuvazi” tesbiti doğrudan o dönem harekete egem en olan küçükburjuva ulusalcılığının en tipik kendini ortaya koyuşuduı.
D ünya ölçüsünde yaygın olan u lu sal kurtuluş savaşlarının etkisiyle, h a reket zaten genellikle şehirlerdeki ay dın küçük burjuva tabakalara d a y a n dığı için m ücadele ufku em peryalizm e karşı yeni bir kurtuluş savaşı olarak şe killendi. Em peryalizm in ülkeyi “işgali” tem el alındı. D aha sonraları, “açık y a da gizli işgal” biçiminde aynı seviyeye indirgenerek çözüm lendi. Bir bakım a, küçükburjuvazi devrim ci m ücadeleye katılmak için ülkesini “işgal" altında görm ek istiyordu.
Böylece o dönem in sınıf saflaşm ası kaçınılm az şekilde bu ulusal kurtuluş- çu bakış tem eline o turdu Emperyaliz inle iç iç e olan “işbirlikçi burjuvazi” ve “millici sınıflar” karşıtlığı m ücadelen in karşılıklı safları olarak belirlendi. Sınıflar değerlendirm esi ülkedeki egem en üretim biçimine göre değil, em p ery a lizmin ülkedeki uzantılarına göre yapıldı. H atta ülkede kapitalizm, “çarpık”, em peryalizm in d ışarıdan dayatm ası” olarak görüldü. O laya böyle bakılınca herşey dış düşm an Em peryalizm ve o n u n yerli “işbirlikçilerfne göre saflaştırıldı.
7
\
12 M arta çok kısa bir süre kala. C ephe hareketi MDD’den kopuştıığıın- da. “Kesintisiz Devrim"de ülkemizdeki “tekelci burjuvazfden söz edilse de “ül kem izdeki tekelci kapitalizm kendi iç dinam iği ile gelişm ediğinden” (M. Ça- yan. Kes. Devrim), yine tüm m ücade le ufku em peryalizm e karşı kurtuluş m ücadelesi seviyesinden öteye g idem iyordu.
Bütün bu görüşler 12 Mart ta sınavdan geçti 12 Mart sonrası yıllar, dev rimci hareketin genel bilinç seviyesindeki ikinci basam aktır. Bu basam ak ta, 12 Mart öncesinin ulusal kurtuluş çu bakış açısı oldukça aşınmıştır, (ilkedeki ekonom ik yapı biraz d ah a gerçek çi kavranmış, tekelci üretim temeli en kaba yönleriyle de olsa kabul ed ilm eye başlanmıştır. Böylece. “işbirlikçi burjuvazi”. evrim leşerek “işbirlikçi tekelci burjuvazi” olmuştur.
Aslında sınıf tahlilinde bu evrim leş m e üretim temeliyle ilgili tekel g erçeğini dile getirirse de hâlâ küçükburju- va ahlakçı yaklaşımını aşam am ıştır. “İşbirlikçi” nitelem esi, bir bakım a bur-
12 Mart sonrası yıllar, devrimci hareketin genel bilinç seviyesindeki ikinci basamaktır.
Bu basamakta, 12 Mart öncesinin ulusal kurtuluşçu bakış açısı oldukça aşınmıştır.
Ülkedeki ekonomik yapı biraz daha gerçekçi kavranmış, tekelci üretim temeli en kaba
yönleriyle de olsa kabul edilmeye başlanmıştır.
juvazinin bu kesim ine yöneltilen bir aşağılam adır. A ncak o sınıfın yapısını açıklayan bilimsel bir nitelem e değildir. Kapitalizm evrensel bir sistem oldu ğundatı heri hangi burjuva işbirliğini özlem ez ve istemez. Ya da örneğin biz de 1940 lara kadar burjuvazimiz e m peryalizm le bugünkü ölçüde “işbirliği” içinde değildi Böyle olması, o yıllar için egem en zümreyi aklar mı? O nla rııı sınıf karakterini bir değişikliğe uğ ratır mı? Flbette ki hayır
Bütün küçük burjuva ulusalcı izlere rağm en 12 Mart deneyi, tekelci eko
■ ııomi yapısını açıkça gözlere batırm ıştır Ünlü TÜSİAD 12 M artla yaşıttır
Ü çüncü basam ak. 12 Eylül deneyi, yazının gidişinde de belirttiğimiz gibi devrim ci harekette köklü bozulm alara yol açmıştır Bu teori düzeyinde de ka çınılmazca yaşandı Liberal düşünce ler sosyalizm olarak sunulm aya çalışıldı
A ncak bütün bu teorik sapkınlıklara rağm en 12 Eylül pratiği, egem en zümrenin yapısını daha açık olarak ser gilem ekten geri durm adı Artık ege m en züm renin em peryalizm le “işbirli- ğ f ııd e n çok o nun iç yapısı, birbiriyle bağlantılı araştırm alara konu olm akta dır. “40 Haramiler'in sanayi, ticaret, ta rtm. bankacılık alanında durum ları, yıl lardır varolan F inans Kapital gerçekli ğini inkâr gö türm ez şekilde kanıtla m aktadır 12 Eylül kiiçükburjuva a h lakçı ya da ulusal kurtuluşçu yaklaşım lara önem li darbeler vurdu. Finans Kapitalin hizdeki egem enlik biçimi, si
yasi taktikleri artık başlı başına bir yaklaşım gerektiriyor Bütün bunlar, eskisi gibi “em peryalizm in işbirlikçileri" d e ğerlendirm esiyle çözülem ez, çöze- lemiyor.
IVF.mek dergisi, özellikle 24 Orak uygıı
lamalarıyla günlük basında birinci koıııı lıa line gelen bankaların konumundan hare ketle, “sanayi sermayesiyle kaynaşmış ban ka sermayesini“ teorik tahlillerine eklemek zorunluluğunu duymuş olmalı. Fakat bu yapılırken. Türkiye'de Finans Kapital egemenliğinin varlığını geçmişten beri savunan bizler şöyle eleştiriliyoruz
“Yine belirtmekte yarar var ki. mali oli garşinin diktatörlüğü geçmişte kimi siyasi
dağıtım, kredi alanlarında egemen “kapitallerin kapitali", mali sermayedir.
Emek dergisinin diğer itirazı “feodalizmin bir unsuru olan toprak ağalığı, “tefeci bezirganlar" gibi kapitalizm öncesi kesimlerin katıldığı geniş bir ittifakın oluşturduğu oligarşi' türünden ‘melez oligarşi tahlil- lerfııiıı gerçekliği yansıtmadığı yolundadır.
Açıkça belirtelim, bu tahlillerin de doğ ıtıdan muhatabını kestirmek oldukça zor Feodal unsurların da içinde yer aldığı "geniş bir ittifak" ya da “melez oligarşi" değerlendirmeleri literatürümüze bütünüyle yabancı kavramlar “ Bir avuç Finans- Ka pitalisfin egemenliğini sürekli vurguladığımız bilinir. Hatta bu “bir avuç" nitelemesi bazı siyasetlerce eleştirildi. O nedenle finans oligarşini “geniş bir ittifak" olarak görmemiz mümkün değil
Tefeci-bezirganlık, Türkiye’deki mevcut kitlesiyle Finans oligarşisi içinde değildir. Ancak taşra şehir ve kasabalarına Finans oligarşisinin egemenliğini bayiler ağı ile aktaran onun en sadık yedek gücüdür.
akımların yanlış olarak tahlil edip adlandır dığı sanayi, ticaret, banka sermayesinin ve toprak ağalığının ha tta ‘tefeci be/iıganlar' ın ittifakından oluşan bir egemenlik değil, tersine, tarım, imalat sanayi ve banka ser mayesiııin sadece azınlığın elinde bütünleşip birleşmesiyle oluşmuştur. Feodalizmin bir unsuru olan toprak ağalığı, ‘tefeci- bezirganlar' gibi kapitalizm öncesi kesimlerin de katıldığı geniş bir ittifakın oluşturdu ğu oligarşi' türünden melez oligarşi' tahlilleri. Türkiye tekelci sermayesinin egemen liginin gerçek biçimini yansıtmıyor" (Emek, ay)
Bu söylenenler doğrudan hangi “siyasi akımları" hedef alıyor bilemiyoruz. Çünkü h üzer qöriişleri geçmişte D Yolda savun muştur Daha doğrusu eleştirilen görüşle re yakın şeyler Fazı Cephe kökenli siyaset lerce açık ve net biçimde olmasa Ha. yazı lıp savunulmuştur Eğer bu söylenenler I f Kıvılcımlının Finans Kapital tahlilini hedef alıyorsa, yazaı görüşlerimizi önce çarpıtıp sonra da eleştiriyor
Önce. I f Kıvılcımlı “oligarşfyi hiçbir yer de “sanayi, ticaret, banka sermayesinin ve toprak ağalığının hatta tefeci bezirganların ittifakından oluşan bit egemenlik" («altını ben çizdim) olarak tanımlamamıştır.
“Serbest rekabetçi kapitalist sınıfının sis temi, kimya bilimindeki halitaya alaşıma benzetilse. finans kapital oligarşisi bir bile şimdir denilebilir Yani birleşen kapitaller zümre özelliklerini (yalnızca banka veya en düstri. yahut ticaret kapitali oluşlarını) korumazlar Tersine gerek kredi, gerek iiıe tim biricik bir nitelik başkalaşmasına uğrar. Endüstri veya banka kapitalleri bambaşka biricik bir finans kapital haline geçmiş bu lunurlar. Kapital ta özünden değişmiştir
“Finans Kapital içinde büyük bankerler, endüstriciler ve büyük tüccarlar gibi büyük arazi sahipleri de bulunur" (Emperyalizm Geberen Kapitalizm H Kıvılcımlı)
Sorun Emek dergisinin ileri sürdüğü gı bi konulmaz Söz. konusu olan, çeşitli bur jtıva kesimlerin “ittifakı” değil, büyük sermayelerin ve topıak sahipliğinin sentez- leşmesidir. İttifak farklı unsurların ayrılık larını koruyarak aynı doğrultuda davran malarını anlatır Oysa, sentez olmakla, eski özellikler yiliriliı. yeni bir özellik ortaya çı kar Finans Kapital hııdur
f inans Kapital sırf banka, sanayi ya da ticaret sermayesi değildir Bütün üretim.
Ancak bize yabancı olmayan "tefeci be ziıgan’lık finans oligarşisi içim* dahil edilip snnıa da “melez oligarşi' diye bir deyim ileri sürülerek M. Kıvılcımlının görüşleri mi eleş (iriliyor, bilemiyoruz Atılan taş ortada kal masın, üstümüze alalım
Tefeci-bezirganlık. Tiirkiyedeki mevcut kitlesiyle Finans oligarşisi içinde değildir Ancak taşra şehir ve kasabalarına Finans oligarşisinin egemenliğini bayiler ağı ile ak taran onun en sadık yedek gücüdür.
Fakat Türkiye'de finans oligarşisi şekille nirken. içinde büyük toprak sahipleri ve iri tefeci bezirganlar da yer almıştır. İş Banka sı nın kurucularına bakılabilir Aynı zaman da Ziraat Bankası nın gelişim tarihi toprak ağası ve tefecilerden en irilerinin banka için de nasıl mevzilendiklerine zengin örnekler sunar Oysa Emek dergisi finans oligarşisi olgusunu ancak 1980 sonrası görebildiği için, onun ancak bugün görünen en kaba özellikleriyle yetiniyor.
Türkiye'de 1968'lerde kapitalizmin var l ığı ya da yokluğunu tartışan siyasetler son ra olayların çarpıcı uyarısıyla kapitalizmden öteye, üstelik tekelci bir ekonomik yapıyla yüzviize gelince tam zıt uca sıçrayıp ülke ınizde kapitalizm öncesi kalıntı üretim ve mülkiyet biçimlerini yok varsayınayı yeğ lediler Bizde tekelci ekonomik yapının 1920'lerden beri şekillenip gelişmesi ince leııdiğinde nasıl büyük toprak sahipliğiyle içiçe girdiğini ve tefeci bezirgan sermayeyi özellikle lOSO'lerle birlikte nasıl yedeğine aklığı hemen görülebilir
Sonuç olarak. Emek olayların pratik zor lamasıyla “mali oligarşi'nin egemenliğinden ya da sanayi, ticaret banka tarım vb ser mayelerin “bütünlüğii'nden söz etmektedir. Ancak bu "bütünlüğün" doğum tarihi ola rak 12 Eylül dönemini kabul ediyor
Sorun böyle konulunca 1980 öncesi egemen zümrenin niteliğini açıklamak Emek'in kendi sorunu Fakat Türkiye'de Finans Kapital egemenliğini geçmişten beri savunan bir görüş, devrimci dürüstlük ve bilimsel olmanın gereği doğrudan (dolaylı değil) ve olduğu gibi ele alınarak (çar pıtılarak değil) eleştirilnıeliydi
Pratik (öğretir Buna şüphe vok Ancak teorik sağlamlık olayların ilk görüntüsün den öteye gidebilmekle, olayların ilk bakış ta görülemeyen iç bağlarını kavrayabilmek le mümkün olur Aksi pragmatiklik olur ve teoride eklektisizmden öteye gidilemez
8
AVRUPA'DA SOSYALDEMOKRASİNİNEVRİMİ
Batı A vrupa’da bugünkü sosyal d e m okrat partilerin kökleri, 1889’da ku rulan II. E nternasyonale dayanır. O rad an da Marksizmin 4 8 bildirgesine.
Kom ünist Manifesto, 1848-1850 yılları arası bü tün A vrupa’yı saran d ev rimci kaynaşm a ortam ında çığ gibi b ü yüyen ve yollarını burjuvaziden ayırm aya başlayan işçi sınıfı hareketinin evrensel program tem elini ortaya koym uştu. M anifestonun ilkeleri üzerinde örgü tlenen Uluslararası İşçi Ligası’nın (I. Enternasyonal) dağılışından sonra, başta A lm an proletaryası gelm ek üzere bü tün Avrupa ülkelerinin işçileri, kendi ulusal partilerinde birleşm eye başladılar. Yoğun siyasal birikime ve devrim ci savaş deneylerine sahip b u lunan A lm an proletaryası, 1905 Rus Devrim ine kadar uluslararası işçi h areketinin liderliğini üstlenmiş du ru m d ay dı.
İşçi eğitim dernekleri ve ligalar ta rzındaki eski devrim ci örgüt deneyleri bir yana bırakılırsa, A lm an p ro le taryasının ulusal düzeyde yaygın faaliyet yürü ten ilk parti ö rgütü , 1875’de G otha’- d a kurulan Alm an Sosyalist İşçi Partisi olmuştur.) .ussallecı görüşlerin etkisi allııula reform cu bir p rogram a sahip olan bu parti, Lassalle’ııı Leipzig’de kurduğu A lm an İşçileri G enel Birliği ile Bebel’in önderliğindeki Marksistlerin E isenach’ta kurdukları Sosyal D em okrat İşçi Partisinin b irleşm esinden d o ğ m uştur.
Ünlü anti-sosyalist yasa karşısında yer altına çekilm ek zorunda kalan Alm an sosyalistleri, bu kez 1890 yılında Erfurt’da Alman Sosyal D em okrat Par- tisi’ni (SPD) örgütlediler. İşte, II. Enternasyonalin başını çeken SPD, bu şe kilde doğm uş oldu. Kaynağını M anifestodan alan parti program ı, 1919 devrim iyle Alm an İm paratorluğunun çöküşüne dek yürürlükte kaldı.
Diğer ülkelerde d e sosyal dem okra t adı altında örgütlenen sosyalistler, a ra larındaki bütün ideolojik farklılaşm alara karşın ilk Evrensel Paylaşım S a v a şının patlak verdiği 1914 yılına kadar II. E nternasyonale bağlı kaldılar. E nternasy o n alin en etkili liderleri, Kautsky ve Bebel gibi kıdemli A lm an Marksist- leriydi.
★ ★ ★B urada, sosyal dem okrasi kavram ı
nın o günkü tarihsel an lam ına kısaca değ inm ekte yarar var.
ilk burjuva devrim leri çağ ında “serbest ticaret” sloganıyla ayağa kalkan burjuvazi, feodal imtiyaz ve tekellere karşı ezilen sınıfları dem okrasi ve cu m huriyet bayrağı altında toplamıştı. A ncak, cum huriyet, dem okrasi, eşitlik p a rolaları, küçük üreticilerin hızla mülk- süzleştirilip proleterleştirilmesine ve acımasız bir yoksullaşm anın yayılm asına yol açan serbest rekabetçi soygun eko nom isinin politik term inoloji yaldızları haline dön ü şm ek ten kaçınam adı.
Yasalar karşısında eşit sayılan ve siyasal özgürlükleri ünlü devrim bildirgeleriyle tem inat altına alınan yurttaşlar, gerçekte bü tün yasal hakların kullanımını ekonom ik güç ve zenginliğin belirlediğini gördüler. Ezilen işçi sınıfı, burjuva özgürlüklerinin, em ek sö m ü rüsünden kaynaklanan toplum sal eşitsizlik karşısında nasıl bir kuru avutm a- cadan ibaret kaldığını acı acı yaşadı. Siyasal eşitlik, toplum sal eşitlikle b ü tü n leştirilm eden, p roletarya ve yoksul yığınlar için salt biçimsel haklar m anzu mesi olarak kalm aktan, dahası, burjuva sınıf egemenliğini gizleyen incir yap rnklurı o lınnklan ö teye gidem ezdi.
Burjuvazinin siyasal dem okrasi ve eşitlik sloganıyla feodaliteye karşı yönlendirdiği proletarya, bu kez silahlarını burjuvaziye karşı yöneltm eye girişti. 1848 haziran Fransız Devriminin kırmızı bayrağında sosyal cum huriyet, sosyal dem okrasi ve bü tün tarihsel kapsam ını Sovyetler iktidarında bu lacak olan gerçek sosyal eşitlik sloganları yazılıydı.
O yüzden, denebilir ki, sosyal d e m okrasi, burjuva devrim leri çağında, kitlesel kalkışmaların yarattığı güçlü alt üstlükler karşısında ürküp feodal gericilikle uzlaşan burjuvazi ile, devrimi gerçek toplum sal eşitlik sağlanıncaya dek sürdürm eye kararlı olan pro letarya arasıdaki ayırdedici savaş paro lasıdır.
★ ★ ★Peki nasıl oldu da proletarya h a re
ketinin bu devrim ci politik nitelendirilmesi, uzlaşm acı-reform ist burjuva p o litikacılığının bayrağı haline dönüştü? B unun cevabı, 1890’larda Avrupa sosyalist hareketini sarm aya başlayan, Sovyet Devrimi’nin son verdiği ideo-
Kemal SARUHANt
lojik kriz dönem i boyunca, 11. E nternasyonale bağlı partilerin sosyal bu rjuva partilerine d önüşm esinde yatar.
Sosyal dem okrasi kavram ı, sosyalizm ve kom ünizm kavramları gibi p ro letaryanın en genel toplum sal h ed e flerini belirlem ekle kalır. Bu nedenle, toplum sal hoşnutsuzlukların genişlemesiyle sosyalizme katılan küçük burjuva ve burjuva aydınlarının taşıdığı reform cu ütopyalar, tam anlam ıyla ideolojik netlik kazanam am ış proletarya hareketi içinde bazı işçi züm relerini de etkisine alarak, kavram ın bu soyut b e lirlemesi altında yer edinebilm e o lan ağını bulabilmiştir.
Kapitalist rekabetin yıkıma uğrattığı küçük mülk sahipleri ve gündelik b u rjuva yaşam ın onulm az sığlığı karşısında öfkeye kapılan mülk sahibi sınıfların aydınları, gittikçe sosyalizm bay rağı altında toplanarak, kendi sosyal k u run tu ve hayallerini dc sosyalizm m ü cadelesine taşımışlardır. H enüz Leni- nist parti m odelinin sıkı merkezi, disiplinli, hom ojen örgüt yapısına kavuşam am ış olan işçi sınıfı partileri, devrim ci Marksizmin yönlendirici dam gasını taşısdlur da, Marksizmin etki alanına
Sosyal demokrasi, burjuva devrimleri çağında, kitlesel kalkışmaların yarattığı güçlü
altüstlükler karşısında ürküp feodal gericilikle uzlaşan burjuvazi ile, devrimi
gerçek toplumsal eşitlik sağlanıncaya dek sürdürmeye kararlı olan proletarya arasındaki
ayırdedici savaş parolasıdır.
girmiş çeşitli reform cu akımları da kendi bünyelerinde toplamışlardır. Bu d u rum , sosyal dem okrat partiler içinde, bilimsel anlayış ve ütopizm , devrimci tu tum ve reform culuk arasında sü rek li çatışm alara n ed en olacaktır.
19. yüzyıl sonlarından itibaren, p ro letaryanın sınıfsal bünyesinde de d e ğişimler yaratan kapitalist dönüşüm ler üzerinde tem ellenerek yayılan reform-
9
cu akımlar, “eleştirel özgürlük" ta lep lerini sinsice yoğunlaştırarak Marksizmi kem irme kam panyalarına girişirler. R eform culuğun yayılışı ve devrim m erkezinin Avrupa'dan Doğu ya doğru kayışıyla dönekliğin pençesine düşen so syal dem okrat partiler, kaçınılmaz bir çatlam aya uğrayarak, Sovyet Devrimi’ ııin anlayış çizgisine yönelm iş yeni tip proletarya partiferinin d oğuşuna gebe kalırlar. Eski uluslararası proletarya birliği. döneklik ve reform izmin g ü d ü m ü n d e gerçek bir “kocakarılar enter- nasyo tıa lfne dönüşm üştür.
★ ★ ★Süreci d ah a yakından izleyelim.Uzun m ücadeleler sonucu açık sen
dikal ve siyasal örgütlenm e ile genel oy
Devrimci ilkelere pratik bağlılığın zayıflamaya başladığı böyle bir ortamda, Lassalle’cı Gotha programından beri Alman sosyal demokrasisinin pratik kanallarında yer edinen “evrimci sosyalizm” anlayışı,
Bernstein'cı revizyonizm tarafından İngiliz burjuva solculuğunun Fabiancı cılkkğıyla
kaynaştırılarak yeniden horiiatılır.
hakkını elde ed en Alm an p ro le taryası. yasal p landa büyük siyasal başarılar kazanır. İhtilalci sosyal dem okrat p a r ti , “y e p y e n i bir m ü c a d e le yöntemini" harekete geçirip “bir kurtu luş aracına d ö n ü ştü re re k , oylarını 187 İden 1890'a artan bir hızla toplam oyların % 25 i gibi oldukça yüksek bir düzeye ulaştırır.'1'
Kazanılan reformların sonucu olarak yasal p landa hızlı genişlem e ve parla m enter m ücadele yöntem lerinin genel proletarya hareketi içinde kazandığı ağırlık. Engelsin, Marx'ın Fransa’da S ınıf M ücadele adlı eserine yazdığı ünlü Ö nsöz ünün reformist bir yorum undan hareket eden yorulm uş pratik parti liderlerini. A lm anya gibi dünya milita rizminiıı en korunaklı kalesinde, var olan yasal olanakları abartıp, bugün çok daha yakından tanıdığımız sosyal devrimi barışçıl yollardan gerçekleştir m e yanılgılarına doğru sürükler. İşte, re formcu kanadın sinsi etkinliğine olanak sağlayan da. yaşlı parti yöneticilerini saran bu safça pragm atizm dir.
Devrimci ilkelere pratik bağlılığın za yıflamaya başladığı böyle bir ortam da, Lassalle’cı G o tha p rogram ından beri A lm an sosyal dem okrasisinin pratik kana lla rında . yer ed in en “evrim ci sosyalizm" anlayışı. Bernstein'cı revizyonizm tarafından Ingiliz burjuva solculuğunun Fabiancı cılklığıyla kaynaştırılarak yeniden hortlatılır.
Aynı dönem . A lm an sendikal h a re ketinin o lağanüstü güçlendiği, ulusal düzeyde örgütlenen sendikaların geniş mali fonlara sahip milyonlarca üyeli devasa örgütlere dönüştüğü yıllardır. Bu durum , yalnızca A lm anya'da değil, kıtanın ileri gelen diğer ülkelerinde de. sendikal avadanlıkları ve büyük mali fonları yönlendirerek işçi hareketinin gündelik pratik akışını denetim lerine
alan etkili bir sendikacılar züm resinin gelişm esine vol açar. Temsil ettikleri kitlesel, mali güçlerle sendika liderle ri, pratik parti siyasetinin belirlenmesin de gittikçe daha etkili hale gelirler.
901) yılların sonlarında, siyasal h a reket içinde önem li güçlere erişen sen dikacılar, “partiden bağımsız bir şendi kal hareket" fiktiylp ortaya çıkm akta, “pozitif iş" diye adlandırdıkları işçilerin pratik, güncel, basit sorunlarını ön p landa tu tan davranışları ,;>l ile ihtilal ci parti program ından bağımsız bir g ü n lük siyaseti parti faaliyetlerine e g e m en kılmaya çalışm aktadırlar Bu ba kım dan. sosyalist m ücadeleyi reform cu pozitivizme indirgeyen revizyonist akım, en büyük destekçilerini sendikal hareketin liderleri arasında bulacaktır Sendikacıların eğilimlerinin ağır bastı ğı 1906 M annheim kongresinde bu durum , ihtilalci kanadın üyeleri tarafın dan . “revizyonizmin sendikalar içinde hortlam ası" olarak ilan edilecektir
D aha 1899 yılında top lanan H a n nover kongresinde parti çoğunluğu, ihtilalci kanadın revizyonizmi m ahkûm eden kararlarım desteklem işti Ancak, devrim ci m ücadeleyi “kendi varlık ne delilerini inkâr etm ek" olarak gören “sendikacıların genel tutum u, parti ra dikallerinin entellektüel fantezisi gibi gö rünen tahlilleri etrafında sürtüşm e yaratm ak yerine, somut sorunlar çıktıkça bunları kendi tercih ettikleri y ö n de ve sabırla partiye kabul ettirm ek o lm uştur. (abç)
Marksizmin tem el fikirlerini benim sedikleri halde, devrim ci program ın gerçekleşm esini burjuvaziyle p ro letarya arasındaki günlük savaşım ın değ işken pratik dengelerinde aram aya git tikçe d ah a çok eğilim duyan parti y ö neticilerinin çelişkili pragm atik tutum u, partinin devrim ci çizgisinde reform izmin sinsice boy attığı derin çatlaklar yaratmış. bu nedenle “sorunların pek ço ğunun nihai çözüm ü, yavaş yavaş da olsa, reform cu kanadın istediği yönde gerçekleşm iştir” ,'11
★ ★ ★Revizyonizm in tem el önerm esi.
Bernstein ın şu sözlerinde ifadesini bu luyordu: “G enel olarak sosyalizmin nihai hedefi olarak adlandırılan benim için hiçbir şeydir; hareket herşeydir."
Sosyalizmin genel programatik am açlarını reddedip , “pratik, güncel, som ut so ru n la rın çözüm ünü yegâne hedef haline getiren bu reform cu anlayış. Bernstein gibi Engels in çok güvendiği yetenekli bir parti liderini M arksizme fütursuzca kılıç çekm eye götürm üştür.
B ernsteina göre sosyal dem okrasi, “artık eskimiş olan üsluptan kendisini kurtaracak cesarete sahip olabilmeli ve gerçekte neyse öyle görünm eyi kabul etmelidir: Demokratik, sosyalist bir reform partisi.” ,r,) (abç)
G erçekten de, reform izm ve ihtilâlci kanat arasında denge arayışlarıyla ip canbazına d ö n m ü ş Kautsky’nin o p o rtünizmi ve parti bü tün lüğünün k o ru n ması uğ runa Rosa Luxem burg. Karl L iebknecht gibi ihtilâlci kadroların ödünsüz tavrını yum uşatm aya çalışan yaşlı Bebel in “olgun ve ağırbaşlı p re n
sip adam lığfncîa gizlenen beceriksizli ği altında parti siyaseti, ağır ve sancılı bir ilerleyişle bu yöne doğru akm akta dır.
Kautsky'nin Sosyal İhtilâl adlı ünlü kitabındaki tezleri ise. reformist ve devrimci kanat arasındaki ayrımları belirsizleştirerek. son du ruşm ada reform izmin gelişimine fırsat tanıyan uzlaşm a arayışlarının teorik sonuçlarıydı.
Kautsky. devrim i politik ve sosyal devrim olm ak üzere ikiye ayırırdı. Politik devrim , “siyasal iktidarın yeni bir sınıf tarafından fethfdir. Sosyal devrim se. politik devrimi izleyen hukuki ve si- vasi üst yapıdaki köklü değişimi belir tir. “Hukuki ve siyasi üst yapının herhangi bir yoldan d ö n ü şü m e u ğ ram ası geniş anlamıyla, özel yol ve yön tem le (şiddet kullanarak) olması ise dar an lamıyla sosyal ihtilâldir. B una göre reform cu sosyal dem okra tla r -geniş anlamıyla- sosyal ihtilâlcidir. Yalnız se çim yoluyla da olsa işçi sınıfı partisinin iktidara gelmesi için çabaladıklarına göre, aynı zam anda siyasal ihtilâlci d ir"«'1
Sosyal devrim i hukuki ve sivasi List vopı değişim lerine indirgeyen bu aşırı basitleştirme, aynı zam anda revi/yoııiz min dolaylı bir teorik aldanışıydı. Farklı neden lerle de olsa bir günüm üz sosyal dem okratı bile. Kautsky’yi reformist ve devrim ci kanatlar arasındaki “zıtlığın özünü kaçırmış olmak"la suçlarken kesinlikle haklıdır. “Aradaki fark, başvurulan araçların değişik olm asından ibaret ve basit olmayıp, iki farklı top lumsal değişm e, tarih felsefesi ve d ü n ya gö rüşünü yansıtm aktadır" ,7)
Kautsky ye göre devrim , altyapı ilişkilerindeki kendiliğinden gelişimin ürünü olarak ortaya çıkar. Bu görüş, ka pitalist bir top lum da üretici güçlerin sosyalleşm e eğilimini etkileyen tarihsel ve dışsal faktörleri gözardı ederken , devrim i altyapı ilişkilerindeki kendiliğinden dönüşüm lerin basit bir tam am layıcısı olarak gösterir. B unun doğal sonucuysa, “devrimin olgunlaşmış krizlerden ve büyük sınıfsal kopuşm alar- dan çıkageldiği" yolundaki Leninist te ze karşı, devrim için kapitalizmin ü re tici güçleri gerekli olan olgun sosyalleşme düzeyine eriştirmesini beklemek olacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşunu “bu sınıfın giderek yoksullaşm asının değil, tam aksine, kendi “yaşam koşullarını giderek düzeltmesinin” bir sonucu” ı«» olarak gören Kautsky. bu radan zo runlulukla kapitalizmin gelişimini d e s teklem ek gibi bir pratik siyasetin ö rü lmesi yoluna çıkacaktır.
Tekeller çağında kapitalizmin gelişim mantığıyla işçi sınıfının tarihsel çıkarları arasında ortaklıklar kuran bu anlayış, devrim i bilinm eyen bir geleceğe e r te leyerek sosyalist m ücadeleyi “pozitif iş"e indirgeyen ve kapitalizmi reformlar yoluyla terbiye etmeyi am açlayan uzlaşm acı tavrın ta kendisidir. B undan sonra geri ülkelere “uygarlık taşıyıcı" bir ultra-em peryalizm tezine ilerleyerek, sosyal dem okra t partiyi ulusal tekellerin saldırgan ve yayılmacı politikalarına koltuk değneği haline getirmeye ç a lışmak. artık pek zor olmayacaktır.
10
Diğer yandan Kautsky, zoru sınıf m ücadelesinin objektif akışından ko partıp, “tüm hukuki ve siyasi değ işm eler için devletin zo rlam asfn a daraltılmış basit bir siyasi araca indirgeyerek, zorun kullanımını devrim ci politikanın tam am layıcı bir unsuru o larak gören Marksizm anlayışının dışına düşm üş olm aktadır. Zor araçlarının kullanımını bir tercih sorunu olarak görm ek; işte bu “evrimci sosyalizm in en köklü “revizyon” taleplerinin başında gelm ektedir.
K au tsk y , “ş id d e tin so sy a liz m i soysuzlaştırdığı” kanısındaydı. “S osyalizmi, teröre başvurm ak tuzağından ancak dem okrasin in kurtaracağı” g ö rüşüyle, dem okrasiyi bü tün sınıf içeriğinden soyarak proletarya d ik ta törlü ğünün karşısına çıkarttı. Bu du rum da, “terörün engellenm esi” yollu çığırtkanlıklar, sosyal dem okra t partinin Alm an işçileri arasında başgösteren devrim ci arayışları engellem eye çalışm asından başka bir sonuç getiremezdi.
Bu tutum larıyla sosyal dem okrasi liderleri, Bolşevik Devrimi’nin en h ay asız düşm anları haline geldikleri gibi, Spartakist Devrimin bastırılm asında A lm an finans-kapitalinin sadık uygulayıcıları olm aktan da utanç duym ayacaklardır.
★ ★ ★Bernsteincı ve Kautskist fikirlerin,
köklü bir partinin ideolojik rotasını d e ğişime zorlayan sınıfsal dayanakları n e lerdir?
Avrupa’da kapitalizm, üretimin m erkezileşmesi yoluyla teknik tem ellerini güçlendirm iş, ülke ö lçüsünde d e rinlem esine, dünya ö lçüsünde gen işlem esine söm ürü olanakları yaratarak em peryalizm evresine tırmanmıştı. S ö mürgecilik yöntem leri ile geri ülkelerden kapitalist anayurtlara akıtılan m u azzam serm aye potansiyelleriyle bes- leııeıı yeni refah olanakları, işçi kitle Icri arasında hıı o lanak lardan az çok yararlanabilen bir aristokratik zümrenin doğ u şu n a n ed en oldu. S endika liderlerinin temsiliyle pratik siyasette ağırlığını duyu ran bu gelişim, işçi sınıfı içind e züm resel farklılaşmaların derin leşm esine yol açmıştır.
Sosyal dem okra t partilerin sınıf d a yanaklarında başgösteren amorflaşma sonucu, Marksist teorinin şekilsiz- leşmeye zorlanması da kaçınılmazlaştı, îşçi sınıfı partileri, aristokrat işçilerin bencil çıkarları üzerine o turan sosyal anlam ıyla dar zümre partilerine d ö nüşürlerken, kadrolarının sınıf kökenleri ne olursa olsun, M arksizmden uzaklaşm aları, onları sosyal burjuva politikalarının temsiline yöneltmiştir. İşçi aristokrasisinin ideolojik kişiliksizliği, kapitalist top lum un çelişkin iç yapısına ek lem lenen işçi partilerinin, parla- m entarizm in sığ sularında tavizkâr yalpalam alarla içten benim sedikleri kaygan “kitle partisi” terrninde ifadesini bulm uştur.
İşçi aristokrasisi (işçi sınıfı değil), Ka- utsky’nin deyimiyle, “zincirlerinden başka kaybedecek çok şeye sahip”ti. Emperyalist kapitalizmin iç bayıltıcı “nim e tle rin d e n aldığı kölece zevkle ken
di tarihsel çıkarlarına yabancılaşan bu “işçi küçük-burjuvazi”, finans-kapital politikalarının işçi yığınları arasındaki tem el dayanaklarını oluşturm uştur. Bu sosyal dönüşüm ün zoruyla kapitalizme kıyam az hale gelen sosyal dem okra t partilerin “dem okratik” zafiyetleri, bu rjuva kuyrukçuluğunun çok bilinen ih tilal fobisinden başka neyi yansıtabilirdi?
Ö nce Marksizm toprağ ında türeyen kem irgen faaliyet, savaş yıllarının zo runlu kopuşuyla Marksizm alanının dışına düştü. Kendilerini kapitalist d ü zenin iç kıvrımlanışa hızla uyarlayan y eni sosyal dem okra t partiler, 2 0 ’li-30’lu yılları tarihsel köklerinden gelen M arksizm etkilerini “seyreltme” çabasına verdikten sonra, yeni ideolojik kimliklerini açıkça tanımlayabilme cesaretini kazandılar. Tanım lam a, S PD ’nin 1956 Bad G odesberg toplantısında kesin şik- lini aldı: Avrupa finans-kapitalinin sol kanat politikacılığı!
Öyle ya, kapitalizm e kıyam ayan, on u reform lar yoluyla terbiye edip in- sanileştirm eye çabalayan bir zihniyet, kendi ütopik “tercih lerin i, tarihsel d e term inizm in baskısı altında zavallıca kaydırm alara uğratm aktan başka şa n sa sahip olabilir miydi? Kapitalizme kı- yam ayış, onun egem en tekelci m a n tığını açıkça ben im sem ekten başka so nuç getirem ezdi.
★ ★ ★Kapitalizme kıyam ayan reform cu
anlayış, kendini teorisize etm ek yolunda öncelikle tarihsel akışı belirleyen nesnel zorunluluk yasalarından an la yış ve bağışlanm a dilem ek zo ru n d ay dı. Ç ünkü sosyalizm, sosyalist kişilerin iyi niyetlerinden bağımsızca ilerleyen tarihsel evrimin yam an diyalektiğinden kaynaklanır. Üretici güçlerin sosyalleşmesi ve mülkiyetin bireyselleşmesi a rasındaki karşı konulm az çelişkinin zorunlu çözüm ü olarak ortaya çıkar
Keform i/m in ilk işi, düşünce katında sosyalizmi bir zorunluluk olm aktan çıkarıp, seçm enler çoğun luğunun tercihlerine dayalı bir tarihsel olasılık h a line getirm ek oldu. N esnel zorunluluk kategorilerinin sübjektif tercihlere indir: genm esi tarihsel m addeciliğe sığdırıla- m ayacağından , revizyonizm, tarih yasalarından görem eyeceği “anlayışı” M arksizm den talep etm ek d u ru m u n daydı. Ö zgürlüğü zorunluluğun bilinci o larak kavrayan Marksizmin tersine, zorunluluğun (dünya devrimci krizinin) baskısından kurtulm akta arayan sosyal dem okra t teorisyenler, gerçekte “d ö n ek liğ in d a y a n ılm a z id e o lo jik hafiflem e” (nam -ı diğer “eleştiri özgürlüğü”) eğilimini devrim ci teorinin karşısına çıkartıyordu.
Sosyalizmin bir sübjektif tercihe ind irg e n m e s i, sın ıf m ü c a d e le s in in “kahredici” zorunluluklarından yan çizen işçi aristokratlarının sınıf sorum suzluklarına buldukları yegâne teorik kılıf olm uş, böylece, 19. yüzyıl başlarındaki nesnel yetersizliklerle mazeretli ü to pik anlayışlar, revizyonizmin gerici soysuzlaştırmalarıyla yeniden piyasaya sü rülm üştür.
Reformizm, tarihsel m addecilik a n
layışını reddetm ekle, idealist felsefenin “kurutulm uş bahçelerinde” um utsuz bir gezintiden kaçınamazdı. Nesnel zorunluluk yasalarının reddi, doğa ve to p lum yasalarını bilemeyeceğimizi vazeden Kantçı agnostisizm de m antıksal dayanak larına kavuştu. (Bernstein, Karleby vd.)
Ünlü İsveçli sosyal dem okra t Wig- forss da “sosyalizm asla bilimsel olarak kanıtlanam az; o, gerçekleştirilebilecek olan bir idealdir. ,l,) derken , aslında nesnel zorunluluk yasalarım, varsa bile kanıtlanamaz saym akta ve onun karşısına tarihsel-toplum sal belirlenim lerinden yarı yarıya soyulm uş insanın “özgür irad e’sini çıkarm aktaydı.
Sosyalizm bir tarihsel zorunluluk olm aktan çıkartıldığı ve seçm enler ç o ğun luğunun tercihlerine indirgendiği anda , tabii ki hareketi evrim-birikim / devrim -sıçram a süreçlerinin karşılıklı d ö n ü şü m ü ve bü tün lüğü olarak kavrayan m ateryalist diyalektik de ön em ini yitirecekti. M adem ki sosyalizm, to p lum sal gelişm enin zorunlu bir konağı değil, çoğunluk tercihlerinin barışçıl, birikimiyle elde edilebilecek bir olası d ö nüşüm dür, o halde hareketin devrim konağına hiç uğram adan , kendi ilerleyişiyle sürekli kendisini besleyen bir evrimin düz çizgisinden başka birşey o lm adığı görüşü de, diyalektik anlayışın karşısında biricik “bilimsel” gerçeklik olarak benim senecekti.
★ ★ ★Kapitalizmden sosyalizme sınıf sava
şm a başvu rm adan , uzlaşm alar yoluyla tedrici geçiş ve hatta üretim araçlarının tüm üyle sosyalleştirilmesi gibi ana program atik talepler, 50 ’li yıllara dek soyut ilkesel hedefler olarak yürürlükte kalsalar da, sosyal dem okrat partilerin uzun yıllar kapitalist ekonom ilerin yönetim inde bulunm aları ve tekelci devlet yapısıyla içli-dışlı oluşları, kısm en geçm işten gelen Marksizm etk ilerini yansılan bu özü boşaltılmış ilke leıdeıı geriye yalnızca pragm atik uzlaş m a siyasetini bırakarak kökleştirmiş, bü tün ideoloji tartışm alan, bu an a si-, yaset karakteristiğinin çevresinde yü rütülm üştür.• Kuşkusuz, toplum sal eşitsizliğin kapitalist top lum un sosyal sınıf yapısına d o k u n m ad an giderilebileceğine ilişkin reformist görüş, söm ürü kavramına yeni burjuva yorumları getirilmeksizin te- mellendirilemezdi. Nitekim, Bernsteirr d an başlam ak üzere sosyal dem okra t teorisyenler, M arx’ın artı-değer teori
sinin soyut kategorik bir açıklam a g e tirmekten öteye gidemediği, bunun tek tek m etaların ekonom ik analizinde en küçük bir teorik olarak sağlamadığı gö rüşünde birleştiler. S öm ürünün kaynağını m eta üretim inin kendisinde değil, yaratılan toplum sal değerlerin bölüşü- m ünde aram ak gerekiyordu. B uradan kalkılarak, toplum sal eşitsizliklerin m ülkiyet so rununda düğüm lendiği yolundaki tem el sosyalist anlayış terkedile- cek, Bernstein’ın “üretim de değil, pay laşım da sosyalizm” ilkesi, sosyal d e m okrasinin pratik siyaset, am açlarının an a teorik belirlemesi halini alacaktır.
Bu anlayış, kapitalist bir top lum da
bütün adaletsizliklerin kaynağını o luştu ran artı-değer söm ürüsünü gözlerd en gizleyerek, gelir dağ ılım ın ın “hakça" düzenlenişiyle, ya da başka d e yişle. em ekçi sınıfların toplam ulusal gelirden aldıkları payın kısm en yükseltilmesiyle sosyalizmin gerçekleştirilmiş olacağını vazetm ektedir. G erçek te ise böyle bir görüş, toplum sal adaletsizliklerin kapitalizmin kökensel yapısıyla bağıntısız, giderilebilir arızalar o ld u ğ u nu belirlemekle, kapitalist söm ürünün sivrilmiş aşırılıklarını törpüleyerek, d ü zenin kendisini aklayıp şirinleştirmek- ten ö te bir anlam taşıyamaz. Kapitalizm e kıyamayanlar, onu şirin göste rm eden bir adım bile atam azlardı.
“Ulusal gelirin adil bö lüşüm ü”nde kullanılan klasik araçlar nelerdir?
Gelir düzeyine göre artan oranlı vergilendirm e politikaları, işsizlik sigortası ve sosyal güvenlik harcam alarına ayrılan kam usal fonların arttırılması, sağ lık. eğitim, barınm a vb. gibi genel re fah düzeyinin yükselişine hizm et eden kam u yatırımlarına yönelik h a rc am aların yükseltilmesi, devlet kredi o lanaklarının dengeli dağılımı, reel ücret had terinde sağlanan artışlarla çalışanların satın alm a güçlerinin geliştirilmesi vb.
Sosyal dem okrasi, ulusal gelirin dengeli bö lüşüm ünde kullanılan bu klasik araçları, ekonom ik kaynakların planlı kullanımı, hızlı sanayileşm e ve ekonom ik büyüm e, tam istihdam , k o operatif ve sendikal örgü tlenm e h ak larının geliştirilmesi, klasik burjuva d e m okrasisinin yaygınlaştırılarak yasal güvenceler altına alınm ası gibi, kend isini diğer burjuva partilerinden ayıran geleneksel politikalar çerçevesinde ele alm aktadır.
Avrupa sosyalizminin "sosyal” etiketiyle damgalanmış Keynesciliği, aslan payını
tekellerin yuttuğu, ancak orta sınıfların ve proletaryanın da günlük çıkarlarında nisbi ilerlemeler yaratan genel büyüme ve refah
döneminin ortak çıkar dengeleri üzerine jturmaktadır.Finahs-kapital ve aistokratlaşmış
proletaryayı ortak çıkar dengelerinde uzlaştıran ideoloji motivi, burada bütün
çıplaklığıyla karşımıza çıkmaktadır: Bunalım ve devrim korkusu.
★ ★ ★Bu reform cu-pragm atik kavrayışın,
finans-kapital egem enliğiyle işçi sınıfının güncel çıkarları arasında bir d e n ge ve uzlaşma arayışından kaynaklan dığı çok açıktır.
Marx, daha 1850'lerde, kapitalizm koşulları altında kalındığı sürece, serm ayenin gelişiminin işçi sınıfının g ü n lük çıkarları açısından tercih edilir bir durum olduğunu, bunun işçiler için kapitalist söm ürüyü en azından katlanılabilir hale getirdiğini belirtmişti. Ama, üretim anarşisinin doğurduğu devresel krizlerin kaçınılmazlığı, kapitalist büyüm enin gittikçe kısalan periyodlarla tıkanm asına yol açarak, refah o lan ak larındaki artışın yerini yoğun bir işsizlik- sefalet dalgasına bırakm ası ile sosyal devrim olanaklarını da yaratır. Yani, iş-
çi sınıfının günlük çıkarlarının istikrarlı tatmin araçları, bizzat kapitalizmin k en di içsel dinamikleri tarafından yok ed ilir.
Ancak, em peryalizm çağında kap italizm. söm ürge ta lan ından elde e d ilen m uazzam serm aye birikimiyle, b ü yüm e ve sanayileşm e güçlerini arttırdığı gibi, kendi iç bunalımlarını geri ülkelere aktararak hafifletebilme o lanaklarını da yaratmış oldu. 60'lı yıllann “ileri sanayi toplum u" veya “refah toplum u" gibi şekilsiz kavramlarla ifade edilen g e nel sıçramaları, geri ülkeleri kıskaç a ltına alan yeni söm ürgecilik yön tem lerinin sağladığı olanaklarla açık lanabilir. “Batı dem okrasile rfn in 5 0 ’lerden beri tökezlem eden az-çok istikrarlı g idişinin tem elinde yatan gerçeklik de budur. O yüzden, “Avrupa sosyalizmi" nin bü tün o ekonom ik büyüm e, so syal refah ve dem okrasi program ları, kapitalist anayurtlarında sınıf çelişkilerini yum uşatan em peryalist söm ürü sisteminin gelişimi üzerinde yükselm ektedir.
G örü lüyor ki. bugünkü sosyal d e m okrat partilerin an a politik çizgileri, d ah a Bernstein’cı revizyonizmin Mark sist teori a lan ında giriştiği sinsi defor m asyon çabalarında köklerini buluyor. A ncak, bu çabaların Marksizmle hiçbir ideolojik yakınlığının bulunm adığı da açık. Tersine. 1. D ünya Savaşı yıllarının köklü kopuşm asıyla ihtilâlci Mark- sizmin baskısından kurtulan reform cu akımlar, ekonom ik politikalarının te mellerini “büyük bunalım ” yıllarının Keynesci yaklaşım larında buldular.
Ekonom inin devlet m üdahalesi ve p lan lam a yöntem leriyle kontrol altına alınm ası. Kam u yatırımları ve sosyal harcam aların arttırılması, çalışanların satınalm a güçlerinin geliştirilmesi yo luyla talebi canlandırarak büyüm e p o litikalarına geçiş. Avrupa sosyalizminin “sosyal" etiketiyle dam galanm ış Keynesciliği, aslan payını tekellerin yu ttu ğu, ancak orta sınıfların ve pro letaryanın da günlük çıkarlarında nisbi ilerlem eler yaratan genel büyüm e ve refah dönem inin ortak çıkar dengeleri üzerine oturm aktadır. F inans kapital ve aristokratlaşm ış proletaryayı ortak çıkar dengelerinde uzlaştıran ideoloji motivi, bu rada bütün çıplaklığıyla karşımıza çıkm aktadır: Bunalım ve devrim korkusu.
Em peryalist söm ürü m ekanizm alarının kısmi tıkanm alara uğradığı, kapitalist anayurtlarında sınıf mücadelesinin göreli yükseliş eğilimine girdiği istikrarsızlık dönem lerindeyse, bu ortaklıkların u cundan kıyısından da olsa yavaş yavaş bozulm aya başladığını görürüz. F inans-kapitalin “m üktesep” işçi h ak larına saldırısını kaçınılmaz kılan böyle her çözülüş ortam ında, bağlı b u lunduğu ideolojik formasyonla (finans- kapital) kitlesel dayanakları (aristokratik proletarya ve orta tabakaların şekilsiz “kitle"si) arasında bocalayan sosyal dem okrasi, kişiliksiz yapısını ortaya se ren bir bunalım ın politik açmazlarını yaşam aktan kaçınam az. Sosyal d e m okrasi, kapitalizmin iyi günlerinin çocuğudur ve bütün politik başarı şa n
sı, serm aye çıkarlarının açılıp çiçeklen diği genel refah ve büyüm e d ö n e m le rine karşılık düşer.
★ ★ ★İsmail C em , sosyal dem okrasin in
politik açm azını şu sözleriyle itiraf ed iyor:
“Sosyal dem okrat özellikli bütün h a reketler değiştirm ek iddiasında o ldukları düzen tarafından “kullanılmak” tehlikesine açıktır. Bu kullanılma sü re cinde, “koşullar, zorunluklar, ülke çıkarları” gibi gerekçelerle, hareket, kendi ilkelerine,bünyesine,seçm en le- rine ters düşen uygulam alara y ö n elebilir. S onuç, hareketin asıl d ay an ak la rından uzaklaşm ası, güvenilirliğini yi tirmesi olabilir. Bir siyasal' hareketin kendi özüyle ve kişiliğiyle çatışan uygulam alara girmesi, m azeretler ne olursa olsun, ondan beklenm em esi g ereken bir “fedakâr]ıktır".,,n>
Sosyal dem okrasin in tarihi bu tü rden “fedakârlık larla doludur. A lm an ve A vusturya sosyal dem okratlarının 1918 1919da “burjuva partilerinin ko alisyon ortakları olarak, onlarla birlikte kitle hareketlerini bastırm ak ve bir parlam enter devleti istikrara kavuşturm ak gayreti içinde” hüküm ete g irm eleri, izleyen yıllarda hüküm et olan İngiliz İşçi Partisi ve İsveç sosyal d em o k ratlarının “gergin siyasal krizler" sırasında “ihtiyatlı ve anayasal” tutum ları... Ö rnekler çoğaltılabilir. (U>
80 ’li yılların ekonom ik zorlukları karşısında ise. A vrupa’lı sosyal dem okra t partilerin geleneksel çizgilerinden bile köklü bir ayrılış eğiliminde oldukları o rtaya çıkmıştır. Yakın yıllann ve g ü n ü m üzün hüküm et deneyleri, sosyal d e m okrasinin uluslararası ölçekte bir “m uhafazakârlaşm a" içinde bu lunduklarını gösteriyor. Ünlü TÜSİAD y ö n e ticisi Ali K ocm an’ın ölçülerine göre “Batı Avrupa’da II. Dünya Savaşı ndan sonra ortaya çıkan siyasi tablo içinde, sosyal dem okratların konum u ortanın çok so lunda bir gö rünüm arz ed iyordu. Bugün, 1950 lerin m uhafazakârlarından d ah a sağdadırlar.” ,,2) (abç)
1981de iktidara geçen Fransız S o s yalist Partisinin hüküm et p rog ram ın da geniş millileştirmeler, asgari ücret yasalarında iyileştirmeler, çalışm a s ü resinin kısaltılması’, d ah a uzun tatil ve sosyal refah uygulam alarının geliştirilmesi vaadleri bulunuyordu. Bu yollarla talep canlandırılarak tam istihdam sağlanacak, devlet harcam alarındaki artışla ekonom i durgunluktan çıkarılacaktı. Olmadı. Ö dem eler dengesi krizi içinde bir yılda çöken Keynesçi uygulam alar, yerini ücretlerin dondurulm ası, sosyal harcam alarda kısıntılar, sendikalara saldırılar gibi klasik m uhafazakâr ö n lem lere bıraktı. Ç ad ve L übnan b u n a lım larındaki saldırgan politika, barışçı harekete karşı acımasız tavır alış da c a bası.
İspanyada işsizliği yok edeceği v a a diyle yola çıkan G onzales hüküm eti, “ilerici kem er sıkm a politikaları" d en ilen denk bütçe, sıkı para, ihracatı te ş vik uygulam alarıyla işsizliği tırm andırdı. İşten çıkarm a kuralları yumuşatıldı. Sosyal harcam alar düşürü ldü . NATO
karşıtı sloganlarla iktidara gelen G on- zales, bugün A vrupa’da NATO şam piyonluğunun ilk akla gelen isimleri a ra sında bulunuyor.
Portekiz’de S oares hüküm etleri, K aranfil Devrimi’nin toplum sal kazanım - larını o rtadan kaldırma gayretleriyle ta nınıyor.
İtalya’da Craxi yönetimi, ücret en- dekslem esinin durdurulm ası, serm aye piyasasının liberasyonu, millileştirilmiş sanayilerin özelleştirilmesiyle m uhafazakâr politika kervanına katıldı.
Başlangıçta ücret endekslem esinde yükseltm eler ve küçük çiftçilere y&re- lik fiyat desteklem elerinin genişletilme ~ siyle işe girişen PASOK hüküm eti, ithalâtın artışı ve yatırımlardaki düşm e karşısında, daraltıcı mali uygulam alara başvurarak, vergi reform u ve scısyal hizm et politikalarından vazgeçti. İşsizliğin artışı ve “acı reçe te le rin baskısına karşı yükselen sendikal direnişleri bastırmak için kam u, çalışanlarının grev haklarına geniş boyutlu kısıtlama ve denetim ler getirdi.
S o sy a l d e m o k ra s in in “n a z a r boncuğu” İsveç’te bile, işsizliğin artışı ve* resmi kem er sıkm a politikalarına karşı sendikal huzursuzluğun tırmanışı, p arlak dönem lerin sona erdiğini gösteriyor. <1;ı>
Kısaca ele aldığımız bu örnekler, d e ğişen uluslararası ekonom i ve politika dengeleri içinde, sosyal dem okrasiyi m uhafazakâr partilerden ayıran reformist özellikler bakım ından d a evrim çizgisinin bitimine doğru gelindiğini d ü şündürtüyor.
★ ★ ★S on olarak, mülkiyet so ru n u n a y e
niden dönelim .Üretim araçlarının kimin elinde o l
duğu önem li değil, m ülkiyetten kim lerin yararlandığı önem li görüşüyle, Marksizmin Keynesçilikle karıştırılarak özü boşaltılmış son kalıntılarını da sü püren sosyal dem okrasi, sosyalist ü retimdeki bürokratik tıkanmaların baskısıyla zihinleri bulanm ış S ovyet a k a d e misyenlerinin bile cazibesine kapıldığı “halk mülkiyeti” kavram ının da m im arı du rum undad ır. “İskandinav tipi sosyalizm” de örneklerini bulan bu m imari kuruluşun tem elinde de Bernste- in’cı görüşlerin yattığı biliniyor.
Başta, üretim araçlarının aşam alı sosyalizasyonuyla burjuvazinin evrim ci çözülüşünü am açlayan yeni sosyal dem okrat partiler, onyıllardır m ülkiyetin yaygınlaştırılmasıyla işçilerin burju- valaştırılması gibi ütopik dem agojilere sanlarak, proletarya içindeki sınıf atlama özlemlerini kışkırtma eğilimi içinde b u lunuyorlar. G eniş millileştirme ön lem leriyle tan ınan İsveç Sosyal D em okrat Partisi’nin (SAP) bile, sanayideki m arjinal sektörleri devletleştirm ekle yetindiği ve geçtiğimiz yıllarda gündem e g etirdiği yeni millileştirme politikalarının kapitalistlerden gördüğü tepki karşısında bundan da vazgeçtiği hatırlardadır.
Nedir bu “halk m ülkiyetfnin içyüzü?“Esnek plan lam a” politikalarıyla “si
vil toplunV’un d en e tim in e alınan finans-kapitale sosyal bir gö rü n ü m ü n kazandırılması. Tek tek bü tün işçilerin
üretim araçlarının sahipleri haline gelm esi zaten m üm kün değil. Ancak, sendika ve kooperatiflerin kendi mali fonlarıyla, devlet kredi desteğ ine d a yanarak kuracakları veya hisse se n e tlerini satın alarak iştirak edecekleri şirketler yoluyla işçilerin m ülkiyete katılması öngörülüyor. Böylece, hem tekelleşmeyi kıracak rekabet unsurları g ü ç lendirilecek, hem de serm ayenin b e lirli ellerde ya da devlet bünyesinde yoğunlaşarak “sivil top lum u” tehdit ed en otoriter bir güce erişmesi engellenecektir.
“Esnek p lan lam a” düşüncesi, liberalizmin serbest piyasa kurallarıyla tekelci devlet kapitalizminin K eynesyen m ü dahaleciliğinden elde edilmiş bir ek o nom ik sebze çorbasıdır. Tekelci se rm ayenin türlü yollardan devlet se rm ayesiyle sentezleştiği ve serm ayenin kişi etiketlerinden sıyrılarak anonim bir toplum sal karakter kazandığı devlet kapitalizmi koşullarında, rekabet sınırlarının son d u ru şm ad a finans-kapital çıkarlarınca belirlendiği, Leninist çözüm lem elerle pekişm iş Marksist ekonom i- politiğin en bilinen gerçeklerindendir.
Finans-kapital, tek tek kişilerin yö n lendirdiği serm ayeyi değil, banka ve şirketlerde yoğunlaşm ış serm aye irileşmesini ifade eder. “Halk mülkiyeti” bu noktada, sendika ve kooperatiflerin ellerinde birikmiş kollektif işçi fonlarının finans-kapital çarklarına bağlanm asıyla, d ah a yüksek bir serm aye k o n san trasyonunun araçları haline getirilişi o larak karşımıza çıkm aktadır.
Diğer yandan, işçi örgütlerinin “a n o nim kapitalist” kurum laşm alara d ö n ü ştürülm esi, işçi m uhalefetinin kapitali- zasyon süreçleri içinde eritilmesi gibi bir gerici politik am acın çerçevesini a şm am aktadır.
Bütün bunlar, İsveç ekonom isini beş büyük finans grubunun denetlediği gerçeğini gizlem eye yetmiyor.
★ ★ ★Yaşanmış tarihsel süreçler üzerinde
geriye doğru iz sürm elerle yol aldığımızda, bugünkü sosyal dem okrat parti uygulam alannın B ernstein’cı ve Kaut- kist tezlerle çok açık bir m antık zincir- lenişi içinde bu lunduğunu gö rm ek teyiz. Revizyonizmin gerici özü, finans- kapital çağının yüzyıllık sosyal d em o k rat pratiği içinde evrilerek açılıp çiçek- lenmiştir.
Tabii ki, dönekliğin ilk pratik m eyveleri, sosyal dem okra t partilerin sa vaşta kendi ülkelerinin burjuvalarını destek lem e kararlarıyla açığa çıktığında, yıllardır birbiriyle tepişerek ilerlemiş reform ist ve ihtilalci kanatların aynı parti içinde yer alm aları tü m d en o lanaksız hale gelecekti. H ele Ebert ve S ch eid em an n ’ların A lm an devrim inin bastırılm asında oynadıkları rol, pratik kanalların karşıt ku tup laşm a alanlarına doğru akm asını hiçbir şekilde e n gelleyem ezdi.
“ E m p e ry a lis t sa v aş ı d e v r im e dönüştü rm e” taktiğiyle Leninizme yaklaşan ve S ovyet devrim inin etkileriyle yenilenen çökkün partilerin devrim ci unsurları, ünlü Bolşevizasyon p rog ramının yeni tip parti şekillendirişiden
geçerek III. E nternasyonal (Komin- tern)’in onurlu yaratıcılan arasında yer aldılar. Reform cu akım lardan yollarını ayıran devrimci partiler soysuzlaştınlmış eski politik sıfatları terkederek , 1848 ’in ev rensel program ıyla bağlarını çıplak biçim de ifade eden köken adına döndü . Yeni partiler “kom ünist” sıfatıyla o r taya çıktılar. II. E nd ern asy o n al’in “kocakarılar” bölüğü ise, tekelci kap italizmin “eğiticiliği” altında Sosyalist Ente rn asy o n ald e yen iden bir araya gelmişlerdir.
Ancak, kapitalizmin ikinci savaş so n rası yıllarda gerçekleştirdiği refah p a tlaması, dünya kom ünist hareketi üzerinde yeni bir ideolojik buhran etkisi yaratarak, 1910’larda Leninizmin üstünlükle kapattığı tartışm a konularını tekrar gü n d em e getirdi. İtalyan ve İspanyol kom ünist partilerinin başını çektiği Leninizm’den kopuş dalgası, Batılı partileri A vrokom ünizm in reformist sığdığına sürükleyerek ciddi tıkanm alara uğrattı.
B ugün Avrokom ünizm , kaçınılmaz Bir çökün tüyü yaşıyor. C arillönun aldığı ağır seçim yenilgisinden sonra İspanyol K om ünist Partisi, tam an lamıyla bir paçavraya dönüşm üş durum dadır. “Gri saçlı, gri bıyıklı” yeni liderlerinin yönetim i altındaki İtalyan “ko m ü n is tle ri ise, sosyal dem okratlarla birleşm e yolunda epey m esafe katet- miş görünüyorlar. Diğer partiler, çö k ü n tünün ard ından Avrokom ünizm i terketm e çabalarına girişmiş olsalar da, Batı’d a proletarya hareketi, siyasi krizin aşılması bakım ından kısa vadede um ut verici bir devrim ci kabarışa hazır bulunm uyor.
A vrupa’da durum bu iken, ne yazık ki, yenilgi o rtam ında B atıdan bize v u ran yüzyıllık geçm işe sahip teorik p a çavraların esintisi, Türkiye sosyalizminde de “devrim ” hortlatm alarına girişmiştir. Sivil toplum culuğun çeşitli frekanslardan yayılan teslimiyetçi ütopyaları ve hele Bay M urat B elgenin Ko- lomb’vari “yeni keşifleri, ne ölçüde zavallı ve uzun d ö n em açısından şanssız görünürse görünsün , bir olgu olarak karşım ızda duruyor.
Ve ne yazık ki, etkili Sovyet a k a d e misyenlerinin Marksist teorinin “global” yapısında yaratm aya başladıkları Neo- Kautskist deform asyon ve bu defor- m asyonun başta TBKP olm ak üzere kimi çevrelerce Türkiye sosyalizm ine taşınm ası, bizde de, d ü nyada da yüzyıl önceki tartışm aları yeni boyutlarla tekrar bir teorik gündem haline getireceğe benziyor.
Tarih, tekerrürdür m ü diyeceğiz?
(1 ) Engels, Fransa'da Sınıf Mücadelelerine önsöz. (2 ) Halûk Özdalga, Çağdaş Sosyal Demokrasinin Olu
şumu s. 51.(3 ) Özdalga. a.e.. s. 51(4 ) Özdalga, a.e., s. 50(5 ) Aktaran: Özdalga. a .e . s 60(6 ) Yorumlayarak aktaran: özdalga, a.e., s. 68(7 ) Özdalga, a.e., s. 69(8 ) Aktaran: İsmail Cem. Sosyal Demokrasi Nedir, Ne
Değildir, s 81(9 ) Aktaran: Özdalga, s. 100(10) İsmail Cem, Siyaset Yazıları, s 202-203(11) Ferry Aııderson, Avrupa Sosyal Demokrasisi
Ölüm Döşeğinde ini? 11 Tez. sayı: 6(12) Ekonomide Diyalog, Kasım 1988(13) Aııderson, a y.
YENİ SÖMÜRGECİLİK ZİNCİRİNDE ÜCÜNCÜ DÜNYA ÜLKELERİ
Üçüncü Dünya Ülkeleri, kalkınmakta olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler, geri bıraktırılmış ülkeler tanımlamasına giren 100'ü aşkın ülkenin-ekonomik, politik konumlarını incelemek birçok faktörü değerlendirmekten geçer. Dünya güçler dengesi içinde ülke içi sınıf ve tabakaların sübjektif konumundan, bilim ve tekniğin üretimdeki yansıması objektifliğine kadar çeşit çeşit etmen belirleyici olur. Bilimsel bir değerlendirmede elek triğin sosyalist üretimi, elektroniğin ise komünist üretim temelini yarattığı söylenir. Üretim biçimi belirli bir bilimsel teknik temele dayanır. Gelişmekte olan 3. Dünya ülkelerini incelemek ancak böyle çok boyutlu bir perspektiften bakmayı gerekli kılar. Ulusal Kurtuluş Savaşları günlerinde dünya nasıl bir güçler dengesine oturmuştu? Kıtasal faktörler nelerdi? Tek tek ülkeler içinde hangi sınıf ve tabakalar örgütlüydü? Bilim ve teknik ne durumdaydı? Şimdi yaklaşık 30-40 yıl sonra nerelere gelinmiştir? Ufukta elle tutulur neler görülmektedir? Yazımızın akışı içinde bu sorulara yanıtlar aramaya çalışacağız.
I. BÖLÜMII. Dünya Savaşı Etkileri
Bilindiği gibi If. Dünya Savaşı Sosyalizmin, Finans-Kapital’in mantık sonucu faşizmi yenmesi ile bitmiştir. Hitler ve arkasındaki emperyalist güçler Sovyetler Birliğimdeki sosyalizmi yıkmaya çıkmışlar, ama yıkmak şöyel dursun Avrupa ortalarına kadar yayılan bir sistemolarak karşılarında bulmuşlardır. Dünya halkları açısından bunun anlamı emperyalist sömürünün bir kader olmadığıdır. Dünyanın her yerinde yoksul halklar ayaklanır, 400 yıllık sömürgecilik 10-15 yıl gibi kısa sürede çöker. İrili ufaklı yüzün üstünde bağımsız ülke kurulur. Sonuçta dünyamız, savaş galibi sosyalist sistem. savaş yeniği emperyalsit sistem ve anti-emperyalist 3. Dünya ülkeleri dengesine oturur.
ABD ideolojik olarak yeniktir, ama savaştan zarar görmemiş, ekonomik olarak bir yayılmaya hazırdır. Oysa sosyalizm ideolojik olarak galip ama ekonomik olarak bir harabe durumundadır. Kendisini onarm aya, güç toplamaya ihtiyacı vardır. 3. Dünya ülkeleri anti-emperyalisttir, ama sömürgeciliğin tüm tahribatlarının üstüne modern bir üretim temeli kurmak istemektedirler.
Sosyalizm ideolojik olarak, sosyal bir bilim olarak varlığını kanıtlamıştır. Sosyal olayların kendisine doğru aktığının rahatlığı içindedir. İdeolojik olarak yenilgiye karşın emperyalizm güçlüdür. Sosyalizmi en azından o günkü sınırlar içinde tutmak, 3. Dünya Ülkeleri şekilsiz denizinde yüzmek
istemektedir. Sosyalizmin daha güçlenmek içinde olsa demir perde arkasına girmesi emperyalizmin işine gelmektedir. Hatta bu nedenle biraz da kendisi onu demir perde arkasına itecektir. Sosyalizm ise bilimin rahatlığı ile dünya ülkelerinin kendisine akışını bekleyecektir. 3. Dünya Ülkeleri 1950'lerde bağımsızlık bayrağı açtıklarında merkezler arasındaki bu denge içinde yerlerini alacaklardır.
Kıtasal FarklılıklarAsya, Afrika ve Amerika kıtalarının her
birinde kendine özgü farklılıklar vardır. Güney ve Doğu Asya ülkeleri güneş batmaz İngiltere ve Japon faşizminin sömürgeciliğinden kurtulurlar. Milyonlarca insan Çin'de Mao’nun peşinden sosyalizm yoluna çıkar. Hindistan peşinde irili ufaklı birçok ülkeyi sürükleyerek İngiliz sömürgeciliğini yıkar. Ama sosyalizme varmaz. Endonezya, Fili- pinler, Malezya vs. gibi Hindi-Çin ülkelerinin kaderini ise yaşayacakları iç güçler çatışması belirleyecektir.
Asya ülkelerinin bugünkü sosyoekonomik durumunu değerlendirirken onların binlerce yıl feodal ilişkiler içinde yaşadıklarını unutmamak gerekir. En zengin, gelişkin feodalist sistem Asya’da yaşanır. Bizzat bu gelişkinlik nedeniyle kapitalizme sıçrayamayacaktır. Kapitalizm feodalizmin en zayıf olduğu İngiltere’de doğacaktır. Asya zülkeleri yüzlerce yıldır feodal ilişkiler altında çürümüştür. Budizm, Teoizm, Kon- füçyüsizm vs. gibi mistik düşüncelerin bura insanınca yaratılması hiç de bir rastlantı olamaz.b Feodal ilişkilerin içine sıkışıp kalmış binlerce köylü küçük üretici kurtuluşunu ya Mao peşinde ya da Hindistan’daki gibi güçlü bir devletçilik peşinde arayacaktır. Emperyalizmin kendine çektiği Pakistan ve Bengaldeş gibi ülkeler din afyonu ile faşizme varacak, burjuva parlamentarizmini bile kuramayacaktır.
İlk Kurtuluş Savaşının Anadolu toprakları üstünde verilmesi Ortadoğu göçebe bedevi kabilelerini pek etkilemeyecektir. Suriye, Ingiliz ve ABD'nin bölgedeki çıkar çekişmesinden doğar. Onun sosyalizme yakınlığı, aynı zamanda emperyalizm için vazgeçilmez petrol yataklarının varlığı İsrail devletinin yaratılmasına kadar varan bir güçler dengesi yaratacaktır.
1960 Afrika yılıdır. O yıl tam 17 tane Afrika ülkesi bağımsızlaşır. Şimdi kıtada 50 ülke vardır. Libya, Tunus. Cezayir. Fas Avrupa kıtasına yakınlıkları nedeniyle emperyalist ilişkilerin etkisindedirler.
Afrika kıtasını iki bölümde incelemek daha uygundur. Akdeniz’e komşu olanlar ve Büyük SAhra Çölünün güneyindeki ülkeler. Güneyde feodal ilişkiler henüz tam ge
Ayşe TANSEVER
lişmemiştir. Feodalizm merkeziyetçiliği tam anlamı ile kurulamamıştır. Şefleri ile ilkel kabileler yaşamaktadırlar. Emperyalist güçler ulusal kurtuluş savaşları ile yıpranan prestijlerini biraz olsun kurtarabilmek için Paris ve Londra’da yaptıkları toplantılarda kıta için bir harita çizerler. Çıkarlarına göre ulusçuklar şekillendirirler. Bu burjuva sınırlar oradaki kabilelerin yapılarına uymaz ve günümüze kadar yaşadığımız sınır kavgaları görülür. Öte yandan özel mülkiyet kavramı olmayan ve insanların kapitalist ilişkilere sıçraması ileride değineceğimiz binlerce sorunu getirir. Genel olarak Afrika ülkeleri kapitalizmin hammadde depolan olarak kalırlar.
Latin Amerika ülkeleri, Afrika ülkelerine daha çok benzerler. İlkel komün geleneğinde iken 17. yüzyılda Ispanyol, Portekiz sömürgeciliği ile tanışırlar. Tepeden inme bir feodalizm kurulur. Büyük toprak sahibi latıfunda ağaları oluşur. İngiliz sömürgesi ABD bağımsızlık savaşı verdikten sonra 19. yüzyılda bu ülkelerde Portekiz ve İspanyolları kovarlar. ABD finans-kapitalinin en gerici yanlarının feodal latifunda ağaları ile rezonansa gelmesi uzun sürmez. Bu ağalar burjuva kurumu orduyu da yedeklerine alıp yıllarca Latin Amerika halklarını sömürürler. Genel olarak 1980’lere kadar askeri diktatörlükler ülkeleridirler. Ancak 1959 Küba devrimi sonrası ABD tarmn tekelleri ittifak kurdukları tabakaları değiştirme ihtiyacını duyacaklardır. Emperyalizm o gün değişme eğilimindeki ekonomik çıkarlarına da uygun düşen bir burjuva ittifakı aramaya çıkar. 1980’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde tek tek askeri diktatörlükler yıkılıyor. İktidara gelenler işte o günlerde ittifaka sokulabilmiş yeni burjuva katmanlarıdır diyebiliriz.
Üretim DağılımıKısaca, en belirgin özellikleriyle verme
ye çalıştığımız dünya sosyo-politik durumunun üstünde yükseldiği ekonomik yapı nedir? Sömürgecilik yıkıldığında üretim paylaşımı nasıldır görelim:
1800 yılında üretimin %44’ünü gerçekleştiren Üçüncü Dünya Ülkeleri dünya nüfusunun % 74’ünü barındırıyorm uş. 1950’lere geldiğimizde ise üretimden aldıkları pay azalıp %17’e düşmüş. Ancak bu düşüş nüfuslarında gördüğümüz oransal düşüşün çok altındadır. 1.5 milyarın üstündeki Üçüncü Dünya insanları ancak %17 üretirken merkezler %83’lük paya sahiptirler. Bilim ve tekniğin insanlığa sunduğu imkânlar merkezlerin elindedir. Böylesi bir üretim dengesizliği kurtuluş savaşlarının ekonomik temelidir.
TABLO IVeriler 1800 1900 1950 1980
Toplam dünya üretimi (milyon $) 230 970 2630 11.720
Üçüncü Dünya Ülkeleri payı (%9) 44 19 17 21
Dünya nüfusu (milyon) 944 1.673 2417 4333
Üçüncü Dünya Ülkeleri payı (%) 74 66 67 75
Kaynak: World Development Report 1984 s.6
1980’li yıllara yani 30 yıllık “bağımsızlık” dönemi sonucuna baktığımızda ise dünya üretim dengesinde büyük bir değişiklik gözleyenleyiz. Bu kez dünyadaki üretimin an cak 1 /5 ’ine sahiptirler. Son 30 yılda üretim 150 yıldakinden 5 kat hızlı artmıştır, ama bu artış geri ülkelere yansımamıştır. Demek ki “politik bağımsızlık” yetmemekte başka etkenler Üçüncü Dünya Ülkelerinin gelişiminin önünde durmaktadır. 1980 üretim paylaşım tablosu 1950’lerden pek farklı değildir. Öyleyse yeni bir paylaşım mücadelesinin ekonomik koşullan vardır ve yaşanmaktadır.
"Yetenekli işçiler kapitalistler için daha çok artı-değer yaratırlar. Aynı şey kalkınmakta olan ülkelerinsömürüsü içinde söylenebilir. Bağımsızlaşalı beri önemli ekonomik gelişim kaydettiler ve şimdi yeni sömürgeci kapitalist ekonominin bir parçâsıdırlar. Böylece emperyalist merkezler onlardan sömürge dönemlerinden daha çok kaynak sömürebilmektedirler.” (Social Sciences 1987 sayı 4., sayfa 202) Üçüncü Dünya Ülkeleri bağımsızlık yılları 1950-65 arasında emperyalizmin kendilerini daha çok sömürmesine imkân tanıyacak ekonomik gelişimleri yaşarlar.
1950-65: İlk Birikim Yılları
Bağımsızlık politik bir kavramdır, ancak ekonomik bir temele oturursa gerçek içeriğine kavuşur. Kurtuluş savaşları sonrası Üçüncü Dünya Ülkelerinde iki birbirine bağımlı ekonomik gelişim yaşanır. Millileştirmeler ve kamu ya da devlet sektörleri. Millileştirmelerin düzeyi ülkeden ülkeye farklılıklar taşır. F.ğer ki sömürgecilik dönemin tie ulusal burjuvazi az çok birikim yapabil miş ve üretimin ilk ivmesi için bir sermaye ye sahipse hükümetlerin hem millileştirmeleri sınırlı kalmış hem de kamu sektörlerini kurup geliştirmelerinde oynadıkları rol ufak olmuştur. Örneğin Lübnan, Singapur, Malezya, Kamerun, Gabon ve Fildişi Sahili ülkelerinde millileştirmeler altyapı hizmetleri ve bazı finans kurumlanyla sınırlı kalmıştır. Öte yandan Nijerya, Uganda, Fas ve Filipin gibi ülkelerde de millileştirmeler çok sınırlı olmakla birlikte hükümetler genellikle hızlı bir kamu sektörleri kurmayı amaçlamışlardır. Sonuçta her ne kadar iki grup ülke de liberal politika izleseler de üretim temelinin baştaki düzeyi izledikleri ekonomi politikayı da belirlemiştir.
Diğer Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde millileştirmeler ve kamu sektörlerinin kuruluşu çok daha kapsamlıdır. Tüm üretim olanaklarının rasyonel bir şekilde işletilebilmesi böyle bir tek elde toplanmayı gerekli kılmaktadır. Modern üretim yalnız sermaye değildir, bilimdir, tekniktir. O günkü koşullarda hiçbir Üçüncü Dünya Ülkesi’nde böy- lesine bir bilim teknik düzeyi yoktur. Dışarıdan alınmak zorundadır.
Dünya finans-kapitali Üçüncü Dünya Ül- keleri’ne karşı üretim tekelini elinde tutmaya kararlıdır. Geri ulusları kalkındırmak diye bir zaman derdi olmamıştır. O dönemin çoğu ağır sanayi yatırımlarını Sovyetler Birliği gerçekleştirir. Modern üretimin bel ke
miği olan demir-çelik tesisleri, enerji için kömür, petrol çıkarımı, barajlar yapılması hatta tekstil sanayi ilk Sovyet yardımları ile gerçekleştirilir. Ereğli Demir-Çelik, İskenderun Demir-Çelik, Bandırma Kimya Sanayi, Nazilli Tekstil Sanayi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri sosyalizm ile işbirliği sonucu yapılır. Suriye’de petrol üretimi ve rafinerisi, fosforlu hammadde çıkarımı, nitrik gübre yapımının %100’u, elektriğin %80’i Sovyet sermayesi ile gerçekleştirilir. Mısır’da metal çıkarımının %95’i ve dünyanın en büyük barajı Assuan Sovyet yardımları ile yapılır. İran, İrak, Afganistan’da elektriğin yarısından çoğu aynı kaynaktan gelen yardımlarla elde edilir. Sovyet yardımlarının en yoğun olduğu ülke Hindistan’dır. Metal’in %40’ı, petrolün %60’ı, rafinerilerin %50’si, elektriğin %15’i Sovyet sermayesi ile çıkarılıp işlenmeye başlar. Bu ülkede bilimsel araştırma merkezleri kuran, sosyal konularda yardım eden yine onlardır. (International Affairs, 1987 sayı 6, sayfa 44-52) Çin’deki ağır sanayi yatırımları da aynı ülkeden alınmıştır.
Kamu sektörlerinin kuruluşu, Sovyetler1 in yardımları, baştan sanıldığı gibi sosyalizme giden bir yol olmaktan çok kapitalizme gitmeye hizmet etmiştir. Önemli olan kamu mülkiyetini yönlendiren sınıfların sınıfsal konumu ve bu konumun sonucu aldıkları yasal düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler eğerki burjuva sınıfının çıkarlarını kolluyor, feodal unsurlarla ilişkileri geliştiriyor ve yabancı sermayeye cephe almıyorsa kapitalist bir yolda gidiliyor demektir. Ama aksine işçiler, köylüler, küçükburjuvaların çıkarlarını kolluyor ve kamu sektörlerini on ların çıkarına, yaşam koşullarını iyileştirmede kullanıyorsa sosyalizme doğru kayılıyor, demektir. Üçüncü Dünya Ülkeleri bu iki kutup arasında bir yelpaze oluşturmaya başlamışlardır.
Kapitalist yolda olmadığını söyleyen Üçüncü Dünya Ülkeleri Cezayir, Burma, Suriye, Tanzanya. Angola, Mozambik, Afganistan, Nikaragua. Etopya, Madagaskar, Gine, Benin, Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti veb. ülkelerdir. “Bu ülkelerde kamu sektörü ulusal gelirin büyük bir kısmını, bazılarında ise çoğunu oluşturur. Endüstride temel konuma sahiptir. Böylece 1970’lerin ortalarında Tanzanya’da ülkenin temel endüstri alanlarında kamu sektörü % 75’lik üretime sahiptir; Cezayir’de devletin işlettiği ve öz yönetimi olan işletme ve kooperatifler ulusal gelirin %87’sini ve endüstriyel ürünün %75’ini gerçekleştirirler; Kongo’da kamu sektörü ulusal gelir ve en düstriyel ürünlerin %50’sini yapar; Burma1 da GSMH’nin % 35’ini kamu sektörü üretir. 1977’de Yemen Halk Demokratik Cumhuriyeti kamu sektörü endüstrinin %95’ini oluşturuyordu. Mozambik, Angola, Madagaskar, Gine Benin’de devlet temel endüstri alanlarına hâkimdir” (Public Enterprises in Developing Countries. Progress Publishers, Moskova, 198 3 s. 13)
Kamu sektörünün en güçlü olduğu ülkelerden biri de Hindistan’dır. Tüm temel sanayi alanları devletindir. Sektörler devletin, özel sektörün ve karma olarak baştan gruplandınlmıştır. Çoğu ülkede olduğu gibi sermaye yoğun, düşük kârlılar devletindir. Afrika’da Kenya, Zambiya, Zaire, Senegal ve Tunus’ta buna benzer uygula
malar görülür.Kamu sektörleri ile başlayan yeni üretim
biçimi yavaş yavaş yeni üretim ilişkilerini de şekillendirir. Sömürgecilikte tıkanan hatta kurulamayan bir pazar oluşur. Maden çıkarımı, elektrik az sermayeli üretim alanlarında hareketlilik yaratır. Karayolları, demiryolları pazarın yayılabilmesine imkân tanır. İnşaat sektörü gelişmeye başlar. Kapitalizmin anayurtlarında tekniğin üretime uyarlanmasıyla 200 + 300 yılda kurulan düzen Üçüncü Dünya Ülkelerinde bizzat devlet eli ile geliştirilir. Bu düzene ayak uyduranlar genellikle ya sömürgecilik döneminde merkezlerle bağlantısı olan komp- rodor burjuvalar ya da en çok parası olan yani tefeci-bezirgânlardır. İç pazarın kuru- İuş sürecinde ya bunlar devletle bağlantı kurarlar ya da tam zıddı devlet yaptırılacak işlerde bu düzen artığı kişilerle ilişkiye geçer.
1965 yıllarına gelindiğinde Üçüncü Dünya burjuvalan ilk birikimlerini yapmış, devlet kadroları ile az çok buluşmuş, yeni bir hamle yapmaya, pazardan yeni kârlar devşirmeye hazır duruma gelmişlerdir. Böyle bir talep ancak karşılığı varsa bir ekonomik anlam, değer taşır. Şimdi kapitalist merkezlerde on beş yılda yaşananlara bakıp, böyle bir talebe cevap vermeye hazır olup olmadıklarına ekonomik yanıtlar aramaya çalışalım.
İlk Genel Krize Doğruemperyalizm ilk genel krizine 1972 yı
lında girecektir. Daha 1960’lardan bu krize doğru gidiş ip uçlarını vermiştir. Kapitalist merkezler yeni arayışlar içine girmiştir. Bünyesindeki çarpık gelişim bulunan çıkış yollarını sonuçta yine ama bu kez daha büyük bir çıkışsızlığa sürükleyecektir. Şimdi biz daha 1960’larda kendini gösteren sorunlara değinelim.
ABD finans kaptali savaştan zarar görmemiştir. 1945’ten sonra Avrupa’yı onarmaya girişir. En başta Almanya, Uzak Doğuda Japonya’ya büyük yatırımlar yapılır. Savaş, bilimsel teknik araştırmalara verilen önemi arttırmıştır. Uçaklar, araba yapımı vs. gibi yeni üretim alanları açılmıştır. Kapitalizm harıl harıl yeni fabrikalar kurar Üretimdeki canlılığın anlamı hammadde liike timinde artışı doğurur. Üçüncü Dünya Ül keleri birer hammadde deposudurlar. Bu nedenle Üçüncü Dünya Ülkeleri ile bağlar kurulur. Yeni pazarlıklar yapılır. Hamm adde çıkarımı için yatırımlara girişilir. Fakat dünya ilişkilerindeki anti-emperyalist hava emperyalizmin dizginsiz davranışını engellemektedir. Kapitalizmin yapısındaki korkaklık bu işi devlet eliyle yürütmeyi zorlamaktadır. Devlet kredileri ve “yardımları” dönemi başlar. Yardımların Üçüncü Dünya Ülkelerinde kulanıldığı yerler, hep hammadde çıkarımı ve bunların limanlara taşımı için gerekli altyapı tesislerinedir. Merkezlerin üretimleri arttıkça hammadde ihtiyacı da paralel şeklinde artmaktadır. Kapitalist ekonomilerde talep fazlasınca fiyatlar artar. Üçüncü Dünya Ülkeleri emperyalizme karşı ellerindeki kozu kullanmaktadırlar, ilk birikimleri için koşullar uygundur. Öte yandan dünya finans-kapitalinin ham m addeye ödediği para arttıkça kârı düşmektedir. 1972 krizinin anayurtlardaki ilk belirtisi de zaten enflasyon olacaktır. Böylece ilk para oyunu başlayacak, doların altınla bağı kopartacaktır.
Hammaddeye talebin artmasıyla at başı gitmeye başlayan diğer olgu işgücü açığıdır. Ekonomilerdeki gelişme, yığınla fabrika açılması işgücünde duyulan talebi arttırmaktadır. Üçüncü Dünya Ülkelerinden işçi ithaline başlanır. Akdeniz ülkelerinden Avrupa’ya, Asya ülkelerinden Ingiltere, Ja-
ponya gibi merkezlere Latin Amerika'dan ABD'ye işçiler davet edilir.
Bunlara paralel bir durumla karşılaşılır. Avrupa ve Japonya ekonomik olarak ABD'ye yetişmeye, rekabet etmeye başlar lar Merkezler arasındaki bu rekabet ucuza üretmeyi dayatır. Fabrikalarda kullanılan kayışın hızı sürekli arttınlır. Öyle bir hıza ulaşılır ki insan çalışma sınırı zorlanır. İş kazaları artar. Sendikalar buna karşı mücadelelerini yüseltirler Güvenlik koşullarını gündeme getirirler. Grevler, iş uyuşmazlıkları artmaktadır. Emperyalizmin anayurtlardaki at koşturma alanları daralmaktadır.
Yine merkezler arasındaki rekabet her şeyde kısıntıyı zorlamaktadır. Çevre korumaya yönelik önlemler askıya alınmaya başlar Tekelci devlet kurumlarından tekel lere harcanan paralar artar. Devlet şimdilerde yaşadığımız gibi sosyal harcamalarda kısmalara gider. Eğitimdeki kısmalara karşı öğrenci gençliğir protestoları yükselir. Gençlik hareketi işçilerle birleşmeye başlamıştır.
Bütün bu gelişmelerin anlamı şudur. Kapitalizm ekstansif büyümenin sonuna yaklaşmaktadır. Artık bol keseden ham madde yoktur, işgücü yoktur Anayurtlar daki işçi sınıfının daha fazla sömürülebilme alanı daralmaktadır Merkezler arası rekabet kâr marjlarını düşürmektedir Öte yandan sosyalizmin varlığı ticaret savaşlarını sı rak bir savaşa döndürme olasılığını da or tadan kaldırmaktadır Uçüucii Dünya MI kelerindeki atili emperyalist tulum yeni bit sömürge savaşının önünü de tıkamaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri bir darboğazdadır. Öyleyse ne yapılmalıdır? Nasıl olup da kârları arttırılmalıdır?
Yeni Sömürgeciliğin Başlaması
Üçüncü Dünya Ülkeleri ile yeni bir ulus lararası işbölümünün temelleri atılmaya başlanır Emperyalizm kendisine yük olm aya başlayan sanayileri bu ülkelere devre başlar F.ğet kâr getirerekse, merkez lere takip olmanın koşulları ortadan kaldı olabilirse neden devredilmesin
Yukarıda da açıkladığımız gibi ( Içıincü Dünya (ilkelerinde burjuvazide zaten böyle bir talep içindedir.
Ulusal burjuvalar ve yedeklerine aldık ları devlet kadroları uluslararası tekellere büyük kârlar sağlayacak koşulları elbirliği ile geliştirirler En başta devlet belirli kofa letler altına girecektir Özel sermayenin gi rebilmesi için politikalarda, yasalarda gerekli değişiklikler yapılır Onlara özel ayrıcalık lar. kolaylıklar, teşvikler sağlanır Kamu Ik tisadi Kuruluşları özel sektörlerin çıkarlarına hizmet eder hale getirilir Devletler özel sektörü kanatlan altına alırlar. Bu gelişmeler Üçüncü Dünya Ülkeleri politik ve ekono mik yaşantısına büyük alt üstlükler getirir
Demir çelik hammadde demektir. Cevherin bol olduğu ülkeler yatırımlar yapılır. Ayrıca bu sanayide bilindiği gibi hava kirli ligi yüksektir. Merkezlerde yatırımı zorlaş maktadır Ayakkabı, tekstil yapımında işçilik çok fazladır Üçüncü Dünya Ülkelerinde milyonlarca insan iş beklemektedir. Mer kezlerde aynı işe alınan ücretin kat be kat ucuzuna çalışacaklardır. Gemi yapımcılığın da da işçilik payı yüksektir.
Kimi ülkeye kredi açarak, kimi yerde ortak olarak bu sanayiler devredilmeye baş lar İşler satmakla bitmez. Patentler, tamir ler. yedek parçalar, personel yetiştirme büyük yan gelir sağlar Belki de en önemlisi Üçüncü Dünya Ülke ekonomilerinin emperyalist merkez üretimleri doğrultusun da şekillenmeleridir. Ülkelerin kaderini bun
dan sonra asıl belirleyici olan, merkezler deki ekonomik yapıya bağlantılı bir üretime geçiştir
Elbette Üçüncü Dünya Ülkelerinin kalkınması emperyalizmin bir sorunu hiçbir zaman olmamıştır. En çok kâr nerede ise oraya gidilir. 1976'da uluslararası tekellerin toplam yatırımları 287 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Bunun ancak 76 milyar doları ya da %26.5'ı kalkınmakta olan ülke lere gitmiştir 3 /4 u 29 ülkeye dağılır. Yarısı ise 11 büyük ülkeye. Brezilya, Meksika. Hindistan. ıran vb.'ye dağılır. Yarısı ise 11 büyük ülkeye. Brezilya. Meksika. Hindistan, İran vb'ye yapılır. Yatırımların sağladığı kârları tespit etmek giiçtüı IMF 1970 baş larında 5.7 milyar dolarlık kâr transfer edil diğini yazar Sovyet kaynaklarına göre ise 149 milyar doları bulmuştur. (Social Sciences 1986 sayı 1 sayfa 160) Şirketler arası gizli transferler ve fiyat değişimleri dik kate alınırsa bu rakam gerçekçi olabilir
Uluslararası tekellerin Üçüncü Dünya Ü! ke özel sermayesi ve devletleri ile en yoğun ilişkiye geçtiği bu dönem tüm ülke ekonomilerine bir canlılık getirir. Yeni meta üretimleri devreye girer. Eskilerinde yenilen meler, gelişmeler haşlar. Şimdi çeşitli gruplar altında GSMH artış oranlarını görelim.
TABLO II 1965-73 arası
GSMH artış oranı (%)Ülke Grupları 1965-73Kalkınmakta olan ülkeler 6 5Düşük Gelirli Ülkeler 5.5Orta Gelirli Ülkeler 7 0Petrol İhraç Edenler 7.0Montaj Yapanlar 7.4Çok Borçlu Ülkeler 6 9Sahra Çölü Güneyi Afrika Ülkeleri 6.6Merkezler 4.5
Kavnak World Development Report. 1988. s. 187
Üçüncü Dünya (ilkeleri ortalama yıllık kalkınma hı/ı va da GSMH artış oranı '¥>6.5 olarak gerçekleşmiş Şimdilerde parmakla gösterilen '65 lik büyümelerin üstünde Hatta merkezlerden daha çok büyümüşler Düşük gelirli ülkeler yani Hindistan. Çin. Bengaldeş. Pakistan. Etopya gibi, üstlerinde büyük insan yığınlarının olduğu, onun için kapitalizme kayışta daha tedbirli davranması gereken ülkeler bile %5.5'ın üstün de gelişmişler F.n biivük oran montaj üre ten ülkelerde görülür Güney Kore. Malez ya. Singapur. Endonezya. Hong Kong, Meksika ve Brezilya gibi Latin Amerika ül keleri bu gruba girerler Bizim gibi empdr yalizme açılmada dizginsiz gitmeyen ülke ler ve petrol ihraç edenler %7'lik büyümüş lerdir Tabloda bir de çok borçlu ülkeler gru bu vardır Borçlu olma kavramı 1970 lerin sonlarına doğru gelişen bir olgudur. I leıuız o dönemlerde borçluluk bir sorun olarak dünya sahnesine çıkmamıştır. Özünde bu ülkeler montaj yapanlar içinde alınmalıdır.
İntansif Üretimin Başlaması: 1973-80
ArasıEmperyalizm her ne kadar hammadde
kıtlığı, işgücü eksikliği, çevre kirliliği çalış
ma koşulları ve merkezler arası kızışan rekabet sorunlarını Üçüncü Dünya Ülkeleri ne yatırını yaparak çözmeye çalışsa da yeni yollar arayışı içindedir. Sosyalizm, uluslararası tekellerin sorunu sıcak savaşla çözebilmelerinin önünde durmaktadır. II. Dünya Savaşı bilimsel teknik araştırmaları arttırmıştır. Bulguların üretime aktarılması büyük kârlar getirmiştir. Şimdi emperyalizm sorunlarını çözmek için yine bilime sarılır. Bulguları intansif üretim yapmak için kul lanır. Yani eski sanayileri verirken kendi içinde daha modernlerini kurmaya başlar. 1972-73 krizinden böyle bir yatırım furyası ile çıkılmaya çalışılır.
Hammadde elde etme zorluğu en başta tasarruf etmeyi öğretmiştir. Fabrikaların izolasyonundan, hammaddelerin iktisatlı kullanımına kadar binlerce yol geliştirilir ve fabrikalar renove edilir. Eskiden atılan artıkların tekrar kullanılması ya da değişik biçimde üretime sokulması hız kazanır
Geleneksel hammaddelerin yerine yapayları üretilmeye başlanır. Petrolden bir yığın madde elde edilir, doğallarının yerini alır. Pamuklu, yünlü kumaşlar yerine sentetikler. naylonlar, polyesterler her gün pi yasaya girmeye başlar Uçak motorlarında metal yerine seramik kullanılır. Gıda sanayide yapay tatlandırıcılar devreye sokulur. Bugün merkezlerde doğal şeker kullanımı '640'lara düşmüştür. Enerji tasarruf eden inşaat malzemeleri geliştitilir
Üçiiııcii Dünya ( ilk e s i e ın e k ç ile ti kayış s is tem in e ke u .J ilc ıh ıi a d a p te c d e d tııs u n la ı merkezlerdeki emekçiler şimdi otomatik sistem ile biraz soluklanmaktadırlar. Uluslararası tekeller için bu verimliliğin daha art tırılması, yani daha ucuza mal etme, yani kârların yükselmesi demektir. Üçüncü Dünya (ilkelerinin ucuz emek avantajına ilk saldırı başlar Binek araba ve gemi yapımcılığı. tekstil sanayileri bu sistemle ye nileııir.
Başka yeni bulgular sanayi haline getiri lir Elektronikteki bulgular üretim için çok geniş ufuklar taşımaktadır 1950 lerde bö- lıinümez. en küçük madde denilen atom parça parça edilıniştiı Elektronik ıııikros koplar atom içinde elektronların davranış km alları bulunur ve bu üretime aktarılır. Bilgisayarlar, videolar, fotoğraf makiııaları piyasalara sürülmeye başlar Böylece elektronik sanayi kurulmuş olur Buna paralel olarak robot yapımına yeni bir hız ka /andırılır. Sanayide kullanılabilecek hale getirilir
Emperyalizm Üçüncü Dünya ülkelerine meıkezleriıı birer çiftliği, tahıl ambarları ol malanın, onlara “yeşil kalkınma modelleri" önere dursun kendisi de bunun tehlikelerine karşı korunma yolları aramaktadır. Tarımda verim nasıl arttırılacaktır? Gübre kullanımı geliştirilmelidir Kimya sanayi bu konuda yeni yatırımlara girişir. Yeni yeni gübre türleri ortaya çıkar Merkezlerin tarımsal ürünleri artmaya başlar Üçüncü Dünya Ülke insanları kapitalizmin ilaçları ile tanışmıştır. Bu ilaç sanayi için büyük kâr alanları demektir
1980 sonrası emperyalist sistemdeki yeni yapılanmaya baktığımızda bu yukarıdaki gelişmeler bir ön hazırlık anlamı taşır. Bugünkü modern üretim için altyapı hazırlık larıdır. Bilgisayarlar, robotlar sadece üretilmektedir Yoksa sanayide kullanılmalarına henüz geçilmemiştir Bu Reagaıı la yapıla çaktır.
Sırası gelmişken değinelim. Sosyalizm iş te tam bu noktada emperyalizmden geri kalmaya başlar Sovyetler Birliği' de ham madde sıkıntısı çekmiştir, ama Üçüncü Dünya Ülkelerini sömürme gibi bir amacı yedeklerine almamışlarda. Sibirya’dan da olsa en zor doğa koşullarına göğüs gere rek kendi zenginliklerini çıkarma yolunu
seçmişlerdir. Ancak 1980'lerde böyle bir ekstaıısif büyümenin sonunu görmeye başladılar Kendi sübjektif yanlışlıkları bir yana iki sistem arasındaki yarışta sosyalizmi geri düşüren böylesi bir ekonomik gerçek liktir.
Üçüncü Dünya Ülkeleri Kıskaca Giriyor
Şimdi emperyalizmde ekstansif büyümenin doğurduğu sıkıntılar ve getirilen çözümler ışığında Üçüncü Dünya Ülkeleri üstündeki etkilerini görelim.
Merkezlerin ham madde kullanımları azalmaktadır, ama Üçüncü Dünya Ülkeleri için yeni yeni başlamaktadır O nedenle fiyatlarda düşme görülmez aksine yükselme eğilimini devam ettirirler. Yiyecek maddeleri ve yiyecek dışı hammaddelerde de hep artış gözlenir. Tablo life bakalım.
World Development Report. 1988, s. 192
Hammadde fiyatlarındaki bu artıştan Üçüncü Dünya Ülkelerinin kazançlı çıktığını sanmak yanlıştır.. Daha sanayilerini yeni yeni kuran ülkelerin hemen curalarında bağlantı geliştirdiklerini düşünemeyiz. Ticareti yapan yine uluslararası tekellerdir. Hammaddeyi A ülkesinden alıp B ülkesine satmak, pazarlamak, taşımak, depolamak, tüm bağlaııtılan kurmak tekellere büyük kârlar bırakacaktır. Hatta fiyatlardaki artışın büyük kısmı ülkelerden çok bu tekellerin cebine girecektir. Böylece hammaddelerin kontrolünü da ellerine alacaklardır.
“Bu ülkelerin (merkezlerin b.n) uluslararası tekeller aracılığı ile gerçekleştirdiği meta ihracatı şöyledir: Fosfat ve şekerin %69 kadarı; pirinç, muz, doğal kauçuk, kalay ve petrolün %75’i: boksit, çay ve bakırın %85’i, kahve kakao çekirdeği, ananas, krom, tütün, jütün %85-90’ı, demir cevherinin %95’i. (New Times 1988 sayı 48, sayfa 18). Hammadde fiyatlarındaki aıtış lar Üçüncü Dünya Ülkeleri ekonomik plan larını bozmaya ve 1980’lerdeki krizleri biriktirmeye başlar. Atımları düşer ve sonra ki yıllarda fiyatların düşmesinin bir nedeni de budur.
Bu yıllarda emperyalizme bağımlı bir ekonomik yapılanışın acı sonuçları yavaş yavaş uç vermeye başlar. Hammadde için tekellere bağımlıdırlar. Onların taşınması, hatta aralarındaki ticaretler için yine tekellerin taşıma imkânlarına bağımlıdırlar. Bütün bunlar acımasızca soyulmalarına neden olmaktadır, ama şimdilik krize varmamıştır. Borç olarak kapatma olanakları vardır. Dünya finans-kapitali henüz elindeki tüm sermayeyi yatırma olanaklarına sahip değildir. O nedenle borçlanma koşulları nis- beten iyidir. Ayrıca Üçüncü Dünya Ülkeleri büyük kârlar sağlamaktadırlar. Yumurta ge tiren tavukları kesmenin alemi yoktur. Borç 1980'li yıllarda ancak yeni bir sömürü aracı olacaktır.
Pazar arayışları: 1970’li yıllar Üçüncü Dünya burjuvalarının gelişip serpildiği yıllardır. Hatta çoğu ülkede zaten tüm açılamayan iç pazarlar tıkanmaya başlar. Dışarıya açılma girişimleri başlar. İhracat, borçlar için çare olarak düşünülmektedir. Bizim AET ye girme sevdamız bu dönemde başlar. Orta-Doğu pazarını ele geçirmek hep finans-kapitalimizin ağzını sulandırmıştır.
Mısır’da aynı şeyin peşindedir. İsrail savaş sanayi uzun zamandır Latin Amerika ülke pazarlarına girmiştir. Brezilya Afrika’nın eski Portekiz sömürgelerine tavuk satma derdin- dedir. Hindistan Güney Asya’nın merkezi olmak istemektedir. Güney Kore bizim yapamadığımızı becermiş, Arap ülkelerinde büyük inşaat projeleri gerçekleştirir.
Dünya ticareti dolarla yapıl». Değerindeki dalgalanmalar ihracat yapan ülkeye uü- yük kayıplar verdirtmektedir. Bu nedenle çeşitli üçüncü Dünya finans kapitalleri arasında ortak bir para birimi oluşturma çabaları görülür. “Örneğin daha 1961’de Orta Amerika Ülkeleri Ortak Pazarı (AOP) ticaret bürosu bölgenin ilk ortak para birimi pe- soyu kabul eder. 1975’te kalkınmakta olan ülkelerin diğer iki ortak para birimi Batı Afrika Hesap Birliği, Asya para birimi doğdu. 1977’da Arap Para Fonu ödemelerini dinarla yapmaya başladı. Latin Amerika ülkeleri Andrean pesosunu ortak para biri
mi olarak benimsediler. 1986 başlarında Arap OPEC ülkeleri petrol fiyatlarının dolarla belirlenmesindendoğan kayıplarını telafi etmek için ortak bir para birimi belirleme kararı aldı. 1987 temmuzunda Arjantin, Brezilya başbakanları aralarındaki ticari işlemleri için ortak para birimi gavco üzerinde anlmaşmaya vardılar. (New Times, 1988, sayı 35, sayfa 2ü) Bütün bunların anlamı Üçüncü Dünya ülke burjuvalarının bir 20-30 yılda epey geliştiği ve sermaye ihracına giriştikleridir. Etine göre budu.
Büyüme Hızında Yavaşlama
Yukarıda açıklananlardan anlaşılacağı gibi 1973-80 döneminde tüm Üçüncü Dünya Ülkelerinin gerek büyümelerinde gerekse kişi başına düşen gelirlerde düşüşler gözlenir. Şimdi tablomuza bakalım. (Tablo IV)
TABLO IV 1973-80 arası
GSMH artış oranı (%)Ülke Grupları 1973-80Kalkınmakta olan ülkeler 5.4Düşük gelirli ülkeler 4.6Orta gelirli ülkeler 5.7Petrol ihraç eden ülkeler 5.9Montaj yapanlar 5.9Çok borçlu ülkeler 5.4Sahra Çölü Güneyi Afrika ülkeleri 3.3Merkezler 2.8
Kaynak: ay
Üçüncü Dünya Ülkeleri gene merkezler den hızlı büyümektedirler, ama eski hızları kesilmiştir. En büyük düşüş Sahra Çölü güneyi Afrika ülkeleıindedir. Dünya kapitalist işbölümüne sadece hammadde ile katıldığından büyümesi yarı yarıya düşmüş %3.3’e inmiştir. Ortalamanın bile altındadır. Öte yandan emperyalizmle bağları en az olan düşük gelirli ülkelerde düşüş diğer gruplara göre daha azdır. Yeni sömürgecilik rakamlarda da kendini gösterir.
Yukarıda değindiğimiz elektronikteki ge
lişmeler yepyeni üretim alanları açmıştır. Fakat bazıları henüz merkezler açısından kâr getirici değildir. Çünkü ufacık parçacıkları canlı emekle bir araya getirmek gerekmektedir. Elektrikli mutfak aletleri bu gruba girer. Bir de merkezlerde henüz pazarı doymamış hediyelik eşya ihtiyacı vardır. Bunların yapımı da yoğun emek gerektirmektedir. Bu dönemde uluslararası tekeller böyle yatırımlarını Uzak Doğu nun yoksul ülkelerine yaparlar. Güney Kore, Singapur, Hong Koııg, Malezya, Endonezya böylece büyümelerine bu dönemde devam edeceklerdir. Bu ülkeler genelde merkez pazarlarına yönelik üretim yaparlar ve oraların piyasa koşullarına tamamen bağımlıdırlar. Öte yandan petrol fiyatları OPEC örgütü nedeniyle pek düşmediğinden petrol ihraç eden ülkelerin büyümeleri devam etmektedir.
Kamu Sektörleri Çıkmaza Doğru
Kamu sektörleri kalkınmada öncülüklerini özel sektöre bu yıllarda devrederler. Yerli burjuvalar ülke ekonomilerini ele ge girmişlerdir. Kamu sektörlerini kendi çıkar ları doğrultusunda kullanırlar. Kimisine oı tak olurlar, kimisinin idare kurumlarında görev alırlar. Böylece indirimli, öncelikli hammadde elde etme gibi hakları elde ederler.
Eğerki kamu sektörleri özel sektörün yatırım yapmak istediği alanda üretim yapıyorsa, kamu sektörünü piyasadan çekmek için devlet kadroları ellerinden gelen kolaylığı gösterir. Özel sektöre hazır piyasa dev redilir.
Öte yandan kamu sektörlerinin yeni yatırımları, büyüme, gelişmeleri engellenir Bizzat geri bıraktırılır. Buraya ayrılacak devlet gelirleri özel sektörün çıkarına aktarılır. Devlet büyük yükler altına sokulur.
Kamu sektörüne burjuvazinin bakışı daima çelişkili olmuştur. Üstünde geliştiği kamu sektörlerinin kendisine rakipr olmasını asla istemez. Onun geri bırakılması işine gelir. Ama öte yandan kendi üretimi onun üstünde yükseldiği için, onun geri üretimi sektörlerinin de modernleşmesidir. Bu iki istek asla uzlaşmaz bir çelişki olarak kalır.
Kamu sektörleri 1973-80 dönemlerinde geri bırakılmıştır ve şimdi finans kapitalin yeni üretim temeli kurmasının önünde en gel olmuştur Kamu sektörlerinin modernleştirilmesi ya da özel sektöre devri çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde tartışılmaktadır. Ancak ulusal burjuvalar istedikleri kadar etlenip budansınlar koca devlet tesisleri tüm eskimiş ve hantallıklarına karşın altından kalkamayacakları büyüklüktedir. Öte yandan bugüne dek biriken borçlar ve sosyal sorunlar çoğu devletleri böyle bir yükü kal dıramaz duruma getirmiştir.
Sosyal demokrasiler hep devletçiliği savunmuştur. Yaban burjuvalar ya da küçük burjuvalar devlet çiftliklerinde aynı abileri finans-kapital gibi semirme özlemi taşımıştır. Şimdi kamu iktisadi teşekküllerinin içinde bulunduğu hantallık bu hayallerini silmiştir. Önde duran iki yol vardır. Ya fiııans- kapitalin peşinden gidip ona uşaklık edilecektir ya da proletarya sosyalizminin dev letçiliğine varılacaktır. 1970’li yıllardaki ge Üşmeler kamu sektörleri ile birlikte sosyal demokratların ekonomik temelini alıp götürmüş, çaresizliklerini sipsivri ortaya çıkartmıştır.
İşgücü DağılımıÜçüncü Dünya Ülkeleri bağımsızlık yo
luna çıktıklarında birer tarım ülkesidiıler 20 yıllık kalkınma hamlesi işgücü dağılımında bu konuda ne tür değişimler getirmiştir?
TABLO IIIÜçüncü Dünya İhracat Fiyatlarındaki Artış (yıllık %)
1965-73 1973-80 1980-88Yiyecek maddeleri 5.3 9.1 - 2Yiyecek dışı maddeler 4.5 10.3 - 4.1Metal ve mineraller 2.5 4.7 - 5.2Yakıt 8.0 27.1 - 4.0
1965 yılında toplam nüfusun ancak %54'ü çalışmaktadır. Oran 1985 yılında %58’e çıkar. Nüfus artışının biraz üstündedir. Kapitalist gelişim bu ülkelerin işsizlik sorununa büyük bir çözüm getirmekten uzaktır. Öte yandan Afrika Kıtasında nüfus artışı dünya ortalamasının üstündedir. Burada çalışan nüfus 20 yıl öncesinin altına düşmüştür. Şfmdi ancak her iki kişiden biri çalışmaktadır.
Çalışanların hâlâ büyük bir kısmı tarım sektöründedir. Gelişmiş merkezlerde her 100 kişiden ancak 7 tanesi toprakla uğraşırken. Üçüncü Dünya Ülkelerinde rakam 62 kişidir Köylülüğün en yoğun olduğu kıta yine Afrika Kıtasfdır. Çalışan her 4 kişiden 3’ü tarımda barınır. Düşük gelir grubu ülkelerinde de durum buna yakındır. Montajda gelişmiş ülkelerde durum çarpıcı farklılık göstermez. Çalışan nüfusun %65’i hâlâ kırlarda yaşar. Tarım nüfusunun en fazla düştüğü üst gelir grubundaki ülkelerdir. Latin Amerika’nın büyük ülkeleri, Avrupa’da Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerde tarım nüfusu azalmaktadır, %30’lara kadar düşmüştür.
Çalışan nüfusun biraz artması, tarımda- kilerin azalmasına karşılık endüstri ve hizmet sektörlerinde çalışanlar eşit oranlarda artmışlardır. Çalışan nüfusun ancak %16’sı endüstride, %22’si ise hizmet sektöründedir F.n<İlişiri işçisinin payı merkezlerde bu nun iki katından fazladır Üçüncü Dünya Ülkelerinde en çok endüstri işçi oranı üst gelir grubundaki ülkelerde gözlenir. Demin saydığımız büyük Latin Amerika ülkelerinde oran %31’e kadar çıkar. Montaj yapanlarda endüstri işçisi tahmin edileceği gibi çok fazla değildir. Uluslararası tekeller modern teknik kullandıkları için özde işsizlik sorununu kendilerine dert edinmemişler- dir.
Hizmet sektörleri Üçüncü Dünya Ülkelerinde şişmektedir. Ticarette, bankacılık, bürokrasi ve orduda çalışanlar giderek artmaktadır. Bu çarpık bir gelişimdir. Direkt üretime katılmadığı halde ulusal gelirden pay alanlar artmaktadır. Sağlıklı bir gelişim sayılamaz. Modern tekniğin uygulandığ,ı sonuçta verimliliğin arttığı merkezlerde hizmet sektörünün gelişimi normal sayılabilir, ama geri teknikli Ççüncü Dünya Ülkeleri için bu parazitliğin işaretidir.
Sınıf SavaşlarıSon yirmi yıldaki kalkınma çabaları
doğal olarak yeryüzündeki proletarya sayısında artışa yol açmıştır. Kabaca Üçüncü Dünya Ülkelerinde 301 milyon proletarya vardır. Sayılarının artmasına karşın merkezlerdekilerden çok kötü koşullarda çalışmaktadırlar. Onlardan 10-12 kat daha düşük ücret alırlar. Burjuva hükümetlerinin uyguladığı özel sektörden yana politikalarda durumlarını daha kötüleştirmiştir.
Çoğu ülkede henüz sendikal haklan yoktur. Mısır, Bengaldeş, Endonezya, Suudi Arabistan gibi ülkelerde grev yapma hakkın? sahip değillerdir. Yasak olmayan ülkelerde toplu pazarlık sürtüşmeleri bu yıllarda artmıştır. An-
. cak bütün ülke sınırlarını kapsayan bir özellik haline gelememiştir. Zaman, süre ve sektörel açıdan dağınıklık hâkimdir.
1970’li yıllar proletaryanın kendi gücünü öğrenmeye başladığı bebeklik çağıdır denilebilir. İşçi hareketinin temel özelliği şöyle konulabilir. “Yeni işçiler sanayi, üretiminin parçası haline geldikçe, küçük-burjuva, aşiret, din ve
kast gelenekleri ve işverenlerin kendi söm ürülerini arasına gizlem ek istediği sınıf dışı hayaller ve önyargıları da b e raberlerinde getirirler. S onuçta m o dern pro letaryanın içinden doğduğu sosyal o rtam dan ‘hızlı k o p u şm a’ sü re ci büyük ölçüde yavaşlar.” (The Newly Free C ountries in the Seventies. P rogress Publishers. M oskova, s. 114)
Üretim m odernleştikçe, p ro le taryanın da bu n a ayak uydurm ası gerek m e k te d ir . Bir y a n d a n eğ itim siz, deneyimsiz işçi çalıştırma olanaksız hale gelm ekte öte yandan ikinci, üçü n cü nesil işçi yüzdesi ve diğer kent ta b a k a la r ın d a n g e le n işçi say ısı artm aktadır. İşçi sınıfına katılan köylü tabakaların yüzdesi de azalm aktadır. Proletaryanın bilinci gelişmekte ve m ücadelesi artm aktadır. M ücadele yavaş yavaş küçük-burjuva, öğrenci gençlik gibi güçlerin peşine takılm ak zeminini yitirmekte ve proletaryanın kendi dev rimci bilincine uygun partilerin arkasınd a b o y g ö s te rm e s in in ö n ü n ü açm aktadır.
Em peryalist güçler Ü çüncü D ünya burjuva hüküm etlerine işçi sınıflarını parçalam ak onları sindirm ek için de yardım ederler. Kendi kanatlarına a ldıktan sendika yöneticilerini m erkezlerd e eğitim e tabi tutarlar. Sendikal hareket bölünür. Ç oğu Afrika ve A sya ü lkesinde birçok sendika merkezi vardır. Gerici sendikalar Uluslararası Ö zgür Sendikalar K onfederasyonu altında toplanm ışlardır. İşçi hareketini burjuva sınırları içinde tu tm a m ü cad elesi verirler.
b ö l ü m ııDünya
Finans-KapitalininDiktatörlüğü
1980’den beri yaşadıklarımıza şöyle bir bakarsak ne diyebiliriz? İki karşıt sistem arasındaki detant bozulmuştur. Dünya soğuk- savaşın içine girmiştir. R eagan sözcülüğünde emperyalizm sosyalizme savaş açmıştır. New York kentinden küçük Grenada adacağı işgal edilmiştir. Libya’nın üstüne bombalar yağrıdırılmıştır. Nikaragua Sandinista rejimine karşı Kontralar desteklenmiştir. Orta Doğu’nun çıban başı Lübnan denizden ablukaya alınmıştır. Güney Kore’den kalkan uçak Sovyetler Birliği içine kadar sokularak nabız yoklanmıştır. Nedir bütün bunlar? N eden dünya finans-kapitali böyle birterör havası estirmek zorunda hissetmiştir kendini? Sonuçta ne elde etmiştir? Daha aradan 5 yıl geçtikten sonra neden barış havariliğine soyunmuş? Neden sosyalizmin uzattığı barış dalını almıştır?.. Değişen nedir? iki ayrı politikaların altında yatan ekonomik neden nedir? Ancak ekonomik temel dünya ölçüsündeki bu politikalan açıklayabilecektir.
Bir yirmi yılda Üçüncü Dünya Ülkeleri ister montaj yaparak, ister hammadde sağlayarak olsun dünya iş bölümüne katılmış, bir kıyısından tutunmuşlardır. Gelişen burjuva devletler iç pazarları tıkandıkça dışa açılmak istemişler, ama uluslararası tekellerin rekabeti ile karşı karşıya kalmışlardır. Kârlarını arttırmak için ellerinde bilim ve teknik yoktur. Bunun tek yolu içte sömürü koşullarını arttırmak, yani halkın kemerlerini sıktırmak, böylece sağlanan birikimle emperyalist merkezlerden teknik almaktır. Alttaki halk muhalefetini bastırmak için kan
ter dökerken, üstten de uluslararası tekellerle bas etmek zorundadırlar.
Bağlantısız Ülkeler Örgütü Üçüncü Dünya Ülkelerinin en çok üye olduğu bir kurumdur. En ilerici Küba’dan en gerici Fasha kadar çeşitli renkte ülke üyedir. B ukozmo- politliğine rağmen bir talep etrafında toplanabilmişlerdir. Yeni bir uluslararası ekonomik düzen kurulmalıdır. Ekonomik ilişkiler adil ilkelere dayanmalıdır. Hammadde piyasası kapsamlı bir şekilde düzenlenmeli, uluslararası tekellerin ve yabancı sermayenin faaliyetlerine çeki düzen verilmelidir. Hammadde fiyatları ile montaj fiyatları arasında eşit bir denge kurulmalıdır. Uluslararası ilişkiler, ilgili tarafların karşılıklı çıkarlarını gözetecek şekilde belirlenmelidir. Üçüncü Dünya Ülkelerinin kalkınması için belirli kaynaklar yaratılmalıdır. 1980'lere gelindiğinde her Birleşmiş Milletler toplantılarında tartışılan ya da başka şeyler tartışılırken dönüp dolaşıp gelinen konu bu olmaktadır. Emperyalizm basın yayın kaynaklarında bu konuyu geçiştirmeyi pek güzel becerse de uluslararası forumlarda giderek artan bir şekilde duyulmaktadır. Üçüncü Dünya Ülkeleri politik ve ekonomik olarak giderek daha çok emperyalizme bağımlı hale geldikçe, bağımsızlık taleplerinin, şikâyetlerinin yükselmesinde yadırganacak bir şey yoktur Bütün hu talepleri Sosyalizm de desteklemektedir. Üçüncü Dünya Ülkelerinin sosyalizmle aynı yana düşmeleri çok sıklaşmıştır. Emperyalizm giderek yanlızlığa düşmüştür. Hatta çoğu alanda kendi saflarından bile kopuş- malar yaşanmıştır. Şimdiye kadar yürütülen sosyo ekonomik politikalar bir çıkmaza girmiştir. Emperyalizm ve Üçüncü Dünya Ülkeleri arasındaki ilişkiler böylesine kızışmış ve teorik olarak incelmiştir.
Öte yandan başta ABD olmak üzere emperyalist ekonomiler bir yenilenme sancıları çekmektedirler. ABD eskilerin güçlü ABD’si değildir. “Bütün imparatorluklar gibi biz de çöküyor muyuz" umutsuzluğu ortaya yayılmış, ABD kendine güvenini yitirmek üzeredir. İşin kötüsü ABD ekonomisine duyuian güven bitmek üzeredir. Dünya pazarının çoğu yerinde ABD malları diğer merkez mallan ile rekabet edemez duruma gelmiştir. Yeni bir ekonomik kriz esmektedir. Bütün bunların çaresi yeniden kılık değiştirmek, yenilenmektir. Ekonomi bunu zorlamaktadır. Böylesi bir ekonomik yenilenmeye girmek tüm kaynakların, ABD’de. yanı bir merkezde toplanabilmesi demektir. Uluslararası tekellerin daha bir saldırısı demektir. Daha çok kâr demektir. Dışarıdaki bütün kaynakların içeriye transferi demektir. Bütün bu gereksinimler Üçüncü Dünya Ülkelerinin istediklerinin de tam tersidir. Uluslararası ilişkiler daha adil olmayacak, daha bir soygun başlayacaktır. Hammadde fiyatları daha düşecektir. Dışarıdan daha çok mal alınmayacak aksine daha az alınacak, pazar kapanacaktır. Üçüncü Dünya için yeni kaynaklar yaratılmayacak, bunu bizzat merkezler kendileri için kullanacaklardır. Yenilenecek ekonominin dışarı ile bağlantısı değişecektir. Şimdiye kadar kurulmuş ilişkiler gelişmek değil, bozulacaktır.
İşte emperyalist m erkezler böyle bir yapılanmanın içine girdiklerinde zaten zor durumda olan Üçüncü Dünya Ülkeleri daha da zorlanacaklardır. En güzel savunma saldırıdır. Emperyalizm kendisini savunmak için saldırıya geçmiştir. Eğerki dünya güçler dengesinde aleyhine en ufak bir oynama olursa saldırmaya hazırdır. II. Dünya Savaşından beri sıcak savaşların zemini daraldı. Bölgesel hale geldiler. Şimdi ekonomik savaşlar yaşıyoruz. Emperyalizm de böyle diktatörlükler kuruyor. Böyle korkutuyor.
Modern Yatırım ÖzelliğiBilim ve teknikte bulgular sonsuzbir hız
la yani bir çığ gibi katlanarak ilerliyor. At başı birbirleriyle etki tepki içinde gelişiyorlar, eski ayrı özelliklerini yitirdiler. Üretime aktarılmaları uzun zaman almıyor. Eskiden bir fabrika kurulup üretime geçti mi eski- yinciye kadar kullanılırdı. Hatta eskiyen parçaları değiştirilip yeniden üretime sokulurdu. Şimdi bu süreyi bilim ve teknik belirliyor. 1970’li yıllarda süre on yıldı. Şimdi daha da kısaldı beş yıla indi. Yani üretim araçları yeni bir teknikle bu kadar zamanda demode oluyor. Bu nedenle günüm üze Bilimsel Teknik Devrim çağı deniliyor.
Elbette böyle bir gelişim beraberinde yığınla sorunu da getiriyor. Bilimsel teknik devrim yeni bir üretim biçimi yarattığı gibi yeni üretim ilişkileri istiyor. Üretime uygunlanması kapitalist üretim ilişkileri ile zıtlıklar taşıyor. Kapitalizm onu kendi çıkarı için kullanırken, eskisinden de hızlı bir şekilde kendi kuyusunu kazıyor.
Bilimsel Teknik Devrim yepyeni üretim tarzı getirerek tüm sektörleri içine alan bir özellik taşıyor. Bir yandan işbölümü büyük çeşitlilik kazanırken, öte yandan bunların birbiri ile bağları çok artıyor. A sektöründeki bir yenilik eğer B sektöründe uygulanmazsa, ekonominin çarkı aksıyor. Modern bir tekstil makinesi örneğin tarlada- npamuğun daha farklı toplanmasını öngörüyor. Araba sanayi üretimindeki robotlar çok hızlı çalışıyor, bilgisayarlar buna ayak uyduruyor, ama eğer demir-çelik endüstrisi kendini yenilemezse robotlar iş yapamıyorlar. Yani günümüzde bilimsel tekniğin üretime geçirilmesi bir bütünlük içinde olmazsa, eğer bütün ekonmiyi kapsamazsa işe yaramıyor.
Yukarıda anlatılanlar yazımız açısından iki yönüyle önemlidir. En başta böylesine kapsamlı biryenilenme aynı ölçüde büyük sermaye gerektirmektedir. ABD, 1980’lerde yenilenmeye çıktığında tüm dünya sermayesini ülkesine çekmek zorunda kaldı. Avrupa’da tek bir sektörün yenilenmesinin 100 milyar dolar olduğu hesaplanmıştır. Şimdi ABD dünyanın en borçlu ülkesi oldu.
İkinci önemli sonuç yeni üretim biçimi niıı uluslararası ilişkilere getirdiği, daha doğrusu olması gerekenlerdir. Nasıl yenilenme ulusal bir ekonominin tüm sektörlerinin değişimini zorluyorsa, aynı şekilde uluslararası ekonomik ilişkileri de farklı zemine sıçratıyor. 1970’li yılların üretimi ulusal sınırları £bk açmıştı, uluslararası işbölümünün arttırılmasını dayatıyordu. Şimdi son teknik bu ilişkilerin daha da geliştirilmesini istiyor. Oysa emperyalizmin yapısı bilimi tekniği yaymamayı onu tekelleştirmeyi gerektiriyor.
1980’lerden beri merkezler kendi aralarında böyle bir kaynaşmayı becermeye çalışıyorlar. Tekelci rekabete rağmen ve onunla birlikte bunu yürütmenin yollarını arıyorlar. Ama Üçüncü Dünya Ülkeleri için böyle bir şey söz konusu değildir. Artık onlar merkezlerin üretiminden giderek kopuyorlar. Ne verimlilik açısından ne kalite açısından yeni üretim çarkı ile bağlantıları yok kadar az. Nasıl bu ülkelerin kamu sektörleri finans-kapitallerin üretim kalitesinin gerisinde kaldı ve uyumsuzluk yaratıyorsa aynı şekilde merkezler ile Üçüncü Dünya Ülkele-- ri arasında uyumsuzluk söz konusudur. İleride bir-uyum sağlanır mı, ne derece sağlanır, göreceğiz. Şimdi emperyalizmin güncel sorunu bu. Bunun sancılarını çekiyo- ruz.
Borç SorunuÜçüncü Dünya Ülkeleri emperyalizmin
yenilenmesine borç ödeyerek yardım etti-
I Pazar yabancı sermayeye açılmalıdır, onları çekmek için garantiler verilmelidir ve gerekli yasal, ekonomik düzenlemeler yapılmalıdır. Devletçiliğin oynadığı rol kısılına- lıdır. Sermaye bu koşullarda elbette daha iyi gelişecektir. Ayrıca devletin eğitim,sağlık gibi sosyal harcamaları azaltılmalı, sübvansiyonlar kaldırılmalıdır. Böylece elde edilecek fonlarla devlet borçlarını daha kolay ödeyebilecektir. Ayrıca finans-kapitalin gelişimi için gerekli bazı yatırımlar yapabilecektir.
Öneriler finans-kapıtal çıkarlarını koruduğu derecede halkın çıkarlarından kopar. Hükümetler açısından uygulanabilirliği giderek zorlaşır. Son yıllarda kemer sıkma politikalarına tepkiler giderek yükselmektedir. Hatta bazı hükümetler halkın öfkesini yatıştırmak için geri adım atarlar Mısır, Tunus, Cezayir, Sudan, Nijerya. Latin Amerika’da Arjantin, Peru, Brezilya, Meksika vs. bu tür olayların yaşandığı ülkelerdir.
Üçüncü Dünya Ülkelerinin borçları dünya finans-kapitali arasında çatlaklar yaratmaktadır. ¡ki farklı ana görüş vardır. Birincisi ABD’den gelir. Borçlar ne pahasına olursa olsun ödettirilmelidir. Alacaklılar bir leşmeli, dövüş güçlerini arttırmalıdırlar. Bu nedenle çoğu bankanın sermayesi arttırıldı, Baker Planı gibi oyalamalara başvurulur. Üçüncü Dünya Ülkeleri borçlarını öde- yemeseler bile kârlı bazı madenlerini, şirketlerini pekâlâ karşılık olarak verebilirler. Buna zorlanmalıdırlar.
Japonya daha farklı bir yaklaşım içinde-
TABLO VSermaye İthal eden Üçüncü Dünya Ülkeleri
toplam borcu (milyar dolar)1980 1982 1984 1985 1986 1987a
Toplam borç (b) 656 831 958 1038 1120 1190GSMH’ya oranı (%) (c) 33.6 42.4 50.2 52.8 53.8 53İhracata oranı (%) (d) 136.8 182.6 201.7 221.1 247.6 226
a. tahminb. sosyalist ülkeler, Yunanistan, Portekiz dahil. Petrol ihraç edenler yok.c. 9ö ülked. 103 ülke
1975’lerde 180 milyar olan borç bir beş yıl sonra 656 milyar dolar olmuş. Sonraki yedi yıl içinde de 1200 milyar dolar Neredeyse iki kat olmuş. GSMH’ye olan oranı ise %53’e çıkmış. Yani Üçüncü Dünya Ülkelerinin yediği her iki lokmadan biri borçtur. İhracata oranı ise sorunun çıkmazlığını açıkça gösteriyor. Daha 1980 başlarında %136’dan 1986’larda 247.6’ya çıkmış.
Birde ödediklerine bakalım. “1982’de ödenen borç faizi 131 milyar dolardır ve 1975’ten 1982’ye kadar toplam 564 milyar dolar ödediler...” (International Affairs 1985 Nisan sayfa 68) Şimdiki borçlarının yarısı kadarını zaten ödemişlerdir. Ona rağmen borçlar azalmak şöyle dursun artıyor. Üçüncü Dünya Ülkeleri her gün biraz daha soyuluyorlar. Halklar biraz daha yoksullaşıyor.
Emperyalizm paralarını geri alabilmek için IMF ve Dünya Bankasını kullanıyor ve bu kurumlar Üçüncü Dünya Ülkeleri ekonomilerini kontrol ediyorlar. Kendi çıkarları doğrultusunda önerilerde bulunuyorlar. Ancak bir kez kapitalizm yoluna çıktıktan sonra’bu önerileri umacı gibi görmenin alemi yoktur. Eğerki özel mülkiyetin arkasında gelişilecekse önerilerden yakınmaya gerek yoktur. IMF ve Dünya Bankası sermayenin daha çok gelişimi için gerekli olanları önerir.
dir. ABD’nin elindeki dizginleri almak ister. IMF ve Dünya Bankasının dünya halkları gözünde deşifre olduklarını iddia ederek yeni kurulan ve kendisinin ağalıkla oldu ğu Uluslararası Fiııans Enstitüsünün bu görevle donatılmasını ister. Var olan borçlar yeni kredilerin, yani yeni sömürü yollarının önünü tıkamaktadır. Üçüncü Dünya ülkeleri bu tıkanıklıktan elbirliği ile çıka- nlmalıdır. Sonuçta ABD koparabildiğini koparmak, Japonya bu soygundan payını almak derdindedir.
Ekonomiler Tepesi Taklak
Borçlar, hammadde fiyatlarının düşmesi, teknolojik sömürü, taşıma sömürüsü, ticari kısıtlamalar vs. vs. gibi yeni sömürgeciliğin soygunu altında Üçüncü Dünya ülkeleri ekonomilerinin 80’li yıllardaki durumunu tahmin etmek zor değildir. Merkezler her on yılda bir krize girerler ve bu Üçüncü Dünya Ülkelerine yansımazdı, ilk defa bu kriz artık merkezlerin sınırlarından dünyaya yayılacaktır. Üçüncü Dünya Ülkeleri kriz dönemlerinde onların yaylanabildikleri, soluklandıkları yerler haline geldi. Emperyalist merkezlerle ilişkiler arttıkça ekonomik göstergeler de kötüleşiyor. Şimdi Tablo Vl’ya bakalım.
1980-82 Emperyalizmin topyekün kriz dönemidir. Bu kez Üçüncü Dünya Ülkeleri de kapitalist ekonominin bu özelliğinden paylarına düşeni alırlar. Hatta onlar da daha da uzun sürer. Bu dönemin diğer bir
| ler. Eğer bugün bir borç çıkmazında isek nedeni başta ABD olmak üzere merkezlerin yeni yatırımlarıdır. Onlara elini verdin mi kolunu kurtaramazsın. Yeni sömürgecilik yeni bir boyut kazanarak finans ipini de takmış oldu. Oysa sorunu başka türlü koyup Üçüncü Dünya Ülkelerini hesapsızlıkla suçluyorlar. Bizzat destekledikleri burjuva hükümetlerinin ya da nereye harcadıklarını adım adım kontrol ettikleri bu ülke özel sermayelerinin yanlışlığı olarak göstermeye çalışıyorlar. Oysa olay bilinçli bir şekilde bu hale getirilmiştir. Uluslararası çarpık ilişkilerin, emperyalizmin soygun man- tığınınbir sonucudur. Kastro’nun dediği gibi, “Sorun borçların ertelenmesi, silinmesi ile (de) çözülemez. Borç sorununa yol açan faktörler.durdukça yine aynı duruma varılacaktır. Bu nedenle, borçların silinmesi ve yeni bir ekonomik düzenin kurulması sorunları bizce birbirine bağlıdır”
ABD sermaye çekebilmek için faiz oranlarını yükseltmeye başladı. Böylece doların değeri de yükseldi. Borçların da faizleri yükselmeye ybaşladı. Borçlar durduk yerde artmaya başladı. Öte yandan dünya ticareti de dolarla yapıldığından alınan mallar patlatılandı Üçüncü Dünya Ülkeleri daha ucuza daha çok satmakla yüz yüze geldiler. Hammadde fiyatları düşerken döviz girdileri azaldı. Borçları ödeyemez duruma geldiler. Bir süre yeni borç alarak borç ödemeye başladılar. Sonuçta 1965 yılında 6 milyar olan dış borç 1975’te 180 milyar dolara çıkarken, bugün ise 1200 milyarı geçti. Tabloda görelim (Tablo V)
TABLO VI1980-87 Arası GSMH Artış Oranı (%)
Ülke Grupları 1980-84 1985 1986 1987*
Kalkınmakta olan ülkeler 3.0 5.1 4.7 3.9Düşük gelirli ülkeler 7.1 9.2 6.4 5.3Orta gelirli ülkeler 1.4 3 3 3.9 3.2Petrol ihraç eden ülkeler 0.5 3.7 0.3 0.8Montaj yapanlar 5.2 7.9 7.2 5.3Çok borçlu ülkeler - 0.7 3.8 3.5 1.7Sahra Çölü güneyi Afrika ülkeleri - 1.5 5.8 2.6 - 1.4
Yüksek gelirli petrol ihraç eden ülkeler - 2.1 - 5.9 - 8.1 - 2.9
Merkezler 2.0 3.0 2.7 2.6
kar ilişkileri, tek tek ulusların dünya ve bölgesel güçler dengesi içindeki yerinde somutlaşır. Ayrıca genelde tipik bazı kıtasal özellikler de taşır. Yazımızın başında da bu temeli koyarak Afrika kıtasının feodalizm öncesi özelliklerini. Latin Amerikada ise tepeden kurulan feodalizmin üstüne oturmuş bir ABD finans-kapital sömürüsüne değindik. Oysa Doğu Asya ülkelerinde ise Afrika kıtasının tam aksine çok gelişkin hatta çürümüş bir feodalizm vardır. Şimdi bu eski özelliklerin kapitalizmin gelişmesini nasıl etkilediğini görmeye çalışalım.
Afrikaa: İlk verilere göreKaynak: Dünya Kalkınma Raporu, ay özelliği ülkelerin kapitalist uluslararası işbö- lümündeki yerlerine göre farklılıkları giderek artmaktadır.
1980-84 arası Üçüncü Dünya Ülkeleri GSMH'larını %3 arttırmışlar. Ancak düşük gelirli ülkeler ve montaj yapanları çıkarırsak kabaca durum sıfırdır diyebiliriz. Yani 4 yıldır yerlerinde saymışlardır. Düşük gelirlilerdeki rakamın yüksekliği, Çin ve Hindistan’ın %8.4’lere varan rakamlardır. Oysa grup içinde diğer yoksul Afrika ülkelerinin gelişimi %3’ün altındadır.
Merkezler bile 80-82’deki sıfırlara karşın %2’lik gelişirken çok borçlu Latin amerika Ülkeleri. Sahra Çölü altındaki Afrika ülkeleri ve Suudi Arabistan. Kuveyt, Birleşik Arap Lmirlikleri ve Libya vs. gibi çok petrol ihraç eden ülkelerde büyüme yok, geriye sayma başlamış.
Merkezler 1983’lerde krizden çıkarlar. Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri ancak 1985’te kendilerini toparlayabilirler. Ama bu iyilik pek uzun sürmez. GSMH rakamları her ne kadar bir ülkenin kalkınma derecesi konusunda sağlıklı bir değerlendirme vermekten uzak olsa da yine rakamlar artık işlerin eskisi gibi olmadığını, eski hızların kesildiğini, iyileşmelerin geçici kaldığını, sağlıklı bir istikrar kazanamadığını göstermektedir.
ışığında dünya ticaretindeki dalgalanmaları anlamak zor değildir Tablo VU’yi inceleye
İstatistiklerde gördüğümüz gibi Sahra Çölü güneyi ile Güney Afrika Cumhuriyeti
lim.TABLO VII
İhracat hacmi 1976-80 1981-87 İthalat hacmi 1976-80 1981-87
Dünya 5.1 2.6 Dünya 5.5 3.2 -Merkezler 6.6 3.2 Merkezler 5.6 4.3Üçüncü D. Ülk. 1.9 1.0 Üçüncü D. Ülk. 5.5 - 0.3
Kaynak: Birleşmiş Milletler Raporu 1988 s. 31
Görüldüğü gibi ithalat ve ihracat dünyada son yıllarda 70’li yılların yarısına kadar düşmüştür. Bilimsel teknikli devrim, üretimde işbölümünün çok daha arttırılmasını gerektirirken emperyalizm altında tam zıddı sonuçlar doğurmuştur Merkezlerin ili racatları fazla, ithalatları a/keıı. Üçüncü Dünya Ülkelerinde tam tersi, ithalatları ih- racatlannın neredeyse üç katıdır. Ve son yıllarda eski oranın bile altına inmiştir.
Aynı grafiği birde ithalat ve ihracat birim değeri açısından inceleyelim. Tablo VII
kuzeyi arasında kalan ülkelerden söz edeceğiz. Asya kıtasında Moğolistan Sosyalist Cumhuriyeti nin kapitalist ilişkileri kurmadan sosyalizme sıçradığı kabul edilir. Afrika’nın bu bölgesi de feodalizmin merkeziyetçiliğini yaşamadan kapitalizme geçmiş tir.
Bağımsızlık savaşları döneminde Avrupa’da bir dizi toplantıdan sonra bu ülkelere bağımsızlık “verilip” tepeden burjuva devletçiliği kurulur. Burjuva üretim ilişkileri olmadan böyle bir devletçiliğin özünde maddi
TABLO VIIIİhracat birim değeri 1976-80 1981-87 İthalat birim değeri 1976-80 1981-87Dünya 12.2 0.5 Dünya 11.7 - 0.3
Merkezler 9.8 1.4 Merkezler 12.1 - 0.5Üçüncü D. Ülk. 19.0 - 2.5 Üçüncü D. Ülk. 12.15 0.5
Kaynak: ay
Bir Arpa Boyu YolGSMH oranlarındaki düşmelere paralel
olarak kişi başına düşen gelirde de azalmalar görülür. Üçüncü Dünya Ülkelerinde kişi başına 1980de düşen gelir 670 dolardır. Oysa altı yol sonra tam altmış dolar eksilerek 610 dolara inmiştir. Merkezler son ekonomik yenilenme ile paylarını 10.760’dan 12.960 dolara yükseltmişler. (Dünya Kalkınma Raporu. 1988 sayfa 222) Bu ne demektir? Merkezlerle, Üçüncü Dünya Ülkeleri üstünde yaşayan insanların ortalama gelir farkı 16 kat iken 1986’da 21 kata çıkmıştır. Kurtuluş savaşlarından beri yürütülen ekonomik politikalar farkı azaltmak bir yana fazlalaştırmaktadır. Ayrıca 610 dolar sadece bir ortalamadır. Oysa düşük gelirli ülke topraklarında yaşayan 2.493 milyon insanın yıllık geliri sadece 270 dolardır. Oysa en zengin ülke olan İsviçre’deki 6.5 milyon insana yılda 17.680 dolar düşmektedir. Yani bir İsviçreli, yoksul ülke insanından tam 65 kat fazla gelire sahiptir. Kapitalist sistemin kurduğu uluslararası ilişkilerin özü böyle somutlanabilir. Ayrıca kapitalist gelişim tek tek ülkeler içindeki gelir da ğılımında da farklılık gösterir. Üçüncü Dünya Ülkeleri toplam nüfusunun %5‘inin ulusal gelirin, %60-65’ini aldığı söylenir. Kenya için 10 tane milyoner 10 milyon yoksul ülkesi denir.
Dünya TicaretiYeni-sömürgeciliğin aldığı son biçimler
ihracat hacmi %2.5’lik değer yitirirken birim değeri %11.7’lik değer yitirmiştir. Fakat ihracat mallarının değeri en çok azalan yine Üçüncü Dünya Ülkeleri olmuş. %21.5’lik değer yitirmişler. Merkezlerinki de eski artış oranını tutturamamış ama yine %1.4’lük değer artışı kaydediyor ihraç ettiği mallar. Oysa Üçüncü'Dünya Ülkelerinin malları 70’li yıllardan %2.5 daha ucuza satılıyor.
Üçüncü Dünya Ülkeleri 80’li yıllarda daha az değerde mal alıyorlar. Yine merkezler kârlı, çünkü dışarıdan aldıkları mallara eskisinden %5 daha az para ödüyorlap Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri aynı oranda fazla ödüyorlar En genel olarak Üçüncü Dünya Ülkeleri 70'li yıllardan hacim olarak %3'lük az mal alıyor, ama %5’lik fazla para ödüyorlar. Oysa merkezler aynı dönem için %4.3 daha fazla meta alıyorlar, ama karşılığında eskisinden %0.5 daha az ödüyorlar. Daha çok alıp daha az para vermek, yeni sömürgeciliğin sonucu budur.
Bölüm IIIBurjuvalaşmada Kıtasal
ÖzelliklerBilimsel teknik devrimin kapitalizm elin
de yeni sömürgeciliğin kurulmasına hizmet etmesini yanlız merkez finans-kapitalinin becerisi olarak görmek yanıltıcıdır. Üçüncü Dünya Ülkelerindeki gerici unsurlarla hep çıkar ilişkisi içinde olmuştur. Elbette çı
temeli de yoktur. O dönemde yeraltı ve üstü zenginliklerin olduğu yerde bir iki tesisten başka bir şey yoktu. Halklar henüz kabileler halinde yaşamaktadırlar. Kan bağı özellikleri hâlâ hüküm sürmektedir. Özel mülkiyet olmadığı için sınıflı toplum yapısı bile şekillenmemiştir. Üretimin düzeyi bir ulusal pazar oluşturacak özelliğe ise hiç sahip değildir.
Peki bu durumda tepeden kurulacak burjuva devletçiliğin işlerliği ne olacaktır? Devlet başkanları kaçınılmaz olarak kabile reisi özelliği taşıyacaklardır. Bölgedeki dev let başkanlarına verilen kurucu baba, şeflerin şefi gibi isimlerde bunu açıklar. Aynı kabilelerde olduğu gibi başkanlar ömür boyu olarak başkan seçilirler. Devlet mekanizmasında partiler, muhalefet gibi sınıfsal ayrışmanın doğurduğu burjuva bürokratik özelliklere pek rastlanmaz.
Ulusal devlet demek ulusal bir pazar demektir. Ulusal pazarı kapitalist üretim zenginliği doğrur. Böyle bir üretim zenginliği olmadan ulusçuluk oynamak ve sonuç verecektir? “Ulus olmanın kavranmaya başlanmasına rağmen, komünal ve kabilese! bilincin üste çıktığını görmek mümkündür. Öte yandan çoğu Afrikalı için devletle yasal bir ilişkiden çok belirli bir etnik grubun (ivesi olmak (incelik taşır. (International Af fairs. 1988 sayı 1 sayfa 48) Avrupa'dan Af rika sınırları çizilirken bu etnik özellikler değil merkezlerin çıkarları belirleyici olunca günümüzdeki çoğu sınır kavgasının zemi ni baştan doğmuş olur.
Kapitalizmin zenginliği yaşanmadan sos- yalizmikurmakta, feodalizmi yaşamamış bu ülkeler için zordur. Devletin görevi çok artmakta oysa üretimi aynı derecede arttırma imkânı sınırlı kalmaktadır. Demokratik güçler komünün olumlu yanları; kollektivizm, karşılıklı yardımlaşma vs. gibi özellikleri sosyal ilerlemede kullanmaya çalışırlar. Örneğin Tanzanyada köy komünü özyönetim birimi olarak geliştirilmeye çalışılıyor. Madagaskar’da komün anlayışı modernleştiriliyor. “Ancak geleneksel komünü gelecek sosyalist toplumun bir çekirdeği olarak sunma çabaları burjuva öncesi sosyalizm ütopya ve hayallerine hizmet etmekten öteye gitmiyor... Temel sorun, eğitim, (eğitimli personel) sağlık, açlık ve yoksulluk sorunlarını çözmeye harcanan paralar devletin üretime ayırdığı yatırımlarda önemli kısıntılara gitmekle sonuçlanıyor” (a y. s. 49) Sosyalizm yoluna çıkmış ülkeler bu iki tür yatırımda denge kurma sorunlarıyla karşılaşmışlardır. Emperyalist güçlerde bu dengeleri bozmada ellerinden geleni artlarına koymamışlardır.
Sistemden bağımsız olarak devlet tek yatırımcıdır. Yatırımların yapıldığı yerier kent olarak gelişmeye başlar ve buralara büyük bir akın vardır. Afrika kırları %2 3, kentler %5, gecekondular %10 artıyor. (International Affairs. 1987 sayı 4 sayfa 70) Afrika ülkelerinde kentler bizlerde görülenden çok daha hızlı gelişmektedir. Bu bir yandan büyük bir işsizlik sorunu yaratmakta öte yandan tarımsal üretimin azalmasına yol açmaktadır. Afrika kıtasında çoğu ülkenin yaşadığı açlık sorununun bir nedeni kapitalizmin böyle birden çarpık gelişimidir.
Büyük Sahra Çölü son 2ü yılda 150-200 km güneye ve kuzeye doğru ilerlemiştir. Doğa dengesi kıtada epey değişmiştir. 1970 yılında bilinen en uzun kuraklık yaşanır. Beş yıl mahsul alınamaz. Tohumlar yenilir. Arkasından seller yaşanır. Sonuçta Afrika ülkeleri krediler ile tahıl ve gıda maddesi almak zorunda kalmıştır. Sonra hammadde fiyatları düşmeye başlar. Şimdi Afrika’nın merkezlere 175 milyar dolar borcu vardır. Dışarıdan mal alamadığı için üretim yapılamıyor. Üretim yapamaymca borçlarını ödeyemediği gibi dışarıdan bir şey alamıyor. Yani ekonomik çarkı bir tıkanıklık içindedir. Sosyo ekonomik özelliklerinin kapitalist sömürüye uygunluğu Afrika kı tasını bugün gelişmek bir yuna ölüm kalım mücadelesi veren bir kıta durumuna getirmiştir.
Latin Amerika ÜlkeleriABD Emperyalizminin hemen burnunun
dibindeki bu ülkelerin gelişimi Afrika ve Asya ülkelerinden farklıdır. Ne Asya’daki gibi yüzyıllarca feodal ilişkilerin çürümesinin altında kaderciliği ilke edinmişler, ne de Afrika ülkeleri gibi kapitalist üretim ilişkilerine yabancı kalmışlardır. Dünya kapitalizminin ilk birikim döneminde İngiltere Kuzey Amerika kıtasını, İspanya ve Portekiz ise güney kısmını sömürge haline getirmiştir. Bilindiği gibikapitalizm Portekiz ve İspan- ya’da güçlü feodalizm nedeniyle dizginsiz gelişememiştir. Aynı güçlü feodalizm Latin Amerika ülkelerinde kendini feodal ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiştir. Afrika kıtasında devlet başkaııları nasıl şefsel özellikler taşıyorsa, buralarda da kabile şefleri, Kızılderili vb. şefler birer latıfunda ağası olmuştur. Hatta çoğu latifunda ağası bizzat Avrupa’dan ithaldir. Latin Amerika halkları yıllarca köle olarak çoğu insanca haktan yoksun yaşamıştır.
ABD, Ingiliz sömürgeciliğine karşı kurtuluş savaşı verir. Latin Amerika ülkeleri de Portekiz ve İspanyolları atarlar ve 19. yüz
yılın başlarında bağımsızbirer devlet olurlar. Arada burjuva hükümetler kurulur, ama üstlerinde durdukları ekonomik temel ABD tekelleri ile karşılaştırıldığında o kadar cılızdır ki uzun süre iktidarda kalamazlar. ABD finans-kapitali sömürgeciliğin armağanı latifunda ağaları ile bu ülkeleri kendi güdümünde tutar. Sonuçta adları birer cumhuriyettir, ama birer Muz Cumhuriyeti yani ABD tarım tekellerinin birer çiftliğidirler.
Ordu bir burjuva devletçiliği kurumudur. Oysa Latin Amerika ülkelerinde latifunda ağaları ile içiçe girecektir. Tepedeki ABD tekel çıkarları tek tek ülkelerde latifunda ağası - ordu işbirliği ile yürütülecektir. O nedenle bu ülkeler, askeri diktatörlükler olarak da tarihe geçerler.
Burjuva devletçiklerinin kuruluşu köylü ayaklanmaları sonucudur, ama burjuvazinin latifunda- askerlerin yanında ekonomik güç olabilmeleri Küba Devrimi ile başlar. II. Dünya Savaşı sonunda Avrupa ve Japonya’nın birer rakip olarakdikilmesi ABD’yi ucuz emek aramaya iter. Kıtaya yatırım cazip gelmeye başlar. Küba devrim ateşinin kıtaya yayılması ABD’yi yeni bir sınıfla ittifaka zorlar. Bunlar da kitleyi arkalarında sürükleyebilen burjuvalar olacaktır.
Latin Amerika ülke burjuvalarını diğer kıta burjuvalarından ayıran diğer bir özellik, bir sınır korumacılığından pek yararlanama- malarıdır. ABD dış yatırımlannın 3 /4 ’ünün buraya yapılmasının da nedeni budur. Yerli burjuvalar adeta bir açık pazar olan ülkelerinde pek öyle arkasına gizlenecek gümrük duvarı korumacılığına sahip olamamış, hep ABD tekelleri ile ve onlara karşın gelişmek zorunda kalmışlardır. ABD metası çoğunlukla gümrüksüz içeri girer. ABD tekelleri hammadde alırken büyük kolaylık ve ayrıcalıklara sahiptirler. Piyasa fiyatının çok altında fiyat öderler. Çoğu şirketin bizzat ortağıdırlar. Kârlarını kontrolsuz, engelsiz diledikleri gibi merkeze taşırlar. Böylesi fütursuz bir soygunun Şili’de Allende’yi yaratması bir rastlantı değildir. Hele ailende1 nin CIA eli ile öldürülmesi ise tekeller açısından bir zorunluluktur. Eğer burjuvaziye gerekli ders verilmezse uluslararası tekellerin hali felakettir. Ama buna karşın 1973’lerden başlayarak çeşitli ülkelerde millileştirmeler başlar. Madenler-plantasyonlar ve dış ticaret millileştirilir. Ama bu burju vacu millileştirmedir ve halklar açısından di şe gelir bir özellik taşımaz. Sadece burjuvazi kendine delik deşik bir zırh giymiş olur.
Ülke ekonomileri o denli uluslararası tekellerin çıkarlarına göre şekillenmiştir ki bu tür millileştirmeler bir sonuç vermez. Örneğin Venezüella’da plantasyonlar millileştirilir, ama ABD tekelleri daha işlem yürürlüğe girmezden hileli satışlarla topraklarını yerlilere kiralarlar. Muzların satışını kontratlarla garantilerler. Yerli kiracı, burjuvalar bu işten çok memnundurlar muz satışı garantidir. Ama sonuç hiç de Venezüella burjuvazisinin hesapladığı gibi olmaz. Muzların paketlendiği iki karton fabrikası yine aynı tekellerindir ve fiyatları öyle yükselir ki içinde taşıyacağı muzun bedelinin biraz altına da durur. Sonuçta bu farkı hem milli burjuva hem de işçi kırışacaktır. Böylesi burjuva millileştirmeler halklar açısından mii- lileştirmemekten kötü sonuçlar vermiştir. Millileştirmeler çoğu zaman ABD tekelleri icazetlidir.
Latin Amerika ülkeleri kapitalizmin en azgın geliştiği ülkelerdir. 1970’lerde kalkınma düzeyleri Brezilya, Arjantin, Meksika1 nın Portekiz, İspanya ve Yunanistan gibi Avrupa ülkesinden daha yüksekti. Bu ülkeler uçaktan son teknik kompüterlere kadar modern üretim yaparlar. Hatta Brezil
ya uzay araştırmaları bile yapmaktadır. Araba yapımında milyonlarca işsizine rağmen robot bile kullanıyor.
Bu denli gelişmişliğin nedeni sömürgeciliğe karşı korunmasız olmalarından gelir. Bizzat bu yüzden 1980’li yıllarda tam bir felaketin içine girdiler. Arjantin Devlet Başkanı Alfonsin İtalya gezisi sırasında “Arjantin ve Latin Amerika ülkelerinin ekonomileri gerçekten tükenmiştir.” (New Times 1989 sayı 4. sayfa 18-19) diyerek ne kadar çaresiz olduklarını dile getiriyordu. Kişi başına gelir 1976’larm düzeyindedir. Üretimler düşmüştür, işsizlik çok artmıştır, işçi gelirleri düşmüştür. Bazı ülkeleri örnekleyelim.
İşçi ücretleri artışıÜlkeler 1970-80 1980 85Brezilya 4.0 — 2.1Meksika 1.3 — 5.9Arjantin 1.4 4.1Venezüella 3.8 0.5Şili ...... 0.0
l Burjuvazinin birikimleri azalmıştır. Örneğin 1977-8 arası merkezlere kaçan paranın 150 milyar dolar olduğu sanılıyor. (International Affairs 1987 Mayıs, sayfa 75) İhracat düşmüş, ithalatta azalmıştır.
Latin Amerika burjuvazisi 1980’li yıllarda yeni arayışlar içindedir. Çoğu diktatörlüklerin bu dönemde yıkılması bir rastlantı sayılamaz. Şimdi iki tane kaldı. Son olarak aralarındaki ticareti arttıracak krizden çıkmayı deniyorlar. Tüm Latin Amerika ülkelerinin dış ticareti yıllık 130 milyar dolardır. Şimdiye kadar bunun %4’ünü uend. aralarında gerçekleştiriyorlar. Şimdi tekeller aracılığını ortadan kaldırıp, karşılıklı ilişki içine girmeye çalışıyorlar. Ulusal tekellerin ve hükümetlerin uluslararası tekellere olan bağımsızlığı düşünülürse, böyle bağımsız bir tavrın ne derece olumlu olacağını kestirmek zor değildir.
Montaj ÜretenlerMontaj yapan ülkeler dendiğinde Güney
ve Doğu Asya ülkeleri Güney Kore, Hong- Kong, Singapur, Tayvan, Malezya, Endonezya gibi ülkeler akla gelir. Endonezya petrol ihraç etmesine ve fiyatların düşm esine rağmen montaj nedeni ile biraz ayakta durabilmiştir. Güney Kore 1965 80'leriıı %16.5 ve %18.7’lik büyüme rakamlarına ulaşamasa da 1980’li yıllar için %10.2 ve %9.801er hiç de kötü değildir. Genelde bu ülkeler eski büyüme hızlarını yitirseler bile gene de Latin amerika ve Afrika ülkelerinin 70’lerdeki hızlarına sahiptirler.
Bilindiği gibi montaj sanayi ucuz emek demektir. Merkezlerin arasındaki rekabet bol emek isteyen sanayileri emeğin ucuz olduğu ülkelere götürmeyi zorunlu kılmıştır.
Bölgenin sosyo-ekonomik yapısı diğer kıtalardan farklıdır. Oldukça gelişmiş ve merkezileşmiş bir feodal ilişkiler zinciri vardır. Hindistan ve Çin gibi bazı ülkeler ilk sömürgeciliğin merkezleri gibidir. Montaj sanayinin verildiği ülkeler ise bu halkanın o dönem nisbeten dışında kalmış olanlarıdır. Emperyalizm onlara başka bir iş bölümü verecektir. Bu ülkelerin “başarısı”, Japonya1 da doruğuna çıkan, feodalizmin köleliğini kapitalizmin ücretli köleliğine oturtabilme- lerindedir. Boğaz tokluğuna ağasının topraklarında kölelik yapan köylü şimdi fabrikada patronun ücretli kölesidir. Bizzat bu nedenle emperyalizm yatırımlar yapmış ve işçi sınıfını acımasızca sömürmektedir.
Kapitalizmin “ekonomik mucizesi” diye bütün Üçüncü Dünya Ülkelerine örnek gösterilen Güney Kore’ye baktığımızda iki tane ayn denebilecek ekonomi görürüz. Bi-
rincisi tekellerin üretim yaptıkları adacıklar. Burada dünya pazarları için üretim yapıl maktadır. İkincisi büyük köylü kitlelerinin olduğu, merkezlerde üretilenlerle hiç ilgisi olmayan asıl Güney Kore, ikinci ekonomi vardır.
Birinci ekonomiye 4 tekel hâkimdir. Dünya tekelleri sıralamasında ilk 100e girerler. Diğer 6 tekel ise ilk 500e girer. En büyük tekel Hyunday, Yong ailesinindir. Gemi, araba, elektronik, inşaatçılık alanlarında faaliyet gösterir, ikinci sıradaki Sam sung tekeli Lee ailesinindir, yine gemi, tekstil, makine aletlerine yatınm yapmıştır. Daewoo, Kim ailesinin, Lucky God Star Ku ve Ha ailelerinindir. Bu dört ail̂ e ulke GSMHOsının %40'ını üretirler, ihracatın yarısını yapar, işgücünün ise % 4unü barındırırlar. diğer 6 aile ile birlikte ele alırsak GSMH’nin %60’ını ihracatın %70'ini gerçekleştirirler. Güney Kore mucizesi denilen, özünde 4-10 ailenin zengin olma hikâyesidir. İkinci ekonominin üstünde oturduğu kamu sektöründe ise 24 tane kamu kuruluşu ülke üretiminin ancak %10’unu gerçekleştirir. (Far Eastern Affairs 1988 sayı 5, s. 1-44)
Dünya sıralamasına giren güney Kore tekellerinin birde sermayelerine bakıp uluslararası kardeşleri ile ilişkilerinin temelini görelim. İlk sıradaki Hyunday tekelinde yerli sermaye miktarı %1.5'tur. Deowoönun %10. diğer ikisinin ise biraz daha fazla %15. (ay). Peki bunlara Güne Kore tekeli demek yerinde midir? Sadece Güney Koreli bir avuç ailenin arkasına gizlenmiş, onların adı ve eliyle milyonlarca insanı sömürmeye oturmuş, emperyalizmin kolları. Montaj üreten ülkelerin başarısı denen şey uluslararası tekellerin söz konusu ülkedeki gelişiminden başka bir şey değildir. Mucize ne pahasına yapılır? Korkunç bir işçi sömürüsü pahasına. Güney Koreli bir işçi ABD’de aynı işi yapan işçiden 8, Japonya- lıdan 6 kat düşük ücret alır. Ortalama çalışma saati 54’tür. Orta ve küçük işletmelerde 60-70 saate kadar çıkar. Grev yasaktır. Sendikalar federasyon kurup merkezi bir güç oluşturamazlar. 10 milyon işçinin ancak 830.000’i sendikalıdır. Bu koşular işçi sınıfının örgütlü mücadelesini kırıp sömürü imkânını yani tekellerin kâr marjlarını yüksek tutmasına yarar.
Bilimsel teknik gelişim hızlı adımlarla ilerliyor. Mikroprocessor (ışınlı işleme) adı verilen yeni bir yöntem yakın gelecekte ucuz emek avantajını ortadan kaldıracaktır. Hatta bazı yerlerde üretime sokuldu bile. La- ser ışınlarıyla kumaşlann kesimi canlı emekten daha verimli. Çeşitli minicik vidaların, parçaların montesi yine ışınla daha kaliteli ve kolay oluyor. Işın böyle sanayilerin yapısını tamamen değiştirecektir. Kalite çok yükselmektedir. Bu mamullerin üretiminde böyle bir değişiklik Üçüncü Dünya Ülkelerinin ellerindeki tek “avantajı” ucuz emek imkânını alacaktır. O zaman bu ülkelerin durumunu belki de Afrika ülkelerinden daha kötü olacağını söylemek falcılık değildir.
SonuçEmperyalizm II Dünya Savaşı ndaki ide
olojik yenilgisine rağmen, tekelci yapısındaki hantallığa rağmen, yeni sosyo- ekonomik-politik koşullara uyabilme esnekliğini gösterebilmiştir. Eski sömürgecilik tarihe gömülmüştür, ama şimdi yeni kanallardan yeni yollarla eskisini aratırcasına yen sömürgecilik dünyamızın ilerlemesi önünde durmaktadır.
II.Dünya Savaşı enkazının altında yükselen Avrupa ve Japonya emperyalizme ilk ivmeyi kazandırmış, onu hammadde bulma sorunu ile yüzyüze getirmiştir. Emperyalizm böylç bir ihtiyaç sonucu Üçüncü Dünya ile ilişkileri geliştirmek zorunda kal mıştır. Hammadde kaynakları daralmaya ve Üçüncü Dünya Ülkelerinin elinde bir koz olmaya başlayınca tasarruf ve yapay ham madde elde etme yöntemleri bilimdenalı- nıp üretime sokulmuştur. Eski hammadde yoğun üretim biçimleri de iyi fiyata Üçüncü Dünya Ülkelerine satılmıştır. Böylece hem Üçüncü Dünya Ülkeleri kapitalist üretim ilişkilerine çekilmiş hem de teknolojik sömürü, taşıma ve ticari sömürü yöntemleri doğmuş, emperyalist merkezlerin ve uluslararası tekellerin kârları artmıştır. Emperyalist tekel fiyatları ve finans kurum- larının keyfiliği Üçüncü Dünya Ülkelerinin boynuna bir de borç halkasını geçirmiştir.
Üçüncü Dünya Ülkeleri merkezlerin ekonomik çıkarlanna göre ekonomik bir şekillenmeye girmişler, tek tek ülke sınırlarında halklarından kopmuşlardır. Daha ülkede açlık ve yoksulluk büyük halk yığınları için bir gerçeklik iken, kentlerde kümelenmiş bir avuç burjuvazi bolluk içinde yüzmektedir. iki grubun ihtiyaçları farklılaşmakta, finans-kapitalin merkezlere bağımlı üretimi bu bir avuç insana seslendikçe kendi pazarını daraltmaktadır. Geniş halk yığınlarının kapitalist pazarla olan bağı giderek kopmaktadır.
Bilimsel teknik devrimin ucu bucu henüz ufukta yoktur. Çığ gibi ilerlemektedir. Elektronik, robot, yeni kimyasal bulgular emperyalizme yeni yatırım alanları, sektörler açmıştır. 1980’li yıllarda bunların bizzat üretime geçirilmesi ise bu kez merkezleri
çevrelerinde oluşturdukları Üçüncü Dünya Ülke burjuva üretimlerinden kopartıp, sivriltmiştir. Şimdi yeni olanaklar ile üretim yapmak için pek bu ülkelere ihtiyaçları yoktur ve ayrıca aradaki üretim farklılığı onlardan yararlanmayı zor hale getirmektedir. Başka bir değişle 1960-80 arası tüm çarpıklığına rağmen kurulan uluslararası ilişkiler bir alt üstlük yaşadı. Reaganla estirilen terör havası bunların doğurabileceği tepkilere karşı eline sopa almaktı.
Şimdi Reagan ve Gorbaçov arasında imzalanan anlaşma dünyamızı bir barış havasına soktu. Emperyalizmin sosyalizmle imzaladığı, yumuşamaya yol açan anlaşma emperyalizmin savşatan vazgeçtiği ya da in- sancıllaştığı anlamını taşımaz. Sadece
emperyalizmin ekonomik çıkarları bunu zorlamaktadır. Şimdi dünya halkları ile iyi geçinme isteğinin altında başka bir ekonomik çıkar yatmaktadır.
Bilimsel teknik bulgular üretimin hızını, verimini ve yoğunluğunu belki bir 20 yıl önce tahmin edemeyeceğimiz şekilde arttırdı. Bu artış uluslararası ilişkileri daha da çok geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Mikro- elektronikten. mikro biyolojiye, genetik biliminden uzay bilimine, üretim için öylesine yeni ufuklar açılmaktadır ki artık tek bir ülkenin tüm bu alanlarda yatırım yapması hele hele dünya üstünlüğünü hepsinde elinde tutması imkânsızdır. Üretim çeşitliliği merkezlerin toplam sınırlarını bile aşmıştır. Eğerki bütün bu bulgular insanlığın hizmetine sunulacaksa tüm insanlığın el ver mesi gerekmektedir. Bilimin insanlığın hizmetine sunduğu imkânlar günümüzdeki global sorunları, açlığından sağlığına, çevre korunmasından eğitimine kadar kısa sürede çözmeye yetecek düzeydedir.
Ama emperyalizmin bencil çıkarları onu bu imkânları değerlendiremez hale getirmiştir. ilk topyekün krizini 1973’te yaşayalı beri bilimi üretime aktardıkça manevra alanını draltıyor. Belki kendini yeniliyor, kârını arttırıyor, ama tam zıddı yönde de alanını daraltıyor. Pazarını açmak istedikçe bir sonraki pazar imkânını daraltarak yenileniyor. 1980’lerden beri yenilenişin en topye- küıuı, en kapsnmlısıydı o nedenle de 20 yıldır yetiştirdiği Üçüncü Dünya Ülkeleri burjuvalarından da kendini epey kopardı.
Yıl 1989. 5-6 yıldır yeni üretimin mey- valarınt topluyor. Toplaya dursun. Ama dünya ticaret göstergeleri kırmızı ışıklar yakıyor. Ticaret savaşları çıktı çıkacak. Eğer böyle bir kıvılcım çakarsa bir anda ortalığın yangın alanına dönmesi işten bile değildir. Batının ekonomik raporlarından istediğinizi açın, hepsi ticaretin önünün açılması gerekliliği üstünde duruyorlar. Reagan bu nedenle yumuşamak zorunda kaldı. Yine aynı nedenle Bush diktatörlükler devri bitti demokratikleşme süreci başladı diye uluslararası ilişkilerdeki yeni masklarından söz ediyorlar. Şimdi ticaret yollarının açılma dönemidir. Nasıl açılacak, açılabilecek mi göreceğiz.
Üçüncü Dünya Ülkelerini gördük, merkezlere borçlar, ticaret kanallarını tıkamıştır. içeride enflasyonlar devalüasyonlar, bütçe açıkları burjuvaziye birikim için gösterilen kolaylıklardır. Yeni yatırımlar yapılamıyor. eskiler kapasite altı çalışıyor. Halklar kemer sıkma politikaları, istikrar programları altında ezildikçe ezildi. İhracat teşvikleri devalüasyonlar iç pazarların tıkanı- şına karşı yerli finans-kapitalleri kayırma politikalarıdır. Bu ülkeler kendi içlerinde merkezlerin bugün Üçüncü Dünya Ülkeleri ile arasındaki gibi bir kutuplaşmaya varmışlar
dır. Kentlerde yaşayan, merkezlere uygun tüketim alışkanlığına ulaşmış birkaç milyon insan ve en doğal yeme, içme, barınma hatta ısınma ihtiyacını karşılayamayan milyonlarca halk yığınları ve onların farklı tüketim ihtiyaçları. Ulusal finans-kapitallerin pazarları merkezlere bağlılıkları nedeniyle de bu geniş yoksul halk yığınları yerine, kentlerdeki burjuvalara yönelik üretim içindedirler. Merkezlerden aşağıya doğru nasıl bir gelişim,değişim yapılabilecektir ki, hem tekellerin çıkarları korunacak hem de bu çıkarlar halk yığınlarının bugün yüzyüze bulunduğu sorunlari çözecektir? Başka bir değişle uluslararası ve ulusal tekellerin çıkarları nasıl bir evrimle ulusal çıkarlarla uzlaşacaktır? Bizce çözüm tepeden bir evrimleşme ile olacak iş değildir. Olsa olsa aşağıdan halk yığınlarının bilinçli örgütlü ayak- lanışı, bir devrim ve devrimler zinciri ancak kangrenleşen yarayı söküp atacaktır.
Emperyalizm II. Dünya Savaşandaki ideolojik yenilgisine rağmen, tekelci yapısındaki
hantallığa rağmen, yeni sosyo-ekonomik- politik koşullara uyabilme esnekliğini
gösterebilmiştir. Eski sömürgecilik tarihe gömülmüştür, ama şimdi yeni kanallardan
yeni yollarla eskisini aratırcasına yeni sömürgecilik dünyamızın ilerlemesi önünde
durmaktadır.
BİR DİRENİŞ ÖRNEĞİ: BURDUR '
Yerel seçimler, toplusözleşmeler, işçi direnişleri arasında basında ancak bir gün yer alabilen önemli bir olay vardı Burdur da. Faşist saldırılara karşı direnen öğrencilerden 52’sinin gözaltına alınmasıyla basına yansıyabilen bir olay. Sadece bir gün olup biten bir şey değildi. Sistemli bir saldırının son halkasıydı. Burdur olayı ve ardındaki gerçekleri aktaran bir mektup var elimizde. Yayınlıyoruz.
★Devrimci demokrat kamuoyuna;Burdur öğrenci gençliğinin 14 Nisan
eylemleriyle yükselmeye başlattığı devrimci direnişçi muhalefet, sistemlice faşist saldırılara hedef oluyor. Devrimci hareketin yükselişi faşist saldırıların dozunun artmasına yol açıyor.
Türkiye’de gelişen dernekleşme süreci 1986’da Burdur’da da başlatıldı. Egemen güçlerin keyfi engellemeleri yüzünden öğrenci derneği yasallaşamadı. Ama Burdur ve diğer taşra okullarında bu sorunlara ek olarak yaşanan ve dernekleşme gereğini gölgede bırakan başka sorunlar vardı. Kabaca eğitim kurumlarının yetersizliği, barınma sorunları, olanakların yetersizliği vb... Söylenebilir. İşsiz liseli gençliği turnikeden geçirme anlayışıyla kurulan bu gecekondu üniversitelerden fazlası bek lenemezdi.
Bütün bunların ötesinde yaşamı çekilmez hale getiren kır gericiliğiyle örtüşmüş faşist saldırılardı. Van’da M. Şirin Tekinin öldürülmesi bu olgunun en çarpıcı örneğidir. Özellikle kızlara yönelik ahlaksızca saldırılar, yörenin gerici değerlerinden kaynak alıyor. Benzeri yoz gerici düşünceler faşist saldırılara ortam hazırlıyor. 1 Ağustos Genelgesine karşı yükseltilen devrimci direnişi polis bu ortamdan yararlanarak engellemeye çalıştı. 12 Eylül’den sonra Türkiye’de gericiliği güçlendirip devrimci muhalefetin önüne çıkarma politikası rezilce biçimde Burdur’da da uygulandı Budur’da kurulan Türk Ocağı faşist saldırıların yönetildiği merkeze dönüştü. Ve idare - polis - faşist sacayağına oturtulan saldırılar yoğunlaştı. Üniversite gençliğine yönelik yöre halkının gerici duygularını kışkırtan söylentiler çıkarıldı. SHP ve diğer reformist anlayışlar gelişen devrimci muhalefete karşı kinlerini bu söylentilere değişik biçimlerde destek olmakta kusuyorlardı. Pek yabancı olmadığımız canhıraş “goşizm” haykırışları ortalığı kapladı. Faşist gerici saldırılara karşı koyama-
ma aczi içinde olanlar ancak devrimci direnişçilere dil uzatabiliyorlardı.
Bunlara karşın devrimci direnişçi gençlik yılmadı.
Reformistlerin dedikodularıyla kat- merlenen faşist gerici saldırılara karşı yiğitçe göğüs gerdi. Faşist saldırıların sistemli hale gelmesi devrimci direnişi de sistemleştirdi.
1 Ağustos Genelgesi’ne karşı yürütülen muhalefet sonrası faşist lümpenler yalnız başlarına sokaklarda kıstırdıkları devrimcilere saldırmaya başladılar. Sokaklarda başlayan saldırılar giderek geceyarısı devrimcilerin evlerinin taşlanmasına vardı. Aynı gerici güruh okul kantinlerine yöneldi. Kantinler bu ruhsuz sürünün işgaline uğradı. Elbet devrimci direnişçi gençlik olanlara seyirci kalamazdı ve kalmadı. Devrimci öğrenciler direnişe geçerek faşistleri okuldan kovdular. Savunma birlikleri oluşturuldu. Faşistlerin okula girmesini engellemek için denetim mekanizmaları kuruldu. Okullardan evlere giden devrimcilerin yollarda uğradıkları saldırılar ve ahlaksızca hareketleri en gellemek için arkadaşlarını topluca evlerine bırakmaya başladılar. Bu başarılı direniş 16 Mart katliamının protestosuyla doruğuna ulaştı. Devrimci direnişçi gençlik bu katliamı nefret ve ka rarlılıkla kınadı. Faşist lümpen çetelerin saldırılarının sonuç vermemesiyle polis sistemli bir yıldırma politikası uygulamaya başladı. Öğrenciler sık sık polis araçlarına bindirilip silahla tehdit edildi. Onlarca öğrenciye aynı yöntemle muhbirlik önerildi. Bu uygulama sürekli hale getirildi' Faşist çetelerin yetmediği yerde polis devreye giriyordu. Bu yapılanlar Maraş - Çorum katliamlarının yüzü maskeli faşistlerin hafızamızda tazelenmesinden ve kinimizin bilenmesinden başka bir yarar sağlamadı. Polisin idare ile işbirliği içinde yürüttüğü bu yıldırma hareketi devrimci direnişçilerin protestosuna yol açtı. 27 Mart günü kampuste toplanan öğrenciler yürüyüşe geçerek polis - idare işbirliğine son verilmesini istediler. Polisin öğrenim özgürlüğünü ihlal eden yasadışı uygulamaları kınandı. Öğrenciler hep bir ağızda halk üniversitesi istemlerini dile getirdiler. İki gün sonra on yedi öğrenci gerekçesiz dört saat gözaltında tutularak tehdit edildi. Bu yapılanların hiçbiri devrimci gençliği yıldırtmadı. Bunun üzerine faşistler yaklaşan Ramazan ayını son koz olarak kullanmak istediler, imam Hatip
Selçuk BAŞOL
Lisesi, Meslek Lisesi ve üniversitedeki faşistler saldırılarını yoğun taştırdılar yeniden. Devrimci gençler ayakkabılarını bile çıkaramadan uyumak durumunda kaldılar kimi geceler. Faşist çeteler Eğitim Fakültesi etrafındaki çamlar arasında saklanarak gece eğitimine gelen öğrencilere saldırmaya başladılar. Bu durumda öğrencilerin bir bölümü derslere devam etmemeye başladılar. Öğretmenler aynı biçimde ders veremez oldular. Ders saatleri dolmadan dersleri bitirdiler. Her zaman saat 23.00’e dek açık kalan kantin muhbir kantinci tarafından saat 1 9 .0 0 ^ kapatılmaya başlandı. Kantinin erken kapatılması öğrencilerin bahçede faşist saldırılara hedef olmasına yol açıyordu. Tam bir terör havası estirildi. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Okullarda ve yurtlarda saldırılara karşı koymak için hazırlanıldı.
8 Nisan günü gençlik kurultayına ilişkin sorunların tartışılması için devrimci öğrenciler bir toplantı düzenlediler. Okul dışında yapılan bu toplantı esnasında faşistler Türk Ocağı’nda toplanıp saldırı planları yapıyorlardı. Devrimci öğrenciler toplantılarını bitirip okula dönünce aralarına sızdıkları dev- rimcilerce faşistlerin planından haberdar oldular. Kantin kapalıydı. Yurtlardan kimse dışarı çıkmıyordu. Faşistler ön bir yoklamayla terör havası estirmiş- lerdi. Devrimci öğrenciler okul bahçesinde saldırıyı göğüslemeye hazırlandılar. Bu arada polis amiri Ramiz ve adı bilinmeyen birkaç polisin okul bahçesinde sivil araçla dolaşmaları dikkat çekiciydi. Beklenen saldırı iftardan sonra başladı. Karnı doymuş ve gözü dönmüş faşistler Allah Allah sesleriyle üç koldan saldırdılar. Her kolda elliye yakın faşist vardı. Burdur’dakiler yetmemiş, Bucak ilçesinden takviye almışlardı. Saldırganların şifreli konuşmaları, saldırı düzeni olayın planlı olduğunu gösteriyordu. Olay sırasında bahçede gezen iki polisin kuşku verici biçimde dışarı çıkmaları polisin olayı başlattığı şüphesini uyandırdı. Faşistler önceden hazırladıkları taş ve sopaları devrimci direnişçilere yağdırmaya başladılar. Devrimci gençlik inançlarının verdiği kararlılıkla da yılmadılar. Kendilerine atılan taş ve sopalarla onurlarını korudular. Taşları aynı biçimde geri iade ederek faşist saldınyı püskürttüler. Olay sırasında faşist Türkiye ve Tercüman gazeteleri devrimci öğrencilerin bahçeye taş yığdıkları yalanıyla direnişi ka-
23
Dev
amı 8
0. S
ayfa
'da
Dün, bugün, gelecek:
AFGANİSTAN'DA NELER OLUYOR
Neredeyse 10. yılını bitirecek olan Afganistan müdahalesine Sovyet askerlerinin geri çekilmesiyle bir “ara nokta” konuldu Sovyet askerinin geri çekilmesini Türkiye'de ve dünyada bazı çevreler onayladı, bazıları da “Sovyetler’in yenildiği çığırtkanlığını yapıp”, “yurtsever toprak ağalannın zaferini” sayfalarca yazılar yazarak tavırlarını sergiledi. Bugün Afganistan sorunu ülkenin sınırlarını çoktan aşmış; Sovyetler Birliğinin içinde bir tartışma ortamı yara tıp neredeyse* “bir günah çıkarma komidesine dönüşecek” panik psi kolojisine yol açarken;
Başta ABD olmak üzere emperyalizmin, bir çok devrimci sol akımları da etkisi altına alınabilecek uluslararası alanda sağa savurmanın yeni rüzgârlarını estirmeye başlamıştır
Hem sosyalist hem de emperyalist dünyadaki bu iki açılımı daha iyi kavrayabilmek ve sorunun bize öğrettiklerini gösterebilmek için önce devrim öncesi koşullara, daha sonra ise devrimin ardından yaşanan gelişmeleri kısaca özetlememiz gerekiyor:
650 bin metrekare yüzölçümlü Afganistan'da 1978de 16,8 milyon insan yaşıyor du. Nüfusun yüzde 50ye yakını tarım, ti caret. yönetsel mekanizmalarla ordu ve polis içinde önemli etkinliğe sahip Paştunlar dan oluşuyor. Nüfusun yüzde 25’i ağırlıklı olarak çiftçilik ve küçük ticaretle uğraşan Taciklerden geri kalan bölümü ise yüzde 9 u Özbek ve yine yüzde 9’u Hazarlardan meydana geliyor. Nüfusun yüzde 8 Tinin kırsal kesimde yaşadığı Afganistan'da tarım sal üretim ekonomide buna paralel olarak bir ağırlığa sahip.
Son Sovyet askeri Afganistan’dan ayrılıyor.
Birleşmiş Milletlerin verilerine göıe Af ganistan’da devrim öncesi ulusal gelir 1,6 milyar doları buluyordu. 16.8 milyonluk nüfusa böldüğümüzde kişi başına düşen ulusal gelirin 98 dolara geldiği ortaya çıkı yor. Nüfusda olduğu gibi, ulusal gelirin yaratılmasında da birinci ağırlığa sahip tarım da mülkiyet yapısına baktığımızda karşımıza
güçlü bir feodal yapı çıkıyor. Ülkenin ekilebilir toprak miktarı toplam kırsal toprağın yüzde 12’sini geçmezken, mülkiyet yapısında bu toprakların yarısına sayısı 10’u geçmeyen ve bugün “mücahit liderleri” olarak dünya kamuoyuna lanse edilen toprak ağaları sahiptir. Dünyanın en büyük eroin trafiğinin de içinde bulunan toprak ağalarının tarımsal üretimde sömürdükleri sınıf açıkça kavranabileceği gibi köylülerdir. Su lamanın tamamen “Allaha bırakıldığı” üretimde gübre gibi, traktör gibi kapitalist çe yöntemlerin kullanılmadığı bu topraklar da buğday, pirinç, pamuk ve haşhaş ekil mektedir. Tarım ülkesi olmasına rağmen Afganistan şeker gereksiniminin yüzde 87'sini margarinin yüzde 58'ini ve sebze meyve gereksiniminin de yüzde 23'ünü ithalat yoluyla karşılamaktaydı. Enerjinin yüzde 70'ini petrol ithalatı ile sağlayan Afganistan'da 1%7’de bulunup 1969'larda işletilmeye başlanan doğalgaz ise yeterli yatırımların olmaması ve o günkü krallık rejiminin tercihleri doğrultusunda enerji ihtiyacını gidermede önem kazanamamıştı.
1978’de devrim öncesinde nüfusun yüzde 8i okuma-yazma biliyordu. Çocuk ölümlerinde Afganistan dünya birincisiydi. Her bin çocuktan 329'u 1 yaşına basma dan ölüyordu. Ülkede hastanelerin yatak kapasitesi 3600'dii
İşte, ülke aşırı derecede yoksullaşan böy le bir süreç içinde, sınıfsal çelişmelerde; özellikle köylüler, işçiler küçük burjuvalar ve gelişmekte olan burjuvaziyle feodal yapıyı elinde bulunduran güçlü toprak ağaları arasındaki çelişmenin kesinleşmesiyle yüzyüzeydi devrim öncesinde. 1978 Afga nistan devriminiıı gerçekleşmesine geçme den önce, ülkede politik liderliği o dönem ve daha sonra elinde bulunduran Afganistan Demokratik Halk Partisi nin kuruluş ve sonrasına bir göz atalım:
Başını Nur Muhammed Tarakki, Ahbar Haybar (Partinin ideoloğu) Babrak Karınal ve Badanşair’in çektiği bir grup devrimci 1964’de bir gizli kongre topladılar. 50’sini çeşitli mesleklerden sivillerin 27'sini ise değişik rütbelerden askerlerin oluşturduğu 77 militanla gizli olarak gerçekleştirilen bu kongrede Parti nin yasal olarak kuruluş tarihi 1 Ocak 1965 olarak saptandı. Diğer kurucular Politbiiroya seçilirken, Babrak Kar- mal Merkez Komitesi Genel Sekreterliğine atandı 1953 yılında ilerici gösterilerde yer aldığı için 3 yıl süreyle hapis yatmış. Kar mal. 1964 ve 1973 yıllarında 12. ve 13. dönem milletvekili seçilmişti. Toplanan Kongrede partinin izleyeceği politik hat; legal faaliyetin avantajlarından azami derecede yararlanmak ve legal çalışmayı özel likle ordu içindeki illegal çalışmayla kaynaş tırmak olarak belirlendi Koııgerede alınan kararlar iki grupda toplanabilir:
Ali KEMAL1- Kısa erimde ülkedeki tüm ileri ve diri
güçlerin birleştirijmesi ve koşullar olgunlaştırıldığında bu güçlerin devrime seferber edilerek monarşiyi yıkmalan ve feodal yapıyı parçalamaları; böylelikle “ Kapitalist olmayan yoldan gelişmeyi (abç) başlatmaları idi. Kongre, bu hedefin ancak bir devrimle gerçekleşebileceğini ve ülke ko şullarında devrimin “ulusal demokratik devrim” karakterinde olacağını saptadı. Bu tip bir devrim ise “örgütlü veya örgütsüz tüm halk yığınlarının (abç) eıupcr yali/ıııe ve monarşiye karşı ekonomik, sos yal ve siyasal bakımdan bir asgari program etrafında toplanılmasını gerektirirken, uzun erimli hedef ise kapitalist olmayan sosyal gelişme yolunun (abç) sosyalist kuruluşa, giderek sınıfsız topluma ulaşmasıy- dı. Kongrede oluşturulan programın temel hedefleri ise:
“Kamu sektörünün güçlendirilmesi, planlı ekonominin gerçekleştirilmesi, ülkenin sa nayileştirilınesi. dış ticaretin kontrol altına alınması, demokratik reformun yapılması, cehalete savaş açılması, işsizliğin tasfiyesi gibi demokratik hedeflerdi. Programda bu hedeflere ulaşılması için “ülkenin feodaliteden kurtulması ve geri kalmışlıktan kurtulmasını isteyen ve geri kalmışlıktan kur tulmasını isteyen tüm demokratik, politik * güçleri ve toplumsal katmanları içine alan en geniş ittifakların gerçekleştirilmesinin tek araç olduğu belirtiliyordu. (1)
Belirlenen programın eleştirisine daha sonra değinmek üzere, şimdi de parti içinde giderek kristalleşen iki eğilimin: Halkçı ve Bayrak eğilimlerin oluşumuna bakalım:
Partide programa ilişkin ilk tartışmalar 1966da partinin yeni üyelerinden ve dönem milletvekillerinden Hafızullah Amin ta rafından başlatıldı Amin in diğerlerine göre daha radikal davranması parti içindeki taraftarların sayısını hızla arttırırken. Amin, partinin temel politik hattı olar cephe politikasına”. “sınıf işbirlikçiliği” ve “Par ti’nin likidasyonu” gibi ağır suçlamalar getiriyordu. Amin, bu suçlamalarıyla, az sa yıda işçi dışında, çoğunlukla aydınlar, m emurlar, küçük zanaatkarlar, işsizler, lu mpenlerden; yani tamamen heterojen ve işçilerin azınlıkta kaldığı partide taraftar bul maya devam ederken, bir süre sonra Par tinin orduyla yürütülen ilişkilerinin başına geçti.
Parti içindeki bu iki eğilim arasındaki ay rılık bir 10 yıl kadar sürdükten sonra 1977 nisanında başlayan gelişmeler her iki siya sal eğilimin birleşmesine yol açtı. Başını Ta rakkı'nin çektiği Bayrak eğilimi. Halkçı eği limle birleşmek için Aminin tasfiyesini öıı koşul olarak ileri sürüyordu. Aminin tasfi yesi gerçekleşmezken. iki eğilimin sadece legal düzeyde: tek bir Merkez Komite al
tında, bir partide birleştirilmesi kararı alındı Birleşmeye partinin illegal örgütlenmesi olan ordu katılmamıştı. Partinin bu illegal örgütlenmesinde ise esas söz sahibi Ha- fızullah Amin’di.
1978e, Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) yoğun kitle gösterileri ile girerken iki çok önemli gelişme yaşandı. Parti, Hafızullah Aminin partiden ihraç kararını aldıktan hemen sonra; bu kararda önemli rol oynayan Partinin ideoloğu Ahbar Hay- bar bir suikast sonucunda öldürüldü. Parti, Haybar’ın cenaze töreninde büyük bir gösteri düzenlerken, Aminin ihraç kararını da bir süre için askıya aldı.
1973’de Zahir Şahı devirip iktidara geçen Davud Han 24 Şubat l977’de hazırlattığı anayasayı, Cumhurbaşkanının seçtiği ülkenin “ileri gelenleri” ve aşiret reislerinden oluşan “ Loya Jirga” adlı meclise onaylattırdı. Partilerin faaliyeti böylece yasaklanırken, Haybar’ın cenaze töreninin ardından Davud Han ADHP’nin önderlerinden Tarakkı ve Karmal ve diğerlerinin tu- tutuklattırılması kararını aldı,ama ilginç olan Davud Han'ın Aminin tutuklattırılmasını bir gün süreyle geciktirmesiydi. ADHP öıulor terinin tutuklattırılmasıyla birlikte ordu için de etkin olan parti örgütü harekete geçerek, tanklarla Kabil’in en etkin noktalarını ele geçirdi. Hava Kuvvetleri de yine aynı tarihde: 27 Nisan 1978’de Kraliyet Sarayına saldırırken, yoğun sivil halk ve parti üyeleri ordu birlikleriyle Saraya dayandı Saldırıya iki saat dayanılabildi. Sarayı ele geçirenler Davud Han ve ailesiyle tepki du yulan bir kaç bakanı topluca kurşuna diz diler.
Devrim sonrası gelişmeler
Tarakki önderliğinde oluşturulan Devrim Konseyi Devlet Başkanlığına Tarakki’yi, Başbakanlığa da “ihraç karan askıya alınan” Amini getirdi. Karmal ise, Devrim Konseyi Başkan Yardımcılığı ve Başbakan Yardımcılığı görevini üstlendi. Konseyin aldığı ilk kararlar geniş bir toprak reformuna girişmek oldu. Davud Han’ın onaylattırdığı Anayasa yürürlükten kaldırılırken yiyecek fiyatları düşürüldü, devletin adı da “Afganistan Demokratik Cumhuriyeti” di ye değiştirildi. Okuma-yazma seferberliği başlatılırken halkın örgütlülüğünü yüksel
nin toprakları, ihtiyaç fazlası topraklar ve daha önce gizlice toprak ağalarınca işgal edilen topraklar devletleştirilip topraksız ve az topraklı köylülere 1.2 - 10 hektar arasında değişen parçalara bölünerek dağıtılacaktı. Köylülerin tefeci ve toprak sahiplerine olan borçları da hafifletildi. Toprağını sözleşmeyle ipotek ettiren köylüye toprağı geri verilecekti. Bir yıl gibi bir sürede ancak 100 bin köylü ailesine reformun önerdiği toprak parçaları dağıtılabildi. Kırlarda kooperatifler kurulabildi. Bu arada, devrim sonrasında ülkede gerçekleşen bir diğer önemli gelişme de işçilerin “Gönüllü Çalışma Hareketi” adı altındaki faaliyetiydi. Gönüllü Çalışma Hareketi (GÇH) ile hükümetin kullanacağı fonlar oluşturulurken, ülkedeki hastane, yol, konut yapımı gibi işlere katılma, demokratik örgütlenmelerde çalışma ve okuma-yazma seferberliğine katılma da GÇH’nın etkinlikleri arasındaydı.
Devrimde ipler kopuyor! Neden?
Yukarıda açıklandığı gibi ADHP’nin kuruluşu ve hedeflendiği program; feoda litenin “geniş ittifaklarla” ve ulusal demokratik bir devrimle yıkılmasıyla, kapitalist olmayan yoldan gelişmeyi başlatmak idi. Buradan da sosyalist kuruluşa ve giderek sınıfsız topluma ulaşılacaktı! Oysa:
“Ancak 920’ler dünyası ile 1950’ler sonrası dünyası elbette aynı değildir. O zaman şu soru akla gelebilir: 1960’lar- da sosyalizmin dünyadaki gücü yeni bağımsız ülkelerde devlet sektöründen sosyalizme doğru bir dönüşü sağlayabilecek güçte miydi? Sovyetler, kapitalist olmayan yol tezini neye dayandırarak pek çok bağımsız ülkeye uygulanabilir ilan etti...”
“...Fakat burada önemli nokta dev- rimlerin sınıf karakteri ve gücünün unutulmasıdır. Ayni Sovyet yardımıyla Küba sosyalizme giderken, neden Mısır, Irak vb.... ülkelerden hiçbiri sosyalizme gidememiştir. Bunun tek açıklaması o ülkelerdeki devrimin veya bağımsızlık mücadelesinin yürütücü sınıf güçleriyle yapılabilir.”
“...Kapitalist olmayan yol tezinin geri ülke devrimci hareketlerine en büyük zararı, o ülkelerde bağımsız proletarya
Parti zaaflarla doluydu. Amin’in ihracını askıya alan, kapitalist olmayan yol tezini
savunan, homojen bir yapıya sahip olamayan ve sonuçta küçük burjuva karakteri ağır
basan Parti; devrim sonrasında başlatılan toprak reformu programını da tutarlı ve planlı
bir şekilde yürüten idi. Öncelikle Partinin kırsal alanda toprak dağıtımı fonksiyonunu görecek şekilde kurduğu kooperatiflerde denetim Parti elemanlarına değil, okuma-
yazma bilen kırsal kesimin egemen güçleri, feodal beyler veya onlara bağlı kişilere geçti.
ten, işçi sendikaları, ilerici gençlik ve kadın ile başka meslek örgütleri kuruldu. 1973 darbesiyle başa gelen Davud Han’ın başlatıp da uygulamayamadığı toprak reformu Devrim Könseyi’nin ilk gündemlerindendi. 30 Kasım 1978’de çıkarılan Toprak Reformu Yasasıyla toprak mülkiyeti çiftlik arazilerinde 6-60 Hektar arasında sınırlandırılıyordu. Yasaya göre kraliyet ailesi üyeleri
hareketinin şekillenmesinde ve gelişmesinde yarattığı bulanıklık, hatta pratik engellerdir...” (2)
Devrim öncesinde, işçi sınıfının ağırlıkta olmadığı, tamamen heterojen bir yapıya sahip ADHP’nin sahip olduğu kapitalist olmayan yoldan sosyalizme gidiş perspektifi “proletarya hareketinin şekillenmesinde ve gelişmesinde bulanıklık yarattı”
Partinin kararlı ve tutarlı bir mücadeleye sahip olamaması kapitalist olmayan yol perspektifinin yanısıra, Parti içinde özellikle Aminin tasfiyesini geciktirecek gibi fahiş bir hataya yol açacak disiplinsizliğin ve alıklı ğın da gösterilmesi devrim sonrasında iplerin çok değil dört ay sonra kopmasına ve ardından Sovyetlerin müdahalesine kadar uzanan bir dizi gelişmelere yol açtı
Ülkenin kapitalistleşmede geldiği noktada en örgütlü güç Afgan ordusuydu Partinin orduda yürüttüğü illegal faaliyet Afgan Politik devriminin kazanılmasında en önemli rollerden birini oynarken, Halkçı eğilimden Aminin illegal faaliyet üzerinde tam denetime sahip yani partinin böyle bir zaafa sahip olması da partinin daha sonra yaşadığı “parçalanmasında” etkin rol oynadı. Parti zaaflarla doluydu. Aminin ihracını askıya alan, kapitalist olmayan yol tezini savunan, homojen bir yapıya sahip olamayan ve sonuçta küçük burjuva karakteri ağır basan Parti; devrim sonrasında başlatılan toprak reformu programını da tutarlı ve planlı bir şekilde yürütemedi. Öncelikle Partinin kırsal alanda toprak dağıtımı fon- kisyonuııu görecek şekilde kurduğu kooperatiflerde denetim Parti elemanlarına de ğil, okuma-yazma bilen kırsal kesimin egemen güçleri, feodal beyler veya onlara bağlı kişilere geçti Toprak retormu başlatılmıştı ama “kırsal bölgelere gönderilen komiserler tanm aletleri olmaksızın reformu uygulamaya çalışıyorlardı” (2) Kooperatiflerde etkinlik kazanan toprak ağaları veya bunlara bağlı kişiler köylülere “Size devredilen topraklar çalınmış mallardır, Allah hırsızlık yapmayı yasaklamıştır. Sizler bu toprakları alarak hırsızlık yaptınız” (3) propagandasını yayıyorlardı.
Kararlı bir tutum sergileyemeyen ADHP! de Devrim Konseyi tarafından Başbakanlığa getirilen Amin, bir an önce etkinliğini arttırma girişimlerini başlattı. Bunun ilki Halkçı eğiliminin önderlerinden ve ADHP: nin kurucularından Babrak Karmal’ı Partiden tasfiye etmek amacıyla Çekoslovakya^ ya Büyükelçi olarak göndermeseydi. Amin, daha sonra içinde bir çok Parti elemanlarının da bulunduğu binlerce kişinin tutuklanma kampanyasını başlattı. Amin. Gizli Servise, KAM’a da girmeye ve denetimi al maya başlayınca Muhammed Tarakki 1979 yazında Havana’da toplanan Bağlantısızlar toplantısından dönerken Babrak Karmal ile gizlice görüştü. Amin, iki lider arasındaki bu görüşmeyi Tarakki’nin birlikte seyahat ettiği Başmuhafız Candaddan öğrendi. Hükümetin devrilmesinden sonra verdiği ifadede, Tarakki’nin kendisine ‘yönetimde ihtilaf bulunduğunu’ söylediğini belirten Candad, Aminin kendisini daha sonra sorguya çektiğini ve görüşmeyi öğrendikten sonra Tarakki’yi 14 eylülde verilen emirle tutuklattırma kararı verdiğini açıklıyordu. KAM şeflerinden A. Hadud İkbal ve Ruzi Tarakki’yi 14 ocak gecesi yastıkla boğarak öldürüyordu. Aminin bu hareketinden sonra Bayrak eğiliminden ADHPliler tamamen yeraltı faaliyetine geçti. Devrim Konseyi Karmal’ın MK. Genel Sekreterliğine getirilmesi kararını alırken, Amin de Darla- rnaıı kışlasına çekildi.
Bu arada, “Başta CIA, MOSSAD olmak üzere bir çok gizli servis ajanının ülke içinde sabotajlara girdiği” hükümet tarafından açıklanıyordu. ABD Büyükelçisinin 1979 şubatında Halkçı eğilimden kopan solcu SITEM-I MİLLÎ tarafından öldürülmesi de bardağı taşıran son damlalardandı. Aminin kitlesel tutuklatma kararları ve otoriter davranışları da ilk kez devrimin kitle tabanını “eritmeye” başlıyor, ülkeden göçler başlıyor, feodal beylerin pro-
paganları için yeni yeni olanaklar yaratılıyor ve kırlarda ilk silahlı mücahit grupları eylemlere başlıyorlardı. Aralık 1978de Sov yetler'in gerektiğinde Afganistan'a devrimi koruyabilmek için müdahale edebileceğine yönelik dostluk anlaşması imzalanmasına karşılık Sovyetler bir çok kez çıkarılan davete “hayır” diyordu.
Daha sonra Merkez Komite Amini tüm görevlerinden alma kararı aldı. Amin, buna direnince, o ana kadar işlediği tüm suçlardan yargılanıp kurşuna dizildi. Amirv in öldürülmesi ilginç bir noktayı açığa çıkardı! O ana kadar davranışlarından kuşkulanılan Aminin öldürülmesi dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter tarafından bir
Afganistan sorununda olduğu gibi, tarihsel olarak öyle bir an gelir ki, o an tereddüt etmemek, kararsız kalmamak ve devrimci
tavn pratiğe geçirmek gerekir. Aksi, tarihsel gelişme içinde billurlaşan devrimci pratikler
içinde karşı saflarda yer almak olur.
demeçle kınanırken! Dışişleri Bakanlığı da olaya duydukları töpkiye dile getirir. Tarak- kfnin öldürülmesi olayında ‘sessiz kalan’ ABD yönetiminin Aminin öldürülmesine “yas tutması” Amin hakkında CIA ajanı yönündeki kuşkuların güçlenmesine yol açıyordu.
Aminin öldürülmesiyle Kabil sokaklarına kadar sıçrayan çarpışmaların ardından Sovyetler Birliği “ 16 defa ülkeye devrimi korumak amacıyla askeri müdahale için yapılan çağrıya” hayır dedikten sonra 17. kez artık ‘evet diyor’ ve ilk etap- da Afganistan'a 10 bin asker gönderiyordu.
Müdahalenin nedenleriAfganistan devrimi 1974-1980’li yıllarda
dünya çapında üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan devrimci ayaklanmalar dalgasının içindeydi. Etiyopya. Kamboçya, Vietnam, Laos. Gine-Bissau, Mozambik, Cape Verde, Sao Tome, Angola. Afganistan, İran, Grenada, Nikaragua ve Zimbabwe bu dalganın yaratıcılarıydı. Bu devrimci dalga, 1970'li yılların başlarından itibaren başlayan emperyalist dünyanın yeni sermaye birikimi bunalımıyla birlikte ele alındığında emperyalizm ve sosyalizm arasındaki evrensel çelişmenin giderek yeniden keskinleşmesinin nedenlerini ortaya çıkarır. 1970 li yılların ortalarından itibaren “ detant politikası” etkisini yitirmeye başlarken SALT II anlaşması görüşmeleri de ABD yönetimi tarafından donduruluyordu. Emperyalizmin dünya çapında yeniden bir haçlı seferine başlatma hazırlıklarıyla. Afganistan devrimi bir ölçüde kesişiyordu. Afganistan'ın yanı sıra, aynı dönem içinde İran’da 1979'da yaşanan devrim. Türkiye: de sınıf mücadelesinin giderek kalitece yükselmesi ABD’nin başını çektiği emperyalist sistemin “militan tavırlar” sergilemesini gerekli hale getirdi. Afganistan'da 1978’de gerçekleşen devrimin ardından yukarıda belirttiğimiz bir çok olumsuz gelişmelerin Parti içi bölünmelerinin, alınan kararların uygu lanabilmek gücünden yoksunluk v.b. Amin in yaptıkları başörtüsü yasağı, bayrak ezan vb yaşanması devrimin giderek ta
banını genişletecek yerde, kaybetmesini gündeme getirdiAfganistan'da “devrimin hızla var olan ta banını da“ yitirmeye başlamasında, sekter sol gücün temsilcisi Hafızullah Aminin de
payı vardır. “Kadınların okuma-yazma kurs- lanna zorla götürülmesi, halkın dine olan bağlılığının gözönüne alınmadan din kurslarının yasaklanması. Afganistan'ın yine dinsel bir sembolü olan bayrağının yeşil rengini, kızıla çevirmek”, Amin döneminde yapılan ve ters tepen keskinliklerdir. Küçük burjuvalıktan kaynaklanan bu uçkunluklar. ancak yıllar sonra özellikle Necibullah döneminde giderilmeye çalışılmışsa da bu kez de sağa kayma tehlikesi belirmiştir: Afganlı yöneticiler camilerde halkla birilkte namaz kılarak bu kez yığınların kuyruğuna takılmaktadırlar.
Ülke içinde devrimin yapılan fahiş hatalarla kazanımlarını koruya mamasına, içinde Çin. ABD. Pakistan. J a ponya ve bir çok ülkenin bulunduğu 26 ül kenin Mücahit gruplarına askeri, ekonomik yardımlarda bulunması da eklenince ülkede iç savaş hızlandı ABD'ııin. daha önce dağınık ve şekilsiz olan mücahit gruplarını biraraya getirmesi ve onlara askeri uzman yardımının yanı sıra. Stinger gibi en geliş miş teknolojiyle üretilmiş füzelerini vermesi, her yıl yüzmilyonlarca dolarlık (bugüne ka dar toplam 3 milyar dolar) yardımı Kong re onayıyla gruplara göndermesi ülkede başlayan iç savaşda “taraflar arasındaki- Devrim Konseyi, parti ve kitlesi ile başını toprak ağalarının çektiği mücahit grupları arasındaki -güçler dengesini hızla ikinci taraf lehine bozmaya başladı” ABD, emperyalist sistemin başı olarak ve Pakis tanda onun yandaşı olarak mücahit grup larını desteklerken. “Sosyalist Çin”de Şi li’de Ailende yönetimine karşı çıkan Pinoc- het rejimini destekleme budalalığını gösterdiği yetmiyormuş gibi. Afganistan’da devrimci iktidarı yıkıp yerine. İslamcı gerici bir düzeni kurmayı hedefleyen mücahit gruplara arka çıkıyordu Oysa aynı Çin tarihteki şu gelişmeyi unutuyordu:
“Kore savaşı sırasında Sovyetler Birliği Çin liderlerinin isteği üzerine Çin1 in kuzey doğu bölgesinde Amerik m hava saldırılarına karşı Sovyetler Birliği hava birliklerini göndermişti. Bir çok Sovyet pilotu Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve ÇHC’nin bağımsızlığını savunmada hayatlarını kaybet- mişlerdi.”x Çin’in mantığına göre Sovyetler Birliği nin hava birliklerini Çin’e göndermesi de “onun yayılmacı ve hegemonyacı politikasının bir parçası olabilirdi!”. (4)
Afganistan müdahalesinin yaşandığı dönemde SBKP Merkez Komite Genel Sekreteri Leonid Brejııcv ise yaptığı açıklamalarda “müdahalenin mantığını” şöyle açıklıyordu:
“ Dış saldırıya karşı direnen Afgan yönetimi daha Başkan Tarakki zamanında ve sonrasında Sovyetler Birliği1 ne yardım için defalarca başvurdu. Kendi adımıza biz de saldırı durdurulmazsa Afgan halkının kötü zamanlarında terketmeyeceğimiz konusunda gereken çevreleri uyardık. Çok iyi bilineceği üzere sözümüzü de tuttuk.”
“...Sonu gelmeyen silahlı müdahaleler, dış gerici güçlerin büyük yaralar açan komploları Afganistan’ın bağımsızlığını yitirmesi ve ülkemizin güney sınırında emperyalist bir askeri mevzii haline getirilmesi tehlikesine yol açtı. Başka bir deyişle, dost Afganistan hükümetinin ricasını karşılıksız bırakamayacağımız zaman gelmişti. Başka şekilde davranmak Afganistan’ı emperyalizmin insafına bırakmak; örneğin halkın özgürlüğünün kana boğulduğu Şi- li’de yaptıklarını burada da yinelemesine olanak sağlamak demek olurdu. Başka şekilde davranmak, güney sını-
nmızda Sovyet devletinin güvenliği için ciddi bir tehlike kaynağının yaratılmasına göz yummak anlamına gelirdi.” (5)
Bugünlerde Sovyetler Birliği nde en son. Merkez Komite üyesi Yeltsiniıı yaptığı açık lamalardan Afganistan'a askeri müdahale kararının “Tüm Merkez Komite tarafından” değil de “Brejnev, Savunma Bakanı Üstinov, Dışişleri Bakanı.Gromi- kov ve Parti ideoloğu Suslov tarafından” alındığı açıklansa da “de- mokratikliğin bir ihlali anlamına gelebilecek” böyle bir karar alma biçim sonuçta müdahalenin mantığını geçersiz kı lamıyor Sosyalizm ve emperyalizm evrensel çelişkisinin soğuk savaş yerine artık sıcak savaş rüzgârlarını estirmesi karşısında alman böylesi bir karar aynı tarihlerde Sovyet gazetesi İzvestia’da Alexander Bovin ta rafından yazılan bir makalede şöyle değer lendiriliyordu
“...Müdahale etmemek iyi bir şeydir. Ama uluslararası hukuk kuralları bir boşlukta değildir. Ispanya’da müdahaleye karşı bir komite vardı. Ve bu müdahale etr eyişin neticesi kırk yıllık Franko diktatörlüğüdür. Kmerler, şiddet delisi manyaklar tarafından öldürülürken VietnamlIlardan yardım istediğinde. Vietnam tutup da Kmerlere müdahale etmemek konusunda bir konferans mı verseydi? Tarih ve siyaset her zaman yasal formüller üzerine bina edilemez. Bazen müdahale etmemek. gözden düşmek ve ihanet etmek demektir. Afganistan’da bu tür bir durum ortaya çıktı. Ve ben, demokrat hümanist ve de devrimci olduğunu ileri süren insanların, Sovyet “müdahale- si'nin kendilerine yapılmış bir saldın olduğu yolundaki protestolannı işitiyorum. Onlara cevabım şudur; Bizi buna iten mantıktır. Devrimci Afganistan’a yardım yapılmasına karşıysanız, karşı devrimin zaferinden yanasınız demektir. Üçüncü bir seçenek yok.” (6)
Evet, Afganistan konusunda “istila”, çığırtkanlıkları yapanların unuttukları tek şey var, oda Ya devrimden, ya da karşı devrimden yana olmak.” Afganistan soru nunda olduğu gibi, tarihsel olarak öyle bir an gelir ki. o an tereddüt etmemek, kararsız kalmamak ve devrimci tavrı pratiğe geçirmek gerekir. Aksi, tarihsel gelişme içinde billurlaşan devrimci pratikler içinde karşı saflarda yer almak olur.
Müdahale sonrası gelişmeler ve doğrulanamayan RSE tezleri
Yukarıda da üstünde durduğumuz gibi Sovyetler. Afganistan devrimini korumaya yönelik aldığı kararla, her zaman uluslara1” rası tekelci basının öne sürdüğü ve birçok devrimci akımın da “etkisi altında kaldığı” gibi ülkeye “devrim ihraç etmedi!”. Çünkü. Afganistan'da Nisan 1978'de gerçekleşen devr im kendini koruyabilme gücünden giderek yoksun kaldığı zamandır ki devrimin gerçekleşmesinden tam 10 ay geçmiştir, 1979 şubatında Sovyetler Birliği ülkeye asker göndermeye başlamıştır. 1979 şubatındaki gelişmelerin ardından emperyalizm Moskova Olimpiyatlarını boykot ’ etme seferberliğine girişirken, Sovyetler Birliği ile olan ticari anlaşmaların çoğunu da iptal ediyor ve gerginliği tırmandırmaya başlıyordu. Emperyalizmin ideolok- ları hep bir ağızdan S.B!nin Afganistan’a asker göndermesinin “Basra sıcak denizine inebilmek planının bir parçası olduğunu. S.R.’nin Afganistan'ın ardından Pakistan ve İran’a da müdahale edebileceğini”
öııc sürüyorlardı. 1979 şubatından 1989 şubatına kadar geven 10 yıllık bir uzun dönemde emperyalizm tarafından geliştirilen ve kimi sosyalistler tarafından itibar edilen “yayılmacı tez” doğru yakmadı. S.B’niıı asker göndermesi konusunda geliştirilen ikinci tez ise Afganistan ekonomik olarak kendisine bağlı kılacağı teziydi. Şimdi bunu irdeleyelim:
Yazının Başlangıcında belirttiğimiz bazı ekonomik ve sosyal göstergeleri öncelikle sıralayalım. Böylece 10 yıllık büyük yıkım getiren “savaşa rağmen” Afganistan’da kaydedilen olumlu gelişmeleri görebilelim:
Yine uluslararası bazda hazırlanan istatistiklere göre devrim öncesinde Afganistan’ın yıllık ulusal net geliri 1.6 milyar dolar iken, 1984 yılı verilerine göre bu 5 yıl iyinde yüzde 75 arttı ve 2,8 miylar dolara yükseldi. Böylece kişi başına düşen ulusal gelir de 98 dolardan 195 dolara yükseldi. Petrol ithalatı ile enerji ihtiyacının yüzde 70’i giderilirken, aradan geçen süre iyinde bu oran yüzde 18’lere kadar geriledi. Margarin ihtiyacının yüzde 58’i dışarıdan sağlanırken, 1982’li yıllarda bu yüzde 4’lere düştü. Afganistan’da kaydedilen bu gelişmelere tabii ki S.B.’nin katkıları büyüktür. Şimdi buna ilişkin verileri inceleyelim.
S.B. özellikle ülkenin devrim öncesinde işletilmeyen bir yok kaynağın işletilmesine yönelik yatırımların gerçekleşmesinde ekonomik yardımlarda bulundu. Bugüne kadar iki ülke arasında 409’u bulan ekonomik anlaşma imzalanırken, bunlardan 40’ının özellikle önemli sanayi yatırımlarıyla ilgili olduğu çeşitli kaynaklarca belirtiliyor. Bunların iyinden en önemlisi ise 150 milyar metreküplük rezerviyle dünyanın en büyük doğalgaz rezervine sahip olan Afganistan’da doğalgazın çıkarılması ve işletilmesiyle ilgili yatırımlar. Buna yönelik yatırımlar yukarıda belirttiğimiz gibi Afganistan’ın enerjide dışa bağımlılığını azaltırken, iyi bir ihraç kaynağı da olmuş. Yılda 2,9 milyar metreküplük doğalgaz çıkaran ülke bunu başla S.B. olmak üzere Doğu Bloku ülkelerine ihraç ediyor. İstatistikler Afganistan’ın ihracatı iyinde doğalgazın yüzde I8’iik bir paya sahip olduğunu gösteriyor. 1983 yılı verilerine göre Afganistan’ın 694 milyon dolarlık ihracat yaptığı gözüuüııc alındığında ülkenin doğalgaz ihracatından elde ettiği döviz gelirinin 270 milyon doları bulmadığı ortaya yıkıyor. Doğalgazın yüzde 70’lik bölümünün S.B. ve Doğu Bloku ülkelerine ihraç edildiği de hesaplardan yıktığına göre S.BInin 9 yıl içinde bu ülkeden ithal etliği doğalgazın değeri her yıl iyin ortalam a 190 milyon dolardan 1 milyar 500 milyon dolara ulaşıyor.
Afganistan’da iç savaş boyunca S.BInin 20 bin civarında askerini yitirmesinin yanı sıra, ülkeye yapılan milyarlarca dolarlık ekonomik yardımın bunun -5 milyar dolara yaklaştığı ifade ediliyor- yanı sıra Afganistan’a 1980’den bu yana her yıl değişen miktarlarda bugüne kadar toplam 2 milyar 395 milyon dolarlık karşılıksız yardımda bulunduğu da edinilen bilgiler arasında. Demek ki SB.'nin sadece yaptığı karşılıksız ekonomik yardımlar ülkeden yaptığı ithalatı kat kat aşıyor. Bir de olayın bir diğer yönü daha vardır. S.B. Türkiye gibi ülkelerle olduğu gibi Afganistan’la da mal karşılığı ticaret yaptığı için Bizde sık sık görülen “devalüasyon oyunlarıyla” bu ülkeden ithal elliği iirüıı- eıi düşük değil gerçek değerinden alınak- adıı. Bunun yanında S.B.’nin yaptığı ya- ııımların niteliğine bakmak iyin S.B.’nin urkiye’de yaptıkları yatırımlara yönelik
je kredilerinde imalat sanayii iyin yüzde 31, enerji yatırımları iyinse yüzde 38’e ulaşmaktadır. Ulaşım yatırımları ise ABD yatırımları iyinde yüzde 15’lik pay alm aktadır!’
“...Başka bir deyişle, Sovyet yatırımları büyük oranda Türkiye’nin dışa bağımlı sektörlerine yöneliktir Sovyetler’in yüzde 93 oranında ağır sanayi yatırımlarım finanse ettikleri düşünülürse, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede, bunu ülke ekonomisinin dışa bağımlılığını azaltma yönünde bir adım olarak niteleyebiliriz. (7)
Evet, yukarıdaki üy paragraf bize Sovyet yardım larının ve yatırım larının “ karakterini” göstermektedir. Ülke para birimi ile veya mal karşılığı ile ihracat- ithalat veya kredilerin ödenmesi, bir yerde emperyalist kredi verme ve yatının yapma koşulları gözönüııe alındığında “zarar” getiren bir yöntemdir, “ kâr değil!’!
Böylece Afganistan konusunda ileri sürülen iki tezin de bırakın tez olmayı hipotez bile olamıyacak denli boş bir yumruktan başka bir şey olmadığı anlaşılıyor.
Bu ekonomik gelişmelerin yanında, sosyal gelişmelerde de gözle, görülür iyileşmeler gözleniyor, (,'ocıık ölüm oranı binde 329’daıı binde 27’ye gerilerken, hastane yatak kapasitesi ise 6875’e yükseliyor. Bu arada okuma-yazma oranı 15 yaşın üstündeki nüfusta yüzde 20’ye çıkıyor.
Sonuç yerineAfganistan’da 1978 nisan devriminin ar
dandan ADHP’nin taşıdığı ‘küçük burjuva” karakterini devrimin ardından attığı tüm adımlara yansıtması belirttiğimiz gibi dev rimin tabanını eritmeye başlamıştı. Küçük burjuva uçkunluk, böylesine bir yoksul ülkede ADHP önderlerine biraz da S.B.’yi görüp sosyalizme duydukları hayranlıktan olsa gerek kapitalist olmayan yol üzerinden sosyalizme ulaşma serabını gösterirken, gerçeğin hiç de böyle olmadığı çokgeç anlaşıldı. Yetersiz kadrolarla girişilen toprak re- yapılan bir araştırmadan bir kaç paragrafa yer verelim:Bazı rakamlarla Afganistan. Nüfus (198b tab.)Kentsel nüfus Kırsal nüfus Cinsiyete yöıe dağılım
Dinsel gruplar
14 366.434 % 18 5 ‘1.81 f>%r>l 4 erkek. %48.b katlın ‘<>87 Sünni,
Ortalama ömür Milli gelirde tanın payı Milli gelirde sanayiin payıMilli gelirde ticaretinpayıİthalatGıda, tarımsal ürünler Yakıt, enerji Makineler, ulaşım araçlarıDiğerleri (bitmiş mallar) İhracatGıda ve tarımsal ürünler
%12 Şii 37 yıl %b9
%14
%9622 milyon $ %16 %18
%25%iibb94 milyon $
%44Yakıt, enerji Bitmiş mallar (teks. vs.) Demiryolları uzunluğu (1985)Karayolları uzunluğu Otomobil sayısı Otobüs sayısı Gazete sayısı Toplam tiraj (adet) Radyo sayısı TV sayısı Telefon sayısı
%39%15
10 km18 bin 974 km 31 754 30.997 12106.000 135 000 12 800 31.200
“...Ancak Sovyetler’in yardım şartlarında yardım verdikleri ülkelere tanıdıkları en büyük avantaj yukarıdaki tablolarda belirtilmemektedir. Sovyctler’i diğer ülkelere nazaran avantajlı kılan, Sovyet yardı-
ıııı alan ülkelerin bu yardımı mal veya ülkenin ulusal parası ile geri ödeyebilmeleridir (ubç).”
“...Sovyet proje kredilerinin çok büyük bir kısmı ağır endüstri yatırımı şeklindedir. Toplam 972 milyon dolarlık proje kredilerinin yüzde 93’ü yani 907 milyon doları imalat sanayiine, yüzde 6’sı enerji sektörüne verilmiştir. Oysa bu oran ABD pıo- formu denemeleri, ekonomik açıdan yoksulluk içindeyken fiyatların önemli ölçüde düşürülmesi, tabii devrimi destekleyen kitlelerde arkası kesilmeyen taleplerin yükselmesine de olanak verdi. Oysa Afgan devrimi henüz bunları realize edebilecek güç ten yoksundu Bu da tabanın tepkisine yol açtı.
1986’da KAM Şefi Necibullah’ın başa gelmesinden sonra atılan adımlar ise devrimi yeniden tüm kitlelere yaygınlaştırmaktan çok varolan durumu korumak hedefine yönelikti. Necibullah’m “Ulusal uzlaşma” politikası, ‘Biz sosyalist bir ülke değiliz” açıklamaları, Afganistan Demokratik Cumhuriyeti" tanımından Demokratik kelimesinin çı karılması; tüm bunlar ADUP’ııin yeniden bir güç kazanmasına belli ölçülerde olanak sağladı. Bugün burjuva basın tarafından inkâr edilemeyecek bazı gerçekler sergileniyor. Kabil’de onbinlerce kişiyi bulan milisler, yine sayısı 30 bini geçen ADHP’nin Gençlik koluna bağlı yetişen askerler... Ulusal uzlaşma politikası sonucunda hükümet ile anlaşmaya varıp savaşı bırakan ve sayısı 10 bini bulan mücahit grupları...
5 14 Nisan 1988 tarihlerinde ülkede yapılan genel seçimlere katılım ise ulusal uzlaşma politikasının bir açıdan ne derece gerçeklik kazandığını gösteriyor:
Afganistan Emekçileri Örgütü, Afganistan Emekçileri Devrimci Örgütü, Afganistan Köylüleri Adalet Partisi, Afganistan Halk İslam Partisi toplam oyların yüzde 42’sini alıyor. ADHP oylarını yüzde 21.5’ini alırken, partiye bağlı Afganistan Kadınlar Birliği, Afganistan İşçi Sedikaları ve Afganistan Devrimci Gençlik Örgütü de seçimden yüzde 7’lik bir oy alarak çıkıyor. Ülkede bütün sınıf ve katmanlardan meydana gelen “çok renkli bir Afganistan Cumhuriyeti.”
Mikhail Gorbaçov’un orta menzilli füze leriıı yok edilmesine yönelik olarak imza lanan İNE anlaşmasına “eşdeğerde gör düğü” Afganistan’dan Sovyet askerlerinin geri çekilmesini hep beraber izledik. Önceleri “Sovyetler geri çekilmekle 10 yıl önce yapmadığı şeyi yaparak Afganistan’ı emparyalizmin kucağına mı atıyor?” sorusu kafalarda oluşmuştu. Ama bunun böyle olmayacağı anlaşıldı. Afganistan hükümetinin talebi karşısında S.B’nin bu ülkeyle hava köprüsü kurması ve her türlü yardıma devam etmesi, artık kendi ayakları üstünde kalabilecek gibi görünen Afganistarf ın feda edilmeyeceği anlamını taşıyor.
Afganistan sorunu burada bitmiyor. Şimdi bir yerde “Lübııanlaşan” bir Afganistan ile karşı karştyayız. Bir yerde ülkenin en önemli merkezlerini: Kâbil ve Celalabad’ı elinde bulunduran Necibullah yönetimi, diğer tarafta koltukları paylaşma kavgasına giren ve bir süre sonra kendi aralarında katliamlara bile gidebilecek gibi görünen parçalanmış muhalefet: Emperyalizminkuklası haline gelmiş toprak ağaları.
Kaynaklar:1. Afganistan Devrimi - Haziran Yayınları 1980 2 M Yılmazer, Yeni Düşüncenin Eleştirisi Çağdaş Yol: 5
3- Cumhuriyet Gazetesi Mayıs 1980 Fransız Observaluar Gazetesinde yer alan yorum.
4 Çin Sovyet İlişkileri Sorun Yayınları5 Leonid Brejnev TASSa yapılan ayıklama6 Alexander Bovin - Izvestia Gazetesi7 Mehmet Allan - Süperler ve Türkiye
ABCÜÇÜZ KARDEŞLERDEN EN AZ SÖZ EDİLENİ BİYOLOJİK SİLAHLAR
İkinci evrensel paylaşım savaşı insanlığın başına bir üçüz kardeşleri bela etti: ABC (A: Atom. B: Biyolojik, C: Chemie yani Kim yasal silahlar) A kardeşi iyi kötü herkes ta ırıyor I liroşima gözler önünde ( ' kardeş az çok konuşulur oldu: Irak yönetimi onunla Kurtleri soykırıma uğratmaya çalıştı. Va B kardeş? Sahi nedir bu biyolojik silahlar?
Amerikan Silah dergisi “International Combat Arms" yazıyor: “Alın bir bardak sıcak tavuk çorbasını, içine bir avuç dolusu fasulya tohumu atarak bir VVhiskey-Şişesi içinde oda sıcaklığında birkaç gün bekletin. İşte size Molotov-Kokteyiinden binlerce kez daha etkili bir bomba: Bir parfüm gibi kapalı bir yere bir kışlaya veya meclis bina sına güzelce sıktverin. Amerikan magazini sonuç hakkında garanti vermiyor. Ama bir soru soruyor: Ya bu bir “teröristin" elinde tehdit unsuru haline gelirse?
Biliniyor: İnsan genleri ile oynanarak emperyalist metropollerde geleceğin kuşağı yaratılmak isteniyor. Tıpkı robotlar gibi 365 gün çalışan, sendika nedir bilmeyen insan işçileri yaratmak, işte parababalarının renkli rüyası bu. Ama ya bir kaza olur “uslu-akıllı insan işçi" yerine bir “terörist" olabilecek yeni bir kuşak ortaya çıkarda eline bu Biyo- Bombayı alıp “babalarının düzenine" karşı kullanmayı akıl ederse ne olacak?
Bilim-Kurgu usulü korku romanlarına konu olabilecek bu varsayım şimdi insan ların kafasına yerleştirilmeye çalışılıyor. Neden? Öyle ya Gorbaçov geldi “Korku İmparatorluğunun" yüzünü gülümser hale soktu. “Rus-öcüsû” olmayınca insanımız neden ürkecek? Al sana yeni bir öcü: eli Biyo Bombalı “terörist".
F.lbette bu öcüyü yaratanlar boş durmuyor. Aksine kendilerine “Overkill Strategen" adı takılan Pentegoıı uzmanları yeni yeni biyolojik silah icat etme, üretme için kan ter döküyorlar. Gen tekniğinin hızlı gelişimi bu ölüm tacirlerinin ağzının suyunu akıtıyor. 1930 yılında başlayan projeler birbirini izledi ve 1985 yılına gelindiğinde projelerin- sayısı 75e çıktı. Bugünkü sayı ise bilinmiyor. Bu projelerin yarısı en değerli bilim adamlarının katılımı ile ABD ordusu tara fındaıı yürütülürken geriye kalanları ABI), İngiltere ve İsrail’deki şirketlere veriliyor Para rnı? Hiç önemi yok. Amerikan ordusunun biyolojik silah bulan-üret’en deneme yeri, Maryland’daki Fort Detrick için 1982 yılında 455 milyon dolar aynlmış. Bir yıl önce aynı yere aynlan paranın tam iki misli.
Gene Utalı eyaletinde kurulması plan lanan bir araştırma merkezi için 300 mil
yon dolar ayrılmış Ancak çevre kirlenme sine karşı duyarlı insanların desteğini alan çevre korumacıları bu yeni merkezin ku ruİmasını engellemişler
Arada sırada boyalı basında çıkar: Sov yeller Birliği bir Afganistan'da, bir Kaosta, bir Kamboçya'da Biyolojik silahlar kullanı yor diye. Aradan aylar yıllar geçer dürüst gazeteciler bunların CIA uydurması oldu ğunu ortaya çıkarırlar. Ama haber amacına ulaşmıştır: Amerikan Kongresi biyolojik silah deney-üretimi için gereken kredileri çoktan onaylamıştır bile.
Stratejik ve taktiksel savaş uzmanları için B- Silahları en çok ihtiyaç duyulan bir boş luğıı doldurmaktadır Fle avuca sığan, kolayca üretilip, sağa sola ııakledilebilen. atom silahlarına nazaran çok ucuza yapılabilen ve büyük tesisler istemiyen bir silah. Yap yap sakla kim, nasıl kontrol edebilsin? Hele hele nerden nasıl geldiği belli olmayınca kullan bir üçüncü dünya ülkesine karşı, sonra “Allahın gazabı de" çık işin içinden.
Örnek mi? 1978 81 yıllarında dört mikrop türü Küba ekonomisinin canına oku du. Hayvanlar telef oldu, tarım ürünleri kullanılmaz hale geldi. “Degeu-Fieber" denilen olaya yol açan bu mikroplara tarih boyunca hiçbir zaman Küba’da Taslanmamıştı. “Kader" demek bu yıllaraymış. Ne denir?'
Ama kusurlu yanları yok mu bu biyolo jik silahların? Elbette. Bir sefer bu mikro organizmalar ve zehirlerin kullanılması oldukça sıkıntılı. Ne sonuçlar vereceğini tam olarak kestirmek mümkün değil. Nasıl yayılacaklar bilmek zor. Dostu düşmanı ayırmaları hiç mümkün değil. Bu nedenle 1972 yılında “Doğu Batı" arasında biyolo jik silahların kullanılmasını yasaklayan bir anlaşma kolayca yapıldı Ya sonrası?
19(>0’larda ABD ordusu biyolojik silah larda aranan koşulları şu şekilde tesbit eder:
— Büyük miktarlarda üretimi mümkün olmalı
— Zarar verici yanı çok etkin olmalı— Yayılması mümkün olduğunca kont
rol edilebilir olmalıSavunma imkânları az olmalı
Bunlara denk düşen biyolojik silahları üretmek o günün teknik seviyesine göre ol dukça sınırlı idi. Ancak bu gün Gen Teknik lerinin akıl almak gelişimi yukarda- ki kriterlere uygun biyolojik silahların yapımını mümkün kılmaya başlamıştır. O nedenle 1960 yıllarda cazip olmayan biyolojik silahlar bugün yeniden moda olacağa benziyor. Hele bir de nükleer silahlarda
Dr. Hikmet KIVILCIMLI
başlayan' silahsızlanma ile odaya çıkan boş luğıı en iyi biyolojik silahlar dolduracağa benziyor.
ABD’de 1985 yıllarında başlayan bu “uyanışı" Savunma Bakanlığının bir yetkilisi, D..I leilh, Washiııglon Post gazetesinde şöyle yazıyor: “Biyolojik silahlar askeri açı dan oldukça etkisiz silahlar sayılıyordu Ancak yeni teknik gelişmeler bizim bu konudaki düşüncemizi değiştirmeye başlatmıştır" Ar tık durulur mu? 1972 anlaşması bu silah ların kullanımını yasaklıyordu. Peki ya araştırma ve üretimi? İşte o anlaşma da yoktu. R Goldstein. Harvard Medical School profesörü ne diyor?: “Anahtar bir aşı bulmaktır. Ancak o zaman bu silah kullanılabilir.” “Türkçesi: “Öne kendi insanlarını, askerle rini silaha karşı farkına vardırtmadaıı aşı layacaksın: kaldıkları yerde havaya mı ka rıstırırsın, yemeklerine katarsın, senin bileceğin iş. Sonrasını sormaya bile hacet yok."
Böylelikle ilk defa olarak biyolojik silah ların kullanılması düşünülecek boyutlara ulaştı. Gen teknikleri ile yapay olarak üretilen bu maddeler kolaylıkla bakterilere “yüklenebiliyordu" Cinsleri ve etkinlikleri biyo-kimyasal yöntemlerle artırılabiliyordu. Şimdi artık bir “süper-çekirdek" aranıp bulunabilir: Çeşitli mikroplar gen teknikleri ile birleştirilip, karşı konulmaz yepyeni bir öl
Tkmicü bulunabilir. İşte biyo bomba rüya larınKşüsleyen bir hedef Biyolojik silah araştıran ̂ öğu bilim adamlanııa sorarsanız, herşey kontrol altında gelişiyor diyecekler dir. Ama bir kez bu silahlar kullanılsın, sonucunu kestirmek imkânsız. Her şeyden önce üretilen bu biyolojik silahlar yaşayan canlılar. Kimse bir “kutuda" duran bu canlıların nasıl tepki göstereceklerini, nasıl gelişeceklerini tam olarak kestiremez. Sadece hu gerçeklik bile biyolojik silahı diğerlerinden ayıran önemli bir özellik
1972 anlaşması bu şekilde iyice anlam sız hale gelmesine karşılık ona imza koyan ABD imzasını açıktan çiğnemekte. 1975 yılında bir Senato Komisyonu, imha edilmesi gereken biyolojik maddelerin çeşitli yollarla ClA'nın eline geçtiğini ve hâlâ bunların C! Anın elinde olduğunu tesbit eder Bu ge çeıı vıl kamuoyuna yansırken aynı zaman da ABD ordusu elinde 2 3 litre “Chikungunya" virüsü olduğu ortaya çıkar. Bu küçücük miktardaki virüs bütün dünya insanlarını birkaç kez tropikal hastalıklara bulaştırmaya yeter. Konu ile ilgili hazırladığı 26 sayfalık raporda Virüs uzmanı Dr. L. Levitt. bu miktardaki virüsün “kaybolduğunu" ve nerede olduğunun bi
linmediğini yazıyor. Bugüne kadar hâlâ “bulunamayan” bu maddenin nasıl kaybolduğu bile “bilinmiyor"
Bu maddelerin araştırılması çoğu kez biyolojik silahlara karşı bir aşı bulma adı altında yürütülüyor. Bilim adamları harıl harıl “bulunabilecek” bir biyolojik silaha karşı aşı bulmaya çalışıyor! Bu gülünç iddialar biz zat J. King gibi bilim adamları taralından “gerçekleşmesi imkansız bir varsayım olarak” değerlendiriliyor. Kaliforniya Üni veısitesi Profesörlerinden R. Sinslıeimer bütün bu deneylerin yeni bir silahlanmanın ilk basamakları olduğunu söylüyor.
Bunlar olurken ABD’rıin müttefikleri boş durur mu? Nazi Almanyası’nın kimyasal silah üretimi için kurduğu Munster yakınla rındaki 50 kilometrekarelik alanda bugün bakteri, aşı deneyleri yapılıyor. H ohenheim Hayvan Sağlığı Merkezi ile Batı Alman ordusu arasındaki sıkı işbirliğinin amacının virüs araştırması olduğu biliniyor. Hannover Üniversitesine 1985 yılında verilen 5.9 milyon mark ile Batı Alman ordusu aşılar bulma peşinde.
Bu okulda araştırmaları yürüten Prof. Moenııig. kendisi hakkında biyolojik silah deneyi yapıyor diyen Yeşiller Partisinin bir yöneticisi hakkında dava açar. Davada, Prof. Moennig ABD’deki Frot Detrick araştırma merkezi ile işbirliği içinde çalıştıklarını, Amerikalı bilimciler gibi kendilerinin de “bilimsel araştırma” ile yetindiklerini açıklar. Yanı Körün şahidi topal misali. Prof. Moennig üs telik açıksözlüdür: Amerikalı meslektaşları onun geliştirdiği bir bakteri zehiri olan “Bo- tulinus”a ilgi duyduklarını söyler. “Botulinus” siyanürden 60 misli daha zehirli bir maddedir!
Bütün bu bilgiler gazetelerin üçüncü, beşinci sayfalarında çıkan ufak ufak haberlerden derlendi. Yani her nasılsa “dışarıya sızan” habercikler. Gen tekniğinin vardığ aşama bize bu alanda yapılması mümkün olanları en azından hayalinde canlandırmaya yetiyor. Aklımıza gelen soru: Acaba yağmurdan (Atom silahından) kaçarken dolu- yamı (biyolojik silahlara) tutulduk?
Yeni emperyalizmin alfabesi: (A.B.C.)
silâhla/ıKapitalist ekonomü/Kıçbİr zaman, hiçbir
millete veya insanlığa genlik ve mutluluk getirmek reklâmıp/ ciddiye almaz. O reklâmın perdesi ardinda her zaman saklı du ran şey zorla silahlı ölümdür. Kapitalizm olup ta: zor, kriz, savaş, ölüm getirmiyecek düzen görülmüş, işitilmiş değildir. Ancak 1969 yılının kapitalizmi yanında, 1869 yılı kapitalizminin öldürücülüğü çocuk oyuncağı kalır.
Günümüzün öldürücü kapitalizmi hangi silâhlara dayanıyor? Alfabenin ilk harfleriyle süslenip gizlenen: (A BC.) yâni: Atom + Bakteri (Mikrop) + Chemie (Kimya) silâhlarına... Dikkat edilirse. Emperyalizm yalnız Atom (nükleer) silâhlar üzerine yaygara koparır. B. C. (Mikrop ve Kimya) silâhları üzerinde mutlak bir susuş kumpası güdülür. Ve Sovyetlerin B.C. silâhlarını da yasak etmek üzere iki de bir yaptığı teklifler hep gürültüye boğularak, kimseye çaktırmadan reddedilir durur.
Emperyalizm B.C. (Mikrop Kimya) silâhları üzerinde en ufak tartışmaya bile girmez. Çünkü o silâhların korkunçluğu tartışılmı- yacak denli insanlık dışı canavarcadır. Öyle bir mesele ortaya çıkarıp, kendi kendini ele vermektense, hiç öyle bir konu yokmuş- ça ıska geçmek ve “ Hür Basııı-Yayın” şarlatanlığının kahpece sis karanlıkları içinde haydutluğunu sürdürmek daha işine gelir.
Nasıl olsa BC silâhının dehşetinden söz edecek. Sosyalizm Basın ve Yayını “DEMİRPERDE" ötesinde kalır. “Demirperde1 niıı bu yanına sızsa bile, “Hür Basın” sağ olsun. İnsanoğlunu bacak arası cilveleşmesinden, spor ayıcılığından, şişirilmiş cinayet edebiyatından, kumar, piyango, Toto düzenbazlıklarından ve ¡İh daha önemli hiçbir konu bıılunamıyacağına anadan doğ ma inandırmış ve şaıtiamıştır. Kimseye çaktırmadan, o “Vatandaş” adlı koyun sürülerini Mikrop ve Kimya ölüm alanı üzerinde kıpırdayamaz durumda güder dururlar.
Bugün Amerikan ve Alman maskeli Hinaus Kapital eşkiyaları, Üçüncü Emperyalist Evren Savaşı için Kore’yi. Vietnam’ı Kongo, Nijerya gibi Afrika milletini, Antil ler. Güney Amerika milletlerini tecrübe tahtası, lâboıatuvar hayvanı gibi kullanmaktan başka birşey yapmıyorlar Özellikle Penta- gon’un (Amerikan Militarizm Kurmay yu vasinin) en çok güvendiği eski Amerikan muhabiri bay Seymour M. Hirsch’in 1968 yılı Amerika Birleşik Devietleri’nde çıkan Kimyacıl ve Bakteriyolojik Savaş” ad lı kitabı en büyük yetki ile. insanlığa hazırlanan cinayeti üstü kapalı biçimde de olsa sındırmaktadır.
M. de Durand, 1969 Nisan ortası ve sonu haftalarındaki “Paris Mektuplarında, her ikisi de özellikle ciddi” olmak üzere, biri Amerikan kaynaklarından, ötekisi Japon kaynaklarından sızmış belgeleri, hiçbir “Dibace" yapmaksızın, oldukları gibi anlamak isteyen kamu oyuna sundu.
Amerikan Alman gizli silâhları
Amerikan kaynaklı belgelerde aynen şu satırları okuyoruz:
“ Bundeswehr (Batı Aman Silâhlı Kuvvetleri) 1969-1972 yıllan için Kimya (C) ve Bakteriyoloji (B = Mikrop) silâhlarını üretip stok etmek işlerini adamakıllı ileri götürmeyi öngörmektedir... Yüz milyonlarca Mark (yanm milyarı aşkın Türk Lirası) Devletçe harcanacak: Bilimdi Araştırmalar Bakanlığı1 nın kanadı altındaki Kamu Teşkilâtları, Kurumlan ve Lâboratuvarlan tarafından yürütülen “ STOLTENBERG PROGRAME’nın çerçevesi içinde Kimya ve Biyoloji denemeleri yapılacaktır. Bununla birlikte, o çeşit çalışmaların irisi, her zaman olduğu gibi mutlak bir sırla çevrilmiş olarak, hep özel Şirketler ve en başta ünlü t.Gİ Farben’in mirasçısı üulunan kimya devleri tararından sağlanacaktır. ”
O “Mirasçılar” Türkiye’nin her köşe başında reklamları ve her su başında adam ları kaynaşan Alman “ Kimya” ve “İlâç” sanayiidir. Bize bizden çok yakın akraba olan Alman Finans Kapitali bu esrarlı ve korkunç işi çıt çıkmadan nasıl yürütür. Amerika’nınkilerle sarmaş dolaş olarak... Amerikan kaynaklı belgeler devam ediyor:
“Gene öğreniyoruz ki, bundan önceki birkaç yıldan beri Almanlar, Amerikan B.C. (Mikrop-Kimya) silâhlarını mükemmelleştirmek ve yapmak işine katılmış bulunuyorlar. O işte pilot rolü, Birleşik Amerika Devletleri’ne yerleşmiş Batı Alman Kimya Konsorsiyumunun şubeleri oynamaktadır.
“Alman BAYER, Konsorsiyumumun dalı olan Kansas City’deki “CHEMAG- RO CORPORATION”, 1965 yılından beri, büyük ölçüde zehirli gazlan ve deri yüzücü zehirleri, Vietnam’da güdülen savaşlarda kullanılmak üzere üretiyor. Amerikan “ DOW CHEMICAL” şirketle ortak bulunan. Alman: “ BADISCHE ANILIN UND SODA FAB-
RIK”, Freeport’ta (Texas Devletinde) “ DOW BADISCHE CHEMICAL CORP”, şirketini yarattı: Orada zehirli gazlarla napalm üretiliyor. Batı Alman Konsorsiyumu’nun adamları ile Bundeswehr (Batı Alman Ordusu) subayları yalnız yeni B.C silahlarının denemelerine Fort Dietrich ve Edgewood adlı özel Amerikan ordusu poligonlarına (silâh atış yerlerine) katılmakla kalınıyorlar; o silâhların yapımı ile ilgili bulunan bütün gizli dosyaları da ellerinde bulunduruyorlar. Dahası var. Indiana Devletinin Newport Kimya ve Bak- terioloji deneme merkezlerinde, Batı Alman teknisyenleri, bilimci! personelin arasına katılıyorlar ve gizli lâbora- tuvarda doğrudan doğruya çalışıyorlar. Alınanların öteki NATO ülkelerinin Kimya ve Bakterioloji inceleme merkezleri arasında böylesine sıkı bir işbirliği vardır. Büyük Britanya’nın ve Ka- nada’nın Suffield poligonları üstünde Almanlara her zaman rastlanabilir.”
Kücük-Burjuva‘ 'HürriyetçiSosyalizmi”
Mikrop ve Kimya Savaşı nedir? Atom savaşını bile gölgede bırakacak dehşette bir insan canavarlığı. Öyle bir savaş yalnız “ Sosyalistleri” mi seçip ayırarak öldürecek? Hayır. Nazenin ve kibaı Finans- Kapitalistlerin kendi milletlerini hiçbir za man düşünmedikleri belli. Kendi tatlı canları, çoluk çocukları kurtulur mu, yönü ve yayılışı hiç kestirilemiyen Mikrop ve Kimya savaşından? Kurtulamaz. Bu sefer, Üçüncü Emperyalist Evren Savaşını açarlarsa, belki insanlıkla birlikte, ama Finans- Kapital haydutlarının tonu birden köklerinden kazınacaktır. Bir türlü açıkça cesaret edemeyişleri ondan.
Tecrübe tahtası: Geri ülkeler
“ Sürpriz baskını” ilg “ Yıldırım savaşı” nerelerde en çok tutunup verimli olur?.. İşte burada Türkiye’nin biz Türkleri iyice sıkı duralım. Çünkü: NATO CENTO SF.ATÖ perdeleri altında kaç göçlü Finans Kapital, en çok bizim gibi geri kalmış, yahut Emperyalist dil nezaketiyle: “Gelişme yolundaki ülkeler’ için tuzak kurma olanaklıdır. Belgeler diyor ki:
“Batı Alman eksperlerine göre, B. C. araçları, özellikle iyi hazırlanmamış, gelişme yolundaki ülkelere karşı kullanılınca kazanç sağlayıcı olur. Çünkü, B.C. silâhında sürpriz saldırısını başarmanın bütün özel şartları bulunur. Vietnam savaşının denenmesiyle saptanan bu kam, yeni “sömürgeler” rüyasını gören Bonn Alman güdücülerinin yaptıkları projelerde bol bol yankı bulmaktadır. Batı Almanya’daki gizli lâbo- ratuvarlar bir “Tümcil Savaş’Tn (Total Harbin) yeni metodlannı inceliyorlar. O “TÜMCİL SAVAŞ” metodları, yalnız insanları vurmakla kalmıyacak, evcil hayvanların, bitki etinlerinin bire dek kırılmalarını da, ve toprağın, suların ve herşeyin zehirlenip mikroplaşmasını da gözetecektir. Bu problemler, özellikle Batı Almanya Savunma Bakanlığı’nm baskılı güdümü altında, Darmstadt’ta- ki Farmakoloji (İlâçbilimi) Enstitüsü ile Armsberg (Westfalya) Veteriner Ensti- tüsü’nde etüd ediliyor. Aynı zamanda “ HOECHST” Konsorsiyumu, ürünlerinin etkinliğini ölçmek için, Saygon’a (G. Vietnam başkentine) Kimya ve Mikrop savaşı maddesinde eksper olan 12 adamını göndermiş bulunuyor.”
AT ve TÜRKİYE
2000'li yıllara doğru Türkiye nerede olacak? Bu soruya emek cephesinden: proletarya sosyalistlerinden “Devrimci bir halk iktidarının kurulmasıyla sosyalist dünyada" yanıtı geliyor. Peki, ya finans-kapital yani sermaye cephesi stratejik olarak nasıl bir konumu hedefliyor? Finans-kapitalin öz örgütü TÜSİAD “artık günlük meselelerle uğraşmak yerine stratejik düzeyde programlar ve öneriler hazırlamaya soyunduğunu" ;lan-ederken, stratejiye varmada ana halkaları da çeşitli kereler açıklıyordu. Bu ana Halkalardan en önemlisi tabii ki Avrupa Topluluğu (AT)na girmekti! Türk paraba- baları AT zincirine kenetlenmeyi hedeflerken. Avrupalı finans-kapitalistler de 2000‘li yıllara doğru dünyadaki yeni güçler dengesinde yerlerini almaya çaba harcıyorlar.
Avrupalı finans-kapitalistler karşılarına ABD, Japonya ve sosyalist dünyayı alarak 1992’de “Tek pazar'ı yaratmaya çalışıyorlar. Türkiye'nin ATa girmek istemesinin nedenlerine, girme olasılıkları ve girildiği takdirde olası gelişmelere geçmeden önce, Tek Pazara kısaca değinelim.
1950 lerde dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill artık net bir şekilde ortaya çıkan Sosyalist ve Emperyalist kamp gerçekliğinin karşısında Zürih’te “Avrupa
-"Srleşik Devletleri" kurulması çağrısında bulunuyordu. 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu kuran B. Almanya, Fransa. İtalya, Belçika, Ffollanda ve Lüksem- burg altı yıl aradan sonra 25 Mart 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu
(AET)’nun kuruluşunu anlaşma imzalayarak dünyaya duyurdular. 1 Ocak 1959’da altı ülke, gümrüklerinde yüzde 10luk bir indirime gitti. 1972’de,bünyesine İngiltere, Norveç, İrlanda ve Danimarka’yı katan AET TO’lar’ ünvanını alamadı, çünkü Norveç’in üyeliği bu ülkede yapılan halk oylamasında reddedildi. 1 Ocak 1981’de Yunanistan ve 1 Ocak 1986’da da ispanya ve Portekiz’i üyeliğe kabul eden AET ya da AT “12’ler" ünvamyla anılinaya başlandı.
1970'lere kadar ATda her şey iyi gidiyordu. Ama bu dönemde başlayan yeni sermaye birikim krizi ATa dahil olan ülkeler ve diğer emperyalist ülkelerin “korumacılık duvarlarını" hızla yükseltmesinin baş nedeni oluverdi. 1980 lere gelindiğinde ise ABD ve Japon emperyalizminin sermaye birikim krizini bilimsel teknik devrimle aşmaya çalıştığını gözleniyor, Avrupa Toplu- ItJğu'ııa üye ülkelerin ise bu sürecin gerisinde kaldığı ortaya çıkıyordu. Bilimsel teknik devrimin uygulayıcıları olarak ABD ve Japonya böylece yeni kurulan dengelerde belirleyici konuma yükselirken, Avrupaiv.’- nııı giderek belirlenen’ konuma düştüğü farkedildi. Öyle ki bugün bilimsel teknik devrimi kademe kademe tüm sektörlere yaygınlaştırmaya başlayan ABD ve Japor.-
ya ‘bu devrimin en küçük parçası' olan chip, yani bilgisayar yonga üretimi tekelini ellerinde bulunduruyor, Avrupa ülkeleri ise elektronik ürünleri üretimi için büyük ölçüde bu ülkelerden parça almaya başlıyordu. İşte, bu yeni güçler dengesinde Avrupa Topluluğunun Ortak Pazar olma sürecini yeniden hızlandırması gündeme geldi. 1 Temmuz 1987'de “Avrupa Tek S ened i” üye ülkeler tarafından kabul edilirken, tek pazar için hukuki ve politik dayanak da gerçekleşmiş oluyordu.
Avrupa ülkelerini Tek Pazara zorlayan nedenleri biraz gözden geçirelim. Teknolojide ABD ve Japonya'nın giderek AT ülkeleriyle arayı açtığını belirtmiştik. Rakamlara baktığımızda bu çok rahatlıkla görülebiliyor. ABD'nin 1985 yılı itibariyle yaptığı araştırma-geliştirme (AG) harcamaları yıllık 111,7 milyar doları, Japonya'nın 37,3 milyar doları, bulurken B. Almanya’da bu 19,8 milyar dolar ve Fransa ile Ingiltere’de 14,4’er milyar dolardır. Burada bir diğer ilginç nokta Japonya'da bu harcamaların yüzde 74’ünün özel sektörce finanse edildiği, bunun ABD’de yüzde 48’e, B. Almanya'da yüzde 61e, Ingiltere’de ise yüzde 46’ya düştüğünün gözlenmesidir. 1985te ABIT nin araştırmacı başına yaptığı harcama 108 bin doları, AET ülkelerinin yaptığı harcama 98 bin doları, Japonya’nın ise 65 bin doları bulduğu belirlenirken, Japonya’nın 1971 yılma göre bu harcamayı yüzde 26 arttırdığı, AET ülkelerinin sadece yüzde 6 lık bir artış gerçekleştirirken, ABD’nin yaptığı harcammın yüzde 5 civarında gerilediği ortaya çıktı. ABD’nin elektrik-elektronik ve kimya sektöründeki araştırmacı sayısı toplam 187 bini. Japonya’nın araştırmacı sayısı 92 bini bulurken Federal Almanya, Fransa ve İngiltere’nin toplam araştırmacı sayısı ise ancak 96 bin olarak saptanıyor. ABD, Japonya ve AT ülkelerinin nüfuslarını ve pazar büyüklüklerini karşılaştırdığımızda yukandaki rakamlann ne derece çarpıcı olduğu anlaşılabiliyor. Japonya “ABD’ye kafa tutarken, AT ülkelerinin tümünü de neredeyse geride bırakacak. Ja ponya bilimsel teknik devrimin meyvesi olan robot kullanımında da öndedir. 1990’lar itibariyle ABD’de tüm sektörlerde kullanılan robot sayısının dünyada kullanılanın yüzde 21,5’ini, AT ülkelerinde yüzde 26,6’yı bulacağı hesaplanırken, Japonya: nın dünyadaki toplam robot sayısının yüzde 45,6’sını tüm sektörlerinde kullanacağı araştırmacılarca belirtiliyor. En son bir rakamı daha verirsek olayın boyutla!ı daha iyi anlaşılacaktır.
Japonya’nın dünya çapındaki yüksek teknolojili ürünlerde pazar payı 1963 yılında yüzde 6,2 iken bu 1985de yüzde 23,4’e fırlamıştır. ABD’nin aynı kategorideki ürünlerdeki pazar payı yüzde 29’lardan yüzde 25’lere gerilerken. B. Almanya’nın payı yüz-
ı de 16’dan yüzde 13e Ingiltere’nin payı yüz-
Ali KEMAL
de 13’den yüzde 9’a gerilemiştir."1İşte bu rakamlar AT ülkelerini ürkütmek
tedir! 2000’li yıllarda AT nin geleceği ‘bilimsel teknik devrim trenini kaçırıp kaçırmamasına’ bağlıdır. Türkiye-AT ilişkisine geçmeden önce bu ilişkinin dış etm eni olarak AT’nin Tek Pazar hedefi için bugünden yaptıklarına da son kez göz atalım. Buna ilişkin iki ana gelişme görülmektedir. Birincisi AT ülkeleri sanayide rekabeti giiç- lendirebilmek için büyük miktarda AG harcamalarına gitmeye başlamışlardır.
1987’de Tek Senedin imzalanmasından sonra AT ülkelerinin 1987-1991 yılları arasında 5,4 milyar ECU (ECU Avrupa Para Biriminin, İngilizce kısaltılmış harflerinden oluşmaktadır. 1 ECU yaklaşık olarak 1,2 ABD dolarına eşittir) yani yaklaşık olarak 6,5 milyar dolarlık bir AG harcamasında bulunması ve bunun yüzde 58’inin bilgi ve iletişimin teknolojisinin araştırılması ile sanayinin modernizasyonuna ayrılması hedeflenmiştir.
Tek Pazara yönelik bir diğer taktik ise şirket birleşmeleridir. “Sermayenin, birikim krizini her kriz döneminde daha yoğunlaşarak ve merkezileşerek “aştığı gözönüne alınırsa şirket evliliklerinin altında yatan neden kolaylıkla anlaşılır. Lenin’in “Bunalımların her çeşidi, daha çok da ekonomik bunalımlar, -ama kesinlikle tek başına ekonomik bunalımlar değil- güçleri oranında, yoğunlaşmaya ve tekele eğilimi arttırır."*21 sözlerini hatırladığımızda şirket birleşmeleriyle “daha merkezileşen ve yoğunlaşan" yani irileşen Avrupa finans-kapitalistleri gözönüne gelebilir. ABD ve Japonya’nın karşısında “dünyanın 2000’li yıllardaki yeni güçler dağılımında" yerini almak isteyen Avrupa ülkeleri tekelleri hem ölçeklerini arttırarak. hem de bu yolla pazarlarını genişleterek rekabette daha vurucu hale gelmeye çalışıyorlar. Avrupa ülkeleri içinde son bir-iki yıl içinde 2146 şirket el değiştirirken, AT içinde şirket satın alan ülkelerin başında B. Almanya birinci sırada (269) Fransa ikinci sırada (178) geliyor. İngiltere diğer AT ülkelerine en çok şirket kaptıran ülke olurken (427) onu Fransa (194) ikinci sırada ve B. Almanya (137) üçüncü sırada izliyor.
Evet, her türlü sektörde gerçekleşen ve 1992’lere doğru artan bir trendle devam edecek olan şirket evlilikleri furyası acaba AT Tek Pazarının realize edilmesini olanaklı kılacak mı? Tek Pazar’ın 1990’ların sonunda Topluluğa 244 milyar dolarlık ek gelir kazandıracağı, GSMFfnın yüzde 4,5 artmasına yol açacağı ve 1,8 milyon kişiye iş bulunacağı varsayılırken, teknik düzenlemeler ve engellerin kaldırılmasıyla şirketlerin üretimde 96 milyar dolarlık bir tasarrufa gidebilecekleri öne sürülmektedir. Madalyonun diğer yüzünde ise Tek Pazar’ın çok büyük yarar getirmeyeceği yönündeki araştırmalar vardır. Merkezi Londra’da bulunan Ffenley Çenter adlı bir araştırma merkezi-
nin yaptığı araştırmada:Gıda, içecek, ilaç ve perakende sektör
lerde ulusal piyasaların Topluluk boyutunda birleşemeyeceği, otomobil sektörünün Tek Pazar’da sadece maliyetlerini belli ölçüde azaltabileceği, ancak bankacılık, hava ulaştırması ve karayolu yük taşımacılığı sektörlerinde Tek Pazar’ın önemli boyutlarda kazanç getireceği hesaplanmıştır. Yani tüm isteklere rağmen birleşme karşısında “parçalı durmayı” yani tezadını barındırmaktadır.
Kapitalist bölgeler arası birleşmeler 2. Dünya Savaşından da önce; Marx döneminde yaşanm aya başlamıştı. Marx 1871’den sonra Bavyera Doğu Prusya gibi bölgelerin birleşmesini “Biz Kıta Avrupası: mn tüm Batısı’nda olduğu gibi, hem kapitalist üretimin gelişmesinden, hem de bu gelişmenin eksikliğinden çekiyoruz” (3) diye yorumluyordu.
Yıllar sonra değişen bir şey olmadı. Kârla motive olan kapitalist, her zaman olduğu gibi pazara yakın olan bölgelere akın ederken, diğer bölgeler ikincil, üçüncül dereceden pazar konumuna giriyordu. 1959’dan bu yana geçen 30 yıl içinde AT’de üye ülke sayısı altından 12’ye çıkmıştır. Bunlar acaba ülkelerarası ve ülkelerin kendi içlerindeki “kapitalizmin eşitsiz gelişimini” önleyebilmiş midir? Kesinlikle hayır. Yapılan bir araştırmada bugün AT gelişmişlik açısından beş bölgeye ayrılmaktadır: Birincisi Tarım bölgeleri, İkincisi geçiş sürecini yaşayan bölgeler, üçüncüsü sanayileşme sürecini yaşayan bölgeler, dördüncüsü endüstrileşmiş bölgeler ve beşincisi ileri endüstri bölgeleri. ATda kişi başına düşen GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) ortalama olarak 13 bin 68 dolardır, ileri endüstri bölgelerinde kişi başına düşen GSYİH 15 bin 86 .dolardır, ileri endüstri bölgelerinde kişi başına düşen GSYİH 15 bin 86 dolara yükselirken, tarım bölgelerinde bu 8258 dolara düşmektedir. Arada yüzde 82,6’lık yani 6828 dolarlık bir fark vardır. Tanm bölgelerinde işsizlik yüzde 13,3, ileri endüstri bölgelerinde yüzde 8,2’dir. Tanmsal işletmelerde ileri endüstri bölgeleri 22 bin 794 dolarlık bir verimliliğe sahipken, tarım bölgelerinde verimlilik 6492 dolara düşmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Ama bunların gösterdiği tek şey var; 30 yılı aşkın süredir eşitsizliğin kapitalizmin doğası gereği ortadan kaldırılamadığı! Kapitalizmin eşitsiz gelişiminin engellenememesi -bunu yapması ondan beklenemez!- devam edeceğine göre acaba Tek Pazar haline gelinmesi neyi değiştirecektir? Bir veya iki ülkede egemen olan tekel, tröst veya kartellerin egemenlik alanları genişleyecektir. Tek Pazarla ülkeler arası çelişkiler giderilebilecek midir? Yani Tek Pazar’ın ardından “Avrupa Parlamentosunun ülke Parlamentolarının üstünde bir kuruluş olarak aldığı kararlar” harfiyen üye ülkelerce uygulanacak mıdır? Buna ancak parababaları ve burjuva sosyalistleri budalaca evet diyebilir. Tek Pazarın emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri hafiflteceğini iddia etmek “rahmetli Ka- utsky’nin hayaletini dolaştırmaktan” başka bir şey değildir. Peki Tek Pazar emek- sermaye çelişkisini ne derece etkileyecektir? Avrupa ülkelerinin bilimsel eknik devrimi yakalayabilmek için 19801i yıllardan bu yana Çelik Leydi Thatcher, Sosyalist Cumhurbaşkanı Mitterand ve yine Sosyalist Başbakan Gonzales tarafından emeğe karşı açılan savaşın devam etmesi gerektiği herhalde teslim edilir bir gerçektir. Zaten ATa üye ülkelerin 27 28 haziran tarihinde Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyinin B. Almanya'nın Hannover şehrinde yaptıkları toplantıda ‘Ekonomik ve ticari entegrasyo na evet, ama sosyal harmonizasyona (den-
gelemeye bn.) hayır” tezi benimsenmiştir.Şimdi esas konumuza, Türkiye’nin ATa
üyelik sorununa gelelim. Bunu incelerken önce Türkiye’nin belli alanlarda AT karşısındaki durumuna bakalım, ardından ATa girmek isteyişin altında yatan etkenleri ve girilmesi halinde olası gelişmeleri irdeleyelim.
AT stardardında “Zayıf Türkiye”Türkiye’nin Nisan 1987’de ATa tam üye
lik başvurusunun ardından bugüne kadar birçok araştırma yapıldı. Bu araştırmalar sektörler bazında: Sanayi, tarım sektörleri olarak ele alındığında Türkiye’nin son yıllarda ATa katılan Portekiz ve Yunanistan’a benzer şekilde zayıf bir konumda kaldığı görülüyor. Türkiye’nin sanayi yapılanmasına baktığımızda tüketim malları ve ara malı üretiminin ağırlığa sahip olduğu görülür! Toplam imalat sanayi üretimi içinde tüketim malları üretiminin payı 1962 yılında yüzde 62,3, ara malı üretimi (orman ürünleri, kağıt, demir-çelik ürünleri, petrol ürünleri, deri ve deri mamulleri, cam, seramik, gübre, çimento vs .) yüzde 27,3 ve yatırım malları üretimi de (Madeni eşya, makine, tarım makineleri, elektrik ve elektronik ürünler, gemi, uçak inşaası, karayolu ve demiryolu taşıt üretimi.) yüzde 9,9’luk paya sahipti. 1985’e geldiğimizde her üç sektörün üretimden aldıkları pay sırasıyla yüzde 41,4, yüzde 43,4 ve yüzde 15,9 oldu. Yatırım malları üretiminde ele alınan birçok ürünü de tüketim malı olarak değerlendirdiğimizde üretim araçları bazındaki yatırım malları üretiminin payı yüzde 10’ların altına düşmektedir. Sanayideki üretimin dikey gelişimine baktığımızda ise Türkiye’nin AT stardartlarını aşan ölçüde tekelleşmiş asalak sanayi yapısına sahip olduğunu görüyoruz. Yapılan araştırmalardan bir tanesini aktaralım:
“Bulguların incelenmesinde ilk göze çarpan unsur, sanayilerin ulaştığı ortalama yoğunlaşma oranlarının uluslararası düzeyde kritik olarak kabul edilen dört firma için, yüzde 50 ve sekiz firma için yüzde 70 düzeyini aşış olmasıdır. 1985 yılı için 82 sanayi grubunun 48’inde dört firma yoğunlaşma oranları yüzde 50’nin üzerindedir...”«4»
Burada, aynı araştırmada iki firmanın piyasadaki kontrollerinin yüzde 50’yi aştığı bir çok alt sektörün bulunduğunu da vurgularsak Türkiye’de bugün ne derece asalak karakterde bir tekelci sanayi yapılaşması içinde olduğumuz kolayca anlaşılır. Peki bu yapılaşmada teknoloji düzeyi ne durumdadır. Bunu da Milli Prodüktivite Merkezi (MPM)’nin bir araştırmasından öğrenelim:
“Uluslararası standartlara göre Türk imalat sanayiinde ileri teknoloji kullanma düzeyi yüzde 30’u aşmamaktadır. Alt sektörlere baktığımızda ileri teknolojinin gıda sektöründe kullanılma derecesi yüzde 16’yı, taş-toprak sektöründe yüzde 26’yı, kağıt sektöründe yüzde 31’ü, petrol-kimya sektöründe yüzde 42’yi, metal ana sektöründe yüzde 36’yı, metal eşya ve elektrikli araç sektöründe yüzde 26’yı ve en son elektronik araçlar sektöründe ise yüzde 33’ü geçmemektedir. İmalat sanayiinde orta düzeyde teknoloji kullanımı ortalama olarak yüzde 56, geri teknoloji kullanımı ise ortalama yüzde 14’dür. Demek ki, imalat sanayiinde “ikincil elden teknoloji” yani orta dereceli teknoloji kullanımı baskındır. &)
Daha çok ileri teknoloji kullanan “Türkiye’nin dev kuruluşları “Türkiye imalat sanayiinde belirleyici role sahiptirler. İstanbul Sanayi Odası (ÎSO)’nın verilerine göre Türkiye’nin kamu ve özel sektör kuruluşları birlikte ele alındığında 500 büyük kuruluşun 1987 yılı üretim değerleri 29 tril
yon lirayı geçmektedir, -ki bu Türkiye imalat sanayiinin toplam üretimin yüzde 48’i demektir. 500 büyük firma 667 bin işçiyi; imalat sanayiinde toplam istihdamın yüzde 29’unu barındırmakta, Türkiye toplam ihracatının yüzde 37’sini gerçekleştirmektedir. Bütün bu aşırı derecede tekelleşmiş yapısına karşılık acaba Türkiye sanayiinin AT karşısındaki durumu ne derece parlaktır. Kapitalist kuruluşların bir araya getirdiği İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) adlı kuruluşun yaptığı çalışmalara göre 53 sanayii kolundan 15’inde (Sanayi üretiminin yüzde 22’sini gerçekleştirmektedir) AT karşısında rekabet gücünün zayıf olduğu belirlenmiştir. Bu araştırmaya göre daha gerçekçi olarak görülebilecek Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nın yaptığı araştırmada ise şu sonuca ulaşılmıştır:
Et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, kara nakil araçları, demir-çelik ve çimento
sektörlerinde rekabet şansı yoktur. Tarım makinelerinde rekabet gücü yüzde 12,
elektrik makinelerinde yüzde 55, elektriksiz makinelerde yüzde 26, elektronik ürünlerde yüzde 40, petro-kimyada yüzde 21, camda
yüzde 67, deride yüzde 79, dokumada yüzde 62, hazır giyim-konfeksiyonda yüzde 85’tir.
Et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, kara nakil araçları, demir-çelik ve çimento sektörlerinde rekabet şansı yoktur. Tarım makinelerinde rekabet gücü yüzde 12, elektrik makinelerinde yüzde 55, elektriksiz makinelerde yüzde 26, elektronik ürünlerde yüzde 40, petro-kimyada yüzde 21, camda yüzde 67, deride yüzde 79, dokumada yüzde 62, hazır giyim-konfeksiyonda yüzde 85’dir. Tüm imalat sanayii ele alındığında rekabet gücü yüzde 57’iere gerilemektedir.
Orta düzeyde teknoloji kullanımı birinci sırada yer alan Türk imalat sanayiinin bu konumunu, 1980’den sonraki sermaye birikimi krizinin aşıldığı dönemde de değiştirmediği hükümet kaynaklarınca belirtiliyor. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kamu ve özel sektörün yaptığı ‘sabit sermaye yatırımlarının’ gelişimini şöyle sergilemektedir:
1980’de yatırımların yüzde 1,5 gerilemiş,1981’de yüzde 5,8 arttıktan sonra 1982’de yüzde 10,8 gibi yüksek düzeyde gerileme kaydetmiştir. 1983’de yüzde 4,3 ve 1984’de yüzde 4,5 ile gerilemeye devam eden yatırımlar 1985’de yüzde 6,3’lük bir artışa geçtikten hemen sonra 1986’da yeniden inişe geçmiştir. 1986’da imalat sanayii yatırımları sadece yüzde 0,6 artarken 1987’de ürkütücü boyutta gerileme gözlenmiş; yatırımlar yüzde 19,6 düşmüştür. 1988 ve bu yılın daha beter olacağı her halden bellidir.
Sabit yatırımlarını arttırmayan ve teknolojisini yenilemeyen Türk imalat sanayii, aynı zamanda araştırma-geliştirme (AG) harcamalarında da hâlâ yerinde saymaktadır.ATa üye ülkelerde kişi başına AG harcaması 10-279 dolar arasında değişirken,Türkiye’de bu 5 dolardır. AG harcamalarının Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) içindeki payda ise AT ülkeleri yüzde 0,4-2,6’lık bir durum sergilerken, Türkiye’de AG harcamaları GSMH içinde yüzde 0,2’lik paya sahiptir.
Tarım sektörü açısından durum nedir?Şimdi de buna bakalım. Verileri vermeden önce AT ile bütünleşilrriesi halinde tarım sektörünün yani Türkiye kırsal kesiminin yeni bir alt üstlükle karşılaşabileceğini be-
31
lirtelim. Çünkü kırsal alanda “ilkel sermaye birikimi” sürecini büyük ölçüde tamamlayan AT ülkelerine karşılık, Türkiyede toprak sorunu hâlâ finans-kapitalin bir kamburu olarak karşımızda durmaktadır.
Bugün 12'ler olarak adlandırılan AT ülkelerinde toplam nüfus 320 milyon kişiyi aşmaktadır. Türkiyede işlenebilir tarımsal alan miktarı 35 milyon 590 bin hektar, AT ülkelerinde ise toplam 133 milyon hektardır. 12 ülkede tarımsal işletme sayısı 9.8 milyonu geçmezken, Türkiyede işletme sayısı 3,6 milyon adede çıkmaktadır. Türkiye ormancılık, hayvancılık, ve balıkçılık sektörlerinde çalışan sayısı 9,4 milyonu bulurken, yine toplam 12 ülkede bu sayı 10,9 milyon kişiyi bulmaktadır! Yani bir başka hesapla tarımda çalışanların genel istihdam içindeki payları Türkiye için yüzde 50’ye yaklaşırken, AT ülkelerinde ortalama olarak bu yüzde 9dur. En son AT’ye katılan Yunanistan'da tarımda çalışanların sayısının genelin yüzde 28’ini, Portekizde yüzde 23 ü ve İspanyada yüzde 18’ini bulduğu düşünülürse “Türk kırsal kesimindeki şişkinlik” hemen ortaya çıkmaktadır. Tarımda aktif nüfus olgusunu üretilen katma değerlerin sektörlerarasındaki dağılımı tamamladığımızda esas çarpıcı gelişme görülmektedir. Çalışabilir nüfusun yüzde 50’ye yakınını kırsal kesimde barındıran Türkiyede tarımın toplam ülke gelirinin yaratılmasındaki payı: bir başka deyişle Gayri Safi Yurt içi Ha sıla (GSYİH) içindeki payı yüzde 20'in al tına gerilemiştir. Bu orana en yakın AT üyesi yüzde 15.5 ile Yunanistan ve yüzde İlle mandadır. AT ortalaması ise yüzde 12’dir. Kırsal alandaki bu farklılıklar esas olarak tarım işletmelerinin üretimi ve mülkiyet ya pısında daha iyi belirginleşmektedir. Buna ilişkin önce bir tablo verelim:
Aşağıdaki tablodan da görüldüğü gibi Türkiye ile AT arasında yapılan her karşılaştırma korkunç gerçekleri ortaya çıkar maktadır. Türkiyede 0 5 hektar arasında yer alan işletmelerin sayısı genel içinde yüzde 71e sahipken AT ortalamasında bu yüzde 49'a düşmektedir. 5-20 hektar arasındaki işletme sayısı toplam işletme sayısı içinde Türkiyede yüzde 32’lik paya sahipken. AT da bu yüzde 30dur. Nihayet 20 ve üstündeki hektar işletmelerin sayısına baktığımızda Türkiyede bu tip işletmelerin sayısı genelin yüzde 6.1’dir. Aynı rakam ATda yüzde 2 ldir. İşletmelerin küçüklük ve büyüklük dağılımında Türkiyede ’küçük işletmelerin baskın çıktığı büyük işletmelerin ise orta boy işletmelerden sonra üçüncü sırada yer aldığı anlaşılıyor.
6,3’dür. Türkiyede orta boy işletmelerin (5-20 hektar) toplam ekilebilir alandan aldıkları pay yüzde 45. ATda ise yüzde 20’dir. Büyük işletmelere baktığımızda ise esas farklılık göze çarpmaktadır Avrupa Toplu- luğu’na üye ülkelerde işletmelerin yüzde 2 l’i toplam alanın yüzde 73’ünü işletmektedirler. Türkiyede büyük işletmelerin sayısı hem yüzde 6,1 gibi düşük bir düzeydedir. hem de işledikleri alan yüzde 32 gibi yine düşük bir düzeyde bulunmaktadır. Tarımda kapitalist gelişmenin son sınırları na gelen ATda büyük işletmeler egemen tiklerini ilan ederken. Türkiyede çök sancılı biçimde yaşanan “kırsal alandaki mülksüzleşme” süreci daha yeni yeni orta boy işletmelerde bir toplulaşmaya yol açarken. küçük işletmelerin sayıca baskınlığını ortadan kaldıramamıştır. İşte size burjuva sosyalistlerce iddia edilen “kırsal alanda çözülmüş toprak sorunu" Kırsal alandaki mülksüzleşme sürecinin yavaş seyretmesi finans-kapitalin izlediği ekonomik politikaca belirlenirken, kırdaki feodal üretim ilişkisi artığı tefeci-bezirgan sermaye de bu belirleyiciliğin altında kırdaki özgür kapitalist ge lişimin önündeki engellerden biri olmaya devam etmektedir. Toprak sorununu daha iyi anlayabilmek için ikinci bir tabloya daha gereksinim vardır:
1960 7.269 3.1001970 5.774 3.0601980 5.623 3.650
Görülüyor ki Türkiyede işletme sayısı 20 yıl içinde azalmak bir kenara artmakta. AT da ise tam tersine azalmaktadır. Ortalama işletme büyüklüklerinde ise Türkiye AT ortalamasının çok altında kalmaktadır ki bu da yukarıda değindiğimiz gibi küçük işletmelerin sayıca baskın olmasından kaynaklanmaktadır Şimdi de tarımsal işletmelerin faaliyetlerine ilişkin verilere bakalım. Buradan da işletmelerin ne derece kapitalize olduklarını anlayacağız.
Türkiyede tarımsal işletmelerin üretim yapısına baktığımızda bitkisel ürünlerin yüz
kileyen tarımsal girdi kullanımlanna bakmamız gerekecek. Gübre kullanımında Türkiye ATa üye ülkelerin çok gerisinde kalmaktadır. AT üyesi Yunanistan Topluluk içinde örneğin azotlu gübrede hektar başına 32 kilo gübre kullanırken Türkiyede bu 15 kilodur. 10 AT ülkesinin (İspanya ve Portekiz hariç) ortalama azotlu gübre kullanım miktarı ise 74 kilodur. Mekanizasyonda da aynı uçurum söz konusudur. 1982 verilerine göre Türkiyede toplam traktör sayısı 491 bin ve biçerdöver sayısı 13 bin adettir. ATda ise traktör sayısı 5 milyon 400 bin ve biçerdöver sayısı da 440 bin adettir. 100 hektar başına traktör ve biçerdöver sayısında Türkiye yine ortalamanın çok altına düşmektedir. Traktörde AT ortalaması 100 hektar başına 5,3'dür. bu Türkiyede 1.8'dir.
Biçerdöverde ise AT ortalaması 100 hektar başına 1.6 biçerdöver. Türkiyede ise 0,08'dir yani Ye bile ulaşamamaktadır. Tarımsal girdi kullanımındaki farklılıklar diğer girdilerde de söz konusudur. Girdi kullanı mı tabii ki verimliliği doğrudan etkilemektedir. Buğdayda 100 hektarda alınan verimlilik Türkiye’de 19 kilo ATda ise 46 kilodur. Pirinçde Türkiye'de alınan verim 26 kilo Al da 57 kilodur. Endüstriyel bitkiler
87.815 16.734 13 5.488.524 17.069 15 5.686.662 22.764 15.4 6.2
de Türkiye'de 100.hektar başına şekerpan- carında 314 kilo tütünde 9.4 kilo, patates- de 168 kilo, kuru soğanda ise 147 kilo verim alınmaktadır. ATda ise bu rakamlar sırasıyla şekerpancarında 480. tütünde 19 kilo. patatesde 250 kilo ve kuru soğanda ise 235 kilodur. Neredeyse tüm ürünlerde yüz. de 100’lük verim farklılığı vardır Hayvansal ürün üretiminde ise çok daha büyük fark vardır. Örneğin, inek başına Al da 4151 kilo süt alınırken bu Türkiye'de 581 kilodur. Siitde verimlilik farkı yüzde 615'dir.
AT karşısında Türkiye'nin sanayi ve ta
İşletme sayısı, işlenen alan ve ortalama işletme alanı karşılaştırmasında AT ve Türkiye (6)
Yıllarİşletme
(Binsayısıadet)
İşlenen(Bin
alanhektar)
Ortalamaalanı
işletme(hektar)
AT Türkiye AT Türkiye AT Türkiye
Türkiye ve AT’da tarım işletmelerinin büyüklükleri ve işledikleri alana göre dağılımları (1980)
TÜRKİYE ATİşletmebüyüklük grupları (Hektar)
işletme sayısı
(Bin ad.)
Tüm işletmeler
içindeki payı (%)
İşlediği alan
(Bin hek )
Tüm işlenen
alandaki payı (%)
İşletme sayısı
(Bin ad.)
Tüm işletmeler
içindeki payı (%)
İşlediği alan
(Bin hek.)
Tüm işlenen
alandaki payı (%)
0-2 hek. 1.102 30 941 4 1.551 28 1.600 22-5 hek. 1 164 32 3.614 16 1.242 23 3.950 45-10 hek. 738 20 4.839 21 829 15 5.874 . 710-20 hek. 422 12 5.433 24 818 15 11.713 1320-50 hek. 194 5 5.200 23 845 15 26.084 3050-üstü hek. 29 1 2.736 12 337 6 37.441 43Toplam 3.650 100 22.764 100 5.623 100 86.662 100
Not: AT ülkelerine Yunanistan, İspanya veİşletmelerin sahip oldukları alana baktı
ğımızda durum daha rahat anlaşılmaktadır. Türkiye’de 0-5 hektar arasında büyüklüğe sahip küçük işletmeleri toplam ekilebilir alanın yüzde 20'sine sahipken, AT’da küçük işletmelerin sahip olduğu alan yüzde
Portekiz dahil değildir.
de 7 İlik, hayvansal ürünlerin ise yüzde 29 luk paya sahip olduğu görülüyor. 12 AT ülkesinde ise ortalama olarak bitkisel ürünlerin payı yüzde 48e düşmekte, hayvansal üretimin payı ise yüzde 52’ye çıkmaktadır. Verimlilikteki uçuruma geçmeden bunu et-
rımdaki zayıflığı bu rakamlardan rahatlıkla kavranabilir. Türkiye'nin ATa üyeliğinin gerçekleşmesi halinde bu iki sektördeki olası gelişmelere değinmeden Türkiye'nin AT’a girme isteğinin altında yatan nedenlei sıralayalım.
Bir başka can simidi: ATTürkiye neden Avrupa ile entegre olmak
istemektedir? gibi bir soru sormak bugün artık çok anlamsız bir sorudur. Neden? Çünkü Türkiye bir çok parametrelere bakıldığında zaten AT ile entegrasyon yani bütünleşme. iç içe geçme sürecindedir. Bu parametrelerden ilki dış ticarettir Türkiye’nin 1950-60 yıllan arasında AT ülkelerinden (o dönem ATın 6 üyesi vardı) yaptığı ithalat toplam ithalatın ortalama olarak yüzde 37si, bu ülkelere yaptığı ihracat ise toplam ihracatının ortalama olarak yüzde 35’ydi.
Günümüze geldiğimizde hem AT’a üye ülke sayısının artmasından hem de entegrasyon sürecinin kendisinden Türkiye’nin ihracatı ve ithalatı içinde ATmn aldığı pay artmıştır. 1988 verileri Türkiye’nin ihracatının .yüzde 45’ini AT üyelerine yaptığını, ithalatının yüzde 40’ım ise yine bu ülkelerden yaptığını gösteriyor. ATa üye ülkelerden sadece B. Almanya’nın Türkiye’nin ihracatı içindeki payı yüzde 18’i bulmakta, bu ülkeden yaptığı ithalat ise yüzde 14 u bulmaktadır. Daha sonra değineceğimiz gibi Türkiye’de emperyalist ülkelerin giriştiği sabit sermaye yatırımları içinde de AT ülkeleri belirleyici paya sahiptir. B. Almanya1 nın Türkiye’de yaptıı yatırımlar emperyalist ülkelerin yaptıkları toplam yatırımlar içindeki payı son verilere göre yüzde 12.6’dıı ve yüzde 10’luk paya sahip ABD’nin üstündedir. Ingiltere’nin payı yüzde 7., Fransa1 nın ise yüzde 3.4’tür. Tüm AT ülkelernin toplam yatırımları ise Türkiye’deki emperyalist ülkelerin giriştiği yatırımlar içinde yüzde 36 gibi çok önemli bir düzeye çıkmak- tadı.
O halde Türkiye’nin ATa üyelik isteğinin altındaki ilk iki neden belirginleşmektedir. Birincisi dış ticaretteki entegrasyonun daha üst düzeylere çıkarılması ve İkincisi AvrupalI emperyalistlerin Türkiye’de yatırımlara gitmesinin hızlandırmaktır. Bu iki nedenin dışında üçüncü bir neden olarak
kıntı çekeceği, bu yüzden Türkiye’den Avrupa ülkelerine bu yüzyıl içinde "ikinci kez bir yoğun işçi göçü olabileceğini” paraba- baları hesap ederken, bu ülkelerde son zamanlarda giderek artan işsizlik oranı ve yükselen enflasyonu herhalde hiç gözönü-
700 bine yakın kişiye iş sahası açılmıştır. İtalya’nın Fondan aldığı pay yüzde 37’ye, İngiltere’nin yüzde 24’e, Fransa’nın yüzde 15’e ve 1981’den bu yana üye olan Yunanistan’ın aldığı pay da yüzde 9,5’ğa ulaşmaktadır. EAGGF fonundan ise sadece
Bazı Rakamlarla Türkiye ve AT
Türkiye ATHane halkı büyüklüğü 5,1 kişi 3,7 kişiKentsel nüfus (1965) % 32 % 66,6Kentsel nüfus (1985) İşgücünün dağılımı: (1965)
% 47 % 74,3
Tarımın payı % 75 % 21,4Sanayinin payı % 11 % 37,9Hizmet sektörü payı % 14 % 40,9İşg ü c ü n ü n d ağ ılım ı: (1980)Tarımın payı % 58 % 12,6Sanayinin payı % 17 % 35,9Hizmet sektörü payı % 25 % 51,5Kişi başına GSYİH (1958) 180 dolar 651 dolarKişi başına GSYİH (1985) H ane halkı gelir kaynağı
1080 dolar 7172 dolar
Maaş ve ücret % 38,9 % 41,9 - % 84,1Kendi işinden kazanç % 46,3 % 7,1 - % 42,41000 kişi başına radyo 92 adet 164 - 986 adet1000 kişi başına TV 102 adet 149 - 457 adet100 kişi başına telefon 7 adet 17 - 75 adet1000 kişi başına otomobil 22 adet 104 - 412 adetEnerji tüketimi 0,8 metrik tonkömür 1,3 - 5,9 metrik
ton kömürne almamaktadırlar. Türkiye’nin daha önce imzaladığı Ankara anlmaşması gereği 1988 yılından bu yana işçilerin Avrupalı ülkelerde serbest dolaşım hakkına sahip olmasına karşılık Türkiye’nin, Avrupalı ülkelerden sağladığı bir kaç milyar dolarlık yardımla bu haktan vazgeçtiği ve üyelik durumunda da en az 5-10 yıl boyunca buna izin verilmeme şartının AT tarafından ileri sürüldüğü hatırlandığında ATın işsizliğe belki 2000’li yıllardan sonra bir emniyet sübapı
O halçle Türkiye’nin AT’a üyeiik isteğinin altındaki ilk iki neden belirginleşmektedir.
Birincisi dış ticaretteki entegrasyonun daha üst düzeylere çıkarılması ve İkincisi Avrupalı
emperyalistlerin Türkiye’de yatırımlara gitmesini hızlandırmaktır. Bu iki nedenin
dışında üçüncü bir neden olarak Türkiye’deki milyonlarca işsizi Avrupalı
emperyalistlere ucuz işgücü olarak sunmak “bir taşla iki kuş vurmaktır”
Türkiye’deki milyonlarca işsizi Avrupalı emperyalistlere ucuz işgücü olarak sunmak “bir taşla iki kuş vurmaktır” Finans-kapital hem giderek sosyal patlamalan besleyen işsizliğin boyutlannı “evdeki hesaba göre” küçültecek, hem de ucuz işgücüyle emperyalist sermayeye cazip yatırım alanları yaratacaktır. Yine işgücüyle ilgili bir diğer faktör Türkiye'nin yüksek doğum oranıdır. İstatistikler Avrupalı ülkelerde yıllık doğuın artış hızının 1990’lı yıllarda yüzde l ’in altına düşeceğini, Türkiye’nin ise yüzde 2’nin üstünde bir doğum artış hızına sahip olacağını varsayıyor. Parababaları 2000’li yıllarda Türkiye’nin bu artış hızıyla 70 milyonluk bir nüfusa sahip olacağını böbürlene böbürle- ne açıklarken, bununla emperyalist ülkelere “büyük Türkiye pazarı” ve “milyonlarca ucuz işgücü” mesajını vermektedir. Başta B. Almanya gibi ülkelerin 1990’lar sonrası sömürecek canlı emek gücü bulmakta sı
olabileceği ortaya çıkıyor!ATa üye olma isteğinin altında yatan
dördüncü ve belki de en önemli faktör AT ın üye ülkelere yaptığı yardımlar kurulan araçlarla üye ülkelere dağıtılan “arpalıklardır” Gözatıldığında AT ın sayısı altıyı aşan değişik mekanizmalarla üye ülkelere her yıl milyarlarca dolarlık yardım yaptığı anlaşılıyor. Şu anda ATda, ’Avrupa Bölgesel Kal kınma Fonu (ESF)”, Avrupa Yatırım Bankası Kredileri, Yeni Ortaklık Aracı kredileri, Ulaştırma altyapısı için özel yatırım kredileri ve Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu Yardımları (ECSC)” mekanizmaları yürürlükte olup, bunlarla her yıl üye ülkeler ekonomik durumlarına göre belli paylar almaktadır. Örneğin 1975’den bu yana yürürlükte olan ERDF Fonun’dan üye ülkelere yaklaşık 14 milyar dolarlık yardım yapılmıştır. Bu yardımla 20 yatırım, 19 bin altyapı, 6500 sınai proje finanse edilmiş ve
1984 yılında 1 milyar 65 milyon dolarlık yardım yapılmış, İtalya 504 milyon dolar, Yunanistan 133 milyon dolar kredi almıştır. ESF, yani Avrupa Sosyal Fonundan sadece 1983 yılında yapılan yardımlar toplam 2,2 milyar doları bulmuş, İngiltere bu fondan 680 milyon dolar, İtalya 640 milyon doları bulmuş, İngiltere bu fondan 680 milyon dolar, İtalya 640 milyon dolar, Fransa 332 milyon dolar, Yunanistan 135 milyon dolar yardım almıştır. Kâr amacı gütmeyen ve çok düşük faizlerle kredi açan Avrupa Yatırım Bankasının 1981-86 döne-t minde açtığı kredinin 40 milyar dolara ulaş-’ tığı göz önüne alınırsa bu kredilerin de finans-kapitalin iştahını nasıl kabarttığı daha iyi anlaşılır. İtalya, İngiltere ve Fransa bu kredilerden en çok yararlanan ülkelerdir.
ATııı bütçesine ve bunun dağılımına baktığımızda ise tüm bunların dışında ta rnn ve balıkçılık sektörlerine açılan milyarlarca dolarlık sübvansiyonu karşımızda buluyoruz. 1973’de ATın toplam bütçe gideri 4,3 milyar dolar iken tarım ve balıkçılığın aldığı pay yüzde 81’dir. 1985’de ATın bütçe gideri toplamı 25 milyar dolara yakındır ve yine aynı iki sektörün aldıkları pay yüzde 73e düşmüş ama yine en yüksek düzeyde kalmıştır.
Finans-kapitalistlerimizi ATa girmekte sabırsızlandıran “yağma haşanın böreğinden” pay almaktır. Bakın bunu TÜSİAD bir yayın organında şöyle dile getiriyor:
“Bugün yapılacak iş, hangi sanayi yaşar, hangisi yaşamaz tartışmalarını şimdilik bir yana bırakarak, Avrupa’da sanayicilere tanınan bütün kolaylıkları (faiz, devlet yardımı, pazar araştırma yardımı, ihracat sigortası vs.) kendi sanayicimize en kısa sürede tanımaktır..." (7)
Finans-kapitalistlerimizden Vehbi Koç AT üyeliğinden Türkiye’nin sağlayacağı yararları şöyle sıralamaktadır:
“ATa yaptığımız ihracattaki engellerin ortadan kalkması, Türkiye’nin büyük bir pazara açılması, yabancı sermaye yatırımlarının artması, teknoloji transferinde yeni imkânların doğması, döviz gelirlerinin hızlanması, yatırımların artması ve turizm ile tarım gibi döviz kazandırıcı sektörlerin geliş-m o c i " (9)
ÖĞRENCİ HAREKETİNDE MEVCUT DURUM
Sevinç ATAKAN
1984’de kuşa çevrilmiş olsa da “d emokrasiye geçiş” maskesi altında dernekler yasasının ortaya çıkışının ardından öğrenci gençlik kendi örgütlenmesini yaratma yolunda hareketlenmeye başladı. 1984’den bugüne dek yaşanan süreçte ise öğrenci gençlik mücadelesinin 12 Eylül öncesi durumundan pek çok açıdan farklılık gösterdiği açık. Eylül öncesi gençlik mücadelesi belli bir kitlesellik, dinamizm ve coşku kazanmıştı. Fakat gerek gençlik içinde ağırlıkta olan küçük burjuva siyasetlerin gençliğin bir perspektif sunamaması ve 12 Eylülle taktiksel bir geri çekilişin ba- şarılamamış olmasının getirdiği yenilgi; gerekse de Eylül faşizminin kitleler üzerindeki sistemli baskı ve yıldırma operasyonları ve depolitizasyon politikası sonucu 12 Eylül sonrası gençlik uzun bir süre suskunluğa girdi.
Ancak gençliğin devraldığı bir miras vardı; antifaşist, antiemperyalist mücadele geleneği. En küçük talepleri konusunda dahi düzenle çatışmaya girmek zorunda ola öğrenci gençliğin uzun süre suskun kalması beklenemezdi. Nitekim işçi sınıfı içinde hoşnutsuzluklar mırıldanmaya başlandığı, tepkiler grevler somutlanmaya başladığı noktada, öğrenci gençliğin de bir hareketlilik içine girdiğini görüyoruz.
12 Eylül ardından faşizmin ülkede korumsallaşması eğitim ve gençlik alanında da kendini gösterdi. Bir tarafta tüm örgütlenmeler dağıtılır, her alanda örgütlenme yasakları konurken, diğer yandan da anarşist-terörist suçlamaları ile öğrenci gençlik adeta bir günah keçisine dönüştürüldü. Yeni yetişen nesile masum öğrenci istekleri ile yola çıkanların sonunda terörist oldukları masalı anlatılırken, kendilerinin de en masum istekleri doğrultusunda hak aramaya giriştikleri takdirde eninde sonunda işkence tezgahlarına çekilecekleri, hapishanelere konulacakları m esajı veriliyor, yeni pısırık bir gençlik yaratılmaya çalışılıyordu.
1402 sayılı yasa çıkarılıyor, ilerici- demokrat öğretim üyeleri üniversitelerdeki kadrolarından uzaklaştırılıyor, bu temizlik operasyonundan sonra da yerleri gerici-faşist kadrolarla dolduruluyordu.
Yaratılan YÖK umacısı ile üniversi
telerin kısmi özerkliği de ortadan kaldırılıyor. üniversite tam bir hiyerarşi içinde emir komuta zinciri ile çalışan bilim örgütleyip, bilim üreten kurumlar olmaktan son derece uzak bir noktaya vardırılıyordu.
Okulların içine kadar sokulan karakollar yetmiyor, sivil polislerle daha da içeriden denetim sağlanmaya çalışılıyordu.
İlkokullardan itibaren “millî” adı altında verilen en gerici - en şoven eğitimin bilince kazındığı bir ortamdan üniversitelere gelen öğrenciler ise var olan duruma tepki duymanın ötesinde, bu duruma adapte oluyorlardı.
Devrimci yapıların aldıkları ağır darbe sonucu uğradıkları dağınıklık öğrenci gençlik içinde de etkisini göstermişti. Bu yapılar toparlanma çabası içindeyken meydanı boş bulan reformist kesimin ilk dernekleşme çalışmalarının başını çektiğini görüyoruz. Gençlikteki gene yılgınlık havası ile bu kesimin karakteri olan şiniklik kısa sürede kaynaşarak, geri talepleri doğrultusunda çevrelerinde gençliği toplamakta zorluk çekmediler.
Her koldan yaratılan ağır depoliti- zasyona ve reformist kesimin var olan kitleyi pasifize etme çabalarına rağmen 14 Nisanda öğrenci gençlik mücadelesinin niteliksel ve niceliksel bir sıçrama yapması önlenemedi. O zamana kadar kitlenin geri konumunun teorisini yapan, en ufak bir canlanmaya, kıpırtıya kraldan daha kralcı bir zihniyetle karşı çıkan Yarın’cı kesim, 14 Nisan eylemliğine karşı çıkarak, yer yer eylem kinci tavra girerek bir bakıma kendi sonlarını ilan ettiler. Burjuvaziden kopuk, bağımsız bir mücadele anlayışından yoksun olmalarının doğal bir so nucu olarak, yığınların coşkulu çıkışını pasifize etmeyi önlerine görev olarak koyanlar tarihte binlerce örneği görüldüğü gibi, akışın önünde uzun süre engel olamayıp, tamamen süreçten savruldular; bir varmış bir yokmuşa döndüler. Hiç bir zaman düzeni tam olarak karşısına alamayan bu anlayış, her zaman olduğu gibi can simidi olarak eylem kaçkmlığı ve teslimiyetçiliğe sığındı. Bugün dergi bürolarında oturup, uzaktan uzağa izledikleri öğrenci mücadelesi konusunda yorumlar ya
pıp, bunları karikatürlerle anlatmaktan başka bir işleri kalmadı.
14 Nisan sonrası süreçte pek çok olumsuzluk yaşandığı açık. Bunca yıllık dernekleşme çalışmalarına rağmen örgütlülüğün istenilen noktaya gelememesi bir yana, örgütlülüğün sağlam temeller üzerine oturması ve kitleselleşme noktasında fazla bir başarı sağlanamadı.
Farklı farklı dergilerde öğrenci gençliğin yaşadığı sorunlara ilişkin tespitler “kriz” “tıkanma” vs. şeklinde adlandırarak yapıldı. Bu somut durumu nasıl adlandırırsak adlandıralım sonuçta durum tespiti yapmak ardından aşılması yönünde öneriler getirmiyorsa boş gevezelikten öteye gidemez. Bizim ise yaşanılan duruma ilişkin tesbitleri yaparken amacımız bir umutsuzluk rüzgarı estirmek değil, aksine somut önerilerle, bu önerileri en geniş kesimde tartışarak gidişe müdahale etmektir.
Demek çalışmaları ve eylemler istenilen yaygınlığa ulaşamamış, sen-ben-bizim oğlan
üçlemesinin dışına taşamamıştır. Buna rağmen, vurgulanması gereken önemli bir
nokta girdikleri eylemlilik sürecinde, dernekler kitlesini oluşturan öğrencilerin
niteliksel bir farklılaşma yaşadıkları, netleştikleri, daha politik, daha militan bir
yapı kazandıklarıdır.
Senelerden beri kitleselleşme ağızlara sakız oldu, gelinen nokta ise açık. Her ne kadar bugün daha fazla sayıda öğrenci derneklere sıcak baksa, öğrenci mücadelesi kitle gözünden belli bir haklılık zemini kazansa da, bu insanlar örgütlü yapı içine çekilememek- tedir. Dernek çalışmaları ve eylemler istenilen yaygınlığa ulaşamamış, sen- ben bizim oğlan üçlemesinin dışına ta- şamamıştır. Buna rağmen vurgulanması gereken önemli bir nokta girdikleri eylemlilik sürecinde, dernekler kitlesini oluşturan öğrenciler niteliksel bir farkılılaşma yaşadıkları, netleştikleri.
için sistemli çalıştığını göstermektedir. Van’da Mehmet Şirin Tekinin öldürülmesi ile başlayan olayların, en son Bur dur’da faşistlerin “Allah Allah’’ nidaları ile ilerici öğrencilere saldırmaları, poli sin buna seyirci kalması, hatta faşistlere yardım etmesi, olayların daha ciddi boyutlara varabileceğinin belirtileridir.
savunduğumuz üst eylem biçimleri örgütleme istekleri olumlu bir yanları olmasına rağmen, aynı biçime takılıp kalmaları olumsuzlukları Geniş katılımlı, coşkulu bir korsandan sonra, bu olaydaki coşkunu çekiciliğine kapılıp ardından aynı biçimi ile eylem önerilerinde bulunuyorlar. İvme yakalandığı nokta
daha politik, daha militan bir yapı kazandıklarıdır.
Bu noktadan Çözüm dergisinin olaya bakışına değinmeden geçemeyeceğiz Çözümde kendilerini ifade eden arkadaşlar bir taraftan yaşanan olumsuzluklara işaret ederken, diğer yandan da bunları unutup görünerek kendi ekseninde gelişen dar kadro eylemlere bakıp bütün kitlenin bu eylemlilik düzeyine ulaştığı tesbiti ile, “devrimci gençliğin mücadelesi yükseliyor” çığlıkları-
• nı atıyorlar. Bu subjektivizmin batağına çırpınmaktan başka nedir. Ve mevcut sorunların görülüp düzeltilmesini engellemez mi?
Bugün demokratik öğrenci gençlik hareketinin yığınlar arasında yeterince yaygınlaşamamasının nedenlerinden biri hâlâ ağır depolitizasyon izlerinin varlığını koruması. Diğer yandan ise iktidarın sistemli olarak dernek ve der- nekçi öğrenciler üzerinde antipropaganda, bastırması ve yıldırma yöntemleri uyguluyor olması. Dernekler arkasında yasadışı örgütler olduğu iddiası, günlük basında hangi yasadışı örgütlerin derneklerin arkasında olduğu noktasında dökümler yapılmasına kadar vardınlmakta, yine basında öğrenci eylemleri siyasi yapıların eylemleri gibi yansıtılmaktadır. Genelde tüm DKO'lere özelde ise öğrenci derneklerine bu perspektifle yaklaşan iktidar, bu bakışın kendine göre doğal bir uzantısı olarak dernek tabanında ve yönetiminde illegal örgüt üyesi gerekçesiyle pek çok önder öğrenciyi gözaltına ala-
İvme yakalandığı noktada örgütlenebilen en üst eylem biçimini koymak, ardından aynı
zorlukta bir başka görevi bir zeminde daha geri eylemliliklerle, sıcaklığını
kaybetmeye başlayan olayı kitlenin gündeminde daha uzun süre tutmak; daha derinlemesine tartışmaları sağlamak, tekrar
güç toplayıp aynı canlılıkla çıkış yapma imkânı sağlayabileceği gibi, insanlar eylem sonrası bir yılgınlığa terkedilmemiş olacak,
sürekli çalışmalarla daha geniş kitleye ulaşılacaktır.
rak, işkence tezgahlarına çekmekte, bu yolla hem ileri unsurları pasifize etmek hem de geniş kitlenin dernek dışında kalmasını kabalaştırmaya çalışmaktadır. Siyasi polisin bir kolu gibi davranan okul idareleri, polisten aldıkları ihbarlara göre, ileri öğrencileri yıldırmaya yönelik senaryonun okullardaki uzantısı durumunda olan gerici disip lin yönetmeliğine dayanarak, dernek- çi öğrencileri engizisyon mahkemesinde gibi yargılamakta, okuldan atılmaya kadar varan cezalar vermektedir.
Siyasi iktidar gerici faşist örgütlenmeleri besleyerek kendisi ile ilerici unsurlar arasında bir set oluşturmaya çalışmakta. faşist saldırıları desteklemekte, bu yolla hem olaylara sağ-sol çatışması görüntüsü vermeye çalışmakta, hem de gelişen muhalefeti bastırmak
Gelişen süreçte eylem ürünlerinin toplanıp örgütlü potada eritilmesi sağlanamadı.
Eylemlerin başarısı sadece somut kazanımlarıyla değerlendirilemez. Eylemler
bir yanıyla da örgütlenme sürecini hızlandıran, sınırlarını genişleten, örgütlerin
tecrübesini arttıran, esneklik ve dinamizm kazandıran bir araçtır.
Derneklerin tüzellik kazanma yönündeki çabalan siyasi iktidarın iki yüzlülüğü nedeniyle pek çok biçimde sonuç vermekte. Bir taraftan dernek kurma hakkının yasalarca güvence altına alınmış olmasına rağmen, kaymakamlık, valilik, rektörlük ve polis gibi bürokratik mekanizmanın her aşamasında akla hayale gelmeyecek bahanelerle bu çabalar engellemeye çalışılmakta. Bu engelleri aşıp tüzelliğini kazanabilmiş dernek de. sudan gerekçelerle feshedilme tehlikesi ile karşı karşıya gelmektedir. Her ne kadar bizim için burjuva yasallığı değil, meşruluk önemli ise de yeterli değildir. Tüzellik kazanma yönünde çabalar sonuç vermediği noktada yasal planda yapılacak dernek çalışmaların eksik kalması, yasal avantajlardan yararlanma yolları tıkalı tutulurken, geniş kitle gözünde de demek çalışmalarına illegal havasının yaratılmaya çalışılmasına neden olur.
Öğrenci gençlik mücadelesinin yay- gınlaşmamasının nesnel nedenlerini koyarken, öznel nedenleri de saptamak ve bu doğrultuda çalışmak gerekir.
14 Nisan sonrası farklı anlayışların eylemlilik sürecine ilişkin yanlış tutumları da kitleselleşmek ve politikleşmek amacına ulaşmamız için eleştirilmeli. Gelişen süreçte eylem ürünlerinin toplanıp örgütlü potada eritilmesi sağlanamadı. Eylemlerin başarısı sadece somut kazanımlarıyla değerlendirilemez. Eylemler bir yanıyla da örgütlenme sü recini hızlandıran, sınılarını genişleten, örgütlerin tecrübesini arttıran, esneklik ve dinamizm kazandıran bir araçtır. Örgütlenmeye hizmet edebilmesi için eylem öncesi olduğu kadar eylem sonrası çalışma da önemlidir Eylemlere araç olarak değil de sadece amaç olarak yaklaşıldığı noktada eylemlilik sürecinin kitleselleşmeye hizmet etmesi beklenemez.
Çözüm dergisi kendi sığ ufkunun somut örneklerini bu süreçte veriyor. İvmenin yükseldiği ya da pek başarı- lamamış olsada bilinçli bir şekilde yük seldiği noktada bizim de sonuna kadar
da örgütlenebilen en üst eylem biçimini koymak, ardından aynı zorlukta zorlukta bir başka görevi bir zeminde daha geri eylemliliklerle, sıcaklığını kaybetmeye başlayan olayı kitlenin gündeminde daha uzun süre tutmak; daha derinlemesine tartışmaları sağlamak. tekrar güç toplayıp aynı canlılıkla çıkış yapma imkânı sağlayabileceği gibi, insanlar eylem sonrası bir yılgınlığa terkedilmemiş olacak, sürekli çalışmalarla daha geniş kitleye ulaşılacaktır. Böyle bilinçli bir şekilde örgütlenen eylemliliklerin örgütlenmeye hizmet edeceği kesindir. Aşağıdan yukarıya, basitten karmaşığa doğru gittikçe zenginleşen ve yükselen ivmenin, örgütlü bir zeminde düşürülmesinin sağlanması yerine, hep tek şekliyle getirilen eylemlerle, gençliğin hareket zenginliği kısırlaşacaktı. Eylemin özüne uygun biçimler düşünülerek en geniş kitlenin katılımı da hedeflenmelidir. Pratik en iyi öğreticidir, üst eylem biçimleri buna katılabilecek nitelikteki fakat daha az sayıdaki gencin eğitimine hizmet eder. En geniş kitleyi de eylemcilik içine katmak, eğitmek ve bir üst boyuta sıçratmak istiyorsak tek eylem biçimine sarılmanın yanlışlığını daha açık görürüz.
Eylemci yapılarından kaynaklansa da küçükburjuva sığlığından kurtulamayan bu anlayışın zaman zaman takındığı eylem zorlayıcı tavırlar, liberalizme kaymış başka bir küçükburjuva anlayış (“Demokrat Arkadaş" çevresi) tarafından kendi geri konumlarının, pasif, statükoyu yıkmak isteğinden uzak tutumlannın teorisini yapmak için malzeme olarak kullanılıyor. 14 Nisan öncesi Yarıncı kesimin tuttuğu sağ çizgiyi. bugün yaşatan bu farklı anlayış, batakçı tüccar zihniyeti ile gördüğü her yanlışın üzerine atlamakta, bunları kendi savunusunu yapmak için kullanmaktadır.
Öğrenci gençliğin henüz bir üst merkezi yapı yaratamamış olması da bugün yaşanan sorunlardan biridir. Bugün üst merkezi yapı olarak var olan
platformun sağlıksızlığı çok açık bir gerçek. DKÖ’lerin örgütlenişi aşağıdan yu- kanya ya da yukardan aşağıya diye şematikleştirilemez. Çoğu zaman bir arada bulunan bu iki yönden değişen koşullarda birinin ağırlık kazanması söz konusu olabilir. Önemli olan nesnel koşulların böylesi bir örgütlenme görevini öne çıkartmış olmasıdır. Bu durumda tek başına yukarıdan da olsa çakılan kıvılcıma taban cevap verir. Böylesi bir persektifle öğrenci gençliğin üst örgütlenmesini incelediğimizde platformun oturmamasının, yaşanan sağlıksızlıkların nedeni birim derneklerdeki sağlıksızlıksa da, bu tek neden olarak algılanmamalıdır. Temsilci konumunda olan bazı öğrenci önderlerinin öğrenci hareketine bakışından, bu hareketten beklentisinden kaynaklanan bir tavırla, dar grupçu, sekter, kendilerini her olayın merkezine koyan yaklaşımla, o yapıya sahiplenmeye çalışmaktadır. Ortak bir eylem örgütlemeyi ve bu ortak eylemlilik içinde yer almayı kendi küçükburjuva gururuna yediremeyen bu anlayış sahipleri, tek başına kendilerinin olduğu ya da kendilerinin ağırlıkla olduğu sözüm ona platformlarda şark kurnazlığı ile eylem kararı çıkartmaktadır. Küçük burjuva mülkiyet anlayışının tipik bir yansıması olan bu tavn demokratik öğrenci hareketinin yaratılması yolunda en tehlikeli engellerden biri olarak görüyoruz. Bağımsız öğrenci hareketi perspektif olmayan bu anlayışın, öğrenci hareketinden beklentisi ancak bu kesimden siyasi kadrolar çıkartmakla sınırlıdır. Proletaryanın devrim mücadelesinde en yakın müttefiklerinden biri olan öğrenci gençliğin demokratik mücadelesinin dar grupçu mantıkla dumura uğratılmasının burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet etmek olduğu açıktır.
Bugüne kadar gelişen eylemliliğe baktığımızda, sağlam bir örgütlülüğün yaratılmamasından kaynaklanan nedenlerle eylemlerin çoğunlukla tepkisellik düzeyinde kaldığını söyleyebiliriz. Bağımsız olarak gündemi oluşturma çabaları en basitinden kampanya örgütlenme çabaları istenilen boyuta ulaşamadı, başladıktan kısa bir süre son- 1
suzluktur. Elbette ki siyasi iktidarın kazanılmış hakları gasbetmesi türünden saldırılara karşı tepkisiz kalınamaz. Ancak eleştirilen nokta bu karakterin sürekli hale gelmesi, bağımsız gündem oluşturacak örgütlenmenin yaratılma- masıdır.
Yukarıda öğrenci gençlik mücadelesinin içinde bulunduğu sorunların tesbitini yaparken, bir bakıma olaya getirdiğimiz yaklaşıma çözümler üretmeye çalıştık. Burada ise bu durumun net ve bütünlük içinde değerlendirilebilmesi için bu sorunların aşılması yönündeki önerilerimizi sıralamayı uygun görüyoruz.
Aşılması gereken sorunları bizim dernekler ve merkezi üst örgütlenmenin yaratılması bazında aldığımızda birini diğerinin önüne koymuyoruz. Yapılacak çalışma iki koldan bütünlük içinde yürütüldüğü noktada ancak ba- şan sağlanabilir.
Birim derneklerin sadece eylem kararı alınan yerler olmaktan kurtulması için organların yeni yönetim kurulunun, sınıf temsilciliklerinin, komisyonların (inceleme-araştırma, kültür-sanat, kadın, basın-yayın) oluşturulması ve işlerlik kazanması ile dernekler kısır tartışmalar yerine somut şeylerin üretildiği yerler olacak, en sonunda itici olan çehresinin değişeceği ve daha fazla sayıda öğrencinin dernek çalışmalarına ilgi duyup katılacağı açıktır.
Nisan ayında gerçekleştirilmesi düşünülen ancak başvurusu reddedilen Gençlik Kurultayı, öğrenci gençliğin sorunlarının tartışılacağı ve çözümüne ilişkin önerilerin üreticeği olumlu bir adımdı. Gençlik Kurultayını, atmosferin daha yoğun olduğu İstanbul’da yapmak üzere çalışmalara başlamak bugünden hayata geçirilmelidir. Ancak önerimiz gençlik kurultayında sağlıklı tartışmaların yaşanabilmesi için mümkün olduğu kadar çok sesliliğin sağlanması, farklı yaklaşımlann bu yapıda temsil edilmesine çalışmak gerektiğidir. Tek temsilci yöntemi ise böyle bir olanağı sağlamaktan çok uzakta kalıyor. İki günlük bir kurultay elbette ki sorunların derinlemesine tartışılması için yeterli değil, fakat bu yönde atılmış kü
Bağımsız öğrenci hareketi perspektifi olmayan bu anlayışın, öğrenci hareketinden
beklentisi ancak bu kesimden siyasi kadrolar çıkartmakla sınırlıdır. Proletaryanın devrim
mücadelesinde en yakın müttefiklerinden biri olan öğrenci gençliğin demokratik
mücadelesinin dar grupçu mantıkla dumura uğratılmasının burjuvazinin sınıf çıkarlarına
hizmet etmek olduğu açıktır.
ra sonuna kadar götürülemeden bitirilmek zorunda kaldı. Gündemin siyasi iktidar tarafından belirlenmesi, kendi dışında oluşturulan bu zemine çekilme, bu zeminde mücadele etme sonucunu doğurduğu için uzun vadede mücadelenin gelişmesi açısından olum
çümsenmeyecek, değerlendirilmesi gereken bir adımdır.
Bugünlerde artık pratiğin dayatması ile öğrenci gençliğin üst merkezi örgütlenmesinin yaratılması konusunda tartışmalar yaşanıyor. Pek çok anlayış bu konunun gerekliliğini vurgularken,
daha sonra getirdikleri önerilerle tam bir kafa karışıklığı sergiliyor. Diğer yandan ise Merkezi Dernek önerisi ile “Çözüm” bu konuda en fazla netleşmiş grup izlenimini veriyor.
Yaşanan mücadele süreci, öğrenci gençliğin platform gibi şekilsiz bir yapı ile değil daha farklı bir merkezi yapı ile kucaklaşması gerektiğini ortaya koyuyor. İlkesiz, programsız, tüzüksüz böylesi bir platformun gelişen süreçte mücadeleyi kucaklayamadığı açık. En basitinden platformun bağlayıcılığını kabul etsek de, pratiğe bunu kabul eden gruplar tarafından bile geçirilemiyor.
Yaşanan mücadele süreci, öğrenci gençliğin platform gibi şekilsiz bir yapı ile değil daha
farklı bir merkezi yapı ile kucaklaşması gerektiğini ortaya koyuyor. İlkesiz,
programsız, tüzüksüz böylesi bir platformun gelişen süreçte mücadeleyi kucaklayamadığı açık. En basitinden platformun bağlayıcılığını
kabul etsek de, pratiğe bunu kabul eden gruplar tarafından bile geçirilemiyor. Böyle
bir yapının bağlayıcılığının pratikte söz konusu olamayacağı görülüyor.
Böyle bir yapının bağlayıcılığının pratikte söz konusu olamayacağı görülüyor.
Oysa gençlikte bir kitleselleşme potansiyeli var. Bu potansiyeli doğru kanala aktarmak ancak tepede tırnağa örgütlü bir yapı ile mümkün olabilir. Diğer yandan ise yetersiz gördüğümüz dernek kitlesini harekete geçirmek sorunu ortaya çıkıyor. Gelişen olaylara anında tepkileri örgütleyebilmek ve bu yolla daha geniş kitleye ulaşabilmek bu noktada ancak platformdan çok farklı merkezi bir dernek ile gerçekleştirilebilir.
Diğer bir öneri ise var olan platformun restore edilmesi ile merkezi üst örgütlenme konusundaki eksikliğin giderilmesidir. Bu anlayış Merkezi Dernek (M.D.) olayında sağ liberal anlayı: şını “önce birim dernekler sağlıklılaştı- rılmalı, bunun üzerinde sağlıklı merkezi dernek kurulmalıdır” diyerek göstermiştir. Son tahlilde doğru olan üst merkezi yapılarla, alt yapının bütünlük arz edeceği şeklinde prensibi ilk adımda önce çıkarıp bu genel doğruyu dar ufukla yorumlayıp M.D. olayına eleştiri olarak kullanmak liberal bir yöntemdir, dar bir yaklaşımdır. Bu şekilde tavır takınarak üst organların doğru taktik politikasıyla tabanı, hareketi etkilediğini, tıkanıklığın açılmasını sağladığını, mücadeleyi doğru bir rotaya çekici devrimci anlamda inisiyatif koyan yönünü görmediklerini bir bakıma kendileri farklı şekilde, farklı söylemle ifade etmişlerdir. Herşeyi birim dernekleri “eri önce” sağlıklaştırılması politikası üzerine kurduktan için birim derneklerden ötesini, yani üstyapının altyapıya bağlı olmakla birlikte göreli bağımsızlı-
37
ğını görememişler diğer bir deyimle bunlar üstyapıyı altyapının basit ve direkt bir yansıması olarak görmüşlerdir.
İsmi daha sonraki aşamada farklı konsa da M.D. önerisini ortaya atarken biz “Çözüm" gibi her derde deva bir reçete yazma sevdasında değiliz. “Çözündün yaptığı gibi M.D. oluşturulmasını herşeyin önüne koymak, bunu kitleye dayatmak ve hemen onaylamasını ya da onaylamamasını ona sonuçta bir tavır koymasını beklemek küçük burjuva anlayışın kendini dayatması, sabırsız, telaşeci davranmasından başka birşey değildir. Önemli olan M.D. konusunu en geniş kitle ile tartıştıktan sonra onaylatabilmek, kafalannı mümkün olduğu kadar açabilmektir. Tabii bu arada M.Dİ önerisini ortaya atan “Çözündün de kafası açılacaktır. Yangından mal kaçırır gibi M.D. oluşturmak, bu konuda program tartışmalarına girmeyi o yapıyı oluşturduktan sonraya ertelemek sonuçta M.D.’in ileride işlevsiz olmasını ya da hemen hemen aynı anlama gelecek sadece bir anlayışın egemen olduğu bir yapıya çevirmeye neden olur. O zaman M.D. sorunlarını aşmada bir adım yerine, gelebileceği konum ile kendisi bir sorun olabilir. Böylesi bir hataya düşmekten uzak durmaya çalışırken, bu hataları yapanlan uyarmak da görevimiz olmalı.
“Çözündün getirdiği öneri başından itibaren “kendi” M.D.’ni yaratmayı hedefliyor. Her ne kadar bunun aksi iddia edilse, diğer kesimlerin sübjektif kaygılarla öneriye kuşkuyla baktıkları söylense de hem şimdiye kadar gösterdikleri pratik, hem de bu önerinin altını dolduruş biçimleri aslında bu kay- gılann subjektivizmden değil ama nesnel bir gerçeklikten kaynaklandığını gösteriyor. Şimdiye kadar hem öğrenci gençlik hem de diğer olanlardaki çalışmalarda ve eylemliliklerde kollektif önderlik anlayışından yoksun olmala- n, (1 Ağustos genelgesi sırasında takındıkları görünüşte anti PDA’cı aslında dağıtıcı tutum, Filistin başvurusunda anti-DKD’ci tutumları ile var olan platformu parçalamaya yönelik tavırları bunun en iyi örnekleri) dar grup çıkarlarını her zaman için en öne koymala-
Bu perspektifle bizim önerimiz öğrenci gençliğin devrimci demokrat birliğinin
sağlanması, yaratılmasını temel alan bir örgütlenmedir. Anti-faşist, anti-emperyalist, antLsovenist (UKKTH'nı tanıyan) temelde,
kitle bağlarını ve mücadelenin siyasi kimlik kazanmasını gözeten bir yapı oluşturmak,
Dev-Genç ruhunu bu yapı İçinde var etmek bizim görevimizdir.
rı en son 16 Mart eylemliliğinde takındıkları ayrılıkçı tavır çok şeyler ifade ediyor.
Önemli bir nokta da kurulması önerilen M.D.’in yönetim kurulunun homo
jen olması şeklindeki düşünceleri. Yönetim kurulunun homojen olması sadece istemekle, bu yönde kararlar al-, makla olmaz, çok çeşitli siyasi farklılıkların, anlayışların tabanda yansımasını bulduğu bir dönemde böylesi bir yapılanma sürece denk düşmeyecektir. Sınıflar savaşının yükselmesi, proletarya sosyalizminin güçlenmesi, yaygınlık kazanması ile, farklı sınıf katmanlara denk düşen anlayışlar süreçten ko- puşacak ya da proletaryanın saflarına katılacak, bu noktada tabandan da belli bir homojenlik oluşacaktır. Bugünden böylesi bir öneri erken bir adımdır.
yaşanması kaçınılmazdır. Oluşturulmasını önerdiğimiz M.D. tüzüğü, programı, ilkeleri ve işleyişteki Demokratik Merkeziyetçilik ile bir iç disiplin sağlayacak, hedefleri ve mücadele yöntemini netleştirecektir.
Biz, bazı anlayışların yaptığı gibi birimlerle merkezi derneği karşı karşıya koymuyoruz, bütünlük içide değerlendiriyoruz, “Demokratik Arkadaş"lanmı- zın birim demeklerdeki sağlıksızlığı ileri sürerek M.D.’e karşı çıkmalan, savunusu nasıl yapılırsa yapılsın, ne kadar devrimci laflar söylenirse söylensin, bugünkü olumsuzluğu sürece bırakmak.
Böylesi bir kısır döngü hem birimlerdeki çalışmalar hem de merkezi üst yapının
oluşturulması ile kırılabilir. Merkezi Dernek yapacağı devrimci müdahale ile
mücadelelerin önünü açacak, kitleselleşme ve niteliksel bir sıçrama sağlayacaktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi ayakları havada,
kitlenen kopuk bir yapı olma ihtimalini ortadan kaldırmak için M. D. olayının yaygın
bir tartışma sonucu kitlede bir taban bulması gerekmektedir.
Ülkemiz gerçeği öğrenci gençlik mücadelesine devrimci bir kimlik kazandırmıştır. 80 öncesi ve sonrası öğrenci gençlik mücadelesi, devrimci-öğrenci gençlik mücadelesi olarak gelişmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır. Bu perspektifle bizim önerimiz öğrenci gençliğin devrimci demokrat birliğinin sağlanması, yaratılmasını temel olan bir örgütlenmedir. Anti faşist, antiem- peryalist. antişovenist (UKKT H’nı tanıyan) temelde, kitle bağlarını ve mücadelenin siyasi kimlik kazanmasını gözeten bir yapı oluşturmak. Dev- Genç ruhunu bu yapı içinde var etmek bizim görevimizdir.
Merkez örgütlenme soyut bir gereklilik değil, mücadelenin geldiği noktada pratiğin bir dayatmasıdır. Bugün platformun bu sürecin çok gerisinde kalmış olması merkezi örgütlenmeyi önümüzde acil bir hedef olarak koyuyor. Platformun daha önce bahsettiğimiz anlamda bir örgütlülüğü ifade etmemesi. bu noktada gerek eylemlerin örgütlenip, sürece müdahale edilmesinde, gerekse de örgütlenmenin kitleselleşmesi ve politikleşmesinde taşıdığı eksikliklerle artık sürecin önünü tıkar hale gelmiştir. Örneğin en basit eylem kararının alınmasında bile günlerce tartışmalar sürmekte, sağlıklı kararlar alınıp, hayata geçirilememekte; platformun şekilsizliğinden kaynaklanan nedenlerle örgütlü bir yapı içinde asgariye inebilecek kişisel zaaflar öne çıkmaktadır.
Platformun sağlıksızlığı konusunda söylediklerimizden, M.D. önerisini platformun bugün içinde bulunduğu sağlıksızlık üzerine dayandırdığımız anlaşılmamalıdır. Platform bu yapısı ile zaten merkezi yapının yerini doldurama- yan bir kurumdu. Hiçbir netliği bulunmayan böylesi bir yapıda bu zaafların
devam ettirmek anlamına gelir. Bu anlayışlara bir noktada “hak veriyoruz” çünkü kendi örgütsüzlükleri, liberallikleri. kendilerinde bir anti-örgüt psikozu yaratmış, örgüt düşmanlığı yapar konuma gelmiştir.
Öğrenci gençlik mücadelesinin en temel sorunu kuşkusuz örgüt sorunudur. Birim dernekler yaşadıklan sağlıksızlık nedeniyle mücadelenin önünü açacak bir merkezi yapıyı yaşadıkları sağlıksızlık nedeniyle mücadelenin önünü açacak bir merkezi yapıyı oluş- turamamaktadır. Bu da olumsuzlukların yaygınlaşması, derinleşmesi sonucunu doğuruyor. Böylesi bir kısır döngü hem birimlerdeki çalışmalar hem de merkezi üst yapının oluşturulması ile kırılabilir. Merkezi Dernek yapacağı devrimci müdahale ile mücadelelerin önünü açacak, kitleselleşme ve niteliksel bir sıçrama sağlayacaktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi ayaklan havada, kitlenen kopuk bir yapı olma ihtimalini ortadan kaldırmak için M.D. olayının yaygın bir tartışma sonucu kitledeki bir taban bulması gerekmektedir. Kitlenin belli bir çoğunluğu M.D. gerekliliğini kavradığı noktada bu öneri meşruluk kazanacak, oluşturulması yönünde somut adımlar atılmış olacaktır. Genel kitlede onay görmediği noktada, kurulması onu işlevsiz bir yapı haline getirebilecektir. Bu nedenle M.D. önerisi bütün birimlerde tartışma gündemine sokulmalı, önerinin onay gördüğü birimler belli bir yoğunluğa ulaştığında, bu birimlerin temsilcilerinin oluşturacağı koordinasyonlar M.D.’in öluşturul- ması için çalışmaları başlayacaktır. M.D. savunusu yapan herkesin, acili- yeti tartışma götürmez olan bu konuda, en kısa zamanda, somut sonuçlar olacak şeklinde en geniş tartışmalar yapması görevidir.
38
UNIVERSITE VE EĞİTİM ÇIKMAZI (2)Üniversite:
Üniversite, kapitalizmin gelişimiyle, bilimin üretime uygulanması sonucunda en üst derecede bilgi üretme gereksiniminden doğar. Gittikçe karmaşık laşan toplumsal yaşam ve bu yeni üretim biçiminin biriktirdiği bilgi yığını, uzmanlığı gerektirir. Uzmancı bilgi üretilmesi. biriktirilmesi, ayrınılanması, iletilmesi ve üretim süreçlerine uygulanması. üniversitenin işlevselliğini oluşturur Kendi tarihselliği içinde üniversitenin gelişimini feodal sınıflar, özellikle kilise ile burjuvazi arasındaki çatışma açısından kavramak gerekir. Bilimin kilisenin tekelinde olması ister istemez gelişen yeni toplum biçiminin burjuva aydınını kendi içinde kapalı lonca örgütlenmesine (üniversitas) götürür Ve bu haliyle “üniversitas" çağdaş üniversitenin tohumu olur. Kendi parası ile kendine öğretmen tutan ve ya okul kuran burjuvazi, kapitalizmin erken çağında üniversite ile birlikte özerkliğinde temelini atar.
Fakat kapitalizmde her zaman üniversitenin siyasi iktidarın denetimi dışında olduğunu sanmak yanlış olur. Ve bugünün çağdaş üniversitesi gerek burjuvazinin feodal gericiliğe karşı verdiği mücadele, gerekse sanayii devri- minin bilimin gelişimine verdiği hızla birlikte düşünülmelidir.
Üniversitenin işlevinin bilim olması, bilimin gelişimi ile üniversitenin gelişiminin içiçe geçmesi bizi bilimin açıklanmasına götürür.
Bilim ve kapitalizm:Felsefe sözlüğünde bilim şöyle ta
nımlanır: “İnsanların teorik faaliyetinin en yüksek biçimi ve bu faaliyetlerin sistemleştirilmiş bilgiler biçimindeki sonucu... Bu bilgiler toplumsal pratik zemini üzerinde ve toplumsal öğrenme süreci içinde oluşur; doğanın toplumun ve düşüncenin yasalarına ilişkin bilgileri, kavramlar, önermeler teoriler aracılığıyla saptar ve -toplumun üretici gücü durumuna giren bu sistemli bilgi (bilim)- sosyal işlevi bakımından toplumsal süreçlerin yönlendirilmesine dayanak ol(ur). (Felsefe Sözlüğü, Manfred Buhr. Alfred Kosing. Konak Yay. Bilim mad. s. 41)
Maddeleştirerek açıklayalım:1) Bilim insanın teorik faaliyetlerinin
en yüksek biçimidir. Ve bu faaliyet üniversitede kurumlaşır. Teorik faaliyetin gelişim derecesi üniversiteyi belirlediği gibi, üniversitenin bulunduğu konumda bu faaliyetin gelişimini etkiler.
2) Bilim toplumsal pratik zemini üze
rinde oluşur. O halde bilim ve üniversite kendi toplumsal pratiğimiz veya üretim biçimimiz içinde kavranmalıdır. Ülkemizin bilimsel-teknik alanda emperyalist ülkelerin tamamlayıcı teknikeri ve beyin deposu olması üretim koşullarımızın geriliği ile kavranabilir. Bilimin ve üniversitenin gelişimi için bu geriliğin aşılması birinci koşuldur.
3) Doğanın, toplumun ve düşüncenin yasalarına ilişkin bilgileri kavramlar, önermeler, teoriler aracılığıyla saptar. Bu önerme ve teoriler varolan üretim biçiminden bağımsız değildir. Bilim.üretim biçiminin dolaylı veya doğrudan denetimi altındadır. Bu denetim kapitalizmde, bilimler sınıf çıkarlarını ilgilendirdiği oranda artar veya azalır.
Toplumsal bilimlerde bilginin derlenmesi, sınıflandırılması ve teorileştirilme- si doğrudan egemen sınıfın ideolojisini dile getirirler.
Örneğin ekonomide emek-değer teorisinin yerine, her şeyi karıştırmak ve bulanıklaştırmaktan başka işe yaramayan marjinal fayda teorisinin geçirilmesi. Veya antropolojide evrimci görüşü terk ederek, bütün antropolojik süreci tek tek bireylerin davranışına indirgeyen davranışçı anlayış.
Doğa bilimleri felsefi dayanakları ve vargıları bakımından egemen sınıfın, yani burjuvazinin ideolojisine bağlıdırlar. Nedensellik ilkesinin yok edilmesi, tüm doğal süreçlerin olasılıklara terk edilmesi bu gerçeğin en açık anlatımıdır.
Düşüncenin yasalarına gelince, diyalektik mantık yerine utangaç idealizmden öte bir şey olmayan pozitivizm her teorinin, önerme ve kavramın ardında sırıtması, burjuvazinin bilimi, kendi köhnemiş varlığını sürdürmenin aracı olarak kullanmasını örnekler.
İşte bilimin önüne çekilen bu setler binbir ayrımın içinde kendini ve insani özünü yitiren, uzmanlığından başkaca şeye değer vermeyen laboratuar ve kütüphane farelerini doğurur.
4) Bilim toplumun üretici gücü durumuna girer. Bilimin kapitalizmle çelişkisi bu noktada kendini bütünüyle açığa vurur. Bilim teknikte somutlana rak üretimle içiçe geçer. Teknik bilimler doğar. Ve üretim ilişkileri ile çatışmaya girer. Çevre kirliliği ve nükleer silahlarla jenosit tehdidi gerçekte bu çatışmayı açığa vurur. Bilim iki yanı keskin kılmçtır. Bilimle dünya cennete çevrilebileceği gibi, nükleer bir cehhe- neme veya çöplüğe de çevrilebilir. Ve kullanım doğrudan üretim ilişkilerince
Nevruz ÇAĞLARkoşullanır. Kâr amacına dayanan bir gelişim, yani kapitalist meta ekonomisi temelinde gelişen bilim sonuçta toplum yaşamını bırakın, bütün insanlığı tehdit eder hale gelir. Ozon tabakasını delen kapitalizmdir. Dünyayı çöplüğe çevirenin kim olduğunu da emperya-' list ülkelerin üçüncü dünya ülkelerine itiverdiği çöp yığınları çok iyi anlatır. Şimdi sermaye ihracının yanı sıra çöp ihracı var. Bilimlerin toplum yararına, insanlığın yararına kullanılması sosyalizmle mümkündür. İki toplum biçimi arasındaki fark yalın bir biçimde şöyle dile getiriliyor. “Fark fırtınalı havadaki yıldırım elektriğinin gücü ile telgrafta ve elektrik arkında kumanda altına alınmış elektrik arasındaki fark gibidir; yangın ile insanın hizmetinde yanan ateş arasındaki fark gibidir.” (Bilimsel Sosyalizm - Ütopik Sosyalizm. F. Engels Sol Yay. s. 1115
5) Sosyal işlevi bakımından toplumsal süreçlerin yönlendirilmesine dayanak olur. Toplumsal süreçlerin yönlendirilmesi az veya çok egemen sınıfın denetimindedir. Ve bilim bu noktada sınıf çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde devreye girer. Bu süreçlerin bütünüyle bilime dayanılarak yönlendirilmesi planlı üretim faaliyetini gerektirir. Ve ancak böyle bir faaliyete bilim egemen kılınarak insanlık bilinmez kör yasaların oyuncağı olmaktan çıkarılabilir.
Özerklik ve üniversiteSöylenenlerin ışığında temcit pilavı
mız “özerkliğe” yeniden dönelim. Öğretici olmak bakımından tekrarda yarar var. Üniversitenin özerkliği kendr anayurdunda kiliseye karşı savaşım içinde oluşur. Ve bu özerkliğin temelinde burjuvazinin kendi mülkü olan üniversite gerçekliği yatar. Amerika1 nın, İngiltere’nin ünlü birçok üniversitesi vakıf üniversiteleridir. Bizim son Bezm-i alem rezaletimizde kendine özgü burjuvazinin ağababalarını taklit etme girişiminden başka bir şey değildir. Ne yazık ki geç kalmıştır bizim tatar ağalan. Ve Bezm-i Âlem’in çağdaş bilimi bırakın bir yana ortaçağ gericiliğinin ideolojisini yeşerteceği de sadece adından anlaşılabilir. Görüyor musunuz özerkliğin nerelere gittiğini.
Denecek ki savunulan böyle bir özerklik değil, özerk üniversiteyi savunan kime sorarsanız sorun, murat ettiği, üniversiteyi siyasi iktidarın denetimi dışında tutmaktır. Üniversitenin tekellerin yan bilim kuruluşu haline geldiği bu çağda bunun ne anlamı var:*
Türkiye Finans-Kapitalinin danışmanlıklarla, yönetim kurulu üyelikleriyle payalendirdiği dekanlar, profesörler. doçentlerle zaten bu denetim sağlanmıyor mu?
Türkiye finans-kapitalizmi üniversitelerini özerkleştirecek? Bu bir sosyal demokrat öğrenci açısından safça bir hümanizm veya iyi dilek olabilirdi. Ama devrimi hedefleyen siyasetlerde olunca hafiflik veya ne yaptığını bilmezlik olmuyor mu?
Özerk-demokratik üniversite sloganına burjuva bir talep olduğu için karşı çıkıldığı sanılıyor. Ve soruluyor, diğer taleplere neden sahip çıkılıyor. Acaba halk iktidarı ???....
Küçükte olsa burjuvaziyi içermeyen bir kavram mı? Sorun halk iktidannm denetiminde. bilimi yönetimde dahil bütün toplumsal süreçlere egemen kılan bir üniversitenin kurulmasıdır, ama her alanın, kendi iç yasalarına ve mantığına sahip olduğu unutulmamak kaydıy- la. Eğer sorunu böyle koymazsak, özerk-demokratik üniversite halk iktidarının, diğeri ise sosyalizmin kurumu- dur gibi saçma ayrımlara varırız.Yeni Çözüm Program Eleştirisi
Elimizde demokratik-özerk üniversite talebine sistemli bir yaklaşım getirmeye çalışan Yeni Çözüm programı var. Bu programa eleştirel bir bakış kendi yaklaşımımızı daha netçe açıklayacaktır.
Program üniversite mücadelesinde önderlik etmiş devrimci gençlik hareketinin zengin deneylerinin değerlendirilmesi biçiminde sunuluyor. Onca yıllık deneyin sonucu böyle bir program olmamalıydı ve biz olmadığını biliyoruz.
Program mantığı açısından ele alındığında küçükburjuva uçkunluğunun ardındaki reformizm kendini bütünüyle açığa vuruyor. Program Demokratik Halk Üniversitesi ve Özerk Demokratik Üniversite adlı iki bölümden oluşuyor İki bölüm arasında basit bir nicel bir oranlama bile bu yönelişi ortaya çı karmaya yetecektir Demokratik Halk Üniversitesi altı sayfada onbir maddey le özetlenirken, özerk demokratik üni versite mücadelesinde somut talepler (nedense, broşürün kapağında “özerk demokratik üniversite programı' yazılı iken, içeride “mücadelesinde somut ta leplerimiz oluyor) on beş sayfada on üç madde ve bir o kadar alt başlıkla üniversite hocalarından özür dilenme sine dek binbir sürü ayrıntı anlatılıyor Şu kadar sayfa bu kadar satır kendi ha şına bir şey ifade etmez elbette Ama önemli olan somut taleplerimiz deni lerek en acil ve asgari talep olması ge reken halk üniversitesinin önüne yeni bir programın geçirilmesi ve bunun burjuvaziye ısmarlanmış olmasıdır Gerçekten günün öne çıkardığı ve açıklanması gerekli birtakım somut ta lepler olsaydı, değil on beş sayfa, ge rekirse yüz sayfa bile yazılabilirdi. Ama kazın ayağı öyle değil. Somut talepler diyerek alt alta dizilenler baştan ayağa bir program oluşturuyorlar.
Programın gerekçesi olabilecek bö
Kimde, sürekli vurgulanan öncelikle egemen sınıfların denetiminin sınırlan- dırılmasıdır. “O halde kısmen de olsa (abç) gerçek işlevine yakın işlevler görmesi, egemen sınıfların denetiminin sınırlandırılması oranında mümkün olacaktır' (Özerk-Demokratik Üniversite Programı Yeni Çözüm s. 11). İşte bütün program ve “kısmen de olsa sınırlama" mantığıyla sakattır. Küçük- burjuvanın kavramları idealleştirip, cennete uçurmasının ve ne zaman geleceği meçhul uzak bir masal gününe ertelemesinin sonucudur bu.
İşte örneği: “Ancak bunlardan hareketle “nasılsa devrimle gerçekleşeke" veya nasılsa demokratik “özerk üniversitenin' bu düzende gerçekleşme şansı yok diyerek, her şeyi geleceğe erteleyenleyiz. (a.g.e. s. 30)" Doğrudan halk üniversitesi için döğüşmek her şeyi geleceğe, o gizemli kutsal geleceğe ertelemek oluyor Sonra görevin ikili olduğu, bir yandan halk üniversitesi için döğüşürken öte yandan özerk demokratik üniversite talebine sahip çı kılması gerektiği söyleniyor Kaçta kaç oranında diye sormak geliyor insanın içinden.
En acil, en somut sorun, iktidar so runudur. Bundan ötürü halk üniversi tesinden daha acil talep olamaz. Bu günden yanna iktidara gelindiğinde yapılacak olan budur. Hedef budur Ve reformlar -ki Yeni Çözümün özerk- demokratik üniversite talepleri bir reform programından başka bir şey değildir- mücadelenin ancak yan ürünleri olacaktır. hedefi değil. “Adım adım elegeçirilecek mevziler" bu reformist mantığın ürünüdür. Mevzi elde etmek başka şeydir, savaşı kazanmak başka. Ve mevzi elde etmek, günlük mücadele içinde taktik yönelişlerle bir anlam kazanabilir
Daha anlaşılır olmak için somut taleplerin ne kadar somut olduğuna bakalım. Bütünü içinde anlamaya çalıştığımız da özerk demokratik üniversite mücadelesinde somut taleplerle, halk üniversitesi arasında birinin burjuvaziye ısmarlanmış olması, diğerinin halk iktidarına bırakılması dışında bir fark olmadığını görüyoruz
Hemen ilk madde de “YÖK kaldırılmalı. üniversiteler özerk demokratik olmalıdır" deniyor Hayır. YÖK un alternatifi halk üniversitesidir Özerk demokratik üniversitenin olmazsa olmaz koşul yapılmasının anlamı nedir acaba':* Reformizm değil mi-'
E maddesinin c bendi şöyle der: 'Öğretim üyelerinin, holdinglerin birer kuklası, üretici birer elemanı haline gel melerim engellemek için özel kuruluş larla iş yapmaları, onlara danışmanlık, proje çizimi vb alanlarda yardımcı ol maları yasaklanmalıdır" Hoş söylüyor söylemesine ama boş söylüyor Hol diııglerin egemenliği altında hangi si yasal güç yapacak bunu7 İktidara gel mek için panellerde, konferanslarda finaııs kapitalin yüreğine su serpip ica zet almaya çalışan zavallı SHP mi? Yoksa devletin verdiği üç buçuk kuruş maaşla geçinen üniversiteli hocaların namusluluğuna mı güveneceğiz So
mut taleplerin daha doğrusu reform programının mantığını açığa vuran en can alıcı nokta burasıdır. Eğer istiyor sanız o talepler mahşeri içinde- düpe düz bir programa taleplerimiz deme kurnazlığı niye benzer örnekleri rahat ça bulabiliriz.
Bir ö mek daha verelim: “Üniversiteler ulusal baskının ve asimilasyonun aracı olmaktan kurtulmalı, tüm Kürt halkından ve azınlık milliyetlerden özür dileyerek Kürt dilini ve kültürünü araştırıp geliştirecek bölümler kurmalı. Kürt gençlerinin ana dillerinde eğitim yapmalarını sağlamalıdır" Burjuvazi mi yapacak bunu? Çocuklar güler buna. Küçükburjuva şovenlerimizin lütfedip bunları yazmasına yol açan nedir acaba sıcak mücadele değil mi?
Halk üniversitesi programımız:
Buraya kadar söylenenler aşağıda ki maddelerin hem gerekçesi hem açıklayıcısı durumundadır. Bundan ötürü bu maddeleri ayrıca açıklamayacağız
1) Demokratik Halk Üniversitesinin hedefi gerçeği- arayan yaratıcı insan olacaktır Kültürün kitlelere maledilme- sinin araçlarından biri olacaktır
2) Bütün öğretim sisteminin bir parçası olan Halk Üniversitesi bu sistemi oluşturan diğer kurumlar gibi kafa ve kol emeği arasındaki uçurumu doldurma hedefini güdecek, kendi fildişi kulesindeki aydın tipine son verecektir.
3) Halk Üniversitesi yabancı yayınları çevirmekle geçinen kürsü asalaklığının yerine, yurdumuzun yerüstü, yeraltı, insan, hayvan bütün varlıklarını inceleyerek ekonomik ve üretim ko şullarımızı geliştirmeye fiilen yarar or- jinal emeği geçirecek, laboratuvarları nı tarlalarımıza, atelyelerimize. fabrikalarımıza bağlayarak bilim yapma göre vini sınai kalkınma atılımımızla taçlan- dıracaktır. Böyle bilim ve üretim içiçe- çe geçecektir.
4) Halk Üniversitesinde bütün öğretim görevlileri kendi kültür sendikalarında kişiliklerini ve çıkarlarını koruyacaklardır. Öğrenciler kendi örgütlerinde toplumsal kişiliklerini geliştireceklerdir. Üniversite kitlesi tepeden tırnağa örgütlü olacaktır.
5) Hükümet, bir öğretim yasası ile öğretim kollarını ve öğreticilerin niteliklerini. okul giderlerini belirtmekle kalacak ve özel müfettişlerle yalinız bu yasanın uygulanmasını denetleyecektir.
(») Halk Üniversitesi her öğrencinin kişiliğini ezmeyen ısmarlama eğitim güdecektir Herkes yetenekli olduğu dalda, eğitim görme hakkına sahip olacaktır
7) Sınavlar birer turnike olmaktan çıkarılacaktır Sınavlarda başarılı olamayan öğrencilerin oranı öğretim görevlileri. öğretim sistemi ve öğretim araçlarının niteliği ile karşılaştırılacak ve ek sikliklerinin giderilmesi sağlanacaktır.
S) Het taıaft.ı halkın eğitimini üni versıteı duzevde üstlenmeye yönelik halk ünıvetsıtelen kımılacaktır. Bu üni versiteleı halk eğitiminin en üst basa mağı olcu akut
8 MART 1989'DA TÜRKİYE'DE KADIN HAREKETİNİN GELDİĞİ KONAK"Kadınlar, Uyanın, Harekete
8 Mart New York’lu tekstil işçisi kadınların direnişi ile Dünya Kadın Hareketine kazanıldı. Özü bakımından işçi sınıfı kadınlarının yarattıkları ve gene işçi sınıfı kadınlarının öncülüğünde sahip çıkılması gereken bugün, 1910 yılından bu yana tüm dünya kadınları tarafından kutlanıyor ve o anlamda da benimseniyor 8 Mart Dünya Kadınlar Günü 79 yıllık tarihinde sosyalistlerce mücadele günü olarak bayraklaştırılır- ken, bunun karşısında burjuvazi de 8 Mart’ı kendi anlayışı doğrultusunda kendi sınıfının kadınları ile bayraklaş- tırdı. Yani kendi “Günler” kervanına kattığı bir gün olarak... Özellikle uluslararası planda, 1975 yılında Birleşmiş Milletler in 8 Mart ı uluslararası bir gün olarak kabul etmesi, doğu bloku ülkelerinin yanı sıra, artık batı bloku ülkelerinde de meşru bir gün olarak kutlanması geleneğini başlattı. Böylece kapitalist ülkelerin hakim sınıfları pek doğal olarak 8 Mart’ı kendi sınıf perspektifleri doğrultusunda kutlamaya başladılar.
8 Mart tüm dünya kadınlarının sahip çıkması gereken bir gün ama hangi öz ve biçimle? Bizce sorgulanması gereken yan işte bu. 8 Marta işçi sınıfının ideolojisiyle sahip çıkan kadınlar bu ideolojinin belirlediği pratikte bu günde doğru anlayışlann propagandasını yapacaklardır. Ve tüm sınıf ve katmanlardan kadınların bilinçlerinde 8 Mart’ın bu ideoloji doğrultusunda kavranmasını ve yer etmesini sağlayacaklardır. Kadın hareketinin hele bağımsız demokratik kadın hareketini oluşturmak için yola çıkan kadınlann önlerindeki görev budur. 1989 Türkiyesizde bu misyonu yüklenen kadınlar kapitalizmin örgütlü ve meşru gücüne karşılık kendi güçlerini ve meşruluklarını koymak ve 8 mart taktiğini ve pratiğini buna göre olgunlaştırmak zorundadırlar. Bu yolda atılacak adımlar aynı zamanda uluslararası kadın hareketini zenginleştirmede ve onu bütünlemede atılan adımlardan birisi olmakta, bu anlamda dünya kadın hareketinin doğru perspektifi oluşturmada enternasyonal ruhumuzu ortaya koymaktadır. Bu bakış açısı 8 Mart’ta Türkiye’de kadınların yaratacağı pratiği saflaştırmakta ve
Geçin, Savaşın" Clara Zetkin
görevleri net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Türkiye’de finans-kapitalin temsilcisi kadınlar balolar, Anıt Kabir’e yürüyüşlerle anlamını bile bilmedikleri 8 Mart’ı kutlarken, sosyal demokratlarımız daha anlamlı seminer, şenlik (ucuz türkücüler ve parti propagandalarıyla geçiştirilen) ve benzeri “etkinlikleriyle” 8 Mart’ı kutlarlar. Bu kadınlar Clara Zetkin’i de bilirler, 1857’de polis coplarının kafalarında parçalandığı işçi kadıları da... Burjuvazinin düzen içi araçları kullanarak ve bu araçların kullanımını propaganda ederek yaptığı “kutlamalara” hayır diyen demokratik kadın hareketinin üyeleri kadınlann tavrı ne olacaktır? Mücadele zemininde meşrulaşacak eylemlilik biçimleri yaratmak ve 8 Mart’ı kutlamamak... 8 Mart ancak ve ancak mücadele bayrağının yükseltildiği, kadınların örgütlü müca-' delelerini ve anlayışlarını propaganda ettikleri bir araç, kendi güçlerini meşruluklarını dayattığı bir gün.
Türkiye’de bağımsız demokratik kadın hareketini oluşturmak üzere yola çıkan Demokratik Kadın Derneği 8 Mart’ı mücadele bayrağının yükseltileceği bir gün olarak ilan etti. Bu anlamda dernek üyelerince oluşturulan programın amacı; bu günü eylemlilik süreci ile asıl anlamına oturtmanın yanı sıra, kadın sorununun çeşitli demokratik kitle örgütü üyelerince tartışılmasını sağlamak için bir zemin, herkesin hassaslaşüğı bir moment olarak kullanmaktı. Aynca 8 Mart’a yönelik tüm hafta boyunca dağıtılması planlanan bildiri ise polis izni alınamadığından gündemden kaldırıldı. DKD’nin 8 Mart etkinliklerinde bir diğer perspektif çeşitli kadın insiyatifleri ile bugüne yönelik ortak eylemlilik platformu oluşturmaktı. Bu platformda yaşananlar gelecek için önemli gerçekleri içeriyor. Bu yüzden yazıda öncelik vermeye uygun görüyorum. Uzun bir süredir yürütülen Kadın Kurultayı çalışma grubuna katılan örgütlü örgütsüz kadın gruplan ile yapılan görüşmelerde herkesin ortak eylemler noktasında görüşbirliği içinde olduğu ortaya çıktı. DKD’nin önerileri 8 Mart gününde kitlesel bir eylem ve onu izleyen hafta sonu bir mitingle
DEMİR
Türkiye’deki kadın hareketinin kendi meşruluklarını ortaya koyması doğrultusundaydı. Feminist grupları, Sosyalist Feminist Kaktüsün, Kadın Kültür Evinin, Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneğinin, İHD Kadın Komisyonu1 nun, Emek Dünyası çevresinden bir grup kadının ve Demokratik Kadın Der- neği’nin katıldığı platform kendi içinde bir hazırlık komitesi oluşturdu. Ağırlığını feminist düşünceyi paylaşan kadınların oluşturduğu bileşimde örgütlü mücadele taktiğini döğüştürmek, 8 Mart gününü ve mitingi şenlik havasında kutlamaktan çok kadınların kitlesel mücadelesi bir runa sergiledikleri bir gösteriye dönüştürmek konusundaki düşünce ayrılıkları başından sonuna dek sürdü. Birleşimde örgütlü mücadelenin temsilcisi olarak kendini ortaya koyan DKD (x ) kendi anlayışını platforma yansıttıkça yalnız kaldı ve belli konularda dayanışma sağlanan Emek Dünyası çevresi ile iletişim eksikliği ve arkadaşların feministlere başından itibaren son derece ön yargılı yaklaşımları yüzünden sağlıklı bir güç birliği kurulamadı. Platform süresince yukarıda bahsettiğim nedenlerden dolayı çoğu kere net olmayan tavırlar sergilemeleri diğer bir engel olarak sayılabilirdi.
Nicel olarak azınlık olmak, DKD için bir çekince yaratmamıştı. Çünkü önemli olan nitelikçe çoğunluğu belirleyebilmek, DKD perspektifini benimsetmek ve inisiyatifi alabilmekti. Ancak dernek temsilcilerinin dernek ile platform arasındaki ilişkiyi kurmada çoğu kere zayıf kalmaları, söz konusu inisiyatifin kurulmasını belli noktalarda sekteye uğrattı. 8 Mart gününe yönelik tartışmalarda DKD’nin savunduğu görüş ve sunduğu öneriler o günün meşruluğunu mücadeleci bir çizgiye oturtmaktı. Buna karşılık platformda ki ağırlıklı görüş teslimiyetçi bir çizgide gelişiyor, yumuşak, şarkılı türkülü, piknik havasında bir gösteri örgütlenmek isteniyordu. Olası polis müdahalesine karşı katılan kadınlann olayı savunma maları ve olay çıkarmadan dağılmala rı benimseniyordu. Buna karşılık DKD’nin önerisi sırayla; her inisiyatifin kendi bildirileri ile katıldığı, kadın ha reketinin somutlaştığı sloganların atıl
dığı, dövizlerin taşındığı, pankartlı ba- lonlann uçurulduğu, polis müdahalesine karşı direnişçi ruhun ayakta tutularak direnme ve dağıtılma tehlikesine karşılık bir yürüyüş örgütleyerek dağılma ve polisin kadınlan gözaltına alması sonucunda toplu direniş ve polis otolarından gözaltına alınanlann kurtarılması ve sonuçta kadınların polis ifadelerinde 8 Mart’ı meşru gördüğü yolunda savunma yapmasıydı. Çıkış noktası olarak demokratik öz taşıyan feminist hareketin intiharı ve bitişi “ben yoldan geçiyordum“ savunması ile kendini çok güzel ifade ediyordu. Hatta bazı kadınlar için 8 Mart’m mücadeleci yanından çok neler giyileceği, hangi şarkılann söyleneceği önem ta- • şıyor ve tartışma konuları bu serçeve- de döndürülmeye çalışılıyordu. Böyle- ce aslında demokratik mücadeleden ne kadar uzak olduklarını gösteriyor ve çelişkilerini düzenle görmeyen bir kadın hareketinin sözcülüğünü yapıyorlardı. 7 Mart günü gelip çattığında DKD ile diğer gruplann çelişkisi artmış ve 8 Mart! ta Sultanahmet’te yapılacak şarkılı türkülü baştan teslimiyetçi ruhla yola çıkılan gösteriye katılmama kararı alınmıştı. DKD üyesi bir grup kadın dernek düzeyinde katılmamayı onayladıklarını ancak kişi düzeyinde katılma konusunda esnek yaklaştıklarını belirterek. aslında feminist görüşten kopama- yışlarının bir ifadesi olarak 8 Mart günü feministlerin gösterisinde yer aldılar. DKD’nin yanı sıra Emek Dünyası çevresinden platforma katılan kadınlarda 8 Mart günü yapılan gösteride yer almadılar. Sultanahmet’te gerçekleştirilen gösteride polis müdahalesi olmamasına rağmen bazı kadınlar gösteriyi daha polis gelmeden dağıtmaya çalışıyor, örgütsüzlük ve düzenle çelişki noktasındaki zaaflarını çok güzel ifade ediyorlardı. Benzer tartışmalar ve görüş ayrılıkları 11 Mart günü düzenlenecek “Kadınlarla Dayanışma mitingi” için söz konusuydu.
Miting başvuru komitesi kararlaştın- lan ortak sloganlar dışında denetleme görevi yapmaya çalışarak farklı sloganlar atılmasını sansürlemeye çalışıyor ve kararlaştırılan pankartlar dışında pankartın yer almamasını istiyorlardı. Mitinge katılan kadınlann var olan kadın hareketinin doğal üyeleri olduğu imajının çıkmasını, katılanlann farklı yapılardan olmalarının önem taşımadığını belirtiyorlardı. DKD’nin tavrı ortak slogan ve pankartlara sahip çıkma ancak bunun yanı sıra her inisiyatifin kendi sloganlarını atma özgürlüğüne sahip olmalan gerektiği doğrultusundaydı. Çünkü kitlesel gösterilerin gerçekliği bunu gerektiriyotdu. Birleşilen noktalarda ortaklığın yanı sıra ayrılıklar ve kendi zeminlerinin belirlediği sloganlarda kitlelere duyurulmak ve propaganda edilmelidir. Demokratik platform ilkeleri bunu gerektirir. Ancak bazı arkadaşlar polisvari bir denetim koymaya çalışarak mitinglerin hareket gerçekliğini ortadan kaldırmaya, gelen kitleyi tek bir vücut gibi göstermeye çalışıyorlardı. Feminist çevrelerin örgütlülüğe duyduklan tepki DKD’ye “kendi adı
nızla pankart açamazsınız şeklinde” dışa vuruldu. DKD temsilcisi mitingte “kendi pankartımız ve kendi sloganlarımızla yer alacağız" dedikçe diğer grupların saldınsına uğradı.
11 Mart günü Zeynep Kamil Hastanesi arkasındaki parkta toplanılmaya başlandı ve Bağlarbaşı meydanına doğru yürüyüşe geçildi. DKD imzasıyla “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz” pankartı taşınıyor bunun yanı sıra kadın hareketine bakışı yansıtan pek çok döviz, sayısı 400’e varan DKD çevresinden kadınlann elinde göze çarpıyordu. DKD korteji İstanbul’un çeşitli mahallelerinden, fabrikalarından, üniversitelerinden gelen işçi, ev kadını, öğrenci ve memur kadınlardan oluşuyordu. Ortak slogan ve şarkılar söyleniyor örgütlü mücadelenin simgeleştiği “Yaşasın örgütlü mücadelemiz", “Kadınlar devrimin mayasıdır” gibi sloganlar atıldıkça çoğunluğu feminist çevrelerden oluşan görevliler hızla müdahale ediyor, çeşitli sürtüşmeler doğuyordu. Coşkularını ve düzenle olan çelişkilerini sloganları ile ifade eden emekçi kadınlar miting görevlilerinin sert tepkisi ile karşılaşıyordu. Kadınları desteklemek üzere kortejin arkasından gelen erkek arkadaşlar görevli kadınlardan birinin yürümelerine karşı çıkmaları üzerine polis müdahalesine uğradı. DKD’li kadınlar “Kadın erkek el ele özgür günlere" sloganını atarak erkek arkadaşların polis müdahalesine uğramasını kınadılar ve erkeklerin polisçe alınmamasını sağladılar. Bu noktada görevli arkadaşların müdahalesi hat safhaya ulaştı ve tartışmalar kavga boyutuna döküldü. Gelen erkek arkadaş- lann kadınların arasında yürüme gibi bir talepleri yoktu ve desteklerini yürüyüş kortejinin arkasına geçerek gösteriyorlardı. Çirkin bir erkek düşmanlığına dönen tavır feminizmin çıkmazlarını bir kere daha ortaya koyuyordu. Evet erkek egemen ideolojiyi sonuna kadar söküp atmak için yola çıkıyoruz ama bunun arkasındaki kapitalist düzeni görmezden gelmeden. Bu ise biz- leri kadın-erkek çelişkilerini öne çıkarma sıradanlığına düşürmüyor; aksine kadın sorununun erkeklerce de benimsenerek tüm ilerici insanlar için cins ayrımcılığına karşı olmanın bir kıstas olduğuna inanıyoruz.
Miting alanında grupların yerlerini alması sona erdikten sonra konuşmalar başladı. Feminist hareketin temsilcisi kadın alanındaki örgütlülüğe çatarken feminist devrim şiarını atıyor, Sosyalist-Feminist Kaktüs sosyalizmin kadın sorunu için olmazsa olmaz bir ön şart olduğunu ortaya koyuyor, Emek Dünyası konuşmacısı düzen içi mücadelenin sonucunun iyileştirmeler olduğunu çözümün sosyalizmde olduğunu ifade ediyor ve diğer inisiyatifler AKKD, Kadın Kültür Evi. IHD Kadın Komisyonu kadın sorunu üzerine saptamalarını dile getiriyorlardı. Kürt ka- dınlann uğradığı baskı ve sömürü politikasını dile getiren Kürdistanlı kadınlar adına mitinge katılan konuşmacı protesto amacı ile ağzını bağladığında, önceden kararlaştırılmış olmasına rağ
men DKD üyeleri dışında kimse katılıp desteklemedi. DKD adına konuşan Dernek Genel Başkanı Hikmet Beski- siz Türkiye'de kadın sorunu için sorunun ortaya konuş ve çözüm noktasında bugüne kadar çok tespit yapıldığını ve görüşlerin bu noktada yeterince netleştiğini vurguluyordu. Bundan sonra kadın hareketinin önündeki süreç kadın sorununda Türkiye’nin gündemini belirleyebilmekti. Hikmet Bes- kisiz konuşmasında bugüne kadar gündemin burjuvazi tarafından belirlendiğini ve kadın hareketinin bu belirlenen gündem üzerinden müdahale etme doğrultusunda eylemlilikler geliştirdiğine dikkat çekerek görevin bundan sonra gündem belirlemek ve kadınları bu belirlenen gündem doğrultusunda harekete geçirmek gerektiğini ifade ediyordu. Be nedenle DKD programının talepler bölümüne konuşmasında yer veren DKD konuşmacısı örgütlü mücadele sonucu oluşacak kadın hareketinin taleplerinin uzun erimli, yani ne bugünle sinirli ne de yarınki düzen değişikliğinde sona erecek bir nitelik taşımadığı gerçeğini ortaya koydu. DKD'nin bakış açısı ve talepleri mitinge katılan çeşitli gruptan kadınlar arasında oldukça ilgi uyandırırken mitingin bu açılımla gündeminin belirlenmesi gerçekleştirilmiş oluyordu. Feministler bugüne kadar kadın sorununda kadınlar açısından talep üretecek tek merkez kendilerini gördüğünden sosyalist perspektifle hareket eden örgütlü mücadeleyi savunan bir kadın hareketinin indirgemeci olduğu konusunda yaygara koparıyorlardı. Böyle- ce mitingte kadın sorunu için yürütülecek mücadele ve propaganda edilecek talepler anlamında örgütlü mücadelenin gerekliliği bir kez daha gösterildi.
Kadın inisiyatifleri ile oluşturulacak platformlarda atılacak taktik adım, örgütlü mücadele gerçeğinin inisiyatif kazanmasını sağlamak ve kadın hareketinin birleşik her grubun kadın hareketinin doğal üyesi olma görüntüsüne karşılık örgütlü mücadele veren yapıların kendilerini dayatmaları ve kadın hareketine önderlik etme amaçları doğrultusunda hareket etmeleridir. Bu yanıyla baktığımızda Türkiye’de kadınların örgütlü ya da örgütsüz güçlerinin eylem platformunu oluşturma yetenekleri ve gösterdikleri zaaflar DKD için geleceğe yönelik somut bir deneyim oluşturdu. Feminist hareketin sonuçta uzlaşmacı pratiği örgütlü ve sınıf perspektifli kadın hareketinin karşısında nesnel olarak zaaflı ve gevşek, gündem belirlemekten uzak yapısını bir kerede gün ışığına çıkardı. Bundan sonra da eylemlilik çerçevesinde kadın sorunu gündemli birliktelikler oluşturulacak. DKD yapısı buna her zaman açık. DKD'nin tavrı gene gündem belirlemeye yönelik ve sınıf perspektifli örgütlü mücadeleyi temel alarak sürecektir. Ancak bu gerçeklik, Türkiye’de geleceğe dönük dünden beslenecek bir kadın mücadelesi oluşturmaya adaydır.
Türkiye’de kadın hareketinin geldi-
42
ği nokta ve bağımsız demokratik kadın hareketini yaratmada önemli bir deneyi oluşturan platform değerlendirmesinden sonra DKD inisiyatifinde gelişen 8 Mart etkinliklerinin değerlendirmesine devam etmek istiyorum. DKD 8 Mart etkinliklerine 7 Mart akşamı Pendik Halkevi’nde halkevi üyeleriyle bir toplantı yaparak başladı. Toplantı ağırlıkla neden bağımsız bir kadın hareketi oluşturmanın gereği üzerinde gelişti. 8 Mart günü saat l l ’de Topka- pı Otomobil İş Şubesinde, grevdeki Deri İşe bağlı Alboy fabrikasında çalışan kadın işçilerle biraraya gelindi. Kadınlarla ilgili dia ve şiir gösterisinden sonra DKD’nin 8 Marta yönelik bakış açısını ortaya koyan bildirisi okundu ve daha sonra Deri-İş Sendikası yetkilileri ve Alboy fabrikasında grevci bir kadın işçi 8 Marta yönelik konuşmalar yaptılar. Çağdaş Oyuncular Tiyatro Topluluğunun kadın sorununun işlendiği küçük oyunlardan oluşan kısa gösterisinden sonra DKD üyeleri ve Al- boycu grevci kadın işçiler hep beraber fabrikanın önüne gittiler. Grevci işçilerle birlikte dayanışmanın sergilendiği gösteride DKD üyelerinin ve grevci işçilerin sloganlı alkışlı birlikteliğiyle pekişen 8 Mart kutlaması DKD’nin bugüne yüklediği misyonu çok güzel ortaya koyuyordu. Alboy fabrikasının patronu finans-kapitalin en önemli sözcülerinden TÜSİAD’ın başkanı Ömer Dinçkök. Bu nedenle fabrika önünde grev gözcülerinden başka ziyaret amacı ile bulunan her kişi gözaltına alınıyor. Bugün de toplantıya müdahale etmeye çalışan polis, işçi sınıfının direnişçi ruhunu benimsemiş bu topluluğu dağıtmayı başaramadı.
Aynı günü öğleden sonra saat 15’te bir grup DKD’li kadın Fatih Çarşamba pazarında 8 Mart’la ilgili bir basın toplantısı düzenledi. Pazarda bulunan kadınlara 8 Mart’ı mücadele günü olarak benimsetmeyi hedefleyen DKD’li kadınlar buna yönelik sloganlar attılar ve pazarda bulunan, ağırlığını ev hanımlarının oluşturduğu kadınları mücadeleye çağırdılar.
10 Mart akşamı Şişli Kültür Merkezinde kadın konulu dia gösterisi ve şiirlerin ardından DKD üyeleri ve ŞKM üyeleri arasında kadın sorunu üzerine oldukça ayrıntılı bir tartışma yaşandı.Tartışmanın ilginç yanı erkek arkadaşların bağımsız kadın örgütlenmesine itirazları oldu. Bu konuya indirgemeci yaklaşmalarının yanı sıra kadın derneklerinde erkek ve kadın birlikte örgütlenme önerisini tartıştırmaya çalıştılar. Ancak ortaya çıkan gerçek kadın sorunun çözümü üzerine “büyük” laflar söyleyen ilerici erkeklerin bu sorun üzerine gerçekte hiç düşünmemiş ve kadın hareketinin gerekliliği konusunda hiç kafa yormamış olmalarıydı.
12 Mart günü saat 14’te Zeytinbur- nu Halkevi Kadın Komisyonu ile ortak bir 8 Mart toplantısı düzenlendi. Dia- Şiir ve tiyatro gösterisinin yanı sıra halkevinden kadınlar ve DKD temsil
cileri bildiriler okudular.Kadın sorununun düzenle olan bağlantısının ortaya konduğu konuşmalardan sonra gün türkü
leri söyleyerek coşkulu bir biçimde sona erdi.
16 Mart günü Bakırköy Halkevi’nde düzenlenen 8 Mart toplantısı ise DKD ile Bakırköy Halkevi’nin ortaklığından çok Bakırköy Halkevi’ııin kendi oluşturduğu program çerçevesinde geçti. Kadın sorununun tarihsellisi, Türkiyede kadın, sosyalist ülkelerde kadın sorunu gibi konuların işlendiği toplantıda konuşmaları uzun ve canlı hayata dönük tesbitlerden çok, kitaplardaki konuların izleyicilere aktarımı biçiminde olduğu için tartışma bölümüne fazlaca bir katkısı yoktu. En çarpıcı olan konu sosyalist ülkelerde kadın hareketinin tarihçesi ve bugün içinde bulunduğu durumla ilgili olarak yapılan konuşma idi. Çoğu DKD’li olduğunu iddia eden Bakırköy Halkevi’ndeki kadınlar DKD’nin katılımı ve kendini ifade etmesi konusunda oldukça çekinik hatta deyim yerindeyse korkakça davranıyorlardı. Önemli olan 8 Mart çerçevesinde Türkiye’de kadın hareketinin yaratılması doğrultusunda sürdürülecek mücadelenin ana hatlarını, gündemini belirlerken yapılacak çalışma biçimlerinin tartışılmasıydı. Bakırköy Halkevi üyesi kadınların konuşmacılar arasında örgütlü bir yapıya yer vermek amacını “yönetimi” bahane ederek taşımadık- lan ortaya çıktı. Daha önce DKD ile ilişkiye geçerek bugün de ortak bir toplantı olacağını söylemişlerdi. Ancak DKD üyeleri gittiklerinde kendilerinin dışında bırakıldığı bir ortamla karşılandılar. Bu Bakırköy Halkevi içinde yer alan ve kadın sorununda ortaklaştığımızı iddia eden kadın grubunun kendi örgütlü güçlerini ne oranda döğüştü- rebildikleri, daha doğrusu bir güç sorunu idi ve güçsüzlükleri de kendini gösteriyordu.
19 Mart günü saat 15’te Esenler Halkevi’nde düzenlenen 8 Mart toplantısı dia, şiir gösterileri, Çağdaş Oyuncuların kadın sorunu ile ilgili kısa oyunları, Esenler Halkevi Halk Oyunları Topluluğu, Grup Baranın konseri gene Esenler Halkevi’nde müzik grubunun etkinlikleri ile çoşkulu bir güne dönüştü. Esenler Halkevi Kadın Komisyonu ve DKD konuşmacıları 8 Mart’la ilgili bildiriler okudular ve kadın sorunu üzerinde kendi perspektiflerini anlattılar. Esenler Halkevi’ndeki toplantı ile DKD 8 Mart etkinliklerini sona erdirmiş oldu. Ancak bu yazının yazılışı sırasında başka kitle örgütleriyle benzeri günlerin organizasyonlarının yapılmasına devam ediliyordu.
Evet, Türkiye’de bir 8 Mart’ı daha geride bıraktık. Kadın hareketini oluşturmak üzere yola çıkan kadınlar için her- gün bir 8 Mart ve hergün kadın mücadelesi için yeni bir gün. Her gün iki uzlaşmaz sınıftan Fınans-kapital zümresinin egemenliğindeki burjuvazi kadının köleliğinin koşullarını ağırlaştırmak ve sürdürmek için uğraşırken, modern yaşama mücadelesi yürüten proletarya sınıfının öncülüğünde yürüyen kadınlar kadının köleliğinin ortadan kaldırılması ve iki cinsin özgürleşmesi için mücadele veriyorlar. Kadın- lann kurtuluş mücadelesi proleteryanın
kurtuluş mücadelesi ile iç içe geçmiş ve sımsıkı bağlarla birbirine bağlı. Antika- pitalist mücadeleyi sürdüren işçi sınıfı kadınlan kendi cinslerinin kurtuluş mücadelesinde de başa geçmek kadın hareketinin motoru, öncü gücü olmak durumundadırlar. Bu işçi kadınların tarihsel görevi olarak karşımıza çıkıyor ama diğer sınıf ve katmanlardan kadınları kendi mücadelesine akıtarak ve kadın kurtuluş mücadelesi ile proleterya- nın kurtuluş mücadelesi arasındaki diyalektik ilişkiyi, bu düşüncenin karşısında yer alan reformist uzlaşmacı düşüncelerin suratına çarparak.
Kadınların kendi ülkelerinde uluslararası kadın hareketinin de bir parçası olarak görevleri ve programları artık çok net. Örgütlenmek, mücadele et-' mek ve Türkiye’nin gündemini belirlemek. Örgütlü demokratik kadın hareketini oluşturan kadınlann tarihsel görevlerinden en önemlilerinden birisi de yanı başlarında duran parababalarımı- zm en kanlı olayları sahnelediği, her türlü ulus özelliklerini terörle bastırdığı insanı kendi kültürüne yabancılaştırdığı Kürt ulusu kadınlarının kendi kaderlerini tayin hakkını desteklemek ve kendi demokratik hareketlerini yaratmada enternasyonalist ruhla her türlü desteği vermek.
Burjuva ideolojisiyle donatılmış erkekler bu ideolojinin pencerelerinden kurtulmadan« kadınların günlük yaşamlarında ezmekten vazgeçmeden nasıl özgürleşemeyeceklerse, ezen ulusun kadınlan da Kürt kadınlar bağımsızlıklarım kazanmadan özgürleşeme- yecekler. Yazımı Türkiye Komünist hareketinin öncülerinden Dr. Hikmet Kıvılcımh’mn sözleri ile bitirmek istiyorum.
“1965 Ekim 24 günü Türkiye’nin 31 milyon 391 bin 207 nüfusu sayıldı. Bunun 15 milyon 445 bin 439 kişisi, kadın adlı toplumca herşeysi örtbas edilen alt mahkûm sınıf insanımızdır. Yarısı yadlaşmış, altlaşmış, var iken yok edilmiş bir milletten hayır gelir mi?
Dün olduğu gibi bugün de Türkiye ̂nin bütün ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve ilh... problemlerini daha doğmadan boğan, bütün insancıl ilişkilerini son derece yozlaştıran, soysuzlaştıran birinci sakatlığımız burada toplanıyor. Ana-Kadm’ın Tarih ve Toplum dışı bırakılmasından doğan dilsiz trajedi, dönüp dolaşıyor. Türkiye’nin topal eşekle bile kervana katılamayan uygar - lıkdışı kalış dramına kalıyor. Onu kavramadıkça hiçbir sosyal meselemizde ayık gezemiyoruz.” ( x x )
Yaşasın kadınların örgütlü demokratik mücadelesi
Kadınlar üzerindeki her türlü cins ayrımına son
Kadınlar el ele özgür günlereYaşasın 8 Mart Dünya Kadınlar Gü
nü.
Dipnotlar(x) Kuruluşu bilimsel temellere oturtulmamış feminist hareketin hık deyicisi Ayrımcılığa Karşı Kadın Demeği’ni örgütlü mücadeleyi savunan ve pratikte dönüştüren bir yapı olarak görmek mümkün değil.(x x) Kıvılcım Dergisi Sayı: 1-2,1978, “ Kadın Sosyal Sınıfımız” Dr. Hikmet Kıvılcımlı.
DÜNYADA KADIN
EL SALVADORLU BİR KADIN TİPİJULIA
Çeviriler: AYŞE TANSEVER
Julia kadınların çoğunlukta olduğu bir işyeri sendikasının tek kadın sendikacısıdır. Sendikanın kadın komitesi kurucusudur. Onun hayatı El Salvador’un kadın politik faaliyetinin gelişimine bir örnek olmakla birlikte kendine özgü özellikler de taşır.
“Sendikal çalışmaya sürekli ilgi duydum ama yıllarca aktif olarak katılamadım. 17 yıl evli idim ve son on yılda altı çocuk doğurdum. Kocam sık sık dışarı giderdi. Ev işlerine yardım etmezdi. Ben çocuklara bakar, ev işlerini yapar bir de fabrikada çalışırdım. Kocamın canı bir şeye sıkıldığında beni döverdi. Son çocuğuma hamile kaldığım zaman bunun kendisinden olmadığını iddia edip beni terk etti. Babası onu tanımadığından çocuk benim soyadımı aldı. Ondan sonra çocuklara kendim bakmak zorunda kaldım. Bu durumdaki kadına yardım edecek bir yasa gerçekte yoktur.
“Şimdi 50 yaşındayım. O zamanlar kadınlar için doğum kontrol araçları yoktu Aynı zamanda ahlakı olarak kötülenir. yalnız fahişelere özgü olarak kabul edilirdi Evlendikten sonra çok çocuk sahibi olmak, çok erken çocuk doğurmak bir mutluluk olarak görülürdü. O zamanlar böyleydi. bugünlerde böyle. Bunun dışında katolik klişesinin doğum kontrolünü yasaklaması üstümüzde ayrıca bir baskıydı.
Erkekler prezervatif kullanmadıklarından doğum kontrolü kadınların bir işi haline geliyordu Bir doğum kontrol hapının kaça olduğunu biliyor musunuz7 Bunu satın almaya imkân yok tur Diğer korunma araçları ise kullanılmaz Evde bakılacak 6 çocuk, koca ve büyükler varken ateş ölçerek gün hesabı yapmaya da vakit kalmıyor doğrusu. Sağlık koşullan genelde o kadar kötüdür ki bütün köyde bir tane kadın kliniği bulunur. Çoğu kişinin hastalık sigortası yoktur. Olsa bile masrafların çok azını karşılar. Doğum kontrolü zenginlerin işidir.
“Elbette bir de kürtaj imkânı var. Ancak bunu yalnız katolik klisesi değil devlet de yasaklamıştır. Eğer kadınlar çocuk istemiyorlarsa rizikoyu kendileri göğüslemek zorundadırlar. Kürtajda ölüm olasılığı çok yüksektir. Genellikle de sağlıksız koşullarda yetkisiz kişi
ler tarafından gerçekleştirilir. Kürtaj sırasında çoğu ölür ya da kısır kalır. Sonraki hamileliklerde düşük yapma oranı artar. Köylerde doktor kıttır. Ya da doktora gidecek kadar para yoktur.’ “Son çocuğumu doğurduktan son
ra bende kendimi kısırlaştırdım. Ama kocam olmadığından bunu yapabildim. Yoksa bana izin vermezdi.
“Çocuklanmı yetiştirmek için çok çalıştım. Sendikada aktif görev alabilmek için vaktim yoktu. Çoğu günler yorgunluktan ayakta duramaz hale gelirdim. El Salvador’da ev araç ve gereçleri çok pahalıdır. Bir çamaşır makinesini düşünemez bile bizim gibiler. İşten döndükten sonra birde altı çocuğun çamaşırını yıkamaya kalkın bakalım. Ya yemek pişirmek, hem de tam üç öğün. Pirinç, fasulye, sebze. Yani günde üç öğün yemek yapmak, fasulye ayıklamak...
“Çocuklar büyür büyümez ev işlerine el vermeye başladılar. İşte o zaman sendikada aktif olarak çalışmaya vaktim olabildi. Bu kez geceleri toplantılara katılıyor, eve gidemiyordum. Bu çocuklar için iyi olmadı. Şimdi hepsi evden ayrıldılar. Evlenip hayat mücadelesine katıldılar. Bir de torunum var. Ama sendikal faaliyetlerim yüzünden onunla pek ilgilenemiyorum.
“Başta çocuklarım tekrar evlenme- 'mi istediler Bana dediler ki: Anne, gü zel bir kadınsın, işin var Biz evlendiğimizde yalnız kalacaksın Onun için bir daha evlen Yalnızlıktan kurtulursun. Ben de onlara dedim ki: Ben yalnız de ğilim. Bir sendikacıyım. Ben insanlar için çok şey yapmak istiyorum. İş ar kadaşlarım var. Kadın komitem var Birlikte çok işler yapıyoruz. Bu yaptık tarımdan memnunum. Kocam olsun istemiyorum.
“Sonra torunum doğdu. Yine bütün bunları bırakmamı istediler. Dediler ki: Anne bizi ziyaret etmeye bile vaktin yok. Artık torununa bakabilirsin, senin yaşındaki kadınlara bu daha yakışır
“Yaptıklanmdan vazgeçmedim. Çok aktiftim. Çalışmak bana zevk veriyordu. En sonunda gerçekten istediğim bir işi yapıyordum. Her zaman ki gibi yine çok çalışıyordum. Onlara dedim ki: Siz kendi hayatınızı yaşıyorsunuz, ben de kendiminkini. Böyle yaşamak
tan mutluyum. Bu benim hayatımın en keyifli dönemi. Beni böyle kabul etmeyi öğrenmelisiniz.
“Şimdi birbirimizi çok seyrek görüyoruz. Pek ortak bir yanımız yok. Onların istediği gibi bir anne olamadım, olmadım. Çocuklarımın yaptığım işin önemini anlayamamaları ve bana destek olmamalan çok yazık. Bu bana çok acı veriyor.
İşimde de çok mücadele etmek gerekti, Sendikada yanm gün çalışmaya karar verdim. Sabahtan öğleye kadar sendikada çalıştıktan sonra o kadar yoruluyordum ki öğleden sonra kendimi normal işime veremez hale geliyordum. Geceleri de toplantılarımız olu yordu Sonra şefimle tekrar oturup anlaştık. Bir gün sendikada bir gün normal işimde çalışmama karar verdik. Şefim bana çok öfkelendiğinden zor günler yaşadım..
/Sendikanın yönetim kurulunun tek kadın üyesi seçildim. Bu kadar çok kadının çalıştığı işyerinden tek kadın üye olmam müthiş ilgi çekti. Fabrikamızdaki işçilerin ancak yarısı sendikalıydı. Ama kadın üyeler azdı. Böylece iki yıl geçti. Artık böyle devam etmemeli diye düşündüm. Kadınlar da faaliyete katılmalıydı. Bir bildiri yazıp kadınları toplantıya çağırdım. Böylece bir kadın komitesi kurulacak, onlan harekete geçirip çevreden destek toplayacaktık. Bildiri bütün işyerinde dağıtıldı O gece uyuyamadım. Ne olacağını merak ediyordum. Vakit geldiğinde toplanılacak yere gittim. Bir saat bekledim. Tek bir kadın gelmedi. Bir tek ben vardım Bu tam bir yenilgi, bir felaket olmuştu
“Ama vazgeçmedim. Bu kez kadınlarla tek tek konuşmaya başladım. Ve sordum. Sendikaya üyesiniz ama kadın olarak faaliyet göstermiyorsunuz. Birleşmeliyiz, çıkarlarımızı korumak için birbirimize destek olmalıyız. Böyle dedim. Ve beş kişi olduk. Düzenlediğimiz ilk seminer anahanlık ve baba- hanlık gelişimi konusunda idi. Üniversiteli kadınlarla ilişki kurduk. Bize bu konuda yardımcı oldular. Seminere 50 sendika üyesi katıldı. Aralannda erkekler de vardı. Bu tartışmalara yol açtı. Herkes şaşırmıştı. Böylece kadın komitesinin adı her yerde duyuldu.
- “Şimdi sürekli çalışan 12 kadınız. Sendikal haklarımız konusunda seminerler düzenliyoruz. Dikiş kursu açtık, ilk yardım kursunu bitirenlere diploma veriyoruz. Ülkemizin içinde bulundu ğu ekonomik sosyal durum, halkımızın özgürlük pıücadelesi işlediğimiz en aktüel konular arasında. Son grevde çok aktif rol oynadık. Ön saflarda yer aldık. Polisle tartıştık. Görevlerinin işçilerin karşısında durmak değil işçile
rin haklarını almalarına yardım etmek olduğunu anlattık.
“Elbette sendika içinde engellerle karşılaşıyoruz. Erkeklerin futbol maçına bile daha çok insan götürdüğünü, kadın çalışmasının önemsiz olduğunu söyleyen bir fraksiyon var. Bu büyük sorun yaratıyor. Öte yandan kadınlar olarak bağımsızlık istediğimizi açık açık söyleyemeyecek kadar yüreksiz oldu
ğumuzıı söyleyenler var Boyler, e bizi dışlamak, yalnız bırakmak ıstıvoilat Bı zi bölmeye çalışıyorlar Örgütlenirsek erkekler eskisi gibi ezen >eyec eklenin bı liyorlar Ancak bizim erkeklenil desteğine ihtiyacımız var Biraz değışebılse ler, mücadelemiz birlikte güçlenecek, yükselecek."
EL SALVADOR’DA KADINLAR broşüı ünden alınmıştır
JAPONYA'DA PARCA İSİ YAPAN KADINLAR ' '
1985 yılında Japonya’da 23 7 mil yon kadın iş piyasasında idi Toplam işgücünün % 40’ını oluştururlar Ama bunların ancak 15 5 milyonu yani % 36’sı ücretlidir
Kadın işgücü kalite ve sayıca değiş inektedir En önemlisi orta yaşta çalış ma hayatına giren kadınların sayısı gi derek artmaktadır. Bunun çeşitli ne denleıı vaıdır liretim araçlarının oto masyoııu işleri basitleştirmekte ve özel bir beceri gerektirmemektedir. Öte yandan, aile yaşantısında ev işlerinin kolaylaşması ve çocuk bakım evlerinin açılması da kadına çalışma olağanı ta nımıştır Ev gelirini arttınp yaşam koşullarını yükseltmek yanında yaşamın giderek daha pahalılaşması, yoksullu ğuıı artması da kadım çalışmaya itmiş tir
1960'lardaki gizli ekonomik gelişim ev kadınlarını iş piyasasına çekmiştir Okullardan yeni mezunlar işe alındık tan sonra orta yaşlı ev kadınları da ucuz işgücü olarak çalışma hayatına katılmışlardır. Çalışanları ya sürekli dü zenli bir şekilde çalışan ya da part time olarak çalışanlar olarak ayılabiliriz Ki misi ise belirli bir zaman diliminde gı rip sonra eve çekilmektedir Parça işi yapanlar bu gruba girerler Hem çok düşük ücret alırlar lıenı de hiçbir iş yü venceleri yoktur
1973 yılında parça başına çalışan kadın sayısı rekor kırdı ve 1.84 mil yona ulaştı 1985 yılında biraz daha düşüktür ama yine de 11.5 milyon ın san bu koşullarda çalışmaktadır Bun ların çoğu yani % 9,3 u kadındır. Top lam çalışan kadınların yarıdan çoğu böyle parça başı işlerde çalışmaktadır
Çeşitli işler yapılır. Tekstil ve elektrikli makine endüstrilerinde genellikle bu tür işler çoktur. Elbiselerin bazı kısımları dikilir, işleme yapılır. Radyo, TVJe- re bazı parçalar yerleştirilir Elektrikli makine monte edilir, sebze soyulur ya da bazı sebze ve meyvalar toplanır
Parça başı çalışan kadınlar genellik le 30 49 yaş dilimine gıreıler Yanı oı ta yaşdaki kadınların tercih ettiği hıı iş türüdür Ortalama çalışına suıesi t> 4 yıldır Daha uzun sure katlanabilen en derdir
Ücretleri diğer tur çalişunlunt.r
farklıdır Sürekli çalışanlar sözleşme ile bellilenmiş bir ucıet ve yılda iki kez ik ramiye alıılar İşin verimliliği önemli de ğıidır Oysa parça başına çalışanlar yaptıkları iş miktarına göre ücret alırlar ikramiye vs. gibi hakları yoktur. Diğer tür çalışanlarla karşılaştırıldıklarında sözleşmeli çalışanların % 34u kadar para anca kazanabilirler. Eğitimler vs hiçbir fark getirmez.
İşverenlerin parçabaşı çalışan işçi çalıştırmaları işlerine gelir. Bunun üç temel nedeni vardır.
1 Ucuz ücret ödedikleri için maliyeti düşürürler. Daha çok kâr ederler. İkramiye vs. gibi bir yığın masraftan kur tuluılar.
2 İşler iyi gitmediğinde hiçbir yü kümlülük altında değillerdir. İş vermez ler ve birşey de ödemezler. Oysa söz (eşineli işçilerin iş garantisi vardır. Çı karılmaları tazminatlıdır.
3. Parçabaşı çalışanlar genellikle ör gütsüzdürler Ne ücretlerini arttırmak ne de hastalık vs gibi durumlarda ken dilerini koruyacak bir kurumlan vardır Bu işverenler için bir avantajlıdır. İş uyuşmazlığı gibi bir sorunla karşılaşmazlar İstedikleri gibi işçileri kullanır lar
Parçabaşı çalışaıılaı için genel olarak söylenecekler şuıılaıdtı t kuz emektirler Çoğu orta yaşlıdır Lğıtını görme diklen için bu kadıniaıın başka iş bul ma imkânları azdıı Sutlarını dayaya caklaıı bir örgütleri yoktuı Ucuz ücreti kabul etmeye ıııeğıldııler
YEDEK İŞGÜCÜ O RDUSU KADINLAR
Japonya’da ev k ad ım o l d u ğ u halde sulışiııak isteyen çok k.j. lm vardır Ço ğ u bıı eğitimleri olm ad ığ ı için ya da iş
i bulma olasılığı o ld u ğ m . I ilmedikleri
için etkin bir şekilde iş aramazlar. Bunlara çalışmak isteyen kadınlar diyelim. Aktif olarak ış arayanlara ise iş arayan kadınlar diyebiliriz.
Çalışmak isteyen kadın sayısı 1962’de 3.85 milyondan 1982 yılıda 8.07 milyona çıkmıştır. Yani ev kadını olan kadınların % 33.3 u bugün çalışmak istediği halde iş bulamamaktadır. Yani istatistiklere geçmeyen çalışmak isteyen yığınla kadın vardır, isteyenlerin sayısı giderek artmaktadır. Ama iş bulamamaktadırlar. Yani kadınlar arasında gizli işsizlik oranı çok yüksek* tir.
Sonuçta 1962 82 arası potansiyel iş gücü özellikle kadınlarda çok artmıştır. 1982’de 8.1 milyon kadın çalışmak isterken ancak 3 milyonu aktif olarak iş arıyordu.
Tarım sektörü genellikle tarım dışı sektörler için ucuz işgücü reservidir. Tanın bu özelliğini giderek kaybettikçe aynı 19t>0'larda yaşandığı gibi kadınlar ise çağırılır. Ama sonra iş kalmayınca geri gönderildiler. Oysa çoğu tekrar çalışmak istiyor. Iş bulamayınca ev işlerine mahkûm olurlar.
Kadın ekonomik gelişimin bir sibo- pu gibi kullanılıyor Japonya’da. Kapi
talizmin en gelişkin ülkesinde bile işler iyi gitti mi imdada çağrılıyor, işe alınıyorlar. Sonra işler kötüleşti mi işten atılanlar yine kadınlar oluyor. Kadınları keyfi kullanıyorlar. Hiçbir bedel ödenmeyen yedek işgücü ordusudur Japonya’da kadınlar.
Kaynak. Women’s Studies International Forum Pergomon Press. New York 1987 Cilt II. S. 599-611. Bu yazı Yoko Kawashima adlı bir kadının “Japon işgücü Pazarında KAdın İşçilerin Rolü ve Yen" adlı bıı yazıdan küçük bir kibiııı özetlenerek çevrilmiştir.
Kadın işgücü kalite ve sayıca değişmektedir. En önemlisi orta yaşta çalışma hayatına giren kadınların sayısı giderek artmaktadır. Bunun
çeşitli nedenleri vardır. Üretim araçlarının otomasyonu işlerj basitleştirmekte ve özel
bir beceri gerektirmemektedir. Öte yandan, aile yaşantısında ev işlerinin kolaylaşması ve
çocuk bakım evlerinin açılması da kadına çalışma olağanı tanımıştır.
LATIN AMERIKAKADIN HAREKETİNE GENEL BAKIŞ
Latin Amiraka’daki kötü ekonomik koşullar kadın» erkeği ile herkesi etkilemektedir ama kadınlar, gençler, yaşlılar ve etnik gruplara düşen açlık, sefalet daha da fazladır. Kır kadınlarının yarıya yakını hiç okuma yazma görmemiştir. Kentlerde gün boyu en uzun çalışan en az ücreti alanlarda kenar mahallelerde, gecekondularda oturan kadınlardır. Tüm çalışan 3 kadından 2 tanesi kötü işlerde çalışmaktadır.
Latin Amerika kadınının iş hayatına girişi genel olarak 1970 yıllarında başlar. Diğer kttalarla Latin Amerika’nın kalkınma düzeyi göz önüne alınırsa kadınların iş hayatına girişi çok geçtir denilebilir.
Aynca Uluslararası İş Örgütünün “çalışan nüfus” diyerek sıraladığı çoğu işin dışında çalışır kadınlar. Part-time çalışmak, ticaretle uğraşmak, gönüllü işlere vakit harcamak ve ev işi yapmak kadınlar arasında çok yaygındır. Örneğin Bolivya, Peru, Ekvador, Meksika kır pazarlarında tarım ürünlerini, el işlerini satanlar hep kadındır. Aile gelirinin büyük bir kısmını bu yolla kazanırlar. Ve bu çalışmalar istatistiklere alınmazlar.
Eğitim: 1960-70 yıllan kadınların orta okullan istila yılı ilan edildi. Ama o zaman bile kadınların okuma oranı % 12’lik bir artış gösterebildi. Meslek okullarına giden moda, berberlik öğrenen kadınlar artmaktadır.
Politika: Latin Amerika kadınlannın politika ile uğraşma hakkı vardır. 1929-61 yılları arasında 23 Cumhuriyette bu hak yavaş yavaş elde edilmiştir. Elbette ülkeler arasında büyük farklılıklar vardır.
Kadın örgütlenmeleri: Çeşitli kadı örgütleri vardır ama etkinliklerinin çok olduğu söylenemez. Örneğin ev kadınları birer tüketici olarak fiyat konusunda etkin olmak için örgütlenmişlerdir. Pek başarılı olamamışlardır.
Kadınların yoğun olduğu meslek grupları içinde de bir örgütlülük oluşturamamışlardır. Örneğin el sanatları, sekreterlik ve hizmet sektörlerinde çalışan kadınların ayrı bir örgütlenmeleri yoktur.
Hatta sendikal faaliyetin olduğu fabrikalarda bile temsil edilişleri çok kısıtlıdır. Bir ağırlıkları yoktur. Örneğin Arjantin’de güçlü sendikal bir gelenek vardır ve manüfaktür de uzun yıllardan beri kadınlar çalışır. Ancak 1973 yılında genel sendika içinde bir kadın bölümü oluşturabilmişlerdir.
Latin Amerika kadınlarının en aktif olduğu alan gönüllü İşlerdir. Her bir Latin Amerika ülkesinde sayısız, çeşitli
işleri yapan gönüllü kadın örgütleri vardır. Yaptıklannın görünürde bir ekonomik değeri yoktur. Etkinlikleri bölgesel kalır. Bazı ülkelerin kırsal kesimlerinde kooperatifler oldukça yaygındır.
Ancak kadınların politik faaliyetlere katılımı fazladır. Kamuoyu oluşturmada etkindirler. Oy hakları olmadığı dönemlerde bile partilerde görev alırlardı. Şimdi politik örgütlenmelerin hemen hemen hepsinde kadın kolları vardır.
Latin Amerika Kadın hareketleri 1980 yıllarına kadar başardıkları şu maddelerde toplanabilir.:
1. Çeşitli politik faaliyetlere katılıp ül ke politik dönemeçlerinde belirleyici olmuşlardır.
2. Ama kurulmasına ön ayak oldukları kurumlarda yeterince temsil edilememişlerdir.
3. Latin Amerika hükümetleri kadın sorununa çok az eğilmişlerdir.
Latin Amerika Kadın Sorunları Büroları
Kadın sorunları ile ilgilenen, devlete bağlı kurumlar ilk olarak 1936 yılında kurulmaya başladı. Kadınların oy hakkına kavuşmaları, haklarını korumak açısından böyle kurumlann kurulmasını dayattı. Çoğu ülkede bu ku rumlar oy hakkından sonra kurulmuş lardır.
Bu bürolann çoğu iş ve işçi sorun- lan bakanlıklanna ya da sosyal kurum- lara bağlıdırlar. Diğerleri sekreterlikler, bürolar ya da komiteler olarak şekillenmişlerdir. Ülkede yürütülen genel politikalara göre çeşitlilik kazanmışlardır.
İşlevleri: Çalışan kadını ekonomik ve yasal olarak korumaktır. Hedefleri kadınlıklannın sonuçlarından çok yok- sulluklannın sonuçlarını iyileştirmeye yöneliktir. Kadın ve çocuklarla uğraşırlar. Genel olarak hümanist bir yapı içindedirler.
Eğitim: Büroların verdiği eğitim aile yaşantısı, boş vakit ve üniversite eğitimi konularını kapsar. Ya bizzat eğitim yaparlar ya da ilgili okulla bağlantı kur- durturlar. Aile yaşantısı ile ilgili konularda verilen eğitim genellikle aile bütçesi. sağlık, aile planlaması ve beslenme gibi konulardır.
Kadınların terfisi: Özel ve kamu sektörlerinde kadının mesleğinde yükselebilmesine yardım ederler. Bölgesel, ulusal hatta uluslararası platforma sesini ve sorunlarını duyurmaya çalışırlar.
Üç Ulusal ProgramKadın örgüt çalışmaları açısından üç
Latin Amerika ülkesi Arjantin, Meksika ve Küba tipik özellikler gösterir.
Arjantin: Kadın örgütleri kentlerde yoğunlaşmışlardır. Kadınların çalışma yaşamına en yoğun girdiği ülkeler. 1887 Boenos Aires'te çalışan nüfusun % 39'unu oluşturuyorlardı. Şimdilerde de kadınların okuma yazma oranı oldukça yüksektir. 1960 yıllarında okula kayıtlı kız öğrenci sayısı erkeklerden yüksekti.
1944 yılında kadınlar ilk kez kendilerine ait bir iş bürosu oluşturdular. Kadınlara oy hakkı mücadelesi verildi ve 1947’de bu hak kazanıldı. Peronizm hareketinin kurulmasına ön ayak oldular. 1955 yılında politik bir yığın olay yaşandı. İktidara gelen faşist askeri idare kadın örgütlenmelerini kuşa çevirdi. Ancak 1964 yılında tüm kadın büroları Kadın Sorunları Departmanı altında toplandı. Ama bu da askerlerin kadın çalışmasını tepeden kontrol altına almasına yaradı.
Meksika: Bu ülkede kırsal kesim kadını örgütlüdür. Çevre kalkınma programlanna kitleyi katabilmek amacı için örgütlendirildiler. Çocuk Koruma Enstitüleri altında devlet, gönüllü bir yığın kadın topladı. Çocuk bakımı merkezleri, kreşler, rehabilitasyon merkezleri ve sağlık kurumlan böyle gönüllü kadınların örgütleri haline geldi. Ayrıca aile planlaması, bütçesi, yiyecek üretim ve tüketiriı, sağlık konularında eğitimler verilir. Yasal haklar ve sosyal güvenceler konusunda bilgi ve yardım sağlarlar.
Küba: Ülke kalkınmasında kadının örgütlenmesinin en değişik örneği Küba’da yaşanır. 1960’da Devrim Hükümeti Küba Kadın FederasyonıTnu kurarak 100.000 kadını bir araya topladı. 1970’de üye sayısı 1.300.000e çıktı. 14 yaşının üstündeki kadınların % 54’ü böylece örgütlenmiş oldu. Federasyonun amacı “devrimde yerlerini alabilmeleri için kadınların eğitimsel, politik ve sosyal açıdan hazırlanmasıdır. Temel fonksiyonu kadınların işgücüne iyice katılmaları ve eğitim düzeylerinin arttırılmasıdır.
Bu amaçla 5000 gönüllü harekete geçirildi. Gönüllüler ülkenin kırlarında okuma yazma öğretecek 20.000 gönüllü öğrenci yetiştirdiler. Ve bunların % 56’sını kadınların oluşturduğu707.000 köylüye ders verdiler. Eğitim programları dikişten mekaniğe kadar çeşitli konuları içerir. 1968 yılında700.000 üstünde kadına sağlık ve te
mizlik konularında eğitim yapılmıştır.Program ilk önce kentlerde başladı
ve kırlara doğru yayıldı. Kadınların ülke kalkınmasına aktif olarak katılabilmelerini sağlamak için devlet günlük işleri hafifletici önlemler aldı. İşyerlerinde yemek vererek, çocuk bakım merkezleri, yatılı okullar, kantinler açarak kadınların yükünü azalttı. Çocuk bakım merkezleri genellikle çocukları
45 günlükken alıp ilkokul yaşına kadar bakacak şekilde düzenlenmiştir.
Kadın sorunları ile ilgili bir yığın başarı elde edildi. 1970 yılında üniversite öğrencilerinin yarısını kızlar oluşturuyordu. 1964-70 yıllan arası çalışan kadın sayısı iki katına çıktı. Bu kadar başarıya karşın kadınların çalışma hayatına tam katılımını engelleyen bazı Şeyler vardır. Kadınlar daha çok hizmet
sektörlerinde çalışmaktadırlar.Kadın ve Dünya Kalkınması (Wo
men and World Development, edited by: Irene Tinker, Michele Bo Bramsen, Mayra Buvimc, Praeger Publishers New York, 1976).
Bu yazı adı geçen kitapta Teresa Or- rego de Fıgoeroa adında Pan Amerikan Sağlık Örgütü Danışmanı’nın yazısından özetlenmişti;.
MODERN TEKNOLOJİ ve KADIN1980’Ii yıllardan beri kapitalist mer
kezler, yani ABD, Avrupa ve Japonya yoğun bir modernleşme hamlesi içindeler. Şimdi fabrikalarda, çoğu işyerlerinde yoğun bir şekilde robotlar ve bilgisayarlar kullanılıyor. Bedensel olarak ağır olan ve genellikle erkeklerin çalıştığı işyerlerine robotlar girdi. Usta- başlannın yerini bilgisayarlar aldı. Yani üretim sürecinde kaba, bedensel kuvvetin kullanımı azaldı. Robotlar erkeklerden daha fazla yük kaldırıp da ha kötü koşullarda daha hızlı ve dahaucuza çalışıyorlar. Aynı şekilde bilgisayarlar ustabaşlanndan daha akıllılar. Iş- yerindeki bir dizi bilgiyi hem daha kolay akılda tutuyorlar hem de işi daha iyi düzenliyorlor. Bütün bunlar iş disip
linini arttırdı. Verimlilik arttı. Daha kısa zamanda, daha az emekle, daha az malzemeyle daha çok mamul üretiliyor. Tabii böylece kapitalistlerin kârı da bir o kadar arttı.
Üretim yapısındaki bu diyalektik gelişim çalışan nüfustaki kadın ve erkek oranını da etkiliyor. Ağır işler robotlara verilince ayni işte kadının çalışma olasılığı artıyor. Aynca kadın işgücü daha ucuz glduğu için kapitalizmin artı- değer sömürüsü fazlalaşıyor. İstatistiklerde bunu izlemek olası. 1975-85 yılları açılan her 100 işyerine 62.2 kadın alınırken ancak 37.8 erkek alınmış. Avrupa’da oran daha da üksek. Erkekler eski işlerinden bile olmuşlar. Her 100 erkekten 49 tanesi işini yitirmiş. Yerine kadınlar alınmış. Endüstride çalışan
erkeklerin artış oranı düşerken kadınlarınki fazlalaşmış.
Bilimsel teknik bulguların üretime aktarılması insanlığa büyük kolaylıklar sağlıyor. Daha az çalışarak, daha az yorularak daha çok üretebiliyorlar. Ancak kapitalizmde bu insanlığın yararına değil bir kaç parababasınm daha çok kâr sağlamasına hizmet ediyor. Şimdi kadınları daha çok işe alıyorlar, daha çok kâr edebiliyorlar. Hem de kadınlar erkeklerden daha titiz ve dikkatli çalıştıklarından yeni üretim yapısına daha uygunlar. Sonuçta merkezlerin son yenilenme, modernleşme çabası kadınların sömürüsünü daha da arttırdı. Daha kolay üretime evet ama daha çok sömürüye hayır.
RAKAMLARLA KADINDünya Bankasının yayınladığı Kal
kınma Raporu son sayısında 1985 yılında kadınların dünyanın çeşitli bölgelerindeki durumlarını gösterir istatistikler var. Bazı rakamlara bakalım.
Yeryüzünde acaba erkekler mi fazla yoksa kadınlar mı? Her 100 erkeğe geri kalmış ülkelerde 95, kapitalist mer kezlerde ise 104 kadın düşüyormuş. Yani kalkınma düzeyi arttıkça kadınlar artıyorlar. Neden acaba? Geri ülkelerde erkeğin üstünlüğü tarımsal faktörler nedeniyle daha fazla. Ama üretimin temeli modernleştikçe iki cins arasın daki emek farkı ortadan kalkıyor. Geri ülkelerde erkek çocuğa rağbet daha fazla. Bu da olsa olsa onlara gösterilen bakımın fazlalığına yol açabilir.
Olaya birde başka açıdan bakalım.Geri ülke kadınları ortalama 63, er
kekleri ise 60 yıl yaşıyorlar, merkezlerde ise kadınlar 79, erkekler 73 yaşıyorlar. Yani kalkınma düzeyi yükseldikçe yaşama süresi artıyor. Demek ki Ayşe’ler Fatma’lar, Mary, Ruth’lardan 16 yıl erken ölüyorlar. Bu konuda Japon kadınları rekor kırıyor. Tam 81 yıl. Kapitalist merkezlerdeki kadınlar erkeklerden 6 yıl daha fazla yaşıyorlar. Merkezlerde kadın nüfusunun daha çok olmasının nedenlerinden biri de bu olsa gerek.
Ekonomi ne kadar gelişirse sağlık «olanakları o kadar artıyor. Doğum gibi nedenler kadınların karşılaştığı sorunların bazıları. Geri ülkelerde her
100 kadından ancak 44 u doktor veya bir sağlık görevlisinin gözetiminde doğum yapıyor ve 100.000 kadından 346’sı bu nedenle yaşamını yitiriyor. Oysa gelişmiş merkezlerde 100 kadından ancak 1 tanesi böyle olanaktan yoksun. O nedenle de aynı miktardaki kadından yalnızca 11 tanesi ölüyor.
Geri ülkelerde kadınlann azlığının bir nedeni de cahillik olsa gerek. Her 100 ilkokul mezunu erkeğe karşı 78 kadın
ilkokulu bitiriyor. Ortaokulu bitirmiş kadın ise daha az. Her 100 erkeğe karşı 67 kadın. Merkelerde ise oran 95 ilko- kulluya 99 ortaokullu.
Kadınların üretimdeki yerlerine bakalım:
Dünyada çalışan nüfusun % 36.9’u, geri kalmış ülkelerde ise % 29*u kadın. Buralarda 6 tanesi tarımda çalışıyorsa 2 tanesi hizmet sektöründe 1 tanesi ise
endüstride çalışıyor. Afrika Kıtasında tarımda çalışanlar daha da yüksek. Oysa Latin Amerika ülkelerinde kadınlar genel olarak hizmet sektöründe yoğunlaşmış. Öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik, memurluk alanlarında faaliyet gösteriyorlar.
Rakamlara bakarak daha çok şeyler söylemek mümkün. Önemli olan bu verilerden kalkarak bir sonuç çıkar
mak. En başta ülkenin kalkınma düzeyi yükseldikçe kadınların çalışma hayatına katılışı artıyor. Daha uzun eğitim görüyorlar, daha uzun yaşıyorlar, sağlıklı yaşama olanaklan artıyor. Eğer ki sorunlarımızın azalmasını istiyorsak öncelikle ülkemizin kalkınması için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda bilgimizi artırmalıyız. Bu doğrultuda aktif mücadele vermeliyiz.
“Sendikanın yönetim kurulunun tek kadın üyesi seçildim. Bu kadar çok kadının
çalıştığı işyerinden tek kadın üye olmam müthiş ilgi çekti. Fabrikamızdaki işçilerin
ancak yarısı sendikalıydı. Ama kadın üyeler azdı. Böylece iki yıl geçti. Artık böyle devam
etmemeli diye düşündüm. Kadınlar da faaliyete katılmalıydı. Bir bildiri yazıp
kadınları toplantıya çağırdım. Böylece bir kadın komitesi kurulacak, onları harekete
geçirip çevreden destek toplayacaktık.
'İNSAN HAKLARI" VEYA UÇUŞUP DURAN BURJUVA KAVRAMLAR
I *
insan haklarını ilk tanıyan anayasa olan Amerikan Anayasasının, Amerika'da yaşayan (kara-ç.) renkli insanlann köleliğini bir solukta doğrulaması, bu insan haklarının özgül burjuva niteliğini açıkça gösteren bir şeydir: Sınıf imtiyazlan kaldınlmış, ırk imtiyazları onaylanmıştır."
E.ıgels. Antl-Dühring. s.182
Hatırlardadır 1988 yılının aralık ayında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin imzalanışının 40. yılıydı.
30 maddeden oluşan (yaşama hakkı, yasalar önünde eşitlik hakkı, yurttaşlık hakkı, düşünme ve vicdan özgürlüğü, vs. vs.) devletlerin çoğunluğu tarafından imzalanan -Türkiye 1949da ilk imzalayanlar arasındaydı- belge dolayısıyla İnsan Haklanyla ilgili etkinlikler tüm dünyada daha da yoğunlaştırıldı. Gazetelerde, toplantılarda, parlamento ve siyasi demeçlerde çeşitli açılardan ele alındı. Emperyabzmin sözcülerinden, finans-kapital partilerinin eski yeni temsilcilerinden tutalım da, burjuva aydınlara, küçük burjuva demokratlara ya da işçi sınıfı temsilcilerine kadar konu hakkında görüş belirttiler. Hatta boyalı basında çıkan bazı haberlere bakılırsa, Sovyetler Birliği nde parti organı “Pravdada çıkan bir yazıda, tüm sosyalist ülkelerde insan haklanyla ilgili uygulamalan gözlemlemek amacıyla bölgesel komisyonlar kurulması önerildi" (Hürriyet G.13.12.1988)
“İnsan Haklan”m ilk tanıyan anayasa ABD anayasası olduğuna göre, aslında 40 yıllık bir
tarihe değil, daha uzun bir tarihe sahip olduğu da açık. Daha sonra pek çok
anayasada “insan hakları” yer aldı ve o ülkedeki kapitalizmin gelişimine, sınıf
savaşının güçlerindeki dengeye göre, şu ya da bu oranda devlet tarafından tanındı.
Uluslararası Af örgütü (Al) ve yerli İnsan Hakları derneği kampanyalar düzenleyip, etkinlikler gerçekleştirdi. Binlerce kişinin katıldığı konserler düzenlendi. Bildirgenin ilk imzalandığı Paris’teki Chaillot Otelinde “seçkinlerin katıldığı “İnsan Hakları" toplantısında PolonyalI sarı sendikacı Leş Valesa ve Sovyetler Birliğinde ‘İnsan Haklarfyla ilgili gürültü koparan bilim adamı Saharov ilk kez bir araya geldiler.
Almanya’da duvarlara afişler asıldı. (Daha çok sanatçıların reklamı gibi dursa da)
Bazı demokrat sanatçılar, sorgulamasından sonra kaybolan, öldürülen kişilerin nerede olduğunu soruyorlardı. Televizyonlarda çeşitli ülkelerden örnekler gösterilerek “İnsan Haklan’nın nasıl çiğnendiği anlatıldı. “İnsan Hakları" ihlalleri özellikle kuzu postundaki kurtlarca. en çok “İnsan Hakları" “İnsan Hakları" diye çığırtkanlık yapanlarca çiğneniyordu: Örneğin “İnsan Haklan" şampiyonu Reagan’ın ülkesi ABD’de zenciler ve kızılderililer hâlâ ikinci sınıf vatandaştı: demokrasinin “beşiği" Avrupa'nın metropollerinde “yabancı işçiler" hâlâ en alttakilerdi; Güney Afrika'da ise “İnsan Hakları" sadece beyaz azınlık için söz konusuydu; Türkiye’de işkenceler sürüyordu. Son sekiz yılda 269 kişi işkencede ölmüştü, 630 tane hapishane yapılmıştı. Cezaevlerindeki koşullar 1 Ağustos 88 kararıyla daha da kötüleştirilmiş, açlık grevleri yükseltilmiş, tek tip elbiseye karşı verilen mücadelede insanlar ölmüş, binlerce öğretmenin “çalışma hakkı" elinden alınmıştı vb. vb. Tabii “çalışma hakkı” olmayan işsizlerden, “çalışma hakkını" kaybeden işçilerden söz yok.
İlginç bir resmi kabul" de Federal Alman Cumhurbaşkanı Weiseker tarafından yapıldı. Çeşitli ülkelerden gelen -bu arada Türkiye’den de- “İnsan Hakları" kuruluşlarının sözcüleri cumhurbaşkanına şikâyetlerini ilettiler. (Oysa insan haklarını çok seven bu cumhurbaşkanı kimi işkence vs. sorumlusu faşistleri davet ve kabul edeli daha üç ayı bile doldurmamıştı.) Türkiye’den gelen dernek sözcüsünün şikâyetleri özetle şöyle maddeleniyordu: “Türkiye’de hukukbir- liği yok!" “Hukukun üstünlüğü tanınmalı" “insan Hakları Avrupa standartlarına uyulmalı” İnsan Hakları ihlallerine son verilmeli. Askeri darbeler olmamalı. Sivilleşme.” “ölüm cezalan kalkmalı" “İşkenceye son verilmeli.”
Kısaca 40. yıl dolayısıyla manzara, herkes insan haklarından yanadır, şeklindeydi. Süleyman Demirel de bu “taraftarlar" arasındaydı, radyoya o da demeç verdi.
Her şeyden önce bilinçlerin bulanıklaşmasını engellemek için konuya bizlerin de değinmesi elzem oldu. Diğer taraftan, her alanda mücadelenin bilimsel sosyalizmin ruhuna uygun tutulması zorunluluğu da bizi buna itiyor. Hemen her konu bahanesiyle , “burjuva demokrasininin allanıp pullanıp" ikide bir karşımıza çıkarılması kaçınılmaz çünkü. “En alışılmış ve taşlaşmış ön yargılar tarafından kabul edildiği için" adeta aksi iddia edilemeyen kavramlar, cümleler dolaşıp duruyor ağızlarda: “ Hukukun üstünlüğü” “hak eşitliği”, “insan h a k la n ”, “ insan hakları konusunun sağ, sol konusu olmadığı”, “insan haklan konusunda İki yüzlü
Aslı DOKUMACIolmamak” gerektiği, “adalet”, “demokrasi”, “batı demokrasisi standartlan”, “özgürlük”, “ahlak”, “ 12 Eylül dikta rejimi”, “12 Eylül sonrasında Anayasa ve hukuk sisteminin geniş halk yığın- lan için baskı ve zulüm aracı haline getirildiği” vb. vb.
Bütün bu kavramlar ya mutlaklaştırılıyor, putlaştırılıyor, -oysa bu kavramlar insanlığın tarihi gelişimi ve sınıfsal somutlukları içinde ele alınmak zorunluluğunda: yoksa kullananın karnındaki anlamıyla kalıyorlar ya da özellikle uzun bir zamandan beri, kendisine Marksist diyen bazılan tarafından, Marksizm adına burjuva yavanlıktan ve metafizik yorumlarıyla kullanılıyorlar. İşte bu sebepten de bu kavram ve cümleler üzerinde bir kere daha durmak büsbütün gerekli oldu. Ayrıca bilinçli işçilerin nasıl demokratlar, nasıl özgürlük savaşçılan. nasıl insan haklan savunucusu olduklannı; diğer burjuva ve küçük burjuva devrimcileriyle aralarındaki sınırı netleştirmek için de gerekli bu. Yoksa insanın, bu “insan haklan" havarilerine bakıp, öyleyse ben insan hakları savunucusu değilim diyesi geliyor.
Papaza kızıp, oruç bozmak bizden ırak olsun. Bilimde tabulara yer olmadığına ve bilinçli işçilerin gerçeği görme yeteneklerini geliştirip, gerçeği derinleştirmekten başka yollan olmadığına göre, “Gerçeklerin ve du- rumlann bilgisini derinleştirmeliyiz; ta ki, insanların, kitlelerin, halkların sübjektif kuruntuları dağıtılabilsin. Bunun açık nedeni sübjektif etken veya anın politik ve sosyal hayatta devrimci krizde hayati bir önemi olmasındandır" (Lenin) Dolayısıyla “İnsan Haklarfnın bu evrilip çevrildiğinde her anlama gelen, dile pelesenk kavram ve cümlelerini biz de biraz gözden geçirmeliyiz. Bu gözden geçirişte, orijinal metinlerden sık sık uzun alıntılar yapmak zorunda kaldık. On- lan konuşturmayı bu aşamada daha uygun gördük.
“İnsan Haklan*nın “özgül burjuva nitelik" te olduğuna yazının girişinde dikkati çekmiştik. “İnsan Haklan’nı ilk tanıyan anayasa ABD anayasası olduğuna göre, aslında 40 yıllık bir tarihe değil, daha uzun bir tarihe sahip olduğu da açık. Daha sonra pek çok anayasada “insan haklan" yer aldı ve o ülkedeki kapitalizmin gelişimine, sınıf savaşının güçlerindeki dengeye göre, şu ya da bu oranda devlet tarafından tanındı. Çünkü her şeyden önce: “Modern devlet tarafından insan haklannın tanınmasının ilk çağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından başka bir anlama nasıl gelmediği tanıtlan- mıştı. (1) İlk çağ devletinin doğal temeli kölelik idi; modern devletin doğal temeli
48
burjuva toplum, burjuva toplum insanı, yani ötekine özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağla bağlanmamış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin, kendi öz bencil gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliğidir. Doğal temeli işte bu olan modern devlet, evrensel insan hakları bildirisinde onu işte böyle tanımıştı. Ve bu hakları modern devlet yaratmamıştı. Kendi öz evrimi ile eski siyasal engelleri aşmaya götürülen burjuva toplumun ürünü olan modern devlet, kendi başına, insan hakla- nnı ilan ederek kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey yapmıyordu" (Marks. Kutsal Aile. s. 174)
Demek ki “İnsan Hakları* öyle uylaştırılacak bir şey değil, burjuva toplumunun tarih sahnesine çıkması ile zorunlu olarak burjuva devleti tarafından tanınmış burjuva kavramlar. Ve bu burjuva insanın ortadan kalktığı bir toplumda -yani insanın insanın kurdu olmadığı bir toplumda- “insan haklarımdan söz etmek saçma olacak.
Sınıfların henüz ortadan kalkmadığı, komünizmin ilk evresinde burjuva nitelikte olduğunu yukarıdan beri belirttiğimiz “İnsan Hakları”ndan, yani burjuva insanın bu haklarından ancak kısmen söz edilebilir. Çünkü henüz bu burjuva insan ve burjuva etkiler tamamen ortadan kalkmamıştır. İleride “eşitlik” konusunda değineceğiz, ama burada yeri gelmişken belirtmekte yarar var: Proletaryanın iktidara gelmesiyle burjuva hukukunun tümüyle, hemen ortadan kalkması maddeten imkânsızdır. Çünkü içinden çıkıp geldiği burjuva toplumun ekonomisini ancak üretim araçlarının mülkiyetini toplumsallaştırma seviyesinde değiştirebilir. Ürünlerin bölüşümü ve çalışmanın toplum üyeleri arasındaki dağılımının düzenleyicisi olmak bakımından henüz “burjuva hukuku” yürürlükte kalır. Bu ilk evrede “çalışmayan yemez" ve “eşit miktarda çalışmaya, eşit miktarda ürün” gerçekleştirilebilir. “... Bu henüz komünizm değildir ve henüz eşit olmayan insanlara eşit olmayan (gerçekten eşit olmayan) bir miktarda çalışma için, eşit bir miktarda ürün veren “burjuva hukuk”unu ortadan kaldırmaz... İşte bu bir “sakınca"dır, der Marks; ama bu sakınca komünizmin ilk evresinde kaçınılmaz bir şeydir; çünkü kapitalizm yıkıldıktan hemen sonra, insanların, hiçbir çeşit hukuk kuralı olmaksızın, birden toplum için çalışmayı öğrenecekleri, ütopyaya düşmeden düşünülemez; kaldı ki, kapitalizmin ortadan kalkışı, böylesine bir değişikliğin ekonomik öncüllerini hemencecik vermez.
Oysa, “burjuva hukuk” kurallarından başka hukuk kuralları yoktur.” (Lenin. Devlet Devrim, s. 105) Böylece kısmen “burjuva hukuku” sürmek zorunda kaldığı için, proletarya devleti de olsa, devletin zorunluluğunun sürmesinden dolayı henüz burjuva “İnsan Haklan”ndan da kısmen bahsedilebilir. Nitekim Sovyetler Birliğinde, Polonya ve Çekoslovakya gibi sosyalist ülkelerde kimi “insan hakları” çığırtkanlıkları, bu tamamen ortadan kalkmamış burjuva insanın varlığının göstergeleridir. Elbette bu kez burjuva gericiliğinin sürmesi istemi anlamında. Bizler iki yüzlü olmadığımız için bunu açıkça söylüyoruz. Ama devletin “bir kandil gibi söneceği”, sınıflann var olmadığı, dolayısıyla da bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde baskısından söz edilemeyeceği bir temelde, yani sınıflann tarih sahnesine nasıl bir zorunluluk olarak çıktılarsa, gene aynı zorunlulukla ortadan kalkacağı koşullarda “insan haklarının son kalıntılarına da rastlanmayacaktır.
Çünkü: “İnsani koşullar içinde, tersine ceza, suçu işleyenin gerçekten kendi ken
disi üzerindeki yargısı olacaktır. Ona başkası tarafından uygulanan dışsal bir zorun, onun kendi kendisine uygulandığı bir zor olduğuna inanması için çalışamayacaktır. Öteki insanlar onun için, daha çok onun kendi kendine vermiş olacağı cezanın doğal kurtarıcılan olacaklardır. Başka bir deyişle ilişki tastamam tersine çevrilmiş olacaktır” (Marks, Kutsal Aile, s. 269) Yani hukuka, devlete ihtiyacımız olmayacaktır.
lnsanbk, günümüzde Marksın sözünü ettiği “ insani koşullar”dan epey uzak şüphesiz. Yeryüzünde insanın, insan tarafından sömürülmesine son vermedikçe, kapitalist devlet ve ilişkiler, tüm gerilikler silinip atılmadıkça, insani koşulların ön şartı oluşturulmadıkça, yani proleter devlet kurulmadıkça, yukarıda dediğimiz gibi proletaryanın devletinin de “kandil gibi söneceği” günler gelmedikçe o koşullar içinde olmak, maddeten mümkün değildir. Kısaca bizim amacımız “insan hakları” değil, “insani koşulların oluşturulmasıdır. Ve eğer bugün proleterler ve komünistler “insan hakları” ile ilgili mücadelelere katılıyor- larsa bu bilinçle katılıyorlar. Elbette burjuva nitelikte de olsa bugün bu hakların elimizden alınması karşısında elimizi kolumuzu bağlayıp, tarafsız kalacak değiliz. Ama burjuva demokratların veya burjuva sosyalistlerinin yaptığı gibi de “Devleti insanlıkla, insan haklarını insanla, siyasi kurtuluşu, insani kurtuluşla karıştırmıyoruz. (Marks, Kutsal Aile. s. 137) Belirtmeye çalıştığımız yalnızca, “burjuva üretim biçiminin, tıpkı feodal üretim biçimi gibi, tarihsel ve geçici olduğu” ve onun üst yapısından olan “İnsan Haklarfnın da tarihsel ve geçici olduğudur. “İnsan hakları’nın doğuştan (2) ve ebedi olduğunu söyleyen kimi iyi niyetli, demokrat aydınlarda veya kendine Marksist diyen burjuvalarda “bu yanılgıyı doğuran şey, burjuva insanı, her toplumun mümkün biricik temeli olarak görmeleridir; bunlar, insanların artık burjuva olamayacakları bir toplum düşünemezler. (Marks, Felsefenin Sefaleti s. 200) “İnsani koşullar” ın yaklaşmasında geçilmesi gereken aşamaları geçmek ve ancak bu bilinçle davranarak burjuva insanın ortadan kaldırılabileceği, yani insanın insanlaşabileceği gerçeği, bugün bizi “insan haklan”nın savunucusu yapıyor. Çünkü bugün dünyanın pek çok yerinde insanlık ‘hâlâ sadece kapitalist üretimin gelişmesinin* ya da emperyalist aşamaya ulaşmasının acısını değil, “kapitalist gelişiminin tamamlanmamış olmasının da acısını çekiyor’ özellikle Türkiye gibi ülkelerde, “modern kötülüklerin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kötülüklerin; çok eski üretim biçimlerinin” -7 bin yıllık Babil artığı antikalıkların- “alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdikleri çağdışı toplumsal ve politik ilişkilerin de altında eziliyor.” Kısaca “yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çekiyoruz.” (Marks, Kapitalin 1. Cildi’nin Alm. 1. Bask. Önsöz, Seçme Eserler, Cilt: 2, s. 105)
Ama sınıf savaşının vardığı boyutlara rağmen bu acılardan her gün biraz daha kurtulma ve “insani koşullara” her geçen gün daha da yaklaşmakta olduğumuzu görüyoruz. Gerek muazzam teknik gelişmeyle insanlığın üretim ihtiyacını gereği ve yeteri kadar hazırlama olasılığının ufukta belirişi, gerek dünyada işçi sınıfının kazandığı mevziler bunun ilk habercileri. Henüz sosyalizmin “orta çağını” yaşıyor olsak bile.
Tüm bunların yanında gene sınıf savaşının sonucu olarak, bugünkü dünyamızda kapitalizmin veya onun en üst aşaması olan emperyalizmin varlığından ve elbette
özellikle kapitalist devletin varlığından dünyanın pek çok yerinde toplu katliamlar, soy kırımları, şovenizm, işkence, hapishanelerin ağzına kadar dolu oluşu ve koşullannın elverişsizliği, ırk ayrımı, yabancı düşmanlığı; hepsinden en önemlisi işsizlik, açlık ve savaş istenmediği kadar boldur. Yukarıda da değindik bunlann kaynağı modern - antika - feodal geriliklerdir. Gelelim şimdi “insan hakları”nın tarihine.
Bilindiği gibi 1789 Fransız Devrimiyle burjuvazi “özgürlük”, “eşitlik" ve “kardeşlik" sloganlanyla feodalizme ve feodal ayncalık- lara baş kaldırmıştı. Bugün bu sloganların hâlâ kimi zaman kullanılıyor ve çeşitli kılıklara girerek karşımıza çıkıyor olması ve
Burjuvazinin kendi koyduğu kuralları çiğnemesini (yani ^insan haklan” dediği,
kuralları çiğnemesini) mahkeme salonlarında, şurda hurda teşhir edip onu kendi silahıyla
vurma taktiği başka bir şey; sırf onun koyduğu kurallarla ona karşı mücadele
ettiğini sanmak başka bir şey. Birincisini yapmak sömürünün sınırlandırılması
mücadelesi için gerekli ve binbir zenginliği geliştirerek yapılmalı; ama İkincisini yapmak
düpedüz ihanet.bazılarının “bir halk önyargısı sağlamlığına sahip” oluşlan, “onların , slogan olarak doğruluğundan” değil, “18. y.y. fikirlerinin evrensel olarak yaygınlaşmalarının” ve sürüp giden antik ve feodal kalıntıların süpü- rülmesi gereğinden bunların kısmen “güncelliklerini koruması sonucundandır. özellikle faşizmin varlığı burjuva demokratik hakların kimilerini gündemde tutuyor. Yalnız şu farkla ki burjuvazinin bıraktığı yerden proletaryanın kendi güncel ve nihai hedefleri, programı, sloganlarıyla devam etmesi kaydıyla. Burjuva şekilleriyle aynen alıp, nihai hedefimizi unutarak değil. Hele burjuva sloganlarını bayraklaştırarak hiç değil. Çünkü burjuvazinin kendi koyduğu kuralları çiğnemesini (yani “insan hakları” dediği, kuradan çiğnemesini) mahkeme salonlarında, şurda burda teşhir edip onu kendi silahıyla vurma taktiği başka bir şey; sırf onun koyduğu kurallarla ona karşı mücadele ettiğini sanmak başka bir şey.Birincisini yapmak sömürünün sınırlandırılması mücadelesi için gerekli ve binbir zenginliği geliştirerek yapılmalı; ama İkincisini yapmak düpedüz ihanet.
“insan haklarının doğduğu 18. yüzyılda, her şey burjuvazi tarafından -elbetteki burjuva tarzda- eleştiriliyordu: “Toplumun ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler, akıl dışı ilan edildi ve bir yana atıldı, dünya o zamana kadar ön yargılarla yönetilmişti; geçmişe ait olan her şey, ancak acıma ve küçümsemeye layıktı. Nihayet gün doğuyordu; bundan böyle boş inan, haksızlık, ayrıcalık ve baskı; sonsuz gerçek, sonsuz adalet, doğa üzerine kurulu eşitlik ve insanın devredilmez haklan tarafından süpürülecekti.
Bugün, aklın bu egemenlğinin burjuvazinin idealize edilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını, ölümsüz adaletin, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulduğunu; eşitliğin yasa önünde burjuva eşitliğine vardığını; burjuva mülkiyetinin ... insanın başlıca haklarından biri olarak ilan edildiğini; ve rasyonel devletin dünyaya ancak burjuva demokratik cumhuriyeti biçimi altında geldiğini ve ancak o biçimde gelebilecek olduğunu biliyoruz.” (Engets,Anti Dühring, s. 62-63) (Altını biz çizdik)
Kısaca burjuva ihtilalinden hemen sonra onun sadece burjuva için bir zafer, proletarya ve diğer halk yığınlan içinse bir “ha-
yal kırıklığı" olduğu ortaya çıkmıştı. Üste İlk devrimin tüm yükünü ve fedakârlıklarını halk çekmişti. Hemen arkasından proletaryanın “eşttlik*’ isteklerinin yükselmesinin anlamı bu hayal kınklığı ve burjuva dev- riminin proletarya üzerindeki etkilerinin çok taze oluşudur. Bugün “sosyalist toplumu eşitliğin imparatorluğu olarak düşünen dar görüşlülüğün temeli de bu eski gelenektir ve “eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik slogan lanna dayanır" (Engels, Bebele Mek-
. tup, Seçme Eserler Cilt. 3, s. 42)21. yüzyıla 11 yıl kala bile burjuva slo
ganların etkisi anlamında, bu yanılgı yaşanmakta, sosyalizmin bir “eşitlik imparatorluğu” veya problemlerden annmış, “sonsuz adaletin gerçekleştiği, bir cennet olarak düşünülmesi sürmektedir. Sosyalizmin kuruluş, işleyiş problemleri ortaya çıkınca da hayalleri sönenler, yan çizmekte, liberal hayallere dalmaktadırlar. Oysa küçük burjuvazinin kafasındaki gibi dikensiz gül bahçesi değildir sosyalizm, hele “sınıfların eşitliği" hiç değildir. “Sınıflann eşitliği sözcük karşılığı olarak burjuva sosyalistlerinin inançla vazettikleri sermaye ile emek arasında uyum demektir. Uluslararası İşçi Bir- liği’nin yüce amacını oluşturan şey. mantıken olanaksız olan sınıflann eşitliği değil, tersine sınıfların ortadan kaldırılmasıdır." (Mark-Engels. enternasyonal İçinde Sahte Bölünmeler, Seçme Eserler, Cilt 2, s. 304)
Dolayısıyla bayrağında “herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneğine göre” yazılı proletaryanın ağzında eşitlik, sınıfların ortadan kaldırılması anlamına gelir. Çünkü proletarya evrensel bir sınıf olarak “kendisine yapılan haksızlık sınırlı bir haksızlık olmayıp, genel olarak haksızlık olduğu için sınırlı bir düzeltme peşinde koşmayan... geleneksel bir statü değil, yalnızca insani bir statü isteyen... nihayet kendisini toplumun diğer sınıflarından kurtarmadıkça, dolayısıyla bütün bu diğer sınıfları da kurtarmadıkça, kendi kendini kurtaramayan’ (Marks, Kutsal Aile'....) bir sınıf olduğundan buna zorunludur, burjuva “eşitliği" -yani “insan haklarfnda ifadesini bulan- ile yetinemez. Yetinmediğini 19. yy boyunca, kendi bağımsız mücadelesini daha da pekiştirip kurmakla zaten göstermiştir.
Ayrıca proletarya iktidara geldikten sonra bile yani üretim araçlarının ortak mülkiye-
Burjuva adaleti feodal toprağa bağlılığı ve köleliği haklı saymıyor elbette. Ama
ücretli köleliğin sürmesini yani kapitalist sömürünün sürmesini en temel hak sayıyor.
Proletarya İse ücretli köleliğin sürmesini, sınıfların varlığını haksızlık görüyor. İşte size üç tarihi döneme ait üç adalet Demek adalet
de bir mutlaklık değil, temellerin değişmesine göre değişen bir kavram. Dolayısıyla burjuvadan adaletli olmayı
beklemek, bir işçi açısından yanılgıların en büyüğü.
tinin gerçekleştirildiği, genellikle sosyalizm denilen ve Marks’ın “komünizmin ilk evresi’ olarak nitelendirdiği düzende veya dönemde bile “eşit haktan” söz etmenin ne anlama geleceğini Lenin, Marks’tan aktarmalarla şöyle açıklar: “Ama... bu toplumsal düzene’ n (sosyalizmden-bizim notumuz) söz eden Lasal, bu düzende “hakkaniyetli bölüşüm", “eşit çalışma ürününe herkesin eşit hakkı" olduğunu söylerken yanılır ve Marks bu yanılma nedenini açıklar:
Marks “eşit hak" der; gerçekten burada eşit hak vardır, ama burada söz konusu
olan şey, henüz “burjuva hukuku"dur: her hukuk gibi, eşitsizliği öngerektiren burjuva hukuku. Her hukuk, farklı insanlara, aslında ne özdeş ne de eşit olan farklı insanlara tek bir kuralın uygulanmasına dayanır. Bundan ötürü “eşit hak" aslında eşitliğe bir saldırı, bir adaletsizlik demektir. Gerçekte herkes toplumsal üründen, kendisi tarafından sağlanan toplumsal çalışmanın eşit bir parçası için (yukarda belirtilen çıkarmalarla) (belirtilen çıkarmalar: bir yedeklik fonu, üretimi arttırmaya ayrılmış bir fon. makina- ların değiştirilmesine ayrılmış fon, vs. gibi, bizim notumuz) eşit bir pay alır.
Ama bireyler birbirine eşit değildir; biri daha güçlü, öteki daha güçsüzdür; biri evli, öteki değildir; birinin çocuğu çok, ötekinin azdır vb.
“Çalışma eşitliğinde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonuna katılma eşitliğinde, demek ki biri aslında ötekinden çok alır, biri ötekinden daha zengindir vb. Bütün bu sakıncalardan kaçınmak için, hakkın eşit değil. eşitsiz olması gerekirdi" diye bağlar Marks.
O halde, komünizmin ilk evresi, adalet ve eşitliği gerçekleştiremez; zenginlikler bakımından insanlar arasındaki adaletsizlikler sürecektir: ama insanın insan tarafından sömürülmesi de olanaksız olacaktır’ (Lenin, Devlet ve İhtilal s. 103)
Dolayısıyla, yukarıda da belirttiğimiz gibi. proletaryanın, eşittik mücadelesini ve" sı- nıflann ortadan kalkması anlamında almak koşuluyla, eşitlik sloganının büyük önemini anlamak kolaydır... Ve, bütün toplum üyelerinin üretim araçları mülkiyetine göre eşitliği, yani çalışma eşitliği, ücret eşitliği. gerçekleşir gerçekleşmez, biçimsel eşitlikten gerçek eşitliğe, yani “herkese yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre" ilkesine geçmek için, insanlığın karşısına mutlaka tamamlanması gereken yeni bir ilerleme sorununun dikildiği görülecektir." (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 110)
Burjuva için ise eşitlik “kanun önünde" eşitliktir. “İH" Evrensel Beyannamesindeki anlamı da budur: örneğin İş Sözleşmesini alalım. İş akti işçi ile işveren arasındaki eşitliğin, yasa tarafından kâğıt üzerinde kurulmasına dayanarak yapılır. Sınıf durumları arasındaki ayrılığın “taraflar’dan burjuvaziye verdiği güç. bu güçlü “tarafın öbürü üzerindeki baskısı -iki tarafın gerçek iktisadi durumu- bütün bunlar yasayı ilgilendirmez. Ve iş sözleşmesi boyunca biri ya da öbürü açıkça vazgeçmedikçe iki taraf da aynı haklardan yararlanıyor sayılır. Ama iktisadi koşullar, sözüm ona hak eşitliğinin hatta son kırıntılarından bile işçiyi vazgeçmeye zorlamaktaymış, bu yasanın umurunda değildir.
Zaten günlük gazeteler, gerek bizde gerek dünyada, binlerce işçinin iş sözleşmelerinin, yasanın verdiği “eşit hakka" dayanarak, taraflardan birinin -nedense bu daha çok “işveren” tarafından yapılır- iptal edildiği haberleriyle doludur. Bu “adil" midir?
‘Bay .... — “Yasa ve yargıç önünde, büyük ve küçük, zengin ve yoksul, herkes eşittir. Bu madde devlet ilkelerinin (credo) en başında bulunur." (3)
Marks — “Devlet mi? Devletlerden çoğunun ilkeleri tersine, büyükleri ve küçükleri. zenginleri ve yoksullan, yasa karşısında eşitsiz kılmakla başlar." (Marks, Kutsal Aile, s. 90)
İşte burjuva adaleti budur.Ayrıca,Engels — “Sonsuz adalet kavramı, yal
nızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, ...‘herkes farklı bir şey anlıyor’ denilen şeyler arasına girmektedir... Ve her zaman için bu adalet, bazan tutucu,baZan devrimci açıdan, mevcut ekono
mik ilişkilerin ideolojileştirilmiş. yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır, yunan ve Romalılann adaleti köleliği haklı sayıyordu." (Engels, Prudhon ve Konut Sorunu Üzerine Ek, Seçme Eserler Cilt: 2, s. 435-436)
Burjuva adaleti feodal toprağa bağlılığı ve kölelği (4) haklı saymıyor elbette. Ama ücretli köleliğin sürmesini yani kapitalist sömürünün sürmesini en temel hak sayıyor. Proietarya ise ücretli köleliğin sürmesini, sınıfların varlığını haksızlık görüyor. İşte size üç tarihi döneme ait üç adalet. Demek adalet de bir mutlaklık değil, temellerin değişmesine göre değişen bir kavram. Dolayısıyla burjuvadan adaletli olmayı beklemek, bir işçi açısından yanılgıların en büyüğü. Kaldı ki “bütün toplumsal değişmelerin ve politik devrirrilerin ereksel nedenleri, insan- İann kafalannda, insanlann sonrasız gerçeği ve adaleti daha iyi kavramalarında değil, ama üretim ve değişim tarzlanndaki değişmelerde aranmalıdır. Bunlar felsefede değil, her söz konusu çağın ekonomisinde aranmalıdır. Var olan toplumsal kurumla- nn usa-aykın ve adaletsiz olduğunun, sağduyunun saçma’laştığının iyinin kötüleştiğinin giderek kavranması, yalnızca, üretim ve değişim tarzlarında sessizce değişmeler olduğunun ve ekonomik koşullara uyarlanmış toplumsal düzenin artık onlara uymaz hale geldiğinin kanıtıdır." (F. Engels. Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm. Seçme Eserler. Cilt: 3. s. 161)
“lyi’nin kötüleştiğinin kavranması’ bizi ahlakta da değişikliğin olduğu gerçeğine getirir. “Halktan halka, dönemden döneme. iyi ve kötü fikirler öylesine değişiktir ki. çoğu kez birbiriyle açıkça çelişirler" (Engels. Anti Dühring. s. 165) Konu oldukça karmaşık bir konudur ve eğer böylesine karmaşık olmasaydı üstünde çok durulup, tartışılmazdı. “Bugün bize hangi ahlak öğütleniyor? Kimin, hangi sınıfın ahlakı?" (Engels, ay.) Kimi yerlerde yedi bin yıllık Babil artığı köleliği de içinde barındıran ve çeşitli dinlerin etkisinde antik, köleci, feodal, kü- çükburjuvaya ait ahlakla, modernleşmenin göstergesi olarak alınan ve bencilliğin şahikası burjuva ahlakı -üstelik buna lumpen- liğin, toplumun en üst kademelerinde, finans-kapital göklerinde yeniden tezahür etmesi demek olan, tekelci burjuva ahlak haline gelmişliğini belirterek- ve hemen onun karşısında “geleceğin, proletaryanın ahlakı bulunur." (Engels ay. s. 165) Birbir- leriyle aynı zamanda ve yerde yaşayan esas olarak üç büyük ahlak kategorisi, “öyleyse hangisi hakiki ahlaktır bunların? Kesin ve mutlak anlamında, hiç biri; ama süre vadeden unsurlara en çok sahip bulunan ahlak, şüphesiz, bugün, bugünün altüst oluşunu, geleceği temsil eden ahlaktır, yani proleter ahlak." (Engels, ay. s. 166)
Demek ki sınıflar olduğu sürece bir sınıf ahlakı da olacaktır. Dolayısıyla her davranışımız İstesek de istemesek de bir sınıfın ahlakına denk düşecek, veya bir sınıfın ahlakı tarafından değerlendirilecektir veya birbirine karıştırılıp kimi burjuva soysuzluklarını modernlik adına proleter ahlakı gibi göstermekten, küçükburjuva ahlakına “devrimci ahlak" demelere kadar karışıklıklara rastlanacaktır. Kusurlann hataların çeşitli yanlanyla değerlendirilmesi yanında “ahlaki açıdan" yapılan değerlendirmeler veya “ahlaki açıdan yapılmadığı’ iddia edilen değerlendirmeler dahil olmak üzere bir sınıfın ahlakına uygun veya diğerine pygun olmayacaktır. Buna rağmen “Ahlak ‘eyleme konulmuş güçsüzlüktür’. Bir duruma saldırdığı her seferinde, ona alt olur." (Marks. Kutsal Aile. s. 302) Dolayısıyla “kapitalist sömürünün sayısız dehşet, vahşet, saçmalık ve namussuzluğu’na karşı elde proleter ahlak ilkeleriyle döğüşmek, Donkişot’un elde mız-
rak, yel değirmenleriyle döğüşmesine ben- zer. Elde başka şeyler de olmalıdır.
"Henüz sınıf ahlakını aşmamış bulunuyoruz" (Engels, ay.) Öyleyse ne zaman bir "insani ahlak” gerçekleşecektir? ‘Sınıf karşıtlıkları ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insani bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının sadece yenilmekle kalmadığı, am a yaşam a pratiği bakımından unutulmuş da bulundukları bir toplum düzeyinde mümkündür" (Engels, ay. s. 167)
‘İnsan hakları’nın en önemlilerinden “insanın devredilemeyen haklarına" gelince:
Kapitalist toplumda her şeyin meta haline gelişiyle ‘En sonu, insanın devredilemez sandığı her şeyin değişime, alışverişe konu olduğu ve devredilebilir olduğu bir dönem gelmiştir. Bu, o ana dek ifade edilen ve aktarılan ama asla satın alınamayan -erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan vb. kısaca her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu, çü rümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para iie elde edilmesinin evrenselleştiği, ya da ekonomi politik diliyle konuşacak olursak, manevi ya da maddi her şeyin pazarlanabilir bir değer durumuna geldiği, en reel değerinden kıymetlendirilmek için pazara getirildiği dönemdir.” (Marks, Felsefenin Sefaleti, s. 36)
Eğer bu devredilmezlik gerçekten isteniyorsa, kapitalist pazarda başı boş dolaşan ekonomik güçleri insanın eline alması sağlanmalıdır. Ama burjuvazi, burjuva ekonomisi koşulları aracılığı ile toplumsal ilişkilerin, insanlar arası ilişkiler değil de eşyalarla olan ilişkilermiş gibi görünsünler diye, serbest pazarla, meta üretimi biçimleriyle gizlenmesini istediğinden, insanın ekonomik üretim kontrol etmesine, yani bu üretim anarşisi üstüne kurulu kapitalizmin yerine, üretimin kontrolünün ön koşulu olan üretim araçlannm toplumsal mülkiyetine ve bu zorunluluğun bilincine varma doğrultusundaki isteğe, "özgürlüğe karışma” gözüyle bakar. Tam bu noktada gelip, “özgürlük” konusuna dayanırız. Ve özgürlüğün de gerek eşitlik, gerek adalet, gerek devredilemez haklar gibi tarihsel olduğunu ve çeşitli dönemlere ve sınıflara göre değiştiğini görürüz.
Kapitalist üretim şartlarında özgürlükten anlaşılan şey, özgür ticaret, özgür alım satımdır; veya çoğu zaman doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlık anlaşılır. Oysa özgürlük böylesi ‘doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlık değil,... insanın maddi ve manevi varlığını yöneten Yasaların ‘bilinmesinde ve bu bilme amacıyla bu yasalann belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır” (Engels, Aııti Dühring, s. 193)
Kısaca ‘özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır.” (a.y.)
işte bu sebepten, belirttiğimiz gibi, bu zorunlulukların ve yasaların bilinmesinin ve eibetteki onun hayata geçirilmesine (sosyalizme) burjuvazi, özgürlüğe kanşma gözüyle bakar. Elbette onun açısından bakınca karışmadır. Onun bir burjuva olarak statüsüne ve toplumdaki ayrıcalıklı durumuna yani toplumun özgürlüğünü tekeline alma ayrıcalığına karışmadır.
Bir burjuva, özellikle üretim araçlarının mülkiyetinin, toplumun mülkiyeti haline gelmesine, yani kendisinin o düzende üretim aracı sahibi olamayıp, başkalarını sömürme olanaksızlığına, başkalarının alın teri üstüne varlığını sürdüremeyişe eibetteki “özgürlük yok" diye bakar. Çünkü burjuva için özgürlük, ücretli köleliğin varlığı -işçi sınıfının hep var olması- ve sürüp gitmesidir -sonsuza kadar- Demek ki burjuva toplumun görünüşteki, şekli özgürlüğü altında derin bir kölelik gizlidir. ‘Çünkü birey, kendi
yaşamının, örneğin mülkiyet, sanayi, din vb. gibi kendisine yabancılaşmış öğelerinin anarşik hareketini kendi öz özgürlüğü olarak gördüğünden, görünüşte, bireysel bağımsızlığın gerçekleşmesidir bu kölelik... Bu sözde özgürlük, tersine onun köleleşme ve insan dişiliğinin gerçekleşmesi anlamına gelir.” (Marks, Kutsal Aile.)
Kısaca burjuva toplum, artık birbirlerinden sadece bireysellikleri ile ayrılan bireyler arasındaki savaşın dışa vurumundan başka bir şey değildir. Böylece feodal ayrıcalıkların engelinden kurtulmuş güçlerin zincirlerinden boşanması demek olan bu anarşi, burjuva toplumunun vazgeçilmez temelidir. Onuııi çin “Soyut özgürlük sözcüğünün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu bir kişinin bir başka kişi karşısındaki özgürlüğü değil, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğüdür.” (Marks, 9 Ocak 1848’de Brüksel’de Yapılan Konuşma’dan) İşte burjuvazi bu ezme özgürlüğü için mücadele eder.
Proletarya için ise burjuva toplumdaki bu özgürlük şekli, görünüşteki bir özgürlüktür ve o gerçek özgürlüğün ancak ve ancak, proleter şekliyle bile olsa, devletin ortadan kalkacağı -bir kandil gibi söneceği- koşullarda mümkün olacağını bilir ve böyle bir özgürlük için döğüşür. Ve bir gün “sınıflı ve sınıf çatışmak eski burjuva toplumun yerini öyle bir toplum alacaktır ki onda her bireyin özgür gelişmesi, bütün herkesin özgür gelişmesinin şartı olacaktır. (K.Manifesto, Marks-Engels, s. 59)
Marks'tan bir aktarmayla dedik ki: Burjuva toplumun bu sözde özgürlüğü tersine onun köleleşme ve insan dışıkğının gerçekleşmesi anlamına gelir. Marks cümlesine şöyle devam eder: ‘Hukuk burada (bu burjuva toplumda, bn) ayrıcalığın (feodal ve köleci toplumdaki ayrıcalığın, bn) yerini tutar.”
Yani burjuva toplumda hukukun görevi budur. Tabii bu kez söz konusu ayrıcalığı, burjuvazinin sınıf olarak ayrıcalıklarını hukuk üstlenir. Dolayısıyla hukuku putlaştırmak, “hukukun üstünlüğünden dem vurmak, burjuva toplum putlaştırması, anlamına gelir veya “Hukuk karşılık düştüğü ekonomik durum ve uygarlık derecesinden daha yüksek bir düzeyde olama” yacağına (Marks) göre, ülkenin alt yapısında bir değişiklik yapmadan, bugün ikide bir tekrar edilen burjuva tekerlemeler, “Batıdaki seviyesinde hukukun uygulanmadığını” bozuk plak gibi tekrarlamalar yakınmaktan öteye geçmez. (Hem de kime? Alman finans-kapitalinin cumhurbaşkanına. Kimi kime şikâyet ediyorsun? İnsan hakları için mücadele edeyim derken, kimin ekmeğine “insan haklan” balı sürüp, sınıf sınırlarını bulanıklaştırıyorsun.) Yani bu alanda da mücadeleyi yoz burjuva seviyesinde tutmaktan başka bir anlama gelmez. Hoş, öyle ya baylarımız bayanlarımız “İH konusunun sağ sol konusu” olmadığını söylüyorlar. Tam da bunu söylerken “sağ” oluveri- yorlar, sağ olsunlar. Konu tam da kimlerin, neden ve nasıl “insan hakları” meselesi ile ilgilendiği iken, kimlerle ve kime karşı “insan haklarfnın savunulduğu iken, özetle, konu herkesin “insan hakları” çuvalına doldurulması değil, hangi amaçla ve hangi sınıfın çıkanna bunun yapıldığıdır.
Ayrıca sayfalardan fırlayıp da hukuk “üstünlük” kuramaz. Onu şu ya da bu seviyede uygulayacak olan ancak bir sınıf “üs- tünlüğü’dür. Bugün Türkiye’deki hukuk, 61 Anayasasındaki burjuva halinden kuşa çevrilerek, “üstün" finans-kapitalin “üstün" çıkarları için bu tarzda ve bu kadar “üstün” tutuluyor. Yani finans-kapital zoru onu bu şekilde uyguluyor. Onu başka tarzda ve miktarda, başka nitelikte uygulatacak karşı zoru nasıl ve kimlerle örgütlüyorsun? İş
te bütün mesele. “Çünkü, koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiçbir şey değildir.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 109) (altını biz çizdik)
Dolayısıyla konu “hukukun üstünlüğü” gibi dileklerin vazedilmesi değil, bu hukuku (hangi ölçüde ve nasıl) kullanacak devletin hangisi ve hangi sınıfın devleti olacağı meselesidir.
Böylece gelir ‘demokrasi’ meselesine dayanırız. Yazının başlarında aktardığımız cümleleiden biri olan şu cümleyi ele alalım. “12 Eylül sonrası tüm hukuk sistemi geniş halk yığınları için baskı ve zulüm aracı haline getirildi.” (hukukçuların bir çağrısından) Oysa hukuk sistemi ve Anayasa 12 Eylül öncesinde de “baskı ve zulüm” aracı idi. Farklı olan, sadece güçler dengesinin bir icabı olarak, halk sınıf ve tabakalarının sömürüyü sınırlandırabilme mücadelesini, finans kapitalin nisbi demokrasisi içinde, karakterleri ne olursa olsun çeşitli siyasi ve demokratik örgütleri aracılığıyla kısmi açıklıkta sürdürebiliyor oluşundaydı. Eğer “insan hakları” savunucuları, bu arada “demokrat” hukukçular ortak bir saptamada bulunacaklarsa, sık sık söylendiği gibi “12 Eylül sonrasında Anayasa ve tüm hukuk sisteminin baskı ve zulüm aracı haline getirildiği” değil, zaten var olein bu baskı ve zulmün karakterinde ciddi bir nitel değişiklik olduğu, bu baskı ve zulmün faşistleştiği noktasında olmalıdır. Yoksa finans-kapitalin ve onun yedek gücü tefeci-bezirganlığın 12 Eylül öncesi günahları aklanmış, onun incir yapraklı demokrasisinin ayıbı örtülmüş olur. 12 Eylül öncesi “hukuk yapısı’nın gökleri çıkanlması da caba.
Elbette sınıf karakterleri burjuva olanlar bakımından 12 Eylül öncesi “baskı ve zulüm aracı” olmayabilir. Son tahlilde burjuva sosyalistleri düzene bağlı ve ondan ko- puşmamıştır. Objektifçe bu tespit tekel dışı burjuvazinin, sadece faşizmi baskı ve zulüm görmesinin sınıf içgüdüsü onun dile gelişidir. Ama Özellikle işçi sınıfı, yoksul köylülük, küçük burjuva halk tabakaları ezilen milletler bakımından 12 Eylül öncesinin nasıl bir baskı ve zulüm olduğu apaşikârdı. Onlar çeşitli protesto eylemleriyle bu baskıların varlığını en kör gözlere bile göstermekle kalmadılar, bu baskı ve zulme karşı binbir mücadele biçimlerinin kendi inisiyatifleriyle nasıl gelişebileceğini de gösterdiler. Hem, ‘unutmaya hakkımız da yoktur ki, hatta en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile, halkın nasibi, ücretli kölelikten başka bir şey değildir.” (Lenin Devlet ve Devrim, s. 26) Nerde kaldı ki “en demokratik burjuva cumhuriyetiyle ancak cumhuriyeti ortak olan Türkiye Cumhuriyeti’n- de 12 Eylül öncesi baskısız zulümsüz olsun.
Şimdi de “12 Eylülün dikta rejimi” oldu- ğu iddiasına bakalım.
“Dikta rejimi” gibi umacı, bulanık deyimlerle faşizmin yüzü yumuşatılıp, halkın baskıyı sevmeyen, istemeyen demokratik duyguları sömürülüyor. En önemlisi de “devlet” denilen aygıtın karakteristikleri gizlenip, saklanıyor. 12 Eylül öncesi, şu bugün insan hakları havarisi olarak piyasaya sürülen Süleyman Demirel’li Milli Cephe veya daha önceki hükümetler sırasında da “dikta rejimi söz konusuydu ve devletin karakteri de diktatördü. Finans-kapitalin diktatörlüğü idi. Finans-kapitalin diktası altında olması tekel dışı burjuvaya her zaman bu çığlığı attırır. Ve böyle yaparak kendisinin tekelcilik öncesi diktasını unutturacağını sanır. Burjuvazinin bu iki yüzlülüğünü işçi sınıfı çok iyi tanır.Çünkü onlar iki yüzlü değildirler ve bir gün iktidara geldiklerinde kendi “diktalarını kuracaklardır. Ama nasıl bir dikta ve kime karşı?”... Bu dönemin devleti, zorunlu olarak, yeni bir biçimde de-
Sayın ÇAĞDAŞ YOL dergisine
Bilindiği gibi Türkiye, aeçtiğimiz yıl içinde JŞKENCE’nin önlenmesine yönelik İki anlaşmanın altına İmza koymuş ve bunlar TBMM’nde de onanarak yürürlüğe girmiştir.Ancak Birleşmiş Milletler işkence ve Başka Zalimce, İnsanlıkdışı ya da Onur Kinci Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme"nin yasal bir gereği olarak İŞKENCE"nin önlenmesine yönelik İç hukuk düzenlemeleri hâ li yapılmamıştır.Gözaltı ve sorguda da İşkence uygulamaları devam etmektedir.Bu nedenle İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi •İŞKENCEYE KARŞI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERİ VE UYGULANACAK İZLEME KOMİSYONU" kurarak bir çalışma başlatmıştır. Komisyon ilk aşamada iç hukukta, ilk elde gerekli düzenlemelere ilişkin bir rapor hazırlamış ve bir basın toplantısı İle bu çalışmayı duyurmuştur.Komisyonun uygulamalara İlişkin başlattığı İkinci çalışma İse ‘İŞKENCE BİLGİ FORMU "nun hazırlanmasıdır. Bilindiği gibi gerek Uluslararası Kuruluşlar gerekse İHD ve diğer demokratik kuruluşlar dönem dönem İşkence uygulamalanna yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Komisyonumuz bu çalışmayı sürekli kılmayı ve periyodik olarak sonuçlanm kamuoyuna duyrmayı amaçlamaktadır.Bu nedenle İŞKENCE GÖRENLERİN gerek yasal haklarını kullanma konusundaki psikolojik baskıyı kırabilmek gerekse derneğin eline belgeli ve sağlıklı bilgilerin ulaşabilmesi açısından İŞKENCE BİLGİ FORMU Türkiye çapında İHD’nln bütün şubelerine gönderilmiştir.İŞKENCE GÖREN BİZE BAŞWRSUN çalışmamıza bu bilgi formuna sütunlarınızda yer vererek katkıda bulunmanızı diliyoruz. Saygılanmızla
İHD İstanbul Şubesi İŞKENCEYE KARŞI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERİ VE UYGULAMALARI İZLEME KOMİSYONU
51
mokratik (genel olarak proleterler ve mülk- sözlerden yana) ve yeni bir biçimde dikta- toryal (burjuvaziye karşı) olmak zorundadır" (Lenin, Devlet ve Devrim) Dolayısıyla “dikta" burjuvazinin kendi iktidardayken tepe tepe kullandığı, ama küçük burjuva anarşistlerinin tiksinerek yok edeceklerini sandığı bir şeydir.Kendi sınıf hâkimiyetlerini gizlemek için burjuvalar onu sözcük olarak bombardımana tutarlar. Hükümet şekilleri ve devletin niteliğindeki değişiklikler ne olursa olsun bizi ilgilendiren kimin diktası, hangi sınıfın, hangi sınıflara diktası me selesidir. Böyle soyut “dikta" değerlendirmeleri hep bu sınıf gerçekliğini gizlemeye yarar. Yani “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz" aldatmacasının ve devletin de sanki bir sınıfın veya zümrenin devleti değil de tüm kitlenin devletiymiş gibi gösterilmesine yarar.
Ama proletarya ve “geniş halk yığınları" kendi “diktalarını, yani kendi demokrasilerini bu bir avuç parababasına karşı kurmadıkça rahat yüzü göremeyeceklerini bilirler. (....) Proletarya devletinde “burjuva hukuku"nun kaldırılması ne ölçüde olacaktır? Yukarıda buna, “eşit hak" konusunu gözden geçirirken değindik. Şimdi yeri gelmişken burada da değinelim.
(“Komünist toplumun (genellikle sosyalizm adı verilen) ilk evresinde, ’burjuva hukuku’ tamamen değil, ancak kısmen, ancak ekonomik devrimin, yani ancak üretim araçlarıyla ilgili devrimin yapılmış olduğu ölçüde yürürlükten kaldırılmıştır.
‘Burjuva hukuku’, bireylerin üretim araçları üzerindeki özel milkiyetini tanıyordu. Sosyalizm, bunu ortak mülkiyet durumuna getirir. İşte bu ölçüde ama ancak bu ölçüde t>urjuva hukuku’ yürürlükten kalkmış olur.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 104-105))
Komünizmin ilk evresinde, ekonomik bakımdan henüz tamamen olgunlaşma söz konusu olmadığından, geleneklerin ya da kapitalizmin kalıntılarından henüz tamamen kurtulmuş olunmadığından “burjuva hukukunun sınırlı ufku korunur" (Lenin, ay. s. 109) Ama sadece bu kadar. Yoksa bugün yapıldığı gibi burjuva hukukunun, somutlaşmış biçimi olan “İH"nın ilelebet sürüp gideceği hayallerini yayarak, devrim meselesinde bilinçleri karartarak değil. Hele hele “Biz insan haklannı bütün insanlar için istiyoruz, sosyalist ülkelerde de buna uyulmalıdır" tarzında hamasetlerle hiç değil. Çünkü “insan haklan"nın en temel hakkı: Özel mülkiyet hakkıdır. (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer alan" 17. MD. 1. Herkesin tek başına ya da başkalarıyla birlikte, mülkiyet hakkı vardır.
2. kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz” maddesine karışmadır bu.
Maddede güzel sözlerle süslenmesine rağmen burada sözü edilen üretim araçlarının mülkiyetidir ve bir halkın %90’nı için zaten bu mülkiyet kapitalist toplumda kalkmıştır. Yani herkesin mülkiyet hakkı yoktur ve bu “tek başına mülkiyet", bu masum sözcük tüm kapitalist sistem demektir. Zaten “İnsan Haklan Evrensel Beyanname- sfnin girişinde gerekçe olarak belirtilen “İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için insan haklarıyla korunması” gerektiği boşuna belirtilmemiştir. Bütün mesele “bu tek başına mülkiyet hakkı"nın demokratik halk devrimleriyle elden alınmasının önüne geçmektir. Tüm mizansen, liberal koro eşliğinde bu sebepten hazırlanmıştır. Ve zorunlu sonu geciktirmeye yöneliktir. Sanki kapitalizm “baskı ve zorbalık” olmaksızın yürüyebilirmiş gibi.
Demokratik devrimle sadece bir avuç insanın tekelci karakterde sahip olduğu bu
üretim araçlarının özel mülkiyetinin sahip liği kalkacaktır. Türkiye gibi ülkelerde toprak reformu gibi reformların gerçekleştirilebilmesi bile bir devrim meselesidir. Bunu görmeyip veya bugün işçilerin ve emekçi halkın ufkunu burjuva demokrasisi ile sınırlı tutmak, “insan haklan" ninnisiyle kitleleri uyutmak, bu haklann karakterini açık lamak yerine sırf bu “insan haklarfm gerçekleştirecek böylesi bir demokrasi için savaştığını söylemek aldatmacadır. Liberal hayaldir.
Oysa, lütfedilip, “demokrasiye layık olduğu" ikide bir ilan edilen halkımız, liberallerin inayeti gibi dağıtılan “demokrasfyi. bu ne idiği belirsiz “demokratik rejimi” değil, ancak işçi-köylü temelindeki, tekelciliğin tasviyesi anlamına gelecek olan burju vazinin programının haricindeki, demokratik devrim programını gerçekleştirerek kurtulacağını veya demokratikleşebileceğini her geçen gün fark etmektedir ve fark edecektir.
Kavramların muğlaklığı dedik burjuvazinin yoludur. “Demokratik" dendi mi de asıl, hangi sınıfın demokrasisi diye sorarlar.ABD ve Federal Almanya’da “demokratik". Zaten Avrupa’da “demokratiklik'ten geçilmiyor. 2. Dünya Savaşında Ingiltere de ABD de Hit- ler faşizmine karşı “demokratik" olma zorunda kaldılar. Dünya pazarlarının paylaşılmasındaki çıkarları nedeniyle. Yani şim di halka bu demokrasiyi mi, yoksa halk de mokrasisi perspektifini mi vereceğiz. Kimilerinde sınıf çıkarları gereği elbette 12 Eylül öncesini ehvenişer görüp, onu arzulama var. Ama tüm diğer “demokratik'leri de toplamak İstiyorsak, demokratikliği kendi seviyemizde tutmak zorundayız. Eğer böyle yapılmıyorsa, adı ne olursa olsun tutulan seviyenin hangi sınıfın demokrasisi olduğunu, buradaki sınıf rezonansını göstermek zorundayız. Çünkü sınıf savaşını örten her liberal sakız gerçekten demokrasiye yaramaz. Yarasa yarasa demokrasi orta oyununa yarar. Türkiye’de sağlı sollu oynanmak istenen oyun budur.
Hem sonra demokrasi de gelip, geçicidir. “İşçi sınıfının kurtuluşu için kapitalistlere karşı yürüttüğü savaşım içinde, demokrasinin çok büyük önemi vardır. Ama demokrasi hiç de aşılamayacak bir sınır değildir; o yalnızca feodaliteden kapitalizme ve kapitalizmden de komünizme giden yol üzerinde bir konak, bir evredir." (Lenin, Dev. Devr. s. 110)
(....)O halde ne yapılmalı?Hukuk ve anayasa bakımından, İnsan
Haklan Evrensel Beyannamesi’nin imzalanışının 40. yılında Türkiye’deki 12 Eylül iie güçler dengesinde nasıl bir nitelik değişikliği olduğunu, zaten var olan baskı rejiminin karakterinin faşistleştiğini, “insan haklan" açısından da göstergelerini açıklamalıyız. Sınıf savaşında, finans-kapitalin yükselen krizini halk sınıf ve tabakalarına yükleyip, kendisinin yaklaşmakta olan ölümünü geciktirme yolunun hep karnındaki faşizmi ortaya çıkarmakla sağlayacağını; krizlerin müzminleştiği tekelcilik çağında artık burjuva demokrasilerinden bahsetmenin, onu özlemenin hele Türkiye gibi modem ve antika geriliklerin kaynaştığı ülkelerde, sadece bunu propaganda etmenin anlamının ihanet olduğu vurgulanmalıdır. Hem sonra “Finans-kapital haline girince kapitalizm kendi ideolojilerini ve eski politik şekillerini yok etme eğilimindedir." (Lenin, ay.) Dolayısıyla demokrasiler hep rafta kalmak zorunda kalacaktır.
Eğer gerçekten demokrasi isteniyorsa, bunun ancak ve ancak toprak reformu, ucuz-devlet-şuurlu ticaretin oturtulması ve buradan elde edilen fonlarla ağır sanayinin kurulmasıyla yani işçi sınıfının asgari prog
ramının uygulanması ve uluslann kendi kaderlerini tayin etme hakkı temelinde gerçekleşebileceği vurgulanmalıdır. Ancak böyle bir halk demokrasisidir ki. “geniş halk yığınlan'ntn etinde kemiğinde hissedilir. Bir hayal, bir aldatmaca ve bir oyun olmaktan çıkar. Bunun da adı demokratik halk dev- rimidir.
Aksi halde halk, bir avuç parababası ve onun devleti -bu devletin şekli ne olursa olsun- ülkenin “kaderine" hâkim oldukça, dillerden ve demeçlerden düşmeyen bütün o “insan haklan'nın konusu olan “temel hak ve özgürlükler’in “anayasa", “örgütlenme özgürlüğü". “fikir özgürlüğü", “rejim", “parlamento". “adalet", “kanun önünde eşitlik". “Savunma hakkı", “dil, cins gözetilmeden eşit olma" vs.vs.'nin nasıl burjuva kavramlar olduğunu ve tekelci çağda kendi anlamlarından bile nasıl boşaltılıp kof hale getirildiğini işkence tezgâhlarında, hapishanelerde, fabrikadaki sömürünün vahşiliğinde. 1 Mayıs gösterilerinin yasaklanışında, bir açlık grevinde, vb. vb. öğrenmek zorunda kalır.
Gerçekten insan hayatını, onun yaşama hakkını, adaleti savunmak; enerjisini bu uğurda akıtmak isteyenler mücadelelerini “halk demokrasisi" seviyesinde tuturlarsa; yani sömürünün ortadan kaldırılması mücadelesine -hangi koşullar altında olursa olsun sömürünün sınırlandırılması mücadelesini tabi kılarlarsa, kendilerine düşeni gerçekleştirebilirler. Çünkü demokrasinin genişletilmesi bile, mücadelenin burjuva seviyede tutulmasıyla mümkün olamaz Mücadele proleter seviyede tutulmayıp aksi yapılırsa bu bir aldatmaca, sınıfların, politikaların üstünün örtülmesi, enerjilerin çarçur edilmesi olur.
Dolayısıyla:Her zamandan daha fazla, üstü örtülme
ye çalışılan politikaların üstünü açmaya, aramızdaki sınırları bulanıklaştırmaya değil, yapılabilecek işlerin yapılmasını; hem de en sonuç alıcı bir biçimde yapmak istiyorsak, bu sınırları iyi çizerek, ortak noktaları daha da netleştirme ihtiyacındayız. Hele en önemlisi Halk cephesi ile finans-kapital cephesinin sınırlarının bulanıklaştırılması anlamına gelebilecek olan en küçük bir değerlendirmeye, etki alanı ne olursa olsun yer vermemek gerekir.
“insan hakları" konusunda da bu titizlik gösterilmelidir. Aksi halde Demireller. Re- aganlar, VVeisaikerlerle kendini aynı saflarda buluvermek işten bile değildir.
Onun için diyoruz ki ey burjuvalar! “... bizim burjuva mülkiyetini ortadan kaldırma niyetimizi, kendi burjuvaca özgürlük, kültür, hukuk vb. anlayışınızın ölçüsüne vurduğunuz sürece bize sataşmayı bırakın. Sizin bu fikirleriniz, burjuva üretim ve burjuva mülkiyet düzeninden gelmedir, tıpkı hukukunuzun da, sizin sınıf iradenizin, öz ni - telğive yönü sizin sınıf varlığınızın ekonomik şartlarıyla saptanmış sınıf iradenizin herkes için bir yasa haline getirilmesinden başka birşey olmadığı gibi* (Marks - Engels, Manifesto, s. 53)
(1) Alman-Fransız Yıllıkları Dergisinde “lanıtiarv 'dığmdan söz ediliyor. Oada Marks, “Yahudi Sorunu" makalesinde “İnsan Haklan’ denilen temel burjuva özgürlüklerin derin bir tahlilini yaptı. Siyasi kurtuluş ve siyasi ihtilal deyimlerini burjuva ihtilali için kullanmıştır. İnsanın gerçek kurtuluşu olan sosyalist ihtilal fikirlerinin ilk taslağını bu yazıda vermiştir.
(2) İMFB "Met: 1 Her insan özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğar.
(3) İMEB “Md: 7. Herkes yasa önünde eşittir ve aynm gözetilmeksizin yasa tarafından eşil korunmaya hakkı vardır
(4) İHF.B “Md: 4 Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz: kölelik ve köle ticareti her türüyle yasaktır"
Rosa Luxemburg üzerine:
ROZAK a lle ş lik yap tı ona yapacağ ın ı G a y r i ne hançer, ne de neh ir N e içe rd e k i d ü ş m a n la r v u ra b ilir o n u N e em perya lis t o rdu la r, ne de başka b ir şey
Aslı Dokumacı
tikim devrimının birinci yıldönümü. Mil yoıılarca inşânın ölümüne yol açan I Emperyalist Dünya Savaşı nın son günle ri
Cephe ve cephe gerisinde yiyecek bu nalımı en yüksek noktasındadır. İngiltere, t ransa. Amerika yeni stoklar bulabilmekte, fakat Almanya ve Avusturya son stoklarını da eritmiş durumdadır Asker bitkinlik iyindedir Artık yenilgi kaçınılmazdır. CCılip taraflarca da yenilgiyle bitmiş sayıla cak savaşın sonlarına gelinmiştir
Halklar, onlara ölüm, aylık, hastalık ve acıdan başka bir şey getirırieyen bu sava şa kendilerini sürükleyen yöneticilerine kar şı büyük bir öfke iyindedir. Gerek Fıaıısa’- da gerekse Almanya'da grevler günden gü ne artmış. Avusturya'da milliyetçilik akımları şiddetlenmiş. Prag’la bağımsızlık için gösteriler birbirini izlemiştir. Macar birlikleri isyan etmiş, Alınan donanmasında çıkan isyan devrimin ilk haberini vermiştir.
"Ölüme kalmayacaktır bu dünya. Dalgaların altında upuzun yatanlar Dağılıp gitmeyeceklerdir denizde; Burulsalar da kasları koparan Çemberlere gerili, kırılmayacaklardır
Kötülükler dolu dizgin gelip geçse de onları Paramparça da olsalar, çözemeyeceklerdir;Ölüme kalmayacaktır bu dünya ”
Ve en önemlisi, yepyeni bir çığır açan 1917 Sovyet Devrimi tüm dünyayı oldu ğu kadar. Alman Proletaryasını da etkile miş, Brest L.itovsk barışından çok önce cephede Sovyet askerlerinin. Alman ve Avusturya askerleriyle kaynaşması proleter kardeşliğin nasıl mümkün olduğunu, bu canavarca sürdürülen savaşın yalnızca emperyalistlerin çıkarına olduğunu kanıtlamıştır Devrim "üniformalı proleterlere’’ silahlarım.. başka uluslardan kardeş proleterlere değil, kendi ülkelerinin sömürgeci - emperyalist - burjuvazilerine karşı çevirmeleri gereğini somutça göstermiştir.
"Sen yoksulsan ben de yoksulum işte Sen halktansan ben de halktan gelmeyim; Nerden çıkarıyorsun öyleyse asker seni sevmediğimi?”
Emperyalist hasım taraf da en büyük düşmanın, halkların umut bağladıkları Sovyet Devrimi olduğunda birleştikleri için, onu ve gelecek diğer devriınleri boğma işiyle uğraşmaktadırlar
Almanya'da gittikçe büyüyen devrim tehlikesi karşısında, bir uzlaşma barışı isteyenlerin sayısı artmaya başlar Ama General Hindenburg yaklaşmakta olan sosyal devrimi ancak tam bir "zafer” sayesinde önleyebilecekleri görüşündedir.
Devrim dalgası Avrupa'yı öylesine kaplamıştır ki, burjuvazi bazı yerlerde esnek
bir politika izleyip, halkın gözünü boyama yolunu seçmektedir Örneğin Ingiltere ve Hollanda’da genel oy kabul edilmiştir
1918 Eylül’üııde Almanya’nın yenilgisi kesinleşmiş, halk her yerde gösteriler ya parak imparatorun çekilmesini istemektedir
İlk isyan Kiel'deki donanmada çıkar ve birkaç saat içinde ihtilal Hamburg’a, Ren bölgesine. Münih'e kadar yayılıp. Viya na'ya uzanır
“Savaşı canlandırır kanayan rengiyle Ezilenlere yol gösteren deniz feneri Kitleler boyunduruğu onunla kıracak Ve onunla kuracaklar sevginin ülkesini.”
Devrim artık Avrupa’nın bağrına, “bek leııeıı ve gelmeyen devrimlerin ülkesi" Al ınanya’ya kadar sokulmuştur. "Marks’ın deyimiyle umutsuzluk ve güçsüzlüğün yol açtığı “ancak soyutlama yeteneklerinin to hum salabildiği" bu ülkeye de devrim sonunda çıkagelmiştir.
Peninin Klara Zetkiıı’e yazdığı 2b Temmuz 1918 tarihli mektupta belirttiği umut ve beklentileri mi gerçekleşmektedir?
“Sevgili Yoldaşım Zetkin,... mektubun için gönülden teşekkür
ler.. .Senin, yoldaş Mehriııgin ve Almanya’
daki öteki 'Spartakist yoldaşların’ 'canı gönülden bizimle olduğuna’ hepimiz çok sevindik. Bu Batı-Avrupa işçi sınıfının en iyi unsurlarının, bütün güçlüklere rağmen bizim yardımımıza geleceğine bizi inandırıyor. (altını biz çizdik.)
Biz burada, bütün devrimin belki de en güç haftalarını yaşıyoruz. Sınıf mücadelesi ve iç savaş nüfusun derinliklerine işlemiş, ülkenin her alanında bir ayrılık var. yoksullar bizden yana, kulaklar kudurmuş- çasına bize karşı- itilaf devletleri Çekoslo- vakları satın almış, karşı devrimci ayaklanma kudurmuş ve tüm burjuvazi bizi devirmek için her türlü çabayı gösteriyor. Bununla birlikte biz, devrimin (1784 ve 1849’da olduğu gibi) bu ’gelenekselleşmiş’ sonucunu önleyeceğimize ve burjuvaziyi yeneceğimize kesinlikle inanıyoruz.”
Evet “demir disiplinli” Bolşevik Parti bunu Rusya’da başarmıştır, ama örgütlenme anlayışında gevşeklik olan ve Menşevikle- rin yanında zaman zaman yer almış Al manya'da bu “yenilgi geleneği ‘altedilebile cek midir?
Her yerde işçi konseyleri kurulmaya baş lanır. Zaten daha 1917 nisanında patlak veren ve “sefil ..., dalavereci Guillaum'u tir- tir titreten binlerce ve binlerce Alman işçi sinin” katıldığı grevlerde olsun, 1918 ocağında gerçekleştirilen grevlerde olsun “işçi konseyleri” örgütlenmelerine gevşek de ol sa başlanmıştır. Ekimde ise cephede ve cephe gerisinde asker konseyleri de kurul maya başlar
“Selam, selam size 17. Alayın yiğit as
kerleri”ııin kardeşleriAlmanya'dan gelen devrim haberleri
Sovyetler’e heyecan ve sevinç getirmektedir. Lenin 1 ekimde Sverdlov'a şunları yaz maktadır:
"Almanya’da işler öylesine hızlandı ki, bizler geride kalmamalıyız Ve bizim yaptığımız da budur . ..
Almanya’da başlamış olan devrimi ileri ye götürme konusunda Alman işçilerine yardım etmek için hepimiz canımızı vere ceğiz.
Bundan çıkarılacak sonuçlar:1 Tahıl üretiminde oıı kere daha fazla
çaba (bütün stokları hem kendimiz, hem de Alınan işçileri için kullanmalı)
2 Orduya on kere daha fazla asker almalı.
Uluslararası işçi devrimine yardım edebilmek için ilkbahara kadar üç milyonluk bir orduya sahip olmalıyız.
Bu karar tasarısı bütün dünyaya duyu- rulmalıdır.”
“Denizimiz vahşidir Fakat ancak gözüpek olanı Götürür oraya dalgalar!Fırtınayla şişen yelkenimiz Kararlı ve güçlüdür Cesaret yoldaşlar!”
Artık mesele devrimin nasıl yönlendirilip, yönetileceği meselesidir. Gerçekten proletarya ve "onun en iyi unsurları” olan Spartakist Grubu tarafından zafere mi ulaş tırıfacaktır; yoksa Sosyal Demokrat Parti nin (SPD) sosyal şovenlerince ve bağım sız Sosyal Demokrat Partinin (USPD) sağ kanat oportünistlerince ve döneklerince iğ diş mi edilecektir?
Bilindiği gibi, savaş başlarında ve sürecinde tüm dünyanın işçi sınıfı partileri önemli bir sınav geçirmiş II. Enternasyo nal içinde üç eğilim netleşmişti. Ve bu üç eğilim denk düşen örgütlenmeler her ül kede şekillenmeye başlamıştı.
Bugün nasıl ülkemizde ve dünyada her kes "demokrat” kesildiyse, savaşı başlan gıcmda ve civcivli günlerinde herkes En ternasyonlist kesilmişti.
Tüm ülkelerin işçilerine bir yandan tumturaklı, cafcaflı barışçıl sözüınona enternas- yonalist “platonik çağrılar” yapılırken, bir yandan da FYansa’da olduğu gibi, savaşı- yürüten emperyalist hükümetlere katılım yor; veya Almanya’da olduğu gibi savaş ödeneklerine oy verip, kendi ülkelerindeki devrimci savaşlara “yurt savunması" paravanası arkasında karşı çıkılıyordu
II. Enternasyonal içindeki tüm ülkelerin resmi Sosyal Demokrat Partileri bu haie gelmişti. (Rusya’da Plehanov ve Hempaları, Almanya’da Şeydeman, vb.)
Çünkü kapitalistlerin birçok sanayi dalında elde ettikleri yüksek tekel bârları. onların bazı işçi kesimlerini ve bir süre için oldukça, önemli bir işçi azınlığını elde etme
Icrini vc onları bütün ötekilere karşı, belli bir sanayinin ya da belli bir ulusun burjuvazisinin tarafına kazanmalarını ekonomik olarak mümkün kılmaktaydı. Dünyayı paylaşmak için mücadele eden emperyalist devletler arasındaki uzlaşmazlıkların yoğunlaşması da sosyal-şoven eyilimi kuvvetlendirmekteydi. Ve böylece emperyalizmin gelişimiyle girilen yeni dönemde emperyalizmle sosyal şovenlik arasındaki bağın objektif temeli ortaya çıkmaktadır. Almanya’da parti bunların elindeydi.
Bir de “Merkezciler” vardı. Bunlar ger çek F.nternasyonalistlerle, sosyal şovenler arasında yer alıyorlar ve “bölünmeyelim" sızlanmaları içinde “birlik” söylevleri çekiyorlardı Kendi ülkelerinde uzlaşmaz bir devrimci savaş yürütmek yerine “çok marksist de çınlaşa en yavan kaçamakları icad" edip, duruyorlardı. “Merkezciler" demek, çürümüş bir yasalcılığın ve parlamen- terizmin geleneklerince kemirilmiş “yan gelip yatma" işine alışmış “memurlar” demekti.
Bunlar “işçi sınıfına sistemli örgütlenme sanatında çok şeyler vermiş olan 1871- 1914" dönemi ile I. Emperyalist Dünya Sa- vaşı’ndan sonra zorunlu olarak yeni nesnel koşullar arasında geçiş dönemini temsil etmekteydiler. En meşhur temsilcisi Almanya'da 1889 1914 yıllarında otorite olan fakat daha sonra “görülmemiş bir gev şeklik. içler acısı duraksama ve ihanetler örneği veren Kari Kautski"dir.
“Merkezcfler emperyalizmin kendine özgü siyasal özelliğinin, yani finans- kapitalin baskısıyla serbest rekabetin ortadan kalkmasından sonra her alanda artan gericilik ve ulusal baskının sonuçlarının altında kalmıştır. Özellikle bütün emperyalist ülkelerde 20. yy’a girer girmez başlamış. iktisadi temeliyle aslında gerici olan küçükburjuva reformist muhalefete karşı mücadele etmek “zahmetine girişmemiş", bununla da kalmayıp uygulamada "onunla birleşip, kaynaşmıştır. Kautski’nin ve uluslararası Kautskici akımın marksizmden kopuşu tamtamına bu döneme raslar ve yıkıcı etkileri ta II. Dünya Savaşı’na ve günümüze kadar sürmektedir. Bunlar Almanya'da SPD'den ayrılıp, 1916’da Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’yi (USPD) kurdular.
Üçüncü eğilim ise en zor koşullarda En- ternasyonalist kalabilmeyi başaran “Simer- vald Solu” olarak isimlendirillen gruptur. Bu grup hem merkezden hem de sosyal- şovenlerden kesin olarak kopuşmuş, “kendi öz hükümetine ve kendi öz emperyalist burjuvazisine karşı uzlaşmaz bir mücadele veren" gerçek sosyalistlerdi. Rusya’da Bol- şevikler. Almanya’da önceleri “Enternasyonal Grubu” diye anılan, daha sonra Spartakuslar adını alan grup ve diğerleri.
“Yücelerin yücesi yükselirsin Halka verdiğin sözün eri olarak”
Almanya’da yalnız Spartakuslar halkın sahneye sürülmesi demek olan I. Emperyalist Paylaşım Savaşına karşı ( x ) çıktılar. Almanya’da “Sosyal Demokratların geri kalanı. Roza Lüksunburg’un dediği gibi “kokuşmuş cesetten başka bir şey değildirler."
SPD’nin parlamentodaki 110 milletvekilinin içinden yalnız Karl Liebknecht ve Otto Rükle merkez ve sosyal şovenlere karşı “kafa tuttu. Ve savaş ödeneklerine red oyu verdi Meclis kürsüsünden yalnız o, Alman işçi ve askerlerine silahlarını kendi hükümetlerine karşı çevirmeye çağırıp, haykırdı: “Düşman dışarda değil, içimizdedir!”
Derhal askere alındı; sınıf kardeşlerine kurşun sıkmayı reddettiği için de “gücü tü- keninceye kadar ağaç kesme, patates soy
ma ve ölüleri gömme işlerinde çalıştırıldı."“Ordan savaş açıyorum hıyanet bıçağı
nın karanlık dolaplarına.’’1916’nın 1 Mayısında, binlerce işçinin
toplandığı Berlin’deki meydanda. “Kahrolsun Emperyalist Savaş! Kahrolsun Hükümet!" sloganlarıyla yaptığı konuşmada işçileri ve halkı ayaklanmaya çağırıp, ancak onların bu devrimci eylemlerinin savaşa son verebileceğini söyledi. Daha sözünü bitirmemişken ve savaşa karşı gizli bildiriler uçuşurken onu yaka paça götürdüler, hapsettiler
“Tekrarlamak gerekseydi Aynı yolu izlerdim gene Çünkü duyar yarınki insanlar Demirparmaklıklardan çıkan sesi"
Liebknecht’in böyle yakapaça götürülüp hapsedilmesine sessiz kalınmadı. Her yerde büyük protesto eylemleri yükseldi. Bu durum, işbirlikçilik batağına her gün biraz daha batan sosyal-şovenleri küstahlaştırıp, Liebkneht’in 1 Mayıstaki gürlemesine “havlayan köpek ısırmaz” deyimini kullanabiliyorlardı. Roza bu alçaklığa gereken cevabı şöyle verdi: “Köpek, diye yıllardır kendisini tekmeleyen efendilerinin çizmesini yalayana denir.
Köpek diye, sıkıyönetim tarafından tas malanıp da, belki affolunun deyip askeri yöneticilere yine de melul mahzun bakanlara denir.
Köpek diye, hükümetin emri üzerine, bir kuşak boyu kutsal bildiğim tüm parti geçmişine bir çırpıda ihanet edenlere denir.
Köpek diye biz Davidleri, Landsbergleri ve avanelerini adllandırırtz. ama şunu iyi bilsinler, hesap günü geldiğinde Alman işçi Sınıfından yiyecekleri tekmeyi asla unutamayacaklar.”
Lenin’se, Liebknecht’in bu örnek davranışının devrim için önemini 1917’nin 8 ekiminde Kuzey Bölgesi Sovyetleri Kong- resi’ne katılan BolşevikYoldaşlara mektubunda şöyle vurgular:
“Yoldaşlar! Devrimimiz son derece bunalımlı bir dönemde geçiyor. Bu bunalım, dünya sosyalist devriminin büyüme ve tüm dünya emperyalizminin ona karşı yürüttüğü büyük savaş bunalımıyla örtüşüyor. Partimizin sorumlu yöneticilerine devsel bir dür düşüyor: eğer bu görevi yerine getirmezlerse, uluslararası proleter hareketi tam bir başarısızlık tehdit ediyor...
Uluslararası duruma bir göz atın. Dünya devriminin yükselişi söz götürmez bir şey. Çek işçilerinin ayaklanma patlayışı... inanılmaz bir kan dökücülükle bastırıldı. İtalya’da, Torino’da yığınlann bir patlamasına değin gidildi. Ama en önemli olgu Alman donanmasının ayaklanmasıdır.. Devrimin, Almanya gibi bir ülkede, hele güncel koşullar içinde karşılaştığı son derece büyük güçlükleri düşünmek gerek. Hiç kuşkusuz Alman donanmasının ayaklanması dünya devrimininbüyük büyüme bunalımını gösteriyor.
Bugün Alman devrimcileri karşısında içinde bulunduğumuz durumu düşünün. Onlar bize şöyle diyebilirler: Bizim, açıkça devrime çağıran Liebknecht’ten başka kimsemiz yok. Sesi zindan ile boğuldu. Devrimin zorunluluğunu ortaya koyan bir gazetemiz yok; toplantı özgürlüğümüz, bir tek işçi ya da asker vekilleri sovyetimiz yok. Sesimiz geniş yığınlara büyük bir güçlükle ulaşıyor. Ve biz. belki de yüzde bir şansla, bir ayaklanma girişiminde bulunduk. Ve siz, Rus enternasyonalist devrimcileri, altı aydır propaganda özgürlüğünüz var. yirmi kadar gazeteniz var. bir sürü işçi ve asker vekilleri sovyetiniz var, her iki başkent sovyetinde de üstün durumdasınız, tüm Battık donanması ve tüm Finlandiya Rus
ordusu sizden yana ve ayaklanmanızın başarı şansı yüzde doksan olduğu halde, bizim ayaklanma çağrımıza yanıt vermiyor, kendi emperyalist Kerenskinizi alaşağı etmiyorsunuz.
Evet, eğer böyle bir anda böylesine elverişli koşullar içinde. Alman devrimcilerinin çağrısına yalnızca kararlar ile yanıt verirsek. gerçekten Enternasyonal hainleri oluruz."
Ve onu takip eden günlerde Kerenski alaşağı edilmiş Rusya’da devrim zafere ulaşmıştı.
“Yeni ışığı getiriyor dünyaya Deviriyor tahtları hapishaneleri Sınırları birer birer siliyor Kardeşliğe çağırıyor milletleri"
1914’te. militarizme karşı 200’ii aşkın makalenin ve broşürün yazarı olan Roza Lüksenburg ise halkı isyana teşvikten yargılanmıştı. Mahkemede onu suçlayan emperyalizmin sözcülerini suçladı Asıl suçlu halkı kendi savaşı olmayan bir savaşa zorlayanlardı. Hitabet sanatının en güzel örneklerinden olan konuşmasıyla mahkeme salonunu sosyalist bir mitinge dönüştürdü: “Eğer Fransız kardeşlerimize ve öteki kar deşlerimize karşı o öldürücü silahları kuşanacağımızı sanıyorlarsa yanılıyorlar, hep birlikte hayır!’ diye haykırıyoruz."
Daha sonra Berlin'de de hakkında baş ka bir dava açıldı. Bu seferki gerekçe or duda erlere kötü davranıldığını söylemesi ve askeri generallere -ordu fosillerine- karşı isyana teşvik ettiği idi. Bu dava da savaşa karşı bir eyleme dönüştü ve Roza Lük senburg’un zaferiyle sonuçlandı. Bini aşkın er onun lehine, yani orduda erlere kötü davranıldığma. tanıklık etmek üzere duruş ma salonunu doldurmuştu.
“Beceriksiz bir düşman bu.Kendi sesiyle bastırmaya kalkıyor senin sesini ama biliyoruz hepimiz yalnız senin sesin çınlıyor şimdi, bir dinamit gibi patlıyor gecede tutuklanmış bir şimşek gibi çakıyor."
Ve savaş başladığında Roza Lüksenburg hastaydı. Öylesine kötülemişti ki hastaneye kaldırıldı. Sağlık durumundan ötürü, yukarıda sözünü ettiğimiz Frankfurt davasında kesinleşen hapis cezasının infazı mahkemece bir yıl ertelendi. (1 Mart 1915 tarihine)
Almanya’da onun. Liebknecht’in ve diğer Spartakusların: dünyada diğer gerçek Enternasyonalistlerin karşı koymalarına rağmen “sosyal şoven sarhoşluk" ortalığı sarmış; alkışlar, çiçekler ve bandoların eşliğinde askerler katar katar cepheye “uğur- lanmış’ tır.
Öyle ki cepheye gidenler arasında yurt- dışındaki siyasi mülteciler bile vardır. Örneğin Fransa’da Bolşevik, Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerden 80 kişi gönüllü olarak Fransa ordusuna yazılmış ve “Rus Cumhuriyeti adına bir deklarasyon yayın- la’’mışlardır.
Oysa Lenin savaş çıktıktan kısa bir zaman içinde “mücadele çizgisini açık ve kesin bir şekilde ortaya koymuştu: "... Ka- utski şimdi bunların hepsinden daha tehlikeli. Düzgün ve kurnaz cümlelerle oportünist yaramazların benimsedikleri safsataların ne kadar tehlikeli ve ciddi olduğunu hiçbir kelime tarif edemez. Oportünistler açık bir bela. Kautskin’in başında bulunduğu ve diplomatik amaçlarla süslenerek işçilerin gözünü, düşüncelerini körelten Almanya’daki merkez ise gizli bir bela ve hepsinden daha tehlikeli. Bizim görevimiz, uluslararası oportünizme ve onu bir kalkan olarak kullananlara (Kautski) karşı kararlı
ve açık bir mücadeledir. Biz de, yakında yayımlamaya başlayacağımız bir merkez organ... aracılığı ile bunu yapacağız. Sınıf bilincine sahip işçiler arasında Almanların bu iğrenç tutumuna karşı bir nefret uyandırabilirsek için bütün gücümüzü harcamalıyız. Bu bir uluslararası görevdir. Bu görev başkasının değil bizim görevimizdir. Bu görevden kaçmamak gerekir. Enternasyonali “yeniden kurma" sloganı yanlıştır. (Çünkü Kautski-ve Vandervelde saflarındaki kaypaklık ve döneklik tehlikesi çok çok büyük) “Barış” sloganı yanlıştır. Bu slogan, ulusal savaşı, iç savaşa dönüştürmek şeklinde düzeltilebilir ve gerektirecektir. Fakat çalışmalar, böyle bir dönüşüme yöneltilmeli ve doğrultuda sürdürülmelidir. Bu iş, savaşı baltalamak ve bu yolda yapılacak kişisel eylemlerle değil fakat savaşı iç savaşa dönüştürmek amacıyla kitleler arasında yürütülecek propaganda (sadece siviller arasında değil) ile gerçekleştirilebilir.
Bu mücadelenin doğru ve belirli bir çizgide yürütülebilmesi için, mücadeleyi belirleyen bir slogan gereklidir. Bu slogan şöyle olmalıdır: Emekçi kitleler ve Rus işçi sınıfı çıkarları açısından biz Ruslar için bu savaşta çarlığın hemen yıkılmasının iyi bir şey olacağı konusunda kesinlikle en ufak bir şüphe olmamalıdır. Çünkü Çarlık, Kay- zerizmden yüz kez daha kötüdür. Savaşı baltalamak yerine, şovenizme karşı mücadele etmek ve bütün propaganda ve ajitas- yonu uluslararası proletaryanın iç savaş için birleşmesi yönünde kullanmak gerekir. Kişileri bazı resmi binaları buna benzer yerleri ateşe verme eylemine itmek veya “Biz Kayzerimze yardım etmek istemiyoruz” gibi tartışmaları sürdürmek de hatalı bir davranıştır. ilki, anarşizme, İkincisi ise oportünizme yol açar. Bize gelince; ordu içinde bir kitle hareketi, (hiç değilse ortak bir hareket) hazırlamalıyız, bu sadece bir ulusun ordusunda olmamab ve bütün propaganda ve ajitasyon çalışmalarımızı bu yönde kullanmalıyız. Bütün sorun, ulusal savaşı bir iç savaş şekline dönüştürmek. (İnatçı ve sistemli bir çalışma isteyen bu iş, uzun bir süreyi gerektirebilir.) Böyle bir düşünümün hangi anda gerçekleşeceği ise ayrı bir sorun ve bugün için açıkça belli değil. Bu anı oluşturmalıyız, sistemli bir şekilde 'oluşması için zorlamalıyız.'
Bana göre barış sloganı, şu sıralarda yanlış bir slogan. Bir çıkarcının bir gevezenin sloganı. Proleteryanın sloganı iç savaş olmalı.
Bugün iç savaşı ne ‘vaad’ ne de ilan edebiliriz, fakat bizim görevimiz, uzun bir süreyi gerektirse bile, o yönde çalışmaktır.”
Lenin. 17 Ekim 1914 Şalyapnikova Mektup
Bolşevikler Bern’de hemen bir toplantı düzenleyerek, savaşa karşı bu politikayı bir kararla uygulamaya koymuşlardı. Kararda “İkinci enternasyonalde savaş kredileri lehinde oy kullanarak işçi davasına ihanet edenlerin bu savaşta damgası bulunduğu” belirtiliyordu. Rusya’daki Bolşevik Dünya Grubu savaşa karşı kesin bir tavır alıyor, bu kararla tavır menşevik ve diğer sosyal demokratları sürükleyebiliyor; ortak hazırlanan bir protesto metni meclis kürsüsünden okunabiliyor ve savaş kredileriyle ilgili oturum toplu olarak protesto edilip, oylamaya katıiınmayabiliyordu.
Başka bir deyişle sosyal şovenizm, sınırlı da olsa yurtdışında Bolşeviklerden bile insanı politikasının arkasında sürükleyip, gönüllü askere yazdırabiliyorken, mücadelenin sıcak hattında bunun tam tersi olmuş, daha sonra S. şovenler çaysalar da, Bolşe
vikler Sosyal Şovenleri ve Menşevikleri poli- tikalana çekebilmişlerdi. Emperyalist savaşa gidenler arasında Bolşevik taraftarların bile bulunabilmesi ülkelerindeki “devrimci şahlanıştan" uzakta, mülteci hayatının yıldırıcılığının boyutlarını ve partinin doğru siyasetinin ve doğru taktiklerinin yurtdışında kavranıp, uygulanmasını nasıl ertelendiği veya affedilmez tarihi yanlış ve ihanetlere yol açtığını ve siyasi mültecilikte “her önüne gelen eşeğin* nasıl “vatan kurtanct aslan* kesiliveren sahte kahraman olduklarını ve I. Emperyalist Dünya Savaşı sırasında ihanetin boyutlarının nerelere kadar varabildiğini gösterir ve ibret vericidir.
Buna rağmen gün geçtikçe emp. savaşa ve şovenizme tepkiler artıyor, yavaş yavaş sesler bir araya geliyordu. Lenin “birkaç kişi olmamız önemli değil. Milyonlarca kişi bizimle olacak” diyordu.
Bu bilinçli ve yürekli seslere 26-28 Mart 1915’te gerçekleştirilen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansından yükselen sesler de katıldı. Savaşın en kanlı günlerinde, birbirini boğazlayan ülkelerin sosyalist kadınlarının bir araya gelebilmesi bile şovenizme indirilen önemli bir darbeydi. Çağnyı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Bürosu Sekreteri Clara Zetkin yaptı. Clara Zetkin Roza Lüksenburg’un en yakın arkadaşı ve 10 Eylül 1914’te Alman Sosyal Demokratların ihanetine karşı çıkarılan deklarasyonu Roza Lüksenburg, K.Liebknecht, Mehring1 in yanında imzalayanlardandı.
Clara Zetkirile, Roza Lüksenburg uzun yıllar birlikte çalışmışlardı. İkisi apayrı topraktan yapılmış, ayrı ayrı alanlarda deney ve etki sahibi olan güçlü kişilerdi. Uğraş alanları da tarzları da kendilerine özgüydü. Böylesine ayn yapıda olmalarına rağmen politikada, çeşitli konuları değerlendirmede hep üst üste düştüler. Hiç kimse Roza1 yı C.Zetkin kadar tanımazdı belki. Onun mücadelesini, mücadele alanının zorluklarını, arkadaş ve düşmanlarıyla çatışmasını kimse Clara kadaryakından bilemezdi.
Her zamanki gibi Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansının son hazırlıkları ve diğer ilişki ve tepkilerin toparlanıp, örgütlendirilmesi için Hollanda’ya hareket ederken de birlikte olan bu iki arkadaş ve yoldaştan Roza Lüksenburg hareketlerinden bir gün önceki 18 Şubatı 19a bağlayan akşam birden bire, infazın daha sonraya ertelenmesine rağmen tutuklanmıştı. Böylece hazırlıkları sürdürülen “Die Internationale’nin yayımının ve yeni toparlanmaya başlayan mücadelenin inmelen- dirilmesi, bir de kadın konferansının engellenmesi düşünülmüştü.
Roza Lüksenburg’u diri diri gömmek üzere Berlin hapishanesine götüredursun- lar burjuvazinin tüm engellemelerine rağmen nisanda “Die lnternationaIe”nin ilk sayısı çıktı. Hapishaneden binbir gizlikle çıkarılan yazısında Roza şöyle diyordu:
“Ya sınıf mücadelesi, savaş halinde dahi proletaryanın varhğının biricik temelidir; ve parti yöneticilerinin sınıflararası uyum çağrılan işçi sınıfının hayati çıkarlarına karşı işlenmiş bir ihanettir; ya da sınıf mücadelesi barış zamanında dahi ulusal çıkarlann “anayurdun güvenliği’nin başdüşmanıdır. Ya Sosyal Demokrasi “anayurt” burjuvazisi önünde banş zamanında dahi ulusal çıkar- ların “anayurdun güvenliğinin baş düşmanıdır. Ya Sosyal Demokrasi “anayurt” burjuvazisi önünde barış zamanında dahi boyun eğecek ve günah çıkaracaktır, ya da ulusal işçi sınıfı önünde hesap verecek ve savaş halinde dahi barış zamanındaki mücadelesini sürdürecektir. Savaştan sonra, artık eski nakarattan ağızlarda sakız edip en-
ternasyonall*yeniden canlandırmanın imkânı yok. Enternasyonale yeni bir havat vermenin tek yolu, zaaflarımızın, 4 ağustostaki manevi çöküşümüzün acımasız ve derinlemesine eleştirisinden geçmekte. Ve bu yolda ilk adım savaşa son vermek için eyleme girişmektir.
Ya Bethmann-Hollvveg, ya da Liebknecht; ya emperyalizm ya da sosyalizm ama Markx’m anladığı tarzda sosyalizm!”
“Sert ve ışıltılı bir dokudan yaratılmışsınraslanmaz bir atılımdan;güneşlere, yağmurlara karşı koyarsın,rüzgârlara, aylara,karşı koyarsın fırtınalara.”
II. Enternasyonalin bu çöküşü gerçek devrimcileri derinden etkilemiş, onlann acılarını koyulaştırırken, dirençlerini ve karşı koyuş yöntemlerini kararlılıklarını bilemiş- tir. Ekim Devrimi ve bugün yaşayabildiği kadanyla Enternasyonalizm bu karşı koyu- şun, direnişin ve kararlılığın ürünüdür. Enternasyonalizmle ilgili yeni birikimlere, uzun vadeli ve soluklu yeni bir dönemin ve devasa güçlüklerin bizleri beklediğinin de geçmişten gelen ve bugüne ışık tutan habercileridir. 1915te ise SPD’den kopuş iyice hızlanmış.
Lenin “İkinci Enternasyonal öldü, oportünizm tarafından altedildi” diyor, Roza Lüksenburg’da savaştan bir yıl sonraki durumu şöyle sergiliyordu: “Gösteri bitti... yedekleri taşıyan trenler artık coşkulu güzel kadınlar tarafından uğurlanmıyor, sessizce çekip gidiyorlar... Doğan günün donukluğundan hava keskin, artık başka bir koronun sesleri duyuluyor: Savaş alantannı kınp geçiren çakalların ve akbabaların haykırıştan bu. Onbir çadır, normal boy en iyi kalite! Yüzbin kilo domuz pastırması, kakao, suni kahve, derhal teslim, ödeme peşin! El bombaları, savaş dullan için saatçiler... Yalnız ciddi olanların başvurması! Yaşa varol- cu vatanseverler, onca reklamı yapılan kılıç artıkları... savaş alanlarında çürümeye başladı bile... Onursuz, utanmaz, eli kanlı, pis -işte burjuva toplumunun gerçek yüzü... Erdemin, kültürün, felsefenin, ahlakın, düzenin, barışın ve anayasanınboyalı, bakımlı maskesi düşüyor, gerçek kişilik ortaya çıkıyor.
Doymak bilmez canavar zincirlerini kopardı, anarşinin cehennem borusu çalıyor, burjuvazinin veba kokan soluğu insanoğlunun ve kültürün kıyamet gününü başlatıyor... Bu cadılar yortusunda dünya çapında bir felaket yaşandı: Uluslararası sosyal demokrasinin başını uçurdular.”
“Hiçbir zaman unutmayacağım ne gülleri' ne leylaklarıNe de ilkbahann bağnnda sakladıklarını
Hiçbir zaman unutmayacağım o acı görüntüyüTankların zırhlı kulesinde ölüme gidenleri.”
Hapiste de olsalar Liebknecht’le, savaşın en kıyıcı günlerinde milyonlarca insanın karşılıklı birbirini boğazladıktan günlerde kahrolsalar da acıdan, kalleşliğin hançeri derine de batsa her gün, enternasyonalizme ve devrime olan inançlan bir gün bile sarsılmadı. Şöyle diyordu Roza:
“Bütün uluslardan milyonlarca proleter dudaklannda kölelik marşlanyta kardeş katilliğinin, kendi kendini mahvetmenin, kısaca utanç hattının ön saflarında birbirine kırdtnlmışsa da, henüz kaybetmedik ve nasıl öğreneceğimizi unutmadıksa gene kazanırız"
SOSYALİZMİ k a v r a m aSORUNU VE TEODEM EYLEMİNİNDÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
*
Selma CÜLBAHAR
Dünyayı kavramaya başlamamızdan itibaren, gözlerimizin çevresinde yavaş yavaş bir sınır oluşturulmaya başlanır. Neden, niçin nasıl sorularının yanıtları hazırdır ve bilinçlerimize işlenir. Çocukken sorulan bir sürü soru artık an- lamsızlaşır ve gereksizleşir. Sobanın neden sıcak olduğunu ve insanın canını yaktığını biliyoruzdur artık. Ve neden boyun eğdiğimizi neden kurullara baş- kaldırmamamız gerektiğini de. Dünyayı çocuğun bakış açısıyla yani kuralsız ve sınırsız sorgulamamız çoktan sona ermiştir. Her şey doğaldır ve değişmez kabul edilir. Birazcık umut bırakılır yine de payımıza.
Dünyayı kavrama sorununda bir başka bilimle tanışma sürecimize de bir göz atalım. Doğal saydığımız ama boyun eğme zorunu sürekli sorgulamamızla başlayan bir süreçtir bu. Düzenin tüm kural ve ilişkileri tekrardan masaya yatırılır. Öncesinden öğretilen pek çok olgu yeni bir bakış açısıyla sorgulanır. Gözlerimizin etrafında oluşturulan sınır parçalanmaya başlamıştır artık. Yepyeni bir dünyaya açarız gözlerimizi. Bu bilimsel kavrayış işçi sınıfının bilmi yani sosyalizmdir. Bu kez neden
Bağımsızlık kavramının altını nasıl doldurduğumuz önemlidir. Hangi
alanda olursa olsun bağımsız örgütlenmesini yaratan ve döğüştüren tüm yapıların
sosyalizm perspektifiyle olayı kavraması ve mücadele etmesi en temel savınrizdir.
I
ler niçinler yanıtlarıyla yeni bir yapı oluşturmuştur. Ancak bizim bu yazıda ağırlıkla değineceğimiz bu oluşturulan yeni düşünce yapısının geçmişinden ne kadar kopuşabildiği ve alternatifini yaratabildiği sorunudur.
Bu tartışmaya çok genel bir anahtarla girelim. Sosyalizmin saptadığı temel ezilme ve sömrülr ıe yapılanmaları üç başlık altında topl ur. Ulusal, sınıfsal ve cinsel. Uzun müca
dele tarihi ulusal ve sınıfsal ezilmişliğe ve sömürüye başkaldırının tarihidir. Cinsel ezilmişlik ve sömürülmeye karşı ise bu mücadele tarihinde çok az pay ayrılabilir. Bunun pekçok nedeni var. Ancak bunları tek tek sorgulamadan bu yazı kapsamında Sosyalist İnsanın hatalarına değineceğiz ağırlıkta.
Öncelikle bu hatanın ana noktasına şunu oturtmak gerek. Sosyalizmi ve sosyalizm mücadelesini son derece za- vallılaştırma ve darlaştırma eğilimi. Sosyalizmi salt sınıfsal çelişki, sınıfsal çelişkiyede işçi-patron kavgasına indiren son derece kısır bir anlayışın sorgulanması sorunu var karşımızda. Sosyalizm insanca yaşamın kurallılığını ve gerçekleştirme yollannı bilinci çıkarmıştır. İnsanın yaşamının her alanına karşılık gelen çözümleri vardır. Ustanın dediği gibi ‘insana dair herşey ilgilendirir bu bilimi. Bu noktadan hareket etmeyen ve eski alışkanlıkların devamında ısrarlı olan insanlanmız, kadın sorununu yani cinsel ezilmişlik sorununu tartışmak ve düşünmek zahmetine girmiyorlar. Sihirli değneğimiz olan devrim her türlü sorun gibi bu sorunu da çözecektir nasıl olsa. Cinsler arasındaki çelişki bu çelişkiden elde edilen sömürü ve hangi kanallara aktığı sorunu da güme gidiyor böylece.
Olaya biraz daha mantıklıca yaklaştıklarını düşünen bir başka gruba değineceğiz şimdi. Bu grup kadın sorununun mutlaka tartışılması ve çözülmesi için ayrı bir alanın açılmasından yana. Ancak her türlü sorun gibi bu sorunda politik örgütlenmeler içinde yani işçi sınıfının partisi içinde döğüş- türmelidir kendini diye hemen ekleniyor arkasından. Bağımsız bir kadın örgütlenmesine kesinlikle karşıdırlar ve tek bir sözcük var dillerde BÖLÜCÜLÜK. Bu insanlara 2. Enternasyonel içinde toplanan Uluslararası Kadın Ku- rultayı’nı anımsatmakta yarar görüyoruz. Kadın sc .ununun özgüllüğünü görünüşte kav aminin bir sonucu olarak örgütlenme sorunu böyle çözümleniyor. Ancal gerek kadın sorununun kapsamı v< yaşanan çelişkinin boyutu
gerekse şimdiye kadar doğru bulduğumuz kadın hareketleri bu görüşün tam karşısında davranmıştır. Öğrenciler gençlik çevreciler vs. olarak uzatabileceğimiz bir liste var Bu gruplar var olan sistemden bir şekilde zarara uğrayan ve uzlaşmaları mümkün olmayan gruplar. Reformist gölgelenmeleri bir tarafa bırakırsak son tahlilde burjuvaziyle uzla- şamayan bu grupların örgütlenme biçimleri bağımsızdır. Bunların hiçbir zaman bölücülükle nitelendirildikleri görülmemiştir. Ancak kadın sorunu oldu mu konu özellikle erkek arkadaşların tam bir işveren düşünüşüyle olaya yaklaştıklarını ve kadın sorunun bu tür bağımsız örgütlenmelerinden ürktüklerini görüyoruz. Sorunu ‘Kadınlar Cumhuriyetinin’ kurulması boyutuna taşıyanlarda var.
Kapitalist düzen her alanda son derece sistemli bir mekanizmayla sömürü çarklarını işletiyor. Bu alanların tümünde işçi sınıfı partisinin dışında bağımsız örgütlenmelerin yaratılması bölücülük değil aksine zorunluluktur. Bağımsızlık kavramının altını nasıl doldurduğumuz önemlidir. Hangi alanda olursa olsun bağımsız örgütlenmesini yaratan ve döğüştüren tüm yapıların sosyalizm perspektifiyle olayı kavraması ve mücadele etmesi en temel savı- mızdır. Dolayısıyle bağımsızlık var olan sistemin tüm kurum ve kuruluşlarından, ideolojik yapılanmasından bağımsızlıktır. Ancak işçi sınıfının bilmine bağımlılıktır. Bu yapılar içinde yer alan sosyalist düşüncenin taşıyıcısı insanlar yapının oluşumu ve mücadelesini bu kanala akıtmanın sorumluluğunu duyacaklardır.
Ayrımı birleşik mi sorununa yaklaşımda bir olguya daha değinmek gerek. Faşizmi salt faşizm emperyalizmi salt emperyalizm olarak ve ustaların yapıtlarından papaganvari tartışmaktan vazgeçmek zorundayız. Bize gerekli olan sistemin tüm yapılanmalannın kitleyle kurduğu her türlü bağı sorgulamaktır. Yani faşizmin kadına ya da kültüre getirdiği alternatifde önemlidir bizim için ve bu tartışmalar bizleri ba- şanya götürecek sonuçlan verir. Bu dar
tartışma zeminlerinden çıkılmadığı sürece başta kadın sorunu olmak üzere diğer alanlarda sistemin gücünü ve yaygınlığını kavramak sonuç olarak nasıl ve ne şekilde mücadele edeceğini önermek güçtür. Eğer kadın sorunu konusunda örgütlenmesinden mücadele hattına kadar öneri geliştirmek isteyenler varsa onlara önerimiz kadın sorununu öncelikle araştırsınlar. Kapi talist sistem içindeki yapılanmasını ka radıklarında ulaştıkları nokta bu kez bizden farklı olmayacaktır. Bundan dolayı önce tartışılan alanı bilince çıkarma sorumluluğunu yüklüyoruz insan lara.
Kadın sorununun bağımsız örgütlen meşini kabul eden bir başka anlayışın zaaflarına geldiğimizde bu kez çok da ha çapraşık bir durumla karşılaşıyoruz. Bu örgütlenmenin alanı ve kapsadığı kitlelerle olan bağları ve en önemlisi mücadele hattı konusunda bilinç kaymaları gündeme geliyor. Bunu bir örnekle somutlamakta yarar var. Demokratik Kadın Derneği kısa süre ön ce Teodem adlı firmanın satış mağazasında oluşturulan bir vitrine karşı protesto eylemi gerçekleştirdi. Öncelikle eylem biçimi olarak ülkemizde ilk kez denenen bir yöntemdi. Bunda en büyük pay hiç Kuşkusuz 12 Eylül sonrasının eylem biçimleri yaratmadaki düşünce üretimleridir. Ancak önemli olan eylemin içeriğiydi. Tartışmaları bu eylemin içeriği başlattı. Vitrin kadını tamamen aşağılayan ve küçülten bir dü şüncenin somutlanmasıydı. Kadın at gibi arabaya koşulmuş erkek arabada ve koşum takımları ile kadını idare ediyor Ne olur ne olmaz diye de bir di ğer kadın arabanın yanına bağlanmış, yedek olarak korunuyor. Cansız man- kenlerce aslında çok canlı bir atmos fer yaratmış dekoratör. Bu sistemin ka dma bakışını son derece çarpıcı bir görüntüyle oluşturmuş DKD bu eylemiyle öncelikle kamuya açık bir alanda ka dinin böylesine küçültülmesine karşı çıkmış diğer yandan Teodem Firması özelinde kadına bakış açısına karşı iti razlarını yükseltmiştir. Her şeyin bir bü tün olduğunu ve bütüne bağlı parçaların ayrı ayn önem taşıdığını biliyoruz. Bu eylemde genel bütünlük içinde kü çük bir parça, hatta ayrıntı. Ancak bütünden parçayı göremeyenler hemen çığlıklarını yükselttiler bu Feministçe bir eylem. DKD nereye gidiyor? gibi yaklaşımlar gündeme geldi. Tekrar hatırlatmak gerek DKD bir kadın derneği. Yapacağı her türlü eylem öncelikle kadının bu sistem içerisindeki sömürüsüne ve ezilmişliğine karşı çıkmak ve daha köklü çözümlerin bilince çıkarılması için ajitasyon ve propagandanın yakılmasını gerçekleştirmek sorumluluğu var. Eylem her yönüyle bu karşı çıkışıp bir simgesi. Öncelikle bu sistemde kadına yüklenen kimliğe bir itiraaz var. Bu itirazın yanında olmak varken burjuvazinin ağzıyla olayı kınama ne kadar sosyalistçe bir tavır merak ediyoruz.
Olayı karikatürize ettiğimizde şöyle bir şema ortaya çıkıyor. Diyelim ki arabaya koşulan işçi arabayı süren de pat
ron olsa idi ve yine vitrin protesto edilseydi sanırım aynı suçlamalar olmayacaktı. Çünkü işçi sınıfının sorunu resmi kabul görmüş ve bu alandaki mücadeleler gene-lleşmiştir. Ancak kadın sorunu doğru bir zeminde ilk kez tartışılmaya başlanmış ve bu tartışmalar süreç içinde ürünlerini ortaya çıkarmıştır. Bu kadına dair yapılan her eylemi ve yönelişi sorgusuz sualsiz feminsçe bulma zaaflarını bu geçiş döneminin sancılarına yüklüyor ve pratikte değişeceğini umuyoruz. Bu eksiklik sadece erkeklerde değil kadınlarda da önemli bir sorundur. Kadın sorunu küçümsenir ve ikinci plana itilirken başka alanlardaki mücadeleler çok daha coşkulu ve iyi niyetli karşılanır. Bizzat kadınlarda bu ikinci plandaki sorunla uğraşmaktan hele hele direk içinde yer alıp bu düşünceyi eylemlerle pratiğe çıkarmaktan çekinirler, kadın sorunu üzerinde gerek düşünce üretmeyi gerekse mücadele etmeyi ön plana alan kadınlarımız bu sorunu aşamada itici güç olacaklardır.
12 Eylül’ün arkasından geçmiş dönemlerin sorgulanması kadın sorunu üzerindeki daha önceki hataları ve eksikleri de gündeme getirdi. DKD bu sorgulamaların ve eksikliklerin saptanması ve doğru teorinin ortaya çıkarılmasıyla oluşturulmuş bir kadın derneği. Geçmişe yönelik eleştirilerin yanı sıra bugün hâlâ yaşanan eksiklik ve hatalarda bu derneğin mücadelesinin kapsamı içinde. Kadının kurtuluşunun mücadelesi taşıyıcısı kadın olsun erkek olsun tüm bu yanlış yapılanmalara karşı amansız bir mücadeleyi de kendiliğinden içeriyor. Sosyalist tanımlaması içinde kendine yer alan erkeklerin burada ayrı bir önemi var. Başından beri özetlemeye çalıştığımız bu düşünceler ağırlıkta sosyalist erkekler tarafındansavunuluyor. Öyle ise bu insanların özelliklerine biraz değinelim.
Feodal düşüncelerle sosyalist düşün çeleri uzlaştırmaya çalışan karma bir anlayışın oluşturduğu sosyalist erkek tipine girmek gerek öncelikle. Kadın bu tip için hâlâ ataerkil yapının çerçevesinde ele alınır ve kabul edilir. Yeri evdir kadının, ancak erkeğin toplum içinde yüklendiği yeni misyon, bu erkeğin çevresindeki kadınlara da yeni bir alanı yaratır. Bu kez kadın sosyalist erkeğin mücadelesinde yardımcı bir öğeye dönüştürülür. Ev işleri ya da çalışma yaşamı kadının bu görevinin parçalarıdır. Tek başına ya da kendi kimliği ile değil bu yardımcı göreviyle sosyalizm mücadelesinde yerini alır kadın. Evi geçindirir, çocuk büyütür, cezaevi ka pılaruıda sıra bekler vs. Bu kadının çok şey bilmesine ve bu alanda kendi üret kenliğini dayatmasına gerek yoktur. Bi- rileri onun adına da mücadele ediyordur zaten, kadın erkek el ele bu mücadelede gereksiz bir slogana dönüşür. İnsanın en önemli özelliği yaratıcılığıdır. Kadının ev ekonomisi içindeki yeri yaratıcılıktan uzak yeniden üretim sürecidir. Bu süreç bilinci törpüleyen sağ lıklı düşünmeye olanak tanımayan ve
insanı tamamen yabancılaştıran bir süreçtir. Sosyalist erkeğimizin bu konumda bıraktığı kadına açıkça haksızlık yaptığı gözümüzün önüne geliyor herhalde. Üretimden koparılan hele hele mücadele içindeki üretimden iyice eli eteği çekilen kadına tüm sosyalist yapılanmalar bu bakış açısıyla haksızlık yapıyorlar.Kadın sorununun özgüllüğü ve çelişkilerin
boyutu kadınların erkeklerin yer almadığı bir örgütlenmede çalışmalarını gündeme
getirmiştir. Ancak küçük burjuva sosyalistlerimiz bunu bir türlü
kavrayamamakta kadının ve erkeğin birlikte kadın sorunu için örgütlenmesi
zorunluluğunda diretmektedirler.Mücadele içerisinde kadın erkek
herkesin dağılımı başka bir sorun. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hatalı kavrayışla karıştınlmaması gerek. İşbölümü mutlaka gerekli? Ancak eğer iş bölümü egemen düşünce anlayışından kopuşmadan oluşturulmuş bir düşünce sisteminin ürünü ise buna karşı duracağız. Nitekim kadının mücadele içindeki sorununda egemen düşüncenin hâlâ taşıyıcı olan erkeklerin açtıkları yaralar ortadadır. İşçi sınıfının partisini oluşturan bireylerin kadın ya da erkek olma durumlarından kaynaklanan sorunları bitmiştir. Bu genel bir doğru. Ama hâlâ kadın bu mücadelede hak ettiği yere çekilmiyorsa ya da bu alandaki vereceği mücadele kapitalizmin kadına değer gördüğü alanlarla sınırlı ise, bütün yapıyı tartışmak zorundayız. Değişim önce kafalarda başlar. Ve kendini dünyayı değiştirmeye aday görenlerin kafalardaki bu değişikliğe açık olmaları zorunludur.
Kadın sorunun özgüllüğü ve çelişkilerin boyutu kadınların erkeklerin yer almadığı bir örgütlenmede çalışmalarını gündeme getirmiştir. Ancak küçük burjuva sosyalistlerimiz bunu bir türlü kavrayamamakta kadının ve erkeğin birlikte kadın sorunu için örgütlenmesi zorunluluğunda diretmektedirler.Olayı karikatürize ettiğimizde işçi sendikasında işverenlerin yer almasını istemekte aynı zemine düşen bu anlayış da sosyalist erkeğimizin yine bir başka eksikliği. Egemen güçlere karşı mücadelenin yükselmeyişini şöyle kavrar bu anlayış. İnsanlar bu sistemin kendilerini nasıl ezdiğini ve sömürdüğünü bilmiyorlar. Biri bunu onlara anlatınca insanlar gerçeği görecek ve mücadeleye girecektirler. Hayır olay hiç de böyle değil. Anlatmak olayın başlangıcı ama esas önemli olan arkasından gelecekler. Çok sıradan bir gecekondu ailesinde kadının sorununu nasıl kavrayacağı ve nasıl mücadele edeceği konusunda pratik adımların atılması en önemli nokta. Henüz erkekle aynı mekanı paylaşmaktan ürken kadının bir erkekle bu sorunu tartışacağına ve birlikte mücadeleye gireceğine inanmak büyük yanılgıdır. Ya da çelişkiyi direk yaşamayan kadın olmaktan dolayı bu toplumdaki sistemli baskıyı
Devamı 80. Sayfa‘da
57
HALKIN GENİŞ KESİMLERİNE ULAŞMADA DEVRİMCİ EĞİTİMİN UYGULANIŞI VE HALK ÖNDERLİĞİ'ÜSTÜNE
Ahmet AYDEMİR
Sosyalist mücadelenin önemli bir alanı olan eğitim çalışmasına, buraya kadar söylediklerimizle kanımca bir açıklıkgetirmiş oluyoruz. Hiç şüphesiz bir faaliyetin nasıl yürütüleceği üstüne yazmak, pratiğini yürütmekten her zaman daha kolaydır. Pratik karşımıza bin bir zorluklar ve ayrıntılarda koyuyor ve koyacaktır. İyi bir eğitimcinin görevi zorluktan aşmayı ve aynntılan ustaca işlemeyi bilmektir. Çoğu zaman ayrıntıların önemli olmadığı fikri pratik faaliyette bir düzleşmenin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Yaşamın kendisini hiçbir alanda kalıba vurmak mümkün değildir. Bizde burada sadece; sosyalist mücadelede akıp giden eğitim sürecinin genel doğrultulannı ve perspektiflerini ortaya koymaya çalıştık. Bundan öteye söylenecekler fantazi kabilinden şeyler olabileceği gibi, pratik mücadelenin sonsuz şıkta ayrıntı ve zorluklarını da yazmaya kalkmak gibi bir ütopizm olurdu.
Bugün sosyalist hareketimizin önündeki temel görev daha da militan bir kimliğe ulaşabilmektir. İnsanın yeteneklerine olan derin inancımız, onun var oluşundan günümüze ulaşıncaya kadar sergilediği muazzam gelişmelerde ifadesini buluyor. Devrimci mücadelede ise, kahramanlığın, direnişin, inanca bağlılık ve özverinin günü
Bugün sosyalist hareketimizin önündeki temel görev daha da militan bir kimliğe
ulaşabilmektir. İnsanın yeteneklerine olan derin inancımız. onun var oluşundan
günümüze ulaşıncaya kadar sergilediği muazzam gelişmelerde ifadesini buluyor.
müzde de neredeyse sınır tanımayan örnekleri vardır. Hele 12 Eylül sonrasının o zifiri karanlığında, toplum düşkünlüğün ve çürümenin en uç tipleriyle karşılaştığı gibi, direnişi' doruğuna ulaşmış halk önderlerine de tanık olmuştur. İşte günümüzde bu karanlık bir ölçüde yırtılmış ve gözlemlerimize biraz ışık ulaşabiliyorsa, halkını gerçekten temsil edebilmiş bu değerler sayesindedir. Devrimle karşı devrim bu yüce kişi
liklerin şahsında çok elverişsiz koşullarda amansız bir boğuşma içine girmiştir. I iziki anlamda kayıplar ne olursa olsun, kazanan kesinlikle devrimcilik olmuş ve rejimi pek çok çelişkisiyle birlikte iflasın eşiğine getirmiştir.
İşte biz bugün devrimci eğitimden, yenileşmeden ve militanlaşmaktan söz ediyorsak hiç şüphesiz temel alınması veya ulaşılması gereken nokta budur. Hedefimiz, direnişleriyle önemli oranda rejimi aşılmayla karşı karşıya bırakan, bugünün ve geleceğin çözümleyicisi HALK ÖNDERİ sıfatını kişiliğine egemen kılmış kadro ölçüsüne ulaşmak olmalıdır. Rejimin bize dayattığı yaşam bile sayılamayacak, sıradanlığın. dümdüz ve hiçbir soylu çabanın sahibi olmadan ortalıkta sürünmenin karşıtını koymaktır. Bu da ancak her düzeyde önder- leşmekle. halk önderliği düzeyine ulaşabilmekle mümkün olacaktır.
Halk önderliğini elbette salt eğitimle ulaşılabilecek bir durum olarak da görmemek gerekir. Ama bu yönde var olan eğilim ve yetenekleri eğitimle işleyerek geliştirmek zorunludur. Bugün doğal önderlik denilen durumlarda söz konusudur. Pek çok işçi için “doğal işçi önderi" nitelemesi kullanılıyor. Bunlarla tanışıklığında, kişiliğinde başta alçak gönüllülük olmak üzere pek çok olumlu özelliğe tanık olunacaktır. Halkımız, kesinlikle, kendisine yukardan bakan unsurlara bilgi birikimleri ne olursa olsun genellikle, vezirle köylü olan babasının arasından geçen konuşmayı içeren fıkrayı anlatır. Birşeyler biliyor ama en baştan adam olamamış der. Rejimin 12 Eylülden bu yana alabildiğine kendini kurumlaştırdığı ve zora dayalı otoritesini pekiştirmekten bir an bile geri durmadığı göz önüne getirilirse, yukarıda bir örneğini vermeye çalıştığımız olumsuz kişilikle solcu da olsa bir yerlere varabilmek mümkün değildir. Sosyalizmin yüceltici, eğitici ve örgütleyici etkisiyle, halkın tarihin derinliklerinden gelen değerlerinin birleştirilmesi bizi gerçek halk önderliğine ulaştırır. Buna bir kez ulaşıldı mı da, kitlelerin öğretmeni ve öğrencisi, onlarla kopmaz bağlara sahip, devrimci örgütlenmeleri yaratma ve geliştirmenin ana halkası yakalanmış demektir.
Biz, halk önderliğinden bahsederken, el- betteki “doğal önder" tanımlaması içine giren, bazı olumlu özelliklerine rağmen, son derece yetersiz, eğitimsiz hatta örgütsüz ön
cü işçilerin kuyruğuna fazlaca takmılmama- sı gerekliğini söylüyoruz. Bu kesimler yoğunlaşmış ve iyi programlanmış eğitim süreçlerine alınarak, en önemlisi de örgütlü yaşama kavuşturularak tarihsel misyonlarını oynayabilecek bir duruma ulaştırılmalıdır. Sadece işyerinin veya sendikasının bazı sorunlarını çözme ötesinde bir gelişme kaydedememiş bir öncü işçi halk önderi olmaktan çok uzak bir konumu yaşıyor demektir. Bu kesimlerin düzenden kaynaklanan pek çok olumsuzluk ve yetersizlik içinde bulunduğu da bir gerçektir. Eğer bu durumlarını aşmalarına yönelik yoğun bir çaba içine giremezlerse, sosyalist harekette. profesyonel devrimci bir faaliyeti sürdü- remiyecekleri gibi pek çok yeni hastalık veya sorunlarada kaynaklık etmeleri işten bile değildir. Başta sendikalizm ve ekonomizm olmak üzere, proletarya sosyalizmine kesinlikle yabana eğilimleri, sosyalist hareketimize dayatmaları, sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle dönüştürülmedikleri sürece mümkün olabilmektedir. “Anadan doğma sosyalist" olarak nitelenen işçi sınıfı ve özelliklede öncü kesimleri, kesinlikle sadece objektif durumlannı açıklayan bu nitelemenin ötesinde bir yaklaşıma tabi tutulmak zorundadır. Sınıfın günlük yaşamından. sosyalist hareketimize katılım yönünde eğilim belirleyen işçi kadro adaylan, onların objektif konumlan ve tarihsel misyonlarıyla ilgili söylenenlerin etkisiyle yaklaşımdaki tolerans payı ne olursa olsun, birer düzen adamı oldukları, aslında maddi, manevi, kültürel, ideolojik vb. binbir bağ ile düzene bağlı olduklarını akıldan çıkarmamak gerekir. Eğer bir proleter tarihin kendisine yüklediği görevlerin adamı olacaksa, kesinlikle hiçbir çıkarı bulunmayan bu sömürü düzeniyle tüm bağlannı koparmayı esas almalıdır.
Sosyalistler mücadelede işçi sınıfını temel alır. Zaten sosyalizm işçi sınıfının öz ideolojisidir. Ama sadece işçi sınıfı içine sıkışıp kalan bir sosyalist akımında hızla yozlaşılası kaçınılmazdır. Sosyalizm, toplumun tüm ezilen, sömürülen ve horlanan kesimlerine. yani bir avuç parababası dışındaki tüm kesimlerin sorunlarına çözümler getirebildiği ve onları örgütleyebildiği oranda başarıya ulaşabilir. İşçi hareketi = sosyalist hareket değildir. Sadece işçi hareketleriyle uğraşan, bunun ötesinde toplumdaki tüm sınıf ve tabakalara yönelik politi-
kalar üretip, pratik mücadelelerini geliştiremeyen bir işçide bu anlamda henüz sos- yalistleşmemiş demektir Sosyalist harekete, sosyaltstleşme yoluyla, işçi sınıfından ge len öğeler gerçek halk önderi konumuna ulaşırlar Bu niteliğe kavuşan bir işçi, sadece fabrikasının veya sendikasını sorunlarını ko nuşan ve bu temelde örgütlenen değil, bilinçli birhalk adamı olarak, toplumdaki tüm sosyal kesimlerle ilgilenen, onlara öğreten, onlardan öğrenen ve örgütleyip eyleme kaldıran insan demektir.
Sosyalist harekete proletarya saflarından gelen öğelerin en büyük özelliği, pratik- örgütçü yanlarını gelişkin olmasıdır. On yıl ların fabrika, sendika vb. düzen kurumlan da olsa örgütlü düzenli yaşama alışkanlığı vardır. Üretim faaliyetini kollektif bir biçim de gerçekleştirmeleri, kollektivite, disiplin vb konularda da oldukça güçlü özellikler taşımalarına neden olmaktadır. Elbetteki bu özelliklerde düzen tarafından çarpıtılmış olarak taşınır. Bu çarpık yanlar aşıldığında, durumları ve çıkarları aynı olan on milyon tuk bir sınıfın mensubu olan adayın önüne muazzam bir ilişkiler denizi ve bu ilişkilerin durum ve düzeyleriyle ilgili değerlendirme yapma ve örgütlendirme olanağı çıkmaktadır. İlişkiler kendi doğallığı ve uzun süredir düzen ölçü ve ahlâkıyla da olsa sınanmış bir biçimde binlerle ifade edilecek düzeyde vardır. Bu muazzam olanak, işçi sınıfından gelen ve halk önderliğine ulaşan militana kısa sürede büyük gelişmeler kaybetme olanağı sağlar.
Sosyalist literatürde belirtilen “Almanca konuşma* veya “Amerikan işadamlığı* proleter öğelerin adeta temel bir özelliği gibidir. Az konuşur çok iş yaparlar, çeşitli düzeyde ilişki ve örgütlenmelere kısa sürede ulaşırlar. Yalnız bütün bu olumlu özelliklerinin yanı sıra, doğal önderlikten, halk önderliğine ve profesyonel devrimciliğe sıçramaları da yavaş olmaktadır. Kısa sürede profesyonelliğe soyunamadıkları gibi, karşılaştıktan ilk zorlukla birlikte mücadeleden kaçma gibi bir durumlan da söz konusu değildir. Devrimci sıçramayı yapmak uzun bir birikim süreciyle olduğu gibi -ki bu durum istediğimiz birşey olmasa da biraz sabırlı olmak gerekir- kaçma da olumsuzlukların bir hayli birikmesi sonucu gerçekleşir. Sabırlı, inatçı, iğneyle kuyu kazarcasına çalışmak, işte proletarya saflarından gerçek halk ön deri çıkarmanın tek yoludur. Bu süreyi kı saltmak yaşamın tümden devrimcileştiril- mesi, bir eğitim ve örgütlendirme çabasının süreklileştiriimesiyle kısaltılabilir. Ama yine de sabır titizlik ve hassasiyeti elden bırakmamak gerekir.
güllenme ve mücadele yöntemlerine kaza nılmalarıyla bu olumsuz duruma düşmele rinin önlemi alınabilir. Önlem dendiğinde de en önemli araç, proletarya partisi saflarında, halk önderliğini temel alan bir çalışma tarzına adayların kazanılmasıdır.
Sosyalist mücadeleye önemli oranda militan kadro adayı da aydın gençlikten gel mektedir. Bu kesimin durumu ve sorunları başlı başına ayrı araştırmaları gerektirmekle beraber biz işlemeye çalıştığımız konu açısından Aydın gençlik üzerinde devrimci eğitimin bazı uygulama problemlerine- bir ölçüde değinmek istiyoruz. Ülkemizde büyük bir aydın ve öğrenci potansiyeli, tarihten günümüze kadar taşıdığı geleneğinde gücüyle kendini devrimci hatta sosyalist olarak nitelemekte, bu yolda yoğun bir çaba ve mücadele sergilemektedir. Hatta denebilir ki son 25-30 yıllık devrimci mücadelenin neredeyse en büyük yükünü bu kesim üstlenmiştir. Sosyalizmi, Pro- mete'nin elindeki ateş misali dağa taşa her tarafa taşımış, bu yolda, şehitlik, işkence, hapis ve zulmün her türlüsüne katlanmada dahil büyük bir özveri sergilemiştir. Bu durum ülkemizde neredeyse aydın gençlik <■ devrimcilik boyutunda yaşanmıştır ve hâlâ belli ölçülerde yaşanıyor. Şüphesiz bu durumun izahı oldukça derinlemesine inceleme araştırmaları gerektirir. Bizde konuyla ilgili genel geçer şeyleri söylemekle problem aydınlanamaz. Sorun, sadece gençliğin yenilikçiliğe, ilericiliğe açık olması boyutundan da ileri bir durumdadır.
TC’nin oluşumunda, hatta Osmanlı dönemini de kapsayan her bunalım döneminde aydın gençliğin öne çıkışı yaşanmıştır. Rejimin 50’li yıllardan sonraki önemli kriz momentlerinde de aydın gençlik yine sel gibi mücadele alanlarına iniyor. Toplumu ileriye götürmesi gereken, Osmlanlı döneminde burjuva sınıfı yerine “burjuva devrimciliğini* cumhuriyet döneminde buhranlardan ve sömürü düzeninden toplumu kurtarmada öncü güç olarak hareket etmesi gereken, proletaryanın yerine harekete geçip “proleter devrimciliği* üstleniyor. Hiç Şüphesiz bu önemli oranda ülkemizin kapitalist gelişme tarzının -yunker biçimde- olmasından kaynaklanmaktadır. Bu gelişme tarzı aynı zamanda sınıf mücadelesinin yükseltilmesi imkânlan üzerinde de korkunç bir baskıyı getirmiştir. Kaplumbağa hızıyla yürüyen ve sınıfsal ayrışma, kopuşmaları sürekli baskı altında tutan bu tarz kapitalist- leşme, Osmanlı döneminde jöntürklerin, cumhuriyetin ilk yıllarında da Kemalistle- rin burjuvazi adına kapitalizmin kervanına topal eşekle katılmasına benzemektedir.
Sosyalist harekete proletarya saflarından gelen öğelerin en büyük özelliği, pratik- örgütçü yanlarının gelişkin olmasıdır. On
yılların fabrika, sendika vb. düzen kurumlan da olsa örgütlü-düzenli yaşama alışkanlığı
vardır. Üretim faaliyetini kollektif bir biçimde gerçekleştirmeleri kollektivite, disiplin vb.
konularda da oldukça güçlü özellikler taşımalarına neden olmaktadır.
Proleter öğeler, devrimci mücadelede, gerçek halk önderliğine ve profesyonel devrimciliğe sıçrayamazlarsa, günlük çalış madaki tüm verimlilikleri de bir süre sonra tıkanmayla karşı karşıya kalacaktır. Düzleş me ve üretimsizlik Stalimn deyimiyle en bayağı “kafasız işgüzarlığa” soysuzlaşma bu özellikteki adayların gerekli nitelik dönüşümüne uğrayamadıklarında kaçınılmaz alın yazılarıdır. Elbetteki çok yönlü eğitim, ör
Aydın Gençlik, gerek Osmanlı, gerek cumhuriyet dönemlerinde “çağdaşlaşma* adına modern sınıfların üstlenmesi gereken rolü üstlenmiştir. Ve bu sınıflar adına “devrimci" çıkışlar yapmıştır. Bu durum bize has ve oldukça orijinal bir durumdur. Jöntürklük, Kemalistlik ve yakın tarihte de “solculuk” biçimindeki gençliğin bu yönelimlerini anlayışla karşılamak gerekir. Ne var ki bu anlayışla karşılama bu oluşum ve
evrimi proletarya sosyalizmi olarak görmemize de neden olmamalıdır. Ayrıca aydın gençliğin adeta sosyal sınıflar yerine hep bu öne atılışlarının kendisine kazandırdığı bazı olumsuz özellikleri de göz ardı etmemek gerekir. Ülkemizde, aydın gençlik kuyruk- çuluğu ve onun tarihsel devrimci geleneği çok çok pohpohlanarak, bu durum üzerinde ideolojiler ve örgütlerde inşa edilmeye çalışılmış, ama hedeflenen sosyal devrime, modern sosyal sınıf proletarya atlandığından dolayı, gençliğin devrimci atılganlığıyla da bir türlü ulaşılamamıştır.
Aydınların sınıfsal konumlanndan gelen zaafların yanı sıra, bir de yukarıda değindiğimiz nedenlerden dolayı “kendini dünyanın merkezi sanma” eğilimi ve bu yön-
Anlaşılmaz konuşma, kitlelere tepeden bakma devrimcilik iddiasındaki birisi için utanılacak bir durumdur. Eğer yücelmek,
önder olarak kabul edilmek isteniyorsa halka karşı saygılı olmak zorunludur. Herşeyden
önce halk adamı olamadan, egemen sınıflar eğitim ve kültürüyle halk saflarında bir yerlere gelinemeyeceğinin iyi bilinmesi
gerekir.de yönelişleri oldukça güçlüdür. Kitlelere yukardan bakma, onların anlayamayacağı dilden konuşma, devrimin kitlelerin eseri olacağını sözde kabul etme, ama pratikte bunun tam tersi bir durumu yaşama bu kesimlerin karşılaşılan önemli zaaflarıdır. Kitlelerle ilişkide kendinin de pek anlamadığı biçimde, ya çok konuşma -gevezelik- ya da dilini yutmuşçasma hiç konuşmayıp birtakım pozlara bürünme durumlan da sergi- leyebilmektedirler. Pek çoğunun kimi tepkileri eşelendiğinde kitleleri sürü gibi görenleri bile az değildir. Aydın gençlik “devrimciliğinin* jöntürklük Kemalizm ve solculuk biçiminde geçirdiği evrimin önemle dikkate alınmakla birlikte, bu durumu üzerinde ideolojiler ve örgüt inşa etmeye kalkışmamak gerekir. Aydın gençliğin, bu gelenek ve evrimini yoğun bir sorgulamaya tabi tutarak modern proletarya ideolojisi temelinde bir dönüşüm yapmasını esas alan bir yaklaşım temel alınmalıdır.
Bir aydın genç, içinden gelen tarihsel anlamdaki dürtülerin, egemen sınıflar eğitim ve kültürünün etkisi ne olursa olsun -elbette bu durum onun için önemli bir avantajdır- kendini anadan doğma sosyalizmin bilimine vakıf birisi olarak da görmemelidir. Anlaşılmaz konuşma, kitlelere tepeden bakma devrimcilik iddiasındaki birisi için utanılacak bir durumdur. Eğer yücelmek, önder olarak kabul edilmek isteniyorsa halka karşılı saygılı olmak zorunludur. Herşeyden önce halk adamı olamadan, egemen sınıflar eğitim ve kültürüyle halk saflarında bir yerlere gelinemeyeceğinin iyi bilinmesi gerekir.
Buraya kadar söylediklerimizden de hiçbiriydin genç alınmamalıdır. Biz burada tek tek bireylere değil, gençliğe, ülkemizin yaşadığı tarihsel sürecin ve egemen sınıflar kültürünün vermek istediği yanlış bir eğilime dikkat çekiyoruz. Bu yanlış eğilimin karşıtı olarak, halk için, halkla birlikte ve halk tarafından örgütleme ve mücadeleyi temel alan aydın gençliğin geleceğin kurta- nlmasında büyük bir rolü olacaktır. Bilinen ve en başlarda değindiğimiz bazı olumlu özelliklere ve bu yöndeki eğilime bilmem tekrar değinmeye gerek var mı. Bizim olan ve kazanılmış olumlu bir eğilimle değil daha çok olumsuz eğilim, düzenden ve gelenekten kopuşamamış kesimlerdir. Okları-
* \ 59
mızın ucunda olanlar... Onları bir kez daha halk adamı ve önderi olmaya çağırmak, kendine ve topluma yabancı ucube bir konumdan çıkarmaya çalışmak, gerekiyorsa bu yolda eleştirinin en sertini yapmak kanımca soylu \>e dönem açısından da önemli bir qörevdir.
Sosyalist hareketimizde, aydın gençlikten gelen pek çok öğenin kitlelere yaklaşımda ölçüyü tutturamayan başka bir zaafına da tanık olunmaktadır. Bu en az kitlelere yukarıdan bakmak kadar tehlikeli olan kitle kuyrukçuluğudur. Biraz sosyalistler ve halk gerçeğine inana gelişen genç aydın öge kitleler karşısında bu kez de doğru devrimci tutumu temsil etmek yerine, onlarla bağ kurmak adına kitlelerin geri yanlarına tabi olmaktadır. Böylesi bir durum ne kendini geliştirebildiği gibi ne de kitleler içinde devrimci bir gelişme yaratabilir. Şüphesiz kitlelerle kopmaz bağlar kurmak bu değildir.
Kuyrukçulukla sağlanan kitle ilişkisi bir pamuk ipliğine benzer ve her an kopmaya elverişlidir. Kitlelerin ileri özelliklerini ve
devrimi kendi kişiliğinde temsil edemeyen, kitlelerini durumlarına uygun devrimci
gelişmeler içine sokamayan bir kadronun halka önderlik etmesi bir yana, halk
tarafından bir kenara kaldırılıp atılmaması için bile bir neden yoktur.
Kuyrukçulukla sağlanan kitle ilişkisi bir pamuk ipliğine benzer ve her an kopmaya elverişlidir. Kitlelerin ileri özelliklerini ve devrimi kendi kişiliğinde temsil edemeyen, kitlelerini durumlarına uygun devrimci gelişmeler içine sokamayan bir kadronun halka önderlik etmesi bir yana, halk tarafından bir kenara kaldırılıp atılmaması için bile bir neden yoktur.
Sosyalist m ücadelede “Fransızca konuşma" veya “radikal devrimcilik" ülkemizde önemli oranda aydın gençlik tarafından temsil edilmiştir. Ve halen de temsil edilmek isteniyor. Ne var ki bu devrimcilik örgütlenmeci “Almanca konuşma" ile birleştirilemez bir halk adamlığına dönüştürü- lemezse kendi içinde yozlaşması kaçınılmazdır. Yozlaşma biçimleri sonsuz çeşitlilikte olmasına rağmen birkaçına dikkat çekmeye çalıştık.
Sosyalistleştiğini, hatta bolşevikleştiğini iddia eden bir aydın öğenin hiç unutmaması gereken temel husus şudur. “Bir kural olarak kabul ederiz ki. Bolşevikler, geniş halk yığınlarıyla bağlarını korudukları sürece, yenilmez olacaklardır. Ve, tersine Bolşevikler yığınlardan uzaklaştıklan ve yığınlara bağlannı yitirdikleri an, bürokratik pasla örtüldükleri an, bütün güçlerini kaybedeceklerdir, kof bir biçimden ibaret hale geleceklerdir. (Stalin) Devrimciliği, böylesi içi boş, kof ve öğrencilik yıllarında fantazi kabilinden bir şey olarak yaşamamalıdır aydın gençlik. Sosyalizmin bilimini on milyonlarca emekçiye, elinde bir meşale gibi taşımalıdır. Bu yöndeki bilinen adımlarını sis- tematize etmelidir.
Aydınların, öğrenci gençlik dışındaki önemli bir bölümü olan, yazarlar, profesör, sanatçı, avukat, doktor, mühendis, mimar, devlet memuru, öğretmen vb. kesimleri de vardır. Bu kesimlerden ilk ve orta öğretim kurumlarında çalışan öğretmenler ve küçük memurlar; düzen tarafından oldukça yoksul bir yaşama mahkûm edilmişlerdir. Aydınların tüm kesimlerinin yanı sıra özellikle bu yoksul kesimleri, kendi demokratik örgütlenmelerini yaratmanın yanı sıra.
sosyalist hareketin saflarında da büyük oranda yer almaktadır. Devlet kapı kulluğunun ve masabent yaşamın insanı tüketen ortamından kurtulup devrimci harekete katılan bu öğeler, tüketilen kişilik ve yeteneklerini geliştirme imkânı bulmakta, bir çoğu harekette yönetici bir düzeye ulaşan gelişme gösterebilmektedir. Ülkemizde yaşam standartları göz önüne getirildiğinde, proletaryanın önemli bir kesiminden daha yoksul yaşayan bu küçük ve yoksul aydın kesimler, devrimci mücadelenin geniş bir potansiyel gücü olmak durumundadır.
Yetenekleri dumura uğratılmış, masa bent, iki yakası bir araya gelmeyen, devlet kapı kulluğuyla da kişilikleri önemli oranda aşındırılmış olan küçük memur kitlesi sosyalist saflara yönelirken şüphesiz ki bu olumsuz konumundan çıkanlmak zorundadır. Eğer yukarıda değindiğimiz zaaflarını atamazlarsa harekete, üretimsiz memurca çalışma, darlık, kitle adamı ve militan bir hatta oturumama gibi önemli zaaflar ve sorunlar taşırlar. Elbetteki tüm bunlar bizim bu kesimin sistematik bir eğitim ve örgütlendirme çabasıyla sosyalizm yönündeki eğilimlerinin örtünün açılması görevinden alıkoyamaz. Yaygınlaşma ve kitleselleşme eğilimi içine giren devrimci hareketimizin, bir kaç sosyal kesime değil, tüm halk sınıf ve tabakalarına ulaşma onları proletarya sosyalizmi yönünde kesin dönüşüme tığ ratma, mücadelenin bu anlamda hem iv meşini hem de gelişim hızını yükseltme zorunluluğu vardır.
Ülkemizde devrimci bir halk hareketinin önemli potansiyelini şehirde ve kırda büyük bir insan kitlesinden oluşan işsizler teşkil etmektedir. İşsiz insanımızın “deklase" lümpen kesimleri olduğu gibi, çoğunluğunu işsiz işçi tabir edebileceğimiz şehir ve kır emekçilerinin en yoksul kesimi oluşturmaktadır. Bu nüfuz ülkemizde milyonlarla ifade edilecek boyuttadır. Devrimci hareketimizin oldukça akışkan ve “gözü kara" kesimi buradan gelmektedir. Bu kesimden gelen devrimci kadro adayları, sosyalist insan olmakta oldukça zorlansa da en zor görevlere talip olurlar. Zaten yaşamlan da biraz böyledir. Yani yan aç yarı tok, kavgalı gürültülü bir yaşam oniarın doğal yaşam tarzıdır. Lumpenizm derece derece bu saflarda etkilidir. Ama doğru devrimcilikle kar
ne sevdalı aydın ahbap-çavuş tekkeleri çıkar.
Kırlarda yoksul köylülük, özellikle de köylü gençlik proletaryayı temel alan hareketimizin, mutlaka önemle ele alması gereken bir alandır, özellikle Doğu ve Güneydoğu dışında kalan, İç Ege. Doğu Karadeniz ve Orta Anadolu'nun gelişilmeye uygun alanları, proletaryanın aydınlatmak ve örgütlendirmek zorunda olduğu alanlardır. Kır yoksulları desteğinden yoksun bir proleter devrimci hareket her an proletaryanın belli kesimleri içinde sıkışıp kalmanın sancılarından ve sorunlanndan kurtulamaz. Ülkemizdeki ekonomik krizin kırlarda da yakıcı etkilerini hissettirdiği ve saflara bu kesimlerden katılımlann olduğu düşünülürse bu alanın da artan bir önem taşıyacağı, şehir ve aydın gençliği, ilkokul öğretmeni, profesyonel devrimci proleter öğelerin, köylülüğün bilinen zaaflarını da aşmayı, proleter devrimciliği giderek buralarda egemen kılmayı esas alan bir çalışmayı buralarda tutturması büyük bir zorunluluktur. Zaten salt şehirle sınırlı bir harekette, sık sık sıkıştırılma, hatta kendi içinde de bu nedenle daralma tehlikesi taşır. Zaman bulunu- lamaması durumunda bile şimdilik sırf bu sıkışma aşamalarında yapılacak müdahalelerle ilk başlangıçları yapmak mümkün olabilir. Veya başlangıç adımlan geliştirebilir. Dergi ve çeşitli kitaplar çevresinde oluşturulacak okuma gruplan, köylülükle ilgili inceleme ve araştırmalar üzerinde yürütülecek tartışmalar, ve her yörenin kendine has sorunlarının değerlendirilmesi ve demokratik çözüm önerileri etrafında, geleceğin en üst mücadele biçimlerinin hayata geçirilmesine uygun potansiyelin ortaya çıkmasına zemin hazırlanabilir. Ve bu zeminlerden köylü kökenli halk önderlerinin fışkırması devrimci mücadele için yeni ve önemli imkânların açılması olacaktır.
Ülkemizdeki, zengin halk kültür ve çeşitliliğini de önümüzdeki süreçte dikkate almak gerekiyor. “Kürt sorunu’yla aynı boyutta olmasa da. Çerkezlik-Gürcü-Arap vb. ulusal etnik topluluklann kendi ulusal, toplumsal. kültürel yöndeki demokratik taleplerini dile getiren yayın ve örgütlenme çabası içine girebilecekleri görülmektedir. Çerkez kültürünü geliştirmeye çalışan Kaf- dağı Dergisi buna bir örnektir. Demokra
İİlkemizde devrimci bir halk hareketinin önemli potansiyelini şehirde ve kırda büyük
bir insan kitlesinden oluşan işsizler teşkil etmektedir. İşsiz insanımızın “deklase”
lümpen kesimleri olduğu gibi, çoğunluğunu İşsiz işçi tabir edebileceğimiz şehir ve kır
emekçilerinin en yoksul kesimi oluşturmaktadır. Bu nüfus ülkemizde on
milyonlarla ifade edilecek boyuttadır. Devrimci hareketimizin oldukça akışkan ve “gözü kara” kesimi buradan gelmektedir.
şılaştıklannda da hızla etkilenirler. Bizde henüz tüm boyutlanyla ortaya çıkmış bir işsizler hareketi örgütlenememiş olmakla birlikte, böyle bir hareketi bu kesimden kazanılacak gelişmeye en açık adaylarla başarabilmek mümkündür. Bunun da ötesinde, militan görevlere talip pek çok aday yoğun teorik, pratik, teknik eğitimlerden geçirilerek talip oldukları görevle ilgili özel örgütlenmelere kavuşturulabilir.Bu kesime lümpendir, işe yaramaz tarzında yaklaşmak çok sakıncalı ve tam bir “seçkinci aydın" tavrıdır. Bu tavırdansa devrimci bir halk hareketi hiçbir zaman çıkmaz. Ancak kendi
tik hareketin önemli bir bileşeni olma eğilimi taşıyan bu kesimlerle, milliyetçi ön yargılardan uzak, demokratik ve enternasyo- nalist yaklaşımı temel alan ilişkiler geliştirmek. sosyalist hareketimizin küçümsememesi gereken bir görevidir. Bu ulusal-sosyal toplulukların yoğun yaşadıktan alanlarda kendi öz yönetimlerini oluşturmakta dahil tüm demokratik saflannda bu kesimleri etkin yer alabilmesi için çaba sarfederken bu çabalar ulusal etnik topluluklanmızın kendi önderliğine de kavuşabilmesi için gösterilecek aktif destekle bütünleştirilmelidir.
“Kürt sorunu"nda ise bedeli ne olursa ol-
sun bilinen enternasyonalist tutum terke- dilmeyeceği gibi bu halkın tarihinde yakaladığı ve modern proleter önderliğe de ka vuşturduğu mücadelesi tüm gücümüzle desteklenmelidir. Egemen sınıfların karşı propagandalarını boşa çıkarmakta da bü yük bir çaba sarfedilmelidir. ‘Kürt sorunun da Türkiyeli bir devrimci hareketin her türlü önderlik veya önderliği yaratacağı iddiası
özlü olması, kitlelere yukarıdan bakan “seç- kinci aydın” tavrı kadar, kitle kuyrukçulu- ğundan da özenle kaçınan bir devrimci yaklaşımın kadro yapısında hakim kılınması başarıya ulaşmanın temel şartlarıdır. Bir kadro halk önderliğine ulaşmayı hedeflediğinde yaşamını tümden devrimcileştirmeli ve günün 24 saatinde devrimi yaşamalıdır. Devrimci görevler + özel hayat diye bizde
“Kürt sorunu’rıda ise bedeli ne olursa olsun bilinen enternasyonalist tutum
terkedilmeyeceği gibi bu halkın tarihinde yakaladığı ve modern proleter önderliğe de kavuşturduğu mücadelesi tüm gücümüzle desteklenmelidir. Egemen sınıfların karşı
propagandalarını boşa çıkarmakta da büyük bir çaba sarfedilmelidir. “Kürt sorunu’ nda
Türkiyeli bir devrimci hareketin her türlü önderlik veya önderliği yaratacağı iddiası ise
daha inceltilmiş bir sosyal şovenizmden başka bir şey değildir. Bu da iki halkın
kardeşliğine ve mücadele birliğine zarar vermekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.
ise daha inceltilmiş bir sosyal şovenizmden başka birşey değildir. Bu da iki halkın kardeşliğine ve mücadele birliğine zarar ver mekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Yazı dizimizin bu bölümünde buraya kadar kısmen değinmeye çalıştığımız kesimler devrimci hareketimizin bitmez tükenmez güç kaynaklarıdır. Ne var ki bu kesimlere düzenin verebileceği hiçbir şeyin bulunmayışı ve devrimci olmaya zorlanmaları ve giderek mücadele içinde yer almaları eğer doğru bir devrimci yaklaşımla ve dönüşmeyi temel alan bir biçimde gerçekleşmezse pekçok proletarya dışı etkiyi de hareketin saflarına taşıyacaklardır. İşte tam da bu noktada dönüşümün nasıl olacağı sorunu çıkmaktadır. E>r. Hikmet Kıvılcımlı bir yazısında, proletarya dışı etkilerden arınmanın yolu olarak “Proletarya cehenneminde yanm ak” ve “devrimci teoriyle aydınlan maktan" söz eder. Bu yol bir baş ka deyişle ‘küçük burjuvazinin sınıf intiha nna uğratılması” olarak da ifade edilebilir. Proletaryanın kendisi kendi “cehenneminde yandığına adeta örs ve çekiç arasında her gün bizzat düzen tarafından dövülüp hazırlandığına göre yine bu kesim başta düzenin etkilerinden kurtarılmak üzere eğitimin aydınlatıcı sürecine alınacaktır. Emekçi halkın diğer kesimleri ise, proletarya cehennemi imkânından da yoksun olduğundan -geniş burjuva tabakalar- sınıf intiharına uğ- ratılıncaya kadar eğitilmek zorundadır. Elbette bu da birden bire değil uzunca bir mücadele sürecinin sabır ve enerjisini, kararlılığını şart koşar. Bu kesimler ağırlıkla kendi sınıf ketumlarını ve hastalıklannı bilince çıkartıp dönüşmek bunun için de sistemli bir şekilde devrimci tepriyle aydınlatılmak zorundadırlar. Her sosyal kesimin demokratik örgütlenmeleri veya bu örgütlenmelerin yaratılma süreçleri bir yanıyla da böyle yaşanmalıdır. Salt demokratik bir kitle örgütleri çalışmasıyla, biz de özlemi ve eksikliği yoğun olarak hissedilen mücadele alanlarına yönelik devrimci kurumlaşmanın ve bunu proletarya partisi önderliğinde gerçekleştirmenin başka bir yolu da yoktur.
Militan ölçüsünde halk önderliğini temel olan devrimci bir partiyi inşa etmede, yaşamın tümden devrimcileştirilmesi, eğitim ve aydınlanmanın tam yapılması, katılımın
sıkça karşılaşılan ikiye, hatta bunun yanında aile bağları + düzenle geçim imkânları bağları vb. vb. 4-5 parçalanmış bireyin değil halk önderliğine ulaşmak sıradan bir aday olma konumunu bile sürdürmesi çok zordur. Bazı unsurlara yöneiik yapılan eleştirilerde, bu unsurların savunmasının “özel yaşamı bizi ilgilendirmez alana yönelik görevlerini yapıyor ya...” türündeki koruma- cılıklann ne kadar da sahte, aldanma ve aldatmaktan başka bir şey olmadığı her gün biraz daha ortaya çıkmaktadır. Yozluk ve lümpenizmi yaşayan bir unsurun, değil görevli olduğu alanın çalışmalarını yürütmek, buraya yönelik tüm planlamaları, hatta en zor dönemin oluşturulan ilişki ve bağlantılarını tasfiye etmek, kendi yaşama alanı haline getirdiği buralarda, kendini dayatmak ve yapıyı kendine bağımlı kılmak saflara yeni insan katmamak için herşeyi yaptığı görülmüştür. Bu tür unsurların kadın sorunu, kitle içinde çalışma, devrimci örgütlenme ve yoldaşlık ilkelerinde derin tahribatlar açmaları, pek çok dürüst öğeyi bunalıma sürükleme durumları vardır. Yani yaşamda devrimi değil, düzenin en bayağı yozluğunu yaşayan ve bizlere de modernlik adı altında bunu dayatanların herhangi devrimci gelişme sağlamak bir yana var olanı da düzene teslim etmeleri söz konusudur. Bu tür unsurlar yaşamlarının bilinçlerinde yarattığı yansımayla devrimci saflarda düzenin objektif ajanlığı rolünü oynarlar. Sürekli bir kaçış ve tasfiye olmayı harekete dayatırlar. Gelişme yerine tasfiye olma yaşanmak istenmiyorsa, özel yaşam + görevler ikilemi yerine basit, sade ve devrimci bir yaşamın tekliği adaylarda egemen anlayış haline getirilmelidir. Aile, kadın sorunu, iş ilişkileri, özel tutku vb. gibi düzen içi kurumlaşmalarında gerçek halk önderliğine ulaşmada devrimci bireyin önüne önemli engeller olarak çıktığı kesinlikle kav- ranmalıdır. Bu tür kurumlaşmalara gitmemek, en cızından bu tür kurumlarla kendi arasına bir mesafe koyabilmek sonuç alan devrimciliğin temel yaklaşım tarzı olmalıdır.
Yine devrimci pratiğimizde, teoriyi hiç önemsemeyen, bırakalım klasikleri veya Türkiye’deki devrimci mücadelenin sorunlarını ele ala yapıtları, dergileri, hatta günlük basını bile takip etmeyen tipler ortaya
çıkmaktadır. Hareketin doğal mensubu olarak kendisini niteleyen bu kadro adayı tipi de ele geçirdiği çeşitli alan sorumlulukları içinde, herhangi bir devrimci gelişme kaydetmek bir yana, adeta alanındaki gelişmelerin önünde bir tıkaç rolüde oynamaktadır. Kendisi iflası yaşayan, birimindeki gelişmeleri de iflasın eşiğine getiren tiplere de özenle yönelmek gerekmektedir. Adeta maaşlı bir memur duyarsızlığı ve kayıtsızlığı taşıyan bu tür öğelerin değil önderleş- mek bu yetenek ve özelliğe sahip pek çok adayı bastırıp gelişmelerini engelleyeceği ortadadır. Bu türden “doğal mensupların da acilen teorik eğitim içine alınmaları, devrimci teoriyle, dünya, Türkiye ve bölgedeki gelişmelerle yakından ilgilenen, sağlam bir dünyaya bakışa, gelişmelere duyarlı en önemlisi de politik uyanıklığa kavuşturulmaları zorunludur. Bu tiplerin aydınlatma, uyandırılma, uyuz gezer durumdan çıkarılmaları gereklidir. Sosyalist hareketimiz, sadece yeni kitle ilişkilerinden eğitim yoluyla halk önderleri çıkarmayı -bu anlamda hareketi yenilemeyi temel almanın yanı sıra- eskiden beri hareketin saflarında olan öğelerinde durumlarını ve pratiklerini iyi denetleyip, tıkanma durumlarında müdahale edip, görevden alıp, eğitim çalışmaları sürecine katmalıdır. Devrimci teoriye, dünya ve Türkiye’deki gelişmelere ilgisiz öğelerden eğer bu durumdan kurtarılamaz- larsa pek hayır gelmiyecektir. Tıkanma, bunalma ve kaçış, hatta kimi tahribatlar yaratmaları da söz konusu alabilecektir. Özellikle bu tipe Dr. Hikmet Kıvılcımlının yaşam ve mücadelesi iyice kavratılmalıdır. Temel aldığını söylediği düşünceye karşı olma konumundan mutlaka çıkarılmalıdır.
Bir kadro halk önderliğine ulaşmayı hedeflediğinde yaşamını tümden
devrimcileştirmeli ve günün 24 saatinde devrimi yaşamalıdır. Devrimci görevler +
özel hayat diye bizde sıkça karşılaşılan İkiye, hatta bunun yanında aile bağları + düzenle
geçim imkânları bağları vb. vb. 4-5’e parçalanmış bireyin değil halk önderliğine ulaşmak sıradan bir aday olma konumunu
bile sürdürmesi çok zordur.
Olağanüstü duyarlı, çok okuyan, çok yazı yazan, düzenli, planlı, sade yaşayıp kitlelere sosyalist düşünce ve yaşamı taşımaktan başka bir şey olmayan H. Kıvılcımlının yaşamı biraz temel alındığında tıkanan öğenin açılması mümkün olabilecektir. Dürüstlük, sağlamlık, kararlılık, davaya muazzam bağlılık ve düşmanı karşısında bir kez bile diz çökmemek. Bu özelliklerin değil tamamı birkaçı bile kişiliğe sindirilse ülkemizde devrimci gelişme sağlanmaması için hiçbir neden yoktur.
Devrimci eğitimin, kadrolaşma ve özel-. likle de halk önderliğine ulaşmayla ilgili dergimizin son 4 sayısında sürdürdüğümüz çalışmayı böylece tamamlamış oluyoruz.Bundan ötesini pratikte söyleyip, halkımızın önderliğine ulaşmak için bitmez, tükenmez enerjiyle çalışmak, sahte önderlikleri, geçmişin o çarpık ve aşılmış “solculuğunu”12 Eylül kişiliğini -bireyci, kanan ve kandıran tipi- aşmak boynumuzun borcudur.Devrime, halkımıza ve kendimize olan inancıtnız ve kararlılığımızla görevlerimizin üstüne yürüyelim. Dönemin bize emrettiği dönüşme ve önderleşmenin gereklerini tam yerine getirelim. Zafere ulaşmanın yolu buradan geçiyor.
- BİTTİ -
61
12 EYLUL'UN İSÇİ HAREKETİVE SENDİKALAR ACISINDAN DOĞURDUĞU SÖNUCLAR VE BU SONUĞLARA MÜDAHALEMİZ.GİRİŞ
Bugünlerde işçi hareketi ve sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda çeşitli görüşler tartışılmakta, değişik alternatif ve davranış biçimleri ortaya atılmaktadır.
Bu konuda netleşebilmek için sanırım anılarımızı yenilemekte yarar var. Olaya bakışımızı, geçmişle gelecek arasındaki iletişimi ve bütünleşmeyi de sağlayarak tespitlere gidilmeli. Bu kavramamızı ve çözümünü kolaylaştırıcı somut bir yöntem olacaktır. En önemlisi de konuyu bugünkü gibi gündeme getiren, sendikal cepheye şekil veren maddi yönüdür. Burjuvazinin sendikal alandaki istem ve adımlanndan bağımsız olarak olayı kavramak mümkün değildir.
İşçi hareketinin sendikal cephesine yönelik görüşler, san uzlaşmacı Türk- İş çizgisi, Türk-işde birlik, DSİM ve Bağımsız sendika çizgileridir. Hepsi ayrı ayn tartışma konusu yapılabilir. Bir yazı içinde tümünü tartışmak (salt yöntem tartışması olmayıp, aynı zamanda sendikal kavramların yorumlanış biçimlerini de içine alacağından) yazının izlenmesini zorlaştıracaktır. Biz bu tartışma- lan ileriki yazılara bıraktık, öncelikle, konuyu, 12 Eylül’ün İşçi hareketi ve sendikalar açısından doğduğu so* nuçlar ve bu sonuçlara müdahale açısından belleklerimizi de yenileyerek ele alacağız.12 Eylül’e gelirken işçi hareketi ve sendikalar
Finans-Kapital’n daha çok tekelleşme, tekelleşme ivin daha çok üretim ve mali kaynak, daha çok çalıştırma, daha az ücret koşullannı istediği 1980 yılı
. Türkiyesi;
Finans-oligarşi bu sorunlarını doğası gereği sürekli olarak zaten bağrında taşımaktadır. Ne var ki, ekonomik- demokratik talepler üzerine dayalı toplamsal muhalefet politik bir baskı gücüdür de. Böylece işler hiç de tekellerin istediği gibi gitmeyebiliyordu. Emekçi yığınlann politik anlamda merkezi oluşumunun eksikliğine rağmen, mesleki örgütlenmeler düzeyinde dahi sorunlara müdahale ve kitlesel istemler için hareket etmeleri oldukça ileri boyutlardaydı. Ayrıca her biri diğer demokratik yapılanmalardan da destek görmekteydi. Toplumsal muhalefetin yaygın ve etkili biçimde yürütülmesi sınıf çatışmasında güç dengesini belirli ölçülerde işçi sınıfından yana kaydırıyor ve ivme kazandırıyordu.
Günlük hayatın toplumsal muhalefetle süslenen yapısı tekeller açısından hiç de avantajlı değildi. Sınıf hareketinin ekonomik demokratik baskı gücü olarak da bir ölçüde, DİSK’e bağlı sendikalar, politik istemlerini uygulatma konusunda yaptırımcı olmaya başlamışlardı. Oysa tekelleşmenin mantıksal sonucu olarak, tekelleşme arttıkça daha az kesim ve tekeller için daha çok demokrasi, çoğunluk yani halk kitleleri için daha az demokrasi gerekir.
İşte 24 OCAK kararları bu ortamda alınıyor ve yönetenlerin yönetemez olduğu dönemde hayata geçirilmesi isteniyordu. 24 Ocak sosyo ekonomik tedbirlerinin yaptırımcı olarak hayata dirilmesini engelleyen toplumsal demokratik muhalefetin ve muhalefetin sözcüsü durumunda olan yasal demokratik kurumlann demokrasi sahnesinden indirilmesi gerekiyordu. Şahnenin öbür tarafında hazırlanan 12 Ey
Ahmet ERKÖK
lül. “yerinde ve zamanında müdahalesizdi. Bu yolla demokrasi güçlerini sahneden çekiyor ve oyunun baş aktörü durumuna gelerek, hükmedenlere yönetmenin mutlak otoritesini sunuyordu. 24 Ocak kararlan toplumsal kesitler açısından aynı anlama gelen sonuçlar doğurdu. Finans kapitalin sınıf sendikacılığına karşı yürüttüğü ideolojik mücadelenin sonuçlannı alması açısından da istemler taşıyordu. 12 Eylül bunu sağlarken demokrasi güçlerini cephenin çok gerilerine savuruyordu. Toplumsal muhalefetin yaygın olmasına karşın politik anlamda sınıf örgütlülüğüne sahip olamayınca sosyalistlerin (!) demokratların geriye gidişlerinin önü alınamıyordu.
Bir yandan alınan ekonomik tedbirler bir yanda da ekonomik tedbirlerin uygulanabilmesi İçin gerekli koşullar hazırlanıyor. 24 Ocak ve onun yaptı- nmcı yapılanması 12 Eylülle birlikte. Ekonomik tedbirler deyince akla ilk gelen işçi sınıfı ve emekçi yığınlardır. Doğaldır ki ekonomik tedbirlere tepki de bu kesimlerden gelecektir. Buna karşı, ekonomik-demokratik mücadelenin verildiği kuruluşlann varlığı ya da niteliği finans-kapitalin en çok tartıştığı üzerinde en çok demogoji yaptığı ve ideolojik mücadelesini doğrudan yürüttüğü odaklardı.
1980lere gelindiğinde birçok yanlışlan bağnnda taşımasına rağmen, yığınlar geniş olarak DİSK111 olgusunu tartışmaya, ekonomik mücadele de kazandığı başarılardan, politik mücadele girişimlerinden de etkilenmeye başlamışlardı. Türk-iş ise kuruluşundan bu yana sermaye için salt bir mevzi örgütlenme değildir. Kurumsal olarak, sö-
mürünün devamından yana, uzlaşmacı tavrıyla sermaye ile bütünleşmiştir. 12 Eylül arifesinde bu tutumu gelişen sınıf sendikacılığı anlayışı karşısında kendisi için bir çıkış noktası oluşturmuştur.
Finans-kapital sözcüleri 12 Eylül arifesinde sınıf sendikacılığı anlayışının yaygınlaşmaya başlamasından rahatsızdırlar. Sık sık “Sendika enflasyonumdan söz ederek DİSK’le Türk-İş’in birleşmesi gerektiğini savunur olmuşlar. Ama o günkü koşullarda istemlerini uygulamaya geçirecek maddi zemini bulamamışlardır. Toplumsal gelişme içinde sendikal anlayışları farklı olan, o güne kadar “işçi sınıfı” terimini ağzına bile almamış Türk-İş’le bir çok eksiği ve yanlışına rağmen “sınıf sen- dikactlığı”m benimsemiş DİSK’i birleştirmek gibi bir şey olacaktı. Ne var ki böylesi bir birleştirme zorlaması sermaye güçleri için gerekliydi. Ve işçi sınıfının niteliksel anlamda daha da güçlenmesinin yaratacağı tehlikenin kapıda beklediğinin sezinlenmesinin sonucuydu. Sistemin yürümesi için mutlaka olması gerekirdi. Aksi takdirde işçi sınıfının ekonomik demokratik ve politik mücadelesi, egemenlerin ve işbirlikçilerinin kontrolünden çıkıyordu. Girişilen mücadeleler içinde işçi sınıfı öncüleri sınıf içindep yetişmeye başlıyordu. O zaman finans-kapital açısından yapılması gereken sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının ideolojik ve politik açıdan yenilenmesini sağlamak olmalıydı.
12 Eylül bu konuda da kılıcını attı. DİSK kapatıldı. Bu yolla da sınıf ve kitle sendikacılığına darbe indirilmiş oldu. Bilimselliği bir tarafa, sırf demogojiye dayalı olarak giderek artan dozajlarda DİSK’e karşı ideolojik mücadeleye girişildi. Toplumsal muhalefet ve DİSK’in toplumsal muhalefet içinde yer alışının nedenleri-sonuçlan unutturuldu. DİSK ve pek çok demokratik kuruluş hakkında davalar açılarak öncü işçiler içinde baskı oluşturuldu. Giderek de Türk- lş’le DİSK arasındaki sendikal anlayış ve mücadele yöntemlerini ilişkin fark-
üyesi uzun süre Türk-İşe gitmeme konusunda direndi.
Görüldüğü gibi 12 Eylülle çıkartılan yasalara salt doğurduğu hukuksal sonuçlar açısından bakmak, geçmiş dönemi ve bundan sonraki dönemi tanımak açısından yolumuzu tıkar. Gerçekten de 12 Eylül yasalarıyla işçi hareketi ve sendikal mücadele geriye götürülmüştür. Yani sermaye güçleri amaçlarına ulaşmışlardır. Bu yasaların, finans-kapitalin işçi hareketine karşı, sendikal anlamda yürüttüğü ideolojik mücadelenin politik sonuçlan olduğunu görmezsek ne olur? Basit, bu yasalara karşı mücadele, en önemlisi yasaların ekonomik-politik maddi temellerine karşı verilecek mücadele anlayışı konusunda bizleri yanılgıya, olumsuzluğa en tehlikelisi de sermayenin minderinde döğüşmeye götürür.
Nasıl Bakmalı?Sendikalar kapitalizmin sistem için
de ortaya çıkarttığı işçi sınıfının ekonomik demokratik politik dayanışma, istem ve mücadele örgütleridir. Ama egemen güç sendikalan demokratik ve politik mücadeleden koparmaya çalışır. Dahası sömürünün sınırlandırılması, buna yönelik mücadelenin önünün açılması gibi demel istemlerini yok saymak, ekonomik istemler için bile mücadeleyi değil uzlaşmayı temel alan örgütler durumuna getirmek için çaba gösterirler.
Öte yandan, üretimin toplumsal karakterine rağmen üretim araçlarının özel mülkiyette bulunması, kapitalistlerle işçi sınıfı arasında uzlaşmaz çelişki yaratır. Finans-kapitalin yaşaması daha fazla sömürüye, işçilerin yaşaması ise daha fazla ekonomik-sosyal imkânların elde edilmesine bağlıdır. Bu nedenle işçiler kapitalistlere karşı hak arama mücadelesine gitmek zorundadırlar. İşçi sınıfı doğal olarak ilkin ekonomik mücadele vermiştir. Ancak politik iktidarları aracılığıyla kapitalistler, hak arama mücadelelerinin, zorla ya da var olan yasalan uygulamayarak önüne geçmiştir. Yani kapitalistlerin elinde
Görüldüğü gibi 12 Eylülle çıkartılan yasalara salt doğurduğu hukuksal sonuçlar açısından bakmak, geçmiş dönemi ve bundan sonraki dönemi tanımak açısından yolumuzu tıkar.
Gerçekten de 12 Eylül yasalarıyla İşçi hareketi ve sendikal mücadele geriye götürülmüştür. Yani sermaye güçieri
amaçlanna ulaşmışlardır. Bu yasaların, finans-kapitalin işçi hareketine karşı, sendikal anlamda yürüttüğü ideolojik
mücadelenin politik sonuçlan olduğunu görmezsek ne olur?
Iılıkiar unutturuldu. Bir yandan bu yapılırken diğer yandan da sözde serbest toplu iş sözleşmesi pazarlığına geçilince, sendikası kapalı olan yığınlar, ekonomik abluka kaldı. Bu tedbirle Türk- Iş ve Hak-lş’e gitmeye zorlandılar. Böy- leyken bile 200-300 bine varan DİSK
yalnızca üretim aradan değil, politik iktidarları da vardır, öyleyse sendikaların verdiği mücadele ekonomik- demokratik mücadeleyle sınırlandırılamaz. Sendikalar giderek sömürünün kaynağına yönelik ve onu sürekli kılan ideolojik anlayışa karşı da mücadele
ye girmek zorundadırlar.İşte burada iki farklı sendikal anla
yış ortaya çıkacak. Biri işçi sınıfının aleyhine uzlaşmacı anlayışlı politik kampta yer alırken İkincisi sındikal mücadelenin ekonomik, politik, ideolojik bütünlük içinde yürütülmesini savunacaktır. Bir üçüncü biçim olan anarko sendikalizm ise sendikalarla iktidar mücadelesini özdeşleştirecektir. Bu anlayışın farklı biçimleri olarak ya sendikaların vereceği ekonomik mücadeleyle sınırlanacak ya da sendikal örgütlenmeye karşı çıkmanın yollarını geliştirecektir.
Burada iki farklı sendikal anlayış ortaya çıkacak. Biri işçi sınıfının aleyhine uzlaşmacı
anlayışlı politik kampta yer alırken İkincisi sendikal mücadelenin ekonomik, politik, ideolojik bütünlük içinde yürütülmesini
savunacaktır. Bir üçüncü biçim olan anarko sendikalizm ise sendikalarla iktidar
mücadelesini özdeşleştirecektir. Bu anlayışın farklı biçimleri olarak ya sendikaların
vereceği ekonomik mücadeleyle sınırlanacak ya da sendikal örgütlenmeye karşı çıkmanın
yollarını geliştirecektir.Finans-kapitalse sınıf sendikacılığı
olan ekonomik demokratik politik mücadeleyi bütün olarak gören anlayıştan rahatsız olmakta, DİSK’le Türk-İş’i birleştirmeyi düşünürken aslında sınıf sendikacılığı anlayışını fiili olarak imha etmeyi planlamaktadır. O günün koşullarında (yanlış ve eksiklerine rağmen) Türk-ış’den farklı bir politikaya sahip olan DİSK vardır, işçiler DİSK öncülüğünün ağır bastığı ekonomik demokratik mücadeleler sonucunda ve grevler pahasına elde ettikleri bir dizi hakların bir süre sonra kapitalistlerin körüklediği enflasyon ve diğer yollarla alındığını gördüler. Politik mücadeleyle bu haklarını ve mevzileri pekiştirmek, sınırlannı genişletmek ve sömürünün kaynağına karşı durmak yolunda da eylemlere girişmek zorunluluğu kavranılır oldu. Bu durum, politik bir sıçramaya dönüştürecek koşullar olmasa da finans kapital açısından rahatsız edici gelişmeler sayılmaktaydı.24 Ocak kararları bu açıdan da tersine bir alt üst oluşu gerektiriyor, işçi sınıfının elde ettiği mevzilerden ve ulaştığı ekonomik, demokratik, politik mücadele seviyesinden geriye gitmesini öneriyordu. 12 Eylülün yaptırımcı gücü ise bunların hepsine toptan çözüm getiriyordu.
Artık sendikalar politikayla uğraşmamalı, ekonomik demokratik taleplerle uzun boyluca mücadeleye girişmemeli Sendikal alanda tek anlayış “sarı sendikacılık” ona muhalefet olarak da - “ekonomizm” egemen olmalıydı.
12 Eylülle fiili olarak bu istemini gerçekleştirdi. Sürmesini sağlamak içinse demogoji ve ideolojik tartışmayla farklı görüşlerin kendi gücüne boyun eğmesini zorluyordu. Doğrusu bunda başarılı da oldu.
Bir süre sonra DİSK içinde yer al-
mış olan bazı kesimler önce “Ttirk- Iş’de birlik” şiannı ileri attılar. DİSK'in tabanın Türk-ış’e gitmesiyle Türk-İş'in kolayca ele geçirileceğini savunan bu kesim düşüncelerini kısa yoldan (!) hayata geçirem eyince daha sonra “Türk-İş değişmelidir” ve “var olan mevzilerin korunması” biçiminde taktik tutumla bağımsız sınıf örgütlenmelerini gündemden çıkardılar.
Bir başka anlayışta, “Düzenin devamı” ilkesi üzerine kurumlaşmış olan Türk Iş’in işçi sınıfının her türden savaşımı önünde baraj oluşturduğunu söylüyordu. Buna rağmen Türk-İş içinde çalışma yapılabileceğini ve hatta eylem birliğine zorlanabileceğini belirtiyordu. Ancak işçi sınıfının önüne, 12
t^rk-İş'de birlik ve Türk-İş’i ele geçirme mantığıysa sınıfı sınıf ve kitle sendikacılığı
¿ rafında bütünleşmeden koparıyordu. Hatta bütünlüğün parçalanmasının kendisinden
başka bir şey ifade etmiyordu.
Eylül sonrasında “rüştünü” ispatlamış, sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının egemen olduğu örgütlenmeler çıkarmadan Türk-İş içindeki yapının da parçalanmayacağını ileri sürüyordu. Ve bu temelde “bağımsız sendikalann” örgütlenmesinin zorunluluğunu savunuyordu Tabii “bunu her iş kolunda tepeden dayatmacı olarak değil uygun iş kollarında bizzat işçilerin gücüyle gerçekleştirmek” gerekiyordu.
Yine bu anlayışa göre yasalar, egemenlerin, işçi sınıfının mücadelesini ve sendikal alanda yürüttüğü ideolojik mücadelesini engelleme politikasının bir sonucuydu. Bu ve yukarıdaki nedenlerle sendikal mücadele salt yasalara karşı değil yasaların politik gerekçelerine karşı da verilmeliydi. Zaten yeni yasalar sendikacılığa karşı değil, sınıf ve kitle sendikacılığına karşı engelleme getiriliyordu, işçilerin ekonomik, politik, ideolojik mücadelesini birbiri, den koparmayı amaçlıyordu. TCirk Iş’de birlik ve Türk-İş’i ele geçirme mantığıysa sınıfı sınıf ve kitle sendikacılığı etrafında bütünleşmeden kopanyordu. Hatta bütünlüğün parçalanmasının kendisinden başka bir şey ifade etmiyordu. (Sarı sendikacılık ve sınıf sendikacılığı konunun dağılmaması açısından ayn bir tartışma konusu yapılacaktır.)
Sınıf ve kitle sendikacılığı Türk-Iş de birlikteki karşı çıktığı, Türk-İş de birlikle;
a- Sınıf uzlaşmacı sarı sendikacılığın güçlenecek,
b Egemen ideolojiye karşı bağımlılık artacak,
c- Sermayeye karşı bağımlılık artacak.
d Gerici partilere karşı bağımlılık gerçekleştirilmesi, sınıf ve kitle sendikacılığı için mücadeleyse bilinmeyen bir tarihe ertelenmesiydi.
Finans kapitali, ideolojik mücadelede zorla baskın getiren politik müca
delenin sonuçları olarak ifade ettiğimiz yasalar karşısında işçi sınıfı ne yapmalıydı?
İşçi sınıfı Türk-İş’in içinde rendelemeye ve tesfiyeye tabi tuttuğu sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışını hangi politika ve yöntemlerle sürdürecektir. Sınıf örgütlülüğünün bir parçası olarak sendikalara nasıl bakacaktı?
Sorun bu soruların yanıtlannda kendiliğinden açılıyor. Bir yanda yığın haline getirilmiş işçi sınıfı, diğer yanda işçi sınıfı bilimi. Bir yanda hak arama bürolarına dönüştürülmüş sendikalar öte yanda sınıf ve kitle sendikacılığı. Kesik kesik, birbirinden koparılmış ayn düşünce ve davranış biçimleri. Ve siz de ne pahasına olursa olsun yığınları bir arada tutma çabası içindesiniz. Sonuçta egemen güçlerin istediği zeminde döğüşür olmaktan, onlann bir güç olarak sendikalar üzerinde kurduğu ideolojik denetimi kolaylaştırmaktan başka bir şey yapamaz durumdasınız.
Yaratılan sonuç bu. Üretimin kollek * tif olarak gerçekleştirilmesiyle, üretim araçlarının özel mülkiyetin doğurduğu uzlaşmaz çelişkilerin olduğu bir gerçektir. Taraf olarak da çıkan çıkar çatışmalarından, bu çatışmada politik inisiyatif ve mücadele yöntemlerinden vazgeçmiş olmanın adı bu birliktir, ne de var olan mevzilerin ele geçirilmesi.
Sermaye partilerinin, gerici güçlerin ve kurumlannın ideolojik-politik mücadelesine aynı propogandayla karşı durmadan en basit bir ekonomik mücadelenin bile nasıl geri püskürtüldüğü ve ne denli sancılı bir mücadele evrimi geçirildiği tarihsel bir gerçekliktir.
Son zamanlarda yapılan işçi kıyımlarının herkesi rahatsız etmesine rağmen örgütlenme ve mücadele tarzında düşülen zaaf nedeniyle ciddi hiç bir adım atılamayışının sorumluluğu yasa- lann ardına sığınılarak nasıl gizlenecektir.
Sendikal politikamızı sınıf ideolojisine dayalı tesbit etmemiz kaçınılmaz görevdir. Önümüzdeki sorun Türk-İş’de birlik gibi kaypak hedefler yerine sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının ve bu temelde sendikal birliğin hayata geçirilmesidir. Bununsa maddi zemini ve çekim merkezi örgütlü gücü bağımsız sendikalardan başka birşey değildir.
Bağımsız sendikal anlayışın maddi temel ve ilkeleri
Genel anlamda doğru olan Tüm İşçilerin Birliği nin Tek Çatı Altında toplanmasıdır. Ancak bu gerekliliğin vaz geçilmez koşulu olan sınıf ve kitle sendikacılığı ilkeleri de “birliğin” sağlanması koşulu unutulmuş ucube bir birlik anlayışı bizi ilk bakışta Türk-İşe götürebilir. Gerçekte ise her birlik gibi sendikal birliğin de vazgeçilmez ilkeleri olmalıdır. Yoksa “kitle”nin olduğu yerde olmak gibi bir anlayış besbelli ki sınıf mücadelesinden vazgeçmekten öte işlev görmez. Bağımsız sendikalaşmanın nedenleri ve hedeflerini bu anlamda bir kez daha açmakta yarar görmekteyiz.
Bağımsız sendika kavramından
Türk İş ya da herhangi bir konfederasyona karşı bağımsızlık gibi bir anlam çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bu son derece sakat ve sınıf anlayışını gizlemeye yöneliktir. Bağımsız sendika kavramının başında ki “bağımsızlık” sözcüğü. Türk İş ya da herhangi “sarı sendikacılık” ya da “anarko sendikacılık’ anlayışında olan konfederasyon ya da oluşuma karşı olduğu kadar bunun asıl nedenlerini ve gerekçelerini içeren taşır. Ama belirleyici olanı değil tam aksine sıralanan bir dizi bağımsızlık gerektiren faktörlerin sonucu olarak bir soyutlamadır.
Bağımsız sendikacılık öncelikle sınıf ve kitle sendikacılığının kapsamında olan “bağımsız sınıf örgütlenmesi” anlayışının günümüz koşullarında üstü basılarak tekrarından başka bir şey değildir.
Bağımsızlık sözcüğünün ilke olarak içeriği ise;
a. Gerici ideolojilere karşı bağımsızlık,
b. Sınıf uzlaşmacısı anlayışa karşı bağımsızlık,
c. Sermayeye ve onun temsilcileriyle partilerine karşı bağımsızlık.
d Sermayenin tüm kurum ve aygıtlarına karşı bağımsızlıktan başka bir şey değildir. Elbette ki bunun sonucu olarak da sınıf uzlaşmacısı her türden sendikal yapılanmadan da bağımsızlık belirleyici unsur olarak ortaya çıkacaktır.
Bağımsız sendikacılığı böylesi bir kavramayla hayata geçirme, işçi sınıfının birliğinin parçalanmasını değil, tam da sınıf sendikacılığı zemininde işçilerin sendikal birliğini sağlamayı gerçekleştirmeyi hedeflemektedir.
Gelişen koşullar içinde ise bağımsız sendikacılık bu ilkeler temelinde iki farklı görüşe karşı mücadele vermek durumundadır. Birincisi, doğrudan burjuva ideolojisi olan, sendikaları politik mücadeleden koparmaya çalışan görüş. Bu sonuç itibariyle burjuva ideolojisini tamamlayan sınıf sendikacılığa sahip çıkma-onu özgün koşullarda örgütleme yerine işçileri sarı uzlaşmacı sendikalarda toplamayı hedefleyen ekonomist-reformist görüştür. İkincisi ise sendikaların ekonomik demokratik yönünü görmeyence sendikal bürokrasiyi tasfiye etmek adı altında sınıf sendikacılığını küçümseyen sol görüş DSÎM mantığıdır.
Bugüne kadar sendikalarda yaşayan sendika yöneticilerini “Tü-kaka" görmek ve yalnızca Türk-İşe rağmen örgütlenmeyi ön plana çıkarmak olduğundan yukardaki görüşlere karşı köklü ideolojik mücadele yürütülememiştir. Başlangıcını Türk-İşe karşı olma olarak gören, bir yığın mücadele ve çabalardan sonra ortaya çıkan, toplu iş sözleşmesi yapma durumuna gelmiş bağımsız sendikalar ise sınıf sendikacılığı anlayışını geliştirip dövüştürmek yerine kazandıkları sayısal gücün hesabını yaparak Türk-İş içinde mücadele edebilmenin telaşı içine düştüler. Geldikleri durumu sonuç ve zafer olarak görmenin erken olduğunu anlamadan
Devamı 69. Sayfa’da
64
SOSYALİSTLER SAVAS SORUNUNA NASIL ' YAKLAŞMALI III
Buraya kadar, savaşın insanlığın tarihi içindeki yerini -sınıflar mücadelesinin daha özel karşılığı olan, politikanın başka alanda sürdürülmesi anlamında- ve yine savaşı bir ‘güzel sanatı” oluşu yani kendi özgül yasaları açısından da ele alıp incelemeye çalıştık Elbetteki dergi sayfalarının olağanüstü kısıtlayıcılığı koşullarında konunun salt bu yönleıine bile yeterince bir açıklık getirebildiğimizi iddia etmekten üzak bulu nuyoruz Yalnız bu kadar kısıtlı bir imkân çerçevesinde bile sanıyoruz konuyu tartışmak isteyenler için bir platform ortaya koy muş olduk Türkiyede solun konuyu ne kadar yüzeysel tartışma tutumu içinde oldu Su, geçmiş yaşanan ve yenilgiyle noktala nan konumunu aşamayıp, geçmişin basit bir yeniden tekrarını hemen her konuda gündemleştirme eğilimi taşıdığı düşünülür se, bizim mücadelenin bu alanında yönelik geliştirmek istediğimiz yeni perspektifler daha da büyük önem taşımaktadır.
Toplumların ve toplumsal mücadelele rin tarihi, savaş ile oynamanın mümkün ol madiğini, böylesi bir oynama durumunu yaşamak isteyenlerin ise en baştan savaşın kendi yasaları tarafından hüsrana uğratıla cağını ortaya koymaktadır. Bizde sol, özel likle de küçük burjuva devrimciliği, konuy la o kadar sığ ve yetersiz bir biçimde oyna mız gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır Aıııa her yenilginin ardından, solun öbür ucu. reformizmi bu yenilgiler de beslenip biraz daha semirmesi ve işi açık işbirlikçilik ve teslimiyete kadar vardırmasına zemin teşkil et mıştir. Elbette bu söylediğimizden reformiz min boyunu çoktan aşmış olan günahları nın kefaretini devrimcilere yıkmak istediği miz gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır Ama şu da kesindir hatta buna, savaşın yasası da diyebiliriz; yenilginin ardından teslimi yet gelir. Kuralsız, plansız, rekabetçi bir “eylem” yarışını özgül yasa, kural ve planlara dayalı silahlı mücadele (savaş) yerine koyanlar da şapkalarını önüne koyup biraz düşünmelidirler. Nerelerde hata yapılmıştır? Yenilgiye giden yollar nasıl döşenmiş tir? Hangi oyunlara gelinerek, kuralların ve ilkelerin ihlaline gidilmiştir? işte bu ve benzeri türde sorulacak onlarca soruya dürüst ve açık cevaplar verilmedikçe halklarımız karşısına en keskin sloganlarla da çıkıtsa ikna etmekten ve güven vermekten uzak ka lınacaktır. Doğayı değiştirmek için nasıl doğanın kurallarına uymak şartsa, toplumla- rın yaşamında köklü değişiklikler yapmak isteyenler, bu değişiklik süreçlerinde ortaya çıkan “özel dövüş biçimlerfnin de yasalarına uymak zorundadırlar.
Savaş konusuna dergimizin geçen iki sa yısında kabaca değinmiştik. Hiç şüphesiz sorunu bu biçimiyle devrimci kamu oyu
nun gündemine sunmak pek fazla bir anlam ifade etmemektedir. Sorunu daha derinlemesine çözümlemek, düşüncenin daha da kapsamlı ve zengin bir biçimde tartışmaya sunulması hareketimizin ve içinde bulunduğumuz dönemin, düzey ve özelliklerine yaklaşımın zorunlu bir gereğidir. Daha önceki ilk iki yazının girişinde belirttiğimiz bir hususu yeniden vurgulamakta yarar var. Bu yazı dizisi - daha 4-5 sayı sürebileceğini düşünüyoruz - kolektif bir inceleme, araştırma, derleme, yoğun bir tartışma sonucu bazı dersler çıkarma veya üretilen düşüncelerin devrimci kamuoyuna sunulmasından ibarettir. Üretilen düşüncelerin doğru olup olmadığına konuya ilgi duyan devrimci çevreler ve bu yönde üretilecek devrimci pratik karar verecektir. Çalışmalarımız sırasında hiçbir deney veya çabayı yok saymadığımızı, bu konuda azami çaba sarfettiğimizi, özlü yaklaşımlar geliştirmiş, dönemin devrimci akımlarını temel aldığımızı bilmem belirtmeye gerek var mı?
Savaşın nedenleri ve genel özellikleri
Savaşlar; insanlığın tarihinde sınıfların ortaya çıkmubiııdan bu yana tarihin gelişim seyrinde kendine özgü biçimlerde sürüp git iniştir. Savaşın gelişimi, kuralları ve özellikleri toplumsal yapının gelişimine doğrudan bağlıdır. Toplumsal gelişme kanunları, insan iradesinden bağımsız, her dönemde kendine has biçim ve özellikler arz eder. Bu yasalara bağlı olarak ve bunlar gibi savaşın da insan iradesinden bağımsız olarak, gelişimi, kurallan ve özellikleri vardır. Savaşan güçler, zafere ulaşmak için, savaş sorununa diyalektik mantık ve metodu temel alan bir biçimde yaklaşmak zorundadırlar. Bu mantık ise en özlü ifadesini yukarıda izah etmeye çalıştığımız savaşın yasalarını bulmak, ortaya çıkarmak ve buna uygun organizasyonları gerçekleştirmekte bulur. Hemen her toplum tarihsel ve doğa olayların izahında olduğu gibi, skolastik ve metafizik mantıklarla savaş olgusu da açıklanamayacağı gibi sorunu böylesi bir mantıkla yaklaşanları ise büyük bir hezimeti yaşamakla karşı karşıya bırakacağı ortadır.
Toplumların tarihinde felsefi olarak iki zıt akım şekillenmiştir. Bunlar idealizm ve materyalizmdir. Her iki akım birbiriyle tarih boyunca sürekli bir mücadele içinde oldular. Çeşitli doğa ve toplum olayları bu felsefi akımların savunucularınca farklı farklı yorumlandı. Günümüzde de bu farklı bakış açısı sürmektedir Burjuvazi, olay ve olguları çözümlemede, felsefi idealizm ve bunun metodu olan metafizik yöntemi kulla
Ahmet AYDEMİR
nırken, proletarya materyalist dünya görüşüne dayanan diyalektik yöntemle olaylan izah etme ve değiştirme mücadelesi vermek tedir. Savaş sorununun çözümlenişinde de kapitalizmin bu iki temel sosyal sınıfının bakış açısı bu anlamda farklı olmaktadır. Egemen sınıflar, kendi sosyal sınıflarının çıkarlarını korumak veya geliştirmek temelinde sayısız savaş çıkarmalarına rağmen, savaşın kendi sınıf çıkartan nedeniyle çıkarıldığını sürekli gizlemeye çalışırlar. Tarihteki savaşları sürekli dini düşüncelerin etkisi altında, kafirleri ve günahkârları cezalandırma olarak göstermek isterler. Kısaca, hemen her dönemde temelinde sınıf çıkarları olan savaş, gemen sınıflarca, bu gerçek nedeninin ötesinde farklı örtülere büründürülerek izah edilmeye çalışılmıştır, günümüzde dahi çok savaşın egemen sınıflarca günahkarların cezalandırılması eylemi olarak gösterilmeye çalışıldığına tanık olmaktayız. Savaşta yaralanma, ölme durumlarının karşılığında, şehit olarak, alemler ötesi dünyada ödüllendirileceği ve tüm günahlarının affedileceği şeklinde geliştirilen idealist dini yorumlar, etkilerini günümüzde de sürdürmekte, onlarca ‘mümin’ bu anlayış doğrultusunda savaş mezbahasına sürülebil- mektedir.
Ülkemizin kültürel yönden çok geri kırsal bölgelerinde ve hatta şehirlerde yerleşik nüfusun bile önemli bir kesiminde, savaşa fazla nüfusun neden olduğu ve bu fazla nüfusun savaşlarla kırımdan geçirilip geride kalanların rahat içinde yaşayabileceğine yönelik bir anlayış vardır. Kırda ve kentteki yoksul kesimlerin, yoksulluklarının asıl sebebini kavramayarak, soruna çok kaba ve içgüdüsel olan bu yaklaşımın, İngiliz filozofu Malthus’un “nüfus teorisiyle çakışması da bir tesadüf değildir. Alabildiğine bayağı ve sıradan hayvani güdülerin teorileş- tirılmesinden başka bir şey olmayan Malt- husçuluk, savaşların çıkmasının asıl nedeni olarak nüfus çokluğunu göstermektedir. Üretim ve ekonominin gelişme seyrinin çok yavaş ama insan nüfusunun artışının daha hızlı olduğunu ve bu nedenle nüfus ile geçim kaynaklan arasında ortaya çıkan dengesizliğin, savaşlara yol açmakta olduğu bu teorinin anafikrini oluşturmaktadır. Malthus, bu duruma çözüm olarak fazla in san nüfusunun, savaş yoluyla imha edilme sinin gerekli ve haklı bir yol olduğunu sa vunmuştur. Yine benzeri bir tez Amerikalı H. Hessler tarafından ortaya atılmıştır O da ‘Asla unutulmamalı ki, nüfus fazlalığı açlığa yol açtığı için savaşın temel nedenle rindendir. Nüfus kontrolü için kullanılması gerekli olan teknikler listesine atom bom basını da eklemeliyiz” demektedir Burtu- va savaş teonsvenlerinin kimisi savaş..
ma nedenlerini, insanlığın psikolojik yapı sına bağlar, kimisi de coğrafyaya bağlamaktadır. Bunlardan Amiral Alferthayen, coğrafyayla savaş arasında bir ilintinin olduğunu savunarak, emperyalist güçlerin, mazlum halkların topraklarını işgal etmesinin, neredeyse kaçınılmaz bir kanunu olduğunu iddia etmektedir, özü itibariyle Malthus- çu olan bu teorinin yanı sıra, bazı burjuva teorisyenleri savaşı insan tabiatının gergin ruh haline bağlamaktadırlar. Bu ve benzeri saçma teoriler, savaş sorununa idealist bakış açısının ürünleridirler. Ve egemen sınıflatın kitleleri acımasız bir biçimde sömürmesi ve sınıf çıkarlan gerektirdiğinde savaş alanlarına kurbanlık koyun gibi sürebilmesi için geliştirilmektedir. Sosyalistler ise savaş sorununa objektif yaklaşırlar. Her bir savaşın, ekonomik kökleri ve niteliği vardır. Sosyalistler savaşı incelerken, ekonomik temellerini, savaşa yol açan çelişkileri, savaşın hangi sınıflarca yürütüldüğünü, tarihsel sürecin genel özelliklerini, savaşın kendine özgü niteliğini tüm bağlantılarıyla birlikte ele alırlar. Savaş, ne insanların öfkelerinden, ne coğrafik atanlann ve stratejik noktalann ele alınma isteminden, ne nüfus artışından, ne de ırkların üstünlüğünden doğmuştur. Savaş, sınıflar arasındaki çelişkilerin antagonizmaya (uzlaşmaz hale dönüşmesinden doğmuş ve çözüm İçinde silahlı şiddet (savaş) tek yol olarak ortaya çıkmıştır.
Daha önceki bölümlerde de biraz açmaya çalışmıştık, ilkel sosyalist toplumlarda da bazı çatışmalar ortaya çıkıyordu. İnsanlar birbirlerini av sahalarından uzaklaştırmak için, sürekli şiddetli çatışmalar ve kavgalara girerlerdi. Ancak bu çatışmalar, o günün ölçülerine göre kapsam olarak ne kadar geniş ve şiddet derecesi ne kadar boyutlu olursa olsun, bir sınıf temeline dayanmadığı ve siyasal bir amaca bürünmediği için savaş olarak nitelendirilemezler. Savaşlar, insan emeğinin asgari geçim sağlayan bölümü dışında, bir artı ürün sağlaması ve bazılarının da bu artı-ürüne ve üretim araçla- nna el koymasıyla başladı. Bu da sınıflı top- lumlann ortaya çıkması demektir. Artı-ürüne el koyan sömürücü egemen sınıf, kendi çıkar larını korumak, insanları köleleştirerek daha çok artı-ürün sağlamak için savaş araç ve yöntemlerini geliştirmiştir. Toplumların gelişimine bağlı olarak savaşın kapsam ve boyutları da gelişmiş, günümüzde kitle kırım silahları ve çeşitli modern araç gereçlerle tüm insanlığın kaderine hükmedecek bir etkinlik kazanmıştır. Savaş sınıf çıkarlarının ifadesi olan politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Yani temelinde sınıf çıkarları, çelişkileri ve çatışmalan vardır. Savaş özel mülkiyetin (sınıflı toplum) ortaya çıkmasıyla başlamış, özel mülkiyetin (sınıflı toplumun) ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. Bunun aksini iddia etmek savaşı insanlığın alınyazısı olarak görmek ve en bayağı kaderciliktir. Her ne kadar savaş silahlı şiddet ise de ağırlıkla siyasal çözümsüzlükleri çözümlemenin aracı olmaktadır.
Kapitalizmin şafağında, burjuva sınıfının Ingiltere ve kıta Avrupasfnda feodalizmle giriştiği siyasal savaşım, çözümsüzlükle karşı karşıya kalınca kaçınılmaz olarak siyasal çelişkilerin çözümüne şiddet (savaş) yoluyla gidilmiştir. İlk sınıflı toplumlann ortaya çıkması, toplum biçimlerinden diğerine geçiş kapitalistlerin feodalizmi alt edip iktidara el koyması, sömürge savaşları, sömürgelerin yeniden paylaşılması için yapılan I, II. dünya savaşları, günümüzde sömürge ve yeni sömürgelerin emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı geliştirdiği ulusal kurtuluş savaşları ve 1871 Paris Komününden günümüze gelişen proletarya eylemleri de çö
zümlenemeyen siyasal çelişkilerin şiddet yoluyla çözülmesinden başka nedir ki? An cak yer küremiz üzerinde siyasal çelişkilerin çözülmesi yani bu çelişkilerin kaynağı olan sınıfların ortadan kalkması savaşların- sonunu getirecektir. Bunun aksini iddia etmek, kendini ve tüm insanlığı kandırmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Burjuva teorisyenlerinin iddia ettiği gibi savaş, ekonomik ve toplumsal gelişmelerden kopuk, kişiliğin gerginliği veya insan öfkesinden, stratejik coğrafi noktaların ele geçirilmesinden ırklar arasındaki üstünlük farklarından doğan bir olay değildir. Egemen sınıflar savaşa bu görünümlerden hangini giydirmek isterse istesin, savaşın gerçek nedenleri dönemin ekonomik çıkar çelişkilerinin vardığı aşamadır. Yani çelişkiler şiddet dışında bir çözüm yolunun kalmamasıdır. Savaşlann ortaya çıkmasının bu temel nedeninin yanı sıra, her toplum veya doğa olayında olduğu gibi Kendine özgü yasalan vardır. Bu yasa ve kuralların özüm- senmesi, kişiliğe sindirilmesi, savaşa bir de ‘güzel sanat" oluşu açısından yaklaşmak savaşan güçler için zorunludur. Aksi takdirde soruna çok dar, bireysel, idealist tutkularla yaklaşmak durumuna düşülür ki bu da vahim sonuçlara yol açar. Bu nedenle savaş sanatını yakından tanımak, öğrenmek, hazırlanmak, psikolojik, moral, maddi manevi tüm imkânlarını buna göre şekillendirmek haklı davaların sahibi olan adamların ertelenemez görevleridir.
İnsanların üretim ilişkileri, mevcut üretim tarzının maddi temeli üzerinde şekillenir. Sınıflar arasında maddi temelden kaynaklanan çeşitli çelişkiler, insan iradesinin dışında, zorunlu olarak diyalektiğin yasaları doğrultusunda, toplumsal gelişmenin yarattığı kaçınılmaz durumlardır. Ekonomik temel üzerinde gelişen ve uzlaşır gibi görünen çelişkilerin zamanla antagonizmaya dönüşmesi, savaşları kaçınılmaz kılmaktadır.
Toplumlar tarihinde köleler ile köleci sınıf, köleci devletlerin kendi aralarında yıllarca süren kanlı çarpışmalarının temelinde. ekonomik çıkar çelişkilerine dayanan sınıf çelişkileri mevcuttur. Yine feodal toplumda artı-ürün sömürüsüne dayanan savaşlar. toprak elde etmek, artı-ürünü gasp etmek şeklinde kendisini gösterir. Seriler ile feodaller arasında, yine feodal imparator- luklann kendi aralarında çıkan ve yüzyıllarca süren kanlı çarpışmalar, sınıf çıkarlarına ve sömürüye dayanır. Feodal toplumun bağrında ortaya çıkan burjuva sınıfı, feodal aristokrasi ve mali aristokrasiye karşı 1789-1871 dönemi boyunca Avrupa’yı bir savaş sahnesine dönüştürmüştür. Burjuva zjnin, kendi ulusal pazarlarının sınırını çiz mek ve devlet iktidannı ele geçirmek, kendi sınıfsal çıkarlarını güvenceye almak amacıyla diğer sınıf ve tabakalan peşine takarak yürüttüğü bu savaşlar da ekonomik, sınıfsal çıkardan başka neyle izah edilebilir ki? Bilim ve tekniğin, üretim araçlarının gelişmesi, ülke pazannda ekonominin tekellerde yoğunlaşmaya başlaması, öte yandan uluslararası pazarlara meta sürümü, işgücüne. hammaddeye duyulan ihtiyaç, kapitalist ülkelerin sömürge elde etme ihtiyacını doğurmuştur. 17. ve 19. yüzyıllar adeta sömürge elde etme çağı olarak tarihe damgasını vurmuştur. Sömürgeleşmedik bir alanın kalmaması, paylaşılmış alanlann yeniden bölüşülmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. !., II. emperyalist evren savaşları bu anlamda dünyanın emperyalist devletlerce yeniden sömürge ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşılmak istenmesiyle patlak vermiştir. Toplumlarda ortaya çıkan çıkar çelişkilerinin çeşitliliği ve gelişmesi savaşta- nn da çeşitliliğinin gelişmesini belirleyen temel etken olma durumundadır.
Üretim araçlannın gelişmediği, dolayısıyla la da insanın günlük geçim ihtiyaçları ötesinde bir artı-ürüne sahip olmadığı ilkel sosyalist toplumlarda savaşlardan bahsedilemez. Ancak dönemin silahlarıyla yapılmış çeşitli çarpışma ve kavgalardan bahsedilebilir Kabileler veya aşiretler arası ortaya çıkan bu çatışmalar savaş olarak nitelene- mezler. Çünkü sınıflar henüz oluşmamış ve meydana gelen çatışmalar da ne kadar şiddetli olursa olsun, siyasal bir niteliğe bürü- nememiştir.
Gerçek anlamda savaşların ortaya çıkması. üretim güçlerinin gelişmesi, bir kısım artı-ürünün elde edilmesi sonucunda, toplumun üst kesiminde yer alan aşiret ve kabilelerin seçkin unsurlarının artı-ürüne el koymasından sonra, toplum sınıflara bölünmüş, egemen sınıflann kendi çıkarlannt güvenceye almak, sömürüsünü sürdürebilmek için egemen sınıf, zoru örgütlemiş, tarihi süreç içerisinde de sistemli ve toplumsal gelişmenin seyrine paralel olarak savaşlar geliştirilmiştir.
Her savaşın dayandığı bir sınıf zemini vardır. Bir sosyal sınıfın siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için savaşlar verilir.Bu anlamda savaş olgusu sosyo-politik bir olgudur. Durup dururken, siyasal amaçları olmayan bir savaşın meydana geldiği görülmemiştir. Savaşların çıkış nedeni ise üretim içinde ortaya çıkan ürünlerin özel mülk haiıne getirilmesinin yarattığı çıkar çelişkileridir. Ekonomik temel üstünde yükselen; üretim ilişkilerinden doğan çelişkiler, ekonomik çelişkilerin çözümlenmesiyle birlikte ortadan kalkar. Çünkü sınıflar arasındaki, ideolojik, siyasal, askeri vb. tüm çelişkilerin ana kaynağı, ekonomik çıkar çelişkileridir. Bu çelişkiler bazen uzlaşır gibi görünse de üretici güçlerin gelişmesi ve buna karşılık üretim ilişkilerinin bu gelişmeye uygun değişime uğramaması çelişkileri şiddetlendirir. Savaşlar işte tam da böylesi aşamalarda patlak verir. Savaş, ekonomik çıkar çelişkilerinden doğan ve sınıfların çıkarlarını şiddet yoluyla çözmeye çalıştıkları bir aşamadır. Savaşın da, toplumsal gelişme kanunlarına denk ve ona paralellik içinde, kendine özgü, insan iradesinden bağımsız olarak gelişen bir olgu olduğu sonucuna varırız.
insanlık tarihi içerisinde ortaya çıkmış binlerce savaş vardır. Her savaşın da kendine özgü özellikleri, birbirine benzer yanları ve yine birbiriyle çelişen noktaları vardır. Savaşların çeşitliliği ve karmaşıklığı tarihin her döneminde çağa damgasını vuran çelişkilerin farklılığı ve savaşlann kendi iç özgül kanunlarının farklılığı savaşlann çeşitli ve karmaşık bir görünüm kazanmasına yol açmaktadır. Her ne kadar böylesi bir çeşitlilik ve karmaşa söz konusuysa da ortak yanlar da mevcuttur.Biz burada savaşın esas olarak genel ve ortak özelliklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Bu da tarihin hangi döneminde olursa olsun, savaşın muhakkak bir sınıfın çıkarlarını ifade ettiği gerçeğidir. Tarihin herhangi bir döneminde sürdürülmüş olan bir savaşa, çıkarları olmayan diğer sınıfların da katılması, savaşın sosyal sınıf temeli olduğunu söyleyen sosyalist tezleri çürütmez. Örneğin: burjuvazi feodalizme karşı “barış, kardeşlik, eşitlik. özgürlük” sloganı altında, prolateryayı, milyonlarca köylüyü ve öteki küçükbur- juva tabakalan. kendi sınıf çıkarları uğnı- na yıllarca savaştırmıştır. Ancak, burada burjuvazi dışındaki kesimler daha çok çağa damgasını vuran burjuvazinin sınıf çıkarlan doğrultusunda savaşa katılmışlardır. Tüm ulus egemen sınıflann ideolojik etkilenmesi altında savaşa katılmış olsa bile, bu durum savaşın sınıfsal karakterinin reddi anlamına gelmez. Sadece savaşı yöneten ve önderlik eden sınıfın karakteri savaş üzerin-
de egemen oln,u8 olur. Bizde, Türkiye Kurn h İ ,?a“ui 'lna,,1Ürn halk s,nı( ve inbâkala- olsa « ° 'ekl. uluj al ^nliklar katilmiş dae t® km Ku,M o bur' uva2isi önderlik
bu sınıfın dam-
cadele ha ra5ıdo"ernlerinde silahİ1 mücadele bir,nd P|ana çıkar Savasmmücadele biçimleri buna tabi olurlar Sa-: ? ? " ^ rÜlm“ i- baSa' ’*> ulaştırılması-
gasmıtaşe. ye sonuçta onun ç*a,Wma bk-' H İ S T f 'Ç' î ° nun aV'''mae parçak„ met eder. Vietnam Ulusal Kur,ulu saca- Tar.ibi" dönemlerinS “ T İ ‘arya Ve ° nun ^urim ci ideo- bjısı önderlik etliği için proletaryanın sınıfsa!
da edJm V 1,ah‘n P°,itikâ^ kumanca edemeyeceği, tersine politikanın, silaha kumanda edeceğidir Modern toplum-
T ? " ” ? n,ann Ç a ların ın yoğunlaşmış ifadesi olan politikanın en etkili ve modern ifade tarzının siyasi parti biçi-
çıkarlarının d a * , ^ 3 n deyimiyle savaş, politikanın başka araçlar-
. yanı şiddet araçlarıyla sürdürülmesidir Çözümlenemeyen çelişkilerin şiddet yoluy b çözümlenmesidir. Politika bir sınıfm ve ya oplumım çıkarlarının yoğunlaşmış bi çim idir. Savaş ise onun son bir biçim idir
Toplum luda çeşitli sınıflar ve sınıfların birbirinden farklı ekonom ik çelişkileri vardır D evlete egemen olan sınıflarla ezilen
sınıflar, ezilen sınıflarla ara tabakalar, ayrı ayrı devletlere hâkim olan ayrı sınıflar ara
sında farklı ekonom ik çıkar sağlamanın arzu ve istemleri, arzu ve istem lerin birbiriy- \e çatıştıktan çelişik durum lar vardır. Demek ki her sınıfın kendine özgü arzu ve istemleri. onun sınıf politikasında, egemen olduğu devlet politikasında temsil edilir. Ayn ay- n sınıf politikaları, aynı nesnelere yönelik çelişik politikalar ortaya çıkarırlar, bu da çelişkinin ana noktasını ve politikanın konusunu oluşturur. Bir toplumda çeşitli siyasal organizasyonlann çokluğu, sınıfların çı- karlannın çeşitliliğinden gelir.
Burjuvazinin öne sürdüğü gibi politika, sadece devletin milletvekili, bakan, senatörü vb. tarafından yürütülmez, sınıflann bilinçli kesimlerinin -devlete neden olan anlamda- oluşturduğu politikalar ve yöne- _ tim sanaü bu yürütmeyi mümkün kılar. Ve böylesi yanılsamalı bir görünüm sağlar. Devletin toplum yaşamının kilit noktasını elinde bulundurması, politikasının merkezine de temsil ettiği sınıfın çok yönlü çıkarlarını esas almasıyla mümkün olur.
Genellikle politika, ikiye ayrılarak ifade edilmektedir. Birincisi, iç politika, İkincisi dış politika. Dış politikayı belirleyen ve ona yön veren iç politikadır. Dış politika, iç politikanın hizmetindedir ve onu destekler. Bir devletin dış politikada izlediği biçimlere ve diplomasideki görünümlere bakarak politik özünü tam kavramak mümkün olmaz. Devletlerin politik özünü kavramak için daha çok ıç politikalarına bakmak gerekmek tedir. Örneğin İsrail siyonizmi dış politikada, Güney Afrika yönetiminin ırkçı politikasını eleştirirken, mazlum Filistin halkını iç politikada katliamdan geçirmekten çekinmez. Türkiye’deki rejimin sözcüleri, Filistin halkının yasal ve meşru haklarının tanınması gerektiğinden söz ederken iç politikada mazlum Kürt halkına karşı tam bir asimilasyon ve imha politikası uygulamaktadırlar. Bu tür devletler için, dış politikadaki esneklik, iç politikadaki insan haklarını hiçe sayan faşist uygulamalara bir örtü olarak kullanılır. Burjuva ideologları ise iç politika diye bir şey olmadığını, devletlerin sa dece dış politikası olduğunu söylerler. Bu demagoji, devletin sınıf temelini ve sınıf mücüdeiesini gözden saklamak amacıyla yapılır.
Bir savaşın nedenlerini anlamanın temel noktalarından biri, savaşan sınıfların, savaş öncesi politikalarını araştırmaktır. 1. emperyalist evren savaşı patlayıncaya kadar, yine, bizde Kıbrıs savaşı öncesinde politika incelendiğinde savaşın, savaş öncesi politikaların devamı olduğu görülür.
Savaş olgusu sadece şiddet araçlanyla da sınırlı değildir.Savaş sırasında, ekonomik, ideolojik ve diplomatik alanlarda karşıt düşman gücüne verilen mücadeleler de savaş kapsamının içine girer. Dünyanın neresinde olursa olsun, savaşı sadece şiddet araçlarıyla sınırlandırma durumu, görülmemiş-
.pslkol°İlk "lücadckrlc, de ve Sömürü' baslayaşayan
ve—y-« jıuueııe sürdürülmüştür I Ve f rpütsÜ2*üğün cehenneminde yaşaıZ ^ ^ ^ ^ ’^ o m i k , dip§ | Z L ? m X r i ^ aha ^ ^
Sınıflı toplumlarda verilen savaş, toplum- sal çelışkılen ya hızlandırıp yoğunlaştırır ya da geçici olarak durgunlaştım. Egemen ^
buyuk bir şiddetle sürdürülmüşt öncesinde temel mücadele, ekonomm, lomatık yb. alanlarda sürdürülürken. aa vaşın pat amasıyla birlikte silahlı mücade-
u ' ğeT mücadele biçimleri s ilahlı şiddetin başarıya ulaşması için destek unsurlar haline gelirler. Silahlı şiddet tek başına zafere ulaşmaya yetmez. İdeolojik, diplomatik, ekonomik ve daha birçok m üca
dele ile savaşın bir bütünlük hainde sürdürül me zorunluluğu vardır. Tekbaşma silahlı şid detle savaşa kalkmak, diğer mücadele bi
çimlerini yerinde ve zamanında kullanamamak, genel amaç doğrultusunda, günlük
pratik faaliyetleri geliştirememek başarıya ulaşılmamasına neden olur.
Bir savaş aniden durup dururken patlak vermez. Taraflar arasında çelişkiler yavaş yavaş birikir ve patlama noktasına gelirken, öte yandan savaşa girecek güçler çeşitli hazırlıklar içerisinde olurlar. Bu da savaşın genel bir taktiğidir. Savaş öncesinde, ekonomik, siyasi, askeri vb. tüm hazırlıklar tamamlanır.
Askeri alanda gerekli stratejik planlar, güçlerin eğitimi, savaş araç ve gereçlerinin temini gibi hazırlıklar yapılırken, ekonomi askerileştirilir. Yeni silah, mühimmat fabrikaları yapılır. Ülke içerisinde ise bu olağanüstü döneme uygun bir yönetim biçimi oluşturulur. Sosyalist ülkelerde, savaş sosyalizmi uygulamasına geçilirken, kapitalist devletlerde, “demokrasinin" sınırlanması, işçi sınıfı ve öteki emekçi tabakalar üstünde baskıların arttırılması gündeme gelir.
Savaşlar incelendiğinde, savaş öncesi dönemde savaşa yoğun bir hazırlık sonucu savaşların geliştirildiği görülecektir. Bundan çıkarılacak en önemli sonuç ise savaş-. ların bilinçli, planlı, düzenli bir hazırlık ile verilebileceğidir. Savaş öncesi çok yönlü hazırlıklar yapılmadan savaşa girişilemez.
Politika, ülkenjp sosyo-ekonomik durumunu dikkate alarak savaş strateji ve taktiğini çizer. Savaş süresince savaş akuman- danlık eder ve yönetir. Savaşın seyrinin politika üzerinde etkisi olur. Bu, savaş, politikayı yönlendirir anlamına gelmez. Gidiş gerçek hayata dayanmak zorundadır. Taktik ve stratejinin, toplum yapısına, olanaklarına, üretim kapasitesine ve teknik yeteneğine göre oluşturulmak zorunluluğu vardır. Bugün ciddi bir savaş, bu tayin edici faktörleri doğru olarak değerlendirmedikçe başarıya ulaştırılamaz. Demek oluyor ki, bir savaşın mücadele biçiminin seçiminde, keyfi yaklaşmak, ülkenin sosyo-ekonomik yapısından bağımsız ve sübjektif bir yaklaşım göstermek, savaşın yenilgiyle sonuçlanmasını doğurur. Sömürge ve yeni sömürge ülkelerin pek çoğunda, halklar ulusal ve sosyal kurtuluşa ulaşabilmek için, uzun süreli halk savaşı stratejisinin çeşitli taktiklerine göre mücadele sürdürüyor ve bunu zafere ulaştırabiliyorsa, bu stratejinin, ülkenin sosyo ekonomik yapısına, hatta coğrafi yapısına, öte yandan düşman kampın imkân ve olanaklarının kapsamlı bir analizine dayandığı içindir. Elbetteki ülkenin sosyoekonomik yapısı, coğrafi durum, düşmanın durumu gibi pek çok konuda gerçekliğe dayanmayan tahlillerle, salt sübjektif niyet ve özleme dayalı, bir halk savaşı stratejisi, yaşama geçirilemeyeceği gibi, yenilgiye de neden olacaktır. Fialkların savaşımları, ister halk savaşı isterse başka savaş taktikleriyle geliştirilmek düşünülsün kesin olan bir-
v J r l L ,k!e 'Çtf kl Çelişkileri A ş tırm a k ve çelişkiyi dışa d er ive e tm e k iç in dış s a vaşlar g e liş tirm ek ten çek in m ezle r . İran -
Irak savaşında , Kıbrıs savaşında ve tü m em p erya lis t kapitalist ü lkeler arası pa tlayan
savaşların bö y le bir n e d e n i ve yö n e liş i vardır E lb e ttek i iç teki çelişkilerin b u b iç im d e
yatıştınlm ası geçicidir. Savaşın, kitlelerin y a şa m ın d a yarattığı m u a zza m y ık ım , tersi e t kinin, içte çelişkilerin d aha da derin leşm esi gibi bir durum yaratmasıysa ka çın ılm a z bir sonuç gibidir, ama her zaman böyle bir durum ortaya çıkmayabilir de Savaşın seyrinin çelişkileri hızlandırması veya yavaşlatması, savaşın seyrinin politika üzerinde karşıt etkisi, savaşın genel bir özelliğidir. İran - Irak savaşı ve yarattığı sonuçlar “savaşın çelişkileri” içte yavaşlatma-, sına bir örnektir. “Çelişkileri hızlandırma” ya ise, 1. Dünya Savaşmın seyri ve sonuçlarından bir örnek vererek açıklık getirebiliriz. 1. emperyalist evren savaşında, Ka- utsky şahsında, sosyal-şovenler, kendi burjuvazilerinin saflarına hızla akarak onlarla birleşmeleri ve işçi sınıfı hareketini burjuvazinin savaş arabasına bindirmeleri onların gerçek çehrelerinin açığa çıkmasını sağlamıştır. Savaşın getirdiği sonuçların emek- sermaye çelişkisini hızlandırması bu durumla birleşince çelişkileri “içte” yatıştırmak için -bir yanıyla- patlatılan savaş, çelişkilerin yoğunlaşması, ayaklanma ve devrimlere neden olmuştur.
Savaş seyrinin akışına göre, tarafsız devlet veya güçlerin bir kamptan diğer kampa geçmeleri, savaşın gidişatının politika üzerinde yaptığı başka bir karşıt etkidir. II. emperyalist evren savaşında, Türkiye’nin SSCB’ye karşı, Almanya’nın safında yer alma eğilimi varken, Almanya’nın yenilgisinden sonra Almanya’ya savaş açması buna iyi bir örnektir. Sınıf mücadelesinde de ara tabakaların tavrı böyledir. Burjuvazi egemen ve güçlüyken onun iktidarının destek- çisidirler, ama devrimci proletaryanın mücadelesi gelişip güçlendikçe, burjuva kamptan proletaryanın kampına geçme veya en azından mücadeleyi destekleme tutumuna girerler.
Savaş, Lenin’in deyimiyle, yaşamaya hakkı olanla olmayan güçleri en iyi bir biçimde sınavdan geçirir. Burada çok güçlü gibi görünen sosyal sistemlerin yok olup çöküşleri, o güçlerin, ekonomik,siyasal ve örgütsel olarak, diyalektik gelişim seyrine göre gelişimlerinin son evresinde, çürümeye ve dağılmaya yüz tutma sonucunu doğururken, küçük* gibi görünen ama savaş ortamında bir türlü silinmeyen güçlerin ise yine diyalektik gelişme yasasına göre gelişme şartlarının olduğu sonucu çıkar. Bu konuda sınıflar savaşımının tarihi örneklerle doludur. I. emperyalist evren savaşının kızılca kıyamet ortamında, ömrünü doldurmuş Çarlık Rusyası, çürümüş kof bir ağaç gibi devrilirken, çok küçük gibi görünen cama halkların çıkarlannın temsilcisi durumunda olan Bolşevik Farti’nin, savaşın tüm zorluktan ortasında gelişmesini sürdürerek, dünyanın büyük bir parçasında, sosyalizmi kurmayı başarması, bunun açık bir göstergesidir. (SÜRECEK)
DAVID ALFARO SIQUEIROS
“Yüzyıllardır silahlı burjuvazinin yalanlarıyla politike olmuş askerler; Indiolara (2). köylülere, işçilere ve aydınlara bir cellat gibi davrandılar.”
Meksika Gravürcüler. Ressamlar ve Hey- keltraşlar Sendikası Manifestosu. Siquei ros'un kaleme aldığı biçimiyle böyle başlar.
Bu tümcenin korkunç içeriği. Meksika Halk Devriminin nedenlerinden önemli bir bölümünü yansıttığı kadar. Siqueiros resmine de bir öz sağlar.
“Halkımızın içsel gürü, etkin gü cünden çok ileridedir. Onun en bii yük yeteneği, güzeli yaratabilmek tir. Meksika Sanatı. Indio gelene ğinden kaynaklanan doğal bir es tetik taşır ki: yeni sanatımız da aynı estetik tavır ile halka ulaşmakta dır " (3)
Geleneksel sanatın çağdaş nitelik kazan ması, uzun bir gelişim süreci sonunda olasıdır kuşkusuz. Ancak söz konusu süreç içindeki devinimin hızlanması (sanatçının eserlerine yüklediği anlamın, izleyici tarafından çabuk algılanabilirliği ve halk kültür ve davranışlarının sanatçı tarafından doğru al- gılanabirliği) geleneksellikten çağdaş nite liğe ulaşmada zaman kazandırıcı unsurdur. Yalnız; sanatçı-halk anlaşması her ne kadar sanatçının halkı, halkın da sanatçıyı uyarması açısından kayda değer ise de. ek sik noktaların kaldığı açıktır:
Çağdaşlığa ulaşma sürecinde, ivmeyi kim verecek ve devinimi kim yönetecektir?
Dahası; çağdaşlık, eserin özünde ve bi çiminde hangi değişiklikleri gündeme getirecektir ?
1923 yılında Manifestoya isimlerini ya zan sanatçıları (4), “çağdaş sanat çağdaş düşünce”, “çağdaş düşünce- özgür düşünce” bağlantısını bilen ve bu bilinçle devinime ivme kazandıran öncülerdi (5) Onlar eser terini, geleneksel estetik anlayışlarını yitir meden. ama özgür düşünceyi sürekli sa vunur biçimde tasarladılar
“Meksika h^ılk Devrimi nin nedenleri. Si queiros Resmine bir öz sağlar" sözü. “Öncüler" için de geçerlidir doğallıkla.
Geçerlidir de: Siqueirosu. ortak düşün yapıları nedeniyle, diğerleri ile “eş işlevle değerlendirmek (kanımca) son derece bü yük bir yanılgıdır.
Çünkü. “Öncüler”, alt yapıda birbirlerine uygunluk gösterseler bile, inceleyici bir bakışla: tam bir birliktelikten uzaktırlar. Ör neğin: Rivera (b) resimlerinde Marx‘çı çö zümler önerirken. Orozco (7) kendisini po litika dışında tutmağa çalışmış, ideolojik yöntemlerin, resimlerine yansımasını engellemiştir (Bkz: J C. Orozco / Çağdaş Yol/ Sayı: 4) Ayrıca; “Öncülerin sürekli: “toplu kararlar” ile eylemlerini düzenledikleri de söylenemez. (8)
Bu durumda; gruptaki sanatçılar kendi aralarında bir önem sırası alırlar Gerçekten de; zamanla. David Alfaro Siqueiros, dose Clemente Orozco ve Diego Rivera da
ha çok gündeme gelmişler ve Meksika “Yeni Sanatlnın üç büyükleri olarak anılmış lardır. Başka bir anlatımla; “Üç Büyükler çağdaşlığa ulaşma sürecinde, ivmeyi veren terdir.
İvme sözcüğünü, konumuz bağlamında ele almak zorunluluğunu duyuyorum. Ön ce ivmenin niteliğini açalım (Bu açınım “öz ve “biçim” bütünlüğü çerçevesinde olacak )
I- “Yeni Meksika Sanatfnın özü ilk bakışta. Indıio geleneğinden kaynaklanan içsel yaratıyı taşıyacaktır. (Manifestoda belirtildiği gibi )
2 Özü yansıtan imgelere ver ve recektir. (İmgelerin oluşturduğu ge leneksel kurgu... estetik tavır.)
Yukarda yazılı iki madde, “Öncüler'ce. “Yeni Meksika Sanatfnda gözden kaçırılmayacak sorunlardır Oysa gerçek sorun; iki temel taşının üzerine kurulacak “yeni ya pildir.
“Yeni yapı" ise. çağdaş düşüncenin öngördüğü “öz" ve bu “özlü yansıtan imgele
ri. geleneksel estetik tavıra uydurmaktan geçmektedir
Şimdi karşımıza yeni bir sorun çıkıyor: Meksika Geleneksel Sanatı nı yaratan lıı-
diölar, İspanyol'larla yaptıkları bağımsızlık savaşının ardından, bu kez. de hir sömürü düzeni yaşamakta ve etnik güçlerini yitirmektedirler. Böylece “Yeni Sanatln iki temel taşı da bir anda dağılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. O halde “Yeni Sanatln birincil görevi, “temel taşlarfm korumaktır
Konuyu toparlıyorum.Siqueiros u. ortak düşün yapıları nede
niyle. diğerleri ile “eş işlevle değerlendir memeli . demiştim Neden şudur:
I Siqueiros, temel taşlarını koru mada, yalnızca sanatın yeterli olamayacağını. sanatın yanısıra poli tik etkinliğinin de ağırlık kazanmasının gerekli olduğuna inandı İki yönünü de uç noktalara taşımak
v için çalıştı. O; özgürlük savaşında bir asker (9). bir gazeteci, bir sendikacı. bir öğretmen ve bir sanatçı-
Emre ZEYTİNOĞLU
dır. (Bu özellikleri: sanatına sert ve kesin bir tavır.komünistideolojinin çözümlerini içeren bir bildiri niteliği kazandırmıştır.)
2- Siqueiros, temel taşlarını korumada halkıyla işbirliğini düşünen ilk “Öncü’dür. Tüm bilgisini ve özgürlük isteğini halkına aktarmayı amaç edinmiştir.
(Manifesto'ya göz atıyoruz:. Yaptığımız sanat anıtsaldır. Hal
ka açık ve onun bilinçlenmesine yöneliktir Beğenimiz: yalnızca savaşın ve halk eğitiminin yararına olan sanata karşıdır Biliyoruz ki: soyumuz ve onun sanatı baskı altındadır Biz bu baskıya karşı savaşacağımız. Dinlenmeden çalışıp ba şarıva ulaşacağımız...
. Resimlerimiz, halkın toplandık ları yerlerde sergilenecek Sokak ları. alanları müzelere dönüştüreceğiz .)
3- Siqueiros. temel taşlarını korumada. sanatçılara ve aydınlara işbirliğini öneren ilk “Öncü diir Politik kişiliğinin ürünü olan bu girı şinı. "Meksika Yeni Sanatı nın doğuşudur(Manifesto şöyle diyor ... Aydınlara çağrı Yüzyıldır, bir deyime dönüşen “duygusal tembelliği” unutacağız Halka yönelik eğitim savaşını başlatacak ve sürdüreceğiz ..)
Yukarda sıraladığım üç neden. Siquei- ros’ıın ‘Öncülere ve dahası: “l)ç Büyüklere verdiği ivmeyi açıklamakta, buradan da. onu bir “Öncülere" Yol Gösterici" özelliği ne ulaştırmaktadır. Şunu kolaylıkla söyle vebilirim ki; “Meksika Sanatfnın yeni estetik tavrını yakalamasında en büyük pay Siqueiros‘uıı bilinci, uyguladığı yöntem, yöntemi doğrultusunda kaleme aldığı Ma ııifesto ve tümüyle birlikte: sanatında gös terdiği enerjidir.
Sigueiros'un sanatı, içinde barındırdığı
Siqueiros, temel taşlarını korumada, yalnızca sanatın yeterli olamayacağını, sanatın yanısıra politik etkinliğinin de ağırlık
kazanmasının gerekli olduğuna inandı. İki yönünü de uç noktalara taşımak için çalıştı.
O; özgürlük savaşında bir asker , bir gazeteci, bir sendikacı, bir öğretmen ve bir sanatçıdır. (Bu özellikleri; sanatına sert ve
kesin bir tavırf komünist ideolojinin çözümlerini içeren bir bildiri niteliği
kazanmıştır.)
politik tavrına bağlı olarak, çözümler sağ layan biı özellik taşır. Bu bakımdan Siqueiros daha çok “çözümler düzeyinde” (bir başka söyleyişle, politik çerçevede) değer leııdirılmektedır.
DoğrudurSiqueiros un. yaşadığı sıcak günlerde, öz
gürlük için yüklendiği görevler, görevlere karşı takındığı duyarlık, çözüm yöntemleri ve sorunların üstesinden gelebilme bece risı hiç tartışmasız etkileyicidir.
Oysa, sürekli olarak belleğimizde koru mamız gereken düşünce, onun eylemletı ile sanatı arasındaki yakın ilişkidir kı, eyle mi sanat yoluyla uygulaması, onun sanat dilini tanımamızı gerektirmektedir.
(Evet. Siqueiros uıı eylemlerinde resim ikinci planda kalabilmiş, onu bit “doğrudan eylem adamı" olarak göıebılınişizdir Ot ne ğin; İspanya İç Savaşı nda, faşistlere karşı savaşan bir yarbay, İkinci Dünya Savaşı sı rasında. Küba, Peru. Ekvador, Kolombiya ve Panama'da yine faşistlere karşı savaşan bir neferdir Ama Siqueiros’u "Öncü” yapan baş etken, yukarıda sözünü ettiğim eylem sanat paralelliğidir)
Siqueiros, politikanın yanı sıra, sanat sorunları ile de yakından ilgilendi Kendisi ile bağdaştırabildığı sanat akımlarına (kübizm, fütürızın. biraz da Dada ) çekinmeksizin uydu. Bu sanat akımlarının etkileri, özgünlüğünü bulmada yardımcı olmuştur. Çalış malarının en büyük bolümü, resimlerinde kullandığı ya da kullanmayı tasarladığı ge reçler üzeııne yaptığı araştırmalardır Araş tırmalar ölümüne kadar sürecektir (10).
Yazımın başında, “çağdaşlık, eserin özün de ve biçiminde hangi değişiklikleri günde me getirecektir?" diye bir soru vardı.
Öz, çağdaş düşüncenin öngördüğü “özgür düşünceyi içerecek, biçim ise, özün an latımını sağlayacak olan imgeleri bulup, ge leneksel estetik tavıra uyduracaktı
Soru böyle yanıtlanmıştı. ıSiqueiros, imgelerini küp, koni, silııuiu
gibi geometrik foıutlardan seçti Ona guıe bu formlar, güncel görüntület, teknolojik devinimin betimiydi (Yorumları sonuçta çoğunlukla bu ölüm görüntüsü verıı )
Siqueiros’un resimlerine bir Indiönuıt gözünden; içinizdeki özgürlük tutkusu ve güzeli yaratabilme yetisini duyumsayarak bakınız O ölüm görüntüsünün aıdıııda. ye iti bir yaşam yeşeıdığıni ayııııısayacaksınız
Not:(1) 28 Atalık 18‘k> O (.kak l ‘>/4(2) Yerli lıalk Kı/ıklcıılı (4) Maııılt,3İi)Ja:ı(4) Sıgıiı-ıno. O ııt /m Kıveıa V.im tinsel«*». Koberto
M diıtcnegıu. I vt.polıit. M ıiıılı’/ ( ı.ıluk-l terııa ıı ile / leıldMtıa. Juaıı OCıınıııaıı Antonio ( uao ve Cdilus ( İlâve/ (Muzisycnılıı )
lit) Bu saııatçilaı M ekıikaüa “KeKclleıi (O m u) ala rak anılıtlaı
(0) Kıveıa (188b 1 V:>7)(7) O h .a u (188.4 l ‘k|*t)(81 O ıneğlıı Siqueiios ile Kıveıa maşımla yakıtı ili}
kik i kuıulınuş olm asına kaı .ııı Sı,|ueıiııs O ıoA o ılijkııi yok de|ievek ka.l >. • t <v ııııl.ııı I»tyun
ca ün tinlerini a ıiıdk bir kez ynııııüşleiıtıı (Siqueiros Kıvera ılijkisı ise tanı bir yoıuş tın lığı iyinde geçmemiş. yerek saıidl yelekse politik ku iHilauld çeltşkileı doğm uştuı )
(V| 1V14 Halk O rdusunda . Balı l üınenı'nııı İm su t.ayıdıı Jalisco, Guanajuato. l alıma. Sınalod Su nura Nayant yıbı yellerde savaşmış ve yu/ktaşılı ğa yükselmiştir
(10) t ‘M2 ABDde C lıuınard S.buı.1 uf A nda duvar lesıııı u /eııne dersler verıı Bu aıavla. yeıeyleı uze tine ilk çalişmaluııııı yapaı İVdtı New Yuık'ta Sın f.xpenmaiitdl Workshop la boıaluvatıııı kınar burada pldslık yele. ın le-ıııı de kullanım ulanaklarını nuclei B>44 M ıksıkaıla Gerçekçi Sanat M erkezini ku laı lesıııı ve yıafık yereyleı UA-nndekı ata,anm a laıını suıduıur
Kaynak:biqueiros l e lııa ııd ı M uııuyıafıe Mario de Mu lıelı
l'k.8W and Bild Mexico / Nallnııalyaleıie B« ılın 1‘ISZDevııınleı ve Kaışıdevıııııleı Aıısikk.pı lıa ’ l.elıpn
Yayınlan IV87
l \ lşlsel Sl 'lg. ,1'? İ d d e Mt ı l ı t . I Uy ¡/,y, •/ / ı l ı y ı ı n i ı1 9 3 2 d e 1 o s A n g e le s (( ulı/o ın ıu) Lit h lit'itlın KiUı/>lit}i 1932d e uy ııı şe h ııd e A ıu lm sa tlo i O teli G aleııst m i te B u c m o s A ires (A ıjtu ıtııı) S o n a t D ostları D erneği ¡9.14 te N e w York (U S A ) D elphic S ta tic ( kılcı 1st 1 9 3 9 J a uyn ı şeh irde P M urisse Galerisi1 9 4 7 d e P lastik S a n a t laı M üzesi ( i t iz el Sa n a tla r U lusa l E n s titü sü1 9 5 0 d e V ened ik liten a liird e M e ksik a P a vyo n u1 9 5 3 d e Mı \ im ( uç M tk s ik ti Sa ın ıtı ( kilensı1 9 5 6 d a H esstiıııın A tö ly e s i1964 te M eksık ti M isıach l Galerisi19’)t> M exico ( itç A ( ' Gil Ö z t’/ k lu ze s ı
K oleksiyonlar; ıS ıg u c iıo sü n o ııe ın lı e s e d a m ın hıı ko leks iyonu, M exico C ity Ç a ğ d a ş S a n a t M ü ze
s n u la lirDujeı hıı ko le ks iy o n N e w Yoık M o d e m A rt M ü zesi'nded iı S h ju e ım s un e se ılen n ın e n zerimin ö ze l k o le ks iy o n u Dr A lv a io ( arillo G ıl’iıı M exico
( ıty k o leks iyo ııu d u ıB i/yo k eseı S a n l\iok>, lel Aviv. New Delhi ve Harana nıüzelerindediı.
K aıına serg ile /:‘■..uma sen jile ıin d en e n ö n em li olanları şunlardır F ernando G am boa Sergisi. M eksi ■ ■ 's ın a n S a h a serle r Se ıg isı, (burada S ı,/u e ııo sd hıitürı bir stilon tahsis e tlilm iş tıı) t i st igı d ü n ya n ın e n önem li kültür m e ıkö zlerin d e yer a lm ış tır S iqueiros ese ıle ıı Ve- ı lık Bu n, ılı nde (1950) M eksika p rivyo n u ııd a yer alm ıştır, B rü kse l I lluslan ın ısı Fu
a tın d a tl9 - ,S ) cc N e w Yoık S e ıg ıs ı ııde (1954 19ö5) o n u n eserleri b u lu n m u ştu r
12 Eylül’ün İşçi Hareketi ve...
tiuşlarafı 63. Sayfada
Türk İşe yeşil ışık yakmaya başladılar. Bu sendikalar, net olarak, sınıf ve kit le sendikacılığının ilkelerini açık alan da dövüştürm enin kaçınılmaz olduğu nu, dileriz denem e sınama yoluyla öğ rennıesinler.
Bize göre örgütlenm e düzeyleri ne olursa olsun bağımsız sendikalar bu günden başlayarak sınıl ve kitle sendikacılığını daha da bulaıııklaştırmaktan çıkararak tartışmaya ve ideolojik mü cadeleye açm alıdır
Özetle koyduğum uz bu durum ve bağımsız sendikaların ortaya çıkışıyla mücadeleleri; sınıfın egem enlerle yü rüttuğu ideolojik mücadelenin sonucu ve bu ideolojik m ücadelenin örgütlü yürütülmesi için gerekli m addi tem elin çabasıdır. Sınıfın sendikal politikasının çekim merkezinin yaratılması ça basıdır
Sınıf ve kitle sendikacılığının kavra nıp kavratılmasıyladır ki işçi sınıfı bu güne kadar yaptığı mücadeleleri yeni den başlatma gibi geri bir seviyeye düş ıneden, yeni mevziler ele geçirmeli ve
bulunduğu yerden başlayarak gücünü ve örgütlülüğünü pekiştirmelidir.
Toplumsal tarih ve özellikle Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi bize göstermiştir ki işçi sınıfının taleplerinin toptan veya kısmi olarak gerçekleşmesi toplum sal sıçra malarla m üm kündür Bu anlayış hep sıfırdan başlamayı değil var olan dene yim ve maddi koşulların üzerine yeni örgütlenm e-m ücadele yöntemleri ge liştirmeyi öngörür Bu açıdan ele alın dığında “bağımsız" sendikalar, mücade le geleneğinin örgütlü gücü olarak da sınıfın önünde, onu her türlü sendikal gericilikten uzaklaştırarak, kendisi için dövüşen örgütlü güç durum una geti ren yeni dinamizmlerin oluşmasına ne den olacaktır. Böylesiııe bir sorum luluğu üstlenmek yerine DSİM adına ör- gütsüzlüğü önerm ek ya da sınıf uzlaş macılığı anlayışının devlet sendikacılığıyla birlikte kurumlaştığı Türk İş çatısı altında kalabalıklaşmak (Türk Iş’de m ücadele edilmemeli dem iyoruz. Bu ayrı bir yazının konusudur ve son d e rece önem li bir görevdir. Türk-İş’i sen
dika gangsterlerine bırakmak sınıfa ihanet anlam ına gelecektir) sınıf sendika cılığı anlayışından vazgeçmek, sınıf m ücadelesini egem enlerin izin verdiği dönem e bırakmaktır
Halbuki günüm üz koşullarında sınıfın bağımsız örgütlenm elerinden daha tarihsel görev yoktur.
Dipnot(I) DİSK'le ilgili tespitleri tek boyutlu olarak
yapmak toplumsal gelişim çizgisine etki eden önemli bir olguyu görmezlikten gelmek olacaktır.
Türk Iş’e karşı oluşumunda ekonomizmin etkisine rağmen siyasi yönü de vardır. Bu siyasi yön tam da sınıf sendikacılığı çizgisinde olmasa da sendikaların politikadan bağımsız kalamayacağının bir sonucudur.
DİSK'te sınıf sendikacılığının tümüyle hayata geçirildiği söylenemez, ancak ekonomik demokratik taleplerini gelişen toplumsal muhalefet içinde ve burjuvazinin saldırısı karşısında politik istem ve mücadele yöntemleriyle perçinleyip genişletmeye çalışma zorunluluğu kitlelerde devi iıuci ruhun uyanmasında az çok etki yapmıştır.
Anti-demokratik uygulamalara ve yasalara karşı düzenlediği kitlesel eylemler toplumsal muhalefet açısından olumlu sonuçlar da doğurmuştur.
Biz DİSK'i yöneticileriyle sinıgeleştirmeyip kavram olarak düşünüyor ve onun mücadeleci yönünü yazımızda esas alıyoruz.
GENEL OLARAK SOSYAL PARTİLER
Sosyal sınıf bölümlerinin ne olduktan ge çen yazımızda belirdi. Bunlann toplum içinde etki ve tepkileri her alanda ayrı biçimlere bürünür. Bu etki ve tepkilerin en önemlileri SİYASİ İKTİDAR atanında görülür. Sosyal sınıf bölümlerinin siyasi iktidar eylemlerine SİYASİ PARTİ adı verilir.
A- SİYASİ PARTİ NEDİR ve NASIL KURULUR?
Toplumun derinliğinde var olan bölümlenişe sosyal sınıf denince, bunun toplum yüzeyinde çıkmış yankısı SİYASI PARTİ olur. Sosyal sınıf toplumun yapısının görünen katları ise, Siyasi Parti bu yapının en üstündeki kiremitliğine benzetilebilir. Burada siyasi partiyi kiremitliğe benzetmekle, önemsiz göstermek istemiyoruz. Nitekim insanların banndıklan yapılarda kiremitlik önemsiz bir bölüm sayılamaz. Kiremitlikte olacak ufak tefek çatlaklar, bütün yapının duvarlarına ve temeline dek sızıntılar, yıkıntılar yapabilir. Siyasetle ve siyasi parti iie sosyal yapı arasındaki ilişkiler de ona benzer.
Konuyu bir başka yandan açalım. Siyasi parti niçin kurulur? SİYASİ İKTİDARI ele almak için.
Siyasi iktidar nedir? Tek sözcükle DEV- LETtir.
Devlet niçin vardır? Toplum içinde doğmuş sosyal parçalılıkları, bölükleri, kısımları (sosyal sınıf, tabaka ve zümreleri): birbirleri ile tepişirken, kurulmuş ve BELİRLİ DÜZEN’in dışına çıkartmamak üzere baskı altında tutmak için vardır.
Demek toplum içinde sosyal bölükler bulunmasa, onların çatışmaları olmazdı. Sosyal bölüklerin çatışmaları olmasa, onları baskı altında tutup KURULU DÜZENİ korumak üzere, bir Devletin doğmasına yer kalmazdı. Nitekim Medeniyetten önce sınıfsız ilkel toplumda Devlet yoktu. Sosyalizmin gelecek yüksek konağında da Devlet olmayacaktır.
Bir baskı cihazı olarak Devletin öz yapısı nedir? Başlıca iki şeydir: 1- Vatandaş çoğunluğunun dışında bir silahlı adamlar teşkilatlandırmak, 2- Cezaevleri kurmak... Bu tarif daha yapılırken anlaşılan şey şudur: Devlet daha doğarken vatandaş çoğunluğunu silahsızlandırmak zorunda kalır. Yoksa Devlet görevini yerine getiremez. Nitekim ilkel Komuna’da eli silah tutan herkes, her zaman, başkalan kadar silahlıdır. O yüzden herhangi silahlı insanı bir başkasının yakalayıp cezaevine sokması imkansız olur.
Bu nedenle Devlet: Toplum içinde, toplumdan ayrı bir silahlı kişiler ve cezaevleri örgütü olarak aynlır. Sonra her fırsattan yararlanarak Toplumun üstüne yükselip çıkar. İşte, bu Toplumdan kopup insanüstü yüksekliklere tırmanmış örgütü ele geçirmeye İKTİDAR SAVAŞI denir. Eğer böyle bir iktidar doğmasaydı, onu ele geçirmek üzere siyasi partilerin kurulması diye bir konu ortaya çıkmazdı.
SİYASİ PARTj ile SOSYAL PARTİ (sos yal bölümlülük) arasındaki sıkı bağlılık bu kertede açık, alfabetik ve matematik bir gerçekliktir. Bir toplumda sosyal bölükler (sı nıflar. tabakalar ve zümreler) bulunmasay- dı. SİYASİ PARTİLERE de yer kalmazdı. Siyasi bölüksüz bir toplumda (sınıfsız bir sosyetede) yapılabilecek her türlü siyasi gösteriler, politika oyunları: ya kumarbazlığa alışkınların acıklı bir hastalığı, yahut iş siz ve dengesiz psikopatların gülünç semptomları olurdu Öylelerine ya acınır, yahut gülünür geçilirdi. Gösterilen en ciddi tepki. böyle “siyasileri bir hastaneye kaldırıp tedavi etmekten öteye geçmezdi.
Tersine, bir toplumda sosyal bölükler (sınıflar. tabakalar ve zümreler) gerçekten varsa. orada SİYASİ PARTİLER kaçınılmaz olur. Biz istesek de, istemesek de insanlar iktidar çevresinde bir sıra siyasi bölünmelere ayrılırlar. Bu bölünmeleri yasak da etsek. siyasi bölükler yani partiler, yerin altında yahut yerin üstünde, az çok bilinçli veya bilinçsiz mutlaka kurulurlar. Yasak edenlerin kuruntulanndan başka hiçbir yerde siyasi partiler yok edilemezler. Çünkü siyasi partilerin kökleri, yani sosyal bölünmeler toplum ortalığında bulunmaktadırlar.
Bu kısa açıklama üzerine, “Siyasi Parti nedir?" sorusuna verilecek karşılık kendiliğinden ortaya çıkar. Toplumda herhangi bir bölünmeyi yaşayan insan kümelerinin iktidar eğilimleri, yani Devleti ele geçirme çabaları siyasi partileri yaratır. Başka bir deyimle, siyasi parti, sosyal bir bölük insanın iktidar eğilimlerini temsil eden bir örgüttür.
Bu gerçeklik anlaşılır anlaşılmaz, “İKTİDAR" sözcüğünün bütün insanüstü gösterilmeye çalışılan ve en inanılmaz biçimlerde mistikleştirilen binbir tecellisi aydınlığa çıkar. Birçok yanlış kavramlar, sürüyle düşünce, davranış kargaşalıkları ya hut alışkanlıklan kendiliğinden ortadan kalkar. Ve problemin tersi de doğru olarak konulabilir.
Bir ülkede SİYASİ PARTİLER varsa, o ülkede veya dünyada toplumun ayn ayrı bölüklere bölünüşü var demektir. Bir ülkede hem siyasi parti kurulur, hem de sosyal bölünüşler (sınıflar, tabakalar, zümreler) yoktur denilirse: böyle bir iddia, en saçma görüldüğü zaman bile, kendine göre derin bir anlam taşır. Bu anlamlan, toplumun karakteristiğine göre ayn ayrı biçimlerde görebiliriz.
Ya toplumda gerçekten BİLİNÇLİ bir örgüt, sosyal sınıfları yok etmek üzere tarih- cil görev yaptığına inanmaktadır. O zaman bu görev, şu veya bu sosyal sınıfın meka nizmasına dayansa bile, sınıf ayırdı yapmaksızın tümüyle insanlığa yönelmiştir. Böyle açık insancıl bir görevi güdenler, gizlemeye değil, büsbütün açıklamaya önem verirler. Onun için sosyal bölünüşleri yok saymaya yer kalmaz. Sosyal bölünmeler vardır, ama giderilmeleri için toplumun ekonomik temelinde ve sosyal üstyapısın
Dr. Hikmet KIVILCIMLI
da gelişen şartlar yeterince olgunlaşmıştır denir. Toplumdaki bölünüşlerin ve çatışmaların ne ekonomik, ne sosyal, ne kültürel ve ilh. gerekliliği kalmamıştır. Tarih bakımından yargılanmış gibi müzeye kaldırılması gereken sosyal bölükler henüz silinmemiş olabilirler. Bunların politika alanında debe lenmeleri. boşuna ve yok yere hem toplumu. hem kendilerini zarara uğratır. Böyle kısır ve boşuna zararlı çabalarla çatışmalara sürüklenmemek için, işin bilincine ermiş bir siyasi parti ortada bulunabilir.
Bugün yeryüzünde bu anlamda tek kalmış yahut güdücü duruma girmiş Sosyalist Partileri vardır. Ancak bu partilerin başlıca görevleri bir an önce kendi temellerini yok etme bilincinden güç alır. Böyle bir tek partide insanüstü otoriteler yaratılamaz İktidar için iktidar ülküsü taşınamaz. Parti için parti yoktur. Kutsal misyon toplum içinde binlerce yıldır babayı oğula düşman etmiş sosyal bölünmeleri babanın da oğulun da hayırına gidermektir.
Başka türlü de tek parti veya dokunulmaz iktidar çeşitleri vardır. Bu çeşit iktidarlı toplumlarda sosyal bölükler (sınıflar, tabakalar ve zümreler) bütün belirlilikleri (determinizmleri) ve dinamizmleri ile yaşamaktadırlar. Ama onlardan birisi, yani üstün egemen sınıf, iktidar mevkiini münhasır olarak kendi tekelinde bir imtiyaz ve bir tahakküm cihazı gibi kullanmak ister. Devleti ele geçiren sınıf onu uzun süre muhafaza edemeyeceğinden korkar. Devlet ik- tidannın elinden kaydığı gün eriyip yok olacağını bilir. Çünkü tarihçil ve ekonomik şartlar o egemen sınıfın dinamizmini sıfıra doğru indirmiştir.
O zaman sosyal bölükler arasında az çok bilince ve hesaba dayanan bir savaşın yaratacağı dengeliliği egemen sınıf göze alamaz. Vaktiyle Spartalılar idare ettikleri kölelerini sık sık kılıçtan geçirirlerdi. Modern çağda böylesine açık bir davranış başartla- mayacağı için, egemen sosyal bölüğün Devlet iktidarı kendi partisinden başkasına yaşama hakkı tanımaz. Yani, hem sosyal bölünüşleri kaldırma amacı güden eğilimlere karşı kanlı saldırılarda bulunur: demek toplum bölünmelerinin kaldınlmasını değil, ebediyyen var olmasını sağlamaya çalışır, hem de sosyal alt bölüklerin kendi siyasi partilerini kurmalanna dayanamaz, sınıflar arasındaki hesaplı, bilinçli davranış dengesine güvenemez. O zaman böyle bir tekelci iktidar saçma bir zorbalık durumuna düşer. Bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerine tahakkümü doğar. O sisteme FAŞİZM denir.
B- DEMOKRASİ, TOTALİTERLİK ve PARTİ KURULUŞLARI
Buraya kadar incelenen konu içinde iki term aydınlanmaya muhtaç kalmıştır. Bunlardan birisi Demokrasi, ötekisi Totaliterlik
adını alır.DEMOKRASİ nedir? Sosyal bölümlü (sı
nıflı) bir toplumun içinde birden fazla siyasi parti kurulmasına izin verilirse, bu politikaya Demokrasi adı veriliyor. Kurulan partilere de Demokrasi partileri deniliyor.
TOTALİTERLİK nedir? Sosyal bölümlü (sınıflı) bir toplumun içinde tek bir siyasi partiden başka parti kurulmamastnı güden siyasete yaygın Batılı deyimiyle Totaliter politika deniliyor. Totaliterliğe uygun düşen partilere de Totaliter partiler adı veriliyor.
Ancak, basmakalıp bir benzetişle TOTALİTER adı verilen TEK PARTİ sistemleri, özleri bakımından birbiriyle taban tabana zıt iki tiptedirler.
Sosyal bölümlülükleri KALDIRMAK üzere kurulan tek partilere Sosyalist Partileri denir. Sosyal bölümlülükleri kıyamete dek SÜRDÜRMEK üzere kurulan tek partilere Faşist Partileri denir.
Geri kalmış ülkelerde üçüncü tip bir to- talider TEK PARTİ daha vardır. O ne Faşist Partisi, ne de Komünist Partisi olmamak iddiasındadır. Memlekette sosyal bölümlü- lükler yeterli keskinliğe erişememiştir. Bundan yararlanarak Devlet gücüyle bir ülkede çok partililik yok edilir.
Bu üçüncü tip gibi görünen Totaliterlik gerçekte: sosyal bölümlülükleri (sınıfları) 'İNKÂR yoluyla, sosyal bölünmeleri YARATMAK amacını güder. Görünüşte siyasi partileri yasak ederken, toplumda sosyal bölünmeleri önlemek ister gibidir. Ancak bilinen örnekleriyle çok iyi anlaşılmıştır ki, bu gösteriler lafta kalan aldatmacadırlar.
Gerçekte toplum yapısı sosyal bölüklerle paramparçadır. O sosyal bölünmeleri önlemek iddiasında bulunan siyasi tek parti perde ardında sosyal bölüklerden birinin elindedir. O bölük henüz cılız olduğu için, kendisini maskelemek zorundadır. Tek particiler o bölük insanı bir yandan üstün ve egemen duruma sokarken, öte yandan açıkça savunamayacak kadar güç durumdadırlar. Hem haksız, hem görevsiz bir pısırık sosyal sınıfı güçlendirmek kaygandadırlar. İlerde o egemen sınıfı kuvvetli bir siyasi partiye kavuşturmak uğruna Totaliterlik yaparlar.
Demek toplumda, Totaliterlik adı verilen tek particilik, son duruşmada, ya gerçek Sosyalizmdir, yahut gerçek Faşizmdir. Öteki üçüncü tip gelgeç olan ve tarihin büyük krizler çağında beliren bir GEÇİT tipidir. Devlet, siyasi iktidar ve siyasi partiler üzerine bilinen genel kuralı ortadan kaldıramaz.
Genel kural plarak, bir siyasi parti niçin kurulur? Bir sosyal bölük insanı temsil etmek için ve temsil ederek kurulur. Bunun dışında siyasi partiden söz etmek, ya ne dediğini bilmemek, yani aldanmak, yahut in- sanlan gözlerinin içine baka baka aldatmak olur.
Siyasi parti hangi sosyal bölük insanı temsil eder?
Her sınıflı toplumda: bir başlıca SOSYAL SINIFLAR vardır; bir de sosval sınıfların
içindeki SOSYAL ZÜMRELER vardır. Onlar dışında birçok SOSYAL TABAKALAR vardır. Siyasi parti bu üç kategori sosyal bölünmelerden, bu üç türlü toplum parçalarından birisini temsil eder.
Modern toplumdayız. Modern toplumda bir siyasi parti başlıca sosyal sınıfların partisi olabilir: 1) İşveren sınıfının, 2) işçi sınıfının... Bunlara SINIF PARTİLERİ diyebiliriz.
Bir sosyal sınıfın içinde yalnız bir sosyal zümreyi temsil eden siyasi partiler de kurulabilir. Bunlara ZÜMRE PARTİLERİ diyebiliriz.
En sonra sosyal sınıflar dışında kalmış, geçmiş toplumların kalıntı bölükleri olan sosyal tabakaları temsil edecek siyasi partiler de kurulabilir. Bunlara TABAKA PARTİLERİ adı verilebilir.
Daha bu basit tanımlamayı yaparken, siyasi partilerin karakterleri ile karşılaşmış bulunuyoruz. Bir toplumda siyasi iktidara gelmek üzere savaşacak olan siyasi partilerin hangileri, en gerçek ve mantıkçıl sonuçlu olabilir? Kendiliğinden bellidir. Her toplumun ekonomi temelinde üretim ilişkilerine DOĞRUDAN DOĞRUYA ve BİRİNCİL KERTEDE ilgisi bulunan sosyal sınıflara dayanan siyasi partiler daha etkili olabilirler. Ne yaptıklarını bilirler, yapacaklarını bilince ve pratiğe kolaylıkla geçirebilirle!*. Çünkü bu imkânı ve bu gücü içinde yaşadıkları ve dayandıkları sosyal sınıfta bütünüyle bulurlar.
Zümre partileri, tabaka partileri kurulamaz mı? Kurulur. Hatta modern toplumda, bir paradoks gibi gözükse bile, en çok bu çeşit partiler kurulur durur. Çünkü Modern işveren sınıfı hergün biraz daha sayıca azaldığını görür. Durumunun, inceldiği yerden kopmaması için, SİYASI BİLİNÇLERİ elinden geldiği kadar karıştırmak ister. Bu da elden geldiği kadar çok bir sürü birbirini tutmaz, birbiriyle kayıkçı döğüşü yapan siyasi partiler kurulmasını kışkırtır. O yüzden her kapitalist ülkesinde sanki iktidarı alacakmış gibi önüne gelen zümre ve tabaka partileri her gün kurulurlar, dökülürler. Siyasi parti kurmak, maç seyircilerini eğlendiren spor kulüpleri kurmak çeşidinde ve anlamında olağan sayılır.
C- EGEMEN SINIFLARIN ALT SINIFLARI OYALAYIŞLARI
Büyük istikrarlı kapitalist ülkelerin egemen sınıfları kendilerinin ekonomi ve teş
kilat güçlerine güvenirler. Bu güvençle hiçbir sosyal zümre veya tabakanın partisini açıktan açığa yasaklamazlar. Öyle iken kendi sınıf diktatörlüklerini en demokratik gösterilen “şallarla dahi güç örtebilirler. Onların demokrasisi siyaset yahut idare yasakları gibi cılız engellere önem dermez. Ekonomik ve sosyal güçlerini kullanarak alt sınıf bilincini taşıyacak teşkilatlanmaları yaşatmamanın kolayını bulurlar ve öylece kapitalist sınıf diktatörlüğünü görünüşte olsun
“demokrat" kılıf içinde saklarlar.O zaman ileri ve “büyük demokrasiler”
adı verilen burjuva egemenliği ülkelerinde oynanan usturuplu oyunla karşı karşıya geliriz. Buralarda gerçi hiçbir parti “kanun zoruyla” kapatılmamış görünür. Hatta en aşırı akımlar isterlerse Komünist Partileri dahi kurmakta serbest sayılırlar. Bununla birlikte olaylara bakınca ne görürüz? Ülkenin bütün alınyazısı hep iKl SİYASİ PARTİ elinde kalır. Onların dışındaki her parti, yasak edilmemekle beraber, sahnede belli başlı hiçbir rol oynayamazlar. Egemen çifte partinin klasik anayurdu Anglo-Sakson ülkeleridir. İngiltere’de bir zamanlar MUHAFAZAKÂR - LİBERAL adlı iki parti vardı. Şimdi MUHAFAZAKÂR-İŞÇİ partileri sahneyi dolduruyor. Ingiliz burjuvazisi eski Muhafazakâr Partisinin adını bile de- ğiştirmeksizin olduğu gibi kalmasını sağlamıştır. Yalnız Liberal adı artık kapitalizmin 19. cu yüzyılında giyilen bir elbise olduğu için çıkarılmış, onun yerine LABOUR (Emek) yani İŞÇİ kılığına girilip 20. ci yüzyılın modasına uyulmuştur.
Amerikan kapitalizmi böyle bir moda değişikliğine dahi lüzum görmemiştir. Nasıl olsa büyük yığınları günlük yaşantı standardını yüksekçe tutarak kuzu gibi uslu bir sürü halinde kolayca güdebilmektedir. Öyle ise sahneyi tutan çifte partinin adlanna ve sembollerine bile dokunmağa yer yoktur. Eski Fil hortumlu CUMHURİYETÇİ parti ile eski Eşek kulaklı DEMOKRAT parti hiç istiflerini bozmaksızın politika tahtaravallisinin iki ucuna bütün ağırlıkları ile oturuvermişler- dir. Biri iner biri çıkar. Fakat her zaman aynı kapitalizm Amerikan milletinin sırtında taşıdığı egemenlik oyununu sürdürüp gider.
Şu “büyük demokrasilerin hiç değişmeyen fiili eşekti çifte partileri sınıf partileri midirler? Evet.
Hangi sınıfların partileridirler?Kapitalizmde böyle açık soruya hjçbir za
man açıkça karşılık verilemez. Kapitalizmin en büyük başarısı da en basit sorunların açık karşılıklannı verdirtmemekle sağlanır. Bu sayede belirli egemen sınıflar hiç burunları kanamaksızın boyuna iktidarda tutunabilirler. İktidarda tutunabilmenin birinci şartı, ikide bir memlekette “iktidar değişikliği” yapılıyormuş gibi, tahtaravallinin iki ucunda oturan çifte partiden birini yahut ötekini alaşağı etmek ve yerine sanki başka bir sosyal iktidar geçiyormuş gibi, yeni kabineler kurmaktır. Zengin ve kurnaz kapitalizmler ellerine geçirdikleri iktidarların SINIF KARAKTERLERİNİ böylelikle gözden kaçırırlar. Ve o sayede egemenliklerini ebedileştirirler.
Her kapitalist toplumun egemen sınıfı, iktidannı aksaksız yürütebilmek için iki politikayı gözden uzak- tutmaz:
1- Alt sınıf ve tabakaları herşeyden önce İŞSİZ BIRAKMAMAK.
2- Bundan sonra halkı ne yapıp yapıpKAFADAN SİLAHSIZLANDIRMAK.
Bütün akıllı yani gerçekçi büyük kapitalist demokrasilerin siyaseti bu iki başlı görevde toplanır. Bu görevi yerine getirmek için ÜST SINIF partileri bir şeye çok dikkat ederler. Memlekette bütün ekonomik ve sosyal problemleri hiç eksiksiz onlar ellerine almış görünürler. O görüntü ile bütün sosyal sınıf, zümre ve tabakalara temsilci olmak gibi ince bir işi yerine getirmek zorunda kalırlar.
Buna karşılık ALT SINIF partilerine hangi rol düşer? Bu, aynaya bakar gibi üst sınıf partilerine bakmakla öğrenilir. Politikada dahi çivi çivi ile sökülür. Alt sınıf partileri de ister istemez en az üst sınıf partileri kadar bütün sosyal ve ekonomik problemleri ele almak zorundadırlar. Aynca işçi sınıfı gibi ezilen ve sömürülen bütün sosyal züm-
Bir toplumda siyasi iktidara gelmek üzere savaşacak olan siyasi partilerin hangileri, en
gerçek ve mantıkçı! sonuçlu olabilir? Kendiliğinden bellidir. Her toplumun ekonomi temelinde üretim ilişkilerine DOĞRUDAN DOĞRUYA ve BİRİNCİL
KERTEDE ilgisi bulunan sosyal sınıflara dayanan siyasi partiler daha etkili olabilirler. Ne yaptıklarını bilirler, yapacaklarını bilince ve pratiğe kolaylıkla geçirebilirler.
re ve tabakaları kafadan silahlandırmak gerekir. Böyle halktan çıkmış ve burjuva egemen partilerinin tekerleklerine çomak sokan partilerin memleket meselesini sınıf bilinci ile kaynaştırıp ele almalan, politika problemini büsbütün karıştırır.
O yüzden bütün burjuva ülkelerinde politika alanı inadına karartılmış, göz gözü görmez bir mahşer yerine çevrilir. Bu alanda SİYASİ PARTİ’nin ne olduğunu kavramak en güç problem olur. Bu karanlıkta yönelmek için bir partinin hangi sosyal sınıf, zümre ve tabaka eğilimini taşıdığını kesince kestirmek birinci şarttır. Ancak bir siyasi partide bulunan EGEMEN EĞİLİMİ kavramak en ağır ve korkunç güçlükleri taşır.
Bir siyasi partinin İÇYÜZÜNÜ anlamağa engel olan başlıca iki yaman güçlük ortaya çıkar:
1- O partinin sosyal sınıf eğilimini iyi bilmek,
2- O bilince varıncaya dek karşılaşılan binbir pratik ve teorik tehlikeleri göğüsleyebilmek...
Bu iki güçlük de birbirinden aşağı kalmayacak kertede önemlidirler. Çünkü bir siyasi partinin sosyal sınıf eğilimini kestirmek ne denli çok bilgi, tecrübe isteyen uğraştı- ncı bir iş ise, tıpkı öyle, kesin bir kanıya varmak için yapılan girişimlerde insanların uğratıldıkları SUÇLANDIRILMALAR ve CEZALANDIRILMALARA karşı koyabilmeleri için en az o denli büyük cesaret, enerji ve uğraşı ister.
Şaka değildir. Egemen sınıflar 7 bin yıllık tecrübelerin mirasçılandırlar. Yüzlerce yıl bir avuç adam büyük toplum yığınlarını gütmüşlerdir. Gütmek için türlü kafaca ve bedence silahsızlandırmalara uğratmışlardır. Bu uğratışlarında yetmiş bin türlü kurnazlık edinmişler, kalleşlikler uygulamışlardır. O ebedi ve ezeli egemen sınıf oyununu bozmak, masallardaki sihirbazların büyüsünü çözmekten daha çetindir. Sınıflı toplum oldu olasıya üst sınıfların kaygıları ile yürütülür. Bu kaygıların en büyüğü; alt sınıfları ŞAŞKINA ÇEVİRMEK ve BİTKİN TUTMAK’tır. Bu alanda bizim yaşantımıza miras kalmış bitmez tükenmez çeşitler göz önüne getirilebilir.
Egemen sınıflar 7 bin yıllık tecrübelerin mirasçılarıdırlar. Yüzlerce yıl bir avuç adam
büyük toplum yığınlarını gütmüşlerdir. Gütmek için türlü kafaca ve bedence silahsızlandırmalara uğratmışlardır. Bu
uğratışlarında yetmiş bin türlü kurnazlık edinmişler, kalleşlikler uygulamışlardır.
Kültürümüze en yakın iki olayı alalım.Islam toplumunda Mekke’nin Tefecİ-
Bezirgân kodamanlan ilkin Ebu-Süfyanlar, sönra oğulları Muaviyeler İdi. Bunlar ülkücü “MUŞTULANMIŞ HALİFELER’ (Hü lefa’i Raşidin) iktidarını ele geçirmek istedikleri zaman ne yaptılar? Biliyoruz, Mekke kodamanlarının çoğu “GÖNÜLLERİ
' UZLAŞTIRILMIŞ” (Müellifetül-kulüp) denilen Müslümanlardı. Gönülleri neye uzlaş- tınlmıştı? Müslümanlığa... Nasıl uzlaştınlmış- tı? Para ile.
Yani pratik gerçekçi olan Hazreti Mu- hammed, Mekke kenti içinde bir an önce birliği sağlamak istiyordu. Ancak o birlikle
/ cihan görevine daha çabuk girişebilirdi.Müslüman olmamakta inatla direnen Mekke mütegallibesinin paraya taptığını biliyordu. Onları para ile Müslüman etmişti. Ganimetten bu kodamanlara da bir pay ayırmayı Kurana kadar soktu.
Yeryüzünde Müslümanlık büyük başarı-
lar kazanır kazanmaz, o parayla Müslüman olanların huyları tepreşti. Bütün ganimetlerin ve fütuhatın üzerine oturabilmek için, yürekten gerçek Müslüman olan “Muştulanmış Haüfeler”i (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali’yi) sona erdirmek istediler. Onlann devrimci gelenekleri derin Müslüman demokrasisi idi. Mekke vurguncuları son “Muştulanmış Halife" Ali’nin kişiliğinde Müslüman demokrasisini kökünden kazımağa kalkıştılar.
Dünyada herkesten çok Müslüman görünmek yollarını domuzuna kullanabildi.
Bu Antika örneğe çok dikkat edelim. Ali düşmanı kesilen askerler hangi sosyal sınıfın aygıtları idiler? Mekke’de Müslümanlığı yıllarca boğmaya çalışan ve boğamayın- ca para ile Müslüman olan, sonra demokratik Müslümanlığı halk düşmanı ve zalim uir iktidara çeviren ezeli müstebit TEFECİ- BEZİRGÂN sınıfının aygıtları idiler. Ancak bu sosyal sınıf sinsi karakterlerini gizleı^s-
Bugün yeryüzünde Finans-Kapitalist soyguncuları bir avuç Oligarşidir. Finans
Oligarşisinin oynadığı en büyük oyun, işçi sınıfını kandırmak için ne yapıp edip
herkesten çok işçi sınıfından yana görünmek oyunudur. O nedenle, bütün dünyanın ileri
geri bütün kapitalist sınıfları başlıca çabalarını hep aynı noktada odaklaştırırlar.
Ne ile? Gene Müslüman demokrasisinin temelinde yatan ilkel Sosyalizmin Barbar gelenekleriyle. Önlerine çıkan son engel Halife (Peygamber vekili) Ali idi. Onunla bahaneler bulup Sıffîyn savaşmasına giriş tiler. Mekke Tefeci-BezirgAn çocukları için din iman, bin mintan: çıkar ve para idi On lara Müslüman olmaları için Kuran htik müyle sağlanmış bulunan parayı ikinci “Muştulanmış Halife" Ömer ortadan kaldırmıştı. Ali daha da ileriye gidebilirdi.
Mekke vurguncuları İslam dini içinde seçimle iktidara gelen Cumhuriyet sistemini Antika müstebit krallığa çevirmek istediler. Ne var ki, Sıffîyn savaşında vurguncuların başı olan vali Muaviye. askerlerinin yenileceğini gözleriyle gördü. O zaman hükümlerini hiçe saymaya kalkıştığı Kuranı Kerimi mızraklarının ucuna asan Muaviye askerleri Ali ordusuna karşı durdular.
Vurguncular ordusu “MÜSLÜMANIZ" demek istiyorlardı. Oysa Mauviye partisi daha ilk günden para için Müslüman olmuştu. Şimdi para için isyan etmiş, para için Müslümanlığı pazara çıkarıyordu. Öyle iken, zengin aristokrat sınıfın öz Müslümanlığa düşman olan partisi, asıl fakir fukaranın gönülden benimsedikleri Müslüman partisine karşı daha Müslüman imiş gibi göründü. Bugün için inanılmaz sayılacak bayağı hakemlik kalleşlikleriyle asıl Müslümanlan önce aldattı, sonra öldürdü. Böylelikle Müslümanlığı ilk temiz, insancıl eğiliminden sıyırarak Derebeğileştirdi.
Zamanla, en demokratik cumhuriyet dini olan Müslümanlık, en zalim Halifelerin müstebitliği altına girdi. Zengin fakir kav- galan son derece keskinleşti, jktidarı elinde tutan üst sınıflar Müslüman halkı dış savaşlarla oyalayıp, sınıflar arasındaki iç çelişkileri uyuşturmak hinoğlu hinliğine başvurdular. Müslümanlıkta savaş ancak kutsal CİHAD idi. Cihad din düşmanı Hıristi- yanlara karşı açılırdı. Oysa burada o kutsal gaza prensibi yok edildi.
Sahte Müslüman Tefeci BezirgAn egemen sınıflar, Müslüman fakir halkını ezip harcamak üzere yoktan boğazlaşmalar kışkırttılar. Ve bu oyunlarını kodamanlara mahsus kitaplara Devlet idaresi usulü olarak geçirttiler.
Neticede Müslümanların ve Müslümanlığın ezilip yıkılmasına dek varıldı. Bütün o sömürü ve yıkılış yüzyıllannda Muaviye askerlerinin mızrakları ucunda KURANI KERİM asıldığı gibi. Müslamanlığı uçuruma götürenlerin bayraklarında da en koyu mutaassıp MÜSLÜMANLIK yazılıydı. Müslüman düşmanı sınıfın partisi, iktidarını Müslüman halkına karşı savunabilmek için:
bilmek için fakir halka en utanmazca yalanları yutturmanın yolunu buldular. Onların bu hilelerini keşfedip açıklayacak kimselere karşı neler yapmadılar? Şımartıp sivriltmeler. para ile satınalmalar. binbir Tari kat hilebazlıkları yetmediği zaman, idare iş kenceleri. resmi katliamlar birbirini kovala dı.
Tek neden: İktidardaki SİYASİ PARTİ- nin hangi sosyal sınıf partisi olduğunu sak lamaktı İşin içyüzünü açığa vurmaya kalkışanları bu yüzden en ağır ölüm cezalarıyla yok ettiler.
Modern çağda sosyal sınıf ilişkileri hayli duruldu. Kapitalizmde üstteki işveren sömürücü sınıfı, alttaki sömürülen işçi sınıfı arasında ayrım ve çelişkiler en göze batacak hale geldi iktidarı ele geçiren üst siyasi partilerin sosyal sınıf içyüzlerini örtbas etmek epeyi güçleşti. Fakat egemen sınıfların aldatma kaynakları tükenmedi.
Modern sömürücü sınıflar Antika Tarihten çok ders aldılar. İslam Tarihinde Tefeci- Bezirgânlar: halkın benimsediği MÜSLÜMANLIĞI kimseye bırakmamışlar, en ham sofu koyu Müslüman geçinmişlerdi. Modern çağda işçi sınıfının benimsediği akım SOSYALİZM’dir. işveren sınıfı Antika egemen sınıflar gibi, halkın benimsediği akımı, yani Sosyalizmi ele geçirmenin yollannı aradı ve buldu İslam Tarihinde Tefeci- Bezirgânlar nasıl Hazreti Muhammed’in fakir fukara ile ve kölelerle kurmuş olduğu Müslümanlığı savunuyormuş gibi görünerek baltaladılarsa, tıpkı öyle. Modern Tarihin sömürücü işveren sınıfı ile Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfı, fakir fukaranın dört elle sanldığı son umudu Sosyalizmi savunuyormuş gibi görünerek baltalamanın yollarını buluyorlar.
Bugün yeryüzünde Finans-Kapitalist soyguncuları bir avuç Oligarşidir. Finans Oligarşisinin oynadığı en büyük oyun, işçi sınıfını kandırmak için ne yapıp edip herkesten çok işçi sınıfından yana görünmek oyunudur. O nedenle, bütün dünyanın ileri geri bütün kapitalist sınıflan başlıca çabalarını hep aynı noktada odaklaştınrlar. Her yerde çarçabuk sahneyi tutan İŞÇİ PARTİLERİ yahut SOSYALİST PARTİLERİ kurdururlar. Amaçlan halkın sempatisini kendi ajanlarına kaptırıp ince yollardan sınıf bilincini körletmektir.
Bu oyunun en korkunç yanı şudur. Gerçekten işçi sınıfı partisi olan bir teşkilat da. sahte işçi sınıfı partisi olan bir teşkilat da aynı kitap üzerine (tıpkı vaktiyle Müslümanın ve münafığın Kuran üzerinde yaptıkları gibi) yemin edebilirler. Örneğin, Amerika’nın en büyük Sosyalizm düşmanı casus teşki-
latı CİA, dünyanın ileri geri bütün ülkelerinde her türlü gençlik ve işçi teşkilatlarının subaşlarını kesmiştir. O subaşlannda gerekince SOSYALİST, gerekince MARKSİST LENİNİST, gerekince KOMÜNİST, gerekince TROÇKİST, gerekince ANARŞİST olur Fakir halkın özlemlerini ve eğilimlerini dile getirebilecek her ad altında ak la gelen en keskin çıkışlı teşkilatlar kurar
Daha feci yanı da vardır. Finans-Kapital casus teşkilatlarının kurdurduğu İŞÇİ yahut SOSYALİST maskeli teşkilatlar: en gerçek sosyalistin söylediklerini ve yaptıkları nı özel öğretimden geçerek papağanca ez berlerler. Daha doğrusu Sosyalist formülleri en yüksek hoparlörlerden yayacak imkânlar ve adamlar Finans Kapitalin emrin dedir Egemen sınıfların iktidar partileri, gizli açık devlet cihazları, polis ve casus teşki lâtları, maskeli maskesiz kapitalist veyâ de rebeği artığı dernek ve kurulları hep o sah te işçi partisi veya sosyalist partisi veya komünist partisi kanallarına binbir maddi ve manevi yardım akıtırlar.
Böylece kapitalist sınıfların destekledikleri, çoğu zaman yavuz hırsızın ev sahibini bastırması rolüne çıkarlar. Ansızın çok et keıı ve parlak kişiler, işitilmemiş propagan da ve tahrikat biçimleriyle sahneyi doldu rurlar Beklenmedik yıldırım çabukluklarıyla başarılara ulaştırılırlar.
Bunun tam tersi de olağandır. Sahneye çıkarılmış sahte işçi veya sosyalist partileri ne karşı olmadık güçlükler icadedılir Ka lantor işveren ve ağa partileri, iktidarları ve sınıfları para ile tutulmuş kişiler ve teşkilatlarla sahte işçi partisini görünüşte baskılara uğratırlar. Kanun adına kışkırtılmış res mi, gizli ve açık şahsiyetler veyahut şebekeler el altından yapma saldırılara geçirtilirler. Halk bu manzara önünde: sahte işçi ve sahte sosyalist partilerinin sahici ve namuslu teşkilatlar olduklarına daha kolayca kanar.
Tek sözle Kapitalizm, sahte olmak şar- tiyle, çarçabuk ün kazandırılan ve göklere çıkarılan sosyalist işçi partilerini de, uzun süre “mağdur", eziyet çekmiş, baskılara uğra mış görünen sözde sosyalist işçi partilerini de, kendi sınıf egemenliğini daha uzun ömürlü kılabilmek için kullanır. Bu gerçek liğin en klasik örneği bugün İngiltere’de yüzlerce yıllık sosyalist harekete mirasçı olduğunu ilan eden İŞÇİ PARTİSİ’dir Bu İşçi Partisi olmasa. İngiliz kapitalizminin ayak ta durması düşünülemez.
D- 20. ci YÜZYILDA ÇİFTE PARTİNİN ANLAMI
Ingiltere’de ve Amerika’da ÇİFTE PARTİ var Hatta bu iki Emperyalizm, ikinci Cihan Savaşından sonra Türkiye'de birbirinin yerine geçerken, Amerika kanalıyla De
ingiltere’de MUHAFAZAKÂR PARTİ: dolaylı yoldan kapitalistleşmiş Antika toplum kalıntısı Lordların, açıkça BÜYÜK TOPRAK VE MÜLK SAHİPLERİ’nin kendi öz ideal partisidir. Amerika’da DEMOKRAT PARTİ: Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfının partisidir. CUMHURİYETÇİ PARTİ: Kapitalist sınıfının kendi ideal öz partisidir. Genel Olarak Çifte partilerin Anglosakson ülkelerinde doğup yerleşmesi, bu sosyal sınıf kökünden gelmiştir.
Ne var ki, heyey gibi bu klasik büyük demokrasilerin meşhur tahtaravallici Çifte Partileri de zamanla değişikliklere uğramıştırlar.
İngiltere’de ve Amerika’da BURJUVA DEMOKRASİSİ denilen Parlamenter rejimi iki siyasi parti yürütür. Çünkü İngiltere ve Amerika’da iki egemen Modern sosyal sınıf güçlü siyasi teşkilata sahiptir: “DEMOKRASİ” kitaplarda her sosyal sınıfın ve zümrenin dilediği siyasi partiyi kurmak hürriyeti gibi anlatılır. Bununla birlikte, 19. cu yüzyıl boyu yeryüzünde en klasik hürriyetlerin bulunduğu söylenen İngiltere'de ve Amerika'da alt sınıfların gerçek politika teşkilâtları yaşatılmadı.
19. cu yüzyılın Serbest Rekabetçi kapitalizmi ayakta durdukça, üst sınıfların ülke gelirlerini ve güdümünü paylaştıkları düşünce borsası durumunda olan Parlamen- toculuk da klasik biçimini korudu, ileri kapitalist ülkelerinde sosyal sınıflar ve siyasi partiler oldukları gibi kaldılar. İki üst sosyal sınıf, bütün öteki sosyal sınıfların ve tabakaların eğilimlerini kendi kanatları altında topladı. Siyasi partiler de üst sınıflara uygun Çifte Parti durumundan çıkmadı.
2ü. ci yüzyıl ile birlikte Kapitalizmin yapısı tersine döndü. Bu tersine dönüşün konumuzla ilgili önemli olayları şunlar oldu:
Serbest Rekabetçi kapitalist sermaye, Tekelci Finans-Kapitale dönünce: Modern kapitalizmde görülen iki ayrı klasik üst EGEMEN SOSYAL SINIF yapı değişikliğine uğ radı. Doğrudan doğruya Kapitalistler sınıfı ile Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfı bütün zümreleriyle ekonomi ve politika sahnesini doldurur olmaktan çıktılar. Her iki sınıftan katma ve karma elemanlar bir- birleriyle kaynaştılar. Böylece biricik FİNANS-KAPİTAL.İSTLER zümresi doğdu ve bu zümre Kapitalizmde herşeye egemen oldu
Dikkat edelim İki SOSYAL SINIFIN ye riııe bir tek SOSYAL ZÜMRE geçti. Bu durum klasik sosyal sınıf ilişkilerinde yaman bir altüstlük demekti. Bu altüstlük ister istemez sosyal sınıf ilişkilerinin kaçınılmaz ürünü olan SİYASİ PARTİLER’in ahnları- na kendi damgasını vuracaktı ve vurdu.
19. cu yüzyılda DÜNYA YAĞMASININ HEGEMONYASI hemen hemen tek başına İngiliz kapitalizminin tekelinde idi. Dünya piyasalarının Kâbe'si Londra idi. Onun
Serbest Rekabetçi kapitalist sermaye, Tekelci Finans-Kapitale dönünce: Modern
kapitalizmde görülen iki ayrı klasik üst EGEMEN SOSYAL SINIF yapı değişikliğine
uğradı. Doğrudan doğruya Kapitalistler sınıfı ile Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfı bütün zümreleriyle ekonomi ve politika
sahnesini doldurur olmaktan çıktılar.
mokrasi adına Türkiye’ye Çifte Parti öğüt lediler. kapitalist demokrasinin Çifte Partileri hangi sosyal sınıfların partisidirler?
Egemen olan doğrudan doğruya Kapitalist sınıfı ile'Büyük Toprak ve Mülk Sa hipleri sınıfının siyasi partisidirler.
I için, Dünyayı soyan İngiliz kapitalizmi, sağladığı AŞIRI KAR (sürprofit)i hep Büyük Britanya adacığına yığabildi. O aşırı-kârla(..... ) İngiltere’nin iki egemen sosyal sınıfı:Kapitalistlerle Lordlar beslenip doyuruluyor, ayrıca İşçi sınıfı içinden insanlar satınalıııa-
biliyordu.20. ci yüzyıl ile birlikte ekonomik ve po
litik dünya bunalımları başladı. Hele Birinci Emperyalist Evren Savaşı, getirdiği bunalımlarla birlikte Dünya hegemonyasını da iki türlü ihtilale verdi. Sovyetler ihtilali yeryüzünün altıda birini Kapitalizmden koparmakla kalsaydı ne iyi idi. Kapitalizm sektöründe de hegemonya ihtilali patlak verdi.
İngiltere’de ve Amerika’da BURJUVA DEMOKRASİSİ denilen Parlamenter rejimi iki
siyasi parti yürütür. Çünkü İngiltere ve Amerika’da iki egemen Modern sosyal sınıf
güçlü siyasi teşkilata sahiptir: “DEMOKRASİ” kitaplarda her sosyal sınıfın ve zümrenin
dilediği siyasi partiyi kurmak hürriyeti gibi anlatılır.
Avrupa’nın eski emperyalistleri kanlı savaş oyununu oynamışlardı. Bu oyunda parsayı Birleşik Amerika toplamıştı. O sayede Dünya yağmasının ağırlık merkezi Eski Dünyanın İNGİLTERE’sinden, Yeni Dünyanın BİRLEŞİK AMERİKA DEV- LETLERİ’ne geçti. Amerikan kapitalizmi yeryüzünün en yüksek Aşırı-Kârı ile en parlak yaşama standardını Amerikan tebası- na sağladı.
En yüksek yaşama standardı sağlanan Modern kölelerin, işçi ve emekçi yığınlarının kendi egemen çevrelerinden başka bir isteyecekleri kalabilir mi? Medeni parklarda yatıp, aç kaldıkça şehirden şehire yük vagonlarına kaçak binen ve Federal Polisçe maymun sürüleri gibi kovalanan ayaktakımı mı? Onlar nasıl olsa bir lokma ekmeğe satınalınacak bir soysuzlaşma içine sokulmuşlardı. Beyazlann kızınca linç ettikleri kara derili ve kara talihli insanlar mı?Onlar nasıl olsa millet çoğunluğunca bir “Dokunulmazlar” durumuna itilmişlerdir. Ortaçağın Ghetto’larını, Modern çağın Konsantrasyon kamplarını andıran kapalı bölgelerde hapsedilerek Amerikan dünyası dışına atılmışlardır. Atalarından kalma Kölelik gelenek ve görenekleriyle, başkaldır- maksızın sürüklenip giderler.
Yeter ki üst tabakaya egemen olan FİN AN S-KAPİTAL zümreleri içinde birlik ve dirlik korunabilsin. Bu nasıl olacak?
Kendiliğinden. Üretimin hemen hemen bütün dalları nasıl olsa birkaç yüz milyarderin kontrolündedir. O birkaç yüz milyarder ise, birkaç ulu bankanın “harem’i isteminde” derleşik, kaynaşık ve birleşiktirler. Bütün Amerika’nın ve bütün Dünyanın candamarlan o birkaç yüz Finans Kapitalist ailesinin emrinde daralıp genişler.
Bu gidişin politikadaki karşılığı: gelenekcil DEMOKRAT CUMHURİYETÇİ tahtaraval- lisidir. Bu oyunu değiştirmekte hiç yarar aranamaz. 19. cu yüzyıl usulü biri iner, ötekisi biner. Sıkı günde ikisi birbirine taş çıkartır.
Amerikan milleti mi? O, alışmış kudur muştan beterdir. Holivud’un bacak arası,Teksas’m keskin nişancılığı, asi gençliğin saç sakal uzamış motosikletli şampanzeleri, Şeriflerin bıyık altından gülüp Hür Basının reklam ettiği haydutluklar. Bütün bu kargaşalık içinde, vur patlasın çal oynasın,Amerikan kalabalıkları gangster saklambacı oynarlar.
öylesine bunaltılmış kamuoyu önünde Çifte Partiler adlarını bile değiştirmeye gerek bulmazlar. Diledikleri gibi, kongrelere oy müteahhidi Lobby’lerin gönderdikleri üyelerle toplanırlar Herkesin oııunde se
73
natörleri, milletvekillerini, valileri, hakim- x leri seçerler. Perde arkasında Mafia'ları, Cİ-
A’ları, Ku Klux Klanları, yani eli silahlı gizli güdücülerini seçerler. Bu seçimler “DE- MOKRAShnin son sözü olur, imtiyazlı Finans-Kapital oligarşisine hiçbir engel bırakılmaz. Akıl vermeye kalkışacak kimse. Cumhurbaşkanı da olsa, kim yurduya getirilir. Böylece herkes “HÜRRİYETİ SEÇMİŞ” ve uygulamış olur.
Küçükburjuva kalabalıktı veya küçükburjuva ruhlu bir toplumda PARTİLER FURYASI
kaçınılmaz şeydi. Anglosakson ülkelerinde kapitalizm kendi demir disiplinini aşırı-kâr
sayesinde beslediği ÇİFTE PARTİ demokrasisi ile dayattı. Geri kalan ülkelerde
Kapitalizm bunun zıddını yaptı. İsteyenin dilediği partiyi kurmasına göz yumdu. Varsın
ortalık alabildiğine karışsındı.İngiltere böyle mi?Hayır. İki Emperyalist Evren Savaşı ko
ca Emperyalist İngiliz’de ne kol, ne kanat bırakmıştır. Doğru dürüst sömürge ve yararlı nüfuz bölgeleri bile sağlam kalmamıştır. O yüzden “Aşırı-Kâr" temelleri iyice aşınmıştır. 19. cu yüzyılın egemeni üst Kapitalist ve Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfları bile sınıf olarak Arafat’ta bırakılmış lardır. İçlerinden en kodamanları o sınıfla n bir çeşit “Ekspropriasyona (mülklerinden etmejye kararlı ve mecbur olmuş bir Finans-Kapital zümresi halindedir.
Gerçi ikinci kerte kapitalistlerle ikinci ker- de Mülk ve Toprak Sahipleri mülklerinden edilmediler. Ama aşın-kâr kaynaklarından yoksun kaldılar. O bakımdan Finans- Kapital hizbi dışındaki kapitalist ve mülk sahibi sınıflar, söz yerinde ise, (kodamanlara bakarak) “PROLETERLEŞME”ye uğradılar, Aşın kârdan pay alamayan bu ikinci kerte kapitalist ve mülk sahibi sınıflar, “VAHŞİ" adıyla damgalandılar. Tekelci sermaye dışında eski üst sınıf geleneklerini savunamadılar. Gelenekcil LİBERAL partileri çöktü. “Vahşi” üst sınıflar nasıl bir çeşit, işçi sınıfına doğru itildilerse, tıpkı öyle. Liberal Par- ti’nin yerine LABOUR PARTY (İşçi Partisi) geçirildi.
Yeni kartlarla eski oyun oynanmaya başlandı. İki klasik egemen kapitalizm metro- polunda (İngiltere ve Amerika’da) ÇİFTE PARTİ sistemi olduğu gibi kaldı. Bu partiler ister Muhafazakâr, ister Liberal, ister işçi, ister Demokrat, ister Cumhuriyetçi etiketlerini taşısınlar, hiçbir şeyi değiştirmedi. İçyüzlerinde hep iki belli başlı modem sömürücü sınıfın (Kapitalist sınıfı ile Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfının) maskeli yahut maskesiz iktidarını yaşattılar.
Gerek İngiltere’de, gerek Amerika’da egemen iki sosyal sınıf bile, sınıf olarak egemenliklerini Finans-Kapitale ipoteklediler. Kendileri bir zümre plütokrasisinin buyruğu altına geçtiler. Böyle iken politika sahnesinde sanki demokratik 19. cu yüzyıl oyunu oynandı. O çağın siyasi partileri eski adlarıyla sahnede idiler. O sayede gös-
- terişli bir parlamento oyunu ile Finans-Kapitalin sömürüsü ve baskısı maskelenip yürütüldü.
Ya İngiltere ve Amerika dışında kalmış öteki kapitalist metropollarda ne oldu?
Orada kapitalizmin geç veya güç gelişmesi yüzünden, keskin sınıflaşma nisbeten amortize edildi. Toplum kapitalizme girdiği halde, kapitalizmden önceki Derebeyi artığı sosyal tabakalar hem kendi varlıklarını, hem de gelenek ve göreneklerini oldukça muhafaza ettiler. Kimi ülkelerde millet nüfusunun büyük bölüğünü bu Ortaçağ ar-
tığı sosyal tabakalar teşkil etti. Fransa’da olduğu gibi, spekülasyoncu Finans-Kapital o küçük mülk özentili insanları kendi kuma- nna oturtmayı becerdi. Para ve hisse senedi ve tahvilat alıp satmaları küçükburjuva yığınlarını büyük sermayenin kuyruğuna takılmış büyük kuru kalabalıklar biçimine soktu.
Kimi ülkelerde küçükburjuvazinin sayısı azaldı. Ne var ki, milletin kapitalizme geç gelme ve sonradan görme hevesleri azıttı. Millet yapısında ve ruhunda iflah olmaz küçükburjuva eğilimleri olduğu gibi kaldı. Zengin Almanya’da işçi sınıfı bile, en pis Prusya ağalığının Derebeyi artığı molozlarından bir türlü kurtulamadı.
Küçükburjuva kalabalıklı veya küçükbur juva ruhlu bir toplumda PARTİLER FURYASI kaçınılmaz şeydi. Anglosakson ülkelerinde kapitalizm kendi demir disiplinini asırı-kâr sayesinde beslediği ÇİFTE PARTİ demokrasisi ile dayattı. Geri kalan ülkelerde Kapitalizm bunun zıddını yaptı. İsteyenin dilediği partiyi kurmasına göz yumdu. Varsın ortalık alabildiğine karışsındı. Her kafadan ne kadar Çok ses çıkarsa, insan beyinleri o kadar çok dumanlanırdı.
Nasıl olsa her parti kendi yapısıyla millet içinde bölünmeleri artıracaktı. O parça- lılık ortasında en devrimci sosyalist partiler bile kişiliklerini kolay tanıtamazlardı. Egemen sınıfların tekellerinde Finans ve Devlet mekanizmaları vardı Bu sayede her politikanın başına çarçabuk en pisi pisine kariyerist küçükburjuva elemanlan geçirilebilir ve hareket soysuzlaştınlabilirdi.
Modern işçi sınıfının duru bilinci o kargaşalık yüzünden bulandınlırdı. Proletaryanın sınıf bilincine kesince kavuşmayan her parti ise, dilediği kadar “aşın" olsun, çarçabuk anarşist ve benzeri kaçıklıklara düşü- rülürdü. Böylelikle bütün akımlar önünde sonunda egemen kapitalist sınıflarının değirmenine su götürecekti.
Çok partililik kapitalizm kurdunun sevdiği dumanlı havaydı. Bir sürü partinin yarattığı bulanık suda balık avlamak kapitalizm için alışılmış bir zanaattı. Çok parti kaosu (mahşeri) sonuçsuz, verimsiz, ikircikli düşünce ve davranış kargaşalıklarına elverişliydi. O kanşıklıkta geniş küçükburjuva yığınları bunalırlar, küçükburjuva eğilimleri azıtırdı. En sonunda çıkar yol bulamayan büyük yığınlar Finans-Kapital zümresinin yumruğu altına sığınmak zorunda kalırlardı.
curcunalan memleketi çarçabuk Babil Ku- lesi’ne çevirir. Oligarşi zümresi Finans- Kapital ve devlet ağalanyla yüzyıllardan bert kurulu dalyanında gittikçe daha bereketli avcılıklar geliştirir.
Ingiltere ve Amerika dışında kalan irili ufaklı kapitalist ülkelerde “DEMOKRASİ" adı verilen ÇOK PARTİLİ oyununun anlamı budur.
Bu oyunda tehlike yok mudur? Küçükburjuva kalabalıkları her an her şeyi tersine çevirmeye hazır anarşistlerdir. Bir gün gemi azıya alırlar, ne Finans-Kapitali, ne devleti dinlemeyip işçi sınıfına katılmaya kalkışırlarsa ne olur?
Küçükburjuvazinin ikisi beşi bir araya güç gelir Bir araya gelseler, her biri kendi başına buyruk “büyük lider” olmak sevdasına kapılır. O zaman yavrularını çiğneyen şaşkın kuluçka tavuğa döner, ortalığı birbirine katmaktan başka türlü kurnazlık ve kararlılık gösteremezler.
Azıtacak küçükburjuva maskaralıktan saman alevi kadar ömürsüz olur. Finans- Kapitalin gizli açık, silahlı silahsız resmi güçleri büyüktür. Sokaklar dolusu zavallı insanlar yarı aç ve işsiz bırakılmıştır. Bunların içlerinden maaşı verilince Cehenneme dahi gidecek pek çok insan bulunur. Bu gibiler belli bir kılık ve para ile gizli açık sivil çeteler halinde teşkilatlandırılır. Öteki aç ve işsiz kardeşleri üstüne saldırtılır Emperyalist politikanın bu oyununa adıyla sanıyla FAŞİZM denir,
Bir avuç Finans-Kapital plütokrasisi elindeki müthiş sermayeye, müthiş devlete, müthiş orduya ve müthiş polise güvenir. Silahlı şebekeler kısaca ayarlanır. Açı aça. işsizi işsize. kardeşi kardeşe, babayı oğula düşürmenin çeşitleri becerilir. Halk tabakaları halk tabakalanna ezdirilir, insanlara yazık mı olur? Kapitalizm için “it de ölürse kârdan. kurt da ölürse kârdandır” Çivi çivi ile sökülür.
Bugün kapitalist dünyada tümüvle oynanan SİYASİ PARTİLER OYUNU kısaca budur.
E- KAPİTALİZMİN SOSYALİZME “İZİN” VERİŞİ
Modern tarihte işveren sınıfı sahneye “SOSYAL DEVRİM" ile çıktı. O gün bugündür, sosyal devrim işveren sınıfının tekelin
Çok partililik kapitalizm kurdunun sevdiği dumanlı havaydı. Bir sürü partinin yarattığı bulanık suda balık avlamak kapitalizm için
alışılmış bir zanaattı. Çok parti kaosu (mahşeri) sonuçsuz, verimsiz, ikircikli düşünce ve davranış kargaşalıklarına
elverişliydi. O karışıklıkta geniş küçükburjuva yığınları bunalırlar, küçükburjuva eğilimleri
azıtırdı.Kapitalizmin küçük çıkarlar anaforuna
kapılmış bir ülkede insanlar günlük dalaverelerinden başka işe vakit bulamazlar. Bu ülkelerde işçi sınıfı azınlıktadır. Küçük müjk. sahipleri yerlerdi sürüngenliğe yatkındır. Açlıktan ölürken gözü çöplükte kalan* kuş beyinli horozlara benzerler. Bu şaşkın kalabalıkları Finans-Kapital kendi sandıklarına oy davarlan gibi ürkütmenin kolayını her zaman bulur.
Bırakın herkes istediği partiyi kursun. Partiler ne denli çoğalırsa, ezilen ve sömürülen alt sınıf ve tabakaların dünyayı net görmeleri o denli imkânsız olur. Demokrasi panayırında bol bol çıkarılan politika
de meşrulaştı. İşveren sınıfı iktidara gelince bütün siyasi hareketle* burjuva açısından “MEŞRU” kılındı. Kapitalizmin işine gelmeyen, doğrudan doğruya İŞÇİ SİNI- Ff’nın devrimci bilinci lanetlendi. Her ileri halk hareketi gerekince kanla ateşle boğuldu.
1789 “BÜYÜK FRANSIZ İHTİLALİ”: Burjuva ihtilali olduğu için, hem “ULU”, hem de “MEŞRU" sayıldı'. O ihtilal içinde motor halktı. Devrimci halk yığınları kendi devrimci eğilimini Jakobenlerde buldu. Ja- kobenler teşkilatlanıp düşüncelerini davranışa çevirir çevirmez, burjuvazi tapayı attı-. İşveren hürriyetinin maskesini düşürdü.
74
»■
Artık maaşlar 11U bm Frdiıkd çıkarıldı Kapitalistlere iktidar sayesinde en yağlı ye lirler kdyırıldı O zamana dek devrimin göz bebeği sayılan basın hürriyeti çiğnendi Ga zetelere imzasız yazı yazmak ydSdkidiıdı İŞ sizlere bir ekmek parası sağlayan satıcılık lârı pldkaya bağlandı Plakasız iş yapmak suç oldu Böyle rızkını daralttığı halkın mu messıllerıııi değiştirme hakkını da enyelle di ve kulüpleri karıştırmaya başladı “Patıı otizmi (yanı yurtseverliği), patruyulızıne (yanı karakol devriyecılığıne) kovdurdu".
mak", yahut 'fabrikatör olmak” her kula na sıbolmaz. Bu sefeı zenyınleşınek sevdası nın parlak kuruntu tahtından teker meker yuvarlanan oıta ve kuçuk kapitalistlere bir umut kapısı açmak gerekir Bu kapı işçi sı ıııfıımı "SOSYALİZM" yeteneğinde yızlıdır
Her birinin yüreğinde fabrikatörlük ve milyonerlik aslanı yatan burjuvaların Sos yalızın safına atılmaları bir çeşit kariyer, ku lalı kapına oluı Omdan fabııkatorlüğe. mil yonerhğe değme kapılar açan iktidar fırsat laıı yakalanır Bu uğurda küçücük Türkı
Devrimci halk hareketlerini kapitalizm uzun süre kanla boğdu. Ondan sonra kendi sosyal
temellerini oturaklaştırmak gereğini anladı.Bunun için tek çıkar yol, sosyal sınıflar
arasındaki keskin sınır ayırtlarını kaldırmak, sınıf çizilerini birbirlerine karıştırmak oyunu
olabilirdi. Bu oyunun başında Sosyalizme “İZİN” vermek geldi. İşveren sınıfı çapını ve
gücünü kendi belirteceği bir sıra “ Sosyalizmler” kurdu.
1792 yılında artık halkın silahlı kuvvet lerde rol alınası yeteneği oltadan kaldırıl dı 'GAKI) NASYONAL" ('ııııllı muhafız ) adını alan yeni silahlı kuvvet teşkilatı yal ııız işveren çocuklarından kuruldu Jako betiler: "YAŞASIN MİLLET. YAŞASIN DONSUZLAR!", yahut 'KAHROLSUN KRAL. KAHROLSUN KOCA DOMUZ!" diye istedikleri kadar bağırsınlar Jakobeıı lere ve Jakoben yanını tutanlara karşı 95D İsviçreli aylıklı asker, 200 asilzade ve 2 3 bin burjuva çocuğu silahlandırılıp çıkarıldı Bunlar: 'YAŞASIN KANUN! YAŞASIN KRAL!" diye karşılık veriyorlardı
Jakobeııler 9 10 bin kişiydiler. Ama si lahları kötüydü Kumandasızdılar 4 bin tü fekli. 11 toplu gerici silahlı yüçler. 'VİL CANAİL" (pis ayaktakımı), “DE GUENİL.LE" (hırpaniler) dedikleri devrimci yurttaşların üzerine kurşun yağdırıp hepsini kılıçtan geçirdiler.
1793 yılı İşveren sınıfı ekonomik balta lamalara girişti Böylece Jakobenlerin 'DEVRİMCİ H()KÜMETl"ni halkın gözün den düşürdü. Büyük devrimcilerin terör günlerinde kan dökmelerinden yakınan iş veren sınıfı, insan giyotinlemekte, adam öl dürtmekte devrimci teröre taş çıkarttılar.
1830, 1848, 1871 yılları halk işveren sı nıfı tarafından kışkırtıldı. Ayaklanmalarda halk kendi kurtuluşunu kendi gücünden beklemıye başlayınca, işveren sınıfı ters döndü En gerici insanlarla el ele verip, devrimi yaratmış bulunan halkı ve kendi öz milletini bire dek kırmakta gözünü kırpma dı.
Tarihte işveren sınıfının la kendisi her za man budur. Onun Burjuva Demokrasisi dediği şey başka türlü olamaz. Ne var ki, Kapitalizm oldu olasıya kendi kendisini kemiren bir sosyal üretim temeline dayanır. Burjuvazi ilk iktidar günlerinde (bizim DP ve AP liderleri gibi) her mahallede bir mil yoner yarattı. Bu olayı bütün ülkede herkesin kapitalist olabileceği parolası ile reklam etti Bu curcunah ilanlar bütün kapitalist heveslilerine tayyare piyangosu gibi sevimli geldi. Bununla birlikte, S Demirel’in “Herkes fabrikatör olacak” sözünün anlamı yalnız işveren sınıfını umutlandırabilir.
Kapitalizm biraz gelişti mı, sermaye sant- ralizasyonu (merkezileşmesi, yaygınlığına derleşip toplaşması) ve sermaye konsant rasyonu (koygunlaşması, yani yüksekliğine derleşip toplaşması) kaçınılmaz olur Ka pitalist sınıfının kendi içinde bile ufaklar ve cılızlar rekabetle alaşağı edilir. ‘Milyoner ol
yenin bile ne tükenmez örnekleri vardır Ta eski 'AMELE TEALİ CEMİYETİ" liderle tinden az mı milyonerler göıduk... Hele şimdi Amerikan yardımı çağında nice yeni sağlı sollu, hatla sosyalist basit "Sendika" yöneticileri han. apartıman, fabrika sahibi olu oluverıııektedırler.
Bu kıssalardan işveren sınıfının çıkardığı hisseler çok oldu Devrimci halk hareketlerini kapitalizm uzun süre kanla boğdu Ondan sonra kendi sosyal temellerini otu raklaştırmak gereğini anladı Bunun İçin (ek çıkar yol, sosyal sınıflar arasındaki keskin sınır ayırtlarını kaldırmak, sınıf çizilerini birbirlerine karıştırmak oyunu olabilirdi. Bu oyunun başında Sosyalizme “İZİN” vermek geldi. İşveren sınıfı çapını ve gücünü kendi belirteceği bir sıra "Sosyalizmler" kurdu. Bu Sosyalizmlerin subaşlarını kendi burjuva eleman larııra kestirdi. İç ve dış işveren çıkarlarında sosyalistleri kullanma fırsatını kaçırma dı. izinnameli ve patentli sosyalizmlerin an laını bu oldu.
İşveren sınıfının Sosyalizme karşı göster dıği “TOl.E'KANS” daha 19 cu yüzyıl so ııunda başladı Hele 20. ci yüzyılda o yol dan yürümek kapitalizm için büsbütün gerekli Çünkü işveren sınıfı içinden bir tek Finans Kapitalist grubu herşeyi tekeline al mıştı. Kapitalist sınıfının öteki zümrelerini “VAHŞİ” saydırıp saf dışı etmek veya ezmek olağandı. O zaman işveren sınıfının geri kalan epeyce kalabalık bütün öteki zümreleri, irili ufaklı işverenler ve çoluk ço cukları “SOSYALİZM” alanında talihlerini denemek yoluna düştüler
Bugün Kapitalizm ancak öyle bir BUR JUVA SOSYALİZMİ’nin yarattığı “EMNİ YET SÜPABl" ile ayakta durabiliyor. Bu emniyet sübapı sayesinde bir taşla birçok kuşlar vuruluyor. Bir yandan yer yer pasla nıp delinmeye yüz tutmuş Emperyalizm kazanının patlaması önleniyor, ö te yandan asıl amaç işçi sınıfını avlamaktır. İşçi sınıfı her eğiliminde Sosyalizme dört elle sarılı yor işçi sınıfının namuslu ve bilinçli hareketini en iyi baltalamak, ancak arkadan vurmakla başarılı olur. Onun için proletaryanın hareketi burjuva sosyalizminin pis perdeleriyle göz gözü görmez hale getirilir ve tanınmaz kılıklara sokulabilir.
İşte iki sosyal üst sınıfın (KAPİTALİST ve BÜYÜK MÜLK TOPRAK SAHİPLERİ sı nıflarının) meşhur iki klasik “ÇİFTE PARTİSİ" dışında başka birçok partilerin pi yasaya dökülmesi böyle oldu Özellikle "İŞ
Çİ PARTİl ERİ”ne. yahut “SOSYALİST PARTİl ERİ’ne. hatta “KOMÜNİST PARTİLERİ" ne karşı işveren sınıfının 'TOLERANS” göstermesi, gerekince el al tından yardımlarda bulunması o gerekçe ile oldu
Hele sömürge ve geri ülkelerden aşırıl- miş “AŞIRI KÂRLAR la zenginleşen Emperyalist metropollarında yetmiş yedi buçuk türlü ‘SOSYALİZM” oyunları ortaya döküldü İşçi sınıfının içinde bir kaymak tabakası satın alınarak, işçi kuçukburjuva- ları ve burjuvaları haline getirmek epey kolaydı Onun için Emperyalizmin büyük metropollarında işveren sınıfı her türlü “DEVRİMCİ” partileri denedi Bu deneyişin yarattığı kargaşalık içinde, ölüm çağına girmiş bulunan kapitalizm, hem bir “MEŞRUİYET” (dokunulmaz haklılık) ve hem de bir “İSTİKRARLILIK” (tutarlılık) kazanıyordu Eski yırtıcı kanlı silah zorlama larından vazgeçilmişti. Şimdi maddi silah lardan daha büyük, daha yaygın ve etkili olan MANEVİYAT (moral) silahı kullanılır oldu
Geri ülkelerin işveren sınıfları kendi ağababaları olan Batı emperyalizmini, her alanda olduğu gibi, sosyalizm alanında dahi taklit ettiler. Buralarda burjuva, küçükbur juva sınıf ve tabakaları bınbir çeşit hoşnutsuzlukla kıvranıyordu Onun için hemen her sınıfın ve her zümrenin ve tabakanın uydurduğu ve uydurabileceği sürüyle sos yalızıııler ortalıkta cirit atmaya başladı. Ar tık emperyalizm bile sosyalızııısiz nefes alamaz oldu Finans-Kapital zümresinin bile bir sosyalizmi fışkırdı: NASYONAL SOSYALİZM (Nazilik)
Toplumu Babil kulesine çevirmek sırası böylece 'Sosyalizme düştü Sosyalist akımlar birbirlerine düşürüldü Kritik anda sosyalizmle uğraşanlar artık işveren sınıfı de-
Bugün Kapitalizm ancak öyle bir BURJUVA SOSYALİZMİnin yarattığı “EMNİYET
SÜPABl” ile ayakta durabiliyor. Bu emniyet sübapı sayesinde bir taşla birçok kuşlar vuruluyor. Bir yandan yer yer paslanıp
delinmeye yüz tutmuş Emperyalizm kazanının patlaması önleniyor. Öte yandan asıl amaç
işçi sınıfını avlamaktır. İşçi sınıfı her eğiliminde Sosyalizme dört elle sarılıyor. İşçi sınıfının namuslu ve bilinçli hareketini en iyi baltalamak, ancak arkadan vurmakla başarılı
olur. Onun için proletaryanın hareketi burjuva sosyalizminin pis perdeleriyle göz
gözü görmez hale getirilir ve tanınmaz kılıklara sokulabilir.
ğil, gene sosyalist olanlardır Sosyalist olanların en gerici davranışı maskelemek için kullandıkları strateji ve taktık, herkesten önde gitmek ve sözde aşırı-devrimcilik yapmak oldu.
Aşırı lakırdıları ciddiye alıp uygulamaya geçenlere karşı sosyalist örgütlerin sınırlı mekanizmaları işletildi Herkesten ileri gidenlerin ihtiyatsız davrandıkları ve Faşizmi çağıracakları öne sürüldü. Yapma manevralarla halk ve işçi sınıfı geriye doğru itilir ve bezdirilirken, ‘PARTİ DİSİPLİNİ’ perdesi altında gizlenildi. Yığınlann bilinçlice düşünme ve davranmaları “başı bağlanmış” du- ’ ruma getirildi.
Bütün bu şartlar altında “Sosyalist Partileri” sıkıştırmak ve yer altına itmek işveren sınıfı için en sersemcesine bindiği dalı kesmek olmaz mıydı?
(AYDINLIK, Sayı 3, Ocak 1969, s.187 204)
75
00 1
=o 0 C
HÜCREDENHenüz...
güne ulaşmamıştı karanlık, tuttular kollarımdan
sormadan adımı bile. Kaç gün oldu,
Kaç kez güne ulaştı gece bilmiyorum.
Hücre karanlık ve de çok soğuk üstelik;
yapışıyor çıplak bedenimde kanlı yaralara soğuk.
Dişlerim,senfonisini çalıyor özgürlüğün;
kinle trompet çalıyor sanki işlik ederek temposuna yüreğimin.
Dolaşıyor gözlerim, eşlik ederek temposuna yüreğimin her an tekmeyle açılacak kapıda
Belli ki doymuş suya toprak zemin,
sularda dolaşıyor külçeleşmiş kollarımdan sarkan elim.
Burda değilim sanki şu an dağların...
Ovaların özgürlüğünde buluyorum kendimi.
Ne kahrolası zindan... ne de paslı prangalar
tutsak edemiyorlar dünyamı, ZA FER... diyorum
ZA FER... bizim olacak ey dünya.
Çarpıyor sesim çirkin duvarların suratına.
Ve...koşuyorlar hücremin kapısına;
karışıyor her türden iğrençlik kocaman ağızlardan,
uzanıyor eller peşpeşe Ve tekmeler...
ZA FER... diyorum ZA FER... bizim olacak.
Zaferin gururuyla bakıyorum Çevremi saran baykuşlara.
Küçülüyorlar... Küçülüyorlar...ve vuruyorlar
belli etmemek için bunu.Yoldaşlar...
gururun sarayındayım şimdi Vakur başımı dimdik kaldırarak,
haykırıyorum yeniden; ZA FER... bizim olacak.
Erimemek için gözlerimden bağlıyorlar yeniden
Kaç yoldaşın ölümsüzleştiği toprak bir tüneldeyim şimdi...
Yeni bir maç başlayacak -kuralsız- kaç raund süreceği
belli olmayan. Sonsuz bir umutsuzluğun
içinde kıvrananlar UMUT'a saldıracaklar.
Bekliyorum... profesyonel rakip edasıyla
Çarpıyor tüm kızıllığıyla yüreğim.Ve dayanamıyorum
bu kızıl atışa haykırıyorum ZA FER ... bizim olacak ey dünya.
Yaklaşıyor... ve sürüyor...
ve hızlanıyor... isteri krizi.
Sarsak, bunak ihtiyarın bir kez daha tükenişinde,
kucaklaşıyor kanım yoldaşlarımın kanıyla.
Ne kadar güzel böyle kavuşmak
en sıcak duygularla...Yoldaşlar,
gururun sarayındayım şimdi, kanınızla kucaklaşırken kanım,
haykırıyorum bir kez daha ZA FER... bizim olacak ey dünya. .
DİYARBAKIR DESTANIO rada bir destan yaşandı.O rada bir halk yeniden dirildi.
Ilık bir bahar günü. Diyarbakır C e zaevinde uzun süre yatmış, cezasını ta marnlayıp çıkmış eski bir dostum la be raberiz. Her zamanki gibi hüzünlü am a coşkulu Sanki asırlar öncesinden gü nüm üze kadar bir halkın yaşadığı tüm acıları, sevinci ve um udu bugüne ta şımasına derinden am a bir o kadar da ışık saçan gözlerle bakıyor insana. N edense her buluşm am ızda bu bakışlar beni iliklerime kadar ürpertiyor. Adeta bakışlarından kaçmak istiyorum. Bilmiyorum neden böyle oluyor. Çok d ü şündüm bunu. Birkez daha düşünüyorum . Acaba diyorum; tarih boyunca atalarımızın bu mazlum halka yaptık larımı beni utanca boğan? Yoksa tarihin bugünde bana ve benim gibilere yüklediği, tarihsel sorum luluğum uzu, görevlerimizi, layıkıyla yerine getiremem enin ezikliğimi?
— “Ne içersin" diyorum.— “Çay içelim" diyor.Kendisine bir sigara ikram ediyo
rum Sigarasını yakıyorum. Sigarasını yaktığım elime dokunuyor. “Teşekkür ederim" diyor. Bu dostça dokunuş ve bir tek “teşekkür ederim" sözcüğünde bile sanki bam başka anlam lar var. İşte bir halk ve onun bir sözcüsü diyorum içimden. Ne kadar da ölçülü ve içten davranıyor. Bize ve tüm insanlığa ade ta çağlar boyunca hep içten ve sıcak davranmış. Çağdaşlaşm ak ve çağ içinde onurlu bir yer alabilmek için hep elini uzatmış. Ama biz bu eli ya gö rm emişiz. ya da görm ek “büyüklerimizin" ve çağdaş insanlığın işine gelmem iş Hatta uzatılan el kırılmak istenmiş. Buna karşı direnince de “VAHŞİ" denmiş. Acaba vahşi olan kim? Halkımın da kafasında bu ön ygrgılar on yıllardır diri tutulm aya çalışılıyor, inanıyorum tarih kitapları bir gün yeniden yazılacak. Tarihin adaletli ergeç yerine getirilecek. Kimin vahşi kimin mazlum olduğu o zam an daha iyi ortaya çıkacak. O zaman benim gibi halkım da olanlardan utanç duyacak.
— “Diyarbakır'ı yazmak istiyorum" diyorum.
— “Çok zordur" diyor.Neden çok zor acaba? Eninde so
nunda bir cezaevinde yaşanan işkence ve baskılar değil mi söz konusu olan? Bunların çoğu basında işlendiğine, hatta kam uoyuna m alolduğuna göre bunun zorluk neresinde? Hatta en son direniş ve bunun öteki cezaevlerine yayılması, direnişin başanyla sonuçlanması, tutuklu ailelerinin ve bazı milletvekillerinin bu direnişi desteklediği günlük basında yer almadı mı? D aha önceki sohbetlerimizde cezaevinde çe kilen acıları, ölüm, işkence ve baskıla rı uzun uzun anlatmıştı. Hepsini bir film şeridi gibi gözüm ün önünden geçiriyo
rum. İşte bunları yazmak gerekir. Bunlarda yazılamayacak bir yan yok ki diyorum içimden. Besbelli ki yazmamın “çok zor" olacağını söylediği şeyler bunlar değil. Yazılmasında zorluk çekileceğinden kastedilen “Kürt S orunu” mu acaba? Bu sorunda son zam anlarda gazete ve dergi sayfalarında bol bol işlendiğine, hatta Türkiye’nin “dostu" ABD ve FAC Türkiye’de böyle bir so ru n u n v a rlığ ın d an b ah se ttiğ in e . TBMM’de bile konu tartışıldığına göre, biz neden yazamayalım? Öyleyse g e riye ne kalıyor?
Diyarbakır cezaevinde, bir halkın yakın tarihinde yaşanılan bir destan var. Direnenin yaşadığı ve ölümsüzleştiği, teslim olanınsa çürüdüğü ve yok o lduğu bir yaşam bu destana konu olan. Ama sadece bu mu? Eylülizm, yüzyılların geleneğinden devraldığı ve bir vahşet boyutuna çıkardığı, bir halkın yok edilme politikasını o küçücük dört duvar arasına sığdırmak istemiş. Bir cennet ülke ve bu ülkenin şirin halkının bu beton m ezarda “meftun" o lduğu ilan edilmek istenmiş.
Bir küçücük kibrit çöpünün alevi, bir m um un ışığı, ölüm süzleşen genç ve MAZLUM bir fidan, yiğit ve Türkiyeli devrimcinin tok ve gür sesinin beton duvarları parçalayarak uğrunda savaştığı halkın yüreğine, ebediyete kadar çıkm am acasına yerleşmesi, bir halk önderinin “halkına borçlu kaldığını, çünkü halkına karşı yükümlülüklerini yerine getirem eden göçüp gideceğini, bu yüzden m ezar taşına borçlu yazılmasını, istemesi; on yıllardır uygulanan ve Diyarbakır zindanıyla kesin sonuç alma ve imhaya dönüştürülen politikanın iflasını getirmiş. O rada, bir zam anlar insanlık tarihinin tanık olduğu en büyük katliam, sürgün ve asimilasyon politikasıyla yok olduğu tarihin derinliklerine göm üldüğü söylenen bir halkın yeniden dirilişi yaşanmış. Diyarbakır D estanı bu anlam da bir halkın diriliş destanı, geçmişten günüm üze bir köprü, bu mazlum halkın yaşamasının bedelinin ne olduğunun bir göstergesidir. Katliamlar, sürgün, işkence ve darağaçları... insan aklının alam ayacağı boyutlara varan işkenceler sonucu, bir deri bir kemik kalmış insanlann destansı direnişleri... Ö lüm de bir halkın yaşamını yaratmak... H erhalde yazılması, anlatılması, hele tüm bunları yaşam am ış biri olarak “çok zor" olsa g e rek. Dostum “çok zordur" sözünden bunu kastetmiş olmalı. Bir de kendisinden öğrenm ek istiyorum.
— “Diyarbakır'ı yazmak neden çok zordur?" diye soruyorum .
— “Bir kez ülkemizi ve halkımızı yeterince tanım ıyorsunuz” diyor ve sürdürüyor.
— “Bizim halk tarihimiz çok eskilere ta m ed’lere kadar uzanıyor. Yine bi
zim halkımızın isyancı, direnişçi geleneği ta o zam andan beri sürüp geliyor. Atalarımız olan M ed’ler. bir efsaneye göre o çağın en büyük zalimi olan DE- HAK'ı bahann ilk ayında ayaklanarak yeniyorlar. Kendileri ve bölge halkları için özgür gelişmenin yolunu açıyorlar. Bugün bile mart ayının 21’i tüm O rtadoğu halkları açısından bir bayram günü olarak kutlanır. Ne var ki halkımızın burada bu bayramı kutlaması yasaktır. Neyse bu işin bir yanı. Esas önemlisi, insanlığın, medeniyete ilk geçişinin beşiği olan ülkemizde, halkımız nedense hep işgal ve istila altında yaşamıştır. Bunda da anlaşılmaz bir yan yok. Ülkemizin yer altı, yer üstü zenginliklerinin fazlalığı ve halkımızın ör- gütsüzlüğü yabancı işgal ve istilaları m üm kün kılan en önemli etmenler oluyor. Ama esas burada dikkatini çekmek istediğim birşey var. O da şu; bin yıllara varan yabancı egem enliğe rağm en tarihten silinemeyen bir ülke ve halk gerçekliğimizde var. işte bunun iyi kavranması ve nedenleri üzerinde d ü şünülm esi gerekir. Halkların tarihini araştırırsanız bırakalım bu kadar uzun süreli, binlerce yıla varan yabancı egemenliği. birkaç yüzyıl bile böylesi bir durum u yaşamış pekçok halk tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Ya da yok olmayla yüz yüzedir. Bunun pek çok örnekleri var. Ayrıntıya girmek istemiyorum. Ama bizim halkımız Ortadoğu- nun en büyük ulusal topluluklarından biri olarak bugünlere gelebiliyor. Bunu neye borçluyuz? Eğer bu noktayı iyi kavrayabilirsek, bundan sonrasında anlaşılmaz bir yan kalmayacaktır. Bizim halkımızın yaşayabilmesinin ve bugüne ulaşmasının izahını yine tarihimizde buluyoruz. Tarih, ülkemizin, insanıyla cağrafyasıyla, her şeyiyle yabancı işgal ve istilaların tüm üne direndiğini ortaya koyuyor, işgaller, istilalar birbirini izliyor. Tabii bunlarla uzlaşanlar ve işbirliğine girenlerde var. Ama
‘halkın ezici çoğunluğu, uzlaşma ve teslimiyeti red ediyor. Aşiret veya klan biçiminde geri bir örgütlülük düzeyinde de olsa, dağlara çekilerek direniyor. Çok zor koşullarda da olsa yaşamını, dilini, kültürünü, gelenek, görenek ve coğrafya üzerinde yoğunluğunu koruyarak bu günlere geliyor.
T.C.’nin kuruluşundan sonrada, yakın tarihte olanlan sanınm biliyorsunuz. Onlarca ayaklanmanın bastınlması sürgün ve asimilasyon politikalarıyla sorun neredeyse kapandı sanılıyor. H atta 1930’da Ağn isyanının bastınlmasın- dan sonra, o dönem in gazetelerinde ilginç bir karikatür vardır. Bilmem gördünüz mü? Karikatürde, ağn dağı üzerinde büyük bir mezar çizilmiş, mezar taşına da “muhayyel Kürdistan burada m eftundur" yazılmış. Yani sorun her
76
yönüyle halledilmiş, tarihe gömülmüş. Öyle denm ek isteniyor. Am a ne olu yor? 30 yıllık bir suskunluk dönem i ya şansa da, 1970’lerden sonra bu halk tarihten silinmediğini kanıtlama yoluna çıkıyor. Örgütlenm eye ve yeniden direnm eye başlıyor.
“Bence, 12 Eylül askeri darbesinin en büyük amacı bu dermişi bastırmak tır. Tabii ki Türkiye’de gelişen devrimci demokratik hareketi de. Ama bizde ya şananlar, tarihimiz boyunca ve en son Diyarbakır zindan direnişleri sırasında çok iyi görüldüğü gibi, biraz farklı b o yuttadır Burada bir halk ve onu ön derleri, tarihin tanıklık ettiği en vahşi uygulamalarla, birkez daha yok edilmeye tarihten silinmeye çalışılmıştır Burada işkencede bir boyut aramak, hak, hukuk, adalet aram ak beyhude dir. Va direnip, onlarca şehit vermek pahasına da olsa, halkımızın onurlu davası ve varlığı yaşatılacak, ya da tes lim olunarak halkımızın tarihine karan lık bir halka daha eklenecekti Bizler, Diyarbakır zindanında direnerek, hal kımızın en seçkin evlatlarının şehit ol ması pahasına da o k a bu soyla dava nın süıdürücülerı olduğumuzu kanıtla dik Yanı direnerek, gerektiğinde olu mu kucaklayarak, halk talihimizin dı reııiş geleneğini, deyim yerindeyse ye ıııdeıı dirilişim sağladık *
Bu rle teslimiyet ve ihanet var Ora da tariflimizin diğer bir yönü de çıplak bir biçimde görülür Ama biz, tarihimiz den gelen bu olumsuzluğu, gene ora da. Dıyaı bakır da direnişi yükselterek yerle bir ettik Çağdaş DEHAK ve onun zavallı uşaklarının karşısında ÇAĞDAŞ KAWA gene Diyarbakır zııı dalım da doğdu O ndan sonraki geliş meleri ise biliyorsunuz Bııguıı “Kurt SoruııuTıu kabul etm eyen hu, kimse nın kalmadığı bir gelişme düzeyi orta ya çıktı Tabii ki sorunun kabul edilmesi başka, doğru çözüm yolu başka. So runu kabul ettiğini söyleyen ülkelerin ve pek çok kişinin tutum u sorunun doğru çözüm üne yönelik değil fiuıı ları, iflas eden bir politikanın yerine, ye ııi politikalar üretm e arayışı ve telaşı olarak da görebiliriz Doğru çözümün ne olduğunu bilmem anlatm am a ge rek var mı? Sanırını anlamışsıııdır
- “Evet” anlam ında başımı sallıyorum
Gözlerim bir an dalıp gidiyor Konu nun bu kadar aydınlık ve tarihi kökle rıyle birlikte koyulması karşısında ne denebilir Bir an başka bir Kürt “dostum u” anımsıyorum. M Ali Erenin mecliste yaptığı konuşm adan sonraki, ellerini oğuşturan, sevinçten ağzı ku laklarına varmış hali gözüm ün önüne geliyor O Diyarbakır’da hiç direnm e mış Bir an önce cezayı tamam layıp çıkmaya bakmış Herşeye provakasyoıı deyip duruyor Çözümü nereden kim lerden bekliyor? Kendine ve kendi ta rıhıııe yabancı bir zavallı Bir özgürlük dilencisi Özgür bir yaşamı kimsenin kimseye bahşetmıyeceğım bile bilemiyor. Bu tipler iflah olmaz diyorum içim den Tüm den ipleri koparmalı Mırıl daııırca sesli düşünüyorum , işte şimdi birlikte olduğun onlarca yıl öncesinin
senin ve sözcüsü olmak istediğin sini fin gerçek dostu. Ne istediğini, bunun bedelinin de ne olduğunu çok iyi bili yor. O ndan çok şey öğrenebilir, sınıfına da öğretebilirsin. En baştan da “Di renm enin yaşamak” olduğunu. Bunun dışındaki herşeyiıı, sosyalist bir m üca dele bile versen çürüm e ve kokuşmay la sonuçlanabileceğini D ostum un ko nuştuklarının etkisini ölçmek için beni izlediğini hissediyorum. O na bakm a dan, soracağım soruları kafam da to parlayarak söyleşiyi sürdürm ek istiyo rum.
— “Tamam" diyorum “Diyarbakır” yazmak çok zor Hiç değilse Diyarba kır Direnişinin yeniden güncelleştiği şu günlerde, bu direnişin ilk başlatıcıları ve ilk şehitleri üzerinde biraz konuşsak
— “Tabii” diyor Ve konuşmasını şöyle sürdürüyor.
“Diyarbakır zindan direnişlerinin bi liyorsun 50’den fazla şehidi vardır Bu şehitler halkasına en son direnişte M Eının Yavuz eklendi Ama ben bura da sana, Direnişi başlatan ve öndeılık eden 3 arkadaşımı biraz anlatm aya ça lışayım. Diyaıbakır zindan direnişini başlatan bu üç önder. Mazlum Doğan, M flayri Durm uş ve Kemal Pirdir M azlumdan başlayayım
“MAZLUM'u tanım am ış ve onunla konuşm am ış olmak bence bir devrim ci için büyük bir kayıptır O n u bir kez dinleyen, kişiliğinde somutlaştırdığı üstün vasıfları gören birisi. O ’na hayran olurdu O yüzyıllardır halkımızın tari hinden getirdiği tüm olumlu değerleri adeta kendinde toplamıştı Koskoca bir ülkeyi ve halkını yüreğine beynine sığ ditmiş, halkıyla bütünleşmiş biriydi O mazlum halkımızın bir sözcüsü, önde ri ve usta bıı politikacıydı Bu kadar genç yaşına lağuıerı nasıl bunca özel liğe kavuşabılmıştP O nda bıı insan öııı rünü aşabilecek, yılların deneyim ine sahipmiş izlenimi uyandıran, ilk bakış ta insana güven veren, zor anlarda ka rar verme ve uygulam a gücü yüksek bir halk önderinin tüııı özelliklerini gor rnek m üm kündür
“O zincire vurulduğu, işkencelerden bir kemik yığını haline geldiği koşullar da bile sergilediği tavrıyla halkına ve mücadeleye mesaj iletmeyi becerem e di Böylece halkımıza oynanm ak iste nen oyunları sergiledi. Boşa çıkardı
O “Direnmek yaşamaktır” sloganıy la, insanlık onurunun korunm asının y o lu n u çizdi " ih a n e tin y ü zü n e tükürün” diyerek ihanete karşı direnişi egem en kıldı M ahkem elerde inandı ğı davayı tavizsiz savundu 21 Mart 1982’de birkaç kibrit çöpü ve mum ile halkımızın geleneksel bayramını, tek başına hücresinde kutlam a ve deyim yerindeyse yeniden isyan ateşini yak mak gibi onurlu bir görev üstlendi Ve aynı gece cezaevi cellatlarında hücre sinde boğularak katledildi.
“Mazlum’un cezaevi öncesi yaşamın da örnek bir devrimci yaşam dı G ün de saatlerce okurdu. Halkının sorun tarım dile getirebileceği her platfor ma ulaşmaya çalışırdı G ünün 24 saa tinde devrimi yaşardı. O halkımızın m ücadele talihinde bir simgedir O bi
zim ÇAĞDAŞ KAWA’mızdır.“KEMAL PIR ise, BİZİM CHE GU-
EVERA'mtzdır. O ezilen bir ulusun özgürlüğü için savaşm ayan bir ulusun, kendisinin de özgür olamayacağının bilinciyle, kendini halkımızın davasına adam ış büyük bir enternasyoııalistti
Cezaevi yaşamı, öncesindeki d ö n e minde mücadelesi birçok kahramanlık örnekleriyle doludur Halkımızın, h e sap soran, çağların haksızlığına son veren uygulama tarzı onun günlük yaşa mı haline gelmişti Onunla karşılaşmak dostlar için sevinç ve onur, düşm an için ise yok oluşun başlangıcı sayılabi lecek bıı kâbustu
"İşkence tezgâhlarında, cezaevleriıı de, işkencecilerin karşısında diz çöktü ğü, yiğitlik, sağlamlık ve direııişçilik sembolüydü. Tok sesiyle, zalimleri aşa ğılayan, onlarla alay edebilen, bu an lam da O, zor günlerimizin moral ve enerji kaynağıydı O, direnişin yıkılmaz kalesini ören, direnişimizin karattı bir uygulayıcısı ve önderiydi 7’yi 8 eylüle bağlayan gece, siyasi onurun korun ması, siyasi savunm a hakkının kazanılması için kararlılıkla sürdürdüğü ölüm orucu sonunda şehit düştü
MEHMET HAYRİ DURMUŞ’a ge linçe O, mücadelem izin ve halkımızın yiğit bir önderiydi 14 Nisan 1981 gü nü m ahkem edeki haykırışıyla, zulme karşı direnişi, halkımızın yeniden dirilişini tüm dünyaya duyuruyordu. O nun şehit oluşunu kabul etm ek çok zor. Hergün, her dakika haykırışları, sözleri kulaklarımda çınlıyor. Sanki O, ülkemin üstüne kanat germiş öylece duruyor O nun yokluğunu düşündükçe. ellerim titriyor, boğazımda boğucu bir düğüm adeta boğulacak gibi oluyorum O nu tanıyan, onunla zulıııu pay laşaıı yokluğunu kabullenemez O nun yokluğu, acının, kederin ve hasretin en
j büyüğü, kahredicisidir O bir yanardağ | dı Doğa yasalarını zorlayan, düşm anı
kahreden, enerji, azim ve kararlılık timsaliydi En sadist işkence altında dahi değişmez tutumuyla, zalimlerin korku lu rüyası, ezilen tüm halkların oııuruy du İnsanlık onurunun korunması, si yasi savunma hakkının kazanılması için kahram anca sürdürdüğü ölüm orucu sonucunda 13 Eylül 1982 günü şehit oldu
“S onradan öğrendiğim e göre, ard arda gelen bu şehadetler. Diyarbakır halkını m atem e boğuyor Halk adeta için için ağlıyor ve patlayacak bir volkan haline geliyor
Dostum sözünü burada bitiyor Araya derin bir sessizlik giriyor Adeta üşü yorum ürpertiden Diyarbakırda ola madiğim, orada direneınedığım ve orada ölem edim için utanıyorum Yaşam ak ve ölmenin sınırı ne? Bir halkın özgürlük meşalesi olm aktan daha bü yük bir yaşam olacağını düşünem iyorum İçime yerleşen Mazlum’un, Kemal’in, Hayri’niıı büyüklüğü neredey se yüreğimi çatlatacak Dostumdan ay rılınaın gerekiyor O da sabırsız Bes belli işlen var Benim de işlerim var Sarılıp, öpüşerek ayrılıyoruz İçimde Diyarbakır hüznü, hıncı ve direnişin onuıuyla yürüyorum
ÜÇ KİBRİT ÇÖPÜÜç kibrit çöpünün, öyküsüdür bueğilmeden kırılmadanonurlu bir yaşamın,üç kibrit Çöpü, MAZLUM DOĞANve 21 martDerin bir öyküdür bubir kavgadır namert düşmanla,amansız ve kıyasıyaBurası Diyarbakır zindanları,köhne karanlıkta ucube bıı hanyer. koridorlar, hücrelerboydan boya kan,ve Mazlum yoldaşın hücresidüşmana hüsran dört yanım revanoyBu E s a t .....Gestapo derler buna.ekmek ve su gibidir işkence vezulümyedikçe acıkan çakal budur Mazlum yoldaşın mahkûm ettiği ağzı salyalı general Üç kibrit çöpüdür yanan Mazlum'un hücresinde direniş alevidir yüreğinde tutuşan gözlerde kin, yüreğinde direniş, bedeninde kan.Üç kibrit çöpüşimdi devrimci kavganın isyan ateşidir,ülkemin dağlarından zindanlara taşınan.Üç kibrit çöpüdür tutsak bedenlere baş kaldırışı anlatan biri halkım,biri belasına sevdalandığım ülkem, biri bağımsızlık Ben ihaneti tarihe gömdüm Dersım'e, Ağrı’ya, Zılana gömdüm. Çelik potalarda damıtılmış yüreğimevurduğun zincir zavallı,Kollarımda prangalar sevdalımın çıftenas bilezikleri Bedenimde kan paramparça bir can Ölüm sessizliğin bedeli.Nice 21 martlara varsın diye halkımZulmun zirvesinde kızıl kan dökülmeli
T l
30 M ART'I A N M A K ve A N LA M A K
GİRİŞHer halkın toplum sal m ücadele ta
rihinde bazı anlamlı günler vardır Her proletarya sosyalisti, böylesi anlamlı günleri anmalı ve onları ortaya çıkaran koşulları araştırıp ortaya çıkararak, halklarımızın bilincinde yaşamasını ve gerçek içeriklerine kavuşturulmalarını sağlamalıdır İşte 30 Mart Kızıldere di renişi de böyle bir gündür. Yalnız şu mı hiç akıldan çıkarmamak gerekir. 30 Mart ne ilktir ne de sondur Kızıldere dermişinin ülkemiz devrimci hareketi nin en son 20 yıla yakıtı süren döne mindeki etkileri ne kadar büyük olur sa olsun, halklarımızın bir direniş tari hi vardır ve günüm üzde kapsam ve ııi telikleri itibariyle Kızıldere direnişini de aşan boyutlarda direnişler yaşanm ak tadır. Yalnız öyle dönem ler vardır ki. devrimcilik açısından, genel eğilim ola rak kendilerinden on hatta yirmi yıl öıı cesinin devrimci kişiliklerini aratırlar 12 F.ylül dönem i ve devrimciliği de biraz böyledir 12 Mart dönem inin soylu devrime iliğini arar hale geldik 12 İv liilün yarattığı kişilik, o günlerin soylu devrimciliğine, başı dik ve kalııam an ca yürüyen sosyalist insana dönüş m ekte muazzam hir direnç gösteriyor Bu herkes için böyle... Süreç bir yatııy la 12 EylülYın yarattığı tasfiyeciliğin kancasında kırk parçaya bölünüp, lime lime olma ve dökülm e biçiminde işler ken, diğer bir yandan yeni devrimci m ayalanm alar yönünde işliyor Yalnız birincisi hâlâ İkincisinden daha yaygın ve veba gibi buluşm aya veya ortamı tüm den zehirlem eye eğilimli görünü yor İşte böyle bir süreçte. DFV (îF.NÇ Tl IKP C ve Tl IKO gibi oluşum lara ve bunların yarattığı onurlu devrimciliğe, sınıfsal köken ne olursa olsun daha da anlamlı ve sıcak bakmak »rekiyor Fİ bette her sınıfsal hareket, kendi tarihi, geleneği yarattığı değerler ve ürettiği ideolojik politik gücüyle tasfiyecilik dönem ini de aşm aya çalışarak Pro letarya sosyalistleri de öyle Ama yine de H Kıvılcımlının “gençliği azıcık anlayalım’ çığlığı 1970’lerden günüm üze ulaşırken, gençleşmiş ve yenilenmiş hareketimizce ister istemez daha zeri gin içeriklere kavuşuyor Nedir bu zeıı gin içerikler? TH K PC . THKO ve Kı zıldere direnişi, nedir sîzlerden alacak (arımız? İdeoloji mi? Hayır. Ç ünkü 20 yıldır bu ideoloji zaten hayata geçem e
Hayri YALÇIN
miş... Nedeni ister objektif isterse sub jektif olsun, am a gerçek bu Sübjektif iddia ve niyetler bir yana.. Strateji ve taktik mi alalım TH K PC ve THKO’ dan? Hayır. Biz ayaklanmacıyız On lar Halk savaşçısı. Yalnız bizim ayak lanmacılığımız biraz başka. TBKP. TSİP vb gibi değil deyim yerindeyse. Rus yanın Bolşeviklerinin, Nikaragua’nın Daniel Ortegn’sının ayaklanmacılığı tii rüııden Kurulabilse Sandinonıın cep hesi gibi bir cephe, savaşırız, om uz omuza halk savaşçılarıyla ama onlar ken di strateji taktikleriyle biz kendi strateji ve taktiğimizle Kanımız! kanlarına ka rışıı. yüreklerimiz birlikçe çarpar dev rim için
Buraya kadar. .TOMart’ın. devrimci lerin önüne koyduğu, dönem e uygun görevin ne olması gerektiğine değin dik F.lbette yeterli değil Bir de bu an lamlı direnişi yaratan gücü hangi tarih sel koşullar içinde oluştuğunu araştır mak ve ortaya koymakta yarar var
THKP-C’nin doğuşu şekillenişi ve yarattığı değerler
T H K P C nin doğuşu. 10b0 sonrası* m ücadelenin sonuna denk düşer Bu doğuşu kavrayabilmek için, içinden çı kıp geldiği şartları incelemek gerek inektedir TKHP-C 27 Mayıs sonrası hızlanan sınıflar kopıışmasının sonu cunda doğmuştur. Pek çok aydına Ke malizmin güçlü ideolojik etkinliği altın da “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz" dedirten toplum yapısının tek parti diktatörlüğü dönem indeki dur gunlıığu. lüğü sonrası bozulmuş ve bu gidiş 27 Mayıs sonrası yeni bir sıçrayı şa varmıştır
1‘Mö’lara kadar devletçilik fideliğin de gelişip, güçlenen, finans kapital bu tarihten itibaren devletçilik kabuğunu çatlattı Ve soygununu bir yarıdan kır lara yayarken, bir yandan Marshall yar dunlarıyla em peryalizmle bütünleşti Bu ekonom ik gelişmenin politika sah nesindeki görünüşü, sınıf mücadelesi nin hızlanması biçiminde olmuştur Kır larda o güne kadar durgun olan nü fııs. çöziılmeye başlamış ve kaçınılmaz olarak şehirlerin çevresine yedek işgü eti olarak yığılmıştır lüfrtVler sonrası fin an s kap ita l k ırla rd a te feci bezirganlıkla ittifakını perçinlemiş, do
layısıyla küçük üreticilerin mülklerinin talan edilmesi hızlanmıştır Ote yandan şehirlerde iktisadi devlet şekeküllerinin yağması başlamıştır işte 27 Mayıs, bu sınıfsal ayrışmaların ve iktisadi devlet teşekküllerinin yağm asına, ordu içindeki genç subayların ve aydın gençli ğin tepkilerinin ürünüdür 27 Mayıs sonrası nispi anlam da burjuva dem ok ratik haklardan bahsedilebilir f .lbette bu haklar alabildiğine kısıtlıdır Ama bu kısıtlı haklar bile sınıflar kopıışmasının ve m ücadelenin yükselmeye başladı ğı bu aşam ada geniş emekçi kitlelerin m ücadeleye atılmasında kimi olanak lar oltaya çıkarmıştır
27 Mayıs sonrasında ilk şekillenen küçük burjuva aydın eğilimi “YON" ol m uştur Y önün ideolojisi. Kemalizmi ve devletçiliği aşabilmiş değildir Daha sonra 1969’larda Yön. Devrim dergisi olarak varlığını sürdürecektir Ve temel bakış açısı işçi sınıfı dışında, asker sivil aydın zümreye dayanan bir devrim an layışını savunm ak olacaktır
27 Mayıs kaynaklı bir diğer küçük burjuva atılımı da 21 Mayıs darbe giri şimıdir Finans kapitalin 27 Mayısı not ralize etm esine tepki olarak gelişmiş, am a başarıya ulaşam adan bastırılmış tır
Yine lOöl'de kurulan ve sırf şendi kacılar züm resine dayanan l İP bu yıl laıda genellikle sessiz ve adeta yok gi bidiı 21 Mayıs ta, genç subayların dar be girişiminin bastırılmasından sonra. 1‘HvTlerde TİP'in sesi duyulur hale gelmeye başlamıştır Aristokrat işçi zıırn resi sendikacıların ve b’uriuva aydınla rııı egemenliğindeki 1 İP. gelişmesiyle. Iıerrıen hem en o yıllardaki ilerici po fnnsiyelitı hepsini toplamıştır Küçük burjuva devrimciliğinin YON ve 21 Mayısçıların tprsine TİP bir sınıfa Ha yandığını söylüyor, soyut bir biçimde de olsa sosyalizmi savunuyordu Kü Çük burjuva devrimcilerinden. 21 Ma yısçılar idam edilirken. Yüncüler ise burjuva liberalizmine soysuzlaşarak C H P ’ııin yedeğine girmişlerdir
Küçük burjuva tabakalar, özellikle- köylülüğün bir kısmı ve küçük esnaf lar. hatta gençliğin bir kısmı o yıllarda O İP potasındadır Şehir ve kasabalar daki gençliğin büyük bir kısmı ise lOöT'lerden sonra güçlenm eye başla yan TİP çevresindedir O dönem de O İP “ortanın solu" TİP ise “sosyalizm"
R
Ii
T
78
dem ektedir Bu söylenenlerin sınıflar savaşı açısından anlamı şudur. O y ü ne kadar finans kapitalle gerek ekono mik gerek politik olarak önemli bir ça tışma içinde olm ayan tekel dışı buıju vaların, 1950 lerden itibaren finans kapital vurgununun hızlanmasıyla bir likte bu tekelci zümreyle çatışmaları yükselmiştir. Ve bunun siyasi görünü mü iki yönde olm uştur Tekel dışı burjuvaların daha ileri özlemlerini ‘ortanın solu” biçiminde, daha çok liberal bir anlayışla CHP dile getirmiştir. Düzen den daha çok kopuşanlar ise kurtuluş larııu işçi sınıfıyla ittifakta yoklayarak özlemlerini “sosyalizm” talebiyle TİP’te formüle ettiler. TİP ‘sosyalizmi" ise par tide egem en olan işçi aristokrasisi ve burjuva aydınların eğiliminin dam ga sini taşıyan burjuva sosyalizmidir. Bun lar ise sonuçta işçi sınıfı içinde burjuva nüfuzu olmaktaydılar. Bütün bu gelişmeler şunu da gösteriyordu; proletaryanın öz eğilimi 1920’lerde doğm uş ve 1927’lerde sağlamca şekillenmiştir Pa kat sınıflar savaşının yüksek boyutlara varmadığı bu yıllarda, finans kapitalin sürekli zulmü ve yok etmesi sonucun da 1960’lara gelindiğinde dağınık ve örgütsüzdür.
Bu nedenle 27 Mayıs sonrası d ö nem de, işçi sınıfı adına onun öz eğilimi değil, tersine sınıf içindeki egem en burjuva nüfuzu davranm ış ve TIP o larak partileşıniştir. Ve henüz daha so n ra değişik bir biçimde şekillenecek kü çük burjuva devrimciliği, TİP içindedir, am a sınıflar savaşı yükselip, m ücadele şartları değişince, daha militan bir karakter kazanınca, TİFnin burjuva sosyalizmi iflas etm eye başlamıştır. Çünkü TİP’nin sosyalizmi gerçek işçi sınıfına değil işçi içindeki aristokrat bir zümreye dayanıyordu. Ve düzen d e ğişikliğini devrimci tarzda düşünmeyip, burjuva devrimciliğinin gereği, parla m entoda başa güreştiğini söyleyerek, mevcut statükonun ebedileşmesi için çalışmış oluyordu, işte bütün bunlar gen iş yığınlar ta ra fın d an h en ü z 1 9 6 5 ’lerde b ilinm iyo rdu . A m a 1966’lardaıı sonra yükselmeye başlayan sınıflar savaşı, TİP’nin bütün yal dızları döktü. TİFnin içinde ve dışında MDD hareketi yükselmeye başladı. Bunun anlamı yükselen sınıf mü cadelesi şartlarında, küçük burjuva tabakaların, burjuva öncülüğünden ko- puşmasıydı. 1969’da Türkiye’nin içine sürüklendiği buhran, kitlelerin yükselen devrimci eylemleri, 1969 seçim lerinde parlam enter yolun iflası, dışarda ise Çekoslovakya olaylarının patlaması ve M. Aybar’ın bu olaylar karşısında- bütün gericiliğini kusarak, sosyalizm düşmanlığını açığa vurması TİFnin çö zülmesini hızlandırmıştır. MDD kopu şurken, yani sınıfsal anlamıyla, burju va devrimciliğinden, küçük burjuva devrimciliği kopuşurken, elbette olum luluğunun yanında, olumsuz özellikleri de kaçınılmaz olarak vardı.
MDD, en genel anlamda, TİFnin sırf işçici (uvyerist) tutum una haklı bir tepki gösterirken, aynı zam anda işçi sınıfının öncülüğü sorununu tartışma konusu yaparak, ister istemez Yön devrimcili
ğinin, sınıfsız bakış açısının etkilerini üzerinde taşıyordu Daha doğrusu MDD hareketi TİP deneyi süresince yaşanan olaylardan iki gerici sonuç çı karmıştır İlki işçi sınıfının pratikteki ö n cülüğünü göremediğniden veya işçi sı nıfı öncülüğünü TİFnin bakış açısı gı bi zannettiğinden, sınıfa güvensizliği kışkırtmak, onun yerine asker sivil aydın zümreyle bir bağımsızlık savaşı hayal etm ek İkincisi TİFnin parti soy suzlaştırmasından kalkarak partinin ol mazlığına varmak, partisizliği teorileş- tirmek...
TİP deneyinden, ancak bir küçük burjuva devrimcisi bu gerici sonuçları çıkarabilirdi İşte MDD böyle bir zemin de şekillenmiştir. Sırf işçici TİP ile ay dın kadrolara öncülük tanıyan YÖN çizgisinin eklektik bir uzlaşması sonu cu MDD teorisi olmuştuı MDD sözde işçi sınıfının varlığını ve önderliğini red detmiyordu, am a işçi sınıfını da bir tür lü öncü olarak görm üyordu Nitekim daha sonraki yıllarda MDD’nin bütün nüansları arasındaki temel tartışma konusu hep bu öncülük meselesi olm uştur.
TlP MDD arasındaki en temelli ayrılık konusu devrim stratejisiydi. TIP sosyalist devrim aşam asında, MDD ise milli dem okratik devrim aşam asında o lunduğunu savunuyordu. Yani TİP, Kemalizmin, burjuva dem okratik dev- rimini sonuçlandırdığını, böylece kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye ettiğini söyleyerek, sosyalist devrim aşam asına gelindiğini söylerken, hem kapitalizmi Türkiye’de olduğundan ileri görüyor, dem okratik devrim adımını atlıyor, Kemalist burjuvaziye olmadık misyonlar yüklüyordu. Elbetteki bu bakış açısı onun devrim kaçkınlığının ve burjuvaziye olm adık misyonlar yüklüyordu. Elbetteki bu bakış açısı onun devrim kaçkınlığının ve burjuva sınıf karakterinin bir sonucuydu.
Bunun karşısında ise MDD doğru bir çizgi savunm am ış adeta TİFnin aııti tezi kılığında şekillenmiştir. Türkiye’de kapitalizmin gelişimini olduğundan geri değerlendirmiş, yarı feodal gördüğü Türkiye’de feodalizm ve ABD sömürgesi o lgusunu abartm iştır. MDD 192ü’lerin Türkiye’si ile 1950 60’ların Türkiye’si arasındaki farkı göremedi. H atta dağa tırmanılırken geri 1920’ler koşullarına düşüldüğünü söyleyebildi. Mesele böyle konulunca işçi sınıfı ö n cülüğü küçüm senm iş, bunun yerine 1960 lı yıllarda Mustafa Kemal olmak özlenmiş, Kemalizmden kopuşulam a- mıştır. Kemalizmin esas burjuva özü görülemeyip, Kemalizm bir küçük bur juva eğilimi zannedilince, burjuva e tkisinde kalınıyordu. İşte pratikte kimi öncü ve atak tutum lar içinde olan ve güçlenen MDD hareketi, böylesine ideolojik gerilikler ve yetmezlikler içindeydi. Nitekim MDD’nin AK AYDINLIK {Doğu Perinçek) kanadının o zam an savunduğu temel görüş, işçi sınıfı ön Gülüğünün, objektif ve sübjektif şartla rının olmadığı, yükselen sınıflar m ücadelesine, yaşayan sosyalizme tepki hatta düşmanlık ve koyu bir Kemalizm bi
çiminde kendini ortaya koyuyordu. MDD hareketindeki gerici ve sağ yan lar onun özünde filiz halindeyken, sosyalizme düşmanlık ve işçi sınıfının eylemine tepki biçiminde Doğu Perinçek çizgisine varıyordu
15 16 Haziran olayları MDD safia rında önemli bir dönüm noktasıdır 15 16 H azirandan hem en önce gerçekleşen AK AYDINLIK kopuşm ası geriye doğru gerici bir kopuşmaydı. Haziran olaylarıyla birlikte işçi sınıfı kendini ortaya koyunca, AL. AYDIN L1K (Mihri Belli) kanadının bütün teo rik yetmezliği ortaya çıktı Bu durum un bilince kavuşturulm asında o dönem YÖN-TİP-MDD eleştirileriyle, proletar ya sosyalizminin (kı Kıvılcımlıda ken dini ifade ediyordu) verdiği ideolojik mücadelenin belli etkileri oldu. AL AYDINLIĞIN Böylece teorik pratik tüm temelleri sallanırken, 1971 başlarında, “Aydınlık Sosyalist Dergiye açık mek- tu p ’la (Mahir Çayan) CEPHE hareketi kopuştu.
C ephe hareketinin kopuşmasından- sonra, işçi sınıfı hareketinin geriye ç e kilmeye başlaması, 12 Mart faşist d a rbesi ve MDD zem ininden doğup, şekillenmenin cephe hareketi açısından olum suz etkileri olmuştur. İşte Mahir Çayan’ın tezleri böylesi objektif ve sübjektif şartlar göz önüne alınarak ince- lenmelidir. Kemalizm, Kürt sorunu, ö rgütlenm e mantığı ve strateji-taktik vb. konularda günümüzde, THKP-C’nin ve önderi Mahir Ç ayan’tn tezlerinden oldukça ileri bir kavrayış düzeyine, Türkiye Devrimci Hareketi sahiptir. Elbette baştan da belirttiğimiz gibi, bizim açımızdan “C ephe” kopuşm ası ve ardından geliştirilen THKP-C ideolojisi ve örgütlenm esi tem el alınmıyor. Hatta bu tezler ortaya çıktığı koşullar dikkate alınarak belli eleştirilerden de geçirilmiştir. Ama bu cephe hareketinden hiçbir şekilde etkilenilmediği onun olumlu özelliklerinin görülmediği a n lamına gelmem ektedir. Bu konuda özet olarak şunları söyleyebiliriz. M ahir Çayan’ın görüşleri ve en son şeklini verdiği ‘kesintisiz devrim” tezleri, h a reketin yükselm esine karşı teslimiyete varan TIP ve Ak Aydınlık (Perinçek) ve oturganlaşan Al Aydınlık (Mihri Belli) a duyulan tepkilerin şekillenmesidir. Ve buradan kendine has (orijinal) THKP- C ideolojisi yaratılmıştır. Bu tepkilerin özü, burjuva liberalizmine soysuzlaşan TİP ve AK AYDINLIK gibi eğilimlerin kendi eylemsizliklerini, lafta teoriyle örtm elerine karşılık, pratik eylemciliği ve davranışı öne çıkarmaktır. Ve M ahir Çayan’ın Bütün Yazılarının son cümlesi şöyledir. “Örgütü örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan, programlar ve yaldızlı laflar değil, devrimci eylemdir...” Ve Cephe hareketinin değe- ride buradan gelmektedir. Hareketi sorm aya başlayan, sardıkça da boğan eylemsizliğe karşı bayrak açm aktır. P ratik içine böyle boyunca girebilen, bu cesareti gösteren pratik tarafından eğitilecektir. En azından böyle bir şansı vardır. A m a hımbıl kocakarı gibi denize atlam ayıp da kıyıda teori ke-
şenler hiçbir zam an öğrenemeyecektir veya bu şansları yoktur. Ne yazık ki önderliğin imhası yüzünden THKP- C bu eğiticilikten m ahrum kaldı.
12 Marta kadar THKP-C’nin ortaya çıktığı zem inleri ve koşu llan açıklam aya çalıştık. Eğer 12 M art ve 12 Eylül sonrası bu çizginin gelişimini ve içinde bu lunduğu durum u kısaca da olsa ele alm azsak, değerlendirm em iz yetersiz kalacaktır. Ç ünkü 12 M art ve 12 E ylülsonrasında TH KP-C hareketin doğuş, gelişme ve doğasına ters o lan tasfiyeciliğin en azılı sözden çıkmış olm ası ilginçtir. S H P ’nin tabelaları a ltında veya A vrupa’nın yoz kü ltü r o rtam ında bu hareketin yarattığı tüm devrim ci birikim eritiliyor. H erhalde Türkiye devrimci hareketine, 12 Eylül darbecileri bile bu kadar zarar verdirebileceklerini tahm in edememişlerdir. “ Yeni Ç özüm cüler” ise Tasfi- yeciliğe karşı devrim ci b ir ö fke duym akla birlikte, devrimci hareketin bir
liğini esas alm ayan, dar ve sekter yaklaşımlarıyla Tasfiyeciliği soldan uygulam akta rekabetçilik, didişme ve iç çatışm alara kadar gidebilecek bir üslupsuzluk ve küçük dükkân m antığı sergilem ektedirler. Elbette bu tu tu m ların hiçbirinin TH KP-C’nin özüyle ilişkisi yoktur. TH KP-C önderliği bir 30 M art gününde dost gördükleri gücün (TH K O ve Denizler kastediliyor) idam larım engelleyebilmek için şeha- deti severek kucaklayacak kadar devrimci dayanışma ve ittifak ruhuna sahiptirler. Proletaryanın en temel haklarının gaspedildiği açlığa itildiği, send ika ağalarının ve m ilitarist devletin on ların sokağa dökülm esini engelle- yemediği, zindanlarda yüzlerce devrimci ve Doğuda da dağlann UKM militanlarının görkemli direnişlerine sahne olduğu koşullarda, b irkaç yüz üyeli, dernek-sendika vb. için bu kad ar rekabet tehdite kaçan üslupsuz konuşm a ve yazma anlam sız o lm aktadır.
SON U Ç:G ünüm üz Türkiye’sinde, THKP-C
teoride ve pratikte, biraz da ülke koşullarına uygun bir çizgi olmadığı için aşılmıştır. Yalnız bu aşm a hayata geçirerek değil geçiremeyerek aşm adır. Her THKP-C kökenli siyaset bunu kendi pratiğine bakarak görebilir. İsterse görmeyebilir de. Bu onların kendi sorunlarıdır. Yalnız DGDA’da hem hayata geçirildiği, hem de ideolojik ve pratik olarak aşıldığı kesindir. Bizler açısından, TH KP-C’nin davranış yeteneği, eylemciliği, devrimci dayanışma ve ittifak için hiçbir Özveriden kaçınm am ak gerektiğini gösteren şanlı Kızıldere direnişi, halklarımızın direniş tarihi açısından, güncel görevlerimize ışık tutan bir meşale olm aktadır. H er Ç ağdaş Yol’cuyum diyen kendini böylesi onurla ve başı dik devrim ciliğe hazırlam aya ve kitlelerde bu devrimcilik ve dayanışm a ruhunu hâkim kılmaya büyük bir özen göstermelidir.
halkın kendi iktidarı olduğunu belirtiyordu.
Bu saldırı ne Türkiye'de ne dünyada ilk kez görülüyor. Egemen sınıflar kendi köhne iktidarlarını sürdürm ek için benzeri yöntemleri her zaman uyguluyorlar. Köhne egemenlikleri yıkılm adan da uygulamaya devam e d e cekler. Burdur direnişi bu bilinç üstü ne oturm uştur. M ücadelenin yönü direniş hattı olmalıdır. Burdur 8 Nisan direnişi yıllardır tartışılan anti-faşist. anti- em peryalist ilkelerin anlamını gösterm ek aç ısından öğreticidir. Anti- sömürgecilik sadece kendine yönelik saldırıları değil, tüm dünya halklarını uğradığı zühne karşı çıkmak anlam ında önemlidir. Türkiye öğrenci hareketi bu ilkeler üzerinde yükselmelidir.
Burdur direnişi tarihte yüzbinlerce kez tarihin akışına karşı koymaya çalışanların beynine yumruklarla çivilenen gerçeği bir kez daha haykırıyor.
RÜZGAR EKEN. FIRTINA BİÇER!
Baştarafı 57. Sayfa Ja mantıkla örmeleri zorunludur. Ç ocuğun dünyayı kavramasından başlamıştı yazı. Yeni düşünceyi kavram ada ço cukça bir naviteye gereksinim duyuyoruz. Yeni insanı yakalarken bu tüm eski kalıpları parçalam ak ve yerine yenilerini koymak gibi zorlu bir süreci g ü n dem e getirir. Kadın sorunu konusunda yapılacak en ufak çabanın bu kafalardaki değişimin ne kadar başanldığıy- la doğru orantısına dikkat çekmek istiyoruz. Sağlıklı ve üretken tartışmalar için erkeklerin ve hâlâ bu egem en ideolojiden yakasını koparamamış kadınların değişim için kendilerini biraz zorlamalarını istiyoruz. Yeni toplum yeni insanla yaratılacak. Ve yeni insanın hatasız olması başanmızın anahtarı.
Bir Direni« Örneği: BURDURBaştantft 23. Sayfadaralam aya, saldırıyı kendilerince haklı çıkarm aya kalkıştılar.
Saldın yanm saat sürdü. Saldırı sırasında m üdahale etm eyen polis, sal- d ından sonra bütün gücüyle kendilerini savunm aktan başka suçu olm ayan devrimci öğrencileri gözaltına alm aya başladı. Öğrenciler bu haksız uygulam aya karşı direndiler. Polisin am acı devrimci öğrenciler: dağıtıp saldırıya hedef olmafannı sağlamaktı.' Ö ğrenciler bu taktiği direnişleriyle boşa çıkardılar. Yurtlardan ve çevre halkından yükselen kınam a sesleri devrimcilerin haklılığını gösteriyordu. Halk saldırıya karşı koymuyor, am a pasif destek veriyordu. Sonuçta saldırganların hepsi kaçmış am a saldınya uğrayan elli iki öğrenci gözaltına alınmıştı. Bunun üzerine geniş bir öğrenci kitlesi olayı p ro testo etm ek üzere forum düzenleyip açlık grevine başladı.
Gözaltına alınanların 13 u siyasi şu beye geriye kalan öğrenciler m ahke
m eye çıkarılmak üzere Göl Karakolu^ na götürüldü. Asıl m ahkemeye çıkması gerekenlerse sırra kadem basmıştı. S iyasi şubeye götürülen öğrencilerin beşi işkenceden geçirildi. Bir öğrenci kafasına vurulan cop darbeleriyle sarsıntı geçirdi. Şubede bunlar olurken direnişi destekleyen, haksız gözaltını protesto eden eylem yükseliyordu. Çocuklarına sahip çıkmak için gelen veliler ço cukların direnişine katıldılar.
İki gün sonra öğrenciler serbest bırakıldı. Siyasi şubeden bırakılan öğrenciler açlık grevine giden kalabalık kitlece karşılandı. Bu grup Göl Karako- lu’ndan bırakılanlarla okul bahçesinde karşılaştı. G örülm eğe değer bir şenlik yaşandı. Onurlarını korum anın verdiği grurla öğrenciler kucaklaştılar. Marşlar ve sloganlarla zafer coşku içinde kutlandı. Öğrenci arkadaşlar yollarının direniş yolu o lduğunu defalarca haykırdılar. Atılan sloganlar faşist saldırıları kökünden kazımanın koşulunun
Sosyalizmi Kavrama sorunu ve.,ve söm ürüyü yaşam ayan erkeğin bu soruna nasıl ne kadar duyarlı olacağını da düşünm ek gerek.
Kadın sorunu özgün bir sorundur ve beraberinde hem ayrı örgütlenm eyi hem de erkeğin yer almadığı bir örgütlenmeyi gerektirir diyoruz. Bu erkeklerin bu alanla ilgili her türlü desteğini ve düşünce üretimini yok saym ak a n lamına gelimoyor. Kadın sorunu kendi alanı için de sosyalist bir karayışla sorunları inceler bu tem elden hareketle cins ezilmişliğini kadın erkek arası çelişkiden çıkarak kapitalist sistemin sö m ürü odaklarından birinin açıklanm asına vardırır. M ücadele sistem içinde teşhir ve değişimleri hedeflerken, ye
ni bir sistemin sosyalizmin inşası bu sorunun biteceğinin garantisi değildir. Aksine bu sistem içinde de kadının yeniden yapılanm aya katılması ve kendi sorunlarının çözümlerini iirtmesi d e mektir. Ve kadın sorununu bilince çıkartacak ve doğru bir rotada ilerletecek olan işçi sınıfının partisinin bu alanı kapsayan programı olacaktır diyoruz. Bu program sosyalist insanlarca döğüştürülecek ve kitlelere yayılacaktır.
Diğer bir nokta da yeni insan tipinin bütün boyutuyla yaratılması sürecini sağlıklı şekilde kavramaktır. Dünyayı değiştirme bilinci ile yola çıkanlann eski düşünce yapısının bütün gereci yönlerini red etmeleri ve yeni düşünceyi bu
‘Esa
sen
biz
kom
ünis
tler
görü
şler
imiz
« gi
zlem
e ge
reği
duy
may
ız.
Ne
var
ki ö
rgüt
ümüz
le v
e yo
ldaş
ları
mız
la i
lgili
bilg
i ve
rmey
i on
ursu
zluk
say
arız
” (1
8 m
ayıs
197
3...
Diy
arba
kır
Zin
danl
arın
da)
Deniz Gezmiş,
31 mayıs 1971 NURHAK DAĞLARINDA SİNAN CEMGİL
Yusuf Aslan
Hüseyin İnan
m nereden ve naşı gelirse gelsin, eğer savaş sloganlarımızı başka bir kulak duyacak, silahlarımızı kullanmak için bir başka el uzanacaksa ve başkaları makınalı tüfeğin kesik güçlü ezgisiyle, yeni savaş ve zafer sloganlarıyla ağıtlar yakmaya hazırsa, HOŞ GELDİ. y 9marCHE GUEVERA
top related