Çağdaş yol ekim 1989 sayı 9

68
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve devrimci hareketin otokritiği Murat Belge eleştirisi Ulusal sorun (1) Türkiye'de Proleterya Dünya Komünist Hareketinde Sancılar Halkevlerinde Devrimci Tavır Liselerde Devrimci Mücadele Son Ekonomik Durum Gençliğin Reddettiği Miras ve Yeni Yönelimleri Devrim Hedefinin Devrimci Provokasyonu: Özerk Demokratik Üniversite Programları "Bir ufka vardık yalnız değiliz sevgi Gerçi gece uzun, gece karanlık, Ama bütün korkula Bir sevdadır böyleşyaşamak

Upload: yol-siyasi-dergi

Post on 27-Jul-2016

254 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

TRANSCRIPT

Page 1: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve devrimci hareketin

otokritiği

Murat Belge eleştirisi

Ulusal sorun (1)

Türkiye'de Proleterya

Dünya Komünist Hareketinde Sancılar

Halkevlerinde Devrimci Tavır

LiselerdeDevrimci Mücadele

Son Ekonomik Durum

GençliğinReddettiği Miras ve Yeni Yönelimleri

Devrim Hedefinin Devrimci Provokasyonu: Özerk Demokratik Üniversite Programları

"Bir ufka vardık yalnız değiliz sevgiGerçi gece uzun, gece karanlık,Ama bütün korkulaBir sevdadır böyleş yaşamak

Page 2: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Çağdaş YOL AYLIK SİYASİ DERGİ

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

Sahibi:S.GÜNEŞ ÜNSAL

Sorumlu Yazıişieri Müdürü:Süleyman KILIÇ

Yazışma Adresi:Jöntürk Cad. Nikah Dairesi

Karşısı Şamdancı İşhanı Şamdancı İşhanı No: 26

Laleli/İST. Dizgi:

Nüans - 511 03 57 Baskı:

ÇİFTAY Fiyatı:

2500 TL. Yurt dışı fiyatı:

5 DM - 5 SF Genel Dağıtım:

Hürda Ön kapak resmi:

Dr. Hikmet Kıvılcımlı (1902-1971) Şiir: A.Arif

İÇİNDEKİLER

Merhaba................................................................................... 11960 sonrası devrimci harekete bakış............. 2Son ekonomik durum............................................................. 12Ulusal Sorun (1)......................................................................15Murat Belge Eleştirisi.............................................................20Devrim Hedefinin Devrimci Provokasyonu: Özerk DemokratikÜniversite Programları............................................................34Gençliğin reddettiği miras ve yeni yönelimler.....................38Liselerde devrimci mücadele.................................................41Dünya Komünist Hareketinde Sancılar................................43Belediye-İş Beyoğlu Şb.Bşk.Hıdır Bal ile söyleşi................ 51Halkevlerinde Devrimci Tavır................................................ 53Türkiye’de Proletarya.............................................................57Sosyalist Basına Duyuru: Ç.Yol Okuru Bir Grup Kadın.....63Kamuoyuna duyuru: Dev-Lis.................................................64

Page 3: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

MerhabaYeniden birlikteyiz. 8. sayıyı geri ide bırakırken ve yeni sayının hazırlıklarını sürdürürken Türkiye siyaset

sahnesinde de artık her tarafta kriz ‘sahnelenmeye başlamıştı. Öncelikle bu gelişmelere kısaca değinelim:Son iki ayın en önemli gelişmelerinden biri hiç kuşkusuz Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’m

"bize silah çeken düşmandır" diyerek; artık PKK'ya savaş ilan etmesi oldu. Onun ardından bazı dergilerde eski ordu komutanlarının "önce serfiuk ama sonra özerklik verilebilir" demeçleri geldi ve daha sonra da Milli Güvenlik Kurulunda "yeni bir Kurt politikası oluşturulması" kararı alındığı basma sızdırıldı. Silopi olayı ise son bombaydı.

ikinci ve hala canlı olarak devamı e den politik gelişme Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkindir. Özal Cum­hurbaşkanı, Mesut Yılmaz/Hasan Cefed Güzel/Bedrettin Dalan Başbakan formülleri her gün basında tartı­şılıyor.

Üçüncü nokta ise 1 987 sonunda baışgösteren yeni bir sermaye birikim krizi karşısında uluslararası fi- nans kapitalin de alarm zillerini çalması oldu. IMF ve Dünya Bankası artık her toplantıda finans kapitali masaya oturtmaya çalışıyor, acı reçetesi.ni içirtmeye hazırlanıyor veya "acı ilacını kendin al, yoksa.." diye tehditlerini ta okyanusların ötelerinden s, avuruyor. \ .

Tüm bunların sınıf savaşımı prizmasın ıdaki anlamı nedir? Bir kere her üç noktanın da finans kapitalce çözümü için "büyük operasyonlar" gerekmektedir. Her 10 yılda bir her keresinde Katbe kat ağırlaşan-her yanı kasıp kavuran ekonomik politik kriz ı nasıl ki 1980 , 19 7 0 , 19601ı yıllarda "Cumhurbaşkanlığını seç­mede de krizleri yarattıysa "parababaları 1 9 9 0 a girerken de yine aynı hastalığın nöbetine yakalanmışlar­dır. Diyalektik çelişki finans kapitalin içine bir kama gibi giriyor ve onun böylesi bir sorunun çözümünde bile elini kolunu giderek açılmaz hale getiri; yor.

Kürt meselesi, şimdilik sivrilen Cumhur!>aşkanlığı-yarın erken seçim vd... IMF ve Dünya Bankasının dayatmaları: Bunların tümü Özal'm Meclis kürsüsündeki hırçınca "alınlarını karışlarım!..." diye savurduğu tehditlerin altında esasen finans kapitalin ba şta kendi içinde olmak üzere başlatacağı operasyonları öteki alanlara da yayacağının: yani bir saldırının habercisidir. Yaşam dayatmaktadır. Finans kapital katlarında hazırlanan operasyon paketi çok geçmez açı lir:

Her şey sanki 1 980 öncesi gibi! Ama b\u - kez komedi değil trajedi. Trajik olan, güçler terazisinde prole­tarya sosyalizminin diğer devrimci direnişçi gl içlerin bu kez, şimdilik "büyük oynamalar yaratamamasıdır", bu geçici bir durumdur: Sınıf savaşının her oej pheden yükseleceğinin işaretleri artık görülebiliyor. Prolete- arya sosyalizmi tüm bu siyasi kombinezonları, denklemleri kurulabilecek güçte olmalı, cephelerde hazırlık­larını hızlandırmalı. O muazzam gücün açığa ç akacağı zaman seyirci değil dönüştürücü, önder olmalı. Ha­zırlık, hazırlık, yine hazırlık gerekiyor.

Y en i Sayı9. sayıda neler var? 11 Ekim proletarya sosyalizminin önderi Dr. Hikmet Kıvılcımlının ölüm yıldönü­

mü. Devrimci hareketin 1 9 6 0 ’dan sonraki otokritiği ilk yazımız. Kıvılcımlının siyaset düzleminde onyıllarca süren etkinliği, genel taktik-stratejik alanlard a attığı adımları yazı iyi gösteriyor. Mehmet Yılmazer bu kez Murat Belge kiritiğini yazdı. Belgenin sosyal izme vedasmın kökleri ve bunun önümüzdeki günlerdeki etkisi yazıda ele almıyor. A. Erkan Atakan arkadaş ;> "U lusal sorunu" bu sayıda teorik olarak irdeliyor. Gelecek sa­yıda ise bu Marksist Leninist soyutlamadan s omuta girilecek. "Türkiye de proletarya" Ali Kemal'in yazısı, işçi sınıfının yüzyıllık sosyal varlığı irdeleniyoıÜniversiteler açıldı. Üniversite gençliğinin önünde zorlu gö­revler var. Mücadelede dövüştürülecek taktik 1er S-evinç Atakan, Sinan Mert arkadaşın yazılarında açılıyor. Halkevlerine Bakışımız ne olmalı? Bu çerçev< ade Y eni Çözüm taraftarlarının takındığı tutumların eleştirisi Dikbaş arkadaşın yazısından ve Belediye Iş Ş ube Başkanı Hıdır Bal'la yapılan röportajdan okunabilir. Bir devrimci, Merkez komiteye kadar yükselmiş 1 oir devrimci kadın: Kollontay. Gökçe Demir Kollontay’ı yazdı.

Evet, siyaset termometresinde ısının her c jeçen gün yükseldiği günleri yaşıyoruz. Aralık başında 10. sa­yıda buluşmak üzere.

Çağdaş YOL

1

Page 4: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

1960 Sonrası Devrimci Harekete Genel Bakış

Mayısla Türkiye'de­ki sınıflar savaşı yeni bir döneme giriyor­du. Tek Parti dikta­

törlüğünün ve ardından Menderes zul­münün baskı ve bentlemesinden son­ra, bütün gövdesiyle açığa çıkıyordu. Bunun anlamı, ekonomik gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak, sınıflar ara­sı kopuşm dnın hızlanmasıdır. Yani o güne kadar, Finans-kapital'in siyaset çemberinde oyalanıp uyutulan sınıf ve tabakalar, yavaş yavaş kendi öz eği­limlerini açığa vurmaya başlıyorlardı. Elbette bu sınıflar kopuşması ilk plan­da ve kaçınılmaz olarak proletarya ve burjuvazi arasında olmuş, TKP daha 1 9 2 0 ’Ierde örgütlenmiştir. Ama diğer sınıf ve tabakalar, genellikle, Finans- kapitalin siyaset ağlannda çırpınmış­lardır. İşte bu sınıf ve tabakaların Fi­nans-Kapital ağlarından kopuşması- nın hızlandığı yıllar; 19501er ve en kör göze batarsa açığa çıktığı yıllar ise, 1 9 6 0 ’lardır.

Bu sınıflar kopuşmasının 1960larda kendini gösterişi, yaşadığı­mız toplumun geleneklerin e uygun bir şekilde oldu. Ordu gençliği Devleti kurtarmak için davrandı. Ve ilerisi için hemen hiçbir açık fikre sahip ol­madan kendini iktidarda buldu. Ve iş­te o andan sonra, vurucu güç un yön­lendirilmesi toplumdaki sınıflar savaşı­nın güçler dengesinden ayn bir yol ala­mazdı. Egemen Finans-Kapital, 27 Mayıs’ı daha birinci gününden itibaren nötralize etmek için didinmeye başla­dı. Ve bu, 12 Marta varana kadar bir on yıl sürdü gitti.

Yön ve T. Aydem ir olayı: 27 Ma- yıs'da davranan ordu gençliğine yol gösteren sadece Finans-Kapital değil­

di. O dönemde Vatan Partisi adına Dr. Fi. Kıvılcımlı MBK'ne iki açık mek­tupla ne yapılması gerektiğini bildirdi. Ve söylenenin esası Vatan Partisi Programının uygulanmasıydı. Elbet­te, proletaryanın siyasi örgütlenmesi­nin çok cılız olduğu o günlerde, bu yol göstermelerin pratik bir sonucu ola­madı. Esas olan şudur.

Osmanlılığın İlb'lerinden kalan 1Devlet Sınıflarının 'devlete sahip çık­

ma, halk adına davranma geleneğinin en güzel bir atılışı olan 27 Mayıs, kendi başına özlediğini yapamazdı. Halk için birşeyler yapmak, ancak işçi sınıfına dayanarak olabilirdi. Ve bu yolda pro­letaryanın siyaseti Vatan Partisi, 'MBK ne Açık Mektup'la bu gerçeği açıkla­mıştı. İşçi sınıfının karşısında, Finans- Kapital, MBK'ne yol' göstermede, güçlü örgütlenmesinden dolayı kıyas- lanmıyacak avantajlara sahipti.

Fakat MBK'ne yol gösteren sınıf­lar, sırf birbirine karşıt, Finans-Kapital ve proletarya değildi. O dönemde, 1961 sonlarında yayınlanmaya başla­yan 'Yön' dergisi çevresindekiler de, 27 Mayıs'a bir şeyler öğretmeye çalışı­yorlardı. Yön'ün gösterdiği yol eski bir şarkının tekran gibiydi. Tutulması ge­reken yol Devletçilik'di. Bunun başa­rılması için ise aydın kadrolar seferber edilmeliydi. Böylece 'Yön', TKP için­den tasfiye olmuş Kemalizmin Kadro' ideolojisinin yeni bir biçimini savunu­yordu. Bu haliyle 'Yön' sınıflan göre­meyen bir küçükbuıjuva ütopyası ola­rak şekilleniyordu. Dikkat edilsin, 27 Mayıs'la hızlanan sınıflar kopuşmasın- da, en azından bir yayınla önde görü­nen 'Yön' küçükburjuva eğilimi, tama­men içinden geldiği ortamın karakteri­ni üzerinde taşımaktaydı. Doktrini D evletçilik1di dayandığı zemin ise ay­dın kadrolardı. Sınıfsız bakışı ve Dev­letçilik doktriniyle hala Kemalist Bur­juvazinin ideolojisinden öteye gideme­mişti. İşte 27 Mayıs sonrası ilk şekille­nen küçükburjuva eğilimi 'Yön' böyle bir zemindeydi. Sınıflar savaşı şiddet­lendikçe, küçükburjuvazinin yön el iş­leri elbette değişti. 12 Marta girmeden MDD olarak şekillendi. Ve Kemaliz­min izlerinden kurtulmaya, işçi sınıfını

1 ön ve T.Aydemir olayı: 27 M ay ıs‘da dav­ranan ordu gençliğine yo l gösteren sadece Fi­nans-Kapital değildi. O dönemde Vatan Partisi adına Dr. H. Kıvılcım lı MBK'ne ik i açık mektupla ne yapılması gerektiğini b ild ird i. Ve söylenenin esası Vatan Partisi Programının gulanmasıydı. Elbette, proletaryanın siyasi ör­gütlenmesinin çok cılız olduğu o günlerde, bu yo l göstermelerin pratik b ir sonucu olamadı.

2

Page 5: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

görmeye doğru bir yol izleyen küçük- burjuva devrimciliği, şimdi elbetteki 12 Mart öncesinden de daha ileride bir siyasi çizgiye gelebilmiştir. Sınıflar savaşı küçükburjaziyi eğitm ektedir.

. Demek ki 27 Mayıs'tan sonra ilk şekillenen küçükburjuva eğilimi 'Yön', ideolojik yapısıyla, Kemalizmi ve Devletçiliğimizi aşabilmiş değildir. Daha sonra, 1969'larda, Yön,. Dev­rim dergisi olarak varlığını sürdüre­cektir. Ve temel bakış açısı işçi sınıfı dı­şında 'sivil asker aydın zü m rece da­yanan bir devrim anlayışını savunmak olacaktır.

27 Mayıs kaynaklı bir diğer önemli atalım da T. Aydemirlerin 21 Mayıs darbe girişimidir. Finans-Kapitalin 27 Mayısı nötralize etmesine bir tepki olarak gelişen 21 Mayıs hareketi ba­şarıya ulaşamadan bastınldı. 21 Ma- yıs'ın liderlerinden Fethi Gürcan hare­ketlerinin dayandığı temel mantığı şöyle açıklıyor: 'Biz haklılığımızın sa­vunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonksiyonu ger­çekleştirmek için de bir otoritesi var­dır. Bu fonksiyonun gayesi halkın mutluluğunu sağlamaktır ve mutluluk sağlandığı müddetçe meşru bir devlet otoritesi var demektir.... Bu itibarla kanunlar ve devlet müesseselerinin verdiği her türlü hukuki emirler özü iti­bariyle bu amaca karşı olamazlar. Ak­si takdirde meşru değildirler. (F. Gür­can'ın Savunması Sosyalist, s. 6)

'Halkın mutluluğunu sağlamayan bir devleti 'meşru' görmeyen F. Gür­can, bu mutluluk yolunda yapılabile­cekleri şöyle anlatıyor: 'Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de en azından bü­yük fakat aç ve çıplak Anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağ­layacak toprak reformu nerede?

'Bütün bunlann altında nüfuz tica­reti, soygunlar, akraba kayırmaları yatmakta ve ekonomik, politik müna­sebetleri ile, basınıyla, diğer müesse- seileri ile halkın gerçek iradesinin dı­şında hatta karşısında kalınmaktadır. Şimdi soruyoruz:

'Bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi statükoyu koruma, hatta restore et­mek rolünde olan Başbakanla, parla­mento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı?

'27 Mayıs öncesi statükonun ko- runup-restore edildiğini gören ordu gençliği, 'Yön' dergisi gibi fazla yazıp . çizmeden, doğrudan davranıyor, ve halk adına halktan kopuk kaldığı için

/ Kıvılcımlı hupisuncde.

şte 1 960' Iarda küçükburjuva devrim ciliğ i ik i yön­de gelişmiştir. Devletçi gelenekli aydın Küçükbur­juva eğ ilim i 'Yön 2 7 Mayıs 'a yo l gösterirken kendi aydın çemberi içinde soysuzlaşıp bayağı burjuva liberalizm ine dönüşmüştür.

'statüko'nun duvannda parçalanıyor­du. Elbette bizim ordu gençliğimizin bu güzel geleneğinin de kendine göre dayandığı bir tabaka vardır. Bunu da yine F. Gürcan şöyle açıklıyor: 'İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal münasebetleri ulusun çoğunlu­ğu lehine ortadan kaldırmak istiyor­duk.

'Bu münasebet yann mutlaka ko­partacaktır. Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık? Kafalanyla ye­ni nesil Atatürk'ün Cumhuriyeti ema­net ettiği, aslında halkın mutluluğunu

sağlamayı tavsiye ettiği gençlik ile ya­pacaktı. Daha doğrusu onlar yapacak­tı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesi­minde düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür.' (a.y.)

İşte 1960'larda küçükburjuva dev­rimciliği iki yönde gelişmiştir. Devletçi gelenekli aydın Küçükburjuva eğilimi 'Yön', 27 Mayısa yol gösterirken ken­di aydın çemberi içinde soysuzlaşıp bayağı burjuva liberalizmine dönüş­müştür. Öte yandan, ordu gençliğin­den kaynak alan 21 Mayıs hareketi ise, kendi geleneğini sürdürmüş, adeta

3

Page 6: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

öylece 1969'lara ge­lindiğinde burjuva dev­rimciliğininçözülürken, daha çok

gençlik temelinde şenf küçükburjuva dev­rimciliğininaçıkça belirmeye başla­mıştır.

i

sınıfların önünde davranmıştır. 'Yön' atalet içinde soysuzlaşırken, 21 Ma- yısçılar bir atakla statükoyu sarsama- dan meşale gibi yanıp söndüler.

Türkiye'de sınıflar savaşının en kör göze henüz batamadığı bu yıllar­da, sınıfa dayanm adan davranan Genç Türk geleneğimiz teorisi ve pra­tiğiyle Önde göründü. Soyut halk kav­ramından, ve onu kurtaracak zinde güçlerden öteye gidememiş olan bi­linçlenme, sınıflar savaşı yükseldikçe ister istemez değişmiştir.

TİP: Yine 1961'de kurulan, fakat sırf sendikacılar zümresinde kalan TİP, bu yıllarda genellikle sessiz ve adeta yok gibidir. Ordu gençliğinin 21 Mayış yenilgisinden sonra 1964'ler- de, TİP sesi duyulur hale gelmeye baş­lamıştır. Aristokrat işçi zümresi sendi­kacıların ve burjuva aydınların ege­menliğindeki TİP, gelişmesiyle, çevre­sine hemen hemen o yıllarda devrimci potansiyelin tamamını toplamıştır. Küçükburjuva devrimciliğinin sınıfsız bakışana ve "zinde güçler'e dayan­masına karşılık; TİP, bir sınıfa dayan­dığını söylüyor ve 'halkın mutlulu­ğunun yerine de soyut olarak Sosya­lizmi savunuyordu. Bütün bunlar dev­rimci hareketin genel gidişinde bir aşamaydı. Yön 'çağdaş uygarlık'tan Öteye gitmemiş ve sınıfları görmemiş­ti. 21 Mayıs hareketi, 'zinde güçlerle 27 Mayıs'a pratik yol göstericiliğini denemiş, ancak kendini yakmıştı. Ve bu yıllar içinde sınıflar savaşındaki ge­lişim, 1963'lerde işçi sınıfının grev ve toplu sözleşme hakkını almasına ka­dar varmıştır. İşte bu dönemde 'Türki­ye'de burjuva ve emekçi sınıfın olup ol­madığı.... Endüstri işçisi Türkiye'de toplumculuğun öncüsü olabilir mi, olamazını?' vb. konulan hararetle tar­

tışılmaktadır. Bunun anlamı ise, işçi sı ­nıfının kendini siyaset sahnesinde ya­vaş yavaş duyurması ve küçükb urjuva devrimciliğinin bundan etkilenm eni demektir.

'Zinde güçlerin ne teorisi ne dıe pratiği 19 6 0 sonrası devrimci hareket üzerinde etkin ve egemen flamamı ş- tır. Sadece, henüz 27 M alısın sıcak etkinliğinin yaşandığı günlerde filizle n~ miş, sonra yaşayamamrş: ya kendini yakmış ya da burjuva liberalizmine soysuzlaşmıştır. Y ö n 1 CHP'nin yedme­ğinde kalmıştır. İşte bu yıllar, henüz b a- ğımsız küçükburjuva devrimciliği pek yoktur. Var olan eğilimler 'devlet sınıf­ları' geleneğinin ötesine geçememiş­tir. Yani sınıflar kopuşması, henüz kü­çükburjuva devrimciliğini az çok istik­rarlı bir biçimde ortaya koyacak se d ­yede değildir.

Küçükburjuva tabakalar; özellikle köylülüğün bir kısmı ve küçük esnaf­lar, hatta gençliğin bir kısmı bu yıllan ia CHP potasındadır. Şehir ve kasaba­lardaki gençliğin büyük kısmı ise, 1963'lerden sonra güçlenmeye başla­yan TİP çevresindedir. O dönemde CHP 'ortanın solu' TİP'de 'Sosyalizm' demektedir. Bu söylenenlerin sınıflar savaşı açısından anlamı şudur. O güne kadar gerek ekonomik gerekse politik olarak Finans-Kapitalle önemli bir ça­tışma içinde olmayan Yaban burjuva­ların (tekel dışı kapitalistler) 19501er- den beri Finans-Kapital vurgununun hızlanmasıyla, Finans-Kapitalle çatış- malan yükselmiştir. V e bunun siyasi olarak görünümü iki yönde olmuştur. Yaban burjuvalann daha irileri serbest rekabet özlemlerini 'ortanın solu' şek­lindeki daha çok libe;ral bir anlayışla CHP'inde dile gitirmişler, düzenden daha çok kopuşanîan ise, kurtuluşu iş­çi sınıfı ile ittifakta yoldayarak, özlem­lerini 'Sosyalizm' talebiyle TİP'de gi­dermeye koyulmuşları dır. TİP işçi sınıfı içinde aristokrat, zengin işçilere, sen­dikacılara dayanmaktc tydı. TİP'de ege­men olan işçi aristokr asisi ve burjuva aydınların eğilimiydi. Bunlar ise so­nuçta işçi sınıfı içinde burjuva nüfuzu olmaktaydılar. Bütün fa u gelişmeler şu­nu gösteriyordu:

Proletaryanın öz i eğilimi 1920'de doğm uş ve 1927'İerd e sağlamca şe­killenmiştir. Fakat sı nıflar savaşının yüksek boyutlara varm adığı yıllarda Fi- nans-kapitalin sürekli; zulmü ve yoket- mesi sonucunda 1960 dara gelindiğin­de dağınık ve örgütsüz :dü. Bu nedenle 27 Mayısla 'hürleşen ortamda işçi sı­nıfı adına onun öz eğiîi mi değil, tersine

işçi içindeki egem en burjuva nüfuzu davranmış, ve TİP olarak partileşmiş- dir. Ve henüz küçük burjuva devrimci­liği de TİP içindedir. Yani sınıfsal ola­rak: henüz sınıflar kopuşmasında işçi sınıfı ve küçükburjuva tabakalar Ya­ban burjuvazinin takipçisi durumunda­dır. Ve yine aynı şekilde henüz Yaban burjuvazinin, küçük burjuvazinin ve proletaryanın siyasi taleplerinin birbi­rinden farkı açıkça görünmemektedir. Kaba bir bakışla hepsi sanki aynı gö­rünmektedir. Elbette bu görüntüyü sağlayan sınıflar savaşının 1965lerde- ki seviyesidir.

İşte 1 9 6 0 sonrası 'devlet sınıflan' gelenekli küçükburjuva devrimciliği­nin kısa ataklanndan sonra, devrimci harekette burjuva devrimciliği öncü davranmıştır. Onun öncülüğü 1zinde güçler1İn sınıfsız bakışma karşılık işçi sınıfı ve sosyalizmi savunmasında ol­muştur. Ama sınıflar savaşı yükselip de mücadele şartlan değişince, daha militan bir karakter kazanınca TİP'in burjuva devrimciliği iflas etmeye başla­mıştır. Çünkü TİP'in sosyalizmi ger­çekte işçi sınıfına değil, işçi içinde aris­tokrat bir zümreye dayanıyordu. Ve düzen değişikliğini devrimci bir tarzda düşünmeyip, bufjuva devrimciliğinin gereği parlementoda 'başa güreş'tiğini. söyleyerek, aslında, mevcut düzenin ebedileşmesi için çalışmış oluyordu.. İş;- te bütün bunlar genişyığm lar tarafın­dan 1965'lerde henüz gerçek avılan ı- lcirmda bilinemiyordu. Ama özellikle 1 966'lardan sonra hızla yükselmey e başlıyan, sertleşen sınıflar savaşıl T İP'in yaldızlarını dökmüştür. TİP i çin- de ve dışında partinin politik hatıtma kcirşı MDD hareketi gelişmeye be ışla- mııştır. Bunun anlamı, yükselen «sınıf müc adelesi şartlarında küçükbur juva tabakalarının burjuva öncülüğün den koptışmasıydı. Dolayısıyla sınıf mi ica- deles sinin yeni şartları bir bakıma b uaju- va devrimciliğinin öncülüğünü imi can­sız hale getiriyordu. 1 9 6 0 sonras ınm genellikle banşçıl geçtiği 19 6 7 yıl lan- na kadar olan döneminde, bur juva devri mciliğinin öncülüğü açıkça c ata­dayken, bu öncülük ekonomide 5 /e ni bir buhranın patlamaya yüz tutt uğu 1 9 6 9 'larda açıkça dağılışa girmi ştir *. Özellikle 19 6 9 yılı, parlamentoda ba -. şa gü treşilemeyeceğini göstermiş > ve *. TİP hı zla çözülmeye başlamıştır. E )aha doğru şöyle söylenebilir. Gelişen 5 sınıf­lar* savaşı karşısında TİP'in gittikç< 2 ge- ric deşmesi ve çürümesi iki olay tar afın- da.n hızla açığa çıkartılmıştır. İç erde, 1 9 6 9 seçimlerinde uğranılan sonuç,

4

Page 7: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Milletvekillikleri birdenbire kaybolun­ca, bu durum, parlementer mantıklar­daki paniği hızlandırmıştır. Dışarıda ise, Çekoslavakya olaylarıdır. Ay bar Vdu olaylar karşısında bütün gericili ğini l aısmuş ve sosyalizm düşmanlığını açı- ğ a vurmuştur*. Bu iki olay hem T İP ’in karakterini daha iyi ortaya çıkartmış, hem de çözüdmeyi hızlandırmıştır.

Böylece 1 9 6 9 la ra gelindiğinde burjuva devrimciliğinin öncülüğü çö­zülürken, dciha çok gençlik temelinde gelişen, küç ükburjuva devrimciliğinin öncülüğü açıkça belirmeye başlamış­tır. B u değişim ncisıl gerçekleşmiştir? Ve nelere yol açmıştır?

Önce Finans-Kapitalin 2 7 Mayıs sayesinde ha İka tasarruf ettirdiği biri­kimler monta j sanayi dış atımıyla tüke­tilmiş, Finans -K apital yeni ve daha bü­yük sermaye birikimleri özlemiyle buhrana girmiştir. Ekonomideki bu gi­diş kendini siy a sette sınıflar savaşının hızlanması şekli inde göstermiştir.

Bunun sonı ıcu olarak işçi, gençlik hareketleri en yi üksek noktasına 1 9 6 9 yılında ulaşmış ıtır. 1964'de 6 .6 0 0 olan grevci say ısı 1966'da 1 0 .4 0 0 'e çıkmış ve 196^ 'd a ise 2 3 .1 9 0 'a var­mıştır. Yine gej içlik hareketleri de bu yılda en fazla oh nuştur. Âynfellar için­de toprak işgali eri de sıklaşmıştır. Bü­tün bunlar ülke< deki buhranın derinleş­tiğine işaret etti. Ve toplumdaki sınıf­lar savaşı yükseldikçe, kaçınılmaz ola­rak sınıf ve tabakalann tepkileri ve kendi öz eğilimıleri daha net olarak or­taya çıkmaktadır. Kaynayan kazanda birbirine yapışık görünen sınıf ve taba­kalann arasındaki çatlaklar büyümek­te ve sınıfsal kopuşmalar gerçekleş­mektedir. İşte bu yıllarda, şekillenmesi sonuçlanan TİP'deki MDD hareketi ve CHP'deki Ecevit hareketi sınıflar pla­nında küçükburjuva tabakalann ko- puşmasınm siyasi görünümüne denk düşer.

MDD- daha çok şehirlerdeki aydın gençliğin işçi aristokrasisi ve burjuva aydmlannın siyasi zemininden kopuş- ması idi. Ecevit hareketi ise, aşağıdan yükselen küçük üretmenlerin tepkisiy­le İ. İnönü'den daha radikal davran­mak zorunluluğunu hisseden Yaban burjuvaların siyasi hareketiydi. Bu ha­reket ister istemez küçük üretmenle­rin tepkilerini de dile getiriyordu. Dci­ha doğrusu gelişen hareket Yaban burjuvalan daha radikal davranmaya itiyordu.

İşte yükselen buhran içinde çabuk etkilenen ve çarçabuk ihtiialci ğüşün- celere sürüklenen küçükbuıjuvalsr ha­

reketin kabanşının ve bilinç seviyesi­nin tabii sonucu olarak öne sıçramış­lardır.

Küçük üretmenler İnönü'nün Fi- nans-Kapitalle uzlaşıcı politikasına tepkilerini yükseltirken, gençlik de devrimci hareketin gerektirdiği yeni ve daha militan mücadele yöntemlerine karşı TİP'in gösterdiği gerici tutuma, yani karşı devrime pasifçe teslim olu­şuna hoşnutsuzluğunu yükseltiyordu.

1969'da artık TİP görevini ta­mamlamış ve kendi sınıf zeminindeki yapısı daha da netleşmiştir. 1 9 6 0 son­rası en genel anlamda işçi sınıfı öncülü­ğü ve Sosyalizm propagandası yap­mış, bunu yaygınlaştırmıştı^ Fakat mücadele, artık bu genel sözlerden öteye daha yeni görevlerle yüzyüze gelince, kendi sınıf karakterinin sonu­cu hareketin öncülüğünü artık yürüte­meyeceğini göstermiş oluyordu. TİP döneminde parlementarist mücadele daima ön de olmuş, işçi sınıfı içinde de sendikalizm den öteye gidilememiş­tir. Ve bu mücadele tarzı belli bir dö­nem (1963-1969) genel olarak dev­rimci kadrolarda açık bir tepki oluştur­mazken, sınıflar savaşının daha da şid­detlenmesiyle o güne kadar biriken tepkiler açıkça ortaya çıkmış, ve TİP- MDD kopuşması gerçekleşmiştir. Bu kopuşmanın objektif zemini sınıf sava­şının o dönemde en yüksek noktasına varması, sübjektif zemini ise, bu gidiş karşısında TİP'in tam bir teslimiyete bürünmüş olmasıdır.

Ve bu kopuşmanın en genel anla­mı da, devrimci hareketin belirli bir ge­lişme seviyesinde geçerli olabilecek olan ve belki de yaşanması bir bakıma zorunlu-aynı zamanda zorunluluğun­dan dolayı öğretici de-olan burjuva devrimciliğinin öncülük döneminin bittiği veya kapandığıdır. Aynı şekilde bu dönemin kapanmasıyla birlikte, o döneme ait mücadele araçları olan parlemantarizm ve sendikalizmin de göz boyacı olmaktan çıkması demek­tir. Nitekim 1 9 7 4 sonrası TİP'in anlı şanlı günlerini ne legalitede TSİP ne de yeraltında TKP yaşayamamış, hiç bir zaman hareketin tek odak merkezi olamamışlardır. Artık yaşanan ve de­rinleşen buhranla kopuşan sınıflar eski balayı dönemini bir kere daha yaşaya­mazlardı. Bütün yaldızlan ancak bir iki yıl sürmüştür.

MDD kopuşurken, yani sınıf anla­mında burjuva devrimciliğinden kü­çükburjuva devrimciliği kopuşurken, elbette olumluluğunun yanında olum­suz özellikleri de kaçınılmaz olarak

vardı.En genel anlamda TİP’in sırf işçici

tutumuna haklı bir tepki gösterirken, aynı zamanda işçi sınıfının öncülüğü­nü tartışma konusu yaparak, ister iste­mez 'Yön' devrimciliğinin "zinde güç-

, ler"e dayanan sınıfsız bakışının etkile­rini üzerinde taşıyprdu. Daha doğrusu MDD hareketi, TİP deneyi süresince yaşanan olaylardan iki gerici sonuç çı­kartmıştır. ilk i, işçi sınıfının pratikde öncülüğünü göremediğinden, veya iş­çi sınıfı öncülüğünü TİP gibi zannetti- ğiden, sınıfa güvensizliği kışkırtmak. Onun yerine aydın-sivil asker zümrey­le bir bağımsızlık savaşı hayal etmek. İkincisi, TİP soysuzlaşmasından kal­karak partinin olmazlığına varmak. Partisizliği teorileştirmek.

TİP deneyinden ancak bir küçük­burjuva devrimcisi bu gerici sonuçları çıkarabilirdi. İşte* MDD böyle bir ze­minde şekillenmiştir. Ve sırf işçici TİP ile 'ağdın kadrolar'a öncülük tanıyan 'Yön' çizgisinin ek lek tik bir uzlaşması­nın sonucu MDD teorisi olmuştur. MDD sözde işçi sınıfının varlığını ve öncülüğünü reddedemiyor, ama işçi sınıfını öncü olarak da bir türlü göremi- yordu. Nitekim daha sonraki yıllarda MDD'nin diğer bütün nüansları arasın­daki tem el konu hep bu öncülük mese­lesi olmuştur.

MDD: İ969'larda işçi ve gençlik hareketlerinin en yüksek noktasına erişildiği zamanda sonuçlanan TİP- MDD kopuşmasında Özellikle MDD'nin Türkiye’ye bakışını irdele- meliyiz. Elbette eleştirinin hedefi açı­sından bu ancak genel hatlarıyla yapı­lacaktır. Zaten 'MDD Zortlaması' ki­tapçığı bu eleştiriyi momentinde ve en iyi biçimde yapmışdır.

MDD, TİP içinde özellikle 1966'larda şekillenmeye başlamıştır. Ve bu birikim sınıflar savaşının gelişim seyrinde 1969'da kopuşmayla sonuç­lanmıştın Bu kopuşma burjuva dev­rimciliği ile küçükburjuva devrimciliği­nin bir kopuşmasıydı. Biz şimdi bu ko- puşmada, Türkiye sınıflar savaşına TİP'in ve MDD'nin nasıl baktığını açık­larsak, bu, burjuva ve küçük buıjuva devrimciliğinin Türkiye'ye bakışlan olacaktır. Ve dolayısıyla bu eğilimlerin hangi 'düşmana göre şekillendiğini de ortaya çıkmış olacaktır. Bu 'düşman' kavramı tam am en sınıflar savaşının kapsamını, derinliğini kavrayabilmek­le ilgilidir.

TİP- MDD çatışmasında en temelli konu devrimin stratejik konağıydı. TİP 'Sosyalist Devrim1 adını, MDD 'Milli

5

Page 8: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Kıvılcımlı son günlerinde.

Demokratik Devrim' adımını savunu­yordu. Yani TİP Kemalist burjuvazinin kendi burjuva devrimini sonuçlandır­dığını, böylece kapitalizm öncesi üre­tim ilişkilerini tasfiye ettiğini söyleye­rek, artık işçi sınıfının sosyalizmi kur­mak için davranması gerektiğini öğüt- lüyordu. Bunları söylemekle TİP Tür­kiye'deki sınıflar gelişmesini olduğun­dan ileride görmüş oluyordu. Bunu yaparak da çağımızda, yani burjuvazi­nin devrimci karakterini yitirdiği tekel­ci kapitalizm çağında, burjuvaziye ol­duğundan öteye bir devrimci misyon yüklüyordu. Oysa Kemalist burjuvazi ulusal kurtuluştan, sosyal kurtuluşa sıçrayamamıştı. Dayandığı sınıf açı­sından, irili ufaklı bütün Anadolu bur­juvazisine dayandığından, ulusal kur­tuluştan sonra kendi soygun düzenini kurmakla yetinmiştir. Ve üstelik bizde egemen antika tefeci-bezirgan ser­maye ile uluslararası tekelciliğin sen- tezleşmesi ve Devletçilik fideliğinde semirmesiyle Finans-Kapital gelişmiş, dolayısıyla hiç bir temelli reform ger­çekleşmemiştir.

Oysa TİP'e göre antika sermaye ve üretim ilişkileri tasfiye olmuş, üste­lik bunlan burjuvazi gerçekleştirmiştir. Bunun ise iki pratik sonucu vardı: Ön­ce TİP bu tutumuyla proletaryanın önündeki demokratik görevleri gör­mezlikten gelmiş oluyor, dolayısıyla bu görevleri CHP'ne (burjuvaziye) ıs­marlamış oluyordu. Kendisi Sosya­lizm türküsüyle demokratik görevler­den kaçmıyordu. İkinci sonuç ise, ka­pitalizmin bizdeki gelişim seviyesini ve doğurduğu çelişkileri yanlış değerlen­dirdiğinden proletaryanın bugünkü müttefiklerinden kopuyor, somutça taktik cephe adımını atlıyor, hareket içinde yanlızlaşıyordu.

TİP daylara neden böyle bakmak­taydı? TİP işçi sınıfı içinde burjuva nü­fuzu olduğundan; işçi aristokrasisi ve burjuva aydın zümrelerine dayandı­ğından, bizde kapitalizmin gelişim se­viyesini abartıyordu. Çünkü hem işçi aristokrasisi (bizde zenginleşmiş sendi­kacılar zümresi) ve hem de burjuva ay­dınlar (doktor, avukat, mühendis vb.) kapitalizmin yaratığıdır. Üstelik de ka­pitalizm bu tabakalan kendi nimetle­riyle düzene daha sıkı bağlamışdır. Ya­ni bunlar karnı tok politikacılardır. Dolayısıyla konumlarını korumak ve biraz daha iyileştirmek için genellikle ekonomik mücadele zemininde hap- solurlar. İşçi sınıfını ekonomik müca­dele zemininde tutmak isterler. Yani işçi sınıfını önündeki acil demokratik görevlerden (işçi sınıfının asgari prog­ramı) kopanp, sosyalizm ninnisiyle sı­nıf bencilliği içine hapsetmek isterler. Mücadeleleri düzenin onanlması sevi­yesinde kalır.

Özetlersek, kapitalizimin yarattığı işçi aristokrasisi ve burjuva aydınları, burjuvazi ile aralanndaki çelişkiyi çö­zümlemeye kalkarken, sınıf adına de­ğil de, onun zenginleşmiş bir zümresi adına davrandıklanndan bu konumlan onları işçi sınıfım halkın önçüsü olarak davranma perspektifinden uzaklâştı- nr, tersine sınıf bencilliği içinde dav­ranması pratik sonucuna vardmr. Yi­ne işçi aristokrasisi ve burjuva aydınla- n hali vakti yerinde bir tabaka olduğun­dan, mücadele tarzı ve araçlan bu ko­numuna göre şekillenir. Daha devrim­ci bir ruh içinde olan unsurlarla ittifak yerine, kendi fikirlerini buıjuvaziye an­latıp ikna etme tutumunu seçerler. Bunun ise en bilinen iki yolu Parle- mentobülbüllüğü ile sendikalizm kı­sır döngüsüdür, işte TİP bu yapısıyla iş­

çi sınıfının önündeki gerçek görevleri atlayıp, sınıf içinde bir burjuva nüfuzu olduğundan işçi sınıfını müttefiklerin­den kopancı bir politika izlemiştir. Bu­nun teorik çerçevesi ise kaçınılmaz olarak, Sosyalist Devrim bahanesiyle, demokratik devrim görevlerinden yan çizmek olmuştur. Ve bütün mücadele 'burjuvaziye karşı' günlük ücret ve bazı haklann alınması seviyesinde ilkelleşti- rilmiştir.

Bunun karşısında MDD ise, doğru bir çizgi savunmamış, adeta TİP'in an­titezi kılığında şekillenmiştir. Türki­ye'de kapitalizmin gelişmesini oldu­ğundan geri değerlendirmiş, 'yan-feo- dal' gördüğü Türkiye'de feodalizm ve sömürge olgusunu abartmiştır. MDD 1920'lerin Türkiye'siyle 1960'lar Tür- kiyesi arasında fazla bir fark göremedi. TIP Kemalizme burjuva devrimini so­nuna kadar yaptmrken, MDD 1930'lardan sonra Kemalizmi dağdan geri kaydmp 1 9 1 9'lara kadar düşürdü. Böylece 1968'ler Türkiye'sini Empar- yalizmin işgalindeki bir yan sömürge gibi gördü. O zamanda sırf dışarlak bir Emperyalizm ile onun yerli işbirlikçi­lerinin karşısına 'milli sınıflan' koydu. Böylece sınıflar savaşımı kendi küçük- burjuva milliyetçiliğini karıştırınca or­taya 'milli', 'gayrı milli' sınıf değerlen­dirmesi çıkmıştır. Mesele böyle konu­lunca bunun mantık sonucu işçi sınıfı­nın öncülüğünü küçümsememek ol­muş, bunun yerine 1960'lann M. Ke­mal'i olmak yeğlenmiş, MDD Kema­lizm'den kopuşamamıştır. Kemaliz- min anti-emperyalist tutumunun be­nimsenmesi olumluluk sayılsada, esas burjuva karakteri görülemeyip, Kema­lizm küçükburjuva eğilimi zannedilin­ce, ister istemez burjuva etkisi altında kalınmış olunuyordu.

MDD Türkiye'de Kurtuluş Sava­şından sonra gelişen kapitalizmi ve onurl yarattığı sınıf ilişki-çelişkilerini < göremiyordu. Daha doğrusu, MDD sı­nıf savaşı açısından meseleye bakamı­yor, Emperyalizme ve onun yerli işbir­likçilerine karşı bir bağımsızlık savaşı özlüyordu. Bu savaş 'millici sınıflar' ta­rafından yürütülecekdi. Böylece MDD'nin tepkisinin özü ve yönelişi Amerikan Emperyalizmine karşı ulu­sal seviyede şekillenmiş oluyordu. Bu 'anti-emperyalist' savaşın sınıfsal saf­laşması konusunda MDD daima bula­nık kalmış ve Yön' eğilimiyle TİP'in ek­lektik bir birliği olmaktan öteye gide­memiştir.

MDD'ye göre Kemalizm küçük burjuva eğilimidir. Ve 1920'lerden

6

Page 9: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

sonra iktidardadır. Fakat 1946'lardan sonra Amerikan emperyalizmi yerli iş­birlikçileriyle bizi yan sömürge yap- mışdır. Bütün 'millici' sınıflar emper­yalizmi söküp atmalıdır. Ve bu talebin temel parolası Tam Bağımsızlık' ol­muştur. MDD bu tutumuyla Kema- lizmden ileriye gitmiş olamıyordu. 1920'lerde Ulusal Kurtuluş tamam­landıktan sonra artık gündemde sos- yalkurtuluş vardı. Ve bu da ancak işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşebilir- di. Yoksa dış düşmana karşı 'milli sınıf­larla' değil.

Bu değerlendirmesiyle MDD iki şeyi açıkça ilan etmiş oluyordu. 1930'lardan beri Türkiye'de kapitaliz­min gelişmesini ve bunun sonucu şe­killenen sınıf yapılannı önemsemiyor, böylece bizdeki kapitalizmi ve işçi sını­fını cılız olarak görüp, feodalizmi abar­tıyordu. Bunun pratik sonucu işçi sını­fı öncülüğünde bulanıklık oldu. İkinci­si; MDD, bizde kapitalist gelişmeye gösterdiği kayıtsızlığa, ve bunun yeri­ne sırf bir genel düşman Emperyaliz­mi öne çıkartarak mücadeleye sınıfsal (işçi sınıfı) zeminden değil, ulusal (bur- juva-küçükburjuva) bir zeminden bak­tığını anlatmış oluyordu.

MDD Türkiye'ye neden böyle ba­kıyordu? MDD liderliği Türkiye dev­rimci hareketinde. 'II Emperyalist Ev­ren Savaşı sonrası gençlik eğilimidir.' Öte yandan MDD daha ziyade şehir ve kasabalardaki gençlik eğilimi olarak şekillendi. Bu genç küçükburjuva ta­bakaların en temel özelliği üretimden kopuk olmalarıdır. Yani direkt olarak kapitalist üretim içinde değillerdir. Bu nedenle sınıf-zıtlıklannı soyut olarak kavrarlar. Veya başka bir deyişle, üst­lerinde duyduklan ekonomik ve siya­sal baskının bir sınıftan kaynak aldığı­nı önceleri kavrayamazlar. Onlara bu baskının nedeni soyut planda 'devleti olarak gözükür. Ve öfke ile devlete karşı çıkarlar. Devletin sınıf yapısını kavrayamaz, ama bunu Amerikan Emperyalizminin bir kuklası ('Filipin ti­pi demokrasi') olarak görüp, bütün öf­kesini Amerikan Emperyalizmine ve yerli piyonlanna yöneltir. Devletin güç kaynağını, dayanağını göremez, bunu sadece Amerikan Emperyalizmi olarak görür.

Üretimden kopuk, bu sebeple do­laysız sınıf çelişmelerinden de kopuk olan küçükburjuva tabakalarda, bu dü­şünceleri uyandıran başka nedenler yok muydu?

Herşeyden önce 1 9 6 5 sonrası, Amerikan Emperyalizminin hem dün­

yada, hem de Türkiye'de yeterince de­şifre olduğu yıllardır. 1 9 6 7 Vietnam zaferi amerikan Emperyalizminin bü­tün kanlı ve gerçek yüzünü ortaya koy­muştur. Buna bağlı olarak Amerikanın Türkiyedeki durumu da gençliğin daha çok gözüne batar hale gelmiştir. Ve bütün dünyada başta Amerikan Em­peryalizmine karşı Ulusal Kurtuluş Sa­vaştan verilmektedir. Ve Türkiye dev­rimcileri de bu genel görünümden el­bette etkilenmezlik edemezlerdi. İşte MDD'nin şekillenmesinde etkili otan en genel ortam budur. Elbetteki sırf bu görüntülerle yetinmek kaçınılmaz ya­nılgıların kaynağı olacaktı. Ama ne ça­re ki, küçükburjuva yapısı gereği ça­buk öfkelenip davranır. Üstelik bir Kurtuluş Savaşı yaşamış, Kuvayi milli- yeci bir geleneğe sahip olmak çarça­buk gençliği Emperyalizme karşı yeni bir. bağımsızlık savaşma sürükledi. MDD'nin temel zemini budur.

Elbette deney öğretir. Nitekim MDD hareketi de daha gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte, hemen 1 9 6 9 sonlannda parçalanmalara uğ­radı. Bunun anlamı, TİP'e karşı dev­rimci hareketin gelişmesine devrimci tepkisiyle bir müddet cevap verebilen MDD, artık aşılmalıydı. Hareketin ihti- yaçlanna cevap veremez hale hızla ge­liyordu. Bu süreç içinde MDD nüans­lara aynlmış, kaba ve genel bakışını bir bakıma çeşitli yönlerden derinleştir­miştir.

1 9 6 9 sonlannda gelişmesinin te­pe noktasına varan MDD hareketi Ocak 1970'de AL-AK Aydınlık bö­lünmesine uğramışdır. Bölünmenin gerçekleştiği ortam Türkiye'nin 1 9 6 0 sonrası işçi hareketlerinin en çok yo- ğunlaşdığı bir ortamdır. Ocak 1970'de kopuşan MDD'nin AK Aydınlık (şim­diki SP) franksiyonunun o zamanlar savunduğu temel görüş işçi sınıfı öncü­lüğünün 'objektif ve sübjektif şartlan- nın olmadığı, ve çalışmanın bu ger­çeklik üzerine oturtulması biçimindey­di.

Böyle bir görüşü tam da işçi hare­ketinin en yüksek olduğu zamanda sa­vunmak ne anlama gelirdi? Bunu açık­layabilmek için AK Aydınlığın diğer görüşlerine de kısaca bakmalıyız.

'Yan sömürge, yan-feodal bir ülke otan yurdumuzda devrimin temel gücü köylülüktür... Devrimin... programı­nın özü... Toprakdevrimidir. (PD Ay­dınlık, s. 26) Demokratik Devrimi Toprak devrimine' indirgemek Türki­ye sınıflar yapısında feodalizmin abar­tılmasının bir mantık sonucudur. Fa­

kat AK Aydınlık bunla da yetinmiyor. Açıkça şunlan söylüyor: 'Emperyaliz­min en yakın işbirlikçisi otan tekelci sermaye, diğer bütün sömürücü sınıf­lara da hükmetmektedir ve sömürülen ülke halkının en amansız düşmanıdır. Ama geniş halk yığınlannm, özellikle köylülüğün hemen önündeki düşman­lar; geniş köylü yığınlannı doğrudan doğruya sömüren unsurlar, bu tekelci sermayenin gerici müttefiki yan-feo­dal unsurlardır.' (PD Aydınlık, s. 26) Evet, mücadele 'doğrudan doğruya sö­müren unsurlarla olduğundan şimdilik 'tekelci sermaye' bu alanın dışında ka­lacaktır.

Bu mücadelenin hedeflerini de AK Aydınlık şöyle sıralar: 'Toprak refor­munun yapılması, tefeciliğin kökünün kurutulması, aracılığa son verilmesi, adil kredi sağlanması' (İşçi Köylü, s.7) Bütün bu söylenenler içerik olarak CHP'nin taleplerinden daha ileri değil­dir. 'Aracılığa son verilmesi, adil kre­di....’ bütün bunlar O bir türlü görüle­meyen kapitalizmin anaforunda boca­layan küçük üretmenlerin hayalleridir. Fakat bunlar eninde sonunda hayaldir ve kapitalizme vurmaya göze almadan hiçbirisinin bir anlamı yoktur.

Hedeflediği bu talepler doğrultu­sunda AK Aydınlık nasıl döğüşecektir? 'Biz niçin menfaatlerimizi temsil etme­yen partilere bölünelim ve niçin millet olarak bölük pörçük olalım? İki köylü­nün veya iki işçinin aralannda hangi menfaat aynlığı var ki ayn ayn partile­re bölünüyorlar?... Bizim partimiz MİLLİ KURTULUŞ CEPHEŞİ'dir. Bi­zim partimizin komutanı Mustafa Ke­mal'dir. Bizim partimizin üyeleri, Amerikan sömürücüleriyle çrtaklık et­meyen bütün MİLLETTİR’ (İşçi Köylü, s.7)

AK Aydınlığın sınıflarla bir işi yok­tur. Amerikan sömürücülerine karşı 'MİLLET'çe savaşacaktır. Bu millet bö- lürimemelidir.

Bunlar, MDD içinden çıkan bir nü­ansın temel görüşleridir.

Açıkça beliren karakteriyle AK Ay­dınlık, sınıflar savaşının hızlandığı bir momentte ve en kör gözlere batmaya başladığı zaman, bu savaşın üstünü örtmeye çalışıyor. Bunun tek anlamı şudur: bu tuium yükselen işçi hareketi­ne karşı gerici bir burjuvanın feryadı­dır. öyle bir burjuva ki, bu feryadıyle iş­çi sınıfına, sosyalizme düşmanlığını açıkça itan etmiş olmaktadır. İşte AK Aydınlık hareketi MDD içinden, yük­selen işçi hareketine karşı şekillenen bir gerici tepkidir. MDD devrimci eğiti-

7

Page 10: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

mi içinden böyle gerici bir eğilimin şe­killenmesi nasıl açıklanabilir?

M D D - TİP karşısında Demokratik Devrim görevlerine talip olurken ve TİP'in pasif, teslimiyetçi mücadele tar­zına karşı dururken, devrimcidir. Ama Türkiye'deki mücadeleyi 'milli', 'işbirlikçi' mücadelesine indirgediğin­den ve bu temel pencereden Türki­ye'ye baktığından, dolayısıyla yaşanan sınıf mücadelesini kavrayamadığın­dan, bu sınıf savaşı karşısındaki tep­kileriyle de gericidir, 1919'lann ba­ğımsızlık savaşı o moment içinde dev­rimci bir görev yaparken, 1970'lerde aynı mantıkla davranıldığmda her şey­den önce yerli egem en sınıflara karşı verilmesi gereken İktisadi Kurtuluş Savaşı görülemediğinden mücadele­nin gerisine düşülmüş oluyordu. 'Ba­ğımsızlık' parolası abartılarak 'Sosya­lizm' parolası yasaklandı. 'Memleke­tinde Emperyalistlerin işbirlikçileri ik­tidara sahip çıkarken... senin hakkın yoktur 'Sosyalist Türkiye' sloganı at- mıya... layık değilsin henüz ona. Ona layık olmak için, 'Sosyalist Türkiye sloganını atabilmek için, ilk önce Tür­kiye'yi bağımsı^ frctle getirelim; bağım­sız ve gerçekter) demokratik bir ülke haline getirelim. (Türk Solu,. 12)

Bu haliyle MDD- TİP'e tepki gös­terirken aslında devrimci yanlanyla birlikte iki önemli gerici tutumunu da açığa vurmuş oluyordu:

Birincisi, MDD 'Sosyalizme' bu­günden yarma gerici bir tepki göster­miş oluyor, bu parola yerine ’bağım- sızlık'ı geçiriyordu. Yine buna bağlı olarak işçi sınıfına ve onun öncülüğü­ne gerici bir tepki göstermiş oluyor, bunun yerine 'milli sınıflar'ı geçiriyor­du.

İşte AK Aydınlık MDD'nin bu sağ, gerici yanının yükselen işçi hareketi karşısında hızla şekillenmesi, mantık sonuçlanna varması ve ayrı bir çizgi olarak açığa çıkmasıdır. Yani MDD’nin özünde fi Uz halinde var olan Sosyalizm e ve işçi sınıfına duyulan .gerici tepki, AK Aydınlık şeklinde uç vermiştir.

AK Aydınlık; mücadeleyi Ameri­kan Emperyalizmine karşı bütün 'miF let'in savaşına indirgemiş, tekelcileri 'doğrudan sömürücü' olmadıkîann- dan göz ardı ederek, hedefini 'Toprak devrimi'yle sınırlamıştır. Ve bu yolda sınıflara bölünmemek gereklidir. Oy­sa Toprak devrimi' dahi çağımızda ve ülkemizde ancak 'işçi sınıfı öncülüğün­de' gerçekleşebilecektir. AK Aydınlık bu gerçeği reddederek bayağı bir libe-

8

rai burjuva olduğunu açığa vurmuş­tur. Yine AK Aydınlık sınıflar mücade­lesini görmek istemediğinden bunun mantık sonucu olarak sosyalizme düş­manlığını açıkça ilan etmiştir. Bunu o yıllarda Sovyetlerin 1956'dan sonra, 'revizyonistleştiğini' ve egemenliğin 'Sovyet burjuvazisi'ne geçtiğini (PD. Aydınlık, s. 22) söyleyerek yapmıştır. Yani yer yüzünden sosyalizmi kuş ya­pıp uçurmuş, sosyalizmin olmazlığını ispatlama yoluna girmiştir. Hep biliriz daha sonra, yani Türkiye'de işçi sınıfı­nın mücadelesi inadına yükseldikçe, buna tepki olarak AK Aydınlık Sovyet­lerin 'baş emperyalist' olduğunu iddia etmeye kadar işi vardırmıştır.

Özetlersek AK Aydınlık önce sınıf­lar savaşını reddederek, bunun üstünü örtmeye çalışıp, burjuvalaştığıni: sos­yalizme düşmanlığını ilan ederek de gerici bir burjuva olduğunu açığa vur­muş oluyordu.

Olaya bir de sınıflar savaşının, dev­rimci hareket önüne koyduğu görevler açısından bakalım.

TİP'in pazifizmine karşı bir tepki olarak şekillenen MDD ilk günlerinde, harekette belli seviyede devrimci bir adım oldu. Yani daha militan mücade­le tarzlarına uyum gösterebilmesi bakı­mından önemli bir adımdı. Fakat hare­ket yükseldikçe MDD'nin perspektifi de yetersiz kaldı. Ve bu yetersizliğin ortaya çıkması uzun yıllar gerektirme­di. MDD gelişiminin en yüksek nokta­sında, 1969'da, aynı zamanda zaafla­rının da en çok açığa çıktığı günleri ya­şıyordu. İşçi sınıfı ile ittifak kurup daha devrimci adımlar atılacaktır, yada ka­rarsızlığa saplanıp burjuvazinin safları­na düşülecektir. Çünkü küçükburjuva devrimciliğinin kaçınılrpaz alın yazısı budur: Ya gerçekten proleterleşen, yani sürekli proletaryayd doğru objek­tif ortam tarafından itilen küçükburju­va tabakalann devrimci öncüsü olarak proletarya ile ittifak sağlamlaştırıla- caktır; ya da devrim yolunda bir kaç adım atıldıktan sonra kendi konum u­nu korum akla yetinip devrimci bir atı­lımı göze alamayıp burjuva liberalizmi­nin saflanna yanaşılacaktır. Oradan en gerici saflara da atlanabilir. İşte MDD olarak yola çıkılırken Amerikan Emperyalizmine tepki seviyesindeki hareket, işçi sınıfı ile ittifak yol ayıranı­na gelince yani çıkış noktasından daha devrimci adımlar otmakla yüzyüze ka­lınca, MDD hareketi içinden daha hali vakti yerinde küçükburjuvalar geriye doğru kopuşdular. Ve en temel özel­likleri sözde keskin çığlıklar atmak, öz­

de yığınların gericiliğini kışkırtmak ol­du. İşte AK Aydınlık yükselen işçi hare­ketinin MDD'nin önüne daha devrimci görevler koymasıyla, bu görevlerden geriye kaçan ve kendi konumunu ko­rumakla yetinen ve hızla burjuvazinin saflanna yelken açan gerici küçükbur­juva eğilimi olarak şekillenmiştir.

AK Aydınlık kopuşrriasından çok kısa bir süre sonra-5-6 ay sonra-15- 16 Haziran olayları yaşandı. Bu AK Aydınlığın işçi sınıfını görmesini sağla­mış mıdır? Elbette açıkça inkar artık et­kisini yitireceğinden, aynı inkar artık daha örtülü yapılacaktır. Esas sorun şudur: 1 5 -16 Haziran olaylan AK Ay- dınlık'da daha devrimci bir kıpırdanma mı yaratmışdır? Tam tersine işçi sınıfı­nın devrimci atılımının her açığa çıkı­şında AK Aydınlık daha da gericileş- rniştir. Çünkü onun doğuş zemini yük­selen işçi hareketine bir gerici tepiridir. Nitekim 12 Mart gelmeden AK Aydın­lık ünlü Sovyet Sosyal Emperyalizmi' tezine varıp Amerikan emperyalizmi­nin yükünü yarı yarıya hafifletmiştir. (70'lerin sonlarında ise, Amerikan Emperyalizminin yükünü tam am en al­mış, onu beraat ettirmiştir.)

1 5 -16 Haziran olaylan MDD saf- lannda önemli bir dönüm noktasıdır. 15 -16 Hazirandan hemen ön ce ger­çekleşen AK Aydınlık bölünmesi hare­ketten geriye doğru, gerici bir kopuş- maydı. Haziran olaylarıyla birlikte işçi sınıfı kendini ortaya koyunca, AL Ay­dınlık saflannda iki tepkiye yol açtı. AL Aydınlığın pratik ve teorik tutanaklan çözülüp dağılırken bu momentte, 1971 başında 'Aydınlık Sosyalist Dergiye A çık M ektupla Cephe hare­keti kopuştu.

Haziran olaylanndan hemen son­ra 1 9 7 0 sonlanna doğru Proletarya Sosyalizmi, Sosyalist gazetesiyle ve Proletarya Partisinin Reörganizas- yonu parolasıyla açık tutumunu orta­ya koydu. O zamana kadar Türkiye'de proletaryayı göremeyen gözler onun ideolojisini 'en eski sosyalizmi' de el­bette göremeyecekti. Bu nedenle Dr. H. Kıvılcımlı’nm bütün görüşleri o za­mana kadar susuşa getirilmiştir. Eleşti­riyle öldürülemeyen görüşler susarak olmamışa çevrilmeye çalışılıyordu. Fa­kat Haziran olaylan proletarya sosya­lizmi üzerindeki bütün örtüleri kaldır­maya yetti. Böylece ne oluyordu? TİP karşısında belli bir pratik üstünlük sağ­lasa da, MDD, teorik perspektifi bakı­mından işçi sınıfı öncülüğüne, Parti öngütlenm esine, dolayısıyla iktidar problemine yan çizmesiyle TİP karşı-

\

Page 11: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

sında hiçbir teorik üstünlük kurama­mış, devrimci kadrolann yolunu ay- dınlatamamıştı. Proletarya Sosyaliz­mi ise, MDD'nin aksadığı ve sağa yal­paladığı bütün konularda devrimimi- zin sorunlarını, 4 0 yıldır konulmuş ha­liyle, netçe ortaya koyuyordu. Bu du­rumda MDD teorisi eldem yerlerinden dağılmaya başladı. Küçükburjuva mil­liyetçiliğini gerici sonuçlara vardıran AK Aydınlık sınıfsızlığı savunarak sa­ğa yol almaya başlamıştı bile. Bu sağa gidişe, aynı zamanda da MDD Mer­kez Kanadı M. Bellinin oyaîamalan- na, sol bir tepki şekillendi. Proletarya öncülüğünü açıkça reddedenler AK Aydınlık saflarındaydı. Proletaryanın ikirciksiz öncülüğünü savunan onun öz eğilimi Sosyalist artık gün gibi orta­daydı. Proletarya öncülüğünü yan çiz­m eden savunanların ve döğüşenlerin bu safta yer alması gerekiyordu. Ve öyle de oldu.

En kör göze batan proletaryayı açıkça inkar edemeyen, fakat küçük­burjuva ütopik bakışıyla da ona bir tür­lü öncülüğü layık görmeyen C ephe eğilimi ise, ikisinin ortası veya eklektik toplamı olan 'ideolojik öncülük' görü­şüne vardı. Bu proletaryayı yeteri ka­dar öncü göremeyen küçükburjuvala- nn onun adına davranmalarıydı.

Böylece C ephe, proletaryanın ide­olojik öncülüğünü savunup, kırları mücadele alanı seçerek aslında olayla- nn baskısı ile küçükburjuva devrimcili­ğini iyice sol bir çizgiye vardırarak, proletaryanın öncülüğünü sol'dan red­dediyordu. AK Aydınlık ’objektif-sub- jektif şartlar' bahanesiyle iğrenç bir burjuva kuyrukçuluğuna soyunarak proletaryanın öncülüğünü reddeder­ken, C ephe de tersine proletarya 'şe­hirlerde kuşatıldığından' onun adına kırlarda davranma yoluna çıkarak, sol uçkunlukla proletaryanın sınıf öncülü­ğünü reddediyordu. MDD Merkez (M.Belli) kanadı ise, gerçek proletarya sosyalizminin karşısında bocalayıp, eriyor dağılıyordu.

Böylece MDD hareketi, süreç için­de iki temel kanada aynlmıştır. MDD'nin ve aynı zamanda işçi hare­ketinin en yüksek noktasında yeni ve daha zorlu görevlere (teorik-pratik) soyunmanın eşiğinde AK Aydınlık ge­riye bir kopuşmadır. Yine özellikle Haziran olayları ile birlikte devrimci hareketin genel olarak inişe geçtiği 19 7 0 ikinci yarısında, MDD, hareke­tin gerektirdiği devrimci atılımı yapa- mayınca hızla dağılmaya başlamış, karşı-devrim de terörünü sistemlice

Kıvılcım lı: Düşünce ve davranış birbirinden ay­rılma/.

yükseltmiştir, işte böyle bir momentte, 1971 Ocakmda AL Aydınlıktan ko­pan Cephe hareketi ise, ileri kaçık biı karakterdedir. AK Aydınlık hareket yükselirken geriye (sağa) düşmüş, Cephe ise hareket geriye çekilirken bu esnekliği gösteremeyip paniğini uç- kunluğa vardırıp, ileriye kaçm ıştır . Dolayısıyla AK Aydınlık gericiliği teo- rileştirirken, Cephe de uçkunluğunun teorisini yapmıştır. Bunun son durağı Kesintisiz Devrim1 olmuştur.

Sonuçlandınrsak; TİP‘in pasifiz- mine ve demokratik devrim görevle­rinden kaçışma, yani işçi aristokrasisi­nin sınıf bencilliğine karşı şekillenen MDD Küçükburjuva devrimciliği, 12 Mart'tan önce bizzat işçi hareketi tara­fından bozguna uğratılmıştır. Ve MDD, 12 Mart'm eşiğinde çözülmüş­tür". (Küçükburjuva Devrimciliğinin Eleştirisi, Kıvılcım Yayınları s. 9-27)

Özetlersek: 1919'larda şekillen­meye başlayan proletarya hareketinin ayrılıklan, sapıklıklan bir bakıma kendi içinde, ve teşkilat olarak da bir Parti (TKP) içi ve çevresinde yaşanmıştır de­nilebilir. Ütopist ve Popülist konak (toptan Narodnikde denilebilir). On- beşler ve Halk İştirakiyyun ile yaşan­mış; ardından Legal Marksizm ve Eko- nomizm konağı (toptan Kuyrukçuluk ta denebilir) Aydınlık Dergisi ve (sonra Kadro dergisi olan) V. Nedim ve Ş. Sü­reyya'lar yada ünlü "Seka" ile yaşan­mıştır. Oysa, 1960'lar sonrası benzer kopuşmalar bir teşkilat içinde (TİP’in bu dönemdeki konumunu unutmuyo­ruz) olmaktan çok, hızla ayn kanallara akıp, kendi şekillenmelerini kurmuş­tur.

21 Mayıs Ordu Gençliği darbesi ve Yön hareketi bir ölçüde Popülist bir

atılım olarak sayılabilirse de, hareket 27 Mayıs sonrası esas olarak TİP olayı ve ardından Dev-Genç-MDD olayı ola­rak akmıştır. Dolayısıyla, 1 9 6 0 sonra­sı yeniden doğuşa ilk olarak damgasını vuran TIP olmuştur. Bu ne demekti: İş­çi sınıfı mücadele alanını artık nicelik ve yoğunluğu ile doldurabilecek konu­ma gelmişti; ama öte yandan, işçi sınıfı "adına" ilk ve epeyce yaygın olarak öne çıkan eğilim işçi içindeki burjuva nüfuzu yani aristokrat işçi eğilimiydi. Bu, hareketin ikinci yeniden doğuşun­da Legal Marksizm ve Ekonomizm ko­nağına denk düşmekteydi. Demek ki, hareket 1 9 6 0 sonrası yeniden doğar­ken Narodnik eğilim değil, fakat işçi sı­nıfına yapışık ekonomist eğilim önde davranmıştır. Yada böyle görünmüş­tür. Bu, sapıklıklanyla birlikte işçi sını­fının 1 9 6 0 sonrası mücadele alanının artık önünde olacağının, olabileceği­nin ilk belirtisiydi.

TİP deneyinin yukarda sayılan olumsuzluklanndan da kaynak alan,, az çok Narodnik karakterli Dev-Genç ve MDD hareketleriyse ancak, hare­ketin ikinci önemli basamağı olarak doğmuş, ama işçi hareketi kaçınılmaz yoluna bir kez girmiş olduğundan, bu hareket, 3 -4 yılda en yüksek noktası­na çıkıp, dağılışa geçmiştir.

12 Marta kadar geçen hemen he­men bir on yıllık mücadelenin ideolojik çatışma noktası yada siyasetler arası mücadelenin odak noktası: Türki­ye'nin Strateji Planı, yada sınıflar yapı­sının tesbiti ve burdan hareketle önü­müzdeki devrimin temel karakterinin tartışılmasıydı.

Olayca, bu temel tesbitler Türkiye komünist hareketi tarafından 1 9 3 0 ’larda olgunlaştırılmış olmasına

9

Page 12: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

rağmen neden bir on yıl daha aynı ko­nu en canlı tartışma noktası olmuştur? İlk olarak, 19 5 0 ve 1960'lardaki önemli değişimler, sanki öncesiyle te­melden bambaşka bir görünüm yarat­mış, olay özce böyle olmasa da bu de­ğişimlerin de izahıyla, 1930'lardaki tesbitler zenginleştirilmeliydi. Bu ob­jektif bir ihtiyaç olarak dayatıyordu. İkinci olarak, ve en önemlisi, devrimci harekete neredeyse bir kaç yılda bin­lerce insan akmış, hareketin boyutları eskiyle kıyaslanmayacak boyutlara varmıştı. Elbetteki bu yeni insanlar müthiş bir enerji ve çoşkuyla atıldıkları mücadelenin temel hedeflerini tartışa­caklardı.

Fakat elbetteki bu büyük "haklılık­lar", ne kadar büyük olurlarsa olsun­lar, inatçı gerçeklikleri de örtemezler­di. O nedenle proletarya sosyalizmi­nin, Partinin en eski tesbitlerini yeni deneylerin ışığında zenginleştirerek ileri sürdüğü "Halk Savaşının Planla- n'ndaki Strateji Planı olayların akı­şıyla zahmetli yollarla da olsa gittikçe daha öne çıkmakta, aydınlanmada­dır.

12 Mart Sonrası DevrimciOrtamın G enel Karakteri:

"Burjuva devrimciliği TİP, 12 Mart gelmeden, daha mücadele yükseldiği zamanda teslimiyet bayrağını çekmiş, yenilgisini ilan etmişti. 12 Mart, bu ne­denle, özellikle MDD kökenli küçük- burjuva devrimciliğinin yenilgisini ge­tirdi. Devrim hayalleri, 'devrim zor­lamaları* pratiğin cenderesinde kırıl­dı. Dolayısıyla aynı hayallerin yeniden aynı kılıklarda ortaya çıkması imkan­sızdır. Ama mücadeleye yeni küçük- burjuva yığınlar katıldıkça bu hayaller aynı ilkellikte olmasa da bu anlamda tekrarlanacaktır. Her tekrar bir önce­kinin basit bir kopyası değil, deneyler­le zenginleştirilmiş bir üst aşaması ola­caktır. Bu gerçeklik kendini şöyle gös­termiştir. 12 Mart öncesi devrimci ha­reketin en genel karakteri sınıf eğilim­leri arasındaki sınır çizgilerinin çizil­mesi dönemi olmuştur. Bu kendini,1Strateji tartışmaları'biçiminde açığa vurmuştur. Ve bu dönem hemen he­men 10 yıl sürmüştür. Ve sonunda en genel batlarıyla burjuva devrimciliği­nin , küçükburjuva devrimciliğinin ve proletarya sosyalizminin sınır çiz­gileri ortaya çıkmıştır.

Böylece 12 Marta girerken sınır çizgileri çizilmiş, dolayısıyla tartışma­lar^stratejiden program ve parti basa­

mağına tırmanmıştır. 12 Mart karan­lıklan ise, bu yanm kalan parti adımla­rının sürdürülmesine denk düşer. Ve zaten 14 Ekim seçimleri sonrasında da hızla siyasi yayın organlan ve parti­ler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu 12 Mart öncesi hareketin geldiği seviye­nin 12 Mart duraklamasından sonra devam etmesi demek oldu. Bu yeni dö­nemde tartışma konuları ise, eski de­neylerin kritiği ışığında parti ve günlük politik taktikler üzerine yığılmıştır. Bu­nun siyasi anlamı ise şuydu: artık sınır çizgileri çizilmiş olan devrimci eğilim­ler arası mücadele dönemi başlıyordu. Bu ise sınıflar kopuşmasmın en doğal sonucuydu. Artık burjuva, küçük bur­juva, proletarya devrimciliği kendi tak­tik parolaları ile hergün yüzyüze, karşı karşıyaydılar. Bu nedenle temelli tar­tışma konusu: ittifaklar veya H alk C ephesin e dönüşmüştür. Elbette bunlan söylemekle mutlak bir ifadeyle her siyasi eğilimin tamamen sınır çiz­gilerini çizdiğinden söz etmiş olmuyo­ruz. Böyle bir bakış açısı hayatın kendi akışına ters düşer. Bizim söylediğimiz şey, bu karakterlerin dönemin hakim özellikleri olmasıdır.

Öyleyse 12 Mart, bu sınıflar ko- puşmasını ve bunun siyasi görüntüsü olarak siyasetlerin sınır çizgilerini orta­dan kaldıramayacağına, bu gelişimi geri döndüremeyeceğine göre, ancak siyasetlerin en genel stratejilerinin bir sınanması olmuştur.

12 Mart'ın en genel dersleri: Tür­kiye’deki sınıflar yapısını, bir avuç pa- rababasını açığa çıkartmasıdır. Görün­meyen gerçek sınıf düşmanı inkar edi­lemez biçimde ortaya çıkmıştır. Ame­rikan Emperyalizmi gibi bir dışarlak düşman hayali yıkılmış ve Finans-Ka- pital gerçekliği kafalarda yavaş yavaş şekillenmiştir. Ve yine 'Devrim zorla­maları' veya sınıflar savaşındaki güç­ler dengesinin yanlış değerlendirme­leri pratikde yargılanmıştır. Son ola­rak, sınıflar kopuşması şekillenince az çok ideolojiler netleşince bunun man­tık sonucu olarak Parti konusundaki oyalamalann içyüzü daha açıkça orta­ya çıkmıştır. Bütün bu gerçeklerden dolayı, 12 Mart sonrası yeniden do­ğuşlar bu derslerin izini kaçınılamazca üstünde taşıyacaktır". (Küçükburjuva Devrimciliğinin Eleştirisi, Kıvılcım ya­yınları s. 112-114)

Bu şekillenen sınır çizgilerini en genel hatlanyla nasıl özetleyebiliriz?

Burjuva Sosyalizmi: 12 Mart ön­cesinin TİP'i 12 Mart sonrasında esas yapısını ve özünü koruyarak yeniden

şekillenmiştir. 12 Mart öncesi olma­yan TSİP ve "Atılım" yapan "TKP" ise 1973lerden sonra şekillenmişlerdir. Yeni olmalanna rağmen özce bir ye­nilik taşımakta mıdırlar? TSİP, 12 Mart deneyinin hilkat garibesi çocuğu­dur. Öncenin deneylerinin olumsuz bir inkandır. MDD teorisinin, TİP'in ve H.Kıvılcımlı'nın tezlerinin "doğru" yan- lanndan ek lek tik bir ideoloji yaratma­ya kalkışmış, ama bu ekleme teori ek­lem yerlerinden 1 .5 yıl içinde çatla­mış, gerçek burjuva özü açığa çıkmış: orta aydın tabakaların, işçi aristokrasi­si eğiliminin bir varyasyonu olmuştur. "TKP" TİP yenilgisinin boşluğuna, ama özde ondan fazla farklı olmayan bir şekilde doğmuştur. Teorik lafızla­rında hiç şüphesiz ki farklar olan bu eğilimlerin en temelli ortak yanı nere­dedir? Önümüzdeki devrim aşamasın­da (kimisi "demokratik devrim", kimisi "ileri demokrasi" der) baş müttefik ola­rak orta tabakalara (aydınlar, işçi aris­tokrasisi, tekel dışı burjuvalar) tutunur­lar. 12 Eylüle kadar pratik davranış­ları bunu defalarca ispatlamıştır. On­lar "Demokratik Devrimde Sosyal-De- mokrasinin İki Taktiğinde Menşevik hatta: burjuvaziyi ürkütmeden, bu an­lamda "devrimin alanını daraltmadan" yürüme hattına denk düşerler.

Bu eğilim, TIP olarak 12 Mart ön­cesi, TİP- TSİP- TKP olarak da 12 Mart sonrası 12 Eylüle kadar yeterli evrimlerini geçirmişler, bu anlamda oturaklaşmışlardır. Özellikle 1 9 7 8 Ecevit koalisyonundan sonra yüzleri daha netçe açığa çıkmış, bir anlamda etkinlikleri zayıflamaya başlamıştır.

Küçükburjuva Sosyalizmleri:

Aşınca çeşitliliğinden dolayı bir kaç temel süreci irdelemekle yetinme­liyiz. 12 Mart öncesinin AL Aydınlı­ğından doğan Cephe eğiliminin İçinde 12 Mart sonrası en yaygın olanı D.Yol oldu. D. Yol, Cephe ideolojisini başlı­ca iki yönden evrimleştirmiştir. İlki, "Amerikan Emperyalizminin işgaline" karşı kurtuluşçu temeldeki tepki, "Fa­şizme karşı direniş'e, böylece müca­dele D.Yol açısından "demokrasi programı" aşamasına gelip dayanmış­tır. 12 Eylüle gelindiğinde varılan sön nokta buydu. Öte yandan , "Kesintisiz Devrim"deki işçi sınıfının "ideolojik öncülüğü" tesbiti sessizce gerilere itilir­ken, öne "başçelişki = oligarşi ile halk arasındadır" denerek, halk kavramı çı­karılıyordu. "İşçi Sınıfı" ideolojik ola­rak da "öncü" konumundan alınarak

10

Page 13: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

halk arasına "katılıp", sınıf bakışı eriti­liyordu. Bu, küçükburjuva devrimcili­ği içinde birinci temel eğilimdir.

Öte yandan, 12 Mart öncesi yine Narodnik kaynaklı eğilimlerin bir kıs­mı (örneğin Cephe kaynaklı Kurtuluş ve THKO kaynaklı: Emeğin Birliği) es­ki hataların ışığında görüşlerini evrim- leştirirken işçi sınıfının öncülüğünü öne çıkartan bir gelişime girmişlerdir. İlk bakışa olumlu görünen bu gelişim, kendi derinliklerinde nasıl zaaflar taşı­maktaydı?

İşçi sınıfını daha önce görmeyen onu şu veya bu gerekçelerle reddeden Narodnik kökenli bir bakışta böyle bir dönüş, pratikte iki sonuç doğurdu. Kurtuluş, 12 Mart yenilgisinin ezikli­ğiyle, "Bilinçlenmeyi", "Marksizmin genel doğrularının öğrenilmesini" önüne pratik görev koydu. Haklıydı, pek basit bir gerçekliği, Türkiye’de işçi sınıfının konumunu göremeden döğü- şen bir eğilimden, bir yenilgi sonrası kopuşunca, en basit, temel gerçekleri­nin kavranması ilkelliğine battı. O alanda sallandı durdu. Aslında böyle yaparak işçi sınıfına teorik techizat- sız, ve pratikçe örgütsüz olarak yö­neldiğinden, işçi sınıfı içinde üste gö­rünen, burjuva etkisine bulaşmadan edemedi. Böylece, işçi sınıfına yöne­liş, objektif olarak onun içindeki burju­va etkisine yöneliş anlamına geldi. Emeğin Birliği: ideolojide ve pratikte işçi sınıfına yönelirken, işçi sınıfının objektif konumunu yaratan ekonomik ve sınıf yapısını tahlilde, Türkiye'de kapitalizmin konumunu özellikle kır­lardaki durumunu, olduğundan ileri­de görerek, köylü sorununu atlıyor, bir bakıma sırf işçici bir konuma girip, işçi sınıfını gerçek müttefikinden ko­parıyordu. Böylece Emeğin Birliği, si­yasi bakış açısı olarak, sınıfı esas müt­tefikinden kopardığından, sırf işçici ül- timatomcu -otzovist keskinliklerede bunun tam zıddı burjuva etkilenmelere de açık bir konuma gelmiş oluyordu. Özellikle 1979'lardan yakın zamana kadar "devrimci durum" vb. tesbitle- riyle birinci konumda göründüysede, şimdi İkincisine doğru keskin bir dö­nüş yapıyor. Neticede, 12 Mart de­neylerinden sonra Narodnik kökenli hareketlerden işçi sınıfına dönüşde (ideolojik ve pratik olarak) bir eğilimdi. Ama sırf yönelmek yetmiyordu. Ve bu dönüşlerin objektif sonucu, şöyle yada böyle burjuva sosyalizminden etkilen­me, böyle bir etkiye açık olma objektifi sonucu doğmuştur.

12 Eylül Sonrası ve Sonuç:

Sonuçlandmrsak; 27 Mayıs, 12 Mart arası yeniden doğuş döneminde hareketler Türkiye'nin Strateji Planını, yani Sınıflar Konumunu tartıştılar. Davranışlannı ve teorilerini başlıca bu temel gerçeklik determine ediyordu. 12 Mart'ın eşiğine gelip dayamadığın­da bu konak genel anlamda asılmıştı. 12 Mart’tan sonraki dönem, strateji Planından hareketle Programları ve Tem el Taktiği, bunlara bağlı olarak Partileri kurma dönemi oldu. Yine 12 Mart-12 Eylül döneminde devrimci hareket henüz filiz halinde de olsa ger­çek anlamda iktidar mücadelesiyle yüzyüze geldiler. Bu onların Program- laşmalannı daha bir acil ve zorunlu ha­le getirdi. Ve 12 Eylülle girilirken he­men her devrimci hareket ya Progra­mını, yada Program taslağını ilan et­miş durumdaydı. Artık bundan sonraki mücadele bu anlamda daha açık ve net parolalar temelinde yürüyecektir. Bu hareket açısından önemli bir adım­dır.

Program deyince ise gündeme başlıca iki sorun: D em okrasi ve K öyli sorunu gelir. Ve Programda, Strateji Planındaki az çok soyut ve genel kav­ramlar daha bir pratik anlam ve so­mutluk kazanır.

Bugüne kadar akıp gelen mücade­le içinde Proletarya Sosyalizmi dışın­daki eğilimlerin, olaylann akışında bel­li bir oranda kavrayabildikleri gerçek­lik: egemen zümre Finans-Kapitalin varlığı ve konumudur. Ama Finans- Kapital şehirlerdeki "tekelciler" olarak kavrandığından, bugüne kadar müca­dele belli bir anlamda tekellere karşı "demokrasi" mücadelesi seviyesine gelebildi. Ve sınıflar kopuşmasmın se­viyesi henüz, işçi sınıfını, onun içinde­ki burjuva nüfusu olan aristokrat işçi eğilimlerini, özellikle şehir ve kasaba­daki küçükburjuva aydın, küçük esnaf ve memurlarn seslerini yükselttiğin­den, demokrasi mücadelesinin uf küda bir sınırlar içinde görülmeye başlandı. Henüz Finans-Kapitalm geniş Türkiye kırlarındaki bağlan, onun yedek gücü tefeci-bezirganserm aye ve bu serma­yenin ağında inleyen milyonlarca, top­raksız, az topraklı küçük köylülük dev­rimci hareketlerin bilincinde soyutluk­tan kurtulamamamıştır. Yani bir bakı­ma Finans-Kapital gerçekliği görünen yanıyla kavranabilmiş, kendi iç bağlan ve derinlikleriyle kavranmamıştır.

Böyle bir kavrayış ise devrimci or­

tamda şu jki uç şekillenmeyi ve yönelişi yaratmıştır. İlki, burjuva sosyalizmi de­diğimiz TİP- TSİP- TKP- Finans-Kapi- tale karşı mücadelede tekel dışı orta ta- bakalan (hem kendi sınıf yapısından, hem de bu tabakaların siyaset alanın­da açıkça görünlerinden dolayı) mütte­fik edinmiş, böylece tarihteki yeri Menşevizm olarak isimlendirilen, libe­ral burjuva kuyrukçuluğuna yönelmiş­tir. İkinci eğilim, özellikle Acil, TKEP ve İş. sesinin daha çok öne çıkarttığı, Türkiye'de köylü sorununu gelişmiş bir kapitalist ülkedeki gibi ele alışlanyla, proleteryayı geniş, ittifak gücünden kopartır konumuna düşmüşlerdir. Bi­zim gibi bir ülkede Köylü Sorununu böyle bir atlayış, kaçınılmaz bir şekilde bu siyasetleri ya keskin işçiliğe, yada li­beral bocalamalara itecektir. İki rah­metten biri kaçınılmazdır.

Bu ikisinin arasında bir konum gösteren D. Yol ise demokrasi ve köy­lülük sorununda sınıfsız bir halkçı bakış açısını daha çok öne çıkartmaktadır. "Halk" kavramı, halkın içindeki sınıf­laşmayı örten bir seviyeye çıkartılırsa, bu yol kaçınılmazca popülist bir ideo­lojiye yönelir. Ve halkın biz de çoğun­luğu şu yada bu ölçüde meta üreten kü­çük üretmenler, yada devlet bürokrasi­sidir. Yani üretim temeli olarak kapita­lizme bağlı, ve kapitalizmi üreten, bir yapıdadır. Dolayısıyla böyle bir temele dayanan ideoloji, en son tahlilde ka­pitalizmi devrimci sözlerle rektöre et­me, "demokratik" olarak yeniden üretm e çerçevesinde kalır.

12 Eylülle birlikte, özellikle yeni hazırlanılan mücadele dönemi kendi özelliklerini daha açıkça ortaya koy­dukça, bu temel yönelişler iyice netle­şecek, sınıf ve tabakaların öz eğilimleri gerçek özleriyle görünmeye başlaya­caktır. Ve böyle bir gelişme, şimdi ko­puk görünen 1 9 5 0 öncesi mücadele­siyle 19 6 0 sonrası mücadelesinin bağ­larını daha gerçek temellere oturta­cak, görünüşteM kopukluğu kapata­caktır.

Yeni mücadele dönemine, olduk­ça yüklü bir deney birikimi ve objektif olarak yaygınlaşmış, hoşnutsuzluğu artmış bir "halk" hareketinin potansi­yeli ile giriyoruz. Sınıflar kopuşması gerçekliğini bulandırmaya çalışacak bütün girişimler ömürlerini hızla tüke- ceklerdir. Artık proletaryanın devrim­ci öncülerinin dünyayı değiştirme azmi ve enerjileriyle, "tarihin adaleti yerine getiri"lecektir □

11

Page 14: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Son ekonomik durum

Ali KEMAL

B undan önceki sayılarımızda, yazmıştık: 19 8 7 sonlarında başlayan yeni sermaye biri­kim krizi derinleşmektedir ve

bunun daha da İleri gitmesi olasılığı yüksektir. Gelişmeler öngörülerimizi doğruladı.

Şimdilerde artık herkesin ağzında bunalım kelimesi var. Finans-kapital çevrelerinde de artık bu sıkça tartışılı­yor ve tabii ki giderek sıkışan siyasi or­tamın da etkisiyle ekonomiye yeni 'çı­kış senaryoları" yazılıyor. Yeni yazılıp çizilen senaryolar yıllardır söylenege­len "ithal ikameci sanayileşme mi?", "İhracata dayalı sanayileşme mi?" tar­tışmalarını neredeyse gereksiz kılıyor. Çünkü finans-kapital artık her ikisinin "karması bir ekonomik modelden" bizzat TÜSİAD'm yayınladığı'rapor­larda bahsetmeye başladı.

Önce en son alman 8-9 Ağustos kararlarına genel hatlanyla baktıktan sonra, model tartışmasına dönelim. Bilindiği gibi bu kararlarla yurt dışın­dan ithalatı yapılan bir çok ürünün, özellikle temel tüketim maddelerinin ithalatından alınan gümrük ve fonlar düşürülmüştür. Bu gümrük ve fon in­diriminin ilk başlarda yarattığı etki "Batıyoruz, sanayiyi öldürüyorlar!" şeklinde oldu. Özal'ın bu kararlarla esasen finans kapitalistlerimizi Koçu, Sabancıyı vb... ni hedeflediği anlaşıl­dı. Çünkü tüm bu indirimlerin yapıldı­ğı ürünlerin Türkiye pazanndaki ege­menleri bunlardı. Özal, onyıllardır tü­ketimden sürekli kazık yiyen vatandaşı yanına almak için de "onu iktidara ge­tiren Koç'ları, Sabancıları "bunların tüketiciyi istismarına izin vermeyece­ğiz, onları koruduğumuz yeter", diye tehti etti, deyim yerindeyse onlara

yaptığı bu misillemeyle giderek kendi­sinden uzaklaşılmasmın; Demirel ve İnönü'ye prim verilmesinin önüne geç­meye çalıştı. Ama finans-kapitalin tav­rı da sert oldu ve onun profesyonel yö­neticileri "Kim kimi terbiye ediyor?" deyip, çok ileri gidilirse sanayii bile terk edebileceklerini, "bir koltuk, bir telefona bakan ithalatçılığa başlayabi­leceklerin" açıkça ilan ettiler. Demek ki bu kararlarla istenilen sonuçlara ula­şılamadı. Zaten kararlarla Koç'un da Sabancımın da batacağı yoktu. Çünkü koruma yine devam ediyordu. Önemli olan her iki kesim: Özal hükümeti ve parababaları arasındaki kapışmaydı. Bu son kararlar deyim yerindeyse ola­yın tuzu biberi oldu. TÜSİAD BAşkanı Cem Boyner (büyük bir cerasetle) hü­kümete verdi veriştirdi. Ardından di­ğer sermaye kesimi temsilcileri: Yani finans-kapitalin etkinliği altındaki İSO- İTO gibi organlar da eleştiri bombardı­manına başladılar. Sonuç kısa sürede alındı: Özal'ın kurmaylan-Maymun beyni yediği iddia edilen Güneş Taner hariç, ki o da artık devreden çıkacağa benziyor-yaptıkian basın toplantıla­rında "özeleştirilerini vermeye başladı­lar ve diyaloğa her zaman açık oldukla­rını" ifade ettiler. Yani kazanan tabii ki parababalarımız oldu. Şimdi model tartışmasına dönelim.

Burada, giderek ağırlık kazanan "10-15 yıllık perspektifler çizilmeli" görüşü model tartışmasına somutluk getiriyor. Model tartışmasında ANAP'ın dışında DYP ve SHP'nin de olaya esasen temelde aynı baktıkları ortaya çıktı. Bu, değişik açıklamalarda gerçeklik kazanırken parababaları nezdinde de tabii ki memnunluk yara­tıyor.

SHP'nin kurmayları daha şimdi­den açık olarak "doğru olan; ihracatı teşvik vb... uygulamalan kaldırmayı düşünmediklerini, bu konuda önyargı­lı olmadıklarını" ifade ediyorlar. İnönü, Baykal en son, SHP'lilerin kurduğu Türkiye Siyasal Sosyal ekonomik Araştırmalar Vakfı (TÜŞES)in düzen­lediği konferansda TÜSİAD'a görücü­ye çıkar gibi çıktılar. TÜSİAD Başkanı Cem Bçyner, eski Başkanı Feyyaz Berker, İnönü ve Baykaİ'ın konuşma­larını dinledikten sonra "Sol'da biz de değiştik. Artık masaya oturabiliriz. Ko­nuşmalar çok güzel ve ilginç. Her ikisi de inandmcı. Ama önemli olan taban buna ayak uydurabilecek mi? SHP bir gölge kabine kursun ki kadrosunun ciddiyetini anlayalım" diyorlardı. Evet, sonuç yavaş da olsa alınmaya başlan­mıştı:

Son bir buçuk yıldır SHP'yi "iktidar mengenesine" çıkıştıran TÜSİAD te­pelerde güven verici değişimlerin sağ­landığını görüyor ama esas olarak ta­banın kontrolünden az da olsa kaygı duyduğunu dile getiriyor, bu da, çok ama çok hassaslaşan güçler dengesin­de "direksiyonun hafif kmlması halin­de" meydana gelebilecek gelişmeler­den kaygı duyulmasından kaynaklanı­yor. Yani istemli değil, istemsiz" ace­milik veya beceriksizlikten" kaynakla­nacak direksiyon kırmalar korkutu­yor!

Demirel ise "iyi hoş da acaba halk iade-i itabar yapar mı", bu da bilinmez ki.

O halde, model tartışmasında çok da fazla ayrılıklar yok. Peki model neyi getiriyor? 15-20 yıllır perspektiflerle hangi alanda, hangi sektörde yoğunla­şılacak? Hangi politikalar tercih edile-

12

Page 15: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

[eko no m ik alandaki kriz in atlatılabilmesi iç in ye­n i model arayışları gündemdedir. Para babalarının üç ana partin in uygulayacağı ekonom ik modelden pek endişesi yoktur ama esas endişe bu yeni mode­lin nasıl hayata geçirileceğidir. 24 Ocağın uygula­nabilmesi iç in yılla rdır yaşananları hatırlarsak ve bugün karşılaşılan kriz in 1980 öncesine göre daha da ağır olduğunu gözönüne yeni modelinuygulanma şansının ş im dilik söz konusu olmadığı anlaşılır.

cek? Bu bilinsin istiyor. Tüm siyasi partiler-siz bunu burjuva partiler veya finans kapital partileri anlayın-bu ko­nuda öyle bir görüşbirliğine varsın ki- örneğin Avrupa Topluluğuna girmek konusunda olduğu gibi bu politika kim gelirse gelsin değişmesin. İstikrar için bu gerekli görülüyor.

Finans-kapitalin 1980'den bu ya­na faşizmle yüklediği yaklaşık 100 tril­yonluk yeni birikmiş sermaye de işte bu perspektif çerçevesindeki senaryo­ya göre "Türkiye'nin 2. büyük sanayi­leşme atılımma" kanalize olacaktır.

İşte senaryo budur.... Ama güçler- iç ve dış-buna izin verecek mi? İşte asıl yanıtlanması gereken soru budur.

Dış ve iç borç sorunu: Yapılan he­saplar Türkiye'nin yaklaşık 5 0 milyar dolarlık dış borcunun, 30 trilyon lirayı aşan da iç borcu bulunduğunu gösteri­yor. Türkiye ekonomisi bir fasit daire içine girmiştir. Sürekli borç, borcu borçla ödeme dairesi. Her yıl 7 milyar dolar civannda yapılan dış borç öde­meleri esasen "büyüyen ekonomiyi küçültmektedir". Şöyle ki: Türkiye her yıl yüzde 6-7 büyüse bile yaptığı dış borç ödemesi bir yılda toplam yaratı­lan ulusal gelirin yüzde 5'ini tuttuğu için büyüme yüzde 6-7 değil, yüzde 1- 2'lerde kalmaktadır.

Buna nüfus artış hızını da eklersek o zaman büyüme yüzde 6-7'lik büyü­menin küçülme anlamına geldiği anla­şılır. Yani ülkede yoksullaşmanın gide­rek artmasıdır yaşanılan.

İhracat: Birinci sorunla bağlantılı bu sorun da artık iyice belirginleşmiş­tir. İhracatta sınıra gelinmiş, teşvikle­rin kaldırılmasının hemen ardından 1 9 8 8 yılının ihracatını bile tutturmak olanaksız hale gelmiştir. Dış borç öde­melerinde önümüzdeki dönemde kar-

şılacak bir krizin ana etkenlerinden biri hiç kuşkusuz ihracat gelirinin azalması olacaktır. Yeni kapasitelerin olmama­sı, dahası finans-kapitalin çank-çürük malını, o da trilyonlan bulan teşvikler­le satabilmesi gerçeği, bu ana etkenin besleyecisidir.

Enflasyon: 1989'da yüzde 100'le- re vuran enflasyonun 1 9 9 0 Tda yüz­de 100'leri aşması bekleniyor. Türlüye Cumhuriyeti 1980'de sadece enflas­yona baksak en ağır enflasyon döne­mini yüzde 107'lik enflasyonla yaşadı, ama bu kez ondan da ağır bir enflas­yon geliyor. Bu, tüm toplumsal doku üzerinde büyük tahribat yapacaktır ki bu da sosyal gelişmeleri hızlandıracak- tir.

İşçi sınıfı hareketi yükseliyor: Ni­san ayında yaşanan direnişlerin önü­müzdeki dönemde bir İkincisinin ya­şanması, ama bu kez daha kaliteli, da­ha periyodik ve örgütlü yaşanması söz konusudur.

Sadece Demir Çelik grevinin ya­rattığı kamuoyu düşünülse, sadece de­ğişik işyerlerinde yaşanan direnişlere bakılsa bunun ilk ipuçlan yakalanabi­lir. Bu kez gelecek olan büyük "işçi dal­gasının neleri süpürüp neleri süpür­meyeceği" ise kuşkusuz en çok göz korkutan olaydır.

Kürt meselesi: Türkiye'deki model tartışmalannı önemli ölçüde etkileye­cek bir başka etken de Doğuda yaşanı­lanlardır. Her gün 10 milyar liralık, ya­ni yılda yaklaşık 3-4 trilyon liralık bir askeri harcamanın yapıldığı bu alanda yaşanan gelişmeler diğer yazılarda gö­rüleceği gibi finans-kapitalde iki görü­şü gündeme getirirken, bunun ekono­mik gelişmelere katkısı tabii ki hep ne­gatif olacaktır.

Köylü-iğrenci hareketi: En son, kır

burjuvalarının örgütlü olduğu Türkiye Ziraat Odalan Birliği (TZOB)'un ön­derliğinde; o da zoraki olarak Mani­sa'da yapılan miting kırdaki yoksullaş­maya yıllardır gösterilen ilk kitlesel tepkiydi. Yıllardır ertelenen bu miting toplumsal hareketlilik dalgasının kırla­ra da uzanmaya başladığını ve önü­müzdeki günlerde bu hareketlilikte yoksul ve küçük burjuvaca köylülerin etkili olduğu eylemliliklerin yaşanabi­leceğini anlatmaktadır.

Öğrenci hareketi ise 1989'un tıka- nıklann aşacak ve daha da militanlaşa­cak görünüyor. İşçi sınıfı mücadelesi­nin yükselmesi Kürt meselesi, Köylü- öğrenci hareketi ve bir bakıma kadın hareketi ekonomik yapılanmada mut­laka doğrudan etkileyici faktörlerdir. Yani yapılacak olan hesaplamalar için finans-kapital, tüm bunları gözönüne alacaktır.

Bunlar bu model tartışmasında ya­nıtlanması gereken iki soru gündeme getirmektedir:

Birincisi, ktapitalist mekanizma nasıl daha fazla artı-değer elde ede­cektir? İkincisi ise tüm toplum düşü­nüldüğünde krizin faturası kime çıkan- lacaktır?

Birinci sorunun yanıtı yapılacak yeni yatmmlara, teknoloji geliştirme­lere bağlıdır. Bu kısa sürede bu müm­kün olmadığına göre kapitalistin şu anki artı-değer düzeyini korumaya ça­lışacağı, bunun için de giderek baskı­nın dozunu arttıracağı, istihdam da sü­rekli işçi çıkarımına başvurarak daha ucuz işgücüyle yenileyeceği öngörüle­bilir. Artı değer pastasını büyütmek esasen yukanda saydığımız toplumsal hareketlilikler eğer bastırılabilirse ola­naklı hale gelebilecektir. Çünkü ancak ve ancak dikensiz gül bahçesinde para babalanmız yatınma yönelecekler ve bu doğrultuda sermaye birikimi krizini atlatmaya çalışacaklardır.

İkinci sorunun yanıtı ise daha önemlidir. Çünkü fatura çıkarılmaya başlandıktan ve bu konuda bir güven yaratıldıktan sonra yeniden bir yapı­lanmaya gidilebilecektir. Bu ise başta finans-kapitalistlerimizin de içinde yer aldığı özünde işçi-emekçi yığınlann ya­raşıra, orta kesimlerin de içinde yer alacağı büyük bir kitlenin soyulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu, finans-kapital için kaçınılmazdır. Krizin atlatılması sermayenin daha yoğun ve daha mer­kezileşmesi demektir. Bunun içinse başlayan iflas dalgasının giderek art­ması, bunun büyük holdinglerimize de sıçraması gerekmektedir. Yani finans

13

Page 16: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

P ,ara babaları her açıdan köşeye sıkışmıştır. Bu köşeye sıkışan kedinin yırtıcı ve vahşi davranışını hatırlatıyor. Parababaları sınıf hareketinin köşesine sıkışmıştır.

kapital sermayenin, içinde yapacağı büyük tasfiyenin yanısıra, ağırlıklı ola­rak işçi-emekçi kesimden, orta gelir gruplarından büyük transferler yap­maya çalışacaktır. İşte buraya kadar saydıklarımız şunu göstermektedir ki: Ekonomide başgösteren kriz her an derinleşmektedir ve bu çoktan siyase­te de yansımıştır. Ekonomik alandaki krizin atlatılabilmesi için yeni model arayışları gündemdedir. Para babaları­nın üç ana partinin uygulayacağı eko­nomik modelden pek endişesi yoktur ama esas endişe bu yeni modelin nasıl hayata geçirileceğidir. 2 4 Ocağın uy­gulanabilmesi için yıllardır yaşananları

hatırlarsak ve bugün karşılaşılan krizin 19 8 0 öncesine göre daha da ağır ol­duğunu gözönüne alırsak, yeni mode­lin uygulanma şansının şimdilik söz konusu olmadığı anlaşılır. Önümüzde­ki günlerde uygulamaya konulup ko­nulmayacağı; birincisi parababaları- nm kendi siyaset düzlemlerin de krize bir son vermesine, halk yığınları ile esaslı bir hesaplaşma içine girmeye karar vermesine bağlıdır. Para babala­rı her açıdan köşeye sıkışmıştır. Bu kö­şeye sıkışan kedinin yırtıcı ve vahşi davranışını hatırlatıyor. Parababaları sınıf hareketinin köşesine sıkışmış­tır ■

14

Page 17: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Ulusal sorun <u

Erkan DEMİRCİ

U lusal sorun, bugün Türkiye ve Kürdistan siyasi arenasının ana konusu olma özelliği taşı­maktadır ve öyle görünmek­

tedir ki çokuluslu devletlerin tamamın­da olduğu gibi devrim arifesine dek ay­nı önemi taşımaya devam edecektir. Ulusal soruna yaklaşım, devrim soru­nuna yaklaşımın bir minyatürünü ver­mekte, ulusal sorunu kavrayış devrimi kavrayışın bir göstergesi olmaktadır.

Türkiye'de ulusal sorun Kürt Ulusu sorunudur ve kökeni Cumhuriyetin kurulmasından öncesine tekabül eder.

Egemen ulusun devrimi olarak gerçekleşen Türk burjuva devrimi Kürt halkının bağımsızlaşmasının önünü kesmiş, askeri zor yoluyla sö­mürgeci politikasını Kürdistan üzerin­de egemen kılmıştır.

Sömürge baskısına karşı tepkiler, birbirinden bağımsız, bölgesel ayak­lanmalar düzeyinde kalan, ki bu ön­derliğin ulusal birlik sağlamaktan çok aşiretler üzerinde yükselen ayaklan­malar olduğunu gösterir-tepkilerdir. 1 923 -40 arasında irili ufaklı yirmi ka­dar ayaklanma sömürge politikasının, ulusal baskının Kürt halkınca reddedi- lişinin somutlanması olmuştur. Fakat bu ayaklanmalar burjuva, feodal ön­derlikçe gerçekleştirildiği, yoksul köy­lülüğün taleplerini tutarlıca öne çıka­ramadığı için yenilgiye mahkum ol­muşlardır.

Bu ayaklanmalardan sonuç alma- mayışmın nedenlerini Dr. Hikmet KI­VILCIMLI İhtiyat Kuvvet Milliyet (ŞARK) adlı kitabında şöyle belirti­yor;

"1. Milli Kurtuluş ve İstiklal hare­ketinin öz itiban ile bir geniş çalışkan köylülük meselesi olduğunu bilmemek

yani objektif olarak kitleden kop­mak,

2 . . . . teşkilatta derebeyi artıklarına dayanması, ağa ve bey şeflerle ve kad­rolarla iş görmeğe kalkışmasıdır". (1)

Finans-Kapitalin zorla asimilas­yon ve imha siyaseti yoksul köylülü­ğün hattına oturmayan ulusal kurtuluş hareketini bastırabilmiş, Kürt burjuva- feodalleriyle uzlaşma zemini yaratarak sorunu "unutturabilmiştir"

Sömürgecilik yukanda krediler, mevkiler, ayncalıklar yoluyla, aşağıda jandarma baskısı ve asimilasyon politi­kasıyla perdelenmiştir. Bu "perdele­meyi" Finans-Kapital o denli "başarı" ile uygulamıştır ki Türkiye devrimci hareketinde uzun bir süre farklılık ve sömürge siyaseti yoksayilmiş, görüle­memiş ve hâlâ görülmemekte ısrar edilmektedir.

Bugün ulusal sorun konusundaki çeşitli yaklaşımlarda iki ulusun çıkarla­rını birbirinden ayıramamak, ilkelerin yorumlanmasında sapmalara yol aç­maktadır. Oysa proleterya sosyalizmi ulusal sorun konusunda iki ulusun hat­ta iki ulusun işçilerinin çıkarlarının ay- nlması gerektiğini açıkça belirlemiş­tir.

"Bizim tezlerimizin temel, esas fik­ri nedir? Ezilen halklarla ezen halklar arasında aynmın yapılması. Biz II. En­ternasyonalin ve burjuva demokrasisi­nin tersine bu ayrımı özellikle belirtiyo­ruz" (2)

"Bizim herşeyden önce, ezilen ulusların işçileri için istediğimiz şey-bu yalnızca ulusal sorunda sözkonusu- ezen uluslann işçileri için istediğimiz şeyden farklılık gösteriyor" (3)

Farklılık üzerine bu derece vurgu yapılmasının nedeni ulusal eşitlik ilke­sinin uygulanabilmesinden kaynak­

lanmaktadır. Bu farklılığı görmemek ezen ulus şovenizmiyle aynı hatta düş­mek, demokrasiden uzaklaşmak de­mektir.

Sorunun koyuluşunda yöntem, so­yut belirlemeler yerine, konu olan ül­kenin tarihsel kökenin ekonomik ya­pısının analizini, konjonktürel duru­munu, somuta uygun bir tatzda, enter- nasyonalist açıdan ele alınmasıdır. Ulusal sorunun çözümü esasında bur­juvazinin sorunudur, burjuva demok­ratik bir taleptir. Burjuvazinin gerici- leştiği bir çağda sorun proletaryanın omuzlarına yüklenmiştir. Proletarya­nın dünya genelinde çıkarlan bir ve or­taktır. Oysa burjuva demokratik bir ta­lep olarak ulusal özgürlük talebi bölge­seldir ve burjuvazinin miras bıraktığı bir sorundur. Sorunun somutta irde­lenmesinin gerekliliği buradan gel­mektedir. Bu özelliği ihmal ederek şablonik düzeyde kesinlemelere git­mek Marksizmin-Leninizmin metinle­rinin ruhuna aykm kullanılması anla­mına geliyor. Lenin tek tip modellere saplanılmaması gereğini şöyle ifade ediyor:

"Biz hiç bir koşulda kendimizi tek- tip modellere bağlamayacağız, bir çır­pıda kendi deneyimimizi Merkez Rus­ya deneyimini bütünüyle her bölgede uygulama kararını vermeyeceğiz" (4)

Ulusal sorunda pek sık ortaya çı­kan pratikten kaçış, Rusya deneyini mutlaklaştınp örgütlenme boyutunda- yanlış çıkarsamalara dayanarak-fana- tik davranırken demokrasi, ulusal eşit­lik konusunda vurdumduymaz olabil­mektedir. Aynca ulusal baskının em­peryalizmle birlikte özel bir sorun ol­maktan çıkıp, halklar ve emperyalizm arasında genel bir soruna dönüşmüş olması gerçeği, küçük patronlann sö-

15

Page 18: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

1923-40 arasında ir i l i ufaklı y irm i ka­dar ayaklanma sömürge po, ulusal baskı­nın Kürt halkınca reddedilişinin somutlanması o l­muştur. Fakat bu ayaklanmalar burjuva, feodal ön­derlikçe gerçekleştirildiği, yoksul köylülüğün ta­leplerin i tutarlıca öne çıkaramadığı iç in yenilgiye mahkum olmuşlardır.

mürgeci suçlarının yalnızca emperya­lizme isnat edilmesi sapmasına da yol açmaktadır.

Kürt ulusunun varlığı-yokluğu ar­tık burjuva siyaset düzlemine inmiştir. Devrimci siyaset düzleminde ulusların kaderlerini tayin hakkı genel olarak ayrı devlet kurma hakkı olarak kabul görmektedir. Tartışmalann ekseni, il- hak-sömürge, örgütlenme konusu, ulusal eşitlik konulannda olmaktadır.

Bu birinci yazıda genel tanımla­malarla ulus, ulusal devlet, sömürgeci­lik, ulusal sorun, konulan ele alınacak­tır.

Uîuslann kaderini tayin hakkı (UKTH)'nm kaynağı olarak ulusal dev­let:

Tarihsel-ekonomik bir kategori olarak ulus; toplumlar tarihine kapita­lizmin doğuşu sırasında giriyor. Ulus, tarihsel bir kategoridir. Tarihi bir biri­kimi zorunlu kılar. Dilbirliği, ruhsal bi­çimlenme birliği olarak görünen kül­tür birliği tarihsel gelenekler üzerinde yükselir. Ekonomik bir kategoridir. Pazar alanlarının oluşması ve yaygın­laşması sonucu ortaya çıkar. Yaşam­sal malların üretimi insanların sosyal

yaşamının biçimini belirler. Toplulu­ğun, balıkçı, tanmcı ya da fetihçi ola­rak yaşamını devam ettirmesi doğa ve kendi arâlanndaki ilişkileri, ahlaki de­ğerlerin, yeme, bannma, giyinme, sosyal statülendirme özelliklerini belir­ler.

Ortak yaşamın zorunlu sonucu olan bu ortak özellikler, topluluğun ge­lişigüzel bir biraraya gelişi değil, karar­lı, tarihselliği olan ve geleceğe yönelik olmasını sağlar. Bu,2 ulus olma özelli­ğinin unsurlanndan biri olan kültür bir­liğidir.

Pazar, dil ortaklığı ve toprak birli­ğinin olduğu alanlarda daha hızlı yay­gınlaşır. Ulusal devletin üzerinde yük­seleceği alanlar öncelikle bu iki ortaklı­ğın bulunduğu bölgelerde gelişir. Satı­cı ve alıcı arasındaki bağlann güçlen­mesi, geniş ticari alış-verişin sağlana­bilmesi, sözleşmeler, ticaret kanunlan- prensipleri ortak bir dili zorunlu kılar, "ticaret dili" egemen dil halini almaya başlar. Kapitalizmin gelişimi sırasında ticaret dilinin egemenliği bir çok küçük halkın kendi dillerinin unutulmasına ya da asimile olmasına neden olmuştur.

Ulusun oluşumunun en temel un-

PKK militanı diye öldürüldüler. Ardında iki bin köylü yürüdü. Silopi'de o gün hayat tam am en durdu.

surlanndan.biri dilbirliğidir.Toprak Birliği, yani aynı coğrafi

zemin de ilişkilerin kolayca sağlanabil­diği bir konumlanışı ifade eder.

Uluslaşma bir "Birleştirme" ilişkisi ise bu ulusal alanların birleştirilmesi de birbirine yakın kolay ulaşabilecek yurt­lar üzerinde mümkündür. Toprak birli­ği olmadan birbirinden bağımsız top­luluklar ulus olarak tanımlanamaz. Üs­telik toprak birliği bir tarihselliğe teka­bül eder. Pazar alanlannm gelişimi, ti­caretin yaygınlaşması ve yoğunlaşma­sı, üretim ve tüketimin toplumsallaş­ması, ekonomik yaşamda bir ortaklaş­maya neden olur. Bu ortaklaşmanın sının ulusun da sınırını oluşturur.

Kapitalizmin: tüm pre-kapitalist üretim tarzından farklı olarak, üretim sürecine müdahale etmesi karakteris­tiğidir. Basit yeniden üretimde tefeci bezirgan sermaye ve feodaller üretime müdahale etmez, yalnızca sonuçlany- la ilgilenirdi. İhtiyaç için üretim ekono­mideki kapalılığın temel nedeniydi. Oysa kapitalist elbirliği üretimde hızlı bir yükselişe neden olur. Üretim artışı pazann genişlemesini, pazann gelişi­mi üretim artışını körükler. Ticaret, en önemli ekonomik faaliyet olarak ka­palı ekonomileri parçalamada mızrak ucu görevini üstlenmiştir. Feodalizmin gerileme çağma denk düşen 14. ve15. yüzyıllarda, kapitalist üretim, bazı Akdeniz ülkelerinde görülmesine rağ­men, kapitalist dönemin başlangıcı16. yüzyıldır.

Ülus kavramı kapitalizmin doğuşu sıralanna tekabül eder, ulusal alanların oluşumu pazann genişlemesiyle müm­kün olmuş ve halklar kaosundan ulus­lar ortaya çıkmıştır.

"Ulus tarihsel olarak oluşmuş, ka­rarlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir." (5)

Burjuvazi girdiği tüm ilişkileri kapi- talize etmeye çalışır. Toplumsal değer­ler kapalılıktan çıkıp pazar etrafında evrimleşmeye başlar "bireycilik, öz­gürlük, eşitlik" kavramları, eski "sada­kat, aşiret, asalet" kavramlannın yerini alır. Eski iktidar yeni ekonomiyle kes­kin bir çelişki içindedir, burjuvazi ulu­sal pazar talebini gerçekleştirmek için ulusalcılığa, ulus egemenliğine sarılır. Genel olarak özgürlük ve eşitlik tale­biyle başlayan ulusal hareket, durgun köylülüğü harekete geçirmiş, burjuva demokratik kurumlar üzerinde yükse­len ulusal devleti ortaya çıkarmıştır.

Ulusal devlet, burjuvazinin pazar­da aynı değişim aracının, aynı dilin, ay­

16

Page 19: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

nı ekonomik yasalann egemen olma­sı, ayrıca yabancılarla rekabet edebil­mesi için bir gereksinimdir. Ve bu güç­lü ekonomik istemlerin somutlanması olarak ortaya çıkmıştır. Pazann yay­gınlaşmasıyla ulusal alanlar oluşmuş bu ulusal alanlar üzerinde ulus ege­menliği gerekmiştir.

Ulus egemenliği, feodalitenin köhnemiş kurumlarının parçalanma­sı, ekonomi dışı zorun yerini ekono­mik zorun alması demektir.

Feodaliteye karşı ulusal hareket­lerle verilen demokrasi mücadelesi, ulus egemenliğinin kurulmasıyla, ulu­sal devletle sonuçlanmıştır.

"Ulusal devlet, kapitalizmin kuralı ve normasıdır." (7)

Batı Avrupa'da aristokrasiye karşı burjuva demokratik devrim gerçekleş­tirilmiştir. Bu devletler genel olarak türdeş veya türdeş olmaya yakın dev­letlerdir. Bundan dolayı ulusal sorun feodaliteye karşı ulusal planda görü­lür. Doğu Avrupa devletlerinde ise du­rum daha değişiktir.

"Doğu Avrupa devletleri grubu- Rusya, Avusturya, Türkiye ve altı kü­çük Balkan devletinin bir teki bile-ulu- sal yönden tam türdeş devlet değildir." (8)

Türdeş olmayan uluslar devleti ge­riciliği temsil eder, ya da istisnadır." (9)

Batı Avrupa'da sömürgecilik, ka­pitalizmin oluşumuyla aynı döneme denk düşer. Birincisi ulusal hareket doğuda yalnızca feodalizme karşı de­ğil aynı zamanda sömürgeciliğe karşı yürütülmek zorunda kalmıştır.

İkincisini Stalin şöyle belirtiyor:"Avrupa'nın doğusunda merkezi

devletlerin savunma gereksinimleri (Türklerin, Moğoliann vb. akınlan) yü­zünden hızlandırılmış bulunan oluşu­mu feodalizmin ortadan kaldmlması- na, dolayısıyla uluslann biçimlenmesi­ne öngelmiştir. İşte bunun sonucu uluslar, bu bölgede ulusal devletler bi­çiminde gelişememişlerdir ve gelişe­mezlerdi de. Fakat genel olarak güçlü bir egemen ulus ile birkaç güçsüz ba­ğımlı ulustan oluşan bir çok karma, çok uluslu burjuva devletler oluştur­muşlardır (Avusturya, Macaristan, Rusya gibi...)"(10)

Doğu Avrupa ve Asya ülkelerinde çok uluslu devletler, feodal dönemden devraldıktan güçlü merkezi devletin, uluslann bağımsızlaşması önündeki engelinden kaynaklanmaktadır. Bu ülkelerde güçlü bir burjuva önderlik oluşumadığından dolayı en organize

maddi ve politik güç olarak ordu ulusal kurtuluş hareketinde belirleyici olmuş­tur. Burjuva demokratik hareket em­peryalizme karşı bağımsızlık mücade­lesi verirken bir yandan da mahkum ulusu devlet çitleri içinde tutmaya ça­lışmıştır. Bu çok uluslu devletlerde: ulusal sorunun varlığı, burjuva demok­ratik devrimin tamamlanmamışlığının temel nedenlerinden biridir.

- Uluslararası planda demokrasi­nin ihlali: ilhak, sömürgecilik. Emper­yalizm ilhak, siyasi bir kavramdır, zor yoluyla sınırlann çoğunluğun isteğine aykm olarak belirlenmesi anlamına gelir. Siyasi egemenlik kurmak demek olan ilhak, genellikle askeri işgalle des­teklenir. Ekonomik ilhak kavramı, zor yoluyla ekonomik faaliyetleri belirle­me demektir ve sömürgecilikten farklı anlamlar ifade eder.

"Emperyalizm her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren Fı- nans-Kapitalin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilim sonucu ise şöyle olmaktadır. Siyasi rejim ne olursa olsun, her yerde gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların, aşın ölçüde yoğunlaşma­sı, aynı biçimde ulusal baskı ve ilhak eğilimleri de, yeni ulusal bağımsızlığın bozulmasının da özellikle yoğunlaşma­sı. (Çünkü ilhak, uluslann kendi kendi­ni yönetme hakkının ihlalinden başka bir şey değildir.)" (11)

Sömürgecilik: Askeri-siyasi bir egemenliği içeren iktisadi bir kavram­dır, değer aktanmını ifade eder. Üste­lik bu değer aktanmımn özel bir biçim­de sömürgeleştirme yoluyla yapıldığını gösterir.

' Sömürgeciliğin bu üç biçimini bir­birinden ayırmak gerekmektedir. Ti­caretin giderek artan önemi çoğrafi keşiflerle sonuçlanmış, buralardan ak­tarılan değer kapitalizmin ilk birikimi­nin kaynağını oluşturmuştur. Manifak- tür döneminde ekonomik üstünlük ti­cari üstünlükten kaynaklanıyordu. Ti­caret yollannın ele geçirilmeye çalışıl­ması, ticari mallara (ipek, altın, gü­müş, baharat, vb.) duyulan istek, sö­mürgeciliğin ilk biçimlenmesini veri­yordu".

"Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele ge­çirilen servet, anayurda taşınarak ser­mayeye çevrildi. Sömürge sistemini ilk defa tam olarak geliştiren Hollanda, 1 6 4 8 yılında ticari kudretinin tepesin­de bulunuyordu." (12)

Hammadde talanına dayalı olan sümürgecilik servet aktanmına, bura­dan sermaye oluşumuna neden olu­

yor. Bunuıtsonucu artan üretim pazar ihtiyacını doğuruyordu. Sömürge tala­nına, İngiltere'den önce girmiş olan İs- panya'da, servetin sermayeye dönüşe- memesi bu sömürgeci ulusun, giderek İngiltere'nin vesayeti ve egemenliği al­tına girmesine neden olmuştur. Marks bu durum için gerçek zenginliğin altı­na sahip olmaktan değil onu ele geçir­mek için üretmekten geçtiğini söyle­miştir. İspanya bu ilişkide değer yitir­dikçe, sömürgelerde azgınlaşmakta ve "küçük patron'lann sömürgeci reka­betteki uygulamaîannı sergilemekte­dir.

Emperyalizm öncesi sömürgecilik ekonomik üstünlükten çok askeri üs­tünlüğe dayanıyordu. Ve sömürgeyi kapatabilmenin tek yolu askeri zordu. Ticari üstünlük; donanma ve askeri üs­tünlükle dünyanın her yerinde mal alıp satabilmenin sonucuydu. İspanya ve Portekiz sadece tüccar toplumlar ola­bildiler. Oysa sanayi toplumu olmalan gerekiyordu. Sömürgeciliğin kapita­lizmin gelişimiyle değişiminin ipuçlan bu örnekte mevcuttur.

Önceleri yanlızca hammadde tala­nına dayalı olan sömürgecilik giderek üretime müdahale edip varolan küçük üretimi tahrip etmiş, ihtiyacı doğrultu­sunda yeniden düzenlemiştir. Bu sö­mürgeleştirme, yeni sömürgeciliğin üzerinde yükseleceği temel taşlan dö- şemiştir. Fetih ve barbar istilalanndan sömürgeciliği ayıran en temel kıstas bu olmaktadır, istilacılar, varolan üre­time müdahale etme olanaklanndan yoksundular. Çünkü daha geri bir üre­tim tarzını temsil ediyorlardı. Buradan fetihci barbar istilalann yönünün, dai­ma zenginliklerin, üretimin kaynağı­na, ticaret yollanna yöneldikleri, oysa sömürgeciliğin tüm dünya topraklan- na yöneldiğini çıkartabiliriz.

Sömürgeleştirme; yalnızca ham­madde talanına dayalı olmayıp aynı zamanda varolan üretici güçleri tahrip edip kendi yapısına uygun hale dönüş­türme olmaktadır. Fetihci barbar istila- lan ise toprak elde etme ve üretimi ver­gilendirerek değer aktarımını sağlıyor­du. Tüccar toplumlann talancı sömür­gecilikleri sömürgeciliğin yeni aşama­sına ayak uyduramadıklan için ele ge­çirdikleri topraklan emperyalizmin dünyayı yeniden paylaşımında kaybet­mişlerdir.

Batı Avrupa'da kapitalizmin gelişi­miyle birlikte, geri ülkeler ekonomik bağımlılık yoluyla yan-sömürgeleştiri- liyordu. Meta ihracı ve istikrar yoluyla gerçekleştirilen bağımlılık ticaret ka-

17

Page 20: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

R 'urjuvazı neyi savunursa sız onun tersini savun­malısınız". Eğer burjuvazi "çocuk öldürüyorlar" d i­yorsa, bize düşen "hayır, asıl siz her gün onlarca ço­cuk öldürüyorsunuz" demektir.

nalıyla bu ülkelerdeki kapitalizmin te­mellerini oluşturdu.

Doğadaki çok uluslu merkezi dev­letlerde, kapitalizmin gelişmiş olduğu bölgede ulusal bilinç mahkum uluslara göre daha erken seçimlenmiş ulus- devletlere geçiş egemen ulusun burju­va devrimiyle gerçekleşmiştir, sömür­geci çıkartan, emperyalizme bağımlılı­ğı burjuva devriminin tamamlanama- masma yol açmıştır. Emperyalist iş bölümüne katılış şartı, yani genele- neksei sömürge ekonomisi değişme­miş, ticaretin en önemli faaliyet oldu­ğu, hammadde ve tarımsal ürün ihra­catı, tüketim malı ithalatı yapılan eko­nomi egemen kalmıştır.

'Küçük patronlar" sermaye biriki­mini sağlama sürecindeki yetersizliği­ni askeri-siyasi egemenliği altındaki mahkum ulusun yeraltı-yerüstü Vve emek gücü kaynaklarını sınırsızca sö­mürerek biriktirme yolunu seçmiştir. Yarı sömürge bir ülkenin tam sömür­gesi olabileceği,

1- Sömürgeciliğin kapitalizm ön­cesi, (bu ya fetihci barbar istilası ya da hammadde talanına dayalı askeri iş­galle gerçekleştirilen biçimi) emperya­lizm önceki dönemi (sömürge ekono­misinin anayurt ihtiyaçlarına göre dü­zenlenmesi), Emperyalist dönemi (ye­ni sömürgecilik olarak tanımlanan ser­maye ihracı ve entegrasyon) ayniması gerekliliği. "Çünkü kapitalizmin eski evrelerindeki sömürge politikası bile mali sermayenin sömürge politikasın­dan temel aynlıklar göstermektedir". (13)

2- Sömürgeci egemenliğin emper­yalizm öncesi dönemlerde ekonomik zordan çok askeri zora dayalı olmasıy­la

3- Ekonomik gelişim farklılığının mümkün olmasıyla

4- Yarı sömürgenin emperyalizm­le ilişkileri sürecinde kendi sömürgeci­liğinin çelişki oluşturmamasıyla, görü- Jebilir.

Emperyalizm her iki ulusu da eko­

nomik olarak sömürebilir. Sömürge ulusun sömürüsü emperyalizm ve ege­men ulusun sömürgeciliğinde vücut bulmaktadır. Çünkü sömürüye her başkaldm egemen ulusun askeri aygı­tını karşısında bulmasıyla sonuçlanır.

- Ulusal sorun ve uluslann kaderle­rini tayin hakki:

Ulusal sorun burjuva demokratik bir talep olarak ayrı devlet kurma hak­kının uluslararası planda ihlalinden kaynaklanır. UKTH ulus egemenliği gerektirir, ulus egemenliği demokrasi ile mümkündür. "Ulusal kaderi tayin hakkı, demokratik bir istek olmaktan başka bir şey değildir, ilke olarak, öteki demokratik isteklerden farklı değildir." (14)

Bu burjuva demokratik talep, siya­sal özgürlük, ulusal ayricalığm redde­dilmesi ve yabancı baskısının ortadan kaldmlmasını ister. Bu talebin destek­lenmesi demokratlığın asgari ölçütünü oluşturmaktadır. UKTH siyasal özgür­lüğün sağlanmasıdır. Ulusun kendi öz­gür tavrını hiç bir baskı altında kalma­dan alabilmesi demektir. Karar alma özgürlüğü emperyalizm, sömürgecilik veya ilhakçılar yoluyla ihlal edilir. Bu ihlalin az veya çok kanlı ya da siyasi yoldan olması sorunun nicelik boyutu­dur. Her üç durumda da ulusun gelece­ğini belirleme hakkı gaspediîmiştir.

Ulusal hareket genellikle eşitsizli­ğin ya da çelişkinin en yoğun olduğu konuda sloganlaşarak yükselir. Sö­mürgecilik ve emperyalizm ulusal bas­kıyı her alanda yoğunlaştırarak (dil baskısı, ekonomik baskı, kültür baskısı vb.) talepleri birbirleriyle ilişkilendi- rir.

"Ulusal hareketin içeriği, elbette her yerde aynı olamaz. Bu içerik hare­ket tarafından formüllendirilen çeşitli istemlere bağlıdır. İrlanda'da hareket tanmsal bir niteliğe, Bohemyada dil sorunu niteliğine bürünür". (J.Stalin. Marksizm ve ulusal sorun ve sömürge­ler sorunu sf:24)

Sömürgecilik ve emperyalizmle ulusal hareketin içereği bütün olarak demokrasi haline dönüşmüştür.

Ulusların kaderlerini tayin hakkı­nın gerçekleşmesi, emperyalizmin ve­ya sömürgeciliğin tüm sömürü kanal­larının tahrip olacağı anlamına gelmi­yor. emperyalizm borsa, rüşvet, aske- ri-ekonomik bağımlılık yoluyla özgür bir cumhuriyeti bile kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebilir. Bu, ulusların eşitliğini savunma ilkesini or­tadan kaldırmaz.

UKTH bir sonuçtur. Ayrıcalıklara,PKK militanlan yürüyor.

18

Page 21: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

ulusal baskıya ve eşitsizliğe karşı (ne­den) uluslararası demokrasinin uygu­lanmasını (sonuç) istemektir. Sorun bir sonuç olarak soyutlanırsa ayn dev­let kurma hakkı, bu konjontürde alış- verişlemedir", demokrasiyi verirsek emperyalizm alır mı?... Ya da biz de­mokrasiyi tanıyalım ama ne derece bir kurtuluş olacaktır", çıkmazlanna götü­rür.

"Bütüne uymayan parçanın sökü­lüp atılması" UKTH demokratik tale­binin abartılması olarak düşünülme­melidir. Parçanın atılması, Bu hak eğer emperyalizmin ya da sömürgeci­liğin askeri-ekonomik pozisyonlannı güçlendiriyor, nüfuz alanlannı genişle­tiyorsa demokrasiyi ihlal etmeyen bir tavırdır.

Olabilecek olandan değil bugün olandan yola çıkmak gereklidir. Bu, soruna "neden'den yaklaşım demek­tir. Dikkat edilmesi gereken nokta ulu­sal baskı, ulusal eşitsizlik sömürgecili­ğin hangi egemenlik koşullan yeniden ürettiğidir, (şovenizm, anti-demokra- si, faşizm, ekonomik emniyet sübap- lan.)

"Bir Marksist, tavrını gerçeklere göre alır, imkanlara göre değil." (15) Demokrasiyi görmezden gelmek, po­litikasızlığa, soruna sonuçtan yakla­şım; yanlış politika üretmeye neden oluyor, yapılması gereken, demokra­tik ilkeyi ana perspektif haline getir­mektir.

"(Siyasal kaderini tayinin) ... dün­yanın her yanında ulusal hareketlerin tarihi açısından ifade ettiği şey; ulusal devletin kurulması. Bu maddeyi başka türlü anlamaya dönük eğlendiri çaba­lar, (gülünç) Ulusal sorunda, demokra­tik ilke, demokratik ilkeden aynlış, tüm tarihi uriutuyor ve ona ihanet edi­yor". (16)

Proleteryanm tüm istemleri de­mokrasinin en üst uygulanımlarına yöneliktir. Çünkü demokrasi sınıfların ve taleplerinin, birbirlerinin karşısında netçe ortaya çıkmasını sağlar. Ayrıca sorunun hak eşitsizliği olmayıp, kapi­talizm olduğu gözler önüne serilir. So­nuçta demokrasinin uygulanmasın­dan en kazançlı çıkacak sınıf, işçi sını­fıdır. Burada demokrasi için verilen mücadelenin içeriği ve biçimi, nitelik belirleyici olmaktadır. Doğru perspek­tif, ulusal baskıyı reddediştir, demok­rasiyi yani ulusal eşitliği savunmaktır. Fakat proleter sosyalizmi burada kala­maz. Demokratik taleplerin ancak sosyalizmle bağlantısı içinde kalıcı ola­rak elde edilebileceğini belirtir.

/ 1 alklar şovenizmi ne derece kırıyor ve yakınla­şıyorsa devrim de, o derece yükseliyor ve yakınlaşı­yordun

"Biz demokratik taleplerden yana­yız, onlar uğruna içtenlikle mücadele eden sadece bizleriz. Çünkü objektif tarihsel durum nedeniyle bu talepler ancak sosyalist devrimle olan bağlantı­lar içinde iler sürülebilir". (17)

"İnsan, demokrasi için mücadele ile sosyalist devrim için mücadelenin birincisini, İkincisine bağımlı kılarak, nasıl birleştirebileceğini bilmelidir. Bü­tün güçlük burada yatıyor, meselenin özü buradadır." (18)

Kapitalizmin gelişimiyle birlikte özellikle anonim şirketler ve bankalar aracılığıyla, ezilen ulusun burjuvazisi­nin uzlaşma zemini ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu halk için demokrasinin Öneminin giderek artmasına karşın burjuvazinin uzlaşma eğilimi, proletar­yanın sorunun çözümünde belirleyici olmasının objektif koşullannı hazır­lar.

- Şovenizm açısından: "Başka ulu­su ezen halk kendi zincirlerini sağlam­laştırır" (19)

Marks'ın bu belirlemesi proletarya­nın ulusal eşitliğe yaklaşımının temel hattını belirtir.

Ezen ulus burjuvazisinin sömürge­ci politikası, hukukta, devlet biçimin­de, kurumlann örgütlenmesinde, ide­olojisinde siyasetinin her yönünde kendisini gösterir. Ezen ulusun prole­taryası bu açıdan mahkum ulus üzerin­deki baskıdan kendi payına düşeni alır.

"İngiltere'de gericilik, İrlanda'nın esaret altında tutulmasıyla beslenmek­te ve güçlenmekterdir. (tıpkı Rusya'da gericiliğin bir sürü ulusların esaret al­tında tutulmasıyla beslendiği gibi) ". (20)

Şovenizm, ezen ulus proletaryası­na yıllar boyunca eğitiminde sanatında empoze edilmiştir. Bundan kurtulmak burjavizinin ideolojik egemenliğinin en güçlü kanallanndan birini yok et­mek anlamına gelmektedir. Burjuva ideolojisinde şovenizm ya ilkel kabile­lere "medeniyet" götürüyordur ya da "cahil, görgüsüz, kıro" halkı "eğiti­yordun Veya daha önemlisi becerebi- liyorsa koca bir halkı unutturuyordun Bir de bunlara azgelişmişlik kompleksi

binince açık bir iki yüzlülükle "kart, kurt"lara varacak derecede sefilleş- mektedir.

Burjuvazi neyi savunursa siz onun tersini savunmalısınız". (21) Eğer bur­juvazi "çocuk öldürüyorlar" diyorsa, bi­ze düşen "hayır, asıl siz her gün onlar­ca çocuk öldürüyorsunuz" demektir.

Halklar şovenizmi ne derece kırı­yor ve yakınlaşıyorsa devrim de, o de­rece yükseliyor ve yakınlaşıyordun

Sürecek (Gelecek Sayı; Örgütlen­me ve Türkiye'nin Gündeminde Ulusal Sorun) ■

KAYNAKLAR:

1- Dr. Hikmet KIVILCIMLI (İhtiyat Kuvvet Milliyet (ŞARK), 1 9 7 9 Yol Yayınla­rı, sf:35)

2- LENİN (aktaran J.STALİN. (Mark­sizm ve Ulusal Şorun ve Sömürgeler Soru­nu, Sol Yay., sf: 285)

3- LENİN (Marksizmin Bir Karikatürü ve Ekonomik Emperyalizm, Sol Yay, sf: 65)

4 - V.İ. LENİN. (Toplu Yapıtlar, c2 9 , sf: 188)

5- J . STALİN (age, sf. 15)6- V.İ. LENİN (Ulusların Kaderlerini

Tayin Hakkı, sf: 5 9 Sol Yay.)7- V.İ. LENİN (age, sf 59)8- V.İ. LENİN (Ulusal Sorun ve Ulusal

Kurtuluş Savaşları Sol, Yay. sf: 303)9- V.İ. LENİN (UKTH- sf: 59)10- J . STALİN (age. sf: 113)1 1 - V.İ. LENİN (Emperyalizm Sol Yay.

sf: 143)12- K. MARKS (Kapital 1. Sol Yay. sf:

793)13- V.İ. LENİN (Emperyalizm sf: 97)14- V.İ. LENİN (Marksizmin Bir Kari­

katürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay, sf: 38)

15- V.İ. LENİN(age. Koral Yay sf: 102)

16- V.İ. LENİN (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları. Sol Yal, sf: 145)

17- V.İ. LENİN (Leninciliğin Sosyalist Devrim Teorisi, Konuk Yay, sf: 437)

1 8 - V.İ. LENİNfage, sf: 117)19- MARKS (Aktaran V.İ. LENİN,

UKTH, Sf 111 . Sol Yay.)2 0 - V.İ. LENİN (USUKS-SOL Yay, sf:

20)2 1 - V.İ. LENİN (MBK, Koral Yay, sf:

104)

19

Page 22: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Sosyalizm:Hâlâ ütopya mı, gerçeklik mi?(M. Belge eleştirisi)

Mehmet YILMAZER

£ £ osyalizm Türkiye ve Gele- W cek" iki büyük yer sarsıntı­y a sının ürünüdür. Birinci sar­

sıntı, yaşadığımız toprak­larda gerçekleşen 12 Eylüldür. Diğeri ise, Gorbaçov reformlarıyla Sosyalist ülkelerde yaşanıyor. M.Belge gerek Marksizmip temel kavramlannı ve ge­rekse Türkiye devrimci hareketinin bugüne kadar edindiği değerleri rahat bir üslupla eleştirirken bu iki büyük depremin yıkıntılannı arkasına kanıt- layıcı fon olarak alıyor. Böylece işi ko­laylaşıyor mu? sanmıyoruz.

12 Eylülle yaratılan ortamdan ve dünya sosyalizminin açık başarısızlık­larından aldığı güçle M. Belge çok bü­yük bir rahatlıkla Marksizmin genel değerleri üzerinde şüphe izlen bıraka­rak geziniyor. Öte yandan, 12 Eylül faşizminin acılı derslerinden geçmiş insanlara büyük bir pişkinlikle "banşçıl mücadele" yolları öneriyor.

Önerebilir. Herkes düşüncesini açıklamakta "özgür" değil mi? Hiç şüphesiz özgür olabilmeli. Ancak dü­şüncenin özgürce açıklanması kadar, açıklanan düşüncenin gerçekten öz­gür olabilmesi önemli Düşünce özgür­lüğüne sözde sınır konulmamış batı demokrasilerindeki Özgür düşüncele­rin birazcık yaldızı kazınınca, nasıl dü­zenin felsefesini en kılcal yollarla em­dikleri hemen görülebilir. Dolayısıyla o düşüncelerin pek çoğu finans kapi­tal demokrasilerinin kölesidir.

"Sosyalizm ve gelecek" hakkında konuşan M. Belge gerek Marksizmin genel kavramları ve gerekse Türkiye devrimci hareketinin deneyleri üzerin­de gezinirken hangi konumdadır?

Yaratıcı düşüncelerle mi yüzyüze- yiz, yoksa on yıllardır batı demokrasi-

20

lerine huysuz kölelik yapan düşüncele­rin bir benzeriyle mi karşı karşıyayız. görelim.

M.Belge "nasıl bir sosyalizm?" so­rusuna cevap ararken şöyle der: "Marksizmin bilimsel sosyalizm olarak benimsenmesi bazı çok önemli olum­suzluklara yol açtı; ama koşullan düşü­nüldüğünde belli bir kaçınılmazlığı var­dı bunun" (Belge, s. 156). Olumsuzlu­ğun "kaçınılmazlığına" sonra değine­ceğiz. M. Belge Sosyalizmin 'bilimsel' olmasından açıkça hoşnutsuzdur. "Bi­limsellik, daha sonra bir sorun haline gelmiştir. Üstelik, bilimselliğin bilimsel olmayan formülasyonlarının yapılma­sıyla sorun haline gelmiştir" (Belge. 157).

Bilimselliğin "sorun" haline gelme­si nasıl olmuştur? "Stalin'in dünya ko-

Belge: Sosyalizme elveda!

münist hareketine önderliğini kabul ettirmesinden aşağı yukan günümüze kadar, "ütopik"in karşıtı olarak "bilim- sel"in yanma yakın anlamlı sayılabile­cek ikinci bir kavramın da yerleşmeye başladığı gözlemlenir. Bu ikinci kav­ram ’gerçekçi'dir". (Belge, s. 155)

"Gerçekçi" tanımı M. Belge'ye gö­re "varolan sosyalizm" gençliğine "kat­lanma" anlamıyla yüklüdür. O zaman pratik yaşamda "bilimsel" sosyalizm gelir gönülsüzlükle katlanılan" bir sos­yalizme dönüşür...

Katlansak da katlanmasak da dün­yanın gözü önünde bir sosyalizm pra­tiği var. Marksizm herşeyden önce olaylan olduğu gibi görebilmekle baş­lar. Bu pratiği tüm gerçekliğiyle kavra­dığımızda onun hatalannı tekrarla­maktan kurtulabiliriz. Fakat "bilimsel" sosyalizmin pratik sonuçlan bazı göz ve gönülleri hoşnut etmeyince onun bilimselliğini "sorun" haline getirmek başka bit anlam taşır.

M. Belge pek hoşlanmasa da "bi­limsel" bir zeminde kalmak istiyorsa, Marksizmin sosyalizm üzerine önerile­rini yaşanan pratikle sınayıp ya bu tez­lerin temelde bilim dişiliğini ispatla­mak, yada esas da pratiğe uygunluğu­nu, yani bilimselliğini göstermek duru­mundadır. Çünkü "nesnel gerçekliğin insan düşüncesina atfedilip edileme­yeceği sorunu bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. Düşüncenin ger­çekliği yada gerçeksizliği konusundaki pratikten soyutlanmış anlaşmazlık, ta- mamiyle skolastik bir sorundur" (Feu- erbâch Üzerine Tezler, K. Marks).

Oysa, M. Belge "varolan sosya­lizm" gerçekliğine "katlanamayıp" sos­yalizmin bilimselliği konusunda şüphe­ci bir konumu benimser.

t

Page 23: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

MARKSİZM VE "EKONOMİ"

M. Belge sosyalizmin 7 0 yıllık pra­tiğinden Marksizmin bazı temel tesbit- lerini sorgulamaya yönelir. Bunlann ilki Marks’ın ekonomiyle ilişkisi üzeri­nedir.

M. Belge, Marks'ın "vulgarize" edilmesinden yakınır ve onun "bütün insan eylemlerinin temelinde ekono­mik dürtüler yatar diyen adam" haline getirilmesini eleştirir. "Oysa Marks pek böyle söylemediği gibi, bunu söy­lemiş olmakta yeterince ayırdedici bir özellik sayılmazdı. Çünkü pek çok kla­sik ekonomi-politik uzmanı aynı şeyi söylemişti" (Belge, s. 157).

Marks yukandaki cümleyi söyle­miş midir? Belli değil. M. belge "pek böyle sÖylemediği"ni belirtir, fakat he­men ardından bir ekleme yapar", eğer söylemiş olsa bunun "ayırdedici bir Özellik" taşımayacağını, o dönemin "pek çok klasik ekonomi-politik uzma­nın ın (altını ben çizdim) aynı şeyi söy­lediğini iddia eder.

Önce Marks'ın formülasyonu el- betteki bambaşkadır. Sonra, bu konu­da söyledikleri "ayırdedici" bir Özelliğe sahiptir. Ekonomi-Politiğin önsözün­de Marks bu buluşunu şöyle hikaye eder: "Ben, ekonomi politiği incele­meye, Paris'te başlamıştım ve bu ince­lemeye, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınırdışı edilme kararı sonucu dönmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç kı­saca şöyle formüle edilebilir:".... Mad­di hayatın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel ha­yat sürecini koşullandırır".

Aynı kitaba önsözünde Engel, Marks'ın ulaşmış olduğu sonucu şöyle niteler: "Yalnızca iktisat için değil bü­tün tarih bilimleri için (ve doğa bilimle­ri olmayan bütün bilimler, tarih bilim­leridir) devrim yaratan keşif..."

Belge aynı görüşte değildir. Marks'ın ekonomi-politik inceleme­sinde ulaştığı sonuca "pek çok klasik ekonomi-politik uzmanı"nm da vardı­ğını iddia etmektedir. M. Belge bilim­sel bir kaygı taşımayan açıklamasıyla, Marks'ın "keşif" derecesinde önemli buluşunu hem deforme ediyor, hem de sıradan j önemsiz bir hale getirerek küçümsüyor. Çünkü M. Belge toplum olaylanna "bilimsel" bir yaklaşıma inanmıyor.

v "Marks'a her şeyin başı ekonomi­dir diyen adam gözüyle bakma" (s.

158)nm yanlışlığını eleştirmek bir şey­dir, Marks'ın buluşunu vulgarize edip hiçe indirmek başka şeydir.

M. Belge daha da ileriye giderek şu inanılmaz görünen sonuca vanr: "Bu noktada 'bilimsel' sosyalizm ile 'ekono­mi' arasındaki ilişki üstüne bir kaç söz daha söylemek gerekiyor. Bu ilişki zo­runlu değil, bir anlamda raslansal bir ilişkidir. Sosyalizmin bilimsel olması gerektiğine inanmak, ille de ekono- mizmi öne çıkarmayı gerektirmezdi" (Belge, 159).

Sözü edilen "raslantı'lar ise şöyle sıralanır:

"Raslantı, biraz da, bilimsel sosya­lizm düşüncesinin yeni şekillendiği günlerde, ekonominin en olgunlaşmış 'bilim' görüntüsüne sahip olmasına bağlıydı. Tabii bunu çok fazla abart­mamak gerekir. Başka nedenler de söz konusuydu mutlaka.

"Bu nedenlerden biri de doğrudan doğruya Marks'ın çalışmalandır. Marks'ın en anıtsal çalışması göze çar­par biçimde ekonomiyle ilgiliydi" (Bel­ge. s. 160).

Raslantıya bakın ki, bilimsel sosya­lizmin kurucusu Marks'ın yaşadığı yıl­larda "ekonomi olgunlaşan bir bi- lim"dir.... Öte yandan bir raslantı so­nucu Marks "en anıtsal" eserini ekono­mi üzerine yazmıştır.

Bu rastlantılar sonucu bilimsel sos­yalizm ile ekonomi arasında bir ilişki kurulmuştur. M. Belge ne dediğini bili­yor mu?

Bilimsel sosyalizm, insan toplum- îarmın gelişim kanunlannm bulunup açıklanmasıyla şekillendi. Ve bu geli­şimlerin hareket ettirici zembereği, Marks'ın buluşuyla "maddi hayatın üretim tarzı"nda, yada M. Belge'nin ikide bir aşağıladığı "ekonomfde yatı­yordu. Bırakalım, raslantısal ilişkiyi bi­limsel sosyalizmin açıklamalanndan ekonomi temelini çekip aldığımızda, ortada belki, bir "sosyalizm" kalır, an-

M \urat Belge bazı açık sonuçlara varmak iç in değil, sanki M ark­sizm açısından aydınlık olan k im i temel konuları karartmak; deforme et­mek için tartışmaktadır.

cak bu sosyalizm artık bilimsel ola­maz.

M. Belge, toplumlann gelişiminde ekonomi temelinin vurgulanmasını "ekonomizm" olarak nitelendiriyor ve bu görüşün savunuculannı ekonomist Marksistler olarak isimlendiriyor. Böy­le bir vurgulamanın insanı kavramsal düzeyde yoksullaştırdığı kanısındadır. Marksizmin özünün gerek Sovyet aka­demisyenlerince ve gerekse pek çok "Komünist Partili" teorisyen tarafın­dan tek yanlı bayağılaştırdığı bir ger­çekliktir. Olaylann açıklanmasında ekonominin abartılarak sürecin diğer özelliklerinin gözden yitirilmesi Mark­sizm açısından hata olur. Ancak bir ya­sanın hatalı kullanımı o yasayı ortadan kaldırmaz. M. Belge böyle hatalı ör­neklerden hareketle Marks'ın bulduğu yasayı inkara yada önemsizleştirmeye yelteniyor. Bilimsel Sosyalizm ile eko­nominin ilişkisi raslantı olarak gör­mek, Marksist düşüncenin doğuş ve şekillenişini bir rastlanüya bağlamakla eş anlamlıdır.

Bir adım daha gidelim. Gene ken­disinin üst yapı olarak ayırdığı son de­rece geniş alan üzerine çalışmaîan ise görece çok daha azdı. Marks Fran­sa'da sınıf mücadeleleri, 18 Bmmaire vb. üstüne bildiğimiz metinleri yazma­mış olsaydı, onun da bir ekonomist ol­duğunu düşünmekte daha haklı olabi­lirdik. Ama bunları yazdı;"... Demek ki sorun, ekonomist bir eğilim değil, bir insan ömrüne sığabilecek çalışmanın hacmi sorunudur." Bu belirlemeyi ya­pan M. Belge şu genel sonuca vanyor: Marks'da ve Engels'de yeterli bir üstya­pı teorisi, özellikle bir politika teorisi bulunmadığı söylenmiştir ve bu doğru­dur" (Belge, s. 160).

Yazar Marks'da "ekonomist bir eğilim" görmez. Marks'a ne büyük ilti­fat! Oysa anladığımız kadanyla Belge, toplum yaşamında ekonominin belir­leyiciliğinin vurgulanmasını "ekono­mizm" olarak tanımlıyor. Eğer "eko­nomizm" bu ise, Marks bir numaralı "ekonomist" olmalıdır. Öte yandan, yazar "maddi hayatın üretim tarzı"nm belirleyiciliğini yeterince önemseme­diği, bu teorik bulgunun derinliğini kavramadığı için Marks ve Engels'de "yeterli bir üstyapı teorisi" bulamaz.

Bu yargı Avrupa'da özellikle İ 9 6 0 sonrası güçlenen "Yeni sol" akımlann ortak bir yargısıdır. Objektif temeli, emperyalist sistemin az çok istikrarlı gidişi ve "refah" yıİlannm sürmesi so­nucunda ekonomi tabanının gözlere çarpmaz oluşudur. Öte yandan, 29 .

21

Page 24: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Yaazarın yöntemi ilginçtir. Ayna boksunu andırı­yor. "Ekonomi be lirley ic id ir" diyenleri karşısına ko­yuyor. Marks bunların arasında tam açık de­ğil. Sonra "ekonomi" kavramını kendince tanımlı­yor, elemanlar tamam olunca maç başlıyor, fakat bu ara b ir kaç yum ruk da Marks1 ın yediğine şüphe yok.

Kongreyle başlayan Stalin eleştirile­riyle Sosyalist ülkelerin batıda çekicili­ğini yitirmesidir. Üstelik Sosyalist ül­keler de, kan ter içinde ekonomiye ağırlık vermelerine rağmen ortada "göz doldurucu" sonuçlar yoktur. Sı­nıflar savaşının nisbeten durgun yılla- nnda kimi batılı aydınlann bu birbiri­nin tekran olan tek düze gidişe göster­dikleri tepkileri, yıkılmaz görünen "alt yapıya" dokunamayınca, onun "istik­rarlı" gücü karşısında cüceleşince, tep­kiler kendilerinin de içinde bulunduğu üst yapıya yöneldi. O zaman Marks ve Engels'i yeniden yorumlamak günde­me geldi.

Marks ve Engels'de yeterli bir "üst yapı teorisi" yok mudur? Çok yaygın bir şekilde Marks'm Kapitali yerli yer­siz yüceltilirken kaçınılmaz bir şekilde diğer eserleri gölgelenir. Sanıldığının aksine Kapital bir alt yapı teorisi değil­dir. Marks'ın alt yapı ile ilgili görüşleri Kapitale ne kadar içkinse, üst yapı ile ilgili görüşleri de en az o kadar içkin- dir. Marks ve Engels'de birbirinden ay- n alt ve üst yapı teorileri yoktur. Alt ve üst yapının hiyerarşik dizilişi ve birbiri­ne etkisi ise yeterince aydınlıktır. M. Belge, "üst yapıdan" söz ederken ne­den Marks'ın Fransa'da sınıf mücade­leleri ve 18 Brumaire’mı anıyor da ör­neğin Engels'in Ailenin, özel Mülkiye­tin Devletin Kökeninden hiç söz etmi­yor? Orada üst yapının en önemli ku­rumu devletin teorik açıklaması var­dır. Çünkü Marks'ın sözü geçen yapıt­larında Fransa'da somut olaylann akı­şında üst yapının "göreli" bağımsız davranışlarından söz edilir. Bu göreli bağımsızlık üzerine Batı’da Yeni Sol o kadar çok şey yazmıştır ki, adeta Marks yeniden keşfedilmiştir. Ancak sonuç olarak ortada hala "yeterli" bir "üst yapı teorisi" yoktur. Oysa Marks ve Engels'de Ahlak, Hukuk, Devlet gi­bi üst yapı kurumlanyla ilgili yeterince

derinlikli tanık vardır.M. Belge, Marks ve Engels'de üst

yapı teorisi’nin yetersizliğinin yanında bir de "özellikle bir politika teorisinin bulunmadığını iddia etmektedir. "Poli­tika teorisrnden tam olarak ne kaste­diliyor bilemiyoruz. Ancak Marksizm de politikanın doğuşu, sınıf çıkarlarıyla bağlantısı yeterince açıktır. Üstelik bu konuda Marks-Engels'in ciltler tutan mektuplaşmalannda ve çeşitli gazete­ler için kaleme aldıklan makalelerinde sayısız örnekler vardır. Yazar bu mal­zeme içinden eğer isterse yeterince kesin bir "politika teorisi" edinebilir. Ancak M. Beîge'nin sorunu bu değil­dir. O, ekonominin yada alt yapının belirleyiciliğinden özgür bir "politika teorisi" özlemektedir. Elbette, böyle bir "teori" Marks-Engels'de yoktur.

M. Belge bazı açık sonuçlara var­mak için değil, sanki Marksizm açısın­dan aydınlık olan kimi temel konuları karartmak, deforme etmek için tartış­maktadır. A.Kaçmazın "Belge, alt ya­pının belirleyici rolünü reddediyor" eleştirisine itiraz ediyor ve görüşlerini bir kere daha şöyle özetliyor: "Marks'ın yaşadığı dönemde, kanşık toplumsal olaylan belirleyicilik ölçütü­ne göre aymp sınıflandırarak buradan alt yapı üst yapı gibi bir aynma gitmek çok Önemli bir buluştu. Ama bunu bu­gün aynı şekilde tekrarlamak fazla an­lam taşımıyor, böyle bir aynm yanlış olduğu için değil, bu kadanyla yetersiz olduğu için". (M. belge, Birikim, s.4)

Belge yalpalayarak yürüyor. Kita­bında, Marks'ın, ekonominin belirleyi­ciliği görüşünü pek de ayırt edici bul­mamıştı. Şimdi "çok önemli bir buluş­tu" diyor. Hangi düşünce Belgenin gerçek kavrayışını yansıtıyor? Bunun için spekülasyon yapmaya gerek yok. Belge, Marks'ın yaşadığı dönemde "belirleyicilik ölçütünü" önemli bulma­sına karşılık bugün aynı şeyi tekrarla­

manın yetersiz olduğunu iddia ediyor. Demek bu buluş artık önemsizleşmiş- tir.

Daha ileriye gitmeden "alt yapı" "ekonomi" gibi kavramlarla ilgili bir ara açıklama yapmalıyız.

"Marks ve Engels de dahil Mark- sistler alt yapıya kimi zaman da ekono­mik temel kavramıyla değinmişlerdir. Bundan ötürü, anlaşılır bir semantik kayma ile alt yapı/ekonomi özdeşliği kurulmuştur. Böylece ekonomi belirle­yicidir gibi bir sonuca vanlmıştır. Bu ise fazla genel, fazla yuvarlak bir ku- ral'dır ve dolayısıyla tehlikelidir" (Bel­ge, Birikim.s. 4).

Yazar, Marks'ın görüşlerinden söz ederken "altyapı", "ekonomi", "maddi hayatın üretim tarzı" kavramlanndan özellikle "ekonomi" kavramı üzerine vurgu yapıp, ekonominin belirleyicili­ğini fazla yuvarlak yada banal bulmak­tadır. Marks ve Engels'in olayı böyle basit açıklamadıklannı ileri sürer. Eko­nomi denince, Beîge'nin aklına "özgül­leşmiş", yani kapitalizm çerçevesinde­ki ekonomi kavramı gelmektedir. O zaman da bü ekonomi kavramıyla her- şeyi açıklamak mümkün olmamakta­dır. Her insan toplumunda bir tür eko­nomik faaliyet vardır, olduğu ölçüde etkisi de vardır, ama sözgelimi orta­çağda bulunan ekonomik faaliyet, ekonominin kapitalizmde belirleyici olduğu ölçüde belirleyici değildir" (Bel­ge, Birikim, S.4).

Yazann yöntemi ilginçtir. Ayna boksunu andmyor. "Ekonomi belirle­yicidir" diyenleri karşısına koyuyor. Marks bunlann arasında mıdır, tam açık değil. Sonra "ekonomi" kavramı­nı kendince tanımlıyor, elemanlar ta­mam olunca maç başlıyor, fakat bu ara bir kaç yumruk da Marks’ın yediğine şüphe yok.

Belge, gerek kitabında ve gerekse Birikim'deki yazısında konuyla ilgili Marks ve Engels'in orijinal metinlerine baş vurmaktan ısrarla kaçınır. Onlann bu konularda söylediklerini aktarmaz. Biz önce orijinal metinlerden bir iki gerçekliği tesbit ettikten sonra, yaza­nn söylediklerine geleceğiz.

Marks'ın Önsöz'deki orijinal for- mülasyonu şöyledir:

'Varlıklannm toplumsal üretimin­de, insanlar aralannda zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişki­ler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onlann maddi üretici güçlerinin belirli bir geliş­me derecesine tekabül eder. Bu üre­tim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisa­di yapısını, belirli toplumsal bilinç şe­

22

Page 25: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

killerine tekabül eden bir hukuki ve si­yasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır" (Eko. Pol. Eleştirisine Katkı, Önsüz).

Bu metnin yazılışından 30 yıl son­ra Engels, Marks'ın görüşlerinin baya- ğılaştınlması karşısında şunlan yaz­mak durumunda kalmıştır.

"Tarihi maddecilik anlayışına gö­re, tarihteki belirleyici faktör, ancak son kertede (son tahlilde, son soruş­turmada), maddi hayatın üretimi ve yeniden ortaya konulmasıdır. Ne Marks, ne de ben bundan fazlasını söylemiş değiliz. Her hangi bir kimse bu düşüncemizi, "ekonomik faktör bi­ricik belirleyici faktördür" şekline so­kacak kadar değiştirir ve bozarsa, ileri sürmüş olduğumuz bu yargıyı, bom­boş, soyut ve saçma bir söz haline ge­tirmiş olur. Ekonomik hareketin sayı­sız rastlantılar arasından zorla ilerle­yen bir şey gibi sonunda kendine içle­rinde yol açtığı bütün bu faktörler (Anayasalar vb. hukuki şekiller, politik hukuki ve felsefi teoriler, dini görüş­ler...) arasında karşılıklı etki ve tepki vardır. Böyle olmasaydı, teorinin (maddeci tarih görüşünün) herhangi bir tarih dönemine uygulanması birin­ci dereceden bir denklem çözmek ka­dar kolay olurdu" (Engels'den Joseph Blach'a Mektup, 1890).

Herşey son derece, açık. Maddeci tarih görüşü açısından olayların çö­zümlenmesi tek bilinmiyenli denklem­lere değil, çok bilinmiyenli yüksek ma­tematik problemlerine denk düşebilir. Ancak bir şey hâlâ açıklanmaya muh­taçtır. Son kertede belirleyici olan "alt­yapı", "Ekonomi" yada "maddi haya­tın üretimi" nedir?

"Toplum tarihinin belirleyici teme­li olarak gördüğümüz, ekonomik bağ­lantılar sözünden belli bir toplumun insanlannm geçimleri için gerekli, şeyleri üretiş ve ürünlerinin aralannda mübadele ediş tarzını anlıyoruz. De­mek ki, bütün üretim ve ulaştırma tek­niği bunun içinde yer almaktadır... Bundan başka, ekonomik bağlantıla- nn içinde ortaya çıkıp geliştiği coğrafi temeli; eski gelişim dönemlerinden ar­ta kalan ve çoğunlukla yalnız gelenek yüzünden yada vis inertia (atalet kuv­veti) dolayısıyla süregiden kalıntılar ve hiç şüphesiz bu toplumsal yapıyı kuşa­tan ortamda ekonomik bağlantılar içinde yer alırlar" (Engels'ten Heinz Strakenmburg'a 1894).

Netice olarak, Marks ve Engels'de "ekonomi" yada "altyapı" kavramı "fazla yuvarlak" değildir. Üretici güçler kavramıyla daha somutlanır. Marks- Engels'de üretici güçler biraz dağınık- da olsa yeterince tanımlanmıştır. İn­sanin yanında, coğrafi temel ve top­lumsal yapıyı kuşatan ortam, gelenek ve bütün üretim ulaşım tekniği toplamı üretici güçlerdir.

Biraz şemalaştmrsak üretici güçler başlıca dört başlıkta toplanabilir: tek­nik, insan, coğrafya ve Tarih (Dr. H. Kıvılcımlı, TDS). Şimdi elimizde, top- lumlann gelişimlerini aydınlatmak için ekonomi, altyapı gibi genel kavramla- nn daha somut elemanları vardır. Ör­neğin, günümüzde toplumlann gelişi­minde coğrafya ve tarih üretici güçleri­nin çok önemsiz etkileri vardır. Nere­deyse herşeyde son sözü teknik söyle­mektedir. Ancak "antika tarih toplu- munda tek başına teknik, insanı umut­suzluğa düşürecek kadar yavaş geliş­miştir. Buna karşılık her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek-görenek- leri, içine girdiği çoğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kollektif aksiyon teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika tarihte, dört küme üretici gücünün dördünü birden hesaba katmak gere­kir. Yalnız teknik, olaylann değil tü­müyle aydınlanmasını, şemalaştırt­masını bile yapmaya yetmez" (H. Kı­vılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm).

M. belge'nin "fazla yuvarlak" bul­duğu "ekonominin belirleyiciliği" ölçü­tü hiç de "yuvarlak" değildir. Yazar, bi­lerek yada bilmeyerek Marksın bulu­şunu önce bozup, kabalaştırıyor, son­ra da ekonominin belirleyiciliğinin faz­la genel ve "yuvarlak, bu nedenle de "tehlikeli" olduğunu iddia ediyor.

Elbetteki her yasa bir genelleme­dir. Bu anlamda da biraz "yuvarlaktır". Fakat o yasanın bir olaya uygulanışı ta­rihsel maddecilik açısından son derece somut ve tekil bir özellik kazanır. Ya­zar, Marks'ın görüşlerinin yanlış uygu­lamaları karşısında bu uygulamaların mantık sakatlıklannı sergileyeceği yer­de, bizzat söz konusu buluşu hedef ala­rak, açık ve kesin bir olguyu bulanıklaş- tmyor. Engelsin mektubu "ekonomik münasebetlerim çerçevesini çizmek­tedir. Yazar, "altyapı/ekonomi" söz­cükleri arasında kısır bir döngüye gire­ceğine, bu kavramlann Mark ve En- gels'deki karşılıklannı daha somutlaş­tırmaya çalışsaydı, yasanın "tehlikele­rini" de asgariye indirebilirdi.

M. Belge, "ekonomist Marksist-

ler'den farklı davranmıyor. Onların herşeyi kabaca ekonomiye bağlamala- n karşısında yazar da, Marks'da "yeter­li üstyapı ve politika teorisi" bulunma­dığını ileri sürerek onlan dolaylı olarak onaylıyor. Fakat Marks ve Engels'in ekonomi, üretici güçler anahtarlannı tarihi süreçlere nasıl uyguladığını açık­lama zahmetine katlanmıyor.

• Engels'in şu sözleri "maddeci" yön­temin herhalde en güzel açıklanması­dır:

"Bir problemin üstesinden gelmek için maddeci sözünü kullanmak yeterli sayılıyor. Oysa, bizim tarih anlayışı­mız, her şeyden önce, Hegeivari sis­temler kurmaya yarayan bir basamak değil, inceleme yapılabilmesi için yol gösteren bir metotdur" (Engels'ten Conrad Schmidt'e, 1890).

Özetlersek, toplumlann gelişimi­nin açıklanmasında anahtar olan eko­nomi tabanı: teknik, insan, coğrafya ve tarih üretici güçlerinin seviyesi ve durumlanyla bir somutluk kazanabilir. Ve bu anahtar " Hegeivari sistemler kurmaya" değil, "inceleme yapılabil­mesi için yol" açıcıdır.

Şimdi bıraktığımız yere dönelim. Belge, Birikim'deki yazısında Marks'ın buluşunu o günler için önemli bugün için yetersiz buluyor. Bugün neden, yetersizdir, derli toplu bir açıklamasını Belge'de bulamadık. Bugün daha ge­lişkin daha yetkin bir buluş mu yapıl- mışdır? Örneğin, Einstein'm görelilik teorisi Newton'un çekim yasasının bel­li bir sınırdan sonra yetersizliğini orta­ya çıkartmıştır. Sosyal olaylara bakışta Einstein’m görelilik kuramı gibi daha yetkin bir buluşla mı yüzyüzeyiz? Bel­ge böyle bir buluştan söz etmiyor. An­cak Marks'ın tesbitlerinin yetersizliği­ne iki örnek verilmiş. Birisi, kapitalizm öncesi toplum biçimlerinden, diğeri günümüz tekelci ekonomilerinden.

"Kapitalizme göre koşullanmış bir 'ekonomi' kavramını zihnimizde bi­çimlendirip bunu aynı zamanda 'altya­pı' ile özdeşleyerek, sonra da tarihi üretim tarzlanna bu çerçeveye uygun açıklamalar bulmaya çalışırsak, sonuç­ta her hangi bir şeyi açıklamamış olu­ruz. Çünkü bu şekilde özgülleşmiş bir 'ekonomi' kavramı, feodalizmi, Yunan sitesini, hele ilkel toplumlan hiçbir şe­kilde açıklamaz yada yanıltıcı,zorlama ve keyfi açıklamalar getirir" (Belge.Bi­rikim. s.4).

Belge, son derece haklıdır. Kapita­lizme göre koşullanmış ekonomi kav­ramıyla, öncekileri hele ilkel toplumla- n açıklamaya kalkışmak saçma sonuç-

23

Page 26: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

/ V l u r a t Belge, "ekonomist farklıdavranmıyor. Onların herşeyi kabaca ekonomiye bağlamaları karşısında yaza, Marks'da "yeterli üstyapı ve po litika teorisi" bulunmadığını ile ri süre­rek onları dolaylı olarak onaylıyor. veEngel s1 in ekonomi, üretici güçler anahtarlarını tari­h i süreçlere nasıl uyguladığını açıklama zahmetine katlanmıyor.

lar yaratmak zorundadır. Pek çok bur­juva iktisatçısının kutsal özel mülkiyet düşüncesine tutkularından dolayı, ilkel topluluklardan beri özel mülkiyeti de­ğişmez kabul etmeleri böyle bir saç­malığa en tipik örnektir. Ancak bunla- nn Marks'm buluş ve yöntemiyle ne il­gisi var? Marks, özellikle kapitalizmi irdelemiştir. Ancak kapitalizm önce­siyle ilgilendiğinde kapitalizmin kav- ramlannı o toplumlara basitçe aktar­mamış, tam tersine gelişme sürecini kendi orijinal özellikleriyle irdelemiş­tir. Bu çaba sırasında, hareket noktası üretim ve üretim ilişkilerinin biçimi ve gelişimidir. Ve Marks-Engels, el değ­direbildikleri ölçüde Kapitalizm öncesi toplum biçimleriyle ilgili mükemmel tesbitlere varmışlardır. Yaşadıklan dö­nemdeki sınırlı bilgi birikimiyle (arkeo­loji henüz yeni gelişiyordu) dahice se­zişler yapmışlardır. Fakat bütün bun­lar üretici güçlerin durum ve seviyesi­nin, kapitalizm öncesini açıklamada yetersiz kaldığını değil, tek doğru ay­dınlatma yöntemi olduğunu ortaya koymuştur. Fakat M. Belge Marks'ın- buluşunu ısrarla ve bayağıca ne oldu­ğunu açıklamadığı 'ekonomi’ boş çu­valına indirgemektedir. Üretici güçle­rin seviye ve durumu ilkel toplumİan da, Yunan sitesini de yeterince aydın­latır. Ancak Belge'nin deforme ettiği "ekonomi" kavramıyla hiçbir şey açık­lanamaz.

Belge'nin dediği gibi kapitalizm öncesini açıklamada Marks'ın buluşu yetersiz değil, fakat Belge'nin bu yasa­yı kavrayışı kesinlikle yetersizdir.

Yazann günümüz toplumundan verdiği örneğe gelelim.

"Böyle bir önerme, kapitalizmin erken çağı için gerçekten doğrudur, ama bugünün kapitalizmi için eşit de­recede geçerli olduğu kanısında deği­lim. Ekonomi şüphesiz gene çok

önemli ama kapitalizmin tekelleştiği, böylece önemli kararlann merkezile­şirken politik düzeyde de içice geçtiği, emperyalist sistemin çeşitli çelişkile­riyle varolduğu, öte yandan bilinçlili- ğin yaygınlaştığı, kültürün büyük önem kazandığı bir dönemde, politi­kanın yeniden egemenleşmeye başla­dığı inancındayım" (Belge, Birikim, s.4).

Burada, yazann "politika teori- si"ne önemli bir örnek var. Marks'da "politika teorisi" bulunmayan Bel­ge'nin böylece "ekonomi"den özgür bir politikadan söz çttiği yeterince açıklığa kavuşuyor.

Ekonomide tekelleşme, kararlann merkezileşmesi, bilinç ve kültürün yay­gınlaşması açık gerçeklikler. Fakat bü­tün bunlar insanlan metalann tahak­kümünden kurtanyor mu? Tekelci ka­pitalizmin yapısı içinde ve belli bir sü­reçte bu mümkün mü? Kapitalizm te­mel karakterini, kâr güdüsünü yok et­medikçe,. son kertede politikayı "eko­nomi" belirmeye devam edecektir. Belge'nin umut bağladığı "bilinç ve kül­türe" de kısaca değinmek gerekli. Te­kelci ekonomi kendi kültürünü yarat­mıştır. Avrupa'da yaygın kültür süper market alıklaşmasından ibarettir. Bel­ge, çeşitli "alternatif" gruplan, çevre bilinçlenmesini, banş ve kadın hare­ketlerini kastediyorsa, bunlann em­peryalist üretim temeline yön vermesi şöyle dursun, bizzat o üretim temelinin yarattığı ama o temele yönelmeyen hoşnutsuzluklardır.

"Politikanın yeniden egemen ol­maya" başlaması ne demektir? Eğer tekelci kapitalizmde kararlann merke­zileşmesi ve "politik düzeyde de iç içe geçmesi ise, buradan hangi sonuç çı­kar? Batı'da dev tekellerle o ülke yöne­timleri içiçedir doğru. Buradan politi­kanın daha dakik ve daha doğrudan bir

şekilde tekelci finans-kapitalin çıkarla­rına bağlandığı sonucu çıkar. Nerede kaldı, "politikanın egemenliği"!

Eğer kapitalizm, serbest rekabetçi günlerindeki ve ilk tekelleşme yıllann- daki gibi çılgınca pervasızlıklara gire- miyorsa bunun tek nedeni işçi sınıfının ve ezilen halklann mücadelesidir. Ve bunlann sonucu olarak Sosyalist ülke­lerin varlığıdır. Onu kör ekonomik çı­karlardan, biraz olsun insanlığı dikkate almaya zorlayan işçi sınıfının zorudur. Oysa M. Belge emperyalizmin doğal gelişimiyle bu noktaya geldiğini, artık politikanın kör ekonomik çıkarlann kölesi olmadığını söylüyor. Bu emper­yalizme bir övgüdür. Ve bunu "Mark- sistler" içinden ilk kez Belge yapmıyor. Kautsky, emperyalizmi kimi kapitalist ülkelerin dış politikası olarak görmüş­tü, onun maddi temelini kabule yanaş­mamıştı. Bu nedenle, banşçıl bir süper emperyalizm hayal etmişti.

M. Belge, kararlann merkezileş­mesi, bilinç ve kültürün yaygınlaşma­sıyla, politikanın ekonominin yavan belirleyiciliğinden kurtulmaya başladı­ğını iddia ediyor. Oysa politika bugün, her zamankinden çok uluslararası fi­nans-kapitalin soysuz çıkarlarının gü- dümündedir.

Netice olarak, Marks'ın toplumla- nn gelişimiyle ilgili buluşu, Belgeye kalırsa en iyi serbest rekabetçi kapita­lizm günlerine uygulanabilir, öncesi ve sonrası için yetersizdir. Bütün bunlar­dan bir tek sonuç çıkar: Belge, Mark- sizmin bu en temel bulgusunu farklı bir şekilde kavramaktadır.

Öyleyse nasıl? "Şu halde, altyapı belirleyicidir; ama her toplumsal olayı doğrudan belirleme anlamında değil, toplumda neyin belirleyici olduğunu belirleme anlamında (Belge Birikim, s.4). Belge'nin bıktmcı kabalaştırmala- nndan birisi daha. Bırakalım Marks- Engels'i, Mârksizmi en kaba kavnyan birisi bile "altyapının her toplumsal olayı doğrudan" belirlediğini söyleme­yecektir. Belge, bir gerçekliği abartıp, saçmalaştırdıktan sonra bu çarpıklığı eleştirip düzeltiyor.

Elbetteki "altyapı", "her toplumsal olayı doğrudan" belirlemiyor. Bu açık. Yazara göre altyapı ancak "toplumda neyin belirleyici olduğunu belirlemek­tedir." Bu totoloji kokan cümlenin an­lamını daha iyi kavrayabilmek için Bel­ge'nin verdiği örnekleri aktaralım.

"Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimin genel koşullan olarak kapita­list altyapı, kapitalist üretim tarzında ekonominin egemen olmasını belirler.

24

Page 27: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Aynı şekilde feodal üretim tarzında altyapı, dini ideolojinin egemenliğini, antik toplumda altyapı, siyasetin ege­menliğini belirlemiştir" (ay).

M.Belge, Marks'ın, maddi hayatın üretiminin üstyapının üzerinde yüksel­diği temeli oluşturduğu görüşüyle tu­tarlı olmak istiyorsa, feodal altyapı di­nin, antik toplumda altyapı siyasetin egemenliğini belirlediyse, kapitalist altyapının da hukukun egemenliğini belirlediğini söylemek durumundaydı, ortaçağ, eşitlik, adalet çığlıklarıyla yı­kılmadı mı? Kapitalist üretim tarzı, or­taçağın imtiyazlarına karşı "aklı" ve "hukuku" egemen kılmadı mı?

Yazarın söyledikleri, kapitalizm için totolojiye dönüşüyor. Kapitalizm­de "altyapı" kendi kendini belirleyici kılarken, feodalizmde dini, antik top­lumda siyaseti, yani üstyapı unsurla- nndan bazılarını "egemen" kılmakta­dır.

Böylece, Marks'ın "altyapı teori- $i"yle ilgisi olmayan bambaşka bir yak­laşıma varmış olduk. Yazara göre "alt­yapı" "toplumda neyin belirleyici oldu­ğunu" belirler, yani kendisi toplum olaylarını belirlemek yerine, belirleyi­ciliğini bir türevi ile ortaya koyar, du­yurur. Bu türev kapitalizmde "ekono- mi"dir (ne demekse), feodalizmde din, antikitede siyaset.

Ortaçağdaki olayları, Belge, "top­lumda belirleyici" olan dinle, yada an­tikitede emperyalizm döneminde "be­lirleyici olan politika" ile açıklayabile­cektir. Eğer birisi Marks'ın orijinal gö­rüşünü Belgeye hatırlatırsa, "zaten di­ni yada siyaseti egemen kılan altyapı­sıdır" diyerek, işin içinden sıyrılabile­cek midir?

Netice olarak, M. Belge, ilginç for- mulasyonuyla Marks'ın üretim temeli ve üstyapının dizilişiyle ilgili görüşleri­ni bozmakta, onun insanlık tarihi için ileriye sürdüğü buluşunu daha çok ka­pitalizmin ilk dönemiyle sınırlamakta­dır. Çünkü M.Belge, altyapı yada eko­nomiden bunların kapitalizmdeki ka­ba görüntüsünü anlamaktadır. Oysa Marks’ın bizlere verdiği inceleme anahtarı, insanlık tarihi için geçerli üretici güçler teorisidir. İnsanın kollek- tif aksiyon olarak davranışı ve gücü; insanın kullandığı alet yada daha ge­nel anlamıyla teknik; insanı dıştan çevreleyen coğrafya veya yine insanı içten çevreleyen, gelenek, görenek yada tarih, üretici güçlerinin durumu ve seviyesi insanlığın gidişini açıkla­mada esas anahtardır.

MARKSİZM VE DİYALEKTİK

Belge, altyapı ile ilgili görüşleriyle kendini maddi ortamın sınırlılıkların­dan ya da belirleyiciliğinden kurtarma­ya çalışır. Diyalektik konusundaki söy­ledikleriyle ise, kendini sosyalizmin "zorunluluğundan" kurtarma çabasın­dadır.

Diyalektiğin bilinen yasalarını, sı­ralayan Belge şu soruyu sorar:,

"Burada da önemli olan nokta, bu yasaların nerede varolduğu sorusudur. Engels'den bu yana Marksizmde ege­men olan gelenek bu konuda son dere­ce açıktır: yasalar maddede, yani var­lıkta içkindir. Biz bunları saptamakla, zihnimizi de aynı biçimde çalıştırmaya başlıyoruz. Dolayısıyla maddenin ya­satan ile zihnin çalışma yasaları arasın­da bir özdeş kuruluyor. Düşünce, maddenin yansıması oluyor (Belge, Türkiye Sosyalizm, s. 164).

Belge, kendi yaptığı tanımı yine kendisi şöyle yargılar: "Bilgiye ve dü­şünceye bu yaklaşım diyalektiğe özgü çelişki vb. kavramlara rağmen, amp- rist yada idealist epistemolojilerden çok farklı değildir ve bence yanlıştır" (ay). Yazar yanlışlığı açıklamaz, olayın başka bir boyutuyla ilgilenmektedir: "Doğru epistemolojinin ne olması ge­rektiğinden çok, bu şekilde formullen- miş bir diyalektik maddecilik anlayışı­nın ortalama sosyalist militanı nasıl be­lirlediği sorusu beni ilgilendiriyor" (ay). "Ortalama sosyalist militana göre di­yalektik, sosyalizmin/komünizmin zo­runlu olduğunu bildiren bir düşün- ce/mantık tarzıdır" (s. 163).

Belgenin Marksizmin temel kav­ramları üzerindeki eleştiri yöntemi il­ginçtir. Kavranılan hedef almak için onların yaygın bayağılaştınlmasını ge­rekçe gösteriyor. Böyle bir "diyalekti­ğin psikolojik işlevi bir 'amentü' ile eş­değerdir" (ay. s. 165) diyerek, diyalek­tiği "ortalama sosyalist militanın" şah­sında bir dini inanca dönüştürüveri- yor. Bu yaptığını, tıpkı bilimsel sosya­lizmin ekonomi ile ilişkisinin bir "ras- lantı" olduğunu kanıtladığı gibi, aynı rahatlıkla kanıtlıyor. Bu "ondokuzun- cu yüzyıl sonunun düşünsel atmosferi­nin bir mirasıdır... Daha önceleri, bir şeyin doğru olduğunu kanıtlamak için tanrısal edimin veya tanrısal iradenin onu böyle kıldığını kanıtlamak yetiyor­du. Bilim ve teknolojinin gitgide tartı­şılmaz bir pratik güç haline geldiği dö­nemden sonra ise 'bilim böyle söylü­yor' demek, bir şeyin doğruluğunun en inandırıcı kanıtı oldu" (ay.s. 165).

19. yy. sonunun atmosferi, tann- nın yerine bilimin geçmesi, böyle ka­dere inanan insanların bir kısmının, bi­limin gücüyle bu sefer sosyalizmin ka­der olduğuna inanmaları... Bütün bun­lar hoş anlatım. Ancak neye hizmet ediyor?

M. Belge, ilgilendiğini söylediği "ortalama sosyalist militanı" bahane ederek diyalektik materyalizmi" yan­lış" itan etmektedir. Bu konuda söyle­dikleri çok sınırlı olmasına rağmen, yi­nede önümüzde sonuç çıkartmak için biraz malzeme var.

"Marksist diyalektiğin kendi içinde bir çelişiri taşıdığı en önemli özellikle­rinden biri de, 'açıklama ilkesi yada tar­zı' konusundaki bulanıklıktır. Diyalek­tiğin temeli, bilindiği gibi Hegel'dedir. Hegel bütün felsefesinde nedensellik ilkesini ikinci plana iten bir mantık kul­lanmış, 'neden etki’ yerine 'sebep eser' (cause-effecf yerine reason-end) ilişki­sini kurmuştur. Onun idealist felsefesi­ne göre hayat amaçlıdır...

"Hegel'den alınmış (ve alınırken yeterince değiştirilmemiş) özünde teo­lojik, diyalektik ve pozitivizmden etki­lenmiş bilimsellik böylece Marksist sosyalizmde tuhaf bir evlilik yapmış ol­dular. Bu kanşım düşünce yöntemi ve mantığı bakımından uyumsuzdu ve or­taya eklektik bir bileşim çıkıyordu. Ama sık sık değindiğim konu, yani or­talama militanın psikolojisi çerçeve­sinde bu bir uyumsuzluk olarak görül­memiş tersine gerçek bir psikolojik ih­tiyaca cevap vermiştir. Bu, nesnel bir kesinliğe duyulan ihtiyaçtır" (Belge s. 166).

Yine M. Belge'nin ilginç yöntemiy­le karşı karşıyayız. Marksist diyalekti­ğin "eklektik" hatta "ortalama militan açısından bakarsak "teolojik" (amaçlı) olduğunu iddia eden yazar, bunu is­patlama gereğini duymaz. Sanki bu herkesçe kabul edilen ve ispatlama ge­rektirmeyecek ölçüde açık bir aksiyon­dur. Yada yazar, tıpkı "altyapı teori- si"nde olduğu gibi bu teorinin geniş öl­çüde kabalaştırılmasından hareketle nasıl onun özünü eleştirdiyse, şimdi de "ortalama sosyalist militanın" kavrayı­şını gerekçe ederek Marksist diyalekti­ği "eklektik" itan etmektedir. Gerçek­ten Belge, bize bu konuda başka kanıt sunmaz. Marks, Hegel’in diyalektiğini alırken, onun "teolojik" yanını da ko­rumuş mudur? Belge, "alınırken yete­rince değiştirilmemiş" olduğunu iddia ediyor, ancak bunu söylerken neye dayanıyor, açık değil.

Marksizmi, onun karikatürleri üze-

25

Page 28: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

# azar, sık sık sosyalizmin "eşitlik ve özgürlük" o l­duğunu söyleyerekbu n ite lik leri taşımasından do­layı kendiliğinden "iyi" olabileceğini düşünebilir. Ancak insanlık tarihinde "eşitlik ve özgürlük" uğru­na çok kelleler uçtu, ancak hâlâ elde edilmemiş gö­rünüyor.

rinden eleştirmek, Belgenin düşünce­lerine bir değer kazandırmaz, tersine onun iddialannı da karikatürleştirir.

Marksın, başının üzerinde duran Hegel'ci diyalektiği ayaklarının üzeri­ne çevirdiğini söylemesi ne anlama gelmektedir? Begelci diyalektik "Mut­lak Düşünce'nin hareketini açıklar ve amaççıldır (teleolojiktir). Marks, He- gelci diyalektiği ayakları üzerine çevi­rirken ondan bu amaçcılığı çıkartmış, onun bütün özünü değiştirmiştir.

"Benim diyalektik yöntemim, He- gelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için in­san beyninin yaşam süreci, ani düşün­me süreci-Hegel bunu "fikir" (İdea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştü­rür gerçek dünyanın yaratıcısı ve mi­marı olup, gerçek dünya, yalnızca "Fi­kirdin dışsal ve görüngüse! (phenome- nal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimleri­ne dönüşmesinden başka bir şey de­ğildir (K. Marks;< Kapital, İkinci Al­manca Baskıya Önsöz).

Marksın bizzat kendisi, Hegel'in diyalektiğini alırken yeterince değiştir­memek bir kenara, "tam karşıtı" bir di­yalektik yöntem benimsediğini açıkça belirtmektedir. Fakat, Belge ısrarla, "ortalama sosyalist militan'dan hare­ketle, Marksit diyalektiğin teolojik ol­maktan kurtulamadığını söyler.

Diyalektik Materyalizme bu tarz, eleştiri yeni değildir. Batı'da günümüz­deki çeşitli biçimlerini bir kenara bıra­kıp, eskilere dönmek daha aydınlatıcı olacaktır.

Tarihsel süreç içinde mülkiyet bi­çimlerinin geçirdiği değişiklikleri ince­leyen Marks, bunlardan hareketle Ka- pital'de mülksüzleştirenlerin mülksüz- leştirileceği sonucuna varır. Dühring bu sonucu şöyle eleştirir: "yadsımanın yadsınması gibi Hegelci martavallara inanarak, aklıbaşmda bir adam için toprağın ve sermayenin ortaklaşa kul­

lanılması zorunluluğuna kandmîmak güç olacaktır" (Engels, Anti-Dühring). Dühring Marks'ın bu sonuca tarihsel sürecin derin bir incelenmesinden ha­reketle değil, Hegelci üçlemenin (tez, yadsıma, yadsımanın yadsınması) so­nucu olarak varlığını iddia etmektedir. Yani Marks diyalektiğin hegelvari uy­gulanışından başka bir şey yapmamış­tır.

Belgenin mantığı farklı değildir. Diyalektiğin "teolojik" olduğunu iddia eden yazar, diyalektiğin yasalannın bir sonucu olarak olayların açıklandığını iddia eder. Başka şekilde söylersek, olaylar diyalektik yasalanna uydurulur ve sonunda böyle bir yöntem "amen- tu'ye varır.

Engelsin Dühringe verdiği cevabı tekrarlamak zorundayız. Belgenin, "eklektik" dediği diyalektik yöntemin nasıl kavrandığına güzel bir örnek ola­caktır.

"Marks yalnızca tarih aracıyla ta­nıtlar ve burada kısaca şu olguları özet­ler: vaktiyle küçük işletme kendi evri­mi ile kendi yok oluşunun, yani küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi koşullannı nasıl zorunlu olarak yarat- tıysa, bugünde kapitalist üretim biçi­mi, kendisini yıkıma uğratacak mad­desel koşulları tıpkı öyle yaratmıştır. Süreç, tarihsel bir süreçtir, ve eğer ay­nı zamanda diyalektik ise, bu, Bay Dühring için ne denli can sıkıcı olursa olsun, Marks'ın suçu değildir...

"Demek ki, süreci yadsımanın yad­sıması biçiminde nitelendirirken, Marks sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine: gerçekte, sürecin kısmen na­sıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih ara­cıyla tanıtladıktan sonradır ki, Marks, bu süreci, ayrıca, belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç ola-

. rak nitelendirir. Hepsi bu"."Diyalektiği,... katıksız bir tanıtla­

ma aleti olarak almak, diyalektiğin iç­

yüzünü kavramakta tam bir eksikliktir" (Engels, anti-Dühring).

Diyalektik materyalizm, Belgenin iddia ettiği gibi teleojik bir yaklaşımla olaylan açıklamaz, hele diyalektik ya- salannı süreçleri "tanıtlama aleti ola­rak" hiç kullanmaz. Marks, tarihsel sü­reçlerin yetkin bir incelemesinden kal­karak, "tarihsel zorunlulukları" açıkla­mıştır, yoksa diyalektik yasalannın ba­sit sonuçlan olarak değil.

Bu noktada Belge Marksist diya­lektikte bir "bulanıklık" "uyumsuzluk" görür. "Yeterince değiştirilmemiş" di­yalektikle, "pozivitizm'den etkilenmiş bilimsellik" uyuşmamaktadır. Bu ne demektir? Belgeye göre bir tarafta olaylara yön veren buyuran da diyebi­liriz diyalektik yasalan vardır, diğer ta­rafta herşeyden şüphe eden pozitivist bilim... Biri diğerini dışlamaktadır. Bu "uyumsuzluğun" pratikte nasıl çözüm­lendiğini yine Belge'den dinleyelim: "Bu anlamda diyalektik maddecilik pe­dagojik ve didaktik bir düşünce tarzı­dır. Bu düşünce tarzını benimsemekle dünyanın gidişi doğrultusunda bir ro­taya yerleşmiş oluruz ve 'tarihin akışıy­la' birlikte ilerleriz". (Belge, s. 166) Böylece diyalektik maddecilik çelik raylarda insanlığı sürükleyen bir loko­motif olur. Tarihin akışı önceden çelik raylar gibi döşenmiştir. "Yasalar", ge­lecek duraklan tarifler. "Hepsi bu"

Oysa diyalektik materyalizmde bir çelişki vardır, fakat bu Belgenin iddia ettiği gibi kaba bir uyumsuzluk değildir ve çözümü mutlak hakikate vanlarak son bulmaz. Hegel süreçleri inceler­ken, değişimi görürken ve diyalektik yasalarını bu süreçlerden çıkartırken "devrimcidir". Ancak Hegel sistemin­de devinen "Mutlak İdea"dır, herşey onun bir yansımadır. Böylece Hegel diyalektiği "mistikleşir". Sistemdeki bu çelişki, "Mutlak Fikir" yerine, doğa ve tarihin gerçek, bizden bağımsız süreç­leri geçirilerek en yetkin biçimde Marks tarafından çözümlendi. O za­man diyalektik: "doğanın, insan toplu- munun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları bilimi" oldu (En­gels, Anti-Dühring).

Diyalektik materyalizm, gelişimin (doğada, toplumda, düşüncede) yasa- lannı bulup çıkartırken, aynı zamanda kendi temel mantığı gereği "kesin çö­zümlerden ve "sonsuz gerçeklerden kesin olarak kaçınır (Engels, Feuer- bach). Oysa M. Belge, "nesnel bir ke­sinliğe duyulan ihtiyaç'ın diyalektik maddeciliği bir "amentü" ye dönüştür­düğünü vurguluyor. Eğer, aynı diya­

26

Page 29: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

lektik maddecilikten söz ediyorsak, o "Nesnel bir kesinliğin" her zaman bir sınırı olduğunu söyler, mutlak kesinliği dışlar, ancak belirli koşullarda, bir sınır içinde mutlak kesinliği tanır.

M. Belgenin diyalektik materya­lizmde "eklektik" bulduğu şey onun "açıklama ilkesi"dir. Yada daha açık söylersek diyalektik yasalarının olay­lar karşısındaki konumudur. Bu yasa­larla "geleceğe" ipotek koymak, "zo­runluluklar" buyurmak, ne derece doğrudur? Böylece, Belgenin diyalek­tik maddeciliği kavrayışındaki esas yanlışlığa geldikl.

Bu bölümün başında yaptığımız alıntıyı tekrarlayalım. Yazar Engelse, Stalin'e, Lenin'e, hatta Mao'ya göre diyalektik yasalarını özetledikten son­ra soruyor:

"Burada da önemli olan nokta, bu yasaların nerede varolduğu sorusu­dur. Engels'den bu yana Marksizmde egemen olan gelenek bu konuda son derece açıktır: yasalar maddede, yani varlıkta içkindiı ".

Önce yasa nedir? Duyu organları­mızla maddi ortamdan (doğa yada toplum) elde ettiğimiz bir bilgi türüdür. Defalarca tekrar edilen pratikten elde edilmiş, olaylarca doğrulanan, mad­deyi ve onun hareket biçimlerini açık­layan bilgidir. Ancak hör bilgi gibi sı­nırlıdır. Mutlak değil görelidir, koşulla­ra bağlıdır. O zaman Belgenin sorusu­nu genelleştirip, "bilgi nerededir?" di­ye sorsak ve buna "varlıkta içkindir" cevabını versek karşımıza bir sorun çı­kar. Aynı varlıkla ilgili birbirine zıt, ya­da birbirini inkar eden bilgi edinilmesi­ni nasıl açıklayacağız? Eğer bilgi yada yasa Varlıkta içkinse, varlık aynı kal­mak koşuluyla bilginin çelişmesi yada değişmesi nasıl mümkün olur? New- ton fiziği zamanı mutlak kabul etmişti, Einstein, zamanın sistemin hızına bağlı olduğunu gösterdi. Zamanla ilgili yasalar değişmekle zamanın kendisi değişmiş olamaz.

Çok açık ki, bilgi gibi yasalan da dı­şımızdaki maddi ortamdan ediniriz. Bilgi yada yasa "nerededir" sorusu madde ile düşüncenin ilişkisini kaba­laştırır. Çünkü maddeyi bilmek, ken­dinde şeyi kavramak devamlı akan bir süreçtir ve düz bir çizgi gibi ilerlemez. O güne kadar ki pratikten elde edilmiş olan bir bilgi yada yasa bilincimizde bir genellemeye kavuştuktan sonra, ken­dini ortaya koyduğu koşullar çerçeve­sinde bizimle varlık arasında doğru bir ilişki kurulmasını sağlar. Böylece varlı­ğın bir yönünü daha tanımış oluruz.

Ancak bu tanıyış görelidir. Önceki pratikten çıkmış olması, sonraki akışta sürekli doğrulanacağının teminatı de­ğildir.

"Her alanda, artık, kafasında bir takım zincirlenişler kurup tasarlamak değil, ama onlan olayların içinde bu­lup çıkarmak söz konusudur" (Engels, Feuerbach).

Yasalar, aklımızın uydurması de­ğildir hiç şüphesiz, onları bilimin imkâ­nları ölçüsünde, varlıktan elde ederiz. Bu anlamda, yalnızca onlan varlıktan edinme anlamında, yasalar varlıkta iç­kindir. Ancak edindiğimiz yasa yada bilgi ile yeniden varlığa döndüğümüz­de, onlan "olayların içinden bulup çı­karmak" zorundayız.

Diyalektik yasaları da, insanın do­ğa ve toplumu kavrayışının uzun süre­cinde pratikten edinilmiştir. Diyalekti­ğe ilk varışın, üretim ve tekniğin ilk önemli gelişim çağında, antik çağda olması, diyalektiğin çok daha yetkin­leşmesine ise, üretim ve tekniğin fırtı­na hızıyla geliştiği kapitalizm yıllarında ulaşılması tesadüf değildir. Bu yasalar belirli bir bilgi birikimini gerektirmiştir. Bu anlamda onlar sırf ve yalnız He- gel'in düşünce sisteminin ürünü değil­dir. Hegel'in muazzam ansiklopedik bilgisi onu diyalektiğe vardırmıştır.

M. Belge, bu yasalann "maddede içkin" olduğunu Engelse söyleterek, aynı zamanda Engels e maddenin ve süreçlerin bu yasalara göre devindiğini söyletmiş oluyor. Yasalar maddeye iç­kin olduğuna göre, süreçler bu yasala­ra göre akacak, dolayısıyla yasalar olayların kaderini çizecektir. Bu mad­deci diyalektiği yeniden idealist kalıp­lara dökmekle eş anlamlıdır. Madde­den edindiğimiz bilgi, süreçlerin baş aktörü belirleyicisi haline getirilir. Oy­sa, Hegelci sistemle, Marksın siste­mindeki zıtlık tam da buradadır. Diya­lektik Materyalizm'de elimizdeki en sı­nanmış bilgi bile, maddecil sürecin önünde olamaz, ö yeniden olayların içinde bulunmalıdır. Nicelikten niteli­ğe sıçrama yasası var diye, buğday yı­ğınına katılan her yeni teneke buğday­la bu yığın nitelik değiştirmeyecektir. Gelişim, değişim başka zıtlann birliğini gerektirir. Ancak bütün bunlan incele­diğimiz süreçte yeniden bulduğumuz­da, diyalektik yasaları gidişi aydınlat­mada kılavuz olabilecektir.

"Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi aynntıianyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağlantılann esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan son­

ra, gerçek hareket yeterince anlatıla- bilir" (Marks, Kapital, Almanca 2. Bas­kıya önsöz).

Eğer böyle bir tahlil yaparken iç- bağlantıların incelenmesi sırasında di­yalektik yasalan olgularca doğrulanı­yorsa mesele yoktur, yoksa en küçük bir sapmanın nedeni bulunmalıdır. Sapmanın nedeni bulunduğunda yasa bir üst seviyede yeniden daha zengin­leşmiş olarak doğrulanabilir veya bu sapma yasanın eksik yada yanlış bir yönü ile ilgili yeni bir olguyu önümüze getirebilir. Ve zaten bu süreçledir ki, maddeye ilişkin bilgimiz derinleşir, zenginleşir. Ancak M. Belge, yasaları maddeye içkinleştirerek, Marksizmde olmayan bir şeyi ona yaptırarak, olgu­ları yasalara boyun eğdirterek, sonuç­ta diyalektiği "amentu'ye indirgiyor. "Diyalektik" maddecilikle ’tarih'i mad­decilik arasında kurulan ilişki gereği, maddenin özünde saptanan çelişkiler toplum biçimlerinde de kendini göste­rir ve böylece toplumlar bütün evrim ve devrimler, niceliğin niteliği dönüş­meleri, tez ve antitez çatışmalarından sonra, hep bir daha üst düzeyde sen­tezler oluşturarak son aşamada Ko­münizmde karar kılarlar' (Belge, s. 164). (diyalektik ve tarihi kelimeleri üzerindeki tırnaklar Belgeye ait)

İşte, Marks'm tam Dühringvari bir eleştirisi. Maddenin içindeki çelişkiler, niceliğin niteliğe sıçraması ve tez-antİ tez-sentezin işlemesi sonucunda top­lum biçimleri komünizmde karar kılar­lar. İşte maddeye içkinleştirilmiş yasa­ların mucizevi becerisi. İnsan aklının maddeden edindiği, ama sonunda in-- sanı boyunduruklayıp peşinden sürük­leyen yasalar ve "amentu'ye dönüşen diyalektik materyalizm...

Engels, Dühringe verdiği cevapta açıkça belirtmiştir: Marks, toplumların gelişimini, diyalektik yasalarının kur­gusundan hareketle değil, tarihi olgu­lara dayanarak açıklamıştır. Ancak ay­nı zamanda, olguların akışının diyalek­tik yasalarına uyduğunu belirtmiştir. Yazar, Marks ve Engels'den bunun tersini ispatlayacak bir tek örnek gös­tersin. Ancak Belgenin böyle ciddi bir girişimi yoktur* onun için "ortalama sosyalist militan'ın diyalektiğe karşı tavn en büyük kanıttır.

Belge, Marks'ın, diyalektik yönte­mini görmezlikten geliyor. Marks top­lum biçimlerinin gelişimini somut ol­gularla çözümlemiştir. Belge, eğer be­cerebilirse, tarihsel gelişimin böyle yü­rümediğini tarihi olaylara dayanarak önce belgelesin, sonra da böyle bir ge-

27

Page 30: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

lişimin diyalektik yasalarını yalanladı­ğını kanıtlasın. Özetle, bize kendi "doğru" bilgi teorisini (epistemoloji) açıklasın. "Sosyalist militan"ın kavra­yışının ardına gizlenmeye gerek yok. Marksizmin dev buluşlarını kendi ori­jinalliği içinde eleştirmek yerine, marksologların yada ortalama sosya­list militanın yada Marksizmin kaçınıl­maz gölgelerinin üzerinden onu eleş­tirmek, bir tek şeyi, düşünce yoksunlu­ğunu ispatlar.

Diyalektiği "amentu'ye indirge­yen Belge, Sosyalist ülkelerdeki sancı­lardan da cesaret alarak şu soruyu "or­talama sosyalist militanın" yüzüne haykırır: "Sosyalizm zorunlu olduğu için mi sosyalist olmayı seçeriz, yoksa iyi olduğu için mi" (Belge, Birikim, s. 4).

Bu soru da nereden çıktı diyebili­riz. Şöyle yada böyle devrimci ortam­daki herkes "sosyalizm için" mücadele ediyor, böyle bir sorunun ne anlamı var denebilir? Ancak bu soru, 12 Eylül pratiğinin genel olarak sol hareket içinde çizdiği kalın ayınm çizgisinin iki safında kalanların birbirine karşı ko­numlarını dile getiriyor. O nedenle an­lamlıdır, ve ortaya atılması rastlantı sa­yılamaz. Ancak biz önce sorunun ken­disini ele alalım.

Belge sorusuyla belki farkında ol­madan, çok farklı iki düzeyi birbirinin içine sokuyor. Bireyler olarak sosya­list olmakla, insanlık tarihinin gelişi­minde bir basamak olarak sosyalizm farklı şeylerdir. Kişiler olarak sosyalist olup olmamakta özgürmüş gkibi görü­nebiliriz, ancak tarih, insanlığın akışı aynı derecede özgür değildir. Aynca "iyi"lik kavramı son derece görelidir, birine iyi görünen bir şey diğerine kor­kunç bir cinayet gibi görünebilir. O za­man soru karmaşıklaşır, sosyalizmin neden bazı insanlara iyi göründüğü açıklanmalıdır.

Yazar, sık sık sosyalizmin "eşitlik ve özgürlük" olduğunu söyleyerek, bu nitelikleri taşımasından dolayı kendili­ğinden "iyi" olabileceğini düşünebilir. Ancak insanlık tarihinde "eşitlik ve öz­gürlük" uğruna çok kelleler uçtu, an­cak hâlâ elde edilmemiş görünüyor.

Dolayısıyla sorunu çözümlemeye girişirken iki şeyi birbirinden ayırmalı­yız. Kişiler olarak sosyalizmi seçmek­le, insanlığın akış yönü bakımından sosyalizm farklı düzeylerdir. Hiç şüp­hesiz kişileri en sonunda içinde bulun­dukları ortam belirler. Ama bu bir ka­lıptan çıkmışçasına aynı olmayıp, bir yöne akan, ancak birde delice akan bir

nehir yatağındaki taşlann benzerliği kadardır. Son tahlilde hepsi bir yöneti­lirler, şekilce daha çok yuvarlak bir for­ma sokulurlar, ancak aynı kalıptan çık­mışçasına aynı olamazlar. Dolayısıyla tek tek kişilerin sosyalizme varmalan bin bir çeşit farklı yol izlemiş olabilir. Fakat burada bile, kapitalizm ortamın­daki insanlann yaptıklan kendi "öz­gür" seçimlerinin son derece sınırlı ol­duğu gözden kaçamaz. Onlann, farklı yorumlarla çeşitlense de, daha çok sosyalizmi seçmiş olmalannda bile, Belge pek hoşlanmasada, bir zorunlu­luk olasılığı sezilmiyor mu?

İnsanlığın gelişim sürecinde bir ba­samak olarak Sosyalizm sorununa gel­diğimizde, ister istemez kişilerin iste­melerinin ötesinde nesnel bir sorunla yüzyüze geliriz.

"Bence nesneler dünyasında amaçlılık olmaz. Zorunluluk, koşullar içindedir. Bu alemde ancak nedensel­lik vardır. Bir olay bir başka olaya yol açar vb. Ama bütün bu nedensellik zin­cirlemeleri bize olabilirlikleri gösterir; olması zorunlu olanı göstermez" (Bel­ge, s. 167).

"Sosyalizmin kullanılmasını iste­mek, kurulacağına inanmak bir şey (bunu elbette ben de istiyorum) bir top­lumsal kanuniyet olarak bunun mutla­ka olacağını söylemek başka bir şey. Bilim, teoloji kaldırmadığı ölçüde, bu­nu iddia etmek benim anladığım bilim­sellikle de bağdaşmıyor" (Belge, Biri­kim. S. 4).

Belge, nesneler dünyasında ne­densellik olduğunu söylerken haklıdır. Bir olay bir başka olayın nedeni olur. Yağmur, tarlalanmızı sulamak için yağmaz. Hava tabakalannın soğuma­sıyla ilgilidir. Kapitalizmde, Sosyalizm kurulsun diye yıkılmaz, kendi iç çelişki­lerinden dolayı yıkıma gider. Ancak bugün bilim yağmurun ne zaman ya­ğacağını büyük bir kesinlikle tesbit edebiliyor. Hatta yağmurun şiddetini bile kestirebiliyor. Bu bilimsel öngö­rüyle teolojinin bir ilgisi yoktur. Ancak birisi çıkıp, bilim adına, "yağmur yağa­cak çünkü tarlalanmızm suya ihtiyacı var" derse, bu idealist, amaçcı bir yak­laşım olur. Bugün dünyada son derece modern meteoroloji istasyonlannın yanında hala yağmur duasına çıkanlar vardır. Bu ikisini aynılaştırmak ne öl­çüde saçmalıksa, bilimsel öngörü ile teolojiyi aynılaştırmak en az o kadar saçmalıktır.

Belge, bilimsel öngörü ile amaçcı- lığı birbirine karıştmyor. Eğer bilim ge­leceğe yönelik, belirli koşullar veri alı­

narak, az çok kesin öngörülerde bulu­namayacaksa, yalnızca durumu tasvir edip, "iyi" dileklerini belirtip kenara çekilecekse, bilime ne ihtiyaç var?

Marksizm, Sosyalizme insanlık için "iyi" olması nedeniyle mi varmış­tır?

"Yeni olgular, bütün geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçmeye zorladı­lar ve bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşının tarihi olduğu, birbirine karşı savaşım durumundaki bu toplumsal sı- nıflann her zaman üretim ve değişim ilişkilerini, kısaca çağlanndaki ekono­mik ilişkilerin ürünleri olduklan; eko ­nomik ilişkilerin ürünleri oldukları; buna göre, toplumun ekonomik yapı­sının her kez, son çözümlemede, hu­kuksal ve siyasal kurumlann tüm üst yapısını olduğu gibi, her tarihsel döne­min dinsel, felsefi ve öbür fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. Böylece idealizm son sığmağından, tarih anlayışından kovulmuş; tarihin materyalist bir anla­yışı ortaya çıkmış ve şimdiye değin ya­pıldığı gibi, insanlann varlığını bilinçle­ri aracıyla açıklama yerine, insanlann bilincini varlıktan aracıyla açıklamak için yol bulmuş oluyordu.

"Bunun sonucu, sosyalizm, artık şu yada bu dahinin rastgele bir buluşu olarak değil, ama tarih tarafından oluşturulmuş iki sınıfın proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünüyordu. Artık sos­yalizmin görevi, elden geldiğince ek­siksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil, ama iktisadın, bu sınıflan ve on­ların karşıtlıklannı zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihsel gelişmesini in­celemek ve bu biçimde türetilen eko­nomik durum içinde çatışmayı çözme araçlarını bulmaktı." (Engels, Arnti- Dühring)

Marks ve Engels'in sorunu koyuşu son derece açıktır. İnsanlık tarihinin sı­nıflar savaşı tarihi olduğu gerçekliğinin kavranması, ve "tarih tarafından oluş­turulmuş iki sınıf" proletarya ile burju­vazinin savaşımı nedeniyle sosyaliz­me vanlacaktır. Bu tesbitte Hegelvari bir amaçcılığın izi bile yoktur. İnsanlık tarihinin bütün bir incelemesinden ve kapitalizmin kendi iç yapısının detaylı bir çözümlemesinden çıkan kaçınıl­maz bir sonuçtur. Bu anlamda insanlı­ğın sosyalizme gelişmesi bir zorunlu­luktur. Ve eğer proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşını, her ikisini de ortadan kaldırmaksızm çözüme bağla­yabilecek bir tarihi ve sosyal gelişim ol­madıkça, basitçe söylersek, bu veriler­

28

Page 31: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

le eldeki denklemin bir tek çözümü vardır, sosyalizm.

Marksın, insanlığın gelişiminin önüne sosyalizm basamağını koyması tamamen nedensel bir çözümlemeyle elde edilmiştir, teoloji değildir, belki sosyalizm duası edenler çoktur. An­cak Marks'm yaklaşımı insanlık tarihi­ne ve gelişimine keskin gözlerle bakan meteoroloji kulesi gibidir. Belge, bize yine de sosyalizm bir "zorunluluk" de­ğil ancak bir "olabilirliktir" diye itiraz edebilir.

Tam bu noktada, sosyalizm bir zo­runluluk mudur, sorusunu iki yönden ele almak gerekliliği ortaya çıkar: Marksizm sorunu nasıl ortaya koy­muştur; İkincisi, pratik neyi kanıtla­mıştır?

Marksizmde, insanlık tarihinin'ge­nel gelişiminin ve kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin ortaya koyduğu veriler ışığında, sosyalizme vanşm kaçınıl­maz ve zorunlu olduğu söylenir. Yok­sa, insanlığın gelişiminin yollarından birisi de sosyalizm olabilir, biçiminde bir teorik tesbite vanlmamıştır. Belge, sorunu farklı koyuyor, sosyalizmi in­sanlığın geleceğinde, olabilir - tabi ay­nı zamanda olmayabilir- bir gelişim olarak koyuyor. Fakat diğer ihtimal­lerden söz etmiyor. Eğer, sorun gelip kapitalizmin herşeye rağmen tutunma uğraşı ve ona karşılık sosyalizmin do­ğup gelişmesi ihtimalleriyle sınırlıysa, Belge kapitalizmi mutlaklaştırma- dan sosyalizmin kaçınılmazlığını inkar edemez. Şu yada bu yoldan, er yada geç, düşe kalka da olsa, insanlık sosya­lizme varacaktır. Hiçbir zaman ve hiç­bir yerde, otomatikçe ayarlanmışcası- na sosyalizme geçivermiyecektir. Marksizm sorunu teorik planda böyle koymuştur. Eğer Belge sosyalizmi ih­timal hesabına indirgemek istiyorsa, Marksizm’den kopuşmak zorundadır. Fakat Marks'ın bulgulan, tarihi kanıt­ları ve bilimsel çözümlemesi istendi- ğince mükemmel olsun onun yaşadığı yıllarda bu çözümleme en sonunda in­sanlığın önünde bir tez, olarak duru­yordu. Ve yine Marks'm dediği gibi in­san düşüncesinin nesnelliği ancak pratikte kanıtlanabilirdi. Bu anlamda, yalnızca bu anlamda, teorik bir belir­sizlik ve ihtimal hesabı anlamında de­ğil, Marks'ın teorisi pratikte kanıtlan­madan önce, elbette "olabilirlik" sınır- lannı geçemezdi. Ama bu apaçık ger­çekliğin, Belge'nin yaklaşımıyla bir il­gisi yoktur.

"Kapitalizm ve kapitalizm ege­menliğinde dünya gelişmesi, sosyaliz­

min olabilirliğinin koşullarını ortaya çıkarmıştır, ama bu bir zorunluluk de­ğildir. Olabilirlikten gerçekleşmeye geçişte, iradi etmen belirleyici derece­de önemlidir. Dolayısıyla burada nes­nel, bizim dışımızda bir determinizm­den söz edemeyiz" (Belge, Birikim s.4)

Burada Marks'ın deyimiyle, yığın­lar içinde "teorinin maddi güç" olması sorununa geliriz. Belge, bu noktada "iradi etmenin belirleyici" rolünü vur­gular, hatta "bizim dışımızda bir deter­minizmden söz edemeyeceğimizi ileri sürer. "Bizler" istersek sosyalizmi ger­çekleştirebileceğiz, istemezsek kapita­lizm sonsuza dek "payidar kalacak­tır".

Eğer insanlann önüne kapitalizm İçinden bir başkası değilde sosyalizm alternatif olarak çıkıyorsa, bizzat bu gerçeklik bile bizlerin "iradesine bir sı­nırlama, özgür seçimimize bir deter­minizm kazandmr. Sosyalizm "iyi" ise ve seçmede özgür isek, neden Paris Komün'ünden beri insanlar sosyaliz­me akmadılar, "kötü" oldukları için mi?

Yakın tarihe baksak, feodalizm İçinden kapitalizm’ gelişirken, insanlar kapitalizme yönelişi seçmeyebilirler miydi? Sorunu kişilere indirgersek bu pek ala mümkün ve bu nedenle insan­lar binlerce trajedi yaşadılar. Ancak sonunda kapitalizmi seçmemezlik edemediler. Fransız aydınlanmacılan- nın eşitlik, özgürlük, adalet üzerine dü­şünce üretmeleri sırf ve yalnız kendi is­tedikleri için miydi? Onların dışında bir determinizm yok muydu?

Sosyalizm içinde, kişilerin seçimi iradi görünür, ancak sorun sınıfın, ya­ni proletaryanın ve diğer halk kesimle­rinin sosyalizme yönelmesi, sosyaliz­mi "istemesi" seviyesinde ele alındığın­da konu iradi olmaktan çok koşulların determinizmine yükselir. Dünyada hiçbir devrim sırf ve yalnız komünist­ler, devrimciler istediği için olmadı. Yoksa iş bu anlamda isteğe kalsa, dev­rimler neden yıllarca gecikip, binbir İş- kenceli yol izlesin. Devrimcilerin pro- pagandalannı yığmlann daha hızlı kavrandığı ve daha cesaretle eylemlili­ğe çekildiği momentler vardır, böyle momentler sırf ve yalnızca sosyalistle­rin isteği ile gelmezler. Ancak Sosya­listler böyle momentlerin geliş sürecini etkileyebilir, hızlandırabilirler. Fakat böyle olunca "bizim dışımızda bir de­terminizmden söz" etmek zorunda ka- lmz.

Netice olarak, Belge'nin Mark­

sizm'de sosyalizmin teorik konuluşuna itarazı vardır. Yazar, bilimsel bir çö­zümleme olarak sosyalizmin tarihsel zorunluluğuna inanmaz. Bilinemezci­liğe eğilim duyar. Teorik çözümleme yerine olayı "iyi" dileklere indirger.

İkinci soruna gelelim, Marksizm'in mükemmel çözümlemeleri, istediği denli yetkin olsun, 19. yy.'m ikinci ya­nsında henüz insanlığın önünde bir tez idiler. Fakat bu tez 1 9 1 7 Ekim dev- rimiyle pratikte kanıtlandı. Tez olmak­tan çıktı, pratik olgu, gerçeklik oldu. Böylece insanlığın sosyalizme kaçınıl­maz gidişi teorik bir öngörü olmaktan çıkıp, pratik bir süreç haline geldi.

Ancak Belge, böyle düşünmüyor, ve soruyor: "zorunlu idiyse niye ha­la...?" (Belge, s. 167) ortalarda yok! Bu noktaya gelmeden yine yazann ko­nuyla ilgili diğer sorusuna değinelim: "Sosyalizm mücadelesinin ne kadar zorlu olduğu, ne kadar fazla fedakarlık gerektirdiği hep söylenmiştir. Zorunlu bir sonuç için bu militan ahlaka ne ge­rek olduğu, mantık düzeyinde beliren bir soru" (Belge, s. 167) Yazar, top­lumsal olaylann hatta doğa olaylannm akış biçimini ya kavramıyor, yada bi­linçli olarak sorunu çarpıtıyor. Doğa da hiçbirşey boşlukta akmaz. Uzay dediğimiz ortam bile madde parçacık­ları içerir, dolayısıyla hareket bir karşı direnç yaratır, o direnci yendiği ölçü­de akar. Toplum olay lan da bir ortam­da akar, yeni eskinin içinde, filizlenip ilerlerken kaçınılmaz bir dirençle karşı­laşır. Bu süreçte eski yenilmeye mah­kumdur. Ama bu yılbaşlarında televiz­yonda olduğu gibi sembolik olarak "es­ki yılın" tıpış tıpış çekip gitmesine ben­zemez.

İnsanlığın çağrılı olduğu yola, onu akıtacak öncüler gereklidir. Ve bu ön­cüler, korkunç dirençleri göğüslemek zorundadır. Bunlar apaçık gerçekler. Belge, sosyal olaylan yorumlarken ba­yağı demogojilere sapıyor. Maddenin hareketini, her hareketin dirençle bir­likte varolduğu gerçekliğini unutuyor. Sosyalizmin kaçınılmazlığı çözümle­mesini, bayağı bir ataletle eş tutmak is­tiyor.

Gelelim "hala" ortada olmayan Sosyalizme... Eğer durum böyle ise, üstelik proletaryanın bazı ülkelerde ik­tidar olmasına rağmen, sosyalizme va- nlamadıysa Marksiloglar dahil pek çok sol eğilim 1917'de proletaryanın ikti- dan aldığında hem fikirdir - O zaman Marksizmin en temel tezleri sorgulan­malıdır. M. Belge aslında bu yoldadır. Ancak açık ve doğruca tavır koymak

29

Page 32: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

ı V l u r a t Belge 12 Eylül'ün ruhudur. Eylül'ürı süngü zoruyla yarattığı yıkıntılar üzerinde len, pişmanlık vaaz eden ruhudur. 12 M art1 ın da ru­hu olmayı denemişti. Yapmayı umduğu B iri­k im 1 lerle Devrim ci Yokların b ilin c i olmayı denedi. Ancak 12 M art öyle çabuk akıp geçti k i üstünde ye­n i b ir moral anlayış yaratabileceği temel bırakama­dı. O laylar sanki bıraktırıldıktan yerden alel-acele yeniden akmaya başladılar.

yerine kıvrıla, eğrile Marksizmi defor­me etmeyi deniyor.

Sosyalizm vaaz eden papazlar de­ğilsek, 1917'den beri sosyalizmin de­neylerini, gönlümüze göre değil, oldu­ğu gibi görmek ve bunlardan ders çı­karmak zorundayız. Sosyalizmin bu­günkü sancıları onun "yıkılış" değil, kalitece yükseliş sancılarıdır. Gökten yeni, başka bir sosyalizm inecek değil­dir. Ancak Belge, sosyalizmi "şimdilik" gerçeklik olmaktan çıkarmayı yeğli­yor.

"Sosyalizm düşüncesine önce şim­dilik soyutta kalan genel toplum proje­sinden bakmamız gerekiyor. Özellikle de tarihin bu evresinde. Bu şimdiye kadar girişilmiş somut deneyleri kü­çümsemek, yok saymak vb. anlamına gelmiyor, ama neyin niçin yapılacağı­nı iyi anlamalıyız, iyi anlatabilmeliyiz. Öncelikle de, sosyalizm anlayışımızı fi­ili gerçekliğin empoze ettiği daralma­dan kurtarmalıyız" (Belge,... 179).

Belge, eski deneylerle ilgili ne der­se desin, şu anda sosyalizm "soyutta kalan" bir projedir. Daha da önemlisi, "fiili gerçeklik" sosyalizm anlayışımızı daraltmaktadır. Çok açık ki, Belge "fii­li" sosyalizm gerçekliğinden hoşlanmı­yor. Sosyalizm "soyut" kaldıkça daha çekicidir... Fakat, dilekler bir kenara, bu yaklaşımın Marksist yöntemle bir il­gisi yoktur. O, en başta somut gerçek­likten hareket eder, gerçeklik acı da ol­sa kabule hazırdır. Ancak böyle yeni adımlar atılabilir.

Netice olarak, Belge, pratikte Marksizm'in henüz kanıtlanmadığını söylemiş oluyor. Oysa böyle bir yargı, "70 yıllık sosyalizm deneyinin "Mark­sizm'i yalanladığının dolaylı itirafın­dan başka bir anlama gelemez. Aslın­da Belge, "alt yapı-üst yapı", "diyalek­

tik" gibi Marksizm'in temel kavranılan hakkında yaptığı "yeni" yorumlarla, utangaç bir şekilde Marksizmi yalanla­ma çabasındadır. Çok utandığı için ol­malı, "ortalama sosyalist militan'ın ar­kasına saklanıyor.

Sonunda, Belge sosyalizmi "ahla­ki" bir konuma indirger: "Şu halde biz insan bireyleri, sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız. Sos­yalizm iyi bir şey olduğu için, gerçkek- leşebilir bir şey olduğu için... sosyalist

, oluruz. Öyleyse bu özünde ahlaki bir karar ve bir seçmedir." (Belge, s.167)

Bu tam, katıksız idealizmdir. Ön­ceki söylediklerimizi tekrarlamayalım. Ancak "iyi" kavramının göreliliği çok açık. Kapitalizmin çelişkilerinin sosya­lizmi zorlaması gerçekliğinden kopuk bir yaklaşım, sosyalizmin bütün maddi temellerini ortadan kaldırır, onu bir din konumuna indirger. Insanlan, için­de akıp gittikleri maddi ortamdan ha­berdar etmek, bu gidişi bilinçlerine çı­kartmak çabalarının yerini "iyi"ler üze­rine vaaz vermek alırsa, bu da belki sosyalizm olabilir, ancak "ütopik" bir sosyalizmdir. Ütopik sosyalizm, döne­minde ilerici bir rol oynadı. Çünkü ka­pitalizmin çelişkilerinin içinden, onun özelliklerini kavramadan da olsa, yeni bir düzenin filizlenişinin ham, kaba ha­yallerini kuruyordu. Marks'la birlikte sosyalizm bilimsel bir temele oturun­ca, ve bu aşamadan sonra sosyalizm ütopyalan artık gerici konumuna düş­tüler. Çünkü, sınıf gerçekliğini örtmek gibi bir sonuca yol açıyorlardı.

Belge, bilime kılıç çekmeden, sos­yalizmi ahlak seviyesine indirgeye- mezdi.

"Bütün bu uçsuz bucaksız karmaşa içinde, 'bilim böyle diyor' yollu genelle­

meler yapmak mümkün değildir. Özellikle de, bilim kavramına saygı du­yuyorsak mümkün değildir. Bilim, öy­le ne dediği üç beş cümlede özetlenebi­lecek Ahmet, Mehmet gibi bir özne değil, karmaşık, uçsuz, aynca da her an kendini düzelten ve yeniden tanım­layan bir süreçtir '. (Belge, s. 170)

Bilimsel sosyalizm açısından konu- şu'rsak, onun yargıları "üç beş cümle­de" belki özetlenebilir, ancak bütün o sonuçlara varış için insanlık tarihinin ve kapitalizmin kılı kırk yaran irdele­mesi gerekmiştir. Lenin, tekelci kapi­talizm içinde yaşayıp, onu inceledik­ten sonra emperyalizmle ilgili sonuçla­ra varabilmiştir. •

Belge, bilime bilinemezci bir yak­laşım içindedir. Onun kompleksliği, devasalığı ve sürekli kendini yenilediği açık. Ancak, aynı bilim elindeki veri­lerden hareketle somut yönelişlere ve uygulamalara giriyor. Bilimi, kabalaş­tırmaktan kaçınırken onu bilinmez bir karmaşaya dönüştürmek niye? Bili­min "her an kendini" düzeltebilmesi' için ortaya çözümler koyması gerekir. Sosyalizm açısından düşünelim. Marks-Engels sosyalizme gidişin ve sosyalizmin yalnızca genel yönlerini belirleyebildiler. Zaten daha öteye be­lirlemeler bilimsellikten kopulmak is­tenmiyorsa mümkün değildi. Günü­müzde ise, sosyalizmi kuruşun çok zengin bir o kadar da zor pek çok deta­yı elimizde deney olarak mevcut. Do­layısıyla bizler sosyalizmin kuruluşun­da Marks-Engels'den daha detaylı ta­sarlamalar yapabiliriz. Ancak Belge, bırakalım sosyalizmin daha somut ta­sarlanmasını, yaşanan deneyleri bir kenara iterek, sosyalizmi hala "soyut" bir toplum projesi olarak görmeyi yeğ­liyor.

Yaşanan deneylerden kopuk, bi­limsel öngörüyle temellendirilmemiş bir sosyalizm sonunda Belgenin yaptı­ğı gibi "ahlaki" bir temele dayandırıl­mak zorundaydı.

Yazar, Marksizm'in toplumlann gelişimini açıklayan üretici güçler teo­risini bulanıklaştırdıktan, diyalektiği "teolojik" ilan edip diyalektik yasala- nndan kurtulduktan sonra, sosyaliz­min "zorunluluk" olmadığını ilan etme­si çok doğal, mantıki bir sonuçtur, Fa­kat buradan bir sonuç daha çıkar: Bel­ge insanlara gelişmeyi ya da geriyi, ge riciliği seçmekte özgür olduklannı va- azediyor. İçinde yaşadığımız düzen her türlü zoru kullanarak bu ünlü "seç­me" özgürlüğünün "hakkını" kullan­makla eş anlamlıdır.

30

Page 33: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

DEVRİM VE DEVRİMCİ SINIF

Belge Marksizm de temel olarak ne varsa açık ve doğrudan olmasa da hepsini sorguya çekmeye devam eder. Devrim ve proletaryanın dev­rimdeki konumu da bunlar arasında­dır.

) "Marksist teoriye göre kapitalizm* kendi içinde ölümcül bir çelişki taşıyan

bir üretim tarzıdır. O halde kapitaliz­min gelişkinliği, mantıken, içerdiği çe-

) lişkinin aşılacağı anlamına gelmez;tersine, kapitalizm geliştikçe çelişkile­rinin de derinleşmesi gerekir.

"Ne var ki, dünyada yaşanan so­mut tarih bize bunu göstermemiştir. Maddi bakımdan en fazla gelişmiş ka­pitalist ülkeler en rahat ve istikrarlı ül­kelerdir ve sosyalizmden bir hayli uzak görünmektedirler - başta Amerika ol­mak üzere". (Belge, s. 48)

Belge, bilinen en basit gerçeklikle­re gözlerini kapatarak böylesine ra­hat, Marksın devrim kavrayışını bir çırpıda yalanlıyor. "Neden en gelişmiş ülkelerde devrim olmuyor" ya da "çe­lişkiler derinleşmiyor" sorusundan ha­reketle, Marksizmin bu konudaki tes- biti "somut tarih" kanıt gösterilerek in­kar edilebiliyor. Belgenin "somut ta- rih"den kastı, 1950'ler sonrasıdır. Bu kırk yıl Marksizmi gerçekten yalanla­mış mıydınız? Belgeye göre evet.

Oysa kapitalist anayurtlarda de­rinleşen çelişkilerin nasıl devrim du­rumlarına vardığı, savaşlarla çelişkile­rin "çözümlendiği'yıllar, çok uzak de­ğildir. Kapitalizmi dünya sistemi ola­rak ele aldığımızda, anayurtlar kendi yükselen çelişkilerini önce klasik sö­mürgecilik, sonra da yeni sömürgeci­likle dünyanın "geri" alanlarına aktara- bilmişlerdir. Bugün rahat ve istikrarlı görünen emperyalist merkezlerle, "patlamaya hazır" geri ülkeler gerçek­liği nasıl açıklanabilir? Zeka geriliği, tembellik gibi nedenlerle geri ülkeler­deki durumu açıklamayacaksak, bu­nun esas açıklaması emperyalizm ger­çekliğinde yatar. Sömürgeleştirilen ül­kelerde insanlığın olağanüstü acıları pahasına, Avrupa ve Amerika "rahat" ve "istikrarlıdır".

Belge, çelişkilerinin derinleşmesi karşısında Batı ülkelerinin emperyalist mekanizmalarla bu çelişkiyi nasıl yu­muşattıklarını irdeleyip, tartışabilir; fa­kat bu en gelişmiş ülkelerin, dünyanın geri kalan kesiminin sömürülmesi pa­hasına "rahat" olabildikleri gerçekliği­ni yadsıyamaz. "Somut tarih"de bu­nun binlerce kanıtı vardır.

Kapitalist anayurtlar rahat kalabil­sin diye, Latin Amerika, Afrika, As­ya'da onlarca ülke askeri faşist dikta­törlüklerle yönetiliyor. Özal'ımızı Batı, iyi borç ödediği için tutuyor. Eğer gele­cekte, kapitalist üretim tarzıyla, geri ülkeler bugünün gelişmiş ülkeleri gibi olabilecekse, bu "patlamaya hazır" bombanın fitili kopanlmış olur. Ancak çelişkilerin boyutlan daha da büyürse, o zaman kapitalist merkezler kendi sancılı geleceklerini geri ülkelerin acılı alın yazılarında okuyabilirler.

Emperyalist batının istikranna ka­pılıp, onlann geri ülkeler günahını bir an olsun unutmak, kapitalist anayurt­lara bayağı bir hayranlık olur. Kapita­lizm ancak dünya ölçüsünde onun egemen olduğu bütün bölgelerdeki du­rum dikkate alınarak doğru bir şekilde değerlendirilebilir. Yaşadığımız yıllar yeni sömürgeciliğin iflas sinyalleri ver­diği yıllar. Bu iflasın bedelini önemli öl­çüde gelişmiş ülkelerde ödeyecektir. O zaman onların rahat ve istikrannın ne­ye bağlı olduğu, bir kere daha görmek istemeyen gözlere batacaktır.

Yazar, kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin "durgunluğu'na deği­nirken konu proletaryanın durumuna gelir. "Dünyayı kurtarması beklenen" proletarya ne alemdedir?

"Güzel ama, bir yanda tam olarak proleterleşmedikleri için devrimci ol­mayan işçi sınıflan, öbür yandan em- peryalist-kapitalist sistemde doydukla­rı için devrimci olmayan işçi sınıfları açıklamalannm tuhaflığı ve çelişikliğini kendimize itiraf etmemiz gereken bir noktaya geldiğimizi sanıyorum" (Bel­ge, s. 190).

Somut ülkelerden öteye, en genel anlamda konuşulursa böyle bir belirle- menin tuhaflığı ve çelişikliği nerede­dir?

Belge, gelişmiş sanayi ülkelerinin yanında, az çok sanayileşmiş daha ge­ri ülkelerde de işçi sınıfının durgun ol­duğu, proletarya öncülüğünde bir dev­rimin başarılamadığını ima ederek, "Marksist teorinin proletaryaya dev­rimci rolünü verdiği zamandan bugü­ne geçen upuzun süre içinde dünyada çok şey değişti". (Belge, s. 191) di­yor.

Değişen şeylere gelmeden Bel­genin yukanda "tuhaf ve çelişkili" gör­düğü gerçekliklere değinelim. "Dünya­yı kurtarması beklenen proletaryanın emperyalist sömürüden komisyon alan bir özne olarak görülmesi" "biraz moral bozucu olsa gerektir" (Belge, s.48) Lenin’in I. Emperyalist Savaş yıl-

lannda yaptığı tesbiti ima eden Belge bunun biraz "'moral bozucu" olduğunu söylüyor, fakat daha öteye yeni bir yo­rum çabasına girmiyor.

Lenin'in bu tesbitinin ilk filizleri da­ha 1850'ler İngiltere'sinde Engels ta­rafından görülür. Eğer karşımızda bir olgu vars, "moral bozucu" da olsa bu onun gerçeklik olmasına gölge düşür­mez. Belge, sorunu duygusal kelime­lerle bulanıklaştmyor. Batı proletarya­sının "emperyalist sömürüden komis­yon" alması, hoş olmasa da eğer ger-, çeklikse, buna karşı ne yapılması ge­rektiği sorunu sosyalistlerin gündemi­ne gelir. Yoksa duygucul mide bulantı­ları gerçekliği örtemez. Ve bugün Ba- tı'da işçi sınıfı, geri ülke halklannın açlı­ğı ve hayvanca ezilmesi pahasına, kendisinin "rahat" yaşayabildiğinin bi­lincine varmadıkça devrimcileşemez. Ona bu bilinci ne çare kendi "komü­nist" partileri bile henüz aktarma cesa­retinde değiller. Ancak üçüncü dünya­da hergün patlak veren olaylar, ayrıca geri ülkelerden, gelişmiş ülkelere hız­lanan işgücü göçü, bu gerçeklikleri ba­tı proletaryasına gösterecek, en azın­dan bu yolda bir birikim yaratacaktır.

Kapitalist anayurtlarda, finans-ka- pitalin işçi sınıfını nötralize etmek için nasıl binbir çeşit imkanı harekete ge­çirdiği açık bir gerçekliktir. Bu da sınıf­lar savaşının bir yönüdür. Yoksa olayı "doyan sınıfın" devrimcilikten vazgeç­mesi olarak kabalaştırmak sorunu ay­dınlatmıyor. "Doymak" en basit, hatta hayvansal bir içgüdüdür. Ancak Batı finans-kapitali insan beyinlerini de kendi ideolojik değerleriyle tıkabasa doyurmaktan geri durmuyor. Ve bü­tün bunlar kaçınılmaz gidişi ancak du- ralatabilir, yavaşlatabilir. Belge son kırk yılın deneyinden yalnızca Kapita­lizm açısından "istikrarlı" olan yanlan çıkartmakla, en hafif deyimiyle ege­men propagandalardan hangi yönde etkilendiğini açığa vurmuş oluyor.

Batı, sömürge talanından aktar- dıklanyla, daha önceleri sınıfı hareke­te geçiren taleplerin önemli bir kısmını karşıladı, böylece mücadele ve talep­ler başka, daha yüksek bir seviyeye sıç­ramak durumundadır, bunun sancılan yaşanmaktadır.

Öte yandan, az çok sanayileşmiş geri ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerine gelince bugün açıkça üçüncü dünyada mücadelenin ulusal kurtuluşçu mo­mentten, sosyal kurtuluşa kabuk de­ğiştirdiği inkar götürmez bir gelişme­dir. Bu muazzam değişim kendi içinde pek çok sorunu taşıyacaktır.

31

Page 34: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Belge, dünyanın bu iki ayn ucun­daki sancılı değişimlerin içeriğine de­ğinmeden yalnızca, işçi sınıflannın bir yanda doydukları için, öte yanda kır­dan henüz kopamadıkları için aktif ol­madıkları açıklamalannı tuhaf ve çeliş­kili buluyor. Bu tesbitler çok genel ve hatta kaba olmasına rağmen aynı za­manda bir gerçekliği içeriyorlar. Çeliş­ki bu açıklamaların temel mantığında değil, kapitalist dünyanın iki kutbu arasındaki zıtlıktan kaynaklanıyor. Bir yanda ”3 5 saatlik iş haftası" "çevre kir­liliği" gündemdedir; diğer kutupta en basit "insan hakları" erişilmez ütopya­dır. Bu zıtlık, daha uzun süre birlikte varolamaz. M. Belgenin gözlerini ka­maştıran batının rahat ve istikran bu zıtlığı yaratarak oluştuğu için, aynı za­manda bu köklü çelişkinin tehdidi al­tındadır.

Yazar, proletaryanın özellikle Ba- tı'daki konumunda çok şeyin değiştiği­ni söyledikten sonra, baklayı ağzından çıkartır:

"Manân proletaryayı toplumu yö­netecek sınıf gibi gördüğü dönemde, Lenin'in devlet aygıtının proletaryaya teslim edilebileceğini düşündüğü dö­nemde, üretimin başta teknolojisi ol­mak üzere toplum koşulları böyle bir düşünceyi pekala gerçekçi kılıyordu".

"Bugün böyle bir şey söz konusu değildir... Kafa ile kol emeğinin ara­sındaki mesafe iyiden iyiye büyüdüğü gibi, üretimde birincinin payı da kıyas­lanamayacak derecede artmıştır.... Kapitalist üretim teknolojisinin ortaya çıkardığı, geleneksel küçükburjaviziye hiç benzemeyen modern teknik ele­man tabakalarını da hesaba katma­mız, sosyalist mücadelede onlann ye­rini iyi düşünmemiz gerekiyor". (Bel­ge,^. 191)

Belge'nin dediğinden çıkan sonuç sosyalizmin özüyle çelişiktir. Tekniğin daha geri olduğu yıllarda işçi sınıfının "toplumu yönetmesi" "gerçekçi" iken, bilim ve tekniğin çok daha geliştiği bir dönemde "artık böyle bir şey söz ko­nusu değildir". Yoksa sosyalizm henüz yeterince gelişmemiş bir kapitalist dü­zenden spnraki biraz da tesadüfi bir aşama mıdır? Kapitalizm içinde tekni­ğin gelişimi işçi sınıfının iktidar olup yönetme misyonunu azaltıyor, hatta neredeyse imkansız hale getiriyorsa, neden zıttı yönde de işleyip bir avuç kapitalistin iktidar gücünü değişikliğe uğratmıyor. Bütün bunlar, batıda mo­da olan "yeni sınıf: aydınlar" gprüşüne yine ihtiyatlı ve utangaç bir el sallama mı?

32

Proletaryanın iktidarı, tek tek İşçi­lerin toplumun bütün yönetim kade­melerine gelmesi anlamına gelmiyor, tıpkı burjuvazi iktidar olduğunda her yönetim kademesini bizzat kapitalist­lerin işgal etmediği gibi. Aydınlar hiç­bir zaman bağımsız bir sınıf olamaya- caklan için - çünkü doğrudan üretim sürecinin dışındadırlar- proletaryanın da aydınlan olacaktır. Bütün bir iktidar mücadelesi yıllan aynı zamanda böyle şekillenmeleri yaratacaktır. İşçi sınıfı, artık gelişimin önüne engel olmaya başladığında, üretim araçlannm mül­kiyetini kapitalistlerden almak misyo­nuyla yüklüdür. Teknik istediği denli gelişsin- kimilerinin hayal ettiği gibi proletaryasız, "sanayi ötesi toplumu" kurulamazsa- böyle bir gelişim sınıfın bu misyonunu ortadan kaldıramaz.

Öte yandan, teknik gelişim işçi sı­nıfını genel olarak aydmlaştırmakta- dır. Hem üretimin her geçen gün yeni bilgiler gerektirmesinden dolayı, hem .de bilgi üretim mekanizmalannda çalı­şanların önemli bir bölümünün işçi sı­nıfının koşullanna itilmesinden dolayı, bu böyledir. Belge} kafa ve kol emeği arasındaki mesafenin iyice büyüdüğü kanısındadır. Oysa, daktilo kullanma ölçüsünde basitleşen bilgisayar kulla­nımıyla bilgi edinme ve belli ölçülerde bu bilgiyi kullanma, sürekli yaygınla­şan bir süreçtir.

Netice olarak, Belge, teknik geli­şimle işçi sınıfının "yeni bir düzen ya­ratma formasyonunu" ters orantılı ele alarak, teknik ve bilgi geliştikçe sınıfın bu imkanı yitirdiğini ileri sürerek, sos­yalizme, kapitalist düzen içindeki sınıf­lar savaşından geçileceğini nutmuş oluyor. Ancak Belge için zaten sosya­lizme sınıflar savaşının bir sonucu ola­rak değil, "ahlaki" bir seçimle ulaşıla­cağı için, işçi sınıfının teknik karşısın­daki durumu çok da önemli değildir.

Sonuç olarak, yazar, devrim soru­nuna ve işçi sınıfının misyonuna deği­nirken, sınıflar mücadelesi tarihin çok yakın geçmişinden bile kopuşarak, yalnızca son kırk yılın, o da en kaba gö­rüntülerinden hareketle çok yanıltıcı tesbitlere vânyor. Batı'daki "istikrarla devrim teorisi yalanlanırken, bilgi ve teknikle de işçi sınıfı tarih sahnesinden geri çekiliyor.

HEDEFİN RADİKALLİĞİ Mİ, MÜCADELE ARAÇLARININ RADİKALLİĞİM İ?

Eleştirimizi, Belge'nin Türkiye'de­ki mücadeleye bakışını özetleyerek bi­

tirelim. Yazar, kitabına Gramsci'nin tezlerini temel alarak başlamış. İtalya için Bolşeviklerin yolu değil de, banşçıl bir "ikna sürecfnin geçerli olduğunu ileri süren Gramsci'nin tezinden hare­ketle Belge, 1920'ler İtalya'sı ile 1990'lar Türkiye'sini birbirinden "fazla uzak" bulmadığı için aynı yolu öneri­yor. Gerekçelerini sıralarsak öne çı­kanlar şunlardır:

Birincisi, "özetle, devrimcilik nite­lemesi, toplumda gerçekleştirilmesi öngörülen dönüşümün radikalliği ola­rak değil de, bu dönüşümü gerçekleş­tirmek için verilen mücadelenin (ama­cın değil, aracın) radikalliği alanında aranmıştır". (Belge, s. 45) Yazar, dev­rimci harekette çok sık tekrarlanan bir hatayı vurguluyor. Önemli olan hede­fin radikalliğidir. Doğru. Ancak ikisi birbirinden çok da bağımsız değiller­dir. Gramsci'nin mirasçısı İtalya Ko­münist Partisi, komünizm hedefini, "tarihsel uzlaşma" yoluyla tarihte göm­dü. O nedenle hedefin radikalliği, o hedefe varmak için kendiliğinden bir teminat değildir. Belge, hedefi öne çı­kartıp, mücadele araçlarını arka plana iterek, bizim için de geçerli olduğunu iddia ettiği "banşçıl ikna süreci"nin tu­haflığını biraz olsun örtmek mi isti­yor?

İkinci gerekçe: "Parlementer ku­mulların, seçim geleneğinin vb. yer­leştiği ülkelerde illegal ve silahlı müca­dele biçimini temel mücadele biçimi olarak seçen bir sosyalist hareket ba- şanlı olamaz". (Belge, s. 46)

"Türkiye'de parlamenter gelenek zaman zaman (ya da sık sık diyelim) ba­şına gelenlere rağmen oldukça istik­rarlı bir- kurum olmuştur." (Belge, s. 56)

12 Eylül insana neler söylettiriyor. Banşçıl Ailende örneği birşey öğret- mediyse, bir tek fazla cümle yazmaya gerek yok, Belge bildiği yolda yürüye­cektir.

Üçüncü gerekçe; "Emperyalist de­diğimiz dünyadan Türkiye’ye giren, Türkiye'den bu ülkelere 'çıkana kıyas­la daha fazladır ve bunun nedeni bu ül­kenin coğrafi konumuyla ilgilidir (yani, 'ekonomik' emperyalizmden çok, ka- pitalist-emperyalist sistemin 'politik' koşulları belirleyicidir.) (Belge, s. 43)

Başımızda bir "emperyalizm" soru­nu da yoktur, aldığından çok, bize ver­mektedir. O zaman "silahlı mücadele­nin" bütün koşullan ortadan kalkmış oluyor.

Belge, özellikle bu noktada ger­çekten cesurdur. Bazen burjuva politi-

Page 35: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

kacılarmı bile isyan ettiren emperya­lizm gerçekliğini bir çırpıda bize fazla­dan veren bir "politik" dosta dönüştü- rüverir. Bizde, mücadele araçlannın radikal olma zorunluluğunu inkar et­mek için gerçekliklerin böylesine ba­yağıca çarpıtılmasına gerek yoktu.

Sonuç olarak, "barışçıl ikna süre- ci'nin güzel bir tanımlamasıyla Bel- ge'nin sosyalist mücadele anlayışını tamamlayalım.

"Kapitalist sistemin mantığı için­de, ekonomik, politik ve ideolojik dü­zeylerde kapitalizmin ilişkileri yeni- den-üretilir. Demek ki, sorun, bu yeni­den üretim mekanizmasına sosyalist hayat tarzının öğelerini sokarak, me­kanizmada içsel bir değişimi başlat­maktır.' İşte bir zamanı, başı ve sonu olamayacak şey budur. Devrim dedi­ğimiz de, toplumsal kertelerin öncelik­le bir tanesinde, siyaset düzeyinde ikti­darı; bu kadar somut bir kurumu ele geçirme anı değil-toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin sosyalizme doğru dümen kırdığı anı anlatan bir kavram­dır." (belge, s.224)

Belge, "ikna sürecini" son derece açık tariflemiştir: Kapitalist yeniden- üretim mekanizmasına sosyalist hayat tarzının öğelerini sokarak içsel değişi­mi gerçekleştirmek, bu başı ve sonu

olmayan süreçle kapitalizmden sosya­lizme geçmek. Mükemmel...

Belge, bizlere bir de nasıl ve hangi somut yollarla kapitalist mekanizma da "içsel bir değişimi" başlatabileceği­mizi anlatsa tablo tamamlanacaktır. Belgenin elinde ne somut yollar, ne de bu yolla değişime uğrayan bir kapita­list düzen deneyi yoktur. Ancak Bern- stein'dan beri aynı yolu sayıklayan bin­lerce Marksizm döneği vardır. Bunlara bir de Belgenin eklenmesiyle sosyaliz­me böyle bir yoldan vanş imkanı zerre­ce artmış olmaz.

SONUÇ

M. Belge 12 Eylülün ruhudur. 12 Eylülün süngü zoruyla yarattığı yıkıntı­lar üzerinde yükselen, pişmanlık vaaz eden ruhudur. 12 Mart'ın da ruhu o l­mayı denemişti. Yapmayı umduğu Bi­rikimlerle Devrimci Yollann bilinci ol­mayı denedi. Ancak 12 Mart öyle ça­buk akıp geçti ki üstünde yeni bir mo­ral anlayış yaratabileceği temel bıraka­madı. Olaylar sanki bıraktınldıkları yerden alel-acele yeniden akmaya başladılar. 12 Mart olmamışa döndü. O nedenle şekillenebileceği bir beden bulamadığı ölçüde 12 Mart'ın ruhu olamadı. Birikimler bazı etkiler yarat­

sa da akan pratiğin gövdesine sızama­dılar.

Ancak 12 Eylül, üstünde kendi piş­manlık ve ikna ruhunun uçuşabileceği bir temel yarattı. Ve şimdiye kadar ki olaylar henüz o yaratılan temeli uçura­madı. Böyle bir temel var olduğu müd­detçe Belge, yeni Birikimler yaratma­yı deneyebilir, "ortalama sosyalist mili­tanın" radikal özünü boşaltmak için "ikna" çabalannı sürdürebilir.

12 Mart'tan gelen bir M. Belge ol­masaydı, koşullar yenisini yaratırdı. 12 Eylül'ün zoru devrimcilerin önemli bir bölümünü, her türlü radikalliğe töv­be ettirdi. Bu kınlan cesaretlerin, yıkı­lan hayallerin de bir siyasi zemini, ken­dini dışa vuruş kanallan olacaktı. Bel­ge, daha 12 Eylülün ilkyıllannda Yeni Gündem'le bunu denedi, ardından ge­len yıllarda devrimci hareket ayağa kalkmayı deneyince pişmanlık vaazla­rını pek dinlenmez oldu, ancak hem hareket sürekli bir yükselişe gireme- yip, üstüne birde sosyalist ülkelerdeki olaylar patlak verince, pişmanlık yılla- nnm olgunlaşan meyvalannı toplama momenti gelip çatmış olsa gerek. M. Belge ve Birikim bir kere daha bunu deneyecekler ■

33

Page 36: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Devrim hedefinin devrimci provakasyonu:• •

Oz e r k-d e m o k rat i k üniversite programlarıMustafa Sinan MERT

1-1989'un ilk yarıyılında Öğrenci Hareketinin gündemine yerleşen ko­nulardan biri de program sorunuydu. Şu ana değin, ön-çalışma ya da prog­ram olarak Öğrenci Hareketine öneri­len dört ana hedef görüyoruz; Özerk- Demokratik Ünivesite, Halk Üniversi­tesi Özerk-Demokratik Üniversite- Demokratik Halk Üniversitesi, ortak programları, Özgür Emekçiler Üni­versitesi Biz bu yazımızda Özerk De­mokratik Üniversite (Ö.D.Ü) hedefine yer veren programları önümüze koya­cağız.

2. Ö.D.Ü. hedefine yer veren programları biraz olsun incelemiş her arkadaş bu programlar arasında bazı aynmların olduğunu farketmiştir. Ay- nmlardan belki de en önemlisi "özerk­lik hedefinin sınırları" konusundadır. Devrim öncesi sürece ilişkin "uyuşum" sağlanmıştır; tüm programlar, kabaca emperyalizmden, faşizmden ve büyük sermayeden özerklik hedefinin güdü­leceğine hemfikirdirler ama, devrim sürecinde öğrenci Hareketinin hedefi ne olmalıdır sorusuna verilen farklı ya­nıtlarla bu uyuşum bozulmaktadır. As­lında bu soruyla karşılaşmak kaçınıl­mazdı. Çünkü emperyalizmden, fa­şizmden ve büyük sermayeden özerk­lik hedefiyle devrim, yani bu güçleri tasfiye etmek hedefinin nasıl bağlana­cağı, gerçekten bu bağın kurulup ku­rulamayacağı, öğrenci gündeminde varolan diğer sorunlar nedeniyle bir türlü tartışılamamıştı. Bugün Öğrenci Gençlik, program sorununa daha yo­ğun bir ilgiyle bakmakta böylesi bir tar­tışmanın olanağı ortaya çıkmaktadır.

3. Şimdi ayn ayrı Özerk Demok­ratik Üniversite hedefini taşıyan prog­ramlara bakalım. İlk olarak Dev-Genç,

Yeni Demokrasi, ve Genç Kominar- lar'ın savunduğu ve bizim aşamalı programlar dediğimiz Ö.D.Ü. ve De­mokratik Halk Üniversiteleri ortak programlannı önümüze koyacağız. Genç Kominarlarla onların izni olma­dan yasal dergi platformunda tartış­mayı doğru bulmuyoruz. Yeni De­mokrasi ise Halk Üniversiteleri konu­sunda somut birşeyler getirmediği için aşamalı programların niteliğini belirle­mede en "uygun" program Dev- Genç'in önerdiği oluyor

4. Dev-Genç ilk olarak Yeni Çö­züm Yayınlarından "Özerk Demokra­tik Üniversite Programı"nı çıkarmıştı. Bu yıl içinde, eski programın "sürecin ihtiyaçlarına cevap verici tarzda eksik­liklerinin tamamlanmış biçimi olarak "Demokratik Üniversite Programı'nı çıkardı. Yeni programda eskiye göre az buçuk değiştirilmiş bir literatür kul­lanılıyor. Örneğin ÖDÜ kesinlikle bir program olarak değil, "mücadele ve talep" olarak niteleniyor kuşkusuz bu literatür değişiminde Dev-Genç tarafJ tadarına yöneltilen eleştirilerin büyük payı var, ama literatür değişikliği öz değişikliğinin yansısı olmadığı sürece demogojikbir söylemin öğelerini oluş­turmaktan öteye hiçbir anlam taşımaz Gerçekte bizim için önemli olan, Dev- Genç'e eleştirimizin temelini oluştu­ran, adının program ya da mücadele ve talep olmasına bağlı olmadan, ÖDÜ hedefinin devrim hedefinin (Halk Üniversiteleri) önüne çıkarılma­sıdır. Demokratik Üniversite progra­mında Dev-Genç "...Özerk Demokra­tik Üniversite mücadelesi ve talebi ba­sitten karmaşığa doğru gelişen, en acil sorunlardan yola çıkarak, DHÜ'nün kurulması yolunda bir 'adım olarak

alınması gereken, egemen sınıfların eğitim ve eğitim kurumlan üzerindeki egemenliğini sınırlamaya yönelik bir mücadeledir." (s/61) tanımlamasıyla ve "ÖDÜ mücadelesinde somut talep­lerimiz" bölümüyle aşamacı mantığını ortaya koymaktadır. Programlan böy- lesine ikiye bölen nedir?

5. Devrimciler kitlenin güncelliğini değil, tarihselliğini baz alarak program üretirler. Ülkede ki sınıfların mevzile- nişi, devlet biçiminin karakteri, ekono­mik yapı, programlardaki hedefleri belirler. Kitlenin güncelliği ise sözko- nusu hedeflerin kitleye benimsetilme­sinin yollannı, araçlannı, yöntemlerini kısacası biçimini belirler. Ama birçok program bu kavrayışla inşaa edilme­miştir. Neden? Çünkü bazı yaklaşımlar güncel görevleriyle (reformlar müca­delesi) tarihsel görevlerini (devrimci görevler) birbirine bağlayamamış, ço­ğu zaman tarihsel görevlerini güncel görevlere tabii kılmışlardır. Program­lardaki "acil talepler" "somut talepler" bölümleri bu görevler arasındaki dia- lektik birliği kuramamanın programa- tik ifadesinden başka birşey değildir. Tümüyle tarihselliğe yönelik üretilen programlar bir bıçak darbesiyle bu ta- rihsellikten kopmakta "acil talepler" bölümünde güncelliğe teslim olmakta­dır. aynı program altında bir yandan tekelcileri tasfiyeyi diğer yandan tekel­cilerden özerkliği, gerçekte mücadele alanında güncel görevlerle tarihsel gö­revleri bütünleştirememekten başka ne açıklayabilir? Sınıflann pratik değil ama tarihsel eyleminin bilinci olan si­yasetler ne yazık ki çoğu zaman bu ha­taya düşmekte, hedefleri belirlerken izlediği tarihsel rolü (öncülük durumu) "acil taleplerle" yıpratmakta, kitle diliy-

34

Page 37: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

1988-89'da üniversiteye polisin girmesi binlerce öğrenci tarajınaarı protesto edildi. Bakalım 1989-90'da neler olacak?

le konuşmaya başlamaktadır. Dev- Genç'te bu yüzyıllık yanılgıya düşmüş kitlenin güncel taleplerini programlaş- tırmıştır.

Güncel görevlerin tarihsel görev­lere bağlanması soyut bir formül değil­dir; sosyalistlerin "hak" mücadelesin­de kitle gibi, sadece ekonomik kaygı­larından dolayı değil, öncü olarak bu- lunmalan gerektiğini yani, kitlenin ey­lemine devrimci bir biçim (burjuva ya­sal sınırlardan koparmak) ve talepleri­ne devrimci bir öz kazandırma (düzen içi taleplerin ötesine geçirmek) amaç­larını gütmeleri gerektiğini tanımlar Bu, güncellik içinde dahi öncülüğün korunması demektir, zaten başka tür­lü güncel görevleri tarihsel görevlere bağlamak mümkün değildir.

6. Dev-Genç tam bu sorunla karşı karşıyadır; demokratik hak mücadele­sinde devrimci öncülük yapamamak­ta, kitlenin cesaretli unsurlan olmanın ötesine geçememektedir. Devrimci öncülük yürütmenin, birbirinden kop­maz bir bütün oluşturan kitlenin, ey­lemde burjuva yasal sınırlan ve talep­lerde burjuva düzen-içi çerçeveyi aş­maya yöneltilmesi oluduğunu belirt­miştik. Dev-Genç bu bütünün ikinci kesiminde iflas etmekte, kitleye teslim olmaktadır. İşte onun programında devrim hedefini öteleyen, "en aci*l so­runlardan" sözederken kullandığı dil, devrim hedefinden hiçbir koşulda ödün vermeyen öcünün değil, taleple­rine teslim oluduğu kitlenin dilidir. Ne­den Dev-Genç kitle çerçevesine sıkı­şıp kalmaktadır. Bu tümüyle Dev- Genç'in sınıf kökenleriyle ve nesnellik­le ilgili bir sorun.

7. Ülkemizde, Küçük burjuva sos­yalizmi mücadele alanlannda keskin sınırlarla kopuştuğu burjuva sosyaliz­minden teoride, hedeflerinde hala ko- puşamamaktadır. Pratikte devlet güç­leriyle sıcak mücadele içinde olan kü­çük burjuva sosyalizmi buıjuva partile­rine "iyice araştırıldıktan sonra" oy ve­rilmesini önerebiliyor. İşçi sınıfının ba­ğımsız politik hattı söylemi onlarda hiçbir şey uyandırmadı. Reformizm sağdan ve soldan gelip aynı taleplerde buluşabiliyor. TBKP ve Yeni Çözüm Özerk Demokratik Üniversiteyi birlik­te savunuyor. TBKP açıkça SHP’nin desteklenmesine omuz verirken, Yeni Çözüm "iyice araştmldıktan sonra" kaydıyla Sosyal Demokratlara oy ve­rin diyor. İkisinde de ortak yan sınıfa güvenmemeleri, taktiklerinde sınıfa dayanmamalan. Birisi salt elitizm için­de bunu yaparken diğeri olanca popü­

lizmiyle sınıfın tarihsel eyleminden uzak duruyor. Sınıfın tarihsel eylemine güvenmeyen devrim hedefini açığa vurmakta zorlanır, bunun için kavradı­ğı gibi aşama aşama açığa vurur. Yaşa­nan bir trajedi mi? Hayır!! Geçmişte TİP, TKP, TSİP pragramlanna "acil talepler" bölümü eklediler, "Devrimci­ler ne için savaşıyor?" broşürünün 1. basımında Dev-Yol' acil talepler bölü­mü açmıştı. Bu aşama bitti, saflar ay- nştı, bazıları için acil talep olan bütün talepler bugün program haline dönüş­tü; işte TİP-TKP birliği.. Diğerleri mü­cadele içinde acil talepler" bölümünün anlamsızlığını kavradılar, nesnel ola­rak kitlelerin en acil talebinin devrim olduğunun bilincine vardılar. Yıllar sonra devrim hedefinin önüne yine "acil talepler" çıkanlıyorsa yaşanan bir trajedi değil, artık komedidir.

8. Aşamacılığm bu genel eleştiri­sinden sonra Dev-Genç özelinde bu durumun görünümüne bakmak istiyo­

ruz. Devrimci bir yapı birkez refor­mizm hastalığına yakalandığı zaman, devrimciliğini kurtarmak için olmadık demogojilere başvurmak zorunda kalı­yor. Dev-Genç'te budurumun içerisine fazlasıyla sürüklenmiş. Örneğin de­mokrasi konusunda;

Dev Genç'in demokrasi sorununa devrim sorunu olarak baktığı bilinir. Ama Özerk Demokratik Üniversite hedefini savunurken "demokratik" üniversite nitelemesiyle demokrasiyi burjuva düzen içinde gerçekleşebile­cek birşey gibi göstermek durumuna düşmekten kurtulamaz. Dev-Genç bir­kez bu reformizme yakalanmıştır, ar­dından kaçınılmaz olarak demogojiler gelmeye başlar:

"Demokrasi mücadelesi bir yönüy­le de (esas yönüyle değil) adım adım çeşitli demokratik kazmımlann, hak ve istemlerin elde edilmesi mücadelesi­dir. İşte bu yön genelde demokratik mücadele olarak tanımlanır" (s/31)

35

Page 38: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

• •

Qöğrenciler ve Halk Batı üniversitelerinin kötü kopyalarına değil, devrim in üniversitelerine yani Halkın Üniversitelerine; Halk Üniversitelerime lâyıktır. "Halk kendi kültürüne sahip ; ün i­versiteler halkın olacak"

Dev-Genç bir sonraki paragrafta"Örneğin üniversitelerin bir top­

lumsal kurum olarak "özerkliğe" ka­vuşturulması , demokratikleştirilmesi sorunu vardır ve bunun dışında bîr akademik mücadele düşünülemez." görüşlerini sıralayarak Ö. Demokratik Ü.'nin Demokratik nitelemesinden, demokratikleşmenin anlaşılması ge­rektiğini vurgulamaya çalışıyor. Aslın­da bu tam da burjuvazinin kitlelerde yaratmak istediği bir kavrama tarzıdır. Burjuva politikacılan her demokratik hak kazanımmda ülkenin demokrasi­ye geçtiğinden söz etmeye başlarlar. Bu noktada Dev-Genç'e sormak gere­kiyor kaç tane hak kazanıldığında üni­versiteye "demokratik" üniversite di­yebileceğiz?

Şu anda ki veri düzende de bazı de­mokratik haklar vardır, bu nasıl düze­ne "demokratik" tesipiti yapmamıza yol açmazsa belli demokratik haklara sahip üniversite de demokratik bir üniversite olarak tanımlanamaz. Ne­den? Çünkü "demokratik" niteliği özel bir alanda ya da kurumda değil, tü­müyle genel toplumsal yaşamın örgüt­lenişiyle ilgilidir ve bu anlamda kulla­nılmalıdır.

9. Dev-Genç'in içine düştüğü re- formizmden devrimciliğini kurtarabil­mek için sanldğı demogojilerden biri de ÖDÜ'nün alternatif olup olmadığı konusundadır.

"Özerk Demokratik Üniversite "al­ternatif üniversite" olarak sunulamaz Neden? Çünkü burjuva düzen smırla- nnı aşan bir talep değildir... Özerk De­mokratik Üniversitenin "alternatif" olarak sunulması, "alternatifin" burju­va düzen sınırlan içinde annması, yani "reformizm" demektir."

Demokratik Üniversite programı (s/61)

(Devrimci Gençlik Yayınlan.)tespitini yapan Dev-Genç Yeni

Çözüm Yayınlanndan çıkan "Özerk Demokratik Üniversite Programını"

nasıl açılayacak, program haline ge­tirilen ÖDÜ "alternatif" değilmiydi? Son programında ilk defa telaffuz edi­len Halk Üniversiteleri yani devrimin üniversiteleri, yani Finans- Kapitalin, Emperyalizmin tasfiyesi üzerine inşaa edilecek halkın üniversiteleri ÖDÜ'den nitelikçe farklı değil mi? Dev-Genç, Yeni Çözüm Yaymlann- dan çıkan "Özerk Demokratik Üniver­site Programı" nın "günün koşullanna göre yorumlanmış, yetkinleştirilmiş bi­çimi" sözleriyle sunuyor bize Halk Üni­versitesi Programını, öyleyse sormak gerekiyor; ne değişti günün koşuların­da? Sürekli bunalım mı, sürekli faşizm mi, sürekli devrirp durumu mu?

Dev-Genç reformiziminin henüz yan-bilinçliliğindedir, öylesine ki bir yanda "burjuva düzen sınırlan içinde alternatif aramak" reformizmdir tespi­tini yaparken, diğer yanda "burjuva düzen-içi alternatifimiz ise, bilimsel, özerk, demokratik üniversitedir" tespi­tini yapabilmektedir. (Dev-Genç birim demeklere ulaştmlan program s/4)

10. Buraya kadar, aşamalı prog­ramlan temel alarak sürdürdüğümüz ÖDÜ eleştirisi şimdi Devrimci Gençlik (Dev;Genç değil!)’in savunduğu sürekli ÖDÜ proramıyla devam ettireceğiz; Devrimci Gençlik

"Özerklik istemi, üniversitede de­mokratik bir eğitim düzeni ve özgür bir üniversiter yaşamın kurulabilmesi için, emperyalizmden, büyük sermayeden ve faşist rejimden özerk olma gereksi­nimine denk düşmektedir. (...) (Dev­rimci Gençlik b.n.) devrim sonrasında ise üniversiteyi "devlete bağlı" bir daire değil, bütün diğer toplumsal süreçler için olduğu gibi politik üstyapının ör- gütlendirilmesinde de doğrudan etkide bulunan bir yapı olarak ele alır."

açıklamalanyla, Devrim sonrası döneme ilişkin tavnnda aşamacılar- dan aynldığını savunmaktadır. Aşa- macılar emperyalizmden, faşizmden ve büyük sermayeden "özerk'jik le bü­

tün bu güçlerirf tasfiyesi demek olar devrim hedefi arasında ki ilişkisizliği görerek, programlannda Halk Üni­versitelerine yer vermişlerdi. Yukan- da eleştirdik; doğru tavır; devrim he­defini, aşamalarla programlann kıyısı­na köşesine yerleştirmek değil doğru­dan savunabilmektir; ama Devrimci Gençlik aşamacılık bile yapamamakta reformizm içinde sürüklenmektedir, çünkü değil tekbaşma savunmak, dev­rim hedefine programında hiç yerver- memekte, Devrim öncesi dönemde "emperyalizmden, büyük sermayeden ve faşist rejimden, devrim sonrasında ise devrimci devletten özerkliği savun­makta, devrim dönemi içinse susmak­tadır. Devrimci Gençliğin proramında onun devrimci oluşuna ilişkin ne yazık ki hiçbir şey yoktur. Bizce bu proram

, Devrimci Gençlik hareketinin değil ama sivil toplumculann proramı olabi­lir. Devrimci Gençliğin programındaki bu büyük eksikliği şimdilik bir kenara bırakarak onun "süreklilik" savını ince­lemeye yönelelim.

11. ilk olarak programda süreklili­ği sağlayan öğeyi araştırmalıyız. Dev­rim öncesinde ki emperyalizmden, bü­yük sermayeden ve faşist rejimden özerklik hedefi bir üst içerik taşımadığı sürece devrimci devletten özerklik he­define asla bağlanamaz ve ÖDÜ sü­rekli programı daha baştan safsataya dönüşür; ama böyle bir üst içerik var­dır, bu yüzden ÖDÜ pragramı (henüz) safsataya dönüşmüyor. Pragramın devrim öncesi sürece ilişkin taşıdığı bu üst içerik devletten özerkliktir. Devrim öncesi dönemde devletten özerk olma istemi açıkça belirtilmese de "emper­yalizmden, büyük sermayeden ve fa­şizmden özerklik" bu istemi zorunlu olarak kendinde taşımaktadır. Dev­rimci Gençlik işte bu hedefiyle devrim öncesi ve sonrası dönemi bir birine bağlayabilmektedir.

12. Engels "Otorite Üzerine" adlı makalesinde

"... otorite ilkesinin tamamen kö­tü, özerklik ilkesinin de tamamen iyi olduğundan bahsetmek saçmadır. Otorite ve özerklik toplumsal gelişme­nin farklı safhalanna bağlı olarak deği­şen bağıntılı şeylerdir"

değerlendirmesini yapıyor. Dev­rimci Gençlikse devrim sonrası döne­me ilişkin herhangi bir "safha" aynmı yapmaksızın "devletten özerklik" he­defini toplumsal gelişmenin her anına yayıyor. Bu Marxist-Leninist bir tutum değildir. Sosyalistler elbette devletin sönmesi, toplumsal yaşamın özel bir

36

Page 39: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

devlet aygıtı olmadan sürdürülebilme­si™ önlerine koyarlar, ama bu devlet­ten özerklik teorisiyle her hangi bir dü­zeyde bağdaşmaz, çünkü "delvletten özerklik” devlette somutlanmış gücün, devletin sönümü sürecinde devlete dönüşünü değil, tıpkı sivil toplumcular gibi, bu güçle toplumun aynşünlmaşı- nı tanımlamaktadır. Bu gücün özsel olarak toplumdan aynştınlması ise mümkün değildir; devlet gücü toplum­daki sınıf ayncalıklarıyla birlikte tari­hin çöplüğüne gidene kadar hangi sı­nıf o güçle egemenliğini örgütlemişse toplum yaşamını kendi çıkarlanna gö­re güdecektir, ve özerkliğin de otorite­nin de çerçevesini tam da bu çıkarlar belirleyecektir. Örneğin proleterya sosyalistleri olarak biz devrim sonra­sında bütün din kumrularının, imam hatip okullarının ısrarla devletten özerk olmasını (tabi öncelikle devlet­ten aldıkları parasal yardımlardan) sa­vunurken din kurumlan devletin otori­

tesinin peşinde koşacaklar.13. Üniversite isterse "politik üst­

yapının örgütlendirilmesinde" olsun, devrimi proleteryanın önderliğinde yapan ezilen sınıflann çıkarlanyla çe­liştiği anda "devlet, yani hakim sınıf olarak örgütlenmiş proleteryayı" karşı­sında bulacaktır, üstelik gerektiğinde herbiri birbirinden otoriter tüfekleriyle süngüleriyle.... çünkü "proleterya.dev- leti henüz kullandığı sürece onu özgür­lük için değil, fakat kendi düşmanlarını sindirmek için kullanacaktır." (En- gels'ten aktaran _ Lenin Makrksizm Devlet Üzerine/Öncü Kıtabevi.s:30)

SONUÇ:

Bugün Özerk Demoratik Üniversi­te hedefini öğrenci Hareketine öner­mek, toplumsal muhalefetin devrim için birliğinden öğrenci Hareketinin kopmasını istemekle aynı şeydir. Ezi­len katmanlar devrim için birliklerinin

ortak sorunlan plân demokrasi soru­nuyla sağlarlar. ÖDÜ hedefi ise Öğ­renci Hareketinin enerjisini, Batı'da iş­leyiş tarzı itibanyla demokratik ve özerk görünümlü üniversitelerin son tahlilde kötü kopyalan için sarfetmele- ri demektir. Halkınmın yanında müca­dele etme coşkusu ve bilinci bu kadar yoğun, gençliğin kendi hareketine ka­zandıracağı devrimci bilincin önü ke- silmemelidir. Ezilen her katmana öne­rilen "devrim" hedefi küçük burjuvazi­nin en atılgan kesimi, yani öğrenciler­den esirgenmemelidir. Öğrenciler ve Halk Batı üniversitelerinin kötü kop- yalanna değil, devrimin üniversiteleri­ne yani Halkın Üniversitelerine; Halk Üniversiteleri'ne lâyıktır.

"HALK KENDİ KÜLTÜRÜNE SAHİP ÇIKACAK

ÜNİVERSİTELER HALKIN OLACAK"

37

Page 40: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Gençliğin reddettiği miras ve yeni yöntemleri

Sevinç ATAKAN

H er toplumu ve yaşanan döne­mi hazır reçetelere uydur­mak, zorla kalıplara dökmek yerine, yaşanan gerçeklikleri

o toplumun durumu çerçevesinde de­ğerlendirmek, bizi devrim durumuna daha da yakınlaştıracaktır. Proleterya, devrim mücadelesinde, en kararlı sınıf olarak, düzenle çelişkileri olan her sı­nıf, tabaka ve zümreyi kendi zeminin­de, birlikte davranmaya çekmek zo­rundadır. Bunu gerçekleştirmenin yöntemi de her sınıf ve tabakanın ikti­sadi niteliği, sosyal ve siyasal özellikle­ri, kendi bencil özlemleri, davranış özellikleri ve devrimden beklentilerini bilmekten geçer. Eğer savaşçı, en az düşmanını tanıdığı kadar, yoldaşlarını ve silahlarını da tamsa, savaştan galip çıkma olasılığı o denli fazla olur. Prole- teryanın mücadelesinde yakın dostu aydın gençliğin konumunu ve davra­nış özelliklerini doğru tahlil etmek bu açıdan önem kazanmaktadır. Bu de­ğerlendirmeyi yaparken ise ne gençli­ğin mücadele içindeki özgül durumu­nu, ne de işçi sınıfının mücadelesi ile olan bağıntısını ihmal edebiliriz. Aksi­ne, bu birbirinden farklı, biri diğerini dışlarmış gibi algılanabilecek alanların birbiriyle olan sıkı ilişkisi, esas üzerin­de durulması gereken nokta.

Doğu uygarlığının Batıdakinden çok farklı özellikleri vardır. Doğu top- lumunun bu farklı özellikleri, devrimin genel çizgisi ile sentezleştiği noktada, dekvrim durumuna zenginlik katacak­tır. Türkiye’deki devrimci hareket içe­risinde ise "biz ve bizim gibi ülkeler" genellemesinden öteye gidemeyen kafalardaki skolastizmi yıkacaktır. Ka­pitalizme, çarpık gelişmesi sonucu do­ğuracak iç ve dış faktörler varlığında

ve geç geçen Türkiye'de, finans-kapi- tal dünya pazarı çerçevesinde sömürü alanın darlığı v e" az zamanda büyük iş­ler başardık" diyebilmenin gayretkeşli­ği içinde sömürü ve talanını* katmerleş­tirirken, bunun doğal sonucu olarak kendi dışındaki tüm kesimlerle arasın­da çelişkilerin doğmasına ye derinleş­mesine neden olmaktadır. İleri batı ka­pitalizmi geri ülke halklarının soygunu sonucu elde ettiği artı değerin uzak da olsa bir parçasını sosyal refah harca- malanna ayırırken, bu görece refah ortamı sınıf çelişkilerinin görüntüde nötralize olmasına hizmet etmektedir. En basitinden bu ülke gençliği, geri ül­kelerdeki boyutu ile düzenle çelişme­mekte, var olan çelişkilerde ise dev­rimci mücadele gerekliliği bizdeki ka­dar açık ve net hissedilmemektedir. Böylesine bir ortamda, eğitim kurum-' lanndan egemen sınıfın kendi ideoloji­sinin devamcıları ve yeniden üreticileri olacak kuşağı yetiştirmek daha kolay­laşmıştır. Bizde ise aydın gençliğin ba­tıda olduğu gibi kapitalizmin nimetle­rinden yararlanması bir yana, gittikçe düzenle olan çelişkileri derinleşmekte­dir. Kitlesel yoksullaşma, ara katman­ların hızla proleterleşmesi kapitalizm üzerindeki duman perdesini kaldır­makta, kapitalizm ideolojik yeniden üretim sürecinde tıkanmakta, meşru­luğunu kaybetmektedir. Öğrenci gençlik bu süreçte diğer katmanların önünde tepkilerini ilk dile getiren, ey­leme döken kesim olmaktadır. Onun eyleminde temel olan öncelikli olarak aydın konumuyla açıklanabilecek bi­lincidir. Öğrenci Gençlik artı-değer üretiminde bulunmaz, düzenle olan çatışması ve kopuşması da bu bağlam­da ideolojiktir. Ayrıca düzenle maddi

bir bağının olmaması (ev, çocuk, eş, özel mülkiyet vs.) onun diğer katman­lardan daha çabuk aktive olmasını sağ­lar. Diğer yandan işçi sınıfının bağım­sız tavn ile diğer kesimleri etkilemesi, öğrenci gençlik özelinde de düzenle kopuşmayı hızlandmr. Ve daha ileriki aşamalarda, bu alandaki bilinçli müda­halelerle öğrenci gençliğin eylemliliği­nin küçük burjuva radikalizmini aşma­sının olanaklarını yaratır..

Bizde ise bu genel özelliklerinin ya­nında aynı gençliğin ayrı bir yeri ol­muştur. Dr. Hikmet Kıvılcımlının "Türkiye'de her zaman ileri gelişim atı­lışları hep aydın gençlikten çıkmış olu­yor" tespiti bizim irademiz dışında var olan bir gerçekliğin tespitidir. Önemli olan bu "ileri gelişim atılışlarının" nite­liğini belirlemek, bu niteliğin Leninist anlamda devrim mücadelesinde ne öl­çüde, nerede kullanılabileceği sorunu­na yanıt bulmaktır.

Kıvılcımlı yukarıdaki bakışını tarih­sel olarak temellendirerek, devlet sınıf­ları geleneğinden bahsediyor. Osman­lılık göçbe savaşçıların kurdukları ve 5 0 0 yıl yönettikleri bir toplumdur. Toplumun tabanında yer alan çiftçiler (reaya/güdülen) temel ve üstyapı ilişki­lerinde belirleyici olmamıştır. Halk gü- dücü dirlikçilerin güdümü altındayken, dirlikçiler de. İlmiyye Seyfiyye-Mülki- ye- Kalemiye olmak üzere dört devlet sınıfında örgütlenmişlerdi. Ülkedeki bunalım onlarında devlet sınıfları, sos­yal yapıdan bağımsızmışçasına hare­ket etme özelliğini taşıyorlardı. Ülke­nin geleceğinde devlet sınıfları, tarih­sel üretici güçlerden gelenek-görenek vurucu güçü olarak rol oynuyordu. Özellikle "İlmiyye ve Seyfiyye'nin bu noktada ileriye çıktığını, Tanzimatan

38

Page 41: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Meşrutiyete, Cumhuriyetten, 27 Ma­yısa kadar ülke kaderinin belirlenme­sinde rol oynadığını görüyoruz.

Burada özellikle üzerinde durdu­ğumuz nokta, devlet sınıflarının eyle­minde devleti ve memleketi kurtarma ve koruma amacının esas olduğudur. .Bağımsızmış gibi görünmelerine rağ­men, devlet sınıflarının bağımsızlıkları görüntüden öteye gidemez. Onların atılırdan Türkiye'nin sosyal yapısı yö­nünde belirleniyordu, kesin sonucu belirleyen, ülkenin ekonomik ve sınıf­sal yapısıydı. Vurucu güç sırası geldi­ğinde bir gecede vurup düşürendir. Oysa ondan sonra belirleyici olan öz­gün niteliğidir. Özgüç karşı devrimci ise, vurucu gücün devrimciliği ülke so­mutunda yansımasını bulamaz; dev- rimciyse sosyal devrim yörüngesine oturabilir. Devlet sınıflannm davranış­tan, devlet adına davranarak, devleti kurtarma ve koruma amacı doğrultu­sunda şekillenmişken, bu sınıflara mo­dern toplumda sosyal smıflann misyo­nunu yüklemek yanlış olacaktır. An­cak sosyal sınıf eğilimlerinin devlet sı­nıflarının vurucu gücüyle kendisine yol açtığını görürsek, bu teorinin öne­mi kavranmış olur.

Gençlik mücadelesine belli bir dö­neme kadar damgasını vuran bu gele- i nek, Mahirler, Denizlerle birlikte özde farklılaşsa da, bu dönemde de, bu ge­leneğin izlerini görmek mümkün. Da­ha önceki gençlik atılımlarında devlet adına davranarak devleti kurtarma ve koruma amacı taşınırken, gençlik bu sefer de halk adına davranma, halkı kurtarma, bunu yaparken de devleti yıkma perspektifi ile davranıyordu. Devleti yıkma hedefine rağmen, bu dönemde ortaya atılan öncü savaşımı teorisi, vurucu güç özelliğine sahip çı­kılması noktasında, halen devlet sınıf­ları geleneğinden kopuşmamaya bir yanıyla da olsa bir gösterge.

Ülkede kapitalizmin zor ve sancılı gelişimi, doğal olarak modern sosyal ' sınıflann gelişkenlik durumunu da be­lirlemiştir. Gençliğin, sosyal sınıfların üstlenmesi gereken rolü üstlenerek, adeta bir sosyal sınıf gibi devrimci atı- lımlar yapması, Jön-Türklük, Kema­lizm daha sonra da solculuk, gençliğin eyleminin ana özelliği olmuştur. Bilgi ve deney azlığına rağmen, aydın gençlik sadece pratikle yetinmemiş, Türkiye'deki sosyal devrim stratejisi de çoğunlukla bu kesimden gelen he­nüz çok genç yaştaki kişiler tarafından konmuştur. (Şefik Hüsnü, Hikmet Kı­vılcımlı bunun daha 1920'lerdeki ör-

Dir gösteride öğrenci karga tulumoa götürülüyor. 1990'da bu olaylara sıkça rastlanacağa benziyor.

nekleridir)Modern sınıfların güçlenmesi, plo-

teryanın varlığının mücadele içinde hissedilmesi ki proleteryanın örgütlü­lüğü ile direkt bağlantılı gelişecek bir süreç ile birlikte, Türkiye' de devrim mücadelesi aydın gençlik merkezli ol­maktan uzaklaşacaktır. Nitekim işçile­rin Nisan-Mayıs eylemliliği bunun ipuçlarını vermektedir. Gelişen İşçi ha­reketi karşısında öğrenci gençlik du­yarlılığını göstermiş, ancak bu konuda öğrenci hareketinin perspektifinin dar kalması, mücadeleye bakışın kısır ve derinlikten uzak olması sonucunda işçi sınıfına uzatılan kollar cılız kalmıştır. Bu gerçek bize öğrenci gençlik müca-

• o

C~^ğrenci gençliğin mevcut örgütlülü, yu­karıda açıklanan pektiğin hayata geçiril­mesinde yetersiz kal­maktadır. Önümüzdeki acil görev, mücadelede­k i örgüt insiyatifini ratmak, yaratılacak mer­kezi örgütlenme kanalı ile toplumun tüm kesim­leri ile sıkı bağlar kur­maktır.

delesini, devrim mücadelesine tabii görecek, işçi sınıfı ve ezilen tüm kesim­lerle ortak mücadele noktalan yakala­maya çalışacak, öğrenci hareketini sa­dece okullarda ve bu alanlardaki so­runlar özelinde değil, fabrika önlerin­de, gecekondu yıkımlarında, toprak iş­gallerinde de etkin kılacak bir bakışa sahip, güçlü bir direnişçi devrimci gençlik hareketine ihtiyacı hissettir­mekte. Bu bakış açısı ile mücadeleler­de bulunacak o yapı, işçi sınıfı ile aydın gençlik arasındaki köprülerin el yorda­mıyla kurulmuş, çoğunlukla geçici de­ğil, kalıcı ve sağlam, belli bir program çerçevesinde oluşturulması sonucunu doğuracaktır.

Aydın gençliğin mücadelesinde hakim olan yan uçkunluktur. Gerek aydın olarak konumları, gereksede devrim mücadelesinde şu ana kadar hep öne çıkan kesim olması uçkunlu- ğu daha da sivriltmiştir. Sosyal atlayış momentlerinde geçerli ve gerekli olan bu tarz, süreklilik durumunda giderek soysuzlaşır. Gittikçe devrime bakışı değişir, uzun süre sabırlı, kararlı bir ça­lışmayla ulaşabilecek atlayış momen­tindeymiş gibi davranır, devrimin ob­jektif koşulları gözardı edilerek kendi sübjektif niyetinin devrim için yeterli olduğu sanısına kapılır. Ya da proleter enternasyonalizmi Kürdistanda geli­şen ulusal kurtuluş hareketini destekle­meyi gerektirirken, bu konu es geçilir ya da şovence yaklaşımlar geliştirilir. Çünkü gençliğin kendine özgü ama kendiyle sınırlı alanın dışında bütün alanları kucaklayacak bir perspektif yoktur.

Oysa ne uçkunluk ne de yapkınlık tek yanlı kaldığınde yeterlidir. Yapkın- lık sosyal birikim momentlerinde ge­reklidir ve ancak atlayış momentinde uçunluk ile sentezleştiğinde bir anlam kazanır. İşte bu bakış açısıyla aydın geçliğin uçun özelliği, proletaryanın yapkınılığı ile sentezleşmeli uygun mo­mentlerde her öğrenci işçi kadar yap- km olabildiği gibi, her işçide öğrenci kadar uçkun olabilmeli. Yukarıda sö­zünü ettiğimiz şekliyle bir sentezleş- me, muhakkak ki bunu gerekli kılan, proleterya ideolojisinin savunucusu ve uygulayıcısı olan modern işçi sınıfı partisi içinde olacaktır. Öğrenci genç­liğin düzenle olan kopuşmasının mad­di temele oturması ancak işçi sınıf mer­kezinde gerçekleştirilecek devrimle mümkün. İşçi sınıfının ise öğrenci gençliğin devrimcileşmesinden kaza­nımı, öğrenci gençlik, kendi dar sınır­ları içine hapsolduğu müddetçe asgari-

39

Page 42: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

*P im di zorlu b ir görevle Türkiyeöğrenci gençlik hareketinde büyük öneme sahip ve yolumuzu aydınlatan bize cesaret ve onur veren Dev-Genç geleneğini yaşatmak. Ve Dev-Genç ge­leneğini proletaryanın devrim ci hareketiyle kay­naştıracak b ir ey lem lilik ve güce ulaştırmak ve d i­renişçi Dev-Genç hareketinin ulusal kurtuluş m ü­cadelesiyle dayanışmasını yükseltmek! Görev ba­şına!

de kalacaktır. Bundan azami ölçüde devrim için faydalanmak ancak genç­liğin mücadalesine bütünlüklü yaklaş­mak ve işçi sınıfı ile bağını kopartma­mak, pekiştirmekle mümkündür.

Sosyalizm ve sınıf mücadelesi ayn ayrı ön şartlardan meydana gelir ve birbirine paralel olarak gelişir. Ne sos­yalizm sınıf mücadelesini doğurur geli­şir, ne de sınıf mücadelesi sosyalizmi. Sosyalizm öğretisi derin bir bilimsel bilgi temeli üzerinde gelişebilir. Bu öğ­reti, mülk sahibi sınıfların genelde sa­dece kendilerine tanınmış olan eğitim olanaklarından yararlanan bireyleri­nin geliştirdiği, felsefe, tarih, iktisat te­orilerinden gelişir, işçi sınıfı sadece kendi mücadelesi ile ancak sendikacı­lık bilincini geliştirir, ekonomik müca­dele ile sınırlı kalır. Bu alandaki müca­delesi ona otoriteye her koşulda bo­yun eğişten kurtulup, kollektif'diren­me gereğini kavratır. Bu noktada bu alandaki mücadelesi, özünde filizlen­me halindeki bilinci ifade eder. Oysa

işçiler arasında kendiliğinden gelişen sosyal devrim bilinci olamaz. Sınıf bi­linci işçilere ancak dışarıdan iletilebilir. Bir taraftan işçi sınıfının kendiliğinden uyanışı diğer yandan da sosyalizm teo­risi ile bilinçlenmiş devrimci gençliğin işçilere yaklaşma eğilimi varken, bu durumdan işçilerin siyasi bilince ulaş­masını sağlamak, öğrenci ve işçi hare­ketini reformizm batağından kurtarıp, her alanda devrimci perspektifi hakim kılmak için faydalanmasını bilmeliyiz. Bunu gerçekleştirmenin yöntemi ise, bütün sınıf ve tabakaların devletle, egemen sınıfla ilişkisi ve bu sınıf ve ta­bakalann karşılıklı ilişkilerinden bilgi­lenmek ve bilgilendirmek için yarar­lanmaktır. Siyasi ajistasyon düzenin her somut örneği ele alınarak yürütül­meli. Devrimci eylemde dar kapsamla yetinmek artık aşılması gereken ilkel­liktir. Bu noktada düzenle çelişkisi olan her sınıf ve katmana bütünlüklü bir ajitasyon çalışması bizi bu ilkellik­ten kurtarmanın ilk aşamasıdır. Öğ­

rencilere önce sadece kendi alanlan- nın sorunlan doğrultusunda mücadele edin, eyleme gidin demek bu bakış açı­sını hayata geçirmeye çalışmak, işçile­re sadece ekonomik haklan için müca­dele edin demeye benzer. Önce eko­nomik mücadele daha sonra bu müca­dele içinde siyasi bilinç kazanımı şek­linde şematize edilebilecek aşama aşa­ma biliçlendirme teorisi oportünist bir yaklaşımdır.

Gelinen aşamada önümüzdeki gö­rev kitlenin gelişen eylemciliğine ör­gütlü olarak müdahale etmek, teorik ve pratik öncülüğü yakalamaktır. Şim­diye kadar "Polis idare işbiriliği, Yöke hayır, Özerk-demokratik üniversite sloganlan çerçevesinde örgütlenen öğrenci hareketine daha geniş bir perspektif sunulmalı. Elbette ki düze­nin uygulamalanna karşı en geniş du­yarlı kesimi içine alabilen eylemlilikler örgütlenmelidir, ancak bu süreçte ni­hai hedef bir tarafa bırakılıp, sadece reformlar için mücadele etmeyi ana hedef olarak belirlemek, devrimleri öncü konumundan, kitle kuyrukçulu- ğu konumuna düşürecektir. Unutul­mamalıdır ki pratikte öncülük, ideolo­jik öncülükle sağlamlaştırıldığında kalı­cı ve sürükleyicidir. Reformlar ise dev­rim mücadelesinin yan kazanımlarıdır. Mücadelenin ana eksenine oturtulma- malıdır.

' Öğrenci gençliğin mevcut örgütlü­lüğü, yukarıda açıklanan perspektifin hayata geçirilmesinde yetersiz kal­maktadır. Önümüzdeki acil görev, mücadeledeki örgüt insiyatifini yarat­mak, yaratılacak merkezi örgütlenme kanalı ile toplumun tüm kesimleri ile sı­kı bağlar kurmaktır. Kişilerdeki siyasi bilincin gelişmesi ancak her alandaki gelişmelere duyarlı olunması ve müda- hele etmesi noktasında gelişebilir. Hepsinden önemlisi proletarya hare­ketinin iktidar hedefinin öğrenci genç­liğe kavratılması, "Yolumuz Direniş Hedef İktidar!" sloganını gençlik ey­lemliğinin ana eksenine oturtabilmek­tir. İşte, Direnişçi Devrimci-Gençlik (Direnişçi Dev-Genç) hareketinin ana sloganıda bu olmalıdır.

Şimdi zorlu bir görevle karşıkarşı- yayız: Türkiye öğrenci gençlik hareke­tinde büyük öneme sahip ve yolumuzu aydınlatan bize cesaret ve onur veren Dev-Genç geleneğini yaşatmak. Ve Dev-Genç geleneğini proletaryanın devrimci hareketiyle kaynaştıracak bir eylemlilik ve güce ulaştırmak ve dire­nişçi Dev-Genç hareketinin ulusal kur­tuluş mücadelesiyle dayanışmasını yükseltmek! Görev başına! ■

• •

Qiğrenci gençliğin mevcut , yukarı­da açıklanan perspektifin hayata geçirilmesinde yetersiz kalmaktadır. Önümüzdeki acilgörev/ m ü­cadeledeki örgüt insiyatifin i , yaratılacakmerkezi örgütlenme kanalı ile toplumun tüm ke­sim leri ile sıkı bağlar kurmaktır.

40

Page 43: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Liselerde devrimci mücadele

Metin ÇAKMAK

Y etişkin bir insanla bir liselinin dünyaya bakışı birbirlerinden çok farklı. Yol aynmlannm en yoğun bir şekilde yaşandığı li­

se çağı, insanın belki de en fazla "in­san" olduğu çağdır. Henüz toplumu yeni yeni anlamaya başlamak, onun içinde kendine yer edinmek, duygu­sallık, meslek seçimi, geleceğe güven­sizliğin verdiği korku, umutsuzluk, li­seliyi sancılı bir tünele sokar.

Tüm bu koşullar altında beyinler tepkici bir yapı kazanır. Bütün iyi niye­te karşın çarkların içinde parçalanmak sanki kaçınılmaz bir sondur onun için. Tüm bu söylenenler Eylül sonrasının yaz ortamında katlanarak yaşandı ve yaşanmakta. Tüm insanları tek tip yapmayı kendine olmazsa olmaz ilke edinen faşizm, ilerde başına en çok dert açacak yerleri iyi hesaplayıp fab­rikalara ye okullara yüklendi. Liselere bakınca gördüğümüz durum Faşizmin başarısını göstermeye yeter.

Türkiye'de Fmans-Kapital'in asa­lak, hazır yiyici yapısı tüm yaşama ol­duğu gibi eğitime de damgasını verdu. Kendi kökleri sağlam olmadığı için, ik­tidarı altındaki kitlelere vereceklerini, kılı kırk yararak verdi. Sonuçta cehale­tin yaşam biçimi haline geldiği ülkede üretimden kopukluğun, hazır topçulu­ğun abidesi olan Finans-Kapital, kitle­lere üretim için eğitim konusunda ne verebilir di ki? Tabii ki hiç bir şey.

İnsan yeteneklerini katagorilere ayırıp, eğitmek şöyle dursun, varolan yetenekleri kısır bir sistemde parala­yıp yok etti. İnsan üretici gücünü çar­çur etmekte Finans-Kapitalimizle hiç kimse yanşamadı.

Onyıllardır değişmeyen müfredat programlan, hafız yetiştiren ve öğren­

ciye üretime yönelik hiç bir şey kazan­dırmayan leseîerde okutulunca buna bir de Eylül rejiminin liselerde bekçi köpekliğini yapan faşist müdür ve öğ­retmenler eklenince bu günkü tablo oluştu. Ve bu tablo geleneksel aile ya­pısının 15-18 yaş arası gençliğe verdi­ği "değerle süslendi. Aileye karşı ba­ğımsızlık savaşının verildiği bu dönem, onun bunalımlara en yakın olduğu dö­nemdir. Tutunacak dalları sınırlı olan lise gençliğinin uyuşturucu kullanma­ya yatkınlığı burdan gelir. Burjuva de­ğerleriyle beslenen ve onun istemiyle şekillenen liseli gençte son seneye gel­diğinde, üniversite stresi başlar. Üni­versiteye girmek onun gözünde henüz çözüm olduğu için tüm yaşamı ona gö­re programlanır. Eğer kazanırsa sorun üç dört sene ertelenmiştir. Kazana­mazsa iki yol var. İşçileşmek veya lüm­penleşmek (küçük burjuvaziye işçileş­mek çok dokunur.)

Sorunlann harman olduğu böyle bir ortamda resmi ideoloji lise gençliği­ne ne aunar. Tüm topluma sunduğu­nu. Tüm iletişim araçlannı insanlann politikleşmesini engellemeye ayırır. Onlara güzel kızlann boy gösterdiği dergiler, totolar, lotolar, halı sahalarda maçlar sunar. Bu arada hak yolunu bu­lup kendini Allah'a adayanlar da az de­ğildir.

Daha önce söylemiştik, yeni şekil­lenen beyinlerde dejenerasyon çok daha köklü olur, etkileri tüm yaşam boyu sürer.

80 -8 6 Dönemi en üst boyutlarda yaşanan rezalet 86'dan sonra toplum­sal muhalefetin yükselmesinin de etki­siyle yerini yavaş yavaş uyanışa bırak­tı. Toplumsal muhalefetin yükselme­siyle lisedeki öncü öğrenciler, devrim­

ci harekete aktılar. Küçük çapta da ol­sa yapılan eylemler, liseli gençliğin 1 Mayıs gösterilerine en aktif biçimde katılması bu uyanışın göstergeleridir. Çelişkilerin en derin yaşandığı yerler­de en nitelikli insanlann çıktığı gerçeği liseler için de geçerli. Henüz yaşın kü­çük olmasına karşın ona verilen en kü­çük politik bilinç onu bir anda sıçrat­maya yeter. Şark kurnazlığını henüz öğrenmeyen beyinler en saf ve kararlı şekilde mücadeleye katılır.

İler tutar hiç bir yanı kalmayan lise eğitimine şurası kötü burası düzeltil­melidir türünden bir yaklaşımı doğru bulmuyoruz. Devlet denetiminin üni­versitelerden yüzlerce defa daha koyu olduğu liselerde demokratik mücade­lenin başarı şansı hiç olmazsa yakın gelecekte yüzlerce defa daha düşük.

Proleterya sosyalizmine düşen gö­rev, liseli gençliğin işlevini abartmadan ama yabana da atmadan onun kendi bağımsız yapılanmasını yaratmaktır. Bu yaratılan yapı, işçi sınıfının mahal­lelerdeki öncü, yolaçıcı katalizör etkisi­ni kullanarak mahalle gençliği ile bü­tünleşmeye gitmelidir.

YAŞASIN LİSELİ GENÇLİĞİN DEVRİMCİ MÜCADELESİ

Aydınlanmızın yıllarca uğraşıp emekçilere anlatamadığı faşizmi, 80 Eylülü öyelisine çıplak ve dupduru an­lattı ki herkes şaşa kaldı. Ençok şaşıran da kendi aralannda açıktı, kapalıydı, sömürge tipiydi diye tartışmayan ge­neraller oldu.

Makina başındaki işçiye, üretme­nin onuruna, üniversitelerde yumruk­laşan öğrenciye hükmetmenin bu ka­dar kolay olacağını onlar bile düşün­

41

Page 44: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

medi. Aradan dokuz yıl geçti. "Zengi­nin parası, fakirin çenesini yorar" he­sabı çok yazıldı çizildi. Proleterya yazı­ya çiziye bakmadı, fabrikasına ve sof­rasına baktı. Ve vardığı sonuç kendi göbeğini ancak kendinin kesebileceği oldu. O kendi yatağında kendi bildi­ğince çağrılı olduğu yere akacak.

Yazımızın konusu onun akışına omuz verecek güçlerden birinin, liseli gençliğin durumu. 80 Öncesi liselere kısaca değinmekte yarar var.

Bu gün artık 7 0 -8 0 arası devrimci harekete damgasını vuran tabakanın küçük burjuvazi olduğu bir çok anlayış tarafından kabul ediliyor. O dönemin dünya ve Türkiyesi, küçük burjuvaziyi ve onun en aydın, en atılgan ve kendi­ni ezilen halkına en yakın hisseden ka­

nadı olan öğrenci gençliği sıcak müca­deleye çekti. Üniversitelerde başlayan dalga liselere yayılmakta gecikmedi. Kendi sınıf temelinin getirdiği normal bir sonuç olarak mücadeleyi teorik ço­raklığın toprağında pratik ilkelliği bes­ledi. Pratik çürüdü, tekrar çorak topra­ğa gübre oldu.

Bu genel karakter liselerde de en açık biçimiyle varlığını sürdürdü. Sınıf mücadelesini salt sivil faşistlerle çatış­ma düzeyine indirgeyen anlayışlar için en uygun ortam üniversite ve liselerdi. Kalıplann dışına çıkmanın günah sa­

nıldığı, sınıf adına, sınıftan kopuk mü­cadelenin gelenekleştirildiği bir ortam­da üniversiteli gençliğin yanı sıra, liseli gençlik de altında ezileceği yükleri omuzuna aldı. Zengin semtlerdeki le-

selerden, devrimci şiddeti sonuna ka­dar uygulayan anlayışlara, kahraman kadrolar yetişmesi raslantı olmasa ge­rek.

Tüm saygı duyulacak onur veren kavgaları bir yana liseli gençlik de önünde sonunda kazanacaklan, kay­bedecekleri, aydınlığı, disiplinsizliği, üretimden kopukluğu ile küçük burju­va idi ve Eylül mihengine öyle vurul­du,

Geçmişe ağlamak yasak. Olacak olanlar, olanlardan daha f^zla ilgilen­dirmek bizi. Eylülden sonra olanlan tekrar hatırlatmak bıktırıcı olabilir. An­cak genç olan, filiz halinde olan herşe- yin, olumluya da olumsuza da daha du­yarlı olduğunu gözönüne almamız ge­rek ■

42

Page 45: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Dünya Komünist hareketinin sancıları

Komünist Partilerini iktidar için müca­delede izledikleri yol en iyi biçimde ta­nımlarken; iktidann alındığı ülkelerde sosyalizmin kuruluşu için izlenen yol partilerin yapısının gerçek mihenk taşı olur. İkinci cümlecik şu soruyu peşin­den getirir: İktidara proleterya adına el koymuş bir parti, sonraki süreçte, sınıf yapısında bir değişime uğrayabilir mi? Daha açık soralım; iktidar yıllannda ya da sosyalizmin kurulma sürecinde par­ti, genel olarak halktan, özel olarak proletaryadan kopuşabilir mi? Polon­ya deneyi bu soruya olumlu cevap ver­memizi gerektiriyor.

Evet, kopuşabilir. Bu cevapçık 7 0 yıllık Sosyalizm deneyi dikkate alındı­ğında gerçekten yepyeni sorunlarla yüzyüze olduğumuzu vurguluyor. Sos­yalizmin kuruluş için mücadele yıllann- da proletaryadan kopuşan bir "prole­tarya partisi"! Bu paradoks bugün bir emperyalist propagandası ya da uy­durması değil, Komünist hareketin pratik akışında karşımıza çıkan açık bir gerçekliktir. Öyleyse üstünden atlana- maz. Çözümlenmelidir.

Bugün birkaçı hariç bütün sosya­list ülkelerde "reform'un uygulamalan gündemde. Bir kabuk değiştirme san­cısı yaşanıyor. Polonya bir uç örnek, onun ardında Macaristan bekliyor. Sovyetlerde şimdilik "aşın" yönelişler gözlenmiyor. Bu kabuk değiştirme sancılan elbetteki yalnızca pratik, pragmatik yönelişler olmakla kalmı­yor, kendi teorik yaklaşımlannı da ya­ratıyorlar. İşte tam bu noktkada onyıl- lann sessiz birikimi gürültülü bir patla­mayla etrafa saçılmıştır. Pek çok "ta­bu" konu tartışma gündemindedir.

Sosyalist mülkiyet biçimleri "pa­zar" ekonomisi, sanayide bile özel giri-

K omünist Hareket zor günler­den geçiyor. Son birkaç yıldır Dünya basını Çin, Sovyetler, Polonya, Macaristan, Yugos­

lavya olaylanyla dolup taşıyor. Üçün­cü Dünya Ülkelerinin borçlan, Nikara­gua devrimine yapılan saldınlar artık haber değeri taşımıyor. Emperyalist basın büyük bir gayret ve keyifle ko­münizmin artık "iflas" ettiğini ispatla­ma çabasında... Hergün yeni bir ha­berle, Sosyalist ülkelerin nasıl en so­nunda kapitalist ekonomi metodlan- na boyun eğmek zorunda kaldıklan, bütün Dünyada tekrar tekrar duyuru­luyor.

Eski başkanlardan R.Nixon, se­çimlerin hemen sonrasında "Bush'un gündemfni şöyle belirlemiştir.

"Yeni Yönetim Avrupaya en yük­sek dış politika önceliğini vermeli­dir...

"Doğu, Avrupa Batı Avrupa'nın doğal politik insiyatif alanıdır. Mütte­fiklerimizin yorgunluğu bir ölçüde şu gerçeklikten kaynaklanıyor; Kırk yıldır onlann rolü olumsuz bir misyonla sı- nırlandmldı-Sovyet yayılmacılığını durdurmak. Bu yorgunluk, Demir Perde ötesindeki gelişen banşçıl deği­şime; olumlu bir misyonla enerji harcı- yarak giderilebilir." (Foreign Aftairs, 'The Bush Agenda", R. Nixon)

Emperyalizmin dış politikasının odak noktası Avrupa (yani Doğu Av­rupa) olacaktır. Avrupada kırk yıldır durgun görünen "Kapitalizm-Sosya- lizm sının" olumlu bir misyonla enerji harcanarak değişime zorlanacaktır. Batılı liderlerin, duygulu nutuklarla iki­de bir ortaya attıldan "Berlin Duva- n"nın yıkılması dileği bu sınır zorlama­sının en nazik noktasıdır.

Emperyalizm böyle bir taktik yö­nelişe yalnızca kendi isteğiyle giremez­di. Bu konuda "kırk yıldır" hiç bir fırsatı zaten kaçırmamıştır. Ancak şimdi em­peryalizmi böyle bir taktiğe çeken, Sosyalizmin tepe noktalanna tırma­nan iç zorluklandır. Sosyalizm sınırları içinden emperyalizme heyecanla el sallayanlar çoğaldı. Üstelik bunlar "açıklık politikası" sayesinde artık em­peryalizme oldukça rahat kur yapabili­yorlar.

Eskiden kapitalizmin, Doğu Avru­pa'ya yönelik saldın yoklamalanna ku­rulu bir yay gibi cevap veren Sosya­lizm, son yıllarda bu gerilimden çıkmış görünüyor. Böylece Sosyalizm Sosya­lizm olmaktan mı çıktı? Yoksa kendi sistem temellerini daha soğuk kanlı es­nek tepki gösterecek ölçüde güçlen­dirdi mi?

Konumuz Emperyalizm ve Sosya­lizm karşılıklı taktik yoklarnalan değil Dünya Komünist Hareketinin sancıla- nna genel nedenleri çerçevesinde yak­laşabilmek, daha derinliğine irdeleme­ler için bir çıkış noktası belirliyebilmek- tir.

SORUNUN KONULUŞU

1917'den beri Dünya Komünist Hareketi nitelikçe başlıca iki bölüğe aynldi: İktidarda olanlar ve iktidar için mücadele edenler. Dolayısıyla Komü­nist Hareketin içindeki partilerin prob­lemleri ülke özelliklerine göre aynca- lıklar göstermekten öteye sistem fark- lılıklanndan gelen yepyeni sorunlarla yüzyüzedir. Bu süreç II. Dünya Savaşı sonrasında daha zengin bir nitelik ka­zandı.

Böylece Kapitalist Ülkelerdeki

43

Page 46: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

şimciliğe dönüş, uluslararası planda sı­nıf mücadelesinin reddi, devrimler dö­neminin kapanıp evrimci değişimi tek gelişme yolu ilan etmek, militarizmsiz kapitalizm ve Yeni Sömürgecilik ol­maksızın emperyalizm, hatta tekelci kapitalizmin "çürüyen” değil, belki de "kapitalizmin gerçek gelişme biçimi" olduğu tezleri, Komünist dünyada kı­yamet alemetleridir. Bu tabloya Batı kapitalist anayurtlanndaki komünist partilerin çoktan katılaşmış anti- Marksist görüşlerini de eklersek Dün­ya Komünist Hareketinde bir çöküş- den bahsetmek hiç de abartmalı bir değerlendirme olmayacaktır.

Çöken nedir? Boyutları ve çıkış yolları nelerdir? Önümüzdeki yılların gündemindeki konular bunlardır. Bu konuda taslak düşüncelerimizi formü­le etmeden, Komünist hareketin tari­hinde yaşanmış önceki çöküşlere de­ğinelim.

İLK BÜYÜK ÇÖKÜŞ:IL ENTERNASYONAL

Lenin "II. Enternasyonalin Çökü­şü" broşürünü Mayıs 1915'te yazdı. Enternasyonal üyesi partilerin savaşla birlikte "anavatanın savunulması" tak­tiğine sürüklenmeleriyle proletarya­nın vatan tanımaz uluslararası örgüt­lenmesi çöktü. Oysa Balkan savaşı ne­deniyle Kasım 1912'de toplanan II. Enternasyonal olağanüstü Basel Kongresinde; "(1) savaşın ekonomik ve politik kriz yaratacağı; (2) işçilerin savaşa katılmayı ve kapitalistlerin kârları için birbirlerini vurmayı bir ci­nayet olarak kabul edeceği; savaşın iş-

ı çiler arasında öfke ve isyan uyandıra­cağı; (3) sosyalistlerin görevinin, halkı ayaklandırmak ve kapitalizmin yıkılışı­nı hızlandırmak için bu krizden ve işçi­lerin ruh halinden yararlanmak oldu­ğu; (4) istisnasız bütün hükümetlerin

hayati tehlike karşısında savaşa başla­yabileceği; (5) hükümetlerin bir prole­ter de vriminden korktuklan; (6) hükü­metlerin Paris Komününü (yani sivil savaş), 1 9 0 5 Rus devrimini hatırlama­ları gerektiği" (lenin, Cilt 21 , s. 213) tespit edilmişti.

İki yıl sonra savaş patladığında II. Enternasyonel partilerinin büyük bir çoğunluğu Basel Kongresi kararlannı unuttular ve proleteryanın sınıf çıkar­larına, kendi burjuvazilerinin hatm için, ihanet ettiler.

Herşey bu iki yılda mı birikti? Sa­vaşın olağanüstü koşullan mı Komü­nist partileri bozguna itti? Tarihi ger­çeklikler bu büyük çöküşün ardında uzun birikim yıllannm ve emperyaliz­min, kapitalist ekonomilerde yarattığı yapısal değişikliklerin olduğunu ortaya koyuyor.

"Bununla birlikte, "banşçıl" on yıl­lar kendi izini bırakmaksızın geçip git­medi. Bu yıllar kaçınılmaz olarak bü­tün ülkelerde oportünizmin yükselme­sine neden oldu ve onu parlemento- lar, sendikalar, basın ve diğer "liderler" arasında egemen hale getirdi. Devrim­ci Proletaryayı çökertmek ve zayıflat­mak için çırpınan tüm burjuvazi tara­fından her yolla desteklenen oportü­nizme karşı şu ya da bu biçimde uzun ve dişediş bir mücadelenin verilmediği tek bir Avrupa ülkesi yoktur. Onbeş yıl Önce "Bernştayn" tartışmasının baş­langıcında, aynı Kaustky, oportünizm bir tepki olmaktan bir eğilime dönü­şürse, bir bölünmenin yakın olduğunu yazmıştı." (Lenin , Çilt 21 , s .98).

1870lerden sonra Avrupa’da uzun banşçıl yıllar başlamıştır. Bu aynı yıllar "hareket herşey amaç hiçbir şey­dir" parolasını atan Bernştayn oportü­nizminin doğuş ve serpiliş yıllandır. Komünizm nihai amacını günlük çı­karların dar ufkunda boğan ve inkar eden Bernştayn "banşçıl" on yıllann

oportünist birikiminin bir bakıma baş­langıç noktasıdır. Dolayısıyla savaşa karşı Basel Kongresinde olumlu karar alabilen II. Enternasyonal partileri as­lında on yılı aşkın süredir oportünizm mikrobuyla boğuşmaktaydılar. Sava­şın olağanüstü koşullan uzun banşçıl yıllann sivriltemediği sorunlan bir an­da üste çıkartmış, Enternasyonel par­tilerinde oportünizmin aktığı derin ka­nallar birden patlamış, çürümüşlük bü­tün iğrençliğiyle gözler önüne serilmiş­tir.

Demek ki II. Enternasyonali çökü­şe götüren nedenlerden birisi, uzun yıllar, içinden geçtiği "banşçıl" on yıl­lardır. "Bu yıllar kaçınılmaz olarak bü­tün ülkelerde oportünüzümin yüksel­mesine neden" olmuştu. Ancak böyle geniş boyutlu bir yıkılış için yalnızca uzun banşçıl yıllar yetmezdi.

Emperyalizm dönemi oportünist eğilimlere bir bakıma sağlam maddi temeller hazırlanmıştır. "Oportünizm, kapitalizmin gelişiminin özel nitelikli bir döneminde onlarca yıllık süreçte peydahlandı; bu dönem diğerlerine göre banşçıldı ve imtiyazlı işçi tabaka­sının kültürlü yaşamı onlan "buıjuva- laşürdı" onlara uluslar kapitalistlerin sofrasından kırıntılar vardı ye yoksul ve perişan yığınlann acılanndan, dert­lerinden devrimci ruh halinden kopar­dı." (Lenin, cilt 2 1 , s. 243) "Burjuvala- şan" imtiyazlı işçi zümresi emperyalist talanın yaratığıdır, ezilen uluslann za­rarına, bu yağmadan kmntı çöplenen ve işçi sınıfının genel kitlesinden ko­pan ona yabancılaşan bu aristokrat iş­çi zümresi oportünizmin maddi daya­nak noktası olmuştu.

On yılların birikimi ve oluşumu, savaşla bütün örtülerinden sıynlmış- tır.

"Bu çöküş, Sosyal-Demokrat par­tilerin ulusal işçi partilerine dönüşü­mü, oportünizmin tam bir zaferi anla­mına gelmekle birlikte, aslında, İkinci Enternasyonalin bütün tarihsel döne- minin-ondokuzuncu yüzyılın kapanışı ve yirminci yüzyılın başlangıcı-bir so­nucudur. Bu dönemin objektif koşulla- n-Batı Avrupa burjuva ve ulusal dev- rimlerinin tamamlanmasından sosya­list devrimlerin açılışına geçiş-oportü- nizmi yarattı ve besledi" (lenin, Cilt 21 , s. 256).

Özetlersek, II. Enternasyonalin çöküşünü başlıca üç koşulun yanyana gelmesi hazırlamıştır. İlki, uzun banşçıl on yıllardır, İkincisi; emperyalizm ça­ğının işçi sınıfr içinde aristokrat bir zümre yaratması, üçüncüsü; burjuva

L / a h a açık soralım; iktidar yıllarında ya da sos­yalizm in kurulma sürecinde , genel olarak halktan, özel olarak proletaryadan mi? Polonya deneyi bu soruya o lum lu cevap ver­m em izi gerektiriyor. Evetkopuşabilir. Bu cevap- çık 70 y ıllık Sosyalizm deneyi dikkate alındığında gerçekten yepyeni sorunlarla yüzyüze olduğu­muzu vurguluyor.

44

Page 47: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

devrimleri çağının kapanıp, sosyalist devrimler döneminin açılmasıdır. Ar­tık egemen olan burjuvazi "her yolla" sınıf içinde oportünizmi besleyip kış- kırtabilmiştir. Hatta tarihi ve siyasi olarak eyleminin başça yönlerinden birisi bu olmuştu.

Çöküşen teorik cephaneliğe de göz atarak tabloyu tamamlayalım. Ba- nşçıl geçiş umutlan; proletarya dikta­törlüğünün reddi, "demokrasi'nin (burjuva demokrasisinin) kutsanması, ultra emperyalizm" tezleriyle emper­yalizmin yüceltilmesi, çelişkisiz, çatış- masız bir şekilde "süper emperya- lizm'min, Dünyayı banşçıl sömürme­sinin ve geliştirmesinin mümkün oldu­ğu görüşleri, o yıllar oportünizmin, II. Enternasyonal döneklerinin bayrağı­na yazılmıştır. Savaşla birlikte aynı bayrağa "vatan savunması" ya da şo­venizm de yazılınca çöküşü ilan etmek kaçınılmaz olmuştur.

Uluslararası işçi hareketinin önünden bu çürümüş cesedi ancak 1917 Rus Devrimi'nin patlamasıyla hızlanan Avrupadaki devrimci kabarış süpürebilmiştir. III. enternasyonali ya­ratan dönem, II. Enternasyonel yılla­rından bambaşka karakterdedir. Bu yıllar derin ekonomik krizlerin ebelik yaptığı devrimci atılım ile faşizme kar­şı mücadelenin içiçe geçtiği yıllardır.

III. Enternasyonal, kimi önemli hatalarına rağmen, uluslararası prole­tarya mücadelesinin şanlı, unutula- maz yıllarının adı oldu.

İKİNCİ KRİZ: SOVYET-ÇİN KOPUŞMASI VE "AVRUPA KOMÜNİZMİn

II. enternasyonalin çöküşünden sonraki yıllar savaş ve kriz yıllanydı. Avrupa'da en azından iki on yıl devrim ve faşizm ölümcül savaşa girişti. II. en­ternasyonali içten çürüten "barışçıl" on yılların tersine III. Enternasyonal yıllan adeta düşüncenin olaylann hızı­na yetişemediği yıllar oldu.

Komünist Enternasyonal sonrası yıllar ise, II. Enternasyonal yıllanna benzedi. En genel tarihi gidiş açısın­dan I. ve III. enternasyonal yıllannı, öte yandan da II. Enternasyonal yıllan ile 1950'ler sonrası benzetmek hatalı olmaz. Bu dönemlerin farklılığı dev­rim ve evrim arasındaki farklılığa denk düşer. Bu iki temel sosyal gelişim yolu­nun bambaşka özellikleri, kaçınılmaz bir şekilde ortamın içindeki partileri de etkilemiştir.

1950 sonrası yıllan, II. Enternas­

yonal yıllanndan ayıran elbetteki çok önemli özellikler vardır. Bu özelliklere gelmeden, Komünist Harekette önemli bir kriz yaratan Çin Sovyet ko- puşmasının kapsamına değinelim.

1963'te şiddetlenen polemikler bir kaç yıl sonra kopuşma ile sonuçlan­mış, Çin, Sovyetler Birliğini "emper­yalist" ilan ederek karşı-devrim safla- nnda görmeye başlamıştır. Bu kopuş- manm, Dünya Komünist Hareketinde önemli bir kargaşa yarattığı açıktır. Ancak bu kaosun tek nedeni yalnızca Çin ve Sovyetlerin kopuşmalan ger­çekliği değil, bizzat polemikleri böyle bir kopuşmaya götüren ortam ve olay­lardır.

Çin Sovyet çatışması, teoride Sta- lin'in ölümünden sonra SBK P politika­sındaki değişimler pratikte de Küba krizinde Sovyetlerin tavn kışkırtmış­tır.

22 . Kongresinde kabul edilen yeni programla SBKP, o güne kadar Batı Avrupa komünist partilerince savunu­lan "barışçıl geçiş" tezlerini açıkça be­nimsediğini ilan etmiş oldu.

Küba krizindeki geri çekiliş ise Çin tarafından, Amerikaya "teslimiyet" olarak görüldü.

Sonuçta belli konularda sivrilen bir siyasi çatışma başladı.,*

"Uluslararası komünist hareketin genel çizgisi,tek yanlı bir görüşle, "ba­rış içinde birarada yaşama", "banş içinde yanş" ve "barış içinde geçişe" inodirgenirse bu, 1 9 5 7 Deklarasyo­numun ve 19 6 0 Bildirisinin devrimci ilkelerine aykm hareket etmek, Dünya Proleter Devriminin tarihsel görevini hiçe sayma ve Marksizm-Leninizmin devrimci öğretilerden ayrılmak de­mektir." (ÇKP'nin SEKP'ne Mektubu, 14 .7 .1 9 6 3 )

ÇKP- genel olarak "barış'çı tezlere karşıdır. Çünkü "çağdaş kapitalist dün­yanın bünyesindeki çelişmelerin geliş­mesinin, emperyalist ülkelerin birbir- leriyle yoğun ve dönülmez bir savaşı­ma girecekleri yeni bir duruma zorun­lu olarak yol açacağına (a.y.) inan­maktadır.

Öte yandan, "dünya sosyalizm sis­temiyle kapitalizm sistemi arasındaki çelişmenin "ekonomik yarış"ın gidişi içinde kendiliğinden ortadan kalkaca­ğını (a.y) savunan görüşlere karşı çıkan ÇKP haklı olarak başka bir alternatif ileri sürür:

"Bu yüzden, Dünya Proleter Dev­riminin tüm amacı bir bakıma, Dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluştu­ran bu bölgelerdeki (Asya, Afrika, La­

tin Amerika b.n.) halklann devrimci savaşımlannm sonucuna dayanmak­tadır." (a.y)

ÇKP'nin SBKP ile giriştiği pole­mik, yalnızca SBKP'nin "banş içinde birlikte yaşama" politikasının farklı yo­rumlan seviyesinde görülürse, dünya devrimci sürecinde yaşanmakta olan objektif değişimler dikkate alınmamış olur.

Çin'in o dönem politik saldmlan- nın diğer önemli hedefi Avrupa komü­nist partilerinde yaşamakta olan geli­şimdi. Hemen hepsi sosyalizme "ba- nşçıl" hatta "parlementer bir geçişi" savunmaya başlamışlardı. Aynı za­manda kaçınılmaz bir şekilde "demok­rasiyi" dokunulmaz tabu olarak görüp onu sınıf temellerinden kopanp kut- sallaştmyorlardı. Oysa bu pek "de­mokratik" ülkeler Asya, Afrika, Latin Amerika halklarına yeni sömürgecilik tuzağından başkasını layık görmüyor­lardı.

O nedenle çatışma özünde Çin ile Avrupa Komünist partileri arasınday­dı. Ya da yeni sömürgeciliğin artıkla- nyla yeniden uyuşturulmaya başlanan batı proleteryası ile Batı'ya baş kaldır­mış olan ezilen halklar arasındaydı. Bu çatışma ortasında, SBKP -Çin'in tehli­keli noktalara varan görüşlerine karşı (savaşın kaçınılmazlığı görüşüne karşı) mücadele etmemekle kalmamış, bu saçmalıklan desteklemiştir de. İşte bu noktada mücadele "Çin-Sovyet çatış­m asına dönüşmüş ve iki yönlü bir ko- puşmayla sonuçlanmıştır.

Çın, Sovyetleri "emperyalist" ola­rak niteleyerek kopuşmuş; daha son­raki yıllarda ise Batı partileri "Avrupa komünizmi" parolasıyla, komünist partiler soyut bildiriden başka bir şey üretmeyen toplantı komedisine son vererek Sovyetlerden "bağımsız'laş- mışlardır.

1 9 6 3 -1 9 7 0 arasında olgunlaşan bu iki uç kopuşma Dünya Komünist Hareketinde yeni önemli bir sancının açık kanıtlanydı.

O günlerin koşullanna bir göz ata­rak, olayın biraz daha derinliğine in­meye çalışalım.

Batı'da ekonomik gidiş eski "barış­çıl yıllan" geri getirmiştir. Ekonomik gelişme, işçi ariktokrasisini yeniden canlandırıp beslemiştdir. Üstelik işçi demokrasisi artık, egemen burjuvaziy­le kol kola devleti yönetmek gibi önemli bir deneye de sahiptir. İngilte­re, Almanya, İsveç'te Finans kapitalin gözlerini yaşartan deneyler yaşanmış­tır. II. Enternasyonal partilerinin iha­

45

Page 48: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

netleri kolay unutulacak bir deney ol­mamasına rağmen, III. Enternasyona­lin Avrupa partileri daha 1955'îerde taktik sapıklığa düşerek, sosyalizme "banşçıl geçiş” yolunda sıralanmışlar; sanki II. Enternasyonalin hatalannı tekrarlamaya soyunmuşlardır.

Bu dönüşü yalnızca, başlıyan ba- nşçıl yıllarla, açıklayanlayız.

II. Enternasyonal partilerinin dev­rime ihaneti Avrupada faşizmin tırma­nışı için imkan yarattı. O dönemin ka­labalık Sosyal-Demokrat partileri fa­şizmin önünde kirli bir yolluk oldular. Üstlerine basılıp geçildi. Ancak uzun faşizm yılları mücadele ufkunu prole­tarya devriminden Burjuva demokra­sisine geriletince, III. Enternasyonal partileri ile ihanet damgalı II. Enter­nasyonal partileri taktik ittifaklarda yanyana geldiler: Faşizmin korkunç pratiği, komünist partileri içinde de bir kere daha, II. Enternasyonal yılların­daki gibi, "demokrasi sevdasını tutuş­turdu. Burjuva demokrasileri idealize edildi hatta sosyalizme geçişin rahat, zahmetsiz bir basamağı olarak görül­dü. Netice olarak, faşizm yıllan Avru­pa komünist partilerinin devrim ufku­nu köreltmişti.

Dönüşe ikinci neden, II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Sosyalizmin tartışılmaz saygınlığı ve gücüdür. Bu güç "barışçıl geçiş" rahat yastığında uyuklamak için gerekçe oldu.

Bu iki neden, komünist partilerin­deki taktik sapkınlığın hemen 1950'ler sonrası başlamasını açıklar, ancak ardından gelen uzun yıllarda koyulaşarak daha geri noktalara var­masını yeterince anlatmaz.

Burada üçüncü nedene, kapitaliz­min 19501er sonrası yaşanan "refah" yıllarında işçi sınıfının yapısındaki de­ğişimlere gelinir. Yeni sömürgecilik ve bilimsel teknik devrimle proletaryanın saflarında masa-hiz-met işçilerinin sa­yısı hergün artmıştır. Sınıfta aydınlaş­ma artarken bu beraberinde uzlaşma eğilimlerini de beslemiştir. 'Sınıfın ya­pısında bu yöndeki değişim eğilimi esas olarak devam ettiği için yıldan yıla komünistlerin sosyal-demokratlaşma- sı yükse-len bir hızla devam etmiştir.

II. Enternasyonal yıllarının aris­tokrat işçi zümresi 1955'ler sonrası hem daha yaygınlaşmış, hem de sınıf içinde masa başı çalışanları- "beyaz yakalılar" yıldan yıla artmıştır.

Batı'da sınıf mücadelesinin orta- . mi; sınıfın yapısındaki tedrici değişim ve üst üste yığılan barışçıl yıllarla do­nuklaşıp parlementer hayallerle zehir­

lenmişken, "üçüncü dünya"da akan süreç bambaşkaydı. II. Dünya Savaşı­nın bitimiyle Avrupa durulurken, ısını­yordu. Mücadele ortamları tam anla­mıyla taban tabana zıttı.

Bu objektif zıtlık kendini teorik se­viyede "üç dünya teorisi" nin saçmalık­ları bir yana, bu teori, ulusal kurtuluş savaşlannın öneminin, sınıf mücadele­sine kayıtsızlaşan batı proletaryasına duyurulma çabasıydı. Bu çaba saçma­lık noktasına varan abartmalarla, sa­vunmaya çalıştığı ulusal kurtuluş sa­vaşlarına zarar verinek gibi bir sonuca varmıştır.

1963-70'Ler arasında ve sonrasın­da Dünya Komünist hareketi içindeki sancınn iki kutbunu şöyle tanımlayabi­liriz. Komünist hareketi; bir yandan ulusal kurtuluş savaşlarından gelen köylü yada küçükburjuva devrimciliği etkilenirken; öte yandan Batı'da "re­fah" yıllannı yaşayan kapitalizmen alıklaştırdığı imtiyazlı işçi kesimlerinin reformist hayalleri etkiliyordu.

Ezilen halkların devrimciliği radi­kal parolalara sarılırken, batıda prole­tarya "barış" bayrağı altında burjuva demokrasisi afyonuyla iyice uyuşturul­muş olarak bu radikalliğe korku ve tik­sintiyle bakıyordu.

Ancak mücadele araçlanndaki devrimcilik Sosyalizme gidişin hiçbir zaman teminatı olmamıştır. Çin, bir yandan üçüncü dünya halklarının mü­cadelesini tek odak noktası olarak gö­rürken, öte yandan bu halklan en önemli müttefikleri Sosyalist sistem­den koparmaya kalkarak kendi tutar­sızlığını açığa vuruyordu. Bu, milli bur­juvaziye "sempatiyle bakan küçükbur­juva (köylü)eşitçiliğinin Sosyalizm yo­lundaki kararsızlığının kendini açığa vurmasından başka bir anlamı gele­mezdi. Çin'deki bu dönüş, aslında o yıl­larda emperyalizmden bağımsızlaşan bazı üçüncü dünya ülkelerindeki genel sancının bir dile getirilişiydi. Onlar sos­yalizmi kurmaya bile girişmeden kendi kapitalizmlerini çok az sağlamlaştır­dıktan sonra yeniden emperyalizmin ağına takılmak için kapitalizm okyanu­suna daldılar.

Özetlersek, Komünist harekette ikinci çöküş değilse bile krizin en genel anlamı, küçükburjuva devrimciliğiyle, imtiyazlı işçi zümrelerinin sosyal eği­limlerinin Marksizm zemininden ko- puşmaları,.ya da bir süreci anlatmak is­tersek böyle bir kopuşmaya kuvvetle yönelmeleridir.

Dünya ölçüsünde Finans-Kapita- lin ilk doğuş ve palazlanışı II. Enternas­

yonalin çöküşünün maddi koşullannı yaratmıştı. 1950'ler sonrası ise, aynı Finans-kapitaî, çöken klasik sömürge­ciliğin yerine yeni sömürgeciliği geçi­rerek, tıkanan, kapitalist ekonomileri bilimsel teknik devrimle Sosyalizme karşı savunarak kendine yeniden çeki düzen verdi. Onun bu başansı, Avrupa komünizminin ve ulusal kurtuluş sa­vaşlarının sosyalizme yönelişte yalpa- lanmalannın maddi temeli oldu.

ÜÇÜNCÜ KRİZ:İKTİDARDAKİ SOSYALİZMİN KİRİZİ

Kapitalizmin etkisinin asgari ölçü­lerde olduğu Sosyalist ülkelerde ne kri­zi olabilir? Sosyalizm "krizsiz gelişi­min" yolu değil miydi?

Gorbaçov yeniden yapılanma ey­lemine giriştikten sonra konuşmala- nnda sık sık "çürümenin bu boyutlarda olduğunu bilmiyorduk" demek zorun­da kalmıştır. Bizler için ise sosyalist ül­keler en genel bilgilerden öteye hep bi­linmez kaldı. Sosyalist ülkeler kendi gerçek durumlarının açıklamayıp olumluluktan dünyaya duyurmakla ye­tindiler. Şimdi gerçekliklerin perdesi aralındıkça yada aralanmak zorunda kaldıkça Sosyalist ülkeleri daha iyi ta­nıyoruz. Ve Gorbaçov'un sözlerini tek­rarlamaktan kendimizi alamıyoruz: Çürümenin bu kadarını hayal bile ede­mezdik!

1980'lerde dünya komünist hare­ketinin en önemli bölüğünde, sosyalist ülkelerde, gizlenemez sancılar ortaya çıkmıştır. Olayların boyutlan kendini ortaya koydukça sorunun, kimi aksa- malan düzeltmekten öteye olduğu, köklerinin derin çözümünün zor ve acılı olacağı anlaşıldı.

Sosyalist ülkelerdeki sorunları doğrudan kapitalizmin durumuyla açıklamak elbette mümkün değil. Ka­pitalizmin bu sancılara dolaylı etkisi olabilir. Bu anlamda iki gelişmeden söz edilebilir.

Sosyalist ülkelerdeki krize sebep olan değil, ancak oradaki birikimin açığa çıkmasında bir ölçüde rol oyna­mış olan iki gelişmeden birisi ulusal kurtuluş savaşları döneminin kapan­mış olmasıdır, hatta yalnızca kapa­makla kalmamış, bağımsızlaşan ve sosyalizmle dost olan bu ülkelerin önemli bir bölümü yeniden emperya­lizmin saflânna katılmıştır. Böylece II. Dünya Savaşı yıllanndan beri oldukça hızlı bir gelişim gösteren Sosyalizmin dünyadakti yayılması duruyor, daha

\ .

46

Page 49: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

doğrusu bir kaç adım geriliyordu. Sos­yalizmin yayılma hızının kesilmesi ka­çınılmaz bazı sonuçlar doğurmuştur. Gelişim bazı sistemdeki zayıflıktan ör­terken, gerileme başlayınca bu zayıf­lıklar kendilerini daha kuvvetli hisset­tirmeye başlamıştır.

İkinci neden, kapitalizmin son kırk yıldır bazı önemli krizler yaşama­sına rağmen gelişebilmesidir. Kapita­list sistem Dünyada alanca daralmaya başladıkça üretimce yoğunlaşıp derin­leşme yolunu seçmiştir. Bir bakıma Sosyalizm ekstansif bir yayılma yaşar­ken, kapitalizm entensif bir derinleş­meye zorlanmıştır. Bu, üretim tekni­ğinde olağanüstü sıçramalar yaratmış­tır. Böyle bir gelişimin Sosyalizmi etki­lememesi, hatta onu kuşatıp baskı altı­na almaması düşünülemezdi.

Bu iki neden Sosyalizmin sancıla- nnı açığa çıkmasını hızlandırmıştır. Ancak bu sancıların nedeni olamaz­lar. Onlar bütünüyle Sosyalizmin ken­di gelişim sürecinin ürünüdür.

Önce Sosyalizmde sancılann ken­dini ortaya koyuşundan başlayalım.

Ekonomide; teknik gerilik, tüke­tim mallarında kıtlık ve kalite düşüklü­ğü, üretimin artık böyle gitmeyeceğini gösteriyor.

Mülkiyet ilişkilerinde; "sahipsiz" yada soysuzlaşan bir devlet mülkiyeti. Ancak bu mülkiyet ilişkisine aşağıdan, sıradan halk yönünden bakınca, dev­let mülkiyeti el değiştirmiş görünüyor. Katı bürokratik yapı üretim araçları­nın da "sahibi" olarak görünüyor "Gö­rünsün, nasılsa aslında öyle değil" de­nilebilir. Ancak bu görüntü, değil sınıf­sız topluma ilerlemek, sınıflaşmanın soysuzlaştmcı etsini sürekli canlı tutan bir sonuç yaratıyor.

Politikada; ağır, pahalı, bürokra­tik bir devlet ve elbette bunun mantıki sonucu yığın insiyatifinin çürümesi, yani ölü yada donmuş halk demokra­sisi.

Bu sonuçlan gidermek için alman önlemlere gelince; Sosyalist ülkelerin yapısına göre önlemler elbetteki deği­şiyor. Biz Sovyetleri temel alacağız.

Konumuz genelliği açısından de­taylara girmeyeceğiz, alman önlemle­re baktığımızda sosyalist sistemin do­kunulmadık alanının kalmadığını gö­rüyoruz. üretimden yığın örgütlenme­lerine kadar herşey krizden payını al­mıştır.

Ekonomide, işletmelerin "kendi kendini finanse etmesi" prensibi be­nimsenmiştir. Kendi kendini öldüren planlamadan kısmi "pazar" koşulları­

na dönüş. Bunun anlamı ihtiyaçtan, tüketici tepkisinden kopan üretimin, kaçınılmaz şekilde korkunç savurganlı­ğa kapı açmasıdır. Tüketilmeyen mal yığınlannın yanında, ihtiyaca karşılık veremeyen kıt üretim. Planlama, bü­roda hesaplama olarak uygulanınca, kapitalizmin kar için üretim hastalığı­nın yerini, plan için üretim almıştır. Fa­kat planın ihtiyaçlara ne ölçüde cevap verdiği, daha da öteye üretilen malın kalitede ihtiyaca karşılık verip verme­diğini kontrol eden mekanizmanın yokluğu plan ve israf kelimelerini eş anlamlı hale getirmiştir.

Yine ekonomide, özellikle küçük üretim ve hizmet alanlanndaki tıkanı- şa çözüm olarak özel girişime izin veril­miştir. Tamir bakım eğlence, taşıma vb. alanlarda "devlet" memurluğu yada işçiliği yürümüyor. Özel girişim dene­necektir.

Tanm da, atıl duran iş gücünü ha­rekete geçirmek için toprak kiralama serbest bırakılmıştır.

Mülkiyet .ilişiklerinde, çatıştığı fab­rikadan hisse satın alabilmek, 5 0 yıl toprak kiralayabilmek, gibi önlemlerle özel mülkiyetin tılsımından medet umulmaktadır.

Politikada, genel yığın insiyatifini harekete geçirmek için yollar bulunup uygulanmaya çalışılıyor. Bulunamaz­sa Polonya'da olduğu gibi yığınlar ken­dileri bazı çözümler dayatabiliyor. Dönmüş halk demokrasileri canlanı­yor.

Bu kısa özetlemeden sonra Sosya­lizmin sancılannm nedenlerine gele­lim.

Birinci ve temel neden, Sosyaliz­min kuruluşuna başlanırken, devir alı­nan geri mirastır. Sosyalizm gelmiş bir kapitalist ülkede değil, Avrupanm en geri ülkesinde kuruldu. Bu genel ka- rekter sonraki deneylerde de değişme­di. Geriliğin, Sanayi ve tanmda - ki üretici güçlerin ilkelliği anlamına geldi­

ği açık. Üretici* güçler modem çağda başlıca iki bölük: teknik ve ihsan. Tek­nik geri olunca insan üretici gücün de bu ülkelerde çok geri seviyelerdeydi. Kapitalizm bir kaç yüz yılda üretim sü­recinde keskin bir iş disiplini yaratmış­tır. Oysa Rusya ve diğer ülkelerde bu disiplin kurulmadan Sosyalizmin ku­rulma yoluna çıkılmıştır. Kapitalizm koşullannda, kapitalist iflas, işçi ise aç­lık korkusuyla terbiye ediliyor. Sosya­lizmde ise en önemli silah bilinç. Bu­nun ezberlenmesi değil, tüm davranış- lan belirleyecek şekilde sindirilmesi, deneylerin gösterdiği gibi uzun bir sü­reci kapsıyor. Gerçek bilinçlenme ye­rine cansız formüller ve talimatlar ge­çirilince üretime kayıtsızlık en öldürü­cü sonuç oluyor.

işçinin, üretim sürecine gerçekten yaratıcı bir şekilde katılmasının her an yeni yollan bulunup denenmedikçe, Sosyalizmin şah daman kesilmiş olur. Sosyalizmin bugüne kadar ki deneyi, işsize iş bulmak ve iş güvenliği sağla­maktan çok öteye gidememiş. Türkiye devrimcileri bizim "devletçi - lik "dene­yimizi iyi tanırlar. Özel sektöre göre daha "güvenli",bir yumurtanın on kişi­ye taşıtıldığı hantal işletmelerdir. Sos­yalizmin kollektif mülkiyeti böyle bir soysuzlaşmaya uğramıştır.

Kırda ise, binlerce yılın geleneğiy­le yüklü küçük köylülük, kısa zamanda kollektif üretime "ikna olamıyor, ve bu konu Sosyalist ülkelerin en zayıf nok­tasıdır. Bu geri mirası Sosyalizm içinde eğitmek ve modernleştirmek zor ve sancılı bir süreçtir. En küçük kestirme­cilik, üretimde bir düşüş, üretici güçle­rin israfı biçiminde karşı tepki üreti­yor.

Bugünkü sancılann ikinci nedeni demokratik devrim süreçlerinin zor­lanmasıdır. Bunu şehirde küçük hiz­metlerin özel girişime devrinden, kırda toprak kiralama imkanının tanınma­sından çıkartabiliyoruz. Hele Polonya

Ik tida rdak i sosyalizmin sancılarıyla Dünya Komü­nist Hareketinin k riz i tepe noktasına çıkmıştır. çükburjuva zorlamaları ve aristokrat işçi eğ ilim leri­nin istikrarlı inatçı baskısıyla incelenen Dünya Ko­münist Hareketi, şimdi kabuk değiştirmeye zorlanı­yor. Ancak ufukta, çürüyen cesedi yoldan süpüre­cek yeni b ir 1917 devrim i görünmüyor.

47

Page 50: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Gorbaçov Çin ziyaretinde Deng Xiaping'le tokalaştı. 1960'ların kavuşmasından sonra biraraya gelme arayışla­rı. Bakalım Çin-Sovyet yakınlaşması neler getirecek?

ve Macaristan'ı göz önüne alırsak, özel sektörün şehirde ve kırda hızlı adımlar atışından acaba bir geri dönüş sürecimi yaşanıyor? sorusunu insan sormadan edemiyor.

Sosyalizmin kuruluş deneyleri kol- lektif, üretime ve mülkiyete geçişin ka­rar ve talimatlarla olamayacağını yete­rince göstermiştir. Demokratik Dev­rim sürecinden kastımız, proletarya iktidannda şehirde ve kırda küçük üre­timin kontrolü ve giderek tasfiyesidir. Bu sürecin zorlanması özellikle özel­likle küçük burjuva tabakaların Sosya­lizme karşı direncini yükseltip,, bu hoşnutsuzluğu bilinçlerin derinlikleri­ne püskürtmüştür.

Sovyetler Birliğinin koşulları, böy­le bir zorlamaya büyük ölçüde haklı çı­karabilir. Ancak diğer ülkelerce Sov­yet deneyinin taklit edilmesinin savu­nulabilecek bir yanı yotur. Polonya buna en kötü örnektir. Böyle zorlama­lar yalnızca üretici güçleri tahrip et­mekle kalmamış, aynı zamanda ulusal duygulan beslemiş hatta Sovyet düş­manlığı yaratmıştır.

Eski hatalar bugün geri dönüşlerle telafi edilmeye çalışılıyor. Bu geç kal­mış geri dönüşler belki problemlerin çözümüne yardımcı olacaktır, fakat aynı zamanda her tedbir bugün Sosya­lizmin aczi anlamına gelmektedir. Dün Sosyalizme gidişte kaçınılmaz adımlar olarak görülebilecek tedbirler bugün Sosyalizmin işlemediği yürümediği iz­lenimini yığınlara yaymaktadır. Geç kalışa böyle bir bedel ödenmek zorun­daydı.

Demokratik Devrim süreçlerinin zorlanmasının en doğal sonucu her şe­ye el atmak zorunda kalan hantal bü­rokratik devlet cihazı olmuştur. Şöyle bir soru akla gelebilir: iktidar alındık­tan sonra Sosyalizm yolunda hiç zor gerekmiyecek mi? Bu soruya hayır de­mek çocukluk olur. İktidarda kalmanın zorluklan açıktır. Ancak zor kullanma­nın sının, üretici yığınlardan kopuşma- mak olmalıdır. Bu sınır "sosyalizm uğ­runa" da olsa ikide bir aşıldıkça sosya­list düzen tamiri güç yaralar alır. Bu­gün Sosyalist ülkelerde yığın insiyatifi- nin zayıflığının en önemli nedeni bu-

dur.Demokratik devrim süreçlerinin

zorlanması genellikle iki zıt sonuç do­ğurmuştur. Geniş, küçük üretmen yı­ğınlarının sinsi sistematik üretim sabo­tajı karşısında ya geriye dönülmüş, ya da bu sistemli sabotaj üzerinde sistemli bir baskı kurulmuştur. Birincisi, özel­likle kırda küçük üretimin etkisini art­tırmış ve ömrünü uzatmıştır. Polonya, Macaristan ve Çin en tipik örnekler­dir. İkincisi, tembel, yaratıcı üretimde gittikçe kopan kolhoz ve solhozlar ya­ratmıştır. Kişi yaratıcılığı ve insiyatifi- nin ancak yüksek seviyelere çıkmasın­dan sonra koîlektif üretim yeni ve zen­gin bir üretim ortamı yaratabilir. Kör, ortaçağı durgunluğu ile inmelenmiş, binlerce yıl kendini tekrar etmiş küçük üretimden, koîlektif üretime geçiş, bu yeni üretim ortamına ortaçağın bütün ataletini taşımadan edemiyor. Bu kaçı­nılmaz objektif ortam, yığın insiyatifini ve tepkisini her an en detaylı biçimde yansıtan örgütlenmelerle alt edilebilir­di. Ancak Sovyet deneyinde olduğu gi­bi, olaylıların, korkunç zorluktan için­

48

Page 51: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

de, böyle örgütlenmeler ya dağılmış ya da canlı özünü yitirip donuklaşma­lardır. Sovyet örgütlenmeleri en iyi bi­linendir. Cansız ölü biçimlere dönüş­müşlerdir.

Sosyalizmin bugünkü sancılarının üçüncü nedenine ya da onun sınıf te­meline gelelim. Geri ülkede sosyaliz­min kurulmasında en önemli problem yaygın küçük üretimin tasfiyesidir. Geniş küçükburjuva tabakaların varlı­ğı, küçük burjuva mantık ve davranışı­nın her an proletarya partisinin sınır- lanndan süzülme imkanına objektif bir temel oluşturur. Şu çok açık bir ger­çekliktir ki, proletarya partileri iktidarı aldıktan sonra küçükbuıjuva akınıyla daha güçlü bir şekilde yüz yüze kalır­lar. Gerek parti içinde ve gerekse dev­let bürokrasisinde kaçınılmaz şekilde küçük burjuvazinin bir yükselişi yaşa­nır.

Geri üretim temeli, yaygın küçük­burjuva etkiler, emperyalizmin kuşat­ması ve saldırısı koşulîannda, imtiyazlı bir bürokrasi yaratmıştır.

Küçükburjuva etkiler kendini en açık biçimde: kaba eşitçilik ve kafa emeğinin küçümsenmesi kılıklannda ortaya koymuştur.

Aynca, emperyalist saldırıya ha­zırlık ve ardından onanm yılları ve bü­tün sosyalist ülkeler için soğuk savaş yılları doğrudan yığın denetimini nere­deyse yoka indirmiştir. Denetimden kopan bürokrasi bizzat karşı etkiyle yı­ğın insiyatifini öldürmüştür.

Halk insiyatifi büyük güçle Sosya­lizmde her tıkanan sorunun bu insiya- tife havale edilmesi en azından lafta ol­sun sık rastlanan bir olay.

Kapitalizm koşulîannda işçi sınıfı ve halk kendi insiyatiflerini genellikle uzun birikim yıllanndan sonra patla­malarla ortaya koyuyorlar. Kapitalist­ler ve onlann adına davrananlar ise hergünkü yaşamda insiyatif göster­mek zorundadır.

Sosyalizm ise, geniş halk yığınları­nın eberidir ya da öyle olmalıdır. Onlar adına davranan öncü Parti yığın ör­gütlenmelerine dayanamıyorsa sıra­dan bir zümre partisine dönüşür. Sos­yalizm, geniş halk yığmlannm, örgüt­leri aracılığıyla günlük yaşamı insiya- tiflice, yönlendirmeleri olmalıdır. An­cak insiyatif durup dururken değil bilgi ve deneyle beslenip gelişebilir; insan yaşamını ilgilendiren her alandaki ör­gütlenmeyle somutlaşır. Sosyalizmin bugüne kadar gelen pratiğinde, bilgi: Marksizm-Leninizmin biraz da Sko­lastikçe okullarda aktarımı olmuş; de­

ney ise: üst organlarda alınan karrala- rın ruhsuzca uygulanışına dönmüştür. Sosyalist ülkelerden, Batıya iltica eden döneklerin biraz samimi olanları "sos­yalizm teoride iyi ama pratikte rezalet" demektedir. Bu aslında bir gerçekliğin ifadesidir. Bürokrasi şekilleniş sürecin­de teori ve pratiğin bağlannı kaçırmış­tır. Ve koparabildiği ölçüde güçlen­miştir. Bu ise, gerek teoride gerekse pratikte sosyalist değerlerin soysuzlaş­masını getirmiştir.

Yüksek sosyete seçilen 12 yıllık bir kimya işçisi kadın, eski hataları eleşti­rilirken şunlan da ilave ediyor.

"Halk uğruna', halkın yararına' gi­bi deyimler sinirlendiriyor, çünkü böy­le söyleyenler haîkla-işçiler veya diğer kesimlerle ilgilenmeyip, yalnızca ken­di kişisel iktidarlanyla ilgileniyorlar" (Moscow News, 16 Temmuz 89 ; Va- lentina Kısblyova)

En temel kavramlara tam tersi bir öz kazandıran bürokratik soysuzlaş­manın kökünde, Sosyalizmin küçük­burjuva dar görüşlülüğüyle bozulması yatar. Üstelik, bugüne kadar Sosya­lizm yoluna çıkan ülkelerin hemen hepsinde, modem kapitalizmin yarat­tığı küçükburjuva tabakalar değil, kapi­talizm öncesinden kalma antika (köy­lü, esnaf) küçükburjuva tabakalar kala­balık bir yığın teşkil ediyordu. Bunun üretim açısından anlamı, üretici güçle­rin önemli bir bölümünde ortaçağ ata­letinin güçlü etkilerinin yaşaması de­mektir. Kapitalizmin birkaç yüzyılda kmp parçaladığı bu ataleti, Sosyalizm bir kaç on yılda tasfiye etmeyi denedi. Sonuç; önemli kazançlann yanında dev, hantal bürokratik devlet mekaniz­masının yaratılması oldu.

Böylece üretici güçlerdeki dağınık­lık ve ataleti yenmek için karşı ağırlık olan bürokratik devlet, aslında ortaçağ ataletinin Sosyalizm içindeki uzantısı oldu. Bir dönem gelişime hız katan bu aparat, kısa zamanda gelişime engel hale geldi. Bürokratik mekanizmaların ömrünü uzatan en önemli koşul ise, emperyalizmle savaş durumudur. Güçler dengesinin kuruluşuna kadar olumlu misyonu önde olan devlet, bu deneyden sonra hız kesici, tutucu bir konuma düşmüştür.

SONUÇ

II. Enternasyonal, 1 917 Ekim devrimiyle aşıldı ve dünya komünist hareketilll. Enternasyonali yarattı. Fa­kat Çin-Sovyet kopuşması ve Avrupa komünizmi soysuzlaşması o yıllardan

bu yana aşılamadı, tam tersine sancı iktidardaki sosyalizmin kriziyle bir üst konağa tırmandı, derinleşti.

Yani komünistleşmeyen radikal küçük burjuva devrimciliği gerileyip, gericileşirken komünizme parlemen- to sıralanndan sıçramayı düşleyen Ba­tı komünist partileri uzak ufuklarından komünizmi silip yerine "banşın korun­masını" koydular. Birkaçı hariç diğer­leri II. Enternasyonalde yeniden üyelik müracaatını bile gündeme getirdi. Y a­ni sosyal demokratlaşıyorlar.

Öte yandan Sosyalizmin kuruluş pratiğinde ne kadar küçük burjuva zor­laması varsa hepsi tek tek dikiş patlatı­yor. Sosyalizmin kuruluşundaki küçük burjuva hayaller ve kalıplar yıkılıyor. Sosyalizm böyle bir basamaktan geç­mek zorunda mıydı? Objektif temel, yani Sosyalizmin devir aldığı geri ve yaygın küçük üretim temeli böyle san­cılı bir dönemeci bir ölçüde kaçınılmaz kılmıştır. Dünya koşullan da bu gidişte­ki sancıları şiddetlendirmiştir.

Günümüzde, Sosyalist ülkelerde üretici güçlerin verdiği seviye, Sosya­lizmin küçük burjuva tarzda bozulma­sına daha fazla katlanmayacak nokta­ya gelmiştir. Sosyalizmin kuruluş ve geliş süreçlerine yapıştmlan küçükbur­juva yamalar artık dökülmektedir. Bunlar çürümenin kaynağı olmuştur. Ancak bu sancılı süreçten, küçükbur- juvaca bozulmalardan kopuşma tek yönlü ve kolay olacağı benzemiyor.

Soysuzlaşan "devlet mülitiyeti" kökleri1 kazınamamış özel mülkiyet duygulannı güçlendiriyor. Kollektif in­siyatifi kolektif hantallığa ve tembelli­ğe dönüştüren bürokrasi, bunun bede­lini şimdi kişicil insiyatife yol açarak ödemek zorunda kalıyor.

Bazı sosyalist ülkelerde özellikle tanmda hala özel mülkiyetin güçlü ol­ması, bu sancılı dönemden geçiş süre­mde emperyalizmin iştahını kabartı­yor ve sosyalizmden geriye düşüş ihti­malini de iktidardaki sosyalizmin gün­demine sokuyor.

Sosyalizmin çürüyen küçükburju­va yanlan kendiliğinden proletarya sosyalizminin güçlenmesi sonucunu doğuramaz. Emperyalizmin çekim gü­cünü de düşünürsek kapitalizme doğru devriliş kimi sosyalist ülkeler için mut­lak olarak imkan dışı değildir. İhtimal­ler üzerinde spekülasyon işimiz değil. Ancak bir Sosyalist ülkede ya da bu yolda ilerleyen bir ülkede şehir ve kır­daki sosyalist üretim emek üretkenli­ğinde başı çekemiyorsa o ülkede Sos­yalizmin güçlenmesi için temel eksik

49

Page 52: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

demektir.Dünya Komünist hareketi mevcut

krizden nasıl çıkacaktır? Önümüzde, kısa dönemde dünyada bir devrimci durumun doğabileceği bir süreç gö­rünmüyor. Dolayısıyla çözüme sıçra­mak devrimci yılların içinden geçerek varılmayacak. Yaşanan yıllar henüz birikim yıllarıdır.

Krizden çıkışta motor güçler ne olabilir?

Kapitilazm, tekniğin ve üretim iliş­kilerinin daha gelişkin olduğu Babil, Yunan yada Roma'da değil de daha geri İngiltere adasında alev aldı. Üreti­ci güçleri çürüten aşırı iri tefeci-bezir- gan sermaye eski medeniyetlerde böyle bir sıçrayışa engel oldu. Özellik­le insan üretim gücünü daha diri ve canlı olduğu İngiltere ve Kıta Avrupa- sına, medeniyetin tekniği ulaşır ulaş­maz 7 bin yılda değil bir kaç yüzyılda kapitalizm filiz verdi, üretici güçleri çok daha devasa bir gelişime itti.

Sosyalizm ise, yine üretim tekniği­nin daha gelişkin olduğu kıta Avrupa- smda değil, daha geri olduğu Çarlık Rusyasmda patlak verdi. Kıta Avrupa- sında insan üretici gücü, başlıcası işçi sınıfı, sömürge talanlarının nimetleriy­le uyuşturulabilmiştir. Uyuşmayanla­rın can hıraş çabalan gidişi değiştirme­di. Tekniğin fırtınalı gelişimiyle yüz yü­ze gelen ayık Rus proleteryasının, sö­mürge talanlarıyla değil papaz gapon- larla uyuşturulma çabaları sökmedi, Dünyada ilk işçi iktidarı kuruldu.

O yıllardan bugünün ortamına geldiğinden batı proleteryasının yeni sömürgecilik talanıyla afyonladığı ve aynı zamanda nükler kıyamet tehditiy- le sindirildiği acı ancak açık bir gerçek­tir. Modern tefeci bezirganlık yani uluslararası Finans-Kapital Batılda in­san üretici gücünü önemli ölçüde dev maketlerin vitrinleriyle hipnozite edip çürütmüştür.

Geri kapitalist ülkeler yada "üçün­cü dünya"da ise, çalışan yığınların Ba­tıdaki gibi afyonlanması ekonomik olarak mümkün değildir. O nedenle bu ülkelerde faşizm ve başka binbir yolla insan üretici gücü, kelimenin ger­çek anlamında çürütülüp paçavralaştı- rılmak isteniyor. Ancak bunu sağlaya­bilmek büyük ölçüde imkansızdır, işçi sınıfının geniş çekirdeği, bu ülkelerde gelişimin zembereği olmak özelliğini hala korumaktadır.

Bu ülkelerde 1970'ler sonrası mü­cadele karakter değiştirmektedir.. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin yerini sınırları daha belirginleşmiş sınıf sa­vaşları almaktadır. Bu konakta değişi­mi ve,kendini ortaya koyuşu elbette yıl­lar almaktadır. İşte Dünya Komünist Hareketindeki çürümeler taze kan kaynaklanndan birisi bu ülkelerdeki şçi sınıf haraketleridir. Bu ülkelerdeki mü­cadelelerin nasıl gelişeceğini elbette ki gelecek günler gösterecektir, ancak bu mücadelelerin, kanı çekilip, cansız­laşan Dünya Komünist Hareketine ye­ni yaşam gücü vereceği açıktır.

Sosyalist ülkelerde ise, insan üreti­ci gücü önemli yaralar alsa da, kendini onarabilecek imkan ve araçlara sahip­tir. Fakat bu kendini yenilemenin ko­lay süreç olamıyacağı hergün daha iyi anlaşılıyor.

Sonuç olarak, Dünya Komünist Hareketindeki çürümeyi aşabilecek iki güç: Sosyalist ülkelerde ve geri kapita­list ülkelerde işçi sınıfıdır. Batı prole- teryası emperyalizme karşı pasif bir di­rençle kendi misyonunu sınırlarken, geri ülke proleteryaları emperyalizme zayıf noktalanndan vuran aktif saldırı misyonuyla yüklüdürler. Sosyalist ül­keler kendilerini yeniledikleri ölçüde emperyalizme genel saldmnın yada üstünlük kurmanın maddi ve psikolojik ortamını güçlendireceklerdir.

Dünya Komünist Hareketi krizli

günlerden geçiyor.Bu sancılı günlerin aşılmasında çü­

rüyen yanların kesilip atılmasında, ge­nel komünist hareketin taze kan alma­sında öncülük Sosyalist ülkelerce yada bir kaçı tarafından yapılırsa sorunlar daha kestirme bir süreçle aşılabilir. Fa­kat öncülük üçüncü dünya proleterya- smın omuzlarına kalırsa sürecin çok sancılı olacağı açıktır.

Sosyalizm kendi problemleriyle boğuşurken, üçüncü dünya devrimle- rinin sorunlarıyla yüz yüze gelmek is­temiyor. Canlı olayların akışı öyle bir kendini kayırışa izin verecekmi?

Özetle, iktidardaki sosyalizmin sancılarıyla Dünya Komünist Hareke­tinin krizi tepe noktasına çıkmıştır. Küçükburjuva zorlamaları ve aristok­rat işçi eğilimlerinin istikrarlı inatçı baskısıyla incelenen Dünya Komünist Hareketi, şimdi kabuk değiştirmeye zorlanıyor. Ancak ufukta, çürüyen ce­sedi yoldan süpürecek yeni bir 1 917 devrimi görünmüyor.

Öyleyse kabuk değiştirme sancılı, dolambaçlı, inişli çıkışlı bir yol izleye­cektir. Öyle görülüyor ki, 1965'lerde kurulan güçler dengesi, dünya Ölçü­sünde yeniden kurulacak ve bu denge kendinden sonraki gelişime damgasını vuracaktır. Önceki denge Sosyalizmin itibarlı., kapitalizmin sancılı günlerinde kurulmuştu. Şimdi görünüş tersine dönmüştür. Sosyalizmin "iflas" ettiği , kapitalizmin geliştiğine dair çığlıkların atıldığı yıllar yaşayacağız.

Bütün bunlar Sosyalizmi, kücük- burjuva dar kafalığı ve aristokrat işçi hımbıllığından kurtararak aşılabilir. O zaman Sosyalizm, ilkelliklerinden ko- puşup sevice yükselecektir ve insanlık Dünya ölçüsündeki tarihi hesaplaşma­ya doğru büyük bir adım atmış olacak­tır ■

50

Page 53: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Belediye-İş Sendikası Beyoğlu Şube Başkanı Hıdır Bal ile söyleşi

çözümcülerin bu kendinden geçmiş saldırılarının altında kaybetmenin acı- sı yatıyor. Şube kongresindeki kayıplarını kastetmiyorum, daha esas ve temeli i olanı, toplumsal mücadeledeki konumlarını giderek kaybedişlerinin acısı var. Ayrıca ben yakın b ir zaman kadar gücüm oranında o eğilime yardımcı oluyor­dum. Ama zaman içinde görüşlerimde çok önem li değişmeler oldu.

ÇY: Sayın Başkan, sendikanızın şube kongreleri çok büyük oranda so­nuçlandı. Siz de çok farklı bir sonuçla yeniden göreve getirildiniz. Bu sonuç­ta hangi etkenler rol oynadı? Birinci döneminizin bir değerlendirmesini ya­pıp, bundan sonraki faaliyetinizin he­deflerini açıklar mısınız?

HB: Biraz daha eskiden alayım. Belediye-Iş'e ben ve birkaç yönetici ar­kadaşım çok geç üye olduk. Yeni sen­dikalar yasasının çıkmasından önce ne yapılacağına dair bir tavır sapta­mak için gerek iş yerinde, gerekse di­ğer iş yerlerinde uzun bir tartışma dö­nemi yaşadık. TÜRK-İŞ'e bağlı ve onun ilkelerinin sadık izleyicisi olan bir sendikaya gitmek kimse tarafından gönüllüce benimsenmiyordu. Döne­min şartlan da düşünüldüğünde, yeni bir sendika yoluna çıkmanın zorluklan da orta yerde duruyordu. Özellikle de­neysiz ve bilinççe geri arkadaşları o günün havasında bu yola sokmak çok zor olacaktı. Ama biz zor olanı seçtik. Gönüllü koşan, devrimci ve deneyli bir ekibin koordinasyonunda, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana Belediye işçileri ilk adımı attı ve GENEL HİZMET-İŞ Sendikası kuruldu. DİSK'ten devraldı­ğımız mirasın olumlu ve olumsuz yan­

lan, tüm o tartışmalar esnasında enine boyuna değerlendirildi ve onun bırak­tığı yerin basit bir devamcısı olarak de­ğil, bir üst seviyede, DİSK'in hataların­dan annmış bir yapılanmanın sağlan­ması hedeflendi. Kuruluş günlerinde sendika büyük ilgi gördü. İlk birkaç ay­da üye sayısı binleri aştı. Binbir imkan­sızlık içinde kıvranılmasına rağmen pek çok grevin üstesinden gelindi. An­cak 1 9 8 4 sözleşmelerinin bastırması ile birlikte, büyük hak kayıplanna uğ­ranılacağı endişesi en geri üyelerimiz­den daha ileri olanlara doğru yayılma­ya başladı. Belediye-İş'in GENEL HİZ­MET IŞ'i yok etmeyi hedefleyen ope- rasyonlan sözleşme maddelerine ka­dar sokuldu. Ve etkilerini de gösterdi. GENEL HİZMET İŞ'ten istifalar başla­dı ve hızla yayıldı. Sendikada az sayıda inançlı devrimci arkadaşın dışında kimse kalmadı. Toplu sözleşmeden doğacak hak kayıplanna uğramamak için BELEDİYE IŞ'e giden arkadaşları­mızın çoğunluğa hala geriye dönecek gücü kendilerinde bulamadılar. Bu du­rumun belirli bir istikrara kavuşması, bizim önümüze iki alternatif çıkarmış­tı. Ya inançlanmız yönünde uzun bir mücadeleyi hedefleyecek, dar devrim­ci bir kadroya dayalı çalışmayı benim­

seyecektik, ya da işyerlerimizdeki tec­rit durumdan kurtulmak için geri bir adım atacak, onlarla olacaktık. Her iki tavn da benimsemeyen arkadaşları­mız oldu. Ben ikinci tavn benimseyen­lerdendim. Zor da olsa Belediye-Iş’de benimsediğimiz düşünceleri dövüştü- rebileceğimize inanıyordum. Doğru oldu mu, yanlış mı? Her ikisini de savu­nan arkadaşlanmız bugün halen var.

Belediye-İş üyeliğinden çok kısa bir süre sonra Şube Başkanı seçildim. Beklediğim zorluklarla yüzyüzeydim. 2 8 2 1 sayılı sendikalar yasasının aşırı­ca güçlendirdiği bir merkezi yapının altında iş yapmak zorundaydık. Bu, ancak bir halde mümkün olabilirdi. Gerçekten işçilerin güvenini kazan­mak ve herkesin tasfiyeci eğilimini gerçekleştirememesi yönünde bir set oluşturmak. Bir sürü eksiğimize rağ­men bunu gerçekleştirdik. Düşündük­lerimizi tümden uygulayamazsak da küçümsenmeyecek adımlar attık. Dü­zenli temsilci toplantıları ile her adım­da onlara dayanarak söz ve karann asıl sahiplerini canli tuttuk. Arkadaşlarım­la çok sık ve düzenli aralıklarla, işyerle­rini gezdik ve toplantılar yaptık. Sendi­kanın oturduğu zemini, genel merke­zin politikalannın sınıf karşıtı karakte­

51

/

Page 54: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

rini, bilincimiz yettiğince ve dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Sade­ce kendi şubemizde değil, diğer şube­ler çapında da devrimci bir birliğin oluşması için çaba gösterdik. Tüm bunların yetmediğini, daha işin baş­langıcında olduğumuzu ve gideceği­miz yolun daha epeyce uzun olduğu­nun bilincindeyiz. Tüm bu çalışmalar içinde iki şeyin eksikliğini tüm ağırlığı ile hissettik.

Birincisi: sınıf mücadelelerinin her devrimciden istediği ileri bilinç seviye­sinde olmadığımızı, inanç ve kararlılı­ğın da bir noktaya kadar götürebildiği­ni, ondan öteye yetmediğini yaşadık. Bizim durumumuzla işçi arkadaşları­mızın bizden beter hali birleşince, sınıf savaşında olmamız gereken yerden, istemeksizin de olsa gerilerde kaldık. Önümüzdeki dönemde ilk hedefimiz sistemli ve düzenli bir programla bu eksiğimizi gidermek olacak.

İkincisi: Sendikaların bu günkü ya­pılanmasının ve organlannın, müca­delenin ağırlığının altından kalkacak bir yapıda olmadığı ve sendikaya rağ­men işçilerin örgütsüz olduğu, kendi­lerini mücadelenin dışında hissettikleri gerçeği. Bizim sendikamızın da parça­sı olduğu bu günkü sendikalar, işçi sını­fının mücadele örgütü değil işçiyi mü­cadelenin içine çeken, sorumluluk al­malarını sağlayan, karar süreçlerine katılmasını ve aktif davranışını besle­yen ve geliştiren değil, aksine onu mü­cadelenin dışına iten yalnızlaştıran ya­pılardır. Bu durumu düzeltmenin ilk adımı temsilcilerden öte ve onlarında içinde bulunabileceği iş yeri grupları oluşturmak ve bu gruplan istikrarlı bir organlaşma düzeni içine sokmak. Bel­ki ha deyince olumlu sonuçlar alama­yacağız ama bu dönem de karşılaşaca­ğımız zorluklar ne olursa olsun bunu başaracağız. Daha doğrusu başarmak zorundayız. Bu görev başarılmadıkça ne işçi sınıfının devrimci görevlere ta­lip olması beklenebilir, ne de sendika­lar sınıfın mücadele Örgütlerine dönü­şebilir.

ÇY: Sayın Başkan, çok uzun ve

olumlu bir değerlendirme yaptınız. Te- şekkür ederim. Yaptıklannızı ve yapa- madıklannızı şubeniz çapında neleri hedeflediğinizi açıkladınız. Yaptığınız tesbitleri onaylamamak oldukça zor. Ama tüm bunlara rağmen ağır bir it­ham altındasınız. Çözüm Dergisi ad vererek 2 6 -27 sayılannda sizi genel merkez işbirlikçiliği ile hatta muhbirlik­le suçluyor. Bu durumu nasıl yorumlu­yorsunuz?

HB- Çözümcülerin bu kendinden geçmiş saldmlannın altında kaybetme­nin acısı yatıyor. Şube kongresindeki kayıplarını kastetmiyorum, daha esas ve temelli olanı, toplumsal mücadele­deki konumlannı giderek kaybedişleri­nin acısı var. Aynca ben yakın bir za­man kadar gücüm oranında o eğilime yardımcı oluyordum. Ama zaman için­de görüşlerimde çok önemli değişme­ler oldu. Dün sezip de izah edemedi­ğim pek çok konu zamanla açıklığa ka­vuştu. Bu değişmeleri sınırlı alanlarda onlarla tartışmaktan geri durmadım. İstiyordum ki onlann ağızlannda doğ­rulansın. Fakat olmadı "Sol çocuklu­ğun" hezeyanlan ile üstüme saldırma­ya başladılar. Onlar düşünen ve sorgu­layan devrimci değil, her söylenene inanacak, otomat kul arıyorlar. Aynı durumda olan ne ilk kişi bendim ne de son kişi olacağım 1 9 8 9 Türkiye'sinin devrimci işçilerine küçük burjuva kul mantığı nasıl kabul ettirilebilir. Bu mümkünmüdür? Bu durum ve devrim­ci hareketimizin kendinden her kopa­nı kolay yoldan en ağır suçlamalarla yıldırma geleneği düşünüldüğünde, bu zavallılığın anlaşılmayacak yanı kalır mı?

İşin bir diğer ilginç yanı da şu. Bun­ca ağır suçlamalardan sonrş bile do­laylı yoldan ve el altından "kandırma" operasyonlan hiç kesilmedi. Eğer şu anda bulunduğum çevreden kopar­sam hiç bir meselenin kalmayacağına dair, el altından haberler alıyorum. Kendilerince bir yıpratma savaşı yapı­yorlar. Ama onlar, bu deli saçması sal­dırılarını arttırdıkça, kendi çevrelerin­deki pek çok insanın benim haklılığım

yönündeki ‘endişeleri de yükseliyor. SHP yardakçısı bir kaç işveren vekili­nin çok keskin devrimcilikleri ile baş- başa kalmış dürümdalar. Konunun fazla konuşulacak bir yanını göremi­yorum. Bu durum onlan ciddiye almak olur. Sendikalarda yaptıklanm ve dü­şündüklerim ortada. Çözümcü geçi­nenlerin de sendikalar daki İETT der­neğindeki halleri gözlerden saklı değil. Prensipler üstünde sürdürülecek bir tartışmadan hiç bir zaman kaçmadım. Çözümcü bile olsalar herkesle bu ko­nularda tartışmaya hazmm.

ÇY: Sayın Başkan, son bir sorum olacak. Yaklaşan genel kurulda tavrı­nız ne olacak. Bu yöndeki hazırlıkları­nız ne durumda?

HB: Bu genel kurul bir hesaplaş­ma arenası olacak. Sendikanın otur­duğu anlayışa ve genel merkeze karşı güçlü tepki var. Ancak bu tepkinin ka- ralderi, henüz devrimci bir zemine oturmuş değil. Ve yönlendiricilerinde klasik anlayışlarla uzlaşma ihtimali po­tansiyel olarak var. Çeşitli tonlarına rağmen belli başlı üç eğilim, işçilerin önünde sınav verecek. Bu günkü yö­netimin temsil ettiği gerici sağ anlayış, Sosyal-Demokratlarm temsil ettiği re­formist anlayış ve onlara göre daha cı­lız olan devrimci anlayış. Bizce önü­müzdeki yönetimde, kimlerin temsil edileceği ikincil bir sorun. Asıl sorun kongreyi bir seçim aldı-kaçtısına kur­ban etmemek, Faaliyetlerin değerlen­dirildiği ve prensiplerin tartışıldığı bir kürsüye çevirmek. Şimdiden devrimci ve sosyal demokrat arkadaşlarla bu­nun hazırlığını yapıyoruz. Biz düşün­düklerimizi yazılı çizili hale getirip, tüm işçi arkadaşlara sunacağız ve ulaşabil­diğimiz kongre delegeleri/ ile de tartı­şacağız. Bu temellerde anlaşabileceği­miz ittifaklara da girebiliriz. Şimdiden şöyleyebileceklerim bunlar. Ötesini yaşayacağız. Sonraki sayılannızda ya­pacağınız bir değerlendirme için her türden yardıma hazır olacağız. Teşek­kür ederim.

CY: Biz teşekkür ederiz ■

HİKMET KIVILCIMLIEDEBİYAT-1 CEDİDENİN

FELSEFESİGerçek Sanat Yayınları

Tel: 143 45 33

52

Page 55: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Halkevlerinde devri

Türker DİKBAŞ

• • lkemizin dört bir yanında

U devrimci demokrasi mücade­lesinin alanlanndan biri olan halkevlerine, her geçen gün

bir yenisi daha ekleniyor. İstanbul'da daha yoğunlukla yaşanan bu gelişme, diğer şehirlerimizde de kendini göste­riyor. Hatay, Ankara, Gaziantep, Mersin, Edirne, Bursa gibi daha bir­çok il ve ilçelerde halkevleri mücadele alanına atılıyor. Devrimci demokrasi mücadelesinin mevzileri her geçen gün devrimcilerle hayat kazanıyor.

Evet, gerek halkevleri gerekse di­ğer alanlarda ki DKÖ'lerin hızla çoğal­ması, genel anlamda sevindirici bir du­rum. Ancak bu durum devrimciler ta­rafından objektif değerlendirilmediği ve kitle ilişkilerin sağlanacağı bu gibi alanlarda olumlu bir politika oluşturu­lup, uygulanmadğı takdirde, sevindiri- cilikten öte, bir takım kitleden kopuk insanların kendilerini kandırdıklan, tatmin ettikleri, halkın yaşam gerçekli­ğinden uzak, varolma amacını gerçek­leştiremeyen, dar kapsamlı, dejarj ol­ma mekanları haline gelir.

Yazımızda genel anlamda DKÖ ve Halkevlerinde çalışma yöntemleri üzerine söylenebilecek, hemen her­kes tarafından onaylanan genel kural- lan da geçmekle birlikte, söylenen bu kuralların hayata nasıl geçirildiği nok­tası üzerinde duracağız. Bu konuda özellikle de Yeni Çözüm un Halkevleri ve DKÖ politikasına teorik ve pratik yaklaşımlarını gözden geçireceğiz.

GENEL OLARAK HALKEVLERİ VE DKÖ'LER

Halkevlerinin 12 Eylül öncesinde­ki tarihini karıştırdığımızda karşımıza

Kemalizm'den kopamayan kitle örgüt­lenmeleri çıkar. 1

İlk olarak Atatürk'ün Türk halk kül- tününün yaygınlaşması ve Osmanlı dan kalma kanşık hak kültürlerinin tek bir yönde gelişmesi amacıyla oluştur­duğu, özelde ezilen Kürt ulusunun ve diğer azınlıkların kültür asimilasyonu­na ve Türk kültürünün ağır basması amacına yönelik çalışmalar, 1960 'a kadar aradaki kesintilerle birlikte ol­dukça silik olarak sürmüştür. Halkev­lerinin bu döneminde devrimci de­mokrasinin mücadele alanı olması ya da bu amaçla kullanılması söz konusu olmamıştır.

60'lı yıllardan sonraki Halkevi ça- lışmalan ise kısmen, dayatılan Kema­list politikadan kopuşmanın izlerini ta- şısa da 80'lere kadar bu anlamda önemli bir yol katedilememiştir. Özel­likle 70 sonrasında varlıklannı hissetti­ren Halkevlerinde uygulanan yanlış politikalar, bu süreçte de buralann devrimci demokrasi mücadelesinde alan olmalan noktasında olumsuz so­nuçlara neden olmuştur,

80'in hemen öncesinde halkevleri faaliyetlerine ve oluşumlarına baktığı­mızda 7 O’lere kadar oldukça yoğun bir şekilde H.E. politikasında kendini his­settiren Kemalizm'e bağımlılğın, biraz törpülenerek de olsa varolduğunu ve bu politikadan dolayı çalışmaların iş- levsizleştiği görülüyor. Burjuva ve kü­çük burjuva sosyalizminin genel politi­kalarında ki Kemalizme bağımlılık H.E. politikalannda da yansımasını buluyordu.

Burjuva sosyalizminde, kendini Kemalizme ağırlıklı olarak bağımlılık, küçük burjuva sosyalizminde ise Ke- malizmden kopamamışlık şeklinde ifa­

mci tavır

de eden bu durum, H.E.'ni halk güçle­rinin devrimci demokrasi mücadele­sinde bir yere getirmekten öte, toplan­tı, görüşme alanı, eğlence, zaman ge­çirme mekanı olmasını doğuruyordu. Bunun dışında ise bir kışım küçük bur­juva sosyalistleri de H.E ve diğer DKÖ'leri reformist, pasifist bulduğun­dan dolayı bu alanlarda hiçbir koşulda yer almıyordu.

Kısacası 80 öncesinde H.E.'nde iki uca savrulmuşluk göze çarpıyordu. Bir yandan alabildiğine pasifizm öte yan­dan kitleden kopuk uçkunluk tarafın­dan rededilmek. Sonuçta devrimciler H.Enden uzaklaşırken, buralardaki duyarlı halk ise reformistlerle başbaşa kalıyor, isteklerine yanıt alamayınca da uzaklaşıyordu.

Bu arada DKÖ'lerde de farklı bir uçkunluk gözlemleniyordu. Bir kısım küçük burjuva sosyalistleri H.E'ne gel­meme tavırlannı DKÖ'lerde de sürdü­rürken, bir kısmı da adeta örgütlenme kaleleri haline getirdikleri DKÖ’lerde salt siyasi örgütlenmeye yönelik çalış- tıklanndan kitle ile bağları oldukça za- yıfdı. Sonuçta bir süre sonra, hatta ku­ruluş aşamasında dernekler bağlı ol- duklan siyasetin adları ile anılır oldu­lar.

12 Eylül sonrasında H.E'nin açılışı­nı tüm devrimci demokratlar gibi se- vinçla karşıladık. Başlangıçta 8 0 nöce- si gibi reformizmin kalesi yapılmaya çalışılan H.E' devrimci demokratlann mücadelesi ile kısmen bu tehlikeden kurtanldı ve kurtanlmaya devam edi­yor.

Reformizm ile atbaşı seyreden ikinci tehlike çanları, üstelik de bu kez 12 Eylül öncesinden daha da şiddetli çalıyor. Önceleri daha çok kendini

53

Page 56: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

#\/sacas/ devrim ci demokratlar olarak r i n d e , burjuva kültürüne kalternatif devrim ci kültürün yaratılması ve y a ş h a l k ı n mik, ekonomik, mesleki, demokratik, kültürüel v.s. alanlardaki sorunları etrafında birleşmesi, aktivite- sinin devrim ci mücadeleye dönüştürülmesi yo lun­da önderlik ve yön lend iric ilik yapmalıyız.

DKÖ'lerde ağırlıklı olarak hissettiren sekterizm, dar grupçuluk, ben mer­kezcilik ekseninde dönen ve kitlesel alanların kitlelere kapanmasını geti­ren bu tehlike şu an tüm DKÖ'leri ve H.E'ni kuşatmaya çalışıyor. Teoride sayfa sayfa bildiri çıkarılıp, kitleselleş­mek, demokratik yanı ağır basan de­mokratik merkeziyetçi anlayışın, çok sesliliğin korunması, çoğunluğun azın­lığa uyması, azınlığın kendini ifade Öz­gürlüğü olması, anti faşist, anti em­peryalist ilkeler altında, H.E. Bazında birlik çağırılan yapılırken; dar, günlük grup çıkarlarının genel anlamdaki çı­karlardan ağır basması; teorik yeter­sizlikten dolayı kitlenin diğer kitleler içerisinde erime kaygısı ile kitlenin ge- liminden çok gidimine uğraşılması ve azınlıkta bulunan diğer yapılanmalara yaşam hakkı verilmemesini getirmiştir ki bu durum en açık biçimiyle Yeni Çö­zümde somutlanmaktadır.

HALKEVLERİNİN MİSYONU NE OLMALIDIR?

Kapitalizmin yapılanması alt yapı- üst yapı bütünlüğünde tamamlanır. Diğer bir anlatımla kapitalizmde top­lum ilişkileri, ekonomik ve ideolojik ol­mak üzere iki yandan örülür.Kapitaliz­min ekonomik anlamdaki yapılanma­sı artık en kör gözün bile görebileceği açıklıktadır. Hedef nettir ve alt yapının ortadan kaldırılması devrim sorunu­dur. Öte yandan egemen sınıf ideolo­jik yapılanması ile yarattığı düzene uy­gun davranış ve düşünceyi yani ege­men kültürü hayata geçirecek, nesille­re aktaracak kuşaklar yetiştirir. Ve bu nesilin ekonomik anlamda yaşam ko­şullarının değişmesi, kafalarının da hemen değişmesi sonucunu doğur­maz. Tam tersine üstyapı ilişkileri, kül­

türel yapı, daha ağır değişir.Egemen sınıf egemenliğini, ezdiği

sömürdüğü kitlelerin gözünde meşru­laştırmak, meşrulaştıramadığı nokta­larda sindirmek zorundadır. Bunun için de kendi kültürünü yaratır ve kitle­lere empoze eder. Alabildiğine pasif, kişiliksiz, vurdumduymaz, yoz , kitlele­ri varoldukları sınıf değerlerinden uzak tutan, özentili, bunalımlı bir nesilin ye­tişmesi için tüm kitle iletişim araçlarını ve eğitim olanaklarını seferber eder.

TV, Radyo ve basın en yoğun kitle tarafından izlenen görsel ve işitsel an­lamda kişi üzerinde çok boyutlu etkiler yaratan, burjuvazinin kullanımındaki araçlardır. Diğer taraftanda eğitim ku­rumlan tümiyle egemen sınıflar hiz­metinde, burjuvaziye eleman yetiştirir. Gerek kitle iletişim araçları gerekse eğitim kurumlan ile halka empoze edi­len değerler burjuvazinin icazetinden geçmiş ve burjuvazi tarafından halka dayatılmış değerlerdir.

Bütün alanlardaki burjuva politika­sı karşısında aktif mücadele verme ge­reğine inanan devrimci demokratlar olarak, gelecek nesilin, burjuvazinin yaratmak istediğinin dışında, devrimci kültür ile donanması, yeni insan tipi üretiminin bu günden başlaması, du­yarlı, üretken, mücadeleci bir kuşak yaratılması, nihayetinde kültür alanın-

* da da burjuvazi ile mücadele için, kül­tür ağırlıklı kitle örgütleri olan halkev­lerini oluşturmalı ve çalışmalıyız.

Kısacası devrimci demokratlar ola­rak halkevlerinde, burjuva kültürüne karşın, alternatif devrimci kültürün ya­ratılması ve yaşatılması, halkın akade­mik, ekonomik, mesleki, demokratik, kültürüel v.s. alanlardaki sorunları et­rafında birleşmesi, aktivitesinin dev­rimci mücadeleye dönüştürülmesi yo­lunda önderlik ve yönlendiricilik yap­

malıyız.Ancak henüz Kemalizmin hakimi­

yeti sürmektedir ve bu maddi zeminde reformizme kan vermektedir. Bugün Türkiye'de demokratik halk hareketi Kemalizm zemininden kopuşmuştur. 12 Eylül döneminin en büyük kazanç- lanndan biri olan bu kopuşmanın özel­likle öne çıkartılması ve derinleştiril­mesi yığınlarda bu yöndeki filizlenme­lerin bilince çıkartılması gerekirken H.E. Yönetimi düzende tutunabilmek için Kemalizme sanlmakta, icazet mantığını açıkça sergilemektedir. HE zaten Kemalizmn en köklü kuruluşla­rından biri olduğundan yönetim bu yöndeki gelenekselleşmiş yapıyı ra­hatça kullanabilmektedir. O halde gö­rev Kemalizmi bizzat kendi merkezle­rinden birinde yenmektir. Şimdi bu sa­vaş yaşanıyor ve sürecektir. Sonuçta ne olur? Şayet açık kitle desteğine rağ­men devrimciler Kemalizmi yenilgiye uğratmazlarsa ki-bu kongrelerdeki ku­lis pazarlıkları veya tüzükcül oyunlarla olacaktır- bu da devrimci kitleyi durdu­ramayacak, mevcut HE yapısı aşılarak yeni biçimlerine, yeni kitle örgütlerine sıçranacaktır. Demek HE'de bu günkü asıl görev Kemalizm ile hesaplaşmayı yükseltmektir. Bu ise siyasi ajitasyon- propagandayla birlikte pratikte mev­cut yönetimin icazetci legalite anlayışı­nı terkederek, meşruiyet zemininde bir legalite anlayışını HE pratiğine ha­kim kılmaktan geçiyor. Siz 12 Eylül ya- salan içine hapsoldukça kitlenin de­mokratik istemlerinin sözcüsü olamaz­sınız. Ve İkincisi HE'ne süreklilik ka­zandıracak otan faşizmden alınacak icazetler değil, emekçilerin, aydınların ona sahip çıkmasıdır. Bu ise onların demokratik istemlerine ve davranışla­rına cesurca öncülük etmekten geçi­yor.

HE'nin genel bir değerlendirmesi­ni yaptıktan sonra yazımızın bundan sonraki bölümünde genelde DKÖ'le- rin özelde HE'ni çalışma ilkeleri, örgüt anlayışı, mücadele anlayışı üzerinde duracağız. Aynı zamanda bu atandaki sekter, dar grupçu, saldırgan ve teorik olarak Kemalizm'den kopamamanın izlerini taşıdığından, genel mücadele hattında dolayısı ile DKÖ'lerde de bu izleriyansıttığından uzun vadeli ve üre­tici bir politik hat izleyememe özellik­leri ile öne çıkmış Yeni Çözüm'ün ko­nu hakkında teorik ve pratik çalışma­larını sergileyeceğiz.

Bunu yaparken pratiğe kaynak olarak gerçekleşen olayları, teorik kaynak olarak da Yeni Çözüm'ün

54

Page 57: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

"Halkevleri Mücadelesinde Tavrımız' bildirisini gözönünde bulunduraca­ğız.

DKÖ'NÜN TANIMLANMASI VE ÖZELLİKLERİ

Yeni Çözüm, bildirisinde bu başlık altında şöyle yazıyor. "DKÖ"lerin be­lirgin şekilde ön plana çıkan iki özelli­ği, demokratik işleyiş biçimleri ve en geniş kitleyi bağırlarında taşıyabilme­leridir. DKÖ'ler, halkın farklı sınıf ve tabakalarından insanlann bir arada ve ortak hedefler doğrultusunda çalışabi­lecekleri örgütlenmelerdir. Bu şekliyle siyasal örgütlerden temel çizgilerle ay- nlırlar. DKÖ'ler siyasi örgütlerin mis­yonunu üstlenemez. Ancak insanlara bu anlayışı verir. Bu anlayışa uygun pratik eylemlilik sağlarlar. Diğer yan­dan farklı sınıf düşüncesine sahip kişi ve gruplar arasında sağlıklı bir eylem birliğinin sağlanması yolunda eşit söz ve oy hakkını öngördüğü için, kendine özgü demokratikliğe sahip olmayı ge­rektirir."

Yeni Çözümü teorik açıdan izle­yenler için sorun yok gibi. Evet, kime sorsanız da aynı yanıtlan alırsınız. Ni­tekim teorik olarak farklı bir şey söyle­mek mümkün değil. Ama bilinen bir gerçeklik var.

"Düşünce davranıştan ayrıla­maz."

O halde bir düşünceyi savunma­nın ve gereklerini yerine getirmenin ölçüsü ve garantisi pratikten geçiyor. Ve pratikte Yeni Çözümü izleyenler yukarıdaki satırlan okuduklannda acı bir tebessüm ile tepkilerini göstere­ceklerdir. Ya da orada geçen kelime­lerin farklı algılandğını, "top yuvarlak­tır" misali "nasıl işine gelirse" mantığı ile algılandığını düşüneceklerdir ki bu doğru bir tesbit çünkü küçük burjuva sosyalistleri minareyi çalıp kılıfını uy­durmakta ustadır.

Bildiriye dönelim. "... (Demokra­tik işleyiş üzerinde daha sonra duraca­ğız).. en geniş kitleyi bağrında taşıya­bilmeleridir". En geniş kitle Y.Ç'nin anlayışına göre sanmz oradan oraya üye olmak için.taşman, seyyar yüz, ki­mi zaman 200 'e varan sayıları ile, üye oldukları DKÖ ya da HE'nin yerini bile bilmeyen, belki adını üye olurken öğ­rendiği kitledir. (Bu "geniş kitle (?!)"nin başka ne tür işlerde kullanıldığını ve neden oluşturulduğunu yazının sonra­ki bölümünde açacağız) "... Halkın farklı sınıf ve tabakalarınım""... Farklı sınıf düşüncesine sahip kişi ve gruplar

arasından.." Varolduğu DKÖ'lerde farklı siyasi yapılara karşı bile hazım­sızlıklarını her fırsatta, hemen her biçi­miyle ifade eden Y.Ç. un yukarıdaki söylemlerinin ne derece ciddi ve sami­mi olduğu tartışma götürmez.

"DKÖ'ler siyasi örgütlerin misyo­nunu üstlenemez. "DKÖ'leri siyasi ör­gütlenmeden ayıran önemli özelliker- den hatta en önemlilerinden biridir. Ancak bu ilkenin yerine getirilmesinde DKÖ'lerin kitleselleşmesi için yapılan çalışmalar ve kitlenin DKÖ'ye gelirken bakacağı program önemli yer tutar. Yeni Çözüm varolduğu-daha doğrusu yönetimde bulunduğu, çünkü Y.Ç. yö­netimde olmadığı ya da kendinin kur­madığı DKÖ’lerde yoktur. - DKÖ'lerde azınlıkta kalanlara gösterdiği tavır, ya­şama söz ve karar hakkı ile, uyguladığı direk siyasi misyona hizmet eden programla-varsa eğer genellike yok­tur- kitlelerin değil belirli, bir siyasi an­layışa sahip olan insanların oraya geli- mini olanaklı kılar. Bu siyasi anlayışı benimsemeyen, ancak o alanlarda ça­lışmak isteyen demokratların, devrim­ci demokratlann bu istemine başından set çekilir.

Yeni Çözüm bu tür bir örgütlenme yolu izlerken çok önemli bir gerçekliği de gözardı ediyor. Bu gerçek ise legali- te-illegalitenin birbirine kanştırılması ve provokasyona açık, ne olduğu be­lirsiz yapılanmaların şekillenmesidir. Bunun son noktası ise tamamen legal zemide bulunmak ve illegaliteyi legale göre yönlendirmek. YÇ'nin şu anda bulunduğu durum tam olarak bu olma­sa da oraya doğru hızla gidiyor.

Paragrafın son satırlarında yer alan "kendine özgü demokratiklik de artık açıklamaya gerek yok. Y.Ç'ye öz­gü demokratiklik; yani "benden başka­sının söz değil, (çünkü henüz bunu ya­pamıyor) ama karar hakkı yoktur de­meye geliyor.

YÇ. bildirinin devamında verdiği açıkla, Kemaliz'min ulusal belirlenme­lerinin sının olan "Misak-ı Milli" sınırla­rından hala kopuşamadığını ve ulusal soruna gösterdiği şövenist yaklaşımını DKÖ'lerin özellikleri boyutunda açıkça ortaya seriyor.

"Bu çerçevede DKÖ'ler:- Toplumsal gelişmeden yana ko­

numları itibariyle anti-faşist, anti-em- peryalist niteliktedirler."

Burada devrimci demokratların DKÖ'lerde perspektif olarak daima ni- hayi sosyalizm hedef göstermeleri, bu hedef doğrultusunda günlük olaylarda program tesbit edip uygulamaya çalış-

malan - ki yazılan paragrafta bu da be lirtiliyor- reddedilmez bir kuraldır. O halde YÇ ulusal sorun bağlamında devrimci nitelikten çok reformist bir yol izliyor. DKÖ'lerin nitelikleri arasın­da anti şovenizmin olmaması, YÇ'nin ulusal soruna nasıl yaklaştığının, hatta böyle bir sorunu tanımadığının göster­gesidir. Anlamayanlara daha net söy­leyelim. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı sosyalistlerde olmazsa olmaz özelliklerden biridir ve ulusal sorunda her alanda perspektif bu olmalıdır.

"Demokratik yanları ağır basar.. Kitleseldir. Bu nitelik DKÖ'lerde çok sesliliği de beraberinde getirir. Bünye­lerinde demokratik çerçevede farklı görüşleri taşımaya açık olmalı fakat bu durum yönetimde çok başlılığı ve hiç­bir işin üretilmediği yönetim yapılarını getirmemelidir. Aksine yönetimde ho­mojenliğin varolması, üretkenliği ve verimi arttırıcı bir özelliktir. Ancak bu­nun mümkün olmadığı koşullarda yö­netimde halkevleri konusunda aynı programı savununlann olması sağlıklı bir çalışmanın zeminini oluşturacaktır. "Her siyasi yoğunluk birer kişiyle yö­netimde yer alsın, en demokratik işle­yiş budur" anlayışını savunanlann mantığı gerçekte anti-demokratiktir. Zira bu, yönetimi belirleyecek olan ta­banın iradesini çiğneyen, seçim olayı­nı hiçe indirgeyen bir anlayıştır."

YÇ un DKÖ yinetimleri üzerine bu kadar net tesbitlerde bulunması ve ob­jektif koşullan hesaba katmadan yöne­timde homojenlik kuralını koyması DKÖ'lerde birlik olayına salt seçim mantığı ile bakıldığını ve yönetimde o 1 * 4a nasıl olursa olsun" düşünce­sinin ağır bastığını, pratiğinden de"devrimci demokrasi mücadesinde araç olan DKÖ'lerin bu bakışla amaç haline geldiğini görüyoruz.

DKÖ'lerde yönetimin oluşması se­çimlerle belirlenir elbette. Seçimlere DKÖ üyeleri - altını özellikle çiziyoruz - üreler katılır. Herhangi bir DKÖ'ye üye olanlar ise her gün olmasa da ara­da bir, hiç olmazsa (!) bu mekanlara uğrarlar, aktif olarak çalışmasalar da maddi manevi katkıda bulunurlar, DKÖ'nün faaliyetlerinden imkanları ölçüsünde yararlanırlar. Bunlardan hiç birini gerçekleştiremeyen kimselerin o DKÖ'ye üye olmasının ilk bakışta hiç bir faydası yoktur. Ancak bu bakışı bi­raz değiştirip YÇ (Buna reformist ola­rak nitelendirdiğimiz adımlar da dahil, bu konuda anlayışların aynılığı kendini pratikteki birliklerde de gösteriyor) gö­züyle bakarsak, yönetimi almak için,

55

Page 58: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

L J u tür b ir örgütlenme yolu izlerken çok önem li b ir gerçekliği aegözardı ediyor. Bu gerçek ise lite-illegalitenin birb irine karıştırılması ve provo­kasyona açık, ne olduğu belirsiz yapılanmaların şe­killenmesidir. Bunun son noktası ise tamamen legal zemide bulunmak ve illegaliteyi legale göre yön­lendirmek. YÇ'nin su anda bulunduğu durum tam olarak bu olmasa da oraya doğru hızla gidiyor.

değil bu insanların, aynı zamanda baş­ka birkaç yere daha üye olan insanla- nn bile üye yapılması gerekmektedir. Çünkü yönetim mutlaka alınmalıdır. Daha önce sözünü ettiğimiz seyyar birliklerin yaptığ işlerden biri budur. Bir DKÖ'den öbürüne üye olup seçim­lerde oy kullanarak görevlerinin bir kısmını yerine getirirler.

Bu tavırlar sonuçtur. Nedenleri ise bu tür örgütlenmelerde politik güven­sizlik, kitlenin nabzını elinde tutacak üretken bir politikaya sahip olamama ve en önemlisi de politik tükenmişlik. Genel anlamda politik tükenmişlik DKÖ'ler bazında kendini yalnızca bu tavırlarla mı ortaya koyarlar? Bundan önce; DKÖ'lerde homojen yönetimin gerçekten kitlesel anlamda bir homo­jenlik olduğunda geçerli olduğunu, programları uyan yapıların birlikleri­nin de gerçekten programda uyum ol­duğunda -aynı yöntemle yapılan üye sayıları çakıştğında değil ve üstelik ne olursa olsun reformistlerin önderliğin­de değil- gerçekleşebileceğini özellikle vurgulamak istiyoruz.

DKÖ'LERDE ÖRGÜT ANLAYIŞI

"Demokratik Merkeziyetçilik" Doğruluğu pratik deneylerle sınanmış bir işleyiş modelidir. Farklı görüşlerin bastırılmasını değil güvence altına alınmasını ifade eder. DM'in çok sesli­lik ilkesi farklı görüşlere karşı taham­müllü davranmayı, demokrat bir gö­rev olarak önümüze koyarken, farklı

görüşlerin dile getirilmesini de ilkesel güvenceye kavuşturur. Katılım ilkesi hem karar alma ham de hayata geçiril­mesinde ya da yönetime katılımı her üretken insan için güvence altına alır. DKÖ'nün içinde yer alan farklı görüş­lerden insanların alınacak karalarda söz hakkının bulunması katılımın birin­ci aşamasıysa, kararın uygulanması için faal görev üstlenmek de katılımın ikinci aşamasıdır. Birlik içinde meyda­na gelen ve birliğe zarar veren davra­nış ve çelişkinin çözümünün" iknaya (?!)" dayalı olması gerektiği dikkate alınmalıdır."

Yukanda YÇ'ün bildirisinde DKÖ'lerde örgüt anlayışı başlığı altın­da verilen tüm düşüncelere katılıyoruz. Ancak bildirinin diğer bölümleri için sözkonusu olan durum burada da ge­çerli. Yani YÇ için teori ile pratiğin bambaşka oluşu. Tabii bu durumu yanlızca YÇ'nin bizzat kendisi tarafın­dan kurulan derneklerde, DKÖ'lerde geçerli olduğunu söylemiyoruz. Ora­larda muhalefet olmadığı için zaten bu tür tartışmalar da gündeme gelmeye­cektir. YÇ'nin yönetimi ortaklaştğı yerlerde ise yukarıda söyleninlerin izi­ne rastlamak bizi oldukça sevindire­cektir. Fakat Sezarın hakkını Sezara vermek gerekir. Özellikle ikna konu­sunda YÇ'liler oldukça uğraşıyorlar. Tartışmalarda ortada program vs. gibi politik üretimler söz konusu olamadı­ğından bu konuda çalışma yapanların, farklı tartışma yöntemleri ile çalışma­larını duyurmalannın ve kitle desteği (DKÖ sürecinde bulunanlar) aldığı hal­

de uygulanmalannın önüne geçiliyor. Kılıf hazır. "Çoğunluğun oyları ile YK'yı oluşturduk. Buradaki kitleyi dik­kate almıyoruz." Sürekli sözü edilen çoğunluk ise ne hikmetse bir kez bile bu anlamda çoğunluğu sağlayamıyor. Bu durumda artık geleneksel hale geti­rilen naylon üyeleme en kör göze bile varlığını kanıtlıyor. Sonuçta ikna nok­tasında göstermelik toplantılar, kitle iradesini, oylannı dikkate almama, (bildirinin daha önceki bölümlerinde sözü edilen "demokratik yanları ağır basar" ilkesi yerine tam tersine merke­ziyetçilik uygulaması)da kar etmeyince en son yöntem gündeme sokluyor. Ve istenilene kısmen ulaşılıyor. Yani kitle- YÇ dışındaki-DKÖ'lere gelmemesi için ikna ediliyor. Yöntem: DAYAK.

Teoride sayfalarca yazıp, pratiğe gelince dar grup çıkarlan öne çıktığın­da genelde küçük burjuva sosyalistleri­nin davranış biçimidir- Yeni ÇÖZÜM, ÇÖZÜMSÜZ'lüğünü dayak ile ÇÖZ- ME'ye çalışıyor. Arkadaşların kitleleri ikna için verdikleri uğraşlara gıpta (!) ile bakmamak ve çabaları görmezden gelmek mümkün değil. Bu çabalar ge­rek dergideki seviyesi(!) dikkate değer yazılarla, gerekse de ayrıca çıkarılan bildirilerle taçlandırılıyor. Ve iş artık atacak çamur kalmayınca "Çağdaş Yol örgütlenmede kadın kullanıyor'a kadar vardırılıyor.

Çağdaş Yol okuru bir grup ka­dının yanıtı ise doğru tesbiti yakalı­yor.

YÇ'ün bu güne kadar gelişinin ana tespitini onlann ağzından veriyoruz.

".. Siyasi arenada politika ürete­meyenlerin kendilerini ifade edecekle­ri iki alan vardır.

Kaba güçİftira ve karalama edebiyatı ve vaz­

geçilemeyen dedikodu üslubu."Tesbit can alıcı noktaya parmak

basmış. Politik tükenmişlik bu belirti­lerle kendini gösterir. Fazla söze gerek yok.

Öte yandan bu tür tavırlara ve üslu­ba sessiz kalan siyasi kesimin ise ge­rekçeleri merak konusu. "Sükut ikrar­dan gelir" sözü sanmz onlar için söy­lenmiş. Aksi sözkonusu ise bugüne ka­dar karşı tavırla karşılaşmayan Y.Ç. ve Y.Ç. gibilerinin bu yapıları sindirdikle- rini-istedikleri sonuç- düşüneceğiz ■

56

Page 59: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Türkiye'de proleterya

Ali KEMAL

Türkiye'de işçi sınıfının sosyal var­lığı yaklaşık bir yüzyıldır tartışılmaz gerçekliktir. Bu gerçekliğin kanıtları Tersane grevleri, Kurtuluş Savaşında İstanbul'un işgalini protesto miting ve gösterileri, 27 Mayıs öncesi ve sonrası savaşım ve gösteriler, DİSK olayı, 15- 16 Haziran; yani Türkiye'yi sarsan günler, Tariş, Gültepe direnişleri ve en son 1 9 8 9 Nisan direnişleridir.

Her ülke, bölge vb. de olduğu gibi kapitalizmin olmazsa olmaz kuralları tabii ki Türkiye'de de işçi sınıfının do­ğuşu, gelişimi, sürecine damga vur­muş diyalektik bir işleyişi sahip olmuş­tur. Onun yasaları, sistemin tüm hüc­relerinde işlerlik kazanırken aynı za­manda kendi karşıtını yani proletara- yayı da doğurmuştur. Proletaryanın devrimci dönüşümdeki önder konu­munu sergilemek için öncelikle teorik bir analizle kapitalistleşme sürecini anlatacağız. Kapitalizmin, bugün en üst aşaması emperyalizme ulaşmış ka­pitalizmin yaklaşık 4 0 0 yıllık pratiğini Marksizm Leninizm sistematiği içinde kavranışı, bu sürecin seyri, derinliği, hızı, gücü ve karakterini iyice belirgin­leştirir.

Kapitalist üretim ilişkisi, bağnnda doğduğu feodal üretim ilişkisi ile tarih­sel olarak çatışarak, adım adım ilerler ve onu yani "yeni olarak karşısındaki eskiyi" tarih sahnesinde siler. İki üre­tim ilişkisi arasındaki çatışma tabii ki düz bir çizgi izlemez, zik-zaklarla de­vam eder, ta ki sonuçlanıncaya ka­dar.

Kapitalizm köleci toplumdan bu yana varolan ama hiç bir zaman "te­mel" olmayan meta üretimi temelleşti­rir yani her şey i"m eta la ş tır ırKöleci toplum ve feodal toplumda da vardığı­

nı devam ettiren tefeci bezirgan ser­maye ve küçük zanaatkar, küçük mülk sahibi köylü de büyük bir dönüşüm ya­ratır: Yani kapitalizm, eski üretim iliş­kisi olarak feodalizmden devralınan toplumsal kategorileri, "eskinin malze­mesini" ele alıp işleyerek işe başlar.

Onun ilk gereksindiği; emek-gücü- nü satmaktan başka çaresi olmayan, yaşayabilmesi için "başka hiç bir gücü" bulunmayan proleterler rezerv olarak feodal toplum içinde az da olsa vardır­lar. Ama kapitalizmin artık egemenli­ğe oynaması, eksiyi silip süpürebilme­si için bu yetmez; kent ve kırdaki küçük zanaatkarlar, küçük toprak sahipleri, serfîer "mülksüzleştirilip proleterleşti- rilmelidir! Bunun yolu kapitalistleşme sürecinde küçük zanaatkarlar için tefe­ci bezirganın tuzağında hızla mülksüz- leşmektir, Aynı şey genelde küçük toprak sahibi için de geçerlidir. Gide­rek belirginleşen kapitalist piyasa ku­radan eliminasyona başlamıştır. Sert­ler yani "yerin esirleri" içinse "özgürlü­ğe kavuşturma yasaları" çıkarılır. Kimi zaman kanla topraktan sürülür. Bu­nun yanında süreç kırın kapitalistleş- mesini hızlandırdıkça "köylülükte fark- lılılaşma" başgösterir. Yani tarihin di­namikleri artık işlemeye başlamıştır. Genel olarak emek-gücünü satmaya hazır milyonlann hazırlanması süreci ilkel sermaye birikimi sürecidir. İşte, bu süreç "Hrlann ıssızlaşmasını" hız- landmr. Yani, bir yandan kırlarda basit yeniden üretim yıkılıp yerine genişle­tilmiş yeniden üretim; yani pazar için meta üretimine geçilirken, öte yanda kırlarda giderek "gereksiz hale getiri­len" değişen sermaye unsurlan şehirle­re oluk oluk akar. Köyden kente göçün mantığı budur. O halde kapitalistleş-

menin hızı ve derinliğine bağlı olarak- ki bu da birazdan değineceğimiz güç­ler dengesiyle belirlenir-kırlarda nüfus azalırken, şehirlerin nüfusu kabarma­ya başlar. Şehir, tekniği, yaşam tarzı, gücü ile kırın üstesinden gelmeye baş­lamıştır. Şehirlerde varoluşları doldu­ran proleterlerin sayıca gelişim hızı ar­tık genel olarak nüfus ve özelde tanm- sal nüfusun" hızlarını geçmeye başlar. Sermayenin merkezileşmesi ve yo­ğunlaşması proletaryanın niceliğinde yeni bir dönüşüm yaratır: Tekelci dö­nemle büyük işletmelerde giderek da­ha fazla sayıda proleter çalışmaya baş­lar. Üretimde, teknikde, sermaye ya­pısında "her şey demek olan" tekeller, aynı zamanda daha çok sayıda prole­tere de hükmetmeye başlarlar.

Tüm bunlar bize tarih sahnesinde karşı karşıya gelen kapitalist ve feodal üretim ilişkisinin kavgasını anlatır. Bu kavga, ya da çatışmanın seyri, hızı, de­rinliği, gücü ve karakteri, özellikle Av­rupa'da milyonlarca proleterin gücünü burjuvazinin ensesine dayayacak şekil­de hissettirdiği dönemlerde çatallaş­maya başlar. Kırlarda kapitalizmi radi­kal ve çok hızlı bir şeklide; devrimci bir tarzda kökleştiren ve yerleştiren Ame­rikan tipi gelişiminin yanısıra!850'ler- de "feodal toprak beyliği iktisadının iç başkalaşımı" da kapitalizme geçişin di­ğer bir temeli haline gelir.

Bu iç başkalaşım, toprak ağasının burjuvalaştırılması, toprakağası-serf ilişkisini giderek kapitalist toprak sahi- bi-kır proleteri ilişkisine "ağır ve sancı­lı" dönüşümdür. Bu, iki üretim ilişkisi­nin belli bir süre belki de yanyana va­rolmasını gündeme getirebilir ama bu hiç bir zaman "bu eklenme sürecinde" egemenlik ve tabîlik ilişkisinin varlığını

57

Page 60: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

inkar etmez. Şehir, yani kapitalizm, tekniği, yaşam tarzı, gücü ve dünyada­ki genel durumuyla kıra yani feodaliz­me üstündür. Üstünlük, saf anlamda feodalizmi gündemden çıkanr, onu ’artık, kırıntı" haline getirir.

Bu teorik analizlerden sonra artık Türkiye'de işçi sınıfının sosyal varlığı gerçekliğine geçebiliriz:

Öncelikle T.C.'nin Osmanlıdan devraldığı mirasa bir göz atmamız ge­rekiyor. 1921 yılında İstanbul, İzmir, Adana gibi o dönem işgal altında bulu­nan önemli merkezleri kapsamayan ve iktisat Vekaleti tarafından yapılan sanayi sayımına göre 3 3 bin 5 8 işye­rinde 7 6 bin 2 1 6 işçi çalışmaktadır. 1927'de Devlet İstatistik Enstitü­sünün kurulmasının hemen ardından sanayi sayımı yapılmıştır. Bu sayıma göre 6 5 bin 2 4 5 işletmede 2 5 6 bin 8 5 5 işçi çalışmaktadır. İşçilerin büyük bölümü tanrn hayvancılık, dokuma, maden-maden işleme sektörlerinde yoğunlaşmıştır. İşletmelerin yüzde 79'u üç ve üçten az işçinin çalıştığı iş­letmelerdir. 10 ve daha fazla işçi çalış­tıran işletmeler ise genelin yüzde 3 u kadardır. İlk bakışta gibi gelebilecek iş­çi sayısını esas olarak toplum çerçeve­sine yerleştirdiğimizde bunun hiç de böyle olmadığı anlaşılmaktadır;

Dr. Hikmet Kıvılcımlı "Türkiye işçi sınıfının sosyal varlığı "çalışmasında 2 5 6 bin kişiden 2 3 8 binin işçi olması­nı ve 1927'de, Türkiye nüfusunun 13 milyon 6 6 6 bin, 1 9 2 8 -2 9 devlet yıllı­ğında ise 1 0 .9 milyon olarak gösteril­diğini hatırlatarak ikisinin ortalaması­nın alındığında karşımıza her 50 kişi­den 1 kişinin sanayi proleteri olduğu gerçeğinin çıktığını yazıyor ve ekliyor­du:

"50 kişide bir sanayi işçisi, elbette ileri Avrupa sanayi memleketlerine bakarak, pek az nispettir. Fakat aynı Avrupanm cenup ve Şarkına doğru gelelim: işin gittikçe değiştiğini görü­rüz. mesela, 1917'de zirai ve geri bir memleket olan Çarlık Rusyası'nda 180 milyon nüfusa karşı yalnız 2 mil­yon 9 0 0 bin sanayi işçisi vardı. Sanayi amelesinin nüfusa nispeti: 62 kişide 1 kişidir"

Dr. Kıvılcımlı aynı çalışmasında "o istatistik yoksulluğunun" içinde işe ya­rar tüm dokümanları tek tek irdeler ve şehir ile kırlardaki proleterlerin sayısı­nın 8 0 0 bin ile 9 7 0 bin kişi arasında bulunduğunu saptar. Yine genel nüfus çerçevesinde yerleştirlidiğinde yine iki nüfus sayımı verilerine göre her 16 ki­şiden birinin, veya her 14 kişiden biri­

nin proleter olduğunu belirtir Sovyet- ler Birliğinde 19 2 4 -2 5 sıralannda, ya­ni devrimden yedi-sekiz yıl sonra bir Rus araştırmacı Lozovsky'nin "Sovyet- ler Birliğin'de 150 milyon nüfusdan kır proleterleri de dahil olmak üzere" aza­mi "8-9 milyonu proleterdir" sözlerini aktarır. Bu verilere göre o dönem her 15 veya her 18 kişiden biri proleter­dir.

1 9 2 3 -1 9 2 9 yıllannı Burjuvazi için ülke içinde burjuva devletin oturması, savaş yaralarının sanlması, Musul- Kerkük, Kürt "meselesinin "halledil­mesi, içeride sınıf zıtlıklannın, savaşı­mının yükselmesine yönelik pratikle­rin: Mustafa Suphi'lerin katledilmesi, İstiklal Mahkemeleri, her türlü yasak., dışarıda ise emperyalizme karşı varlı­ğını kabul ettirme savaşı verilirken, ya- nıbaşındaki sosyalist devrimin etki ala­nından kaçınmak için uğraşın verildi­ği" yıllar olarak geçtiği gözözüne alınır­sa:

Bu dönemin kapitalistleşmenin sonraki yıllarda büyük bir patlama ya­pacak denli hazırlık dönemi olduğu anlaşılabilir. 1930'lu yıllar kapitalizm ve aynı zamanda işçi sınıfında hem ni­celik, hem nitelikçe gelişmenin ifadesi­dir. 1927'de genişletilen Sanayii Teş­vik Kanunundan yararlanan kuruluşla­ra baktığımızda bunu rahatlıkla görebi­liyoruz. 1930'larda yapılan sanayi an­ketlerinin sadece teşvikden yararlanan kuruluşları kapsadığını hatırlatarak başlayalım. -

1923'de teşvikden yararlanan şir­ket sayısı 1509 , 1931'de 2 3 0 0 adet­tir. 19 3 2 yıllında sayıca artış tersine dönre. 1932'de işletme sayısı 1473 'e , 1933'de 1397'ye gerilemiştir. 1 9 3 5 ve 19 3 7 yıllannda ise sırasıyla bu sayı 1161 ve 1116'ya düşmüştür. Şirket sayısındaki bu azalma, sermayenin esasen merkezileşmesinden kaynak­lanmaktadır. Azalan şirket sayısına karşılık 1931'de toplam şirketlerin sa­bit sermayeleri yani değişmeyen ser­maye değeri 5 5 milyon lirayken bu 1 9 3 5 ’de 6 2 milyon liraya çıkar. 19 3 3 yılında 1397 işletmede çalışan işçi sa­yısı 6 5 bin 6 5 9 iken, 1937'de bu 80 bin 3 5 2 kişiye yükselmiştir. Şirket sa­yısı 281 adet azalmış, şirketlerin ser­maye yapılan güçlenmiş, işçi sayısı artmış şirket başına çalışan işçi sayısı da 4 7 işçiden 7 2 işçiye yükselmiş: So- nuç tabii ki çok açık bir tekelleşme.

Bu tabloyu başka bir veriyle des­teklediğimizde tekelleşme olgusu daha iyi anlaşılabilmededir. Bu kez yıl 1 9 3 9 ; 1 1 4 4 işletmenin yıllık üretim

değeri 3 4 î milyon lira. İşletmelerde yıllık işgünü sayısı 2 6 bin 7 9 6 gün 1 1 4 4 işletmeden sadece 113'ü yani yüzde 10'u üretimin yüzde 7 3 ,'ünü, aynı zamanda işçilerin yüzde 72,7'sini çalıştmyor.

Demek ki, 1 9 3 0 -4 0 döneminde devletçi kapitalist gelişmenin verdiği hız ve güçle sermaye büyük işletmeler­de merkezileşip yoğunlaşarak, sana­yie hükmetmeye başlamıştır. Bu dö­nem yaşanan kapitalistieşme süreci­nin karakteri yani tekelci kapitalist ge­lişim daha sonraki yıllarda da sürece damgasını vurmuştur.

Savaş yıllan sanayide bir durgunlu­ğu da beraberinde getirirken, finans- kapitalin savaş sonrası döneminde gerçekleştireceği 'büyük atılım' için sermayesini beşe-ona katladığı spekü­lasyon, vurgunlarla dolu yıllar olmuş­tur. Savaş sonrasında kırlara gönderi­len onbinleri bulan traktör tümenleri buralarda mülksüzleşmeyi hızlandmr- ken, şehire akan proleterlerin sayısını da milyon sınırına ulaştırıyordu. Sana­yide ve tanmda yıllık yüzde 10'lan bu­lan büyüme hızlan mülksüzleşenleri kapitalist işletmelerde masederken, tarımda kapitalizmin o döneme kadar ki "uysal gidişi, dizginsizleşmeye ve hırçınlaşmaya başlamıştır." Bu, o ana kadar ki Prusya tipi kapitalist gelişme­ye hız ve derinlik kazandırmıştır. Köy­lülük içindeki farklılaşma artmış, kırla- nn pazara açılması, daha da hızlan­mış, kapitalist üretim hücra köşeleri bile fethetmeye' başlamıştır.

1960'lı yıllar "planla kalkınma" dö­nemi olurken, 1 9 7 0 ve 1980'ler de 1960'lardaki genel eğilim devam et­miş yani 1 9 6 0 -1 9 8 0 arasındaki 2 0 yıllık dönemde filans-kapital ağını dört bir yana sararken, kapitalistieşme açı­sından "genişleme yılları" yaşanmıştır. Bu yıllarda yaşanan sürecin işçi sınıfı­nın sosyal vanlğı üzerinde yarattığı et­kileri sayısal olarak değindikten sonra onun "profilini de" çizmeye çalışaca­ğız.

Görüldüğü gibi dünyanın en hızlı nüfus artış hızına sahip ülkelerden biri olan Türkiye'de "biyolojik üretim hızı," kapitalizmin kendisini üretmesi ye ço­ğalması hızından "geri kalmıştır. İkinci sonuç ise 1 9 3 0 , 1 9 4 0 ve 1 9 7 5 yılla­rında bir önceki yıllara göre proletar­yanın artış hızında patlamalar yaşan­mıştır. Özellikle 1 9 3 0 -1 9 5 5 yıllan dik­kat çekicidir. Böylece, Dr. Kıvılcım­lının yönteminden hareket edersek tablonun sütunlarından da görüldüğü gibi nüfus başına sanayi proleteril

58

Page 61: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Yıllara göre sanayi proletaryası ve nüfus içindeki gelişimi, Sanayi Proletaryasının gelişim t a ve genel nüfus artış t a

Yıllar;T -.7 Sanayi

ProleteriNüfus

(1000) |Nüfus başına

proleterProletaryanın artış hızı (%)

Nüfusun artış hızı (%}

1930 300.000 14.000 İl 46 I İ I 1 İ 1 I I İ 1 1 İ İ -1940 ' 533. 17.700 33 7 S ‘ 231955 • 1.123.000 Y 23.800 İSIISH I! 3$1960 1.329.000 ı 27.500 11 20 ■ ■ ■ s ı 151965 : um m 31.000 20 1 I1 H 1 B 131975 2.120.000 O 40.000 ■1İ1IISB!IIİH IIH 29

M l l l l l l l l | rV 2.373.00Q :'• 4 4 . 4 4 0 I I l İ l i İ l ! ! J ! ! ! ^ ! ! 8 111988 3.130.000 5 2 4 0 0 I l i l l l l l 30 22

Not: Veriler DİE İstatistik yükîan, sanayi ve işyeri sayımlarından tarafımızca derlenmiştir.

1930'larda 4 6 kişide 1 kişiyken, 1988'lerde bu 17 kişide 1 kişiye düş­müş bulunmaktadır.

Türkiye'de kapitalistlerin sigorta­lamamak, sendikasızlaştırmak, için anketlerde gerçek işçi sayısını her za­man gizledikleri ve istatistik bulgulann Türkiye'nin her köşesini kucaklamak­tan uzak olduğu düşünüldüğünde sa­nayi proleteryasının sayısal olarak da­ha fazla olduğu ortaya çıkar.

Peki acaba analizimizi sadece sa­nayi proletaryasıyla sınırlı tutabilirmi- yiz? Kesinlikle hayır. Genel olarak sa­dece sanayi değil, tarım ve hizmetler sektörü dediğimiz alanlarda da çalışan ücretlileri sayarsak tam olarak ücretli çalışanlann sayısına erişebiliriz. DİE'nin Hanehalkı işgücü anketlerini vereceğiz. 196x'dan itibaren bu an­ketleri düzenleyen DİE'nin verileri Tablo 2'de görülüyor.

Tablo 2 neyi anlatıyor? 20 yılda

ücreticilerin sayısı yüzde 110 artmış­tır. Aynı zamanda bu mutlak artış nü­fus içindeki ücretlilerin sayısını da gö­rece olarak arttırmış 1965'de her 10 kişiden biri ücretli iken, 1985'de her 8 kişiden biri ücretli duruma gelmiştir. Dr. Kıvılcımlının 1930'larda sanayi ta- nm ve hizmetler sektöründe bulduğu 8 0 0 -9 7 0 bin arasındaki ücretlilerin sa­yısı 5 5 yılda yüzde 6 1 0 artmıştır. Nü­fus artış hızı ise 1930-1989 'd e yüzde 2 6 0 olmuş, 14 milyon kişiden 50 mil­yon kişiye çıkmıştır. Tablodan farkedi- len diğer bir nokta ise aile içinde ücret­siz çalışanlann sayısında yüzde 20'lik yani sayıca 1 milyon 2 3 4 bin kişilik bir azalıştır. Bu azalış esasen ücertilerde yani işçi sınıfındaki kabarma yaratan faktörlerden biri olmuştur.

İşçi sınıfının profili

Şimdi de işçi sınıfının portresini

çizmeye çalışalım. Burada işçi sınıfının bangi tip işletmelerde toplaştığına, onun çins aymmına, yaş grubu öğre­nim durumu, yoğunlaştığı bölge-iller ayınmmı ortaya koyacağız. Burada yi­ne istatistiksel olarak ortaya çıkan yoksulluğu vurgulayıp işe başlayalım.

1 9 5 0 ve 1963'de yapılan ankent- lere göre: 1950'de 103'ü devlet kapi­talist, 2 5 İ5 'i de özel kapitalist işletme olmak üzere toplam 2 6 1 8 işletme toplam sanayi işletmelerin yüzde 3,2'si demektir. 1963'de büyük işlet­melerin sayısal olarak toplam işletme içindeki payı yüzde 1,9'udur. Ama bu sayısallık aldatmasın! Bu az sayıda iş­letmelerde 1950'de toplam işçilerin yüzde 78 , 8'i 1963'de yüzde 76'sı ça­lışmaktadır.

İşçi sınıfının az sayıda ki tekel işlet­melerde toplşmasını daha ayrıntılı ola­rak aşağıdaki Tablo 3'te görebiliriz:

Yazımızın ortalannda 1930'lu yıl­larda kapitalistleşme sürecinde işlet­melerdeki irileşmeye, yani tekelleşme­ye işaret etmiş ve bu karakterin sonra­ki dönemlere de damgasını vurduğu belirtmiştir. İşte size kanıtları: 1970'lerderi 1985'lere nicelikçe hep dev eşletmeler leyhine yavaş da olka bir gelişme vardır. Bu yavaş gelişme çok önceden ekonomik yapının tekel­leşmiş olmasından kaynaklanmakta­dır. Yani yeni değil onlarca yıl önce fi- nans-kapitalin şekillenmesinin maddi zemini tekeller egemenliklerini ilan et­mişlerdir. Toplam işletmelerin yüzde 0,5'i kadar olan işletmeler işçilerin toplam yüzde 50'sine patronluk et­mektedirler. Daha detaya bakıldığında 1 0 0 -4 9 9 arasında içşi çalıştıran işlet­melerde ortalama olarak yıllara göre sırasıyla 2 1 9 , 2 1 8 ve 2 2 3 işçi çalış­maktadır. 5 0 0 ve daha üstü işçi çalıştı­ran işletmelerin büyüklükleri ise yine sırayla 1 273 , 1 3 7 6 ve 1 2 7 0 işçidir.

imalat sanayiinde çalışanlara ba­kıldığında çalışanlann yüzde 83'ü er­kek, yüzde 17'si kadındır. Toplam üc­retlilere bakıldığında ise bunların yüz­de 85'i erkek, yüzde 15'i ise kadındır. Kadınların yoğunlaştığı alan ise hiç kuşkusuz tanmdır. Sanayide çalışanla- nn yüzde 15 ’i kadınken, hemen he­men tamamı tanm işletmelerinde çalı­şan ile içi ücretsiz işçilerin yüzde 7 1 'i kadın, gerisi erkekdir.

Yaş grubuna baktığımızda ise işçi sınıfının genel profilinin genç olduğu ortaya çıkıyor, imalat sanayiinde çalı- şanlann yüzde 3 1 'i 2 5 -3 4 yaşlan ara­sında ve yüzde 20'si de 3 5 -4 4 yaşlann- dadır. Sadece 15-34 yaşlan arasında

T a b b 2

Çalışma hay at: rdaki yeri

. İ M 1 9 8 5 1 G en eln iu sa

Sayısı oranı SayısıI 20 yıllık

değişim (%}

İşverenle' 154000 201 130 150ınsçaftşaft 4.198.000 12 ' 10r8feE çalışan 6.414000 l l l l l l l 5.180.000 I I M I I I -20

10 6.398.000 B B İ B İ İ I 110

Kaynak: DİE Hanehalkı İşgücü Anketleri

59

Page 62: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

ı ı i ı ı p ı ı ' mTopfan%erleıi Toplamişçiler Foplamışyerieri. Toplam işçiler Topiamlşyerieri Topfemİşçiter■. • içindekipayf i ıcindekıpayı içîndekıpayt içindekipayt ıçındekıpayı pdekipayj

* (%) ‘ w (%ı m « W

1 -1 9 9 8 ,3 4 2 9 7 ,4 4 0 ,5 9 7 ,4 4 0

20 -9 9 H l l l l l Î 0 .5 1 ,9 . 1 1 , 6 M B j p p 11.11 0 0 -4 9 9 0 .3 16 .2 0 4 15; 0 ,5 M H H İ

5 0 0 ve üstü b m i ■ İ l i l 3 1 ,9 3 0 ,7

: DİE İmalat sanayii anketlerij

işçilerin sayısı toplamın yüzde 60'dır.Peki işçi sınıfının öğrenim durumu

nedir? Tarımda ücretsiz aile işletmele­rindeki çalışanların öğrenim durumla- n daha kötüdür. Bu işletmelerde her 100 kadından 36 sı okuma yazma bil­memektedir.

Toplam ücretlilere bakıldğında ise durum biraz olsun iyileşmektedir. Her 100 kadından 9'u okuma yazma bil­memektedir. Okuma yazma bilmeyen erkeklerin sayısı ise 100 kişiden 4'dür.

kul mezunu olarak işe alınanlar genel içinde ağırlıktayken, son 10 yıldır bu ağırlık giderek Ortaokul ve Lise mezu­nu işçilere kaymaktadır. Bu ise imalat sanayiindeki işçilerin öğrenim durum­larında bir yükselmeyi, beraberinde de algılama güçlerinin artmasına yol aç­maktadır.

Şimdi gelelim işçi sınıfının bölgele- rarası dağılımına: DİE- Hanehalkı iş­gücü anketini 5 bölgeye göre yapılı­yor. Marmara Trakya bölgesi, Güney Anadolu, Ege ve İç Anadolu, Karade­

1İİİIİ!

1960 1985

Okuma-yazmabilmeyen 21,1Okuryazar, okul mezunu değil İ İ İ I I İ B I M İ İ İ İ M I 7,4ilkokulmezunu 54,3Ortaokul mezunu 5,7Li 4,7Lise dengi Meslek okulu mezunu ■ ■ ■ ■ ■ 3,0Yüksek okul, fakülte mezunu 3,8

Tablo açık. Genel olarak işgücün­de yani tüm sektörlerde faal olanlar arasında yapılan anketler okuma-yaz- ma bilmeyenlerin oranında belirgin bir düşüşü gösteriyor. Ama kapitalizm henüz bu sorunu tam olarak çözeme­miştir. Bu, ilkokul mezunlannm top­lam işgücü içinde yüzde 5 4 gibi baskın bir durumda olmasından da görülebi­lir. Ama burada altını çizmemiz gere­ken bir şey var: Özel olarak İmalat sa­nayiinde onlarca yıl önce asgari ilko­

i

niz ve Doğu-Güneydoğu Anadolu böl­geleri, 19 8 5 anketine göre tüm sek ̂törlerde ücretli 6 milyon 3 9 8 bin işçi­nin yüzde 4 l ’i Marmara bölgesinde, yüzde 251 Ege-İç Anadolu bölgesinde ve yüzde 12 !si de Ğüney Anadolu böl­gesinde bulunmaktadır. Olaya imalat sanayii olarak bakarsak toplam çalı­şanların yüzde 53'ü Marmara'da, yüz­de 251 Ege-İç Anadolu, 111 de Güney Bölgesinde bulunmaktadır. Doğu-Gü­neydoğu ile Karadeniz bölgelerinin

genel olarak’ticretliler ve imalat sana­yiindeki ücretliler içindeki payı ise yüz­de 101ar civanndadır. Daha da özele indiğimizde Türkiye sanayi proletar­yasının İstanbul, İzmir, Ankara, Ada­na, Eskişehir Kocaeli, Bursa illerinde toplaştığını görüyoruz. Ücretsiz aile iş­letmelerinde çalışanlara da baktığımız­da - ki bunlar 5 milyon 180 bin kişiyi bulmaktadır- burada birbirine yakın oranlar çıkmaktadır. Doğu ve Güney­doğu Anadolu bölgesinin payı bu kate­goride her 100 kişide 26 , iken Mar­mara'nın payı her 100 kişiden 2 4 ’dür.

Prolearyamn gelişiminde2. kuşak

Buraya kadar çeşitli verilerle Tür­kiye'de işçi sınıfının gelişimini ana hat- lanyla anlatmaya çalıştık. Gördük ki, Türkiye kırlarında kapitalistleştirmede "Prusya tipi kapitalist gelişme, yön­tem" olarak tercih edilmesine/zorun- da kalınmasma/rağmen kısa süreli şoklarla finans kapital şekillenmiş ve işçi sınıfının sosyal varlığı da bir ger­çeklik olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa- da yüzyılların kapitalist birikişi sonu­cunda tekelci aşamaya geçiş bizde her türlü iç ve dış koşulun bir sentezi olarak daha kısa sürede gerçekleşirken, bu­gün geldiğimiz noktada "kapitalist bir- kişin yasalannın hala canlı olarak işle­diğini" vurgulamalayız. Gerçi 1920'lerde şehirlerde yaşayan nüfus yüzde 25'lerde iken ve 1985'den son­ra bu yüzde 55'lere çıkıp "şekil olarak da şehirlerin kırlara baskınlığı" kesin­lik kazanmıştır ama "prusyalılık" hala sürmektedir. Genel nüfus içinde yüzde 45'lik paya sahip olan kırlann ekono­mideki payı yüzde 15'lere kadar düş­müştür Bu kırlardaki facianın en basit göstergesidir. Ama dinamik süreçde kırların bu şişkinliği adım adım sön­mektedir. Peki bu olay bize neyi gös­termektedir? Bir yanda şehirlerde pro­letarya "kendini yeniden üretmeye başlamıştır", öte yanda kırlardan şehi- re göç sürmektedir. O halde ikili işle­yen bir süreçle karşı karşıyayız:

Önce proletaryanın kendini yeni­den üretmesi gerçeğine değinelim. Sonra da kırlanmıza. 1984'de (Milli Prodüktivite Merkezi) MPM tarafın­dan yazılacak İstanbul'da 13 8 sanayi işletmesinde 1 3 7 3 işçi ile yapılan uzun bir anket çalışmasının sonuçlan bize bu kpnuda önemli sonuçlar sunmakta­dır. İşçilerin "Baba mesleğiniz nedir? "sorusuna verdikleri yanıtta ilk sırada

60

Page 63: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

yüzde 39'la çiftçilik gelmektedir. Onun hemen arkasından ise yüzde 24'le 'sanayide işçi" yanıtı ikinci sıra­dadır. Baba meslekleri içinde küçük memur yüzde 9'iuk, esnaf ve küçük ti­caretle uğraşanlar yüzde 7 .6 , kendi mesleğinde serbest çalışan yüzde 6,3'lük paya sahiptir. Demek ki her 100 proleterin 2 4 'ünün çocuğu da ba­ba mesleğini sürdürmektedir. Öte yanda ise şehirlere göçün devam etti­ğini gösteren veri baba meslekleri içinde genelde küçük burjuva katego­risinin toplam yüzde 67lik paya sahip olmasıdır. "Barajın sularını kontrollü olarak akıtması" gibi finans kapital de kırların şehirlere akmasını "elinden geldiğince "kontrol altına almaya ve "sosyal patlamalann besin kaynağı " olmayacak şekilde gelişimini sağla­mak istemektedir.

Şimdi de kırlardaki proleterleşme­ye bakalım. İ960'larda yani Türki­ye'nin 27 milyon civannda bir nüfusa sahip olduğu dönemde tarım işletmesi sayı olarak 3 milyon idi. 1980'da nü­fus 4 4 milyona çıkmış tarım işletmesi sayısı da yüzde 20'lik artışla 3 milyon 60 0 bine yükselmiştir. Kırlarda bir ta­raftan kapitalist çiftçilik gelişip kır bur­juvaları özellikle 1950'lerden sonra hızla boy atarken, öte yanda "toprak­sızlık, buna bir basamak yakın küçük toprak sahipliği" mülkiyet bazı olarak işletmelerde ağırlıktadır. İşte bu işlet­meler ve ücretsiz çalışan milyonlar hem kırlar, hem de şehirlerin proleter- ya deposudur. Köylünün köyün yo­sunlarından kurtulup şehire göçü, do­laysız olarak proleterleşmesi "gecik­meye uğramaktadır." Ama tüm bunla­ra rağmen kapitalizmin dinamikleri kır proletaryasını da doğurmuştur, yanı­na da yine buna bir basamak yakın mevsimlik işçileri koymuştur. Burada yine MPM tarafından yapılan bir araş­tırmadan bahsedeceğiz, istatistiklerin yoksulluğunu bununla aşmaya çalışa­cağız. Yüzde 38'i küçük (1-50 dö­nüm), yüzde 411 orta (51-200 dö­nüm) ve yüzde 2 l'i de büyük (200+üs- tü) tarımsal işletme olmük üzere top­lam 3 3 7 5 işletme üzerinde yapılan bir araştırma bize işletmelerde sürekli üc­retli, aile içi ücretsiz ve geçici-mevsim- lik işçilerin çalışma oranlarını vermek­tedir. 3 3 7 5 işletmeden alınabilen ya­nıtlara göre toplam işletmelerin yüzde 10'unda sürekli ücretli işçi çalışmakta­dır ve ücretli çalışan sayısı ortalama 2 kişidir. İşletmelerin yüzde 90'ı sürekli anlamında işgücünü aile içinden karşı­lamaktadır. işletmelerin yüzde 5 2 fsi

ise her yıl sayısı belirtilmeyen bir oran­da geçidi işçi-mevsimlik işçi çalıştır­maktadırlar. Demek ki, 19 8 0 bazlı 3 milyon 6 0 0 bin tanmsal işletme üze­rinden kaba bir hesap yaparsak kırlar­da 7 2 0 bine yakın sürekli proleter, 1 ,5

’ milyonun üstünde ise mevsimlik prole­terler üretim sürecine katılmaktadır­lar.

İşsizlik

Her kapitalist ekonomide olduğu gibi Türkiye'de de kapitalistleşme sü­reci, bağnnda kronik bir hastalığı; iş­sizliği üretmiş ve ürtemeye devam et­mektedir. İşsizlik, özünde kapitalistler için işgücünün fiyatını sürekli aşağıda tutabilmek için büyük bir baskı aracı" olması yüzünden doğmuştur. İstatis­tikler 1950'lerden sonra bir işsizlik so­rununun gündeme geldiğini gösteri­yor. Bunlara inansak bile 1950'lerde aktif çalışabilir nüfus içinde işsiz sayısı yüzde 5 ,6 olurken, 1962'de işsiz sayısı oran olarak yüzde 10,5 'e (1,4 milyon kişi), 1977'de yüzde 12,2 'ye(2 milyon kişi) ve 1988'lerde yüzde 25'e (4 mil­yon kişinin üstünde) çıktığını görüyo­ruz. Sadece İş-İşçi Bulma Kurumu'na 'kayıtlı işsizlerin' sayısı 1 ,2 milyon kişi­ye ulaşmıştır. Bir de yurt dışına çalış­mak üzere gönderilen 1 milyonun üs­tündeki işçiyi gözönüne alırsak bunu hem işsizlik hanesine, hem de çalışan işçiler hanesine yazabiliriz. Ama so­nuç aynı kalır. Bu 1 milyon kişi emek- güçlerini satmak üzere şehirlere göç­müşlerdir.

İşiçi sınıfının sosyal varlığınınsiyasi sonuçları

1930'larda başlayan hızlı kapita­listleşme temposunda sermaye biriki­mi de çığa dönüşen kartopu misali gibi hızla çoğalmış, aynı zamanda, görül­düğü gibi merkezileşip yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu, yüzde 400'lere ulaşan sömürü derecesiyle olanaklı olmuştur. Ama madalyonun Öteki yüzünde bu sömürüye başkaldırının yollarının tı­kanması, bastırılması vardır. Grev ko­nusunda 1936'ya kadar ve örgütlen­me konusunda da 1938 'e kadar 1909'de Osmanlı döneminde çıkan- lan Cemiyetler Kanunu ve Tatil-i Eşgal Kanununun getirdiği ve Cumhuriyet döneminde de geçerli olması gereken özgürlükler" fiilen kullandırlmamıştır. "Yani burada "zor vardır." 1938'de ise açıkça Cemiyetler kanunu ile "sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı"

getirilmiştir. Bu yasak 1 9 4 6 ’da kaldı- nlrken, yerden mantar biter gibi sendi- kalann kurulmasına yol açmıştır. İşte uzun yıllar süren suskunluk yıllan bi­randa patlamaya dönümüştür.

Öyle ki, işçi sınıfının artan hareket­liliğini denetim altına alabilmek için CHP ve DP kendi kontrolünde sırasıy­la İstanbul İşçi Sendikalan Birliği ve Hür İşçi Sendikalar Birliğini kurulma­sına yardımcı olmuştur. Ama bunlar kontrolde başarılı olmamıştır 1 9 4 9 yı­lında 7 7 olan sendika ve 72 bin olan sendikalı işçi sayısı, 1 aralık 1952'de 130 bin sendikalı işçiye ve sendika sa­yısı 248 'e çıkmıştır. 1946'dan itibaren patlayan örgütlenme dalgasının belki de ilk önemli sonucu başından itibaren finans kapitalin kontrol altına almaya çalıştığı Türk-İş'in 7 Nisan 1952'deki kuruluşudur. Sendikalı işçi sayısı 1950'li yıllarda istikrarlı bir artışla yük­seldi ve resmi verilere göre 1 Eylül 1960'da 2 8 2 bin işçiye ulaştı. Sonra­ları ise bu rakam giderek arttı. 19 6 5 ’de Türk-İş verilerine göre buraya bağlı sendikalardaki işçi sayısı 4 5 8 bin 7 7 5 kişiydi. Çalışma Bakanlığı istatistikleri ise 1966'da sendikalı işçi sayısının 3 7 4 binde kaldığını gösteriyor. Arada­ki rakam farkılılığı ne olursa olsun "proletaryanın örgütlenmedeki hızını ve adım adım düzeni sarsacak 15-16 haziranlara gidiş yolunu" gizleyeme- mektedir.

15 Ocak 1967'de İstanbul'da top­lanan 17 sendika yetkilisi burada "Türk-İş'in bağımlı duruma gelmesi, bu örgütün içinde kalarak düzeltilmesini, doğru yola getirilmesini imkansızlaş­tırmıştır" gerekçesini öne sürerek Dev­rimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (EJİSK'i) kurma kararı alır. Daha sonra DİSK'i kurma girişimine katılan sendi­ka sayısı azalsa da Türk-İş üyesi Ma- den-İş, Lastik-İş ve Basın-İş ve ardın­dan bağımsız Gıda-İş ve Türk Maden- İş'in katılımıyla yaklaşık 6 5 bine yakın üyeyle DİSK'in kuruluşu kesinleşir. DİSK, buıjuva sosyalistlerinin Türk-İş dışında yeni konfederasyon kurmak girişimidir. Ama bu da nesnel olarak iş­çi sınıfının en basit ekonomik-sosyal mücadelesinin Türk-İş içinde hapsedil­mek istenmesine duyulan tabandaki tepkilerin yansımalardan biridir.

1970'lerde Demirel'in Başbakan­lık yaptığı MC hükümetinin DİSK'i ka­patma girişimlerine karış DİSK yöneti­cilerinin, onlarla aynı zeminden TİP'li millet Vekillerinin dirençli bir zemin iz- leyememeleri onların burjuva sosyalist zeminlerini iyi açıklarken, sınıf kendili-

61

Page 64: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

ğindelikle, içgüdüsüyle DİSK'in kapa­tılmasına yönelik tepkisini biriktirme­ye başlamıştır. 15 -16 haziran olayları yüz binlerce işçinin "İstanbul ve Türki­ye'yi sarstığı günlerdir." Bu direniş fi- nans kapitalin Cumhuriyetin kuru- luşndan bu yana ilk en ciddi sarsılışıdır. Kendiliğİndenliğin ağır basması Sını­fın kendisi için sınıf olma özelliğini hız­la kazanması önünde bir engel oluş­turmuştur. 1970'ler sonrasına baktığı­mızda sınıf hareketinde işçi sınıfının daha ileri mevzileri ele geçirmeye baş­ladığı görülüyor. Bunun ilk somut pra­tikleri 1 9 7 9 -1 9 8 0 lerde Tariş ve Gül- tepe'de en ön saflarda mücadele eden öncü işçilerin ardlarmdaki kitleyle ver­dikleri direniş mücadelesidir. DİSK o anki yönetimi ve sınıf bakış açısı ile- burjuva sosyalist bakış açısı-Yükselen sınıf hareketini frenlemeye-örneğin Tariş direnişinde direnişi kırmaya ça­lışmıştır. İşçi sınıfı yeni bir nitelik sıçra­masının eşiğindedir. 1 5 -İ6 haziran­daki kendiliğindelik anlamlı ölçüde aşılmış, politik bir mücadelenin ilk fi­lizleri boy vermiştir.

19801i yıllar esasen tam da bu momentte işçi sınıfını yakalamış ve onun gelişen direnişçi karakterinin yaygınlaşıp derinleşmesinin önüne set çekmiştir. Sınıfın yine Türk-İş havuzu­na akıtılma çalışmaları faşizm koşulla- nnda bir ölçüde başarıya ulaşmıştır. 1986'lardan sonra Netaş, Derby Kaz- lıcesme ve sonraki işçi direnişleri ölü

KAMUOYUNA:

Faşist gericiFinans-kapital yalnız halkın emeğini

ve alınterini sömürüp gaspetmekle kalmı­yor, onun kültürel değerlerini de sömüre­rek yozlaştırıyor.

Bugün T.C. de eğitimin, özelliklede li­selerdeki eğitimin durumu içler acısıdır. Bilimsellik ve insani değerler dışında her- şeyi içinde bulabileceğimiz eğitim sistemi Amerikancılığın ve Osmanlı artığı tefeci- bezirganlığm siyasal arenasından öte hiç­bir şey ifade etmiyor.

Bilimden ve üretimden yana liseliler olarak bu eğitim sistemini ve onun uygula­yıcılarını tanımadığımızı ilan ediyoruz. So­runa duyarlı tüm demokrat-devrimcilerin de bu konuda aynı tavrı alması gerektiği düşüncesindeyiz.

T.C. gerici-faşist eğitim sistemiyle halkı muma çevirmeyi düşlese de, gençlik bunun kaşısında gerilemeyecektir. Tari-

-toprağının üstten atıldığı ilk eylemler­dir. 1987 sonlannda başlayan serma­ye birikim krizinin sınıfa daha çok yük­lenmeyi gündeme getirmesi ve 1980'den sonraki "sınıfın faşizm ko- şullannda yaşadıklan" bir birikişidir ve bu nihayet 1 9 8 9 nisan ayı direnişinde patlamaya dönüşmüştür. Burada da bugüne kadar pek direnişin görülme­diği, işçi sınıfının politik anlamda göre­ce geri kitlesinin bulunduğu devlet ka­pitalist işletmelerinde sayısı milyona varan işçi kendilerince özgün yöntem­lerle direnmeye başlamıştır.

Demek ki 1960 , 19 7 0 ve 1 980 sonları esasen sınıfın "her bir ileri sıçra­yış ve geri çekiliş" momentleri olmuş­tur. Her bir ileri sıçrayış sınıfın bakış açısını zenginleştirirken, onun büyük dönüşümdeki önder konumunu da da­ha belirginleştirmiştir.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1930'larda Türkiye'de kapitalist gelişmeyi Marki- sist Leninist bir analize tabi tutup onun tüm iç bağıntılarını ve bunlann birbir- leriyle olan ilişkilerini ortaya koyarken proletarya sosyalizmin temellerini de atıyordu. Aradan geçen on yılların ar­dından "sınıf savaşına gözünü daha ye­ni yeni açan bebek çağındaki" küçük burjuva sosyalizmi ise "keşif alanında dolaşmasına rağmen işçi sınıfını göre- miyordu "onu cılız, zayıf bularak dolay­sız olarak devrim önderliğine onu de­ğil "onun ideolojisini fiilayatta ise, kü­çük brujuvaziyi geçiriyordu.

eğitime sonhin durdurulamaz ilerleyicisi işçi sınıfı Ve onun savaşımı Demokratik Halk Devrimiy- le eğitimi ve halkın kültürel değerlerini ger­çek yerine koyacaktır.

Faşizmi Türkiye topraklarına perçin­leyerek gelen 12 Eylül faşizmi hala tüm et­kinliğiyle sürmektedir.

Liselerde gerici-faşist eğitim 12 Ey- lül'le birlikte azgınlaşarak uygulamaya so­kulmuştur ve tüm etkileriyle hala sürmek­tedir.

T.C. liselerimizde:• Baskı, dayak (psikolojik+fiziksel iş­

kence) uyguluyor,• Endüstri Meslek Liselerinde staj adı

altında öğrenci emeğini, işgücünü sömürü­yor,

• Kürdistan gençliğine en doğal hakkı olan anadilinde eğitim hakkını yasaklaya­rak yoğun bir asimilasyon politikası uygu-

Oysa işçi sınıfı, 15-16 haziranla "anlamak isteyen ve anlayabilenlere" önderliğini açığa vurmuştu. Artık, uzun yıllara yayılan sınıf savaşı prole- teryayı küçük burjuva kitlelere de öğ­retmiştir. Her bir ileri sıçrayışta"dev- rimden öğrenen ve devrime öğreten" proletarya: gelecek toplumun kurucu­luğunda mevzileri birer birer ele geçiri­yor. O, halkın içindeki "sayısallığının çok ötesinde sahip olduğu o sınırsız gücü, enerjiyi" iyi biliyor. Geleceğin toplumunu; sosyalizmi "kararlı ve tu­tarlı" olarak kurabilme ve ileriye götür­mede çıkan olan ve zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan' tek sınıf proletaryadır. Proletaryanın alternati­fi yoktur. Eğer köylülükten, küçük bur­juvaziden bahsedilecekse bunu dünya devrimleri çok iyi öğretmiştir. Yeniden yaşamaya gerek yoktur. Çünkü prole­taryanın bunlarla kaybedecek zamanı yoktur!

Küçük burjuvazinin sığ sulannda güneşi arayanlar hiç şüphesiz çok geç­meden karaya otururlar ve gemi su al­dıkça denizin enginliğini yeni keşfe­derler ama ne yazık ki vakit artık çok geçtir: Hem yüzebilmek hem de bo­ğulmamak için!

Oysa proleteryanın engin sularına yelkenlerini açanlar o, sonu gelmez enerjinin, yaratıcı gücün rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurup güneşi fetheder­ler ■

İliyor,• Kız Liseleriyle kadının ikinci sınıf

vatandaş kimliğini ciltliyor,• Fırsat eşitsizliğini azgınlaştırıyor,• Din dersleriyle gericiliğe uygun bi­

reyler yetiştiriyor, vb. vb.İşte 12 Eylül ve 12 Eylülün liseleri:

Gerici-faşist eğitim sistemi ve finans oli­garşisinin sinsi oyunları.

Devrimci Lise Hareketi halkın sosya­lizm cephesinde liselerdeki mücadelenin bayrağı ve liseli gençliğin öz-örgütü olarak Demokratik Halk Liseleri yolunda müca­delesine devam edecektir. Karşı-devrimin hiçbir oyunu onu bu yoldan geri çevireme- yecektir.

Dev-Lis Demokratik Halk Liseleri sü­recinde halka ve onun liseli gençliğine iha­net eden, karşı propaganda yapan herke­se yada herşeye gerektiği biçimde karşı koyacaktır.

Gün savaşan sosyalistlerle doğacak­tır. Zafere giden yürüyüşümüz durdurula­maz.

DEV-LİSDEVRİMCİ LİSE HAREKETİ

EYLÜL 19 8 9

62

Page 65: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

'90'h öğretim yıllarına girerken öğretmenlerin mücadelesi

Öğretmen Arkadaşlar,Yeni bir öğretim yılma giriyoruz: 1 9 8 9 -

1 9 9 0 . Bundan yaklaşık on yıl önce varolan eğitim sorunlarına yeni açmazlar, yeni kör­lükler ve çarpıklıklar eklendi. Tedavi edece­ğiz diye yarayı karıştıranlar onu onduracak yerde iyice azdırdılar. Yara giderek büyüdü, karardı, morardı ve kokmaya başladı. Artık uzmanlar onu iyi etmek yerine etrafındaki kızartı, morartı ve kokularıyla uğraşıyorlar. * Ve bizler öğretmenler olarak bu acıyı ta içi­mizde hissediyoruz.

Bir zamanlar yasa ve yönetmeliklere il­kokul öğreniminin mecburi ve parasız oldu­ğunu koyanlar amaçlarını unutur oldular. Artık ilkokuldan üniversiteye değin eğitim paralı oldu. İşçiler, memurlar, yoksul köylü­ler ve eğitimin esas unsurlanndan biri olan öğretmenler bile çocuklannı okutamıyacak duruma düştüler, okul giderlerini karşılaya­maz oldular. Öte yandan bir avuç zengin, çocuklarını en iyi okullarda okutabilmek için avuç avuç para saçmaya devam ediyor­lar. Bütçeden eğitime aynlan pay 1965'ler de % 15 civarında iken 1 9 8 0 ’lerden itiba­ren bu pay %8 lere kadar düştü. Oysa öğ­renci sayısı bir önceki yıla göre durmadan artmakta. Bütün bunlann yanısıra halkla, bizlerle alay edercesine "kendi okulunu ken­din yap" saçmalığını söylemeye cüret edi­yorlar. Kısacası açıkça ne halin varsa gör di­yorlar. Batan şirketleri kurtarmak için hâzi­neden milyarlar bir kalemde verilirken ver­gisini kuruş kuruş Ödeyen milyonlarca emekçi çocukları için elleri ceplerine gitmi­yor. Her yıl ders kitaplanna bilim dışı, hal­kın ve ülkenin gerçeklerine uymayan bilgi­ler tıkıştırıyorlar. Din derslerini zorunlu hale getirenler laiklik ilkesini "yobazlığa layık" ol­ma ilkesine dönüştürdüler. Dini liseler ülke­nin her yanında mantar gibi bitiverdiler. Uy- gulayageldikleri "tek tip demokrasiye uy­gun "tek tip öğrenci" ve "tek tip öğretmen" yaratmak için ellerinden geleni yaptılar. Sa­dece kendini düşünen, köşeyi nasıl dönerim sevdası aşılanan, yaratıcılığı ve bilimsel araştırma ve üretkenliği katledilen saçından ayaklarına kadar hatta nerdeyse iç çamaşır­larına varıncaya dek herşeyine karışılan bir öğrenci yetiştirmeye girişildi. Askeri yönet­melikten hemen hemen aynen alınan bir iç hizmet yönetmeliği ve diğer baskıcı tutum ve davranışlarla öğretmenler askeri bir di­siplin altına alınmaya çalışıldı. Öğretmensiz

okul, okulsuz köy, araç gereçsiz dershane çarpıklığına, örgütsüz öğretmen ve uysal öğrenci yetiştirme politikaları eklendi. Niha­yet eğitim yuvaları birer çamur deryası hali­ne getirildi. Gericilik, şovenlik, bencillik eği­timi aldı yürüdü. Eğitim Bakanlığının önün­deki "milli" sıfatı bir paravan olarak kullanılır hale geldi. Eğitimin ulusal hiç bir yanı kal­madı; "öğretimin birliği" ilkesi bir yana itil­di.

Zengin sınıflar çocuklarının özel okul­larda bir yabancı dil öğrenebilmesi için mil­yonlar akıtırken, halk çocukları zorunlu olan ve parasız verilmesi yüzyıllardır uygar top­lumlar tarafından ilke olarak benimsenmiş ilköğretim okullarına bile yaklaşamaz ol­muşlardır. Kürt çocuklarının kendi ana dille­rinde öğrenim görme hakları, kendi kültür­lerini geliştirebilme özgürlükleri yok sayıl­maktadır. Bir de utanmadan Avrupa Toplu­luğuna üyelik için başvuruluyor. Hangi Av­rupa Topluluğu ülkesinde öğretmenlerin sendika ya da dernek üyesi olmaları suçtur? Biz bilmiyoruz. Ancak, bildiğimiz bir şey varsa bu ülkelerde öğretmenler bırakın sen­dika, dernek üyesi olmayı parti çalışmaları­na bile fiilen katılabilmekte, milletvekili ve bakan olabilmektedirler. Dünyada çocuk ölümlerinde şampiyonuz; .şimdi buna bir de öğretmenlerin dernek kurma hakkı olunma­yan tek ülke olma şampiyonluğunu kâttık. Öğretmenlerin sendika hakkı olmayan bir kaç ülkeden biri olmayı ise yıllardır sürdürü­yoruz. Şu sıralar bu haktan öğretmenlerin yoksun bulunduğu ülkeler Brezilya, Peru, Ekvator, Ürdün, Liberya olmak üzere sade­ce altı ülkedir. Bu ülkelerin ortak özelliği em­peryalizmin sömürüsü ve halk düşmanı yö­netimler altında inliyor olmalarıdır. Ama ni­ce gerici ülke yönetimleri bile öğretmenlere bu hakları tanımıştır. Bizlere de örgütlen­mek öcü gibi gösterildi, yıllardır ondan kor­kuyla kaçındık. Temel insan hak ve özgür­lüklerini esas alan uluslararası andlaşma ve sözleşmeler -ki bunlann altında TC hükü­metlerinin imzalan bulunmaktadır- tozlu raflar arasında unutuldu. Oysa bu anlaşma ve sözleşmelerin ana konularından biri ör­gütlenme özgürlüğü ve bu özgürlüğün gü­vence altına alınmasıyla ilgilidir.

Öğretmen arkadaşlar,İşte yeni öğretim yılma, 19901ı yıllara

bu koşullarda giriyoruz. Sayımız azımsan­mayacak, gücümüz küçümsenmiyecek bo­

yutlarda. Aynı ekonomik-demokratik so­runları paylaşıyoruz. Artık günümüzün bilin­cine varmalıyız. 12 Eylül'den bu yana yoğun baskılar altında kalan öğretmenler sadaka­larla, ianelerle daha ne kadar meslek onur­larının zedelenmesine, çiğnenmesine izin verecekler? Şurası çok iyi bilinmelidir ki bu güne kadar ne çektiysek örğütlenmekten değil örgütsüzlükten ya da derme çatma ör- gütlenmekten çektik. O halde yapılması ge­reken ahlayıp vahlayıp her şeyden yakın­mak değil halk ve emek ve dolayısıyla da öğ­retmen düşmanlarıyla kararlı bir mücadele­ye girişmektir. Böyle bir mücadele örgütsüz yürütülemez; Bu apaçık bir gerçektir. Ara­mızda oluşturacağımız birlikler ve dayanış­ma ruhu bizi gerici yönetimlerin keyfi tutum ve davranışlarına, ekonomik ve toplumsal baskılarına karşı koruyup güçlendireceği gi­bi, halk çocukları olan öğrencilerimize ve onların ailelerine de yaklaştıracaktır. Çünkü bizler gerçek gücümüzü onlardan, işçiler­den, köylülerden, dar gelirli memurlardan vb. emekçi insanlardan alıyoruz. Bunu unut­mayalım! Bizlere emanet edilen beyinleri daha sağlıklı geliştirmeye, özgür düşünceli, yaratıcı, emeğe saygılı, sanata yönelik, yü­reği hak sevgisiyle dolu kuşaklar yetiştirmek - kim ne derse desin - boynumuzun borcu­dur. Bunları yapabilecek öğretmenin de ön­ce kendisinin mücadelesiyle öğrencilerine örnek olması gerektir. Aksi halde bu güzel amaçlar boş hayaller olmaktan öteye geçe­mez. Gelin, ikibinli yıllara kendini yenile­yen, geliştiren, sorunlarına sahip çıkan ve halkının çocuklarını yetiştirmekten gurur duyan bir öğretmen kitlesi olarak ulaşmak üzere el ele, omuz omuza verelim. Çağdaş ve bilimsel bir eğitime giden yolun önündeki engelleri yıkmak, çağdışı eğitim ve öğretim politikalarına ve bunların ardındaki gerici güçlere karşı çıkmak isteyen ve bunu şu ya da bu ölçüde yapmaya çalışan meslektaşla­rımız yalnız olmadıklarını, çevrelerinde ken­disi gibi düşünen yüzlerce arkadaşlarının bu­lunduğunu bilmelidirler. Yapılması gereken bütün o insanları eğitim emekçilerini bir ara­ya getirmenin yollarını yaratmaktır. Bilmeli­yiz ki ülkemizin ve dünyanın tüm ilerici güç­leri bizimledir.

Mücadele içindeki tüm öğretmen arka­daşlarımıza başarılı bir öğretim yılıdileriz.

Demokrat Öğretmenler63

Page 66: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Sosyalist basın ve kamuoyuna

“Çağdaş Yol Kadın Kullanarak Örgütleniyor”Eylül 1 9 8 9 YENİ ÇÖZÜM DERGİSİ

Birinci başlık bizi şaşırtmıyor. Burjuva basınının, hizmet ettiği sınıfın borazanlığmı yapması onun tarihsel görevidir. Ancak aynı dil kendini devrimci saflarda TANIMLAYAN YENİ ÇÖZÜM Dergisinde de kullanılıyor. Bu dil birliğine dikkat çekmek istiyoruz.

Öğretide, ezilen proletaryanın, ezilen ulusların içinde, ezilen cins olarak tanımlanan kadındır. Ve sosyalist mücadele, bütün ezilmişliklerle birlikte, kadının kurtuluşu görevini de üstlenmiştir. Bunun ilk basamağı; kafalar­da varolan, kadına dair her türlü çürümüş burjuva değerlerin atılmasıdır. Bu arınma gerçekleşmedikçe sosya­lizm kavranmamış demektir.

Bu dil birliği neyin sonucudur?Siyasi arenada politika üretemeyenlerin kendilerini ifade edecekleri iki alan vardır,.• Kaba güç• İftira ve karalama edebiyatı ve vazgeçilemeyen dedikodu üslubu.Bu açıklamayı somutlayan Yeni Çözüm okurlarının pratiklerine bakalım.1 Ağustos Genelgesinin protestosu için yapılan açlık grevlerinde politik insiyatifin kaçırılması üzerine pa­

nikle yen, siyasi anlamda ezilen Yeni Çözüm son çareyi politik insiyatifin somutlandığı insanları-devrimcileri dövmekte buldu,

Söylemiştik: politik tükenmişliğin ilk belirtisi saldırganlık yani kaba güç kullanmaktır.Bu saldırganlıklarına karşı gerekli yanıtı alan Yeni Çözüm okurları, bu kez ikinçi aşamaya geçtiler. Çıkardık­

ları özel sayıda ve dergilerinde iftira ve karalama edebiyatı başladı. Politik tavır, devrimci ahlak anlayışı ve sosya­list bilinç hak getire. Sonuç, dedikodu gazetesine dönen siyasi dergi.

Söylemiştik: Politik tükenmişliğin ikinci belirtisi çirkin iftiralar, karalamalar ve asılsız dedikodulardır.Tüm bunlar, iflas eden küçük burjuva sosyalizminin bir kez daha tarih önünde kendini kanıtlamasıdır. Sos­

yalizmin kavranamamaşlığmm bir ürünüdür. Ve aynı zamanda HAZMEDİLEMEYEN; politik üstünlüğü kaza­nan tarafta kadınların öne çıkmış olmasıdır.

Saldırıdaki yöntem, -politikaya karşı politika üretmek yerine-ilkel ve çürümüş değerlerle ve külhanbeyi tavır­larıyla, gelişmeleri bastırmaya yöneliktir.

8 0 öncesi devrimci mücadelede yardımcı kimliği ile yeralan kadınlar değiliz. Yol arkadaşlarımızla, olması gereken yerde, yanyanayız.• Kadının cinselliği burjuva değer sisteminde bir aşağılama aracıdır, küçümsemedir, küfürdür. Bu dil ait oldu:

ğu burjuva sınıfının kullanımmdadır., YENİ ÇÖZÜM un burjuvazi ile bu dil ortaklaşmasını teşhir ediyor ve YENİ ÇÖZÜM okurlarını devrimci tavıra devrimci üsluba davet ediyoruz.

BİR GRUP ÇAĞDAŞ YOL OKURU KADIN

“Terör Kadın Kullanıyor” 1 2 .9 .1 9 8 9 GÜNAYDIN GAZETESİ

64

Page 67: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9

Kadınlar direnir!

Pembegül Binbir. ABD Konsolosluğunu bombalama iddiasıyla gözaltına alındı.

Afiş astığı iddiasıyl a-göz al tına alman kadınlar.

Page 68: Çağdaş Yol Ekim 1989 Sayı 9