Çağdaş yol ekim 1989 sayı 9
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergiTRANSCRIPT
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve devrimci hareketin
otokritiği
Murat Belge eleştirisi
Ulusal sorun (1)
Türkiye'de Proleterya
Dünya Komünist Hareketinde Sancılar
Halkevlerinde Devrimci Tavır
LiselerdeDevrimci Mücadele
Son Ekonomik Durum
GençliğinReddettiği Miras ve Yeni Yönelimleri
Devrim Hedefinin Devrimci Provokasyonu: Özerk Demokratik Üniversite Programları
"Bir ufka vardık yalnız değiliz sevgiGerçi gece uzun, gece karanlık,Ama bütün korkulaBir sevdadır böyleş yaşamak
Çağdaş YOL AYLIK SİYASİ DERGİ
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
Sahibi:S.GÜNEŞ ÜNSAL
Sorumlu Yazıişieri Müdürü:Süleyman KILIÇ
Yazışma Adresi:Jöntürk Cad. Nikah Dairesi
Karşısı Şamdancı İşhanı Şamdancı İşhanı No: 26
Laleli/İST. Dizgi:
Nüans - 511 03 57 Baskı:
ÇİFTAY Fiyatı:
2500 TL. Yurt dışı fiyatı:
5 DM - 5 SF Genel Dağıtım:
Hürda Ön kapak resmi:
Dr. Hikmet Kıvılcımlı (1902-1971) Şiir: A.Arif
İÇİNDEKİLER
Merhaba................................................................................... 11960 sonrası devrimci harekete bakış............. 2Son ekonomik durum............................................................. 12Ulusal Sorun (1)......................................................................15Murat Belge Eleştirisi.............................................................20Devrim Hedefinin Devrimci Provokasyonu: Özerk DemokratikÜniversite Programları............................................................34Gençliğin reddettiği miras ve yeni yönelimler.....................38Liselerde devrimci mücadele.................................................41Dünya Komünist Hareketinde Sancılar................................43Belediye-İş Beyoğlu Şb.Bşk.Hıdır Bal ile söyleşi................ 51Halkevlerinde Devrimci Tavır................................................ 53Türkiye’de Proletarya.............................................................57Sosyalist Basına Duyuru: Ç.Yol Okuru Bir Grup Kadın.....63Kamuoyuna duyuru: Dev-Lis.................................................64
MerhabaYeniden birlikteyiz. 8. sayıyı geri ide bırakırken ve yeni sayının hazırlıklarını sürdürürken Türkiye siyaset
sahnesinde de artık her tarafta kriz ‘sahnelenmeye başlamıştı. Öncelikle bu gelişmelere kısaca değinelim:Son iki ayın en önemli gelişmelerinden biri hiç kuşkusuz Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’m
"bize silah çeken düşmandır" diyerek; artık PKK'ya savaş ilan etmesi oldu. Onun ardından bazı dergilerde eski ordu komutanlarının "önce serfiuk ama sonra özerklik verilebilir" demeçleri geldi ve daha sonra da Milli Güvenlik Kurulunda "yeni bir Kurt politikası oluşturulması" kararı alındığı basma sızdırıldı. Silopi olayı ise son bombaydı.
ikinci ve hala canlı olarak devamı e den politik gelişme Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkindir. Özal Cumhurbaşkanı, Mesut Yılmaz/Hasan Cefed Güzel/Bedrettin Dalan Başbakan formülleri her gün basında tartışılıyor.
Üçüncü nokta ise 1 987 sonunda baışgösteren yeni bir sermaye birikim krizi karşısında uluslararası fi- nans kapitalin de alarm zillerini çalması oldu. IMF ve Dünya Bankası artık her toplantıda finans kapitali masaya oturtmaya çalışıyor, acı reçetesi.ni içirtmeye hazırlanıyor veya "acı ilacını kendin al, yoksa.." diye tehditlerini ta okyanusların ötelerinden s, avuruyor. \ .
Tüm bunların sınıf savaşımı prizmasın ıdaki anlamı nedir? Bir kere her üç noktanın da finans kapitalce çözümü için "büyük operasyonlar" gerekmektedir. Her 10 yılda bir her keresinde Katbe kat ağırlaşan-her yanı kasıp kavuran ekonomik politik kriz ı nasıl ki 1980 , 19 7 0 , 19601ı yıllarda "Cumhurbaşkanlığını seçmede de krizleri yarattıysa "parababaları 1 9 9 0 a girerken de yine aynı hastalığın nöbetine yakalanmışlardır. Diyalektik çelişki finans kapitalin içine bir kama gibi giriyor ve onun böylesi bir sorunun çözümünde bile elini kolunu giderek açılmaz hale getiri; yor.
Kürt meselesi, şimdilik sivrilen Cumhur!>aşkanlığı-yarın erken seçim vd... IMF ve Dünya Bankasının dayatmaları: Bunların tümü Özal'm Meclis kürsüsündeki hırçınca "alınlarını karışlarım!..." diye savurduğu tehditlerin altında esasen finans kapitalin ba şta kendi içinde olmak üzere başlatacağı operasyonları öteki alanlara da yayacağının: yani bir saldırının habercisidir. Yaşam dayatmaktadır. Finans kapital katlarında hazırlanan operasyon paketi çok geçmez açı lir:
Her şey sanki 1 980 öncesi gibi! Ama b\u - kez komedi değil trajedi. Trajik olan, güçler terazisinde proletarya sosyalizminin diğer devrimci direnişçi gl içlerin bu kez, şimdilik "büyük oynamalar yaratamamasıdır", bu geçici bir durumdur: Sınıf savaşının her oej pheden yükseleceğinin işaretleri artık görülebiliyor. Prolete- arya sosyalizmi tüm bu siyasi kombinezonları, denklemleri kurulabilecek güçte olmalı, cephelerde hazırlıklarını hızlandırmalı. O muazzam gücün açığa ç akacağı zaman seyirci değil dönüştürücü, önder olmalı. Hazırlık, hazırlık, yine hazırlık gerekiyor.
Y en i Sayı9. sayıda neler var? 11 Ekim proletarya sosyalizminin önderi Dr. Hikmet Kıvılcımlının ölüm yıldönü
mü. Devrimci hareketin 1 9 6 0 ’dan sonraki otokritiği ilk yazımız. Kıvılcımlının siyaset düzleminde onyıllarca süren etkinliği, genel taktik-stratejik alanlard a attığı adımları yazı iyi gösteriyor. Mehmet Yılmazer bu kez Murat Belge kiritiğini yazdı. Belgenin sosyal izme vedasmın kökleri ve bunun önümüzdeki günlerdeki etkisi yazıda ele almıyor. A. Erkan Atakan arkadaş ;> "U lusal sorunu" bu sayıda teorik olarak irdeliyor. Gelecek sayıda ise bu Marksist Leninist soyutlamadan s omuta girilecek. "Türkiye de proletarya" Ali Kemal'in yazısı, işçi sınıfının yüzyıllık sosyal varlığı irdeleniyoıÜniversiteler açıldı. Üniversite gençliğinin önünde zorlu görevler var. Mücadelede dövüştürülecek taktik 1er S-evinç Atakan, Sinan Mert arkadaşın yazılarında açılıyor. Halkevlerine Bakışımız ne olmalı? Bu çerçev< ade Y eni Çözüm taraftarlarının takındığı tutumların eleştirisi Dikbaş arkadaşın yazısından ve Belediye Iş Ş ube Başkanı Hıdır Bal'la yapılan röportajdan okunabilir. Bir devrimci, Merkez komiteye kadar yükselmiş 1 oir devrimci kadın: Kollontay. Gökçe Demir Kollontay’ı yazdı.
Evet, siyaset termometresinde ısının her c jeçen gün yükseldiği günleri yaşıyoruz. Aralık başında 10. sayıda buluşmak üzere.
Çağdaş YOL
1
1960 Sonrası Devrimci Harekete Genel Bakış
Mayısla Türkiye'deki sınıflar savaşı yeni bir döneme giriyordu. Tek Parti dikta
törlüğünün ve ardından Menderes zulmünün baskı ve bentlemesinden sonra, bütün gövdesiyle açığa çıkıyordu. Bunun anlamı, ekonomik gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak, sınıflar arası kopuşm dnın hızlanmasıdır. Yani o güne kadar, Finans-kapital'in siyaset çemberinde oyalanıp uyutulan sınıf ve tabakalar, yavaş yavaş kendi öz eğilimlerini açığa vurmaya başlıyorlardı. Elbette bu sınıflar kopuşması ilk planda ve kaçınılmaz olarak proletarya ve burjuvazi arasında olmuş, TKP daha 1 9 2 0 ’Ierde örgütlenmiştir. Ama diğer sınıf ve tabakalar, genellikle, Finans- kapitalin siyaset ağlannda çırpınmışlardır. İşte bu sınıf ve tabakaların Finans-Kapital ağlarından kopuşması- nın hızlandığı yıllar; 19501er ve en kör göze batarsa açığa çıktığı yıllar ise, 1 9 6 0 ’lardır.
Bu sınıflar kopuşmasının 1960larda kendini gösterişi, yaşadığımız toplumun geleneklerin e uygun bir şekilde oldu. Ordu gençliği Devleti kurtarmak için davrandı. Ve ilerisi için hemen hiçbir açık fikre sahip olmadan kendini iktidarda buldu. Ve işte o andan sonra, vurucu güç un yönlendirilmesi toplumdaki sınıflar savaşının güçler dengesinden ayn bir yol alamazdı. Egemen Finans-Kapital, 27 Mayıs’ı daha birinci gününden itibaren nötralize etmek için didinmeye başladı. Ve bu, 12 Marta varana kadar bir on yıl sürdü gitti.
Yön ve T. Aydem ir olayı: 27 Ma- yıs'da davranan ordu gençliğine yol gösteren sadece Finans-Kapital değil
di. O dönemde Vatan Partisi adına Dr. Fi. Kıvılcımlı MBK'ne iki açık mektupla ne yapılması gerektiğini bildirdi. Ve söylenenin esası Vatan Partisi Programının uygulanmasıydı. Elbette, proletaryanın siyasi örgütlenmesinin çok cılız olduğu o günlerde, bu yol göstermelerin pratik bir sonucu olamadı. Esas olan şudur.
Osmanlılığın İlb'lerinden kalan 1Devlet Sınıflarının 'devlete sahip çık
ma, halk adına davranma geleneğinin en güzel bir atılışı olan 27 Mayıs, kendi başına özlediğini yapamazdı. Halk için birşeyler yapmak, ancak işçi sınıfına dayanarak olabilirdi. Ve bu yolda proletaryanın siyaseti Vatan Partisi, 'MBK ne Açık Mektup'la bu gerçeği açıklamıştı. İşçi sınıfının karşısında, Finans- Kapital, MBK'ne yol' göstermede, güçlü örgütlenmesinden dolayı kıyas- lanmıyacak avantajlara sahipti.
Fakat MBK'ne yol gösteren sınıflar, sırf birbirine karşıt, Finans-Kapital ve proletarya değildi. O dönemde, 1961 sonlarında yayınlanmaya başlayan 'Yön' dergisi çevresindekiler de, 27 Mayıs'a bir şeyler öğretmeye çalışıyorlardı. Yön'ün gösterdiği yol eski bir şarkının tekran gibiydi. Tutulması gereken yol Devletçilik'di. Bunun başarılması için ise aydın kadrolar seferber edilmeliydi. Böylece 'Yön', TKP içinden tasfiye olmuş Kemalizmin Kadro' ideolojisinin yeni bir biçimini savunuyordu. Bu haliyle 'Yön' sınıflan göremeyen bir küçükbuıjuva ütopyası olarak şekilleniyordu. Dikkat edilsin, 27 Mayıs'la hızlanan sınıflar kopuşmasın- da, en azından bir yayınla önde görünen 'Yön' küçükburjuva eğilimi, tamamen içinden geldiği ortamın karakterini üzerinde taşımaktaydı. Doktrini D evletçilik1di dayandığı zemin ise aydın kadrolardı. Sınıfsız bakışı ve Devletçilik doktriniyle hala Kemalist Burjuvazinin ideolojisinden öteye gidememişti. İşte 27 Mayıs sonrası ilk şekillenen küçükburjuva eğilimi 'Yön' böyle bir zemindeydi. Sınıflar savaşı şiddetlendikçe, küçükburjuvazinin yön el işleri elbette değişti. 12 Marta girmeden MDD olarak şekillendi. Ve Kemalizmin izlerinden kurtulmaya, işçi sınıfını
1 ön ve T.Aydemir olayı: 27 M ay ıs‘da davranan ordu gençliğine yo l gösteren sadece Finans-Kapital değildi. O dönemde Vatan Partisi adına Dr. H. Kıvılcım lı MBK'ne ik i açık mektupla ne yapılması gerektiğini b ild ird i. Ve söylenenin esası Vatan Partisi Programının gulanmasıydı. Elbette, proletaryanın siyasi örgütlenmesinin çok cılız olduğu o günlerde, bu yo l göstermelerin pratik b ir sonucu olamadı.
2
görmeye doğru bir yol izleyen küçük- burjuva devrimciliği, şimdi elbetteki 12 Mart öncesinden de daha ileride bir siyasi çizgiye gelebilmiştir. Sınıflar savaşı küçükburjaziyi eğitm ektedir.
. Demek ki 27 Mayıs'tan sonra ilk şekillenen küçükburjuva eğilimi 'Yön', ideolojik yapısıyla, Kemalizmi ve Devletçiliğimizi aşabilmiş değildir. Daha sonra, 1969'larda, Yön,. Devrim dergisi olarak varlığını sürdürecektir. Ve temel bakış açısı işçi sınıfı dışında 'sivil asker aydın zü m rece dayanan bir devrim anlayışını savunmak olacaktır.
27 Mayıs kaynaklı bir diğer önemli atalım da T. Aydemirlerin 21 Mayıs darbe girişimidir. Finans-Kapitalin 27 Mayısı nötralize etmesine bir tepki olarak gelişen 21 Mayıs hareketi başarıya ulaşamadan bastınldı. 21 Ma- yıs'ın liderlerinden Fethi Gürcan hareketlerinin dayandığı temel mantığı şöyle açıklıyor: 'Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonksiyonu gerçekleştirmek için de bir otoritesi vardır. Bu fonksiyonun gayesi halkın mutluluğunu sağlamaktır ve mutluluk sağlandığı müddetçe meşru bir devlet otoritesi var demektir.... Bu itibarla kanunlar ve devlet müesseselerinin verdiği her türlü hukuki emirler özü itibariyle bu amaca karşı olamazlar. Aksi takdirde meşru değildirler. (F. Gürcan'ın Savunması Sosyalist, s. 6)
'Halkın mutluluğunu sağlamayan bir devleti 'meşru' görmeyen F. Gürcan, bu mutluluk yolunda yapılabilecekleri şöyle anlatıyor: 'Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de en azından büyük fakat aç ve çıplak Anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?
'Bütün bunlann altında nüfuz ticareti, soygunlar, akraba kayırmaları yatmakta ve ekonomik, politik münasebetleri ile, basınıyla, diğer müesse- seileri ile halkın gerçek iradesinin dışında hatta karşısında kalınmaktadır. Şimdi soruyoruz:
'Bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi statükoyu koruma, hatta restore etmek rolünde olan Başbakanla, parlamento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı?
'27 Mayıs öncesi statükonun ko- runup-restore edildiğini gören ordu gençliği, 'Yön' dergisi gibi fazla yazıp . çizmeden, doğrudan davranıyor, ve halk adına halktan kopuk kaldığı için
/ Kıvılcımlı hupisuncde.
şte 1 960' Iarda küçükburjuva devrim ciliğ i ik i yönde gelişmiştir. Devletçi gelenekli aydın Küçükburjuva eğ ilim i 'Yön 2 7 Mayıs 'a yo l gösterirken kendi aydın çemberi içinde soysuzlaşıp bayağı burjuva liberalizm ine dönüşmüştür.
'statüko'nun duvannda parçalanıyordu. Elbette bizim ordu gençliğimizin bu güzel geleneğinin de kendine göre dayandığı bir tabaka vardır. Bunu da yine F. Gürcan şöyle açıklıyor: 'İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal münasebetleri ulusun çoğunluğu lehine ortadan kaldırmak istiyorduk.
'Bu münasebet yann mutlaka kopartacaktır. Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık? Kafalanyla yeni nesil Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği, aslında halkın mutluluğunu
sağlamayı tavsiye ettiği gençlik ile yapacaktı. Daha doğrusu onlar yapacaktı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesiminde düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür.' (a.y.)
İşte 1960'larda küçükburjuva devrimciliği iki yönde gelişmiştir. Devletçi gelenekli aydın Küçükburjuva eğilimi 'Yön', 27 Mayısa yol gösterirken kendi aydın çemberi içinde soysuzlaşıp bayağı burjuva liberalizmine dönüşmüştür. Öte yandan, ordu gençliğinden kaynak alan 21 Mayıs hareketi ise, kendi geleneğini sürdürmüş, adeta
3
öylece 1969'lara gelindiğinde burjuva devrimciliğininçözülürken, daha çok
gençlik temelinde şenf küçükburjuva devrimciliğininaçıkça belirmeye başlamıştır.
i
sınıfların önünde davranmıştır. 'Yön' atalet içinde soysuzlaşırken, 21 Ma- yısçılar bir atakla statükoyu sarsama- dan meşale gibi yanıp söndüler.
Türkiye'de sınıflar savaşının en kör göze henüz batamadığı bu yıllarda, sınıfa dayanm adan davranan Genç Türk geleneğimiz teorisi ve pratiğiyle Önde göründü. Soyut halk kavramından, ve onu kurtaracak zinde güçlerden öteye gidememiş olan bilinçlenme, sınıflar savaşı yükseldikçe ister istemez değişmiştir.
TİP: Yine 1961'de kurulan, fakat sırf sendikacılar zümresinde kalan TİP, bu yıllarda genellikle sessiz ve adeta yok gibidir. Ordu gençliğinin 21 Mayış yenilgisinden sonra 1964'ler- de, TİP sesi duyulur hale gelmeye başlamıştır. Aristokrat işçi zümresi sendikacıların ve burjuva aydınların egemenliğindeki TİP, gelişmesiyle, çevresine hemen hemen o yıllarda devrimci potansiyelin tamamını toplamıştır. Küçükburjuva devrimciliğinin sınıfsız bakışana ve "zinde güçler'e dayanmasına karşılık; TİP, bir sınıfa dayandığını söylüyor ve 'halkın mutluluğunun yerine de soyut olarak Sosyalizmi savunuyordu. Bütün bunlar devrimci hareketin genel gidişinde bir aşamaydı. Yön 'çağdaş uygarlık'tan Öteye gitmemiş ve sınıfları görmemişti. 21 Mayıs hareketi, 'zinde güçlerle 27 Mayıs'a pratik yol göstericiliğini denemiş, ancak kendini yakmıştı. Ve bu yıllar içinde sınıflar savaşındaki gelişim, 1963'lerde işçi sınıfının grev ve toplu sözleşme hakkını almasına kadar varmıştır. İşte bu dönemde 'Türkiye'de burjuva ve emekçi sınıfın olup olmadığı.... Endüstri işçisi Türkiye'de toplumculuğun öncüsü olabilir mi, olamazını?' vb. konulan hararetle tar
tışılmaktadır. Bunun anlamı ise, işçi sı nıfının kendini siyaset sahnesinde yavaş yavaş duyurması ve küçükb urjuva devrimciliğinin bundan etkilenm eni demektir.
'Zinde güçlerin ne teorisi ne dıe pratiği 19 6 0 sonrası devrimci hareket üzerinde etkin ve egemen flamamı ş- tır. Sadece, henüz 27 M alısın sıcak etkinliğinin yaşandığı günlerde filizle n~ miş, sonra yaşayamamrş: ya kendini yakmış ya da burjuva liberalizmine soysuzlaşmıştır. Y ö n 1 CHP'nin yedmeğinde kalmıştır. İşte bu yıllar, henüz b a- ğımsız küçükburjuva devrimciliği pek yoktur. Var olan eğilimler 'devlet sınıfları' geleneğinin ötesine geçememiştir. Yani sınıflar kopuşması, henüz küçükburjuva devrimciliğini az çok istikrarlı bir biçimde ortaya koyacak se d yede değildir.
Küçükburjuva tabakalar; özellikle köylülüğün bir kısmı ve küçük esnaflar, hatta gençliğin bir kısmı bu yıllan ia CHP potasındadır. Şehir ve kasabalardaki gençliğin büyük kısmı ise, 1963'lerden sonra güçlenmeye başlayan TİP çevresindedir. O dönemde CHP 'ortanın solu' TİP'de 'Sosyalizm' demektedir. Bu söylenenlerin sınıflar savaşı açısından anlamı şudur. O güne kadar gerek ekonomik gerekse politik olarak Finans-Kapitalle önemli bir çatışma içinde olmayan Yaban burjuvaların (tekel dışı kapitalistler) 19501er- den beri Finans-Kapital vurgununun hızlanmasıyla, Finans-Kapitalle çatış- malan yükselmiştir. V e bunun siyasi olarak görünümü iki yönde olmuştur. Yaban burjuvalann daha irileri serbest rekabet özlemlerini 'ortanın solu' şeklindeki daha çok libe;ral bir anlayışla CHP'inde dile gitirmişler, düzenden daha çok kopuşanîan ise, kurtuluşu işçi sınıfı ile ittifakta yoldayarak, özlemlerini 'Sosyalizm' talebiyle TİP'de gidermeye koyulmuşları dır. TİP işçi sınıfı içinde aristokrat, zengin işçilere, sendikacılara dayanmaktc tydı. TİP'de egemen olan işçi aristokr asisi ve burjuva aydınların eğilimiydi. Bunlar ise sonuçta işçi sınıfı içinde burjuva nüfuzu olmaktaydılar. Bütün fa u gelişmeler şunu gösteriyordu:
Proletaryanın öz i eğilimi 1920'de doğm uş ve 1927'İerd e sağlamca şekillenmiştir. Fakat sı nıflar savaşının yüksek boyutlara varm adığı yıllarda Fi- nans-kapitalin sürekli; zulmü ve yoket- mesi sonucunda 1960 dara gelindiğinde dağınık ve örgütsüz :dü. Bu nedenle 27 Mayısla 'hürleşen ortamda işçi sınıfı adına onun öz eğiîi mi değil, tersine
işçi içindeki egem en burjuva nüfuzu davranmış, ve TİP olarak partileşmiş- dir. Ve henüz küçük burjuva devrimciliği de TİP içindedir. Yani sınıfsal olarak: henüz sınıflar kopuşmasında işçi sınıfı ve küçükburjuva tabakalar Yaban burjuvazinin takipçisi durumundadır. Ve yine aynı şekilde henüz Yaban burjuvazinin, küçük burjuvazinin ve proletaryanın siyasi taleplerinin birbirinden farkı açıkça görünmemektedir. Kaba bir bakışla hepsi sanki aynı görünmektedir. Elbette bu görüntüyü sağlayan sınıflar savaşının 1965lerde- ki seviyesidir.
İşte 1 9 6 0 sonrası 'devlet sınıflan' gelenekli küçükburjuva devrimciliğinin kısa ataklanndan sonra, devrimci harekette burjuva devrimciliği öncü davranmıştır. Onun öncülüğü 1zinde güçler1İn sınıfsız bakışma karşılık işçi sınıfı ve sosyalizmi savunmasında olmuştur. Ama sınıflar savaşı yükselip de mücadele şartlan değişince, daha militan bir karakter kazanınca TİP'in burjuva devrimciliği iflas etmeye başlamıştır. Çünkü TİP'in sosyalizmi gerçekte işçi sınıfına değil, işçi içinde aristokrat bir zümreye dayanıyordu. Ve düzen değişikliğini devrimci bir tarzda düşünmeyip, bufjuva devrimciliğinin gereği parlementoda 'başa güreş'tiğini. söyleyerek, aslında, mevcut düzenin ebedileşmesi için çalışmış oluyordu.. İş;- te bütün bunlar genişyığm lar tarafından 1965'lerde henüz gerçek avılan ı- lcirmda bilinemiyordu. Ama özellikle 1 966'lardan sonra hızla yükselmey e başlıyan, sertleşen sınıflar savaşıl T İP'in yaldızlarını dökmüştür. TİP i çin- de ve dışında partinin politik hatıtma kcirşı MDD hareketi gelişmeye be ışla- mııştır. Bunun anlamı, yükselen «sınıf müc adelesi şartlarında küçükbur juva tabakalarının burjuva öncülüğün den koptışmasıydı. Dolayısıyla sınıf mi ica- deles sinin yeni şartları bir bakıma b uaju- va devrimciliğinin öncülüğünü imi cansız hale getiriyordu. 1 9 6 0 sonras ınm genellikle banşçıl geçtiği 19 6 7 yıl lan- na kadar olan döneminde, bur juva devri mciliğinin öncülüğü açıkça c atadayken, bu öncülük ekonomide 5 /e ni bir buhranın patlamaya yüz tutt uğu 1 9 6 9 'larda açıkça dağılışa girmi ştir *. Özellikle 19 6 9 yılı, parlamentoda ba -. şa gü treşilemeyeceğini göstermiş > ve *. TİP hı zla çözülmeye başlamıştır. E )aha doğru şöyle söylenebilir. Gelişen 5 sınıflar* savaşı karşısında TİP'in gittikç< 2 ge- ric deşmesi ve çürümesi iki olay tar afın- da.n hızla açığa çıkartılmıştır. İç erde, 1 9 6 9 seçimlerinde uğranılan sonuç,
4
Milletvekillikleri birdenbire kaybolunca, bu durum, parlementer mantıklardaki paniği hızlandırmıştır. Dışarıda ise, Çekoslavakya olaylarıdır. Ay bar Vdu olaylar karşısında bütün gericili ğini l aısmuş ve sosyalizm düşmanlığını açı- ğ a vurmuştur*. Bu iki olay hem T İP ’in karakterini daha iyi ortaya çıkartmış, hem de çözüdmeyi hızlandırmıştır.
Böylece 1 9 6 9 la ra gelindiğinde burjuva devrimciliğinin öncülüğü çözülürken, dciha çok gençlik temelinde gelişen, küç ükburjuva devrimciliğinin öncülüğü açıkça belirmeye başlamıştır. B u değişim ncisıl gerçekleşmiştir? Ve nelere yol açmıştır?
Önce Finans-Kapitalin 2 7 Mayıs sayesinde ha İka tasarruf ettirdiği birikimler monta j sanayi dış atımıyla tüketilmiş, Finans -K apital yeni ve daha büyük sermaye birikimleri özlemiyle buhrana girmiştir. Ekonomideki bu gidiş kendini siy a sette sınıflar savaşının hızlanması şekli inde göstermiştir.
Bunun sonı ıcu olarak işçi, gençlik hareketleri en yi üksek noktasına 1 9 6 9 yılında ulaşmış ıtır. 1964'de 6 .6 0 0 olan grevci say ısı 1966'da 1 0 .4 0 0 'e çıkmış ve 196^ 'd a ise 2 3 .1 9 0 'a varmıştır. Yine gej içlik hareketleri de bu yılda en fazla oh nuştur. Âynfellar içinde toprak işgali eri de sıklaşmıştır. Bütün bunlar ülke< deki buhranın derinleştiğine işaret etti. Ve toplumdaki sınıflar savaşı yükseldikçe, kaçınılmaz olarak sınıf ve tabakalann tepkileri ve kendi öz eğilimıleri daha net olarak ortaya çıkmaktadır. Kaynayan kazanda birbirine yapışık görünen sınıf ve tabakalann arasındaki çatlaklar büyümekte ve sınıfsal kopuşmalar gerçekleşmektedir. İşte bu yıllarda, şekillenmesi sonuçlanan TİP'deki MDD hareketi ve CHP'deki Ecevit hareketi sınıflar planında küçükburjuva tabakalann ko- puşmasınm siyasi görünümüne denk düşer.
MDD- daha çok şehirlerdeki aydın gençliğin işçi aristokrasisi ve burjuva aydmlannın siyasi zemininden kopuş- ması idi. Ecevit hareketi ise, aşağıdan yükselen küçük üretmenlerin tepkisiyle İ. İnönü'den daha radikal davranmak zorunluluğunu hisseden Yaban burjuvaların siyasi hareketiydi. Bu hareket ister istemez küçük üretmenlerin tepkilerini de dile getiriyordu. Dciha doğrusu gelişen hareket Yaban burjuvalan daha radikal davranmaya itiyordu.
İşte yükselen buhran içinde çabuk etkilenen ve çarçabuk ihtiialci ğüşün- celere sürüklenen küçükbuıjuvalsr ha
reketin kabanşının ve bilinç seviyesinin tabii sonucu olarak öne sıçramışlardır.
Küçük üretmenler İnönü'nün Fi- nans-Kapitalle uzlaşıcı politikasına tepkilerini yükseltirken, gençlik de devrimci hareketin gerektirdiği yeni ve daha militan mücadele yöntemlerine karşı TİP'in gösterdiği gerici tutuma, yani karşı devrime pasifçe teslim oluşuna hoşnutsuzluğunu yükseltiyordu.
1969'da artık TİP görevini tamamlamış ve kendi sınıf zeminindeki yapısı daha da netleşmiştir. 1 9 6 0 sonrası en genel anlamda işçi sınıfı öncülüğü ve Sosyalizm propagandası yapmış, bunu yaygınlaştırmıştı^ Fakat mücadele, artık bu genel sözlerden öteye daha yeni görevlerle yüzyüze gelince, kendi sınıf karakterinin sonucu hareketin öncülüğünü artık yürütemeyeceğini göstermiş oluyordu. TİP döneminde parlementarist mücadele daima ön de olmuş, işçi sınıfı içinde de sendikalizm den öteye gidilememiştir. Ve bu mücadele tarzı belli bir dönem (1963-1969) genel olarak devrimci kadrolarda açık bir tepki oluşturmazken, sınıflar savaşının daha da şiddetlenmesiyle o güne kadar biriken tepkiler açıkça ortaya çıkmış, ve TİP- MDD kopuşması gerçekleşmiştir. Bu kopuşmanın objektif zemini sınıf savaşının o dönemde en yüksek noktasına varması, sübjektif zemini ise, bu gidiş karşısında TİP'in tam bir teslimiyete bürünmüş olmasıdır.
Ve bu kopuşmanın en genel anlamı da, devrimci hareketin belirli bir gelişme seviyesinde geçerli olabilecek olan ve belki de yaşanması bir bakıma zorunlu-aynı zamanda zorunluluğundan dolayı öğretici de-olan burjuva devrimciliğinin öncülük döneminin bittiği veya kapandığıdır. Aynı şekilde bu dönemin kapanmasıyla birlikte, o döneme ait mücadele araçları olan parlemantarizm ve sendikalizmin de göz boyacı olmaktan çıkması demektir. Nitekim 1 9 7 4 sonrası TİP'in anlı şanlı günlerini ne legalitede TSİP ne de yeraltında TKP yaşayamamış, hiç bir zaman hareketin tek odak merkezi olamamışlardır. Artık yaşanan ve derinleşen buhranla kopuşan sınıflar eski balayı dönemini bir kere daha yaşayamazlardı. Bütün yaldızlan ancak bir iki yıl sürmüştür.
MDD kopuşurken, yani sınıf anlamında burjuva devrimciliğinden küçükburjuva devrimciliği kopuşurken, elbette olumluluğunun yanında olumsuz özellikleri de kaçınılmaz olarak
vardı.En genel anlamda TİP’in sırf işçici
tutumuna haklı bir tepki gösterirken, aynı zamanda işçi sınıfının öncülüğünü tartışma konusu yaparak, ister istemez 'Yön' devrimciliğinin "zinde güç-
, ler"e dayanan sınıfsız bakışının etkilerini üzerinde taşıyprdu. Daha doğrusu MDD hareketi, TİP deneyi süresince yaşanan olaylardan iki gerici sonuç çıkartmıştır. ilk i, işçi sınıfının pratikde öncülüğünü göremediğinden, veya işçi sınıfı öncülüğünü TİP gibi zannetti- ğiden, sınıfa güvensizliği kışkırtmak. Onun yerine aydın-sivil asker zümreyle bir bağımsızlık savaşı hayal etmek. İkincisi, TİP soysuzlaşmasından kalkarak partinin olmazlığına varmak. Partisizliği teorileştirmek.
TİP deneyinden ancak bir küçükburjuva devrimcisi bu gerici sonuçları çıkarabilirdi. İşte* MDD böyle bir zeminde şekillenmiştir. Ve sırf işçici TİP ile 'ağdın kadrolar'a öncülük tanıyan 'Yön' çizgisinin ek lek tik bir uzlaşmasının sonucu MDD teorisi olmuştur. MDD sözde işçi sınıfının varlığını ve öncülüğünü reddedemiyor, ama işçi sınıfını öncü olarak da bir türlü göremi- yordu. Nitekim daha sonraki yıllarda MDD'nin diğer bütün nüansları arasındaki tem el konu hep bu öncülük meselesi olmuştur.
MDD: İ969'larda işçi ve gençlik hareketlerinin en yüksek noktasına erişildiği zamanda sonuçlanan TİP- MDD kopuşmasında Özellikle MDD'nin Türkiye’ye bakışını irdele- meliyiz. Elbette eleştirinin hedefi açısından bu ancak genel hatlarıyla yapılacaktır. Zaten 'MDD Zortlaması' kitapçığı bu eleştiriyi momentinde ve en iyi biçimde yapmışdır.
MDD, TİP içinde özellikle 1966'larda şekillenmeye başlamıştır. Ve bu birikim sınıflar savaşının gelişim seyrinde 1969'da kopuşmayla sonuçlanmıştın Bu kopuşma burjuva devrimciliği ile küçükburjuva devrimciliğinin bir kopuşmasıydı. Biz şimdi bu ko- puşmada, Türkiye sınıflar savaşına TİP'in ve MDD'nin nasıl baktığını açıklarsak, bu, burjuva ve küçük buıjuva devrimciliğinin Türkiye'ye bakışlan olacaktır. Ve dolayısıyla bu eğilimlerin hangi 'düşmana göre şekillendiğini de ortaya çıkmış olacaktır. Bu 'düşman' kavramı tam am en sınıflar savaşının kapsamını, derinliğini kavrayabilmekle ilgilidir.
TİP- MDD çatışmasında en temelli konu devrimin stratejik konağıydı. TİP 'Sosyalist Devrim1 adını, MDD 'Milli
5
Kıvılcımlı son günlerinde.
Demokratik Devrim' adımını savunuyordu. Yani TİP Kemalist burjuvazinin kendi burjuva devrimini sonuçlandırdığını, böylece kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye ettiğini söyleyerek, artık işçi sınıfının sosyalizmi kurmak için davranması gerektiğini öğüt- lüyordu. Bunları söylemekle TİP Türkiye'deki sınıflar gelişmesini olduğundan ileride görmüş oluyordu. Bunu yaparak da çağımızda, yani burjuvazinin devrimci karakterini yitirdiği tekelci kapitalizm çağında, burjuvaziye olduğundan öteye bir devrimci misyon yüklüyordu. Oysa Kemalist burjuvazi ulusal kurtuluştan, sosyal kurtuluşa sıçrayamamıştı. Dayandığı sınıf açısından, irili ufaklı bütün Anadolu burjuvazisine dayandığından, ulusal kurtuluştan sonra kendi soygun düzenini kurmakla yetinmiştir. Ve üstelik bizde egemen antika tefeci-bezirgan sermaye ile uluslararası tekelciliğin sen- tezleşmesi ve Devletçilik fideliğinde semirmesiyle Finans-Kapital gelişmiş, dolayısıyla hiç bir temelli reform gerçekleşmemiştir.
Oysa TİP'e göre antika sermaye ve üretim ilişkileri tasfiye olmuş, üstelik bunlan burjuvazi gerçekleştirmiştir. Bunun ise iki pratik sonucu vardı: Önce TİP bu tutumuyla proletaryanın önündeki demokratik görevleri görmezlikten gelmiş oluyor, dolayısıyla bu görevleri CHP'ne (burjuvaziye) ısmarlamış oluyordu. Kendisi Sosyalizm türküsüyle demokratik görevlerden kaçmıyordu. İkinci sonuç ise, kapitalizmin bizdeki gelişim seviyesini ve doğurduğu çelişkileri yanlış değerlendirdiğinden proletaryanın bugünkü müttefiklerinden kopuyor, somutça taktik cephe adımını atlıyor, hareket içinde yanlızlaşıyordu.
TİP daylara neden böyle bakmaktaydı? TİP işçi sınıfı içinde burjuva nüfuzu olduğundan; işçi aristokrasisi ve burjuva aydın zümrelerine dayandığından, bizde kapitalizmin gelişim seviyesini abartıyordu. Çünkü hem işçi aristokrasisi (bizde zenginleşmiş sendikacılar zümresi) ve hem de burjuva aydınlar (doktor, avukat, mühendis vb.) kapitalizmin yaratığıdır. Üstelik de kapitalizm bu tabakalan kendi nimetleriyle düzene daha sıkı bağlamışdır. Yani bunlar karnı tok politikacılardır. Dolayısıyla konumlarını korumak ve biraz daha iyileştirmek için genellikle ekonomik mücadele zemininde hap- solurlar. İşçi sınıfını ekonomik mücadele zemininde tutmak isterler. Yani işçi sınıfını önündeki acil demokratik görevlerden (işçi sınıfının asgari programı) kopanp, sosyalizm ninnisiyle sınıf bencilliği içine hapsetmek isterler. Mücadeleleri düzenin onanlması seviyesinde kalır.
Özetlersek, kapitalizimin yarattığı işçi aristokrasisi ve burjuva aydınları, burjuvazi ile aralanndaki çelişkiyi çözümlemeye kalkarken, sınıf adına değil de, onun zenginleşmiş bir zümresi adına davrandıklanndan bu konumlan onları işçi sınıfım halkın önçüsü olarak davranma perspektifinden uzaklâştı- nr, tersine sınıf bencilliği içinde davranması pratik sonucuna vardmr. Yine işçi aristokrasisi ve burjuva aydınla- n hali vakti yerinde bir tabaka olduğundan, mücadele tarzı ve araçlan bu konumuna göre şekillenir. Daha devrimci bir ruh içinde olan unsurlarla ittifak yerine, kendi fikirlerini buıjuvaziye anlatıp ikna etme tutumunu seçerler. Bunun ise en bilinen iki yolu Parle- mentobülbüllüğü ile sendikalizm kısır döngüsüdür, işte TİP bu yapısıyla iş
çi sınıfının önündeki gerçek görevleri atlayıp, sınıf içinde bir burjuva nüfuzu olduğundan işçi sınıfını müttefiklerinden kopancı bir politika izlemiştir. Bunun teorik çerçevesi ise kaçınılmaz olarak, Sosyalist Devrim bahanesiyle, demokratik devrim görevlerinden yan çizmek olmuştur. Ve bütün mücadele 'burjuvaziye karşı' günlük ücret ve bazı haklann alınması seviyesinde ilkelleşti- rilmiştir.
Bunun karşısında MDD ise, doğru bir çizgi savunmamış, adeta TİP'in antitezi kılığında şekillenmiştir. Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini olduğundan geri değerlendirmiş, 'yan-feo- dal' gördüğü Türkiye'de feodalizm ve sömürge olgusunu abartmiştır. MDD 1920'lerin Türkiye'siyle 1960'lar Tür- kiyesi arasında fazla bir fark göremedi. TIP Kemalizme burjuva devrimini sonuna kadar yaptmrken, MDD 1930'lardan sonra Kemalizmi dağdan geri kaydmp 1 9 1 9'lara kadar düşürdü. Böylece 1968'ler Türkiye'sini Empar- yalizmin işgalindeki bir yan sömürge gibi gördü. O zamanda sırf dışarlak bir Emperyalizm ile onun yerli işbirlikçilerinin karşısına 'milli sınıflan' koydu. Böylece sınıflar savaşımı kendi küçük- burjuva milliyetçiliğini karıştırınca ortaya 'milli', 'gayrı milli' sınıf değerlendirmesi çıkmıştır. Mesele böyle konulunca bunun mantık sonucu işçi sınıfının öncülüğünü küçümsememek olmuş, bunun yerine 1960'lann M. Kemal'i olmak yeğlenmiş, MDD Kemalizm'den kopuşamamıştır. Kemaliz- min anti-emperyalist tutumunun benimsenmesi olumluluk sayılsada, esas burjuva karakteri görülemeyip, Kemalizm küçükburjuva eğilimi zannedilince, ister istemez burjuva etkisi altında kalınmış olunuyordu.
MDD Türkiye'de Kurtuluş Savaşından sonra gelişen kapitalizmi ve onurl yarattığı sınıf ilişki-çelişkilerini < göremiyordu. Daha doğrusu, MDD sınıf savaşı açısından meseleye bakamıyor, Emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı bir bağımsızlık savaşı özlüyordu. Bu savaş 'millici sınıflar' tarafından yürütülecekdi. Böylece MDD'nin tepkisinin özü ve yönelişi Amerikan Emperyalizmine karşı ulusal seviyede şekillenmiş oluyordu. Bu 'anti-emperyalist' savaşın sınıfsal saflaşması konusunda MDD daima bulanık kalmış ve Yön' eğilimiyle TİP'in eklektik bir birliği olmaktan öteye gidememiştir.
MDD'ye göre Kemalizm küçük burjuva eğilimidir. Ve 1920'lerden
6
sonra iktidardadır. Fakat 1946'lardan sonra Amerikan emperyalizmi yerli işbirlikçileriyle bizi yan sömürge yap- mışdır. Bütün 'millici' sınıflar emperyalizmi söküp atmalıdır. Ve bu talebin temel parolası Tam Bağımsızlık' olmuştur. MDD bu tutumuyla Kema- lizmden ileriye gitmiş olamıyordu. 1920'lerde Ulusal Kurtuluş tamamlandıktan sonra artık gündemde sos- yalkurtuluş vardı. Ve bu da ancak işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşebilir- di. Yoksa dış düşmana karşı 'milli sınıflarla' değil.
Bu değerlendirmesiyle MDD iki şeyi açıkça ilan etmiş oluyordu. 1930'lardan beri Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini ve bunun sonucu şekillenen sınıf yapılannı önemsemiyor, böylece bizdeki kapitalizmi ve işçi sınıfını cılız olarak görüp, feodalizmi abartıyordu. Bunun pratik sonucu işçi sınıfı öncülüğünde bulanıklık oldu. İkincisi; MDD, bizde kapitalist gelişmeye gösterdiği kayıtsızlığa, ve bunun yerine sırf bir genel düşman Emperyalizmi öne çıkartarak mücadeleye sınıfsal (işçi sınıfı) zeminden değil, ulusal (bur- juva-küçükburjuva) bir zeminden baktığını anlatmış oluyordu.
MDD Türkiye'ye neden böyle bakıyordu? MDD liderliği Türkiye devrimci hareketinde. 'II Emperyalist Evren Savaşı sonrası gençlik eğilimidir.' Öte yandan MDD daha ziyade şehir ve kasabalardaki gençlik eğilimi olarak şekillendi. Bu genç küçükburjuva tabakaların en temel özelliği üretimden kopuk olmalarıdır. Yani direkt olarak kapitalist üretim içinde değillerdir. Bu nedenle sınıf-zıtlıklannı soyut olarak kavrarlar. Veya başka bir deyişle, üstlerinde duyduklan ekonomik ve siyasal baskının bir sınıftan kaynak aldığını önceleri kavrayamazlar. Onlara bu baskının nedeni soyut planda 'devleti olarak gözükür. Ve öfke ile devlete karşı çıkarlar. Devletin sınıf yapısını kavrayamaz, ama bunu Amerikan Emperyalizminin bir kuklası ('Filipin tipi demokrasi') olarak görüp, bütün öfkesini Amerikan Emperyalizmine ve yerli piyonlanna yöneltir. Devletin güç kaynağını, dayanağını göremez, bunu sadece Amerikan Emperyalizmi olarak görür.
Üretimden kopuk, bu sebeple dolaysız sınıf çelişmelerinden de kopuk olan küçükburjuva tabakalarda, bu düşünceleri uyandıran başka nedenler yok muydu?
Herşeyden önce 1 9 6 5 sonrası, Amerikan Emperyalizminin hem dün
yada, hem de Türkiye'de yeterince deşifre olduğu yıllardır. 1 9 6 7 Vietnam zaferi amerikan Emperyalizminin bütün kanlı ve gerçek yüzünü ortaya koymuştur. Buna bağlı olarak Amerikanın Türkiyedeki durumu da gençliğin daha çok gözüne batar hale gelmiştir. Ve bütün dünyada başta Amerikan Emperyalizmine karşı Ulusal Kurtuluş Savaştan verilmektedir. Ve Türkiye devrimcileri de bu genel görünümden elbette etkilenmezlik edemezlerdi. İşte MDD'nin şekillenmesinde etkili otan en genel ortam budur. Elbetteki sırf bu görüntülerle yetinmek kaçınılmaz yanılgıların kaynağı olacaktı. Ama ne çare ki, küçükburjuva yapısı gereği çabuk öfkelenip davranır. Üstelik bir Kurtuluş Savaşı yaşamış, Kuvayi milli- yeci bir geleneğe sahip olmak çarçabuk gençliği Emperyalizme karşı yeni bir. bağımsızlık savaşma sürükledi. MDD'nin temel zemini budur.
Elbette deney öğretir. Nitekim MDD hareketi de daha gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte, hemen 1 9 6 9 sonlannda parçalanmalara uğradı. Bunun anlamı, TİP'e karşı devrimci hareketin gelişmesine devrimci tepkisiyle bir müddet cevap verebilen MDD, artık aşılmalıydı. Hareketin ihti- yaçlanna cevap veremez hale hızla geliyordu. Bu süreç içinde MDD nüanslara aynlmış, kaba ve genel bakışını bir bakıma çeşitli yönlerden derinleştirmiştir.
1 9 6 9 sonlannda gelişmesinin tepe noktasına varan MDD hareketi Ocak 1970'de AL-AK Aydınlık bölünmesine uğramışdır. Bölünmenin gerçekleştiği ortam Türkiye'nin 1 9 6 0 sonrası işçi hareketlerinin en çok yo- ğunlaşdığı bir ortamdır. Ocak 1970'de kopuşan MDD'nin AK Aydınlık (şimdiki SP) franksiyonunun o zamanlar savunduğu temel görüş işçi sınıfı öncülüğünün 'objektif ve sübjektif şartlan- nın olmadığı, ve çalışmanın bu gerçeklik üzerine oturtulması biçimindeydi.
Böyle bir görüşü tam da işçi hareketinin en yüksek olduğu zamanda savunmak ne anlama gelirdi? Bunu açıklayabilmek için AK Aydınlığın diğer görüşlerine de kısaca bakmalıyız.
'Yan sömürge, yan-feodal bir ülke otan yurdumuzda devrimin temel gücü köylülüktür... Devrimin... programının özü... Toprakdevrimidir. (PD Aydınlık, s. 26) Demokratik Devrimi Toprak devrimine' indirgemek Türkiye sınıflar yapısında feodalizmin abartılmasının bir mantık sonucudur. Fa
kat AK Aydınlık bunla da yetinmiyor. Açıkça şunlan söylüyor: 'Emperyalizmin en yakın işbirlikçisi otan tekelci sermaye, diğer bütün sömürücü sınıflara da hükmetmektedir ve sömürülen ülke halkının en amansız düşmanıdır. Ama geniş halk yığınlannm, özellikle köylülüğün hemen önündeki düşmanlar; geniş köylü yığınlannı doğrudan doğruya sömüren unsurlar, bu tekelci sermayenin gerici müttefiki yan-feodal unsurlardır.' (PD Aydınlık, s. 26) Evet, mücadele 'doğrudan doğruya sömüren unsurlarla olduğundan şimdilik 'tekelci sermaye' bu alanın dışında kalacaktır.
Bu mücadelenin hedeflerini de AK Aydınlık şöyle sıralar: 'Toprak reformunun yapılması, tefeciliğin kökünün kurutulması, aracılığa son verilmesi, adil kredi sağlanması' (İşçi Köylü, s.7) Bütün bu söylenenler içerik olarak CHP'nin taleplerinden daha ileri değildir. 'Aracılığa son verilmesi, adil kredi....’ bütün bunlar O bir türlü görülemeyen kapitalizmin anaforunda bocalayan küçük üretmenlerin hayalleridir. Fakat bunlar eninde sonunda hayaldir ve kapitalizme vurmaya göze almadan hiçbirisinin bir anlamı yoktur.
Hedeflediği bu talepler doğrultusunda AK Aydınlık nasıl döğüşecektir? 'Biz niçin menfaatlerimizi temsil etmeyen partilere bölünelim ve niçin millet olarak bölük pörçük olalım? İki köylünün veya iki işçinin aralannda hangi menfaat aynlığı var ki ayn ayn partilere bölünüyorlar?... Bizim partimiz MİLLİ KURTULUŞ CEPHEŞİ'dir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal'dir. Bizim partimizin üyeleri, Amerikan sömürücüleriyle çrtaklık etmeyen bütün MİLLETTİR’ (İşçi Köylü, s.7)
AK Aydınlığın sınıflarla bir işi yoktur. Amerikan sömürücülerine karşı 'MİLLET'çe savaşacaktır. Bu millet bö- lürimemelidir.
Bunlar, MDD içinden çıkan bir nüansın temel görüşleridir.
Açıkça beliren karakteriyle AK Aydınlık, sınıflar savaşının hızlandığı bir momentte ve en kör gözlere batmaya başladığı zaman, bu savaşın üstünü örtmeye çalışıyor. Bunun tek anlamı şudur: bu tuium yükselen işçi hareketine karşı gerici bir burjuvanın feryadıdır. öyle bir burjuva ki, bu feryadıyle işçi sınıfına, sosyalizme düşmanlığını açıkça itan etmiş olmaktadır. İşte AK Aydınlık hareketi MDD içinden, yükselen işçi hareketine karşı şekillenen bir gerici tepkidir. MDD devrimci eğiti-
7
mi içinden böyle gerici bir eğilimin şekillenmesi nasıl açıklanabilir?
M D D - TİP karşısında Demokratik Devrim görevlerine talip olurken ve TİP'in pasif, teslimiyetçi mücadele tarzına karşı dururken, devrimcidir. Ama Türkiye'deki mücadeleyi 'milli', 'işbirlikçi' mücadelesine indirgediğinden ve bu temel pencereden Türkiye'ye baktığından, dolayısıyla yaşanan sınıf mücadelesini kavrayamadığından, bu sınıf savaşı karşısındaki tepkileriyle de gericidir, 1919'lann bağımsızlık savaşı o moment içinde devrimci bir görev yaparken, 1970'lerde aynı mantıkla davranıldığmda her şeyden önce yerli egem en sınıflara karşı verilmesi gereken İktisadi Kurtuluş Savaşı görülemediğinden mücadelenin gerisine düşülmüş oluyordu. 'Bağımsızlık' parolası abartılarak 'Sosyalizm' parolası yasaklandı. 'Memleketinde Emperyalistlerin işbirlikçileri iktidara sahip çıkarken... senin hakkın yoktur 'Sosyalist Türkiye' sloganı at- mıya... layık değilsin henüz ona. Ona layık olmak için, 'Sosyalist Türkiye sloganını atabilmek için, ilk önce Türkiye'yi bağımsı^ frctle getirelim; bağımsız ve gerçekter) demokratik bir ülke haline getirelim. (Türk Solu,. 12)
Bu haliyle MDD- TİP'e tepki gösterirken aslında devrimci yanlanyla birlikte iki önemli gerici tutumunu da açığa vurmuş oluyordu:
Birincisi, MDD 'Sosyalizme' bugünden yarma gerici bir tepki göstermiş oluyor, bu parola yerine ’bağım- sızlık'ı geçiriyordu. Yine buna bağlı olarak işçi sınıfına ve onun öncülüğüne gerici bir tepki göstermiş oluyor, bunun yerine 'milli sınıflar'ı geçiriyordu.
İşte AK Aydınlık MDD'nin bu sağ, gerici yanının yükselen işçi hareketi karşısında hızla şekillenmesi, mantık sonuçlanna varması ve ayrı bir çizgi olarak açığa çıkmasıdır. Yani MDD’nin özünde fi Uz halinde var olan Sosyalizm e ve işçi sınıfına duyulan .gerici tepki, AK Aydınlık şeklinde uç vermiştir.
AK Aydınlık; mücadeleyi Amerikan Emperyalizmine karşı bütün 'miF let'in savaşına indirgemiş, tekelcileri 'doğrudan sömürücü' olmadıkîann- dan göz ardı ederek, hedefini 'Toprak devrimi'yle sınırlamıştır. Ve bu yolda sınıflara bölünmemek gereklidir. Oysa Toprak devrimi' dahi çağımızda ve ülkemizde ancak 'işçi sınıfı öncülüğünde' gerçekleşebilecektir. AK Aydınlık bu gerçeği reddederek bayağı bir libe-
8
rai burjuva olduğunu açığa vurmuştur. Yine AK Aydınlık sınıflar mücadelesini görmek istemediğinden bunun mantık sonucu olarak sosyalizme düşmanlığını açıkça ilan etmiştir. Bunu o yıllarda Sovyetlerin 1956'dan sonra, 'revizyonistleştiğini' ve egemenliğin 'Sovyet burjuvazisi'ne geçtiğini (PD. Aydınlık, s. 22) söyleyerek yapmıştır. Yani yer yüzünden sosyalizmi kuş yapıp uçurmuş, sosyalizmin olmazlığını ispatlama yoluna girmiştir. Hep biliriz daha sonra, yani Türkiye'de işçi sınıfının mücadelesi inadına yükseldikçe, buna tepki olarak AK Aydınlık Sovyetlerin 'baş emperyalist' olduğunu iddia etmeye kadar işi vardırmıştır.
Özetlersek AK Aydınlık önce sınıflar savaşını reddederek, bunun üstünü örtmeye çalışıp, burjuvalaştığıni: sosyalizme düşmanlığını ilan ederek de gerici bir burjuva olduğunu açığa vurmuş oluyordu.
Olaya bir de sınıflar savaşının, devrimci hareket önüne koyduğu görevler açısından bakalım.
TİP'in pazifizmine karşı bir tepki olarak şekillenen MDD ilk günlerinde, harekette belli seviyede devrimci bir adım oldu. Yani daha militan mücadele tarzlarına uyum gösterebilmesi bakımından önemli bir adımdı. Fakat hareket yükseldikçe MDD'nin perspektifi de yetersiz kaldı. Ve bu yetersizliğin ortaya çıkması uzun yıllar gerektirmedi. MDD gelişiminin en yüksek noktasında, 1969'da, aynı zamanda zaaflarının da en çok açığa çıktığı günleri yaşıyordu. İşçi sınıfı ile ittifak kurup daha devrimci adımlar atılacaktır, yada kararsızlığa saplanıp burjuvazinin saflarına düşülecektir. Çünkü küçükburjuva devrimciliğinin kaçınılrpaz alın yazısı budur: Ya gerçekten proleterleşen, yani sürekli proletaryayd doğru objektif ortam tarafından itilen küçükburjuva tabakalann devrimci öncüsü olarak proletarya ile ittifak sağlamlaştırıla- caktır; ya da devrim yolunda bir kaç adım atıldıktan sonra kendi konum unu korum akla yetinip devrimci bir atılımı göze alamayıp burjuva liberalizminin saflanna yanaşılacaktır. Oradan en gerici saflara da atlanabilir. İşte MDD olarak yola çıkılırken Amerikan Emperyalizmine tepki seviyesindeki hareket, işçi sınıfı ile ittifak yol ayıranına gelince yani çıkış noktasından daha devrimci adımlar otmakla yüzyüze kalınca, MDD hareketi içinden daha hali vakti yerinde küçükburjuvalar geriye doğru kopuşdular. Ve en temel özellikleri sözde keskin çığlıklar atmak, öz
de yığınların gericiliğini kışkırtmak oldu. İşte AK Aydınlık yükselen işçi hareketinin MDD'nin önüne daha devrimci görevler koymasıyla, bu görevlerden geriye kaçan ve kendi konumunu korumakla yetinen ve hızla burjuvazinin saflanna yelken açan gerici küçükburjuva eğilimi olarak şekillenmiştir.
AK Aydınlık kopuşrriasından çok kısa bir süre sonra-5-6 ay sonra-15- 16 Haziran olayları yaşandı. Bu AK Aydınlığın işçi sınıfını görmesini sağlamış mıdır? Elbette açıkça inkar artık etkisini yitireceğinden, aynı inkar artık daha örtülü yapılacaktır. Esas sorun şudur: 1 5 -16 Haziran olaylan AK Ay- dınlık'da daha devrimci bir kıpırdanma mı yaratmışdır? Tam tersine işçi sınıfının devrimci atılımının her açığa çıkışında AK Aydınlık daha da gericileş- rniştir. Çünkü onun doğuş zemini yükselen işçi hareketine bir gerici tepiridir. Nitekim 12 Mart gelmeden AK Aydınlık ünlü Sovyet Sosyal Emperyalizmi' tezine varıp Amerikan emperyalizminin yükünü yarı yarıya hafifletmiştir. (70'lerin sonlarında ise, Amerikan Emperyalizminin yükünü tam am en almış, onu beraat ettirmiştir.)
1 5 -16 Haziran olaylan MDD saf- lannda önemli bir dönüm noktasıdır. 15 -16 Hazirandan hemen ön ce gerçekleşen AK Aydınlık bölünmesi hareketten geriye doğru, gerici bir kopuş- maydı. Haziran olaylarıyla birlikte işçi sınıfı kendini ortaya koyunca, AL Aydınlık saflannda iki tepkiye yol açtı. AL Aydınlığın pratik ve teorik tutanaklan çözülüp dağılırken bu momentte, 1971 başında 'Aydınlık Sosyalist Dergiye A çık M ektupla Cephe hareketi kopuştu.
Haziran olaylanndan hemen sonra 1 9 7 0 sonlanna doğru Proletarya Sosyalizmi, Sosyalist gazetesiyle ve Proletarya Partisinin Reörganizas- yonu parolasıyla açık tutumunu ortaya koydu. O zamana kadar Türkiye'de proletaryayı göremeyen gözler onun ideolojisini 'en eski sosyalizmi' de elbette göremeyecekti. Bu nedenle Dr. H. Kıvılcımlı’nm bütün görüşleri o zamana kadar susuşa getirilmiştir. Eleştiriyle öldürülemeyen görüşler susarak olmamışa çevrilmeye çalışılıyordu. Fakat Haziran olaylan proletarya sosyalizmi üzerindeki bütün örtüleri kaldırmaya yetti. Böylece ne oluyordu? TİP karşısında belli bir pratik üstünlük sağlasa da, MDD, teorik perspektifi bakımından işçi sınıfı öncülüğüne, Parti öngütlenm esine, dolayısıyla iktidar problemine yan çizmesiyle TİP karşı-
\
sında hiçbir teorik üstünlük kuramamış, devrimci kadrolann yolunu ay- dınlatamamıştı. Proletarya Sosyalizmi ise, MDD'nin aksadığı ve sağa yalpaladığı bütün konularda devrimimi- zin sorunlarını, 4 0 yıldır konulmuş haliyle, netçe ortaya koyuyordu. Bu durumda MDD teorisi eldem yerlerinden dağılmaya başladı. Küçükburjuva milliyetçiliğini gerici sonuçlara vardıran AK Aydınlık sınıfsızlığı savunarak sağa yol almaya başlamıştı bile. Bu sağa gidişe, aynı zamanda da MDD Merkez Kanadı M. Bellinin oyaîamalan- na, sol bir tepki şekillendi. Proletarya öncülüğünü açıkça reddedenler AK Aydınlık saflarındaydı. Proletaryanın ikirciksiz öncülüğünü savunan onun öz eğilimi Sosyalist artık gün gibi ortadaydı. Proletarya öncülüğünü yan çizm eden savunanların ve döğüşenlerin bu safta yer alması gerekiyordu. Ve öyle de oldu.
En kör göze batan proletaryayı açıkça inkar edemeyen, fakat küçükburjuva ütopik bakışıyla da ona bir türlü öncülüğü layık görmeyen C ephe eğilimi ise, ikisinin ortası veya eklektik toplamı olan 'ideolojik öncülük' görüşüne vardı. Bu proletaryayı yeteri kadar öncü göremeyen küçükburjuvala- nn onun adına davranmalarıydı.
Böylece C ephe, proletaryanın ideolojik öncülüğünü savunup, kırları mücadele alanı seçerek aslında olayla- nn baskısı ile küçükburjuva devrimciliğini iyice sol bir çizgiye vardırarak, proletaryanın öncülüğünü sol'dan reddediyordu. AK Aydınlık ’objektif-sub- jektif şartlar' bahanesiyle iğrenç bir burjuva kuyrukçuluğuna soyunarak proletaryanın öncülüğünü reddederken, C ephe de tersine proletarya 'şehirlerde kuşatıldığından' onun adına kırlarda davranma yoluna çıkarak, sol uçkunlukla proletaryanın sınıf öncülüğünü reddediyordu. MDD Merkez (M.Belli) kanadı ise, gerçek proletarya sosyalizminin karşısında bocalayıp, eriyor dağılıyordu.
Böylece MDD hareketi, süreç içinde iki temel kanada aynlmıştır. MDD'nin ve aynı zamanda işçi hareketinin en yüksek noktasında yeni ve daha zorlu görevlere (teorik-pratik) soyunmanın eşiğinde AK Aydınlık geriye bir kopuşmadır. Yine özellikle Haziran olayları ile birlikte devrimci hareketin genel olarak inişe geçtiği 19 7 0 ikinci yarısında, MDD, hareketin gerektirdiği devrimci atılımı yapa- mayınca hızla dağılmaya başlamış, karşı-devrim de terörünü sistemlice
Kıvılcım lı: Düşünce ve davranış birbirinden ayrılma/.
yükseltmiştir, işte böyle bir momentte, 1971 Ocakmda AL Aydınlıktan kopan Cephe hareketi ise, ileri kaçık biı karakterdedir. AK Aydınlık hareket yükselirken geriye (sağa) düşmüş, Cephe ise hareket geriye çekilirken bu esnekliği gösteremeyip paniğini uç- kunluğa vardırıp, ileriye kaçm ıştır . Dolayısıyla AK Aydınlık gericiliği teo- rileştirirken, Cephe de uçkunluğunun teorisini yapmıştır. Bunun son durağı Kesintisiz Devrim1 olmuştur.
Sonuçlandınrsak; TİP‘in pasifiz- mine ve demokratik devrim görevlerinden kaçışma, yani işçi aristokrasisinin sınıf bencilliğine karşı şekillenen MDD Küçükburjuva devrimciliği, 12 Mart'tan önce bizzat işçi hareketi tarafından bozguna uğratılmıştır. Ve MDD, 12 Mart'm eşiğinde çözülmüştür". (Küçükburjuva Devrimciliğinin Eleştirisi, Kıvılcım Yayınları s. 9-27)
Özetlersek: 1919'larda şekillenmeye başlayan proletarya hareketinin ayrılıklan, sapıklıklan bir bakıma kendi içinde, ve teşkilat olarak da bir Parti (TKP) içi ve çevresinde yaşanmıştır denilebilir. Ütopist ve Popülist konak (toptan Narodnikde denilebilir). On- beşler ve Halk İştirakiyyun ile yaşanmış; ardından Legal Marksizm ve Eko- nomizm konağı (toptan Kuyrukçuluk ta denebilir) Aydınlık Dergisi ve (sonra Kadro dergisi olan) V. Nedim ve Ş. Süreyya'lar yada ünlü "Seka" ile yaşanmıştır. Oysa, 1960'lar sonrası benzer kopuşmalar bir teşkilat içinde (TİP’in bu dönemdeki konumunu unutmuyoruz) olmaktan çok, hızla ayn kanallara akıp, kendi şekillenmelerini kurmuştur.
21 Mayıs Ordu Gençliği darbesi ve Yön hareketi bir ölçüde Popülist bir
atılım olarak sayılabilirse de, hareket 27 Mayıs sonrası esas olarak TİP olayı ve ardından Dev-Genç-MDD olayı olarak akmıştır. Dolayısıyla, 1 9 6 0 sonrası yeniden doğuşa ilk olarak damgasını vuran TIP olmuştur. Bu ne demekti: İşçi sınıfı mücadele alanını artık nicelik ve yoğunluğu ile doldurabilecek konuma gelmişti; ama öte yandan, işçi sınıfı "adına" ilk ve epeyce yaygın olarak öne çıkan eğilim işçi içindeki burjuva nüfuzu yani aristokrat işçi eğilimiydi. Bu, hareketin ikinci yeniden doğuşunda Legal Marksizm ve Ekonomizm konağına denk düşmekteydi. Demek ki, hareket 1 9 6 0 sonrası yeniden doğarken Narodnik eğilim değil, fakat işçi sınıfına yapışık ekonomist eğilim önde davranmıştır. Yada böyle görünmüştür. Bu, sapıklıklanyla birlikte işçi sınıfının 1 9 6 0 sonrası mücadele alanının artık önünde olacağının, olabileceğinin ilk belirtisiydi.
TİP deneyinin yukarda sayılan olumsuzluklanndan da kaynak alan,, az çok Narodnik karakterli Dev-Genç ve MDD hareketleriyse ancak, hareketin ikinci önemli basamağı olarak doğmuş, ama işçi hareketi kaçınılmaz yoluna bir kez girmiş olduğundan, bu hareket, 3 -4 yılda en yüksek noktasına çıkıp, dağılışa geçmiştir.
12 Marta kadar geçen hemen hemen bir on yıllık mücadelenin ideolojik çatışma noktası yada siyasetler arası mücadelenin odak noktası: Türkiye'nin Strateji Planı, yada sınıflar yapısının tesbiti ve burdan hareketle önümüzdeki devrimin temel karakterinin tartışılmasıydı.
Olayca, bu temel tesbitler Türkiye komünist hareketi tarafından 1 9 3 0 ’larda olgunlaştırılmış olmasına
9
rağmen neden bir on yıl daha aynı konu en canlı tartışma noktası olmuştur? İlk olarak, 19 5 0 ve 1960'lardaki önemli değişimler, sanki öncesiyle temelden bambaşka bir görünüm yaratmış, olay özce böyle olmasa da bu değişimlerin de izahıyla, 1930'lardaki tesbitler zenginleştirilmeliydi. Bu objektif bir ihtiyaç olarak dayatıyordu. İkinci olarak, ve en önemlisi, devrimci harekete neredeyse bir kaç yılda binlerce insan akmış, hareketin boyutları eskiyle kıyaslanmayacak boyutlara varmıştı. Elbetteki bu yeni insanlar müthiş bir enerji ve çoşkuyla atıldıkları mücadelenin temel hedeflerini tartışacaklardı.
Fakat elbetteki bu büyük "haklılıklar", ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, inatçı gerçeklikleri de örtemezlerdi. O nedenle proletarya sosyalizminin, Partinin en eski tesbitlerini yeni deneylerin ışığında zenginleştirerek ileri sürdüğü "Halk Savaşının Planla- n'ndaki Strateji Planı olayların akışıyla zahmetli yollarla da olsa gittikçe daha öne çıkmakta, aydınlanmadadır.
12 Mart Sonrası DevrimciOrtamın G enel Karakteri:
"Burjuva devrimciliği TİP, 12 Mart gelmeden, daha mücadele yükseldiği zamanda teslimiyet bayrağını çekmiş, yenilgisini ilan etmişti. 12 Mart, bu nedenle, özellikle MDD kökenli küçük- burjuva devrimciliğinin yenilgisini getirdi. Devrim hayalleri, 'devrim zorlamaları* pratiğin cenderesinde kırıldı. Dolayısıyla aynı hayallerin yeniden aynı kılıklarda ortaya çıkması imkansızdır. Ama mücadeleye yeni küçük- burjuva yığınlar katıldıkça bu hayaller aynı ilkellikte olmasa da bu anlamda tekrarlanacaktır. Her tekrar bir öncekinin basit bir kopyası değil, deneylerle zenginleştirilmiş bir üst aşaması olacaktır. Bu gerçeklik kendini şöyle göstermiştir. 12 Mart öncesi devrimci hareketin en genel karakteri sınıf eğilimleri arasındaki sınır çizgilerinin çizilmesi dönemi olmuştur. Bu kendini,1Strateji tartışmaları'biçiminde açığa vurmuştur. Ve bu dönem hemen hemen 10 yıl sürmüştür. Ve sonunda en genel batlarıyla burjuva devrimciliğinin , küçükburjuva devrimciliğinin ve proletarya sosyalizminin sınır çizgileri ortaya çıkmıştır.
Böylece 12 Marta girerken sınır çizgileri çizilmiş, dolayısıyla tartışmalar^stratejiden program ve parti basa
mağına tırmanmıştır. 12 Mart karanlıklan ise, bu yanm kalan parti adımlarının sürdürülmesine denk düşer. Ve zaten 14 Ekim seçimleri sonrasında da hızla siyasi yayın organlan ve partiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu 12 Mart öncesi hareketin geldiği seviyenin 12 Mart duraklamasından sonra devam etmesi demek oldu. Bu yeni dönemde tartışma konuları ise, eski deneylerin kritiği ışığında parti ve günlük politik taktikler üzerine yığılmıştır. Bunun siyasi anlamı ise şuydu: artık sınır çizgileri çizilmiş olan devrimci eğilimler arası mücadele dönemi başlıyordu. Bu ise sınıflar kopuşmasmın en doğal sonucuydu. Artık burjuva, küçük burjuva, proletarya devrimciliği kendi taktik parolaları ile hergün yüzyüze, karşı karşıyaydılar. Bu nedenle temelli tartışma konusu: ittifaklar veya H alk C ephesin e dönüşmüştür. Elbette bunlan söylemekle mutlak bir ifadeyle her siyasi eğilimin tamamen sınır çizgilerini çizdiğinden söz etmiş olmuyoruz. Böyle bir bakış açısı hayatın kendi akışına ters düşer. Bizim söylediğimiz şey, bu karakterlerin dönemin hakim özellikleri olmasıdır.
Öyleyse 12 Mart, bu sınıflar ko- puşmasını ve bunun siyasi görüntüsü olarak siyasetlerin sınır çizgilerini ortadan kaldıramayacağına, bu gelişimi geri döndüremeyeceğine göre, ancak siyasetlerin en genel stratejilerinin bir sınanması olmuştur.
12 Mart'ın en genel dersleri: Türkiye’deki sınıflar yapısını, bir avuç pa- rababasını açığa çıkartmasıdır. Görünmeyen gerçek sınıf düşmanı inkar edilemez biçimde ortaya çıkmıştır. Amerikan Emperyalizmi gibi bir dışarlak düşman hayali yıkılmış ve Finans-Ka- pital gerçekliği kafalarda yavaş yavaş şekillenmiştir. Ve yine 'Devrim zorlamaları' veya sınıflar savaşındaki güçler dengesinin yanlış değerlendirmeleri pratikde yargılanmıştır. Son olarak, sınıflar kopuşması şekillenince az çok ideolojiler netleşince bunun mantık sonucu olarak Parti konusundaki oyalamalann içyüzü daha açıkça ortaya çıkmıştır. Bütün bu gerçeklerden dolayı, 12 Mart sonrası yeniden doğuşlar bu derslerin izini kaçınılamazca üstünde taşıyacaktır". (Küçükburjuva Devrimciliğinin Eleştirisi, Kıvılcım yayınları s. 112-114)
Bu şekillenen sınır çizgilerini en genel hatlanyla nasıl özetleyebiliriz?
Burjuva Sosyalizmi: 12 Mart öncesinin TİP'i 12 Mart sonrasında esas yapısını ve özünü koruyarak yeniden
şekillenmiştir. 12 Mart öncesi olmayan TSİP ve "Atılım" yapan "TKP" ise 1973lerden sonra şekillenmişlerdir. Yeni olmalanna rağmen özce bir yenilik taşımakta mıdırlar? TSİP, 12 Mart deneyinin hilkat garibesi çocuğudur. Öncenin deneylerinin olumsuz bir inkandır. MDD teorisinin, TİP'in ve H.Kıvılcımlı'nın tezlerinin "doğru" yan- lanndan ek lek tik bir ideoloji yaratmaya kalkışmış, ama bu ekleme teori eklem yerlerinden 1 .5 yıl içinde çatlamış, gerçek burjuva özü açığa çıkmış: orta aydın tabakaların, işçi aristokrasisi eğiliminin bir varyasyonu olmuştur. "TKP" TİP yenilgisinin boşluğuna, ama özde ondan fazla farklı olmayan bir şekilde doğmuştur. Teorik lafızlarında hiç şüphesiz ki farklar olan bu eğilimlerin en temelli ortak yanı nerededir? Önümüzdeki devrim aşamasında (kimisi "demokratik devrim", kimisi "ileri demokrasi" der) baş müttefik olarak orta tabakalara (aydınlar, işçi aristokrasisi, tekel dışı burjuvalar) tutunurlar. 12 Eylüle kadar pratik davranışları bunu defalarca ispatlamıştır. Onlar "Demokratik Devrimde Sosyal-De- mokrasinin İki Taktiğinde Menşevik hatta: burjuvaziyi ürkütmeden, bu anlamda "devrimin alanını daraltmadan" yürüme hattına denk düşerler.
Bu eğilim, TIP olarak 12 Mart öncesi, TİP- TSİP- TKP olarak da 12 Mart sonrası 12 Eylüle kadar yeterli evrimlerini geçirmişler, bu anlamda oturaklaşmışlardır. Özellikle 1 9 7 8 Ecevit koalisyonundan sonra yüzleri daha netçe açığa çıkmış, bir anlamda etkinlikleri zayıflamaya başlamıştır.
Küçükburjuva Sosyalizmleri:
Aşınca çeşitliliğinden dolayı bir kaç temel süreci irdelemekle yetinmeliyiz. 12 Mart öncesinin AL Aydınlığından doğan Cephe eğiliminin İçinde 12 Mart sonrası en yaygın olanı D.Yol oldu. D. Yol, Cephe ideolojisini başlıca iki yönden evrimleştirmiştir. İlki, "Amerikan Emperyalizminin işgaline" karşı kurtuluşçu temeldeki tepki, "Faşizme karşı direniş'e, böylece mücadele D.Yol açısından "demokrasi programı" aşamasına gelip dayanmıştır. 12 Eylüle gelindiğinde varılan sön nokta buydu. Öte yandan , "Kesintisiz Devrim"deki işçi sınıfının "ideolojik öncülüğü" tesbiti sessizce gerilere itilirken, öne "başçelişki = oligarşi ile halk arasındadır" denerek, halk kavramı çıkarılıyordu. "İşçi Sınıfı" ideolojik olarak da "öncü" konumundan alınarak
10
halk arasına "katılıp", sınıf bakışı eritiliyordu. Bu, küçükburjuva devrimciliği içinde birinci temel eğilimdir.
Öte yandan, 12 Mart öncesi yine Narodnik kaynaklı eğilimlerin bir kısmı (örneğin Cephe kaynaklı Kurtuluş ve THKO kaynaklı: Emeğin Birliği) eski hataların ışığında görüşlerini evrim- leştirirken işçi sınıfının öncülüğünü öne çıkartan bir gelişime girmişlerdir. İlk bakışa olumlu görünen bu gelişim, kendi derinliklerinde nasıl zaaflar taşımaktaydı?
İşçi sınıfını daha önce görmeyen onu şu veya bu gerekçelerle reddeden Narodnik kökenli bir bakışta böyle bir dönüş, pratikte iki sonuç doğurdu. Kurtuluş, 12 Mart yenilgisinin ezikliğiyle, "Bilinçlenmeyi", "Marksizmin genel doğrularının öğrenilmesini" önüne pratik görev koydu. Haklıydı, pek basit bir gerçekliği, Türkiye’de işçi sınıfının konumunu göremeden döğü- şen bir eğilimden, bir yenilgi sonrası kopuşunca, en basit, temel gerçeklerinin kavranması ilkelliğine battı. O alanda sallandı durdu. Aslında böyle yaparak işçi sınıfına teorik techizat- sız, ve pratikçe örgütsüz olarak yöneldiğinden, işçi sınıfı içinde üste görünen, burjuva etkisine bulaşmadan edemedi. Böylece, işçi sınıfına yöneliş, objektif olarak onun içindeki burjuva etkisine yöneliş anlamına geldi. Emeğin Birliği: ideolojide ve pratikte işçi sınıfına yönelirken, işçi sınıfının objektif konumunu yaratan ekonomik ve sınıf yapısını tahlilde, Türkiye'de kapitalizmin konumunu özellikle kırlardaki durumunu, olduğundan ileride görerek, köylü sorununu atlıyor, bir bakıma sırf işçici bir konuma girip, işçi sınıfını gerçek müttefikinden koparıyordu. Böylece Emeğin Birliği, siyasi bakış açısı olarak, sınıfı esas müttefikinden kopardığından, sırf işçici ül- timatomcu -otzovist keskinliklerede bunun tam zıddı burjuva etkilenmelere de açık bir konuma gelmiş oluyordu. Özellikle 1979'lardan yakın zamana kadar "devrimci durum" vb. tesbitle- riyle birinci konumda göründüysede, şimdi İkincisine doğru keskin bir dönüş yapıyor. Neticede, 12 Mart deneylerinden sonra Narodnik kökenli hareketlerden işçi sınıfına dönüşde (ideolojik ve pratik olarak) bir eğilimdi. Ama sırf yönelmek yetmiyordu. Ve bu dönüşlerin objektif sonucu, şöyle yada böyle burjuva sosyalizminden etkilenme, böyle bir etkiye açık olma objektifi sonucu doğmuştur.
12 Eylül Sonrası ve Sonuç:
Sonuçlandmrsak; 27 Mayıs, 12 Mart arası yeniden doğuş döneminde hareketler Türkiye'nin Strateji Planını, yani Sınıflar Konumunu tartıştılar. Davranışlannı ve teorilerini başlıca bu temel gerçeklik determine ediyordu. 12 Mart'ın eşiğine gelip dayamadığında bu konak genel anlamda asılmıştı. 12 Mart’tan sonraki dönem, strateji Planından hareketle Programları ve Tem el Taktiği, bunlara bağlı olarak Partileri kurma dönemi oldu. Yine 12 Mart-12 Eylül döneminde devrimci hareket henüz filiz halinde de olsa gerçek anlamda iktidar mücadelesiyle yüzyüze geldiler. Bu onların Program- laşmalannı daha bir acil ve zorunlu hale getirdi. Ve 12 Eylülle girilirken hemen her devrimci hareket ya Programını, yada Program taslağını ilan etmiş durumdaydı. Artık bundan sonraki mücadele bu anlamda daha açık ve net parolalar temelinde yürüyecektir. Bu hareket açısından önemli bir adımdır.
Program deyince ise gündeme başlıca iki sorun: D em okrasi ve K öyli sorunu gelir. Ve Programda, Strateji Planındaki az çok soyut ve genel kavramlar daha bir pratik anlam ve somutluk kazanır.
Bugüne kadar akıp gelen mücadele içinde Proletarya Sosyalizmi dışındaki eğilimlerin, olaylann akışında belli bir oranda kavrayabildikleri gerçeklik: egemen zümre Finans-Kapitalin varlığı ve konumudur. Ama Finans- Kapital şehirlerdeki "tekelciler" olarak kavrandığından, bugüne kadar mücadele belli bir anlamda tekellere karşı "demokrasi" mücadelesi seviyesine gelebildi. Ve sınıflar kopuşmasmın seviyesi henüz, işçi sınıfını, onun içindeki burjuva nüfusu olan aristokrat işçi eğilimlerini, özellikle şehir ve kasabadaki küçükburjuva aydın, küçük esnaf ve memurlarn seslerini yükselttiğinden, demokrasi mücadelesinin uf küda bir sınırlar içinde görülmeye başlandı. Henüz Finans-Kapitalm geniş Türkiye kırlarındaki bağlan, onun yedek gücü tefeci-bezirganserm aye ve bu sermayenin ağında inleyen milyonlarca, topraksız, az topraklı küçük köylülük devrimci hareketlerin bilincinde soyutluktan kurtulamamamıştır. Yani bir bakıma Finans-Kapital gerçekliği görünen yanıyla kavranabilmiş, kendi iç bağlan ve derinlikleriyle kavranmamıştır.
Böyle bir kavrayış ise devrimci or
tamda şu jki uç şekillenmeyi ve yönelişi yaratmıştır. İlki, burjuva sosyalizmi dediğimiz TİP- TSİP- TKP- Finans-Kapi- tale karşı mücadelede tekel dışı orta ta- bakalan (hem kendi sınıf yapısından, hem de bu tabakaların siyaset alanında açıkça görünlerinden dolayı) müttefik edinmiş, böylece tarihteki yeri Menşevizm olarak isimlendirilen, liberal burjuva kuyrukçuluğuna yönelmiştir. İkinci eğilim, özellikle Acil, TKEP ve İş. sesinin daha çok öne çıkarttığı, Türkiye'de köylü sorununu gelişmiş bir kapitalist ülkedeki gibi ele alışlanyla, proleteryayı geniş, ittifak gücünden kopartır konumuna düşmüşlerdir. Bizim gibi bir ülkede Köylü Sorununu böyle bir atlayış, kaçınılmaz bir şekilde bu siyasetleri ya keskin işçiliğe, yada liberal bocalamalara itecektir. İki rahmetten biri kaçınılmazdır.
Bu ikisinin arasında bir konum gösteren D. Yol ise demokrasi ve köylülük sorununda sınıfsız bir halkçı bakış açısını daha çok öne çıkartmaktadır. "Halk" kavramı, halkın içindeki sınıflaşmayı örten bir seviyeye çıkartılırsa, bu yol kaçınılmazca popülist bir ideolojiye yönelir. Ve halkın biz de çoğunluğu şu yada bu ölçüde meta üreten küçük üretmenler, yada devlet bürokrasisidir. Yani üretim temeli olarak kapitalizme bağlı, ve kapitalizmi üreten, bir yapıdadır. Dolayısıyla böyle bir temele dayanan ideoloji, en son tahlilde kapitalizmi devrimci sözlerle rektöre etme, "demokratik" olarak yeniden üretm e çerçevesinde kalır.
12 Eylülle birlikte, özellikle yeni hazırlanılan mücadele dönemi kendi özelliklerini daha açıkça ortaya koydukça, bu temel yönelişler iyice netleşecek, sınıf ve tabakaların öz eğilimleri gerçek özleriyle görünmeye başlayacaktır. Ve böyle bir gelişme, şimdi kopuk görünen 1 9 5 0 öncesi mücadelesiyle 19 6 0 sonrası mücadelesinin bağlarını daha gerçek temellere oturtacak, görünüşteM kopukluğu kapatacaktır.
Yeni mücadele dönemine, oldukça yüklü bir deney birikimi ve objektif olarak yaygınlaşmış, hoşnutsuzluğu artmış bir "halk" hareketinin potansiyeli ile giriyoruz. Sınıflar kopuşması gerçekliğini bulandırmaya çalışacak bütün girişimler ömürlerini hızla tüke- ceklerdir. Artık proletaryanın devrimci öncülerinin dünyayı değiştirme azmi ve enerjileriyle, "tarihin adaleti yerine getiri"lecektir □
11
Son ekonomik durum
Ali KEMAL
B undan önceki sayılarımızda, yazmıştık: 19 8 7 sonlarında başlayan yeni sermaye birikim krizi derinleşmektedir ve
bunun daha da İleri gitmesi olasılığı yüksektir. Gelişmeler öngörülerimizi doğruladı.
Şimdilerde artık herkesin ağzında bunalım kelimesi var. Finans-kapital çevrelerinde de artık bu sıkça tartışılıyor ve tabii ki giderek sıkışan siyasi ortamın da etkisiyle ekonomiye yeni 'çıkış senaryoları" yazılıyor. Yeni yazılıp çizilen senaryolar yıllardır söylenegelen "ithal ikameci sanayileşme mi?", "İhracata dayalı sanayileşme mi?" tartışmalarını neredeyse gereksiz kılıyor. Çünkü finans-kapital artık her ikisinin "karması bir ekonomik modelden" bizzat TÜSİAD'm yayınladığı'raporlarda bahsetmeye başladı.
Önce en son alman 8-9 Ağustos kararlarına genel hatlanyla baktıktan sonra, model tartışmasına dönelim. Bilindiği gibi bu kararlarla yurt dışından ithalatı yapılan bir çok ürünün, özellikle temel tüketim maddelerinin ithalatından alınan gümrük ve fonlar düşürülmüştür. Bu gümrük ve fon indiriminin ilk başlarda yarattığı etki "Batıyoruz, sanayiyi öldürüyorlar!" şeklinde oldu. Özal'ın bu kararlarla esasen finans kapitalistlerimizi Koçu, Sabancıyı vb... ni hedeflediği anlaşıldı. Çünkü tüm bu indirimlerin yapıldığı ürünlerin Türkiye pazanndaki egemenleri bunlardı. Özal, onyıllardır tüketimden sürekli kazık yiyen vatandaşı yanına almak için de "onu iktidara getiren Koç'ları, Sabancıları "bunların tüketiciyi istismarına izin vermeyeceğiz, onları koruduğumuz yeter", diye tehti etti, deyim yerindeyse onlara
yaptığı bu misillemeyle giderek kendisinden uzaklaşılmasmın; Demirel ve İnönü'ye prim verilmesinin önüne geçmeye çalıştı. Ama finans-kapitalin tavrı da sert oldu ve onun profesyonel yöneticileri "Kim kimi terbiye ediyor?" deyip, çok ileri gidilirse sanayii bile terk edebileceklerini, "bir koltuk, bir telefona bakan ithalatçılığa başlayabileceklerin" açıkça ilan ettiler. Demek ki bu kararlarla istenilen sonuçlara ulaşılamadı. Zaten kararlarla Koç'un da Sabancımın da batacağı yoktu. Çünkü koruma yine devam ediyordu. Önemli olan her iki kesim: Özal hükümeti ve parababaları arasındaki kapışmaydı. Bu son kararlar deyim yerindeyse olayın tuzu biberi oldu. TÜSİAD BAşkanı Cem Boyner (büyük bir cerasetle) hükümete verdi veriştirdi. Ardından diğer sermaye kesimi temsilcileri: Yani finans-kapitalin etkinliği altındaki İSO- İTO gibi organlar da eleştiri bombardımanına başladılar. Sonuç kısa sürede alındı: Özal'ın kurmaylan-Maymun beyni yediği iddia edilen Güneş Taner hariç, ki o da artık devreden çıkacağa benziyor-yaptıkian basın toplantılarında "özeleştirilerini vermeye başladılar ve diyaloğa her zaman açık olduklarını" ifade ettiler. Yani kazanan tabii ki parababalarımız oldu. Şimdi model tartışmasına dönelim.
Burada, giderek ağırlık kazanan "10-15 yıllık perspektifler çizilmeli" görüşü model tartışmasına somutluk getiriyor. Model tartışmasında ANAP'ın dışında DYP ve SHP'nin de olaya esasen temelde aynı baktıkları ortaya çıktı. Bu, değişik açıklamalarda gerçeklik kazanırken parababaları nezdinde de tabii ki memnunluk yaratıyor.
SHP'nin kurmayları daha şimdiden açık olarak "doğru olan; ihracatı teşvik vb... uygulamalan kaldırmayı düşünmediklerini, bu konuda önyargılı olmadıklarını" ifade ediyorlar. İnönü, Baykal en son, SHP'lilerin kurduğu Türkiye Siyasal Sosyal ekonomik Araştırmalar Vakfı (TÜŞES)in düzenlediği konferansda TÜSİAD'a görücüye çıkar gibi çıktılar. TÜSİAD Başkanı Cem Bçyner, eski Başkanı Feyyaz Berker, İnönü ve Baykaİ'ın konuşmalarını dinledikten sonra "Sol'da biz de değiştik. Artık masaya oturabiliriz. Konuşmalar çok güzel ve ilginç. Her ikisi de inandmcı. Ama önemli olan taban buna ayak uydurabilecek mi? SHP bir gölge kabine kursun ki kadrosunun ciddiyetini anlayalım" diyorlardı. Evet, sonuç yavaş da olsa alınmaya başlanmıştı:
Son bir buçuk yıldır SHP'yi "iktidar mengenesine" çıkıştıran TÜSİAD tepelerde güven verici değişimlerin sağlandığını görüyor ama esas olarak tabanın kontrolünden az da olsa kaygı duyduğunu dile getiriyor, bu da, çok ama çok hassaslaşan güçler dengesinde "direksiyonun hafif kmlması halinde" meydana gelebilecek gelişmelerden kaygı duyulmasından kaynaklanıyor. Yani istemli değil, istemsiz" acemilik veya beceriksizlikten" kaynaklanacak direksiyon kırmalar korkutuyor!
Demirel ise "iyi hoş da acaba halk iade-i itabar yapar mı", bu da bilinmez ki.
O halde, model tartışmasında çok da fazla ayrılıklar yok. Peki model neyi getiriyor? 15-20 yıllır perspektiflerle hangi alanda, hangi sektörde yoğunlaşılacak? Hangi politikalar tercih edile-
12
[eko no m ik alandaki kriz in atlatılabilmesi iç in yen i model arayışları gündemdedir. Para babalarının üç ana partin in uygulayacağı ekonom ik modelden pek endişesi yoktur ama esas endişe bu yeni modelin nasıl hayata geçirileceğidir. 24 Ocağın uygulanabilmesi iç in yılla rdır yaşananları hatırlarsak ve bugün karşılaşılan kriz in 1980 öncesine göre daha da ağır olduğunu gözönüne yeni modelinuygulanma şansının ş im dilik söz konusu olmadığı anlaşılır.
cek? Bu bilinsin istiyor. Tüm siyasi partiler-siz bunu burjuva partiler veya finans kapital partileri anlayın-bu konuda öyle bir görüşbirliğine varsın ki- örneğin Avrupa Topluluğuna girmek konusunda olduğu gibi bu politika kim gelirse gelsin değişmesin. İstikrar için bu gerekli görülüyor.
Finans-kapitalin 1980'den bu yana faşizmle yüklediği yaklaşık 100 trilyonluk yeni birikmiş sermaye de işte bu perspektif çerçevesindeki senaryoya göre "Türkiye'nin 2. büyük sanayileşme atılımma" kanalize olacaktır.
İşte senaryo budur.... Ama güçler- iç ve dış-buna izin verecek mi? İşte asıl yanıtlanması gereken soru budur.
Dış ve iç borç sorunu: Yapılan hesaplar Türkiye'nin yaklaşık 5 0 milyar dolarlık dış borcunun, 30 trilyon lirayı aşan da iç borcu bulunduğunu gösteriyor. Türkiye ekonomisi bir fasit daire içine girmiştir. Sürekli borç, borcu borçla ödeme dairesi. Her yıl 7 milyar dolar civannda yapılan dış borç ödemeleri esasen "büyüyen ekonomiyi küçültmektedir". Şöyle ki: Türkiye her yıl yüzde 6-7 büyüse bile yaptığı dış borç ödemesi bir yılda toplam yaratılan ulusal gelirin yüzde 5'ini tuttuğu için büyüme yüzde 6-7 değil, yüzde 1- 2'lerde kalmaktadır.
Buna nüfus artış hızını da eklersek o zaman büyüme yüzde 6-7'lik büyümenin küçülme anlamına geldiği anlaşılır. Yani ülkede yoksullaşmanın giderek artmasıdır yaşanılan.
İhracat: Birinci sorunla bağlantılı bu sorun da artık iyice belirginleşmiştir. İhracatta sınıra gelinmiş, teşviklerin kaldırılmasının hemen ardından 1 9 8 8 yılının ihracatını bile tutturmak olanaksız hale gelmiştir. Dış borç ödemelerinde önümüzdeki dönemde kar-
şılacak bir krizin ana etkenlerinden biri hiç kuşkusuz ihracat gelirinin azalması olacaktır. Yeni kapasitelerin olmaması, dahası finans-kapitalin çank-çürük malını, o da trilyonlan bulan teşviklerle satabilmesi gerçeği, bu ana etkenin besleyecisidir.
Enflasyon: 1989'da yüzde 100'le- re vuran enflasyonun 1 9 9 0 Tda yüzde 100'leri aşması bekleniyor. Türlüye Cumhuriyeti 1980'de sadece enflasyona baksak en ağır enflasyon dönemini yüzde 107'lik enflasyonla yaşadı, ama bu kez ondan da ağır bir enflasyon geliyor. Bu, tüm toplumsal doku üzerinde büyük tahribat yapacaktır ki bu da sosyal gelişmeleri hızlandıracak- tir.
İşçi sınıfı hareketi yükseliyor: Nisan ayında yaşanan direnişlerin önümüzdeki dönemde bir İkincisinin yaşanması, ama bu kez daha kaliteli, daha periyodik ve örgütlü yaşanması söz konusudur.
Sadece Demir Çelik grevinin yarattığı kamuoyu düşünülse, sadece değişik işyerlerinde yaşanan direnişlere bakılsa bunun ilk ipuçlan yakalanabilir. Bu kez gelecek olan büyük "işçi dalgasının neleri süpürüp neleri süpürmeyeceği" ise kuşkusuz en çok göz korkutan olaydır.
Kürt meselesi: Türkiye'deki model tartışmalannı önemli ölçüde etkileyecek bir başka etken de Doğuda yaşanılanlardır. Her gün 10 milyar liralık, yani yılda yaklaşık 3-4 trilyon liralık bir askeri harcamanın yapıldığı bu alanda yaşanan gelişmeler diğer yazılarda görüleceği gibi finans-kapitalde iki görüşü gündeme getirirken, bunun ekonomik gelişmelere katkısı tabii ki hep negatif olacaktır.
Köylü-iğrenci hareketi: En son, kır
burjuvalarının örgütlü olduğu Türkiye Ziraat Odalan Birliği (TZOB)'un önderliğinde; o da zoraki olarak Manisa'da yapılan miting kırdaki yoksullaşmaya yıllardır gösterilen ilk kitlesel tepkiydi. Yıllardır ertelenen bu miting toplumsal hareketlilik dalgasının kırlara da uzanmaya başladığını ve önümüzdeki günlerde bu hareketlilikte yoksul ve küçük burjuvaca köylülerin etkili olduğu eylemliliklerin yaşanabileceğini anlatmaktadır.
Öğrenci hareketi ise 1989'un tıka- nıklann aşacak ve daha da militanlaşacak görünüyor. İşçi sınıfı mücadelesinin yükselmesi Kürt meselesi, Köylü- öğrenci hareketi ve bir bakıma kadın hareketi ekonomik yapılanmada mutlaka doğrudan etkileyici faktörlerdir. Yani yapılacak olan hesaplamalar için finans-kapital, tüm bunları gözönüne alacaktır.
Bunlar bu model tartışmasında yanıtlanması gereken iki soru gündeme getirmektedir:
Birincisi, ktapitalist mekanizma nasıl daha fazla artı-değer elde edecektir? İkincisi ise tüm toplum düşünüldüğünde krizin faturası kime çıkan- lacaktır?
Birinci sorunun yanıtı yapılacak yeni yatmmlara, teknoloji geliştirmelere bağlıdır. Bu kısa sürede bu mümkün olmadığına göre kapitalistin şu anki artı-değer düzeyini korumaya çalışacağı, bunun için de giderek baskının dozunu arttıracağı, istihdam da sürekli işçi çıkarımına başvurarak daha ucuz işgücüyle yenileyeceği öngörülebilir. Artı değer pastasını büyütmek esasen yukanda saydığımız toplumsal hareketlilikler eğer bastırılabilirse olanaklı hale gelebilecektir. Çünkü ancak ve ancak dikensiz gül bahçesinde para babalanmız yatınma yönelecekler ve bu doğrultuda sermaye birikimi krizini atlatmaya çalışacaklardır.
İkinci sorunun yanıtı ise daha önemlidir. Çünkü fatura çıkarılmaya başlandıktan ve bu konuda bir güven yaratıldıktan sonra yeniden bir yapılanmaya gidilebilecektir. Bu ise başta finans-kapitalistlerimizin de içinde yer aldığı özünde işçi-emekçi yığınlann yaraşıra, orta kesimlerin de içinde yer alacağı büyük bir kitlenin soyulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu, finans-kapital için kaçınılmazdır. Krizin atlatılması sermayenin daha yoğun ve daha merkezileşmesi demektir. Bunun içinse başlayan iflas dalgasının giderek artması, bunun büyük holdinglerimize de sıçraması gerekmektedir. Yani finans
13
P ,ara babaları her açıdan köşeye sıkışmıştır. Bu köşeye sıkışan kedinin yırtıcı ve vahşi davranışını hatırlatıyor. Parababaları sınıf hareketinin köşesine sıkışmıştır.
kapital sermayenin, içinde yapacağı büyük tasfiyenin yanısıra, ağırlıklı olarak işçi-emekçi kesimden, orta gelir gruplarından büyük transferler yapmaya çalışacaktır. İşte buraya kadar saydıklarımız şunu göstermektedir ki: Ekonomide başgösteren kriz her an derinleşmektedir ve bu çoktan siyasete de yansımıştır. Ekonomik alandaki krizin atlatılabilmesi için yeni model arayışları gündemdedir. Para babalarının üç ana partinin uygulayacağı ekonomik modelden pek endişesi yoktur ama esas endişe bu yeni modelin nasıl hayata geçirileceğidir. 2 4 Ocağın uygulanabilmesi için yıllardır yaşananları
hatırlarsak ve bugün karşılaşılan krizin 19 8 0 öncesine göre daha da ağır olduğunu gözönüne alırsak, yeni modelin uygulanma şansının şimdilik söz konusu olmadığı anlaşılır. Önümüzdeki günlerde uygulamaya konulup konulmayacağı; birincisi parababaları- nm kendi siyaset düzlemlerin de krize bir son vermesine, halk yığınları ile esaslı bir hesaplaşma içine girmeye karar vermesine bağlıdır. Para babaları her açıdan köşeye sıkışmıştır. Bu köşeye sıkışan kedinin yırtıcı ve vahşi davranışını hatırlatıyor. Parababaları sınıf hareketinin köşesine sıkışmıştır ■
14
Ulusal sorun <u
Erkan DEMİRCİ
U lusal sorun, bugün Türkiye ve Kürdistan siyasi arenasının ana konusu olma özelliği taşımaktadır ve öyle görünmek
tedir ki çokuluslu devletlerin tamamında olduğu gibi devrim arifesine dek aynı önemi taşımaya devam edecektir. Ulusal soruna yaklaşım, devrim sorununa yaklaşımın bir minyatürünü vermekte, ulusal sorunu kavrayış devrimi kavrayışın bir göstergesi olmaktadır.
Türkiye'de ulusal sorun Kürt Ulusu sorunudur ve kökeni Cumhuriyetin kurulmasından öncesine tekabül eder.
Egemen ulusun devrimi olarak gerçekleşen Türk burjuva devrimi Kürt halkının bağımsızlaşmasının önünü kesmiş, askeri zor yoluyla sömürgeci politikasını Kürdistan üzerinde egemen kılmıştır.
Sömürge baskısına karşı tepkiler, birbirinden bağımsız, bölgesel ayaklanmalar düzeyinde kalan, ki bu önderliğin ulusal birlik sağlamaktan çok aşiretler üzerinde yükselen ayaklanmalar olduğunu gösterir-tepkilerdir. 1 923 -40 arasında irili ufaklı yirmi kadar ayaklanma sömürge politikasının, ulusal baskının Kürt halkınca reddedi- lişinin somutlanması olmuştur. Fakat bu ayaklanmalar burjuva, feodal önderlikçe gerçekleştirildiği, yoksul köylülüğün taleplerini tutarlıca öne çıkaramadığı için yenilgiye mahkum olmuşlardır.
Bu ayaklanmalardan sonuç alma- mayışmın nedenlerini Dr. Hikmet KIVILCIMLI İhtiyat Kuvvet Milliyet (ŞARK) adlı kitabında şöyle belirtiyor;
"1. Milli Kurtuluş ve İstiklal hareketinin öz itiban ile bir geniş çalışkan köylülük meselesi olduğunu bilmemek
yani objektif olarak kitleden kopmak,
2 . . . . teşkilatta derebeyi artıklarına dayanması, ağa ve bey şeflerle ve kadrolarla iş görmeğe kalkışmasıdır". (1)
Finans-Kapitalin zorla asimilasyon ve imha siyaseti yoksul köylülüğün hattına oturmayan ulusal kurtuluş hareketini bastırabilmiş, Kürt burjuva- feodalleriyle uzlaşma zemini yaratarak sorunu "unutturabilmiştir"
Sömürgecilik yukanda krediler, mevkiler, ayncalıklar yoluyla, aşağıda jandarma baskısı ve asimilasyon politikasıyla perdelenmiştir. Bu "perdelemeyi" Finans-Kapital o denli "başarı" ile uygulamıştır ki Türkiye devrimci hareketinde uzun bir süre farklılık ve sömürge siyaseti yoksayilmiş, görülememiş ve hâlâ görülmemekte ısrar edilmektedir.
Bugün ulusal sorun konusundaki çeşitli yaklaşımlarda iki ulusun çıkarlarını birbirinden ayıramamak, ilkelerin yorumlanmasında sapmalara yol açmaktadır. Oysa proleterya sosyalizmi ulusal sorun konusunda iki ulusun hatta iki ulusun işçilerinin çıkarlarının ay- nlması gerektiğini açıkça belirlemiştir.
"Bizim tezlerimizin temel, esas fikri nedir? Ezilen halklarla ezen halklar arasında aynmın yapılması. Biz II. Enternasyonalin ve burjuva demokrasisinin tersine bu ayrımı özellikle belirtiyoruz" (2)
"Bizim herşeyden önce, ezilen ulusların işçileri için istediğimiz şey-bu yalnızca ulusal sorunda sözkonusu- ezen uluslann işçileri için istediğimiz şeyden farklılık gösteriyor" (3)
Farklılık üzerine bu derece vurgu yapılmasının nedeni ulusal eşitlik ilkesinin uygulanabilmesinden kaynak
lanmaktadır. Bu farklılığı görmemek ezen ulus şovenizmiyle aynı hatta düşmek, demokrasiden uzaklaşmak demektir.
Sorunun koyuluşunda yöntem, soyut belirlemeler yerine, konu olan ülkenin tarihsel kökenin ekonomik yapısının analizini, konjonktürel durumunu, somuta uygun bir tatzda, enter- nasyonalist açıdan ele alınmasıdır. Ulusal sorunun çözümü esasında burjuvazinin sorunudur, burjuva demokratik bir taleptir. Burjuvazinin gerici- leştiği bir çağda sorun proletaryanın omuzlarına yüklenmiştir. Proletaryanın dünya genelinde çıkarlan bir ve ortaktır. Oysa burjuva demokratik bir talep olarak ulusal özgürlük talebi bölgeseldir ve burjuvazinin miras bıraktığı bir sorundur. Sorunun somutta irdelenmesinin gerekliliği buradan gelmektedir. Bu özelliği ihmal ederek şablonik düzeyde kesinlemelere gitmek Marksizmin-Leninizmin metinlerinin ruhuna aykm kullanılması anlamına geliyor. Lenin tek tip modellere saplanılmaması gereğini şöyle ifade ediyor:
"Biz hiç bir koşulda kendimizi tek- tip modellere bağlamayacağız, bir çırpıda kendi deneyimimizi Merkez Rusya deneyimini bütünüyle her bölgede uygulama kararını vermeyeceğiz" (4)
Ulusal sorunda pek sık ortaya çıkan pratikten kaçış, Rusya deneyini mutlaklaştınp örgütlenme boyutunda- yanlış çıkarsamalara dayanarak-fana- tik davranırken demokrasi, ulusal eşitlik konusunda vurdumduymaz olabilmektedir. Aynca ulusal baskının emperyalizmle birlikte özel bir sorun olmaktan çıkıp, halklar ve emperyalizm arasında genel bir soruna dönüşmüş olması gerçeği, küçük patronlann sö-
15
1923-40 arasında ir i l i ufaklı y irm i kadar ayaklanma sömürge po, ulusal baskının Kürt halkınca reddedilişinin somutlanması o lmuştur. Fakat bu ayaklanmalar burjuva, feodal önderlikçe gerçekleştirildiği, yoksul köylülüğün taleplerin i tutarlıca öne çıkaramadığı iç in yenilgiye mahkum olmuşlardır.
mürgeci suçlarının yalnızca emperyalizme isnat edilmesi sapmasına da yol açmaktadır.
Kürt ulusunun varlığı-yokluğu artık burjuva siyaset düzlemine inmiştir. Devrimci siyaset düzleminde ulusların kaderlerini tayin hakkı genel olarak ayrı devlet kurma hakkı olarak kabul görmektedir. Tartışmalann ekseni, il- hak-sömürge, örgütlenme konusu, ulusal eşitlik konulannda olmaktadır.
Bu birinci yazıda genel tanımlamalarla ulus, ulusal devlet, sömürgecilik, ulusal sorun, konulan ele alınacaktır.
Uîuslann kaderini tayin hakkı (UKTH)'nm kaynağı olarak ulusal devlet:
Tarihsel-ekonomik bir kategori olarak ulus; toplumlar tarihine kapitalizmin doğuşu sırasında giriyor. Ulus, tarihsel bir kategoridir. Tarihi bir birikimi zorunlu kılar. Dilbirliği, ruhsal biçimlenme birliği olarak görünen kültür birliği tarihsel gelenekler üzerinde yükselir. Ekonomik bir kategoridir. Pazar alanlarının oluşması ve yaygınlaşması sonucu ortaya çıkar. Yaşamsal malların üretimi insanların sosyal
yaşamının biçimini belirler. Topluluğun, balıkçı, tanmcı ya da fetihçi olarak yaşamını devam ettirmesi doğa ve kendi arâlanndaki ilişkileri, ahlaki değerlerin, yeme, bannma, giyinme, sosyal statülendirme özelliklerini belirler.
Ortak yaşamın zorunlu sonucu olan bu ortak özellikler, topluluğun gelişigüzel bir biraraya gelişi değil, kararlı, tarihselliği olan ve geleceğe yönelik olmasını sağlar. Bu,2 ulus olma özelliğinin unsurlanndan biri olan kültür birliğidir.
Pazar, dil ortaklığı ve toprak birliğinin olduğu alanlarda daha hızlı yaygınlaşır. Ulusal devletin üzerinde yükseleceği alanlar öncelikle bu iki ortaklığın bulunduğu bölgelerde gelişir. Satıcı ve alıcı arasındaki bağlann güçlenmesi, geniş ticari alış-verişin sağlanabilmesi, sözleşmeler, ticaret kanunlan- prensipleri ortak bir dili zorunlu kılar, "ticaret dili" egemen dil halini almaya başlar. Kapitalizmin gelişimi sırasında ticaret dilinin egemenliği bir çok küçük halkın kendi dillerinin unutulmasına ya da asimile olmasına neden olmuştur.
Ulusun oluşumunun en temel un-
PKK militanı diye öldürüldüler. Ardında iki bin köylü yürüdü. Silopi'de o gün hayat tam am en durdu.
surlanndan.biri dilbirliğidir.Toprak Birliği, yani aynı coğrafi
zemin de ilişkilerin kolayca sağlanabildiği bir konumlanışı ifade eder.
Uluslaşma bir "Birleştirme" ilişkisi ise bu ulusal alanların birleştirilmesi de birbirine yakın kolay ulaşabilecek yurtlar üzerinde mümkündür. Toprak birliği olmadan birbirinden bağımsız topluluklar ulus olarak tanımlanamaz. Üstelik toprak birliği bir tarihselliğe tekabül eder. Pazar alanlannm gelişimi, ticaretin yaygınlaşması ve yoğunlaşması, üretim ve tüketimin toplumsallaşması, ekonomik yaşamda bir ortaklaşmaya neden olur. Bu ortaklaşmanın sının ulusun da sınırını oluşturur.
Kapitalizmin: tüm pre-kapitalist üretim tarzından farklı olarak, üretim sürecine müdahale etmesi karakteristiğidir. Basit yeniden üretimde tefeci bezirgan sermaye ve feodaller üretime müdahale etmez, yalnızca sonuçlany- la ilgilenirdi. İhtiyaç için üretim ekonomideki kapalılığın temel nedeniydi. Oysa kapitalist elbirliği üretimde hızlı bir yükselişe neden olur. Üretim artışı pazann genişlemesini, pazann gelişimi üretim artışını körükler. Ticaret, en önemli ekonomik faaliyet olarak kapalı ekonomileri parçalamada mızrak ucu görevini üstlenmiştir. Feodalizmin gerileme çağma denk düşen 14. ve15. yüzyıllarda, kapitalist üretim, bazı Akdeniz ülkelerinde görülmesine rağmen, kapitalist dönemin başlangıcı16. yüzyıldır.
Ülus kavramı kapitalizmin doğuşu sıralanna tekabül eder, ulusal alanların oluşumu pazann genişlemesiyle mümkün olmuş ve halklar kaosundan uluslar ortaya çıkmıştır.
"Ulus tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir." (5)
Burjuvazi girdiği tüm ilişkileri kapi- talize etmeye çalışır. Toplumsal değerler kapalılıktan çıkıp pazar etrafında evrimleşmeye başlar "bireycilik, özgürlük, eşitlik" kavramları, eski "sadakat, aşiret, asalet" kavramlannın yerini alır. Eski iktidar yeni ekonomiyle keskin bir çelişki içindedir, burjuvazi ulusal pazar talebini gerçekleştirmek için ulusalcılığa, ulus egemenliğine sarılır. Genel olarak özgürlük ve eşitlik talebiyle başlayan ulusal hareket, durgun köylülüğü harekete geçirmiş, burjuva demokratik kurumlar üzerinde yükselen ulusal devleti ortaya çıkarmıştır.
Ulusal devlet, burjuvazinin pazarda aynı değişim aracının, aynı dilin, ay
16
nı ekonomik yasalann egemen olması, ayrıca yabancılarla rekabet edebilmesi için bir gereksinimdir. Ve bu güçlü ekonomik istemlerin somutlanması olarak ortaya çıkmıştır. Pazann yaygınlaşmasıyla ulusal alanlar oluşmuş bu ulusal alanlar üzerinde ulus egemenliği gerekmiştir.
Ulus egemenliği, feodalitenin köhnemiş kurumlarının parçalanması, ekonomi dışı zorun yerini ekonomik zorun alması demektir.
Feodaliteye karşı ulusal hareketlerle verilen demokrasi mücadelesi, ulus egemenliğinin kurulmasıyla, ulusal devletle sonuçlanmıştır.
"Ulusal devlet, kapitalizmin kuralı ve normasıdır." (7)
Batı Avrupa'da aristokrasiye karşı burjuva demokratik devrim gerçekleştirilmiştir. Bu devletler genel olarak türdeş veya türdeş olmaya yakın devletlerdir. Bundan dolayı ulusal sorun feodaliteye karşı ulusal planda görülür. Doğu Avrupa devletlerinde ise durum daha değişiktir.
"Doğu Avrupa devletleri grubu- Rusya, Avusturya, Türkiye ve altı küçük Balkan devletinin bir teki bile-ulu- sal yönden tam türdeş devlet değildir." (8)
Türdeş olmayan uluslar devleti gericiliği temsil eder, ya da istisnadır." (9)
Batı Avrupa'da sömürgecilik, kapitalizmin oluşumuyla aynı döneme denk düşer. Birincisi ulusal hareket doğuda yalnızca feodalizme karşı değil aynı zamanda sömürgeciliğe karşı yürütülmek zorunda kalmıştır.
İkincisini Stalin şöyle belirtiyor:"Avrupa'nın doğusunda merkezi
devletlerin savunma gereksinimleri (Türklerin, Moğoliann vb. akınlan) yüzünden hızlandırılmış bulunan oluşumu feodalizmin ortadan kaldmlması- na, dolayısıyla uluslann biçimlenmesine öngelmiştir. İşte bunun sonucu uluslar, bu bölgede ulusal devletler biçiminde gelişememişlerdir ve gelişemezlerdi de. Fakat genel olarak güçlü bir egemen ulus ile birkaç güçsüz bağımlı ulustan oluşan bir çok karma, çok uluslu burjuva devletler oluşturmuşlardır (Avusturya, Macaristan, Rusya gibi...)"(10)
Doğu Avrupa ve Asya ülkelerinde çok uluslu devletler, feodal dönemden devraldıktan güçlü merkezi devletin, uluslann bağımsızlaşması önündeki engelinden kaynaklanmaktadır. Bu ülkelerde güçlü bir burjuva önderlik oluşumadığından dolayı en organize
maddi ve politik güç olarak ordu ulusal kurtuluş hareketinde belirleyici olmuştur. Burjuva demokratik hareket emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi verirken bir yandan da mahkum ulusu devlet çitleri içinde tutmaya çalışmıştır. Bu çok uluslu devletlerde: ulusal sorunun varlığı, burjuva demokratik devrimin tamamlanmamışlığının temel nedenlerinden biridir.
- Uluslararası planda demokrasinin ihlali: ilhak, sömürgecilik. Emperyalizm ilhak, siyasi bir kavramdır, zor yoluyla sınırlann çoğunluğun isteğine aykm olarak belirlenmesi anlamına gelir. Siyasi egemenlik kurmak demek olan ilhak, genellikle askeri işgalle desteklenir. Ekonomik ilhak kavramı, zor yoluyla ekonomik faaliyetleri belirleme demektir ve sömürgecilikten farklı anlamlar ifade eder.
"Emperyalizm her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren Fı- nans-Kapitalin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilim sonucu ise şöyle olmaktadır. Siyasi rejim ne olursa olsun, her yerde gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların, aşın ölçüde yoğunlaşması, aynı biçimde ulusal baskı ve ilhak eğilimleri de, yeni ulusal bağımsızlığın bozulmasının da özellikle yoğunlaşması. (Çünkü ilhak, uluslann kendi kendini yönetme hakkının ihlalinden başka bir şey değildir.)" (11)
Sömürgecilik: Askeri-siyasi bir egemenliği içeren iktisadi bir kavramdır, değer aktanmını ifade eder. Üstelik bu değer aktanmımn özel bir biçimde sömürgeleştirme yoluyla yapıldığını gösterir.
' Sömürgeciliğin bu üç biçimini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Ticaretin giderek artan önemi çoğrafi keşiflerle sonuçlanmış, buralardan aktarılan değer kapitalizmin ilk birikiminin kaynağını oluşturmuştur. Manifak- tür döneminde ekonomik üstünlük ticari üstünlükten kaynaklanıyordu. Ticaret yollannın ele geçirilmeye çalışılması, ticari mallara (ipek, altın, gümüş, baharat, vb.) duyulan istek, sömürgeciliğin ilk biçimlenmesini veriyordu".
"Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi. Sömürge sistemini ilk defa tam olarak geliştiren Hollanda, 1 6 4 8 yılında ticari kudretinin tepesinde bulunuyordu." (12)
Hammadde talanına dayalı olan sümürgecilik servet aktanmına, buradan sermaye oluşumuna neden olu
yor. Bunuıtsonucu artan üretim pazar ihtiyacını doğuruyordu. Sömürge talanına, İngiltere'den önce girmiş olan İs- panya'da, servetin sermayeye dönüşe- memesi bu sömürgeci ulusun, giderek İngiltere'nin vesayeti ve egemenliği altına girmesine neden olmuştur. Marks bu durum için gerçek zenginliğin altına sahip olmaktan değil onu ele geçirmek için üretmekten geçtiğini söylemiştir. İspanya bu ilişkide değer yitirdikçe, sömürgelerde azgınlaşmakta ve "küçük patron'lann sömürgeci rekabetteki uygulamaîannı sergilemektedir.
Emperyalizm öncesi sömürgecilik ekonomik üstünlükten çok askeri üstünlüğe dayanıyordu. Ve sömürgeyi kapatabilmenin tek yolu askeri zordu. Ticari üstünlük; donanma ve askeri üstünlükle dünyanın her yerinde mal alıp satabilmenin sonucuydu. İspanya ve Portekiz sadece tüccar toplumlar olabildiler. Oysa sanayi toplumu olmalan gerekiyordu. Sömürgeciliğin kapitalizmin gelişimiyle değişiminin ipuçlan bu örnekte mevcuttur.
Önceleri yanlızca hammadde talanına dayalı olan sömürgecilik giderek üretime müdahale edip varolan küçük üretimi tahrip etmiş, ihtiyacı doğrultusunda yeniden düzenlemiştir. Bu sömürgeleştirme, yeni sömürgeciliğin üzerinde yükseleceği temel taşlan dö- şemiştir. Fetih ve barbar istilalanndan sömürgeciliği ayıran en temel kıstas bu olmaktadır, istilacılar, varolan üretime müdahale etme olanaklanndan yoksundular. Çünkü daha geri bir üretim tarzını temsil ediyorlardı. Buradan fetihci barbar istilalann yönünün, daima zenginliklerin, üretimin kaynağına, ticaret yollanna yöneldikleri, oysa sömürgeciliğin tüm dünya topraklan- na yöneldiğini çıkartabiliriz.
Sömürgeleştirme; yalnızca hammadde talanına dayalı olmayıp aynı zamanda varolan üretici güçleri tahrip edip kendi yapısına uygun hale dönüştürme olmaktadır. Fetihci barbar istila- lan ise toprak elde etme ve üretimi vergilendirerek değer aktarımını sağlıyordu. Tüccar toplumlann talancı sömürgecilikleri sömürgeciliğin yeni aşamasına ayak uyduramadıklan için ele geçirdikleri topraklan emperyalizmin dünyayı yeniden paylaşımında kaybetmişlerdir.
Batı Avrupa'da kapitalizmin gelişimiyle birlikte, geri ülkeler ekonomik bağımlılık yoluyla yan-sömürgeleştiri- liyordu. Meta ihracı ve istikrar yoluyla gerçekleştirilen bağımlılık ticaret ka-
17
R 'urjuvazı neyi savunursa sız onun tersini savunmalısınız". Eğer burjuvazi "çocuk öldürüyorlar" d iyorsa, bize düşen "hayır, asıl siz her gün onlarca çocuk öldürüyorsunuz" demektir.
nalıyla bu ülkelerdeki kapitalizmin temellerini oluşturdu.
Doğadaki çok uluslu merkezi devletlerde, kapitalizmin gelişmiş olduğu bölgede ulusal bilinç mahkum uluslara göre daha erken seçimlenmiş ulus- devletlere geçiş egemen ulusun burjuva devrimiyle gerçekleşmiştir, sömürgeci çıkartan, emperyalizme bağımlılığı burjuva devriminin tamamlanama- masma yol açmıştır. Emperyalist iş bölümüne katılış şartı, yani genele- neksei sömürge ekonomisi değişmemiş, ticaretin en önemli faaliyet olduğu, hammadde ve tarımsal ürün ihracatı, tüketim malı ithalatı yapılan ekonomi egemen kalmıştır.
'Küçük patronlar" sermaye birikimini sağlama sürecindeki yetersizliğini askeri-siyasi egemenliği altındaki mahkum ulusun yeraltı-yerüstü Vve emek gücü kaynaklarını sınırsızca sömürerek biriktirme yolunu seçmiştir. Yarı sömürge bir ülkenin tam sömürgesi olabileceği,
1- Sömürgeciliğin kapitalizm öncesi, (bu ya fetihci barbar istilası ya da hammadde talanına dayalı askeri işgalle gerçekleştirilen biçimi) emperyalizm önceki dönemi (sömürge ekonomisinin anayurt ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi), Emperyalist dönemi (yeni sömürgecilik olarak tanımlanan sermaye ihracı ve entegrasyon) ayniması gerekliliği. "Çünkü kapitalizmin eski evrelerindeki sömürge politikası bile mali sermayenin sömürge politikasından temel aynlıklar göstermektedir". (13)
2- Sömürgeci egemenliğin emperyalizm öncesi dönemlerde ekonomik zordan çok askeri zora dayalı olmasıyla
3- Ekonomik gelişim farklılığının mümkün olmasıyla
4- Yarı sömürgenin emperyalizmle ilişkileri sürecinde kendi sömürgeciliğinin çelişki oluşturmamasıyla, görü- Jebilir.
Emperyalizm her iki ulusu da eko
nomik olarak sömürebilir. Sömürge ulusun sömürüsü emperyalizm ve egemen ulusun sömürgeciliğinde vücut bulmaktadır. Çünkü sömürüye her başkaldm egemen ulusun askeri aygıtını karşısında bulmasıyla sonuçlanır.
- Ulusal sorun ve uluslann kaderlerini tayin hakki:
Ulusal sorun burjuva demokratik bir talep olarak ayrı devlet kurma hakkının uluslararası planda ihlalinden kaynaklanır. UKTH ulus egemenliği gerektirir, ulus egemenliği demokrasi ile mümkündür. "Ulusal kaderi tayin hakkı, demokratik bir istek olmaktan başka bir şey değildir, ilke olarak, öteki demokratik isteklerden farklı değildir." (14)
Bu burjuva demokratik talep, siyasal özgürlük, ulusal ayricalığm reddedilmesi ve yabancı baskısının ortadan kaldmlmasını ister. Bu talebin desteklenmesi demokratlığın asgari ölçütünü oluşturmaktadır. UKTH siyasal özgürlüğün sağlanmasıdır. Ulusun kendi özgür tavrını hiç bir baskı altında kalmadan alabilmesi demektir. Karar alma özgürlüğü emperyalizm, sömürgecilik veya ilhakçılar yoluyla ihlal edilir. Bu ihlalin az veya çok kanlı ya da siyasi yoldan olması sorunun nicelik boyutudur. Her üç durumda da ulusun geleceğini belirleme hakkı gaspediîmiştir.
Ulusal hareket genellikle eşitsizliğin ya da çelişkinin en yoğun olduğu konuda sloganlaşarak yükselir. Sömürgecilik ve emperyalizm ulusal baskıyı her alanda yoğunlaştırarak (dil baskısı, ekonomik baskı, kültür baskısı vb.) talepleri birbirleriyle ilişkilendi- rir.
"Ulusal hareketin içeriği, elbette her yerde aynı olamaz. Bu içerik hareket tarafından formüllendirilen çeşitli istemlere bağlıdır. İrlanda'da hareket tanmsal bir niteliğe, Bohemyada dil sorunu niteliğine bürünür". (J.Stalin. Marksizm ve ulusal sorun ve sömürgeler sorunu sf:24)
Sömürgecilik ve emperyalizmle ulusal hareketin içereği bütün olarak demokrasi haline dönüşmüştür.
Ulusların kaderlerini tayin hakkının gerçekleşmesi, emperyalizmin veya sömürgeciliğin tüm sömürü kanallarının tahrip olacağı anlamına gelmiyor. emperyalizm borsa, rüşvet, aske- ri-ekonomik bağımlılık yoluyla özgür bir cumhuriyeti bile kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebilir. Bu, ulusların eşitliğini savunma ilkesini ortadan kaldırmaz.
UKTH bir sonuçtur. Ayrıcalıklara,PKK militanlan yürüyor.
18
ulusal baskıya ve eşitsizliğe karşı (neden) uluslararası demokrasinin uygulanmasını (sonuç) istemektir. Sorun bir sonuç olarak soyutlanırsa ayn devlet kurma hakkı, bu konjontürde alış- verişlemedir", demokrasiyi verirsek emperyalizm alır mı?... Ya da biz demokrasiyi tanıyalım ama ne derece bir kurtuluş olacaktır", çıkmazlanna götürür.
"Bütüne uymayan parçanın sökülüp atılması" UKTH demokratik talebinin abartılması olarak düşünülmemelidir. Parçanın atılması, Bu hak eğer emperyalizmin ya da sömürgeciliğin askeri-ekonomik pozisyonlannı güçlendiriyor, nüfuz alanlannı genişletiyorsa demokrasiyi ihlal etmeyen bir tavırdır.
Olabilecek olandan değil bugün olandan yola çıkmak gereklidir. Bu, soruna "neden'den yaklaşım demektir. Dikkat edilmesi gereken nokta ulusal baskı, ulusal eşitsizlik sömürgeciliğin hangi egemenlik koşullan yeniden ürettiğidir, (şovenizm, anti-demokra- si, faşizm, ekonomik emniyet sübap- lan.)
"Bir Marksist, tavrını gerçeklere göre alır, imkanlara göre değil." (15) Demokrasiyi görmezden gelmek, politikasızlığa, soruna sonuçtan yaklaşım; yanlış politika üretmeye neden oluyor, yapılması gereken, demokratik ilkeyi ana perspektif haline getirmektir.
"(Siyasal kaderini tayinin) ... dünyanın her yanında ulusal hareketlerin tarihi açısından ifade ettiği şey; ulusal devletin kurulması. Bu maddeyi başka türlü anlamaya dönük eğlendiri çabalar, (gülünç) Ulusal sorunda, demokratik ilke, demokratik ilkeden aynlış, tüm tarihi uriutuyor ve ona ihanet ediyor". (16)
Proleteryanm tüm istemleri demokrasinin en üst uygulanımlarına yöneliktir. Çünkü demokrasi sınıfların ve taleplerinin, birbirlerinin karşısında netçe ortaya çıkmasını sağlar. Ayrıca sorunun hak eşitsizliği olmayıp, kapitalizm olduğu gözler önüne serilir. Sonuçta demokrasinin uygulanmasından en kazançlı çıkacak sınıf, işçi sınıfıdır. Burada demokrasi için verilen mücadelenin içeriği ve biçimi, nitelik belirleyici olmaktadır. Doğru perspektif, ulusal baskıyı reddediştir, demokrasiyi yani ulusal eşitliği savunmaktır. Fakat proleter sosyalizmi burada kalamaz. Demokratik taleplerin ancak sosyalizmle bağlantısı içinde kalıcı olarak elde edilebileceğini belirtir.
/ 1 alklar şovenizmi ne derece kırıyor ve yakınlaşıyorsa devrim de, o derece yükseliyor ve yakınlaşıyordun
"Biz demokratik taleplerden yanayız, onlar uğruna içtenlikle mücadele eden sadece bizleriz. Çünkü objektif tarihsel durum nedeniyle bu talepler ancak sosyalist devrimle olan bağlantılar içinde iler sürülebilir". (17)
"İnsan, demokrasi için mücadele ile sosyalist devrim için mücadelenin birincisini, İkincisine bağımlı kılarak, nasıl birleştirebileceğini bilmelidir. Bütün güçlük burada yatıyor, meselenin özü buradadır." (18)
Kapitalizmin gelişimiyle birlikte özellikle anonim şirketler ve bankalar aracılığıyla, ezilen ulusun burjuvazisinin uzlaşma zemini ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu halk için demokrasinin Öneminin giderek artmasına karşın burjuvazinin uzlaşma eğilimi, proletaryanın sorunun çözümünde belirleyici olmasının objektif koşullannı hazırlar.
- Şovenizm açısından: "Başka ulusu ezen halk kendi zincirlerini sağlamlaştırır" (19)
Marks'ın bu belirlemesi proletaryanın ulusal eşitliğe yaklaşımının temel hattını belirtir.
Ezen ulus burjuvazisinin sömürgeci politikası, hukukta, devlet biçiminde, kurumlann örgütlenmesinde, ideolojisinde siyasetinin her yönünde kendisini gösterir. Ezen ulusun proletaryası bu açıdan mahkum ulus üzerindeki baskıdan kendi payına düşeni alır.
"İngiltere'de gericilik, İrlanda'nın esaret altında tutulmasıyla beslenmekte ve güçlenmekterdir. (tıpkı Rusya'da gericiliğin bir sürü ulusların esaret altında tutulmasıyla beslendiği gibi) ". (20)
Şovenizm, ezen ulus proletaryasına yıllar boyunca eğitiminde sanatında empoze edilmiştir. Bundan kurtulmak burjavizinin ideolojik egemenliğinin en güçlü kanallanndan birini yok etmek anlamına gelmektedir. Burjuva ideolojisinde şovenizm ya ilkel kabilelere "medeniyet" götürüyordur ya da "cahil, görgüsüz, kıro" halkı "eğitiyordun Veya daha önemlisi becerebi- liyorsa koca bir halkı unutturuyordun Bir de bunlara azgelişmişlik kompleksi
binince açık bir iki yüzlülükle "kart, kurt"lara varacak derecede sefilleş- mektedir.
Burjuvazi neyi savunursa siz onun tersini savunmalısınız". (21) Eğer burjuvazi "çocuk öldürüyorlar" diyorsa, bize düşen "hayır, asıl siz her gün onlarca çocuk öldürüyorsunuz" demektir.
Halklar şovenizmi ne derece kırıyor ve yakınlaşıyorsa devrim de, o derece yükseliyor ve yakınlaşıyordun
Sürecek (Gelecek Sayı; Örgütlenme ve Türkiye'nin Gündeminde Ulusal Sorun) ■
KAYNAKLAR:
1- Dr. Hikmet KIVILCIMLI (İhtiyat Kuvvet Milliyet (ŞARK), 1 9 7 9 Yol Yayınları, sf:35)
2- LENİN (aktaran J.STALİN. (Marksizm ve Ulusal Şorun ve Sömürgeler Sorunu, Sol Yay., sf: 285)
3- LENİN (Marksizmin Bir Karikatürü ve Ekonomik Emperyalizm, Sol Yay, sf: 65)
4 - V.İ. LENİN. (Toplu Yapıtlar, c2 9 , sf: 188)
5- J . STALİN (age, sf. 15)6- V.İ. LENİN (Ulusların Kaderlerini
Tayin Hakkı, sf: 5 9 Sol Yay.)7- V.İ. LENİN (age, sf 59)8- V.İ. LENİN (Ulusal Sorun ve Ulusal
Kurtuluş Savaşları Sol, Yay. sf: 303)9- V.İ. LENİN (UKTH- sf: 59)10- J . STALİN (age. sf: 113)1 1 - V.İ. LENİN (Emperyalizm Sol Yay.
sf: 143)12- K. MARKS (Kapital 1. Sol Yay. sf:
793)13- V.İ. LENİN (Emperyalizm sf: 97)14- V.İ. LENİN (Marksizmin Bir Kari
katürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay, sf: 38)
15- V.İ. LENİN(age. Koral Yay sf: 102)
16- V.İ. LENİN (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları. Sol Yal, sf: 145)
17- V.İ. LENİN (Leninciliğin Sosyalist Devrim Teorisi, Konuk Yay, sf: 437)
1 8 - V.İ. LENİNfage, sf: 117)19- MARKS (Aktaran V.İ. LENİN,
UKTH, Sf 111 . Sol Yay.)2 0 - V.İ. LENİN (USUKS-SOL Yay, sf:
20)2 1 - V.İ. LENİN (MBK, Koral Yay, sf:
104)
19
Sosyalizm:Hâlâ ütopya mı, gerçeklik mi?(M. Belge eleştirisi)
Mehmet YILMAZER
£ £ osyalizm Türkiye ve Gele- W cek" iki büyük yer sarsıntıy a sının ürünüdür. Birinci sar
sıntı, yaşadığımız topraklarda gerçekleşen 12 Eylüldür. Diğeri ise, Gorbaçov reformlarıyla Sosyalist ülkelerde yaşanıyor. M.Belge gerek Marksizmip temel kavramlannı ve gerekse Türkiye devrimci hareketinin bugüne kadar edindiği değerleri rahat bir üslupla eleştirirken bu iki büyük depremin yıkıntılannı arkasına kanıt- layıcı fon olarak alıyor. Böylece işi kolaylaşıyor mu? sanmıyoruz.
12 Eylülle yaratılan ortamdan ve dünya sosyalizminin açık başarısızlıklarından aldığı güçle M. Belge çok büyük bir rahatlıkla Marksizmin genel değerleri üzerinde şüphe izlen bırakarak geziniyor. Öte yandan, 12 Eylül faşizminin acılı derslerinden geçmiş insanlara büyük bir pişkinlikle "banşçıl mücadele" yolları öneriyor.
Önerebilir. Herkes düşüncesini açıklamakta "özgür" değil mi? Hiç şüphesiz özgür olabilmeli. Ancak düşüncenin özgürce açıklanması kadar, açıklanan düşüncenin gerçekten özgür olabilmesi önemli Düşünce özgürlüğüne sözde sınır konulmamış batı demokrasilerindeki Özgür düşüncelerin birazcık yaldızı kazınınca, nasıl düzenin felsefesini en kılcal yollarla emdikleri hemen görülebilir. Dolayısıyla o düşüncelerin pek çoğu finans kapital demokrasilerinin kölesidir.
"Sosyalizm ve gelecek" hakkında konuşan M. Belge gerek Marksizmin genel kavramları ve gerekse Türkiye devrimci hareketinin deneyleri üzerinde gezinirken hangi konumdadır?
Yaratıcı düşüncelerle mi yüzyüze- yiz, yoksa on yıllardır batı demokrasi-
20
lerine huysuz kölelik yapan düşüncelerin bir benzeriyle mi karşı karşıyayız. görelim.
M.Belge "nasıl bir sosyalizm?" sorusuna cevap ararken şöyle der: "Marksizmin bilimsel sosyalizm olarak benimsenmesi bazı çok önemli olumsuzluklara yol açtı; ama koşullan düşünüldüğünde belli bir kaçınılmazlığı vardı bunun" (Belge, s. 156). Olumsuzluğun "kaçınılmazlığına" sonra değineceğiz. M. Belge Sosyalizmin 'bilimsel' olmasından açıkça hoşnutsuzdur. "Bilimsellik, daha sonra bir sorun haline gelmiştir. Üstelik, bilimselliğin bilimsel olmayan formülasyonlarının yapılmasıyla sorun haline gelmiştir" (Belge. 157).
Bilimselliğin "sorun" haline gelmesi nasıl olmuştur? "Stalin'in dünya ko-
Belge: Sosyalizme elveda!
münist hareketine önderliğini kabul ettirmesinden aşağı yukan günümüze kadar, "ütopik"in karşıtı olarak "bilim- sel"in yanma yakın anlamlı sayılabilecek ikinci bir kavramın da yerleşmeye başladığı gözlemlenir. Bu ikinci kavram ’gerçekçi'dir". (Belge, s. 155)
"Gerçekçi" tanımı M. Belge'ye göre "varolan sosyalizm" gençliğine "katlanma" anlamıyla yüklüdür. O zaman pratik yaşamda "bilimsel" sosyalizm gelir gönülsüzlükle katlanılan" bir sosyalizme dönüşür...
Katlansak da katlanmasak da dünyanın gözü önünde bir sosyalizm pratiği var. Marksizm herşeyden önce olaylan olduğu gibi görebilmekle başlar. Bu pratiği tüm gerçekliğiyle kavradığımızda onun hatalannı tekrarlamaktan kurtulabiliriz. Fakat "bilimsel" sosyalizmin pratik sonuçlan bazı göz ve gönülleri hoşnut etmeyince onun bilimselliğini "sorun" haline getirmek başka bit anlam taşır.
M. Belge pek hoşlanmasa da "bilimsel" bir zeminde kalmak istiyorsa, Marksizmin sosyalizm üzerine önerilerini yaşanan pratikle sınayıp ya bu tezlerin temelde bilim dişiliğini ispatlamak, yada esas da pratiğe uygunluğunu, yani bilimselliğini göstermek durumundadır. Çünkü "nesnel gerçekliğin insan düşüncesina atfedilip edilemeyeceği sorunu bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. Düşüncenin gerçekliği yada gerçeksizliği konusundaki pratikten soyutlanmış anlaşmazlık, ta- mamiyle skolastik bir sorundur" (Feu- erbâch Üzerine Tezler, K. Marks).
Oysa, M. Belge "varolan sosyalizm" gerçekliğine "katlanamayıp" sosyalizmin bilimselliği konusunda şüpheci bir konumu benimser.
t
MARKSİZM VE "EKONOMİ"
M. Belge sosyalizmin 7 0 yıllık pratiğinden Marksizmin bazı temel tesbit- lerini sorgulamaya yönelir. Bunlann ilki Marks’ın ekonomiyle ilişkisi üzerinedir.
M. Belge, Marks'ın "vulgarize" edilmesinden yakınır ve onun "bütün insan eylemlerinin temelinde ekonomik dürtüler yatar diyen adam" haline getirilmesini eleştirir. "Oysa Marks pek böyle söylemediği gibi, bunu söylemiş olmakta yeterince ayırdedici bir özellik sayılmazdı. Çünkü pek çok klasik ekonomi-politik uzmanı aynı şeyi söylemişti" (Belge, s. 157).
Marks yukandaki cümleyi söylemiş midir? Belli değil. M. belge "pek böyle sÖylemediği"ni belirtir, fakat hemen ardından bir ekleme yapar", eğer söylemiş olsa bunun "ayırdedici bir Özellik" taşımayacağını, o dönemin "pek çok klasik ekonomi-politik uzmanın ın (altını ben çizdim) aynı şeyi söylediğini iddia eder.
Önce Marks'ın formülasyonu el- betteki bambaşkadır. Sonra, bu konuda söyledikleri "ayırdedici" bir Özelliğe sahiptir. Ekonomi-Politiğin önsözünde Marks bu buluşunu şöyle hikaye eder: "Ben, ekonomi politiği incelemeye, Paris'te başlamıştım ve bu incelemeye, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınırdışı edilme kararı sonucu dönmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç kısaca şöyle formüle edilebilir:".... Maddi hayatın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır".
Aynı kitaba önsözünde Engel, Marks'ın ulaşmış olduğu sonucu şöyle niteler: "Yalnızca iktisat için değil bütün tarih bilimleri için (ve doğa bilimleri olmayan bütün bilimler, tarih bilimleridir) devrim yaratan keşif..."
Belge aynı görüşte değildir. Marks'ın ekonomi-politik incelemesinde ulaştığı sonuca "pek çok klasik ekonomi-politik uzmanı"nm da vardığını iddia etmektedir. M. Belge bilimsel bir kaygı taşımayan açıklamasıyla, Marks'ın "keşif" derecesinde önemli buluşunu hem deforme ediyor, hem de sıradan j önemsiz bir hale getirerek küçümsüyor. Çünkü M. Belge toplum olaylanna "bilimsel" bir yaklaşıma inanmıyor.
v "Marks'a her şeyin başı ekonomidir diyen adam gözüyle bakma" (s.
158)nm yanlışlığını eleştirmek bir şeydir, Marks'ın buluşunu vulgarize edip hiçe indirmek başka şeydir.
M. Belge daha da ileriye giderek şu inanılmaz görünen sonuca vanr: "Bu noktada 'bilimsel' sosyalizm ile 'ekonomi' arasındaki ilişki üstüne bir kaç söz daha söylemek gerekiyor. Bu ilişki zorunlu değil, bir anlamda raslansal bir ilişkidir. Sosyalizmin bilimsel olması gerektiğine inanmak, ille de ekono- mizmi öne çıkarmayı gerektirmezdi" (Belge, 159).
Sözü edilen "raslantı'lar ise şöyle sıralanır:
"Raslantı, biraz da, bilimsel sosyalizm düşüncesinin yeni şekillendiği günlerde, ekonominin en olgunlaşmış 'bilim' görüntüsüne sahip olmasına bağlıydı. Tabii bunu çok fazla abartmamak gerekir. Başka nedenler de söz konusuydu mutlaka.
"Bu nedenlerden biri de doğrudan doğruya Marks'ın çalışmalandır. Marks'ın en anıtsal çalışması göze çarpar biçimde ekonomiyle ilgiliydi" (Belge. s. 160).
Raslantıya bakın ki, bilimsel sosyalizmin kurucusu Marks'ın yaşadığı yıllarda "ekonomi olgunlaşan bir bi- lim"dir.... Öte yandan bir raslantı sonucu Marks "en anıtsal" eserini ekonomi üzerine yazmıştır.
Bu rastlantılar sonucu bilimsel sosyalizm ile ekonomi arasında bir ilişki kurulmuştur. M. Belge ne dediğini biliyor mu?
Bilimsel sosyalizm, insan toplum- îarmın gelişim kanunlannm bulunup açıklanmasıyla şekillendi. Ve bu gelişimlerin hareket ettirici zembereği, Marks'ın buluşuyla "maddi hayatın üretim tarzı"nda, yada M. Belge'nin ikide bir aşağıladığı "ekonomfde yatıyordu. Bırakalım, raslantısal ilişkiyi bilimsel sosyalizmin açıklamalanndan ekonomi temelini çekip aldığımızda, ortada belki, bir "sosyalizm" kalır, an-
M \urat Belge bazı açık sonuçlara varmak iç in değil, sanki M arksizm açısından aydınlık olan k im i temel konuları karartmak; deforme etmek için tartışmaktadır.
cak bu sosyalizm artık bilimsel olamaz.
M. Belge, toplumlann gelişiminde ekonomi temelinin vurgulanmasını "ekonomizm" olarak nitelendiriyor ve bu görüşün savunuculannı ekonomist Marksistler olarak isimlendiriyor. Böyle bir vurgulamanın insanı kavramsal düzeyde yoksullaştırdığı kanısındadır. Marksizmin özünün gerek Sovyet akademisyenlerince ve gerekse pek çok "Komünist Partili" teorisyen tarafından tek yanlı bayağılaştırdığı bir gerçekliktir. Olaylann açıklanmasında ekonominin abartılarak sürecin diğer özelliklerinin gözden yitirilmesi Marksizm açısından hata olur. Ancak bir yasanın hatalı kullanımı o yasayı ortadan kaldırmaz. M. Belge böyle hatalı örneklerden hareketle Marks'ın bulduğu yasayı inkara yada önemsizleştirmeye yelteniyor. Bilimsel Sosyalizm ile ekonominin ilişkisi raslantı olarak görmek, Marksist düşüncenin doğuş ve şekillenişini bir rastlanüya bağlamakla eş anlamlıdır.
Bir adım daha gidelim. Gene kendisinin üst yapı olarak ayırdığı son derece geniş alan üzerine çalışmaîan ise görece çok daha azdı. Marks Fransa'da sınıf mücadeleleri, 18 Bmmaire vb. üstüne bildiğimiz metinleri yazmamış olsaydı, onun da bir ekonomist olduğunu düşünmekte daha haklı olabilirdik. Ama bunları yazdı;"... Demek ki sorun, ekonomist bir eğilim değil, bir insan ömrüne sığabilecek çalışmanın hacmi sorunudur." Bu belirlemeyi yapan M. Belge şu genel sonuca vanyor: Marks'da ve Engels'de yeterli bir üstyapı teorisi, özellikle bir politika teorisi bulunmadığı söylenmiştir ve bu doğrudur" (Belge, s. 160).
Yazar Marks'da "ekonomist bir eğilim" görmez. Marks'a ne büyük iltifat! Oysa anladığımız kadanyla Belge, toplum yaşamında ekonominin belirleyiciliğinin vurgulanmasını "ekonomizm" olarak tanımlıyor. Eğer "ekonomizm" bu ise, Marks bir numaralı "ekonomist" olmalıdır. Öte yandan, yazar "maddi hayatın üretim tarzı"nm belirleyiciliğini yeterince önemsemediği, bu teorik bulgunun derinliğini kavramadığı için Marks ve Engels'de "yeterli bir üstyapı teorisi" bulamaz.
Bu yargı Avrupa'da özellikle İ 9 6 0 sonrası güçlenen "Yeni sol" akımlann ortak bir yargısıdır. Objektif temeli, emperyalist sistemin az çok istikrarlı gidişi ve "refah" yıİlannm sürmesi sonucunda ekonomi tabanının gözlere çarpmaz oluşudur. Öte yandan, 29 .
21
Yaazarın yöntemi ilginçtir. Ayna boksunu andırıyor. "Ekonomi be lirley ic id ir" diyenleri karşısına koyuyor. Marks bunların arasında tam açık değil. Sonra "ekonomi" kavramını kendince tanımlıyor, elemanlar tamam olunca maç başlıyor, fakat bu ara b ir kaç yum ruk da Marks1 ın yediğine şüphe yok.
Kongreyle başlayan Stalin eleştirileriyle Sosyalist ülkelerin batıda çekiciliğini yitirmesidir. Üstelik Sosyalist ülkeler de, kan ter içinde ekonomiye ağırlık vermelerine rağmen ortada "göz doldurucu" sonuçlar yoktur. Sınıflar savaşının nisbeten durgun yılla- nnda kimi batılı aydınlann bu birbirinin tekran olan tek düze gidişe gösterdikleri tepkileri, yıkılmaz görünen "alt yapıya" dokunamayınca, onun "istikrarlı" gücü karşısında cüceleşince, tepkiler kendilerinin de içinde bulunduğu üst yapıya yöneldi. O zaman Marks ve Engels'i yeniden yorumlamak gündeme geldi.
Marks ve Engels'de yeterli bir "üst yapı teorisi" yok mudur? Çok yaygın bir şekilde Marks'm Kapitali yerli yersiz yüceltilirken kaçınılmaz bir şekilde diğer eserleri gölgelenir. Sanıldığının aksine Kapital bir alt yapı teorisi değildir. Marks'ın alt yapı ile ilgili görüşleri Kapitale ne kadar içkinse, üst yapı ile ilgili görüşleri de en az o kadar içkin- dir. Marks ve Engels'de birbirinden ay- n alt ve üst yapı teorileri yoktur. Alt ve üst yapının hiyerarşik dizilişi ve birbirine etkisi ise yeterince aydınlıktır. M. Belge, "üst yapıdan" söz ederken neden Marks'ın Fransa'da sınıf mücadeleleri ve 18 Brumaire’mı anıyor da örneğin Engels'in Ailenin, özel Mülkiyetin Devletin Kökeninden hiç söz etmiyor? Orada üst yapının en önemli kurumu devletin teorik açıklaması vardır. Çünkü Marks'ın sözü geçen yapıtlarında Fransa'da somut olaylann akışında üst yapının "göreli" bağımsız davranışlarından söz edilir. Bu göreli bağımsızlık üzerine Batı’da Yeni Sol o kadar çok şey yazmıştır ki, adeta Marks yeniden keşfedilmiştir. Ancak sonuç olarak ortada hala "yeterli" bir "üst yapı teorisi" yoktur. Oysa Marks ve Engels'de Ahlak, Hukuk, Devlet gibi üst yapı kurumlanyla ilgili yeterince
derinlikli tanık vardır.M. Belge, Marks ve Engels'de üst
yapı teorisi’nin yetersizliğinin yanında bir de "özellikle bir politika teorisinin bulunmadığını iddia etmektedir. "Politika teorisrnden tam olarak ne kastediliyor bilemiyoruz. Ancak Marksizm de politikanın doğuşu, sınıf çıkarlarıyla bağlantısı yeterince açıktır. Üstelik bu konuda Marks-Engels'in ciltler tutan mektuplaşmalannda ve çeşitli gazeteler için kaleme aldıklan makalelerinde sayısız örnekler vardır. Yazar bu malzeme içinden eğer isterse yeterince kesin bir "politika teorisi" edinebilir. Ancak M. Beîge'nin sorunu bu değildir. O, ekonominin yada alt yapının belirleyiciliğinden özgür bir "politika teorisi" özlemektedir. Elbette, böyle bir "teori" Marks-Engels'de yoktur.
M. Belge bazı açık sonuçlara varmak için değil, sanki Marksizm açısından aydınlık olan kimi temel konuları karartmak, deforme etmek için tartışmaktadır. A.Kaçmazın "Belge, alt yapının belirleyici rolünü reddediyor" eleştirisine itiraz ediyor ve görüşlerini bir kere daha şöyle özetliyor: "Marks'ın yaşadığı dönemde, kanşık toplumsal olaylan belirleyicilik ölçütüne göre aymp sınıflandırarak buradan alt yapı üst yapı gibi bir aynma gitmek çok Önemli bir buluştu. Ama bunu bugün aynı şekilde tekrarlamak fazla anlam taşımıyor, böyle bir aynm yanlış olduğu için değil, bu kadanyla yetersiz olduğu için". (M. belge, Birikim, s.4)
Belge yalpalayarak yürüyor. Kitabında, Marks'ın, ekonominin belirleyiciliği görüşünü pek de ayırt edici bulmamıştı. Şimdi "çok önemli bir buluştu" diyor. Hangi düşünce Belgenin gerçek kavrayışını yansıtıyor? Bunun için spekülasyon yapmaya gerek yok. Belge, Marks'ın yaşadığı dönemde "belirleyicilik ölçütünü" önemli bulmasına karşılık bugün aynı şeyi tekrarla
manın yetersiz olduğunu iddia ediyor. Demek bu buluş artık önemsizleşmiş- tir.
Daha ileriye gitmeden "alt yapı" "ekonomi" gibi kavramlarla ilgili bir ara açıklama yapmalıyız.
"Marks ve Engels de dahil Mark- sistler alt yapıya kimi zaman da ekonomik temel kavramıyla değinmişlerdir. Bundan ötürü, anlaşılır bir semantik kayma ile alt yapı/ekonomi özdeşliği kurulmuştur. Böylece ekonomi belirleyicidir gibi bir sonuca vanlmıştır. Bu ise fazla genel, fazla yuvarlak bir ku- ral'dır ve dolayısıyla tehlikelidir" (Belge, Birikim.s. 4).
Yazar, Marks'ın görüşlerinden söz ederken "altyapı", "ekonomi", "maddi hayatın üretim tarzı" kavramlanndan özellikle "ekonomi" kavramı üzerine vurgu yapıp, ekonominin belirleyiciliğini fazla yuvarlak yada banal bulmaktadır. Marks ve Engels'in olayı böyle basit açıklamadıklannı ileri sürer. Ekonomi denince, Beîge'nin aklına "özgülleşmiş", yani kapitalizm çerçevesindeki ekonomi kavramı gelmektedir. O zaman da bü ekonomi kavramıyla her- şeyi açıklamak mümkün olmamaktadır. Her insan toplumunda bir tür ekonomik faaliyet vardır, olduğu ölçüde etkisi de vardır, ama sözgelimi ortaçağda bulunan ekonomik faaliyet, ekonominin kapitalizmde belirleyici olduğu ölçüde belirleyici değildir" (Belge, Birikim, S.4).
Yazann yöntemi ilginçtir. Ayna boksunu andmyor. "Ekonomi belirleyicidir" diyenleri karşısına koyuyor. Marks bunlann arasında mıdır, tam açık değil. Sonra "ekonomi" kavramını kendince tanımlıyor, elemanlar tamam olunca maç başlıyor, fakat bu ara bir kaç yumruk da Marks’ın yediğine şüphe yok.
Belge, gerek kitabında ve gerekse Birikim'deki yazısında konuyla ilgili Marks ve Engels'in orijinal metinlerine baş vurmaktan ısrarla kaçınır. Onlann bu konularda söylediklerini aktarmaz. Biz önce orijinal metinlerden bir iki gerçekliği tesbit ettikten sonra, yazann söylediklerine geleceğiz.
Marks'ın Önsöz'deki orijinal for- mülasyonu şöyledir:
'Varlıklannm toplumsal üretiminde, insanlar aralannda zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onlann maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şe
22
killerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır" (Eko. Pol. Eleştirisine Katkı, Önsüz).
Bu metnin yazılışından 30 yıl sonra Engels, Marks'ın görüşlerinin baya- ğılaştınlması karşısında şunlan yazmak durumunda kalmıştır.
"Tarihi maddecilik anlayışına göre, tarihteki belirleyici faktör, ancak son kertede (son tahlilde, son soruşturmada), maddi hayatın üretimi ve yeniden ortaya konulmasıdır. Ne Marks, ne de ben bundan fazlasını söylemiş değiliz. Her hangi bir kimse bu düşüncemizi, "ekonomik faktör biricik belirleyici faktördür" şekline sokacak kadar değiştirir ve bozarsa, ileri sürmüş olduğumuz bu yargıyı, bomboş, soyut ve saçma bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik hareketin sayısız rastlantılar arasından zorla ilerleyen bir şey gibi sonunda kendine içlerinde yol açtığı bütün bu faktörler (Anayasalar vb. hukuki şekiller, politik hukuki ve felsefi teoriler, dini görüşler...) arasında karşılıklı etki ve tepki vardır. Böyle olmasaydı, teorinin (maddeci tarih görüşünün) herhangi bir tarih dönemine uygulanması birinci dereceden bir denklem çözmek kadar kolay olurdu" (Engels'den Joseph Blach'a Mektup, 1890).
Herşey son derece, açık. Maddeci tarih görüşü açısından olayların çözümlenmesi tek bilinmiyenli denklemlere değil, çok bilinmiyenli yüksek matematik problemlerine denk düşebilir. Ancak bir şey hâlâ açıklanmaya muhtaçtır. Son kertede belirleyici olan "altyapı", "Ekonomi" yada "maddi hayatın üretimi" nedir?
"Toplum tarihinin belirleyici temeli olarak gördüğümüz, ekonomik bağlantılar sözünden belli bir toplumun insanlannm geçimleri için gerekli, şeyleri üretiş ve ürünlerinin aralannda mübadele ediş tarzını anlıyoruz. Demek ki, bütün üretim ve ulaştırma tekniği bunun içinde yer almaktadır... Bundan başka, ekonomik bağlantıla- nn içinde ortaya çıkıp geliştiği coğrafi temeli; eski gelişim dönemlerinden arta kalan ve çoğunlukla yalnız gelenek yüzünden yada vis inertia (atalet kuvveti) dolayısıyla süregiden kalıntılar ve hiç şüphesiz bu toplumsal yapıyı kuşatan ortamda ekonomik bağlantılar içinde yer alırlar" (Engels'ten Heinz Strakenmburg'a 1894).
Netice olarak, Marks ve Engels'de "ekonomi" yada "altyapı" kavramı "fazla yuvarlak" değildir. Üretici güçler kavramıyla daha somutlanır. Marks- Engels'de üretici güçler biraz dağınık- da olsa yeterince tanımlanmıştır. İnsanin yanında, coğrafi temel ve toplumsal yapıyı kuşatan ortam, gelenek ve bütün üretim ulaşım tekniği toplamı üretici güçlerdir.
Biraz şemalaştmrsak üretici güçler başlıca dört başlıkta toplanabilir: teknik, insan, coğrafya ve Tarih (Dr. H. Kıvılcımlı, TDS). Şimdi elimizde, top- lumlann gelişimlerini aydınlatmak için ekonomi, altyapı gibi genel kavramla- nn daha somut elemanları vardır. Örneğin, günümüzde toplumlann gelişiminde coğrafya ve tarih üretici güçlerinin çok önemsiz etkileri vardır. Neredeyse herşeyde son sözü teknik söylemektedir. Ancak "antika tarih toplu- munda tek başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek-görenek- leri, içine girdiği çoğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kollektif aksiyon teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika tarihte, dört küme üretici gücünün dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olaylann değil tümüyle aydınlanmasını, şemalaştırtmasını bile yapmaya yetmez" (H. Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm).
M. belge'nin "fazla yuvarlak" bulduğu "ekonominin belirleyiciliği" ölçütü hiç de "yuvarlak" değildir. Yazar, bilerek yada bilmeyerek Marksın buluşunu önce bozup, kabalaştırıyor, sonra da ekonominin belirleyiciliğinin fazla genel ve "yuvarlak, bu nedenle de "tehlikeli" olduğunu iddia ediyor.
Elbetteki her yasa bir genellemedir. Bu anlamda da biraz "yuvarlaktır". Fakat o yasanın bir olaya uygulanışı tarihsel maddecilik açısından son derece somut ve tekil bir özellik kazanır. Yazar, Marks'ın görüşlerinin yanlış uygulamaları karşısında bu uygulamaların mantık sakatlıklannı sergileyeceği yerde, bizzat söz konusu buluşu hedef alarak, açık ve kesin bir olguyu bulanıklaş- tmyor. Engelsin mektubu "ekonomik münasebetlerim çerçevesini çizmektedir. Yazar, "altyapı/ekonomi" sözcükleri arasında kısır bir döngüye gireceğine, bu kavramlann Mark ve En- gels'deki karşılıklannı daha somutlaştırmaya çalışsaydı, yasanın "tehlikelerini" de asgariye indirebilirdi.
M. Belge, "ekonomist Marksist-
ler'den farklı davranmıyor. Onların herşeyi kabaca ekonomiye bağlamala- n karşısında yazar da, Marks'da "yeterli üstyapı ve politika teorisi" bulunmadığını ileri sürerek onlan dolaylı olarak onaylıyor. Fakat Marks ve Engels'in ekonomi, üretici güçler anahtarlannı tarihi süreçlere nasıl uyguladığını açıklama zahmetine katlanmıyor.
• Engels'in şu sözleri "maddeci" yöntemin herhalde en güzel açıklanmasıdır:
"Bir problemin üstesinden gelmek için maddeci sözünü kullanmak yeterli sayılıyor. Oysa, bizim tarih anlayışımız, her şeyden önce, Hegeivari sistemler kurmaya yarayan bir basamak değil, inceleme yapılabilmesi için yol gösteren bir metotdur" (Engels'ten Conrad Schmidt'e, 1890).
Özetlersek, toplumlann gelişiminin açıklanmasında anahtar olan ekonomi tabanı: teknik, insan, coğrafya ve tarih üretici güçlerinin seviyesi ve durumlanyla bir somutluk kazanabilir. Ve bu anahtar " Hegeivari sistemler kurmaya" değil, "inceleme yapılabilmesi için yol" açıcıdır.
Şimdi bıraktığımız yere dönelim. Belge, Birikim'deki yazısında Marks'ın buluşunu o günler için önemli bugün için yetersiz buluyor. Bugün neden, yetersizdir, derli toplu bir açıklamasını Belge'de bulamadık. Bugün daha gelişkin daha yetkin bir buluş mu yapıl- mışdır? Örneğin, Einstein'm görelilik teorisi Newton'un çekim yasasının belli bir sınırdan sonra yetersizliğini ortaya çıkartmıştır. Sosyal olaylara bakışta Einstein’m görelilik kuramı gibi daha yetkin bir buluşla mı yüzyüzeyiz? Belge böyle bir buluştan söz etmiyor. Ancak Marks'ın tesbitlerinin yetersizliğine iki örnek verilmiş. Birisi, kapitalizm öncesi toplum biçimlerinden, diğeri günümüz tekelci ekonomilerinden.
"Kapitalizme göre koşullanmış bir 'ekonomi' kavramını zihnimizde biçimlendirip bunu aynı zamanda 'altyapı' ile özdeşleyerek, sonra da tarihi üretim tarzlanna bu çerçeveye uygun açıklamalar bulmaya çalışırsak, sonuçta her hangi bir şeyi açıklamamış oluruz. Çünkü bu şekilde özgülleşmiş bir 'ekonomi' kavramı, feodalizmi, Yunan sitesini, hele ilkel toplumlan hiçbir şekilde açıklamaz yada yanıltıcı,zorlama ve keyfi açıklamalar getirir" (Belge.Birikim. s.4).
Belge, son derece haklıdır. Kapitalizme göre koşullanmış ekonomi kavramıyla, öncekileri hele ilkel toplumla- n açıklamaya kalkışmak saçma sonuç-
23
/ V l u r a t Belge, "ekonomist farklıdavranmıyor. Onların herşeyi kabaca ekonomiye bağlamaları karşısında yaza, Marks'da "yeterli üstyapı ve po litika teorisi" bulunmadığını ile ri sürerek onları dolaylı olarak onaylıyor. veEngel s1 in ekonomi, üretici güçler anahtarlarını tarih i süreçlere nasıl uyguladığını açıklama zahmetine katlanmıyor.
lar yaratmak zorundadır. Pek çok burjuva iktisatçısının kutsal özel mülkiyet düşüncesine tutkularından dolayı, ilkel topluluklardan beri özel mülkiyeti değişmez kabul etmeleri böyle bir saçmalığa en tipik örnektir. Ancak bunla- nn Marks'm buluş ve yöntemiyle ne ilgisi var? Marks, özellikle kapitalizmi irdelemiştir. Ancak kapitalizm öncesiyle ilgilendiğinde kapitalizmin kav- ramlannı o toplumlara basitçe aktarmamış, tam tersine gelişme sürecini kendi orijinal özellikleriyle irdelemiştir. Bu çaba sırasında, hareket noktası üretim ve üretim ilişkilerinin biçimi ve gelişimidir. Ve Marks-Engels, el değdirebildikleri ölçüde Kapitalizm öncesi toplum biçimleriyle ilgili mükemmel tesbitlere varmışlardır. Yaşadıklan dönemdeki sınırlı bilgi birikimiyle (arkeoloji henüz yeni gelişiyordu) dahice sezişler yapmışlardır. Fakat bütün bunlar üretici güçlerin durum ve seviyesinin, kapitalizm öncesini açıklamada yetersiz kaldığını değil, tek doğru aydınlatma yöntemi olduğunu ortaya koymuştur. Fakat M. Belge Marks'ın- buluşunu ısrarla ve bayağıca ne olduğunu açıklamadığı 'ekonomi’ boş çuvalına indirgemektedir. Üretici güçlerin seviye ve durumu ilkel toplumİan da, Yunan sitesini de yeterince aydınlatır. Ancak Belge'nin deforme ettiği "ekonomi" kavramıyla hiçbir şey açıklanamaz.
Belge'nin dediği gibi kapitalizm öncesini açıklamada Marks'ın buluşu yetersiz değil, fakat Belge'nin bu yasayı kavrayışı kesinlikle yetersizdir.
Yazann günümüz toplumundan verdiği örneğe gelelim.
"Böyle bir önerme, kapitalizmin erken çağı için gerçekten doğrudur, ama bugünün kapitalizmi için eşit derecede geçerli olduğu kanısında değilim. Ekonomi şüphesiz gene çok
önemli ama kapitalizmin tekelleştiği, böylece önemli kararlann merkezileşirken politik düzeyde de içice geçtiği, emperyalist sistemin çeşitli çelişkileriyle varolduğu, öte yandan bilinçlili- ğin yaygınlaştığı, kültürün büyük önem kazandığı bir dönemde, politikanın yeniden egemenleşmeye başladığı inancındayım" (Belge, Birikim, s.4).
Burada, yazann "politika teori- si"ne önemli bir örnek var. Marks'da "politika teorisi" bulunmayan Belge'nin böylece "ekonomi"den özgür bir politikadan söz çttiği yeterince açıklığa kavuşuyor.
Ekonomide tekelleşme, kararlann merkezileşmesi, bilinç ve kültürün yaygınlaşması açık gerçeklikler. Fakat bütün bunlar insanlan metalann tahakkümünden kurtanyor mu? Tekelci kapitalizmin yapısı içinde ve belli bir süreçte bu mümkün mü? Kapitalizm temel karakterini, kâr güdüsünü yok etmedikçe,. son kertede politikayı "ekonomi" belirmeye devam edecektir. Belge'nin umut bağladığı "bilinç ve kültüre" de kısaca değinmek gerekli. Tekelci ekonomi kendi kültürünü yaratmıştır. Avrupa'da yaygın kültür süper market alıklaşmasından ibarettir. Belge, çeşitli "alternatif" gruplan, çevre bilinçlenmesini, banş ve kadın hareketlerini kastediyorsa, bunlann emperyalist üretim temeline yön vermesi şöyle dursun, bizzat o üretim temelinin yarattığı ama o temele yönelmeyen hoşnutsuzluklardır.
"Politikanın yeniden egemen olmaya" başlaması ne demektir? Eğer tekelci kapitalizmde kararlann merkezileşmesi ve "politik düzeyde de iç içe geçmesi ise, buradan hangi sonuç çıkar? Batı'da dev tekellerle o ülke yönetimleri içiçedir doğru. Buradan politikanın daha dakik ve daha doğrudan bir
şekilde tekelci finans-kapitalin çıkarlarına bağlandığı sonucu çıkar. Nerede kaldı, "politikanın egemenliği"!
Eğer kapitalizm, serbest rekabetçi günlerindeki ve ilk tekelleşme yıllann- daki gibi çılgınca pervasızlıklara gire- miyorsa bunun tek nedeni işçi sınıfının ve ezilen halklann mücadelesidir. Ve bunlann sonucu olarak Sosyalist ülkelerin varlığıdır. Onu kör ekonomik çıkarlardan, biraz olsun insanlığı dikkate almaya zorlayan işçi sınıfının zorudur. Oysa M. Belge emperyalizmin doğal gelişimiyle bu noktaya geldiğini, artık politikanın kör ekonomik çıkarlann kölesi olmadığını söylüyor. Bu emperyalizme bir övgüdür. Ve bunu "Mark- sistler" içinden ilk kez Belge yapmıyor. Kautsky, emperyalizmi kimi kapitalist ülkelerin dış politikası olarak görmüştü, onun maddi temelini kabule yanaşmamıştı. Bu nedenle, banşçıl bir süper emperyalizm hayal etmişti.
M. Belge, kararlann merkezileşmesi, bilinç ve kültürün yaygınlaşmasıyla, politikanın ekonominin yavan belirleyiciliğinden kurtulmaya başladığını iddia ediyor. Oysa politika bugün, her zamankinden çok uluslararası finans-kapitalin soysuz çıkarlarının gü- dümündedir.
Netice olarak, Marks'ın toplumla- nn gelişimiyle ilgili buluşu, Belgeye kalırsa en iyi serbest rekabetçi kapitalizm günlerine uygulanabilir, öncesi ve sonrası için yetersizdir. Bütün bunlardan bir tek sonuç çıkar: Belge, Mark- sizmin bu en temel bulgusunu farklı bir şekilde kavramaktadır.
Öyleyse nasıl? "Şu halde, altyapı belirleyicidir; ama her toplumsal olayı doğrudan belirleme anlamında değil, toplumda neyin belirleyici olduğunu belirleme anlamında (Belge Birikim, s.4). Belge'nin bıktmcı kabalaştırmala- nndan birisi daha. Bırakalım Marks- Engels'i, Mârksizmi en kaba kavnyan birisi bile "altyapının her toplumsal olayı doğrudan" belirlediğini söylemeyecektir. Belge, bir gerçekliği abartıp, saçmalaştırdıktan sonra bu çarpıklığı eleştirip düzeltiyor.
Elbetteki "altyapı", "her toplumsal olayı doğrudan" belirlemiyor. Bu açık. Yazara göre altyapı ancak "toplumda neyin belirleyici olduğunu belirlemektedir." Bu totoloji kokan cümlenin anlamını daha iyi kavrayabilmek için Belge'nin verdiği örnekleri aktaralım.
"Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimin genel koşullan olarak kapitalist altyapı, kapitalist üretim tarzında ekonominin egemen olmasını belirler.
24
Aynı şekilde feodal üretim tarzında altyapı, dini ideolojinin egemenliğini, antik toplumda altyapı, siyasetin egemenliğini belirlemiştir" (ay).
M.Belge, Marks'ın, maddi hayatın üretiminin üstyapının üzerinde yükseldiği temeli oluşturduğu görüşüyle tutarlı olmak istiyorsa, feodal altyapı dinin, antik toplumda altyapı siyasetin egemenliğini belirlediyse, kapitalist altyapının da hukukun egemenliğini belirlediğini söylemek durumundaydı, ortaçağ, eşitlik, adalet çığlıklarıyla yıkılmadı mı? Kapitalist üretim tarzı, ortaçağın imtiyazlarına karşı "aklı" ve "hukuku" egemen kılmadı mı?
Yazarın söyledikleri, kapitalizm için totolojiye dönüşüyor. Kapitalizmde "altyapı" kendi kendini belirleyici kılarken, feodalizmde dini, antik toplumda siyaseti, yani üstyapı unsurla- nndan bazılarını "egemen" kılmaktadır.
Böylece, Marks'ın "altyapı teori- $i"yle ilgisi olmayan bambaşka bir yaklaşıma varmış olduk. Yazara göre "altyapı" "toplumda neyin belirleyici olduğunu" belirler, yani kendisi toplum olaylarını belirlemek yerine, belirleyiciliğini bir türevi ile ortaya koyar, duyurur. Bu türev kapitalizmde "ekono- mi"dir (ne demekse), feodalizmde din, antikitede siyaset.
Ortaçağdaki olayları, Belge, "toplumda belirleyici" olan dinle, yada antikitede emperyalizm döneminde "belirleyici olan politika" ile açıklayabilecektir. Eğer birisi Marks'ın orijinal görüşünü Belgeye hatırlatırsa, "zaten dini yada siyaseti egemen kılan altyapısıdır" diyerek, işin içinden sıyrılabilecek midir?
Netice olarak, M. Belge, ilginç for- mulasyonuyla Marks'ın üretim temeli ve üstyapının dizilişiyle ilgili görüşlerini bozmakta, onun insanlık tarihi için ileriye sürdüğü buluşunu daha çok kapitalizmin ilk dönemiyle sınırlamaktadır. Çünkü M.Belge, altyapı yada ekonomiden bunların kapitalizmdeki kaba görüntüsünü anlamaktadır. Oysa Marks’ın bizlere verdiği inceleme anahtarı, insanlık tarihi için geçerli üretici güçler teorisidir. İnsanın kollek- tif aksiyon olarak davranışı ve gücü; insanın kullandığı alet yada daha genel anlamıyla teknik; insanı dıştan çevreleyen coğrafya veya yine insanı içten çevreleyen, gelenek, görenek yada tarih, üretici güçlerinin durumu ve seviyesi insanlığın gidişini açıklamada esas anahtardır.
MARKSİZM VE DİYALEKTİK
Belge, altyapı ile ilgili görüşleriyle kendini maddi ortamın sınırlılıklarından ya da belirleyiciliğinden kurtarmaya çalışır. Diyalektik konusundaki söyledikleriyle ise, kendini sosyalizmin "zorunluluğundan" kurtarma çabasındadır.
Diyalektiğin bilinen yasalarını, sıralayan Belge şu soruyu sorar:,
"Burada da önemli olan nokta, bu yasaların nerede varolduğu sorusudur. Engels'den bu yana Marksizmde egemen olan gelenek bu konuda son derece açıktır: yasalar maddede, yani varlıkta içkindir. Biz bunları saptamakla, zihnimizi de aynı biçimde çalıştırmaya başlıyoruz. Dolayısıyla maddenin yasatan ile zihnin çalışma yasaları arasında bir özdeş kuruluyor. Düşünce, maddenin yansıması oluyor (Belge, Türkiye Sosyalizm, s. 164).
Belge, kendi yaptığı tanımı yine kendisi şöyle yargılar: "Bilgiye ve düşünceye bu yaklaşım diyalektiğe özgü çelişki vb. kavramlara rağmen, amp- rist yada idealist epistemolojilerden çok farklı değildir ve bence yanlıştır" (ay). Yazar yanlışlığı açıklamaz, olayın başka bir boyutuyla ilgilenmektedir: "Doğru epistemolojinin ne olması gerektiğinden çok, bu şekilde formullen- miş bir diyalektik maddecilik anlayışının ortalama sosyalist militanı nasıl belirlediği sorusu beni ilgilendiriyor" (ay). "Ortalama sosyalist militana göre diyalektik, sosyalizmin/komünizmin zorunlu olduğunu bildiren bir düşün- ce/mantık tarzıdır" (s. 163).
Belgenin Marksizmin temel kavramları üzerindeki eleştiri yöntemi ilginçtir. Kavranılan hedef almak için onların yaygın bayağılaştınlmasını gerekçe gösteriyor. Böyle bir "diyalektiğin psikolojik işlevi bir 'amentü' ile eşdeğerdir" (ay. s. 165) diyerek, diyalektiği "ortalama sosyalist militanın" şahsında bir dini inanca dönüştürüveri- yor. Bu yaptığını, tıpkı bilimsel sosyalizmin ekonomi ile ilişkisinin bir "ras- lantı" olduğunu kanıtladığı gibi, aynı rahatlıkla kanıtlıyor. Bu "ondokuzun- cu yüzyıl sonunun düşünsel atmosferinin bir mirasıdır... Daha önceleri, bir şeyin doğru olduğunu kanıtlamak için tanrısal edimin veya tanrısal iradenin onu böyle kıldığını kanıtlamak yetiyordu. Bilim ve teknolojinin gitgide tartışılmaz bir pratik güç haline geldiği dönemden sonra ise 'bilim böyle söylüyor' demek, bir şeyin doğruluğunun en inandırıcı kanıtı oldu" (ay.s. 165).
19. yy. sonunun atmosferi, tann- nın yerine bilimin geçmesi, böyle kadere inanan insanların bir kısmının, bilimin gücüyle bu sefer sosyalizmin kader olduğuna inanmaları... Bütün bunlar hoş anlatım. Ancak neye hizmet ediyor?
M. Belge, ilgilendiğini söylediği "ortalama sosyalist militanı" bahane ederek diyalektik materyalizmi" yanlış" itan etmektedir. Bu konuda söyledikleri çok sınırlı olmasına rağmen, yinede önümüzde sonuç çıkartmak için biraz malzeme var.
"Marksist diyalektiğin kendi içinde bir çelişiri taşıdığı en önemli özelliklerinden biri de, 'açıklama ilkesi yada tarzı' konusundaki bulanıklıktır. Diyalektiğin temeli, bilindiği gibi Hegel'dedir. Hegel bütün felsefesinde nedensellik ilkesini ikinci plana iten bir mantık kullanmış, 'neden etki’ yerine 'sebep eser' (cause-effecf yerine reason-end) ilişkisini kurmuştur. Onun idealist felsefesine göre hayat amaçlıdır...
"Hegel'den alınmış (ve alınırken yeterince değiştirilmemiş) özünde teolojik, diyalektik ve pozitivizmden etkilenmiş bilimsellik böylece Marksist sosyalizmde tuhaf bir evlilik yapmış oldular. Bu kanşım düşünce yöntemi ve mantığı bakımından uyumsuzdu ve ortaya eklektik bir bileşim çıkıyordu. Ama sık sık değindiğim konu, yani ortalama militanın psikolojisi çerçevesinde bu bir uyumsuzluk olarak görülmemiş tersine gerçek bir psikolojik ihtiyaca cevap vermiştir. Bu, nesnel bir kesinliğe duyulan ihtiyaçtır" (Belge s. 166).
Yine M. Belge'nin ilginç yöntemiyle karşı karşıyayız. Marksist diyalektiğin "eklektik" hatta "ortalama militan açısından bakarsak "teolojik" (amaçlı) olduğunu iddia eden yazar, bunu ispatlama gereğini duymaz. Sanki bu herkesçe kabul edilen ve ispatlama gerektirmeyecek ölçüde açık bir aksiyondur. Yada yazar, tıpkı "altyapı teori- si"nde olduğu gibi bu teorinin geniş ölçüde kabalaştırılmasından hareketle nasıl onun özünü eleştirdiyse, şimdi de "ortalama sosyalist militanın" kavrayışını gerekçe ederek Marksist diyalektiği "eklektik" itan etmektedir. Gerçekten Belge, bize bu konuda başka kanıt sunmaz. Marks, Hegel’in diyalektiğini alırken, onun "teolojik" yanını da korumuş mudur? Belge, "alınırken yeterince değiştirilmemiş" olduğunu iddia ediyor, ancak bunu söylerken neye dayanıyor, açık değil.
Marksizmi, onun karikatürleri üze-
25
# azar, sık sık sosyalizmin "eşitlik ve özgürlük" o lduğunu söyleyerekbu n ite lik leri taşımasından dolayı kendiliğinden "iyi" olabileceğini düşünebilir. Ancak insanlık tarihinde "eşitlik ve özgürlük" uğruna çok kelleler uçtu, ancak hâlâ elde edilmemiş görünüyor.
rinden eleştirmek, Belgenin düşüncelerine bir değer kazandırmaz, tersine onun iddialannı da karikatürleştirir.
Marksın, başının üzerinde duran Hegel'ci diyalektiği ayaklarının üzerine çevirdiğini söylemesi ne anlama gelmektedir? Begelci diyalektik "Mutlak Düşünce'nin hareketini açıklar ve amaççıldır (teleolojiktir). Marks, He- gelci diyalektiği ayakları üzerine çevirirken ondan bu amaçcılığı çıkartmış, onun bütün özünü değiştirmiştir.
"Benim diyalektik yöntemim, He- gelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci, ani düşünme süreci-Hegel bunu "fikir" (İdea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca "Fikirdin dışsal ve görüngüse! (phenome- nal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir (K. Marks;< Kapital, İkinci Almanca Baskıya Önsöz).
Marksın bizzat kendisi, Hegel'in diyalektiğini alırken yeterince değiştirmemek bir kenara, "tam karşıtı" bir diyalektik yöntem benimsediğini açıkça belirtmektedir. Fakat, Belge ısrarla, "ortalama sosyalist militan'dan hareketle, Marksit diyalektiğin teolojik olmaktan kurtulamadığını söyler.
Diyalektik Materyalizme bu tarz, eleştiri yeni değildir. Batı'da günümüzdeki çeşitli biçimlerini bir kenara bırakıp, eskilere dönmek daha aydınlatıcı olacaktır.
Tarihsel süreç içinde mülkiyet biçimlerinin geçirdiği değişiklikleri inceleyen Marks, bunlardan hareketle Ka- pital'de mülksüzleştirenlerin mülksüz- leştirileceği sonucuna varır. Dühring bu sonucu şöyle eleştirir: "yadsımanın yadsınması gibi Hegelci martavallara inanarak, aklıbaşmda bir adam için toprağın ve sermayenin ortaklaşa kul
lanılması zorunluluğuna kandmîmak güç olacaktır" (Engels, Anti-Dühring). Dühring Marks'ın bu sonuca tarihsel sürecin derin bir incelenmesinden hareketle değil, Hegelci üçlemenin (tez, yadsıma, yadsımanın yadsınması) sonucu olarak varlığını iddia etmektedir. Yani Marks diyalektiğin hegelvari uygulanışından başka bir şey yapmamıştır.
Belgenin mantığı farklı değildir. Diyalektiğin "teolojik" olduğunu iddia eden yazar, diyalektiğin yasalannın bir sonucu olarak olayların açıklandığını iddia eder. Başka şekilde söylersek, olaylar diyalektik yasalanna uydurulur ve sonunda böyle bir yöntem "amen- tu'ye varır.
Engelsin Dühringe verdiği cevabı tekrarlamak zorundayız. Belgenin, "eklektik" dediği diyalektik yöntemin nasıl kavrandığına güzel bir örnek olacaktır.
"Marks yalnızca tarih aracıyla tanıtlar ve burada kısaca şu olguları özetler: vaktiyle küçük işletme kendi evrimi ile kendi yok oluşunun, yani küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi koşullannı nasıl zorunlu olarak yarat- tıysa, bugünde kapitalist üretim biçimi, kendisini yıkıma uğratacak maddesel koşulları tıpkı öyle yaratmıştır. Süreç, tarihsel bir süreçtir, ve eğer aynı zamanda diyalektik ise, bu, Bay Dühring için ne denli can sıkıcı olursa olsun, Marks'ın suçu değildir...
"Demek ki, süreci yadsımanın yadsıması biçiminde nitelendirirken, Marks sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine: gerçekte, sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracıyla tanıtladıktan sonradır ki, Marks, bu süreci, ayrıca, belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç ola-
. rak nitelendirir. Hepsi bu"."Diyalektiği,... katıksız bir tanıtla
ma aleti olarak almak, diyalektiğin iç
yüzünü kavramakta tam bir eksikliktir" (Engels, anti-Dühring).
Diyalektik materyalizm, Belgenin iddia ettiği gibi teleojik bir yaklaşımla olaylan açıklamaz, hele diyalektik ya- salannı süreçleri "tanıtlama aleti olarak" hiç kullanmaz. Marks, tarihsel süreçlerin yetkin bir incelemesinden kalkarak, "tarihsel zorunlulukları" açıklamıştır, yoksa diyalektik yasalannın basit sonuçlan olarak değil.
Bu noktada Belge Marksist diyalektikte bir "bulanıklık" "uyumsuzluk" görür. "Yeterince değiştirilmemiş" diyalektikle, "pozivitizm'den etkilenmiş bilimsellik" uyuşmamaktadır. Bu ne demektir? Belgeye göre bir tarafta olaylara yön veren buyuran da diyebiliriz diyalektik yasalan vardır, diğer tarafta herşeyden şüphe eden pozitivist bilim... Biri diğerini dışlamaktadır. Bu "uyumsuzluğun" pratikte nasıl çözümlendiğini yine Belge'den dinleyelim: "Bu anlamda diyalektik maddecilik pedagojik ve didaktik bir düşünce tarzıdır. Bu düşünce tarzını benimsemekle dünyanın gidişi doğrultusunda bir rotaya yerleşmiş oluruz ve 'tarihin akışıyla' birlikte ilerleriz". (Belge, s. 166) Böylece diyalektik maddecilik çelik raylarda insanlığı sürükleyen bir lokomotif olur. Tarihin akışı önceden çelik raylar gibi döşenmiştir. "Yasalar", gelecek duraklan tarifler. "Hepsi bu"
Oysa diyalektik materyalizmde bir çelişki vardır, fakat bu Belgenin iddia ettiği gibi kaba bir uyumsuzluk değildir ve çözümü mutlak hakikate vanlarak son bulmaz. Hegel süreçleri incelerken, değişimi görürken ve diyalektik yasalarını bu süreçlerden çıkartırken "devrimcidir". Ancak Hegel sisteminde devinen "Mutlak İdea"dır, herşey onun bir yansımadır. Böylece Hegel diyalektiği "mistikleşir". Sistemdeki bu çelişki, "Mutlak Fikir" yerine, doğa ve tarihin gerçek, bizden bağımsız süreçleri geçirilerek en yetkin biçimde Marks tarafından çözümlendi. O zaman diyalektik: "doğanın, insan toplu- munun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları bilimi" oldu (Engels, Anti-Dühring).
Diyalektik materyalizm, gelişimin (doğada, toplumda, düşüncede) yasa- lannı bulup çıkartırken, aynı zamanda kendi temel mantığı gereği "kesin çözümlerden ve "sonsuz gerçeklerden kesin olarak kaçınır (Engels, Feuer- bach). Oysa M. Belge, "nesnel bir kesinliğe duyulan ihtiyaç'ın diyalektik maddeciliği bir "amentü" ye dönüştürdüğünü vurguluyor. Eğer, aynı diya
26
lektik maddecilikten söz ediyorsak, o "Nesnel bir kesinliğin" her zaman bir sınırı olduğunu söyler, mutlak kesinliği dışlar, ancak belirli koşullarda, bir sınır içinde mutlak kesinliği tanır.
M. Belgenin diyalektik materyalizmde "eklektik" bulduğu şey onun "açıklama ilkesi"dir. Yada daha açık söylersek diyalektik yasalarının olaylar karşısındaki konumudur. Bu yasalarla "geleceğe" ipotek koymak, "zorunluluklar" buyurmak, ne derece doğrudur? Böylece, Belgenin diyalektik maddeciliği kavrayışındaki esas yanlışlığa geldikl.
Bu bölümün başında yaptığımız alıntıyı tekrarlayalım. Yazar Engelse, Stalin'e, Lenin'e, hatta Mao'ya göre diyalektik yasalarını özetledikten sonra soruyor:
"Burada da önemli olan nokta, bu yasaların nerede varolduğu sorusudur. Engels'den bu yana Marksizmde egemen olan gelenek bu konuda son derece açıktır: yasalar maddede, yani varlıkta içkindiı ".
Önce yasa nedir? Duyu organlarımızla maddi ortamdan (doğa yada toplum) elde ettiğimiz bir bilgi türüdür. Defalarca tekrar edilen pratikten elde edilmiş, olaylarca doğrulanan, maddeyi ve onun hareket biçimlerini açıklayan bilgidir. Ancak hör bilgi gibi sınırlıdır. Mutlak değil görelidir, koşullara bağlıdır. O zaman Belgenin sorusunu genelleştirip, "bilgi nerededir?" diye sorsak ve buna "varlıkta içkindir" cevabını versek karşımıza bir sorun çıkar. Aynı varlıkla ilgili birbirine zıt, yada birbirini inkar eden bilgi edinilmesini nasıl açıklayacağız? Eğer bilgi yada yasa Varlıkta içkinse, varlık aynı kalmak koşuluyla bilginin çelişmesi yada değişmesi nasıl mümkün olur? New- ton fiziği zamanı mutlak kabul etmişti, Einstein, zamanın sistemin hızına bağlı olduğunu gösterdi. Zamanla ilgili yasalar değişmekle zamanın kendisi değişmiş olamaz.
Çok açık ki, bilgi gibi yasalan da dışımızdaki maddi ortamdan ediniriz. Bilgi yada yasa "nerededir" sorusu madde ile düşüncenin ilişkisini kabalaştırır. Çünkü maddeyi bilmek, kendinde şeyi kavramak devamlı akan bir süreçtir ve düz bir çizgi gibi ilerlemez. O güne kadar ki pratikten elde edilmiş olan bir bilgi yada yasa bilincimizde bir genellemeye kavuştuktan sonra, kendini ortaya koyduğu koşullar çerçevesinde bizimle varlık arasında doğru bir ilişki kurulmasını sağlar. Böylece varlığın bir yönünü daha tanımış oluruz.
Ancak bu tanıyış görelidir. Önceki pratikten çıkmış olması, sonraki akışta sürekli doğrulanacağının teminatı değildir.
"Her alanda, artık, kafasında bir takım zincirlenişler kurup tasarlamak değil, ama onlan olayların içinde bulup çıkarmak söz konusudur" (Engels, Feuerbach).
Yasalar, aklımızın uydurması değildir hiç şüphesiz, onları bilimin imkânları ölçüsünde, varlıktan elde ederiz. Bu anlamda, yalnızca onlan varlıktan edinme anlamında, yasalar varlıkta içkindir. Ancak edindiğimiz yasa yada bilgi ile yeniden varlığa döndüğümüzde, onlan "olayların içinden bulup çıkarmak" zorundayız.
Diyalektik yasaları da, insanın doğa ve toplumu kavrayışının uzun sürecinde pratikten edinilmiştir. Diyalektiğe ilk varışın, üretim ve tekniğin ilk önemli gelişim çağında, antik çağda olması, diyalektiğin çok daha yetkinleşmesine ise, üretim ve tekniğin fırtına hızıyla geliştiği kapitalizm yıllarında ulaşılması tesadüf değildir. Bu yasalar belirli bir bilgi birikimini gerektirmiştir. Bu anlamda onlar sırf ve yalnız He- gel'in düşünce sisteminin ürünü değildir. Hegel'in muazzam ansiklopedik bilgisi onu diyalektiğe vardırmıştır.
M. Belge, bu yasalann "maddede içkin" olduğunu Engelse söyleterek, aynı zamanda Engels e maddenin ve süreçlerin bu yasalara göre devindiğini söyletmiş oluyor. Yasalar maddeye içkin olduğuna göre, süreçler bu yasalara göre akacak, dolayısıyla yasalar olayların kaderini çizecektir. Bu maddeci diyalektiği yeniden idealist kalıplara dökmekle eş anlamlıdır. Maddeden edindiğimiz bilgi, süreçlerin baş aktörü belirleyicisi haline getirilir. Oysa, Hegelci sistemle, Marksın sistemindeki zıtlık tam da buradadır. Diyalektik Materyalizm'de elimizdeki en sınanmış bilgi bile, maddecil sürecin önünde olamaz, ö yeniden olayların içinde bulunmalıdır. Nicelikten niteliğe sıçrama yasası var diye, buğday yığınına katılan her yeni teneke buğdayla bu yığın nitelik değiştirmeyecektir. Gelişim, değişim başka zıtlann birliğini gerektirir. Ancak bütün bunlan incelediğimiz süreçte yeniden bulduğumuzda, diyalektik yasaları gidişi aydınlatmada kılavuz olabilecektir.
"Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi aynntıianyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağlantılann esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan son
ra, gerçek hareket yeterince anlatıla- bilir" (Marks, Kapital, Almanca 2. Baskıya önsöz).
Eğer böyle bir tahlil yaparken iç- bağlantıların incelenmesi sırasında diyalektik yasalan olgularca doğrulanıyorsa mesele yoktur, yoksa en küçük bir sapmanın nedeni bulunmalıdır. Sapmanın nedeni bulunduğunda yasa bir üst seviyede yeniden daha zenginleşmiş olarak doğrulanabilir veya bu sapma yasanın eksik yada yanlış bir yönü ile ilgili yeni bir olguyu önümüze getirebilir. Ve zaten bu süreçledir ki, maddeye ilişkin bilgimiz derinleşir, zenginleşir. Ancak M. Belge, yasaları maddeye içkinleştirerek, Marksizmde olmayan bir şeyi ona yaptırarak, olguları yasalara boyun eğdirterek, sonuçta diyalektiği "amentu'ye indirgiyor. "Diyalektik" maddecilikle ’tarih'i maddecilik arasında kurulan ilişki gereği, maddenin özünde saptanan çelişkiler toplum biçimlerinde de kendini gösterir ve böylece toplumlar bütün evrim ve devrimler, niceliğin niteliği dönüşmeleri, tez ve antitez çatışmalarından sonra, hep bir daha üst düzeyde sentezler oluşturarak son aşamada Komünizmde karar kılarlar' (Belge, s. 164). (diyalektik ve tarihi kelimeleri üzerindeki tırnaklar Belgeye ait)
İşte, Marks'm tam Dühringvari bir eleştirisi. Maddenin içindeki çelişkiler, niceliğin niteliğe sıçraması ve tez-antİ tez-sentezin işlemesi sonucunda toplum biçimleri komünizmde karar kılarlar. İşte maddeye içkinleştirilmiş yasaların mucizevi becerisi. İnsan aklının maddeden edindiği, ama sonunda in-- sanı boyunduruklayıp peşinden sürükleyen yasalar ve "amentu'ye dönüşen diyalektik materyalizm...
Engels, Dühringe verdiği cevapta açıkça belirtmiştir: Marks, toplumların gelişimini, diyalektik yasalarının kurgusundan hareketle değil, tarihi olgulara dayanarak açıklamıştır. Ancak aynı zamanda, olguların akışının diyalektik yasalarına uyduğunu belirtmiştir. Yazar, Marks ve Engels'den bunun tersini ispatlayacak bir tek örnek göstersin. Ancak Belgenin böyle ciddi bir girişimi yoktur* onun için "ortalama sosyalist militan'ın diyalektiğe karşı tavn en büyük kanıttır.
Belge, Marks'ın, diyalektik yöntemini görmezlikten geliyor. Marks toplum biçimlerinin gelişimini somut olgularla çözümlemiştir. Belge, eğer becerebilirse, tarihsel gelişimin böyle yürümediğini tarihi olaylara dayanarak önce belgelesin, sonra da böyle bir ge-
27
lişimin diyalektik yasalarını yalanladığını kanıtlasın. Özetle, bize kendi "doğru" bilgi teorisini (epistemoloji) açıklasın. "Sosyalist militan"ın kavrayışının ardına gizlenmeye gerek yok. Marksizmin dev buluşlarını kendi orijinalliği içinde eleştirmek yerine, marksologların yada ortalama sosyalist militanın yada Marksizmin kaçınılmaz gölgelerinin üzerinden onu eleştirmek, bir tek şeyi, düşünce yoksunluğunu ispatlar.
Diyalektiği "amentu'ye indirgeyen Belge, Sosyalist ülkelerdeki sancılardan da cesaret alarak şu soruyu "ortalama sosyalist militanın" yüzüne haykırır: "Sosyalizm zorunlu olduğu için mi sosyalist olmayı seçeriz, yoksa iyi olduğu için mi" (Belge, Birikim, s. 4).
Bu soru da nereden çıktı diyebiliriz. Şöyle yada böyle devrimci ortamdaki herkes "sosyalizm için" mücadele ediyor, böyle bir sorunun ne anlamı var denebilir? Ancak bu soru, 12 Eylül pratiğinin genel olarak sol hareket içinde çizdiği kalın ayınm çizgisinin iki safında kalanların birbirine karşı konumlarını dile getiriyor. O nedenle anlamlıdır, ve ortaya atılması rastlantı sayılamaz. Ancak biz önce sorunun kendisini ele alalım.
Belge sorusuyla belki farkında olmadan, çok farklı iki düzeyi birbirinin içine sokuyor. Bireyler olarak sosyalist olmakla, insanlık tarihinin gelişiminde bir basamak olarak sosyalizm farklı şeylerdir. Kişiler olarak sosyalist olup olmamakta özgürmüş gkibi görünebiliriz, ancak tarih, insanlığın akışı aynı derecede özgür değildir. Aynca "iyi"lik kavramı son derece görelidir, birine iyi görünen bir şey diğerine korkunç bir cinayet gibi görünebilir. O zaman soru karmaşıklaşır, sosyalizmin neden bazı insanlara iyi göründüğü açıklanmalıdır.
Yazar, sık sık sosyalizmin "eşitlik ve özgürlük" olduğunu söyleyerek, bu nitelikleri taşımasından dolayı kendiliğinden "iyi" olabileceğini düşünebilir. Ancak insanlık tarihinde "eşitlik ve özgürlük" uğruna çok kelleler uçtu, ancak hâlâ elde edilmemiş görünüyor.
Dolayısıyla sorunu çözümlemeye girişirken iki şeyi birbirinden ayırmalıyız. Kişiler olarak sosyalizmi seçmekle, insanlığın akış yönü bakımından sosyalizm farklı düzeylerdir. Hiç şüphesiz kişileri en sonunda içinde bulundukları ortam belirler. Ama bu bir kalıptan çıkmışçasına aynı olmayıp, bir yöne akan, ancak birde delice akan bir
nehir yatağındaki taşlann benzerliği kadardır. Son tahlilde hepsi bir yönetilirler, şekilce daha çok yuvarlak bir forma sokulurlar, ancak aynı kalıptan çıkmışçasına aynı olamazlar. Dolayısıyla tek tek kişilerin sosyalizme varmalan bin bir çeşit farklı yol izlemiş olabilir. Fakat burada bile, kapitalizm ortamındaki insanlann yaptıklan kendi "özgür" seçimlerinin son derece sınırlı olduğu gözden kaçamaz. Onlann, farklı yorumlarla çeşitlense de, daha çok sosyalizmi seçmiş olmalannda bile, Belge pek hoşlanmasada, bir zorunluluk olasılığı sezilmiyor mu?
İnsanlığın gelişim sürecinde bir basamak olarak Sosyalizm sorununa geldiğimizde, ister istemez kişilerin istemelerinin ötesinde nesnel bir sorunla yüzyüze geliriz.
"Bence nesneler dünyasında amaçlılık olmaz. Zorunluluk, koşullar içindedir. Bu alemde ancak nedensellik vardır. Bir olay bir başka olaya yol açar vb. Ama bütün bu nedensellik zincirlemeleri bize olabilirlikleri gösterir; olması zorunlu olanı göstermez" (Belge, s. 167).
"Sosyalizmin kullanılmasını istemek, kurulacağına inanmak bir şey (bunu elbette ben de istiyorum) bir toplumsal kanuniyet olarak bunun mutlaka olacağını söylemek başka bir şey. Bilim, teoloji kaldırmadığı ölçüde, bunu iddia etmek benim anladığım bilimsellikle de bağdaşmıyor" (Belge, Birikim. S. 4).
Belge, nesneler dünyasında nedensellik olduğunu söylerken haklıdır. Bir olay bir başka olayın nedeni olur. Yağmur, tarlalanmızı sulamak için yağmaz. Hava tabakalannın soğumasıyla ilgilidir. Kapitalizmde, Sosyalizm kurulsun diye yıkılmaz, kendi iç çelişkilerinden dolayı yıkıma gider. Ancak bugün bilim yağmurun ne zaman yağacağını büyük bir kesinlikle tesbit edebiliyor. Hatta yağmurun şiddetini bile kestirebiliyor. Bu bilimsel öngörüyle teolojinin bir ilgisi yoktur. Ancak birisi çıkıp, bilim adına, "yağmur yağacak çünkü tarlalanmızm suya ihtiyacı var" derse, bu idealist, amaçcı bir yaklaşım olur. Bugün dünyada son derece modern meteoroloji istasyonlannın yanında hala yağmur duasına çıkanlar vardır. Bu ikisini aynılaştırmak ne ölçüde saçmalıksa, bilimsel öngörü ile teolojiyi aynılaştırmak en az o kadar saçmalıktır.
Belge, bilimsel öngörü ile amaçcı- lığı birbirine karıştmyor. Eğer bilim geleceğe yönelik, belirli koşullar veri alı
narak, az çok kesin öngörülerde bulunamayacaksa, yalnızca durumu tasvir edip, "iyi" dileklerini belirtip kenara çekilecekse, bilime ne ihtiyaç var?
Marksizm, Sosyalizme insanlık için "iyi" olması nedeniyle mi varmıştır?
"Yeni olgular, bütün geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçmeye zorladılar ve bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşının tarihi olduğu, birbirine karşı savaşım durumundaki bu toplumsal sı- nıflann her zaman üretim ve değişim ilişkilerini, kısaca çağlanndaki ekonomik ilişkilerin ürünleri olduklan; eko nomik ilişkilerin ürünleri oldukları; buna göre, toplumun ekonomik yapısının her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumlann tüm üst yapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin dinsel, felsefi ve öbür fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. Böylece idealizm son sığmağından, tarih anlayışından kovulmuş; tarihin materyalist bir anlayışı ortaya çıkmış ve şimdiye değin yapıldığı gibi, insanlann varlığını bilinçleri aracıyla açıklama yerine, insanlann bilincini varlıktan aracıyla açıklamak için yol bulmuş oluyordu.
"Bunun sonucu, sosyalizm, artık şu yada bu dahinin rastgele bir buluşu olarak değil, ama tarih tarafından oluşturulmuş iki sınıfın proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünüyordu. Artık sosyalizmin görevi, elden geldiğince eksiksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil, ama iktisadın, bu sınıflan ve onların karşıtlıklannı zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihsel gelişmesini incelemek ve bu biçimde türetilen ekonomik durum içinde çatışmayı çözme araçlarını bulmaktı." (Engels, Arnti- Dühring)
Marks ve Engels'in sorunu koyuşu son derece açıktır. İnsanlık tarihinin sınıflar savaşı tarihi olduğu gerçekliğinin kavranması, ve "tarih tarafından oluşturulmuş iki sınıf" proletarya ile burjuvazinin savaşımı nedeniyle sosyalizme vanlacaktır. Bu tesbitte Hegelvari bir amaçcılığın izi bile yoktur. İnsanlık tarihinin bütün bir incelemesinden ve kapitalizmin kendi iç yapısının detaylı bir çözümlemesinden çıkan kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu anlamda insanlığın sosyalizme gelişmesi bir zorunluluktur. Ve eğer proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşını, her ikisini de ortadan kaldırmaksızm çözüme bağlayabilecek bir tarihi ve sosyal gelişim olmadıkça, basitçe söylersek, bu veriler
28
le eldeki denklemin bir tek çözümü vardır, sosyalizm.
Marksın, insanlığın gelişiminin önüne sosyalizm basamağını koyması tamamen nedensel bir çözümlemeyle elde edilmiştir, teoloji değildir, belki sosyalizm duası edenler çoktur. Ancak Marks'm yaklaşımı insanlık tarihine ve gelişimine keskin gözlerle bakan meteoroloji kulesi gibidir. Belge, bize yine de sosyalizm bir "zorunluluk" değil ancak bir "olabilirliktir" diye itiraz edebilir.
Tam bu noktada, sosyalizm bir zorunluluk mudur, sorusunu iki yönden ele almak gerekliliği ortaya çıkar: Marksizm sorunu nasıl ortaya koymuştur; İkincisi, pratik neyi kanıtlamıştır?
Marksizmde, insanlık tarihinin'genel gelişiminin ve kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin ortaya koyduğu veriler ışığında, sosyalizme vanşm kaçınılmaz ve zorunlu olduğu söylenir. Yoksa, insanlığın gelişiminin yollarından birisi de sosyalizm olabilir, biçiminde bir teorik tesbite vanlmamıştır. Belge, sorunu farklı koyuyor, sosyalizmi insanlığın geleceğinde, olabilir - tabi aynı zamanda olmayabilir- bir gelişim olarak koyuyor. Fakat diğer ihtimallerden söz etmiyor. Eğer, sorun gelip kapitalizmin herşeye rağmen tutunma uğraşı ve ona karşılık sosyalizmin doğup gelişmesi ihtimalleriyle sınırlıysa, Belge kapitalizmi mutlaklaştırma- dan sosyalizmin kaçınılmazlığını inkar edemez. Şu yada bu yoldan, er yada geç, düşe kalka da olsa, insanlık sosyalizme varacaktır. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde, otomatikçe ayarlanmışcası- na sosyalizme geçivermiyecektir. Marksizm sorunu teorik planda böyle koymuştur. Eğer Belge sosyalizmi ihtimal hesabına indirgemek istiyorsa, Marksizm’den kopuşmak zorundadır. Fakat Marks'ın bulgulan, tarihi kanıtları ve bilimsel çözümlemesi istendi- ğince mükemmel olsun onun yaşadığı yıllarda bu çözümleme en sonunda insanlığın önünde bir tez, olarak duruyordu. Ve yine Marks'm dediği gibi insan düşüncesinin nesnelliği ancak pratikte kanıtlanabilirdi. Bu anlamda, yalnızca bu anlamda, teorik bir belirsizlik ve ihtimal hesabı anlamında değil, Marks'ın teorisi pratikte kanıtlanmadan önce, elbette "olabilirlik" sınır- lannı geçemezdi. Ama bu apaçık gerçekliğin, Belge'nin yaklaşımıyla bir ilgisi yoktur.
"Kapitalizm ve kapitalizm egemenliğinde dünya gelişmesi, sosyaliz
min olabilirliğinin koşullarını ortaya çıkarmıştır, ama bu bir zorunluluk değildir. Olabilirlikten gerçekleşmeye geçişte, iradi etmen belirleyici derecede önemlidir. Dolayısıyla burada nesnel, bizim dışımızda bir determinizmden söz edemeyiz" (Belge, Birikim s.4)
Burada Marks'ın deyimiyle, yığınlar içinde "teorinin maddi güç" olması sorununa geliriz. Belge, bu noktada "iradi etmenin belirleyici" rolünü vurgular, hatta "bizim dışımızda bir determinizmden söz edemeyeceğimizi ileri sürer. "Bizler" istersek sosyalizmi gerçekleştirebileceğiz, istemezsek kapitalizm sonsuza dek "payidar kalacaktır".
Eğer insanlann önüne kapitalizm İçinden bir başkası değilde sosyalizm alternatif olarak çıkıyorsa, bizzat bu gerçeklik bile bizlerin "iradesine bir sınırlama, özgür seçimimize bir determinizm kazandmr. Sosyalizm "iyi" ise ve seçmede özgür isek, neden Paris Komün'ünden beri insanlar sosyalizme akmadılar, "kötü" oldukları için mi?
Yakın tarihe baksak, feodalizm İçinden kapitalizm’ gelişirken, insanlar kapitalizme yönelişi seçmeyebilirler miydi? Sorunu kişilere indirgersek bu pek ala mümkün ve bu nedenle insanlar binlerce trajedi yaşadılar. Ancak sonunda kapitalizmi seçmemezlik edemediler. Fransız aydınlanmacılan- nın eşitlik, özgürlük, adalet üzerine düşünce üretmeleri sırf ve yalnız kendi istedikleri için miydi? Onların dışında bir determinizm yok muydu?
Sosyalizm içinde, kişilerin seçimi iradi görünür, ancak sorun sınıfın, yani proletaryanın ve diğer halk kesimlerinin sosyalizme yönelmesi, sosyalizmi "istemesi" seviyesinde ele alındığında konu iradi olmaktan çok koşulların determinizmine yükselir. Dünyada hiçbir devrim sırf ve yalnız komünistler, devrimciler istediği için olmadı. Yoksa iş bu anlamda isteğe kalsa, devrimler neden yıllarca gecikip, binbir İş- kenceli yol izlesin. Devrimcilerin pro- pagandalannı yığmlann daha hızlı kavrandığı ve daha cesaretle eylemliliğe çekildiği momentler vardır, böyle momentler sırf ve yalnızca sosyalistlerin isteği ile gelmezler. Ancak Sosyalistler böyle momentlerin geliş sürecini etkileyebilir, hızlandırabilirler. Fakat böyle olunca "bizim dışımızda bir determinizmden söz" etmek zorunda ka- lmz.
Netice olarak, Belge'nin Mark
sizm'de sosyalizmin teorik konuluşuna itarazı vardır. Yazar, bilimsel bir çözümleme olarak sosyalizmin tarihsel zorunluluğuna inanmaz. Bilinemezciliğe eğilim duyar. Teorik çözümleme yerine olayı "iyi" dileklere indirger.
İkinci soruna gelelim, Marksizm'in mükemmel çözümlemeleri, istediği denli yetkin olsun, 19. yy.'m ikinci yansında henüz insanlığın önünde bir tez idiler. Fakat bu tez 1 9 1 7 Ekim dev- rimiyle pratikte kanıtlandı. Tez olmaktan çıktı, pratik olgu, gerçeklik oldu. Böylece insanlığın sosyalizme kaçınılmaz gidişi teorik bir öngörü olmaktan çıkıp, pratik bir süreç haline geldi.
Ancak Belge, böyle düşünmüyor, ve soruyor: "zorunlu idiyse niye hala...?" (Belge, s. 167) ortalarda yok! Bu noktaya gelmeden yine yazann konuyla ilgili diğer sorusuna değinelim: "Sosyalizm mücadelesinin ne kadar zorlu olduğu, ne kadar fazla fedakarlık gerektirdiği hep söylenmiştir. Zorunlu bir sonuç için bu militan ahlaka ne gerek olduğu, mantık düzeyinde beliren bir soru" (Belge, s. 167) Yazar, toplumsal olaylann hatta doğa olaylannm akış biçimini ya kavramıyor, yada bilinçli olarak sorunu çarpıtıyor. Doğa da hiçbirşey boşlukta akmaz. Uzay dediğimiz ortam bile madde parçacıkları içerir, dolayısıyla hareket bir karşı direnç yaratır, o direnci yendiği ölçüde akar. Toplum olay lan da bir ortamda akar, yeni eskinin içinde, filizlenip ilerlerken kaçınılmaz bir dirençle karşılaşır. Bu süreçte eski yenilmeye mahkumdur. Ama bu yılbaşlarında televizyonda olduğu gibi sembolik olarak "eski yılın" tıpış tıpış çekip gitmesine benzemez.
İnsanlığın çağrılı olduğu yola, onu akıtacak öncüler gereklidir. Ve bu öncüler, korkunç dirençleri göğüslemek zorundadır. Bunlar apaçık gerçekler. Belge, sosyal olaylan yorumlarken bayağı demogojilere sapıyor. Maddenin hareketini, her hareketin dirençle birlikte varolduğu gerçekliğini unutuyor. Sosyalizmin kaçınılmazlığı çözümlemesini, bayağı bir ataletle eş tutmak istiyor.
Gelelim "hala" ortada olmayan Sosyalizme... Eğer durum böyle ise, üstelik proletaryanın bazı ülkelerde iktidar olmasına rağmen, sosyalizme va- nlamadıysa Marksiloglar dahil pek çok sol eğilim 1917'de proletaryanın ikti- dan aldığında hem fikirdir - O zaman Marksizmin en temel tezleri sorgulanmalıdır. M. Belge aslında bu yoldadır. Ancak açık ve doğruca tavır koymak
29
ı V l u r a t Belge 12 Eylül'ün ruhudur. Eylül'ürı süngü zoruyla yarattığı yıkıntılar üzerinde len, pişmanlık vaaz eden ruhudur. 12 M art1 ın da ruhu olmayı denemişti. Yapmayı umduğu B irik im 1 lerle Devrim ci Yokların b ilin c i olmayı denedi. Ancak 12 M art öyle çabuk akıp geçti k i üstünde yen i b ir moral anlayış yaratabileceği temel bırakamadı. O laylar sanki bıraktırıldıktan yerden alel-acele yeniden akmaya başladılar.
yerine kıvrıla, eğrile Marksizmi deforme etmeyi deniyor.
Sosyalizm vaaz eden papazlar değilsek, 1917'den beri sosyalizmin deneylerini, gönlümüze göre değil, olduğu gibi görmek ve bunlardan ders çıkarmak zorundayız. Sosyalizmin bugünkü sancıları onun "yıkılış" değil, kalitece yükseliş sancılarıdır. Gökten yeni, başka bir sosyalizm inecek değildir. Ancak Belge, sosyalizmi "şimdilik" gerçeklik olmaktan çıkarmayı yeğliyor.
"Sosyalizm düşüncesine önce şimdilik soyutta kalan genel toplum projesinden bakmamız gerekiyor. Özellikle de tarihin bu evresinde. Bu şimdiye kadar girişilmiş somut deneyleri küçümsemek, yok saymak vb. anlamına gelmiyor, ama neyin niçin yapılacağını iyi anlamalıyız, iyi anlatabilmeliyiz. Öncelikle de, sosyalizm anlayışımızı fiili gerçekliğin empoze ettiği daralmadan kurtarmalıyız" (Belge,... 179).
Belge, eski deneylerle ilgili ne derse desin, şu anda sosyalizm "soyutta kalan" bir projedir. Daha da önemlisi, "fiili gerçeklik" sosyalizm anlayışımızı daraltmaktadır. Çok açık ki, Belge "fiili" sosyalizm gerçekliğinden hoşlanmıyor. Sosyalizm "soyut" kaldıkça daha çekicidir... Fakat, dilekler bir kenara, bu yaklaşımın Marksist yöntemle bir ilgisi yoktur. O, en başta somut gerçeklikten hareket eder, gerçeklik acı da olsa kabule hazırdır. Ancak böyle yeni adımlar atılabilir.
Netice olarak, Belge, pratikte Marksizm'in henüz kanıtlanmadığını söylemiş oluyor. Oysa böyle bir yargı, "70 yıllık sosyalizm deneyinin "Marksizm'i yalanladığının dolaylı itirafından başka bir anlama gelemez. Aslında Belge, "alt yapı-üst yapı", "diyalek
tik" gibi Marksizm'in temel kavranılan hakkında yaptığı "yeni" yorumlarla, utangaç bir şekilde Marksizmi yalanlama çabasındadır. Çok utandığı için olmalı, "ortalama sosyalist militan'ın arkasına saklanıyor.
Sonunda, Belge sosyalizmi "ahlaki" bir konuma indirger: "Şu halde biz insan bireyleri, sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız. Sosyalizm iyi bir şey olduğu için, gerçkek- leşebilir bir şey olduğu için... sosyalist
, oluruz. Öyleyse bu özünde ahlaki bir karar ve bir seçmedir." (Belge, s.167)
Bu tam, katıksız idealizmdir. Önceki söylediklerimizi tekrarlamayalım. Ancak "iyi" kavramının göreliliği çok açık. Kapitalizmin çelişkilerinin sosyalizmi zorlaması gerçekliğinden kopuk bir yaklaşım, sosyalizmin bütün maddi temellerini ortadan kaldırır, onu bir din konumuna indirger. Insanlan, içinde akıp gittikleri maddi ortamdan haberdar etmek, bu gidişi bilinçlerine çıkartmak çabalarının yerini "iyi"ler üzerine vaaz vermek alırsa, bu da belki sosyalizm olabilir, ancak "ütopik" bir sosyalizmdir. Ütopik sosyalizm, döneminde ilerici bir rol oynadı. Çünkü kapitalizmin çelişkilerinin içinden, onun özelliklerini kavramadan da olsa, yeni bir düzenin filizlenişinin ham, kaba hayallerini kuruyordu. Marks'la birlikte sosyalizm bilimsel bir temele oturunca, ve bu aşamadan sonra sosyalizm ütopyalan artık gerici konumuna düştüler. Çünkü, sınıf gerçekliğini örtmek gibi bir sonuca yol açıyorlardı.
Belge, bilime kılıç çekmeden, sosyalizmi ahlak seviyesine indirgeye- mezdi.
"Bütün bu uçsuz bucaksız karmaşa içinde, 'bilim böyle diyor' yollu genelle
meler yapmak mümkün değildir. Özellikle de, bilim kavramına saygı duyuyorsak mümkün değildir. Bilim, öyle ne dediği üç beş cümlede özetlenebilecek Ahmet, Mehmet gibi bir özne değil, karmaşık, uçsuz, aynca da her an kendini düzelten ve yeniden tanımlayan bir süreçtir '. (Belge, s. 170)
Bilimsel sosyalizm açısından konu- şu'rsak, onun yargıları "üç beş cümlede" belki özetlenebilir, ancak bütün o sonuçlara varış için insanlık tarihinin ve kapitalizmin kılı kırk yaran irdelemesi gerekmiştir. Lenin, tekelci kapitalizm içinde yaşayıp, onu inceledikten sonra emperyalizmle ilgili sonuçlara varabilmiştir. •
Belge, bilime bilinemezci bir yaklaşım içindedir. Onun kompleksliği, devasalığı ve sürekli kendini yenilediği açık. Ancak, aynı bilim elindeki verilerden hareketle somut yönelişlere ve uygulamalara giriyor. Bilimi, kabalaştırmaktan kaçınırken onu bilinmez bir karmaşaya dönüştürmek niye? Bilimin "her an kendini" düzeltebilmesi' için ortaya çözümler koyması gerekir. Sosyalizm açısından düşünelim. Marks-Engels sosyalizme gidişin ve sosyalizmin yalnızca genel yönlerini belirleyebildiler. Zaten daha öteye belirlemeler bilimsellikten kopulmak istenmiyorsa mümkün değildi. Günümüzde ise, sosyalizmi kuruşun çok zengin bir o kadar da zor pek çok detayı elimizde deney olarak mevcut. Dolayısıyla bizler sosyalizmin kuruluşunda Marks-Engels'den daha detaylı tasarlamalar yapabiliriz. Ancak Belge, bırakalım sosyalizmin daha somut tasarlanmasını, yaşanan deneyleri bir kenara iterek, sosyalizmi hala "soyut" bir toplum projesi olarak görmeyi yeğliyor.
Yaşanan deneylerden kopuk, bilimsel öngörüyle temellendirilmemiş bir sosyalizm sonunda Belgenin yaptığı gibi "ahlaki" bir temele dayandırılmak zorundaydı.
Yazar, Marksizm'in toplumlann gelişimini açıklayan üretici güçler teorisini bulanıklaştırdıktan, diyalektiği "teolojik" ilan edip diyalektik yasala- nndan kurtulduktan sonra, sosyalizmin "zorunluluk" olmadığını ilan etmesi çok doğal, mantıki bir sonuçtur, Fakat buradan bir sonuç daha çıkar: Belge insanlara gelişmeyi ya da geriyi, ge riciliği seçmekte özgür olduklannı va- azediyor. İçinde yaşadığımız düzen her türlü zoru kullanarak bu ünlü "seçme" özgürlüğünün "hakkını" kullanmakla eş anlamlıdır.
30
DEVRİM VE DEVRİMCİ SINIF
Belge Marksizm de temel olarak ne varsa açık ve doğrudan olmasa da hepsini sorguya çekmeye devam eder. Devrim ve proletaryanın devrimdeki konumu da bunlar arasındadır.
) "Marksist teoriye göre kapitalizm* kendi içinde ölümcül bir çelişki taşıyan
bir üretim tarzıdır. O halde kapitalizmin gelişkinliği, mantıken, içerdiği çe-
) lişkinin aşılacağı anlamına gelmez;tersine, kapitalizm geliştikçe çelişkilerinin de derinleşmesi gerekir.
"Ne var ki, dünyada yaşanan somut tarih bize bunu göstermemiştir. Maddi bakımdan en fazla gelişmiş kapitalist ülkeler en rahat ve istikrarlı ülkelerdir ve sosyalizmden bir hayli uzak görünmektedirler - başta Amerika olmak üzere". (Belge, s. 48)
Belge, bilinen en basit gerçekliklere gözlerini kapatarak böylesine rahat, Marksın devrim kavrayışını bir çırpıda yalanlıyor. "Neden en gelişmiş ülkelerde devrim olmuyor" ya da "çelişkiler derinleşmiyor" sorusundan hareketle, Marksizmin bu konudaki tes- biti "somut tarih" kanıt gösterilerek inkar edilebiliyor. Belgenin "somut ta- rih"den kastı, 1950'ler sonrasıdır. Bu kırk yıl Marksizmi gerçekten yalanlamış mıydınız? Belgeye göre evet.
Oysa kapitalist anayurtlarda derinleşen çelişkilerin nasıl devrim durumlarına vardığı, savaşlarla çelişkilerin "çözümlendiği'yıllar, çok uzak değildir. Kapitalizmi dünya sistemi olarak ele aldığımızda, anayurtlar kendi yükselen çelişkilerini önce klasik sömürgecilik, sonra da yeni sömürgecilikle dünyanın "geri" alanlarına aktara- bilmişlerdir. Bugün rahat ve istikrarlı görünen emperyalist merkezlerle, "patlamaya hazır" geri ülkeler gerçekliği nasıl açıklanabilir? Zeka geriliği, tembellik gibi nedenlerle geri ülkelerdeki durumu açıklamayacaksak, bunun esas açıklaması emperyalizm gerçekliğinde yatar. Sömürgeleştirilen ülkelerde insanlığın olağanüstü acıları pahasına, Avrupa ve Amerika "rahat" ve "istikrarlıdır".
Belge, çelişkilerinin derinleşmesi karşısında Batı ülkelerinin emperyalist mekanizmalarla bu çelişkiyi nasıl yumuşattıklarını irdeleyip, tartışabilir; fakat bu en gelişmiş ülkelerin, dünyanın geri kalan kesiminin sömürülmesi pahasına "rahat" olabildikleri gerçekliğini yadsıyamaz. "Somut tarih"de bunun binlerce kanıtı vardır.
Kapitalist anayurtlar rahat kalabilsin diye, Latin Amerika, Afrika, Asya'da onlarca ülke askeri faşist diktatörlüklerle yönetiliyor. Özal'ımızı Batı, iyi borç ödediği için tutuyor. Eğer gelecekte, kapitalist üretim tarzıyla, geri ülkeler bugünün gelişmiş ülkeleri gibi olabilecekse, bu "patlamaya hazır" bombanın fitili kopanlmış olur. Ancak çelişkilerin boyutlan daha da büyürse, o zaman kapitalist merkezler kendi sancılı geleceklerini geri ülkelerin acılı alın yazılarında okuyabilirler.
Emperyalist batının istikranna kapılıp, onlann geri ülkeler günahını bir an olsun unutmak, kapitalist anayurtlara bayağı bir hayranlık olur. Kapitalizm ancak dünya ölçüsünde onun egemen olduğu bütün bölgelerdeki durum dikkate alınarak doğru bir şekilde değerlendirilebilir. Yaşadığımız yıllar yeni sömürgeciliğin iflas sinyalleri verdiği yıllar. Bu iflasın bedelini önemli ölçüde gelişmiş ülkelerde ödeyecektir. O zaman onların rahat ve istikrannın neye bağlı olduğu, bir kere daha görmek istemeyen gözlere batacaktır.
Yazar, kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin "durgunluğu'na değinirken konu proletaryanın durumuna gelir. "Dünyayı kurtarması beklenen" proletarya ne alemdedir?
"Güzel ama, bir yanda tam olarak proleterleşmedikleri için devrimci olmayan işçi sınıflan, öbür yandan em- peryalist-kapitalist sistemde doydukları için devrimci olmayan işçi sınıfları açıklamalannm tuhaflığı ve çelişikliğini kendimize itiraf etmemiz gereken bir noktaya geldiğimizi sanıyorum" (Belge, s. 190).
Somut ülkelerden öteye, en genel anlamda konuşulursa böyle bir belirle- menin tuhaflığı ve çelişikliği nerededir?
Belge, gelişmiş sanayi ülkelerinin yanında, az çok sanayileşmiş daha geri ülkelerde de işçi sınıfının durgun olduğu, proletarya öncülüğünde bir devrimin başarılamadığını ima ederek, "Marksist teorinin proletaryaya devrimci rolünü verdiği zamandan bugüne geçen upuzun süre içinde dünyada çok şey değişti". (Belge, s. 191) diyor.
Değişen şeylere gelmeden Belgenin yukanda "tuhaf ve çelişkili" gördüğü gerçekliklere değinelim. "Dünyayı kurtarması beklenen proletaryanın emperyalist sömürüden komisyon alan bir özne olarak görülmesi" "biraz moral bozucu olsa gerektir" (Belge, s.48) Lenin’in I. Emperyalist Savaş yıl-
lannda yaptığı tesbiti ima eden Belge bunun biraz "'moral bozucu" olduğunu söylüyor, fakat daha öteye yeni bir yorum çabasına girmiyor.
Lenin'in bu tesbitinin ilk filizleri daha 1850'ler İngiltere'sinde Engels tarafından görülür. Eğer karşımızda bir olgu vars, "moral bozucu" da olsa bu onun gerçeklik olmasına gölge düşürmez. Belge, sorunu duygusal kelimelerle bulanıklaştmyor. Batı proletaryasının "emperyalist sömürüden komisyon" alması, hoş olmasa da eğer ger-, çeklikse, buna karşı ne yapılması gerektiği sorunu sosyalistlerin gündemine gelir. Yoksa duygucul mide bulantıları gerçekliği örtemez. Ve bugün Ba- tı'da işçi sınıfı, geri ülke halklannın açlığı ve hayvanca ezilmesi pahasına, kendisinin "rahat" yaşayabildiğinin bilincine varmadıkça devrimcileşemez. Ona bu bilinci ne çare kendi "komünist" partileri bile henüz aktarma cesaretinde değiller. Ancak üçüncü dünyada hergün patlak veren olaylar, ayrıca geri ülkelerden, gelişmiş ülkelere hızlanan işgücü göçü, bu gerçeklikleri batı proletaryasına gösterecek, en azından bu yolda bir birikim yaratacaktır.
Kapitalist anayurtlarda, finans-ka- pitalin işçi sınıfını nötralize etmek için nasıl binbir çeşit imkanı harekete geçirdiği açık bir gerçekliktir. Bu da sınıflar savaşının bir yönüdür. Yoksa olayı "doyan sınıfın" devrimcilikten vazgeçmesi olarak kabalaştırmak sorunu aydınlatmıyor. "Doymak" en basit, hatta hayvansal bir içgüdüdür. Ancak Batı finans-kapitali insan beyinlerini de kendi ideolojik değerleriyle tıkabasa doyurmaktan geri durmuyor. Ve bütün bunlar kaçınılmaz gidişi ancak du- ralatabilir, yavaşlatabilir. Belge son kırk yılın deneyinden yalnızca Kapitalizm açısından "istikrarlı" olan yanlan çıkartmakla, en hafif deyimiyle egemen propagandalardan hangi yönde etkilendiğini açığa vurmuş oluyor.
Batı, sömürge talanından aktar- dıklanyla, daha önceleri sınıfı harekete geçiren taleplerin önemli bir kısmını karşıladı, böylece mücadele ve talepler başka, daha yüksek bir seviyeye sıçramak durumundadır, bunun sancılan yaşanmaktadır.
Öte yandan, az çok sanayileşmiş geri ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerine gelince bugün açıkça üçüncü dünyada mücadelenin ulusal kurtuluşçu momentten, sosyal kurtuluşa kabuk değiştirdiği inkar götürmez bir gelişmedir. Bu muazzam değişim kendi içinde pek çok sorunu taşıyacaktır.
31
Belge, dünyanın bu iki ayn ucundaki sancılı değişimlerin içeriğine değinmeden yalnızca, işçi sınıflannın bir yanda doydukları için, öte yanda kırdan henüz kopamadıkları için aktif olmadıkları açıklamalannı tuhaf ve çelişkili buluyor. Bu tesbitler çok genel ve hatta kaba olmasına rağmen aynı zamanda bir gerçekliği içeriyorlar. Çelişki bu açıklamaların temel mantığında değil, kapitalist dünyanın iki kutbu arasındaki zıtlıktan kaynaklanıyor. Bir yanda ”3 5 saatlik iş haftası" "çevre kirliliği" gündemdedir; diğer kutupta en basit "insan hakları" erişilmez ütopyadır. Bu zıtlık, daha uzun süre birlikte varolamaz. M. Belgenin gözlerini kamaştıran batının rahat ve istikran bu zıtlığı yaratarak oluştuğu için, aynı zamanda bu köklü çelişkinin tehdidi altındadır.
Yazar, proletaryanın özellikle Ba- tı'daki konumunda çok şeyin değiştiğini söyledikten sonra, baklayı ağzından çıkartır:
"Manân proletaryayı toplumu yönetecek sınıf gibi gördüğü dönemde, Lenin'in devlet aygıtının proletaryaya teslim edilebileceğini düşündüğü dönemde, üretimin başta teknolojisi olmak üzere toplum koşulları böyle bir düşünceyi pekala gerçekçi kılıyordu".
"Bugün böyle bir şey söz konusu değildir... Kafa ile kol emeğinin arasındaki mesafe iyiden iyiye büyüdüğü gibi, üretimde birincinin payı da kıyaslanamayacak derecede artmıştır.... Kapitalist üretim teknolojisinin ortaya çıkardığı, geleneksel küçükburjaviziye hiç benzemeyen modern teknik eleman tabakalarını da hesaba katmamız, sosyalist mücadelede onlann yerini iyi düşünmemiz gerekiyor". (Belge,^. 191)
Belge'nin dediğinden çıkan sonuç sosyalizmin özüyle çelişiktir. Tekniğin daha geri olduğu yıllarda işçi sınıfının "toplumu yönetmesi" "gerçekçi" iken, bilim ve tekniğin çok daha geliştiği bir dönemde "artık böyle bir şey söz konusu değildir". Yoksa sosyalizm henüz yeterince gelişmemiş bir kapitalist düzenden spnraki biraz da tesadüfi bir aşama mıdır? Kapitalizm içinde tekniğin gelişimi işçi sınıfının iktidar olup yönetme misyonunu azaltıyor, hatta neredeyse imkansız hale getiriyorsa, neden zıttı yönde de işleyip bir avuç kapitalistin iktidar gücünü değişikliğe uğratmıyor. Bütün bunlar, batıda moda olan "yeni sınıf: aydınlar" gprüşüne yine ihtiyatlı ve utangaç bir el sallama mı?
32
Proletaryanın iktidarı, tek tek İşçilerin toplumun bütün yönetim kademelerine gelmesi anlamına gelmiyor, tıpkı burjuvazi iktidar olduğunda her yönetim kademesini bizzat kapitalistlerin işgal etmediği gibi. Aydınlar hiçbir zaman bağımsız bir sınıf olamaya- caklan için - çünkü doğrudan üretim sürecinin dışındadırlar- proletaryanın da aydınlan olacaktır. Bütün bir iktidar mücadelesi yıllan aynı zamanda böyle şekillenmeleri yaratacaktır. İşçi sınıfı, artık gelişimin önüne engel olmaya başladığında, üretim araçlannm mülkiyetini kapitalistlerden almak misyonuyla yüklüdür. Teknik istediği denli gelişsin- kimilerinin hayal ettiği gibi proletaryasız, "sanayi ötesi toplumu" kurulamazsa- böyle bir gelişim sınıfın bu misyonunu ortadan kaldıramaz.
Öte yandan, teknik gelişim işçi sınıfını genel olarak aydmlaştırmakta- dır. Hem üretimin her geçen gün yeni bilgiler gerektirmesinden dolayı, hem .de bilgi üretim mekanizmalannda çalışanların önemli bir bölümünün işçi sınıfının koşullanna itilmesinden dolayı, bu böyledir. Belge} kafa ve kol emeği arasındaki mesafenin iyice büyüdüğü kanısındadır. Oysa, daktilo kullanma ölçüsünde basitleşen bilgisayar kullanımıyla bilgi edinme ve belli ölçülerde bu bilgiyi kullanma, sürekli yaygınlaşan bir süreçtir.
Netice olarak, Belge, teknik gelişimle işçi sınıfının "yeni bir düzen yaratma formasyonunu" ters orantılı ele alarak, teknik ve bilgi geliştikçe sınıfın bu imkanı yitirdiğini ileri sürerek, sosyalizme, kapitalist düzen içindeki sınıflar savaşından geçileceğini nutmuş oluyor. Ancak Belge için zaten sosyalizme sınıflar savaşının bir sonucu olarak değil, "ahlaki" bir seçimle ulaşılacağı için, işçi sınıfının teknik karşısındaki durumu çok da önemli değildir.
Sonuç olarak, yazar, devrim sorununa ve işçi sınıfının misyonuna değinirken, sınıflar mücadelesi tarihin çok yakın geçmişinden bile kopuşarak, yalnızca son kırk yılın, o da en kaba görüntülerinden hareketle çok yanıltıcı tesbitlere vânyor. Batı'daki "istikrarla devrim teorisi yalanlanırken, bilgi ve teknikle de işçi sınıfı tarih sahnesinden geri çekiliyor.
HEDEFİN RADİKALLİĞİ Mİ, MÜCADELE ARAÇLARININ RADİKALLİĞİM İ?
Eleştirimizi, Belge'nin Türkiye'deki mücadeleye bakışını özetleyerek bi
tirelim. Yazar, kitabına Gramsci'nin tezlerini temel alarak başlamış. İtalya için Bolşeviklerin yolu değil de, banşçıl bir "ikna sürecfnin geçerli olduğunu ileri süren Gramsci'nin tezinden hareketle Belge, 1920'ler İtalya'sı ile 1990'lar Türkiye'sini birbirinden "fazla uzak" bulmadığı için aynı yolu öneriyor. Gerekçelerini sıralarsak öne çıkanlar şunlardır:
Birincisi, "özetle, devrimcilik nitelemesi, toplumda gerçekleştirilmesi öngörülen dönüşümün radikalliği olarak değil de, bu dönüşümü gerçekleştirmek için verilen mücadelenin (amacın değil, aracın) radikalliği alanında aranmıştır". (Belge, s. 45) Yazar, devrimci harekette çok sık tekrarlanan bir hatayı vurguluyor. Önemli olan hedefin radikalliğidir. Doğru. Ancak ikisi birbirinden çok da bağımsız değillerdir. Gramsci'nin mirasçısı İtalya Komünist Partisi, komünizm hedefini, "tarihsel uzlaşma" yoluyla tarihte gömdü. O nedenle hedefin radikalliği, o hedefe varmak için kendiliğinden bir teminat değildir. Belge, hedefi öne çıkartıp, mücadele araçlarını arka plana iterek, bizim için de geçerli olduğunu iddia ettiği "banşçıl ikna süreci"nin tuhaflığını biraz olsun örtmek mi istiyor?
İkinci gerekçe: "Parlementer kumulların, seçim geleneğinin vb. yerleştiği ülkelerde illegal ve silahlı mücadele biçimini temel mücadele biçimi olarak seçen bir sosyalist hareket ba- şanlı olamaz". (Belge, s. 46)
"Türkiye'de parlamenter gelenek zaman zaman (ya da sık sık diyelim) başına gelenlere rağmen oldukça istikrarlı bir- kurum olmuştur." (Belge, s. 56)
12 Eylül insana neler söylettiriyor. Banşçıl Ailende örneği birşey öğret- mediyse, bir tek fazla cümle yazmaya gerek yok, Belge bildiği yolda yürüyecektir.
Üçüncü gerekçe; "Emperyalist dediğimiz dünyadan Türkiye’ye giren, Türkiye'den bu ülkelere 'çıkana kıyasla daha fazladır ve bunun nedeni bu ülkenin coğrafi konumuyla ilgilidir (yani, 'ekonomik' emperyalizmden çok, ka- pitalist-emperyalist sistemin 'politik' koşulları belirleyicidir.) (Belge, s. 43)
Başımızda bir "emperyalizm" sorunu da yoktur, aldığından çok, bize vermektedir. O zaman "silahlı mücadelenin" bütün koşullan ortadan kalkmış oluyor.
Belge, özellikle bu noktada gerçekten cesurdur. Bazen burjuva politi-
kacılarmı bile isyan ettiren emperyalizm gerçekliğini bir çırpıda bize fazladan veren bir "politik" dosta dönüştü- rüverir. Bizde, mücadele araçlannın radikal olma zorunluluğunu inkar etmek için gerçekliklerin böylesine bayağıca çarpıtılmasına gerek yoktu.
Sonuç olarak, "barışçıl ikna süre- ci'nin güzel bir tanımlamasıyla Bel- ge'nin sosyalist mücadele anlayışını tamamlayalım.
"Kapitalist sistemin mantığı içinde, ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerde kapitalizmin ilişkileri yeni- den-üretilir. Demek ki, sorun, bu yeniden üretim mekanizmasına sosyalist hayat tarzının öğelerini sokarak, mekanizmada içsel bir değişimi başlatmaktır.' İşte bir zamanı, başı ve sonu olamayacak şey budur. Devrim dediğimiz de, toplumsal kertelerin öncelikle bir tanesinde, siyaset düzeyinde iktidarı; bu kadar somut bir kurumu ele geçirme anı değil-toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin sosyalizme doğru dümen kırdığı anı anlatan bir kavramdır." (belge, s.224)
Belge, "ikna sürecini" son derece açık tariflemiştir: Kapitalist yeniden- üretim mekanizmasına sosyalist hayat tarzının öğelerini sokarak içsel değişimi gerçekleştirmek, bu başı ve sonu
olmayan süreçle kapitalizmden sosyalizme geçmek. Mükemmel...
Belge, bizlere bir de nasıl ve hangi somut yollarla kapitalist mekanizma da "içsel bir değişimi" başlatabileceğimizi anlatsa tablo tamamlanacaktır. Belgenin elinde ne somut yollar, ne de bu yolla değişime uğrayan bir kapitalist düzen deneyi yoktur. Ancak Bern- stein'dan beri aynı yolu sayıklayan binlerce Marksizm döneği vardır. Bunlara bir de Belgenin eklenmesiyle sosyalizme böyle bir yoldan vanş imkanı zerrece artmış olmaz.
SONUÇ
M. Belge 12 Eylülün ruhudur. 12 Eylülün süngü zoruyla yarattığı yıkıntılar üzerinde yükselen, pişmanlık vaaz eden ruhudur. 12 Mart'ın da ruhu o lmayı denemişti. Yapmayı umduğu Birikimlerle Devrimci Yollann bilinci olmayı denedi. Ancak 12 Mart öyle çabuk akıp geçti ki üstünde yeni bir moral anlayış yaratabileceği temel bırakamadı. Olaylar sanki bıraktınldıkları yerden alel-acele yeniden akmaya başladılar. 12 Mart olmamışa döndü. O nedenle şekillenebileceği bir beden bulamadığı ölçüde 12 Mart'ın ruhu olamadı. Birikimler bazı etkiler yarat
sa da akan pratiğin gövdesine sızamadılar.
Ancak 12 Eylül, üstünde kendi pişmanlık ve ikna ruhunun uçuşabileceği bir temel yarattı. Ve şimdiye kadar ki olaylar henüz o yaratılan temeli uçuramadı. Böyle bir temel var olduğu müddetçe Belge, yeni Birikimler yaratmayı deneyebilir, "ortalama sosyalist militanın" radikal özünü boşaltmak için "ikna" çabalannı sürdürebilir.
12 Mart'tan gelen bir M. Belge olmasaydı, koşullar yenisini yaratırdı. 12 Eylül'ün zoru devrimcilerin önemli bir bölümünü, her türlü radikalliğe tövbe ettirdi. Bu kınlan cesaretlerin, yıkılan hayallerin de bir siyasi zemini, kendini dışa vuruş kanallan olacaktı. Belge, daha 12 Eylülün ilkyıllannda Yeni Gündem'le bunu denedi, ardından gelen yıllarda devrimci hareket ayağa kalkmayı deneyince pişmanlık vaazlarını pek dinlenmez oldu, ancak hem hareket sürekli bir yükselişe gireme- yip, üstüne birde sosyalist ülkelerdeki olaylar patlak verince, pişmanlık yılla- nnm olgunlaşan meyvalannı toplama momenti gelip çatmış olsa gerek. M. Belge ve Birikim bir kere daha bunu deneyecekler ■
33
Devrim hedefinin devrimci provakasyonu:• •
Oz e r k-d e m o k rat i k üniversite programlarıMustafa Sinan MERT
1-1989'un ilk yarıyılında Öğrenci Hareketinin gündemine yerleşen konulardan biri de program sorunuydu. Şu ana değin, ön-çalışma ya da program olarak Öğrenci Hareketine önerilen dört ana hedef görüyoruz; Özerk- Demokratik Ünivesite, Halk Üniversitesi Özerk-Demokratik Üniversite- Demokratik Halk Üniversitesi, ortak programları, Özgür Emekçiler Üniversitesi Biz bu yazımızda Özerk Demokratik Üniversite (Ö.D.Ü) hedefine yer veren programları önümüze koyacağız.
2. Ö.D.Ü. hedefine yer veren programları biraz olsun incelemiş her arkadaş bu programlar arasında bazı aynmların olduğunu farketmiştir. Ay- nmlardan belki de en önemlisi "özerklik hedefinin sınırları" konusundadır. Devrim öncesi sürece ilişkin "uyuşum" sağlanmıştır; tüm programlar, kabaca emperyalizmden, faşizmden ve büyük sermayeden özerklik hedefinin güdüleceğine hemfikirdirler ama, devrim sürecinde öğrenci Hareketinin hedefi ne olmalıdır sorusuna verilen farklı yanıtlarla bu uyuşum bozulmaktadır. Aslında bu soruyla karşılaşmak kaçınılmazdı. Çünkü emperyalizmden, faşizmden ve büyük sermayeden özerklik hedefiyle devrim, yani bu güçleri tasfiye etmek hedefinin nasıl bağlanacağı, gerçekten bu bağın kurulup kurulamayacağı, öğrenci gündeminde varolan diğer sorunlar nedeniyle bir türlü tartışılamamıştı. Bugün Öğrenci Gençlik, program sorununa daha yoğun bir ilgiyle bakmakta böylesi bir tartışmanın olanağı ortaya çıkmaktadır.
3. Şimdi ayn ayrı Özerk Demokratik Üniversite hedefini taşıyan programlara bakalım. İlk olarak Dev-Genç,
Yeni Demokrasi, ve Genç Kominar- lar'ın savunduğu ve bizim aşamalı programlar dediğimiz Ö.D.Ü. ve Demokratik Halk Üniversiteleri ortak programlannı önümüze koyacağız. Genç Kominarlarla onların izni olmadan yasal dergi platformunda tartışmayı doğru bulmuyoruz. Yeni Demokrasi ise Halk Üniversiteleri konusunda somut birşeyler getirmediği için aşamalı programların niteliğini belirlemede en "uygun" program Dev- Genç'in önerdiği oluyor
4. Dev-Genç ilk olarak Yeni Çözüm Yayınlarından "Özerk Demokratik Üniversite Programı"nı çıkarmıştı. Bu yıl içinde, eski programın "sürecin ihtiyaçlarına cevap verici tarzda eksikliklerinin tamamlanmış biçimi olarak "Demokratik Üniversite Programı'nı çıkardı. Yeni programda eskiye göre az buçuk değiştirilmiş bir literatür kullanılıyor. Örneğin ÖDÜ kesinlikle bir program olarak değil, "mücadele ve talep" olarak niteleniyor kuşkusuz bu literatür değişiminde Dev-Genç tarafJ tadarına yöneltilen eleştirilerin büyük payı var, ama literatür değişikliği öz değişikliğinin yansısı olmadığı sürece demogojikbir söylemin öğelerini oluşturmaktan öteye hiçbir anlam taşımaz Gerçekte bizim için önemli olan, Dev- Genç'e eleştirimizin temelini oluşturan, adının program ya da mücadele ve talep olmasına bağlı olmadan, ÖDÜ hedefinin devrim hedefinin (Halk Üniversiteleri) önüne çıkarılmasıdır. Demokratik Üniversite programında Dev-Genç "...Özerk Demokratik Üniversite mücadelesi ve talebi basitten karmaşığa doğru gelişen, en acil sorunlardan yola çıkarak, DHÜ'nün kurulması yolunda bir 'adım olarak
alınması gereken, egemen sınıfların eğitim ve eğitim kurumlan üzerindeki egemenliğini sınırlamaya yönelik bir mücadeledir." (s/61) tanımlamasıyla ve "ÖDÜ mücadelesinde somut taleplerimiz" bölümüyle aşamacı mantığını ortaya koymaktadır. Programlan böy- lesine ikiye bölen nedir?
5. Devrimciler kitlenin güncelliğini değil, tarihselliğini baz alarak program üretirler. Ülkede ki sınıfların mevzile- nişi, devlet biçiminin karakteri, ekonomik yapı, programlardaki hedefleri belirler. Kitlenin güncelliği ise sözko- nusu hedeflerin kitleye benimsetilmesinin yollannı, araçlannı, yöntemlerini kısacası biçimini belirler. Ama birçok program bu kavrayışla inşaa edilmemiştir. Neden? Çünkü bazı yaklaşımlar güncel görevleriyle (reformlar mücadelesi) tarihsel görevlerini (devrimci görevler) birbirine bağlayamamış, çoğu zaman tarihsel görevlerini güncel görevlere tabii kılmışlardır. Programlardaki "acil talepler" "somut talepler" bölümleri bu görevler arasındaki dia- lektik birliği kuramamanın programa- tik ifadesinden başka birşey değildir. Tümüyle tarihselliğe yönelik üretilen programlar bir bıçak darbesiyle bu ta- rihsellikten kopmakta "acil talepler" bölümünde güncelliğe teslim olmaktadır. aynı program altında bir yandan tekelcileri tasfiyeyi diğer yandan tekelcilerden özerkliği, gerçekte mücadele alanında güncel görevlerle tarihsel görevleri bütünleştirememekten başka ne açıklayabilir? Sınıflann pratik değil ama tarihsel eyleminin bilinci olan siyasetler ne yazık ki çoğu zaman bu hataya düşmekte, hedefleri belirlerken izlediği tarihsel rolü (öncülük durumu) "acil taleplerle" yıpratmakta, kitle diliy-
34
1988-89'da üniversiteye polisin girmesi binlerce öğrenci tarajınaarı protesto edildi. Bakalım 1989-90'da neler olacak?
le konuşmaya başlamaktadır. Dev- Genç'te bu yüzyıllık yanılgıya düşmüş kitlenin güncel taleplerini programlaş- tırmıştır.
Güncel görevlerin tarihsel görevlere bağlanması soyut bir formül değildir; sosyalistlerin "hak" mücadelesinde kitle gibi, sadece ekonomik kaygılarından dolayı değil, öncü olarak bu- lunmalan gerektiğini yani, kitlenin eylemine devrimci bir biçim (burjuva yasal sınırlardan koparmak) ve taleplerine devrimci bir öz kazandırma (düzen içi taleplerin ötesine geçirmek) amaçlarını gütmeleri gerektiğini tanımlar Bu, güncellik içinde dahi öncülüğün korunması demektir, zaten başka türlü güncel görevleri tarihsel görevlere bağlamak mümkün değildir.
6. Dev-Genç tam bu sorunla karşı karşıyadır; demokratik hak mücadelesinde devrimci öncülük yapamamakta, kitlenin cesaretli unsurlan olmanın ötesine geçememektedir. Devrimci öncülük yürütmenin, birbirinden kopmaz bir bütün oluşturan kitlenin, eylemde burjuva yasal sınırlan ve taleplerde burjuva düzen-içi çerçeveyi aşmaya yöneltilmesi oluduğunu belirtmiştik. Dev-Genç bu bütünün ikinci kesiminde iflas etmekte, kitleye teslim olmaktadır. İşte onun programında devrim hedefini öteleyen, "en aci*l sorunlardan" sözederken kullandığı dil, devrim hedefinden hiçbir koşulda ödün vermeyen öcünün değil, taleplerine teslim oluduğu kitlenin dilidir. Neden Dev-Genç kitle çerçevesine sıkışıp kalmaktadır. Bu tümüyle Dev- Genç'in sınıf kökenleriyle ve nesnellikle ilgili bir sorun.
7. Ülkemizde, Küçük burjuva sosyalizmi mücadele alanlannda keskin sınırlarla kopuştuğu burjuva sosyalizminden teoride, hedeflerinde hala ko- puşamamaktadır. Pratikte devlet güçleriyle sıcak mücadele içinde olan küçük burjuva sosyalizmi buıjuva partilerine "iyice araştırıldıktan sonra" oy verilmesini önerebiliyor. İşçi sınıfının bağımsız politik hattı söylemi onlarda hiçbir şey uyandırmadı. Reformizm sağdan ve soldan gelip aynı taleplerde buluşabiliyor. TBKP ve Yeni Çözüm Özerk Demokratik Üniversiteyi birlikte savunuyor. TBKP açıkça SHP’nin desteklenmesine omuz verirken, Yeni Çözüm "iyice araştmldıktan sonra" kaydıyla Sosyal Demokratlara oy verin diyor. İkisinde de ortak yan sınıfa güvenmemeleri, taktiklerinde sınıfa dayanmamalan. Birisi salt elitizm içinde bunu yaparken diğeri olanca popü
lizmiyle sınıfın tarihsel eyleminden uzak duruyor. Sınıfın tarihsel eylemine güvenmeyen devrim hedefini açığa vurmakta zorlanır, bunun için kavradığı gibi aşama aşama açığa vurur. Yaşanan bir trajedi mi? Hayır!! Geçmişte TİP, TKP, TSİP pragramlanna "acil talepler" bölümü eklediler, "Devrimciler ne için savaşıyor?" broşürünün 1. basımında Dev-Yol' acil talepler bölümü açmıştı. Bu aşama bitti, saflar ay- nştı, bazıları için acil talep olan bütün talepler bugün program haline dönüştü; işte TİP-TKP birliği.. Diğerleri mücadele içinde acil talepler" bölümünün anlamsızlığını kavradılar, nesnel olarak kitlelerin en acil talebinin devrim olduğunun bilincine vardılar. Yıllar sonra devrim hedefinin önüne yine "acil talepler" çıkanlıyorsa yaşanan bir trajedi değil, artık komedidir.
8. Aşamacılığm bu genel eleştirisinden sonra Dev-Genç özelinde bu durumun görünümüne bakmak istiyo
ruz. Devrimci bir yapı birkez reformizm hastalığına yakalandığı zaman, devrimciliğini kurtarmak için olmadık demogojilere başvurmak zorunda kalıyor. Dev-Genç'te budurumun içerisine fazlasıyla sürüklenmiş. Örneğin demokrasi konusunda;
Dev Genç'in demokrasi sorununa devrim sorunu olarak baktığı bilinir. Ama Özerk Demokratik Üniversite hedefini savunurken "demokratik" üniversite nitelemesiyle demokrasiyi burjuva düzen içinde gerçekleşebilecek birşey gibi göstermek durumuna düşmekten kurtulamaz. Dev-Genç birkez bu reformizme yakalanmıştır, ardından kaçınılmaz olarak demogojiler gelmeye başlar:
"Demokrasi mücadelesi bir yönüyle de (esas yönüyle değil) adım adım çeşitli demokratik kazmımlann, hak ve istemlerin elde edilmesi mücadelesidir. İşte bu yön genelde demokratik mücadele olarak tanımlanır" (s/31)
35
• •
Qöğrenciler ve Halk Batı üniversitelerinin kötü kopyalarına değil, devrim in üniversitelerine yani Halkın Üniversitelerine; Halk Üniversitelerime lâyıktır. "Halk kendi kültürüne sahip ; ün iversiteler halkın olacak"
Dev-Genç bir sonraki paragrafta"Örneğin üniversitelerin bir top
lumsal kurum olarak "özerkliğe" kavuşturulması , demokratikleştirilmesi sorunu vardır ve bunun dışında bîr akademik mücadele düşünülemez." görüşlerini sıralayarak Ö. Demokratik Ü.'nin Demokratik nitelemesinden, demokratikleşmenin anlaşılması gerektiğini vurgulamaya çalışıyor. Aslında bu tam da burjuvazinin kitlelerde yaratmak istediği bir kavrama tarzıdır. Burjuva politikacılan her demokratik hak kazanımmda ülkenin demokrasiye geçtiğinden söz etmeye başlarlar. Bu noktada Dev-Genç'e sormak gerekiyor kaç tane hak kazanıldığında üniversiteye "demokratik" üniversite diyebileceğiz?
Şu anda ki veri düzende de bazı demokratik haklar vardır, bu nasıl düzene "demokratik" tesipiti yapmamıza yol açmazsa belli demokratik haklara sahip üniversite de demokratik bir üniversite olarak tanımlanamaz. Neden? Çünkü "demokratik" niteliği özel bir alanda ya da kurumda değil, tümüyle genel toplumsal yaşamın örgütlenişiyle ilgilidir ve bu anlamda kullanılmalıdır.
9. Dev-Genç'in içine düştüğü re- formizmden devrimciliğini kurtarabilmek için sanldğı demogojilerden biri de ÖDÜ'nün alternatif olup olmadığı konusundadır.
"Özerk Demokratik Üniversite "alternatif üniversite" olarak sunulamaz Neden? Çünkü burjuva düzen smırla- nnı aşan bir talep değildir... Özerk Demokratik Üniversitenin "alternatif" olarak sunulması, "alternatifin" burjuva düzen sınırlan içinde annması, yani "reformizm" demektir."
Demokratik Üniversite programı (s/61)
(Devrimci Gençlik Yayınlan.)tespitini yapan Dev-Genç Yeni
Çözüm Yayınlanndan çıkan "Özerk Demokratik Üniversite Programını"
nasıl açılayacak, program haline getirilen ÖDÜ "alternatif" değilmiydi? Son programında ilk defa telaffuz edilen Halk Üniversiteleri yani devrimin üniversiteleri, yani Finans- Kapitalin, Emperyalizmin tasfiyesi üzerine inşaa edilecek halkın üniversiteleri ÖDÜ'den nitelikçe farklı değil mi? Dev-Genç, Yeni Çözüm Yaymlann- dan çıkan "Özerk Demokratik Üniversite Programı" nın "günün koşullanna göre yorumlanmış, yetkinleştirilmiş biçimi" sözleriyle sunuyor bize Halk Üniversitesi Programını, öyleyse sormak gerekiyor; ne değişti günün koşularında? Sürekli bunalım mı, sürekli faşizm mi, sürekli devrirp durumu mu?
Dev-Genç reformiziminin henüz yan-bilinçliliğindedir, öylesine ki bir yanda "burjuva düzen sınırlan içinde alternatif aramak" reformizmdir tespitini yaparken, diğer yanda "burjuva düzen-içi alternatifimiz ise, bilimsel, özerk, demokratik üniversitedir" tespitini yapabilmektedir. (Dev-Genç birim demeklere ulaştmlan program s/4)
10. Buraya kadar, aşamalı programlan temel alarak sürdürdüğümüz ÖDÜ eleştirisi şimdi Devrimci Gençlik (Dev;Genç değil!)’in savunduğu sürekli ÖDÜ proramıyla devam ettireceğiz; Devrimci Gençlik
"Özerklik istemi, üniversitede demokratik bir eğitim düzeni ve özgür bir üniversiter yaşamın kurulabilmesi için, emperyalizmden, büyük sermayeden ve faşist rejimden özerk olma gereksinimine denk düşmektedir. (...) (Devrimci Gençlik b.n.) devrim sonrasında ise üniversiteyi "devlete bağlı" bir daire değil, bütün diğer toplumsal süreçler için olduğu gibi politik üstyapının ör- gütlendirilmesinde de doğrudan etkide bulunan bir yapı olarak ele alır."
açıklamalanyla, Devrim sonrası döneme ilişkin tavnnda aşamacılar- dan aynldığını savunmaktadır. Aşa- macılar emperyalizmden, faşizmden ve büyük sermayeden "özerk'jik le bü
tün bu güçlerirf tasfiyesi demek olar devrim hedefi arasında ki ilişkisizliği görerek, programlannda Halk Üniversitelerine yer vermişlerdi. Yukan- da eleştirdik; doğru tavır; devrim hedefini, aşamalarla programlann kıyısına köşesine yerleştirmek değil doğrudan savunabilmektir; ama Devrimci Gençlik aşamacılık bile yapamamakta reformizm içinde sürüklenmektedir, çünkü değil tekbaşma savunmak, devrim hedefine programında hiç yerver- memekte, Devrim öncesi dönemde "emperyalizmden, büyük sermayeden ve faşist rejimden, devrim sonrasında ise devrimci devletten özerkliği savunmakta, devrim dönemi içinse susmaktadır. Devrimci Gençliğin proramında onun devrimci oluşuna ilişkin ne yazık ki hiçbir şey yoktur. Bizce bu proram
, Devrimci Gençlik hareketinin değil ama sivil toplumculann proramı olabilir. Devrimci Gençliğin programındaki bu büyük eksikliği şimdilik bir kenara bırakarak onun "süreklilik" savını incelemeye yönelelim.
11. ilk olarak programda sürekliliği sağlayan öğeyi araştırmalıyız. Devrim öncesinde ki emperyalizmden, büyük sermayeden ve faşist rejimden özerklik hedefi bir üst içerik taşımadığı sürece devrimci devletten özerklik hedefine asla bağlanamaz ve ÖDÜ sürekli programı daha baştan safsataya dönüşür; ama böyle bir üst içerik vardır, bu yüzden ÖDÜ pragramı (henüz) safsataya dönüşmüyor. Pragramın devrim öncesi sürece ilişkin taşıdığı bu üst içerik devletten özerkliktir. Devrim öncesi dönemde devletten özerk olma istemi açıkça belirtilmese de "emperyalizmden, büyük sermayeden ve faşizmden özerklik" bu istemi zorunlu olarak kendinde taşımaktadır. Devrimci Gençlik işte bu hedefiyle devrim öncesi ve sonrası dönemi bir birine bağlayabilmektedir.
12. Engels "Otorite Üzerine" adlı makalesinde
"... otorite ilkesinin tamamen kötü, özerklik ilkesinin de tamamen iyi olduğundan bahsetmek saçmadır. Otorite ve özerklik toplumsal gelişmenin farklı safhalanna bağlı olarak değişen bağıntılı şeylerdir"
değerlendirmesini yapıyor. Devrimci Gençlikse devrim sonrası döneme ilişkin herhangi bir "safha" aynmı yapmaksızın "devletten özerklik" hedefini toplumsal gelişmenin her anına yayıyor. Bu Marxist-Leninist bir tutum değildir. Sosyalistler elbette devletin sönmesi, toplumsal yaşamın özel bir
36
devlet aygıtı olmadan sürdürülebilmesi™ önlerine koyarlar, ama bu devletten özerklik teorisiyle her hangi bir düzeyde bağdaşmaz, çünkü "delvletten özerklik” devlette somutlanmış gücün, devletin sönümü sürecinde devlete dönüşünü değil, tıpkı sivil toplumcular gibi, bu güçle toplumun aynşünlmaşı- nı tanımlamaktadır. Bu gücün özsel olarak toplumdan aynştınlması ise mümkün değildir; devlet gücü toplumdaki sınıf ayncalıklarıyla birlikte tarihin çöplüğüne gidene kadar hangi sınıf o güçle egemenliğini örgütlemişse toplum yaşamını kendi çıkarlanna göre güdecektir, ve özerkliğin de otoritenin de çerçevesini tam da bu çıkarlar belirleyecektir. Örneğin proleterya sosyalistleri olarak biz devrim sonrasında bütün din kumrularının, imam hatip okullarının ısrarla devletten özerk olmasını (tabi öncelikle devletten aldıkları parasal yardımlardan) savunurken din kurumlan devletin otori
tesinin peşinde koşacaklar.13. Üniversite isterse "politik üst
yapının örgütlendirilmesinde" olsun, devrimi proleteryanın önderliğinde yapan ezilen sınıflann çıkarlanyla çeliştiği anda "devlet, yani hakim sınıf olarak örgütlenmiş proleteryayı" karşısında bulacaktır, üstelik gerektiğinde herbiri birbirinden otoriter tüfekleriyle süngüleriyle.... çünkü "proleterya.dev- leti henüz kullandığı sürece onu özgürlük için değil, fakat kendi düşmanlarını sindirmek için kullanacaktır." (En- gels'ten aktaran _ Lenin Makrksizm Devlet Üzerine/Öncü Kıtabevi.s:30)
SONUÇ:
Bugün Özerk Demoratik Üniversite hedefini öğrenci Hareketine önermek, toplumsal muhalefetin devrim için birliğinden öğrenci Hareketinin kopmasını istemekle aynı şeydir. Ezilen katmanlar devrim için birliklerinin
ortak sorunlan plân demokrasi sorunuyla sağlarlar. ÖDÜ hedefi ise Öğrenci Hareketinin enerjisini, Batı'da işleyiş tarzı itibanyla demokratik ve özerk görünümlü üniversitelerin son tahlilde kötü kopyalan için sarfetmele- ri demektir. Halkınmın yanında mücadele etme coşkusu ve bilinci bu kadar yoğun, gençliğin kendi hareketine kazandıracağı devrimci bilincin önü ke- silmemelidir. Ezilen her katmana önerilen "devrim" hedefi küçük burjuvazinin en atılgan kesimi, yani öğrencilerden esirgenmemelidir. Öğrenciler ve Halk Batı üniversitelerinin kötü kop- yalanna değil, devrimin üniversitelerine yani Halkın Üniversitelerine; Halk Üniversiteleri'ne lâyıktır.
"HALK KENDİ KÜLTÜRÜNE SAHİP ÇIKACAK
ÜNİVERSİTELER HALKIN OLACAK"
37
Gençliğin reddettiği miras ve yeni yöntemleri
Sevinç ATAKAN
H er toplumu ve yaşanan dönemi hazır reçetelere uydurmak, zorla kalıplara dökmek yerine, yaşanan gerçeklikleri
o toplumun durumu çerçevesinde değerlendirmek, bizi devrim durumuna daha da yakınlaştıracaktır. Proleterya, devrim mücadelesinde, en kararlı sınıf olarak, düzenle çelişkileri olan her sınıf, tabaka ve zümreyi kendi zemininde, birlikte davranmaya çekmek zorundadır. Bunu gerçekleştirmenin yöntemi de her sınıf ve tabakanın iktisadi niteliği, sosyal ve siyasal özellikleri, kendi bencil özlemleri, davranış özellikleri ve devrimden beklentilerini bilmekten geçer. Eğer savaşçı, en az düşmanını tanıdığı kadar, yoldaşlarını ve silahlarını da tamsa, savaştan galip çıkma olasılığı o denli fazla olur. Prole- teryanın mücadelesinde yakın dostu aydın gençliğin konumunu ve davranış özelliklerini doğru tahlil etmek bu açıdan önem kazanmaktadır. Bu değerlendirmeyi yaparken ise ne gençliğin mücadele içindeki özgül durumunu, ne de işçi sınıfının mücadelesi ile olan bağıntısını ihmal edebiliriz. Aksine, bu birbirinden farklı, biri diğerini dışlarmış gibi algılanabilecek alanların birbiriyle olan sıkı ilişkisi, esas üzerinde durulması gereken nokta.
Doğu uygarlığının Batıdakinden çok farklı özellikleri vardır. Doğu top- lumunun bu farklı özellikleri, devrimin genel çizgisi ile sentezleştiği noktada, dekvrim durumuna zenginlik katacaktır. Türkiye’deki devrimci hareket içerisinde ise "biz ve bizim gibi ülkeler" genellemesinden öteye gidemeyen kafalardaki skolastizmi yıkacaktır. Kapitalizme, çarpık gelişmesi sonucu doğuracak iç ve dış faktörler varlığında
ve geç geçen Türkiye'de, finans-kapi- tal dünya pazarı çerçevesinde sömürü alanın darlığı v e" az zamanda büyük işler başardık" diyebilmenin gayretkeşliği içinde sömürü ve talanını* katmerleştirirken, bunun doğal sonucu olarak kendi dışındaki tüm kesimlerle arasında çelişkilerin doğmasına ye derinleşmesine neden olmaktadır. İleri batı kapitalizmi geri ülke halklarının soygunu sonucu elde ettiği artı değerin uzak da olsa bir parçasını sosyal refah harca- malanna ayırırken, bu görece refah ortamı sınıf çelişkilerinin görüntüde nötralize olmasına hizmet etmektedir. En basitinden bu ülke gençliği, geri ülkelerdeki boyutu ile düzenle çelişmemekte, var olan çelişkilerde ise devrimci mücadele gerekliliği bizdeki kadar açık ve net hissedilmemektedir. Böylesine bir ortamda, eğitim kurum-' lanndan egemen sınıfın kendi ideolojisinin devamcıları ve yeniden üreticileri olacak kuşağı yetiştirmek daha kolaylaşmıştır. Bizde ise aydın gençliğin batıda olduğu gibi kapitalizmin nimetlerinden yararlanması bir yana, gittikçe düzenle olan çelişkileri derinleşmektedir. Kitlesel yoksullaşma, ara katmanların hızla proleterleşmesi kapitalizm üzerindeki duman perdesini kaldırmakta, kapitalizm ideolojik yeniden üretim sürecinde tıkanmakta, meşruluğunu kaybetmektedir. Öğrenci gençlik bu süreçte diğer katmanların önünde tepkilerini ilk dile getiren, eyleme döken kesim olmaktadır. Onun eyleminde temel olan öncelikli olarak aydın konumuyla açıklanabilecek bilincidir. Öğrenci Gençlik artı-değer üretiminde bulunmaz, düzenle olan çatışması ve kopuşması da bu bağlamda ideolojiktir. Ayrıca düzenle maddi
bir bağının olmaması (ev, çocuk, eş, özel mülkiyet vs.) onun diğer katmanlardan daha çabuk aktive olmasını sağlar. Diğer yandan işçi sınıfının bağımsız tavn ile diğer kesimleri etkilemesi, öğrenci gençlik özelinde de düzenle kopuşmayı hızlandmr. Ve daha ileriki aşamalarda, bu alandaki bilinçli müdahalelerle öğrenci gençliğin eylemliliğinin küçük burjuva radikalizmini aşmasının olanaklarını yaratır..
Bizde ise bu genel özelliklerinin yanında aynı gençliğin ayrı bir yeri olmuştur. Dr. Hikmet Kıvılcımlının "Türkiye'de her zaman ileri gelişim atılışları hep aydın gençlikten çıkmış oluyor" tespiti bizim irademiz dışında var olan bir gerçekliğin tespitidir. Önemli olan bu "ileri gelişim atılışlarının" niteliğini belirlemek, bu niteliğin Leninist anlamda devrim mücadelesinde ne ölçüde, nerede kullanılabileceği sorununa yanıt bulmaktır.
Kıvılcımlı yukarıdaki bakışını tarihsel olarak temellendirerek, devlet sınıfları geleneğinden bahsediyor. Osmanlılık göçbe savaşçıların kurdukları ve 5 0 0 yıl yönettikleri bir toplumdur. Toplumun tabanında yer alan çiftçiler (reaya/güdülen) temel ve üstyapı ilişkilerinde belirleyici olmamıştır. Halk gü- dücü dirlikçilerin güdümü altındayken, dirlikçiler de. İlmiyye Seyfiyye-Mülki- ye- Kalemiye olmak üzere dört devlet sınıfında örgütlenmişlerdi. Ülkedeki bunalım onlarında devlet sınıfları, sosyal yapıdan bağımsızmışçasına hareket etme özelliğini taşıyorlardı. Ülkenin geleceğinde devlet sınıfları, tarihsel üretici güçlerden gelenek-görenek vurucu güçü olarak rol oynuyordu. Özellikle "İlmiyye ve Seyfiyye'nin bu noktada ileriye çıktığını, Tanzimatan
38
Meşrutiyete, Cumhuriyetten, 27 Mayısa kadar ülke kaderinin belirlenmesinde rol oynadığını görüyoruz.
Burada özellikle üzerinde durduğumuz nokta, devlet sınıflarının eyleminde devleti ve memleketi kurtarma ve koruma amacının esas olduğudur. .Bağımsızmış gibi görünmelerine rağmen, devlet sınıflarının bağımsızlıkları görüntüden öteye gidemez. Onların atılırdan Türkiye'nin sosyal yapısı yönünde belirleniyordu, kesin sonucu belirleyen, ülkenin ekonomik ve sınıfsal yapısıydı. Vurucu güç sırası geldiğinde bir gecede vurup düşürendir. Oysa ondan sonra belirleyici olan özgün niteliğidir. Özgüç karşı devrimci ise, vurucu gücün devrimciliği ülke somutunda yansımasını bulamaz; dev- rimciyse sosyal devrim yörüngesine oturabilir. Devlet sınıflannm davranıştan, devlet adına davranarak, devleti kurtarma ve koruma amacı doğrultusunda şekillenmişken, bu sınıflara modern toplumda sosyal smıflann misyonunu yüklemek yanlış olacaktır. Ancak sosyal sınıf eğilimlerinin devlet sınıflarının vurucu gücüyle kendisine yol açtığını görürsek, bu teorinin önemi kavranmış olur.
Gençlik mücadelesine belli bir döneme kadar damgasını vuran bu gele- i nek, Mahirler, Denizlerle birlikte özde farklılaşsa da, bu dönemde de, bu geleneğin izlerini görmek mümkün. Daha önceki gençlik atılımlarında devlet adına davranarak devleti kurtarma ve koruma amacı taşınırken, gençlik bu sefer de halk adına davranma, halkı kurtarma, bunu yaparken de devleti yıkma perspektifi ile davranıyordu. Devleti yıkma hedefine rağmen, bu dönemde ortaya atılan öncü savaşımı teorisi, vurucu güç özelliğine sahip çıkılması noktasında, halen devlet sınıfları geleneğinden kopuşmamaya bir yanıyla da olsa bir gösterge.
Ülkede kapitalizmin zor ve sancılı gelişimi, doğal olarak modern sosyal ' sınıflann gelişkenlik durumunu da belirlemiştir. Gençliğin, sosyal sınıfların üstlenmesi gereken rolü üstlenerek, adeta bir sosyal sınıf gibi devrimci atı- lımlar yapması, Jön-Türklük, Kemalizm daha sonra da solculuk, gençliğin eyleminin ana özelliği olmuştur. Bilgi ve deney azlığına rağmen, aydın gençlik sadece pratikle yetinmemiş, Türkiye'deki sosyal devrim stratejisi de çoğunlukla bu kesimden gelen henüz çok genç yaştaki kişiler tarafından konmuştur. (Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı bunun daha 1920'lerdeki ör-
Dir gösteride öğrenci karga tulumoa götürülüyor. 1990'da bu olaylara sıkça rastlanacağa benziyor.
nekleridir)Modern sınıfların güçlenmesi, plo-
teryanın varlığının mücadele içinde hissedilmesi ki proleteryanın örgütlülüğü ile direkt bağlantılı gelişecek bir süreç ile birlikte, Türkiye' de devrim mücadelesi aydın gençlik merkezli olmaktan uzaklaşacaktır. Nitekim işçilerin Nisan-Mayıs eylemliliği bunun ipuçlarını vermektedir. Gelişen İşçi hareketi karşısında öğrenci gençlik duyarlılığını göstermiş, ancak bu konuda öğrenci hareketinin perspektifinin dar kalması, mücadeleye bakışın kısır ve derinlikten uzak olması sonucunda işçi sınıfına uzatılan kollar cılız kalmıştır. Bu gerçek bize öğrenci gençlik müca-
• o
C~^ğrenci gençliğin mevcut örgütlülü, yukarıda açıklanan pektiğin hayata geçirilmesinde yetersiz kalmaktadır. Önümüzdeki acil görev, mücadeledek i örgüt insiyatifini ratmak, yaratılacak merkezi örgütlenme kanalı ile toplumun tüm kesimleri ile sıkı bağlar kurmaktır.
delesini, devrim mücadelesine tabii görecek, işçi sınıfı ve ezilen tüm kesimlerle ortak mücadele noktalan yakalamaya çalışacak, öğrenci hareketini sadece okullarda ve bu alanlardaki sorunlar özelinde değil, fabrika önlerinde, gecekondu yıkımlarında, toprak işgallerinde de etkin kılacak bir bakışa sahip, güçlü bir direnişçi devrimci gençlik hareketine ihtiyacı hissettirmekte. Bu bakış açısı ile mücadelelerde bulunacak o yapı, işçi sınıfı ile aydın gençlik arasındaki köprülerin el yordamıyla kurulmuş, çoğunlukla geçici değil, kalıcı ve sağlam, belli bir program çerçevesinde oluşturulması sonucunu doğuracaktır.
Aydın gençliğin mücadelesinde hakim olan yan uçkunluktur. Gerek aydın olarak konumları, gereksede devrim mücadelesinde şu ana kadar hep öne çıkan kesim olması uçkunlu- ğu daha da sivriltmiştir. Sosyal atlayış momentlerinde geçerli ve gerekli olan bu tarz, süreklilik durumunda giderek soysuzlaşır. Gittikçe devrime bakışı değişir, uzun süre sabırlı, kararlı bir çalışmayla ulaşabilecek atlayış momentindeymiş gibi davranır, devrimin objektif koşulları gözardı edilerek kendi sübjektif niyetinin devrim için yeterli olduğu sanısına kapılır. Ya da proleter enternasyonalizmi Kürdistanda gelişen ulusal kurtuluş hareketini desteklemeyi gerektirirken, bu konu es geçilir ya da şovence yaklaşımlar geliştirilir. Çünkü gençliğin kendine özgü ama kendiyle sınırlı alanın dışında bütün alanları kucaklayacak bir perspektif yoktur.
Oysa ne uçkunluk ne de yapkınlık tek yanlı kaldığınde yeterlidir. Yapkın- lık sosyal birikim momentlerinde gereklidir ve ancak atlayış momentinde uçunluk ile sentezleştiğinde bir anlam kazanır. İşte bu bakış açısıyla aydın geçliğin uçun özelliği, proletaryanın yapkınılığı ile sentezleşmeli uygun momentlerde her öğrenci işçi kadar yap- km olabildiği gibi, her işçide öğrenci kadar uçkun olabilmeli. Yukarıda sözünü ettiğimiz şekliyle bir sentezleş- me, muhakkak ki bunu gerekli kılan, proleterya ideolojisinin savunucusu ve uygulayıcısı olan modern işçi sınıfı partisi içinde olacaktır. Öğrenci gençliğin düzenle olan kopuşmasının maddi temele oturması ancak işçi sınıf merkezinde gerçekleştirilecek devrimle mümkün. İşçi sınıfının ise öğrenci gençliğin devrimcileşmesinden kazanımı, öğrenci gençlik, kendi dar sınırları içine hapsolduğu müddetçe asgari-
39
*P im di zorlu b ir görevle Türkiyeöğrenci gençlik hareketinde büyük öneme sahip ve yolumuzu aydınlatan bize cesaret ve onur veren Dev-Genç geleneğini yaşatmak. Ve Dev-Genç geleneğini proletaryanın devrim ci hareketiyle kaynaştıracak b ir ey lem lilik ve güce ulaştırmak ve d irenişçi Dev-Genç hareketinin ulusal kurtuluş m ücadelesiyle dayanışmasını yükseltmek! Görev başına!
de kalacaktır. Bundan azami ölçüde devrim için faydalanmak ancak gençliğin mücadalesine bütünlüklü yaklaşmak ve işçi sınıfı ile bağını kopartmamak, pekiştirmekle mümkündür.
Sosyalizm ve sınıf mücadelesi ayn ayrı ön şartlardan meydana gelir ve birbirine paralel olarak gelişir. Ne sosyalizm sınıf mücadelesini doğurur gelişir, ne de sınıf mücadelesi sosyalizmi. Sosyalizm öğretisi derin bir bilimsel bilgi temeli üzerinde gelişebilir. Bu öğreti, mülk sahibi sınıfların genelde sadece kendilerine tanınmış olan eğitim olanaklarından yararlanan bireylerinin geliştirdiği, felsefe, tarih, iktisat teorilerinden gelişir, işçi sınıfı sadece kendi mücadelesi ile ancak sendikacılık bilincini geliştirir, ekonomik mücadele ile sınırlı kalır. Bu alandaki mücadelesi ona otoriteye her koşulda boyun eğişten kurtulup, kollektif'direnme gereğini kavratır. Bu noktada bu alandaki mücadelesi, özünde filizlenme halindeki bilinci ifade eder. Oysa
işçiler arasında kendiliğinden gelişen sosyal devrim bilinci olamaz. Sınıf bilinci işçilere ancak dışarıdan iletilebilir. Bir taraftan işçi sınıfının kendiliğinden uyanışı diğer yandan da sosyalizm teorisi ile bilinçlenmiş devrimci gençliğin işçilere yaklaşma eğilimi varken, bu durumdan işçilerin siyasi bilince ulaşmasını sağlamak, öğrenci ve işçi hareketini reformizm batağından kurtarıp, her alanda devrimci perspektifi hakim kılmak için faydalanmasını bilmeliyiz. Bunu gerçekleştirmenin yöntemi ise, bütün sınıf ve tabakaların devletle, egemen sınıfla ilişkisi ve bu sınıf ve tabakalann karşılıklı ilişkilerinden bilgilenmek ve bilgilendirmek için yararlanmaktır. Siyasi ajistasyon düzenin her somut örneği ele alınarak yürütülmeli. Devrimci eylemde dar kapsamla yetinmek artık aşılması gereken ilkelliktir. Bu noktada düzenle çelişkisi olan her sınıf ve katmana bütünlüklü bir ajitasyon çalışması bizi bu ilkellikten kurtarmanın ilk aşamasıdır. Öğ
rencilere önce sadece kendi alanlan- nın sorunlan doğrultusunda mücadele edin, eyleme gidin demek bu bakış açısını hayata geçirmeye çalışmak, işçilere sadece ekonomik haklan için mücadele edin demeye benzer. Önce ekonomik mücadele daha sonra bu mücadele içinde siyasi bilinç kazanımı şeklinde şematize edilebilecek aşama aşama biliçlendirme teorisi oportünist bir yaklaşımdır.
Gelinen aşamada önümüzdeki görev kitlenin gelişen eylemciliğine örgütlü olarak müdahale etmek, teorik ve pratik öncülüğü yakalamaktır. Şimdiye kadar "Polis idare işbiriliği, Yöke hayır, Özerk-demokratik üniversite sloganlan çerçevesinde örgütlenen öğrenci hareketine daha geniş bir perspektif sunulmalı. Elbette ki düzenin uygulamalanna karşı en geniş duyarlı kesimi içine alabilen eylemlilikler örgütlenmelidir, ancak bu süreçte nihai hedef bir tarafa bırakılıp, sadece reformlar için mücadele etmeyi ana hedef olarak belirlemek, devrimleri öncü konumundan, kitle kuyrukçulu- ğu konumuna düşürecektir. Unutulmamalıdır ki pratikte öncülük, ideolojik öncülükle sağlamlaştırıldığında kalıcı ve sürükleyicidir. Reformlar ise devrim mücadelesinin yan kazanımlarıdır. Mücadelenin ana eksenine oturtulma- malıdır.
' Öğrenci gençliğin mevcut örgütlülüğü, yukarıda açıklanan perspektifin hayata geçirilmesinde yetersiz kalmaktadır. Önümüzdeki acil görev, mücadeledeki örgüt insiyatifini yaratmak, yaratılacak merkezi örgütlenme kanalı ile toplumun tüm kesimleri ile sıkı bağlar kurmaktır. Kişilerdeki siyasi bilincin gelişmesi ancak her alandaki gelişmelere duyarlı olunması ve müda- hele etmesi noktasında gelişebilir. Hepsinden önemlisi proletarya hareketinin iktidar hedefinin öğrenci gençliğe kavratılması, "Yolumuz Direniş Hedef İktidar!" sloganını gençlik eylemliğinin ana eksenine oturtabilmektir. İşte, Direnişçi Devrimci-Gençlik (Direnişçi Dev-Genç) hareketinin ana sloganıda bu olmalıdır.
Şimdi zorlu bir görevle karşıkarşı- yayız: Türkiye öğrenci gençlik hareketinde büyük öneme sahip ve yolumuzu aydınlatan bize cesaret ve onur veren Dev-Genç geleneğini yaşatmak. Ve Dev-Genç geleneğini proletaryanın devrimci hareketiyle kaynaştıracak bir eylemlilik ve güce ulaştırmak ve direnişçi Dev-Genç hareketinin ulusal kurtuluş mücadelesiyle dayanışmasını yükseltmek! Görev başına! ■
• •
Qiğrenci gençliğin mevcut , yukarıda açıklanan perspektifin hayata geçirilmesinde yetersiz kalmaktadır. Önümüzdeki acilgörev/ m ücadeledeki örgüt insiyatifin i , yaratılacakmerkezi örgütlenme kanalı ile toplumun tüm kesim leri ile sıkı bağlar kurmaktır.
40
Liselerde devrimci mücadele
Metin ÇAKMAK
Y etişkin bir insanla bir liselinin dünyaya bakışı birbirlerinden çok farklı. Yol aynmlannm en yoğun bir şekilde yaşandığı li
se çağı, insanın belki de en fazla "insan" olduğu çağdır. Henüz toplumu yeni yeni anlamaya başlamak, onun içinde kendine yer edinmek, duygusallık, meslek seçimi, geleceğe güvensizliğin verdiği korku, umutsuzluk, liseliyi sancılı bir tünele sokar.
Tüm bu koşullar altında beyinler tepkici bir yapı kazanır. Bütün iyi niyete karşın çarkların içinde parçalanmak sanki kaçınılmaz bir sondur onun için. Tüm bu söylenenler Eylül sonrasının yaz ortamında katlanarak yaşandı ve yaşanmakta. Tüm insanları tek tip yapmayı kendine olmazsa olmaz ilke edinen faşizm, ilerde başına en çok dert açacak yerleri iyi hesaplayıp fabrikalara ye okullara yüklendi. Liselere bakınca gördüğümüz durum Faşizmin başarısını göstermeye yeter.
Türkiye'de Fmans-Kapital'in asalak, hazır yiyici yapısı tüm yaşama olduğu gibi eğitime de damgasını verdu. Kendi kökleri sağlam olmadığı için, iktidarı altındaki kitlelere vereceklerini, kılı kırk yararak verdi. Sonuçta cehaletin yaşam biçimi haline geldiği ülkede üretimden kopukluğun, hazır topçuluğun abidesi olan Finans-Kapital, kitlelere üretim için eğitim konusunda ne verebilir di ki? Tabii ki hiç bir şey.
İnsan yeteneklerini katagorilere ayırıp, eğitmek şöyle dursun, varolan yetenekleri kısır bir sistemde paralayıp yok etti. İnsan üretici gücünü çarçur etmekte Finans-Kapitalimizle hiç kimse yanşamadı.
Onyıllardır değişmeyen müfredat programlan, hafız yetiştiren ve öğren
ciye üretime yönelik hiç bir şey kazandırmayan leseîerde okutulunca buna bir de Eylül rejiminin liselerde bekçi köpekliğini yapan faşist müdür ve öğretmenler eklenince bu günkü tablo oluştu. Ve bu tablo geleneksel aile yapısının 15-18 yaş arası gençliğe verdiği "değerle süslendi. Aileye karşı bağımsızlık savaşının verildiği bu dönem, onun bunalımlara en yakın olduğu dönemdir. Tutunacak dalları sınırlı olan lise gençliğinin uyuşturucu kullanmaya yatkınlığı burdan gelir. Burjuva değerleriyle beslenen ve onun istemiyle şekillenen liseli gençte son seneye geldiğinde, üniversite stresi başlar. Üniversiteye girmek onun gözünde henüz çözüm olduğu için tüm yaşamı ona göre programlanır. Eğer kazanırsa sorun üç dört sene ertelenmiştir. Kazanamazsa iki yol var. İşçileşmek veya lümpenleşmek (küçük burjuvaziye işçileşmek çok dokunur.)
Sorunlann harman olduğu böyle bir ortamda resmi ideoloji lise gençliğine ne aunar. Tüm topluma sunduğunu. Tüm iletişim araçlannı insanlann politikleşmesini engellemeye ayırır. Onlara güzel kızlann boy gösterdiği dergiler, totolar, lotolar, halı sahalarda maçlar sunar. Bu arada hak yolunu bulup kendini Allah'a adayanlar da az değildir.
Daha önce söylemiştik, yeni şekillenen beyinlerde dejenerasyon çok daha köklü olur, etkileri tüm yaşam boyu sürer.
80 -8 6 Dönemi en üst boyutlarda yaşanan rezalet 86'dan sonra toplumsal muhalefetin yükselmesinin de etkisiyle yerini yavaş yavaş uyanışa bıraktı. Toplumsal muhalefetin yükselmesiyle lisedeki öncü öğrenciler, devrim
ci harekete aktılar. Küçük çapta da olsa yapılan eylemler, liseli gençliğin 1 Mayıs gösterilerine en aktif biçimde katılması bu uyanışın göstergeleridir. Çelişkilerin en derin yaşandığı yerlerde en nitelikli insanlann çıktığı gerçeği liseler için de geçerli. Henüz yaşın küçük olmasına karşın ona verilen en küçük politik bilinç onu bir anda sıçratmaya yeter. Şark kurnazlığını henüz öğrenmeyen beyinler en saf ve kararlı şekilde mücadeleye katılır.
İler tutar hiç bir yanı kalmayan lise eğitimine şurası kötü burası düzeltilmelidir türünden bir yaklaşımı doğru bulmuyoruz. Devlet denetiminin üniversitelerden yüzlerce defa daha koyu olduğu liselerde demokratik mücadelenin başarı şansı hiç olmazsa yakın gelecekte yüzlerce defa daha düşük.
Proleterya sosyalizmine düşen görev, liseli gençliğin işlevini abartmadan ama yabana da atmadan onun kendi bağımsız yapılanmasını yaratmaktır. Bu yaratılan yapı, işçi sınıfının mahallelerdeki öncü, yolaçıcı katalizör etkisini kullanarak mahalle gençliği ile bütünleşmeye gitmelidir.
YAŞASIN LİSELİ GENÇLİĞİN DEVRİMCİ MÜCADELESİ
Aydınlanmızın yıllarca uğraşıp emekçilere anlatamadığı faşizmi, 80 Eylülü öyelisine çıplak ve dupduru anlattı ki herkes şaşa kaldı. Ençok şaşıran da kendi aralannda açıktı, kapalıydı, sömürge tipiydi diye tartışmayan generaller oldu.
Makina başındaki işçiye, üretmenin onuruna, üniversitelerde yumruklaşan öğrenciye hükmetmenin bu kadar kolay olacağını onlar bile düşün
41
medi. Aradan dokuz yıl geçti. "Zenginin parası, fakirin çenesini yorar" hesabı çok yazıldı çizildi. Proleterya yazıya çiziye bakmadı, fabrikasına ve sofrasına baktı. Ve vardığı sonuç kendi göbeğini ancak kendinin kesebileceği oldu. O kendi yatağında kendi bildiğince çağrılı olduğu yere akacak.
Yazımızın konusu onun akışına omuz verecek güçlerden birinin, liseli gençliğin durumu. 80 Öncesi liselere kısaca değinmekte yarar var.
Bu gün artık 7 0 -8 0 arası devrimci harekete damgasını vuran tabakanın küçük burjuvazi olduğu bir çok anlayış tarafından kabul ediliyor. O dönemin dünya ve Türkiyesi, küçük burjuvaziyi ve onun en aydın, en atılgan ve kendini ezilen halkına en yakın hisseden ka
nadı olan öğrenci gençliği sıcak mücadeleye çekti. Üniversitelerde başlayan dalga liselere yayılmakta gecikmedi. Kendi sınıf temelinin getirdiği normal bir sonuç olarak mücadeleyi teorik çoraklığın toprağında pratik ilkelliği besledi. Pratik çürüdü, tekrar çorak toprağa gübre oldu.
Bu genel karakter liselerde de en açık biçimiyle varlığını sürdürdü. Sınıf mücadelesini salt sivil faşistlerle çatışma düzeyine indirgeyen anlayışlar için en uygun ortam üniversite ve liselerdi. Kalıplann dışına çıkmanın günah sa
nıldığı, sınıf adına, sınıftan kopuk mücadelenin gelenekleştirildiği bir ortamda üniversiteli gençliğin yanı sıra, liseli gençlik de altında ezileceği yükleri omuzuna aldı. Zengin semtlerdeki le-
selerden, devrimci şiddeti sonuna kadar uygulayan anlayışlara, kahraman kadrolar yetişmesi raslantı olmasa gerek.
Tüm saygı duyulacak onur veren kavgaları bir yana liseli gençlik de önünde sonunda kazanacaklan, kaybedecekleri, aydınlığı, disiplinsizliği, üretimden kopukluğu ile küçük burjuva idi ve Eylül mihengine öyle vuruldu,
Geçmişe ağlamak yasak. Olacak olanlar, olanlardan daha f^zla ilgilendirmek bizi. Eylülden sonra olanlan tekrar hatırlatmak bıktırıcı olabilir. Ancak genç olan, filiz halinde olan herşe- yin, olumluya da olumsuza da daha duyarlı olduğunu gözönüne almamız gerek ■
42
Dünya Komünist hareketinin sancıları
Komünist Partilerini iktidar için mücadelede izledikleri yol en iyi biçimde tanımlarken; iktidann alındığı ülkelerde sosyalizmin kuruluşu için izlenen yol partilerin yapısının gerçek mihenk taşı olur. İkinci cümlecik şu soruyu peşinden getirir: İktidara proleterya adına el koymuş bir parti, sonraki süreçte, sınıf yapısında bir değişime uğrayabilir mi? Daha açık soralım; iktidar yıllannda ya da sosyalizmin kurulma sürecinde parti, genel olarak halktan, özel olarak proletaryadan kopuşabilir mi? Polonya deneyi bu soruya olumlu cevap vermemizi gerektiriyor.
Evet, kopuşabilir. Bu cevapçık 7 0 yıllık Sosyalizm deneyi dikkate alındığında gerçekten yepyeni sorunlarla yüzyüze olduğumuzu vurguluyor. Sosyalizmin kuruluş için mücadele yıllann- da proletaryadan kopuşan bir "proletarya partisi"! Bu paradoks bugün bir emperyalist propagandası ya da uydurması değil, Komünist hareketin pratik akışında karşımıza çıkan açık bir gerçekliktir. Öyleyse üstünden atlana- maz. Çözümlenmelidir.
Bugün birkaçı hariç bütün sosyalist ülkelerde "reform'un uygulamalan gündemde. Bir kabuk değiştirme sancısı yaşanıyor. Polonya bir uç örnek, onun ardında Macaristan bekliyor. Sovyetlerde şimdilik "aşın" yönelişler gözlenmiyor. Bu kabuk değiştirme sancılan elbetteki yalnızca pratik, pragmatik yönelişler olmakla kalmıyor, kendi teorik yaklaşımlannı da yaratıyorlar. İşte tam bu noktkada onyıl- lann sessiz birikimi gürültülü bir patlamayla etrafa saçılmıştır. Pek çok "tabu" konu tartışma gündemindedir.
Sosyalist mülkiyet biçimleri "pazar" ekonomisi, sanayide bile özel giri-
K omünist Hareket zor günlerden geçiyor. Son birkaç yıldır Dünya basını Çin, Sovyetler, Polonya, Macaristan, Yugos
lavya olaylanyla dolup taşıyor. Üçüncü Dünya Ülkelerinin borçlan, Nikaragua devrimine yapılan saldınlar artık haber değeri taşımıyor. Emperyalist basın büyük bir gayret ve keyifle komünizmin artık "iflas" ettiğini ispatlama çabasında... Hergün yeni bir haberle, Sosyalist ülkelerin nasıl en sonunda kapitalist ekonomi metodlan- na boyun eğmek zorunda kaldıklan, bütün Dünyada tekrar tekrar duyuruluyor.
Eski başkanlardan R.Nixon, seçimlerin hemen sonrasında "Bush'un gündemfni şöyle belirlemiştir.
"Yeni Yönetim Avrupaya en yüksek dış politika önceliğini vermelidir...
"Doğu, Avrupa Batı Avrupa'nın doğal politik insiyatif alanıdır. Müttefiklerimizin yorgunluğu bir ölçüde şu gerçeklikten kaynaklanıyor; Kırk yıldır onlann rolü olumsuz bir misyonla sı- nırlandmldı-Sovyet yayılmacılığını durdurmak. Bu yorgunluk, Demir Perde ötesindeki gelişen banşçıl değişime; olumlu bir misyonla enerji harcı- yarak giderilebilir." (Foreign Aftairs, 'The Bush Agenda", R. Nixon)
Emperyalizmin dış politikasının odak noktası Avrupa (yani Doğu Avrupa) olacaktır. Avrupada kırk yıldır durgun görünen "Kapitalizm-Sosya- lizm sının" olumlu bir misyonla enerji harcanarak değişime zorlanacaktır. Batılı liderlerin, duygulu nutuklarla ikide bir ortaya attıldan "Berlin Duva- n"nın yıkılması dileği bu sınır zorlamasının en nazik noktasıdır.
Emperyalizm böyle bir taktik yönelişe yalnızca kendi isteğiyle giremezdi. Bu konuda "kırk yıldır" hiç bir fırsatı zaten kaçırmamıştır. Ancak şimdi emperyalizmi böyle bir taktiğe çeken, Sosyalizmin tepe noktalanna tırmanan iç zorluklandır. Sosyalizm sınırları içinden emperyalizme heyecanla el sallayanlar çoğaldı. Üstelik bunlar "açıklık politikası" sayesinde artık emperyalizme oldukça rahat kur yapabiliyorlar.
Eskiden kapitalizmin, Doğu Avrupa'ya yönelik saldın yoklamalanna kurulu bir yay gibi cevap veren Sosyalizm, son yıllarda bu gerilimden çıkmış görünüyor. Böylece Sosyalizm Sosyalizm olmaktan mı çıktı? Yoksa kendi sistem temellerini daha soğuk kanlı esnek tepki gösterecek ölçüde güçlendirdi mi?
Konumuz Emperyalizm ve Sosyalizm karşılıklı taktik yoklarnalan değil Dünya Komünist Hareketinin sancıla- nna genel nedenleri çerçevesinde yaklaşabilmek, daha derinliğine irdelemeler için bir çıkış noktası belirliyebilmek- tir.
SORUNUN KONULUŞU
1917'den beri Dünya Komünist Hareketi nitelikçe başlıca iki bölüğe aynldi: İktidarda olanlar ve iktidar için mücadele edenler. Dolayısıyla Komünist Hareketin içindeki partilerin problemleri ülke özelliklerine göre aynca- lıklar göstermekten öteye sistem fark- lılıklanndan gelen yepyeni sorunlarla yüzyüzedir. Bu süreç II. Dünya Savaşı sonrasında daha zengin bir nitelik kazandı.
Böylece Kapitalist Ülkelerdeki
43
şimciliğe dönüş, uluslararası planda sınıf mücadelesinin reddi, devrimler döneminin kapanıp evrimci değişimi tek gelişme yolu ilan etmek, militarizmsiz kapitalizm ve Yeni Sömürgecilik olmaksızın emperyalizm, hatta tekelci kapitalizmin "çürüyen” değil, belki de "kapitalizmin gerçek gelişme biçimi" olduğu tezleri, Komünist dünyada kıyamet alemetleridir. Bu tabloya Batı kapitalist anayurtlanndaki komünist partilerin çoktan katılaşmış anti- Marksist görüşlerini de eklersek Dünya Komünist Hareketinde bir çöküş- den bahsetmek hiç de abartmalı bir değerlendirme olmayacaktır.
Çöken nedir? Boyutları ve çıkış yolları nelerdir? Önümüzdeki yılların gündemindeki konular bunlardır. Bu konuda taslak düşüncelerimizi formüle etmeden, Komünist hareketin tarihinde yaşanmış önceki çöküşlere değinelim.
İLK BÜYÜK ÇÖKÜŞ:IL ENTERNASYONAL
Lenin "II. Enternasyonalin Çöküşü" broşürünü Mayıs 1915'te yazdı. Enternasyonal üyesi partilerin savaşla birlikte "anavatanın savunulması" taktiğine sürüklenmeleriyle proletaryanın vatan tanımaz uluslararası örgütlenmesi çöktü. Oysa Balkan savaşı nedeniyle Kasım 1912'de toplanan II. Enternasyonal olağanüstü Basel Kongresinde; "(1) savaşın ekonomik ve politik kriz yaratacağı; (2) işçilerin savaşa katılmayı ve kapitalistlerin kârları için birbirlerini vurmayı bir cinayet olarak kabul edeceği; savaşın iş-
ı çiler arasında öfke ve isyan uyandıracağı; (3) sosyalistlerin görevinin, halkı ayaklandırmak ve kapitalizmin yıkılışını hızlandırmak için bu krizden ve işçilerin ruh halinden yararlanmak olduğu; (4) istisnasız bütün hükümetlerin
hayati tehlike karşısında savaşa başlayabileceği; (5) hükümetlerin bir proleter de vriminden korktuklan; (6) hükümetlerin Paris Komününü (yani sivil savaş), 1 9 0 5 Rus devrimini hatırlamaları gerektiği" (lenin, Cilt 21 , s. 213) tespit edilmişti.
İki yıl sonra savaş patladığında II. Enternasyonel partilerinin büyük bir çoğunluğu Basel Kongresi kararlannı unuttular ve proleteryanın sınıf çıkarlarına, kendi burjuvazilerinin hatm için, ihanet ettiler.
Herşey bu iki yılda mı birikti? Savaşın olağanüstü koşullan mı Komünist partileri bozguna itti? Tarihi gerçeklikler bu büyük çöküşün ardında uzun birikim yıllannm ve emperyalizmin, kapitalist ekonomilerde yarattığı yapısal değişikliklerin olduğunu ortaya koyuyor.
"Bununla birlikte, "banşçıl" on yıllar kendi izini bırakmaksızın geçip gitmedi. Bu yıllar kaçınılmaz olarak bütün ülkelerde oportünizmin yükselmesine neden oldu ve onu parlemento- lar, sendikalar, basın ve diğer "liderler" arasında egemen hale getirdi. Devrimci Proletaryayı çökertmek ve zayıflatmak için çırpınan tüm burjuvazi tarafından her yolla desteklenen oportünizme karşı şu ya da bu biçimde uzun ve dişediş bir mücadelenin verilmediği tek bir Avrupa ülkesi yoktur. Onbeş yıl Önce "Bernştayn" tartışmasının başlangıcında, aynı Kaustky, oportünizm bir tepki olmaktan bir eğilime dönüşürse, bir bölünmenin yakın olduğunu yazmıştı." (Lenin , Çilt 21 , s .98).
1870lerden sonra Avrupa’da uzun banşçıl yıllar başlamıştır. Bu aynı yıllar "hareket herşey amaç hiçbir şeydir" parolasını atan Bernştayn oportünizminin doğuş ve serpiliş yıllandır. Komünizm nihai amacını günlük çıkarların dar ufkunda boğan ve inkar eden Bernştayn "banşçıl" on yıllann
oportünist birikiminin bir bakıma başlangıç noktasıdır. Dolayısıyla savaşa karşı Basel Kongresinde olumlu karar alabilen II. Enternasyonal partileri aslında on yılı aşkın süredir oportünizm mikrobuyla boğuşmaktaydılar. Savaşın olağanüstü koşullan uzun banşçıl yıllann sivriltemediği sorunlan bir anda üste çıkartmış, Enternasyonel partilerinde oportünizmin aktığı derin kanallar birden patlamış, çürümüşlük bütün iğrençliğiyle gözler önüne serilmiştir.
Demek ki II. Enternasyonali çöküşe götüren nedenlerden birisi, uzun yıllar, içinden geçtiği "banşçıl" on yıllardır. "Bu yıllar kaçınılmaz olarak bütün ülkelerde oportünüzümin yükselmesine neden" olmuştu. Ancak böyle geniş boyutlu bir yıkılış için yalnızca uzun banşçıl yıllar yetmezdi.
Emperyalizm dönemi oportünist eğilimlere bir bakıma sağlam maddi temeller hazırlanmıştır. "Oportünizm, kapitalizmin gelişiminin özel nitelikli bir döneminde onlarca yıllık süreçte peydahlandı; bu dönem diğerlerine göre banşçıldı ve imtiyazlı işçi tabakasının kültürlü yaşamı onlan "buıjuva- laşürdı" onlara uluslar kapitalistlerin sofrasından kırıntılar vardı ye yoksul ve perişan yığınlann acılanndan, dertlerinden devrimci ruh halinden kopardı." (Lenin, cilt 2 1 , s. 243) "Burjuvala- şan" imtiyazlı işçi zümresi emperyalist talanın yaratığıdır, ezilen uluslann zararına, bu yağmadan kmntı çöplenen ve işçi sınıfının genel kitlesinden kopan ona yabancılaşan bu aristokrat işçi zümresi oportünizmin maddi dayanak noktası olmuştu.
On yılların birikimi ve oluşumu, savaşla bütün örtülerinden sıynlmış- tır.
"Bu çöküş, Sosyal-Demokrat partilerin ulusal işçi partilerine dönüşümü, oportünizmin tam bir zaferi anlamına gelmekle birlikte, aslında, İkinci Enternasyonalin bütün tarihsel döne- minin-ondokuzuncu yüzyılın kapanışı ve yirminci yüzyılın başlangıcı-bir sonucudur. Bu dönemin objektif koşulla- n-Batı Avrupa burjuva ve ulusal dev- rimlerinin tamamlanmasından sosyalist devrimlerin açılışına geçiş-oportü- nizmi yarattı ve besledi" (lenin, Cilt 21 , s. 256).
Özetlersek, II. Enternasyonalin çöküşünü başlıca üç koşulun yanyana gelmesi hazırlamıştır. İlki, uzun banşçıl on yıllardır, İkincisi; emperyalizm çağının işçi sınıfr içinde aristokrat bir zümre yaratması, üçüncüsü; burjuva
L / a h a açık soralım; iktidar yıllarında ya da sosyalizm in kurulma sürecinde , genel olarak halktan, özel olarak proletaryadan mi? Polonya deneyi bu soruya o lum lu cevap verm em izi gerektiriyor. Evetkopuşabilir. Bu cevap- çık 70 y ıllık Sosyalizm deneyi dikkate alındığında gerçekten yepyeni sorunlarla yüzyüze olduğumuzu vurguluyor.
44
devrimleri çağının kapanıp, sosyalist devrimler döneminin açılmasıdır. Artık egemen olan burjuvazi "her yolla" sınıf içinde oportünizmi besleyip kış- kırtabilmiştir. Hatta tarihi ve siyasi olarak eyleminin başça yönlerinden birisi bu olmuştu.
Çöküşen teorik cephaneliğe de göz atarak tabloyu tamamlayalım. Ba- nşçıl geçiş umutlan; proletarya diktatörlüğünün reddi, "demokrasi'nin (burjuva demokrasisinin) kutsanması, ultra emperyalizm" tezleriyle emperyalizmin yüceltilmesi, çelişkisiz, çatış- masız bir şekilde "süper emperya- lizm'min, Dünyayı banşçıl sömürmesinin ve geliştirmesinin mümkün olduğu görüşleri, o yıllar oportünizmin, II. Enternasyonal döneklerinin bayrağına yazılmıştır. Savaşla birlikte aynı bayrağa "vatan savunması" ya da şovenizm de yazılınca çöküşü ilan etmek kaçınılmaz olmuştur.
Uluslararası işçi hareketinin önünden bu çürümüş cesedi ancak 1917 Rus Devrimi'nin patlamasıyla hızlanan Avrupadaki devrimci kabarış süpürebilmiştir. III. enternasyonali yaratan dönem, II. Enternasyonel yıllarından bambaşka karakterdedir. Bu yıllar derin ekonomik krizlerin ebelik yaptığı devrimci atılım ile faşizme karşı mücadelenin içiçe geçtiği yıllardır.
III. Enternasyonal, kimi önemli hatalarına rağmen, uluslararası proletarya mücadelesinin şanlı, unutula- maz yıllarının adı oldu.
İKİNCİ KRİZ: SOVYET-ÇİN KOPUŞMASI VE "AVRUPA KOMÜNİZMİn
II. enternasyonalin çöküşünden sonraki yıllar savaş ve kriz yıllanydı. Avrupa'da en azından iki on yıl devrim ve faşizm ölümcül savaşa girişti. II. enternasyonali içten çürüten "barışçıl" on yılların tersine III. Enternasyonal yıllan adeta düşüncenin olaylann hızına yetişemediği yıllar oldu.
Komünist Enternasyonal sonrası yıllar ise, II. Enternasyonal yıllanna benzedi. En genel tarihi gidiş açısından I. ve III. enternasyonal yıllannı, öte yandan da II. Enternasyonal yıllan ile 1950'ler sonrası benzetmek hatalı olmaz. Bu dönemlerin farklılığı devrim ve evrim arasındaki farklılığa denk düşer. Bu iki temel sosyal gelişim yolunun bambaşka özellikleri, kaçınılmaz bir şekilde ortamın içindeki partileri de etkilemiştir.
1950 sonrası yıllan, II. Enternas
yonal yıllanndan ayıran elbetteki çok önemli özellikler vardır. Bu özelliklere gelmeden, Komünist Harekette önemli bir kriz yaratan Çin Sovyet ko- puşmasının kapsamına değinelim.
1963'te şiddetlenen polemikler bir kaç yıl sonra kopuşma ile sonuçlanmış, Çin, Sovyetler Birliğini "emperyalist" ilan ederek karşı-devrim safla- nnda görmeye başlamıştır. Bu kopuş- manm, Dünya Komünist Hareketinde önemli bir kargaşa yarattığı açıktır. Ancak bu kaosun tek nedeni yalnızca Çin ve Sovyetlerin kopuşmalan gerçekliği değil, bizzat polemikleri böyle bir kopuşmaya götüren ortam ve olaylardır.
Çin Sovyet çatışması, teoride Sta- lin'in ölümünden sonra SBK P politikasındaki değişimler pratikte de Küba krizinde Sovyetlerin tavn kışkırtmıştır.
22 . Kongresinde kabul edilen yeni programla SBKP, o güne kadar Batı Avrupa komünist partilerince savunulan "barışçıl geçiş" tezlerini açıkça benimsediğini ilan etmiş oldu.
Küba krizindeki geri çekiliş ise Çin tarafından, Amerikaya "teslimiyet" olarak görüldü.
Sonuçta belli konularda sivrilen bir siyasi çatışma başladı.,*
"Uluslararası komünist hareketin genel çizgisi,tek yanlı bir görüşle, "barış içinde birarada yaşama", "banş içinde yanş" ve "barış içinde geçişe" inodirgenirse bu, 1 9 5 7 Deklarasyonumun ve 19 6 0 Bildirisinin devrimci ilkelerine aykm hareket etmek, Dünya Proleter Devriminin tarihsel görevini hiçe sayma ve Marksizm-Leninizmin devrimci öğretilerden ayrılmak demektir." (ÇKP'nin SEKP'ne Mektubu, 14 .7 .1 9 6 3 )
ÇKP- genel olarak "barış'çı tezlere karşıdır. Çünkü "çağdaş kapitalist dünyanın bünyesindeki çelişmelerin gelişmesinin, emperyalist ülkelerin birbir- leriyle yoğun ve dönülmez bir savaşıma girecekleri yeni bir duruma zorunlu olarak yol açacağına (a.y.) inanmaktadır.
Öte yandan, "dünya sosyalizm sistemiyle kapitalizm sistemi arasındaki çelişmenin "ekonomik yarış"ın gidişi içinde kendiliğinden ortadan kalkacağını (a.y) savunan görüşlere karşı çıkan ÇKP haklı olarak başka bir alternatif ileri sürür:
"Bu yüzden, Dünya Proleter Devriminin tüm amacı bir bakıma, Dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan bu bölgelerdeki (Asya, Afrika, La
tin Amerika b.n.) halklann devrimci savaşımlannm sonucuna dayanmaktadır." (a.y)
ÇKP'nin SBKP ile giriştiği polemik, yalnızca SBKP'nin "banş içinde birlikte yaşama" politikasının farklı yorumlan seviyesinde görülürse, dünya devrimci sürecinde yaşanmakta olan objektif değişimler dikkate alınmamış olur.
Çin'in o dönem politik saldmlan- nın diğer önemli hedefi Avrupa komünist partilerinde yaşamakta olan gelişimdi. Hemen hepsi sosyalizme "ba- nşçıl" hatta "parlementer bir geçişi" savunmaya başlamışlardı. Aynı zamanda kaçınılmaz bir şekilde "demokrasiyi" dokunulmaz tabu olarak görüp onu sınıf temellerinden kopanp kut- sallaştmyorlardı. Oysa bu pek "demokratik" ülkeler Asya, Afrika, Latin Amerika halklarına yeni sömürgecilik tuzağından başkasını layık görmüyorlardı.
O nedenle çatışma özünde Çin ile Avrupa Komünist partileri arasındaydı. Ya da yeni sömürgeciliğin artıkla- nyla yeniden uyuşturulmaya başlanan batı proleteryası ile Batı'ya baş kaldırmış olan ezilen halklar arasındaydı. Bu çatışma ortasında, SBKP -Çin'in tehlikeli noktalara varan görüşlerine karşı (savaşın kaçınılmazlığı görüşüne karşı) mücadele etmemekle kalmamış, bu saçmalıklan desteklemiştir de. İşte bu noktada mücadele "Çin-Sovyet çatışm asına dönüşmüş ve iki yönlü bir ko- puşmayla sonuçlanmıştır.
Çın, Sovyetleri "emperyalist" olarak niteleyerek kopuşmuş; daha sonraki yıllarda ise Batı partileri "Avrupa komünizmi" parolasıyla, komünist partiler soyut bildiriden başka bir şey üretmeyen toplantı komedisine son vererek Sovyetlerden "bağımsız'laş- mışlardır.
1 9 6 3 -1 9 7 0 arasında olgunlaşan bu iki uç kopuşma Dünya Komünist Hareketinde yeni önemli bir sancının açık kanıtlanydı.
O günlerin koşullanna bir göz atarak, olayın biraz daha derinliğine inmeye çalışalım.
Batı'da ekonomik gidiş eski "barışçıl yıllan" geri getirmiştir. Ekonomik gelişme, işçi ariktokrasisini yeniden canlandırıp beslemiştdir. Üstelik işçi demokrasisi artık, egemen burjuvaziyle kol kola devleti yönetmek gibi önemli bir deneye de sahiptir. İngiltere, Almanya, İsveç'te Finans kapitalin gözlerini yaşartan deneyler yaşanmıştır. II. Enternasyonal partilerinin iha
45
netleri kolay unutulacak bir deney olmamasına rağmen, III. Enternasyonalin Avrupa partileri daha 1955'îerde taktik sapıklığa düşerek, sosyalizme "banşçıl geçiş” yolunda sıralanmışlar; sanki II. Enternasyonalin hatalannı tekrarlamaya soyunmuşlardır.
Bu dönüşü yalnızca, başlıyan ba- nşçıl yıllarla, açıklayanlayız.
II. Enternasyonal partilerinin devrime ihaneti Avrupada faşizmin tırmanışı için imkan yarattı. O dönemin kalabalık Sosyal-Demokrat partileri faşizmin önünde kirli bir yolluk oldular. Üstlerine basılıp geçildi. Ancak uzun faşizm yılları mücadele ufkunu proletarya devriminden Burjuva demokrasisine geriletince, III. Enternasyonal partileri ile ihanet damgalı II. Enternasyonal partileri taktik ittifaklarda yanyana geldiler: Faşizmin korkunç pratiği, komünist partileri içinde de bir kere daha, II. Enternasyonal yıllarındaki gibi, "demokrasi sevdasını tutuşturdu. Burjuva demokrasileri idealize edildi hatta sosyalizme geçişin rahat, zahmetsiz bir basamağı olarak görüldü. Netice olarak, faşizm yıllan Avrupa komünist partilerinin devrim ufkunu köreltmişti.
Dönüşe ikinci neden, II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Sosyalizmin tartışılmaz saygınlığı ve gücüdür. Bu güç "barışçıl geçiş" rahat yastığında uyuklamak için gerekçe oldu.
Bu iki neden, komünist partilerindeki taktik sapkınlığın hemen 1950'ler sonrası başlamasını açıklar, ancak ardından gelen uzun yıllarda koyulaşarak daha geri noktalara varmasını yeterince anlatmaz.
Burada üçüncü nedene, kapitalizmin 19501er sonrası yaşanan "refah" yıllarında işçi sınıfının yapısındaki değişimlere gelinir. Yeni sömürgecilik ve bilimsel teknik devrimle proletaryanın saflarında masa-hiz-met işçilerinin sayısı hergün artmıştır. Sınıfta aydınlaşma artarken bu beraberinde uzlaşma eğilimlerini de beslemiştir. 'Sınıfın yapısında bu yöndeki değişim eğilimi esas olarak devam ettiği için yıldan yıla komünistlerin sosyal-demokratlaşma- sı yükse-len bir hızla devam etmiştir.
II. Enternasyonal yıllarının aristokrat işçi zümresi 1955'ler sonrası hem daha yaygınlaşmış, hem de sınıf içinde masa başı çalışanları- "beyaz yakalılar" yıldan yıla artmıştır.
Batı'da sınıf mücadelesinin orta- . mi; sınıfın yapısındaki tedrici değişim ve üst üste yığılan barışçıl yıllarla donuklaşıp parlementer hayallerle zehir
lenmişken, "üçüncü dünya"da akan süreç bambaşkaydı. II. Dünya Savaşının bitimiyle Avrupa durulurken, ısınıyordu. Mücadele ortamları tam anlamıyla taban tabana zıttı.
Bu objektif zıtlık kendini teorik seviyede "üç dünya teorisi" nin saçmalıkları bir yana, bu teori, ulusal kurtuluş savaşlannın öneminin, sınıf mücadelesine kayıtsızlaşan batı proletaryasına duyurulma çabasıydı. Bu çaba saçmalık noktasına varan abartmalarla, savunmaya çalıştığı ulusal kurtuluş savaşlarına zarar verinek gibi bir sonuca varmıştır.
1963-70'Ler arasında ve sonrasında Dünya Komünist hareketi içindeki sancınn iki kutbunu şöyle tanımlayabiliriz. Komünist hareketi; bir yandan ulusal kurtuluş savaşlarından gelen köylü yada küçükburjuva devrimciliği etkilenirken; öte yandan Batı'da "refah" yıllannı yaşayan kapitalizmen alıklaştırdığı imtiyazlı işçi kesimlerinin reformist hayalleri etkiliyordu.
Ezilen halkların devrimciliği radikal parolalara sarılırken, batıda proletarya "barış" bayrağı altında burjuva demokrasisi afyonuyla iyice uyuşturulmuş olarak bu radikalliğe korku ve tiksintiyle bakıyordu.
Ancak mücadele araçlanndaki devrimcilik Sosyalizme gidişin hiçbir zaman teminatı olmamıştır. Çin, bir yandan üçüncü dünya halklarının mücadelesini tek odak noktası olarak görürken, öte yandan bu halklan en önemli müttefikleri Sosyalist sistemden koparmaya kalkarak kendi tutarsızlığını açığa vuruyordu. Bu, milli burjuvaziye "sempatiyle bakan küçükburjuva (köylü)eşitçiliğinin Sosyalizm yolundaki kararsızlığının kendini açığa vurmasından başka bir anlamı gelemezdi. Çin'deki bu dönüş, aslında o yıllarda emperyalizmden bağımsızlaşan bazı üçüncü dünya ülkelerindeki genel sancının bir dile getirilişiydi. Onlar sosyalizmi kurmaya bile girişmeden kendi kapitalizmlerini çok az sağlamlaştırdıktan sonra yeniden emperyalizmin ağına takılmak için kapitalizm okyanusuna daldılar.
Özetlersek, Komünist harekette ikinci çöküş değilse bile krizin en genel anlamı, küçükburjuva devrimciliğiyle, imtiyazlı işçi zümrelerinin sosyal eğilimlerinin Marksizm zemininden ko- puşmaları,.ya da bir süreci anlatmak istersek böyle bir kopuşmaya kuvvetle yönelmeleridir.
Dünya ölçüsünde Finans-Kapita- lin ilk doğuş ve palazlanışı II. Enternas
yonalin çöküşünün maddi koşullannı yaratmıştı. 1950'ler sonrası ise, aynı Finans-kapitaî, çöken klasik sömürgeciliğin yerine yeni sömürgeciliği geçirerek, tıkanan, kapitalist ekonomileri bilimsel teknik devrimle Sosyalizme karşı savunarak kendine yeniden çeki düzen verdi. Onun bu başansı, Avrupa komünizminin ve ulusal kurtuluş savaşlarının sosyalizme yönelişte yalpa- lanmalannın maddi temeli oldu.
ÜÇÜNCÜ KRİZ:İKTİDARDAKİ SOSYALİZMİN KİRİZİ
Kapitalizmin etkisinin asgari ölçülerde olduğu Sosyalist ülkelerde ne krizi olabilir? Sosyalizm "krizsiz gelişimin" yolu değil miydi?
Gorbaçov yeniden yapılanma eylemine giriştikten sonra konuşmala- nnda sık sık "çürümenin bu boyutlarda olduğunu bilmiyorduk" demek zorunda kalmıştır. Bizler için ise sosyalist ülkeler en genel bilgilerden öteye hep bilinmez kaldı. Sosyalist ülkeler kendi gerçek durumlarının açıklamayıp olumluluktan dünyaya duyurmakla yetindiler. Şimdi gerçekliklerin perdesi aralındıkça yada aralanmak zorunda kaldıkça Sosyalist ülkeleri daha iyi tanıyoruz. Ve Gorbaçov'un sözlerini tekrarlamaktan kendimizi alamıyoruz: Çürümenin bu kadarını hayal bile edemezdik!
1980'lerde dünya komünist hareketinin en önemli bölüğünde, sosyalist ülkelerde, gizlenemez sancılar ortaya çıkmıştır. Olayların boyutlan kendini ortaya koydukça sorunun, kimi aksa- malan düzeltmekten öteye olduğu, köklerinin derin çözümünün zor ve acılı olacağı anlaşıldı.
Sosyalist ülkelerdeki sorunları doğrudan kapitalizmin durumuyla açıklamak elbette mümkün değil. Kapitalizmin bu sancılara dolaylı etkisi olabilir. Bu anlamda iki gelişmeden söz edilebilir.
Sosyalist ülkelerdeki krize sebep olan değil, ancak oradaki birikimin açığa çıkmasında bir ölçüde rol oynamış olan iki gelişmeden birisi ulusal kurtuluş savaşları döneminin kapanmış olmasıdır, hatta yalnızca kapamakla kalmamış, bağımsızlaşan ve sosyalizmle dost olan bu ülkelerin önemli bir bölümü yeniden emperyalizmin saflânna katılmıştır. Böylece II. Dünya Savaşı yıllanndan beri oldukça hızlı bir gelişim gösteren Sosyalizmin dünyadakti yayılması duruyor, daha
\ .
46
doğrusu bir kaç adım geriliyordu. Sosyalizmin yayılma hızının kesilmesi kaçınılmaz bazı sonuçlar doğurmuştur. Gelişim bazı sistemdeki zayıflıktan örterken, gerileme başlayınca bu zayıflıklar kendilerini daha kuvvetli hissettirmeye başlamıştır.
İkinci neden, kapitalizmin son kırk yıldır bazı önemli krizler yaşamasına rağmen gelişebilmesidir. Kapitalist sistem Dünyada alanca daralmaya başladıkça üretimce yoğunlaşıp derinleşme yolunu seçmiştir. Bir bakıma Sosyalizm ekstansif bir yayılma yaşarken, kapitalizm entensif bir derinleşmeye zorlanmıştır. Bu, üretim tekniğinde olağanüstü sıçramalar yaratmıştır. Böyle bir gelişimin Sosyalizmi etkilememesi, hatta onu kuşatıp baskı altına almaması düşünülemezdi.
Bu iki neden Sosyalizmin sancıla- nnı açığa çıkmasını hızlandırmıştır. Ancak bu sancıların nedeni olamazlar. Onlar bütünüyle Sosyalizmin kendi gelişim sürecinin ürünüdür.
Önce Sosyalizmde sancılann kendini ortaya koyuşundan başlayalım.
Ekonomide; teknik gerilik, tüketim mallarında kıtlık ve kalite düşüklüğü, üretimin artık böyle gitmeyeceğini gösteriyor.
Mülkiyet ilişkilerinde; "sahipsiz" yada soysuzlaşan bir devlet mülkiyeti. Ancak bu mülkiyet ilişkisine aşağıdan, sıradan halk yönünden bakınca, devlet mülkiyeti el değiştirmiş görünüyor. Katı bürokratik yapı üretim araçlarının da "sahibi" olarak görünüyor "Görünsün, nasılsa aslında öyle değil" denilebilir. Ancak bu görüntü, değil sınıfsız topluma ilerlemek, sınıflaşmanın soysuzlaştmcı etsini sürekli canlı tutan bir sonuç yaratıyor.
Politikada; ağır, pahalı, bürokratik bir devlet ve elbette bunun mantıki sonucu yığın insiyatifinin çürümesi, yani ölü yada donmuş halk demokrasisi.
Bu sonuçlan gidermek için alman önlemlere gelince; Sosyalist ülkelerin yapısına göre önlemler elbetteki değişiyor. Biz Sovyetleri temel alacağız.
Konumuz genelliği açısından detaylara girmeyeceğiz, alman önlemlere baktığımızda sosyalist sistemin dokunulmadık alanının kalmadığını görüyoruz. üretimden yığın örgütlenmelerine kadar herşey krizden payını almıştır.
Ekonomide, işletmelerin "kendi kendini finanse etmesi" prensibi benimsenmiştir. Kendi kendini öldüren planlamadan kısmi "pazar" koşulları
na dönüş. Bunun anlamı ihtiyaçtan, tüketici tepkisinden kopan üretimin, kaçınılmaz şekilde korkunç savurganlığa kapı açmasıdır. Tüketilmeyen mal yığınlannın yanında, ihtiyaca karşılık veremeyen kıt üretim. Planlama, büroda hesaplama olarak uygulanınca, kapitalizmin kar için üretim hastalığının yerini, plan için üretim almıştır. Fakat planın ihtiyaçlara ne ölçüde cevap verdiği, daha da öteye üretilen malın kalitede ihtiyaca karşılık verip vermediğini kontrol eden mekanizmanın yokluğu plan ve israf kelimelerini eş anlamlı hale getirmiştir.
Yine ekonomide, özellikle küçük üretim ve hizmet alanlanndaki tıkanı- şa çözüm olarak özel girişime izin verilmiştir. Tamir bakım eğlence, taşıma vb. alanlarda "devlet" memurluğu yada işçiliği yürümüyor. Özel girişim denenecektir.
Tanm da, atıl duran iş gücünü harekete geçirmek için toprak kiralama serbest bırakılmıştır.
Mülkiyet .ilişiklerinde, çatıştığı fabrikadan hisse satın alabilmek, 5 0 yıl toprak kiralayabilmek, gibi önlemlerle özel mülkiyetin tılsımından medet umulmaktadır.
Politikada, genel yığın insiyatifini harekete geçirmek için yollar bulunup uygulanmaya çalışılıyor. Bulunamazsa Polonya'da olduğu gibi yığınlar kendileri bazı çözümler dayatabiliyor. Dönmüş halk demokrasileri canlanıyor.
Bu kısa özetlemeden sonra Sosyalizmin sancılannm nedenlerine gelelim.
Birinci ve temel neden, Sosyalizmin kuruluşuna başlanırken, devir alınan geri mirastır. Sosyalizm gelmiş bir kapitalist ülkede değil, Avrupanm en geri ülkesinde kuruldu. Bu genel ka- rekter sonraki deneylerde de değişmedi. Geriliğin, Sanayi ve tanmda - ki üretici güçlerin ilkelliği anlamına geldi
ği açık. Üretici* güçler modem çağda başlıca iki bölük: teknik ve ihsan. Teknik geri olunca insan üretici gücün de bu ülkelerde çok geri seviyelerdeydi. Kapitalizm bir kaç yüz yılda üretim sürecinde keskin bir iş disiplini yaratmıştır. Oysa Rusya ve diğer ülkelerde bu disiplin kurulmadan Sosyalizmin kurulma yoluna çıkılmıştır. Kapitalizm koşullannda, kapitalist iflas, işçi ise açlık korkusuyla terbiye ediliyor. Sosyalizmde ise en önemli silah bilinç. Bunun ezberlenmesi değil, tüm davranış- lan belirleyecek şekilde sindirilmesi, deneylerin gösterdiği gibi uzun bir süreci kapsıyor. Gerçek bilinçlenme yerine cansız formüller ve talimatlar geçirilince üretime kayıtsızlık en öldürücü sonuç oluyor.
işçinin, üretim sürecine gerçekten yaratıcı bir şekilde katılmasının her an yeni yollan bulunup denenmedikçe, Sosyalizmin şah daman kesilmiş olur. Sosyalizmin bugüne kadar ki deneyi, işsize iş bulmak ve iş güvenliği sağlamaktan çok öteye gidememiş. Türkiye devrimcileri bizim "devletçi - lik "deneyimizi iyi tanırlar. Özel sektöre göre daha "güvenli",bir yumurtanın on kişiye taşıtıldığı hantal işletmelerdir. Sosyalizmin kollektif mülkiyeti böyle bir soysuzlaşmaya uğramıştır.
Kırda ise, binlerce yılın geleneğiyle yüklü küçük köylülük, kısa zamanda kollektif üretime "ikna olamıyor, ve bu konu Sosyalist ülkelerin en zayıf noktasıdır. Bu geri mirası Sosyalizm içinde eğitmek ve modernleştirmek zor ve sancılı bir süreçtir. En küçük kestirmecilik, üretimde bir düşüş, üretici güçlerin israfı biçiminde karşı tepki üretiyor.
Bugünkü sancılann ikinci nedeni demokratik devrim süreçlerinin zorlanmasıdır. Bunu şehirde küçük hizmetlerin özel girişime devrinden, kırda toprak kiralama imkanının tanınmasından çıkartabiliyoruz. Hele Polonya
Ik tida rdak i sosyalizmin sancılarıyla Dünya Komünist Hareketinin k riz i tepe noktasına çıkmıştır. çükburjuva zorlamaları ve aristokrat işçi eğ ilim lerinin istikrarlı inatçı baskısıyla incelenen Dünya Komünist Hareketi, şimdi kabuk değiştirmeye zorlanıyor. Ancak ufukta, çürüyen cesedi yoldan süpürecek yeni b ir 1917 devrim i görünmüyor.
47
Gorbaçov Çin ziyaretinde Deng Xiaping'le tokalaştı. 1960'ların kavuşmasından sonra biraraya gelme arayışları. Bakalım Çin-Sovyet yakınlaşması neler getirecek?
ve Macaristan'ı göz önüne alırsak, özel sektörün şehirde ve kırda hızlı adımlar atışından acaba bir geri dönüş sürecimi yaşanıyor? sorusunu insan sormadan edemiyor.
Sosyalizmin kuruluş deneyleri kol- lektif, üretime ve mülkiyete geçişin karar ve talimatlarla olamayacağını yeterince göstermiştir. Demokratik Devrim sürecinden kastımız, proletarya iktidannda şehirde ve kırda küçük üretimin kontrolü ve giderek tasfiyesidir. Bu sürecin zorlanması özellikle özellikle küçük burjuva tabakaların Sosyalizme karşı direncini yükseltip,, bu hoşnutsuzluğu bilinçlerin derinliklerine püskürtmüştür.
Sovyetler Birliğinin koşulları, böyle bir zorlamaya büyük ölçüde haklı çıkarabilir. Ancak diğer ülkelerce Sovyet deneyinin taklit edilmesinin savunulabilecek bir yanı yotur. Polonya buna en kötü örnektir. Böyle zorlamalar yalnızca üretici güçleri tahrip etmekle kalmamış, aynı zamanda ulusal duygulan beslemiş hatta Sovyet düşmanlığı yaratmıştır.
Eski hatalar bugün geri dönüşlerle telafi edilmeye çalışılıyor. Bu geç kalmış geri dönüşler belki problemlerin çözümüne yardımcı olacaktır, fakat aynı zamanda her tedbir bugün Sosyalizmin aczi anlamına gelmektedir. Dün Sosyalizme gidişte kaçınılmaz adımlar olarak görülebilecek tedbirler bugün Sosyalizmin işlemediği yürümediği izlenimini yığınlara yaymaktadır. Geç kalışa böyle bir bedel ödenmek zorundaydı.
Demokratik Devrim süreçlerinin zorlanmasının en doğal sonucu her şeye el atmak zorunda kalan hantal bürokratik devlet cihazı olmuştur. Şöyle bir soru akla gelebilir: iktidar alındıktan sonra Sosyalizm yolunda hiç zor gerekmiyecek mi? Bu soruya hayır demek çocukluk olur. İktidarda kalmanın zorluklan açıktır. Ancak zor kullanmanın sının, üretici yığınlardan kopuşma- mak olmalıdır. Bu sınır "sosyalizm uğruna" da olsa ikide bir aşıldıkça sosyalist düzen tamiri güç yaralar alır. Bugün Sosyalist ülkelerde yığın insiyatifi- nin zayıflığının en önemli nedeni bu-
dur.Demokratik devrim süreçlerinin
zorlanması genellikle iki zıt sonuç doğurmuştur. Geniş, küçük üretmen yığınlarının sinsi sistematik üretim sabotajı karşısında ya geriye dönülmüş, ya da bu sistemli sabotaj üzerinde sistemli bir baskı kurulmuştur. Birincisi, özellikle kırda küçük üretimin etkisini arttırmış ve ömrünü uzatmıştır. Polonya, Macaristan ve Çin en tipik örneklerdir. İkincisi, tembel, yaratıcı üretimde gittikçe kopan kolhoz ve solhozlar yaratmıştır. Kişi yaratıcılığı ve insiyatifi- nin ancak yüksek seviyelere çıkmasından sonra koîlektif üretim yeni ve zengin bir üretim ortamı yaratabilir. Kör, ortaçağı durgunluğu ile inmelenmiş, binlerce yıl kendini tekrar etmiş küçük üretimden, koîlektif üretime geçiş, bu yeni üretim ortamına ortaçağın bütün ataletini taşımadan edemiyor. Bu kaçınılmaz objektif ortam, yığın insiyatifini ve tepkisini her an en detaylı biçimde yansıtan örgütlenmelerle alt edilebilirdi. Ancak Sovyet deneyinde olduğu gibi, olaylıların, korkunç zorluktan için
48
de, böyle örgütlenmeler ya dağılmış ya da canlı özünü yitirip donuklaşmalardır. Sovyet örgütlenmeleri en iyi bilinendir. Cansız ölü biçimlere dönüşmüşlerdir.
Sosyalizmin bugünkü sancılarının üçüncü nedenine ya da onun sınıf temeline gelelim. Geri ülkede sosyalizmin kurulmasında en önemli problem yaygın küçük üretimin tasfiyesidir. Geniş küçükburjuva tabakaların varlığı, küçük burjuva mantık ve davranışının her an proletarya partisinin sınır- lanndan süzülme imkanına objektif bir temel oluşturur. Şu çok açık bir gerçekliktir ki, proletarya partileri iktidarı aldıktan sonra küçükbuıjuva akınıyla daha güçlü bir şekilde yüz yüze kalırlar. Gerek parti içinde ve gerekse devlet bürokrasisinde kaçınılmaz şekilde küçük burjuvazinin bir yükselişi yaşanır.
Geri üretim temeli, yaygın küçükburjuva etkiler, emperyalizmin kuşatması ve saldırısı koşulîannda, imtiyazlı bir bürokrasi yaratmıştır.
Küçükburjuva etkiler kendini en açık biçimde: kaba eşitçilik ve kafa emeğinin küçümsenmesi kılıklannda ortaya koymuştur.
Aynca, emperyalist saldırıya hazırlık ve ardından onanm yılları ve bütün sosyalist ülkeler için soğuk savaş yılları doğrudan yığın denetimini neredeyse yoka indirmiştir. Denetimden kopan bürokrasi bizzat karşı etkiyle yığın insiyatifini öldürmüştür.
Halk insiyatifi büyük güçle Sosyalizmde her tıkanan sorunun bu insiya- tife havale edilmesi en azından lafta olsun sık rastlanan bir olay.
Kapitalizm koşulîannda işçi sınıfı ve halk kendi insiyatiflerini genellikle uzun birikim yıllanndan sonra patlamalarla ortaya koyuyorlar. Kapitalistler ve onlann adına davrananlar ise hergünkü yaşamda insiyatif göstermek zorundadır.
Sosyalizm ise, geniş halk yığınlarının eberidir ya da öyle olmalıdır. Onlar adına davranan öncü Parti yığın örgütlenmelerine dayanamıyorsa sıradan bir zümre partisine dönüşür. Sosyalizm, geniş halk yığmlannm, örgütleri aracılığıyla günlük yaşamı insiya- tiflice, yönlendirmeleri olmalıdır. Ancak insiyatif durup dururken değil bilgi ve deneyle beslenip gelişebilir; insan yaşamını ilgilendiren her alandaki örgütlenmeyle somutlaşır. Sosyalizmin bugüne kadar gelen pratiğinde, bilgi: Marksizm-Leninizmin biraz da Skolastikçe okullarda aktarımı olmuş; de
ney ise: üst organlarda alınan karrala- rın ruhsuzca uygulanışına dönmüştür. Sosyalist ülkelerden, Batıya iltica eden döneklerin biraz samimi olanları "sosyalizm teoride iyi ama pratikte rezalet" demektedir. Bu aslında bir gerçekliğin ifadesidir. Bürokrasi şekilleniş sürecinde teori ve pratiğin bağlannı kaçırmıştır. Ve koparabildiği ölçüde güçlenmiştir. Bu ise, gerek teoride gerekse pratikte sosyalist değerlerin soysuzlaşmasını getirmiştir.
Yüksek sosyete seçilen 12 yıllık bir kimya işçisi kadın, eski hataları eleştirilirken şunlan da ilave ediyor.
"Halk uğruna', halkın yararına' gibi deyimler sinirlendiriyor, çünkü böyle söyleyenler haîkla-işçiler veya diğer kesimlerle ilgilenmeyip, yalnızca kendi kişisel iktidarlanyla ilgileniyorlar" (Moscow News, 16 Temmuz 89 ; Va- lentina Kısblyova)
En temel kavramlara tam tersi bir öz kazandıran bürokratik soysuzlaşmanın kökünde, Sosyalizmin küçükburjuva dar görüşlülüğüyle bozulması yatar. Üstelik, bugüne kadar Sosyalizm yoluna çıkan ülkelerin hemen hepsinde, modem kapitalizmin yarattığı küçükburjuva tabakalar değil, kapitalizm öncesinden kalma antika (köylü, esnaf) küçükburjuva tabakalar kalabalık bir yığın teşkil ediyordu. Bunun üretim açısından anlamı, üretici güçlerin önemli bir bölümünde ortaçağ ataletinin güçlü etkilerinin yaşaması demektir. Kapitalizmin birkaç yüzyılda kmp parçaladığı bu ataleti, Sosyalizm bir kaç on yılda tasfiye etmeyi denedi. Sonuç; önemli kazançlann yanında dev, hantal bürokratik devlet mekanizmasının yaratılması oldu.
Böylece üretici güçlerdeki dağınıklık ve ataleti yenmek için karşı ağırlık olan bürokratik devlet, aslında ortaçağ ataletinin Sosyalizm içindeki uzantısı oldu. Bir dönem gelişime hız katan bu aparat, kısa zamanda gelişime engel hale geldi. Bürokratik mekanizmaların ömrünü uzatan en önemli koşul ise, emperyalizmle savaş durumudur. Güçler dengesinin kuruluşuna kadar olumlu misyonu önde olan devlet, bu deneyden sonra hız kesici, tutucu bir konuma düşmüştür.
SONUÇ
II. Enternasyonal, 1 917 Ekim devrimiyle aşıldı ve dünya komünist hareketilll. Enternasyonali yarattı. Fakat Çin-Sovyet kopuşması ve Avrupa komünizmi soysuzlaşması o yıllardan
bu yana aşılamadı, tam tersine sancı iktidardaki sosyalizmin kriziyle bir üst konağa tırmandı, derinleşti.
Yani komünistleşmeyen radikal küçük burjuva devrimciliği gerileyip, gericileşirken komünizme parlemen- to sıralanndan sıçramayı düşleyen Batı komünist partileri uzak ufuklarından komünizmi silip yerine "banşın korunmasını" koydular. Birkaçı hariç diğerleri II. Enternasyonalde yeniden üyelik müracaatını bile gündeme getirdi. Y ani sosyal demokratlaşıyorlar.
Öte yandan Sosyalizmin kuruluş pratiğinde ne kadar küçük burjuva zorlaması varsa hepsi tek tek dikiş patlatıyor. Sosyalizmin kuruluşundaki küçük burjuva hayaller ve kalıplar yıkılıyor. Sosyalizm böyle bir basamaktan geçmek zorunda mıydı? Objektif temel, yani Sosyalizmin devir aldığı geri ve yaygın küçük üretim temeli böyle sancılı bir dönemeci bir ölçüde kaçınılmaz kılmıştır. Dünya koşullan da bu gidişteki sancıları şiddetlendirmiştir.
Günümüzde, Sosyalist ülkelerde üretici güçlerin verdiği seviye, Sosyalizmin küçük burjuva tarzda bozulmasına daha fazla katlanmayacak noktaya gelmiştir. Sosyalizmin kuruluş ve geliş süreçlerine yapıştmlan küçükburjuva yamalar artık dökülmektedir. Bunlar çürümenin kaynağı olmuştur. Ancak bu sancılı süreçten, küçükbur- juvaca bozulmalardan kopuşma tek yönlü ve kolay olacağı benzemiyor.
Soysuzlaşan "devlet mülitiyeti" kökleri1 kazınamamış özel mülkiyet duygulannı güçlendiriyor. Kollektif insiyatifi kolektif hantallığa ve tembelliğe dönüştüren bürokrasi, bunun bedelini şimdi kişicil insiyatife yol açarak ödemek zorunda kalıyor.
Bazı sosyalist ülkelerde özellikle tanmda hala özel mülkiyetin güçlü olması, bu sancılı dönemden geçiş süremde emperyalizmin iştahını kabartıyor ve sosyalizmden geriye düşüş ihtimalini de iktidardaki sosyalizmin gündemine sokuyor.
Sosyalizmin çürüyen küçükburjuva yanlan kendiliğinden proletarya sosyalizminin güçlenmesi sonucunu doğuramaz. Emperyalizmin çekim gücünü de düşünürsek kapitalizme doğru devriliş kimi sosyalist ülkeler için mutlak olarak imkan dışı değildir. İhtimaller üzerinde spekülasyon işimiz değil. Ancak bir Sosyalist ülkede ya da bu yolda ilerleyen bir ülkede şehir ve kırdaki sosyalist üretim emek üretkenliğinde başı çekemiyorsa o ülkede Sosyalizmin güçlenmesi için temel eksik
49
demektir.Dünya Komünist hareketi mevcut
krizden nasıl çıkacaktır? Önümüzde, kısa dönemde dünyada bir devrimci durumun doğabileceği bir süreç görünmüyor. Dolayısıyla çözüme sıçramak devrimci yılların içinden geçerek varılmayacak. Yaşanan yıllar henüz birikim yıllarıdır.
Krizden çıkışta motor güçler ne olabilir?
Kapitilazm, tekniğin ve üretim ilişkilerinin daha gelişkin olduğu Babil, Yunan yada Roma'da değil de daha geri İngiltere adasında alev aldı. Üretici güçleri çürüten aşırı iri tefeci-bezir- gan sermaye eski medeniyetlerde böyle bir sıçrayışa engel oldu. Özellikle insan üretim gücünü daha diri ve canlı olduğu İngiltere ve Kıta Avrupa- sına, medeniyetin tekniği ulaşır ulaşmaz 7 bin yılda değil bir kaç yüzyılda kapitalizm filiz verdi, üretici güçleri çok daha devasa bir gelişime itti.
Sosyalizm ise, yine üretim tekniğinin daha gelişkin olduğu kıta Avrupa- smda değil, daha geri olduğu Çarlık Rusyasmda patlak verdi. Kıta Avrupa- sında insan üretici gücü, başlıcası işçi sınıfı, sömürge talanlarının nimetleriyle uyuşturulabilmiştir. Uyuşmayanların can hıraş çabalan gidişi değiştirmedi. Tekniğin fırtınalı gelişimiyle yüz yüze gelen ayık Rus proleteryasının, sömürge talanlarıyla değil papaz gapon- larla uyuşturulma çabaları sökmedi, Dünyada ilk işçi iktidarı kuruldu.
O yıllardan bugünün ortamına geldiğinden batı proleteryasının yeni sömürgecilik talanıyla afyonladığı ve aynı zamanda nükler kıyamet tehditiy- le sindirildiği acı ancak açık bir gerçektir. Modern tefeci bezirganlık yani uluslararası Finans-Kapital Batılda insan üretici gücünü önemli ölçüde dev maketlerin vitrinleriyle hipnozite edip çürütmüştür.
Geri kapitalist ülkeler yada "üçüncü dünya"da ise, çalışan yığınların Batıdaki gibi afyonlanması ekonomik olarak mümkün değildir. O nedenle bu ülkelerde faşizm ve başka binbir yolla insan üretici gücü, kelimenin gerçek anlamında çürütülüp paçavralaştı- rılmak isteniyor. Ancak bunu sağlayabilmek büyük ölçüde imkansızdır, işçi sınıfının geniş çekirdeği, bu ülkelerde gelişimin zembereği olmak özelliğini hala korumaktadır.
Bu ülkelerde 1970'ler sonrası mücadele karakter değiştirmektedir.. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin yerini sınırları daha belirginleşmiş sınıf savaşları almaktadır. Bu konakta değişimi ve,kendini ortaya koyuşu elbette yıllar almaktadır. İşte Dünya Komünist Hareketindeki çürümeler taze kan kaynaklanndan birisi bu ülkelerdeki şçi sınıf haraketleridir. Bu ülkelerdeki mücadelelerin nasıl gelişeceğini elbette ki gelecek günler gösterecektir, ancak bu mücadelelerin, kanı çekilip, cansızlaşan Dünya Komünist Hareketine yeni yaşam gücü vereceği açıktır.
Sosyalist ülkelerde ise, insan üretici gücü önemli yaralar alsa da, kendini onarabilecek imkan ve araçlara sahiptir. Fakat bu kendini yenilemenin kolay süreç olamıyacağı hergün daha iyi anlaşılıyor.
Sonuç olarak, Dünya Komünist Hareketindeki çürümeyi aşabilecek iki güç: Sosyalist ülkelerde ve geri kapitalist ülkelerde işçi sınıfıdır. Batı prole- teryası emperyalizme karşı pasif bir dirençle kendi misyonunu sınırlarken, geri ülke proleteryaları emperyalizme zayıf noktalanndan vuran aktif saldırı misyonuyla yüklüdürler. Sosyalist ülkeler kendilerini yeniledikleri ölçüde emperyalizme genel saldmnın yada üstünlük kurmanın maddi ve psikolojik ortamını güçlendireceklerdir.
Dünya Komünist Hareketi krizli
günlerden geçiyor.Bu sancılı günlerin aşılmasında çü
rüyen yanların kesilip atılmasında, genel komünist hareketin taze kan almasında öncülük Sosyalist ülkelerce yada bir kaçı tarafından yapılırsa sorunlar daha kestirme bir süreçle aşılabilir. Fakat öncülük üçüncü dünya proleterya- smın omuzlarına kalırsa sürecin çok sancılı olacağı açıktır.
Sosyalizm kendi problemleriyle boğuşurken, üçüncü dünya devrimle- rinin sorunlarıyla yüz yüze gelmek istemiyor. Canlı olayların akışı öyle bir kendini kayırışa izin verecekmi?
Özetle, iktidardaki sosyalizmin sancılarıyla Dünya Komünist Hareketinin krizi tepe noktasına çıkmıştır. Küçükburjuva zorlamaları ve aristokrat işçi eğilimlerinin istikrarlı inatçı baskısıyla incelenen Dünya Komünist Hareketi, şimdi kabuk değiştirmeye zorlanıyor. Ancak ufukta, çürüyen cesedi yoldan süpürecek yeni bir 1 917 devrimi görünmüyor.
Öyleyse kabuk değiştirme sancılı, dolambaçlı, inişli çıkışlı bir yol izleyecektir. Öyle görülüyor ki, 1965'lerde kurulan güçler dengesi, dünya Ölçüsünde yeniden kurulacak ve bu denge kendinden sonraki gelişime damgasını vuracaktır. Önceki denge Sosyalizmin itibarlı., kapitalizmin sancılı günlerinde kurulmuştu. Şimdi görünüş tersine dönmüştür. Sosyalizmin "iflas" ettiği , kapitalizmin geliştiğine dair çığlıkların atıldığı yıllar yaşayacağız.
Bütün bunlar Sosyalizmi, kücük- burjuva dar kafalığı ve aristokrat işçi hımbıllığından kurtararak aşılabilir. O zaman Sosyalizm, ilkelliklerinden ko- puşup sevice yükselecektir ve insanlık Dünya ölçüsündeki tarihi hesaplaşmaya doğru büyük bir adım atmış olacaktır ■
50
Belediye-İş Sendikası Beyoğlu Şube Başkanı Hıdır Bal ile söyleşi
çözümcülerin bu kendinden geçmiş saldırılarının altında kaybetmenin acı- sı yatıyor. Şube kongresindeki kayıplarını kastetmiyorum, daha esas ve temeli i olanı, toplumsal mücadeledeki konumlarını giderek kaybedişlerinin acısı var. Ayrıca ben yakın b ir zaman kadar gücüm oranında o eğilime yardımcı oluyordum. Ama zaman içinde görüşlerimde çok önem li değişmeler oldu.
ÇY: Sayın Başkan, sendikanızın şube kongreleri çok büyük oranda sonuçlandı. Siz de çok farklı bir sonuçla yeniden göreve getirildiniz. Bu sonuçta hangi etkenler rol oynadı? Birinci döneminizin bir değerlendirmesini yapıp, bundan sonraki faaliyetinizin hedeflerini açıklar mısınız?
HB: Biraz daha eskiden alayım. Belediye-Iş'e ben ve birkaç yönetici arkadaşım çok geç üye olduk. Yeni sendikalar yasasının çıkmasından önce ne yapılacağına dair bir tavır saptamak için gerek iş yerinde, gerekse diğer iş yerlerinde uzun bir tartışma dönemi yaşadık. TÜRK-İŞ'e bağlı ve onun ilkelerinin sadık izleyicisi olan bir sendikaya gitmek kimse tarafından gönüllüce benimsenmiyordu. Dönemin şartlan da düşünüldüğünde, yeni bir sendika yoluna çıkmanın zorluklan da orta yerde duruyordu. Özellikle deneysiz ve bilinççe geri arkadaşları o günün havasında bu yola sokmak çok zor olacaktı. Ama biz zor olanı seçtik. Gönüllü koşan, devrimci ve deneyli bir ekibin koordinasyonunda, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana Belediye işçileri ilk adımı attı ve GENEL HİZMET-İŞ Sendikası kuruldu. DİSK'ten devraldığımız mirasın olumlu ve olumsuz yan
lan, tüm o tartışmalar esnasında enine boyuna değerlendirildi ve onun bıraktığı yerin basit bir devamcısı olarak değil, bir üst seviyede, DİSK'in hatalarından annmış bir yapılanmanın sağlanması hedeflendi. Kuruluş günlerinde sendika büyük ilgi gördü. İlk birkaç ayda üye sayısı binleri aştı. Binbir imkansızlık içinde kıvranılmasına rağmen pek çok grevin üstesinden gelindi. Ancak 1 9 8 4 sözleşmelerinin bastırması ile birlikte, büyük hak kayıplanna uğranılacağı endişesi en geri üyelerimizden daha ileri olanlara doğru yayılmaya başladı. Belediye-İş'in GENEL HİZMET IŞ'i yok etmeyi hedefleyen ope- rasyonlan sözleşme maddelerine kadar sokuldu. Ve etkilerini de gösterdi. GENEL HİZMET İŞ'ten istifalar başladı ve hızla yayıldı. Sendikada az sayıda inançlı devrimci arkadaşın dışında kimse kalmadı. Toplu sözleşmeden doğacak hak kayıplanna uğramamak için BELEDİYE IŞ'e giden arkadaşlarımızın çoğunluğa hala geriye dönecek gücü kendilerinde bulamadılar. Bu durumun belirli bir istikrara kavuşması, bizim önümüze iki alternatif çıkarmıştı. Ya inançlanmız yönünde uzun bir mücadeleyi hedefleyecek, dar devrimci bir kadroya dayalı çalışmayı benim
seyecektik, ya da işyerlerimizdeki tecrit durumdan kurtulmak için geri bir adım atacak, onlarla olacaktık. Her iki tavn da benimsemeyen arkadaşlarımız oldu. Ben ikinci tavn benimseyenlerdendim. Zor da olsa Belediye-Iş’de benimsediğimiz düşünceleri dövüştü- rebileceğimize inanıyordum. Doğru oldu mu, yanlış mı? Her ikisini de savunan arkadaşlanmız bugün halen var.
Belediye-İş üyeliğinden çok kısa bir süre sonra Şube Başkanı seçildim. Beklediğim zorluklarla yüzyüzeydim. 2 8 2 1 sayılı sendikalar yasasının aşırıca güçlendirdiği bir merkezi yapının altında iş yapmak zorundaydık. Bu, ancak bir halde mümkün olabilirdi. Gerçekten işçilerin güvenini kazanmak ve herkesin tasfiyeci eğilimini gerçekleştirememesi yönünde bir set oluşturmak. Bir sürü eksiğimize rağmen bunu gerçekleştirdik. Düşündüklerimizi tümden uygulayamazsak da küçümsenmeyecek adımlar attık. Düzenli temsilci toplantıları ile her adımda onlara dayanarak söz ve karann asıl sahiplerini canli tuttuk. Arkadaşlarımla çok sık ve düzenli aralıklarla, işyerlerini gezdik ve toplantılar yaptık. Sendikanın oturduğu zemini, genel merkezin politikalannın sınıf karşıtı karakte
51
/
rini, bilincimiz yettiğince ve dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Sadece kendi şubemizde değil, diğer şubeler çapında da devrimci bir birliğin oluşması için çaba gösterdik. Tüm bunların yetmediğini, daha işin başlangıcında olduğumuzu ve gideceğimiz yolun daha epeyce uzun olduğunun bilincindeyiz. Tüm bu çalışmalar içinde iki şeyin eksikliğini tüm ağırlığı ile hissettik.
Birincisi: sınıf mücadelelerinin her devrimciden istediği ileri bilinç seviyesinde olmadığımızı, inanç ve kararlılığın da bir noktaya kadar götürebildiğini, ondan öteye yetmediğini yaşadık. Bizim durumumuzla işçi arkadaşlarımızın bizden beter hali birleşince, sınıf savaşında olmamız gereken yerden, istemeksizin de olsa gerilerde kaldık. Önümüzdeki dönemde ilk hedefimiz sistemli ve düzenli bir programla bu eksiğimizi gidermek olacak.
İkincisi: Sendikaların bu günkü yapılanmasının ve organlannın, mücadelenin ağırlığının altından kalkacak bir yapıda olmadığı ve sendikaya rağmen işçilerin örgütsüz olduğu, kendilerini mücadelenin dışında hissettikleri gerçeği. Bizim sendikamızın da parçası olduğu bu günkü sendikalar, işçi sınıfının mücadele örgütü değil işçiyi mücadelenin içine çeken, sorumluluk almalarını sağlayan, karar süreçlerine katılmasını ve aktif davranışını besleyen ve geliştiren değil, aksine onu mücadelenin dışına iten yalnızlaştıran yapılardır. Bu durumu düzeltmenin ilk adımı temsilcilerden öte ve onlarında içinde bulunabileceği iş yeri grupları oluşturmak ve bu gruplan istikrarlı bir organlaşma düzeni içine sokmak. Belki ha deyince olumlu sonuçlar alamayacağız ama bu dönem de karşılaşacağımız zorluklar ne olursa olsun bunu başaracağız. Daha doğrusu başarmak zorundayız. Bu görev başarılmadıkça ne işçi sınıfının devrimci görevlere talip olması beklenebilir, ne de sendikalar sınıfın mücadele Örgütlerine dönüşebilir.
ÇY: Sayın Başkan, çok uzun ve
olumlu bir değerlendirme yaptınız. Te- şekkür ederim. Yaptıklannızı ve yapa- madıklannızı şubeniz çapında neleri hedeflediğinizi açıkladınız. Yaptığınız tesbitleri onaylamamak oldukça zor. Ama tüm bunlara rağmen ağır bir itham altındasınız. Çözüm Dergisi ad vererek 2 6 -27 sayılannda sizi genel merkez işbirlikçiliği ile hatta muhbirlikle suçluyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
HB- Çözümcülerin bu kendinden geçmiş saldmlannın altında kaybetmenin acısı yatıyor. Şube kongresindeki kayıplarını kastetmiyorum, daha esas ve temelli olanı, toplumsal mücadeledeki konumlannı giderek kaybedişlerinin acısı var. Aynca ben yakın bir zaman kadar gücüm oranında o eğilime yardımcı oluyordum. Ama zaman içinde görüşlerimde çok önemli değişmeler oldu. Dün sezip de izah edemediğim pek çok konu zamanla açıklığa kavuştu. Bu değişmeleri sınırlı alanlarda onlarla tartışmaktan geri durmadım. İstiyordum ki onlann ağızlannda doğrulansın. Fakat olmadı "Sol çocukluğun" hezeyanlan ile üstüme saldırmaya başladılar. Onlar düşünen ve sorgulayan devrimci değil, her söylenene inanacak, otomat kul arıyorlar. Aynı durumda olan ne ilk kişi bendim ne de son kişi olacağım 1 9 8 9 Türkiye'sinin devrimci işçilerine küçük burjuva kul mantığı nasıl kabul ettirilebilir. Bu mümkünmüdür? Bu durum ve devrimci hareketimizin kendinden her kopanı kolay yoldan en ağır suçlamalarla yıldırma geleneği düşünüldüğünde, bu zavallılığın anlaşılmayacak yanı kalır mı?
İşin bir diğer ilginç yanı da şu. Bunca ağır suçlamalardan sonrş bile dolaylı yoldan ve el altından "kandırma" operasyonlan hiç kesilmedi. Eğer şu anda bulunduğum çevreden koparsam hiç bir meselenin kalmayacağına dair, el altından haberler alıyorum. Kendilerince bir yıpratma savaşı yapıyorlar. Ama onlar, bu deli saçması saldırılarını arttırdıkça, kendi çevrelerindeki pek çok insanın benim haklılığım
yönündeki ‘endişeleri de yükseliyor. SHP yardakçısı bir kaç işveren vekilinin çok keskin devrimcilikleri ile baş- başa kalmış dürümdalar. Konunun fazla konuşulacak bir yanını göremiyorum. Bu durum onlan ciddiye almak olur. Sendikalarda yaptıklanm ve düşündüklerim ortada. Çözümcü geçinenlerin de sendikalar daki İETT derneğindeki halleri gözlerden saklı değil. Prensipler üstünde sürdürülecek bir tartışmadan hiç bir zaman kaçmadım. Çözümcü bile olsalar herkesle bu konularda tartışmaya hazmm.
ÇY: Sayın Başkan, son bir sorum olacak. Yaklaşan genel kurulda tavrınız ne olacak. Bu yöndeki hazırlıklarınız ne durumda?
HB: Bu genel kurul bir hesaplaşma arenası olacak. Sendikanın oturduğu anlayışa ve genel merkeze karşı güçlü tepki var. Ancak bu tepkinin ka- ralderi, henüz devrimci bir zemine oturmuş değil. Ve yönlendiricilerinde klasik anlayışlarla uzlaşma ihtimali potansiyel olarak var. Çeşitli tonlarına rağmen belli başlı üç eğilim, işçilerin önünde sınav verecek. Bu günkü yönetimin temsil ettiği gerici sağ anlayış, Sosyal-Demokratlarm temsil ettiği reformist anlayış ve onlara göre daha cılız olan devrimci anlayış. Bizce önümüzdeki yönetimde, kimlerin temsil edileceği ikincil bir sorun. Asıl sorun kongreyi bir seçim aldı-kaçtısına kurban etmemek, Faaliyetlerin değerlendirildiği ve prensiplerin tartışıldığı bir kürsüye çevirmek. Şimdiden devrimci ve sosyal demokrat arkadaşlarla bunun hazırlığını yapıyoruz. Biz düşündüklerimizi yazılı çizili hale getirip, tüm işçi arkadaşlara sunacağız ve ulaşabildiğimiz kongre delegeleri/ ile de tartışacağız. Bu temellerde anlaşabileceğimiz ittifaklara da girebiliriz. Şimdiden şöyleyebileceklerim bunlar. Ötesini yaşayacağız. Sonraki sayılannızda yapacağınız bir değerlendirme için her türden yardıma hazır olacağız. Teşekkür ederim.
CY: Biz teşekkür ederiz ■
HİKMET KIVILCIMLIEDEBİYAT-1 CEDİDENİN
FELSEFESİGerçek Sanat Yayınları
Tel: 143 45 33
52
Halkevlerinde devri
Türker DİKBAŞ
• • lkemizin dört bir yanında
U devrimci demokrasi mücadelesinin alanlanndan biri olan halkevlerine, her geçen gün
bir yenisi daha ekleniyor. İstanbul'da daha yoğunlukla yaşanan bu gelişme, diğer şehirlerimizde de kendini gösteriyor. Hatay, Ankara, Gaziantep, Mersin, Edirne, Bursa gibi daha birçok il ve ilçelerde halkevleri mücadele alanına atılıyor. Devrimci demokrasi mücadelesinin mevzileri her geçen gün devrimcilerle hayat kazanıyor.
Evet, gerek halkevleri gerekse diğer alanlarda ki DKÖ'lerin hızla çoğalması, genel anlamda sevindirici bir durum. Ancak bu durum devrimciler tarafından objektif değerlendirilmediği ve kitle ilişkilerin sağlanacağı bu gibi alanlarda olumlu bir politika oluşturulup, uygulanmadğı takdirde, sevindiri- cilikten öte, bir takım kitleden kopuk insanların kendilerini kandırdıklan, tatmin ettikleri, halkın yaşam gerçekliğinden uzak, varolma amacını gerçekleştiremeyen, dar kapsamlı, dejarj olma mekanları haline gelir.
Yazımızda genel anlamda DKÖ ve Halkevlerinde çalışma yöntemleri üzerine söylenebilecek, hemen herkes tarafından onaylanan genel kural- lan da geçmekle birlikte, söylenen bu kuralların hayata nasıl geçirildiği noktası üzerinde duracağız. Bu konuda özellikle de Yeni Çözüm un Halkevleri ve DKÖ politikasına teorik ve pratik yaklaşımlarını gözden geçireceğiz.
GENEL OLARAK HALKEVLERİ VE DKÖ'LER
Halkevlerinin 12 Eylül öncesindeki tarihini karıştırdığımızda karşımıza
Kemalizm'den kopamayan kitle örgütlenmeleri çıkar. 1
İlk olarak Atatürk'ün Türk halk kül- tününün yaygınlaşması ve Osmanlı dan kalma kanşık hak kültürlerinin tek bir yönde gelişmesi amacıyla oluşturduğu, özelde ezilen Kürt ulusunun ve diğer azınlıkların kültür asimilasyonuna ve Türk kültürünün ağır basması amacına yönelik çalışmalar, 1960 'a kadar aradaki kesintilerle birlikte oldukça silik olarak sürmüştür. Halkevlerinin bu döneminde devrimci demokrasinin mücadele alanı olması ya da bu amaçla kullanılması söz konusu olmamıştır.
60'lı yıllardan sonraki Halkevi ça- lışmalan ise kısmen, dayatılan Kemalist politikadan kopuşmanın izlerini ta- şısa da 80'lere kadar bu anlamda önemli bir yol katedilememiştir. Özellikle 70 sonrasında varlıklannı hissettiren Halkevlerinde uygulanan yanlış politikalar, bu süreçte de buralann devrimci demokrasi mücadelesinde alan olmalan noktasında olumsuz sonuçlara neden olmuştur,
80'in hemen öncesinde halkevleri faaliyetlerine ve oluşumlarına baktığımızda 7 O’lere kadar oldukça yoğun bir şekilde H.E. politikasında kendini hissettiren Kemalizm'e bağımlılğın, biraz törpülenerek de olsa varolduğunu ve bu politikadan dolayı çalışmaların iş- levsizleştiği görülüyor. Burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin genel politikalarında ki Kemalizme bağımlılık H.E. politikalannda da yansımasını buluyordu.
Burjuva sosyalizminde, kendini Kemalizme ağırlıklı olarak bağımlılık, küçük burjuva sosyalizminde ise Ke- malizmden kopamamışlık şeklinde ifa
mci tavır
de eden bu durum, H.E.'ni halk güçlerinin devrimci demokrasi mücadelesinde bir yere getirmekten öte, toplantı, görüşme alanı, eğlence, zaman geçirme mekanı olmasını doğuruyordu. Bunun dışında ise bir kışım küçük burjuva sosyalistleri de H.E ve diğer DKÖ'leri reformist, pasifist bulduğundan dolayı bu alanlarda hiçbir koşulda yer almıyordu.
Kısacası 80 öncesinde H.E.'nde iki uca savrulmuşluk göze çarpıyordu. Bir yandan alabildiğine pasifizm öte yandan kitleden kopuk uçkunluk tarafından rededilmek. Sonuçta devrimciler H.Enden uzaklaşırken, buralardaki duyarlı halk ise reformistlerle başbaşa kalıyor, isteklerine yanıt alamayınca da uzaklaşıyordu.
Bu arada DKÖ'lerde de farklı bir uçkunluk gözlemleniyordu. Bir kısım küçük burjuva sosyalistleri H.E'ne gelmeme tavırlannı DKÖ'lerde de sürdürürken, bir kısmı da adeta örgütlenme kaleleri haline getirdikleri DKÖ’lerde salt siyasi örgütlenmeye yönelik çalış- tıklanndan kitle ile bağları oldukça za- yıfdı. Sonuçta bir süre sonra, hatta kuruluş aşamasında dernekler bağlı ol- duklan siyasetin adları ile anılır oldular.
12 Eylül sonrasında H.E'nin açılışını tüm devrimci demokratlar gibi se- vinçla karşıladık. Başlangıçta 8 0 nöce- si gibi reformizmin kalesi yapılmaya çalışılan H.E' devrimci demokratlann mücadelesi ile kısmen bu tehlikeden kurtanldı ve kurtanlmaya devam ediyor.
Reformizm ile atbaşı seyreden ikinci tehlike çanları, üstelik de bu kez 12 Eylül öncesinden daha da şiddetli çalıyor. Önceleri daha çok kendini
53
#\/sacas/ devrim ci demokratlar olarak r i n d e , burjuva kültürüne kalternatif devrim ci kültürün yaratılması ve y a ş h a l k ı n mik, ekonomik, mesleki, demokratik, kültürüel v.s. alanlardaki sorunları etrafında birleşmesi, aktivite- sinin devrim ci mücadeleye dönüştürülmesi yo lunda önderlik ve yön lend iric ilik yapmalıyız.
DKÖ'lerde ağırlıklı olarak hissettiren sekterizm, dar grupçuluk, ben merkezcilik ekseninde dönen ve kitlesel alanların kitlelere kapanmasını getiren bu tehlike şu an tüm DKÖ'leri ve H.E'ni kuşatmaya çalışıyor. Teoride sayfa sayfa bildiri çıkarılıp, kitleselleşmek, demokratik yanı ağır basan demokratik merkeziyetçi anlayışın, çok sesliliğin korunması, çoğunluğun azınlığa uyması, azınlığın kendini ifade Özgürlüğü olması, anti faşist, anti emperyalist ilkeler altında, H.E. Bazında birlik çağırılan yapılırken; dar, günlük grup çıkarlarının genel anlamdaki çıkarlardan ağır basması; teorik yetersizlikten dolayı kitlenin diğer kitleler içerisinde erime kaygısı ile kitlenin ge- liminden çok gidimine uğraşılması ve azınlıkta bulunan diğer yapılanmalara yaşam hakkı verilmemesini getirmiştir ki bu durum en açık biçimiyle Yeni Çözümde somutlanmaktadır.
HALKEVLERİNİN MİSYONU NE OLMALIDIR?
Kapitalizmin yapılanması alt yapı- üst yapı bütünlüğünde tamamlanır. Diğer bir anlatımla kapitalizmde toplum ilişkileri, ekonomik ve ideolojik olmak üzere iki yandan örülür.Kapitalizmin ekonomik anlamdaki yapılanması artık en kör gözün bile görebileceği açıklıktadır. Hedef nettir ve alt yapının ortadan kaldırılması devrim sorunudur. Öte yandan egemen sınıf ideolojik yapılanması ile yarattığı düzene uygun davranış ve düşünceyi yani egemen kültürü hayata geçirecek, nesillere aktaracak kuşaklar yetiştirir. Ve bu nesilin ekonomik anlamda yaşam koşullarının değişmesi, kafalarının da hemen değişmesi sonucunu doğurmaz. Tam tersine üstyapı ilişkileri, kül
türel yapı, daha ağır değişir.Egemen sınıf egemenliğini, ezdiği
sömürdüğü kitlelerin gözünde meşrulaştırmak, meşrulaştıramadığı noktalarda sindirmek zorundadır. Bunun için de kendi kültürünü yaratır ve kitlelere empoze eder. Alabildiğine pasif, kişiliksiz, vurdumduymaz, yoz , kitleleri varoldukları sınıf değerlerinden uzak tutan, özentili, bunalımlı bir nesilin yetişmesi için tüm kitle iletişim araçlarını ve eğitim olanaklarını seferber eder.
TV, Radyo ve basın en yoğun kitle tarafından izlenen görsel ve işitsel anlamda kişi üzerinde çok boyutlu etkiler yaratan, burjuvazinin kullanımındaki araçlardır. Diğer taraftanda eğitim kurumlan tümiyle egemen sınıflar hizmetinde, burjuvaziye eleman yetiştirir. Gerek kitle iletişim araçları gerekse eğitim kurumlan ile halka empoze edilen değerler burjuvazinin icazetinden geçmiş ve burjuvazi tarafından halka dayatılmış değerlerdir.
Bütün alanlardaki burjuva politikası karşısında aktif mücadele verme gereğine inanan devrimci demokratlar olarak, gelecek nesilin, burjuvazinin yaratmak istediğinin dışında, devrimci kültür ile donanması, yeni insan tipi üretiminin bu günden başlaması, duyarlı, üretken, mücadeleci bir kuşak yaratılması, nihayetinde kültür alanın-
* da da burjuvazi ile mücadele için, kültür ağırlıklı kitle örgütleri olan halkevlerini oluşturmalı ve çalışmalıyız.
Kısacası devrimci demokratlar olarak halkevlerinde, burjuva kültürüne karşın, alternatif devrimci kültürün yaratılması ve yaşatılması, halkın akademik, ekonomik, mesleki, demokratik, kültürüel v.s. alanlardaki sorunları etrafında birleşmesi, aktivitesinin devrimci mücadeleye dönüştürülmesi yolunda önderlik ve yönlendiricilik yap
malıyız.Ancak henüz Kemalizmin hakimi
yeti sürmektedir ve bu maddi zeminde reformizme kan vermektedir. Bugün Türkiye'de demokratik halk hareketi Kemalizm zemininden kopuşmuştur. 12 Eylül döneminin en büyük kazanç- lanndan biri olan bu kopuşmanın özellikle öne çıkartılması ve derinleştirilmesi yığınlarda bu yöndeki filizlenmelerin bilince çıkartılması gerekirken H.E. Yönetimi düzende tutunabilmek için Kemalizme sanlmakta, icazet mantığını açıkça sergilemektedir. HE zaten Kemalizmn en köklü kuruluşlarından biri olduğundan yönetim bu yöndeki gelenekselleşmiş yapıyı rahatça kullanabilmektedir. O halde görev Kemalizmi bizzat kendi merkezlerinden birinde yenmektir. Şimdi bu savaş yaşanıyor ve sürecektir. Sonuçta ne olur? Şayet açık kitle desteğine rağmen devrimciler Kemalizmi yenilgiye uğratmazlarsa ki-bu kongrelerdeki kulis pazarlıkları veya tüzükcül oyunlarla olacaktır- bu da devrimci kitleyi durduramayacak, mevcut HE yapısı aşılarak yeni biçimlerine, yeni kitle örgütlerine sıçranacaktır. Demek HE'de bu günkü asıl görev Kemalizm ile hesaplaşmayı yükseltmektir. Bu ise siyasi ajitasyon- propagandayla birlikte pratikte mevcut yönetimin icazetci legalite anlayışını terkederek, meşruiyet zemininde bir legalite anlayışını HE pratiğine hakim kılmaktan geçiyor. Siz 12 Eylül ya- salan içine hapsoldukça kitlenin demokratik istemlerinin sözcüsü olamazsınız. Ve İkincisi HE'ne süreklilik kazandıracak otan faşizmden alınacak icazetler değil, emekçilerin, aydınların ona sahip çıkmasıdır. Bu ise onların demokratik istemlerine ve davranışlarına cesurca öncülük etmekten geçiyor.
HE'nin genel bir değerlendirmesini yaptıktan sonra yazımızın bundan sonraki bölümünde genelde DKÖ'le- rin özelde HE'ni çalışma ilkeleri, örgüt anlayışı, mücadele anlayışı üzerinde duracağız. Aynı zamanda bu atandaki sekter, dar grupçu, saldırgan ve teorik olarak Kemalizm'den kopamamanın izlerini taşıdığından, genel mücadele hattında dolayısı ile DKÖ'lerde de bu izleriyansıttığından uzun vadeli ve üretici bir politik hat izleyememe özellikleri ile öne çıkmış Yeni Çözüm'ün konu hakkında teorik ve pratik çalışmalarını sergileyeceğiz.
Bunu yaparken pratiğe kaynak olarak gerçekleşen olayları, teorik kaynak olarak da Yeni Çözüm'ün
54
"Halkevleri Mücadelesinde Tavrımız' bildirisini gözönünde bulunduracağız.
DKÖ'NÜN TANIMLANMASI VE ÖZELLİKLERİ
Yeni Çözüm, bildirisinde bu başlık altında şöyle yazıyor. "DKÖ"lerin belirgin şekilde ön plana çıkan iki özelliği, demokratik işleyiş biçimleri ve en geniş kitleyi bağırlarında taşıyabilmeleridir. DKÖ'ler, halkın farklı sınıf ve tabakalarından insanlann bir arada ve ortak hedefler doğrultusunda çalışabilecekleri örgütlenmelerdir. Bu şekliyle siyasal örgütlerden temel çizgilerle ay- nlırlar. DKÖ'ler siyasi örgütlerin misyonunu üstlenemez. Ancak insanlara bu anlayışı verir. Bu anlayışa uygun pratik eylemlilik sağlarlar. Diğer yandan farklı sınıf düşüncesine sahip kişi ve gruplar arasında sağlıklı bir eylem birliğinin sağlanması yolunda eşit söz ve oy hakkını öngördüğü için, kendine özgü demokratikliğe sahip olmayı gerektirir."
Yeni Çözümü teorik açıdan izleyenler için sorun yok gibi. Evet, kime sorsanız da aynı yanıtlan alırsınız. Nitekim teorik olarak farklı bir şey söylemek mümkün değil. Ama bilinen bir gerçeklik var.
"Düşünce davranıştan ayrılamaz."
O halde bir düşünceyi savunmanın ve gereklerini yerine getirmenin ölçüsü ve garantisi pratikten geçiyor. Ve pratikte Yeni Çözümü izleyenler yukarıdaki satırlan okuduklannda acı bir tebessüm ile tepkilerini göstereceklerdir. Ya da orada geçen kelimelerin farklı algılandğını, "top yuvarlaktır" misali "nasıl işine gelirse" mantığı ile algılandığını düşüneceklerdir ki bu doğru bir tesbit çünkü küçük burjuva sosyalistleri minareyi çalıp kılıfını uydurmakta ustadır.
Bildiriye dönelim. "... (Demokratik işleyiş üzerinde daha sonra duracağız).. en geniş kitleyi bağrında taşıyabilmeleridir". En geniş kitle Y.Ç'nin anlayışına göre sanmz oradan oraya üye olmak için.taşman, seyyar yüz, kimi zaman 200 'e varan sayıları ile, üye oldukları DKÖ ya da HE'nin yerini bile bilmeyen, belki adını üye olurken öğrendiği kitledir. (Bu "geniş kitle (?!)"nin başka ne tür işlerde kullanıldığını ve neden oluşturulduğunu yazının sonraki bölümünde açacağız) "... Halkın farklı sınıf ve tabakalarınım""... Farklı sınıf düşüncesine sahip kişi ve gruplar
arasından.." Varolduğu DKÖ'lerde farklı siyasi yapılara karşı bile hazımsızlıklarını her fırsatta, hemen her biçimiyle ifade eden Y.Ç. un yukarıdaki söylemlerinin ne derece ciddi ve samimi olduğu tartışma götürmez.
"DKÖ'ler siyasi örgütlerin misyonunu üstlenemez. "DKÖ'leri siyasi örgütlenmeden ayıran önemli özelliker- den hatta en önemlilerinden biridir. Ancak bu ilkenin yerine getirilmesinde DKÖ'lerin kitleselleşmesi için yapılan çalışmalar ve kitlenin DKÖ'ye gelirken bakacağı program önemli yer tutar. Yeni Çözüm varolduğu-daha doğrusu yönetimde bulunduğu, çünkü Y.Ç. yönetimde olmadığı ya da kendinin kurmadığı DKÖ’lerde yoktur. - DKÖ'lerde azınlıkta kalanlara gösterdiği tavır, yaşama söz ve karar hakkı ile, uyguladığı direk siyasi misyona hizmet eden programla-varsa eğer genellike yoktur- kitlelerin değil belirli, bir siyasi anlayışa sahip olan insanların oraya geli- mini olanaklı kılar. Bu siyasi anlayışı benimsemeyen, ancak o alanlarda çalışmak isteyen demokratların, devrimci demokratlann bu istemine başından set çekilir.
Yeni Çözüm bu tür bir örgütlenme yolu izlerken çok önemli bir gerçekliği de gözardı ediyor. Bu gerçek ise legali- te-illegalitenin birbirine kanştırılması ve provokasyona açık, ne olduğu belirsiz yapılanmaların şekillenmesidir. Bunun son noktası ise tamamen legal zemide bulunmak ve illegaliteyi legale göre yönlendirmek. YÇ'nin şu anda bulunduğu durum tam olarak bu olmasa da oraya doğru hızla gidiyor.
Paragrafın son satırlarında yer alan "kendine özgü demokratiklik de artık açıklamaya gerek yok. Y.Ç'ye özgü demokratiklik; yani "benden başkasının söz değil, (çünkü henüz bunu yapamıyor) ama karar hakkı yoktur demeye geliyor.
YÇ. bildirinin devamında verdiği açıkla, Kemaliz'min ulusal belirlenmelerinin sının olan "Misak-ı Milli" sınırlarından hala kopuşamadığını ve ulusal soruna gösterdiği şövenist yaklaşımını DKÖ'lerin özellikleri boyutunda açıkça ortaya seriyor.
"Bu çerçevede DKÖ'ler:- Toplumsal gelişmeden yana ko
numları itibariyle anti-faşist, anti-em- peryalist niteliktedirler."
Burada devrimci demokratların DKÖ'lerde perspektif olarak daima ni- hayi sosyalizm hedef göstermeleri, bu hedef doğrultusunda günlük olaylarda program tesbit edip uygulamaya çalış-
malan - ki yazılan paragrafta bu da be lirtiliyor- reddedilmez bir kuraldır. O halde YÇ ulusal sorun bağlamında devrimci nitelikten çok reformist bir yol izliyor. DKÖ'lerin nitelikleri arasında anti şovenizmin olmaması, YÇ'nin ulusal soruna nasıl yaklaştığının, hatta böyle bir sorunu tanımadığının göstergesidir. Anlamayanlara daha net söyleyelim. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı sosyalistlerde olmazsa olmaz özelliklerden biridir ve ulusal sorunda her alanda perspektif bu olmalıdır.
"Demokratik yanları ağır basar.. Kitleseldir. Bu nitelik DKÖ'lerde çok sesliliği de beraberinde getirir. Bünyelerinde demokratik çerçevede farklı görüşleri taşımaya açık olmalı fakat bu durum yönetimde çok başlılığı ve hiçbir işin üretilmediği yönetim yapılarını getirmemelidir. Aksine yönetimde homojenliğin varolması, üretkenliği ve verimi arttırıcı bir özelliktir. Ancak bunun mümkün olmadığı koşullarda yönetimde halkevleri konusunda aynı programı savununlann olması sağlıklı bir çalışmanın zeminini oluşturacaktır. "Her siyasi yoğunluk birer kişiyle yönetimde yer alsın, en demokratik işleyiş budur" anlayışını savunanlann mantığı gerçekte anti-demokratiktir. Zira bu, yönetimi belirleyecek olan tabanın iradesini çiğneyen, seçim olayını hiçe indirgeyen bir anlayıştır."
YÇ un DKÖ yinetimleri üzerine bu kadar net tesbitlerde bulunması ve objektif koşullan hesaba katmadan yönetimde homojenlik kuralını koyması DKÖ'lerde birlik olayına salt seçim mantığı ile bakıldığını ve yönetimde o 1 * 4a nasıl olursa olsun" düşüncesinin ağır bastığını, pratiğinden de"devrimci demokrasi mücadesinde araç olan DKÖ'lerin bu bakışla amaç haline geldiğini görüyoruz.
DKÖ'lerde yönetimin oluşması seçimlerle belirlenir elbette. Seçimlere DKÖ üyeleri - altını özellikle çiziyoruz - üreler katılır. Herhangi bir DKÖ'ye üye olanlar ise her gün olmasa da arada bir, hiç olmazsa (!) bu mekanlara uğrarlar, aktif olarak çalışmasalar da maddi manevi katkıda bulunurlar, DKÖ'nün faaliyetlerinden imkanları ölçüsünde yararlanırlar. Bunlardan hiç birini gerçekleştiremeyen kimselerin o DKÖ'ye üye olmasının ilk bakışta hiç bir faydası yoktur. Ancak bu bakışı biraz değiştirip YÇ (Buna reformist olarak nitelendirdiğimiz adımlar da dahil, bu konuda anlayışların aynılığı kendini pratikteki birliklerde de gösteriyor) gözüyle bakarsak, yönetimi almak için,
55
L J u tür b ir örgütlenme yolu izlerken çok önem li b ir gerçekliği aegözardı ediyor. Bu gerçek ise lite-illegalitenin birb irine karıştırılması ve provokasyona açık, ne olduğu belirsiz yapılanmaların şekillenmesidir. Bunun son noktası ise tamamen legal zemide bulunmak ve illegaliteyi legale göre yönlendirmek. YÇ'nin su anda bulunduğu durum tam olarak bu olmasa da oraya doğru hızla gidiyor.
değil bu insanların, aynı zamanda başka birkaç yere daha üye olan insanla- nn bile üye yapılması gerekmektedir. Çünkü yönetim mutlaka alınmalıdır. Daha önce sözünü ettiğimiz seyyar birliklerin yaptığ işlerden biri budur. Bir DKÖ'den öbürüne üye olup seçimlerde oy kullanarak görevlerinin bir kısmını yerine getirirler.
Bu tavırlar sonuçtur. Nedenleri ise bu tür örgütlenmelerde politik güvensizlik, kitlenin nabzını elinde tutacak üretken bir politikaya sahip olamama ve en önemlisi de politik tükenmişlik. Genel anlamda politik tükenmişlik DKÖ'ler bazında kendini yalnızca bu tavırlarla mı ortaya koyarlar? Bundan önce; DKÖ'lerde homojen yönetimin gerçekten kitlesel anlamda bir homojenlik olduğunda geçerli olduğunu, programları uyan yapıların birliklerinin de gerçekten programda uyum olduğunda -aynı yöntemle yapılan üye sayıları çakıştğında değil ve üstelik ne olursa olsun reformistlerin önderliğinde değil- gerçekleşebileceğini özellikle vurgulamak istiyoruz.
DKÖ'LERDE ÖRGÜT ANLAYIŞI
"Demokratik Merkeziyetçilik" Doğruluğu pratik deneylerle sınanmış bir işleyiş modelidir. Farklı görüşlerin bastırılmasını değil güvence altına alınmasını ifade eder. DM'in çok seslilik ilkesi farklı görüşlere karşı tahammüllü davranmayı, demokrat bir görev olarak önümüze koyarken, farklı
görüşlerin dile getirilmesini de ilkesel güvenceye kavuşturur. Katılım ilkesi hem karar alma ham de hayata geçirilmesinde ya da yönetime katılımı her üretken insan için güvence altına alır. DKÖ'nün içinde yer alan farklı görüşlerden insanların alınacak karalarda söz hakkının bulunması katılımın birinci aşamasıysa, kararın uygulanması için faal görev üstlenmek de katılımın ikinci aşamasıdır. Birlik içinde meydana gelen ve birliğe zarar veren davranış ve çelişkinin çözümünün" iknaya (?!)" dayalı olması gerektiği dikkate alınmalıdır."
Yukanda YÇ'ün bildirisinde DKÖ'lerde örgüt anlayışı başlığı altında verilen tüm düşüncelere katılıyoruz. Ancak bildirinin diğer bölümleri için sözkonusu olan durum burada da geçerli. Yani YÇ için teori ile pratiğin bambaşka oluşu. Tabii bu durumu yanlızca YÇ'nin bizzat kendisi tarafından kurulan derneklerde, DKÖ'lerde geçerli olduğunu söylemiyoruz. Oralarda muhalefet olmadığı için zaten bu tür tartışmalar da gündeme gelmeyecektir. YÇ'nin yönetimi ortaklaştğı yerlerde ise yukarıda söyleninlerin izine rastlamak bizi oldukça sevindirecektir. Fakat Sezarın hakkını Sezara vermek gerekir. Özellikle ikna konusunda YÇ'liler oldukça uğraşıyorlar. Tartışmalarda ortada program vs. gibi politik üretimler söz konusu olamadığından bu konuda çalışma yapanların, farklı tartışma yöntemleri ile çalışmalarını duyurmalannın ve kitle desteği (DKÖ sürecinde bulunanlar) aldığı hal
de uygulanmalannın önüne geçiliyor. Kılıf hazır. "Çoğunluğun oyları ile YK'yı oluşturduk. Buradaki kitleyi dikkate almıyoruz." Sürekli sözü edilen çoğunluk ise ne hikmetse bir kez bile bu anlamda çoğunluğu sağlayamıyor. Bu durumda artık geleneksel hale getirilen naylon üyeleme en kör göze bile varlığını kanıtlıyor. Sonuçta ikna noktasında göstermelik toplantılar, kitle iradesini, oylannı dikkate almama, (bildirinin daha önceki bölümlerinde sözü edilen "demokratik yanları ağır basar" ilkesi yerine tam tersine merkeziyetçilik uygulaması)da kar etmeyince en son yöntem gündeme sokluyor. Ve istenilene kısmen ulaşılıyor. Yani kitle- YÇ dışındaki-DKÖ'lere gelmemesi için ikna ediliyor. Yöntem: DAYAK.
Teoride sayfalarca yazıp, pratiğe gelince dar grup çıkarlan öne çıktığında genelde küçük burjuva sosyalistlerinin davranış biçimidir- Yeni ÇÖZÜM, ÇÖZÜMSÜZ'lüğünü dayak ile ÇÖZ- ME'ye çalışıyor. Arkadaşların kitleleri ikna için verdikleri uğraşlara gıpta (!) ile bakmamak ve çabaları görmezden gelmek mümkün değil. Bu çabalar gerek dergideki seviyesi(!) dikkate değer yazılarla, gerekse de ayrıca çıkarılan bildirilerle taçlandırılıyor. Ve iş artık atacak çamur kalmayınca "Çağdaş Yol örgütlenmede kadın kullanıyor'a kadar vardırılıyor.
Çağdaş Yol okuru bir grup kadının yanıtı ise doğru tesbiti yakalıyor.
YÇ'ün bu güne kadar gelişinin ana tespitini onlann ağzından veriyoruz.
".. Siyasi arenada politika üretemeyenlerin kendilerini ifade edecekleri iki alan vardır.
Kaba güçİftira ve karalama edebiyatı ve vaz
geçilemeyen dedikodu üslubu."Tesbit can alıcı noktaya parmak
basmış. Politik tükenmişlik bu belirtilerle kendini gösterir. Fazla söze gerek yok.
Öte yandan bu tür tavırlara ve üsluba sessiz kalan siyasi kesimin ise gerekçeleri merak konusu. "Sükut ikrardan gelir" sözü sanmz onlar için söylenmiş. Aksi sözkonusu ise bugüne kadar karşı tavırla karşılaşmayan Y.Ç. ve Y.Ç. gibilerinin bu yapıları sindirdikle- rini-istedikleri sonuç- düşüneceğiz ■
56
Türkiye'de proleterya
Ali KEMAL
Türkiye'de işçi sınıfının sosyal varlığı yaklaşık bir yüzyıldır tartışılmaz gerçekliktir. Bu gerçekliğin kanıtları Tersane grevleri, Kurtuluş Savaşında İstanbul'un işgalini protesto miting ve gösterileri, 27 Mayıs öncesi ve sonrası savaşım ve gösteriler, DİSK olayı, 15- 16 Haziran; yani Türkiye'yi sarsan günler, Tariş, Gültepe direnişleri ve en son 1 9 8 9 Nisan direnişleridir.
Her ülke, bölge vb. de olduğu gibi kapitalizmin olmazsa olmaz kuralları tabii ki Türkiye'de de işçi sınıfının doğuşu, gelişimi, sürecine damga vurmuş diyalektik bir işleyişi sahip olmuştur. Onun yasaları, sistemin tüm hücrelerinde işlerlik kazanırken aynı zamanda kendi karşıtını yani proletara- yayı da doğurmuştur. Proletaryanın devrimci dönüşümdeki önder konumunu sergilemek için öncelikle teorik bir analizle kapitalistleşme sürecini anlatacağız. Kapitalizmin, bugün en üst aşaması emperyalizme ulaşmış kapitalizmin yaklaşık 4 0 0 yıllık pratiğini Marksizm Leninizm sistematiği içinde kavranışı, bu sürecin seyri, derinliği, hızı, gücü ve karakterini iyice belirginleştirir.
Kapitalist üretim ilişkisi, bağnnda doğduğu feodal üretim ilişkisi ile tarihsel olarak çatışarak, adım adım ilerler ve onu yani "yeni olarak karşısındaki eskiyi" tarih sahnesinde siler. İki üretim ilişkisi arasındaki çatışma tabii ki düz bir çizgi izlemez, zik-zaklarla devam eder, ta ki sonuçlanıncaya kadar.
Kapitalizm köleci toplumdan bu yana varolan ama hiç bir zaman "temel" olmayan meta üretimi temelleştirir yani her şey i"m eta la ş tır ırKöleci toplum ve feodal toplumda da vardığı
nı devam ettiren tefeci bezirgan sermaye ve küçük zanaatkar, küçük mülk sahibi köylü de büyük bir dönüşüm yaratır: Yani kapitalizm, eski üretim ilişkisi olarak feodalizmden devralınan toplumsal kategorileri, "eskinin malzemesini" ele alıp işleyerek işe başlar.
Onun ilk gereksindiği; emek-gücü- nü satmaktan başka çaresi olmayan, yaşayabilmesi için "başka hiç bir gücü" bulunmayan proleterler rezerv olarak feodal toplum içinde az da olsa vardırlar. Ama kapitalizmin artık egemenliğe oynaması, eksiyi silip süpürebilmesi için bu yetmez; kent ve kırdaki küçük zanaatkarlar, küçük toprak sahipleri, serfîer "mülksüzleştirilip proleterleşti- rilmelidir! Bunun yolu kapitalistleşme sürecinde küçük zanaatkarlar için tefeci bezirganın tuzağında hızla mülksüz- leşmektir, Aynı şey genelde küçük toprak sahibi için de geçerlidir. Giderek belirginleşen kapitalist piyasa kuradan eliminasyona başlamıştır. Sertler yani "yerin esirleri" içinse "özgürlüğe kavuşturma yasaları" çıkarılır. Kimi zaman kanla topraktan sürülür. Bunun yanında süreç kırın kapitalistleş- mesini hızlandırdıkça "köylülükte fark- lılılaşma" başgösterir. Yani tarihin dinamikleri artık işlemeye başlamıştır. Genel olarak emek-gücünü satmaya hazır milyonlann hazırlanması süreci ilkel sermaye birikimi sürecidir. İşte, bu süreç "Hrlann ıssızlaşmasını" hız- landmr. Yani, bir yandan kırlarda basit yeniden üretim yıkılıp yerine genişletilmiş yeniden üretim; yani pazar için meta üretimine geçilirken, öte yanda kırlarda giderek "gereksiz hale getirilen" değişen sermaye unsurlan şehirlere oluk oluk akar. Köyden kente göçün mantığı budur. O halde kapitalistleş-
menin hızı ve derinliğine bağlı olarak- ki bu da birazdan değineceğimiz güçler dengesiyle belirlenir-kırlarda nüfus azalırken, şehirlerin nüfusu kabarmaya başlar. Şehir, tekniği, yaşam tarzı, gücü ile kırın üstesinden gelmeye başlamıştır. Şehirlerde varoluşları dolduran proleterlerin sayıca gelişim hızı artık genel olarak nüfus ve özelde tanm- sal nüfusun" hızlarını geçmeye başlar. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması proletaryanın niceliğinde yeni bir dönüşüm yaratır: Tekelci dönemle büyük işletmelerde giderek daha fazla sayıda proleter çalışmaya başlar. Üretimde, teknikde, sermaye yapısında "her şey demek olan" tekeller, aynı zamanda daha çok sayıda proletere de hükmetmeye başlarlar.
Tüm bunlar bize tarih sahnesinde karşı karşıya gelen kapitalist ve feodal üretim ilişkisinin kavgasını anlatır. Bu kavga, ya da çatışmanın seyri, hızı, derinliği, gücü ve karakteri, özellikle Avrupa'da milyonlarca proleterin gücünü burjuvazinin ensesine dayayacak şekilde hissettirdiği dönemlerde çatallaşmaya başlar. Kırlarda kapitalizmi radikal ve çok hızlı bir şeklide; devrimci bir tarzda kökleştiren ve yerleştiren Amerikan tipi gelişiminin yanısıra!850'ler- de "feodal toprak beyliği iktisadının iç başkalaşımı" da kapitalizme geçişin diğer bir temeli haline gelir.
Bu iç başkalaşım, toprak ağasının burjuvalaştırılması, toprakağası-serf ilişkisini giderek kapitalist toprak sahi- bi-kır proleteri ilişkisine "ağır ve sancılı" dönüşümdür. Bu, iki üretim ilişkisinin belli bir süre belki de yanyana varolmasını gündeme getirebilir ama bu hiç bir zaman "bu eklenme sürecinde" egemenlik ve tabîlik ilişkisinin varlığını
57
inkar etmez. Şehir, yani kapitalizm, tekniği, yaşam tarzı, gücü ve dünyadaki genel durumuyla kıra yani feodalizme üstündür. Üstünlük, saf anlamda feodalizmi gündemden çıkanr, onu ’artık, kırıntı" haline getirir.
Bu teorik analizlerden sonra artık Türkiye'de işçi sınıfının sosyal varlığı gerçekliğine geçebiliriz:
Öncelikle T.C.'nin Osmanlıdan devraldığı mirasa bir göz atmamız gerekiyor. 1921 yılında İstanbul, İzmir, Adana gibi o dönem işgal altında bulunan önemli merkezleri kapsamayan ve iktisat Vekaleti tarafından yapılan sanayi sayımına göre 3 3 bin 5 8 işyerinde 7 6 bin 2 1 6 işçi çalışmaktadır. 1927'de Devlet İstatistik Enstitüsünün kurulmasının hemen ardından sanayi sayımı yapılmıştır. Bu sayıma göre 6 5 bin 2 4 5 işletmede 2 5 6 bin 8 5 5 işçi çalışmaktadır. İşçilerin büyük bölümü tanrn hayvancılık, dokuma, maden-maden işleme sektörlerinde yoğunlaşmıştır. İşletmelerin yüzde 79'u üç ve üçten az işçinin çalıştığı işletmelerdir. 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işletmeler ise genelin yüzde 3 u kadardır. İlk bakışta gibi gelebilecek işçi sayısını esas olarak toplum çerçevesine yerleştirdiğimizde bunun hiç de böyle olmadığı anlaşılmaktadır;
Dr. Hikmet Kıvılcımlı "Türkiye işçi sınıfının sosyal varlığı "çalışmasında 2 5 6 bin kişiden 2 3 8 binin işçi olmasını ve 1927'de, Türkiye nüfusunun 13 milyon 6 6 6 bin, 1 9 2 8 -2 9 devlet yıllığında ise 1 0 .9 milyon olarak gösterildiğini hatırlatarak ikisinin ortalamasının alındığında karşımıza her 50 kişiden 1 kişinin sanayi proleteri olduğu gerçeğinin çıktığını yazıyor ve ekliyordu:
"50 kişide bir sanayi işçisi, elbette ileri Avrupa sanayi memleketlerine bakarak, pek az nispettir. Fakat aynı Avrupanm cenup ve Şarkına doğru gelelim: işin gittikçe değiştiğini görürüz. mesela, 1917'de zirai ve geri bir memleket olan Çarlık Rusyası'nda 180 milyon nüfusa karşı yalnız 2 milyon 9 0 0 bin sanayi işçisi vardı. Sanayi amelesinin nüfusa nispeti: 62 kişide 1 kişidir"
Dr. Kıvılcımlı aynı çalışmasında "o istatistik yoksulluğunun" içinde işe yarar tüm dokümanları tek tek irdeler ve şehir ile kırlardaki proleterlerin sayısının 8 0 0 bin ile 9 7 0 bin kişi arasında bulunduğunu saptar. Yine genel nüfus çerçevesinde yerleştirlidiğinde yine iki nüfus sayımı verilerine göre her 16 kişiden birinin, veya her 14 kişiden biri
nin proleter olduğunu belirtir Sovyet- ler Birliğinde 19 2 4 -2 5 sıralannda, yani devrimden yedi-sekiz yıl sonra bir Rus araştırmacı Lozovsky'nin "Sovyet- ler Birliğin'de 150 milyon nüfusdan kır proleterleri de dahil olmak üzere" azami "8-9 milyonu proleterdir" sözlerini aktarır. Bu verilere göre o dönem her 15 veya her 18 kişiden biri proleterdir.
1 9 2 3 -1 9 2 9 yıllannı Burjuvazi için ülke içinde burjuva devletin oturması, savaş yaralarının sanlması, Musul- Kerkük, Kürt "meselesinin "halledilmesi, içeride sınıf zıtlıklannın, savaşımının yükselmesine yönelik pratiklerin: Mustafa Suphi'lerin katledilmesi, İstiklal Mahkemeleri, her türlü yasak., dışarıda ise emperyalizme karşı varlığını kabul ettirme savaşı verilirken, ya- nıbaşındaki sosyalist devrimin etki alanından kaçınmak için uğraşın verildiği" yıllar olarak geçtiği gözözüne alınırsa:
Bu dönemin kapitalistleşmenin sonraki yıllarda büyük bir patlama yapacak denli hazırlık dönemi olduğu anlaşılabilir. 1930'lu yıllar kapitalizm ve aynı zamanda işçi sınıfında hem nicelik, hem nitelikçe gelişmenin ifadesidir. 1927'de genişletilen Sanayii Teşvik Kanunundan yararlanan kuruluşlara baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliyoruz. 1930'larda yapılan sanayi anketlerinin sadece teşvikden yararlanan kuruluşları kapsadığını hatırlatarak başlayalım. -
1923'de teşvikden yararlanan şirket sayısı 1509 , 1931'de 2 3 0 0 adettir. 19 3 2 yıllında sayıca artış tersine dönre. 1932'de işletme sayısı 1473 'e , 1933'de 1397'ye gerilemiştir. 1 9 3 5 ve 19 3 7 yıllannda ise sırasıyla bu sayı 1161 ve 1116'ya düşmüştür. Şirket sayısındaki bu azalma, sermayenin esasen merkezileşmesinden kaynaklanmaktadır. Azalan şirket sayısına karşılık 1931'de toplam şirketlerin sabit sermayeleri yani değişmeyen sermaye değeri 5 5 milyon lirayken bu 1 9 3 5 ’de 6 2 milyon liraya çıkar. 19 3 3 yılında 1397 işletmede çalışan işçi sayısı 6 5 bin 6 5 9 iken, 1937'de bu 80 bin 3 5 2 kişiye yükselmiştir. Şirket sayısı 281 adet azalmış, şirketlerin sermaye yapılan güçlenmiş, işçi sayısı artmış şirket başına çalışan işçi sayısı da 4 7 işçiden 7 2 işçiye yükselmiş: So- nuç tabii ki çok açık bir tekelleşme.
Bu tabloyu başka bir veriyle desteklediğimizde tekelleşme olgusu daha iyi anlaşılabilmededir. Bu kez yıl 1 9 3 9 ; 1 1 4 4 işletmenin yıllık üretim
değeri 3 4 î milyon lira. İşletmelerde yıllık işgünü sayısı 2 6 bin 7 9 6 gün 1 1 4 4 işletmeden sadece 113'ü yani yüzde 10'u üretimin yüzde 7 3 ,'ünü, aynı zamanda işçilerin yüzde 72,7'sini çalıştmyor.
Demek ki, 1 9 3 0 -4 0 döneminde devletçi kapitalist gelişmenin verdiği hız ve güçle sermaye büyük işletmelerde merkezileşip yoğunlaşarak, sanayie hükmetmeye başlamıştır. Bu dönem yaşanan kapitalistieşme sürecinin karakteri yani tekelci kapitalist gelişim daha sonraki yıllarda da sürece damgasını vurmuştur.
Savaş yıllan sanayide bir durgunluğu da beraberinde getirirken, finans- kapitalin savaş sonrası döneminde gerçekleştireceği 'büyük atılım' için sermayesini beşe-ona katladığı spekülasyon, vurgunlarla dolu yıllar olmuştur. Savaş sonrasında kırlara gönderilen onbinleri bulan traktör tümenleri buralarda mülksüzleşmeyi hızlandmr- ken, şehire akan proleterlerin sayısını da milyon sınırına ulaştırıyordu. Sanayide ve tanmda yıllık yüzde 10'lan bulan büyüme hızlan mülksüzleşenleri kapitalist işletmelerde masederken, tarımda kapitalizmin o döneme kadar ki "uysal gidişi, dizginsizleşmeye ve hırçınlaşmaya başlamıştır." Bu, o ana kadar ki Prusya tipi kapitalist gelişmeye hız ve derinlik kazandırmıştır. Köylülük içindeki farklılaşma artmış, kırla- nn pazara açılması, daha da hızlanmış, kapitalist üretim hücra köşeleri bile fethetmeye' başlamıştır.
1960'lı yıllar "planla kalkınma" dönemi olurken, 1 9 7 0 ve 1980'ler de 1960'lardaki genel eğilim devam etmiş yani 1 9 6 0 -1 9 8 0 arasındaki 2 0 yıllık dönemde filans-kapital ağını dört bir yana sararken, kapitalistieşme açısından "genişleme yılları" yaşanmıştır. Bu yıllarda yaşanan sürecin işçi sınıfının sosyal vanlğı üzerinde yarattığı etkileri sayısal olarak değindikten sonra onun "profilini de" çizmeye çalışacağız.
Görüldüğü gibi dünyanın en hızlı nüfus artış hızına sahip ülkelerden biri olan Türkiye'de "biyolojik üretim hızı," kapitalizmin kendisini üretmesi ye çoğalması hızından "geri kalmıştır. İkinci sonuç ise 1 9 3 0 , 1 9 4 0 ve 1 9 7 5 yıllarında bir önceki yıllara göre proletaryanın artış hızında patlamalar yaşanmıştır. Özellikle 1 9 3 0 -1 9 5 5 yıllan dikkat çekicidir. Böylece, Dr. Kıvılcımlının yönteminden hareket edersek tablonun sütunlarından da görüldüğü gibi nüfus başına sanayi proleteril
58
Yıllara göre sanayi proletaryası ve nüfus içindeki gelişimi, Sanayi Proletaryasının gelişim t a ve genel nüfus artış t a
Yıllar;T -.7 Sanayi
ProleteriNüfus
(1000) |Nüfus başına
proleterProletaryanın artış hızı (%)
Nüfusun artış hızı (%}
1930 300.000 14.000 İl 46 I İ I 1 İ 1 I I İ 1 1 İ İ -1940 ' 533. 17.700 33 7 S ‘ 231955 • 1.123.000 Y 23.800 İSIISH I! 3$1960 1.329.000 ı 27.500 11 20 ■ ■ ■ s ı 151965 : um m 31.000 20 1 I1 H 1 B 131975 2.120.000 O 40.000 ■1İ1IISB!IIİH IIH 29
M l l l l l l l l | rV 2.373.00Q :'• 4 4 . 4 4 0 I I l İ l i İ l ! ! J ! ! ! ^ ! ! 8 111988 3.130.000 5 2 4 0 0 I l i l l l l l 30 22
•
Not: Veriler DİE İstatistik yükîan, sanayi ve işyeri sayımlarından tarafımızca derlenmiştir.
1930'larda 4 6 kişide 1 kişiyken, 1988'lerde bu 17 kişide 1 kişiye düşmüş bulunmaktadır.
Türkiye'de kapitalistlerin sigortalamamak, sendikasızlaştırmak, için anketlerde gerçek işçi sayısını her zaman gizledikleri ve istatistik bulgulann Türkiye'nin her köşesini kucaklamaktan uzak olduğu düşünüldüğünde sanayi proleteryasının sayısal olarak daha fazla olduğu ortaya çıkar.
Peki acaba analizimizi sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı tutabilirmi- yiz? Kesinlikle hayır. Genel olarak sadece sanayi değil, tarım ve hizmetler sektörü dediğimiz alanlarda da çalışan ücretlileri sayarsak tam olarak ücretli çalışanlann sayısına erişebiliriz. DİE'nin Hanehalkı işgücü anketlerini vereceğiz. 196x'dan itibaren bu anketleri düzenleyen DİE'nin verileri Tablo 2'de görülüyor.
Tablo 2 neyi anlatıyor? 20 yılda
ücreticilerin sayısı yüzde 110 artmıştır. Aynı zamanda bu mutlak artış nüfus içindeki ücretlilerin sayısını da görece olarak arttırmış 1965'de her 10 kişiden biri ücretli iken, 1985'de her 8 kişiden biri ücretli duruma gelmiştir. Dr. Kıvılcımlının 1930'larda sanayi ta- nm ve hizmetler sektöründe bulduğu 8 0 0 -9 7 0 bin arasındaki ücretlilerin sayısı 5 5 yılda yüzde 6 1 0 artmıştır. Nüfus artış hızı ise 1930-1989 'd e yüzde 2 6 0 olmuş, 14 milyon kişiden 50 milyon kişiye çıkmıştır. Tablodan farkedi- len diğer bir nokta ise aile içinde ücretsiz çalışanlann sayısında yüzde 20'lik yani sayıca 1 milyon 2 3 4 bin kişilik bir azalıştır. Bu azalış esasen ücertilerde yani işçi sınıfındaki kabarma yaratan faktörlerden biri olmuştur.
İşçi sınıfının profili
Şimdi de işçi sınıfının portresini
çizmeye çalışalım. Burada işçi sınıfının bangi tip işletmelerde toplaştığına, onun çins aymmına, yaş grubu öğrenim durumu, yoğunlaştığı bölge-iller ayınmmı ortaya koyacağız. Burada yine istatistiksel olarak ortaya çıkan yoksulluğu vurgulayıp işe başlayalım.
1 9 5 0 ve 1963'de yapılan ankent- lere göre: 1950'de 103'ü devlet kapitalist, 2 5 İ5 'i de özel kapitalist işletme olmak üzere toplam 2 6 1 8 işletme toplam sanayi işletmelerin yüzde 3,2'si demektir. 1963'de büyük işletmelerin sayısal olarak toplam işletme içindeki payı yüzde 1,9'udur. Ama bu sayısallık aldatmasın! Bu az sayıda işletmelerde 1950'de toplam işçilerin yüzde 78 , 8'i 1963'de yüzde 76'sı çalışmaktadır.
İşçi sınıfının az sayıda ki tekel işletmelerde toplşmasını daha ayrıntılı olarak aşağıdaki Tablo 3'te görebiliriz:
Yazımızın ortalannda 1930'lu yıllarda kapitalistleşme sürecinde işletmelerdeki irileşmeye, yani tekelleşmeye işaret etmiş ve bu karakterin sonraki dönemlere de damgasını vurduğu belirtmiştir. İşte size kanıtları: 1970'lerderi 1985'lere nicelikçe hep dev eşletmeler leyhine yavaş da olka bir gelişme vardır. Bu yavaş gelişme çok önceden ekonomik yapının tekelleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Yani yeni değil onlarca yıl önce fi- nans-kapitalin şekillenmesinin maddi zemini tekeller egemenliklerini ilan etmişlerdir. Toplam işletmelerin yüzde 0,5'i kadar olan işletmeler işçilerin toplam yüzde 50'sine patronluk etmektedirler. Daha detaya bakıldığında 1 0 0 -4 9 9 arasında içşi çalıştıran işletmelerde ortalama olarak yıllara göre sırasıyla 2 1 9 , 2 1 8 ve 2 2 3 işçi çalışmaktadır. 5 0 0 ve daha üstü işçi çalıştıran işletmelerin büyüklükleri ise yine sırayla 1 273 , 1 3 7 6 ve 1 2 7 0 işçidir.
imalat sanayiinde çalışanlara bakıldığında çalışanlann yüzde 83'ü erkek, yüzde 17'si kadındır. Toplam ücretlilere bakıldığında ise bunların yüzde 85'i erkek, yüzde 15'i ise kadındır. Kadınların yoğunlaştığı alan ise hiç kuşkusuz tanmdır. Sanayide çalışanla- nn yüzde 15 ’i kadınken, hemen hemen tamamı tanm işletmelerinde çalışan ile içi ücretsiz işçilerin yüzde 7 1 'i kadın, gerisi erkekdir.
Yaş grubuna baktığımızda ise işçi sınıfının genel profilinin genç olduğu ortaya çıkıyor, imalat sanayiinde çalı- şanlann yüzde 3 1 'i 2 5 -3 4 yaşlan arasında ve yüzde 20'si de 3 5 -4 4 yaşlann- dadır. Sadece 15-34 yaşlan arasında
T a b b 2
Çalışma hay at: rdaki yeri
. İ M 1 9 8 5 1 G en eln iu sa
Sayısı oranı SayısıI 20 yıllık
değişim (%}
İşverenle' 154000 201 130 150ınsçaftşaft 4.198.000 12 ' 10r8feE çalışan 6.414000 l l l l l l l 5.180.000 I I M I I I -20
10 6.398.000 B B İ B İ İ I 110
Kaynak: DİE Hanehalkı İşgücü Anketleri
59
ı ı i ı ı p ı ı ' mTopfan%erleıi Toplamişçiler Foplamışyerieri. Toplam işçiler Topiamlşyerieri Topfemİşçiter■. • içindekipayf i ıcindekıpayı içîndekıpayt içindekipayt ıçındekıpayı pdekipayj
* (%) ‘ w (%ı m « W
1 -1 9 9 8 ,3 4 2 9 7 ,4 4 0 ,5 9 7 ,4 4 0
20 -9 9 H l l l l l Î 0 .5 1 ,9 . 1 1 , 6 M B j p p 11.11 0 0 -4 9 9 0 .3 16 .2 0 4 15; 0 ,5 M H H İ
5 0 0 ve üstü b m i ■ İ l i l 3 1 ,9 3 0 ,7
: DİE İmalat sanayii anketlerij
işçilerin sayısı toplamın yüzde 60'dır.Peki işçi sınıfının öğrenim durumu
nedir? Tarımda ücretsiz aile işletmelerindeki çalışanların öğrenim durumla- n daha kötüdür. Bu işletmelerde her 100 kadından 36 sı okuma yazma bilmemektedir.
Toplam ücretlilere bakıldğında ise durum biraz olsun iyileşmektedir. Her 100 kadından 9'u okuma yazma bilmemektedir. Okuma yazma bilmeyen erkeklerin sayısı ise 100 kişiden 4'dür.
kul mezunu olarak işe alınanlar genel içinde ağırlıktayken, son 10 yıldır bu ağırlık giderek Ortaokul ve Lise mezunu işçilere kaymaktadır. Bu ise imalat sanayiindeki işçilerin öğrenim durumlarında bir yükselmeyi, beraberinde de algılama güçlerinin artmasına yol açmaktadır.
Şimdi gelelim işçi sınıfının bölgele- rarası dağılımına: DİE- Hanehalkı işgücü anketini 5 bölgeye göre yapılıyor. Marmara Trakya bölgesi, Güney Anadolu, Ege ve İç Anadolu, Karade
1İİİIİ!
1960 1985
Okuma-yazmabilmeyen 21,1Okuryazar, okul mezunu değil İ İ İ I I İ B I M İ İ İ İ M I 7,4ilkokulmezunu 54,3Ortaokul mezunu 5,7Li 4,7Lise dengi Meslek okulu mezunu ■ ■ ■ ■ ■ 3,0Yüksek okul, fakülte mezunu 3,8
Tablo açık. Genel olarak işgücünde yani tüm sektörlerde faal olanlar arasında yapılan anketler okuma-yaz- ma bilmeyenlerin oranında belirgin bir düşüşü gösteriyor. Ama kapitalizm henüz bu sorunu tam olarak çözememiştir. Bu, ilkokul mezunlannm toplam işgücü içinde yüzde 5 4 gibi baskın bir durumda olmasından da görülebilir. Ama burada altını çizmemiz gereken bir şey var: Özel olarak İmalat sanayiinde onlarca yıl önce asgari ilko
i
niz ve Doğu-Güneydoğu Anadolu bölgeleri, 19 8 5 anketine göre tüm sek ̂törlerde ücretli 6 milyon 3 9 8 bin işçinin yüzde 4 l ’i Marmara bölgesinde, yüzde 251 Ege-İç Anadolu bölgesinde ve yüzde 12 !si de Ğüney Anadolu bölgesinde bulunmaktadır. Olaya imalat sanayii olarak bakarsak toplam çalışanların yüzde 53'ü Marmara'da, yüzde 251 Ege-İç Anadolu, 111 de Güney Bölgesinde bulunmaktadır. Doğu-Güneydoğu ile Karadeniz bölgelerinin
genel olarak’ticretliler ve imalat sanayiindeki ücretliler içindeki payı ise yüzde 101ar civanndadır. Daha da özele indiğimizde Türkiye sanayi proletaryasının İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Eskişehir Kocaeli, Bursa illerinde toplaştığını görüyoruz. Ücretsiz aile işletmelerinde çalışanlara da baktığımızda - ki bunlar 5 milyon 180 bin kişiyi bulmaktadır- burada birbirine yakın oranlar çıkmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin payı bu kategoride her 100 kişide 26 , iken Marmara'nın payı her 100 kişiden 2 4 ’dür.
Prolearyamn gelişiminde2. kuşak
Buraya kadar çeşitli verilerle Türkiye'de işçi sınıfının gelişimini ana hat- lanyla anlatmaya çalıştık. Gördük ki, Türkiye kırlarında kapitalistleştirmede "Prusya tipi kapitalist gelişme, yöntem" olarak tercih edilmesine/zorun- da kalınmasma/rağmen kısa süreli şoklarla finans kapital şekillenmiş ve işçi sınıfının sosyal varlığı da bir gerçeklik olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa- da yüzyılların kapitalist birikişi sonucunda tekelci aşamaya geçiş bizde her türlü iç ve dış koşulun bir sentezi olarak daha kısa sürede gerçekleşirken, bugün geldiğimiz noktada "kapitalist bir- kişin yasalannın hala canlı olarak işlediğini" vurgulamalayız. Gerçi 1920'lerde şehirlerde yaşayan nüfus yüzde 25'lerde iken ve 1985'den sonra bu yüzde 55'lere çıkıp "şekil olarak da şehirlerin kırlara baskınlığı" kesinlik kazanmıştır ama "prusyalılık" hala sürmektedir. Genel nüfus içinde yüzde 45'lik paya sahip olan kırlann ekonomideki payı yüzde 15'lere kadar düşmüştür Bu kırlardaki facianın en basit göstergesidir. Ama dinamik süreçde kırların bu şişkinliği adım adım sönmektedir. Peki bu olay bize neyi göstermektedir? Bir yanda şehirlerde proletarya "kendini yeniden üretmeye başlamıştır", öte yanda kırlardan şehi- re göç sürmektedir. O halde ikili işleyen bir süreçle karşı karşıyayız:
Önce proletaryanın kendini yeniden üretmesi gerçeğine değinelim. Sonra da kırlanmıza. 1984'de (Milli Prodüktivite Merkezi) MPM tarafından yazılacak İstanbul'da 13 8 sanayi işletmesinde 1 3 7 3 işçi ile yapılan uzun bir anket çalışmasının sonuçlan bize bu kpnuda önemli sonuçlar sunmaktadır. İşçilerin "Baba mesleğiniz nedir? "sorusuna verdikleri yanıtta ilk sırada
60
yüzde 39'la çiftçilik gelmektedir. Onun hemen arkasından ise yüzde 24'le 'sanayide işçi" yanıtı ikinci sıradadır. Baba meslekleri içinde küçük memur yüzde 9'iuk, esnaf ve küçük ticaretle uğraşanlar yüzde 7 .6 , kendi mesleğinde serbest çalışan yüzde 6,3'lük paya sahiptir. Demek ki her 100 proleterin 2 4 'ünün çocuğu da baba mesleğini sürdürmektedir. Öte yanda ise şehirlere göçün devam ettiğini gösteren veri baba meslekleri içinde genelde küçük burjuva kategorisinin toplam yüzde 67lik paya sahip olmasıdır. "Barajın sularını kontrollü olarak akıtması" gibi finans kapital de kırların şehirlere akmasını "elinden geldiğince "kontrol altına almaya ve "sosyal patlamalann besin kaynağı " olmayacak şekilde gelişimini sağlamak istemektedir.
Şimdi de kırlardaki proleterleşmeye bakalım. İ960'larda yani Türkiye'nin 27 milyon civannda bir nüfusa sahip olduğu dönemde tarım işletmesi sayı olarak 3 milyon idi. 1980'da nüfus 4 4 milyona çıkmış tarım işletmesi sayısı da yüzde 20'lik artışla 3 milyon 60 0 bine yükselmiştir. Kırlarda bir taraftan kapitalist çiftçilik gelişip kır burjuvaları özellikle 1950'lerden sonra hızla boy atarken, öte yanda "topraksızlık, buna bir basamak yakın küçük toprak sahipliği" mülkiyet bazı olarak işletmelerde ağırlıktadır. İşte bu işletmeler ve ücretsiz çalışan milyonlar hem kırlar, hem de şehirlerin proleter- ya deposudur. Köylünün köyün yosunlarından kurtulup şehire göçü, dolaysız olarak proleterleşmesi "gecikmeye uğramaktadır." Ama tüm bunlara rağmen kapitalizmin dinamikleri kır proletaryasını da doğurmuştur, yanına da yine buna bir basamak yakın mevsimlik işçileri koymuştur. Burada yine MPM tarafından yapılan bir araştırmadan bahsedeceğiz, istatistiklerin yoksulluğunu bununla aşmaya çalışacağız. Yüzde 38'i küçük (1-50 dönüm), yüzde 411 orta (51-200 dönüm) ve yüzde 2 l'i de büyük (200+üs- tü) tarımsal işletme olmük üzere toplam 3 3 7 5 işletme üzerinde yapılan bir araştırma bize işletmelerde sürekli ücretli, aile içi ücretsiz ve geçici-mevsim- lik işçilerin çalışma oranlarını vermektedir. 3 3 7 5 işletmeden alınabilen yanıtlara göre toplam işletmelerin yüzde 10'unda sürekli ücretli işçi çalışmaktadır ve ücretli çalışan sayısı ortalama 2 kişidir. İşletmelerin yüzde 90'ı sürekli anlamında işgücünü aile içinden karşılamaktadır. işletmelerin yüzde 5 2 fsi
ise her yıl sayısı belirtilmeyen bir oranda geçidi işçi-mevsimlik işçi çalıştırmaktadırlar. Demek ki, 19 8 0 bazlı 3 milyon 6 0 0 bin tanmsal işletme üzerinden kaba bir hesap yaparsak kırlarda 7 2 0 bine yakın sürekli proleter, 1 ,5
’ milyonun üstünde ise mevsimlik proleterler üretim sürecine katılmaktadırlar.
İşsizlik
Her kapitalist ekonomide olduğu gibi Türkiye'de de kapitalistleşme süreci, bağnnda kronik bir hastalığı; işsizliği üretmiş ve ürtemeye devam etmektedir. İşsizlik, özünde kapitalistler için işgücünün fiyatını sürekli aşağıda tutabilmek için büyük bir baskı aracı" olması yüzünden doğmuştur. İstatistikler 1950'lerden sonra bir işsizlik sorununun gündeme geldiğini gösteriyor. Bunlara inansak bile 1950'lerde aktif çalışabilir nüfus içinde işsiz sayısı yüzde 5 ,6 olurken, 1962'de işsiz sayısı oran olarak yüzde 10,5 'e (1,4 milyon kişi), 1977'de yüzde 12,2 'ye(2 milyon kişi) ve 1988'lerde yüzde 25'e (4 milyon kişinin üstünde) çıktığını görüyoruz. Sadece İş-İşçi Bulma Kurumu'na 'kayıtlı işsizlerin' sayısı 1 ,2 milyon kişiye ulaşmıştır. Bir de yurt dışına çalışmak üzere gönderilen 1 milyonun üstündeki işçiyi gözönüne alırsak bunu hem işsizlik hanesine, hem de çalışan işçiler hanesine yazabiliriz. Ama sonuç aynı kalır. Bu 1 milyon kişi emek- güçlerini satmak üzere şehirlere göçmüşlerdir.
İşiçi sınıfının sosyal varlığınınsiyasi sonuçları
1930'larda başlayan hızlı kapitalistleşme temposunda sermaye birikimi de çığa dönüşen kartopu misali gibi hızla çoğalmış, aynı zamanda, görüldüğü gibi merkezileşip yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu, yüzde 400'lere ulaşan sömürü derecesiyle olanaklı olmuştur. Ama madalyonun Öteki yüzünde bu sömürüye başkaldırının yollarının tıkanması, bastırılması vardır. Grev konusunda 1936'ya kadar ve örgütlenme konusunda da 1938 'e kadar 1909'de Osmanlı döneminde çıkan- lan Cemiyetler Kanunu ve Tatil-i Eşgal Kanununun getirdiği ve Cumhuriyet döneminde de geçerli olması gereken özgürlükler" fiilen kullandırlmamıştır. "Yani burada "zor vardır." 1938'de ise açıkça Cemiyetler kanunu ile "sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı"
getirilmiştir. Bu yasak 1 9 4 6 ’da kaldı- nlrken, yerden mantar biter gibi sendi- kalann kurulmasına yol açmıştır. İşte uzun yıllar süren suskunluk yıllan biranda patlamaya dönümüştür.
Öyle ki, işçi sınıfının artan hareketliliğini denetim altına alabilmek için CHP ve DP kendi kontrolünde sırasıyla İstanbul İşçi Sendikalan Birliği ve Hür İşçi Sendikalar Birliğini kurulmasına yardımcı olmuştur. Ama bunlar kontrolde başarılı olmamıştır 1 9 4 9 yılında 7 7 olan sendika ve 72 bin olan sendikalı işçi sayısı, 1 aralık 1952'de 130 bin sendikalı işçiye ve sendika sayısı 248 'e çıkmıştır. 1946'dan itibaren patlayan örgütlenme dalgasının belki de ilk önemli sonucu başından itibaren finans kapitalin kontrol altına almaya çalıştığı Türk-İş'in 7 Nisan 1952'deki kuruluşudur. Sendikalı işçi sayısı 1950'li yıllarda istikrarlı bir artışla yükseldi ve resmi verilere göre 1 Eylül 1960'da 2 8 2 bin işçiye ulaştı. Sonraları ise bu rakam giderek arttı. 19 6 5 ’de Türk-İş verilerine göre buraya bağlı sendikalardaki işçi sayısı 4 5 8 bin 7 7 5 kişiydi. Çalışma Bakanlığı istatistikleri ise 1966'da sendikalı işçi sayısının 3 7 4 binde kaldığını gösteriyor. Aradaki rakam farkılılığı ne olursa olsun "proletaryanın örgütlenmedeki hızını ve adım adım düzeni sarsacak 15-16 haziranlara gidiş yolunu" gizleyeme- mektedir.
15 Ocak 1967'de İstanbul'da toplanan 17 sendika yetkilisi burada "Türk-İş'in bağımlı duruma gelmesi, bu örgütün içinde kalarak düzeltilmesini, doğru yola getirilmesini imkansızlaştırmıştır" gerekçesini öne sürerek Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (EJİSK'i) kurma kararı alır. Daha sonra DİSK'i kurma girişimine katılan sendika sayısı azalsa da Türk-İş üyesi Ma- den-İş, Lastik-İş ve Basın-İş ve ardından bağımsız Gıda-İş ve Türk Maden- İş'in katılımıyla yaklaşık 6 5 bine yakın üyeyle DİSK'in kuruluşu kesinleşir. DİSK, buıjuva sosyalistlerinin Türk-İş dışında yeni konfederasyon kurmak girişimidir. Ama bu da nesnel olarak işçi sınıfının en basit ekonomik-sosyal mücadelesinin Türk-İş içinde hapsedilmek istenmesine duyulan tabandaki tepkilerin yansımalardan biridir.
1970'lerde Demirel'in Başbakanlık yaptığı MC hükümetinin DİSK'i kapatma girişimlerine karış DİSK yöneticilerinin, onlarla aynı zeminden TİP'li millet Vekillerinin dirençli bir zemin iz- leyememeleri onların burjuva sosyalist zeminlerini iyi açıklarken, sınıf kendili-
61
ğindelikle, içgüdüsüyle DİSK'in kapatılmasına yönelik tepkisini biriktirmeye başlamıştır. 15 -16 haziran olayları yüz binlerce işçinin "İstanbul ve Türkiye'yi sarstığı günlerdir." Bu direniş fi- nans kapitalin Cumhuriyetin kuru- luşndan bu yana ilk en ciddi sarsılışıdır. Kendiliğİndenliğin ağır basması Sınıfın kendisi için sınıf olma özelliğini hızla kazanması önünde bir engel oluşturmuştur. 1970'ler sonrasına baktığımızda sınıf hareketinde işçi sınıfının daha ileri mevzileri ele geçirmeye başladığı görülüyor. Bunun ilk somut pratikleri 1 9 7 9 -1 9 8 0 lerde Tariş ve Gül- tepe'de en ön saflarda mücadele eden öncü işçilerin ardlarmdaki kitleyle verdikleri direniş mücadelesidir. DİSK o anki yönetimi ve sınıf bakış açısı ile- burjuva sosyalist bakış açısı-Yükselen sınıf hareketini frenlemeye-örneğin Tariş direnişinde direnişi kırmaya çalışmıştır. İşçi sınıfı yeni bir nitelik sıçramasının eşiğindedir. 1 5 -İ6 hazirandaki kendiliğindelik anlamlı ölçüde aşılmış, politik bir mücadelenin ilk filizleri boy vermiştir.
19801i yıllar esasen tam da bu momentte işçi sınıfını yakalamış ve onun gelişen direnişçi karakterinin yaygınlaşıp derinleşmesinin önüne set çekmiştir. Sınıfın yine Türk-İş havuzuna akıtılma çalışmaları faşizm koşulla- nnda bir ölçüde başarıya ulaşmıştır. 1986'lardan sonra Netaş, Derby Kaz- lıcesme ve sonraki işçi direnişleri ölü
KAMUOYUNA:
Faşist gericiFinans-kapital yalnız halkın emeğini
ve alınterini sömürüp gaspetmekle kalmıyor, onun kültürel değerlerini de sömürerek yozlaştırıyor.
Bugün T.C. de eğitimin, özelliklede liselerdeki eğitimin durumu içler acısıdır. Bilimsellik ve insani değerler dışında her- şeyi içinde bulabileceğimiz eğitim sistemi Amerikancılığın ve Osmanlı artığı tefeci- bezirganlığm siyasal arenasından öte hiçbir şey ifade etmiyor.
Bilimden ve üretimden yana liseliler olarak bu eğitim sistemini ve onun uygulayıcılarını tanımadığımızı ilan ediyoruz. Soruna duyarlı tüm demokrat-devrimcilerin de bu konuda aynı tavrı alması gerektiği düşüncesindeyiz.
T.C. gerici-faşist eğitim sistemiyle halkı muma çevirmeyi düşlese de, gençlik bunun kaşısında gerilemeyecektir. Tari-
-toprağının üstten atıldığı ilk eylemlerdir. 1987 sonlannda başlayan sermaye birikim krizinin sınıfa daha çok yüklenmeyi gündeme getirmesi ve 1980'den sonraki "sınıfın faşizm ko- şullannda yaşadıklan" bir birikişidir ve bu nihayet 1 9 8 9 nisan ayı direnişinde patlamaya dönüşmüştür. Burada da bugüne kadar pek direnişin görülmediği, işçi sınıfının politik anlamda görece geri kitlesinin bulunduğu devlet kapitalist işletmelerinde sayısı milyona varan işçi kendilerince özgün yöntemlerle direnmeye başlamıştır.
Demek ki 1960 , 19 7 0 ve 1 980 sonları esasen sınıfın "her bir ileri sıçrayış ve geri çekiliş" momentleri olmuştur. Her bir ileri sıçrayış sınıfın bakış açısını zenginleştirirken, onun büyük dönüşümdeki önder konumunu da daha belirginleştirmiştir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1930'larda Türkiye'de kapitalist gelişmeyi Marki- sist Leninist bir analize tabi tutup onun tüm iç bağıntılarını ve bunlann birbir- leriyle olan ilişkilerini ortaya koyarken proletarya sosyalizmin temellerini de atıyordu. Aradan geçen on yılların ardından "sınıf savaşına gözünü daha yeni yeni açan bebek çağındaki" küçük burjuva sosyalizmi ise "keşif alanında dolaşmasına rağmen işçi sınıfını göre- miyordu "onu cılız, zayıf bularak dolaysız olarak devrim önderliğine onu değil "onun ideolojisini fiilayatta ise, küçük brujuvaziyi geçiriyordu.
eğitime sonhin durdurulamaz ilerleyicisi işçi sınıfı Ve onun savaşımı Demokratik Halk Devrimiy- le eğitimi ve halkın kültürel değerlerini gerçek yerine koyacaktır.
Faşizmi Türkiye topraklarına perçinleyerek gelen 12 Eylül faşizmi hala tüm etkinliğiyle sürmektedir.
Liselerde gerici-faşist eğitim 12 Ey- lül'le birlikte azgınlaşarak uygulamaya sokulmuştur ve tüm etkileriyle hala sürmektedir.
T.C. liselerimizde:• Baskı, dayak (psikolojik+fiziksel iş
kence) uyguluyor,• Endüstri Meslek Liselerinde staj adı
altında öğrenci emeğini, işgücünü sömürüyor,
• Kürdistan gençliğine en doğal hakkı olan anadilinde eğitim hakkını yasaklayarak yoğun bir asimilasyon politikası uygu-
Oysa işçi sınıfı, 15-16 haziranla "anlamak isteyen ve anlayabilenlere" önderliğini açığa vurmuştu. Artık, uzun yıllara yayılan sınıf savaşı prole- teryayı küçük burjuva kitlelere de öğretmiştir. Her bir ileri sıçrayışta"dev- rimden öğrenen ve devrime öğreten" proletarya: gelecek toplumun kuruculuğunda mevzileri birer birer ele geçiriyor. O, halkın içindeki "sayısallığının çok ötesinde sahip olduğu o sınırsız gücü, enerjiyi" iyi biliyor. Geleceğin toplumunu; sosyalizmi "kararlı ve tutarlı" olarak kurabilme ve ileriye götürmede çıkan olan ve zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan' tek sınıf proletaryadır. Proletaryanın alternatifi yoktur. Eğer köylülükten, küçük burjuvaziden bahsedilecekse bunu dünya devrimleri çok iyi öğretmiştir. Yeniden yaşamaya gerek yoktur. Çünkü proletaryanın bunlarla kaybedecek zamanı yoktur!
Küçük burjuvazinin sığ sulannda güneşi arayanlar hiç şüphesiz çok geçmeden karaya otururlar ve gemi su aldıkça denizin enginliğini yeni keşfederler ama ne yazık ki vakit artık çok geçtir: Hem yüzebilmek hem de boğulmamak için!
Oysa proleteryanın engin sularına yelkenlerini açanlar o, sonu gelmez enerjinin, yaratıcı gücün rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurup güneşi fethederler ■
İliyor,• Kız Liseleriyle kadının ikinci sınıf
vatandaş kimliğini ciltliyor,• Fırsat eşitsizliğini azgınlaştırıyor,• Din dersleriyle gericiliğe uygun bi
reyler yetiştiriyor, vb. vb.İşte 12 Eylül ve 12 Eylülün liseleri:
Gerici-faşist eğitim sistemi ve finans oligarşisinin sinsi oyunları.
Devrimci Lise Hareketi halkın sosyalizm cephesinde liselerdeki mücadelenin bayrağı ve liseli gençliğin öz-örgütü olarak Demokratik Halk Liseleri yolunda mücadelesine devam edecektir. Karşı-devrimin hiçbir oyunu onu bu yoldan geri çevireme- yecektir.
Dev-Lis Demokratik Halk Liseleri sürecinde halka ve onun liseli gençliğine ihanet eden, karşı propaganda yapan herkese yada herşeye gerektiği biçimde karşı koyacaktır.
Gün savaşan sosyalistlerle doğacaktır. Zafere giden yürüyüşümüz durdurulamaz.
DEV-LİSDEVRİMCİ LİSE HAREKETİ
EYLÜL 19 8 9
62
'90'h öğretim yıllarına girerken öğretmenlerin mücadelesi
Öğretmen Arkadaşlar,Yeni bir öğretim yılma giriyoruz: 1 9 8 9 -
1 9 9 0 . Bundan yaklaşık on yıl önce varolan eğitim sorunlarına yeni açmazlar, yeni körlükler ve çarpıklıklar eklendi. Tedavi edeceğiz diye yarayı karıştıranlar onu onduracak yerde iyice azdırdılar. Yara giderek büyüdü, karardı, morardı ve kokmaya başladı. Artık uzmanlar onu iyi etmek yerine etrafındaki kızartı, morartı ve kokularıyla uğraşıyorlar. * Ve bizler öğretmenler olarak bu acıyı ta içimizde hissediyoruz.
Bir zamanlar yasa ve yönetmeliklere ilkokul öğreniminin mecburi ve parasız olduğunu koyanlar amaçlarını unutur oldular. Artık ilkokuldan üniversiteye değin eğitim paralı oldu. İşçiler, memurlar, yoksul köylüler ve eğitimin esas unsurlanndan biri olan öğretmenler bile çocuklannı okutamıyacak duruma düştüler, okul giderlerini karşılayamaz oldular. Öte yandan bir avuç zengin, çocuklarını en iyi okullarda okutabilmek için avuç avuç para saçmaya devam ediyorlar. Bütçeden eğitime aynlan pay 1965'ler de % 15 civarında iken 1 9 8 0 ’lerden itibaren bu pay %8 lere kadar düştü. Oysa öğrenci sayısı bir önceki yıla göre durmadan artmakta. Bütün bunlann yanısıra halkla, bizlerle alay edercesine "kendi okulunu kendin yap" saçmalığını söylemeye cüret ediyorlar. Kısacası açıkça ne halin varsa gör diyorlar. Batan şirketleri kurtarmak için hâzineden milyarlar bir kalemde verilirken vergisini kuruş kuruş Ödeyen milyonlarca emekçi çocukları için elleri ceplerine gitmiyor. Her yıl ders kitaplanna bilim dışı, halkın ve ülkenin gerçeklerine uymayan bilgiler tıkıştırıyorlar. Din derslerini zorunlu hale getirenler laiklik ilkesini "yobazlığa layık" olma ilkesine dönüştürdüler. Dini liseler ülkenin her yanında mantar gibi bitiverdiler. Uy- gulayageldikleri "tek tip demokrasiye uygun "tek tip öğrenci" ve "tek tip öğretmen" yaratmak için ellerinden geleni yaptılar. Sadece kendini düşünen, köşeyi nasıl dönerim sevdası aşılanan, yaratıcılığı ve bilimsel araştırma ve üretkenliği katledilen saçından ayaklarına kadar hatta nerdeyse iç çamaşırlarına varıncaya dek herşeyine karışılan bir öğrenci yetiştirmeye girişildi. Askeri yönetmelikten hemen hemen aynen alınan bir iç hizmet yönetmeliği ve diğer baskıcı tutum ve davranışlarla öğretmenler askeri bir disiplin altına alınmaya çalışıldı. Öğretmensiz
okul, okulsuz köy, araç gereçsiz dershane çarpıklığına, örgütsüz öğretmen ve uysal öğrenci yetiştirme politikaları eklendi. Nihayet eğitim yuvaları birer çamur deryası haline getirildi. Gericilik, şovenlik, bencillik eğitimi aldı yürüdü. Eğitim Bakanlığının önündeki "milli" sıfatı bir paravan olarak kullanılır hale geldi. Eğitimin ulusal hiç bir yanı kalmadı; "öğretimin birliği" ilkesi bir yana itildi.
Zengin sınıflar çocuklarının özel okullarda bir yabancı dil öğrenebilmesi için milyonlar akıtırken, halk çocukları zorunlu olan ve parasız verilmesi yüzyıllardır uygar toplumlar tarafından ilke olarak benimsenmiş ilköğretim okullarına bile yaklaşamaz olmuşlardır. Kürt çocuklarının kendi ana dillerinde öğrenim görme hakları, kendi kültürlerini geliştirebilme özgürlükleri yok sayılmaktadır. Bir de utanmadan Avrupa Topluluğuna üyelik için başvuruluyor. Hangi Avrupa Topluluğu ülkesinde öğretmenlerin sendika ya da dernek üyesi olmaları suçtur? Biz bilmiyoruz. Ancak, bildiğimiz bir şey varsa bu ülkelerde öğretmenler bırakın sendika, dernek üyesi olmayı parti çalışmalarına bile fiilen katılabilmekte, milletvekili ve bakan olabilmektedirler. Dünyada çocuk ölümlerinde şampiyonuz; .şimdi buna bir de öğretmenlerin dernek kurma hakkı olunmayan tek ülke olma şampiyonluğunu kâttık. Öğretmenlerin sendika hakkı olmayan bir kaç ülkeden biri olmayı ise yıllardır sürdürüyoruz. Şu sıralar bu haktan öğretmenlerin yoksun bulunduğu ülkeler Brezilya, Peru, Ekvator, Ürdün, Liberya olmak üzere sadece altı ülkedir. Bu ülkelerin ortak özelliği emperyalizmin sömürüsü ve halk düşmanı yönetimler altında inliyor olmalarıdır. Ama nice gerici ülke yönetimleri bile öğretmenlere bu hakları tanımıştır. Bizlere de örgütlenmek öcü gibi gösterildi, yıllardır ondan korkuyla kaçındık. Temel insan hak ve özgürlüklerini esas alan uluslararası andlaşma ve sözleşmeler -ki bunlann altında TC hükümetlerinin imzalan bulunmaktadır- tozlu raflar arasında unutuldu. Oysa bu anlaşma ve sözleşmelerin ana konularından biri örgütlenme özgürlüğü ve bu özgürlüğün güvence altına alınmasıyla ilgilidir.
Öğretmen arkadaşlar,İşte yeni öğretim yılma, 19901ı yıllara
bu koşullarda giriyoruz. Sayımız azımsanmayacak, gücümüz küçümsenmiyecek bo
yutlarda. Aynı ekonomik-demokratik sorunları paylaşıyoruz. Artık günümüzün bilincine varmalıyız. 12 Eylül'den bu yana yoğun baskılar altında kalan öğretmenler sadakalarla, ianelerle daha ne kadar meslek onurlarının zedelenmesine, çiğnenmesine izin verecekler? Şurası çok iyi bilinmelidir ki bu güne kadar ne çektiysek örğütlenmekten değil örgütsüzlükten ya da derme çatma ör- gütlenmekten çektik. O halde yapılması gereken ahlayıp vahlayıp her şeyden yakınmak değil halk ve emek ve dolayısıyla da öğretmen düşmanlarıyla kararlı bir mücadeleye girişmektir. Böyle bir mücadele örgütsüz yürütülemez; Bu apaçık bir gerçektir. Aramızda oluşturacağımız birlikler ve dayanışma ruhu bizi gerici yönetimlerin keyfi tutum ve davranışlarına, ekonomik ve toplumsal baskılarına karşı koruyup güçlendireceği gibi, halk çocukları olan öğrencilerimize ve onların ailelerine de yaklaştıracaktır. Çünkü bizler gerçek gücümüzü onlardan, işçilerden, köylülerden, dar gelirli memurlardan vb. emekçi insanlardan alıyoruz. Bunu unutmayalım! Bizlere emanet edilen beyinleri daha sağlıklı geliştirmeye, özgür düşünceli, yaratıcı, emeğe saygılı, sanata yönelik, yüreği hak sevgisiyle dolu kuşaklar yetiştirmek - kim ne derse desin - boynumuzun borcudur. Bunları yapabilecek öğretmenin de önce kendisinin mücadelesiyle öğrencilerine örnek olması gerektir. Aksi halde bu güzel amaçlar boş hayaller olmaktan öteye geçemez. Gelin, ikibinli yıllara kendini yenileyen, geliştiren, sorunlarına sahip çıkan ve halkının çocuklarını yetiştirmekten gurur duyan bir öğretmen kitlesi olarak ulaşmak üzere el ele, omuz omuza verelim. Çağdaş ve bilimsel bir eğitime giden yolun önündeki engelleri yıkmak, çağdışı eğitim ve öğretim politikalarına ve bunların ardındaki gerici güçlere karşı çıkmak isteyen ve bunu şu ya da bu ölçüde yapmaya çalışan meslektaşlarımız yalnız olmadıklarını, çevrelerinde kendisi gibi düşünen yüzlerce arkadaşlarının bulunduğunu bilmelidirler. Yapılması gereken bütün o insanları eğitim emekçilerini bir araya getirmenin yollarını yaratmaktır. Bilmeliyiz ki ülkemizin ve dünyanın tüm ilerici güçleri bizimledir.
Mücadele içindeki tüm öğretmen arkadaşlarımıza başarılı bir öğretim yılıdileriz.
Demokrat Öğretmenler63
Sosyalist basın ve kamuoyuna
“Çağdaş Yol Kadın Kullanarak Örgütleniyor”Eylül 1 9 8 9 YENİ ÇÖZÜM DERGİSİ
Birinci başlık bizi şaşırtmıyor. Burjuva basınının, hizmet ettiği sınıfın borazanlığmı yapması onun tarihsel görevidir. Ancak aynı dil kendini devrimci saflarda TANIMLAYAN YENİ ÇÖZÜM Dergisinde de kullanılıyor. Bu dil birliğine dikkat çekmek istiyoruz.
Öğretide, ezilen proletaryanın, ezilen ulusların içinde, ezilen cins olarak tanımlanan kadındır. Ve sosyalist mücadele, bütün ezilmişliklerle birlikte, kadının kurtuluşu görevini de üstlenmiştir. Bunun ilk basamağı; kafalarda varolan, kadına dair her türlü çürümüş burjuva değerlerin atılmasıdır. Bu arınma gerçekleşmedikçe sosyalizm kavranmamış demektir.
Bu dil birliği neyin sonucudur?Siyasi arenada politika üretemeyenlerin kendilerini ifade edecekleri iki alan vardır,.• Kaba güç• İftira ve karalama edebiyatı ve vazgeçilemeyen dedikodu üslubu.Bu açıklamayı somutlayan Yeni Çözüm okurlarının pratiklerine bakalım.1 Ağustos Genelgesinin protestosu için yapılan açlık grevlerinde politik insiyatifin kaçırılması üzerine pa
nikle yen, siyasi anlamda ezilen Yeni Çözüm son çareyi politik insiyatifin somutlandığı insanları-devrimcileri dövmekte buldu,
Söylemiştik: politik tükenmişliğin ilk belirtisi saldırganlık yani kaba güç kullanmaktır.Bu saldırganlıklarına karşı gerekli yanıtı alan Yeni Çözüm okurları, bu kez ikinçi aşamaya geçtiler. Çıkardık
ları özel sayıda ve dergilerinde iftira ve karalama edebiyatı başladı. Politik tavır, devrimci ahlak anlayışı ve sosyalist bilinç hak getire. Sonuç, dedikodu gazetesine dönen siyasi dergi.
Söylemiştik: Politik tükenmişliğin ikinci belirtisi çirkin iftiralar, karalamalar ve asılsız dedikodulardır.Tüm bunlar, iflas eden küçük burjuva sosyalizminin bir kez daha tarih önünde kendini kanıtlamasıdır. Sos
yalizmin kavranamamaşlığmm bir ürünüdür. Ve aynı zamanda HAZMEDİLEMEYEN; politik üstünlüğü kazanan tarafta kadınların öne çıkmış olmasıdır.
Saldırıdaki yöntem, -politikaya karşı politika üretmek yerine-ilkel ve çürümüş değerlerle ve külhanbeyi tavırlarıyla, gelişmeleri bastırmaya yöneliktir.
8 0 öncesi devrimci mücadelede yardımcı kimliği ile yeralan kadınlar değiliz. Yol arkadaşlarımızla, olması gereken yerde, yanyanayız.• Kadının cinselliği burjuva değer sisteminde bir aşağılama aracıdır, küçümsemedir, küfürdür. Bu dil ait oldu:
ğu burjuva sınıfının kullanımmdadır., YENİ ÇÖZÜM un burjuvazi ile bu dil ortaklaşmasını teşhir ediyor ve YENİ ÇÖZÜM okurlarını devrimci tavıra devrimci üsluba davet ediyoruz.
BİR GRUP ÇAĞDAŞ YOL OKURU KADIN
“Terör Kadın Kullanıyor” 1 2 .9 .1 9 8 9 GÜNAYDIN GAZETESİ
64
Kadınlar direnir!
Pembegül Binbir. ABD Konsolosluğunu bombalama iddiasıyla gözaltına alındı.
Afiş astığı iddiasıyl a-göz al tına alman kadınlar.