ferman mecmuası sayı 23
Post on 18-Feb-2016
238 Views
Preview:
DESCRIPTION
TRANSCRIPT
FERMAN
MECMUASI
DERGİ, HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ…
MART, 2013 SAYI:23
TIBBİYELİ
HAZIRLAYAN
Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi
Tarih Topluluğu
1
FERMAN
2
FERMAN
Değerli Tıbbiyeliler,
Çanakkale Zaferi’nin yaşandığı ve İstiklal
Marşı’nın milli marşımız olarak kabul edildiği, Tıp
Bayramı’nı kutladığımız mart ayındayız.
Mecmuamız bu ay, 14 Mart protestosunun
büyük ismi Tıbbiyeli Hikmet (Boran) hakkında
bir yazıyı, tıbbiyelinin ve hekimin toplumsal
sorumluluklarını vurgulamak adına 14 Mart
Tıbbiyeliler Derneği Başkanı Kardiyolog Dr.
Ömer Çağlar Yılmaz ile yaptığımız röportajı ve
Çanakkale savaş hikâyelerini ihtiva etmekte.
Yalnızca eğlenmeye bahane olarak
görülmeyen, 14 Mart 1919’daki şanlı
protestonun anlamı ve önemi idrak edilerek
kutlanan 14 Mart’lar diler, Tıp Bayramı’nızı
kutlarız.
Selam ve dua ile…
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Tarih Topluluğu
“HİKMET”Lİ BİR TIBBİYELİ
Anlam olarak benzer çağrışımlar yapsa da
“tıbbiyeli” kelimesi “doktor”dan daha fazla şeyi
anlatır bana göre. Bir tıbbiyelinin yalnızca bir
öğrenci ya da sağlık personeli olmadığının en
büyük örneğidir Tıbbiyeli Hikmet.
Abhazya’dan sürülen Çerkez göçmeni bir
ailenin çocuğu olan Hikmet Boran, 1901 yılında
Balıkesir’de dünyaya gelir. Öğrenimini
İstanbul’da Tıbbiye Mektebi’nde yapar. Yalnızca
okuluyla ilgilenmez Hikmet, ülkesinin içinde
bulunduğu durumla da fazlasıyla ilgilidir. Her
fırsatta memleketinin yabancı güçler tarafından
işgaline karşı durur ve protestolarda öncü rol
oynar.
1919’un Mart ayında Tıbbiye Mektebi, İngiliz
birlikleri tarafından işgal edilir. İşgale karşı bir
şeyler yapmak isteyen Hikmet ve arkadaşları,
okulun kuruluş günü olan 14 Mart’ı o yıl topluca
ve coşkuyla kutlamaya karar verirler. Tıbbiyeli
Hikmet’in önderliğinde büyük bir gösteri
yapılarak okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk
Bayrağı asılır. İşgal güçleri buna engel olmak
isteseler de başaramazlar ve önce İstanbul,
sonra tüm ülkede bu olay yayılır. Daha sonraki
yıllarda işgale karşı bu duruş her yıl tıp bayramı
olarak kutlanır.
Hikmet ve arkadaşlarının namı Paşa’ya
kadar ulaşır. Mustafa Kemal Paşa 1919 yılında
toplanacak olan Sivas Kongresi’ne Tıbbiyelilerin
de üç temsilciyle katılmasını ister. Üç kişi
belirlenir, fakat üç kişinin Sivas’a gitmesi için
maddi kaynak bulunamaz. Öğrenciler tek kişinin
yol masrafını bulurlar ve Hikmet’i Sivas
Kongresi’ne yollarlar.
3
FERMAN
4
FERMAN
Hikmet Sivas’a gelir. Kongreyi ve olup
bitenleri çok yakından takip eder. Kongrenin
üçüncü günü, belki de bizim Tıbbiyeli Hikmet’i bu
kadar yakından tanımamızı sağlayacak olay vuku
bulur. Hikmet, kongrede manda tartışmalarına ve
manda yönetimine sıcak bakan temsilcilere şahit
olur, şaşırır, üzülür ve sinirlenir. Söz alarak
duygularını Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben şöyle
aktarır:
“Delegesi bulunduğum Türk gençliği beni
buraya bağımsızlık yolundaki çalışmalara
katılmak için gönderdiler. Mandayı kabul etmeyiz.
Eğer manda fikrini kabul edecek olanlar varsa
onları şiddetle reddeder ve kınarız. Eğer manda
fikrini siz bile kabul etseniz, sizi de hain ilan
ederiz, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil
vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz!”
Bunu duyan tüm meclis şaşırır ve donakalır,
ama Paşa mutludur ve gülümsüyordur, çünkü bu
sözler tam da duymak istediği sözlerdir ve şöyle
yanıtlar bu tıbbiyeli genci: “Evlat, içiniz rahat
olsun. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul
etmeyeceğiz. Manda da yok himaye de yok.
Parolamız tektir: Ya istiklal; ya ölüm…”
TBMM kurulunca Hikmet Bey eğitimini
yarıda bırakarak Ankara’ya gelir ve meclis
çalışmalarına katılır. Ama tıptan hiç kopmaz. O
yıllarda Cebeci Askeri Hastanesi, günümüzde ise
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci
Hastanesi olan hastanede arkadaşlarıyla tifüs
hastalığına karşı aşı üretmek için çalışır.
Hikmet Bey daha sonra İstanbul’a döner ve
tıp eğitimini tamamlar. Hekimlik hayatını genel
cerrah olarak sürdürür. Atatürk ona mebusluk
teklif etse de o yıllarda ülkedeki hekim açığını da
düşünerek milletine doktorluk yaparak daha
faydalı olacağını düşünür ve teklifi reddeder.
Henüz 44 yaşındayken, Kars’ın Sarıkamış
ilçesinde soğuk bir kış günü karda mahsur kalan
Mehmetçikleri kurtarmak için çabalarken vereme
yakalanır, vatana adanan bir ömür bu sebeple
son bulur. Ruhu Şad olsun.
Hocalarımızın sıkça telaffuz ettiği “Tıp
fakültesinden her şey çıkar, arada da doktor
çıkar.’’ sözünü bir kez daha hatırlatarak; anlamı
doğru olarak idrak edilen nice coşkulu 14
Mart’lara!
İzzet ESMECE
14 Mart Tıbbiyeliler Derneği Başkanı
Kardiyolog Doktor Sn. Ömer Çağlar Yılmaz’a,
değerli vaktini ayırıp sorularımızı cevapladığı
için huzurlarınızda tekrar teşekkür ederiz.
1- Okuyucularımız için kendinizi kısaca
tanıtır mısınız?
İsmim Ömer Çağlar Yılmaz, astsubay bir baba
ve anaokulu öğretmeni bir annenin 81 Aralık
doğumlu çocuğuyum. Bir erkek kardeşim var.
Mecburi hizmetim dâhilinde, Sağlık Bakanlığı’na
bağlı bir kurumda kardiyoloji uzmanı olarak
çalışmaktayım.
2- Tıp fakültesini tercih etmek için
ülkemiz şartlarında pek çok neden var. Sizin
tercih yaparken düşünceleriniz nelerdi?
Söylediğiniz gibi gerçekten pek çok neden var
ve bunların birleşimi bizi tıp fakültesine
yönlendiren sebep oluyor. Dolayısıyla size bir tane
sebep söyleyemeyeceğim. Hekimliğin toplumda
kendine bulduğu değer, yakınımızdaki insanlara,
sevdiklerimize yardım edebilme şansı ve hiç
şüphesiz tanımadığınız insanların hayatlarına
dokunabilme fırsatını ele geçirip, adanmış ruh
olabilmeye adım atmak, beni heyecanlandırdı ve
tıp fakültesine yöneltti sanırım.
3- Sivil toplum örgütlenmesine
yönelmenize ne vesile oldu?
Fıtrat itibari ile sorunları görmezlikten
gelememe ve müdahale etme dürtülerini her
zaman barındırdım. Günümüz şartlarında toplumda
görülen kültürel yozlaşma, hekimlik sanatının
halkın nezdinde hak ettiği değerini yitirmesi,
performans sisteminin kendi meslektaşlarımız ile
aramızdaki tıp etiğini kıymetsizleştirmesi fıtratımı
ortaya koymayı gerektirdi. Karakter sahibi her
meslektaşım gibi bu sorunlarla mücadele ettim,
bunun güzel bir sonucu olarak da mücadele
ederken yalnız olmadığımı fark ettim. Birbirimizi
fark ettiğimizde ise bir yerde haksızlık varsa
elimizle düzeltmeyi, elimizle düzeltemiyorsak
dilimizle düzeltmeyi düstur edindik.
4- Türkiye’de her alanda olduğu gibi
sağlık alanında da kurulu pek çok dernek ve
vakıf mevcut. Maalesef bunların zamanla
işlevini yitirdiğini gözlemlemekteyiz. Bize
derneğinizin kuruluş sürecinden ve
ülkemizde derneklerin karşılaştığı
5
FERMAN
6
FERMAN
zorluklardan bahseder misiniz?
Derneği kurma sürecinin kolay olduğunu
söyleyebilirim, bildiğiniz gibi aynı amaca hizmet
etmek için bir araya gelmiş yedi kişi yeterli. Zor
olanı ise kurulmuş olan bir derneğin devamlılığını
sağlamak. Ülkemizdeki zorluk burada başlıyor,
sivil toplum örgütleri yeterince desteklenmiyor.
Yoğun olan meslektaşlarımız vakit ayırmakta
zorluk çekiyorlar. Tamamen gönüllük esası ve
ekonomik destek ile yürütülen bu süreçte sarı
sendika olanlar ayakta dururken diğer örgütler
zorlanıyor veya ayakta durmaya devam
edebilmek için egemen olan farklı
örgütlenmelerin kontrolüne giriyor. Aidiyetinizin
sebebini farklı yapılanmalara dayandırırsanız
günü geldiğinde özlük haklarınızdan vazgeçmek
zorunda kalırsınız.
5- Türkiye’de sağlık alanında sürekli bir
değişim yaşanıyor. Performans sistemi gibi
bazı noktalara değindiniz ancak,
hekimlerimizin bu süratli ve sistemsiz
değişime bağlı sorunları hakkında biraz
daha konuşabilir miyiz?
İnanın bu soruyu hak ettiği gibi
cevaplandıracak olsam bu röportaj sadece bu
sorunun cevabından ibaret olur. Yapılan
değişiklikler istişare usulü, tabandan tavana
giden bir şekilde yapılsa adaptasyon çok daha
kolay ve alınacak sonuç çok daha olumlu
olacakken ülkemizde sistem maalesef tam
tersinden işliyor. Tam gün yasasının öğrenci ve
asistan yetişmesindeki olumsuz etkileri malum.
Performans sisteminin doktorları “Super Mario”
yerine koyması, dürüst olan ile olmayanı eşit
olmayan şartlarda yarıştırması, uzman hekimlere
alanı olmadığı branşlarda acil nöbeti tutturulması,
Anayasa ile yasaklanmış olan angaryanın intern
doktorlara yaptırılması, toplum açısından sağlığın
ücretli hale getirilmesi gibi daha birçok sorun dile
getirebilirim.
6- Geçmişle kıyasladığımızda,
ülkemizde insanların hekim algısının ve
hekime bakış açısının da farklılaştığını
görüyoruz. Sağlık alanındaki düzenlemelerin
bu farklılaşmada etkili olduğunu düşünüyor
musunuz?
Tabi ki bunu düşünmemek mümkün değil,
sistemdeki her aksaklığı doktor üzerine
odaklayan bir yapılanmanın mevcut olması ve
üstüne üstlük bunun için şikâyet hatlarının
kurulması, toplum üzerindeki etkinliği olan
siyasilerin hekimler hakkında yaptığı olumsuz
beyanlar, TV dizilerinde bazı karakterlerin
doktorlara tabiri caizse kul muamelesi yapması
ve hekime karşı şiddetin önemli bir yaptırımının
olmaması bu farklılaşmada önemli rol
oynamakta.
7- Bu sorunların oluşmasında veya
çözülmesinde hekimleri temsil hakkına
sahip kuruluşları nereye koyuyorsunuz? Bu
kurumların temsil özelliğini kaybettiğini
düşünmeniz, dernekleşmenizde etkili olmuş
olabilir mi?
İnsanın düşünen bir varlık olmasından ötürü
belli fikir sistemlerinden tamamen arınmış olması
beklenemez. Hayat tarzımız, yaşantımız ve
tavırlarımız taşıdığımız değerler üzerinden
olmakta. Bu bağlamda hekimler olarak etrafımıza
duyarsız değiliz, hepimiz belirli bir ideolojiye
sahibiz. Ancak mesleki örgütlerde ideolojik
tavırların ortaya konulmasını son derece yanlış
bulmaktayız. Tıp etiği ve kuralları bellidir, aklın
yolu birdir. Sizler hekimlerin hakkını ve toplum
sağlığını ilgilendiren konular yerine mesleki
örgütlenmeleri kendi ideolojinize hizmet etmek
için kullanırsanız, o zaman meslektaşlarınıza
karşı büyük haksızlık yapmış olursunuz. Böyle bir
yapılanmaya karşı olduğumuz için ülkesini ve
milletini seven her meslektaşımıza kapımızı açtık,
gelin bir olalım, birlik olalım dedik. Bu konuda da
en çok rağbeti genç meslektaşlarımız ve tıbbiyeli
öğrencilerden gördük.
8- Peki, neden “14 Mart”?
Aslına bakarsanız 14 Mart’ı ve Milli Mücadele
dönemindeki tıbbiyeli ruhunu size saatlerce
anlatmak isterdim lakin vaktimiz bunun için
yeterli değil. Özetleyecek olursak ülkemizde ilk
Tıp Bayramı 14 Mart 1919 yılında işgal altındaki
İstanbul’da tıp öğrencileri tarafından
kutlanmıştır, işgal hareketine tepki vermek için
bu yolu seçen ve işgali kınayan öğrencilerin
törenine dönemin ünlü hocaları da katılmıştır. Bu
kutlama tıbbiyelilerin yurt savunmasındaki
hassasiyetini gösteren önemli bir harekettir,
1976’dan bu yana da düzenli bir şekilde
kutlanmaktadır. Bu yüzden biz tıbbiyelilerde 14
Mart’ın değeri büyüktür ve tüm dileğimiz tıbbiyeli
ruhunu tekrar gerektiği gibi yaşayabilmektir.
7
FERMAN
8
FERMAN
9- Tarihimizdeki hekim profiline baktığımızda hayatın her alanına dâhil olan bir yapı gözlemlemekteyiz. Bugün
hekimlerin sadece meslek alanına hapsolduğu fikrine katılıyor musunuz?
Bir tıbbiyeli olarak tarihimize bakıp gıpta
etmemek mümkün değil, aramızdan birçok
Tıbbiyeli Hikmet (Boran)’ler çıkması gerekirken
günümüzdeki olumsuz şartlar buna engel
olmakta. Çağımız hastalığına yakalanmış
bulunmaktayız; memnun olmadığımız çalışma
şartları, hayal ettiklerimiz ve elde ettiklerimiz
arasındaki uçurumlar, hayatta ertelemeleri
alışkanlık haline getirmemiz ve içine düştüğümüz
umutsuzluk, sadece kendimizi kurtarmaya
yönelik tavırlar sergilememize neden oluyor. Bu
da doğuştan sahip olduğumuz birçok yetiyi
sadece tıp alanına hapsetmemize en büyük
sebep.
10- Özlediğiniz hekim profiline ulaşmak
için dernek kapsamında yürüttüğünüz
faaliyetler nelerdir?
Öncelikle üyelerimizin hem mesleki hem de
sosyo-kültürel açıdan yetiştirmelerine özen
gösteriyoruz. Kahvaltılar, mezuniyet sonrası
eğitim ve TUS kampı organizasyonu, çalıştaylar,
konserler ve geziler düzenlemekteyiz. Yurtdışına
gitmek isteyen üyelerimiz için teşvik
programlarımız mevcut. Öğrenciler için TUS
danışmanımız, araştırma görevlileri için makale
ve yayın danışmanlarımız ve hekimler için hukuk
danışmanımız var. Arkadaşlarımızın edebi
yönlerini geliştirmeleri için süreli yayın olarak
çıkarttığımız Bilge Hekim dergisine de önem
vermekteyiz.
11- Bildiğimiz kadarıyla faaliyetlerinizi
tek bir merkezden yürütüyorsunuz.
Şubeleşmek gibi bir amacınız var mı?
Şu an faaliyetlerimizi Ankara’dan
yönetmekle beraber birçok şehirde ve tıp
fakültesinde temsilcilerimizle iletişim halindeyiz.
Amacımız tüzüğümüzde bulunduğu şekilde
şubelerimizi açarak, yaygın ve kolay ulaşılabilir
bir hale gelmek.
12- Neden derginize “Bilge Hekim”
ismini verdiniz? Bu dergi hakkında daha
fazla bilgi alabilir miyiz?
Bildiğiniz gibi hekim, “hikmet sahibi kişi”
demektir. Bilge ise “bilgili, iyi ahlaklı, olgun ve
örnek kimse” anlamına gelir. Dolayısıyla bizce tıp
doktoru sağladığı hasta bakım hizmetleri dışında,
barındırdığı değerleri ve özellikleri topluma
yansıtan bilge bir hekim olmadır. Kendimizi
topluma ve meslektaşlarımıza yansıtacağımız
dergimizin ismini bu yüzden “Bilge Hekim”
koyduk. Dergimiz tıp öğrencisi ve hekim
arkadaşlarımızın edebi ve tıbbi yazılarını
içermekte. Dergide detaylı olarak irdelenen
kapak konusu ve bunun dışında okuyucuların
ilgisini çekecek farklı konular hakkında yazılar
mevcut. Öğrenciler için bölüm tanıtımı, gezi
yazıları, değişik tıbbi vakalar ve abide
şahsiyetlerden hikâyeler, mesleğinde başarılı
kişiler ile röportajlar, Türk-İslam dünyasından
tanıtıcı yazılar ve hukuki bilgilendirmeler de var.
Dergi altı ayda bir çıkacak. İlk sayımızı yeni
çıkartmış bulunmaktayız, umarım sizler de
beğenirsiniz.
13- Yeni bir dernek olduğunuzu,
üyelerinizin genelde tıbbiye öğrencileri ve
genç hekimlerden oluştuğunu ifade ettiniz.
Derneğinizin ilerleyen zamanda bütün
sağlık camiasını kapsayabileceğine inanıyor
musunuz?
Başarmak inanmakla başlar. Bizler
inandığımız değerleri kendimize rehber yaptık ve
onun ışığında yürümekteyiz. Meslektaşlarımızla
sağlayacağımız dayanışma, milletimize ve
vatanımıza karşı hissettiğimiz aşk ve Cenab-ı
Hakk’ın takdiri ile bu teveccühü kazanacağımıza
inanıyoruz.
14- Ben bir tıbbiyeli olarak derneğinize
nasıl üye olabilirim?
Dergimizde il temsilcilerimizin isimleri ve
iletişim bilgileri bulunmakta. Onların vasıtası ile,
internet sitemiz veya facebook sayfamız ile bize
ulaşabilirsiniz. Üye olmanız için temsilcilerimizin
sizlerle tanışması ve derneğimizin amaçlarını izah
ettikten sonra, size referans olarak üyelik
formunuzu yönetim kuruluna sunması yeterlidir.
Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür
ederiz.
Mehmet Akif KARA
9
FERMAN
10
FERMAN
AH ŞU BOĞAZ HARBİ...
Tarih kitaplarında Birinci Dünya Savaşı’nın
başlaması şöyle anlatılır: "Yirminci yüzyılın
başlarında Avrupa sınırlarından taşıyordu.
Ekonomik rekabet, sömürgecilik ve milliyetçilik
akımları Avrupa’yı ikiye bölmüştü. Almanya -
Fransa ve Rusya - Avusturya arasındaki
çekişmeler gerginliğe dönüşmüştü. 28 Haziran
1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
Veliahdı Arşidük Ferdinand'ın bir Sırp milliyetçisi
tarafından öldürülmesi bu gerginliğe son noktayı
koydu.“
Avusturya’nın 28 Temmuz 1914’te
Sırbistan’a seferberlik ilanının ardından 1. Dünya
Savaşı başlamış oluyordu.
Tarihin kaydettiği en uzun ömürlü ve en
geniş topraklara hükmeden imparatorlukların
başında gelen Osmanlı İmparatorluğu 20. yüzyıla
büyük toprak kayıplarıyla girmişti. Bunca toprak
kaybı emperyalist güçleri doyurmamış, kabaran
iştahlarını tatmin etmemişti. Bir yanda Rusya'nın
boğazları ele geçirip sıcak denizlere inme amacı,
diğer yanda İngiltere'nin Süveyş Kanalı’nın ve
Hint yolunun güvenliği için Filistin’i ele geçirme
planı, öte yanda Fransa'nın Lübnan, Suriye ve
Kilikya’nın kontrolünü ele geçirme düşleri,
Almanların doğuya yayılma politikası, İtalyanların
bizim güneyimize göz dikmesi hala dipdiri ayakta
duruyordu.
Osmanlı bu savaşa katılmaya adeta
zorlanıyordu. Topraklarını koruma refleksi ile
katılmak zorundaydı. Bir de olur da beraber
savaşa katıldığı yan galip gelirse kazanımlar elde
etmesi de mümkündü. Bu saikle önce İtilaf
Devletleri ile birlikte olmaya niyetlendi. Fakat bu
savaşta kimin yanında olacağı kararını dahi tek
başına alamadı. Zira Rusya Osmanlıyla aynı safta
olmak istemedi. Osmanlı Devleti de Almanlara
yanaştı. Önce güvenliği açısından seferberlik ve
silahlı tarafsızlık ilan eden Osmanlı Devleti’nin bu
tarafsızlığı şu bildik İngiliz donanmasından kaçan
Alman savaş gemilerinin boğazlardan geçmesine
izin vermesi ve boğazları bundan sonra tüm
yabancı gemilere kapatmasıyla sona erer. Yavuz
ve Midilli adı verilen Goeben ve Breslau adlı bu
iki Alman savaş gemisi Karadeniz’de Ruslara ait
Sivastapol ve Novorosisk limanlarını
bombalayınca 1 Kasım 1914’te Ruslar
Kafkasya’da sınırı geçerek fiilen savaş başlatmış
ve Osmanlı Devleti de sıcak savaşın içine
çekilmiş olur. İşte Türkün ateşle imtihanı bir kez
daha başlar.
Bundan sonra "boğazlar şahane, savaş
bahane" diyen İtilaf Devletleri, başta İngiltere
olmak üzere, resmen Osmanlıya savaş kararı aldı
ve boğazlara, yani Çanakkale'ye saldırdı...
Tarihi kaynakları şöyle bir karıştırdığında,
"Ah şu boğazlar!" diyor insan. Tarih boyunca
uğurlarında birçok savaş yapılan, kanlar akıtılan
boğazlar stratejik, ekonomik ve kültürel açıdan
paha biçilmez değerdeydiler. Bakıldığında bugün
bile değerlerini korumaya devam ettikleri
görülür.
Buraya kadar yazılanları olduğu gibi,
savaşın bundan sonraki safhalarını da birçok
tarih kitabında bulup okumak mümkün. Ben
burada resmi tarih dilinden Çanakkale
Savaşları’nı anlatmak yerine çeşitli kaynaklardan
derlediğim savaş hikâyelerini, menkıbelerini
nakletmek istiyorum:
Bir Çanakkale Şehidinin Son Mektubu
“Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk
annesi!
Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi
güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen
derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde
otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest
olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti.
11
FERMAN
12
FERMAN
Okudum, okudukça büyük dersler aldım.
Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir
vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim.
Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil
yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek
eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu
selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru
eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup
geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim, güzel bir
yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları
kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir
ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl
akan dere, bana validemden gelen mektuptan
dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı
kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın
yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime
iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak
istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir
bülbül, tatlı sedasıyla beni teşhir ediyor ve
hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak
göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekâlâ, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...
-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla
giden sürü yok mu?
-Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.
Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem
de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış,
aldım ve içtim. Fakat bu sırada düşünüyorum.
Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para
ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu?
Şevket neden içmiyor? Fakat yukarıdaki bülbül
bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne
yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden
koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin
secdelerini görecek ve derenin aheste akışını
tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."
Şevket merak etmesin, o görür, belki de
daha güzellerini görür.
Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma.
Ben seni, evet seni mutlaka buralara
getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim.
Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında,
çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler.
Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi ne kadar
güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten
kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her
şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi
dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir
abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel
yeşil çayırların üzerine diz çöktüm. Bütün
dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim,
ağzımı açtım ve dedim:
-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun,
şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden
yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halik’ı!
Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde
bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden
ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
Ey benim Yarabbim!
Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri;
ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara
tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve
huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir
yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini
keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün
bütün mahveyle!
Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık
benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir
kimse tasavvur edilemezdi.
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız
bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah
düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir
düğün yaparız, olmaz mı?
(...)
13
FERMAN
14
FERMAN
Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun
Hasan Etem
4 Nisan 1331
(17 Nisan 1915)”
“Sağ Kolumu Kaybettim Ama Sol Kolum Var"
Seddülbahir ve Conkbayır'ın büyük
kahramanlarından biri de Bombacı Mehmet
Çavuş'tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu,
İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını
korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve
zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu
anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı
saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş'un
iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir
bomba Mehmet Çavuş 'un elinde patlayarak sağ
elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu
yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastaneden tabur
kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
"Sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol
kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni
müteessir eden ve yine kıtama iltihak edip
düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın
henüz kapanmamış olmasıdır.
Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak
edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz
muhterem kumandanım..."
Anzaklı Ömer’in Hikâyesi
1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden
mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden
Doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede
başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle
anlatıyor:
"Amerika'ya gittiğim ilk yıllar (1957),
lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork'da Medical
Center Hospital adlı bir hastanede görev
almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek,
serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi
işler... Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni
doktorlar hemen direk olarak hasta
muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer
zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.
Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam.
Tahminen yetmiş beş yaşlarında, tabii kendisi ile
İngilizce konuşuyorum:
- Kan vereceğim, kolunuzu açar mısınız?
Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu
halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var
tabii ki... Pazısını açtım. Baktım pazısında dövme
şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti
benim. Kendisine sormadan edemedim:
- Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak "Hayır"
manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak
ediyorum:
- Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
"Aldırma işte öylesine bir şey” dedi. Ben
yine ısrarla dedim ki:
- Fakat benim için bu bayrak çok önemli.
Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin
bayrağı, benim bayrağım...
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin
yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
- Siz Türk müsünüz?
- Evet Türk'üm.
İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz
15
FERMAN
16
FERMAN
arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:
- Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları.
Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de. Orada
savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden
asker topluyorlardı. Ben Anzaktım, Avustralya
Anzaklarından... İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
"Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp
yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe
açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu
savaş çok önemlidir." Biz de inandık sözlerine,
vaatlerine... Savaşmak isteyenler arasına
katıldık.
Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam
ediyordu:
- Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere
karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye
sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a
getirdiler o zaman. Mısır'da şöyle böyle birkaç ay
talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp
Çanakkale'ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm.
Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce
yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler,
geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman...
Her taarruzda bizden de Türklerden de
yüzlerce insan hayatının baharında can
veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret
ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk.
Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi
sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu
cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda
zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi
Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer
barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan
sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden
anladığımı söyleyeyim.
Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi
püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi
tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz.
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir
dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.
Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı
dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken
hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı.
Devam etti:
- Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı
insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu
anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar,
vahşi kimseler olarak tanıttı ya...
Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar.
Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim
iyice, bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden
ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların
yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile
kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke
oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime:
- Bu adamlar isteseler şu anda beni
öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut
isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni
cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir
gibi davranıyorlardı.
Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim.
"Böyle asil insanlarla niye savaşıyorum ben? Niye
savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne
yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış!"
diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım
fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam
düşündüm durdum günlerce...
Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime
döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür
boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk
bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken
o devam etti:
- Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek
üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate
kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de
Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine
iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk...
Ne garip değil mi? Avustralya'dan
Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç
tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler
gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep
kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler
misiniz?” dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet
merakla tekrar sordu:
- Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?
- Babam Müslümanların ikinci halifesinin
isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
- Yahu senin adın Müslüman adı mı?
Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme
baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani
olmak istedim. Israr etti.
Ama niye ısrar ediyordu?
17
FERMAN
FERMAN
18
FERMAN
İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta
oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu.
Yüzüme bakarak dedi ki:
- Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye
kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra
"Anzaklı Ömer" olsun.
- Olsun.
- Peki doktor beni Müslüman eder misin?
Müslüman olmak zor mu?
Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman
olmaya karar vermişti? Meğer o yaşa gelinceye
kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle
konuşamadığı için, soramadığı için
konuşamıyormuş.
- Tabii, dedim, Müslüman olmak çok kolay.
Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını
anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i şehadet
getiriyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu.
Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan, bir
de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de
bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet'e olan
hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü
duygulandırmıştı. Mırıldandı:
- Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da
bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden
tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş
esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş.
Neyse uzatmayayım, hemen bir tespih bulup
kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih
çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle
ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir
başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu.
Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde
rica etti.
- Beni yalnız bırakma olur mu?
- Ne gibi Ömer amca?
- Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen
çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri
duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim.
Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat
günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti,
tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel
hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer!
Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki
içinden "Bizim Ömer amca galiba yolcu". Hemen
yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm
manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık
duran sol kolunun pazısında dövme Türk bayrağı,
göğsünde imanı ile, koskoca Anzaklı Ömer son
anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum.
Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O
şekilde kucağımda teslim-i ruh etti... Bir
Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa
Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde
kendisine iman nasip olmuştu.”
"Ne yalan söyleyeyim, ağladım."
Son söz de bizden: Savaşın kazananı
gerçekten yoktur.
M. Oğuzhan KAYA
İÇİNDEKİLER
“Hikmet”li Bir Tıbbiyeli
İzzet Esmece..................................................2
14 Mart Tıbbiyeliler Derneği (Röportaj)
Mehmet Akif Kara............................................4
Ah Şu Boğaz Harbi...
Mehmet Oğuzhan Kaya....................................9
KİTAP KÖŞESİ
İSTİKLAL SAVAŞI’MIZI ANLAMAK
Prof. Dr. Nurullah Çetin’in
İstiklal Marşı’nı edebi tahlil
yöntemleriyle çözümlediği
eseri.
“Bu çalışmam kanalıyla
umarım Türk milleti, İstiklal
Marşı’nı derinliğine anlama ve Müslüman-Türk
şuuruna ererek kendi kimliğine ve değerlerine
sımsıkı sarılma imkânı bulacaktır. Zira Türkün
kendi vatanında, kendi hür iradesinin hâkim
olduğu kendi devletinde, tam bağımsız ve
bağlantısız bir Türk milleti olarak kalması, İstiklal
Marşı’nı içselleştirmesine bağlıdır.” (Önsözden)
ÇANAKKALE MAHŞERİ
Mehmet Niyazi Bey’in ilmi
gerçeklere sadık kalarak
yazdığı, Çanakkale Savaşı’nın
atmosferini ve duygusal
yoğunluğunu okuyucuya
neredeyse eksiksiz şekilde
yansıtan, Türkiye Yazarlar
Birliği ödüllü belgesel-roman.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TARİH
TOPLULUĞU YAYIN ORGANI
MART 2013 YIL: 4 SAYI: 23
Yayına Başlangıç Tarihi : 2009
İmtiyaz Sahibi : Ahmet Sancar Topal
Yazı İşleri Müdürü : Tolga Canlı
Genel Koordinatör : İzzet Esmece
Editör : M. Akif Kara
Adres : Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Morfoloji Binası Sıhhiye ANKARA
e – Posta : fermanmecmuasi@gmail.com
top related