(bulgar dili ve edebiyatı) anabi
TRANSCRIPT
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI
(BULGAR DİLİ VE EDEBİYATI) ANABİLİM DALI
“ YORDAN YOVKOV VE ÖYKÜLERİ ”
DOKTORA TEZİ
İ.Murat ÇAKMAKÇI
TEZ DANIŞMANI : Doç. Dr. Ayşe PAMİR DIETRICH
ANKARA - 2004
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ...............................................................................................i
GİRİŞ .................................................................................................1
BÖLÜM 1
BULGAR EDEBİYATINDA KISA ÖYKÜ ................................8
1.1. UYANIŞ DÖNEMİ BULGAR EDEBİYATINDA KISA
ÖYKÜ TÜRÜ ....................................................................................11
1.1.1. Lyuben Karavelov ....................................................15
1.2. 19.YÜZYILIN DOKSANLI YILLARINDA KISA
ÖYKÜ………………………………………………………………19
1.3. 20.YÜZYILIN BAŞINDAN KIRKLI YILLARA KADAR KISA
ÖYKÜ ..............................................................................................47
BÖLÜM 2 .......................................................................................78
YORDAN YOVKOV
2.1. Yaşam Öyküsü ve Edebi Kişiliği .................................78
BÖLÜM 3 .....................................................................................93
SAVAŞ ÖYKÜLERİ
3.1.Yordan Yovkov ve Savaş ..................................................93
3.2. Öykülerdeki Savaş .........................................................97
3.2.1. Zemlyatsi (Hemşehriler) .........................................98
3.2.2. Balkan (Balkan).........................................................101
3.3. Olay ya da Anekdot Olarak Savaş..................................104
3.3.1. Pesenta Na Solveyg (Solveyg’in Şarkısı) ................104
3.3.2. Prıstenıt (Yüzük)......................................................105
3.4. Muharebe ya da Macera Olarak Savaş .......................106
3.4.1. Ölüm Sessizliği Motifi .............................................107
3.4.1.1. Kaypa (Kaypa)..................................................107
3.4.2. Çarpışma Anı............................................................108
3.4.3. Çarpışma Sonrası ....................................................110
4.Savaş Öykülerinde Empresyonizm Unsuru .....................111
5.Yovkov’un Öykülerinde Sıklıkla Kullandığı Semboller .118
6.Savaşa Karşı Protesto .......................................................120
BÖLÜM 4 .................................................................................124
YENİDEN CANLANAN BİR GELENEK : “YİRMİLİ YILLARIN
ÖYKÜLERİ”
1. Meçtatel (Hayalperest) .............................................130
2. Jetvaryat (Orakçı) .....................................................132
3. Pesenta na Koleletata (Tekerleklerin Şarkısı) ........135
4. Sıd (Mahkeme) ..........................................................136
5. Staroplaninski Legendi (Kocabalkan Efsaneleri)...137
6. Şibil (Şibil)..................................................................139
7. İnce (İnce) ...................................................................140
8. Bojura (Bojura)...........................................................141
9. Prez Çumavoto (Veba Günlerinde) ..........................142
10. Na İglikina Polyana (Çuha Çiçeği Tarlasında) ........142
11. Nay Vyarnata Straja (En Güvenilir Muhafızlar) ....143
12. Veçeri v Antimovskiya Han (Antimov Hanında
Akşamlar)…………………………………………….149
BÖLÜM 5 ...................................................................................153
SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM : “OTUZLU YILLARIN ÖYKÜLERİ”
1. Çiflikıt Kray Granitsata (Sınırdaki Çiftlik).............154
2. Jensko Sırtse ve Ako Mojeha da Govoryat (Bir Kadın Kalbi ve
Eğer Konuşabilselerdi)..............................................160
3. Serafim (Serafim) ......................................................160
4. Rodyu (Rodyu).............................................................161
5. Plateno (Ödenmiş)........................................................162
6. Vılkadin Govori s Bog (Vılkadin Tanrı ile
Konuşuyor)…………………………………………....163
7. Greşnitsa (Günahkar Kadın)......................................164
8. Skitnikıt (Gezgin).........................................................164
9. Borba do Smırt (Ölümüne Mücadele)........................168
10. Priklyuçeniya Na Gorolomov (Gorolomov’un
Maceraları)……………………………………………169
BÖLÜM 6 .....................................................................................176
YORDAN YOVKOV’UN TİYATRO ALANINDA YAPTIĞI
ÇALIŞMALAR
1. Albena (Albena) ...........................................................177
2. Boryana (Boryana).......................................................179
3. Milionerıt (Milyoner)...................................................183
4. Obiknoven Çovek (Sıradan Bir İnsan).......................186
SONUÇ ..........................................................................................189
İNGİLİZCE ÖZET........................................................................193
NOTLAR .......................................................................................197
KAYNAKÇA …………………………………………………….215
ÖNSÖZ
Tezimizde çağdaş Bulgar edebiyatının 30-40’lı yıllar dönemi olarak adlandırılan ve
Birinci Dünya savaşının sonundan İkinci Dünya Savaşına kadar süren yıllarda edebi
yaratıcılığını sürdüren Yordan Yovkov ve öykülerini incelemeye çalışacağız.Bulgar öykü
sanatının gelişmesi ve değişmesi konusunda çok önemli adımlar atan Yovkov’un öyküleri için
ünlü Bulgar edebiyat eleştirmeni Georgi Tsanev 1937 yılında yazdığı bir makalesinde şöyle
demektedir : “Bu tam anlamıyla özgün,biçim ve içerik açısından tamamen farklı bir
yaklaşımdır”1. Onun öykülerinde yaşanan tüm olay ve olgular figürün gözleri önünde
meydana gelir,böylece aracısız olarak okura aktarılır. Bu şekilde hem yazarın tarafsız duruşu
güçlendirilmekte,hem de okurun yaşanan olayların içinde figürle birlikte aynı olayları
yaşaması sağlanmaktadır.
Yovkov,yaşamın anlamının ölümü yenerek bulunabileceği düşüncesini taşımaktadır.
Ako mojeha sa govoryat (Eğer Konuşabilselerdi) adlı öyküsünde ölüm,yaşamın ayrılmaz bir
parçası olarak değerlendirilir.Ona göre ölüm,insan yaşamında var olan birçok sıradan olaydan
farklı değildir. Yovkov kendisini bir öykü yazarı olarak her zaman “görünen dünyanın
yaratıcısı olarak” tanımlamış ve tüm düşüncelerini de yumuşak bir biçimde yansıtmaya çaba
sarfetmiştir. Yovkov’un öykü sanatında ilginç ve bir o kadar da orijinal olan bir başka özellik
de,öykülerinde yer alan odak figürlerin dışındaki ikinci derece figürler ile bunların öykü
içinde üstlendikleri rollerdir. Bu figürler genelde pek bir şey yapmamakta,olaylara
karışmamakta,adeta seyirci olarak durmaktadırlar.Sanki öykü onlar olmaksızın da aynı şekilde
etkileyici olacaktır. Örneğin Asiye adlı öyküde böyle bir figür olan Lütfü,kuyunun yanı
başında durmakta ve yalnızca su çıkarmaktadır. Ancak,kuyunun çevresinde yaşanan tüm
olaylar Lütfü’nün gözlerinden okuyucuya aktarılmaktadır. Yovkov’un öykülerindeki
figürler,olayların içinde farklı roller ve özellikler üstlenirler,olaylar nasıl gelişirse gelişsin
kendilerini kesinlikle değiştirmezler,yalnızca kendileri ve düşünceleriyle baş başa
kaldıklarında kendilerini sorgularlar. Bu anlamda öykü içinde yaşanan olaylar öykü içinde
önemli bir merkez olmazlar,zira olayın yerini düşünsel derinlik ve boyut almıştır. Yovkov’un
öyküleri yaşamın bir parçasını ya da bir anı betimlemek üzere yazılmamış;tam tersine
insanlığın geçmişini,geleceğini,psikolojisini,düşüncesini,felsefesini,acısını,sevincini,kederini
kısacası insanı insan yapan duygular üzerine tıpkı bir film izler gibi okuyucuya sunmak üzere
kurgulanmıştır. Tezimiz altı bölümden oluşmaktadır. Bunların ilki olan “Bulgar Edebiyatında
Kısa Öykü” adlı bölümde,Bulgar edebiyatında öykü ve kısa öykü türlerinin oluşması ve
1 Tsanev,georgi,Ako mojeha da govoryat ,Uçilişten pregled,36,broy:3,1937,s.379.
gelişiminden kısaca söz edecek ve modern anlamda öykü türünün Bulgar edebiyatında
oluşmasında en önemli rollerden birini üstlenen Uyanış Dönemi yazarlarından Lyuben
Karavelov ile onun öykü yaratıcılığından söz etmeye çalışacağız. Uyanış Dönemini oluşturan
“19.Yüzyılın Doksanlı Yılları” ve “ 20.Yüzyılın Başından Kırklı Yıllara Kadar Kısa Öykü”
alt başlıklarında ise sözü edilen dönemlerde Bulgar öykü sanatında yaşanan değişmeler ile
öykü sanatına önemli katkılarda bulunan yazarları-eserleri tanıtmaya çalışacağız.
İkinci bölümde Yordan Yovkov’un yaşamı,ailesi,edebi kişiliği,öykü
yaratıcılığı,seçtiği konular,öğretmenlik yaşamı vb. konular üzerinde durarak yazarı daha
ayrıntılı biçimde tanıtmaya çalışacağız.
Tezimizin üçüncü bölümünde Yovkov’un yazdığı savaş konulu öykülerden söz
edeceğiz. Bu anlamda savaş kavramının yazar için ne(ler) ifade ettiği üzerinde
duracak,kendisinin de asker-savaş muhabiri olarak katıldığı ve acımasız yüzünü,dehşetini
bizzat yaşadığı savaş olgusunu öykülerinde nasıl yansıttığını inceleyerek,Zemlyatsi
(Hemşehriler) ve Balkan adlı öykülerinde savaşın ne kadar dehşet verici olduğunu
örnekleriyle aktarmaya çalışacağız. Yovkov,savaş motifini bazen bir olayın ya da anekdotun
anlatımında da kullanmış,bazen de savaşı bir macera olarak öykülemiştir. Bu noktada Pesenta
na Solveyg (Solveyg’in Şarkısı), Prıstenıt (Yüzük), Kaypa adlı öyküleri inceleyerek yazarın
savaşa dair farklı bakış açılarını vurgulamaya çalışacağız.Yazar için önemli olan savaş öncesi
“ölüm sessizliği”, “çarpışma anı”, “çarpışma sonrası”, “savaş öykülerinde empresyonizm”
gibi belli başlı motifleri örnekler vererek ele alacağız. Bu bölümde ayrıca, yazarın savaş
öykülerinde ve farklı konularda yazılmış olan diğer öykülerinde sıklıkla kullandığı edebi
sembollerden söz edeceğiz.
Dört ve beşinci bölümlerde Yovkov’un “Yirmili” ve “Otuzlu” yıllarda yazdığı
öykülerinden seçtiğimiz yirmi iki öyküyü biçim ve içerik açısından ele alarak incelemeye
çalışacağız. Bunlar arasında Meçtatel (Hayalperest), Jetvaryat (Orakçı), Pesenta na koleletata
(Tekerleklerin Şarkısı), Staroplaninski legendi (Kocabalkan Efsaneleri), İnce,Şibil,Çiflikıt
kray granitsata (Sınırdaki Çiftlik), Serafim,Rodyu, Priklyuçeniya na gorolomov
(Gorolomov’un Maceraları) önemli öyküler olarak sayılabilir.
Altıncı bölüm “Yordan Yovkov’un Tiyatro Alanında Yaptığı Çalışmalar” adını
taşımaktadır. Yazarın Bulgar edebiyatındaki önemini ve özelliğini vurgulamak için öykü türü
dışında bir tür olan tiyatro türünde verdiği eserlerden de söz etmek gerekmektedir. Zira,önce
öykü olarak tasarladığı ve yazdığı eserlerini daha sonraki dönemlerde drama türünde eserler
haline getirmiş,bu şekilde farklı tiyatrolarda oynanan eserler Bulgar halkı tarafından büyük bir
beğeni ile izlenmiştir.
Tezimizde bugüne kadar ülkemizde Türkçe’ye yalnızca Pesenta na koleletata
(Tekerleklerin Şarkısı) adıyla çevrilen öykü kitabı ile tanıdığımız Yordan Yovkov’u ve onun
insancıl sevgi ile birleşen eğitim,bilgi,kültür ve sanatın,bireyi her zaman ruhsal yetkinliğe
götüreceği konusundaki evrensel dünya görüşünü tanıtmayı amaçlıyoruz.
Tezimizin oluşum,gelişim ve sonuçlanma evrelerindeki büyük yardım ve
katkılarından dolayı sayın hocam Doç. Dr. Ayşe PAMİR DIETRICH’e,sayın hocam Prof. Dr.
Altan AYKUT’a, destekleri ve olumlu eleştirileriyle beni yönlendiren sayın Prof. Dr. Cengiz
ERTEM’e,sayın Prof. Dr. M.Faruk TOPRAK’a, sayın Prof. Dr. Tuna ERTEM’e, sayın Doç.
Dr.Neşe TALUY YÜCE’ye ve maddi-manevi desteklerinden dolayı aileme sonsuz
teşekkürlerimi sunarım.
İ.Murat ÇAKMAKÇI
Ankara-2004
1
GİRİŞ
Ünlü Bulgar edebiyatçısı Julia Krısteva, edebi dilin,mitler ve efsanelerden
sözlü edebiyata,halk öykülerinden gerçekçi romana kadar birçok alanda kullanıldığını
ve tüm bu türlerinin de edebiyatın inceleme ve araştırma alanına girdiğini
belirtmektedir. Krısteva, biçembilimi çeşitli edebiyat metinlerinin farklı özelliklerini
inceleyip betimleyerek edebi türler kuramının oluşmasına katkıda bulunan bir alan
olarak nitelemektedir. Yine Krısteva’ya göre (şiir,roman,kısa öykü vb.) tüm edebi
metinlerde kullanılan dilin şiirsel işlevi vardır. Bu işlev ise ancak yazar ile okuyucu
arasında kurulan dilbilimsel iletişimle açıklanabilir.
Kısa öykü bir öykü türü olarak oldukça sanatsaldır;insanı ve toplumu öncelikli
konu olarak ele alır. Kısa öykünün dili,yapısı ve içeriği durumsal bağlamdan etkilenir.
Durumsal bağlamı ise toplumun yapısı ve toplumu oluşturan insanların düşünsel
yapıları,duygu dünyaları,ekonomik ve eğitim durumları etkiler. Yazar da aslında o (sözü
edilen) insanlardan biridir. Berna Moran,bir yazarın edebi metinleri oluşturması
konusunda şunları söylemektedir:
“Gerçi yazar yaşamı,insanları,onların tutkularını,özelliklerini anlatır,bu
anlatım gerçek yaşamı olduğu gibi anlatmak demek değildir. Yazar bir adamın
yaşamını günü gününe en küçük ayrıntısına kadar anlatsa,sanat yapmış olmaz...Yazar,
tek bir adamın yaşamını anlatmaya kalkışmaz,bir tek adamın yaşamında genellikle
yaşamı,insanoğlunun yaşamını;yani evrensel olan unsurları yansıtmaya çalışır.
Yazar,olanı değil;olabilir olanı aktarır. Bunu yapmak için de anlatmak istediğinin
özüne ait olmayan unsurları,ayrıntıları,rastlantısal olanları çıkartır,gerekli olanları
ayıklar,seçer ve bunların arasında bir bağ oluşturarak olaylar örgüsünü bir çizgi
üzerine oturtur. Seçme işlemi hem esere yapı bakımından bir birlik; hem de insan
dünyasıyla ilgili bir anlam sağlar. Seçme sonucu kişiliğin ne gibi olaylara yol
açtığı,durumların kişiliği nasıl etkilediğini,bir durumun nasıl gelişebileceğini
göstermektedir ki,yazar tek olanı kullanarak genel olanı açıklar.” 1
1 Moran Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,s.25-26,Cem Yayınevi,İstanbul,1991.
2
Tarih dönemleri içinde kısa öykü türünün hak ettiği saygınlığı
kazanamamasının nedenlerinin başında, bu türün kendi içinde barındırdığı edebi
geleneği etken olmaktadır. Bu gelenek şöyle özetlenebilir :
• Kısa öykünün iç içe geçmiş kalıplardan oluşmuş olan yapısı.
• Kısa öyküdeki kişilerin yazar tarafından detaylı olarak geliştirilmemesi ve
derinliğine ele alınarak incelenmemesi.
• Kısa öykünün konu ve izlek olarak sınırlı bir tür olması.
Zaman zaman okuyucusunu eğlendiren,onu bilgilendiren,düşündüren ve bir
oturuşta okunup bitirilmek üzere yazılmış olan kısa öyküye kendine özgü ilk biçimini
veren eleştirmenlerin ve edebiyat öğrencilerinin üzerinde çalışmalarını kolaylaştırmak
için hemen hemen tüm yazarların da benimsediği kısa öykü betimlemesini ilk kez yapan
Washington Irving (1783-1859) ve Edgar Allan Poe (1809-1848) ya göre tür olarak
kısa öykünün çok karmaşık olmayan bir girişi vardır. Kahraman olarak seçilen kişiler
çoğunlukla kendileriyle ya da toplum ve diğer bireylerle çelişkiler yaşarlar. Kişilerin
karıştıkları olaylar gelinen noktada bir zirveye ulaşır ve kısa öykü okuyucunun hiç de
beklemediği bir biçimde olayların çözülmesiyle sonuçlanır. Kısa öykü yazarları
öykülerini kaleme alırlarken öyküdeki olayların geçtiği mekan,kişi,bakış
açısı,izlek,simge ve çelişki/yanılgı gibi kimi unsurları öyküyü daha da zenginleştirmek
için sıklıkla kullanırlar. Samuel Taylor Coleridge (1772-1834) kısa öykü yazarının,
okuyucusunun okuduğunun ne olduğunu anlaması ve onu olduğu gibi kabul etmesi için
inandırıcı olması gerektiğini söylemiştir. Ona göre bir edebi yapıt hem yazarı ve hem de
okuyucusu tarafından hem sıradan,hem hayal ürünü;hem de büyüleyici görüldüğü
zaman çok daha etkileyici olmaktadır. Okuyucunun,kurmacanın özünü anlayabilmesi
için kurmaca sanatının gerçeğin ve düşün bir tür karışımı olduğunu kabul etmesi
gerekir. Okuyucu,yapıtı okurken “edilgen” olarak değil de “etkin” olarak düş
kurmalıdır. Okuyucu,belki de öyküdeki kişilerin yaptıkları yanlış ve hatalı seçimlerden
dolayı bir tür endişeye kapılacaktır. Kurgusal sorunları sanki gerçekmiş gibi
yanıtlamaya çalışacak,düşünecek ve yargılayacaktır. Okuyucu,öykü kişilerinin başarı-
yenilgi eğilimlerinden ve inançlarından yaşamın kendisinden ders aldığı gibi ders
alacaktır. Gerçekten de temelde bakıldığında kurmaca metinler çelişkilidir.
3
Çünkü,okuyucu okuduğu metindeki düşsel dünya içindeki veriler sayesinde öykü dışı
gerçek dünya hakkındaki yeni bilgileri edinir.
Dünü ve bugünü karşılaştırıldığında kısa öykünün,20.yüzyılda,özellikle de
ikinci yarısında,kimi değişikliklere uğradığı görülmektedir. Bu değişiklikler konusunda
Doç. Dr. Aysu Erden şunları söylemektedir:
“... 19.yüzyıla dek roman ve kısa öykünün sahip olduğu üç değerli öğenin -
gerçek,zaman ve karakter – varlığına günümüzde kuşkuyla bakılmaktadır. Bu nedenle
de günümüz kısa öykü ve romanı teknik açıdan düğüm (climax) noktasını amaçlayan
gelişmenin rahatlığından yoksundur. Buna karşılık yazar,her iki türde de her şeyin
yazılabileceği düşünü yaşamaktadır” 2
Edebiyat,edebiyat ürünleri ve türleri toplumsal olaylardan,toplumsal
gelişme ve değişmelerden büyük ölçüde etkilenirler. Kısa öykünün de 20.yüzyıldaki
siyasal,toplumsal,bilimsel,endüstriyel ve iletişimsel değişikliklerden etkilenmesi
kaçınılmaz olmuştur. Çünkü bu olay ve değişikliklerden hem yazarlar ve
okuyucuları,hem de yazarların,okuyucuların ve toplumların beklenti ve dünya görüşleri
kökten farklılaşmıştır. Bu konuda Prof. Özer şöyle demektedir :
“ 20.yüzyıldaki toplum,yazarın (ya da herhangi bir kahramanın)
denetleyebileceği,düzene sokabileceği bir olgu olmaktan çıkmıştır. Yazar okuyucuyla
aynı şaşkınlığı,gelecek korkusunu,en önemlisi de normlara ve akla aykırı düşen absürd
dünya görüşünü paylaşmaktadır. Buna koşut olarak da kısa öykü, 19.yüzyılda görülen
örneklere göre anlatım tekniğinde büyük bir değişim geçirmiştir. Modern anlamdaki
kısa öykünün belirli bir kurgusu yoktur,durağandır,parçalanmıştır,şekilsizdir,genellikle
yalnızca bir karakter taslağı,geçici bir tek anın anlatımı..Kısaca öykü anlatmaktan
başka herşeydir”.3
Kısa öykünün kesin tanımı en yalın biçimiyle belki şu şekilde yapılabilir :
“Kısa öykü,düz yazı biçiminde yazılmış kısa ve kurgusal bir anlatı biçimidir”. Bu anlatı
2 Erden,Aysu, Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri,s.22-23,Gündoğan Yayınları,Ankara,1998. 3 A.g.e.:s.23
4
biçiminin anlaşılabilmesi ise onun içinde yer alan eylemin büyüklüğü ya da
küçüklüğü,ifade ediliş biçimi ve okuyucu üzerinde yaratması amaçlanan etkinin doğası
ile yakından ilişkilidir. Öykü anlatımı ile toplum arasında sıkı bir ilişki vardır. Kısa
öykü türünün en başarılı örnekleri,toplumlarda rahatsız edici çalkantıların oluştuğu
zamanlarda ve insanların dışlandığı yerlerde yazılmıştır. Bu anlamda bakıldığında kısa
öykü yalnızların ve çaresizlerin çığlığıdır. Kısa öykü,anlatı sanatının zirvesinde bulunan
sanatsal bir biçimdir.
19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında öykü, Batı Avrupa, Rus ve
Amerikan edebiyatlarında olduğu gibi Bulgar edebiyatında da önemli bir nesir türü
olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu nesir türünü adlandıran birbirine yakın pek çok terim
vardır. Öykü ile ilgili terimler arasındaki anlam farkı genelde kısalık ve uzunluk özelliği
ölçüsünde değişkenlik gösterir.
Öykü ile ilgili olarak Amerikan ve İngiliz edebiyatlarında birbirine yakın olan
tale, story, short story terimleri kullanılmaktadır. 19.yüzyılda Batı Avrupa
edebiyatlarında öyküyle ilgili en çok kullanılan terim novella ya da novel dir. Örneğin
Almanya’da D. Hoffman ve Ludwig Tiek’in, Fransa’da P. Merimee, H. de Balzac ve
Th.Geautier’nin novelleri verilebilir. Fransa’da 19. yüzyılın sonuna doğru genelde G.de
Maupassant’ın eserleriyle ilgili novelle teriminin yanı sıra conte terimi de kullanılmaya
başlanmıştır. Batı Avrupa edebiyatlarında novella terimiyle, atası Boccacio sayılan
“Decameron” tarzı öyküler adlandırılmıştır. İtalyanca olan novella terimi veya bu
terimin çevrileri Boccacio’nun eserlerinin Avrupa’da yaygınlaşmasıyla birlikte
kullanılmaya başlanmış olsa da terimin kuramsal açıklaması çok daha geç yapılmıştır.
Novelin kuramsal olarak ilk açıklaması Alman F. Schlegel’in 19. yüzyılın başlarında
yaptığı açıklama kabul edilmektedir. Schlegel’e göre novel “ilginç tarzda yazılmış kısa
yazı,bir tür fıkradır.”
Daha sonra novel konusunda Goethe, Paul Heyse, Edgar Alan Poe ve başka
edebiyatçı ve edebiyat bilimcileri kendi görüşlerini öne sürmüşlerdir. Novel teorisi,
türün çok yaygın olduğu 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başlarında geliştirilmiştir.
5
Rusya’da da novel ile ilgili teori, öykünün büyük gelişme gösterdiği bu döneme
rastlamaktadır. 1917 yılında yaşanan Rus “Ekim Devrimi” nden sonra eser veren
Formalistler bu konu üzerinde büyük bir ciddiyetle durmaktadırlar. Bu konuda Boris
Eichenbaum “O Henry ve Novel Teorisi”, Viktor Şklovski “Novelin Sırları”, A.
Reformatski “Novelistik Yapının İnceleme Denemesi” ve M. A. Petrovski “Novelin
Morfolojisi” adlı makaleleri yayımlamışlardır. Bulgaristan’da da çok ilgi gören bu Rus
bilim adamlarının çalışmaları, öykü türünün kuramsal incelemesi açısından çok büyük
önem taşımaktadırlar. Özellikle de Petrovski’nin çalışmaları hâlâ güncelliğini ve
değerini korumaktadır. Petrovski’ye göre novel ve kısa öykü arasında fark yoktur. Aynı
zamanda Rusya’da olduğu gibi, Bulgaristan’da da yoğun ilgi gören Timofeev ve
Sorokin’in edebiyat teorisiyle ilgili çalışmalarında novel ve kısa öykü terimlerinin eş
anlamlı oldukları belirtilmektedir. Bu nedenle Rus edebiyat bilimcileri sık sık aynı
eserleri hem kısa öykü (rasskaz), hem de novel (novela) olarak adlandırmaktadır. Rus
edebiyat biliminde öykü ile ilgili novela’nın (novel) yanısıra rasskaz (kısa öykü) ve
povest (uzun öykü) kuramları da kullanılmaktadır.
Öykü, Bulgaristan’da bir nesir türü olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bulgar
nesrinin yaratıcısı sayılan Lyuben Karavelov’un (1834-1879) Bulgar Edebiyatının
Uyanış Dönemi’nde (Vızrojdenska literatura-1870’li Yıllar Edebiyatı Dönemi) yazdığı
öyküler, Bulgar edebiyat tarihçileri tarafından uzunluk ve kısalıkları göz önünde
bulundurularak razkaz (kısa öykü) ve povest (uzun öykü) olarak ikiye ayrılsalar da
aralarında büyük bir fark yoktur. Bulgar edebiyat biliminde kullanılan razkaz (öykü,
kısa öykü) ve povest (uzun öykü) terimleri Bulgar edebiyatının “Uyanış Dönemi”nde
Rus edebiyat biliminden alınmıştır. Bu nedenle söz konusu terimler ve yüklendikleri
anlam her iki edebiyat biliminde de aynıdır.
Bulgaristan’da novel terimi, 19. yüzyılın sonuna doğru edebiyat bilimine
novela, noveletka olarak girmiştir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Bulgaristan’da genelde
razkaz, kısa öykü anlamında ve povest uzun öykü anlamında kullanılmıştır. Novel ise
Rus edebiyat biliminden farklı olarak kısa öykü ile aynı anlamı içermemektedir. Bulgar
6
edebiyat biliminde novel terimi ender de olsa kullanıldığında daha çok povest (uzun
öykü) ile aynı anlamı taşımaktadır.
Çağdaş Bulgar edebiyat biliminde de razkaz (kısa öykü) teriminin novelin bir
çevirisi olduğu ancak aynı anlamı yüklenmediği kabul edilmektedir. Bu iki terimin
arasındaki farka dikkati çeken edebiyat bilimcileri daha çok uzunluk ve kısalık özelliği
üzerinde durmaktadırlar. Çağdaş Bulgar eleştirmenlerine göre povest (uzun öykü)
novelin kısa şekli yani Elin Pelin (1877-1949) ve Yordan Yovkov’un (1880-1937)
klasik öyküleridir, novel ise povest’tir (uzun öykü). Bu nedenle de ünlü Bulgar edebiyat
eleştirmeni İvan Popivanov “Tür ve Tür Özellikleri” adlı eserinde novel teriminin
kullanılmaması konusunda önerilerde bulunarak şöyle bir açıklama yapmaktadır:
“Bizde bir tür olarak novel terimi genelde psikolojik ve analitik incelemenin
yapıldığı eserler için kullanılır, özellikle de başka ülkelerden söz edildiğinde veya
modern yöntemler kullanıldığında... Herhalde yazarlar kısa ve uzun öykünün bilinen
şekillerinden farklı olan eserler için bu tür sınıflandırma yapılması gerektiğini
düşünüyorlar. Novel çok eski bir tür olmasına rağmen, novel terimi kullanıldığında yeni
bir şeyin varlığıyla da bağlanmaktadır....”4
Buraya kadar verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi Batı Avrupa, Amerika ve
Rusya’da olduğu gibi Bulgaristan’da da kısa öykü (razkaz), uzun öykü (povest) ve
novel (novela) terimleri ve bu terimlerle adlandırılan öykü türleri konusunda görüş
birliğine varılamamıştır. Tüm bilim dalları gibi edebiyat bilimi de sürekli gelişip
değiştiği için kullanılan terimler ve terimlerin yüklendiği anlamların da değişmesi çok
doğaldır. Bu anlam karmaşasını ortadan kaldırmak için Bulgaristan’da ilgili konularda
yayımlanan son ansiklopedik sözlüklere başvurmak yerinde olacaktır. 1980 yılında
Sofya’da yayımlanan “Edebiyat Terimleri Sözlüğü”nde kısa öykü (razkaz), uzun öykü
(povest) ve novel (novela) kuramları şöyle açıklanmaktadır:
Kısa Öykü (Razkaz): “Kısa öykü, uzunluk açısından küçük ve betimleme
açısından sınırlı bir nesir türüdür. Kısa öyküde edebi figürün yaşamından bir olay veya
7
olayın bir bölümü açıklanmaktadır. Kısa öyküde anlatılan olay genelde kısa bir zaman
dilimi içinde gelişmektedir. (...) Kısa öyküde genelde sınırlı figürler yer alır, çünkü figür
açısından bu tür öykünün olanakları kısıtlıdır. Kısa öyküde genelde olayın ön tarihi ve
de sonucu uzun öykü ve romanda olduğu gibi verilmemektedir. Edebi figür çok ayrıntılı
olarak betimlenmemektedir. Olayın sınırlı zamanı, figürün yalnızca en önemli
özelliklerini açıklama olanağı vermekte; bu nedenle de figürün gelişim süreci ender
olarak öyküde yer almaktadır.”5
Uzun Öykü (Povest): “Uzun öykü, kısa öykü ve roman arasında yer alan temel
nesir türlerinden biridir. Kısa öyküye oranla uzun öykünün tematik gelişimi daha
karmaşık olup birkaç ana nokta üzerine kurulmuştur. Gelişimin temelinde bir olay veya
bir figür yer almakta ve yazarın dikkati bu olay veya figür üzerine yoğunlaşmaktadır.
Romandan farklı olarak uzun öykü yaşamı daha sınırlı bir biçimde betimler.”6
Novel (Novela): “Novel, orta uzunlukta bir nesir türüdür. Uzunluk ve
betimleme sınırları açısından uzun öyküye yakın bir öykü türüdür. Novelde yer alan
olaylar zaman açısından daha geniş kapsamlıdır, içinde yer alan olay çok ilginç ve
dikkat çekicidir; beklenmedik, ani bir sonu vardır (...)
“Farklı edebiyatlarda bu terimin anlamı aynı değildir. Rus edebiyatında novel
sık sık kısa öyküyle aynı anlamda kullanılır. Bulgar edebiyatında ve eski dönem
edebiyat eleştirisinde bu kuram çok nadir kullanılır. Son zamanlarda daha sık
rastlanmaktadır ve uzun öykü anlamına gelir; yani kısa ve uzun öykü arasında yer alan
geçişli, psikolojik içerikli bir öykü biçimidir.”7
Öykü türü ile ilgili kısa bir giriş yaptıktan sonra çalışmamızın konusunu
oluşturan Bulgar edebiyatında kısa öykü türü ile ilgili detaylara geçelim.
4 Popivanov, İ.: Janr i janrova spitsifika, Sofya, 1984, s. 204. 5 Reçnik na literaturnite termini, izd. Nauka i izkustvo, Sofya, 1980, s. 585-586. 6 A.g.e.: s. 533. 7 A.g.e.: s. 495.
8
BÖLÜM 1.
BULGAR EDEBİYATINDA KISA ÖYKÜ
Kısa öykü, Bulgar edebiyatı nesir türünün temel ve en gelişmiş türüdür. 19.
yüzyılın ortasından sonra ortaya çıkan Bulgar kısa öyküsü bir süre sonra nesrin en
önemli türü haline gelmiştir. Yalnızca 19. yüzyılın 80’li ve 20. yüzyılın 50’li ve 80’li
yıllarında kısa öykü Bulgar nesrinde roman türünden sonra en önemli sırayı almaktadır.
Bulgar edebiyat geleneğinde kısa öykü, Bulgar edebiyatının en önemli
özelliklerini içermektedir. Bulgar yazarları becerilerini,yaratıcı özelliklerini en iyi
biçimde kısa öykü alanında göstermektedirler. Bilindiği gibi roman, 19. yüzyıl Avrupa
edebiyatlarının en önemli nesir türüdür. Ancak Bulgar edebiyatı gibi geç gelişen bir
edebiyat için aynı şeyin geçerli olması beklenemez. Batı ve Rus edebiyatından çok geç
gelişen yeni Bulgar edebiyatında görülen bu durum, varolan şartlara uygundur.Bu
dönemde Osmanlı İmparatorluğu bölgede hakimdir ve bu duruma paralel gelişmeler
görülmektedir. Bulgar öyküsünün gelişimine ait izler eski Bulgar edebiyatında olduğu
kadar halk edebiyatına ait masallarda da görülmektedir; Bulgaristan’da kısa öykü
ortaçağda belirmeye başlamıştır. O dönemde Bulgar yazarları, dini içerikli yaşam
öyküsü (jitiye) türü aracılığıyla hem insanların kahramanlıklarını dile getiriyor, hem de
dini konuları işliyordu. Elbette bu öyküler, şu andaki çağdaş kısa öykü modelinden çok
farklıdır. Buna rağmen eski Bulgar edebiyatına ait yaşam öykülerinde çağdaş öykülerin
ilk izlerini görmek olasıdır.
Uyanış Dönemi (1762-1878) edebiyatında, uzun öykü kısa öyküden daha
önemlidir. Ancak bu dönemden sonra kısa öykü yavaş yavaş uzun öykünün yerini
almaya başlar. Uzun öyküden farklı olarak kısa öykü, yaşamın her yönünü
betimleyebilmektedir. Yazarlar, kısa öykü aracılığıyla hem ulusal, hem de sosyal
olayları sıcağı sıcağına işlemektedirler. Buna rağmen geçmiş yaşantılar da kısa öykünün
konusu olabilir. Örneğin 1878-79 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi-Bulgaristan’ın
bağımsızlığını kazanması) ndan sonra yazılan Bulgar kısa öyküsünün konusu hem
geçmişte olan ulusal sorunları, hem de çağdaş sosyal sorunları kapsamaktadır.
9
19. yüzyıl Bulgar edebiyatında da kısa öykünün önemi artmaktadır. Bu durum,
Batı ve Rus edebiyatlarında olduğundan daha belirgindir. Elbette bu gelişim, farklı
ülkelerde kendini farklı bir biçimde göstermiştir. Kısa öykü Bulgar edebiyatında uzun
öykünün yerini, Batı ülkeleri ve Rusya’da ise romanın yerini almıştır. Örneğin
Fransa’da Stendhal (1782-1842), H. Balzac (1799-1850), G. Flaubert (1821-1880) ve E.
Zola’dan (1940-1902) sonra G. De Maupassant (1850-1893); İngiltere’de Charles
Dickens (1812-1870), Cherlotte Bronte (1816-1855) ve W. M. Thackeray’den (1811-
1863) sonra E. M. Forster (1879-1970), R. Kipling (1865-1936) ve Oscar Wilde (1854-
1900); Rusya’da İ. S. Turgenev (1818-1883), F. M. Dostoevski (1821-1881) ve L. N.
Tolstoy’dan (1828-1910) sonra A. P. Çehov (1855-1913, İ. A. Bunin (1870-1853) ve M.
Gorki (1868-1936) önem kazanmışlardır.
19. yüzyılın başlarında bağımsız edebiyatını oluşturmaya çalışan Amerika’da
kısa öykü, Bulgar Uyanış Dönemi’nde uzun öykünün gösterdiği hızla gelişmektedir.
Hızla gelişen Amerikan kısa öyküsü, 19. yüzyılın 30’lu ve 40’lı yıllarından başlayarak
en hızlı gelişen nesir türü haline gelmiştir. Bulgar edebiyatında da benzer bir durum söz
konusudur; ancak Bulgaristan’da bu süreç biraz daha geç işlemiştir.
Bulgar edebiyatında kısa öykünün önem kazanması, yalnızca Bulgaristan’daki
koşullara değil Avrupa ve Amerika’daki edebi sürecin etkilerine de bağlıdır. Bulgar
edebiyat geleneğinde kısa öykü o kadar önemlidir ki, İvan Vazov’un (1850-1921)
yazdığı batılı anlamdaki ilk Bulgar romanından “Boyunduruk Altında” (Pod igoto,
1889) sonra bile, genç yazarlar arasında romana büyük bir ilgi gösterilmesine rağmen
90’lı yıllarda yazılan en önemli eserler yine kısa öykü alanındadır. Örnek olarak
Mihalaki Georgiev’in (1954-1916) “Tebeşir ve Kömürle” (“S tebeşir i vıglen”, 1895),
Aleko Konstantinov’un (1863-1897) “Bay Ganyu Balkanski” (1895), Anton
Straşimirov’un (1872-1937) “Gülmek ve Ağlamak” (“Smyah i sılzi”, 1897) ve daha
sonra yazılmış olan Petko Todorov (1879-1916), Elin Pelin (1977-1949) ve Georgi
Stamatov’un (1869-1942) kitapları gösterilebilir.
10
Söz konusu olan bu genç yazarlar hem Bulgar kısa öykü geleneğini devam
ettirmekte, hem de bu geleneği zenginleştirmektedirler. Bulgaristan’ın bağımsızlığından
(1878) Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar kısa öykü türünde eser vermeyen Bulgar
yazarı yok gibidir. Aynı zamanda iyi roman yazan yazarlar,iyi kısa öykü de
yazmaktadırlar.
19. yüzyılın 90’lı ve 20. yüzyılın 20’li, 30’lu ve 60’lı yılları, Bulgar
edebiyatındaki kısa öykünün altın çağı sayılmaktadır. Bulgar yazarları, kısa öykülerinde
halkın en önemli ve belirgin özelliklerini dile getirmektedirler. Lyuben Karavelov
(1834-1879), İvan Vazov (1850-1921), Todor Vlaykov (1865-1943), Aleko
Konstantinov (1863-1897), Mihalaki Georgiev (184-1916), Anton Straşimirov (1872-
1937), Georgi Kirkov (1867-1919), Petko Todorov (1879-1916), Georgi Stamatov
(1869-1942), Elin Pelin (1877-1949), Yordan Yovkov (1880-1937), Svetoslav Minkov
(1902-1966), Emiliyan Stanev (1907-1979), Georgi Rayçev (1882-1947), Konstantin
Konstantinov (1890-1970), Georgi Karaslavov (1904-1980), Orlin Vasilev (1904-1977),
Angel Karaliyçev (1902-1972), Yordan Radiçkov (1929), Nikolay Haytov (1919) gibi
Bulgar yazarları, kısa öykülerinde hem Bulgarlara, hem de tüm insanlığa ait ortak
özellikleri dile getirmiş, bölgesel ve ulusal olduğu kadar evrensel konuları da ele
almışlardır.
Biz de burada tezimizin konusunu oluşturan Yordan Yovkov’a ve öykülerinin
tanıtımına geçmeden önce, Bulgar edebiyatında ondan önceki dönemlerde Bulgar öykü
türünün gelişiminde önemli katkıları bulunan ve Yordan Yovkov’un edebi
yaratıcılığında kendisine öncülük eden bazı yazarları sizlere kısaca tanıtmak istiyoruz.
11
1.1. UYANIŞ DÖNEMİ BULGAR EDEBİYATINDA KISA ÖYKÜ TÜRÜ
(1762-1878)
Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, hem Bulgar romanının, hem de Bulgar
kısa ve uzun öykü türünün başlangıcının Uyanış Dönemi’nde aranmaması
gerekmektedir. Nesrin bir türü sayılan öykünün ayak izleri, Eski Yunan ve Roma
edebiyatlarında vardır ve bu dönemden sonra gelişen her edebiyatta da farklı bir
biçimde görülmektedir. Bulgar edebiyat tarihçisi Yordan İvanov’a (1872-1947) göre
Bulgar öyküsünün başlangıcının eski Bulgar edebiyatında var olan kısa öykü Uyanış
Dönemi’nde farklı bir biçimde gelişmiştir. Dünya edebiyatının genel gelişimine paralel
olarak Bulgar edebiyatında yaşanan ilerleme ve gelişme, İvan Vazov, Aleko
Konstantinov, Elin Pelin ve Yordan Yovkov gibi yazarlar sayesinde yeni ve orijinal
özellikler bularak ivme kazanmıştır.
Bulgar Edebiyatının Uyanış Dönemi’nde ortaya çıkan çağdaş anlamda kısa
öykü, uzun öyküden sonra yaratılmıştır. Çoğu Bulgar edebiyat bilimcilerine göre,
Uyanış Dönemi Bulgar edebiyatı,Paisiy Hilendarski’nin (1722-1773) “Slav Bulgar
Tarihi”nden (“İstoriya na slavyanobolgarskaya”, 1762) bazı özellikler alarak
oluşmuştur. Uyanış Dönemi sırasında Bulgar uzun öyküsü, gelişmiş en iyi nesir türüdür.
Bu dönemin kısa ve uzun öyküsü arasındaki fark, daha çok uzunluk öğesinden ibarettir.
Bu nedenle yeni Bulgar edebiyatında kısa ve uzun öykü türünün yaratıcısı olan Lyuben
Karavelov’un kısa ve uzun öykülerini ayırmak çok zordur. Bunlar içerik ve biçim
açısından birbirine çok benzemektedir.
Lyuben Karavelov’un eserlerine geçmeden önce, Bulgar Uyanış Dönemi’nin
uzun ve kısa öykülerinin özellikleri üzerine durulması gerekmektedir. 19. yüzyılın
ortasında edebiyatın senkretik durumundan çıkan Bulgar kısa öyküsü senkretizmin 1
izlerini taşımaktadır. Bu izler yazar – figür – okuyucu üçlüsünde de görülmektedir.
Uyanış Dönemi’nde öykü sanatı, günümüzden çok farklıdır ve bu farklılık
1 Senkretizm – Halk edebiyatında birkaç sanat dalının birleşmesi; genelde şiir metni ve dans.
12
Karavelov’dan 19. yüzyılın 90’lı yıllarına hatta 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar
sürmektedir. Yapı ve biçim açısından uzun öykü gibi kısa öykünün de ayrı parçalardan
oluştuğunun belirtilmesi gerekir. Bu parçalar arasındaki bağ, eserin başlangıcında
verilmiş olan fikirden sağlanmaktadır. Bu öykülerde yazarın rolü çok aktiftir. Yazar
okuyucuyla çok açık bir biçimde bağ kurmakta; genelde okuyucuyla konuşmaktadır.
Öykü kahramanı (odak figür/figür) bağımsız olmadığı gibi özgür de değildir, çünkü
figür yazarın düşüncesini göstermek ve kanıtlamak adına kullandığı bir araçtır. Yani bu
anlatım biçimine sübjektif anlatım adı verilebilir. Uzun öyküye ait olan bu tür özellikler,
uzun süre boyunca kısa öykü üzerinde de etkisini sürdürmüştür. Bu nedenle Lyuben
Karavelov gibi İvan Vazov’un da bazı kısa öyküleri uzun öyküden zor ayırt edilir.
Uyanış Dönemi’nin kısa öyküleri uzun öyküler gibi parçalardan oluşmakta, uzun bir
dönemi kapsamakta ve figürün bütün yaşamını içermektedir. Bu dönemin kısa
öykülerindeki olaylar, yazar tarafından daha önce belirlenen fikir doğrultusunda
yönetilmektedir. Öykülerde yaşam parçaları yerine figürün bütün yaşamı işlenmektedir.
Kısa öykülerin parçalanmış yapısı, yaşamın yansıtılma biçiminin sonucudur. Yani söz
konusu öykülerin özelliği biçimden değil yansıtma şeklinden kaynaklanmaktadır.
Bu öykü biçimi Uyanış Dönemi’ne aittir ve onun ruhunu, düşüncesini tam
anlamıyla göstermektedir. Bu ruh ve düşünce, sosyal olguyu değil ulusal olguyu, özel
olanı değil genel olanı tercih etmektedir. Her zaman olmasa da Uyanış Dönemi yazarları
“ben-anlatı”ya öncelik vermektedirler. Eski Bulgar ve Orta Çağ Bulgar edebiyatında
yazar gizli kalmaktadır. Bu dönemde eser veren çoğu yazar adlarını yazmaya bile gerek
duymamışlardır. Ancak Paisiy Hilenderski’den başlayarak, Uyanış Dönemi’ne kadar,
hatta daha sonra da yazar ön plandadır. 18. yüzyılın sonlarına doğru yazar anonim
pozisyonundan çıkarak, 19. yüzyılın sonuna doğru çok önemli bir rol üstlenmiştir. Bu
durum, birkaç ayrıcalık dışında Aleko Konstantinov’a kadar sürmektedir.
Uyanış Dönemi’nin kısa öykü geleneği anlatıcı – okuyucu biçimindedir. Öykü
yazan Bulgar yazarlar, çok seyrek olarak okuyucusunu unutmaktadırlar. Bu durum,
Uyanış Dönemi öykü geleneğinin Bulgar halk edebiyatına ne kadar yakın olduğunu
göstermektedir. Anlatıcı, okuyucusuna açıklama getirir, onunla sohbet eder, bir olayı
13
anlattığında bir tiyatroda bulunuyormuşçasına izleyicilerin tepkilerini takip eder. Kısa
öyküde varolan bu durum Lyuben Karavelov’dan başlayarak İvan Vazov, Mihalaki
Georgiev, Todor Vlaykov, hatta Anton Straşimirov ve Petko Todorov’a kadar
sürmektedir. Yazar, hiçbir zaman gelişen olayların mantığına güvenmediği için mutlaka
kendi yorumunu açık bir biçimde dile getirmektedir. Yazar, kendisini eğlence sırasında
şarkı söyleyen bir halk ozanı gibi hissetmektedir. O, sanki okuyucuların arasındadır ve
onların tepkilerini takip etmek zorundadır. Yani yazar, kendi düşüncesini aşılamak için
her şeye hazırdır. Bu tür bir yazar taraf tutmaktan çekinmemekte, aksine buna bilinçli
olarak yönelmektedir. Bir tarafta yazar diğer tarafta okuyucu vardır ve bu nedenle
anlatılan olayların ne kadar gerçekçi olduğunu gösterme gereği duyulmaktadır. Sonuçta
bu tür anlatım, ayrıntılı ve mantıklı psikolojik kanıta ihtiyaç duymamaktadır. Eğer yazar
anlattığı olaylarla ilgili herhangi bir şüphe uyandıracağını hissederse, başka yöntemlere
başvurmaktadır. Genelde kendi yorumunu ortaya atmakta, ya da anlattığı olayı benzer
başka olaylarla karşılaştırmaktadır. Bazen de olayı kimden duyduğunu belirtebilmekte.
hatta bu olayın içinde kendisinin de olduğunu açıklayabilmektedir. Bu yöntemleri
kullanarak Uyanış Dönemi yazarları inandırıcı olmaya çalışmışlardır.
Yeni Bulgar edebiyatının başlangıcı sayılan Uyanış Dönemi, İtalya’daki
Rönesans Dönemi’nden çok daha geç ortaya çıkmıştır. Yeni Bulgar edebiyatında Batı
Avrupa ve Rus edebiyatlarıyla karşılaştırıldığında büyük bir gecikme olduğu
görülmektedir. Bulgar edebiyatında yaşanan hızlı süreç işte bu nedenle başlamaktadır.
Bu konuda Bulgar eleştirmeni Tonço Jeçev (1929) şunları söylemektedir:
“Bulgar nesrinin “fırtınası ve baskısı” Rus ve Avrupa romanının altın
döneminde,hatta bu romanın düşüşe doğru ilk adımlarını attığı dönemde başlamıştır.
Bu romanlar, Avrupa Rönesansından başlayarak kendi tarihlerinde büyük ve ünlü bir
sayfayı kapatmaktadırlar. Aynı zamanda Maupassant ve Çehov’la Batı Avrupa ve Rus
kısa öyküsü doruk noktalarına ulaşmaktadırlar. Yeni olan bir nesir sanatı için bütün
bunlar cazip, iyi birer örnek ve ölçü olmaktadır.” 2
2 Jeçev, T.: Problemi na memoarnata literatura, sp. Sıvremennik, kn. 3, 1972, s. 212.
14
Yeni Bulgar edebiyatı çok geç oluşmaya başlamıştır. Fakat buna karşın Avrupa
edebiyatlarının ulaştığı noktaya gelmesi gerektiği için hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Bu
konuda Rus eleştirmeni Georgi Dimitriyeviç Gaçev şunları söylemiştir:
“19. Yüzyılın 30’lu yıllarında Bulgar edebiyatının en verimli edebi türü,
azizlerin yaşamını anlatan öykülerdi. 19. Yüzyılın sonuna doğru ise sosyalist şiir ve
modern akımlar vardı. Yani yarım yüzyıl içinde ülkenin manevi yaşamı, İngiltere veya
Fransa’da hemen hemen bin yılda kat edilen yolu kat etmiştir.”3
Bulgar edebiyatının Uyanış Dönemi’nde dikkati çeken çok önemli bir olgu
vardır. Daha önce de belirtildiği gibi,bu dönemlerde Bulgar edebiyatı senkretiktir.
Kapitalizmden önceki döneme ait bu edebiyat biçimi, yazılı her şeyi içine alıp ideolojik
amaçla kullanmaktadır. Ancak kısa bir süre için Bulgar edebiyatı hızlı bir gelişme
göstererek senkretizmden çıkmış, sanat olarak algılanan bir edebiyata dönüşmüştür. 19.
yüzyılın 40’lı, 50’li ve 60’lı yıllarında Bulgar aydın ve yazarları bile A. S. Puşkin’in,
M.Yu Lermontov’un ve N. V. Gogol’ün eserlerini anlamamaktadırlar. Onlar M. V.
Lomonosov (1711-1765), G. R. Derjavin (1743-1816) ve N. M. Karamzin (1766-1826)
hayranıdır. Yani 19. yüzyılın ortalarında yazılan Bulgar edebiyatı aynı dönemin Rus
edebiyatıyla değil 18. Yüzyılın ikinci yarısındaki Rus edebiyatıyla karşılaştırılabilir.
Söz konusu hızlı gelişme Bulgar edebiyatının aynasıdır ve Bulgar kısa
öyküsünü olumlu etkilediği gibi, olumsuz da etkilemiştir. Bir taraftan kısa bir süre
içinde yaşanan edebi gelişme büyük bir ilerleme kaydedince kısa öykü alanında da iyi
eserler yazılmaya başlanmıştır. Diğer taraftan ise, bu dönemdeki kısa öykü başka nesir
türlerine bağlı kalmıştır. Bulgar kısa öyküsünün yaratıcısı olan Lyuben Karavelov, uzun
öyküsünün etkisinde kalarak, çağdaş anlamda kısa öykü örnekleri verememiştir. Çünkü
Bulgar edebiyatında ona örnek olacak kısa öykü yoktur, aynı zamanda da edebiyat
konusunda olan anlayışı onun bu şekilde yazmasını sağlamıştır
3 Gaçev, G.D.: Uskorennoye razvitiye literaturıy, izd. Nauka, Moskva, 1964, s. 10.
15
1.1.1. LYUBEN KARAVELOV (1834-1879), Kocabalkan dağlarının
eteklerinde bulunan Koprivştitsa kasabasında doğar. İlk ve orta okulu doğduğu
kasabada tamamlar. 1850 yılında Filibe’ye (Plovdiv) gidip Yunan Lisesi’nde
öğrenimine devam eder. Karavelov’un okul masrafları Panslavist (Slav sever)
çevrelerce karşılanır.
Rusya’da on yıl kalarak Rus ve Ukrayna edebiyatıyla tanışma fırsatı bulur.
Genç yazar, farklı Rus dergi ve gazetelerinde ilk yazılarını yayımlamaya başlar.
Karevelov, ilk kısa öyküsünü 1860 yılında “Ataman” adı altında yayımlar. Daha sonra
“Neda” (1865), “Yabancının Mezarında Göz Yaşı Dökmeden Ağlarlar” (“Na çujd grob
bez sılzi plaçat”, 1866) eserlerini ve 1868 yılında uzun ve kısa öykü içeren ilk kitabını
yayımlama olanağını bulur.
Yazar, 1867 yılında “Goloses” vb. Rus gazetelerinin muhabiri olarak Belgrad’a
gider. Burada hem yazdığı yazıları Rus gazetelerine gönderir, hem de Sırpça olarak
eserler yazmaya devam eder. Ancak Belgrad’ta Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı direnişi
hazırlayan farklı gruplarda yer alması nedeniyle Sırp polisi tarafından sınır dışı edilir.
1868 yılının Şubat ayında yazar Novi Sad’a geçer. Burada hem makaleler, hem de uzun
ve kısa öyküler yazmaya devam eder. Sırpça çıkan kısa öyküleri “Soka” (1869) ve
“Tanrı Onu Cezalandırdı” (“Nakazal ya bog”, 1870) adlarını taşır.
1869 yılında Romanya’nın başkenti Bükreş’e geçen Karavelov gazeteciliğe
devam ederek kendi gazetesini çıkarmaya başlar “Özgürlük”(Svoboda-1869),
“Bağımsızlık”(Nezavisimost-1873). Yazar, Bükreş’te genelde uzun öyküler yazar ve
ayrıca Rusya’da çıkan çoğu eserini Bulgarca’ya ve Sırpça’ya çevirerek yayımlar.
Karavelov, Bulgaristan’ın bağımsızlığından (1878) sonra Tuna Nehri kıyısında bulunan
Rusçuk (Ruse) şehrine yerleşir, ancak hastalığı nedeniyle herhangi bir edebi çalışma
yapamaz.
Karavelov, kendisinden önceki Bulgar yazarlarına oranla geniş bir edebiyat
bilgisine sahiptir ve büyük bir başarıyla eserlerini üç ayrı dilde yazmıştır. Rus, Ukrayna
ve Sırp klasik eserlerini çok iyi bilen ve onlardan etkilenen bir kişi olarak yoğun
16
çalışmalarıyla yeni Bulgar öyküsünün ve Bulgar gerçekliğinin temelini atmıştır.
Karavelov, Elin Pelin’in öykülerine kadar devam eden yeni Bulgar öyküsü geleneğinin
yaratıcısıdır. Yazarın öyküleri Bulgar nesrinin ilk büyük başarısı olarak
nitelendirilebilir. Kısa öyküleri uzun öykülerine oranla azdır, çünkü uzun öyküleri
aracılığıyla konuyu daha geniş bir biçimde işleyebildiğine inanmaktadır.
Yazar genelde yazdığı kısa öykünün ilk paragrafında hangi olay üzerinde
duracağını göstermektedir. Örneğin “Acı Kader” (“Gorçivata sıdba”, 1869) öyküsü
şöyle başlamaktadır:
“Ah Tahrım, Tanrım, dünyaya geleli çok yıllar oldu ama başımdan geçenleri
bir türlü anlatamıyorum. Çünkü yaşamımda sevinçli tek bir gün bile yaşamadım.”1
“Ben-anlatı” kullanmadığı durumlarda yazar okuyucuyu inandırmak için
başka yollara başvurmaktadır. Örneğin “Çilekeş” (“Mıçenik”, 1870) adlı öykü
Diyarbakır’ın doğa betimlemesiyle, “Boyko” (1866) adlı öykü Filibe Ovasının
betimlenmesiyle “Ataman” öyküsü ise Stoyan’ın çeteci grubuyla yaptığı konuşmayla
başlar. Karavelov’un giriş paragrafları ilk bakışta birbirinden farklı görünseler de
işlevleri aynıdır. Bu başlangıç biçimi gerçek anlatım için bir hazırlıktır ve okuyucunun
ilgisini çekmek amacıyla kullanılmaktadır. Yani bu başlangıca giriş adı verilebilir.
Girişte yazarın her şeyden haberdar olduğu ve hatta yazarın bakış açısı anlaşılır. Giriş
bölümü her zaman öykünün anafikrini içerir. Bu durum ‘ben-anlatı’da olduğu gibi ‘o-
anlatı’da da aynıdır. Karavelov’un bu bölümleri kahramanın o andaki zamanını
içermektedir. Girişten sonraki bölümlerde ise kahramanın geçmişi aktarılır.
Burada yalnızca Karavelov’un öyküleri için değil, Uyanış Dönemi öyküleri
için geçerli olan bir özelliğin mutlaka belirtilmesi gerekmektedir. Uyanış Dönemi
öykülerindeki düşünce, konu ve olaylardan daha önemlidir. Uyanış Dönemi
öykülerindeki düşünce, konudan alınmaz, konu düşünceye uygun olarak düzenlenir.
Karavelov’un kısa öyküleri genelde bu modele uygundur. Ancak ayrıcalıklar da vardır.
1 Karavelov, L.: Sıbrani sıçineniya, tom 2, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1965, s. 135.
17
Örneğin “Slava” (1875) adlı öykünün girişi ulusal, ahlâki veya sosyal nitelikli
propaganda sözleri değil somut bir olayın başlangıcını içermektedir:
“Bu olay yortudan hemen önce oldu. İlkbahar gelmişti, güneş daha neşeli
parlıyordu ve yeşil çimenlere, kırlangıçlara, leyleklere, kuzulara ve geri kalan her şeye
bakmak insana büyük bir zevk veriyordu.”2
Bu girişten sonra anlatılan olaylar, öykünün odak figürleri olan Slava ve
Dragan’ın kaderini açıklamaktadır. Böylece bütün öykü aracılığıyla, yazarın önceden
seçtiği düşünce savunulmaktadır. Ancak bu biçimde yazılan öyküler sayı açısından çok
azdır.
Karavelov’un kısa öykülerindeki anlatıcı, kendi düşüncelerini açıklamanın
gururunu yaşar ve bu nedenle öykünün ilk bölümünde böyle bir açıklama yapar. Bu
öykülerde işlenen olaylar gelişmeye değil, anlatıcının heyecanına dayanmaktadır.
Karavelov’un figürleri, temsil ettikleri sınıfın genel özelliklerini taşımaktadır. Örneğin
“Ataman” adlı öyküsünün odak figürü Stoyan, bütün çeteciler gibi cesur ve yiğit bir
kişidir. Okuyucu bu figürlere Karavelov’un gözleriyle bakmaktadır. Yazar
kahramanlarını seviyorsa olumlu, sevmiyorsa olumsuz olarak betimlemektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi figürleri ya olumlu ya da olumsuzdur. Yazarın
kısa öykülerindeki üslûbu söylev niteliğindedir. Yani figürler yazara bağlıdır, kendi
bağımsızlıklarını kazanamamışlardır. Karavelov her zaman figürlerinin elinden tutup
her tarafa göstererek izleyicilere hem hareketlerini, hem de bu hareketlerinin anlamını
açıklar. Eğer bunu yazar yapmıyorsa, anlatıcı mutlaka yapar. “Slava” adlı öyküsünün
odak figürü Neda bu şekilde konuşur:
“İşte yaşam bu şekilde ışıksız, mantıksız ve bilinçsiz sürüp gidiyor; kaba,
anlaşılması zor ve cahil insanoğlu bu tür duyulmamış acılar, korkunç pislikler ve
hınçlarla kendini donatıyor.”3
2 Karavelov, L.: Sıbrani sıçineniya, tom 2, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1965, s. 343. 3 Karavelov, L.: Sıbrani sıçineniya, tom 2, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1965, s. 376.
18
Karavelov, Bulgar yazarlar arasında dönemin edebi kahramanını arayan ilk
edebiyatçıdır. Yazar daha çok bu kahramanın ulusal özellikleri üzerinde durup yalnızca
ulusal sorunlarla bağlantılı ya da yakın olan dünya sorunlarıyla ilgilenmektedir. Onun
sosyal mesaj veren öykülerinde sosyal nitelikli öğeler vardır, ancak ona göre sosyal
sorunların kökenleri yine Bulgar halkının ulusal kaderinde aranmalıdır. Karavelov’un
öykülerindeki peyzaj coğrafidir ve gelişen olayların zemini olarak kullanılmaktadır.
Diyaloglar ise yazarın yorumunu kesinleştiren bir rol üstlenmektedir.
Karavelov buraya kadar sayılan özelliklerle kendi kısa öykü modelini
yaratmıştır. Yazar hem başka ülke edebiyatlarının deneyimini hem de ondan önceki
Bulgar edebiyat geleneğini kullanarak, Bulgar toplumunun ihtiyacını karşılayan bir
öykü modeli seçmiştir. Bu öykü modeli, parçalardan oluşan ve bütünlüğü yazarın
düşüncesiyle sağlanan bir nesir tarzıdır ve bu tarz Elin Pelin’e kadar sürmüştür. Yazarın
kısa öykü modeli, o dönemdeki Bulgaristan’ın şartlarına uygundur.
19
1.2. 19. YÜZYILIN DOKSANLI YILLARINDA KISA ÖYKÜ
1890’lı yıllar, Bulgar kısa öyküsünün tarihi açısından çok önemlidir. Çünkü bu
dönemde İvan Vazov ve Aleko Konstantinov gibi Bulgar kısa öykü türünün güçlü
yazarları, bu alanda büyük adımlar atmaktadırlar. Önceleri şiir yazan ve 80’li yıllara
gelindiğinde ise Bulgar edebiyatının batılı anlamdaki ilk romanı “Boyunduruk
Altında”yı (“Pod igoto”) 1889 yılında yazan Vazov, 90’lı yıllarda öykü yazmaya başlar.
Aleko Konstantinov ise “Bay Ganyu” adlı yapıtıyla en önemli öykü kitabını kaleme
almıştır.
90’lı yıllardaki Bulgar kısa öyküsünden söz edilince genelde bu alanda büyük
adımlar atmış İvan Vazov ve Aleko Konstantinov’un eserleri örnek olarak
gösterilmektedir. Ancak bu dönemde kısa öykü yazan Todor Vlaykov, Mihalaki
Georgiyev, Anton Straşimirov, Georgi Kirkov ve Petko Todorov gibi başka Bulgar
yazarlar da vardır.
Bu dönemin yazarları 80’li yılların yazarlarından farklıdırlar, çünkü yalnızca
ulusal konular üzerinde durmamış daha farklı konuları da ele almışlardır. Uyanış
Dönemi’nde hâkim olan ve 90’lı yıllarda da güncelliğini koruyan Bulgaristan’ın
bağımsızlığıyla ilgili ana konu, yavaş yavaş edebiyat sahnesinden çekilmiştir. Yazarlar,
geçmişi bırakarak kendi dönemlerine göz atmaya çalışmış,aynı zamanda Bulgarların
geleceği konusunda düşünce üretmeye başlamışlardır. Bu dönemin Bulgar yazarlarına
göre, insanoğlu üzerine kötülük çökmüştür. Uyanış Dönemi’nden sonra başlayan
Bulgaristan’ın parlak geleceğiyle ilgili hayallerin trajik sonu gelmiştir. Her sanatçı
“nereye gidiyoruz?” sorusuyla karşılaşıp bu sorunun cevabını ne yazık ki bir türlü
bulamamıştır.
Bu yıllarda, Bulgaristan’da halkçılık ve sosyalizm gibi yeni düşünce akımları
ortaya çıkmaya başlar. Bu akımları benimseyen bazı yazarlar, çağdaşlarının yaşamıyla
ilgilenirler ve bu ilgi sonucunda da sosyal eleştiri içeren yapıtlar ağırlık kazanmaya
başlar. Bulgaristan’ın bağımsızlığı ile ilgili savaşının en büyük destekçilerinden biri
olan İvan Vazov, Uyanış Dönemi’nin büyük hayalleri ve kendi döneminin küçük
20
çıkarları arasındaki farklılıkları gören ilk Bulgar yazarıdır. Yaşamın güncel sorunlarıyla
ilgilenerek kendisine ters düşen her şeyi eleştirmeye başlar. Bütün bunlardan alaycı bir
üslûpla söz eden Vazov, mizah içeren ilk Bulgar kısa öyküsünün de yaratıcısı olmuştur.
1890 yılında “Büyük İnsanları Besleyen Dönem” (“Epoha-kırmaçka na veliki hora”)
adlı sosyal eleştiri kitabını yayımlar. Yaşam dolu ve aynı zamanda hüzünlü Aleko
Konstantinov da Bulgaristan’daki gerçekleri çok iyi değerlendirip 1894 yılında feyleton*
türünde eserler yazmaya başlar, 1895 yılında ise “Bay Ganyu” adlı kısa öykü kitabını
yayımlar. Bu dönemde köy yaşamını betimleyen birkaç yazar daha vardır. Örneğin
Mihalaki Georgiyev 1891 yılında “Tebeşir ve Kömürle” (“S tebeşir i vıglen”), Todor
Vlaykov 1892 yılında “Irgat” (“Ratay”), Anton Straşimirov 1897 yılında “Gülmek ve
Ağlamak” (“Smyah i Sılzi”) kısa öykü kitaplarını yayımlarlar. Aynı zamanda Georgi
Kirkov ve Petko Todorov toplumun bazı olumsuz taraflarını eleştirerek feyleton ve
mizahi öykülerini okuyucuya sunarlar.
Bu dönem içinde kısa öykü yazan pek çok Bulgar yazarı, nesir türünün
gelişmesine yardımcı olurlar. İvan Vazov ve Aleko Konstantinov’un bu konuda büyük
ve önemli adımlar attıkları tüm Bulgar edebiyat bilimcileri tarafından kabul edilen bir
gerçektir. Ancak kısa öykü sanatı açısından önemli olan başka yazarların katkısı
bulunmaksızın her iki büyük öykü yazarının da başarılı olması olası değildir. Bu
yazarların eserleri çağdaş okuyucuya çok ilginç gelmese de Bulgar kısa öykü tarihi
açısından önemli yer tutarlar. Bu yazarlar arasında Todor Vlaykov, Mihalaki Georgiyev,
Anton Straşimirov, Georgi Kirkov ve Petko Todorov vardır. Bulgar öykü türünün
gelişiminin daha iyi anlaşılması açısından kısaca bu yazarlardan da söz etmek istiyoruz:
İlk olarak Bulgar halk edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Todor
Vlaykov’dan (1865-1943) kısaca söz edelim.1880’li yıllarda öykü yazmaya başlayan
Vlaykov, 90’lı yıllarda verdiği eserlerinde Bulgar halkının yaşam tarzını
betimlemektedir. Yazar Bulgar köylüsünün aile yaşamını betimlerken bu yaşamı
idealize ederek verir. Halk edebiyatından da yararlanarak köylülerin yaşam biçimini
olduğundan daha iyi göstermeye çalışır.
* Toplumsal ve güncel konular içeren,gülmece-eleştiri değeri olan günlük,kısa yazı türü.
21
Bulgar halk masallarına çok benzeyen öykülerinde anonim halk edebiyatının
dil özelliklerinden ve betimleme yöntemlerinden de yararlanmıştır. Vlaykov, bunu
yaparken halk edebiyatına o kadar bağlıdır ki, bazen kendisinden hiçbir şey
eklememiştir. Bu özellik aslında yazarın eserlerinin değerini ve orjinalliğini
azaltmaktadır. Karavelov’dan gelen geleneğe bağlı olarak daha çok uzun öykü yazan
Vlaykov, genelde Gleb Uspenski (1843-1902) ve V. G. Korolenko (1853-1921) gibi
Rus halk yazarlarından etkilenmiştir. Ancak bu Rus yazarlardan farklı olarak Vlaykov,
eserlerinde hiçbir zaman eleştiri yapmamış, yalnızca kötü yaşam koşulları altında
yaşayan köylü kadınlarına acımıştır.
Vlaykov’un birkaç kısa öyküsü de vardır. Bunlar arasında en iyileri “Tırpancı”
(“Kosaç”, 1890), “Stoyko Amca” (“Çiço Stoyko”, 1892) ve “Emireri” (“Vestovoy”,
1892) adlı öyküleridir. Yazar bu öykülerinde köylülerin yaşam biçimini kaleme
almaktadır. Sözü edilen bu öykülerde Vlaykov yeni şartların, aileye bağlılık, huzur ve
aile ilişkileri gibi bazı eski değerleri yok ettiğini göstermektedir. Bu yeni şartlar, öykü
figürlerinin yaşamlarını altüst eder. Kapitalizmin Bulgar köylerine girmeye
başlamasıyla insanların yaşamı zorlaşmıştır. Bu şartlar altında yaşayan Vlaykov’un
köylüleri, geçmişe yönelmek zorunda kalırlar ve kapitalizme doğru ilerleyen bir
Bulgaristan’da yaşamak yerine, eski dönemi yani Bulgar topraklarının Osmanlı Devleti
sınırları içinde olduğu dönemi tercih ettiklerini dile getirirler.
Vlaykov’un kısa öyküleri, biçim ve içerik açısından Bulgar edebiyatına yeni
bir şey kazandırmamakla birlikte köy yaşamını betimlemesi açısından Petko Todorov’a
örnek olmuştur. Yazarın yapıtları daha çok Bulgar edebiyat tarihçilerinin dikkatini
çekmekte ve inceleme konusu olmaktadır.
Vlaykov’un hemen ardından yine önemli bir öykü yazarı olan Mihalaki
Georgiev (1854-1916) gelmektedir.Georgiev, 90’lı yıllardaki birçok Bulgar yazarı gibi
sıradan insanların yaşamını betimlemektedir. En iyi kısa öykülerini 1890-1894 yılları
arasında yazan Georgiyev bunları kitap şeklinde yayımlamamıştır. İvan Vazov
tarafından 1890 yılında çıkarılan “Dennitsa” (Günlük) dergisinde ilk kısa öykülerini
22
yayımlayan yazar, genelde 1885 yılında yapılan Sırp-Bulgar Savaşı’nı kaleme almıştır.
Örneğin “Dennitsa” nın 4.sayısında yayımlanan “Kanlı Anlaşma” (“Kırvavo primiriye”,
1890) ve “Savaştan Sonra” (“Sled voynata”, 1890) adlı kısa öykülerinde Georgiyev’in
doğup büyüdüğü yer olan Vidin’de yaşayan halkın savaş sırasında başından geçen
zorluklar anlatılır. Burada Georgiyev insanlara acı veren savaşa açıkça karşı çıkar. 1892
yılında yazdığı “Arkadaşım Penço Çatmakov” (“Moyat priyatel Penço Çatmakov”) adlı
kısa öyküde, köy ortamında yaşamak zorunda kalan bir aydının başından geçenleri
alaycı bir üslûpla kaleme alır. Batıda eğitim gören genç adam halkın, halk da onun
konuştuklarını anlayamamaktadır. Böylece yazar bu iki kesim arasındaki büyük
uçurumu gösterir ve eleştirir. Ancak Georgiyev’e göre yalnızca köye giden aydın kişiler
değil, kente giden köylüler de kendilerini bambaşka bir dünyadaymış gibi hissederler.
Bu motif “Renkli Dünya” (“Şaren svyat”, 1892) adlı öyküde de işlenmiştir. Böylelikle
Georgiyev köylüleri unutan Bulgar devletini sert bir biçimde eleştirmektedir. Ona göre
devlet, köy ve kent arasındaki farklılığı yok etmek için hiçbir şey yapmamaktadır.
Georgiyev bu eleştiri için mizahı yeterli bulmayıp bazen hicve de başvurmaktadır.
Todor Vlaykov gibi Georgiyev de 90’lı yılları Osmanlı Devleti dönemiyle
karşılaştırır ve bazı eserlerinde Osmanlı dönemindeki yaşama koşullarının daha iyi
olduğunu savunur. Bu görüşleri bazı Bulgar edebiyat bilimcilerini kızdırmıştır. Örneğin
eleştirmen G. Veselinov (1909) şunları yazmaktadır:
“Geçmişi idealize eden, geçmişi burjuva-kapitalist gerçekleriyle kıyaslamaya
çalışan Mihalaki Georgiyev bazen çok geriye yani Türk egemenliğinin kötü günlerine
dönüyor. Bu anlamda “Kolavkov Ağası Molla Mutiş Bey” öyküsü iyi bir örnektir.
Burada tarihî gerçekler göz önünde bulundurulmadan geçmişin ataerkil aile yaşamı
idealize edilmektedir. Başka eserlerinde Türk egemenliği sırasında yaşanan korkunç
olayları işleyen Mihalaki Georgiyev, burada yönetici Türk feodal sınıfına ait kusursuz
bir figür göstermiştir.” 1
1 Veselinov, G..: Mihalaki Georgiyev,İstoriya na bılgarskata literatura, tom3, izd.BAN,Sofya,1970, s.368.
23
Georgiyev’in eserlerinde, Bulgar halk edebiyatından alınmış pekçok özellik de
dikkat çekmektedir. Bu özellikler, hem figürlerin davranışlarında, hem de
konuşmalarında görülmektedir. Yazar eserlerinde sıklıkla kullandığı ifade ve deyimleri
halk edebiyatından alarak hiç değiştirmeden eserlerinde kullanmıştır. Georgiyev Sırp
edebiyatından da çok etkilenmiştir. Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı tarafından Belgrad’a
gönderilen Georgiyev, Laza Lazareviç (1851-1890), Milovan Glişiç (1847-1908),
Yanko Veselinoviç (1862-1905) ve Yovan Yovanoviç Zmay (1833-1904) gibi Sırp
yazarlarının eserlerinden etkilenmiştir.
Anton Straşimirov (1872-1937) da dönemin önde gelen öykü yazarlarından
birisidir. Daha çok “Halay” ya da dilimize çevirildiği biçimiyle “Kanlı Horo” (“Horo”,
1926) adlı kısa romanıyla tanınmaktadır. Ancak bu eserini yazmadan önce kısa bir süre
öykü alanında da çalışmalar yapmıştır. 90’lı yıllarda nesir alanında kendini gösteren
yazar , bazı Bulgar eleştirmenlerin dikkatini çekmiştir. Dimitir Blagoyev (1856-1924)
ve Penço Slaveykov (1866-1912) gibi dönemin önemli eleştirmenleri, genç yazarı fark
edip ondan büyük bir hayranlıkla söz etmişlerdir.
Buraya kadar sözü edilen Bulgar yazarları gibi Straşimirov da nesir türünde
verdiği eserlerinde köy yaşamını betimlemektedir. Ancak onlardan farklı olarak köy
yaşamını idealize etmek yerine köy yaşamına giren zıtlıkları konu alır. Yazar 1897
yılında “Gülmek ve Ağlamak” (“Smyah i sılzi”) adlı öykü kitabını yayımlamıştır.
Burada yer alan “Tarlada” (“Na nivata”), “Geniş Yolda” (“Na şirok pıt”), “Lânet”
(“Anatema”), “Danayil”, “Kosyu”, “Kraçolov Kavgası” (“Kraçolovskata kramola”) gibi
öykülerde Straşimirov, Bulgar köy yaşamının hemen hemen tüm özelliklerini
göstermeye çalışmıştır. Bulgar köy yaşantısıyla ilgili olan bu öykülerde, diğer yazarların
öykülerinden farklı olarak idealize edilmiş ataerkil yaşam biçimi yoktur.
Straşimirov’un öykü figürleri, yaşamlarını kadere bırakmamakta, kendi hakları için
savaşmaktan çekinmemektedir.
Yazarın “Baba ve Oğul” (“Başta i sın”), “Katil” (“Ubiyets”), “Çernü” adlı kısa
öykülerinde ise köy yaşamında sıkça karşımıza çıkan cinayet motifinin sosyal ve
24
psikolojik nedenleri incelenmektedir. Straşimirov, eserlerinde psikolojik sorunları
işlemeye çalışan ilk Bulgar yazarlarındandır. Bu tür konuların işlendiği öykülerde yazar,
yaratıcılığın ana damarını bulmuştur. Straşimirov, her zaman insan yaşamında olan
dramatik olaylarla ilgilenmiştir. Aynı zamanda söz konusu öykülerde aydının
düşünceleri,toplumsal yaşamdaki işlevi ve istekleri, onlara karşı olan kötü güçlerle
engeller arasındaki temel anlaşmazlığı işlemektedir.
Straşimirov, öykü içinde yer alan olayların akışını mutlaka bozmaktadır.
Coşkulu bir yapıya sahip olan yazar, edebi kurulları bozmaktan çekinmemektedir.
Yazarın sesi bazen öfkeli ve açık bazen ise elejik ve sentimentaldir. Öykülerde anlatılan
olaylara karışmak Lyuben Karavelov, Todor Vlaykov ve Mihalaki Georgiyev için de
söz konusudur. Yani bu dönemin yazarları çok açık bir biçimde olayların gözlemcisi
olarak ortaya çıkıp okuyucuyla sohbet etmektedirler. Vazov da insan kaderiyle ilgili
kendi düşüncesini açıklamayı sevmektedir. Bulgar nesrinde olan bu geleneği devam
ettiren Straşimirov, öykü alanına yeni bir özellik de kazandırmayı başarmıştır.
Straşimirov’un anlatıcısı yalnızca olayları yorumlamakla kalmaz. Anlatıcı, gelenekte
olduğu gibi olayların gözlemcisi ve aynı zamanda yeni bir yöntem olarak olayın
gelişmesini sonuna kadar götüren kişidir. Bu anlatıcı, figürlerin yaşamlarına karışmakta,
onlara önerilerde bulunmakta, onları yönetip yönlendirmektedir. Straşimirov, figürlerin
elinden tutup istediği yere götürmektedir. Bu nedenle “Gülmek ve Ağlamak” adlı
kitabında yer alan öykülerinin çoğunda “ben-anlatı” yöntemi kullanılmıştır.
“Henüz kaygısız, gülümseyen, sakalsız ve uzun saçlı bir adamdım,
yükseklerden uçuyordum ve karmaşık arzularım vardı. Hayal ve planlar içindeyken
kendimi dar ancak ulusal büyüklüğü ile güzel, aynı zamanda ıstırap ve sevinç dolu bir
köşe olan Milenovo’da buldum. Kötü tesadüfe teşekkür ediyorum. Binlerce
teşekkürler!”2
Anton Straşimirov ile çağdaş olan Georgi Kirkov da(1867-1919), 19.yüzyılının
90’lı yıllarında kısa öykü yazan Bulgar yazarları arasında yer almaktadır.Aleko
2 Straşimirov, A.:Horo Razkazi Statii, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1985, s.147.
25
Konstantinov’un öldürülmesinden sonra yani 1897 yılında yazmaya başlamıştır. Kirkov,
Aleko Konstantinov’dan etkilenerek onun gibi yazmaya çalışmışsa da öyküleri kendi
sosyalist görüşlerine bağlı kalmıştır. Eserlerinde gerçekler, olduğu gibi ve alaycı bir
anlatım üslubuyla betimlenmiştir.
Kirkov’un figürleri kötü huylu ve kabadırlar. Bu özeliklerini gizlemeye bile
gerek duymazlar. Çünkü onlar insana özgü bu özelliklerini normal kabul etmektedirler.
Aleko Konstantinov gibi Kirkov da hem feyleton hem de kısa mizahî öyküler yazmıştır.
Ancak bir mizahçı olarak Kirkov, Aleko Konstantinov kadar başarılı değildir. Yazar ne
feyleton alanında ne de kısa öykü alanında Konstantinov kadar başarılı adımlar
atamamıştır. Bu nedenle de Bulgaristan’da, bir yazardan çok sosyalist olarak yürüttüğü
siyasi savaşımı ile bilinmektedir.
Kirkov eserlerinde, nadiren Bulgar köylüsünün yaşam biçimine de yer
vermektedir. Yazarın köylü figürleri genelde toprağa bağlı, dar ufuklu insanlar olarak
betimlenmiştir. 1897-1900 yılları arasında öykülerini ve feyletonlarını yazan Kirkov,
daha çok tüccar sınıfının değişik sorunlarını ele almaktadır. Örneğin “Sınavda”
(“Nakonkursa”) adlı öyküde tüccarların dar ufkuları ve basit düşünce yapıları, “Esnaf
Vergisi” (“Esnefska taksa”) adlı öyküde yüksek vergi nedeniyle tüccarın ağırlaşan
yaşam koşulları, “Kurtuluş” (“Spaseniye”) adlı öyküde tüccarın iflâsı, “Ganço Gayleto”
da ise bir tüccarın bilinçli bir işçiye ve sosyaliste dönüşmesi anlatılmaktadır. “Kasap
Dükkânının Önünde” (“Pred kasapnitsata”) ve “Kurtlar ve Koyunlar” (“Vıltsi i ovtse”)
adlı eserlerinde ise milletvekillerini, bakanları ve devlet adamlarını eleştirmektedir.
Bulgar tüccar sınıfına ait insanların yaşamını betimleyen Kirkov, daha çok acı
olaylar üzerinde durmaya özen göstermiştir. Yazarın asıl amacı insanları kendine göre
en doğru ve adil olan sosyalist düşünceye yöneltmektedir. Kirkov her zaman okuyucuyu
kendi tarafına çekmek, sosyalizme kazandırmak ve onları sosyalizm uğruna yapılacak
olan savaşıma hazırlamak ister. Okuyucuların ilgisini çekmeye çalışan yazar, yeni biçim
ve içerik bulmak için çaba göstermektedir. Böylece hem Bulgar edebiyat geleneğinde
var olan gerçeği yansıtma yöntemine sadık kalmaya çalışır, hem de fantastik öğeler
26
kullanmaktan çekinmez. Olayların ve figürlerin fantastik deformasyonu, Kirkov’u Rus
yazarı olan Saltikov Sçedrin’e (1826-1889) yakınlaştırmaktadır. Rus yazarı örnek alan
bir çok fantastik kısa öykü kaleme almıştır. Bunlar arasında “Rüyam” (“Moyat sın”),
“Öbür Dünyaya Yolculuk” (“Pituvane na onya svyat”), “Cennet Sağdıçı” (“Rayskata
kuma”) gibi eserler de yer almaktadır.
Rus yazarı Saltikov Şçedrin’in eserlerinden başka Bulgar halk edebiyatından
da yararlanan Kirkov, o zamana kadar Bulgar edebiyatında nesir alanında yazılmamış
bir tür olan “siyasi masallar”türünü de yaratmıştır. Halk masallarında olduğu gibi onun
eserlerinde de hayvan figürleri tıpkı insanlar gibi düşünür, konuşur ve insana özgü
davranışlarda bulunurlar. Kısa öykü ve feyletonlarında genellikle Bulgar halk
masallarında yer alan özellikler dikkati çeker. Ancak yazar hiçbir zaman figürlerin
psikolojik incelemesini yapamamıştır.
Aynı dönemin önde gelen yazarlarından biri de kuşkusuz Petko Todorov
(1879-1916) dur. En önemli eserlerini 20. yüzyılın başında yazmış olsa da ilk kısa
öykülerini 19. yüzyılının 90’lı yıllarında yayımlamaya başlamıştır. Bu nedenle o
dönemin kısa öykü sanatının gelişmesi açısından önem taşımaktadır. Yazar, sosyal
içerikli ilk öykülerini “Novo vreme” (Yeni Zaman)ve “Rabotniçeski vestnik” (İşçi
Gazetesi) gazetelerinde yayımlamaktadır. Yoksulların yaşam biçimi ve kötü kaderleri
genç yazarın ilgisini çekmektedir. Bu durum “Hamal ve Çingene Kadın” (“Hamalin i
tsiganka”), “Kadın Irgat” (“Rataykinya”), “Bizi Görmüyorlar mı?” (“Ne ni li vijdat?”)
gibi öykülerde çok açık bir biçimde betimlenmiştir. Bu dönemin şiir ve nesir eserlerinde
olduğu gibi Todorov’un öykülerinde yer alan figürler, kötü yaşam koşullarının
sorumlularını aramaktadır. Todorov, en çok dönemin sosyal ve toplumsal sorunlarını ele
almaya çalışmıştır.
Yazarlığının ikinci, yani klasik döneminde idiller yazan Todorov, ilk
öykülerinden itibaren figürlerin hareketlerini ve duygularını psikolojik açıdan ele
almaya başlamıştır. Ancak bu konuda bir başarı gösterememiştir. Todorov’un 90’lı
yıllara ait öyküleri, onun öncelikle sosyalist ideolojiden ve Rus eleştirel
27
gerçekçiliğinden etkilendiğini kanıtlamaktadır. Bu nedenle bu dönemde yazdığı
öykülerin büyük bir bölümü (örneğin “Sınav”, “Sır”, “ Stoyko” vb.) sosyalizm yanlısı
dergi ve gazetelerde yayımlanmıştır.
Todorov 1897 yılından 1899 yılına kadar bu özellikte öyküler yazmıştır. 1899
yılının sonbaharında yazdığı bazı eserleri ve konuşmaları yüzünden hükümet tarafından
mahkemeye verilir ve kurtuluşu Almanya’ya kaçmakta bulur. Almanya’da bireyci
yazarlardan etkilenir ve çok farklı öyküler yazmaya başlar.
İncelediğimiz yazar ve eserlerden de anlaşılmaktadır ki, Bulgar edebiyatında
kısa öykü türü çok önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Bu yazarlar, dönemin kısa öykü
alanında eser vermiş olsalar da İvan Vazov ve Aleko Konstantinov gibi büyük adımlar
atmamışlardır. Buna rağmen sözü edilen yazarlar, Bulgar kısa öykü tarihi açısından
önemlidirler ve daha çok edebiyat tarihçileri tarafından incelenmektedirler. Yani kısa
öykünün tarihi gelişmesi incelenirken, bu “ikincil” yazarların eserlerinin de önem
taşıdığı gerçeğinin gözardı edilmemesi gerekir.
Bu dönemin en önemli ve dünyaca ünlü yazarıysa İvan Vazov (1850-1921)
dur.Kocabalkan dağının güney eteklerinde bulunan Sopot kasabasında doğar. Vazov
Sopot’un Türkçe adını, Bulgarca’ya “Byala Çerkva” (Akkilise) olarak çevirmiş ve en
önemli romanı olan “Boyunduruk Altında” (“Pod İgoto”, 1889) da kullanmıştır.
Böylece Vazov’un doğduğu kasaba Bulgar edebiyatına girmiştir. İlk ve ortaokulu
Akkilise’de tamamlayan Vazov, edebiyata büyük ilgi duyduğu için bazı Bulgar
yazarların eserlerini ve Fransızca’dan çevrilmiş kitapları büyük bir ilgiyle okumuştur.
Vazov en çok Vasil Drumev’in (1840-1901) “Mutsuz Aile” (“Neştastna familiya”,
1860), “Öğrenci ve Velinimetler” (“Uçenik i blagodeteli”, 1864), ve Eugene Sue’nün
(1804-1857) “Göçebe Musevi” (“Le Juif Emigrant”, 1844-1845) adlı eserlerinden
etkilenmiştir. Bulgar şairi P.R. Slaveykov’un (1827-1895) şiirlerini okuyup inceleyen
Vazov ilk defa 14 yaşındayken şiir yazmaya başlamıştır, ancak ilk şiirleri günümüze
ulaşmamıştır.
28
14 yaşını doldurduktan sonra 1865 yılında babası tarafından Yunan Lisesi’nde
okumak üzere Kalofer kasabasına gönderilir. Burada başta Rusça ve Fransızca olmak
üzere pek çok kitabın bulunduğu zengin bir kütüphaneyle karşılaşır. Bilgiye susamış
olan genç yazar çok iyi Fransızca bilmediğinden önce Rus klasik eserlerini okur.
“Otoçestvenniye zapiski” dergisinin yayımladığı A. S. Puşkin, M. Yu. Lermontov, D.
V. Grigoroviç (1822-1899) ve İ.A. Gonçarov (1812-1891) gibi Rus yazarların eserlerin
ve büyük eleştirmen Belinski’nin (1811-1848) makalelerini büyük bir ilgiyle okur. 1868
yılına gelindiğinde Vazov, babasının sahip olduğu işletmenin işlerini takip etmek ve
ticaret yapmak için Filibe’ye çağrılmıştır. Ancak genç yazar bu tür işlerle ilgilenmediği
için şiir yazmaya devam etmiştir. 1870 yılında yine ticareti öğrenmesi için babası
tarafından Romanya’nın Oltenitsa kentine gönderilir. Burada çalışan amcasının yanında
ticareti öğreneceğini düşünen babası, bir kez de hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü
Vazov, Romence’yi öğrenir öğrenmez bu dilde yazılmış edebi eserleri okumaya çalışır
aynı zamanda yazmaya da devam eder.
Bulunduğu ortam yazarı sıkmaya başlayınca oradan kaçarak Braila’ya geçer.
Burada Romanya’da yaşayan bir çok Bulgarla tanışır. Bunların arasında büyük Bulgar
şairi Hristo Botev de (1847/47-1876) vardır. Vazov 1872-1873 öğretim yılında Mustafa
Paşa’da (Svilengrad) öğretmen olup bu mesleği dener. 1875’te Akkilise’ye dönen
Vazov 1876 yılında Osmanlı Devletine karşı yapılan “Nisan Ayaklanması”ndan sonra
Sopot Devrim Komitesi’nin üyesi olması nedeniyle yeniden Bükreş’e kaçar. Burada
aynı yıl içinde ilk kitabını “Bayrak ve Kemençe” (“Pryaporets i gusla”) adı altında ve
1877 yılında da ikinci şiir kitabı olan “Bulgaristan’ın Kederleri”ni (“Tıgite na
Bılgariya”) yayımlar.
1880 yılında Filibe’ye yerleşen Vazov, çok sayıda kitap yayımlar. Bunlar
arasında “Mayıs Demeti” (“Mayska kitka”, 1880), “Kemençe” (“Gusla”, 1881), “Küçük
Çocuklar İçin Şiirler” (“Stihotvoreniya za malki detsa, 1883), “Ovalar ve Ormanlar”
(Polya i gori”, 1884), “İtalya”, (1884) şiir kitapları, “Mihalaki Çorbacı”, (1882)
komedisi, “Ruska”, (1883) dramı, “Horgörülenler” (“Nemili-nedragi”, 1883) ve
“Amcalar” (“Çiçovtsi”, 1885) adlı uzun öyküleri vardır. Vazov, edebiyat üzerine
29
yazdığı eleştirel makalelerini “Narodniy glas” (Halkın Sesi) gazetesi ve “Nauka”(Bilim)
ile “Zora”(Şafak) dergilerinde yayımlar.
Vazov Rusya’ya, Rus halkına ve Rus kültürüne hayran bir “Rusofil”dir. Bu
duygular onun bazı siyasi gerçekleri görmesini ve onları anlamasına engel olmuştur.
Osmanlı-Rus Savaşı’ndan (1877-1878) sonra Bulgar hükümetinde yer alan devlet
adamları, aydınlar ve yazarlar Rusya’nın hayranıdırlar. Ancak zamanla Rusya’nın
gerçek amacının, Bulgarları Osmanlı Devleti’nden kurtarmak değil de boğazlara inmek
olduğunu anlayan bazı Bulgarlar, Bulgaristan’ı Rusya’nın etkisinden kurtarmaya
çalışırken, bazıları ise buna karşı çıkmaktadırlar. Stefan Stanbolov’un (1854-1895)
başbakanlığı sırasında (1887-1894) hükümet Rus egemenliğinden kurtulmaya ve
Osmanlı Devletiyle ilişki kurmaya çalışır. Ancak Vazov gibi bazı aydınlar hükümetin
bu kararına karşı çıkınca Rusya taraftarları polis tarafından izlenirler ve kurtuluşu
Bulgaristan’dan kaçmakta bulurlar. 1886 yılında İstanbul’a, oradan da 1887 yılında
Rusya’nın Odesa kentine giden Vazov, burada batılı anlamdaki ilk Bulgar romanını
yazmıştır. Nostaljik duyguların etkisiyle yazılmış olan bu eser onun en iyi romanı olarak
kabul edilir. Eser 1969 yılına kadar kırkdört farklı dile çevrilerek yayımlanmıştır. Vazov
1889 yılında Bulgaristan’a döndüğünde “Boyunduruk Altında” (Pod igoto) adını taşıyan
romanını yayımlama olanağı bulur. Odesa’dan geri döndükten sonra yazar Sofya’ya
yerleşir ve yaşamının sonuna kadar başkentte yaşar.
1894 yılında başbakan Stefan Stanbolov istifasını verir ve 1895 yılında yapılan
suikast sonucu öldürülür. 1897 yılında Konstantin Stoilov başbakan olduktan sonra
Vazov’u hükümet içinde yer alması için davet eder. Böylece yazar Bulgaristan’ın Milli
Eğitim Bakanlığı görevini üstlenir. Önceki hükümeti eleştiren Vazov, daha iyi bir
siyaset yürüten çok farklı bir hükümetin temsilcisi değildir. Çünkü bu hükümet de
paraya büyük önem vererek hem değişik yollarla para sağlamaya çalışır, hem de siyasî
baskılar uygular. Vazov’un bakanlığı sırasında (yazar bu görevi 1 Ocak 1899 tarihine
kadar sürdürmüştür) büyük Bulgar yazarı Aleko Konstantinov aslında bir başkası için
düzenlenen suikastta öldürülür (1897).
30
19. yüzyılın 90’lı yıllarında Vazov şiir, roman ve uzun öykü türlerinde
yazmaya devam eder. Bu dönemde, kısa öykü alanında da ilk adımlarını atarak büyük
ilerleme kaydetmiştir. Vazov 1891, 1892 ve 1893 yıllarında “Uzun ve Kısa Öykü”
(“Povesti i razkazi”) adı altında üç cilt öykü yayımlar. Daha sonra 1894 ve 1895
yıllarında “Taslaklar ve Renkler” (“Draski i şarki”) adlı iki ciltlik öykü kitabını çıkarır.
Çok sayıda eser yazan Vazov kısa öykü alanında da önemli adımlar atmıştır.
Ancak konu itibariyle yalnızca yazarın yayımladığı kısa öykü kitapları önem
taşımaktadır. Bu kitaplar arasında daha önce söz edilen 90’lı yılların öykü kitaplarının
yanı sıra 20. yüzyılın başlarında yayımladığı “Gördüklerim ve Duyduklarım” (“Vidyano
i çudo”, 1901), “Renkli Dünya” (“Pıstır svyat”, 1902) ve “Banki’de Bir Sabah” (Utro v
Banki”, 1905) gibi eserler de vardır.
Vazov, yazarlığı bir meslek, bir kader olarak kabul eden ve bunu Bulgar
toplumuna kabul ettiren bir yazardır. Bulgaristan’da yalnızca yazmakla uğraşan ve
başka bir iş yapmadan geçimini sağlayan ilk yazar olarak toplum tarafından saygı görür.
Yani profesyonel bir yazar olan Vazov sayesinde Bulgar halkı ilk defa yazarlığı bir
meslek olarak kabul edip saygıyla söz etmektedir. Aynı zamanda Vazov, tüm Bulgar
yazarları için bir örnek, kutsal bir sanatçıdır. Büyük Rus yazarı L. N. Tolstoy kadar ünlü
olmasa da Bulgaristan gibi küçük bir ülke için büyük bir dehadır. Büyük Bulgar
yazarının edebiyat çalışmaları elli yıldan fazla sürmüştür. Hatta 1920 yılında
yazarlığının 70. Yıldönümü ulusal bir bayram olarak Bulgaristan’da kutlanmıştır.
Çünkü, Bulgar edebiyatına büyük bir değer kazandıran ilk yazar Vazov’dur. Şiir, nesir
ve tiyatro alanında da değerli eserler veren yazar, 22 Eylül 1921 yılında kalp krizi
sonucunda Sofya’da yaşama veda etmiştir.
Bu güne kadar Vazov’un öykülerini inceleyen her Bulgar edebiyat bilimcisi,
öykülerin otobiyografik özelliğini belirtmiştir. Anlatılan veya yaşanan bir olay, eski bir
anı, eski bir arkadaşla görüşme, katılıdığı bir sohbet vb. Vazov’un yepyeni bir öykü
yazması için yeterlidir. Bu açıdan Vazov sevdiği ve etkilendiği Fransız yazar Victor
Hugo’ya (1802-1885) çok benzer. Hugo duvarlar üzerinde yazılmış tek bir sözcükten
31
yola çıkarak Romantizmin en iyi romanlarından biri olan “Notre-Dame’ın Kamburu”nu
(“Notre-Dame de Paris”, 1831) yazmıştır. Vazov’un yaratıcılığında da buna benzer bir
yaklaşım söz konusudur. Ancak bu iki büyük yazar arasında önemli bir fark vardır.
Hugo’nun eserleri, geniş insancıl temel üzerine, Vazov’un eserleri ise Bulgar halkının
tarihi ve zamanın sosyal gerçeklikleri üzerine kurgulanmıştır.
Daha önce de belirtildiği gibi Vazov’un kısa öyküleri, diğer eserlerinin
otobiyografik çizgisinin dışına çıkmamıştır. Karavelov gibi Vazov da öykülerini birkaç
bölüme ayırmaktadır. Bölümler arasındaki bütünlük ise figürün düşünce ve
hareketleriyle sağlanmaktadır. Öykülerde yer alan olaylar, olayların geliştiği sırayla
verilmektedir. Vazov, bireyleri dönemin özelliklerini açıklayabilmek için bir araç olarak
kullanır. Öykülerini bölümlere ayırması da amaçlıdır. Bu bölümleme yalnızca anlatılan
konuyla ilgili değildir. Yani yalnızca içerik açısından bölünmemiş, biçim açısından da
metin parçalanmıştır. Başka bir deyişle bölümlemenin grafik bir tür özelliği vardır.
Öyküleri rakam ya da yıldız aracılığıyla parçalara ayrılmaktadır. Örneğin “Bir Bulgar
Kadını” (“Edna bılgarka”, 1899) adlı kısa öykü, yedi bölümden oluşmaktadır. Birinci
bölümde İliytsa Nine İskır nehrini geçmek için acele etmektedir; ikinci bölümde yazar
İliytsa Nine’nin neden o kadar acele ettiğini açıklamak için ondan önce bir isyancıyla
olan görüşmeleri aktarır; üçüncü bölümde yaşlı kadın manastırdadır, dördüncü bölümde
İliytsa Nine tek başına kayıkla nehri geçmektedir; beşinci bölümde aynı gece yaşlı kadın
ikinci defa isyancıyla görüşür; altıncı bölümde sabaha karşı isyancının ölümü anlatılır;
yedinci bölümde ise yazar tarafından aktarılan konunun sonucu yer alır.
Vazov’un öykülerinde kendi görüşleri çok açık olarak yer almaktadır ve bu
özellik, öykülerinin Karevelov’un öykülerine ne kadar çok benzediğini göstermektedir.
Vazov’un öykülerinde hem yazarın varlığı hissedilir, hem de yazar rol üstlenmeye
devam eder. Yazarın olaylar ve kahramanlarla ilgili olan düşüncesi çok açık olarak
“Uzun ve Kısa Öyküler” adlı üç ciltlik öykü kitabında görülmektedir. Vazov, hem bir
figür olarak öyküde yer almakta, hem de Uyanış Dönemi’nden sonra devam eden ve
Bulgar öykü geleneğinde var olan uygulamanın dışına çıkmaksızın kendi varlığını
hissettirmekten de çekinmemektedir. Yazar “ben-anlatı”yı da kullanarak anlattığı
32
olayların ne kadar gerçek olduğunu göstermeye çalışmaktadır; bunu yaparken de ya
kendi adına konuşur, ya bir figür olarak öyküde yer alır, ya da başkası tarafından
anlatılanlar üzerinde yorum yapar. Yazarın öykü metninin içinde bir yeri vardır. Bu, bir
veya birkaç cümleyle ve genelde öykünün son bölümünde gösterilmektedir. Örneğin
“Konuk Sevmeyen Köy” (“Negostolyubivo selo”, 1901) adlı öyküde Vazov, anlattığı
olayı bitirdikten sonra üç yıldız işareti kullanarak şu sözlerini eklemektedir:
“Aynı zamanda hâlâ güçlü olan bir hükümdar, “Kölnische Zeitung”
gazetesinin muhabirine şunları söylemekteydi:
- Ben Bulgaristan’ın üzerindeki Rus cazibesini 50 yıllık bir süre için hafiflettim.
Bu sözlerini söylerken Stanbolov eğer samimiyse, o zaman bu akıllı devlet
adamının kötü bir psikolog olduğu kesindir”.3
Vazov öykünün sonunda oldukça tarafsız sayılabilecek anlatımını bırakarak,
kendi görüşünü başbakan Stanbolov’un sözleriyle kanıtlamaktadır. Okuyucunun kendi
başına bu sonuca varacağına inanmadığı için ya da böyle bir fırsat vermek istemediği
için küçük bir ekleme yapmaktadır. Yazara göre, bu tür değerlendirmeler kendisine
aittir. Vazov kendi siyasi görüşlerini sergilemekten çekinmemektedir. Hatta bunun
gerekli olduğuna inandığı için, öyküleri hem döneminin siyasi özelliklerini hem de
kendisinin bu konudaki görüşünü içermektedir. Yazarın öyküdeki varlığı sadece
hissedilmez, sanki parmakla gösterilebilir biçimdedir. Çünkü olay örgüsü içinde yer
almaktadır. Öykü anlatıcısı olan yazar, hem olayların gözlemcisi hem de yorumcusudur.
Bulgar toplumunun bir temsilcisi olarak Vazov, aynı zamanda kendisini dönemin
yargıcı da sayar.
Bazen Vazov, gerçekçi olmak için öykü içinde öykü modelinden
yararlanmaktadır. Örnek olarak “Grond Meriç” (“Grond Maritsa”, 1896), “Traviyata”
(1895), “İvan Gırbata’nın Yanında” (“Pri İvana Gırbata”, 1900), “Cinayet” (“Ubiystvo”,
1900) adlı öyküleri verilebilir. Vazov ‘o-anlatı’yı kullandığında öykünün sonunda olayı
3 Vazov, İ.: Sıbrani sıçineniya, tom 8, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1976, s. 381.
33
kimden duyduğunu açıklamak gereksinimini duymaktadır. Bu öykü modeli çok açık bir
biçimde “Bir Bulgar Kadını” (“Edna bılgarka”, 1899) adlı öyküde görülmektedir.
Karavelov gibi Vazov da her şeyi bilen ve gören bir pozisyonda olduğu için
figürlerini istediği gibi hareket ettirir, davranışlarını değerlendirir ve olayların kendi
görüş ve düşüncesi doğrultusunda gösterir. Yani Tanrısal (Auktorial) anlatımı seçer.
Vazov’un en iyi öyküleri arasında yer alan “Yotso Dede Bakıyor” (“Dyado Yotso
Gleda”, 1901) eseri bu duruma örnek olarak verilebilir. Bu öyküde yazarın varlığı,
olaylar içinde yer alarak öykünün dokuz bölümünden sekizinde “gizlenmiş” olduğu
söylenebilir. Ancak öykünün birinci bölümünde yazarın sözleri doğrudan yer
almaktadır:
“Yurdumuzun bağımsızlığından önce, yani özgürlüğün tatlı ışıkları
gözlerimizin önünde henüz parlamadan öbür dünyaya göç eden babalarımızı,
dedelerimizi ve akrabalarımızı hatırladığımızda, bir mucize sonsuz uykudan uyanacak
olurlarsa ne kadar çok şaşırıp sevinecekleri sık sık aklımızdan geçmektedir, (...)”4
Vazov, böyle bir giriş yaparak, Yotso Dede’nin Bulgaristan’ın ulusal
kurtuluşunu düşleyen bir kuşağın temsilcisi olduğunu göstermek istemektedir. Ona göre
bu tür bir genellemeyi okuyucu tek başına yapmaz, hatta bu tür genellemeler yalnızca
olayların en iyi yorumunu yapan yazara ait olmalıdır. Bu nedenle de öykünün başında
söz alarak okuyucunun dikkatini istediği yöne çekmekte ve yönlendirmektedir. Birinci
bölümden sonra Vazov, anlatılan olayların arkasına gizlenmek istemektedir. Böylece
yazarın varlığı dönemin okuyucusu tarafından fark edilmiş olur. Bu varlık yalnızca
dönemin edebiyat bilimcileri tarafından belirlenebilmektedir.
Vazov’un veya anlatıcının öykü içinde olduğunu söylerken de tam yerinin
belirtilmesi gerekir. Diyaloglar dışındaki metin, yazarın düşüncelerini, dilini, mantığını
ve yorumunu içermektedir. Yazar Bulgaristan’ın bağımsızlığından önce gözlerini
kaybeden Yotso Dede hakkında şunları yazmaktadır:
4 Vazov, İ.,: Sıbrani sıçineniya, tom 7, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1976, s. 335.
34
“Gerçekten ölmedi ancak yaşam ve ışık için o artık bir ölüydü. Aynı zamanda
Bulgarlara ait olan şeyleri görme arzusu, sönmeyen bir ateş gibi içinde
yaşamaktaydı.”5
Yotso Dede’nin bu şekilde konuşması asla olası değildir, Yotso Dede’nin
çağdaşları da böyle konuşmuyordu. Bu satırlar Vazov’un konuşması ve düşüncesini
içermektedir. Eser, yazarın en iyi psikolojik öyküleri arasında yer almasına karşın Yotso
Dede’nin ruhsal durumu yazarın analiziyle ve konuşma tarzıyla aktarılmaktadır.
Daha önce de belirtildiği gibi Karavelov’un figürleri birer kukla gibidirler.
Yazar görüşlerini aktarmak için figürlerinin hareketlerini yarıda keserek, onların
sözlerini ve yüz ifadelerini açıklamaktadır. Vazov ise bu kadar sık araya girmez.
Görüşünü açıklamak için, öykü içinde kendine ait bölümler ayırır. Önce figürlerini
serbest bırakır ve daha sonra yeni bir bölümde veya birkaç cümle ile kendi yorumunu
yapar. Örneğin daha önce sözü edilen “Konuksever Olmayan Köy” adlı eseri bu şekilde
hazırlanmıştır. Önce Şopların yaşadığı köye gelen bir Rusun başından geçenler
anlatılmaktadır. Başlangıçta soğuk davranan köylüler, yabancının Alman değil de Rus
olduğunu anlayınca, onu meyhaneye davet ederler. Bu bölüme kadar Vazov olayların
arkasında gizlenmeye çalışmıştır. Sonra ortaya çıkarak başbakan Stanbolov’un
siyasetiyle ilgili kendi görüşünü açıklamaktadır. Aynı zamanda “Bir Bulgar Kadını” adlı
öyküde kendini gizlemeye çalışan yazar, öykünün son bölümünde tekrar sahneye
çıkarak İliytsa Nine ve hasta torunuyla ilgili bildiklerini şöyle ifade eder:
“İliystsa öleli çok oldu. Ancak ölümün eşiğinde olan çocuk iyileşti ve şu anda
binbaşı P. adını taşıyan sağlıklı bir adam.” 6
Karavelov ile karşılaştırıldığında Vazov’un amacının figürlere daha büyük
özgürlük vermek olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu özgürlük hiçbir zaman bağımsızlığı
dönüşmemektedir. Çünkü Vazov, sahne arkasında gizlenmeye çalışsa da bunu tam
5 A.g.e.: s. 336. 6 Vazov, İ., Sıbrani sıçineniya, tom 9, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1976, s. 22.
35
anlamıyla gerçekleştirememektedir. Burada figürlerin pozisyonunun, yazarın
pozisyonundan daha güçlü olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra yazar gibi okuyucu da
figürlerle ilgili her şeyi bilmektedir, çünkü yazar figürlerin bilmediği ayrıntıları
okuyucuya sunmaktadır. Örneğin “Geliyor mu?” (“İde li?”, 1886) adlı öykünün sonuna
doğru yazar, Kina ve Radulço’nun savaştaki ağabeyleri Stoyan’ın dönüşünü köyün
girişinde beklediklerini söyledikten sonra Stoyan’la ilgili bildiklerini okuyucuya
açıklamaktadır:
“Korkunç bir kar fırtınası vardı. Sanki çocuklara yanıt veriyordu. Fırtına
batıdan, savaş meydanından, yani Stoyan’ın Pirot bağlarındaki mezarının karla
örtüldüğü yerden geliyordu.” 7
Karavelov’dan farklı olarak Vazov, figürlerinin bütün özelliklerini açıklamaz,
yalnızca anlatılan olayla ilgili özellikleri göstermeyi tercih eder. Aynı zamanda
Vazov’un öykülerinde yalnızca siyah ve beyaz renklere yer verilmez. Yazar bazen bu
iki rengin nüanslarından da yararlanır, kendi öfkesini gizlemeye çalışır, hatta olayı daha
iyi bir biçimde açıklayabilmek için olumsuz figürlere yakın olmaya ve onları anlamaya
gayret eder. “Bir Bulgar Kadını” ve “Geliyor mu?” adlı eseri yazarın olayların arkasına
gizlenmiş olduğunu söylenebilir. Ancak yazar tam olarak gizlenmez; çünkü amacı
sahneden tamamen çekilmek değildir. Okuyucuya her zaman orada olduğunu
hissettirmek ister.
Yapı açısından bakıldığında Vazov’un öyküleri, birbirine yardım eden ancak
hiçbir zaman birleşmeyen iki çizgiden oluşmaktadır. Bu iki çizgi, olayların gelişmesi ve
yazarın yorumundan ibarettir. Ancak bu model yalnızca öykü için değil, figürler, doğa
betimlemeleri, ortamlar ve figürlerin hareketleri için de geçerlidir. Bir taraftan gerçek
olayların anlatıcı tarafından aktarılması, diğer tarafta da Vazov’un yorumları vardır.
Örneğin “Yotso Dede Bakıyor” adlı öykü Vazov’un yorumlarıyla başlar ve daha sonra
anlatıcı ortaya çıkıp Yotso Dede’yi tanıtmaya girişir. Yazar gerçekleri olduğu gibi, hiç
değiştirmeden aktarmayı sever ve öykünün bütününü veya herhangi bir bölümünü
7 Vazov, İ., Sıbrani sıçineniya, tom 7, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1976, s. 27.
36
yazarken her şeyi görmüş bir kişi olduğunu unutmaz. Betimlediği figürlerin arkasında
bir prototipin varlığı her zaman hissedilmektedir. Çünkü yazar kendisini, tanık olmadığı
bir olayın tanığıymış gibi göstermeye çalışmaktadır. Vazov, Karavelov’dan farklı bir
yol aramaktadır çünkü zaman ve zevkler değişmiştir. Aynı zamanda Vazov, sanki yazar
ve okuyucu arasındaki uzaklığı azaltmaya çalışmaktadır. Yazar sık sık öğretici rolünden
vazgeçmeye çabalar. Bununla inandırıcı olmayı, okuyucunun ilgisini çekmeyi
istemektedir. Bu amaçla hareket etmiş olsa da tam anlamıyla başarılı değildir. Ancak
Vazov’dan sonra Aleko Konstantinov bu konuda daha başarılı olacaktır. Karavelov’un
öykülerindeki düşünce genelde yazar tarafından sunulmaktadır. Vazov ise hem kendi
düşüncesine, hem de figürün düşüncesine yer vermektedir. Yani yazar iki farklı
noktadan oluşan bir düğüm sunar ve bununla birlikte yalnızca odak figürüne değil; diğer
figürlerine de önem verir. Yazar için ikinci derecedeki figürler hem sunulan düşüncenin
destekleyicisidir; hem de kendi dünya görüşü olan ve farklı özelliklere sahip olan
kişilerdir. Böylece kısa öykü çerçevesini genişletmektedir. Bu yeni özellik sayesinde
Vazov, Karavelov’dan daha inandırıcı olmayı başarmıştır.
Yeni sosyal ve estetik kurallara uygun olarak Vazov yalnızca öykünün ana
fikrine değil, öykünün sanatsal değerlerine de önem vermektedir. Okuyucu için artık
yalnızca ahlâki ve siyasi düşünce değil sanatsal özellikler de önem taşımaktadır, yani
okuyucu öykünün nasıl yapıldığı sorunuyla da ilgilenmeye başlamıştır. Bulgar
edebiyatında ilk defa öykünün sanatsal değerinin önemini anlayan bir sanatçı olarak
Vazov olayları anlatırken okuyucuya estetik bir zevk de sunmaktadır. Bu konuda Bulgar
eleştirmeni İskra Panova şunları söylemektedir:
“Doğal kronolojisi, belirgin yapısı, yazarın açık görüşü, anlatımı akıcı gelişimi,
genel şeffaflığı ve doğallığı okuyucuda gelişen olayların olağan olduğu duygusu
bırakmaktadır.” 8
Karavelov’un yaratıcılığında başlayan eleştirel gerçeklik Vazov tarafından
geliştirilmiştir. Vazov’un bazı eserlerinde Uyanış Döneminin romantik ve sentimental
8 Panova, İ., “Vazov, Elin Pelin, Yovkov. Maystori na razkaza, izd. Narodna prosveta, Sofya, 1988, s. 47.
37
özellikleri hâlâ vardır, ancak en iyi kısa öykülerinde eleştirel gerçeklik ağırlık
kazanmıştır. Aynı zamanda,artık okuyucuyla bütünleşme yollarını aramaktadır. Örneğin
Vazov kendi görüşlerini veya yorumlarını verirken “ben” değil “biz” biçimini tercih
etmektedir:
“Babalarımızı, dedelerimizi, akrabalarımızı hatırladığımızda (...)”9
Bu şekilde yazar herkes adına konuşmaktadır ve herkese seslenmektedir.
Vazov’un öykülerinde yer alan figürler yalnızca davranışlarıyla betimlenmemektedir.
Burada figürlerin kullandıkları dil de önem taşımaktadır. Karavelov’un bütün figürleri
aynı dili kullanırken Vazov’un bazı figürleri kullandıkları dil aracılığıyla da birbirinden
ayrılırlar. Yazar anlatım biçimi olarak iç monoloğa geniş yer vermektedir.
Karavelov’dan farklı olarak Vazov’un bazı öyküleri yalnızca bir olay üzerine
kurulmuştur. Buna örnek olarak “Peyzaj” (1893), “Pirin’e” (“V Pirin”, 1889), ve
“Traviyata” (1895) adlı öyküleri gösterebiliriz.
Vazov, Bulgar kısa öyküsüne yeni özellikler kazandırarak nesrin bu türünün
gelişmesini sağlamıştır. İlk olarak çizdiği figürlerin psikolojik yönlerini betimlerken
hem kendini olayların arkasına gizlemeye çalışır, hem de kullandığı dille figürlerini
karakterize etmeyi başarır. Böylece Bulgar kısa öyküsünün içerik ve biçim açısından
gelişmesine önemli katkısı olmuştur.
Aleko Konstantinov (1863-1897) ise farklı tarzı ve renkli üslubu ile dikkat
çeken bir yazardır. Tuna nehri kıyısında bulunan Sviştov kentinde doğmuştur. Zengin
bir tüccar ailesine mensup olan Aleko Konstantinov, ilk eğitimini evde, özel
öğretmenlerle görmüş, orta okulun son iki sınıfını ise kentin okulunda tamamlamıştır.
Lise öğrenimini yapmak için Gabrovo’ya giden Aleko Nisan Ayaklanması’ndan (1876)
sonra okul kapandığı için doğduğu kente dönmüştür. 1878 yılında Rusya’ya gitmiş ve
Nikolayev’deki Güney Slav Pansiyonu’nda lise öğrenimine devam etmiştir. Bu
pansiyonda Konstantinov’la birlikte Georgi Kirkov ve Georgi Stamatov da
okumuşlardır. 1881-1885 yılları arasında Odesa’daki Yeni Rus Üniversitesi’nde hukuk
38
öğrenimi görmüştür. Üniversitede okuduğu yıllarda A.S. Puşkin, M. Yu. Lermontov, N.
A. Nekrasov (1821-1878), İ. S. Turgenev ve N. V. Gogol’ün (1809-1852) eserlerini
okumuştur. En çok Gogol’ün eserlerinden etkilenmiş ve ondan mizah sanatını
öğrenmiştir.
19. yüzyılın 80’li yıllarında Rusça ve Fransızca’dan edebiyat çevirileri yapan
Konstantinov, 90’lı yıllarda gezi notları, kısa öyküler ve siyasi feyletonlar yazmaya
başlar. 1894 yılında siyasete atılarak doğduğu Sviştov kentinden milletvekilliğine
adaylığını koymuştur. Ancak kazanamaz. Yazar, Bulgaristan’da gelişen siyasi ve sosyal
olayları kaleme alarak kendi eleştirel tutumunu ortaya koyar. Sonuçta görevden alınır,
takip edilir ve öldürmekle tehdit edilir. 11 Mayıs 1897 yılında arkadaşı Mihail Takev’le
birlikte Peştera’dan faytonla dönerken Takev için düzenlenen suikast sırasında
yanlışlıkla Aleko Konstantinov öldürülür.
Aleko Konstantinov’un yaşamında kötü olaylar birbirini izlemiştir. Verem
hastalığı, ardarda üç kızkardeşinin, annesinin ve babasının ölümüne sebep olmuştur.
Verem, ailenin en küçük kızının yaşamını aldıktan sonra Konstantinov’un babası bu
olayı unutmak ve unutturmak amacıyla Sofya’da bir ev satın alarak, Sviştov’dan taşınır.
Evin büyük salonu sık sık cenaze törenlerine sahne olmuştur. Yalnız ve parasız kalan
yazar evini kiraya vererek kendisi büyük evin arkasında bulunan küçük eve taşınır.
Bütün bu kötü olaylara rağmen yaşamaya devam eder, her zaman kendisinde gülme ve
güldürme gücü bulmuştur.
Bulgaristan’ın bağımsızlığından sonra ilk aydın sınıfın temsilcisi olan
Konstantinov,Uyanış Döenemi’nin hayalleriyle ve Bulgaristan’ın gerçek burjuva
şartlarının arasındaki çatışmayı yaşamaktadır. Artık bağımsız olan Bulgaristan’daki
gerçeklerden büyük hayal kırıklığına uğrayan yazar, yaşamının sonuna kadar güzelliğe
ve ahlâka inanan bir kişi olarak kalmıştır. Arkadaşları ona Ştaslivetsa, yani Mutlu Adam
demişlerdir. Konstantinov da kendisini mutlu bir insan olarak gördüğü için bazı
9 Vazov, İ.,: Sıbrani sıçineniya, tom 8, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1976, s. 335.
39
eserlerini bu adla yayımlamıştır. Yazar, kendisinden çok nadir olarak söz etmiş olsa da
“İhtiras” (“Strast”, 1895) adlı feyletonunda şunları söylemektedir:
“Mutlu olduğumu bütün Bulgaristan biliyor; ama bugün tütün almak için kırk
beş stotinkam * bile olmadığı kimse tarafından bilinmiyor.”10
Aleko Konstantinov’un iş kariyeri hiçbir zaman iyi gitmemiştir, her zaman
para sıkıntısı çekmiştir, ancak ailede tek başına kalmasına rağmen kendisini mutlu bir
insan olarak görmüştür. Çünkü yazarın yaşamında iyi olaylar da vardır. İlk Bulgar
gezginlerindendir, hatta Amerika’ya gidebilen nadir ve şanslı bir Bulgar vatandaşıdır.
Yaşamındaki en önemli olay “Neşeli Bulgaristan” (“Vesela Bılgariya”) sanat çevresine
kabul edilmesiyle ilgilidir.
Bu grubun genç sanatçıları, aralarındaki bağlılık ve ironik yaklaşımlarıyla
Bulgaristan’da var olan gerçek yaşamın kötü tarafını aşabileceklerine inanmakta; bir tür
izole yaşam sürmektedirler. “Neşeli Bulgaristan” grubunun kültürel önemi oldukça
büyüktür. “Çünkü en önemli eseri olan “Bay Ganyu” (1884-1885) adlı kitabında yer
alan öyküler ile önce bu çevredeki arkadaşları arasında ilginç fıkralar olarak oluşmaya
başlamıştır. Yazarın katkılarını küçümsememekle birlikte bu kitabında yer alan odak
figür, “Bay Ganyu Balkanski” aslında Bulgar toplumunun bilincinde yerleşmiş olan bir
insan tipinin, bir grup tarafından şekillendirerek ortaya çıkartılmasından başka bir şey
değildir. Bay Ganyu figürü, Bulgar halk edebiyatında yer alan Hitir Petır’a (Kurnaz
Petır) benzemektedir. Aynı zamanda Bulgar fıkralarının baş kahramanı Hitır Petır
figürü, tıpkı Türk fıkralarında yer alan Nasrettin Hoca gibi bir kahramandır. Beş yüzyıla
yakın bir süre Türklerle beraber yaşayan Bulgar halkı, Nasrettin Hoca’nın adını Hitır
Petır adıyla değiştirerek, Türkler arasında anlatılan fıkraları olduğu gibi almıştır.
Böylece Hitır Petır her zaman akıllı çıkan ve her şeyi bilen Bulgar fıkralarının odak
figürü, Nasrettin Hoca ise aptal ve ikinci derece bir figür olarak betimlenmiştir. Kimi
zaman aynı fıkra içinde iki odak figürü de kullanan Bulgarlar Hitır Petır’ı her zaman
galip ilan etmişlerdir. Konstantinov’un Bay Ganyu adlı figürü, kısa bir zaman içinde o
* Stotinka: Bulgaristan’ın ulusal para birimi olan Leva’nın yüzde biri,kuruş.
40
kadar büyük ün kazanmıştır ki, o güne kadar Bulgar halkı arasında Hitır Petır fıkraları
anlatılırken, kitap yayımlandıktan sonra yeni fıkraların odak figürü Bay Ganyu, Hitır
Petır’ın yerini almıştır. Bay Ganyu, günümüze kadar pek çok Bulgar fıkrasının odak
figürü olarak kullanılmıştır.
1895 yılında bir kitap halinde çıkan “Bay Ganyu” öykü kitabı, Aleko
Konstantinov’un en önemli ve aynı zamanda büyük tartışmalara yol açan eseridir. Kitap
ülkemizde de Türkçe’ye İsmail Bekir Ağlagül tarafından çevrilerek 1972 yılında
Milliyet Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Aleko Konstantinov’un ilk amacı,
birbirine bağlı öykülerden oluşan bir kitap yazmak değildir. Yazar ilk önce bazı kişilere
veya olaylara cevap vermek amacıyla gazetelerde feyleton türü yazılar yayımlamaya
başlamıştır. Zamanla bu yazıların edebi değeri olduğunu ve feyletonu aştığını anlayan
çevresi ve yazar bu öyküleri tek bir kitap halinde yayımlamaya karar vermişlerdir. Bu
nedenle yazarın bu kitabı, 90’lı yıllardan başlayarak bugüne kadar süren büyük
tartışmalara yol açmıştır. “Bay Ganyu” edebi değer taşıyan bir kitap mıdır? Öykülerin
odak figürü olan Bay Ganyu ulusal mı, bölgesel mi yoksa sosyal insan tipi midir? “Bay
Ganyu” eseri bir roman mı yoksa bir öykü kitabı mıdır? Bulgar edebiyat bilimcileri,
yazarın kitabıyla ilgili bu türdeki sorulara değişik yanıtlar vermektedirler. Bu eser
Bulgar edebiyat eleştirmenlerini oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü Aleko
Konstantinov, öykü geleneğinde hiç bilinmeyen ve çok değişik bir yöntem seçmiştir.
Yazar öykü geleneğinden değil de Bulgar halk edebiyatında yer alan fıkralardan yola
çıkarak, Bulgar kısa öyküsüne yeni değerler kazandırmıştır. Bilindiği gibi İvan Vazov,
Konstantinov’dan önce yazmaya başlamış, ondan sonra da yazmaya devam etmiştir.
Ancak bazı edebi özellikler konusunda Aleko Konstantinov, Vazov’u geride bırakmayı
başarmıştır.
“Bay Ganyu”nun yayımlanması Bulgar edebiyat tarihi açısından çok önemli
bir olay olarak değerlendirilebilir. Bay Ganyu figürü eleştirmenlerin ilgisini çektiği için
yazarla ilgili yapılan hemen hemen her çalışmada Aleko Konstantinov’un Bulgar öykü
sanatına kazandırdığı özellikler irdelenmiştir. Birçok Bulgar eleştirmeni kitabın hangi
10 Konstantinov, A., Sıçineniya, tom 2, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1970, s. 81.
41
nesir türüne ait olduğu konusu üzerinde durmaktadır. Eleştirmen Boyan Penev gibi bazı
Bulgar edebiyat bilimcilerine göre bu kitap, edebi değeri olmayan feyletonlardan
oluşmaktadır. Tonço Jeçev (1929) ve Svetlozar İgov (1945) ise “Bay Ganyu” eserinin
bir tür roman olduğunu savunmaktadırlar. Çoğu Bulgar eleştirmeni, eserin bir öykü
kitabı olduğunu düşünmektedir. Aslında Konstantinov’un eserinin Bulgar kısa nesir
geleneğine ait olduğu kesindir. Bu nedenle işlenen konu bakımından incelenmesi
gerekmektedir. Yazarın kendisinin de, eserini öykü kitabı olarak adlandırdığının da
unutulmaması gerekir. Çünkü “Bay Ganyu”nun alt başlığı “Çağdaş Bir Bulgarla İlgili
İnanılmaz Öyküler”dir (“Neveroyatni razkazi za edin sıvremenen bılgarin”),
“Bay Ganyu” öykü kitabı, içerik ve biçim açısından Bulgar kısa öykü
geleneğinde yeni bir aşama sayılmaktadır. Eseri, Bulgar nesir geleneğinden farklı
özellikler taşıyan bir kitap olarak değerlendirenler arasında önemli araştırmacılar Dr.
Krıstyu Krıstev (1866-1919), Penço Slaveykov (1866-1912), Prof. Mihail Arnaudov
(1878-1975), ve Prof. İvan Şişmanov (1862-1928) da vardır. Eserin gelenekten farklı
olduğunu savunan Prof. Arnaudov 1927 yılında şunları yazmaktadır:
“Genelde Aleko Konstantinov, çağdaş yazarların hiç birinde bulunmayan
şiirsel görüşünü farklı bir yol ve farklı bir program aracılığıyla savunmaktadır. Bu
özellikleriyle, her zaman ilerici gençlerin sempatisini kazanacaktır. Aynı yoğunlukta
olmamakla beraber yaratıcılığı yeni edebiyatımızın değişmez başarısı olacaktır. Onun
edebiyatımızdaki yeri iki yazar kuşağı arasındadır; Vazov, Botev ve Mihaylovski’den
oluşan eski kuşak ile Yavorov, K. Hristov, Elin Pelin, P. Y. Todorov’dan oluşan yeni
kuşak arasında.... Bu yazarlardan hiçbiri karakter, üslûp ve hayal gücü açısından
Konstantinov’a yakın olmadığı için, kendisi Bulgar sanat dünyasında en orijinal sanatçı
olmuştur.”11
Yazarın çağdaşları olan edebiyat eleştirmenleri, ilk kez onun kısa
öykülerindeki yeni biçimi fark edip yazılarında bu konuda açıklamalar yapmışlardır. Dr.
Krıstev, kendisinden önceki Bulgar öykü geleneğinden yola çıkarak, eserindeki
11 Arnaudov, M., Aleko Konstantinov, sp. Bılgarska misıl, kn. 5, Sofya, 1927, s. 321.
42
olağanüstülüğün ve sıradışılığın varlığını belirtmiştir. Eleştirmen, bu değişikliği “özel
karakter” olarak adlandırılmıştır. Büyük şair Penço Slaveykov tarafından da fark edilen
bu değişiklik, edebi sürecin doğal bir öğesi olarak değerlendirilmemiş olsa da, Aleko
Konstantinov sayesinde Bulgar kısa öyküsü eski geleneğinden koparak yeni Bulgar kısa
öykü geleneğine doğru ağır ancak emin adımlar atmaya başlamıştır.
Öykülerde yer alan figürler ve düşünceler çok farklı ve alışılmışın dışında
olduğundan Bulgar edebiyat bilimcileri bu eserlere yeni bir nesir türü aramak zorunda
kalmışlardır. Dr. Krıstev, bu eserlerin yerinin kısa öykü ve feyleton arasında olduğunu
söyleyerek öykülere yeni bir isim vermekten kaçınmaktadır. Ancak Dr. Krıstev’in
vardığı en önemli sonuç, bu öyküleri Bulgar öykü geleneğinden farklı bir nesir türü
olarak değerlendirilmesiyle ilgilidir. Prof. Şişmanov ise eserin içerdiği yeni özellikleri
kabul edip yazarın eserlerini reddeden eleştirmenlere karşı çıkar:
“Söz, onun yapısından, üslûbundan, söz diziminden, kullandığı Rusça ve alt
üslûp düzeyindeki sözcüklerinden, inanılmaz olaylarından memnun değilsiniz; siz onun
yüksek bir kültüre sahip olduğunu reddediyor, yetersiz edebiyat eğitimi aldığını
düşünüyor, çevirilerinde yeterince estetik bir zevke sahip olmadığını söylüyorsunuz ve
böylece bir edebi eserin değerini oluşturan her şeyi eleştiriyorsunuz.”12
Yazarın kısa öyküleri, figür ve konu açısından birbirine bağlıdır ve bir
bütünlük oluşturmak açısından Bulgar edebiyatında ilk örnektir. Bu öyküler içerik
açısından olduğu gibi biçim açısından da gelenekten çok farklıdır. Eserlere yalnızca bir
göz gezdirildiği zaman da bu farklılık dikkat çekmektedir. Öyküleri ondan önceki öykü
geleneğinden olduğu için parçalara ayrılmamıştır. “Bay Ganyu Avrupa’dan Döndü” ve
“Bay Ganyu Rusya’da” adlı öyküler iki bölümden oluşturulmuş olsalar da bu öykülerin
her bir parçası kendi içinde bir bütün oluşturmamaktadırlar. Örneğin doğa betimlemesi
öykü parçasının yapısı içinde yer almadığı gibi öykü içinde de bir rol üstlenmemektedir.
Yazar, bu parçaları yalnızca konuya açıklık getirmek için veya iki öykü arasında
organik bir bağ oluşturmak için kullanılmaktadır. Anlatıcının açıklamaları bu öyküler
12 Şişmanov, İ.,Aleko Konstantinov ot edno novo gledişte, sp. Uçilişte pregled, kn. 8, Sofya, 1927 s. 1215.
43
içinde geniş yer kaplasa da, gelişmeyi geciktirmemektedir. Bulgar kısa öykü
geleneğinden farklı olan bu açıklamalar, doğrudan anlatılan olaylarla bağlantılı olduğu
için öyküyü daha anlaşılır yapmaktadır. Örneğin “Bay Ganyu Prag Sergisinde” adlı
öyküde Aleko Konstantinov konuya şu şekilde açıklık getirmektedir:
“Bazılarının abarttığımı, Bay Ganyu’yu karikatürize etmek amacıyla
anlattıklarımı süslediğimi düşünmemesi için şunları söylemek zorundayım. Ben bazı
ayrıntılara dahi yer vermiyorum. Çünkü şimdi bile bu ayrıntıları hatırladığımda kalbim
sıkışıyor.”13
Bu alıntı Konstantinov’u Karavelov’a ve Vazov’a ne kadar yaklaştırırsa
yaklaştırsın, aslında yazar farklı bir biçimde öykü içinde yer almaktadır. Örnek olarak
verilen bu öyküde ise yazar yalnızca alıntılanan sözlerle önümüze çıkmaktadır.
Öykünün dört bölümünde yazar gizlidir. Öykülerde yalnızca yazar veya anlatıcı için
ayrılmış özel bölümler olmaması çok önemli bir özelliktir.
Bulgar kısa öykü geleneğinden farklı olan “Bay Ganyu”da, yazarın bakış açısı
da farklıdır. Konstantinov, figür hakkında bazı şeyleri bilmesine rağmen, bilgisi her şeyi
kapsamaz. Bunu da açık bir biçimde hissettirmektedir. Öykü kitabının yapısı nedeniyle,
böyle bir bakış açısı olasıdır. Çünkü “Bay Ganyu”da yer alan öykülerin çoğu farklı
kişiler tarafından anlatılmaktadır. Böylece her figür odak figürle ilgili yalnızca gördüğü
veya duyduğu olayı aktarır. Bulgar öykü geleneği ve yazarın öyküleri arasında başka bir
fark daha vardır. Bu farklılık yazarın figüre olan yaklaşımına bağlıdır. Daha önce de
söylediğimiz gibi Karavelov’un figürü tamamıyla yazara bağlıdır. Vazov’un figürleri ise
biraz daha özgürdür, ancak yine de büyük ölçüde yazara bağlı kalmaktadırlar. Vazov,
figürlerine davranışlarıyla kendilerine gösterme olanağı tanısa da her zaman kendi
yorumuna ihtiyaç duymaktadır. Oysa Konstantinov, figürlerine çok farklı yaklaşmakta,
odak figür yazarın kontrolünden kurtularak ona karşı çıkmaktadır. Bu durum Bulgar
edebiyatında ilk defa uygulanmaktadır. Yazarın yarattığı bir figür, yazara nasıl karşı
çıkmaktadır? Bay Ganyu, yazarın düşünmediği şekilde hareket ederek, kendi yolunu
44
çizmeyi başarmıştır. Karavelov ve Vazov’un durağan figürleriyle karşılaştırıldığında,
Bay Ganyu sürekli gelişen bir figürdür. Onun figürü, yazarın istediği şekilde değil,
karakterine uygun biçimde davranmaktadır. Böylece de, Bulgar öykü geleneğine o
döneme kadar görülmemiş bir figür kazandırmıştır. Bay Ganyu figürü o kadar farklı ve
yazarın bile önceden kestiremediği özelliklerle karşımıza çıkmaktadır ki, yazar ondan
özür dileme ihtiyacını gizlememektedir:
“Senden de özür dilerim Bay Ganyu! Tanrı şahidimdir ki, yaşadığın olayları
yazarken hep iyi duygular içindeydim.Kalemim ne kin dolu bir eleştiri, ne nefret, ne de
düşüncesiz bir alay tarafından yönetiliyordu.”14
Bu alıntının önemi yalnızca öykünün genel yapısıyla ilgili değildir. Burada
kötüye doğru büyük bir hızla ilerleyen figür ve yazar arasındaki savaştan sonra figürün
zaferi çok açık bir biçimde ifade edilmektedir. Figür yavaş yavaş o kadar güçlenir ki
artık tam anlamıyla özgürlüğünü kazanıp yazarın kontrolü dışına çıkar. Karavelov’dan
başlayarak Konstantinov’a kadar süregelen Bulgar öykü geleneğinde yazar, figürünü
devamlı olarak devre dışı bırakarak olayları açıklamaktadır. Yani yazar sürekli olarak
figür ve okuyucu arasında yer alıp onları asla yalnız bırakmamakta, karşı karşıya
getirmemektedir. “Bay Ganyu”da ise yazar veya öykü içinde yer alan anlatıcı, öykünün
başında ya da öykünün sonunda kendini gösterir. Bu parçalar dışında, öykünün büyük
bölümünde figür ve okuyucu, yazardan bağımsız olarak karşılaşmaktadırlar. Öykü
kitabının macera dolu metni, okuyucunun dikkatini fazlasıyla çektiği için anlatıcı
tamamen unutulur. Yazar veya anlatıcı, öykünün sonunda kendini göstererek birkaç
sözle düşüncesini belirtmektedir:
(…)“Gruptan bir kişi:
“- Neden durdun be Vasil, devam et! dedi. – Ermolov’un olayını anlat...”
Vasil “Boş ver ya, tiksiniyorum” diye cevap verdi.”15
13 Konstantinov, A., Sıçineniya, tom 1, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1970, s. 32. 14 A.g.e. s. 132. 15 A.g.e.: s. 81.
45
Bu tür değerlendirmeler bazen öykünün başka bir yerinde yer aldığı gibi bazen
de hiçbir değerlendirme yapılmamaktadır (“Bay Ganyu İreçek’in Evinde”, “Bay Ganyu
Sarayda”). Yazarın kısa öyküsü yorumsuz bir öykü modeline doğru ilerlemektedir. Elin
Pelin, bu modeli daha sonraları tamamen geliştirmeyi başaracaktır. Sonraki bölümlerde
ayrıntılı olarak incelenecek olan Elin Pelin’in öykülerinde herhangi bir yorum yoktur.
Yazar sanki öyküyü okunduktan sonra şaşkın, kızgın ve korkmuşçasına okuyucunun
karşısına çıkıp “bildiğim her şey budur, yaşam budur” sözlerini eklemektedir. Aleko
Konstantinov, Elin Pelin tarafından geliştirilen bu öykü geleneğine doğru ilerleyen ilk
Bulgar öykü yazarıdır. Bu öykü modelindeki okuyucu-yazar diyaloğu öykü içinde
yapılmamaktadır. Diyalog, öykü okunduktan sonra başlar ve yalnızca okuyucunun
soruları ve yazar yerine okuyucunun verebildiği bazı cevaplardan oluşur. Yazar ise
sessizliğini bozmadan okuyucuya tekrar metne döndürür, çünkü cevaplar yalnızca
oradadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Aleko Konstantinov’un öykülerinde yazar,
okuyucu ve figür arasına açık bir biçimde girmemektedir. Yazarın yorumunu öyküde
bulamayan okuyucu figürlerle tartışmaya girerek, yine yazarın işlediği ana düşünceye
varmaktadır. Ancak artık okuyucu, yazar tarafından elinden tutulup düşünceye doğru
götürülmemektedir. Bu nedenle yazarın mizah sanatı eserlerinde çok önemli bir rol
üstlenmektedir. Yazarın mizahı, doğal, komik durumlardan ileri gelmektedir. Figür,
komik durumlarda kendi karakterini ve düşüncelerini açıklamaktadır. Figürün
karakteriyle ilgili meydana gelen değişiklikler yazarın yorumuyla değil, olay akışı
içinde kullanılan mizah veya hiciv aracılığıyla gösterilmektedir. Örneğin Bay
Ganyu’nun karakteri, Avrupa seyahati sırasında daha basit ve sevimli, Bulgaristan’a
döndüğünde ise çok daha karmaşık ve tehlikelidir. Bu değişiklik, olay akışı içinde belli
olmaktadır.
Figürün karakteri değişince, yazarın yaklaşımı ve anlatım tonu da
değişmektedir. Yani birinci bölümde kullandığı mizah dolu yaklaşım, ikinci bölümde
hicivsel yaklaşımla yer değişmektedir. Bu değişim de anlatıcının gözleri aracılığıyla
gösterilmez, okuyucu bu değişikliği tek başına fark eder. Konstantinov öykülerini
46
yazmaya başladığında ironiden öteye gitmemektedir. Ancak figür, yazardan bağımsız
olarak kendi şartlarını ortaya koyar ve yazarın onayı olmadan kendi yoluna devam eder.
Bu yeni bakış açısı, yeni düşünce hatta öyküleri birleştiren yeni yapı Aleko
Konstantinov’a kadar Bulgar edebiyatında görülmemiştir. Çağdaşlarının sorunlarına ve
sanat anlayışına yakın olan yazarın, yalnızca gelenekle yetinmesi olası değildir. Bu
anlayış doğrultusunda, Bulgar öykü geleneğine bağlı olan Todor Vlaykov, Mihalaki
Georgiyev ve İvan Vazov gibi yazarlara oranla Konstantinov büyük bir ilerleme
kaydetmiştir.
Bulgar kısa öyküsünün biçimsel gelişimi açısından, 90’lı yılların en önemli
öykü yazarı Aleko Konstantinov’dur. Vazov, 20. yüzyılın başlarında da çok iyi kısa
öyküler yazmaya devam etmiştir. Ancak konu ve geleneğin devamı açısından çok
önemli olsalar da Konstantinov’un kısa öykü biçimi açısından getirdiği yenilikler
olmasaydı yüzyılın başlarında Vazov’un yazdığı kısa öyküler bu kadar farklı
olamazlardı. Vazov gibi ünlü bir yazarın Aleko Konstantinov’un eserlerinden
etkilenmesi, bu yazarın sanatının önemini kanıtlamaktadır.
47
1.3. 20.YÜZYILIN BAŞINDAN KIRKLI YILLARA KADAR KISA
ÖYKÜ
19. yüzyılın 90’lı yıllarında nesir türleri arasında çok önemli bir yer alan,
yaşamın ailevi ve sosyal özelliklerini genelde gerçekçi biçimde yansıtan ve karmaşık iç
değişikliklere uğrayan Bulgar kısa öyküsünün, 20. Yüzyılın ilk yıllarında ve özellikle de
savaşlardan sonra yeni düşünce, konu ve içeriğe ihtiyacı vardır. Birinci ve İkinci Balkan
Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sırasında öykünün çekirdeğini oluşturan ahlâki
merkez bu dönemde artık yok olmuştur. Savaşlar arasında öykünün odak figürü olan
Bulgar köylüsü o kadar değişmiştir ki, savaşlardan sonra öykü yazan yalnızca yeni
yazarlar değil 90’lı yıllarda başlayan Anton Starşimirov, Elin Pelin ve Todor Vlaykov
gibi yazarlar bile eski köylü kahramanlarından vazgeçmektedirler.
20. yüzyılın başından 40’lı yıllara kadar süren dönem içinde kısa öykü alanında
değerli eserler veren beş grup yazar vardır. Birinci gruba yeni yüzyılın ilk yıllarında ün
kazanan Elin Pelin ve Georgi Stomatov gibi yazarlar dahildir. İkinci grupta yer alan
yazarlar, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce eser veren, ancak
savaşlardan sonra eserleriyle ün kazanan Yordan Yovkov, Georgi Rayçev ve Nikolay
Raynov’dur (1889-1954). Eylül Ayaklanması’ndan hemen sonra edebiyata giren
Svetoslav Minkov, Angel Karaliyçev ve Lyudmil Stoyanov gibi yazarlar üçüncü gruba
aittir. Dördüncü grupta yer alan yazarlar arasında Georgi Karaslavov, İliya Volen
(1905-?), Orlin Vasilev ve Emiliyan Stanev vardır. Beşinci gruptaki yazarlar, Yordan
Yovkov’un ölümünden (1937) sonra ilk öykü kitaplarını yayımlayan ve 40’lı yıllardan
sonra da öykü yazmaya devam eden Pavel Vejinov (1914-1983), Stoyan Daskalov
(1909-1985), Kamen Kalçev (1914- ) , Çudomir (1890-1967) gibi yazarlardır.
Daha önce belirtildiği gibi, Karavelov’un öykülerinin temelini ulusal düşünce
oluşturur. Bu yazardan sonra Bulgar kısa öykü geleneği, Bulgarların ulusal karakterini
ve psikolojik yapısını incelemeyi amaçlamaktadır. Bulgar öykü geleneğini devam
ettiren bütün yazarlar aile konusuna geniş yer vermektedirler. Ailenin günlük
yaşantısının öykü geleneğinin ana konusu olması, olayın geliştiği yeri ve figürün
karakterini de belirlemektedir.
48
19. yüzyılın 90’lı yılları ve 20. yüzyılın ilk yıllarında A. Konstantinov ve Elin
Pelin, kısa öykünün ana fikrinde önemli bir değişiklik gerçekleştirmektedirler. Bu iki
yazar, kahramanlarını sosyal açıdan inceleyerek sosyal konuyu öykülerinin ana konusu
yapmaktadırlar. Ancak L. Karavelov ve İ. Vazov’da olduğu gibi A. Konstantinov ve
Elin Pelin’de de ortak bir özellik söz konusudur. Her dört yazar da ataerkil ahlâka ve
maneviyata önem vermektedirler. Kısa öykü alanında 90’lı yıllardan başlayarak Elin
Pelin’in kısa öykülerine kadar devam eden ve ulusal-sosyal’den sosyal-ulusal niteliğe
doğru giden bir süreç yaşanmaktadır. Elin Pelin’in öykülerinin çoğunda bu süreç
görülmektedir. Yani eski ahlâk hâlâ vardır ve yazarlar genelde bu ahlâkı savunmak için
ortaya çıkan kötü şartları eleştirerek betimlemektedirler. Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra da Bulgar yazarları, ataerkil geleneğin normlarına bağlı kalmışlardır. Bu nedenle
öykülerde hem geçmiş, hem de yazarların yaşadıkları dönem vardır. Bu model, Yordan
Yovkov’un öykülerinde olduğu gibi Georgi Stamatov, Georgi Rayçev, Angel
Karaliyçev, Nikola Raynov’un öykülerinde de görünmektedir. Olaylar öykünün
yazıldığı dönemde gelişmiş olsalar da öykünün figürü/figürleri, iki ahlâki plan içinde
verilmiştir. İyilik kategorisi her zaman geçmişle, kötülük ise genelde yazarın yaşadığı
dönemle ilgilidir.
Kısa öykülerde işlenen dram, genelde kaybolan ahlâki düzen ve yeni ortaya
çıkan ahlâksızlık arasındaki çatışmadan kaynaklanmaktadır. Çatışma, figürün
vicdanında yansıtılmaktadır. G. Stamatov genelde figürünün dramdan sonraki
durumunu inceler. G. Rayçev ise bu drama ve onun trajik sonuna yer verir. A.
Karaliyçev’in öykülerinde yer alan figürler dünyanın değişmesinden acı duyarlar. Figür,
geçmişin değerleriyle yaşar, oysa çağdaş dünya çok farklı ve kötüdür. Bu dünyanın
geçmişi şu andaki durumuyla savaşmaktadır. İki zaman dilimi arasındaki farklılık ve
savaş en iyi bir biçimde Y. Yovkov’un öykülerinde yer almaktadır. Yovkov’un figürü,
geçmişi ile bugünü arasında kalmış bir kişidir. Yazarın figürü kendisiyle değil daha çok
ikili dünyayla savaşım içindedir. Geçmiş dünya, figürün anılarında, şimdiki dünya ise
gözlerinin önündedir.
Bu arada Bulgar kısa öyküsünün yapısı, yazarın pozisyonu ve düşüncesi de
değişmektedir. Birden fazla konu ve motif içeren kısa öyküler, ilk bakışta bazı
geleneksel öyküler gibi parçalara ayrılmış görünmektedir. Bu öykülerde bütünlük
49
oluşturan parçalar dikkat çekmektedir. Ancak onlarda, parçalara ayrılmış ve Vazov
tarafından en yüksek düzeye ulaştırılmış öykülerde görülmeyen yeni bir özellik vardır.
Bu dönemde yazılan kısa öykülerde, yazarın olaylara karıştığı bölümler yok gibidir.
Stamatov ve Rayçev gibi Yovkov da ilk iki kitabından sonra yazdığı öykü kitaplarında
figürlerinin arkasına gizlenmektedir. Elin Pelin ise “ben-anlatı”yi kullansa bile, bu
dönemin öykü geleneğine sadık kalarak figüre ve okuyucuya karşı mesafelidir. Bu
dönemde “ben-anlatı” çok yaygın olmasa da, Y. Yovkov’un “Antimov’un Hanında
Geceler” (Veçeri v Antimovskiya han”, 1928) ve Elin Pelin’in “Manastır Asmasının
Altında” (“Pod manastirskata loza”, 1936) adlı öykü kitaplarının yapısını oluştururken
kullanılmaktadır.
Bu dönemde öykü yazan Bulgar yazarları, anlattıkları şeylerin inandırıcı olup
olmadığı konusuyla çok fazla ilgilenmemektedirler. Onlar, okuyucuyu inandırmak için
açık bir biçimde öykü içinde yer alarak, olayın kaynağını veya kendi görüşlerini
göstermezler. Bunu sağlamak için Yovkov’un kitabında tamamlayıcı bir figür, Elin
Pelin’in eserlerinde dairesel anlatım, Rayçev’in öykülerinde ise motive edilmiş
duygular ve hareketler kullanılmaktadır. Öykü yazan Bulgar yazarları artık yalnızca
önemli olana değil ayrıntılara da önem verip yaşamın karmaşıklığını göstermek
amacındadırlar. Yaşam tarzı çok nadir olarak öykünün konusunu oluşturur ve yalnızca
olayla bağlantılı olarak gösterilir. 20. yüzyılın başından 40’lı yıllarına kadar uzanan
dönemde, Bulgar kısa öykü geleneğine A. Konstantinov tarafından kazandırılan,
birbirine bağlı öykülerden oluşan öykü dizisi kitabı modeli ve öykü yapısı
geliştirilmektedir.
Söz konusu öykü dizisi kitapları, birbirine bağlı öykülerden oluşup romana da
benzemektedir. Burada önemli olan özellik, dönemin yazarlarının kendi içinde
bütünlüğe sahip tek öyküler değil, birbirine bağlı öykülerden oluşan kitaplar
yazmalarıdır. Böylece yalnızca öykünün yapısından değil öykü dizisi kitabının
yapısından da söz edilmeye başlanmıştır. Yovkov bu yazma yöntemini “Koca Balkan
Efsaneleri”nden (“Staroplaninski legendi”, 1927) sonra yazdığı bütün kitaplarında, Elin
Pelin “Manastır Asmasının Altında”, Dobri Nemirov (1882-1945) ise “Ben Küçük Bir
Çocukken”de (“Kogato byah malık”, 1934) kullanmışlardır. Öyküler, eğer bir kitap
içinde odaklaştırılmamışsa, o zaman G. Rayçev ve S. Minkov gibi yazarların
50
eserlerinde konu aracılığıyla odaklaştırılmıştır. Rayçev’in eserlerinde bu odaklaşma
aşkın ve cinsiyetin gerçekleriyle, Minkov’un eserlerinde ise yaşam biçimi, karakterlerin
gerçek üstü yapı bozukluğuyla sağlanmıştır. Her Bulgar yazarı âdeta kendine özgü bir
dünya yaratmaya çalışmıştır. Özel ve orijinal bir konu aramak, başka yazarların yalnızca
Yovkov’a benzemek isteğinden kaynaklanmamaktadır. Söz konusu yenilik, kısa öykü
türünde bir gereklilik gibi değerlendirilmektedir. Bu gereklilik, insanın iç dünyasına ve
insan ilişkilerine olan ilgiden ileri gelmektedir. 20’li ve 30’lu yıllarda en büyük öykü
yazarları olan Yovkov, Elin Pelin, Karaliyçev ve Stamatov konularını bireyle dünya
arasındaki çatışmada aramaktadırlar. Sorun, figürünü içinde bulunsa da (genelde
Yovkov’da böyledir) başlangıç dış dünyada, yani figürün başka insanlarla olan
ilişkisindedir. Rayçev gibi başka yazarlar ise sorunu insanın içinde aramaktadırlar.
Dönemin öyküsündeki insan, bütün ayrıntılarıyla ve iç dünyasının bütün yönleriyle
işlenmektedir. Bu eğilim Birinci Balkan Savaşı’ndan önce, yani Elin Pelin’in ve
Stamatov’un eserlerinde görünse de tam anlamıyla Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
yoğunlaşır.
Kendi konusunu arayan bazı yazarlar, öyküleri birbirlerine bağlı öykü dizisi
kitabı modelinden olağanüstü bir şekilde yararlanabilmişlerdir. 20. yüzyılın başından
40’lı yıllara kadar süren dönem içinde kullanılan söz konusu öykü kitabı yapısı bu
yıllarda doruk noktasına ulaşabilmiştir. Kısa öykü türü ile Bulgar yazarları arasındaki
gelenek ve yeni öğeler öylesine kaynaşmıştır ki, o zamana kadar görülmemiş, farklı
edebi sonuçlar kaydedilmiştir.
Georgi Stamatov(1869-1942) dönemin ilk yazarıdır. 19. yüzyılın 90’lı
yıllarında yazarlığa başlayarak yaşamının sonuna kadar kısa öykü yazmıştır. Yaklaşık
elli yıl boyunca Bulgarların yaşamını inceleyen Stamatov, zamanla eleştirilerini
çoğaltmıştır. Her zaman öykü yazan sanatçı, subay ve askerlerin, memur ve aydınların,
tüccar ve sahtekârların, iflâs etmiş esnafların, köylülerin ve öğretmenlerin sorunlarıyla
ilgilenmiştir. Yazar, Bulgar öyküsü alanında oluşan değişikliklere çağdaş olarak kendisi
de bazı özellikler kazandırmayı başarmıştır.
Stamatov, her zaman görüşlerini belirten, açık bir biçimde eleştirel yaklaşımını
ortaya koyan bir yazardır. İlk kısa öykülerinden başlayarak, yazdığı son öykülerine
kadar yaşadığı dönemin sorunlarını inceleyerek sürekli Bulgaristan’ın geleceğinden
51
büyük bir endişeyle söz etmektedir. Yazarın kullandığı leitmotifler onun
vatanseverliğiyle ilgilidir; ona göre ahlâksız yaşam biçimi, vatana ihanet kadar kötüdür
ve her ikisinin de Bulgaristan’a karşı işlenmiş suçlar olarak değerlendirilmesi gerekir.
Stamatov’un ilk öyküleri Bulgar edebiyat bilimcilerinin dikkatini çekmiştir. Onlar,
yazarın orjinal üslûbunu hemen fark etmiş, daha sonra bu üslûba “telegrafik” üslup
adını vermiş ve bu özelliğin yazarın son öykülerinde de var olduğunu belirtmişlerdir.
Stamatov, 1905 yılında “Seçilmiş Belgesel Yazılar ve Öyküler. Cilt I.” (İzbrani
oçertsi i razkazi. Tom I.”), 1915 “Çizgiler. Öyküler.” (“Skitsi. Razkazi.”), 192-1930
yılları arasında “Öyküler. Cilt I-II.” (“Razkazi. T. I-II”), 1934’te “Toz Taneleri.
Öyküler.” (“Praşinki. Razkazi.”) adlı öykü kitaplarını yayımlamıştır. İlk ökülerini
yayımlar yayımlamaz eleştirmenlerin dikkatini çeken Stamatov, L. Karavelov ve İ.
Vazov’dan beri süregelen Bulgar öykü geleneğini sürdürmektedir. Bu iki yazarın
öykülerindeki gibi Stamatov’un öyküleri de öğretici (didaktik) bir anlam taşımaktadır.
Ancak Aleko Konstantinov’un ve Elin Pelin’in öykülerinin yazar için iyi birer örnek
oldukları da unutulmamalıdır. Daha zengin bir öykü geleneğinden yola çıkan Stamatov,
kısa öykünün bütünlüğü açısından ilerleme göstermektedir. Daha önce de belirtildiği
gibi Vazov’un öyküsü birkaç parçadan oluşmakta ve her parçanın ayrı bir merkezi ve
ayrı bir peyzajı bulunmaktadır. Stamatov’un kısa öykülerindeki parçalar, konu
bakımından birbirine bağlı olup ayrı konu merkezi ve peyzaj içermemektedir. Vazov’un
figürlerinden farklı olan bu yazarın figürleri, öykünün her bölümünde yer almayabilir,
çünkü Stamatov öykülerinde figürlerin bütün yaşamına değil, bazı önemli ayrıntılara yer
vermektedir.
Stamatov, kendisinden önce öykü yazan Bulgar yazarlarına göre daha az olay
akışına karışır, ancak kendi görüşünü gizlemez. Onun öykülerinde yer alan figür ve
düşünce arasındaki uzaklık gittikçe azalarak, düşünce figürün özelliklerini belirlemeye
başlar. Yazarın birçok öyküsünde (genelde 1919-1920 yıllarından sonraki öykülerde)
yer alan figürler gerçek dramlar yaşamaktadır. Stamatov’un figürü, durağan
pozisyonunu bırakarak gelişen karakter olarak kendini göstermektedir. Buna rağmen
figürün düşüncesi yazarın düşüncesidir, aynı zamanda figür, yazarın kontrolünden
kurtulamamaktadır. Yine de Stamatov’un figürlerinin, Karavelov ve Vazov’un
figürlerinden biraz daha özgür oldukları söylenebilir. Yazar, insanın özelliklerini olaylar
52
aracılığıyla betimlemektedir. Bu nedenle insan karakteri olaylardan daha büyük önem
taşıdığı için, yazar yalnızca olayları betimleyerek düşüncenin aşılamayacağını
düşünmektedir. İnsan karakterine büyük önem veren Stamatov’un çoğu öykülerinin
başlığı odak figürün adıdır. Örneğin “Larinov”, “Venski”, “Lida Druganova”,
“Narzanovi”, “Paladini”, “Kasinovi”, “Lalka ve Lili” gibi. Stamatov’un öyküsü aslında
figürünün canlı portresidir ve bu portrenin altında yazarın ve figürün düşüncelerini
içeren bir yazı yer almaktadır.
Figürlerin betimlenmesi açısından yazarın kullandığı diyalogun rolü çok
ilginçtir. Elin Pelin’in figürleri, öyküde yer alan olayın gelişmesi sırasında ve peyzajın
içinde kendi karakterini gösterirken, Stamatov’un figürleri diyalog aracılığıyla kendi
özelliklerini kanıtlamaktadır. Bu öykülerde yer alan diyalog, figürlerin mantığını ve
ruhsal durumlarını göstermektedir. Diyalog aracılığıyla Stamatov’un figürleri
prensiplerini ve ahlâki değerlerini sergilemektedir. Örneğin “Küçük Sodom” (“Malkiyat
Sodom”, 1920) adlı öyküde yer alan Sovçev figürü şu şekilde konuşmaktadır:
“İnsanlar yalnızca para ve ekmek için mi yaşar? Manevi yaşam ve manevi
eylemler de gerek. Hâlâ enerji doluyuz.” 1
Bunun yanı sıra Stamatov’un diyaloğu, olayların gelişmesini de sağlamaktadır.
Ondan önce eser veren Bulgar öykü yazarlarının diyalogları, figürün fiziksel ve
düşünsel özelliklerini içeren parçalardan oluşmaktadır. Stamatov’un diyaloğu ise
olayların gelişme yolunu da belirlemektedir. Diyaloglarda söylenenler hem figürün
düşüncelerini açıklar, hem de sonraki davranışları konusunda tahminlerde bulunmamızı
sağlar. Bu nedenle de Stamatov’un öykülerinde diyalog geniş ölçüde yer almaktadır.
Öykülerinin ana malzemesinin diyalog olduğu söylenebilir. Sık sık anlatıcı tarafından
aktarılan bölümler, yalnızca anlatımı süslemek için kullanılmıştır. Bu yöntem daha
sonra Yordan Yovkov tarafından “Koca Balkan Efsaneleri” (“Staroplaninski legendi”,
1927) adlı kısa öykü kitabında uygulanmıştır.
Daha önce belirtildiği gibi, Stamatov’un figürü yazarın düşüncesini
taşımaktadır. Ancak bu figür, düşüncesini ileri sürmemektedir. Stamatov’un figürü de
Aleko Konstantinov’un figürü olan Bay Ganyu gibi benimsediği düşünceyi olaylar
53
içinde sergiler ve karakter özelliklerinden dolayı dram yaşamaktadır. Dramlar aynı
zamanda onların karakterini değiştirmektedir. Dinamik olan bu figürler, zamanla
uğradıkları değişimden dolayı dram yaşamaktadır. Örneğin bayan Narzanova
(“Narzanova”, 1921) özgür ve ahlâka önem veren bir kişiliktir. Paladini (“Paladini”,
1920) ise sanata o kadar büyük önem verir ki sanki yaşamamaktadır. Sonrasında ise,
yaşamın eğlenceli taraflarını yeniden keşfedince, becerisini kaybedip müzikten
uzaklaşmak zorunda kalır. Figürün geçmişi ve bugünü, eski ve yeni şeyleri arasında çok
ender olarak uyum vardır. Eğer uyum söz konusu ise dram, kötü yaşamla yürütülen
savaşımdan kaynaklanmaktadır (“Küçük Sodom”). Bu savaşım sırasında her zaman
yeni koşullar zafer kazanmaktadır. Yordan Yovkov ve Georgi Rayçev’in figürleri de bu
çatışma ve zıtlık yüzünden acı duymaktadır. Yovkov’un geçmişi her zaman figürün
yaşadığı dönemi suçlamaktadır. Yovkov’un figürleri yaşadıkları döneme ait değillerdir,
daha çok geçmişe bağlıdırlar. Stamatov’un figürleri, değiştiklerinde de yaşadıkları
dönem içinde kalırlar. Onlar geçmişe ihanet ettikleri için dram yaşamaktadırlar. Bu
yorum Bulgar kısa öykü geleneği için bir yenilik sayılmaktadır.
Elin Pelin ve olgunluk dönemindeki Yordan Yovkov gibi Stamatov da
“Paladini” ve “Küçük Sodom” adlı öykülerinde yer alan olayları yalnızca izlemektedir.
Yazar öykülerin son bölümlerinde kendini figürlerin karakteri arkasına gizlemeye çalışır
ve bu bölümlerde de hemen hemen varlığı hissedilmez. Geleneksel kısa öyküden farklı
olarak o, öykünün son bölümünde değerlendirme yapmaktan kaçınmaktadır. Örneğin
“Küçük Sodom” adlı öykünün sonundaki ölüm sahnesi Stamatov’un yorumuyla
desteklenmiştir:
“Gözleri önünde olan bir şey ışık gibi parladı, sonra dönerek söndü... Piyano
sesini kesti.” 2
Bulgar kısa öykü geleneğinde, buna benzer yorumsuz sonlar, Stamatov’dan
önce yalnızca Elin Pelin’in öykülerinde görülmektedir.
Stamatov, insanları suçlamayı, olayları değerlendirmeyi sever, ancak
Karavelov veya Vazov gibi okuyucunun desteğini hiçbir zaman aramaz. Bazen yazarın
1 Antologiya na bılgarskiya razkaz, tom 1, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1984, s. 207. 2 A.g.e. s. 212.
54
yaklaşımı figürün yaklaşımıyla aynıdır, ancak yazar figürün düşüncesini kabul etse de
gereken uzaklığı korumayı başarmıştır. Stamatov, yazarın bakış açısı konusunda
genelde kısa öykü geleneğine sadık kalmaktadır, onun bakış açısı içtendir. O, yalnızca
yaptığı değerlendirmeleri daha tarafsız sunmayı başarmak konusunda gelenekten biraz
ileriye gitmektedir. Kısa öykülerinde anlatıcıya ayrılan bölümler orjinal denecek kadar
farklı özellikler taşımaktadır. Bu nedenle tüm Bulgar edebiyat bilimcileri, yazarın
Bulgar öykü geleneğine önemli yeni özellikler kazandırdığı konusunda görüş birliğine
varmışlardır. Stamatov aynı zamanda yazar-figür arasında olan ilişki konusunda da
önemli adımlar atmıştır.
Stamatov’un hemen ardından gelen Georgi Rayçev (1882-1947) ise, 1918
yılında yayımlanan ve “Ovadaki Aşk” (“Lyubov v poleto”) adını taşıyan ilk kitabıyla
hiçbir ilgi uyandırmamıştır. Onbir öykü içeren bu kitap, yazarın gerçek potansiyelini
göstermediği gibi, bundan sonra sürekli işleyeceği konuları da içermemektedir. Rayçev,
bundan sonra yayımlayacağı bütün kitaplarında farklı bir yazar olarak kendini
göstermektedir. Bu kitaplarında yazar, dikkatini yaşadığı döneme çevirip güncel
konuları ele almaktadır. Birinci kitabında var olan mizahın yerini acı dolu bir hümanizm
almaktadır. Bunun yanı sıra “Ovadaki Aşk” kitabının öyküleri oldukça kısadır, daha
sonra yazdığı öyküler ise daha uzundur.
Rayçev, ilk öykü kitabını Bulgar öykü geleneğine uygun bir biçimde
yaratmıştır. Ama herhangi bir başarı kaydetmedikten sonra, hep bu öykü geleneği dışına
çıkmak istemiştir. Örneğin Bulgar öykü geleneğinde genelde köylü tipler betimlenirken,
köyde doğup büyüyen Rayçev, hep kent, kasaba ve burada yaşayan insanları kaleme
almıştır. Çağdaşları olan Elin Pelin ve Yordan Yorkov genelde insanın yaşadığı dış
dünyayı da betimlerken, Rayçev yalnızca insanın iç dünyasıyla ilgilenerek psikoanalitik
bir yaklaşım benimsemektedir. Bulgar öykü geleneğinde insan hep doğayla iç içe olarak
betimlenirken, yazar en iyi öykülerinde yalnızca figürlerin iç dünyasının üzerinde
durmaktadır. Çoğu Bulgar yazarını ilgilendiren ulusal konular, varoluş sorunu, Rayçev
tarafından farklı bir biçimde ele alınır. Yazar için önemli olan bu sorun değil, onların
insan ruhunda bıraktığı izlerdir. Bu yorumuyla Rayçev, orijinal bir yazar olarak haklı
bir ün kazanmıştır.
55
Daha önce de belirtildiği gibi birinci öykü kitabından sonra daha uzun öykü
yazmaya başlayan Rayçev, 1923 yılında “Öyküler. I. Kitap” (“Razkazi. Kniga I.”), 1931
yılında da “Paralarla İlgili Efsane” (“Legenda za parite”) adlı kısa öykü kitaplarını
yayımlar. Bunun dışında çocuklar için çok sayıda öykü ve masal yazar. Kısa öyküleri,
sayı bakımından çok fazla olmasa da Bulgar nesir türünün gelişmesi açısından önemli
sayılmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi Rayçev’in figürü kasaba veya kentte yaşar.
Bulgar öykü geleneğinde yaygın olan köylü insan tipini reddeden yazar, geleneksel
öykü yapısından kurtulma yollarını da aramıştır. Rayçev’in aradığı daha karmaşık öykü
yapısının, figürlerin karmaşık iç dünyasına daha uygun olduğu kesindir. Yazar, yeni bir
öykü yapısını ararken, Elin Pelin’den sonra fazla kullanılmayan “ben-anlatı”ya
dönmüştür. Bu yazma biçimini yeğleyen Rayçev, okuyucuyla doğrudan iletişim
aramakta, onunla samimi olmaya çabalamaktadır. Örneğin “Bilinmeyen Adam”
(“Neznayniyat”) adlı öyküde yazar okuyucuya böyle hitap etmektedir:
“Bu adam kimdi? Ne benim ne de arkadaşlarımın böyle bir isimden haberimiz
vardı. Adres formunda çok az ve önemsiz bilgiler vardı: Küçük bir taşra kasabasında
doğmuştu, kırkiki yaşındaydı, teknik eğitim almıştı. Yaptığı işle ilgili bölümde“
çalışmıyor” sözcüğü vardı; şimdiye kadar kentte yaşamıştı, adını duymadığımız yabancı
bir sokaktan buraya taşınıyordu. Gördüğünüz gibi bunlar, sokakta rastladığımız her
adama ait olabilirdi.” 3
Yazarın ele aldığı ilginç olaylar oldukça çabuk gelişerek, okuyucunun ilgisini
çekmektedir. Rayçev, seçtiği olayların örgüsünü öylesine oluşturmuştur ki, hem olaylar
arasındaki mantık bağını korur, hem de en ilginç noktaları ön plana çıkarır. İnsanların
yaşadığı iç dramı yeni bir biçimde işlemeye çalışan yazar, Bulgar nesir türünde fazla
kullanılmayan bir anlatım şekli olan “iç monoloğu” geliştirebilmiştir. Örneğin sözü
edilen “Bilinmeyen Adam” adlı öykü bir iç monologla başlamaktadır:
“Belli bir zaman önce eski arkadaşım olan lise öğretmeni X’in yanında
oturmaktaydım. Bu evde dört kişi yaşıyorduk. Arkadaşım, karısı, arkadaşımın çatı
katındaki küçük bir odada oturan erkek kardeşi ve ben. Ancak kısa bir süre sonra erkek
3 Rayçev, G.: İzbrani tvorbi, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1982, s. 80.
56
kardeşi taşraya gittiği için arkadaşım gazetelere bir ilan verdi: “Yaşlı, sakin bir bay
için mobilyalı oda kiralıktır.”4
20. yüzyılın 20’li yıllarında yazdığı ve 1923 yılında yayımladığı öykülerin
konusu, hep kentte yaşayan insanlarla ilgilidir. Karmaşık iç dünyalarıyla ilgi çeken,
kentlerde yaşayan yazarın aydın çağdaşları “Bilinmeyen Adam” (“Neznayniyat”),
“Delilik” (“Bezumiye”), “Günah” (“Gryah) ve “Lina” gibi öykülerin figürleridir.
Rayçev söz konusu eserlerinde figürlerin hırslarını ve duygularını
incelemektedir. Köyden kente gelen ve kent yaşamına bir türlü uyum sağlayamayan
insanlar, ardarda suç işleyecek kadar değişirler. “Bilinmeyen Adam”, “Lina”, “Rüyalar”
(“Sınovideniya”), “Korku” (“Strah”) adlı öykülerde anlatılan suçlar, önceden düşünülüp
planlanmamış, sinirli bir anda işlenmiştir. Rayçev’e göre bu tür suç işleyen insan asla
suçlu değildir. Yazarın kahramanları, suç işlemeden önce olduğu gibi, suç işledikten
sonra da ahlâki değerlere sahiptirler. İnsanlar, suçları istedikleri ve zevk duydukları için
değil, yapmak zorunda oldukları için işlemektedirler. Rayçev, öykülerinde suçun sosyal
nedenini incelemez. Kendisi için önemli olan bu suça doğru itilen figürün yaşadıklarıdır
ve onları incelemeyi tercih eder. Rayçev, suçu ve suç işleyen insanı ayrıntılı bir biçimde
kaleme almayı amaçlamaz, çünkü yazar için önemli olan insanı suça götüren yoldur.
Onun bütün figürleri suç işledikten hemen sonra pişmanlık duymaya başlarlar.
Rayçev, işlenen suçu gösterebilmek için hem suçun işlendiği anı, hem de
figürü o ana götüren yolu anlatır. Böylece Vazov ve Karavelov’un eserlerinde olduğu
gibi Rayçev de geriye dönerek olayları uzun uzun açıklamak ihtiyacını duyar.
Öykülerinde yer alan olaylar, sık sık zaman açısından geriye dönük bir anlatımla
işlenmektedir. Figür, genelde olayları anımsayarak okuyucuyu o kritik ana doğru
götürür. Rayçev’in kullandığı yeni yöntemler sayesinde duygusal gerginlik artmaktadır.
Bu yöntemler ilk bakışta önemli olmayan ve sık sık tekrarlanan ayrıntılar olarak
görünebilir. Örneğin bu ayrıntılar “Delilik” adlı eserde astsubayın sıtma nöbetleri,
“Korku”da ise herkesin dikkatini çeken bayan Vetka’nın gür saçlarıdır. Rayçev’in
öykülerinde rastlantının yeri çoğu zaman önemli bir role sahiptir. Rayçev için doğanın
herhangi bir önemi yoktur. Figürlerinin görüşlerine göre doğa, onların acılarını ve
4 A.g.e.: s. 80.
57
duygularını paylaşmayan, her zaman var olan bir olgudur. “Günah” ve “Ölüm”
öykülerindeki olaylar köyde gelişir, ancak anlatımda doğa hemen hemen hiç
hissedilmemektedir. Figürlerin yorgun psikolojisi doğaya sığınmaz ve ondan güç almaz.
Hayvanlarla ilgili öykülerinde ise doğanın rolü farklıdır. “Kara Çakal”, “Küçük Kurt”
(“Vılçeto”, 1937), “İnsan ve Tilki” (“Çovekıt i lisitsata”, 1942) adlı öykülerde yazarın
en iyi doğa betimlemeleri yer almaktadır. Burada anlatıcı gizlenmiştir ve ön planda
doğa ve doğa yasalarına uygun olarak yaşayan hayvanlar vardır.
Öyküleri için Bulgar edebiyatında örnek bulamayan Rayçev, Belçikalı,
Norveçli, Polonyalı ve Rus yazarlardan esinlenmiştir. Bunlar arasında J. Rodenbach
(1855-1898), Knut Hamsun (1859-1952), Pşibişevski (1868-1927) ve Dostoyevski gibi
yazarlar vardır. Rayçev hem öykülerinin kompozisyonuyla, hem de psikoanalitik
yaklaşımıyla Bulgar öykü geleneğine yeni özellikler kazandıran orjinal bir yazardır.
Onun öyküleri sosyal bir zemin üzerinde insan psikolojisini inceleme çabasının bir
devamı olarak değerlendirilebilir.5
Bu dönemin en önemli öykü yazarlarından biri de Angel Karaliyçev(1902-
1972) dir. Karaliyçev, henüz ilk öykü kitabı olan “Çavdar” ile (“Rıj”, 1925) bir yazar
olarak en önemli özelliklerini göstermiştir. Bu ilk öykü kitabı, yazara Bulgar
edebiyatında Yovkov gibi büyük bir yazarla karşılaştırılacak kadar ün kazandırmıştır.
İlk olarak şiir yazmaya başlayan Karaliyçev, 1923 yılında Bulgaristan’da yaşanan
“Eylül Ayaklanması”ndan etkilenerek bu şiirsel ve hüzünlü öykülerini yaratmıştır.
Doğal ve şiirsel bir üslûp kullanarak sıradan insanları öykü kahramanı yapan yazar, ilk
bakışta üslûbunun ve konularının basit olduğu izlenimini bırakmaktadır. Ancak öyküleri
ayrıntılı bir biçimde incelendiğinde gerçekte basit ve geleneksel olmadıkları anlaşılır.
Karaliyçev, Bulgar öykü sanatında yapı ve figür açısından o kadar büyük değişiklikler
yapmıştır ki bunlar Svetoslav Minkov’un figür ve konu açısından yaptığı değişikliklerle
karşılaştırılabilir. Karaliyçev’in yapıtları arasında “Çavdar” adlı öykü kitabı büyük ilgi
toplamıştır ve çeşitli yorumlara neden olmuştur. Eser, yapı ve şiirsellik açısından o
dönemin Bulgar nesriyle uyumlu değildir. “Çavdar” ne Yovkov’un realist hümanizmini,
ne Rayçev’in psikoanalitik yaklaşımını ne de Svetoslav Minkov’un diabolistik (şeytani)
yönünü izlemektedir.
5 Bkz. Reçnik na bılgarskata literatura, tom 3, izd.. BAN, Sofya, 1982, s. 186.
58
Nesir alanında deneyimi olmayan; ancak kusursuz betimleme yeteneğine sahip
bir yazar tarafından kaleme alınmış “Çavdar” başlıklı öykü kitabı, çağdaş yazarların
oluşturduğu dönemin öykü geleneğinin dışına çıkmaktadır. Karaliyçev’in, daha çok iç
monolog şeklinde yazılan öyküleri, şiirsel oldukları için okuyucu üzerinde büyük bir
etki yaratmaktadır. Yazarın çoğu öyküsü şiir ve düz yazı, masal ve öykü sanatlarının
orjinal bir karışımı sayılmaktadır. Bu nedenle de eserlerinde yer alan bir türün nerede
başladığı ve nerede bittiğini belirlemek oldukça zordur.
Yirmiiki yaşında olan genç bir yazar tarafından yazılmış olmalarına rağmen
“Çavdar’da yer alan öykülerin yapısı geleneksel değildir. Bu farklılık ilk bakışta bile
görülmektedir. Öykü figürü, öykünün başında ortaya çıkıp kendinden söz etmeye başlar.
‘Ben-anlatı’yla yazılan öyküler, yazarın önsözünü içermemektedir. Figür, anlatıcı
tarafından anlatıldığı durumlarda da herhangi bir açıklama yapılmadan
betimlenmektedir. Öykülerde yer alan isim, yer ve olaylar okuyucu tarafından
biliniyormuş gibi anlatılmaktadır. Vazov, Elin Pelin ve Yovkov’un eserlerinde yer alan
tanıtım bölümü, Karaliyçev’in öykülerinde yoktur. Herhangi bir açıklama yapılmadan
doğrudan başlayan bu öyküler, bir olayın, bir konuşmanın veya bir anın parçasıymış
gibi algılanır. Aynı zamanda öyküler bir bütünün parçasıymış gibi hissedilir.
Karaliyçev’in en iyi öyküleri, doruk noktasına ulaşan bir heyecan veya bir coşkuyla
başlar. Yazar genelde bu heyecanın ve coşkunun başlangıç nedenini vermez. Geleneksel
Bulgar öyküsünde yer alan olay, öykünün ana fikrini göstermek için kullanılan en
önemli unsurdur. Karaliyçev’in öykülerinde yaşanan coşku, geleneksel Bulgar öykü
sanatındaki olayın yerini almaktadır. Yani burada coşku merkezi olaydan daha
önemlidir. Bu nedenle bir süre sonra okuyucu ne bir olay, ne de olay zincirini
hatırlayabilir. O, yalnızca olaylardan fışkıran heyecanın ve coşkunun etkisi altında
kalmaktadır. Yazarın öykülerinde yer alan girişler, öyküyü bir bütün olarak oluşturacak
şiirselliğin en önemli motifini belirlemektedir. Örneğin “Rosen’in Taş Köprüsü
(“Rosenskiyat kamenen most”) adlı öykü bu şekilde başlamaktadır:
“- Günahkâr olup olmadığımı bilmiyorum ki, anneciğim!
- Anlat oğlum...
- Ne anlatayım?
59
- Üç yıldan beri yatakta yatıyorsun. Uzun bir kervan gibi üç yaz
geçip gitti. Bu üç yaz pencerenin ardında geçti. Pencereden içeri baktı. Vişne
ağacı üzerindeki karatavuk kuşunun yavruları öttü. Vişne ağacı da üç defa
meyvesini verdi. Elini uzatıp da meyve koparmadın.”6
“Çavdar’dan sonra yazılan “Varlık” (“İmane”, 1927) ve “Yalan Dünya”
(“Lıjoven svyat”, 1932) adını taşıyan kitaplarındaki öykülerde de genellikle coşkunun
yeri, olayın yerinden daha önemlidir. Tarihi olaylar içeren coşku, önemli bir rol
üstlenmektedir (örneğin “Georgi Kratovçeto” ve “Tatar Han” öyküleri). Sözü edilen bu
iki öykü kitabında yer alan öykülerin yapısı, ilk kitabının öykü yapısından daha
karmaşıktır. Daha önce de belirtildiği gibi “Varlık” ve “Yalan Dünya” öykülerinde,
olaylar daha geniş yer almaktadır. Ancak şiirsellik ve coşku “Çavdar”da olduğu gibi
önemlidir. Karaliyçev, olayların doruk noktasına ulaştığı durumlarda işlemektedir.
Yazar için önemli olan, olayın çözülmesinden biraz önceki durumdur ve onun üzerinde
durulmaktadır. Örneğin “Yalan Dünya”nın odak figürü Momçil, Edirne’ye doğru
giderken karısı tarafından aldatılacağı düşüncesi içini kemirmektedir. Geri dönen
Momçil düşündüğü şeyin doğru olduğunu görür. “Varlık” öyküsünün odak figürü
Nenko, gurbete gitmeye hazırlanırken, annesi onu Odaite köyüne gitmemesi için uyarır.
Annesini dinlemeyen Nenko o köye gidip orada bir kızla evlenir. Ancak evlendiği kız
onun kızkardeşidir. Eğer şiirsellik, öykü içinde yer almasaydı konular çok yapay ve aşırı
duygusal görünürdü. Figürün duygularının olay üzerinde o kadar büyük etkisi vardır ki,
öykülerde yer alan fantastik konular bile inandırıcı bir hale gelmektedir. “Vırbitsa’lı
Gruyço Dede” (“Dyado Gruyço ot Vırbitsa”), “Sakat Lazar” (“Lazar Kriviya”) gibi
öykülerinde, olayın merkezi coşku merkezinden daha ağır bastığı için, sanatsal açıdan
bu öyküler pek çok özelliklerini kaybetmişlerdir.
Karaliyçev’in öykülerinde yer alan mecaz ve romantik öğeler, sanatsallığın
sürekli özellikleri sayılmaktadır. Yazarın gerçek amacı, okur üzerinde merhamet ve
bağışlama duyguları uyandırmaktır. Uyum ve adalete inanan Karaliyçev’in hayal
dünyasındaki iyilik ve bağışlama, kaba kuvveti yok edebilir. Hıristiyanlık ise sonsuz
olan ve hiç zedelenmeyen bir hüküm olarak kabul edilir. Yazarın yaklaşımı
Hıristiyanlık anlayışıyla bağlantılıdır. Bu nedenle Karaliyçev’in protestosu, sessiz ve acı
60
dolu bir yalvarıştan ibarettir. Yazarın figürleri, sık sık olası olmayan işleri yapmaktadır.
Örneğin “Tel” (“Struna”) adlı öyküde figürler perilerle görüşür ve evlenirler. Halk
edebiyatından alınmış bu özelliklere rağmen yazar, figürlerin gerçek olduklarını
inandırmayı başarır. Yovkov’dan farklı olan Karaliyçev, figürlerinin ahlâk kurallarına
karşı çıkmalarına izin vermemektedir. Bu nedenle onlar birer kahraman değildir.
Figürleri, sıradan olanı, herkes tarafından kabul edileni benimsemiş ve yerleşik kuralları
aşmış insanlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Onlar, ahlak kurallarını çiğnemeden aşk
ve namus haklarını korumaktadır. Sonuç olarak bu figürler kahramanlık gösteren değil
büyük acı çeken kişilerdir.
Karaliyçev’in “figür – yazar – okuyucu” üçlüsü arasında kurduğu ilişki, Bulgar
öykü geleneğinde var olan ilişkiden çok farklıdır. Yazar ve figür, sürekli okuyucuya
yakın olmaya çalışırlar. Acıma duygusu aracılığıyla, yazarın figürle, yazar ve figürün
ise okuyucuyla olan yakınlaşması hiçbir zaman aşırı duygusal boyutta değildir.
Karaliyçev, figürlerin sınırlı dünyasını ve küçük sorunlarını betimlerken ne kadar
duygusal olursa olsun, ataerkil normlar dışına çıkmamaktadır. Böylece yazarın yaşama
olan genel yaklaşımı romantik olsa bile ayrıntının gerçekliği tamamen korunmaktadır.
Bu ayrıntılar, öykünün gerçekçi olduğu izlenimini bırakır. Karaliyçev, okuyucuyla olan
uzaklığı azaltmaya çalışarak 20. Yüzyılın 20’li yıllarında Bulgar öykü geleneğine yeni
bir özellik kazandırır; yazar ve figür tarafından düşüncenin götürüldüğü şiirsel bir öykü
modeli (“razkaz-impresiya”) yaratır. Bu öykü modelinde yer alan yazar, ne figürlerin
arkasına gizlenir, ne de figürün yerine olayları sunar. Bunlarda yazar ve figür, sürekli
bir bütün olarak düşüncelerini göstermeye çalışırlar. Onlar, yalnızca insanın
çocukluğunda var olan dünyayla ilgili görüşlerini okuyucuya kabul ettirmeye
çalışmaktadırlar.
Karaliyçev’in kitaplarında anlatılan dünya öylesine kurulmuştur ki, suçlu olan
herkes mutlaka cezasını çekmektedir. Bu öykülerde trajedi, suçsuz insanların acı
çekmesinden kaynaklanır. Acı çekmek, bu insanların kaderidir ve onları avutmak için
yazar hiçbir şey söylemez ya da yapmaz. Karaliyçev’in öyküleri Bulgar halk
edebiyatından etkilenmiştir. Bu öyküler masal ve efsane arasında yer alır, düz yazıda
yazılmış şiirlere benzer ve şiirler gibi konularıyla değil duygularıyla dikkat
6 Antologiya na bılgarskiya razkaz, tom 1, izd. Bılgarski pısatel, Sofiya, 1984, s. 451.
61
çekmektedirler. Bulgar halk edebiyatı, bu öykülerin yapısını ve özellikle de figürün
öyküye girme şeklini belirlemiştir. Masallarda kullanılan “Bir varmış bir yokmuş”
(“İmalo edno vreme...”) formülü, Karaliyçev’in öykülerinde figürün öykünün başında
doğrudan sahneye çıkması şeklinde uygulanmıştır. Ancak tüm benzerlik bununla
bitmektedir. Bundan sonra masal ve öyküler arasındaki farklılık kendini gösterir. Bulgar
halk masallarında olaylar önemli bir yer alırken, yazarın eserlerinde duygu ve coşku
konudan daha önemlidir. Böylece bu öyküler, bir taraftan masala benzerken, diğer
taraftan figürlerin doğal duygularını içermek açısından masaldan farklıdır.
Dönemin hiç kuşkusuz en orijinal yazarı Svetoslav Konstantin Minkov(1902-
1966) dur, Kendisinden önce yaşayan tüm Bulgar yazarlarından oldukça farklı bir
yazardır. Çağdaş Bulgar eleştirmeni ve akademisyen Prof. Dr. Svetlozar İgov bu konuda
şunları yazmaktadır:
“Mistisizme ilgi duyan eski tarz zevk, Svetoslav Minkov’da beklenmedik bir
şekilde modern bir biçim almakta. İlk önce Alman ekspresyonizminin ve Bulgarca
çevirilerini yaptığı Gustav Meyrink’in etkisinde kalan Minkov, daha sonra başka
yazarları taklit etmekten vazgeçer. Böylece Bulgar nesrine çok orjinal bir anlatım
biçimi sunar.”7
Minkov’un ilk kitabı olan “Mavi Krizantem. Öyküler” (“Sinyata hrizantema.
Razkazi”, 1922) de Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra moda olan diabolizmin
izleri görülmektedir. Yazar, 1920’li yılların sonlarına doğru konularını ve yazma şeklini
öylesine değiştirir ki, eleştirmenler etkilenmiş olabileceği bir Bulgar yazarından söz
edemezler. Minkov, 1944 (sosyalist rejimin Bulgaristan’da yönetime geldiği yıl)
yılından sonra yayımladığı gezi notlarındaki üslûp ve yazma yöntemleriyle yine
eleştirmenleri şaşırtmıştır. Bu farklılıklara karşın yazarın öykülerinde geleneksel
özellikler de yer almaktadır.
Birinci öykü kitabını yazarken başka yazarlardan etkilenen Minkov, diabolistik
nitelikli öyküleri tercih etmektedir. Bu öykülerde ana konular ölüm ve dehşettir. İlk
öykülerini bu şekilde yazan genç yazar olağanüstü olgulara büyük ilgi duyar ve
olağanüstü olguların etkisini özellikle arar. “Mavi Krizantem” adlı öyküde yer alan
62
kumarbazlardan biri, kendisine hatıra kalan değerli eşyasını kaybedince ölür, diğeri
aklını kaybeder, üçüncü kumarbaz ise büyük bir korku yaşar. Bu tür öykülerde yer alan
insan, çabuk kırılan, kötü şartlara karşı savaşamayan, hatta savaşmak istemeyen zayıf
bir kişilik olarak betimlenmiştir. Minkov’un birinci kitabındaki öykülerin çoğu “ben-
anlatı”yla yazılmıştır. Öykülerin giriş, gelişme ve sonuç bölümleri gerçekçi görünse de,
temelinde olağanüstü bir olay yatmaktadır. Böylece kötülüğün yok edilmediği
düşüncesi ön plana çıkar. Gerçeklikle karışan fantastik olgular her şeyi etkisi altına alır.
Minkov’un bir yazar olarak en önemli özelliği büyük,orjinal ve sınırsız bir düş
gücüne sahip olmasıdır. Bu güç, ilk önce diabolist teorilerine bağlı kalsa da zamanla
özgün ve orjinal bir şekilde kendini göstermiştir. Yazarın bu orjinal düş gücü, bazen
halk inanışlarına başvursa da, genelde yaşadığı dönemden beslenmektedir. Minkov,
1922 yılında yayımladığı ilk kitabından sonra 1928’de “Gölgelerin Oyunu” (“İgra na
senkite”), 1931’de “Son Fenerin Yanındaki Ev” (“Kıştata pri posledniya fener”),
1932’de “Robotlar. Olağanüstü Öyküler” (“Avtomati. Neveroyatni razkazi.”), 1934’te
“Röntgen Gözlü Kadın. Öyküler” (“Damata s rentgenovite oçi. Razkazi”), 1936’da
“Kirpi Derili Öyküler” (“Razkazi v taralejova koja”), 1942’de “Maymun Gençliği.
Öyküler.” (“Maymunska mladost. Razkazi”), 1950’de “Amerika’dan Gelen Paket.
Öyküler ve Feyletonlar” (“Kolet ot Amerika. Razkazi i feyletoni”) vb. öykü kitaplarını
yayımlamıştır. Minkov, “Gölgelerin Oyunu” adlı kitabında yer alan öykülerde daha çok
çağdaş konuları işleyerek, yavaş yavaş fantastik yaratıkları ele almaktan vazgeçer ve
hiciv türünde eserler vermeye başlar. Bu geçiş, en iyi biçimde “Son Fenerin Yanındaki
Ev”. “Robotlar”, “Röntgen Gözlü Kadın” ve “Kirpi Derili Öyküler” adlı eserlerde
görülür.
Minkov öykü dışında gezi notları ve feyleton türünde eserler de yazmıştır;
ancak yetenek ve becerisini genelde kısa öykü alanında gösterir. Yazar, Bulgaristan’da
ve başka ülkelerde (örneğin Amerika) var olan gerçeklerle ilgilenerek Aleko
Konstantinov’un yazınsal savaşını sürdürmektedir. İşlediği konular bakımından Bulgar
öykü geleneğinin dışına çıkarak daha çok makineleşme ve otomatikleşme sırasında
ortaya çıkan insanların bazı sorunları üzerinde durmaktadır. Minkov, ünlü Çek yazarı
Karel Çapek’ten (1890-1938) etkilenerek “robot” konusunu Bulgar edebiyatında ilk
7 İgov, Sv.: İstoriya na bılgarskata literatura 1878-1944, izd. “Prof. Marin Drinov”, Sofya, 1995, s. 372.
63
defa ele alan yazardır.8 Yazarın figürlerinin geçmişi olmadığı için öykülerde geçmiş ve
yaşanan an ile ilgili birsorun yaşanmaz. Onun figürleri hiçbir acı duymadan
geçmişlerini unutup kendilerini iş yaşamına vermektedirler. Yazarın eserlerinde
Stamatov, Yovkov ve Rayçev’in öykülerinde olduğu gibi yaşam ve ölüm konuları
işlenmektedir. Minkov’un figürleri daha çok birer tüketici olarak yaşamın
güzelliklerinden ve ona sunduklarından nasıl daha iyi yararlanacakları sorunuyla
karşılaşmaktadırlar. Böylece sözü edilen yazarlardan farklı olarak çağdaşlarının
yaşadığı dönemi geçmiş aracılığıyla eleştirmeyen Minkov, insanın elde ettiği şeyleri ve
hayalleriyle dönemini eleştirir.
Yazar yavaş yavaş ilk öykülerinde üstlendiği pozisyonu değiştirerek, yani
figürlerin arkasına gizlenmekten vazgeçerek, Bulgar öykü geleneğinde varolan bir
yönteme başvurur. “Gölgelerin Oyunu” ve “Son Fenerin Yanındaki Ev” adlı
öykülerinde yazar-okuyucu uzaklığını azaltmaya başlar, “Röntgen Gözlü Kadın”,
“Robotlar”, ve “Kirpi Derili Öyküler” adlı kitaplarında bu uzaklık tamamen yok olur,
okuyucu da diyalogda ve olaylarda yer alan bir kişiye dönüşür. İlk Bulgar öykü
yazarlarının yaptığı gibi Minkov da olaylara doğrudan karışmaya başlar. Daha sonra
“Made in U.S.A.” adı altında yayımlanan “Amerikalı Yumurta” adlı öyküsü profesörün
çalışma odasının betimlenmesiyle başlamasına karşın birdenbire bu betimleme yazarın
sesiyle kesilmektedir:
“Aslında modern bir öykü, bay profesörü sporcu değil de dahi bir bilim adamı
olarak tanıtacak bir olaydan oluşuyor, o zaman bütün bu ayrıntılar tamamen gereksiz.
İşte böyle,o halde şimdi dinleyin!” 9
Birkaç cümleyle profesörün özelliklerini anlattıktan sonra yazar “İşte böyle, o
halde şimdi dinleyin!”10 sözlerini ekleyerek öykünün başladığını haber vermektedir.
Yazarın varlığını göstermek için örnek verilen bu bölüm, aslında üslubun önemli bir
özelliğidir. Her şeyi bilen ve gören yazarın rolünü üstelenen anlatıcı, okuyucuyla sohbet
etmeyi istemektedir. Bu anlatıcı, figürün her hareketinden sonra kendini gösterir ve
herşeyi okuyucuyla paylaşır.
8 Bkz. A.g.e.: s. 373. 9 Minkov, Sv.: İzbrani proizvedeniya, tom 1, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1962, s. 29. 10 A.g.e.: s. 29.
64
Daha önce belirtildiği gibi bu yöntem, Bulgar kısa öyküsünün kurucu olan
Lyuben Karavelov’un öykülerinde de vardır. Ancak Minkov, öykü geleneğinde olduğu
gibi değil, farklı bir şekilde bu yöntemi kullanarak kısa öyküye yeni özellikler
kazandırmayı başarmıştır. Bu öykülerde, Karavelov’un didaktik önerilerinin yerini,
ironi alır. Minkov’un amacı, düşüncelerini okuyucuya aktarmak değil ortaya koymaktır.
Düşünceler, sürekli olarak okuyucuyu uyaran bir anlatıcı tarafından gösterilmektedir.
Minkov okoyucuyu elinden tutarak kurnazca bir yüz ifadesiyle onu kendisinin yarattığı
hayal dünyasına götürmektedir. Bu dünyada gerçek ve gerçek dışı şeyler vardır. Ancak
önemli olan gerçek olup olmadıkları değil, yazarın güldürme sanatıdır. Minkov,
okuyucuyu yalnızca gösterilmeye ihtiyaç duyan sessiz bir figür değil, olaylarda ve
yazarın sohbetlerinde yer alan aktif bir figür haline getirmektedir:
“Postacı, birkaç gün önce bana Amerika’dan gelen bir mektup getirdi. (...)
Şaşkınlığımı düşünebiliyor musunuz? Amerika’dan gelen bir mektup! (...) Bu mektubun
kimden olduğunu tahmin edebilir misiniz? Size niye soruyorum ki? Sanki siz
Amerika’da, kaderin tuhaf bir cilvesi sonucunda, uzun yıllardan sonra bana haber
gönderen bir halam olduğunu nerden bileceksiniz ki ?”11
Karavelov ve Vazov’un gazete diliyle yazılmış açıklayıcı bölümleri yerine,
Minkov’un öykülerinde yazar ve okuyucu arasında geçen karşılıklı konuşmalar vardır.
Bu önemli özellik yazarın 30’lu yıllarda yazdığı “Amerikan Yumurtası”, “Aşkın
Simyası” (“Alhimiya na lyubovta”) gibi en iyi öykülerinde yer almaktadır. Bu durum,
yazarın amaçlı olarak çağdışı olan yazarlardan uzaklaşmaya ve Elin Pelin’den önceki
kısa öykü geleneğine yakınlaşmaya çalıştığını göstermektedir.
Minkov, anlatılan olayın inandırıcı olup olmadığı konusuyla ilgilenmez. Çünkü
yazarın figürü, karakterini bu olay içinde göstermektedir ve zaten önemli olan da budur.
Aynı zamanda yazar, olayın gelişme süreci içinde kendini gösteren bilimsel düşüncenin
tutarsızlığını kanıtlamak amacındadır. Bu amaçla Minkov hicvin sunduğu olanaklardan
yararlanmaktadır. Söz konusu özellik, yalnızca Amerikan yaşamıyla ilgili öykülerde
değil, geleneksel konular işleyen öykülerde de görülmektedir. Yazar 30’lu yıllarda
yazdığı eseriyle, geleneksel Bulgar kısa öyküsünde yer alan anlatım biçiminin önemini
azaltmaktadır. Öykülerinin yapısı, figürleri, konuları, yıllarca kullanılan yazma şekliyle
11 A.g.e.: s. 73-74.
65
alay etmektedir. Alaycı bir yaklaşım içinde olan Minkov, eski özellikleri sıra dışı
bırakarak süper modern konu ve düşünceler sunmaktadır. Böylece ulusal öykü
geleneğinden tamamen koptuğu konusunda yanlış bir izlenim bırakmaktadır.
Yazar, alay ve güldürme sanatıyla, eski öykü modelinin uygulamasına karşı
çıkmaktadır. Yeni yapı ve içerik öneren Minkov, Bulgar kısa öykü geleneğinden gelen
bütün özellikleri yok etmemiştir. Karavelov tarafından ortaya çıkarılan ve Vazov’da en
yüksek düzeye ulaşan parçalanmış öykü modeli Minkov tarafından “Son Fenerin
Yanındaki Ev”, “Robotlar”, “Röntgen Gözlü Kadın” ve “Kirpi Derili Öyküler” adlı
yapıtlarıyla yok edilmiştir. Minkov Bulgar yazarların arasında son olarak geleneğin bu
öykü modelinden bazı özellikler almış ve ilk olarak geçmişe başvurmadan çağdaş
yaşamı göstererek dönemini betimlemeyi başarmıştı
Bulgar edebiyatı dışında da tanınan ve özellikle öykü türünde verdiği eserlerle
ünlenmiş en önemli Bulgar yazarlarından biri de hiç kuşkusuz Elin Pelin (1877-1949)
dir. Elin Pelin adı,Sofya’ya bağlı Baylovo köyünde doğan Dimitır İvanov Stoyanov’un
takma adıdır. İlk ve orta öğrenimini Baylovo’da tamamlayan Elin Pelin, lise öğrenimine
Zlatitsa, Panagürişte ve Sofya’da birkaç farklı lisede devam eder. Dersleri iyi olmadığı
ve yaramaz bir öğrenci olduğu için 1895 yılında okulunu terk edip köyünde öğretmenlik
yapmaya başlar. 1896 yılında yeni açılan ressamlık okulunun sınavına girer, ancak
kazanamaz. 1896/1897 öğretim yılında daha önceden okuduğu ve Sofya’da bulunan
Birinci Erkek Lisesi’ne dönse de sınıfta kalır. 1897-1898 öğretim yılında Sliven
(İslimiye) şehrinde, lise öğrenimini tamamlayama çalışır ancak bu başarısızlıktan sonra
köyüne döner.
Okulda başarısız olan Elin Pelin çok fazla kitap okur ve 1899 yılında kesin
olarak edebiyatla uğraşmaya karar verir. Yazarın ilk eseri, 1895 yılında yayımladığı
“Sevgili Vatan” (“Milo e oteçestvoto”) adı kısa öyküdür. Elin Pelin 1897 yılında
yayımladığı “Sessiz Kederler” (“Tihi tıgi”) adlı şiirini, ilk defa Elin Pelin takma adıyla
imzalar. Bu takma adıyla kısa bir süre için ün kazanan sanatçı, Çer-Çemer(Kapkara)
Gorka, gorçitsa vb. takma adları da kullanmıştır. Kullandığı takma adlar konusunda
1922 yılında bir sohbet esnasında Elin Pelin şunları söylemektedir:
66
“Gençliğimde ressam olmayı düşlediğim için yazdığım şiir ve öykülere hiçbir
önem vermiyor, onları her türlü takma isimle imzalıyordum veya hiç
imzalamıyordum.”12
1898-1899 yıllarında doğduğu köyde yaşayan Elin Pelin, yazarlığının olgunluk
dönemini oluşturan kısa öykülerinin ilk örneklerini yaratmaktadır. Bu kısa öyküler “Yel
Değirmeni” (“Vetrenata Melnitsa”), “Allah’ın Belası” (“Napast Bojiya”), “Misafir”
(“Gost”), “Baştan Çıkarma” (“İzkuşeniye”) ve “İlkbahar İhaneti” (“Proletna izmama”)
adlı eserleridir. Elin Pelin bu öykülerini yazarken, o dönemdeki seçenekler arasında
yaygın olan halkçı ve sosyalist düşünceleri paylaşmaktadır. 1899 yılının sonbaharında
Sofya’ya yerleşen yazar, artık yalnızca edebiyatla uğraşmaktadır. Aynı zamanda para
kazanmak için “Tırgovski vestnik” (“Tırgova Gazetesi”) gazetesinde çalışır,aynı
zamanda “Dnevnik” (Günlük) gazetesinin muhabirliğini de yapmaktadır. Bulgaristan’ın
Milli Eğitim Bakanı olan ünlü edebiyat eleştirmeni ve akademisyen Prof. İvan
Şişmanov (1862-1928), edebi çalışmaları için gereken zamanı sağlamak amacıyla 1903
yılında Elin Pelin’e Sofya Üniversitesi’nin kütüphanesinde kadro verir ve Eylül 1906 -
Mayıs 1907 tarihleri arasında Fransa’ya görevli olarak gönderir. 1908 yılında
Sofya’daki Halk Kütüphanesi’nde çalışan yazar, Birinci Dünya Savaşı sırasında
“Voenni İzevstiya” (Savaş Haberleri) gazetesi ve “Oteçestvo” (Vatan) dergisinde yazar
olarak görevlendirilir. 1926-1944 yılları arasında İvan Vazov Müzesinde çalışan yazar
“Bılgaran”, “Razvigor”, “Veseluşka”, “Svetulka”, “Slınçogled”, “Pıteda” vb. gazete ve
dergilerde çalışır. 1940 yılından sonra Bulgar Bilimler Akademisi’nin üyesi,yine aynı
yıl Bulgar Yazarlar Birliği’nin başkanı seçilir. 1949 yılında 75. Yıldönümü ülke çapında
kutlanır. Aynı yıl Sofya’da vefat eder.
Elin Pelin, kısa öykülerinin en önemli bölümünü Balkan Savaşları ve Birinci
Dünya Savaşı’ndan önce yazmıştır. Daha sonra yazdığı en değerli öykü kitabı “Manastır
Asmasının Altında”dır. (1936). Çocuklar için yazdığı öykü ve masalları,
otobiyografileri ve feyletonları, uzun öyküleri göz önünde bulundurulmazsa, yazdığı
kısa öykülerinin sayısı o kadar fazla değildir. Elin Pelin en iyi kısa öykülerini 1938
yılında “Yaz Günü” (“Leten den”) ve “Leylek Yuvası” (“Ştırkelovo gnezdo”) adlı iki
kitap halinde toplayıp yayımlamıştır. Yazar, 3 Mayıs 1949 tarihinde genç yazarlar için
12 Georgi, Ts.: Elin Pelin, İstoriya na bılgarskata literatura, tom 3, izd.BAN, Sofya, 1970, s. 774.
67
verdiği “Nasıl Yazıyorum” adlı konferansı sırasında “Hiçbir zaman yazar unvanı için
kendimi hazır hissetmemişimdir”13 şeklinde kendisinden söz etse de, özellikle kısa
öyküleri sayesinde Bulgar düzyazısının en iyi klasiklerinden biri olmuştur.
Elin Pelin’in ilk ve olgunluk dönemi öyküleri arasında, büyük fark vardır.
Yazar büyük bir adım atarak, ilk öykülerine yeni ruh, yeni konu ve yeni kahramanlar
vererek tam anlamıyla farklı eserler yaratmayı başarır. Yazarın Balkan Savaşları’na
kadar yayımlanan öyküleri, genelde ‘ben-anlatı’yla yazılmıştır. Bu öyküler Bulgar öykü
geleneğinde olduğu gibi bütünlük oluşturan birkaç parçadan oluşur ve birkaç olayı
kapsar. Peyzaj, yalnızca gelişen olayların konusunu oluşturur, diyalog ise figürlerin iç
dramını açıklayan bölümler haline gelmemiştir. Elin Pelin, ilk öykülerinde İ. Vazov’a
ve T. Vlaykov’a o kadar çok benzemektedir ki, onlardan yalnızca deneyimsizliği
açısından ayırt edilebilir. Yani “Kito”, “Todor ve Rada” (“Todor i Rada”) gibi ilk
öyküleri Elin Pelin’in ne kadar iyi bir yazar olacağını göstermemektedir. Elin Pelin,
Karavelov, Vazov, Çehov, Gorki ve Maupassant gibi yazarlardan14 etkilenmiş olsa da
en çok Bulgar halk edebiyatının etkisinde kaldığı bir gerçektir. 19. yüzyılın 80’li yılları
genç yazar için en önemli konu kaynağıdır. Bu nedenle öykülerinde, hiçbir zaman
memur veya aydın bir kişi tasvir edilmemektedir. Yazar, Bulgar halk edebiyatından
yararlanırken en çok fıkra ve masallara başvurmaktadır.
Lyuben Karavelov, İvan Vazov ve Todor Vlaykov’la karşılaştırılacak olursa
Elin Pelin, okura sunmak istediği düşüncelerine en uygun konuyu seçmektedir. Yazarın
bazı öykülerinde önemli parçalar öylesine ustaca seçilmiştir ki, bunlara benzer örnekler
ne ondan önceki, ne de sonraki Bulgar öykü geleneğinde vardır. Öykü yapısında yer
alan bütün parçaların bu yapı içinde önemli rolleri vardır. Elin Pelin’in öykülerindeki
parçalar, ister peyzaj, ister monolog, ister diyalog olsun, hiçbir zaman yalnızca konuya
hizmet etmemektedir. İlk bakışta öykülerin geleneksel parçalardan oluştuğu görülse de,
aslında Elin Pelin bunu aşmaya ve öykülerine başka bir yapı bulmaya çalışmaktadır.
Böylece yazar Karavelov, Vazov ve Vlaykov’un devam ettirdiği gelenekten dışarı
çıkarak yeni ve çok farklı bir şey ortaya koymaktadır. Elin Pelin’in öykü parçalarının
yapısı açık olup öykülerin gelişmesi devamlı ve amaçlıdır. Öykülerin bu açık yapısı, en
verimli dönemi sayılan 1903-1912 yıllarıyla bağlantılıdır. Bu açıdan en mükemmel
13 İgov, Sv.: İstoriya na bılgarskata literatura 1878-1944, izd. “Prof. Marin Drinov”, Sofya, 1995 s. 198. 14 Bkz. a.g.e.: s. 194.
68
örnekler “Diğer Dünya’da” (“Na onya svyat”, 1902) “Yaz Günü” (“Leten den”, 1903)
“Andreşko” (1903) vb.gibi öykülerdir. Yazarın öykülerinde yer alan konunun, devamlı
bir gelişme içinde gösterilmesi bu şekilde sağlanmıştır. Elin Pelin olayın yalnızca
önemli olan parçalarını seçer, peyzajına gelenekten farklı bir fonksiyon verir, öykülerini
destansı değil şiirsel, öykü parçalarını da genel değil somut yapar.
Daha önce de belirtildiği gibi, İvan Vazov’un öykülerinin oluşturduğu
parçaların da kendi konu odağı vardır. Vazov’dan farklı olarak, Elin Pelin’in öykü
parçaları, kendine ait konu odağı ve kendine ait ortama sahip değildir. Elin Pelin bu
nedenle öykü geleneğinden farklı olarak öykülerini bir odak noktası etrafında
kurmaktadır. Böylece yazar, kısa öykü yapısını birleştirmektedir. Gelenekten gelen ve
tek başına bir bütünlük oluşturan parçanın yok olması, yani öykü parçalarının birbiriyle
birleşmesi, öykü yapısının elemanlarının üstlendiği amaçları da değiştirmektedir. Elin
Pelin, öykünün konusunu, peyzajını, diyaloğunu değiştirdiği gibi, “yazar–figür“
ilişkisini de değiştirmektedir.
Elin Pelin için anlatılan olay, yani işlenen konu öykünün doruk noktasıdır.
Geleneksel Bulgar öyküsünde konu, sık sık birbirinden bağımsız birkaç motiften oluşan
bir ana konu olarak işlenmektedir. Örneğin Karavelov, “Neda”, “Soka”, “Hacı Niço”
öykülerinde işlediği ana fikri birkaç olaydan çıkarır ve bu olaylar arasında yalnız bir
tanesi, figürlerin kaderi için çok büyük önem taşır. Vazov ise “Yotso Dede Bakıyor”,
“Geliyor mu?” adlı öykülerindeki fikrini bir dizi olay “Peyzaj” ve “Vasititsa” da ise
yalnızca bir olay aracılığıyla açıklamaktadır. Elin Pelin’in öykülerinde genelde bir konu
yer alır. Elin Pelin’in, konuyu öykünün odağı haline getirmesinin, figürlerin tasviriyle
de ilgisi vardır. Anlatılan olay genelde öykü içinde gelişmektedir. Eğer olay ondan önce
olmuşsa, o zaman yazar figürün dış veya iç tasvirini daha yavaş ve daha çok sözcüklerle
yapmaktadır. Elin Pelin figürünü olayın gelişmesi sırasında tasvir etmeyi sevmektedir.
“Andreşko”, “Kurnaz Adam” (“Hitrets”, 1904), “İlkbahar İhaneti” (“Proletna izmama”,
1904) adlı öykülerde olduğu gibi figürlerin karakter tasviri olayın gelişmesi içinde
gösterildiğinde, öyküler okuyucunun gözleri önünde olan bu sahneler ve çizilen
tablolara dönüşmektedir. Sözü edilen öykülerin figürleri geçmişlerini anımsamazlar,
yazar da geçmişinden söz etmez, buna rağmen bu küçük öykülerde bile figürlerin
karakterleri çok iyi bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
69
Belirtildiği gibi Elin Pelin’in öykülerinde, öyküye konu edilen olayın önemi
çok büyüktür. “Andreşko”, “İglika” (1906), “Kurnaz Adam”, “Suç” (“Prestıpleniye”,
1904), “İlkbahar İhaneti”, “Nane Stoiçko’nun Söğüt Ağacı” (“Nane Stoiçkovata vırba”,
1912), “Mutsuzluk” (“Neştatsiye”, 1905), “Baştan Çıkarma” (“İzkuşeniye”, 1902)
“Öğretmenin Ruhu” (“Duşata na uçitelya”, 1915), “Saban Çizisinde” (“Nabrazdata”,
1904), “Dul Adam” (“Vidovets”, 1904), “Lepo” (1905), “Totka” (1935), “Avukat”
(Advokat”, 1904), “Oğul” (“Sin”, 1922), “Değirmenin Yakınında” (“Kray vodenitsata”,
1903), “Yel Değirmeni” (“Vetrenata melnitsa”, 1902) vb.Yani Elin Pelin’in bütün
klasik öyküleri, hatta kaynağı bir efsaneye dayanan “Manastır Asması Altında” ve
“Ben, Sen, O” (“Az, ti, toy”, 1933-1935) adlı kitaplarındaki öyküleri bile olay odaklı
öykülerdir. “Yaz Günü”, “Çamur” (“Kal”, 1903), “Hayalperesetler” (“Meçtateli”, 1910)
gibi öyküler biraz farklı kurulmuş olsalar da yine Elin Pelin’in bu modelinin
versiyonları sayılmaktadır. Ancak bu belirtildiği zaman bir şey unutulmaması gerekir.
Öykünün odağı olay olsa da; olay, portreleri, karakterleri, peyzajları, diyaloglara
birleştiren bir öğe olsa da, öykü sadece olayları kapsamaz. Çünkü böyle bir şey olsaydı,
anlatılan olaylar fıkra dışına çıkmamış olacaktır. Yani yazarın öykülerinde fikirler de
vardır, insanların iç dünyaları çok iyi bir biçimde olaylar içinde açıklanmaktadır. Elin
Pelin, olaydan etkilenerek yazmaya başlamaktadır. Yani konuya büyük önem vererek
onu öykünün odak noktası yapmaktadır. Yazar, çağdaşı olan Yordan Yovkov’u
eleştirirken, bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamaktadır:
“… Yovkov’un başka bir eksiği daha vardır. Öykülerinde çoğu zaman merkez
yoktur. (...) Örnek olarak “Beyaz Güller” öyküsünü alın. Burada kahraman kimdir?
Gönüllü asker mi? Öykünün merkezi nerede? Belli oluyor ki, akşamdan kalmış,
dökülmüş güllerin süpürülmemiş olması bu merkezdir, bundan yazar etkilenmiş
olmalıdır, ancak süpürülmemiş güllerle ilgili an, anlatımın devamlı çıkışlar ve dönüşler
yaptığı merkeze dönüştürülmemiştir.”15
Karavelov ve Vazov’un öykülerinde yer alan konular arasındaki bağ, ortak
düşünceden kaynaklanmaktadır. Yazar “Ataman” adlı öyküde, Stoyan tarafından
anlatılan olayın yanı sıra ayrıntılı bir biçimde Batı Bulgar dağlarını da tasvir etmektedir.
Karevelov’un sık sık yaptığı yorumlarla konu bölünür, buna rağmen düşüncesi parçaları
15 Kazanciyev, Sp. Sreşti i razgovori s Yordan Yovkov, izd.Bılgarski pisatel, Sofya, 1980 s.33.
70
birleştirir. Bu öykü modeli Vazov, Vlaykov ve Georgiev tarafından bir ölçüde
uygulanmaktadır. Örneğin “Yotso Dede Bakıyor” adlı öyküde yer alan Vazov’un figürü
Yotso Dede, yazarın şiirsel girişinden sonra ortaya çıkabilir. Ana konuya geçmeden
önce bu yazarlar, figürün öyküye girişini hazırlamaktadırlar. Elin Pelin, bu tür girişleri
tamamen bırakır, doğrudan olarak konuya girer, figürün hemen ortaya çıkıp harekete
geçmesine izin verir. Yazar ilk bir veya iki cümlede zamanı, yeri, figürü veya figürleri,
figürlerin hareketlerinin amaçlarını vermektedir. Örneğin “Dul Adam” öyküsü şu
şekilde başlamaktadır.
“Kutsal Pazar gününde sabahın erken saatinde yabancı bir köylü, orman
içindeki Brestak köyünün kilise sokağından geçti, sopanın yardımıyla küçük su yolunu
atladı ve şaşkın bir ifadeyle köyün merkezinde bulunan geniş meydanda durdu.”16
Öykünün başladığı bu tek cümle, zaman, yer, kahraman ve olayın başlangıcını
içermektedir. Buradan figürün bir şey aradığını ve aradığı o bir şeyin sayesinde
entrikanın başladığını görmekteyiz :
“İşte, üç yıl yabancı toprakları dolaştıktan sonra Lipo,köyüne döndü.
Yalınayak, baldırlarının kalın olmasından dolayı yırtılmış dar polis pantolonu içinde,
gömlek giymiş (...) Lipo İskır ırmağının kıyısında yürüyor ve çıplak ayaklarını güneşten
kızmış yolun üzerindeki un gibi yumuşak ve kalın toz tabakasına ağır ağır vuruyor, toz
duman kaldırıyordu.”17
Burada figür, figürün köye dönüşü yani entrikanın başlangıcı sayılan dönüş,
yer ve coşkulu ortam ortaya çıkmaktadır. Yazarın öykülerinde yer alan figür her zaman
konuya bağlıdır. “Suç” adlı öykünün odak figürü Lipo, kendi kaderini belirlemeye
çalışsa da aslında son söz konuya verilmiştir, çünkü Elin Pelin değiştirmek için değil,
onları inandırıcı kılmak için kullanmaktadır. Böylece gerçek yaşam, öykünün sonunu
şekillendirir ve gösterir, figür ise yalnızca önceden belirlenmiş rolünü üstlenir. Bu
konuda yazar şunları söylemektedir:
16 Pelin Elin., Sıbrani sıçineniyaa, tom 2, izd. Bılgarski pisatel, Sofya, 1958, s.65. 17 A.g.e.s.123.
71
“İnsanın, kahramanlarını konuya uygunlaştırması gerekir. Kahramanlar,
konuyu inandırıcı yapmak için gereklidir.”18
Büyük Bulgar yazarı Elin Pelin, Aleko Kostantinov’un konu ve yapı açısından
geliştirdiği sanat prensiplerini devam ettirerek genişletmektedir. Konstantinov gibi Elin
Pelin de kısa şekilleri tercih ederek yazarın yorumları yerine gerçek yaşamı sunmayı
tercih etmektedir. Konstantinov, farklı anlatıcılar kullansa da Bay Ganyu ile ilgili
olarak kendi yorumlarına yer verirken, Elin Pelin geleneksel-didaktik ve gazeteci
üslûbundan tam anlamıyla kurtulmaktadır. Artık Elin Pelin’in öykülerinde betimlenen
olayların gelişmesi tam anlamıyla objektiftir. Geleneksel olan “başlangıç – doruk
noktası – sonuç” öykü şeması yazar tarafından sık sık ihlâl edilir. Bazen olayın
başlangıcı öykü dışında olur, ancak bundan öykü yapısı zarar görmez. Örneğin
“Andreşko” adlı öyküdeki olayın gelişmesi arabacının icra hakimiyle görüşmesinden
sonra başlar; oysa bu görüşme sırasında Andreşko icra hâkimiyle onu köye kadar
götürmesi konusunda anlaşmaktadır. Elin Pelin Aleko Konstantinov’dan, yazarın
pozisyonunu; yani bakış açısını da almıştır. Elin Pelin’in anlatıcısı, her şeyi bilen bir
anlatıcı değildir. Bu anlatıcı figürlerle ilgili her şeyi bilmez. Yazarın posizyonu yazar-
okuyucu ilişkisini de değiştirir. Burada yazar yalnızca olayları olduğu gibi kaydeder,
okuyucuya yorum yapmaz, ona tasviyelerde bulunmaz. Okuyucu öyküyü okuduktan
sonra yazara sorularla başvursa da, yazar susar ve bu suskunluktan çıkarılan tek anlam
“yaşam budur” sözcüklerinden ibarettir. Yazar, Yovkov gibi tam anlamıyla yok olmasa
bile varlığı okuyucu tarafından hissedilmez.
Elin Pelin, Aleko Konstantinov’un yapı modelini uyguladıktan ve
genişlettikten sonra şöyle bir öykü yapısı ortaya çıkarmaktadır. Yazarın konuları çok
kısadır, olayların gelişimi genelde ileriye dönüktür. Elin Pelin’in figürleri konuya
bağlıdır ve yazar hiçbir zaman olaylara karışmamaktadır. Yazar, önemli olan olayı
tercih edip, onu öyküsünün odağı yapmaktadır. Aynı zamanda yazar, bazen klasik öykü
modelini kullanmaz, bu nedenle öyküyü doruk noktasıyla başlatabilmektedir. Onun
konuları açık, ciddi ve kısadır.
18 Panova, İ., Vazov, Elin Pelin, Yovkov, Maystori na razkaza, izd.Naradna prosveta, Sofya, 1988, s.18.
72
Elin Pelin, Bulgar öykü geleneğinde ilk defa peyzajın öyküdeki fonksiyonunu
değiştirmektedir. Yazarın peyzajında yer adı verilmemektedir, bu yer sadece hissedilir.
Vazov’un doğa tasvirlerinde ise her zaman yer isimleri verilir. Elin Pelin, doğayı tasvir
ederken çok serbest bir yaklaşım sergilemektedir. Onun peyzajlarında gerçek ortamdan
çok az şeyler vardır. Yazar peyzajlarını yalnızca olayın geliştiği yeri ve ortamı
göstermek için değil, daha çok olayın ruhunu göstermek ve olayın coşkulu yansımasını
vermek için peyzaja başvurmaktadır. Elin Pelin’in öykülerinde peyzajı inceleyen ünlü
Bulgar edebiyat eleştirmeni İskra Panova’ya göre, yazarın peyzajı “olayın ruhu” dur.19
Ona göre Elin Pelin’in peyzajları yazarın okuyucu inandırmak için konuşmalarından
(bunu Elin Pelin çok nadir olarak yapmaktadır) daha büyük bir edebi değere sahiptir.
İskra Panova şöyle demektedir:
“Bu nedenle öykünün yapısı içinde Elin Pelin’in peyzajı Vazov’da olduğu gibi
olayların geliştiği yer değişmelerini takip etmekten çok, duygunun ve yaşanan şeylerin
değişmelerinden sonra yer almaktadır. Peyzaj, “içsel olan şeyin” bulunduğu yerdir ve
yazarın konuşması gerektiği zamanda kendini gösterir.”20
Elin Pelin’in öykülerinde peyzejlar öykünün başında daha geniş yer almış ve
şiirsel bir giriş sağlamak amaçlanmıştır. Ancak çoğu öykülerde bu peyzaj öykü boyunca
devam eder ve Vazov’un kullandığı yorumların rolünü üstlenir. Daha önce de
söylendiği gibi Vazov, insanları, olayları ve başka şeyleri yorumlar, bu rolü başka hiç
kimseye ve hiçbir şeye bırakmaz. Elin Pelin ise bu yorumu kendisi yapmadığı için, bu
görevi peyzaja verir ve bu nedenle peyzajlar o kadar derin anlamlar içermektedir. Bu
durumda okuyucu, susan bir yazar ve konuşan peyzajlarla karşılaşır. Böylece Elin
Pelin’in peyzajı, geleneksel doğa tasviri durumundan çıkarak, öykünün şiirselliğini
üstlenen, psikolojik analizin yerini alan, sıradan figürleri estetik düzeye yükselten bir
duruma gelmektedir. “Nadasa Bırakılmış Tarla” (“Zakısnyalata niva”, 1904) adlı
öykünün sonunda yer alan peyzajda manzaradan hiçbir şey kalmamıştır. Bu peyzajdan,
yalnızca duygu , insan ruhunu etkileyen büyük bir acı, insanı öldüren bir çıkmazlık
hissedilir:
19 A.g.e.:s.55. 20 A.g.e.:s.60.
73
“Güneş dik bir şekilde öğle vakti durmuştu. Issız tarla üzerinde üç kat daha
ıssız olan gökyüzü, bulutsuz ve uçsuz bucaksız uzanıyordu. Yabancı yolcular yoldan
geçip yalnız kalmış, buğdayı biçilmemiş, adeta mezarlık içinden gelircesine tarladan
gelen kadın sesine doğru şaşkın gözlerini diktiler ve sonra uzaklaşıp gittiler...” 21
Karavelov’un ve Vazov’un öykülerinde yer alan diyalogların çoğu Elin
Pelin’in diyaloglarının fonksiyonunu üstlenmemektedir. Örneğin Karavelov ve
Vazov’un diyaloğu, öykü yapısında yer alan diğer elemanlarla aynı derecede önem
taşımaktadır. Bu tür diyaloglar, tıpkı peyzajı olduğu gibi yapı açısından yazarın öyküyü
birleştiren metnine bağlıdırlar. Karavelov ve Vazov’un diyalogları, tamamlayıcı ve
genişletici bir rol üstlenir. Elin Pelin’in diyalogları ise olayın gelişmesini sağlamaktadır.
Yani yazarın öykülerinde yer alan diyalogun da bir fonksiyonu vardır ve rolü
tamamlayıcı değil yapıcıdır. Bu nedenle diyalog, yazarın öykülerinde çok geniş yer
almaktadır. Örnek olarak “Andreşko”, “Diğer Dünyada”, “Yel Değirmeni” gibi öyküler
gösterilebilir.
Yazarın öykülerinde, mizahın ve şiirselliğin rolü büyüktür. Elin Pelin’in
şiirselliği hem diyalogda, hem monologda, hem de anlatıcının bölümlerinde yer
almaktadır. Bulgar kısa öyküsündeki geleneksel mizah, sık sık yazar tarafından özel
olarak hazırlanmış komik durumdan ibarettir. Hiçbir yerde uydurulmuş mizaha
rastlanmaz, her şey gerçek yaşamdan alınmış gibi doğal görünür. Bu mizah daha çok
figürlerin ilişkilerinden kaynaklanır, oysa Bulgar öykü geleneğindeki mizah yazar ve
figür arasındaki ilişkiden kaynaklanır.
Elin Pelin’in mizahı, amaçlı olarak aranmış değildir ve doğal olarak ortaya
çıkar. Bu mizah,öykünün şiirselliği içinde yer almaktadır. Figürün hareketleri veya
sözleri okuyucu için komik olabilir, ancak öyküde yer alan kişiler için komik
görünmemektedir. Elin Pelin’in öykülerinde aldatan ve aldatılan iki figür arasındaki
ilişki ve sohbetlerden ortaya çıkan geleneksel mizah yoktur. “Anma Töreni”
(“Zaduşnitsa”, 1903) adlı öykünün kahramanları Stanço ve Stoilka ciddi biçimde sohbet
ederler, ancak buna rağmen komik görünmektedirler. Bu durum neye bağlıdır, komik
olan şey nereden kaynaklanmaktadır? Eğer mizah Karavelov’da olduğu gibi Elin
21 A.g.e.: s.60.
74
Pelin’in figürlere olan yaklaşımından kaynaklansaydı, iki yazar arasında fark olmazdı.
Söz konusu öyküde ise mizah, figürlerden kaynaklanır ve anlatıcı kendiliğinden hiçbir
şey eklemez. Daha önce de söylendiği gibi Elin Pelin komik durumlar yaratmayı
amaçlamamaktadır. “Andreşko” ve “Öteki Dünyada” öykülerinde olduğu gibi
“Tırpancılar” (“Kosaçi”, 1903) adlı öyküde de komik durumlar, bir ifade ya da şiirsel
anlatım içinde yer alan bir peyzajdan kaynaklanmaktadır.
Elin Pelin’in öykülerinde “yazar-figür” arasındaki ilişki, Bulgar öykü
geleneğinden çok farklıdır. Karavelov ve Vazov, genelde figürlerini belli bir durum
içinde bırakmakta, aynı zamanda her iki yazar önceden figürünün ahlâkî ve ulusal
düşüncesini belirlemektedir. Örneğin Karavelov’un “Ataman” öyküsünün figürü, halk
direnişinin sanatsal bir göstergesidir. Vazov’un figürü Yotso Dede (“Yotso Dede
Bakıyor”) ise yazarın 1878 yılından sonra Bulgaristan’da meydana gelen yeni ve güzel
şeylerden duyduğu hayranlığının aktarıcısı rolündedir. Yani Karavelov ve Vazov’un
figürleri, yazarın düşüncelerini taşımaktadır ve bunlar arasında büyük bir fark yoktur.
Oysa Elin Pelin’in figürleri daha bağımsızdır ve yazarın düşüncesini taşımazlar. Bulgar
öykü geleneğinde yazarın fikri, figürün fikridir. “Ataman”ın odak figürü olan Stoyan,
Osmanlı egemenliğine karşı, savaşın gerekliliğini aşılamak için kullanılır. Karavelov,
Osmanlı Devleti’nin kanunlarının ülke içinde bile çok geçerli olmadıklarını göstermek
için Hasan’a şunları söyletmektedir.
“Tanzimat! Ya sen gâvur, Tanzimat’ın ne olduğunu sen biliyor musun? Sizi
hiçbir şey Tanzimat kadar kötü yapmayacaktır.”22
Vazov, “Bir Bulgar Kadını” adlı öyküde, ulusal duygunun cahil bir Bulgar
kadınını bile etkileyerek, torununu bile unutturabileceğini göstermek ister. Böylece
isyancının kaderinden endişe duyan yaşlı kadın, ona yardım etmeye çalışırken bir süre
için hasta torununu unutabilmektedir. Aleko Konstantinov, “Bay Ganyu” adlı öykü
kitabında ilk defa bu geleneksel kuralı reddederek, yazarların düşüncesini taşıyan bir
gelişme çizgisini benimseyen figür yerine, Bulgar eleştirmeni Georgi Bakalov’un
(1837-1939) sözleriyle “gelişme gösteren figürü” sunmaktadır. Daha önce de
söylediğimiz gibi Bay Ganyu, Konstantinov’un kontrolünden çıkıp kendi yoluna devam
22 Karavelov, L.: Sıbrani sıçineniya, tom 1, izd.Bılgarski pisatel, Sofya, 1965, s.322.
75
eden farklı bir karaktere sahiptir. Elin Pelin’in figürü ise daha farklıdır. Onun figürü
öykü içinde büyük değişikli göstermemektedir. Bilindiği gibi yazarın öykülerinde konu
figürden daha önemlidir. Elin Pelin’in düşüncesi, figürün içinde, figürün kaderinin
ayrılmaz bir parçasıdır.
Yazarın figürü köylüdür ancak o, köylüyü o zamana kadar hiç kimsenin
göstermediği özellikleriyle betimlemiştir. Elin Pelin, köylüyü zengin ruh dünyasına
sahip bir insan olarak işlemektedir. Bulgar eleştirmenler, genelde Elin Pelin’i Bulgar
köylüsünün yaşam tarzını tasvir eden bir yazar olarak değerlendirdikleri için Elin Pelin
sert bir şekilde buna karşı çıkmıştır:
“Yaşayış tarzını tasvir eden bir yazar olduğum konusundaki genel görüşe
karşılık, böyle olmadığını söyleyeceğim. Köy yaşamıyla ilgili öykü yazmış olmam,
köylünün yaşam tarzını tasvir eden bir yazar olduğum anlamına gelmez. Bütün
çalışmalarımda en çok insan unsuruyla ilgilenmişimdir.”23
Elin Pelin’in figürü, olağanüstü coşkulu durumlarda değil sıradan durumlarda
betimlenmiştir. Pelin’e kadar Bulgar öykü geleneği, sıradan, her gün tekrarlanan
durumlarda bu kadar gerçekçi bir biçimde betimlenen başka figürler olmamıştır. Kısa
öykü yazan yazarlar, figürlerin psikolojik durumunu tasvir etmekte çok zorlanırlar.
Çünkü bir romancı, figürün psikolojisini açıklamak için sayfalar ayırabilir. Örneğin
Dostoyevski, figürlerin psikolojik durumlarını açıklamak için, hem özel parçalar
kullanır; hem de bunu konunun gelişmesinde yapar. Figürlerin psikolojisinin en derin ve
en karanlık noktasına ulaşma çabası, geçen yüzyılın sonunda ve yüzyılımızın başında
yaşayan en büyük Rus, Fransız ve İngiliz yazarlar için de söz konusudur. Ancak aynı
dönemin kısa öykü geleneğinin (Çehov, Gorki, Mauppassant) amacı, insanın psikolojik
labirentine girmek amacını taşımamaktadır.Rus eleştirmen A.P.Çudakov’a 24 göre
Çehov, öykülerinde ve diğer eserlerinde hiçbir zaman gerçeğin sınırları ötesinde
bulunan psikolojik sorunları işlememektedir. Elin Pelin’in yaklaşımı da Çehov’un
yaklaşımına yakındır. Yazar, figürlerini ayrıntılı bir biçimde yorumlamaktadır. “Suç”
adlı öykünün kahramanı Lipo, babasını dinledikten sonra ona köye dönmesini söyler:
23 Georgiev, K. Edin ças pri Elin Pelin, Literaturen glas,vestnik, br.324, Sofya, 17.2.1937, s.5. 24 Çudakov, A.P. Poetika Çehova, izd.Nauka, Moskova 1971.
76
“-Söylediklerimi dinle baba. Bu iş için ben kendimi feda edeceğim. Köye
dön, iki gün sonra yine burada görüşürüz.”25
Okuyucu, Lipo’nun ne yapacağı konusunda karar verdiğini anlar, yani bir
misilleme hazırladığını bilmektedir. Elin Pelin, figürün ruhsal dramı üzerinde durmaz.
Yazar, yalnızca Lipo’nun babasını köye gönderdikten sonra yere düşüp ağladığını
söyleyerek figürün iç dünyasını yorumlamak için peyzaja başvurmaktadır:
“Kalktığında güneş yükselmiş, fazlasıyla parlıyordu. Hatta ormandaki kuşlar
susmuştu. Ağaçların yapraklarından bir tanesi bile kımıldamıyordu. Yalnızca İskır
ırmağı, aşağıda aynı sesleri çıkartarak akıyordu.”26
Yazar, Lipo’nun işlediği cinayetten önce yalnızca bu şekilde okuyucuyu
hazırlamaktadır. Ondan sonra gelen cinayet ve figürün ruh halinin analiziyle değil
hareketleriyle tasvir edilmiştir. Buradan görüldüğü gibi, Elin Pelin peyzaja yüklediği
birkaç fonksiyonunun yanında, figürün psikolojik durumunu açıklama fonksiyonunu da
yüklemektedir. Bunu da psikolojik inceleme ve figürlerin iç acılarını incelemeden
kusursuz bir şekilde başarmaktadır. Elin Pelin, figürlerin iç dramlarını, psikanaliz
aracılığıyla değil, olayların sonuçları aracılığıyla da göstermektedir. Bu da yazarın öykü
sanatının en önemli özelliklerinden bir tanesidir.
Elin Pelin’in kısa öyküsü, yalnızca yapı ve konu açısından değil, aynı zamanda
figürün ve yazarın öyküde aldıkları yer açısından da geleneksel Bulgar öyküsüyle
farklılık göstermektedir. Yazarın tavsiyelerinden ve engelleyici karışmalarından
kurtulan figürler, bağımsız davranışları ve özellikle de yeni karakter özellikleriyle
dikkat çekmektedirler. Birbirinden ayrılmış olan iyilik ve kötülük, figürler için olduğu
kadar yazar için de insanların sosyal durumuyla ilgilidir. Elin Pelin’den önce olduğu
gibi, ondan sonra da Bulgar öykü geleneğinde öylesine doğal ve canlı, somut ve
gerçekçi tipler yaratılmamıştır.
25 Pelin Elin, Sıbrani sıçineniya, tom 2, izd.Bılgarski pisatel, Sofya, 1958, s.129. 26 A.g.e.s.130. 26 A.g.e.s.130.
77
Şimdi tezimize konu olan 20.yüzyılın en önemli Bulgar öykü yazarlarından
Yordan Yovkov’un yaşam öyküsü,edebi kişiliği ve öykülerinin tanıtımına geçelim.
78
BÖLÜM 2
YORDAN YOVKOV
2.1. YAŞAM ÖYKÜSÜ VE EDEBİ KİŞİLİĞİ
Çeşitli edebiyat antolojilerinde ve biyografilerde Yordan Yovkov'un doğum tarihi
olarak beş farklı tarihe rastlamak olasıdır : 8 Kasım 1884 (1920'ler ve 1930'larda ortak
kabul görmüştü); 8 Kasım 1881; 8 Kasım 1880; 9 Kasım 1880 ve 9 Aralık 1880. Bu
karışıklığın nereden kaynaklandığı ise belirlenememiştir 1. Fakat bu karışıklıktan
Yovkov'un sorumlu olduğu kanısı oldukça yaygındır. Kendisi için çok önemli
olmamakla birlikte bu durum bir dereceye kadar yazarın yaşamını da yansıtmaktadır;
yani kendi düşler dünyasına çekilmiş, özel yaşamını büyük bir dikkatle herkesten
sakınan ve düşüncelerini başkalarına ifade etmekten çekinen bir bireydir Yovkov. Bu
konu açıklığa kavuşturulmak istendiğinde ise 2, Yovkov konunun olduğu şekilde
bırakılmasında ısrar etmiştir. Ortada bir hata olduğunu kabul etmiş; fakat ölene kadar bu
hatayı düzeltmek için hiçbir şey yapılmamasını istemiştir 3. Eğer anısı ve edebi eserleri
yaşarsa,kendisi ile ilgili bu “tarihi gerçeğin” de ortaya çıkacağını söylemiştir.
Gerçekten de Yovkov haklı çıkmıştır. Ölümünden 4 yıl sonra yani 1941 yılında
ünlü eleştirmen Georgi Konstantinov, yazarın gerçek doğum tarihini yayınlamıştır 4.
Konstantinov'un bulguları, hala Yovkov hakkında bulunabilecek en iyi kaynak olan
Dimo Minev'in benzersiz belge koleksiyonuyla, yani 1947'de yayınlanan Yordan
Yovkov : Dokumenti i svidetelstva za jivota i tvorçestovo mu 5 (Yordan Yovkov. Yaşamı
ve Eserleri Üzerine Belgeler ve İfadeler) doğrulanmıştır. Minev, Yovkov'un erkek
kardeşi olan Kosta Yovkov tarafından saklanan doğum belgesini gün ışığına çıkaran ilk
araştırmacı olmuştur.
Bu belgeye göre, Yordan Yovkov 9 Kasım 1880 tarihinde Stefan ve Pena
Yovkov'un çocukları olarak doğmuştur. Yosif, Nikolay, Suba, Boyço, Yordan ve Kosta
adındaki altı çocuktan ikincisidir.
79
Yovkov'un doğum yeri olan Jeravna , Doğu Balkan sıradağlarının eteklerinde
bulunan orta büyüklükte bir köydür. Ünlü Bulgar eleştirmeni Danail Konstantinov'a
göre 6, Jeravna ismi Yunanca’dan gelmektedir;kelimenin kökü “Solak” anlamına gelen
“Zerbon” kelimesidir. 11-12. yüzyıllar boyunca süren Bizans egemenliği sırasında bu
ad, yerleşim bölgesinin ortasından geçen bir derenin adıdır 7. Bu bölgede birçok nehir,
kaynak, dere ve çay bulunmaktadır ve Jeravna'nın adını bunlardan birinden alması
şaşırtıcı değildir. Jeravna bölgesindeki birçok topografik isim ilerki yıllarda Yovkov'un
en güzel öykü seçkisi olan Staroplaninski legendi (Kocabalkan Efsaneleri) adlı eserinde
yer almıştır 8. Bu bölge, başlangıçta sahip olduğu düzeni, cazibeyi ve mükemmelliği
bugün bile halen korumaktadır. Bölgenin romantik ve maceralarla dolu geçmişi yazara
her zaman ilham vermiş ve Bulgar edebiyatının tema zenginliğine büyük katkıda
bulunmuştur.
Geleneksel olarak, Jeravna halkı kendilerini doğaya yaklaştıran mesleklerde
çalışırlar. Çiftçilik, sığır yetiştirme ve çobancılık en yaygın mesleklerdir. Yovkov'un
babası Stefan Yovkov, gençken yün dokumayı öğrenmeye gönderilmiş, fakat o çoban
olmayı tercih etmiştir. Oğlu Kosta'nın söylediğine göre 9, örflere karşı gelerek potur 10
ve saltamarka 11 denen geleneksel “Türk” tarzı kıyafetleri bir kenara bırakarak modern
“Fransız” (o zamanlar Bulgaristan'da böyle adlandırılıyorlardı) tarzı pantolon, ceket,
gömlek ve kravat kullanmaya başlamıştı. Jeravna çevresinde enerjik ve sabırlı bir adam
olarak tanınırdı. Bunun bir sonucu olarak, Stefan Yovkov'un işleri de oldukça yolunda
gidecekti. 1870'li yılların sonlarında, çiftçilik ve sığır yetiştirme için en uygun koşullara
sahip olan, Kuzey Dobruca'nın Romanya'ya ait bölgesine gitti. 1880'de, bölünmüş
Dobruca'nın Bulgar tarafında, sınırın hemen güneyinde bulunan Çifutköy köyüne
yerleşti 12. Buradan toprak satın aldı ve öldüğü yıl olan 1904'e kadar çobanlığa devam
etti. Fakat uzun bir süre boyunca biri Jeravna'da (burada ayrıca eski bir hana da sahipti)
ve diğeri Çifutköy'de olmak üzere iki ev birden idare etti. Çifutköy'den Jeravna'ya yün
getiriyor ve karısı Pena da bu yünleri hem evde hem de ticari amaçlarla kullanmak
üzere dokuyordu. Ailenin geri kalan kısmı da ancak 1897 yılında Çifutköy'e göçtü.
Tüm bu süre boyunca Pena Yovkova kocasına ve ailesine sürekli destek oldu.
Jeravna'da çocuklarla kalırken ailenin temel direği olmuş ve aile bağlarının kopmasına
80
asla izin vermemişti. Okuma yazma bilmemesine rağmen, kültür ve gelenek
konularında geniş bilgiye sahip hareketli ve akıllı bir kadındı. Yüzlerce halk şarkısını
ezberden bilir ve “sedenki” denilen sosyal aktivitelerde bu şarkıları söylerdi. Yovkov'un
iç disiplinini, çekingenliğini ve düzen düşkünlüğünü babasından aldığı söylenir. Fakat
yazarın annesiyle ilişkilerinin daha sıkı olduğu ve kişiliğinin şekillenmesinde annesinin
etkisinin daha fazla olduğu bilinmektedir. Örneğin annesi sayesinde eserlerinde büyük
payı olan folklor,halk şarkıları,efsanelere duyduğu sevgi gelişmiştir.
Yovkov'un kardeşleriyle ilişkileri hakkında fazla bilgi yoktur, fakat eldeki tüm
veriler aralarındaki ilişkinin zayıf olduğunu göstermektedir. Kardeşlerinden bazıları
oldukça genç yaşlarda ölmüştür. Tek kız kardeşi olan Suba, otuzlu yaşlarında ve erkek
kardeşi Nikolay ise 39 yaşında ölmüştür. Yovkov’un Nikolay'la ilişkisi diğerlerine
oranla daha sıkıdır. İki kez birlikte yaşamışlardır : Romanya sınırında, Tuna nehrinin
kıyısında bir şehir olan Ruse (Rusçuk-Yovkov burada 1893-94 yılları arasında
ilköğretim (progimnaziya) eğitimine devam etmiştir) ve ikinci kez 1900’de liseden
mezun olduğu Sofya'da. Yovkov ortaokulun son iki sınıfını başkentte okumuş ve
böylece kendisinden dokuz yaş büyük ağabeyine yaşamı boyunca çok güçlü manevi
bağlarla bağlanmıştır. Nikolay, Yovkov'un kardeşleri arasında en eğitimli olanıydı.
Mesleği katiplik (Ruse'de gümrük görevlisi ve Sofya'da da banka katibi olarak
çalışmıştı) olmasına rağmen, sosyal alanlara, sanat ve edebiyata düşkündü. Ayrıca
ileride Bulgar Komünist Partisinin temellerini atan “dar sosyalistlerin” sol kanat sosyal
demokratik hareketleriyle de yakından bağlantılıydı. Hareketin kurucularından ve
liderlerinden olan Dimitir Blagoev ve Georgi Kirkov'un da yakın arkadaşlarındandı.
Yovkov ağabeyinin siyasi düşüncelerinden hiç etkilenmedi ve sosyal-siyasi
çalışmalarından uzak durmayı tercih etti. Okul arkadaşları, dostları ve ailesi onu
eğlenceli fakat aynı zamanda dalgın bir kişi olarak nitelerdi. Edebiyata olan ortak
ilgileri yüzünden olacak, iki kardeş arasında genel bir entellektüel çekim oluşmuştu. Bu
bağlamda, yorumları farklı olsa bile ortak ilgiler buldukları şüphesizdir. Dolayısıyla,
Nikolay kardeşinin sanatsal ve edebi ihtiraslarını anlamakla kalmamış, eğitimi boyunca
da ona yardımcı olmuştur.
81
Yazarın en yakın akrabalarıyla ilişkileri hakkında ne denirse densin, ortada kesin
bir şey vardır: Ailesiyle Bulgaristan'ın iki farklı bölgesinde yaşamış olması edebi hayal
gücü üzerinde silinmez izler bırakmış ve sanatsal gelişimini önemli ölçüde etkilemiştir.
Jeravna'nın eski romantizmi,efsaneleri ve Dobruca köylülerinin sağduyusu Yovkov'a
ilham veren tükenmez iki kaynak olmuştur. Bulgaristan’ın iki ücra bölgesindeki
halkların değersiz gibi görünen yaşamları, yazarın kaleminden çıkan sözlerle anlam
kazanmıştır
Yovkov 1890 ve 1893 yılları arasında ilkokulu ve ortaokulun ilk iki sınıfını
tamamlayarak 1896'da Jeravna'dan ayrılır. Jeravna'da ortaokulun üçüncü sınıfını
(öğrenimin yedinci yılı) okumak mümkün olmadığı için 13, Rusçuğa gider. Yeni bir
ortama alışmak ve daha yüksek skolastik standartlar onun için oldukça zor olacaktır.
Yovkov'un dersleri felaket olmasa da kötüdür, sınavlardan zorlukla geçer. Bu başarısız
deneyimin hayal kırıklığına uğrattığı Yovkov az kalsın okuldan atılacaktır. Bir sonraki
öğrenim yılını (1894-1895) Yovkov ailesiyle Çifutköy'de geçirir. Bu arada Jeravna'da
üçüncü yıl eğitim uygulanmaya başlamıştır ve Yovkov'un ailesi gimnazyum’daki
eğitimine devam etmek istiyorsa da, üçüncü sınıfı orada tekrar etmesi gerektiğine karar
verir. Yovkov Jeravna'ya döner ve 1895-96 öğrenim yılını doğduğu köyde geçirir 14.
Yovkov 1896 yılında Kotel kasabasında lise eğitimine başlar ve daha sonra öğreniminin
son üç yılını başkentte tamamlamak üzere Sofya'ya geri gelir.
Yovkov'un hayatını yazan kişiler, onun yüksek öğreniminin son dört yılında
edebiyata merak saldığını söylemektedirler. Ivan Vazov, Hristo Botev ve Aleko
Konstantinov gibi Bulgar yazarlar dışında Victor Hugo, İvan Turgenyev, Lev Tolstoy
ve Nikolay Gogol gibi yazarları da yakından takip etmektedir. Sofya’dayken edebiyatın
o zamanki gelişimiyle yakından ilgilenmiş ve Modernist akımın hem Rusya'da hem de
Bulgaristan'da yaklaşan zaferinin şahitlerinden biri olmuştur.
Tüm bunlara rağmen, edebiyat Yovkov'un dikkatini bir çalışma konusu olarak
çekmemiştir. Sofya'dan mezun olduktan kısa bir süre sonra, Yovkov, yedek subay
olmak üzere başkent yakınlarındaki Knyajevo'da bulunan askeri okula girdi, çünkü
seçilmeyi beklemektense kendi isteğiyle orduya hizmet etmeyi tercih ediyordu. Hangi
82
mesleği seçmek istediğini bilmediği için geleceği hakkında karar vermeden önce biraz
zaman kazanmak isteyişi de bu kararında bir rol oynamış olabilir. Kısa bir süre, ciddi
olarak Sofya'daki güzel sanatlar okulunun resim bölümünde 15 okumayı düşünür, fakat
bu düşünceden hemen vazgeçerek daha pratik bir meslek olan hukukta karar kılar. 1904
yılının başlarında Sofya Üniversitesi Hukuk Fakültesine girer. Fakat hukuk alanındaki
çalışmaları da çok kısa sürer. Yovkov derslere sadece bir dönem devam eder ve
sınavlara bile girmez. 1904 yazında Dobruca'da öğretmenlik yapmak üzere Sofya'dan
ayrılır. Bunu yapmasının birkaç nedeni vardır. Babası Stefan Yovkov 1904 yılında
öldükten sonra Yovkov annesine daha yakın olması gerektiğini düşünmeye başlamıştır.
Fakat Dobruca'ya gitmesinin çok daha önemli bir başka nedeni vardır: Uğraşması
gereken şeyin aslında edebiyat olduğu yönündeki giderek artan inancı. Hukuk onu
yazmaktan alıkoyabilirdi, çünkü hem ders çalışmak hem de davalara katılmak çok
zamanını alacaktı. Ayrıca, öğretmenlik yapmak onu insanlara daha fazla
yaklaştırabilirdi, böylece kırsal geleneklerini ve ataerkil manevi değerlerini hiç
kaybetmedikleri için hayranlık duyduğu köylülerin günlük yaşamlarını gözlemleyebilir
ve hatta onların arasına katılabilirdi. Gerçekten de köylüler arasında yaşamak
Yovkov'un onların alışkanlıklarını, psikolojilerini, sevinç ve üzüntülerini daha yakından
tanımasını sağladı; hayat felsefeleriyle tanıştı ve onlar arasında kendi hayat felsefesini
oluşturdu. Daha sonra öykülerinde önemli bir yer tutacak olan iyi ve kötü gibi evrensel
değerlere yaklaşımlarını benimsedi.
Yovkov 1900 yılında okulu bitirir bitirmez ilkokul öğretmeni olarak atanınca,
elinde herhangi bir pedagoji sertifikası olmamasına rağmen mesleğe adım atmış oldu.
Ailesinin yaşadığı köye yakın bir köy olan Çiftlik Musubey'de (bugünkü adıyla Dolen
Izvor) bir sene öğretmenlik yaptı. Fakat Knyajevo'daki askeri akademiye katılmak
istediği için 1901-1903 yılları arasında öğretmenliğe bir süre ara verdi. 1904 yılında
Dobruca'ya geri dönerek Çiftlik Musubey'de öğretmenlik yapmaya devam etti ve 1906
yılına kadar burada kaldı. 1906 güzünde Yovkov Saruca'da (bugünkü adıyla Rositsa)
çalışmaya başladı, bir yıl sonra Karaali'ye (bugünkü adıyla Krasen) taşındı ve 1912
güzünde orduya katılana kadar burada kaldı. Karaali'de ilk olarak öğretmenlik yaptı
fakat 1909'da okul lise haline getirildi ve Yovkov'da okulun ilk müdürü oldu.
83
Dimo Minev'in belgesel niteliğindeki kitabı sayesinde, Yovkov'un kişiliği ve
Dobruca'daki hayatı hakkında birçok şey öğrenmek mümkündür. Minev'in yazarın
akrabalarından, arkadaşlarından, iş arkadaşlarından ve öğrencilerinden aldığı belgeler,
arşiv kayıtları ve dinlediği hatıraları titizlikle bir araya getirerek hazırladığı
koleksiyondan ilginç fakat bir o kadar da zıtlıklarla dolu bir insanın karakteri ortaya
çıkmaktadır: Bir taraftan dalgın fakat neşeli, diğer taraftan eğlenceye düşkün; dostlarına
ve iş arkadaşlarına karşı açık ve dürüst ama kendi etrafında bir gizem halkası yaratacak
kadar da sır dolu; bayan öğretmenlere kur yapan ama reddedilmeyi kabul edemeyen ve
diğer erkekleri neredeyse ölesiye kıskanan bir adam. Bu birbirine zıt özelliklere daha
birçoğunu eklemek mümkündür. Fakat daha da önemlisi, Yovkov'un sert ama adil ve
bilgili bir insan bunun yanında da iyi bir öğretmen olarak saygı görmesidir.
Minev'in görüştüğü birçok insana göre, Yovkov Dobruca'da öğretmenken
oldukça sıradan bir hayat sürmüştür. Bütün yaptığı, öğretmenlerin toplantılarına ve
derneklerinde gerçekleştirdikleri faaliyetlere katılmaktır, bunları yaparken de mesleğine
ve mesleğin getirdiklerine karşı içinde en ufak bir şevk yoktur. Hatta Yovkov'un
Dobruca'da çalışırken samimi olduğu öğretmenlerden biri genç yazarın mesleğini hiç
sevmediğini ve iş arkadaşlarına karşı alaycı bir tutum sergilediğini söylemiştir.
Yovkov'un Dobruca'yı terketmemesinin iki sebebi olduğu düşünülmektedir. Birincisi,
orada yaşamayı ilginç bulmakta ve köylülerin basit yaşam biçimlerinden keyif
almaktadır. Ayrıca 1912 yılında patlak veren Birinci Balkan Savaşı Yovkov'u o ana
kadar yaşadığı hayatı değiştirmek zorunda bırakana kadar, başka bir yere taşınması için
ortada bir neden yoktur 16.
Yovkov'un öğretmenler derneğine katılması tamamen rastlantısal olmuştur, fakat
yine de zaman zaman iş arkadaşlarıyla anlaşmazlıklara düşmektedir. Yovkov Radikal
Partinin 17 üyesidir ve siyasi görüşleri, mesleki ve dernekle ilgili konulardaki tutumunu
şekillendiren önemli faktörlerdendir. Sofya'da çalışan bir diğer öğretmen ve Sosyal
Demokratik Parti “geniş sosyalistler” üyesi Y. Belçev, Dobriç'de gerçekleşen
öğretmenler kongresinde Yovkov'la düştüğü anlaşmazlığın nedeninin tamamen siyasi
olduğunu söylemektedir.17
84
Yovkov'un sosyal konulara ilgisi, Dobruca köylerinde yaşarken bile yaşamında
önemli bir yer tutmaz. Onun seçtiği yol, yaratıcı bir yazar olarak kişiliğinin oluşmasında
daha önemli bir rol oynayacaktır: Uyruklarına (o sıralarda Dobruca'da Bulgarlar,
Türkler, Romanyalılar ve Çingeneler bir arada yaşıyordu) bakılmaksızın insanlar
hakkında birşeyler öğrenme tutkusu hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Çiftçilere
ilgili makamlara resmi mektuplar yazmalarında yardım eder; yaşlı insanlara kitap okur
ve anlattıkları öyküleri dinler; eski hanlarda saatlerce oturur ve köylülerin davranışlarını
gözlemler, ara sıra da kutlamalara katılır. Kitaplara aşırı bir ilgisi vardır ve birçok edebi
yayın ve dergiye abonedir. O bölgedeki kütüphanelerde bulduğu ve arkadaşlarından
aldığı herşeyi okur: Heinrik İbsen, Gerhardt Hauptmann, Maksim Gorki, Stanislaw
Przybyszewski, Lev Tolstoy, İvan Turgenyev, Fedor Dostoevski, Nikolay Gogol,
Mihail Lermontov, Nikolay Nekrasov ve Bulgar yazarlardan Elin Pelin, Penço
Slaveykov ve Ivan Vazov vb.
Bir birey olarak Yovkov'un bazı ilginç alışkanlıkları vardır. Islah olmaz bir
sigara tiryakisidir ve kapalı bir yerde sigara içerek ve kitap okuyarak saatler geçirir.
Avlanmayı sever, fakat prensip gereği gerçek hedefini görmeden çok önce havaya ateş
ederek, şarjörünü sonuna kadar kullanırdı; bunun vahşi hayvanları öldürmekten çok
daha rahatlatıcı olduğunu düşünürdü ve eve genelde şarjörü boşalmış halde dönerdi.
Garip bir alışkanlığı daha olduğu bilinird. Yapılacak çok az şey olan Dobruca'nın küçük
köylerinde, tek başına uzun saatler geçirdikten sonra Yovkov yatağına uzanır ve tavana
ateş ederdi. 1960’larda, eskiden öğretmenken kaldığı bazı odalarda hala bu garip
alışkanlığın izlerini görmek mümkündür.
Minev'in görüştüğü herkes Yovkov'un düzgün giyinmeyi ve modayı takip
etmeyi sevdiğini söylemiştir. Kıyafete para harcamaktan kaçınmaz, bir kadının ilgisini
çekmeyi severdi. Genel olarak ince bir estetik anlayışı olduğu söylenebilirdi. Yovkov
birçok kadınla ilgilendi, ama hiçbiri evlilikle sonuçlanmadı. Bunun sebeplerinden biri
çok sahiplenici bir insan olması olabilir, bu özelliği genelde kadınları ondan
uzaklaştırırdı. Arkadaşlarından biri olan Yordanka Simeonova yazara aşık olmasına
rağmen onunla evlenemedi, çünkü Yordanka'nın babası Yovkov'un fakir olduğunu
düşünüyordu 18.
85
Yovkov'un özel yaşamı hakkında ne söylense de, ortada kesin olan tek bir şey
vardır: Edebiyata tutku derecesinde bağlı olması. Yovkov'un ilk edebi denemesi,
okuyuculara liseden mezun olmasından kısa bir süre sonra ulaşır, ilk şiiri Bir Çocuğun
Haçı Altında 1902 Ekim ayında Sıznanie (Bilinç) dergisinde yayınlanmıştır. İş
arkadaşları onun edebiyata olan ilgisinden haberdardılar ve Hudojnik (Sanatçı),
Prosveta (Eğitim), Selska probuda (Kırsal Uyanış), Novo obştestvo (Yeni Toplum), Naş
jivot (Hayatımız) ve Nablyudatel (Gözlemci) gibi dergilerde 19 yayınlanan şiir ve kısa
öykülerini fırsat buldukça okurlar. Yovkov, edebiyat saplantısı hakkında açık açık
konuşmaktan çekinmezdi. Arkadaşlarından biri aralarında geçen bir konuşmada
Yovkov'un şöyle söylediğini hatırlar :
“Böyle kalacağımı zannetmeyin. Ben çok ünlü olacağım, çünkü içimdeki gücü
hissediyorum” 20.
20.yüzyılın başlarında Yovkov'un entellektüel gelişimi hakkında çok fazla şey
bilinmemektedir. Yovkov'un yaşamını ele alan araştırmacılar, doğrudan yazarın 1920'li
ve 1930'lu yıllarda gösterdiği başarıları ve savaş öykülerini analiz etmek amacıyla
Yovkov'un hayatının bu dönemini atlamışlardır. Gerçekten, Yovkov da bizzat bu dönem
içindeki yaratıcı faaliyetlerinden bahsetmek konusunda isteksizdir, bunu yapmakta da
bir noktaya kadar haklıdır; zira bu dönemde yazdığı şiirleri ve öyküleri fazla ilgi
görmemiştir. İleride tanınmış bir yazar olduğunda Yovkov, o dönemde yazdıği şiir ve
öykülerin, 1920'lerde ve 1930'larda yayınlanan toplama eserlerden çıkarılmasını
istemiştir. Bu durumun bir tek istisnası vardır: Ovçarova jalba (Çobanın Üzüntüsü-
1910) adlı öyküsünün tarzında önemli değişiklikler yaptıktan sonra Staroplaninski
legendi (Kocabalkan Efsaneleri-1927) adlı eserine dahil etmiştir. Yovkov'un itirazlarına
rağmen, edebi kariyerinin ilk dönemleri de ele alınmaya ve incelenmeye değerdir;
çünkü bu dönemler Yovkov'un o zamanın edebi yaklaşımlarıyla olan bağlantısını ve
bakış açısını ortaya koyar. Bu yıllar boyunca Yovkov'un, edebiyat tarihinde
Modernizm olarak tanımlanan oluşumun etkisini yansıtan bireyci bir gerçeklik algısı
geliştirdiği ortadadır 21. Bulgaristan'da Realizmi sanatla buluşturan Elin Pelin gibi
birçok yazar o dönemlerde kendilerini Modernizmin egemenliği altında bulmuşlardı.
Yovkov'un 1902 ve 1910 tarihleri arasında yayınladığı yirmi iki şiirde şairin tavrı,
86
yaşadığı dünyayı endişeli bir şekilde gözlemleyen, hayal kırıklığına uğramış bir
entellektüelin tavrıdır. Yovkov'un şiirlerinde orijinallik pırıltıları görülmez, Bulgar
Sembolist şair Peyo Yavorov'dan bir çok motif ödünç almıştır 22. Yovkov'un üslubu
retorik ögelere dayalı ve abartılıdır. “Prolet” (İlkbahar) adlı şiirde, başlığın gizemli ve
gözalıcı bir güzelliğe işaret ettiği ileri sürülür; "adam" çaresizce mutluluğun kapılarını
çalan Sisyphius'a benzetilir; "Sonbahar" da içinde keder ve pişmanlıkları barındırır. Bu
sembollerin sıradanlığı şair kişinin özgün şairlik deneyimine sahip olmamasından ileri
gelir. Yavarov için iyi ve kötünün, mutluluk ve üzüntünün birbiriyle mücadelesi
şiirlerinin özünü oluşturur; çünkü bunlar onun kişisel düşlerini ifade eder, fakat
Yovkov'un şiirlerinde bu kavramlar yapay ve özgünlükten uzaktır. Bu şiirlerdeki
neredeyse programlanmış kötümserlik, Nikolay Liliev veya Teodor Trayanov ve elbette
ki Peyo Yavorov gibi daha yetenekli Sembolistlerin kötü bir kopyası gibi görünen bir
yapmacıklıktan ibarettir.
Neyse ki 1910 yılında Yovkov şiir yazmanın onun mesleği olmadığını farketmiş
ve bu sayede kötü bir şairi kaybeden Bulgar edebiyatı büyük bir öykü yazarı
kazanmıştır. Fakat Yovkov'un şiirlerinde gözlenen endişeli ve karamsar dünya
görüşünün, öykülerine de aktarıldığı kesinlikle unutulmamalıdır. 1910 ve 1913 yılları
arasında (yani Yovkov'un ilk öykü denemesinden ilk savaş öykülerinin basıldığı tarihe
kadar) yayınlanan on üç kısa öyküden sadece ikisi diğerlerine oranla daha iyimser bir
üslupta yazılmıştır. Bu öykülerin hemen hepsinde Yovkov, derinlemesine psikolojik
karakter analizine olan eğilimini sergiler. Kural olarak, öykülerindeki karakterler
patolojik özelliklere sahiptirler ve davranışları genel anlamda normal kabul edilen
davranışlardan sapmalar gösterir. Sinite minzuhari (Mavi Çiğdemler) adlı öyküde
yazar, sağır ve dilsiz bir kişinin Rusana adında bir kıza duyduğu aşkı betimler. Şayet bu
seçim sıradışı ise, öyküde yaratılan koşullar çok daha da sıradışıdır, bu koşullar sağır ve
dilsiz bir kişinin psikolojik portresini betimlemek için tasarlanmışlardır. Yazarın kendi
hayatı hakkında bazı detayları içeren Tıga (Acı) adlı kısa öykü, Yovkov'un
kötümserliğinin ve psikolojik karakter analizine olan eğiliminin ilk örneklerinden
biridir. Yalnız bir öğretmen olan Andrey, yaşadığı köyden şehre göç eder. Yeni
ortamına alışamayan Andrey,kısa bir süre sonra kendisini yabancılaşmış ve kaybolmuş
hissetmeye başlar. Kız kardeşinin ani ölümü yalnızlık duygusunu daha da arttırır (bu
87
olayların her ikisi de Yovkov'un başına gelmiştir: Köyden kente göçmüş ve kız kardeşi
Suba ölmüştür). Sembolist yaklaşımın tüm tipik ögeleri bu öyküde yer alır:
Huzursuzluk, yabancılık, sembollerin alegorik (kinayeli) anlamları. Yaklaşmakta olan
bir felaketin kasvetli atmosferi sarmıştır her yanı; kargalar ve siyah bulutlar kötü
kaderin habercileridir. Yazar,kahramanının bilinçaltının derinliklerine inmek ve
ruhundaki keşmekeşi gün yüzüne çıkarmak için iç monologlardan yararlanır.
Bu öykülerin kahramanı genelde hayal kırıklığına uğramış bir öğretmen veya
aşırı bireyciliğin bir savunucusu olarak dünyayla mücadele eden bir entellektüeldir. Bu
tür karakterlere Edin esenen den (Bir Sonbahar Günü), Bez myasto (Yersiz), Sled prolet
(İlkbahardan Sonra) adlı öykülerde rastlıyoruz. Kahraman tamamen kendi iç dünyasına
gömülü kalmış, mutsuz ve sosyal çevreden izole olmuş veya dışlanmıştır. Genellemek
gerekirse, karamsar durumlar yaratmak, Yovkov'un ilk öykülerinin temel
özelliklerinden biridir. Psikolojik zihin yapısı ve doğal fenomenler arasında bir bağıntı
olduğunu ileri süren ortamlar yaratır. Dış dünya,gece, fırtına, bulutlarla dolu gökyüzü,
kargalar vb. yakın zamanda neler olacağını haber veren ipuçlarıdır. Sembolistler bu
sanatsal aracı Romantizmden miras almışlardır ve Yovkov da ilk eserlerinde bu araçtan
geniş ölçüde yararlanmıştır. İleride bu aracın büyük ölçüde değiştirilmiş ve
sınırlandırılmış bir halde olmakla birlikte Yovkov'un savaş öykülerindeki anlatım
üslubunu şekillendirdiğini görüyoruz.
Yovkov'un ilk yazıları, sanatsal başarılarının önemli bir parçası olması dışında
biyografik açıdan da ilgi çekicidir, bu yüzden kendisi bu yazıların onunla ilgili
olduğundan toplama eserlere dahil edilmesini istememiştir. Yaratıcı yazarlığa hazırlık
niteliğindeki bu denemeden sonra edebiyat alanındaki gerçek “çıraklık dönemi” 1913
yılında ilk savaş piyeslerinin yayınlanmasıyla başlamıştır.
1912 Sonbaharında 1.Balkan Savaşı patlak verince, Yovkov hemen orduya
katıldı. İlk olarak 41.piyade alayında komutan yaveri olarak görev yaptı, fakat kısa bir
süre sonra, kendi isteğiyle aynı alayın 5.bölüğünde komuta subayının takımına transfer
edildi. Bunu Yovkov kendisi istemiştir. Yaver olmak onun için savaşa katılmamak
demekti, o da bu düşünceden hoşlanmamıştı. Aynı alayda görev yapan erkek kardeşi
88
Kosta Yovkov’a 23 göre, Yovkov savaşla ilk kez 9 Ekim 1912 tarihinde Edirne
yakınlarındaki Kaypa köyünde tanıştı. Elinde kılıcıyla üç yüz kişiye önderlik ederek
Türk mevzilerine karşı başarılı bir saldırı gerçekleştirdiler. Yazarın savaş maceraları
İkinci Balkan Savaşında da devam etti, bu savaşta bacaklarından yaralandı ve erken
terhis edildi. Fakat Yovkov çok sevdiği Dobruca'ya dönemezdi; savaş sonrasında
annesinin (Pena Yovkova, Romen işgalinin başladığı gün olan 13 Temmuz 1913'te
öldü) yaşadığı Çifutköy'ü de içeren güney Dobruca ve asker olmadan önce öğretmenlik
yaptığı diğer köyler Romanya'ya katılmıştı. Yovkov artık "kendi ülkesinde bir
sürgündü". Sofya'ya gitti ve burada Dobruca'dan birçok hemşehrisiyle karşılaştı; fakat
bir yazar olarak kariyerine en çok katkıda bulunan olay, Nikolay Liliev, Dimitir
Podvırzaçov, Georgi Rayçev ve Konstantin Konstantinov gibi modern Bulgar
edebiyatının genç ve yükselen yazarlarıyla tanışmak olacaktı. Yovkov bu yazarlardan
bazılarıyla ve özellikle Liliev ve Podvırzaçov ile yakın ve hayatının sonuna kadar
sürecek arkadaşlıklar kurdu. 1914'te Bulgar Sembolizminin en önemli almanaklarından
birini, “Zveno”yu (Takım) yayımladılar. Aynı yıl Yovkov savaşı konu alan ilk önemli
kısa öykülerini yayımladı.
Balkan Savaşları (Temmuz 1913) sona erdikten kısa bir süre sonra I. Dünya
Savaşı başladı. 1915 yılında Bulgaristan Merkezi Güçler'e katıldı ve Sırbistan ve
Yunanistan'a karşı savaş ilan etti. Yovkov, Balkan savaşları sırasında teğmen rütbesine
ulaşmış ve “Cesaret Nişanına” layık görülmüştü ve şimdi bir kez daha yedek subay
olarak orduya seçiliyordu. Altı ay Yunan-Bulgar sınırında kaldı, fakat bu kez
çarpışmalara katılmadı. 1915'te çeşitli dergi ve gazeteler 24 için savaş muhabiri olarak
çalışmak üzere Sofya'ya geri çağırıldı ve savaş bitene kadar orada kaldı.
Yovkov normal bir Bulgar vatandaşı olarak Balkan Savaşını hevesle karşılasa
da, Birinci Dünya Savaşı’na karşı tutumu daha olumsuzdu. Bu savaşın ülkeyi başka ve
daha kötü bir felakete sürükleyeceğinden korkuyordu. Savaşın sonucu da onun bu
şüphelerini doğrulamıştı. Bulgaristan'ın 1915-1918 yılları arasındaki askeri
operasyonlarla ele geçirdiği topraklar bir kez daha elden çıkmıştı ve ülke yabancı
işgaline boyun eğmek ve yüksek miktarda savaş tazminatı ödemek zorunda kalmıştı.
89
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Güney Dobruca'nın da kaybedilmesi yazar
için tam bir kişisel trajediydi. Yovkov bu olaydan sonra ilerideki yazılarını da
etkileyecek derin bir ruhsal bunalıma girdi. Kendisini savaş öncesinden tanıyanlar ve
1918-1919 yıllarında tanışanlar iki farklı insandan söz etmektedirler. Değişim o kadar
gözle görülür bir haldedir ki, eleştirmen Simeon Sultanov 25 “iki farklı Yovkov'u” konu
alan bir yazı yazar : “Genç” Yovkov ve “Büyümüş” Yovkov. Doğası gereği Yovkov
içine kapanık bir insandı, ama onu Dobruca'dan tanıyanlar açıklığı, espri anlayışı ve
insanlarla iletişim ve dostluk kurma, hem sevincini hem de hoşnutsuzluğunu belli etme
yeteneğinden çok etkilenirlerdi. Ne yazık ki bu özelliklerinin hepsi savaştan sonra
kayboldu. Yovkov savaştan sonra kendi hayal ve düşünce dünyasına daldı,karamsar ve
yeni insanlarla tanışmaktan çekinir hale geldi. 1918 yılında yaşanan bozgun yazarı,
insanlara güvenmez hale getirecek kadar üzmüş ve hayal kırıklığına uğratmıştı.
Yovkov'la 1918-1919 yıllarında tanışan eski Tolbuhin belediye başkanı şöyle yazmıştır
:
“Ülkenin yaşadığı felaket onu mahvetmişti. Cephede çarpışan ve yöneticilerin
ihtiyatsızlığını ve diplomatların acizliğini yakından gören bir asker kadar sarsılmıştı.
Ruhsal bunalımdaydı ve derin bir karamsarlık içindeydi. İçine kapanmıştı, sokağa çok
az çıkıyordu, sadece arada bir yakın arkadaşlarıyla buluşup olaylar hakkında yorum
yapardı... Bu dönem, onun yaşamının gidişatını belirleyen dönem oldu. Tamamen kendi
içine kapandığı bu dönemde en güzel eserlerini yazdı”.26
Yovkov Sofya'ya döner dönmez bir başka komplekse kapıldı, bu kompleks hayat
boyu peşini bırakmayacaktı ,ama özellikle savaştan sonraki ilk yılda çok acı çekecekti.
Bu psikoloji, bir şehre yeni gelen bir kişinin yaşadığı kompleksti. Yovkov o günlerdeki
halini şöyle anlatır :
“Herkes beni suskun, az konuşan bir insan zannediyordu. Halbuki bu doğru
değildi. Ben sadece kendisine tamamen yabancı bir ortama girmiş bir insan
görüntüsündeydim. Büyük şehirden gelmiştim ve kendimi misafir gibi hissediyordum,
bir gün geldiğim yere geri dönecektim”.27
90
Bir yandan kendisini ait olduğu yerden ayrılmış gibi hissediyordu, diğer yandan
da yaratıcılığının gelişmesi için şehrin kültürel atmosferine ihtiyacı vardı. Şehir
insanları arasında kendini huzursuz hissediyordu ve duygularının karmaşıklığı da
psikolojik dengesini bozuyordu.
Fakat en kötü deneyimini ordudan ayrıldığı gün yaşadı : İşsizdi, kendisini
istenmeyen ve reddedilmiş biri gibi hissediyordu, toplum üzerinde bir yüktü, tıpkı
aşağılanmış birçok isimsiz kahraman gibi. Onun durumu daha kötüydü; çünkü hiçbir
zaman bir mesleği olmamıştı ve kendi kendine öğretmen olmuş birinin, sınırlı sayıda iş
imkanı olan ve yeni kurallara göre öğretmen olmak için pedagojik sertifika sahibi
olunması gereken (Yovkov'un pedagojik sertifikası yoktu) bu savaş sonrası dönemde bir
iş bulması hiç de kolay değildi. Yine de arkadaşları Varna şehrinin iyi okullarından
birinde ona iş bulmayı başardılar. Bu kolay bir işti ve iyi de maaş alıyordu, ama Yovkov
kısa süre sonra öğretmenlik mesleğini hiç sevmediğini fark etti ve işten ayrıldı.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi Yovkov daha yeni evliydi. Sofya'da tanıştığı ve
kendisinden 15 yaş küçük Despina Koleva'yla 1918 sonbaharında Dobriç'de (bu onun
Dobruca'ya son ziyareti oldu) evlenmişti. 1919'da ilk ve tek çocukları olan kızları Elka
doğdu ve Yovkov ailesini geçindirebilmek için sabit bir gelire ihtiyaç duymaya başladı.
Sofya'da sayısız işe başvurdu fakat başarılı olamadı, ta ki yine arkadaşları sayesinde
kendisine dış işlerinde önemsiz bir basın görevlisi pozisyonu teklif edilene kadar.
Yovkov bu işi hemen kabul etti; çünkü maddi durumunu düzeltmek için başka şansı
yoktu. Dışişleri Bakanlığı ona üç diplomatik görevden birini seçmesini teklif etti:
İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri ve Romanya. Yovkov da memleketine en yakın
olan ülkeyi,Romanya'yı seçti.
Bu kadar tatsızlıktan sonra yazarın en sonunda huzura kavuştuğu ve mali
sıkıntılardan kurtulduğu düşünülebilir. Fakat durum hiç de öyle değildi: 30 Eylül
1921'de yaşanan hükümet değişikliğinden sonra Yovkov partizan siyaset ve entrikaların
kurbanı olarak işini kaybetti. Şans eseri bu karar geri çekildi ve Yovkov Bükreş'teki
Bulgar elçiliğinde 1927'ye kadar çalışmaya devam etti. Yine de bu günler yazarın en
mutlu günleri değildi. Yoğun idari görevler arasında adeta boğuluyordu. Kimse ona
91
yaratıcı yazarlığını kullanmak için zaman bırakmayı düşünmüyordu ve maaşı o kadar
düşüktü ki ailesini zor geçindiriyordu. Bu durum eşi Despina Yovkova'nın Bükreş'teki
Bulgar çocuklarının devam ettiği bir okula öğretmen olmasıyla biraz düzelir gibi oldu,
ama yaşadıkları hayat koşulları hala çok kötüydü. İçinde bulunduğu mali durum
Yovkov'un arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerin ana konusuydu. Hatta arkadaşlarından
birine “korkunç koşullar altında yaşadığını” söylemişti.28 Amirlerine yazdığı resmi
mektuplarda da bunu ima eden cümleler vardı.29 Entrika ve tatsızlıklar, Yovkov'u
Bükreş'te diplomatik olarak çalıştığı süre boyunca yalnız bırakmadı. 1922'de “Bükreş
elçiliğindeki görevleri devam etmekle birlikte” Odesa'daki Bulgar Konsolosluğu’nda
sekreterlik görevine getirildi. Fakat 1925'de Yovkov, işine bağlı bir görevlinin başına
gelebilecek en kötü tecrübelerden birini yaşadı : Daha düşük bir maaşla sıradan bir
elçilik çevirmeni (dragoman) görevine getirilmişti. Bunun üzerine Yovkov ileride
ölümcül bir hastalık haline gelecek, anlaşılmaz bir mide hastalığı geçirdi ki, bu kadar
kötü olaydan sonra bu hiç de şaşırtıcı değildi. Yazar, eskiden de mide ağrılarından
şikayet ederdi, şimdi bu ağrılar kronik hale gelmişti. Yaşadıkları onu o kadar yıpratmıştı
ki, kendisini Bükreş'i terk edip Bulgaristan'a dönmek zorunda hissediyordu. 21 Ekim
1927 tarihinde istifa dilekçesini Bulgar dış işlerine verdi.
Yaratıcılığının gelişmesi açısından “Romanya Dönemi” nin Yovkov'un
yaşamının en verimli çağlarından biri olduğu unutulmamalıdır. Gerçekten de Yovkov
bu dönemde dikkate değer bir sabır göstermiştir. Yaşadığı tüm maddi zorluklara
rağmen, en güzel kısa öykülerinden bazılarını Bükreş'te yazmıştır: Staroplaninski
legendi (Kocabalkan Efsaneleri), Posledna radost (Son Mutluluk), Veçeri v
antimovskiya han (Antimov Hanında Akşamlar).
Sofya'daki son on yılı (1927-1937) Yovkov'un belki de en mutlu yıllarıydı.
Yazarlık yaparak kendini mali açıdan güvenceye almış ve çevresinde tanınan bir insan
olmuştu. Bükreş'teki görevinden istifa etmesi onun için bir anlamda transfer edilmek
demekti. Çünkü hayatının sonuna kadar Dışişleri Bakanlığı basın departmanındaki
görevine devam etti. Bulgaristan'ın kültür alanındaki atılımlarını hem yurtiçinde hem de
yurtdışında tanıtmayı amaçlayan ve hükümet tarafından çıkarılan La Bulgarie ve Novi
dni'de (Yeni Gün) editörlük yaptı. Yovkov'un hayatının son dönemi edebi açıdan da en
92
verimli dönemdir. Bu dönem içerisinde dört tiyatro oyunu, iki roman, kısa öykülerden
oluşan iki kitap yazdı ve Jetvaryat (Orakçı) adlı kısa romanını yeniden yazdı .
Tüm bunlar Yovkov'un ani ve zamansız ölümünü daha da trajik hale getirmiştir.
Doktorlar yazarın kronik mide rahatsızlığının ne olduğunu bir türlü anlayamamışlardı
ve 1937'de hastalık birdenbire kötüye gitmeye başladı. Ekim ayında Yovkov, Hisarya
kasabasına gitmeye karar verdi, buradaki mineral sular kötüye giden hastalığını belki
iyileştirebilirdi. Fakat tam tersi oldu, durumu daha da kötüleşti ve Yovkov 15 Ekim
1937'de öldü. Öldüğü sırada başucunda karısı, yazar ve eleştirmen Viço İvanov ve o
zamanlar edebiyat eleştirmenliği yapan ve günümüzde de tanınmış bir edebiyat tarihçisi
olan Petır Dinekov 30 bulunuyordu. Plovdiv (Filibe) Katolik Hastanesi’nde yapılan
otopsi sonucunda Yovkov'da bir kanser tümörüne rastlandı. Görünüşe göre kanserden
ölmüştü. Sofya'da toprağa verildiği gün ulusal yas ilan edildi.
93
BÖLÜM 3
SAVAŞ ÖYKÜLERİ
3.1. Yordan Yovkov ve Savaş
Yordan Yovkov'un 1904'ten Birinci Balkan Savaşının patlak verdiği 1912 yılına
kadar Dobruca'da oturduğu dönem, yazılarının gelişimini önemli ölçüde etkilemişti. Bu
dönem boyunca Yovkov, köy hayatının derinlik ve zenginliğinin, edebi ilham
kaynaklarından biri olabileceğini fark etmişti. Bu dönem sonunda yazar, daha sonraları
kendiliğinden edebi kurguya dönüşecek ve Dobruca köylüleri hakkındaki bilgi ve
deneyimini yansıtacak malzemeler aramaya başladı. Daha realist bir üslup
benimsemeye başladı, bu tarzın ilk meyvesi şairliğe olan ilgisinin sona erdiğini
gösteren, Ovçarova jalba (Çobanın Üzüntüsü) adlı öyküsüydü. Bir önceki bölümde
sözünü ettiğimiz gibi, Yovkov'un ilk öyküleri Sembolist edebi akımdan oldukça
etkilenmişti. Fakat, Yovkov'un düzyazıyı şiire tercih etmesi, başlı başına önem taşıyan
bir konudur. Edebi bir hareket olarak Sembolizm, şiiri düz yazıya tercih ederdi; fakat
Yovkov modern şiirin, temelde gerçekçi deneyim ve gözlemlerini yansıtmak için uygun
bir araç olmadığını düşünüyordu. Sembolist edebi şiir sanatının isteklerine uymak veya
bu akımdan saparak kendi ifade şeklini bulmak arasında kalan Yovkov ikinci seçenekte
karar kıldı. Artık ihtiyaç duyduğu tek şey, Sembolist hayallerini tuzla buz edecek,
Sembolizmin verdiği uyuşukluktan kurtaracak ve yeteneğinin tüm görkemiyle
parlamasını sağlayacak bir ilham kaynağıydı. Savaş ona istediği herşeyi verdi. Hatta
bazı eleştirmenler Yovkov'u yazar yapan şeyin savaş olduğunu söylerler.
1912 yılında üç Balkan ülkesi (Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan)
yarımadanın büyük bir kısmını hala elinde tutmakta olan Türkiye'ye karşı ittifak
kurdular. Bu hareketin resmi sloganı, Avrupa topraklarının son bölümünü "Türk
egemenliğinden" kurtarmak düşüncesiydi. Kutsal ittifaktaki tüm ülkeler toprak
kazanmayı bekliyordu, bu yüzden savaş fikri popülarite kazanmaya başlamıştı.
Bulgaristan, Bulgarların kendi vatanlarının bir parçası kabul ettiği Makedonya'da
yaşayan kardeşlerine özgürlük haklarının verilmesini istiyordu. Bu amaç, Bulgarların
yurtseverlik duygularını 1 benzersiz bir boyutta harekete geçirmişti ve Yovkov da birçok
94
arkadaşı gibi orduya katıldı. O sıralar Yovkov, savaşın kısa aralıklar dışında neredeyse
altı yıl süreceğini tahmin etmemişti ve tarihe geçecek bir mücadele olacağını düşündüğü
bir olaya iştirak etmekten mutluydu. Tüm savaş boyunca Yovkov'u en çok etkileyen
şey; birçoğu basit Bulgar köylüleri olan askerlerin cesaretiydi. Bu cesaretin altında
Yovkov'un Dobruca'da yaşarken büyük saygıyla karşıladığı ahlaki değerler sistemi
yatıyordu.
Birinci Balkan Savaşı uzun sürmedi. İttifak güçlerinden gelen kesintisiz baskı
altında bunalan Türk ordusu ağır bir yenilgiye uğradı ve 17 Mayıs 1913 yılında
Londra'da bir barış antlaşması imzalandı. Anlaşmanın en karlı tarafı Bulgaristan'dı.
Makedonya'nın büyük bir kısmını ele geçirmiş ve tüm Makedonya'yı ülkenin geri kalan
kısmıyla birleştirme amacına biraz daha yaklaşmıştı.
Fakat barış uzun sürmedi. Londra Antlaşmasını imzalayan ülkelerden hiçbiri
sonuçtan tatmin olmamıştı. Yunanistan ve Sırbistan, Bulgaristan'a çok fazla toprak
verildiğini düşünüyordu, ama Bulgaristan Makedonya'nın tümünü kontrolü altına
alamadığı için memnun değildi. Bulgaristan Çarı I. Ferdinand, İstanbul'u fethetmeyi ve
yeni bir Bulgar İmparatorluğunun başına geçmeyi hayal ediyordu. Genel olarak o
zamanın Bulgar diplomasisi de oldukça beceriksiz ve öngörüsüzdü, eski müttefikleriyle
karşı karşıya gelme fırsatını önceden göremiyordu. Gerçekten de hem Yunanistan hem
de Sırbistan, işgal edilen bölgelerin halklarına Bulgaristan'la bağları yüzünden eziyet
ederek tahrik edici şekilde davranmıştı. Bu durumda Bulgaristan'ın tepkisi daha ılımlı
olmalıydı, ama Bulgaristan bunun yerine saldırgan bir tutum takınarak askeri
operasyonlar başlattı. 16 Haziran 1913 tarihinde, yani Londra Anlaşmasından yaklaşık
bir ay sonra,Çar I. Ferdinand birliklerine Yunan ve Sırp güçlerinin mevzilerine saldırı
emri verdi ve İkinci Balkan Savaşı olarak bilinen tarihi trajedi başladı. Yunanistan,
Sırbistan ve Karadağ, Türkiye ve Romanya'yla birleştiler; Türkiye en azından kaybettiği
toprakların bir kısmını geri almak istiyordu ve Romanya'nın da Güney Dobruca'da gözü
vardı. Savaş sonunda Bulgaristan sadece Birinci Balkan savaşında ele geçirdiği
toprakları değil, kuzeydeki topraklarının da bir kısmını, yani Yovkov'un memleketi olan
Güney Dobruca'yı kaybetti.
95
Savaş başlı başına dramatik bir olaydı ve sanatsal açıdan ele alınması
gerekiyordu. Dolayısıyla, Yovkov'un savaşı nasıl gördüğünü ve nasıl tanımladığını
sormak çok da mantıksız olmayacaktır. Tüm eleştiriler, Yovkov'un savaş sahnelerini
çok güzel resmettiği ve çok az sanatçının savaşın canlılığını onun kadar güzel tasvir
edebileceği yönündedir. Fakat görüş birliği bu noktada sona ermektedir. Savaş
tasvirlerini yazdığı öykülerde başarıyla yapan Yovkov, “savaş öyküleri” denilen türe
büyük katkılarda bulunmuştur. Günümüzde, geçmişi ünlü Rus yazarı Lev Tolstoy'a
kadar uzanmasına rağmen, “savaş öyküleri” terimi aslında yeni bir kullanımdır. Bu
yüzyılda yaşanan iki kanlı dünya savaşı,terimin edebi bir öykü türü olarak kullanımını
artırmıştır. Savaş konulu yazılar yazan bir yazar olarak Yordan Yovkov; Erich Maria
Remarque, Vsevolod Garşin ve Henri Barbusse gibi yazarlarla karşılaştırılmaktadır.
Yovkov ise (şahsen kendi sözüdür) ünlü Rus yazarı Lev Tolstoy'a 2 benzetilmekten
hoşlanmaktadır. Yovkov, yukarıda adı geçen yazarların her biriyle karşılaştırıldığında
farklı sonuçlar ortaya çıkar ve bu durum bir paradoks olarak görünmekle beraber,
yaşamsal bir soruyu cevapsız bırakır : “Yovkov savaş taraftarı mıdır, yoksa savaşa karşı
bir yazar mıdır ?”.
Bulgar eleştirmenler ve özellikle çağdaş Marksist eleştirmenler, bu soruya kesin
bir cevap verememektedir. Yazarın açıkça savaştan yana olduğunu söylemek korkunç
bir şey olurdu, çünkü o zaman yazılarının hepsi olmasa bile en azından savaşa ithaf
edilen kısmını milli edebiyatın ana kaynakları dışında bırakmak gerekebilirdi. Şüphesiz
bu da onarılamaz bir kültürel kayıp anlamına gelecekti. Fakat diğer yandan 1945 sonrası
Marksist Bulgar edebiyat eleştirmenler, Yovkov'u kesin bir şekilde "gerici" bir yazar
olmakla suçlamışlardır.3 Aynı derecede aşırı ve kabul edilemez bir görüş de, Yovkov'un
savaşa açık bir biçimde karşı olduğunu vurgulayan Simeon Sultanov'un yakın zamanlı
görüşüdür.4 Yazarın savaşa karşı tavrından emin olmak için yapılması gereken, yazarın
bu tür bir iddiayı destekleyecek kısa öykülerini bulmaktır: Fakat gerçek, Jetvaryat
(Orakçı) adlı öykünün, yazarının savaşı ilk çıktığı anda kabullendiği ve hatta bazı
durumlarda da savaş yüzünden halktan özür dilediğidir. Bu şekilde davranmasının
birkaç nedeni vardır ve hiçbiri onun büyük bir yazar olduğu gerçeğini asla değiştiremez.
Bunlardan ilki, Yovkov'un tüm Bulgarların 1912'deki duygularını paylaşıyor olmasıdır,
o da herkes gibi Makedonya'nın Türk egemenliğinden çıkmasını istemektedir. İkincisi,
96
şüphesiz o da savaşın dinamizmi ve canlı karakterinden etkilenmiştir, savaşa bir sanatçı
gözüyle bakmaktadır. Büyük bir yazar olduğu için, objektif olarak bakıldığında kötü
olarak kabul edilebilecek bir olaydan temalar ve motifler çıkarabileceğinin tamamen
farkındadır.
Edebiyatta bir güzellik yaratmak, ille de kişinin kendisini ahlaki açıdan kabul
edilebilir insani davranışlarla sınırlaması anlamına gelmez. Ahlaki değerlere çok önem
veren Yovkov, hayatın içindeki iyi ve kötü gibi kavramlarla sanatsal güzellik fikrini
birbirinden ayırt etme yeteneğine sahiptir. İlk iki kavramın ahlak kapsamında olduğunu
ve güzellik fikrinin (ideasının) de estetik alanına ait olduğunu algılayabilmiştir. Bu
tutumunu ileri bir tarihte yazdığı ve en ilginç öykülerinden biri olan Albena
desteklemektedir.
Fakat Yovkov'un savaştan yana olduğunu düşündüren başka nedenlerden de söz
edilebilir. İkinci Balkan Savaşı’nın Bulgaristan için bir felaket olduğu herkesçe
bilinmektedir. Toprakları azalmış ve 1912'de kazandıklarını kaybetmiş olan Bulgaristan,
İkinci Balkan Savaşı’ndan siyasi açıdan küçük düşürülmüş bir halde çıkmış ve intikam
peşinde koşmaya başlamıştır. Fakat Bulgar halkını, hem ahlaki hem de siyasi açıdan
ikinci bir savaşa hazırlamak gerekimektedir. Bu amaçla, Bulgar basınında halk arasında
kahramanlık ve içine şovenist duygular katılmış, askere yakışır özveri kültünü yaymak
üzere bir kampanya başlatılır. O zamana kadar kazanılmış zaferler abartılıyor ve
yenilginin nedenleri bulunmaya çalışılır. Örselenmiş ulusal gurur, çıkışı aşırı
milliyetçilikte bulmuştur. Ivan Vazov ve Kiril Hristov gibi büyük yazarlar bile
kendilerini bu havaya kaptırmışlardır. 1914 yılında gazeteci ve yazar Grigor Vasilev,
halkın vatanseverlik duygularını kabartmak ve demoralize olmuş Bulgar kamuoyunu
harekete geçirmek için Narod i armiya (Ulus ve Ordu) gazetesini kurar. Gazetenin
programı, ilk sayısındaki başmakalede belirtildiği gibi, oldukça saldırgandır. Gerçekten
de gazete açıkça savaş çığırtkanlığı yapmaktadır :
“İlk önce Türkiye'ye ve daha sonra Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ’a karşı
açılacak olan savaş, en büyük ulusal kahramanlık olarak uzun süre yaşayacaktır.
Savaşın tarihi özü, büyük Fransız Devrimine benzetilebilir. Balkan Savaşlarının sonucu
97
barış anlaşmaları imzalanarak unutturulamaz. Balkan Yarımadasının geleceği büyük
ölçüde savaşın sonucuna bağlı olacaktır. Barış yeniden hüküm sürmeye başladı, fakat
Balkan uluslarının mücadelesi devam etmektedir.
Şu anda Makedonya'da giderek kötüleşen bir şekilde devam eden köleliğin yerini
insan hakları ve ulusal haklar almadıkça da devam edecektir. Bu şartlar altında, Bulgar
halkı eğer tarihe karışmak istemiyorsa, savaşa hazır olmalıdır. Avrupa karşısında,
Balkanlardaki aydınlatıcı misyonunu güçlü bir şekilde yerine getirmelidir”.5
Bu arada Grigor Vasilev, Yovkov'la yakınlaşarak ondan gazeteye katkıda
bulunmasını istemişti. Yazar, Bulgar askerlerinin kahramanlığını ve olağanüstü görev
anlayışlarını tasvir ederek vatandaşlarını teselli etme fırsatını kaçırmak istemedi. Utro
na pametniya den (Unutulmaz Bir Günün Sabahı), Otvıd (Diğer Tarafta), Pırvata
pobeda (İlk Zafer), Kaypa, Noştite pred Odrin (Edirne Önünde Geceler), daha sonra adı
sadece Pred odrin (Edirne Önünde) olarak değiştirildi)da dahil ilk öykülerinin hepsi
Narod i armiya gazetesinin sayfalarında yayımlandı. Daha sonra Yovkov'un yazdığı
savaş öyküleri, Voenni izvestiya (Ordudan Haberler), Oteçestvo (Memleket),
Sıvremenna misıl (Çağdaş Düşünce) ve Demokratiçeski pregled (Demokratik Bakış)
gibi dergilerde yayımlandı.
3.2. Öykülerdeki Savaş
Yovkov'un milliyetçi ülkülere gözle görülür bağlılığı yazılarında da yer
almaktadır. 1914 ve 1918 yılları arasında barış fikrini destekleyen veya savaşı protesto
eden bir öyküsüne rastlamak mümkün değildir. Savaşı eleştiren birkaç öyküsü Posledna
radost (Son Mutluluk), Belite rozi (Beyaz Güller) ve Hermina (Hermina) savaştan
sonra, tamamen yeni bir ortamda yazılmıştır ve sayı olarak Yovkov'un savaş
öykülerinin çok az bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu öykülere dayanarak, Simeon
Sultanov'un söylediği gibi, Yovkov'un tek yaptığının savaşı eleştirmek olduğunu
söylemek doğru olmayacaktır, zira Yovkov'un savaşı savunur tarzda yazdığı iki cilt
dolusu öykü bulunmaktadır. Bunun sonucunda, Marksist eleştirmenler yeni bir yaklaşım
benimsemiştir. Efrem Karanfilov, Yovkov'un savaş kahramanlarından 6 söz ederken,
edebi analizinde, bir yazarın dünyaya bakışı ile yaratıcılık yöntemi arasında bir çelişki
98
olabileceğini savunan Marksist savı (Engels'in formüle ettiği) kullanır. Engels, örneğin
Balzac'ın kralcı eğilimleri ve ilkel rejimi tercih etmesine rağmen, yeni burjuvazinin
sosyal yapısının yükselişini ve feodal sistemin çöküşünü gerçekçi biçimde tasvir ettiği
görüşündedir.7 Lenin bu tezi Lev Tolstoy'a kadar genişleterek, Tolstoy'un gerici dinsel
dünya görüşü ile Rus toplumunu ilerici ve gerçekçi bir biçimde resmetmesi arasındaki
açık çelişkiden söz etmektedir. Efrem Karanfilov da, Yovkov'un “savaşı ve askerleri
idealize ederek düşmana kaba sözlerle saldırırken”, aynı zamanda davranışları
burjuvazinin “kibirli ve açgözlü bir şekilde zengin olma ve kazançlı işler bulma isteği”
ile açıkça zıt olan ve çoğu köylü olan Bulgar askerlerini gerçekçi bir şekilde tasvir
ettiğini iddia ederken de aynı yöntemi kullanmaktadır. Ne yazık ki, Karanfilov bu
iddiasını herhangi bir örnekle destekleyemediği gibi, Yovkov'un Bulgar askerlerini
tasvir ederken ve gerçekliğin diğer bileşenlerini ortaya koyarken ideolojik veya ahlaki
çifte standartlar uyguladığı iddiasında da güvenilir değildir. Peki askerlerin ve
Yovkov'un çok sadık bir dostu olan “öykü anlatıcısı” nın savaşı algılama şekilleri
arasında gerçekten bir çelişki var mıdır ? Bu soruyu cevaplamak için Yovkov'un en
güzel savaş öykülerinden biri olan Zemlyatsi (Hemşehriler)i inceleyelim.
3.2.1. ZEMLYATSİ (Hemşehriler)
Bu eser,İkinci Balkan Savaş sırasında Türkler’e karşı savaşmak üzere orduya
çağrılan dört Dobrucalı köylünün hikayesidir. Öykü fazla hareketli değildir, çünkü
yazar genelde kişilerin karakterlerini ve savaşın gerçekleştiği koşulları tasvir etmeye
yoğunlaşmıştır. Dört karakter de oldukça kendine özgü kişiliklerdir. Köylü Stoil
toprağa ve kırsal yaşam biçimine yürekten bağlıdır; genel olarak hayata karşı tavrı ciddi
ve neredeyse felsefidir. Herşeyi anlık yaşayan, enerji dolu, esprili ve dünyaperest
(dünyaya bağlı) bir kişilik olan Nikola ise onun tam tersi bir yaradılışa sahiptir.
Nikola'nın esprilerinin en büyük hedefi olan Dimitir, kıymet bilmez arkadaşına
inanılmaz bir hoşgörü gösterir ve hiç şikayet etmeden onun yaptıklarına ayak
uydurmaya çalışır. Alçakgönüllü Dimitir sadece tüm askerler için iyi bir dost değildir,
aynı samanda cesaretiyle de dikkatleri üzerine çeker. En tehlikeli operasyonlarda
gönüllü olmaktan asla çekinmez, ölmüş düşman askerlerinin üstündeki eşyaları ve
özellikle de tütünü almak için gece dışarı çıkacak kadar gözükara olduğu söylenir. Bu
99
dört asker arasında en "silik" olanı İliya, aynı zamanda en gençleridir. Eski bir bölük
trampetçisi olan İliya, çarpışmalardan birinde trampetini kaybetmiştir ve artık sıradan
bir askerdir. Dimitir ve Stoil arasındaki ilişki gibi, Iliya da Nikola'nın karakterini
tamamlar. Nikola'nın yaratıcı ruhuna sahip olmamakla beraber, o da neşelidir ve şaka
yapmayı sever, ayrıca nazik bir dinleyicidir.
Stoil, Nikola, Dimitir ve İliya bir arada Bulgar askerlerinin en değerli
özelliklerini sergilerler: Cesaret, dürüstlük, arkadaşlık ve dayanıklılık. Bölükleri mevzi
savaşı verdiği için aynı siperde yaşarlar. Yovkov, bu öyküde sözü geçen dört askerin
günlük işlerini, aralarındaki konuşmalarını ve üzüntülerini adım adım tasvir eder.
Günlük işleri arasında diğer askerleri ziyaret etmek ve bunlarla küçük tartışmalara
girmek vardır, ara sıra da düşmanla birbirlerine ateş ederler. Haftada bir gün, Pazarları,
bir araya gelerek ilahiler söyler ve üstü kapalı olarak (askeri sansür yüzünden) savaşın
vahşeti hakkında konuşmalar yapan Ortodoks rahibin vaazlarını dinlerler. Kampta hayat
kasvetlidir. Kışın kar mevzinin üstünü örter ve herşey çok daha gri ve kasvetli görünür.
Bahar gelince askerlerin içindeki gerçek duygu ve hayaller uyanır. Bu durumu en
etkileyici ve dokunaklı şekilde ifade eden Stoil'dir. Bir gece yerinden kalkar, siperin
dışına çıkar,harika ve serinletici bir kokuyla sersemler, bu “sıcak ve nemli dünyanın”
kokusudur. Yaklaşan baharın habercisi olan bu koku, Stoil'in davranışlarının birdenbire
değişmesine neden olur: Stoil huzursuz bir insan haline gelir, ailesine daha fazla mektup
yazmakta, çiftliğini nasıl işletmeleri gerektiği hakkında talimatlar yağdırmaktadır ve
çiftliğini daha sık düşünmeye başlamıştır. Fakat en çok düşündüğü şey, onun gibi
sağlıklı bir adamın toprağı işleyememesinin, en doğru zamanda toprağa ihtiyacı olan
şeyi verememesinin bir günah olduğudur. Stoil bir gün bölük komutanı Yüzbaşı
Varenov'la karşılaşır, Yüzbaşı ona savaş bitene kadar “beklemeleri ve biraz daha acı
çekmeleri gerektiğini” söyler. Stoil'in cevabı son derece felsefi ve düşündürücüdür :
“Doğru, biz acı çekebiliriz, ama toprak Yüzbaşım, toprak beklemez.
Bakın,nasıl konuşuyor”.
100
Bu konuşma, Yovkov'un öykülerinde doğanın kişileştirilmesinin ilk ve en güzel
örneklerinden biri olmasının yanısıra, başka bir nedenden dolayı da önemlidir. Efrem
Karanfilov'un da ifade ettiği gibi, bizi, Yovkov'un savaş öykülerinin genel anlamı ile
askerleri tasvir ediş şekli arasında bir ikilik yansıtıp yansıtmadığını araştırmaya
yöneltmektedir. Birincisi, Yüzbaşı Varenov'un Stoil'in şikayetine cevabı ne olmuştur ?
Varenov Stoil'i “felsefi” yansıtmaları yüzünden azarlamamaktadır; tam tersine
kendisine anlayış ve sempatiyle yaklaşmaktadır. Varenov'un davranışlarından Stoil'in
üzüntülerini paylaştığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Stoil ve arkadaşları, neden
savaşmak zorunda olduklarını asla sorgulamamaktadır. Varenov'un tavsiye ettiği
şekilde, içinde bulundukları durumu metanetle kabullenmektedirler. Varenov ve
askerleri, tüm zorluklar ve özverilere rağmen savaşa karşı bir bütün olmuş
durumdadırlar. Stoil ve arkadaşları ayine katıldıklarında, Tanrı'yla barıştıklarına dair
derin bir dini inanca kapılır ve “büyük ve kutsal bir şey” için ölmekten korkmazlar.
Bu öykü, askerlerin diğer bir dikkate değer, belki de en önemli özelliklerinden
birini ortaya çıkarmaktadır: Sarsılmaz güven anlayışları. Savaşa katılmak onlar için
yeteneklerini sonuna kadar kullanarak yerine getirmeleri gereken bir zorunluluktur. Bu
noktada yine Varenov'la bir bütün halindedirler. Kaderlerine karşı en ufak bir isyan söz
konusu değildir. Yovkov, subay ile sıradan asker arasındaki birlikteliği doğrulamak
istercesine, öyküyü dramatik bir sonla bitirir. Askeri birlik cepheye gönderilir ve
Varenov ilk çarpışmada yaralanır. Stoil onu savaş alanından sipere kadar kollarında
taşır ama o da vurulmuştur ve her ikisi birlikte, kucak kucağa ölürler.
Yovkov'un askerlerinde görülen görev anlayışı, arkadaşlık ve kahramanlık,
yazarın savaş öykülerini Tolstoy'un Sivastopol Öyküleri (Kırım Öyküleri) ile
bağdaştırır. Bu eserde, Rus askerleri benzer özellikler sergilerler :
“Soğukkanlılık, cömertlik, dayanıklılık ve görev anlayışı. Onları harekete geçiren
şey “vatanlarına duydukları aynı utangaç ama dipten gelen kutsal bağlılıktır”.8
Ayrıca ölüm karşısında korkusuzdurlar. Vsevolod Garşin'in kahramanlarının
tersine, Yovkov'un askerleri asla “neden başkalarını öldüreyim ?” sorusunu sormazlar.
101
Öldürmek askerin temel görevidir, bu yüzden görevleri ve bilinçleri arasında bir çelişki
yaşamazlar.
Savaş söz konusu olduğu sürece, yazar, anlatıcı ve ister subay ister er olsun
kahramanlar arasında gözle görülür bir birliktelik vardır : Hepsi vatanseverlik
duygusuyla yanıp tutuşmaktadır. Edna bılgarka (Bir Bulgar Kadını) adlı öyküsünde
Yovkov, fiilen çarpışmaya girmeyen kadınların bile savaş zamanında faydalı
olabileceğini hatta kahraman gibi davranabildiklerini göstermektedir. Düşman küçük bir
kasabaya saldırdığında, “gençler, yaşlılar, kadın ve çocuklar askerlerin yardımına
koşarak ellerinden ne gelirse yaparlar”. Fakat en büyük yardım Şina'dan gelir. Şina ara
vermeden kullanıldığında makineli tüfeklerin aşırı ısınabileceğini bilmektedir.
Yorulmak bilmeden tüm öğleden sonrayı tüfekleri soğutmak için cepheye su taşıyarak
geçirir ve herkese örnek olur. Düşman kasabadan çekildiğinde de bu davranışı
karşısında ödüllendirilir.
3.2.2. BALKAN (Balkan)
Bir başka öykü olan Balkan, koruduğu yere eşi görülmemiş bir şekilde bağlı bir
köpeğin öyküsünü konu alır. Bulgaristan'ın önde gelen yazarlarından biri 9 ve
Demokratiçeski pregled (Demokratik Bakış)ın editörü olan Elin Pelin (1877-1949),
“Balkan” adlı köpeğin öyküdeki rolünü anlamadığı gerekçesiyle öyküyü yayımlamayı
reddetmiştir. Köpek, Bulgaristan-Romanya sınırında askeri bir mevzide durmaktadır.
Bulgar askerlerine sınır kaçakçılarını yakalamalarında yardımcı olmak için sürekli etrafı
“kolaçan etmektedir”. Savaş çıktığında Bulgar askerleri geri çekilmek zorunda kalırlar.
Başlangıçta “Balkan” da askerlerle birlikte bulunduğu yeri terkeder, fakat birkaç gün
sonra sınır karakoluna geri döner ve eski sınırı koruma görevine “kaldığı yerden devam
eder”.
Bu öykü iki açıdan ele alınabilir: Realist ve sembolik açılardan. Hangisi seçilirse
seçilsin, öykünün iki anlamı vardır. “Balkan”ın sınır karakoluna geri dönüşü
hayvanların belli bir süre yaşadıkları yerlere gösterdiği basit bağlılığın edebi bir ifadesi
olarak yorumlanabilir. Fakat bu durum, içinde başka bir sembolik anlamı daha
102
barındırmaktadır : Köpeğin eski sınır karakoluna geri dönmesi “Bulgar askerlerinin de”
döneceği anlamına gelmektedir. Siviller için “Balkan” bir umut ışığıdır, öyküden
çıkarılan anlam hayvanların bile haksızlığa karşı savaşmaktan vazgeçmedikleridir.
“Balkan”ın yeni bir özelliği ortaya çıkarması bu yorumu destekler: “Romen askerlerinin
bu duruma oldukça içerlemesi”.
Yovkov'un öykülerinde, düşmana yılmadan karşı koyulur. Savaşa katılanlar
savaşın meşruluğu konusunda en ufak bir şüphe duymazlar. Fakat Yovkov'un ilk
öykülerinde görülen savaşı kabullenme durumunun sadece vatansever duygularla
açıklanamayacağı da unutulmamalıdır. Unutulmaz Gün adlı öyküde, savaşın ilanı
askerler tarafından yüksek sesle ve hep bir ağızdan yükselen “hurra” çığlıklarıyla
karşılandığında, bu şevkin nedeni sadece vatanseverlik duyguları değil; aynı zamanda
savaşın esrarengiz bilinmezliğidir. Bu durum, özellikle henüz düşmanla ve savaşın
korkunçluğuyla karşılaşmamış olan genç askerler için söz konusudur.
Savaşın askerleri çeken bir başka yönü daha vardır : Askerler savaşı kendilerini
günlük sıkıcı hayattan uzaklaştıracak ve yeni arkadaşlar edinecekleri bir macera olarak
görürler. Yovkov'un çağdaşı olan bir başka Güney Slav yazarı, tamamen aynı motife
değinmiş fakat bunu farklı ideolojik ve sanatsal bir perspektiften sunmuştur. Hırvatski
bog Mars (Hırvat Tanrı Mars) adlı eserde Miroslav Krleza savaşın başında Hırvat
köylülerin orduya alınmaktan ve köylerini terk etmekten mutlu olduklarını gösterir. Bu
insanlar, hiçbir şeyin ağır koşullarda çalışan bir köylü olmaktan daha kötü
olamayacağına safça inanmakta ve günlük yaşamlarından kurtulduklarına memnun
olmaktadırlar. Fakat kısa sürede ölümcül sonuçlar doğuran bu hatalarını anlarlar : Savaş
bir anda kabusa dönüşür ve kahramanlar acınacak savaş kurbanları haline dönüşürler.
Bu tür bir yorumu Yovkov'un en azından 1913-1918 yılları arasında yazdığı
öyküler için yapmak mümkün değildir. Yovkov'un askerleri macera ruhunu hiç
kaybetmezler; onlar ölümle yüz yüze gelmek zorundadır, bu da onları savaş hakkında
derin düşüncelere yöneltir; zorluklarla karşılaşır ama hiçbir zaman karamsarlığa
kapılmazlar; kısaca savaşın her türlü dehşetini vakarla karşılarlar. Yovkov'un askerleri
yenilseler bile kahramandırlar. Jetvaryat (Orakçı) nın yazarı acı çekmeyi resimlese de,
103
temelde “acı çekme felsefesinin mistik bir şekilde idealize edilmesine karşıdır” 10 ve
kariyeri boyunca da karşı olmuştur. Hırvat yazar Miroslav Krleza'nın köylülerinin
davranışı, sosyal ve siyasi dürtülerle (savaş adaletsiz bir olgudur; çünkü sapkın sosyal
şartlardan doğar ve siyasi radikalizme yol açar vb.) açıklanacaksa, Yovkov'un
kahramanlarının da ahlaki ve romantik bir idealizm içinde bulundukları söylenebilir.
İçinde bulundukları ahlaki ikilemin bir tarafında işlenmesi gereken toprağa duydukları
bağlılık ve diğer tarafında da asker oldukları ve bu topraklar için savaşmak zorunda
oldukları gerçeği durur. Fakat bu çelişkiyle başa çıkma konusunda oldukça başarılıdırlar
: Varılan son noktada vatan sevgisi kişisel duygularına her zaman ağır basar.
Savaşın “epik bir nedenden doğan şiirsellik” olarak tanımlanmasında, basit ve
aynı zamanda neredeyse estetik bir deneyim olarak romantik bir biçimde idealize
edilmesi göze çarpmaktadır. Yovkov öykülerinde karakterlerin psikolojik analizini
yapmaktan kaçınır. Ölüm hakkında yazıyorsa, bu analizi ancak kişinin ölümü anında
yapar. Bu yaklaşımı onu Lev Tolstoy ve Vsevolod Garşin'den ayırmaktadır. Ölüm
düşüncesi şüphesiz olarak her dakika askerlerin aklındadır, fakat yalnızca bir anlık
endişe ve bir anda belirip bir anda kaybolan basit bir düşünce olarak durmaktadır.
Pırvata pobeda (İlk Zafer) adlı öyküde, düşmanla ilk kez karşılaşmadan önce duyulan
heyecan ve sevinçle birlikte, gizlice yaklaşan ölüm düşüncesi de vardır :
“İnsan ruhunun derinliklerinde, gizli kalmış bir yaranın keskin acısının
hissedildiği, ölüm meleğinin geç kalmış bir seyyahın inadıyla kapıyı çaldığı ve “Beni
unutma. Ben buradayım” diye fısıldadığı bir köşe vardı”.11
Fakat bu tür fragmanlara sık rastlanmamaktadır. Yovkov'un yaratıcılık gücü, ilk
olarak savaş içindeki farklı olayları ve ikincisi de bizzat savaş mozaiğini eşi görülmemiş
bir şekilde tasvir etme yeteneğinden kaynaklanır. İlk kategori kapsamında öyküler,
savaşın, kişilerin ve özellikle sivillerin özel hayatı ve davranışları üzerindeki etkisini;
savaşa katılmalarını veya savaşı yaşamalarını; askerlerin bir grup halinde hareket
etmediği veya büyük askeri birliklerin söz konusu olmadığı mevzi savaşının
sürprizlerini ele alan öyküler olarak sınıflandırılabilir. İkinci kategoride ise, öykü,
alışılmadık bir sonu olan bir anekdota benzer. Treta smyana (Üçüncü Vardiya) veya
104
Sreştu Nova Godina (Yılbaşı Gecesinde) öyküleri bu türün tipik örnekleridir. Her iki
öyküde de konu ya bir sınır köyünde ya da askerlerin siperde olduğu hareketsiz bir
cephede geçer.
3.3. Olay ya da Anekdot Olarak “Savaş”
Savaşın gidişinden dolayı ortaya çıkan kişisel tartışmalar,romantik bir dille
anlatılır. Genelde, bu türdeki öykülerde konu, genç subayla genç kız arasında aşktır.
Şimdi örnek öyküleri inceleyelim :
3.3.1. PESENTA na SOLVEYG (Solveyg’in Şarkısı)
Pesenta na Solveyg (Solveyg'in Şarkısı) adlı öyküde, yetenekli bir kemancı olan
Anya, subay olan eski bir sınıf arkadaşına aşık olur. Vereceği bir konser öncesi
odasında hazırlanırken pencereden dışarı bakan Anya,sokakta yürüyen üç kişinin
karanlıklar içindeki silüetlerini görür : Yaşlı bir kadın, yaşlı bir adam ve genç bir subay.
Kısa bir süre sonra bu subayın eski bir sınıf arkadaşı ve aynı zamanda komşusu
olduğunu farkeder. Arkadaşı Anya ne zaman pratik yapsa aynı parçaları kemanla
çalarak katılmış, bu yüzden “violine secondo” (ikinci keman) adını almıştır. Aradan
yıllar geçer, Anya kariyerine yurtdışında devam etmiştir; subay da olgunlaşmış,
yüzündeki yara izi (gözle görülür bir savaş yarası) ona gerçek bir kahraman görüntüsü
vermiştir. Bu, Anya'nın hayal gücünü harekete geçirir. Birkaç saat içinde, sahneye
çıkmasına çok az bir süre kala inanılmaz bir duygusal metamorfoza uğrar. Keman
dışında hiçbir konuda yeteneği olmayan fakat kemanla harikalar yaratan Anya, tam bir
sanatçıya, duygu ve aşkla çalan bir insana dönüşür. Anya'nın kariyerini yakından takip
eden bir müzik eleştirmeni şoke olmuştur : Bu değişimin nedeni dinleyiciler için bir sır
olarak kalmıştır. Konserin sonlarında Anya, aşkın ve sadakatın sembolü olan Solveyg'in 12 şarkısını çalar.
105
3.3.2. PRISTENIT (Yüzük)
Benzer bir anlatım ve konu Prıstenıt (Yüzük) adlı öyküde de görülür. Genç bir
subay olan Arso Lambrev, nişanlısını ziyaret etmek için bir süreliğine seyahate
çıkacaktır. Ona bir yüzük armağan etmek istemektedir. Kuyumcu dükkanındayken,
dükkan sahibi Arso'ya, üzerinde tıpkı “kalpten gelen bir gözyaşına” benzer, saf ve
parlak bir elmas bulunan altın bir yüzük hediye etmesini önerir. Aniden Lambrev bu
metaforu, savaş mahkumuyken tanıştığı ve kendisine hapiste kaldığı süre boyunca
yardım eden Mariya adında genç bir kadının döktüğü gerçek bir gözyaşıyla
özdeşleştirir. Cezaevinin bulunduğu kasaba fazla uzak olmadığı için, Lambrev,
Mariya'yı ziyaret etmeye karar verir. Nihayet Mariya'yı bulur ve hediyeyi ona verir.
Nişanlısına da eli boş gider.
Bu öykülerin konuları asla dramatik değildir, genelde basittir ve bazen
duygusallık sınırındadır. Fakat Yovkov, insani duyguların en ince nüanslarını, detaylı
“psikolojik analizlere” başvurmadan, yani “insan ruhu” ve deneyimlerini karmaşık ve
uzun bir şekilde tasvir etmeden yakalamayı başarmaktadır. Duyguların aniden
değişmesi bir dizi dış olayla bağıntılıdır. Yazar,kahramanları hakkında her şeyi bilen bir
psikolog gibi davranmamaktadır; kendisini yüzeyde gördükleriyle sınırlayarak,
kahramanların düşüncelerinin içyüzüne pek temas etmez. Bu tür bir “davranışsalcılık”,
Yovkov'un ilk öykülerinden ayrılıp 1920'lerin yoğun, ekonomik ve basit öykülere bir
adım daha yakınlaştığının bir göstergesidir.
Örneğin Vodaçkata (Rehber Kadın), Sedemte (Yedi), V stroya (Atlı Düzende) ve
Edna Bılgarka (Bulgar Kadın) adlı diğer öykülerde, savaş, normal şartlar altında gizli
kalacak karakter özelliklerinin açığa çıkmasına yardımcı olur. Utangaç ve sıradan bir
öğretmen olan Vangeli, bir dağı geçmeye çalışırken askerlere yardımcı olacak kadar
gözükara bir kadın olduğunu gösterir. “Atlı Düzende” askeri görevinden
uzaklaştırılmaya alışamayan bir atı konu alır; at askeri bir tören sırasında bir marş
çalındığını duyduğunda, en yakın kolda, kumanda subayının atının hemen yanında
sıraya girmektedir.
106
Tüm bu öykülerde Yovkov, tek boyutlu, kahramanlık gösteren ve kendini daha
kutsal bir yurtsever amaca adamış bir olay kahramanı (insan ya da hayvan) yaratır.
Son olarak, Treta smyana (Üçüncü Vardiya) ve Sreşti nova godina (Yılbaşı
Gecesi) adlı öyküler, savaşı beklenmedik bir sonu olan ve olayların komik bir şekilde
geliştiği bir anekdot olarak resmeden öykülerdir diyebiliriz. İlk öykü olan “Üçüncü
Vardiya”nın başlangıcı, askerler ve onlara nöbetteyken uyanık kalma idealini aşılamaya
çalışan subayları Tsolov arasındaki konuşmaları içerir. Tsolov'un açıklamalarının basit
mantığı ve dinleyicilerinin ciddiyeti arasındaki çatışma, komik sonuçlara yol açar.Er
Petranov nöbete başladığında (üçüncü vardiya, ya da herşeyin olabileceği zaman dilimi)
Tsolov'un açıklamalarını ve özellikle “hareket eden dağ” hakkındaki sözlerini hatırlar :
Tsolov onları nöbet tutan bir askerin “hareket eden dağı” bile izlemesi gerektiği
konusunda uyarmıştır. Fakat Petranov, düşman sipere yaklaştığında alarm vermeyi hep
unutmaktadır çünkü düşman askerlerinin beyaz üniformalarını sis zannetmektedir. Yine
de öykü mutlu sonla biter ve askerler olayı iyi bir şaka (anekdot)olarak hatırlarlar.
Bu öykülerin bir özelliği, savaşın her günkü atmosferini özünü değiştirmeden
vermeleridir. İnsanların karşılaştığı değişiklik ve sürprizlere rağmen, insanlar sıradan
hayatlarına devam ederler, bu da sakin ve nesnelleştirilmiş (genelde üçüncü bir kişi
olarak) anlatımda yansıtılmaktadır.
3.4. Muharebe ya da Macera Olarak “Savaş”
Yovkov bir savaşı tasvir etmeye kalktığında durum tamamen değişmektedir.
Yovkov, savaşları tasvir etmekteki ustalığı ile tanınır, gerçekten de öyledir. Bu tarzda
yazdığı tüm öykülerinde Unutulmaz Gün, Edirne’den Önce, İlk Zafer, Kaypa, Diğer
Tarafta alışılmadık bir durumun değişen detayları yüzünden anlatım daha canlıdır ve
daha özneldir (kural gereği anlatım birinci kişinin ağzından “ben anlatı” olarak
gerçekleşir). Bu öykülerde savaşın maceralı doğası ön plana çıkar. Kişi olağan
ortamından sıyrılıp yeni ve bilmediği bir dünyanın tehlikeleriyle karşı karşıya kalır. Bu
dünya kolektiflik ilkesi üzerine kurulmuştur ve kitle hareketleri en tipik özelliğidir.
Fakat Yovkov'un kendini karşılıklı ateş, saldırı ve karşı saldırı, öldürme ve çarpışmanın
107
diğer dehşetli anlarıyla sınırladığını söylemek, durumu basitleştirmek olacaktır. Bir
çarpışmanın üç aşaması vardır : Çarpışmadan önceki ölüm sessizliği, genelde öykünün
en canlı kısmı olan çarpışma anı ve çarpışma sonrası. Bu üç yapısal bileşen mutlaka her
öyküde bulunmaz. Örneğin Pred Odrin (Edirne’den Önce) öyküsü, neredeyse tamamen
bir çarpışma sonrasını konu alır.
3.4.1. Ölüm Sessizliği
Çarpışmanın en önemli bileşenlerinden biri olarak sessizliğin en etkileyici
görüntüleri Kaypa “Kaypa” adlı öyküde karşımıza çıkar.
3.4.1.1. KAYPA (Kaypa)
Çarpışmanın zirveye ulaştığı bu öyküde, Yovkov umut ve karamsarlık, ufak bir
rahatlama ve tekrar canlanan huzursuzluk, boyun eğme ve kızgınlık arasında gidip gelen
gerilim ve duygularla dolu ani bir sessizliğin zıtlığını vurgular:
“Herkes susmuştu, kimse konuşmuyordu çünkü herkesin kafasında tek bir
düşünce, herkesin içinde tek bir duygu vardı: beklenti. Çünkü herkes ölüme mahkum bir
kurbanın son dakikalarını yaşıyordu. Son saati tek başlarına bekliyorlardı. El
bombaları ve mermiler altındaki bu sessiz bekleyişin içerisinde taze etlerine kanca
takılmasını kabullenmiş bir boğanın hareketsiz vahşetine benzer bir şeyler vardı”.13
Fakat aynı zamanda savaş içindeki bu kısa aralıklar askerleri birbirine daha fazla
yaklaştırmakta ve dostluklarını güçlendirmektedir. Her asker bir diğerine dokunmak
istemektedir,çünkü bu onlarda güven içinde olduğu ilüzyonunu (sanrısını)
yaratmaktadır.
Bu sessizlik elbette ki kısa sürecektir; herkes yaklaşmakta olan çarpışmanın
şiddetle farkındadır. Aslında bu savaşın belki de en acılı kısmıdır; belirsizliğin yarattığı
gerilim en üst noktaya vardığında, “askerlerin kalp atışları” rahatlıkla duyulmaktadır.
108
Doğa bazen, örneğin “Kaypa”da olduğu gibi, sessizliğin uğursuz karakterini sergileyen
bir ortam yaratır:
“Sisler altındaki alanı ve sınırları ancak yaklaşınca görülebilen boş ve
terkedilmiş köyü derin bir sessizlik kaplamıştı. Herşey endişe içinde birşeyler olmasını
bekliyormuş gibi nefesini tutmuştu. Sadece yağmurun yere düşerken çıkardığı monoton
ve uyku getiren ses duyuluyordu”.14
3.4.2. Çarpışma Anı
Sessizlik genel olarak Yovkov'un kahramanlarına, savaşın doğası üzerinde
düşündükleri ve savaşa sanki insan hayatında normal bir olaymış gibi yaklaştıkları bir
ortam sağlamasına rağmen, çarpışma anı hem insanın hem de savaşın istisnai
özelliklerini ortaya çıkarır. Yovkov'un en çok ilgisini çeken nokta insanların cesaretidir.
“Kaypa”nın anlatıcısı saldırı sırasında askerleri izlerken şu yorumu yapar:
"Evet, kazanacaklar, ne kadar özgeci, ne kadar korkusuzca ve ne kadar
gururlu bir ölüme meydan okumadır bu !".15
Bu duygu, Pırvata pobeda (İlk Zafer) adlı öyküde Teğmen Randev, askerlerini
saldırı için cesaretlendiğinde daha güçlü bir şekilde gözler önüne serilir :
"Ölüme sakin ve korkusuzca giden insanlarda ne ihtişamlı bir güzellik, ne
yüce bir asalet vardır!".16
Ölümü küçük görmek, olağanüstü bir insanın ilk özelliği ise, özveri de bir diğer
özelliğidir. Yovkov'un öykülerinde anlatılan çarpışmalarda, tereddüte ve namertliğe yer
yoktur. Durumlar biteviye değişir; çarpışmanın gidişatı gürültü, haykırışlar, patlayan
mermiler ve her şeyden önce ölümden kaçmaya çalışan sivil ya da askerlerin gruplar
halinde hareketleriyle özdeşleşir. Yovkov bir çarpışmayı tasvir ederken, dikkatini
bireyler olarak karakterlere yoğunlaştırmak yerine, belli bir durumda bir insanın anlık
bakışını yakalamayı tercih eder ve aynı kişiye ilkinden tamamen zıt başka bir durumda
109
atıfta bulunur. “İlk Zafer” adlı öyküde bu duruma bir örnek olarak, anlatıcının
Burgaz'da bir tren istasyonunda ailesi ve birkaç genç kız tarafından uğurlanan genç bir
askerle karşılaşması gösterilebilir, anlatıcı daha sonra aynı askerin sert bir çarpışma
sonrası cesedini görür. Bu zıtlıklarla dolu sunum, Yovkov'un kısaltılmış ve veciz
anlatım tarzının tipik bir örneğidir. Ayrıca daha da dramatiktir. Okuyucuyu doğrudan
etkisi altına alır ve savaşın trajik doğasını sanki o anı yaşıyormuş gibi anlamasına
yardımcı olur.
Yovkov'un Türk sınırındaki çarpışmaları konu alan tüm öykülerinde “Unutulmaz
Gün”, “Edirne’den Önce”, “İlk Zafer”, “Kaypa” ve “Diğer Tarafta”, sadece iki
“karakter” düzenli olarak karşımıza çıkar: Anlatıcı kişi ve Teğmen Randev. Bu durum
bize bu iki subay arasındaki yakın arkadaşlık hakkında ipuçları verir ve aynı zamanda
bu öyküler arasında belli bir bütünlük ve süreklilik olmasını sağlar. Bu noktada Yovkov
ilk defa belli bir tema üzerinde ve bir döngü halinde birbirini takip eden öyküler yazma
eğilimini sergiler. Resmi tuvale koymadan önce tablonun tamamını ve son halini
oluşturacak farklı fragmanların taslaklarını çizen büyük bir ressam gibi hareket eder.
Yovkov'un öykülerinde bu tür bir eserin ana kahramanı bizzat savaşın kendisidir,
çarpışma ise onun en temel bileşenidir.
Yovkov bir çarpışmayı tasvir ederken “Omiros” tarzında benzetmeler kullanır.
Bu durum ona cehennemi hatırlatır. Çarpışmayı gök gürültülü bir sağanağa ya da dolu
fırtınasına veya her ikisine birden benzetir. Çarpışma tüm şiddetiyle devam ederken,
anlatıcı bunu sadece insan doğasına değil aynı zamanda genel anlamda doğaya aykırı
bir olay olarak algılar. Çarpışmanın yarattığı endişe hayvanlara ve kuşlara da sıçrar.
Cephane taşıyan atlar cepheye ne zaman yaklaşsa ürperirler. Bir noktada anlatıcı savaş
alanına yaklaşan kuşların nasıl uçtuklarını gözlemler. Kuşlar savaş alanına
yaklaştıklarında gürültüden korkar, biraz yükselir ve geri dönerek geldikleri yöne doğru
uçmaya başlarlar. Fakat aynı zamanda savaş alanının görünüşü de çok güzeldir; insanın
asaletini gerçek anlamda sınadığı için okuyanda hayranlık duygusu uyandırır.
110
3.4.3. Çarpışma Sonrası
Kural gereği çarpışma sonrasında, rahatlama, riskli bir tehlikeyi atlatmış olmanın
sevinci ve yine gelecek hakkında belirsizlik hüküm sürer. Geçici bir ateşkesin ayrılmaz
niteliklerini oluşturan ayrıntılar ortaya çıkar : Ortalığa saçılmış cesetler; cenazeler;
kazılan siperler; düşman devriyeleriyle karşılaşma; mahkumların götürülmesi vs.
Gerilimi rahatlatmanın yanısıra, “Edirne’den Önce”adlı öyküde tasvir edilen çarpışma
sonrası ortam, acı çekme ve merhamet atmosferinin bir örneğidir. Öykünün oldukça
dokunaklı bir sahnesinde anlatıcı ölü askerlerden söz eder. Etrafa saçılmış eşyalarına -
sırt çantası, çoraplar, kupalar, gömlekler- bakar ve bu eşyaların, çabucak geri
dönecekleri umudunu taşıyan bir annenin, eşin yada kız kardeşin sevgi dolu elleri
tarafından hazırlandığını düşünür . En sonunda şu yorumu yapar:
“...Bu ölü insanları gerçekten de düşman olarak görmek mümkün müydü?
Gerçekten orada kine ve intikama yer var mıydı? " 17
Genel olarak Yovkov'un düşmana karşı tutumu oldukça naziktir, fakat bu aynı
zamanda düşmanın milliyetine (uyruğuna) göre değişir. Yeterince tuhaf olmakla
birlikte, Yovkov önce Bulgarlara yüzyıllar boyunca hükmeden Türklere karşı daha
naziktir, sonra Romenler ve Sırplar gelir. Bazen Romenlere karşı özellikle önyargılı
olduğu görülür, onları alçak, aşağılık, intikam peşinde, kötü niyetli ve yüreksiz insanlar
olarak lanse eder. Bu tutumun nedeni, Romanya'nın İkinci Balkan Savaşı sırasında
güney komşusuna yaptığı saldırının, Bulgarların hayallerini ve beklentilerini temelden
sarsan, beklenmedik ve kalleşçe bir darbe olması olabilir. Ayrıca uzun yıllar boyunca
yaşadığı Dobruca bölgesinin daha sonra Romanya tarafından işgal edilmesi de önemli
bir faktördür.
Çarpışma sonrası ortam, psikolojik gerilimin bir çıkış noktasıdır. Anlatıcı bu
durumu, askerlerin birbirlerine "kin ve husumet dolu bakışlar" fırlattığı, "sessiz ve
rahatsız eden bir fasıla" olarak tanımlar. Dökülen kanın dehşetinden henüz
111
sıyrılamamışlardır ve çevrelerindeki herşey onlarda şüphe uyandırır, herşey esrarengiz
ve düşmancadır.
4. Savaş Öykülerinde Empresyonizm
Şimdiye kadar ele alınan öyküler, hem içerik hem biçim bakımından Yovkov'un
geri kalan savaş öykülerinden oldukça farklıdır. Bu noktaya kadar, bu öykülerin
içeriğinin bazı önemli noktalarını analiz ettik. Şimdi bu öykülerin nasıl
yapılandırıldığına yakından bakalım.
Bu öykülerin formal (yapısal) özelliklerini anlayabilmek için unutulmaması
gereken nokta,Yovkov'un anlatıcısının, bir entellektüelin, özellikle gerçeğin artistik
açıdan değerinin anlaşılması kaygısını taşıyan, toplumun eğitimli kısmını temsil eden
bir kişinin tüm özelliklerini taşıyor olmasıdır. Muhakkak ki, yazarın bu estetik ifadeleri
hala Modernizmden izler taşımaktadır, olgunlaşmamış öykülerinde olduğu gibi. Fakat
ilk şiirlerinin tipik bir özelliği olan Sembolist tarzdan daha canlı ve renkli Empresyonist
bir tarza gözle görülür bir kayma söz konusudur.
Yovkov'un Empresyonist öyküleri hiçbir zaman derinlemesine
incelenmemiştir.18 Edebiyatta Empresyonizmin kesin bir teorik tanımının olmaması,
böyle bir çalışmayı daha da zorlaştırmaktadır. Örneğin M.E. Kronegger,
Empresyonizm’den edebi bir akım olarak bahsetmenin zor olduğunu, bunun yerine bazı
yazarların eserlerinde birey Empresyonist yazarları veya Empresyonizmin bazı
elementlerini ele almaları gerektiğini ileri sürmektedir.19 Empresyonist sanatçılardan
bahsederken M.E. Kronegger :
“Her Empresyonist sanatçının anahtarının farklı olduğunu” söyler ve "Monet'in
katedralleriyle Cezanne'in sakin hayatları arasında hiçbir ortak nokta yoktur”. 20
Bu ifade edebiyata uyarlandığında daha fazla anlam kazanmaktadır, zira yazarlar
Empresyonist ilkeleri edebiyata uyarlarken birbirlerinden oldukça farklılaşırlar. Fakat
tüm bu farklılıklara rağmen, Empresyonizme özgü yaklaşımları farketmek zor değildir.
112
Tüm Empresyonistlerin ortak bir özelliği dile karşı hassasiyetleridir, bu durum kendini,
anlatımın görsel ve duyumsal yönlerinin vurgulanmasıyla gösterir. Gerçeklik zihinsel
analizle değil, sadece doğrudan ve spontan (doğal) gözlemle yakalanabilir. Sonuç
olarak, dil bir düşünce veya konsept olarak anlaşılmaz, dil, duyum yaratmak ve kişide
derin görüntüler veya renkli efektler çağrıştırmak için bir araçtır. Bir gerçeklik izlenimi
yaratmak için dış etkenler ve konu birleşmelidir. Bu sayede Empresyonist estetiğin
yaşamsal noktasına ulaşırız : İster ressam ister yazar olsun, bir Empresyonist sanatçı
için hareket noktası gerçeğin kendisidir, bu gerçek oldukça öznel, kişisel deneyimler
süzgecinden geçmiş olsa bile. Bu ilke Empresyonizmi Sembolizmden ayırır,
Sembolizm, sıradan ve duyumsal deneyimlerin çok ötesindeki dünyayı ele alır.
Sembolist dikkatini mutlak olana yoğunlaştırırken, Empresyonist gerçeğe bağlıdır.
Yovkov'u bu açıdan inceleyecek olursak, savaş öykülerindeki Empresyonizm
gözler önüne serilecektir ve bu durum, 1920'lerde ulaştığı ve 1930'larda kesintisiz
sürdürdüğü Realist tarza doğru bir adım olarak kabul edilmelidir. Yovkov'un savaş
öykülerinin, önceki eserlerinde görülen soyut ve neredeyse cansız Sembolizmden çok
uzak olduğuna şüphe yoktur. Şayet bu geçişi Empresyonizm olarak adlandıracaksak,
Yovkov'un Empresyonist tarzını olayların renkli ve canlı bir şekilde resmedilmesi
sayesinde eserlerin istisnai bir cazibe kazanmasına indirgeyerek, fazla basitleştirmeden
kaçınmamız gerekir.Bu tür bir yorum çok cazip gelecektir ve gerçekten de yapılmıştır,21
fakat bu yorumla yazarın Empresyonist tarzının ancak bir yönünü anlayabiliriz.
Başlangıç noktası şimdiye kadar hep gözden kaçırılmış, ama bizce Yovkov'un
anlatım stilinin en ilginç özelliklerinden biri olan, savaş öykülerinden bazılarında
kullandığı “hareketli kamera” tekniğidir. Yovkov hem soyut hem de somut gerçekliğin
farklı yönlerine yoğunlaşır, anlatıcının gözlem açısını sürekli değiştirir. Gerçekten de
rolü, herhangi bir durumda sürekli değişmekte olan olayları ve farklı nesneleri
yakalamaya çalışan bir kameramanın rolünden farksızdır. Dolayısıyla, anlatım hızı
maksimuma ulaşır ve kişiye anlatıcının gözlem alanına mümkün olduğu kadar çok detay
sokmaya çalıştığı izlenimini verir. Fakat kamera objektifi sürekli bir nesneden diğerine,
bir olaydan bir başka olaya, bir hareketten bir diğerine ve bir yansımadan bir diğer
yansımaya kaydıkça, ortaya çıkan gerçeklik, parçalanmış ve sonuçlanmamış gibi
113
görünür. Örneğin "Kaypa", “Unutulmaz Gün”, “İlk Zafer” veya svyatata noşt
(Paskalya) öykülerinde olduğu gibi, bir durum veya gizli bir ruh haliyle bütünleştirilir.
Bazı edebiyat bilimcilere göre, yukarıda ele alınan özellikler, edebiyatta
Empresyonizmin en önemli işaretleridir. 22 Yovkov'un öyküleri söz konusu olduğunda,
bu özellikleri tek bir cümle içinde bulmak bile mümkündür. “Kaypa” adlı öyküde şu
cümle yer alır :
“Evet kazanacaklar - Ne kadar kişilikli, ne kadar korkusuzca ve ne kadar
gururlu bir ölüme meydan okuma bu!” 23
Bu cümlenin ilk kısmında, Bulgarların kazanacağına dair gösterişsiz bir
değerlendirme bulunur. Eliptik ikinci bölümde ise (daha önce gerçekleşen olaylarla
herhangi bir mantıklı, neden-sonuç ilişkisi olmaksızın) askerlerin erkekçe davranışlarına
bir hayranlık ifade edilir. Aslında burada söz konusu olan, Anton Pavloviç Çehov'un,
ilintisiz monologlarda birbiriyle konuşan insanlar arasındaki bağdaşmayan diyaloglar
şeklindeki yöntemidir. Yovkov'da bu yöntem biraz değişmiştir, onun öykülerinde tek bir
cümle içinde görülür. Bu tür aşırı örneklere fazla rastlanmaz ama bu örnek, Yovkov'un
Empresyonist öykülerinin tipik bir özelliği olan bir sanatsal ilkeye ışık tutar. Yazarın
dikkati sürekli kaymaktadır, anlatıma mümkün olduğu kadar çok detay ve olay katmaya
çalışırken, aynı zamanda da fazla bilimsel doğa tasvirlerinden de kaçınmaya özen
gösterir.
Bu anlatım tekniğinin en açık uygulandığı eser “Kaypa” adlı öyküdür.
Öykü,savaş hakkında genel düşüncelerle başlar, olay yerleri bilinmeyen ve küçük
köylerdir; çünkü bu köyler önemli çarpışmaların geçtiği yerlerdir. Bu girişin ardından,
çarpışmanın kendisi iki aşama halinde tasvir edilir. Ilk aşamada, cephede savaşan ve
yedekte bekleyen askerlerin kahramanlığından söz edilir. Yovkov'un deyimiyle, bazıları
“sahnede”, bazıları da “sahne arkasındadır”. Yovkov ayrıca hava ve saha şartlarından da
bahseder. Şiddetli yağmur ve çamur, askerleri baskı altına almakta ve savaşın dehşetiyle
başa çıkmalarını zorlaştırmaktadır. Öykünün tümü ufak ve görünüşte önemsiz detaylarla
doludur : Bulgar askerlerinin cesetleri, kaos ve düzensizlik içinde geri çekilen Türkler,
114
subaylarla karşılaşmalar, vs. bu detaylar tamamlayıcı niteliktedir ve hep birlikte
çarpışmanın eksiksiz bir resmini meydana getirirler. Nesneleri ve olayları kendine özgü
bir yöntemle izleyen anlatıcının öznel izlenimleri tüm anlatımı etkiler.
Yovkov'un kendine özgü bir savaş tasvir etme yöntemi geliştirdiği ortadadır.
Önemli çarpışma sahnelerini Vasiliy Vereşhagin veya İlya Repin gibi Rus ressamların
anıtsal resimlerini hatırlatan bir tarzda resmeder. Yovkov'un bu iki sanatçıya "Odrin'den
Önce" adlı öyküde atıfta bulunması ve onların savaş resimlerini, anlatıcının savaş
sırasında bir asker olarak gördükleriyle karşılaştırması tesadüf değildir. Huzursuzluk,
kolay etkilenme, sağlam ve dinamik hareketler Yovkov'un savaş öykülerinin temel
özellikleridir. Zvezdna veçer (Yıldızlı Bir Gece), Elka, Sıd (Mahkeme) gibi ilk
öykülerinin tipik bir özelliği olan korkutucu gizem modu, Sluçayni gosti (Beklenmedik
Misafirler), Kray mesta (Mesta Yakınlarında), Paskalya ve Pred odrin (Edirne'den
Önce) gibi savaş öykülerinde oldukça kontrol altına alınmış bir biçimde karşımıza çıkar.
Savaş öyküleri, korkutuculuk ve gizem hallerinin baskın olduğu ilk öykülerle mukayese
edilirken eklenmesi gereken nokta, savaş öykülerinde ağırbaşlılık, ciddilik ve sukunet
gibi ruh hallerinin de bulunduğudur.
“Paskalya” adlı öyküde, Paskalya yortusundan kısa bir süre önce mehtaplı bir
gecede, öykünün odak figürü olan Kuzev, çocukluk yıllarına geri döner.
“Hemşehriler”adlı öyküde, askerler ve subaylar ayin sırasında Peder Vurban'ın vaazını
dinlerken ortamda vakar havası hakimdir. Stoil topraktan bahsederken, azametli ve
dokunaklı kelimeler kullanır. Benzer bir ruh haline "Paskalya"da da rastlanır, bu öyküde
cephenin her iki tarafında Yunan ve Bulgar askerlerin söylediği ilahiler duyulmaktadır.
Bu ortamı tasvir ederken Yovkov, penie (şarkı söylemek) kelimesini kullanır. Bu
leksikal arkaizmi kullanma fikri oldukça uygundur, çünkü bu kullanım, her zaman dini
ayinin resmiliğiyle özdeştirilir ve bu sayede okuyucu söylenen müzik türünü hemen
farkeder. Dilbilimsel araçların gereksiz tasvirlere yer vermeden dikkatlice kullanılması
yoluyla, yazar görüntüyü esnek hale getirir ve okuyucuda istediği ruh halini çağrıştırır.
Kasvetli ortamlar yaratma eğilimi, karmaşık bir biçimde renklere ve özellikle de
siyaha neredeyse saplantı derecesinde bir hassasiyetle ilintilidir. Savaş öykülerinde
115
olayların veya dış doğal fenomenlerin renk imgeleri açısından tasvir edildiği pasajlar
bulabiliriz. Askeri birliklerin hareketleri, çarpışmalar, mevziler ve yollar,renkli topaklar,
çizgiler olarak algılanır. Bu tür bir reaksiyonun yazarın psikolojik eğilimlerinin
mi;yoksa bazı kesin edebi geleneklerin bir sonucu mu olduğunu açık olarak belirlemek
zor bir iştir. Bildiğimiz gibi, Yovkov bir süre resim üzerine çalışmak için güzel sanatlar
okuluna gitmeyi düşünmüş fakat hukuk okumaya karar vermişti. Yovkov'un
müsveddelerinde (yazı taslaklarında) plastik sanatların “Hemşehriler” in yazarına
yabancı olmadığını doğrulayan bazı çizimler ve karalamalar bulmak olasıdır. Fakat
zihinleri bulandıran nokta, renk kullanımına olan bu güçlü eğilimin Yovkov'un
yazılarında 1920'den sonra tamamen kaybolmasıdır. Sonuç olarak, Yovkov'un savaş
öykülerinin bu özelliğini sürdüren şeyin psikolojik bir faktörden çok edebi bir gelenek
olduğuna inanmak çok da yanlış olmayacaktır. Bulgaristan'daki Sembolist şairler
arasında eserlerinde bazen renk imgelerini temel ifade aracı olarak kullanan şairler de
mevcuttur. Bunlardan biri Hristo Yasenov'dur 24; ilk şiirlerindeki renk efektleri, akla
hemen Yovkov'un “Hemşehriler" ve Sreşti Nova Godina (Yılbaşı Gecesi) gibi
öykülerini getirmektedir.
Yovkov üç renk üzerinde yoğunlaşır: Siyah, beyaz ve kırmızı. Ara gölgeler ve
yarı tonlar kullanmaz. Fakat Yovkov'un savaş öykülerindeki anlatım akışını renk
seçiminin sıklığına göre bir resim tuvaline dökecek olursak, siyahın hem kırmızıya hem
de beyaza üstün geldiğini görürüz. Bunların ardından, mavi, yeşil ve diğerleri gelir. Ilk
iki renk (siyah ve kırmızı) savaşın dehşetini sembolize eder, beyaz ise nötrdür
(tarafsızdır). Birçok durumda, bazı nesneler ve fenomenler aynı rengi taşırlar : Yol
beyazdır; insan yığınları siyahtır; mevziler ve ağaçlar yeşil ve bazen de sarıdır; savaş
harabeleri ve ateşler kırmızıdır; ve hayvanlar da beyazdır. Buna ek olarak, Yovkov
kontrastları çok sık kullanır, beyaz-siyah ve kırmızı-siyah gibi (son eşleşmeyi daha sık
kullanır). Renklerin kontrast halinde kombinasyonu, çelişki sanatına örnek oluşturur :
“Kırmızı kar”. Renklerin karşılıklı etkileşimi büyülü, muhteşem teknik görüntüler
yaratır;örneğin :
“Yıldızların bu sihirli oyunu, dingin ve gizemli bir çağıltıya dönüşüyordu” 25
veya
116
“Kaleden doğrultulan projektörler, gözlerimizin önünde garip ve masalımsı bir
manzara oluşturuyordu”. 26
Yovkov'un kullandığı renkler bazen tuhaf bir mozaik oluşturur veya okura
doğanın işlediği eşsiz bir nakışı hatırlatır:
“Kampın arkasındaki vadi her zamanki gibi çok güzeldi, büyük, parlak çiçek
öbeklerini görmek mümkündü. Sanki açık yeşil ipek bir kumaş gibiydiler. Binlerce
renkle fantastik bir şekilde dokunmuş bir kumaş”.27
Yovkov'un eserlerinde göze çarpan bir başka özellik, renk tonlarının ve ara
tonların zenginliğini tek bir renge, gri ve koyuya, indirgemesidir. Bu genelde
alacakaranlıkta gerçekleşir. Akşam karanlığı ve gece sadece renkleri bir araya
getirmekle kalmaz, ayrıca nesnelerin ayrıntılarının birbirine girmesine yol açar.
Yovkov'un savaş öykülerinde kaos siyahın ve siyahlığın eş anlamlısıdır; şayet yazarın
yanlış kullandığı bir kelime varsa o da “kaos”tur. Geceleyin veya alacakaranlıkta
gerçekleşen herşey bir kaosa dönüşür.
Bu özellik üzerine daha fazla örnek vermeye gerek yoktur, fakat Yovkov'un
savaş nesirlerine has bazı araçları belirtmekte fayda vardır. Yazar siyahın güzelliğini
ortaya koymak için, nesneleri, insan silüetlerini ve hayvanları parlak bir ufuk veya
yanan köylerden oluşan bir fon önüne yerleştirerek, onları uzak bir perspektiften
gösterir. Uzaktan bakıldığında, nesneler şekillerini kaybederler. Sadece bulanık ana
hatlar veya belli belirsiz karanlık noktalar görürüz. Yovkov sık sık ufuk çizgisinde
hareket eden “siyah silüetlerden” bahseder :
“Güneş battıktan sonra, kızıllaşmış gökyüzüne karşı, siyah ve görülmemiş
biçimde büyük bir köpek silüetini görebilirdiniz”. 28
Yazar bazen daha önce siyah renkte tasvir edilmiş birşey hakkında bir sıfat
ekleyerek veya eş anlamlı bir kelime kullanarak siyahın yoğunluğunu arttırır.
Dolayısıyla öykülerde sık sık “siyah karanlık”, “siyah kargalar”, “siyah bulutlar” gibi
117
ifadelere rastlarız. “İlk Zafer” isimli öyküde Yovkov bu ifadeyi “zifiri karanlık”
deyişiyle kuvvetlendirir.
Savaş öykülerinin ilginç kısımlarından biri, Yovkov'un çevresindeki gerçekliği
(insanlar, doğa fenomenleri, nesneler) renkleri ayrıştırarak tasvir etmesidir. Bu tasvirin
içeriğinde gerçekliğin her bileşeni farklı bir renkle “işaretlenir”. Dolayısıyla, metnin
görünürde kısa bir bölümünde renklerin tümü bir renk senfonisine benzer bir formda
sunulmuş olur. Bu durum özellikle “Unutulmaz Gün”, “Diğer Tarafta”, “Yedi”,
“Mustafa Açi” ve “İlk Zafer” adlı öykülerde gözümüze çarpar. Aşağıdaki örnek sanırız
daha açıklayıcı olacaktır :
“Ateşin parlaklığı bu tuhaf sahneye düşmüştü. Atların ve insanların bir tarafı
aydınlanmış ve diğer tarafları siyah gölgeler içine batmıştı. Mahkumların parlak mavi
elbiseleri daha da güçlü bir şekilde parlıyordu. 29
Birbirini takip eden bu üç cümle içinde dört görsel renk efekti mevcuttur :
Parlaklık, aydınlık, siyahlık ve parlak mavi. Ayrıca, bu alıntıdan önceki tüm pasaj, farklı
renklerle doludur. “Yılbaşı Gecesinde” adlı öyküde, bir subayın botları bir an sarı ve bir
diğerinde kırmızı görünür. Yovkov metinlerini yayınlanmadan önce dikkatle incelediği
için, bu farklılığı gözden kaçırması mümkün değildir. Bu örnek Yovkov'un renkler
konusundaki hassasiyetine güzel bir örnektir.
Şimdiye kadar Yovkov'un öykülerini, onu savaş hakkında yazan diğer
yazarlarından ayıran özelliklerini ele aldık. Ne Mihail Kremen'in 30 zayıf anlatımı ne de
Vladimir Musakov'un 31 psikolojik realizmi, Yovkov'un öykülerindeki göz alıcı
çarpışma sahneleriyle karşılaştırılamaz. Gerçekten de, çağrışımlar yaptıran modları ve
renkleri yoğun biçimde kullanması, savaşlarda katılımcı ve gözlemci olarak topladığı
izlenimlerin derinliğini yansıtmak için kullandığı tarza ilişkin araçların gücünü
azaltmaz. Şimdi kısa bir süre için Yovkov'un savaş öykülerinde kullandığı en favori
aracı üzerinde duralım : Kontrastlar (zıtlıklar). Konu, yani savaş, kontrast kullanımı için
son derece uygun motiftir. Daha önce sözünü ettiğimiz siyah-beyaz kontrastının
yanısıra, Yovkov fırtına ve sakinlik, hareket ve dinginlik, savaşın dehşeti ve doğanın
118
güzelliği gibi kontrastları kullanmaktan da zevk alır. Tüm öyküler bu zıtlık ilkesi
üzerine kurulmuştur. “Beklenmedik Misafirler” adlı öykünün ilk bölümünde tehlike
ögeleri sırayla yer alır : Okur ilk önce denizin çalkantılı olduğunu öğrenir; denizin
“kükremesi”, “boranın küplere binmesi” ve “dalgaların hırlaması” tehlikenin en üst
sınırıdır. Gökyüzü açılınca ve deniz de tehlikeli olmaktan çıkınca huzur sağlanır. En
sonunda şu cümleyi okuruz :
“Denizin yüzeyi cam gibi sakin ve düzdü;güneş ışığında parıldıyordu”.32
Asıl olayın (kalacak yer arayan genç bir çiftin bir askeri birliğe ulaşması) ana
hatlarını oluşturan kontrastlar, bazı karakterlerin kontrast halinde sunulmasıyla
tamamlanır. Genç kız kadınlığın, güzellik ve iyiliğin bir simgesi iken, askerlerin
kabalığı ise gücü ve iktidarı temsil eder.
“Beklenmedik Misafirler” adlı öyküde olduğu gibi, fırtınanın ardından hava
açar, “Mustafa Açi” de birliklerin hareketsizliği aniden dinamik bir harekata dönüşür.
“Aniden” (öyküde izvednıj sözcüğü ile ifade edilmiştir) saldırı emri bekleyen süvari
alayı, düşmanı imha etme görevini üstlenir ve başarıyla yerine getirir. “Mustafa Açi”
öyküsündeki süvarilerin görevi ile Beliyat eskadron (Beyaz Süvari Birliği) adlı
öyküdeki süvari birliğinin hızı arasında açıkça bir analoji (benzeşim) vardır. İkinci
öyküde statik (durağan) bir durumdan dinamik (hareketli) bir duruma geçiş, “Mustafa
Açi” daki kadar anidir, tek bir farkla : Süvarilerde renk efektleri vardır, dörtnala giden
atlar hareket eden beyaz bir duvar izlenimi yaratırlar.
5. Yovkov’un Öykülerinde Sıklıkla Kullandığı Semboller
Edebi bir araç olarak semboller, Yovkov'un savaş öykülerinde önemli bir rol
oynar ve takip eden kısa öykülerde de önemlerini korurlar; dolayısıyla, öyküler “hayali
realizm” denilen şeye bir ölçüde de katkıda bulunur. Fakat savaş metinlerindeki
sembollerin yazarın ilk öykülerinde kullandığı sembollerden oldukça farklı olduğu
unutulmamalıdır. Yazarın ilk öyküleri daha soyut, daha belirsiz ve değişken iken, savaş
119
metinlerinin en belirgin özelliği somut olmalarıdır. Kesin fikir ve imgelemler ifade
ederler ve alegoriye yakındırlar.
Aslında, Pesenta na Solveig (Solveig'in Şarkısı) ve Edna bılgarka (Bulgar
Kadın) gibi öykülerde bile sembolik bir anlam bulmak mümkündür. İlk öyküde, genç
bir kemancı olan Anya'nın çaldığı bir şarkı genç bir subaya duyduğu gizli aşkı ve
ailesine duyduğu merhameti ifade eder. Bu sembol aynı zamanda Anya'nın sanatsal
metamorfozunu da açıklar. Ikinci öykü ise, Türk egemenliğine karşı mücadele veren
askerlere yardım eden bir kadını konu alan Edna bılgarka (Bulgar Kadın) adlı kısa
romanda (öykü olarak kabul edilebilir) başlayan Vazov geleneğinin bir devamı
sayılabilir. Yovkov'un Şina’sı Bulgar kadınının en iyi (olumlu) özelliklerine sahiptir.
Yazar Kray Mesta (Mesta Yakınlarında) adlı öyküdeki lirik imgelerle oldukça
şiirsel bir sembol yaratmıştır. Anlatıcı, zengin bir çiftçi olan Hacı İbrahim'in sahibi
olduğu eski bir evin tavanarasında bir sürü öteberi bulur, bunlar arasında geçmişte
koyunları süslemek ve yerlerini bulmak için kullanılan koyun zilleri bulunmaktadır.
Hacı İbrahim zillere dokunduğunda hepsinin farklı bir ton verdiğini görür. Anlatıcı
bunu “geçmişin en empatik dili” olarak adlandırır ve sonunda şöyle yazar :
“...Ve bu dingin sesler içinde, yılların tozu altında, eski güzel günlerin çekici
şiirselliği sonsuza kadar saklı kalacaktı”.33
Diğer bir deyişle, “dingin sesler” geçip gitmiş olan günleri sembolize eder. Bu
öykü aynı zamanda Yovkov'un geçmişe ve ataerkil geleneğe bağlılığının da ilk
örneklerinden biridir diyebiliriz. Daha sonraki öykülerinde bu özellik daha güçlü bir
şekilde karşımıza çıkacaktır.
Prıstenıt (Yüzük) adlı öyküde, Teğmen Lambrev'in satın aldığı yüzük (genelde
nişan veya evliliğin sembolüdür) zor günlerde kendine yardım etmiş olan bir kız için
minnet ve dostluğun bir işareti haline gelir.
Benzer şekilde, Beliyat eskadroni (Beyaz Süvari Birliği) adlı öyküde de
sembolik bir yan anlam söz konusudur. Beyaz atlar üzerindeki süvari birliğinin saldırısı
120
Bulgarların gerekçesinin haklılığını sembolize eder. Romenlere karşı gerçekleştirilen
başarılı karşı saldırı, komşularının kalleş saldırısı sırasında Bulgarların yaşadığı acıların
intikamıdır.
Yovkov, savaş öykülerinde sembollerin rolünü azaltmıştır. Fakat diğer sanatsal
ifade yöntemleriyle (renk ve kontrastların yoğun biçimde kullanımı, anlatımın
bölünmesi ve metaforlarla doldurulması) birlikte semboller, savaş öykülerinden
birçoğunun lirik, empresyonist karakterine katkıda bulunur.
6. “Savaş”a Karşı Protesto
Kronolojik ve sanatsal açıdan Posledna radost (Son Mutluluk), Hermina
(Hermina) ve Belite rozi (Beyaz Güller) gibi öyküler, Yovkov'un sanatsal gelişiminin
ikinci dönemine aittir, “Son Mutluluk” 1925'te ve diğer ikisi de 1930 yılında
yayınlanmıştır. Fakat tema açısından bu öyküler özel bir biçimde ilk dönemle
bağlantılıdır. Yovkov bu öyküleri yazmadan önce, savaşa karşı tutumunu etraflıca
gözden geçirmiş ve sanatsal yeteneğini kullanarak acımasızca yargılamaya başlamıştır.
Artık savaş insanların mutluluğa kavuşmasını engelleyen, insanlar arasında güzel olan
ne varsa hepsini yok eden, yıkıcı bir güç olarak tasvir edilmeye başlamıştır. Şimdi bu
öykülerde ve özellikle Posledna radost “Son Mutluluk”ta bir trajedi havası
sezilmektedir.
Bu öykü, küçük bir kasabadaki tek çiçek satıcısı olan Lyutskan'ın hayatını ve
ölümünü konu alır. Yazar odak figürü okuyucuya şöyle tanıtır :
“Genç-yaşlı herkesin tanıdığı Lyutskan'ın şeklinde ve karakterinde çok özgün,
yarı komik ve yarı ciddi bir şey vardı. Bu yumuşak ve kırılgan adam tek bir ruh haline
sahipti: Bir çeşit aşırı hayalperestlik, nedeni olmayan bir çeşit durgun ve halinden
memnun bir mutluluk hali”. 34
Lyutskan aslında neşeli ve iyi kalpli bir insandır. Küçük ve uzak bir kasabada
yaşar, çiçek satarak insanları mutlu eder: Gerçekte çok da cömert bir satıcıdır, özellikle
121
de genç kızlara verdikleri paranın karşılığında alabileceklerinden daha fazla çiçek verir.
Bu yüzden maddi açıdan zarar görmektedir, fakat başkalarını mutlu edebildiği sürece o
buna hiç aldırmaz. Uzun süre çiçeklerin ne anlama geldiğini araştırmıştır ve her çiçeğin
farklı bir şeyin sembolü olduğunu söyler. Örneğin sümbül kalbin derinliklerinden gelen
neşe demektir; kır papatyaları candan samimiyeti sembolize eder (papatya satarken
Lyutskan her zaman “benim sevgim saftır”) der ; menekşe gizli aşk demektir; karanfil
saflık ve nergizler de duyguların dinginliğini temsil eder.
Lyutskan çiçeklerle neşe dağıtır. Kendisinin bir şair ve hassas bir aşık olduğunu
düşünür. Fakat yaşadığı çevrede herkes ona ironik bir saygıyla muamele eder, insanlar
onu acınmayı hak eden, ilginç ve komik biri olarak görür. Aynı zamanda insanlar ona
büyük bir dostluk gösterirler, çünkü o kasabanın, idilik atmosferinin tadını çıkaran ve
bu atmosfer tarafından korunan romantik hayalci Lyutskan olmadan aynı olmayacağını
bilirler. Fakat savaş patlak verdiğinde bu atmosfer de yok olur. Modern bir Don Kişot
ve “eski güzel günlerin bir temsilcisi” olan Lyutskan orduya seçilir ve aniden hayatın en
acı gerçekleriyle yüzyüze gelir. Lyutskan heveslidir ve üniforma giydiği için
gururludur. Çünkü bu, onun kendisini önemli hissetmesini sağlamaktadır. Kendisini bir
tür modern şövalye gibi görmektedir. Bu saflıkla, hayatındaki değişikliğin ne gibi trajik
sonuçlara yol açabileceğini bilmemektedir.
Asker olsa da Lyutskan çiçeklere olan sevgisini kaybetmez, fakat bu sevgi
savaşın barbarlığıyla dokunaklı bir zıtlık içindedir. Yovkov'un ilk savaş öykülerindeki
hareket kapsamını “Son Mutluluk” öyküsündeki durumla karşılaştırmak ilginç olacaktır.
Ilk öykülerde savaş, güzel bir hava, güneş ışığı, mavi gökyüzü vs eşliğinde tasvir edilir,
fakat "Son Mutluluk"ta durum böyle değildir. Lyutskan'ın birliği sürekli yağmur, soğuk,
kolera ve çamurla karşı karşıyadır. Bu bakımdan, “Son Mutluluk” en çok
“Hemşehriler”e benzetilebilir, çünkü her iki öyküde de askerlerin uzun bir süre devam
eden kolektif hayat tarzlarını konu alan sahneler vardır. Yine, “Hemşehriler” adlı
öyküde neredeyse pastoral bir harmoni hüküm sürüyorsa, “Son Mutluluk” ta
Lyutskan'ın birliği de, iç karışıklıklar ve yiyecek olmamasının yarattığı kontrol edilemez
öfkeden dolayı yıpranmaktadır. İlk defa Yovkov açlıktan ve askerler üzerindeki
etkisinden söz eder : Açlık kine yol açmaktadır. Savaş makinesinin çarkları Lyutskan'ı
122
kaçınımaz bir şekilde içine çekmektedir ve bu vahşetin karşısında Lyutskan çaresizdir.
Çiçeklere olan sevgisi şiddet ya da kahkahalara yol açmaktadır ve her ikisi de onu
mahvetmektedir. Bir keresinde askerlerden biri elindeki krizantemi alır, yere atar ve
“acımasızca botlarıyla ezmeye başlar”. Lyutskan buna sadece gözyaşlarıyla karşılık
verebilir.
Öykünün sonunda kahraman yaralanır, ölene kadar epey acı çeker. Onun ıstırabı
Yovkov'un öykülerindeki en dokunaklı sahnelerden biridir. Hikayenin sonu Lyutskan'ın
trajedisinin iki kat daha büyük olduğunu gösterir gibidir . Ölürken de yaşarken olduğu
gibi yanlış anlaşılmıştır. Albaylardan biri Lyutskan'ın cesedine bakarken, şu yorumu
yapar:
“Şu yüze bak, şu uzanan kollara bak. Ayağa kalkabilseydi, eminim yine
askerlere saldırmak için koşmaya başlardı”.35
Fakat okur, Lyutskan'ın "uzanan kollarının" bu anlama gelmediğini bilmektedir.
Ölmeden önce Lyutskan, kendisi için yaşamın anlamı olan çiçeklere sarılmaya
çalışmıştır, yattığı toprakta büyüyen çiçeklere. O aslında bir kahraman değil, bir savaş
kurbanıdır. Bu anlamda ölmeden önce savaş karşısında isyanını dile getirmiş ve son bir
çabayla yaşama tutunmaya çalışmıştır .
Benzer şekilde, Hermina adlı öyküdeki anlatıcının gördüğü gömülmemiş asker
cesetleri ve insan iskeletleri, bize; köyleri ve kasabaları yerle bir eden savaşın vahşetini
hatırlatmaktadır. Deliye dönmüş bir şekilde ortalıkta dönüp duran köpekler ve gökte
uçan kartallar tek canlı yaratıklardır; fakat bunlar da insan etiyle beslenmektedir.
Belite rozi (Beyaz Güller) adlı öyküde Yovkov, savaşa daha kuvvetli bir şekilde
karşı çıkmaya başlar. Aşık olduğu genç bir subayın ölümü Angelina'yı derin kederlere
boğmuştur. Angelina'nın trajedisinin gerçek boyutlarını bilen bir asker olan Spas şu
soruyu sorar :
123
“Neden böyle kötü bir kader bu iyi yürekli kızın alnına yazıldı? Neden, neden
?”.
Yovkov'un kahramanlarından hiçbiri daha önce bu soruyu sormamıştır. "Spas'ın
ruhunda bir yara vardır" : Savaşın yarattığı hayal kırıklığı ve neden olduğu acı onu
yatağa düşürecek kadar büyümüştür.
Yovkov, ne savaşın "vatana olan borcun ödenmesi" olduğu yönündeki eski
yanılgısından; ne de savaşa olan estetik yaklaşımından kendisini kurtaramamıştır.
Yovkov'un savaş öyküleri, anlatım tekniğinin ikili doğasının ilk ve en açık
göstergelerinden biri olarak kalacaktır: Savaşı basit bir iş veya şerefle yerine getirilmesi
gereken bir görev olarak gören "resmi" anlatıcı, 1920'den sonra kaybolur.
Yovkov'un sanatsal gelişiminin dürüstlüğü, bir yazar olarak büyüklüğünün de bir
ölçüsüdür. Önceki düşüncelerinin yanlışlığını farkedince tereddütsüz bunlardan
uzaklaşmıştır. Fakat daha sonra yazdığı savaş öyküleri yalnızca kendisiyle girdiği bir tür
polemik olarak görülmemelidir. Bu öyküleri yazarken, halkın başına bela getirecek
kadar gerçeklikten uzak hale gelen resmi düşünce ve yanılgıları da zorlamıştır. Yovkov,
savaş temasını ulusal mitler zemininde yorumlayan bir yazar pozisyonunu, savaşın
evrensel motifleriyle ilgilenen bir sanatçı pozisyonuyla değiştirmiştir. İnsanlar her
zaman ve her yerde, Lyutskan'ın trajedisi ve Angelina'nın acılarını, ne kadar canlı olursa
olsun, savaş tasvirlerinden daha iyi anlayacaktır. Bu yüzden, Yovkov savaşın karmaşık
doğasını ve çok boyutlu yönlerini göstermekte başarılı olmuştur diyebiliriz. Ne
Yovkov'dan önce, ne de ondan sonra hiçbir Bulgar yazar bu seviyeye yükselememiştir.
124
BÖLÜM 4
YENİDEN CANLANAN BİR GELENEK : “YİRMİLİ YILLARIN” ÖYKÜLERİ
Bulgar edebiyat eleştirmenleri ve edebiyat tarihçileri, Yovkov'un öykülerini
sanatsal açıdan homojen bir varlık olarak kabul ederler. Sonuç olarak, birçok durumda,
yazarın edebi mirasına oldukça durağan bir yaklaşım benimserler. Bu tür bir analiz
şüphesiz meşrulaştırılabilir. Yovkov'un eserlerinin tümünde, hem ilk eserlerinde hem de
daha ileri tarihte yazdığı eserlerde ilk bakışta görülebilen bir çeşit bütünlüğe yol açan
gizli bir özellik vardır. Bu özellik, Profesör Dr. Charles A. Moser tarafından zekice bir
şekilde "hayali realizm" 1 olarak tanımlanmıştır; yani Yovkov'un aslında gerçekçi edebi
üslubuna nüfuz eden bir tür romantik özellik.2 Bu terim, Alman edebi eleştirilerinde
"romantik realizm" 3 olarak bilinen ve Dostoyevski gibi basit sınıflandırmalardan
kaçınan büyük yazarlar söz konusu olduğunda kullanılan terime yakındır.
Bu değerlendirmeyi temelde doğru olarak kabul etmemize rağmen, hafifçe
değiştirmek istiyoruz. Yovkov'un edebiyata çok olgun ve çok başarılı, edebi gücün
sırlarını kısa bir sürede yakalamış bir yazar olarak girdiği doğrudur. Fakat bu durum,
yazarın eserlerinin yaratıcılık evriminden geçmediği anlamına gelmez. Bir başka şekilde
ifade etmek gerekirse, Yovkov'un ilk eserlerindeki “hayali realizmi”, 1920'lerde ve
1930'larda yazdığı daha olgun eserlerdekinden farklıdır. Yovkov'un yazılarına daha
dinamik bir yaklaşım geliştiren bir kişi, bunu bir süreç veya daha kesin olarak, sürekli
bir mükemmellik arayışı olarak görmek zorunda kalır. Yazarın eserlerini yakından
tanıyanlar, onun eserlerinde bu görüşü destekleyecek noktalar bulacaklardır.
Yovkov'un öykülerde kullandığı ilk yaratıcı yöntem, “Bulgar Bireyciliği” ve
“Sembolizm” inden (Neo-Romantizm) güçlü bir biçimde etkilenmiştir. Yazarın 1910-
1913 yılları arasındaki psikolojik öyküler yazma eğilimi ve savaş öykülerinin (1914-
1920) empresyonist, metaforik tarzı bu durumun bir göstergesidir. Bu iki dönemin ortak
özelliği, kendini, sosyal, ulusal ve insani problemleri toplumun diğer tabakalarından
daha sofistike bir şekilde algılayan ve entelijensiya 4 olarak adlandırılan toplumun
eğitimli tabakası arasında hüküm süren, o zamanın bazı estetik, siyasi ve etik fikirleri ile
125
tanımlayan bir entellektüelin görüş açısıdır. Yovkov'un dünya görüşünü, ilk eserlerinde
sunduğu biçimde kısaca Bölüm 1'de ve Bölüm 2'de ele almıştık. Şimdi geçiş yıllarını ve
Yovkov'un ilk dönemden farklı değerler benimsediği ikinci yaratıcılık dönemini ele
alacağız.
1920'li yıllarda, Yovkov'un dünya görüşü, naroden (Halkçı) bir gözlemcinin
bilgeliği olarak adlandırılabilecek bir düzeye gelmeye başladı. Bulgarca bir sözcük olan
naroden in iki anlamı vardır: İlk anlamı "ulusal"dır; fakat aynı zamanda, bir sosyal sınıf
kavramı olarak da tanımlanabilir, çünkü "saf" veya "köylü gibi" olma özelliğine de
atıfta bulunur ve popüler ataerkil gelenek ve folklorun köylü kültüne dayalı bir dünya
görüşünü kastediyor olabilir. Yovkov ikinci anlamı kabul ediyor gibi görünmektedir. Bu
tutumun ilk göstergesi, 1914 ve 1917 yılları arasında çeşitli dergilerde yayımlanan
Letopis 1912-1918 (Günlük Gazete Yazıları 1912-1918) isimli bir dizi tefrikalardır.
Kronikler savaş öykülerine ilginç bir ektir ve Yovkov'un köylülerin hayat felsefesine ve
ataerkil geçmişlerine giderek artan ilgisine tanıklık eder. Yazar kendi savaş öyküleriyle
bir çeşit polemiğe girmekte ve o zamanın acımasız gerçeklerinden kaçmaktadır. Daha
sonra, ölümünden kısa bir süre önce, yazar bu günlük gazeteler için farklı bir başlık
seçmiştir : Bunlar 1914 tarihli bir tefrikadan ödünç alınan Te pobediha (Başardılar)
adıyla yeniden basılmışlardır. Bu eserin ilham kaynağı, Yovkov'un 1913'te Sofya'daki
bir sergide gördüğü, genç (ve daha sonra ünlenen) bir Bulgar heykeltraş olan İvan
Lazarov'un bir heykelidir. Heykel, elinde tüfekle bir öküzün yanında yürüyen bir
köylüyü resmetmektedir. Bu figürün basitliği oldukça çarpıcıdır. Bu iki varlığın ulusun
refahı için önemini yansıtarak, Bulgar ulusal mitolojisinin özünü ve ruhunu dışa
vurmaktadır. Bulgar popüler kültüründe, öküz ailenin bir üyesi, köylülerin sıkıntısıyla
özdeşleşen bir "hayat arkadaşı" kabul edilir. Öküz ve köylü bir arada gıda üretir ve halkı
beslerler. Bu yüzden ulusun başlıca dayanaklarıdır. Savaş ayrıca köylünün bir başka
özelliğini de ortaya çıkarmıştır : Korkusuz vatanseverliği ve toprağa bağlılığı. Bu
erdemler, Yovkov'un aziz tuttuğu ve Te pobediha (Başardılar) adlı tefrikada okurların
dikkatine sunduğu özelliklerdir. Fakat tek örnek bu değildir: Posledni rimlyani (Son
Romalılar) ve Dobruca nyakogo (Geçmişte Dobruca) gibi diğer eserlerde, geçmişi
idealize ederek insan ve doğa arasındaki bütünlüğü över, o zaman “insanların dünyayı
şimdi olduğundan daha güçlü, daha içten ve daha derinden sevdiğini” söyler.
126
Yovkov'un dünyayı yaratıcı algılama şeklindeki gerçekçiliği, öykülerinde
sırasıyla ilk dönemde ve 1920'ler ve 1930'larda iki farklı türde anlatıcı tipinin
doğmasına yol açmıştır. Bunu göstermenin bir yolu, ilk öykülerinde işlediği köylü
temasını daha sonraki dönemlerde yazdıklarının temalarıyla yan yana koymaktır.
Yovkov'un ilk öykülerindeki kahramanların çoğu köylü olmasına rağmen, o bunlara
naroden bir anlatıcı gözüyle yaklaşmaz. Ovçarova jalba (Çobanın Üzüntüsü) 5 adlı
öykü dışında, anlatıcı kırsal yaşama sofistike bir entellektüelin, bir psikolog ya da bir
filozofun gözüyle bakar. Entelektüel anlatıcıdan naroden anlatıcıya doğru kayış,
insanların köylü bilgeliğinin bakış açısından resmedilmesini de beraberinde getirir.
Benzer bir kayma savaş öykülerinde de söz konusudur: İlk öykülerdeki “resmi” anlatıcı,
savaşa ilişkin olayları şerefle yerine getirilmesi gereken işler gibi görür. Daha sonraki
dönemde yazılan öykülerde bu tutum değişmiştir; anlatıcı artık savaşı
onaylamamaktadır : Savaşın dehşetinin farkına varmış, askerler ve onların akrabaları ya
da arkadaşları gibi sıradan insanların acı çekmesini protesto eder hale gelmiştir.
Yovkov'un öykü konularının geçirdiği evrim, Bireycilik ve Sembolist şiirlerin
(genel konuşmak gerekirse Neo-Romantizm) etkisinden giderek kurtulma ve bu özgün
artistik imgelemi araması ile karakterize edilir. Yeni formlar ve içerikler arayışı, bazı
farklı edebi gelenekler olmadan sona ermeyecektir. Yovkov bir seçim yapmıştır :
Sadece sanatsal ifade araçlarını değil aynı zamanda gerçeklik imgelemini de ödünç
alarak, edebiyattaki doğal folkloristik ve popüler gelenek uğruna Neo-Romantik
akımdan vazgeçmiştir. Neo-Romantik ve folkloristik geleneklerin ortak bir özelliği
vardır : Gerçekliği idealize etme eğilimindedirler. Muhakkak bu idealizasyon her
gelenekte farklı bir anlama gelir. İlki, etrafımızdaki dünyayı bireyci, genelde pesimist
(karamsar) ve hatta çökmüş hayallerin prizmasından algılama eğilimindedir; ikincisi,
folklor mitolojisi ve geçmiş kültüne dayanır. Bu farklılıklara rağmen, her iki gelenekte
de Yovkov "hayalci bir gerçekçidir".
Yovkov'un kullandığı edebi yöntemin temel özelliği Profesör Dr. Charles A.
Moser tarafından şöyle açıklanmıştır :
127
“Bu yüzden Yovkov, kişisel yanılsamaları pahasına, çağdaş yaşamın
gerçekliğini sade bir şekilde görmeyi dileyen "gerçekçilerden" değildir. Son noktada,
kullandığı edebi yöntem, yakın olmayan bir gerçeklik imgeleminin tasvirine, göreceli
olarak uzak olan bir geçmişte yaşanmış olaylara dayanan bir hafıza veya hayal gücüyle
meydana gelmiş bir imgelemini tasvirine dayanır. Şayet mevcut gerçekliğin onun
hayalci gerçekliğiyle çatışma ihtimali varsa, Yovkov, buna erkli olduğu sürece, bilerek
ve isteyerek mevcut gerçekliği reddeder. Yovkov son derece idealist bir realisttir”. 6
Fakat, 1920'den sonra bu “idealist üslup” Yovkov'un Bulgar köylülerinin ataerkil
ve popüler geleneğini kabul etmesiyle açıkça ortaya çıktığının unutulmaması gerekir.
Yovkov, çelişkilere ve bunların çözümüne, ahlaka, hayırseverlik ve kine, suç ve cezaya,
aslında popüler bir anlatıcının gözünden bakmıştır.
Yovkov, arkadaşı ve konuşmayı sevdiği bir insan olan Spiridon Kazanciev'le bir
sohbeti sırasında, bir yazarın gerçekliğe karşı tutumundaki dünya görüşü sorusuna
karşılık olarak teorik bilgi konusunda şaşırtıcı bir olgunluk sergilemişti (halbuki Gyorgy
Lukacs'ın aynı konudaki düşüncelerini yirmi yıldan fazla bir süredir bekliyordu).
Sohbette ayrıca tema olarak köylüleri kullanan bir başka yazar Konstantin Petkanov'un
da sözü geçmiştir. Yovkov'un Petkanov hakkında söyledikleri onun sanatsal
inançlarının bir göstergesidir:
“Galiba ben bu yazarı çok iyi anladım çünkü kırsal hayatın sınırları içinde
hareket ediyor. Onda sağlam bir şeyler var. Köyden geldiği, insanları ve yaşamlarını
gözlediği ve onları sevdiği anlaşılıyor; köylülerle saf bir ilişkisi var ve ayrıca yeteneksiz
de değil. Ama bütün bunlara rağmen, köy hayatını anlatırken hala entelijensiyanın bir
üyesi, bir edebiyat adamı ve bir yazar gibi davranıyor. "İçeriden dışarıya" değil; tam
tersine "dışarıdan içeriye" ilerliyor; sadece "dışarıdan" da diyebilirim. Bu yüzden,
yazdıkları yüzeyde, sadece görsel bir anlatım gibi kalıyor, insanların derinliklerine
temas etmiyor. Bu yüzden yeterince dürüst değil; insanlar köyü,entelijensiyanın bir
üyesinin hayal ettiği gibi algılıyorlar ve (Petkanov) bunu, bir entelijensiya üyesinin
dışarıda bırakıldığı bir dünya olarak düşünmüyor. Dolayısıyla, oran da eksik:
yani, köylü ve köy hakkında bir şey söylemek veya söylememek de mümkün değil. Çünkü
128
köyü "içeriden" resmetmiyor. Oran olmadığı için gerçek şiirsellik ve gerçek sanatsal
dil de eksik kalıyor”. 7
Yukarıdaki alıntı bizi Yovkov'un estetik anlayışının söz konusu olduğu noktaya
götürmektedir. Yovkov, ciddi anlamda bir yazar olmayı düşünmeye başladığı andan
itibaren, konuyu "içeriden" resmeden popüler bir anlatıcı olmaya çalışmıştır. Yovkov'un
hayat öyküsü açısından bu durum, oldukça doğal bir gelişme sayılabilir.
Spiridon Kazanciev'le yaptıkları bir başka konuşmada da, Yovkov şunları
söylemiştir :
“Gerçek deneyimlere dayanmayan tek bir eserim yok. İyi bir hafızam var,
herşeyi hatırlarım. Neredeyse her motifi tanıdığım, içinde yaşadığım ve bildiğim
ortamlarla ilişkilendiririm”.8
Bir başka ortamda da bu açıklamayı daha güçlü bir açıklamayla tamamlamıştır:
“Otuz yıl boyunca kentlerde yaşadım. Karakterim bu dönemde şekillendi; Tüm
çalışmalarım ve gözlemlerim, içinde yaşadığım dünyanın tamamı, bu dönemden
kalmadır. Edebi eserlerim söz konusu olduğunda da bu dünyayla temas halindeyim ve
sanırım bütün bunlarda da haklıyım”.9
Diğer bir deyişle, Yovkov, dünya görüşünü biçimlendiren şey hakkında şüpheye
yer bırakmayacak kadar açıktır. Fakat aynı zamanda, “gerçek” dünyanın “kurguladığı”
dünya ile aynı olamayacağını da belirtmektedir. Dahası, bir sanatçının başarılı bir eser
çıkarmak için “gerçek” dünyaya ihtiyacı yoktur. Belki bir ressamın mümkün olduğu
kadar çok izlenim toplaması gerekir ama ona göre :
“Bir yazar için bu ille de gerekli değildir. Yazarın örneğin bir kahvehanede
otururken ne yaptığını bilmesi gerekir ,ruhu meşgul mü, yoksa kendisi uyuşuk mu ?
Hayatla sürekli bir "temas", hayatın eserlerine "yansıması" vs.. Bunlar bence insanların
düşündüğü kadar gerekli değil”. 10
129
Bu noktada, Yovkov'un eserlerindeki anlatıcının tamamen yazarın kendisiyle
özdeşleştirilemeyeceğini belirtmek gerekir. Zira yazar ve anlatıcı arasında bir mesafe
vardır. Postolovi vodenitsi (Postol'un Değirmenleri) veya Albena gibi öykülerde
görülen "günahkar aşk" veya "günahkar güzellik" motifini, aşk ilişkisinin ataerkil
normlarıyla uyuşmayan bu kavramı incelediğimizde bu mesafe ortaya çıkmaktadır. Bu
motif iki amaca hizmet etmektedir : Birincisi, yazarın eserinin tümünde karşımıza çıkan,
güzelliğe olan hayranlığını yansıtır ve ikincisi, ataerkil dünya içindeki mevcudiyeti bu
iki öyküyü ve diğer öyküleri "duygusal" pastoraller olmaktan kurtarır. Anlatıcının
güvenilirliğini arttırır. Yazar ve anlatıcı arasında her zaman açıkça olmasa da farkedilen
bir gerilim vardır ve bu özellik, anlatıcının neden naif, kaba bir gözlemci yerine iyi ve
kötüyü birbirinden açıkça ayırabilen, yakınındaki bir kişinin sevgisini ataerkil gelenek
içinde destekleyen birisi olduğunu açıklamaktadır, bu durum da Yovkov'un ahlaki
değerleriyle,gerçeklik hakkındaki idealist ve hayalci görüşüyle büyük ölçüde
örtüşmektedir.
Yovkov'un sanat ve gerçeklik arasındaki ilişki üzerine düşünceleri gelişip
derinleştikçe, açıklamaları da şu yönde oluşmaktadır:
“Sanat başka birşeydir, onun kendi araçları ve kendi amaçları vardır; ne
resmederse etsin,özel bir keyif vermelidir. Bu keyif, temasının doğası veya konu
edilebilirliğinden veya değil, edebi bir sanat eseri sorunundan ileri gelmez. Bence bu
keyif, ister geçmişle ister gelecekle ilgilensin, sanatçının karakterine, zevklerine vs.
bağlıdır”.11
Yovkov'un "sanat keyif vermelidir" cümlesi, Sembolist pesimist yaklaşımdan
sıyrılarak dünyaya umutlu bir biçimde bakan naroden bir anlatıcı haline geldiği
yaratıcılık evriminin ölçülerini de tanımlamaktadır.
Yovkov'un sanat alanında yeni bir pozisyon aldığı iki edebi metinde açıkça
görülmektedir: 1920 yılında yayınlanan Meçtatel (Hayalperest) ve Jetvaryat
(Orakçı)adlı eserleri. İlk eser Neo-Sembolist estetiğin belirlediği eski dünya görüşünü
130
yansıtırken, ikincisi yazarın, ataerkil geçmişin kabul edildiği yeni bir anlatım
yaklaşımına doğru ilerlediğinin göstergesidir. Şimdi bu dönemde yazılan bazı öykülere
bir göz atalım.
4.1. MEÇTATEL (Hayalperest)
“Hayalperest” adlı öykünün odak figürü Boyanov, Dobruca'nın küçük bir sınır
kasabasında posta istasyon memuru olarak çalışmaktadır. Dünyadan oldukça izole
olduğu uzak bir sınır bölgesinde yaşadığı için, hayatını bir eş ve bir aileyle yakaladığı
mutluluğun hayalleriyle doldurur. Yurtdışında farklı bölgelere gitmek üzere istasyondan
geçen yolcuları gördükçe bu duygu daha da güçlenmektedir.12
“Hayalperest” Bulgar eleştirmenlerin ve edebiyat tarihçilerin gözle görülür
biçimde tek taraflı yorumlarına maruz kalmıştır. Eleştiriler, genelde hikayenin
derinliklerine fazla inmemekte ve öyküyü şehirlerdeki can sıkıcı hayatın basit bir
yansıması veya en iyi ihtimalle, Boyanov'un istasyondan geçen genç bir yolcu olan
Vyara Lozeva'ya olan patolojik aşkının bir ifadesi olarak ele alır. Yovkov üzerine
çalışmalar yapan kişiler arasından sadece Profesör Charles A.Moser, Yovkov'un hayalci
gerçekçiliği ve öykülerinde gündüz düşlerinin (day dream) önemi hakkında yazdığı
makalede bu öykünün önemini eksiksiz bir şekilde tanımlamıştır.
Fakat bu öyküyle bağlantılı bazı noktaları açığa kavuşturmak için birkaç
açıklama daha gereklidir. Yovkov'un yaratıcılık evrimi açısından analiz edildiğinde,
"Hayalperest" kişilik kazanmaktadır. Öyküyü gerçeklik ve edebiyat arasındaki ilişkinin
basit bir göstergesine indirmek mümkün değildir; yani,öykü gerçek ve maddi hayatın
"yansıması" olarak yorumlanamaz. Öykünün birden fazla düzeyde okunması gerekir.
Eğer öykü basitse, Boyanov'un gündüz düşleri kritik bir önem kazanır. Çünkü
Yovkov'un diğer öykülerindeki düşlerin tersine, Boyanov'un düşlerinin kendine odaklı
ve kendi kendine zarar verici nitelikte olduğunu görürüz. Muhakkak ki bu düşleri
gerçek koşullar yaratmaktadır; fakat düşler bir başladı mı, kendi kendini sürekli devam
ettirmekte ve güçlendirmekte; adeta bir çığ gibi büyümektedirler. Boyanov'un düşleri,
131
hem bir teselli hem de işkencedir. Kişiliğine hiçbir olumlu etkisi yoktur; hatta son
analizde, yok olmasına yol açmaktadırlar. Meçtatel (Hayalperest), Yovkov'un eserleri
arasında özgün bir örnektir. 1920'den sonra yazdığı öykülerde Yovkov'un
kahramanlarından hiçbiri, kendini tatmin etmek için bir hayaletin peşinden gitmez.
Boyanov kendi iç dünyası, kendi mutsuzluğuyla meşguldür, bu yüzden
Yovkov'un sadece belli bir tip hayalperesti, boş bir Neo-Romantik gücün motive ettiği
bir hayalperesti gözden düşürmek istediğini varsaymak çok cazip hale gelmektedir.
Örneğin hayal kurmak, sadece Sembolist şiirlerin bir özelliği değildir, ayrıca Sembolist
şairler arasında da oldukça modadır. Bu özellik, bazı şairleri ölüme sürüklemiştir,
örneğin Ivan Boyaciev ve daha sonra Peyo K.Yavorov. Yovkov'un bu bireyselci, bencil
tutum hakkındaki çekinceleri, anlatıcının kahramanla arasına açıkça koyduğu ironik
mesafede ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak, Yovkov'un yaratıcılık evriminin
parametreleri içinde analiz edildiğinde, bu öykü par excellence (fevkalade) bir edebi
eserdir. Modernist estetik ve edebiyat stereotipleriyle (benzer tip) bir çeşit polemik ve
yazarın kendi sanat geçmişine bir veda olarak kabul edilebilir. "Hayalperest", bireyselci,
izole bir hayalperesti, düşlerini diğerlerinin yararına şekillendiren ve başkalarını mutlu
etmek isteyen birinin öyküsüdür. Bu özellik, Posledna radost (Son Mutluluk) öyküsü de
dahil, Yovkov'un 1920'den sonra yarattığı tüm hayalperestlerin kalıcı bir özelliğidir.
Lyutskan, Boyanov'la 13 karşılaştırılsa bile bu karşılaştırma geçerli değildir. Lyutskan'ın
en büyük mutluluğu çiçek satmak ve çiçeklerin büyülü havasını solumaktır, kendi
duygularına saplanıp kalmamıştır. Lyutskan bitmek bilmez hayaller altında
ezilmemiştir, onu ezen savaşın acımasız gerçekleri olmuştur. Anlatıcı da zaten onunla
aynı taraftadır.
Son edebi analizde, Yovkov'un "hayalperesti" mutsuz olduğunu düşünür, çünkü
şehirde yaşamanın ayrıcalıklı olduğunu kabul etmemektedir. O, telgraf müdürü olmak
ve genç ve çekici bir kadınla evlenmek istemektedir. Kısaca, ona tek acı veren şey
kendini beğenmişliğidir. Dolayısıyla, anlatıcı onun içinde bulunduğu konumu, şehirdeki
basit hayatın değerlerini reddeden ve bunun kaçınılmaz sonuçlarına katlanmak zorunda
kalan olumsuz bir tür kahramanı resmederek dolaylı yoldan tanımlar. Artık Yovkov,
doğrudan anlatıcıyla aynı değerleri paylaşan yeni bir karakter yaratmak zorundadır.
132
4.2. JETVARYAT (Orakçı)
Bu yeni kahraman da Jetvaryat (Orakçı) adlı öykünün odak figürü olan
Grozdan'dan başkası değildir.
“Orakçı”,Yovkov'un gerçekliğe yeni bir sanatsal yaklaşım geliştirdiğini
doğrulayan ilk eserdir. Savaştan önce yazılan birkaç kısa öykü dışında, bu eserin konusu
tamamen köyde geçmektedir. Fakat bu öyküde anlatıcı ve öykü arasında herhangi bir
mesafe ya da açıklık yoktur. Hatta anlatıcı, köylülerin dünya görüşlerinin bazı temel
bileşenlerini açıkça göstermekte, özellikle de çalışkanlık ve dini inancın altını
çizmektedir.
Öykünün konusu, zengin bir toprak sahibi olan Vılçan ile fakir bir köylü olan
Grozdan arasındaki çekişme etrafında gelişir. İkisi arasındaki düşmanlık uzun süreden
beri devam etmektedir. Vılçan köylüler arasında işbirliğini ve tarımsal makinelerin
kullanımını geliştirmek için bir çeşit köy derneği kurmaya çalışmaktadır. Köylüleri
olayın geçtiği yer olan Lyulyakovo'da ortaklaşa kullanılmak üzere bir biçerdöver
almaya ikna etmeyi başarmıştır. Bence Yovkov'un makinenin Lyulyakovo'ya varışını
tasviri, modern teknolojinin Bulgar köyüne girişini yansıtan ilk edebi pasajlardan
biridir.
Fakat radikal görüşlere sahip genç bir öğretmen olan Radulov'dan etkilenen
Grozdan, Vılçan'ın çabalarının samimiyetine inanmamaktadır, zengin bir adam olan
Vılçan'ın liderliğinde böyle bir derneğin fakirlerin yararına çalışamayacağını
düşünmektedir. Bazı köylülerle Vılçan arasında köyün hanında gerçekleşen tartışma
sırasında, Vılçan çiftlik çalışanlarını sömürmekle suçlanır. İki can düşmanı karşı karşıya
geldiğinde ise tartışma iyice alevlenir: Vılçan, Grozdan'a ayyaş der ve Grozdan da
Vılçan'ın yüzüne bir yumruk atar.
Bu noktadan itibaren öykünün gidişatı tamamen değişir. Vılçan olayı
mahkemeye götürür, Grozdan'ı saldırıdan değil, geçmişte ailesine ait olduğunu ileri
sürdüğü toprakları haksız yere elinde bulundurduğu gerekçesiyle suçlar. Aslında toprak
133
her zaman Grozdan'ın babası Dobri'ye ait olmuştur, fakat yanlışlıkla Vılçan'ın adına
tescil edilmiştir. Bu iki adam yakın arkadaş oldukları için, Vılçan belgeye hiç dikkat
etmemiş, hatta yok etmek bile istemiştir. Ama o ve Grozdan (Dobri çoktan ölmüştür)
arasındaki düşmanlık canlandığı için, Vılçan toprağın mülkiyetini ele geçirmek için
belgeden yararlanmaya karar verir. Plan çok iyi yapılmıştır: Bu malı kaybetmek
Grozdan için tamamen fakirlik ve ekonomik felaket demektir. Grozdan ise tehlikenin
farkındadır; asla işlemediği bir suç yüzünden açılan davada Vılçan'ın hainlik peşinde
olduğunu farkeder ve bu onun moralini daha da bozar. Grozdan içkiye alışır, hırsızlık
yapmaya başlar ve Vılçan'ın çiftliğini kundakladığı iddia edilir. Grozdan kendi çiftliğini
bile umursamamaktadır, çünkü o kadar kinle doludur ki bütün dikkatini davaya
vermiştir. Bu ruhsal krizden çıkmanın bir yolu var mıdır?
Bu soruyu yanıtlamak için, kavganın temel gelişimine paralel, ikinci bir konuyu
kısaca ele almamız gerekir. Lyulyakovo'ya aniden Nedko adında yaşlı bir adam
çıkagelir. Nedko, geçmişte komşu köylerin kiliseleri için birçok ikon çizmiş olan, kendi
kendini yetiştirmiş bir sanatçıdır. Fakat, o da artık moral çöküntü içindedir. Rahatsızdır,
çok nadir ayık kalmaktadır ve çalışma şevkini kaybetmiştir. Lyulyakovo'nun yaşlı
papazı Stefan, Nedko'ya yardım ederek onu tekrar ikon çizmeye teşvik eder. Stefan,
Nedko'ya bir ikon almak ve bunu kiliseye vermek isteyen birisi olduğunu söyler; bu kişi
dindarlığını herkese göstermek isteyen Vılçan'dır. Nedko yeniden çizim yapmayı dener
ve daha önce yaptıklarından tamamen farklı, güzel bir ikon yaratır. Bu ikonda
olgunlaşmış ekin tarlaları arasında dolaşan ve insanların emeklerinin meyvelerini
kutsayan İsa'yı resmetmiştir. İkon kiliseye yerleştirilir ve Vılçan da buna altın bir taç
ekler.
Bu noktada Grozdan ve Vılçan'ın yolları tekrar kesişir. Grozdan daha çok suça
batar. İkonun üzerinde altın bir taç olduğunu öğrenince arkadaşı Taçkata ile birlikte tacı
çalmaya karar verir. Fakat tacı çaldıktan sonra kaldıramayacağı bir vicdan azabı
çekmeye başlar; dini şeylere saygısızlık etmenin vicdani yükü, Grozdan'ın tahammül
edebileceğinden çok daha ağırdır. O dakikadan itibaren, Grozdan ruhen yeniden doğma
ve düşmanlarıyla uzlaşma yollarını aramaya başlar. Fırsat kısa bir süre içinde ayağına
gelir; bir gün tarlalar arasında dolaşırken koşu atlarının çektiği, hızla giden bir at arabası
görür. Atlar durmazsa sürücünün öleceği açıktır. Grozdan yardım etmekten hiç
134
çekinmez. Kendi hayatını tehlikeye atarak arabayı durdurmayı başarır. Derken,
kurtardığı kişinin can düşmanı Vılçan olduğu ortaya çıkar. Bu olaydan sonra, Grozdan
ve Vılçan aralarındaki düşmanlığı geçmişe gömerler. Vılçan hastalanır; ölüm döşeğinde
Grozdan'dan aldığı toprağın ona ait olmadığını itiraf eder. Oğullarından toprağı gerçek
sahibine iade etmelerini ister. Diğer taraftan Grozdan da yanlış yaptığını anlamıştır.
Kinin kendisine ve ailesine felaket getirecek, yıkıcı bir güç olduğunu farkeden Grozdan,
hıristiyanların “komşunu sev” ilkesini izlemeye başlar. Tekrar çiftçilik yapmaya
başlayarak günlük hayatına devam eder ve tekrar huzura kavuşur.
Jetvaryat (Orakçı) adlı öykü, sıradan bir sınıf çatışması örneğiyle başlar; fakat
Hıristiyanlığın öğütlediği uzlaşma havasında sona erer. Eleştiriler, Yovkov'un bu
öyküde Lev Tolstoy'un tarzına bağlı kaldığı yönündedir.14 Gerçekten de, Diriliş'in
yazarı olan Tolstoy’un Bulgaristan'da hem sosyal hem de kültürel alanda birçok
takipçisi vardır. Fakat Yovkov'un en çok ilgilendiği nokta, Tolstoy'un düşüncesinin bu
yönü değildir.15 Bulgar yazar, özellikle Tolstoy'un edebi tekniğinden, insana olan içe
dönük ilgisinden etkilenmiştir. “Orakçı”da da Rus edebiyat ustasının geliştirdiği
Ortodoks olmayan Hıristiyanların ahlaki davranışlarını gerçeğe yansıtmaya çalışmıştır.
“Orakçı”daki temel ikilem, Tolstoy'un “kötüye güçle direnmemek” ilkesine göre
çözülmüştür.16
Dini ögeler öykü boyunca vurgulanmıştır. İkonu çizmeden önce, Nedko'nun
aklında tarlalarda yürüyen bir İsa figürü vardır ve Peder Stefan'a günah çıkartırken,
bunu tuvale dökmeye karar verir. "Tacı" çalmasının ardından Grozdan, ikondaki İsa
görüntüsünün etkisinden kurtulamaz. Gerçekte, tuvalde resmedildiği gibi, tarlaların
arasında yürüyen Kurtarıcı'yı (İsa mesih) gördüğünü zannetmektedir. Bu görüntü,
oğlunu "büyük bir günah" işlediği için azarlayan Grozdan'ın babasının görüntüsüyle
birbirine geçer. Hatta, Grozdan'ın ruhsal canlanışı ve Tanrı hakkındaki yakın
düşünceleri, kişiliği üzerinde iyileştirici bir etkisi olan, hayalkırıklığı ve korkularına yol
veren ve baştan çıkarıldığını farketmesini sağlayan bir rüyayla başlamıştır. O andan
itibaren,Grozdan ruhsal iyileşme yolundadır.17
135
Fakat Grozdan'ın dertlerinin sebebi sadece dini inançlarının zayıflaması değildir.
Ayrıca, toprağı işleme görevini de yerine getirememiştir. Bu durum Grozdan'ın giderek
düşüşünün gerçek kaynağıdır. Vılçan'la mahkemeye düştüğünde çalışma hevesini
kaybetmiş ve işlerini ihmal etmiştir. Bu durum, onun kişiliğini yıkıma uğratmıştır.
Çalışma motifi eserin hem ilk bölümünde; hem de Grozdan'ın çalışmanın yararlarını
farkettiği son bölümlerde karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Yovkov, insan mutluluğu
ve yaşamda armoni için iki temel ögenin önemine dikkat çekmektedir : “Dini inanç” ve
“Çalışmak”.
4.3. PESENTA na KOLELETATA (Tekerleklerin Şarkısı)
“Çalışma motifi” ilk olarak 1925 yılında yayımlanan ve bir yıl sonra Posledna
radost (Son Mutluluk) (bu eserin ikinci baskısı Tekerleklerin Şarkısı adını taşımaktadır)
adlı toplu eserde yeniden yayımlanan Pesenta na koleletata (Tekerleklerin Şarkısı) adlı
öyküde baskın bir tema haline gelir. "Tekerleklerin Şarkısı" ürettiği iki tekerlekli
arabaların aksları üzerine, hareket ettiğinde keyifli, müzikal bir ses çıkaracak şekilde
metal parçaları dizen usta bir araba yapımcısı olan Salih Yaşar’ı (Türk asıllı) konu
alır.18 Bu arabaların her biri farklı bir ses, farklı bir ezgi çıkarmaktadır. Araba yapımcısı
Salih Yaşar, yalnızca basit bir zanaatkar değildir, aynı zamanda gerçek bir sanatçıdır.
Fakat,hala daha değerli, insanlara arabalardan daha fazla yarar sağlayacak bir şey
yaratmayı düşlemektedir. Susamış insanlara su verecek bir kuyu, bir köprü veya
yolcuların dinlenebileceği bir han inşa etmek istemektedir. Kısacası, Salih Yaşar'ı
motive eden şey, insanlar için iyi bir şeyler yapmak,daha fazla sayıda insanın
yararlanabileceği eserler yaratmak gibi soylu bir dürtüdür. Başkalarından daha çok
parası vardır ve bunu herkesin iyiliği için harcamak istemektedir.
Bir gün Salih Yaşar yaklaşmakta olan bir arabanın sesini duyar, bu arabanın
kendisini ziyarete gelen kızı Şakire'ye ait olduğunu farkeder. Bir başka ortamda köy
muhtarı Capar, Salih Yaşar'a farklı insanların arabalarını nasıl ayırt ettiğini anlatır.
Bütün bu olanlardan sonra yaşlı araba ustası, insanlara en iyi şekilde yardım etme
yolunun araba yapmak olduğunu görür.
136
“Allahım” diye fısıldadı ve alnına vurdu : “Ben ne kadar körmüşüm, ne kadar
aptalmışım. Ne kuyusu, ne köprüsü kurmak istiyorum ben? Hayırlı işmiş! Benim
yaptığımdan daha iyi bir iş var mı? Arabalar, arabalar, benim yapmam gereken bu!”19
Salih Yaşar'ın yapmakta olduğu arabalar ve onların tekerletlerinden çıkan
melodiler insanlara mutluluk vermektedir, Tanrının ondan yapmasını istediği şey budur.
Salih Yaşar, Capar'a para teklif etmekte ve çiftçiliğe başlamak için toprak alması
gerektiğini söylemektedir. Fakat artık hayatının en önemli amacı hayırseverlik değildir.
Önemli olan araba yapmaktır, elinden bu gelmektedir ve arabalar insanlara verebileceği
en değerli hediyelerdir. Ayrıca ona tatmin ve huzur da vermektedir.
Fakat öykünün ele alınmaya değer bir başka yönü daha vardır. Salih Yaşar'ın
kızı Şakire, Yovkov'un edebi gelişiminin ikinci döneminde yarattığı bir grup kadın
arasında yer alır. 20 Şakire'nin ayırt edici özelliği güzelliğidir; bu da hayatın kabalığını
ve kaba çizgilerini yumuşatmaktadır. Salih Yaşar'ı gençleştiren ve onu asil davranışlara
iten, alışılmadık bir cazibesi vardır. “Hayır” diye düşünmektedir Salih Yaşar :
“ Tanrı insana birçok şey bahşedebilir, fakat en değerli hediyesi güzelliktir ”.21
Aynı zamanda Şakire kimsenin kontrolü altında değildir, kendi kaderini kendisi
yönlendirir ve erkekler üzerinde gözle görülmez bir gücü vardır. Capar, ikisi de gençken
onunla evlenmek istemiştir, fakat Şakire bu teklifi reddetmiştir. Çünkü bu onun
planlarına uygun değildir. Öykünün sonunda, Şakire'nin kocasının öldüğünü ve Capar'ın
teklifini kabul ettiğini görürüz. Üstünlüğü ve hatta bir dereceye kadar kurnaz kişiliği
yine öne çıkmıştır.
4.4. SID (Mahkeme)
Yovkov “kadının erkek üzerindeki gücü”ne ilk defa Sıd (Mahkeme,1921, Son
Mutluluk adlı kitapta da yer almıştır) adlı öyküde yer vermiştir. Bu tip kadınları
karakterize etmek için kullandığı kelimeler "güzel", "zorlayıcı" ve "güçlü"dür. Öykünün
temel karakteri olan Tokmakçiyata (Tokmakçı Mustafe Eşref) adında bir Türk, Topal
137
Atanasi ve Andreya adındaki iki köylünün tarlalarını bölen ve ayrıca iki köy arasındaki
sınırı çizen sürülmemiş bir tarla parçası hakkında mahkemede ifade vermek zorundadır.
Tokmakçı bu konuda gerçeği bilen birkaç kişiden biridir ve bu gerçek Andreya'nın
aleyhinedir. Fakat öyle olsa bile, Tokmakçı'nın Andreya lehinde ifade verme ihtimali
pek yoktur. Geçmişte Andreya'nın Tokmakçı'nın oğlu Rüstem'i öldürdüğü yolunda
söylentiler vardır. Fakat olayların beklenmedik şekilde gelişmesi, davanın muhtemel
sonucunu da değiştirir. Tokmakçı, gençliğinde artık çoktan ölmüş olan Mariya adında
bir kadına aşıktır. Fakat Tokmakçı, dava konusu tarla parçasının gerçek sınırını
göstermek için dava yerine geldiğinde, sadece güzel olmayıp aynı zamanda Mariya'ya
inanılmaz derecede benzeyen genç bir kadın görür. Bu kadının eski aşkının kızı
olduğunu ve Andreya'nın da karısı olduğunu öğrenir. Eski anılar ve tutkular yeniden
canlanır ve mantık sınırlarının ötesine geçerler. Tokmakçı'dan gerçek sınırı göstermesi
istendiğinde yanlış ifade verir ve Andreya’nın lehine konuşur. Ayrıca eski ve ölmekte
olan eski arkadaşı Safvet Molla da aynısını yapar. İkisi de Mariya'nın kızında yeniden
canlanan güzelliğinin etkisinden kurtulamamıştır. Kadın güzelliği, akıl dışı tepkiler
vermelerine neden olur ve her iki adam da ahlaki davranış kurallarının dışına çıkar.
Yovkov kariyeri boyunca kadın güzelliğini vurgulamıştır. Bazen bu güzellik
yıkıcı olur bazen de yapıcı bir yönde soylu davranışlara yol açar. Fakat hiçbir durumda,
yazar güzelliğe duyulan tutkuyu yargılamaz. Yokvov'a göre, hatalı davranışları ve hatta
suçu meşru kılan tek şey “güzelliktir”.
4.5. STAROPLANİNSKİ LEGENDİ (Kocabalkan Efsaneleri)
1927'de yayınlanan bir öykü kitabı olan Staroplaninski legendi (Kocabalkan
Efsaneleri), Yovkov'un "hayalci gerçekçiliğinin" en tipik göstergelerinden biridir ve
aynı zamanda edebiyat kariyerinin en önemli başarılarından birini oluşturur.
Dobruca'dan motifler içeren diğer eserlerinin tersine, “Kocabalkan Efsaneleri”,
Yovkov'un memleketi olan Jeravna'nın dağlık bölgelerine duyduğu sevgiden doğar. Bu
öyküleri yazmak, Yovkov'un yıllarını almıştır. İlk efsane Ovçarova jalba (Çobanın
Üzüntüsü), 1910 yılında yazılmıştır; geri kalan dokuz öykü 1922 ve 1927 yılları
arasında yani Yovkov'un Bükreş'te oturduğu yıllarda yazılmıştır.22 Bu cilt üzerinde
138
çalışırken Yovkov, halk şarkıları ve Jeravna'nın geçmişi üzerine bazı görüşleri titizlikle
toplamış ve öyküleri yazarken bunlardan yararlanmıştır. Jeravna'da bir öğretmen olan
Danail Konstantinov'a yazdığı bir mektupta Yovkov şunları söylemektedir:
“Kocabalkan Efsaneleri’ni tamamlamak için Jeravna'dan bazı materyallere
ihtiyacım var (halk şarkıları, popüler inançlar, tarihi olaylar, efsaneler vs.)Jeravna'yı
ziyaret etmeyi ve ihtiyacım olan şeyi bizzat aramayı çok istiyordum. Fakat bunu
yapamayacağımı görüyorum ve bu yüzden size başvurmak zorundayım. Umarım
bana bu iyiliği yapma nezaketini gösterirsiniz. Geçmişe ait tüm öyküler -ister mit ister
bir kaza veya önemli bir olay olsun- benim için son derece kıymetli olacaktır”.23
Yovkov'un edebi yaratıcılık için popüler mitleri kullanmaktan sözettiği gözden
kaçmamaktadır. Büyük ihtimalle bunun farkında olmamakla birlikte, yaratıcı ilhamın
"ilkel" kaynaklarının modern sanat için önemini keşfeden, o yüzyılın en büyük
sanatçılarıyla aynı yolu izlemiştir. Kendi gerici veya Nietzsche'ci dünya görüşünü ifade
etmek için folkloristik semboller "kullanan" Bulgar yazarı Petko Todorov'un tersine,
Yovkov okura, popüler mit ve efsanelerdeki dünya görüşünün canlılığını, doğallığını ve
insancıllığını vermeye ve bunu çağdaş kültürle birleştirmeye çalışmıştır. Diğer bir
deyişle, modern görüşleri Efsaneler'in dünya görüşüne empoze etmeye
çalışmamakta,fakat bunların içindeki değerleri ortaya çıkarmak istemektedir: Naroden
anlatıcı olarak adlandırdığımız kavramın perspektifini "içeriden" göstermeye çalışmak.
Bu durum, Yovkov'un orijinalliğinin ve Bulgar edebiyatına katkılarının bir
göstergesidir.
Tema açısından “Kocabalkan Efsaneleri”nin, aşkı öven uzun bir şarkı olduğu
söylenebilir : Hem kötü ve yıkıcı aşk hem de iyi ve herşeyi mümkün kılan aşkı öven bir
şarkı. Koşuta (Dişi Geyik ) dışındaki tüm "efsaneler" ortak bir paydaya sahiptir : Hepsi
trajik bir sonla biten aşk öyküleridir. Tür açısından “Kocabalkan Efsaneleri”
"öykülerden oluşan baladlar" 24 olarak tanımlanır; bu kavram, öykülerin sözlü folklor ve
romantik geleneğe güçlü bağlarının altını çizmektedir.
139
Bu öykülerde geçen olaylar, Bulgaristan bağımsızlığına kavuşmadan yani
1878'den önce yaşanmıştır. Tarihsel açıdan Kırcalılar ve Haydutlar 25 adında iki silahlı
direnişle karşılaşan Osmanlı yönetimi altındaki yaşamı gözler önüne sererler. Bu
bakımdan, Balkan Efsaneleri, Yovkov'un kronolojik olarak aşağı yukarı 1.Dünya
Savaşı'ndan önceki on yılı kapsayan diğer eserlerinden oldukça farklıdır. Balkan
Efsaneleri ayrıca Bulgaristan halkının etnik farklılığını da yansıtır. Kahramanlar halkın
her kesimini temsil eder : Zengin ve fakir köylüler, çobanlar, keşişler, rahipler,
zanaatkarlar, Türk subaylar, hırsızlar, özgürlük savaşçıları, erkekler ve kadınlar; hepsi
de aşka tutkundur.26
4.6. ŞİBİL (Şibil)
Bu tutkunun en çarpıcı örneklerinden biri, birinci cildin ilk öyküsü olan ve
kahramanıyla aynı adı yaşayan Şibil adlı öyküde görülür. Şibil geçmişte soygun ve
cinayet gibi bazı suçlar işlemiştir. O ve adamları ıstırap içinde yaşamaktadırlar. Türk
subaylar onu yakalayıp cezalandırmak istemektedir, fakat Şibil'in renkli hayatına son
noktayı koyacak olan, bu subayların zekası olmayacaktır. Bir gün Şibil'in hırsız çetesi
dağda bir grup kadınla karşılaşır. Adamlar kadınların kolay av olacağını düşünmektedir;
ya da ganimetlerini arttıracak kolay bir fırsat yakaladıklarını. Fakat umutlarını boşa
çıkaran bizzat kendi liderleri olur. Şibil köyün kekhaya sı (kahya) Veliko'nın kızı
Rada'ya kapılır. Şibil kızın sadece güzelliğinden değil, cesaretinden de etkilenmiştir.
Sadece Rada onunla yüzleşmekten korkmamaktadır. Şibil, tüm kadınların serbest
bırakılmasını emreder. Rada'yla karşılaşması Şibil'in hayatında ve öyküde bir dönüm
noktasıdır. Şibil onu unutamamaktadır ve hayati bir karar vermesi gerektiğini farkeder.
Rada'ya aşık olduğu için çeteden ayrılmaya karar verir. Okur, onun affedilmeyi bekleyip
beklemediğini şüphesiz bilmemektedir, fakat Rada'ya kavuşup belki de onunla evlenme
konusundaki kararlılığı, ölüm korkusundan daha güçlüdür. Ayrıca babası Rada'yı,
Şibil'e köye geri döndüğünde hiçbir şey olmayacağına inandırmıştır. Kahya Veliko, son
dakikada doğruyu söyler; Şibil'e köyün girişinde pusu kurulmuştur. Şibil'i uyarmak için
artık çok geçtir. Öykünün en dramatik kısmı, Şibil'in sokakta görüldüğü anda Rada'nın
umutsuz bir koruma çabası içinde ona koştuğu sahnedir. Her ikisi de vurularak ölür.
140
“Şibil” in daha derinlerdeki anlamı üzerine yorum yapmak için, kahramanın
geçirdiği daha karmaşık bir evrimin anlatıldığı İnce gibi bir başka öykü daha ele
alınmalıdır.
4.7. İNCE (İnce)
Öyküye baktığımızda, İnce'nin köyleri acımasızca yağmaladığı ve insanları
öldürdüğü için herkesin yüreğine korku salan büyük bir çetenin (Kırcalılar çetesi) lideri
olduğunu öğreniyoruz. İnce Jeravna kasabasını yakarken ve yağmalarken, Pauna adında
güzel bir kızla tanışır, daha sonra bu kızla evlenir ve bir oğulları olur. Fakat göçmen bir
hayatın zorlukları şefkat veya dengeli bir hayata izin vermemektedir. Bir gün İnce o
kadar öfkelenir ki, çocuğu Pauna'nın kucağından alır, bir yatağanla (ucu keskin kısa
kılıç,kama) başına vurur, yere atar ve orada bırakır. Bu olaydan kısa bir süre sonra
Pauna, İnce'nin kampından kaçar ; çünkü artık onunla yaşamaya tahammül
edememektedir. Pauna'nın ortadan kayboluşu İnce'yi deliye çevirir. Öfkesi sınır
tanımamaktadır, karşısına çıkan herşeyi yerle bir eder.
Bir gün Pauna'nın akrabalarından biri olan,aynı zamanda da bir Kırcalı olan
Siyaro Barutçiyata (Barutçu Siyaro) , İnce'yi yaralar. İnce iyileştikçe, bu iyileşme
hayatına da yansır ve tekrar çetenin başına geçtiğinde bambaşka bir insan olmuştur, o
artık bir çete reisi değil, fakiri savunan popüler bir kahramandır. Nereye gitse, mutlu
insanlarla, çiçeklerle ve şarkılarla karşılanmaktadır. Fakat, tüm "efsanevi" kahramanlar
gibi, İnce'nin hayatı da bir trajediyle son bulur. Urum-Yeniköy’e ( burası uzun zaman
önce çocuğunu terk ettiği köydür) bir ziyareti sırasında yine çok sıcak bir selamlamayla
karşılanır. Mutludur, onu karşılayan insanlara son derece dostane ve içten
davranmaktadır. Köylüler arasında sakat, kambur,çirkin ve elinde tüfek olan bir genç
görür. İnce, gencin gözlerinden çok etkilenmiştir, bu gözler ona çok tanıdık
gelmektedir. Fakat İnce’nin o anda istediği tek şey, silahı gencin elinden almaktır. İnce
böyle sıcak bir topluluk içinde silah görmek istememektedir. Genç adamdan tüfeğini
bırakmasını ister ama o bunu reddeder. İnce nezaketle ısrar ettiğinde, genç adam ateş
eder ve İnce’yi ağır yaralar. İnce, kendisini vuran kişinin, ailesi tarafından köyden uzak
141
olmayan bir alana terk edildiği için ölümden kurtulan kendi oğlu olduğunu fark etmeden
ölür.
Şibil ve İnce'nin ruhsal gelişimleri,psikolojik yapıları birbirinden farklıdır :
Şibil'in gelişimi daha basit ve kısa, İnce'nin ki ise daha uzun ve karmaşıktır. Fakat her
ikisi de kötü insanken yavaş yavaş iyi birer insana dönüşmüşlerdir. Fakat bu,
kişiliklerinin yalnızca bir yönüdür. Her ikisi de kadın güzelliğinin gücü karşısında
acizdir ve bu her iki durumda da ahlaki bütünlükle kesişir. Şibil, Rada'nın güzelliğinden
o kadar etkilenmiştir ki, tek düşüncesi, hayatta veya ölümde onunla birleşmektir. Pauna
İnce'yi terk ettiğinde, İnce her zamankinden daha da vahşileşir;fakat daha sonra
Pauna'yla yaşadıkları ve onu tekrar bulma isteği, onu ruhen yeniden canlanma yoluna
sokar.
4.8. BOJURA (Bojura)
Özellikle Bojura (özel bir isim) ve Prez çumavoto (Veba Günlerinde) adlı
öykülerde de görülebileceği gibi, kadınlar da aşka eşit derecede tutkundur. İlk öyküde,
Yovkov'un daha önce yazdığı öykülerde görülen "günahkar aşk" motifini konu alır.
"Şakayık" anlamına gelen ve öykünün odak figürü olan Bojura, ahlaki açıdan şüpheli ve
kötü bir üne sahip olan Vasilço'ya aşık olan bir çingene kızıdır. Irksal ve sosyal şartlar
(Bojura bir çingenedir ve fakirdir; Vasilço ise Bulgar’dır ve zengin bir çorbacı ailesinin
üyesidir) ikisi arasında bir ilişki olmasına izin vermeyecek gibi görünmektedir. Fakat
aralarındaki fiziksel çekim, mantığın önüne geçmektedir; telkin yoluyla bu duyguları
frenlemek mümkün değildir. Vasilço ve Bojura, göl kenarında karşılaştıkları bir gün,
duygularına yenik düşer ve birlikte olurlar . Bojura'nın bu ilişkiden bir çocuğu olur;
fakat o, bu durumdan hiç utanmamaktadır. "Günahını" (oğlunu) gururla yanında
taşımaktadır. Yovkov'un kahramanları genelde tipik bir Shakespeare'ci özellik
sergilerler, bir ilişkiye girdiklerinde veya bir entrikaya bulaştıklarında, sonuçlarını
düşünmeden sonuna kadar giderler. Bu öyküde de sadece Vasilço yaşadığı sürece
Bojura'nın hayatta bir amacı olacaktır. Ancak onun öldüğünü duyunca karamsarlığa
kapılır ve kendini suya atıp boğularak hayatına son verir.
142
4.9. PREZ ÇUMAVOTO (Veba Günlerinde)
Prez çumavoto (Veba Günlerinde) adlı öykünün odak figürü olan Tiha, yörenin
en zengin ve korkulan kişisi olan Hacı Dragan'ın kızıdır. Yapı olarak kararlı bir
kadındır; duygularına sahip çıkar, fakat onun kararlılığı Bojura'nınkinden daha
güçlüdür. Çünkü içinde bulundukları durumlar(ortamlar) farklıdır. Öykü dramatik bir
ortamda geçer: Tiha'nın yaşadığı köyün etrafındaki köylerde veba vardır ve onun köyü,
hastalığın (vebanın) uğramadığı tek yerdir. Köy halkı kaçınılmaz durumla karşı
karşıyadır; ortada bir hüzün havası vardır ve felaket, köyün üzerinde asılı durmaktadır.
İnsanlar dış dünyayla temas ederlerse vebanın onlara da bulaşacağından çok
korkmaktadırlar. Fakat açlıktan ölme tehlikesiyle de karşı karşıya kalmışlardır. Onlara
yardım edebilecek tek kişi Tiha'nın babası, varlıklı ve güçlü toprak ağası Hacı
Dragan'dır. Fakat o, durumdan etkilenmiş gibi görünmemektedir. Aslında o kızı Tiha'yı
hiç sevmediği biriyle evlendirmeyi planlamaktadır. Tiha'nın gerçek aşkı olan Veliçko
köyden ayrılmıştır ve Tikha onun geri dönmeyeceğini düşünmektedir. Bir süre sonra
tam Tiha'nın nikahı kıyılacakken, Veliçko kiliseye gelir. Vebaya yakalanmıştır ve
sunağın önünde yere yıkılır. İnsanlar panik içinde kiliseyi terk ederler; hastalık köye
girmiştir artık. Veliçko'nun annesi bile ona yaklaşmak istemez ve dehşet içinde kaçar.
Onu,bu kötü durumda bırakmayan tek kişi Tiha'dır. Veliçko'nun üzerine eğilir ve onun
başını kendi dizlerine koyar. Mutlu sonla bitmesi beklenen öykü bir trajediyle sona erer.
4.10. NA İGLİKİNA POLYANA (Çuha Çiçeği Tarlasında)
Yovkov'un dünyasında aşk, zamanın yok edemeyeceği, ömür boyu süren bir
duygudur. Na iglikina polyana (Çuha Çiçeği Tarlasında) adlı öykünün
kahramanlarından Kraynaliya, artık çok yaşlı ve evli bir adam olmasına rağmen, ilk
aşkını unutamamaktadır. Evinde kalan bir haydut olan kuzeni Stoyan'ı evden
uzaklaştırır. Stoyan, amcasının çok yaşlı olduğunu ve artık ihtiyacı olmadığını
düşünerek, ondan silahını ve tüfeğini ödünç vermesini rica eder. Fakat Kraynaliya
haydut yaşamının eski kuralını izler : “Karını, atını veya tüfeğini ödünç verme”. Bunun
yerine, en iyi haydut kıyafetlerini giyer ve kuzeniyle gider. Herkes Kraynaliya'nın
143
direniş hareketine tekrar katılmasını beklemektedir. Fakat o, Stoyan'a Kurta'ya duyduğu
büyük aşkı anlatır; Kurta'nın Kraynaliya uğruna reddettiği bir başka haydut tarafından
öldürüldüğü çuha çiçeği tarlasının yolunu gösterir. Kurta, onun hayattaki en değerli
hatırasıdır. Öykünün sonunda çember tamamlanır : Uzun yolculuğun tükettiği
Kraynaliya, Kurta'nın öldürüldüğü tarlada son nefesini verir. Artık silah ve tüfek
Stoyan'ındır.
4.11. NAY - VYARNATA STRAJA (En Güvenilir Muhafızlar)
Yovkov'un kahramanları aşk uğruna hile yapmaktan, güç kullanmaktan hatta
dini şeylere saygısızlık etmekten çekinmezler. Nay-vyarnata straja (En Güvenilir
Muhafızlar) adlı öykünün odak figürü olan Dragota, keşiş olur; fakat bunun nedeni dine
bağlılığı değil, aşkı Ranka'yı kazanmak için başka umudu olmamasıdır. Bu yüzden,
eline geçen ilk fırsatta, cüppesinin ona getirdiği yetkiyi avantaja çevirmeye çalışır. Bir
müslümanın karısı olamayacağı gerekçesiyle Ranka'yı, Türk sultanın (Hacı Emin)
elinden almanın yollarını aramaya başlar. Ranka için mücadele eden üç erkek vardır;
bunlardan her biri farklı bir yol izlemektedir. Kosan açıkça başkaldırıyı tercih eder ve
dağa çıkarak korkunç bir haydut olur. Türk sultanı olan Hacı Emin güç kullanır ve
Dragota hileye başvurur. Yovkov bu son taktiği tasvip etmediğini açıkça belli eder.
Sultan Hacı Emin bile daha avantajlı bir konumdadır, çünkü onun yaptıkları apaçık
ortadadır.
Kocabalkan Efsaneleri’nin diğer öykülerinde olduğu gibi, "En Güvenilir
Muhafızlar" adlı öyküde de aşk trajediyle sonuçlanır : Haydut olan Kosan ve keşiş
Dragota, Ranka için savaşırlarken birbirlerine sarılmış bir şekilde yanarak ölürler ve
Ranka Sultan'la evlenmek üzere onun sarayına hapsedilir. Yıllar sonra köyünü ziyaret
etmesine izin verildiğinde (annesi vefat etmiştir) kendisine "en güvenilir muhafızlar
"eşlik etmektedir; yani Ranka'nın iki yiğit oğlu.
Bir insan farklı ilişkilere girebilir ve farklı duygu ve tutkular yaşayabilir : Aile
sevgisi, dini inanç, nefret, hastalığın getirdiği acılar, yaşlı olmanın çaresizliği, vb. Fakat
hiçbir şey bir başka insana duyulan aşktan daha güçlü veya herşeye hazır olamaz. “Veba
Günlerinde” adlı öyküdeki Doçka, yani Veliçko'nun annesi, hastalığa yakalandığını
144
gördüğü anda oğlunu terk eder ama Tiha onunla kalır. “Çobanın Üzüntüsü”nde Stefan,
annesinin yalvarmalarına rağmen, Elena'yla evlenmesini engelleyenlere yardım ettiği
için onu affetmez. Köyüne hiç geri dönmez ve bilinmeyen bir mezara gömülür. Böylece
en doğal, kutsal hakkı olan birini sevmek ve mutluluğu yakalamak hakkını elinden
aldığı için annesini cezalandırmış olur. Benzer şekilde, yaşlı Kraynaliya mezarın
başında durur fakat Kurta'yı unutamaz.
Yovkov'un Kocabalkan Efsaneleri’nde yaşanan aşk, suçu bile haklı çıkarabilir;
çünkü suç, aşk ilişkisinin ayrılmaz bir parçası olabilir. Jenda “Postolovların Değirmeni”
adlı öyküde, hem kocasına hem de aşığı Marin'e sadık değildir ve yaptıklarının
sonuçlarına katlanmak zorundadır: Marin hem Jenda'yı hem de bir çingene arabasında
kılavuz olan yeni aşığını öldürür. Söz konusu aşk, “günahkar aşk ve “asilleştiren aşk”
olabilir ama anlatıcı bu ikisi arasında ahlaki bir ayırım yapmaz. İster sevelim ister
sevmeyelim “hayatın böyle bir şey olduğunu” anlatır bizlere.
Fakat Efsaneler'in tüm kahramanları kendilerine sadıktır. Bir amacın peşinden
yola çıktıkları zaman, asla dönmezler. Belki de bu yüzden, çağdaş Bulgar eleştirmenleri
Kocabalkan Efsanelerini “insan ruhunun güzelliği üzerine on ilahi” olarak adlandırır.27
Ayrıca, bu ruhsal güzellik, genelde fiziksel güzellikle de ifade edilir. Yovkov,
karakterlerinin fiziksel çekiciliğine büyük önem vermektedir. Onun dünyasında,
düşmanlar bile rakiplerine hayrandır. Türk Efendi, Şibil'i kendisine doğru yaklaşırken
gördüğünde “Ne kadar yakışıklı bir adam” demekten kendini alamamıştır. Veliçko ateş
etmeye devam ettiğinde, silahını kapar ve “Böyle bir adam ölmemeli” der. “İnce” adlı
öykünün odak figürü olan çetebaşı İnce’de gösterişli ve yakışıklı bir karakterdir, tıpkı
Kosan, Bojura, Jenda ve hatta yaşlı Kraynaliya gibi. Yovkov, dünyayı estetik güzellik
kültünün prizmasından resmeder, bu özellik onun eserlerinin hemen hemen tümünde
görülür.
Kocabalkan Efsaneleri’nin türü de ilgi çekicidir. Yovkov bu cildi hazırlarken
çok çaba harcamıştır ve bu çaba sadece halk şarkıları ve ihtiyacı olan diğer materyalleri
toplamakla sınırlı değildir. Yovkov, bu öykülerin son şeklini alması konusunda oldukça
endişelidir. Kendisi Bükreş'te bulunduğu sırada, Sofya'daki en iyi arkadaşları olan ünlü
şair Nikolay Liliev ve eleştirmen Vladimir Vasilev'den kitap basılmadan önce
145
müsveddeleri son kez gözden geçirmelerini istemiştir.28 Kocabalkan Efsaneleri onun
eserleri arasında diğer eserlerinden farklı bir yer tutar. Peki Efsaneler'in eşsiz kalitesini
nasıl tanımlamalıyız acaba ?
Yukarıda, Yovkov'un Kocabalkan Efsanelerini yazarken Bulgar halk kültürünün
zenginliğinden yararlandığını belirtmiştik. Daha kapsamlı bir tarihi ve estetik ortamda
incelendiğinde, Kocabalkan Efsaneleri, 1920'lerin Rodno izkustvo (Ulusal Sanat)
hareketinin edebi bir manifestosu olarak da görülebilir. 1. Dünya Savaşı'nın getirdiği
siyasi felaket ve kozmopolit Sembolizm'in giderek çökmesinin ardından, Bulgar
entelijensiyası ve özellikle de sanatçılar, aynı zamanda köylülerin hayatı ve popüler
kültürüyle özdeşleşen "ulusal ruhun" derinliklerinde ilham aramaya başladılar.29 Bu
hareket, şehirlere özgü değildi ve dar kafalı bir izolasyon peşinde de değildi. Tam
tersine, "köylü ruhunu" özgün ulusal özelliklerin ve evrensel değerlerin bir bileşimi
olarak,ulusal öz ve bunun önüne geçmekle suçlanan dış etkiler arasındaki yapay
engelleri yerle bir edecek bir kavram olarak öne çıkarmaya çalışıyordu. "Ulusal Sanat"
programı, en gözle görülür ve ilginç ifade yolunu görsel sanatlar (Ivan Milev'in
resimleri) ve müzikte (Lyubomir Pipkov, Petko Staynov ve Penço Vladigerov gibi
bestecilerin eserleri) buldu; fakat edebiyat henüz hazır değildi. Yovkov'un Kocabalkan
Efsaneleri, belki de bu akıma edebiyat alanından en önemli katkı olmuştur. Bu iddiayı
ispat etmek için, Yovkov'un bu öykülerde halk kültürünü nasıl kullandığına yakından
bakmak gerekir.
Yovkov, Efsaneleri, temelde iki farklı biçimde yazmıştır. İlkinde,aynı halk
şarkısının (iki farklı şarkı kullandığı çok seyrektir) bir ya da iki farklı noktasını,
geleneksel-popüler bir hikaye veya tarihin kaydettiği önemsiz bir olayla birleştirir.
Ikincisinde ise, sadece halk şarkılarını bir araya getirir. Her "efsanenin" nasıl
oluşturulduğuna bakılmaksızın, Yovkov'un kendini motiflerin basit tekrarıyla veya
bunları bir öykü içinde mekanik bir biçimde bir araya getirmekle sınırlamadığı
belirtilmelidir. Bunun yerine Yovkov, halk motiflerini yaratıcı bir biçimde folklordan
ödünç alır; yani bu motifleri kendi sanatsal çalışmalarının gerekliliklerine uygun bir
şekilde öykülerine adapte eder. Örneğin "Şibil", 19. yüzyılın ikinci yarısında haydutluk
yaptığı bilinen bir Çingene olan “Şibil Mustafa” nın yaşamındaki olaylara ve Jenda
146
adında bir Bulgar kadına olan aşkına ithaf edilen ve kökleri gerçeğe dayanan popüler bir
şarkıdan doğmuştur. Fakat Yovkov, tüm bu tarihsel verileri öykülerinde "şiirsel bir
dille" kullanır : Sıradan bir haydut, soylu bir simaya dönüşür ve aslında kocasını ve dört
çocuğunu terkeden bir kadın, Rada adında romantik bir genç kadın olarak karşımıza
çıkar.
Benzer bir şekilde, "Bojura" öyküsü de üç farklı kaynağa dayanır : Bu
kaynaklardan biri, Yovkov'un, yerel bir gölette boğulan bir kadın hakkında çocukken
duyduğu bir öyküdür. Diğer kaynaklar ise iki halk şarkılarıdır : “Vasilço sedi na
kyoşka” (Vasilço köşkte oturuyor) ve "Nikolço duma maytsi si..” (Nikolço annesine
dedi ki..). Öykünün çekirdeğini oluşturan iki şarkı, Vasilço'nun hizmetçi Yanka'ya
yaptığı kuru anlatır. Onları ayıran sosyal statülerinin birbirinden çok farklı olmasıdır.
Yovkov'un öyküsünde birbirini seven iki insanın kavuşmasındaki engeller, hem sosyal;
hem de etniktir : Bojura fakir ve çingenedir. Şarkıda Vasilço, Yanka'ya karşı olan
niyetinde ciddidir; fakat "Bojura"adlı öyküde Vasilço, Bojura ile flört etmektedir ve bu
durum, Bojura'nın durumunun ne kadar trajik olduğunu gösterir. Konu açısından, ikinci
şarkı yardımcı rolündedir, sadece bazı detaylar vermektedir.
Yovkov'un öyküleri arasında halk kültürünü en ilginç biçimde kullandığı öykü
"İnce"dir. Önceki öykülerin aksine, "İnce" adlı öykü tamamen sözlü şiirlere dayanır.
Yukarıda gördüğümüz gibi, "İnce" öykünün kahramanının bir hırsızdan, fakirlerin
savunucusu bir halk kahramanına dönüşmesini yansıtır. Halk bilimcilerin kaydettiği
hiçbir şarkı İnce'yi bu şekilde tanıtmamaktadır. Fakat "İnce" isimli şarkının iki
versiyonu mevcuttur : Bunlardan biri, “İnce” yi acımasız bir katil olarak resmederken,
ikincisi onun asil ve vatansever özelliklerini öne çıkarır. Yovkov'un öyküsü de bu iki
şarkıyı birleştirmektedir. Öykünün konusunu yaralı “İnce” hakkında bir şarkının iki kısa
versiyonu tamamlar. Son olarak, şarkının “İnce”nin küçük bir çocuk tarafından
öldürüldüğünü anlatan bir başka versiyonu daha vardır. İçine bir aşk öyküsü katarak
olayı canlandırmak isteyen Yovkov, “İnce” hakkındaki şarkının bu versiyonlarını,
Pauna gibi Kırcalılar tarafından hapsedilen Kalina hakkında yazılan bir şarkıyla
birleştirir. Tüm bunlar biraraya geldiğinde, sadece Yovkov'un en büyük sanatsal
147
başarılarından biri olmakla kalmayıp, Bulgar öykülerinin en değerlileri arasına giren,
sanatsal açıdan tutarlı bir eser doğar.
Edebiyat eleştirmenleri ne zaman Balkan Efsaneleri hakkında yazsalar, bu
öykülerin "azametli" ve "yüceltilmiş" tonundan bahsederler. Bu ton, yüksek derecede
"şiirsellikle" yoğrulmuştur. Bu "şiirsellik" sözlü şiirlerden ödünç alınan stilistik
yöntemlerin geniş ölçüde uygulanması sayesinde elde edilir ve şüphesiz Efsanelerin
balad tarzı karakterine katkıda bulunur. Bu balad tarzı karakteri kuvvetlendiren bir
başka önemli özellik de, doğaüstü güçlerin günlük hayatta sürekli var olmalarıdır.
Yovkov'un öykülerinde gerçek olaylar arasında doğaüstü olaylar da yer alır ve
insanların yaptıklarına müdahale eder. Bu unsurun Balkan Efsaneleri’ne dahil edilmesi,
öykülerin sanatsal karakterinden çok, anlatım perspektifini etkiler. Bu perspektif,
öykülere kesin bir felsefi dünya görüşü katar, buna göre, doğaüstü olaylar, hayatın bir
parçasıdır. Anlatıcı ve kahramanlar arasında mesafe yoktur, çünkü anlatıcı onların batıl
inançlarını ve dini inançlarını tüm ciddiyetiyle kabul eder. Kitaptaki en pastoral hikaye
olan Koşuta (Dişi Geyik) da Stefan bir maral (dişi geyik) avlamaya çalışmaktadır.
Hayvanda özel birşey olduğu söylenmektedir, gözleri bir insanın gözlerine
benzemektedir. Stefan'a geyiği öldürmemesi söylenir, fakat o ısrar eder. En sonunda
geyiği pusuya düşürdüğü ve "tüfeğini kalbine doğrulttuğu anda", geyiğin yanında
aniden ona süt veren bir kadın belirir. Avcı tüfeği her doğrulttuğunda, aynı şey
olmaktadır. "Postolovların Değirmenleri" adlı öykü, siyah bir tekenin Vırban'ın
değirmenine gelişinin tasviriyle başlar. Popüler inanca göre, keçiler şeytani yaratıklardır
ve siyah bir tekenin kötü şansın habercisi olduğuna inanılır. "İnce"de, yaşlı bir rahip
İnce'yi yaralanmadan kısa bir süre önce lanetler. Doğaüstü güçlerin gözle görülmez
gücünü gösteren başka örnekler de mevcuttur.
Şüphesiz, Kocabalkan Efsaneler'inin bu özellikleri, tek başına balad tarzı
doğasını tanımlamaya yetmez; sadece diğer sanatsal niteliklerle birlikte buna katkıda
bulunur. Bir edebiyat türü olarak bir baladda üç yapısal unsur bulunur : Epik, lirik ve
drama.30 Bunların üçü de Balkan Efsaneleri'nde mevcuttur. En güçlü bileşen kuşkusuz
epiktir. Diğer iki bileşende olduğu gibi, bu yapıların önemi öyküden öyküye değişir.
Yovkov, lirikliği doğanın rolünü vurgulayarak veya devrik cümleleri sık kullanarak
148
verir, yani normatif ve genel kabul görmüş Bulgar cümle dizisinden (sentaks) ayrılır.
Diğer taraftan, kahramanını, sıradan insanların hayatı ve kelimenin ahlaki değil
toplumsal anlamıyla "dışarıdan bakan" biri olarak kendi hayatı içinde bir huzursuzluğun
vücuda geldiği bir insan olarak sunarak, öyküye dramatik bir etki katar. Davranışları ile,
Şibil, Kraynaliya, İnce, Bojura ve Jenda kendi ahlaki değerlerini onaylamadıklarını
ifade ederler, o zamana kadar oluşturulmuş hayat tarzlarına karşı çıkarlar. Dolayısıyla,
bu öykülerin dramatik özelliğinin, karakterlerin psikolojik eğilimlerinde yattığı
söylenebilir.
Herhangi büyük bir yazar gibi, Yovkov da insan duygularının ve tutkularının
derinliklerine iner. Bunu uzun psikolojik analizlerle yapmaz, fakat davranışlarını ve
diğer insanlara tepkilerini dikkatli ve idareli bir biçimde tasvir ederek yapar. Bu modern
yapıcı yaklaşım, Yovkov'u yüzyılın en ilginç yazarları arasına sokar. Görünüşte tarihi
öyküler yazan Yovkov, insan varlığının bitmez problemlerini inceler. Fakat Balkan
Efsaneleri'nin tarihsel çerçevesi, yalnızca "dekorasyon" olarak dışlanmamalıdır. Bu
eser, bize ayrıca neredeyse 500 yıl boyunca Türk egemenliği altında kalan ve kimliğini
korumayı başaran bir ülkenin ulusal kaderi hakkında da birçok şey söyler. "İnce"
kahramanının kişisel trajedisini anlatan bir öykü değildir; ayrıca Türklere karşı bilinçli
bir direniş hareketi olan Haydut hareketinin artan gücü ve olgunluğunu da resmeder.
Yunashki glavi (Kahramanların Başları) 1876 Nisan ayında Türklere karşı
gerçekleştirilen bir isyanın trajik öyküsüdür; "En Sadık Muhafızlar" sadece Kosan ve
Ranka'nın mutsuz sonla biten aşkının değil, aynı zamanda Türk egemenliğinin de bir
göstergesidir. Hacı Emin, Ranka'yı alıkoymak ve karısı olmaya zorlamak için, Türk ve
hükümdar olmasının getirdiği yetkiyi kullanır. Yüzyıllar boyunca binlerce Bulgar kadın,
Türk subayların karısı veya metresi olarak, Ranka'nın kaderini paylaşmıştır.
Yovkov, yeteneğini başarılı bir şekilde kullanarak, tarihi atmosferi evrensel
motiflerle bezemiş ve Balkan Efsaneleri'ni uluslararası nitelikte ulusal bir epik haline
getirmiştir.
149
4.12. VEÇERİ V ANTİMOVSKİYA HAN (Antimov Hanında Akşamlar)
Yovkov, Efsaneler'le neredeyse aynı zamanda, Kocabalkan Efsaneleri’nden bir yıl
sonra, yani 1928'de Veçeri v Antimovskiya han (Antimov Hanında Akşamlar) adlı öykü
kitabını yazmıştır 31. Bu ciltte, Antimovo'daki hanın etrafında dönen yedi öykü ve en
önemlileri Po jitsata (Teller Boyunca) ve Albena (Albena) olan, farklı konularda dokuz
öykü daha bulunur. Antimovo Hanında Akşamlar aslında Dobruca'yı öven bir ilahi,
Yovkov'un öğretmenliğe başladığı yıl olan 1900 ile Birinci Dünya Savaşı'ın patlak
verdiği 1914 yılı arasında, Yovkov'un bildiği kadarıyla Dobruca'daki hayatın idealize
edilmesidir. Aslında,Antimovo adında gerçek bir köy olmadığı gibi o isimde bir han da
yoktur. Han, yazarın hayal gücünde yaratılan kurgusal ve sembolik bir olay yeri, "eski
güzel zamanların" atmosferini yeniden canlandıran bir ortamdır. Dimo Minev,
“Antimovo Hanı”nın yerini sorduğunda, Dobruca'dan bir öğretmen şu cevabı vermiştir:
“Dobruca'nın her yerinde”. Kitabın ilk öyküsü olan “Dryamkata na Kalmuka
(Kalmuk'un Uyuklaması)”, açılış cümlesinde anlatıcı, “Antimovo Hanı”nın sadece bir
ara yolda değil, bir çok yolun kesiştiği bir yerde olduğunu söyler. Simeon Sultanov'a
göre 32, bu cümle tüm öykünün temel konusunu dile getirir, konu hayatın akışıdır, bir
yanda sürekli değişim ve bir yanda aynılık. İnsanlar, ziyaret için farklı yönlerden gelir
ve yine farklı yönlerden giderler. Bunlardan bazıları hanın rahat ve kuytu atmosferinde
dinlenmek için gelir, bazıları da han sahibi Sarandovitsa'nın cazibesinden ve kızı genç
Sarandovitsa'nın güzelliğinden etkilendikleri için orada kalırlar.
Dahası, sonsuza dek akan "hayat nehri" kendini, sadece ziyaretçilerin sürekli
gidip gelişiyle değil, Antimovo hanının içinde ve etrafında gerçekleşen olaylarda da
gösterir. "Kalmuk'un Uyuklaması" adlı öyküde, kıskançlığın harekete geçirdiği bir
öğretmen, genç Sarandovitsa'nın hayatına kasteder : Onun genç ve yakışıklı Zaharço ile
evlenmesini kabul edememektedir. Eşi görülmemiş bir macera olan Çastmiyat uçitel
(Mürebbiye) adlı öyküde, Palazov, bir sirk göstericisi olan Bayan Schmidt'e aşıktır ve
Antimovo'yu birlikte terk ederler. Vragove (Düşmanlar) adlı öyküde ise, Hristo
Meseçkata, Sırneno ve Bistra adındaki iki köy arasındaki sürekli bir düşmanlığı kendi
lehine kullanır. Bistra'dan bazı köylüler hana geldiğinde, Meseçkata onları
düşmanlarının aptallıkları hakkında şakalar yaparak eğlendirmektedir. Fakat onlar gidip
150
de diğer köyden bir grup ziyaretçi geldiğinde, aynı yorumları Bistra'nın sakinleri
hakkında yapmaktadır. Her durumda, Meseçkata içki ve iyi yiyecekle
ödüllendirilmektedir.
Han her gün insanların trajedilerine ve mutluluğuna, gülüşlerine,kahkahalarına
ve gözyaşlarına, hile ve dürüstlüğe tanıklık etmektedir. Sıradanlığın cümbüşü, handaki
havaya sinmiştir, tıpkı hayatta olduğu gibi. Hayatın bu canlı ve rengarenk akışı, annesi
öldükten sonra hanın sahibi olan genç Sarandovitsa'nın hayatında da hüküm
sürmektedir. Müşterilerle kurnazca ve hatta ustaca ilgilenme şekli, bazen cömertliği
bazen de sıcaklığıyla dengelenir. İşini yaparken gözle görülür bir ölçülülük sergiler ve
bu özellik, fiziksel çekiciliğiyle birleştiğinde, müşteriler hana gelmeye can atar.
İşte hayat böyle devam eder. Antimovo Hanı müşterilerini ağırlar, Sarandovitsa
kasanın arkasında durur, gelen misafirlerini karşılar ve koruyucusu olan Kalmuk, yemek
odasının bir köşesinde durup, hır çıkarma ihtimali olan kişileri izler. Dışarıda gelişen
olayların değişkenliğine rağmen, hanı üç nesil (büyükanne, anne ve kız) boyunca
ellerinde tutan Sarandovitsa'lar ve Kalmuk orada olduğu sürece handa hep bir istikrar
hakimdir. Yovkov'un kurulu düzene hayran olduğu, gelenekler ve geçmiş zamanın
insanlarını sevdiği ortadadır.
Antimovo Hanında Akşamlar, günlük hayatı tasvir etmesine rağmen, bazı
zayıflıklarla birlikte basitlikleri, samimiyetleri ve gerçek ilişkilere hazır olmaları ile
diğerlerinden ayrılan alışılmadık karakterler sergiler. Yovkov'un insan doğasının bu
yönlerine karşı tutumu, kitaptaki son iki öyküde daha baskın bir şekilde göze çarpar :
Sreşta (Karşılaşma) ve Şepa pepel (Avuç Dolusu Kül). İlk öyküde, emekli bir polis
memuru olan Vitan Çavuş, yirmi yıldan sonra ilk defa hanı ziyaret eder. Artık yaşlı bir
adamdır ve bir gözünü Solakoğlu Recep adında bir haydudun izini sürerken
kaybetmiştir. Vitan Çavuş’un hana geri dönüşü, geçmişin hatıralarını yeniden
canlandırmıştır ve Çavuş, gözünü nasıl kaybettiğini anlatır. Sonuç olarak,
yaptıklarından pişman değildir ve onu bu hale getiren Recep’in annesine hiç kızgın
değildir. Onu kızdıran şey, gençliğin güzel zamanlarının sonsuza kadar gitmiş olduğu
151
gerçeğidir. Öykünün bir noktasında Çavuş, bir müzisyene doğru döner ve şunları söyler
:
“Bizim için birşeyler çal. Fakat yeni şarkılardan istemiyorum. Eski, melankolik,
kahramanca bir şarkı çal”.33
Ve bu isteğini öykünün sonunda da tekrarlar.
Kitabın son öyküsü "Avuç Dolusu Kül" ana temasını birden fazla şekilde
vurgular. Yovkov'un ataerkil topluma duyduğu sempati, topluma bağlılığı ve form ve
geleneksel değerleri koruma isteğiyle birlikte, bu öykünün ana teması geçiş ve hayatın
gelgitleridir. Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. Bu kuralın istisnası yoktur ve Antimovo
Hanı "eski güzel zamanların" bir sembolü olarak bu kurala tabidir. İstilacılar gelir ve
herşeyi yokederler : Han ateşler içinde kalır, Sarandovitsa ve Kalmuk öldürülür. Geriye
kalan tek şey bir avuç dolusu kül ve hatıralardır. Bu notla birlikte Yovkov döngüyü
tamamlar. Bu yok oluş noktasının ilerisine gitmez, çünkü daha sonra olan hiçbirşey
onun hayal gücünü harekete geçirmez. Antimovo Hanında Akşamlar'ın bitişi,
Yovkov'un tüm eserleri için sembolik bir anlam taşımaktadır.
Bu ciltteki diğer öyküler ve özellikle Po jitsata (Teller Boyunca) ve Albena
(Albena), hakkında söylenmesi gereken birkaç şey vardır. Birçok öyküde olduğu gibi,
"Teller Boyunca" adlı öyküde, insanlara şans getiren ve onları iyileştiren bir "beyaz
kırlangıç" hakkındaki batıl inanıştan bahsedilir.34 Öykünün kahramanı, bu beyaz
kırlangıcı arayan yaşlı bir köylüdür. Üç çocuğu bilinmeyen bir hastalıktan ölmüştür ve
son kızının hastalığı da doğa üstü güçlerle açıklanabilmektedir.35 Baba kızını bir
arabaya koyar ve telefon tellerini takip eden yollar boyunca gitmeye başlar. Umudu
kızının telde oturan bir kırlangıcın bakışını yakalaması ve ölümden kurtulmasıdır. Bu
lirik anlatımın en dokunaklı tarafı, köylünün bu iyileşme formülüne yürekten inanması
ve ailesini vuran kötü kaderi anlatışındaki basitliktir. Ayrıca, yazar bu öyküde, sanatın
insanların üzüntülerini, acılarını ve trajedisini tasvir etmek zorunda olmakla birlikte,
umut ve teselli mesajı verme yükümlülüğü taşımadığı şeklindeki kişisel görüşünü de
ifade etmektedir.
152
Diğer öykülerde, örneğin İmane (Para) ve Senebirskite bratya (Senebir'li
Kardeşler) adlı öykülerde, Yovkov'un paranın kişiyi insanlıktan çıkarabileceğini ve
açgözlülüğün yıkıcı etkisini resmetmektedir. Drugoselets (Bir Başka Köyün Köylüsü)
adlı öyküde, bir köylünün sahip olabileceği en sadık yardımcısını, atını kaybeden
alçakgönüllü bir adamın çektiği acılar karşısında duyduğu derin merhameti ifade eder.
Ahlaki sorunlar Yovkov'un her zaman ilgi sınırları dahilindedir, fakat bu
sorunların hepsi ataerkil ahlak kurallarına göre çözülmez. Bu cildin en unutulmaz
öykülerinden biri "Albena"dır. Kocasını öldürmekle suçlanan güzel bir kadın olan
Albena, iki polis tarafından hapishaneye götürülmektedir. Aşığının ona cinayeti
işlemesinde yardımcı olduğu yolunda kanıtlar mevcuttur, fakat kimse onun kim
olduğunu bilmemekte ve Albena da adını vermeyi reddetmektedir. Köylüler büyük bir
öfke içindedirler. Fakat Albena yanında iki polis memuruyla birlikte sokakta
görüldüğünde, herkes onun güzelliği karşısında donakalır. Aniden köylülerden biri,
köyün onsuz yapamayacağını düşünerek şöyle bağırır:
“Arkadaşlar, onu burda tutalım, gitmesine izin vermeyelim. Köyümüz
Albena'sız ne yapacak!”.
Eğer diğer öykülerdeki “günahkar güzellik” veya “günahkar aşk” motifi temasal
bir sapma ise, “Albena”da bu motifler, gelişimini tamamlamış haldedir, çünkü
Yovkov'un güzellik kültü zirvesine ulaşmıştır. Antimovo Hanında Akşamlar'ın
yayınlanmasından iki yıl sonra, Yovkov, "Albena"yı bir oyun olarak yeniden yazmaya
karar verir.
1920'lerde yayınlanan üç öykü kitabı, önde gelen Bulgar yazarlarından biri
olarak Yovkov'un yerini sağlamlaştırmıştır. 1929 yılında Bulgar Bilimler Akademisi’nin
önerisi üzerine Yovkov'a “Kiril ve Metodiy Edebiyat Ödülü” verilir. Yovkov, farklı bir
edebiyat türünde eserler verme zamanının geldiğine karar verir. Seçtiği dal, “drama”dır.
153
BÖLÜM 5
SÜREKLİLİK ve DEĞİŞİM : “OTUZLU YILLARIN” ÖYKÜLERİ
Yovkov, ilk tiyatro oyunlarındaki başarısızlığına rağmen, 1930'lara büyük bir
özgüven ve yoğun bir yaratıcılık dürtüsüyle girdi. Artık ünlüydü, tanınmış ve kendini
kanıtlamış bir yazardı. Mali durumu da iyi görünüyordu : Sofya şehir parkının yanında
bakımlı bir apartman dairesi satın almıştı ve karısıyla kızının maddi durumu da artık
güvence altındaydı. Genelde diğer yazarlar ya da insanlarla kolay ilişki kuramasa da,
Sofya'nın değişik kafelerinde düzenli olarak buluştuğu birkaç arkadaşı vardı. En çok
görüştüğü insanlardan biri, Sofya Üniversitesi'nde psikoloji profesörü ve Yordan
Yovkov'la Buluşmalar ve Sohbetler adlı kitabın yazarı Spiridon Kazanciev’di.
Kazanciev, bu kitap için topladığı materyallerin çoğunu, yazarla kafelerde karşılaştığı
zamanlarda elde etmişti. Yovkov ona, kafelere gitmekten ne kadar keyif aldığını
söylemiş, hatta bunlardan birini "ikinci evi" olarak adlandırmıştı.1 Öykülerinden çoğunu
aslında kafe masalarının üzerinde "yazdığını" ve daha sonra yayınlamadan önce evde
“tekrar yazdığını” söylemişti. Yovkov'un kafelerde "çalışma" alışkanlığını bazı
arkadaşları çok iyi bilirlerdi: Kazanciev, Yovkov'la akşamüstü saat beş ile yedi arası
kafelerde karşılaşmaktan kaçındığını, çünkü yazarın "iş başında" olduğunu ve onu
rahatsız etmek istemediğini belirtmişti.
Gerçekten de Yovkov'un işine konsantre olma yeteneği takdire değerdi. Ünlü
edebiyat tarihçisi Simeon Sultanov'un da belirttiği gibi, Yovkov tatil nedir bilmezdi,
sadece haftanın günlerini bilirdi. Hayatının son iki yılında iki roman, iki öykü kitabı ve
üç tiyatro oyunu yazdı, bu eserler edebiyat kariyeri boyunca yazdığı eserlerin yarısından
fazlaydı.
Fakat endişelenmek için bazı nedenler de söz konusuydu. Eleştirmenler ve
yazarın arkadaşları, öykülerinde sürekli bir monotonluk olduğundan, yaşanan zamanı
(Şimdiki zaman) göz ardı ederek sürekli geçmişe baktığından vb. konulardan şikayet
etmekteydiler. Büyük olasılıkla Yovkov da bu eleştirilerin bazılarının doğru olduğunu
düşünüyordu. 1930'ların başında dramaya geri dönüşü, bu çekincelere verdiği bir tepki
154
ve tek taraflı olmaktan dolayı duyduğu korkunun bir sonucu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Sonuç olarak, Yovkov, hem içerik hem de biçim açısından edebiyat
alanındaki deneyimlerini arttırmaya çalışmıştır. Tüm hayatı boyunca, tiyatro alanına
girmenin yanısıra, bir de roman yazmayı düşlemişti. Belki de bu, tek motifli ya da
temalı kısa öyküleri değil de, kapsamlı, epik anlatım döngülerini tercih etmesini
açıklayabilir. Elbette bu tercihin ilk örneklerinden biri, ortak karakterleri ve bir romanı
hatırlatan yapısıyla Antimovo Hanında Akşamlar adlı öykü kitabıdır. Fakat Kocabalkan
Efsaneleri bile tek bir bölgede geçtiği ve tek bir temayı, aşkı ele aldığı için bir döngü
sayılabilir. Kısa öykülerindeki diğer bazı özellikler, roman türünü hatırlatmaktadır :
Örneğin, farklı eserlerde aynı zaman ve mekanın söz konusu olması, Serafim de Filip'in
Hanı, Sınırdaki Çiftlik ve Nespoluka (Kötü Şans) gibi. Dava, Antimovo Hanında
Akşamlar, Orakçı ve Sınırdaki Çiftlik'te toprak üzerine çekişmeler konu alınır.
"Evet" der Sultanov, "Maalesef sonu yazılmamış bir kitaptan bölümler
okuyormuş gibi hissediyoruz kendimizi".2
Yovkov'un roman yazma deneyimi yoktur. Öykü türündeki ilk uzun eseri olan
Orakçı'yı (1920) kısa bir roman olarak da adlandırmaktadır. Bu dönem, tiyatro
oyunlarıyla (Milyoner, Boryana) aynı zamana rastlar ve aynı zamanda ikinci bir eser
daha yazmaktadır: Gorolomov'un Maceraları. Sınırdaki Çiftlik, ilk olarak 1933-34
yıllarında Zora (Tan Vakti) adlı derginin sayfalarında ve daha sonra 1934 yılında ayrı
bir kitap olarak yayınlandı.
5.1. ÇİFLİKIT KRAY GRANİTSATA (Sınırdaki Çiftlik)
Sınırdaki Çiftlik'te önemli bir yenilik söz konusudur: Yovkov, ilk defa olarak
düzyazı türünde yazdığı bir eserinde 3, konuyu oluşturan olayı savaş sonrası döneme,
yani 1918 sonrasına tarihlendirmiştir. Bu sayede, ataerkil geçmiş ve çağdaşlık
çabalarına olan ilgisinin sınırları dışına çıkmıştır. Zamandaki bu kaymanın öykünün
doğası üzerinde doğrudan bir etkisi vardır : Eski, geleneksel düzenin bir kalıntısı olan,
büyük bir kırsal yerleşim yerinin (çiftlik) giderek etkisini kaybetmesini tasvir eder.
Çiftlik, geçmişte şaibeli işler çevirerek büyük toprak parçaları aldığı söylenen
155
Manolaki'ye aittir. Fakat hile yaptığı ortaya çıkmış ve hükümet, köylülere dağıtmak
üzere elindeki toprağın büyük bir parçasını almıştır. Daha sonra gerçekleşen tarım
reformunun bir sonucu olarak, Manolaki daha fazla toprak kaybeder. Fakat köylüler
hala tatmin olmamıştır ve Manolaki'nin evine yakın bir yerde bulunan bir başka tarlaya
daha sahip olmak istemektedirler, böylece Manolaki'nin "bölgesi" küçülecektir, ayrıca
at ve koyun beslediği alanlar da. Artık Manolaki'nin borçlarını ödemek için elinde
bulunan çiftlik hayvanlarını satması gerekmektedir.
Manolaki, çiftliğinde oğlu Toşo (ilk evliliğinden) ve ikinci karısı Antitsa'dan
olan kızı Nona'yla yaşayan, yaşlı ve hasta dul bir erkektir. Köylülerle arasındaki giderek
büyüyen anlaşmazlık konusunda yapabileceği fazla birşey yoktur. Aslında, onun yok
olmasına neden olan olaylar üzerinde hiçbir kontrolü yoktur : Kendisi acı çeken ve ne
yapacağını şaşırmış basit bir toprak sahibidir. Bu kasvetli senaryoya iki önemli olay
eklenir: Nona ve Teğmen Galçev'le yaşadığı aşk ilişkisi; toplumsal kargaşa ve bunun
olası çözümü. Tüm bu olaylar, öykü boyunca birbirine paralel olarak gelişir ve sonunda
kesişirler. İki çocuktan biri, Toşo renksiz ve önemsiz bir karakter olarak kalırken, Nona
romanın kadın kahramanı olarak öne çıkar. Nona, öykünün kendi kaderini kendi başına
çizmeye çalışan tek figürüdür.
Manolaki'nin kızı genç ve çekicidir. Gizli, gizemli ve neredeyse gözle görülmez
bağlarla hem geçmişe hem de şimdiki zamana bağlıdır. Annesi Antitsa öleli çok
olmuştur fakat hatırası yaşamaktadır. Fakir bir köylü kızı olan Antitsa'nın Manolaki'nin
ırgatlarından biri olan Gurdyu'yla evlenmesi beklenmektedir, fakat Manolaki onu
gördüğünde güzelliği karşısında çarpılır ve onu evinin kadını yapar. Manolaki'nin karısı
olsa bile, Antitsa nereden geldiğini asla unutmaz. Fakirlere yardım eder, herkese kibar
ve cömert davranır. Antitsa artık bir efsanedir, fakat karanlık noktaları olan bir efsane.
Dedikodulara göre, Manolaki'yle evlendikten sonra da Gurdyu'yla ilişkisini
sürdürmüştür ve hayatında iki erkek daha vardır. Nona annesinin hayatıyla ilgili
bilmeceleri çözmeye çalışmaktadır ve sonunda Antitsa ve Gurdyu arasındaki ilişkiye
dair söylentilerin asılsız olmadığını öğrenir. Manolaki ve Gurdyu arasında hala devam
eden kin, Nona'nın duyduklarını doğrular gibidir, fakat o annesinin bir günahkar
olduğunu kabul etmemektedir. İnsanlar arasında Antitsa'nın adı iyilikle eş anlamlıdır ve
156
o ne yaptıysa insanların mutluluğu için yapmıştır. "Anneciğim" diye fısıldamaktadır
Nona annesine, "sen bir günahkar değilsin, sen bir azizsin".4
Nona ayrıca, çiftlikte geçirdiği her an annesi gibi davranmaya çalıştığını
farkeder. Bilinçli yada bilinçsiz, tıpkı bir ikizi olacak kadar Antitsa'yı taklit etmektedir.
Fizik olarak da annesine benzemektedir; yardımsever olmaya çalışmaktadır ve
hayatında üç erkek vardır: Yan, Galçev ve Yosif. Eser boyunca, Nona'nın annesiyle
kurduğu gizemli bağlar, gerçek dünyayla olan bağlarının yerine geçer.
Eserin başında, Nona çiftliğe ziyarete gelir. Manolaki onu liseden mezun
olduktan sonra, eğitimini tamamlaması için İsviçre'ye göndermiştir. Nona
İsviçre'deyken Yan'a aşık olmuş ve nişanlanmıştır. Çiftliğe geri döndüğünde iki erkekle
aynı anda ilişkiye girer : Eskiden beri tanıdığı, öğretmen ve komünizm sempatizanı
Yosif ve komşu sınır karakolundan Teğmen Galçev. Yosif'le ilişkisi daha yüzeyseldir;
onun dikkatini çekecek ilk kız olabileceğini kanıtlamak istemektedir. Fakat Galçev'le
tanışıklığı ilerler ve derin bir bağlılık ve aşka dönüşür. Eserin sonlarına yaklaştıkça,
Nona'nın Yan'la olan nişanını bozmak zorunda kalacağı apaçık ortaya çıkar. Fakat
gelişen olaylar, garip bir mantık çerçevesi içinde gelişir. Manolaki'nin ekonomik
durumu kötüleşince, babası ve üvey kardeşi Toşo, onun, zengin ve kendilerini iflastan
kurtarabilecek güce sahip olan Yan'la evlenmesini isterler.
Aile içindeki gerilimin üzerine bir de 1923 yılında çıkan “Eylül İsyanı” eklenir.
İsyanı gerçekleştiren, savaş sonrası dönemin siyasi zorluklarından ve ekonomik
krizlerinden faydalanmak isteyen Bulgar Komünist Partisi'dir. Parti hem köylerde hem
de kentlerde kendine sınırlı destek bulmuştur fakat bu isyanı ulusal bir devrime
dönüştürmekte başarılı olamaz. Sonuç olarak, Eylül isyanı, kanla bastırılır, sorumsuz
partizanlığın bir örneği ve Bulgar siyasi yaşamının en trajik olaylarından biri olarak
tarihe geçer.
Eserdeki olay, 1923 yazından sonbaharına kadar geçen kısa ancak gerçekte
yaşanan bir süreyi kapsar. Çiftliğin yıkılması ve çiftlik sakinlerinin yaşadığı trajedinin
Eylül İsyanıyla aynı zamana gelmesi tesadüf değildir. Yovkov eserlerinde ilk defa
157
insanların kaderini sosyal ve siyasi olaylarla bağlar. Şüphesiz ki bu bağ belli belirsizdir :
Eserin en önemli karakterlerinden biri olan Teğmen Galçev, söz konusu bağı oluşturan
kişidir. Galçev'in kişisel özellikleri, sadece Nona'ya olan aşkının resmedilmesi ile
değil;aynı zamanda günlüğünden parçalar ve işine olan genel tutumundan örneklerle
ortaya çıkar. Asker olduğu için, siyasetten uzak durmaktadır,fakat toplumsal
sorumluluklar konusunda oldukça duyarlıdır. Bir keresinde, kime ait olduğu belli
olmayan bir tarlayı sürmeye başlayan Manolaki'nin işçileri ile Senovo'dan bir grup
köylü arasındaki tartışmayı engellemiştir. Bu olay, Galçev'in tarafsızlığını koruma ve
anlaşmazlıkları barışçıl yollarla çözme yeteneğinin bir örneğidir. Benzer bir durum,
isyan sırasında yaşanır, Senovo köylüleri silahlı bir ekip kurmuşlardır. Yönetimi ellerine
geçirmeye ve güç kullanarak toprağa sahip olmaya kararlıdırlar. Galçev yine şiddeti
engellemeye çalışır. Köylülerin Manolaki'nin çiftliğine doğru yürüyüşlerini durdurmayı
başarır,fakat köylülerle pazarlık etmeye kalktığında, içlerinden biri ona ateş eder ve
Galçev orada ölür.
Bu atış aynı zamanda Nona'yı da öldürmüştür. Girdiği bunalımdan çıkamaz,
Manolaki ve Toşo'nun, Yan'la evlenmesi yolundaki baskılarına teslim olmamaya karar
verir ve nişanlısının İsviçre'den gelmesine birkaç saat kala intihar eder. Kısa bir süre
sonra Manolaki de felç geçirerek hayatını kaybeder ve çiftlik satılır.
Asi köylüler Galçev'i öldürerek, onların davalarına sempati duyan ve toprağa
olan açlıklarını anlayan bir insanı öldürmüşlerdir.(ironik bir olaydır) Gerçekten de,
Galçev, Bulgar köylerindeki sınıf ayrımlarını ortadan kaldıracak ya da en azından
hafifletecek bir tarım reformunun ana hatlarını çizmiştir. Ölümünden kısa bir süre önce
tutmaya başladığı günlüğünde, köylülerin üç gruba ayrılabileceğini yazmıştır :
“Fakirler, orta ölçekli çiftlik sahipleri ve zenginler”. Son iki katmanın yardıma ihtiyacı
yoktur, fakat fakirlerin büyük kooperatif çiftlikleri veya zadrugi’leri, yani aile bağlarına
dayanan kırsal komünler kurmalarına izin verilmelidir. Bu çiftlikler, okullar, kilise ve
devlete ait olan topraklar dışında kurulmalıdır. Bu çiftliklere ortak olan her köylü, kendi
topraklarından bir bölümünü de bu çiftliğe eklemelidir. Bürokrasiyi engellemek için,
kooperatifler, kendi kendini yönetmeli ve sadece kendi üyelerine karşı sorumlu
olmalıdır. Üyelerden birine miras kaldığı taktirde, o üye, herhangi bir engelle
158
karşılaşmadan çiftlikten ayrılma hakkına sahip olacaktır. Diğer taraftan, zengin veya
orta ölçekli bir çiftlik sahibi herhangi bir zorlukla karşılaşırsa, onun da kooperatife
katılma şansı olacaktır. Galçev, planının detaylarını tamamlama şansı bulamamıştır.
Genel hatlarıyla program, Bulgar popülistlerin üzerinde çalıştığı kırsal yaşam
formlarının ilkelerini takip etmektedir. Fakat popülist tarımsal kavramlarla
karşılaştırıldığında, Galçev'in planında, planı daha da iyi bir hale getirebilecek bazı
temel ayarlamalar söz konusudur. Popülistler, obştina’yı (demokratik “oto” yönetime
dayalı kırsal bir komün) tarımsal mülkiyetin tek şekli olarak savunarak, programlarının
evrensel tabanda uygulanmasını isterken, Galçev, kendi hazırladığı programda özel
mülkiyete de yer vermiştir.
Her durumda, Galçev kaynakların eşitsiz dağılımının getireceği tehlikeleri
önceden görmüş ve bunları ortadan kaldırmak için teorik bir çalışma gerçekleştirmiştir.
Diğer bir deyişle, sosyal reform başlatarak, toplumsal gerilimi barışçıl yollarla
gidermeye çalışmıştır.
Sınırdaki Çiftlik adlı eser,bu soruna iki çözüm sunar : Birinci çözüm, eserin
konusunda gizlidir ve birbirine zıt toplumsal güçlerin karşı karşıya gelmesine işaret
eder. Bu hareketin başında Yosif vardır, Yosif kin doludur ve eski düzenin yıkılması
gerektiği üzerine konuşmalar yapmaktadır. Fakat konu aynı zamanda, bu çözümün
topluma zarar vereceğine de işaret etmektedir Çünkü bu çözüm, barışçıl yollarla
toplumun gelişmesine katkıda bulunan Galçev gibi akıllı ve dürüst insanların
öldürülmesine izin vermekte; hatta teşvik etmektedir. Şiddet kullanarak devrim yapmak
kabul edilemez, en azından Galçev için; ancak tam bu noktada biz de Galçev'in bu
konudaki düşüncelerinin Yovkov'un kişisel düşünceleriyle çok benzer olduğu
kanısındayız.
Son yirmi yıl içerisinde, Bulgar edebiyat eleştirmenleri, Yovkov'un evrensel
insani değerlerin yazarı 6, insanların vicdanını harekete geçirmeyi ve başka insanların
acıları karşısında tepkisiz kalmamalarını isteyen bir ahlakçı olarak önemini
vurgulamaya başlamışlardır. Aynı zamanda Bulgar eleştirmenler, Yovkov'un pozitif
sosyal kavramlarını analiz etmekten de kaçınmışlardır. Çünkü bunlar, Marksist
159
ideolojinin tarihi ve toplumsal çelişkisinin, sınıflararası çatışmanın bir süreci olarak
yorumlamasına açıkça karşıdırlar. İkinci Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, İvan
Meşekov, Yovkov'u, gerici sosyal kölelik fikrinin savunucusu olmakla suçlamıştır.7
Yovkov'u kınamak, Bulgar edebiyatını büyük bir yazardan yoksun bırakmak anlamına
gelecektir, bu yüzden bu eleştirmenler, Yovkov'un eserlerinin rahatsız edici yönlerini
görmezden gelmeyi tercih etmişlerdir.
Aslında, bu konular, Yovkov'un eserleri üzerine herhangi bir tartışmanın
kapsamı dışında bırakılamaz ve bırakılmamalıdır, çünkü bunlar, eserleri zenginleştiren
öğelerdir. Yovkov, ciddi bir yazar olarak toplum önüne çıktığı andan itibaren, toplumsal
sorunlarla ilgili endişelerini zaman zaman su yüzüne çıkarmıştır. Onun önerdiği
çözümler kabul edilmeyebilir, fakat toplumsal çelişkileri derinlemesine analiz ettiğini
kimse inkar edemez. Bu çelişkiler onu üzmektedir ve her zaman bunlara karşı çözümler
sunmuştur. Orakçı adlı eserinde, hem yeni bir teknolojinin köye girişini (köye
biçerdöver alınması) hem de artan toplumsal gerilimleri resmetmiştir. Yovkov teknik
gelişmeleri kabullenmiş gibi görünür (en azından karşı çıkmamaktadır) fakat sınıf
ayrımlarından rahatsız olduğu ortadadır. Orakçı adlı öyküde bu çelişkileri, hristiyanlığın
"komşunu sev" ilkesi ve Tolstoy’cu, “kötülüğe, güç kullanarak karşı çıkmama inancı”
doğrultusunda konuşarak gidermeye çalışmıştır. Sınırdaki Çiftlik öyküsünde, görünürde
bir üyesi olduğu Radikal Parti'nin siyasi programına benzer bir çözüm sunmuştur ve
Sıradan Bir İnsan'da da, kent toplumundaki sınıf çatışmalarını ütopyacı sosyalizm
ruhuyla çözmüştür. Yovkov'un önerdiği tüm çözümler, değiştirilmelerine ve modern
sosyal teorilerin ihtiyaçlarına göre uyarlanmalarına rağmen, geleneksel, ataerkil
ilişkileri model almaktadır. Söz konusu üç çözüm de, kan dökülmesini ve insanların
gereksiz yere acı çekmesini önleme isteğinin göstergeleridir. Herhangi bir yazar bu
yüzden kınanabilir mi? Aslında adı geçen bu üç öykü, Yovkov'un sadece insani
ideallere bağlılığını değil, aynı zamanda hayalci bir gerçekçi olarak estetik inançlarını
da yansıtır. Yovkov, umutlar ve hayaller olmadan yaşayamamıştır ve bu yüzden
eserlerine bunları da dahil etmiştir.
160
5.2. JENSKO SIRTSE (Bir Kadın Kalbi) ve AKO MOJEHA DA GOVORYAT
(Eğer Konuşabilselerdi)
Profesör Charles A. Moser'in da belirttiği gibi, Yovkov, 1930'larda "uzun öykü
ve drama türündeki türündeki çalışmalarına rağmen kısa öykülerden vazgeçemedi".8
Hayatının son yedi yılı boyunca sürekli kısa öyküler yazar ve bunların çoğunu Radikal
Partinin resmi günlük gazetesi Zora'da yayımlar. Daha sonra bunları birbirini takip eden
iki ciltte topladı: Bir Kadın Kalbi (1935) ve Konuşabilselerdi (1936).
Yovkov’in ilk başlık olan Bir Kadın Kalbi eserinden hoşnut olmadığı her
halinden bellidir; çünkü o dönemde "kalp" sözcüğünü kitabının başlığında kullanan iki
ya da üç Bulgar yazarı daha vardır. Bunlardan biri, şiirlerinin üçüncü cildini Çoveşko
Sırtse (Erkek Kalbi) başlığı altında yayınlayan büyük şair Elisaveta Bagryana'dır.
Yovkov, Spiridon Kazanciev'le yaptığı sohbetlerden birinde, "kalp" sözcüğünün "bir
zamanlar yanlış kullanılan" 9 "ruh" sözcüğü kadar sıradan olduğunu söylemiştir
(Yovkov, muhtemelen Sembolist dönemi kastediyordu, o zamanlar "ruh" sözcüğü çok
popülerdi). Başlık ayrıca yanıltıcı olabilirdi, çünkü cildin genel olarak kadınlara
adandığını akla getiriyordu, halbuki sadece birkaç öykünün kahramanı kadındı. Fakat,
Yovkov'un kadınları fiziksel güzelliğin canlı örneği veya daha ziyade, olumlu manevi
değerlerin gerçek sahipleri olarak gördüğü düşünüldüğünde, bu başlık da anlam
kazanacaktır. Bu ciltteki öykülerin konuları arasında merhamet, acı, kıskançlık,
yardımseverlik, anlayış, intikam ve bağışlama vardır. Tüm bu duygular, basit manevi
iyiliğin prizmasından gözlenmektedir, yani kelimenin en iyi anlamıyla törelcilik.
Dahası, Yovkov'un hayatı dramatik, fakat trajik olmayan bir fenomen olarak
algıladığını en iyi şekilde gösteren eser Bir Kadın Kalbi'dir. Bu kitaptaki 19 öyküden
sadece ikisinin gerçekten trajik bir konusu vardır: Vılkadin govori s Boga (Vılkadin
Tanrı'yla Konuşuyor) ve Greşnitsa (Günahkar Kadın).
5.3. SERAFİM (Serafim)
Kitaptaki en güçlü öykü Serafim’dir. Öykünün odak figürü olan Serafim, farklı
işverenlerin emri altında basit işler yaparak hayatını kazanan fakir bir avaredir. Uzun
süre ortalarda görünmedikten sonra Enyu'nun kahvehanesinde görülür. Sıcak bir yaz
161
günü, kahvehanenin sahibi, kirli ve yıpranmış bir palto içinde yaklaşmakta olan bir
yabancı görür. Gelenin Serafim olduğunu anlar ve eski tanışıklığın verdiği duygularla
onu selamlar. Serafim ona gezintilerini ve köyden ayrıldıktan sonra yaptığı işleri anlatır.
Serafim ayrıca Enyu'ya yeni bir palto alacak kadar para biriktirebildiğini de söyler,
çünkü eski palto kendisinin de dediği gibi "ancak bir müzenin işine yarayabilir".
Sohbetleri, kahvehaneye giren ve herşeyin pahalı olduğundan yakınan bir kadın
yüzünden yarıda kalır. Kadının kocası hastadır ve Enyu ona nasıl olduğunu sorar.
Kadın, kocasının iyi olmadığını ve hastanede bir doktor tarafından muayene edilmesi
gerektiğini söyler. Bir süre sonra, Paulina (kadın) sesini Serafim'in onu duyamayacağı
kadar alçaltır,fakat Enyu'nun verdiği cevaplar, kadının ondan kocasını hastaneye
götürmek için para istediğini göstermektedir. Enyu ona yardım etmeyi reddeder ve
Paulina gözyaşları içerisinde kahvehaneyi terkeder.
Okur, ertesi gün Enyu ile Serafim arasında geçen bir konuşmadan, Serafim'in
Paulina'ya yeni bir palto almak için biriktirdiği tüm parayı verdiğini anlar. Enyu bu
düşünceyi anlaşılmaz ve saçma bulmaktadır; Serafim'in yeni tanıdığı bir kadına nasıl
para verdiğini anlayamamaktadır ve ona parayı hiçbir zaman geri alamayacağını söyler.
Peki Serafim'in çok ihtiyacı olan yeni palto ne olacaktır? Serafim'in cevabı kısa ve
kesindir: "Tanrı ona para verirse, o da bana verir". Ayrıca eski paltoyu bir süre daha
kullanacağını da ekler.
Böylece, Paulina'nın hayatına, tam da ihtiyaç duyduğu bir anda, adının da
çağrıştırdığı gibi, bir "melek" girmiştir.
5.4. RODYU (Rodyu)
"Rodyu" adlı öyküde odak figür, insanların paralarını veya mallarını kurnazca
çalan bir kişiliktir. Fakat Rodyu'nun davranışları da tutarsızdır. İnsanlar onun yumuşak
başlı olmasını bekliyorsa öyle olur, kötü olmasını bekliyorlarsa kötü olur.
Rodyu pirinç su kapları satan bir işportacının parasını çalmakla suçlanmaktadır
fakat o masum olduğunu iddia etmektedir. Polisin yaptığı araştırmada, inkar
162
edemeyeceği bir kanıt bulunur : Bir kuluçka tavuğunun altına saklanmış para. Rodyu
olayı kabullenmiştir ve bu onun hayatında bir dönüm noktası olur. Hastalanır ve
depresyona girer, artık uyuyamamaktadır. Ayrıca sık sık yengesini ve kuzenlerini
sormaktadır. Rodyu'nun, büyük ağabeyinin ölümünden sonra, birlikte aldıkları toprağı
eşit olarak ödedikleri gerçeğini sakladığı ortaya çıkar. Rodyu kendisini toprağın tek
sahibi ve yengesini de borçlu olarak göstermiştir. İşportacıyı soyduktan sonra girdiği
ruh haliyle suçunu itiraf eder. Yaptığı hileleri telafi etmeye ve vicdanını rahatlatmaya
karar verir. Bunu yapar yapmaz da, uzun ve sağlıklı bir uykuya dalar. Rodyu kötü
yoldan ayrılmakla kalmamış, fakir bir dula da yardım etmiştir. Her insanın içinde
yaşattığı “iyilik” bir kez daha ortaya çıkmış ve galip gelmiştir.
5.5. PLATENO (ÖDENMİŞ)
“Plateno” adlı öykü de sözü edilen gruba dahildir. Bu öyküde; Todor Oprev
adındaki cimri bir adam, komşularını bir “kilise faresi” kadar fakir olduğuna ikna
etmeye çalışmaktadır. Geçmişte bir defasında, Peno adında bir köylüden yüksek
miktarda borç almıştır, Peno bu borçtan kimseye bahsetmeden ölür. Todor da Peno'nın
karısı para için ona geldiğinde para vermeyi reddeder. Daha sonra bir akşam, Todor
evinde hapisten kaçmış bir suçlunun saldırısına uğrar, hırsız ya parasını ya da canını
istemektedir. Todor, bu saldırıdan tam vaktinde yetişen iki polis memuru sayesinde
kurtulur. Sarsılmış olan Todor, polisleri evine gönderen kişinin Peno'nun dul karısı
olduğunu öğrenir, kadın kocasını rüyasında görmüştür, halbuki rüyanın Todor'un
düştüğü durumla hiç ilgisi yoktur. Saldırıdan ucuz kurtulan Todor, Peno'nun dul
karısına borç aldığı parayı geri verir.10
Plateno adlı öyküde işlenen bu konu, Jensko sırtse'nin her sayfasında ve
özellikle Stari hora (Yaşlı İnsanlar) ve Vılkıt (Kurt) adlı öykülerde önemli bir motif
olarak karşımıza çıkan, doğaüstü güçlerin insan ilişkilerine müdahale etmesi motifiyle
içiçedir.
163
5.6. VILKADİN GOVORİ S BOG (Vılkadin Tanrı ile Konuşuyor)
Bu kitaptaki farklı bir öykü olarak değerlendirilebilecek öykülerden biridir. Hem
kişisel kötü şansın hem de ulusal trajedinin kesişerek, Vılkadin adındaki yaşlı köylünün
trajedisini oluşturduğu tipik,acıklı bir öykü olan "Vılkadin Tanrı'yla Konuşuyor"dur.
Vılkadin'in üç oğlu da savaştan sağ salim geri dönmüştür; fakat karakterleri
tanınmayacak kadar değişmiştir. Eskiden itaatkar ve sevgi dolu olan bu üç çocuk, kötü
karakterli, kavgacı ve saldırgan insanlara dönüşmüşlerdir. Ailedeki gerilimi azaltmaya
çalışan Vılkadin, daha önce söz verdiği gibi, çiftliğini çocukları arasında eşit olarak
paylaştırır. Fakat şimdi çok daha üzücü bir paylaşım yapmaları gerekmektedir; bu da
savaşın tek olumsuz sonucudur. Romenler, Vılkadin'in elindeki (Dobruca bölgesindeki)
toprağın bir bölümünü ele geçirmek için geri dönmüşlerdir. Yeni sınır, söz konusu
toprağı Bulgar bölgesi ve Romen bölgesi olarak ikiye bölmektedir. En küçük oğul
Milen, toprağın Romen bölgesindeki parçasını alır ve hem ülkesine,hem de ailesine
"yabancı" olur. Fakat, Vılkadin'in kötü kaderi bu kadarla kalmayacaktır. Diğer iki
oğlundan büyük olanı Atanas, bilinmeyen bir hastalıktan ölür ve ortanca oğul Nikola ise
bir saldırgan tarafından öldürülür. Daha sonra Milen, Romenler tarafından yakalanır,
feci şekilde dövülür ve serbest bırakılır ama yaraları iyileşmez ve o da ölür. Vılkadin
tüm insani duygularını yitirmiştir. Kimseyle konuşmamaktadır, kendi içine dönmüş ve
kimseyi umursamaz hale gelmiştir. Fakat sürekli Tanrıya sorular sormaktadır. Dünyayı
kim yönetmektedir ? Diğerlerini yönetme gücünü onlara kim verir? Onların da Tanrısı
var mıdır ? Fakat sorduğu en acıklı soru, bir sınırın, ataların mezarlarını, yaşayan
torunlardan ayıracak şekilde nasıl çizilebileceğidir?. Neden kardeşinizi ya da oğlunuzu
ziyaret etmek istediğinizde, elinizde size doğrultulmuş bir tüfekle, yabancı bir asker sizi
karşılar? Vılkadin bu sorulara cevap bulamamaktadır. En küçük oğlunun karısı onu
ziyarete gelip, tekrar evlendiği için özür dilediğinde, onunla konuşmak istemez. Kızın
evliliğine karşı değildir ama Tanrıdan başka kimseyle konuşmayacaktır. Yabancılığı,
onu delirmenin sınırına getirmiştir. Vılkadin'in hayatı, savaş, ölüm ve yabancı işgali ile
doludur ve 1912-1918 yılları arasındaki savaşların vahşetini yaşayan tüm Bulgarların
trajedisini yansıtmaktadır.
164
5.7. GREŞNİTSA (Günahkâr Kadın)
"Günahkar Kadın" adlı öyküdeki Slavenka'nın öyküsü de aynı ölçüde trajiktir.
Genç kadın ve kocası, geleneksel ataerkil düzene göre yaşamaktadırlar, yani kadın
kocasının ailesiyle birlikte yaşamaktadır. Evin sert ve eğlenceden uzak atmosferi altında
ezilmektedir, kayınvalidesi Ivanitsa, Slavenka'yı sürekli takip etmekte ve kocası Burni
de dövmektedir; çünkü Burni, karısının bir başka adamla ilişkisi olduğundan
şüphelenmektedir. Gerçekten de Slavenka, yakışıklı bir çingeneyi sevmek "günahını"
işlemektedir. Duygularını kontrol edemez ve onunla kaçmaya karar verir. Fakat
"kanun", ister "resmi" olsun, ister “gelenekler” olsun, Slavenka'dan yana değildir.
Slavenka jandarmalar tarafından yakalanır ve eve geri getirilir, evde onu nefret ve
kocasının ateşli intikamı beklemektedir. Aşkının emrettikleri ile bunları
gerçekleştirmesine engel olan katı kurallar arasında sıkışıp kalmıştır. Yovkov, ne zaman
kadınsı duygular söz konusu olsa, ataerkil ahlaki katılıktan ayrılıp, kadınların haklarını
yüceltir. Bu tür durumlarda, bağnaz namus kültünü, gerçek insani duygulara zarar
veren, ruhsuz bir dizi kural olarak resmeder. Bu kuralları savunanlar, olumsuz
insanlardır, bu kurallara karşı çıkanlar ise güzel ve cömerttir.
5.8. SKİTNİKIT (Gezgin)
Son olarak, insanların mutsuzluklarına ruhsal gel-gitler yoluyla bir çözüm
önermesi bakımından oldukça Yovkov'cu olarak adlandırılabilecek bir öyküyü kısaca
ele alabiliriz. Skitnikıt (Gezgin) adlı öykünün odak figürlerinden Dafin, cinayet
suçundan on üç yıl hapis yatmıştır. Cinayeti işlemesinin sebebi nefrettir. Şimdi hapisten
çıkmıştır ve intikam peşindedir. Irgat olarak Yorgake'nin yanında çalıştığı köye geri
dönmeye karar verir. Yorgake, Dafin'i cinayete (öldürdüğü adam köyün muhtarı ve
onun da düşmanıdır) azmettirmekle kalmamış, aynı zamanda çalıştığı son senenin
ücretini de vermemiştir. Dafin köye doğru giderken, kendini tesadüfen aile reisinin
öldüğü ve karısını dört çocukla birlikte yalnız bıraktığı bir evde bulur. Dafin onlara
yardım etmeyi teklif eder. Yavaş yavaş yeni işine alışmaya başlar ve evin reisi haline
165
gelir. Dul kadın ona minnettardır ve onlarla kalmasını ister. Bir kez daha Yovkov'un
öykülerinde yardımseverlik ve bağışlayıcılık, intikam ve zalimliği yenmiştir.
Yovkov'un yayınladığı son nesirlerin, bir kısa öyküler kitabı değil, bir roman
olduğu öne sürülmektedir. Şair Atanas Dalçev, bir keresinde, Yovkov'u bir öykü yazarı
olarak değerlendirerek, Yovkov'un roman yazma istediğine dair gözlemlerini
destekleyen bir açıklamada bulunmuştur :
“Yordan Yovkov, sadece bir öykü yazarı olarak tanınmak istemiyordu, hayatı
boyunca amacı roman yazmaktı; fakat buna yönelik tüm çabaları başarısız oldu. Birkaç
etkileyici sayfaya rağmen, Sınırdaki Çiftlik, başarısız bir duygusal romandır.
Kahramanı yapay ve konusu da ilginç değildir. Gorolomov’un Maceraları daha da
başarısızdır. Fakat, Yovkov ölümünden kısa bir süre önce Konuşabilselerdi’yi yayımladı
ve bence kısa öykülerden oluşan bu kitap gerçek anlamda bir romandır, daha önce
umutsuzca yaratmaya çalıştığı çiftliği konu alan bir roman”.11
Ako mojeha da govoryat (Konuşabilselerdi) nin bir roman olup olmadığı o kadar
da önemli değildir. Önemli olan, (ki bu durum Bulgar edebiyat eleştirmenlerinin gözden
kaçırdığı bir noktadır) bu eserde Yovkov'un genel kavramlarla açıklanması kolay
olmayan bir şaheser yaratmış olmasıdır. Yovkov'un uzun zamandan beri süregelen,
oluşturulması yüzyıllar almış ve iyi tanımlanmış edebiyat türlerine karşı çıkma eğilimini
yansıtır. Hronika (Kronikler) tefrika, taslak veya (en azından bazıları) kısa öyküler
midir ? Savaş öyküleri sadece yetenekli bir gazete muhabirinin edebi izlenimlerinden mi
oluşur, yoksa bunlar yaratıcı bir yazarın iyi yapılandırılmış kısa öyküleri midir?
Yovkov, bu soruları fazla önemsememektedir. Sezgisel veya refleks olarak, 20.yüzyıl
edebiyatının türler arasında ayırım yapmama eğilimini izlemiştir. Yovkov'un öyküleri,
bir taraftan büyük epik bütünler yaratma çabasının bir sonucudur, diğer taraftan da bu
çalışmalar, fragmantasyona doğru gitmektedir. Bu eğilim, Konuşabilselerdi adlı eserde
zirveye ulaşır. Bu kısa öyküler, güçlü bir ortam birliği, zaman sürekliliği ve
karakterlerin sürekli karşımıza çıkmaları ile bir romanı anımsatmaktadır. Aynı zamanda,
eserdeki döngü, kısa öykü türünün vazgeçilmez özelliklerini sergileyen daha kısa
yapısal birimlere bölünmüştür.
166
Bu kitabın içeriği hakkında da aşağı yukarı aynı şeyler söylenebilir. Başlıktaki
özne hayvanlardır ve bu durum,Yovkov'un öykülerinde kullandığı yeni bir tema
değildir. Yovkov'un, Lazarov'un “Başardılar” adını taşıyan, Bulgar köylüsü ve en yakın
yardımcısı olan öküzü arasındaki bütünlüğü simgeleyen heykeline hayran kaldığını daha
önce söylemiştik. Antimovo Hanında Akşamlar adlı eserde yer alan, Grehıt na İvan
Belin (İvan Belin'in Günahı) adlı öyküde, yazar, dişi bir kurdu “gözlerinde kelimelerden
yoksun bir bakışa sahip ” 12, düşünen bir yaratık olarak tasvir etmiş ve
"Konuşabilselerdi" motifini ilk defa kullanmıştır. Kurt, İvan Belin'in (çobandır)
sürüsünden bir koyun çalmaya çalışır ve kurdun yaptıkları, yazara, çocuklarına yiyecek
bulamayan ve acı çeken bir anneyi hatırlatmaktadır. Tıpkı insanlarda olduğu gibi
hayvanlarda da aynı eğilim söz konusudur. Kendisi yerine önce çocuklarının karnını
doyurmak ve önce onları düşünmek. Yani annelik içgüdüsü. Aynı motif, Kocabalkan
Efsaneleri'nde yer alan Koşuta (Dişi Geyik) adlı öyküde de karşımıza çıkar; geyiği
yakından görenler, "gözlerinin tıpkı insan gözlerine benzediğini" söylemektedirler.
Konuşabilselerdi'de Yovkov, yukarıda sözünü ettiğimiz iki motife odaklanır:
a) İnsan ve hayvanların iç içe geçmiş kaderi
b) Bu durumun doğal bir sonucu olarak hayvanların kişiselleştirilmesi ve insana özgü
nitelikler kazanması.
Yovkov'un bu yirmi üç kısa öyküde yarattığı dünya, Zahari'nin çiftliğinde
yaşayan insanlar ve hayvanlardan oluşur. Çiftlikte Mituş, Ago ve Marin adındaki üç
ırgat, Petır ve Davidko adında iki çoban, kahya Vasil, karısı Galinka ve kız kardeşi
Vasilena yaşamaktadır. Çiftlikteki yaşam sıradandır : Irgatlar arasındaki küçük
anlaşmazlıklar, Galinka'nın günlük kaygıları, Vasilena'nın evlenip boşanması ve kısa
süren Zahari'nin karısı olma umudu. Kısacası insanlar arasında dostluk olduğu kadar
düşmanlık da vardır. Fakat çiftlikte genelde dinginlik hakimdir. Ancak, insanların
yarattığı dünya, öykünün konusu, yani hayvanların dünyası için sadece bir fon
oluşturabilir .
167
Yovkov, sıklıkla öküzleri ve atları tasvir eder, bu iki hayvanı insana en yakın
olan,en yararlı hayvanlar olarak görür; daha sonra köpekler ve vahşi hayvanlar
(öncelikle kurtlar) ve tavuklar, ördekler ve kazlar gibi kümes hayvanları gelir. Yovkov,
hem hayvanların kendi aralarındaki ilişkilerin, hem de onları insanlara bağlayan
bağların derinliklerine iner. Birçok durumda, okurdan, hayvanların davranışlarından
düşüncelerini tahmin etmeleri istenir. Hayvanların "düşüncelerini" ve "duygularını"
doğrudan ifade etmek için kullanılan aracı, en yaşlı ırgat olan Mituş'tur. Mituş, yazarın
bir tür ikinci kişiliğidir (alter ego). Vseki s imeto si (Herkes Kendi Adıyla) adlı öyküde,
Mituş, öküzleri insanlarla karşılaştırır.
“Sana doğruyu söylemem gerekirse, bence sığırlar insanlardan daha saygıdeğer
varlıklar. Öküzden daha iyi bir yaratık var mı, Allah aşkına söyle? Yanyana yürürsünüz,
seni ısırmaz,vurmaz bile. Boynuzlarıyla vurur diyorlar... hayır vurmaz! Sığırı istediğiniz
kadar sürebilirsiniz, dayanır, "of" demez, "yapamayacağım" demez. Belki yere düşer
ama yine de dayanır”.13
Biraz sonra şöyle devam eder :
“Ne düşünüyorsun? Hatta, öküzler senden, benden daha akıllılar. Bak,
koşumlarını takıyorsun; sen deh! der demez boyunlarını boyunduruğa kendileri
sokuyorlar”.14
Pri svoite si adlı öyküde, Mituş, Ago'yu bir öküzü dövdüğü için azarlar. Öküz
çocuk gibidir, neyin doğru olduğunu bilemez, birinin ona öğretmesi gerekir :
“Neden dövüyorsun? Onun da bir ruhu var. Sığırlar konuşabilselerdi onlar da
bizim gibi olurlardı. Hatta belki bizden daha bile iyi olurlardı. Onlar hakkında ne
biliyorsun? Onlar her şeyi anlarlar, sadece dilleri yoktur”15
Mituş'un doğduğu köyde öküzlere "melek" denmektedir. Mituş "onlar erkek
kardeşlerimiz gibidir" der, "bizim gibi çalışırlar ve bizim gibi ölürler"16. Mituş
hastalanıp ölümü yaklaştığında, ahıra gidip "kardeşleri" öküzlere veda etmek ister.
168
Hayvanlar kendilerine has özelliklere sahiptir, bu özelliklerin bazıları oldukça
ilginçtir. Skitnikıt (Gezgin) adlı öyküdeki köpek Jıltırko, açık bir "bencillik" sergiler,
sadece kendine dikkat eder, kendi istediği gibi davranır ve "seyahat etmeyi" sever; uzun
yada kısa bir süre ortalıktan kaybolur, daha sonra geri döner, herşey kaldığı yerden
devam eder. Öykünün son bölümünde, Jıltırko uzun süre ortalarda görünmedikten sonra
yaralanmış bir halde geri döner ve Mituş'a "acı çeken bir insanın gözleriyle" bakar.
5.9. BORBA DO SMIRT (Ölümüne Mücadele)
Geri kalan öykülerin bazılarında, Yovkov'un anlatıcısı, kendisini gözlemcilikle
sınırlayarak hiç yorum yapmaz. Borba do smırt (Ölümüne Mücadele) adlı öyküde, eşi
görülmemiş büyüklükte bir kurt, koyunları öldürerek ve atlara saldırarak çiftliğe zarar
vermektedir. Çoban Petır'ın tek umudu, köpeği Anadolets'dir ve köpek gerçekten ne
yapması gerektiğini anlamıştır. Her iki hayvan da büyük ve heybetlidir,karşı karşıya
geldiklerinde, uzlaşmaları mümkün değildir. Bir keresinde Petır kurdun korkup
kaçacağından veya Anadolets'in onu öldüreceğinden emin olamaz ve tuzak kurmaya
karar verir. Bir gece iki hayvan boğuşurken, Anadolets tuzağa yakalanır. Fakat kendisi
ölmeden önce, kurdu da yaralar ve kurt da ölür.
İki hayvan arasındaki gerilim atmosferini hissettirebilmek ve doğrudan yorum ya
da açıklama yapmadan kavgalarının gidişini yansıtmak için, yazarın çok yetenekli
olması gerekir. Gerçekten de, Realist söylemin vazgeçilmez bir şartı olan gözlem
yeteneği, bu ciltteki her öyküde gözle görülür biçimde mevcuttur. Özellikle köy
hayatının cazibesini bilenler için bu yetenek, tarif edilemez estetik tatlar verir. Bu
noktada birkaç örnek vermek yerinde olacaktır :
Divaçka (Vahşi) adlı öyküde erkek kazın tasvir edilme şekli, Yovkov'un bu evcil
hayvanın tipik hareketlerini ve mimiklerini ustaca yakalama yeteneğini ortaya
koymaktadır. "Kaz, leyleği gördüğünde, bir gözü yukarıda, merakla onu gözler; daha
sonra tek ayağı üzerinde dikilir ve uyuklamaya başlar". Öykünün odak figürü olan
Galinka, tavuklara yem verirken, tüm kuşlar bir araya toplanır. Bazen, bir başkası
169
tarafından "gagalanan bir tavuk, zıplayıp yaygara koparır". Aya adında bir kısrak, uzun
bir lohusalık döneminden sonra ahırın dışına çıkar ve "kuyruğu havadayken gerilir ve
hiç zorluk çekmeden taş duvarın üzerinden atlar". Yovkov öküzlerin görünüşü,
mimikleri veya hareketlerini tasvir edecekse, gözlemleri daha etkili ve daha keskindir.
Daha fazla örnek toplamaya gerek yoktur, tüm bu sahneler, çiftlikteki pastoral hayatın
renkli bir biçimde resmedilmesini sağlar.
Fakat önü alınamayan modern,toplumsal gelişmeler, bu huzurlu, ataerkil
mutluluk tablosunun da sonunu getirir. Kitabın son öyküsü olan Posledna sreşta (Son
Buluşma) Yovkov için sembolik bir anlam taşımaktadır; çünkü bu onun, okurlarıyla
"son buluşmasıdır". Öykü 28 Haziran 1936'da yayınlanır ve bu tarihten sonra da öykü
yayınlanmaz.
5.10. PRİKLYUÇENİYATA na GOROLOMOV (Gorolomov’un Maceraları)
Yovkov, son eseri olan bu çalışmasını tamamlayamamıştır. Ilk dört bölüm 1931'de
ve takip eden altı bölüm 1937'de, büyük bir eleştirmen, tarihçi ve edebiyat teorisyeni
olan Mihail Arnavudov'un editörlüğünü yaptığı Bılgarska misıl (Bulgar Düşüncesi) adlı
dergide yayınlanır. Eserin ondört bölümden oluşması planlanmıştır ve Yovkov'un
ölümünden sonra yayınlanan müsveddelerinde, iki bölüm daha bulunmaktadır. Bayan
Despina Yovkova'nın titiz çalışmaları sayesinde, bu bölümler yeniden bir araya
getirilmiş ve Izkustva i kritika (Sanat ve Eleştiri)'de on birinci bölüm olarak
yayınlanmıştır.17 Bu bölümler ayrıca, eserin 1938 yılında kitap olarak yayınlanan son
baskısında da ek olarak sunulmuştur. Gorolomov'un Maceraları, yayınlandıktan sonra,
Petır Dinekov, Georgi Tsanev ve Arnaudov gibi eleştirmenlerden olumlu tepkiler
almıştır.18 Fakat kitap fazla ilgi görmemiştir. Hatta yıllar geçtikçe, kitaba yöneltilen
eleştiriler de olumsuz bir hal almıştır. Dalçev'in bu konudaki açıklamalarına daha önce
yer vermiştik. Ayrıca ünlü Bulgar edebiyat eleştirmeni Simeon Sultanov da, sözünü bile
etmediği Gorolomov’un Maceraları yerine, Yovkov'un yazılmamış, sadece planladığı
eserleri hakkında fikir belirtmeyi tercih etmiştir. Peki bu, romanın sanatsal bir
başarısızlık olduğu anlamına mı gelmektedir ?
170
Yukarıda belirtilen eleştirmenlerden en çok Mihail Arnaudov ve Petır Dinekov,
bu soruya cevap verebilir. Arnaudov, eserin edebi oluşumunu inceleyen ve özgün
türünü tanımlayan ilk kişi olmuştur.19 Diğer taraftan, Dinekov, Gorolomov'un
Maceraları'nın aşırı basitleştirilmiş bir şekilde yorumlanmaması gerektiği konusunda da
uyarılarda bulunmuştur. Arnaudov'un katkıları, Yovkov'un Cervantes'e bağlılığına işaret
etmekten ve Yovkov'un eseri üzerine ileride yapılacak resmi çalışmalara doğru yolu
göstermekten ibarettir. Gerçekten de Don Kişot ile Gorolomov'un Maceraları arasında
vurucu benzerlikler vardır. Bu benzerliklerin hepsini burada sıralamak mümkün
olmayacağı için, birkaç tipik örnek vermekle yetineceğiz. Gorolomov'un Maceraları'nı
kısaca özetlemek okura uygun perspektifi sağlayacaktır.
Tıpkı büyük İspanyol ataları gibi Gorolomov da, yaşanan sosyopolitik koşullara
karşı çıkmakta ve bunları kendi naif, ütopik fikirlerine uygun biçimde değiştirmek
istemektedir. Bu genel benzerlik, Bulgar kahraman ve İspanyol benzeri arasındaki
bağlılığın en temel noktası ve ayrıca ikisi arasında yapılacak karşılaştırmalar için de bir
başlangıç noktasıdır. Gorolomov, harekete geçmeye karar verdiğinde hayatı da bir
maceralar dizisi halini alır. Gittiği her yerde farklı insanlarla tanışır ve onlara kendi
düşüncelerini kabul ettirmeye çalışır. Daha sonra tüm roman boyunca bazı eklerin,
dışsal özelliklerin veya oldukça şekilsel benzerliklerin meydana geldiğini görürüz.
Gorolomov yola çıkmadan önce, tıpkı Don Kişot gibi, Stanço olan ismini
Stanislav olarak değiştirir; bir Bulgar atasözünün de dediği gibi, "Ne Stanço ne de
Ivanço, insanı büyük bir insan yapmaz". Gorolomov, daha etkileyici bir adı olsun
istemektedir. Yovkov'un kahramanı da Don Kişot gibi edebiyata oldukça meraklıdır.
Sadece kitap okumakla kalmaz. Far (Fener Kulesi) dergisinde makaleler yazarak
edebiyata katkıda bulunur. Hanların da bu romanda önemli bir rolü vardır. Cervantes'in
eserinde, hanlar, biraz farklı bir yapısal işleve sahiptir: Don Kişot, maceraları boyunca
aynı hana gelip, aynı handan yola çıkar. Yovkov'un romanında birden fazla han vardır
ve bunlardan her biri, Gorolomov'un maceralarının başladığını veya bittiğini gösterir.
Her iki romanda da hanlar, sadece ateşli tartışmaların geçtiği bir yer değil, aynı
zamanda kahramanların ciddi biçimde dayak yediği kavgaların arenası olarak
171
resmedilir. Buna ek olarak, Gorolomov, iki atın çektiği bir arabada seyahat eder ve
arabanın rolü, Don Kişot'un atı Rosinante ile aynıdır20, yani tüm olay ve maceraları
tutarlı bir anlatım bütünü haline getirir. Ayrıca, Stanço Gorolomov'un tıpkı Don
Kişot'un Sanço Panço'su gibi bir yol arkadaşı vardır. Bir köylü olan Ivan Vılçev, idealist
ustasına eşlik eder ve ara sıra onu, fantazisinin onu mağlup etmesine izin vermesi
konusunda uyarır. O da Sanço Panço kadar kurnazdır ve Gorolomov'la seyahat etme
nedeni, Don Kişot'un yardımcısınınki gibi maddi çıkarlarıdır. Sanço Panço, sadık
hizmeti karşılığında ödül olarak bir ada almayı beklerken, Ivan Vılçev de
Gorolomov'dan yüksek miktarda para almayı ummaktadır.
Gorolomov'un Maceraları'nın edebi temelleri, Yovkov'un öyküsünü satirik -
komik bir epik nesir gibi görmemize neden olur.21 Cervantes, ilk olarak, temel
birleştirici rolün, bir kahramanın başıboşluğu ve konudan ayrılmalar tarafından
oynandığı bir satirik nesir yaratmıştır. Birçok yazar, bu tekniği geliştirirken onu takip
etmiştir. Laurence Sterne'nin Tristram Shandy'nin Hayatı ve Düşünceleri adlı eserinin
gözle görülür kaotik yapısı arkasında, konudan uzaklaşmalar yatmaktadır. Nikolay
Gogol, Ölü Canlar adlı ünlü eserinde (1842), Çiçikov'u oradan oraya dolaştırarak ona
"ölü ruhlarla" ilgili absürd işler yaptırmakta,ölü insanları yaşıyormuş gibi göstermek
için cahil köylülere para teklif eden kurnaz bir tüccar yaratmaktadır Charles Dickens,
Posthumous Papers of Pickwick Club (Pickwick Kulübü Üyelerinin Ölümden Sonraki
Makaleleri) adlı eserinde (1837) Bay Pickwick'i İngiltere'nin farklı kısımlarına
göndermekte ve romanı, birbirine zayıf bağlarla bağlanmış nesir parçalarına
bölmektedir. Bu anlamda bakıldığında nesir parçaları ayrı birer kısa öykü özelliği de
göstermektedirler.
Yovkov'un muhtemelen Tristram Shandy dışında, dünya edebiyatının bu
şaheserlerini oldukça yakından tanıdığını düşünebiliriz. Yovkov, Gogol'un büyük bir
hayranıydı ve Cervantes'le ilgili olarak da, en yakın arkadaşı şair Dimitır Podvırzaçov,
Don Kişot'u Bulgarcaya çeviren ilk Bulgar edebiyatçısıydı. Yovkov'un ayrıca
Podvırzaçov ile öykü ve çeviri üzerine defalarca konuştuğunu biliyoruz. Yovkov,
seyahat ve konudan ayrılma tekniklerini kullanmıştır Çünkü bu sayede kahramanını
farklı durumlara sokabilir, kahramanı da birçok olaya katılabilir ve birçok insan
172
tanıyabilir. Bu sayede yazar, sonuna kadar yararlandığı komik olaylar yaratma fırsatı
yakalar. Olayların komikliği, karakterin komikliğine bağlıdır; parodinin yanında
grotesk, ironinin yanında taklit durur. Gorolomov'un maceralarının başından sonuna
kadar devam eden stilistik egemenliği, komik bir deformasyon halinde kalır.
Bu deformasyonun en sık kullanılan formlarından biri grotesktir. Eserin üçüncü
bölümünde, Gorolomov, köylülerin toprak üzerine bir anlaşmazlığı (bu, Yovkov'un
öykülerinde de sık kullandığı bir motiftir) çözmek üzere hakimin gelmesini bekledikleri
bir köye gelir ve köylüler Gorolomov'u bekledikleri hakim sanırlar. Gorolomov,
hakimleri ve avukatları açgözlülükle suçladığı görkemli ve süslü bir konuşma yapar ve
köylüleri kendi problemlerini çözemedikleri için azarlar. Gorolomov'un bu hareketi
şaşkınlık yaratır; kimse onun neden orada olduğunu bilmemektedir. Gorolomov,
insanları gördüğünde, hatiplik yeteneğini kullanmak ve siyasi konuşmalar yapma
tutkusunu tatmin etmek için bir fırsat yakaladığını düşünmüştür. Diğer taraftan, köylüler
adalet bulmak için bir araya gelmiştir. Ortaya grotesk bir durum çıkar, çünkü tarafların
amaçları farklıdır. Köylüler, Gorolomov'un onları kandırdığını anladığında, onu dövmek
isterler ve Gorolomov canını kurtarmak için kaçmak zorunda kalır. Ayrıca,
Gorolomov'un yaptığı karışık ve demagojik konuşmada, parodi elementleri de saklıdır.
Gorolomov konuşmayı bitirdiğinde, köylülerden biri ona hangi partiye bağlı olduğunu
sorar.
Eser ayrıca içinde sayısız ironi örneği de bulundurur. Bunlardan biri, yazarın ilk
sayfada, karakterlerden birini "zararsız sosyalist" olarak tasvir etmesidir. Birçok
örnekte, ironi, Gorolomov'a yöneliktir, özellikle de kendini reformcu olarak lanse
etmeye çalıştığı durumlarda.
Şimdiye kadar tezimizde, Yovkov'un nesir türünde verdiği eserlerin edebi ve
sanatsal yönlerini ele aldık. Şimdi sormamız gereken soru, Gorolomov'un
Maceraları'nın, Don Kişot'un bilinçli ya da bilinçsiz bir taklidi olup olmadığıdır.
Gorolomov, Yovkov'un bir başka yazarın eserine kölece bağlılığının bir kanıtı mıdır?
Kesinlikle değildir. Yovkov, soylu niyetleri, insanların kayıtsızlığının ördüğü duvara
çarpan, modern bir Don Kişot yaratmakla bu büyük İspanyol yazarını bilinçli olarak
173
taklit etmiştir. Diğer bir deyişle, burada sözünü ettiğimiz, kelimenin tam anlamıyla basit
bir etkilenme örneği değil, bilerek kullanılmış bir edebi anıştırma aracıdır. Yovkov,
çağdaş dünyayı nasıl algıladığını ve kendi eserinin temel fikirlerini vurgulamak için,
Cervantes'in romanına bilerek atıfta bulunmuştur. Okurun, romanın felsefi veya sosyal
etkilerini anlamak istediğinde başvurması gereken bölümler ve durumlar yaratmıştır.
İlk bölümün başlığı neredeyse semboliktir: Kım selo (Köye Doğru). Bu bölüm,
okura kitabı tanıtmakta ve içeriği hakkında ipuçları vermektedir: Şehirdeki hayatından
memnun olmayan ve şartları düzeltmek için can atan Gorolomov, mesajını köylülere
yaymaya ve ülke çapına taşımaya karar verir. Bu amaçla, Rila sigorta şirketinin teklif
ettiği gezici sigorta satıcılığı işini kabul eder ve yola çıkar. Gorolomov, köylülüğün
"iyiliğine" inanmaktadır ve konuşmalarının köylüleri ikna edici bir güce sahip olduğuna
kendisi de ikna olmuştur. Peki Stanço-Stanislav Gorolomov'un düşünceleri nelerdir?
Göçmen-şövalyelik geleneğini yeniden canlandırmak isteyen Don Kişot gibi
Gorolomov da, köylüleri eğitmek konusunda sabit bir fikre sahiptir. Fakat aynı zamanda
bu görev için yeterince hazırlıklı değildir çünkü kendisi de "yarı eğitimli" bir adamdır
ve bilgisi üstünkörü olmaktan ileriye gitmemektedir. Bazı kişiler, Yovkov'un toplumda
lidermiş gibi davranan; fakat entellektüel açıdan bunu yapabilecek kapasiteye sahip
olmayan entellektüelleri (toplumdaki yaygın söylem biçimiyle “entelleri”) hicvetmek
istediğini öne sürer. Dolayısıyla, Ivan Meşekov, Yovkov'un romanının, uygarlığın bir
başka eleştirisi olduğunu söyleyerek son noktayı koymuştur.22 Fakat Petır Dinekov,
Gorolomov'un Maceraları’nın bu kadar basit yorumlanmaması gerektiği konusunda
uyarıda bulunmuş ve Yovkov'un, Spiridon Kazanciev'e yaptığı açıklamayı hatırlatmıştır
:
"...Aslında, benim Gorolomov'um zavallı bir insan; insanlar ve hayat onu hep
yanlış anlıyor".23
Peki onu yanlış anlayanlar kimlerdir? Gorolomov'un maceraları kırsal alanlarda,
köylerde gerçekleşir yani karşılaştığı insanlar hep köylülerdir. Gorolomov onların "iyi"
ve "kirletilmemiş" olduklarını varsayar, çünkü medeniyetin yıkıcı etkilerinden
korunmuşlardır. Fakat öyle olmadıkları ortaya çıkar. Gorolomov'un naif yaklaşımı
doğru değildir. Roman, köylülerin zalimliği ve cehaletinin birçok örneğiyle doludur.
174
Gerçekten de, Gorolomov'un fikirlerinin birçoğu, köylülere karşı cömert ve onlar için
faydalıdır; fakat onlar bu fikirleri anlamamakta, dolayısıyla, onun trajedisini de
yadsımaktadırlar.
Gorolomov'un Maceraları’nda, Yovkov ilk defa Bulgar köy hayatına eleştirel
bir bakış getirmiştir. O sadece Gorolomov'u eleştirmez; köylülere, devlete ve moralini
bozan kurumlarına ve siyasi partilerin bozulmasına da sert eleştiriler getirir. İşin gerçeği
Yovkov, Gorolomov'un yöntemlerinin fazla dürüst olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Aday olarak parlamento seçimlerine katılır ama kaybeder çünkü rakibi Muglov,
seçmenlere maddi yardımda bulunma sözü vererek, onların oylarını "satın almıştır".
Romanın,Gorolomov için en acımasız olan kısmı, son bölümüdür. Gorolomov, köyün
yakınlarında yapay bir gölet oluşturulmasını önerir; böylelikle köyler kuraklıkla başa
çıkabilecektir. Fakat Gorolomov, köylülerin karşısına bu teklifle çıktığında, onu
neredeyse ölümüne taşlarlar. Kısacası eser, Yovkov'un Spiridon Kazanciev'le yaptığı
sohbetlerde dile getirdiği korkularını kanıtlar niteliktedir :
“Millet kendini yeni bir atılım için güçlü hissetmediği sürece, hepsi yok olup
gidecektir”.24
Peki bu durum, Yovkov'un gerçekliği algılama şeklini değiştirdiği anlamına mı
gelmektedir ? Değiştirdiğine şüphe yok gibidir. Fakat bu, Yovkov'un kısa öykülerinde
tasvir ettiğinden farklı bir gerçekliktir. Gorolomov'un Maceraları'nda Yovkov,
neredeyse tamamen karşı olduğu yeni ve modern bir gerçeklik sunar. Işte bu yüzden
hiciv kullanır. Hiciv, yenilginin acısını hisseden bir insanın protestosunu ifade eder.
Yovkov, çağdaşlıkla mücadeleyi kaybetmiştir: Önceki eserlerinde övgüyle sözettiği
ataerkil güzellik dünyası sonsuza dek kaybolmuştur. Gorolomov'un Maceraları'nda
hiçbir program, hiçbir fikir ortaya konmaz, sadece protesto vardır. Ayrıca bu eserde,
birey ve toplum arasındaki bitmez çatışmanın yankılarını da bulmak mümkündür.
Gorolomov, herşeyin ötesinde bir hayalcidir ; (şüphesiz komik bir hayalcidir) çünkü o
"iyidir" ve onunla aynı çağda yaşayan insanlar onu hiç anlayamayacaktır. Basitçe
söylemek gerekirse, o yaşadığı döneme ve topluma oldukça “yabancıdır”.
175
O zaman Gorolomov'un Maceraları'nı fazla ilgiyi haketmeyen, başarısız bir eser
olarak kabul edebilir miyiz? Bu sorunun yanıtı yukarıda yer almaktadır.Mihail
Arnaudov'un dediği gibi, Yovkov, Bulgar edebiyatına yeni bir edebi kahraman
sokmakla kalmamış, ayrıca bu romanda ülkesi ve hatta tüm insanlık için önemli sorular
yöneltmiştir. Gorolomov'un Maceraları, Yovkov'un hayatının son zamanlarında bile
yeni sanatsal çözümler ve hayata farklı yaklaşımlar aradığının bir kanıtıdır. Böyle bir
yazar da, okuyucunun hayranlığını haketmiş demektir.
176
BÖLÜM 6
YORDAN YOVKOV’UN “TİYATRO” ALANINDA YAPTIĞI ÇALIŞMALAR
Ünlü Bulgar edebiyatı tarihçisi Simeon Sultanov'un Yovkov üzerine yazdığı
kitabında, dramayla ilgili bölümü "nahoşluk" olarak nitelendirmesi oldukça ilginç bir
yaklaşımdır.1 Gerçekten de, eleştirmenler, Yovkov'un 1929 baharında sahneye konan ilk
draması Albena'ya olumsuz tepki gösterirler, daha sonra yazdığı üç oyun da Milionerıt
(Milyoner, 1930), Boryana (1932) ve Obiknoven çovek (Sıradan Bir İnsan, 1936) aynı
kaderi paylaşır. İşin gerçeği, son oyun tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır
Yovkov, dramaya çok erken merak salmıştır. I.Sofya Gimnazyum'unda (yüksek
okul) öğrenciyken, arkadaşlarının sahneye koyduğu oyunlara katılır. Daha sonra,
Dobruca'da amatör bir tiyatro kurar ve yönetmen, sahne tasarımcısı ve oyuncu olarak
çalışır. Drama onun "ikinci aşk"dır. Şairlikteki başarısızlığı ve öyküleriyle ününü
arttırmasının ardından, şansını dram türünde denemeye karar verir.
Şüphesiz Yovkov, bu yeni maceranın getireceği tehlikelerden haberdardır. İlk
zamanlarda, ulusal tiyatro geleneği adına çok az şey vardır. Vasil Drumev'in (1841-
1901) yazdığı duygusal drama Ivanko (İvanko-1872), Ivan Vazov'un birkaç tarihi
oyunu, Petko Todorov ve Peyo Yavorov'un modernist ve sembolist oyunları, Yovkov'un
örnek alabileceği birkaç oyundur. Fakat bunların hiçbiri güvenilir değildir. Çünkü
Bulgar tiyatrosu hala emekleme safhasındadır ve oyunculuk kalitesi oldukça düşüktür.
1917 devriminden sonra Bulgaristan'a yerleşen Rus göçmenler arasında, Moskova Sanat
Tiyatrosu’nun eski bir üyesi ve Konstantin Stanislavski'nin öğrencilerinden biri olan
Nikolay Osipoviç Masalitinov (1880-1961) vardır. Masalitinov, 1915 yılında Sofya'ya
gelir ve Bulgar Ulusal Tiyatrosu’nun idari müdürü olur. Fakat o, gerçekçi tiyatro
akımına bağlıdır ve diğer tiyatral tekniklerle ilgili girişimleri engellemektedir. Daha
sonraları, Spiridon Kazanciev'le yaptığı tartışmalarda Yovkov, Masalitinov'u eleştirerek,
"çok gerçekçi" yönteminin "şiirsel atmosferi" yıprattığını söyleyecektir.2 Yovkov,
oyunlarının başarısızlığından dolayı da onu sorumlu tutmaktadır.
177
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, Yovkov, oyun yazarı olmanın ve kendini daha
geniş bir kitle huzuruna çıkarmanın getireceği tüm riskleri göze almaya karar verir. Bu
yüzden, drama türüne dönerken, aynı zamanda farklı bir konuya dönmesi de doğaldır;
yani insan kaderinde güzelliğin rolü veya daha açık bir şekilde kadın güzelliğinin rolü.
Yovkov'un dört oyunundan ikisi kadınlar üzerinedir: Albena ve Boryana. Şimdiye kadar
Bulgar eleştirmenleri bu iki oyunu ayrı ayrı ele aldılar, fakat bize göre bu iki oyun, bir
sorunun iki yönü veya iki kutbu olarak birlikte ele alınmalıdır. Bu yüzden Boryana'yı
Milyoner'den önce analiz edebilmek için zaman sıralamasını göz önüne almayacağız.
6.1. ALBENA (Albena)
Albena, aynı adı taşıyan kısa öyküden bir uyarlamadır. Fakat Yovkov, öyküyü
dramaya çevirirken, karakterlerde ve içerikte bire bir önemli değişiklikler yapmıştır.
Konu temelde aynı kalmakla birlikte -güzel ve evli bir kadın olan Albena, evli bir adam
olan Nagul'a aşıktır; Albena'nın kocası Kutsar öldürülür ve herkes cinayeti aşıkların
işlediğinden şüphelenir- olayların gerçekleşmesiyle ilgili detaylar farklıdır. Drama'da
Albena sık sık değirmende çalışan Nagul'u ziyarete gitmektedir. Güzelliği, mısır
öğütmek için köye gelen birçok ziyaretçinin ilgisini çekmektedir. Bunların arasında
genç, varlıklı ve yakışıklı bir adam olan Ivan Senebirski vardır ve sürekli Albena'ya
yaklaşarak kendi çiftliğinde çalışması için ısrar etmektedir. Öyküde Senebirski'nin,
Albena hakkında sorular soran "yakışıklı ve güzel saçlı bir adam" olarak sözü
geçmektedir; oyunda ise rolü oldukça genişletilmiştir. Albena ve Nagul arasındaki
ilişkinin gerçek boyutunu fark eden tek kişi odur. Albena'dan yüz bulamayınca Kutsar'a,
karısının Nagul'un metresi olduğunu söyler ve trajik bir sona,yani cinayete kadar
gidecek olan olaylar zincirini başlatır. Nagul'un rolü de dramada oldukça
genişletilmiştir. Kısa öyküde, sadece suçunu itiraf etmek için öykünün sonunda ortaya
çıkar. Oyunda ise oldukça önemli bir rol üstlenir, suçun arkasındaki itici güç ve tek
faildir.
Peki Albena'nın rolü nedir? Hem öyküdeki hem de oyundaki ortak özelliği, sahip
olduğu eşsiz güzelliktir. Cazibesine karşı direnmek mümkün değildir. Hem yaşlılar hem
178
de gençler onun güzelliğinin büyüsüne kapılmakta ve kadınlar da onu kıskanmaktadır.
Fakay öyküde Albena suç ortağı iken (Nagul'a kocasını öldürmesinde yardım eder)
oyunda değildir. Öyküde sakin, tarafsız, ve neredeyse acımasızdır; suçu soğukkanlılıkla
işlemiştir. "Bu kadın günahkardı" der anlatıcı, "ama güzeldi". Güzelliğinin "günahkar"
doğasının altını çizmek isteyen Yovkov, sorgulanmak üzere köy idarecisinin ofisine
götürülmeden önce, Albena'ya en güzel giysilerini giydirmiştir. Bu bölüm dramadan
çıkarılmıştır, fakat Albena'nın, bu kıyafetleri, kişiliğinin kendisini enkaza çeviren
yönünü vurgulamak için giydiğini itiraf ettiği3 bölüm de bu bölümdür. Sonuç olarak,
tiyatro oyunundaki Albena daha mütevazi, yaptıklarından pişman ve suçu işlemediği
halde daha vicdanlıdır. Işin gerçeği, Nagul'u, Kutsar'ı öldürmekten vazgeçirmeye
çalışmaktadır. Dram sona erdiğinde, insanlar Albena'nın günahını bağışlamaya
hazırdırlar oysa öyküde değildirler.
Simeon Sultanov'a göre : “Bu dönüşüm, Yovkov'un Albena'yı, moral bozucu bir
etken olarak suçlanmaktan "kurtarma" ve güzelliği, ahlaksızlığı arttıran bir etken olarak
yargılanmaktan "kurtarma" isteğinden ileri gelmektedir”.4 Sultanov'un kitabı, bu güne
kadar Yovkov hakkında yazılmış olan en iyi kitaptır; fakat okur, Yovkov'un "güzelliğin
yükselen gücü" olarak adlandırdığı şeyi korumak istediğini düşünebilir. Güzelliğin bu
"yükselen gücü" olayları ne yönde etkileyebilir? Elbette daha iyiye doğru. Şimdi, eğer
Yovkov'un niyeti buysa, bunu gerçekleştiremediği ortadadır, isteyerek yada
istemeyerek. Albena hem kendisinin hem de Nagul'un evliliğini mahvetmiştir,
dolayısıyla şeytanın avukatı gibi hareket etmiştir. Albena'nın niyeti iyi olabilir, fakat
oyun boyunca gerçekleşenler hiç de öyle değildir.
Bir tiyatro oyunu olarak Albena, dramatik odaktan yoksundur. Yazar, okura
birçok şey göstermek istemektedir. Metin ilk okunduğunda, tipik bir "aşk üçgenini"
tasvir ettiği izlenimini bırakabilir. Aslında, oyun aynı zamanda” bir kadının kendi
kaderini kontrol etme hakkına sahip olup olmadığı” sorunsalını da ele almaktadır.
Albena özgür bırakılmıştır, çünkü evli bir adamı sevmeye cesaret eder ve kendi
dürtülerini takip eder. Buna ek olarak, metinde sosyal dram unsurları da mevcuttur.
Yovkov oyuna yeni bir kişi sokar, bu kişi, Albena'nın davranışlarını onaylamayan ve
daha geleneksel ahlaki değerlerin sözcülüğünü yapan Andrey'dir. Albena'yı açık bir
179
şekilde suçlar ve "günahkar" aşkından dolayı linçle cezalandırılmasını ister. Sonuç
olarak, yukarıda belirtildiği gibi, güzelliğin insanların yaşamındaki rolü sorunu söz
konusudur. Yovkov, muhtemelen oyunun bu yönünü vurgulamak istemiştir ama
Sultanov'un ileri sürdüğü anlamda değil. Yovkov, Albena'nın dramadaki rolünü bilerek
kapalı bırakmıştır ve Masalitinov'un oyunlarını sahneye koyarken aşırı gerçekçi
davranmasından şikayet etmesinin sebebi belki de budur.
Yovkov, Albena'nın oyundaki imajını, kısa öyküde olduğundan farklı bir "etik
zeminde" 5 oluşturduğunu itiraf eder. Öyküde Albena tek yönlüdür: Kutsar'ı
öldürmekten pişmanlık duymaz. Ikinci Albena ise daha karmaşık daha derin ve çok
yönlüdür, kaderini belirleyen etken "günahkar" güzelliğinin laneti olsa bile. Sonuç
olarak, Albena'nın durumu ayrıca bir çeşit kişisel dram olarak da yorumlanabilir, çünkü
kişisel niyetleri, olayların nesnel gidişatı ile bağdaşmaz ve Albena en sonunda
insanların içindeki şeytanı salıverir. Albena'nın, Yovkov'un bu trajik çelişkinin farkında
olan ilk karakteri olduğunu bile söyleyebiliriz. Yovkov'un görüşüne göre, güzellik ve
özellikle kadın güzelliği, her zaman ahlaki bütünlükle bağlantılı değildir; Yovkov bu
bağıntıyı tercih etse de, bu durum her zaman asil davranışlara yol açmaz. Albena,
güzelliğin yıkıcı yönünü temsil eder. Bu açıdan, Yovkov'un kadınlar hakkında ikinci
oyununun kahramanı “Boryana” ile zıttır. Albena, güzelliğin ve aşkın olumsuz tarafını
yansıtırken, “Boryana” olumlu yanını oluşturur; çünkü onun güzelliği, iyiliği de yanına
çekmektedir. Bu ortamda, her iki oyun da daha anlaşılır hale gelecektir. İnanıyoruz ki
Yovkov, bu karakterleri yaratırken, güzellik ve erkekler üzerindeki etkisi hakkındaki
gerçeğin iki sembolik kutbunu sunmak istemiştir.
6.2. BORYANA (Boryana)
Boryana, bir babadan (Zlatil), üç oğuldan (Rali, Andrey, Pavli) ve iki gelinden
(Rali'nin karısı Vida ve Andrey'in karısı Elitsa) oluşan bir köylü ailesinin dramatize
edilmiş öyküsü olarak kabul edilebilir. Aile ilişkilerini yöneten ataerkil geleneğe göre,
hepsi aynı evin içinde yaşamaktadır. Fakat, ilk olay, herşeyin yolunda gitmediğini
gösterir: Aile bir taraftan kardeşler arasındaki düşmanlık yüzünden ve diğer taraftan
çocuklar ve babası arasındaki düşmanlık yüzünden bölünmüştür. Kardeşler birbirlerini,
180
ailenin refahını korumak için yeterince çalışmadıkları gerekçesiyle suçlarken, babanın
uzun süre önce babasından çaldığı (ki bu yüzden bir ölçüde ölümüne sebep olduğu
söylenir) yüksek miktarda bir parayı sakladığından şüphelenilmektedir. Oyundaki en
acımasız ve kötü niyetli karakter, ailenin kötü adamı, en büyük oğul Rali'dir. O ve
karısı Vida evin ve bahçenin her köşesini arayarak ve babasının gizli hazinesini
bulmaya çalışırlar. Rali, Andrey'i ayyaş ve berduş olmakla suçlamaktadır; ayrıca
Pavli'nin de evlenmesini engellemeye çalışır, çünkü Pavli evlenirse Zlatil'in parasını
paylaşacak kişi sayısı artacaktır. Rali'nin aklındaki çözüm, bu iki kardeşten kurtulmak
ve parayı bularak kendine saklamaktır. Açgözlülüğü onu tehlikeli bir insan ve tüm aile
bağları için bir tehdit haline getirmektedir. Zlatil'de parasına saplantı halinde bağlıdır ve
gizlediği yeri sürekli değiştirerek, oğullarının (özellikle Rali'nin) gözlerinden uzak
tutmaya çalışır.
Bu şüphe ve kin dolu,zehirli ortama, Pavli'nin nişanlısı Boryana girer, Boryana
evini terk etmiştir; çünkü babası onun Pavli'yle evlenmesine izin vermemektedir.
Boryana zengin bir aileden gelmektedir ve Pavli ona uygun değildir. Bu durum, Rali'ye,
Boryana'nın evdeki varlığına karşı çıkması ve Alfatavi adındaki köyüne geri
gönderilmesini istemesi için bir fırsat vermektedir. Fakat herkes Rali gibi
düşünmemektedir. Evlenmeden önce Pavli'nin evine yerleşerek ataerkil düzenin
kurallarına karşı geldiği doğrudur: Aşkını özgürce yaşamaktadır ve bu bağlamda Albena
da dahil, Yovkov'un kahramanlarından bazılarını hatırlatmaktadır. Fakat Boryana'nın en
önemli özelliği bu değildir. Onun güzelliği, iyilikle birleşmiştir: Andrey'in de onun
hakkında dediği gibi, "O paradan, hazineden daha değerli". Andrey, Boryana ile iyi
anlaşabileceğini düşünmektedir. O ve karısının, Rali ile araları açıktır, fakat aile içinde
fazla sözü geçmemektedir, çünkü sadece ikinci oğuldur. Kavgalardan, kinden ve
babasının cimriliğinden bıkmıştır; yani evde kalmaktan memnun değildir ve diğer
insanlara yardım ederek, fakirleri koruyarak huzur aramaktadır, tıpkı Jetvaryat (Orakçı)
adlı öyküdeki Grozdan’da gibi. Boryana'nın varlığının ailenin refahı için ne kadar
önemli olduğunu bilen tek kişidir. Boryana'nın şarkı söylediğinde bir "kırlangıca"
benzediğini düşünmektedir. Boryana evdeki herkese sevgiyle yaklaşmaktadır, hatta
kendisine iyi davranmayanlara bile . Boryana, Zlatil'in evine girdiği andan itibaren,
oyun, karakterlerin dramasından ahlaki değerlerin, fikirlerin dramasına dönüşür. Para
181
(aileyi bölen şeytani güç) ve şarkı söyleyen kuş motifi, Boryana'nın vücuda getirdiği
iyilik sembolü arasındaki çekişme gittikçe kızışmaktadır.
İnsan ilişkilerinde yıkıcı bir güç olarak para, daha önce Elin Pelin tarafından
başarılı kısa romanı (büyük öykü) Geratsite'de (Gerak Ailesi) ele alınmıştır. Bu iki eser,
konu açısından benzerlikler taşırlar. Gerak ailesi de üç oğuldan ve cimri, parasını
saklayan ve çocuklarının arkasından entrikalar çevireceğinden korkan bir babadan
oluşmaktadır. Aile, düşmanlık yüzünden dağılmıştır. Bu benzerlik yüzünden, bir
edebiyat gazetesi olan Literaturen glas (Edebiyatın Sesi), Yovkov'u neredeyse
hırsızlıkla suçlama noktasına gelmiştir.6 Yovkov bu iddiaya Zora 7 (Tan Vakti) adlı
gazetede açıklama yaparak karşılık vermiştir. Bu açıklamada, Boryana adlı öyküsünü
Antimovo Hanındaki Akşamlar adlı kitapta yer alan İmane (Para, 1927) adlı öyküsünden
esinlenerek yazdığını söyler. Fakat Boryana’yı “Para”nın bir uyarlaması olarak kabul
etmek kolay değildir. Öykü, parasını iki kızından ve damatlarından saklayan, ölmek
üzere olan yaşlı bir kadını konu almaktadır. Bu para yıllar boyunca, çocukların ve
ebeveynlerin birbirleriyle yakın ve sevgi dolu ilişkiler kurmalarına izin vermeyen bir
lanet gibi ailenin üzerinde asılı kalmıştır. Yaşlı kadın paranın gizli olduğu yeri
söylememe kararına varır ve sırrıyla birlikte ölür. Yovkov'a göre, Boryana'nın bir başka
kaynağı daha vardır, o da bizzat gerçekliktir. Aynı açıklamada, Harmanlı’da
(Bulgaristan’ın Türkiye sınırına yakın bir kasabası)öğretmen olan arkadaşı Petko
Tişelov'un kendisine, parasını oğullarından saklayan yaşlı bir köylüden bahsettiğini
söyler. Çocuklardan biri parayı bulmuş ve çalmış ve adam da kederinden ölmüştür.
Yovkov, bu öykü üzerine şu yorumu yapmaktadır :
“Bu olay, işlenmemiş haliyle bile oyunumda bulunabilecek tüm verileri
içeriyor” 8.
Daha sonra Tişelov, Yovkov'la yaptığı tartışmalarda Yovkov'un "cimrilik", "saklı
para", "zenginlik" ve "aile içi tartışmalar" gibi konulara özel bir ilgi gösterdiğini
onaylamıştır. 9 Tişelov, haklı olarak, aynı tip yaratıcı kaynakların Plautus, Molière ve
Nikolay Gogol gibi yazarlar tarafından dünya edebiyatına sokulduğunu belirtmiştir.
182
Fakat Yovkov'un açıklaması olmadan da onun oyunu ve Geratsite “Gerak
Ailesi” arasındaki farkı sezmek mümkündür. Elin Pelin, paranın yıkıcı gücünü
gösterirken oldukça tutarlı davranmış ve öyküyü acı bir sonla bitirmiştir, Gerak'lar
ailece yıkılmış ve ataerkil yaşam biçimleri tamamıyla parçalanmıştır. Ahlak kurallarının
savunucusu Yovkov ise, eski düzeni mümkün olduğu kadar muhafaza etmeye
çalışmıştır. Bu da, Boryana'nın rolünü belirlemektedir. Boryana, Zlatil'in evine güven,
aşk ve ihtiyacı olan neşeyi getirmiştir. Onun iyiliği bulaşıcıdır ve yavaş yavaş evdeki
herkesin kalbini kazanır. Zlatil'le parası hakkında açık açık konuşmaktan kaçınır ve
paranın saklı olduğu yeri tesadüfen bulduğunda ona söyler. Bu sayede Zlatil'in güvenini
kazanır ve Zlatil'in dönüşümü başlar. Boryana'nın niyetinin ona zarar vermek değil, onu
korumak olduğunu anlar. Oyunun sonunda Zlatil, şu itirafta bulunur:
“Bu para! Otuz yıl boyunca sakladım.. Şeytana uydum. Şeytana hizmet ettim.
Boryana'nın gelmesi iyi oldu... Sanki onu Tanrı göndermiş gibi. Bitti. Kendimi azad
edilmiş gibi hissediyorum”.10
Parayı oğulları arasında eşit olarak dağıtmaya karar verir. "Şarkı söyleyen kuş",
tüm aileye barış ve uyum getirme amacını gerçekleştirmiştir. Yovkov, kuş motifini daha
önce Po jitsata “Teller Boyunca” adlı öyküde, umut habercisi olarak kullanmıştır. Şimdi
bu motifin işlevini yeni bir yönde geliştirmektedir: Ahlaki açıdan iyiliğin mehteri olarak
hareket etmek. Diğer bir deyişle, Yovkov, ahlakı estetik kategorisine yükseltir,
eleştirmenlerden biri bunu "iyiliğin estetikleştirilmesi" olarak adlandırmıştır.11
Fakat bir drama yazarı olarak Yovkov, törelcilik (ataerkil) eğilimlerinin bedelini
ağır ödemiştir. Dramatik eser tipinin kurallarına karşı çıkan Boryana adlı öykü, mutlu
bir sonla biter, bizce bu mutlu son, eserin temelindeki çelişkinin başlangıçtaki
keskinliğini köreltmektedir. Boryana, ayrıca babasıyla kendisi arasındaki anlaşmazlığı
da çözmeyi başararak, Pavli'yle evlenme izni alır. Sonuç olarak, sadece Zlatil'in
ailesinin kurtarıcısı olmakla kalmaz, ataerkil düzenin savunucusu ve aynı zamanda
bağımsız ve özgür bir kadın olarak da karşımıza çıkar. Boryana'da Yovkov, Albena'ya
bir alternatif yaratmayı başarmış olabilir; fakat bir darama yazarı olarak hala başarılı
sayılamaz. Boryana bize bir dramadan çok pastoral bir öyküyü hatırlatmaktadır.
183
6.3. MİLİONERIT (Milyoner)
Para konusu, Yovkov'un tek komedi eseri olan Milyoner'de tekrar karşımıza
çıkar ve bu oyun, sürpriz bir biçimde, Yovkov'un komedi türünün sırlarını oldukça iyi
bir şekilde anladığını gösterir. "Sürpriz bir biçimde" diyoruz, çünkü Yovkov'un
öyküleri, komediden çok dramatik unsurlar içerdiği için, komedi türünde daha çok
sıkıntı çekmesi beklenebilir. Aslında Yovkov hiç bir zaman "kuru" bir nesir yazarı
olmamıştır; fakat espri yapmak da onun güçlü olduğu noktalardan biri değildir.
Milyoner'in halk tarafından kabul görmesinin, Yovkov’un Priklyuçeniya na Gorolomov
(Gorolomov'un Maceraları) adlı eseri yazarak satirik (eleştirel,hiciv) öykü türünü
deneme kararıyla ilgisi olup olmadığı hakkında spekülasyonlarda bulunmak
mümkündür.
Milyoner'in konusu, tipik bir komedi özelliği taşır: Çok zengin olduğuna
inanılan bir karakterin yoksul olduğu ortaya çıkar. Dobruca'da küçük bir kasabanın
saygıdeğer bir vatandaşı olan Bay Maslarski, kasabanın sakinlerine müziği sevdirmek
için yeni bir müzik topluluğu kurmaya kalkınca, işler karışır. Topluluğun kurucu
üyelerine göre, müzik sadece insanları asilleştirmekle kalmayıp, aynı zamanda onları
birbirine yaklaştırmaktadır. Bir toplantıda, halktan bazı saygın kişiler, topluluğun üyesi
olmak üzere aday gösterilirler. Fakat veteriner Hristo Kondov'un adı söylendiğinde, Bay
Maslarski ve birkaç kişi itiraz eder. Onu sevmemektedirler; çünkü Kondov, gevşek,
acayip ve ataerkil düzenin kurallarına uymayan biridir. Hatta Bay Maslarski, Kondov'un
ahlaksız davranışlarının,onun kızını kasaba dışına göndermesine neden olduğunu bile
söyler. Fakat topluluk içinden biri, Kondov'un milyoner olduğunu söyleyince, durum
tamamen değişir. Haber bir büyü etkisi yapmıştır. Şimdi herkes Kondov'un üye olması
gerektiğini düşünmektedir. Ancak, Bay Maslarski Kondov'un topluluğa üye olarak
kabul edilmesini teklif etmekle kalmaz, onursal başkanlığa da onu aday gösterir. Ayrıca
kızının, neden kasaba dışındaki aile evinde yaşamayı seçtiğine dair öyküyü de değiştirir.
Kızı taze şehir havası almak istediği için kasabadan ayrılmıştır.
184
Kondov'un varsayılan zenginliği üzerine haberler yayıldıkça, özellikle de
kadınların hedefi haline gelmeye başlar. Fakat Kondov, tanıdığı kişilere bankadaki
paranın kendisine değil, onunla aynı adı taşıyan bir başka kişiye ait olduğunu söylemez.
En, sonunda, onun hayranlardan biri olan Kristina, onunla sahte bir nişan yapmaya
bile kalkar; Kondov meyhanede uyuyakalmıştır, Kristina Kondov'un yüzüğünü
parmağından çıkarır ve yerine kendi yüzüğünü takar. Ertesi sabah Kondov nişanlı
olduğunu öğrenir ve şaşırır. Fakat Kondov'u "keşfetme" girişimlerinin en büyüğü Bayan
Maslarski'den gelir. Kondov'un çalışması için rahat ve huzurlu bir yere ihtiyacı olduğu
gerekçesiyle (aslında aklında kızı vardır) doktora, evinde bir oda kiralamayı teklif eder.
Daha sonra neredeyse zor kullanarak Kondov'u evine alır ve kocasıyla birlikte eve
kilitler. Kızı Evgeniya'yı geri getirmek için evden ayrıldığında, Bay Maslarski de
Kondov'u kağıt oynayarak eğlendirmeye çalışacaktır. Kondov sıkılıp gitmek
istediğinde, kapının kilitli olduğunu ve Maslarski'lerin evinde hapsedildiğini anlar.
Bu arada, Bayan Maslarski Evgeniya ve Kondov'un gerçekten birbirlerine aşık
olduğunu ve aslında onları evlendirmenin hiç de zor olmadığını farketmemiştir.
Evgeniya kasabaya geri döner dönmez, Bayan Maslarski onu Kondov'la evde yalnız
bırakır ve kısa bir süre sonra geri geldiğinde, çifti öpüşürken bulur. "Kızgınlığını" ifade
ettikten sonra, ailesinin ününü kirlettiği için Kondov'un Evgeniya ile evlenmekten başka
şansı olmadığını söyler. Ikisi de bu isteği sevinçle kabul ederler; fakat Kondov'un başına
gelenler hakkındaki gerçeği gizlemeye karar verirler. Şimdiye kadar onlar oyunun
"kurbanı" olmuştur, ama şimdi sıra onlardadır. Hemen evlenirler ve balayına giderler.
Oyunun sonunda Kondov'dan, onun milyoner olmadığını ve gerçek mali durumunu
neden gizlediğini anlatan bir mektup gelir. Bayan Maslarski yıkılır ve bu evliliği
bozacağına yemin eder.
Milyoner dört bölümden oluşur. Ilk bölümde, Maslarski'nin müzik topluluğu
kurmayı istediğini ve Kondov'un muhtemelen bir milyoner olduğunu öğreniriz. Ikinci
bölümde, Kondov hakkındaki haberlerin yerli halk ve özellikle de kadınlar üzerindeki
etkisi sergilenir. Üçüncü bölüm, Bayan Maslarski'nin kızı ve Kondov'u evlendirme
çabalarını konu alır ve dördüncü bölümde de, Kondov'un gerçek mali durumu
hakkındaki gerçekler ortaya çıkar.
185
Senaryosundan kaynaklanan bazı zayıf yanlarına rağmen (örneğin yardımcı
karakterler belli belirsiz kalmaktadır), Milyoner, eğlendirici bir "yanlışlıklar
komedisidir"dir ve günümüze gelinceye değin halk arasında popülerliğini korumuştur.
Fakat eleştiriler başka yöndedir. Örneğin Simeon Sultanov, Yovkov'un oyunların ele
alırken, Milyoner'den hiç söz etmez. Diğer eleştirmenler de Yovkov'u, Gogol'un
Revizor (Müfettiş) 12 adlı eserine aşırı bağlı kalmakla suçlar; son sahne, bu suçlar için
zemin hazırlamaktadır. Bu sahne, Müfettiş adlı oyunda, postacının "müfettişin müfettiş
olmadığını" gösteren mektubu getirdiği son sahneyi hatırlatmaktadır. Milyoner'in final
sahnesinde, Maslarski, Kondov'un gönderdiği "milyonerin aslında milyoner olmadığını"
yazan mektubu okur. Fakat bu suçlamaların, oyunun resmi boyutlarıyla ve içeriğiyle
hiçbir ilgisi yoktur. Diğer taraftan, Marksist eleştirmenlerin oyunun toplumu eleştiren
unsurlarının altını çizmemeleri şaşırtıcıdır.13 Halbuki bu unsurlar hem konuda, hem de
karakterlerin sunuluş biçiminde mevcuttur. Milyoner'in hareketliliğinin arkasındaki itici
güç paradır ve Yovkov, paranın yıkıcı gücünü göstermektedir. Para açgözlülüğe yol
açar, riyakarlığı arttırır ve sonuç olarak insan ilişkilerini mahveder. Aslında, Evgeniya
hariç hiç kimse para çılgınlığı hastalığına karşı bağışık değildir. Kondov'un milyoner
olmadığını bildiği halde onunla evlenmek istemektedir ve bu davranışıyla takdiri hak
etmektedir. Kondov'un parası olmadığını duyan herkes bundan olumsuz etkilenir.
Gerçekten de, Yovkov'un oyunu, parasal değerler üzerine kurulmuş bir topluluğun ağır
bir şekilde suçlandığı bir oyundur, fakat oyunun bu yönü hiç öne çıkmamıştır.
Yovkov'un oyunları, genelde artan bir eleştiri bombardımanına maruz kalmıştır.
Albena bazı çekincelerle beraber, ilginç bir oyun olarak övülürken, daha sonra bazı
sanat eleştirmenleri Boryana'nın "drama"14 olarak adlandırılıp adlandırılamayacağını
sorgulamaya başlamıştır. Milyoner'i de önemsiz bir komedi olarak kabul etmişlerdir.
Fakat en ağır darbe Obiknoven çovek (Sıradan Bir İnsan)la gelir; Masalitinov, oyunun
"silik"15 olduğu yorumunu yapar. Simeon Sultanov'un da dediği gibi, oyun, Yovkov'un
oyun yazarı olarak çabalarının "üzücü bir epilogudur".
186
6.4. OBİKNOVEN ÇOVEK (Sıradan Bir İnsan)
Sıradan Bir İnsan adlı oyunda, Yovkov, toplumsal bir drama yaratmaya
çalışmıştır. Aynı zamanda bu oyun, yazarın şehir temasını ele aldığı tek oyun ve Prof.
Dr. Charles A.Moser'in doğru biçimde gözlemlediği gibi, "Yovkov'un romanlarından ve
kısa öykülerinden gözle görülür biçimde uzak" bir oyundur. Yovkov, eleştirmenlerin,
kırsal, ataerkil yaşamları tasvir etmeyi bırakıp, modern şehrin gerçeğini tasvir etmesi
isteğine karşılık vermeye çalışmıştır. Ayrıca bu oyun, açık bir teze sahiptir; hayatın
içindeki iyi ve kötü problemine cevap bulmaya çalışır.
Soylu düşlere sahip ve hayata iyimser bakan genç bir kız olan Aniçka,
kendisiyle aynı dünya görüşünü paylaşacak gibi görünen ve onun kadar deneyimsiz olan
Aleksandır Strumski'yle tanışır ve hayatını onunla paylaşmaya karar verir. Fakat çok
kısa bir süre sonra, yanıldığını anlar: Strumski bir suçlu ve düzenbazdır. Yakalanır ve
bir hastanede ölür. Aniçka, Strumski'yle yaşadığı mutsuz ilişkisinin meyvesi olan
çocuğuyla yalnız kalır. Derin bir karamsarlık içindedir ve intihar etmeyi düşünmektedir,
ama çocuk içindeki umut kıvılcımlarını hala canlı tutmaktadır. Bu sırada, eskiden
tanıdığı Boris Brankov'la karşılaşır : Genç bir kızken tanışmışlar ve Aniçka onun aşkını
reddetmiştir; çünkü Brankov bir borsa spekülatörüdür ve kendisine koca olamayacak
kadar “sıkıcı” ve “sıradan” bir insandır. Şimdi ise Aniçka yoksulluk içindedir ve ona
yardım eli uzatan tek kişi Brankov'dur.
Diğer insanlar, örneğin Raşko ve karısı Stamenka da Aniçka'ya sempati
duymaktadırlar ama ona yardım etmeyi isteyen ve yardım edebilecek tek kişi
Brankov'dur. Brankov tutarlı bir adamdır, Aniçka'ya olan aşkı bitmemiştir, tek değişen
sosyal statüsüdür. Yurtdışında senelerce kaldıktan sonra mali konularda deneyim
kazanmış ve başarılı bir iş adamı olmuştur. Fakir ve işsiz insanlar için iş alanları
yaratmak üzere bir fabrika kurmaya karar verir. Oyunun sonunda, Yovkov, pastoral bir
mutluluk tablosu resmetmeye çalışır. Fabrikanın kurulduğu yer olan Sokolovets,
işçilerin rahat dairelerde yaşadığı, güzel parklarda dolaştığı ve eğlenceli faaliyetlerin
tadını çıkardığı, dünya üzerinde bir cennet haline gelmiştir. İşçiler, Brankov'u, "sıradan
187
bir insan" iken bir kahraman haline gelen o kişiyi onurlandırırlar : O sadece Aniçka'nın
manevi kurtarıcısı değil, aynı zamanda sosyal bir reformcudur.
Bunun gibi bir öykünün gerçekçi mi yoksa tamamen hayali mi olduğunu sormak
gereksizdir. Şüphesiz bu tür olaylara gerçek hayatta da rastlanmaktadır. Sorulması daha
uygun olan bir soru, bu tür bir konunun drama türü için uygun bir malzeme olup
olmayacağıdır. Cevap, Yovkov'un hayat görüşüyle yakından bağlantılıdır. Şüphesiz,
Sıradan Bir İnsan'ın yazarı, izleyenleri, Strumski tipinde, yıkıcı olarak gördüğü
insanların "güçlü", "ilginç", "ilham verici" ve "isyankar" kişilere karşı uyarmak
istemiştir. Fakat Brankov'u odak figür olarak sunarak, öncü bir drama aracı olarak
çelişki kaynağını ortadan kaldırmıştır. Yovkov, Brankov'u başarıya ulaştırmıştır, çünkü
toplum onun başarılı olmasını istemektedir : Her iki taraf da bunu kabul etmektedir.
Bunun yanısıra, Yovkov, ataerkil, idealist çözümlerini geleneksel, kırsal toplumdan
çıkarır ve idealist, ataerkil fikirler ve modern şehir hayatının acımasız gerçekleri
arasındaki gözle görülür farklılığı görmezden gelerek, bunları farklı bir sosyal alana
yönlendirir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse ; Yovkov, kendisini sosyal
çelişkilerin yıkıcı olduğunu reddeden sosyal bir barış şairi olarak takdim eder. Bu fikir
ilk olarak, Orakçı adlı kısa romanda ortaya çıkmış ve Çiflikıt kray granitsata (Sınırdaki
Çiftlik) adlı eserde tekrarlanmıştır. Daha önceki romanlarda sınırları çizilen konu,
Sıradan Bir İnsan'da neredeyse bir sembol haline gelmiştir.
Kısaca, Sıradan Bir İnsan'ın dramatik konusundaki ahlaki fikir, bazı değerlere
sahip ve yazarın soylu niyetleriyle bezeli olsa da, drama türünde bir oyun için konu
olmaya uygun değildir. Sonuç olarak, Sıradan Bir İnsan, başından itibaren başarısızlığa
mahkumdur. Bulgar Ulusal Tiyatrosu’nda sadece bir sezon (1935-1936) sahnelendikten
sonra kaldırılmış ve bir daha hiçbir Bulgar tiyatrosunda sahnelenmemiştir. 1944'ten
sonra ülkede kurulan siyasi rejimin oyunun uygun bulunmadığı da şüphe götürmez bir
gerçektir.
Kamuoyunda başarılı bulunmamasına rağmen, Yovkov'un dramaları, önemsiz
oldukları gerekçesiyle bir kenara atılmamalıdır. Teknik açıdan eksik olmakla birlikte,
bazı olasılıkları içermektedirler ve Bulgar ulusal tiyatrosunun tarihinde önemli bir
188
bölüm oluştururlar. Yovkov, Bulgar tiyatrosuna şiddetle ihtiyaç duyduğu ahlaki boyutu
getirmiştir, çünkü tiyatroda uzun süre sadece tarihi, ulusal ve sosyal konuları ele alan
oyunlar sergilenmiştir. Yovkov, tiyatronun gidişatını değiştirmekte başarısız olsa bile,
doğru yolu göstermiştir ve yeni sanatsal ve temasal yollar arama çabası saygıyı
haketmektedir. Yovkov'un tiyatrodaki başarısızlığının temel nedenlerinden biri, özgün
bir tür olarak dramayı yanlış anlamış olmasıdır. Dramanın da "epik" olduğunda ısrar
etmiş ve bu yanlış yargı, yazdığı tüm oyunları etkilemiştir, çünkü bu oyunlardaki epik
öğeler, dramatik öğelerin önüne geçmektedir. Fakat Yovkov, yönetmenleri, onun
oyunlarını yanlış biçimde sahneye koydukları gerekçesiyle suçlamakta haklıdır. Albena
ve Boryana, günlük hayatın gerçekçi dramaları - bitovi drami olarak oynanmış ve
bildiğimiz kadarıyla hala da oynanmaktadırlar. Bu tür bir yorum, oyunları derinlikten
yoksun bırakmaktadır. Bu oyunlar, realist detayları veya karakterizasyonu değil,
fikirlerin önemini vurgulayan, metaforik bir tiyatro tipi için daha uygundurlar. Hem
Albena, hem de Boryana, hiperbollerdir veya ahlaki düşüncelerin sembolleridir ve o
şekilde sahneye konmaları gerekir. Eğer gelecekte bu dramalar, hayal gücüne sahip
yönetmenler tarafından sahneye konursa, şimdiye kadar olduklarından çok daha önemli
eserler olarak ortaya çıkabilirler.
189
SONUÇ
Yordan Yovkov'un Bulgar edebiyatındaki yeri, birçok açıdan ayrıcalıklıdır. Onun
eserleri sayesinde, genel anlamda Bulgar edebiyatı ve özellikle Bulgar öyküleri,
uluslararası boyutta başarıya ulaşmıştır. Ünlü Alman düşünürü ve yazarı Thomas
Mann, Yovkov'un “İvan Belin'in Günahı” adlı öyküsünü, Dünyanın En Güzel Öyküleri
(1956) adlı öykü antolojisine dahil etmiştir. Bu onura layık görülen tek Bulgar eseri de
bu öyküdür. Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İvo Andriç (1963), Yovkov'a duyduğu
minnettarlığı her fırsatta ifade eder, ona göre Yovkov, yöresel değerleri evrensel düzeye
çıkarma konusunda eşi görülmemiş bir yeteneğe sahiptir.
Birçok ülkeden bilim adamları, Yordan Yovkov'un öykülerini farklı yönlerden
ele alarak incelemişlerdir. Yovkov'un Bulgar edebiyat tarihindeki yeri, Amerikalı
eleştirmenlerin giderek daha çok ilgisini çekmektedir.1 Bunların arasında önemli bir
yere sahip olan Profesör Charles A. Moser, Yovkov'un Bulgar edebiyatındaki yerini
Pesimizm/Optimizm, Nasyonalizm/Enternasyonalizm gibi "entellektüel ve edebi
koordinatlar" kullanarak tanımlamıştır. Yovkov'un edebiyata olan katkısını, onun bu
sorulara karşı tutumunu diğer Bulgar yazarların tutumlarıyla somut bir şekilde yanyana
koyarak değerlendirir. Analiz, Yovkov'un bu temaları yenilikçi bir şekilde ele aldığını,
gelecek, ülkenin kaderi ve insan ilişkileri hakkındaki mevcut fikirlere karşı çıktığını
göstermektedir. Yovkov, düşünceli optimizmin tarafını tutarak pesimizmi reddetmiştir.
Fakat optimizm, Yovkov'un felsefesinde her zaman, insanlara zor anlarda problemlerin
üstesinden gelmek için ihtiyaç duydukları gücü veren ulusal kültürel bir geleneği
kabullenme ve hatta güçlendirme ile bağlantılıdır. Yovkov, ulusal değerlere saygı
göstermeden yaşanmayacağını ileri sürer. Bir ülke halkı, ulusal bir gurur anlayışı
geliştirmek için çabalamalıdır aksi taktirde olumlu hiçbirşey elde edemez. Bazı
durumlarda "Avrupalılaşma" olarak adlandırılan, diğer Avrupa ülkelerini düşüncesizce
taklit etme eğilimi reddedilmeli ve temellerin dayandırılacağı pozitif unsurlar
keşfedilmelidir. Bu pozitif değerlerin arayışı, Bulgar ruhunun epey derinliklerine inmeyi
gerektirir. Yazar, edebi çalışmalarını bu ilkeye dayandırmıştır, Bulgar edebiyatındaki
ulusal, sosyal ve kültürel nihilizme doğru güçlü bir eğilimin onu bu kadar kızdırmasının
sebebi de budur. Bay Ganyu (1895) adlı romanında, Bulgarları negatif bir imajla tasvir
190
eden Bulgar nesir yazarı Aleko Konstantinov'u eğitilmemiş ve uygar olmayan bir kişilik
olarak resmetmiş ve ona karşı sert bir saldırıda bulunmuştur. Yovkov bir defasında Bay
Ganyu adlı eser hakkında şunları söylemiştir:
“Bu eser, ulusumuzun geçirdiği evrimde kirli bir role sahip. Bulgarlar yemek
yerken Avrupalılar gibi davranmıyorlar. O da Avrupalılar gibi yıkanmıyor. Ne önemi
var? Bir milletin temeli bu mudur ? Bulgarların bilincinde kendileri hakkında
bırakmak istediği imaj bu mudur ? Bu, onları felç eder. Bulgarlar, Avrupalıları taklit
etmeleri, Avrupalı olmaları gerektiğini düşünmeye ve kendi hayat tarzlarından
utanmaya, hatta kendilerine gülmeye başlamışlardır. Sonuç olarak, ulusal, geleneksel
olan her şeyle olan bağları kopmuştur ve Bulgar ruhunda üzülmemiz ve düzeltmeye
çalışmamız gereken bir erozyon meydana gelmiştir”.2
Yaratıcı bir yazar olarak Yordan Yovkov, tüm hayatını kendi ulusunun ruhunun
özgünlüğünü aramakla geçirmiştir. Böylece, ilgisini Bulgar toplumunun en derin ve en
otantik katmanına, yani folklorik, ataerkil gelenekleri ve kültürüyle köylülere
yöneltmiştir. Fakat, Yovkov’cu gelenek kültünün, onun yaratıcı çalışmalarının tematik
veya şekilsel düzeylerinde sanatsal gelenekselciliğe dönüştürülmediğini vurgulamak
gerekir. Paradoksal olarak, çok sevdiği ülkesinin özgün özelliklerini tanımlama
isteğinde, Yovkov ayrıca, Bulgarları insanlığın geri kalanıyla bir arada tutan insani ve
evrensel boyutları da tanımlamıştır. Aşk ve iyilik, acı ve mutluluk, hayal ve gerçeklik
Yovkov'un tüm nesirlerinde iç içe geçmiştir. Pojitsata (Teller Boyunca)adlı öykünün
odak figürü olan köylü, her zaman insanların mutluluğu yakalama umutlarını sembolize
edecek ve Yovkov da her zaman umudun yazarı olacaktır. Yovkov'un Bulgar
edebiyatına en büyük katkısı, bir yazar olarak tartışılmaz kuvveti, bazı ahlaki ve felsefi
değerlere sahip yeni bir karakter yaratmasıdır. Daha önce hiçbir Bulgar yazar, o günün
sosyal, vatanseverlik ya da siyasi konularıyla ilgilenmeyen bir kahraman yaratmamıştır.
Yovkov'un kahramanları evrensel insanlık sorunlarıyla meşguldür. Acı çekerler, aşk için
ölmeye hazırdırlar ; başkaları için özveride bulunmaya, yardım etmeye hazırlıklıdırlar;
güzelliği ve güzel olanı ararlar. Yovkov'un karakterlerinin bir çoğu, karar vermeden
önce, kendi iç dünyalarında çetin mücadeleler verirler; fakat kural olarak verdikleri her
karar onları biraz daha geliştirir. Bulgar edebiyatında kahramanların yenilikçi bir
191
şekilde ele alınması, Yovkov'un dünya edebiyatının evrensel değerleriyle bağlantısının
en açık göstergesidir. Yovkov, uzak Dobruca'dan "küçük" karakterler yaratarak, Bulgar
edebiyatına, büyük dünya edebiyatları ailesine katılma yolunu açmıştır.
Yovkov'un bir yazar olarak önemi günümüzde giderek artmaktadır. Zaman ve
gelişen gerçeklik, onun şiirsel vizyonunun bilgeliğini doğrulamıştır. Yovkov, eserlerini
geçmiş kültüne dayandırsa da, aynı zamanda birçok açıdan modern bir yazardır. Kadın
ve erkek arasındaki ilişkileri ele alış şekli, çağdaş toplumun karşılaştığı değişiklikleri
anladığını ve neye sempati duyduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Yovkov'un dünya
görüşünde, kadın erkeğe eşittir, kendi mutluluğunun peşinden koşma, aşkı arama, hayat
arkadaşını özgürce seçme hakkına sahip, bağımsız bir varlıktır. Fakat Yovkov, insan
ilişkilerinin cinsel yönünü görmezlikten gelmiştir. Fiziksel çekicilik, onun güzellik
anlayışında önemli bir rol oynamasına rağmen, kadın-erkek ilişkileri, idealist temellere
dayanmaktadır. Yovkov, bu anlamda, çağdaş kadın-erkek eşitliği ilkesinin öncülerinden
biri sayılabilir.
Son olarak bir soruya daha yanıt aramamız gerekmektedir: “Yordan Yovkov'un
Bulgar edebiyatının gelişimine etkisi ne olmuştur?” Bulgaristan'da yaşanan ve onun
onaylamadığı siyasi ve toplumsal gelişmelere rağmen, Yovkov'un öyküleri, kendisinden
sonra gelen birçok yazarın hayal gücüne etki etmiştir. Savaş öncesi nesilden olmasına
rağmen Angel Karaliçev, karakterleri doğayla içiçe resmetme ve karakter olarak basit ve
fakir insanları tercih etme eğilimiyle bize Yovkov'u hatırlatmaktadır. İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra tanınan veya edebi kariyerleri savaştan sonra başlayan İvaylo Petrov,
İliya Volen ve Yordan Radiçkov gibi diğer yazarlar, Yovkov'un felsefi ve estetik
inançlarından bazılarını geliştirmeye çalışmıştır. İvaylo Petrov ve İliya Volen, Bulgar
köylülerinin esrarengiz bilgeliğini Yovkov’cu bir tarzda tasvir ederler, Yordan
Radiçkov ise onların doğuştan gelen optimizmini ve edebi yaratıcılık yeteneklerini
sergiler. Bu yazarların hepsi, Yovkov'un öykülerinin dil ve üslup zenginliğinden
yararlanmış ve folklora yakın bağlantısını takdir etmişlerdir. Bugün Bulgar edebiyatının
en önemli yazarları arasında bulunan bu kişiler, Yovkov'un sanat deneyiminin en temel
yönüne tutunmuşlardır: Bulgar folkloruna dayanan kökleri dolayısıyla Yovkov, Bulgar
192
edebiyatında gerçek bir atılım yapmıştır, diğer yazarlara ellerindeki ulusal kültürel
hazineyi kullanmayı öğretmiştir; yani köylülerin içsel, doğal yaratıcı özellikleri.
Yovkov'un felsefi ve ahlaki düşüncelerinin hepsinin dönemin baskısına
dayanabildiğini söyleyemeyiz. Bu, söz konusu düşüncelerin zamanla etkilerini ve
anlamlarını tamamen yitirdikleri anlamına da gelmez. Yovkov'un insanın asaletine ve
iyiliğine olan inancı, kişinin kendini ruhen geliştirebileceğine olan güveni, onun ahlaki
bütünlüğünün bir anıtı olarak sonsuza dek yaşayacaktır.
193
ABSTRACT
Yovkov’s place in the history of Bulgarian literature is in many ways
exceptional.Through his work Bulgarian literature in general and Bulgarian prose in
particular,have attained international standarts of achievement. The great German writer
Thomas Mann included Yovkov’s story “The Sin of Ivan Belin” in his anthology Die
Schönsten Erzählungen der Welt (The Most Beautiful Stories of the World,1956), the
only story in Balkan literature so honored. Ivo Andrić,the Yugoslav Nobel prize winner
for literature (1963), has acknowledged his indebtedness to Yovkov,who,he believes
possesses an unusual ability to raise regional values to the level of universal
significance.
Scholars from many countries have studied various aspects of Yovkov’s prose.
There exist in American criticism a penetrating evaluation of Yovkov’s place in the
history of Bulgarian literature. Charles Moser has defined Yovkov’s location in
Bulgarian literature using certain “intellectual and literary coordinates”, such as
Pessimism / Optimism or Nationalism / Internationalism. He assesses Yovkov’s
contribution to literature through a concrete juxtaposition of his attitude to this question
with that of other Bulgarian writers. The analysis clearly shows Yovkov’s innovative
treatment of this themes,his opposition to prevailing views on the future, on the
historical destiny of his country,on human relationships. Yovkov definitely rejected
pessimism in favour of thoughtful optimism. However, the latter is always linked in
Yovkov’s philosophy with the acceptance and even cultivation of a national cultural
tradition which gives individuals the strenght to surmount problems in difficult
historical times. Without respect for one’s own national values,Yovkov argued, there
can be nu question of survivial. A people should strive to develop a sense of national
pride,without which a nation can achieve nothing positive. Discovering positive
elements to build on should be accompanied by a rejection of thoughtless imimtation of
other European nations, of the process which has been smetimes defined as
“Europeanization”. The search for positive values requires penetrating to the very depth
of the Bulgarian soul. The writer adhered to this principle in his own literary endeavors
and this is why he was upset by a strong tendency toward national,social and cultural
nihilism in Bulgarian letters. Yovkov mounted a bitter attack against Aleko
194
Konstantinov (1863-1897) ,a Bulgarian prose writer who created a negative image of
the Bulgarian in his novel Bay Ganyo (1895) , by depicting him as an uneducated and
totally uncivilized boor. Yovkov once said of Bay Ganyo:
It played a dirty role in the evaluation of our nation. The Bulgarian doesn’t
possess European manners in eating. He doesn’t wash himself as a European does.
What of it ? Is this the heart of a nation ? And should the Bulgarian have such an image
of himself in his own consciousness ? This paralyzes him. The Bulgarian began to think
that he should imitate Europeans, to become European; and he began to be ashamed of
his own way of life,to kaugh at it. Consequently, he severd his ties with everything
national., with the traditional, and there occured a shift in Bulgarian’s soul which we
regret and seek to correct.
As a creative writer Yovkov devoted his whole life to the search for the unique
specificity of his nation’s spirit. In so doing he turned to the deepest and most authentic
layers of Bulgarian society, that is, to the peasantry, with its folkloristic, patriarchal
tradition and culture. However, it should be stressed that the “Yovkovian” cult of
tradition wasn’t translated into artistic traditionalism on either the thematic or formal
levels of his creative effort. Paradoxically,in his desire to define the spesific
characteristics of the nation he loved so much,Yovkov also defined the human and
universal dimension which link Bulgarian with the rest of mankind. Love and goodness,
sorrow and joy, dream and reality are closely interwoven in the whole of Yovkov’s
prose. The peasant from “Along the wire” will forever symbolize man’s hope of
happiness and Yovkov will always be the writer of hope. Yovkov’s greatest
contribution to Bulgarian literature, his indisputable strenght as a writer,lies in his
creation of a new character as bearer of certain moral and philosopical values. Never
before had a Bulgarian writer created a protagonist who was unconcerned with
social,patriotic or political issues of the day. His localized heroes are preoccupied with
universal human problems. They suffer and they are ready to die for love ; they are
prepared to sacrifice for others ,to evince charity they long for beauty. Many of
Yovkov’s characters experience exhausting internal struggles before reaching decisions
but as a rule their decisions lead to their personal improvement. This innovative
treatment of characters within the frame-work of Bulgarian literature constitutes
Yovkov’s most obvious link with universal values of world literature. In creating his
195
“small” characters from remote Dobrudzha,Yovkov opened the door for Bulgarian
literature to join the great family of world literature.
Yovkov’s significance as awriter continues to grow. Time and evolving reality
have continually confirmed the wisdom of his potential vision. Although he based his
writing on a cult of the past ,Yovkov at the same time was in many respects very
modern. His treatment of relationships between men and women leaves no doubt that he
perceived the changes facing contemporary society and also leaves no doubt where his
sympathies lay. In Yovkov’s perception of the world,women is equal to man ,an
independent being with the right to pursue her own happines,to search for love,to
choose freely her partner in life. However,Yovkov ignored the sexual aspects of human
relationships. Although physical attractiveness plays an important role in his concept of
beauty ,man-woman relationships are based on idealistic foundations. Yovkov may be
considered a forruner of the contemporary process of emancipation for women.
Finally ,what impact did Yovkov have on the later development of Bulgarian
literature? Despite political and social developments in Bulgaria unfavorable to
him,Yovkov’s prose caught the imagination of many writers who came after him. Angel
Karaliychev- though a member of the prewar generation- remind us of Yovkov with
wity his tendency to depict characters in their close association with nature and with his
obvious preference for simple and poor people. Others – such as Ivaylo Petrov , Iliya
Volen, and Yordan Radichkov- who became known or started their literary careers after
World War II, tried to develop some of Yovkov’s philosopical and esthetic beliefs.
Petrov and Volen often describe the uncanny wisdom of Bulgarian peasant in a
Yovkovian manner, while Radichkov presents their innate optimism and genuine
inventiveness. All these writers have benefited from the linguistic and stylistic richness
of Yovkov’s prose and have recognized its close connection with folklore. These writers
– who are today among the most significant authors in Bulgarian literature – have
grasped the most essential aspect of Yovkov’s artistic experience; its roots in Bulgarian
folklore. Thus Yovkov effected a true artistic upheaval in Bulgarian literature – he
taught others to use the national cultural treasure that is the inborn, spontaneous creative
achievment of the pesantry.
As for Yovkov’s philosopical and ethical ideas, noy all of them have withstood
the pressure of time. This doesn’t necessarily mean that they have become entirely
196
obsolete. Yovkov’s belief in human nobility and goodness, his faith in man’s capacity
for spiritual self-improvement, will remain an everlasting monument to his moral
entegrity.
197
NOTLAR
Bölüm 2
1. Yovkov'un doğum tarihi ile ilgili bu yanlış bilgi, ilk olarak 1919'da Jitva (Ekin) adlı
edebiyat antolojisinde yer almıştır, bu antolojide Yovkov'un doğum tarihi 8 Kasım
1884 olarak belirtilmiştir (s. 38).
2. Daha 1932 yılında, Yovkov'un doğduğu köy olan Jeravna'da bir öğretmen olan Vasil
Todorov, "Istinata okolo datata na rajdaneto na naşiya pisatel Yordan Yovkov
(Yazarımız Yordan Yovkov'un Doğum Tarihi Hakkındaki Gerçek)" adında bir
makale yazmış ve tanınmış edebiyatçı Mihail Arnaudov'a göndermiştir. Fakat
Yovkov buna itiraz etmiş ve makale hiçbir zaman yayınlanmamıştır. Bu konuda daha
fazla bilgi için bakınız Spiridon Kazanciev, Sreşti i razgovori s Yordan Yovkov
(Yordan Yovkov'la Buluşmalar ve Sohbetler) (Sofya, 1960), s.69.
3. Yovkov, Todorov'un makale yazdığını duyar duymaz ondan bu fikirden
vazgeçmesini isteyen bir mektup yazdı. Todorov'un yazdığı herşey doğru olmasına
rağmen, Todorov kabul etti. Yovkov'un Todorov'a yazdığı mektup, Dimo Minev'in
Yordan Yovkov. Spomeni i dokumenti (Yordan Yovkov, Hatıralar ve Belgeler) (Varna,
1969) adlı belge koleksiyonunda yeniden yer aldı, s. 21-22.
4 Georgi Konstantinov, Tvortsi na Bılgarskata literatura (Bulgar Edebiyatı Yazarları)
(Sofya, 1941), s. 200.
5. Bu başlık, 1947 yılında Varna'da yayınlanan ilk baskının başlığıdır. İkinci,
genişletilmiş baskı, üçüncü dipnotta verilen başlık altında yayımlandı.
6. Danail Konstantinov, Jeravna v minaloto i do dneşno vreme (Geçmişte ve Şimdi
Jeravna) (Jeravna, 1948), s. 511. Bu ismin etimolojisine sayfa 60-61'de atıfta
bulunulmuştur.
198
7. Jeravna'nın geçmişi, Trakya zamanlarına kadar uzanır. Daha sonra Romen
hakimiyetine girmiştir. Bugünkü Bulgaristan bölgesi Slavlar, Tatarlar ve Gotlar
tarafından işgal edildi. Gotlar bölgeyi terketti ve Slavlar Bulgarlarla birlikte ilk Bulgar
İmparatorluğunu kurdu. Bu imparatorluk, yaklaşık 10.yüzyıla kadar yaşadı, bu tarihte
Yunanlılar İmparatorluğu ele geçirdi ve Jeravna Bizans veya Bulgarların deyişiyle
Yunan işgali altına girdi.
8. İngilizce başlıklar Profesör Charles A. Moser'in History of Bulgarian Literature
(Bulgar Edebiyatı Tarihi) (The Hague and Paris, 1972) adlı kitabı ve "Yordan
Yovkov'un Hayali Realizmi" adlı, The Slavic and East European Journal'da yayınlanan
makalesinden alınmıştır, XI (1967), no.1.
9. Bakınız, Minev. D., s.26.
10. Poturi, kalın yünden yapılmış, düğmeli, geniş dar paçalı pantolon.
11. Saltamarka, bir çeşit kolsuz ceket, doublet.
12. Dobruca, aşağı Tuna nehri ovasında tarihi ve coğrafi bir bölgedir. Doğusunda
Karadeniz'le sınır komşusudur, Batova Nehri bölgenin kuzey ve kuzeybatı sınırını
oluşturur. Batova nehri vadisi de bölgeyi güneyden çevreler. Güneybatı sınırı belli
değildir. Romanya ve Bulgaristan 19. yüzyılda bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz,
Dobruca bu iki ülkeyi bağlayan bölge haline geldi. Romanya ve Bulgaristan
hükümetlerinin 1940'ta yaptığı anlaşmaya göre, Dobruca, Romanya'da kalan Kuzey
Dobruca ve Bulgaristan'a verilen Güney Dobruca olarak ikiye bölündü, fakat
Dobruca'nın tümü 1919-1940 yılları arasında Romanya'ya aitti.
13. O zamanlar uygulanan Bulgar eğitim sistemi üç aşamadan oluşuyordu: Dört yıllık
ilkokul, üç yıllık ortaokul veya gymnasium. Diğer bir deyişle, öğrenciler ortaokul
sertifikası için sınava 11. sınıfta giriyorlardı.
199
14. Danail Konstantinov'a göre, Yovkov, Jeravna'yı terkettikten sonra, köyü iki defa
ziyaret etti, 1898 ve 1900 yılları arasında yaz tatillerini burada geçirdi. Bakınız
Minev.D., s. 48.
15. Yordan Yovkov'un karısı Bayan Despina Yovkova'nın verdiği bilgi.
16. Bakınız, 1908 yılında Yordan Yovkov'la tanışan Georgi Vılçev ve Frosa Ivanova'nın
hatıraları, Minev.D., sırasıyla sayfa 113 ve 120.
17. Radikal Demokratik Parti, Demokratik Parti'den ayrılan bir grup tarafından 1905'de
kuruldu. Haziran 1918 ve Ağustos 1919 tarihleri arasında koalisyon hükümetinde yer
aldı. 1922'de adı Radikal Parti olarak değişti ve 1949 yılında kapatıldı.
18. Bakınız, Kalina Ivanova-Momova, Dimo Minev, alıntı.
19. Bir süre Sıdba (Kader,1905) adlı şiirin Yovkov'un ilk yayımladığı eser olduğu
düşünüldü. Yakın zamanlarda, D.K. Boşnakov, 14 Kasım 1980 tarihli Narodna
Kultura'da (Ulusal Kültür) yayınlanan bir esere daha erken bir tarihle yer verdi.
20. Bakınız, Minev.D., s. 130.
21. Modernizm hakkında ayrıntılı bir tartışma için bakınız Moser Charles A. History of
Bulgarian Literature, Bölüm IV "Modernizm ve Bireyselcilik Çağı (1896-1917)", s.
91-149.
22. Bulgar edebiyatında Sembolizm (bazen Neo-Romantizm olarak anılmaktadır)
Modernizmin gelişmesinde ikinci aşamaydı. İlk eserler bu yüzyılın başında
görülmüştür. Peyo Yavorov (1877-1914) Bulgar Sembolizminin en büyük
temsilcilerinden biri sayılır.
23. Minev.D., s. 138-140.
200
24. Bölüm 3'de sıralanmıştır.
25. Simeon Sultanov, Yovkov i negoviyat svyat (Yovkov ve Dünyası) (Sofya, Bılgarski
pisatel), 1968, s. 184-193.
26. Minev.D., s. 159.
27. Edebiyat eleştirmeni Nikola Atanasov'un günlüğünden (8 Mayıs 1932), Minev.D. ,
s. 227.
28. Bakınız Minev.D., s. 190.
29. 9 Ekim 1921 tarihli bir mektupta, Yovkov şunları yazmıştır: "Elçilikten 3 km uzakta
bir delikte (dıpka) yaşadım", Minev.D., s.181.
30. Petır Dinekov, Poslednite dni na Yordan Yovkov (Yordan Yovkov'un Son Günleri),
Plamık (Alev), No.11, 1980, s. 67-76. Ayrıca bakınız V. Ivanov, Smırtta na Yordan
Yovkov (Yordan Yovkov'un Ölümü), Minev.D. , s. 244-246.
201
Bölüm 3
1. Bulgar tarihçileri Dimitır Kosev, Hristo Hristov ve Dimitır Angelov , Kratka istoriya
na Bılgariya (Bulgaristan'ın Kısa Tarihi) adlı eserlerinde şöyle yazmışlardır:
"Savaşın ilanı Bulgar kitleler tarafından sevinçle karşılandı" (Sofya, 1962), s. 216.
2. E.Mozejko, Sztuka pisarska Jordana Jowkowa (Yordan Yovkov'un Edebiyat Sanatı)
(Wroclaw-Warsaw-Cracow, 1964), s. 31-32.
3. Bu olay, 1945 yılında Bulgaristan'da komünistlerin iktidarı ele geçirmesinden
hemen sonra meydana geldi. Yovkov sadece ataerkil ve geleneksel düşünceler kültü
yüzünden değil, ayrıca savaş öykülerinde resmi politikayı "gerici" biçimde
savunmakla da suçlandı. Bu eleştirel değerlendirme, 1950'lerin sonunda doğrulandı
ve sonunda reddedildi.
4. Simeon Sultanov, s. 33.
5. Grigor Vasilev, Yordan Yovkov: Spomeni i pisma (Yordan Yovkov : Hatıralar ve
Mektuplar) (Sofya, 1940), s. 64.
6. Efrem Karanfilov, Geroite vıv voennite razkazi na Yordan Yovkov (Yordan
Yovkov'un Savaş Öykülerindeki Kahramanlar), Poeziya v prozata (Nesirlerde
Şiirsellik) adlı kitap, (Sofya, 1957), s. 64-65.
7. Margaret Harkness'e Nisan 1888 tarihinde yazdığı mektupta Engels, Balzac hakkında
şu açıklamayı yapmaktadır: "Tamam, Balzac siyasi açıdan bir Yasacıdır (Legitimist-
yani feodal aristokrasinin çıkarlarını temsil eden ve 1792 yılında Fransa'da düşürülen
Bourbon'ların bir yandaşı); onun büyük eseri, iyi toplumun telafi edilemez çöküşüne
bitmez bir ağıttır, savunduğu herşey yokolmuştur. Fakat onun hicivleri hiçbir zaman
daha keskin, ironisi hiçbir zaman daha acı olmamıştır, onun en heyecanlı olduğu an,
ençok sempati duyduğu insanları, asilleri harekete geçirdiği andır." Bkz. Edebiyat ve
Sanatta Marx ve Engels (Moskova, Progress Publishers, 1976), s. 91-92.
202
8. Lev Tolstoy, Bulgar Edebiyatını ve Bulgar toplumunun düşüncelerini büyük ölçüde
etkilemiştir.
9. En büyük Bulgar realistlerinden biri olan Elin Pelin (1877-1949), geleneksel
ataerkil düzenin çöküşünü ve açgözlülüğün insan ilişkileri üzerindeki yıkıcı etkisini
Geratsite (Gerak Ailesi,1911) ve Zemya (Toprak,1922) gibi kısa öykülerinde tasvir
etmiştir. Bkz. Petır Pondev, Tvorçestvoto na Yovkov (Yovkov'un Eserleri),
Yovkov'un Sıbrani sıçineniya (Toplu Eserleri), cilt:7,I, s:17.
10. Yovkov.Y., cilt:1,s: 428.
11. Pesenta na Solveig adlı eser. Solveig, ünlü yazar Henrik İbsen'in Peer Gynt adlı
eserinin odak figürüdür. Peer Gynt yıllar sonra doğduğu köye, genç bir erkekken
sevdiği Solveig'in yanında ölmek için döner. Tüm bu yıllar boyunca ona sadık
kalmıştır.
12. Yovkov.Y.,cilt I, s.455.
13. İbid.,cilt I,s. 454.
14. İbid.,cilt I,s. 459.
15. İbid.,cilt I,s. 440.
16. İbid.,cilt I,s. 497.
17. Bu soruyla ilgili bazı açıklamalar Sztuka pisorska Jordana Jowkowa (Yordan
Yovkov'un Edebi Sanatı) adlı eserde bulunabilir, s. 30-40.
18. M.E. Kronegger, Edebiyatta Empresyonizm (New Haven, tarihsiz), s. 154.
19. İbid., s.37.
203
20. Vladimir Vasilev, Marşıt na pobedata i na smırtta (Zafer ve Ölümün Geçit
Töreni)", Zlatorog (Altın Boynuz),cilt I, (1920), s. 46-61; ve B.Y. (muhtemelen
Boris Yotsov) , Zlatorog'da yayınlanan kısa not, Iv, No.1 (1925), s. 54.
21. M.E. Kronegger, alıntı, s. 38-40.
22. Yovkov.Y.,cilt I,s. 459.
23. Hristo Yasenov (1889-1925), Kariyerine Sembolist bir yazar olarak başlayan ve Rus
devrimini savunan bir devrimci olarak son veren Bulgar şair.
24. Yovkov.Y.,cilt I,s. 396.
25.İbid.,cilt I, s. 489.
26 İbid.,cilt I, s.128.
27.İbid.,cilt I, s.189.
28.İbid., cilt I, s.529.
29. Mihail Kremen (1884-1964), Bulgar nesir ve anı yazarı, en önemli eseri Balkan
Savaşları boyunca yaşadıklarını anlatan Bregalnitsa’ dır (1920).
30. Vladimir Musakov (1877-1916). Kırvavi petna (Kan Lekeleri) adlı öyküsünde savaş
deneyimlerini yazan Bulgar yazar ve gazeteci.
31. Yovkov, I, 359.
32. İbid., I, 340.
33. Yovkov, II, 190-91.
204
34. İbid., I, 259.
205
Bölüm 4
1. Charles A. Moser, Yordan Yovkov’un Hayalci Realizmi, The Slavic and East
European Journal, XI, No.1 (1967), 44-58.
2. Ayrıca bkz, Simeon Sultanov, Yovkov i negoviyat svyat (Yovkov ve Dünyası)
(Sofya, 1968), s. 286. 41.sayfada yazar şunları söylemektedir: "Aslında, herhangi
büyük bir sanatçı gibi o da hem Realist hem Romantiktir. Kendini lanse etmeye
gelince, kusursuz bir Realisttir, fakat iç kavramları sorgulandığında Romantiktir".
3. Donald Fanger, Dostoyevski ve Romantik Realizm: Balzac, Dickens ve Gogol'la
Bağlantılı Olarak Dostoyevski Üzerine Bir Çalışma (Cambridge, Harward University
Press, 1965), 3. 307. Özellikle bkz Bölüm 1, “Realizm,Saf ve Romantik”.
4. Intelijensiya fenomeni Slavlardan kaynaklanmaktadır, Alman kültüründe de yeri
vardır. Terim, toplumun eğitimli kısmını temsil eder ve hayatını entellektüel
mesleklerden kazanan kişileri de (avukatlar, doktorlar,
öğretmenler,akademisyenler,yazarlar,şairler vb.) içerir.
5. Öykünün ilk versiyonu "anlatım zamanı" denilen -miş-li geçmiş zaman
(imperfectum) ve -di-li geçmiş zamanda (perfectum) yazılmıştır. Yaşlı bir köylü olan
Vılo, öyküyü okura anlatır gibi oradan geçmekte olan bir öğretmene anlatır. Yaşlı
köylünün folklorik bakış açısı öğretmen aracılığıyla bastırılır. Yovkov, bunu
öykünün 1927 yılında basılan ikinci versiyonunda değiştirmiştir. Yaşlı köylünün
rolünü anlatmış ve ayrıca öyküyü "doğrudan" geçmiş zamanda yazmıştır. İlk
versiyonda anlatıcı öğretmendir fakat ikinci versiyonda olayları köylünün bakış
açısından sunan folklorik bir anlatıcı sözkonusudur.
6. Charles A.Moser, "Hayalci Realizm", s. 49.
7. Spiridon Kazanciev, Sreşti i razgovori s Yordan Yovkov (Yordan Yovkov'la
Buluşmalar ve Sohbetler) (Sofya, 1960), s. 34 (giriş 18 Eylül 1930).
206
8. İbid., s. 12 (giriş 21 Nisan 1929)
9. İbid., I, 38 (giriş 1 Ekim 1930),Charles A. Moser tarafından "Hayalci Realizm"de
çevrildiği biçimiyle, s. 47.
10. Ibid., s. 37-38 Charles A.Moser'in çevirdiği şekliyle, s. 47.
11. Ibid., I, 38
12. Bu öykünün ayrıntılı bir özeti Charles A. Moser’ın, "Hayalci Realizm"adlı
kitabında bulunabilir, s. 56-57 Ayrıca Bulgar Edebiyatı Tarihi adlı eseri (The
Hauge: Mouton, 1972), s. 199.
13. Stefan Vasilev, Estetiçeski problemi v tvorçestvoto na Yordan Yovkov (Yordan
Yovkov'un Eserlerinde Estetik Problemi,Sofya Izdatelstvo na Bılgarska Akademiya
na Naukite (Bulgar Bilimler Akademisi), 1961), s. 163.
14. Bkz. Pantaley Zarev, "Yordan Yovkov", İstoriya na bılgarskata literatura (Bulgar
Edebiyatı Tarihi,Sofya, 1976), cilt IV, s.264.
15. Tolstoy'un sosyal teorilerinden bazıları Yovkov'da yankı bulmuş olsa da, bu konuda
daha kapsamlı bir inceleme yapılması gerekmektedir. Aynı durum Tolstoy'un genel
anlamda Yovkov üzerindeki etkisi için de geçerlidir.
16. Simeon Hacıkösev, Pavle Fertigut i Serafim ("Pavle Fertigut" ve "Serafim"),
Plamık (Alev), XXIV, No.11(1980), s.151.
17. İlk baskıda (1920) bu hayal, Bölüm 14'te, ikinci baskıda (1930) ise Bölüm 17'de
tasvir edilmektedir. Roman özeti yapılırken birinci baskıyı kullandık (1920). İkinci
baskıda dört ek bölüm daha bulunmaktadır, fakat temel fikir (leit motif)
değişmemiştir.
207
18. Charles A.Moser, Bulgar Edebiyatı Tarihi, s. 198.
19. Yovkov.Y., cilt II, s.179.
20. Bu tür bir kadın prototipi ilk kez "Tanrı Misafirleri" adlı kısa öyküde görülür;
"gelin" figürü, askeri birliğe nezaket ve iyilik ruhunu getirmiştir.
21. Yovkov.Y., cilt II, s.273.
22. Minev.D., s. 272-273.
23. Danail Konstantinov'a yazılan bir mektuptan, Dimo Minev, s. 276. YordanYovkov
KocaBalkan Efsaneleri öykü kitabıyla ilgili olarak da birçok kişiye mektup
yazmıştır.
24. Bkz. Sztuka pisarska Jordana Jowkowa adlı eser, s. 54-62.
25.Kırcaaliystvo (Kırcalılar) eziyet gören Türk nüfusunun başlattığı bir harekettir, fakat
daha sonra içine yabancı unsurlar da girmiştir. Kırcaalii (Kırcalılar), yönetsel düzeni
ellerine geçiren soygunculardı: Bulgar ya da Türk olmalarına bakmaksızın
zenginlere, kiliselere,köylere saldırırlardı. Bu hareket Osmanlı İmparatorluğu’na
yönelik ilk ve en önemli çete hareketlerinden biriydi. Hayduti (Eşkıya) faaliyetleri
genelde ulusal bilinçle belirlenirdi. Bunlar, Bulgar çıkarlarının savunması için
Türklere yönelik yapılan hareketlerdi. Fakat Hayduti içinde suç unsurları olmadığını
düşünmek büyük bir hata olacaktır. Bunlardan bazıları huzur içinde yaşayan insanları
yağmalayarak geçiniyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar ulusal canlanma
hareketi (Bulgar Rönesansı) içinde daha organize bir güç haline geldiler. Hatta
Bulgar kültüründe Haydushki pesni (Haydut şarkıları) adında bir alt tür
bulunmaktadır
26. Bu noktada bir istisna mevcuttur : Yunaşki glavi (Kahramanların Başları) bir aşk
öyküsü değil, bir barış savaşçısının dramıdır; bir baba, oğlunun kafasını bir kazığa
208
geçirilmiş olarak görür.
27. Yordanka. Holeviç, Na kolene pred naroda (Halkın Önünde Dizüstü Çökün),
Septemvri (Eylül). No.11 (1980), s. 41.
28. Vladimir Vasilev, Yovkovite trevogi okolo Staroplaninski legendi (Yovkov'un
Balkan Efsaneleri İle İlgili Endişeleri), Zlatorog (Altın Boynuz), No.9 (1937), s. 343-
351.
29. Elka Konstantinova, Otnovo v sveta na Yovkov (Yeniden Yovkov'un Dünyası’nda),
Plamık (Alev), No.11 (1980), s. 174.
30. Czeslaw Zgorzelski, Über die Strukturtendenzen der Ballade (Balladın Yapısal
Tandansları Üzerine), Zagadnienia rodzajow literackich (Edebi Türlerin
Problemleri), II, No.4. s. 105-135.
31. Yordan Yovkov bu koleksiyonu 1922 yılında yazmaya başladı ve 1928'de bitirdi.
1927-28 yılları arasındaki birkaç ay içinde on öykü yazmıştı; oysaki Simeon
Sultanov bu süreci Bu "hızlı" doğum uzun bir "hamilelik" sonunda gerçekleşti
şeklinde tanımlamaktadır (s. 96).
32. Simeon Sultanov, s. 101.
33. Yovkov.Y., III, 286.
34. Bkz. Spiridon Kazanciev, s. 11-12.
35. Bkz. Charles A. Moser, "Hayalci Realizm", s. 55.
209
Bölüm 5
1. Spiridon Kazanciev, s. 68 (girişi 6 Şubat 1932).
2. Simeon Sultanov, s. 227.
3. Boryana adlı eserinin tarihiyle ilgili belirsizlikler söz konusudur. Eleştirmenler
oyundaki olayların hem savaş öncesi hem de savaş sonrası Bulgar köylerinde
geçtiğini söylemektedir.
4. Yordan Yovkov, cilt.V, s.232.
5. Hristo Maksimov, Nikifor Popfilipov ve Todor Vlaykov gibi Bulgar narodnitsi'ler
(milliyetçiler) Rus popülistlerin büyük etkisi altındaydı. Bulgar köylerine obştina
(komün)ler yoluya bir çeşit demokratik, kollektif kendi kendini yönetim sistemi
gelmesini, tarımda makineleşmeyi ve köylülerin eğitilmesini istiyorlardı. Bu
fikirlerden bazıları daha sonra Yovkov'un üyesi olduğu Radikal Parti'nin yenilenmiş
programında yer aldı. Birkaç öncü Bulgar yazarı da örneğin Anton Straşimirov ve
Todor Vlaykoy, bu partiye üyeydiler. Vlaykoy 1897 yılında, ana kahramanı olan bir
öğretmenin obştina fikrini savunduğu bir roman yazdı. Vlaykoy yıllarca Radikal
Parti'nin edebi, kültürel ve siyasi yayın organı olan Demokratiçeski pregled
(Demokratik Bakış)’ ın editörlüğünü yaptı. Parti ayrıca "eğitimcilerin partisi" olarak
da adlandırılıyordu. Galçev'in ideolojik tutumu, Güney Slavlar arasında yaygın olan
kır yaşamının geleneksel, ataerkil formunun, popülistlerin ve Radikal Parti'nin
programıyla birleşmiş haliydi.
6. Stefan Vasilev, Estetiçeski problemi v tvorçestvoto na Yordan Yovkov (Yordan
Yovkov'un Eserlerinde Estetik Problemi) Sofya, Bılgarska Akademiya na naukite,
1961), s. 275.
7. İvan Meşekov, Yordan Yovkov romantik-realist (Yordan Yovkov, Romantik ve
Realist) Sofya, Golovanov, 1947, s. 276.
210
8. Charles A. Moser, Bulgar Edebiyatı Tarihi, s. 195.
9. Spiridon Kazanciev, s. 83 (girişi 13 Nisan 1936).
10. Charles A. Moser, "Yordan Yovkov'un Hayalci Realizmi"nde öyküyü tekrar
anlatmıştır, The Slavic and East European Journal, XI, No.1 (Bahar 1967), s. 54.
11. Atanas Dalçev, Fragmenti (Fragmanlar) Sofya, Bılgarski pisatel, 1967), s. 7.
12. Yordan Yovkov, cilt III,s. 341.
13. Ibid., cilt IV, s.230.
14. Ibid.
15. Ibid., cilt IV, s.367.
16. Ibid., cilt IV, s.368.
17. İzkustvo i kritika (Sanat ve Eleştiri), No. 3 (1938), s. 239-246.
18. Bkz. Sztuka pisarska Jordana Jowkowa, s. 92-93.
19. Mihail Arnaudov, Gorolomov. Edin originalen tip u Yovkov (Gorolomov.
Yovkov'da Orijinal Bir Tip), Y.Yovkov 1814-1937 (Sofya, 1937), s. 25-29; ikinci
makale, Gorolomov. Edin komiçen roman ot Y.Yovkov (Gorolomov.Y.Yovkov'dan
Komik Bir Roman), Yovkov 1884-1937. Literaturen sbornik (Y.Yovkov 1884-1937.
Edebi Koleksiyon). Yovkov'un doğum tarihi her iki koleksiyonda da yanlış
verilmiştir.
20. Knud Togeby, La Composition du roman "Don Quichotte (Don Kişot Romanının
Oluşumu) Kopenhag, 1957, s. 63.
211
21. Edward Mozejko, Priklyuçeniyata na Gorolomov kato satiriçen roman (Satirik bir
Roman Olarak Gorolomov'un Maceraları), Literaturna misıl (Edebi Düşünce), Cilt
V, No. 4 (Eylül 1961), s. 43-60.
22. İvan Meşekov, alıntı, s. 156.
23. Spiridon Kazanciev, s. 96 (girişi 25 Haziran 1937).
24. Ibid., s. 49 (girişi 16 Ocak 1931).
212
Bölüm 6
1. Simeon Sultanov, s. 109-147: Nepriyatnotsi (Can Sıkıntısı)
2. Kazanciev, s. 86 (girişi 1 Kasım 1936); ayrıca bakınız s. 71 (girişi 26 Eylül 1932).
3. Bakınız Yordan Yovkov, cilt.VII; s. 133-34.
4. Simeon Sultanov, s. 114-119.
5. Bakınız Yovkov'un Bılgarska reç (Bulgar Dili) eserinde yayınlanan notu,cilt. V,
No.2 (Kasım 1930), s. 39. Albena kocasının öldürülmesiyle ilgisi yoktur ve olaya
dahil edilmek de istememektedir. Yovkov ayrıca bu motifi gerçek hayattan aldığını
da söyler. Musubey'de öğretmen olarak çalışırken Yovkov, kocasını öldürmekle
suçlanan bir kadının yakalanmasına şahit olmuştu. Suçlanmasına rağmen kadının
köylülerin sempatisini kaybetmediğini görmek onu çok etkilemişti. Ayrıca
Yovkov'un ifadesiyle "değişik olayların gerçekleştiği" bir değirmen vardı.
6. Literaturen glas (Edebiyatın Sesi), No. 161 (24 Eylül 1932).
7. Zora (Tan), sayı.XIV. No. 3971 (30 Eylül 1932).
8. Ibid.
9. Dimo Minev, s. 333.
10.Yordan Yovkov, cilt.VII, s.291.
11. Bkz. K. Bliznakova, "Nravstvenite alternativi v piesite na Yovkov (Yovkov'un
Oyunlarına Etik Alternatifler)", Septemvri (Eylül), No.11 (1980), s. 57.
12.Spiridon Kazandzhiev, s. 36 (giriş 20 Eylül 1930).
213
13. Örneğin Pantaley Zarev, Istoriya na bılgasrkata literatura (Bulgar Edebiyatının
Tarihi)'nde Yovkov'un eserlerinden bahsederken Milionerıt (Milyoner)’in sadece
başlığını anar.
14. Örneğin, Albena'nın bir drama olup olmadığı merak edilmektedir. Eleştirmen ve
Zlatorog'un editörü Vladimir Vasilev, bu oyunu bir drama olarak adlandırmayı
reddetmiştir. Bu da Yovkov'la ilişkilerinde bir gerginliğe yol açmıştır. Bkz. Georgi
Konstantinov, Anton Straşimirov, Elin Pelin, Yordan Yovkov - v spomenite na
sıvremennitsite si (Çağdaşlarının Anılarında Anton Straşirimov, Elin Pelin, Yordan
Yovkov) (Sofya, 1962), s. 459.
15. Sto godini bılgarski teatır (Bulgar Tiyatrosunun Yüz Yılı) (Sofya, 1956), s. 221.
16. Charles A.Moser, A History of Bulgarian Literature (Bulgar Edebiyatı Tarihi), s.
197.
17. Spiridon Kazanciev, s. 32 (girişi 12 Eylül 1930).
214
Sonuç
1. Charles A. Moser, "Yovkov'un Modern Bulgar Edebiyatındaki Yeri", Bulgaria Past
and Present. Studies in History, Literature, Economics, Music, Sociology, Folklore
and Linguistics (Columbus, Ohio: American Association for the Advancement of
Slavic Studies, 1976), s. 267-272.
2. Spiridon Kazanciev, s. 94 (girişi 20 Mayıs 1937).
215
KAYNAKÇA
Antologiya na Bılgarskiya Razkaz,Tom:1,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1984.
Arnaudov Mihail,Razkazite na Yordan Yovkov,Spisanie Bılgarski Misıl,Kniga:5 ,
Sofya,1927.
Bliznakova K. Nravstvenite Alternativi v Piesite na Yovkov,Spisanie Septemvri,No:11,
Sofya,1980.
Çudakov A.P. Poetika Çehova, İzdatelstvo Nauka,Moskva,1971.
Dalçev Atanas,Fragmenti İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1967.
Dinekov Petır,Poslednite Dni na Yordan Yovkov,Spisanie Plamık,No:11,Sofya,1980.
Dinekov Petır,Kult Kım Krasotata u Yovkov,Spisanie Zlatorog, Tom:18 ,
No:9,Sofya,1937.
Erden Aysu,Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri,Gündoğan Yayınları,Ankara,1998.
Fanger D. Dostoevski i Romantiçeski Realizm, K.A.P.Moskva,1965.
Gaçev G.D.Uskorennoye Razvitiye Literaturıy ,İzdatelstvo Moskva,Moskva,1964.
Georgi Ts. İstoriya na Bılgarskata Literatura,Tom:3,İzdatelstvo B.A.N.,Sofya,1970.
Georgiev K.Edin Ças pri Elin Pelin,Vestnik Literaturen Glas,No:324,Sofya,1937.
Hacıkösev S. Pavle Fertigut i Serafim,Spisanie Plamık,No:11,Tom:24,Sofya,1980.
Holeviç Yordanka,Na Kolene Pred Naroda,Spisanie Septemvri,No:11,Sofya,1980.
İgov Svetlozar,İstoriya na Bılgarskata Literatura (1878-1944),İzdatelstvo Prof.Marin
Drinov, Sofya,1995.
Jeçev Tonço,Problemi na Memoarnata Literatura,Spisanie Sıvremennik,Kniga 3,
Sofya,1972.
Karanfilov Efrem,Geroite vıv Voennite Razkazi na Yordan Yovkov,Poeziya v Prozata,
Sofya,1957.
216
Karavelov L,Sıbrani Sıçineniya,Tom : 1, İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1965.
Karavelov L,Sıbrani Sıçineniya,Tom : 2, İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1965.
Kazanciev Spridon,Sreşti i Razgovori s Yordan Yovkov,İzdatelstvo Bılgarski
Pisatel,Sofya, 1980.
Konstantinov Aleko,Sıçineniya,Tom:1,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1970.
Konstantinov Aleko,Sıçineniya,Tom:2,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1970.
Konstantinov Aleko,”Bay Ganyu”,çev:İ.Bekir Ağlagül,Milliyet Yayınları,İstanbul,1972.
Konstantinov G. Tvortsi na Bılgarskata Literatura,İzdatelsvo Bılgarski Pisatel, Sofya,
1941.
Konstantinov D. Jeravna v Minaloto i Dneşno Vreme,Jeravna,1948.
Konstantinova Elka,Otnovo v Sveta na Yovkov,Spisanie Plamık,No:11,Sofya,1980.
Kronegger M.E. Empressionism in Literature, Ohio State University Review,Vol.4 ,
1982,Colombus,Ohio.
Meşekov İvan, Yordan Yovkov: Romantik Realist,Golovanov,Sofya,1947.
Moran Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,Cem Yayınevi,İstanbul,1991.
Minkov Svetoslav,İzbrani Proizvedeniya,Tom:1,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel, Sofya,
1962.
Minkov Tzvetan,Yordan Yovkov: Tvorçestvoto i Jivot,İzdatelstvo Bılgarski
Pisatel,Sofya, 1939.
Minev Dimo,Yordan Yovkov : Spomeni i Dokumenti,Varna,1969.
Moser Charles,History of Bulgarian Literature,The Hague and Paris,Slavica Publishers,
1972.
Mozejko Edward,Sztuka Pisarka Jordana Jowkowa,Wroclaw,Warsaw,Cracow,1964.
217
Mozejko Edward,Priklyuçeniyata na Gorolomov,Kato Satiriçen Roman,Spisanie
Literaturen Misıl,Tom:5,No:4,Sofya,1961.
Nikolov Malço,Tvorçeskiyat Jivot na Yordan Yovkov,Sofya,1938.
Panova İskra,Vazov,Pelin,Yovkov:Maystori na Razkaza,İzdatelstvo Narodna Prosveta,
Sofya,1988.
Pelin Elin,Sıbrani Sıçineniya,Tom:1,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1958.
Pelin Elin,Sıbrani Sıçineniya,Tom:2,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1958.
Pelin Elin,Sıbrani Sıçineniya,Tom:3,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1958.
Pelin Elin,Sıbrani Sıçineniya,Tom:4,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1958.
Pondev Petır,Maystori na Razkaza,Elin Pelin i Yordan Yovkov,Sofya,1962.
Popivanov İ,Janr i Janrova Spitsifika,Sofya,1984.
Rayçev Georgi,İzbrani Tvorbi,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1982.
Reçnik na Bılgarskata Literatura,Tom:3,İzdatelstvo B.A.N.,Sofya,1982.
Reçnik na Literaturni Termini,İzdatelstvo NAuka i İzkustvo,,Sofya,1980.
Sarandev İvan, V Sveta na Staroplaninski Legendi,Nauka i İzkustvo,Sofya,1980.
Short Stories by Yordan Yovkov,Translated by Marco Mincoff,Foreign Language
Pres,Sofya,1965.
Spisanie İzkustvo i Kritika,No:3 Sofya,1938.
Spisanie Literaturen Glas,No:161,Sofya,1932.
Sto Godini na Bılgarski Teatır,Sofya,1956.
Straşimirov A. Horo,Razkazi,Statii,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1985.
Sultanov Simeon,Yovkov i Negoviyat Svyat,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1968.
Şişmanov İvan,Spisanie Uçilişte Pregled,Kniga:8,Sofya,1927.
The Slavic and East European Journal,No:1,cilt: 11,Colombus,Ohio,1967.
218
The Inn at Antimovo and Legends of Stara Planina,Translated by John
Burnip,B.A.N.,Sofya,1990.
Togeby K. La Composition du Roman Don Quichotte,Kopenhag,1957.
Vasilev Grigor, Yordan Yovkov: Spomeni i Pisma,Sofya,1940.
Vasiliev Stefan, Estetiçeski Problemi v Tvorçestvoto na Yordan Yovkov,İzdatelstvoto
B.A.N. ,Sofya,1961.
Vasiliev Vladimir, Yovkovite Trevogi Okolo Staroplaninski Legendi,Spisanie Zlatorog,
No:9 ,Sofya,1937.
Vasiliev Vladimir,Marşıt na Pobedata i na Smırtta,Spisanie Zlatorog,Tom:1,Sofya,1920.
Vazov İ, Sıbrani Sıçineniya,Tom:7,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1976.
Vazov İ, Sıbrani Sıçineniya,Tom:8,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1976.
Vazov İ, Sıbrani Sıçineniya,Tom:9,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1976.
Veselinov G,İstoriya na Bılgarskata Literatura,Tom:3,İzdatelstvo B.A.N.Sofya,1970.
Yovkov Yordan,Sıbrani Sıçineniya,Tom:1,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1956.
Yovkov Yordan,Sıbrani Sıçineniya,Tom:2,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1956.
Yovkov Yordan,Sıbrani Sıçineniya,Tom:3,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1956.
Yovkov Yordan,Sıbrani Sıçineniya,Tom:4,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1956.
Yovkov Yordan,Sıbrani Sıçineniya,Tom:5,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1956.
Yovkov Yordan,Sıbrani Sıçineniya,Tom:6,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1956.
Yovkov Yordan,Sıbrani Sıçineniya,Tom:7,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1956.
Yovkov Yordan,Razkazi,İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1962.
Yovkov,Yordan,Razkazi v Dva Toma, İzdatelstvo Bılgarski Pisatel,Sofya,1968.
Yovkov Yordan,Tekerleklerin Şarkısı,Öyküler,Kaknüs Yayınları,İstanbul,1999.
Yovkov Yordan,Tekerleklerin Şarkısı,Varlık Yayınları,İstanbul,1967.
219
Zarev Panteley, İstoriya na Bılgarskata Literatura,Tom:4,Sofya,1976.
Zgorzelski Czeslaw,Über Die Strukturtendenzen der Ballade,Wroclaw,Warszawa,
Krakow,Biblioteka Narodowa,Seria I,Nr.177,1962.
220
221