ebÛ zeyd el-belhÎ’n İn ahlÂk felsefes...
TRANSCRIPT
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLÂHİYAT ANABİLİM DALI İSLÂM FELSEFESİ BİLİM DALI
EBÛ ZEYD el-BELHÎ’NİN AHLÂK FELSEFESİ
Yüksek Lisans Tezi
UMUT KAYA
Danışman: Prof. Dr. İLHAN KUTLUER
İstanbul, 2006
2
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR ........................................................................................................ 3
ÖNSÖZ........................................................................................................................ 4
GİRİŞ .......................................................................................................................... 6
BİRİNCİ BÖLÜM: EBÛ ZEYD EL-BELHÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ........ 14
1- HAYATI VE İLMÎ ŞAHSİYETİ.................................................................................. 14 2- ESERLERİ............................................................................................................. 24
a. Günümüze ulaşan eserleri ............................................................................... 25 b. Günümüze ulaşmayan eserleri......................................................................... 31
İKİNCİ BÖLÜM: EBÛ ZEYD EL-BELHİ’YE RUHUN GÜÇLERİ VE BEDENLE İLİŞKİSİ ................................................................................................................... 37
1- AHLÂK İLMİ AÇISINDAN RUHUN GÜÇLERİ VE İTİDAL İLKESİ ................................. 37 2- RUH-BEDEN İLİŞKİSİ ............................................................................................ 55
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: EBÛ ZEYD EL-BELHİ’YE GÖRE RUH HASTALIKLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ ....................................................................................... 65
1- İSLÂM FELSEFE GELENEĞİNDE RUH HASTALIKLARI KAVRAMININ AHLÂKLA İLİŞKİSİ
............................................................................................................................... 65 2- RUH SAĞLIĞI ....................................................................................................... 70 2- GENEL OLARAK RUH HASTALIKLARI .................................................................. 81 3- RUH HASTALIKLARI VE TEDAVİ YOLLARI............................................................. 89
a. Öfke (Gazab) ve Tedavi Yolları ................................................................... 90 b. Korku (Havf) - Endişe (Feze‘a) ve Tedavi Yolları ....................................... 97 c. Üzüntü (Hüzn) - Tasa (Ceze‘a) Tedavi Yolları ........................................... 101 d. Vesvese ve Tedavi Yolları .......................................................................... 110
SONUÇ.................................................................................................................... 140
EK: MESÂLİH’DEN SEÇME PASAJLAR .......................................................... 145
BİBLİYOGRAFYA ................................................................................................ 174
İNDEKS .................................................................................................................. 180
3
KISALTMALAR
a.g.e : Adı Geçen Eser
a.g.m : Adı geçen makale
as. : Aleyhi’s-selâm
b. : İbn
Bknz. : Bakınız
c. : Cilt
cc. : Celle Celâlüh
DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
h. : Hicrî
Krş. : Karşılaştırınız
Ktp. : Kütüphanesi
M.Ü. : Marmara Üniversitesi
MÜSBE : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
md. : Maddesi
nr. : Numara
nşr. : Neşreden
s. : Sayfa
sav : Sallallahu aleyhi ve sellem
sy. : Sayı
trc. : Tercüme eden
v. : Vefatı, vefat tarihi
vb. : Ve benzeri
yy. : Yüzyıl
4
ÖNSÖZ
Kindî'nin öğrencisi olan ve Ebû’l Hasan el-Âmiri’ye de hocalık yapan, Ebû
Bekir er-Râzi’nin çağdaşı olan Horasan’lı âlim, İslâm düşüncesini meydana getiren
birçok önemli sima gibi yakın zamanlara kadar ilim ve düşünce çevrelerinin
dikkatlerinden uzak kalmıştır. Tabi bunun bir sebebi de kaynaklarda kendisine birçok
kitap nispet edilmesine rağmen, yakın zamana kadar bu eserlerden haberdar
olunmamasıdır. Ancak Fuad Sezgin’in Ayasofya Kütüphanesi’ndeki çalışmaları
sırasında ortaya çıkarılan ve yine Fuad Sezgin tarafından faksimile baskı olarak
çoğaltılıp çeşitli kütüphanelere hediye edilen Mesâlihu’l ebdân ve’l enfüs, bir tıp kitabı
olmasına rağmen, Kindî ekolünün bir temsilcisi olan Belhî’nin ahlâk felsefesi
hakkındaki görüşleri de ihtiva etmesi sebebiyle önemli bir kaynak konumundadır. Daha
önce her nedense gözlerden ırak kalmış olan “Belhî’nin ahlâk felsefesi” bizim tezimizin
de ana konusunu oluşturmaktadır.
Belhî hakkında bugüne kadar Türkiye’de pek fazla çalışma yapılmamış
olması, kendisinin Kindî ekolünün bir temsilci olarak kabul edilmesi ve Kindî ile Âmirî
arasında kalan bu bakir alan hakkında muhataplarına bir nebze olsun bilgi sunmayı
amaçlayan bu mütevazı çalışmamızda onu seçmemizdeki en önemli sebebi teşkil etti.
Bu çalışmamızda ana kaynak olarak tabiî ki filozofumuzun günümüze kadar
gelen iki eserinden birisi olan Mesâlihu’l-ebdân ve’l-enfüs’ü kullandık. Hayatı hakkında
araştırma yaparken Yâkût el-Hamevî’nin Mu‘cemu’l-udebâ adlı eseri ana kaynağımızı
oluştursa da diğer biyografi eserlerinden de yararlanmayı ihmal etmedik. Mesâlih’den
filozofumuzun ahlâk felsefesi ile ilgili görüşlerini çıkartırken karşılaştırma yapmak için
diğer filozofların görüşlerinin olduğu eserlere müracaat ettik. Bunun yanında Mesâlih’in
bir tıp kitabı olması nedeniyle zaman zaman yer vermek zorunda kaldığımız tıbbî
konuları fazla detaya girmeden bilgilendirme yapmaya çalıştık. Aynı şekilde ahlâk
5
felsefesinin dışında kalan felsefe konularında da tezimizin sınırları nedeniyle aynı
tutumu sergiledik.
Çalışmamız giriş ve üç bölümden oluşmaktadır; giriş bölümünde ruh
hastalıkları ile ahlâk ilmi arasında var olan ilişkiyi ortaya koyduk. Birinci bölümde, Ebû
Zeyd Belhî’nin hayatı, eserleri, ahlâkî ve ilmî şahsiyeti ve Mesâlih ile ilgili genel
bilgiler verdik. İkinci bölümde, ahlâk ilmi açısından ruhun güçleri sorunu incelemeye ve
bu bağlamda ruh beden ilişkisi hakkında bilgi vermeye çalıştık. Bunu yaparken de
ilimlerin birikimsel karakterini göz önüne alarak iki büyük Yunan filozofu Platon ve
öğrencisi Aristo’nun görüşlerini kısaca aktarmayı uygun gördük. Daha sonra
filozofumuz Ebû Zeyd el-Belhî’nin hocası Kindî’nin, talebesi Âmirî’nin, çağdaşı ve
belki de muhtemelen öğrencisi Ebû Bekir er-Râzî’nin ve Belhî’nin görüşlerini sıra ile
zikrettik. Ruh-beden ilişkisi hakkında da bilgi verirken yine aynı üslubu kullanmaya
özen gösterdik. Tezimizin en uzun olan üçüncü ve son bölümde ise, filozofumuzun bu
konudaki görüşlerine ışık tutması amacıyla İslâm felsefe geleneğinde ruh hastalıklarını
kavramının nasıl ele alındığını Mesâlih’de yer alan sistematiğe bağlı kalmak şartı ile
filozofumuz göre başlıca ruh hastalıklarının neler olduğunu ve bu hastalıkların
tedavilerine ahlâkî hayatın rolünü ele aldık. Bütün bunları yaparken de filozofun satır
aralarından çıkarmaya çalıştığımız ahlâk felsefesi hakkındaki görüşlerini de
okuyuculara aktarmaya çalıştık.
Bu yüksek lisans tezi çalışmamızda, bizi bu değerli kitaptan haberdar ederek
bize yol gösteren, birikimlerini ve kıymetli vakitlerini asla bizden esirgemeyen değerli
hocam Prof. Dr. İlhan Kutluer’e, kitabın okunması aşamasında bizden yardımlarını
esirgemeyen Abdülkerim Yatkın kardeşime ve çalışmalarımız sırasında bize her türlü
fedakârlığı gösteren eşime de şükranlarımı sunmak isterim.
Umut KAYA
İSTANBUL 2006
6
GİRİŞ
İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevî nitelikleri,
huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünü ile ilgilenen bir
ilim dalının adı olan ahlâk ilminin amacı, insanın nasıl yaşayacağı ve nasıl yaşaması
gerektiğinin bilgisini öğretmektir. Bu bakımından ahlâk felsefesini de bu anlamda ahlâk
ilminin sorunlarını felsefî bir pencereden irdeleyen, sorgulayan, çözümleyen ve bu
konular üzerinde düşünülmesini sağlayan bir alan olarak tanımlayabiliriz. Burada
felsefenin yaptığı şey, ahlâki kavramlar, değerler, yargılar ve ahlâkîlik denilen durumlar
üzerine ortaya konulanı derinlemesine, düzenli ve sistemli bir şekilde düşünme,
sorgulama, nedenini araştırma, tahlil ve terkipler yaparak dile getirmektir.1
Günümüz modern bilim anlayışı bakımından bilimsel kabul edilmeyen ahlâk
ilmi, İslâm ilim dünyasında gereken değeri bularak kendisine nazarî (felsefî) bilgi
sisteminin bir üyesi olarak yer bulabilmiştir. Batı ile İslâm dünyası arasındaki bu
tartışmaları tezimizin sınırları dolayısı ile bir kenara bırakırsak, İslâm ilim anlayışında
ahlâk ilminin ve dolayısı ile ahlâk felsefesinin günümüzde yer alan ve psikoloji, tıp,
pedagoji, sosyoloji, hukuk, iktisat, siyaset hatta ekoloji gibi disiplinler altında ele alınan
konularla da yakın bir ilişki içinde olduğunu söyleyebiliriz.2
Ahlâk ilmi dendiği zaman akla ilk gelenin insan davranışları olması, bu ilmi
psikiyatri, psikoloji hatta fizyolojiden bağımsız olarak ele alamayacağımız sonucunu
kendiliğinden ortaya çıkaracaktır. İnsandan başka canlıların davranışlarının ahlâkî
olarak telakki edilmemesi ve bu yönde değerlendirilmemesi şüphesiz diğer canlıların
zekâlarının olmaması ile yakından alakalıdır. Hayvan davranışlarının ahlâkî olarak
değerlendirilmemesi onların zekâlarının “iyi ve kötü” hareket kavramlarının doğmasına,
üstelik bu davranışların mükâfat ve ceza ile karşılanabilmesi için sosyal bir düzenin
kurulmasına yetecek kadar gelişmemiş olmasındandır. Bu basit gerçeği bildiğimizden
1 Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk” md., DİA, II / 1–9; Hüsamettin Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 16-17. 2 İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 8–9.
7
dolayı hayvanların davranışlarını insanlarınki gibi değerlendirmiyoruz, onları sadece iyi
hareketi yapmaya, kötü olan hareketleri yapmamaya şartlandırıyoruz. İnsan için de
“şartlı öğrenme” geçerli olsa da, insanlar kendilerine öğretilenleri ahlâk kaideleri
çerçevesinde düşünme, bunları benimseme veya yanlış bulma yeteneğine her zaman
sahiptirler.3 İşte bu fark insan davranışlarını ahlâk ilmi içerisinde değerlendirmemiz için
en büyük etkendir. Burada insan ve hayvan davranışlarını birbirinden ayırırken
kullandığımız zekâ kavramının yani akıl kavramının alelacele kullanmış bir kavram
olmadığı kanaatimizce daha sonra çalışmamızın tamamını okuma imkânına sahip olan
okuyucularımız nezdinde anlaşılacaktır. Çünkü ruhun kuvvetlerinden birisi olan akıl
kuvveti diğer ruh kuvvetlerini emri altına aldığı sürece insan kendisi için faydalı ve iyi
olan eylemleri yapabilmektedir. Aksi takdirde ahlâk felsefesini açıklamaya
çalışacağımız filozofumuzun da belirttiği üzere ahlâkî reziletler olarak tanımlanan
reziletlerin insanda ortaya çıkması kaçınılmaz bir hal alacaktır.
Ahlâk ilminin psikoloji ve psikiyatri ile ilişkisini kurmak tezimin ana
zorluklarından bir tanesini oluşturmaktaydı. Zira ahlâk felsefe hakkında bilgi vermeyi
amaçladığımız Ebû Zeyd el-Belhî’nin günümüze gelen iki kitabından biri olan
Takvîmü’l-büldân ve eşkâlü’l-bilâd isimleri ile de bilinen Suverü'l-ekâlim coğrafya ile
ilgili, bizim tezimizin ana kaynağımızı oluşturan diğer kitabı Mesâlihu’l-ebdân ve’l-
enfüs ise tıp ilmi ile alakalı idi. Tıp ve felsefe… Kadîm filozoflar günümüzde şüphesiz
iki ayrı disiplin, iki ayrı uzmanlık alanı olarak kabul edilen bu iki ayrı ilim aslında
birbirinden tamamen farklı ilimler olmadığını, aksine tıp ilmi ile ahlâk ilmi arasında bir
bağ olduğunu bizlere aktarmaktadır. Kadîm filozofların çoğunun aynı zamanda tabip-
filozoflar olarak da zikredilmesi şüphesiz bu alanda var olan ilişkinin bir kanıtı olarak
zikredilebilir. Tıbbın da felsefenin de (özellikle ahlâk felsefesinin) konusunun insan ve
insan yaşamı olması, bu konudaki sorularının, arayışların hep bu iki ana unsur üzerinde
olması tıp ile felsefe arasında zorunlu bir bağ oluşturduğunu söyleyebiliriz. Burada
kanaatimizce ele almamız gereken iki kavram, hâkim ve hekim kavramlarıdır.
Sözlüklerde hekim sözcüğü hâkim kelimesinin inceltilmiş hali, hafifletilmiş bir
telaffuzu olarak görülmektedir. Hekim’in sözlük anlamı âlim, bilgin, bilge, feraset /
sağduyu sahibi, filozof ve doktor olarak karşımıza çıkmaktadır.4 Yani hâkim ile hekim
3 Erol Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Psikoloji, s. 11. 4 Serdar Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük, s. 187.
8
bir bakıma eş anlamlı kelimeler gibidir. Galen’in İshak b. Huneyn tarafından Arapça’ya
çevrilen “Kitabun Fi Enne’t-Tabibe’l-Fâdıl Yecibu En Yekûne Feylesûfen” (“Erdemli
Tabip Filozof Olmak Zorundadır”) adlı eseri de tabip-filozoflar geleneğini göstermesi
bakımından oldukça ilgi çekici bir eserdir. İslâm düşüncesinde de yer alan bir gelenek
olan tabip-filozoflar geleneği bizim tezimize konu olan Ebû Zeyd el-Belhî’nin ahlâk
felsefesini bir tıp kitabından çıkarımla ortaya koymaya çalışmamıza yardımcı olmuştur
diyebiliriz. Kindî ekolü olarak adlandırabileceğimiz bir ekolün kayıp zincirlerinden ve
bâkir alanlarından birini oluşturan Belhî’nin ahlâk felsefesini, bir tıp kitabından yola
çıkıp ortaya koymak için çalışmaya karar verirken, hiç şüphesiz bizi bu konuda
cesaretlendiren eski Yunan filozoflarının ve İslâm filozoflarının çoğunun aynı zamanda
tabip olmasıdır.
Yunan filozofları sağlığı, sıcak-soğuk, yaş-kuru, acı-tatlı gibi zıtlar arasında
dengenin yani adaletin kurulmasına, hastalığı da bu dengenin bozulmasına bağlamıştır.
Keza Empedokles de bu dengeyi toprak, su, hava ve ateşten ibaret olan yani “anasır-ı
erbaa”(dört unsur) arasında görmüştür. Bunlar, Pithagorasçıların her şeyin temelinde
gördükleri “kutsal dört”e uygun olarak “tabiatın dört kökü” olup, çeşitli oranlarda
birleşerek dengeyi sağlar. Böylece “Ahlât-ı erbaa” (kan, balgam, kara safra, sarı safra)
ve “Dört Mizac”(demevî, lenfavî, safravî, asabî) oluşur. Zaten mualece (ilaç ile
tedavi)nin temel esprisi, bozulmuş dengeyi yeniden sağlamak yani adaleti
gerçekleştirmektir. Nitekim bu dört hılt ve dört mizacın günümüze kadar geldiği ve
psikosomatik anlamda, psikolojide beden yapısı ve karakter arasındaki münasebet
görüşünün temelini oluşturduğu bilinmektedir. “Tabiat” kavramının tıpta özellikle
“mizaç” anlamına gelmesi, “mizaç”ın da “hılt”ların belirli oranda karışımı olması ve bu
karışımın dengeli olmasının sağlığı, dengesiz olmasının da hastalığı göstermesi tıp
ilmini itidal kavramı ile ilişkilendiren bir bağ olmuştur.5 Yunanlı meslektaşlarından
aldıkları bu geleneği aynen devam ettiren İslâm filozofları da İslâm düşüncesinde
özellikle Kindî ekolü ile birlikte bir alanda değil, bir çok alanda eser vererek çok yönlü
bir geleneği başlatmışlardır.
5 İsmail Yakıt, 2004, “Galenos’un Felsefe ve Tıp Ahlâkı Konusunda Önemli Bir Eseri : “Erdemli
Tabip Bir Filozof Olmak Zorundadır”, VIII. Türk Tıp Tarihi Kongresi, http://www.ismailyakit.com/yayinlar/ galinusbildiri.html
9
Bize bu çalışmamızda yön gösteren ve tıp ilmi ile ahlâk ilmi arasındaki bağı
kurmamıza yardımcı olan kavramlardan birisi de ruh sağlığı idi. Biri tıbbî, diğeri de
ahlâkî olmak üzere birbirinden ayrılmaz iki altyapısı olan ruh sağlığı kavramı, tıp ve
ahlâk arasında bir köprü vazifesi görmekte ve tıp ve ahlâk ilminin ikisini birden
bünyesinde mezceden bir kavram konumunda yer almaktadır. Bu güne kadar hep
gözlerden kaçmış olan Ebû Zeyd el-Belhî’nin Mesâlih’ini akademik anlamda ilk
inceleyen kişi Zahide Özkan6 olmuştur. Zahide Özkan ise söz konusu çalışmasında
Mesâlih’i, tıbbî yönden incelemeye çalışmış, eserin günümüzdeki psikosomatik
kavramı ile ilişkisini ortaya koymaya çalışmıştır. Biz ise çalışmamızda, ne kadar da
birbirinden tamamen ayrılamaz iki parça olsalar da, ruh sağlığı kavramının iki
altyapısından birisi olan ahlâkî yönünü incelemeye çalışacağız. Ahlâkı, rûhânî bir
tabâbet olarak gören İslâm filozoflarının7 ilki olan Kindî tarafından ilk kez ele alınan
ruh sağlığı kavramı Belhî’nin elinde bir tabip olmanın etkisi ile de biraz daha
sistemleştirilmiş, çağdaşı Râzî’nin elinde daha sonra gelenekselleşecek olan tıbbu’r-
ruhâni ismi ile ele alınmıştır. Tıbbu’r-ruhâni terimi Râzî ile şöhret bulmakla beraber
kaynaklarda Râzî’nin felsefe hocası olarak Belhî’nin zikredilmesi de bu terimin çıkış
kaynağını öğrenmemiz bakımından hayli önemlidir.8
İslâm filozoflarının Yunan çıkışlı eserlerden etkilendikleri bilinen bir
gerçektir. Ancak İslâm filozofları Yunan eserlerinden aldıkları bilgileri kendi gelenek
ve kültürlerinden aldıkları bilgilerle karşılaştırarak bambaşka bir hale getirmiş ve
geliştirmişlerdir. Belhî’nin Mesâlih’de hiçbir Yunan bilgesinden, Galen’den,
6 Zahide Özkan, Die psychosomatik bei Abu Zaid al-Balhi, ed. Fuat Sezgin, Institut für Geschichte
der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt -1998. 7 Mehmet Aydın, “Ahlâk” md., DİA, 2 / 10. 8 İbnü’n-Nedîm, Fihrist, s.360; İbnü’n-Nedîm Fihrist’te Râzî’nin felsefe hocası olarak Belhî adlı
bir şahıstan bahsetmektedir. Ancak bu kişinin Ebû Zeyd el-Belhî mi, yoksa bir mutezile âlimi olan Ebû’l-Kâsım el-Belhî mi olduğu konusunda tartışmalar vardır. Biz iki Belhî’nin aynı zamanda yaşadığını ve birbirleri ile dost olduklarını bilmekteyiz, Râzî’nin ikisinden de ders alması ihtimal dâhilindedir. Ancak et-Tıbbu’r-rûhânî’de Râzî bir kıssa anlatırken, “Bağdat’taki hocalarımızdan birinin yanında bilgiçlik taslayan palavracı bir adam gördüm. Hocamız felsefî ilimlerin yanı sıra nahiv, lügat ve şiir sahasında da oldukça bilgi sahibi idi…” (bkz. Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 82) diyerek felsefe öğrenimi gördüğü hocasının aynı zamanda edip olduğunu zikretmesi ve Ebû Zeyd el-Belhî’nin yakalanmış olduğu ilkbaharda güllerin açma mevsiminde kendisini belli eden alerjik nezle ile ilgili Ebû Zeyd el-Belhî’nin muhtemelen öğrencilerinden biri olan Şehîd bin Hüseyin el-Belhî’nin hocasının rahatsızlığı ile ilgili Râzî’ye yazmış olduğu mektuba cevaben Râzî’nin Ebû Zeyd el-Belhî’ye hocamız (şeyhanâ) diye hitap etmesi, Râzî’nin felsefe öğrendiği kişinin Ebû Zeyd el-Belhî olma ihtimalini artırmaktadır, bknz. Ferîdûn Hâvi, “Takrîru’r-Râzî havle’z-zükkâmi’l-müzmin”, al-Abbadth, XXVI. (1973–1977).
10
Hipokrat’tan, Aristo’dan, Eflatun’dan bahsetmemesi belki de o dönemde var olan bir
takım sıkıntılar sebebi ile olabilir. Belhî’nin, insanın yaratılıştaki farklılıklarını
belirlediğini belirttiği dört unsuru söylerken Galen’in Kitâbü’l-ahlâk’ından etkilendiği
muhakkaktır. Câbir b. Hayyân’daki9 dört unsur, dört keyfiyet ve dört mevsim
arasındaki ilişki Belhî’de şema ile verilmiş, bunların terkibindeki farklılıkların
insanların arasındaki maddî-manevî farklılıkların sebebi olduğu, bunlar arasındaki
dengenin bozulmasının da hastalıklara sebep olduğu vurgulanmaktadır.10 Her ne kadar
Müslüman filozofların Grek filozoflarının eserlerinin tercümelerini okuduklarını bilsek
de, onların motomot taklitçileri olmadıkları kesindir. Grek düşüncesinden aldıkları
bilgileri İslâm süzgecinden geçirerek yorumlayan İslâm filozoflarının orijinal fikirler
ürettiklerinden şüphe yoktur.
Kindî’nin el-Hîle’si ile çağdaşı Râzî’nin et-Tıbbu’r-rûhânî ile arasında mikro
anlamda benzerlikler bulunan Mesâlih, makro anlamda ikisinden de farklı bir içeriğe ve
üsluba sahiptir. Üç eserde de âlemdeki hiçbir şeyin devamlı var olamayacağı, mutlaka
oluş ve bozuluşa (kevn ve fesada) maruz kalacağı, zira bu durumun yaşadığımız
dünyanın tabi bir hali olduğu;11 gazabın (öfkenin) insanın ruhuna olduğu gibi bedenine
de etki edeceği, bu araz sebebiyle insanın kanının beynine sıçrayacağı, renginin
değişeceği, hareketlerinde endişe ve sıkıntıya maruz kalacağı,12 yaşlılık, yoksulluk gibi
hallerin daha insana ulaşmadan insanın bunları düşünmek sureti ile korku ve endişeye
kapılacağı, bu yüzden de insanın bunlar kendisine ulaşmadan bunları kafaya takmasının
kendisine zarar vereceği,13 korkulan şeyle daha önceden karşılaşılmasının aslında
korkulan şeyde korkulması gereken bir durumun olmadığı, 14 korkulan şeyin mahiyetini
bilmekle, görme ve duyma duyuları ile ona alışmakla korkulan şeye karşı olan
ürküntünün azalacağı,15 kişinin başına gelen kötülüklerin sadece kendisinin değil, bütün
9 Cabir b. Hayyan, Muhtâru resâili Cabir b. Hayyan s. 49–52. 10 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlihu'l-ebdân ve'l-enfüs, s. 24–28. 11 Krş. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 48–56; Ebû Zeyd el-Belhî,
Mesâlih, s. 277; Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 109. 12 Krş. Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 289; Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman,
s. 92. 13 Krş. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 53; Ebû Zeyd el-Belhî,
Mesâlih, s. 305–306. 14 Krş. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 54; Ebû Zeyd el-Belhî,
Mesâlih, s. 308. 15 Krş. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 52; Ebû Zeyd el-Belhî,
Mesâlih, s. 314; Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 102, 108.
11
insanların başına gelen şeylerden olduğu,16 ruhu tedavi maksadıyla kullanılması
öğütlenen ruhî ilaçların mahiyeti, 17 üzüntünün tanımları, 18 insanın başına bir musibet
geldiğinde devamlı bunu düşünmek yerine, kendisine bu musibeti unutturacak şeylere
yönelmesi gerektiği19 ve şehevî lezzetleri alışkanlık haline getirenleri zamanla bu
şeylerden zevk almaya başlamayacakları gibi konular20 benzerlikler taşır.
Bu ve benzeri benzerlikler taşısa da Mesâlih, genel anlamda bu iki kitaptan
tamamen farklılıklar taşır. Hîle’de değinilen üzüntü ve ondan kurtulma yolları,
Mesâlih’de ruhî hastalıklardan yalnızca biridir, üstelik Belhî üzüntünün tanımını
yaparken üzüntüyü sebebi bilinen ve sebebi bilinmeyen üzüntü şeklinde ikiye
ayırarak21 hocasından bir adım daha ileri gitmiş, günümüzdeki modern psikolojik tıbbın
terimlerine çok yaklaşmıştır. Şimdiye kadar gözden kaçsa da, İslâm dünyasında et-
Tıbbu’r-rûhânî ile birlikte bir geleneğin başlangıcını oluşturan Mesâlih, et-Tıbbu'r-
rûhânî’ye nazaran beden ve ruh hastalıklarını birbirinden ayırma yönünden bir adım
önde gözükmektedir. Mesâlih’in el-enfüs bölümünde Belhî, ruha etki eden fizikî
şeylere hiç değinmeyerek bunları el-ebdân bölümünde işlemiştir. Müzik, cinsellik, içki
gibi konular Mesâlih’in el-enfüs bölümünde yer almaz, zira Belhî burada sadece bu tür
şeylerin kullanımdan doğan sonuçlara ve bunların tedavi yollarına değinmiştir. Şöyle
ki, Râzî’nin et-Tıbbu'r-rûhânî’sinde yer alan sarhoşluk veren şeylerin, Mesâlih’in el-
ebdân bölümünde yer alır çünkü Belhî, el-enfüs bölümünde nedenlerle değil sonuçlarla
yani bunların kullanımı sonucunda veya başka bir sebeple ruhta meydana gelen öfke,
üzüntü, tasa, korku ve vesvese gibi hastalıklara ve bunların tedavisine yer verir. Bu
ayırımla Belhî’nin el-enfüs ve el-ebdan bölümünü birbirinden ayırmada kullandığı
kıstasın hastalığa sebep olan şeylerden ziyade hastalıkların tedavisinde kullandığı
yöntemler ile sebeplerin neden olduğu sonuçlar ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Yani
16 Krş. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 55; Ebû Zeyd el-Belhî,
Mesâlih, s. 321; Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 109. 17 Krş. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 52; Ebû Zeyd el-Belhî,
Mesâlih, s. 335–336. 18 Krş. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 48–49; Ebû Zeyd el-Belhî,
Mesâlih, s. 315; Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 106. 19 Krş. Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 336–337; Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin
Karaman, s. 109. 20 Krş. Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 340–341; Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin
Karaman, s. 61–62. 21 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s 316.
12
sebepler ne olursa olsun, bu sebepler etkilerini ruh üzerinde gösteriyorsa filozofumuz
bunları el-Enfüs başlığı altında incelemiştir diyebiliriz.
Bizde bu mütevazı çalışmamızda tıp-felsefe (özellikle de ahlâk felsefesi)
arasında var olan ilişkiyi aklımızdan çıkarmayarak işe koyulduk. İslâm ilim tarihinde
tabip-filozof olarak yerini olan Ebû Zeyf el-Belhî’nin bedenin özellikle de ruhun sağlığı
konusunda görüş serdederken ahlâk felsefesini ilgilendiren konularını teğet geçmesi
elbette düşünülemezdi. Bizde tıp ve ahlâk felsefesini birlikte bünyesinde meczeden
ancak kalın çizgilerle de ayrılmamış olan bu alanı, tezimizin sınırlarını aşmamaya özen
göstererek yer yer modern tıpla ilişkilendirip ahlâk felsefesi açısından incelemeye
çalıştık. Kindî'nin öğrencisi olan ve Ebû’l Hasan el-Âmiri’ye de hocalık yapan, Râzi’nin
çağdaşı olan Horasan’lı âlim Ebû Zeyd el-Belhî, İslâm düşüncesini meydana getiren
birçok önemli sima gibi yakın zamanlara kadar ilim ve düşünce çevrelerinin
dikkatlerinden uzak kalmıştır. Tabi bunun bir sebebi de kaynaklarda kendisine birçok
kitap nispet edilmesine rağmen, yakın zamana kadar bu eserlerden haberdar
olunmaması olarak zikredilebilir. Ancak Fuad Sezgin’in Ayasofya Kütüphanesi’ndeki
çalışmaları sırasında ortaya çıkardığı ve yine kendisi tarafından faksimile baskı (tıpkı
basım) olarak çoğaltılıp çeşitli kütüphanelere hediye edilen Mesâlihu’l ebdân ve’l enfüs,
bir tıp kitabı olmasına rağmen, yukarıda anlatmaya çalıştığımız felsefe-tıp bağlantısı ve
Kindî ekolünün bir temsilcisi olan Belhî’nin ahlâk felsefesi hakkındaki görüşleri de
ihtiva etmesi sebebiyle önemli bir kaynak konumundadır. Daha önce her nedense
gözlerden ırak kalmış olan “Belhî’nin ahlâk felsefesi” bizim tezimizin de ana konusunu
oluşturmaktadır.
Bu çalışmamızda ana kaynak olarak tabiî ki filozofumuzun günümüze kadar
gelen iki eserinden birisi olan Mesâlihu’l-ebdân ve’l-enfüs’ün Fuat Sezgin tarafından
faksimile olarak neşredilen ve Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya Bölüm’ünde 3741
numarada kayıtlı olan nüshasını kullandık. Zaman zaman da iki nüsha arasında
farklılıkların var olup olmadığını görmek maksadı ile Süleymaniye Kütüphanesi
Ayasofya Bölüm’ünde 3740 numarada kayıtlı olan nüshayı da inceledik. Hayatı
hakkında araştırma yaparken Yâkût el-Hamevî’nin Mu‘cemu’l-udebâ adlı eseri ana
kaynağımızı oluştursa da diğer biyografi eserlerinden de yararlanmayı ihmal etmedik.
Hoca, talebe ilişkisi sebebiyle Kindî ve Âmirî ile ilgili kaynaklara da belki Belhî ile
13
ilgili bir bilgi bulmak gayesi ile hızlıca bir göz gezdirdik. Mesâlih’den filozofumuzun
ahlâk felsefesi ile ilgili görüşlerini çıkartırken karşılaştırma yapmak için diğer
filozofların görüşlerinin olduğu eserlere müracaat ettik. Bunun yanında Mesâlih’in bir
tıp kitabı olması nedeniyle zaman zaman yer vermek zorunda kaldığımız tıbbî konuları
fazla detaya girmeden, konunun uzmanı olan kişilerin kitaplarına müracaat ederek
bilgilendirme yapmaya çalıştık. Aynı şekilde ahlâk felsefesinin dışında kalan felsefe
konularında da tezimizin sınırları nedeniyle aynı tutumu sergiledik. Ahlâk felsefesi
alanına giren konularda ise, daha detaylı bilgi vermeye çalıştık.
14
BİRİNCİ BÖLÜM: EBÛ ZEYD EL-BELHÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
1- HAYATI VE İLMÎ ŞAHSİYETİ
Asıl adı Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî’dir. Dinî ilimlerin yanı sıra
edebiyat, tıp, astroloji, astronomi ve tabiat ilimleri sahalarında çalışmış, özellikle de
coğrafyacılığı ile tanınmış ünlü İslâm âlimini Şehristanî başlıca İslâm filozofları
(felâsifetü’l-İslâm) arasında saymaktadır.22 Günümüzde Kindî ile Fârâbî arasında kalan
bâkir alandaki zincirin halkalarından birisi şüphesiz Ebû Zeyd el-Belhî’dir.
Filozofumuz, 236/ 850 yılında (civarında) Horasan’ın Belh şehrine yakın Şâmistiyân
köyünde doğmuş, 80 yaşın üstünde bir hayattan sonra Zilkâde 322 / 934’de yine
doğduğu yer olan Belh’de vefat etmiştir.
Gençliğinde Belh yöresinde çocuklara öğretmenlik yapan Belhî, daha sonra
mensubu olduğu İmâmiyye mezhebi doktrinini incelemek arzusuyla bir hac kervanı ile
Irak’a gitmiştir. Orada sekiz yıl kalmış, daha sonra civar ülkeleri gezmiş, burada
birçok bilginle birlikte ünlü bilgin Ebû Yûsuf Ya‘kûb el-Kindî’den (v.252/866) ders
alarak onun en önemli öğrencilerinden birisi olmuştur. Kendisi Kindî’nin yanında
birçok ilim tahsil etmiştir. Felsefede derinleşmiş, astroloji, astronomi, tıb ve tabiat
ilimlerinin yanında usûlu’d-dîn (kelâm ilmi) konusunda da çalışmalar yapmıştır. Hatta
usûlu’d-dîn konusunda ince meselelere kadar araştırma yapması, sonraları kendisinin
bazı konularda tereddüde düşmesine yol açmıştır. Bu sıkıntılı zamanlarında bir aralık
astrolojiye meylettiyse de daha sonra, pozitif ilimlerde yapmış olduğu çalışmalar,
Belhî’nin astrolojinin geçerliliğe dair olan inancını tamamen yok etmiştir. Kindî
ekolunun önemli temsilcilerinden biri olan Belhî, tıpkı hocası gibi felsefî ve dinî
22 Şehristanî, el-Milel ve’n-nihal, II / 158.
15
ilimleri beraberce yürütmeye çalışan, ikisi arasında bir uzlaştırma arayışında olan bir
şahsiyet idi. Yazdığı kitaplarda felsefî bir üslup ve yöntem takip etmiştir.23
Bizim felsefeci kimliği ile incelemeye çalıştığımız, ancak coğrafyacı kimliği
ile bilim tarihinde de mümtaz bir yere sahip olan filozofumuzu İbnü’n-Nedîm,
edebiyatçılar içerisinde zikreder.24 Ebû Hayyân et-Tevhîdî, Kitâbu’n-Nezâir adlı
eserinde, gözlerinin patlak olması (Câhızu’l-ayn) ve tıpkı Câhız gibi hem edip hem
düşünür olması sebebiyle Belhî’nin zamanında “Horasan’ın Câhız”ı (Câhızu Horasân)
olarak anıldığını zikreder.25 Yâkût’ta yer alan bir bilgiye göre eskiden edipler üç ismin
edebiyat sahasındaki yeri üzerinde ittifak etmişlerdir. Bunlar Câhız, Ali b. Ubeyde el-
Latâfî ve Ebû Zeyd el-Belhî idi. Aynı edipler, Câhız’da sözün manadan ön planda,
Latâfî’de mananın sözden ön planda olduğu değerlendirmesini yapmış, Belhî’de ise
hem söz ve hem de mananın birbirine uygun olduğunu söylemişlerdir.26 Kendisinden
bahsedilirken bir çok övgüye mazhar olan Belhî hakkında Yakût, Tevhîdî’nin
Takrızu’l-Câhız adlı eserinde şöyle dediğini bizlere aktarır:
“… İnsanlar ve cinler, ahlâk, ilim ve eserleri bakımından
övmek ve faziletlerini yaymak için bir araya toplansalar, dünya
durdukça onların her birinin layık olduğu övgüyü hakkıyla ifade
edemezler. Bunlar Ebû Osman Amr b. Bahr el-Câhız, Ebû Hanîfe
Ahmed b. Dâvud ed-Dîneverî ve Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-
Belhî’dir… Belhî’ye gelince, şimdiye kadar bir benzeri gelmiş
değildir ve sanmam ki bu asırda da bir benzeri bulunsun… Onun
eserlerini, dostlarına yazdığı risâleleri ve kendisine sorulan sorulara
verdiği cevapları okuyan kimse anlar ki, o denizlerin denizi,
âlimlerin âlimidir; insanlar arasında ondan başka din ve felsefeyi
uzlaştıran kimse görülmemiştir…”27
Talebesi Ebû Muhammed Hasan b. el-Vezirî’nin bildirdiğine göre Belhî, orta
boylu, ince yapılı, buğday tenli, patlak gözlü, yüzünde çiçek hastalığının izlerini
23 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-udebâ, III / 72–73. 24 İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 153. 25 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 79. 26 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 78. 27 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 28-29; Kasım Turhan, Âmirî ve Felsefesi, s. 42.
16
taşıyan, sessiz, vakar sahibi, kendine hâkim, saygın, düşüncede mantığa, dilde fesâhate
önem veren biriydi. Şairlik yönü az olup teliflerinde oldukça geniş bir kelime haznesi
kullanırdı. Bu yüzden konuştuğu zaman sözlerinin inci gibi saçıldığı belirtilmiştir.
Talebesinden tartışmacı üsluptan sakınan düşüncelerini açık seçik ortaya koyan biri idi
olduğunu Yâkût el-Hamevî vasıtası ile öğrendiğimiz filozofumuz Belhî’nin özellikle de
Kur'ân-ı Kerîm’deki tefsir ve tevîle müsait konularda tartışmalardan uzak durması bu
tutumunun bir devamı olmalıdır.28
İbnü’n-Nedîm Belhî’nin dinî sapkınlıkla (ilhadla) suçlanmış olduğunu
zikretse de29, o zaman Belh’in imamı ve müftüsü olan Ahmed b. Muhammed el-
Bezzârî, Belhî’yi hayırla övüp şöyle demiştir:
“Şüphesiz onun mezhebi kuvvetli, itikadı güzel idi.
O felsefe ilmine mensup olmakla beraber dini bütün bir
şahsiyet idi. O zamanda yaşayan bütün faziletli kişiler de
onu övdüler”.30
Bu sapkınlık iddiasının filozofumuzun felsefe ile iştigalinden mi yoksa başka
somut bir neden mi kaynaklandığı hususunda kesin bir bilgiye sahip olmamakla
beraber, gerek hocası Kindî zamanında felsefe ile ilgilenenlerin tekfir suçlanmalarına
maruz kalması, gerekse Belhî’nin öğrencisi olan Ebu’l Hasan el-Âmirî’nin bir çok
eserinde siyasî entrikalardan, bazı dindar çevrelerin sığ ve kısır düşüncelerinin bir
sonucu olarak İslâm’ın esprisini anlamamaları sebebiyle filozofların zındıklıkla
suçlandıklarını belirtmesi bize bu konuda en azından bir ipucu vermesi açısından
önemlidir.31 Din ve felsefe arasında dengeleyici bir konumda yer alan Belhî’nin
zamanındaki sapık inançlara, aşırı fırkalara karşı teorik bir mücadele de bulunmanın
yanı sıra dinin ve peygamberinin lüzumsuzluğu, bazı din merasimlerinin saçmalığı,
bâtinî te’vilin gereği vb. iddialara sahip “zenâdıka” hareketiyle mücadele etmesine
28 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-udebâ, III / 71, 76–77. 29 İbnü’n-Nedîm, Fihrist, s.153; Ayrıca bu konuda Abdullah Ni’meh, Belhî’ye isnad edilen ilhadın
gençliğinde mensubu olduğu Şiîlikten kaynaklanabileceğini, bu ilhadın da itikadî değil siyasî olduğunu öne sürer, Bknz. Abdullah Ni’meh, Felâsifetü’ş-şî‘a hayatuhum ve âsaruhum, s. 123.
30 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 74–75. 31 Mahmut Kaya, “Âmirî” md. , DİA, III / 69.
17
hatta bu uğurda kendisini destekleyen bazı devlet adamları ile arasının açılmasına
rağmen yine de sapıklık (ilhad) suçlamasına maruz kalması Belhî için bir talihsizlik
olmuştur.32 Yine ileride değineceğimiz üzere Belhî’nin yerine vezir olan Ebû’l-Kâsım
el-Ka‘bî’ye Belhî hakkında sorulduğunda şöyle demiştir:
“O mazlum bir adamdır, muvahhid yani mu’tezilî
idi, ben onu başkalarından daha iyi tanırım, biz onunla
beraber yürüdük, beraber mantık okuduk”.33
Filozofumuzun tefsir konusunda yazmış olduğu Nazmu’l-Kur’ân zamanın
güvenilir mütehassıslarınca çok değerli bulunmuştu. Ebû Hayyân et-Tevhîdî da bu
kitabın bir benzerini görmediğini34, bir fakih âlimi olan Ebû Bekr ise, Belhî’nin Kitâbü
Kemâli'd-dîn adlı kitabı hakkında Müslümanlar için tevilât konusunda bundan daha
faydalı bir kitap tasnif edilmediğini söylemiştir.35
Her alanda uzlaştırmacı bir yol takip etmeye çalışan Belhî sahabenin
faziletleri ve kavmiyetçilik konularında tartışmayı pek yararlı görmemiştir. Bu konuda
sahabeye dil uzatmaktan sakınan, Arapların diğer milletlere üstünlük iddiasının
karşısında duran ve tartışmaların faydalı bir sonuç içermediğini düşünen bir âlim idi.
Nitekim bu konularda son sözü Allah (cc) ve Peygamber Efendimiz (sav)’in söylediğini
ifade etmiştir.36 Sahip olduğu bu uzlaştırmacı kişilik, muhtemelen zamanın
hükümdarlarının vezir arayışlarında dikkatlerini Ebû Zeyd el-Belhî’ye çevirmelerine
neden olmuştur.
Belhî’nin Irak’ta geçirdiği yıllar zarfında yaptığı çalışmalar felsefe, astroloji,
astronomi, tıp ve tabii ilimler sahasında idi. Irak’ta çalıştığı ilimlerinin her dalında
kendini geliştirdikten sonra Herat (Afganistan’ın batısında bir şehir) yolu ile çok
32 İlhan Kutluer, “Belhî” md., DİA, V / 413. 33 Dâvûdî, Tabakâtü’l-müfessirîn, s. 43. 34 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 77. 35 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 80. 36 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 78; Söz konusu ayetler ‘Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir
Kur'ân-ı Kerîm indirdik (39/28), Sûr’a üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar (23/101), Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır (49/13), ayet-i kerîmeleridir. Peygamberimiz (sav)’in hadisi ise, “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” hadis-i şerîfidir.
18
sevdiği Belh şehrine geri dönerek dersler vermeye başlamıştır.37 Ancak burada devlet
erkânı ile bir takım görüş ayrılıklarına düşmüştür. Kitâbu’l Bahs ani’t-te’vilât’ın neşri
sebebiyle, kendisini daha önce destekleyen ve Karmatî (bir Şiî kolu) olan komutan
Hüseyin b. Ali el-Merverûzî ile arasının bozulduğunu, el-Karâbîn ve’z-zabâih adlı
eserini neşrederken de dualist (senevî) olan diğer destekçisi Sâmânî emiri Nasr b.
Ahmed’in veziri Ebû Ali el-Ceyhânî’nin desteğini kaybettiğini bizzat bildirir.
Birkaç yıl sonra Belh şehrinin yönetimi Ahmed b. Sehl b. Hâşim el-
Mervezî’nin eline geçince, belki de daha önce bir mecliste Belhî ile karşılaştıklarında
Belhî’nin Mervezî’ye karşı olan saygılı üslubundan dolayı Mervezî Belhî’ye vezirlik
teklif etmiştir. Yâkût’un zikrettiği söz konusu hadiseye göre bir gün Mervezî, Belhî’nin
de olduğu bir meclise girdiği zaman Belhî’ye ismini sormuş, Belhî “Ebû Zeyd” diyerek
künyesi ile cevap vermişti. Mervezî ise Belhî’nin bu soruya künyesi ile cevap
vermesini ayıplamış idi. Ancak Belhî söz konusu meclisten çıktığında orada unuttuğu
yüzüğün üzerinde Ahmed b. Sehl yazısını gören Mervezî, Belhî’nin kendisi ile adaş
olduğunu ve saygıdan dolayı künyesi ile cevap verdiğini anlamış ve bu durum çok
hoşuna gitmiştir.38 Ancak Belhî, bu vezirlik teklifini geri çevirmiş, kendisinin yerine
vezir olan hemşerisi Ebû’l-Kâsım Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd el-Ka‘bî’nin
hizmetinde bir yıl kadar sekreter olarak çalışmıştır.39 Ebû’l-Kâsım el-Ka‘bî de gerçek
bir vefa örneği göstererek, vezir olması dolayısıyla almış olduğu 1000 dinarlık
maaşının 100 dinarını her ay Belhî’ye vermiştir. Böylece kendisi de sekreterlik
vazifesinden dolayı 500 dinar maaş alan Belhî’nin aylık olarak eline geçen para miktarı
600 dinar olmuştur.40 Ayrıca Sâmânî emiri de Belhî’ye karşı hep cömert olmuştur.
Yâkût’un aktardığına göre bir gece Sâmânî emiri Mervezî, Ebû’l-Kâsım ve Belhî
beraber idiler. Emirin elinde ismi gibi parlayan kıymetli ve değerli inciler vardı.
İncilerin ışığı etrafı aydınlatıyordu. Emir fetihler esnasında Hind beldelerinden gelen
incilerden on tanesini elinde tutup, on tanesini Ebû’l-Kâsım’a, on tanesini de Belhî’ye
verdi. Belhî ve Ebû’l-Kâsım bu cömertliğinden dolayı emire teşekkür ettiler. Sonra
Ebû’l-Kâsım kendisine verilen incileri Belhî’nin ellerinin arasına koydu ve Belhî sizin
işlerinizi önemseyen ve dert edinen bir kişidir diyerek Belhî’den bu incilerle bir
37 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 75. 38 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-udebâ, III / 75–76; Abdullah Safedî, Kitâbu’l Vâfî, VI / 412–413. 39 W.M.Watt, “Abu Zayd Ahmed b. Sahl Balki” md., Encyclopedia Iranıca, I / 399-400. 40 Yâkût el-Hamevî, a.g.e., III / 76.
19
gerdanlık dizmesini istedi. Bu sözler emirin çok hoşuna gitti. Hind beldelerinden gelen
incileri fey’den (hazineden) 300 dirhem karşılığında satın alan emir daha sonra elindeki
incileri de Belhî’ye verdi. Belhî de bu incileri gerçekten iyi bir değere sattı. Emirin ve
vezirin kendisine karşı olan bu cömertlikleri sonucu eline geçen para ile Belhî,
Şâmistiyân’da bir çiftlik satın alarak hayatının geri kalanını orada geçirdi. Burada
kaldığı yıllarda Samâni emiri Belhî’yi yönetimde bazı meselelere yardım etmesi için
Buhara’ya davet ettiyse de Belhî Ceyhun Nehri’nin azgın dalgalarından geçemediği
için bu daveti mazeretini bildirdi ve bu daveti nazikçe geri çevirerek, emire kendisi ile
aynı görüşlerde olduğuna dair mektup yazdı. 41
Eserlerinin çoğu günümüze ulaşmasa bile, gerek eserlerinin adlarından
gerekse, gerekse kaynaklarda kendisi hakkında edindiğimiz bilgilerden Belhî’nin
teliflerinde dinî bir kaygı taşımakla beraber felsefî bir yol izlediği görülmektedir. Belhî
bu konuda tıpkı hocası Kindî gibi dinle felsefe arasını uzlaştırma çabası güdüyor
gibidir.42 Gerçekten de Belhî, Belh’e döndüğünde Kindî’den okuduğu derslerde
çalışmalarına devam etmiştir. Coğrafya, matematik, astronomi, tıp, ahlâk, siyaset,
edebiyat, dinî ilimler gibi ilimlerin çeşitli dallarında çalışmalar yapması Kindî’den
etkilendiğinin en büyük göstergesidir. Aynı şekilde Belhî’den günümüze gelebilen
nadide eserlerden olan Mesâlihu’l-ebdân ve’l-enfüs, ikinci bölümü itibarı ile Kindî’nin
el-Hîle li def‘il-ahzân’ın izlerini taşırken, birinci bölümünde yer alan müzik dinlemenin
insan bedeninin sıhhatine olan katkısı da, Kindî’nin bazı hastalarını müzikle tedavi
41 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-udebâ, III / 85. 42 İlk İslâm filozofu olarak nitelenen Kindî, felsefe ve din arasında bir tezat olmadığına, felsefî
bilginin dinî bilgi ile uyum içinde olduğuna inanmakta idi. Eserlerinde ikisi arasında uzlaştırmacı bir üslup kullanan Kindî’ye göre ilâhiyat, vahdâniyet ve ahlâk bilgisi; hatta tüm yararlı olan şeylerin ve yararlıyı elde etmeye vesile olan her şeyin bilgisi ile tüm zararlılardan korunma ve korunmaya ait bilgiler, varlığın hakikatinin bilgisi (felsefe) çerçevesine girmekte olup, peygamberlerin getirdiği tüm bilgilerde bu neviden değerlendirilmelidir. Kindî’ye göre felsefeye karşı olanlar felsefenin ya gerekli olduğunu ya da gerekli olmadığını söyleyeceklerdir. Gerekli olduğunu söylerler ise bu gereği yerine getirmeleri icap eder. Gereksiz olduğunu beyan ederlerse, o zaman da bunun sebebini ortaya koyup ispat etmeleri gerekir ki, her iki halde de yaptıkları iş felsefenin alanına girmektedir. Bknz. Mahmut Kaya, “Kindî, İlk Felsefe Üzerine”, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, s. 10–11. Aynı şekilde Peygamberlere inen vahyin de akla (yani felsefeye) aykırı olmadığını, aksine aklın da inen vahyin de Yüce Allah’ın katından olduğunu ispat etmeye çalışan Kindî, Allah’ın çürümüş kemikleri diriltmeye kadir olduğu gibi dinî meseleleri felsefî açıdan, bir şeyin kendi zıddından meydana gelmesinin bir realite olduğunu gibi felsefî olarak değerlendirilebilecek meseleleri de hem dinî hem felsefî açıdan ispatlamaya çalışarak ikisi arasında bir uyumsuzluk olmadığı sonucuna varmaya çalışır. Bknz. Mahmut Kaya, “Kindî, “Din-Felsefe İlişkisi”, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, s. 37–42.
20
etmesinden bir iz olarak zikredilebilir.43 Eserlerinde din ile felsefeyi uzlaştırmayı çabası
güden ve bunlardan birini diğerine tercih etmeyen Belhî, dini yüce bir felsefe olarak
tanımlamıştır. Ona göre filozof olmak isteyen kişi, dinin gereklerini yerine getirmeye
gayret göstermelidir.44 Belhî bu anlayışı ile tıpkı hocası gibi akılla bulunan bilgilerin
dine aykırı olmaması gerektiği sonucunu çıkarmak istemiştir. Bu konuda Ebû Hayyân
et-Tevhîdî de mübalağalı bir şekilde Belhî’ye övgüler yağdırmış ve Belhî’den başka din
ile felsefeyi uzlaştıran birini görülmediğini zikretmiştir.45 Kindî ile başlayıp zirve
noktasına İbn Rüşd’le (öl. 1198)46 birlikte çıkacak olan din ve felsefenin arasında bir
tezat olmadığı, ikisinin de birbirine karşı olmadığı düşüncesi, filozofumuzun talebesi
Âmirî tarafından da devam ettirilmiştir. 47
43 İbnu’l-Kıftî’nin İhbâr’ında geçip Ahmet Hakkı Turabi’nin el-Kindî’nin Mûsikî Risâleleri adlı
yüksek lisans tezinde tercümesini verdiği bir rivayete göre; Kindî’nin çok zengin tüccar bir komşusu vardı. Bu adamın bir de oğlu vardı. Bu genç, tüccarın bütün ticaretini yönetir, işin girdisini çıktısını bilirdi. Diğer yandan bu tüccar Kindî’ye çok haset eder ve her fırsatta onun için kötü söz söylemekten ve onu tahkir etmekten çekinmezdi. Birgün aniden oğluna felç indi. Ticaretinde eli kolu bağlanan adam, oğluna şifa aramak için bütün etrafa haber saldı. Doktorlar ve insanlar ellerinden geleni yaptıkları halde genç tedavilere cevap vermiyordu. Bir gün tüccara “Senin bir komşun var, zamanın filozofu ve bu hastalığın tedavisinde insanların en bilgilisidir. Şayet ona gidersen istediğin şeyi onda bulabilirsin.” denildi. Bunun üzerine tüccar da mecburen Kindî’ye gitti ve durumu anlattı. Sonra Kindî ile beraber oğlunun bulunmuş olduğu eve gittiler. Kindî bu gencin nabzını ölçtü, sonra mûsikî ilminde yetişmiş öğrencilerinden kalpleri ve nefisleri kuvvetlendirici, hüzünlü ve sıkıcı melodileri bilen, kezâ ud icrasında virtiöz olan birkaç tanesinin gelmesini istedi. Öğrenciler geldiğinde onlara gencin başucunda çalmalarını emretti ve onlar da çalmaya başladılar. Sonra onları durdurdu ve ne çalacaklarını, parmak pozisyonları ve geçkileriyle birlikte ud üzerinde gösterdi. Onlar bu melodiyi çalarlarken Kindî gencin nabzını tekrar kontrol etti, bu arada genç yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Nabzı düzeldi, kanı hareketlendi, hatta ayağa kalktı, yatağın içine oturdu ve ve konuşmaya başladı. Bu ara udîler ara vermeden çalmaya devam ediyorlardı. Kindî tüccara “Oğlundan ticaretin ya da başka bir şeye dair öğrenmek istediğin şeyleri sor” dedi. Tüccar sormaya başladı ve aldığı cevapları yazdı. Durum bu minval üzereyken udîler bir ara çalmayı ihmal ettiler ve ara verdiler. Genç çok geçmeden eski haline döndü ve az sonra da öldü. Tüccar Kindî’den udîlere devam etmelerini söylemesini istedi. Kindî, “Heyhat, artık geçti, onun eceli geldi. Ne benim ne de başka birinin Allah’ın belirlediği bu müddeti artırmaya gücü yoktur” dedi. Ahmet Hakkı Turabi, el-Kindî’nin Mûsikî Risâleleri, (MÜSBE İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümü Türk Dini Mûsikî Anabilim Dalı, basılmamış yüksek lisans tezi), s. 94–95. Ayrıca Müzikoterapi için bknz. Emin Akdağ, “Beyne Nota Neşteri”, Aksiyon Dergisi 551. sayı.
44 Naci Tikritî, “Ebû Zeyd el-Belhî”, Felsefetü’l ahlâkıyyetu’l eflâtuniyye, s. 240. 45 Safedî, Kitâbu’l-vâfî, VI / 378 46 Konu ile ilgili geniş bilgi için İbn Rüşd’ün Faslu’l-Makâl’ini içerisinde konu ile ilgili bir
makale ile birlikte neşredip Türkçe’ye kazandıran Bekir Karlığa’nın eserine müracaat edilebilir. bknz. İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, trc. Bekir Karlığa.
47 Âmirî’nin bu konuda düşüncelerinin şeriatı anneye, felsefeyi ise süt anneye benzeten filozofumuz Ebû Zeyd el-Belhî ile felsefe-şeriat arasında bir köprü kurmaya çalışan ve felsefeyi bir hakikat araştırması olarak görüp onun Allah’ın sadık elçileri olan peygamberlerin getirdikleri ile zıt olmadığını söyleyen Kindî gibi olduğu söylenebilir. Âmirî, felsefî ilimlerin yabancı kaynaklı olduğu şeklindeki suçlamalara karşı, Kur’ân’a dayanarak hikmet sıfatı ile vasıflanan ilk kişinin Lokman olduğunu, Empedokles’in hikmeti ondan öğrendiğini; kezâ Sokrat, Eflâtun, ve Aristo arasındaki hoca talebe silsilesinin başı olan Sokrat’ın da hikmeti, Süleyman Peygamber’in ashabından hikmet öğrenen
21
Hakkındaki bilgilerinin çoğunu Yâkût vasıtası ile öğrencisi Ebû Muhammed
Hasan b. Muhammed el-Vezir sayesinde öğrendiğimiz Belhî, alçak gönüllülüğü ile
tanınan bir şahsiyetti. Övülmekten hoşlanmazdı. Bu konuda “Sizi öven bir kişinin bir
gün sizi yermeyeceğinden emin olamazsanız”, demiştir.48 Diğer bir öğrencisi, hatta en
ünlü öğrencisi olan Âmirî de hocasının, kendisine ilimlerde söz sahibi olduğu
söylendiği zaman, bundan hoşlanmadığını ve kendisi gibi birçok eksikliği bulunan bir
insanın filozof olamayacağı söylediğini belirtir. Aynı şekilde Âmirî hocasının her
sahadaki geniş bilgisine, din konusunda yolunan istikamet üzerine olmasına rağmen,
kendisine bilgelik nispet edildiğinde bundan ürpererek şöyle dediğini nakleder:
“Vah o zamana! Benim gibi eksik birini bilgelik şerefine
layık görüyorlar. Sanki onlar, Allah'ın kitabında geçen «Allah
hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır
verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar»49 ayet-
i kerîmesini işitmemişlerdir. 50
Kaynaklarda, öğrencileri olarak adı geçen Âmirî ve İbn Ferîgun’a ek olarak,
İbnü’n-Nedîm’in Ebû Bekir Zekeriyyâ er-Râzî hakkında bilgi verirken, Râzî’nin hiçbir
künye zikretmeksizin kendisinden felsefe öğrendiğini bahsettiği Belhî adlı kişiyi, Ebû
Zeyd el-Belhî olarak kabul etmemiz durumunda, Ebû Bekir Zekeriyyâ er-Râzî’yi de
Belhî’nin öğrencileri arasında anmalıyız. Râzî’nin yazmış olduğu et-Tıbbu’r-rûhânî ile,
Belhî’nin hocası olan Kindî’nin de aynı adı taşıyan bir eserinin bulunması51 ve yine söz
konusu eserle Kindî’nin el-Hîle’si ile Belhî’nin Mesâlih’i arasında konu bakımından
Pythagoras’dan aldığını belirterek felsefe ve felsefî ilimlerin yabancı ilimler olmayıp, aksine, onların da kaynağının nübüvvet olduğunu ispatlamaya çalışır. Âmirî’nin din-felsefe ilişkisine dair görüşlerinin temelini teşkil eden önermeler Kasım Turhan’ın Din-Felsefe Uzlaştırıcısı Bir Düşünür Âmirî ve Felsefesi adlı kitabında şöyle sıralanmıştır; 1) Sarih aklın gerektirdiği şeyle sahih dinin emrettiği, vacip kıldığı şey arasında zıtlık yoktur, 2) Felsefenin kökleri ve dalları tıpkı dinî ilimler gibi, sarih akla muvafıktır ve sahih burhanla teyit edilmiştir; burhanın gerektirdiği ve aklın vacip kıldığı şeyle hak dinin gerekli gördüğü şey arasında asla zıtlık bulunmaz. Kasım Turhan, Din-Felsefe Uzlaştırıcısı Bir Düşünür Âmirî ve Felsefesi, s. 238–245, 262–266.
48 Naci Tikritî, “Ebû Zeyd el-Belhî”, Felsefetü’l ahlâkıyyetu’l eflâtuniyye, s. 240. 49 2 / Bakara, 269. 50 Âmirî, el-Emed ale’l-ebed, s. 75; Kasım Turhan, Âmirî ve Felsefesi, s. 43. 51 Bazı kaynaklarda Kindî’ye et-Tıbbu’r-rûhânî isimli bir eser nispet edilmekle birlikte, söz
konusu eser günümüze kadar gelmemiştir. Râzî, et-Tıbbu’r-rûhânî, trc. Hüseyin Karaman, s. 18–21.
22
benzer temalara değinilmesi, Râzî’nin et-Tıbbu’r-rûhânî adlı eserinde Bağdat’ta
hocasının yanında iken başından geçen bir olayı anlatırken hocasının felsefî ilimlerin
yanı sıra nahiv, lügat ve şiir sahasında oldukça fazla bilgi sahibi olduğunu zikretmesi52
(yani edebî yanının da olduğuna vurgu yapması) ve muhtemelen Ebû Zeyd el-Belhî’nin
talebesi olan Şehîd bin Hüseyin el-Belhî’nin hocası Ebû Zeyd el-Belhî’nin yakalanmış
olduğu güllerin açma zamanında kendisini gösteren alerjik nezle ile ilgili yardım etmesi
için Ebû Bekir er-Râzî ile yazışmasında Râzî’nin konu ile ilgili olarak Şehid b.
Hüseyin’e verdiği cevapta Ebu Zeyd el-Belhî’ye atfen hocamız (şeyhanâ) diye hitap
etmesi53, İbnü’n-Nedîm’in Râzî’nin hocası olarak zikrettiği54 Belhî’nin Ebû Zeyd el-
Belhî olma ihtimalini arttırmaktadır.55 Râzî, Belhî’den muhtemelen Belhî’nin Irak’ta
kaldığı yıllarda ders görmüş olmalıdır.
Gerek dinî gerek felsefî eserlerinde akıcı bir üslup kullanıyor olması, gerekse
gözlerinin patlak olması (câhızu’l-ayn) hasebiyle Horasan’ın ya da zamanının Câhız’ı
olarak anılan Belhî’nin İbnü’n-Nedîm tarafından edebiyatçılar arasında zikredilmesi
elbette tesadüf değildir. Kaynaklarda, söylediklerinde hem mana yönünden hem de
şekil yönünden dengeli bir üslup sahibi olduğu zikredilen Belhî, belki de bu
özelliğinden dolayı zamanında olaylar karşısında tarafsızlığını koruması, ağırbaşlı bir
insan olmasından dolayı kendisine vezirlik teklif edildiyse de kendisi sade bir hayat
yaşamayı tercih etmesi sebebiyle bunları geri çevirmiştir.
Genelde hocası Kindî’nin metodunu takip eden Belhî astroloji konusunda
hocasından farklı düşündüğü anlaşılmaktadır. Onun astrolojiye dair olduğu anlaşılan
İhtiyârâtü’s-siyer adlı eseri nedeniyle önceleri astroloji ile uğraştığı sonraları ise bu
ilgisinden uzaklaştığı görülmektedir.56 Nitekim kendisinin ahkâmi’n-nücûm diye tabir
52 Ebû Bekir Râzî, a.g.e., s. 82. 53 Ferîdûn Hâvi, “Takrîru’r-Râzî havle’z-zükkâmi’l-müzmin”, al-Abbadth, XXVI. (1973–1977). 54 İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 357 55 Abdullah Ni’meh’de söz konusu yazışmayı delil göstererek Ebû Zekeriyyâ er-Râzî’yi Belhî’nin
öğrencileri arasında zikreder. Abdullah Ni’meh, Felâsifetü’ş-şîa, s. 119. 56 İlm-i ahkâm-ı nücum’un şubelerinden birisi olan ihtiyârât ilmi uğurlu ve uğursuz vakitlerini
inceler. Batı dillerinde hemeroloji ve menoloji terimleri ile ifade edilen ihtiyârât ilmi, belirli bir işi uğurlu ve uğursuz olduğuna inanılan vakitlerde yapıp yapmamayı mümkün kılan takvimler hazırlamaktan ibarettir. Yıllara, aylara, günlere hatta saatlere göre belirlenmiş bu vakitlere bakılarak girişilecek iş için en uygun zamanın seçilmesine çalışılır. Babilliler ve Mısırlılar’ca bilinip Araplar arasında da yaygın olan bu uygulama göre hangi vakitte hangi işi yapmanın en uygun olduğunu tespit etmek ve buna göre yöneticilere tavsiyede bulunmak
23
edilen astrolojiye güvenmediği, bunun yerine sadece hesapların desteklediği bilgilere
dayanan bir gök bilimin olması gerektiği düşüncesini savunduğu bildirilmektedir.57
Belhî’nin hayatının son anlarında Yâkût tarafından zikredilen iki olay, bizlere
Belhî’nin dinine ne kadar bağlı bir insan olduğu göstermesi bakımından önemlidir.
Ebû Zeyd Dımeşkî anlattı ki: “Ebû Zeyd’in yanına girdim –
Allah ona merhamet etsin- hicri 322 Zilkâde ayı bir Cuma günü
kuşluk vaktinde onu hastalığından dolayı ağırlaşmış buldum. Onu
usulcana selam verdim. Sonra ‘Ey Ebû Bekr, sebepler bitti artık,
ancak bu kardeşlerimden ayrılışım değildir’ dedi ve gözünden yaşlar
aktı, ben de onunla beraber ağladım. Ben ‘Ey ihtiyar Allah sana
şefaat etsin ve iyilik seninle olsun’, dedim. ‘Heyhat’ dedi ve “Ne
dersin! Eğer biz onları yıllarca yaşatıp nimetlerden faydalardırsak
sonra tehdit edilmekte oldukları azap başlarına gelse!
Faydalandırıldıkları nimetler onlara hiç yarar sağlamayacaktır”
ayet-i kerîmesini okudu (26/205–207) sonra; ‘Benden uzaklaşma ve
bana yaklaş’ dedi.58
Gecenin ilk saatlerinde Belhî, (o anda evde bulunanlara)
‘Ben çağırıncaya kadar beni bırakın’ deyip oğlu Hüseyin’den de evde
iken ay doğduğunda kendisine haber vermesini istedi. Hüseyin de ay
doğunca babası Belhî’ye haber verdi. Belhî onlara ‘Ay doğdu mu?’
diye seslendi. Onlar da ‘Evet’ dediler. Belhî, ‘Evdeki herkes
toplansın’ dedi ve evdekiler de onun yanında toplandılar. Belhî
hepsine ayrı ayrı durumlarını, giyecek ve kışlık ihtiyaçları hakkında
sorarak bir eksiklerinin olup olmadığını sordu. Onlar da ‘hayır yok’,
dediler. Bunun üzerine Belhî onlardan kuvvetli bir söz aldı. (onlara
ihtiyaçlarının karşılandığına dair yemin ettirdi.) ve ‘Selamet sizinle
olsun, bu benim sizinle son toplantımdır’, dedi. Sonra şahadet
müneccimlerin temel göreviydi. Tevfik Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nücum” md., DİA, XXII / 124–126.
57 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-udebâ, s. 73–75; İlhan Kutluer, “Belhî” md. DİA, V, 413. 58 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-udebâ, III / 82–83.
24
getirerek, Allah’tan af diledi. Sonra ‘Siz kalkın, sıra başkasına geldi’
dedi. Bunun üzerine onlar evin küçük kapısından çıkarken Belhî’nin
şahadet getirdiğini duymaktaydılar. Sonra, sesi kesildi, onlar geri
dönünce Belhî ruhunu teslim etmişti – Allah ona rahmet eylesin-…59
2- ESERLERİ
Akâid, kelâm, fıkıh, dinler tarihi gibi dinî ilimler yanında coğrafya, siyaset,
ahlâk, felsefe, edebiyat, matematik, astroloji, ilimler tasnifi ve tarih gibi dinî olmayan
ilimler sahasında da birçok eser yazmış olan Belhî’nin bu çok yönlülüğü bize hocası
Kindî’yi anımsatmaktadır. Kaynaklarda altmışa yakın eseri zikredilen Belhî’nin bu
eserlerinden sadece ikisi günümüze ulaşabilmiştir. Diğer eserlerinin varlığını ise
filozofumuz hakkında bilgi veren kaynaklardan öğrenmekteyiz.
59 Yâkût, el-Hamevî, a.g.e., III / 83–84; Belhî’nin biyografisi hususunda bizim ana kaynağımızı
oluşturan Ebû Zeyd el-Belhî’nin öğrencilerinden birisi olan Ebû Muhammed Hasan b. Muhammed Vezîrî’nin yazmış olduğu biyografiden faydalanarak Yâkût tarafından Mu‘cem’de yer verilen metin, konu ile ilgili diğer kaynaklarında çıkış noktası görünümündedir. Çalışmamızda bu kaynağı esas alıp, diğer kaynaklarda var olan farklılıkları ise dipnotlarda yer vermeye çalıştık, çeşitli dillerdeki diğer kaynaklar için bknz. V.V. Barthold, Hudûd al-Alam neşrine önsöz, Rusça’dan trc. ve nşr. V. Minorsky, London 1970, s. 15–18, İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, MÜSBE İlâhiyat Bölümü Basılmamış Doktora Tezi, 1989, s. 128–154, D. M. Dunlop, “Abu Zayd Ahmad b. Sahl al-Balkhi” md., Encyclopoedia of Islam, c. I, s. 1003, C.E. Bosworth, “Abu Zayd al-Balkhi”md., Encyclopedia of Arabic Literature, I / 51, Mustafa Bilgin, Tefsirde Mutezile Ekolü, Uludağ Üni. Sosy. Bil. Ens. İlâhiyat Bölümü Basılmamış Doktora Tezi, 1991, s. 117-119, Abdurrahman Hamîde, A‘lâmü’l-coğrafiyyîne’l-Arabî, s. 194-199, Ahmed Atıyyetullah, “Belhî” md, el-Kâmusu’l-İslâmî, I / 352-353, Âdil Nüveyhız, “el-Belhî” md. Mu‘cemu‘l-Müfessirin, s. 40, Abdülmenâm Dâvud, “Ahmed bin Sehl el-Belhî”, Beytü’l-Hikmetü’l-Abbâsî, s. 123-140, Cl. Huart, “Belhî” md., İslâm Ansiklopedisi, s. 487, Fuad Kandil, “Ebû Zeyd el-Belhî”, Edebü’r-Rıhle fî Tûrâsi’l-Arabî, .s 157-162, Ignaty Yulianovich Krachkovsky, Târihü'l-edebi'l-coğrafiyyi'l-arabî, Arapça’ya trc. Selahaddin Osman Haşim, s. 198-199, Ahmed Hac Seyyid Cevadi, “Belhî” md., Dairetü’l-Maârif-i Teşeyyü, s. 208-209, Naci Tikritî, “Ebû Zeyd el-Belhî”, el-Felsefetü’l-Ahlâkiyyetü’l-Eflâtuniyye, s. 236-240, Ahmed Davudî, Tabakâtü’l-Müfessirîn, s. 42-43, D. M. Dunlop, “Abu Zayd Ahmad b. Sahl al-Balkhi” md., Encyclopoedia of Islam, c. I, s. 1003, Boris A. Rosenfeld, Ekmeleddin İhsanoğlu, Mathematicians, astronomers and other scholars of Islamic civilization and their works : (7yy-19yy c.), s. 69-70, Türk Ansiklopedisi, VI / 75, Mevsûâtü’l-Arabiyye, V /.277-278, Fuad Sezgin, Geschichte des Arabischen schrifttums : astrologie, meteorologie und verwantes (GAS), III /274; VI / 190-191; VII / 27, Carl Brockelman, Geschichte der Arabischen litterature : supplement (GAL), I / 400, Abdullah Safedî, el-Vâfi bi’l-Vefeyât, VI / 409-413.
25
a. Günümüze ulaşan eserleri
Belhî’nin günümüze gelen iki eserinden birisi olan ve biri beden sağlığı diğeri
ise ruh sağlığı ile ilgili iki ayrı makaleden oluştuğu için Makalateyn olarak da bilinen
Mesâlihu'l-ebdân ve'l-enfüs’ün iki yazma nüshası bugün Süleymaniye Kütüphanesi
Ayasofya’da 3740 ve 3741 numaralarda kayıtlıdır. Anılan nüshaların ikisi de Fuad
Sezgin tarafından faksimile olarak neşredilmiştir.(Frankfurt, 1984 ve 1998) Biz bu
çalışmamızda bu nüshalardan daha okunaklı olduğunu düşündüğümüz 3741 no’lu
nüshadan faydalandık. Bizim de faydalandığımız 3741 nol’lu nüshanın 181 varak
olmasına rağmen, 3740 no’da kayıtlı olan nüsha, 140 varaktan oluşmaktadır.
Kütüphane kayıtlarında iki nüshanın da müstensihi Şemsüddin el-Kudsî olarak
gösterilmiş, kendisinden faydalandığımız nüshanın sonunda müstensih, istinsah tarihi
olarak Hicrî olarak 10 Şaban 884 tarihini not düşmüştür. İki nüshanın da yazı türü nesih
olmasına rağmen aralarındaki yaklaşık 40 yapraklık hacim farkı, içerikten değil,
yazıların küçük-büyük karakterinden kaynaklanmaktadır. İki nüsha da aralarındaki ufak
tefek yazım hatalarını görmezden geldiğimizde birbirinin aynısıdır.60
60 Söz konusu yazım hataları müstensihin ى harfini ت olarak yazması ya da harflerin üzerindeki
veya altındaki bazı noktaları unutmasından kaynaklanmaktadır, iki nüshada da bölüm fazlalığı ya da eksikliği söz konusu değildir. Hem iki nüshanın yazı karakterini ortaya koymak hem de iki nüsha arasında var olan hacim ve yazım farklılıklarını ortaya koymak amacı ile iki nüshanın da birer sayfalık örneğini buradan vermeyi uygun gördük. Örneklerden ilki 3741 no’da kayıtlı olan ve bizim de çalışmamızda kullandığımız nüsha iken, ikinci örnek 3740 no’da kayıtlı olan nüshaya ait.
26
Tablo 1: Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya Bölümü 3741 numarada kayıtlı olan bu nüsha Fuad
Sezgin tarafından tıpkıbasım olarak neşredilmiştir. (Frankurt, 1998)
27
Tablo 2: Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya Bölümü 3740 numarada kayıtlı olan bu nüsha Fuad
Sezgin tarafından tıpkıbasım olarak neşredilmiştir. (Frankurt, 1984)
28
Elimizdeki eserin, gerek Belhî’nin tıp alanında elimize ulaşan tek kitabı
olması, gerek Belhî’nin ahlâk felsefesi hakkında bizlere bir fikir vermesi, gerekse
çağdaşı olan Ebû Bekir er-Râzî ile birlikte Kindî’den gelen bir ekolunun yani tedavide
ruh-beden ayırımını ihtiva etmesi sebebiyle bilim tarihi açısından önemli bir yer işgal
ettiğini söyleyebiliriz.61 Beden ve ruh sağlığı olmak üzere iki ayrı makaleden oluşan
kitabın yaklaşık 2/3 beden sağlığına, 1/3 de ruh sağlığına ayrılmıştır.
Döneminde Râzî’nin Tıbbu’r-rûhânî’si ile birlikte, tedavide ruh-beden
ayırımını getiren bir geleneğin başlangıcı olan Mesâlih’in (bundan sonra bu kısaltma
ile anılacaktır.), el-Ebdân bölümü 14 kısımdan, el-Enfüs bölümü ise 8 kısımdan
oluşmaktadır. Belhî, gerek el-Ebdân bölümünde, gerekse el-Enfüs bölümünde o zaman
İslâm dünyasını yakından etkilemiş olan Hipokrat ve Galen’den hiç bahsetmemiştir.
Oysaki çağdaşı Râzî’nin kendisinden haberdar olduğunu bildiğimiz Galen’den,
Belhî’nin haberdar olmamış olması pek ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Eserinin
hiçbir yerinde ne hocalarından ne de eski Yunan filozoflarından bahsetmeyişi ilginçtir.
Çünkü tıp ilminin temel kaynakları bu iki otoriteye dayanmaktaydı. Eserinde ısrarla bu
isimlerden bahsetmemesinin altında belki ilhadlıkla suçlanması, belki siyasi sebepler
olmalıdır.
el-Ebdân bölümünde Belhî, beden sağlığının korumanın gerekliliğini, insanın
yapısını, yaşanılan yerin insan üzerindeki etkilerini (gerek fizikî, gerek ruhî),
yaşadığımız yerlerin, giydiğimiz elbiselerin, içtiğimiz suyun, yediğimiz yemeğin, güzel
kokunun, uykunun, banyo yapmanın, spor yapmanın, masaj yaptırmanın ve müzik
dinlenmenin insan bedenine etkilerini incelemiştir.
Bu bölümde Belhî, hocası Kindî’nin anlayışını devam ettirerek ay altı
âlemdeki varlığın oluşumunu toprak, hava, su ve ateşin birbiri ile karışmasına
bağlamıştır. İnsan bu dört unsurdan yaratıldığı için hayvan ve bitkilerden ayrılmaktadır.
Bunlardan insanın yaşaması için gerekli olan hava, toprak ve su havanın içinde bulunan
61 Râzî ile birlikte Kindî’yi de tedavide ruh ve beden ayırımını kabul eden filozofların içinde
zikretmemizin en büyük nedeni elbette ki Kindî’nin el-Hîle li def‘il-ahzân isimli eseridir. Söz konusu eserinde beden sağlığı yanında bir ruh sağlığından bahsetmesi, hatta ruh sağlığını beden sağlığından daha önemli görmesi bizim Kindî’yi de tedavi de ruh ve beden ayırımını kabul eden filozoflar arasında zikretmemizi mümkün kılmaktadır. Bknz. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 10.
29
ısı (hararet) ile birliktedirler. Toprak, hava ve sudan oluşan üç unsurun birleşimindeki
farklılıklar, aynı zamanda yeryüzündeki farklılıklarında sebepleridir. Bu üç unsurun
bileşimdeki farklılar insanlardaki dışsal ve içsel farklılıklarında ana kaynağıdır. Bu
farklılıklar sebebiyle insanlar arasında cins, renk, dil, ahlâk vb. bakımından farklılıklar
oluşmuştur. Bu üç unsurun birbiriyle birleşimindeki farklılıklar dolayısı ile insanların
bazıları diğerlerine karşı daha üstün bir yaratılışta yaratılmışlardır. Aynı şekilde
insandaki bu farklılıklar yaşadıkları yerlerden de etkilenir. Mesela her yerin toprağı
birbirinden farklıdır, kimi toprağın cinsi yaş, kimi toprağın kuru, kimi toprağın kumlu,
kiminin ki de humuslu... Bu faktörlerin hepsi insanların fiziksel ve karaktersel
yönlerinin farklı olmasının sebeplerindendir.62 Belhî, toprak, su, hava ve topoğrafik
faktörlerin insanlardaki ahlâkî farklılıkların ana sebebi olduğunu belirtmiştir.
Beşinci, altıncı ve yedinci bölümlerde yemenin, içmenin ve güzel şeyleri
koklamanın (bunlara geleneksek sağlık bilgisi diyebiliriz), insan bedenine etkilerini
işleyen filozofumuzun burada en fazla dikkatimizi çeken hususu alkollü içecekler
(şarâb) konusunda söyledikleri ile dinî kimliğinin uyuşmuyor olmasıdır. Belhî,
Mesâlih’de belli bir amaçla ve gerektiği kadarı ile alınan alkollü içeceğin (şarâb) insan
vücudu için yararlı olabileceğini söylemektedir.63 Alkolün zararlarının yararlarından
fazla olduğunu zikretse de burada filozofumuzun dinî bir kaygısının ötesinde dönemin
tıp anlayışına göre hüküm verdiği düşünülebilir. Belhî’nin bütün konularda olduğu gibi
bu konuda da okuyucularına tavsiyesi itidal üzerine olmaktır.64 Daha sonra Belhî,
uykunun, cinselliğin, banyo yapmanın, jimnastik hareketlerinin ve bunları tamamlayan
masajın beden sağlığı için gerekliliğine değinmiştir. Son olarak müzik dinlemenin
beden sağlığına etkilerini anlatan Belhî şüphesiz burada müzikle ilgilendiği bildiğimiz
hocası Kindî’nin ekolünü devam ettirmektedir. Müziğin ruha etkisinin daha kuvvetli
olduğu bilinse de, Belhî’nin bunu beden bölümünde işlemesi oldukça ilginçtir.
Belhî’nin müzik konusundaki tutumunu şekillendiren ve ona yön veren ise bu konuda
ilk çalışmaları yapan Kindî olmalıdır.
62 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 25–28. 63 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 131. 64 Râzî’de de itidal çağrısı yer almaktadır; … “Kişi ifrata ve tefrite düştüğü zaman istediklerine
ulaşamaz. Bundan dolayı bizim amaçlarımızı gerçekleştirmek, başarısızlığa uğramamak için, düşünce ve endişelerimizde mutedil olmamız gerekmektedir.” Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 103–104.
30
Kitaba adını veren terimler, o dönemde ilk olarak ayrılmaya başlayan ruh-
beden sağlığını ayrı ayrı içine aldığını ifade eden orijinal kavramlardır. Benzer
eserlerden Kindî’nin el-Hîle li def‘il-ahzân’ı Râzî’nin et-Tıbbu’r-rûhânî’si sadece ruh
sağlığı ile ilgilenirken Mesâlih iki konuyu da (ruh ve beden sağlığı) tek başlık altında
toplayan kitapların ilki görünümündedir. Bizzat Belhî’nin de belirttiğine göre; bu
kitaptan önce insanların beden ve ruh sağlılığı ile ilgili konuları iki kapak arasında
bulamayacağını, insanların bu kitap sayesinde insanların daha önce hukemânın ve
doktorların yazdığı eserlerin çeşitli yerlerine bakmalarına gerek kalmayacağını, zira bu
kitapta iki konunun da insanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde uzun şerhlere
girmeden, kolaylaştırılmış bir şekilde aktarıldığını belirtmiştir.65
Filozofumuz Ebû Zeyd el-Belhî’nin’in Mesâlih hakkındaki bu görüşlerine yer
verirken, filozofumuzdan önce yaşamış olan ve İslâm tıbbının önemli kaynakları
arasında zikredilen Ali b. Rabben et-Taberî’nin (v. m. 861’den sonra) Firdevsü’l-hikme
adlı eserinden bir nebze bahsetmek yerinde olacaktır. er-Red ‘ale’n-nâsârâ adlı
eserinde 70 yaşına kadar Hıristiyan olarak yaşadıktan sonra İslâm’ı seçtiğini söyleyen
müellif, bir tıp mecmuası (künnâş) mahiyetindeki eserini yedi nevi, otuz makale ve 365
bab olarak düzenlemiştir. et-Taberî Firdevsü’l-hikme adlı eserinde, Ebû Zeyd el-
Belhî’nin Mesâlih’inde olduğu gibi kalın çizgilerle çizilmiş bir ruh ve beden sağlığı
ayırımına gitmemiş olsa da, eserinde hem ruh hem de beden sağlığı ile ilgili konulardan
bahsetmiştir. Özellikle beş makaleden oluşan ikinci nevide, mizaç farklarının ortaya
çıkışı, ruhun (nefsin) mahiyeti, bedenle ilişkisi, sevinç (ferih), üzüntü (hüzn), sıkıntı
(hacel), korku (vecel) gibi ruha ilişen şeylerden bahsetmesi, koruyucu hekimlik
(hıfzı’s-sıhha) vb. unsurlardan bahsetmesi ahlâk ilmi açısından ilgi çekicidir. Bu
bakımdan Firdevsü’l-hikme’nin klasik tıp anlayışının vazgeçilmez ilkesi olan beden
sağlığı ile ruh sağlığı yani ahlâkın bir arada ele alınması gerektiği tezini işlediğini
söyleyebiliriz. Bu eser, çeşitli kütüphanelerden bulunan dört ayrı nüshanın
karşılaştırılması ile tenkitli olarak Zübeyr es-Sıddıkî tarafından 1928 yılında
neşredilmiştir.66
65 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 274 66 Ali b. Rabben et-Taberî, Firdevsü’l-hikme fi’t-tıb, nşr. Zübeyr es-Sıddîkî, Mahmut Kaya,
“Firdevsü’l-Hikme” md, DİA, XIII / 131–132, Necip Taylan, “Ali b. Rabben et-Taberî” md, DİA, II / 434–436.
31
Belhî’nin günümüze ulaşan diğer eserinin adı Belhî hakkında bilgi veren
kaynaklarda geçmemesine rağmen, modern araştırmacılar tarafından Belhî’ye ait
olduğu kabul edilip Takvîmü’l-büldân ve eşkâlü’l-bilâd isimleri ile de bilinen Suverü'l-
ekâlim’dir. Bu esere ait tek yazma nüshanın Necef’teki Mektebetü’l-hakîm el-âmme,
nr.632 bulunduğu tespit edilmiştir. Barthold tarafından İslâm coğrafyasına dair ilk eser
kabul edilen Suverü'l-ekâlim İslâm memleketlerini yirmi kısma ayırarak hepsi ile ilgili
ayrı ayrı malumatlar vermiştir. Yine o asırda yetişen İstahrî, seyahate düşkün ve daima
bununla meşgul olduğundan, filozofumuzun kitabını esas almakla birlikte, ona kendi
bilgisini de ilave ederek Belhî’nin sistemi ile aynı şekilde yine İslâm coğrafyasını
yirmiye ayırarak kendi eserini meydana getirmiştir. Daha sonra İbn Havkal, İstahrî’nin
eserini kendi şahsi seyahatlerinden edindiği bilgileri de katmak sureti ile tamamlamış
ve her iklim (bölge) için bir harita tanzim ettikten sonra dağ ve şehir resimlerini eserine
ilave etmiştir. X.yy. ortalarında İslâm coğrafya çalışmaları Belhî, İstahrî ve İbn Havkal
ile büyük bir değişim yaşamıştır.67 İslam coğrafya tarihinin klasik devri diye bilinen bu
çağdaki çalışmalara kaynaklık etmesi bakımından Belhî, Arap Coğrafyası’nın klasik
ekolü diye adlandırılabilecek olan ekolün başlangıç noktasını oluşturur ve bu ekolün
kurucusu kabul edilir.68 Coğrafya konusundaki birikimini hocası Kindî’nin bu konudaki
çalışmalarını sürdürmesine borçlu olan Belhî’nin coğrafya ilmindeki yeri De Goeje ve
Barthold sayesinde açığa çıkmıştır.69
b. Günümüze ulaşmayan eserleri
Varlığını, sadece hakkındaki kaynaklarda geçen isimlerinden öğrendiğimiz
diğer eserlerini burada zikrederken, öncelikle Yâkût’un Mu‘cem’ini esas almakla
beraber, İbnü’n-Nedîm’in Fihrist’inde yer alan farklılıkları ise dipnotlarda göstermeye
ve sonra da kitapların isimlerinden de yola çıkarak bu eserleri tasnif etmeye çalıştık.
Ancak buradaki tasnifin kalın çizgilerle çizilmiş kesin bir sınırının olamayacağı da
herhalde apaçık bir şekilde anlaşılmaktadır. Birçok alanda eser vermiş olan Belhî’nin
tefsir alandaki eserlerini Kitâbü Nazmu'l-Kur’ân, Kitâbü Kavâri‘i'l-Kur’ân, Kitâbü Mâ
67 Roshdi Rashed, Encyclopedia of The History of Arabic Science, III / 800. 68 W. Barthold ve Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 154–156. 69 D. M. Dunlop, “Abu Zayd Ahmad b. Sahl al-Balkhi”md., Encyclopoedia of Islam, I / 1003.
32
’uglika min ġarîbi'l-Kur’ân70, Kitâbü'l-Bahsi ‘ani't-te’vilâti kebîr71, Kitâbü Tefsîri'l-
Fâtiha ve'l-hurûfi'l-mukatta‘a fî ’evâ’ili's-suver72, Kitâbü Fî enne sûrete'l-hamdi tenûbü
‘an cemî‘i'l-Kur’ân şeklinde sayabiliriz. Tefsirle ilgili bu eserlerinden ilki çağın tefsir
bilginlerinin beğenisini kazanarak övgü ile anılmıştır.73
İslâm dünyasında kendisinden sonra gelecek filozofları etkilenmesi muhtemel
olan siyaset ile ilgili kitapları da Kitâbü's-Siyâseti'l-kebîr, Kitâbü's-Siyâseti's-saġīr,
Kitâbü Edebi's-sultâni ve'r-ra‘iyye, Kitâbü Fazli'l-melik olarak sayılabilir.74 Kitâbü
Esmâ’illahi ve sıfâtihi,75 Kitâbü Şerâ’i‘i'l-edyân, Kitâbü Kemâli'd-dîn, Kitâbü'r-Reddi
‘alâ ‘abedeti'l-evsân76, Kitâbü ‘ismeti'l-enbiyâ77, Kitâbü'l-Karâbîni ve'z-zebâ’ih eserleri
ise akaid, dinler tarihi, kelâm ve fıkıh sahalarında kabul edebileceğimiz eserlerdir.
Kitâbü'n Fi aksâmi'l-‘ulûmi'l-felsefe78 ve Kitâbü Aksâmi'l-‘ulûm, ilimler
tasnifine dair olup hocası Kindî’den etkilenerek yazmış olduğu bir kitaplar olmalıdır.
Fuad Sezgin’e göre bu alandaki kayıp kitaplar Kindî’nin Kitâb Fî aksâmi'l-‘ilmi'l-insî,
Fârâbi’nin İhsâu’l-ulûm, Harizmî’nin Mefâtihu’l-ulûm, İbn Ferîgun’un Cevâmi’u’l-
ulûm gibi eserlere benzerlik teşkil etmektedir.79 Filozofumuzun Kitâbü Aksâmi'l-‘ulûm
ve Kitâbü'n Fi aksâmi'l-‘ulûmi'l-felsefe isimli kitaplarının günümüze ulaşamamış
olması ve hocası Kindî’nin de benzer şekilde konu ile ilişkin kitaplarının günümüze
ulaşamamış olması nedeniyle Belhî’nin, bu konudaki görüşlerine ışık tutması için
başvurduğumuz Âmirî’de de ilimler taksimine ayrılmış müstakil bir esere
rastlayamıyoruz. el-İ’lâm bi menâkıbi’l-İslâm adlı eserinden edinilen bilgiye göre
Âmirî de tıpkı Kindî gibi ilimleri felsefî ve dinî olarak ikiye ayırmaktadır. Âmirî’ye
göre birincisinin kaynağı filozoflar, ikincisinin kaynağı ise Peygamberler olmakla
birlikte ikisi arasında da tam bir uyum söz konusudur.80 Adı Belhî’nin öğrencileri
arasında zikredilen İbn Ferîgun’un aynı konuda yazmış olup günümüze kadar gelen
70 Bu eser Fihrist’te Kitâbü Cem‘u fîhî mâ ġâbe ‘anhû min ġarîbi'l-Kur’ân şeklinde geçmektedir. 71 Bu eser Fihrist’te Kitâbü'l-Bahsi ‘ani't-te’vilât şeklinde yer almaktadır. 72 Bu eser Fihrist’te geçmemektedir. 73 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-udebâ, s. 77. 74 Siyaset konusunda saymış olduğumuz son iki eser Fihrist’te geçmemektedir. 75 Bu eser Fihrist’te Kitâbü Esmâ’üllâhi azze ve celle ve sıfâtühû şeklinde geçmektedir. 76 Bu eser Fihrist’te Kitâbü'r-reddi ‘alâ ‘abedeti'l-asnâm şeklinde geçmektedir. 77 Bu eser Fihrist’te Kitâbü ‘usmu'l-enbiyâ’i aleyhimi's-selâm şeklinde geçmektedir. 78 Bu eser Fihrist’te Kitâbü Fî inşâ’i ‘ulûmi'l-felsefe şeklinde geçmektedir. 79 Fuad Sezgin, Tariku’t-Turâsi’l-Arabî, I / 289 80 Kasım Turhan, a.g.e., s. 62.
33
Cevâmi’u’l-ulûm81 adlı eseri iki makaleden oluşmaktadır. Birinci makalede Arapça
gramer bilgisi ve kitâbet sanatının gerektirdiği ilmî ve tecrübî birikim tanıtılırken,
ikinci bölümde siyaset ve ahlâka dair genel bir giriş yapıldıktan sonra ilimler tasnifine
geçilmiştir. İbn Ferîgun da temel olarak ilimleri din ilimleri (ulûmu’d-din) ve felsefe
ilimleri (ulûmu’l-felsefe) olarak iki gruba ayırmaktadır. İbn Ferîgun’un Cevâmi’i ile
Âmirî’nin el-İlâm’ı arasında paralelliklerin bulunması ve saydığımız üç filozofunda
(Kindî, İbn Ferîgun ve Âmirî) eserlerinde ilimlerin şer’î ve felsefî olarak ayrılmasını
benimsemesi sebebiyle Belhî’nin Kitâbü Aksâmi'l-‘ulûm ve Kitâbü'n Fi aksâmi'l-
‘ulûmi'l-felsefe adlı eserlerinin şekil ve muhteva açısından öğrenci İbn Ferîgun’un
Cevâmi’u’l-ulûm adlı kitabı ile benzer özellikler göstermesi muhtemeldir.82 Hatta
burada burada Kindî→Ebû Zeyd el-Belhî→ İbn Ferîgûn→Âmirî şeklinde bir zincirden
oluşan bir Kindî ekolünden bahsetmemiz de imkan dahilindedir.83
Kitâbü Sınâ‘ati'ş-şi‘ir, Kitâbü'n-Nahvi ve't-tasrîf, Kitâbü'r-Risâleti's-sâlifeti
’ile'l-‘âtib84, Kitâbü Fazli sınâ‘ati'l-kitâbe, Kitâbü Münyeti'l-küttâb85, Kitâbü'l-
Muhtasari fî'l-lugat, Kitâbü Nüsârâtin min kelâmihi, Kitâbü Savlecâni'l-ketebe ve
Kitâbü rusûmi'l-kütüb ise edebiyat ve kendisinin kâtiplik yapmış olması sebebiyle
ilgilenmiş olabileceği kitâbe (hat sanatı ) ile ilgili olanlardır.86 Kitâbü Esmâ’i ve'l-künye
ve'l-elkâb, Kitâbü Fazîleti ‘ilmi'l-’ahbâr, Kitâbü Ahlâki'l-ümem ve Kitâbü Sıfâti'l-
’ümem87 tarih ile alakalı, Kitâbü Risâleti hudûdu'l-felsefe ise felsefe sahasında yazmış
olduğu eserler olmalıdır. Bu eserlerden ikincisi muhtemelen Kindî’nin felsefenin
geleneksel tanımlarını yapmış olduğu Risâle fî hudûdi’l-eşyâ ve rusûmihâ’nın devamı
niteliğinde olma ihtimali yüksektir. Filozofumuzun Aristo’nun es-Semâ’ ve’l-‘âlem (De
Caelo et Mundo) adı ile bilinen kitabına şerh mahiyetinde yazıp Sâmânî Veziri Ebû
Cafer el-Hâzin’e ithaf etmiş olduğu Kitâbü's-Semâ’i ve'l-‘âlemi li Ebi Cafer el-Hâzin
adlı kitabı da gök fiziği ile ilgili olmalıdır. Büyük ihtimalle Suverü'l-ekâlim’e açıklama
mahiyetiyle yazılan Kitâbü Tefsiri suver, Kitâbü'l-Kurûd88, astroloji ilminin geçersiz
81 Eserin Topkapı Sarayı III. Ahmet Bölümü 2768 nr.’da kayıtlı olan tek nüshası Fuad Sezgin
tarafından tıpkıbasım olarak neşredilmiştir. (Frankurt 1985) 82 Cengiz Kallek, “Cevâmiu’l-ulûm” md., DİA, VII / 440-442. 83 İlhan Kutluer, Akıl ve İtikad, s. 236–242. 84 Bu eser Fihrist’te Kitâbü'r-Risâleti's-sâlifeti ’ile'l-‘âtibi ‘aleyh şeklinde geçmektedir. 85 Bu eser Fihrist’te Kitâbü Münbehi'l-küttâb şeklinde geçmektedir. 86 Son dört eserin ismi Fihrist’te geçmemektedir. 87 Bu eserin ismi de Fihrist’te geçmemektedir. 88 Bu eserin ismi Fihrist’te geçmemektedir.
34
olduğu konusunda yazmış olduğu Kitâbü Mâ yasıhhu min ahkâmi'n-nücûm, muhtelif
ilimlere dair özlü sözler içermesi mümkün olan Kitâbü'n-Nevâdıri fî funûnin şettâ89
tabiat ilimleri, Kitâbü Fazîleti ‘ulûmi'r-riyâziyyât, matematik ilmi Kitâbü İhtiyârâti's-
siyer90 ise astroloji ile alakalı yazmış olduğu eserler olarak zikredilebilir. O dönemde
Türkistan’ın Fârâb şehrinde doğmasına rağmen ilim tahsil etmek için Buhara,
Semerkant, Merv ve Belh’e uğradıktan sonra Bağdat’a giden ve filozofumuzdan sonra
vefat etmiş olan Fârâbî’nin (öl.950) yazmış olduğu en-Nüket fîma yesıhhu min
ahkâmi'n-nücûm91 adlı eserin Belhî’nin Kitâbü Mâ yasıhhu min ahkâmi'n-nücûm adlı
eseri ile konu bakımından paralellikler göstermesi imkân dâhilinde gözükmektedir.
Kitâbü Esmâ’i 'l-eşyâ92, Kitâbü's-Sûrati ve'l-masdar93, Kitâbü'l-Füttâki ve'n-
nüssâk94, Kitâbü Risâletihi fî medhi'l-virâka, Kitâbü'l-Mesâdır, Kitâbü'ş-Şatranc,
Kitâbü Fezâili Mekkete ‘alâ sâ’iri'l-bikâ‘a, Kitâbü'l-Vasiyye, Kitâbü Fezâili'l-Belh95,
çeşitli sahalarda yazmış olduğu eserler olarak; Kitâbü Ecvibeti Ebî Kâsım el-K‘abî,
Kitâbü Ecvibeti ’ehli Fâris, Kitâbü Ecvibeti Ebî Ali İbn-i Muhtâc96, Kitâbü Ecvibeti Ebi
İshâk el-Müeddib97, Kitâbü Ecvibeti Ebi'l-Fazl es-Sükkerî, Kitâbü Cevâbi risâleti Ebî
Ali ibn-i Münir ez-Ziyâdî, Kitâbü'n-Ketebehû ’ilâ Ebî Bekr bin el-Müstenîr ve Kitâbü'n-
Ketebehû ’ilâ Ebî Bekr bin el-Muzaffer98 ise ilgili kişilerin sorularına cevap
mahiyetinde yahut ilgili kişilerle ilgili bir tartışma sonucu yazmış olduğu eserler olarak
89 Tabiat ilimleri ile alakalı olduğunu düşündüğümüz Kitâbü'n-Nevâdıri fî funûnin şettâ hakkında
Âmirî’nin benzer isimli bir kitabı olduğunu zikretmemiz hoca-talebe ilişkisini ortaya koyması bakımından anlamlı olacaktır. Âmirî’nin Kitâbü'n-Nevâdır isimli eseri Hindistan Osmâniye Üniversitesi Kütüphanesi’nde 1412 nr’da kayıtlı olup kaynaklarda bildirildiğine göre yazıları okunamayacak derecede bozulmuştur. Bknz. Kasım Turhan, Din-Felsefe Uzlaştırıcısı Bir Düşünür Âmirî ve Felsefesi, s. 21.
90 Uğurlu ve uğursuz vakitleri inceleyen bir ilim olarak geçen ihtiyârât hakkında yazılmış çok sayıda eserden en önde gelenleri şu şekilde sıralanabilir; Ebû Yûsuf Ya‘kub İshak el-Kindî, İhtiyârâtü’l-eyyâm, Ömer b. Ferruhân et-Taberî, Kitâbü’l-İhtiyârât, Sehl b. Bişr, Kitâbü’l-İhtiyârât ‘alâ büyûti’l-isnâ ‘aşer, Ebû Ma‘şer el-Belhî, Kitâbü’l-İhtiyârât, Ali b. Ahmed el-İmrânî, Kitâbü’l-İhtiyârât, Ebû Saîd es-Siczî, Kitâbü’l-İhtiyârât, Fahreddin er-Râzî, İhtiyârâtü’l-‘Alâ’iyye. Daha geniş bilgi için bknz. Tevfik Fehd, “İlm-i Ahkâm-i Nücum” md., DİA, XXII / 124-126.
91 Söz konusu eser Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan tarafından “Fazîletü’l-‘ulûm” başlığı altında Fârâbi adlı eserin içerisinde tercüme edilerek yayınlamıştır. Bknz. Hilmi Ziya Ülken- Kıvâmüddin Burslan, Fârâbi, s. 58–73.
92 Bu eser Fihrist’te Kitâbü Esâmi'l-eşyâ şeklinde geçmektedir. 93 Bu eser Fihrist’te Kitâbü's-Sûrati ve'l-musavvir şeklinde geçmektedir. 94 Bu eser Fihrist’te Kitâbü'l ‘Uttâk ve'n-nüssâk şeklinde geçmektedir. 95 Bu eserin ismi Fihrist’te geçmemektedir. 96 Bu eser Fihrist’te Kitâbü Ecvibeti Ebî Ali bin Ebî Bekr bin Muzaffer el-Marûf İbn-i Muhtâc
şeklinde geçmektedir. 97 Bu eser Fihrist’te Kitâbü Ecvibeti Ebî Kâsım el-Müeddib şeklinde geçmektedir. 98 Son iki kitabın ismi Fihrist’te geçmemektedir.
35
zikredilebilir. Yukarıda saydığımız Kitâbü Ecvibeti Ebî Kâsım el-K‘abî isimli eser,
filozofumuzun aslında bir mu‘tezile âlimi olmakla beraber; kelâm, Arap dili, hadis,
fıkıh, tefsir gibi İslâmî ilimlerin yanı sıra Yunan felsefesi konusunda da eserler yazan
el-K‘abî99 ile yakın bir ilişkisi olduğunu, birbirleri ile görüş alışverişinde
bulunduklarını yahut el-K‘abi’nin bazı konularda Belhî’ye danışmış veya Belhî ile
tartışmış olduğunu göstermiş olma ihtimalinden dolayı dikkat çekicidir. Belhî’nin
ilhadlıkla suçlandığı sırada filozofumuz hakkında “O mazlum bir adamdır, muvahhid
yani mu‘tezili idi, ben onu başkalarından daha iyi tanırım, biz onunla beraber yürüdük,
beraber mantık okuduk” demesi,100 fakat kendisinin de aynı zamanda muhafazakâr
çevrelerce zındıklıkla suçlanması filozofumuzun da ilhadlıkla suçlanması konusunda
bize bir fikir vermesi bakımından ilgi çekicidir. Aynı şekilde Kitâbü Ecvibeti Ebî Ali
İbn-i Muhtâc isimli kitapta filozofumuzun sorularına cevap verdiği yahut tartıştığı kişi,
Belhî’nin öğrencisi olan İbn Ferîgun’un Cevâmiu‘l-ulûm adlı eserini takdim ettiği
Muhtacoğulları emiri Ebû Ali Ahmed b. Muhammed b. Muzaffer ile aynı kişi olması
muhtemeldir. Kitâbü'ş-Şatranc ve Kitâbü Ecvibeti ’ehli Fâris’in varlığı İbn Ferîgun’un
Fars bölgesine mensubiyeti ile beraber düşünüldüğünde filozofumuzun Fars
beldelerinde de gayet iyi tanındığı sonucu çıkarılabilir. Kitâbü Risâletihi fî medhi'l-
virâka adlı kitabında muhtemelen kağıt imal etmeyi öven Belhî’yi böyle bir kitap
yazmaya yönelten sebep herhalde bir rivayete göre kağıdın ilk defa Belh’te üretilmiş
olması olabilir.101
Filozofumuz hakkında bilgi veren kaynaklarda rastlayamadığımız ancak
Mesâlih’in son sayfalarında Belhî hakkında bilgi verilirken zikredilen bu eserleri de
burada saymak yerinde olacaktır. Bu eserler; el-Emedü’l-aksâ fî hikmet, Kitâbu beyân-ü
vucuhu’l-hikmeti fî evâmiri ve’n-nevâhiye’ş-şer‘iyye veya diğer ismi ile Kitâbu’l ibâne
‘an ‘ileli’d-diyâne, Kitâbu Fî hilâf, Kitâbu’s-siyâset.102 Saydığımız eserlerden ilk ikisi
hakkında Âmirî’nin de aynı adı taşıyan iki eseri olduğu kaydedilir ki bu durum Âmirî
ile Belhî arasındaki hoca-talebe ilişkisini ortaya koyması bakamından dikkate
değerdir.103 el-Emedü’l-aksâ fî hikmet sonundaki hikmet lafzından hikmetle alakalı
99 Adil Bebek, “Kâbi” md., DİA, XXIV / 27. 100 Dâvûdî, Tabakâtü’l-müfessirîn, s. 43. 101 Tahsin Yazıcı, “Belh” md., DİA, V / 410–411. 102 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 360. 103 Kasım Turhan, Din-Felsefe Uzlaştırıcısı Bir Düşünür Âmirî ve Felsefesi, s. 43. Kasım Turhan,
bu eserlerden ilkini olan el-Emedü’l-aksâ’yı Âmirî ile Belhî arasındaki talebe-hoca ilişkisini
36
olduğunu, el-İbâne’nin de Âmirî’nin aynı adı taşıyan eseri ile konu benzerliği olduğunu
kabul ettiğimizde dinler arası mukayese yani dinler tarihi ile alakalı olduğunu
söylememiz mümkündür. Aynı şekilde filozofumuzun Kitâbu Fî hilâf adlı eserinin
hakkında farklı görüşler bulunan hususlar ile ilgili olduğu, Kitâbu’s-siyâset adlı eserinin
de daha önce zikrettiğimiz kitaplarından Kitâbü's-Siyâseti'l-kebîr ve Kitâbü's-Siyâseti's-
saġīr gibi siyasetle alakalı olduğunu, muhtemelen de üçü arasında hiyerarşik bir
bağlantı olduğunu söyleyebiliriz.
Belhî’ye nispet edilmekle beraber, yazılış tarihi Belhî’nin ölümünden sonra
olan el-Bed ve’t-târîh adlı eserin gerçek müellifinin Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî
olduğu anlaşılmıştır. Bu eser Clement Huart tarafından Fransızca tercümesi ile birlikte
neşredilmiştir.104
ortaya koymak için zikrettiyse de kitabında Âmirî’nin eserlerini zikrederken sebebini bilmediğimiz bir nedenden dolayı bu eseri Âmirî’nin eserleri arasında zikretmemiştir. Bknz. Kasım Turhan, a.g.e., s. 18-31.
104 Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, el-Bed ve’t-târîh, nşr. Clement Huart.
37
İKİNCİ BÖLÜM: EBÛ ZEYD EL-BELHİ’YE RUHUN GÜÇLERİ VE BEDENLE İLİŞKİSİ
1- AHLÂK İLMİ AÇISINDAN RUHUN GÜÇLERİ VE İTİDAL İLKESİ
Arapça’da seciye, tabiat, huy manalarına gelen hulk kelimesi ahlâkçılar
tarafından insanın ruhî, manevî ve içsel yapısını nitelendirmek için kullanılmıştır.105
İslâmî kaynaklarda hulk ve ahlâk terimleri genellikle iyi ve kötü huyları, fazilet ve
reziletleri ifade etmek için kullanılmıştır. Kelime anlamı ile huy, hal ve hareket tarzı
gibi manalarına gelen ahlâk insanda yerleşip bir nevî âdet halini alan ve kişilerin irâdî
hareketleri ile ilgilenen bir alan görünümündedir. Ahlâk ilminin; insan tabiatı
hakkındaki kanaatleri, iyi ve arzu edilebilir şeyler hakkındaki değerlendirmeleri,
yapılması ve yapılmaması gereken hususları belirleyen kuralları ve bizi doğru ya da
yanlış bir hareket tarzını seçmeye sevk eden sebepleri ihtiva ettiğini söyleyebiliriz.106
Ahlâk ilminin konu aldığı iyilik, kötülük, fazilet, rezilet ve bunlardan doğan sonuçlar ile
insanın her türlü hareketinin gerçekleşmesinde ruhun güçlerinin rolü göz önüne
alındığında ruhun güçlerinden veya bu yönde doğan tutum ve davranışlardan doğan
sonuçları da ahlâk ilminin konusu içine almak pek zor olmayacaktır.107 Ahlâk felsefesi
konularının İslâm filozoflarınca Kur’ân ve sünnet süzgecinden geçirilmek ve mevcut
felsefî birikime dayanarak tekrar yorumlanması sonucu ortaya çıkan İslâm ahlâk ilminin
psikolojiye dayanması bu bakımdan şaşırtıcı değildir.108 Gerçekten de insanın
hareketlerine, fiillerine yön veren ruhun güçleri, insandan kaynaklanan fiillerin ahlâkî
alt yapısını oluşturması bakımından önemli bir yer tutmaktadır. Ahlâk felsefesinin
problemlerini oluşturan değer yargılarından109 birisi olan iyi, kötü, güzel, değerli vb.
olmayı belirleyen unsur elbette ki ruhumuza ârız olan erdemli (fazıla) ve bunun zıddı
olan erdemsiz (müsterzele) niteliklerdir. Durum böylece olunca ruhun güçleri
105 İbn Manzur, “hlk” md, Lisânül-Arab, XXI / 374. 106 Recep Kılıç, Ahlâkın Dinî Temeli, s. 2. 107 Hüsamettin Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 22–25. 108İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 9. 109 Ahlâk felsefesinin problemleri için daha geniş bilgi için bknz. Hüsamettin Erdem, Ahlâk
Felsefesi, s. 36–102.
38
meselesinin ahlâk ilminin en önemli unsurlarından biri olduğu sonucu kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır.
İslâm ahlâkı çatısı altında yer alabilecek olan teorik çalışmalar genel olarak
Kur’ân ahlâkı, tasavvuf ahlâkı ve felsefî ahlâk başlıkları altında toplanabilir.110 İslâm
filozoflarının konu ile ilgili görüşleri, İslâm dinamizmi ile fetihler sonucunda tanışılan
yeni kültürlerle etkileşim neticesinde ortaya çıkan felsefî ahlâk başlığı altında
toplanmıştır.111 Eski yunan filozoflarından aldıkları ahlâkî kavramları Kur’ân ve sünnet
süzgecinden geçirerek, bu kavramlara İslâmî bir perspektif kazandıran İslâm filozofları,
ahlâkı; “nefiste yerleşik olan yatkınlıklar” şeklinde tarif etmişlerdir.112 İnsan ruhunda
alışkanlıklardan doğan bu nitelikler, iyi yönde olurlarsa faziletler; kötü yönde olurlarsa
da rezîletler ortaya çıkmaktadır. İslâm ahlâkının temel gayesi ise, ruh hakkında temel
bilgileri vermek ve insan ruhundan faziletli fiiller meydana gelmesini sağlayacak
şekilde ruhu terbiye etmektir. Hal böyle olunca da İslâm filozoflarının ahlâkı Galen’in
de etkisi ile “rûhânî bir tabâbet” olarak kabul etmişlerdir.113 Ahlâkî fiillerin menşeini
oluşturan ruhun güçleri meselesi eski Yunan filozoflardan gelip, İslâm filozoflarının
elinde ahlâk teorisinin bir parçası haline getirilmiştir.
İlimlerin birikimsel bir karaktere sahip olduğunu düşündüğümüzde, Müslüman
filozofların eserlerinden faydalandıklarını bildiğimiz Yunan filozofların konu ile ilgili
görüşlerini Platon ve Aristo etrafında kısaca değinmek kanaatimizce, filozofumuz
Belhî’nin etkilenmiş olabileceği bir çevre hakkında bilgi edinmek ve Belhî’nin bu
ilimlere yapmış olduğu orijinal katkıları gözlemleyebilmek adına faydalı olacaktır.
Bedenin hayat ve hareket ilkesi olarak ruhu gören Platon’a göre ruh; arzu, istek,
inceleme, beslenme ve düşünce gibi melekeler ile bazı fiiller meydana getirmektedir.114
İslâm fetihlerinden sonra Yunan kültür havzası ile girişilen etkileşme sonucu Müslüman
ilim adamlarınca tanınan Platon, kafasında şekillendirdiği ideal devlet yapısını anlattığı
Devlet adlı eserinin satır aralarında aynı zamanda bu devletin vatandaşlarının nasıl
olması gerektiğinden, bu devletin vatandaşlarının nasıl eğitilmesi gerektiği gibi
meselelerden bahsederken aynı zamanda bizim konumuzu teşkil eden alanlarla ilgili
110 Hüsamettin Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 53–54 111 Felsefî ahlâk için bknz. Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, s. 12. 112 Mustafa Çağrıcı, a.g.e., s. 158–158. 113 Mehmet Aydın, “Ahlâk” md, DİA, II / 10. 114 Fahrettin Olguner, “Eflâtun” md., DİA, X / 472.
39
açıklamalar da yapmıştır. Platon’a göre ruhun aklını kullanmasına, sevinmesine ve arzu
etmesine karşılık gelen üç bölümü vardır. Platon, bu bölümlerin birbirinden kalın
çizgilerle ayırt edilemeseler de, birinci bölümde düşünmeyi, ikinci bölümde biyolojik
ihtiyaçların yarattığı duyguları, üçüncü bölümde ise, iradenin tercihlerini ve isteği
temsil eden çizgiler bulunduğunu belirtmektedir. Platon devletin üç sosyal öbeği ile
insan ruhu arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken aynı zamanda okuyucusuna da ruhun
bölümlerinin neler olduğunu aktarmaktadır. Buna göre Platon, mantıklı/akla uygun ruh;
öfkeli, atılgan ruh; dürtüsel ve şiddetli şekilde arzulayan ruh olarak nitelendirdiği ruhu,
üç bölüm olarak kabul etmektedir. Platon’un bu şekilde aktardığı bölümlerin ise, bize
hikmet, cesaret ve itidal erdemlerini hatırlattığını söylememiz yerinde olacaktır.115
Devlet adlı eserinde, insanın hedefinin beden ve ruhu arasında kusursuz bir ahenk
kurmak olduğunu belirten filozof, bunun yolunun ise beden ve ruhun eğitiminden
geçtiğini belirtmektedir. Jimnastik ile bedenin, müzik ile de ruhun eğitileceğini belirten
Platon, bunların ikisinden birisinin eksik olması durumunda, yani tek yönlü bir eğitim
sonucunda istenilen sonuca ulaşılamayacağını ve bunun dengesiz kişilik yapıları
doğuracağını, örneğin sadece jimnastik ile uğraşanların vahşi ve kaba bir ruh hali içinde
olacaklarını, jimnastiği boşlayıp sadece müzikle uğraşanların da fazlası ile gevşek ve
ince yapılı bir ruh hali içinde olacaklarını belirtmektedir. Bu sebeple insanın amacı hem
ruhunu hem de bedenini eğitmek olmalıdır.116 Burada asıl ilgimizi çeken ise, Platon’un
bazı makamların (müzik türlerinin) ruha olan etkilerini anlatması, insana hüzün veren
makamları yermesi, ancak savaş alanında askerlere cesaret veren, bizlere alçakgönüllü
ve ölçüyü olmayı hatırlatan makamları övmesidir.117 Daha sonra Belhî’nin müzik
hakkında görüşlerini aktardığımızda tekrar değineceğimiz üzere bu hususların
Mesâlih’in El-ebdân bölümünde zımnen yer alması oldukça ilgi çekicidir. Platon
erdemlerin doğuştan gelip-gelmediği konusunda, ruha atfedilen yeteneklerin, bedenin
yetenekleri ile yakın akraba olduğunu, doğuştan gelmediklerini ve bunların eninde
sonunda alışkanlık ve alıştırma yolu ile öğretilebileceklerini savunmaktadır. Platon’un
öğrencisi Aristo’da bu konuda hocası ile aynı fikirdedir; ona göre de hiçbir erdem
doğuştan gelmemektedir. İki çeşit erdem bulunduğunu (dianoetik ve ethik) kabul eden
Aristo, aklın erdemleri arasında yer alan bilim, kavrama yetisi ve hayata yönelik zeka
gibi erdemlerin öğrenme yolu ile, özgürlük, ölçülülük gibi erdemlerin ise alışkanlık yolu
115 Platon, Devlet, trc. Cenk Saraçoğlu-Veysel Atayman, s. 50–52, 316. 116 Platon, a.g.e., s. 60, 262–263. 117 Platon, a.g.e., s. 237–239.
40
ile ele edilebileceğini savunmaktadır.118 Platon, kafasında kurguladığı ideal devletin
tanımını yaparken, bu ideal devletin yöneticilerinin, vatandaşlarının özelliklerinden
bahsederken aynı zamanda, ahlâk felsefesinin problemlerinden olan ruhun erdemleri
konusuna da girmiş olmaktadır. Platon’un ideal devletinin başında bulunup devleti
yönetmesi gerektiğini söylediği kişi olan filozof kendi içinde dengeli, her yönü ile
kendini geliştirmiş, derin ve ahenkli bir kişiliğin yanında aynı zamanda ruhun erdemleri
olarak tavsif edilen hikmet, cesaret, adalet, yumuşak huyluluk ve ölçülü olmak gibi
erdemlere de sahip olmalıdır.119 Sayılan bu erdemlerin yanında insanoğlunun kusurlu,
hatalı olana, maddesel olana her zaman bağlanabileceğini belirten Platon, insanın bu tür
kötü şeylere meyil etmemesi için mümkün olduğu kadarı ile kötülüğe yol açabilecek
bütün imkân ve fırsatların baştan önlenmesi gerektiğini söylerken şüphesiz bu bize
günümüzdeki koruyucu (önleyici) hekimlik kavramını hatırlatmaktadır. Eğer bu şekilde
önlem alınmazsa, kişinin başına adaletsizlik, korkaklık, bilgisizlik, ölçüsüzlük gibi
ahlâkî reziletler olarak adlandırabileceğimiz reziletlerin gelmesi kaçınılmaz bir hal
alacaktır.120 Platon felsefesinde de en çok dikkatimizi çeken öğelerden birisi de İslâm
filozoflarında olduğu gibi akıl kavramının ön plana çıkartılması ve akıl kuvveti ile
insanın kendisini kontrol etmesi, kendisine hâkim olması ile itidal üzere bir hayat
yaşaması gerektiğinin vurgulanmasıdır. Filozofa göre, kişi akıl kuvvetini kullanıp iyi
dürtüleri ile işbirliği yapması sonucu kötü dürtülerini kontrol altına alarak kişinin
kendisinde istenmeyen kötü sonuçlar doğurabilecek olan sebeplerin de önüne geçmiş
olur. Aynı şekilde kişi itidal üzere yaşayarak ruhunun arzu eden yanını ne aç bırakmalı
ne de aşırı beslemeli, ruhunun öfkeli, çabuk kızan yanını sakinleştirip öfkesini
uyuşturmalıdır. Platon, yukarıda değindiğimiz gibi iyi yanlarını kötü yanlılarına üstün
kılan insanları kendilerine hâkim olanlar, kötü bir şekilde yetiştirilmesi ya da kötü
kişilerle bir arada olmasından dolayı da kötü yanları iyi yanlarına baskın çıkan insanları
da kendi kendisine yenilmiş, boyun eğmiş, ölçüyü kaçırmış ve dizginlenemez kişiler
olarak tarif etmektedir.121 Buna göre biz de erdemli insanı ancak ruhun üç bölümünün
118 Platon, a.g.e., s. 486–487. 119 Platon, Devlet, trc. Cenk Saraçoğlu-Veysel Atayman, s. 64, 88, 187–188, 296–303; ayrıca
Platon, insanın ömrü boyunca erdemleri kazanmak ve bilgeliği elde etmek için çalışması gerektiğini zikrettiği ve Sokrates’in ölümünden hemen önce arkadaşlarına ettiği tavsiyeleri kaleme aldığı çalışması Phaidon adlı eserini de Platon’un ruh ve beden hakkındaki görüşleri hakkında fikir edinmek amacıyla bakılabilir: Platon, Phaidon, trc. Hamdi Ragıp Atademir-Kemal Yetkin, İstanbul 1943.
120 Platon, a.g.e., s. 98, 684. 121 Platon, a.g.e., s. 604–605, 304.
41
de kendi payına düşen görevlerini yaptığı, akıl kuvveti ile ruhunu koruyan ve diğer ruh
güçlerini de akla itaat ettiren insan olarak tarif edebiliriz. Platon genel olarak ruhu üç
bölüm de ele alsa da bunun ikiye indirgenebileceği görüşündedir. Buna göre ruhun
düşünmesini sağlayan bölümüne, ruhun akılcı kısmı; ruhun onun aracılığı ile sevmeye,
susamaya, acıkmaya bağlı arzuların oyuncağı olduğu kısmına da ruhun akıl dışı,
arzulayan kısmı diyebiliriz. Platon normalde ruhumuzun üçüncü kısmı olarak kabul
edilen öfkeli, atılgan yanımızı ise yukarıda belirttiğimiz ruhun istekler, arzular kısmı
içinde değerlendirmektedir.122 Platon’daki bu ikili ruh ayırımı bizlere Belhî’nin öğrenci
olan Âmirî’nin hissî ve nutkî nefs ayırımını hatırlatması bakımından ilgi çekicidir. Aynı
şekilde Platon’un üzüntünün zayıf tabiatlı kişilerde görülen bir durum olduğu, (akıl
kuvveti ile) düşünen insanların bir yakınını ya da sevdiği bir şeyi kaybettiği zaman diğer
insanlar gibi büyük bir felakete uğramış gibi üzüntüye kapılmayacağını, insanın kendisi
üzerine düşünmesini, kendisini inceleyip anlamasını engellemesinin insanın erdemli
davranmasının önüne geçeceğini belirtmesi de aynı şekilde bizlere Belhî’nin hocası
Kindî’nin üzüntü ile ilgili görüşlerini hatırlatmaktadır.123 İslâm filozoflarının Yunan
kültür havzasından etkilendikleri tarihsel bir gerçektir. Zira bu kültürler arasında var
olan etkileşiminde aynı zamanda zorunlu bir sonucudur. Ancak burada aklımızdan
çıkarmamız gereken nokta; İslâm filozoflarının Yunanlı filozofları taklit etmedikleridir.
İslâm filozofları “İlim müslümanın yitik malıdır. Onu nerede bulursa gider, alır” ve
“İlim Çin’de dahi olsa gidip, alın” hadis-i şerifleri uyarınca Yunan kültür havzasından
aldıkları bilgileri İslâm süzgecinden geçirmiş ve daha sonra da bunlara kendi fikirlerini
ekleyerek bu ilimleri sistemli hale getirmişlerdir. İslâm filozofları, Platon’un sevgi,
yeme, içme, cinsellik ve şehvetten kaynaklanan hırs ve faydaya götüren rağbet gibi
hazların şehvânî nefse; üstün gelme, riyaset ve şeref gibi bazı hazların gazabî nefse;
gerçeği sevmek, ilim, hikmet gibi hazları ise nâtık nefse ait olduğu, bunlardan şehvânî
ve gazabî nefse ait olan bedenî hazlarda insan ile akıl sahibi olmayan canlıların ortak
olduğu görüşüne katılırlarken124, Platon’un ideal devletinde yer alan insanların
çoğalması ve evlenmesi ile ilgili görüşlerine katılmamışlardır. Platon’a göre, kadınlar
bütün erkeklere ait olmalı, çocuklar da ortak olmalı, hiçbir anne-baba hangisinin kendi
çocuğu olduğunu bilmemelidir. Devlete hizmet eden kişiler bu görüşe göre gelişi güzel
evlenmemeli ve devlet tarafından belirlenmiş seçkin kadınlarla evlenip seçkin çocuklar
122 Platon, Devlet, trc. Cenk Saraçoğlu-Veysel Atayman, s. 210, 257. 123 Platon, Devlet, a.g.e., s. 604–605. 124 Hasan Hüseyin Bircan, İslâm Felsefesinde Mutluluk, s. 124.
42
dünyaya getirmelidirler. Son yüzyılda Hitler tarafından Almanya’da denenmeye
kalkışılan bu üstün ırk girişiminin İslâm ahlâkına aykırı olduğunu ve neden İslâm
filozoflarının eserlerinde yer bulmadığını söylemeye ise herhalde gerek yoktur. Bunun
yanında İslâm filozoflarının Yunanlı meslektaşlarının fikirlerine de özgün katkılar
yaptıklarını gözden kaçırmamalıyız. Öyle ki Belhî gibi İslâm filozofları Platon’un ruhun
ölümsüzlük olduğunu ispat etmek için kullandığı bedene etki eden herhangi bir
hastalığın ruh üzerinde bir çöküntüye sebep olmayacağı deliline itibar etmemişlerdir.125
Aksine ruh ve bedeninin karşılıklı etkileşim halinde bulunduklarından dolayı
birbirlerinin başına gelen hastalık ya da afetlerden etkilendiklerini ileri sürmüşlerdir.
Tezimizin sınırları sebebiyle Yunan filozofların konu ile ilgili görüşlerine
fazla detaya girmeden ancak daha sonra tezimizin asıl konusunu oluşturan Belhî’nin
konu ile ilgili görüşleri aktarırken bizlere bir fikir vermesi amacıyla yer vermeye
çalışıyoruz. Müslüman filozofları etkileyen diğer bir Yunan filozofu da Platon’un
öğrencisi olan Aristo’dur. Aristo Ruh Üzerine adlı eserinde beden ile ruh arasında sıkı
bir ilişki olduğunu vurgulamıştır. Zira ruhu canlı bedenin nedeni ve ilkesi olarak gören
Aristo’ya göre, ruhun cesaret, yumuşak huyluluk, korku, merhamet ve sevinç gibi
duygulanımları meydana gelirken aynı zamanda beden üzerinde de bir takım
değişikliklere sebep olur.126 Aristo’nun canlılığın devamı için elzem gördüğü ve bütün
canlılarda bulunması gerektiğini söylediği yeti ruhun beslenme yetisidir, yani
bölümüdür. Ruhun birçok yetisi olduğunu savunan Aristo bunları hiyerarşik bir düzen
içinde okuyucularına sunmaktadır. Ona göre, beslenme yetisi bütün canlılarda ortak
olarak bulunurken, duyumlama yetisi ve hareket yetisi hayvanlarda, düşünme yetisi ise
insanlarda bulunmaktadır. Saydığımız yetilerden en sonuncu yetiyi barındıran insan,
doğal olarak önceki yetileri de barındırmaktadır. Ancak besleyici ruh, bitkiler,
hayvanlar ve insanlar da ortak olarak bulunmaktadır. Besleyici ruh, ruhun yetileri
arasında ilk ve en ortak olanıdır.127 Filozofa göre her türlü davranışın ifrat ve tefrit
denilen iki aşırı uçtan uzak yani itidalli olmalıdır. İslâm filozoflarını da etkileyen itidal
kavramı dolayısı ile ahlâk alanında katı kurallar üzerinde durmamış olan Aristo, insanın
“ne zaman, neye göre, kime karşı, ne sebeple, ne ölçüde, nasıl hareket etmesi”
gerektiğini araştırıp insanı fazilete, mutluluğa götürecek olanın bu doğrultuda orta yol
125 Platon, Devlet, trc. Cenk Saraçoğlu-Veysel Atayman, s. 683–687. 126 Aristo, Ruh Üzerine, trc. Zeki Özcan, s. 9, 85. 127 Aristo, a.g.e., s. 61–61, 194–196.
43
olduğunu vurgulamıştır.128 Aristo’nun erdem tanımı da akıl kuvvetinin önemine dikkat
çekmesi bakımından ilgi çekicidir. Aristo’ya göre erdemsizlik, doğal içgüdüye boyun
eğiş; erdem ise, içgüdünün ödev duygusu ile veya başka bir yüksek duygu ile akılla
ayırt edilebilen kurallarla denetlenmesidir.129 Akıl ile arzu arasındaki (akıl gücü ile arzu
gücü arasındaki) ilişkiler konusuna farklı bir açıdan bakan Aristo, üç tür kötülük
derecesi –nefsine hâkim olamama, erdemsizlik, canavarlık- ve onlara karşılık gelen üç
iyilik biçimi –nefsine hâkim olma, erdem, kahramanca ve tanrısal erdem-
belirlenebileceğini söylemiştir. Ebû Bekir Râzî’nin de Rûhânî Tababet adlı eserini akıl-
heva tartışmaları etrafında şekillendirdiğini düşündüğümüzde, Aristo’nun bu ayırımı
daha dikkat çekici bir hal alacaktır. Aristo’nun nefsine hâkim olamamanın özü olarak,
tutkunun etkisi ile eylemde bulunma, yaptığımız şeyin kötülüğünü bile bile eylemde
bulunma olduğunu, nefse hâkim olmanın özünün de, iştihaların kötü olduğunu bilen bir
insanın kurala uyma konusunda gösterdiği direnç olduğunu savunması,130 Aristo’nun
İslâm dünyasında sınırlı bir şekilde etki etmesinin sebebi olarak da zikredilebilir.131 Zira
İslâm düşüncesinde insanı kötü şeyleri yapmaktan ve nefsine hâkim olamamaktan
alıkoyan şey, insanın kurallara uyma konusunda gösterdiği direnç değil, Allah
korkusudur. Aristo’nun fikirleri İslâm filozoflarının eserlerinde yer bulmayı başarmışsa
da, bu fikirler pratik olarak İslâm toplumunun yaşayışına girememiş ve bir ütopya
olarak kalmıştır. İslâm’ın ortaya koyduğu ahlâk ilkeleri ile Aristo’nun bu konudaki
düşünceleri arasında benzerlikler bulunsa da, sonuçta ulaşılması istenen gaye
bakımından farklılıkların olması İslâm toplumunun bunları benimsememesine sebep
olmuş olabilir. Aristo’nun tarif ettiği mutluluktan fakirler, asil olmayanlar, köleler,
siyasî nüfuzu bulunmayanlar, kadınlar ve cahiller hiç pay almayıp bu mutluluk sadece
aristokrat bir zümreye has kılınırken; İslâmiyet mutluluğu zengin-fakir, kadın-erkek,
cahil-âlim ve soy sop farkı gözetmeksizin “iman edip iyi işler yapan” herkese
hasretmektedir. Yine Aristo’ya göre, erdemli davranışın amacı şeref kazanmakken,
İslâm’a göre bu davranışlar ancak Allah rızası gözetilerek yapılır ise bir anlam ifade
eder, yani bir değer kazanır. Bu görüş ayrılıklarının yanında İslâm dünyasının
128 Aristo’nun ahlâk ile ilgili görüşleri için bkz. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, trc. Saffet Babür,
Ankara 1997, Aristoteles, Eudemos’a Etik, trc. Saffet Babür, Ankara 1999. Genel olarak ahlâkî görüşlerinin derli toplu bir özeti için de bkz. W. David Ross, Aristoteles, trc. Ahmet Arslan ve Arkadaşları, s. 220–273, İstanbul 2002.
129 W. David Ross, Aristoteles, trc. Ahmet Arslan ve Arkadaşları, s. 239. 130 W. David Ross, a.g.e., s. 258. 131 Mahmut Kaya, “Aristo” md., DİA, III / 375-378.
44
Aristo’nun ahlâk felsefesine fazlaca rağbet etmemesinin başka bir nedeni de,
Müslümanların yüksek ahlâk prensiplerini Kur'ân-ı Kerîm ve sünnette bulmaları ve Hz.
Peygamber (sav)’in ahlâkını “en güzel ahlâk”132, Resûlullah’ı da “en güzel örnek”133
olarak kabul etmeleridir.134
Ruh konusundaki görüşlerinde genellikle Platoncu öğelere iltifat ettiği
gözlenen ilk İslâm filozofu olan Kindî, nefsin akıl (düşünme), gazap (öfke) ve şehvet
(istek, arzu) olmak üzere üç gücü olduğunu belirtmektedir. Eflatun’un şehvet gücünü
domuza, öfke gücünü köpeğe, akıl gücünü ise meleğe benzeten görüşlerini aynen bize
aktaran Kindî’ye göre öfke ve şehvet gücü insanda türünün devamını sağlamak ve
bedenin ihtiyaçlarını karşılamak, akıl gücü ise erdemi tamamlamak için vardır.135
Filozofa göre; ahlâklı ve erdemli olma yolunda akıl gücünün diğer güçlere etkin olması
şarttır.136 Bu aynı zamanda filozofun konu ile ilgili görüşlerinin de ana fikrini
oluşturmaktadır. Daha sonra önde gelen öğrencisi Belhî’de de göreceğimiz üzere Kindî,
akıl gücünü ruhun diğer güçleri olan öfke ve şehvet kuvvetinden ayrı olarak
değerlendirerek akıl gücünü diğer güçlerden bir adım öne çıkarmaktadır. Daha sonra
görüleceği üzere Belhî, özellikle ruhî rahatsızlıklardan biri olan vesveseyi tedavi etme
konusunda okuyucusuna tavsiye ettiği çözüm yollarının başında düşünmek yani akıl
kuvveti ile hareket etmek gelmektedir. Filozofumuzun hocası Kindî, akıl gücünü diğer
güçlerden farklı olarak ele alışını, akıl gücünün diğer güçlerle çatışma halinde olduğunu
göstererek açıklamaya çalışır. Buna göre insanın yetkinliği ve mutluluğu, akıl gücünün
diğer güçleri kontrol altında tutmasına bağlıdır. İnsanın ancak akıl gücünü kullanmak
sureti ile şehvet ve öfke gücünü kontrolü altına aldığında erdemini tamamlaması
mümkün hale gelecektir.137 Kindî, insana özgü üstün ahlâk biçiminde açıkladığı ruha ait
ahlâkî erdemleri; hikmet, necdet (şecaat), iffet ve itidal olarak saymaktadır. İlk üç
erdemin her birinin ifrat ve tefrit şeklindeki iki aşırı ucun ortası olduğunu belirten
Kindî’ye göre saydığımız her fazilet bir denge halini ifade etmektedir. Dengeden
saptığımız her an da, (bu fazlalık ya da eksiklik olsun fark etmez) faziletin zıddı olan
132 67 / Kalem, 4. 133 33 / Ahzâb, 21. 134 Mahmut Kaya, “Aristo” md., DİA, III / 375-378. 135 Hasan Hüseyin Bircan, İslâm Felsefesinde Mutluluk, s. 218. 136 Hasan Hüseyin Bircan, a.g.e., s. 251. 137 Hasan Hüseyin Bircan, a.g.e., s. 218–220.
45
rezileti ifade etmektedir.138 Kendisinden sonraki ahlâkçılar tarafından genellikle adalet
şeklinde vasıflandırılacak olan itidal erdemi, aslında diğer erdemleri de bünyesinde
mezceden en önemli erdemdir.139 Ruhun güçleri konusunda denge faktörünün ortadan
kalkması sonucunda kontrol kaybedildiğinde üzüntü, tasa gibi psikolojik rahatsızlıkların
ortaya çıkabileceğini belirten Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları adlı kitabında
itidalden sapmanın neden olduğu istenmeyen sonuçları açıklayarak okuyucusuna
bunlardan kurtulma yollarını önermiştir.140 Eksiği ve fazlası olmayan fiilleri erdem
sayan Kindî, bu temel erdemlerin her birinin iki zıt uçta bulunan reziletlerin orta noktası
olduğunu vurgulayarak itidal kavramının tıpkı Belhî’de olduğu gibi anahtar rolüne
dikkat çekmiştir.141
Filozofumuzun çağdaşı olan Râzî’nin felsefesinde de ruhun güçlerini dengede
tutma anlamına gelen itidal kavramı tıpkı Kindî’de olduğu gibi önemli bir yer tutar.
Ahlâk anlayışında orta yol prensibini benimseyen Râzi’ye göre fiillerin ahlâkî
sayılabilmeleri için ifrat ve tefrit denen iki aşırı uçtan yani iki reziletten uzak olması ve
orta yol üzerine olması şarttır.142 Aksi takdirde Râzi’nin, eserinin başından sonuna kadar
saydığı açgözlülük, sarhoşluk, oburluk, şehvani aşk, cimrilik, cinsellikte aşırılık, kibir,
zulüm, yalan, öfke, üzüntü, makam hırsı vb. hastalıklar meydana gelebilmektedir. et-
Tıbbu’r-rûhânî’sinde meseleleri baştan sonra akıl-hevâ tartışması etrafında ele alan
Râzî’nin vurgulamak istediği ana fikir, Allah’ın insana vermiş olduğu en büyük nimet
olan akıl sayesinde ruhun güçlerinin dengeden çıkması sonucunda kontrolü ele alacak
olan hevâyı kontrol ederek ya da bastırarak sebep olabileceği ruhî rahatsızlıklardan
uzak, aklın buyruğunda ahlâklı bir hayat yaşamaktır.143 Bu ana fikrin, Kindî’nin konu
ile görüşlerinde biraz önce yer verdiğimiz ana temaya ne kadar benzediği açıktır.
Kindî’nin akıl gücünü diğer ruh güçlerinden ayrı olarak değerlendirdiği gibi
değerlendiren Râzi de, hevânın akıl vasıtası ile kontrol altına alınmasını, en büyük
138 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, s. 80. 139 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, s. 80, Mahmut Kaya, “Kindî” md., DİA, XXVI /
50. 140 Orijinal adı el-Hîle li-def‘i'l-ahzân olan eseri Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı Üzüntüden Kurtulma
Yolları adı altına Türkçe’ye çevirmiştir. Bknz. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı.
141 Mustafa Çağrıcı, a.g.e., s. 79–80. 142 Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, s. 38–39. 143 Hasan Hüseyin Bircan, İslâm Felsefesinde Mutluluk, s. 261–263.
46
ahlâkî erdem olarak görmektedir.144 Ruhun güçleri konusunda orta yolu yani itidali
benimsediğini gördüğümüz Ebû Bekir Râzî, ruhun güçlerini nâtık/ilâhî, gazâbî/hayvanî
ve nebatî/şehvanî olmak üzere üçe ayırmıştır. Râzî bu tasnif de bir takıma Platon’un
“nâtık, gazâbî ve şehvânî” tasnifi ile Aristo’nun “nebâtî, hayvanî ve insanî (Râzî’de
ilâhî)” tasnifini tekabül ettirmiştir. Râzî’nin bedende karaciğer, kalp ve beyin olmak
üzere üç organa nispet ettiği bu nefslerden nebâtî/şehvânî nefs, beslenme ve büyüme
faaliyetlerini; gazâbî / hayvânî nefs vücut ısısı ve nabız faaliyetlerini, nâtık / ilâhî nefs
ise, duygu, iradî hareket, tahayyül, hatırlama ve düşünme faaliyetlerini yönetir.145
Filozofa göre insanın bu güçlerden doğan fiillerini, ifrat ve tefrite düşmekten alıkoyup
ölçü ve dengede tutması gerekmektedir ki bu aynı zamanda Râzî’nin haz ve erdem
görüşünün esasını teşkil etmektedir.146 Her türlü aşırılığı kötü olarak gören Râzî’ye
göre, insan istediklerine yani erdem ve mutluluğa ancak bu aşırılıklardan kurtulduğu
ölçüde ulaşabilir. İnsan ruhuna nispet edilen ruha ait bu fonksiyonların dengesini
kaybedip, itidalden uzaklaşma sureti ile aşırılığa kaçması ise insanda ruh hastalıkları
adını verdiğimiz çeşitli rahatsızlıklara neden olabilir. Râzî’ye göre, insanların
bedenlerin ihtiyaçlarını karşılayamamaları ya da kendilerini lezzet ve şehvete dalmasına
sebep olarak amaçlarına ulaşmalarını engelleyecek derecede gerektiğinden fazla
karşılamaları nebâtî nefsin; ihtiyaç duyduğunda şehvâni nefsi kontrol altına almasına
imkan verecek kahramanlık ve cesarete sahip olmaması ya da bütün canlıları ve
insanları hakimiyeti altına alarak yenmeye çalışacak kibir duygusu hayvanî nefsin;
insanın içinde yaşadığı bu dünyaya hayret etmemesi ve bu âlem hakkında düşünmemesi
veya insanın bu ve benzeri hususları beden ve beyinlerinin tabiatını bozacak, kendisi
için gerekli olan gıda, uyku ve benzeri şeyleri alması mümkün olmayacak şekilde çok
fazla düşünmesi ise nâtık nefsin aşırı hallerinden yani ifrat ve tefritinden
kaynaklanmaktadır. İnsanın kendisini amacına ulaşmaktan alıkoyan bu ruh
hastalıklarından kurtulması ya da korunması için Râzi’nin de, tıpkı filozofumuz Belhî
gibi beden ile uğraşan bir tıp ilminin yanında ruh ile uğraşan bir tıp ilmini gerekli
görmesi de iki filozof arasındaki ilgi çekici benzerliklerden biridir.147
144 Ebû Bekir Râzî, et-Tıbbu’r-rûhânî, Ruh Sağlığı adıyla trc. Hüseyin Karaman, s. 27. 145 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 176. 146 Hasan Hüseyin Bircan, İslâm Felsefesinde Mutluluk, s. 220–221. 147 Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzi’nin Ahlâk Felsefesi, s. 53–55.
47
Filozofumuzun öğrencisi olan Âmirî’nin de ilk İslâm filozofu olarak kabul
edilen Yakub el-Kindî ve Ebû Bekir Râzî ile benzer görüşler serdettiğini söyleyebiliriz.
Âmiri erdemli fiilleri insanı mutluluğa götüren faktör olarak belirtmektedir. Filozofa
göre erdemli fiiller şehvet gücünün kontrol edilmesi, gazap gücünün eğitilmesi ve akıl
gücünün de bu ikisine reis yapılması yani hâkim kılınması ile elde edilebilir. Âmirî de
tıpkı Râzî gibi ruhun güçleri konusunda aklı ön plana çıkartarak, aklın ruhun güçlerini
dengede tutma konusundaki önemini vurgulamıştır.148 Âmiri, es-Saâde ve’l-İs‘âd isimli
eserinde, mutlu olmanın ancak faziletli davranışlarla mümkün olabileceğini, faziletli
davranışlarında ancak sağlıklı olmanın şartı olan mutedil bir mizaç, sağlam sinirler,
güçlü bir iskelet… ile sağlanabileceğini belirtmektedir. Âmirî burada selefleri ile aynı
doğrultuda Platon’un üç melekeli nefs anlayışını benimsediği görebilsek de, filozofunun
hayatının son dönemlerinde kaleme almış olduğu el-Emed adlı eserinde, nefs konusunda
hissi ve nutki nefs olmak üzere ikili bir ruh anlayışını benimsediğini görmekteyiz.
Âmirî’ye göre; hissî nefs, tabiat kuvvetleri tarafından kendisi için hazırlanmış cismanî
organlarla fiillerini gösterir ve bilgilerini elde eder. Âmirî’nin, Aristo’nun nebâtî nefse
yüklediği beslenme, büyüme ve üreme güçlerine tabiî güçler; hayvanî nefsin
fonksiyonları olan duyum, hareket ve mütehayyile güçlerine ise hayvanî güçler dediğini
göz önüne aldığımızda, Âmirî’nin hissî nefsine hayvanî nefs dememiz mümkün hale
gelmektedir.149 Aynı şekilde filozofa göre, bedeni yöneten, ona hâkim olan nutkî nefsi
de akıl kuvveti şeklinde algılamamız imkân dâhilindedir.150 Her nasıl olursa olsun
Âmirî’nin selefleri ve hocası Belhî gibi, akıl kuvvetine ayrı bir önem atfettiğini ve
insanın amaçlarına ulaşabilmesi için akıl kuvvetinin adları ne olursa olsun insanı
amaçlarına ulaşmaktan alıkoyan diğer ruh kuvvetleri hâkim kılınması gerektiğini
düşündüğünü söyleyebiliriz. Sağlıklı bir bedeni ve mutedil mizacı mutluluğun şartı
sayan Âmirî’nin, bu görüşleri hocası Belhî’de yer alan itidal anlayışı ile benzerlikler
taşıması Belhî’nin Mesâlih’de mücmel olarak yer verdiği konulara bir ölçüde açıklık
getirmesi sebebiyle oldukça ilgi çekicidir.151
Genel olarak ruhun güçleri konusunda, her gücün hiyerarşik olarak bir
üstündekine hizmet ettiği Aristocu geleneği takip ederek İbn Sînâ’nın aşağıda yer alan
148 Hasan Hüseyin Bircan, İslâm Felsefesinde Mutluluk, s. 293–297. 149 Hasan Hüseyin Bircan, a.g.e., s. 233–234; Kasım Turhan, Âmirî ve Felsefesi, s. 143–144. 150 Kasım Turhan, a.g.e., s. 149,163. 151 Âmiri, es-Saâde, s. 13–14, İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s.
68–70.
48
Ruh (Nefs)
Nebâti Beslenme Büyüme Üreme
Hayvânî Hareket İdrak
İnsanî Bilme Gücü Yapma Gücü
tasnifi gibi bir tasnife gidilebilirken152, bir başka açıdan da bu konuda İbn Miskeveyh
gibi hem psikolojinin hem de ahlâkın temeli sayılabilecek şekilde de nâtık güç
(düşünme gücü), şehevî güç (arzu gücü) ve gazabî güç (öfke gücü)153 şeklinde bir
tasnife gidilebilir.154
Yunan filozoflarına kadar giden bu nâtık, şehevî ve gazâbî güç ayırımını
Müslüman filozofların aynen tekrar etmedikleri ve bu kavramları İslâm süzgecinden
geçirerek yeniden ürettiklerini asla akıldan çıkarmamız gerekmektedir. Âl-i İmrân
Suresi’nin 134. ayet-i kerîmesinde “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah
için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler…” ve yine aynı surenin 135.
ayet-i kerîmesinde ise “Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine
zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler…”
buyrulup İslâm filozofları tarafından da ahlâkî erdemler olarak sayılan cömertlik, öfkeyi
yenmek, insanları bağışlamak, hatasını görerek bundan vazgeçmek gibi erdemlerin
yukarıda ki ayetlerle aynı doğrultuda olması, İslâm filozoflarının Yunan kaynaklı bu
bilgileri olduğu gibi almayıp, bunları İslâm süzgecinden geçirdiklerini gösteren bir kanıt
olarak gösterilebilir.155 İslâm filozofları tarafından ahlâklı olmakla eşdeğer tutulan
152 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, .s 140. 153 Mustafa Çağrıcı, a.g.e., .s 165. 154 Mehmet Aydın, “Ahlâk” md., DİA, II/12. 155 3 / Âl-i İmrân 133., 134. ve 135. ayetlerinin mealleri şöyledir: “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlamış olup genişliği gökler ve yer kadar olan
cennete koşun!” “O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları
affederler. Allah da güzel davranış da bulunanları sever.”
49
faziletli fiiller, iki aşırı ucun ortasında yer olan fiildir. Dört ana fazilet hikmet, şecaat,
iffet ve adalet hemen hemen bütün filozoflarda ortak iken bu ana faziletlerin altında
bulunan tâli faziletler ise filozoftan filozofa değişiklik gösterebilmektedir.156
Eserlerinden çoğu günümüze ulaşmadığı için, ahlâk anlayışını kendisini
etkileyen ve kendisinden etkilenen filozofların görüşlerinden yola çıkarak yorumlaya
çalıştığımız filozofumuzun, ruhun güçleri konusundaki görüşleri Mesâlih’in daha çok
bir tıp kitabı olması dolayısı ile çok azdır. Kitabının tamamı göz önüne alınırsa,
filozofumuzun ruhun güçlerinin ifrat ve tefrit hallerinin tek tek sayımından ya da
bunların orta hallerinin tek tek ifade edilmesinden ziyade, ifrat ve tefrit hallerinin ortaya
çıkardığı istenmeyen sonuçlar ve bu istenmeyen sonuçların giderilmesi ile ilgilendiğini
söylemek mümkündür.
Bununla beraber filozofumuzun Mesâlih’de kısaca değindiği kadarı ile insan
ruhuna nispet ettiği kategoriler şu şekildedir;
“Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp
günahlarından dolayı tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.”
İslâm ahlâkının bir hülasasının verildiği bu üç ayette; Rabbimizin bağışına, gökler ve yer genişliğinde cennete kavuşmanın, bütün ahlâkî davranışlarımız için temel gaye olduğu; iyiliği, bir takım dünyevî menfaatler kaygısı ile değil de, sırf Allah'a saygı ve sevgi demek olan takva sâiki ile ve sadece uhrevî saadet uğruna yapmak gerektiği hatırlatılmıştır. 134. ve 135. ayetlerde ise, İslâm’da ideal ahlâk tipi olan «müttakî insan»ın temel ahlâki nitelikleri olan sayılan «herhalde cömert olmak, öfkeyi yenmek, insanları bağışlamak ve hatasını görerek kabul etmek ve vazgeçmek» gibi vasıflar, ancak ihtirasları ve bencil duyguları karşısında hürriyetine kavuşmuş üstün ruhların faziletleri olarak zikredilebilir. İbrahim Kafi Dönmez, “63.-75. sayfalar arası tercüme ve notlar”, Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamalı Meâli, Medine 1992.
156 Mehmet Aydın, “Ahlâk”, DİA, II/12.
Ruh (Nefs)
Kuvvetler 1. Fadıla 2. Müsterzele
Huylar 1. Övülen 2. Yerilen
Hastalıklar Öfke, üzüntü, korku,
vesvese vs.
50
Nefsin güçleri konusuna kitabında müstakil bir başlık ayırmayan Belhî’nin
aşağıda geçen cümlelerden geleneksel anlayıştan farklı düşünmediği, bu konuya
müstakil bir yer ayırmamasının sebebinin kitabın sınırları sebebiyle olduğu
anlaşılmaktadır:
“…Biz deriz ki, ruha nisbet edilen güçler çoktur:
Bunlardan bir tanesi akıl, hafıza ve anlayış gibi (akıl, fehm ve
hıfz) gibi fazıla kuvvetleridir. Diğeri de bunların zıddı olan
müsterzeledir. Yine iffet, cömertlik ve kerem gibi erdemler,
övülen ahlâktan (ahlâk-ı mahmûde), bunların zıdları da
yerilen ahlâktandır.(ahlâk-ı mezmûme). Gazab ve feze‘a gibi
(aşırı korku) gibi ruha ulaşan ve onda hızlı bir değişime
sebep olan, nefislere nispet edilip bizim niteliklerini ortaya
koyduğumuz arazlar da asıl amacımızı oluşturmaktadır…”157
Filozofumuzun faziletli kuvvetler (kuvâ fâzıla) olarak tavsif ettiği zihnin akıl,
hafıza ve anlayış fiillerini Allah'ın insanlara vermiş olduğu en büyük nimet olan akıl
kuvveti olarak adlandırabiliriz. İnsanların maruz kaldığı ruhî rahatsızlıklar karşısında
akıl kuvvetini kullanmayı tavsiye eden Belhî, akıl kuvvetini kullanmayı vesvese ve
diğer ruhî rahatsızlar karşısındaki mücadele yollarından birisi olarak görmekte ve
insanın kendisini kötü düşünmeye sevk eden şeylerden kalbini koruması için akıl
kuvveti ile düşünmeyi tavsiye etmektedir.158 Ruhî rahatsızlıkların önüne geçme ve
bunları tedavi etme konusunda okuyucusuna yol gösterirken Belhî’nin, insanın öfke
gücünün ortaya çıkarabileceği elemleri ve acıları, insana öfke arız olduğunda bu
öfkenin çevresindekilere de sirayet edebileceğini, olayların vukuunda meydana
gelebilecek olan kötülükleri tahayyül ederek belki de hiç olmayacak bir olay yüzünden
üzüntüye kapılmanın yersizliğini, bedenî rahatsızlıklardan daha kötü olan üzüntünün
insana bir başarı getirmeyeceğini aksine büyük zararlar getireceğini, dünya hayatını
tamamen dünyevî istekler ve sevgiler üzerine kurmanın zararlarını, maruz kalınan
felaketler karşısında insanın sabrını kaybetmesinin kendisini daha büyük felaketlere
götüreceğini, karşılaşılan musibetler karşısında insanın kendisini üzüntü (hüzün) ve
157 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 287 158 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 344.
51
tasaya (ceze‘a) teslim etmesinin ancak çocuklar ve kadınlar gibi zayıf tabiatlıların işi
olduğunu, insanın salim anında ruhunun bekası için ahireti istemeyi, insanın başına
gelen kötülüklerin sadece kendi başına değil insanların genelinin maruz kaldığı
durumlar olduğunu, elde edilen nimetin kaybedilmesinden sonra geriye kalan durumun
ruhun bir zarar görmesinden daha iyi olduğunu, Yüce Allah’ın âlemde yarattığı hayvan,
bitki ve her şeyi kevn-fesâd üzerine yarattığını, hastalıkları sebepleri ve şifaları ile
yarattığını, her şeyin bir nizam üzerine yaratıldığını, Allah’ın selamet sebeplerini helak
sebeplerinden üstün kıldığını ve şifasız hiçbir dert yaratmadığını düşünmeyi tavsiye
etmesi, ruhî rahatsızlıkların önlenmesi ve tedavi edilmesi konusunda akla verdiği önemi
ortaya koyması bakımından önemlidir.159 Belhî’nin, burada daha önce konu ile ilgili
görüşlerini aktardığımız filozoflarla benzer düşünmekte ve insanın amaçlarına ulaşma
konusunda kendisine engel olan ruhî rahatsızlıkları engellenme ve erdemli bir yaşam
sürme konusunda akıl kuvvetinin öfke kuvveti başta olmak üzere diğer ruh güçlerine
hâkim kılınması gerektiğini düşündüğünü söyleyebiliriz.
Ruhun güçleri meselesine daha çok ruh güçlerinin ruhî hastalıklarla ilişkisi
çerçevesinde değinen filozofumuz, öfke gücünün (kuvvetü’l-gazab) ruhî rahatsızlıklara
götüren bir güç olarak görmekte, hatta öfkenin yalnız başına ruhî rahatsızlıklardan biri
olduğunu belirtmektedir.160 Öfke gücünü bir hastalık olarak kabul eden filozofumuzun,
bu hastalığın tedavisi konusunda okuyucusuna tavsiye ettiği çözüm yolları içerisinde
genellikle akıl kuvvetini kullanmayı ve düşünmeyi yani akıl kuvvetini daha önce
bahsettiğimiz filozoflarda olduğu gibi ruhun diğer güçlerine hâkim kılmayı tavsiye
ettiğini söyleyebiliriz. Burada üzerinde durmamız gereken diğer iki kavram da
Belhî’nin ruh sağlığı konusunda önem verdiği heyecan ve sükûn kavramlarıdır. Bu iki
kavramın itidal kavramı ile birlikte, ruh sağlığı ve ahlâk felsefesi arasında bir köprü, bir
bağlantı noktası oluşturduğunu söylememiz mümkündür. Filozofumuz eserinin birçok
yerinde gerek ruhun sıhhatinin korunması gerekse ruhî rahatsızlıkların tedavi edilmesi
konusunda üzerinde durduğu noktalardan birisi ruhun güçlerinin korunması, ruhun
güçlerinin kontrolden çıkması olarak anlayabileceğimiz heyecandan uzak durması ve
ruh güçlerinin sükûn üzere olmasıdır.161 Belhî’ye göre, ruhun sıhhatini korumanın yolu
ruh güçlerinin sükûn üzere olan halinin korunmasından geçmektedir. Ruh
159 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 298, 300, 306, 318, 319, 320, 321, 322, 347, 352. 160 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 282, 295, 298, 299. 161 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 275, 276, 282.
52
rahatsızlığında ise yapmamız gereken ruhun güçlerini heyecana sevk eden yani
kontrolden çıkaran faktörü devre dışı bırakıp, tekrardan ruh güçlerini sükûn hali üzere
geri getirmeye çalışmak olmalıdır.162 Yani ruhun sıhhati onun kuvvetlerinin heyecana
kapılmaması ve sakin olması ile olmaktadır.163 Ruh sağlığı için mihenk taşlarından
ikisini oluşturan heyecan ve sükûn kavramlarını Belhî, kitabında birçok kez
kullanmıştır.164 Bunların hemen hepsinde heyecana kapılma eylemini kontrolden çıkma
olarak gören filozofumuzun buradaki heyecan anlayışını aşırılık olarak
yorumlayabiliriz. Aşırı ucu heyecan olarak kabul ettiğimizde bunun ortasının yani itidal
halinin ise sükûn olacağı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bu sebeple bize düşen aynı
filozofumuzun aşağıda zikredeceğimiz örneğinde olduğu gibi, öfke ya da başka bir
sebeple kontrolümüzü kaybettiğimizde, dışarıdan bir yardımla ya da akıl kuvveti ile
hareket ederek kontrolü ele geçirmemiz gerektiğidir ki Belhî insanın tekrar kendini
kontrol edebilir hale gelmesini, fokur fokur kaynayan suyun üzerine ilave edilen soğuk
su ile bu taşkınlığının sona ermesine benzetmiştir.165 İnsan bu şekilde kontrolden çıkıp
akıl kuvveti ile hareket edemez hale geldiğinde, tıpkı bedenine acı veren bir hastalığa
yakalandığında ilaç kullanıp tedavi olduğu gibi, tekrar kontrolü ele alacak şekilde
hareket etmesi yani eskisi gibisi kontrolün akıl kuvvetinde olduğu haline geri
gelebilmesi için sakin olması gerekmektedir, yani insan bu tür durumlarda heyecanını
teskin ederek kontrolü ele alması gerekmektedir. Kişinin sıhhatli iken de bu sükûn
üzere olan yani kontrolün kendisinde olup akıl kuvveti ile karar alabildiği halini
koruması gerekir ki bu koruma çabası kendisinin bu konuda alabileceği önlemlerin
başında geldiği söyleyebiliriz.
İslâm ahlâk felsefesinde çok zor kazanılabilecek ölçüde değerli, yüksek ve
ideal bir fazilet olması hasebi ile Kur’ân-ı Kerîm’de çok az kullanılmasının sebebi
açıklanmaya çalışılan, şarkiyatçılar tarafından İslâm ahlâkını dolayısıyla da
müslümanın karakterini belirleyen temel erdem olarak görülen ve klasik kaynaklarda
öfkesine hâkim olmak suretiyle düşünce dengesini koruma, öfke duygusunun
coşkusundan ruhu koruma, öfkenin kabarması halinde itidal ve sükûneti koruma
162 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 276, 282. 163 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 275. 164 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 275–277, 280–284, 286, 288, 289, 293, 295, 297, 298, 300, 302,
315, 329, 336. 165 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 295.
53
anlamlarına gelen hilim erdemi de166 Belhî’nin ruhun güçleri ve bunların itidal üzere
olmasından doğan faziletleri ve bunun zıddı olan reziletleri tek tek saymamasına
rağmen bizim Mesâlih’in satır aralarından çıkardığımız erdemlerden birisi olarak
zikredilebilir. Filozofumuzun kralların, mutlu insanların ve büyüklerin vasıflandığı en
şerefli erdemlerden biri olarak gördüğü hilim, gazabî kuvvete karşı kullanılan,
bünyesinde affetmeyi barındıran, kendisinden bulunduğu kişiye her tarafa yayılan bir
kahramanlık kazandıran bir erdemdir. Öfkelenmesinden dolayı kontrolünü kaybeden
kişinin hilim erdemi ile kontrolü ele alması kendi faydasına olan şeyi yapması kişi için
en uygun olan davranıştır. Filozofumuza göre, intikam almanın öfke arzusunu
gerektirdiği gibi, insanın yüksek erdem derecelerini elde edebilmek için de, hilim
erdemini kendisine kazandırması gerekmektedir. Kendisinde hilim erdemi olan kişi
ruhunun bu erdemle bâkî kalacağını bildiği için, Belhî’ye göre insanın bu faziletleri
elde etmesi onun için en şerefli ve faydalı şeydir.167 Bu yüzden kişi öfkelenip
kontrolünü kaybettiği zamanlarda, kendisine birçok zararı dokunacak ve sonradan
pişman olacağı eylemleri yapmaması için öfkesini yenip kendisini kontrol altına
alabileceği yönlere doğru yönelmesi gerekmektedir. Bu yüzden insan öfkesinden ya da
başka bir sebepten dolayı kontrolünü kaybettiği zamanlarda sabırlı olmalı ve hilim
erdemi ile hareket etmelidir.168
Filozofumuz Mesâlih’de ruh güçleri olan akıl kuvvetinden, öfke kuvvetinden
ve şehvet kuvvetinden bahsetse de, burada filozofumuzu asıl ilgilendirenin nefsin
güçlerinin tek tek sayımından ziyade, bu kavramların ruh sağlığı ile ilişkisi olduğunu
söylemek yerinde olacaktır. Bu bağlamda filozofumuzun ahlâk felsefesinde anahtar rol
oynayan hususlardan birisi de, ahlâk ilmi ile tıp ilmi arasında ilişki kurmamıza yardımcı
olan nefsin güçlerinin itidal üzerine olması hususudur. Kitabın başından sonuna kadar
okuyucusuna her alanda dengeli davranmayı telkin eden Belhî, nefsin güçleri
konusunda da bunu ön plana çıkarmaktadır. Ona göre ruhun sıhhatli olması, insanın
itidal üzere davranarak nefsini heyecana sevk etmemesi ve sakin olması ile mümkün
olur.169 Aynı şekilde ruhun sıhhatini korunması da nefsin güçlerinin kontrolden
166 Mustafa Çağrıcı, “Hilim” md., DİA, XXVIII / 33-35. 167 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 299. 168 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 300. 169 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 275.
54
çıkmaması ile mümkün olur.170 Belhî’nin Mesâlih’in ahlâk konularını ihtiva eden bir
kitap olmayıp bir tıp kitabı hüviyetinde olmasından dolayı, müstakil başlık altında ele
almadığı ruhun güçleri konusunda Belhî’nin hocası Kindî’nin, çağdaşı Râzî’nin ve
talebesi Âmirî’nin bölümün hemen başında zikretmeye çalıştığımız görüşleri
hatırlanırsa, filozofumuzun da görüşlerini aktardığımız bu filozoflar gibi ruhun
güçlerinden olan akıl kuvvetine karşı ayrı bir önem verdiğini bu kuvvetinin diğer iki
kuvvete hâkim kılınması gerektiğini düşündüğünü, öfke gücünün de insanın kontrolden
çıkarabilecek ve bunun sonucunda çeşitli ruhî rahatsızlıklara neden olabilecek bir faktör
olarak gördüğünü, el-enfüs bölümünde bir kez zikrettiği arzu kuvvetinin (kuve’ş-
şehevât)171 de bu rahatsızlıklar sonucunda değişime uğrayabileceğini belirttiğini
söyleyebiliriz. Filozofumuz burada nefsin güçlerinin fonksiyonlarından ziyade, bu
güçlerin altın orta prensibi ile itidal halde tutulmasının, ruh ve beden sağlığı açısından
önemini vurgulaması bu konuda Aristocu bir anlayışı kabul ettiğine yorumlanabilir.
Belhî’ye göre ruhumuzu sıhhatli tutmamızın veya sıhhati bozulduğunda
yeniden sıhhatli hale getirmenin yolu, ruh güçlerinin heyecana kapılmaması ve sakin
olması yani ruh güçlerinin kontrol altında tutulması ile mümkün olur.172 Aksi halde ruh
güçlerine daha sonra değineceğimiz öfke, korku ve üzüntü gibi arazlar galip gelerek
çeşitli rahatsızlıklara sebebiyet verirler. Burada filozofumuzun bize, bedendeki
dengenin bozulması ile bedenî rahatsızlıkların ortaya çıktığı gibi, ruhun güçlerinin
itidalden sapması yani kontrolden çıkması sonucu da ruhî rahatsızlıkların ortaya
çıkabileceğini söylemesi bize Galen’in fikirlerini hatırlatmaktadır.173 Filozofumuza göre
ruhun güçlerinin rahatsızlanmasına sebebiyet veren sebeplerin başında bütün
hastalıkların başı olan keder (gam) gelir. Kederin tam karşısına ise yaşama sevincini
(sürur) koyan filozofumuz, sevinci bütün iyi şeylerin kaynağı olarak görürken, kederi
ise insana ilişen tüm kötülüklerin ve ruh hastalıkların en kuvvetli sebebi sayar. Buna
göre beden ve ruhunun sağlıklı olmasını isteyen kişinin ilk önce ruhundan kederi
uzaklaştırması ve bunun yerine yaşama sevincini getirmesi gerekmektedir.174
Günümüzde de önemle vurgulanan bu kavramların gerek hastalıklarımızın daha çabuk
170 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 276. 171 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 315. 172 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 275. 173 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 163. 174 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 288–289.
55
iyileşmesi gerekse hastalıklara karşı daha fazla metanetli olmamız hususundaki
faydalarını Belhî’nin yaklaşık 1100 sene önce dile getirmesi oldukça ilginçtir.
2- RUH-BEDEN İLİŞKİSİ
İslâm filozoflarına göre insan, birbirinden farklı iki cevher olan ruh ve
bedenden müteşekkil bir bütündür.175 Biri olmadan diğerinin yetkinleşmesi, en nihaî
amaç olan saadete ulaşması mümkün değildir. İkisi arasında sınırsız, karşılıklı
etkileşime dayalı bir ilişki vardır.
Ruh ile beden arasında var olan bu ilişki, çok eskilerden beri işlenen bir
konudur. İslâm filozoflarını derinden etkilemiş olan Eflâtun, Timaios’unun hem Batı
kaynaklı hem de İslâm kaynaklı metin tercümelerinde yer yer ruh ve beden arasında
olan bu ilişkiye ve karşılıklı etkileşime değinmiş ve söz konusu eserinde fizyolojik
temelli ruh hastalıkları kavramını ortaya atmıştı. Yunan filozof, insan ruhunun bedenle
birleştikten sonra, bedene girecek ve bedeninden çıkacak olan şeylere ihtiyaç
duyduğunu, öfke anında bedeninin ısısının yükselip teninin kızardığını
belirtmektedir.176 Eserinde ruhun hastalığını onun cehaleti olarak gören Eflâtun, bu
cehaletin ise vesvese ve edep azlığı olmak üzere iki türlü olduğunu belirtmektedir. Ona
göre ruhî rahatsızlıkların en büyüğü olan ölçüyü aşan yani itidalden sapan haz ile elem,
çoğu zaman bedenin düştüğü bir halden dolayı meydana gelmektedir. Ruhun ve bedenin
sıhhatlerine dikkat edilmesini tavsiye eden Eflâtun, bunlardan birisinin diğerine karşı
daha kuvvetli bulunduğu durumlarda insanda hastalıklar meydana geleceğini
belirtmekte ve bu hastalık durumunda sağlıklı olanın kuvvetini diğerinin durumunu
itidale döndürmek için harcadığını belirtmektedir.177 Ona göre bedenin kendi dışında
karşılaştığı ateş, sertlik gibi faktörlerin etkileri ruha kadar yayılmakta,178 bedenin
içindeki fizyolojik sıvıların dengesiz hareketleri çeşitli ruh hastalıklarına sebep olmakta
idi. Ruh ve beden arasındaki denge durumu aynı zamanda bu ikisinin sıhhatli olmasının
da temel şartı olarak gören Eflâtun’un, insanda meydana gelen kötülüğün insanın
175 Hasan Hüseyin Bircan, İslâm Felsefesinde Mutluluk, s. 205. 176 Fahrettin Olguner, Batı ve İslâm Dünyası’nda Eflâtun’un Timaios’u, s. 27. 177 Fahrettin Olguner, a.g.e., s. 37. 178 Fahrettin Olguner, a.g.e., s. 12.
56
ruhundan kaynaklanan bir hastalık olduğunu, bu yüzden de tıpkı bedeni hastalıkların
bedenî bir tıb ilmi ile tedavi edildiği gibi, ruha nispet edilen hastalıkların da müstakil bir
tıp ilmi ile tedavi edilmesi gerektiğini söylemesi, filozofumuzun Mesâlih’de bedenî ve
ruhî olarak ikiye ayırmasına ve ruhu tedavi konusunda el-Enfüs başlığı altında ayrı bir
başlık açmasının sebepleri ile benzerlikler göstermesi bakımından ilginçtir.179 Genel
olarak İslâm filozoflarının ahlâkı rûhânî bir tababet olarak görmelerinde çok büyük
etkilere sahip olan Galen (Calinus) de Eflâtun’un bu konuda görüşlerini devam ettirerek,
ruh-beden ilişkisi konusunda, ruhun da tıpkı bedendeki dengenin bozulması ile
hastalıklara duçâr olduğu gibi, ahlâkî fiillerde itidalden uzaklaşılması halinde ise yani
ruh güçlerinin kontrolden çıkması ile ruhta da bir takım hastalıkların meydana
gelebileceğini söylemiştir.180 Filozofumuzun ruh ve beden arasındaki karşılıklı
etkileşime dayalı bir ilişki olduğu görüşünün Eflâtun’un fikirleri ile benzerlikler taşıdığı
gibi, ruh ve bedenin fiillerindeki itidal ve bu itidalin sonuçları konusunda da Galen’in
fikirleri ile benzerlikler bulunmaktadır. Zira Galen de tıpkı filozofumuz gibi
bedenimizdeki ve ruhumuzdaki itidalden söz etmekte ve bunların fiillerindeki denge
halinin de fizikî ve ruhî güzelliklere sebep olduğunu belirtmektedir.181 Galen’in
Kitâbu’l-Ahlâk’ında acele ile kapıyı açmaya çalışan, ancak kapıyı açmayı
başaramayınca öfkesinden çılgına dönerek, anahtarı ısıran, kapıyı tekmeleyen ve
gözlerinden ateş püsküren birinden bahsetmesi filozofumuzun daha sonra ileride
sayacağımız ruhî rahatsızlıklardan biri olarak kabul ettiği ve insanın kontrolden çıkıp
akıl kuvveti ile hareket edememesine sebep olan öfkenin, insanı nasıl etkilediğine bir
örnek olarak verilebilir.182
Filozofumuz hocası olan Kindî ruhu, (nefsi) cisimden bağımsız ilahî ve ruhanî
basit bir cevher olarak kabul etmekte, güneş ışığının güneşten geldiği gibi, ruhun da
(nefsin) Yüce Yaratıcı’dan geldiğini öne sürmekteydi.183 el-Hîle’sinde184 üzüntüyü
sevilen şeylerin kaybından ve isteklerin gerçekleşmemesinden kaynaklanan rûhânî
(psikolojik) bir rahatsızlık olarak tanımlayan Kindî ruhun tedavi edilmesini bedenin
179 Fahrettin Olguner, Batı ve İslâm Dünyası’nda Eflâtun’un Timaios’u, s. 44; Ebû Bekir er-Râzî,
Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 32–33. 180 Câlinus, Kitâbu’l-Ahlâk, s. 42–43. 181 Câlinus, a.g.e., s. 31–33. 182 Câlinus, a.g.e., s. 31–32. 183 Mahmut Kaya, “Kindî” md., DİA, XXVI / 50. 184 İnceleme, tahkik ve metin tahlili beraber bnkz. Mustafa Çağrıcı, Üzüntüden Kurtulma Yolları.
57
tedavi edilmesinden daha önemli ve elzem görmektedir. Zira ona göre ruh bedenden
daha önemlidir. Filozofa göre ölümsüz olan ruhu tedavi edip, onu sağlam bir karaktere
kavuşturmak, sonunda yokluğa mahkûm olan ölümlü bedeni iyi etmeye çalışmaktan
daha üstündür.185 Kindî söz konusu eserinde ruhî rahatsızlıkların bedenî rahatsızlıklarla
münasebeti üzerinde durmamış olsa da, filozofun alkollü içeceklerin insanın aklını
fesada uğrattığını ve bu durumunun kişinin ruhu için hayatını telef edecek bir sebep
olduğunu belirtmesi hem günümüz insanına bir ruh hekiminin tavsiyelerini hatırlatması,
hem de bizlere bedene menfi yönde etki eden bir cismin aynı şekilde ruhu da menfi
yönde etkilediğini göstermesi bakımından önemlidir.186 el-Hîle’nin muhtevası sebebiyle
bedene ve ruha ulaşan hastalıkların diğerinde var olan dengeyi bozduğuna dair
meselelere değinmeyen Kindî, bu eserinde psikolojik bir rahatsızlık olarak saydığı
üzüntüden kurtulmanın çarelerini belki de telkin olarak adlandırabileceğimiz şekilde
okuyucusuna sunmaya çalışmıştır. Bedenî rahatsızlıkların ruha etkisine değinmese bile
Kindî’nin, ruhu tedavi etmenin bedeni tedavi etmekten daha önemli olduğunu
belirtmesi, kendisinden sonra bu konuda bir geleneğin başlangıç noktasında duran
öğrencisi Ebu Zeyd el-Belhî’ye rûhânî tababet konusunda ilham vermiş olma ihtimali
bakımından önemlidir.
Filozofumuz Belhî ile beraber sağlıklı bir ruhu, güzel ahlâklı bir yaşantının
sebebi olarak gören bir anlayışı veya başka bir deyişle beden sağlığı ile ruh sağlığı
arasında zorunlu bir ilişki bulunması gerektiğini savunan bir görüşü sistemleştiren
filozoflardan biri olan Ebu Bekir Râzi, ruh-beden konusunda filozofumuzla paralel
görüşlere sahip görünmektedir. Filozofa göre insan ruhunda meydana gelen hastalıklar
kendilerini fizyolojik belirtilerle belli ettiklerinden dolayı bedenle ilgilenen bir doktorun
aynı zamanda ruh ile ilgili hastalıklardan da haberdar olması, yani ruh tabibi olması
gerekmektedir.187 Râzi’nin içki içmenin kalp krizi, beyin kanaması gibi fiziki hastalıklar
yanında iffetsizlik, hayâsızlık aklî dengesizlik, dinî ve dünyevî konuları kavrayamama,
sırların ifşa edilmesi gibi ruhî rahatsızlıklara sebep olduğunu188, üzüntünün de insanın
güç ve kuvvetini zayıflatmak, hazmı zorlaştırmak, uykusuzluk, can sıkıntısı, vehim gibi
185 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 116, (Basılmamış doktora
tezi), İstanbul 1989. 186 İlhan Kutluer, a.g.e., s. 103–104. 187 Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzi’nin Ahlâk Felsefesi, s. 105. 188 Hüseyin Karaman, a.g.e., s. 144.
58
çeşitli ruhî ve bedenî rahatsızlıklara neden olduğunu189, yine aynı şekilde öfkenin de
hem ruha hem bedene etki eden çeşitli rahatsızlıklara sebep olduğunu belirtmesi190,
Râzi’de de Belhî ile benzer şekilde ruh ve beden arasında karşılıklı etkileşime dayanan
bir ilişki var olduğunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
Râzi’nin Eflâtun’a ait şehvânî, gazâbî ve nâtık ruh üçlemesini, Aristo’nun
nebatî, hayvânî ve nâtık üçlemesine tekabül ettirerek oluşturduğu insan ruhuna nispet
edilen bu güçlerin dengesizliklerinden doğan hastalıkların, ruha ve bedene nasıl etki
ettiğini, ruha ait dengesizliklerin (itidalden sapma halinin) beden üzerinde de nasıl bir
etki bıraktığını görmek bakımından aşağıda vereceğimiz şema dikkat çekicidir ve esasen
Belhî’de de zımnen yer almaktadır. Hatırlanacağı üzere Platon mutlu olmanın şartı
olarak erdemi görmekte, erdemi ise daha sonra çoğu İslâm filozofunca kabul edilecek
olan ruh anlayışına göre belirlemiştir. Platon’un bu öğretisinde insanda “akıl, öfke ve
arzu” olmak üzere üç temel meleke ve her melekeye özgü bir erdem vardır. Buna göre
aklın erdemi hikmet; öfkenin erdemi yiğitlik, arzu gücünün erdemi de iffet (itidal)
olarak kabul edilmektedir.191 Belhî’nin de Mesâlih’de bahsettiği erdemlerden akıl,
hafıza ve anlayış gibi erdemleri akıl kuvvetinin erdemi olarak kabul edilen hikmet,
cömertlik ve kerem erdemlerini öfke gücünün bir erdemi olan yiğitlik, arzu gücünün
erdemini de iffet olarak kabul edersek, aşağıda vermiş olduğumuz Râzî’nin insan
ruhuna nispet ettiği şemanın ana fikirlerinin Belhî’de de var olduğunu söylememiz
mümkün hale gelecektir. Belhî bunların zıtlarının ise, reziletler (mürterzele) olarak
nitelendirilebileceğini söylese de belki de her zaman belirttiğimiz gibi Mesâlih’in
sınırlarından dolayı bunları zikretmemiştir.
189 Hüseyin Karaman, a.g.e., s. 152. 190 Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzi’nin Ahlâk Felsefesi, s. 147. 191 Hasan Hüseyin Bircan, İslâm Felsefesinde Mutluluk, s. 25.
59
İnsan Ruhu
Şehvânî/Nebâtî Ruhta Gazâbî/Hayvânî Ruhta Nâtık/İlâhî Ruhta
Dengesizlikler Dengesizlikler Dengesizlikler
1-Tefrit 1- Tefrit 1- Tefrit
Bedenin beslenme ve Şehveti yenecek Kâinat hakkında
büyüme ihtiyaçlarını ölçüde irade sahibi düşünmeme, bilgi
karşılayamaması olamamak açlığı duymama,
ölümden sonrasını
düşünmeme
2- İfrat 2- İfrat 2- İfrat
İhtiyaçtan fazla beslenip Kibir ve galebe tutkusu Düşüncenin, şehvânî
şehvetlere dalmak ruha gıda-uyku gibi
tabiî fonksiyonları
unutturacak kadar
rûhî bir yapıya galip
olması ki böylesi bir
durum insan
bedenini hasta
eder.192
Belhî’nin öğrencisi olan Ebu’l-Hasan el-Âmirî’nin (öl. h.381/ m.992) ruh
görüşü de kendisinden sonraki filozoflardan farklı olarak, hissî ve nutkî ruh ayırımı
üzerine kuruludur. Ruh hakkında müstakil bir eseri olmadığından, konu ile ilgili
görüşleri diğer eserlerinin satır aralarından çıkarılmaya çalışılan Âmirî’nin de, Eflatuncu
ruh anlayışından etkilendiği görülmektedir. Âmirî, Eflatun’a göre ruhun güçleri olarak
kabul edilen şehvet, gazap ve nutk güçlerinden şehvet gücüne, ruhun ıslahı için hâkim
olunması, gazap kuvvetinin terbiye edilmesi ve akıl (nutk) kuvvetinin ise bu ikisine reis
yapılması gerektiğini belirtmektedir. 193 Âmirî Belhî’deki akıl ve diğerleri ayırımına
192 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 178. 193 Kasım Turhan, Âmirî ve Felsefesi, s. 140–142.
60
paralel olarak, insan ruhunu hissî ve nutkî olmak üzere iki ayrı ruh olarak kabul
etmektedir. Hissî ruhu bedenden ayrı bir varlık olarak düşünmeyen Âmirî, onun insan
bedeninde bulunmasını sıcak suda sıcaklığın yayılması, bedende yayılan bir parlama
gibi görmektedir. Ona göre hissî ruhun beden olmadan var olması mümkün değildir. 194
Nutkî ruhun durumu ise hissî ruh gibi değildir. Nutkî ruhu bedenin tabiatından tamamen
farklı gören Âmirî, onu ölümsüz bir cevher olarak görmektedir. Nutkî ruhun bedenden
bağımsız bir cevher olduğunu açıklarken, bedende meydana gelen bir eksikliğin, aklın
fonksiyonlarını yerine getirmesinde bir noksanlığa yol açmayacağını, insanın bazen
bedeni sağlıklı olduğu halde ilim ve hikmeti unutabileceğini, bazen ise bedeni
rahatsızlıklara uğradığı halde aklın fonksiyonlarını yerine getirebileceğini
belirtmektedir.195 Burada Âmirî’nin hissî ruh’tan kastının hayvanî (güç) ruh, nutkî
ruhtan kastının da akıl gücü olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Aynı şekilde
Âmirî’nin hissî ruhunu hayvanî güç, nutkî ruhunu da akıl gücü ile karşılamaya
çalıştığımızda bu ikisi arasında Râzi’deki akıl-heva ikilisinin arasında ilişki gibi bir
ilişki kurmak da imkan dâhilindedir. Âmirî nutkî ruhu her ne kadar bedenden ayrı bir
cevher olarak görse de, nutkî ruhun bedenle birleşmesinin faydasını zikrederken, bir
insanı yılan soktuğunda ya da bir annenin çocuğunu kaybettiği zamanki duyduğu acıyı
bilme konusunda, bunu bedenin hissetmesi ile tecrübe kazanılabileceğini, bu acıyı
tecrübe edenle, bu acının kendisine anlatıldığı kimse arasında büyük farklar olacağını
belirtmesi, Âmirî’nin de nutkî ruh ile beden arasında bir etkileşimin olduğu kanaatinde
olduğuna yorumlanabilir. Aynı şekilde Âmirî’nin, sağlığında çeşitli bilgiler edinen,
ahlâkını güzelleştiren kimseye baygınlık, korku, delilik gibi rahatsızlıkların musallat
olup mizacının bunları (bilgi, ahlâk vb.) kazanmaya uygun olmaktan çıkması halinde,
bu rahatsızlıkların tedavi edilmesi ile tekrardan eski ahlâklı, bilgili haline kavuşacağını
belirtmesi ve bazen bir tıp ilmi bazense jimnastik ile mutedil bir nizama sahip olan nutkî
ruhun, bedenin arzularına karşı koyabildiğini, hikmet sahibi olabildiğini ve faziletlerle
süslenebildiğini belirtmektedir.196 Yukarıda geçen tıp ilmi hiç şüphesiz bizlere hocası
Belhî’nin rûhânî tıp anlayışını ve jimnastik ifadesi ise, insanın ilk karşılaştığında
irkildiği açık yara, kanama olaylarında karşı doktorların, savaşlardaki öldürme
olaylarına karşın savaşçıların, denizin azgın dalgaları karşısında denizcilerin bu olaylara
194 Kasım Turhan, Âmirî ve Felsefesi, s. 143–145. 195 Kasım Turhan, a.g.e., s. 146. 196 Kasım Turhan, a.g.e., s. 153–154.
61
karşı yaptıkları antrenmanlar ile alışkanlık kazanmaları sonucunda197 bu olaylara karşı
duyarsız hale gelmelerini hatırlatmaktadır. Ancak Âmirî’nin görüşlerinden
çıkarabileceğimiz en dikkat çekici husus Râzî’deki akıl-heva ilişkisine benzer bir ilişki
kurabileceğimiz hissî-nutkî ruh ilişkisidir. Özellikle bu ilişki, hissî nefsi hayvanî
kuvvetler, nutkî nefsi de akıl kuvveti olarak kabul ettiğimizde daha dikkat çekici bir hal
almaktadır. Zira akıl-hevâ etrafında dönen bu ilişkinin Belhî’nin akıl, hafıza ve anlayış
olarak örnek verdiği fâzıla ve bunun tersi fonksiyonları ihtiva eden müsterzele
kuvvetleri olarak ele aldığı kuvvetlere tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Gerek
filozofumuzun muasırı (ve belki de öğrencisi) olan Râzî’nin akıl-heva anlayışını, ister
filozofumuzun öğrencisi Âmirî’nin hissî-nutkî ruh anlayışını Belhî’nin zikrettiği akıl ve
bunun karşısında yer alan yerilmiş (müsterzele) kuvvetlere tekabül ettirdiğimizde,
Belhî’nin bu saydığımız iki filozoftan da farklı düşündüğünü söylememiz mümkün
olmaz.
Filozofumuz Ebu Zeyd el-Belhî de tıpkı ruhun güçleri hususunda olduğu gibi,
ruh-beden ilişkisini de metafizik tahlillere girmeden bir tabip gözüyle ele almaya
çalışmış ancak felsefî görüşlerini de cümle aralarına sıkıştırmıştır. Râzi ile birlikte, ruh
ve beden arasında karşılıklı etkileşime dayanan bir ilişki olduğunu kabul eden bir
geleneğin başlangıç noktasında duran Belhî’ye göre; bedenle ruh arasında inkârı
mümkün olmayan bir bağ vardır. Filozofumuza göre insan ruh ve bedenden müteşekkil
bir varlıktır,198 Allah (cc) yaratılışın başında insan ömürlerini tayin etmesine uygun
olarak ruh ve bedeni de birbirine uygun olarak, kevn ve fesada açık olan bu âlemi de
olabilecek en mükemmel şekilde yaratmıştır.199 Gerçekten de Mesâlih’de tabip
kimliğinden taviz vermemeye çalışan Belhî, bu konudaki görüşlerini tıbbî açıdan ele
almaya çalışmış, insanın ruhuna ilişen hastalıkların bedenine ilişen hastalıklardan daha
fazla olduğunu, gazab (öfke), gam (keder), korku ve cezea (tasa) ve benzeri ruhî
rahatsızlıkların bedenî rahatsızlıklara kıyasla daha güçlü bir şekilde etki ettiğini
belirtmiştir200. Ruhun cevherinin latif oluşu, kolayca ve hızlı bir şekilde bir halden diğer
bir hale dönüşebilme özelliği taşıması sebebiyle insan; kendisine gam, hüzün, sıkıntı ve
öfke gücünü harekete geçiren çeşitli rahatsızlıkların olmadığı neredeyse bir gün bile
197 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 309–311. 198 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 270. 199 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 352. 200 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 270.
62
geçirmez.201 Tıb alanına girmeyen bazı yerlerde ise dinî ve felsefî yönlere müracaat
ederek ruh ve beden arasındaki ilişkiyi ve insanın hasta olmasını şu metaforla anlatmaya
çalışmıştır:
“…Endişe ateşin kor yeridir, hüzün ise ateşin
sükûnundan sonraki yeri gibidir. Bu en fazla zayıf bedenlerde
etkilidir. Bu durum kişinin şehevî kuvvetlerini değişime uğratıp
ruhun canlılık ve letafetini gidermede en fazla etkiyi gösterir.
İnsan için ruh bedenin nuru gibidir. İnsanın içinin
üzüntü ve keder (gam) ile dolması güneşin tutulması gibidir.
(Böyle olunca) ruhun ışığı gider, aydınlığı yok olur…”202
Belhî’ye göre, ruhî ve bedenî sebeplerin karışmasında büyük fayda vardır, zira
kişi ancak ruh ve beden ile birlikte dimdik ayakta durabilir. İnsan fiillerinin tezahür
edebilmesi için onun ruh-beden bütünlüğü içinde hareket etmesi gerekir. Ruh ve beden
kendilerine ilişen sıkıntı ve hastalıklar konusunda ortaktırlar. Birisinin hastalığında
diğeri bu hastalıktan aynı şekilde etkilenmektedir. İnsanın bedenine kendisine eziyet
veren bir hastalık, bir elem iliştiği zaman ruhun güçleri de düşünemez, iş göremez hale
gelir.203 Gerçekten insanların başına gelen en basit diş ağrısı, baş ağrısı gibi en küçük
bedenî rahatsızlıklarda dahi, insan kendini bir işe odaklayamaz, başka bir işle meşgul
olamaz, zihnini başka bir şeye yönlendiremez, bedenini bir acı sardığı gibi ruhunu da bir
acı sarar.
Ruh-beden ilişkisinde kesin bir sınır görmeyen Belhî, insana çeşitli elemler,
acılar isabet ettiğinde ve insanın bedenine kavga, dövüş sebebiyle herhangi bir
yaralanma, kırılma, yarılma, parçalanma gibi belalar geldiğinde bunların hepsini
ruhunda hissedeceğini ve bedenle birlikte aynı acılarını ruhun da taşıyacağını
belirtmiştir. İnsan uzun zaman aç ve susuzluğa maruz kaldığında aklı çalışamaz, duyu
organları işleyemez hale gelir, bedeni kişinin hayatının devamını sağlayan gıdalardan
faydalanmaktan mahrum olur. Ruh ve beden, sıkıntı ve sevinçleri beraberce
201 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 282. 202 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 315. 203 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 273.
63
yaşadıklarından dolayı canlılardan her birinin ruhu yoldaş makamındaki bedeni ile
arkadaş gibidir. İnsanın bedeninde olan her hangi bir şeyi o kişinin ruhu da yüklenir.
Ruh da bedendeki her türlü hastalığın tedavisi için çaba gösterir. 204 Ruh ve beden
arasında, karşılıklı etkileşime dayalı bir ilişki vardır.205
Aralarında sıkı bir bağ bulunan ruh ve beden ikilisi birbirinin
rahatsızlıklarından da etkilenmektedir. Ruh ve beden, kendilerine arız olan hastalıklar
esnasında duyulan acılar hususunda ortaktırlar, birinin hastalığından diğeri de
etkilenerek eza görür. İnsanın bedenine bir hastalık isabet ettiğinde düşüncesi de
kendisini başka bir şey ile meşgul edemez, ruhunun tek meşgalesi bu rahatsızlığı olur.
Ruh bu durum karşısında ayakta durabilmek için bütün vaktini bu işe hasreder.206 Ruhî
rahatsızlıklara sebep olan nefsânî sebepler bedenî sebepler ile birleşerek ruhun
değişimine neden olup, beden üzerinde de zarara sebep olan çok büyük etkiler bırakır.
Bu ruhî rahatsızlıkların her biri beden üzerinde açık kuvvetli değişimlere neden olur.
Kişinin öfkeye kapıldığı zamanlarda, renginin sararması, titremesi, sıkıntıya girmesi,
kanının deriye vurup teninin kızarması, zihninin karışması gibi rahatsızlıkların ortaya
çıkması, korktuğu ve endişeye (feze‘a) kapıldığı zamanlarda bedenini ateş basması
yahut bedeninin soğuması (üşümesi) ve bakanları telaşa sevk eden bir değişimin
meydana gelmesi bu duruma örnektir.207 Aynı şekilde insan korktuğunda eli ayağı
tutmaz olur, yapacağı işler kesintiye uğrar, bu korku insanı dehşete düşürerek ruhunu da
değişime uğratır ve böylece insan normal zamanlarında yapabileceği işlerinde acze
uğrar. 208 İnsana üzüntü ve tasa arız olduğunda da hayâ ve akıl hâkimiyetini kaybettiğine
delalet eden kendi yüzüne tokat atma, saçını yolma, çığlık atma, elbiselerini parçalama
gibi deliliğine delalet eden rahatsızlıklar ortaya çıkardığı gibi,209 kanın saflığı azaltarak
ve kanı soğutarak bedene zarar veren rahatsızlıklara da sebebiyet verebilir.210
Ruh-beden arasında mutlak bir ilişki olduğuna inanan Belhî, ruhun ve bedenin
sıhhatli olmasının diğerinin sıhhatini de olumlu yönde etkileyeceğini, birine arız olan
204 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 353. 205 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 143. 206 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 273 207 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 288–289. 208 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 290. 209 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 291. 210 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 317.
64
hastalığın diğerinde çeşitli rahatsızlıklara yol açabileceğine inanmaktaydı. Günümüzde
psikosomatik kökenli hastalıklar olarak adlandırabilecek olan rahatsızlıklara Mesâlih’de
değinilmesi oldukça ilgi çekicidir. Belhî’ye göre kişinin karşılaştığı endişeli durumlar, o
kişiyi dehşete düşürür, bu yüzden de kişinin var olan gücü ve kuvveti hemen
çözülüvererek kişiyi savunmasız bırakır ve bu durumda insanın bedenine zarar veren bir
illetin doğmasına sebep olarak bedenî bir hastalığın doğmasına neden olur.211 Böylece
kendisinde endişenin hâkim olduğu kişinin, bedeninde açık kuvvetli değişimlere bağlı
olarak renginde sararma, titreme, ateş basması ya da bedeninin soğuması gibi çeşitli
istenmeyen durumlar ortaya çıkar.212 Daha önce zikrettiğimiz rahatsızlıklar gibi zararları
bedene ulaşan rahatsızlıklardan biri de vesvesedir. Yukarıda saydığımız ruhî arazlar,
insan ruhuna olduğu gibi bedenine de zarar veren rahatsızlıklara sebep olur. Bu
rahatsızlıklar bedenin azalarına elem vererek, bedeni gıdalardan yararlanmaktan alı
koyar ve onun el-ayağını kullanamaz hale getirir.213
Hastalıklar konusunda olduğu gibi ruh-beden arasındaki sıhhat durumunu da
ortak gören Belhî’ye göre mutluluğun kemâli, ruh ve bedenin sıhhati ve bu ikisinin
rahatlığı ve yine bu ikisinin dünya hayatı boyunca afet ve kötülüklerden uzak durması
ile mümkün olabilir. Kişi ne zaman bu hal üzere olsa, onun yaşamı güzelleşir, rahatı
devam eder.214 Kişi herhangi bir hastalığı yakalandığında sadece aldığı ilaçlara rağmen
hastalığından tam olarak kurtulamayabilir. Bu hastalıklardan kurtulması ancak tabibin
kişinin ruhuna yapacağı yardımla mümkün olur ve kişi bu yardım sayesinde sağlıklı
haline kavuşur. Burada Belhî’nin, sağlığı sadece bedene has bir durum olarak görmeyip,
tam manasıyla iyileşmenin ancak ruh ve bedenle birlikte olacağını belirtmesi önemlidir.
Belhî burada hastalıklardan korunma ve bu hastalıkları def etme konusunda insandaki
moral gücüne atıfta bulunuyor gibidir. Günümüzde de özellikle kanser tedavisinde,
hastanın moral gücünün çok düşük olduğu durumlarda hastanın tedaviye verdiği cevap
ile hastanın moral gücü yüksek olduğu durumlarda tedaviye verdiği cevap arasında
büyük farklar olduğu bilenen bir vakıadır. Bu durum ruh ve beden arasında var olan
ortaklığa güzel bir delildir.215
211 Ebu Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 279. 212 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 279, 288. 213 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 291. 214 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 280. 215 Ebu Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 354.
65
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: EBÛ ZEYD EL-BELHİ’YE GÖRE RUH HASTALIKLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
1- İSLÂM FELSEFE GELENEĞİNDE RUH HASTALIKLARI KAVRAMININ AHLÂKLA İLİŞKİSİ
Ruh hastalığı ve ahlâk kavramları günümüzde farklı alanlara ait kavramlar gibi
gözükse de İslâm Ahlâk Felsefe’sinde ruh hastalıkları diye adlandırabileceğimiz
rahatsızlıklar, aslında ruh kuvvetlerinin orta yoldan uzaklaşmalarından ve
aşırılıklarından doğan ve Belhî’nin ifadesi ile ruh güçlerinin heyecana kapılmaları yani
kontrolden çıkmalarından kaynaklanan rahatsızlıklardır. Günümüzde modern tıpta yer
alan bazı görüşlerin de ruhun sağlıklı olmasının şartlarından birisini “erdemlilik”, ruh
sağlığını korumanın amaçlarından birisini de bireyin daha mutlu yaşaması olarak
görmesi gerçekten ilgi çekicidir.216 İslâm filozoflarına göre; ahlâkın temel vazifesi nefs
hakkında bilgiler vermek ve nefsi kendisinden faziletli fiiller sâdır olacak şekilde
terbiye etmektir. Bu yüzdendir ki İslâm filozofları ahlâkı, biraz da Galen’in tesiri ile
“rûhânî bir tababet” olarak kabul etmişlerdir.217 İslâm filozoflarına göre; ahlâk
mutluluğu kazanma veya mutsuzluktan kurtulma sanatı olduğuna göre; burada insana
düşen görevin de kendisini mutsuzluğa düşürecek fiillerden uzak tutması ve hayattan
beklentilerini de buna göre düzenlemesi gerekli olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
Ruh hastalıkları ile ahlâk kavramlarının iç içe olması özellikle bedenî ve ruhî
hastalıkları ayıran bir geleneğin başlangıç noktasında bulunan filozofların aynı zamanda
tıp ilmi ile uğraşmış olmalarının da bir sonucu olabilir.
İlk İslâm filozofu olan Kindî, el-Hîle’sinde, öfke ve şehvet kuvvetlerinin
isteklerinin yerine getirilememesi ile doğan ve itidal ilkesinin dışında yer alan üzüntü,
tasa gibi tezahürlerin insanda ruhî rahatsızlıklara sebep olabileceğini, üzüntü denen
rahatsızlığın tamamen psikolojik bir acı olduğunu ve bu acıdan kurtulmak için de
insanın her türlü ıslah yolları ile bedenî acılardan kurtulmaya çalıştığı gibi, ahlâkî bir
216 Yusuf Alper, E. Bayraktar, Ö. Karaçam, Herkes İçin Psikiyatri, s. 9–13. 217 Mehmet Aydın, “Ahlâk” md., DİA, II / 10.
66
tedavi ile bu acılardan kurtulabilmenin mümkün olabileceği fikrini işlemiştir. Üzüntüyü
ruhun duyduğu bir çeşit acı, bir ruhî rahatsızlık olarak gören Kindî’ye göre nasıl ki
bedenimize ilişen rahatsızlıklar karşısında bazı şeylere katlanıyorsak, aynı tahammülü
ruhlarımızın sağlığı konusunda da göstermeliyiz. Kaldı ki, Kindî’ye göre; ruhlarımızı
ıslah ederken katlanacağımız acı ve sıkıntı, bedenlerimizin iyileştirilmesi esnasında
katlandıklarımıza göre daha hafiftir. Zira ruhlarımızın ıslahı sadece bizim iyiliğimize
olan şeye tam bir kararlılıkla yönelmekten ibarettir. Bu konuda okuyucusuna bir nevî
telkin mahiyetinde çeşitli çözüm yolları sunan ve bunları da “hile” olarak adlandıran
Kindî, üzüntüyü yenmenin yollarını on başlık altında ifade etmeye çalışmıştır.218
Sağlıklı bir ruha sahip olmayı ahlâklı bir yaşantıya sahip olmanın şartı olarak
gören anlayışı sistemleştiren filozoflardan biri olan Râzi de, et-Tıbbu’r-rûhânî’sinde;
akıl-hevâ ilişkisi üzerinde durarak, önce Allah’ın insanlara verdiği en büyük nimet
olarak gördüğü aklın insanlığa sağladığı faydaları zikrettikten sonra, insanları
yönlendiren diğer bir unsur olan hevânın neden olduğu kötü durumlardan ve elemlerden
bahsederek bunlardan sınırlandırılıp kontrol altına alınması üzerinde durmuştur. Yirmi
bölüm olarak hazırladığı eserinin diğer bölümlerinde ise, haz-elem ilişkisi, şehvânî aşk,
kendini beğenme, haset, yalan, cimrilik, aşırı öfke, içki bağımlılığı, açgözlülük, üzüntü
ve ölüm korkusu gibi ruhun kötü alışkanlık ve eğilimlerini ele aldıktan sonra, bu ruhî
rahatsızlıkların nedenlerinden, meydana getirdiği olumsuzluklardan ve bu
rahatsızlıkların giderilebilmesi için yapılması gereken rûhânî tedaviden bahsetmiştir.
218 Üzüntünün gerçek sebebini daha kolay tespit etmek üzere üzüntünün çeşitleri üzerinde
düşünmek, geçmişte tanık olduğumuz üzüntüleri düşünüp bu dünyanın fıtratı üzerine sıkıntıya düşmeyen insanın olmayacağını kabul etmek, üzüntünün tabiî değil bizim kabullerimizden doğan arızî bir acı olduğunu; zira başımıza gelen istenmeyen sonuçların bu dünyada birçok insanın da başına gelmiş olaylar olduğunu kabul etmek, oluşma ve bozulma kanununa bağlı olan bu fizikî dünya ile musibetler arasında zorunlu bir bağ olduğunu yani musibetin gelmemesini istemenin aynı zamanda bu alemin mevcudiyetini istememek ile aynı manaya geleceğini kabul etmek, herkesin rahatça ulaşabileceği nimetin elden gitmesini kayıp olarak saymamak, elimizde bulunan nimetlerin Allah’ın bizlere vermiş olduğu bir emanet olduğunu hatırdan çıkarmamak, üzüntünün asıl sebebinin kayıplarımız olmasından dolayı bu dünyanın fıtratı üzerine zorunlu olarak elimizden çıkacak olan şeylerin ardına çok fazla düşmemek, insanların kendisinden daha kötü bir kötülüğün bulunmadığını düşündükleri ölümün aslında kötü olmadığını dolayısı ile de kötü olduğu düşünülen diğer kayıpların da tabiatıyla kötü olamayacaklarını düşünmek, bir şey kaybettiğimizde Allah'ın bize bahşettiği diğer nimetleri hatırlayarak teselli bulmak, insanların maddi kazançları sebebi ile bir takım musibetler beklentisi içinde olmalarından dolayı bu maddi kazançların elden çıkması ile gelmesini bekledikleri bu musibetten kurtulduklarını kabul etmek şeklinde özetleyebileceğimiz bu telkinler Kindî’nin bizlere aktardığı ve el-Hîle li-def‘i’l-ahzân adlı eserinde “Hile” adını verdiği çözüm önerileridir. Bknz. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 52–67; İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 117–121.
67
İslâm filozoflarının ahlâk felsefesi anlayışlarında bir rûhânî tababet anlayışına
rastlanması elbette tesadüf değildir. Zira ruhun bedenle birlikte sağlıklı bir hal üzere
olması aynı zamanda nihai hedef olan mutluluğun şartlarından biridir. Fârâbî de bu
konuda filozofumuz Belhî ile benzer görüşlere sahiptir. İtidal kavramı etrafında ele
aldığı ruh sağlığı meselesinde Fârâbî, ruhun sağlıklı olmasını, ruhun güçlerinin itidal
üzere olmasına bağlamakta, bu yapının itidalden çıkıp, dengesizliğe, aşırılığa kaçtığında
ise ruhta hastalıkların baş gösterebileceğini belirtmiştir. Beden hasta olduğunda, bu
hastalıkları tedavi edip bedeni tekrar eski sağlığına geri kavuşturabilecek doktorlar
olduğu gibi, ruh hasta olduğunda da onu tekrar sağlığına kavuşturacak bir kişinin de
bulunması gerekir. İşte bu kişinin Fârâbî’ye göre filozof olması gerektiği, İslâm
filozoflarının felsefe anlayışlarındaki ruh sağlığı ile ahlâk arasında bağı gözler önüne
getirmesi bakımından oldukça önemlidir.219
Haz-elem tariflerinde Râzî’yi andıran bir görüntü çizen İhvân-ı Safâ, elemi
insanın bedenî yapısının itidalden çıkması veya organlarından birinin rahatsızlanması
sonucu ruhun duyduğu his olarak tanımlamış, sağlam bir karaktere sahip olmanın şartı
olarak; beden sağlığı için gerekli görülen dört beden sıvısının (ahlâtu’l-erbaa)
birbirlerini ile karışım miktarlarının dengeli olması ve aynı şekilde dengeli bir ahlâkî
yapıya sahip olma olarak görmüştür. Bu bakış açısı şüphesiz ruh sağlığı ile ahlâk
arasında sıkı bir bağ olduğu düşüncesinin izleridir. Belhî’nin ruha ilişen hastalıklardan
biri olarak belirttiği öfkenin galip geldiği insanlar, İhvân’a göre itidalden sapıp, fazilet
olarak değerlendirilen yiğitlik erdeminin aşırı ucu olan atılganlık adını verdiğimiz
aptalca bir cesaret içine düşmüşlerdir.220 İhvân tarafından bizzat, ruhî bir rahatsızlık
olarak belirtilmese de, Râzî’de ruha nispet edilen hastalıklar olarak geçen cimrilik gibi
bir reziletin, İhvân’a göre tam karşısında duran cömertlik ile tedavi edilmesinin
gerekmesi şüphesiz İslâm Felsefesi’nde ruh sağlığı ile ahlâk felsefesini birbirinden ayrı
düşünmeyen bir görüşün sonucu olmalıdır.221
Kendisinden önceki birikimden faydalanarak ahlâk ilmini sistematik bir hale
sokan İbn Miskeveyh aklî ve ahlâkî faziletleri kazanmayı, ruh sağlığı ile özdeş kabul
219 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 196–198. 220 İlhan Kutluer, a.g.e., s. 211, 220. 221 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, s. 104.
68
etmekte, bu faziletleri kazanmakla aynı zamanda ruh sağlığının da kazanılacağı
belirtmektedir.222 Kendisinden önceki ahlâkçılar gibi, İbn Miskeveyh de tıp ilmi ile
ahlâk ilmi arasında bir bağ kurmuş ve ruh sağlığı ile ilgili olanı da tıbbü’n-nüfus adı ile
zikretmiştir. Ruhun tedavisi ile ilgili görüşlerine Tehzîbü’l-ahlâk 223adlı eserinin son
makalesinde yer veren filozof, ruhî hastalıkların başlıca sebepleri olarak öfke, ihtiras,
üzüntü, korku, değersiz şeylere karşı fikrî saplantı olarak sayıp bunların giderilmesi için
insanın öfke ve şehvet güçlerini aklın buyruğu altına sokması gerektiğini belirtmektedir.
Filozofun dört temel faziletten (hikmet, iffet, şecaat, adalet) uzaklaşılması ile ortaya
çıktığını ifade ettiği başlıca ruhî hastalıklardan bazıları ise; atılganlık (tehevvür),
korkaklık (cübn), kendini beğenme (ucb), böbürlenme (iftihar), öfke gibi rezîletlerdir.224
İbn Miskeveyh’in, ruh sağlığını koruma konusunda okuyucusuna tavsiye ettiği tedbirler,
ahlâk felsefesinin ana konularını oluşturan fazilet ve haz görüşünün özetinden ibaret
olması bize ahlâk ile ruh sağlığı arasında ne kadar sıkı bir ilişki olduğunu göstermesi
bakımından ilginçtir. Ancak ruh sağlığı ile ahlâk ilmi arasında var olan ilişkiyi gözler
önüne sermesi bakımından asıl önemlisi; sayın İlhan Kutluer’in, Râzî’nin et-Tıbbu’r-
rûhânî’sinde geçen ruhsal hastalıklarını İbn Miskeveyh’in aslî ve fer’î faziletler
şemasına dayanarak, ahlâkın önemli konularından biri olan insan ruhuna nispet
etmesidir. Buna göre bu hastalıkların insan ruhuna nispeti şu şekilde olmaktadır;
222 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 295. 223 İbn Miskeveyh’e gerçek ününü kazandıran bu eserin asıl adı Tehzîbü’l-ahlâk ve tathîrü’l-
a‘râk’tır. Kitabın ilk tahkikli neşri Constantine K. Züreyk tarafından yapılmış olup, aynı nâşir tarafından da The Refinement of Character adı ile İngilizce’ye, Muhammed Arkoun tarafından da Traité d’éthique adı ile de Fransızca’ya tercüme edilmiştir.
224 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, s. 158–161.
69
Ruhî Hastalıklar225
Şehvânî ruha ait Gazabî ruha ait Düşünen ruha ait
hastalıklar hastalıklar hastalıklar
Şehvânî aşk Kibir Otokritik yapmama
Aç gözlülük Hased Hikmetten alıkoyan
zararlı düşünce
Cinsellikte aşırılık Yalan Toplumdan kaçma
Cimrilik Korku Abesle iştigal
Sarhoşluk İktidar hırsı Felsefî yolu terk
Üzüntü
İslâm filozoflarının birbirleri ile benzer şekilde sıhhatli bir ruh yaşantısını,
itidal üzere olan faziletli bir yaşayışa (ahlâklı bir yaşayışa) dayandırması; bir tesadüf
değil aksine ahlâkla, sağlıklı ruh ve beden arasında bir ilişki olduğunu kabul eden bir
görüşün gereği olmalıdır.226 İslâm ahlâk felsefesinin konularından birini oluşturup,
faziletli olmakla eşdeğer tutulan ve iki aşırı ucun ortasındaki noktayı ifade eden itidal
kavramının, ruh ve beden sağlığımızı korumak için gerekli olan bir denge durumu
olduğu, ahlâk felsefesinin ana konularından bazılarının fazilet, ruhun güçleri ve bu
güçlerin itidalden çıkması sonucu oluşan reziletler olduğu hatırlanırsa, ruh hastalıkları
ile ahlâk arasındaki ilişkiyi anlamlandırmak okuyucu için çok da zor olmayacaktır.
İslâm filozofların ahlâk anlayışlarında ahlâkı psikolojiden ayırmak mümkün değildir.
İnsan ruhunun sahip olduğu üç kuvvet olan düşünme gücü, öfke (gazab) gücü ve arzu
(şehvet) gücü hem psikolojik hem de ahlâkî temeller taşır.227 Gerçekten de ahlâka dair
meseleleri pozitif bilimler, psikoloji, psikiyatri ve fizyolojiden bağımsız olarak ele
almak gerçekten zordur.228
Ruhî rahatsızlıklar ve bu rahatsızlıkların tedavisinde ahlâkî yaşamın ilişkisini
yani bir bakıma ruh hastalıkları ile ahlâk ilmi arasındaki ilişkiyi daha rahat ortaya
koymak bakımından tabip-filozof ilişkisini de bir göz atmak yerinde olacaktır. Her
225 İlhan Kutluer, a.g.e., s. 179. 226 Ebû Bekir Râzi, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 23. 227 Mehmet Aydın, “Ahlâk” md, DİA, II / 12 228 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 9.
70
şeyden önce vurgulamamız gereken nokta tıbbın da felsefenin de konusunun insan ve
yaşam olmasıdır. Her iki çalışma alanı özünde insana ve yaşama ilişkindir. Soruları,
arayışları, işlerlikleri hep bu ana konunun uzanımlarıdır. Tıp için insan yaşamı daha
doğrusu insanın sağlıklı yaşamı bir amaç olmasına ve pratikte de direkt olarak insan
sağlığını hedeflemesine rağmen, buna varabilmesi de bir takım doğru soruların
sorulması ve verilen yanıtların da bir eleştiri çalışmasına gereksinimi doğmaktadır.229
Bu hususu göz önüne aldığımızda felsefe tarihinde karşımıza çıkan birçok filozofun da
aynı zaman da tabip olması şaşırtıcı bir hal almayacaktır. İyi bir tabibin aynı zamanda
filozof olması gerektiği gerçeği Galen’e kadar götürülebilir.230 Eskilerden beri var olan
bu tabip-filozof arasındaki ilişkiyi göz önüne aldığımızda ve eski filozofların da aynı
zamanda iyi birer tabip oldukları gerçeğini tekrar düşündüğümüzde bizim için ahlâk
ilmi ile ruh hastalıkları arasında var olan ilişkiyi anlamlandırmak çok zor olmayacaktır.
Ruh hastalıkları ile ahlâk ilmi arasında var olan ilişkiyi ortaya koyduktan sonra
şimdi, Belhî’nin ortaya çıkış sebeplerini, ruh güçlerinin itidalden çıkmasına, ruhun
sükûn üzere olan halini bozmasına ve heyecana kapılmasına yani ruh güçlerinin
kontrolden çıkmasına bağladığı ve Mesâlih’in ikinci makalesinde saymış olduğu ruh
hastalıklarının sayımına geçebiliriz. Burada Belhî’nin uygulamış olduğu metodu takip
edeceğiz; buna göre öncelikle insanın bu hastalıklara yakalanmadan önce ruhunu
bunlardan nasıl uzak tutabileceğinin yollarını zikredeceğiz, daha sonra belirti ve
sebepleri ile belli başlı ruh hastalıklarını sayacağız, tabi bunları yaparken de tezimizin
sınırlarını aşmadan zikredeceğimiz ruh hastalıklarının günümüz tıbbındaki karşılıklarını
vermeye çalışacağız. Bir sonraki başlığımız ise Belhî’nin sayacağımız bu ruhî
hastalıklara tavsiye edeceği çözüm yolları ile ilgili olacak.
2- RUH SAĞLIĞI
Ahlâklı yaşamayı aynı zamanda sağlıklı bir ruh ve beden sağlığının şartı
olarak gören bir anlayışın başlangıç noktasında duran Belhî’ye göre ruh ve beden
229 Sibel Öztürk Güntöre, 2006, “Tıp ve Felsefe”, Bilim ve Düşünce Dergisi,
http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=262. 230 İsmail Yakıt, 2004, “Galenos’un Felsefe ve Tıp Ahlâkı Konusunda Önemli Bir Eseri : “Erdemli
Tabip Bir Filozof Olmak Zorundadır”, VIII. Türk Tıp Tarih iKongresi, http://www.ismailyakit.com/yayinlar/galinusbildiri.html
71
karşılıklı bir etkileşim231 içinde olduklarından, birbirinin duyduğu ve hissettiği elemi ve
acıyı diğeri de duyar ve o da rahatsızlanır. Bu yüzden insanın sağlıklı olması için sadece
bedenin sağlığını koruması ya da ruhunun sağlığını korumaya çalışması yetmez, aksine
insanın sağlıklı bir yaşam sürebilmesi için insanın hem bedenini hem de ruhunu
hastalıklardan koruması, hastalık anlarında da onları tedavi ettirmesi gerekmektedir.
Belhî’nin Mesâlih’i, bünyesinde hem bedenî hem de ruhî tedavi yollarını barındırdığı ve
bu tür kitaplarını ilki görünümünde olduğu için bilim tarihi açısından bizim için çok
değerli bir konumda yer almaktadır. Yukarıda, Mesâlih’de geçen başlıca ruh
hastalıklarını saydığımız Belhî’nin, ruh sağlığı konusuna yaklaşımı ahlâk temellidir.
Zira ahlâklı olmayı sağlıklı olmanın da şartı sayan Belhî’ye göre ruh sağlığı konusunda
anahtar kelime itidal kavramıdır.
Mesâlih’in bir tıp kitabı hüviyetinde olmasından dolayı ahlâk felsefesi ile ilgili
görüşlerini satır aralarından çıkarmaya çalıştığımız filozofumuzun görüşlerini
açıklamak için zaman zaman başvurduğumuz, çağdaşı ve büyük ihtimalle talebesi olan
Râzî, itidali ölçülü yaşamak olarak görmekte, mutluluğun şartı saymakta ve
okuyucusuna haz-elem, üzüntü, ölüm korkusu gibi ruhî konuların yanı sıra, ibadet,
çalışma, kazanma, harcama ve biriktirmeye kadar hayatın her alanında itidalli olmayı
tavsiye etmektedir.232 Râzî’nin rûhânî tababeti, ruhun güçlerinden kaynaklanan
davranışların her türlü aşırılıktan uzak dengeli duruma yani itidalli bir yapıya
getirilmesini amaçlayan bir ikna yolu olarak zikretmesi, itidal kavramı ile ruh sağlığı
arasındaki ilişkiyi ortaya koyması bakımından önemlidir.233 Şüphesiz itidal konusunda
Belhî ile paralel görüşlere sahip Râzî’nin bu düşüncesi bizlere Aristoteles’in altın orta
ilkesini hatırlatmaktadır. Zira Aristoteles’e göre iyi bir hareket, ifrat ve tefrit denen iki
aşırılıktan uzak olan bir eylem olan itidalli olmaktır.234 Sadece ruh sağlığını ilgilendiren
üzüntü, ölüm korkusu gibi alanlarda değil, haz-elem anlayışından, çalışma, kazanma ve
231 Etkileşimcilik (interactionism): zihin ve bedenin, birbirinden ayrı, birbirine indirgenemez iki
ayrı töz olduğunu; hem zihnin hem de bedenin, diğerini nedensel olarak etkilediğini; zihinsel ve bedensel, ruhsal ve fizikî olaylar arasında nedensel bir etkileşim olduğunu savunan bu görüşe göre; heyecan, endişe, korku, gerilim türünden zihin hallerinin ülser, kalp atışının hızlanması, vücut ısısının artması türünden bedensel durumlara yol açması ve vücuttaki bir yara ya da kafaya inen bir darbenin baş ağrısı ya da bilinç kaybına yol açması örneklerinde olduğu gibi, hem zihnin bedeni, hem de bedenin zihni doğrudan etkilediğinin öne sürmektedir. Ahmet Cevizci, “Etkileşimcilik” md., Felsefe Sözlüğü, s. 383–384.
232 Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, s. 172–175. 233 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, s. 84. 234 Mahmut Kaya, İslâm Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi, s. 246–249.
72
biriktirmeye kadar her konuda itidalli olmayı tavsiye eden Râzî de, tıpkı Belhî gibi,
adeta bu kavramı felsefe anlayışının merkezine yerleştirmiştir denebilir.235
Ahlâkı bir bakıma ruh sağlığı olarak kabul eden filozofumuzun hocası
Kindî’ye göre, yersiz üzüntü, kaygı ve korkular insanın ruh sağlığını bozduğuna göre bu
rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi için öncelikle onların sebeplerinin bilinmesi
gerekmektedir. Bu sebepleri “sevilen şeylerin kaybedilmesi ve amaçlanan şeylere
ulaşılamaması” olarak tanımlayan Kindî, insanın sağlıklı ve mutlu bir yaşama sahip
olabilmesi için, ihtiyaç ölçüsünde gerekli olduğu akıl tarafından benimsenen şeylerin
ötesindeki fazlalıkların arayışı içinde yani ifrat ve tefrit içinde olmamalı, bunun yerine
itidali benimseyip erdemlere yönelmek gerektiği düşüncesindedir.236
Müslümanlar arasında Muallim-i Sânî unvanıyla anılan Fârâbî’ye göre; nasıl
ki bir insanın bedeninin sağlıklı olması için dengeli beslenmesi, bedeninin güçlü olması
için de dengeli bir çalışma içerisinde olması gerekiyorsa, sağlıklı bir ruhun şartı olan
güzel ahlâk içinde dengeli (itidalli) fiillerin olması gerekir.237 Ruh sağlığını korumanın
itidalli bir yaşayıştan geçtiğini vurgulayan Fârâbî’ye göre, mutlak değil, izafî bir itidal
anlayışından söz edilebilir. Örneğin öfke gücünün iki aşırı ucu, atılganlık ve
korkaklıktır, orta noktası olan itidal hali ise cesaret (şecaat) tir. Karşısında sayıca ve
teçhizat bakımından kendisinden kat kat üstün bir ordu bulunan düşman karşısında geri
çekilmenin bu anlayışa göre Fârâbî tarafından korkaklık olarak değerlendirilemeyeceği
ise herhalde açıktır.238 Ruhun güçlerinin itidal üzere olmasını ruh sağlığının da şartı
olarak gören bu anlayış, aynı şekilde İbn Miskeveyh’in ahlâk felsefesini anlayışında da
yer bulmuştur. Ruhî hastalıkların nedenlerini, ruhun güçlerinin denge durumundan
uzaklaşmakla ortaya çıkan aşırılıklara bağlayan İbn Miskeveyh’in ahlâk anlayışında ruh
sağlığı açısından itidalin merkezi bir yere sahip olduğu herhalde okuyucuların
gözlerinden kaçmayacaktır.239
İslâm dünyasında ruh ve bedenin birbirinin rahatsızlıklarından (psikosomatik
kökenli rahatsızlıklar) etkilendiği teorisinin en belirgin ifadelerine rastladığımız Belhî,
235 Hüseyin Karaman, a.g.e., s. 172–175. 236 Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 10–11. 237 Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, s. 122–123. 238 İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 196–199. 239 İlhan Kutluer, a.g.e., s. 294–295; Mustafa Çağrıcı, a.g.e., s. 160–161.
73
bedenin sağlıklı yaşaması için şart koştuğu itidal kavramını, ruhun yaşamına da sağlıklı
olarak devam etmesinde en büyük etken olarak görmektedir. Belhî’nin ahlâk
felsefesinin anahtar kavramlarından bir itidal kavramından sonra, ruhun sağlığı
konusunda önem verdiği diğer bir hususta ruh-beden birlikteliğidir. İnsanın tam
manasıyla mutlu olabilmesinin bu ikisinin sağlıklı bir şekilde yaşamlarını
sürdürmelerine bağlı olarak gören filozofumuz, elimizdeki kitabın (Mesâlih’in),
insanların hem bedenlerine hem ruhlarına isabet eden hastalıklar karşısında
başvurulabilecek yegâne kaynak olduğu görüşündedir. Belhî’ye göre daha önce çeşitli
tabipler tarafından bu konuda kitaplar yazılmış olsa da, Mesâlih, hem bedenin tedavisi
konusunda, hem de ruhî hastalıkları karşısında insanların hukemanın, öğüt ehlinin ve
ileri görüş sahibi insanların kitapların farklı yerlerinde bulunan görüşlerini arayıp
bulmalarına gerek kalmadan, insanların sıhhatlerini korumak ve kaybettiklerinde ise
sıhhatlerini yeniden kazanma hususunda başvurabilecekleri derli toplu kaynakların
ilkidir. Belhî’nin sadece bedenin ya da sadece ruhun sıhhati konusunda bir eser
yazmayıp, eserinde hem ruh hem beden hakkındaki bilgilere yer vermesi,
filozofumuzun mutluluğun ancak ruh ve bedenin beraberce sıhhatli olmasının bir
sonucu olduğuna inanmasından kaynaklanmış olması imkân dâhilindedir. Hastalığa yol
açan maddî sebepler ile ruhî sebeplerin karışmasında büyük fayda olduğunu belirten
Belhî’ye göre, insan fiillerin tezahür edebilmesi için, insanın ruh-beden birlikteliği
içinde hareket etmesi gerekir.240
Aynı zamanda bir tabip olmanın verdiği avantajla filozofumuz, insanların
farklı farklı yaratılmalarının bir sonucu olarak, hastalıklara karşı dayanma güçlerinin de
farklı oldukları vurgulamış ve insanlar arasında var olan kişisel farklılıklara değinmiştir.
Filozofumuza göre, insanların her birisi sahip oldukları mizaç sebebiyle bu
hastalıklardan farklı boyutlarda etkilenmektedirler. Günümüzde yapılan araştırmalarda
da bu farklılığa dikkat çekilmiştir. Buna göre; insanların sahip oldukları özgül kişilik
tipleri aynı zamanda onların farklı hastalıklara karşı duyarlı olduklarının da bir nevî
habercisi gibidir. Aşırı obsesif (saplantılı) kişilerde migren; aşırı bağımlı kişilerde astım;
aşırı hırslı ve başarı düşkünü kişilerde kalp atardamarına bağlı hastalıkların görülme
240 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 273.
74
olasılığı oldukça fazladır.241 Aynı şekilde insanların bu hastalıklara karşı koyabilme
güçleri de farklı farklıdır. Bu farklılıktaki temel faktör kişinin kuvvetli olup
olmamasıdır. Sahip oldukları mizaca göre insanların bazısı çabuk ve kolay öfkelenirken,
bazıları da yavaş ve zor öfkelenmektedir. Aynı şekilde karşılaşmış oldukları olaylar
karşısında bazılarının korkusu ve endişesi şiddetli olurken, bazıları ise bu durumlar
karşısında sabırlı hallerini koruyarak soğukkanlı olurlar. Keza zayıf tabiatlı olarak
yaratılan kadın ve çocukların bu korkutucu haller karşısındaki tepkileri de kuvvetli bir
tabiata sahip kişilerininkinin tam tersidir.242
İnsanın ruhuna arız olan hastalıklardan kurtulması için gereken şeylerden bir
tanesi de, bu rahatsızlıkları tanımak, bunları karşı koyabilmek ve bunları kendinden
nasıl uzaklaştırabileceğini ya da bunların etkilerini nasıl azaltabileceğini bilmesidir.243
Bu öncül aynı şekilde Kindî’nin Üzüntüden Kurtulma Yolları isimli eserinde de
üzüntüyü yenmenin başlıca yolları arasında da zikredilmekte, Râzî de aynı şekilde
öncelikle ruhî hastalıkların neler olduğunu belirtip, ondan sonra söz konusu
hastalıklardan kurtulma çarelerini sıralamaktadır.244
Belhî ruh sağlığını iki açıdan ele almaktadır. Birincisi sağlıklı iken sağlıklı
durumumuzun devam etmesi, yani sağlıklı durumuzun korunması (buna koruyucu
hekimlik de diyebiliriz); ikincisi ise, ruh sağlığı kaybedilmiş ise yeniden kazanılmasıdır.
Ruhun sıhhatinde bu durumunu koruması ve eğer kaybedildi ise yeniden kazanılması
için okuyucularına bir nevî telkin mahiyetinde farklı çözüm önerileri sunan Belhî, ruh
sağlığının yeniden kazanılması konusunda ruha ârız olan hastalıkları tek tek ele almakta,
bu hastalıkların insana verdiği zararları zikrettikren sonra bunlara karşı çözüp önerilerini
sıralamaktadır. Belhî’nin ruhun sıhhatinin korunması babından hemen önce, bizzat
“ruhun sıhhatinin korunması konusunda ihtiyaç miktarını karşılayan bu konuda
söylenmiş bir söz bilmiyoruz” demesi245 ve Belhî’nin Mesâlih’de yer alan, hayatının
sonraki yıllarında vazgeçeceği astroloji ilmi hakkındaki olumlu düşünceleri göz önüne
241 Yusuf Alper, Erhan Bayraktar, Özgür Karaçam, , Herkes İçin Psikiyatri, s. 248; Ertuğrul
Köroğlu, Psikonozoloji Tanımlayıcı Klinik Psikiyatri, s. 493–494. 242 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 271. 243 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 274. 244 Krş. Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlihu'l-ebdân ve'l-enfüs, s. 274; Kindî, Üzüntüden Kurtulma
Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 52; Ebû Bekir Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 86, 88, 95, 97, 100, 102, 105,111, 114.
245 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 275.
75
alınıp246, Râzî’nin de (v.320/932) Ruh Sağlığı (et-Tıbbu’r-rûhânî) isimli eserinini bazı
araştırmacıların tespit ettiğine göre hayatının sonlarına doğru yazmış olduğu kabul
edilirse247, Mesâlih bedenî tıbbın yanında rûhânî tıbbın da yer aldığı bilgilerin iki kapak
arasında yer aldığı kitapların ilki olarak kabul edildiği gibi, müstakil bir başlık altında
ruh sağlığını ele alan kitapların ilki olarak da kabul edilebilir.
Ruhun sıhhatli iken sıhhatinin korunması konusunu müstakil bir babda
inceleyen Belhî, bu bölümde beden için nasıl sıhhat ve hastalık hali varsa ruh içinde
aynı şekilde bir sıhhat ve hastalık hali olduğunu belirtmektedir. Buna göre ruhun sıhhat
ve selameti, ruhun güçlerinin heyecana kapılmaması ve sakin olması, başka bir deyişle
ruh güçlerinin kontrol altında olması ile mümkün olmaktadır. Ruh sıhhatli iken, yani
ruhun güçleri sakin ve bir heyacana kapılmamış halde iken, ruh sağlığını korumak
isteyen kişinin öncelikle yapması gereken şey ruhun güçlerinin bu sakinliğini devam
ettirmek olmalıdır. Her hangi bir şekilde heyecana kapılıp, bu sükûnet üzere olan halini
bozmaması gerekir. Belhî burada ruh sağlığını da tıpkı beden sağlığını koruma
hususunda olduğu gibi iki şekilde olduğunu belirtiyor. 248
Ruhun sıhhatli iken sıhhatini koruma yollarından birincisi, ruhu, kişiye duyma
ve görme yolu ile dışarıdan gelip kendisine elem ve acı veren şeylerden kendini
korumasıdır. Bu tür şeyler ruhun güçlerini harekete geçirerek, öfke, korku, keder gibi
ruhî arazlara sebep olabilirler. Bu yüzden bu tür rahatsızlıklara sebep olup ruhun
sükûnetini bozacak şeylerden uzak durmak ruhun sıhhatli durumunu devam ettirmek
için birinci yoldur. İkinci yol ise, kişiyi daha önceden bahsettiğimiz keder, korku, gibi
ruhî hastalıklara götüren arazları düşünmekten korumaktır. Günümüzde optimist249 yani
iyimser düşünce diyebileceğimiz bu yol, insanın ruh sağlığını devam ettirmesi için
246 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 351. 247 Ebû Bekir Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 22. 248 Bedenin sıhhatinin korunması iki türlüdür. Bunlardan birincisi bedeni, elem, afet, sıcak ve
soğuk gibi dışarıdan gelen etkilerden koruması, diğeri ise; içeriden gelen yani heyecan anında dört unsurdan birinin diğerine galip gelmesini önlemekle sağlanır. Bu da ancak, yararlı gıdaları alıp, zararlarından uzak durup dengeli beslenmekle (itidal üzere beslenmekle) sağlanır. Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlihu'l-ebdân ve'l-enfüs, s. 276.
249 Optimizm olarak da bilinen iyimserlik, dünyadaki kötülerle kötülüklerin var oluşunu yadsımamakla birlikte, dünyanın çok kötü ya da mümkün dünyaların en kötüsü olmadığını ya da dünyamızın mümkün dünyaların en iyisi olduğunu, insanın geleceğinin karanlık olmadığını, yaşamın kendisinin iyi olup, her haliyle yaşanmaya değer olduğunu savunan, var olan her şeyi en iyi, en olumlu, en umut verici perspektiften gören ve değerlendiren bir bakış açısıdır. Ahmet Cevizci, “İyimserlik” md., Felsefe Sözlüğü, s. 574.
76
önemli etkenlerden biridir.250 Bu şekilde düşünen kimse, kendini güvende hisseder,
ruhunun güçleri sükûn üzere olur ve kendisi dünya işlerinden (hallerinden) biri
sebebiyle rahatsızlık duymaz. Filozofumuz dünya halleri diye belirttiği şeyler, bu
dünyanın nizamında var olan kanunlardır. Kindî’ninde el-Hîle’sinde değindiği bu
hususlara Belhî de Mesâlih’de aynı doğrultuda değinmiştir.251 Kişinin varlığında oluş ve
bozuluşa tabi olan bu dünyada istediği şeyleri elde edememesi, buna imkânının
olmaması durumlarında, ulaşmayı istediği bu şeyler kişinin hayatını çekilmez kılarak,
kişiyi keder içinde bırakır ve onda eziyet verici bir hastalığın meydana gelmesine sebep
olur. Ancak kişi tabiat kanunlarını bilirse, tabiat kanunlarının bünyesinde olmayan bir
işi istemekten kendini vazgeçirir. Bu da kişiyi sonucunda ruhî bir rahatsızlık bulunan bir
duruma düşmekten alıkoyar.252
Aynı şekilde ruhî hastalıklara götüren arazları düşünmekten alıkoyan
şeylerden bir tanesi de başına ufak tefek işleri görmezden gelmesi, bu olaylara karşı
sabretmeyi kendisine adet edinmesidir. Kişi başına gelen küçük, önemsiz şeylere
sabretmekle ruhunu ileride karşılaşabileceği daha büyük olaylara karşı eğitmiş,
alıştırmış olur. Kişinin ruhunun ve bedeninin antremanı olarak nitelendirebileceğimiz
bu metotu, Râzî de okuyucularına tavsiye etmiştir. Râzî’ye göre bu konuda insanların
tabiat ve mizaçları ile sosyo-kültürel çevrelerindeki, psikolojik yapılarındaki farklılıklar
dikkate alınarak kolay olandan zor olana doğru gitmek sureti ile tedrici bir yol izlenerek
ruha alışkanlık kazandırılmalıdır.253 Bu metot ile insanlar arasında farklılıkların göz
önüne alınarak herkese kendi gücü ölçüsünde bir eğitim programı uygulanmasını
tavsiye eden Râzî, insanın akıl gücü vasıtası ile kendisini kötülüklere götüren hevâsını
kontrol altına almayı öğrenebileceğini belirtiyor. Bu konuda Belhî’nin hocası Kindî’nin
fikirleri de aynı doğrultudadır. Kendisinden sonra gelen ahlâkçılar tarafından daha
sistematik bir şekilde ele alınan huy ve alışkanlıklar meselesinde Kindî, huyların
sonradan kazanılabilen, aynı şekilde değiştirilebilen bir şey olarak görmüş,
alışkanlıkların sık sık tekrarlanmak sureti ile elde etmenin mümkün olduğu fikrini
işlemiştir.254 Bu konuyu sistemli bir şekilde ele alan filozoflardan biri olan Fârâbî,
250 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 276–277. 251 Krş. Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 277; Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa
Çağrıcı, s. 48–49. 252 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 277. 253 Ebû Bekir Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 27. 254 İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 114–115.
77
fazilet ve reziletlerin doğuştan gelmediği ancak insanın bunlara karşı bir yatkınlığının
olabileceği ve ahlâk ilmini ilgilendiren bütün davranış ve hareketlerimizi kazanmanın
bir egzersiz işi olduğu görüşündedir. Ahlâkın eğitimle değiştirilebileceği görüşünde
olan Fârâbî’ye göre; insanın sahip olmadığı bir ahlâkî yeteneği kazanması ya da bu
ahlâkî yeteneği iyi iken kötü hale, kötü iken de iyi hale getirmesinin, aralıksız bir
çalışma ve bu işi uzun süre tekrar etmek suretiyle kazanması mümkündür.255 Konuyu
aynı şekilde sistematik bir tarzda ele alan filozoflardan olan İbn Miskeveyh de, ahlâkî
melekelerin kazanılması için çocukluk döneminin önemine dikkat çekmiştir. Ahlâkî
eğitim için en uygun devrenin çocukluk çağı olduğunu düşünen filozof, ahlâkî eğitimi
sağlanan çocukların faziletlere yönelmesinin kolaylaşacağını, buna karşılık
çocukluğunda ahlâkî bir eğitim görmemiş insanlar kötü huylar kazanmış olarak
büyürler.256 Her türlü ahlâkın eğitim ve alışkanlıklar ile değiştirilebileceğini savunan
İbn Miskeveyh, akıl ile ahlâk arasındaki bağın koparılmaması gerektiğini, bu konuda
aklı yok saymanın kötü sonuçlara sebebiyet verebileceğini belirtmektedir.257
Bu konuda İslâm filozofları, eğitimden bağımsız olarak meydana gelen
Galen’in doğuştan getirilen ahlâk anlayışını kabul etmenin258, aynı zamanda bir ahlâk
ilmini mümkün kılmayacağının da farkında gözükmektedirler. Galen’in huyların
kaynağın akıl olmadığını, aksine huyların kaynağının tabiî olduğu şeklindeki görüşü
İslâm filozoflarının elinde bir takım değişikliklere uğramıştır. Buna göre insanın bazı
huylara meyilli ya da yatkın olarak doğması mümkün olmakla birlikte, bu huyların akıl
vasıtası ile eğitim ve tekrarlar değiştirilebileceği de imkân dâhilindedir. İslâm
filozoflarının huyların doğuştan mı geldiği, yoksa sonradan mı kazanıldığı konusundaki
görüşleri Aristoteles’in görüşlerine yakındır. Faziletleri ahlâkî (iffet, şecaat, cömertlik,
adalet) ve aklî (hikmet, ilim, akıl, basiret) olmak üzere ikiye ayıran Aristoteles’e göre
aklî faziletler eğitim, tecrübe ve zaman ile kazanılırken, ahlâkî faziletler ise, adet ve
alışkanlıklar ile kazanılmaktadır. Bizde doğuştan hasıl olmayan bu ahlâkî faziletlere
karşı, bizde doğuştan hasıl olan özellik bizim bu faziletleri kazanmaya yatkın
oluşumuzdur.259
255 İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 192–193; Mustafa Çağrıcı,
İslâm Düşüncesinde Ahlâk, s. 120–125. 256 Mustafa Çağrıcı, a.g.e., s. 161–162. 257 İlhan Kutluer, a.g.e., s. 284–285. 258 Câlinus, Kitâbu’l-ahlâk, s. 26–30. 259 İlhan Kutluer, a.g.e., s. 282–285.
78
Bu konuda Belhî’nin görüşlerine geçmeden önce filozofumuzun talebesi
Âmirî’nin konu ile görüşlerinin ana fikrini burada sunmak kanaatimizce Belhî’nin bu
konudaki fikirlerine ışık tutması açısından faydalı olacaktır. Fazilet ve reziletlerin, bizim
görme duyma gibi duyularımızın bizde tabii olarak bulunduğu gibi bulunmadığını
belirten Âmirî, bunların bizim tabiatımızın tamamen dışında da olmadığını
belirtmektedir. Başka bir ifade ile Âmirî fazilet ve reziletlerin insanda bilfiil değil,
bilkuvve bulunduğunu söylemektedir. Burada faziletleri veya reziletleri bilfiil durumdan
bilkuvve durumu çıkaran sebebin akıl olduğunu herhalde belirtmeye gerek yoktur.
Fazilet ve reziletleri kazanılmış huylar olarak gören Âmirî, ortaya çıkan bu fiilleri
huyların bir göstergesi olarak görmektedir.260
Mesâlih’in bir tıb kitabı hüviyetinde olmasından dolayı felsefî tartışmalara
girmemeye özen gösteren Ebû Zeyd el-Belhî, huyların doğuştan mı geldiği, yoksa sonra
eğitimle, alışkanlıkla kazanılan şeyler mi olduğunu konusunda da aynı tutumunu
sergilemiştir. Filozofumuz, yüzyıllarca felsefe ile uğraşanları kafalarını kurcalamış olan
bu meseleyi Mesâlih’de bu kadar tartışmadan uzak, rahat bir şekilde ele alması,
muhtemelen onun bu konuyu başka eserlerinde işlemiş ve bu konuyu okuyucusu
nezdinde halletmiş olduğu düşüncesinin bir sonucu olabilir.
İnsan ruhuna isabet eden hastalıklar konusunda, insanların bazılarının
zikredilen bu hastalıklara karşı diğer insanlara kıyasla daha fazla yakalanma
ihtimallerinin bu insanların mizaçlarından kaynaklandığı belirterek Belhî, insanların
doğuştan gelen bazı özelliklere sahip olduğunu değinmektedir.261 Ancak filozofumuzun
bu konuda insanların bu hastalıklara karşı daha yatkın bir tabiatta olduğunu ima etmesi,
bize bu konuda filozofumuzun öğrencisi Âmirî’nin huylar konusundaki bilkuvve-bilfiil
ayırımını hatırlatmaktadır. Buna göre insanların bir kısmı doğuştan sahip oldukları bazı
özellikler sebebiyle bu hastalıklara yakalanma konusunda daha yatkın olması ancak
bununla beraber Belhî’nin tavsiye ettiği çözüm yollarını uygulaması halinde bu
hastalıklardan kurtulabilmesi, bilkuvve halde bulunan bir ahlâkî erdemin aklın
kullanılmaması sonucu bilfiil hale gelerek rezilette dönerek hasta olması, aklın
260 Kasım Turhan, Din-Felsefe Uzlaştırıcısı Bir Düşünür Âmirî ve Felsefesi, s. 199. 261 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 271.
79
kullanılması ile de fazilet haline dönerek insana sıhhat kazandırması bu konuda
filozofumuzun öğrencisi ile benzer görüşlere sahip olduğunu göstermektedir. Aynı
şekilde filozufumuzun talî faziletlerden sayabileceğimiz sabırın, küçük olaylar
karşısında adet haline getirilip, bu adetinde insanın nefsine yerleştirilmesi durumunda
karşılaşılan büyük felaketler karşısında insanın şanını yücelten bir konum
kazandıracağını belirtmesi, filozofumuzun ahlâkî erdemlerin alışkanlıkla elde
edebileceği görüşünde olduğunun bir delili olarak sunulabilir.262 Hükümdarların ya da
oğullarını savaş meydanlarında görmek isteyenlerin, oğullarını savaş meydanındaki
öldürme ve yaralama olayları karşısında ahlâkî reziletlerden olan korkuya kapılmaması,
bu tür olaylara alışkanlık kazanıp korkaklıklarını cesaret erdemine çevirebilmeleri için
sık sık onları savaş meydanlarına gönderip bu olaylara alışkanlık kazandırdırmaya
çalıştıklarını belirten Belhî, denizcilikle uğraşan, sık sık gemiye binip seyahat edenlerin,
denizin azgın dalgaları karşısında korkuya kapılmamalarını da bu kişilerin sık sık
denizle haşır neşir olmaları sonucu bu tür şeylere karşı alışkanlık kazanmalarına
bağlamaktadır. 263
Kişinin karşılaştığı olaylar karşısında gösterebileceği sabır miktarını, kendi
gücünü bilmesi de insanı ruhî rahatsızlıklardan koruyan etkenlerden biridir. Belhî, bu
konuda her insanın kalbinin bir zayıflık ve kuvveti, göğsünün de bir daralıp genişleme
miktarı olduğunu belirtmektedir. Otokritik (ya da özeleştiri) olarak adlandırabileceğimiz
bu yöntem kişinin kendi gücünü bilmesine, onu başaramayacağı altından kalkamayacağı
işlerin altına girerek strese girmesine hatta bu olaylar sonucunda üzülmesine sebep
olacak fiillerden kaçınmasına, dolayısı ile ruhunun sıhhatini korumasına vesile
olmaktadır. Kişi kendisini dehşete düşüren endişe verici durumlarla karşılaştığında
insan tabiatının sınırlarını ve gücünü bilip bedeninin yeme-içme gibi ihtiyaçlarını
karşılayarak, bedenini karşılaşacağı istenmeyen olaylara karşı daha dirençli hale getirse,
hem karşılaşacağı istenmeyen olaylara karşı dayanma gücünü artırır hem de altından
kalkamayacağı işlere girişmez ve böylecede ruhî hastalıklardan kendini uzak tutarak
ruhunun sıhhatini devam ettirmiş olur.264 İnsanın kendi gücünü ve eksikliklerini bilmesi
konusuna Râzî de değinmiş, hatta bu konuya eserinde “İnsanın Kendi Hatalarını
Bilmesi” adı altında müstakil bir bölüm ayırmıştır. Söz konusu bölümde, Galen’in konu
262 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 278. 263 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 310–311. 264 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 278–279.
80
ile ilgili “Düşmanlarından Faydalanan İyi İnsanlar” (fî Enne’l-Ahyâre yentefî’ûne bi
a‘dâihim) adı ile bir eser ve “İnsanın Kendi Hatalarını Bilmesi” (fî Taarrufi’r-mer’i
uyûbe nefsihî) adlı bir makale yazdığını belirtmiş, kendisinin yazmış olduğu bu
bölümün de Galen’in zikredilen eserlerinden sonuncusunun bir özeti olduğunu ifade
etmiştir. Ebû Bekir Râzî, bu konuda insanın yakın bir arkadaşından yardım alıp, bu
arkadaşından kendisinde bulunan eksikleri dile getirmesini istemesi gerektiğini, insanın
da bu söylenilenler doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini söylemektedir.265 Bu
konuda İbn Miskeveyh de otokritiğin önemini vurgulayarak, bu hususta samimi bir
dosttan yardım alınabileceğini, hatta bu yardım konusunda düşmanlardan
faydalanmanın daha objektif sonuçlar verebileceği belirterek, bir bakıma Râzî
tarafından da aktarılmış olan Galen’in fikirlerini devam ettirmiştir.266
Okuyucusuna tıpkı bir psikiyatri gibi tavsiyelerde bulunan Belhî’nin
tavsiyeleri gerçekten çok ilginçtir. Belhî’ye göre kişi bu tavsiyeleri uyduğu sürece,
hayatı güzelleşir, rahatı, ruhunun selameti ve sıhhati devam eder. Mutluluğu ise kemâle
erer. Zira Belhî’ye göre mutluluğun kemâli, ruh ve bedenin birlikte sağlıklı olması ve
yine bu ikisinin afet ve kötülüklerden bu dünyadaki hayatı boyunca uzak durması ile
elde edilebilir. Eğer kişi, yukarıdaki tavsiyelerin zıttında hareket ederse, hayatı çekilmez
bir hal alarak, kedere boğulur. Ve bunun sonucunda kişinin ruhuna sıkıntı ve acı veren
rûhânî hastalıklar musallat olur. 267
Mesâlih’in belli bir plan çercevesinde ilerlemesi, Belhî’nin Mesâlih’in “el-
Enfüs” bölümünde de, “el-Ebdân” bölümünde olduğu gibi bu plana sadık kalarak
okuyucusuna önce ruhun ve bedenin sıhhatli halinin devam ettirme konusunda
tavsiyelerde bulunması, biraz sonra bahsedeceğimiz üzere insanın bu sağlıklı durumu
bozulduğunda ise, kaybolan sıhhatinin yeniden nasıl kazandıracağını anlatırken
kullandığı uslup gerçekten bize bir doktorun tavsiyelerini hatırlatmaktadır.
Okuyucusuna psikolojik olarak bir telkin veriyor görünse de Belhî, Mesâlih’de herkesin
anlayabileceği bir dil kullanmakla birlikte, hastalıkları nedenleri, etkileri ve bunların
tedavi yöntemlerini belli bir plan çercevesinde ele alması eserin ilim tarihi açısından
değerini bir kat daha artırmaktadır. İşlenen konuların bu kadar sistematik olarak ele
265 Ebû Bekir Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 72–75. 266 İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 295. 267 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 280–281.
81
alınması, hiç şüphesiz modern araştırmaların ihmaline uğramış olsa da, Belhî’nin
psikolojik tıbbın İslâm dünyasındaki kurucularından, en hafif deyimiyle önde gelen
simalarından birisi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Aynı şekilde ruhî
hastalıkları sadece bedenî tıp bakımından ele almaması, ruhun tedavi edilmesi ve ruh
sağlığının korunması gibi hususlar için bedenî tıptan ayrı müstakil bir rûhânî tıp
anlayışının olması gerektiğine dair inancının yanında bu doğrultudaki uygulamasından,
Belhî’nin rûhânî tababet anlayışını günümüzdeki psikoterapi kavramına çok yaklaşan
bir şekilde anladığı sonucunu çıkarmak mümkündür.268
2- GENEL OLARAK RUH HASTALIKLARI
Cevherinin latif olması269, bir halden başka bir hale dönüşümünün süratli ve
sık olmasından dolayı kişinin ruhuna ulaşan hastalıklar bedenine ulaşan hastalıklardan
hem sayıca fazladır, hem de etkisi daha güçlüdür. İnsanda bedenî hastalıklar her zaman
görülmemesine rağmen, insan ruhî hastalıklarla hemen hemen her gün beraberdir.
İnsanoğlu bu hastalıkların büyüklerinden salim olsa da zamanının çoğunda bu
hastalıkların küçüklerinden kendini kurtaramaz. Zira filozofumuza göre kişinin dünyası
bir endişe ve üzüntü (hüzn) diyarı, felaket ve çileler mahallidir.270
Ruhî rahatsızlıkların sebebini ruhun güçlerinin itidalden uzaklaşması ile sükûn
halinden uzaklaşıp heyecana kapılmasına bağlayan Ebû Zeyd el-Belhî’nin saymış
olduğu ruhî rahatsızlıkların hangi ruhî gücün dengesizliğinden kaynaklanmış olduğuna
yer vermemiştir. Ancak İbn Miskeveyh’in aslî ve fer’î faziletler şemasına göre bir
tasnife gitmek en azından bir fikir edinebilmek açısından isabetli olacaktır;
268 İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 141–145. 269 Kitabın mahiyeti sebebiyle eskatolojik ve metafizik meselelere girmemeye özen gösteren
Belhî’nin ruhun cevherini latif olarak tanıtmasından, onun ruhu öncelikle bir cevher olarak kavradığı sonucu çıkartılabilir. “Latif” terimi zorunlu olarak gayr-ı cismanîliği göstermese de cevher ile birlikte kullanıldığı göz önüne alınırsa, bu anlama gelmesi ihtimal dâhilindedir. Ancak burada Belhî’nin bir dualist olmadığı unutulmamalıdır. Aksine filozofumuz, ruh ve beden arasında karşılıklı etkileşime dayalı bir ilişki olduğunu düşünmektedir.
270 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 281–282
82
Şehvânî Güç Gazâbî Güç Akıl Gücü
Öfke Keder (gam)
Korku (havf) Üzüntü (hüzn)
Endişe (feze‘a) Tasa (ceze‘a)
(korkunun aşırı hali) (hüznün aşırı hali)
Vesvese
Bu tasnifin kesin çizgilerle çizilmiş bir tasnif olmadığı elbette açıktır. Zira
bizim gazâbî ve akıl gücünün dengesizliği ile ortaya çıktığını belirttiğimiz korku ve
onun aşırı hali olan endişe ile vesvese, aynı zamanda ruhun şehevî güçlerinde de bir
değişime ve şehvânî gücün bu rahatsızlıklarla meşgul olmasına sebep olmaktadır.271
Aynı şekilde sayın İlhan Kutluer tarafından Ebû Bekir Râzî’nin et-Tıbbu’r-rûhânî’sinde
geçen sarhoşluk, cinsel birleşmede aşırılık gibi rahatsızlıklar şehevî ruha nispet
edilirken, bu rahatsızlıklar Belhî’de bedene ait rahatsızlıklar olarak zikredilmektedir.
Bilindiği gibi şehvet gücü insan için neslin devamını, gazab gücü kişinin korunmasını,
akıl gücü ise kişinin fikrî ve ahlâkî erdemleri edinmesini sağlayan güçlerdir. Belhî’nin
Mesâlih’in el-Enfüs bölümünde şehevî güce ait bir rahatsızlıktan bahsetmeyip, bu güce
ait rahatsızlıklara daha çok el-Ebdân bölümünde yer vermesi muhtemelen
filozofumuzun, şehevî gücün dengesizliğinden kaynaklanan rahatsızlıkların ruhtan daha
çok bedenle ilgili olduğunu düşünmesinden kaynaklanmış olabilir. Müzik konusuna da
bedenî tıp bölümünde değinen filozofumuz, dinlenilen farklı müzik türlerinin ruhun
farklı güçlerini harekete geçireceğini belirtmiştir. Belki de dinlenilen müzik türlerini
ruhun güçlerine tekabül ettirmek niyetinde olan filozofumuza göre, bazı müzikler
insanı, içki meclislerine, çiçekli bahçelere ve güzellere bakmaya yöneltir ki filozofumuz
bu müzik türünü şehvet gücüne tekabül ettirmiştir. Bazı müzik türlerinin ise öfke
kuvvetini harekete geçirerek bu kuvvetin insanı fazilet hali olan yiğitliğe yönelteceğini
belirtmiştir. Filozofumuz son olarak akıl kuvvetine tekabül ettirebileceğimiz bir müzik
türü zikreder ki bu müzik türü de insan iradesini güzel ahlâka doğru yönlendiren bir
müzik türüdür.272 Burada aklımıza gelecek sorulardan bir tanesi filozofumuzun müzik
konusunu neden el-Ebdân başlığı altında ele aldığıdır. Bu sorunun filozofumuzun
hükümdarlara tavsiyesinde bulabiliriz. Hükümdarların saydığımız müzik türlerinden
271 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 315–340. 272 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 229–231.
83
birincisinden kaçınmasını tavsiye eden filozofumuzun bu tavsiyesinden diğer iki müzik
türü hakkında olumsuz düşünmediği sonucunu çıkartabiliriz. İlk müzik türünün de
etkisinin şehevî gücü harekete geçirerek insanı içki meclisleri gibi kötü yerlere
yönlendirmesi olduğunu hatırlarsak, Belhî’nin bu hususu müziğin sonuçları itibarı ile
ruha etki eden değil de bedene etki eden rahatsızlıklar arasında kabul ettiği için müzik
konusunu el-Ebdân başlığı altında zikretmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu rahatsızlıklar
hangi ruh gücünün dengesizliğinden kaynaklanırsa kaynaklansın diğer güçlerde de bir
takım dengesizliklere yol açabileceği akıllardan uzak tutulmamalıdır. Zira şehvet
gücünü harekete geçiren müzik öncelikli olarak bedenî zararlara sebep olsa da ruh
üzerinde de menfi tesirler bırakabilir. Ama burada asıl önemli olan, hangi ruh gücünden
kaynaklanırsa kaynaklansın, hangi ruh gücü üzerinde etkide bulunup onun itidalden
uzaklaşmasına sebep olursa olsun, düşünen gücün yani akıl gücünün şehvânî ve gazâbî
güç üzerinde hakimiyet kurarak itidali sağlamasının, bu hastalıklardan kurtulmanın en
önemli yollarından biri olduğudur.
Tedavi edilmediğinde bedenî rahatsızlıklara da sebebiyet verebilen ruhî
hastalıklardan ilki, belki de en önemlisi keder (gam) dir. Bütün ruhî rahatsızlıkların
kendisine indirgenebileceği bir hastalık olan keder bütün ruhî rahatsızlıkların ana
kaynağı, en güçlü sebebidir. İnsandaki bütün kötü şeylerin kaynağı bir araz olan keder,
ruhî rahatsızlıkların en kuvvetli sebebi iken, onun tam tersi olan sevinç (sürûr) da ruh
sağlığının en önemli nedenidir. Bundan dolayı, tıpkı bedenin sağlığı için çaba harcayan,
hastalıkları bedeninden uzak tutma ve bedenine sıhhat kazandırma çabasında olan kişi
gibi, ruhunun sağlıklı olması için çaba harcayan kişinin de ruhundan kederi
uzaklaştırması (yok etmesi) ve bunun yerine sevinci getirmesi gerekmektedir.
Filozofumuza göre ruhun kuvvetlerinin rahatsızlanmasının en büyük sebebi keder’dir.273
“Yaşama sevinci” olarak dile getirebileceğimiz bir duygu olan sevincin yokluğu
durumunda öfke, üzüntü ve korku gibi ruhî dengesizlik durumları insan hayatını
yaşanmaz kılan bir hastalığın adı olurlar. Ruhun rahatsızlanmasına neden olan keder
gibi diğer arazlar da (öfke, korku gibi) bedenî sebepler ile birleşerek beden üzerinde
zarara sebep olan çok büyük tesirlere ve değişimlere neden olabilmektedir.
273 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 289.
84
Filozofumuza göre bu ruhî rahatsızlıkların bedende çok kuvvetli açık değişimlere neden
olduğu apaçık görülebilen bir durumdur.274
Belhî’nin ruhî rahatsızlıkların bedende de bazı hastalıklara neden olabileceği
görüşü şüphesiz bize günümüzdeki psikosomatik kökenli hastalıklar olarak
isimlendirilen hastalıkları hatırlatmaktadır. Modern tıpta ruh ve bedenin birliği ve
aralarında etkileşime dayalı bir disiplin olarak kabul edilen psikosomatik tıp, insanı
biyolojik, psikolojik ve sosyal boyutları ile biyo-psiko-sosyal bir birim olarak ele alıp,
bu boyutların sağlıkta ve hastalıkta birbirleriyle karşılıklı etkileşimini inceleyen,
bozuklukları çok boyutlu bir yaklaşımla değerlendirip, giderilmesini sağlayan bir tıp
dalıdır. Günümüzde hekimlere gelen hastaların %68’inin aslında psikosomatik hasta
olması, belki de aynı zamanda bir tabip olan Belhî’nin ruh ve beden arasında olan bu
ilişkiyi daha kolay fark edebilmesine imkân tanımıştır.275 Günümüzde psikosomatik
hastalıklar içinde zikredilen astım, damarsal kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, mide ve
on iki parmak bağırsağı ülserleri, şişmanlık, migren, gerilim, şeker hastalığı, kurdeşen
ve sedef hastalığının sebeplerinin modern tıp tarafından genel olarak bedensel, ruhsal ve
çevresel etkenlere bağlı olarak vücutta var olan homeostatik dengenin bozulması ve bu
denge bozukluğunun organlara yansıması olarak görülmesi hiç şüphesiz bize İslâm
filozoflarının itidal ilkesini hatırlatacaktır.276 Aynı şekilde bu tür hastalıkların nasıl
tedavi edileceği konusunda yapılan araştırmaların ulaştığı sonuçlarla filozofumuz
Belhî’nin bize sunduğu çözüm önerileri arasında ana fikir bakımından benzerlikler
bulunmaktadır. Boşanma, eşlerden birinin ölümü ve stres gibi insanı ruhî açıdan
zorlayan etmenlerin etkisini araştıran güncel çalışmalar bu tür etmenlerin kişiler
tarafından daha çok iyimser bir bakış açısı ile karşılandığında, psikosomatik
hastalıkların oluşma riskinin azaldığını göstermektedir.277 Belhî’nin bu konuda
okuyucusuna tavsiyesi de, kişinin kendisine acı verecek olan ruhsal rahatsızlıklara
götüren ve zihninde hep olumsuz fikirleri harekete geçiren düşünce yapısından kendisini
korumasıdır.278 Günümüz tıp anlayışında da psikosomatik hastalıklar olarak
274 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 288. 275 Günsel Koptagel İlal, “Psikosomatik Bozukluklara Genel Bakış”, Psikiyatri Temel Kitabı, II /
759–760. 276 Günsel Koptagel İlal, a.g.m.,s.760; Yusuf Alper, Erhan Bayraktar, Özgür Karaçam, Herkes İçin
Psikiyatri, s. 247; Ertuğrul Köroğlu, Psikonozoloji Tanımlayıcı Klinik Psikiyatri, s. 493–494.
277 Yusuf Alper, Erhan Bayraktar, Özgür Karaçam, Herkes İçin Psikiyatri, s. 247–248. 278 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 276.
85
isimlendirilen hastalıklar düşünüldüğünde rûhânî tedavi, sadece ruhunu hastalıklardan
korumak, ona sıhhat kazandırmak isteyenlerin başvurduğu bir tedavi değil, aynı
zamanda bedeninin sıhhatini korumak için çaba gösteren kişinin de başvurması gereken
bir tedavi metodudur. Zira bedenini sağlığı korumak isteyen kişinin, bedenî tedbirleri
almasının yanı sıra, ruhunu da koruması ve bu hususta gerekli tedbirleri alması,
heyecanını teskin etmesi, ruhunu felaketlerden koruması ve sıkıntılardan muhafaza
etmesi gerekir. Filozofumuza göre kişiyi eziyet veren hastalıklara götüren, kişinin eza
duyacağı hastalıklara sebep olan faktörler de tıpkı o eziyet verici hastalığın kendisi
gibidir.279
Zikredeceğimiz ikinci rahatsızlığımız öfke (gazab) dir. Öfke insanın başına en
fazla gelen ve en fazla zarar veren arazdır. İnsan, içinde bulunduğu çevre ve bu çevre ile
olan sosyal ilişkileri sebebiyle, kendisini öfkelendirebilecek durumlarla çok sık olarak
karşılaşabilir. İnsan doğası gereği medeni bir varlık olmasından dolayı ister melik olsun,
ister sıradan bir vatandaş olsun, günlük yaşamında çok sık olarak bu tür olaylarla
karşılaşabilir. Öfke en çok da kızgın tabiatlı, az sabır gösteren ve çabuk heyecanlanan
kişilerde görülen bir dengesizliktir. Şiddetli öfkesinden dolayı insanların birçoğu
kendisine zarar verebilecek davranışlarda bulunabilir. Öfke, insanın zihninin
karışmasına, heyecanlanmasına, kontrolü kaybetmesine, tedirginlik duymasına,
titremesine, kanın beynine sıçramasına, renginin değişmesine (sararmasına) ve bedenin
endişe ve sıkıntı verici biçimde hareket etmesine sebep olur. Öfke kişiyi deliye
döndüren bir arazdır. Kişi öfkelendiği zaman bunun etkileri bedenine de sirayet eder ve
bu çılgınlık halinde bedenini ateş basar. Din ve dünya işlerinde kişiye pek çok zararlar
veren öfkenin vârid olduğu kişileri de geçmişi yakalama ve geçeni telafi şansı olmaz.
Bu yüzden de öfkeden sonra bu kişilere bir de pişmanlık ve üzüntü gibi kendisine bir
faydası olmayan şeyler musallat olur. 280
et-Tıbbu’r-rûhânî isimli eserinde öfkeyi, başlığı “Öfkenin Ortadan
Kaldırılması Hakkında” olan müstakil bir bölümde ele alan Râzî, öfkeyi, kendisine
kızılandan ziyade kızan kişiye zarar ve elem veren bir rahatsızlık olarak tanımlar. Tıpkı
filozofumuz gibi öfkeyi aynı zamanda bedene de etki eden bir hastalık olarak gören
279 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 288. 280 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 289, 293–296.
86
Râzî, öfkelenen insanların çoğunun kızdıklarında yumruk ve kafa attıklarını, kendi
çenelerine yumruk atarak parmaklarını kırdıklarını, öfkeyle bağırmaktan dolayı kan
tükürdüklerini belirterek, öfkelenen kişilerin zararlarının yine kendi bedenlerine
döndüğü ve yaptıklarından dolayı uzun süre pişmanlık duydukları tecrübeleri
yaşadıklarından bahsetmektedir. 281
Öfkeden en fazla sakınması gereken kişileri krallar olarak gören Belhî, burada
krallara öğüt veren bir kimliğe bürünmüş gibidir. Ona göre, kralların, yönetici
konumunda bulunanların yönettikleri kişilere karşı, kalplerini şiddetli intikam ve
yergiden kaçındırmaları ve bunun yerine hilim erdemini koymaları gerekmektedir. Eğer
yöneticiler yönettikleri kişilere karşı bu şekilde af ile muamele etmeyip, onlara öfke
kuvveti ile muamele ederlerse, yönetilenler görünüşte itaatkâr gibi görünse de, aslında
onların içinde kin ve nefret doğar. Bunun tam tersi yani yönettikleri kişilere karşı af ve
bağışlama ile muamele eden yöneticiler ise, yönettiği kişilerin kalplerine şefkat ve
muhabbeti koymuş olur. Birinci grubun itaati korkudan kaynaklanan göstermelik bir
itaat iken, ikinci grubun itaati ise içten bir itaat olur. İçten itaat gösterenler bilerek veya
bilmeyerek amirlerinin, krallarının gönüllü nöbetçileri olurken, dışsal itaat gösterenlere
karşı yöneticilerin her daim uyanık olması gerekir.282 Belhî’nin öfke ve diğer ruhî
rahatsızlıklara önerdiği çözüm önerileri bir sonraki bölüme bırakarak şimdi Belhî’nin
saymış olduğu ruhî hastalıkların neler olduğuna devam edelim.
Filozofumuz belirttiği diğer ruhî rahatsızlıklar korku ve endişe (feze‘a)’dir.
Endişe kişinin içinden gelip yerleşen korkudur. Endişe, korkunun aşırı (ifrat) halidir.
Yani korkunun bir üst ve kronik hale gelmiş şeklidir. Bu korku insanda vaki olduğunda,
bazen insanın rengini sarartan, kanını dıştan içe doğru harekete geçiren (tüylerinin diken
diken eden) bir tedirginlik hali hâsıl olur. Korkudan eli ayağı tutmaz hale gelir; yapacağı
işler de kesintiye uğrar. Bu korku insanı dehşete düşürerek vereceği kararlarda doğru bir
seçim yapmasına engel olur. Ölüm korkusu bu tür korkulardandır. Bu korku, bazen
insanın olması gereken itidal halinden uzaklaşmasını sağlayarak insanın bedenine de
etki eden hastalıklara sebebiyet verebilir. İnsanın dayanamayacağı şiddetli bir sesi
281 Ebû Bekir Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 95–97. 282 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 299–300.
87
duyması gibi, korkunun aşırı hali olan endişe de kişinin ruhunda düşündüğü veya hayal
ettiği manzarayı görmesinden yahut duymasından daha korkunçtur.283
Diğer bir rahatsızlığımız ise, üzüntü ve onun aşırı hali olan tasadır. (ceze‘a) .
Tasa, insana mal ve ailesi veya bunların yerine koymuş olduğu şeylerin yok
olmasından, elinden gitmesinden kaynaklanır. Bunların kaybı onun ruhuna elem verir.
Bunlardan dolayı onun kalbine bir üzüntü (hüzn) ilişir, daha sonra da bu üzüntüsü
gittikçe artar. En sonunda bu üzüntüsü tasaya dönüşür. Tasa, tıpkı endişenin korku ile
beraber olması gibi, üzüntü ile beraberdir. Bundan dolayı da, korkunun aşırı haline
endişe dendiği gibi, üzüntünün aşırı haline de tasa denir. Tasa, insanda tedirginlik
doğuran, sabırsızlığa neden olan bir rahatsızlıktır. Kişi bu bakış açısı ile bünyesinde
vaki olan bu arazın kendisine hâkim olduğunu, kendisi için bu arazın ürkütücü bir hal
olduğunu düşünür. Bu durum fiillerinde de görülür. Bu arazın hâkimiyetine giren kişi,
kişinin hayâ duygusu ve akıl kontrolünü kaybettiğine delalet eden, kendi kendine tokat
atma, saçını yolma, çığlık atma ve elbiselerini parçalamak gibi fiilleri yaparak tıpkı bir
deliye benzer. 284
Filozofumuz, üzüntü konusunda hocası Kindî ile aynı doğrultuda düşünmekle
beraber hocasının görüşünü, daha sonra ileride değineceğimiz üzere, sebebi bilinen ve
sebebi bilinmeyen üzüntü285 (gumme) şeklinde ikiye ayırarak bir adım daha ileriye
götürmüştür. Belhî’nin burada bir hastalığı sebebi bilinmeyen diye nitelemesi bize
modern tıpta yaygın bir rahatsızlık olan “anksiyete” (anxiety) kavramını
hatırlatmaktadır. Türkçede “bun”, “bunaltı”, “can sıkıntısı”, “hoş olmayan heyecansal
bir endişe hali”, “kaygı”, “kötü bir şey olacakmış beklentisi” olarak tanımlanabilecek
olan anksiyete kavramı, her zaman ve koşulda görülebilen, sıklıkla fizyolojik belirtilerin
eşlik ettiği, belirli bir nedene bağlanamayan nahoş bir duygusal yaşantıdır.286 Korkuya
yakın bir duygusal yaşantı olan anksiyeteyi korkudan ayıran etken, korkunun dış
dünyadan kaynaklanan nesnel bir gerçeğe dayanmasıdır. Hasta yaşadığı anksiyeteyi
korku, endişe, dehşet, kaygı gibi terimlerle ifade ederken, hastanın o sırada yaşadığı baş
dönmesi, ağız kuruluğu ve tüm vücudunu soğukluğun kaplaması gibi rahatsızlıklar da
283 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 290. 284 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 291. 285 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 316. 286 Cengiz Güleç, Psikiyatri’nin ABC’si, s. 10; Aksın Sürmeli, “Anksiyete Kavramı ve Anksiyete
Bozukluklarına Genel Bir Bakış”, Psikiyatri’nin Temel Kitabı, I / 449.
88
bedensel rahatsızlıklar olarak sayılabilir. Belhî de sebebi bilinmeyen üzüntünün bedene
etkilerini zikrederken, gumme olarak nitelediği bu üzüntünün bedende kanı soğutan bir
etkiye sahip olabileceğini belirtmiştir. Ancak modern tıbbın anksiyete kavramı ile
Belhî’nin sebebi bilinmeyen üzüntü (gumme) kavramı arasında önemli bir fark olduğu
da gözlerden uzak tutulmamalıdır. Belhî’nin sebebi bilinmeyen üzüntü kavramı geçmişe
dair istenmeyen olaylardan meydana gelmesine rağmen, modern tıbbın anksiyete
kavramı geleceğe yönelik endişelerden meydana gelmektedir. Bu temel farklılığa
rağmen Freud tarafından ortaya konan ve ayrılık anksiyetesi (seperasyon anksiyete)
olarak adlandırılan anksiyetenin sebebi sevilen ve arzu edilen objeden ayrılmak olarak
belirtilmesi,287 bizlere Belhî’nin muhtemelen hocasından yararlanarak, yapmış olduğu
üzüntü tanımını hatırlatmaktadır. Gelecek ve geçmiş ayırımını bir kenara bırakırsak,
modern tıbbın kişinin iç ve dış dünyası arasındaki dengenin bozulması ve bu
dengesizliğin uzun sürmesi halinde ortaya çıktığını belirttiği anksiyetenin, temelde
Belhî’nin ruhun güçlerinin itidalden çıkıp dengesizlik durumunu geçilmesine ortaya
çıktığını belirttiği ruh hastalıkları ile benzer temeller üzerine bina edildiği açıktır.
Meseleyi Belhî’nin çağdaşı Râzî ve hocası Kindî ile de karşılaştıracak olursak,
üzüntü konusu Râzî’nin et-Tıbbu’r-rûhânî’sinde Kindî’nin el-Hîle’sindeki ile benzer
şekilde geçmektedir. Bu konuda Belhî’nin Râzî’yi -öğrencisi olarak kabul etmemiz
durumunda- Irak’ta kaldıkları yıllarda etkilemesi mümkün gözükmektedir. Üzüntüyü,
Kindî gibi, sevilen bir şeyin kaybedilmesinden dolayı kaynaklanan bir acı olarak
tanımlayan Râzî’ye göre, üzüntü aklı bulandırdığında ve bedenle birlikte ruha elem
verdiğinde onu gidermemiz, ya da mümkün olduğu oranda azaltmamız gerekmektedir.
Bu ise iki farklı şekilde olmaktadır; birincisi, henüz daha meydana gelmeden önce ya
hiç meydana gelmemesi ya da meydana gelecekse bile mümkün olduğu oranda az
olması için üzüntüye karşı tedbir almakla olur. İkincisi ise, meydana geldiğinde
tamamını ya da mümkün olan en çok miktarını ortadan kaldırmak ve meydana
gelmemesi ve meydana gelecekse bile az olması için önlem almaktır.288 Râzî’nin bu
konuda, musibetler meydana geldiğinde üzüntünün az olması için ruhu hazırlama ve
287 Özcan Köknel, Genel ve Klinik Psikiyatri, s. 229–231; Aksın Sürmeli, a.g.m., 449–461; Ayhan
Songar, Psikiyatri, s. 325–334; Ertuğrul Köroğlu, Psikonozoloji Tanımlayıcı Klinik Psikiyatri, s. 326.
288 Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 105–106.
89
tedrici olarak eğitme ve kuvvetlendirme tavsiyesi ise bize bu konuda Belhî’nin çözüm
önerilerinden bir tanesini hatırlatmaktadır. 289
Belhî’nin zikrettiği en son rahatsızlık ise, kalp atışında çarpıntılara sebep olan
vesvesedir. Vesvese insanda olumsuz düşünceleri harekete geçirerek, insanın yaşamının
çekilmez bir hal almasına sebebiyet verir. Aynı şekilde bedenine de rahatsızlık verir.
Kendisinde vesvesenin hâkim olduğu kişi, yediği yemeklerden bile tat alamaz. Bu araz,
insanın aklına sürekli kötü şeyler olacağını düşündürüp insanın karşılaştığı olaylar
karşısında sürekli olarak bardağın boş olan tarafı görmesine neden olarak başına
olabilecek olayların en kötüsünün olacağını telkin eder. 290
Çoğu zaman insanın bedeninde de rahatsızlıklar oluşmasında sebebiyet veren
bu ruhî arazlar, kişiyi gıdalardan faydalanmaktan alı koyarak neredeyse el ayağını
kullanamaz hale getirir. Bedene ulaşan bu hastalıkları, iyileştirmek için ilaç kullanmak
gerekir. Bunun ise bedenî tıbbın konusuna girdiği açıktır. Biz ise bundan sonraki
bölümde yukarıda zikrettiğimiz ruhî rahatsızlıklara karşı Belhî’nin sunmuş olduğu
çözüm önerilerini açıklamaya çalışacağız.
3- RUH HASTALIKLARI VE TEDAVİ YOLLARI
Filozofumuzun ruh sağlığının korunması hususunda önerdiği çözüm
önerilerini bir önceki bölümde incelemiştik. Konuları sistematik bir şekilde ele aldığı
kitabında Ebû Zeyd el-Belhî, belirtileri ile birlikte ele aldığı ruh hastalıklarının
sayımından sonra müstakil başlıklar altında ele aldığı öfke, korku, üzüntü ve vesvese
gibi ruhî hastalıklara karşı nasıl şifa bulunacağını okuyucularına zikretmektedir. Belhî
okuyucularına telkin mahiyetinde zikrettiği çözüm önerilerini belirtirken, akıl kuvveti
sayesinde insanların düşünerek bu hastalıklardan kurtulabileceği ana fikrini işlemekte,
her fırsatta akıl gücünü kullanarak ruhun güçlerinin itidalli bir şekilde olmasını,
289 Krş. Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 108; Ebû Zeyd el-Belhî,
Mesâlihu'l-ebdân ve'l-enfüs, s. 311. 290 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 292.
90
heyecana kapılıp bu itidal halini bozmaması ve eğer bu itidal halinden çıkıldı ise de,
derhal önerilen çözüm yolları ile heyecanını teskin ederek itidal üzere olan haline geri
dönmesi gerektiğini söylemektedir. Bu çerçevede bu tür ruhî hastalıkların içten ve
dıştan gelen yardımla iki şekilde tedavi edilebileceğini belirten Belhî, dışsal yardım diye
tabir ettiği tedavi şeklini bedenî hastalıklar konusunda tabiplerin hastalarına verdiği
ilaçlarla benzetmektedir. Filozofumuzun içsel yardım olarak nitelediği ikinci tedavi
şekli ise insanın dışarıdan aldığı öğütleri tamamlayıcı bir konumda olan içsel telkin
diyebileceğimiz düşüncelerdir. Filozofumuzun, bütün ruhî rahatsızlıkların kendisine
indirgenebileceğini söylediği kederden sonra zikrettiği ve müstakil bir başlık altında ele
aldığı rahatsızlıkların ilki öfke (gazab) dir.
a. Öfke (Gazab) ve Tedavi Yolları
Ruhî güçlerden gazap gücünün dengesizliğinden doğan bir rahatsızlık olan
öfke insanın içinde yaşadığı çevre ve bu çevre ile olan sosyal ilişkileri münasebetiyle,
kişinin en fazla başına gelen ve kişiye en fazla zararı dokunan arazdır. Zira gün
içerisinde insanlarla sürekli olarak ilişki içerisinde bulunduğumuzdan dolayı, her an
insanı öfkelendirecek bir hal vaki olabilir. İnsan, ister yönetilen konumda olan sıradan
bir vatandaş olsun, ister yöneten durumda olan hükümdarların, devlet adamlarının
arasında olsun gün içerisinde sürekli olarak insanlarla ilişki içerisinde bulunduğundan
dolayı kendisini bu arazdan uzaklaştırmaya güç yetiremez. Filozofumuz Belhî,
mizaçlarından kaynaklanan bazı sebeplerden dolayı bazı insanların bazı hastalıklara
karşı daha yatkın olacağını öne sürerek, insanın kontrolü kaybetmesine neden olan bu
arazın, en fazla kızgın tabiatlı, sabırsız ve çabuk heyecanlanarak kontrolü kaybeden
kişilerde görüldüğünü belirtmiştir. Daha önce tartışmaya çalıştığımız huyların doğuştan
mı yoksa sonradan mı kazanıldığı ve değiştirilip değiştirilemeyeceği meselesinde
anladığımız kadarı ile Belhî biraz daha uzlaştırmacı bir yol takip ederek insanın
doğuştan kazandığı bazı özellikler nedeniyle bazı hastalıklara karşı daha hassas
olabileceğini, ancak akıl vasıtası ile uygulanan tedbirler ve bu tedbirlerin alışkanlık yolu
ile nefiste yerleşik bir hal alması sonucu bu hastalıkların insandan
uzaklaştırılabileceğini, dolayısı ile de mizacında bulunan bu özelliğin
91
değiştirilebileceğini ya da en azından zararsız bir hale getirilebileceğini
belirtmektedir.291
İnsanda belki de kötü ahlâk olarak nitelendirebileceğimiz tasvip edilmeyen bir
ahlâka sebep olan ve gazap kuvvetinin aşırılığından doğan öfkeyi mutlaka yenmek
gerekmektedir; zira öfke daha öncede bahsettiğimiz gibi insanı akıl sınırlarından çıkarıp
körü körüne düşünmeden hareket etmesine sebep olur. İnsanı insanlıktan çıkarabilecek
olan öfke, insanın aklî gücünü perişan edip, onu hüsrana götüren afet dolu pişmanlıklara
götürerek sadece ruhî değil aynı zamanda bedenî ve sosyal zararlara da sebep olur.292
Kendisini öfkelendirebilecek bir durumla karşılaştığında insan çoğu zaman aklını
kullanmaktan aciz olduğundan, bu tür durumlarda kendisinin daha sonra pişmanlık
duyacağı ve hayatının geri kalanını çekilmez kılacak olan şeyler yapmaması için
kendisini yönlendirecek, kendisine akıl ve nasihat verecek bir kişiye ihtiyaç duyar. Bu
durumlarda insanın öfkesinin dinmesi için o anda nasıl davranması gerektiği konusunda
verilen nasihat, bedenî hastalıklarda bedenimiz için kullandığımız cismanî ilaçlar
gibidir. Belhî’ye göre; hükümdarlar, devlet adamları gibi yöneticilik vasfını taşıyanlar
bulundukları konumlarından dolayı öfke konusunda en fazla yardıma ihtiyacı olanlardır.
Buna göre hükümdarlar, akıllarını mantıklı bir şekilde kullanmalarına engel olan
öfkenin kendilerine hâkim olduğu durumlarda, kendilerine dışarıdan ve içeriden destek
olacak bir yardıma ihtiyaç duyarlar. Hükümdarlar için dışarıdan gelecek yardımdan
Belhî kanaatimizce hükümdarların akıl danıştığı âlimlerden oluşan bir nevi danışma
kurulunu kast ediyor olabilir. Bu özel grup, hükümdarlara nasihat verip, hatırlatmalarda
bulunarak onlara af ve bağışlama ile muamele etmenin faziletlerini gösterir. Mesâlih’de
genel olarak daha çok ferdî ahlâk olarak nitelendirebileceğimiz konulara yer veren
Belhî’nin burada ferdî ahlâktan çıkarak, toplumsal ahlâkı ilgilendiren siyaset felsefesine
doğru kaydığı söylenebilir. Zira burada daha çok siyaset felsefesi ile ilgili olarak bir
hükümdara tavsiye veriyor gibi gözüken Belhî’nin, bu bağlamda yöneticide bulunması
gerektiğine inandığı özellikleri saymak istemesi muhtemeldir.293 Yöneticinin bu şekilde
291 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 293. 292 Hüsamettin Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 116–117. 293 Hüsamettin Erdem, Ahlâk Felsefesi adlı eserinde yöneticilerde bulunması gereken özellikleri
zikrederken yer verdiği üçüncü özellik şöyledir; yöneticide olağanüstü bir gayret, azim ve sebat bulunmalıdır. Aklı başında bir yönetici, karar vermeden önce karara konu olacak şeyi iyice araştırır, sorar, soruşturur, danışır, istişare eder; daha sonra da kararını verir ve kararında sebat gösterir. Hüsamettin Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 184.
92
yapması yani öfkelendiği anlarda kendisine yardım edebilecek kişilerden yardım alması
yöneticinin hem şimdiki hem de gelecekteki yaşantısı açısından çok faydalı bir davranış
olacaktır. Zira daha öncede belirttiğimiz gibi öfke insanda geçmişi telafi imkânı
vermeyen bir arazdır. Kişinin heyecanını kontrol etmekte aciz duruma düştüğü
dengesizlik hallerinde bu öğütlerden faydalanması, kişinin hem şimdiki hem de ilerideki
durumu için faydalı bir davranıştır. Filozofumuzun çağdaşı belki de muhtemelen
öğrencisi olan Râzî de, öfkelenen insanların kızdıkları şeyden daha çok kendilerine
zarar verdiklerini belirterek öfkelenen kimselerin yumruk atarak yumruk attığı kişiye
çok fazla elem vermemekle beraber kendi parmaklarını kırmasından dolayı asıl zararı
kendisine verdiğini ve bu yüzden de aylarca onları tedavi ettirmekle uğraştığını
zikretmiştir. Râzî’ye göre öfkelendikleri için eşlerine, çocuklarına ve kendisi için
değerli olan kimselere elem veren, yaptıkları bu davranışlardan dolayı uzun süre pişman
olan ve verdikleri zararı ömürlerinin sonuna kadar düzeltemeyen insanlarla ilgili
haberler çoktur. Gerçekten kızgınlığından dolayı, sinirlerinin yatışması için kapıyı
yumruklayan bir kişi; hem o anda elinin acımasına, hem de ileride de belli bir süre elini
kullanamamasına sebebiyet verecek hareketler yapmış olur. Bu ise kişinin hem o anda
canının yanmasına, hem de ileride pişman olacağı, yaşantısını çekilmez kılacak
sonuçlara neden olabilecek olayların olmasına sebep olabilir.294 Belhî, kontrolün
kaybedilmesi ile oluşan öfkelenme anında önerdiği çözüm yollarından birisi olan dıştan
gelecek olan yardım (dışsal telkin) sayesinde heyecanını teskin edip sükûna erdiren
kişinin durumunu kaynayan sıcak suyun üzerine soğuk su ilave edilmesi ile suyun
kaynamasının ve taşkınlığının sona ermesine benzeterek, ancak bu şekilde davranan
hükümdarların uzun süre yöneticilik yapabileceğini belirtmektedir.295
Belhî’nin insanın öfke anında okuyucusuna önerdiği çözüm yollarından diğeri
ise insanın kendi durumunu açığa çıkaran, hatırda kalıp önem arz eden öğütleri
tamamlayıcı bir rol oynayan “düşünsel hile”ler (içsel telkin) (el-hiyelü mine’l-fikr)
olarak adlandırabileceğimiz içten gelen yardımlardır. Bu yardımlardan birisi, insanın
öfkeden kontrolü kaybetmediği yalnız bir anında kendi kendine (öfkeli anda neler
yapması gerektiğini) düşünmesidir. Kişi eğer böyle yaparsa öfkelendiği ilk anda
öfkesini kontrol altına alarak sonradan telafisine güç yetiremeyeceği şeyleri yapmaz.
294 Ebû Bekir Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 95–96. 295 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 294–295.
93
Kişinin kendisinin öfkeli anda nasıl davranması gerektiğini düşünerek öğrenmesini çok
önemli bulan Belhî, ilk anda öfkeyi kontrol altına almanın daha sonra kontrol altına
almaktan daha kolay olduğunu belirtmiştir. Belhî, bu durumu ateşin ilk anda
söndürülmesinin, alevlerin her yeri sarması sonrasında söndürülmesinden daha kolay
olmasına benzeterek örneklendirmeye çalışır. Gerçekten de, ateş bir kez her yeri
sarmaya başladı mı, onu söndürmesi gerçekten zor bir hal alır ve aynı zamanda da
söndürüldükten sonra da telafisi mümkün olmayan zararlar bırakır.
Bu konuda filozofumuzun bizlere verdiği diğer bir örnek de dik başlılık eden
attır. Atın sahibi işin başında bu atı kontrol altına alabilirken, atın şaha kalkması ve halk
arasında parlaması diye tabir edilen iyice kontrolden çıkması durumunda atı yakalamak
çok zor bir hale gelir. Çünkü bu tür durumlarda (yani öfkesinden dolayı kişinin kontrolü
kaybettiği anlarda) insanlar gibi hayvanlar da akıl gücünden yoksun olarak ne
yaptığından habersiz bir şekilde hareket ederler. Kişinin başına öfke hali ârız
olduğunda, yukarıdaki örneklerde verdiğimiz gibi kendisinin kontrolü kaybedip öfkeli
bir duruma geçmesine sebep olabilecek olaylar geldiği zaman, olayın hemen başında
içsel telkin adını verebileceğimiz aklına gelen düşüncelerle çözüm üretirse, kendisinde
öfkenin bulunmadığı ilk haline döner. Ancak aklını kullanmayıp kontrolü kaybettiğinde
ise öfkesini tekrar kontrol altına alıp aklın buyruğuna sokması çok kolay olmaz. 296
Bundan sonra Belhî, bütün bunlara rağmen ya da bütün bu tavsiyeler yerine
getirilmediği için kontrolü kaybedip öfkenin kendisine hâkim olduğu kimselerde bu
rahatsızlığın nasıl tedavi edilebileceği söylerken, okuyucu Belhî’nin Mesâlih’de nasıl
bir sistem içinde hareket ettiğini fark ediyordur. Zira öncelikle ruh sağlıklı iken ruhun
bu sağlıklı halinin devamını ele alan Belhî, daha sonra ruh güçlerinin dengeden çıkması
sonucu ortaya çıkan rahatsızlıkları saymış, daha sonra da bunların tedavi edilmesi
konusunda da önce kontrolün kaybedilmesi anında yapılması gerekenleri zikretmiş ve
nihayetinde de en sonda iş kontrolden çıktıktan sonra neler yapılması gerektiğini
okuyucularına aktarmıştır. Belhî’nin buradaki hastalığın insanda ârız olması
konusundaki zamansal hiyerarşisi okuyucuların gözünden kaçmaması gereken önemli
bir noktadır. Öfkelendiğinde öfkesini bastıramayan kişinin, bu öfke sadece ruhunda
olumsuz etkilere sebep olmaz, aynı zamanda bedeninde de titreme, ateş basması gibi
296 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 296.
94
istenmeyen rahatsızlıklara sebebiyet verebilir. Belhî’ye göre bu durumdaki kişileri
tedavi etmek eski hallerine döndürmek gerçekten zordur. Hele bu kişi bir de hiçbir şey
yapmadan (yani aklını kullanmayı reddederek) olaylarını akışına bırakırsa, bu hastalıkla
birlikte bir de elem kazanır ve artık mutlaka dışarıdan birinin yardımına ihtiyaç duyar.
Filozofumuza göre kişinin bu durumlarda yapması gereken aklını kullanarak öfkesini
kontrol altına almasının kendisi için yararlı olacağını düşünmesi gerekir. Zira öfkenin
hâkim olduğu kimseler ister yönetici vasfındaki hükümdarlar isterse yönetilen
vasfındaki sıradan vatandaşlar olsun, bu kişilerin geçmişi yakalama ve geçeni telafi
şansları olmaz. Öfke ile kalkanın zararla oturacağı ana fikrini benimseyen Belhî,
öfkeleri sebebiyle kendilerine çılgınlık ve bunun peşinden de kendisine bir faydası
olmayan pişmanlık ve üzüntünün musallat olduğu kişinin gazap gücünün kontrolden
çıkması ile ortaya çıkan öfkeye karşı koyabilmesi için, kendisini akıl kuvvetini
kullanarak kontrol altına alması, bu hususta gayret göstermesi, sonucunda kendisine
pişmanlık getireceğini bildiği işlere girişmemesi ve öfkelenmeye başladığını
hissettiğinde de kendisini kontrol altına alarak kendi faydasına olan şeyi yapması
gerekir. Filozofumuzun öfke konusunda okuyucularına tavsiye ettiği en önemli şey akıl
kuvvetini kullanmalarıdır.297 Ebû Bekir Râzî’nin de belirttiği gibi öfkelenip düşünce
gücünü kaybeden kimse ile deli arasında herhangi bir fark yoktur.298 Akıl gücünden
yoksun olarak hareket ettiğimizde ise sonradan pişmanlık duyacağımız birçok fiilde
bulunacağımız ise herhalde tahmin edilebilir bir vakıadır.
Belhî’nin öfke konusunda önerdiği çözüm yollarından birisi bir reziletin zıddı
olan bir faziletle tedavisi şeklinde anlamlandırabileceğimiz bir metotla, kişiye hilim
erdemini (soğukkanlılığı) tavsiye etmesidir. Özellikle hükümdarların, mutlu insanların
vasıflandığı bir erdem olan hilim sayesinde insanlar gazabî bir rahatsızlık olan öfkeyi alt
edebilir ve bunun yerine hilimi koyarak muhatabını af etme yolunu kullanabilirler.
İntikam duygusunun öfke kuvvetini gerektirmesi gibi, en yüksek erdem derecelerini
arzu eden insanın da hilim erdemini kendisine kazandırması gerekir. Hilim erdemini
daha çok hükümdarlara yakıştıran Belhî, burada hükümdarlara tavsiye ve öğüt veren bir
kimliğe bürünmüş gibidir. Yönetici kesimin yönetilenlere karşı şiddetli bir intikam ve
hızlı bir yergiden uzak durmaları gerektiğini, zira yönetilenlerin kendilerine karşı hemen
297 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 298–299. 298 Ebû Bekir Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 96.
95
öfkelenip ceza tatbik eden bir yönetime karşı pek hoş duygular beslemeyeceğini,
göstermelik bir itaatle itaat edeceklerini, yöneticilerine karşı içten içe bir kin
besleyeceklerini belirtmektedir. Belhî’ye göre yönetici kesimin yönetilenlere karşı
sürekli olarak iyilikle muamele etmesi ve onlara karşı af ve bağışlama yolunu tutup
onlara karşı hilim ile muamele etmesi gerekir ki böyle yaparsa yönettiği kişileri
kendisine karşı içten bir itaat duyar ve amirlerinin, hükümdarlarının gönüllü askerleri,
bekçileri olarak onların gözlerinin arkada kalmasına izin vermezler.
Belhî’nin hükümdarların şahsında okuyucularına tavsiye ettiği içsel
telkinlerden birisi de, yönetici konumunda bulunan kişilere öfke hali ârız olduğunda, bu
öfkenin kendine tabi olanlara ve çevresindekilere de etki etmesinin mümkün olduğunu
düşünmektir. Gerçekten de insanın öfkeli olduğu zaman bunun çevresindekilere de
yansıması ve onların da aynı şekilde öfkelenmesi günlük hayatımızda sıkça
rastladığımız olaylardan biridir. Hükümdarlar gibi yöneticilik vasfına sahip olanların bu
olaylar karşısında yapması gereken, öfkenin tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi başkalarına
da geçebileceğini düşünerek, davranışlarını bu minval üzerinde gerçekleştirmesi ve
kendisini zarara uğratacak öfkeden uzak durmasıdır. Böyle düşünmekle insan, tedirgin
bir halden sükûnete erer, yapmak istediği işleri öfke ile değil, aklını güzel bir şekilde
kullanabildiği sakinlik ile yapar. Böyle yapması onu kendisini kızdıran şey hakkında
adaletli bir şekilde hüküm vermesine sebep olur. Belhî’nin bu durumlarda okuyucusuna
tavsiye ettiği iki şey vardır, bunlardan birincisi hilim ve sabır ile hareket etmek, ikincisi
ise öfkeli halden bir an önce öfkesiz hale yani sükûnetli hale geri dönmektir. 299
Belhî’nin yukarıda anlattığı öfke halinin yaygın olduğu böylesi bir toplumda herkesin
birbirin kuyusunu kazmak için uğraşacağı herhalde zor tahmin edilecek bir durum
değildir. Genelde ferdî ahlâk diye nitelendirebileceğimiz konulara ilgi duyan Belhî’nin
burada içtimaî ahlâkı ilgilendiren ve daha sonra Fârâbî’de sistemli bir şekilde ele
alınacak olan siyaset felsefesine kayarak iyi bir yöneticinin nasıl olması gerektiğini
okuyucularına aktarması oldukça ilginçtir. Belhî’nin bir hükümdarın ağzından
söylediği öfkenin bir işe yaramadığını anlatan şu söz ise anlatmak istediklerin hepsini
özetler mahiyettedir; “Benim öfkem ne sahip olduklarımadır, ne de sahip
olmadıklarımadır.”300
299 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 300. 300 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 301.
96
Hükümdarın tebaasına hilim ile, yani yumuşaklıkla davrandığı gibi emri
altında çalışan insanlar bulunanların, çalıştırdıkları hizmetkârlarına karşı kendisinin
ayıpladığı bir işi yapmalarından dolayı kin beslememesi, onları küçük görmemesi,
onları hafife almaması gerektiğini düşüncesi de telkin mahiyetinde içten gelen
düşüncelerden biridir. Yöneticiler hoşgörüsüz olduğu zaman yönetilenler de hoşgörüsüz
olur, büyükler hoşgörüsüz olduğunda küçüklerde hoşgörüsüz olur. Burada Belhî,
öfkenin insanlar arasında bulaşıcı etkisini göstermek istiyor gibidir. Gerçekten sosyal
yaşantımızda da, ister aile içindeki günlük ilişkilerimiz olsun, isterse diğer insanlarla
çeşitli vesilelerle işlerimizi halletmek için girdiğimiz ilişkiler olsun, bu karşılıklı
ilişkilerde karşı tarafın öfkeli ya da soğukkanlı tutumları aynen bizlere de yansır ve
bizleri de etkiler. Böylesi tasvip edilmez davranışları insanların istediği, arzu ettiği
şeyleri elde edememesine bağlayan Belhî, öfkenin yöneten ya da yönetilenden birine
musallat olduğu bu anlarda, öfkenin galip geldiği kişiye karşı diğerinin merhamet ile
muamele etmesi gerektiğini önermektedir. Kişi karşısındakine karşı bu şekilde
merhamet ile hareket ederse, hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin kalbi yumuşar,
heyecanı sükûn bulur, kendisinden intikam almak istediği kişiye karşı şefkatli davranır.
Belhî’ye göre böyle davranmak, öfkeyi kontrol etmek ve heyecanını yatıştırma
konusunda faydalı bir davranıştır.301
Yukarıda Belhî’nin okuyucusuna sunduğu çözüm önerilerinin ilkini toplumun
düzenlenmesi (tedbiru’l medine), ikincisini ailenin düzenlenmesi (tedbiru’l-menzil) ve
filozofumuzun Mesâlih’de genel olarak işlediği temaları da insanın iç dünyasının
düzenlenmesi (tedbiru’l-mutevahhid) şeklinde anlayacak olursak, karşımıza hiç de
yabancı olmadığımız bir ahlâk anlayışı çıkacaktır. Diğer kitaplarının günümüze
ulaşamamış olması nedeniyle ahlâk anlayışı hakkında kesin bir dille konuşamadığımız
Belhî’nin, sadece insanın kendisini ilgilendiren bir ahlâk anlayışı değil, yakın
çevresinden uzak çevresine kadar bütün toplumu ilgilendiren bir ahlâk anlayışı
içerisinde olması mümkündür. Bu ahlâk anlayışında, Mesâlih’de genel olarak işlenen
konuları “şahsiyetin inşasına”, ailenin düzenlenmesi ile ilgili konuları “ailenin
inşasına”, toplumun düzenlenmesi ile ilgili konuları da “toplumun inşasına” tekabül
301 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 301–302.
97
ettiğini farz edersek, birbirini doğrudan etkileyen bu üç kavramın, Belhî’nin bütüncül
bir ahlâk anlayışını kabul ettiğinin bir göstergesi olabilir.
b. Korku (Havf) - Endişe (Feze‘a) ve Tedavi Yolları
Daha önce ruhî rahatsızlıkların sayımında zikrettiğimiz rahatsızlıklardan olan
korku herkesin günlük yaşamında yaşayabileceği hezeyanlardandır. Belhî’ye göre
korku, itidalden sapma anlamında insanın normal bir tepkisi olmaktan çıkıp aşırıya
kaçtığında hem ruhta hem bedende çeşitli rahatsızlıklara sebep olabilmektedir. Belhî,
Mesâlih’de korkunun aşırı halinin endişe (feze‘a) olarak nitelemektedir. İnsanın endişe
seviyesine ulaşmayan korkularını normal olarak kabul eden Belhî’ye göre endişe,
insanda istenmeyen durumların ortaya çıkma olasılığı arttıkça görülmeye başlayan bir
rahatsızlığın adıdır. Zengin birisinin fakirlik korkusu, saltanat sahibi bir hükümdarın
saltanatını kaybetme korkusu bu tür korkulardandır. Zenginin birisinin bir gün fakir
düşeceğinden korkması ya da hükümdarın bir gün saltanatını kaybedeceğinden
korkması Belhî’ye göre normal bir korku iken, iflas günleri yaklaşan bir zenginin
duyduğu korku ya da savaşı kaybetmesi ile saltanatı kaybedeceğini anlayan hükümdarın
korkusu kişiyi düşündükçe tasalandıran, sürekli bunu düşünmesinden dolayı başka bir
işle ilgilenmesine izin vermeyen korkusu, endişedir.302
İnsanın korkmasına sebep olan şeylerin sayıca çok olduğunu belirten Belhî,
bunların insanın yakın çevresinde gerçekleşip aynı şekilde kendisinde de
gerçekleşmesinden endişe duyduğu ölüm ve şiddetli elem verici olaylar olabildiği gibi,
gök gürültüsü, zelzele, korkunç bir ses duyması, korkunç bir öldürülme olayına tanıklık
etmesi ya da açık bir yaraya bakması gibi olaylar da olabileceğini belirtmektedir.
İnsanın gördüğü yaralanma, ölüm gibi olaylardan etkilenmesinin sebebi hiç şüphesiz bu
tür olayların kendisinde de gerçekleşebileceğini düşünmesidir.303
İnsanların kendisini korkuya düşüren sebepler karşısında etkilenmesi, kişiden
kişiye değişiklik gösterebilir. Bazıları bu tür olaylar karşısında çok çabuk korkuya
302 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 304–305, İlhan Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin
Teşekkülü, s. 151–152. 303 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 305.
98
kapılırken, bazıları ise daha metanetli bir tavır sergileyebilirler. Belhî, çabuk korkuya
kapılan insanların davranışlarını gördükleri ve duydukları bir şeyden dolayı korkuya
kapılıp titreyen ve bu korkusundan dolayı delice kaçarak kendisine zarar veren
hayvanların davranışlarına benzetmektedir. Bu tür durumlarda korkuya kapılan
insanların çoğu akıl gücünden yoksun bir şekilde düşünmeksizin hareket ederler. Çünkü
bu insanlar karşılaştıkları bu korkutucu şeyden dolayı hayatlarının ya da sevdikleri bir
şeyin tehlikede olduğu düşünürler. Günlük yaşantımızda da karşılaştığımız bu tür
olaylara verilebilecek belki de en güzel örnek normalde bir insanın atlamaktan çekindiği
bir yükseklikten yakalanma korkusu ile bir hırsızın atlaması olarak verilebilir. Her ne
şekilde olursa olsun, bu tür korkuları doğal kabul eden Belhî, bu korkudan kurtulma
konusunda antrenman ve alışkanlıklarımızın fayda vermeyeceğini söylemiş bu konuda
kendimizi teskin etmemiz için “ihtiyal” olarak bahsettiği çözüm yollarını ortaya
çıkarmamız gerektiğini belirtmiştir.304
Belhî’nin okuyucusuna tavsiye ettiği çözüm yollarından ilki (hile), istenmeyen
olayları düşünmenin, zihnini sürekli bu olumsuz düşüncelerle meşgul etmenin, belki de
insana olayların vukuunda meydana gelebilecek olan kötülüklerden daha fazla zarar
verebileceğini düşünmektir. Çünkü vuku bulduğunda bize ne kadar zarar vereceğini
bilmediğimiz bir olay, üstelik çeşitli sebepler ile vuku bulmaması da imkân dâhilinde
olan bir olay hakkında aşırı bir şekilde korkuya kapılmak gerçekten yersizdir.305
Bununla beraber filozofumuz yukarıda da bahsettiğimiz gibi bütün korkuları zararlı
kabul etmemekte, korktuğumuz korkuların çoğunun insana zarar vermeyen anlamsız
korkular olduğunu söylemektedir. Belki de günümüzde ki batıl inançlardan doğan
korkularımıza değinmek isteyen Belhî, bu tip korkuların aslı araştırıldığında, insanların
bu konu üzerinde düşündüklerinde aslında bu şeylerde korkulacak, insanı heyecana
304 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 306. 305 Burada filozofumuzun kullandığı hem hile kavramı hem de sunmuş olduğu çözüm önerisi bize
hemen hocası Kindî’yi hatırlatmaktadır. Hocasının üzüntüden kurtulma konusunda yer verdiği bu çözüm önerisini Belhî, korku konusunda yer vermektedir. Şöyle ki, Kindî’nin Üzüntüden Kurtulma Yolları adlı eserinde, “Üzüntünün sebebi gerçekleşmeden önce üzüntüye kapılırsak, belki de üzüntü sebebi olan olayın üzücü niteliklerini kaybetmesi veya bu sebebi ortadan kaldırması elinde olan gücün sebebin vukuuna engel olması gibi bir yolla hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan bir üzüntü ile kendimizi huzursuz etmiş oluruz ki, bu da başkası dolayısı ile değil, yine kendi elimizle kendimize üzüntü çektirmek demektir” şeklinde açıkladığı çözüm önerisinde olaylar vukua gelmeden önce üzülmememiz tavsiye edilirken, üzüntü hakkında geçmiş ve gelecek ayrımı yapılmadığı görülmektedir. Oysaki Belhî üzüntüyü geçmişe, korku geleceğe ait konulara dair düşüncelerden doğan bir rahatsızlık olarak görmüştür. Bu anlayış tarzı da Belhî’nin bu konularda hocasından daha ileriye gittiğine delil olabilir.
99
yönlendirecek bir tarafın olmadığının anlaşılacağını belirtmektedir. İşin aslını araştırıp
düşünmekle işin gerçeğini anlayan kişi, benzer durumlarda da karşılaştığında, bu
olayların aslında o kadar da korkunç şeyler olmadığını, bu olaylar karşısında
korkulmaması gerektiğini anlayarak, kendisini heyecana sevk eden korkuyu ve endişeyi
göstermez.306 Bu tür durumlarla sık sık karşılaşmış olmak ya da bu tür durumların
mahiyetini bilmek belki de bu tür korkuları önlemek için yeterli olacaktır. Zira insan
bilmediğinin düşmanıdır ve mahiyetini bilmediği şeyden korkar. Üzerlerine beyaz
çarşaf giyerek çocukları korkutmak isteyen kişilerin, çocukların işin aslını öğrendikten
sonra onları aynı metotlar ile korkutamaması (belki de kandıramaması) Belhî’nin bizlere
anlatmaya çalıştığı duruma örnek verilebilecek bir mizansen olabilir.
Korkunun, zayıflıklarından dolayı en fazla kadın ve çocuklarda görülen bir
durum olduğunu belirten Belhî’nin, korkunun sebebi olarak gördüğü en önemli iki şey;
eşyanın hakikatini bilmemek, yani bilgisizlik, ikincisi ise tecrübe eksikliğidir. İnsanın
daha önce duymadığı bir sesi duyduğunda onun hakkında hüküm veremeyeceğini, bu
ses karşısında ne yapacağını şaşıracağını söyleyen filozofumuz bu konuda
okuyucularına şiddetle tavsiye ettiği şey, aslı bilinmeyen bu şey hakkında bilgisini ve
tecrübesini genişletmektir. Normalde ancak temyiz gücünden yoksun ufak çocukları
korkutan gök gürültüsünün nasıl oluştuğunu bilen bir insanın korkusu, o sesi daha önce
duymamış ya da bu sesin hakikatini öğrenmemiş insanların duyduğu korkudan daha
azdır. Başka bir deyişle, gök gürültüsünün sebebini araştırmış, onun ortaya çıkma
nedenini, etkilerini bilen ve bu sesi daha önceden duyan bir insan böylesi bir kuru
gürültüye pabuç bırakmayacağı bir gerçektir. Burada korku (havf) ile endişe (feze‘a)
arasındaki farkı daha bir belirginleştirmek için Belhî’nin cümle içinde kullandığı
kavramları belirtmek faydalı olacaktır. Belhî, sebebini bilmediği ve daha önceden hiç
duymadığı için gök gürültüsünden korkan insanların korkusunu anlatırken korkunun
aşırı hali olarak tavsif ettiği endişeyı (feze‘a) kullanırken, gök gürültüsünün mahiyetini
bilenlerin gök gürültüsü karşısındaki korkularının onun mahiyetini bilmeyenlere
nazaran daha az olduğunu belirtirken de korkuyu (havf) kullanmıştır. 307
306 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 307. 307 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 308–309.
100
Gök gürültüsünden korkan çocuğun korkusunun gök gürültüsü hakkındaki
bilgisizliğinden kaynaklandığı bilinir. Aslında korktuğu bu şey zararsızdır. İnsanların
çoğu hayatlarında savaş, öldürme ve yaralama olaylarına tanık olmadığı, bu tür olaylarla
sık sık karşılaşmadığı için bu tür şeylerle ilk defa karşılaştıklarında şiddetli bir korku ile
sarsılır ve kuvvetli bir korkuya kapılırlar. Ancak bu kişiler ilk defa karşılaştıkları bu
olaylarla sık sık karşılaşırlarsa, bu olaylara karşı bir nevi alışkanlık kazanarak bu
olaylardan hiçbir korku duymamaya başlar ve bu olaylardan hiç etkilenmezler. Belhî, bu
konuda bolca örnek vererek okuyucularının zihninde soru işareti bırakmamaya çalışır.
Sürekli savaş alanlarında bulunan birisine yaralama, öldürme gibi olayların ürküntü
vermediği gibi, içinde cerahat olan mide tiksindirici açık yaralara bakmak, bu yaralarla
temas kurmak da doktorlar için de bir rahatsızlık, bir korku vermez. Aynı durum sürekli
denizle haşır neşir olup, onun dalgalarına alışan denizciler, sürekli deprem olan yerlerde
oturanlar içinde böyledir. Denizciler denizin azgın dalgalarından korkmadıkları gibi,
depreme alışan insanlar da depremden çok etkilenmemeye, depremi hayatın doğal bir
parçası olarak saymaya başlarlar.308 İnsanların kendilerine çok fazla musallat olan
hastalıklara alışma durumları da böyledir. İnsanın başına ilk defa bir şey geldiğinde, kişi
şiddetli bir korku ve eleme kapılır. Ancak sağlıklı halde iken, bu durumun sık sık
tekrarlanması ve bu konudaki tecrübesinin artması ile bu olaylara karşı duyduğu korku
ve ürküntüsü azalır. Bu olay başına geldiğinde ise bu olayı önemsemez ve bu olaya
karşı alışkanlık kazanır.309
Belhî’nin korkuların sebebi olarak gördüğü tecrübe eksikliğinden sonraki
sebebimiz korkunç kabul ettiğimiz şeylerin mahiyeti hakkındaki bilgi eksikliğimizdir.
Bir şeyin sebebini bildiği için ona korku vermeyen bir şey, o şey hakkında bir bilgisi
olmayan kişiye korku verebilir. Bilgi, korkuyu önleme konusunda Belhî’nin çok önem
verdiği noktalardan birisidir. Deprem, güneş ve ay tutulması gibi doğal olaylar, bu
olayların sebeplerini bilenlere bir korku vermezken, bu şeylerin mahiyetlerini
bilmeyenlere çok büyük korkular verebilir. Daha çok çocuklarda görülen bu korku
türünün hayvanların genelinde de olduğunu savunan Belhî, buna misal olarak da bazı
hayvanların korkuluklardan korkarak ona yanaşmamalarını vermektedir. Atların aslan
suretinden (ya da maketinden) korkup bağırmaları, kuşların korkuluklardan korkmaları
308 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 311. 309 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 311–312.
101
bunun gibidir. Aslında hayvanlar bu maketlerin kendilerine zarar vermeyeceklerini
bilseler, onlardan korkup kaçmazlar. Belhî burada korkuyu önleme konusunda sadece
tecrübe ya da sadece bilginin değil, ikisinde de birlikte olması gerektiğinin farkındadır.
Zira bir kuş korkulukla ne kadar karşılaşırsa karşılaşsın ondan korkacaktır. Ancak
korkulukla karşılaşıp, onun yanına gidip ondan kendisine bir zarar gelmediğini, bunun
kendisine zararı dokunmayan maketten başka bir şey olmadığını anladığı yani
mahiyetini öğrendiği zaman, artık ondan korkup kaçmayacaktır. İnsanlardaki durumda
bundan farklı değildir, nasıl ki çocuk büyüdükçe akıl gücünün gelişmesinden dolayı
çocukluğunda korktuğu şeylerin sayısı azalıyorsa, korkularından kurtulmak isteyen
insanların da korktuğu şeyler karşısında bilgi sahibi olup, korkuları ile yüzleştiklerinde
korkuları azalacaktır. Evcil hayvanların tabiatında insanların ki gibi cehaletten bilgiye
doğru bir değişim olmadığı belirten Belhî’ye göre, çeşitli şeylerden meydana gelen
korku ve onun aşırı hali olan endişeyi azaltmanın en iyi yolu onun hakkında bilgi sahibi
olmaktır. Kişi korktuğu şeye karşı bilgi sahibi olarak, sonra da görme ve duyma
duyuları ile ona alışmakla, ilk baktığında kendisinde korku meydana getiren bu şeylere
karşı korkusunu azaltarak onlara karşı alışkanlık kazanabilir. Böylece, bu korktuğu
şeylere karşı hassasiyeti ve ürküntüsü kaybolur. Korktuğu şeyle yakınlaşıp, onunla
yüzleşerek, kaçtığı şeylere alışır ve böylece korkmasından dolayı kişinin ruhunda ve
bedeninde istenmeyen etkiler meydana getiren korku ve endişenin zararlarından
kurtulmuş olur.
c. Üzüntü (Hüzn) - Tasa (Ceze‘a) Tedavi Yolları
Hocası Kindî tarafından el-Hîle li def’i’l-ahzân isimli eserinde ele alınan
üzüntü, Belhî tarafından Mesâlih’de daha detaylı ancak metafizik tahlillere girilmeden
bir nevi psikolojik bir tıp meselesi olarak ele alınmaktadır. Üzüntü ve tasa kişinin
kalbine yerleştiği zaman, kişinin ruhunda ve bedeninde önemli değişikliklere neden olan
bir dengesizliğin de adı olurlar. Üzüntü ve üzüntünün aşırı bir hali olan tasa insanın
sabır gösterme konusunda acze düştüğü zamanlarda etkili olur. Başka bir deyişle üzüntü
ve tasanın insanda görülmesinin başlıca sebeplerinden birisi sabırsızlıktır. Belhî’ye
göre, tasa ateşin kor yer gibi iken, üzüntü ise ateşin sükûnundan sonraki kor yeri
gibidir. Diğer ruhî rahatsızlıklarda olduğu gibi üzüntü ve tasa da en fazla zayıf
102
insanlarda etkili olan, şehevî kuvvetlerin bozulmasına sebep olan, ruhun canlılık ve
letafetini gidermede en fazla etkiyi gösteren bir dengesizlik halidir. İnsan ruhunu
bedenin nuru ve ışığına benzeten Belhî, insan ruhunun üzüntü ve gam ile dolması
durumunda tıpkı güneşin tutulmasında olduğu gibi bu ışığın gideceğini, aydınlığın yok
olacağını söylemektedir. Gerçekten de Belhî’nin verdiği bu metafor, günlük hayatta
içini üzüntü kaplamış, üzerine kasvet çökmüş, yüzleri gülmeyen, dışarıya negatif etkiler
yayan insanları anlatıyor gibidir. Kısaca Belhî’ye göre, üzüntü sevincin tam tersidir. İçi
sevinçle dolan insanın yüzü güler, parlak olur adeta etrafına ışık ve neşe saçar, ancak içi
üzüntü ile dolan kişinin durumunu da bunun tam tersi bir halde, yani asık suratlı,
etrafını karamsarlığa sevk eden bir halde görürüz. 310
Korku ile üzüntü arasında bir bağ kurmaya çalışan Belhî, korkuyu geçmişe
dair istenmeyen olaylardan ortaya çıktığını, üzüntünün ise geleceğe dair istenmeyen
olaylardan meydana geldiğini söylemektedir. Filozofumuz, burada belki de hocası
Kindî’den bir adım daha ileri giderek, okuyucusunu sadece geçmişe yönelik
sıkıntılardan uzaklaştıran bir mutluluk reçetesi değil, hem geçmişte yaşamış olduğu
olaylara karşı sevincini kaybetmeyecek bir çözüm yolu, hem de geleceğe umutla
bakmasını sağlayacak bir mutluluk reçetesi vermeye çalışıyor gibidir. Birisinin geçmişi
diğerinin de geleceği kuşatması sebebiyle üzüntü ve korkunun aynı anda bir kişide bir
araya gelmesi, insanın yaşamını çekilmez kılacak, hayattan bir hiç tat almayacak bir
dengesizlik halinin bir adı olur. İnsan ancak bu ikisinin kendisinden uzak olması ile
mutluluğa ulaşıp, hayattan zevk almaya başlar. Üzüntü ve korkudan kurtulmayı
mutluluğun şartlarından birisi saymakla beraber Belhî, bu konuda gerçekçi bir tavır
takınarak insanın bu dünya hayatında ikisinden birden kurtulmasının mümkün
olmadığını, zira bu dünyanın yapısı itibarı ile üzüntü ve korkularla iç içe olan bir yer
olduğunu belirtmektedir. Ancak Belhî’nin burada okuyucusuna bunları ifade ederken
kullandığı metot dinî motifleri içeriyor olması hasebiyle oldukça ilginçtir. Çünkü Belhî,
üzüntü ve korkunun bu dünyada yaşamanın doğal bir sonucu olduğu, bu ikisinin
olmadığı bir hayatın ancak ahirette cennet ehlinin yaşayacağı bir hayat olduğunu ifade
ederken ilk defa dinî bir kaynağa, Kur'ân-ı Kerîm’e başvurmuştur. Bütün sevilen
şeylerin varlığını ve sevilmeyen şeylerin yokluğunu içine alacak şekilde Kur'ân-ı
Kerîm’de bir çok ayette “Onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzülecek de
310 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 314–315.
103
değiller” ( felâ havfun ‘aleyhim velâhum yahzenûn) şeklinde birlikte zikredilen bu iki
kavram, Allah’a, peygambere, ahiret gününe inanıp salih amel işleyenlerin
mükafatlandırılacakları cennetle ilgili hallerini anlatmak, cennet ehlini vasıflandırmak
için kullanılmıştır.311
Korku ile üzüntünün arasındaki mutlak bağı gösterdikten sonra filozofumuz,
hocası Kindî’nin ele aldığı üzüntü kavramını sebebi bilinen ve sebebi bilinmeyen
üzüntü şeklinde ikiye ayırarak modern psikiyatristleri ilgilendiren bir yaklaşım
sergilemiştir. Sebebi bilinen üzüntüyü kişinin ailesinden, malından ya da kendisi için
bulunduğu özel konumundan dolayı sevdiği şeylerden birisini kaybetmesinden dolayı
duyduğu rahatsızlık olarak tanımlayan Belhî, Türkçe’ye gam olarak çevirebileceğimiz
gumme terimi ile de zamanının çoğunda insanın kalbinde bulunan, kişinin neşesini
engelleyen ve sevincinin ortaya çıkmasına mani olan sebebi bilinmeyen üzüntüyü
tanımlamak istemiştir. Günümüzdeki modern psikiyatrinin sebebi bilinmeyen
hastalıklar olarak tanımladığı anksiyete kavramına çok yaklaşan Belhî, sebebi
bilinmeyen üzüntünün günümüz tıbbında psikosomatik hastalıklar olarak adlandırılan
hastalıklara sebebiyet verebileceğini, kanın saflığı azaltarak, insanda üşeme hissi
meydana getirecek bir soğumaya sebep olacağını belirtmiştir.312 Belki de bilinen kesin
bir sebebi olmadığından dolayı Belhî, gam (gumme) konusunda okuyucusuna fazla
detaya inmeden yüzeysel tavsiyelerde bulunmuştur. Belhî’ye göre, cismanî ilaçların
yardımı (el-‘ilâcu’l-cismâniyye) ile (kanın temizlenmesi, yumuşatılması ve ısıtılması
gibi) üzüntünün bu türünün bedene etki ettiği zararlar tedavi edilmeli ve bir takım ruhî
ilaçlarla da (el-‘ilâcu’l-nefsâniyye) insan ruhuna etkileri önlenmelidir.313 Ruhî ilaçları
insanın sevinç kuvvetini harekete geçiren, insan ruhunun sevinçle dolmasını sağlayan,
heyecanını teskin eden güzel şeyler işitmek, insanlarla sohbet etmek, eğlenmek gibi
insanın içini ferahlatan şeyler olarak belirten Belhî’nin sebebi bilinmeyen üzüntü
konusunda okuyucusuna tavsiye ettiği şeyleri tek kelime altında toplamamız istenirse bu
hiç şüphesiz “sevinç” olacaktır.314
311 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 315–316; Konu ile ilgili ayetlere bknz; 2 / Bakara, 38-62-112-
262-274-278; 3 / Âl-i İmrân, 170; 5 / Mâide, 69; 6 / el-En‘âm, 48, 7 / A’raf, 35; 10 / Yunus, 62; 46 / Ahkaf, 13.
312 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 316. 313 Belhî’nin nefsî ilaçlarla tedavi konusunda önerdiği çözüm yollarını “hîletü def‘î” şeklinde
adlandırması, bize hocası Kindî’nin üzüntüden kurtulma yollarını sayarken bu yolları “el-hîle” şeklinde adlandırmasını hatırlatmaktadır. Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 317.
314 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 317.
104
Sebebi bilinmeyen üzüntüden sonra sebebi bilinen üzüntüye geçen Belhî,
burada hocası Kindî’nin görüşlerinden etkilenmiş gözükmektedir. Üzüntüyü sevilen
şeyin yok olmasından, istenilen şeyin gerçekleşmemesinden doğduğunu belirten
Belhî’nin bu tanımı Kindî’nin üzüntü tanımı ile hemen hemen aynıdır. Kindî,
Üzüntüden Kurtulma Yolları adlı eserinde üzüntüyü, sevilen şeylerin elden gitmesinden
veya amaçlanan şeylerin gerçekleşmemesinden doğan nefsâni bir acı olarak
tanımlamıştır.315
Hocası Kindî’nin genelde içten gelen telkin olarak nitelendirebileceğimiz çözüm
yollarının aksine Belhî bu konuda, diğer ruhî rahatsızlıklardaki tedavi metodunu devam
ettirerek biri içten diğeri dıştan tedavi olmak üzere iki tür tedavi olduğunu
belirtmektedir. Belhî’nin dıştan gelen tedavi konusunda büyüklerin öğütleri ve
hatırlatmalarını, içten gelen tedavi şeklinde nitelendirdiğimiz tedavi şeklinde de
düşünme kuvvetini kastettiğini belirtmek herhalde faydalı olacaktır. Dışarıdan alınan
öğütlerin ruhî rahatsızlıklara olan olumlu etkisini, bedenî rahatsızlıklarda tabibin verdiği
ilaçların yararına benzeten Belhî, içten gelen yardımları ise hocası Kindî gibi tek tek
ama fazla ayrıntıya girmeden zikretmektedir.316 Kindî’nin çözüm önerileri aynen tekrar
etmeyerek orijinal görüşler ortaya koymaya çalışan Belhî, bu çabasında başarıya
ulaşmış görünmektedir. Üzüntünün tanımı, üzüntünün “kadın ve çocuklar gibi zayıf
tabiatlı olanlara özgü” bir rahatsızlık olarak görülmesi, dünyanın bir sıkıntı ve
musibetlerden oluşan bir imtihan ortamı olduğu, bu yüzden de bu dünyada iken
üzüntüden tamamen kurtulmanın imkânsız olduğu görüşü, üzüntüden kurtulma
konusunda öncelikle üzüntünün mahiyetinin bilinmesi gerektiği, bu dünyada üzüntüye
sebep olan olayların sadece insanın kendisine değil bütün kendi zamanında yaşayan
bütün insanların başına geldiği ya da gelebileceği düşüncesi Kindî’de olduğu gibi
Belhî’de de benzer şekilde yer almaktadır.317 Ancak üzüntünün tedavi edilmesinde,
sadece içsel telkinlerle değil aynı zamanda dışsal telkinlerle de hareket etmek, uğradığı
bu felaket sebebiyle elindeki nimetleri kaybetmesinden sonra geriye kalan durumun
canına bir zarar gelmesinden daha iyi olduğu düşüncesi, üzüntünün tedavisinde sabırlı
315 Krş. Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 317, Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 48.
316 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 318. 317 Krş. Kindî, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı, s. 25; Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e.,
s. 317–319.
105
olmayı ve dünya hayatını sadece dünyevî isteklerden oluşan bir bina üzerine inşa
etmemeyi tavsiye etmek gibi fikirler de Belhî’nin hocası Kindî’den farklı olarak
okuyucusuna tavsiye ettiği düşünceler olarak zikredilebilir. Bununla beraber
filozofumuz Belhî’nin “İnsanın başına istenmeyen bir olay, bir felaket geldiğinde,
uğradığı bu felaket sebebiyle elindeki nimetleri kaybetmesinden sonra geriye kalan
durumun canına bir zarar gelmesinden daha iyi olduğunu düşünmesi gerekir” dedikten
sonra belki de insanın başına gelen en üzücü olay olarak kabul edilen ölüm konusunda
bir fikir belirtmesi beklenirdi. Hocasının yer verdiği ve kendisinden sonraki ahlâkçılar
tarafından da ilgili kitaplarında yer bulan “ölüm korkusu” meselesine filozofumuz
muhtemelen kitabın tıbbî olan sınırlarını aşmak istememesinden dolayı değinmemiştir.
Kitabında tıp ilminin sınırlarını aşmamaya özen gösteren Belhî’nin ölüm korkusu gibi
eskatolojik bir meseleyi sadece tıp ilminin sınırları içinde açıklayamayacağı herhalde
açıktır. Mesâlih’de ilgili konuları insan ruhu, insan ruhunun kuvvetleri, bu kuvvetlerin
denge ve dengesizlik halleri, ahlâk ve ruhî hastalıkları çerçevesinde incelemeye çalışan
Belhî’nin, ölüm korkusu gibi açıklanırken mutlaka uhrevî ve dinî sahalara girilmesi
zorunlu bir alanı es geçmesi Mesâlih’i sadece bir tıp kitabı olarak yazmayı kafasına
koymuş olmasının bir sonucu olabilir.
Belhî’nin okuyucusuna üzüntüden kurtulma konusunda tavsiye ettiği, insanın
ruhunun sakinleşip sükûn bulmasına vesile olan ve sevilen şeylerin yok olmasından,
istenilen şeylerin gerçekleşmemesinden doğan gam ve üzüntüye karşı bir silah olarak
kullanabileceği çözüm önerilerini şu şekilde zikredebiliriz;
a. Bedenî rahatsızlıklardan daha kötü bir konumda olan üzüntünün
bir yarar getirmeyeceğini hatta yarardan çok büyük zararlar getirebileceğini
düşünmek, üzüntüden kurtulma konusunda Belhî’nin okuyucularına tavsiye
ettiği çözüm önerilerinin ilkidir. Kindî’nin hîle olarak önerdiği çözüm yolları
konusunda Belhî biraz daha gerçekçi bir tutum sergilemektedir. Zira bu konuda
Belhî, üzerinde yaşadığımız bu dünyanın yapısı itibarı ile üzüntü verici olaylar
yaşamaya müsait olduğun ve insanın da mutlaka üzüntü ile karşılaşacağını
belirtmektedir. İnsan yapısı itibarı ile bir şeyi kaybettiğinde üzülür. Bir parçayı
kaybettiğinde bütünü kaybetmiş gibi üzüntü duyar. Bu karlı bir şekilde ticaret
yapanın malını kaybetmesi gibi bir şeydir. Ticareti yerinde duran bir adamın
106
üstelik de yüksek kar oranı ile ticaret yapan bir adamın kısa sürede
kaybettiklerinin yerine yenisi koyması mümkündür. Filozofumuza göre bu tür
şeylere üzülmek büyük bir aptallık ve apaçık bir hüsrandır. 318
b. Filozofumuza göre; dünya hayatının sadece dünyevî istekler ve
sevgiler üzerine kurmamak gerekir. Zira dünya hayatını tamamen dünyevî
istekler ve sevgiler üzerine kurmayan kimse, sevgisini kaybetmez ve istediği bir
şey olmadığında ise üzülmez. Şayet elde etmek istediği dünyevî bir şeyi elde
ederse bu onun için bir ganimet bir kazanım olur, dünya zevklerinden tatmış
olur. Kişinin bu tür dünyevî istekler arasında olan şeyleri kaybettiğinde ise
bunlara karşı onların yokluğundan ya da kaybedilmesinden dolayı bir üzüntü
duymaması gerekir. Dünya hayatının sadece dünyevî isteklerinden kurulu
olmadığını yani maddi şeylerin yanında asıl önem vermesi gereken manevî
şeylerin olduğunu anlayan kimse, bu dünyadaki hayatı boyunca huzurlu bir
hayat sürer.319
c. Kişinin karşılaştığı felaketler karşısında sabrını kaybetmesinin
kendisi açısından daha büyük felaketlere yol açacağını düşünmesi gerekir.
Tabiatı nedeniyle çilelerden, musibetlerden oluşan bir koşuşturmadan ibaret olan
bu dünya hayatında, insanın bu istenmeyen olaylar karşısında sabır ile hareket
etmesi gerekir. Aksi takdirde, sürekli olarak karşılaştığı bu olaylara karşı
kendisini koruyamaz ve üzüntüye duçar olur. Kişi karşılaştığı olaylar karşısında
fazla üzüntüye kapılmayıp tasalanmadığında, ruhunu sakinleştirir. İşte bu
sakinleştirme ile ileride kendisin başına gelebilecek birçok felaketin önünü
kesmiş olur. Karşılaştığı istenmeyen olaylar karşısında sabırlı davranmayı
kendisine adet edinen kimse karşılaştığı daha büyük felaketleri kafasında fazla
büyütmez yani olayları dünya hayatının bir gereği olarak görerek, ruhun güçleri
318 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 318–319. 319 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 319.
107
arasındaki dengesizlik halini bozmaz, böylece mutluluk yolunda bir adım daha
atmış olur.320
d. Karşılaşılan istenmeyen olaylar ve felaketler karşısında, kişinin
üzüntüye düşüp tasalanmasının aslında zayıf tabiatlı kadınlar ve çocuklara has
bir davranış olduğunu düşünerek, üzüntüye kapılmaması gerekir. Gerçekten
karşılaştığı istenmeyen bir olay karşısında insan ilk önce aşırı bir üzüntüye
kapılsa da, daha sonra sakin bir kafa ile hayatın devam ettiğini ve üzülmeyi bir
kenara bırakıp mücadele etmesi gerektiğini düşündüğünde üzüntüsü azalır,
başına gelen olayı hayatın bir gerçeği ve parçası olarak kabul eder. Sevdiği
birisini kaybettiğinde günlerce ağlayan, yas tutan kadınların durumu hatırlanırsa;
Belhî’nin zikrettiği üzüntünün nasıl zayıf tabiatlı insanlara özgü bir dengesizlik
hali olduğu gerçeğini anlamak daha kolaylaşacaktır. Karşılaşılan üzücü olaylara
karşı sabır ile tahammül göstermek, bu olayları teslimiyetle kabul etmek, aynı
şekilde karşılaşılan güzel olaylara karşı da aynı kötü olaylarda olduğu gibi
itidalli davranmak; övülen ve Belhî tarafından Ehl-i kemal ve Ehl-i azim olarak
adlandırılan kâmil ve sabırlı insanların davranışlarıdır. 321
e. İnsanın her şeyi ruhunun bekası için istemesi ve müsait anlarında
da bunun için çalışması gerekir. Bu şekilde düşünen kimse için, ruhunun
dışındaki maddî şeyler önemsiz bir hal alır ve kayıplarında ise üzülmesine gerek
kalmaz. Tamamen dünyevî isteklere bağlı bir hayat yaşamayı uygun
görmemekle birlikte daha önce yukarıda da değindiğimiz gibi gerçekçi bir
anlayışa sahip olan Belhî, dünyevî istekler konusunda da bu isteklerin tamamen
kesilip atılmaması gerektiğini belirterek itidalli bir tutum içerisinde hareket
edilmesi gerektiğinin altını çizer.322
320 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 319–320. 321 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 320. 322 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 321.
108
f. Karşılaşılan istenmeyen olayların sadece insanın kendisine değil,
kendisi ile aynı şartlarda (yer ve zaman olarak) yaşayan birçok kişinin de başına
geldiğini bilmesi gerekir. Böylece hem insanın bu olayların sadece şansızlık ya
da benzer şeylerden dolayı sadece kendi başına geldiğini düşünmesinin önüne
geçilir hem de istenmeyen bu olayın başkalarının da başına gelmesinden dolayı
üzüntüsünü paylaşarak azalması sağlanır. Bizim bu hayattaki bir nevi ortağımız
olan diğer insanların başına da bizim başımıza gelenlerin gelmesi, belki de bizim
başımıza gelen üzüntü verici olayda tek başına olduğumuzu düşünmemizden
dolayı üzüntümüz azalır. İnsanın başına gelen üzüntü verici olayın, başkalarının
da başına gelen bir olay olması durumunda, insanın bu istenmeyen olayı normal
bir olay gibi kabul edip, o olaya karşı ilgisinin azalması insanın tabiatından
kaynaklanan bir şeydir.323 Örneğin; bir köyde sadece kendi evi yanmış birinin
üzüntüsü ile kendi evi ile birlikte bütün köyün yanması durumundaki kişinin
üzüntüsü aynı değildir. Aynı şekilde bir arkadaş grubu içerisinde yer alan ve
girdikleri bir sınavda diğer arkadaşlarının aksine başarılı olamayan öğrencinin
üzüntüsü ile bu arkadaş grubunun bütün üyelerinin sınavda başarısız olması
sonucunda duyulan üzüntü bir değildir. Bu şekilde birlikte yaşanılan bu tür
olaylarda insanların birbirine yaşadıklarının ortak olmasından dolayı yardım
etmesi de üzüntüyü azaltan faktörlerden birisi olarak zikredilebilir.
g. Kişinin başına istenmeyen bir durum, bir felaket geldiğinde,
başına bundan daha kötüsünün de gelebileceğini düşünmesi gerekir. Zira bu
düşünce insanı başına gelen bu olay karşısında üzülmekten ziyade daha
kötüsünün olmadığından dolayı bu durum sanki kendisine büyük bir fayda
sağlamış gibi sevinmesine sebep olabilir. Şayet insanın başına gelen felaket
ruhuna zarar verecek cinsten değil de kendisine verilen nimet makamındaki bir
şey ile ilgili ise insanın bu durumda şükür etmesi gerekir. İnsan bu tür felaket
durumlarında başına daha kötü bir felaketin gelebileceği fikrini düşünürse,
başına gelen büyük bir felaket onun gözünde istenmeyen küçük bir olaya
dönüşebilir. Hiç şüphesiz üzüntünün ve diğer ruhî rahatsızlıkların en güçlü
323 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 321.
109
tedavi yöntemlerinden biri olan sevinç, insanın böyle düşünmesi ile kendisindeki
üzüntüyü azaltan bir rol oynayacaktır.324
h. İnsanın başına istenmeyen bir olay, bir felaket geldiğinde,
uğradığı bu felaket sebebiyle elindeki nimetleri kaybetmesinden sonra geriye
kalan durumun canına bir zarar gelmesinden daha iyi olduğunu düşünmesi
gerekir. “Cana geleceğine mala gelsin” sözü belki de Belhî’nin bu fikrini en
güzel şekilde ifade ediliş şeklidir. İnsanların günlük yaşantılarında yaşamış
olduğu kazalarda, kendilerine sorulan ilk sorunun canı ile ilgili olması, nimet
makamında olan malının ise kaybedilmesinden dolayı insanların üzüntüye
kapılmamaları gerektiği sonucunu çıkarmamıza yardımcı olacaktır. Zira insan
ruhen ve bedenen sağlıklı olduğu takdirde kaybettiği şeyleri yeniden kazanabilir,
ancak hasta bir bedeni ve ruhu iyileştirmek tekrar eski sağlığına kavuşturmak,
kaybedilen malı tekrar yerine koymaktan daha kolay olmayabilir. Kişi başına bu
tür felaketler geldiğinde, bunun kendisi için bir imtihan olduğunu düşünmeli,
başına daha büyük felaketlerin gelebileceğini aklından çıkarmamalıdır. Bu
düşünce tarzı aynı zamanda onu teselli edecek bir sevinci ruhuna yayarak onu
üzüntüye düşmekten alıkoyacaktır. Böyle davranmakla insan başına gelen
musibetlere karşı dimdik ayakta durarak, üzüntüsünü sevinç ve ferahlığa
çevirebilir.325
i. İnsanın üzüntülerin sebebinin bilip bunun kayıplardan ortaya
çıkan bir rahatsızlık olduğu düşünmesi gerekir. Üzüntünün sebeplerini bilmek
bize onu önlemede ve tedavi etmede yardımcı olacaktır. Kişi üzüntünün
sebebinin kayıplardan doğduğunu anladığı zaman başına gelen bu musibetlere
karşı rahatlaması gerekir. Zira üzüntü veren şeylerin geçici olması ona bağlı
olarak ortaya çıkan üzüntünün de geçici olması gerektiği sonucu çıkarır. İnsan
kendisi için en zor vakitler olan bu üzüntülü anlarını böyle düşünerek atlatırsa,
hayatının geriye kalan kısmı kendisi için daha kolay olur. Çünkü üzüntü verici
324 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 321–322. 325 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 322.
110
olaylar insanın başına her zaman gelmeyen, hayatının belli dönemlerinde isabet
eden imtihanlardır. Kişi bu imtihanları güzel bir şekilde verdiğinde, hayatının
geri kalanı kendisi için güzel bir hal alır ve sevinci tüm benliğini kaplar.326
d. Vesvese ve Tedavi Yolları
Belhî’nin en fazla yer ayırdığı ruhî rahatsızlık olan vesvese, öfke, korku ve
üzüntü gibi diğer ruhî rahatsızlıklar gibi sadece ruhta değil, aynı zamanda insanın
bedeninde de istenmeyen sonuçlara ve çeşitli rahatsızlıklara sebep olabilir. Belhî’nin
saymış olduğu ruhî rahatsızlıklardan insanların beri oldukları bir an bile yoktur. İnsanlar
bu tür rahatsızlıkların hepsini aynı anda taşımasalar bile, yaşadıkları sosyal çevreden
dolayı kendilerini öfkelendirebilecek, kendilerinin üzüntüye düşmesine ya da korkuya
kapılmasına sebep olacak olaylar sürekli olarak karşılaşabilirler. Ancak Belhî’ye göre
vesvese diğer ruhî rahatsızlıklardan farklı özel bir hastalıktır. Vesvese, insanın kalp
atışında çarpıntılara sebep olan, kişiye sürekli eziyet ederek onu meşgul eden, aslında
korkulmayacak bir olay hakkında sürekli olarak aklına kötü şeyler getirip hayatını
çekilmez kılacak hayaller üreterek korkmasına sebep olan bir dengesizliğin adıdır.
Vesvesenin ruha etkisi çok derin ve zararlı olduğu gibi bedene etkisi de aynı şekildedir.
Bu yüzden vesvesenin bedene etki etmesinden korkulur. Zira vesvese insana etki
etmeye başladığı zaman insan yediği yemeklerden bile tat alamaz hale gelir. 327
Vesvesenin insana, ya doğuştan sahip olduğu tabiat dolayısı ile ya da insanın
kendisine bağlı olmayan dış bir etki ile olmak üzere iki farklı şekilde ârız olabileceğini
belirtirken Belhî, bizlere ahlâk felsefesinin problemlerinden olan irade hürriyeti ile
huyların değişip değişmediği problemini hatırlatmaktadır. Tabiî ve ârizî olarak
adlandırabileceğimiz bu iki farklı yolla insana sirayet eden vesvesenin insanın aklını
kullanması ile tedavi edilebilmesi Belhî’nin ahlâkî anlamda irade hürriyetine önem
veren bir anlayışa sahip olmasına ve doğuştan da gelse bazı huyların sonradan
değiştirebileceğini kabul ettiği şeklindeki bir görüşe sahip olduğuna yorumlanabilir.
Ahlâkî bir davranışı, her şeyden önce şuurlu, iradeli ve özgür ve insanın aklını
kullanarak yapılan bir davranış olarak kabul ettiğimizde, akıl gücü olmayan delilerin,
326 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 322–323. 327 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 292, 323–324.
111
temyiz çağına gelmemiş çocukların davranışlarını ahlâkî saymamamız gerektiğini
söylemek herhalde yersiz olacaktır. Aynı şekilde bu açıdan bakıldığında, ahlâkî
sayılamayacak davranışlardan bir tanesi de akıllarını kullanmadan içgüdüleri sonucu
hareket eden hayvanların davranışlarıdır. Ahlâk ilmine konu olan davranışların doğuştan
kazanılıp, değiştirilemeyeceğini söylemek kanaatimizce aslında ahlâk ilmi diye bir ilim
dalını da inkâr etmekle eşdeğer tutulabilir. Zira ahlâk ilminin konu aldığı davranışların
yukarıda da belirttiğimiz gibi iradeli olarak yapılması gerekir. Aynı şekilde doğuştan
kazanılan bir takım özellikler dolayısı ile insanların davranışlarını iyi-kötü, güzel-çirkin
diye değerlendirip bunlara değer atfetmek ve bu değerler ölçüsünde de konu alan
davranışları yapan insanları ahlâklı ya da ahlâksız diye nitelemek çok yersiz olur.
Kanaatimizce tüm bunların farkında olan Belhî, insanın doğuştan bazı davranışlara
yatkın olarak dünyaya gelse bile, bu davranışların insanın aklını kullanması sonucu
uygulanabilecek bazı yöntemlerle değiştirilebileceği görüşündedir.
İslâm ahlâk felsefesinde ahlâkın (huyların) değişip değişmemesi meselesinde
genel olarak iki görüş vardır. Bunlardan birincisi ahlâkın tabiî, insanın yaratılışında var
olan bir haslet olarak gören görüş, ikincisi ise ahlâkı sonradan dış etkenler ve çevrenin
etkisi ve alışkanlıklar yolu ile sonradan kazanılan hasletler olarak gören görüştür.
Belhî’nin, bu konuda belki de uzlaştırmacı anlayıştan kaynaklı bir orta yol izlediği
görülmektedir. Sonucunda ahlâkî anlamda iyi ve kötü diye nitelendiren bir davranışın
doğuştan kazanılması ile yapılması sonucunda bir ahlâk ilminden
bahsedemeyeceğimizin farkında görünen Belhî, bu konuda insanların bazı konulara
doğuştan yatkınlık göstermekle birlikte bunun aklın kullanması ve alışkanlıklar ile
değiştirilebileceğini ya da en azından kötü addedilebilecek bazı davranışların zararsız
hale getirilebileceğini düşünmektedir.
Vesveseyi tabiî ve ârizî şeklinde nitelendirebileceğimiz şekilde iki farklı
sebebe dayandıran Belhî, birinci durumda yani vesveseye yatkın bir tabiatla dünyaya
gelenlerin karşılaştıkları olaylar karşısında fazla direnç gösteremeyip hemen vesveseye
teslim olan insanlar olarak zikreder. İkinci durumda ortaya çıkan vesvesenin ise, insanın
olaylar karşısında durumunun zorlaştığı ve dayanmaya gücü kalmadığı zamanlarda
ortaya çıkan bir dengesizlik olduğunu belirtmektedir. İnsan karşılaştığı olayın
istenmeyen boyutlara ulaştığını görmeye başladığında kafasında da artık felaket
112
senaryoları üretmeye başlar. Kendisinin gerçekte görmeyi istemediği sahneleri hayal
kurarak kafasında canlandırma yolu sürekli olarak zihnini meşgul eder. Belki de
gerçekleşmeyecek bu olay yüzünden tahammül edilemez sıkıntılara girer. Karamsar bir
bakış açısından ve insanın kuruntularından doğan vesvese gerçekten de tabiatı bu tür
şeylere yatkın olan insanlarda daha fazla etkili olmaktadır. Sınav telaşı yaşayan bir
gencin, karamsarlığa kapılarak sınavı kazanamaması durumunda düşmek istemediği
durumları kafasında canlandıracak üzülmeye başlaması bu olaya verilebilecek
örneklerden birisidir. Kişinin karşılaştığı hemen hemen bütün olaylarda sürekli olarak
karamsar düşünmeyi kendine adet haline getirmesinden dolayı Belhî, insanın
bedeninden bir parça, mizacından bir huy olarak gördüğü, doğuştan gelen tabiî olarak
nitelendirebileceğimiz vesvesenin kişinin tabiatından bir parça gibi olacağını
belirtmektedir. Günümüzde de karşımızdaki insanı nitelerken, çok vesveseli, çok
kuruntulu bir insan ifadelerini kullanmamız Belhî’nin bu konudaki görüşlerini
destekleyen bir bakış açısı olabilir. Belhî, vesvesenin bu halini insana doğuştan gelen
mide ağrısı, kalp ağrısı, kulak ağrısı, baş ağrısı gibi insana doğumunda ârız olan bir
sebep yüzünden acı veren ağrılara benzetmektedir. Burada asıl ilginç olan Belhî’nin
burada bu tür rahatsızlıklar için okuyucusuna ağrıyı azaltan sakinleştirici ilaçlar tavsiye
etmesidir.328 Şimdiye kadar ruhî rahatsızlıkların nefsânî ilaçlar, bedenî rahatsızlıkların
da cismanî ilaçlar ile tedavi edilebileceğini belirten Belhî, bu arada bir çelişki içinde
imiş gibi görünse de, bu durum kanaatimizce filozofumuzun bu rahatsızlığı hem bedenî
hem de ruhî yönü bulunan bir rahatsızlık olarak düşünmesinden kaynaklanıyor olabilir.
Vesvesenin insanın aklını kullanamaz hale getirdiği, hayatını çekilmez kılan hayaller
kurmasına sebep olduğu düşünüldüğünde, Belhî ilk önce sakinleştirici ilaçlar ile bu
semptomların önüne geçmek, ondan sonra da ruhî tedavi yöntemleri ile hastalığı tedavi
etmek istiyor olması muhtemeldir. Belhî, ruhî tedavi yöntemlerinde en önemli
unsurlardan biri olan aklın kullanılması için de böyle bir yol seçmiş olabilir. Bir yakını
vefat eden ya da iflas etmiş olan bir kişiyi sakinleştirmeden ona vereceğimiz öğütlerin
bir faydası olmaz, zira kişi bu durumlarda söylenilen sözleri anlayacak durumda
değildir. Ancak bu tür hasta kişilere olayın ilk andaki şokunu atlatabilmek için verilen
sakinleştiriciler, bu ilk ve şiddetli şoku atlatmasına yardımcı olarak daha sonraki
merhalede aklın kullanılabilmesine olanak tanımaktadır. İnsanın vesveseye doğuştan
yatkın olmasını beden sıvılarına (ahlât-ı erba‘a) dayanarak açıklamaya çalışan
328 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 325–326.
113
filozofumuz Belhî, insanın aklına gelip dengesini bozan ve insana eziyet veren bu
rahatsızlığa yatkın olmasını beden sıvılarından olan kara safra ile açıklamaya
çalışmaktadır.329
Beden sıvılarının insanların karakter özellikleri etkilediğini belirterek
insanların doğuştan bazı davranışlara yatkın olarak dünyaya geldiklerini Belhî, kara
safranın baskın olduğu insanların sağlam bir bedene, öfkeli bir tabiata, kuru ve çatlak
bir cilde, koyu bir tene, kaba ve huysuz bir ahlâka sahip, asık suratlı, çatık kaşlı insanlar
olduğunu söylemektedir. Yine filozofumuza göre kara safranın etkili olduğu insanlar
çabuk öfkelenmelerine karşın, bu öfkeleri de çabuk sakinleşmez, karşısındakilere karşı
da merhametsiz, kin ve nefretle dolu insanlardır. Bu tür insanlar aynı şekilde kendilerine
anlatılan bir şey hakkında da kolay kolay ikna olmazlar. Kendisinde böyle bir araz
bulunan kişi kara safranın kendisine verdiği bu özelliklerin hilafında davranışlarda
bulunarak, öfkesini yatıştırabilir, neşesini açığa çıkartıp kişiliğini yumuşatabilir. Böyle
yapmakla insanlarla konuşmaktan zevk alan, onlara karşı şefkatle yaklaşan, çabuk
sakinleşen, kasvet ve kabalık sahibi olmayan bir insana dönüşebilir. Belhî’nin saydığı
bu özellikler aynı zamanda sarı safra ve balgamdan oluşan bir terkibe sahip olanların da
özellikleridir.330
Vesveseyi diğer ruhî rahatsızlar içinde ayrı bir yere koyan ve en uzun bölümü
vesveseye ayıran Belhî’ye göre, vesvese daha önce saydığımız öfke, korku ve üzüntü
gibi ruhî rahatsızlıklardan çok daha tehlikeli bir dengesizlik halidir. Daha önce
saydığımız ruhî rahatsızlıklar bu hastalıklara neden olan sebeplerin ortaya çıkması ile
vuku bulur ve bu sebeplerin ortadan kalkması ile de son bulurlar.331 İnsan öfkelendiğin
329 İnsana isabet eden bu hastalığın kara safranın tabiatından doğan bir adet haline geldiğini
belirten Belhî, kara safranın (dolayısı ile de vesvesenin) insan üzerinde iki şekilde etkili olduğunu belirtmektedir. Bunlardan birincisi, kara safranın yaratılış esnasında diğer beden sıvılarına karşı baskın gelmesi ile olmakta, ikinci ise insan yaratılışın başında beden sıvılardan sarı safra-balgamdan mürekkep bir sıvının etkisi altında ise, sarı safra balgama etki eder ve sıcaklık ile karışımı kurutarak kara safraya dönüştürmesi ile olmaktadır. Burada bizi asıl ilgilendiren Belhî’nin sonradan beden sıvılarında kara safraya dönüşen bir karışıma sahip olan birisi ile doğuştan kara safranın etkilediği birisinin gösterdikleri karakter yapıları arasında derecesel bir farklılık vardır. İkincisi, birincisinin şiddet ve kuvvet miktarına asla ulaşamaz. Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 326–327.
330 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 328. 331 Tabi burada Belhî’nin üzüntüyü ortaya çıkış sebebine göre ikiye ayırması ve birincisini sebebi
bilinen üzüntü, ikincisine de sebebi bilinmeyen üzüntü manasında gam (gumme) dediğini unutmamamız gerekiyor. Ancak üzüntünün bu türünü şimdilik geneli şamil etmemesi sebebiyle buraya dâhil etmeyeceğiz.
114
zaman; öfkesine sebep olan şey ortadan kalktığında, öfkelendiği şeye karşı ahdini yerine
getirdiğinde (başka bir deyişle öfkesini boşalttığında, intikam aldığında) öfkesi gider ve
sükûnete erer. Korku konusunda da durum farklı değildir. İnsanın korktuğu şeyin
korkusu kalbinden giderse, korkusu yok olur ve sükûnete erer. Üstelik aşırı korkuya
sebep olmamakla birlikte insanda ruhî dengesizlik hali doğuran sebepler de her zaman
kişiye hayatının her anında varid olmaz. En azından insan bu tür ruh dengesini bozacak
şeylerden hayatının büyük bölümünde salimdir. Ancak vesvese saydığımız bu
arazlardan farklı bir tabiata sahiptir. Zira vesvese, insanda ruhî dengesizliğe neden olan
sebebi bilinmeyen bir rahatsızlıktır.332 Belhî’nin vesvese hakkında sebebi bilinmeyen
bir hastalık olarak teşhisi bize hemen daha önce zikrettiğimiz modern tıp terimlerinden
olan anksiyete kavramını hatırlatacaktır. Belhî’nin vesveseyi doğuştan gelen bir
yatkınlık sebebiyle ortaya çıkması ve daha sonra dışarıdan bir sebebin etkisi ile ortaya
çıkması yönünden ikiye ayırması günümüzdeki hoş olmayan bir şeylerin (bir olayın)
olacağının (yaşanacağı) korkulu bir beklentisi içine girme ile ortaya çıkan bir insan
yaşantısı olarak ifade edilen anksiyete kavramına çok benzemektedir.333 Modern tıp,
anksiyete dediğimiz sebebi bilinmeyen bir ruhî dengesizlik hali olan bu rahatsızlığı üçe
ayırmaktadır:
1- Tehlikeye karşı normal bir reaksiyon olarak anksiyete
2- Patolojik bir davranış tipi olarak anksiyete (depressiyon)
3- Patolojik bir sendrom olarak anksiyete
Tehlikeye karşı normal bir tepki olarak ortaya çıkan anksiyete aslında bir
rahatsızlık hali değil, kişinin normal hayatına devam etmesini sağlayan bir savunma
reaksiyonudur. Patolojik bir davranış tipi olarak görülen anksiyete bir mizaç kusurudur.
Tedavi ile en az karşı koyulabilen anksiyete türü olan bir tip kroniktir. Son olarak
patolojik bir sendrom olarak ortaya çıkan anksiyete ise dışarıdan bazı olaylarla, bir
takım psikozlarda görülen bir anksiyete halidir. En son saydığımız anksiyete tipinin
332 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 329–330. 333 Sebebi bilinmeyen bir rahatsızlık olarak ortaya çıkan ve insanda geleceğe yönelik bir korku
oluşturan anksiyete korkudan farklı bir rahatsızlıktır. Anksiyete, kişinin denetimden çıkmak üzere olan yasak içgüdüsel dürtülerine karşı, kendi içinden tehdit eden bir tehlikeye karşı gösterdiği bir tepki, korku ise bunun tersine, kişinin olası bir yaralanma ve ölümle tehdit edildiği gerçek bir dış tehlikeye karşı verdiği bir tepki olarak tanımlanır. Kısaca, korkuda dışarıda insanı bekleyen gerçek bir tehlike varken, anksiyete de insanın kendi hayal gücüyle kurguladığı gerçek dışı bir senaryo vardır. Ayhan Songar, Psikiyatri, s. 326.
115
uygun bir tedavi ile tedavi edilmesi ve önlenmesi mümkündür.334 Saydığımız anksiyete
tiplerinden ilkinin bir hastalık değil, insanların tehlikeye karşı normal bir reaksiyonu
olarak kabul ettiğimizde geriye kalan iki anksiyete tipinin Belhî’nin ‘ârizî ve tabiî olarak
ikiye ayırdığı vesveseye ne kadar benzerlik taşıdığı gözlerden kaçmayacaktır.
Vesveseyi, insanların kendi hayal güçleri ile kafalarında tasarlayarak oluşturdukları ve
çoğu kez mantıksız korkulardan ibaret olan bir hal olarak düşündüğümüzde, vesvesenin
kendilerine hâkim olduğu insanları kuruntulu tipler olarak adlandırabiliriz. Zira
vesvesenin insanda oluşturduğu geleceğe yönelik endişe çoğu kez mantık dışı ve
ölçüsüzdür.
Belhî’ye göre, insan ya sevdiği ve elde etmeyi arzu ettiği şey hakkında
düşünerek zamanını harcar ya da korktuğu ve kendisine ulaşmasını arzu etmeyi şeyler
hakkında düşünerek zamanını harcar. İnsanın sevdiği ve olmasını arzu ettiği şey, insanın
kalbinin bağ kurduğu şeye olan düşkünlüğü, onun aşkıdır. İnsan bu ulaşmayı istediği
şeyi asla aklından çıkarmaz, tüm vaktini onu düşünmekle harcar, kalbinin düşkünlük
gösterdiği bu şey sürekli olarak onun zihnini meşgul eder. Bu durumda ise şüphesiz o
insan, zamanın çoğunu bu arzuladığı şeyi elde etmeyi düşünmekle geçirdiğinden,
kendisini için asıl faydalı olacak şeyleri elde etmeye vakit ayıramaz ve onu kendisi için
faydalı olacak şeyleri düşünmekten alıkoyar. İnsanın korktuğu ve kendisinde görmeyi
arzu etmediği şeyler hakkındaki düşüncesine gelince, bu bir bakıma insanın kendi
kendine konuşması, kendi kendine acabalar üretip kuruntuya kapılması gibidir.
Bedenine ve ruhuna geleceğini umduğu kötü şeyler karşısında, zihni sürekli olarak bu
düşünceler ile meşgul olarak sürekli felaket senaryoları üretir. İnsan için hayatından ve
ruhundan daha kıymetli bir şey olmadığı için, onlara bir zarar geleceği korkusu insanın
yaşayabileceği korkuların en şiddetlisidir. İnsanın bu tür durumlarda ilkine nazaran
(yani sevdiği ve elde etmeyi arzu ettiği şeye karşı olan düşüncesi) daha şiddetli ve daha
zor bir durumdur. Muhakkak ki insanın bu tür şeyler (hayatı ve ruhu) ile ilgili bir
çekindiği durum olursa, bu durum onun kalbini en fazla meşgul eden ve onu en fazla
düşündüren bir korku olur. Çünkü insan sevdiği şeyi elde etmekle haz duyar, sevdiği
şeyi elde edemediğinde ise sadece bu hazdan mahrum kalır yani kaybedeceği şey
aslında hiç kazanmadığı bir şey olur. Korktuğu ve kendisine ulaşmasını asla istemediği
elem verici bir durumun, insana ulaşması ise ona büyük bir sıkıntı ve eziyet verir.
334 Ayhan Songar, Psikiyatri, s. 332.
116
Çünkü burada insan sahip olduğu bir şeyi,( mesela sağlığını) kaybetme tehlikesinden
dolayı, sevdiği bir şeyi elde edemediğinden dolayı zihninde oluşan düşünceler, bu
durumda zihninde oluşan düşüncelere nazaran daha hafif kalır.335
Mesâlih’in muhtevası sebebiyle haz-elem hakkındaki görüşleri konusunda
kesin bir fikir sahibi olamadığımız Belhî’nin, burada geçen düşüncelerinden, insanın
kendi hayatını etkileyen acı verici bir durum karşısında duyduğu elemin, istediği bir
şeyi elde edememesi sonucu duyduğu elemden daha şiddetli olduğu görüşünde
olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın hem istediklerine ulaşamaması hem de sahip
olduklarını kaybetmesi sonucunda elem verici bir durumla karşılaşacağını, yukarıdaki
görüşlerinden çıkarttığımız Belhî’nin bu konuda Râzî gibi insanın hiçbir zaman tam bir
hazza ulaşamayacağı görüşünde olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü yapısı itibarı ile insan,
hep sahip olduklarının fazlasını ister, öyle ki, bir dağ dolusu altını olsa, iki dağ dolusu
altın, iki dağ dolusu altını olsa, dünyadaki bütün altınları ister. Aynı zamanda çoğu
kimsenin sahip olamadığı bu servetin küçük bir kısmının elinden gitmesinden dolayı
bile büyük bir acı duyar. Bu durumda insan her istediğini elde edemediğinde ve
elindekilerin elinden gitmesi durumunda elem duyar. Ancak Belhî’ye göre burada
gözden kaçırmamamız gereken şey, ikincisinde duyulan elemin, birincisine nazaran
daha şiddetli oluşudur.336 Bu durum filozofumuza göre bir insanın başına gelebilecek
musibetlerin en kötülerinden biridir. Bu şekilde kendisine ulaşmasından korktuğu bir
şey ile imtihan edilen insanının içine düştüğü durum zor bir hal alır ve bu zor anlarında
bu şey hakkında düşünüp onun hakkında vehimlerle uğraşmaktan yorgun düşer. Bu hal
onun sürekli zihnini bu şeylerle meşgul olmasına sebep olarak insanın hayatını çekilmez
kılar ve hayatın lezzetlerinden hiçbir tat alamamasına sebep olur.337
335 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 330–331. 336 Haz-elem konusunu filozofumuzun çağdaşı ve muhtemelen öğrencisi olan Ebû Bekir Râzî,
tabiî hal, tabiî halden çıkma ve tabiî hale geri dönme şeklinde üç kavrama dayandırarak anlatmaya çalışmaktadır. Hazzı elemin yokluğu olarak ifade eden filozof bunu bir örnekle şöyle açıklamıştır: “Bu aynen gölgeli, serin bir yerden yaz güneşine çıkan, sıcaktan etkileninceye kadar güneşin altında kalan ve sonra sıcaktan etkilenince de tekrar ilk yerine dönen adamın durumu gibidir. Bu kişi, bedeni ilk hale dönünceye kadar bu mekânda haz elde etmeye devam eder. Bedenin ilk haline dönmesi ile birlikte ise, bu lezzet duygusunu kaybeder. Söz konusu bu mekânda hissettiği hazzın şiddeti, daha önce kendisini bunaltmış olan sıcağın şiddeti ile gölgedeki serinlemesinin derecesinde olur.” Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, s. 79–91.
337 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 332.
117
Filozofumuz bu türden insanın içini kemiren düşüncelere müptela olanların
halini uykusunda sayıklayanların haline benzetmektedir. Uykusunda gördüğü bir
rüyadan ya da kendisinin heyecana kapılmasına neden olan başka bir sebepten dolayı
uykusunda sayıklayanların hali, aklına sürekli olarak kötü şeyler olabileceği düşüncesini
getirenlerin hali ile paralellik arz etmektedir. İkisinin de kendi kendilerine konuşmaları
(sayıklamaları) aslında kendilerine fayda vermez. Aklına sürekli olarak kötü bir şeyler
olabileceği düşüncesini getirenler sadece uykularında değil, uyanıklık hallerinde de
eziyet çekerler. Aslında uyanık olan bu kişiler sanki uykudaymış gibi hayaller görür ve
gerçekte olmayıp kendi zihninden uydurduğu bu hayal ürünü olup gördüğü sandığı
şeylerden dolayı da korkuya kapılırlar.338 Günümüzde özellikle ruhsal hastalıkları
olanların uyanık halde iken ortamda olmadığı halde kendisini hayal gücüyle var
olduğuna inandığı ses ve görüntülere halüsinasyon dendiğini hatırlarsak filozofumuzun
bu tanım çerçevesinde muhtemelen ruhsal rahatsızlıklara bağlı olarak ortaya çıkan
halüsinasyon ya da benzeri bir semptomdan bahsettiğini söyleyebiliriz.339
Filozofumuzun belirttiği üzere kötümser bir bakış açısına sahip kişi karşılaştığı olaylar
karşısında sürekli olarak bardağın boş tarafını görüp bu yüzden de gerek uykuda gerekse
uyanıkken kendisini bu düşünce ile meşgul edip kendi kendine konuşarak aslında
korkmaması gereken şeylere karşı kalbinde bir korku duygusu oluşturma yolu ile
kendisine eziyet etmektedir. Karşılaştığı bütün işlerde hüsn-ü zan ile değil de, su-î zanla
hareket edenlerin hali de aynı yukarıda anlattığımız kişilerin hali gibidir. Bu konuda
daha önce de belirttiğimiz gibi iyimser bir bakış açısına sahip olan filozofumuza göre
dünyanın kötü ve korkulacak şeylerden kurulu olan bir korku tüneli olmadığını ve
birçok durumu aslında korkunç duruma getirenin bizzat kendimizin kuruntuları ve
vehmi olduğunu söyleyebiliriz.340 Bu açıdan kötümserlik düşüncesinin341 karşısında
338 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 333. 339 Halüsinasyon, bir his organını uyaran hiç bir nesne veya uyarıcı olmaksızın, alınan bir hissin
mevcudiyetine inanma halidir. Halüsinasyon, ruh hastalıklarında sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Halüsinasyonlarda kişi, bir hastalığının olduğunu bilmeden, gördükleri, işittikleri ve hissettiklerine tamamıyla inanır. Hastanın düşünce ve fikirlerinin dışarıya aktarıldığını sanması, düşüncelerinin bir başkası tarafından biliniyormuş hissine kapılması, yabancı fikirlerin kafasına direkt olarak sokulduğunu zannetme gibi çeşitli ruhsal halüsinasyonlar da vardır. Normal kişilerde aşırı fiziksel ve ruhsal yorgunluk, ihtiyarlık zamanında uykuya dalarken ve uyanırken görülen geometrik şekiller, gri veya renkli nesneler görülmesi normal olarak kabul edilir. Ruh hastalıklarından şizofreni, psikozlar, psikonevrozlar, kısa sürede gelişen iç sıkıntısı hallerinde halüsinasyonlar sık görülür. Kaynak:http://tr.wikipedia.org/wiki/Hal%C3%BCsinasyon
340 İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 152. 341 Genel olarak, yalnızca kötüyü ve kötülüğü gören, her şeyde kötülüğün baskın çıktığını savunan,
varolan her şeyi acıma, üzüntü, umutsuzluk duyguları ile anlamsızlık, saçmalık, acı ve ölüm
118
duran filozofumuza göre bu düşünce yapısı aynı zamanda hem ruhumuzu hem de
bedenimizi etkileyen istenmeyen rahatsızlıklara sebep olabilir.
İster bu hastalığa mizacından gelen bir özellik ile ister dışarıdan bir etken ile
(tabiî ve ârızî olarak) ârız olmuş kimseler zihinlerinde sürekli olarak bu işin kötü
taraflarını düşünüp, evhamları ile zihinlerinde sürekli olarak felaket senaryoları
üretmekle meşgul olmalarından dolayı, günlük yaşantılarında normalde yapmaları
gereken işlere dikkatlerini veremez ve sıhhatli zamanlarında bitirmeleri mümkün olan
bu işleri bitirmekten aciz olurlar. İnsanın bu tür durumlarda evhamının önüne geçip
düşüncelerini kafalarında hayal ettikleri korkunç olaylar üzerine değil de güzellikler
üzerine bina etmesi yani kalplerini sürekli meşgul edip kendilerine sıkıntı veren
kötümser bir düşünce ile değil de kendilerini güzellik, iyilik ve selamet ile dolu bir
hayata götüren iyimser bir düşünce yapısı ile hareket etmesi gerekir. Bu sebeple, nasıl ki
bir hastalıktan şikâyet eden kimsenin, hastalığı karşısında büyük bir ciddiyet içerisinde
bu hastalıktan kurtulma konusunda çaba sarf ettiği ve bu çaba sonucunda da tekrar eski
sağlığına kavuştuğu gibi, kendisinde bu hastalığın belirtileri görünen kimsenin de aynı
şekilde yakalanmış olduğu bu hastalığın kendisi için bir imtihan olduğunu düşünerek
kendisine eziyet veren bu rahatsızlığı tedavi edip eski sağlığına kavuşmak için büyük
bir gayret ve ciddiyet içerisinde çalışması, gücü yettiği kadarı ile buna ulaşması ve
doğru yolu bulması gerekmektedir.342 Bu açıdan filozofumuza göre insanlar kendi
bedenleri ile ilgili bir hastalığa yakalandıkları vakit, bu hastalığa karşı çare olması için
çeşitli ilaçlara başvurdukları gibi vesvese gibi rûhânî rahatsızlıklarda da bu tedavi
çabalarının değişmemesi gerekir. Çünkü doğru bir tedavi ile tedavi edilen insanları
kendilerine eziyet veren bu tür hastalıklara karşı boyun eğmezler. Ancak filozofumuz
düşünceleri ile değerlendiren bir bakış açısı olan kötümserlik, dünyanın iyinin ve iyiliğin gerçekleşmesine engel olacak bir yapıda olduğunu iddia eden, umutsuzluğun, acı ve ölümün bu dünyanın temel ve vazgeçilmez öğeleri olduğunu kabul eden bir düşünce tarzıdır. Kötümserlik, antropolojik ya da psikolojik bir anlam içinde, insanın kişisel tecrübesinde ya da genel olarak insanî tecrübede, fizikî bir bakış açısından da fizikî dünyada, evrensel bir anlamda ise, bir bütün olarak evrende iyinin ve iyiliğin değil de, kötünün ve kötülüğün egemen olduğunu öne süren bir tavırdan oluşur. Ahlâk alanında ise kötümserlik, karşılaşılan şeyleri kara ve olumsuz görme tavrına ek olarak, yaşamın değiştirilemez ve düzeltilemezcesine kötü olduğunu, insanı ile insanın içinde bulunduğu koşulları ve dünyayı iyileştirmeye yönelik tüm eylem ve faaliyetlerin var olan kötülüğü kalıcı hale getirmekten ve arttırmaktan başka bir işe yaramadığını, insanın gerçek ödevinin, insanlığın her geçen gün yok oluşunu görmeye tahammül etmek, dayanmaya çalışmak olduğunu savunan ahlâk öğretisine karşılık gelir. Ahmet Cevizci, “Kötümserlik” md., Felsefe Sözlüğü, s. 630–631.
342 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 334.
119
insanların çoğunun çeşitli sebepler ile bu hastalıklara karşı güç yetiremeyeceklerini
düşündüklerinden dolayı bu hastalığı tedavi edip tekrar eski sağlığına kavuşmak için bir
şey yapmadıklarını, herhangi bir çaba göstermediklerini belirtmektedir. Filozofumuz
Belhî, insanların bu tür düşüncelerine karşı çıkarak belki de kitabında ikinci kez dinî bir
delile başvurarak durumu açıklamaya çalışır. Bu konuda filozofumuzun prensibi hem
bedenî hem de ruhî hastalıkların tedavisinin mümkün olmasıdır, zira Allah (cc)’in gerek
bedene gerekse ruha ârız olan bütün hastalıkların şifasını yaratmıştır. Belhî’ye göre bu
konuda bize düşen görev ise, Allah'ın bizlere verdiği bu hastalıkların bizler için birer
imtihan olduğunu düşünmek, Allah’ın tedavisi olmayan bir hastalık yaratmadığına,
bütün hastalıklara bir şifa yarattığına inanmaktır. Bu tür hastalık durumlarında
insanların kendi yakalandıkları hastalıklar hakkında gücünün yettiği ölçüde gayret
göstererek kendilerine eziyet veren bu hastalık ister bedenî ister ruhî olsun bu hastalığın
şifasını araştırması ve tedavi olması gerekir.343
Her hastalığa karşılık gelen bir devanın bulunduğu prensibini açıklarken dinî
kaynaklara başvurduğunu gördüğümüz filozofumuz, insanın yakalandığı hastalıklardan
kurtulup tekrar eski sağlığına kavuşabilmesi için, hastalığa sebebiyet veren cismanî ve
rûhânî sebeplerin ortadan kaldırılması gerektiği görüşündedir. Eğer insanın hastalığa
sebep olan nedenlerin hepsini kaldırmaya gücü yetmiyorsa en azından hastalığın
şiddetinin azaltılması için bu sebeplerden bazılarının ortadan kaldırılması için gayret
sarf etmesi gerekir. Çünkü istenmeyen sonuçlar doğurabilecek bir konumda bulunan bu
hastalıkların bir kısmının tedavi edilmesi, hiç tedavi edilmemesinden daha iyidir. Ayrıca
tedavinin terk edilmesi de hastalığın şiddetinin artmasına ve sonradan telafisi mümkün
olmayan sonuçlara sebep olabilir. Hastalıklar karşısında okuyucusuna mutlaka tedavi
343 Filozofumuz şifasız hastalık olmaz görüşünde Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in
hadislerinden etkilendiği açıktır. Bu konuda Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in hadisleri şu şekildedir:
“Şâfî-i Kerim Allah Teâla Hazretleri, her ne hastalık indirmişse onun devasını da indirmiştir” Bu rivayet, Ebu Davud ve Tirmizi'de şu ziyade ile vardır: "Tek bir hastalığın ilacı yoktur" dedi. Kendisine: "O hangi hastalıktır?" diye soruldu da: "İhtiyarlık!" cevabını verdi." Ebu Davud, Tıbb 1, (3855); Tirmizi, Tıbb 2, (2039); İbnu Mace, Tıbb 1, (3436). Sahîh-i Buhârî’de ise bu hadis şu şekilde geçmektedir; Ebû Hureyre (ra) birdirdiğine göre Hz. Muhammed (sav) şöyle buyurmuştur; “Allah, indirdiği her hastalığın şifasını da indirmiştir.” Sahîh-i Buhârî Muhtasar-ı Tecrîd-i Sarîh, trc. Abdullah Feyzi Kocaer, (1959), II / 709, Yeni Şafak 2004.
Hz. Aişe (r.a) rivayet ettiği başka bir hadiste de Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) çörek otunun hastalıkların tedavisindeki yerine dikkat çekerek şöyle buyurmuştur; “Şu siyah taneler (çörek otu) Sâm’dan başka her hastalığa devadır.” Hz. Aişe (r.a) “Sâm nedir?” dediğinde Hz. Muhammed (sav) “Ölümdür” buyurmuştur. Sahîh-i Buhârî Muhtasar-ı Tecrîd-i Sarîh, trc. Abdullah Feyzi Kocaer, (1962), II / 702, Yeni Şafak 2004.
120
olmalarını tavsiye eden filozofumuz, tedavinin ise hastalığın cinsine göre olduğu
düşüncesindedir. Ona göre bedenî hastalıklarda cismanî ilaçların hükmü ne ise, ruhî
hastalıklarda da rûhânî ilaçların hükmü aynıdır. Bu düşünce yapısı, filozofumuzun
bedenî hastalıkların sadece bedene, ruhî hastalıkların da sadece ruha etki eden zararlar
vermeyeceği; bedenî rahatsızlıkların ruhta, ruhî rahatsızlıklarında beden üzerinde bir
takım istenmeyen sonuçlar doğurabileceği görüşü ile ilk bakışta çelişki içinde imiş gibi
gözükse de, bunu sebep-sonuç ilişkisi içinde düşündüğümüzde bu çelişkinin ortadan
kalkması mümkün gözükmektedir. Şöyle ki; bedende çeşitli zararlar meydana getiren
ruhî rahatsızlıkların verdiği bu zararları hastalığın neden olduğu sonuçlar içerisinde ele
alırsak, hastalığın kaynağının aslında ruhî olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bu
durumda filozofumuz da ilaçların hastalığın cinsine göre olmasını uygun görmektedir.
Örneğin, psikosomatik hastalıklar arasında zikredilen ülser rahatsızlığın sebebi aslında
strestir. Rûhânî bir rahatsızlık olan stres çeşitli sebeplerle etkisini beden üzerinde
göstermiştir. Cismanî ilaçlarla tedavi bu hastalığın beden üzerinde gösterdiği etkilerden
bazılarını ortadan kaldırsa da, hastalığı ortaya çıkaran sebebi yani stresi tam olarak
tedavi etmediği için bu durumda cismanî ilaçlar aslında geçici bir çözüm yolu olmaktan
öte gitmeyecektir. Bu durumda en etkili tedavinin ise stresi ortadan kaldırmak için
uygulanacak bir rûhânî tedavi olduğunun söylenmesi ise kanaatimizce herhalde
gereksizdir.344
Filozofumuza göre rûhânî ilaçlar, insanı üzüntü ve korkularından kaynaklanan
istenmeyen sonuçları önlemek ve bu istenmeyen etkileri yok etmek için kullanılan öğüt,
hatırlatma ya da insanın kendisini sakinleştiren düşüncelerden oluşmaktadır. Üzüntü ve
korku gibi ruhî rahatsızlardan olan vesvese konusunda da, tıpkı diğer rûhânî
rahatsızlıklarda olduğu gibi insanın kendisine ulaşan bu arazları kendisinden
uzaklaştırması, bu hastalıkların meydana getirdiği olumsuzlukları azaltması ve ruhunu
bu olumsuzluklardan koruması için filozofumuzun hocası Kindî ile aynı şekilde “hile”
adını verdiği çözüm yollarını okuyucularına aktarmaktadır. Filozofumuza göre, insan
kendisinin hastalanmasına sebep olan cismânî ve rûhânî unsurların ortadan kaldırılması
ile tekrar sıhhatine kavuşabilir. Eğer kişi bu sebepleri tamamen ortadan kaldıramıyorsa
en azından bu sebepleri hafifletici önlemler alarak hastalığın ilerlemesinin önüne
344 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 334–335, İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk
İlminin Teşekkülü, s. 144.
121
geçerek istenmeyen etkileri azaltmalıdır. Hiç şüphesiz istenmeyen kötü sonuçların bir
kısmını yok olması, tamamının var olmasından insan için daha hayırlıdır.
Filozofumuzun okuyucusuna tavsiye niteliğinde verdiği öğütlerden bir tanesi de
tedavinin terkinde hastalığını şiddetinin artacağı ve geri dönüşü olmayan sonuçlara
sebep olabileceğidir.345
Belhî, bedenî hastalıklar da cismanî ilaçlarını etkisini ne ise, aynı şekilde ruhî
rahatsızlıklarda da rûhânî ilaçların etkisini benzer görmektedir. Ancak burada aklımıza
hemen “Rûhânî ilaçların neler olduğu?” sorusu gelecektir. Cismânî ilaçların elle tutulur,
gözle görülür somut nesneler olduğunu düşündüğümüzde bu soru şüphesiz daha bir
anlam kazanacaktır. Şimdi, bazen bedenimizde de çeşitli rahatsızlıklara neden olabilen
ruhî rahatsızlıklarımızı tedavi eden bu ilaçların neler olduğunu Belhî’den öğrenmeye
çalışalım. Filozofumuza göre; rûhânî ilaçlar ya insana verilen öğüt ve hatırlatma
kabilinde sözler ya da insanın kendi kendisini yatıştırıcı düşünceleridir. İnsan bu öğüt ve
düşünceleri, ruhundan kaynaklanan korku ve üzüntü gibi arazların kötü sonuçlarını
giderme konusunda bir silah gibi kullanır. Aynı şekilde daha önce zikrettiğimiz ruhî
rahatsızlıklarla aynı cinsten kabul edebileceğimiz, insanın kendi kendine konuşmaları
(ruhî konuşmalar) ve vesveseleri olduğu zaman da biraz sonra açıklayamaya
çalışacağımız çıkar yolları (hile) uygulaması gerekir ki, bu yollarda; kişinin kendisine
ârız olan arazları uzaklaştırmak, bu arazların sebep olduğu olumsuzluklardan kendisini
korumak ve bu olumsuzlukları azaltmaktan ibarettir. Filozofumuz “hile” adını verdiği
bu çıkar yollarının (çözüm yollarının) insanın içinden ve dışından gelip kendisine
musallat olan bu arazlara karşı insan için bir savunma mekanizması oluşturacağı
görüşündedir.346
Okuyucu şüphesiz yukarıda filozofumuzun sunduğu çözüm önerilerinin
(ihtiyal) iki yönlü olduğunun farkındadır. Bunlardan bir tanesi öğüt ve hatırlatmaları
oluşturan dışşal (dış kaynaklı) ya da dışarıdan gelen çözümler, diğeri de insanın kendi
kendini yatıştırmasına, ruh kuvvetlerini sakinleşmesine yardımcı olan içsel (iç kaynaklı)
ya da içten gelen çözümlerdir.
345 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 335. 346 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 336.
122
Filozofumuzun dıştan gelen yardımlar konusunda üzerinde durduğu anahtar
kavram yalnızlıktır. Yalnızlığı birkaç istisna haricinde hiçbir şekilde tasvip etmeyen
filozofumuza göre, bir insanın ruhu etkileyen bu hastalıkları önleme konusunda olumlu
etkileri bulunan bu yardımı alabilmesi için öncelikli olarak yalnızlıktan ve yalnız
kalmaktan uzak durması gerekmektedir. Filozofumuzun yalnızlığı burada aynı manalara
gelen iki kelime ile ifade etmesi (vahdet-infirâd) birisini fizikî diğerini ise düşünsel
yalnızlık olarak ifade etmek istemesinden kaynaklanmış olabilir. Hangisinden
kaynaklanırda kaynaklansın insanın yalnız kaldığında kendisine birçok olumsuz etkilere
neden olabilecek içsel konuşmalarla baş başa kalır ve ruhî kuvvelerinde var olan
sakinlik halinden uzaklaşarak bir heyecanlanma ortaya çıkabilir. Bu dengesizlik hali de
insanı daha önceden söz ettiğimiz endişe, korku gibi ruh hastalıklarına götürebilir.
İnsanın başta vesvese olmak rûhânî rahatsızlıklardan kurtulması için ruh kuvvetlerini
içsel ve dışsal bir çalışma ile desteklemesi gerekir. Dışsal (harici) çalışması, kişinin
insanlarla meşgul olması, onlarla ilişki kurması, konuşması, muhatap olması ve
görüşmesi ile olur. İnsanın tab’an medeni olduğunu düşündüğümüzde Belhî’nin
yalnızlık konusunda ne kadar doğru bir tespit yaptığını söyleyebiliriz. İnsanın iç (dahili)
çalışması ile destek olması ise, kendisine sıkıntı veren düşüncelere karşı olarak
kalbinden gelen kendisini rahatlatacak düşüncelere ilgi göstermesi ile olur.347
İnsanı sıkıntıya sokacak yukarıda saydığımız ruhî rahatsızlıklara götürecek
düşüncelere karşı, üzüntüsünü paylaşacak, içini boşaltacak kimse bulunmadığı
zamanlarda içinden gelen bu tür fikirlerle meşgul olup kendisine sıkıntı verebilecek olan
düşüncelerden bu suretle uzak durması gerekir. Belhî’nin içsel çalışma olarak zikrettiği
faaliyetler kanaatimizce, insanın hobisi sayılabilecek ve onu rahatlatabilecek olan kitap
okuma, T.V seyretme, balık tutma gibi bu ve benzeri faaliyetler olabilir. İnsanın
kendisini sıkıntılı anlarında kendisinin zihnini dağıtacak, sıkıntısını bir nebze olsun
unutturacak bu tür şeylerle uğraşması hiç şüphesiz insanın sıkıntısını bir nebze olsun
azaltarak sonucu ruhî rahatsızlıklara varacak kötü sonuçlara ulaşmasına engel olabilecek
yöntemlerden birisi olarak sayılabilir. Özellikle filozofumuzun, ince tabiatlı ve zeki
insanların içlerini kemirdiğini belirttiği vesveseden uzak durmak için bu tür insanların
yalnız kalmamaları, kaldıklarında ise kendilerini vesveseye götürecek düşünce
yapısından uzak durmaları için kendilerini bundan uzak tutacak hobi adını
347 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 336.
123
verebileceğimiz meşguliyetlerle ilgilenmeleri kendileri için faydalı olacaktır. Aksi
durumda ise, insanı vesveseye götüren bu düşünceler, kişiyi zayıf düşürerek ona eziyet
verebilir. Filozofumuz bu tür durumların insanların ancak yalnızlık kaldıklarında ortaya
çıktığını, insanlarla beraber olduğu zamanlarda ise olumsuz düşüncelerinin azaldığını
belirterek, insanın diğer insanlarla beraber olduğu zamanlarda kalbindeki vesvesenin
kendilerine tesir etmeyeceğini belirtmektedir. Bu sebepten dolayı Belhî, insanoğlu için
yalnızlığın yerildiğini, bunun yerine insanlarla dostluk, arkadaşlık kurarak onlarla
muhatap olmanın insanoğluna tavsiye edildiğini söylemektedir.
Burada dikkatimizi çeken en önemli hususlardan biri de insanların kendi
aralarında konuşarak dertlerini paylaşmaları ve belki de bunun sonucunda kendilerini
ruhî hastalıklara götürebilecek sebepleri azaltmalarıdır. Buna göre insanların çeşitli
konularda kendi aralarında konuşmalarının, insanların ruh sağlıkları için önemli bir
konumda olduğu söylemek herhalde doğru tespit olacaktır. Belhî’ye göre; yalnız kalma,
yalnızlık hali yalnızca üç grup insan için müsaade edilen bir durum olabilir. Bunlardan
birincisi, devletin bekasını ilgilendiren konularda rahatça düşünebilmesi için
hükümdarlardır. Zira devleti yakından ilgilendiren savaş gibi durumlarda doğru karar
alabilmek için tek başlılık çok önemlidir, insan bu tür durumlarda çevresindeki
insanlara danışabilir, ancak nihaî karar anında hiç kimsenin etkisinde kalmamak ve
sorumluluğu yalnızca kendisine ait olacak bir durumda en doğru kararı alabilmek için
(hükümdarların) yalnız kalmaya ihtiyacı olabilir. Yalnız kalma konusunda
filozofumuzun müsaade ettiği ikinci sınıf ise ilim adamlarıdır. İlim elde etmek isteyen
hikmet sahiplerinin, ilimlerinde derinliğe varmaları, bu konuda çıkarım ve telifte
bulunmaları için yalnız kalmaları gerekebilir. Aynı şekilde Allah'a ibadet etmek ve
kullukta bulunmak için yalnız kalan zahid kulların da bu davranışları yerilen değil,
övülen davranışlar içerisinde zikredilebilir. Hükümdarlar, hikmet sahipleri ve zâhid
kullar haricindeki insanların yalnız kalmalarını doğru bulmayan Belhî, bu yalnızlığın
insanlar için bir yararı değil, aksine birçok zararı olduğunu belirtmekte ve bu yalnızlığın
insanı kötü düşüncelere sevk edebileceğini söylemektedir. Filozofumuz insanı kötü
düşüncelere sevk edebileceğinden dolayı yalnızlığın yerildiğini, Allah'ın insanların
yararı için kendi cinsleri ile bir arada olmaları için aralarında ünsiyet yarattığını
belirtmektedir. Belhî’nin belirttiğine göre; Allah Teâlâ bu durumu hem onlara
sevdirmiş, hem de bu durumu onlar için bir ferahlık, üzüntü ve gamdan kurtulma yolu
124
kılmıştır. Toplumda yalnız kalmak isteyen insanların varlığını gözden kaçırmayan
Belhî, bu tür insanların tabiatlarında bir bozukluk olduğu, zira ünsiyet talep etmenin
Allah'ın insanlara verdiği bir özellik, bir tabiat olduğunu belirtmektedir. 348
Yalnızlık konusunda ruh sağlığı açısından kesinlikle olumlu şeyler
düşünmeyen Belhî, bu durumu hayvanlardan örnek vererek açıklamaya çalışmaktadır.
Toplu halde yaşama şeklinin, hayvanlar içerisinde en sakin tabiata sahip ve en huzurlu
hayvanlar için de, geçerli bir yaşam şekli olduğunu belirten Belhî, tabiatta uysal ve
sakin yapıları ile tanınan koyun ve kuşların sürü halinde yaşadıklarını görmekte
olduğumuzu söylemektedir. İnfirâd (fizikî yalnızlık) ve tevahhüdü (düşünsel yalnızlık)
talep eden ve bu halde yaşayanlar hayvanların, hayvanlar âlemi içerisinde genelde vahşi
huyların galip olduğu yırtıcı hayvanlarda olduğunu söyleyebiliriz.349
Toplu halde yaşamanın insanlar için sayısız faydalar vardır. Toplu halde
yaşamak, insanların bütün ihtiyaçlarını tek başına sağlayamayacaklarını
düşündüğümüzde zorunlu bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlar toplu halde
yaşayarak hem kendilerinin yaşamaları için gerekli olan maddî şeyleri temin edebilir,
hem de sıkıntılı anlarında diğer insanlarla konuşma yolu ile sıkıntılarını, dertlerini
paylaşarak manevî ihtiyaçlarını karşılayabilirler. İster maddî olsun ister manevî insan
için toplu yaşamak da birçok faydalar vardır. Örneğin; yolculuk ve benzeri
tasarruflarında insanların yalnız halde kalmaları kendilerine birçok zararı dokunabilecek
sonuçlar doğurabilir. Bu konuda Belhî, yalnız yolculuğa çıkanların başlarına gelen
afetlerden bahsederek, bu kişilerin kazançlarını yitirdiklerinden, başlarına hoş olmayan
durumların geldiğinden bahsetmektedir. Belhî, yalnızlık konusunda dinî bir motife
dayanarak bir benzetme yapmakta; yalnızlık zamanında şeytan vardır manasında “Bir
olan şeytandır” denildiğini belirtmektedir. Okuyucusuna her fırsatta yalnızlıktan
kurtulmayı, insanlarla iç içe, toplu bir şekilde yaşamayı tavsiye eden ve kanaatimizce de
bunu ruhî rahatsızlıkları tedavi eden bir ilaç mesabesinde gören filozofumuz, karşılaştığı
işler karşısında zihni karışan, ne yapacağına karar veremediği için sıkıntı içerisinde olan
veya başına gelen herhangi bir musibet dolayısı ile imtihan içerisinde olanların
kendilerine kötü zan ve düşüncelerin tasallut etmemesi ve bu düşüncelerin kendilerini
348 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 337–338. 349 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 338.
125
hoş olmayan sonuçlara yani ruhî rahatsızlıklara götürmemesi için yalnızlıktan sakınması
gerektiğini söylemektedir. İnsanın kendisine olumsuz etkileri bulunan bu yalnızlıktan ve
yalnızlık düşüncesinden uzak durması için mutlaka bir işle meşgul olması ve gününü
bununla uğraşarak geçirmesi gerekir. Filozofumuzun burada bahsetmek istediği tiplerin
içine kapanık, olaylar karşısında sürekli olarak yalnız kalarak kendisini olayların
olumsuz düşüncelerine sevk eden kişileri anlatmak istemesi muhtemeldir. Belhî, bu tip
kişilerin boş durmamaları gerektiğini belirtmekte ve bu kişilerin bir şeylerle meşgul
olmak sureti ile kendilerini vesveseye götüren düşünceleri engelleyebileceklerini
düşünmektedir. Filozofumuzun vesvese karşısındaki tutumu da tıpkı diğer ruhî
rahatsızlıklarda olduğu gibidir. İlk önce rahatsızlığa neden olan sebepleri okuyucusuna
aktarıp, okuyucusunun bunlardan sakınmasını tavsiye eden filozofumuz, daha sonra ise
rahatsızlık anında bu rahatsızlığın nasıl tedavi edilinebileceğini okuyucularına
anlatmaktadır. Yukarıda anlatılan tipteki insanlar, meşgul olacak bir iş bulamadıkları
vakit içlerinden gelen düşüncelere yenik düşebilir ve bu yüzden de eza görebilirler. Bu
tip insanların mutlaka kendisini olumsuz düşüncelere sevk eden bir düşünce yapısından
uzaklaştıracak, kafasını boşaltacak ya da kendisini rahatlatacak bir işle meşgul olmaları
gerekmektedir.350
Filozofumuzun belirttiği bu kişi eğer halktan birisi ise, bu kişinin maişetini
kazanmak için uğraşması, hükümdar ise de saltanatının iyiliği için uğraşması ve çaba
göstermesi gerekir. Eğer hükümdar bu tür şeylerle uğraşmaz ise, halktan birisi gibi iaşet
derdi de olmadığından, gece-gündüz demeden vaktinin hepsini, zevk-i safaya, yeme-
içmeye, kadınlara ve ruhî kuvvetleri harekete geçiren musiki dinlemek ile güzel şeylere
bakmak gibi kişiye eza veren düşüncelere harcar. Bu meşguliyetler daha sonra beş
duyusuna da yayılır. Tüm her şeyi, kalbi ve şehevî güçleri bunlarla meşgul olur. Üstelik
bu durumda olan insanlar maymun iştahlı olduklarından bir süre sonra kendisine
sunulanlar yetmemeye, kendisine sunulan şeylerden zevk almamaya ve yeni şeyler
istemeye başlar. Ve bu hal; yani nefsinin elde ettiği şeylerden hızlı bir şekilde yüz
çevirerek yeni şeyler istemesi, kendisinde adet haline gelerek kişiyi tamamen bu işlerle
meşgul olmaya ve düşüncesini tamamen bu konuya hasretmesine neden olur. Yeni
lezzetleri, arzu ettiği yeni şeyleri elde ettiği zaman da, zamanla yeni elde ettiği şeyler de
onun için eskir ve kendisine artık lezzet değil rahatsızlık veren şeyler halini alır. Bundan
350 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 339–340.
126
dolayı da tüm vaktini yeniden lezzet almak için harcar ve bu artık hiçbir şeyden lezzet
alamıyorum düşüncesi, kendisinde eziyet verici bir hal almaya başlar.351
Ruhî rahatsızlıkların tedavisinde öğüt ve hatırlatmayı da ilaç mesabesinde
gören Belhî’ye göre, insanın yanında kendisinin sevgi ve şefkatine güvenebileceği,
emin bir insanın bulunması kişi için çok önemlidir. Çünkü bu tür durumlarda,
tanımadığı bir insanın tavsiyelerinden çok tanıdığı insanın tavsiyelerine güvenir.
Tanımadığı kişilere karşı olabilecek olan önyargısını onlara karşı göstermez. İnsanın
yanında olan ve kendisine akıl verebilecek durumda olan kişinin tavsiyeleri, insanın
kötü düşüncelerini ve ruhundaki rahatsızlıkları tedavi etmekte çok etkilidir. İnsan bu tür
sıkıntılı durumlarında, sevdiği kişinin nasihat ve sözleri ile teselli bulur ve böylece de
ruhu sıhhat bulur. Zihninin karıştığı durumlarda bu nasihatlerle fayda bularak, kendisini
kurtuluşa götürecek yolu bulur ve mutlu olma yolunda bir adım daha atar.352
Kendisine ruhî rahatsızlıklardan olan vesvesenin ârız olduğu kimsenin içini
kemiren bu rahatsızlıktan kurtulması için, kendi içinden kaynaklanan ve kendisini kötü
düşüncelere sevk eden fiil ve düşünceleri yok etmesi ya da en azından azaltması, zihnini
kontrol altına alarak aklını kullanacak çareler ve çıkar yolları (hile) araması lazımdır.
Bu çareler yukarıda saydığımız dışarıdan bir kişinin kendisine vereceği nasihatler
olabileceği gibi, kendisinin içinden gelen vesveseyi önleyici düşünceleri de olabilir.
Kişi akıl kuvvetini kullanarak, kendisine vesveseye götürecek olan bir düşünce yapısına
mukavemet edip karşı koyabilir. Bir nevi iç çatışma olarak adlandırabileceğimiz bu tür
durumlarda, insan kendi kendine bir bakıma savunma mekanizmaları oluşturarak, yine
kendisinin evhamlarından türeyen olumsuz düşüncelerine karşı koyarak kendisine daha
sonra eza verecek ve hayatını çekilmez kılacak olan vesveseye karşı koyabilir. Kişi
bunu sağlıklı olduğunda, bedenine bir takım acı ve hastalık hallerinin isabet
edebileceğini kabul ederek ve bela gibi bedenine ârız olan hastalık ve illetlerden
bazılarının kendisine ârız olduğu durumlarda bunun ruhunu da etkileyebileceğini
düşünerek yapabilir. Kişi bu şekilde kendisini vesveseye götürebilecek olan kötü
düşüncelere karşı koyarak, başına gelen istenmeyen olaylarda düşüncesinin onun
şiddetli bir evhama götürmesine ve kötü bir zanna kapılmasına engel olabilir. Eğer kişi
351 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 339–341. 352 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 341.
127
bu şekilde önlem almazsa, hastalık anlarında sıkıntısı ve endişesi artarak, hastalığı
kendisine iki kat eza verir. İnsanın hasta olduğu zamanlarda bunu yukarıda belirttiğimiz
gibi, normal bir hadise gibi karşılayarak soğukkanlı bir tavır takınması için, hiç şüphesiz
sağlıklı anlarında da endişe, korku, kötü zan gibi şeyleri düşünmesi, tüm vaktini ve
düşüncesini bunlara hasretmenin kendisi için yarardan çok zarar getireceğini düşünmesi
gerekir. Yani insanın, başına bu tür felaketlerden gelmeden önce her şeyin insan için
olduğu düşünerek bir bakıma hayatının ileriki yıllarında muhtemel olarak
karşılaşabileceği veba gibi zor hastalıklara ve savaş gibi insanı korkuya sevk eden
durumlara kendisi alıştırması gerekmektedir. Eğer kişi kendisini bu tür musibetlere karşı
hazırlarsa, bu tür şeyler başına geldiğinde soğukkanlı bir şekilde bu olayları karşılar ve
akıl kuvvetine hükmederek kendisini için en doğru ve faydalı kararı verebilir. İnsan
yukarıda saydığımız veba, savaş vb. musibetlerin bu dünyanın bir imtihan dünyası
olması hasebiyle kendisine uğramamasından emin değildir. Eskilerin “Bu kar her kapıya
yağar” deyimi ile ifade ettikleri bu durum, felaketlerin bu dünyanın bir tabiî bir yapısı
olarak her insanın başına gelebileceğini ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir. Bu tür
musibetlerin insanın kendisine ulaşabileceği düşüncesi, insanın kendi kendine
söylendiği ve bu şekilde de kendi kendisine eza verdiği vesveselerinin bir çeşididir.
İnsanın, bizzat doktorlar tarafından hasta olmadığı belirtilse ve bu durum güvendiği
kişiler tarafından da onaylanmış olsa da, bazen kendisinde olan bir ağrı veya sızıdan
dolayı kuruntu yaparak bu ağrıyı kafasında büyüterek bütün düşüncesini buna
hasrederek gereksiz bir acı çeker. Yaslanacak bir şeye ihtiyaç duymadan ayakta
durabilen sapasağlam bir insan bile bu batıl vesveseler yüzünden hasta olduğu vehmine
kapılarak eza görür. Kalbinden gelen bu vesveseler, kişiye hayatı zehir ederek kişinin
hayatında kendisi için asıl önemli ve zorunlu olan işleri ve düşünceleri ile uğraşmaktan
alıkoyar. 353
Vesvese, insana doğuştan sahip olduğu bir özellikten dolayı ya da şeytanın
insanı dünya ve ahiretteki durumlarının zararları hakkında içini kemirten düşüncelerle
musallat olmasından dolayı doğar. Yani vesvese insana ya doğuştan taşıdığı karaktersel
bir özelliğinden dolayı ya da kendi düşünce yapısından dolayı ârız olabilir. Ancak her
ne olursa olsun, vesvese insana hangi cihetten musallat olursa olsun, vesvesenin insana
ârız olduğu durumlar araştırıldığında, insanın hayatını çekilmez kılan vesveseye
353 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 342–343.
128
yönelmesinin zorunlu olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Şu halde bizlere düşen görev
de vesveseye yönelmemek ve bu konuda mücadele etmektir. 354
Vesvese ile mücadele yollardan ilki ve belki de kanaatimizce en önemlisi akıl
kuvveti ile düşünmektir. Akıl kuvveti deyince aklımıza gelen ilk isimlerden birisi hiç
şüphesiz filozofumuzun çağdaşı, muhtemelen de öğrencileri arasında sayabileceğimiz
et-Tıbbu’r-rûhânî’nin yazarı olan Ebû Bekir Râzî’dir. Ruh sağlığı ile ilgili kitabının ilk
bölümünü “Aklın Üstünlüğü ve Övülmesi Hakkında” başlıklı bir yazının oluşturduğu
Râzî, akıl-hevâ çerçevesinde ele aldığı ruh sağlığı konusunda akıl kuvvetine çok büyük
önem vermiş ve aklı Allah'ın bizlere verdiği en büyük nimet olarak zikretmiştir. Akıl
vasıtası ile insanların akla sahip olmayan hayvanlara üstün kılındığını belirten Râzî’ye
göre, insanların aklı hâkimken mahkûm, övülenken yerilen, tâbi olunanken tâbi olan
yapmamalı, hevâyı akla musallat etmemesi gerekir.355 Mesâlih’de Râzî gibi aklın
övülmesine dair müstakil bir başlık ya da bölüm ayırmamakla birlikte Belhî’nin satır
aralarında bile olsa bu konuda çağdaşı Râzî gibi düşündüğünü söyleyebiliriz. Belhî’ye
göre, insanların ruh hastalıklarından kurtulmaların öncelikli yolu akıllarını
kullanabilmelerinden geçmektedir. Zaten ruh hastalığı diye adlandırdığımız hastalıkların
çoğunun insanın bu sıkıntılı anlarında aklını işlerine âmir edememesinden
kaynaklandığını görmekteyiz. İnsanın şeytanın içini kemirmesinin bir izi olan
vesveseden korunması için, hem dünya hayatı ile ilgili hem de bundan sonraki yaşamı
olan ebedî yaşam ile ilgili konularda kendisini su-î zanna götürecek düşüncelerden
kalbini koruması için akıl kuvveti ile düşünmesi gerekir. İnsan aklını kullanarak olayları
karşısında soğukkanlı bir biçimde paniğe kapılmadan tekrar düşündüğünde, insanların
kalplerini yoğun olarak meşgul eden konuların aslında sadece insanoğluna has bir olay
olduğunu, diğer canlıların bu tür evhamlarının olmadığını görür. Aynı şekilde
ilgilendiği şeylerin de, korktuğu şeylerinde sadece kendisine has şeyler olduğunu
gözlemler. İnsanoğlunun hayatını çekilmez hale sokan vesveseye götüren bu düşünceler
aslında aslı olmayan şeyler, kuruntulardır.356
İnsan günlük yaşantısında dostluk kurduğu kişilerin önem verdiği şeylere
önem verir, onların ilgilendiği şeylerle ilgilenir. Zaten insanların aralarında dostluk
354 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 344. 355 Ebû Bekir er-Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 57–58. 356 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 344.
129
kurmaları için mutlaka bir ortak paydaları olması gerektiği göz önüne alındığında bu
çok doğal bir durumdur. Bunun yanında insanların sürekli olarak kendi yanlarında olan
sözlerine güvendiklerini dostlarının söylediklerini önemsedikleri de bir vakıadır. İşte
insanın yanında bulunan dostların söyledikleri, insanın kendisini vesveseye götüren
asılsız düşünceleri düşünmeye başladığında bir kat daha önem kazanır ve bu sözler
insan için belki de kötü zan ve düşüncelere karşı kullanabildiği delillerinden birini
oluşturur. İnsanda açık ve görülen bir sebebi olmamasına rağmen kendi vesvesesi
sayesinde bedeninde ya da ruhunda görülen ufak bir acıyı amansız bir hastalık gibi
telakki edip, geri kalan zamanının hepsini bu durumu düşünmekle harcayıp hayatını
çekilmez kılması durumunda dostunun kendisi için söyleyecekleri gerçekten de bir ilaç
mesabesinde olacaktır. Günlük yaşantımızda, en ufak ağrılarımızda bile kendimizi
işimize veremeyişimiz düşünüldüğünde, bir de bu ağrıya ek olarak insanı vesveseleri
sayesinde oluşturduğu felaket senaryoları düşünüldüğünde insan için o anların ne denli
çekilmez olacağını hayal etmek herhalde zor olmayacaktır. İnsanın neresi ağrıyorsa en
kötü ağrı o bölgenin ağrısı, insanları arasında da en şiddetli ağrı kendisinin çektiği
ağrıdır. Bu düşünce tarzı insanın tabiatında olan bir düşünce yapısıdır. İnsan genel
olarak kendisine ârız olan bu rahatsızlıklardan ötürü bunlardan kendisine büyük zararlar
gelmediğini gördüğünde ve bunu kalbine kabul ettirdiğinde; bu tecrübesinden sonra
(yani bu rahatsızlıkların aslında kendisi için normal şeyler olduğunu anladıktan sonra)
sağlıklı iken başkasının bu tür rahatsızlıklara yakalandığında ya da kendisinin bu tür
rahatsızlıklara tekrar yakalandığında bu eleme tahammül gösterir ve korkuya kapılmaz.
Dolayısı ile kendisini bu tür şeylere alıştıran insanlara, rûhânî bir araz etki ettiğinde bu
onları çok fazla etkilemez. Bundan dolayı kişinin kendi tabiatında olan ya da daha sonra
çeşitli şekillerde kendisinde var olabilen ve kendisini vesvese ile diğer rûhânî
rahatsızlıklara götüren, kalbini bu şeyler ile meşgul edip yıpratan düşünce yapılarından
kurtulması yahut en azından bu düşünceleri azaltması, başına gelen ufak şeylerin de
kötü şeyler olmadığını hissetmesi gerekir. İnsanın kendisinde var olan ufak bir şeyi
kalbinde vesveseler üretmek yolu ile kafasında felaket senaryoları üretip kendisine
hayatı çekilmez kılmasını filozofumuz, tevilinin korkuttuğu ürkütücü rüyalar gören
kişinin durumuna benzetmektedir. Eğer kişi normalde alışık olmadığı türden ürkütücü
rüyalar yani kâbuslar gördüğünde, uykusundan korku ile uyanır. Uyandığı zamanda bu
kâbusun etkisi üzerinden gitmez, bu kâbusun etkisi ile aslı olmayan bir şeyden korkup
eziyet görür ve kendisini yıpratır. Hatta günlük yaşamında her olayı gördüğü kâbusa
130
yorumlayarak bu halini daha da çekilmez kılar. Ancak kişi, uykusunda gördüğü bu
kâbuslara alışıp bu kâbusların kendisine bir zararının dokunmadığı gördüğünde,
uykusunda gördüğü bu şeylerden dolayı korkmamaya başlar ve bu rüyalar hakkında hoş
olmayan tevillere yönelmeyi bırakır. Kişinin bu tür durumlarda, böyle düşünmesinin
kendi mizacından ve tabiatından kaynaklanan bir durum olduğunu bilerek kendisini
korkmasına sebep olan ürkütücü rüyalarla ilgilenmemesi ve bunları kafasına takmaması
gerekir. Kişinin bu tür durumlar karşısında böyle bir yol izlemesi kendisini vesveseye
götüren düşüncelere karşılık gelen çözüm yollarından bir tanesidir.357
Vesveseden kurtulma yollarından bir tanesi de Allah Teâlâ’nın bu âlemde
yarattığı hayvan, bitki ve bunlar dışında kalan bütün yarattıklarının oluş ve bozuluşa
(kevn-fesad) tabi olacaklarını, yine Allah Teâlâ’nın bütün hastalıkları sebepleri ile
birlikte var ettiğini bilmek ve bu konu üzerinde düşünmektir. Bu âlemde iyileşmenin ve
hastalanmanın da mutlaka sebepleri vardır. Bu sebepler, âlemdeki bu düzenin aslıdır ve
âlem var olduğundan beri devam edegelen bir hükümdür. Bu düzen hayvanlar, bitkiler
ve diğer yaratılanlar hususunda düşünen bir insan için ibret alınacak bir iştir. Belhî’nin
şüphesiz bu satırlarda yer olan görüşü, bizlere onun akıl ve düşünme konusuna ne kadar
önem verdiğini ve bu hususu özellikle ruh hastalıklarının tedavisinde nasıl merkeze
yerleştirdiğini göstermesi açısından önemlidir. Belhî’nin Allah’ın yarattığı bu âlemde
var olan olayları sebep ve sonuç ilkesine bağlaması bizlere determinist358 düşünceyi
anımsatmaktadır. Tezimizin konusunun Belhî’nin ahlâk felsefesi olması nedeniyle bu
tür fiziksel konulara girmeden buradan Belhî’nin ahlâk felsefesi anlayışına geçebiliriz.
Determinizm konusunda iki farklı görüşten söz edilebilir; bunlardan bir tanesi her
olayın bir nedeni bulunduğunu, bundan dolayı da özgürlük ya da irade özgürlüğü diye
bir şeyin olmayacağını savunan katı determinizm, ikincisi ise evrensel bir nedenselliğin
geçerli olduğunu kabul etmekle birlikte, katı determinizmden farklı olarak, bu
nedenselliğin bir bölümünün insandan kaynaklandığını, dolayısı ile insan için belli bir
özgürlüğün olduğunu savunan yumuşak determinizmdir.359 Daha önceden geçtiği üzere
357 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 345–346. 358 Determinizm, evrende olup biten her şeyin bir nedensellik bağlantısı içerisinde gerçekleştiğini,
fiziksel evrendeki ve dolayısıyla da insanın tarihindeki tüm olgu ve olayların mutlak olarak nedenlerine bağlı olduğunu ve nedenleri tarafından koşullandığını savunan anlayıştır. Buna anlayışa göre, evrendeki her sonucun, her olayın gerçekte bir nedeni ya da nedenleri var olup doğa da bu nedensel yasalara tabidir. Ahmet Cevizci, “Determinizm” md., Felsefe Sözlüğü, s. 269–270
359 Ahmet Cevizci, a.g.m., s. 269–270.
131
Belhî’nin insanın başına gelen felaketlerin insan için bir imtihan vesilesi olarak
değerlendirdiğini hatırladığımızda, Belhî’nin bu nedensellik anlayışının da insanın irade
sahibi ve kararlarında özgür olmasına imkân tanıyan bir anlayış içinde olduğunu
söyleyebiliriz. Felsefenin ve ahlâk felsefesinin de önemli problemlerinden birisi olan
özgürlük problemi konusunda satır aralarından çıkardığımız kadarı ile filozofumuzun bu
konuda özgürlüğü insanın keyfine göre davranması, arzularını, içgüdülerini dilediğince
doyurması olarak ya da özgürlüğü nedensiz, rastlantılara dayanan, akıl-dışı bir karar
olarak anlamadığını, tam aksine filozumuzun özgürlüğü, insanın iradeli bir varlık
sonucu olması itibarı ile farkında olalım ya da olmayalım mutlaka bir nedene bağlı
olarak bir seçimde bulunması ve bu neden sayesinde de insanların yaptıkları davranışlar
ile aldıkları kararlar yüzünden yerilmeye ya da övülmeye müstahak olduklarını
düşündüğünü söyleyebiliriz. Her konuda olduğu gibi bu konuda da orta yolu
benimsemiş olduğunu düşündüğümüz Belhî, insanın fiillerinde özgür olarak hareket
edebileceğini, bu özgür seçiminden dolayı bir takım rahatsızlıklara duçar olabileceğini,
bu yüzden kendisi için hayırlı olanın karar verirken aklını kullanarak ve düşünerek karar
vermesi gerektiğini okuyucularına tavsiye etmektedir.360
Filozofumuzun sebep-sonuç ilişkisi için vermiş olduğu örnek kanaatimizce
onu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Belhî’ye göre, yıkılmadan önce kendisinde
yıkılmaya ve bozulmaya dair bir alamet olmadan önce ayakta sapasağlam bir şekilde
duran binanın yıkıldığını göremeyiz. Aynı şekilde dışarıdan kendisini söndürebilecek
su, rüzgâr veya bunun gibi söndürme özelliği olan bir şey olmadığı yahut fitili çok kuru
olmadığı yahut da fitili çok az ya da çok fazla yağın içine batmadığı durumlarda
içerisinde yanması için uygun yağı olup da tutuşturulamayan bir lambayı
göremememizde mümkün değildir. İnsan hayatı için de durum aynıdır. İçeriden veya
dışarıdan onun sağlığını bozabilecek herhangi bir şey olmadan kişinin kendisini ölüme
götüren ihtiyarlığa ulaşmadan ölmesi mümkün değildir. Yani filozofumuza göre
insanlar durup dururken, ortada ölüme götürecek bir sebep yokken ölmezler, aksine
kendilerini ölüme götürecek hastalık, kaza ve bela gibi çeşitli afetlerinin başlarına
gelmesinden sonra belirli bir sebebe dayanarak ölürler. Filozofumuzun vermiş olduğu
yağlı lamba örneği insan üzerinde anlatması ise hayli ilgi çekicidir. Buna göre
verdiğimiz örnekteki fener hayattır, fitil cisimdir (beden), yağ gıdadır, fenerin
360 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 348–349.
132
sönmesine neden olan arazlar da yaralanma, çarpma, vurma, sıcak-soğuk gibi kişinin
başına dışarıdan gelen afetlerdir. İnsan dışarıdan gelen afetlerden kendisini muhafaza
ettiği, olası afetlere karşı elinden geldiği ölçüde tedbir elden bırakmadığı ve hayatını
devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu gıdaları aldığında bedenine kendisini ölüme
götürecek eza isabet etmez.361 İnsanın hayatının butlanı manasına gelen ihtiyarlıkta
burada fitilin kötüleşmesi ile sembolize edilmiştir. Daha önce kendisini söndüren bir şey
olmadığında lambanın sönmeyeceği gibi akıl konusunda da aynı şeyin mümkün
olmadığını, yani kendisine olumsuz etkileri dokunamayacak bir durum olmadığında
aklın doğru şekilde karar verebileceğini söyleyebiliriz. Bu durumda hiç şüphesiz bizlere
düşen görev ise, aklımızı koruyacak önlemleri almaktır; zira aklımız bizlere hayat ve
sonrası için bir takım korkulara götürecek kötü fikirlerin galip gelmesini
engelleyebilecek en önemli silahtır. 362
Yine vesveseden kurtulma yollarından bir tanesi de, insanın hastalıkları ve bu
hastalıkların sebeplerini oluşturan şeyleri düşünmesidir. Kişinin kısa veya uzun bir
zamandan beri kendilerinde var olan ve artık kronikleşmiş bir hal alan rahatsızlıklarına
karşı azimle ayakta durmalı ve bu hastalıkların etkilerine karşı da hazırlıklı olmaları
gerekir. Eğer kişi kendisini bu tür durumlara zihinsel olarak hazırlamazsa, karşısına bu
tür durumlar çıktığında ya vereceği kararlarda yavaş kalarak zamanında karar veremez
ya da kendisine zararı dokunacak bir şekilde acele ile karar verir. Tedavi de gecikmenin
ya da akıl gücünü kullanmadan acele ile karar vermenin de kişinin faydasına olmadığını
söylemek herhalde gereksizdir. Kişinin bu tür olaylara hazırlıklı olup olmadığı onun
kişilik yapısından belli olur. Nasıl ki, kuvvetli, yapısı sağlam, direkleri sık, duvarları
pişmiş topraktan yapılıp yapısında tuzlu toprak ile kumun olmadığını bir binayı
gördüğümüzde, bu binanın yıkılma veya göçme tehlikesine karşı uzun bir müddet
ayakta kalabileceğini sonucu çıkartıyorsak, aynı durum kendisini ileride muhtemel
361 Burada ecel hakkında bir not yazmayı uygun buluyoruz; Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm’de hiç
kimsenin takdir edilmiş olan ecelini ne bir an geriye alabileceğini, ne de bir an ileriye atabileceğini belirtmiştir. Filozofumuzun burada bahsetmek istediği insanın bütün tedbirleri aldığında ancak yaşlandığı zaman öleceği değil, aksine gençken de ölse ihtiyarlayıp da ölse bunun Allah tarafından bir sebep yaratılarak meydana getirileceğidir. Filozofumuzun okuyucularına tavsiye ettiği şeyler de yine Kur'ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın kullarına emir ve tavsiye ettiği tevekkül ilkesi ile ilişkilidir. Allah'ın tevekkül ilkesine göre kullarından istediği, bir iş konusunda insanın gücü yettiği ölçüde gerekli önlemleri alması ve artık o işin sonucu Allah'a havale etmesidir. Burada da bize düşen görev, sağlığımız konusunda gerekli tedbirleri almak ve gerisini Allah'a havale etmektir. Yoksa ömrü tayin etmek bizlerin elinde değil, Yüce Yaratıcının elindedir.
362 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 347–349.
133
olarak karşılaşabileceği afetlere karşı hazırlayan birisini için de geçerlidir. Bu kişinin
davranışlardan veya kişilik yapısından anlaşılabilir. 363
Yukarıda saydığımız insanın, bedeninin ve ruhunun sıhhatli olması kendisinde
ölümsüzlük beklentisi (bekâ) diyebileceğimiz bir beklenti doğurabilir ve bu sonucunda
da insanlar kendilerini ölüme götürebilecek işaretlerin beden ve ruhlarında
görülmesinden korkarlar. Filozofumuzun belki de ölüm korkusu diye
adlandırabileceğimiz bir korkudan bahsettiğinde aslında kendisinden beklenen belki de
hocası Kindî’de olduğu gibi ölüm korkusundan etraflıca bahsetmesidir. Ancak
kanaatimizce filozofumuz ölüm korkusu gibi bir meseleyi salt tıbbî argümanlarla
açıklayamayacağının, aksinde bu korkunun açıklanması için bir takım metafizik
tahlillere girmesi gerektiğinin ve bunun içinde bir takım dinî argümanlar kullanması
gerektiğinin farkındadır. Mesâlih’in tıbbî karakteri sebebiyle filozofumuzun ölüm
korkusu hakkında bir takım açıklamalara girmemesinin sebebinin bu şekilde
açıklanması mümkündür. Filozofumuzun insanın bekâsı hilafında olduğunu söylediği
alametler insanın ya bedeninde yahut da ruhunda görülebilir. Kişinin bedeninde bulunan
işaretlere göre; doktor insanın bedeninin kuvvetliliğine ya da zayıflığına bakarak o
insanın ömrünün uzun ya da kısa olacağı konusunda bir tahminde bulunabilir. Doktor,
ne zaman ki, insanın kendisini oluşturan ve ayakta tutan organların zayıf olduğunu
görüp bu azaların sahibinin sık sık hastalandığını ve hiçbir vakit bu hastalıklardan uzak
bir vaktinin olmadığını tespit ederse, o kişi hakkında ömrünün çok uzun olmayacağı
sonucunu çıkarır. Bunun tam tersi, yani güç kuvvet sahibi, hastalıklara kolay kolay
boyun eğmeyen bir bünyeyi gördüğü zaman da bu kişi hakkında onun ömrünün uzun
olacağı hükmünü çıkarır.364
İnsan ömrünün bekâsının hilafına karşı ruhunda olan alametlere gelince, bu
insanların özellikle de hükümdarların doğum tarihlerine bakarak onların hayatlarının
uzun ya da kısa olacakları tahmininde bulunan müneccimlerin (ashabu’l-tencîm)
delilleri gibidir. Ruh konusundaki alametleri belirtirken müneccimlik mesleğinin güç ve
sebat gerektiren bir meslek olduğunu belirten Belhî, bu kişilerin göç etme, vatan kurma
gibi önemli konularda kavimlerine önderlik ettiklerini belirtmiştir. Belhî,
363 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 349. 364 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 350.
134
müneccimlerin, insanın hayatının uzun olup olmayacağına ya da hayatında mutlu olup
olmayacağına dair yıldızlardan deliller çıkartarak hükümlere vardıklarını, insanların da
müneccimlerin bu hükümlerine güvenmeleri gerektiğini belirtmektedir.365
Filozofumuzun hayatın başlarında astroloji ilmine ilgi duyduğunu, ancak daha sonraki
yıllarda bu ilgisinden vazgeçip sadece hesapların desteklediği bilgilere dayanan bir gök
bilimin olması gerektiği düşüncesini savunduğunu366 ve bizzat kendisinin Mesâlih’i bu
alandaki (ruh-beden sağlığını birlikte ele alan) kitapların ilki olarak lanse ettiğini367
hatırladığımızda, bu bizim Belhî’nin (322/934) Mesâlih’i hayatının erken dönemlerinde
yazmış olduğunu söylememizi mümkün kılmaktadır. Belhî’nin burada bahsettiği
müneccimler hakkında bu zaviyeden bakıp, bazı araştırmacıların da belirttiği gibi368
çağdaşı Ebû Bekir Râzî’nin (v. 313/925) et-Tıbbu’r-Rûhânî’yi hayatının sonlarına doğru
yazmış olduğunu kabul ettiğimizde, Belhî’nin yazmış olduğu Mesâlih’i bu alandaki
kitapların ilki olarak kabul edebilir, hatta Râzî’nin Belhî’den ders görmüş olduğunu
kabul ettiğimizde ise Râzî’nin Mesâlih’den haberi olduğunu iddia edemesek bile, bu
durumu bir ihtimal olarak zikredebiliriz.
Bununla beraber ister doktorların tespiti ile olsun, ister başka bir şekilde olsun;
ruhunda ve bedeninde ömrünün uzun olacağına dair alametler bulunan kimseye sürekli
olarak bir hastalık musallat olmaz ve o kişinin ömrü uzun ve mutluluk içinde geçer.
Ruhu da hayatı kısaltan belalardan beri olur. Ruhu ve bedeni bu şekilde sıhhat üzerine
olan kimse, belli bir sebebi olmayan korkular karşısında korkma konusunda aceleci
davranmayıp akıl gücü ile hareket eder ve bu sebepler hakkında kendisine eziyet ve
vesvese veren olumsuz düşüncelerden uzak durur. Bu olumsuz düşünceleri kendisine
huy edinen kimse kafasında küçük hastalıkları büyüterek kafasında felaket senaryoları
üreten kimselerdir. Kişinin vesveseden kurtulması için bu fikirleri de kafasından atması
gerekir.369
Vesveseden kurtulma yollarından diğer bir tanesi de, Allah Teâlâ’nın yaratmış
olduğu tabiatı ve buna bağlı olarak da tabiatın işlerini düşünmektir. Allah (cc),
yaratılışın başında insanların ömürlerinin uzunluğunu belli bir plan çerçevesinde takdir
365 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 351. 366 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-udebâ, s. 73–75; İlhan Kutluer, “Belhî” md. DİA, V, 413. 367 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 274–275. 368 Ebû Bekir Râzî, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, s. 22. 369 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 352.
135
etmiştir. Buna uygun olarak da, ruhları bedenlere olabilecek en mükemmel şekilde
bağlamıştır. Belhî’ye göre Allah'ın bu şekilde takdir ettiğinden daha iyisi ve mükemmeli
olması mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın ruh ve bedenleri birbirine bağlamasından
dolayı, canlıların her birinin ruhu yoldaşı makamındaki bedenine arkadaş gibidir. İkisi
arasındaki ilişkide bir sınır yoktur. Kişinin bedenine kavga, dövüş, yaralanma, kırılma,
parçalanma, savaş gibi sebeplerden dolayı çeşitli acı ve elemler isabet ettiği ve benzeri
sıkıntılı felaketlere uğradığında bu acıların hepsini kişinin ruhu da taşır ve bedenle
birlikte aynı acıları hisseder. Aynı şekilde insanın çeşitli sebeplerden dolayı başına
gelen açlık, susuzluk gibi insanın aklını kullanamaz hale getiren acılarda da durum bu
şekilde devam eder. Ruh ve beden aralarında bulunan bu yakınlık sebebiyle sıkıntı ve
sevinçleri beraberce yaşarlar. Bedende olan her şeyi ruhta yüklenir ve bedendeki bu
rahatsızlığın tedavisi için çaba gösterir. Hatta öyle ki, insan rahatsızlandığında sadece
bedenine yapılan tedavilerin aldığı ilaçların bir işe yaramadığını görürüz. İnsan tam
manası ile iyileşmesi, sıhhat bulması için aynı şekilde ruhunun da acılardan kurtulması
gerekir. Filozofumuzun belirttiği bu husus, günümüzde özellikle kanser hastalarının
tedavisinde önemli bir yer işgal etmektedir. Kanser hastalarının aldıkları ilaçlara ve
kemoterapi tedavisine cevap vermesi bir bakıma hastanın moral gücü ve hastalığı
yenebilme inancı ile doğru orantılıdır. Hastalığı yenebileceğine inanmayan ve sürekli
olarak morali bozuk olan hastaların, yapılan tedaviye olumlu cevap vermedikleri
günümüzde bilinen bir gerçektir. Bir kişinin tam olarak sıhhat bulması için ruhundaki ve
bedenindeki ezaları beraberce gidermesi gerekmektedir. Yani iyileşme sadece bedene
has bir şey değil ruh ve bedenle birlikte yürüyen bir süreçtir. Filozofumuza göre, insan
yiyecek ve içeceklerden kendisine faydalı olanları yediğinde ve düşünce olarak da
kendisine eza verecek olumsuz düşünceleri kendisinden uzak tuttuğunda, yani morali
yüksek olduğunda, hastalıklardan korunur ve doktora gitme ihtiyacı duymadan
yaşamına devam edebilir. Bu tabiatın işleyişindeki ve ruh ile beden arasındaki
ortaklıktaki güzelliğe dair bir delildir.370
İnsan bu şekilde sıhhat içinde yaşarken de kendisine bir hastalık isabet
ettiğinde, kalbinin bu hastalığın üzerine eğilmemesi ve bu hastalıktan ürkmemesi kişinin
yararına olan bir durumdur. Zira hastalık zamanlarında insanın kendisine bir kat daha
fazla eziyet veren vesveseden uzak durması gerekir. Aksi takdirde sadece kendilerine
370 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 352–353.
136
musallat olan hastalıkla değil, bir de vesvese ile uğraşmak zorunda kalırlar.
Filozofumuza göre, insanın kendisini vesveseden uzak tutması insanların hastalıkları
yenme sebeplerinden biridir.371
Vesveseden kurtulma yollarından biri de, insana ârız olan bu hastalıkların
sebeplerini düşünmektir. Allah Teâlâ genel bir hüküm olarak insanların selamet
sebeplerini helak sebeplerine üstün kılarak dünya ve ahiret hayatlarını bir ölçü ile takdir
etmiştir. Eğer Allah Teâlâ bu âlemi bir ölçü ile yaratmasa idi, bu âlemde bir düzen
olmazdı. İnsanlar, kendi durumlarını müşahede ettiklerinde bunu çevrelerinden kolayca
göreceklerdir. Ruhları sıhhatli olanların genel olarak bedenlerinin de hastalıklarından
beri olduğunu görürüz. Filozofumuz burada Allah'ın insanlar için helak sebeplerini
selamet sebeplerinden daha az yarattığını, yakalandıkları hastalıklara yenik düşenlerin
yani bu hastalığa teslim olanların sayılarının çok fazla olmadığını belirtmektedir.
Filozofumuza göre, Allah Teâlâ’nın insanlar için selamet sebeplerini helak
sebeplerinden daha fazla yaratmasından dolayı insanların bedenini ve özellikle ruhunu
kendisini mahvedecek hastalıklar kendisine ulaşmadan önce; yapmış olduğu hazırlıklar
ile düşünsel yapısını, bedeninin bu hastalığa karşı galip geleceği düşüncesi üzerinde
tesis etmesi gerekir. Yani bir bakıma hastalık daha kendisine gelmeden önce önlemini
alması gerekir. Hastalıklar insana gelmeden önce alınan bu tedbir ve önlemler insanın
hastalık zamanlarında vesvese ve olumsuz düşüncelere karşı koymasını olanaklı kılar.372
Daha önce belirttiğimiz ve yukarıda da tekrar gördüğümüz üzere iyimser bir
bakış açısına sahip olan filozofumuz Belhî’ye göre, vesveseden kurtulmanın bir diğer
yolu da Allah'ın insanı belirli bir yaratılış üzere yarattığını düşünmektir. Allah insanı
hastalıklara açık olarak yaratmıştır. Ancak insanın bir hastalığa yakalandığında bu
hastalığa teslim olması ve bu tedavi olmak konusunda bir gayret sarf etmemesi doğru
bir davranış değildir. Çünkü Allah Teâlâ lütfü ve keremi ile her derde bir deva
yaratmıştır. İnsanın görevi, Allah Teâlâ’nın dağ başları, nehir kenarları gibi yeryüzünün
çeşitli yerlerinde yaratıp yerin altında ve üstünde çeşitli yerlerde gizlediği ve insanın
emrine verdiği bu devaları arayıp bulmaktır. Allah'ın insanlara deva olarak yarattığı bu
ilaçlar, bazı satıcıların ellerinde toplanır ve Allah'ın bazı kullarına vermiş olduğu
371 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 352–354. 372 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 354–356.
137
tabiplik hüneri ile insanlar bu ilaçlardan deva bulurlar. Filozofumuza göre tabiplik
mesleğinin evveli araştırıldığında bunun vahy ya da vahy makamındaki ilham kaynaklı
olduğu görülür. Filozofumuza göre, tabipler çok ince ayar gerektiren bu ilaçları Allah'ın
kendisine vermiş olduğu bu hünerle hazırlarlar. Daha sonra ise, tabipler bu faydalı
bilgileri kendisinden sonrakilere aktarmak için yazarak daha sonraki nesillere aktarırlar.
Filozofumuza göre; Allah'ın tabipler ve yaratmış olduğu devalar sayesinde insanlara
sunmuş olduğu iyileşme sebepleri her hastalığı kuşatır, Allah Teâlâ dertsiz deva, ilacı
olmayan hastalık yaratmamıştır. İlaçların hastalıkları iyileştirme hususundaki konumu,
aç olan kişi için doyması için verilen yemek, susuz olan bir kişi içinse içmesi için
verilen su gibidir. İnsanın nasıl ki aç kaldığında yediği yemek, susuz kaldığında içtiği su
kendisi için bir selamet sebebi ise, hastalığında da ilaçlar onun için aynı mesabededir.373
Filozofumuzun tıp ilminin menşeini vahiy kaynaklı yani nebevî olarak
görmesi hiç şüphesiz bizlere hâlidî hikmet tasavvurunu (philosophia perennis)
anımsatacaktır. Ana fikir olarak kutsal bilgi olarak kabul edilen hikmetin kaynağını ilâhî
olarak gören hatta bu manada ilk bilge olarak Hz. Âdem (as)’ı kabul eden bir görüş olan
hâlidî hikmet anlayışında tıp ilminin kaynağı da nebevî bir menşee dayanmaktadır.
Filozofumuzun tabiplik mesleğinin kaynağını vahiy olarak kabul etmesi şüphesiz onun
daha sonra İbn Miskeveyh’in elinde müstakil bir eserle zirveye çıkacak olan hâlidî bir
hikmet tasavvuruna inandığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Belhî’nin buradan
tıp ilminin kaynağını nebevî olarak kabul etmesinden aynı şeyleri felsefe içinde
düşündüğü sonucunu çıkartabiliriz. Zaten dinî bir alt yapısı olduğunu bildiğimiz
filozofumuzun, buradan felsefeyi günümüzdeki anlayış ile ladini bir şekilde
anlamadığını da söylememiz mümkündür. Ayrıca filozofumuzun “Din yüce bir
felsefedir (el-felsefetü’l-kübra). Bir kimse dinin emirlerini yerine getirmedikçe filozof
olamaz.” ifadesinin felsefe ile dinin ayrı ayrı şeyler olmadığı, ikisinin de aynı kaynaktan
ilham aldığı ve bu yüzden de ikisi arasında bir çelişki olmadığı düşüncesinin dile gelmiş
bir şekli olduğunu söyleyebiliriz.374
Filozofumuz okuyucusu için vesvese hakkındaki çözüm önerilerini zikrettikten
sonra belirttikleri adeta kitabın özeti mahiyetindeki bir nasihattir. Buna göre, insana
373 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 356–357. 374 Hâlidî Hikmet Tasavvuru için bkn. İlhan Kutluer, İslâm’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru,
s. 27–55.
138
yaşlılık gelmeden ya da veba salgını gibi amansız bir hastalık isabet etmediğinde insan
üç şeyi yapması ile hasta olabilir. Bu yüzden insanın bunları yapmaktan imtina etmesi,
kaçınması gerekmektedir.
Bunlardan birincisi, insanın kötü beslenme alışkanlığı edinerek ne yediğine, ne
kadar yediğine, ne zaman yediğine dikkat etmemesidir. Bu tür durumlarda o kişinin
üzerinde hastalıkların olma olasılığı artar.
İkincisi, saydığımız hastalıklardan her hangi birisinin kişiye isabet etmesi
durumunda, ilaçlarla tedaviye girişmemesi ve bu halinde yani ilaç almama konusunda
ısrarcı olmasıdır. Bu durumuda, kişiye ileride telafisi mümkün olmayan olumsuz
sonuçlara hatta sonucu ölüm olan sebeplere uğrayabilir.
Üçüncü ve sonuncusu ise, insan korunması ve sakınması gereken şeylerden
kendisine hâkim olamamasıdır. Kişi kendisine zararı olan şeyleri yemeye devam eder ve
hastalığı artmasına rağmen doktora gitmemekte ve ilaç kullanmamakta ısrarcı olursa
sağlıklı hali gider ve hasta olur. 375
Yukarıda saydığımız hallerin zıtlarını yapanlar yani iyi beslenen ve kendisine
iyi gelen yemekleri yiyen kişi de kolay kolay hastalıklara yakalanmaz, yakalandığında
da kolay atlatır. Bu kişiler, kendilerine bir hastalık isabet ettiğinde hemen ilaçla
tedbirini almaya çalışır. Doktora gitmeden önce kendisinin tespit ettiği hastalığını
arttırıcı şeylerden uzak durur. Bu tür kimseler kendilerine ihtiyarlık ve veba gibi
amansız hastalıklar (yani henüz tedavisi keşfedilmemiş rahatsızlık) isabet etmediği
sürece sağlık ve afiyet içinde bir hayat sürerler.
Kişinin olumsuz düşünce ve vesveseler ile sınandığı durumlarda, yukarıda
söylediğimiz argümanları iyice düşünmesi gerekir. Filozofumuza göre, Allah'ın izni ile
bu çözüm yolları (hile), gerek sağlık gerekse hastalık zamanlarında kalbinden
kaynaklanan ve bedenine de sirayet eden hastalıklarından kurtulma yahut en azından bu
375 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 358
139
rahatsızlıkların istenmeyen olumsuz sonuçlarını azaltma konusunda insanlara yardımcı
olacaktır. 376
376 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 359.
140
SONUÇ
IX-XII. yüzyılları arası, genelde İslâm Düşünce Tarihi özelde ise İslâm
Felsefesi Tarihi açısından özel bir konuma sahiptir. Çünkü bu yüzyıllar arasında hem
Grek dünyası ile sağlanan kültürel temas sonucunda Latince eserler Arapça’ya tercüme
edilmiş, hem de ilerleyen yıllarda İslâm düşünürleri tarafından bu eserlerdeki fikirler
Kur'ân ve sünnet süzgecinden geçirilmek sureti ile yeniden yorumlanmış ve bunun
sonucunda da ortaya özgün bir düşünce yapısı çıkmıştır.
Fikirleri ile sadece İslâm dünyasını değil, Batı’yı da derinden etkilemiş olan
Kindî (v.866 ), Ebû Bekir er-Râzî (v.932), Fârâbî (v.950), Âmirî (v.992), İbn
Miskeveyh (v.1030), İbn Sinâ (v.1037), Gazzâlî (v.1111) ve İbn Rüşd (v.1198) gibi
düşünürler hep bu yüzyıllar arasında yaşamışlardır. Grek felsefesinden özellikle Aristo,
Eflatun gibi düşünürlerin görüşleri ile İslâm’ı birleştirmeye çalışan ve İslâm filozofları
olarak adlandırabileceğimiz bu grup, yeniden ürettikleri bu fikirler ile İslâm düşünce
hayatına canlılık ve hareket kazandırmışlardır.
Yaşadığı dönem İslâm düşünce tarihinin ilmî ve fikrî faaliyetler açısından en
hareketli dönemlerinden birine tekabül etmesine rağmen, hayatı ve fikirleri bugüne
kadar gözlerden kaçmış olan Ebû Zeyd el-Belhî bizim tezimizin ana konusunu
oluşturmaktadır. Ebû Zeyd el-Belhî Kindî’nin öğrencisi, Âmirî’nin hocası, Ebû Bekir
er-Râzî’nin de en azından muasırı olarak düşünüldüğünde İslâm düşünce tarihinde yer
aldığı konum daha bir anlam kazanacaktır. Kendisini Kindî ekolüne bağlı bir filozof
olarak tavsif edebileceğimiz Ebû Zeyd el-Belhî’nin bu özelliği eserlerinin çeşitli
sahalarla alakalı olmasına ve yapı itibarı ile uzlaştırıcı bir yöntem izlemesine bakılarak
kolayca anlaşılabilir. Ebû Bekir er-Râzî ile birlikte ahlâkî temaları tıbbî terimlerle
paralel bir şekilde ele alan bir geleneğin başlangıç noktasında bulunan Belhî’nin
tezimizin de ana kaynağı konumunda bulunan eseri Mesâlihu’l-ebdân ve’l-enfüs, bir tıp
kitabı hüviyetinde olmasına rağmen özellikle ruh hastalıkları konusunu ahlâk ilmi ile
141
ilişkilendirmesi sebebiyle İslâm Ahlâk Felsefesi tarihi bakımından da önemli bir yere
sahiptir.
Bedenî tıp ile rûhânî tıbbı birbirinden ayrı düşünmeyen bu düşünce yapısı, ruh
ile beden arasında karşılıklı etkileşime dayanan bir bağ olduğunu ortaya koyar. Bedenî
bir rahatsızlığın rûhânî bir sebebe dayanabileceğini ortaya atan bu yaklaşım, hiç
şüphesiz bizlere modern tıptaki psikosomatik hastalıklar tabirini hatırlatmaktadır. Grek
dünyasından tercüme yolu ile İslâm dünyasına geçen eserleri özgün bir biçimde
yorumlayan İslâm filozoflarından biri olan Belhî’nin ahlâk felsefesinde itidal, heyecan
ve sükûn kavramları anahtar rol oynar. Bu üç kavramın ahlâk felsefesi ile ruh sağlığı
arasında bir bağlantı noktası oluşturduğunu söyleyebiliriz. Filozofumuza göre, ruh
sağlığını korumak ruh kuvvetlerinin kontrolden çıkması olarak tanımlayabileceğimiz
heyecandan uzak durmak, ruh kuvvetlerinin sükûn üzere yani dengede tutmak ve her
türlü aşırılıklardan uzak durmak yani itidal üzere hareket etmek ile sağlanabilir.
İnsanların maruz kaldığı ruh hastalıkları karşısında akıl kuvvetinin
kullanılmasını ve bu gücün öfke kuvveti başta olmak üzere diğer ruhî güçlere amir
edilmesi gerektiğini söylenen Belhî’ye göre, insanın ruh güçlerini kontrol altına
alabilmesinin yegâne çaresi budur. İnsanın ruhuna isabet eden hastalıkların bedenine
isabet eden hastalıklara göre daha fazla ve etkili olduğunu belirten Belhî, başlıca ruh
hastalıkları olarak kederi, üzüntüyü ve aşırı hali olan tasayı, korkuyu ve aşırı hali olan
endişeyi ve vesveseyi saymaktadır.
Filozofumuzun ruh hastalıkları içerisinde ilk zikrettiği rahatsızlık tedavi
edilmediğinde bedenî rahatsızlıklara da sebebiyet verebilen kederdir. Bütün ruhî
rahatsızlıkların kendisine indirgenebileceği bir hastalık olan keder bütün ruhî
rahatsızlıkların ana kaynağı, en güçlü sebebidir. İnsandaki bütün kötü şeylerin kaynağı
bir araz olan keder, ruhî rahatsızlıkların en kuvvetli sebebi iken, onun tam tersi olan
sevinç da ruh sağlığının en önemli nedenidir. Filozofumuza göre ruhun kuvvetlerinin
rahatsızlanmasının en büyük sebebi kederdir.377
377 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 289.
142
Filozofumuzun zikrettiği ikinci rahatsızlık öfkedir. Öfke insanın başına en
fazla gelen ve en fazla zarar veren arazdır. İnsan, içinde bulunduğu çevre ve bu çevre ile
olan sosyal ilişkileri sebebiyle, kendisini öfkelendirebilecek durumlarla çok sık olarak
karşılaşabilir. Öfke en çok da kızgın tabiatlı, az sabır gösteren ve çabuk heyecanlanan
kişilerde görülen bir dengesizlik halidir. Öfke, insanın zihninin karışmasına,
heyecanlanmasına, kontrolü kaybetmesine, tedirginlik duymasına, titremesine, kanın
beynine sıçramasına, renginin değişmesine (sararmasına) ve bedenin endişe ve sıkıntı
verici biçimde hareket etmesine sebep olur. Din ve dünya işlerinde kişiye pek çok
zararlar veren öfkenin vârid olduğu kişilerin geçmişi yakalama ve geçeni telafi şansları
da olmaz. Bu yüzden de öfkeden sonra bu kişilere bir de pişmanlık ve üzüntü gibi
kendisine bir faydası olmayan şeyler musallat olur. 378
Filozofumuz belirttiği diğer ruhî rahatsızlıklar korku ve endişedir. Endişe,
korkunun aşırı halidir. Yani korkunun bir üst ve kronik hale gelmiş şeklidir. Bu korku
insanda vaki olduğunda, bazen insanın rengini sarartan, kanını dıştan içe doğru harekete
geçiren bir tedirginlik hali hâsıl olur. Korkudan eli ayağı tutmaz hale gelir; yapacağı
işler de kesintiye uğrar. Bu korku, bazen insanın olması gereken itidal halinden
uzaklaşmasını sağlayarak insanın bedenine de etki eden hastalıklara sebebiyet verebilir.
İnsanın dayanamayacağı şiddetli bir sesi duyması gibi, korkunun aşırı hali olan endişe
de kişinin ruhunda düşündüğü veya hayal ettiği manzarayı görmesinden yahut
duymasından daha korkunçtur.379
Diğer bir rahatsızlığımız ise, üzüntü ve onun aşırı hali olan tasadır. Tasa,
insana mal ve ailesi veya bunların yerine koymuş olduğu şeylerin yok olmasından,
elinden gitmesinden kaynaklanır. Bunların kaybı onun ruhuna elem verir. Bunlardan
dolayı onun kalbine bir üzüntü ilişir, daha sonra da bu üzüntüsü gittikçe artar. En
sonunda bu üzüntüsü tasaya dönüşür. Tasa, tıpkı endişenin korku ile beraber olması
gibi, üzüntü ile beraberdir. Bundan dolayı da, korkunun aşırı haline endişe dendiği gibi,
üzüntünün aşırı haline de tasa denir. Tasa, insanda tedirginlik doğuran, sabırsızlığa
neden olan bir rahatsızlıktır. 380
378 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 289, 293–296. 379 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 290. 380 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 291.
143
Belhî’nin zikrettiği en son rahatsızlık ise, kalp atışında çarpıntılara sebep olan
vesvesedir. Vesvese insanda olumsuz düşünceleri harekete geçirerek, insanın yaşamının
çekilmez bir hal almasına sebebiyet verir. Aynı şekilde bedenine de rahatsızlık verir.
Kendisinde vesvesenin hâkim olduğu kişi, yediği yemeklerden bile tat alamaz. Bu araz,
insanın aklına sürekli kötü şeyler olacağını düşündürerek, insanın karşılaştığı olaylar
karşısında sürekli olarak bardağın boş olan tarafı görmesine neden olarak başına
olabilecek olayların en kötüsünün olacağını telkin eder.381
Ancak bizi burada asıl ilgilendiren Belhî’nin zikretmiş olduğu rûhânî
hastalıklardan ziyade, bu hastalıkların ortaya çıkış sebepleri ve tedavileri konusunda
ortaya konan ahlâkî yaklaşımdır. Ahlâk ilminin konu aldığı iyilik, kötülük, fazilet,
rezilet ve bunlardan doğan sonuçlar ile insanın her türlü hareketinin gerçekleşmesinde
ruhun güçlerinin rolü göz önüne alındığında ruhun güçlerinden veya bu yönde doğan
tutum ve davranışlardan doğan sonuçları da ahlâk ilminin konusu içine almak pek zor
olmayacaktır.382 Mesâlih’de filozofumuz tıp ilmini ilgilendiren bir konu üzerinde
dururken aslında ferdi ahlâk çerçevesi içinde psikolojik ve felsefî konulara da
girmektedir. Filozofumuzun yukarıda saydığı rûhânî hsatalıkların ortaya çıkmasında ve
tedavi edilmesinde merkezi bir konuma sahip olan ruhun güçleri meselesi insanın
hareketlerine yön vermesi, insandan kaynaklanan fiillerin ahlâkî yapısını oluşturması
bakımından önem arz etmektedir. Ahlâk felsefesinin problemlerini oluşturan değer
yargılarından birisi olan iyi, kötü, güzel, değerli vb. olmayı belirleyen unsur elbette ki
ruhumuza ârız olan erdemli ve bunun zıddı olan erdemsiz niteliklerdir. Durum böylece
olunca ruhun güçleri meselesinin ahlâk ilminin en önemli unsurlarından biri olduğu
sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Ruh hastalıkları olarak adlandırılan hastalıkların ortaya çıkış sebeplerinin
ahlâkî yaşantımızın mutedil olmamasından kaynaklanması sebebiyle, tıbbî bir mesele
olan rûhânî hastalıklar kavramına ahlâk felsefesi penceresinden yaklaşan Belhî’ye göre
ruhumuzu sıhhatli tutmamızın veya sıhhati bozulduğunda yeniden sıhhatli hale
getirmek, ruh güçlerinin heyecana kapılmayarak sakin olması yani ruh güçlerinin
kontrol altında tutulması ile mümkün olur. Başka bir deyişle, mutedil mizaç, ruhun
381 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 292. 382 Hüsamettin Erdem, Ahlâk Felsefesi, s. 22–25.
144
güçleri ve ruhun güçlerinin ifrat, tefrit ve faziletli halleri gibi daha çok ahlâk felsefesini
ilgilendiren konuların bizim ahlâkî yaşantımız vasıtası ile etkilerinin ruhumuza ve
bedenimize yansıdığını ve bu rahatsızlıklardan kurtulmanın yollarının filozofumuzun
belirttiği üzere olan bir ahlâkî yaşantıdan geçtiğini söyleyebiliriz. Ruh güçleri üzerinde
var olan dengenin bozulması ile rûhânî hastalıklarının ortaya çıkacağını belirten Belhî
bizlere bu konuda, ahlakî yaşantımızın bir parçası olan ruhun güçleri konusunda,
aklımızı kullanmayı tavsiye ederek akıl gücümüzü diğer ruh güçlerine hâkim kılmamızı
istemektedir.
145
EK: MESÂLİH’DEN SEÇME PASAJLAR
1- Ruh-beden Birlikteliği
… Bedenî sebepler ile ruhî sebeplerin karışmasında
büyük fayda vardır. Kişi ancak ruh-beden ile
birlikte bir bütündür. Ruh-beden birlikteliği
olmadan insan fiillerinin tezahür etmesi
düşünülemez. Ruh ve beden, sıkıntı ve kendisine
ilişen hastalık anlarında birbirlerinin durumlarından
karşılıklı olarak etkilenirler. İnsanın bedeni
hastalandığında ve bedenine eziyet verici bir elem
isabet ettiğinde, nefsin güçleri de düşünmekten,
146
bilgiden ve benzeri şeylerden kendisini men
eder…383
2- Mesâlih’in el-enfüs Kısmının İlk Olduğu İddiası
…Bu kısma (el-enfüs kısmına) gelince, biz ruhun
sıhhatinin korunması konusunda ihtiyaç miktarını
karşılayan bu konuda açıklamalı bir şekilde
söylenmiş bir söz bilmiyoruz. Şimdi bu konuda
konuşuyoruz…384
383 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 273. 384 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 274–275.
147
3- Ruh Sağlığının Korunması Üzerine
… Ruh sağlığı konusuna (maslahatül’l-nefs), ruh
sağlıklı iken sıhhatinin korunmasının (açıklanması)
ile başlamak gerekir. Ruh sağlıklı iken yani daha
önce belirttiğimiz gibi ruhun kuvvetleri sükûn üzere
iken ruh sağlığını korumak isteyen kişinin ruhun
kuvvetlerinin sükûnunu (sakinliğini) devam ettirme
çabası içinde olması gerekir. Her hangi bir şekilde
heyecana kapılıp sakinliğini bozmaması
(dengesizliğe düşüp kontrolü kaybetmemesi)
gerekir…385
385 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 275–276.
148
4- Ruhun Tedavisi Üzerine
…Ruh sağlığının korunması iki şekildedir.
Bunlardan birincisi, kişinin duyma ve görme
yoluyla kendisine endişe ve acı veren dış arazlardan
kendisini korumasıdır. Bu dışsal unsurlar, gazap
(öfke), endişe (feze‘a), keder (gam), korku (havf) ve
benzeri kuvvetleri harekete geçirir. İkincisi de ruhu
iç arazlardan korumaktır…386
386 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 276–277.
149
5- Ruh ve Beden Sağlığı
… Mutluluğun kemali, ruh ve bedenin sıhhati ve bu
ikisinin rahatlığı ile yine bu ikisinin afet ve
kötülüklerden bu dünyadaki hayatı boyunca uzak
durmasıdır. Ne zaman ki kişi istek ve amaçlarında
bu yola muhalefet ederse, hayatı çekilmez olur,
yaşamı kedere boğulur ve ruhuna (rûhânî
hastalıklar) musallat olur…387
387 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 280–281.
150
6- Ruh ve Bedenin Tedavisi
… Rûhânî hastalıklar bedenî hastalıklara göre insan
hayatına daha güçlü bir şekilde tesir eder. Belki kişi
bazı azalarına musallat olup kendisinde bedenî
ağrılardan bir ağrı meydana getiren hastalıklardan
bir müddet uzak olabilir ancak kişi kendisinde
keder, üzüntü, sıkıntı, sıkıntı (zacara) ve öfke
kuvvetlerini harekete geçiren şeylerin ulaşmadığı
neredeyse bir gün bile geçirmez. Anlattığımız
şeylerden dolayı cevheri latif olan ruhun değişimi
süratli ve bir halden bir hale geçişi de çok olur.
İnsanın ruh sağlığını koruması için ruh
kuvvetlerinin sağlıklı halini koruması gerekir.
Bunlardan birisi ile heyecana kapılmaması yani
151
dengesini bozmaması gerekir, eğer heyecanlanırsa
nefsinin sükûneti bozulur...388
7- Ruhî rahatsızlıkların Sayımı Hakkında
388 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 282.
152
Rûhânî Arazların (Nefsânî Arazların) Zikri
ve Sayımı Üzerine
Ruhî rahatsızlıkların tedavisinde kullanılan
önlemleri (tedbir alma yollarını) zikrettikten sonra
tıpkı ilk dönem tabiplerinin kitaplarında önce
bedenî rahatsızlıkların sayımını ve buna ait şeyleri
zikredip daha sonra da bedenî hastalıkların tedavi
yollarını tekrar belirttikleri gibi bizim de önce ruhî
rahatsızlıkların neler olduğunu belirtmemiz ve
onları saymamız gerekir. Biz deriz ki, ruha nisbet
edilen güçler çoktur: Bunlardan bir tanesi akıl,
hafıza ve anlayış gibi (akıl, fehm ve hıfz) gibi fazıla
kuvvetleridir. Diğeri de bunların zıddı olan
müsterzeledir. Yine iffet, cömertlik ve kerem gibi
erdemler, övülen ahlâktan (ahlâk-ı mahmûde),
bunların zıdları da yerilen ahlâktandır.(ahlâk-ı
mezmûme). Gazab ve feze‘a gibi (aşırı korku) gibi
ruha ulaşan ve onda hızlı bir değişime sebep olan,
nefislere nispet edilip bizim niteliklerini ortaya
koyduğumuz arazlar da asıl amacımızı
oluşturmaktadır...389
8- Keder (Gam) ve Öfke (Gazab)
…Keder de bütün arazların başıdır. Öfke gibi
onların her birinde bulunur. Kişi bir işte önce
389 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 287.
153
kedere düşer, sonrasında ise bu keder sebebi ile
öfkelenir...390
…Korku (havf) ve tasa (ceze‘a) da aynı şekildedir.
Kederin karşılığı sevinçtir. Sevinç insandaki neşe ve
huzurun aslıdır. Nefsî arazlardan olan keder
insandaki bütün kötü şeylerin karşılığı olan arazdır.
Sevinç ise insanda, bütün sevilen şeylerin karşılığı
konumundadır. Keder, ruh hastalıklarına sebep olan
390 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 288.
154
şeylerin en kuvvetli sebebi iken, sevinç ruh
sağlığına olan şeylerin en güçlüsüdür. Bundan
dolayı tıpkı bedeninin sağlığı için çaba harcayan
kişinin hastalıkları bedeninden uzak tutmak ve
bedenine sıhhat kazandırma çabası içinde olması
gerektiği gibi, ruhunun sağlıklı olması için çaba
harcayan kişinin de ruhundan kederi alıkoyması ve
bunun yerine de sevinci getirmesi gerekir. Bundan
sonra biz deriz ki; ruhun kuvvetlerinin
rahatsızlanmasının sebepleri kederden doğar. Öfke,
insanın heyecanlanmasına, (yani kontrolü
kaybetmesine) sıkıntıya girmesine, kanının deriye
vurup renginin değişmesine, endişe ve sıkıntı verici
hareketler ile bedeninin hareket etmeye götüren bir
rahatsızlıktır…391
9- Endişe (Feze‘a)
… Endişe de ruh hastalıklarına sebep olan
arazlardan biridir. Endişe insana kişinin içinden
gelip de yerleşen bir korkudur. Korku (havf)
391 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 288.
155
endişeden önce gelir. Endişe korkunun ifrat halidir.
Bu kuvvetler insanda vaki olduğunda, bazen insanın
rengini sarartan ve kanını dıştan içe doğru harekete
geçiren bir tedirginlik hali (kaleka) hâsıl olur. Bu
korkudan eli ayağı titrer hatta tutmaz olur…392
10- Tasa (Ceze‘a)
… Ruhun rahatsızlanmasına sebep olan
kuvvetlerden biri de insana arız olan tasadır(ceze‘a).
Tasa, insana mal ve aile sevgisinin ya da kişinin
bunların yerine koyduğu şeydeki sevgi
eksikliğinden kaynaklanır. Bunların kaybı onun
ruhuna elem verir. Bunlardan dolayı kişiye üzüntü
ilişir ve git gide kişinin bu üzüntüsü de artarak
tasaya dönüşür. Tasa tıpkı endişenin korku ile
beraber olması gibi üzüntü ile beraberdir. Bundan
dolayı da tıpkı korkunun aşırı haline endişe
392 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 289.
156
denildiği gibi üzüntünün şiddetli haline de tasa adı
verilir…393
11- Vesvese
… İnsanın ruha rahatsızlık veren kuvvetlerinden biri
de vesvesedir. Vesvese insanın kalbinde çarpıntılara
sebep olan bir arazdır. Bu da insanda olumsuz
düşünceleri (havâdıru’l-reddiye)harekete geçirerek
kişinin hayatını çekilmez kılar. Bununla birlikte
(kişi) hiçbir bedenî lezzetten tat almaz hatta
kendisinde vesvese olduğu zaman yediği
yemeklerden bile tat alamaz. Bu araz insanı kendi
kendine konuşmaya çağıran bir arazdır. Vesvese
bedene zararı ulaştığını söylediğimiz ruh
hastalıklarından -bu manada söylediklerimizin- en
kuvvetlilerindendir... 394
393 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 290. 394 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 292.
157
12- Öfkenin Ortaya Çıktığı İlk Anda Kontrol Altına Alınması Gerektiği
…Şayet bir kişi kontrolü kaybettiği ilk anda
kendisini kontrol altına almak konusunda aceleci
davranmazsa, nefsin kontrolünü kaybeder ve
kızgınlık ona hâkim olur. Bundan sonra başına
gelen şeylerin telafisine güç yetiremeyebilir,
158
böylece iş işten geçer, kontrolden çıkar. Buna şunu
olayı örnek olarak verebiliriz:
Küçük bir zahmet karşılığında söndürülmesi
mümkün olan ilk ateşin göründüğü an, ateş
söndürülmezse büyür ve bundan sonrada söndürme
olayında bir zorluk meydana gelir, belki de ateş
söndürülemeyebilir ve orada bulunan her şeye o
ateş sıçrayabilir. Binicisine dik başlılık eden at da
bu olaya verilinebilecek başka bir örnektir. İşin
başında bu atın kontrol altına alınma ihtimali vardır,
ancak bu terk edildiğinde atın dik başlılığa devam
etmesi halinde onu yakalamak zor bir hale gelir
(sahibi o atı yakalamakta aciz kalır)…395
13- Korkuyu Önleme Yollarından Bazıları
… Hükümdarlar ve onlar gibi oğullarının harp
sanatında gelişmesi için ter dökenler (çaba sarf
edenler), yaralama ve öldürme olayları konusunda,
oğullarının işin başında bu olayları gözleri ile görüp
tecrübe kazanmaları için onları savaş meydanlarına
çıkartmayı adet haline getirmişlerdir. Bu hal üzerine
395 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 295–296.
159
yetişen çocuklar, bu tecrübeden sonra bu olaylara
(korku ile) bakmazlar…396
… Denizcilikle uğraşmayı ve gemiye binmeyi
alışkanlık haline getirenlerin durumu da bunlar
gibidir. Denizin hallerine ve dalgalarına bakmak,
denizin dalgaları ile haşır neşir olmak ve bunları
görmeye devam etmekle, bu kişiler denizin
korkunçluğunu hissetmezler. Onların algıları bu
duruma alışır. Bu tür şeyleri ilk defa görenlerde
oluşan korku onlarda oluşmaz. Çok sallanan
(deprem olan) bir yerde oturanların durumu da
bunun gibidir. Bu zelzeleye alıştıkları zaman, ondan
çok etkilenmemeye başlayıp (deprem olduğunda)
aşırı korku ile sıçramazlar...397
396 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 310. 397 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 311.
160
14- Üzüntü ve Tasa
…Ruhî hastalıklardan (rahatsızlıklardan) olan
üzüntü (hüzn) ve tasa (ceze‘a), insanın kalbine
yerleştiği zaman, insana verdiği zararlar bakımından
önemli bir yere sahiptir. Tasanın(ceze‘a) kişiyi
dehşetli bir duruma sevk ettiği ve o kişide birçok
olumsuz etkiler ortaya çıkardığı görülen durumdur.
Kişi sabır gösterme konusunda aciz kaldığında, tasa
kişiyi ele geçirir…398
398 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 314.
161
… Bu konuda tasa için üzüntünün şiddetli (ifrat)
hali olduğu söyledik. Tasa ateşin kor yeri, üzüntü
ise ateşin sükûnundan sonraki kor yeri gibidir. Bu
en fazla zayıf bedende etkilidir. Kişinin ruhundaki
162
şehevî kuvvetleri değiştirir. Ruhun canlılık ve
letafetini giderir. İnsan için ruh, bedenin nuru ve
ışığı gibidir. İnsanının içinin üzüntü ve keder (gam)
ile dolması güneşin tutulması gibidir, (böyle olunca)
ruhun ışığı gider, aydınlığı yok olur. Sözün özü,
(üzüntü) sevincin tam tersinin yapılmasıdır. Biz
sevinçli kişinin yüzünü güler, sevinçli, latif ve
parlak görürüz. Üzüntülü kişinin de yüzünü de
bunun tam tersi bir halde görürüz. Korkunun kötü
(kerih) olaylarda ortaya çıktığı gibi, üzüntü de
sevincin yok olması ile ortaya çıkar. Üzüntü
geçmişe dair istenmeyen olaylardan ortaya
çıkarken, korku ise geleceğe dair istenmeyen
olaylardan çıkar. Bu ikisi en kuvvetli nefsânî
arazlardandır. Bu ikisi bir insanda toplandığı zaman
o kişi için, yaşamın güzelliği ve hayatın lezzeti
kalmaz. Bu ikisini ortadan kaldırdığı zaman
yaşayışının güzelliği ile mutlu olur ve hayatı lezzet
kazanır. Ancak her durum ve her zamanda bu
ikisinden kurtulmak mümkün olmaz…399
399 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 315.
163
15- Üzüntünün Türleri
Allah Teâlâ (cennet) ehlini şöyle vasıflandırıyor:
“Onlar için ne bir korku ne de bir hüzün vardır.”
Bütün sevilen şeylerin varlığını ve sevilmeyen
şeylerin yokluğunu içine alan bu iki lafzı Allah
Teâlâ birlikte zikretmiştir. Biz insanın yakınında
olan ve ona endişe verip, sabrını yok eden bu iki
şeyi tecrübe etmek (anlatmak ) istiyoruz. Bu ikisinin
varlığı bu dünyanın tabiatındandır. Bunlardan
164
kurtulma (hile) veya bunları yok etmenin yolu
yoktur. Üzüntü iki kısımdır;
a. Sebebi bilinen üzüntü, ehlinden, malından
veya özel konumundan dolayı sevdiği şeyi
kaybetmesinden dolayı kişiye arız olan üzüntüdür.
b. Sebebi bilinmeyen üzüntü ise gummedir.
Gumme vaktinin çoğunda insanın kalbinde bulunan,
canlılığını (neşesini) engelleyen ve sevincinin
ortaya çıkmasına mani olan şeydir…400
16- Üzüntüden Kurtulma Yollarından Biri
…Dünya hayatını tamamen dünyevî istekler ve
sevgiler üzerine kurmamayı düşünmek de (içten
gelen tedavi yollarından biridir.) Şayet kişi böyle
400 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 316.
165
yaparsa, sevdiği şeyleri elde ettiğinde bu şeyler
onun için ganimet mesabesinde olur. Kişinin ruhuna
böyle bir kazanım (bir ganimet) geldiği zaman, kişi
saf lezzetlerden olan kendisini güzelleştiren zevkleri
tadar, isteyip de kaybettiği şeye karşı da bir üzüntü
duymaz, dünya hayatı boyunca huzurlu bir hayat
sürer. (Elde edemediği şeyleri kendisine problem
etmez, elde edemediği şeylerin boş yere peşinde
koşmaz, böylece de huzurlu bir hayat sürer)…401
17- el-Hile
… Afet ve musibet anında üzüntü ve tasanın (havf-
ceze‘a) ortaya çıkması konusunda, kendisinden
yardım istemek de fayda bulunan fikir konularında
zikrettiklerimiz Allah’ın izni ile uygulandıklarında
açık bir faydası olan çözüm yollarından (hile)
biridir… 402
401 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 319. 402 Ebû Zeyd el-Belhî, a.g.e., s. 323.
166
18- Allah Teâlâ’nın Her Derdin Devasını da Yaratması
… Kişi bedenine ârız olan hastalıklar karşısında
çeşitli ilaç ve şuruplar alır. Kişinin bu (bedenî
olmayan) araza karşı da çabası (ihtiyal) değişmez.
İnsanların çoğu güç yetiremeyeceklerini düşünerek
bu hastalığa karşı bir şey yapmaz. Bu doğru bir
görüş değildir, aksine kişinin üzerine gereken şey,
Allah (cc) bedene ve ruha ârız olan tüm hastalıklara
karşı bir ilaç kıldığına emin olmasıdır. Bedende ve
ruhta ortaya çıkan, tüm hastalıkların bir tedavisi
vardır. İnsanlar bu deva ile şifa bulurlar…403
403 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 335.
167
19- Vesveseden Kurtulma Yollarına Bir Örnek ve Âlemin Düzeni
… (Vesveseden kurtulma yollarından biri de ) Allah
(cc)’in âlemde hayvan, bitki ve bunlar dışındaki var
ettiklerini ölüm-yaşam ve kevn-fesad (oluş-bozuluş)
üzerine yarattığını ve hastalıkları sebepleri ile var
ettiğini düşünmektir. İyileşmenin de, fesad ın bu
âlemde mutlaka sebepleri vardır. Bu âlemin
düzeninin aslıdır. Bu bitkiler, hayvanlar ve cansızlar
168
konusunda ibret alan kişinin müşahedesi ile doğru
bir iş, devam eden bir hükümdür. Bizim dışarıdan
herhangi bir yıkma kastı olmaksızın ve yıkılmadan
önce çöküş, bozulma ve dağılma gibi kendisinde
yıkılma sebebi olacak bazı arazlar olmadan ayaktaki
bir binanın bir defada yıkıldığını göremememiz
bunun misalidir. Fitili tutuşturulmadan bir fenerin
yandığını veya içinde yağ olduğunda ise (yanmış bir
fenerin) söndüğünü göremememizde bunun
misalidir. Fitilin kendisinin ihtiyaç duyduğu
miktardan az ya da çok yağın içine girmesi ve…404
404 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 347.
169
… dışarıdan kendisini söndürebilecek su, rüzgâr ve
bunun gibi bir şeyin ona arız olmadığı durumlarda
fener yanar. İnsan hayatı da böyledir. İçeriden veya
dışarıdan onu bozabilecek herhangi bir şey kişiye
ârız olmadığında, kişinin ihtiyarlamadan ölmesi
mümkün değildir. Kişinin ölümü için bunun dışında
bir şey gerekir. Verdiğimiz örnekteki fener hayattır,
fitil bedendir, yağ gıdadır, feneri söndüren arazlar
170
da kişinin başına gelen afetlerdir ki onlar da
yaralanma, çarpma, vurma, sıcak, soğuk vb. gibi
dışarıdan isabet eden şeylerdir. İnsan dışarıdan
gelen afetlerden kendisini koruyup hayatının bağlı
olduğu gıdaları (yeme-içme) aldığında, bu onun için
en faydalı tedbir olur. Böylece ihtiyarlık konusunda
fitile benzeyen bedeni fesada uğramaz....405
20- Ruh-beden İlişkisi
… Sen canlılardan her birinin ruhunu yoldaş
makamındaki bedenine arkadaş olarak görürsün.
Ruh-beden ilişkisinde bir sınır yoktur, öyle ki;
insana çeşitli elemler, acılar isabet ettiğinde ve
kavga, dövüş, yaralanma, kırılma, yarılma,
parçalanma, paramparça olma gibi sıkıntılı
felaketlere uğradığında, bunların hepsini kişinin
405 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 348.
171
ruhu da taşır ve bedenle beraber bunları hisseder.
Aynı şekilde, kişiye uzun zamandan beri musallat
olan açlık susuzluk gibi tahammül edilemez olan
hastalıklar, insanın aklını götürür, duyu organlarını
işlemez hale getirir, bedenini kişinin hayatının
devamını sağlayan gıdalardan faydalanmaktan
mahrum bırakır…406
21- Nebevî Tıb
… Allah, inayetiyle görüş sahiplerini şüpheye
düşürmeyen tabiplik hüneri bazı insanlara
bahşetmiştir. Bu işin evveli araştırıldığında bu
bilginin kaynağının vahy ya da vahy makamındaki
ilham olduğu görülür. (Tabipler kendilerine
vahyedilen bu bilgi sayesinde) çok ince bir miktar
(denge) ve ayar gerektiren ilacı (ilham vasıtası ile
aldıkları) hünerle hazırlayıp bu ilaçların
406 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 353.
172
hazırlanışını da kendilerinden sonra gelenler için
yazarak kitaplarında ebedileştirdiler...407
22- Hastalıkların Üç Ana Sebebi
…Bilinir ki, insanın hali kocamışlığa, bozulmaya
(ihtiyarlığa) uğramayıp kendisine de veba salgını
olmamışsa üç şeyden birini yapması ile hasta olur.
Bunlardan birincisi, insanın sağlıklı iken bedenin
ihtiyaçlarını karşılama konusunda kötü bir yol
izleyerek yediği içtiği şeylere, hangi vakitte ve
407 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 357.
173
hangi oranda yemek yediğine dikkat etmediği ve
ilaç almayı da ihmal ettiğinde kişinin üzerinde
zorluk çıkartacak hastalıkların olma olasılığı artar.
İkincisi, bu illetlerden herhangi bir tanesi ona ârız
olduğu zaman, ilaçlarla tedaviye girişmezse, bu
durumunda da (ilaç almamakla) ısrarcı olursa
telafisi mümkün olmayan hatta ölümüne sebep olan
durumlarla karşılaşabilir.
Üçüncüsü, korunması gereken şeyler hususunda
kendisine hâkim olamaz, gıdalardan kendisine zarar
veren ve hastalığını artıracak şeyleri yiyip,
doktordan veya tabiattan ilaç konusunda yardım
almazsa sıhhat ve selameti yok olur...408
408 Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlih, s. 358.
174
BİBLİYOGRAFYA
Akdağ, Emin, “Beyne Nota Neşteri”, Aksiyon Dergisi, sy. 551, İstanbul 2005.
Alper, Yusuf; Bayraktar, E. ve Karaçam, Ö., Herkes İçin Psikiyatri, İstanbul 1997.
Âmirî, el-Emed ale’l-ebed, nşr. E. K. Rowson, Kahire 1979.
________, es-Saâde ve’l-is‘âd fî sîreti’l-insâniyye, nşr. Ahmed Abdülhalim Atıyye,
Kahire 1991
Aristoteles, Eudemos’a Etik, trc. Saffet Babür, Ankara 1999.
________, Nikomakhos’a Etik, trc. Saffet Babür, Ankara 1997.
________, Ruh Üzerine, trc. Zeki Özcan, İstanbul 2000.
Atıyyetullah, Ahmed, “Belhî”, el-Kâmusu’l-İslâmî, Kahire 1963, I / 352–353,
Aydemir, Ömer, “Genel Tıpta Anksiyete”, Genel Tıpta Psikiyatrik Sendromlar, Ankara
2001.
Aydın, Mehmet, “Ahlâk”, DİA, İstanbul 1989, II / 9–14.
Barthold, V.V., Hudûd al-Alam, Rusça’dan trc. ve nşr. V. Minorsky, Londra 1970.
Barthold, W. ve Köprülü, Fuad, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1984.
Bayraktar, Mehmet, “The Spiritual Medicine of Early Muslims”, The Islamıc Quarterly,
vol. 29, 1985, sy. 1, s. 1–28.
Bebek, Adil, “Kâbi”, DİA, İstanbul 2001, XXIV / 27.
Biesterfeldt, Hans Hinrich, “Notes on Abû Zayd al-Balhî’s medico-ethical treatise
Masâlih al-abdân wa’l-anfus”, Actes du 8me congres de l'union europeenne des
Arabisants, 1976.
Bilgin, Mustafa, Tefsirde Mutezile Ekolü, Uludağ Üni. Sosy. Bil. Ens. İlâhiyat Bölümü
Basılmamış Doktora Tezi, Bursa 1991.
Bircan, Hasan Hüseyin, İslâm Felsefesinde Mutluluk, İstanbul 2001.
Bosworth, C.E., “Abu Zayd al-Balkhi”, Encyclopedia of Arabic Literature, Londra
1998, I / 51.
Brockelman, Carl, Geschichte der Arabischen litterature : supplement, Leiden 1956,
(GAL), I / 400.
175
Câbîr b. Hayyân, Muhtâru resâili Cabir b. Hayyan, nşr. P. Kraus, Kahire 1935.
Câlinus, Kitâbu’l-Ahlâk li Câlinus, nşr. P. Kraws, Kahire 1937.
Cevâdî, Ahmed Hac Seyyid, “Belhî”, Dairetü’l-maarif-i teşeyyü, Tahran 1992 (Farsça)
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları 2002.
Çağrıcı, Mustafa, “Ahlâk”, DİA, İstanbul 1989, II / 1–9.
_______,“Hilim”, DİA, Ankara 2003, XXVIII / 33–35.
_______, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul 2000.
Dâvud, Abdülmenâm, “Ahmed bin Sehl el-Belhî”, Beytü’l-Hikmetü’l-Abbâsî, Bağdad
2001
_______, “Ahmed b.n Sehl el-Belhî”, Beytü’l Hikmetü’l Abbasî, Bağdad 2001, II / 123–
140.
Dâvûdî, Ahmed, Tabakâtü’l-müfessirîn, Kahire 1972.
Dunlop, D. M., “Abu Zayd Ahmad b. Sahl al-Balkhi”, Encyclopoedia of Islam, Leiden
1960, I / 1003.
el-Belhî, Ebû Zeyd, Mesâlihu'l-ebdân ve'l-enfüs, (faksimile olarak) nşr. Fuad Sezgin,
Frankurt 1984–1998.
el-Hamevî, Ebû Abdullah Şihâbüddin Yâkût, “Ahmed b. Sehl el-Belhî”, Mu‘cemu’l-
udebâ, Beyrut, III / 64–85.
el-Makdisî, Mutahhar b. Tâhir, el-Bed ve’t-târîh, nşr. Clement Huart, Bağdad.
Erdem, Hüsamettin, Ahlâk Felsefesi, Konya 2003.
Erdemir, Ayşegül Demirhan, “Ahlât-ı Erbaa”, DİA, İstanbul 1989, II / 24.
er-Râzî, Ebû Bekir, et-Tıbbu’r-rûhânî, Resailu Felsefiye içinde nşr. P. Kraus, Beyrut
1982.
______, Ruh Sağlığı, trc. Hüseyin Karaman, İstanbul 2004.
eş-Şehristanî, Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdülkerim, el-Milel ve’n-nihal, nşr. M.
Seyyid Kîlânî, I-II, Beyrut 1975.
et-Taberî, Ali b. Rabben, Firdevsü’l-hikme fi’t-tıb, nşr. Zübeyr es-Sıddîkî, 1982
Fehd, Tevfik, “İlm-i Ahkâm-i Nücum”, DİA, İstanbul 2000, XXII / 124–126.
Güleç, Cengiz, Psikiyatri’nin ABC’si, İstanbul 1999.
Güngör, Erol, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Psikoloji, İstanbul 1995.
Hamîde, Abdurrahman, A‘lâmü’l-coğrafiyyîne’l-Arab, Beyrut 1995.
Hâvi, Ferîdûn, “Takrîru’r-Râzî havle’z-zükkâmi’l-müzmin”, al-Abbadth, XXVI. (1973–
1977).
176
Huart, Clement, “Belhî”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1979, II /487.
İbn Manzur, “hlk” md, Lisânül-Arab, Beyrut 1311, XXI / 374.
İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, trc. Bekir Karlığa, İstanbul 1999.
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, Beyrut 1994.
İlal, Günsel Koptagel, “Psikosomatik Bozukluklara Genel Bakış”, Psikiyatri Temel
Kitabı, c. II, Ankara 1998.
Jacquart, Danielle, “The Influence of Arabic Medicine in the Medieval West”,
Encyclopedia Of The History Of Arabic Science: Techonology, Alchemy and Life
Sciences (Volume III), Londra 1996.
Kallek, Cengiz, “Cevâmiu’l-ulûm”, DİA, İstanbul 1993, VII / 440–442.
Kandil, Fuad, “Ebû Zeyd el-Belhî”, Edebü’r-Rıhle fî Tûrâsi’l-Arabî, Kahire 2002.
Karaman, Hüseyin, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, İstanbul 2004.
______, “Tabip-Filozof Ebû Bekir er-Râzî’nin Felsefesinin Kaynakları”, Ekev Akademi
Dergisi, yıl: 7, sy. 15, (2003), s. 143–158.
Kaya, Mahmut, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, İstanbul 2003.
______, “Ünlü Hekim-Filozof Ebû Bekir er-Râzî ve Hekimlik Ahlâkı ile İlgili Bir
Risalesi”, Felsefe Arkivi, İstanbul 1987.
______Kaya, Mahmut, “Âmirî”, DİA, İstanbul 1991, III / 68–72.
______, “Aristo”, DİA, İstanbul 1991, III / 375–378.
______, “Firdevsü’l-Hikme”, DİA, İstanbul 1996, XIII / 131–132,
______, “Kindî”, DİA, Ankara 2002, XXVI / 41–58.
______, İslâm Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul 1983.
Kazvini, Abdülvehhab, “Kitâbü’l-bed ve’t-tarih”, Yaddaştha-yı Kazvini, Tahran 1949,
IX-X / 32–34. (Farsça)
Kılıç, Recep, Ahlâkın Dinî Temeli, Ankara 1992.
Kindî, Ebû Yusuf b. Yakub b. İshak, Üzüntüden Kurtulma Yolları, trc. Mustafa Çağrıcı
İstanbul 1998.
Köknel, Özcan, Genel ve Klinik Psikiyatri, İstanbul 1989.
Köroğlu, Ertuğrul, “Genel Tıbbî Durumlara Bağlı Psikiyatrik Bozukluklar”
Psikonozoloji Tanımlayıcı Klinik Psikiyatri, Ankara 2004.
Krachkovsky, Ignaty Yulianovich, Târihü'l-edebi'l-coğrafiyyi'l-arabî, Arapça’ya trc.
Haşim, Selahaddin Osman, Kahire 1963.
Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamalı Meâli, Medine 1992.
177
Kutluer, İlhan, “Belhî”, DİA, İstanbul 1992, V / 412–414.
______, “İlmü’n-nefs”, DİA, İstanbul 2000, XXII / 148–151.
______, Akıl ve İtikad, İstanbul 1998.
______, İslâm Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, MÜSBE Basılmamış
Doktora Tezi, İstanbul 1989.
______, İslâm’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İstanbul 2001.
Masri, Mahmud, “Risaletu Ma'hedi'l- Türasi'l- İlmi el- Arabi”, Institute for the History
of Arabic Science Newsletter, Suriye 2003.
Mevsûâtü’l-Arabiyye, “Belhî”, Riyad 1999, V / 277–278.
Miquel, André, “Geography”, Encyclopedia Of The History Of Arabic Science:
Techonology, Alchemy and Life Sciences (Volume III), Londra 1996
Muhammed b. Suud el-İslâmiyye, Buhûsü'l-mûtemeri'l-coğrafiyyi'l-İslâmiyyi'l-evvel,
Riyad 1984.
Mutçalı, Serdar, Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul 1995.
Nasr, Seyyid Hüseyin, İslâm ve Bilim, trc. İlhan Kutluer, İstanbul 2006.
Ni’meh, Abdullah, Felâsifetü’ş-şî‘a hayatuhum ve âsaruhum, Beyrut 1987.
Nüveyhiz, Adil, “Belhî”, Mu'cemü'l-müfessirin min sadri'l-İslâm hatta'l-asri'l-hadır,
Beyrut 1983, I / 40.
Olguner, Fahrettin, “Eflâtun”, DİA, İstanbul 1994, X / 469–476.
______, Batı ve İslâm Dünyası’nda Eflâtun’un Timaios’u, Konya 1990.
Özkan, Zahide, Die psychosomatik bei Abu Zaid al-Balhi, ed. Fuat Sezgin, Institut für
Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt -1998.
Özmen, Erol, “Genel Tıpta Depresyon”, Genel Tıpta Psikiyatrik Sendromlar, Ankara
2001.
Platon, Devlet, trc. Cenk Saraçoğlu-Veysel Atayman, İstanbul 2005.
______, Kriton ya da Görev Üzerine, trc. Samih Rifat, İstanbul 2005.
______, Phaidon, trc. Hamdi Ragıp Atademir-Kemal Yetkin, İstanbul 1943.
Rashed, Roshdi, Encyclopedia of The History of Arabic Science, c. III., Londra 1996.
Rosenfeld, Boris A. ve İhsanoğlu, Ekmeleddin, Mathematicians, astronomers and other
scholars of Islamic civilization and their works : (7yy-19yy c.), İstanbul 2003.
Ross, W. David, Aristoteles, trc. Ahmet Arslan ve Arkadaşları, İstanbul 2002.
Safedî, Abdullah, el-Vâfi bi’l-Vefeyât, Neşriyatü’l-İslâmiyye, 1982.
178
Sahîh-i Buhârî Muhtasar-ı Tecrîd-i Sarîh, trc. Abdullah Feyzi Kocaer, Yeni Şafak
2004.
Sarton, George Alfred Leon, Introduction to the history of science : from Homer to
Omar Khayyam, New York 1975, I, 631.
Savage-Smith, Emilie, “Medicine”, Encyclopedia Of The History Of Arabic Science:
Techonology, Alchemy and Life Sciences (Volume III), Londra 1996.
Sayar, Kemal, Ruh Hali, İstanbul 2006.
Sezgin, Fuad, Tariku’t-Turâsi’l-Arabî, Riyad 1983, I / 289.
Songar, Ayhan, Psikiyatri, İstanbul 1971.
Sürmeli, Aksın, “Anksiyete Kavramı ve Anksiyete Bozukluklarına Genel Bir Bakış”,
Psikiyatri’nin Temel Kitabı, Ankara 1994
Taylan, Necip,“Ali b. Rabben et-Taberî”, DİA, İstanbul 1989, II / 434–436.
Tikritî, Naci, “Ebû Zeyd el-Belhî”, el-Felsefetü’l-Ahlâkiyyetü’l-Eflâtuniyye, Beyrut
1982
Turabi, Ahmet Hakkı, el-Kindî’nin Mûsikî Risâleleri, Basılmamış Y. Lisans Tezi
MÜSBE, İstanbul 1996.
_______, “Kindî, Musikî”, DİA, Ankara 2002, XXVI / 58–59.
Turhan, Kasım, Din-Felsefe Uzlaştırıcısı Bir Düşünür Âmirî ve Felsefesi, İstanbul 1992.
Türk Ansiklopedisi, “Belhî”, Ankara 1953, VI, 75.
Ülken, Hilmi Ziya ve Burslan, Kıvâmüddin, Fârâbi, Kanaat Yayınevi, İstanbul.
Watt, W.M, “Abu Zayd Ahmed b. Sahl Balkî” , Encyclopedia Iranıca, Londra 1983, I /
399–400.
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, trc. Vehbi Eralp, İstanbul 1998
Yazıcı, Tahsin, “Belh”, DİA, İstanbul 1992, V / 410–411.
Yüksel, Nevzat, Ruhsal Hastalıklar, Ankara 2001.
Zekur, Muhammed Yâsir, “Risâleti Ebû Bekir er-Râzî fî’z-zükkâmi’l-tahsisi”, Afakü's-
Sekâfe ve't- Türas, Dubai 1998, VI / 200–207.
WEB KAYNAKLARI
Abu Reidah, Muhammad Abdul-Hadi, “The Cure of Body and Soul by Abu Zayd Al-
Balkhi”, Physical and Psychological Health in Islam: Psychological Therapy, kaynak:
http://www.islamset.com/hip/Abu_Reidah/Abu_Reidah9.html
179
Güntöre, Sibel Öztürk, “Tıp ve Felsefe”, Bilim ve Düşünce Dergisi,
kaynak:http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=262.
Vikipedi, “Halüsinasyon”, Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Hal%C3%BCsinasyon
Yakıt, İsmail, 2004, “Galenos’un Felsefe ve Tıp Ahlâkı Konusunda Önemli Bir Eseri :
“Erdemli Tabip Bir Filozof Olmak Zorundadır”, VIII. Türk Tıp Tarihi Kongresi,
http://www.ismailyakit.com/yayinlar/ galinusbildiri.html
180
İNDEKS
A
Aç gözlülük · 67 Afganistan · 15 Ahlâk · 4, 5, 7, 11, 22, 35, 36, 43, 44, 45, 46, 47, 52,
54, 55, 56, 57, 61, 63, 64, 65, 66, 67, 69, 70, 74, 75, 78, 79, 89, 95, 109, 114, 115, 116, 118, 139, 141, 172, 173, 174, 175, 182
Ahlâk felsefesi · 11, 35, 141 Ahlâk ilmi · 4, 5, 35, 109, 141 Ahmed b. Muhammed el-Bezzârî · 14 Akâid, · 22 Akıl · 31, 41, 80, 92, 126, 175 Akıl gücü · 92 Akıl kuvveti · 126 Ali b. Rabben et-Taberî · 28, 176 Ali b. Ubeyde el-Latâfî · 13 Allah · 15, 17, 18, 19, 21, 22, 41, 43, 46, 47, 48, 59,
64, 101, 117, 121, 126, 128, 130, 132, 134, 136, 161, 163, 164, 165, 169, 183
Almanya · 40 Anksiyete · 85, 112, 172, 176 Arap Coğrafyası · 29 Aristo · 3, 8, 18, 31, 36, 40, 41, 42, 44, 45, 56, 138,
174 Ayasofya Kütüphanesi · 2, 10
B
Bağdat · 7, 20, 32 Barthold · 22, 29, 172 Belh · 12, 14, 16, 17, 32, 33, 176 Buhara · 17, 32
C
Câbir b. Hayyân · 8 Câhız · 13, 20 Câlinus · 54, 75, 173 Cevâmi’u’l-ulûm · 30 Ceyhun · 17 Cimrilik · 67 Cinsellikte aşırılık · 67 Cismanî ilaçlar · 118 Clement Huart · 34, 173 Coğrafya · 17, 29
D
De Caelo et Mundo · 31
De Goeje · 29 Determinizm · 128 Devlet · 36, 37, 38, 39, 40, 175 Din · 14, 17, 19, 32, 33, 76, 83, 135, 140, 176 Dinî ilimler · 12 Düşmanlarından Faydalanan İyi İnsanlar · 78
E
Ebû Ali Ahmed b. Muhammed b. Muzaffer · 33 Ebû Ali el-Ceyhânî · 16 Ebû Bekir er-Râzî · 3, 7, 8, 9, 20, 26, 27, 54, 86, 87,
126, 138, 174, 176 Ebû Cafer el-Hâzin · 31 Ebû Hanîfe Ahmed b. Dâvud ed-Dîneverî · 13 Ebû Hayyân et-Tevhîdî · 13, 15, 18 Ebû Muhammed Hasan b. el-Vezirî · 13 Ebû Osman Amr b. Bahr el-Câhız · 13 Ebû Zeyd Dımeşkî · 21 Ebû Zeyd el-Belhî · 3, 5, 7, 8, 9, 10, 12, 13, 15, 18,
19, 22, 27, 28, 31, 33, 71, 72, 73, 74, 76, 77, 78, 79, 80, 81, 82, 83, 84, 85, 87, 89, 90, 91, 92, 93, 94, 95, 96, 97, 98, 100, 101, 102, 104, 105, 106, 107, 108, 110, 111, 112, 114, 115, 116, 118, 119, 120, 122, 123, 124, 125, 126, 128, 129, 130, 131, 132, 133, 134, 135, 136, 137, 138, 139, 140, 141, 144, 145, 146, 147, 149, 150, 151, 152, 153, 154, 156, 157, 158, 160, 162, 163, 164, 166, 168, 169, 170, 171, 174, 176
Eflatun · 8, 42, 57, 138 Ehl-i azim · 105 el-Bed ve’t-târîh · 34, 173 el-ebdân · 9 el-Emed · 19, 33, 45, 172 el-Emedü’l-aksâ fî hikmet · 33 el-enfüs · 9, 52, 144, 182 el-Hîle · 8, 17, 19, 26, 28, 43, 54, 63, 64, 74, 86, 99 el-Hîle li def‘il-ahzân · 17, 26, 28 el-İ’lâm bi menâkıbi’l-İslâm · 30 el-İbâne · 34 el-İlâm · 31 el-Karâbîn ve’z-zabâih · 16 Empedokles · 6, 18 Endişe · 60, 80, 84, 95, 140, 152, 182 en-Nüket fîma yesıhhu min ahkâmi'n-nücûm · 32 Erdem · 4, 35, 36, 89, 141, 173 er-Red ‘ale’n-nâsârâ · 28 es-Saâde ve’l-İs‘âd · 45 es-Semâ’ ve’l-‘âlem · 31 et-Taberî · 28, 32, 173, 176 et-Tıbbu’r-rûhânî · 7, 8, 9, 19, 28, 43, 44, 64, 66, 73,
80, 83, 86, 126, 173
181
F
Fârâbî · 12, 32, 65, 70, 74, 93, 138 Fars · 33 Fazilet · 76 Felsefe · 6, 17, 19, 32, 33, 63, 68, 69, 73, 76, 116,
128, 135, 173, 174, 175, 176, 177, 182 Felsefî ahlâk · 36 Fihrist · 7, 13, 14, 20, 29, 30, 31, 32, 174 Freud · 86 Fuad Sezgin · 2, 10, 22, 23, 24, 25, 30, 31, 173
G
Galen · 6, 7, 26, 36, 52, 54, 63, 68, 75, 77 Gam · 150, 182 Gazab · 48, 88, 150, 182 Gumme · 162
H
Halüsinasyon · 115, 177 Harizmî · 30 Hased · 67 Hâşim el-Mervezî · 16 Haz · 65, 114 Herat · 15 Hikmet · 135 Hile · 64, 163, 183 Hilim · 51, 92, 173 Hind · 16 Hipokrat · 8, 26 Hissî · 58 Hitler · 40 Horasan · 2, 10, 12, 13, 20 Hüseyin b. Ali el-Merverûzî · 16
I
Irak · 12, 15, 20, 86
İ
İbn Ferîgun · 19, 30, 33 İbn Havkal · 29 İbn Miskeveyh · 46, 65, 66, 70, 75, 78, 79, 135, 138 İbn Rüşd · 18, 138, 174 İbn Sînâ · 45 İfrat · 57 İhvân · 65 İhvân-ı Safâ · 65 İktidar hırsı · 67 İlâhî · 57 İmâmiyye · 12 İnsanın Kendi Hatalarını Bilmesi · 77 İshak b. Huneyn · 6 İslâm · 1, 2, 3, 4, 6, 7, 9, 10, 12, 14, 17, 18, 22, 26,
28, 29, 30, 35, 36, 39, 40, 42, 43, 44, 45, 46, 47, 50, 53, 54, 56, 63, 65, 66, 67, 69, 70, 74, 75, 78,
79, 82, 109, 115, 118, 135, 138, 139, 172, 173, 174, 175, 182
İstahrî · 29 İtidal · 35, 65, 182 İyimserlik · 73
K
Kan · 22, 174 Karmatî · 16 Kaygı · 85, 140, 153, 158, 159, 182, 183 Keder · 80, 150, 151, 182 Kibir · 57, 67 Kindî · 2, 3, 6, 7, 8, 9, 10, 12, 14, 17, 18, 19, 20, 22,
26, 27, 28, 29, 30, 31, 32, 39, 42, 43, 45, 52, 54, 63, 64, 70, 72, 74, 85, 86, 96, 99, 100, 101, 102, 103, 118, 131, 138, 174, 176
Kindî ekolü · 2, 6, 10, 31, 138 Kitâb Fî aksâmi'l-‘ilmi'l-insî · 30 Kitâbu beyân-ü vucuhu’l-hikmeti fî evâmiri ve’n-
nevâhiye’ş-şer‘iyye · 33 Kitâbu Fî hilâf · 33 Kitâbu Fî hilâf, Kitâbu’s-siyâset · 33 Kitâbü ‘ismeti'l-enbiyâ · 30 Kitâbü Ahlâki'l-ümem · 31 Kitâbü Aksâmi'l-‘ulûm · 30 Kitâbü Aksâmi'l-‘ulûm ve Kitâbü'n Fi aksâmi'l-
‘ulûmi'l-felsefe · 30 Kitâbü Cevâbi risâleti Ebî Ali ibn-i Münir ez-Ziyâdî ·
32 Kitâbü Ecvibeti ’ehli Fâris · 32 Kitâbü Ecvibeti ’ehli Fâris, Kitâbü Ecvibeti Ebî Ali İbn-i Muhtâc · 32
Kitâbü Ecvibeti Ebî Ali İbn-i Muhtâc · 33 Kitâbü Ecvibeti Ebi İshâk el-Müeddib · 32 Kitâbü Ecvibeti Ebî Kâsım el-K‘abî · 32 Kitâbü Ecvibeti Ebi'l-Fazl es-Sükkerî · 32 Kitâbü Edebi's-sultâni ve'r-ra‘iyye · 30 Kitâbü Esmâ’i 'l-eşyâ · 32 Kitâbü Esmâ’i ve'l-künye ve'l-elkâb · 31 Kitâbü Esmâ’illahi ve sıfâtihi · 30 Kitâbü Fazîleti ‘ilmi'l-’ahbâr · 31 Kitâbü Fazîleti ‘ulûmi'r-riyâziyyât · 32 Kitâbü Fazli sınâ‘ati'l-kitâbe · 31 Kitâbü Fazli'l-melik olarak sayılabilir · 30 Kitâbü Fezâili Mekkete ‘alâ sâ’iri'l-bikâ‘a · 32 Kitâbü Fezâili'l-Belh · 32 Kitâbü Fî enne sûrete'l-hamdi tenûbü ‘an cemî‘i'l-
Kur’ân · 30 Kitâbü İhtiyârâti's-siyer · 32 Kitâbü Kavâri‘i'l-Kur’ân · 29 Kitâbü Kemâli'd-dîn · 15, 30 Kitâbü Mâ ’uglika min ġarîbi'l-Kur’ân · 30 Kitâbü Mâ yasıhhu min ahkâmi'n-nücûm · 32 Kitâbü Münyeti'l-küttâb · 31 Kitâbü Nazmu'l-Kur’ân · 29 Kitâbü Nüsârâtin min kelâmihi, · 31 Kitâbü Risâleti hudûdu'l-felsefe · 31 Kitâbü Risâletihi fî medhi'l-virâka · 32 Kitâbü rusûmi'l-kütüb · 31 Kitâbü Savlecâni'l-ketebe · 31 Kitâbü Sıfâti'l-’ümem · 31 Kitâbü Sınâ‘ati'ş-şi‘ir · 31 Kitâbü Şerâ’i‘i'l-edyân · 30
182
Kitâbü Tefsiri suver · 31 Kitâbü Tefsîri'l-Fâtiha ve'l-hurûfi'l-mukatta‘a fî
’evâ’ili's-suver · 30 Korku · 67, 80, 95, 100, 101, 112, 151, 152, 182 Kötümserlik · 116 Kur’ân-ı Kerîm · 50
M
Merv · 32 Mesâlih · 2, 3, 7, 8, 9, 11, 19, 26, 27, 28, 33, 37, 45,
47, 48, 49, 50, 51, 52, 54, 56, 59, 60, 61, 62, 68, 69, 71, 72, 74, 76, 77, 78, 79, 80, 81, 82, 83, 85, 89, 90, 91, 92, 93, 94, 95, 97, 98, 99, 100, 101, 102, 103, 104, 105, 107, 108, 110, 111, 114, 116, 118, 119, 122, 123, 124, 125, 126, 128, 129, 130, 131, 132, 133, 134, 136, 139, 140, 141, 143, 144, 145, 146, 147, 149, 150, 152, 153, 154, 156, 157, 158, 160, 162, 163, 164, 166, 168, 169, 170, 171, 182
Mu‘cemu’l-udebâ · 2, 10, 13, 14, 16, 17, 21, 30, 132, 173
Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî · 34 Mutluluk · 39, 42, 43, 44, 45, 53, 56, 172 Müzik · 9, 80
N
Nasr b. Ahmed · 16 Nâtık · 57 Necef · 29 Nefsin güçleri · 48 Nutkî · 58
O
Otokritik · 67, 77
Ö
Öfke · 49, 80, 83, 88, 92, 140, 150, 152, 182 Öfke gücü · 49 Ölüm korkusu · 84
P
Patolojik · 112 Platon · 3, 36, 37, 38, 39, 40, 44, 45, 56, 175 Psikiyatri · 63, 72, 82, 85, 86, 112, 113, 172, 173,
174, 176 Psikoloji · 5, 173 Psikosomatik · 82, 174
R
Risâle fî hudûdi’l-eşyâ ve rusûmihâ · 31 Ruh güçleri · 142
Ruh hastalıkları · 63, 68, 115, 141 Ruh sağlığı · 50, 70, 126, 145, 146 Ruh Üzerine · 40, 172 Rûhânî hastalıklar · 148 Rûhânî ilaçlar · 119 Ruh-beden · 3, 60, 61, 143, 168, 182, 183 Ruh-beden ilişkisi · 3, 60, 168 Ruhî hastalık · 70, 158 Ruhî ilaçlar · 101 Ruhî rahatsızlık · 48, 61, 67, 79, 124, 149, 150, 182
S
Sâmânî · 16, 31 Sarhoşluk · 67 Semerkant, · 32 Sevinç · 151 Siyaset · 30 Süleymaniye Kütüphanesi · 10, 23, 24, 25
Ş
Şâmistiyân · 12, 17 Şehîd bin Hüseyin el-Belhî · 7, 20 Şehristanî · 12, 173 Şehvânî · 57, 67, 80 Şemsüddin el-Kudsî · 23
T
Tabiî · 108 Tarih · 68, 177 Tasa · 80, 85, 99, 140, 153, 158, 159, 182 Tedavi · 81, 87, 88, 95, 99, 108, 112, 130, 182 Tefrit · 57 Tevhîdî · 13, 15, 18 Tıp · 5, 6, 68, 177 Timaios · 53, 54, 175 Türkistan · 32
Ü
Üzüntü · 67, 80, 99, 100, 118, 158, 160, 162, 182, 183
Üzüntüden Kurtulma Yolları · 8, 9, 26, 43, 54, 64, 70, 72, 74, 96, 102, 162, 174, 183
V
Vesvese · 80, 87, 108, 125, 126, 141, 154, 182
Y
Yâkût · 2, 10, 13, 14, 15, 16, 17, 19, 21, 22, 29, 30, 132, 173
Yâkût el-Hamevî · 2, 10, 13, 14, 15, 16, 17, 21, 30, 132
183
Yalan · 67 Yalnızlık · 122 Z
Zahide Özkan · 7 Zübeyr es-Sıddıkî · 28