geçen hafta 67,797 okura ulaştık kitap...
TRANSCRIPT
Aydınlık5 Temmuz2013 Cuma
Yıl: 2 Sayı: 71
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA P.
Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu
Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu
Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu
Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu
Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu
Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu
Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu
Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu
Geçen hafta 67,797 okura ulaştık
Zulme isyan,Atçalı ve
Aydın İhtilali
ALI RIZA ÖZKAN
Benim şairimLyubomir
Levçev
ÖZDEMIR İNCE
Şiir yenidensokağa
çıkacak
VEYSEL ÇOLAK
Miller, haz peşindeki
filozof
DAĞHAN DÖNMEZ
Cahit Kayra:
5 TEMMUZ 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Çimento fabrikası... Ne gelir akla? Toz duman, kil, kireç kaplamış ortalığı. Çalıyı di-keni bile gömmüş. Boz yazıları, tam bir çöle dönüştürmüş!
Öyle değildi. Benim kentimin en yeşil yeriydi. Çimento fabrikasını kurarken devlet,onu kentin epeyce bir uzağına kurmakla da kalmamış, çamlarla, çiçeklerle, havuzlarlasüslü yeşil alan halinde tasarlamıştı. Toplumsal yaşam alanları ve sarı sarı sarı boyalılojmanlarıyla... Kuşkusuz demiryolu kıyısındadır.
Cumhuriyet kendini ve ülkeyi inşa ediyordu. Sivas’ta... Demiryolları fabrikası (CerAtölyesi) de öyleydi... Nazilli Basma fabrikası, Uşak Şeker Fabrikası, İzmit Seka Fab-rikası, Karabük Demir Çelik... İçindeki fabrikalarıyla Atatürk Orman Çiftliği... Bütüno sanayileşme çabası doğayı da kuşatıyor, Cumhuriyet yalnızca iktisadını oluşturmak-la yetinmiyor, insanını ve yaşama alanını da biçimliyordu.
Mecit Ünal’ın Edip Cansever’in o çok sevdiği dizesine bağlandığı gibiydi: “İnsan ya-şadığı yere benzer”
Cumhuriyet insanını yaşadığı yere benzetmeye çalışıyordu.Ve ama, insan kendine de benzetir yaşadığı yerleri... 1950’lerden sonra olduğu gibi.Kamu sektörünün insan algısıyla, özel sektördeki algının ne denli uçurumlar açtı-
ğını fabrikaları karşılaştırmak bile yeterli.Doç. Dr. Barış Doster’in, Cahit Kayra ile anıtsal yapıtı “1923-1950, Devletçilikı, Al-
tın Yıllar” üzerine son derece etkili söyleşisi bunları çağrıştırdı. Sizlere neler çağrıştırcakkim bilir!
Cahit Kayra 1917’de doğdu.1938’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’denmezun oldu. 1939’da Maliye Teftiş Kurulu’na girmiş, Maliye müfettişi olduktan son-ra 1948 yılında staj için bir yıl süreyle Londra’ya gönderilmiştir. 1950’de Gelirler Ge-nel Müdürlüğü Müşavirliğine atandı. Maliye bürokrasisinin en üst kademelerinde nicegörevden sonra, Maliye Tetkik Kurulu Başkanlığı’ndan 1972 ‘de emekli oldu.1973 yı-lında CHP Ankara Milletvekili seçidi ve 1974’te Ecevit Hükümeti’nde Enerji ve TabiiKaynaklar Bakanlığı yaptı.
Ama o, son yıllardaki yapıtlarıyla, özellikle liberalizmin, dolayısıyla gericiliğin Cum-huriyet’e saldırılarındaki ana ögelerden olan KİTler ve Devletçilik, Varlık Vergisi ko-nularında gerçeklere, tanıklıklara, rakamlara dayanan çalışmalarıyla halka hizmet et-meye devam etti. Özellikle “Savaş Türkiye ve Varlık Vergisi (2011)” kitabını anmak ge-rek. Basılı 34 kitabının arasında...
***Türkiye’nin isyan ve devrim geleneğinin en özellerinden birini, Atça İhtilali’ni, Ali
Rıza Özkan yazdı ve karşı tezlerle ana başlıklar halinde tartıştı. Yerel cumhuriyet de-neyimlerinden olan, Ege’nin aydınlık insanlarının genlerine işlemiş bu ihtilali, HaziranDirenişi’ni devrimle taçlandırma azminin soluklandığı şu dönemde anımsamak ilginiziçekecektir.
***Usta şair Veysel Çolak’la son şiir kitabı “O Zaman Bitti” üzerine Aslıhan Tüylüoğ-
lu söyleşti. Veysel Çolak şiirimiz ve şiire dahil olan nice şey üzerine çok önemli sapta-malarda bulunuyor. Aynı kanıdayız, yeni, hayata, sokağın içine dalan bir şiir doğacakönümüzdeki günlerde.
Ve bitirirken, edebiyatımızın büyük ustalarından Özdemir İnce, bir başka büyük us-tayı; Levçev’i sunuyor Aydınlık Kitap Eki okurlarına...
Zenginleşiyoruz.
İÇİNDEKİLER
Kerim Korcan’ın şiiri: Ey Gaziler s. 4
‘Siyasal İletişim’in el kitabı s. 5
Benim şairim Lyubomir Levçev s. 6
Ezberbozan polisiye: ‘Gümüş Kuğu’ s. 7
s. 8-9
s. 10-11
s. 12-13
Sovyetler Birliği’ne ne oldu? s. 14
Miller, haz peşindeki filozof s. 15
Bilinçle bilinçaltının kenetlendiği an s. 16
s. 17
Yeni çıkanlar s. 18-19
s. 20
Yitik zamana iz düşen roman s. 21
Bulmaca s. 22
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
[email protected] Müdürü
Kamile Karakadı[email protected]
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi
Metin Aktaş
Aydınlık
KITA P.
Sayfa Sekreteri Alev Özgenç
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]
Yaşadığı yere benzesindiye insan...
Reklam Servisi
KAPAK: “Ekonomide kamunun
payı ve müdahalesi gerekir”
Zulme isyan geleneğinin yurdunda
Atçalı ve Aydın İhtilali
Şiir tarihin öznesi olanları ayakta
tutacak tek kültürel besindir
Seks üzerine büyük yalanlar
ve küçük gerçekler
Çocuk-Genç :
Masallar istediğim gibi bitmiyor!
HALDUN ÇUBUKÇU
5 TEMMUZ 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Attıkları her adım itina ile izlenen,
ömürleri polis takibinde geçen, düzme-
ce davalar sonucunda verilen hapis ce-
zalarıyla hayatları cehenneme çevrilen ilk
komünistlerdendir Kerim Korcan. 1938
yılında Donanma Davası’nda Nazım
Hikmet’le birlikte yargılanıp 12 yıl ağır
hapse mahkûm edildiğinde daha yirmi
yaşında bir gençtir.
Ilkokul dördüncü sınıfa kadar okuya-
bilmiş, daha sonrasında kahvelerde, don-
durmacı, berber ve köftecilerin yanında çı-
raklık yaparak ailesinin geçim mücadele-
sine katılmış olan bir gencin, dönemin en
önemli davalarından birinin aktörleri ara-
sında yer almasının temel nedeni ise oku-
ma tutkusu ve kitap sevgisidir.
1918 yılında Adapazarı’nda doğmuş
olan Kerim Korcan polisin kendisini
gözaltına aldığı dönemde İstanbul’dadır
ve saat tamircisi olan babasının yanında
çalışmaktadır.
Kerim Korcan bazı arkadaşlarıyla
birlikte Kitap Sevenler Derneği adıyla bir
dernek kurmuştur. Zaman zaman da, Dr.
Hikmet Kıvılcımlı ile eşi tarafından ku-
rulmuş olan Kıvılcım Kütüphanesi adlı
yayınevinden kitap almaktadır. Hikâye-
nin bundan sonrasını Kerim Korcan’la
aynı davada yargılanıp kendisi de 10 yıla
mahkûm edilen Seyfi Baba’dan dinle-
yelim:
“Terfim geldi üstçavuş oldum…
Arkadaşlardan biri, ‘Gemide, erlerin
birinde Marksist kitaplar var,’ dedi.
‘Kimde?’ dedim.
‘Haydar Korcan’da’ dedi.
‘Getirin kitapları da okuyalım’ dedim.
Kitaplar geldi… Haydar Korcan,
Kerim Korcan’ın ağabeyi imiş. Bizim do-
nanmada asker. Rütbe gözetmeksizin
ona yaklaştık. Bize kardeşi Kerim’i an-
lattı. Çok kitabı olan, durmadan okuyan
biriymiş Kerim. Evleri kitap doluymuş.
Mesleği saatçilikmiş. Küçükpazar’da ba-
basının yanında çalışırmış…
Bir akşam gemide biraz demlendik.
Çakırkeyifiz… Her şey güzel. Arkadaş-
lar kafa dengi, deniz pırıl pırıl, gökte ko-
caman bir ay. Kâğıt kalem istedim. Bir
mektup yazdım Kerim’e:
‘Aziz Kafadaşım,Tarih ve tesadüf bir gün bizi birleşti-
recektir. Nerde olursa olsun. Gözlerin-den öperim. Daha bir şeyler varsa gön-der…’
Mektubu eski harflerle yazmıştım.
Kerim’den istediğim sol içerikli ki-
taplardı.
…
Kerim’in evini didik didik aramışlar.
Yazdığım mektup, kitaplarının birisinin
arasından çıkmış.
Kuzunun suyu bulandırması baha-
neydi. Kurt, kuzuyu yiyecekti.
Böylece tevkifatım başladı. Arkam-
dan gelen gelene…
…
Dayandılar bize cezayı!..
Ben 10 yıl yedim. En çok ceza Nâ-
zım’a: 20 yıl… Harbiye Davası’nda ver-
dikleri 15 yılı da eklediler üstüne, toplam
30 yıl. O sırada Türkiye’de ortalama in-
san ömrü otuz beş yılın altındaydı.
Bizler asker kişiler, askerî hapisha-
nede kaldık. Tophane’de yani. Nâzım gibi
sivil olanları İstanbul Tevkifhanesi’ne yol-
ladılar. Altı ay kadar sonra bizleri de si-
vil hapishaneye gönderdiler. Böylece
aynı mapusanede bir araya gelmiş olduk.
Ancak birkaç ay bir arada kalabildik.
…
Bu kez de İstanbul Tevkifhanesi’nde
dağıtım başladı. Benim de içinde bu-
lunduğum bir kısım mahkûm Sinop’a,
meşhur Sinop Cezaevi’ne postalandı.
Nâzım, Kıvılcımlı, Kemal Tahir de Çan-
kırı Cezaevi’ne…
…
Sinop Hapishanesi’nde, yazmaya en
düşkün olanımız Kerim Korcan’dı. Sa-
bahın köründe kalkar, başlardı yazmaya.
‘Tatar Ramazan’ı filan orada yazdı. Ben
de öyküler karalıyor, şiirler yazıyordum.
Savcımız değişmişti. İyisi gitmiş, kötüsü
gelmişti. Bir gün arama yaptırdı ceza-
evinde. Aldılar gittiler yazdıklarımı. Gi-
diş o gidiş… Kerim’inkileri mi? O nasıl
kurtardı şimdi anımsayamayacağım.”
(Nâzım Nâzım, Aydın Aydemir, Broy Ya-
yınları, 1986)
Kerim Korcan’ın yirmi yaşında iken
üzerine kapanan demir kapı tam on yıl
sonra açılacaktır. O ise bu kapıdan de-
neyimle donanmış, bilinci pekişmiş, bi-
rikimi yükselmiş bir Kerim Korcan ola-
rak çıkacaktır. Bavulunda ise çalışkanlı-
ğıyla birlikte keskin gözlem gücü ve de-
rin halk sevgisinin ürünü olan “Linç”,
“Tatar Ramazan”, “İdamlıklar” gibi ro-
man ve hikâyeleri vardır.
Sıkıcı olmayan anlatımı, çelişkileri ko-
layca sergilemekteki becerisi, canlı ve sü-
rükleyici anlatımı, okuru zorlamayan
yalın diliyle Kerim Korcan yazarlık gü-
cünü asıl olarak roman, hikâye ve rö-
portajlarında göstermiştir.
“Tatar Ramazan”ın önce tiyatro oyu-
nu, daha sonra film ve dizi film hâline ge-
tirilmesi, yine “Linç”in film olarak çe-
kilmesi ve Kerim Korcan’ın edebî yara-
tımından görsel alana aktarılan bütün bu
üretimlerin ödüller alması onun anlatı
alanındaki ustalığın bir göstergesidir.
Kerim Korcan ustalığını anlatı ala-
nında göstermekle birlikte şiirler de
yazmıştır. Şiirlerini “Ey Gaziler” adıyla
kitaplaştırmıştır.
Onun şiirlerinde taş duvarlar içindeki
insanların sıkışmışlık duyguları, aşk,
umut ve gelecekle ilgili safiyane görüş ve
düşünceler, kendi hayatıyla ilgili anılar,
iç çelişkileri, hapislik dönemindeki ta-
nıklıkları ve bütün bunları kuşatan halk
sevgisi yer almaktadır. Korcan’ın şiiri şiir
kişisi ya da şiir kişileri üzerinden bir üre-
tim değildir ve büyük oranda kendi ya-
şamının izdüşümü hâlindedir. Böyle ol-
duğu için şairin bütüleşmiş olduğu da-
vanın hayatındaki her düzey ve türdeki
yansımaları aynı zamanda şiirinin de
var olduğu zemindir.
Sade ve doğrudandır Kerim Kor-
can’ın anlatımı. Yer yer coşku ifadesi olan
ünlemlere başvursa da aslında bir has-
bıhal havasının dışına pek çıkmaz. Bir-
çok toplumcu gerçekçi şair gibi onun an-
latımının temelinde de seslenme tarzı
vardır. Fakat onun sesi etrafında yankı-
lar bırakan, işitenleri sarsan bir gürlüğe
sahip değildir. Samimi bir inanmışlığın
güven verici, görmüş geçirmişliğin inan-
dırıcı edasını taşır. Bu bakımdan Kor-
can’ın şiirleri meydanları dalgalandıra-
cak, kitleleri harekete geçirecek söyleyiş
coşkusunu içermez. Hem söyleyiş hem
içerik bakımından onun şiiri daha çok sa-
bırla sınanmış bir bilincin telkin diline uy-
gunluk göstermektedir:
“HaramilerKesebilir
yolumuzu yarın göğüsKafesimizdeki kuşu
Arayabilir kapkara namlularEn iyi müdafaa
Taarruzdur gene biliyoruzUmudu zincire vurmak
Sevdasındalar bunu unutma!Kederli
Ve yorgunDönmüşsek o akşam evimize
Yaralıysak hattaVe son kurşunu da atmışsak
Tuttuğumuz siperlerDüşmüşse de teker teker
YıldızlıUzun bir geceden sonara
Güpgüzel günlerin doğacağını unutma!(“Unutma” şiirinden)
1990 yılında yitirdiğimiz Kerim Kor-
can’ın ne var ki şiir yüzünden de başı be-
laya girer. Bir parti toplantısında okudu-
ğu şiir ve “Tatar Ramazan” hikâyesi ne-
deniyle İstanbul İkinci Ağır Ceza Mah-
kemesi’nde yargılanır.1959’da beraat et-
mekle birlikte bu dava nedeniyle iki yıl tu-
tuklu kalmıştır. Erol Kılıç Kutalıa’nın
“Bir Ahbaz Yeğeni” adlı yazısındaki şu
cümleler yetkin yazarımızın yaşamının
dramatik bir özeti niteliğindedir: “Kerim
Korcan 72 yıllık ömrünün tam 14 yılını
mahkûm, tutuklu ve gözaltında olarak ge-
çirdi. Yani ömrünün yaklaşık 20’sinin
adresi Sansaryan Hanı, Sinop Cezaevi,
Sultanahmet Cezaevi oldu.” (29 Mart
2013, www.ahbazhaber.com)
Şunu da belirtmeden yazımı sonlan-
dırmak istemem: Toplumcu anlayış ve top-
lumsal duyarlıkla yazan bütün yazar ve şa-
irler gibi Kerim Korcan’ın yazdıkları da
zaman sınavını başarıyla geçtiği içindir ki
toplumsal düzeyde hâlâ karşılık bulmak-
tadır.
Kerim Korcan’ın şiiri:Ey Gaziler
CAFER [email protected]
5Aydınlık KİTAP
“Siyasal İletişim” Türk siyasi yaşamı
için yeni bir kavram. İletişimin gücünden
var olduğu günden itibaren yararlanan si-
yaset, siyasal iletişim sürecinin başlaması
ile birlikte toplum içinde daha modern
bir çizgide yayılmayı ve benimsenmeyi
sağlamaya çalışmaktadır.
Siyasal iletişim uygulamalarının ge-
lişimi, toplumların de-
mokratik yapısındaki ge-
lişime ve kitle iletişim
araçlarının gelişimine pa-
ralel bir şekilde seyret-
miştir.
Ülkemizde ise siyasal
iletişimin gelişim seyri,
daha yavaş gerçekleş-
miştir.
Genç akademisyen
Dr. Rafet Aykut Akay, si-
yasal iletişim uygulama-
larındaki gelişimi ve si-
yasal iletişimin daha doğ-
ru bir çizgide nasıl sey-
retmesi gerektiğine dair
görüşleri “Siyasal İletişim
Danışmanı” adlı çalışma-
sında topladı.
Aykut’un aynı zaman-
da doktora tez konusu
olan “Siyasal İletişim Danışmanı” kav-
ramı iletişim literatürüne de bir boyut ka-
zandırıyor. Nobel Yayıncılık’tan çıkan bu
çalışmada, konunun uzmanlarıyla yapı-
lan görüşmeler de yer alıyor.
KAYNAK K�TAPAykut, siyasal iletişimin sistemli, sür-
dürülebilir uygulama örneklerine çok az
rastlandığı ülkemizde, bilinen bazı yan-
lışların yıllarca tekrarı ve beraberinde ge-
tirdiği yanlış algıların 2000’li yıllara ka-
dar süregeldiğini belirtiyor. İşte tüm bu
yanlış uygulamaların tespit edilerek si-
yasal iletişimin daha doğru bir çizgide sey-
retmesi fikrinden yola çıkarak hazırlamış
çalışmasını.
Çok fazla ele alınmayan bir konuyu
işleyen Rafet Aykut Atay, bu durumu ise
şu sözlerle dile getiriyor: “Ülkemiz si-
yaseti içinde doğru tanımlanmamış, ken-
dine uygun doğru bir alan bulamamış
olan siyasal iletişim danışmanı anlayışı,
bu çalışma kapsamında
ele alınmış ve öne sürü-
len fikirleri güçlendir-
mek amacıyla Türki-
ye’den alanlarında uz-
man farklı isimlerin gö-
rüşleriyle daha doğru
tanımlanmaya ve bu
doğrultuda da daha uy-
gun bir konuma kavuş-
turulmaya çalışılmıştır.”
Siyasal İletişim, Si-
yasal İletişim Yöntemi,
Siyasal İletişim Danış-
manı ana başlıkları al-
tında hazırlanan çalış-
mada güncel Türk siya-
si yaşamında günümüz
Türkiyesi’nin siyasi at-
mosferi ve bu atmosferi
doğrudan etkileyen ak-
törlerin siyasal iletişime
olan yaklaşımı temel alınarak ortaya
konulmuş. Çalışma, bu yaklaşımların
doğru ve yanlış boyutları ile değerlendi-
rilmesi için ise mevcut “siyasal iletişim”
algısının yaratmış olduğu “siyasal iletişim
danışmanı” anlayışı anlatılarak gerçek-
leşmiştir.
Bu çalışma siyasal iletişim danışman-
lığına ilgi duyan, siyasal iletişimi araştıran,
uygulayanlar için yardımcı olacak bir kay-
nak kitap olma özelliğine sahip.
Türkiye’de Siyasetin �leti�imProfesyoneli-Siyasal �leti�im
Dan��man�, Dr. Rafet Aykut Akay,Nobel Kitap, 400 s.
ŞENOL Ç[email protected]
‘Siyasal İletişim’inel kitabı
5 TEMMUZ 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Alain Bosquet ölmeden önce ‘Benim Şair-
lerim’ adını vereceği, yaşayan şairlerden bir
dünya şiiri antolojisi yapmak istiyordu. An-
tolojiye on iki ya da yirmi dört şair girecekti.
Her iki durumda da Lyubomir Levçev bu an-
tolojide yer alıyordu.
Benden böyle bir antoloji yapmamı is-
teseler ben de Alain Bosquet’nin
izinden giderim. Lyubomir Levçev
(1935) yirminci yüzyılda doğmuş,
çağımızın en büyük ozanla-
rından biridir
1960’ların son yıllarında
Bulgar şiirinden çevirdiğim
şiirleri Dost dergisinde ya-
yınlamaya başlamıştım. Lev-
çev’in şiiriyle o yıllarda ta-
nıştım. Tarafımdan hazırla-
nan ve Türkçeye çevirilen, 12
Eylül darbesinden birkaç hafta
sonra, Nisan 1971’de yayınlanan
“Bulgar Şiiri Antolojisi”nin sondan bir
önceki şairidir.
Antolojide Levçev’i şöyle tanıtıyorum:
“Troyan’da doğdu. Sofya üniversitesinde
felsefe ve tarih öğrenimi yaptı. Toplumsal şi-
irde yeni değerler arayan genç kuşağa katıl-
dı. Hiç kuşkusuz bu kuşağın en iyi ozanla-
rından biridir. 1957-1966 arasında beş şiir ki-
tabı yayınlandı.”
Bugün, “Hiç kuşkusuz”la başlayan cüm-
leyi söyle yazarım: “Hiç kuşkusuz bu kuşağın
en iyi iki ozanından biridir.” Öteki şair bir oto-
mobil kazasında ölen Vladimir Başev idi.
Bulgar şiiri, bizim şiirde olduğu gibi zi-
hinsel ve yapısal devrimlerle, kopuşlarla ge-
lişmedi. XI yüzyılı başlangıç olarak alırsak ev-
rim geçirerek bugüne geldi. Sağlıklı bir şiir-
dir. Benim antoloji Hristo Botev ve İvan Va-
zof ile başlar. Lyubomir Levçev bu iki şaire de
bağlanır, onların devamıdır. Bu göbek bağı
“militan-ozan”ın en iyi temsilcileriyle (Geo
Milev, Nikola Vaptsarov ve Hristo Smir-
nenski) de vardır.
Hristo Botev Bulgar halkının özgürlüğü
için Osmanlıya başkaldırmıştı. 20 Mayıs
1876’da bir çarpışmada öldü. Geo Milev
polis fırınında diri diri yakıldı. Vaptsarov di-
renme hareketine katıldığı için kurşuna dizildi.
DEVR�MC�, �Y�MSER GELENEKGene benim antolojiden bir alıntı yapa-
cağım: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ge-
lişen yeni Bulgar şiiri de aynı geleneği sür-
dürmüş, birey ile toplum ve ülke, ülkenin yaz-
gısı ile evrensel yazgı arasında bir köprü kur-
maya çalışmış-
tır. Veselin Han-
çev, Vladimir Baş-
ve ve Lyubomir Lev-
çev bu şiirin en iyi ör-
neklerini veren ozanların
başında gelir.”
Nedir bu gelenek?
Devrimci atılış ve köklü iyimserliğe dayalı
bu gelenek, yarının bugünden daha iyi ola-
cağına inanmıştır. Bu tema
hemen hemen her ozanda,
bir dilek olarak değil, fakat
toplumsal hayatı değiştirip
geliştirmek için girişilen ça-
bada mantıksal ve inandırı-
cı bir öğe olarak bulunur.
Benim Bulgar şiirinin
bir tarihsel panoramasını
çizdiğimi düşünebilirsiniz
ama ben Lyubomir Lev-
çev’in şiirinden söz ediyo-
rum. Şair benim 1979 yılının
Nisan ayından bu yana ya-
kın arkadaşım. Dostum!
İkinci Dünya Savaşı’nı
ve Alman işgalini yaşadı.
Sosyalist düzen kurulurken
lise ve üniversite öğrenciy-
di. Sofya’da tanıştığımız za-
man o 44, ben 43 yaşımız-
daydık. O Bulgar Yazarlar
Birliği Başkanı ve Kültür Ba-
kan yardımcısıydı. Ünün ve gücün dorukla-
rındaydı, ama önce şair ve alçakgönüllü bir hü-
manist idi ve yirmili yaşlarda yazdığı şiirin de-
vamını yazıyordu. Antolojide yer alan “Gar-
cia Lorca’ya Ağıt”, “Ateş Çalan Adam” ve
“İlkbahar Sesleri”ni yazan genç şairin izinde
ve peşindeydi. Sosyalist düzenin yıkılışın-
dan sonra yazığı şiirler de yirmili-otuzlu yaş-
larındaki şairin, kırklı-ellili yaşlardaki şairin
yazdıklarının devamıdır. Aralarında bir çelişki,
red ve inkar ilişkisi bulunmamaktadır. Çün-
kü tabanda insan sevgisine, insanın varlığına
inanan, insanlık için iyi ve mutlu bir gelecek
kurmak isteyen, en azından bu türden er-
demler için kaygı duyan bir şair.
Elinizdeki kitap 1960’lı yıllardan başlayıp
2000’li yıllara kadar uzanan kırk yıllık bir dö-
nemi kapsıyor. Şiirlerdeki
ortak özellik: Sürekli ironi,
geleceğe olan iyimser gü-
ven, bireyin ve insanlığın
“manzarası”na karşı de-
rin bir tutku ve bir alt akın-
tı olarak derin bir lirizm.
UCU AÇIK B�R ���R
Her şiirin bir öyküsü
vardır. Bu öykü, anglo-sak-
son şiirinde ya da tipik
olarak Borges şiirinde gö-
rülen öyküsel öykü değil-
dir. Şiirsel bir öyküdür. Şii-
rin, soldan sağa yazılan
yüzey yapısında yer almaz,
öykü yukarıdan aşağıya
doğru yazılan derin yapı-
dadır. 1960’lı yıllarda yazdı-
ğı şiirlerde de vardır bu
özellik yetmişli yaşlarda yaz-
dıklarında da vardır. İşte bu sadece çağının
çağdaşı olabilmiş şairlerde görülebilen ve asla
eskimeyen bir niteliktir.
Tarih ve şairin bireysel hayatı Levçev’in
şiirinin temel taşlarını oluşturur. Sağlam bir
temel! Şair bir biçim kurmanın değil, fakat bir
anlam kurmanın peşindedir. Sözcüklerle,
söz dizimi ile oynamaz, onları yüksek bir amaç
için kullanır, keşfedilmemiş topraklara ulaşır.
Anlam gerçekten kurulmuşsa “biçim” özgün
bir yapı içinde kendini tekrarlamadan orta-
ya çıkar. Anglo-Sakson eleştirmenler onun şii-
ri ile “Beat Generation” şiiri arasında zorla-
ma bir ilişki kurmak eğilimindedir ama onun
şiirinin çok sağlam bir felsefi tutarlılığı vardır.
Levçev’in yapıtı bir karşı-kültür arayışının tep-
kisel yansımaları değildir, daha iyiyi, daha mut-
luyu arar. Yıkıcı değil yapıcıdır. Sadece ken-
di şiir ve kültür geleneğinden değil başka ge-
leneklerden de beslenir. Bu nedenle önü asla
tıkanmayan ucu açık bir şiirdir. Lorca’dan,
Aragon’dan, Neruda’dan, Nazım Hikmet’ten,
Yesenin’den, kendi şiir geleneğinden bes-
lendiği kadar beslenir. Bu nedenle yerel ol-
duğu kadar evrensel bir şiirdir.
Kadriye Cesur’un çevirisine gelince:
Kadriye, üniversite dahil bütün eğitim ve öğ-
renimini Bulgaristan’da yapmış, yirmi yıl
önce İstanbul’a göçmüş, çift dilli, çift kültürlü
bir şiir emekçisidir.Türkçeden Bulgarcaya,
Bulgarcadan Türkçeye herhangi bir dilsel tu-
zağa düşmesi neredeyse olanaksız. Üstelik
her iki yöne (yönde) de şair kumaşı var. Be-
nim şiirlerimi Bulgarcaya çevirdi, çeviriyor.
Lyubomir Levçev’ten yaptığı ve bu kitap-
ta yer alan şiirler onun çevirmenlik başarı-
sının inandırıcı bir örneği.
Elinizdeki kitapta yer alan ve benim çok
sevdiğim bir şiirin, “Yarının Ekmeği” (1999)
adlı şiirin son dizeleriyle sözü size bırakaca-
ğım:
Tanrım!
Niçin yaşıyorum!Niçin dolaşıyorum Rodoplar’da bir başıma?Niçin eğiliyorum şu kör kuyuların dibine?İnsanların kapattığı mağaraları niye eşeliyorum?Niçin akşam ediyorum,senin terk ettiğin onca sunak yerinde?
Ölmeyi unutmuşama ekmeğin tılsımını bilenson büyücünün sığınak yolunu arıyorum ben.Ancak bugün satılanekmeğin tılsımı değil derdim.Dünden kalmış atılacak ekmeğinki de de-ğil…Yarının ekmeğinin sırrı gerek bana.O öpülesi ekmeğin.Çocukları kolundan tuttuğu gibi,baba ocağına geri gönderenekmeğin gizi gerek bana!
Bütün yazdıklarına ek olarak: Oğlunu, ço-
cuklarını seven şair elbette benim şairimdir!
Benim şairimLyubomir Levçev
ÖZDEMİR İNCE
I��k Külü, Lyubomir Levçev,Kaynak Yay�nlar�,
Çev: Kadriye Cesur, 136 s.
Levçev�iirlerindekiortak özellik:
Sürekli ironi, gelece�eolan iyimser güven,bireyin ve insanl���n“manzaras�”na kar��derin bir tutku ve bir
alt ak�nt� olarak derin bir
lirizm
Lyubomir LevçevLyubomir LevçevLyubomir LevçevLyubomir LevçevLyubomir Levçev
7Aydınlık KİTAP
Ezberbozan polisiye:‘Gümüş Kuğu’
Berbat geçen çocukluk dönemlerinin
acısını masum kadınlardan çıkarmaya
çalışan katil profilleriyle pek sık karşı-
laşır olmuştuk. Hatta artık konuya o
kadar hakimdik ki, önümüze konulan
şüpheliler listesinden faili bir çırpıda
seçebiliyorduk. “Gümüş Kuğu”nun ba-
kır saçlı maktulü Deirdre Hunt, nam-ı
diğer Laura Swan kayalıklarda çırılçıp-
lak vaziyette ölü bulunduğunda, ister
istemez romanın gidişatı hakkında bazı
tahminlerde bulundum. Birkaç sayfa
sonra yine ebeveyn şiddetine maruz
kalmış bir şizofrenin polislerle oynadı-
ğı manasız oyunlarla uğraşmak duru-
munda kalacaktık. Beklediğim olmadı
ve vahşi bir cinayeti değil nedensiz bir
intiharı araştıran huzursuz doktor
Quirke ile böylece tanıştım. Şeytanın
ayrıntıda gizli olduğunu hatırlatma
görevi bu kez patolog Quirke düşmüş-
tü. Deirdre Hunt’un iş güç sahibi, evli
bir kadın olarak canına
kıyması zayıf bir olası-
lıktı. Sonuç olarak,
Quirke’nin içinden sö-
küp atamadığı o bir
şeyleri deşme, saklı ola-
nın kuytu köşelerine
inme isteği artık oku-
run da içini kıpır kıpır
ediyor, olayların içyü-
zünü bilme arzusu
onun da benliğini kap-
lıyordu.
Şüphelerim Quir-
ke’den karısının cesedi
üzerinde otopsi yapma-
masını rica eden Billy
Hunt üzerinde toplan-
dıysa da yeterli kanıta
ulaşamadım. Dünyadan
bihaber yaşayan Billy o
kadar zayıf ve saftı ki bırakın karısını
öldürmeyi ona otopsi yapılması fikrine
bile dayanamayacak haldeydi. Bakır
saçlı Deirdre hakkında daha fazla fikir
sahibi oldukça pes edip yazarın tüm
tahminlerimi boşa çıkaran kurgusuna
teslim olmayı seçtim.
“Gümüş Kuğu”nun polisiye okuyu-
cusunu birkaç yönden şaşırtmayı ba-
şardığını söylemek mümkün. Zengin
ve mutsuz kadınların dertlerine der-
man olmaya çalışan “ruhsal şifacı” Dr.
Kreutz, kadınlar üzerinde tuhaf etkiler
bırakan dolandırıcı Leslie White,
Quirke’nin sorunlu kızı Phoebe Griffin
ve her işte bir bit yeniği arayan ukala
müfettiş Hackett ustalıkla yaratılmış,
ete kemiğe bürünmüş karakterler. De-
irdre dahi romanın başında kayalıklar-
da bırakmamız gereken bir ölü olmak-
tan çok, çocukluğundan gençliğine ka-
dar duygu durumunu anlamaya çalıştı-
ğımız nefes alan bir kadın. “Gümüş
Kuğu”nun karanlık atmosferine, hu-
zursuz edici geçmişler, zaaflar ve ka-
ranlık sırlarla dolu başka hikayeler de
eşlik ediyor.
John Banville’nin
polisiye romanlarını
Benjamin Black adıyla
yazmasında, James
Joyce’tan sonra İrlan-
da’dan çıkan en iyi ya-
zar olarak nitelendiril-
mesinin etkisi olup ol-
madığını düşündüm.
Yazarın, “polisiye
olan” ve “olmayan” ya-
pıtlarının birbirinden
ayırması, “Deniz”
isimli romanıyla 2005
Man Booker ödülünü
almasıyla da ilişkili
olabilirdi. Ancak yaza-
rın “Gümüş Kuğu”
isimli ikinci polisiye ro-
manının ölü kahramanı
Deirdre Hunt da tıpkı yaratıcısı gibi
ikinci bir ada sahip: Laura Swan. Bu
haliyle okur, önce edebiyatçı John
Banville ve polisiyeci Benjamin
Black’i, sonra kendi halindeki ev hanı-
mı Deirdre Hunt’la, her türlü arzusu-
nun peşine takılan Laura Swan’ı birbi-
rinden ayırmaya sevk ediliyor.
“Gümüş Kuğu”, birbiriyle çatışan
karakterlerleri ve tedirgin edici atmos-
feriyle, perdenin arkasında aslında ne
yaşandığına dair sürükleyici bir roman.
ASLIHAN KOCABAL
Gümü� Ku�u, Benjamin Black,K�rm�z� Kedi Yay�nevi,
Çev: Levent Göktem, 286 s.
“Gümü� Ku�u”, birbiriyle çat��an karakterlerleri vetedirgin edici atmosferiyle, perdenin arkas�nda
asl�nda ne ya�and���na dair sürükleyici bir roman
JohnBanv�lle
5 TEMMUZ 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Anadolu büyük isyanlar geleneğinin
yurdudur. Osmanlı devletinin kurulu-
şundan sonra da süren bu geleneğin
merkezlerinden olan Ege’de her yüzyıl-
da bir büyük başkaldırı hareketlerinin
çıktığını görüyoruz. Her isyanın kendi
tarihsel ve maddi koşullarına bağlı bir
içeriği olacaktır. Ancak, özellikle Atçalı
Kel Mehmet Efe önderliğinde gelişen
isyanı, tüm topluma ilham vermesi ne-
deniyle, 1923 Cumhuriyet Devrimi’nin
öncülerinden biri olarak tanımlamak,
abartılı olmayacaktır.
1830’da başlayan ve “Aydın İhtilali”
olarak da bildiğimiz isyanın önderi Atça-
lı Kel Mehmet hakkında bilinenler sınır-
lıdır. Bu konuda küçük hacimli de olsa,
halâ en önemli kaynak olarak M. Çağa-
tay Uluçay’ın yazdığı “Atçalı Kel Meh-
met” kitabı isyanın lideri hakkında ilk bi-
yografik bilgileri içerir. 1970’de ölen M.
Çağatay Uluçay, ülkemizdeki yoğun ola-
rak karşılaştığımız hamaset edebiyatını
tarih olarak sunan kesimden farklı ola-
rak tarihsel materyalizmi eserlerinde te-
mel ilke olarak benimsemiş az sayıda ta-
rihçiden birisidir.
Uluçay, Atçalı Kel Mehmet Efe’nin
babasının Arpaz’da Osman Ağa’nın ya-
nında rençberlik yaparken öldüğünü ve
annesi ile birlikte oradan kovulunca
Atça’nın ağası ve ayanı Emir Hüseyin
Ağa’nın yanına sığındıklarını belirtir. Kü-
çük Mehmet Atça’da kır bekçiliği de de-
nilen koruculukla görevlendirilmiştir. Gö-
rev gereği, ateşli silah kullanmasını bilir.
İlk baskısı 1968’de yayınlanan “Atçalı
Kel Mehmet” çalışmasının yeni baskısı
Ötüken Neşriyat tarafından yapıldı. Altı
bölümden oluşan çalışmada Uluçay, ihti-
lali ve toplumsal etkisini incelerken va-
kanüvislerin aktarımlarına bel bağlamaz
ve çağdaş toplumsal ve siyasal koşulları
derinlemesine sorgulamaya tabi tutar.
Anadolu’da ortaya çıkan isyanlar ya
ideolojiktir ya da vergilerin düşürülmesi
vs. gibi somut taleplerin yerine getirilme-
si amacıyla yaşanan patlamalardır. Aydın
İhtilâli ise, sosyal ve ticari talepleri önce-
likli olarak gündeme taşıyan ama bunun
için “düzen” öngören bir isyandı. Diğer-
lerinden farkı, taleplerini tüm topluma
eşitlikçi bir perspektifle yaymayı düşün-
müş olmasıdır.
Çağatay’ın önemle üzerinde durduğu
ikinci nokta ise, Aydın’da kendisinden
önceki isyanlardan farklı olarak halkın
tarih sahnesine çıkmasıdır: “Kel Meh-
med’in liderliğinde Aydın İhtilâli bize
yeni bir şey daha öğretmiş oldu. Eski ta-
rihlere ve klâsik görüşlere göre Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki bütün ihtilâlleri ye-
niçeriler ve ilmiye sınıfı yapmıştır. Halk
ihtilâli olmamıştır. Halbuki, Kel Meh-
med’in Aydın’daki eyleme geçirdiği ger-
çekten de bir halk ihtilâliydi. Bu ihtilâle
katılanlar ne zenginler, ne kişizadeler, ne
de aydınlardı. Bu ihtilâlde onunla aynı
hizada yürüyenler zeybekler, yörükler,
şehrin esnafıyla alt tabakadan oluşan
halktı.”
DEVR�MLER YÜZYILI19. yüzyılda bütün Avrupa’yı olduğu
gibi, Osmanlı devletini de saran isyan
ateşi temelde özgürlüklerin ve yurttaşlık
haklarının genişletilmesi ve hukuksal
eşitlik taleplerini içerir. Bu taleplerde
ifadesini bulan “cumhuriyet” olgusun-
dan beslenen ulus kavramı etrafında Av-
rupa devletleri milli birliklerini kurar.
Osmanlı ise, Avrupa’ya tezat olarak,
etnik temelde parçalanır. Bu açıdan ba-
kıldığında da, Aydın İhtilâli çağdaşların-
dan farklı bir başkaldırı hareketi olarak
anlam kazanır. Aydın İhtilâli sadece bir
kesime değil, toplumun bütününü kapsa-
yan talepleriyle milli birliği sağlayan, öz-
gürlük ve adaleti yaymaya çabalayan ey-
lemliliğiyle Avrupa’nın cumhuriyetçi
akımlarına koşut bir alandadır.
Aydın İhtilâli hakkında yerel idareci-
lerin yazışmalarını da inceleyen M. Ça-
ğatay Uluçay, ayrıca aynı dönemde gezi
anılarını yayınlayan Avrupalı soyluların
eserlerini de ortaya çıkarır. Bunlardan
George Thomas Keppel duyduklarıyla
yetinmeyerek, özel seyahat izni de alarak
bölgeye gitmiş, İzmir ve Aydın’da incele-
meler yaparak ihtilâlin nedenlerini sor-
gulamıştır.
Gene Aydın İhtilâli üzerine bilgileri
anılarında yazmış olan bir diğer kişi, İn-
giltere’nin İzmir Konsolosluğu görevini
de yürüten bir din adamı Francis Vyvyan
Jago Arundel’dir. Eğitimini papaz olarak
tamamlayan Arundel, İngiliz Büyükelçisi
Isaac Mourier’in damadı olması nede-
niyle, kolayca seyahat izinleri elde edebi-
liyordu. Bu yüzden 1822-1834 yılları ara-
sında İzmir ve çevresi hakkında ayrıntılı
bilgiler veren ilk İngiliz olmuştu.
AYDIN �HT�LÂL�’N�NNEDENLER�
Son günlerde tekrar hatırlatılan “ça-
pulcu” kavramı Osmanlı Sarayı’nın halk
hareketleri karşısındaki eski alışkanlıkla-
rına dayanıyor. 19. yüzyılda, Aydın’dan
başlayarak Ege bölgesini büyük ölçüde
etkisi altına alan halk ihtilalinin önderi
Atçalı Kel Mehmet de, Osmanlı yöneti-
mi tarafından “Kel Mehmed nam şaka-
vet–pişe” olarak nitelenmişti.
Ama isyan kısa zamanda bölge halkı
tarafından benimsenmekle kalmadı, üs-
telik Aydın dışındaki vilayet ve kazalar
da, 1830 yılı başlarında, Aydın-Güzelhi-
sarı, Kuyucak, Nazilli, Bayındır ile birlik-
te Tire, Turgutlu (Saruhan Sancağı), Sul-
tanhisarı, Karapınar (İncirliova), Arpaz,
Atça, Balyanbolu (Beydağı), Birgi, Boz-
doğan, Köşkderesi, Alaşehir (Saruhan
sancağı), Koçarlı, Buldan (Denizli),
Ödemiş, Salihli, Yenipazar, Yenişehir,
Kula (Kütahya) ve Eşme (Kütahya) gibi
Büyük ve Küçük Menderes havzalarında
yer alan birçok yerleşim yeri Kel Meh-
met’i sevinçle bağrına bastı.
Neredeyse bütün Ege’yi kapsayan ve
çoğunlukla tek bir mermi dahi atmadan,
halkın kendiliğinden katılımıyla yaygın-
laşan bu “ihtilâl”e yol açan nedenler in-
celendiğinde, olayı kavramak daha da
kolaylaşacaktır.
II. Mahmud dönemi her ne kadar
“ıslahat”, modernleşmenin başlangıcı
olarak anılsa da, aynı zamanda Osmanlı
devletinin en kanlı ve sarsıntılı yıllarına
da denk gelmektedir. Yönetim ve asker-
lik sisteminin değiştirilmesi, bir yandan
yabancı ülkeler ile ticaret artarken Müs-
lüman nüfusun bunun kazançlarından
yoksun bırakılması gibi nedenler top-
lumsal huzursuzluk için ortam oluşturu-
yordu.
Atçalı Kel Mehmet Efe isyanıyla ilgi-
lenen her iki İngiliz seyyahın da şaşırdığı
ve Türk yazarların da cevap bulmakta
zorluk çektiği konu, yetim, okur-yazarlığı
olmayan bir kır bekçisinin nasıl olup da,
aynı anda Avrupa’da gerçekleşmekte
olan Aydınlanma devrimlerinin en
ALİ RIZA ÖZKAN Ayd�n�htilâli, sosyal ve ticari
talepleri öncelikli olarak
gündeme ta��yan ama bunun için
“düzen” öngören bir isyand�.
Di�erlerinden fark�, taleplerini tüm
topluma e�itlikçi bir perspektifle
yaymay� dü�ünmü�olmas�d�r
Zulme isyan geleneğinin yurdunda Atçalı ve Aydın İhtilali
5 TEMMUZ 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
önemli taleplerini programına
alabilmiş olduğudur. F.V.J. Arun-
del, gezi izlenimlerinde ticaret ve
seyahat özgürlüğü taleplerine
olan hayretini gizlemez. G.T.
Keppel de Kel Mehmet’in önder-
liğindeki ihtilâlcilerin vergi ver-
meyi reddetmesini önemli bir ta-
lep olarak kayda geçirir.
�HT�LÂL’�NÇAPULCULARI
Atçalı Kel Mehmet’in dağa
çıkması ile Aydın İhtilâli arasında
yaklaşık on yıl vardır. Atçalı bu
süre içerisinde hem “dağların ka-
nunu” ve hem de “ovanın düzeni”
hakkında bilgilenmiştir. Çevresin-
deki olaylara kayıtsız kalmamış,
bölgesel sorunlar hakkında bilgi
sahibi olmuştur.
Ülkenin ticarete konu en
önemli ürünleri arasında olan pa-
muk, incir, üzüm gibi ürünlerin
Müslüman köylüler tarafından
üretildiği halde, devletin koyduğu
yasaklar nedeniyle sadece Müslü-
man olmayan tebaanın aracılığı ile
yabancılara satılabilmesi ve arada
oluşan kayıp, elbette ki, köylülerin
ticaret özgürlüğü talebine dönüşe-
cekti. Esasen, bu talebin hayata
geçmesi için Ege köylüleri daha bir
yüz yıl bekleyecekti. Celal Bayar’ın İttihat
ve Terakki Sekreteri olarak İzmir’e gelmesi
ile çözülen bu sorun 1830’larda Müslüman
köylülerin büyük zararlara uğramasına ne-
den oluyordu.
“Yetim ve cahil” bir köylünün dağa
çıkması ve sonunda kendisini Aydın’a vali
olarak atayarak, Avrupa’daki benzer ta-
leplerle ihtilâl önderliğine soyunması pek
çok kişi tarafından “anlaşılmaz” bulunu-
yor. Orhan Asena Atçalı hakkında yazdığı
oyunda, bu “sorun”u, oyuna bir Rum ka-
rakter ekleyerek çözmek ister. Böylece,
“dışarıdan bilinç aktarımı” sorun çözülür.
Buna karşılık, “Haberci” adlı kitabında
aynı soruyla ilgilenen Yalçın Küçük daha
farklı bir yorum yapar: “… İlaveten, ‘On
Dokuzuncu Asır’daki meşhur Türk-İngiliz
ticaret anlaşmasından beş -on yıl önce orta-
ya çıkmış olan Kel Mehmet olayıdır. Sadece
Aydın çevrelerini etkisi altına alan ve kara
cahil birisi tarafından yönetilen bu “halk”
hareketinde sürülen istekler arasında ser-
best ticaretin yer alması oldukça düşündü-
rücüdür. Serbest ticaret emperyalizmin ye-
rel gericilikle eklemlenmesidir. Marx’ın ih-
mal ettiği noktalardan birisi telakki ediyo-
rum.” (Yalçın Küçük, Haberci, s. 56) Yalçın
Küçük için de, “kara cahil” birisinin serbest
ticaret talebi “gerçekçi” değildir.
Asena veya Küçük gibi aydınların top-
lumsal pratiğin ortaya çıkardığı bilinci ne-
den göz ardı ettiklerini yorumlamak bu ya-
zının konusunu aşar. Ancak, Müslüman
üretici köylünün elindeki ürünü Osmanlı
devletinin yasakları nedeniyle “özgürce”
satamayışı ve engelin gayri-müslim tebaa
için olmayışı nedeniyle oluşan çelişkinin
tek çözüm yolunun Müslümanlar adına
serbest ticaret talebi olacağı da açıktır.
Aynı şekilde, Osmanlı idare sisteminin
çatırdaması ile, ayanlık, voyvodalık, mülte-
zim ve mütesellimler eliyle ülkenin yöne-
tilmek istenmesi, halkı büyük mali baskı-
larla karşı karşıya bırakıyordu. Bu kişiler
yönetimini devraldıkları bölgede vergi
koymak ve toplamak yetkisi de alıyorlardı.
Bu durum, halkın çok sayıda vergi ile ağır
mali yükler altına girmesi demekti ki, bu
karışık ve ağır vergi sistemine karşı isyan,
“tek vergi” talebine dönüşecekti. Bu bilinç
için Avrupalı veya Rum bir “taşıyıcı”ya ge-
rek yoktur. Bilgi ile pratik arasındaki ilişki,
isyanın taleplerinin “yerelliğini” ve sahici-
liğini yeterince göstermektedir.
Üstelik, Kel Mehmet’in yanında devlet
yönetiminde uzun yıllara dayanan dene-
yim ve birikim sahibi Kuyucak ve Nazilli
naipleri (yönetici vekiller) gibi Atçalı’yı
bilgilendiren ve kentleri ele geçirmeye da-
vet eden yerel yöneticiler vardı. Atçalı Kel
Mehmet Efe’nin destekçisi olarak kendisi-
ne sığınan devlet yöneticileri zamanla
daha da artmış ve sanırım Osmanlı’ya kar-
şı iletilen taleplerin biçimlendirilmesinde
asıl rolü oynamışlardır. Nazilli naibi Kör
Müezzinzade Mustafa Kamil Efendi, At-
çalı’nın Kuyucak’ı ele geçirerek başlattığı
ihtilâlin “sekreteryası”nın başı konumun-
dadır. Gene ihtilâlin fikri önderi konu-
munda sayacağımız Harputlu İbrahim
Efendi ise Aydın’da başkatip olarak görev
yapmaktaydı.
Harputlu İbrahim Efendi’ye II. Mah-
mud da özel önem atfeder: “Şu habis
Kel’in yanında olan kâtibi Allah vere bir
tarafa savuşmayub olaydı bu habisde bu
fesada dair çok malûmat vardır.
Merkumun hayyen ele getirilip bu
tarafa gönderilmesine ihtimam ey-
lemeleri içün müşarünileyhe ve Sa-
ruhan mütesellimine suret-i irade-i
hümayunumuz beyaniyle tahrir ve
iş’ar kılınması…” (Hattı Hümayun
22820)
Bütün bu olguları alt alta dizen
M. Çağatay Uluçay ihtilâlin beyin
takımını da ortaya çıkarır.
KENTLER� HEDEF ALAN �HT�LAL
Aydın’ın ele geçirilmesi ile zir-
ve noktasına ulaşan ihtilâlin en
önemli etkilerinden birisi halka
hizmet etmeyen veya zulmeden
memurların azledilmesi oldu. Bu
değişim, büyük bir hoşnutluk ya-
rattı ve Atçalı önderliğindeki ihti-
lâlin benimsenip, yayılmasında
önemli bir etken oldu.
İkinci olarak, vergilerin azaltıl-
ması, daha doğru bir ifadeyle, sa-
dece İstanbul’a gönderilecek payın
toplanması o güne kadar halktan
alınan vergilerin yaklaşık onda bire
düşürülmesi, esnaf ve köylüde bü-
yük bir ihtilal taraftarlığına neden
oldu.
Osmanlı ile işbirliği yapan mü-
tegallibeden Hacı İlyas Ağa’nın
Aydınlıların ihtilâle karşı tavrını öğren-
meleri için gönderdiği adamları halkın
düşüncelerini şu şekilde aktarır: “Yani
ahali, vûcuhun hilâfına cevapları merkum
Zeybek Atçalı Mehmed’in bu veçhile mal
ve canımıza ve ırzımıza tasallutu olmayub
bu veçhile rizacuyane hareketinde cümle-
miz hoşnud ve razıyız.”
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İb-
rahim Paşa ile anlaşan II. Mahmud, isyanı
bastırması karşılığında ona bölgenin yöne-
timini vaat eder. II. Mahmud aynı anda
Karaosmanoğlu Hacı Mehmed Ağa’ya da
benzer bir teklif yapar. Saruhan sancağı dı-
şında Muğla’ya kadar olan tüm bölge Ka-
raosmanoğullarına bırakılacaktır.
Aydın’ın kuşatıldığını anlayan Atçalı
Kel Mehmet kenti yanındaki savaşçı efe-
lerle birlikte terk eder. Amacı, halka karşı
olası bir katliamı önlemektir. Ancak, zul-
mü ile ünlü Karaosmanoğlu Hacı Meh-
med Ağa kenti yakar ve büyük bir katliam
yapar. Atçalı tekrar meskeni olan dağlara
döner. Kuvvetlerini yeteri miktarda birik-
tirdiğini düşünerek Aydın’a tekrar saldı-
rıp, ele geçirmeyi planlar. Ancak, Tepecik
köyü yakınlarında 10 Haziran 1830 tari-
hinde tuzağa düşürülür ve öldürülür. An-
cak, halka zulümle özdeşleşmiş Osman-
lı’ya karşı isyan geleneği Atçalı’nın öldü-
rülmesiyle bitmez. Etem Oruç’un “Atçalı
Kel ve Yağdereli Sinanoğlu Efe” kitabında
gün yüzüne çıkardığı gibi 20 yıl sonra, he-
men hemen aynı talepler, yöntemler ve
gerçeklik üzerinde Sinaoğlu Efe Aydın’ı
ele geçirir ve beş yıl yönetir. Dikkat çekici
bir olgu da, ihtilalcilerin kentleri ele geçi-
rip yönetme kararlılığıdır.
Toplu Oyunlar� 3 - Simavnal��eyh Bedreddin / Atçal� Kel
Mehmet / Tanr�lar ve �nsanlar(G�lgame�), Orhan Asena, Mitos
Boyut Yay�nlar�, 224 s.
Atçal� Kel Mehmed, M. Ça�atayUluçay, Ötüken Ne�riyat, 176 s.
Atçal� Kel ve Ya�dereliSinano�lu Efe, Etem Oruç, Berfin
Yay�nlar�, 237 s.
Atçal� Kel Mehmet’inAyd�n’daki heykeli
5 TEMMUZ 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Veysel Çolak, şiirde 40.ncı yılını geride bı-
rakırken “O Zaman Bitti” adlı kitabı da
yayımlandı.Çolak’la şiire, hayata ilişkin ko-
nuşmak için İzmir, Karşıyaka’da Ziya Gö-
kalp Kültür Merkezinde buluşuyoruz.
Ama o kendini anlatmayı sevmiyor. İn-
sanların şiirsel metinlerden beslenmek gibi
bir dertleri varsa; herkesin kendi şiirini ara-
yıp bulması gerektiğine inanıyor. Yazan
için şiir nasıl emek yoğunluğunun bir sonu-
cu ise, okuyucu için de öyle olması gerekti-
ğini düşünüyor. Çolak’a göre şairin hayatı,
aynı zamanda bir devrimcinin hayatı olmak
zorunda. Çünkü gerçek şiir, özü gereği, po-
tansiyel devrimci öğeler taşır ve şiir bir ya-
şam biçimidir. Egemen Berköz’ün bir dize-
sini anımsatıyor Çolak “Şiir yazmadan ya-
şamak kolay” diye.
Şiirlerin hayatı zorlaştırıp zorlaştır-madığını soruyoruz.
� Gerçek şairler bilirler. Özlenen
şiire varabilmek için çok şey bilmek gere-
kiyor. Ekonomi bileceksiniz. Felsefe, mi-
toloji, tarih, müzik, mimari bileceksiniz.
Balık kitapları, çiçek kitapları, sözlükler
okuyacaksınız. Hem kendi ülkenizin hem
de dünya şiir pratiğinin farkında olacak-
sınız. İşte öncelikle böylesine bir kültürel
birikiminiz olacak. Öte yandan bütün
gövdenizle bakacaksınız dünyaya; bütün
gövdeniz yürek olacak. Her şeyi doğru al-
gılayacaksınız Yaşananı kavrayıp yorum-
lamanız da yetmez. Bir biçimde muhalif
olunan ne varsa, onları değiştirme çaba-
sına katılacaksınız. Bütün bunların far-
kında olan şair için şiir yazmak kolay
olmasa gerek. Böylesine bir birikimle
üretilen şiir, elbette kendisi kolay ele ver-
mez. Okuyucusundan bir çaba bekler.
ATE� HATTINDAK� ���RVeysel Çolak ve kuşağının 12 Mart fa-
şizmiyle hesaplaşan bir şiir çizgisini geliş-tirdikleri bilinir. Söyleşimizin bir diğerbağlamını da bu oluşturuyor.
� 12 Mart’ın hemen sonrasında, genç-
lik hareketlerine paralel bir şiir yazılıyordu.
Şiir her yerdeydi o günlerde... Sokaktaydı,
varoşlardaydı, grev alanlarında, ateş hattın-
daydı hep. Daha çok coşkudan besleni-
yordu. En yaşlısından en gencine tüm
şairler, bu süreci bütünlüyordu. Emeğe,
emeğin tarihine saygı duyuluyordu. Silah
zoruyla gasp edilen özgürlükler geri alınsın
isteniyordu. Her şey insan onuru içindi;
temel haklar içindi. Şiir politikleşmişti.
Diyalektik bir yapı gereksinen şiir za-
ten politiktir. Kendiliğinden böyledir. Ama
o dönemde yazılan şiir, erdemlerinden bi-
raz soyunmuştur. Daha çıplaktır. Daha
doğrudan sorunların üstüne gitmektedir.
Bu, biçimsel ve estetik zaafları yer yer taşı-
dığı anlamına gelebilir. Ama öz itibarıyla
evrenseldir, insanidir çünkü. Bu bakımdan
yanlış yapmamış; bir zorunluluk olarak
yanlışın üstüne gitmiştir.
Bu hesaplaşmanın günümüzde de sü-rüyor muydu?
� Aynı hesaplaşma -gerekli olduğu
halde-günümüzde sürüyor denemez. 12
Eylül’le nispi demokratik ortam tamamen
yok olduktan sonra, şiirimiz geri çekildi.
Bir boşluk oldu. Bir arayış başladı.
12 Eylül kendi şairlerini de getirdi tabii.
Deneysel bir şiir yazılmaya başlandı. Birey-
sel temalara yaslanan değil, bireyci bir şiir
oldu bu. Hayat pratiğinin tamamen dışına
çıkan, sadece şairin gövdesiyle, onun be-
densel pratiğiyle sınırlı bir şiir oldu. Türk
şiirine bir şey kazandırmadı bu. Günümüz-
de şiirimizin konumu bu. Yani çıkmazda.
Fark edilmiş olacak ki bazı arayışların uç
verdiği gözlenebiliniyor. Sanıyorum önü-
müzdeki bir iki yıl içerisinde bir yalınlık an-
layışı gelişecek, gereksinilen şiir yeniden
sokağa çıkacak.
Çolak’a “Şair, şiiri kanıyla derisine ya-zan kişidir.” sözünü anımsatıyoruz bura-da. Şiirlerinde öne geçen aşk temasını, bu-nun politik savaşımla nasıl örtüştüğünüsoruyoruz:
� Şairin şiiri kanıyla derisine yazması,
70’li yıllarda sıkça kullandığım bir söy-
lemdi. Bugün de aynı şeyi söylüyorum. Şiir
yazmanın çok zor olduğunu söylerken
bunu açıklamış olmuyor muyum? Ancak
bu kadar değil. Ben buna politik bir anlam
da yüklüyorum tabii. Haklı olanların kav-
galarına sahip çıkmaktadır bu. Vaptsarov,
kurşuna dizilmeden önce kanıyla duvara
yazdığı şiir; onun tavrı, bana bunu öğretti.
Aşk konusuna gelince... burada şaşıra-
cak bir şey yok. Önemli olan aşk kavramı-
na içeriğe bağlı. Sadece cinsellikle sınırlar-
sanız, olmaz tabii. Çocuk sevgisi, yurt sevgi-
si, insanlık sevgisi, özgürlük sevgisi... diye
açarsanız; ve benim şiirlerime öyle bakar-
sanız bu boyutları görürsünüz. Aşk önemli.
Bir kadına duyulan aşk da önemli. Çünkü
faşizm bir tek gülümsemenizi alamaz eli-
nizden; bir de tüm hücrelerinizle yaşadığı-
nız aşkı. Az şey değil bu. İnsanı diri tutmak,
dirençli kılmak adına. Bir şey daha söyleye-
yim; bir yazı konusu etmiştim bunu. Aşka
öylesine inanıyorum ki en politik şiirlerin
aşk şiirleri olduğunu söylüyorum. Eğer bu
hesaplaşmayı barındırıyorsa; şiir politik
mücadeleyle örtüşüyor demektir.
TÜM DEVR�MC�LER B�RK���N�N ADINI VERD�
“O Zaman Bitti” adlı kitabında daaşk, ayrılık bağlamında kurulmuş şiirleriüzerine konuşuyoruz...
� Ne diyebilirim?1970’li yıllarda,
daha çok toplumcu gerçekçi bir şair oldu-
ğum söylendi. 1990’dan sonra da aşk şai-
rine çıktı adımız. Bu yaklaşımların
bütünüyle doğru olduğunu kabul etmem
olanaksız. Ne desem boş. Çünkü, algıları
değiştirmek o kadar kolay değil. Gene de
söylemiş olayım: hep, tarihsel, kültürel
derinliğini gözeterek yaşanılanın şiirini
yazmaya çalıştım. Günlük olanla, güncelle
ya da günü boşlayıp tarihsel olanla sınırla-
madım şiirimi. Zaten bu yapılmamalı.
Çünkü hayat, hayatın bütün değerleri
(kültür, politika, estetik…) artzamanlı ol-
duğu kadar, eşzamanlı bir işlerlik gösterir.
Benim şiir anlayışım, bu kavrayış üzerine
kurulmuştur. Poetikamın belirleyici öğesi-
dir bu. “Hayat kadar dağınık, hayat kadar
örgütlüdür.” Şiirimin izlekleri, hayattan
yalıtılmamıştır. Çünkü hiçbir şey diğer in-
sandan, ekonomiden, politikadan, estetik
anlayışlardan bağımsız değildir, olamaz
da. Kadını anlatarak ekonomiyi, siyasi ya-
pıyı, devlet ilişkilerini, tarihsel olanı da
anlatabilirsiniz. Benim yaptığım bu.
Bunun kavranması, şiirlerimin daha iyi
anlaşılmasını getirebilir. Ben kadında in-
sanı seviyorum, kadında insanı anlamaya
çalışıyorum. Kadında ekonomiyi, siyasi
olanı anlamaya ve yazmaya çalışıyorum.
Veysel Çolak’a göre, şiirin toplumlar,insanlar için taşıdığı önem ve gereklililiğineydi?
� Öncelikle; şiirsel besinden payını
alamamış bireyler ve toplumlar kesin-
likle; evet kesinlikle gelişemezler. Bütün
insanlık tarihi bu gerçeği gösterir. Birkaç
örnek vermek doğru olacak; Rusya’daki
1905 ayaklanmasında, yakalanan dev-
rimcilerin arkasında uzun süre örgüt
arandı. Ama örgüt yoktu. Tüm devrimci-
ler bir kişinin adını verdiler: Puşkin!
Evet sadece Puşkin. İşte şiirin böylesine
derinliğine bilinçlendirmesi gibi gizil bir
gücü vardır. Sonra, eski İsrail Savunma
Bakanı Moşe Dayan’ın, Filistinli şair
Fatva Tukan’ın her şiirini on gerillaya
bedel görmesi açıklayıcı olmalı bence.
Marks’ın “Kapitalizm sanata, özel-
likle şiire düşmandır” saptaması; gene
şiirin gücünü ortaya koymuyor mu?
Che, Bolivya’da sırt çantasında Dosto-
yevski taşıyordu ve şiir yazıyordu. Daha
yüzlerce örnek verilebilir... Sonuç ola-
rak, şu söylenebilir: Şiir tarihin öznesi
olanları ayakta tutacak tek kültürel be-
sindir. Bu yüzden vazgeçilmezdir.
Bir şairi tanıyabilmek için şiirleriniokumak yeterli midir?
� Her şiir, şairinden çok iz taşır. Bir
şiiri şair odaklı okuyup çözümlediğinizde; o
şairin ideolojisini, şiirbilgisini, psikolojisini,
kültürel derinliğini, evrensel tutumunu, dil
bilincini… açığa çıkartabilirsiniz. Bunları
bilmek, büyük oranda şairi tanımak olabi-
lir; ama onun şiirlerine yansımayan karak-
VEYSEL ÇOLAK VE “O ZAMAN BİTTİ” ÜZERİNE
Şiir tarihin öznesi olanları ayaktatutacak tek kültürel besindir
ASLIHAN TÜYLÜOĞLU
VeyselÇolak
11Aydınlık KİTAP
teristik özelliklerinin de ola-
bileceği göz ardı edilemez.
Bazı şairler, kendilerini şiir-
lerine katmaz. Bazıları kendi
kanıyla derisine yazar şiirle-
rini. Eğer şiirlerinizi kanı-
nızla kendi derinize
yazıyorsanız, şiirleriniz sizi
ele verebilir büyük oranda.
���R�NGEREKS�ND����KL�M
İnsanı ve geleceğini,Türk şiirini ve Türk şiiri-nin geleceğini gözeten or-taklaşa bir aranışın olma-dığını söylüyoruz VeyselÇolak’a. Hayatın ve şiiringereksindiği öznelerin kal-madığına ilişkin düşünce-lerini soruyoruz.
� Günümüz edebiya-
tında (şiirinde) bütünü ku-
caklayan dostluklardan söz
edilemez. Tam bir parçalan-
mışlık yaşanıyor. Kimse kim-
seyi sevmiyor. Gettolar oluşmuş. Dar,
şiire zarar ilişkilenmeler var sadece. Yazı-
lan kitap tanıtma yazılarına, yapılan söy-
leşilere bakmak bile her şeyi açıklamaya
yeter. Büyük çoğunluğu ısmarlamadır bu
yazı ve söyleşiler. Yan yana olanlar birbir-
leriyle konuşup, birbirlerinin kitabı hak-
kında yazıyor. Kimse şiiri günü gününe
izleyip tanımadığı, ama başarılı bulduğu,
bulabileceği bir kitabı gündeme taşımı-
yor. Okunmadığı halde, kıskançlık nede-
niyle, yeri geldikçe
bir kitabı, bir şiiri
kötülemekten de
geri kalınmıyor.
Açıklaması zor bir
zavallılık bu.
Nedense, hâlâ
şiirin, edebiyatın
bir iklim gereksin-
diği anlaşılmamış.
Dost- düşman,
bütün şairlerin bu
iklimi oluşturmak
gibi temel bir so-
runu olmalı oysa.
Yani herkesin ama-
cı ülke şiirine çalış-
mak olmalı. Çünkü bir dilde büyük şiirler
yazılabilmesi için gerekli bu. Herkes ba-
şarılı şiirler yazarsa, en yeteneklimiz daha
büyük şiirler yazabilir. Bir şey daha: şiir
çevresi, kendimizi korumak zorunda ol-
duğumuz bir çevre olmamalı.
Yenibütüncü şiir manifestosu yayım-lanalı 25 yıl oldu. Bunu anımsatıp mani-festonun bugün de geçerliliğini soruyo-ruz. “Her şiir öncekine ihtilal!” olduğugibi “Acaba her manifesto da bir önceki-ne ihtilâl midir?” diye de ekliyoruz.
� Yenibütüncü Manifesto hâlâ gün-
demde. Yani yeni yayımlanmış gibi. Or-
taya koyduğu sorunlar henüz giderilmiş
değil. şu kadarını söyleyebilirim: Kimse-
nin estetik, politik, ekonomik sorunlar
üzerine düşünmek gibi bir derdi yok.
Oysa bir şiir ağırlığının olabilmesi için,
bir düşünce ağırlığının olması gerekir.
Nedense bu anlaşılamıyor. Böyle olunca
da el yordamıyla yazılıyor şiirler. Analoji
yapılarak yazılıyor. Bu nedenlerden
ötürü de yazıldığı an ölen şiirler doldu-
ruyor ortalığı. Tarihsel, kültürel, insanî
derinliği olmayan şiirler. Cemal Sü-
reya’nın “Hepimiz Yenibütüncüyüz.”
demesinin ne-
denleri iyi düşü-
nülmeli
kansındayım.
Yoksa Türk şiiri
daha iyi bir yere
vardırılamaz.
Düşmanınız bile
yapsa, yapılan
doğruysa ona
sahip çıkmalı
kişi. Türkiye’de
böyle olmuyor.
İğrenç bir kıs-
kançlık var. Ye-
nibütün de bu
nedenle, iki yıl,
yoğun biçimde tartışılmasına karşın,
tam anlamıyla kitleleşemedi. Kaçırılmış
bir fırsat olduğunu düşünüyorum, ama
hâlâ geç değil! Her sanat manifesto,
yeni bir yaşam biçimi ve buna uygun bir
gelecek tasarımı getirir ve önerir. El-
bette bunun gereğini de yapar. Eğer ba-
şarır da ekonomik, politik, estetik
sorunların giderilmesini sağlarsa, o ma-
nifestonun da ömrü tamamlanmış olur.
Sorunlar varlığını sürdürdüğü kadardır
manifestoların ömrü.
Veysel Çolak’la günlerce söyleşiler
yapmak mümkün. Hayatını şiire gömmüş
bir şair o. Bir şiir fanatiği; ama buğdayın
şiirden yararlı olduğunu düşünüyor.
Veysel Çolak, O Zaman Bitti, Hayal y., 2013
5 TEMMUZ 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
İleri yaşına rağmen adeta tek başına bir ens-
titü gibi üretmeyi sürdüren Cahit Kay-
ra’nın 1923 - 1950 dönemi iktisat politika-
larını incelediği “Devletçilik” adlı çalışma-
sının ilk cildi hayli ses getirdi. Üç ciltte ta-
mamlanacak olan kitabı okuyanlar, ikinci ve
üçüncü cildi de merakla beklemeye başla-
dılar. Kayra’nın kitaplarını yayımlayan Ta-
rihçi Kitabevi’nde Kayra ile kitabını ve
Cumhuriyet’in ekonomi anlayışını konuştuk.
Böyle bir dönemde bu içerikte bir kitapyazmak nereden aklınıza geldi?
Bu konu öteden beri kafam-
da olan bir konuydu. Çünkü
yaşadığım dönemin özelliği
bu. Osmanlı Devleti
1920’de bütün temelle-
riyle çökmüştü. Fetihler
üzerine kurulu olan o
devlet mütemadiyen ye-
nilmişti. Bünyesinde iki
türlü hukuk vardı. Huku-
kun dinsel tarafı vardı. Pa-
dişah aynı zamanda halife idi.
İki türlü eğitim vardı. Bir an-
lamda ekonomisi de birkaç tür-
lüydü. Daha doğrusu ekonomisi zaten
yoktu. Yabancıların elindeydi. O bakımdan
birkaç türlü diyorum.
Osmanlı bir şey de üretmiyordu. Borç
alıyordu ve kendi değerlerini satıyordu.
Bir gün Cezayir, bir gün Midilli, bir gün bir
başka yer elden çıkıyordu. 1920’de bütün bu
temeller çöktü, hiçbiri kalmadı. Şimdi de-
niyor ki “Biz eskinin devamıyız”. Eskinin el-
bette belli ölçülerde devamıyız. Ama Cum-
huriyet’in kurduğu temellerin Osmanlı’nın
temelleriyle ilgisi yoktur. Çünkü Cumhuri-
yet laik devlet temelinde kurulmuştur. Tek
hukuk, tek öğretim sistemi getirmiştir. Eko-
nomisi de bunlara koşut olarak üretken bir
ekonomi olmuştur. Yani bu temeller Os-
manlının temellerinden çok farklıdır.
CUMHUR�YET’� SAVUNMA GÖREV�
Kitabınız, devletin elinde artık satacakbir şeyin kalmadığı, cari açığın büyüdüğü,Türkiye’nin üretim yapmayan, ekonomikkaynak anlamında dışarıya doğru kanayanbir ülke olduğu dönemde piyasaya çıktı. Da-hası Cumhuriyet’e ve Atatürk’e yöneliksaldırıların en üst düzeyde yapıldığı bir dö-neme denk düştü.
Çok doğru. Bugün çeşitli kesimlerin
Cumhuriyet’i de-
vamlı olarak,
adeta sistemli
bir şekilde
eleştirdikleri-
ni görüyoruz.
Ama kabul et-
mek gerekir ki
bugünkü dünya-
mız yukarıda sö-
zünü ettiğim temel-
ler üzerine kuruldu.
Ben de Cumhuriyet’e yöne-
lik bu eleştirilere karşı düşündüklerimi
açıklamayı bir görev olarak benimsedim. Bir
yerde o Cumhuriyet’in beni yetiştirmiş ol-
ması bağlamında bildiklerimi, gördüklerimi,
deneyimlerimi anlatmak istedim. Bunu bir
vazife olarak gördüm.
Atatürk’ün ekonomi anlayışının temelözelliği nedir?
Atatürk’ün ekonomi anlayışı büyük ön-
derin uzak görüşlülüğünü, ufkunun geniş-
liğini gösterir. Fakat O, aynı zamanda büyük
bir gerçekçidir. Uzak görüşlülüğüyle gele-
ceği değerlendirirken, o günkü durumu
da, nesnel koşulları da tahlil etmiştir. Ata-
türk’ün kafasındaki ekonomik sistem hem
devletçiliği hem de özel sektörü birlikte içe-
rir. Atatürk, yerine, zamanına, şartlarına göre
devletin ekonomiye müdahale etmesini
düşünmüştür.
1923 ile 1930 yılları arasında devletçilik
sözü edilmemiştir. Ama o dönemde yapılan
işler hep devlet eliyle yapılmıştır. Çünkü o
dönemde özel sektörün bu tür işleri yapa-
cak gücü yoktur. 1929 büyük bunalımında
da derhal devletçiliği tezgâha koymuştur
Atatürk. O günkü şartlar içinde en makul
olanı da budur.
Gazi’nin bu tercihinde ülkemizde ye-
terli sermaye birikiminin oluşmamasınında payı yok mudur?
Elbette vardır. O günkü Türkiye’ye ba-
kalım. Elde avuçta hangi sermaye vardı?
İstanbul’da kalan bir miktar yabancıda ve
azınlıkta vardı sermaye. Onun dışında
Anadolu’da birkaç çiftlik dışında hiçbir şey
yoktu. 1923’de Cumhuriyet ilan edildiğinde
adam başına gelir 45 liradır. Ne büyük bir
fakirlik olduğunu düşünebiliyor musu-
nuz? Böyle bir ülkede sermaye birikimi
mümkün olabilir miydi?
OLAYLARIN ADETARÖNTGEN�N� ÇEKERD�
Kendisini sosyalist sa-nan kimileri Atatürk’esosyalizmi getirmediği içinyüklenmeyi pek severler.En hızlı dönekler de bun-lar arasından çıkar za-ten. O günkü koşullardaTürkiye için sosyalist mo-deli tercih etmenin nesnelkoşulları var mıydı?
Atatürk sosyalizmi
getirmeyi düşünmüyor-
du. Ama daha da önem-
lisi Türkiye’nin sosyalist
bir gelişme modelini ter-
cih etmesinin nesnel ko-
şulları yoktu. Öte yandan
Türkiye – SSCB ilişkileri
gayet güzel, verimli bir şe-
kilde ilerliyordu. O günkü
şartlar içinde Türkiye’nin
sosyalist olup olamayaca-
ğı ayrıca tartışılabilir belki ama şunu hiç
akıldan çıkarmamak gerekir: Türkiye’nin
o dönemde sosyalist bir yönelime uygun
kadrosu da, insan malzemesi de, sanayi alt-
yapısı da yoktu. İktisat – maliye konusunda
elindeki kadro başlangıçta son derece
zayıftı. Zamanla gelişme oldu. Örneğin İz-
mir İktisat Kongresi’nde elindeki insan
malzemesi pek de nitelikli değildi.
Şunu hiç unutmamalıyız. Atatürk ken-
disini çok iyi geliştirmiş, eğitmiş, donatmıştır.
Çok kitap okumuştur. Okuduğu eserlerin
yanlarına notlar almış, yorumlar yapmıştır.
Atatürk’ün başkalarında olmayan bir diğer
özelliği de olayların adeta röntgenini çek-
mektir. Nitekim Atatürk’ün bu yönüyle il-
gili olarak İsmet Paşa şöyle demiştir: “Hiç-
birimiz Atatürk’ü anlamadık, ben inandım”.
İsmet Paşa’nın bu sözleri şunun kanı-
tıdır. Demek ki kurucu kadronun içinde yer
alan, Kurtuluş Savaşı’na katılan pek çok in-
san Atatürk’ü ne anlamıştır ne de yapa-
caklarına inanmıştır. Bu nedenle Türkiye
Cumhuriyeti’nin o dönemki ekonomi po-
litikasını da bu bakış açısıyla değerlendir-
mek gerekir.
Atatürk, bu kadro eksikliğine, sermayeyetersizliğine rağmen nasıl başarılı oldu?
Şöyle düşünelim. Cumhuriyet Osman-
lı İmparatorluğu’ndan iktisat bilen bir kad-
ro devralmadı. Fakat işbaşına geldikten
sonra önemli sorunlarla karşılaştı. Cum-
huriyet’i kuranlar bu sorunlarla karşılaştıkları
anda ilk yaptıkları iş, örneğin demiryolları-
nı millileştirmek oldu. Bu devletçilik poli-
tikasının da bir anlamda ilk adımları arasında
sayılabilir. Daha sonra
1929 büyük buhranı geldi.
Dünya çapındaki bu bu-
nalım, toplumun kendi ya-
ğıyla kavrulması zarureti-
ni ortaya çıkardı. Oradan
da devletçiliğin temelleri
atıldı.
Bir anlamda teorikaltyapıdan çok hayatınpratikleri kendi gerçeğiniyarattı ve dayattı diyebili-riz. Peki, KİT’ler hangikaynaklarla kuruldu? Ge-reken kaynak nerelerdenbulundu?
Önce rakamlara bak-
mak gerekir. O tarihlerdeki
GSMH’nın artış oranı ile
devlet bütçesinin artış ora-
nı arasında fark vardır. Dev-
let bütçesinin artış oranı
daha yüksektir. Bu demektir ki, ülkemizde
zorunlu tasarruf hareketi vardır. Kaldı ki bu
süreçte Türkiye’nin elini güçlendiren altı
önemli unsur vardır.
“Ekonomide kamunun payıve müdahalesi gerekir”
CAHİT KAYRA:
BARIŞ DOSTER
Cahit KayraOsmanl�Devleti muazzam bir
imparatorluktu, her �eyvard�, ama bir tek �eker
fabrikas� bile yoktu. Birinci Dünya
Sava��’na girildi�inde �stanbul
Avusturya’dan gelecek olan 4
vagon �ekeri bekliyordu. 600 y�l
üç k�tada hüküm sürmü� olan
bir imparatorlu�un durumu buydu
Cumhuriyet EkonomisininÖyküsü, 1. Cilt: 1923 - 1950 -Devletçilik: Alt�n Y�llar, Cahit
Kayra, Tarihçi Kitabevi, 456 s.
5 TEMMUZ 2013 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
Bunlardan birincisi İngilizlerden alı-
nan demir – çelik fabrikasıdır. Bu çok
önemli bir hamledir. Zira o tarihte hiçbir az
gelişmiş ülkede demir çelik fabrikası yoktur.
Günümüzün parlak yıldızı olarak gösterilen
Güney Kore’de bile yoktur. Bir tek Türki-
ye’de vardır. Bunu başaran unsur Mustafa
Kemal Paşa’nın İngilizlerle yaptığı anlaş-
madaki diplomatik, stratejik ve ekonomik
dehasıdır.
Türkiye’nin o dönemdeki ikinci önem-
li kazanımı Sovyetler Birliği’nden aldığı-
mız büyük yardımdır. Planlı bir yardımdır
bu. Dokuma sanayi onlardan gelmiştir.
Kimya sanayi onlardan gelmiştir. Cam sa-
nayi onlardan gelmiştir. Petrol rafinerisi on-
lardan gelmiştir. Selüloz sanayi onlardan
gelmiştir. Bunların hepsi bizim için ya-
şamsal değerdedir.
Ekonomide elimizi kuvvetlendiren üçün-
cü unsur zorunlu tasarruf uygulamasıdır. Bil-
diğimiz gibi ağır vergiler azaltılmıştır. Aşar
kaldırılmıştır. Ama yerine bina ve arazi ver-
gileri konulmuştur. Dolaylı vergiler artırıl-
mıştır. Kazanç vergisi bir ölçüde düzeltil-
miştir. Vergilendirmede belirli düzeltmeler
yapılmıştır.
Dördüncü faktör devlet masraflarının as-
gari düzeye indirilmesi olmuştur. Bütçeye ba-
karsanız, cari masrafların azaldığını, yatırım
harcamalarının arttığını görürsünüz.
Ekonomideki beşinci büyük adım tüm
bu adımların planlı atılması, yatırımların
planlı yapılmasıdır. Şimdi olduğu gibi key-
fi, rastgele, gürültülü, popülist şeyler yap-
mamıştır Cumhuriyet’i kuranlar.
Ve altıncı büyük unsur da o tarihteki in-
sanların Kurtuluş Savaşı ve devrimlerden ge-
len büyük heyecanıdır. Etibank’ı, Maden
Tetkik Arama’yı kuran insanların coşkusu,
yurtseverliği, özverisi tüm bu işlerin yapıl-
masında ve de hesaplı biçimde yapılmasın-
da etkili olmuştur.
KAMU EKONOM�S�NDE SSCB KATKISI
Cumhuriyet KİT’leri ne zaman kurmayıdüşündü?
KİT’leri biz Sovyetler Birliği’nden öğ-rendik. 1932 yılında İsmet Paşa SSCB’ye git-ti. O dönemde Türkiye ekonomik olarak neyapacağının arayışı içindeydi. Dönüşte ora-da gördüğü kalkınma modelini anlattı.Sonrasında da Sovyetler Birliği’nden bu mü-nasebetle uzmanlar geldiler. O uzmanlarteknik bilgi, birikim, deneyim getirirkenSSCB de Türkiye’ye mali kaynak sağladı.Nazilli’de örnek bir site kuruldu. Tipik birörnektir. Eskişehir ve Turhal Şeker fabri-kaları yine o işbirliğinin ürünleridir.
Üzerinde durulması gereken önemli
bir nokta ise şudur. Osmanlı Devleti mu-
azzam bir imparatorluktu, her şey vardı, ama
bir tek şeker fabrikası bile yoktu. Birinci
Dünya Savaşı’na girildiğinde İstanbul Avus-
turya’dan gelecek olan 4 vagon şekeri bek-
liyordu. 600 yıl üç kıtada hüküm sürmüş olan
bir imparatorluğun durumu buydu. Cum-
huriyet ise 10 yıl içinde 4 tane şeker fabri-
kası kurmuştur. Bunun ne kadar önemli ol-
duğunu İkinci Dünya Savaşı sırasında gör-
dük. Birinci Cihan Harbi’nde askerimize
kuru üzüm verirlerdi. Türkiye İkinci Cihan
Harbi’nde ordumuzu o günkü koşullarda
çok güzel beslemiştir. Aynı durum dokuma
sanayi için de geçerlidir.
Kamu öncülüğünde ve KİT’lere daya-narak gelişme anlayışından ilk ödünlerikimler verdiler?
O anlayıştan ödün verilme arzusu 1950
yılında başladı. Ancak Adnan Menderes’in
ve Süleyman Demirel’in yatırımlarına ba-
kınca, hepsinde devletin izleri görülür. Bu
doğaldır da. Çünkü eğer sermayeniz yoksa,
sermaye birikmemişse, elbette gereken ya-
tırımlar devlet eliyle yapılır.
Biraz da o dönemin bütçelerinden bah-seder misiniz?
O dönemin bütçelerinde çok önemli bir
özellik düzgün ödeme yapılmasıdır. Osmanlı
İmparatorluğu son dönemlerinde memur-
larına ancak üç ayda bir maaş verebiliyor-
du. Bazen de maaşın ancak yarısını ödeye-
biliyordu. Cumhuriyet ise tam zamanda ve
eksiksiz ödemiştir maaşları. Denk bütçe ve
düzgün ödeme Cumhuriyet’in nasıl bir
devlet olduğunu gösterir. Çünkü memuru-
nun maaşını zamanında ve düzgün ödeye-
meyen bir devlet, ciddi bir devlet olamaz.
Teknik açıdan bakarsanız aslında denk
bütçe o kadar da mühim değildir. Bütçe
açık verebilir ve o açık kapatılır. Dahası,
bütçenin açık vermesi de gerekir. Açık ver-
mezseniz, hayatı durdurursunuz. O ne-
denle zamanla piyasaya ek satın almalar
aşılamak gerekir.
EN HIZLI GEL��ME PLANLIDÖNEMLERDE OLDU
Ben Cumhuriyet’i diğer vasıflarınınyanında, planlama ve kamuculuk olarak gö-renlerdenim. Türkiye’nin planlamadan vekamuculuktan vazgeçmesinin nelere mal ol-duğunu anlatır mısınız?
Planlı ekonomi kapsamında o günün çok
zor şartları altında Birinci Sanayi Planı ül-
kemize çok şey kazandırdı. İkinci Sanayi Pla-
nı da tamamlanamamakla birlikte, savaş yıl-
ları içinde yararlı oldu. Savaştan sonra ise
bizim planlama çabalarımız, yabancıların
yardım vaatlerinin etkisi altında kaldı ve ba-
şarılı olmadı. Demokrat Parti çok iyi niyet-
le, heyecanla yeni fabrikalar kurmak istedi.
Ancak planlı olmadığı için, o çabalar zaman,
emek ve para kaybıyla sonuçlandı.
1960’tan sonraki planlama dönemi çok
önemlidir. Her iki plan da, yani birinci ve
ikinci kalkınma planları da çok başarılı so-
nuçlar verdiler. Fakat sonrasında o olumlu
çabalar ve deneyimler, bir ucundan yenmeye,
hırpalanmaya başlandı. 1960’tan sonra da
sanayileşme hareketi devam etti, ama Av-
rupa Birliği ile olan anlaşmamız nedeniyle
gümrük indirimlerine girmek zorunda kal-
dık. Bu da planlamayı bir ucundan sakatladı.
Planlamaya en olumsuz bakan politi-kacılar kimlerdi?
1990’lardan sonra, özellikle Tansu Çil-
ler zamanında planlama anlayışı büsbütün
tahrip edildi. Ancak 1970’lerden Çiller’e ge-
lene kadar arada başka olumsuz aşamalar
da vardır. Bu olumsuz aşamaların en önem-
lisi 1980’de uygulamaya konulan istikrar
programlarıdır. Turgut Özal dönemindeki
bu istikrar programları sanayileşmeyi erte-
leme sonucunu verdi.
Ayrıca yine bu kapsamda 1978 yılında
Dünya Bankası’nın hazırladığı Türkiye
Raporu’nu da unutmamak gerekir. O ra-
por Türkiye’nin planlı kalkınma ve sana-
yileşme tercihine karşı çıkan bir rapordur.
O raporu yazan uzmanlar Sherman Ro-
binson ve Kemal Derviş’tir. Oysa o dö-
nemde dördüncü plan yapılmıştı. Bülent
Ecevit zamanında Bilsay Kuruç’un Devlet
Planlama Teşkilatı Müsteşarı olduğu tarihte
yapılmıştı o plan. Ciddi şekilde sanayileş-
meyi hedefliyordu. Robinson ve Derviş im-
zalı Dünya Bankası Türkiye Raporu’nda ise
planlı sanayileşme yolunun ertelenmesi gö-
rüşü savunuluyordu. Bu görüş daha sonra
Turgut Özal hükümetleri zamanında ya-
pılan istikrar programlarına aynen akset-
ti. Devlet eliyle kurulmuş olan bütün fab-
rikaların özelleştirilmesine gidildi. Bu özel-
leştirmeler 2000 yılından sonra çok etkin
şekil aldı. Sonuçta da değil ülkemizin sa-
nayileşmesi, tersine sanayileşmiş olanın da
bir ölçüde tasfiyesine gidildi.
Çin planlama sayesinde mucizeler ya-rattı. Son 30 yılda, yıllık ortalama yüzde 10büyüdü. Bu konuda Atatürk’ün ekonomi po-litikasını örnek aldıklarını söylüyorlar. Al-manya, Fransa, Avusturya gibi ülkelerdeekonomide ciddi ölçüde kamu ağırlığı var.Bizde ise liberaller, sürekli devleti küçült-tüler. Bu söylemler solda da etkili oldu. Eko-nomik anayasa yapmayı önerenler bileçıktı. ABD, iktisadi bunalım sonrasındakamu eliyle kurtarma paketlerini devreyesoktu. “Amerikan malı kullanın” kam-panyaları orada hiç eksik olmazken bizde“Yerli Malı ve Tutum Haftaları” unutuldu.Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
Türkiye’de devletçilik belli bir dönem
sonunda kapatıldı. Ama gelmiş geçmiş bü-
tün başbakanlar, ilden ilde koşarak fabri-
ka temelleri atmışlardır. Bu fabrikaların
çok büyük kısmı devlet eliyle, devlet mü-
dahalesiyle kurulmuşlardır. Ve ortaya bir
eser çıkmıştır.
Şimdi gelinen noktada ise batının tel-
kiniyle, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ti-
caret Örgütü gibi kuruluşların telkiniyle,
yabancı devlet adamlarının telkiniyle Tür-
kiye’de kamu sektörünün yok edilmesi sağ-
lanmıştır. Bu telkinleri yapanlar bize ba-
tıdan; ABD’den, Almanya’dan, İngilte-
re’den, Fransa’dan gelen uzmanlardır.
Oysa o ülkelerde ekonominin büyük kıs-
mı kamunun elindedir. Nazari konuşma-
yalım, somut birkaç örnek verelim. Ör-
neğin ABD’de ihtiyaç halinde General
Motors gibi dev bir şirketi devlet satın aldı.
Bankacılık krizi çıktığı zaman kamu sek-
törü eliyle kapattılar açığı. Kurtarma pa-
ketleri devreye sokuldu. Fransa’da Rena-
ult şirketinin hisselerinin önemli bölümü
devletin elindedir. Avusturya’da ekono-
minin yarısına yakın kısmı yine devletin
elindedir. Çünkü bu bir zorunluluktur. Av-
rupa boş yere Keynesyen teoriyi icat edip
uygulamaya gitmedi. Yere, zamana ko-
şullara, döneme, konjonktüre göre devlet
müdahalesi zorunludur. Kamu müdahalesi
ve ekonomide kamunun yer alması çok
önemlidir.
Türkiye’de 1980 istikrar paketinden ve
özelikle 2000 yılından sonra tasarruf ora-
nında çok büyük bir düşme oldu. Türkiye
tehlikeli bir tüketim ekonomisi içinde borç-
lanarak ve mevcut değerlerini satarak öfo-
rik (insanın son anlarında kalkıp rahat bir
nefes alması ve sonra ölmesi) bir dönem ya-
şıyor. Bu dönemi aşmak için mutlaka ka-
munun müdahalesi gerekir.
Devletçiliğin yanında, Cumhuriyet halk-çılığın da en başarılı örneklerini vermişti.Atatürk’ün “Cumhuriyet bilhassa kimse-sizlerin kimsesidir” sözü özellikle eğitim-de hayata geçmişti. Şimdilerde Türkiye’ninçok başka yönelimleri olmasını nasıl açık-lıyorsunuz?
Halkçılık öncelikle halkın ihtiyaçlarınıgözetmektir. Eğitimde, sağlıkta, beslenme-de, istihdamda halk yararına, halkın çıkarınıönceleyen politikalar izlemektir. Ama ne ya-zık ki bu yapılmıyor. Siyasetin popülizm veoy avcılığı temelinde yapılmasının bedeliniTürkiye çok ağır ödüyor.
Cahit Kayra ile Orhan Kolo�lu
5 TEMMUZ 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Çin’in sosyalizmin tarihi üzerine en
önemli araştırmacılarından olan Li
Shenming’in iki ciltlik eseri “Sovyet
Sosyalizminin Dersleri” dünyanın ilk
sosyalist devleti Sovyetler Birliği’ni ve
93 yıllık çok önemli, tarih belirlemiş
bir komünist partisi-
nin neden dağıldığını
incelemekte. Kita-
bın 1. cildi, Çinli
araştırmacıların
SSCB ve komünist
partisi üzerine araş-
tırmalarını sunmak-
tadır. İkinci cilt ise
başta Rusya olmak
üzere Çin ve dünya-
daki diğer araştırma-
cıların görüşlerini
içermektedir. Şüphe-
siz bu incelemenin
amacı dünya sosyalist
akımının bu büyük
olaydan çıkarabilece-
ği derslerle ilgilidir.
Böylece kitap dünya
sosyalizminin tarihini
incelemek ve tartış-
mak isteyenler ve
Rus Marksistlerin de
görüşlerini bilmek
için çok zengin veri-
ler sunmaktadır.
Kitap aynı zaman-
da bugünkü Rusya
toplumundaki duru-
mu ve Sovyet tarihi-
nin nasıl değerlendi-
rildiği üzerinde dur-
maktadır. Bugün Rus
aydınlarının bu tarih
üzerine düşünceleri
büyük değişim göster-
mektedir. Kitap özel-
likle, Gorbaçov, Yelt-
sin ve Putin dönemi
arasındaki farklılıkla-
rı incelemekte, Putin
yönetiminin, ABD ve
NATO’dan gelen teh-
ditleri savuşturmak için ülke içinde al-
dığı önlemleri değerlendirmektedir.
Ç�N’DE SOVYETLER B�RL���ARA�TIRMALARI
Çinli Marksist araştırmacılar,
1970’lerin sonlarından itibaren Sovyet-
ler Birliği tarihi ve toplumu üzerine
araştırmalarda, önemli bir gelişme
kaydetmeye başlamıştır. Bu gelişme
Çin’in motoru olan Çin Komünist Par-
tisi’nin teorik inceleme araştırma ala-
nında özellikle “sol” çizginin aşılması
ile bağlantılıdır.
Çin’in bu alandaki en saygın eski
kuşak araştırmacısı olan Chen Zhi-
hua’ya göre dünyada üzerinde en fazla
duygusallığın ve önyargının bulunduğu
tarih Sovyetler Birliği tarihidir ve bu
yüzden Marksistlerin işi çok daha zor-
laşmaktadır. Batılı siyasi çevreler ve
çeşitli Sovyet liderleri
bu önyargıları oluş-
turmak için ellerin-
den gelen tüm çabayı
göstermişlerdir.
Çin’de hızla geli-
şen çalışmalarla, son
25 yıl içerisinde bu
alanda 200’e yakın
akademik kitap,
önemli Sovyet figür-
lerine ait monografi
türü kitap dâhil ol-
mak üzere 112 çeviri
kitap ve 611 bilimsel
makale yayınlanmış-
tır. Çinliler araştırma
sürecine oldukça geç
başlamalarına karşın
toplumsal ihtiyacın
zorlaması ile oldukça
sağlam bir temelde
yola koyulmuşlardır.
Araştırma kaynakları
zenginleşmiş, Batılı
ve Rus araştırmacıla-
rın görüşlerinden ya-
rarlanılmış, genelde
farklı ve zengin bakış
açılarını içeren bir di-
siplin oluşmuştur.
Yazar, Sovyet tari-
hinde dört figür ve
dört dönem ele alın-
dığında, sosyalizmin
inşasında en yaratıcı
teorik ve pratik çaba-
nın Lenin ve Stalin
döneminde yürütül-
düğü kanısına varıyor.
Buna karşın Kruşçev
ve Brejnev dönemleri-
ni ise teorik açıdan ge-
rileme, yapıbozum, pratikte ise başarı-
sız reformlar, var olanı tüketme döne-
mi olarak niteliyor. Brejnev dönemi
muhafazakâr istikrar ve ayrıcalıklı eli-
tin oluşum dönemidir. En yaratıcı teo-
rik ve pratik çabanın Lenin ve Stalin
döneminde olması bu dönemde ciddi
hataların ve sorunların bulunmadığı
anlamına da gelmiyor elbette. Kitapta
ayrıca Stalin üzerine yapılan önemli
araştırmalar bulunmaktadır.
DENİZ KIZILÇEÇ
Cilt 1: Sovyet Sosyalizmi ve Tarihin Dersi,
Canut Yay�nlar�
Cilt II: Sovyet Miras� ve SovyetSonras� Rusya΄da ToplumsalMücadeleler, Canut Yay�nlar�
Günlükler, kayıt altına aldıkları “saklı
yanlar”ın yanı sıra gayri-resmi tarihin tu-
tanakları olarak da oldukça önem ta-
şırlar. Söz konusu Susan Sontag gibi bü-
yük bir entelektüelin günlükleri
olunca, bu önem de kat be kat
artıyor doğal olarak. Son-
tag’ın yeniyetmelik yıl-
larından başlayarak
ölümünden birkaç
sene öncesine değin
tuttuğu bu günlük-
defterlerin ilk cildi
1947-1963 yılları ara-
sını kapsıyor. Günlük-
defterleri yayına hazır-
layan Sontag’ın oğlu David
Rieff, bu cilde, ilk defterlerden
birinin iç kapağına yazılmış bir cümle-
den yola çıkarak “Yeniden Doğan”
(Agora Kitaplığı, Haziran 2013) ismini
vermiş.
Sontag 1933 doğumlu olduğuna
göre, bu defterleri tutmaya başladığı sı-
rada 14 yaşında imiş. Mesela; bu yaş-
larda deyiş yerindeyse “deli gibi” Gide
okumuş Sontag. 19 Ara-
lık 1948 tarihli yazdık-
larına bakılırsa daha o
yaşta müthiş hırslı bir
okuyucu olduğu anlaşı-
lıyor yazarın: “Okumam
gereken öyle çok ro-
man, oyun, öykü var ki;
işte bazıları: “(…) cüm-
lesinin ardından -dip-
notta beş sayfa sürdüğü
ve yüzden fazla eserin
olduğu belirtilen- Fa-
ulkner’den Rimbaud’a
birçok ismin bulunduğu
bir okuma listesi hazır-
lamış kendine. Isaac Ba-
bel’in “her şeyi bilmeli-
sin” düsturu, Sontag’ın
da düsturu imiş bir nevi.
100 KÜSURDEFTER
“Yeniden Doğan”ı okurken yanı-
nızda mutlaka bir not defteri bulun-
durmalısınız. Zira, Sontag o kadar çok
eserden bahsediyor ki bu defterlerde,
birbiri ardına açılan kapılardan oluşan
büyülü bir evrene düşüyorsunuz. Salt
eserlerle de sınırlı değil bu evren; şe-
hirler, mekanlar, yazarın tanıdığı ya-
zar/şair/ressam’larla ilgili görüşleri ve en
önemlisi kendi özel hayatından kesitler.
Yazarın mahrem şeylerinin bulun-
duğu dolabında ölene dek muhafaza et-
tiği bu 100 küsur defteri, yayımlanma-
sını bir kenara bırakın en yakınlarıyla
bile paylaşmadığı biliniyor. Sontag, ge-
lecekte yayımlanacağını hesaba kat-
madığı için, ilkgençliğinde yaşadığı cin-
sel dönüşümden tutun da, ilk
cinsel tecrübesini hemcin-
siyle yaşamasına kadar
birçok özel anı aktar-
mış bu defterlere. Ri-
eff, annesinin yaşa-
dığı ne varsa hepsi-
ni ifşa etmiş kısaca
bu günlükleri ya-
yımlayarak; bunun
“mahremiyete müda-
hale” olduğunu kendisi
de dile getiriyor üstelik ön-
sözde.
Sontag’ın oğlu Rieff, günlükleri ya-
yına hazırlarken profesyonel bir editör
gibi davranmış. Bazı isimleri -Sontag’ın
California Üniversitesi’nde birinci sınıfta
tanıştığı, 57’de birlikte Paris’e taşındı-
ğı kişi için “H.” kullanmış örneğin.- giz-
leme gereği duymuş, çok uzun olduğu-
nu düşündüğü oku-
ma listelerini kısalt-
mış -keşke kısaltma-
saymış!-, gereksiz yi-
nelemeleri ve günün
saati saatine kayde-
dildiği bölümleri de
kesmiş. Bu editor-
yal dokunuşların
hepsini de ara-not-
larla bir bir belirtmiş.
Bir günlükten
çok fragmanlarla
örülmüş varoluşçu
bir edebi esere, ya-
hut da “Minima
Moralia” benzeri es-
tetik bir toplama
benziyor “Yeniden
Doğan” bana kalırsa;
tek farkı yapısının ko-
puk kopuk olması ve
zamansal sıçramalar yapması. Yıllarca
devam edecek olan, yani süreğen, san-
cılı ve bulantılı esrimelerle, adım adım
kendi estetiğini yarattığını görüyoruz
Sontag’ın. Tiyatrocu, sinemacı, roman-öykü-
oyun yazarı, eleştirmen vb. bir yığın kim-liği bünyesinde barındıran, büsbütün birentelektüel olan Sontag’ın günlükleriözellikle iyi bir düşünür/yazar olmak is-teyenler için başucu kitabı niteliğindeolacaktır.
Bir entelektüelinakıl defteri
Sovyetler Birliği’nene oldu?
ERCAN DALKILIÇ
Yeniden Do�an, Susan Sontag,Agora Kitapl���, Çev: Begüm
Kovulmaz, 336 s.
Birgünlükten çokfragmanlarla
örülmü� varolu�çu bir
edebi esere, yahut da
“Minima Moralia” benzeri
estetik bir toplama
benziyor “YenidenDo�an”
5 TEMMUZ 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Max Horkheimer ve Theodor Ador-
no’nun 1956 yılında yeni bir “Komünist
Manifesto” yazma niyetiyle gerçekleş-
tirdikleri, üç hafta süren tartışmaları bir
kitapta toplanmış ve bu yıl içerisinde
Metis Yayınları tarafından “Teori ve
Pratik Üzerine Bir Tartışma (1956)”
adıyla dilimize kazandı-
rılmıştır. İşte o kitabın
17-18. sayfalarında
Adorno şöyle der:
“…Çalışma ideoloji-
sine kapılmamamız ge-
rekir, ama bütün mutlu-
luğun çalışmaya göbek-
ten bağlı olduğunu da
inkar edemeyiz… İnsa-
nın hiçbir şey yapmadığı
hayvanlık evresine yeni-
den kavuşmak mümkün
değil.”
Horkheimer ise de-
vamını getirir:
“İnsanda doğallıktan
en uzak olan şey, gün
boyu uyanık kalıp gecele-
ri uyumasıdır. İnsan bün-
yesi aslında daha kısa
aralıklara uygundur… Mutluluk, artık
hayvanlıktan çıkmış olanın bakış açısın-
dan görülen bir hayvanlık hali olabilir.”
H�SS�ZL��� YOK EDEN KABALIK
Bahse konu hiçbir şey yapmama hali
ile mutluluk arasındaki kuşku dolu
bağıntı, Henry Miller’de somut
bir karşılık bulur. Paris’in gri
günlerinde, bilinçli bir bey-
hudeliktir onunkisi. Türk-
çeye “Clıchy’de Sessiz
Günler” olarak çevri-
len kitaba, “Düşünce-
lerimi havalandır-
mak için mahallede
bir tur atarken iki
kent (New York ve
Paris) arasındaki
muazzam çelişkiyi
düşünmeden ede-
medim” diyerek giriş
yapar. Tıpkı Yengeç
“Dönencesi”nde oldu-
ğu gibi, iki coğrafyanın
temsil ettiği yaşamlar
üzerinden yapılan simge-
sel bir karşılaştırmadır Mil-
ler’ın algısındaki. (“Ateşin or-
tasındaki yengeç”, 8 Haziran
2012, Aydınlık Kitap)
İnsan hayatını, makine çarklarından
biri olma konumuna indirgeyen, yalnızca
çalışarak varolunan Protestan ahlakı
reddeder Miller. Karşılığında bir alterna-
tif de üretmez. Modern köleler olarak
yaşayan ve kapitalizmin ruhsal yönden
kabalaştırdığı insana, başka bir mahal-
den; haz almak üzerine kurulu, porno-
grafik bir kabalıktan el sallar. Gel gele-
lim onun kabalığı, kapitalist bireyinkin-
den oldukça farklıdır. Miller, egosuna
yeni zaferler kazandır-
mak için değil; etrafını
saran hissizliği kırmak
için kabalaşır.
“Clıchy’de birlikte
yaşadığımız o dönem
bana Cennet’te bir ge-
zinti gibi geliyor şimdi.
Gerçek anlamda tek so-
runumuz vardı; o da ye-
mekti. Onun dışındaki
bütün dertler hayal
mahsulüydü. Bazen,
köle gibi yaşamaktan
yakındığında, ona da
söylerdim bunu. İflah
olmaz bir iyimser oldu-
ğumu iddia ederdi; fakat
iyimserlik değildi benim-
kisi, dünya kendi mezarı-
nı kazmakla meşgulken
hayatın tadını çıkarmak, eğlenmek ve
gamsız olmak için hala zamanımız oldu-
ğuna yönelik derin bir kavrayıştı sade-
ce.” (s. 30)
Hayatın tadını çıkarabildiği küçücük
bir an, bütün maddi karşılıklardan daha
yeğdir onun için. Tam bir hedonist dene-
mez bu sebepten, Miller’a. Ama elbette,
bir romantik de! Hikayenin muhtelif kı-
sımlarında şu ifadeyi görebilirsiniz:
“…ona üstümdeki bütün parayı kabul
etmesini ve hemen oracıkta vedalaşmayı
önerdim.” Ve cebindeki tüm parayı ver-
me ritüelinin, muhtemelen kapitalist tea-
müllerdeki gibi, dilde ıslanan parmak su-
retiyle para demetinin sayılması sonu-
cunda olmadığını kolayca anlayabi-
lirsiniz. Bu sahne zihnimde dai-
ma, paranın avuçlanıp takdim
edilmesi olarak görselleşir.
Paradan fazlasını veren in-
sanların el hareketi böy-
ledir! İşin bencesi…
MEDEN�YET�NFOYASIORTAYA ÇIKTI
“Maringan’a yak-
laştığımda hayli çekici
bir fahişe, canlı, tatlı
dilli, otoriter; koluma
girip benimle yürüme-
ye başladı. O zamanlar
bildiğim Fransızca söz-
cük sayısı onu bulmuyordu
ve bir yandan baş döndürü-
cü ışıklar, bir yandan ağaçların
bolluğu, havadaki bahar kokusu
ve içimdeki sıcak kor, beni bütünüy-
le çaresiz kılmıştı. Beni neyin beklediği-
ni biliyordum. Yolunacağımı da biliyor-
dum ama… Marignan’da hayat vardı,
insan kaynıyordu. Benimle kalabalığın
arasında durup tek kelimesini bile anla-
madığım bir şeyler söyleyerek paltomun
düğmelerini çözdü ve t.ş.klarımı kavra-
dı.” (s. 77)
Tıpkı “Yengeç Dönencesi” gibi,
“Clıchy’de Sessiz Günler” de Henry Mil-
ler’ın Paris yıllarının izlerini taşır. Serseri
bir hayatın hikayesi işlenir bu kitaplarda.
Nereye savrulacağı belli olmayan ama
savrulacağı yerin nasıl olacağının bilindi-
ği bir hayat… Kitabın çevirmeni Avi Par-
do, kitabın sonundaki yazısında şu ta-
nımlamayı yapar: “Başyapıtı 'Yengeç
Dönencesi'nin ilk sayfalarında şöyle hay-
kırır dünyaya: 'Parasızım, çaresizim,
umutsuzum. Dünyanın en mutlu adamı-
yım!' Kaybedecek hiçbir şeyi olmadan
yaşamanın kitabını yazmıştır Henry Mil-
ler ve medeniyet denen şeyin tüm foyası-
nı ortaya dökmüştür.”
Saygıdeğer okur, ben de ne zaman
bir Henry Miller kitabı okusam; belle-
ğimde Jack London’un o sözleri yankı-
lanır: (Yanılmıyorsam, “Yol” olarak
Türkçeye çevrilen kitabında.) “Bu yaşı-
ma kadar ağır işlerde çalıştım, yıpran-
dım ve sadece karnımı doyurabiliyor-
dum; bu yüzden artık çalışmamaya ka-
rar verdim, yapmam gereken tek şey
karnımı doyurmaktı.”
Çünkü kitap karanlığa gönderilmiş
mektuptur!
DAĞHAN DÖ[email protected]
Cl�chy’de Sessiz Günler, Henry Miller, Siren Yay�nlar�,
Çev: Avi Pardo, 109 s.
Miller, haz peşindeki filozof
Henry Miller
5 TEMMUZ 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Soylu bir İngiliz ailesinin ferdi olan Bertrand
Russell, yüz yıla yaklaşan hayatı sona erdiğinde
ardında onlarca eser bırakmıştı. Matematik-
ten felsefeye, mantıktan dilbilime, epistemo-
lojiden metafiziğe varana kadar çok çeşitli alan-
larda eserler veren ya da bu alanları etkileyen
bir düşünürdü. Önde gelen savaş karşıtların-
dandı, hatta I. Dünya Savaşı’na karşı çıktığı için
ülkesinde hapis bile yatmıştı. Kendisini kimi za-
man liberal, kimi zaman sosyalist, ama en çok
barışsever olarak tanımlamıştı.
Çok çeşitli konularda makaleler kaleme
alan Russell; açık, anlaşılır, çoğu zaman nük-
tedan bir dil kullanması nedeniyle daha ya-
şarken çok okunan ve tartışılan ender insan-
lardan biriydi. Tüm dünyada yaygın bir ilgi gö-
ren “Mutlu Olma Sanatı” da bu türden çalış-
maları arasında yer alıyor. Kitabın bu denli ilgi
görmesinin sebebi şüphesiz, insanlığın baş-
langıcından bu yana süren
mutluluk arayışı. Russell, ki-
tap için yazdığı önsözde oku-
ra sunduğu mutluluk reçete-
lerini kendi deneyimleri ve
gözlemleriyle doğruladığını,
bunlara uygun hareket etti-
ğinde mutluluğunun arttığını,
dolayısıyla mutsuzluk acısı çe-
ken kadın-erkek birçok kişinin
durumlarını anlayıp kurtulma
yollarını kitabında bulabile-
ceklerini düşündüğünü söy-
leyerek giriyor söze.
Mutsuzluğun nedenleri-
ni kabaca rekabet, can sıkıntısı
ya da heyecan, yorgunluk, çe-
kememezlik, günah duygusu,
işkence korkusu ve kamuoyu
korkusu olarak ele alıyor. Kendisinin de her-
kes gibi mutlu ya da mutsuz olarak doğmadı-
ğını, çocukken en sevdiği ilahinin “dünyasından
bezgin ve yüklü günahlarla” adını taşıdığını, ilk
gençliğinde yaşayacağı yılların dayanılmaz ola-
cağını düşündüğünü, sık sık kendini öldürme-
nin eşiğine geldiğini anlatıyor. “Kendimi öl-
dürmedimse” diyor, “matematik öğrenmeyi çok
istediğim içindi. Şimdi ise yaşamdan zevk alı-
yorum ve her geçen yıl aldığım zevk artıyor. Bu
da hayatta en çok neleri istediğimi keşfet-
memden ve birçoğunu ele geçirmemden kay-
naklanıyor.” Ayrıca yerine getirilmesi imkân-
sız bazı isteklerini bir yana bırakabilmeyi öğ-
renmiş olmasının mutluluğundaki payının çok
büyük olduğunu belirtiyor. Yine de en büyük
payın sadece kendisini düşünme huyundan vaz-
geçmesine ait olduğunu dile getiriyor.
Mutsuzluğun nedenleri arasında saydığı
“can sıkıntısı ve heyecan” başlıklı ilgi çekici bö-
lümde Russell, can sıkıntısına gereğinden az
önem verildiğini, oysa can sıkıntısının tarih bo-
yunca en önemli itici güç olduğunu belirtiyor.
Can sıkıntısına yol açan etmenlerden birinin,
şimdinin amaçsızlığı ya da çaresizliği nedeniyle
atıl durumdayken, kaçınılmaz olarak düşünülen
güzel anılarla bu durum arasındaki aykırılık,
diğerininse yeteneklerin tam olarak kullanı-
lamaması olduğunu anlatıyor. “Bizim ataları-
mızdan daha az canımız sıkılıyor ama can sı-
kıntısından daha fazla korkuyoruz. Biliyoruz
ki can sıkıntısı alın yazımız değildir ve yeterince
çaba gösterip heyecan peşinde koşarsak ondan
kaçınabiliriz. Yine de kişinin yaşam sermaye-
sini para harcar gibi harcaması belki akıllıca bir
şey değildir. Belki hayatta biraz da can sıkın-
tısı bulunması gerekir. Bunun da iki çeşidi var-
dır: Biri insanı verimli yapar, diğeri aptallaştı-
rır... Sonuç olarak mutlu bir yaşam sakin bir ya-
şamla mümkün olur, çünkü gerçek hoşnutluk
ancak sakin bir ortamda yeşerebilir.”
“Mutlu olmak hâlâ mümkün müdür?” baş-
lığını taşıyan bölümde çocukluğunda tanıdığı,
mutluluktan ağzı kulaklarına varan bir adam-
dan söz ediyor. Bu adamın işi kuyu kazmak.
Okuması yazması yok, parla-
mento diye bir şeyin varlığını oy
kullanması gerektiğinde öğ-
renmiş. Onun mutluluğu kül-
türel değil Russell’a göre; onun
mutluluğu bedensel çalışmaya,
yeterince çabalamaya, karşısı-
na çıkan kaya engellerini aş-
maya dayanıyor. Peki, bu Rus-
sell gibi okumuş yazmışlar için
yeterli mi? Yeterli değil savı
pek de geçerli değil Russell’ın
gözünde. Çünkü öğrenimden
ileri gelen fark, hazların elde
edilmesi için yapılan eylem-
lerdedir. Sonunda başarma
zevkinin elde edilmesi, başlan-
gıçta başarının kuşkulu bir du-
rum olmasını gerektirir ki bu
herkes için geçerlidir, eğitimli olsun olmasın.
İkinci bölümde ele aldığı mutluluğun ne-
denleri arasında ise keyif, aile, sevgi, iş, kişisel
olmayan ilgiler, çaba ve kabullenme yer alıyor.
Russell’a göre mutlu yaşam büyük ölçüde iyi
ve dürüst yaşam anlamına geliyor. “Her mut-
suzluk, şu ya da bu tür bir ayrılığa, bir uyuş-
mazlığa dayanır; bilinçle bilinçaltı arasındaki
uyum eksikliği benlikte uyuşmazlık oluşturur;
kişiyle toplumu birbirine kenetleyen nesnel il-
ginin ve bağların bulunmadığı durumlarda bu
ikisi arasında uyuşmazlık baş gösterir. Mutlu
insan bu birleşme başarısızlıklarının ikisinde de
acı çekmeyen, birliğe ulaşmış insandır; onun
benliği, ne kendi içinde birbiriyle uzlaşmaz kı-
sımlara bölünmüş, ne de dünyaya karşı bir si-
pere gömülmüştür. Böyle bir insan kendisini
evren vatandaşı olarak hisseder, evrenin ve haz-
ların bol bol tadını çıkarır, ölüm düşüncesiyle
tedirgin değildir, çünkü kendisini kendisinden
sonra geleceklerden ayrı saymaz. Böylesine bü-
yük bir içtenlikle hayat ırmağına dalarak haz-
ların en büyüğüne kavuşabilir.”
“Edebiyat nedir, nereye gitmektedir?”,
“Edebiyatın görevi nedir?”, “Edebiyat
ve toplumsal konular birbirini nasıl et-
kilemektedir?” gibi sorular yazının ede-
biyat olduğundan beri sorulageliyor
olsa gerek. Yer yer gerekli ve önemli olsa
da bu sorular, kimi zaman da edebiyat
sevdalılarının birbirini oyaladığı bir
muhabbetten öteye gitmiyor. Özellikle
edebiyatın “nereye gittiğini” konuşan
kimi yazılar “bu sene yüz yılın en soğuk
kışı yaşanacakmış” cümlesinden çok da
farklı bir tat bırakmıyorlar.
Bir de buna benzer konuşmaların,
daha geniş alanlarda, gençleri kapsayan
çeşitleri var. “Ne olacak
bu gençliğin hâli?” ile
“Şimdiki gençler bir ha-
rika!” arasında gidip ge-
len, gençlerin nereye
gittiğini sorup duran
laflar... Yahu gençliğin
bir yere gittiği yok, olsa
olsa sizin gibi olmaya,
yaşlanıp gençleri ko-
nuşmaya gidiyordurlar.
Uçarılıkları da aynı, bi-
linçleri de aynı, ukala-
lıkları da. Daha doğru-
su, aynıların farklı tadı.
Hâlâ ihtiyarların bil-
mediği bazı şeyleri biliyor,
onlara bunları anlatıyor,
sonra da her şeyi bilir
havalarıyla yürüyorlar.
Yazı da yazıyorlar, “deneme”leriyle
etrafa akıllar dağıtıyorlar. Zamanı ge-
liyor, devrim yapıyorlar, yeri geliyor sırt
üstü yatıyorlar. Ama hiçbir zaman çağ-
larını çatlak cümleleriyle anlatmaktan
geri durmuyorlar.
Geçenlerde genç bir yazarla, yaz-
mayı yaşamının temel gereksinimleri
arasına koymuş Aytuğ Akdoğan’la ta-
nıştım. Yazmayı öyle bir yere oturtmuş
ki hayatında, on yedi yaşında yazıp Er-
dal Eren’e ithaf ettiği “Ben Hep 17 Ya-
şındayım" kitabıyla parlayan edebiyat
sevdası onu yirmi iki yaşında üçüncü ki-
tabını yayımlamış bir yazar olmaya ta-
şımış. Tabii bu sevda onu bu yolda nice
karanlıklarla tanıştırmış. Öyle ya, ya-
zarlık yolu yazarı dünyanın her tadın-
dan birer numune almaya iten bir yol.
Ama belki de onu en çok yayım dün-
yasının çirkinlikleri şaşırtmış.
Öyle ki; “Ağladı ve Gözyaşlarını
Öptüm” adlı ikinci kitabı kimi eleştir-
menlerce sevilirken kimilerince topa tu-
tulmuş ve içeriği bu kitabı mahkeme-
ye ve toplatılmaya kadar götürmüş. An-
cak mahkemenin beraat kararıyla bir-
den gündeme oturan kitap aniden
“çok satan” oluvermiş. Ama bu durum
genç yazarı bozmamış ve ona “Ben,
Hiçbir Şey” isimli son kitabının öns-
özüne, “Bugüne dek dosyamı okuma-
ya tenezzül bile etmeyen, edebiyatla as-
lında hiçbir alakası olmayan, kapitalist
düşüncenin, arzu ve hırslarının kurba-
nı olmuş yayıncılara buradan, hala
böyle bir imkânım varken seslenmek is-
tiyorum: Hepinizin canı cehenneme! Si-
zin bu riyakârlığınız, düşüncesizliğiniz
beni ve metinlerimi dikkate almayışınız
kendimi kutsallaştırmaktan başka işe
yaramadı” yazdırmış.
Böylesi bir haykırış-
la başlayan kitap, öns-
özünden sonrasıyla da
algıları açmaya, okuru
sayfalara yapıştırmaya
devam ediyor. Sapır sa-
pır dökülen sistemi İs-
tanbul’un ara ve arka so-
kaklarından karanlık ya-
şantılarla gösteren yazar,
birden sıkılıyor -daha
doğrusu hep var olan
sıkıntısıyla patlıyor- ve
yönünü o çok beğenilen
Avrupa’ya, Avrupa ül-
kelerinin sokaklarına çe-
viriyor. Nereye giderse
gitsin kurtulamadığı beni,
yalnızlığı ve tiksinti duy-
duğu bencilliği oralarda da yaşıyor.
Barselona’dan Vatikan’a, Paris’ten Ro-
ma’ya taşıdığı yalnızlığı onu sonunda ka-
labalıktan, insanlardan tamamen ko-
paran bir yalnızlığa ve bambaşka bir
yola, hiç varmamak üzere varılan bir
yola, bir başka yolculuğa çekiyor...
Ara ara, yazarın kusurlu cümleleri
ve cızırtılı diyalogları yoruyor okuru.
Ancak o cümleler yazarın yaşına al-
dırmadan yaşadığı yüklü yaşantıyı, küf-
reden, kavga eden, ince, çok ince es-
priler patlatan ve bazense gizlice gö-
zünün yaşını silen sayfalarıyla anlatıyor.
Bu yüzden kitap bir solukta bitiyor.Böylece, yazarın nereye gideceğini
merak eden okur adeta bir falcı oluyor,toplumun kanayıp yerlere damlayan,oradan yeraltına sızıp orada kuruyan ya-ralarının falına bakıyor. Ve bu fal ede-biyatın ve gençliğin nerede durduğunuve nereye gideceğini anlatıyor.
Tabii yine de siz fala inanmayın,ama falsız da kalmayın.
Yolculuk nereyegençler?
Bilinçle bilinçaltınınkenetlendiği an
A�lad� ve Gözya�lar�n�Öptüm, Aytu� Akdo�an,
�kinci Adam Yay�nlar�, 142 s.
NURİYE BİLİCİ
MURAT HATUNOĞ[email protected]
Mutlu Olma Sanat�, BertrandRussell, Say Yay�nlar�,
Çev: Yunus Sa�lamtürk, 192 s.
5 TEMMUZ 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Aslında sözü dolandırmanın anlamı
yok, Emine Supçin, “Filozoflardan
Seksi Şeyler”i neden yazdığını önsözde
fıkra gibi açıklıyor; ilişkilerin bozuk
para gibi harcandığı ya da sevginin cin-
sellikle yozlaştırıldığı bir sürece itiraz
etmek. Üstelik cinselliği de elimize yü-
zümüze bulaştırmışken. Supçin, “Filo-
zoflardan Seksi Şeyler”in, sevişmeyi
beş dakika bile sürdüremeyen ama
yine de “sen ol da sabahlar olmasın”
diyen sevişme özürlülerine, “Len oğ-
lum madem beş dakika bile sürdüre-
miyorsun, sabahlara kadar tavla mı oy-
nayacaksın kızla?” diye, gülmecenin
de ardına sığınarak, cinselliği
sorguluyor.
Zamanın, baş tanrı
Zeus’un istemiyle dur-
durulduğu, dünya ni-
metlerinin, şarabın
ve rakının su gibi
tüketildiği, cinselli-
ğin konuşulduğu bir
mekanda, farklı
yerlerde ve zaman-
larda yaşamış seçkin
konukların, duran za-
mandaki cinsellik üzeri-
ne söyleşilerine tanık olu-
yoruz.
BU SOHPETTE K�MLER VAR
“Filozoflardan Seksi Şeyler”in ko-
nukları, elbette ki söyleşinin “modera-
tör”lüğünü yapan Yunan Mitolojisinin
baş tanrısı Zeus. Akdeniz’in beyaz ve
köpüklü dalgalarından yaratılan güzel-
lik tanrıçası Afrodit. İranlı, şair, filo-
zof, matematikçi ve astronom Ömer
Hayyam. İtalyalı hezârfen, düşünür,
mimar, mühendis, mucit, matematikçi,
anatomist, müzisyen, heykeltıraş, bota-
nist, jeolog, kartograf, yazar ve ressa-
mı Leonardo da Vinci. Taşlamalarıyla
bilinen, neyzen, şair, çeşitli taksimler
ve saz semailerinin bestecisi Neyzen
Tevfik. Amerikalı yazar ve şair Charles
Bukowski. Antik Yunan filozofu, Yu-
nan Felsefesinin kurucularından So-
krates. Psikanaliz öğretisini geliştirmiş
Avusturyalı nörolog, Psikoanalitik Ku-
ram’ın kurucusu Sigmund Freud. Ve-
nedikli maceracı, yazar ve çapkın Go-
vanni Giacomo Casanova. Varoluşçu
Alman filozofu Friedrich Wilhelm Ni-
etzsche. ABD’li sa-
rışın sinema
oyuncusu, şarkı-
cı, model, seks
sembolü, pop
ikonu Marilyn
Monroe ya da
nam-ı diğer
Norma Jeane
Mortenson.
Amerikalı yazar
Arthur Golden’in
ünlü “Bir Geyşanın
Anıları” kitabının kur-
maca olmayan Japonya’nın
en ünlü geyşası Sayuri. Birinci Payla-
şım Savaşı’nın Hollandalı dansçı ve
ünlü Alman casusu Mata Hari ya da
Malay dilinde Şafağın Özü, Hint dilin-
de Şafağın Gözbebeği anlamlarına ge-
len, asıl adıyla Margaretha Geertruida
Zelle. Romalı ünlü tarihçi Plutark-
hos’un “Sesi, istediği her titreşimi çı-
karıp, istediği her dili kullanabildiği
çok telli bir müzik aleti gibiydi” diye
tanımladığı, Romalıların bir numaralı
düşman ilan ettikleri, antik Mısır’ın
son Helenistik kraliçesi Cleopatra.
Lesbos’un, -bu günkü adıyla Midilli-
adasında doğmuş, ilk lezbiyen Antik
Yunan lirik şairi, Afrodit kültü rahibe-
si Sappho. Feminist yazar, gazeteci
Duygu Asena. Ve hiç kuşkusuz bu
önemli isimlerin yanında önemce on-
lardan aşağı kalamayan Karadenizli iki
fıkra kahramanı Temel ve Fadime.
Bu kadar önemli isim bir araya ge-
lince, özellikle de konu cinsellik olunca
ne olur? Hiç kuşkusuz popüler yazının
sevdiği dille “paparazzilik bir olay” olur.
Ne var ki, Emine Supçin’in, “Filo-
zoflardan Seksi Şeyler”i yalnızca cinsel
gevezeliklerin, belden aşağı geyik mu-
habbetlerinin konu edildiği bir kitap
değil. Supçin de belki bunun için ka-
pakta olmayan ama iç kapakta “Filo-
zoflardan Seksi Şeyler” dedikten sonra
“Aşkla Sevişmenin
Ruhsal ve Tensel Bo-
yutu” adını koyması
bundandır.
KADINA POZ�T�FAYRIMCILIK
Supçin, “En Güçlü
Afrodizyak Kadının
Bizzat Kendisidir” baş-
lığı altında yazdıkların-
da herkesin uzlaştığı bir
konudan, her iki cinsin
de konuşmayı sevdiği
seksten söz ediyor.
“Çünkü,” diyor Supçin,
“konuşurken perfor-
mans göstermen gerek-
mez. Doğru söylemen de
öyle. Atar tutarsın gere-
kirse. Sabahlara kadar
sevişebilir, marifetmiş
gibi defalarca boşalabilirsin. Çok güçlü-
sündür canım. Hareme girsen, tadına
bakılmadık kadın bırakmazsın hani. O
kadar isteklisindir işte.” Sonra sözü ka-
dına getiriyor ve onun da şöyle düşün-
düğünü yazıyor; “Kadınsan, adamı na-
sıl yalvarttığınla başlar hikaye. Kolay
kolay ‘he’ demezsin”
Supçin kadına yine de pozitif ay-
rımcılık yapmış, oysa erkek için söyle-
dikleri neyse, kadının düşündükleri ve
söyledikleri de odur. Hele de birkaç
huri bir araya gelmesin. “Sabahlar ol-
masın” kadın için de geçerlidir. Üste-
lik tavlanın bir yanında erkek varsa,
karşı tarafta da bir kadın vardır. Belki
de her ikisi birden zar tutar,. Sonuç ya
hep “Dü şeş”tir ya da “Hep yek.” Hiç
orta yol bulunmaz. Ya
hep, ya hiç!
Peki, bu kadar
önemli isim bir araya
gelince, özellikle de
konu cinsellik olunca
ne konuşulur?
Emine Supçin, “Fi-
lozoflardan Seksi Şey-
ler”de aşkla sevişme-
nin ruhsal ve tensel bo-
yutundan, kadın orgaz-
mına, ölüm orgazmın-
dan, kadın kadına aşk-
tan kadının erkeği ne-
den ve nasıl kendine
bağladığına kadar cin-
sellik üzerine dilimizde
gezdirdiğimiz konulara
ilişkin bütün limanlara
demir atıyor.
Her ne kadar kitabın
türü için “deneme” denmişse de ro-
man da denilebilir.
Fettan bir kadın Emine Supçin. Üs-
telik anlattıklarının “Filozoflardan Seksi
Şeyler”le de bitmeyeceğini fısıldıyor.
Anlıyoruz ki, Supçin’in cinsellikle ilgili
bize söyleyeceği başka şeyler var.
Kitabı okuyunca, yatmış kadar olu-
yorsunuz.
Yeter ki sabahlar olmasın!
Seks üzerine büyük yalanlar ve küçük gerçekler
HALİT PAYZA
Filozoflardan Seksi �eyler,Emine Supçin,
Destek Yay�nlar�, 168 s.
Cinselli�iya�amak ciddi
bir i�tir. Sevgi kadardonan�m da gerektirir.
Ya�anm�� ya daya�anmam�� cinsellikler
üzerine konu�mak ise daha çok mizah
zekas� ister. ��te bunu yap�yor
Supçin
5 TEMMUZ 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Utanç
Salman Rushdie, Can Yay�nlar�,Çev: Asl� Biçen, 360 s.
Politik bir roman, “Utanç”. İktidar çıl-
gınlığına kapılmış politikacılar, ol-
gunlaşmamış gördükleri toplumun
vasiliğine kendilerini atayan hırslı,
“dini bütün” generaller, tepkisiz ka-
labalıklar, elbirliğiyle demokrasisi de-
lik deşik edilen bir ülke... Müthiş bir
ironi ve derin bir hüzünle anlatıyor
Rushdie bu ülkeyi politik romanların
sıklıkla başvurduğu basmakalıp çö-
zümlere rağbet etmeyen, zengin ka-
rakterlerle dolu bir alegori yaratarak
başarıyor bunu.
Utanmazlığın kişileşmiş hali Ömer
Hayyam Şakil ile öteki insanların his-
setmedikleri bütün utancı ruhunda ya-
şayan karısı Safiye Zeynep...
Neden Yanl�� Ya��yoruz
Hüseyin Nazl�kul, Alfa Yay�nc�l�k, 560 s.
“Neden Yanlış Yaşıyoruz” özellikle
temel sağlık açısından sindirim sistemi
hakkında bilmemiz gerekenler, kalp ra-
hatsızlıklarından korunma önerileri,
genç ve zinde kalmak için beslenme ve
nöralterapinin anti-agingde yeri ve
önemi, yüksek ve düşük tansiyonda bes-
lenme ve korunma yöntemlerine dair
kapsamlı bilgiler içermektedir. Günlük
yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası
olan su ve tuzun öneminin ayrıntılı ola-
rak ele alındığı, son yıllarda sanki top-
lum olarak depresyondaymışız gibi
anti depresan tüketiminin had safhaya
çıktığı, oysa yan etkileri sıfıra yakın olan
bach çiçekleri hakkında önemli de-
ğerlendirmeler de verilmiştir.
Yücelme
Ahmet �nce, Raskol’un Baltas�, 304 s.
Hayat herkese cömert davranmaz. Cö-
mert davranmadığı zaman da insan, ha-
yatın hayhuyundan ve maddi dertle-
rinden uzaklaşıp yücelme ihtiyacı duyar.
Urfa’da başladığı cinayetlerle ken-
dine bir yücelme ve arınma arayan
Kadri Maraz’ın polisiye kılığına girmiş
psikolojik serüveni. Kendini bir adalet
savaşçısı olarak gören bir katilin hikâ-
yesi. “Yücelme”yi yazdığında Ahmet
İnce henüz “Suç ve Ceza”dan başka hiç-
bir kitap okumamıştı ve İgdaş’ta işçi ola-
rak çalışıyordu. İlk kez tanışacağınız Ah-
met İnce için bu ilk romanı, tıpkı kah-
ramanı Kadri Maraz gibi yaratıcılık
yoluyla elde edilen bir adaletin ve yü-
celmenin aracı olacaktı.
�yi ki Geldin
Debbie Macomber, EpsilonYay�nlar�, Çev: Nil Bosna, 440 s.
Libby Morgan’ın yıllardır tek bir haya-
li vardır: Büyük iş yükü altında çalıştığı
hukuk firmasına ortak olmak. Kariyeri
için arkadaşları, evliliği ve aile kurma şan-
sı da dahil olmak üzere her şeyden fe-
ragat etmiştir. Patronu onu ofisine ça-
ğırdığında, Libby en sonunda güzel ha-
beri alacağını zanneder, fakat sarsıcı ger-
çek onu beklemektedir: İşten çıkarıl-
mıştır ve tüm hayatını yeni baştan kur-
mak zorundadır. Libby eski arkadaşla-
rıyla tekrar bağlantı kurar ve öğleden
sonralarını da sıcacık bir yüncü dükkâ-
nı olan Bir Yumak Mutluluk’ta geçir-
meye başlar. “İyi ki Geldin”, yeni baş-
langıçların vaadi ve dostluğun ve aşkın
sonsuz keyifleriyle dolu bir roman.
Stone Arabia
Dana Spiotta, Everest Yay�nlar�,Çev: Ye�im Seber, 265 s.
Nik her zaman bir sanatçıydı. Kendini
bildi bileli bir sanatçı olmuştu, bir an için
bile kendini sorgulamamıştı. Sanatıyla
onaylanmak, geniş kitlelere seslenmek
gibi bir amacın peşinde olmadı. Sadece
kendisi için üretiyor ve kendi alternatif
tarihini yazıyordu. Denişe ise her zaman
onun en tutkulu, en sadık ve bazen de tek
hayranı oldu. Arkadaşları ölürken, an-
neleri hafızasını kaybederken ve dünya
tekinsiz bir geleceğe doğru her gün bir
adım daha savrulurken, Denişe ve Nik’in
Tarihsel Kayıtlar’ı da kendi kaderlerini
tamamlamak için yazılıyordu. Dana
Spiotta, “Stone Arabia”da dünyanın
cümbüşü içinde kapanılan müzik dolu bir
mabedin kapılarını aralıyor.
Kitaplar ve Sigaralar
George Orwell (Eric Blair), SelYay�nc�l�k, Çev: Levent Konca, 118 s.
“Kitaplar ve Sigaralar”, eleştirmenlik
ve sahaflık da yapmış olan Orwell’ın
sansürden başlayıp eleştirmenliğin
çelişkilerine uzanan geniş bir yelpazede
edebiyat camiasına ilişkin gözlemle-
rinden oluşan makalelerini bir araya
getiriyor.
Orwell, yazar, eleştirmen ve okur-
ların panoramasını dönemin politik
atmosferi eşliğinde değerlendiriyor.
“Sahafta çalışırken beni en çok et-
kileyen şey gerçek kitapseverlerin az
bulunurluğu olmuştu. Örneğin 1897’de
çok hoş bir kitap okumuş olan, kendisi
için o kitabın bir nüshasını bulup bu-
lamayacağınızı soran sevgili yaşlı ha-
nımefendi...”
Sosyal BilimcilerinYazma Çilesi
Howard S. Becker, HeretikYay�nc�l�k, Çev: �erife Geni�, 240 s.
Becker, üniversitenin mahremine giri-
yor ve akademik yazımın örtük veya açık
kaidelerinin vasata prim veren, yaratıcı
düşünceye ise ket vuran etkilerinden bah-
sediyor. Özellikle lisansüstü öğrencilerin
karşılaştıkları yazım sorunlarının kişisel
yetersizliklerinden kaynaklanmadığını,
akademik hayatın örgütlenme biçimine
içkin olduğunu hatırlatıyor. Ve ekliyor:
“Bu kitabı okumak, yazmaya dair bütün
sorunlarınızı çözmeyecektir. Bu sorun-
lardan siz kurtulmak zorundasınız. Söy-
lediğim şeylerden bu sorunlarınızı nasıl
çözebileceğinize dair bazı fikirler edi-
nebilir ya da en azından bu sorunlarla uğ-
raşmaya başlayabilirsiniz....”
AKP Senin de Ba��naÇuval Geçirdi mi?
Vezir Ekinci, Sokak Kitaplar�Yay�nlar�, 171 s.
İletişimci Prof. İrfan Erdoğan; “Zen-
ginlik arttıkça fakirlik yaygınlaşır” diyor.
Bunun doğru olduğunu görmek için
bilim adamı olmaya gerek yoktur. Va-
roşlarda yapacağınız gözlemler, Sayın İr-
fan Erdoğan’ı doğrulamaktadır. Vahşi ka-
pitalizmin değişmez kuralı paranın bel-
li ellerde toplanması, yoksulların ise
zenginler gibi yaşama özenmeleri, so-
nucu ekonomik sıkıntıların hep kendi-
lerin çekeceği sonucunu doğurur. Biz her
ne kadar cellâdına âşık olan, kölesinin
zincirini sulamasına da benzetsek, top-
lumun gözünü boyamasının gerçek ne-
denlerini, bu sahte mutluluğun maske-
sini düşürüp deşifre edebilmeliyiz.
5 TEMMUZ 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Bolluk
Peter H. Diamandis, StevenKotler, Optimist Yay�n Da��t�m,
Çev: Ümit �ensoy, 397 s.
Heyecan verici gelişmelerin yaşandığı bir
çağa tanıklık ediyoruz. Teknoloji, bilim,
mühendislik, sosyal eğilimler ve ekono-
mik kuvvetler dünyamızı hızla değiştiri-
yor. Önümüzdeki yirmi yılı da bu güçler
şekillendirecek. Yaşanan tüm gelişme ve
değişimler çok önemli bir soruyu da be-
raberinde getiriyor: Küresel bir bolluk
düzeni yaratmak mümkün mü? Bu ki-
tabın cevabı net: Evet! “Bolluk”ta, dün-
yanın önde gelen bilim insanlarıyla ha-
yal ile gerçeğin kesiştiği yere yolculuğa
çıkacaksınız. Teknoloji ve inovasyonun
gücü ile sosyal girişimin yaratıcılığı bir-
leştiğinde geleceğin bolluk düzeninin na-
sıl adım adım kurulacağını göreceksiniz.
Dünya Fatihi Cengiz Han
Leo De Hartog, Do�an Kitap,Çev: Mehmet Savan, 240 s.
Moğol İmparatorluğu’nun efsanevi ku-
rucusu Cengiz Han, tüm zamanların en
büyük hükümdarlarından biri olarak ka-
bul edilir. Orduları Çin Seddi’ni aşıp Pe-
kin’i ele geçirmiş, Orta Asya, Afganis-
tan, İran ve Güney Rusya’yı acımasız
katliamlar ve yağmayla egemenliği altına
almıştı. Akınlarının benzersiz sürati ve
ölçeği ile fethettiği ülkelerde yarattığı bü-
yük yıkım, Cengiz Han’ı tarihin unu-
tulmaz liderlerinden biri yapmıştır.
Leo de Hartog küçük bir kabileyi bü-
yük bir imparatorluğa dönüştüren Cen-
giz Han’ı büyük bir komutan, sezgile-
rinde yanılmayan güçlü bir devlet ada-
mı olarak ele alıp onun yaşamöyküsü
üzerinden Moğolların tarihini anlatıyor.
Be�ikta�’ta S�rtlan Pususu
Mustafa Önsel, Kaynak Yay�nlar�, 448 s.
“Ey özgürlüğümü gasp eden haysiyet
cellatları! Sebebini tam bilmiyorum,
ama anlıyorum ki, benden (bizden)
nefret ediyorsunuz...
Ama unutmayın! Kendi ordu-
sundan nefret edenler, gün gelir baş-
ka orduları beslerler.
Jandarma Kurmay Albay Musta-
fa Önseli ömrü dağlarda geçmiş bir
kahraman olarak görüyorum.
Şimdi hapiste... Suçunu, ne kendisi
biliyor ne de başkaları. Mustafa Ön-
selin kitabını daha basılmadan, iki ge-
cede okuyup bitirdim. Mustafa Önsel,
ortaya gerçekten de dört dörtlük bir
kitap çıkarmış.”
-Emin Çölaşan-
Oaxaca Günlü�ü
Oliver Sacks, Yap� KrediYay�nlar�, Çev: Deniz Koç, 128 s.
Bir nörolog ve psikiyatr olan Oliver
Sacks, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan
“Oaxaca Günlüğü” kitabında yaptığı
muhteşem iç yolculuklardan sonra bu
kez bir “dış” yolculuğa çıkıyor, okurunu
da bir dış yolculuğa çıkartıyor. Bu ara-
da Sacks’ın hiç bilinmeyen bir yanını da
öğreniyoruz. Çocukluğundan beri eğ-
reltiotlarına duyduğu ilgi ve sevgi…
Maya soyundan gelen yerli halkları, pa-
zaryerleri, yalnız bitkileri değil, kuşları ve
böcekleri, yol arkadaşlarının yer yer es-
prili portreleri, kısacası müthiş bir dün-
ya yer almakta bu kitapta. Odasında se-
yahat etmekten zevk alanlarla, Meksi-
ka’ya gitmeyi planlayanlar için ufuk açı-
cı bir kitap “Oaxaca Günlüğü”…
A�k, �iir ve Müzi�inCo�kusuyla
Vural Sava�, Bilgi Yay�nevi, 408 s.
Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Vural
Savaş’tan alışık olmadığımız türden bir
çalışma. “Dünyanın iki eli var sanki. Bi-
riyle taşıdığı kolaylıklar, incelikler, öte-
kiyle taşıdığı kabalık, kıyıcılık, yok edi-
cilik, ölüm. Bu ikinci el o kadar güçle sal-
dırır oldu ki, dünya kendini yok etme
aşamasına geldi. Elimizde düş gücü-
müzle, yeteneğimizle ürettiğimiz o ya-
zılar, şiirler var. Kitaplar var. Yazdıkla-
rımızda gerçek adına söylediklerimiz ne
olursa olsun, bir kıyıcığında umudu
saklı tutuyoruz. Metalik söylemler var-
sın kolaylıklarını sürdürsün. Ama bizler
yazınla, şiirle, sanatın her türüyle umu-
du var kılalım.” -Gültekin Akın-
Karacao�lanYa�am� ve �iirleri
Öner Ya�c�, CumhuriyetKitaplar�, 304 s.
Öner Yağcı’nın “dünü bugüne bu-
günü yarına bağlama” düşüncesi
ışığında hazırladığı bu yapıtta, Ana-
dolu’nun büyük ozanı Karacaoğlan
ile buluşacaksınız.
Kitapta Karacaoğlan’ı sazıyla,
sözüyle ve doğa sevgisiyle görecek,
Anadolu’daki insan sevgisinin ve
aşkın güzellemesinin destansı ör-
neklerini veren büyük ozanın yaşa-
mını okuyacak, onun yüzyılları aşıp
günümüze kadar gelen, ölümsüz
ozanlar arasında yerini almasını
sağlayan, türküleşen şiirleriyle ta-
nışacaksınız.
Yürüyen Kentler 3. Kitap -Cehennem Makineleri
Philip Reeve, On8 Kitap, Çev: Ali Ünal, 400 s.
Makineler diriliyor, anılar canlanıyor.
Yürüyen Kentlerin palet izlerinde
hesaplaşma vakti yakın!
Modern çağın Jules Verne’i İngi-
liz yazar ve çizer Philip Reeve, sıradı-
şı buluşlarla, çevre meselelerine, po-
litikaya, insana ve sevgiye dair derin bir
duyarlıkla yazdığı bol ödüllü bilim-
kurgu dizisinin 3. kitabında, savaşlar-
la tükenen dünyanın ve vahşiliği son
raddesine ulaşan insanın son döne-
mece giriş yolculuğunu anlatıyor. “Yü-
rüyen Kentler” dizisinin 3. kitabı “Ce-
hennem Makineleri” okurunu, gerilim
ve heyecan dolu yolculuğun sondan bir
önceki durağına davet ediyor.
Çapulcular�n SosyalMedya Payla��mlar�
Kolektif, Etki Yay�nlar�, 80 s.
Türk halkının kendi kendine başlattı-
ğı bu hareketin bir anda tüm ülkeye ya-
yılmasının nedeni, elbette hükümetin
sandığı gibi, üç-beş ağaç değil.
Direnişin temel direği olan Türk
gençlerinin dahiyane yaratıcılığı ile or-
taya çıkmış espriler bugün yurdun her
köşesinde dilden dile dolaşıyor.
Bu muhteşem esprilerin kaybol-
maması ve bu önemli günlerin de-
taylarının unutulmaması için yayın-
evimiz üzerine düşen bu sorumlulu-
ğun bilinciyle bu derlemeyi hazırladı.
Yazarı, sosyal medyada inanılmaz
paylaşımları gerçekleştiren gençleri-
mizdir…
Gezegenin için harekete geçmeye
hazır mısın? Keşfet, anla, dene-
yimle ve öğren! Ormanlar yaşamı-
mızın önemli bir parçasıdır. Ama
neredeyse yüzyıl-
dır insanoğlu on-
ları yok ediyor.
Bu kitap sana,
ormanların zen-
ginliğini, onları
nelerin tehdit et-
tiğini, ormanları
korumak için ko-
nulan yasaları
anlatacak. Or-
manları korumak
için sen de çok
şey yapabilirsin.
EmmanuelleGrundmann,
CarettaÇocuk, 32 s.
5 TEMMUZ 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
GezegenimiSeviyorum - Ormanlar
“Orman Kardeşin Mektubu”, çocuk-
larda çevre duyarlılığını geliştirdiği
gibi, insanlarla sağlıklı iletişimde bulu-
nabilme, belli durumlarla ve olaylarla
ilgili neden-sonuç ilişkisi kurabilme,
duygularını fark
edebilme, gözlem
yapabilme gibi ko-
nularda önemli
ipuçları barındırı-
yor. Çocukların
dostluk ve payla-
şım duygularını pe-
kiştiren kitap, aynı
zamanda çocukla-
rın Türkçeyi etkili
bir biçimde kullan-
malarını sağlıyor.
Aysel Korkut,Kök Yay�nevi,
87 s.
Orman Karde�inMektubu
Söz dinlemeyen büyükler çevrele-
rine zarar da veriyorlar. Hayvanla-
rı ve ağaçları bile rahatsız ediyor-
lar. Havayı, suyu kirletiyorlar.
Kim bu kötü ha-
vayı solumak, kir-
li suyu içmek is-
ter? Kim ister
yemyeşil ormanın
griye dönmesini?
Neyse ki, yaşlı ve
bilge defne ağacı
var. Acaba defne
ağacının önderli-
ğinde hep birlik-
te kirliliğe bir çö-
züm bulabilecek-
ler mi?
Ömer Faruk,Yap� KrediYay�nlar�,
52 s.
Defne A�ac� veOrman Karde�li�i Doğaya ve hayvanlara dair birbirin-
den güzel 15 masal:
� Benekli Kurbağa ve Şarkı İksiri
� Ay, Yıldız ve Ben
� Sabah Yazdım Sabah Oldu
� Kırmızı Top
� Ateş Böceği ve El Feneri
� Bayan Leylek
� Uçan Balık
� Sevimli Cüceler
� Kedi ve Yıldızlar
�Renkli Kalemler ve Ben
� Hepimiz Seniniz
� Kayıp Çocuk
� Somurtkan
Kaplumbağa
� Şarkı Söyleyemeyen
Cırcır Böceği
� Mutlu
Kaplumbağa
Kolektif, ODTÜ
Yay�nc�l�k,Çev: Levent
Gönül, 480 s.
Çocuk Masallar� Seti
Masallardan memnun olmayan bir ço-
cuk var, dediğine göre dinlediği masalla-
rın sonları olması gerektiği gibi bitmiyor,
sanki bir şeyler hep eksik kalıyor. Bunu
söyleyen Duru Divriklioğlu şu an 10 ya-
şında ve iki adet masal kitabı yazdı! İlki-
ni yazdığında daha beş buçuğundaymış.
Okuması yok yazması yok, buna rağmen
şikâyet edip durmak yerine, “madem bu
masallarda ters giden bir şeyler var, ben
de kendi masallarımı yazarım” demiş ve
dediğini de yapmış. Helal olsun Du-
ru’ya.
Uyumadan önce annesinden masal-
lar dinleyen Duru, kimi masalları
yetersiz, kimi masalları yan-
lış, kimilerini fazla ger-
çeklikten uzak bulur-
muş. Mesela perile-
rin, cadıların, cüce-
lerin uçuşup kaçış-
tığı masallardan
hoşnut değilmiş.
Bunlar yerine
daha gerçekçi ve
yaşamın içinden
konular olmasını
tercih edermiş. Bir
örnek vermek gerekir-
se, babasının bir demeçte
belirttiği üzere, daha iki yaşın-
da bir hayali masal evi kurup kendi ken-
dine masallar anlatan Duru’nun anlattı-
ğı masallarda zenginlerle
fakirlerin arasındaki iliş-
kiler üzerinde durması
anne ve babasının ilgisi-
ni çekmiş. Bunun üzeri-
ne annesiyle bir karar
almışlar: Duru başlamış
masal anlatmaya, anne-
si de teybe kaydetmiş.
Sonra üzerinde hiçbir
düzeltme (bozma) yap-
madan olduğu gibi ya-
zıya dökmüşler:
“Büyük saat dur-
madan kendisini övü-
yordu. Kendisini över-
ken, kafası arkada, vücudu
önde yürürken gele
gele duvarın tam or-
tasına yüzü çat
diye çarptı. Saat
çat diye çarpınca
ve birdenbire
yere çakılınca
her yeri param-
parça kaldı. Pa-
ramparça kalın-
ca ev sahibi söy-
lendi kızına.”
(Gele gele!)
Bu alıntı Duru’nun
ilk masal kitabı olan “Ağaçlar
Yırtılmasın”dan. Doğayı ve hayvanları
çok önemseyen Duru’nun bu kitapta altı
tane eğlenceli, gerçekçi ve düşündürücü
masalı var. İkinci kitabını da geçtiğimiz
sene yazdı: “Ormanda Trafik Kuralları”.
Daha şimdiden yaşı kadar ödül sahibi
Duru. Bu ödüller arasında resim dalında
düzenlenen yarışmaların ödülleri de var,
çünkü yazdığı masalların resimlerini de
kendi çiziyor. Kibirli saatler, mutlu kar-
dan adamlar, yaya geçidinden geçmeye
çalışan baykuşlar, orman meclisinde
toplanan hayvanlar… Hele ikinci kitap-
ta profilden resmettiği insanları görse-
niz, dudağınız uçuklar. Demek istedi-
ğim, Duru Divriklioğlu 10 yaşında bir
sanatçı.
Ana teması Çocuk ve Gençlik Ede-
biyatı olan 31. Uluslararası İstanbul Ki-
tap Fuarı’nda her yaştan okur için kitap-
larını imzalayan Duru, fuarda kendisiyle
yapılan bir söyleşide, arkadaşlarının yaz-
dığı kitapları çok beğendiğini, masalları-
nın onları da yazmaya teşvik ettiğini ve
bu durumdan çok memnun olduğunu
söylemiş. Böyle arkadaşa can kurban.
Demem o ki; 10 yaşındaki bir yürek-
ten çıkan bu masum, tertemiz ve barışçıl
cümleleri hepiniz okuyun, içiniz ısınsın,
yüzünüz gülsün.
İyi okumalar diliyoruz.
İREM HALIÇ[email protected]
Masallar istediğim gibi bitmiyor!
Bunu söyleyen Duru Divriklio�lu �u an 10 ya��nda ve iki adet masal kitab� yazd�!
Ormanda Trafik Kurallar�, A�açlar Y�rt�lmas�n,
Duru Divriklio�lu, Aya Kitap
Duru
5 TEMMUZ 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
Luan Starova 1941’de Arnavutluk’un
Pogradeci kentinde doğmuş. Babaan-
nesi Türk, babası Arif Ahmet Starova,
Türkiye’nin ilk başbakanlarından
(1925) Fethi Okyar’ın kuzenidir. Yazar
Luan Starova altı dil biliyor, yazın pro-
fesörü ve Makedonya’nın Paris’teki
Büyükelçisi. Luan Starova Fransa’da
1997 yılında “En iyi Yabancı Roman”
ödülünü kazanmıştır.
“Babamın Kitapları” romanında
1926-1976 yılları arasında, tam
yarım yüzyıl süren bir evlili-
ğin çevresinde, bir anne-
babanın çocuklarıyla
birlikte yaşama nasıl
sarıldıklarının öykü-
sünü anlatır. Üstelik
içinde bulundukları
dönem, yeni ulusla-
rın belirdiği, devlet-
lerin yıkılıp yerleri-
ne yenilerinin kurul-
duğu; ülke sınırları-
nın sürekli değiştiği bir
zaman kesitidir. Sonu
gelmeyen bu savaşlar zama-
nı, hele bir de çok dilli, çok
inançlı, çok kültürlü, çok çeşitli huru-
fatın aynı anda kullanıldığı Balkanlar
coğrafyasında yaşanıyorsa, varın düşü-
nün kıyameti. Sınırlar arasında taşın-
malar, yurdundan edilen kalabalıklar;
kısacası, dur-durak tanımayan devi-
nimlerin yol açtığı yitikler. Ayrılması
inanılmaz acı veren kişiler, nerede bı-
rakıldığı ya da düşürüldüğü anımsana-
mayan, geçmişteki mutlu anların sim-
gesi olmuş nesneler... Bütün bu ayrılık-
ların, ölümlerin, yitirmelerin kendi
başlarına bir önemi, dile getirilecek bi-
rer anlamları yoktu ki, hepsi de birer
ayrı serüvenin içinde yer alabilsinler.
Artık göçebe olan bu insanların elle-
rinden zorla alınan kendilerine ait, o
öznel zamanlarıydı. Bir sınırı aştıkla-
rında geride bıraktıkları yakadaki za-
man da yok oluyordu.
DO�U �LE BATININZAMANLARI
Romanın anlatıcılığını üstlenen,
sonradan yazar
olacak ortanca ço-
cuk, küçük bir oğlan.
Kitap kurdu babasının
kitaplığını karıştırmak
ona bir büyü gibi çekici bir ke-
yif veriyor. Aslında babasının kitapları
arasında, gizli ya da yasak bilimlere
ilişkin yayınlar da yok değildi. Çocuk
bazen bir iç sesle mırıldanır gibi, ço-
ğunlukla da büyük bir coşkuyla gürül-
deyerek anlatır; algılarıyla, çağrışımla-
rıyla varsıllaştırdığı öyküsünü. Küçü-
cük evlerinin neredeyse yarısını kapla-
yan, yüklüğe sakladıkları en değer ver-
dikleri belgelerlerle çeşitlenen kitapla-
rın arasında kendilerine yer bulan iki
şey vardı: Mavi ışıklı kadranıyla bir
radyo, her saat başında hiç yanılmadan
çalan bir de duvar saati.. Tito ile Stalin
yönetimleriyle, ilkeleriyle çelişen, bo-
calayan babanın, güncelliği radyo din-
leyerek yakaladığına tüm aile her gece
tanık oluyordu. Fransız, İtalyan radyo-
ları ve BBC evde en sık, ama ses düğ-
mesi iyice kısılarak dinlenen istasyon-
lardı. Saate gelince, yitirdikleri zama-
nın bekçisi gibiydi. Zamanı hiç aksat-
madan korur, yanılmadan doğruyu
gösterirdi. Bu saatin çarkının arasın-
dan çıkardığı katlanmış bir kâğıt par-
çasının üstündeki ar-
kaik Arap harflerini
babası hemen tanı-
mıştı. Okuyunca,
Doğu ile Batının za-
manının tanımlarının
yapıldığını söylemişti
babası. İyice yıpran-
mış bu kâğıdı, saatin
ayarı bozulmasın
diye, yine yerine yer-
leştirmişlerdi. Baba-
sını Bay K, adındaki
arkadaşı, eğitim için
Paris’e, baba ise İs-
tanbul’a gitmişti. Os-
manlıcayı çok iyi bi-
lirdi babaları. Bay K
da bir kitap tutkunu
olduğundan babalarıy-
la çok sağlam bir dost-
lukları vardı. Bu ilişki
ortak çeviriler yapa-
rak, birbirlerine kitaplar önererek
emeklilik günlerine değin sürmüştü.
Anneleri ise, bunca göçün aidiyetsizli-
ği içinde yüklükte sakladıkları bir va-
tandaşlık belgesindeki pulları söktü-
ğünden bu yana küçük oğluna hüzünlü
gözlerle bakar olmuştu. En son yerleş-
tikleri bu ülkenin nüfus müdürlüğün-
den bin bir güçlükle aldıkları o belge-
nin geçerliliğini yitirmesiyle yeniden
aidiyetleri olmayan kişiler durumuna
düşmüşlerdi.
‘HABENT SU AFATAL�BELL�!’
Yolculukları sırasında en özenle ta-
şınan şey babasının kitaplarıydı. Baba-
sının, annesinin ölümlerinden sonra
kardeşlerine ve ona kalan en değerli
şey de babasının kitaplarıydı. Gerek
kitaplığın düzenlenişi, Kitap-ı Mukad-
desin, Kur’an’ın, Talmut’un ve diğer
kutsal metinlerin en üst rafa yerleşti-
rilmeleri, hemen onların altında ideo-
lojik kitapların yer alması yaşama ba-
kış açısının ne olduğunu ortaya koyu-
yordu. İdeolojik metinlerin bir zaman
sonra kutsal metinler olarak benimse-
tilebileceği söyleyen babası onlara “Ki-
tapların da birer kaderi olduğu” anla-
mına gelen Latince deyişi sıklıkla yine-
lerdi:
“Habent su afata libelli!”
Savaşların gittikçe ka-
nıksandığı; petrolün, do-
ğal kaynakların ve para-
nın yeni tanrılar edinildi-
ği yeryüzünde barışın de-
ğerinin yeniden anımsan-
ması için okunması gere-
ken bir roman... Luan
Starova, yarattığı bir gös-
tergeler evreni içinde,
yaşama tutunmak için bir
annenin direncini de çok
büyük bir sevgi yoğunlu-
ğuyla anlatıyor.
Orhan Suda’nın çevi-
risi, yaşanan ortamın
canlandırılmasında öyle-
sine etkili ki, okudukça
konum değiştirdiğimi;
anlatıma girişen sesin bö-
lümler arasında çocuksu-
luğundan sıyrılarak olgun
bir yazarın (sanki Orhan
Suda’nın) tümcelerine dönüştüğünü
duyumsadım. Değerli kültür ve sanat
insanı Orhan Suda’yı, bundan dört yıl
önce, Kuşadası’nda paylaştığımız söy-
leşileri anımsayarak sanki yeniden kar-
şımda buldum.
Yitik zamana iz düşen roman
LUAN STAROVA’DAN ‘BABAMIN KİTAPLARI’
ZİYA GÜ[email protected]
Babam�n Kitaplar�,Luan Starova,
Yap� Kredi Yay�nlar�, Çev: Orhan Suda, 166 s.
Sava�lar�ngittikçe
kan�ksand���;petrolün, do�al
kaynaklar�n ve paran�n
yeni tanr�lar edinildi�iyeryüzünde bar���nde�erinin yenidenan�msanmas� içinokunmas� gereken
bir roman
Luan Starova
5 TEMMUZ 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACASOLDAN SA�A1. Yarat�c� güç, bir dü�ünceyi
ortaya koyma niteli�i -Milimetre (k�sa)
2. Kimononun üstüne tak�lan,biçimi ve boyutu cinsiyete,
ya�a, mevkiye ve bölgeyegöre de�i�en, bir dü�ümlebirle�tirilen geni� ipek ku�ak -Çerkezlerin kendilerineverdikleri ad
3. Koyun, keçi gibi hayvanlar�n
boynuna tak�lan ç�ng�rak4. Kutup - Haber veren, haberci5. Tav�r, davran�� - Nedensel -
Baca��n kalça ile dizaras�ndaki bölümü
6. Çubuk biçimine getirilmi�
kömürden olu�an bir resimmalzemesi - Enerji
7. �srail’in plakas� -Prometyum’un simgesi -Yemi�lerin yenilen bölümü
8. Bir soru sözü - Kekli�inboynundaki siyah halka -Ba���lama, mazur görme -Kiloamper (k�sa)
9. Cana k�yan kimse - �ki y�ldabir yap�lan sanat etkinli�i
10. El - Boksta esas vekorunmaya haz�r duru� - Biryüzölçümü birimi
11. Favori - Gerçek, gerçeklik12. (DURDURAB�LMEK)
Resimdeki yazar�n bir eseri -“Ülkü ...” (Ünlü bir yazar)
YUKARIDAN A�A�IYA1. Ard�ç a�ac�n�n meyvesi - Bir
mevsim ad�2. Tavlada “iki” say�s� - “...
Ayhan” (�air)
3. Ö�ütücü di� - Erkek ki�i4. Direkler üzerine kurulmu�
zahire ambar� - �imdi, �u anda- Bir dilek �art eki
5. Bir kan grubu - Ak�ll�, zeki -Küme
6. Büyük devlet adamlar� - Ayak- Bal yapan böcek
7. Fiil, amel - Bir seslenme sözü8. K�zg�n, yak�c� - �ridyum’un
simgesi - Bir derne�e belirlisürelerde ödenen üyelikparas�
9. Stanislaw Lem’in bir eseri -Terazi gözü - Lantan’�nsimgesi
10. Hedefi vurma - Bolluktaya�ay��
11. Magnezyum’un simgesi - Birgösterme s�fat� - “... etmek”(d��lamak, uzakla�t�rmak)
12. Resimdeki yazar�m�z -Rütbesiz asker
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
“Kıyı Köşe İstanbul”, adından da anla-
şılacağı üzere, okuyucuları, İstan-
bul’un kıyıda köşede kalmış güzellik-
leri de dahil olmak üzere, tüm güzel-
liklerini yeniden keşfetmeye davet edi-
yor. Profesyonel turist rehberi olan
Turgay Tuna, kırk yılı aşan meslek ha-
yatının birikimlerini bu kitapla İstan-
bulseverlerin beğenisine sunuyor. İs-
tanbul’a büyük bir tutkuyla bağlı olan
Tuna, yıllardır adım adım gezdiği ve
gezdirdiği kenti, yalnızca herkesin bil-
diği şaheserleriyle değil, kıyıda köşede
kalmış, kimileri unutulmuş, kimileri
ise hiç bilinmeyen yerleri, binaları, in-
sanları ve öyküleriyle İstanbulseverle-
re tanıtıyor. Okurları kah bir zaman
tünelinde, kah şimdiki zamanda kü-
çük, nostaljik İstanbul keşiflerine çı-
kartıyor.
İstanbul… Kitabın yazarı Tuna’nın
tarif ettiği İstanbul, “iki kıta, iki deniz
arasında uzanıp giden; yaşadıkları, giz-
ledikleri, çok sesliliği,
renkliliği, acıları, zafer-
leri ve de eşsiz tarihi ile
deryalar deryası ulu
kent. Şairlerin, bestekar-
ların, yazarların, ressam-
ların, sanatçıların vurul-
duğu, dizelerden tuvalle-
re, notalardan öykülere
işlenmiş yadigar şehir.”
“Kıyı Köşe İstanbul”u
okurken, gerçekten de İs-
tanbul’u kıyı köşe, dip bu-
cak, karış karış bir uçtan
bir uca gezmiş görmüş ka-
dar oluyorsunuz. İstan-
bul’un hangi güzelliğini
anlatmalı, bir yandan Eyüp
Sultan, Beykoz, Fenerbahçe, Çubuklu,
Kadıköy, Üsküdar, Yassıada, Kalamış,
Çengelköy, Florya gibi semtlerin tari-
hi özellikleri anlatılırken, diğer yan-
dan Fener Rum Pat-
rikhanesi, Cibali Kara-
kolu, Saint Joseph,
Akıl Hastanesi Müze-
si, Baruthane Kulesi,
Kapalıçarşı, Florya
Atatürk Köşkü, Top-
hane Çeşmesi, Kuşlu
Saray gibi tarihi gü-
zelliklere yer verili-
yor. Kısacası Turgay
Tuna’nın kaleme
aldığı “Kıyı Köşe
İstanbul”, gerçek-
ten de kıyı köşe İs-
tanbul’u tüm gü-
zellikleriyle gözler
önüne seriyor.
MELTEM BOSTANCI
K�y� Kö�e �stanbul, Turgay Tuna, E Yay�nlar�, 304 s.
Deryalar deryası ulu kent